Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi [6] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

ıitolı •m i ğ •••



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ Bağlarbaşı, Kısıklı caddesi 7



Üsküdar - 81180 İstanbul



: (1) 341 07 92 (4 hat) Fax: (1) 334 95 88 MODEM : (1) 343 31 09 Dağıtım ve Pazarlama TÜRKİYE DİYANET VAKFI VAKIF YAYINLARI İŞLETMESİ Klodfarer caddesi 14



Sultanahmet - 34400 İstanbul



Tel : (1) 516 07 39 -11) 516 22 23 Fax : (1) 516 22 30



LflDDJ



^ZILT



6



BEŞİR A Ğ A CAMİİ - CAFER PAŞA TEKKESİ



İstanbul 1992



© 1992



Her hakkı mahfuzdur. Yazı ve fotoğraflar kaynak gösterilmeden kullanılamaz.



BASKI : Ali Rıza Başkan Güzel Sanatlar Matbaası A. Ş. Y e n i b o s n a / İstanbul Media Print Basım Ticaret A. Ş. İkitelli/ İstanbul



A Mİ TÜRKİYE



D YANET



VAKFI



Sahibi Türkiye Diyanet Vakfı



İdare Meclisi Dr. TAYYAR ALTIKULAÇ Prof.Dr. İSMAİL E. ERÜNSAL Prof.Dr. BEKİR TOPALOĞLU Prof.Dr. M. SAİMYEPREM



G e n e l Sekreter Mehmet Ali SARI



İNCELEME HEYETİ



Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU (Başkan) Dr. Ahmet ÖZEL (Başkan Yardımcısı) Prof.Dr. Ömer Faruk AKÜN Dr. Tayyar ALTIKULAÇ Nihat AZAMAT Doç.Dr. Mustafa ÇAĞRICI Sargon ERDEM Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL Prof.Dr. Semavi EYİCE Prof.Dr. M. Yaşar KANDEMİR Prof.Dr. Hayreddin KARAMAN Doç.Dr. Mahmut KAYA Doç.Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Prof.Dr. Metin TUNCEL Y.Doç.Dr. Abdullah UÇMAN Doç.Dr. Mustafa UZUN Prof.Dr. Hakkı Dursun YILDIZ



Madde Tesbit ve İç Kontrol



Fuat GÜNEL Kasım KIRBIYIK



T E K N İ K REDAKSİYON SORUMLUSU



Sekreter İmlâ



Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Doç.Dr. Metin YURDAGÜR İsa KAYAALP Doç.Dr. Mustafa ÖZKAN Y. Doç. Dr. Muhammet YELTEN



Teknik Kontrol



Y.Doç.Dr. Hasan AKSOY Dr. Azmi BİLGİN



Bibliyografya



Mehmet AYKAÇ Saffet KÖSE İsmail ÖZBİLGİN Recep USLU



YAYIN M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü Dizgi



Ahmet YILMAZ (Müdür) Nedim GÜNEY (Şef) Süleyman ÖZEL Yılmaz SAMANCI



Tashih



Resimleme



Fotoğraf Çizim BİLGİ İŞLEM SORUMLUSU Operatörler



Hüseyin Hilmi KURTULMUŞ (Şef) Mehmet GÜNYÜZLÜ Osman SEVİM Abdülkadir ŞENEL Enis KARAKAYA / M . A . (Şef) Ahmet A K M A N Dr. Hüsamettin AKSU Dr. Nebi BOZKURT Selçuk UYGUN Oğuz KALLEK Prof.Dr. M. S a i m Y E P R E M Mustafa A F A C A N Ender BOZTÜRK Fazlı DURMUŞ Mustafa DURSUN Ufuk YELEN Coşkun YILDIRIMTÜRK



KÜTÜPHANE v e D O K Ü M A N T A S Y O N SORUMLUSU



Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL



KÜTÜPHANE v e DOKÜMANTASYON MÜDÜRLÜĞÜ



Ayhan AYKUT (Müdür Vekili)



Kütüphane



Dokümantasyon



Recep YILMAZ (Şef) Yüksel ÇATAL Hüseyin KARAER Selahattin ÖZTÜRK Nedret TOPÇU Çetin TÜYLÜ Ali Yücel YÜRÜK M. Birol ÜLKER (Şef) Aziz KÖKEN Cemal TOKSOY



SİPARİŞ v e TAKİP M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü



Ayhan AYKUT (Müdür) Sabahattin YENİCE (Şef) Sabahattin AKAR Metin ALTINOK Hikmet UYSAL



M a d d e Takip Sorumlusu MUHASEBE M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü



Ferman KARAÇAM Erdal İŞCAN (Müdür) M. Akif AYDIN Mehmet ŞEVİK



PERSONEL v e İDARÎ İŞLER M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü



Yakup K A H R A M A N (Müdür) M. Hanefi DİLMAÇ Bilal S A L M A N



DAĞITIM v e P A Z A R L A M A



Abdurrahman TAŞKALE (Müdür Vekili) İsmail KARAHAN (Müdür Yardımcısı)



MERKEZ İLİM v e REDAKSİYON HEYETLERİ ÜYELERİ Y.Doç.Dr. Hasan AICSOY (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Ö m e r Faruk A K Ü N (Türk Dili v e Edebiyatı) Nurettin A L B A Y R A K (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Tayyar A L T I K U L A Ç (Tefsir) Doç.Dr. M. Akif A Y D I N (Fıkıh) Y.Doç.Dr. Halis A Y H A N (İslâm Düşüncesi v e Ahlâk) Nihat A Z A M A T (Tasavvuf) Doç.Dr. Mustafa L. BİLGE (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Y.Doç.Dr. İdris B O S T A N (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Doç.Dr. Mustafa ÇAĞRICI (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Dr. Davut D U R S U N (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Doç.Dr. Feridun EMECEN (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Sargon ERDEM (İslâm Sanatları/Müteferrik) Y.Doç.Dr. M u h a m m e d EROĞLU (Tefsir) Dr. Özkan ERTUĞRUL (İslâm Sanatları/Mimari) Prof.Dr. İsmail E. E R Ü N S A L (Türk Dili v e Edebiyatı) Prof.Dr. Semavi EYİCE (İslâm Sanatları/Mimari) Prof.Dr. Mustafa F A Y D A (İslâm Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Dr. İsmail Hakkı G Ö K S O Y (İslâm Ülkeleri Coğrafyası)



Fuat G Ü N E L (Dinler Tarihi)



Dr. Azmi Ö Z C A N



Prof.Dr. Ekmeleddin İ H S A N O Ğ L U (İlimler Tarihi)



Y.Doç.Dr. Nuri ÖZCAN



Prof.Dr. Yusuf H A L A Ç O Ğ L U (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



Dr. A h m e t ÖZEL



Doç.Dr. Ö m e r Faruk H A R M A N (Dinler Tarihi)



Doç.Dr. Mustafa Ö Z K A N



Prof.Dr. M e h m e t İPŞİRLİ (Türk Tarihi v e Medeniyeti) Dr. K e m a l K A H R A M A N (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Cengiz K A L L E K (Fıkıh) Prof.Dr. M. Yaşar K A N D E M İ R (Hadis) Doç.Dr. Mustafa K A R A (Tasavvuf) Prof.Dr. Hayreddin K A R A M A N (Fıkıh) Doç.Dr. Mahmut KAYA (İlimler Tarihi, İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Dr. Hulûsi KILIÇ (Arap Dili ve Edebiyatı) Rıza K U R T U L U Ş (İslâm Ülkeleri Coğrafyası, Fars Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Günay KUT (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. İlhan KUTLUER (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Prof.Dr. C e v d e t KÜÇÜK (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. M. Orhan O KAY (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Salim Ö Ğ Ü T (Fıkıh) Doç.Dr. Mustafa ÖZ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



(Türk Tarihi v e Medeniyeti)



(İslâm Sanatları/Mûsiki)



(Fıkıh)



(Türk Dili v e Edebiyatı) M e h m e t Ali SARI (Tefsir) Y.Doç.Dr. Muhittin SERİN (İslâm Sanatları/Hat) Prof.Dr. A h m e t T O P A L O Ğ L U (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Bekir T O P A L O Ğ L U (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Y.Doç.Dr. Tevfik Rüştü T O P U Z O Ğ L U (Arap Dili v e Edebiyatı) Prof.Dr. Metin T U N C E L (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Y.Doç.Dr. Zülfikar TÜCCAR (Arap Dili v e Edebiyatı) Prof.Dr. Günay T Ü M E R (Dinler Tarihi) Y.Doç.Dr. Abdullah U Ç M A N (Türk Dili ve Edebiyatı) Doç.Dr. Süleyman U L U D A Ğ (Tasavvuf) Doç.Dr. Mustafa UZUN (Türk Dili v e Edebiyatı) Doç.Dr. Yusuf Şevki Y A V U Z (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Prof.Dr. Tahsin YAZICI (Fars Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. M. Saim Y E P R E M (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



Doç.Dr. Abdülkerim Ö Z A Y D I N (İslâm Tarihi ve Medeniyeti)



Prof.Dr. Hakkı Dursun YILDIZ



Doç.Dr. Abdülkadir ÖZCAN (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



Doç.Dr. Metin Y U R D A G Ü R



(İslâm Tarihi ve Medeniyeti)



(Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



GENEL KISALTMALAR a.e. a.g.e. AK Alm. a.mlf. Ar. aş.bk. AÜ a.y. AY b. BA bibi. bk. bl. bs. c. çz. d. der. DİA



DİE DTCF



EAÜİF



ed. Ed.Fak. EÜ Evr. Far. fas. Fr. FY



Aynı eser Adı geçen eser Arazi Kanunnâmesi Almanca Aynı müellif Arapça Aşağıya bakınız Ankara Üniversitesi Aynı yer Arapça Yazmalar Bin, İbn Başbakanlık Arşivi Bibliyografya Bakınız Bölüm Basım, baskı, tab' Cilt Çizim Doğum, doğumu Derleyen, derleme Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Devlet İstatistik Enstitüsü Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Erzurum Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Editör Edebiyat Fakültesi Erciyes Üniversitesi Evrak (Arşiv) Farsça Fasikül Fransızca Farsça Yazmalar



Gr. h. hak. haz. hk. hş. Hz. İbr. İng. İÜ k. Kar. krş. Ks. Ktp. Lat. İv. m. md. m.ö. m.s. MS MÜ nr. nşr. Or. ö. Pr. rs. Rus. s. salt. s.nşr. St. str. SÜ sy. şş. T



Grekçe Hicrî Hakkında Hazırlayan Hüküm (Arşiv) Hicrîşemsî Hazreti İbrânîce İngilizce İstanbul Üniversitesi Kitap Karton (Arşiv) Karşılaştırınız Kısım (Arşiv) Kütüphane, kütüphanesi Latince Levha Milâdî Madde Milâttan önce Milâttan sonra Manuscript Marmara Üniversitesi Numara, sayı Neşreden (Tahkik eden) Oriental Ölümü, ölüm tarihi Paragraf Rûmî Resim Rusça Sayfa Saltanat yılları sadeleştirilmiş neşir Saint Satır Selçuk Üniversitesi Sayı Şehinşahî Türkçe



tah. TBMM TC



:



TDK Tİ EM TMK trc. TRT ts. TSM TSMA TSMK TTK tür. yer. TY UÜ vb. vd. v.dğr.



VGMA



vr. vs. y-



yk.bk. Zrf.



... ...



Tahminî Türkiye Büyük Millet Meclisi Türkiye Cumhuriyeti Türk Dil Kurumu Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Türk Medenî Kanunu Tercüme, tercüme eden Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Tarihsiz Topkapı Sarayı Müzesi Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türk Tarih Kurumu Türlü yerde, birçok yerde Türkçe Yazmalar Uludağ Üniversitesi Ve benzeri Ve devamı Ve diğerleri, diğer nâşir veya nâşirler Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Varak Vesaire Yıl Yukarıya bakınız Zarf (Arşiv) .... baskısından ofset yayımı devam ediyor Önce/sonra (yayım yeri) İki yerde yayımlanıyor



BİBLİYOGRAFYA KISALTMALARI AA Aylık Ansiklopedi, I-V, İstanbul 1944-50. AAS B r a t . Asian and African Studies, Bratislava 1965 Abbâdı, Fukahâ *ü'ş-Şâfî ciyye Ebû Âsim Muhammed b. Ahmed el-Herevî el-Abbâdî, Tabakâtü'l-fukahâ*i'ş-Şâfiliyye (nşr. G. Vitestam), Leiden 1964. A b b a s b . İ b r a h i m , el-tclâm Abbas b. İbrahim, el-İ'lâm bı-men halle Merrâküş ve Ağmât mine'l-a^lâm (nşr. Abdülvehhâb b. Mansûr), I-X, Rabat 1974-83. Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr Abdülazîz b. Ahmed b. Muhammed el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr ^alâ Üsuli'l-Pezdevî, I-1V, İstanbul 1308. Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü'l-havâtır Nüzhetü'l-havâtır ve behcetü 'I-mesâmic ve'n-nevâzır (nşr. Ebu 1-Hasan Ali en-Nedvî), 1-VI1I, Haydarâbâd 1350-90/1931-70. Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü 'I-fehâris Muhammed Abdülhay ,b. Abdülkebîr el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâris ve'i-eşbât ve mu'cemü'l-me^âcim ve'l-meşîhât ve'l-müselselât (nşr. İhsan Abbas), I-1I1, Fas 1347 Beyrut 1402/1982. Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtibü '1-idâriyye Muhammed Abdülhay b. Abdülkebîr el-Kettânî, et-Terâtîbü'I-idâriyye (Nizâmü'l-hükûmeti'n-nebeviyye), 1-11, Rabat İ 346-Beyrut, ts. (Dârul-Kitâbi'l-Arabî). Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü'I-idSriyye (Özel) Muhammed Abdülhay b. Abdülkebîr el-Kettânî, et-Terâtîbü'I-idâriyye: Hz. Peygamber'in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar (trc. Ahmet Özel), MU, İstanbul 1990-92.



Abdülkadir el-Bağdadî, Hizânetü 7- edeb Abdülkadir b. Ömer el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb ve lübbü lübâbi lisâni'l-cArab (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), I-XII, Kahire 1967. Abdülkadir el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb (Bulak) Abdülkadir b. Ömer el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb ve lübbü lübâbi Îİsânil'l-'Arab, I-IV, Bulak 1299.



A h l v v a r d t , Verzeichnis VVilhelm Ahlvvardt, Verzeichnis der Arabischen Handschriften der Königlichen Bibliothek zu Berlin, I-X, Berlin 1887-99. A h m e d b. H a n b e l , e/-c//e/(Koçyiğit) Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'l-Cllel ve ma'rifetü 'r-ricâl (nşr. Talat Koçyiğit — İsmail Cerrahoğlu), I-II, İstanbul 1987.



A b d ü r r e z z â k es-San'ânî, el-Muşannef Ebû Bekir Abdürrezzâk b. Hemmâm b. Nâfî' es-San'ânî, el-Musannef (nşr. Habîbürrahman el-A'zâmî), I-XI, Beyrut 1971-75; 1403/1983 (2. bs.).



A h m e d b. Hanbel, el- lİlel (Vasiyyullah) Ahmed b. Hanbel, Kitâbu'l-1 Ilel ve macrifetü'r-ricâl (nşr. Vasiyyullah b. Muhammed Abbas), I-III, Beyrut-Riyad 1408/1988.



ABr. Ana Britannica, İstanbul 1986 —



Al Ars Islamica, Michigan, 1-16, 1934-51.



Aciünî, Keşfü'I-hapa' İsmâil b. Muhammed el-Aclünî, Keşfü'l-hafâ* ve müzîlü'l-ilbâs camme'ştehere mine'l-ehâdîs *aiâ elsineti'n-nâs (nşr. Ahmed el-Kalâş), I-II, Haleb, ts. (Mektebetü't-Türâsi'l-İslâmî); Beyrut 1351-52. A d ı v a r , İlim ve Din Abdülhak Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1944; 1969; 1987. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Paris 1939; İstanbul 1943, 1970. A d ı v a r , Osmanlı Türklerinde İlim (Kazancıgil) Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde Ilım (haz. Aykut Kazancıgil — Sevim Tekeli), İstanbul 1982 (geliştirilmiş 4. bs.). Af. O Archiv für Orientforschung, Wien 1923 Ahbâr Mecmü'a Anonim, Ahbâr Mecmû'a fî fethi' 1-Endelüs (nşr. İbrahim el-Ebyârî), Kahire - Beyrut 1401 /1981.



Abdülkadir el-Ayderüsî,



Ahbârü'd-devleti's-Selcûkiyye Ali b. Nâsır el-Hüseynî [?], Ahbârü'd-devleti's-Selcûkiyye (nşr. Muhammed İkbal), Lahor 1933; Beyrut 1404/1984.



en-Nürü's-sâfir Abdülkadir b. Şeyh b. Abdullah el-Ayderüsî, en-Nûrüs-sâfir 'an ahbâri'I-karni'l-'âşir, Beyrut 1405/1985.



Ahbârü'd-devleti'sSelcûkiyye ( L u g a l ) Ali b. Nâsır el-Hüseynî [?], Ahbârü'd-devleti's-Selçûkiyye (trc. Necati Lugal), Ankara 1943.



AION Annali Puplicazioni dell'lstituto üniversitario Orientale di Napoli, Napoli 1940 AIsl. Annales Islamologiques, Le Caire 1954 'Akâ' idü's-seief cAkâ' idü's-selef (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr — Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971. Aksarâyı, Müsâmeretü'l-ahbâr Kerîmüddin el-Aksârâyî, Müsâmeretü'l-ahbâr ve müsâyeretü'l-ahyâr: Moğollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi (nşr. Osman Turan), Ankara 1944. A k y ü z , Modem Türk Edebiyatı Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923), Ankara 1971; 1979 (3. bs.). Albayrak, Osmanlı Ulemâsı Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, I-V, İstanbul 1980-81. Ali Haydar, Dürerü'l-hükkâm Ali Haydar Efendi (Küçük), Dürerü'l-hükkâm şerhu Mecelleti'l-ahkâm, I-IV, İstanbul 1330. Ali Sevim, Selçuklular Tarihi Ali Sevim, Biyografilerle Selçuklular Tarihi: İbnü'l-Adîm, Bugyetü't-taleb fî tarihi Haleb (Seçmeler), Ankara 1982.



Âlî, Menâkıb-ı Hünerverân Âlî Mustafa Efendi, Menâkıb-ı Hünerverân (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul 1926. Âlûsî, Rûhu'l-me^ânî Şihâbüddin Mahmüd el-ÂlûsT, Rûhu'l-me'ânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l'azîm ve's-sebci'l-mesânî, I-XXX, Bulak 1301. Amasya Târihi Hüseyin Hüsâmeddin [Yasar], Amasya Târihi, I-IV, İstanbul 1327-30 (IV. cildin bakiyyesi, İstanbul 1935). Â m i d î , el-İhkâm Seyfeddin el-Âmidî, el-lhkâm fî usûli'l-ahkâm, I-IV, Kahire 1387/1968; Beyrut 1405/1985. Â m i d î , el-Mübîn Seyfeddin el-Âmidî, el-Mübîn fî şerhi me'ânı elfâzi'l-hukemâ' ve'l-mütekellimîn (nşr. Hasan Mahmüd eş-Şâfiî), Kahire 1403/1983. Âmili, el-Keşkûl Bahâeddin el-Âmilî, el-Keşkûl (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî), I-1I, Kahire, ts. (Dâru İhyâi'l-kütübi'l-Arabiyye). Ancien Testament Ancien Testament (Traduction Decumenique de la Bible), Paris 1980. AO Açta Orientalia, Copenhagen 1923 — AOH Açta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaricae, Budapest 1950 A r e l , Türk Musikisi H. Sadettin Arel, Türk Musikisi Nazariyatı Dersleri, İstanbul 1968. Ar. O Archiv Orientâlni, Praha 1929 — Ar.Ott. Archivum Ottomanicum, Den Hague 1969 Ar. S Arabian Studies, London 1974 — A r t u k , İslâm!Sikkeler Katalogu İbrahim Artuk — Çevriye Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdelö Islâmî Sikkeler Katalogu, MI, İstanbul 1970-74. As.Af. Asian Affairs, sy. 56, London 1970 — (krş. JCAS, İRCAS).



Âsitâne Tekkeleri Âsitâne-i Aliyye ve Bilâd-ı Selâse'de Kâin El'ân Mevcûd ve Muhterik Olmuş Tekkelerin İsim ve Şöhretleri ve Mukâbele-i Şerife Günleri Beyân Olunur, İstanbul 1256.



Ayvansarâyî, Mecmua-i Tevârih Hüseyin AyvansarâyT, Mecmûa-i Tevârîh (nşr. Fahri Ç. Derin — Vahid Çabuk), İstanbul 1985.



BA. MD Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defteri.



Âşık Ç e l e b i , Meşâirü'ş-şuarâ Âşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ or Tezkere of eAşık Çelebi (nşr. G. Meredith-Owens), London 1971.



A y v a n s a r â y î , Vefeyât-ı Selâtîn Hüseyin Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn ve Meşâhîr-i Ricâl (nşr. Fahri Ç. Derin), İstanbul 1978.



B a b l n g e r , GOW Franz Babinger, Die Geschichtsschreiber der Osmanen und İhre Werke, Leipzig 1927.



BA. TD Başbakanlık Arşivi, Tahrir Defteri.



Âşıkpaşazâde, Târih Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1332.



Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi"mart Eserleri I Ekrem Hakkı Ayverdi v.dğr., Avrupa'da Osmanlı M i'mSrt Eserleri: Romanya, Macaristan, İstanbul 1977.



 ş ı k p a ş a z â d e , Târih (Atsız) Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkf, Tevârîh-i Âi-i Osmân (Osmanlı Tarihleri 1, s. 77-318, nşr. Çiftçioğlu, N. Atsız), İstanbul 1949.



Ayverdi, Avrupa'da. Osmanlı Mi'mârt Eserleri Ekrem Hakkı Ayverdi v.dğr., Avrupa'da Osmanlı Mi'mSrT Eserleri: Yugoslavya, İstanbul 1981.



 ş ı k p a ş a z â d e , Târih ( G i e s e ) D/e Altosmanische Chronik des c Âşıkpaşazâde (nşr. Fr. Giese), Leipzig 1929 —» Osnaburg 1972.



Ayverdi, Osmanlı



A t â Bey, Târih Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, I-V, İstanbul 1292-93. A t â î , Zeyl-i Şekâik Nev'îzâde Atâullah (Atâî), Hadâiku'l-hakâik fî tekmileti'ş-Şekâik, İstanbul 1268 (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989. A t t â r , Tezkiretü '!• evliyâ' Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü'l-evliyâ>, Tahran 1346 hş. AÜİFD Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1952 A v f ı . Lübâb Muhammed b. Muhammed el-Avfî, Lübâbü'I-elbâb (nşr. E. G. Browne — Muhammed Kazvînî), London 1902-1906. A'yânü'ş-Şı'a Muhsin el-Emîn, A^yânuş-Şîca (nşr. Hasan el-Emîn), 1-XI, Beyrut 1403/1983. Ayn Ali. Kavinin-1 Al-( Osmân Ayn Ali Efendi, Kavânîn-i Al-i Osmân derHulSsa-i Mezamtn-i Defter-i Dîvân istanbul 1280 — İstanbul 1979. AyvansarâyT, Ha.dtka.tü 7- ceo&mi' Hüseyin AyvansarâyT, Hadîkatul-cevami', I-II, İstanbul 1281.



Avrupa'da MI'mArt Eserleri



//-///



IV



Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârî Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul 1982. A y v e r d i . Fâtih Devri Hattatları Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Hattatlan ve Hat Sanatı, İstanbul 1953. A y v e r d i . Fâtih



Devri



Mi'mârtsl



Ekrem Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Mi'mârfsi, İstanbul 1953; 1970 (genişletilmiş baskı). A y v e r d i , Osmanlı Mi'mSrtsl I Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Mi'ma.rt Çağının Menşei Osmanlı Mi'm&rîsinin İlk Devri: 630-805 (1230-1402), İstanbul 1966. A y v e r d i , Osmanlı Ml'mArtsl II Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarîsinde Çelebi ve 11. Sultan Murad Devri: 806-855 (1403-1451), İstanbul 1972. Ayverdi. Osmanlı Mi'mSrtsl III-IV Ekrem Hakkı Ayverdi. Osmanlı Mımârtsinde Fâtih Devri: 855-886 (1451-1481), İstanbul 1973-74.



BA Başbakanlık Arşivi, İstanbul. B A . HH Başbakanlık Arşivi, Hatt-ı Hümâyûn. BA. K K Başbakanlık Arşivi, Kâmil Kepeci Tasnifi. BA, MAD Başbakanlık Arşivi, Mâliyeden Müdevver Defterler.



Babinger (Üçok) Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri (trc. Coşkun Üçok), Ankara 1982. B â b ü r , Vekâyı" (Arat) Gazî Zâhirüddin Muhammed Bâbür, Vekayi: Babur'un Hatıratı (trc. ve nşr. Reşit Rahmeti Arat), MI, Ankara 1943-46. Bağdadî, el-Esma' ve's-sıfât Abdülkâhir el-Bağdâdî, 1 el-Esmâ ve'ş-şıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497 (Fotokopisi DİA Ktp.). B a ğ d a d î . el-Fark ( A b d ü l h a m î d ) Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire, ts. (Mektebetü Dâri't-Türâs). B a ğ d a d î . el-Fark ( K e v s e r î ) Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1367/1948. Bağdadî, üşûlü'd-dîn Abdülkâhir el-Bağdâdî, üşûlü'd-dîn, İstanbul 1346. Bâkıllânî, et-Temhid ( E b û R î d e ) Muhammed b. Tayyib el-Bâkıllânî, et-Temhîd fi'r-red ca/e'/Mülhideti'1-Mu^attıla ve'r-Râfiza ve'l-Havâric ve'l-Mu'tezile (nşr. Mahmüd M. Hudayrî — M. Abdülhâdı Ebû Rîde), Kahire 1366/1947. Bâkıllânî, et-Temhid (İmâdüddin) Muhammed b. Tayyib el-Bâkıllânî, et-Temhîdü '1-evâ 3 il ve telhîsü'd-delây il (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), Beyrut 1407/1987. Baklî, Meşrebü'l-ervâh Rûzbihân-ı Baklî, Kitâb Maşrab al-arvâh (nşr. Nazif M. Hoca), İstanbul 1974. B a k l î . Şerh-i Şathiyyât Rûzbihân-ı Baklî, Şerh-i Şathiyyât (nşr. H. Corbin), Tahran 1360 hş./1981. B a l t a c ı . Osmanlı Medreseleri Câhid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.



B a n a r l ı , RTET Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I - II, İstanbul 1971-79. B a r k a n , Kanunlar Ömer Lutfi Barkan, XV ve XVI ncı Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları: Kanunlar I, İstanbul 1943. Barthold, İslâm Medeniyeti Vassiliy Viladimiroviç Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi (îzah, düzeltme ve ilâvelerle tercüme ve neşreden M. Fuad Köprülü), İstanbul 1940. B a r t h o l d , Türkistan Vassiliy Viladimiroviç Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan (haz. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1981; 1990. Bayur, Hindistan Tarihi Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, I-III, Ankara 1940. Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, l-III, Ankara 1940. Bedevî, Mevsû catü 'l-müsteşrikîn Abdurrahman Bedevî, Mevsû'atü'l-müsteşrikin, Beyrut 1984. Bedrân, Tehzibü Târihi Dımaşk Abdülkadir Bedrân, Tehzîbü Târihi Dımaşkı'l-kebîr l'İbn cAsâ/c/rfl-VI, Beyrut, ts. (Dârü'l-Mesîre). B e k r i . el-Mesâlik Ebû Ubeyd el-Bekrî, Kitâbü'l-Mesâlik ve'l-memâlik (nşr. Baron de Slane), Cezayir 1857; 1910-13; Paris 1965 (2. bs.). B e k r i , Muc cem Ebû Ubeyd el-Bekrî, Mu^cem me'staçcem min esma3 i'l-bilâd ve'l-mevâzi& (nşr. Mustafa es-Sekkâ), I-IV, Kahire 1364/1945. B e l â z ü r î , Ensâb Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Ensâbü'l-eşrâf, I (nşr. Muhammed Hamîdullah), Kahire 1959; II (nşr. Muhammed Bakır el-Mahmûdî), Beyrut 1974; III (nşr. Abdülazîz ed-Dürî), Beyrut 1398/1977-78; IV/i (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1400/1979; IV/A (1971)-IV/B (nşr. M. Schloessinger), Kudüs 1938; V (nşr. S. D. F. Goitein), Kudüs 1936.



B e l â z ü r î , Fütûh ( F a y d a ) Ahmed b. Yahyâ el-BelâzürT, Fütûh u 'I-büldân (trc. Mustafa Fayda), Ankara 1987. Belâzürî, Fütûh ( M ü n e c c i d ) Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu'l-büldân (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), I-III, Kahire 1956-60. B e l â z ü r î , Fütûh ( R ı d v â n ) Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu '1-büldân (nşr. Rıdvân Muhammed Rıdvan), Kahire 1932. Beliğ, Güldeste îsmâil Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfan ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân, Bursa 1302. Bell, el-Fıraku'l-lslâmiyye Alfred Bell, el-Fıraku '1-İslâmiyye fi 'ş-şimali 7-ifrikT (trc. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1969; 1981 (2. bs.}. BEO Bulletin d'etudes Orientales Institut Français de Damas, Damas - Beyrouth 1931 — B e y â z î z â d e . tşârâtü 'I-meram Beyâzfzâde Ahmed Efendi, İşârâtü '1-meram min ^ i bâr âti 'i-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1369/1949. B e y h a k i , el-Esmâ* ve'ş-şıfât Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki, Kitâbü'l-Esmâ* ve's-şıfât, Beyrut 1405/1984. Beyhaki, el-Esmâ3 ve'ş-şıfât (İmâdüddin) Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki, Kitâbü 'l-Esmâ > ve 's -sıfat (nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), I II, Beyrut 1405/1985. B e y h a k i , es-Sünenü 'l-kübrâ Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, I-X, Haydarâbâd 1344. B e y h a k i , Târih ( B e h m e n y â r ) İbn Funduk Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Târih-i Beyhak (nşr. Ahmed Behmenyâr), Tahran 1317 hş.; 1361 hş. B e y h a k i , Târih ( H ü s e y n î ) İbn Funduk Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Târih-iBeyhak (nşr. Kârî Seyyid Kelîmullah Hüseynî), Haydarâbâd 1968. Beyhaki,



Tetimme



İbn Funduk Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Tetimme-i Şıvânü'l-hikme (nşr. Muhammed Şâfi'), Lahor 1351. Bezzazı, el-Fetâvâ İbnü'l-Bezzâz el-Kerderî, el- Cami cu'l- veciz (el-Fetâva'l-Hindiyye içinde), 1V-V1, Bulak 1310.



BIE Bulletin de l'Institut d'Egyptlen, Le Caire. BIFAO Bulletin de l'Institut Français d'Archeologie Orientale, Le Caire-Paris 1902 — Bilmen, Kamus Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Jstılâhatı Fıkhiyye Kamusu, I-VI, İstanbul 1949-52. Bilmen, Kamus2 Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılâhatı Fıkhiyye Kamusu, I-V1II, İstanbul 1985. B i l m e n , Tefsir Tarihi Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I II, İstanbul 1973-74. Blochet, Catalogue Edgard Blochet, Catalogue des manuscrits turcs-Bibliotheque Nationale, Paris 1923-33. Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi C. E. Bosvvorth, İslâm Devletleri Tarihi Kronoloji ve Soykütüğü El Kitabı (trc. Erdoğan Merçil — Mehmet İpşirli), İstanbul 1980. Brockelmann,



GAL



C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur, I-II, Leiden 1943-49. B r o c k e l m a n n , GAL (Ar.) Târîhu'l-edebi'l- cArabİ, I-VI, Kahire 1983. B r o c k e l m a n n , GAL Suppl. C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur Supplementband, I-III, Leiden 1937-42. B r o v v n e . A Hand-iist E. G. Brovvne, A Hand-list of the Muhammadan manuscripts, including ali those written in the Arabic character, preserved in the library of the üniversity of Cambridge, Cambridge 1900. B r o v v n e , LHP E. G. Brovvne, A Literary History of Persia, I-IV, Cambridge 1924. B r o v v n e . Persian Literatüre E. G. Brovvne, A History of Persian Literatüre under Tartar Dominion, Cambridge 1920. BSOAS Bulletin of the School of Oriental and African Studies, London 1917 BTTD Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, İstanbul 1967 -



Buhârî, et-Târihu'l-kebîr Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Kitâbü 't-Târihi'l-kebfr (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Yemânîv.dğr.), I-IX, Haydarâbâd 1360-80/1941-60. ' Buhârî, et- Târihu 'ş-sag'ır Muhammed b. İsmail el-Buhârî, et-Târihu'ş-sağır (nşr. Mahmûd İbrahim Zâyed), 1-II, Kahire 1396-97/1976-77. BurhSn-ı Kâtı' Tercümesi Muhammed Hüseyin b. Halef et-Tebcîzf, Tibyân-ı hâfi' der Terceme-i Burhan-1 Kâh'{trc. Asım Efendi), İstanbul 1268. Bustânî, DM Butrus el-Bustânî, Dâ~3iretü'l-macârif, I-XI, Beyrut 1876-1900. Bündârî. Zübdetû'n-Nusra Kıvâmeddin Feth b. Ali el-Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra ve nuhbetü'l-c üşra (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1889. Bündârî. Zübdetü'n-Nusra (Burslan) Kıvâmeddin Feth b. Ali el-Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra ve nuhbetü'l- 'üşra: İrak ve Horasan Selçukluları Tarihi (trc. Kıvâmeddin Burslan), İstanbul 1943. Büyük Türk Klâsikleri Büyük Türk Klâsikleri (Ûtüken Neşriyat), l-X, İstanbul 1985-90. BZ Byzantinische Zeitschrift, München 1892 -



Câhiz, el-Beyân ve't-tebvin Amr b. Bahr el-Câhiz, el-Beyân ve't-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), I-IV, Kahire 1388/1968. Câhiz, Kitâbü 'l-Hayevân Amr b. Bahr el-Câhiz, Kitâbü 'l-Hayevân (nşr. Abdüsselâm M. Hârün), I-VII, Kahire 1357-67/1938-47-* Beyrut 1388/1969. CAJ Central Asiatic Journal, Wiesbaden-Den Hague 1955 — C â m î , Mefehât Abdurrahman-ı Câmî, Nefehâtü'l-üns min hazarâti'l-kuds (nşr. Mehdî Tevhidi Pür), Tahran 1337 hş. CDTA Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (haz. İletişim Yayınları), I-X, İstanbul 1983.



cAcâ.3ibü'l-âşâr Cebertî, Abdurrahman b. Hasan el-Cebertî, Târihu 'acâ'ibi 1-âsâr fi 't- terScim ue'l-ahbSr, I-III, Beyrut, ts. (Dârü'l-Fâris).



Cebertî, 'Acâ'ibü'l-âşâr (Bulak) Abdurrahman b. Hasan el-Cebertî, Târihu' acâ'ibi'l-âsâr fi't-terâcim ve '1-ahbâr, I-IV, Bulak 1236. Cehşiyârî, el- Vüzerâ0 ve 'l-küttâb Muhammed b. Abdûs el-Cehşiyârî, Kitâbü'1 -Vüzerâ"' ve'l-küttâb (nşr. Mustafa es-Sekkâ — ibrahim el-Ebyârî — Abdülhafîz Şelebî), Kahire 1401/1980. Celâlzâde, Tabakâtü 'i-memâlik Celâlzâde Mustafa Çelebi, Tabakâtü'l-memâlik ve derecâtü'l-mesâlik (nşr. P. Kappert), Wiesbaden 1981. el-Cerh ve't - tac dil İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve't-ta'-dil, I-IX, Haydarâbâd 1371-73/1952-53. Cessâs. Ahkâm ü'I-Kur*ân Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I-III, İstanbul 1335-38.' Cessâs, Ahkâmü'l-Kur^ân (Kamhâvî) Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs. Ahkâmül-Kur^ân (nşr. Muhammed es-Sâdık Kamhâvî), I-V, Beyrut 1405/1985. C e v â d A l i . el-Mufaşşal Cevâd Ali, el-Mufassal fî târihi'l-cArab kable'l-'İslâm, I-DC Beyrut 1968-72. C e v d e t . Ma'rûzât Ahmed Cevdet Paşa, Ma'rûzât (nşr. Yusuf Halaçoğlu), istanbul 1980. C e v d e t , Târih Ahmed Cevdet Paşa, Târih, I-XI1, İstanbul 1309. C e v d e t . Tezâkir Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir (nşr. M. Cavid Baysun), I-IV, Ankara 1953-57. Cevheri, eş-Şıhâh İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, eş-Sıhâh: Tâcü'l-luğa ve sıhâhu'l- cArabiyye, Kahire 1376-77/1956-57. ca Cezîrî, ei-Mezâhibü'/-erba Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkh caIe'I-mezâhibi'l-erbaca, I-V, Kahire 1392^Beyrut, ts. (Dâru 1-Fikr).



CHİn. A Comprehensive History of lndia, I-XII, New Delhi 1970-85.



CHIr. The Cambridge History of İran, I-VI, Cambridge 1968-86. CHls. The Cambridge History of islam, I/A-B, II/A-B, Cambridge 1970. C l a u s o n , Dictionary Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford 1972. CRAIBL Comptes Rendus de TAcademie des Inscriptions et Belles Lettres, Paris 1977. CT Cultura Turcica, Ankara 1964 —



Cuinet Vital Cuinet, La Turquie d'Asie, Paris 1892. Cûzcânî, Tabakât-ı Naşiri Minhâc-ı Sirâc el-Cûzcânî, Tabakât-ı Nasırı: Târîh-i îrân ve islâm (nşı r Abdülhay Habîbî), I-II, Tahran 1363 hş. C i i r c â n î , Haşiye Seyyid Şerif ei-Cürcânl, Haşiye calâ şerhi Muhtasari'l-müntehâ li'bni'l-HâcibJ-Û, Bulak 1316. Cürcânî, Şerhu'I-Mevâkıf Seyyid Şerif ei-Cürcânî, Şerhu'I-Mevâkıf, 1-11, İstanbul 1292. Cüveynî, el-Burhân İmâmü'l-Haremeyn Abdülmelik el-Cüveynî, el-Burhân fî usûli'l-fıkh, I-II (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha 1399. Cüveynî, el-İrşâd ( M u h a m m e d ) İmâmü'l-Haremeyn Abdülmelik el-Cüveynî, el-İrşâd (nşr. Muhammed Yusuf Mûsâ — Ali Abdülmün'im Abdülhamîd), Kahire 1369/1950. Cüveynî, ei-lrşâd ( T e m î m ) İmâmü'l-Haremeyn Abdülmelik el-Cüveynî, el-İrşâd (nşr. Esad Temîm), Beyrut 1405/1985. Cüveynî, Târîh-i Cihângüşây Atâ Melik el-Cüveynî. Târîh-i Cihângüşây (nşr. Mirza Muhammed Kazvînî), I-III, Leiden-London 1912-16.



Cüveynî, Târih-i Cihângüşây i Özt ü rk l Atâ Melik el-Cüveynî, Târih-i Cihanguşay (trc. Mürsel Öztürk), I-III, Ankara 1988. C. Z e y d a n .



Âdâb



Corel Zeydan, Târîhu Sdâbi'l-luğati'l- cArabiyye, I-IV,Beyrut 1983. C. Z e y d a n , Âdâb ( D a y f ) Corcî Zeydan, Târîhu âdâbi'l-luğatiî- cArabiyye (nşr.''Şevki Dayf), I-IV, Kahire 1957.



C. Zeydan, Medeniyyet-i islâmiyye Corcî Zeydan, Medeniyyet-i İslâmiyye Târihi (trc. Zeki Mugâmiz), I-V, İstanbul 1328-30. C. Zeydan, Târih Corcî Zeydan, Târîhu't-temeddüni'l-Islâmî (nşr'Hüseyin Mü'nis), I-V, Kahire 1902; 1958. D a b b î , Buğyetü 'l-mültemis Ahmed b. Yahyâ ed-Dabbî, Buğyetü'I-müItemis fî târihi ricali ehli'l-Endelüs (nşr. F. Codera — J. Ribera), Madrid 1885.



Dabbî, Buğyetü'I-müItemis (Ebyârî) Ahmed b. Yahyâ ed-Dabbî, Buğyetü'I-müItemis fî târihi ricali ehli'l-Endelüs (nşr. İbrahim el-Ebyârî), I-II, Kahire 1410/1989. DACL Dictionnaire d'Archeologie Chretienne et de Liturgie, I-XXVII, Paris 1907. D a ğ ı s t â n î , Fihrist Ali Hilmi Dağıstânî, Fihristü'l-kütübi't-Türkiyyeti'lmevcûde fi'l-kütübhâneti'lHidîviyye, Kahire 1306. Danışmend, Kronoloji İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, i-IV, İstanbul 1947-55. D â v û d î , Tabakâtü 'i-müfessirîn Muhammed b. Ali ed-Dâvüdl, Tabakatü '1-müfessirîn (nsr. Âli Muhammed Ömer), l-II, Kahire 1392/1972. DB Dictionnaire de la Bibie, I-V, Paris 1912. DB2 James Hastings, Dictionary of the Bible (second edition), Edinburgh 1963. DBS Dictionnaire de la Bible: Supplement, Paris 1985. DCR A Dictionary of Comparative Religion, London 1970. DEFM Dârülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1916-33. Delilul-Haliç ( C o ğ r a f y a ) J. G. Lorimer, Delîlü'l-Halîc: el-Kısmü'l-coğrâfî(tic. ve nşr. Mektebetü Sâhibi's-Sümüv Emîri Devleti Katar), l-VIl [1908]. Delîlü'l-Halîc (Târih) J. G. Lorimer, Delîlü'l-Halîc: el-Kısmü't-târîhî(trc. ve nşr. Mektebetü Sâhibi's-Sümüv Emîri Devleti Katar), I-Vil |1914|.



Demîrî, Hayâtü'l-hayevân, Kemâleddin Muhammed b. Mûsâ, Hayâtü 1-hayevâni'l-kübrâ, I-II, Kahire 1398/1978.



Desükî Haşiye cale 'ş • Şerhi 'I-kebîr Muhammed b. Ahmed ed-Desûkî, Hâşiye cale'ş-Şerhi'l-kebîrc'aIâ Muhtasari'i-İmâm Halîl, l-iv7Kahire 1328. ~ Devhatü '1-meşâyih Ahmed Rifat Efendi, Devhatü'l-meşâyih maa zeyl, İstanbul, tsr-' İstanbul 1978.



Doerfer, TMEN G. Doerfer, Türkische und Mongolische Elemente İm Neupersischen, I-IV, Wiesbaden 1963-75. DOL Dictionary of Oriental Literatures (ed. laroslav Prûsek), I-III, London 1974. Dozy, Spanish İslam Reinhart Dozy, Spanish İslam : A History of the Moslems in Spain (trc. F. Griffin Stokes), London 1913; 1972.



D e v l e t ş a h , Tezkire Devletşah, Tezkiretü'ş-şu'-arâ3 (nşr. E, G. Browne), 1-II, Leiden 1901.



DR



DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1988 -



DSB Dictionary of Scientific New York 1981.



DİFM Dârülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1925-33. D i h h u d â . Luğatnâme Ali Ekber Dihhudâ, Luğatnâme, Tahran 1346 hş.



E. Royston Pike, Dictionnaire des Religions (trc. Serge Hutin), Paris 1954.



Biography,



DTCFD Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1942 Düvei-i İslâmiyye Halil Edhem [Eldem], Düvel-i İslâmiyye, İstanbul 1927.



Dihlevî, Bustânü 'i-muhaddisîn Abdülazîz b. Şah Veliyyullah ed - Dihlevî, Bustânü 'l-Muhaddisîn (trc. Ali Osman Koçkuzu), Ankara 1986. Dîvânii lugâti't- Türk Kâşgarlı Mahmüd, Dîvânü Lugâti't-Türk (nşr. Kilisli Muallim Rifat), I-III, istanbul 1333-35; Tıpkıbasım, Ankara 1941. DloSnû lugMl't-Türk (Dankoff) Mahmüd al-KâSgarr, Compendium of the Turkic Dialects (D\wan Luğat at-Turk), Edited with Introduction and Indices by Robert Dankoff in Coilaboration with James Kelly, Harvard, Cambridge, Mass., I-lll, 1982-85. Dîvânü lugâti't-Türk Tercümesi Kâşgarlı Mahmüd, Divânü Lûgati't-Türk (trc. Besim Atalay), I-III, Ankara 1939-41. D i y a r b e k r î , TârihuThamîs Hüseyin b. Muhammed ed-Diyarbekrî, Târihu'l-hamîs fî ahvâli enfesi'n-nefîs, I II, Kahire 1283. DMBİ Dâ-'iretü'l-macârif-i Büzürg-i İslâmî, Tahran 1367 hş. — DMF Dâ 'iretü l-mac ârif-i Fârsî, Tahran 1345 hş. — DMİ Dâ ' iretü l-mac ârifi'l-İslâmiyye, Kahire 1933 -



EAm. The Encyclopaedia Americana, i-XXX, New York 1928.







EBr. Encyclopaedia Britannica, 1-XX1I1, Chicago 1972. EBr,2 The New Encyclopaedia Britannica: Micropaedia, I-XII; a.e.: Macropaedia, XIII-XXIX; Index, XXIX-XXXI, Chicago 1990. Ebû N u a y m , Hilye Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilye tü 'I - e vliyâ I-X, Kahire 1394-99/1974-79. Ebû Ş â m e , ei-Mürşidü'I-vecîz Abdurrahman b. İsmâil el-Makdisî, el -Mürşidü'l-vecîz ilâ'ulûm tete '•alleku bi'l-kitâbi'l-cazîz (nşr. Tayyar Altıkulaç), Beyrut 1395/1975; Ankara 1406/1986 (2. bs.). Ebû Ubeyd, el-Emvâi Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbü'l-Emvâl (nşr. Muhammed Halîl Herrâs), Kahire 1401/1981.



Ebû Ya'lâ, el-Ahkâmü 's-sultâniyye Ebû Ya'lâ Muhammed b. Hüseyin el-Ferrâ, el-Ahkâmü's-sultâniyye (nşr. Muhammed Hâmid el-Fakkî), Kahire 1357/1938. Ebû Yûsuf, el-Harâc Ebû Yûsuf Ya'kûb b. İbrâhim, Kitâbü'l-Harâc (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Bulak 1302-»Kahire 1397.



Ebü'l-Ferec el-İsfahânî, el-Egâni Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan ei-İsfahânf, Kitâbü'1-Eğânî, I-XIV, XVI, Kahire 1927; XV, XVII-XXIV (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn — Abdülkerîm el-Azbâvî v.dğr.), Kahire 1970-74 (Dârü'l-Kütübi'l-Mısriyye).



Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (trc. Tahsin Yazıcı), I-II, İstanbul 1984; 1987.



Eflâkî. Menâkıbü'l- cârifîn Ahmed Eflâkî, Menâkıbü'l-cârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Mİ, Ankara 1959-61.



El2 (Fr.) Encydopedie de l'lslam (nouvelle edition), Leiden 1954 —



El2



(İng.)



The Encyciopaedia of İslam (new edition), Leiden 1954 —



El2 Suppl. (Fr.)



ERE Encyciopaedia of Religion and Ethics, I-XIII, Edinburgh 1979-80.



Ergun, Türk Şairleri Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul 1936-45.



Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988.



Eş'arî, Makalât (Abdülhamîd) Ebü'I-Hasan el-Eş'arî, Makalâtü 'I-İslâmiyyîn ve 'htilâfü 'l-muşallîn (nşr. M. Muhyyiddin Abdülhamîd), Kahire 1389/1970.



Eş'arî, Makâlât (Ritter) Ebü'I-Hasan el-Eş'arî, Makalâtü '1-İslâmiyyîn ve'htilâfü 'l-muşallîn (nşr~H. Ritter),' Wiesbaden 1382/1963.



Encydopedie de l'lslam Supplement, Leiden 1980 —



Eün.



El2 Suppl. (İng.)



Encyciopaedia üniversalis, I-XX, Paris 1980.



The Encyciopaedia of islam Supplement, Leiden 1980 —



Evliya Çelebi. Seyahatname



Eln.



Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I-VI, İstanbul 1314-18; VII-X, İstanbul 1928-38.



Encyciopaedia oflndia (nşr. P. N. Chopra — Prabha Chopra), I II, Delhi 1988.



Elr. Encyciopaedia Iranica, London 1985 —



EJd.



Ezgi, Türk Musikisi Subhi Ezgi, îiazarî-Amelî Türk Musikisi, I-IV, İstanbul 1933-53.



Ezrakî, Ahbâru Mekke (Melhas)



EJd. Suppl.



Muhammed b. Abdullah el-Ezrakl, Ahbâru Mekke ve mâ c a ' e fîhâ mine'l-âsâr (nşr. Rüşdî Sâlih Melhas), l-II, Beyrut 1399/1979.



Encyciopaedia Judaica Supplement, XVII, Jerusalem 1982.



Ezra kî, Ahbâru Mekke (Wüstenfeld)



Encyciopaedia Judaica, I-XVI, Jerusalem 1972-78.



Elmalılı, Hak Dini Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili: Yeni Meâlli Türkçe Tefsir, ITX, İstanbul 1935-39; I-X, İstanbul 1979.



Elvan Çelebi, Menâkıbü '1-kudsiyye Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye fi menâsıbi'l-ünsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal — A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984.



Enverî, Düstürnâme Düstürnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil [Ymanç]), İstanbul 1928; Mükrimin Halil [Yınanç], Dusturname-i Enverî: Medhal, İstanbul 1930.



ER The Encyclopedia of Religion (ed. Vergilius Ferm), New York —



Muhammed b. Abdullah el-Ezrakî, Ahbâru Mekke ve mâ câ'e fîhâ mine'l-âsâr (nşr. F. Wüstenfeld), I-III, Göttİngen 1275.



Fahreddin er-Râzî. I'tikâdât (Neşşâr) Muhammed b. Ömer er-Râzî, İctikâdâtü firakı'1-müslimîn ve'l-müşrikîn (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr), Kahire 1356/1938.



Fahreddin er-Râzî, İ'tikâdât( Sad)



Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu 'l-ğayb Muhammed b. Ömer er-Râzî, Mefâtîhu 'l-ğayb (et- Tefsîrü 'l-kebîr) (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), I-XXXII, Kahire 1934-62.



Fârâbî,



Ihşâ'ü'l-'ulûm



Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed el-Fârâbî, İhşâ'ü'l-Culüm (nşr. Osman Muhammed Emîn), Kahire 1350/1931.



Fası, el-clkdü'ş-semin



Gazzâlî, el-İktişâd Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, el-İktisâd fi'l-ictikâd, Beyrut 1403/1983.



Gazzâlî, Micyârü'i-Cilm Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, Micyârü 'l-cilm fî fenni'l-mantık (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1960-*Beyrut, ts. (Dârü'l-Endelüs). Gazzâlî, el-MüstaşfS Ebu Hamid Muhammed el-Gazzâlî, el-Müstasfa. fîciimi'f-usût 1-11, Bulak 1324.



Takıyüddin Muhammed b. Ahmed el-Fâsî, el-^İkdü 'ş - şemîn fî târihi'l-beledi'l-emîn (nşr. Muhammed Hâmid el-Fılcî — Mahmüd M. et-Tanâhî), I-VIII, Kahire 1378-88/1958-69.



İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1972 -



Fatîn, Tezkire



Gel.D



Fatîn Davud, • Tezkire-i Hâtimetü'l-eşar, İstanbul 1271.



Gelişme Dergisi/Studies in Development: Orta-Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara 1973 —



GDAAD



Ferheng-i Fârsî



Geographie d'Aboulfeda



Muhammed Muîn, Ferheng-i Fârsî, I-VI, Tahran 1342 hş.



Joseph — Toussaint Reinaud, Geographie d'Aboulfeda: Allgemeine Einleitung und französisch (İbersetzung des Taqwım al-buldan von Abul-Fldâ3 (gest. 732 H./1331 n. Chr.), I; Geographie d'Aboulfeda: Traduite de l'Arabe en Français, II/l (trc. J. T. Reinaud); II/2 (trc. M. Stanislas Guyard), Paris 1883 Frankfurt 1985 (nşr. Fuat Sezgin).



Ferid Vecdî, DM Ferid Vecdî, Dâ 3iretü 'I-ma c ârifi'l-karni'l-^işrîn, I-X, Beyrut 1971.



Feridun Bey, Münşeat Feridun Ahmed Bey, Münşeâtü's-selâtîn, I II, İstanbul 1274-75.



Fesevî, el-Ma^rife ve't-târih Ebû Yûsuf Ya'küb el-Fesevî, Kitâbü'l-Macrife ve't-târih (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), I-III, Bağdad 1974-76.



el-Fetâva 'l-Hindiyye



Gibb, HOP E. J. W. Gibb, A History of the Ottoman Poetry, I-VI, London 1900-1909.



GMS



el-Fetâva 'l-Hindiyye, I-VI, Bulak 1310.



E. J. W, Gibb Memorial Series, London.



FTrûzâbâdî, el-KamUsu'l-muhU



Gökbilgin. Edirne ve Paşa Livâsı



FTrCızâbâdf Ebü't-Tâhir. el-KâmOsü'l-muhtt, Beyrut 1406/1986.



Flügel, Handschriften Güstav Flügel, Die arabischen, persischen und türkischen Handschriften des Ka.iserlich-Königlichen Hofbibliothek zu Wien, I-III, Wien 1865-67.



M. Tayyib Gökbilgin, XV-XVI Asırlarda Edirne ve Paşa Livâsı. Vakıflar-Mülkler-Mukataalar, İstanbul 1952.



Gökbilgin, Rumeli'de Yürükler M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli'de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İstanbul 1957.



FME



Göipınarlı, Katalog



Ahmed Ateş, İstanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler, İstanbul 1968.



Abdülbâki Göipınarlı, Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu, I-III, Ankara 1967-72.



Muhammed b. Ömer er-Râzî, İ'tikâdâtü fırakı'l-müslimîn ve'l-müşrikîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd — Mustafa el-Hevârî), Kahire 1398/1978.



Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, İhyâ' ü culümi'd-dîn, I-IV, Kahire 1332.



Fahreddin er-Râzî, el-Mahsûl



Gazzâlî, Shyâ\ Beyrut)



Muhammed b. Ömer er-Râzî, el-Mahsûl fî'ilmi uşûli'I-fıkh (nşr. Tâhâ Câbir Feyyaz el-Ulvânî), I/1-3-II/1-3, Riyad 1399-1401/1979-81.



Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, /hySÖ culümi'd-dîn, I-IV (V: Mülhak), Beyrut 1402-1403/1982-83; Beyrut, ts. (Dâru 1-Ma'rife).



Gazzâlı, İhya3



Gövsa, Türk Meşhurları İbrahim Alâeddin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İstanbul, ts.



Gr.E La Grande Encydopedie, Paris, ts. (1891'den önce],



GSE Great Soviet Encycbpeadia, New York 1982.



I-XXXII,



Gülzâr-ı Savâb Nefeszâde İbrahim, Gülzâr-ı Savâb (nşr. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939.



Hamîdullah, İslâm Peygamberi Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), I-II, 1980.



Habeşî, el-Fikrü 'l-tslâmf fî'l- Yemen



Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Mutlu)



Abdullah Muhammed el-Habeşî, Mesâdirü'l-fikri'l-İslâmî fi'l-Yemen, Beyrut 1408/1988.



Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ Said Mutlu), 1-11, İstanbul 1969.



Hadîkatü'1- vüzerâ Osmanzâde Ahmed Tâib, Hadîkatü'l-vüzerâ, İstanbul 1271-» Freiburg 1969.



Hafâcî, Reyhânetü'l-elibbâ Şihâbüddin Ahmed b. Muhammed el-Hafâcî, Reyhânetü'l-elibbâ ve zehretü'l-hayâti'd-dünyâ (nşr. Abdülfettâh Muhammed el-Hulv), I-II, Kahire 1386/1967.



Hâkim, Macrifetü c ulûmi'l-hadîş Hâkim en-Nîsâbûrî, Macrifetü c ulûmi'l-hadîş (nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin), Haydarâbâd 1935 -* Medine • Beyrut 1397/1977.



Hâkim. el-Müstedrek Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Cale's-Sahîhayn, I-IV, Haydarâbâd 1334-42.



Halebî, lnsânü'l-cuyûn Nûreddin el-Halebî, İnsânü'l-Cuyûn fî sîreti'l-emîni'l-me^mûn : es-Sîretü'l-Halebiyye, l-lll, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife).



Halîfe b. Hayyât.



Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ) Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), I II, İstanbul 1411/1990.



Hammer (Atâ Bey) J. von Hammer, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târihi (trc. Mehmed Atâ), I X, İstanbul 1329-37; XI, İstanbul 1947.



Hammer, GOD J. von Hammer, Geschichte der osmanischer Dichtung, Pesth 1836-38.



Hammer, GOR J. von Hammer, Geschichte des osmanischen Reiches, I-X, Pesth 1827-33; I-IV, Pesth 1834-35; (nşr. H. Duda), I-IV, 1963-64.



Hammer, HEO J. von Hammer. Histoire de l'Empire Ottoman (trc. Hellert), I-XVI1I, Paris 1835-41.



et-Tahakât (Ömerî) Halîfe b. Hayyât, Kitâbü't-Tabakât (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Riyad 1402/1982.



Hânbâbâ, Fihrist



Halîfe b. Hayyât, et-Tabakât (Zekkâr)



Hândmîr, Habibü 's - siyer



Halîfe b. Hayyât, Kitabü't-Tabakât (nşr. Süheyl Zekkâr), I II, Dımaşk 1966-67.



Gıyâseddin b. Hüsâmeddin (Hândmîr), Habîbü's-siyer fîahbâri efrâdi'l-beşer, ITV, Tahran 1342 hş.



Halîfe b. Hayyât, et-Târih (Ömerî) Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Necef 1386/1967.



Halîfe b. Hayyât, et-Târih (Zekkâr) Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (nşr. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1967-68.



Halîmî, el-Minhâc Hüseyin b. Hasan el-Halîmî, el-Minhâc fîşucabi'l-îmân (nşr. Hilmi Muhammed Füde), i-III, Beyrut 1399/1979.



Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaştan Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1981.



Hânbâbâ Muşâr, Fihrist-i Kitâbhâ-yi Çâpî-yi Fârsî, I-V, Tahran 1350-53 hş.



Hânsârî, Ravzâtü'l-cennât Muhammed Bâkır el-Hânsârî, Ravzâtü'l-cennât fi'I-ahvâli'lc ulemâ 3 ve 's-sâdât, I-VIII, Tahran 1367 hş.



Harîrîzâde, TibySn HarîTîzâde Kemâleddin, Tıbyânü uesâ' ili't-hakâ' ik fî beyani selasili't-tark'ik,' I-III, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 430-432.



Hasan Duman, Katalog



Hatîb, Târîhu Bağdâd



Hitti, İslâm Tarihi



Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (Medînetü's-selâm), I-XİV, Kahire 1349/1931 - » Medine, ts.; Beyrut, ts.



Philip K. Hitti, Siyâsi ve Kültürel İslâm Tarihi (trc. Salih Tuğ), i-IV, İstanbul 1980-81.



Hayyât, el-İntişâr



Hoca Sâdeddin, Tâcü't-tevârîh



Abdürrahim b. Muhammed el-Hayyât, Kitâbüî-İntişâr ve'r-red calâ İbni'rRâvendî el-mülhid (nşr. H. S. Nyberg), Beyrut 1957.



Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü't-tevârîh, 1-11, İstanbul 1279-80.



Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb Safiyyüddin Ahmed b. Abdullah el-Hazrecî, Hulâşatü Tezhîbi Tehzîbi'l-Kemâl fî esmâsi'r-ricâl (mukaddime Abdülfettâh Ebû Gudde), Bulak 1301 Beyrut 1399/1979.



HBH Halk Bilgisi Haberleri, İstanbul 1929-42.



Hediyyetü'/- câriffn Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü 7-cârifîn esmâ'ü'lmü^elHfîn ve âşârü'l-muşannifîn, 1 (nşr. Kilisli Muallim Rifat — İbnülemin Mahmüd Kemal); II (nşr. İbnülemin Mahmüd Kemal — Avni Aktuç), İstanbul 1951-55 — Tahran 1387/1967.



Herevî, Menâzii Hâce Abdullah-ı Herevî, Menâzilü 's-sâ 'irin ile'Thakkı'Tmübîn, Kahire 1908.



Herevî, Menâzii (Revân) Hâce Abdullah-ı Herevî, Menâzilü 's-sâ 'irin ile '1-hakkı 'l-mübîn (nşr. Revân Ferhâdî), Tahran 1361 hş.



Herevî, Tabakât Hâce Abdullah-ı Herevî, Tabakâtü 'ş-şûfiyye (nşr. Muhammed Server Mevlâyî), Tahran 1362.



Heysemî, Mecma' u 'z-zevâ *id Ebü'l-Hasan Nûreddin el-Heysemî, Mecma*-u'z-zevâ'id ve menbac u'l-fevâ^id, I-X, Beyrut 1967 (2. bs.).



Hudarî, Muhâdarât (Emeviyye) Muhammed Hudarî Bek, Muhâdarâtü târîhi'l-ümemi'lİslâmiyye: ed-Devletü'l-Emeviyye, ITI, Kahire, ts. (Dârul-Fikri'l-Arabî); Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr), (Dârü'l-Ma'rife)



Hudûdü'l- câlem (Minorsky) Hudûd al-cAlam: The Regions of the World(trc. V. Minorsky, ed. C. E. Bosworth), London 1970.



Hudûdü 'i-câlem (Sutûde) Hudûdü'l-Câlem mine'l-meşnk ile'l-mağrib (nşr. Minûçihr-i Sutûde), Tahran 1340 hş.



el-Hulelü 's-sündüsiyye Muhammed b. Muhammed el - Endelüsî, el-Hulelü 's-sündüsiyye fi'l-ahbâri't-Tûnisiyye (nşr. Muhammed Habîb el-Heyle), I-III, Beyrut 1985.



Huzâî, Tahricü 'd-delâlâti's-semc iyye Ali b. Muhammed el-Huzâî, Kitâb ü Tahrîci 'd-delâlâ ti 's-semc iyye calâ mâ kâne fîcahdi resûlillâh mine'l-hiref ve'ş-şanâ''ic ve'l-camâlâti'ş-şerciyye (nşr. Ahmed Muhammed Ebû Selâme), Kahire 1401 /1981.



Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb



(Jukovski)



Ebü'l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü '1-mahcûb (nşr. Jukovski), Tahran 1979.



H1 Hamdard Islamicus, Karachi 1977 -



Hidâyet, Mecmacu'I-fuşahâ



Hudarî, Muhâdarât ( A b b â s i y y e ) Muhammed Hudarî Bek, Muhâdarâtü târîhi'l-ümemi'lİslâmiyye: ed-Devletü'l-eAbbâsiyye, Kahire, ts. (Dârüî-Fikri'l-Arabî); Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr), (Dârü'l-Ma'rife).



3



Rızâ Kulı Han Hidâyet, AIecma c u '1-fuşahâ 3 (nşr. Müzâhir Musaffâ), Tahran 1336 hş.



Hifnı, Muştalahât



Hasan Duman, İstanbul Kütüphaneleri Arap Harfli Süreli Yayınlar Toplu Katalogu 1828-1928, İstanbul 1406/1986.



Abdülmün'im el-Hifnî, Mu'cemü mustalahâti's-sûfiyye, Beyrut 1400/1980.



Hasan İbrahim, islâm Tarihi



Himyerî, er-Ravzü 'l-mi ctâr



Hasan İbrâhim Hasan, İslâm Tarihi (trc. İsmail Yiğit v.dğr.), I-VI, İstanbul 1985-86.



Muhammed Abdülmün'im el-Himyerî, Kitâbü'r-Ravzi'l-miztâr fî tıaberi'l-aktâr (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1975.



Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb



(Uludağ),



Ebü'l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb: Hakikat Bilgisi (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982.



Hüseyin Vassâf, Sefine Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2305-2309.



IBLA Revue de TInstitut des Belles Lettres Arabes, Tunis 1937 —



İbn AbdUrabbih, el-cİkdü'l-ferid



1C îslamic Culture, Haydarâbâd 1927 —



IDB The Interpreter's Dictlonary of the Bible, I-IV, New York-Nashville 1962.



IDB Suppl. The Interpreter's Dictionary of the Bible Suppiementary VoJume, Nashville 1988.



IJMES International Journal of Middle East Studies, London-New York 1970



-



IJTS International Journal of Turkish Studies, Madison-Wisconsin 1979 —



IQ The îslamic Ouarterly, London 1954 —



Irâkı, Fethu'l-muğfs Zeynüddin el-Irâkı, Fethu'l-muğis (nşr. Mahmüd Rebî1), 1-İV, Kahire 1355/1937; 1388/1968; 1408/1988.



Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed b. Abdürabbih, el-cİkdü'l-ferîd (nşr. Ahmed Emîn v.dğr.), I-VII, Kahire 1393/1973.



İbn Âbidîn, Mecmû'-atü'r-resâ0 il Muhammed Emin b. Âbidîn, Mecmûcatü resâ^ili İbncÂbidîn, İstanbul 1325.



İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr



Abdullah b. Adî el-Cürcânî, el-Kâmil fî zucafâ° i'r-ricâl (nşr. Lecne mine'l-muhtassîn), I-VIII, Beyrut 1404-1405/1984.



ibn Asâkir. Târihu Dımaşk



Ir.S Iranian Studies, New Yprk-Los Angeles 1968 —



IS



Ali b. Hasan b. Asâkir, Târihu Medîneti Dımaşk, I-XIX, Amman, ts. (Dârü'l-Beşîr) (tıpkıbasım).



îslamic Studies, Karachi 1962 -



ibn Asâkir, Târihu Dımaşk (Müneccid)



ISIS



Ali b. Hasan b. Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Dımaşk 1871/1951, I -



An International Review Devoted to the History of Science and Its Cultural Influences, Pennsylvania 1913 —



isi. Der İslam, Berlin 1910



Ali b. Hasan b. Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk (nşr. Neşât Gazzâvî — Sekine eş-Şihâbî v.dğr.), I-VI, Dımaşk 1402-1404/1981-84.



-



İA İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1940-88.



İbn Asâkir, Târihu Dımaşk (Şihâbî)



I-XIII,



İbn Abdülber, ei-tstîcâb İbn Abdülber en-Nemerî el-Kurtubî, el-lstîcâb fîmacriieti'1-ashâb (el-İsâbe içinde), I-IV, Kahire 1328.



İbn Abdültıakem, Fütûhu Mışr (Âmir)



ibn Asâkir, Tebyînü kezibi'l-müfteri Ali b. Hasan b. Asâkir Tebyînü kezibi'l-müfterî fî mâ nüsibe ile '1-İmâm Ebi'l-Hasan el-Eş carî (nşr. M. Zâhid Revserî), Dımaşk 1347 —» Beyrut 1399/1979; 1404/1984.



Abdurrahman b. Abdullah b. Abdülhakem, Fütûhu Mısr ve'l-Endelüs (nşr. Abdülmün'im Âmir), Kahire 1960.



İbn Battûta. Seyahatname



İbn Abdülhakem. Fütûhu Mısr (Torrey)



İbn Battûta, Tuhfetü'n-nüzzâr



Abdurrahman b. Abdullah b. Abdülhakem, Fütûhu Mışr ve ahbâruhâ (nşr. Charles C. Torrey), Leiden 1922.



Muhammed b. Abdullah b. Battûta, Seyahatnâme (trc. Mehmed Şerif), l-II, İstanbul 1333-35.



Muhammed b. Abdullah b. Battûta, Tuhfetü'n-nüzzâr fî ğarâ3ibi'l-emşâr ve ^acâ^ibi'l-esfâr: Rihletü İbn Battûta (nşr. Ali el-Müntasır), I-II, Beyrut 1401-1405/1981-85.



İbn Hacer el-Askalânî, Fethu '1-bârî bi-şerhi Sahîhi'l-Buhâri (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd v.dğr"), I-XXVIII, Kahire 1398/1978.



İbn Beşküvâl, eş-Şıla



İbn Hacer,



Halef b. Abdülmelik b. Beşküvâl, Kitâbü's-Şıla fî târihi e^immeti Endelüs veculemâ-'ihim ve muhaddişîhim ve fukahâ°ihim ve üdebâ^ihim (nşr. İzzet el-Attâr), Kahire 1955.



Hedyü's-sâri



el-Evâmirü'l-calâ0iyye



Nâsırüddin Hüseyin b. Muhammed b. Bîbî, el-Evâmlrü'l-calâ~3lyye cAlâ:'iyye fi'l-umûri'l(nşr. Adnan S. Erzi), Ankara 1956.



İbn Düreyd, el-İştikak



İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr (Kahire)



İbn Adî. el-Kâmil



İbn Hacer, Fethu'l-bâri(Sad)



Voyages d'Ibn Batoutah (nşr. ve trc. C. Defremery et B. R. Sanguinetti), I-IV, Paris 1853-58.



İbn Bîbî,



Muhammed Emîn b. Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I-V; Tekmiletü Hâşiyeti İbn ^Âbidîn, VI/1-2; Takrîrâtü'r-Râficî, VII/1-2, Kahire 1272-1324.



Muhammed Emîn b. Âbidîn, Reddü'l-muhtâr caIe'd-Dürri'l-muhtâr, I-VI; Hâşiyetü Kurreticuyüni'l-ahyâr tekmiletü Reddi'l-muhtâr, VII-VIII, Kahire 1386-89/1966-69.



i b n Battûta, Voyages



Muhammed b. Hasan b. Düreyd, el-İştikâk (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1378/1958.



İbn Ebû Usaybia, cüyûnü'I-enbâ:' c



Muvaffakuddin İbn Ebû Usaybia, üyûnü'l-enbâ7 fî tabakati'l-etıbbâ (nşr. Nizâr Rızâ), Beyrut 1965.



ibn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü '1-ebsâr fî memâliki'I-emsâr (nşr. Fuat Sezgin), I-XXVII, Frankfurt 1408/1988 (tıpkıbasım).



İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (Taeschner) İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebşâr fî memâliki'I-emsâr (nşr. Fr. Taeschner), Leipzig 1929; Wiesbaden 1968.



İbn Ferhûn. ed-Dıbâcü '1-müzheb İbn Ferhûn Burhâneddin İbrâhim b. Ali b. Muhammed, ed-Dîbâcü'1-müzheb fîmacrifeti ac yâni c ulemâ^ 1 '1-m ezheb (nşr. Muhammed el-Âhmedî Ebun-Nûr), I-1I, Kahire 1972.



İbn Habîb, el-Muhabber Muhammed b. Habîb el-Hâşimî, el-Muhabber (nşr. ilse Lichtenstadter), Haydarâbâd 1361 /_1942 Beyrut, ts. (Dâru 1-Âfâkîl-cedîde).



ibn Habîb, el-Münemmak Muhammed b. Habîb el-Hâşimî, Kitâbü '1-Münemmak fî ahbâri Kureyş (nşr. Hurşîd Ahmed), Haydarâbâd 1384/1964 Beyrut 1405/1985.



İbn Hacer. ed-Dürerü'l-kâmine İbn Hacer el-Askalânî, ed-Dürerü 'l-kâmine fîacyâni'l-mPeti's-sâmine, I-IV, Haydarâbâd 1348"-50/1929-31.



i Hatîb I



İbn Hacer el-Askalânî, Hedyü 's-sâri mukaddimetü Fethi'l-bâribi-şerhi Sahîhi'l-Buhâri (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb v.cfğr.), I-Il, Kahire 1407/1986-87.



İbn Hacer. Hedyü's-sâri[Sa dl İbn Hacer el-Askalânî, Hedyü's -sâri mukaddimetü Fethi '1-bârî bi - şerhi Sahîhi'l-Buhâri (nşr. Tâhâ Abdurraüf Sa'd v.dğr.), I-II, Kahire 1398/1978.



İbn Hacer, Inbâ0ü'l-gumr İbn Hacer el-Askalânî, tnbâ'ü'l ğumr bi-enbâ^i'l-cumr (nşr. Abdullah b. Ahmed el-Alevî — Muhammed Sâdıkuddin el-Ensârî), Haydarâbâd 1387-96/1967-76-» Beyrut 1387/1967; 1406/1986 (2. bs.).



İbn Hacer, ei-tşâbe İbn Hacer el-Askalânî, el-İşâbe fî temyîzi's-sahâbe, I-IV, Kahire 1328.



İbn Hacer, el-İşâbe (Bicâvî) İbn Hacer el-Askalânî, el-İşâbe fî temyîzi's-sahâbe (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), I-VIII, Kahire 1390-92/1970-72.



İbn Hacer, Llsânü'l-Mızân İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü'l-Mîzân, I-IV, Haydarâbâd 1329-31.



İbn Hacer, Takribü't- Tehzîb İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü 't- Tehzîb (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), I-XI, Kahire 1380 Beyrut 1395/1975.



ibn Hacer, Takribü 't- Tehzîb (Avvâme) İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü 't-Tehzîb (nşr. Muhammed Avvâme), Beyrut 1408/1988.



ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzib İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, I-XII, Haydarâbâd 1325-27/1907-1909.



İbn Haldün, el-'tber



İbn Hacer. Fethu'I-bâri[\-\aüh\



Abdurrahman b. Muhammed b. Haldûn, Kitabü'l-'İber ve dwanü'l-mübtede' ve'l-haber..., I-Vll, Bulak 1284 — Beyrut 1399/1979.



İbn Hacer el-Askalânî, Fethu '1-bârî bi-şer!)i Sahîhi'l-Buhâri (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb — M. Fuâd Abdülbâkı — Kusay Muhibbüddin el-Hatîb), I-XIII, Kahire 1407/1986-87.



Abdurrahman b. Muhammed b. Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn (nşr. Ali Abdülvâhi'd Vâfî), I-III, Kahire 1401.



İbn Haldûn. Mukaddime



ibn Haldûn, Şifâ^ü's-sâ^il Abdurrahman b. Muhammed b. Haldûn, Şifâ'ü's-sâ'il (nşr. Muhammed b. Tâvît et-Tancî), Ankara 1958.



îbn Hallikân. Vefeyât İbn Hallikân Ebü'l-Abbas Ahmed b. Muhammed, Vefeyâtü'l-acyân ve enbâ'ü ebna' i'z-zamân (nşr. İhsan Abbas), I-VIİ1, Beyrut 1968-72.



İbn Havkal, Şûretü'I-arz Ebu l-Kâsım b. Havkal en-Nasîbî, Kitâbü Sûreti'l-ar'z (nşr. M. I. de Goeje), Leiden 1938-39.



İbn Hazm, Cemhere İbn Hazm Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, Cemheretü ensâbi'l-1Arab (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1982 —• Beyrut 1403/1983.



İbn Hazm. Cevâmicu 's-sfre Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, Cevâmicu's-sîre ve hamsü resâ°ili ufjrâ (nşr. İhsan Abbas — Nâsırüddin Esed), Kahire 1956.



İbn Hazm, el-Faşl İbn Hazm Ebû Muhammed Ali b. Ahmed, el-Faşl fi'l-milel veî-ehvâ" ve'n-nihal, I-V, Kahire 1317-21 Beyrut 1406/1986.



ibn Hazm, el-Faşl(Umeyrel İbn Hazm Ebû Muhammed Ali



İbn Hişâm, es-Sîre



İbn Kesir, el-Bidâye



Abdülmelik b. Hişâm, es-Sîretü'n-nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekkâ v.dğr,), I-IV, Kahire 1375/1955.



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, I-XIV, Kahire 1351-58/1932-39.



İbn Hurdâzbih. el-Mesâiik ve'l-memâlik Ubeydullah b. Abdullah b. Hurdâzbih, el-Mesâlik ve'l-memâlik (nşr. M. ]. de Goeje), Leiden 1889; 1967.



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Kitâbü'n-lİihâye evi'l-Fiten ve'l-melâhim (nşr. Muhammed Fehîm Ebû Abye), l-II, Riyad 1968.



İbn İshak, es-Sîre



ibn Kesîr, en-Nihâye (Zeynî)



Muhammed b. İshak, Sîretü İbn İshâk (nşr. Muhammed Hamîdullah), Rabat 1967-» Konya 1401/1981.



İbn İyâs, BedâJ ic u'z-zühûr İbn İyâs Muhammed b. Ahmed ei-Hanefî, Bedâ' icu'z-zühûr fî vekâ'ici'd-dühûr (nşr. Muhammed Mustafa), I-V, Kahire 1383/1963.



İbn İzârî, el-Beyânü 'i-muğrib İbn İzârî el-Merrâküşî, el-Beyânü'l-muğrib fîahbâri'lEndelüs ve'l-Mağrib, f-II (nşr. Reinhard Dozy), Leiden 1848-51; III (nşr. E. Levi Provençal), Paris 1930; IV (nşr. ihsan Abbas), Beyrut 1983.



İbn izârî, el-Beyânü'l-muğrib



(Kettânî) İbn izârî el-Merrâküşî, el-Beyânü'l-mugrib fî ahbâri'I-Endelüs ve'l-Mağrib: Kısmü '1-Muvahhidîn (nşr. M. İbrahim el-Kettânî — Muhammed b. Tâvît — Muhammed Zenîber — Abdülkadir Zimâme), Beyrut 1406/1985.



b. Ahmed, el-Faşl ft'l-milel ve'l-ehoâ3 ve'n-nihal (nşr. M. İbrahim Nasr — Abdurrahman Umeyre), I-V, Riyad - Cidde 1402/1982.



İbn Kâdî Şühbe, Tabaka tü 'ş-Şsfı'



İbn Hazm, el-Muhalla



(nşr. Âbdülhalîm Hân), l-IV, Beyrut 1407/1987.



İbn Hazm Ebo Muhammed Ali b. Ahmed, el-Muhalla (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), 1X1, Kahire, ts. (Mektebetü Dâri't-Türâs).



İbn Kayyım el-Cevziyye, I'lâmü 'l-muvakkı cin



İbn Hibbân, Kitâbü'l-Mecrûhîn Muhammed b. Hibbân, Kitâbü 'l-Mecrûhîn mineî-muhaddişîn ve'd-ducafâ' ve'l-metrûkîn (nşr. M a h m ü d ibrahim Zâyed), I-III, Haleb 1395-96/1975-76.



İbn Hibbân, Meşâhîr Muhammed b. Hibbân, Kitâbü Meşâhîri culemâ:>i'l-emsâr (nşr. M. Fleischhammer), Wiesbaden 1959.



İbn Hibbân, es Sika t Muhammed b. Hibbân, Kitâbü's-Sikât, HX, Haydarâbâd 1393-99/1973-79.



İbn Kesîr. en-Nihâye (Ebû Ab ye)



iyye



Ebû Bekir A h m e d b. Muhammed b. Kâdî Şühbe,



Tabakâtü.'ş-Şâfi'1 iyye



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Kitâbü'n-Nihâye evi'l-Fiten ve'l-melâhim (nşr. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî), l-II, Kahire 1389/1969.



Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafîd, Bidâyetü '1-müctehid ve nihâyetüî-mukteşıd, MI, Kahire, ts. (el-Mektebetü't-Ticâriyyetü'l-kübrâ).



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, es-Sîretü'n-nebeviyye (nşr. Mustafa Abdülvâhid), I-IV, Kahire 1964-66 Beyrut 1396/1976.



Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafîd, Tefsîru Mâ Ba 'de't-tabîca (nşr. S. I. Maurice Bouyges), I-IV, Beyrut 1973-86.



İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur 3ân İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Tefsîrü 1-Kur^âni'l- cazîm (nşr. Muhammed İbrâhim el-Bennâ v.dğr.), İ-VIII, Kahire 1390/1971.



İbn Kudâme, el-Muğnî Abdullah b. Ahmed b. Kudâme, el-Muğnî, 1-X1V, Beyrut 1392-93/1972-73.



İbn Kudâme,



el-Muğnî(Herrâs)



Abdullah b. Ahmed b. Kudâme, el-Muğnî(M. Halîl Herrâs), MX, Kahire, ts. (Mektebetü İbn Teymiyye).



İbn Kırteybe. el-Ma'ârif (Sâvî) Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, el-Macârif (nşr. Muhammed İsmâil es-Sâvî), Kahire 1353/1935.



İbn Kuteybe, el-Masarifi Ukkâşe) Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, el-Ma cârif (nşr. Servet Ukkâse), Kahire 1960.



Baede't-tabîca



İbn Sa'd, et-Tabakât Muhammed b. Sa'd, et-Tabakâtü 'l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-1X, Beyrut 1388/1968. İbn S a î d e l - M a ğ r i b î ,



el-Muğrib Ali b. Mûsâ b. Muhammed b. Saîd el-Mağribî, el-Muğrib fîhule'l-Mağrib (nşr. Şevki Dayf), I-II, Kahire 1978-80.



İbn Semure, Fukahâ Dü'l- Yemen İbn Semure el-Ca'dî el-Yemenî, Tabakâtü fukahâ''İ'l-Yemen (nşr. Eymen Fuâd Seyyide), Kahire 1377/1957 Beyrut, ts. (Dârü'l-Kalem).



îbn Seyyidünnâs, cOyûnü'i-eşer İbn Seyyidünnâs el-Ya'murî, 't-eşer fî fünûni'1-meğâzî ve'ş-şemâ'il ve's-siyer, I-li, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife); Beyrut 1402/1982 (3. bs.).



c(lyûnû



İbn Tabâtabâ bk. İbnü't-Tıktakâ.



İbn Kuteybe, eş-Şi'r ve'ş-şucarâ3



İbn Kayyim el-Cevziyye. Zâdü'i-mecâd



İbn Kutluboğa, Tâcü't-terâcim



Kemalpaşazâde Ahmed, Tevârîh-i Âl-i Osmân (nşr. Şerafettin Turan), I. Defter, Ankara 1970; II. Defter, Ankara 1983; VII. Defter, Ankara 1957.



İbn Rüşd, Bidâyetü 'I-müctehid



İbn Rüşd, Tefsîru Mâ



Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, eş-Şicr ve'ş-şucarâ (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1322-^Beyrut 1964.



İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osmân



Ebû Ali Ahmed b. Muhammed b. Miskeveyh, Kitâbü Tecâribi'l-ümem: The Eclipse of the Abbasid Caiiphate (nşr. ve trc. H. F. Amedroz), 1-VII, Oxford 1920-21.



İbn Kesîr, es-Sîre



İbn Kayyim el-Cevziyye, İclâmü l-muvakkı cîn can rabbi'l-câlemîn (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), I-IV, Kahire 1374/1955.



İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-mecâd fîhedyi hayri'l-cibâd (nşr. Şuayb el-Arnaüt — Abdülkadir el-Arnaüt), I-V, Beyrut 1401/1981.



İbn Miskeveyh, Tecâribü 'I - ümem



Kasım b. Kutluboğa, Tâcü't-terâcim fî tabakâti'l-Hanefiyye, Bağdad 1962.



İbn Manzûr. Muhtaşaru Târihi Dımaşk Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Muhtaşaru Târihi Dımaşk l'İbn cAsâkir (nşr. Rûhiyye en-Nehhâs — Riyâz Abdülhamîd — Muhammed Mutî' el-Hâfız v.dğr.), 1-XX!X, Dımaşk 1404-1409/1984-88.



İbn Tağribendî, en-Nücûmü'z-zâhire Ebü'i-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire fîmülûki Mısr ve'I-Kahire, I-Xİi, Kahire 1956; XIII (nşr. Fehîm M, Seltût), Kahire 1970; XIV (nşr. Cemâl Muhriz — Fehîm M. Seltût), Kahire 1972; XV (nşr. İbrâhim Ali Tarhan), Kahire 1972; XVI (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl — Fehîm M. Şeltüt), Kahire 1972.



İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire



(Popper) Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, en -Nücûrnü'z-zâhire fî mülûki Mısr ve 'l-Kahire (nşr. W. Popper), I-Vli, Berkeley 1909-29.



İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr



İbn Teymiyye, MecmûLatü'r-resâ,il Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalîm b. Teymiyye, Alecmû'atü'r-resâ 3 il ve 1-mesâ7 il (nşr. M. Reşîd Rızâ), I-V, Beyrut 1403/1983.



İbn Teymiyye, Mecmûcu fetâvâ



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Zâdü'l-mesîr fî'ilmi't-tefsîr (nşr. Muhamrrted Züheyr eş-Şâvîş — Şuayb, Abdülkâdir el-Arnaût), I-IX, Dımaşk 1384-88/1964-68.



İbnü'l-Cezerî, Gâyetü'n-nihâye



Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalîm b. Teymiyye, Mecmü'u fetâvâ, I-XXXVII (nşr. Abdurrahman b. Muhammed), Riyad 1381-86.



Ebü'l-Hayr Muhammed el-Cezerî, Ğâyetü'n-nihâye fî tabakâti'l-kurrâ 3 (nşr. G. Bergstraesser), I-II, Kahire 1351-53/1932-35; Beyrut 1402/1982 (3. bs.).



İbnü'l-Adîm, Bugyetü't-taieb



İbnü'l-Cezerî, en-Neşr



Kemâleddin Ebü'l-Kasım Ömer İbnü'l-Adîm, Buğyetü't-taleb fî târihi Haleb: Selçuklularla İlgili Haltercümeleri (nşr. Ali Sevim), Ankara 1976.



İbnü'l-Adîm, Zübdetü'l-haleb



Ebü'l-Hayr Muhammed el-Cezerî, en-Neşr fi'l-kırâ3âti'I-caşr (nşr. Ali Muhammed ed-Dabbâ'), Kahire, ts.



İbnü'l-Esîr, el-Kâmil



Kemâleddin Ebü'l-Kâsım Ömer İbnü'l-Adîm, Zübdetü'l-haleb min târihi Haleb (nşr. Sâmî ed-Dehhân), Dımaşk 1951-68.



Ali b. Muhammed b. Esîr, el-Kâmil fi't-târîh (nşr. C. 1. Tornberg), I-XIII, Leiden 1851-76 Beyrut 1399/1979.



Ibnü'l-Arabî, Fuşûş



İbnü'l-Esîr, el-Lübâb



Muhyiddin Muhammed b. Ali el-Arabî, Fusûşü'l-hikem ve huşûsü'l-kelim, Kahire 1329.



Ali b. Muhammed b. Esîr, el-Lübâb fî tehzîbi'l-Ensâb, I-III, Kahire 1357-69 — Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



İbnü'l-Arabî, Fuşûş (Afîfî) Muhyiddin Muhammed b. Ali el-Arabî, Fuşüşü'l-hikem ve husûsü'l-kelim (nşr. Ebü'l-Ulâ el-Afîfî), Kahire 1946.



İbnü'l-Arabî, el-Fütûhât Muhyiddin Muhammed b. Ali el-Arabî, el-Fütûhâtü'I-Mekkiyye fî mac rifeti'l-esrâri'l-mâlikiyye ve'l-melekiyye (nşr. Osman Yahyâ — İbrâhim Medkûr), I-VIII, Kahire 1392-1402/1972-82.



İbnü'l-Bâziş, el-İknâ



c



Ahmed b. Ali b. Bâziş, Kitâbü '1-İknâc fi'l-kırâ câti's-sebc (nşr. Abdülmecîd Katâmiş), I II, Dımaşk 1403.



İbnü'l-Cevzî, ed-Du^afâ ' Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Kitâbü'd-Du'-afâ'' ve'l-metrükîn (nşr. Ebü'İ-Fidâ Abdullah ei-Kâdî), I-III, Beyrut 1406/1986.



İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, el-Muntazam fî târihi'l-mülûk ve'l-ümem (nşr. F. Krenkow), Haydarâbâd 1357-59/1938-40.



İbnü'l-Cevzî, Şıfatü'ş-şafve Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Şıfatü'ş-şafve (nşr. Mah'mûd Fâhûrî — Muhammed Kal'acî), I-IV, Haleb 1969-73.



İbnü'l-Cevzî, Telbîsü İblis Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Telbîsü İblîs (nşr. Muhammed Münîr ed-Dımaşki), Kahire 1368.



İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe Ali b. Muhammed b. Esîr, üsdü'l-ğâbe fî macrifeti's-sahabe, I-V, Kahire 1285-87.



İbnü'l-Ezrak el-Fârikl, Târîhu Meyyâfârikîn Ahmed b. Yûsuf İbnü'l-Ezrak, Târîhu Meyyâfârikîn ve Âmid (nşr. Bedevî Abdüllatîf Avad), Kahire 1959; Beyrut 1974.



İbnü'l-Hümâm. Fethu'l-kadîr Kemâleddin Muhammed b. Abdülvâhid b. Hümâm, Fethu'l-kadîr, I-VII; Netâ* icü'l-efkâr fî keşfir-rumüz ve'l-esrâr, VIII-X, Kahire 1389-92/1970-72.



İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr (Bulak) Kemâleddin Muhammed b. Abdülvâhid b. Hümâm, Fethu'l-kadîr, I-VI; Netâ3 icü '1- efkâr fî keşfi'r-rumûz ve'l-esrâr, VI1-VIII, Bulak 1315-18.



İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr (Kahire) Kemâleddin Muhammed b. Abdülvâhid b. Hümâm, Fethu'l-kadîr, 1-VI; Netâ7 icü'l-efkâr fî keşfi'r-rumüz ve'l-esrâr, VII-IX, Kahire 1319.



İbnü'l-Kalânisî, Târîhu Dımaşk (Zekkâr) Hamza b. Esed ed-Dımaşkı, Târîhu Dımaşk (nşr. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1403/1983.



İbnü'l-Kelbî, Cemhere (Abdüssettâr) Hişâm b. Muhammed el-Kelbî, Cemheretü'n-neseb (nşr. Abdüssettâr Ahmed Ferrâc), I-II, Küveyt 1403/1983.



İbnü'l-Kelbî, Cemhere (Nâci)



İbnülemin, Hoş Sadâ İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958.



ibnülemin. Son Asır Türk Şairleri İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, I-XII, İstanbul 1930-41.



İbnülemin, Son Hattatlar İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar, İstanbul 1955.



Hişâm b. Muhammed el-Kelbî, Cemheretü 'n-neseb (nşr. Nâci Hasan), Beyrut 1407/1986.



İbnülemin, Son Sadrıazamlar



ibnü'l-Kıftî, thbârü'l-c ulemâ7



ibrâhim Rifat Paşa, Mir^âtü'i-Haremeyn



Ali b. Yusuf el-Kıftî, Kitâbü İhbâri'l-Culemâ7 biahbâri'l-hükemâ* : Târihu'I-hükemâ7, Kahire 1326; Kahire, ts.



İbnü'l-Kıftî, ihbârü'l-'ulemâ3 (Lippert) Âli b. Yûsuf el-Kıftî, Kitâbü İhbâri'l-C ulemâ7 bi-ahbâri'l-hükemâ7: Târihu'I-hükemâ-' (nşr. J. Lippert), Leipzig 1903.



İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, I-IV, İstanbul 1940-53.



İbrâhim Rifat Paşa, Mir°âtü '1 - Haremeyn ev er-Rahalâtü'l-Hicâziyye ve'l-hac ve meşâciruhü'd-dîniyye, I-III, Kahire 1344/1925.



idrîsî, Şıfatü'i-Mağrib Muhammed b. Abdullah b. İdrîs, Şıfatü'i-Mağrib ve arzü's-Südân ve Mışr ve'l-Endelüs (nşr. R. Dozy — M. I. d e Goeje), Leiden 1968.



İbnü'l-Kıftî, Inbâhü'r-ruvât



İFM



Ali b. Yûsuf el-Kıftî, İnbâhü'r-ruvât calâ enbâ7 i'n-nuhât (nşr. Muhammed Ebüî-Fazl), I-IV, Kahire 1369-93/1950-73.



İstanbul üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1940 —



Ibnü'l-Murtazâ, Tabakitü'l-Mu3 tezile Ahmed b. Yahyâ b. Murtazâ, Kitâbü Tabakâti'l-Mu3tezile (nşr. S. D. Wilzer), Wiesbaden 1961.



İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü'l-eviiyâ7 Ömer b. Ali İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü'l-eviiyâ7 (nşr. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1393/1973.



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri'l-c ulemâ7 i'lmuşannifîn mine'l-kudemâ3 ve'l-muhaddişîn ve esmâ7i kütübihim, Beyrut 1398/1978.



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd) İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fîahbâri'lc ulemâ3 i'l-m uşannifîn mine'l-kudemâ3 ve'l-muhaddişîn ve esma B/ kütübihim (nşr. Rızâ-Teceddüd), Tahran 1391/1971.



el-lmâme ve's-siyâse İbn Kuteybe [?], el-İmâme ve's-siyâse (nşr. Tâhâ Muhammed ez-Zeynî), I II, Kahire 1387/1967.



İsferâyînî, et-Tebşİr (Hût\ Ebü'l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebşîr fi'd-dîn ve temyîzi'l-firkati'n -nâciye cani'1- firakı 1-hâlikîn (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1403/1983.



İsferâyînî, et-Tebşir (Kevser!) Ebü'l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebşîr fi'd-dîn ve temyîzi'lfırkati'n-nâciye'ani'l-fırakı'l-hâlikîn (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1359.



İskender Bey Münşî, Târih İskender Bey Münşî, cAbbâsî Târify-i ân, I-XXX, Kahire 1321.



Taberî, Câmicu'I-beyân (Bulak) Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmicu'l-beyân fî tefsîri'l-Kur^ân, I-XXX, Bulak 1323-29 Beyrut 1406-1407/1986-87.



Şem 'dânî-Zâde Fındıklılı Süleyman Efendi Tarihi Müri't-tevârih (nşr. Münir Aktepe), I-III, İstanbul 1976-81.



Şerhli'1- cAkideti't- Tahâviyye



Taberî, Câmicu'l-beyân (Şâkir)



eş-ŞekaJik



TCTA Tanzimat'tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (haz. İletişim Yayınları), l-VI, İstanbul 1985.



TCYK İstanbul Kütüphaneleri Tarih Coğrafya Yazmaları Katalogları I: Türkçe Tarih Yazmaları, I. fas. 1-10, İstanbul 1943-51.



TD



Ali b. Ebü'l-İz, Şerhu'l- cAkıdeti't-Tahâviyye (nşr. M. Nâsırüddin el-Elbânî), Kahire, ts. (Dâru 1-Fikriî-Arabî).



Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmicu'l-beyân fî tefsîri'iKur^ân (nşr. Mahmüd Muhammed Şâkir — Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1955-60, I -



Şevkânî,



Taberî, Târih (de Goeje)



Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1979 —



Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Târîhu'r-rusül ve'l-mülük (nşr^M. J. de Goeje), I-III, Leiden 1879-1901.



Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1953 —



Taberî, Târih (Ebü'1-Fazl)



TDEA



Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Târîhu'r-rusül ve'l-mülük (nşr. Muhammed Ebu 1-Fazl), I X, Kahire 1960-70 Beyrut, ts. (Dâru Süveydân).



Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1976 —



el-Bedrü't-tâli'-



Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, el-Bedrü't-tâli° I-II, Kahire 1348.



Şevkânî, trşâdü'l-fuhül Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, İrşâdul-fühûl ilâ tahklki'l-hakkı min cilmi'l-uşûl, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife).



Şevkânî, Neylü'l-evtâr



Tâcü'i-Carûs



Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr şerhu Münteka'l-ahbâr min ehâdfşi seyyidi'l-ahyâr, I-VIII, Kahire 1391/1971.



Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü'l-'arüs min cevâhiri'lKamûs-Şerhu'l-Kâmüs, I-X, Kahire 1306-1307.



TAD



Şevki Dayf, Târihu'l-edeb



Ankara üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 1963 —



Târîhu'l-edebi'I- 'Arabî, i-VI, Kahire, ts. (Dârü'l-Maârif).



Tahâvî. Şerhu Me^âni'l-âşâr



Şeyhî, Vekâyiu 7 - fuzaiâ Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiu '1-fuzalâ (nşr. Abdülkadir Özcan), I-III, İstanbul 1989.



ŞTrazî, el-Mühezzeb Ebû İshak İbrahim eş-ŞTrâzr.



el-Mühezzeb ft fıkhi'l-lmâm eş-Şafı'r,



1-11, Kahire 1379/1959-60.



Şirbînî,



Muğni'l-muhtâc



Şemseddin Muhammed b. Ahmed eş-Şirbfnf, Muğni'l-muhtclc ili ma'rifeti me'ânT elfâzi'l-Minhâc, I-IV, Kahire 1958 — Dımaşk, ts. (Dârü'l-Fikr).



ŞM Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1956 —



TA



Türk Ansiklopedisi, I-XXXI1I, Ankara 1943-86.



Ebû Ca'fer Ahmed b. Muhammed. Şerhu Mecâni'l-âsâr (nşr. M. Seyyid Câdelhak), I-IV, Kahire 1388/1968. ;



Tanışık. İstanbul Çeşmeleri İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, l-II, İstanbul 1943-45. et-Ta "rtfât Seyyid Şerif el-Cürcanî, Kitâbü't-Ta'rîfât, İstanbul 1327. Tarih ve Coğrafya Lügati Ali Cevad, Memâlik-i Osmâniyye'nin Târih ue Coğrafya Lügati, l-IV, İstanbul 1313-17



Taşköprizâde, Mtftahu's-sa'âde Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde ue mişbâhu's-siyâde (nşr. Âbdülvehhâb Ebü'n-Nûr — Kâmil Kâmil Bekrî), I-III, Kahire 1968.



İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul 1949 —



TDA



TDAY Belleten



Tl Türâsü'l-insâniyye, I-VIII, Kahire 1971.



TK Türk Kültürü, Ankara 1962 —



TK, TD Tapu - Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tahrir Defterleri, Ankara.



TKA Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1964 -



TM İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1925 -



TOEM Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmuası, İstanbul 1910-23.



Tomar-Halvetiyye M. Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'den Halvetiyye Silsilenâmesi, İstanbul 1338-41.



Tomar-Kâdiriyye M. Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'den Kâdiriyye Silsilenâmesi, İstanbul 1338-40.



TDED



Tomar-Melâmilik



İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 1946 —



M. Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye: Melâmîlik, İstanbul 1338-40.



TDI. Türk Dili, Ankara 1951 —



Tecrid Tercemesi Ahmed ez-Zebîdî, Sahîh-i BuhârîMuhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, I-III (trc. Ahmed Naim); IV-XII (trc. Kâmil Miras), Ankara 1970.



TED İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1970 —



Tehânevî. Keşşâf Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfü ıstılâhâti'l-fünün, I-II, Kalküta 1862' İstanbul 1404/1984.



TP T'oungPao,



Paris 1890 —



TTEM Türk Tarih Encümeni İstanbul 1924-32.



Mecmuası,



TTK Belgeler Türk Tarih Kurumu Ankara 1964 -



Belgeler,



TTK Belleten Türk Tarih Kurumu Ankara 1937 —



Belleten,



TTK Bildiriler Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara.



TTOK Belleteni Turing (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu) Belleteni, İstanbul 1930 —



Tehzibü'l-luga



TUBA



Ebû Mansûr el-Ezherî, Tehzîbüî-luğa (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn — Muhammed Ali en-Neccâr), I-XV, Kahire 1384-87/1964-67.



Türklük Bilgisi Araştırmaları / Journal of Turkish Studies, Harvard, Massachussets 1977 —



TEt.D Türk Etnografya Dergisi, Ankara 1956 —



Türk Lügati Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, I-II, İstanbul 1927-28; III-IV, İstanbul 1944-45.



Tex!er, Küçük Asya



Türkiye Maarif Tarihi



Charles Texier, Küçük Asya (trc. Ali Suad), II-III, İstanbul 1339-40.



Osman [Nuri] Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, I-V, İstanbul 1939-43; 1977.



TÖYATOK



Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı



Zambaur, Manuei



Zehebî, Tezkiretü '1-huffâz



Türkiye Yazmaları Toplu Katalogu, Ankara 1979 —



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1945.



E. de Zambaur, Manuei de geneologie et de chronologie pour l'Histoire de l'lslam, Hannover 1927.



Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, I-IV, Haydarâbâd 1375-77/1955-58 (3. bs.).



Tarih Vesikaları, İstanbul 1941 -61.



Vâkıdî, el-Meğâzi



ZDMG



7Y



Türk Yurdu, İstanbul 1911 —



Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî. Kitâbü '1 -Meğâzî



TYDK



(nşr. M. Jones), l-III, London 1965-66.



Zeitschrift der Deutschen Morgenlândischen Gesellschaft, Leipzig / Wiesbaden 1846 —



İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Katalogu, l-IV, İstanbul 1947-76.



Vâsıf. Târih



TV



Ahmed Vâsıf Efendi, Târih, I-II, İstanbul 1219.



Vâsıf, Târih (İlgürel) ÜAJ Ural-Altalsche Jahrbücher, Berlin/Wiesbaden 1952 -



Ahmed Vâsıf Efendi, Mehâsinü'l-âsâr ve hakâiku 'l-ahbâr (nşr. Mücteba İlgürel), İstanbul 1978.



(JDMİ



VD



Urdu Dâ'ire-i Macârif-i İslâmiyye, Pencap 1964 —



Vakıflar Dergisi, İstanbul / Ankara 1938 -



ÜJE The üniversal Jewisb Encyciopedia, New York 1948.



Ukaylî. erf D u c a / a 3 Muhammed b. Amr b. Mûsâ, Kitâbü 'd-Duc afâvı"l-kebîr (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), I-IV, Beyrut 1404/1984.



Uluçay, XVII. Asırda Saruhan M. Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan'da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1941; 1944.



Uluçay. XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan M. Çağatay Uluçay, XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan'da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1955.



Uluçay, Padişahların Kadınları M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1980.



Uzunçarşılı. Anadolu Beylikleri İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1937; 1969.



Uzunçarşılı. İlmiye Teşkilâtı



Webster's Third Webster's Third New International Dictionary of the English Language Unabridged, Springfield-Massachusetts 1981.



VVensinck. Muccem A. J. VVensinck v.dğr., el-Muc cemü'l-müfehres H-elfâzi'l-hadîsi'n-nebevi, I-VII, Leiden 1936 *69; VIII; Fehâris (haz. W. Raven — J.I. Witkam), Leiden 1988.



Ya'kûbî. Kitâbü'l-Büldân Ahmed b. İshak b. Ca'fer, Kitâbü'l-Büldân (nşr. M. J.de Goeje), Leiden 1892.



Ya'kûbî. Târit) Ahmed b. İshak b. Ca'fer, Târihu'/- Ya ckübî (nşr.'M. Th. Houtsma), I-II, Leiden 1883 Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



Yâ küt. Mu Ccemü 'l-büldân Yâküt el-Hamevî, Mu Ccemü 'I-büldân (nşr. F. Wüstenfeld), I-VI, Leipzig 1866-73 Beyrut 1957.



Yâküt, Mu'



cemü'/-üdebâ'



Zebîdî, %d Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, ikdü 'l-cevheri'ş -semin (M. Tancî nüshası fotokopisi), DİA Ktp., nr. 4622.



c



Zebîdî, tthâfü's-sâde Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, İthâfü's-sâdeti'l-muttekin bi-şerhi esrârı ihyâ*iculümi'd-din, 1-X, Kahire 1311. Zehebî. A'lâmü'n-nühela.5 Muhammed b. Ahmed ez-Zehebf. Siyeru a'lâmi'n-nübelS' (nşr. Şuayb el-ArnaÜt v.dğr.), I-XXI11, Beyrut 1401-1405/1981-85.



Zehebî. el-clber Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, el-c İber fi haberi men ğaber (nşr. Ebü Hâcer Muhammed Saîd), I-V, Beyrut 1405/1985,



Zehebî. el-Kâşif Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, el-Kâşif fî macrifeti men lehû rivâye fi'l-kütübi's-sitte (nşr. İzzet Ali Atıyye — Mûsâ el-Mûşâ), I-III, Kahire 1972.



Zehebî, el-Kâşif (Lecne) Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, el-Kâşif fî macrifeti men lehû rivâye fi'l-kütübi's-sitte (nşr. Lecne mineî-ulemâ'), I-III, Beyrut 1403/1983.



Zehebî, Mac rife tü'l-kurrâ7 Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Ala' rifetü '1-kurrâ3 i '1-kibâr ve'l-âşâr (nşr. Beşşâr Avvâd Ma'rûf v.dğr.), 1-11, Beyrut 1404/1984.



cale't-tabakât



Zehebî,



Mîzânü'l-ictidâl



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1965.



Yakut el-Hamevî, Muccemü'l-üdebâ3 (nşr. Ahmed Ferîd Rifâî), I-XX Kahire 1355-57/1936-38 Beyrut, ts. (Dâru Ihyâi't-türâsi'l-Arabî).



Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Mîzânü'l-ictidâl fî nakdi'r-rical (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), I-IV, Kahire 1382/1963.



Uzunçarşılı. Kapukulu Ocakları



Yâküt, el-Müşterik



Zehebî, el-Mugni



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapukulu Ocakları, I-II, Ankara 1943.



Yâküt el-Hamevî, Kitâbü 'l-Müşterik vaz'an ve'l-müfterik saklan (nşr. F. Wüstenfeld), Göttingen 1846-> Beyrut 1406/1986.



Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, el-Muğnî fi'd-du' afâ3 (nşr. Nûreddin Itr), MI, Haleb 1391/1971.



Yüksel, Osmanlı Mi'mârisi V



Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, el-Müştebeh fi'r-ricâi: esmâ'ühüm ve ensâbühüm (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire 1962.



Uzunçarşılı. Medhal İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1941.



Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara 1948.



Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I-IV, Ankara 1947-59.



İ. Aydın Yüksel, Osmanlı Mi'mârisinde 11. Bâyezid- Yavuz Selim Devri (886-926/1481-1520), İstanbul 1983.



Zâkir Şükrü. Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi) Zâkir Şükrî Efendi, Die Istanbuler Derwisch -Konvente und ihre Scheiche: Mecmua-i Tekâyâ (nşr. M. Serhan Tayşi — K. Kreiser), Freiburg 1980.



Zehebî, el-Müştebeh



Zehebî, Târihu'l-lslâm:... —.. Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Târihu'I-İslâm: es-Sîretü 'n-nebeviyye; a.e.: el-Meğâzî; a.e.: sene ... — ... (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmûrî — Beşşâr Avvâd Ma'rüf v.dğr.), Beyrut 1407- /1987-.



Zemahşerî, el-Fâ^ik Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Fâ'ik fî garibi'I-hadîs (nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî — Muhammed Ebü'1-Fazl), l-IV, Kahire 1971.



Zemahşerî. el-Keşşâf Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî. el-Keşşâf can hakâ3iki ğavâmizi't-tenzîl ve c uyûni'l-ekavîl fî vücûhi't-teDvîl, I-II, Bulak 1281.



Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut) Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf can haka^ikı ğavâmizi't-tenzîl ve c uyûni'l-ekavîl fî vücûhi't-te7 vîl, l-IV, Beyrut 1366/194/ (Zeylinde: 1-Ahmed Münîr el-İskenderî, el-İnşâf, 2- İbn Hacer, el-Kâfi'ş-şâf, 3- Muhammed el-Merzükî, Haşiye, 4- Muhammed el-Merzükî, Müşâhidü '1-İnşâf).



Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire) Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf can hakâDikı ğavâmizi't-tenzîl ve c uyûni'l-ekavîl fî vücûhi't-te7 vîl, I-IV, Kahire 1387 /1968 Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife).



Zerki, el-Fıkhü 'l-lslâmi Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, el-Fıkhü 'l-İslâmî fî şevbihi'l-cedîd (el-Medhalü '1-fıkhiyyü 'l-câm),\-\\\, Dımaşk "1958; 1967-68.



Zerkeşî, el-Burhân Bedreddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhan fî Culûmı"l-Kur7ân (nşr. Muhammed Ebü'1-Fazl), l-IV, Kahire 1376-77/1957-58.



Ziriklî. el-Aclâm Hayreddin ez-Ziriklî, el-AcIâm: Kâmûsü terâcim, I-X, Kahire 1373-78/1954-59.



Ziriklî. el-A'lâm (Fethullah) Hayreddin ez-Ziriklî. el-Aclâm: Kâmûsü terâcim (nşr. Züheyr Fethullah), I-VIII, Beyrut 1984.



Zübeyd Ahmed. el-Adâbü'l-cÂrabiyye Zübeyd Ahmed, el-Âdâbü '1-cÂrabiyye fî şibhi'l-kârreti'l-Hindiyye (trc. Abdülmaksûd Muhammed Şalkamî) (baskı yeri ve yılı yok],



Zübeyrî. Nesebü Kureyş Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî, îiesebü Kureyş (nşr. E. Levi-Provençal), Kahire 1953; 1961; 1982.



Zühaylî. el-Fıkhü'l-lslâmi Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhü'l-İslâmî ve edilletüh, I-VIII, Dımaşk 1404/1984; 1405/1985.



BEŞİR AĞA KÜTÜPHANESİ



Beşir Ağa Camii yüksek bir b o d r u m



BEŞİR A Ğ A CAMİİ



^



Topkapı Sarayı'nm ikinci avlusunda XVIII. yüzyılda yapılmış cami.



ü s t ü n d e fevkanî olarak yapılmıştır. Üç bölüm halinde olan b o d r u m u n bir bölü^



m ü dikdörtgen planlı bir oda, ortadaki eyvan biçiminde dışarı açılan tonozlu bir mekân, üçüncüsü ise esas camiye çıkı-



Topkapı Sarayı olarak tanınan Sarây-ı



şı sağlayan merdiven b ö l ü m ü d ü r . Dört



Cedîd-i Âmire'nin ikinci avlusunun sol



cephesinde de iki sıra pencereler olan



tarafında, Meyit Kapısı'nın hemen ya-



cami dikdörtgen planlı olup merdiven çı-



nında, Raht hazinesi ve Zülüflü Baltacı-



kışında bir son cemaat yeri mekânı, için-



lar Koğuşu ile sınırlanan avlunun üçün-



de de asma kat halinde bir mahfil var-



cü kenarında ve Baltacılar Koğuşu'nun



dır.



karşısında bulunmaktadır. Mimari üslû-



Dış duvarlardan bodrum katı t a ş ve



bu XVIII. yüzyılda yaptırıldığını gösterir.



t u ğ l a d a n yapılmış, tuğla hatıllar, XVIII.



Üzerinde kim tarafından, hangi tarihte



yüzyıl mimarisinde çok görülen biçimde



inşa edildiğini gösteren bir kitâbe olma-



zencerek biçiminde derzlenmiştir. 1940-



makla beraber, Sultan III. A h m e d dev-



1944 yılları tamirinde üst katın dış yüz-



riyle I. M a h m u d z a m a n ı n d a 1717-1746



leri sıvanarak kırmızı badana ile boyan-



yılları arasında Dârüssaâde ağası olan



mıştır. Aslında bu cephelerin de tezyi-



Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırıldığı tah-



natlı derzli olduğuna ihtimal verilebilir.



min edilmektedir. Her ne kadar onun he-



Camiin üç sıra kirpi saçağı ve kurşun ör-



Besir Ağa Camii - Topkapı Sarayı / istanbul



köşesinde cumba şeklinde, t a ş t a n dört kademeli bir konsolun üstüne oturtulan tuğla gövdenin yukarı ucunda taştan bir şerefe bulunur. Gövdeyi aşmayan bu kapalı şerefede ses, barok kemerli bir dizi k ü ç ü k pencereden yayılıyordu. Caminin bitişiğinde evvelce küçük bir h a m a m vardı. Kalıntıları 1940-1944'te kaldırılmıştır.



m e n arkasından aynı m a k a m a getirilen



tülü çatısı vardır. İçerideki ahşap çıtalı



ve 116S'te (1751) idam edilen hâfız ve



tavan ise son tamirde yapılmıştır. Yuvar-



h a t t a t Beşir Ağa da hatıra gelmekte ise



lak kemerli olan b ü t ü n



de birincisinin pek çok hayır eserinin ku-



üst sıradakiler tamirde sivri kemerli ola-



rucusu olduğu düşünülerek bu caminin



rak yenilenmiştir. A b d u r r a h m a n



de onun tarafından yaptırıldığı genellik-



Bey'in "kelime-i şehâdet" yazılı olduğu-



le kabul edilen bir görüştür. Tahsin Öz,



nu ve caminin ilk yapılarından kaldığını



bu caminin Has Ahur (Istabl-ı Hâs) 1733'-



söylediği mihrap üstündeki renkli camlı



New York 1970, s. 4 6 , 1 9 9 ; S e d a t Hakkı El-



te Yakalı Baltacılar Koğuşu haline geti-



yuvarlak alçı pencere son t a m i r d e ko-



d e m — Feridun A k o z a n , Topkapı



rildiğinde onlara m a h s u s olarak yaptırıl-



runmuştur. Üst sıra pencerelerdeki alçı



Mimari



mış olabileceğini yazmaktadır. Abdurrah-



çerçeveli renkli pencereler ise (revzenler)



m a n Şeref Bey'in bildirdiğine göre caminin içindeki levhalar bizzat Sultan Abdülmecid'in hattı ile yazılmıştı. Osmanlı devrinin sonlarında bakımsız bırakılarak harap olan Beşir A ğ a Camii 1940-1944 yıllarındaki tamirde kurtarılarak ihya edilmiştir.



pencerelerden Şeref



hep yenidir. Beşir Ağa Camii'nin t a m a m e n barok



BİBLİYOGRAFYA: F. Davis, The Palace



Araştırma,



of Topkapı



in



İstanbul,



Sarayı:



Bir



İstanbul 1 9 8 2 , s. 17, İv. 6 2 ;



S e m a v i Eyice, Topkapı



Sarayı,



İstanbul



1985,



s. 13; a.mlf., " İ s t a n b u l M i n a r e l e r i " , Türk Sa-



natı



Tarihi Araştırma



ue İncelemeleri,



I, İstan-



bul 1963, s. 78, rs. 1 4 0 ; A b d u r r a h m a n



rabı vardır. Mimarisi bakımından başka



(1326), s. 3 3 9 ; Tahsin Öz, " T o p k a p ı S a r a y ı M ü zesi O n a r ı m l a r ı " ,



Humayûnu",



Şeref,



"Topkapı



k ü ç ü k ibadet yerlerinden farklı olan bu



Sarây-ı



TOEM,



üslûpta zengin işlemeli mermer bir mih-



Güzel



Sanatlar



Dergisi,



1/6 VI,



A n k a r a 1 9 4 9 , s. 26, 28, rs. 27-30.



caminin dikkate değer bir minaresi bulunmaktadır. Caminin kuzey tarafındaki



S



F



SEMAVİ E Y İ C E



BEŞİR A Ğ A KÜLLİYESİ



~



Dârüssaâde ağası Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılan külliye.



^



İstanbul'da Soğukçeşme semtinde, eski Bâbıâli şimdiki vilâyet m a k a m ı n ı n yakınında bulunmaktadır. Cami, kütüphane, sebil, tekke, sıbyan mektebi ve medreseden ibaret olan bu küçük külliye Hacı Beşir A ğ a tarafından hayatının son yıllarında



1157-1158'de



(1744-1745) yaptırılmıştır. R a h m î adında bir şairin yazdığı tarih kitabelerinde 1157 ve 1158 tarihlerinin görülmesi, kül-



1



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞİR AĞA KÜTÜPHANESİ liyenin inşasının en azından iki yıl sürmüş olduğunu gösterir. Külliyenin aynı tarihte düzenlenmiş vakfiyesi şimdi Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Lâle Devri ile başlayan ve Sultan I. Mahmud'un saltanatı yıllarında Türk mimarisine hâkim olan Batı'nın barok üslûbu burada tesirini göstererek ilk uygulamalarından birini vermiştir. Hüseyin Ayvansarâyî, Ağa Camii adıyla kaydettiği bu külliyenin kapısı üstündeki kitâbenin t a m metnini de verir. Kitabedeki "Yeniden bu ibâdetgâh-ı pâki eyledi ihyâ" mısraı, Beşir Ağa'nın külliyesini daha eski bir cami veya mescidin yerinde yaptırmış olduğunu gösterir gibidir. Cami ve hatta belki de külliyenin tamamı Sultan II. Mahmud tarafından herhalde 1826-1839 yılları arasında tamir ettirilmiştir. Harim kapısı üzerindeki manzum kitabede yer alan, "Muvaffak oldu Han Mahmud sânî şimdi tecdidine" mısraı bunu belirtmekte, fakat bu tamirin tarihi verilmemektedir. 1950'li yıllarda tekke binası bir yangın geçirmişse de Vakıflar İdaresi tarafından tamir ettirilmiştir. 1986'da caminin avlu kısmı t a m a m e n değiştirilerek burada külliyenin düzenine ve mimarisine çok aykırı düşen bir yer altı şadırvanı ile helâlar yaptırılmıştır. Beşir Ağa Camii muntazam taş ve tuğla dizileri halinde inşa edilmiş olup fevkanidir. Pencereli bir duvarın sınırladığı avlunun nihayetinde taş pâyelere daya-



Beşir Ağa Külliyesi'nin planı



(Süleyman A s l a n ' d a n )



Beşir Ağa Camii'nin kitabesi



nan sivri kemerli son cemaat yeri cephesi bulunur. Çok değişik ve pek nâdir görülen bir düzenleme ile bu son cemaat yeri oldukça derin yapılmıştır. İlk kısım, daha içeride olan diğerinden iki sütuna binen kemerlerle ayrılmıştır. İlk kısım aynalı tonozlarla örtülü, dikdörtgen planlı üç bölüm halindedir. İkinci yani iç kısım ise klasik tipte, ortadaki bir kubbe ile yanlardakilerse çapraz tonozların örttüğü yine üç bölümden oluşmuştur. Son cemaat yerinin yan cephesi medrese avlusundan demir şebekeli üç kemerle ayrılmıştır. Çok kısa olan taş minare camiden ayrı olarak yapılmıştır. Gövdesi, şerefesi ve petek kısımları sekiz köşelidir. Caminin harimi ise kare planlı olup bu mekânı örten kubbeye köşe pandantifleriyle geçilmiştir. Kubbe çokgen biçimde yüksek bir kasnağa sahip olup bunun her cephesinde bulunan bir pencere ana mekânı aydınlatır. Caminin mihrabı sanat değerine sahip olmadığı gibi günümüzde çirkin biçimde kalem işi boyalarla güya tezyin edilmiştir. Ahşap minber de çok sade ve gösterişsizdir. Ahşap kadınlar mahfeli ise daha zarif bir görünüme sahiptir. Caminin iç satıhlarını süsleyen kalem işi nakışlar da geç devrin zevksiz örnekleridir. Aslında herhalde kütüphanedekine benzer barok üslûpta çok güzel süslemeler vardı. Külliye meyilli bir arazi üzerinde kurulduğundan cami yüksekte kalmıştır. Altındaki boşlukta dükkânlar bulunur. Köşede ise külliyenin barok üslûbunu en mükemmel şekilde aksettiren sebil yer alır.



dığı ve değişik biçimde bir örnek olarak sanat tarihi bakımından özel bir yere sahiptir. Sebilin pencerelerinin üst kısımlarındaki satıhlarda Rahmî mahlaslı şairin beş kıtadan meydana gelmiş uzun manzum tarihi işlenmiştir. Ayrıca sebilin yanında kitâbeli, mermer bir de çeşm e bulunur. Külliyenin medresesi avlunun sağında bulunur. Bu da cami gibi taş ve tuğladan karma teknikte yapılmış bir binadır. Rahmî mahlaslı şairin düzenlediği tarih kitabesinde inşa tarihi 1157 (1744) olarak gösterilir. Faal olduğu devirde on iki hücresi olduğu kayıtlıdır. Bunlardan ikisi sonradan ilâve edilmiş "muhdes" barakalardır. 1330 Ağustosundaki (1915) kayıtta tamire ve tâdilâta ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Medrese mimari bakımdan camiye çok değişik bir biçimde yapıştırılmıştır. Dört hücresi cami avlusu tarafındadır. Medresenin revaklı avlusuna ise minarenin yanındaki geçitten girilir. Revaklar, caminin son cemaat yerinden araları demir şebekeli, yüksek kemerlerle ayrılmıştır. Böylece son cemaat yerinden medrese iç avlusunu görmek mümkündür. Medresenin gusülhânesi ve helâsı da vardır. Caminin sol tarafında, avludan, üzeri aynalı tonozla örtülü dikdörtgen biçiminde iki son cemaat yeri boyunca uzanan bir mekândan çapraz tonozlu kare bir odaya geçilir. İki tarafında ikişer pencere ile aydınlanan bu mekânın ne olduğu bilinmez. Ancak Hüseyin Ayvansarâyî'nin zikrettiği hünkâr mahfiline geçit veren kasr-ı hümâyun olması bir ihtimal olarak düşünülebilir. Büyük bir kitap meraklısı olan Hacı Beşir Ağa Eyüp'teki dârülhadisinde, Medine ve Ziştovi'de yaptırdığı medreselerinde birer de kütüphane vakfettiği gibi bu külliyesinde de ayrı bir kütüphane yaptırmıştır. Külliyede kütüphane caminin sağ tarafına bitişik olarak yer alır.



Beşir Ağa Sebili mermerden yapılmış olup üstünde kurşun kaplı bir kubbe ile geniş ahşap bir saçak bulunur. Genellikle sebillerde pencerelerin dışarı kavisli olmasına karşılık burada t a m tersine pencereler içeri kavislidir. Beş pencereyi mermer sütunlar ayırır. Bunların aralarında dökme demirden şebekeler vardır. Beşir Ağa Sebili, İstanbul sebilleri arasında barok üslûbun ilk uygulan-



Besir Ağa Sebili



2



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞİR AĞA KÜTÜPHANESİ bulunur. Kare biçimli revaklı avlunun et-



BİBLİYOGRAFYA:



rafında sıralanan kubbeli derviş hücre-



Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi',



lerinden başka avlunun



tekkenin diğer bölümleri iki k a t halinde



j_-çr j o W X: : : :ct



M «



bir tarafında



yer alır. Nakşibendî tarikatı tarafından



i



İstanbul



1938, s. 3 9 ; İ. Hilmi Tanışık, İstanbul



Çeşmele-



ri, İstanbul 1943, s. 172, 1 7 8 ; D o ğ a n Türk Barok



Mimarisi



Hakkında



Kuban,



Bir



İstanbul 1945, s. 1 0 6 ; S e m a v i Eyice,



Petit guide



a travers les monuments



Deneme, İstanbul, byzantirıs



et Turcs, İstanbul 1955, s. 2 1 ; a.mlf., " İ s t a n b u l M i n a r e l e r i " , Türk Sanatı



İncelemeleri,



Tarihi Araştırma



ve



I, İstanbul 1963, s. 70, rs. 114-



te idi. Tekkeler kapatıldıktan sonra ba-



1 1 5 ; a.mlf., " İ s t a n b u l ' d a



kımsız kalan ve fakirlere barınak olan



Ç e ş m e s i " , JTS ( O r h a n Şaik G ö k y a y A r m a ğ a n ı ) ,



Beşir Ağa Tekkesi restore edildikten son-



VI (1984), s. 120-121, rs. 2 3 ; Ö z g ö n ü l Aksoy,



ra bir süre Folklor Derneği tarafından



Osmanlı tanbul



Devri



İstanbul



S u l t a n I.



Sıbyan



1968, s. 7 1 ; Eminönü



Mahmud



Mektepleri, Camileri



İs(haz.



kullanılmıştır; şimdi ise Batı Trakya Da-



M e h m e t D o ğ r u ) , İstanbul 1987, s. 75-77; Erün-



yanışma Merkezi'dir.



sal, Türk Kütüphaneleri Baha Tanman,



Hüseyin Ayvansarâyî külliyede bir de sıbyan mektebi bulunduğunu bildirir. Görünürde böyle bir mekân tesbit edilememektedir. Caminin sol tarafında bulu-



ve



Süsleme



İstanbul



Özellikleri



Tarihi II, s. 85-87; M. Tekkelerinin Tipoloji



Mimari Denemeleri



( d o k t o r a tezi, 1990), İÜ Ktp., 1 9 3 6 4 - 1 9 3 6 7 , 11/ 1, s. 82-86; M ü b a h a t K ü t ü k o ğ l u , " 1 8 6 9 ' d a Faa l İ s t a n b u l M e d r e s e l e r i " , TED, VII-VIII (1977), s. 4 7 ; a.mlf., " D â r u 1 - H i l â f e t i ' l - A l i y y e M e d -



nan ve ne olduğu anlaşılmayan mekâ-



resesi v e K u r u l u ş u A r e f e s i n d e İ s t a n b u l M e d -



nın esasında sıbyan mektebi olabileceği



reseleri", İTED, VII (1978), s. 40-41; T u r g u t Kut,



Bu üzeri aynalı tonozla örtülü dikdört-



düşünülürse de cami harimine bitişik



gen biçiminde bir mekân olup içeriye sa-



sıbyan mektebi olması da m a k u l bir çö-



dece camiden geçilerek girilmektedir. Sa-



z ü m değildir. Bu durum karşısında mek-



hip olduğu kitaplar Süleymaniye Kütüp-



tebin külliyeden ayrı olarak f a k a t yakı-



hanesi'ne nakledildikten sonra bakımsız



nında inşa edilmiş olduğu ihtimali hatı-



bırakılarak harap bir hale gelen kütüp-



ra gelmektedir. Zaten sıbyan mektebi-



hanenin esasında duvar ve bilhassa to-



nin esasının Sultan II. Bayezid'in kızla-



nozunun çok zengin şekilde barok üslûp-



rından Aynişah Sultan tarafından vak-



ta k a b a r t m a (malakârî) süsleme ile be-



fedildiği, hatta kabrinin de



zendiği görülmektedir. Tavanın



hazîresinde olduğu yine Ayvansarâyî ta-



göbek



I, 48-50; İz-



Sebilleri,



sadece, ikisi erkek üçü kadın olmak üzeartık burası hemen hemen terkedilmek-



Besir Ağa Tekkesi'nin kitabesi ve planı (Suieyman Aslan'dan)



İstanbul



kullanılan tekkede 1885-1886 yıllarında re beş kişinin yaşadığı bilindiğine göre af



zet Kumbaracılar,



mektebin



" İ s t a n b u l S ı b y a n M e k t e p l e r i y l e İ l g i l i B i r Ves i k a " , JTS, II (1978), s. 59, 69.



SEMAVİ E Y İ C E



r



BEŞİR A Ğ A KÜTÜPHANESİ Dârüssaâde ağası Hacı Beşir A ğ a tarafından İstanbul Cağaloğlu'ndaki külliyesinde 1745 yılında kurulan kütüphane.



kısmındaki orta süslemeden sonra tono-



rafından bildirilmiştir. Sıbyan



zun yan duvar bitimine kadar inen satıh-



Hacı Beşir A ğ a tarafından herhalde ye-



Beşir Ağa'nın k u r d u ğ u kütüphaneler



ları barok çerçeveli oval (beyzî) madalyon-



niden yapılmış ve kendi külliyesinin ev-



arasında en zengin koleksiyona sahip ola-



mektebi



larla kaplanmıştır. Böylece klasik Türk



kafına bağlanmıştır. 1923-1928 yılları



nıdır. Kütüphane odası caminin bitişiğin-



sanatına b ü t ü n ü ile yabancı, f a k a t çok



arasında hazırlandığı t a h m i n edilen sıb-



zengin bir süslemenin varlığı dikkati çe-



de olup kapısı camiye açılmaktadır. Fte-



yan mekteplerine dair bir listede, "Ba-



ker. Aslında caminin içinin de aynı tek-



ceb 1158 (Ağustos 1745) tarihli vakfiye-



bıâli caddesinde... elyevm E v k a f ç a Mû-



sine göre bu k ü t ü p h a n e d e dört hâfız-ı



nik ve aynı üslûpta süslemesi olduğuna



sevîler'e îcar edilmektedir" denildiğine



k ü t ü b ve bir mücellit görev yapmaktay-



ihtimal verilebilir. Kütüphanenin başka



göre o sıralarda henüz mevcuttu. Tur-



dı. Üçüncü hâfız-ı k ü t ü b ayrıca kütüpha-



yerde görülmeyen bir özelliği de içeride



g u t Kut, Muallim Cevdet Bey'in listesin-



nenin kapıcılığıyla da görevlendirilmişti.



barok kemerli bir nişin dip duvarında



de de yer alan bu mektebin Tomruk Dai-



açılmış olan oval penceredir.



Caminin



minberinin yanındaki duvarda bulunan



resi karşısında olduğunu söyler.



bu pencerenin barok üslûpta, alt kısmı



Hacı Beşir Ağa ile hemen onun arka-



koparılmış demirden güzel bir parmak-



sından Dârüssaâde ağası olan hattat Be-



lığı vardır.



şir Ağa genellikle birbirine karıştırılır.



Beşir Ağa Zâviyesi veya tekkesi başlı başına ayrı bir bina olarak kitâbesine göre 1158'de (1745) yapılmıştır. Külliyenin diğer binaları ile arasında dar bir aralık vardır. Tekke derviş hücreleri, mut-



Kütüphane, kuruluşundan bir süre sonra tesbit edilemeyen bir tarihte, hâfız-ı



Külliyenin avlu duvarının dış yüzündeki sivri kemerli gösterişsiz çeşme kitabesi d e ketebe imzasından



anlaşıldığına



Beşir Ağa Camii ile bitişiğindeki kütüphane Cağaloğlu / istanbul



göre Hattat Beşir Ağa tarafından yazılmıştır.



fak, yemekhane, selâmlık ve tevhidhâ-



Beşir Ağa Külliyesi, Türk sanatında



neden meydana gelmiş ve b ü t ü n bu bö-



Batı tesirleriyle ortaya çıkan yeni sanat



lümler bir medrese gibi revaklı bir avlu



akımının ilk eserlerinden olan, değerli bir



etrafında toplanmıştır. Güney tarafın-



yapı topluluğudur. Burada~ ayrıca nâdir



da, geçen yüzyılın ortalarında daha eski



rastlanır bir özellik olarak cami, medre-



bir yapının yerinde inşa edildiği anlaşı-



se ve tekkenin bir kitle halinde birleşti-



lan ayrıca üç katlı ahşap harem b ö l ü m ü



rildiği görülür.



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞİR AĞA KÜTÜPHANESİ kütüblerinin vakfiyedeki şartlara aykırı



BİBLİYOGRAFYA:



miştir. Yarısı duvara g ö m ü l ü bir sütun



olarak beş günlüğüne bazı kitapların kü-



Hacı Beşir A ğ a ' n ı n Eyüp'teki M e d r e s e ve Kü-



sebilin köşesini süslemektedir. Binanın



t ü p h a n e dışına çıkmasına izin verdikle-



t ü p h a n e s i n i n 1 1 4 8 Tarihli Vakfiyesi, V G M A , nr.



en dikkat çekici özelliği, kuzey cephesi-



rinin ve b u n u n sonucu olarak da bir kı-



736, s. 1-11; nr. 6 8 3 , s. 1 8 7 ; Erünsal, Türk Kü-



sım kitapların kaybolduğunun tesbit edil-



tüphaneleri



Tarihi II, s. 85, 144, 157, 168, 174,



179, 184, 187, 2 3 3 , 238, 2 5 7 .



mesi üzerine gerekli düzenlemeleri ya-



sayımda otuz sekiz kitabın kaybolduğu anlaşılmış, geri kalan 676 kitap hâfız-ı kütüblere teslim edilip gerekli tedbirler alındıktan" sonra k ü t ü p h a n e tekrar hizm e t e açılmıştır (VGMA, nr. 639, s. 128-



larak yapılmış kavisli bir cephe tanzimine sahip olması ile Şâriu'l-Halîci'l-Mıs-



İSMAIL E .



pabilmek gayesiyle bir süre kapatılmıştı. Rebîülevvel 1198'de (Şubat 1784) yapılan



nin kıvrımlı yol düzenlemesine uyduru-



r



ERÜNSAL



rî'ye bakan cephesindeki pencereye bitişik olarak yapılmış alt kısmı şişkin bir



BEŞİR A Ğ A SEBİLKÜTTÂBI



istiridye kabuğu şeklindeki yekpâre mer-



Dârüssaâde ağası Hacı Beşir Ağa tarafından Kahire'de yaptırılan bir sebil ve mektep.



mer su haznesidir. Eski bir resminde



150).



görüldüğü üzere bu haznenin iki yanınd a n dışarıya bir çıkıntı teşkil eden emzikler yer almaktadır (bk. Hüseynî, s. 208). Bu örnek emzikli sebiller için değişik bir



Kuruluşundan sonra yapılan bazı bağışlarla koleksiyonu zenginleşen



XIV. yüzyılın ikinci yarısından başlaya-



n u m u n e teşkil eder.



Beşir



rak bilhassa Memlüklüler devrinde yay-



Ağa Kütüphanesi bugün Süleymaniye Kü-



gınlaşan cami, medrese ve hankahların



tüphanesi'nde Beşir Ağa adıyla ayrı bir



yola bakan köşelerinde iki katlı bir sebil



bölüm olarak m u h a f a z a edilmektedir.



inşasıyla ü s t ü n ü sıbyan mektebi olarak



Islamic



kullanma geleneği daha sonraki yüzyıl-



Kahire 1985, s. 164, 3 2 9 ; M a h m û d H â m i d el-



larda da devam ettirilmiştir. "Sebilküt-



Hüseynî,



BİBLİYOGRAFYA: Hacı



Beşir A ğ a ' n ı n



Cağaloğlu'ndaki



Cami,



BİBLİYOGRAFYA: Ali Paşa M ü b a r e k , el-Hıtatut-Tevftkıyye,



Ka-



hire 1983, III, 1 0 0 ; VII, 1 7 0 ; R. B. P a r k e r v.dğr.,



Monuments



in Cairo-A Practical



eTEsbiletü'l-Osmaniyye



ti'l-Kâhire



1517-1798,



Medbuli),



s. 2 0 8 - 2 0 9 ;



Guide,



bi-medtne-



Kahire, ts.



(Mektebetü



Medrese, Zaviye ve K ü t ü p h a n e s i n e a i t 1158 Ta-



t â b " adıyla anılan ve Kahire'de pek çok



rihli Vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Hacı Beşir Ağa,



örneği bulunan bu tarz yapılar Osman-



manlı



Evkafı-



lılar devrinde de inşa edilmiştir. Beşir



T ü r k ç e M a n z u m K i t a b e l e r " , VD, XXII (1991),



V G M A nr. 1 9 ; nr. 6 3 9 , s.



Ağa Sebili bunun g ü n ü m ü z e intikal eden



s. 383-420.



nr. 682, vr. 1 0 5 b - 1 1 8 a ; Hacı



nın



Hazine



128-150;



Kütüphanesi,



Defteri, Halit



Dener,



Beşir Ağa



Süleymaniye



Umumî



İstanbul 1957, s. 38-39, tür.yer.;



Erünsal, Türk Kütüphaneleri ayrıca bk. İndeks.



Tarihi II, s. 85-87,



M



Şâriu'l-Halîci'l-Mısrî (eski Şâriu Derbi'l-



İSMAIL E .



ERÜNSAL



r



r



BEŞİR A Ğ A KÜTÜPHANESİ



~



Dârüssaâde ağası Hacı Beşir A ğ a tarafından Eyüp'teki dârülhadisinde 1735 yılında kurulan kütüphane. L



"Os-



Eserlerindeki



DORIS BEHRENS- ABOUSEIF



( HJS-



ÖİJ^İ



)



Ebü'l-Yemân Beşîr (Bişr) b. Akrebe el-Cühenî (ö. 8 5 / 7 0 4 )



sebilin, benzerleri gibi suyun serin tutulması için iyi bir havalandırmaya i m k â n verecek şekilde iki cepheli olarak 1131'de (1719) inşa edildiği Türkçe kitabesin-



Vakıf



B E Ş İ R b. A K R E B E



resesi yanından bu caddeye inen Habbâniye sokağının kesiştiği köşede yer alan



M e h m e t Akkuş,



Kahire



|—ı İSİ



bağımsız örneklerinden biridir.



cemâmîz) üzerinde, Sultan Mahmud Med-



r—ı



Dönemi



Sahâbî.



L



den anlaşılmaktadır. M e m l û k üslûbunJ



da yapılan sebilin iki cephesi üzerindeki



Ne z a m a n ve nerede d o ğ d u ğ u bilin-



pencereleri, köşeli geçmeleri olan oyma-



memektedir. Çocukluk yıllarında babası



lı bir pervaz çerçevelemektedir. Mekte-



Akrebe ile birlikte Hz. Peygamber'i zi-



Beşir Ağa'nın İstanbul'da k u r d u ğ u bu



bin bulunduğu üst kat, ortada m e r m e r



yarete gitti; Peygamber de onu yanına



ikinci k ü t ü p h a n e 1148'de (1735) düzen-



sütunlu ve her iki tarafta çift kemerli



oturtup başını okşadı ve Bahîr olan adı-



lenen vakfiyesine göre dinî ilimlerle ilgi-



bir ahşap sayvanla nihayetlenmektedir.



nı Beşîr'e çevirdi. Dilindeki



li küçük bir koleksiyondan meydana gel-



Binanın portali, üstü köşeli biçimde dü-



de Hz. Peygamber'in duasıyla geçti. Yaş-



miştir. Kütüphanede üç hâfız-ı k ü t ü b ile



zenlenmiş mukarnaslı bir girinti teşkil



landığı z a m a n saçları ağardığı halde Hz.



bir kâtib-i k ü t ü b görevlendirilmişti. Vak-



etmekte olup oyma pervazla çevrelen-



kekemelik



Peygamber'in elinin değdiği kısımların



fiyede ayrıca hâfız-ı kütüblerden ikisinin



siyah kaldığı rivayet edilir. Babası Uhud



medrese öğrencileri arasından seçilmesi



Savaşı'nda şehid düşünce Hz. Peygam-



istenmekte, diğer hâfız-ı k ü t ü b ü n ise



ber Beşîr'i ziyaret etti-, onun a ğ l a m a k t a



medrese dışından âlim, fâzıl ve dindar bir kişi olması şart koşulmaktadır. Kütüphanenin küçük koleksiyonu, 1156



olduğunu görünce, "Ağlama! Ben baban, Beşir Ağa Sebilküttâbı - Kahire / Mısır



Âişe de annen olsa istemez misin?" diyerek onu teselli etti.



(1743) yılında Râbia H a t u n ' u n daha ön-



Abdülmelik b. Mervân, A m r b. Saîd'i



ce Ayasofya Kütüphanesi'ne vakfettiği



ö l d ü r d ü ğ ü g ü n Beşîr'den kalkıp bir şey-



kitapların bu kütüphaneye nakli ile ol-



ler söylemesini istedi. Beşîr de, "Ben Hz.



dukça zenginleşmiştir (VGMA, nr. 683, s.



Peygamber'in, sadece gösteriş ve riya



187).



için konuşmaya kalkışanı, Allah kıyamet



Beşir Ağa Kütüphanesi b u g ü n Süley-



g ü n ü riya ve gösteriş mevkiinde tutar,



maniye Kütüphanesi'nde Beşir Ağa (Eyüp)



buyurduğunu işittim" (Müsned, III, 500)



adıyla ayrı bir b ö l ü m olarak m u h a f a z a



diyerek halifenin teklifini reddetme ce-



edilmektedir.



saretini gösterdi.



4



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞİR FUAD kerliğe, felsefeye ve edebiyata dair ki-



Daha sonra Filistin'e yerleşen Beşîr,



t a p ve makalelerinin ortak tarafı, hissîliğe ve hayalciliğe karşı olması, buna mu-



el-Filistînî nisbesiyle de anılmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: Müsned,



EsTr, Üsdul-ğabe,



İşâbe, I, 153.



r



kabil akılcı, materyalist ve pozitivist bir dünya g ö r ü ş ü n ü aksettirmesidir.



et-Târîhu'l-kebîr,



III, 5 0 0 ; B u h â r î ,



II, 7 8 ; İbn A b d ü l b e r , el-İstfâb,



I, 1 5 2 ; İbnü'l-



Oldukça kısa süren yazı hayatında çe-



I, 2 3 3 ; IV, 6 2 ; İbn Hacer, elrj-ı İM



şitli konularda 200'den fazla makale, te-



İSMAIL L . Ç A K A N



lif-tercüme on altı kitap neşreden Beşir Fuad, A h m e d Midhat ve Muallim Nâci



BEŞİR FUAD



ile edebî musahabeler, Nâmık Kemal ve Menemenlizâde M e h m e d Tâhir ile za-



(1852 [?]-1887)



m a n zaman şiddetli polemiğe varan mü-



Fikir adamı ve tenkitçi. Besir Fuad



nakaşalar yapmıştır. Bu



münakaşalar



onun kendi nesli içinde olduğu Maraş ve Adana mutasarrıflıklarında b u l u n m u ş olan Hurşid Paşa ile Giresunlu Memiş Paşa'nın kızı Habibe Hanım'ın oğlu olarak İstanbul'da dünyaya geldi. Anne ve baba tarafından Gürcü asıllıdır. Devrine göre seviyeli bir öğretim veren Fâtih Rüşdiyesi'nde beş yıl okuduktan sonra bir m ü d d e t babasının görevi dolayısıyla bulundukları Suriye'de Halep Cizvit Mektebi'nde tahsil gördü. 1871'de Askerî İdâdî'den, 1873'te Mekteb-i Harbiyye'den m e z u n oldu. Aynı yıl Sultan Abdülaziz'in yaverliğine tayin edildi ve bu görevi üç yıl devam etti. Yaverlik unvanı üzerinde kalmak şartıyla gönüllü olarak 1875-1876 Sırp savaşına iştirak etti. Aynı şekilde yine gönüllü olarak Rus Harbi'ne (1877-1878) ve Girit isyanlarının bastırılması harekâtına da (1878) katıldı. Kolağası rütbesiyle Harbiye Levâzımât-ı Umûmiyye Dairesi Teftiş Komisyonu üyesi iken askerlikten istifa ederek kendisini t a m a m e n yazı ve yayın hayatına verdi. Bir ara Dârüşşafaka Mektebi'nde fahrî olarak öğretmenlik yaptı. Annesinin t u t u l d u ğ u zihnî bir hastalığa yakalanm a k korkusuyla sefahat hayatına daldı. Bu yüzden, ailesinin geçimini t e m i n d e daha fazla zorluğa d ü ş m e m e k için hayatına son verdiğini açıklayan bir mekt u p bırakarak 5 Şubat 1887'de intihar etti. Mektupta cesedini teşrih malzeme-



mıyla fennî konulara dair yazıların neşredildiği Güneş dergisinin imtiyazını sa-



kadar



sonrakilere de örnek teşkil edecek obj e k t i f tenkit ve m ü n a z a r a usulünü orta-



tın aldı. On iki sayı çıkabilen Güneş, mukaddimesine göre, Osmanlı gençlerinin çağdaş m ü s b e t ilimlere ve fennî gelişmelere yabancı kalmamasına çalışacaktı. 1884 yılının sonlarına doğru Türkiye'nin en eski özel gazetesi olan Cerîde-i Havâdis'in ıslah edilmesi teşebbüsüne geçilince bu maksatla başmuharrirliğine Beşir Fuad getirildi. Buradaki idareciliği ve yazarlığı da bir buçuk ay sonra, hük ü m e t kararıyla gazetenin kapatılması üzerine sona erdi. Son yıllarında Tercümân-ı Hakikat ve Saâdet gazetelerinde çeşitli konularda makaleleri yayımlandı.



ya koyar. Osmanlı aydınlarının çoğu Zola,



Beşir Fuad doğrudan doğruya edebî



yat aleyhtarı olduğu anlaşılan Beşir Fu-



t ü r d e eser vermiş olmadığı için edebi-



ad, edebiyatın ancak gerçeğe, m ü s b e t



Daudet, Dickens, Flaubert, Comte, Büchner, Spencer, D'Alembert, De la Mettrie, Chambers, Diderot, Claude Bernard, Ribaut, Tarde gibi Batılı d ü ş ü n ü r ve edipleri ilk defa Beşir Fuad'ın kitap ve yazılarıyla tanımışlardır. Bu isimleri birbirine bağlayan ortak vasıflar da edebiyatçıların realist-natüralist bir çizgide, filozof ve mütefekkirlerin ise rasyonalist, pozitivist, materyalist ve ansiklopedist oluşlarıdır. Batı edebiyatından ve düşünce tarihinden getirdiği bu isimler Beşir Fuad'ın şahsında tesadüfî olarak birleşm i ş değildir. Makalelerinden bir edebi-



yat tarihlerinde yer almamıştır. İntihan,



ilimlere hizmet etmesi şartıyla makbul



bu intiharın sebep olduğu tartışmalar



olduğu kanaatinde idi. Ona göre estetik



ve bu konu üzerinde z a m a n ı n d a konu-



açısından hiçbir değeri olmayan şiir eğer



lan yayın yasağı da Beşir Fuad'ın uzun



gerçeklere uygunsa en güzel şiirdir. Be-



süre unutulmasına sebep olmuştur. Hal-



şir Fuad, Victor Hugo hakkında yazdığı



buki edebî türlerde eser vermemesine



ve Türk edebiyat tarihinde yazılmış ilk



r a ğ m e n edebî tenkit alanında getirdiği



tenkidli monografi sayılabilecek küçük



dikkate değer görüşler, fikrî ve felsefî



f a k a t önemli eserinde, çağdaşı olan Türk



alanda devrin aydınlarına göre sahip ol-



yazarlarının istisnasız büyük üstat ka-



d u ğ u kültür seviyesi, ona son devir Türk



bul ettikleri Hugo'yu ve romantizmi ten-



fikir tarihinde önemli bir yer verilmesi-



kit ederek onun karşısına gerçek bir ro-



ni gerektirir.



mancı olarak Zola'yı ve natüralizmi koyar.



si olarak Tıbbiye'ye hediye ettiğini yazmışsa da cenazesi Eyüp Sultan Kabristanı'na defnedilmiş, ancak mezarı daha



gilizce ve Almanca) tercüme yapacak ve



Beşir Fuad'ın bazı yazılarında mater-



bu dillerin öğretimiyle ilgili m e t o t kitap-



yalizmi de benimsemediğini belirtmesi,



sonra kaybolmuştur. Hayatında olduğu gibi ö l ü m ü n d e n sonra da şahsiyeti ve



ları yazacak kadar iyi biliyordu. Bunun



sadece b ü t ü n felsefî sistemlere karşı



intiharı üzerine, hükümetin müdahalesini gerektirecek münakaşalar olmuştur.



dışında edebiyata, özellikle şiire ve şiir-



oluşunun tabii bir sonucudur. Yoksa ya-



de hayalperestliğe karşı menfi bir tavır



zılarının genel havası, bilhassa çağdaşı



takınması, devrinde pek çok edebiyat-



olan Alman materyalist filozofu Büch-



çının kendisine düşmanlık göstermesi-



ner'den övgüyle bahsedişi, onun belki



ne sebep olmuştur. Buna r a ğ m e n ken-



bir sistem olarak değil f a k a t bir dokt-



Beşir Fuad'ın, 1883 sonlarından başlam a k üzere, intiharına kadar geçen dört yıllık kısa f a k a t çok yoğun bir yazı ha-



Beşir Fuad üç Batı dilini (Fransızca, İn-



di nesli içinde belki de t e k örnek olarak



rin olarak materyalizme yakınlığını gös-



yatı olmuştur. Önce Mustafa Reşid'in çıkardığı Envâr-ı Zekâ mecmuasında te-



bu üç yabancı dili bilmesi, m ü s b e t ilim-



terir. Voltaire hakkında kaleme aldığı di-



ler ve felsefe sahalarında küçümsenme-



ğer bir monografisinde ve bu kitabın se-



lif ve t e r c ü m e yazıları çıktı, daha sonra birkaç arkadaşıyla Hâver dergisini çıkarmaya başladı. 1884'te hemen tama-



yecek seviyedeki mâlumatı, onu devri



bep olduğu tartışmalarda da bu düşün-



içinde farklı bir şahsiyet haline getirmiş-



celeriyle beraber skolastik zihniyeti yı-



tir. Müsbet ilimlere, dil konularına, as-



kıp yerine akılcılığın, sonra bir adım da-



5



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BESİR FUAD tıldı. Hicretin 7. yılı Şâban ayında (Aralık



ha atarak yalnız m ü ş a h e d e ve tecrübe



kiye'de dinsiz olarak tanınan Voltaire'in



edilenin gerçek olduğunu ileri süren po-



gerçekte sadece Hıristiyanlık aleyhinde



628) Hz. Peygamber Beşîr b. Sa'd'ın ku-



zitivizmin müdafaasını yapar. Edebiyat-



b u l u n d u ğ u n u da bu vesileyle söyler. 4.



mandasında otuz kişilik bir birliği, Me-



ta natüralizmi benimsemesi de bu mek-



Irıtikad (Muallim Nâci ile, İstanbul 1304). Viktor Hügo kitabının neşri üzerine Beşir Fuad'la Mualim Nâci'nin birbirlerine gönderdikleri ve daha çok edebî meselelerin ele alındığı mektuplardan meydana gelen bir eserdir. S. Mektûbât (Fazlı Necib ile, İstanbul 1313). Yine Viktor Hügo dolayısıyla Fazlı Necib ile o g ü n ü n edebî konularıyla ilgili olarak karşılıklı mektuplardan meydana gelen bir kitaptır. Eser, İlk Türk Materyalisti Beşir Fuad'ın Mektupları adıyla yeni harflerle de yayımlanmıştır (haz. C. Parkan Özturan, İstanbul 1989). B) Yabancı Dil Öğreten Metot Kitapları. Bedreka-i Lisân-ı Fransevi (Emil Otto'dan tercüme, İstanbul 1301); Miftâh-ı Bedreka-i Lisûn-ı Fransevi (İstanbul 1302); Almanca Muallimi (Emil Otto'dan tercüme, İstanbul 1303); İngilizce Muallimi (Emil Otto'dan tercüme, İstanbul 1303); Usûl-i Talîm (Emil Otto'dan tercüme, İstanbul 1303); Miftâh-ı Usûl-i Ta'lim (İstanbul 1304). C) Tercüme Tiyatroları. İki Bebek (Victor Bernard — Eugene Granger'in Fransızca eserinden tercüme, İstanbul 1300); Binbaşıyı Dâvet (K. F. M o r u n Almanca eserinden tercüme, İstanbul 1300); Birinci Kat (James Cobb'un İngilizce eserinden tercüme, İstanbul 1301).



dine'ye iki günlük mesafedeki Fedek ya-



tebin Zola tarafından, tıpta tecrübeyi (pozitivizm) esas alan Claude Bernard'a bağlanmasındandır. Avrupalı pozitivistler gibi Hıristiyanlık aleyhinde bulunan, birçok yazısında ilmin gerçeklerine karşı geldikleri, dini zulümlerine alet ettikleri gerekçesiyle papazları yeren Beşir Fuad, İslâmiyet aleyhinde doğrudan doğruya bir söz sarfetmiş değildir. Hatta hıristiyan Ortaçağ'ında İslâm'ın aydınlığından söz eden ifadeleri bile vardır. Ancak bu ifadeleler bazı İslâm filozof ve bilginlerinin ilmî gerçekleri dile getirmeleriyle sınırlı kalır. Bunun dışında onun, benimsediği bütün bilgin ve filozoflarla sadece hıristiyanî değil b ü t ü n dinlere ait inanç ve sistemlere karşı hiç olmazsa ilgisiz



olduğunu



kabul e t m e k güç değildir. Esasen XIX. yüzyıl Osmanlı t o p l u m u içinde dine karşı daha cüretli bir tavrın beklenmesi de yersiz olur. Nitekim bu tavrı ile onun zam a n ı n gençleri ve özellikle Tıbbiye öğrencileri üzerinde materyalist ve ateist tesirleri olduğu bilinmektedir. Beşir Fuad devrinin Türk yazı hayatına objektif, açık ve sade bir üslûp, şahsiyattan uzak bir m ü n a k a ş a âdâbı getirmiştir. Natüralizm dolayısıyla edebi-



kınlarında oturan Mürreoğulları üzerine gönderdi. O sırada kışlık vadilerine çekilmiş olan Mürreoğullan'nm koyun ve deve sürülerini ele geçiren bu askerî birlik, hayvanları Medine'ye götürürken dur u m u öğrenen kabile mensupları çıkageldiler ve müslümanlarla çetin bir savaşa tutuştular. Çoğu şehid düşen İslâm birliğinden sağ kalanlar geri çekilmeye mecbur oldular. Ayağından ağır şekilde yaralanan ve bayıldığı için öldüğü sanılıp bırakılan Beşîr savaş bittikten sonra kendine geldi. Geceleyin civarda bulunan bir yahudi ailesine sığındı ve yaraları iyileştikten sonra Medine'ye döndü. Aynı yıl Şevval ayında (Şubat 629) Gatafânoğullan'nın



Medine'ye



saldırmayı



planladıkları haber alınınca



hazırlanan



300 kişilik İslâm birliğine, Hz. Ebû Bekir ile Ömer'in tavsiyesi üzerine yine Beşîr b. Sa'd k u m a n d a n tayin edildi. Hz. Peygamber'in kendisine verdiği sancağı alan Beşîr, Fedek ile Vâdilkurâ arasında bulunan Cinâb (Cebâr) ve Y ü m n ' e doğru yola çıktı. Uyeyne b. Hısn ile iş birliği yapan Gatafânlılar müslümanlarla savaşmayı göze alamayıp dağıldılar. Bir rivayete göre de savaşa t u t u ş t u k t a n sonra bozguna uğradılar. Müslümanlar da ele



yat düşmanlığı, pozitivizm yoluyla din



Beşir Fuad'ın b ü t ü n kitap ve yazıları-



geçirdikleri birçok ganimetle geri dön-



aleyhtarlığı ise devrinde her iki alanda



nın t a m bibliyografik künyeleri, Orhan



düler. Yine aynı yıl Zilkade ayında (Mart



da mevcut skolastik düşünceye ve taas-



Okay'ın İlk Türk Pozitivist



629), bir yıl önceki Hudeybiye Antlaşma-



suba bir reaksiyon olmaktan başka bir



listi Beşir Fuad tir (s. 223-233).



sı'na uygun bir şekilde yapılacak olan



değer taşımaz. Eserleri. A) Edebî, Felsefî, İlmî Kitapları. 1. Viktor Hügo (İstanbul 1302). Victor Hu-



A h m e d M i d h a t , Beşir O r h a n Okay, İlk



ve natüralizmi Türkiye'de tanıtan ilk eser-



Beşir Fuad,



biyografilerin ilki olup Beşir Fuad'ın edebî ve felsefî düşüncelerini



Umretü'l-kazâ seferinde Hz. Peygamber m u h t e m e l bir savaşı dikkate alarak



BİBLİYOGRAFYA:



go dolayısıyla romantizmi tenkit eden dir. Ayrıca Türkiye'de yazılmış tenkitli



ve Natüraadlı eserinde verilmiş-



Fuad,



İstanbul



Türk Pozitivist



ve



1304;



Natüralisti



İstanbul 1 9 6 9 ; a.mlf., "Beşir F u a d " ,



TDEA, i, 4 0 8 - 4 0 9 ; R. E k r e m Koçu, " B e ş i r Fua d " , ist.A, V, 2 6 0 1 ; E k r e m İşın, " O s m a n l ı M a -



yanında g ö t ü r d ü ğ ü silâhları m u h a f a z a görevini Beşîr'e verdi. Hz. Peygamber'in



vefatından



sonra



Sakîfe g ü n ü ensardan birinin halife olmasını ısrarla isteyen Medineli hemşeh-



t e r y a l i z m i " , TCTA, il, 365-367, 434-435.



göstermesi



rilerine r a ğ m e n Hz. Ebû Bekir'in halife



bakımından da önemli bir kitaptır. 2. Be-



seçilmesini savunan ve ona ilk biat eden



şer (İstanbul 1303). Üç cilt olarak hazırlanması düşünülen bu eserin ancak iki cildi tamamlanabilmiştir. Eserde ö n e m sırasına göre insan vücudunu korumaya ait ilimler, m a t e m a t i k ve tabii ilimler, çocuk terbiyesi, bazı pratik bilgiler ve güzel sanatlar yer almaktadır. 3. Volter (İstanbul 1304). Bu eserinde Voltaire dolayısıyla dinî ve felsefî fikirlerini az çok izah eden Beşir Fuad, Hıristiyanlığın taassup, cehalet ve zulümle yayılışının kısa bir özetini yaptıktan sonra Doğu'da yeni bir dinin yani İslâmiyet'in ilim adamları yetiştirerek geliştiğini anlatır. Tür-



S



ORHAN



OKAY



Beşîr 633'te yapılan Irak seferine katıldı ve Hîre'nin fethinde bulundu. Hâlid b. F



B E Ş İ R b. S A ' D ( _\JU*> ^J J



n



illi )



şehid oldu. Beşîr b. Sa'd'ın Hz. Ömer'in



Ebü'n-Nu'mân Beşîr b. Sa'd b. Sa'lebe el-Ensârî el-Hazrecî (ö. 12/633) L



Kumandan sahâbî.



Velîd'in yönettiği Aynü't-temr seferinde hilâfet dönemine de yetiştiği ve onun, "Bazı konularda keyfî hareket edersem ne yaparsınız?" sorusuna "Seni ok doğ-



J



rultur gibi doğrulturuz" diye cevap ver-



Ashabın ileri gelenlerinden N u ' m â n b.



V, 224; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehztb, I, 464).



diği de rivayet edilmektedir (İbn Manzür, Beşîr'in babasıdır. İkinci Akabe Biatı'nda



Câhiliye döneminde o k u m a yazma bi-



bulundu. Bedir, Uhud ve Hendek başta



len nâdir kişilerden biri olan Beşîr, Hz. Peygamber'den rivayette bulundu ve ona çeşitli sorular yöneltip cevaplar al-



olmak üzere daha sonra yapılan b ü t ü n savaşlara Hz. Peygamber'le birlikte ka-



6



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞLÜ di. Bir defasında Resûl-i Ekrem'e, Allah Teâlâ'nın Peygamber'e salât ve selâm getirilmesini emrettiğinden bahisle bunun nasıl yapılacağını sordu. Hz. Peyg a m b e r de, "Allâhümme salli ve bârik" dualarının okunacağını söyledi (Müslim, "Şalât", 65). Bir başka sefer de karısının ısrarı üzerine oğlu Nu'mân'ı alarak Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve Nu'mân'a



bir köle bağışladığını,



Resûlul-



lah'ın buna şahit olmasını arzu ettiğini söyledi. Hz. Peygamber, diğer çocuklarına da aynı şekilde bağışlar yapıp onlar arasında eşit davranmadıkça bu nevi hibelerin uygun olmayacağını belirtti (Buhârî, "Hibe", 12; Müslim, "Hibât", 9-19). Beşîr b. Sa'd'dan en çok oğlu Nu'mân ve torunu M u h a m m e d rivayette bulunmuşlardır. Urve b. Zübeyr, Humeyd b. Abdurr a h m a n ve Şa'bFnin rivayetleri ise m ü r Sultan ibrahim devrine ait



sel*dir.



tarihli ve III. Mustafa devrine ait 1171 ( 1 7 5 7 - 5 8 ) tarihli gümüş beşliklerle istanbul'da 1 2 2 3 ( 1 8 0 8 ) yılında kesilmiş adlîtuğralı gümüş cedîd beşlik



1 0 4 9 (1639-40)



bul Arkeoloji Müzesi, Teşhir, nr. 1695),



(istan-



BİBLİYOGRAFYA: Buhârî, " H i b e " , 12; M ü s l i m , " Ş a l â t " , 65, "Hib â t " , 9-19; Vâkldî, el-Meğazî,



II, 7 2 3 , 727-728,



733-734; İbn Sa'd, et-Tabakât,



II, 118, 121, 126;



III, 182, 531, 6 1 8 ; VIII, 3 6 1 ; Taberî, Târih ( E b u 1Fazl), III, 22-23, 26, 155, 2 2 1 - 2 2 2 ; lbnü'1-Esîr,



kışının 22, 23 ve 24. yılları arasında nok-



la yeni bir sikke çıkarmak mecburiyetin-



Üsdü'l-ğâbe,



tasız olarak basılmıştır. Bu sikkelerin



de kalmıştı.



I, 2 3 1 ; a.mlf., el-Kâmil,



Muhtaşaru



2 2 7 , 330-331,



395;



Târihi Dımaşk,



V, 2 2 4 ; İbn S e y y i d ü n n â s ,



nul-eser,



İbn M a n z û r ,



II, 226-



Uyü-



Tarihi



tarları da 115.000.000 kadardı. İtibarî



I, 4 6 4 - 4 6 5 ; Kok-



değerleri ile hakiki değerleri arasındaki



in the British



( M e d i n e ) , VII, 3 1 0 - 3 1 1 , 317-



fark dolayısıyla hazineye 39.675.000 ku-



XXXI, s. 281 vd.; İsmail Galib, Takoîm-i



3 1 9 , 3 3 3 ; K. V. Z e t t e r s t e e n , "Beşîr", İA, II, 5 7 3 ; W. ' A r a f a t . " B a ş h ı r b . S a ' d " , El 2 (Fr.), I, 1109-



ruş gelir sağlanmıştı. Üç sene sonra yani II. M a h m u d ' u n cü-



S



r



BİBLİYOGRAFYA :



I,



II, 146-148; İbn Hacer, el-İsâbe,



1 5 8 ; a.mlf., Tehzîbü't-Tehzîb, sal, İslâm



c



ayarı binde 220-225 arasında idi. Mik-



M . YAŞAR KANDEMİR



.



n



BEŞUK II. M a h m u d zamanında çıkarılan ayarı çok düşük gümüş sikkelere verilen ad.



lusunun 25. senesine rastlayan 1248'de (1832) görülen lüzum üzerine, ayarı ön-



S. L a n e Poole, Catalogue



kûkât-ı



Museum,



Osmâniyye,



414-416;



Konstantiniye



Süleyman



Osmâniyye



of Oriental



üsûl-i



Sûdi,



ue Ecnebiyye,



Mes-



1307,



s.



Meskûkât-ı



İstanbul



56-63; H a s a n Ferid, Nakd



kukât,



Coins



L o n d o n 1883, VIII, rs.



ue İ'tibâri



1311,



s.



Mâlî Mes-



İstanbul 1330-33, s. 195-196; M . Belin,



Türkiye



İktisadî



Tarihi



Hakkında



Tetkikler



cekilerden daha düşük olmak üzere ikin-



(trc. M . Ziya), İstanbul 1931, s. 281 v d . ; Anis-



ci tertip beşlikler ile kısımları basıldı.



t a s el-Kermilî, Resâ'il



Bunların ayarı binde 170-175 raddele-



ue'l-İslâmiyye



rine indirilmiş ve öncekilerden ayrılabilmeleri için her iki yüzün kurdelesi altına



fi'n-nukûdi'T^Arabiyye



ue'ilmü'n-nümmiyyât,



Kahire



1939, s. 1 6 9 ; Pakalın, I, 2 1 1 ; W. L. Clark, The



Silver



Coinage



tinople,



Mahmud



II Struck



at



Constan-



New York 1950, s. 1 2 5 ; E k r e m Koler-



1245'te (1829) padişahın t a h t a çıkışı-



nokta konulmuştu. Çıkarılan meblağın



kılıç, Osmanlı



Para,



Anka-



nın 22. yılında hazineyi sıkıntıdan kur-



miktarı 245.000.000 olup hazineye sağ-



ra 1958, s. 1 2 5 ; Nuri Pere, Osmanlılarda



Ma-



t a r m a k gayesiyle, mevcut ayarı d ü ş ü k



lanan gelir 118.825.000 kuruştu. Nokta-



denî



m e s k û k â t * ı n bir kat daha ayarının dü-



lıların gerçek değeri 2 kuruş 23 para,



şürülmesine



noktasızların değeri ise 3 kuruş 10 para



ları, İstanbul 1970, s. 18, 49, 5 0 ; A r t u k , İslâmî Sikkeler



karar



verilerek yeni



bir



beş kuruşluk ile b u n u n kısımları olan



idi. Piyasada her ikisi de 5 kuruşa teda-



yüzlük (2.5 kuruş), kırklık (kuruş), yirmi-



vül ettiriliyordu. Bu beşliklerden yarı ya-



lik (yirmi paralık) ve onluk (on paralık) çı-



rıya bir gelir sağlandığını anlayan muh-



karılmasına başlandı. Bütün bunlar Darp-



tekirler bir taraftan taklidini yaparak



h â n e Emini Kazzâz Artin Çelebi'nin bu-



kalp paraları piyasaya sürmeye başlamış-



luşu idi. Bu gibi kara beşlikler eski ciha-



lar, diğer taraftan bazı sermayedarlar



diye beşliğinden daha küçüktü. 39 m m .



da yabancı ülkelerde aynı ağırlık ve ayar-



çapında ve 15.80 gr. ağırlığında olup ya-



da metelik m e s k û k â t bastırarak bun-



zı ve tuğranın etrafı kurdeleli bir dü-



ları Osmanlı ülkesine sokmuşlardı. Bu



ğ ü m l e bağlı bir hilâl ve dış tarafları da



d u r u m u tesbit eden h ü k ü m e t 1249'da



çiçekli bir su ile çevrilmişti. Cedîd beşlik-



(1833) sikkenin ıslahına karar vererek



ler ve kısımları II. M a h m u d ' u n t a h t a çı-



% 44 ayarında altılık, nısf ve rubu' adıy-



İmparatorluğunda



Paralar,



İstanbul 1968, s. 2 4 2 , 2 4 6 , 2 4 8 ,



2 4 9 , 2 5 0 ; Cüneyt Ölçer, Sultan



manında



Darp



Edilen



Kataloğu,



Madenî



II. ZaPara-



II, 6 8 3 ; " B e ş l i k " , İA, II,



B



F



Mahmud



Osmanlı



İBRAHİM A R T U K



BEŞLÜ



^



Sınır boylarındaki kale ve palankalarda muhafızlık yapan, gerektiği zaman akma giderek düşmanın durumundan hükümeti haberdar eden serhad kulu süvarilerinden bir sınıfın adı (bk. SERHAD KULU).



7



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEŞŞÂR b. BÜRD B E Ş Ş Â R b. B Ü R D ( JJİ



j i j ^ i )



Ebû Muâz Beşşâr b. Bürd el-Ukaylî (ö. 167/783-84) Şiirleri örnek (şâhid) olarak kullanılan son Arap şairi. Her ne kadar şiirlerinde Sâsânî hanedanı gibi köklü bir aileden geldiğini, Bizans İmparatoru Kayser'in dayısı olduğunu ileri sürüyorsa da İran'a bağlı Tohâristan'dan olan dedesi Yercûh, Mühelleb b. Ebû Sufre tarafından esir alınmış, babası Bürd de önce Mühelleb'in karısı Hîre el-Kuşeyriyye'nin, daha sonra Basra'da Benî Ukayl kabilesinden Ümmü'zZibâ adında bir kadının kölesi olmuştur. Beşşâr, babası henüz köle iken iki gözü kör olarak dünyaya geldi ve sahibesi tarafından âzat edildi. Çocukken kulağında küpe bulunduğu için kendisine "küpeli" anlamına gelen Ebû Riâs ( ) veya Mura"as ( ^ j * ) lakabı verilmiştir. Çocukluğunu Benî Ukayl kabilesi içinde geçirip sağlam bir dil öğrenen Beşşâr, on yaşlarında şiir söylemeye başladı. Gençliğinde Basra mescidlerindeki ilim meclislerine ve Merbid'deki edebî muhitlere devam etti. Vâsıl b. Atâ ve arkadaşları ile yaptığı görüşmeler sayesinde bunlardan öğrendiği fıkıh ve kelâm kendisinin ilmî ve fikrî alandaki gelişmesine yardımcı oldu. Ahtal, Cerîr b. Atıyye ve Ferezdak gibi hicviyeleriyle ünlü şairlerin döneminde yaşadığı için onların şiirlerinden etkilendi. Körlüğünün ve bir köle ailesinden gelmiş olmanın ezikliğini telâfi etmek ve hakir görülmenin meydana getirdiği intikam duygularını tatmin etmek için kendi kabilesini dahi hicvederdi. Bu yüzden Basralılar onun hicvine konu olmaktan daima çekinmişlerdir. Ukbe b. Selîm ve Hâlid b. Bermek dışında Ukayl kabilesinden methettiği herkesi hicvedecek kadar karakter zaafı göstermiş, bu iki kişi de verdikleri caizelerle kendilerini onun hicvinden kurtarabilmişlerdir. Epiküryen bir ahlâkı benimseyen ve bunu şiirlerinde terennüm eden Beşşâr, inanç açısından çeşitli mezhepler arasında bocalayıp durmuş, şiirlerinde Zerdüşt dinine temayülünden ötürü zındıklıkla suçlanmıştır. İlk zamanlar Mu'tezile ileri gelenleriyle düşüp kalkan ve onlardan ilim tahsiline çalışan Beşşâr, Hz. Peygamber'den sonra herkesin dalâlete düştüğünü iddia ederek halkı tekfire kalkışmış ve ateşin topraktan üstün olduğu gerekçesiyle Âdem'e secde etme-



yen şeytanı savunmuştur. Bunun üzerine Vâsıl b. Atâ onun zındık olduğunu ve öldürülmesi gerektiğini söylemiş, bu yüzden iki defa Basra'dan sürülmüş, ancak hasımlarının ölümünden sonra Basra'ya dönebilmiştir. Beşşâr mevâlî*den olduğu için Emevîler devrinde kendisine önem verilmemiş, ancak Abbâsîler'den Mehdî-Billâh ve veziri Hâlid b. Bermek zamanında itibar görebilmiştir. Halife Mehdî Beşşâr'ın müstehcen şiirler yazmasına engel olmuşsa da hiciv yazmasını önleyememiştir. Bu yüzden o sunduğu kasidesine ödül vermeyen vezir Ya'küb b. Dâvüd'u, hatta aynı sebeple Halife Mehdî'yi bile hicvetti ve bu hicviyesini nahiv âlimlerinden Yûnus b. Habîb'in meclisinde okudu. Bunu öğrenen Ya'küb b. Dâvûd, evvelce Beşşâr'ın zındık olduğuna ve öldürülmesi gerektiğine inandıramadığı Mehdî'yi bu konuda ikna etti. Hadiseyi bizzat tahkik etmek için Basra'ya hareket eden halife Batîha'da vakitsiz bir ezan sesi duydu. Bunu sarhoş olduğu için Beşşâr'ın yaptığını öğrenince kendisine had* cezası verilmesini emretti. Doksan yaşındaki şair on üçüncü (bir rivayete göre yetmişinci) sopada öldü. Onu halifenin bağışlayabileceğini düşünerek vezir Ya'küb b. Dâvûd'un öldürttüğü de rivayet edilmektedir. Beşşâr'ın ölümü halkı sevindirmiş, cenazesinde sadece zenci câriyesi bulunmuştur. Beşşâr büyük bir sanatkâr olarak "muhdesûn" diye bilinen yeni bir akımın kurucusu kabul edilmektedir. Nitekim Selm el-Hâsir (ö. 186/802) ile Müslim b. Velîd (ö. 208/823) üzerindeki tesiri açıkça görülür. Câhiliye şiirinde İmruülkays, İslâmî şiirde Kutâmî, kasidenin "matla"' bölümünü en başarılı bir şekilde söyleyen şairler olarak kabul edildiği gibi Beşşâr da bu konuda muhdesûn şairlerinin en başarılısı olarak ün yapmıştır. Böylece devrinde bir akım başlatan Beşşâr, şiir sanatında Müslim b. Velîd ile Ebû Temmâm'a örnek olmuş, konuşur gibi rahat şiir söyleyen bir üslûp ile de nesirde tekâmülün zirvesine çıkan Bedîüzzaman el-Hemedânî ile Harîrî'nin yetişmelerinde etkili olmuştur. Asmaî, akıcı üslûbu sebebiyle Beşşâr'ı Nâbiga ezZübyânî ile Meymûn b. Kays el-A'şâ'ya benzetir. Beşşâr şiiri günlük ihtiyaç haline getirmeyi başarmış; her mevzua yer verdiği şiirleri, o günün insanları için bir şevk veya teselli kaynağı olmuştur. Özellikle tasvirlerinde çok başarılı olan şair halkla iç içe olduğu için onları yakından



tanımış ve hayatlarını gözü görenlerden daha iyi bir şekilde tasvir etmiştir. Beşşâr'ın, Emevî devrinin büyük hiciv şairlerinden biri olan Cerîr b. Atıyye'yi sırf şöhret kazanmak maksadıyla hicvettiği rivayet edilirse de bu rivayetin, o dönemin şairlerinden olup Beşşâr'ı hicveden Cerîr b. Münzir es-Sedûsî ile Cerîr b. Atıyye'nin karıştırılmasından ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. O herkesi hicvettiği halde hicvedilmekten korkardı. Hatta kendisini hicvetmemesi için Ebü'şŞamakmak'a yılda 200 dirhem verdiği rivayet edilir. Birinci sınıf bir sanatkâr olmasına ve şiirlerini Arapça söylemesine rağmen daima İranlılar'ı metheder, Arap ırkını küçümserdi. Tamamlayamadığı şiirlerini hiçbir anlam taşımayan kelime ve yabancı isimlerle doldurduğu için büyük dil âlimlerinden Ahfeş el-Ekber ve Sîbeveyhi tarafından eleştirilmiş, buna karşılık Beşşâr da onları hicvetmiştir. Daha sonra bu iki âlim onun hicvinden kurtulmak için kendisini şiirleriyle istişhâd* edilen son şair kabul etmişlerdir. Beşşâr'ın şair olarak Mervân b. Ebû Hafsa'dan aşağı olduğu iddiası doğru değildir. Bizzat Mervân'ın, şiirlerini Beşşâr'a tashih ettirmesi de bunu göstermektedir. Diğer taraftan Mervân tarz ve üslûp olarak eskiye bağlı kaldığı halde Beşşâr şiirdeki klasik konuları aşıp devrinin yadırgadığı yenilikler vücuda getirmiştir. Kasideleri şekilce kusursuz olup recez*leri hemen hemen kaside kadar uzundur. Halka ve münevverlere farklı dillerle hitap etmiştir. Kendisi gibi â m â olan Ebü'l-Alâ el-Maarrî'ye hiçbir yönden benzemez; zira Maarri belli bir felsefenin sahibidir, Beşşâr ise bazı karışık fikirlere saplanmış şüpheci bir şairdir. Kimsenin kendisini anlamadığı iddiasıyla İslâmiyet'i küçümsemeye kalkışmıştır. Serbest ve lâubali oluşu sebebiyle müstehcen şiirler terennüm ederek diğer şairlere oranla halkın cinsî duygularını fazlasıyla tahrik etmiştir. Câhiliye devrinde ve İslâmî dönemde en çok şiir söyleyen üç şairden biri olan -diğer ikisi Seyyid el-Himyerî (ö. 173/789) ile Ebü'l-Atâhiye'dir (ö. 211/826)- ve 1200 kaside söylediğini bizzat ifade eden Beşşâr'ın İslâm'a karşı tavrı, sefahati, zındıklıkla itham edilmesi ve herkesi hicvetmesi sebebiyle şiirlerinin ancak bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Bunların bir bölümü tabakat kitaplarıyla antolojilerde bir araya getirilmiş, çok az bir kısmı da divan halinde toplanabilmiştir. Bazı şiirleriyle divanı neşredilmiştir: 1.



8



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BETTÂNÎ



min şi cri Beşşâr. Hâlidiyyân



el-Muhtâr



diye m e ş h u r olan ve bu isimle ortak kit a p yazan Ebû Bekir M u h a m m e d b. Hâşim (ö. 380/990) ile Ebû Osman Saîd b. Hâşim (ö. 371/981) adlı iki kardeşin yaptıkları bir derleme olup Ebû Tâhir İsmâil b. A h m e d et-Tücîbrnin şerhiyle birlikte M u h a m m e d Bedreddin el-Alevî tarafın-



BETTAN!



(



j t y



)



Ebû Abdillâh Muhammed b. Câbir b. Sinân er-Rakkı el-Harrânî (ö. 317/929) İslâm astronomlarının en büyüklerinden.



dan yayımlanmıştır (Kahire 1934). 2. Dî-



vânü



Beşşâr b. Bürd. M u h a m m e d Tâhir



b. Âşûr (ö. 1973) tarafından bulunarak şerhedilen divanı M u h a m m e d Rifat Fethullah ile M u h a m m e d Şevki Emîn gözden geçirerek yeni açıklamalar ilâvesiyle üç cilt halinde yayımlamışlardır (Kahire 1369-1376/1950-1957). Asıl divanın yarısı olduğu t a h m i n edilen ve ancak "ra" kafiyesine kadar olan kısmı ihtiva eden bu üç ciltte 6628 beyitten oluşan 255 kaside mevcuttur. Bunlara bazı ilâve ve açıklamalar getiren IV. cilt M u h a m m e d Tâhir b. Âşûr ile M u h a m m e d Şevki Emîn tarafından



hazırlanarak



neşredilmiştir



(Kahire 1966). BİBLİYOGRAFYA: İbn Kuteybe, eş-Şi cr ve'ş-şu'arâs.



643-646;



Ebü'l-Ferec el-İsfahânî, el-Eğhnî,



III, 135-250;



İ b n ü ' n - N e d î m , el-Fihrist, s. 181, 4 0 1 ; Hatîb, 7a-



rîhu



Bağdâd,



yât,



I, 2 7 1 - 2 7 4 ; İbn Kesîr, el-Bidâye,



VII, 112-118; İbn Hallikân, Vefe-



1 5 0 ; İ b n ü ' l - İ m â d , Şezerât,



X , 149-



I, 2 6 4 - 2 6 5 ; Abdül-



k â d i r el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb,



III, 230-232;



Me'âhidü't-



A b d ü r r a h î m b. A h m e d el-Abbâsî,



tanşîş



(nşr. M . M u h y i d d i n A b d ü l h a m î d ) , Kahi-



re 1367 / 1 9 4 7 , 1, 289-304; Sezgin, GAS, II, 455-



Târîhu'l-edeb,



4 5 7 ; Şevki Dayf,



Corc Gureyyib, Beşşâr h â el-Hâcirî, Beşşâr



b. Bürd,



Maârif); A b d ü l v e h h â b



devâvtn,



III,



b. Bürd,



201-202;



Beyrut, ts.; Tâ-



Kahire, ts. (Dârü'l-



es-Sâbûnî,



Şu'arâ 3



ve



Beyrut 1978, s. 1 2 4 - 1 3 0 ; B u t r u s el-



B u s t â n î , Üdebâ'ul-'Arab,



Beyrut 1979, II, 36-



5 9 ; Ö m e r F e r r û h , Târîhu'l-edeb,



II, 92-96; Hü-



seyin A t v â n , Şu'arâ'



ü'd-deuleteyn:



ye ue'l-'Abbâsiyye,



Beyrut 1981, s. 2 5 4 - 2 6 2 ;



el-Emeviy-



C. Z e y d â n , Adâb,



I, 3 6 3 - 3 6 6 ; A b d ü l f e t t â h Sa-



lih Nâfi', eş-Şûre



fî şi'ri



Beşşâr



m a n 1 9 8 3 ; ZiriklI, el-A clâm H a n n â el-Fâhûrî, el-Mûcez



târîhih,



b. Bürd,



Am-



(Fethullah), II, 5 2 ;



fi'l-edebi'l-'Arabî



ve



Beyrut 1985, II, 2 8 5 - 2 9 6 ; a.mlf., Târî-



hu'l-edebi'l-'Arabî,



Beyrut, ts.



(el-Matbaatü'l-



Bûlisiyye), s. 3 6 9 - 3 8 6 ; M u s t a f a eş-Şek'a, eş-



Şi'r



ue'ş-şu'arâ'



fi'l-aşri'l-'Abbâsî,



Beyrut 1986,



s. 9 9 - 1 6 8 ; [Abdülkâdir] el-Mağribî, " B e ş ş â r b. Bürd",



MMİADm.,



IX/12



(1929), s.



705-722;



M u h s i n Gıyad, " Ş û r e t ü B e ş ş â r b . B ü r d f î Kitâb i ' l - E ğ â n î " , MMİlr., X X (1970), s. 192-218; Ham î d M u h l i f el-Heytî, " B e ş ş â r b . B ü r d d i d e n " , Mecelletü



Müced-



Âdâbi'l-Müstansıriyye,



II, Mu-



sul 1977, s. 61-72; AndrĞ R o m a n , " U n P o e m e « O u v e r t » d e B a s s â r b. B u r d " , BEO, XXV (1978), s. 1 8 5 - 1 9 6 ; Faruk Ö m e r Fevzi, " B e ş ş â r b. B ü r d ve siyâsetü



c



a ş r i h " , el-Mevrid,



XVI/1, Bağdad



1 9 8 7 , s. 75-86; J . Hell, " B e ş ş â r b. B ü r d " ,



DMİ,



III, 6 4 8 - 6 5 0 ; TA, VI, 2 4 9 ; Kasım Kufralı, "Beşşâr b. B ü r d " , İA, II, 574-576; R. Biachâre, " B a s h s h â r b . B u r d " , El 2 (İng ), I, 1080-1082.



S



İsmi Batı'da Albetanius, Albategnus veya Albategni şeklinde anılır. Aslen Sâbiî bir ailenin çocuğu olup büyük bir ihtimalle III. (IX.) yüzyılın ilk yarısında Harran civarındaki Bettan'da doğdu. Nitekim Bettânî ve Harrânî nisbeleri de bunu göstermektedir. Sadece İbnü'n-Ned î m ' i n el-Fihrist'inde rastlanan Rakkî nisbesi ise hayatının büyük kısmını geçirdiği ve ünlü rasatlarını yaptığı Fırat'ın sol sahilindeki Rakka şehrinden gelmektedir. Doğum tarihi ve çocukluğu hakkında bilgi yoktur. İlk rasatlarını 264 (877) yılında yaptığı bilinmektedir,- o tarihte yirmi yaşında olduğu kabul edilirse yaklaşık 244'te (858) d o ğ d u ğ u söylenebilir. Babasının, İbnü'n-Nedîm tarafından zikredilen m e ş h u r astronomi aletleri ustası Câbir b. Sinân el-Harrânî olması mümkündür. Bettânînin künyesi kadar astronomi aletleri icat ve imal etmedeki mahareti de bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Hayatının sonraki dönemleri hakkında bilinenler de çok sınırlıdır. İbnü'nNedîm'in el-Fihrist'i ile İbnü'l-Kıftî'nin Târîhu'l-hükemâ* adlı eserinde onun geometri, teorik ve pratik astronomi ile astrolojide önde gelen bilginlerden ve meşhur gözlemcilerden biri olduğu; güneş ve ay gözlemlerine ait tablolar verip Batlamyus'un (Ptolemaios) el-Mecisff'sindeki bilgileri tashih ederek geliştirdiği ve yeni buluşlarını açıkladığı çok önemli bir zîc yazdığı; bu kitapta beş gezegenin hareketlerini ve bunlarla ilgili astronomik hesaplan verdiği; zîcinde bahsettiği gözlemlerin bir kısmını 2 6 7 (880) ve 287 (900) yıllarında yaptığı; Ca'fer b. MuktefTnin sorularına verdiği cevaplardan anlaşıldığına göre rasat faaliyetlerinin 264'te (877) başlayıp 306'ya (918) kadar devam ettiği; ayrıca zîcindeki sabit yıldız rasatlarını 299 (911) yılında yaptığı ifade edilmektedir. Anılan kaynaklarda Rakka ahalisinden Benî Zeyyât ailesinin uğradığı bir haksızlık yüzünden onlarla birlikte Bağdat'a gittiği ve sonra 317'de (929) memleketine dönerken Halife Mu'tasım tarafından yaptırılmış olan Kasrü'l-Cis'te vefat ettiği belirtilmektedir. İbn Hallikân ise Bettânî'nin ölüm yeri için Musul civarında bir şe-



hir olan Hadr'ı göstermekte, buna karşılık araştırmacı Nallino da Hadr ( j ) kelimesinin Ciss'in ) yanlış yazılmış şekli olduğunu ileri sürmektedir. Y â k ü t el-Hamevî'nin aynı yerden Kasrü'l-Hadr adıyla bahsettiği göz önüne alındığında Nallino'nun iddiasının tutarlı olduğu görünmektedir. Bettânfnin hayatı hakkındaki bu bilgilere, Antakya'da 23 Ocak ve 2 Ağustos 901 tarihlerinde bir güneş ve bir ay tutulmasını gözlemiş olduğu da ilâve edilebilir; bu gözlemlerden kendisi zîcinde bizzat bahsetmektedir. Eserleri. 1. Kitâbü'z-Zîc. el-Câmi' fî hisâbi'n-nücûm ve mevâzı'i mesîrihe'l-mümtehan adıyla da anılır. İbnü'nNedîm'in verdiği bilgiden, b u kitabın iki nüshasının bulunduğu ve ikincisinin daha geliştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. ez-Zlcü's-Sâbi 7"î adıyla da anılan ve astronomi ilmine büyük katkıları bulunan bu eser, Bettânî'nin Doğu ve Batı'da büyük bir şöhret olmasını sağlamıştır. Kitabın orijinal adı büyük ihtimalle İbnü'n-Nedîm ve İbnü'l-Kıftî tarafından zikredildiği üzere Kilûbuz-Zic'Ğir. Çünkü VII. yüzyıldan önce "astronomi tablosu" anlamında kullanılan zîc kelimesi daha sonraları "astronomi risâlesi" anlamında kullanılır olmuş ve eski yerini aslında "küçük akarsu" mânasına gelen cedvel kelimesine bırakmıştır. Kitâbü'z-Zîc'ın mukaddimesinde, kendinden öncekilerin çalışmalarında g ö r d ü ğ ü hata ve ihtilâflar yüzünden böyle bir kit a p yazmaya ihtiyaç duyduğunu ifade eden Bettânî, bu kitabında mevcut teori ve istidlalleri yeni gözlemlere d a y a n m a k suretiyle ıslah edip geliştirdiğini belirtmektedir. Bu arada şerh, tenkit, ıslah ve ilâvelerini kaleme almadan önce elMecistî'den yaptığı b ü t ü n iktibasları da büyük bir titizlikle kaydetmiştir. Elli yedi "bahis"ten meydana gelen bu eserin ilk bahislerinde pratik tarifler verilmiş ve problemler ortaya konulmuştur. Bettânî 3. bahiste kendi trigonometrik fonksiyonlar teorisini geliştirmiş, 4. bahiste kendi gözlemlerini vermiş, 5-26. bahislerde çoğu astrolojik yorumların izahı için tertiplenmiş olan pek çok küresel astronomi problemini etraflı şekilde ve büyük bir vukufla m ü n a k a ş a etmiş, bu arada da ortografik projeksiyon prensiplerine dayanan yeni düşüncelerini açıklayıp küresel trigonometriye yeni çözümler getirmiş ve ayrıca ilim âlemine küresel trigonometrinin temel teoremlerinden olan "kosinüs teoremi" gibi çok önemli bir yenilik kazandırmıştır. Bat-



CEMAL MUHTAR



9



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BETTÂNÎ lamyus'un güneş, ay ve gezegenlerin ha-



si için de 66 yılda 1 derece değerini bul-



dar C. A. Nallino, bu eserde Bettânî'nin



reketlerine dair teorisi 27-31. bahisler-



m u ş ve tropik seneyi 365 gün 5 saat 46



asıl gayesinin astrolojide kullanılan de-



de ele alınmış, 32. bahiste çeşitli tak-



dakika 24 saniye olarak hesaplamıştır



lilleri (heylâc) m a t e m a t i k yöntemiyle te-



vimlerle bunların her birindeki tarihle-



ki bu değer de 365 g ü n 5 saat 4 8 daki-



mellendirmek olduğunu söylüyorsa da



rin diğerlerine çevrilmesi anlatılmış, 33-



ka 46 saniye olan gerçek değere çok



(bk. İA, li, 577) gerçekte onun gayesi en-



48. bahislerde tabloların kullanılışları ta-



yakındır. Bettânî'nin diğer önemli keşif



lemlerin 0°'den 36°'ye kadar değerleri-



rif edilmiş, 49-35. bahislerde astroloji-



ve başarılarından bazıları da şunlardır:



ne tekabül eden doğuş (metali') cedvel-



nin esas meseleleri ele alınmış, 56. ba-



Ayın boylamda ortalama hareketinin tes-



lerini hazırlamaktır. Dolayısıyla astrolo-



histe bir güneş saatinin, 57. bahiste ise



biti, güneş ve ayın görünür çaplarının öl-



jiden çok astronomiye dair bir eserdir.



bazı astronomi aletlerinin yapımı anla-



çülmesi ve güneşinkinin bir yıl, ayınki-



Şu hususa da işaret e t m e k gerekir ki



tılmıştır.



nin ise anomal ay zarfında değişimleri-



Bettânî'den önce Habeş el-Hâsib'in yaz-



nin bulunması, bu buluşlardan hareket-



mış olduğu zîcde bu cedvel yoktur, an-



Batlamyus kinematiğine karşı genelde açık bir tenkit tavrı t a k ı n m a m ı ş ol-



le Batlamyus'un imkânsız dediği halka



cak Bettânî'den sonra yazılan zîclerde



makla birlikte Bettânî, Batlamyus'un or-



şeklinde güneş tutulmasının



mümkün



görülmektedir. Bunun müstakil bir eser



taya koyduğu pratik sonuçlar hakkında



olduğu sonucunun çıkarılması ve ayın



olduğu dikkate alınırsa büyük bir ihti-



ciddi bir şüphenin delillerini ortaya ko-



t u t u l m a derecesinin hesabı için çok sağ-



malle cedvellerin doğuşun derece ve da-



yarak onun güneş apojesinin veya eklip-



lam bir m e t o d u n geliştirilmesi.



kikalarına göre tertip edilmiş olması ge-



tik eğiminin değişmezliği iddiası gibi ya-



Astronomi ve küresel trigonometrinin



rekir. Nitekim bugün modern astronomi-



h u t gezegen hareketlerinin ana para-



gelişmesinde çok büyük rol oynayan bu



de "râduction â l'equateur" (muaddilü'n-



metrelerinde yaptığı yanlışlıklar gibi pek



kitabın önemi yazılışından üç asır sonra



nihar) adıyla aynı türden cedveller kulla-



çok hatasını bazan açıkça, bazan da zım-



Batı'da da anlaşılmış ve eser XII. yüz-



nen düzeltmiştir. İslâm astronomları ek-



yılda Robertus Retinensis ve Plato Ti-



liptik eğiminin değişimi konusuyla hay-



bastinus tarafından Latince'ye tercüme



ret verecek kadar erken tarihlerde ilgi-



edilmiştir. İlk tercüme kaybolmuşsa da



nılmaktadır. 3. Risâle fî tahkiki akdâri'l-ittişâlât. 4. Şerhu'l-makâleti'l-erba'a İi-Baüamyûs (son üç eser için bk. GAS, VI, 187; VII, 160; A. C. Beitia, s. 41). Kaynaklarda Bettânî'ye isnat edilen daha başka eserler varsa da bunların ona ait olduğu şüphelidir.



lenmeye başlamışlardır. Bu değişimin yıl-



Plato'nun tercümesi sonradan tablola-



da 0,5 saniye mertebesinde pratik de-



rı çıkarılarak 1537'de Nürnberg'de ve



ğeri olmayan bir farkla vuku bulduğu



1645'te Bologna'da iki defa basılmıştır.



söylenirse bu bilginlerin ilmî dikkat ve



Ayrıca İspanya Kralı Alfonso el Sabio'-



hassasiyetlerinin derecesi daha iyi anla-



nun emriyle yine XII. yüzyılda Arapça as-



şılmış olur. Bettânî'nin bu konudaki ça-



lından İspanyolca'ya da tercüme edil-



Sâid el-Endelüsî, Tabakâtü'l-ümem,



lışmaları ne ilktir ne de bir istisnadır.



miştir. Bu tercümenin eksik bir nüshası



hakl, Tetimme,



Fakat onun modern formüle t a m anla-



halen Paris'te Bibliotheque de l'Arse-



mıyla uyan 23° 35' değerini bulurken ta-



nal'de m u h a f a z a edilmektedir. Arapça



lam, A n k a r a 1960, s. 96-98; S a r t o n ,



kip ettiği yolu dikkatle anlatması önem-



aslı Escurial nüshası esas alınarak C. A.



tion, 1, 6 0 2 - 6 0 3 ; Sezgin, GAS, V, 2 8 7 - 2 8 8 ; VI,



lidir. Bettânî, Kitâbü'z-Zie'in



Nallino tarafından Latince tercümesi ve



28. bah-



sinde d ö r t mevsimin uzunluklarını tes-



açıklamalarla birlikte neşredilen (Al-Bat-



bit için yaptığı gözlemleri anlatmakta-



tânı şive Albaterıii Opus Astronomicum, ad fidem Codicis Escurıalensis Arabice editum, latine uersum, adnotationıbus instructum, 1-I1I, Milano 1899-1907, Hildesheim-New York 1977) Kifâbü'z-Zîc'in İbrânîce ve Grekçe'ye tercüme edilip edilmediği belli olmamakla birlikte yahudi ve Bizanslı yazarlar üzerinde büyük etki bıraktığı anlaşılmaktadır. Çünkü kaynak göstererek veya göstermeden, lâyık old u ğ u krediyi vererek veya adını hiç anm a d a n ondan faydalanan pek çok Ortaçağ yahudi ve hıristiyan bilginin varlığı bilinmektedir. Bu etki XVII. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Copernicus'un Bettânî'ye ne kadar çok şey borçlu olduğu, Tycho Brahe'nin çeşitli eserlerinde ve G. B. Ricioli'nin Yeni Almagest adlı kitabında Kitâbü'z-Zic'den ne kadar çok iktibas yaptıkları, Kepler ve Galileo'nun da Bettânî'nin gözlemleriyle yakından ilgilendikleri bilinmektedir.



dır. Bettânî bu gözlemlerden faydalanarak Hipparkhos tarafından milâttan önce 140'ta 65° 30' bulunan güneş apojesinin büyüyerek 82° 17'ya ulaştığını, aksantrisitesinin ise 2 P 2 9 ' 30'den 2 P 4 ' 45"ye d ü ş t ü ğ ü n ü tesbit etmiştir (1p yarı çapın 1/60'ıdır). Bettânî'den önce Sâbit b. Kurre de (veya Benî Mûsâ) güneş apojesini 82° 45' olarak tesbit etmiş ve Hipparkhos'un değeri ile karşılaştırıp 66 yılda 1 ° değiştiğini hesaplamış ve Batlamy u s ' u n kendi zamanında



Hipparkhos'u



tekit eden 65° 30' değerini b u l m u ş olmasının imkânsızlığını belirtmiştir. Leverrier formülü, Sâbit b. Kurre'nin değerine karşılık 82° 50' 22", Bettânî'ninkine karşılık 83° 4 5 ' 1 0 ' değerini vermektedir. Bettânî'nin güneş yörüngesinin eksantrisitesi için bulduğu 2 P 4 ' 4 5 ' değeri modern anlamda 0,017326'ya tekabül eder ve bu değer 880 senesi için bulunan 0,016771 değerine çok yakındır. Bettânî itidal noktalarının gerileme-



2. Kitâbü



fîmâ



beyne



Ma'rifeti c



erbâ i'l-lelek.



BİBLİYOGRAFYA: İ b n ü ' n - N e d î m , el-Fihrist



c



ulemâ',



( T e c e d d ü d ) , s. 3 3 8 ;



s. 3 3 ; Bey-



s. 15-16; İbnü'l-Kıftî.



s. 184-185; Suter, Die



ihbârul-



Mathematiker,



s. 45-47; Aydın Sayılı, The Obseruatory



in isIntroduc-



182-187; VII, 158-160; Ali A b d u l l a h ed-Deffa',



'ulemâ'i'l- cArab



Eseru uüri



c



ilmi'l-felek,



ue'l-müslimîn



C. A. R o n a n , The Cambridge



of the



fî tetau-



Beyrut 1401 / 1 9 8 1 , s. 43-52;



World's-Sciences,



Hlustrated Cambridge



208-211, 2 2 4 ; Ebü'l-Kâsım Kurbânı,



me-i Riyâzîdânân-ı s. 1 4 4 - 1 4 6 ; A n g e l



History 1984, s.



Zindegînâ-



Deure-i İslâmî, Tahran 1365, Cortabarria



Beitia.



"Deux



sources a r a b e s d e S. A l b e r t — L e - G r a n d ; al B i t r u j i et a l - B a t t a n i " , MIDEO,



XV (1982), s. 31-



5 2 ; C. A. Nallino. " B e t t â n î " ,



İA, II, 5 7 7 - 5 7 8 ;



a.mlf., " a l - B a t t â n ı " , El 2 (İng.), I, 1104-1105; Tİ, III, 1 8 3 - 1 9 2 ; Willy H a r t n e r , " a l - B a t t â n i " , I, 5 0 7 - 5 1 6 .



DSB,



m HIL



FERRUH



MÜFTÜOĞLU



BETTI



R



N



( ^ ) Ebü'l-Hasen Ahmed b. Alî el-Bettî (ö. 405/1015)



L



Abbasî saray çevresinde mizah ve nüktedanlığı ile ün yapan kâtip ve şair.



J



Bağdat'a bağlı büyük bir kasaba olan Bet şehrinde doğdu. Gençlik yılları ve



metâli ci'l-bürûc



yetişme tarzı hakkında geniş bilgi yok-



Her ne ka-



tur. Bağdat'ta a h b â r * ve edebiyatla bir-



10



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' likte Kur'an ve hadis tahsili yaptı ve bu



r



BETÜL



ilimlerde geniş bilgi sahibi oldu. Hâmisi Halife Kadir-Billâh'm (991-1031) hizme-



( 4* )



tine girip divanda kâtiplik, posta ve ha-



Hz. Meryem ve Hz. Fâtıma için kullanılan "iffetli ve namuslu kadın" anlamında bir sıfat (bk. FÂTIMA; MERYEM).



berleşme idareciliği gibi görevler üstlendikten sonra geniş edebî kültürü, hat sanatındaki mahareti, m e k t u p ve şiir yazmadaki kabiliyeti ile kısa z a m a n d a



H



la, gölgeliklere (İbn Mâce, "Tahâret", 21), hayvanların barınabileceği yuvalara (Ebû Dâvûd, "Tahâret", 16; Nesâî, "Tahâret", 129) bevledilmesini yasaklamıştır. Bevledecek kişi bulunduğu yere göre üzerine idrar sıçramaması için gerekli tedbirleri almalı ve kıbleye karşı d u r m a m a y a da



J



şöhrete kavuştu. Fevkalâde zeki, nükte-



dikkat etmelidir (Müslim, "Tahâret", 57; Tirmizî, "Tahâret", 6). İmam Mâlik ve Şâ-



dan ve hazırcevap olduğundan üstün bir



fiî, kapalı yerlerde bevledilmesi halinde



BEVL



mizah kabiliyetine sahipti. Yaptığı nük-



( 4*» )



telerle insanları güldürür, etkileyici üs-



kıbleye dönmenin sakıncalı J



lübuyla dargınları barıştırırdı. Mizah ve



olmadığını



söylemişlerdir. Bazı âlimler Hz. Peygamber'in uygulamasına dayanarak bir ma-



nüktedanlıktaki maharetinin yanı sıra



Arapça'da idrarın karşılığı olup dinen



mûsiki sahasında da geniş bilgi sahibi



pis maddelerden (necaset*) sayılmıştır.



hoş karşılamamışlardır. İmam Mâlik üze-



idi. Bütün muganniyeleri, söyledikleri şar-



Hz. Peygamber müslümanların bevl hu-



rine sıçratmamak şartıyla ayakta bevlet-



kıların şairlerini ve bunların



susunda hassas davranıp bunu elbise



m e d e bir m a h z u r bulunmadığını, ancak



ve vücutlarına bulaştırmamalarını em-



sıçratma söz konusu ise bunun mekruh



mânaları



hakkındaki rivayetleri bilirdi.



zeret olmadıkça ayakta



Devlet adamlarının sohbet ve eğlence



retmiş, kabir azabının daha çok idrar-



olduğunu belirtmiştir.



meclislerinde Bettî mutlaka bulunurdu.



dan s a k ı n m a m a k t a n d o ğ d u ğ u n u belirt-



BİBLİYOGRAFYA:



Bu sebeple kendisi devlet ricalinin ya-



miştir (Buhârî, "Vudû 3 ", 55, 56; Müslim,



kın ilgi ve ihsanlarına m a z h a r olmuştur.



"Taharet", 111).



Büveyhî hânedanı çevresinde de zekâsı ve nüktedanlığı ile temayüz etmişti. Nit e k i m Emîr Bahâüddevle'nin dostluk ve iltifatını. Vezir Fahrülmülk Ebû Gâlib b. Halefin de takdirini kazanıp ihsanlarına nâil olmuştu. Ebû Ali el-Hâtimî, Bett î n i n hasletlerine dair el-Muğassel



adıy-



la bir kitap yazmıştır (Ömer Ferrûh, 11, 571). Şiirleri lafız, m â n a ve sanat bakımınd a n orta seviyededir. Şiirlerini irticâlen söyler, iyi bir râvi olmasına r a ğ m e n güçlü şairleri taklit ederek şiirini düzeltme



Küçük bir çocuğa da ait olsa insan id-



bevledilmesini



B u h â r î , " V u d û 3 " , 11, 55, 56, 59, 60, 66, 68, " C i h â d " , 3 7 ; M ü s l i m , " T a h â r e t " , 57, 59, 73, 94-96, 101, 1 1 1 ; İbn M â c e , " T a h â r e t " , 13, 14, 17, 21, 25, 26, 177, "Tıb", 3 0 ; E b û Dâvûd, "Ta-



rarının necis olduğu ve temizlenmesi ge-



h â r e t " , 4, 9, 11, 16, 36, 135, 136, " H u d û d " , 3 ;



rektiği noktasında fikir birliği içinde bu-



Tirmizî, " T a h â r e t " , 5-8, 51, 53, 55, 112, 154,



lunan İslâm âlimleri, sadece anne sütü



" E t ' i m e " , 3 8 ; Nesâî, " T a h â r e t " , 16, 18, 24, 26,



ile beslenen bebeklerin idrarının nasıl



45, 129, 139, 188-190, " C e n â ' i z " , 116, "Tah-



temizleneceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şâfiî ve A h m e d b.



r î m ü ' d - d e m " , 7 ; Serahsî, el-Mebsüt,



I, 5 4 - 5 5 ;



Kâsânî, Bedâ'C,



Bidâyetü'l-



müctehid,



I, 8 8 ; İbn R ü ş d ,



I, 7 0 ; İbn K u d â m e , el-Muğrıî



râs), I, 39-41, 162-165; II, 86, 88, 89, 91, 92,



âlimler bebeklerin idrarı ile kirlenen yay-



96, 9 7 ; a.mlf., el-Kafî



gı ve elbisenin kirlenen yere sadece su



Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , I, 8, 9, 50, 51, 86, 9 1 ; Ne-



serpmek gibi basit usullerle temizlenebileceğin! söylemişlerse de Hanefî ve



vevî, Şerhu



Müslim,



(nşr. Z ü h e y r eş-Şâvîş), III, 154,



1 9 5 ; İbn Kayyim el-Cevziyye,



kı'în,



II, 61-62; Aynî,



165, 166,



c



CJmdetul-kârî,



1 3 9 2 / 1 9 7 2 , III, 1 0 ; el-Fetâua'l-Hindiyye,



d u ğ u gibi bunların da ancak yıkanarak



Şevkânî,



da (Mart 1013) ö l d ü ğ ü söylenmekte ise



temizleneceği görüşünü benimsemişler-



Reddü'l-muhtar,



de Hatîb el-Bağdâdî onun 20 Şâban 40S



dir.



da Mu'tezilî olan Bettf nin 403 Şabanın-



(13 Şubat 1015) tarihinde vefat ettiğini belirtmektedir. Kaynaklarda Bettî'nin, muhtevaları bi-



Mâlik, Ebû Hanîfe'nin talebesi İmam Mu-



linmeyen, ancak biyografik mahiyette ol-



h a m m e d ve A h m e d b. Hanbel eti yenen



Kitâbü'l-Kadiri, Kitâbü'l- cAmîdî ve Kitâbü'l-Fahrî adlı üç eser kaleme aldığı zikredilmektedir. Fakat bu eserleri g ü n ü m ü z e kadar ulaşmamıştır.



hayvanların bevlinin temiz olduğunu söy-



BİBLİYOGRAFYA: Tenûhî,



lemişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe ve Ebû



Bağdâd,



IV, 3 2 0 ; İb-



(bk. KAPICI).



2 5 4 - 2 7 0 ; a.mlf.,



I, 7 1 ; Ziriklî,



Mu'cemul-



d u r u m u n d a özürlü sayılırlar ve abdest



Türkmenler'de beg (bek). Doğu Türk-



IX, 2 5 1 ;



konusunda özel hükümlere tâbi olurlar



çesi'nde big, Kazaklar'da bî veya bîy şek-



(bk. ÖZÜR).



linde kullanılan bu eski Türk unvanı Os-



el-A'lâm,



H a s a n a l - B a t t ı " , El 2 Suppl. S



manlı Türkçesi'nde bey şeklini almıştır.



I, 3 1 9 ;



Hz. Peygamber, insan ve hayvan sağ-



II, 5 7 1 ; E d „ " A b u ' l -



lığı için zararlı olabilecek yerlere, mese-



İlk defa Orhun kitabelerinde ve Uygur



(İng.), s. 23.



lâ durgun suya (Buhârî, "Vudû 5 ", 68; Müs-



metinlerinde rastlanılan bu kelime, bir-



MUSTAFA KILIÇLI



lim, "Taharet", 94-96), su kaynağına, yo-



çok Doğu ve Batı kaynaklarının verdiği



I, 1 6 5 ; K e h h â l e , Mu'cemül-mü'ellifîn, Ö m e r Ferrûh, Târîhu'l-edeb,



Türkler'e ait eski bir unvan.



lar, bu halin kendilerinde sürekli olması



I, 1 2 0 ; Safedî, el-Vâfî, VII, 231-



2 3 4 ; Hediyyetü7-'ârifîn,



BEY



Mu'ce•



VII, 2 6 3 ; Y â k û t ,



I, 3 3 4 ; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,



a.mlf., el-Lübâb,



r



câset-i hafîfe saymışlardır.



rahatsızlıktan dolayı idrarını tutamayan-



büldân,



(bk. K E V N ) .



sunda eti yenen hayvanların bevlini ne-



eş-Şâlecî), Kahire 1 3 9 1 - 9 3 / 1 9 7 1 - 7 3 , IV, 2 5 6 ; nü'l-Cevzî, el-Muntazam,



YARAN



BEVN-KEVN



BEVVÂB



tin bozulmasına sebep teşkil eder. Bir



mü'l-üdebâIII,



I, 101-104.



Yûsuf sadece namaza engel olma konu-



Abbûd



V, 2 2 4 , 2 2 5 ; Hatîb, Târîhu



(nşr.



I, 4 6 ;



İbn ÂbidTn,



RAHMI



r



Kahire



I, 2 1 0 , 305, 3 1 8 ; Cezîrî, el-



Mezâhibü'l-erbaea,



Miktarı ne olursa olsun idrar abdes-



Nişoârü'Tmuhâdara



I, 61-62;



Hanefî ve Şâfiî fakihleri bütün hayvanların bevlini necis kabul ederken İ m a m



dukları t a h m i n edilen



üeylü'l-eutâr,



187,



İ"lâmü'l-muuak-



Mâlikî bilginleri büyüklerin idrarında ol-



yoluna gitmezdi. Fıkıhta Hanefî, itikad-



(Her-



Hanbel'in de aralarında bulunduğu bazı



11



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' bilgilere göre çeşitli Türk devletlerinde,



artmış ve emîr karşılığı beg daha çok



tir. XIX. yüzyılda İran'da Kaçarlar Dev-



gerek Müslümanlığın kabulünden önce



kullanılır olmuştur (ulus begi, tümen be-



leti'nin askerî teşkilâtında da big-zâde



gerekse m ü s l ü m a n oluşlarından sonra



gi, min begi, yüz begi ve on begi gibi).



bir unvan olarak kullanılmıştır.



unvanını taşıyan bir kısım subaylar yük-



Birtakım küçük Türk sülâlelerine men-



sek ailelere mensup oldukları için bu unvanı almışlardı.



Altay dilleriyle uğraşan ilim adamları



sup h ü k ü m d a r l a r ve prensler daha çok



beg unvanı ile begi (Moğol), bögin (Jüçen)



emîr ve beg unvanlarını kullanmışlardır.



ve beyle (Mançu) unvanları arasında ke-



Osmanlılar'm ilk hükümdarları, Anadolu



I, 2 9 7 vd.;



Doerfer,



sin bir m ü n a s e b e t b u l u n d u ğ u n u söyler-



beylikleri (meselâ Aydınoğulları'nda sü-



TMEN, II, 377-379, 389-413; R â s â n e n ,



Versuch,



s. 6 7 ; Clauson, Dictiorıary,



ler. E. Blochet'den W. Kotvvicz'e kadar



lâlenin büyük reisine "ulu beg" denilmesi



çeşitli dilcilerin b u n u n Çinliler'deki pek



gibi), Karakoyunlu ve Akkoyunlu hüküm-



unvanından alındığını iddia etmelerine



darları da hep beg unvanını taşımışlar-



lügati't-Türk,



s. 322-323; M u h a m -



m e d b. Hüseyin el-Beyhakî, Târih, Tahran 1 3 0 9 hş., I, 4 2 0 ; K. Lokotsch, Etymologisches



terbuch



der europâischen



Wörter



Wör-



orientalischerı



dır. XIV. yüzyılda



baga yani "tanrı" kelimesinden alınmış



Cengiz soyuna m e n s u p olan Timur'un



m a n n , Hofsprache



olması ihtimalini ileri sürenler de var-



bile emîr veya beg unvanını tercih ettik-



van Opstellen 1929, s. 2 2 3 ; Gy. N e m e t h , A Hon-



dır. Menşei ne olursa olsun bu unvanın



leri görülmektedir. XV. yüzyılda Timur-



önce Türkler tarafından kullanıldığı, di-



lular da aynı geleneği devam ettirmiş-



ğer Altay kavimlerinin de büyük bir ih-



lerdir. Beg kelimesi unvan olarak daima



h a n F. K ö p r ü l ü ) , İstanbul 1981, s. 46-54; a.mlf..



timalle bunu Türkler'den aldıkları söy-



ismin sonuna geldiği halde bunun yeri-



"Bey", İA, II, 5 7 9 - 5 8 1 ; K. Kadlec,



lenebilir.



ne Arapça'sı kullanıldığı zaman başa ge-



â l'etude



tirilmiş (Ali Şîr Beg gibi veya Mîr Ali Şîr),



slaues,



Kelime Göktürkler devrinde kabile vedaha büyük toplulukların başında bulunanların taşıdıkları bir unvan olup han



hatta



Dîuânü



karşılık, Sâsânî hükümdarlarına verilen



ya çeşitli kabilelerden meydana gelmiş



Celâyirliler'in,



BİBLİYOGRAFYA:



ancak birleşik özel isim olunca ismin ba-



Ursprurıg,



foglao



Heidelberg 1927, s. 2 4 ; C. Brockel-



Magyarsag



in Alttürkestan, Kialakulasa,



B u d a p e s t 1930,



s. 2 1 2 ; M. Fuad K ö p r ü l ü , Bizans



nin



Osmanlı



Müesseselerine



Comparatiue



Verzameling



MüesseseleriTesiri (nşr. Or-



de l'histoıre



Introduction des



Peuples



Paris 1933, s. 6 8 ; B. Y. Vladimirtsov,



Moğolların



İçtimaî



Teşkilâtı,



Leningrad



1934;



A. Belin, " N o t i c e sur les C h r e s t o m a t h i e s Orien-



şına getirilmiştir (Beg Tegin, Beg Timur



tales", JA, sy. 2 (1842), s. 3 8 ; E. Blochet, "Intro-



gibi).



duction a l'histoire des Mongols",



GMS,



XII



(1910), s. 9 2 ; W. Kotvvicz, " C o n t r i b r e t i o n s a u x



veya k a ğ a n unvanından daha aşağıdır.



Hint yarımadasında Türk-Moğol nes-



Kırgızlar'ın reisi Barsbay'a Göktürk hü-



linden gelenler asalet gereği isimlerinin



talia, Vilno 1920, nr. 2, s. 38-54; Ch. S a m a r a n ,



kümdarı tarafından kağan unvanının ve-



sonuna beg kelimesini eklerler. Bunun



" B a y " , El 2 (tng.), I, 1 1 1 0 - 1 1 1 1 ; L. Bazın -



rilmesi de bu görüşü doğrular. Orhun



müennesi de Hindistan-Türk sarayların-



Bovven. " B e g or B e y " , a.e., I, 1159.



kitabelerinde bu m e f h u m asiller sınıfı-



da b e g ü m olarak geçer. Bununla birlik-



nı ifade etmektedir. H ü k ü m d a r ailesine



t e beg kelimesinin kadın isimlerinde de



m e n s u p prensler bu zümreye girdikleri



kullanıldığı görülür (İlhanlı Hükümdarı 01-



gibi herhangi bir nüfuz ve yetki sahibi



caytu'nun kızı Satı Beg Han gibi).



olan memurlar da bu unvanı alırlar. Proto Bulgarlar, Uygurlar ve Hazarlar'da da



Beg unvanı Safevîler devrinde



e t u d e s a l t â u g u e s " , A. B. Collectornea



S



eski



önemini kaybetti. Safevî hükümdarları



bu unvanın mevcut olduğu bilinmekte-



"şah" unvanını kullandıklarından yalnız



dir.



kabile reisleri ve yüksek m e m u r l a r beg



ORHAN F. KÖPRÜLÜ



Tunus'ta XVII. yüzyıl başlarından 1957'ye kadar h ü k ü m süren mahallî valilerin unvanı.



J



Devletin



Tunus XVI. yüzyılda, artık iyice zayıf-



ra da bu unvan yaklaşık aynı mefhum-



layan Hafsî hânedanı zamanında İspan-



ları koruyarak devam etmiştir. Karahan-



da ü s t ü n d e olarak "han" unvanları ve-



yollar tarafından işgal edildi. Bunun üze-



lı Devleti'nin büyük memurları da bu un-



rilmeye başlandı. Beylerbeyi unvanı ge-



rine İslâm dünyasını temsil eden Osman-



vanı taşıyordu (Semerkant Hükümdarı Ali



rek Anadolu Selçukluları ve İlhanlılar-



lı Devleti 1574'te Vezir Koca Sinan Paşa



Tegin'in kethüdâsı Mahmud Beg gibi). Sel-



da, gerekse Osmanlılar'da önemini uzun



serdarlığında ve Kılıç Ali Paşa kumanda-



çuklu İmparatorluğu'nu kuran ilk Oğuz



süre korudu. XIX. yüzyılda "devlet mü-



sında bir d o n a n m a göndererek Tunus'u



reisleri de önceleri sadece beg unvanı-



teahhidi" mânasına gelen beylikçi keli-



İslâm birliğine dahil etti. Böylece Kuzey



na sahiptiler (Tuğrul Beg gibi). XI ve XII.



mesi, sadâret dairesinin büyük memu-



Afrika'nın bu bölgesi ikinci bir Endülüs



yüzyıllarda Oğuz ve Karluk kabile reisle-



riyeti olarak Osmanlı Devleti'nin yıkılışı-



olmaktan kurtarıldı. Sinan Paşa İstan-



ri de beg (Lâçin Beg, Tûtî Beg) unvanını



na kadar devam etmiştir.



bul'a dönerken Tunus'ta 4000 yeniçeri



taşıyorlardı. XI. yüzyılda Karahanlılar'da



başladılar.



H.



ileri gelenlerine ise önce "sultan" ve onun



Türkler'in İslâmiyet'i kabulünden son-



unvanını taşımaya



L



Orien-



II. Meşrutiyet'ten sonra orduda bin-



bıraktı. Her 100 yeniçerinin başında bir



lugâ-



başı ile miralay (albay) rütbesi arasında



bölükbaşı bulunuyordu. Bu bölükbaşılar



ti't-Türk, I, 297 vd.) begin küçültmeli şek-



görev yapan subaylar bey unvanı ile anı-



Tunus divanının tabii üyesi idiler. Tunus



lidir.



lırdı. Cumhuriyet devrinde 26 Kasım 1934



eyaletinin başına beylerbeyi olarak Ko-



görülen begeç unvanı da (Dîuânü



Büyük Selçuklular'dan itibaren çeşitli



tarih ve 5290 sayılı kanun gereğince çe-



ca Haydar Paşa, Tunus için sancak beyi



Türk devletlerinde beg unvanı Arapça



şitli unvanlar gibi bey unvanı da kaldı-



sayılabilecek emîrü'l-evtânlığa da Rama-



kullanılmıştır;



rılmıştır. Bununla birlikte konuşma ve



zan Bey tayin edildi. Emîrü'l-evtânm baş-



"emîrü'l-cüyûş" yerine "cüyûş begi", "emî-



yazışmalarda bey kelimesi bugün de kul-



lıca görevi taşrada asayişi s a ğ l a m a k ve



rü'l-ümerâ" yerine "beglerbegi" gibi. İl-



lanılmaktadır.



vergileri toplamaktı.



"emîr"



karşılığı



olarak



hanlılar ve Altın Orda'da k o n u ş m a dili-



Bey kelimesi Osmanlı hâkimiyetinden



Osmanlı devlet merkezinden çok uzak



nin resmî dil üzerindeki tesiri daha da



sonra çeşitli Balkan dillerine de girmiş-



olan Tunus'ta kendi başlarına kalan bö-



12



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' lükbaşıların, emirleri altındaki yeniçeri-



BİBLİYOGRAFYA:



nin bu alışveriş türlerini ilke olarak red-



lere çok sert davranmaları ve keyfî ha-



BA, MD, nr. 17, 21, 23, 24; BA, HH, nr. 22558D,



detmiş, Hz. Peygamber'in



reketleri yüzünden bir cuma g ü n ü divan



2 2 5 5 8 E , 2 7 1 4 4 , 4 8 7 6 1 ; İbn E b û Dînâr, el-Ma-



nis fî ahbâri



İfrîkıyye



ve Tûrıis, T u n u s



toplantısını basan yeniçeriler b ü t ü n bö-



s. 179-246; Hüseyin Hoca, Beşâ'iru



lükbaşıları öldürdüler (Ekim 1591). O sı-



bi-fütûhâti



rada Tunus valisi bulunan Hüseyin Paşa



Âli



c



Osmârı,



T u n u s A h m e d i y e Ktp.,



nr. 6 5 5 4 , tür.yer.; a.mlf., Zeylü



îmân



bi-fütûhâti



Âli'Osman,



Beşi"iri



ehli'l-



T u n u s 1326, s. 3



Kur'ân-ı Kerîm'de bey', teknik bir te-



1964-65, II, 2 8 ; III, 1 9 3 ; M u h a m m e d Sagîr b.



işlemleri kapsayabilen genel bir anlama



mülûki



Tûnis



ve



ehli'z-zamân



c



ahdi'Temân,



Y û s u f , el-Maşra'u'l-melekî



fî saltanati



evlâdı



ve böylece Tunus'ta idare fiilen dayıla-



Âli Türkî, Tunus Ahmediye Ktp., nr. 6557, vr. 4 -



rın eline geçti. 1610-1637 yılları arasın-



1 4 8 b ; H a m m ü d e b. A b d ü l a z î z ,



b



sahiptir. Kur'an, Mekke'deki ticarî ha-



el-Kitâbü'l-Bâşî,



yatın etkisi altında kaldığı için değil (krş.



T u n u s A h m e d i y e Ktp., nr. 6 5 5 3 , I, vr. 4 b - 5 3 b ;



El 2 |İng.|, 1, 1111), insanlığın ticarî işlem-



el-Hulâşâtü's-Sündü-



lerini genelde alışveriş simgelediği ve



Muhammed



es-Serrâc,



rü'l-evtân olan Ramazan Bey'i işlerin ba-



siyye



şına geçirdi; bu beyin 1613'te ölümü üze-



Ktp., nr. 4 9 6 8 , II, vr. 110» vd.; III, vr. 3' vd.; Mu-



rine de onun Korsika asıllı kölesi Mu-



h a m m e d es-Senûsî, Müsâmerâtuz-zarîf



fî ahbâri't-Tûnisiyye,



ni't-ta'rîf, Şimâli



Zamanla Tunus'ta n ü f u z u n u arttıran-



pıya kavuşturulmuştur.



rim ve akid olmaktan çok b ü t ü n ticarî



ahbâri



rad'ı bey yaptı.



münasebetleri sağlıklı bir zemin ve ya-



bi-



v d . ; İbn E b ü ' d - D ı y â f , İthâfü



sonra yeniçeriler "dayı" denilen liderle-



da Tunus dayısı olan Yûsuf Dayı, emî-



neticede ticarî işlemleriyle b ü t ü n borç



Tunus



da onlarla başa çıkamadı. Bu isyandan rin etrafında çeşitli gruplara ayrıldılar



1350,



ehli'l-îmân



sünnetinde



konu daha da açıklığa kavuşturulmuş ve



Tunus



Ahmediye



dünyevî kazancı t e k hedef kabul eden-



bi-hüs-



leri uyarıp onlara gerçek kazancı göster-



T u n u s 1926, s. 35-54; Aziz S a m i h ,



meyi amaçladığı için sık sık alışveriş ko-



Afrika'da



Türkler, İstanbul 1937, II, 125



vd., 150 v d . ; M u h a m m e d



Safahat



b. el-Hoca,



nusuna t e m a s etmiştir. Diğer taraftan



Tûnis (nşr. H a m m â d î es-Sâhilî — Cî-



Kur'an âhiret hayatında alışverişin söz



ve İstanbul'a armağanlar göndererek pa-



l â n î b. Yahya), Beyrut 1986, s. 57-65; İ. Hakkı



konusu olamayacağını bildirmekte (el-



şalık isteyen Murad'a 1631'de bu unvan



Uzunçarşılı, " T u n u s ' u n 1 8 8 1 ' d e F r a n s a Tara-



verildi. Yûsuf Dayı'nın 1637'de ölümün-



fından İşgaline Kadar Burada Valilik



den sonra Tunus'ta hâkimiyetin yavaş yavaş beylere geçmeye başlaması onun zamanında oldu. XVIII. yüzyıl başlarına



min târîhi



H ü s e y n î A i l e s i " , TTK Belleten,



Eden



X V I I I / 7 2 (1954),



s. 5 4 5 - 5 8 0 ; R o b e r t M a n t r a n , " L ' E v o l u t i o n d e s r e l a t i o n e n t r e l a T u n i s i e et l ' E m p i r e m a n d u X V I e a u X I X e siecle", Cahiers



mamasını istemektedir (en-Nûr 24/37).



du Tu-



Cuma ezanının okunmasıyla alışverişin



nisie, sy. 26-27, T u n u s 1959, s. 3 1 9 - 3 3 3 ; Mehm e t Maksudoğlu, "Tunus'ta H â k i m i y e t i n Da-



sinden sonra beylik 1705'ten itibaren



y ı l a r d a n B e y l e r e G e ç i ş i " , AtlİFD,



Hüseyin Bey'in soyundan gelenlerin eli-



te (el-Cum'a 62/9), Allah Teâlâ'nın, kendi



s. 173-186; R. Brunschvig, " T u n u s " , İA, X I I / 2 ,



yolunda savaşanların canlarını ve malla-



s. 76-79; Ch. S a m a r a n , "Bay", El 2 (Fr.), I, 1 1 1 4 ;



S



mesine göre beylik hakkı Hüseynî hane-



MEHMET



rını cennet karşılığında satın almış olduğ u n u bildirmekte ve müminleri bu alış-



26 Nisan 1861 tarihli Tunus kararnaMAKSUDOĞLU



verişlerinden dolayı kutlamaktadır (etTevbe 9/111). Kur'ân-ı Kerîm'de faizi de



danının en yaşlı üyesine aitti. Tunus beyF



BEY'



(^



gelenleri ve ailenin yakınları, sonra da halk için olmak üzere iki tören yapılıyordu. Aynı kararnamede beyin Tunus'un



bırakılıp namaza gidilmesini emretmek-



XV (1967),



a.mlf., " B â y " , UDMİ, IV, 1-2.



liğine geçiş sırasında önce devlet ileri



nin onları Allah'ı hatırlamaktan alıkoy-



Otto-



kadar hükümran olan Muradoğulları aile-



ne geçti.



Bakara 2 / 2 5 4 ; İbrahim 14/31), insanlar arasında çok yaygın olan bu muamele-



^



~



)



bir nevi alışveriş sayanlara cevap olarak Allah'ın alışverişi helâl, faizi ise haram kıldığı bildirilirken (el-Bakara 2/275) yi-



Mülkiyeti nakleden akidlerin en yaygın olanı, satım akdi.



^



ve bey ailesinin başkanı olduğu, kendi-



ne bey' genel anlamıyla ticarî işlemler karşılığında kullanılmıştır. Bey'in eş anlamlısı olan şirâ ile aynı kökten türeyen



sine herkesin itaat etmesi gerektiği be-



Giriş. Sözlükte "mübâdele" anlamına



lirtiliyordu. Tunus'ta para bey adına ba-



gelen bey' (çoğulu büyü'), genelde alış-



lamına uygun olarak "mübâdele" mâna-



sılırdı. Bey Tunus adliyesinin



veriş ve ticareti, İslâm hukuku



terimi



sına alınmıştır (bk. el-Bakara 2 / 1 6 , 86,



ettiği kimseleri affetme yetkisine de sa-



olarak da satım akdini ifade eder. Arap-



90, 175, 207; Âl-i İmrân 3 / 1 7 7 ; el-Mâide



hipti. Her perşembe toplanan



"mühür



ça'da bey' ile eş anlamlı olan şirâ h e m



5 / 4 4 ; et-Tevbe 9/111).



merasimi"nde h ü k ü m e t kararnameleri-



satın alma h e m de s a t m a anlamlarını



ni kendi mührüyle onaylar ve yürürlüğe



ifade etmekle birlikte satımı



koyardı.



bey'in, satın almada ise şirânın kullanı-



İslâm hukukçularının



mı yaygınlık kazanmıştır.



fından, biraz da mevcut şartların tabii



mahkûm



Beyin taşımış olduğu unvanlar onun



ifadede



iştirâ kelimeleri de genellikle lügat an-



Kur'an'ın alışverişlerde şahit bulundurmayı emreden h ü k m ü (el-Bakara 2/282), çoğunluğu



tara-



yetki ve hâkimiyetini ifade eden birta-



İslâm'ın doğuşu sırasında Mekke şeh-



sonucu olarak kesin bir emir değil de



kım ibareler ihtiva ediyordu. Resmî bel-



ri Arap yarımadasının merkezi görünü-



tavsiye (nedb) mahiyetinde anlaşılmıştır.



gelerde bey için "seyyidünâ, mevlânâ,



m ü n d e olup yoğun bir ticarî faaliyete



Kur'an'da ahde vefâ emredilirken çok



sahne teşkil ediyordu. Mekkeli Araplar



defa dünyevî akid ve sözleşmelere bağ-



arasında faizli işlemler, hür iradeyi t a m



lılığı da kapsayacak şekilde genel bir



yansıtmayan, hile ve kumarla



anlatım tarzı benimsenmiştir (el-Bakara



paşa bey, sâhibü'l-memleketi't-Tûnîsiyye..." hitapları kullanılırdı. Bu unvanlar kısmen Hafsî hânedanından, kısmen de XVIII. yüzyıldan kalmıştı. Hüseynî ailesinin hâkimiyeti 1881'de



karışık



sembolik hareketlere dayanan alışveriş-



2 / 1 7 7 ; en-Nahl 16/91; el-İsrâ



ler, büyük ölçüde risk ve aldanmanın bu-



el-Mu minün 2 3 / 8 ; el-Meâric 70/32). Ay-



17/34;



lunduğu ticarî muameleler oldukça yay-



rıca akidlere riayet edilmesi istenmiş (el-



sonra



gındı. Kur'an ticarî ilişkilerde karşılıklı



Mâide 5 / 1 ) , ölçü ve tartıda hile yapan-



sadece isimden ibaret kaldı. 1957'de ba-



rızâyı esas a l m a k ve b u n u n bulunmadı-



lar şiddetle kınanmış (el-Mutaffifîn 8 3 /



Fransızlar'ın Tunus'u işgalinden



ğımsız Tunus Cumhuriyeti'nin kurulma-



ğı işlemleri gayri meşrû saymak sure-



1-3; Hûd 11/85), aldatma, haksızlık, ya-



sıyla da beylik dönemi tarihe karıştı.



tiyle (bk. en-Nisâ 4/29) Câhiliye dönemi-



lan gibi kötü davranışlar yasaklanmış



13



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' ve böylece alışverişin dinî ve ahlâkî temelleri ortaya konulmuştur. Hz. Peygamber'in sünnetinde bey' daha açık ve hukukî bir muhteva kazanmıştır. Resûlullah, İslâm öncesi Mekke t o p l u m u n d a yaygın olan f a k a t aldanma, haksızlık ve sömürüye yol açan alışveriş türlerini t e k t e k yasaklamış, faizi belir-



t ı m akdinin r ü k n ü n ü sadece icap ve kabulden ibaret saymaları, İ m a m Şâfiî'nin, alışverişlerde i b â h a * n ı n asıl olup ancak şâri'in yasakladığı nevi ve tarzların haram olduğunu belirtmesi (el-Cİm, III, 3) bu fikri teyit eder. Kaynaklarda satım



mindedirler. Buna karşılık Hanefîler akdin şartlarını akdin yapısında ve işleyişinde oynadıkları role göre dört ayrı merhalede ele alırlar. Bunlar da akdin kuruluş (in'ikad), sıhhat, geçerlik (nefâz) ve bağlayıcılık (lüzum) şartlarıdır (bk. AKİD).



akdi konusunda yer alan şeklî ve doktriner ayrıntılar ve sınırlamalar da temel-



A) Taraflar. Hanefîler satım akdinde tarafların (satıcı ve alıcı) mevcudiyetini



leyerek alışverişi ve diğer borç münasebetlerini faizden arındırmış, satım akdi-



de akdî rızâyı zedeleyen sakatlık ve tehlikelerden tarafları korumayı hedef alır.



akdin tabii unsuru, bunların akıllı ve mümeyyiz olmasını in'ikad şartı, hukukî yet-



ni Kur'an h u k u k u n u n genel hükümleri ve amaçları istikametinde tashih ve tâdil etmiştir. Satım akdiyle ilgili hadisle-



İslâm hukukçularının ve hukuk ekollerinin satım akdini tarifleri, ayrıntıdaki



kiye (velayet) sahip olmalarını nefâz şartı, tarafların rızâlarını haleldar eden bozuklukların olmamasını ise genelde sıh-



rin önemli bir b ö l ü m ü n ü n bu nevi yasak ve düzenlemeleri konu edinmesi bu se-



farklılıklar bir yana, "malın temlik kastıyla malla değişimi" şeklindedir. Bu tanım sebebiyle satım akdi en yakın akid-



bepledir. Alışverişi İslâm ihdas etmemiş, ancak insanlığın ilk devirlerinden itibaren var olagelen bu akdi iyileştirerek olması



lerden, meselâ menfaatin temlikini konu alan ve süreli olan icâre ve âriyetten,



gereken aslî tabiatına kavuşturmuştur. Bu sebeple İslâm öncesi Mekke toplum u n u n ticarî hayatında mevcut birçok kavram, şekil ve prensibin İslâm tarafından aynen alınması ve devam ettirilmesi yadırganmamalıdır (krş. El 2 |İng.|, I, 1111). Kur'an ve Sünnet'in genel ilke ve özel hükümlerini esas alarak doğan, gelişen ve İslâmî h u k u k ekolleriyle de (mezhepler) belli bir doktriner yapı kazanan İslâm h u k u k u n d a bey' kelimesiyle borçlar h u k u k u n u n özünü teşkil eden satım akdi kastedilmiştir. Satım akdinin uzun geçmişi, yaygınlığı ve önemi bir bakıma borçlar hukukunun bu akid üzerinde yoğunlaşarak gelişmesine yol açmış, sonuçta da h e m satım akdinin muhtevası genişlemiş, hem de satım akdine ait hükümler ve çözümler zamanla borçlar huk u k u n d a genel kurallar halini almıştır. Klasik kaynaklarda satım akdinin öncelikli ve ayrıntılı olarak işlenip borçlar hukuku nazariyesinin bu akid üzerinde kurulması ve satım akdinin diğer akidler için "model akid" hüviyetini alması bu sebepledir. İslâm h u k u k u n d a satım akdi (bey"), mülkiyeti nakledici, bağlayıcı (lâzım), t a m iki taraflı (ivazlı) ve rızâî bir akid olup isimli (tipik) akidlerin en başta gelenidir. Ancak İslâm h u k u k u n u n klasik sistematiği ve satım akdinin belli şeklî şart ve neviler altında işlenmiş olması, ilk planda İslâm h u k u k u n d a "tip mecburiyeti" fikrinin hâkim olduğu izlenimini vermekteyse de gerçekte bu hukukta karşılıklı rızânın zedelenmemesi şartıyla akid ve şekil serbestisi esastır. Bu telakki tarzının en açık örneği, İslâm'ın Câhiliye topl u m u n u n şeklî ve sembolik davranışlarla yapılan alışveriş türlerini kaldırıp karşılıklı rızâyı akdin kuruluşunda t e k esas olarak benimsemesidir. Hanefîler'in sa-



bedelsiz temlik olan hibe ve vasiyetten ayrılır. Ancak hukuk ekollerinin "mal" anlayışındaki farklılığa paralel olarak satım akdinin kapsamı genişler ve daralır. Akidde yer alan karşılıkların mahiyetlerine bağlı olarak satım akdinin şu dört gruba ayrılması kapsamı hakkında da bir fikir vermektedir: Her iki bedelin de ayn* olması halinde mukâyeda (trampa), ayn karşılığı deyn* olursa m u t l a k bey', iki bedelin de deyn olması d u r u m u n d a sarf, deynin ayn karşılığı satımı halinde de selem akdinden söz edilir. Mutlak bey' dışında kalan diğer üç tür, geniş anlamda bey' kavramına dahil olup kaynakların çoğunda bey' b ö l ü m ü içerisinde veya devamında incelenmekteyse de zamanla ayrı birer akid olma hüviyeti de kazanmıştır. Unsur ve Şartlan. Satım akdinin özü, tarafların iki malın karşılıklı olarak değişimi konusundaki iradelerini hukukî bir sonuç doğuracak şekilde birleştirmeleri olduğundan akdin üç unsurundan söz edilir: Birincisi taraflar yani satıcı (bayi') ve alıcı (müşteri), ikincisi, tarafların akid konusundaki iradelerinin birleşimi d e m e k olan icap ve kabul, üçüncüsü ise akid konusu (mahallü'I-akd) olan mal (mebî') ve bedeldir (semen). Ancak Hanefîler, akidle ilgili genel nazariyelerine uygun olarak icap ve kabulü satım akdinin rüknü ( Mecelle , md. 149), diğer iki unsuru da icap ve kabulün gereği, tabii unsuru veya akdin kuruluş (in'ikad) şartı olarak görürler. Diğer h u k u k ekollerine göre her üç unsur da satım akdinin rükünleridir.



hat şartı olarak nitelendirirler. Hanefîler'in ısrarla üzerinde durdukları bu ayırım, akdin teşekkülü ve hukukî muteberliği kadar doğuracağı sonuçları ve hük ü m s ü z l ü ğ ü n ü de yakından ilgilendirmektedir. Satım akdi, kâr ve zarar ihtimali taşıyan iki taraflı bir akid olduğundan edâ (fiil) ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçüğün, delinin, sarhoşun vb. yaptığı satım akdi geçersiz (gayri mün'akid), eksik edâ ehliyeti bulunan mümeyyiz küçüğün, sefihin vb. akdi ise velîsinin onayına bağlı olarak geçerlidir. Bu Hanefî ve Mâlikîler'in görüşü olup Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler'e göre kural olarak tarafların bulûğu aranır. Taraflar edâ ehliyetini t a m olarak haiz oldukları halde hata, hile, tehdit ve zorlama (ikrah) sonucu satım akdini yapmışlarsa bu takdirde akde rızânın bozukluğu, diğer bir ifadeyle ihtiyarın bulunmasıyla birlikte gerçek rızânın bulunmayışı söz konusudur. Bu d u r u m d a akid, rızânın ihlâl derecesine ve hukuk ekollerine göre farklılık arzeden hukukî bir geçerliliğe veya hükümsüzlüğe sahiptir (bk. HATA; HİLE; İKRAH). Hanefî ve Şâfiîler'e göre belli durumlarda velî, vasî, hâkim ve elçi akdin iki tarafını şahsında toplayabilirse de akidde iki ayrı tarafın mevcudiyeti genel kuraldır. Mâlikî ve Hanbelîler bir kimsenin satımda iki tarafı birden temsil etmesini prensip olarak kabul ederler. Mülkiyet, velâyet, vekâlet ve vesâyet gibi hukukî bir sebepten ötürü yetkisi bulunmayan kimsenin (fuzûlî) yaptığı satım akdinin geçerlik ve işlerlik kazanması yetki sahibinin onayına bağlıdır (Mecel-



le, md. 378). Bu Hanefîler'in ve ana hatlarıyla Mâlikîler'in görüşü olup diğer



İslâm hukukçularının çoğunluğu akdi,



h u k u k ekolleri bu t ü r satımları genelde bâtıl sayarlar.



bu arada satım akdini kuruluş, sıhhat ve işlerlik yönlerinden bir b ü t ü n olarak



B) İcap-Kabul. Hanefîler satım akdinde icap ve kabulün mevcudiyetini akdin



telakki ettiklerinden akdin hukuken sağlıklı bir şekilde doğması için gerekli şartları aynı ö n e m derecesinde t u t m a eğili-



rüknü, birbirine uygunluğu, aynı mecliste olması gibi şartları da akdin in'ikad şartı kabul ederler.



14



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' Satım akdinin gerçekte esası karşılıklı rızâ olmakla birlikte rızâ kişinin iç dünyasıyla ilgili bir keyfiyet olduğundan objektif bir ölçü olarak bu rızâyı bildiren irade beyanı esas alınmıştır. Diğer bir ifadeyle rızânın varlığı için icap ve kabulün, yani akdî irade beyanının mevcudiyeti, sıhhati için de tarafların ehliyeti ve rızâyı bozan sebeplerin bulunmaması aranır. Hanefîler'e göre birinci şart akdin rüknü, diğerleri ise önem derecelerine göre in'ikad veya sıhhat şartlarıdır. Ancak icap ve kabul ile rızâ arasında kati bir bağ olmayıp icap ve kabul rızânın illeti değil varlığının emâre ve işareti sayılmaktadır. İcap ve kabul, ancak açık ve net olduğu ve aksi de ispatlanmadığı sürece iç iradeyi yansıtır. Bunun için de meselâ üçüncü şahsın el koyma ve saldırısını önleme maksadıyla tarafların muvazaalı olarak yaptıkları satım akdini (bey'u't-telcie) ve şaka olarak gayri ciddi irade beyanıyla yapılan satımı (bey'u'lhâzil) Hanefîler de dahil olmak üzere hukukçuların çoğunluğu, tarafların gerçek iç iradeleri olmadığı anlayışından hareketle hükümsüz saymış, Şâfiîler'in ağırlıkta olduğu bir grup ise dış şekli esas aldığından bu tür satımları genelde geçerli kabul etmiştir. Tehdit ve zorlamaya mâruz kalan kimsenin satışının farklı adlandırmalarla da olsa hukuken sakat sayılması yine rızâ eksikliği sebebiyledir. İslâm hukukçuları akidlerin, bu arada satım akdinin kuruluşunda açıklığı sağlamak, tereddüt ve ihtimali önlemek, gerek tarafların gerekse üçüncü şahısların haklarını korumak gibi gayelerle irade beyanının şekli (siga) konusunda objektif ölçüler geliştirmeye gayret etmiş ve konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuşlardır. Kaynaklarda icap ve kabulün şekli, zaman kipi ve ifade tarzıyla ilgili olarak yer alan tartışmaların başta gelen sebeplerinden biri budur. Bir diğeri de Arapça'da cümle ve fiil kalıplarının iç iradeyi ne derece yansıttığı konusunda farklı görüşlerin mevcut olmasıdır. Satım akdi kurma iradesinin mâzi fiille ifadesinde niyetin ne olduğu araştırılmazken muzâri (şimdiki ve gelecek zaman) fiil kalıbında akid kurma kastının da önem kazanması (Mecelle, md. 169-170) bu yüzdendir. Emir sigasının durumu tartışmalı olup soru ve gelecek zaman kalıpları, niyet ne olursa olsun akid kurucu irade beyanı sayılmazlar. Söz bulunmaksızın sadece fiilî mübâdele ile satım akdinin yapılması (bey'u't-teâtî) belli bir tarihî gelişme göstererek sonunda bir kısım Şâ-



fiîler hariç İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından câiz görülmüştür (Mecelle, md. 175). Sonuç olarak akid için kullanılan çeşitli kelime ve ifade kalıplarının tarafların rızâsını gösterme konusunun örfî bir mesele olduğu ve bu konuda örfün dile hükmettiği belirtilmiş (Kâsânî, V, 133), böylece İslâm hukuk doktrininde tarafların maksadını objektif, açık ve kesin olarak ifadeye yarayan söz, yazı, imza, fiil gibi vasıtalarla, hatta bazan sükûtla satım akdinin kurulabilmesine imkân tanınmıştır. Satım akdinin karşılıklı rızâya dayanması şekil serbestîsine sahip olmasını da gerektirir. Bu sebeple olacaktır ki İslâm öncesi Mekke toplumunda yaygın birçok alışveriş türü, meselâ çakıl taşlarının atımı (bey'u'l-hasat), elbiseleri karşılıklı olarak atma, bırakma (bey'u'l-münâbeze), elbiselere karşılıklı olarak dokunma (bey'u'l-mülâmese) gibi sembolik fakat gerçek rızâyı zedeleyen, akdin kuruluşunda ve satılan malın seçiminde emrivâkiye yol açan, ciddi bir aldanma riski ve belirsizlik taşıyan davranış ve şekillerle yapılan satım akidleri, Hz. Peygamber'in bu konudaki çeşitli hadisleriyle yasaklanmıştır (bk. Buhârî, "Büyû c ", 62-63; Müslim, "Büyû c ", 1-2). İcap ve kabulün fiilen veya hükmen aynı mecliste olması şartı, araya tarafların rızâsını haleldar edebilen fasılaların girmesini önleme gayesine m â t u f olup günümüzdeki modern haberleşme ve yazışma vasıtalarıyla akdin kurulabilmesine engel teşkil etmez. Bilhassa ilk devir İslâm hukukçularının, meselâ ikinci bir satımın veya şartın ileri sürüldüğü, icap-kabul bütünlüğünün bozulduğu satım akidlerine karşı çıkıp akdin sadeliğini, teklik ve bütünlüğünü korumaya çalışmaları, biraz da İslâm hukuk doktrininin tarihî gelişimiyle ilgilidir (Senhûrî, III, 139-150). Bu tür engellemeler, sade bir hayat tarzının ve ticarî ilişkinin hâkim olduğu toplumlarda zayıf tarafı koruyucu bir rol de üstlenir. İcaptan sonra kabule kadar iki taraf da dönme ve kabul etmeme hakkına (rücû ve kabul muhayyerliği) sahiptir. Satım akdiyle ilgili olarak varit olan, "Taraflar birbirinden ayrılmadıkça muhayyerdirler" (Buhârî, "Büyû c ", 44; Müslim, "Büyû c ", 4346) hadisindeki "ayrılma'yı Hanefî ve Mâlikîler şifahî ayrılma, yani satımla ilgili karşılıklı konuşmayı bitirme mânasında anladıklarından kabulün beyanından sonra artık akid kesinleşmiş olur. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise hadiste "bedenen ayrılma" kastedilmekte olup meclis de-



vam ettiği sürece taraflar dönme hakkına sahiptirler. C) Mebî' ve Semen. Satım akdinin konusu, tarafların mübâdele etmek istedikleri karşılıklı iki şey olup bunlar da mebî* (satılan mal) ve semen (bedel) diye adlandırılmıştır. Hanefîler akdin konusuyla daha çok satılan malı kasteder (Mecelle, md. 150), bedeli ise satım akdinin h ü k m ü veya gereği olarak görürler. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise her ikisi de akdin konusu, aynı zamanda akdin rükünleridir. Hanefîler'e göre satılan malın mevcut, teslimi m ü m k ü n , hukuken muteber olması satım akdinin in'ikad şartı, satanın mülkiyet ve yetkisi dahilinde olması nefâz, muayyen veya bilinebilir olması, mevcut ise kabzedilmiş bulunması gibi şartlar da akdin sıhhat şartları olarak sınıflandırılır. Ancak bu ayırım her zaman açık olmadığı gibi şartların ihlâl edilmesi durumunda akidde ne gibi tesirlerin meydana geleceği konusunda görüş birliği de mevcut değildir. Satım akdi yapıldığı sırada satılan malın mevcut olmaması genelde "ma'dûmun satışı" adıyla anılır ve bu da birkaç şekilde kendini gösterir. Birincisinde satılan mal mevcut olmakla birlikte henüz gelişmesini tamamlayıp son şeklini almamıştır. Bunun örneği ziraî mahsul, meyve ve sebzelerin olgunlaşmadan önce satımıdır. Hz. Peygamber'in olgunlaşmamış (salâhı görülmemiş) meyvenin satışını yasaklayan hadisi (Buhârî, "Büyû c ", 85; Ebû Dâvûd, "Büyü'", 23) ve benzer hadisleri (bk. Şevkânî, V, 195-201) İslâm hukukçuları tarafından farklı yorumlara tâbi tutulmuş, çoğunluk meyvenin daha dalında gözükmeden satışını (Mecelle, md. 205), dalında gözüktükten sonra olgunlaşıncaya kadar dalında kalması şartıyla alım satımını câiz görmemiş, olgunlaşmamış meyvenin ise o anda toplanması şartıyla satışını câiz görmüştür. Hanefîler ve kısmen de Mâlikîler, olgunlaşmamış ziraî mahsulün ne zaman toplanacağı belirtilmeden mutlak olarak satımını câiz görerek problemi zımnî izinle veya fâsit kira akdiyle çözmeye çalışmışlardır. Bir batında ortaya çıkan ürünlerin bir kısmı olgunlaşınca tamamının satılabileceği genelde kabul edilmiş, değişik batınlarda ortaya çıkan ve bir kısmı olgunlaşmış iken bir kısmı henüz ortaya çıkmamış sebze ve meyvenin satışının cevazında ihtilâf edilmiştir. Çoğunluk bu durumda sadece olgunlaşan kısmın satılabileceğini belirtirken Mâlikîler ve bazı Hanefî hukukçular teâmül ve ihtiyaç sebebiyle bunu câiz görmüş, ileri-



15



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' de mevcut olacak malların o anda mevcut olanlara tâbi olarak akde konu teşkil etmesini kabul etmişlerdir. Mecelle de bu görüşü tercih etmiştir (md. 207). Câiz görmeyenler genelde bu tür akidlerde belirsizlik, aldanma ve beklenmedik zarar bulunabileceğinden hareket etmekte, tarafların ancak ortada mevcut malların alım satımı halinde bundan korunabileceğini belirtmektedirler. Gelecekte mevcut olacağı kesin olmakla birlikte akid anında mevcut bulunmayan bir malın satımı ise teorik ve farazi planda da kalsa ma'dümun satışı şeklinde karşılanmış ve kurala göre câiz olmaması gerektiği belirtilmiştir. Ancak selem ve istisnâ' akidlerinde olduğu gibi belli ihtiyaçlar, ileride meydana gelecek malların akde konu olmasını mümkün kılmıştır. Ma'dümun satışının bir diğer şekli ise satılan malın akid yapıldığı sırada hiç mevcut olmayıp daha sonra var olmasının veya varlığını devam ettirmesinin de şüpheli olması durumudur. İslâm hukukçularının genelde câiz görmediği bu nevi satışlardır. Bunun örneği, hadislerde yasaklanan, dişi hayvanın karnındaki yavrunun (mezâmîn), doğacak yavrunun yavrusunun (habeletü'l-habele), erkek hayvanın sulbündeki tohumun (melâkîh), bahçenin gelecek yıllardaki meyvesinin (bey'u's-sinîn) satımıdır (Buhârî, "Büyü'", 61; Müslim, "Büyû c ", 5-6; Ebû Dâvûd, "Büyû c ", 24). Burada satım akdini bâtıl kılan husus mebî'in vasıflarındaki bilinmezlik (cehalet) değil mebî'in aslı ile, meydana gelip gelmemesiyle ilgili bilinmezlik (garar) ve aldanma ihtimalidir. Satım akdinde hukukî emniyeti sağlam a k ve tarafları korumak için buna ihtiyaç vardır. Yasaklamanın temelinde bu ana fikir bulunduğu içindir ki Hanbelîler, özellikle de Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye İslâm hukuk doktrininde hâkim olan "ma'dümun satışı bâtıldır" ilke ve genellemesine karşı çıkmakta, satışın garar ve zarardan uzak olmasının ve teslim edilebilir bulunmasının esas olduğunu, hadislerdeki yasaklamanın da böyle değerlendirilmesi gerektiğini, istikbalde meydana gelmesine kesin gözüyle bakılan şeylerin önce de satılabileceğini ileri sürmektedirler. Akid konusunun m ü m k ü n olması şartı satım akdinde genelde, "satılan malın tesliminin imkân dahilinde olması" şeklinde ifade edilir (Mecelle, md. 198, 209). Mebî'in tesliminde söz konusu objektif imkânsızlık sürekli olarak, sübjektif im-



kânsızlık ise belli durumlarda satım akdinin kuruluşuna engel olur. İmkânsızlık satım akdinin yapıldığı anda mevcutsa akdin butlânından, sonradan ortaya çıkmışsa akdin infisahından söz edilir. İmkânsız gibi olma da (müteazzir) objektif imkânsız sayılmakta ve öteden beri bu nevi imkânsızlık için denizdeki balığın, kaybolmuş malın, havadaki kuşun satışı örnek olarak gösterilmektedir. Hz. Peygamber'in kabzedilmeyen malın satışını yasaklaması veya, "Yanında olmayan şeyi satma" buyurması (Buhârî, "Büyü'", 55; Müslim, "Büyû c ", 30, 32, 36, 40), genelde satılan malın gayri mevcut oluşuyla değil, teslimin imkânsız oluşuyla yorumlanır ve hadisteki yasağın konusu ve derecesi hakkında farklı görüşler ileri sürülür. Çoğunluk ise yasağın tahrîm ifade ettiğini kabul eder. Ancak Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre yasak menkul mallar, Mâlikîler'e göre gıda maddeleri, Hanbelîler'de meşhur olan görüşe göre ölçülüp tartılabilen mallar (mukadderat) için söz konusudur. Diğer hukukçular ise yasağın her nevi mal için geçerli olduğu kanaatindedirler. Bir kimsenin gerek başkasına ait bir malı kendi adına satması, gerekse gaspedilmiş malı satması da yine mebî'in tesliminde sübjektif imkânsızlık olarak değerlendirilir ve bu tür satışlar geçersiz sayılır. "Satılan malın hukukî tasarrufa uygun olması" şartı ile, bir malın satım akdine konu olmasının şâri' veya hukuk düzeni tarafından yasaklanmamış olması, kamu düzenine, teâmüle ve genel ahlâka aykırı olmaması kastedilir. Bu sebeple şarap, domuz eti müslümanlara nisbetle hukukî itibarı olmadığı için (gayri mütekavvim), necis şeyler, kan vb. de mal olmadığı için satım akdine konu olamazlar (Mecelle, md. 210-211). Hadislerde meyte* ve domuzdan dolaylı da olsa faydalanmanın, mâsiyet aletlerinin, köpeğin vb. satışının yasaklanması (Buhârî, "Büyû c ", 102-105, 112; Şevkânî, V, 160164) bu sebepledir. Ancak Ebû Hanîfe ve bir grup âlim yasağın av köpeğini içine almadığı görüşündedir. Vakıf mallarıyla mescid, yol, köprü, ırmak gibi kamu mallarının, mülkiyet altında olmayıp umumun istifadesine açık bulunan mubah malların satışı ise tahsis amaçlarına aykırı görüldüğü için câiz sayılmamıştır. Satılan malın, tarafları anlaşmazlığa ve aldanmaya sürüklemeyecek ölçüde "muayyen veya bilinebilir olması" şartı üzerinde İslâm hukukunda ayrıntılı olarak durulur. Çünkü İslâm hukukunda taraflar arasında anlaşmazlık doğduk-



tan sonra onu çözmeye uğraşmaktan ziyade başlangıçta anlaşmazlık ve aldanma sebeplerini ortadan kaldırmak esastır. Bu sebeple de mebî'in miktar, cins, nevi ve vasfının bilinmesi gerekir. Belirsizlik ve bilinmezliğin satım akdini iptal veya ifsat edebilmesi için nizaa yol açacak ölçüde (fahiş) ve tarafları aldanmaya sürükleyebilecek boyutta olması gerekir. Hanefîler bilinmezlikte olduğu gibi gararda da mebî'in aslı ile ilgili olan gararla vasıf ve miktarı ile ilgili garar arasında fark gözetirler. Bunun için de meselâ hayvanın karnındaki yavrunun satımı, balıkçının daha atmadan ağına düşecek balığı satımı bâtıl sayılırken vasıfla ilgili aldanmaların bulunması halinde akid fâsit sayılmıştır. Hadislerde belli derecede bilinmezlik ve garar unsuru taşıyan bazı alışveriş nevileri (muhâkale, münâbeze, muâveme vb.) yasaklanırken (Buhârî, "Büyü'", 82; Ebû Dâvûd, "Büyû c ", 18-19, 34) herhalde bir sebep de budur. Ancak bilhassa mislî malların ölçülüp tartılmaksızın bütün olarak tahmin ve göz kararı ile alınıp satılması (bey'u'l-cüzâf) ciddi bir bilinmezlik ve aldanma riski taşımadığından câiz görülmüştür (Mecelle, md. 217). Numune ile satış da böyledir. Malın bilinir veya tayini kabil sayılmasında örfün önemli bir rolü vardır. Bir malı görüp bilmeden mebî' veya semen olarak kabul eden tarafa bu malı gördüğünde satım akdinden vazgeçebilme hakkı (görme muhayyerliği) tanınması da akid konusunun bilinir olmasında gösterilen titizlikle izah edilebilir. Satılan mal için aranan şartların bazan satış bedeli için de arandığı olur. Ancak Hanefîler semeni satım akdinin rüknü değil de h ü k m ü veya gereği gördüklerinden semenle ilgili şartlarda satılan malda olduğu gibi titizlik göstermez ve bu şartları akdin in'ikad şartı dışında mütalaa ederler. Bununla birlikte semenin miktar, cins, nevi ve vasıf itibariyle bilinmesi, vadesinin m â l u m olması gerekir (Mecelle, md. 238, 246). Bilhassa Hanefîler satılan mal-bedel ayırımı için birtakım kıstaslar da geliştirmişlerdir. Meselâ para kural olarak semen, kıyemî mallar da mebî'dir. Mislî mallar para ile karşılaştığında mebî', kıyemî mallarla karşılaştığında semen olur. İki bedel de semen olabilecek durumda ise zimmette sabit olan semen sayılır. Mebî'in belirlemekle belirli hale geleceği ve onun teslim edilmesinin gerekeceği, semenin ise gelmeyeceği aynı cins ve miktarda başka bir paranın da ödenebileceği ifade edilirken (Mecelle, md. 204, 243) bu



16



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' farklılıklara işaret edilmek istenmiştir. Hanefîler'in bu ayırımı, meselâ şarap,



larına taalluk ettiğinden bu grup alışverişlerin hem yapılmasının haram, hem



d o m u z eti gibi hukukî itibarı olmayan malların m e b î olması halinde akdin bâ-



de hukukî yönden bâtıl olduğunda ittif a k vardır. Câhiliye döneminin yasakla-



tıl, semen olması halinde ise akdin fasit olması şeklinde kendini gösterir (Mecelle, md. 211-212). Yine mebî'-semen ayı-



nan alışveriş şekilleri böyledir. Bazan da yasak alışverişin ö z ü n ü değil de vasfını yani fer'î bir unsurunu hedef alır. O tak-



rımı, gerek kabz öncesi ve sonrasında tarafların mebî' ve semenle ilgili hak ve



dirde Hanefîler satım akdinin fesadınd a n bahsederler. Diğer hukukçular ise



sorumluluklarını, gerekse mebî' ve semenin şart ve d u r u m u n u n akde tesirini yakından ilgilendirir. Şâfiî ve Mâlikîler ise



böyle bir ayırıma gitmeksizin aslî ve fer'î unsurlara taalluk eden yasağın aynı sonucu d o ğ u r u p satım akdini gayri sahih



mebî' ve semeni eş anlamlı kabul edip satım akdinde üzerinde konuşulanı me-



kılacağında hemfikirdir. Hanefîler'in gayri mütekavvim malın satışını bâtıl sayar-



bî', karşılık gösterilen malı da semen sayarlar. Mebî' ve semenle ilgili şartları aynı ö n e m derecesinde tutmaları bu se-



ken bu malın semen olarak kararlaştırıldığı satımı veya faizli alışverişi fâsit saymaları bu sebepledir. Üçüncü bir d u r u m



bepledir.



ise yasağın, fıkıh usulündeki deyimiyle satım akdinin mücâvir vasfına, hâricî bir unsuruna taalluk etmesi hali olup bu takdirde yasağın akde tesirinin ne olacağı tartışmalıdır. Nitekim cuma ezanı vaktinde yapılan alışverişle ilgili olarak âyette (el-Currra 62/9) yer alan yasak ile pazara mal getiren üreticileri yolda karşılayarak mallarını alma, alışverişte pazarlık kızıştırmak için alıcı veya satıcı gibi gözükerek fiyatı etkileme, bir kimsenin pazarlığı devam ederken araya girme, şehirlinin köylü adına alışverişi, şarap üreticisine ü z ü m veya h u r m a s a t m a konusunda hadislerde (Buhârî, "Büyû c ", 58-59, 68-72; Müslim, "Büyû c ", 4-5; Şevkânî, V, 185-191) mevcut bulunan yasağın ve benzeri yasakların'satım akdinin özüne veya aslî unsurlarına değil de mücâvir veya hâricî vasfına taalluk ettiği ileri' sürülerek genelde bu nevi satım akidleri dinen g ü n a h ve sakıncalı, f a k a t



Sakatlık ve Hükümsüzlük. Satım akdinde aranan unsur ve şartlardan biri veya birkaçı eksikse akid, bu eksik veya kusurlu şartın önem derecesine göre değişen bir hükümsüzlük müeyyidesiyle karşı karşıyadır. Hanefî ekolü hariç diğer İslâm h u k u k ekolleri satım akdinin rükün ve şartlarındaki eksiklikleri genelde aynı işleme tâbi t u t a r a k bu durumdaki akidlerin h ü k ü m s ü z olduğunu ifade ederler. İslâm hukukçularının çoğunluğu bu konuda fâsit ve bâtıl terimlerini eş anlamlı olarak kullanır. Hanefîler ise' satım akdinin meydana gelmesi ve sonuç doğurması için gerekli şartları dört ayrı kategoride ele alır ve buna bağlı olarak gerekli şartları taşımayan akidleri de bâtıl, fâsit, mevkuf ve gayri lâzım şeklinde dörtlü bir ayırıma tâbi tutarlar (bk. AKİD). Hanefîler akidlerin, bu arada satım akdinin h ü k ü m s ü z l ü ğ ü n ü de iki dereceli olarak ele alır, kuruluş şartlarının bulun-



rinden itibaren bazı âlim ve İslâm hukukçusu tarafından doğrudan, bazılarınca ise araya üçüncü bir şahsın girmesi şartıyla hukuken geçerli sayılmıştır. Burada akidlerde objektif ölçülerin ve hâricen bilinebilen dış şeklin mi, yoksa tarafların kasıt ve niyetinin ve akdin yol açabileceği olumsuz sonuçların mı esas alınıp öncelik taşıyacağı problemi gündeme gelmektedir. Hanefî, Şâfiî ve Zâhirîler akidlerde niyetlerin bilinemeyeceğinden hareketle çok defa dış şekli esas alıp objektif ölçülerle yetinirken Mâlikî ve Hanbelî hukukçular akidlerde tarafların kastına ve akdin yol açacağı sonuçlara daha çok ağırlık verirler. Bu usul farklılığı sebebiyle alışverişlerle ilgili yasaklar z a m a n z a m a n farklı yorumlanabilmekte ve yasağın hâricî unsura veya sonuca taalluk etmesi halinde alışveriş hukuken geçerli sayılabilmektedir. Satım akdi yapılırken bir şartın ileri sürülmesi halinde bu şartlı satımın dur u m u , hadiste mevcut yasağın genel ve mutlak oluşunun da tesiriyle (Buhârî, "Büyü'", 73; Ebû Dâvûd, "Büyû c ", 55; Zeylaî, IV, 17), İslâm hukuk doktrininde ciddi tartışmalara yol açmıştır. Bu konuda Zahirîler, kısmen de Şâfiîler oldukça katı davranırken Mâlikîler, bilhassa Hanbelîİer gayet müsamahalı davranmış, naslara ve satım akdinin maksadına aykırı şartlar hariç b ü t ü n şartların geçerli olacağını ileri sürmüşlerdir. Hanefîler başlangıçta Şâfiîler gibi düşünerek yeni bir akid g ö r ü n ü m ü n d e olan veya t e k taraflı m e n f a a t sağlayan şartları akdin muktezasına aykırı kabul ederken tarihî se-



hukuken (kazaen) geçerli görülmüştür. Hadislerde altın, g ü m ü ş ve temel gıda maddelerinin vadeli olarak veya fazlalık-



yir içerisinde bu görüşlerini y u m u ş a t m ı ş



la, miktarı bilinmeyen hurmanın belirli hurmayla, dalındaki hurmanın kuru hur-



müşlerdir [Mecelle, md. 188). Alıcının baş-



mayla (müzâbene), başağındaki buğdayın kuru buğdayla (muhâkale) değişimi faiz, garar ve bilinmezlik ihtimallerine binaen



rek malı satın alırsa bu meblağın semen-



yasaklanmış (Buhârî, "Büyû c ", 82; Müslim, "Büyû c ", 42, 59; Ebû Dâvûd, "Büyû c ",



urbân, arabûn), gerek bu konuda Hz. Peyvûd, "Büyû c ", 69), gerekse bu t ü r akdin



Satım akdinin sakatlık veya hüküm-



18-19, 34; Şevkânî, V, 215-229), ancak bahçe sahipleri için belli bir oranda ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurmayla



süzlüğü fıkıh usulünü de devreye sokarak şöyle açıklanabilir: Satım akdinin bel-



değişimine (arâyâ) izin verilmiştir (Müslim, "Büyû c ", 59-86; Şevkânî, V, 225-229).



li durum ve şartlarda kısmen veya tamam e n h ü k ü m s ü z sayılması, genelde doğ-



Bu arada bir malı vadeli olarak pahalı alıp daha ucuza f a k a t peşin s a t m a şeklindeki alışveriş (îne) hadiste yasaklan-



ve benzeri yasaklamalar, temelde akid-



mış olmakla birlikte (Ebû Dâvûd, "Büyû c ", 56; Şevkânî, V, 233-235) bu yasak farklı



ve garardan uzak olması, dolayısıyla in-



yorumlanmış ve dış şekil itibariyle faizli bir işlem sayılmadığından sahâbe dev-



ve bundan kazanç sağlanmasının önlen-



maması, diğer bir ifadeyle icap-kabul ve mebî" ile ilgili şartların eksikliği halinde akdi bâtıl, akdin kuruluşunda ikinci derece önemi haiz şartların, meselâ sıhhat şartlarının eksikliğinde ise akdi fâsit olarak nitelendirirler. Bunun için de bâtıl satışın aslen ve vasfen meşrû olmadığını, fâsit satışın ise aslen meşrû olup vasfen meşrû bulunmadığını belirtirler (Mecelle, md. 109-110; bk. BUTLÂN; FESAT).



rudan veya dolaylı olarak şâri'in yasağından kaynaklanır. İslâm hukuk doktrini şâri'in hükümlerini yorumlama gayret ve iddiası taşır. Şâri'in yasakladığı alışveriş nevilerinden bir kısmında yasak doğrudan akdin özüne ve kurucu unsur-



ve sonuçta örf ve teâmülde mevcut şartlarla yapılan satım akidlerini câiz görlangıçta belli bir meblağı (kaparo) vereden sayılması, vazgeçerse satıcının mülkü olması kaydıyla yaptığı alışveriş (bey'u'lg a m b e r d e n rivayet edilen hadis (Ebû Dâhaksız kazanca ve sebepsiz iktisaba yol açması, şartlı akid olması gibi sebeplerle çoğunluk tarafından câiz görülmemiştir. Alışverişle ilgili olarak hadislerde ve İslâm hukuk doktrininde görülen bütün bu lerin gerçek rızâya dayanması, aldanma sanların haksız şekilde sömürülmesinin mesi gibi gayeler taşır.



17



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' Satım akdi esasen bağlayıcı (lâzım) bir akid olup usulüne uygun olarak kurulduğunda tarafları bağlar. Ancak akidlerle ilgili muhayyerlikler satım akdi için de söz konusu olup böyle bir muhayyerliğin bulunması halinde ilgili tarafın akdi feshetme hakkı doğar (Mecelle, md. 376). Şart muhayyerliği, belli bir süre içinde taraflardan birinin veya ikisinin birden akdi kabul etmekte veya feshetmekte muhayyer olmasını ifade eder (Mecelle, md. 300). Böyle bir şartın ileri sürülmesi, çoğunluk tarafından hem bu konudaki hadislere (Buhârî, "Büyû c ", 42-46; Müslim, "Büyû c ", 43-46), hem de ihtiyaca binaen câiz görülmüştür. Ebû Hanîfe, Züfer b. Hüzeyl ve Şâfiî muhayyerlik süresinin en çok üç g ü n olabileceğini ileri sürerken diğerleri bu süreyi tarafların anlaşmasına, t e â m ü l ve ihtiyaca göre belirlemeye taraftardır. Muhayyerlik süresi esnasında akid, ilgili taraf için bağlayıcı olmadığı gibi akdin h ü k ü m doğurması da bu hakkın düşmesine kadar askıdadır. Muhayyerlik sürenin dolması, hak sahibinin vefatı veya hakkın kullanımı ile sona erer (Mecelle, md. 305-306). Tayin muhayyerliğinde ise alıcı veya satıcı, her birinin fiyatı ayrı ayrı belirlenen iki üç maldan birini belli bir m ü d d e t içinde alma veya s a t m a hakkına sahip olm a k t a d ı r ( Mecelle , md. 316-319). Akid seçim işlemiyle birlikte bağlayıcılık kazanır. Kıyemî bir malın gıyaben yani görülüp bilinmeden satım akdinde mebî' veya semen olarak kararlaştırılması, Şâfiîler'in dışındaki hukukçulara göre câiz olup belli şartlarda ilgili tarafın malı gör ü p tanıdığında akdi kabul edip etmem e hakkı vardır (Mecelle, md. 320). Bu tür



muhayyerlik



müşahedenin,



görüp



t a n ı m a n ı n önem arzettiği mallarda gerçek rızânın korunmasına i m k â n verir. Kusur (ayıp) muhayyerliği ise satım akdine konu olan malda, malın kıymetini azaltacak ölçüde ve akid öncesi d ö n e m e ait (kadîm) bir kusurun ortaya çıkması halinde ilgili tarafa tanınan akdi feshetm e hakkıdır (Mecelle, md. 337). Mebî' veya semenin konuşulan vasıfta olmaması halinde m a ğ d u r tarafa tanınan fesih hakkı da (hıyârü'l-vasf) böyledir. Nitekim hadiste, s ü t ü sağılmayarak g ö ğ s ü n d e biriktirilmiş hayvanı (musarrât) satın ala-



belli durumlar fesih hakkını düşürür. Sa-



dir. Cumhûru fukahâya göre ise yasak



tım akdinde ilgili tarafa tanınan bu muhayyerlikler, tarafların gerçek rızâlarını koruma gayretinin tabii sonuçlarıdır (ay-



daha u m u m i olup her nevi mebî'de kabz tasarrufa gelince semen kural olarak



rıca bk. MUHAYYERLİK).



z i m m e t t e sâbit olduğundan kabz önce-



Hükmü. Satım akdinin hukukî sonucu (hüküm), satılan malın mülkiyetinin



sinde diğer alacaklarda olduğu gibi on-



alıcıya, bedelin mülkiyetinin de satıcıya geçmesidir. Ancak bunun için kabz şart olmayıp akdin yapılmış olması yeterlidir



t e de benzeri bir cevaza rastlanmakta-



(Mecelle, md. 262). Çünkü satılan malın ve bedelin karşılıklı teslim ve tesellümü (kabz), mülkiyetin intikalinin sebebi değil gereği ve sonucudur. Bu sebeple satım akdinde belli neviler hariç akidleşm e ve kabz iki ayrı safha olarak görülür. Satım akdinin h ü k m ü n ü n irade beyanına bitişik olması sebebiyle de hukukçuların çoğunluğuna göre akdin ileri bir tarihe izâfe edilerek veya şarta bağlanarak kurulması (ta'lik) câiz olmaz. Çünkü ta'likî şart satım akdinin yapı ve maksadına aykırıdır.



faize yol açmaması gerekir. Nitekim ala-



Satım akdi yapılıp da teslim-tesellüm olmadan satılan mal tabii bir âfetle helak olursa akid infisah eder. Alıcının fiiliyle helâk olursa akid devam eder ve alıcı bedeli öder. Mebî' üçüncü şahsın fiiliyle helâk olmuşsa alıcı ister akdi fesheder, isterse bedeli ödeyip bu şahıstan satılan malın tazminini ister. Maiın kabz sonrası helâki halinde ise kural olarak akid devam eder, mâlik (alıcı) t a z m i n için -varsa- sorumlulara rücû eder. Para veya mislî mal olan bedel akidden sonra artık z i m m e t t e sâbit olduğundan kabz öncesi helâki akdi etkilemez. Ancak bedelin kıyemî bir mal olup da helâk olması veya para olup da piyasadan kalkması (kesâd) halinde Ebû Hanîfe'ye göre akid infisah eder. Bu d u r u m d a alıcının satılan malı iade etmesi, yoksa kıymetini ödemesi gerekir. Ebû Yûsuf ve Muhamm e d ' e göre ise akid infisah etmez, fakat satıcı muhayyerdir; ister akdi feshedip malı geri alır, isterse semenin değerinin ödenmesini ister. Semen para olup da kıymeti (alım gücü) akid zamanına göre azalmışsa ö d e m e yapılırken bedelin akid zamanındaki kıymeti esas alınır. Bedelin kabz (ödeme) sonrasında helâkinin akdi etkilemeyeceği açıktır.



öncesi tasarruf câiz değildir. Semende



da da tasarruf câiz görülmüştür. Hadisdır (Zeylaî, IV, 33). Ancak yapılacak hukukî işlemin faizli işlem olmaması veya cağın satımına da (bey'u'd-deyn) bu sebeple birçok sınırlama getirilmiştir. Satılan mal ile bedelin gerek ayn olması halinde (mukâyeda) gerekse deyn olması d u r u m u n d a (sarf) ivazlar arasında teslim önceliği taşıyan yoktur. Fakat ayn karşılığı deyn söz konusu ise, vadeli satışlar hariç, önce semenin satıcıya, sonra da mebî'in alıcıya teslimi gerekir. Bu teslim sırası, satıcının bedeli teslim almadıkça malı vermeme hakkı (hapis hakkı) açısından önem taşır (Mecelle, md. 262, 278). Satılan malın teslim yeri, kural olarak satım akdinin yapıldığında bul u n m a k t a olduğu yerdir (Mecelle,



md.



285). Bedelin teslim külfeti alıcıya, malınki satıcıya aittir (Mecelle, md. 288-289). Ancak bu hükümler düzenleyici h u k u k kuralları olup tarafların aksine anlaşma yapmaları



mümkündür.



Satılan



malın



veya bedelin teslim alınması malı bilfiil teslim almakla olabileceği gibi anahtarın teslimi, tapuya şerh, itlâf, tasarruf gibi hukuken veya h ü k m e n kabz sayılan fiillerle de olabilir. Bâtıl bir satım akdi hukuken yok sayıldığından geçerli bir satım akdine ait hiçbir hukukî neticeyi meydana getirmez ve sıhhat kazanmaz. Ancak satım akdi bâtıl da olsa m a d d i bir vâkıa olarak belli durumlarda iade veya t a z m i n mükellefiyeti doğurabilir. Bâtıl bir satım akdinin, içerisinde alt bir akdin gerekli şartlarını ihtiva etmesi halinde sat ı m akdinin bu alt akde dönüşebilmesini veya geçerli olabilecek kısmının alınabilmesini doktrinde olumlu yanlar da vardır (bk. BUTLÂN).



karşıla-



Fâsit satım akdi Hanefîler'e göre ayrı bir statüde ele alındığından bâtıla gö-



Alıcının teslim almadan önce mebî'de



re farklı sonuçlara sahiptir. Fâsit satım



na benzer bir fesih hakkı verilmiştir (Buhârî, "Büyü'", 65; Müslim, "Büyü'", 23-28).



hukukî işlem (tasarruf) yapmasına gelince, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre, kab-



akdi fesat sebeplerinin ortadan kaldı-



Kusurlu malı elinde bulunduran dilerse bu malı iade ederek akdi fesheder, dilerse kabul edip konuşulan bedeli öder.



zedilmeyen malın satımı ile ilgili olarak hadiste mevcut yasak (Buhârî, "Büyû c ",



değilse akdin taraflarca, bilhassa k a m u



55; Müslim, "Büyû c ", 29, 35-40) menkul mallara ait olduğundan menkul mallarda kabz öncesi alıcının tasarrufu câiz ol-



kim tarafından re'sen feshedilmesi ge-



maz, gayri menkullerde istihsânen caiz-



lı olarak teslim-tesellüm olmuşsa belli



Kusurlu malda tasarruf, bu malın zayi olması veya değişikliğe uğraması gibi



rılması ile sıhhat kazanır. Bu m ü m k ü n haklarını ilgilendirmesi halinde ise hârekir. Fâsit satım akdi kabz öncesinde mülkiyet ifade etmez. Ancak izne daya-



18



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY MESCİDİ durumlarda, özellikle mebî'in üçüncü şa-



rin hukukî çözüm (hile) ve yorumlarla



hıslara intikali veya esaslı surette de-



z a m a n z a m a n yumuşatıldığı görülmek-



ğişikliğe uğraması halinde ilgili tarafın



tedir. Ancak bunu, ticarî örfün h u k u k a



feshetme hakkı düşer ve mülkiyet ifa-



egemen olması şeklinde nitelendirmek



de eder (Mecelle, md. 372). Diğer h u k u k



yanlış olur. Ayrıca satım akdinin gerek



ekolleri, fesat ve butlân nazariyelerinin



kuruluş, işleyiş ve sonuçları, gerekse un-



tabii sonucu olarak fâsit / bâtıl akdin



sur, şart ve vasıflarıyla ilgili olarak ör-



mülkiyet ifade etmeyeceği görüşünde-



nekler ve meseleler üzerinde geliştiri-



dir (bk. FESAT).



len İslâm h u k u k k ü l t ü r ü n ü n tarihî yoru-



Mevkuf satım akdinin h ü k m ü n e ge-



ma, fer'î ve şeklî ayrıntıların da gâî yo-



lince, akid ister tarafların ehliyetindeki



r u m a tâbi tutulması, böylece bu konu-



eksiklik sebebiyle, isterse yetkisizlik ve-



da g ü n ü m ü z ü n şart ve değerlerini ay-



ya başkasının hakkından dolayı mevkuf



dınlatacak genel ilke ve çözümlerin çıka-



olsun, mebî' ve semenin mülkiyeti taraf-



rılması m ü m k ü n d ü r ve gereklidir.



lara intikal etmez. Akid henüz geçerlik



Buhârî. " B ü y ü ' " , 42-46, 55-85, 102-105, 112;



şahsın veya hak sahibinin onayını (ica-



M ü s l i m , " B ü y û c " , 1-2, 4-6, 23-30, 32, 35-40,



zet) beklemek gerekecektir (Mecelle, md.



42-46, 59-86; E b û D â v û d , " B ü y û c " , 18-19, 2324, 34, 55-56, 6 9 ; Şâfiî, el-Üm, III, 3-95; Cessâs, Ahk&mü'l-Kur'



Değişik açılardan farklı ayırım ve isim-



ân ( K a m h â v î ) , II, 189-190;



İbn H a z m , el-Muhallâ,



Kahire 1 3 8 9 / 1 9 6 9 , IX,



lendirmelere tâbi tutulabilen satım ak-



2 7 0 - 7 5 1 ; Şîrâzî, el-Mühezzeb,



di, maliyet-semen ilişkisine göre dörde



2 5 7 - 2 9 6 ; Serahsî, el-Mebsüt,



ayrılır-. Alış fiyatı (maliyet) açıklanmaksı-



2 - 1 9 9 ; Kâsânî, Bedâ'f,



Bidâyetü'l-müctehid,



Kahire 1315, I, XII, 108-219; XIII,



V, 133-310; İbn R ü ş d , Kahire 1975, II, 136-248;



zın fiyatın pazarlıkla belirlendiği alışve-



İbn K u d â m e , el-Muğnî,



rişler (bey'u'l-müsâveme), alış fiyatına bel-



4 8 0 - 5 0 6 ; Zeylaî, Naşbü'r-râye,



li m i k t a r veya oranda kâr eklenerek ya-



IV, 17, 3 3 ; Remlî, Hihâyetü'l-muhtâc,



pılan satış (bey'u'l-murâbaha), maliyetine satış (bey'u't-tevliye) ve zararına satış



1386/1967,



Kahire 1 3 8 9 / 1 9 6 9 , III, Kalküta



V, 160-235; Mecelle,



4 0 3 ; Ali Haydar, Dürerü'l-hükkâm,



md.



(bey'u'l-vedîa). Son üç nevi alışveriş, ma-



Kadri Paşa, Mürşidü'I-hayrân,



m d . 342-534; M. Y û s u f M û s â , el-Emvâl



yanan akidler olduğundan normal şart-



riyyetü'l- cakd



Dımaşk



1981,



ue naza•



(nşr. D â r ü ' 1 - Fikri' 1 - Arabî), Kahire



1952, s. 2 4 9 - 5 2 1 ; J . Schacht, An



to Islamic



101-



I, 2 0 9 - 6 7 0 ;



liyetin bilinmesine ve satıcıya güvene dalarda satıcı lehine, maliyet hakkında ya-



1357, Kahire



III, 3 7 2 - 4 8 6 ; IV, 3 - 1 8 1 ; Şevkânî,



Neylul-evtâr,



Introduction



Law, Oxford 1964, s. 151-154; a.mlf..



lan ve yanlış beyanda bulunması halin-



"Bay'",



de ise aleyhine birtakım hükümlere sa-



E m î n Dırîr, el-Garar



hiptir.



hire 1967, s. 3 - 4 4 3 ; Z e r k â , el-Fıkhü'l-İslâmî,



Satım akdinin V. (XI.) yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan bir nevi de "bey' bi'l-vefâ"dır. Satım ile rehin akdinin karışımı olup rehin yönü ağır basan bu akid nevinde paraya ihtiyacı olan bir kimse



El 2



(İng.), I, 1 1 1 1 - 1 1 1 3 ;



ve eşeruhû



Muhammed



fi'l-'uküd,



KaI-



II; Bilmen, Kamus,



VI, 5-130; V e h b e ez-Zühaylî,



el-Fıkhü'l-İslâmî







üslûbihi'l-cedîd,



Dımaşk



1 3 9 5 / 1 9 7 5 , I, 151-523; M u h a m m e d ez-Zühaylî, el-'Uküdü'l-müsemmât,



Dımaşk



1982-83,



s. 9 - 4 9 7 ; A b d ü l k e r î m Z e y d a n , el-Medhal,



Bağ-



d a d 1 3 9 6 / 1 9 7 6 , s. 33-36, 2 8 5 - 3 9 8 ; A b d ü r r e z z â k es-Senhûrî, Meşâdirü'l-hak



fi'l-fıkhi'l-İslâ-



malını belli bir para karşılığı alıcıya sat-



mî, Beyrut, ts., III, 139-150; M u h a m m e d



m a k t a , alıcı verdiği para iade edilinceye



Zehre, el-Milkiyye



kadar m a l d a n faylanmakta, para iade



hire 1977, s. 199-465; Nezîh H a m m â d , el-Hiyâ-



edildiğinde ise malı iade etmektedir. Diğer bir ifadeyle bey' bi'l-vefâ, bir malı



ze fi'l-'uktıd Cevâd Ali,



Ebû



ue nazariyyetü'l- cakd,



fi'l-fıkhi'l-lslâmî,



el-Mufaşşal,



K a r a m a n , Mukayeseli



Dımaşk



bi'l-İSTİĞLÂL



(bk. BEY' bi'I-VEFA).



n j



L



r



L



BEY MESCİDİ İstanbul Eyüp'te XVI. yüzyılda yapılan mescid.



n j



Zal Paşa caddesinde Zal M a h m u d Paşa Camii'nin t a m karşısında bulunmaktadır. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi'nin ifadesine göre bânisi Silâhşor Mehmed Bey olup kabri de mescidin yanındadır. Yine aynı kaynakta bu m â b e d e Sürahi Mescidi de denildiğine işaret edilmiştir. İsmâil Beyzâde Osman ve Halil Ethem ise mescidi Silâhî M e h m e d Bey Mescidi olarak kaydetmişlerdir. Mescidin hangi tarihte inşa edildiği bilinmediği gibi bânisinin şahsiyeti hakkında da bilgi yoktur. Fak a t yapı tekniği ve mimari özelliklerinden bir XVI. yüzyıl eseri olduğu anlaşılmaktadır. Bu küçük eser yapı düzeni bakımından o derecede değişik ve zariftir ki bu sebeple M i m a r Sinan'ın eseri old u ğ u ileri sürülmüştür. Fakat Sinan'ın eserlerinin listelerini veren tezkirelerde adına rastlanmaz. Zal M a h m u d Paşa Camii'nin sokak aşırı t a m karşısında ve bu büyük caminin hemen h e m e n yanında oluşu da bu küçük mâbedin ondan daha önce inşa edilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Bey Mescidi 1928'de çıkarılan, cami ve mescidleri tasfiyeye tâbi tutan yönetmelik gereğince "kadro dışı" bırakılarak



1978;



İslâm



Hukuku,



İstanbul



bir kimseye satmaktır (Mecelle, md. 118;



lâm



ve Kâr Haddi,



BEY'



J



s. 6 1 2 - 6 1 7 ; H a y r e d d i n



1982, II; a.mlf., " A l ı ş - V e r i ş t e V â d e F a r k ı " , is-



bk. BEY' bi'l-VEFÂ).



r



Ka-



parasını iade edince geri a l m a k şartıyla



Hukukuna



L



BEY HANI (bk. EMİR HANI).



Haliç kıyısına paralel olarak uzanan



BİBLİYOGRAFYA:



ve işlerlik (nefâz) kazanmadığından ilgili



377-378).



r



Göre Alış-Verişte



Vâde



Bey Mescidi - Eyüp / İstanbul



Farkı



İstanbul 1987, s. 13-38; Ali Şa-



fak, " İ s l â m H u k u k u n d a A l ı ş - V e r i ş t e K â r H a d -



Satım akdinin tarafların karşılıklı rızâ-



di", a.e., s. 60-111; M u h a m m e d Vefâ,



Ebrezü



ları ile ortadan kaldırılması (ikile) müm-



şuueri'l-büyû'i'l-fâside,



Hamdi



kün ise de (Mecelle, md. 190) ikilenin ye-



Döndüren, islâm



ni bir akid m i yoksa fesih mi sayılacağı tartışmalıdır.



Kâr Hadleri,



Kahire



Hukukuna



r a d â ğ î . Mebde'



rının satım akdiyle ilgili olarak ileri sür-



İşlemlerin



Göre



Alım-Satımda



Balıkesir 1 9 8 4 ; Ali M u h y i d d i n Ka-



ü'r-rızâ fi'l-'uküd,



M İ ; Y u n u s A p a y d ı n , İslâm



İslâm hukuk ekollerinin ve hukukçula-



1984;



Hükümsüzlüğü



Beyrut 1985,



Hukukunda



Hukûki



( d o k t o r a tezi, 1989),



A ü Sosyal Bilimler E n s t i t ü s ü ; A b d ü s s e m î ' Ahmed



İ m a m , Uşûlul-büyû'i'l-memnû'a,



dükleri kayıt, şart ve doktriner görüşle-



re, ts.



re tarihî seyir ve tatbikat içerisinde ve



W. J u y n b o l l , "Bey"', İA, II, 581-582.



(Dâru t-Tıbâati'l-Muhammediyye);



KahiTh.



ihtiyaçlara paralel olarak belli bir esneklik getirildiği ve başlangıçtaki hükümle-



H



ALİ



BARDAKOĞLU



19



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY MESCİDİ kapatılmış ve harap olmaya terkedilmiş-



BİBLİYOGRAFYA:



ti. Halbuki adı geçen yönetmeliğin 7. maddesinde, "Cami ve mescidlerin tas-



Ayvansarâyî, Hadtkatü'l-cevâmi',



nifinde tarihî veya mimari bir kıymeti haiz olanlar... tercihen ibka olunur" denilmesine r a ğ m e n Bey Mescidi'nin sa-



mûa-i



Ceuâmi',



milerimiz,



1, 2 8 0 ; Mec-



II, 2 ; Halil E t h e m [Eldem], Ca-



İstanbul 1932, s. 5 8 ; a.mlf., lios Mos-



qees de Stamboul



(trc. E. M a m b o u r y ) , İstanbul



1934, s. 80, rs. 3 2 (resim aynı k i t a b ı n Türkçe b a s k ı s ı n d a y o k t u r ) ; Semavi Eyice, " İ s t a n b u l ' d a



n a t değeri kadroda bırakılmasını sağlayamamıştır. Bu yüzden uzun yıllar ü s t ü



B a z ı C a m i v e M e s c i d M i n a r e l e r i , TM, X (1953),



açık bir harabe halinde kalan mescid 1970'li yıllarda t a m i r edilerek ihya olunmuştur.



Güzel



1961 yazında Bey Mescidi'ni gören R. Ekrem Koçu, onun hâlâ pek güzel olduğ u n u belirttikten sonra, "Büsbütün çök-



s. 2 5 6 , rs. 1 6 ; a.mlf., " İ s t a n b u l M i n a r e l e r i , I",



Araştırma



Akademisi



ve İncelemeleri,



Türk Sanatı



Tarihi



d i " , İsLA, V, 2701 -2703.



ı—ı Bil-



F



rini kaybederse pek yazık olur. Gelecek nesiller neslimize lânet eder" derken çok



SEMAVI EYİCE



B E Y ' bi'l-VEFÂ ( M



^



)



J



Tarafların usulüne uygun olarak yaptıkları vaadleri yerine getirmek (vefâ) zorunda bulunmaları sebebiyle bey' bi'Ivefâ (bey'u'l-vefâ) adı verilen bu alışveriş bey' bi-şarti'l-vefâ, bey'u'l-câiz, bey'u'lm u â m e l e diye de anılır. Bu t ü r alışverişe bazı Arap beldelerinde bey'u'l-emâne, bey'u'I-itâa (bey'u't-tâa) adları da verilmiştir. Bey' bi'l-vefâ, m ü s l ü m a n halkın faizsiz borç para t e m i n etmekte karşılaştığı güçlükleri faiz sayılmayacak bir usulle ortadan kaldırmak ve sermaye sahiplerinin verdikleri krediye karşılık bir tem i n a t ve bir kazanç elde etmelerini sağlamak gayesiyle V. (XI.) yüzyıl Hanefî fakihleri tarafından ortaya konmuş bir akid nevidir. Meydana gelişi ve sonuçları bakımından normal satış akdinden farklı



ve tuğla sıralar halinde yapılmıştır. Kare planlı olan minare kürsüsünün üze-



olduğu için bu akid üzerinde İslâm hu-



rindeki pabuç kısmında gövdeye geçiş üçgenlerle sağlanmıştır. Ancak bu üçgenlerden ucu yukarıda olanlar taştan,



söz konusudur. Bazı hukukçular bunu tış akdi sayarken bir kısım fakihler de



tersine olanlar tuğladandır. Kısa gövde bir çokgen biçimindedir. Dışarı taşkın



nin, ya da rehin, sahih ve fâsit satış akid-



kukçularının değişik



değerlendirmeleri



rehin, bazıları sahih, bazıları da fâsit sabey' bi'l-vefâyı sahih satış akdi ile rehi-



olmayan şerefe, ince m e r m e r çerçeveler ve aralarına yerleştirilmiş korkuluk levhalarından meydana gelmiştir. Ka-



lerinin birleşmesinden meydana gelmiş



b a r t m a şebeke süslemeli korkuluk levhalarının üstlerindeki ezan o k u m a göz-



kümlerde de bazı farklılıkların belirme-



leri, Türk ahşap iç mimarisinde çok rastlanan ocak etrafındaki k ü ç ü k nişlerin benzeri olarak taştan yontulmuştur. Bu kapalı şerefenin üstü ise yine poligon biçiminde kurşun kaplı bir külâhla örtülm ü ş t ü r . Mescidin yanında bir hazîresi olduğu gibi ayrıca etrafında ağaçlar da bulunuyordu.



lerde ve genel olarak hukukî işlemlerde ağızdan çıkan sözlere ve ifade biçimine değil o sözlerin ne maksatla söylendiğine bakılır. Dolayısıyla söz konusu akdin rehinden farkı yoktur. Bey' bi'l-vefânın bir rehin akdi sayılması d u r u m u n d a şu sonuçlar ortaya çıkar: Bu akidle alıcı (rehine alan) mala sahip olamaz. Taraflardan hiçbiri diğerinin izni olmadan akde konu olan malı üçüncü şahsa satamaz. Malın alıcı elinde telef olması halinde değeri borca m a h s u p edilir. Telef olan malın kıymeti borçtan az ise artakalan borç miktarı satıcı tara-



Bedeli iade edildiğinde geri alınmak üzere bir malın satılmasını konu edinen satış akdi. L



mülkiyetin karşı tarafa geçmesi değil alacağın teminat altına alınmasıdır. Akid-



1, İstanbul 1 9 6 3 , s.



60-61, rs. 74-76; R. E k r e m Koçu, " B e y M e s c i -



meden tez elden tamiri gerekir; Bey Mes cidi'nde Türk yapı sanatı bir şahese-



haklıdır. Gerçekten Bey Mescidi İstanbul'daki mescidlerin içinde bir şaheserdir. Önünden geçen yolun kenarında yüksekte kesme taş ve tuğla hatıllı olarak inşa edilen kare planlı mescide etrafı duvarla çevrili bir avludan geçilir. Bu avluyu caddeye bir merdivenle çıkılan kapı bağlar. Merdivenin bitişiğinde mescid duvarından ayrı olarak küçük bir minare yükselir. Mescidin yanında dikdörtgen planlı bir son cemaat yeri vardır. Bunun girişi karşısında ise kare planlı k ü ç ü k bir t ü r b e bulunmaktadır. Son cem a a t yerinden geçilen esas mescid mekânının üstü evvelce ahşap bir çatı ve tavan ile örtülü olmalıydı. Mescid ibadet mekânı, son cemaat yeri ve türbe ile minarenin yerleştirilişi bakımından Türk sanatında başka bir benzerine rastlanmayan biçimdedir. Geleneğe aykırı olarak kıble duvarı ö n ü n e yerleştirilen minare ise zarif bir görünüşe sahiptir. Caminin kendisi gibi minare de kesme t a ş



Sanatlar



adını verseler ve akdi "sattım, aldım" sözleriyle yapsalar da asıl maksatları



bir akid kabul ederler. Değerlendirmede ortaya çıkan bu dört ayrı görüş hüsine yol açmıştır. a) Ebû Hafs Ömer en-Nesefî'nin (ö. 537/1142-43) belirttiğine göre Ebü'l-Hasan Ali es-Suğdî (ö. 461/1069) ve çağdaşları kadı Ebü'l-Hasan el-Mâtüridî ile Seyyid Ebû Şücâ'»başta olmak üzere birçok fakih b u n u n bir rehin akdi olduğu görüşünü benimsemiştir. Çünkü taraflar böyle bir akde her ne kadar satış (bey')



fından alıcıya ödenir-, eğer borçtan fazla ise malın değerinden borca eşit olan kısım düşürülür. Bu d u r u m d a mal alıcının haksız bir fiili sonucu telef olmuşsa alıcı üst tarafını satıcıya öder, böyle bir d u r u m söz konusu değilse ö d e m e yapılmaz. Malın vergisi, giderleri, tamiri, zekâtı ve şüf'a hakkı satıcıya aittir. Ayrıca malın bu yolla el değiştirmesi satış değil rehin olarak kabul edildiğinden bu akid başkaları için şüf'a hakkı doğurmaz. Taraflardan biri ölünce akdi fesih hakkı vârislerine geçer. Müşteri alacağını tahsil etmedikçe vefâen satın aldığı mala satıcının diğer alacaklıları müdahale edemez. Alıcı satıcının izni olmad a n malı kullanamaz, gelirinden faydalanamaz ve tüketemez. Aksi halde tazm i n etmesi gerekir. Meselâ bey' bi'l-vefâ ile satın aldığı bahçenin meyvesini sahibinden izinsiz olarak yemiş olan veya bazı kuru dallarını yakmış bulunan bir müşterinin bunların bedellerini satıcıya ödemesi gerekir. Satıcının izniyle malı kullanması ve gelirinden istifade etmesi ise câizdir-, bu bir hibe sayılır. Ancak satıcı bu izni her an geri alabilir. Borç karşılığında verilen rehinden borç verenin faydalanması rehin akdi sırasında şart koşulursa bu bir çeşit faiz olacağından h a r a m görülmüştür. Bazı fakihler ise bunu mekruh sayarlar (İbn Âbidîn, VI, 522; Bilmen, VII, 44).. Yine rehin telakkisinin sonucu olarak alıcı söz konusu malı satıcıya (asıl sahibine) kiralayamaz (aş. bk.). Aksi halde akid bâtıl olacağından kira bedelinin ödenmesi gerekmez. Satıcı borcunu ödeyince malı geri alır. b) A h m e d b. îsâ el-Keşşî'nin (ö. 550/ 1155) rivayetine göre bazı selef âlimleri bey' bi'l-vefânın sahih bir satış akdi old u ğ u görüşündedirler. Çünkü taraflar



20



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' bi'l-VEFÂ akid- sırasında herhangi bir şart zikretmeksizin "aldım, sattım" ifadelerini kullanmaktadırlar. Niyetlerini gösteren baş-, ka bir söz söylemediklerine göre ağızlarından çıkan irade beyanına itibar etmek gerekir. Nitekim bir insan hiçbir beyanda bulunmadan bir yıl sonra boşama niyetiyle bir kadını kendine nikâhlasa bu hukuk açısından m ü t ' a * değil sahih bir nikâh akdi sayılır. Vefaen satışta borcun garantiye alınması yanında alıcının maldan faydalanması maksadı da vardır. O halde alıcının maldan faydalanmasına müsaade edip onu rehin saymak mümkün değildir. Akid sırasında "aldım, sattım" sözlerinin kullanılması halinde bunun bir rehin akdi olamayacağını belirten Kâdîhan, tarafların akid esnasında bey'i feshetme şartını ileri sürmeleri veya bunun bey' bi'l-vefâ olduğunu belirtmeleri halinde ise bey'in fâsit olacağı görüşündedir. Ancak satış akdi şartsız olarak yapıldıktan sonra taraflar vefâ şartını karşılıklı vaad şeklinde belirtirlerse bu durumda satış câiz ve vefâ şartı da bağlayıcı olur. Ebû Hanîfe'ye göre fâsit şart akid bittikten sonra akde eklenebilir (Kâdîhan, II, 165). Bey' bi'l-vefânın sahih satış akdi sayılması durumunda bundan bazı sonuçlar doğmaktadır. Alıcı satın aldığı malı kullanabilir, kiraya verebilir, meyve vb. semerelerinden faydalanabilir. Eğer bu mal taşınmaz ise alıcı malı teslim almadan önce de kira akdi yapabilir. Yılın bir bölümü geçtikten sonra satıcı parayı iade edip akdi bozacak olursa elde edilecek gelir on iki eşit parçaya bölünür ve alıcı bundan kendi payına düşene sahip olur. Bey' bi'l-vefâya konu olan malın vergisi, tamir masrafları ve diğer giderleri alıcıya aittir. Satıcı masrafları üstlenmişse bu kendi arzusuyla yaptığı bir teberru sayılır. Bedel veya mal geri verilmek suretiyle akdin bozulabileceğine dair sözleşmeden sonra eklenen şart geçerlidir. Malın değerini düşüren bir ayıp meydana gelmişse (meselâ evin harap olması) satıcı malı geri almaya zorlanamaz; çünkü geri alma işlemi aslında yeni bir satış akdidir. Mal alıcının elindeyken telef olsa taraflardan hiçbirinin diğerinde bir hakkı kalmaz. Bununla beraber bey' bi'lvefâ sahih satış akdinin bütün sonuçlarını doğurmaz. Alıcı satın aldığı diğer mallar gibi bu malı başkasına satamaz. Aksi halde asıl mal sahibinin bu satışı bozma yetkisi doğar. c) Akid sırasında fâsit bir şartın zikredilmesi durumunda akid fâsit olaca-



ğından bazı âlimler bey' bi'l-vefâyı fâsit bey' kabul etmişlerdir. Buna göre her iki taraf akdi dilediği vakit feshedebilir. Alıcı malı teslim aldıktan sonra kiraya vermişse kira bedelini alabilir, ancak satıcısına kiraya veremez. Çünkü zaten bu malı satıcısına geri vermek zorundadır. d) Bazı hukukçulara göre belirli yönleriyle önceki üç akde benzemekle birlikte bey' bi'l-vefâ onlardan ayrı müstakil bir akiddir. Diğer bir ifadeyle bazı hükümleri bakımından her üç akidle de ilgisi olan mürekkep bir akiddir. Bir görüşe göre bey' bi'l-vefâ sahih satış ve rehinden mürekkep bir akiddir. Bu durumda vefâ şartı akid esnasında zikredilmezse bu muamele alıcı hakkında sahih bir satış akdi sayılır ve müşteri aldığı maldan kendi malı gibi istifade eder. Aynı muamele satıcı hakkında ise bir rehin telakki edilir ve satıcının bedeli iade etmesi durumunda alıcı bunu kabul edip malı geri vermek mecburiyetindedir. Diğer bir görüşe göre ise bey' bi'l-vefâ sahih satış, fâsit satış ve rehinden mürekkep bir akiddir. Alıcının maldan faydalanmasına bakarak sahih satış akdi, iki tarafın fesih yetkisine sahip olmasına bakarak fâsit satış akdi ve alıcının bu malı başkasına satamamasına, telef olduğu takdirde borcun düşmesine ve malda tahribat vuku bulduğu takdirde borcun o miktar azalmasına bakarak rehin akdi hükmündedir. Bu görüşü benimseyenler bey' bi'l-vefâyı bu üç akidden mürekkep fakat rehin olma tarafı ağır basan bir akid saymışlardır. Mecelle'de bu son görüş kabul edilmiştir (md. 118). Bey' bi'l-vefânın, "bedeli iade edildiğinde geri alınmak üzere bir malın satılmasını konu edinen satış akdi" diye tanımlanması bu sonuncu telakkiye uygun düşmektedir. Buna göre maldan doğacak menfaatlerin bir kısmının yahut tamamının alıcıya ait olması şart koşulursa bu şarta uyulur. Meselâ vefâ yoluyla satılan bir bağın üzümünün satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılması şart koşulmuş olsa o şarta uymak gerekir. Halbuki rehinde koşulacak böyle bir şartı rehin veren her zaman değiştirebilir. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür ki Hanefî fakihleri tarafından ortaya konulan bey' bi'l vefâ, her ne kadar birçok hükümleri bakımından rehine benzemekte ise de meşrûluğunda tereddüt bulunmayan rehinin yanı sıra, geçerliliği konusunda farklı görüşlerin ileri sürüldüğü böyle bir akid nevinin ortaya çı-



karılmasından da anlaşılacağı üzere rehinden farklıdır ve sadece borcu teminat altına almak maksadıyla kabul edilmiş değildir (Bedreddin Simâvî, 1, 247). Bu akdin getirdiği en büyük imkân, borç veren kimseye bunun karşılığında satın almış olduğu maldan istifadeyi sağlaması, rehinin aksine bu istifadenin devamlı olması ve borç alanın sonradan bundan dönememesidir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî hukukçular bunu menfaat sağlayan borç kapsamı içerisinde değerlendirmiş ve faiz olarak mütalaa etmişlerdir. Hanefî fakihlerin bir kısmı da bu tür bir akdi yapılış şekline göre helâl veya mekruh sayarken diğer bir kısmı kanuna karşı bir hile olarak değerlendirerek haram telakki etmişlerdir (bk. FAtz). Bey' bi'l-vefânın değişik bir türü bey' bi'l-istiğlâl ( JHi^VV ) adını almıştır. İstiğlâl sözlükte "bir şeyin kâr ve gelirini almak" mânasına gelir. Bir malı vefaen satın alan kimse bunu ya bizzat kullanma veya kiraya vererek hukukî semerelerinden faydalanma hakkına sahip olmaktadır. Kiraya vermenin en çok rastlanan türü de bizzat satıcısına kiralamaktır ki bu yolla satılan mal asıl mâlikin kullanımından hiç çıkmamış olur. Bir malın gelirinden faydalanmak için onun bizzat satıcısına kiralanması suretiyle yapılan bu tür satışına bey' bi'l-istiğlâl adı verilmiştir (Mecelle, md. 119). Bey' bi'l-vefâ için sabit olan hükümler bey' bi'l-istiğlâl için de geçerlidir. Genel olarak bey' bi'l-vefâya karşı çıkan âlimler aynı gerekçelerle bey' bi'listiğlâle de karşı çıkmakta, burada ayrıca şu gerekçeyi ilâve etmektedirler: Vefaen satılan mal kendi satıcısına kiraya verildiği takdirde kişi aslında borçlu olduğu kimsede rehin olarak bulunan ve kendi mülkiyetinde olan bir mal için kira ödemektedir ki bu hukuken mümkün değildir. İnsanların borç para bulma ihtiyacını göz önüne alarak bey' bi'lvefâyı geçerli kabul eden fakihler ise aynı gerekçe ile bey' bi'l-istiğlâli de geçerli sayarlar. Yalnız bunlara göre bu tür satışta kira akdinin malın alıcıya tesliminden sonra yapılması gerekir. Ancak bazı hukukçular, taşınmazların teslim alınmadan önce satılmasının m ü m k ü n olduğunu göz önünde bulundurarak bu tür malların teslim alınmadan önce kiralanabileceğim de kabul etmişlerdir. Bey' bi'l-istiğlâlde asıl mal sahibi vefaen satmış olduğu malını sözleşmede belirtilen kira bedeli karşılığında kullanır. Kira süresi sona erdiğinde malı kullanmaya devam ederse bu süre için ar-



21



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY' bi'l-VEFÂ tık belirlenen ücreti değil rayiç ücreti (ecr-i misil) öder. Kira süresinin bitiminden sonra ücret ödenmesinin gerekmediğini ileri süren hukukçular da vardır (bk. Bâz, s. 68). Bu şekilde vefaen satmış olduğu malı bir kira ilişkisiyle tekrar zilyetliğine alan mâlik-satıcı, onu alacaklı-müşterinin izni olmadan başkasına satamaz. BİBLİYOGRAFYA: S a h n û n , el-Müdevuene,V,



Fetâuâ,



II, 1 6 5 ; III, 2 6 2 ; B e d r e d d i n Simâvî, Câ-



mi'u'l-fuşüleyn,



Kahire 1300, I, 2 3 4 - 2 4 7 ; İbn



K u d â m e , el-Muğrıî



Mecmu



3 1 7 ; K â d î h a n , el-



(Herrâs),



IV, 4 2 6 ; Nevevî, el-



, III, 2 1 7 ; Bezzâzî, el-Fetâuâ,



4 2 3 ; el-Fetâua'l-Hindiyye, Efendi, Fetâuâ,



IV, 405-



III, 2 0 9 ; Çatalcalı Ali



İstanbul 1257, I, 1 3 1 0 ; İbn Âbi-



dîn, Reddü'l-muhtâr



(Kahire), V, 2 7 6 - 2 8 1 ; VI,



5 2 2 ; Hacı Reşid Paşa, Rûhu'l-Mecelle,



Dürerul-hükkâm,



1327, II, 20-22; Ali Haydar, I, 224-225, 6 6 3 - 6 6 7 ; S e n h û r î , VI, 9 4 ; Z e r k â , 547; Ahmed



hiyye,



İstanbul



Meşâdirü'l-hak,



el-Fıkhü'l-İslâmî,



İ, 2 0 5 ,



Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 , s. 15-17;



Vefâ, Ebrezü



544-



Şerhu'l-kauâ"idi'l-fık-



ez-Zerkâ,



Mahmûd



şuueri'l-büyû'l'l-fâside,



Kahire



1 4 0 4 / 1 9 8 5 , s. 6 5 ; Bilmen, Kamus 1,



VII, 4 4 ; Zü-



haylî, el-Fıkhu'l-İslâmî,



IV, 4 8 5 , 5 1 4 ;



m d . 118, 1 1 9 ; Selim R ü s t e m Bâz,



Mecelle,



Şerhu'l-Me-



celle, Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , s. 67-68.



S



F



ABDÜLAZİZ



BAYINDIR



BEYÂN



n



( o y ı )



Belâgat ilminin bir anlamı değişik yollarla ifade etmenin usul ve kaidelerinden bahseden dalı. '



L



J



Sözlükte "ortaya çıkmak, açık seçik olm a k ; açıklamak, anlaşılır hale getirmek" gibi mânalara gelen beyân kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'in üç âyetinde geçmekte olup buralarda "ilân etme" (Âl-i İmrân 3/138), "açıklama" (el-Kıyâme 75/19) ve "ifade etme" (er-Rahmân 55/4) anlamlarında kullanılmıştır. " Cr*- o y ^ " (İfadenin öylesi vardır ki büyüleyici bir etkiye sahiptir; Buhârî, "Nikâh", 47, "Tıb", 51) hadisinde ise "söz ve ifade" mânasına gelmektedir.



kolayca anlayabileceği bir ifade şekli olmakla beraber hepsinin en zayıfıdır. Sonuncusu ise hepsinden kuvvetli, ancak diğerlerine göre açıklık derecesi en az olanıdır. Beyân ilmi kişiye farklı söz ve usullerle meramını iyi ifade edebilme melekesini kazandırır. İfadelerdeki güç ve açıklık derecesi teşbih, mecaz, istiare ve kinaye ile değişir. Dolayısıyla beyan ilminin konusunu da bu edebî sanatlar ve farklı ifade yolları teşkil eder. Bu bakımdan bir anlatım aracı sayılan beyan, sözün kullanılış özelliğine göre bazı bölümlere ayrılır. Kelime gerçek anlamında kullanılıyorsa hakikattir. Gerçek anlamı dışında bir anlam ifade ediyorsa mecaz, teşbih ve istiare olur. Gerçek anlamı yanında daha etkili bir mecazi anlamda kullanılıyorsa kinaye adını alır. Beyân ilmi, bir kelimenin gerçek anlamda kullanılması demek olan hakikatle ilgilenmez. Ancak mecazın anlaşılabilmesi için hakikati a n l a m a k gerekir ve bu sebeple hakikat da beyânın konuları arasında yer alır. Meselâ bilinen hayvan kastedilerek "aslan" denirse bu kelime hakiki mânasında kullanılmış olur ve açık olup o l m a m a diye bir şey düşünülmez. Hakikat lugavî (hayvan için söylenen "aslan" gibi), şer'î ("dua" anlamındaki salâtın "namaz" anlamında kullanılması gibi), u m u m i örfî ("yerde yürüyenler" demek olan dâbbe kelimesinin "binek hayvanı" anlamında kullanılması gibi) ve hususi örfî (ilmî terimler gibi) olmak üzere dört çeşittir. Mecaz, bir kelimenin gerçek anlamından başka bir anlamda kullanılmasıdır. Ancak kelimenin başka anlamda kullanıldığını gösteren bir karine olması gerekir. Mecaz, gerçek anlam ile mecazi anlamlar arasındaki ilgiye göre mecâz-ı mürsel ve istiare olmak üzere iki kısma ayrılır. Mecâz-ı mürselde gerçek anlam ile mecazi anlam arasında cüz'îlik, küllîlik, sebebiyet ve masdariyet... gibi t a m bir ilgi bulunmakla beraber benzerlik yoktur. İstiarede iki anlam arasında benzerlik vardır.



Edebiyat terimi olarak beyân, mânayı



Teşbih, "lafızların, bir şeyin bir vasıft a diğer bir şeyle ortaklığına delâlet et-



ifadede lafzı açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran, duygu ve



mesi" d e m e k olup müşebbeh, müşebbehün bih, teşbih edatı ve vech-i şebeh



düşünceleri değişik yollarla ifade e t m e usul ve kaidelerini inceleyen ilim demektir. Bir dilde anlatılmak istenen mânayı



olmak üzere dört unsurdan meydana gelir. Her teşbihte bu dört unsurun bir



birbirinden farklı açıklık ve nitelikte ifade eden lafızlar vardır. Meselâ bir kimsenin cesur olduğu, "o cesurdur", "o cesarette aslan gibidir", "o aslan gibidir", "o aslandır" sözleriyle anlatılabilir. Birincisi diğerlerinden daha açık ve herkesin



arada bulunması şart değildir. İki veya üçü bulunmayabilir. Müşebbeh, müşebbehün bih ve vech-i şebeh aklî, hissî (duyularla idrak olunan gül ve yanak gibi) ve vehmî (idrak olunamayan, fakat mümkün olsaydı ancak duyular yardımıyla idrak edilebilecek olan, kılıca benzetilen gulya-



bani dişi vb.) olabilir. Ayrıca müşebbeh ile m ü ş e b b e h ü n bihin bir veya daha çok olmalarına göre birtakım de tesbit edilmiştir.



hususiyetler



Kinaye ise gerçek mânasını düşünmeye engel olacak bir karine b u l u n m a m a k şartıyla bir sözü başka bir m â n a d a kullanma sanatıdır. Meselâ bir kimse hakkında kullanılan "gözü açık" sözü, hem onun g ö z ü n ü n kapalı olmadığına hem de dikkatli, fırsatlardan faydalanmayı bilir, zararın geleceği yeri sezer, kendini şartlara göre ayarlar vasıfta olduğunu ifade eder. Beyân ilminde ayrıca söz konusu ifade tarzlarından hangisinin daha belîğ olduğu üzerinde durulur ve genellikle mecazın hakikatten, istiarenin teşbihten, kinayenin de açık olarak söylemekten daha belîğ olduğu kabul edilir. Meselâ kinaye ile ifadede anlatılmak istenen şeye bir fazlalık getirilmiş olmayacağı gibi normal bir ifadede olmayan bir ispatı kuvvetlendirme özelliği vardır. Meselâ "çok misafiri var" yerine "ocağında külü çoktur" dendiği z a m a n ikinci cümle birincinin ifade ettiğinden daha fazla misafiri olduğunu göstermez; f a k a t misafirlere yemek vermek için ocağın çok yakılmasından dolayı külünün çok olacağı düşüncesinden hareketle misafirinin çokluğu anlaşılır ve böylece m â n a ayrı bir delil ile kuvvetlendirilmiş olur. Beyân ilminin gayesi, duygu ve düşünceleri yerine ve zamanına uygun bir şekilde ifade edebilmek ve edebî eserleri daha iyi anlamaktır. D ü ş ü n d ü ğ ü n ü ve dış dünyadan algıladıklarını ifade e t m e anlamında beyânın ilk insanın yaratılmasıyla başladığı söylenebilir. Duygu ve düşüncelerini en açık ve en güzel şekilde anlatma melekesine sahip tek canlı, insandır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah insanı yarattı, ona beyânı öğretti" (er-Rahmân 55/3-4) denilmektedir. Hatta değişik ifade yollarının daha ilk dönemlerde insana öğretilmiş olduğunu da söylemek m ü m k ü n d ü r . Nitekim Kabil bir kıskançlık sonucunda kardeşi Hâbil'i öldürünce pişmanlık ve çaresizlik içinde ne yapacağını bilmezken Allah'ın gönderdiği bir karganın yeri eşmesinden cesedin gömülebileceğini öğrenmiş, b u n u n üzerine, "Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini bile örtemedim" (el-Mâide 5/31) demiştir. Onun bu ifadesinde temsilî teşbih ve istiare özellikleri görülmektedir. Beyân kelimesini terim anlamına en yakın şekilde ilk ele alan Câhiz (ö. 255/



22



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYÂN 869), el-Beyân ve't-tebyîrı ile el-Hayevân adlı eserlerinde belâgat konularının ana hatlarını, vasıf ve şartlarını bol misallerle anlatırken beyân ilminin temel unsurlarından olan teşbih, mecaz, isti-



gattaki yerini belirleyen ve onu eserin-



nilebilir ki g ü n ü m ü z e kadar her müellifin başvurduğu bir kaynak olmuştur. İbnü'l-Mu'tez (ö. 296/908), K u d â m e b.



hu'l-'ulûm, s. 156). Hatîb el-Kazvînî ise (ö. 739/1338) et-Telhis ve onun şerhi olan el-îzâh adlı eserlerinde Sekkâkî'yi kendi tertip ve sistemi içinde hülâsa ve şerhetmiştir. Gerek et-Telhîş'in gerekse Sa'deddin et-Teftâzânî (ö. 792/1390) tarafından bu esere şerh olarak yazılan el-Mutawel ve Muhtaşarü'l-Mutavvel adlı eserlerin İslâm âleminin kültür merkezlerinde ders kitabı olarak okutulması, bu m e t o d u n yaygınlaşmasını ve yerleşmesini sağlamıştır.



Ca'fer (ö. 337/948), Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 400/1009) ve İbn Reşîk el-Kayrevânî



Hatîb el-Kazvînî'nin eserlerinden sonra belâgat ilimleri diğer birçok ilimde



(ö. 456/1064) gibi âlimler beyân ilminin konularını ve problemlerini de bedî'* ko-



olduğu gibi bir duraklama dönemine girmiştir. Bu d ö n e m d e n sonra müstakil eserler yerine şerh ve haşiye dönemi başlamıştır. Bilhassa Kazvînî'nin et-Telhîş ve el-îzâh'ı etrafında yüzlerce şerh, hâşiye ve m u h t a s a r kaleme alınmış, bunlar da çeşitli İslâm ülkelerinde ders kitabı olarak o k u t u l m u ş t u r (beyânla ilgili eserler için bk. BEDÎ').



are ve kinaye gibi terimleri de tarif ve izah eder. İbn Kuteybe de (ö. 276/889)



Te'vîlü müşkili'1-Kuı* ân adlı eserinde mecaz, istiare, kinaye ve ta'riz konularını ayrıntılı biçimde incelemiştir. Müberred'in (ö. 285/898) el-Kâmil'ine koyd u ğ u "teşbih" b ö l ü m ü (11, 922-1060), de-



nularıyla birlikte incelemişlerdir. Beyânı m e â n f d e n ayrı bir ilim olarak ilk defa ele alıp el-Fevâ'id ve'l-kalâ'id adlı eserinde tarifini veren Ebû Mansûr es-Seâlibî'dir (ö. 429/1038). Müellif diğer eserlerinde de ( el-Kinâye ve't-ta criz, el-İ'câz, Yetîmetü'd-dehr vb.) meânî ve beyân hakkında önemli tesbitlerde b u l u n m u ş ve güzel tarifler vermişse de konuları ve problemleri üzerinde durmamış, sadece bol ve orijinal örnekler vermiştir. Abdülkâhir el-Cürcânî (ö. 471/1078-79) Esrârü'l-belâğa adlı kitabının hemen hemen hepsini beyân ilmine hasretmiş olmakla birlikte eserine "beyân" ismini vermez; beyân, fesahat ve belâgat kelimelerini birbirine yakın anlamlarda kullanır. Hatta beyâna ait bazı meselelerin bedîin alanına girdiğini söyler (s. 371). Ebû Mansûr es-Seâlibî'den sonra beyânın müstakil bir ilim olduğunu söyleyen ikinci âlim Zemahşerî'dir (ö. 538/ 1144). Esâsü'l-belâğa adlı eseriyle (s. 7-8) el-Keşşâf adlı tefsirinde (I, 16) beyândan müstakil ilim olarak bahsetmektedir. Zemahşerî, Kur'ân-ı Kerîm'deki üslûp ve m â n a inceliklerini meânî ve beyân ilimlerini bilen kimselerin anlayabileceğini ifade ettikten sonra beyân âlimlerine atıflarda bulunur. Teşbih, istiare, mecaz ve kinayenin b ü t ü n çeşitlerine şiirlerden de örnekler vererek (el-Keşşaf, I, 190-214) işaret eder. Bu sebeple denilebilir ki beyân ilminin konuları Zemahşerî tarafından en geniş şekilde ele alınmıştır. Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1209), Cürcânî ile Zemahşerî'nin tesbitlerine dayanarak beyân ilminin b ü t ü n konularını çeşitli bölümlemelerle Nihâyetü'lîcâz adlı eserinde sistemleştirmiştir. Konuları ve tarifleri en ince ayrıntılarına kadar tesbit edilen bu ilmin bela-



BEYÂN



de ikinci kısımda ele alan Ebû Y a ' k ü b es-Sekkâkî'dir (ö. 626/1229; bk. Miftâ-



(



)



Mânadaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı biçimde açıklık kazandırmayı veya hükümlerin Allah tarafından açıklanış keyfiyetini ifade etmek üzere kullanılan fıkıh usulü terimi. L ' J Sözlükte "açık şeçik olmak" ve "açıklamak" mânalarına gelen beyân, terim olarak da sözlük anlamı ile paralellik gösteren bir muhtevaya sahiptir. Buna göre beyân, "Mânadaki kapalılığı giderip ona m u h a t a b ı n anlayacağı biçimde açıklık kazandırmaktır". Bununla birlikt e açıklama işine mi, açıklama vasıtası-



ed-Dâlî), Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , II, 9 2 2 - 1 0 6 0 ; Se-



na mı, yoksa açıklamadan elde edilen sonuca mı beyân deneceği hususu usulcüler tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmanın tabii uzantısı olarak usulcüler, "maksadın açıklanması"nı veya "araştırılan sonuca doğru bir biçimde ulaştıran delil"i yahut "delilden elde edilen bilgi veya sonuc"u esas alan beyân tarifleri vermişlerdir. İ m a m Şâfiî ve Hanefî usulcülerin çoğunluğu "maksadın açıklığa kavuşturulması"™ (izhâr) esas almışlardır. Abdülazîz el-Buhârî, bazı Hanefî usulcüler ve Şâfıîler'in çoğunluğu tarafından beyânın "maksadın açıklığa kavuşması" (zuhûr) şeklinde anlaşıldığını belirtmekte, f a k a t bu anlayışın sakıncalı sonuçlara yol açabileceğini savunmaktadır (Keş-



âlibf, er-Resâ'il



fü'l-esrâr,



BİBLİYOGRAFYA: Lisânul-'Arab,



" b y n " m d . ; Buhârî, " N i k â h " ,



47, "Tıb", 5 1 ; Aristo, Fennü'ş-şi'r



(trc. M e t t â



b. Y û n u s el-Kunnâ, nşr. A b d u r r a h m a n vi), Beyrut 1973, s. 9 1 ; Câhiz, el-Beyân



ytn,



I, IV; a.mlf.. Kitâbü'l-Hayeuân,



Kuteybe,



Te'uîlü



Bede-



ve't-tebI-VII; İbn



müşkili'l-Kur'ân



(nşr. Sey-



yid A h m e d Sakr), Kahire 1 3 9 3 / 1 9 7 3 , s. 103135, 2 5 6 ; M ü b e r r e d , el-Kâmil



kalâ'id,



(nşr. M . A h m e d



(Neşrü'n-nazm,



el-Kinâye



el-Fevâ'id



ue't-ta'rîz),



ue'l-



Beyrut,



111, 1 0 4 - 1 0 5 ) .



ts.;



(nşr. M . M u h y i d d i n Ab-



G ü n ü m ü z e ulaşan fıkıh usulü eserleri



d ü l h a m î d ) , Kahire 1 3 7 5 / 1 9 5 6 , I-1V; a.mlf., et-



içinde kronolojik açıdan ilk sırayı t u t a n



a.mlf., Yetîmetü'd-dehr



Tevfîk li't-telfîk (nşr. İ b r a h i m es-SSlih), D ı m a ş k 1403/1983;



belâğa



Abdülkâhir



(nşr. H . Ritter), İstanbul 1 9 5 4 ; a.mlf.,



ilü'l-i ccâz



Delâ'



Esrârü'l-



el-Cürcânî,



(nşr. M a h m u d M u h a m m e d Şâ-



er-Risâle



adlı eserinde Şâfiî beyân ko-



nusunu geniş bir biçimde ele almıştır. Şâfiî burada beyânı, temelde birleşen,



kir), Kahire 1 9 8 4 ; Z e m a h ş e r î , el-Keşşâf



(Bey-



fakat ayrıntıda farklılıklar taşıyan anlam-



rut), I, 16, 190-214; a.mlf., Esâsü'l-belâğa,



Bey-



ları topluca ifade eden bir terim (ism)



Nihâyetü'l-



rut 1965, s. 7-8; Fahreddin er-Râzî,



tcâz fî dirâyeti'l-i'câz



(nşr. Bekrî Ş e y h E m î n ) ,



Beyrut 1 9 8 5 ; S e k k â k î , Miftâhu'l-'ulüm, 1 3 5 6 / 1 9 3 7 ; H a t î b el-Kazvînî, İstanbul



lâğa,



1 3 1 2 ; a.mlf.. el-Tzâh



Kahire



oe'l-beyân



mına m u h a t a p olanlar için bir açıklama



'ulûmi'l-be-



teşkil etmesidir. Daha sonra Şâfiî beyâ-











ilmi'l-



(nşr. H â d î Atıyye), Beyrut



1 4 0 7 / 1 9 8 7 ; Yahya b. H a m z a el-Müeyyed, et-



Tırazü'l-mutazammin rut



1402/1982,



li-esrâri'l-belâğa, l-UI; Teftâzânî,



Bey-



grup beyândan söz ederse de ardından bunları ayrı ayrı açıkladığı sırada birin-



tetau-



ci grubu iki ayrı çeşit olarak inceler ve



Kahire 1 9 6 5 ; A b d ü l a z î z Atîk,



Târîhi'l-belâğati'l-'Arabiyye,



Beyrut,



m e d M u s t a f a el-Merâgî, Târîhu



ğa



ve't-ta'rîf



bi-ricâlihâ,



Kahire



mından tasnife tâbi tutar. Bu tasnifin özetini verirken (er-Risâle, s. 21-22) dört



el-Etual,



İstanbul 1284, 1-11; Şevki Dayf, el-Belâğa:



ve târîh,



nı, hükümlerin açıklanış keyfiyeti bakı-



el-Mutavuel,



İstanbul 1 3 0 9 ; İ s â m ü d d i n el-İsferâînî,



vür



anlamlarının ortak noktası, Allah'ın kelâ-



Telhîşü'l-Miftâh,



Kahire, ts., I-ll; Tîbî, et-Tibyân



me cânî



olarak nitelendirir. Ona göre beyânın bu







ts.; Ah-



'ulümi'l-belâ1369/1950;



böylece beyânı beş bab altında ele alır. Şâfiî'nin bu açıdan yaptığı tasnife gö-



"Ba-



re beyânın beş çeşidi şunlardır: 1. Kur'an



y a n " , El 2 (tng.), 1, 1114-1116; J . T. P. d e Bruijn,



nassı ile yapılan beyân. Farzları ve ha-



" B a y a n " , Ek., 111, 877-878.



ramları ayrıntıya girmeden m ü c m e l ola-



TA, VI, 2 6 6 - 2 6 8 ; G. E. von G r u n e b a u m ,



rak (meselâ namazın farz olduğunu, doH



NASRULLAH



HACIMÜFTÜOĞLU



muz eti yemenin haram olduğunu) bildi-



23



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYÂN ren âyetlerdeki beyân bu çeşide girdiği gibi Bakara sûresinin 196. âyetinde, "hac ile umreyi birleştiren kişinin kurban kesememesi halinde hacda üç gün ve memleketine dönünce yedi gün oruç tutması gerektiği* h ü k m ü n ü n bildirilmesinden sonra yer alan ve başka açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde açık olan, "Bunların tamamı on gündür" ifadesi de bu çeşide örnek olarak gösterilmiştir. 2. Kur'an'm kısmen mücmel bıraktığı ve sünnet tarafından bu mücmel kısma açıklık getirilen durumlardaki beyân. Abdestin farzlarını, cünüplük halinde gusledilmesi emrini, vasiyetin meşrû olduğu hükm ü n ü ihtiva eden âyetler ve buralarda kapalı kalan noktaları açıklığa kavuşturan Hz. Peygamber'in sünnetleri bu çeşit beyânın örnekleri arasında yer almaktadır. 3. Kur'an'm mücmel hükümlerinin Hz. Peygamber'in sünnetiyle açıklığa kavuşturulması şeklindeki beyân. Meselâ Allah'ın Kur'an'da farz kıldığı namazın rek'atlarını ve vakitlerini, zekâtın miktarını, hac ve umrenin nasıl yerine getirileceğini peygamberi vasıtasıyla açıklaması bu çeşidin başlıca örnekleridir. 4. Kur'an nassı ile belirlenmeyip Hz. Peygamber'in sünnetiyle teşri' kılınan hükümlere ait beyân. Şâfiî bu çeşit beyân için gerek eserinin baştaki özet kısmında, gerekse müstakil olarak ele aldığı kısımda müşahhas örnek vermemiş, Hz. Peygamber'e itaati emreden Kur'an âyetlerine işaretle, Resülullah'ın beyânının Allah'ın kitabındakini beyândan ibaret olduğunu vurgulamaya yönelmiştir (Muhammed Edîb Salih, diğer çeşitlerde bol örneklerle karşılaşmanın etkisiyle olmalı ki. Şafiî'nin çeşitlerin her birini örneklerle izah ettiğini söylemektedir, Tefsîrü'rınuşûş, I, 28). 5. Allah'ın ictihad yoluyla araştırılmasını emrettiği hususlara ait beyân. Meselâ kıbleye yönelmeyi (el-Bakara 2/150), ihramlı iken bilerek avlanan kişinin öldürdüğüne denk bir hayvan kurban etmesini (el-Mâide 5/95) emreden âyetlerde kıblenin ve öldürülen hayvanın denkliğinin araştırılması içtihada bırakılmıştır. Şâfıî'nin verdiği beyân tarifi ile tasnifi ve zikrettiği bazı örnekler Cessâs tarafından tutarsız bulunmuş ve sert bir dille tenkit edilmiştir (bk. el-Fuşûl fi'l-uşül, II, 10-19). Şafiî'nin er-Risâle'sinde,



hükümlerin



Allah tarafından açıklanış keyfiyeti bakımından yapılan ve yukarıda özeti verilen geniş açıklamalar bulunmasına kar-



şılık, beyânın gayesi ve ifa ettiği görev açışından beyânın çeşitlerine dair terimlere rastlanmamaktadır. Her ne kadar M. Edîb Sâlih, tümevarım metodunun ve usul terimleriyle ilgili geniş, incelemelerin beyân bahislerine de uzanması ile Şâfiî'nin er-iîisüie'sinden sonra usulcülerin bu açıdan beyânı takrir, tefsir, tağyîr ve tebdîl gibi kısımlara ayırdıklarını ifade ediyorsa da (Tefsîrü'n-nuşûs, I, 29), bu hususta mütekellimîn (Şâfiiyye) metoduna göre kaleme alınmış usul eserleri ile fukaha (Hanefiyye) metoduna göre yazılmış usul eserlerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Mütekellimîn metoduna göre yazılmış usul eserlerinde beyân konusu, genellikle lafız bahislerinin "mücmel" İle ilgili kısmında bir alt başlık olarak ele alınmakta ve daha çok beyânın ona duyulan ihtiyaç anından sonraya bırakılıp bırakılamayacağı, beyânın açıklanan söz ile aynı güçte bir delil vasıtasıyla yapılmasının (mütevâtirin mütevâtir delil ile açıklanması gibi) şart olup olmadığı meseleleri tartışılmaktadır. Fukaha metoduna göre telif edilen fıkıh usulü eserlerinde ise beyân, gayesi ve ifa ettiği görev açısından beş kısma ayrılarak incelenmektedir. 1. Beyân-ı Takrîr. "Mecaz" veya "husus" ihtimallerine açık olan sözü bu ihtimalleri bertaraf ederek güçlendiren açıklama demektir. Meselâ "kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki..." (el-En am 6/38) âyetinde, "kanatlarıyla uçan" şeklindeki açıklama "kuş"un mecazi mânada anlaşılmasını engellediğinden, bir beyân-ı takrirdir. Yine, "Bütün melekler hep birlikte secde ettiler" (Hicr 15/30) âyetinde "bütün" şeklindeki açıklama, u m u m ifade eden "melekler" lafzının tahsis yani "bir kısım melekler" diye anlaşılması imkânını ortadan kaldırdığı için bir beyân-ı takrirdir. Beyân-ı takrîr beyân dereceleri arasında en açık olanıdır. Hemen bütün klasik ve çağdaş eserlerde, naslardaki beyân-ı takrîr için yukarıda zikredilen ve ahkâm âyetlerinden olmayan iki âyetin örnek olarak gösterilmesi dikkat çekmektedir. Şâfiî'nin er-Risâle 'sinde yer alan beyân keyfiyetiyle ilgili beş çeşidi "Beyânın Mertebeleri" başlığı altında özet olarak verirken, Şevkânrnin, "te'vile kapalı olan celî (açık) nas" diye tarif ettiği ve bazıları tarafından "beyân-ı takrîr" ismiyle anıldığını söylediği "beyân-ı te'kid'i fukaha metodundaki beyân-ı takrîr ile



eşit saymak m ü m k ü n görünmemektedir. Zira Şâfiî'nin ayırımının birinci nevinde gerek sünnetteki açıklamalar ile "müfesser" hale getirilmiş mücmel hükümler, gerekse Kur'an'm ek. açıklamaları (ziyâde fi't-tebyîn) ile t a m a m e n vuzuha kavuşturulmuş mânalar kastedilmektedir. Diğer taraftan Şevkânrnin örnek olarak zikrettiği ve Şâfiî'nin ayırımını incelerken işaret ettiğimiz Bakara sûresi 196. âyetinin, husus veya mecaz ihtimalini önleyen bir beyân nevi için örnek sayılamayacağı açıktır. 2. Beyân-ı Tağyîr. Sözün başından (sadr ı kelâm) anlaşılan mânayı değiştirecek şekilde ve yine o söze bitişik olarak yapılan açıklamaya denir. Tahsis, istisna, bedel, sıfat, gaye ve şart hep beyân-ı tağyîr kabilindendir. Meselâ, "Allah alışverişi helâl kıldı" şeklinde başlayan sözü, daha sonraki, "Ribâyı ise haram kıldı" (el-Bakara 2/275) beyânı ile tahsis edilmiş ve ribâ özelliği taşıyan alışverişlerin sözün başından anlaşılan hükme dahil olmadığı belirtilmiştir. 3. Beyân-ı Tefsîr. Mücmel, müşkil ve hafî gibi kapalılık taşıyan bir sözü açıklamaktır. Meselâ Kur'an'da geçen "salât" (namaz) ve "sıyâm" (oruç) gibi mücmel lafızlar ile neyin kastedildiğine dair Hz. Peygamber'in fiilî veya sözlü açıklamaları, mücmel için yapılmış beyân-ı tefsîre örnek teşkil eder. Kapalılık derecesi itibariyle müşkil diye anılan lafızlar ise genellikle müşterek yani birden fazla vaz' ile birden fazla mânayı ifade etmek üzere konmuş lafızlardır. Meselâ, "Boşanmış kadınlar kendi başlarına (evlenmeden) üç kur' süresince beklerler" (elBakara 2/228) âyetindeki "kur"' kelimesi Arap dilinde hem âdet hem temizlik süresini belirtmek üzere konulmuş bir lafızdır. İşte müctehidlerin âyette bu mânalardan hangisinin kastedildiğini açıklamaları bir beyân-ı tefsirdir. Diğer taraftan yapısı itibariyle kapalı olmadığı halde uygulamada kapsamının belirlenebilmesi dış unsurlardan faydalanmayı gerektiren hafî lafızların, meselâ Kur'an'daki "sârik" (hırsızlık yapan kimse) kelimesinin "tarrâr" (yankesici) ve "nebbâş'ı (kefen soyucu) ifade edip etmediğinin açıklanması da beyân-ı tefsîr nevine girer. Görüldüğü üzere beyân-ı tefsîr, gerek -mücmel lafızda olduğu gibi- şâri' tarafından, gerekse -hafî ve müşkil lafızlarda olduğu gibi- müctehid tarafından gerçekleştirilen açıklamayı kapsamaktadır. Âmmın tahsisi Hanefîler tarafından be-



24



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



el-BEYÂN yân-ı tağyîr olarak nitelendirilmekle be-



usulcülerin çoğunluğu tarafından beyân-ı



raber Şâfiîler'e göre bu bir beyân-ı tef-



zarûret içinde mütalaa edilmiştir. Diğer



sirdir. Zira birincilere göre â m lafız kat'î,



beş çeşit beyân ise yukarıda sözü edi-



diğerlerine göre zannfdir.



len Pezdevî'nin taksimine aynen uymak-



4. Beyân-ı Zarûret. Açıklanmaya muh-



olmasına ve beyân konusunu



kımından



bir



açıklamalarını inceden inceye tenkit ede-



yolla izahına beyân-ı zarûret adı verilir.



cek ölçüde geniş ele almasına rağmen



Bu nevi açıklama dört yoldan biri ile ger-



Cessâs'ın beyân şekillerini yerleşik te-



sayılamayacak



rimlerle ifade etmeyişi dikkat çekicidir.



lenmiş) h ü k m ü n d e olan m e s k û t ü n anh



Ayrıca bu şekillerin bazısında muhteva



(söylenmemiş husus) gelir. Meselâ, "Ölen



farklılığı da tesbit edilebilmektedir (bk.



kişinin çocuğu yoksa ve ona anası ile ba-



el-Fuşûl fi'l- usûl, 11, 22).



L



F



J



n



el-BEYÂN • (oy»)



Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî'nin



bası mirasçı olmuşsa anasına üçte bir



Beyân-ı zarûret dışındaki beyân çe-



hisse düşer" (en-Nisâ 4/11) âyetinde, ço-



şitlerinde " t p ilmi" ve "fıkıh ilmi" terkip-



cuğu olmayan bir kimseye yalnız ana ve



lerinde olduğu gibi bir cinsin kendi ne-



babasının mirasçı olması halinde baba-



vilerinden birine izâfe edilmesi söz ko-



ya ne kadar miras düşeceği m e s k û t ü n



nusudur. Beyân-ı zarûret terkibi ise bir



anhtir. Fakat bu marituk hükmündedir,



şeyin sebebine izâfe edilmesi kabilinden-



rak anlaşılmaktadır.



Bâbîliğin kurucusu Mirza Ali Muhammed'in (ö. 1266/1850) Bâbîler'ce kutsal sayılan eseri (bk. BAHÂILIK). '



Şâfirnin



çekleşir. Bunların başında, m a n t u k (söy-



çünkü bunun üçte iki olduğu zaruri ola-



(oyı)



tadır. Şâşî'den sonra gelen bir müellif



taç bir hususun, esasen dil kuralları baaçıklama



el-BEYÂN



dir.



(ö. 403/1013) mûcize konusunu ayrıntılı bir şekilde ele aldığı eseri. L



J



beyne'l-mu



Beyân genelde sözle olmakla birlikte



c



Tam adı Kitâbü'1-Beyân C



ani'l-iark



cizât ve'l-kerâmât



yel ve'l-kehâne



ve's-sihr



ve'l-hi-



ve'n-nâren-



usulcülerin çoğunluğuna göre fiil hatta



cât olup genellikle BâkıllânFnin eserleri



s ü k û t ile de olabilir. Bu yönü ile beyân



arasında sayılan Fi'l-mu ccizât



ya t a m a m e n kaldırılması demektir. Bu



"tefsir" den ayrılır. Zira tefsir bir mâna-



cimli eserden günümüze intikal etmiş bir



nevi beyâna "nesih" adı verilir.



ya açık olarak delâlet eden lafızla olur.



bölüm olarak kabul edilir (bk. BÂKILLÂNÎ).



Diğer taraftan beyân "te'vil"den de kap-



Müellifin yaşlılık döneminde kaleme al-



samlıdır. Çünkü te'vil ilk anda kendisiy-



dığı sanılan Uşûlü'l-îıkhve



le neyin kastedildiği anlaşılmayan söz



yânât



s. Beyân-ı Tebdîl. Sonraki bir beyân ile önceki beyânın hükümlerinin kısmen ve-



Bu beşli ayırım Ebü'l-Usr el-Pezdevî ve onu takip eden Hanefî usulcülerin çoğunluğuna göredir. Debûsî ise beyân-ı takrîr, tağyîr, tefsîr ve tebdîl şeklinde dörtlü bir ayırım yapmış, istisnayı beyân-ı tağyîr ve şarta ta'liki beyân-ı tebdîl olarak nitelendirmiştir. Serahsî bu ayırımı benimsemekle beraber beyân-ı zarûreti ekleyerek onu beşli hale getirmiştir. Şu



adlı ha-



Uşûlü'd-di-



gibi bazı eserlerini bu kitabında



hakkındaki açıklamayı ifade eder (Mu.F,



anmış olmasından (s. 40, 61 ) hareketle



VIII, 219-220). Nesih dışındaki beyân ne-



bu eserinin de onun ileri yaşlarının bir



vileri, nasların açıklanmasının yanı sıra



ürünü olduğunu söylemek m ü m k ü n d ü r .



kişilerin irade beyânlarının yorumlanma-



Kendisinin el-Beyân'm



sı hakkında da söz konusu olur.



de yıllardan beri benzeri konularda te-



Beyânın ihtiyaç vaktinden sonraya te-



giriş bölümün-



liflerde bulunduğunu belirtmesi de bu görüşü desteklemektedir.



halde Debûsî ve Serahsî'nin ayırımlarında



hirinin câiz olup olmadığı hususu, beyâ-



yer alan beyân-ı tağyîr ve beyân-ı tebdîl,



nın konusu olan mükellefiyete göre ay-



Pezdevî ve çoğunluğun ayırımındaki be-



rı ayrı ele alınmış ve farklı görüşler ileri



melen el-Beyân'da



yân-ı tağyîri karşılamaktadır (M. Edîb Sâ-



sürülmüştür (bk. Mu.F, VIII, 223-224; be-



lere (bk. s. 56) dayanarak, Bâkıllânî'nin



lih'in eserinde ise bu hususla ilgili cümle-



yanla ilgili olarak ayrıca bk. AMEL; İRADE



mûcize ve keramet konusuna dair böy-



de "beyân-ı tağyîri karşılamaktadır" de-



BEYÂNı).



le müstakil bir eser kaleme almasında



neceği yerde "beyân-ı tebdili karşılamaktadır" şeklinde yer alan yazım hatası, kitabın yeni baskılarında da düzeltilmediğinden okuyucuyu yanıltabilmektedir, bk. Tef-



sîrü'n-nuşûş, 3. baskı, 1984, 1, 31). Nesihe gelince, Debûsî ve Serahsî'ye göre burada bir h ü k m ü n İzhârı değil kaldırılması söz konusu olduğundan nesih bir beyân değildir. Bu yüzden -işaret edildiği üzere- onlara göre beyân-ı tebdîl nesihi değil h ü k m ü n şarta bağlanmasını ifade eder (Abdülazîz el-Buhârî, III, 106). G ü n ü m ü z e ulaşan Hanefî usul eserlerinin ilki sayılabilecek olan Ebû Ali eşŞâşî'nin (ö. 344/955) el-Usûl'ünüe



be-



yân şekilleri yedi çeşit olarak incelenmiştir. Bu esere hâşiye yazan Kenkûhî'nin belirttiği Üzere ( ümdetul-havâşî, s, 246), bunlardan beyân-ı hâl ve beyân-ı atf.



yer alan bazı ifade-



Hallâc-ı Mansûr'da görülen bazı şaşırtıcı



BIBLIYOGRAFYA: Şâfiî, er-Risâle, s. 21 vd.; Ebû Ali eş-Şâşî, elCIşûl, Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. 245-268; Cessâs. el-Fuşûl fi'l-uşûl (nşr. Uceyl Câsim Neşmî), Küveyt 1405/1985, II, 6-74; Pezdevî, Kenzul-uşül, III, 104-163; Gazzâlî, el-Müstaşfâ, I, 364-383; Fahreddin er-Râzî, el-Mahşûl, I, 259-337; Âmidî, el-İhkâm, III, 22-47; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr, III, 104-163; Bihârî, Müsellemussübût (Bahrülulûm el-Leknevî, Fevâtihu'r-raham û t içinde), Bulak 1324, II, 42-53; Şevkânî, İrşâdü'l-fuhûl, s. 172-175; Ali Himmet Berki, Hukuk Mantığı ve Tefsir, Ankara 1948, s. 3839, 44-46, 51-53, 59-67; Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, Ankara 1956, II, 149-153; M u h a m m e d Feyzü'l-Hasan el-Kenkûhî, cUmdetü'l-haoâşt (Ebû Ali eş-Şâşî, el-UşûI içinde), Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. 246270; M. Edîb Sâlih, Tefsîrü'n-nuşûş fi'l-fıkhi'lİslâmî, Beyrut 1 4 0 4 / 1 9 8 4 , I, 23-49; Bilmen, Kamus?, I, 95-98; Mu.F, VIII, 219-224. H



Her ne kadar L. Massignon, muhte-



İBRAHIM K Â F İ



DÖNMEZ



hallerin etkili olduğunu söylüyorsa da (bk. L. Massignon'dan naklen el-Beyân, nâşirin mukaddimesi, s. 13) Bâkillânî



el-Beyân'm



mukaddimesinde bu eserinin telif sebeplerini açıklarken böyle bir hususa yer vermemektedir. Müellifin burada verdiği bilgiye göre Mağribli bir Eş'arî grup kendisini ziyaret ederek yörenin ilmine ve takvâsına saygı duyulan ünlü Eş'arî bilgini İbn Ebû Zeyd el-Kayrevânî'nin (ö. 386/996) kerameti inkâr ettiğini nakletmişler, kendisi de onlara, Kayrevânî'nin sahip olduğu ilmî otorite ve takvâ gereği böyle bir inkârda bulunamayacağını, b u n u n ya keramet olarak kabul edilmemesi gereken bir olayla yahut da keram e t izhar edecek d u r u m d a olmayan kişilerin iddialarının çürütülmesiyle ilgili



25



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



el-BEYÂN el-Kerâmât



bir şahıs tarafından gerçekleştirilmesi-



bir beyan olabileceğini söylemiştir. Uzun



eserleri arasında saydıkları



süreden beri mûcize ve keramet konu-



adlı kitabın (bk. Kâdî İyâz, 11, 601; Yûsuf



larında c u m h u r ' a muhalif görüşler ile-



Ibish, IV/3, s. 228) el-Beyân'm



ri sürenlere çeşitli eserlerinde cevap ver-



bu bölümlerinden biri olduğu düşünüle-



ları tarafından mûcize konusunda telif



mekte olduğunu ve bu hususta proble-



bilir.



edilip günümüze kadar ulaşabilen ilk eser



mi bulunanların şimdiye kadar yazdık-



el-Beyân'm



eksik olan



nin imkânsızlığı ortaya konmaktadır.



el-Beyân,



başlangıç dönemi kelâmcı-



birinci babında (s. 8-36)



olması, mûcizeye farklı bir t a n ı m ve yo-



larıyla yetineceklerini zannettiğini kay-



genel olarak mûcizenin tarifi, mahiyeti,



r u m getirmiş bulunması, benzeri diğer



deden Bâkillânî, kendisine intikal eden



özellik ve nitelikleri ele alınmaktadır. İkin-



olaylarla mukayesesini yapıp farklarını



bu vahim iddia karşısında fikrini değiş-



ci babda (s. 37-49) peygamberlerin mû-



ortaya koymuş olması bakımından önem-



tirerek mûcizeye ve diğer olağan üstü



cize göstermelerini gerekli kılan husus-



li bir kelâm kaynağıdır.



olayları herkesin anlayabileceği bir şe-



ların ve genel olarak mûcizenin özellik-



kilde ele alan, sağlam delillere dayalı



leri konu edilmiştir. Müellife göre Al-



m u h t a s a r bir eser yazılması gerektiği-



lah'ın elçisi olduğunu söyleyen bir kişi-



ne kanaat getirerek b u n u gerçekleştir-



nin bu beyanının doğruluğunu ispat et-



m e k için de el-Beyân'\ kaleme aldığını



mesi, beşeriyetin de sahte peygamber-



belirtmektedir.



vazife



le hak peygamberi ayırt edebilmesi an-



ve davetlerinin doğruluğunu, onların Al-



cak nübüvvet iddiasında bulunan kişiden



lah tarafından görevlendirilmiş seçkin



mûcize zuhur etmesine bağlıdır. Üçün-



şahsiyetler olduklarını ispat eden mû-



cü bab (s. 50-92) mûcizenin imkânını is-



cizenin gerçek mahiyetini ortaya koya-



patlamaya ve bu olayın diğer olağan üs-



Peygamberlerin



cak kapsamlı bir esere duyulan ihtiyaca



t ü olaylarla mukayesesine ayrılmış bir



bu şekilde dikkat çeken Bâkillânî, bu ko-



bölüm izlenimi vermektedir. Bu bölüm-



nunun iyi bir şekilde anlatılabilmesi için



de müellif, h a r i k u l a d e * kavramının an-



öncelikle mûcizenin, benzeri olağan üs-



laşılmasını s a ğ l a m a k amacıyla tabiatta



el-Beyân'm



g ü n ü m ü z e kadar ulaşa-



bilen t e k yazma nüshası, Tübingen Üniversitesi Kütüphanesi'nde (nr. M a IV 93) bulunan muhtemelen hicrî VI. yüzyıla ait nüshadır (Weisweiller, II, 53-54; Fuat Sezgin bu yazmanın 695 tarihli olduğunu kaydetmektedir. Bk. GAS, I, 609). Eser, söz konusu yazma nüsha esas alınarak Richard McCarthy tarafından neşredilmiştir (Beyrut 1958, 3 6 + 1 8 1 + 27 sayfa). Nâşir eserin baş tarafında yazma nüshanın tanıtımını yaptıktan sonra eserin Bâkıllânîye nisbeti ve telif tarihi hakkındaki kanaatleriyle neşir sırasında uygu-



t ü olaylardan farklı olan yönlerinin açık-



devamlı surette gözlenen ve sürekli tek-



lanmasını gerekli görmektedir. Selef ule-



rarlanışmdan ötürü genelleştirilen "âdet"



mâsının nübüvveti ispat konusunda mû-



(tabiat kanunu) kavramını ele almakta,



kitabın tahlilî bir özetini yapmıştır (bu



cizeye atfettikleri ö n e m ve değeri, bu



b u n u n zorunluluk ifade etmediğini, Al-



özet "Analytical Summary" başlığı altın-



konuda öncelikle bilinmesi gereken nok-



lah tarafından her an değiştirilebilece-



da kitabın İngilizce giriş kısmında da bu-



talarla reddedilmesi icap eden görüşleri



ğini anlatmaktadır (bk. HARK). Yine bu



lunmaktadır). Ayrıca metnin sonuna ek-



t a m anlamıyla ortaya koymadan mese-



bölümde sihir, kehanet, şa'beze gibi olay-



lediği notlar kısmında şahıs, kitap ve



lenin a n l a ş ı l m a y a c a ğ ı n ı belirten müel-



ların mahiyeti üzerinde de duran Bâkil-



mezhep adlarıyla bazı terimler ve Kur'an



lif, İslâm düşünce tarihi boyunca bu ko-



lânî bu t ü r olayları başlıca iki kısma ayır-



âyetleri hakkında açıklayıcı ve tamam-



nuda farklı görüş sergileyen fırkaların



mıştır. Birinci gruba, çeşitli aletler kul-



layıcı bilgiler vermiş, bu konularla ilgili



iddialarının ancak bu yolla çürütülebile-



lanmak suretiyle bir hadiseyi olduğunun



olarak İslâmî kaynaklardan da bol mik-



ceğini savunmaktadır.



dışında gösterme işlemleri dahil



t a r d a alıntılarda b u l u n m u ş t u r (s. 109-



olup



ladığı m e t o d u anlatmış, daha sonra da



Bu m u k a d d i m e d e n sonra dört bab ve



bunlar bir çeşit göz bağcılık, tahyîl ve al-



136). Neşrin sonuna konulan çeşitli fih-



el-Beyân'm



datmacadan ibarettir. Bâkillânî, naslarda



rist, kelime ve kavram



incelenmesinden, neşre esas olan yaz-



söz konusu edilen sihri de ikinci grupta



eserden kolay bir şekilde faydalanmayı



m a n ı n eksik olduğu anlaşılmaktadır. Zi-



m ü t a l a a eder; Kur'ân-ı Kerîm'de Hârût



sağlamaktadır.



ra kitaba konulan ana başlık, bu eserde



ve M â r û t adlı iki meleğin anıldığı âyeti



mûcize yanında keramet, hiyel, kehanet,



(el-Bakara 2/102) delil getirerek bu t ü r



sihir ve nârecât (nîrencât, nîrenciyyât: tıl-



sihrin bir gerçeğinin b u l u n d u ğ u n u sa-



McCarthy), Beyrut 1958, naşirin mukaddimesi,



bunların fasıllarından oluşan



indeksleri



de



BIBLIYOGRAFYA: Kitabü'l-Beyân



Bâkillânî,



(nşr.



Richard



J.



sım, büyülü tuzak) konularının da işlene-



vunur. Sihrin t a m a m ı n ı n bir hayal ve al-



s. 11-36; Kâdî İyâz, Tertîbü'l-medârik,



ceğini göstermektedir. Ancak eserin ya-



d a t m a c a d a n ibaret olduğunu, bir ger-



Brockelmann, GAL Suppl., 1, 349; Sezgin, GAS,



yımlanmış



keramete



çekliğinin bulunmadığını iddia edenle-



1, 609; Max Weisweiller,



doğrudan t e m a s edilmemekte, bu terim



rin bu t ü r bir ayırıma dikkat etmedikle-



olan nüshasında



eserin bazı sayfalarında (meselâ bk. s. 3,



rine ve böylece de naslarda belirtilen



4, 5, 7, 48) dolaylı olarak geçmektedir.



hususlara ters düştüklerine dikkat çe-



Tübingen:



Verzeichnis



11, 601;



Universitâtsbibliothek der arabischen



Hand-



scriften, Leipzig 1930, II, 53-54; Selâhaddin elMüneccid, "Kitâbü'l-Beyân



=



ani'l-fark beyne'l-



k e r â m â t ve'l-mu'cizât", MMMA (Kahire), IV/2



Neşredilen metnin son sayfasında da (s.



ken Bâkillânî, Resûlullah'a karşı yapıldı-



(1958), s. 351-353; Manuel Alonso Alonso, "Lib-



108), "Bundan sonra şeytanların varlığı-



ğı rivayet edilen çeşitli sihir hadiselerini



ros Y Revistas", Andalus, XXIV/1, Madrid 1959,



na dair deliller ve kehanetin mahiyeti



de naklederek bu g ö r ü ş ü n ü güçlendir-



s. 243-245; R. J. McCarthy, "al-Bâqillâni's no-



ile kâhinlere ait haberler kısmı başlaya-



meye çalışır.



caktır" ifadesi yer aldığı halde sözü edi-



Eserin son b ö l ü m ü n d e (s. 93-108) mû-



len konu işlenmeden metnin sona erme-



cizenin sihir ve benzeri olaylarla farklı



si, eserin kehanet ve keramet bölümle-



tarafları açıklanmakta, bu t ü r olayları



rinin eksik olduğunu açıkça ortaya koy-



sırf mûcizeyle karıştırabileceği kaygı-



maktadır. Bu d u r u m d a Kâdî İyâz ve ba-



sıyla inkâr edenlerin görüşleri eleştiril-



zı çağdaş araştırmacıların Bâkıllânî'nin



mekte ve mûcizenin peygamber olmayan



tion of A p o l o g e t i c Miracle", StLidia



et-Orientalia,



Biblica



III (Analecta Biblica, 12), 1959, s.



247-256; a.mlf., "Bâkıllâm", El 2 (tng.), I, 958; R. Paret, "Miracle aıı Magic", İsi., XXXV (1960), s. 151-153; Yusuf Ibish, "Life a n d W o r k s of al-Bâqıllânî", IS, N/3



(1965), s. 228, 229, 235;



Şerafeddin Gölcük, "Bâkillânî", DİA, IV, 531-



26



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



S



İLYAS ÇELEBİ



BEYÂN-ı MENÂZİL-İ SEFER-İ IRÂKEYN F



BEYÂN-ı MENÂZİL-i SEFER-İ IRÂKEYN (



^



n



J j ^ * uW )



Matrakçı Nasuh'un, Kanûnî Sultan Süleyman'ın 1533-1536 yılları arasında çıktığı ilk îran seferine dair minyatürlü eseri.



^



Tam adı Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han olan eser, aslında Matrakçı Nasuh'un Kanûnî dönemine dair tarihinin (Süleymannâme, TSMK, Revan, nr. 1286) 1533-1536 yılları arasındaki ilk İran seferini konu edinen bölümüdür. Bununla birlikte Matrakçı Nasuh eserinde, Irâkeyn Seferi sırasında konaklayıp göçülen menzillerin resimlerini yapmak, bu resimlerin uygun yerlerine menzillerin adlarını yazmak suretiyle eserini gerçekten bir "menzilnâme" haline getirmiştir. Eserin adında geçen "iki Irak"tan birisi İrâk-ı Arab, diğeri irâk-ı Acem'dir. Ancak bu ismin esere bizzat müellif tarafından verildiği şüphelidir. Çünkü eserin gerçek adının, içinde bulunan manzum ifadeler arasında (vr. 12b) Mecmû-ı Menâzil şeklinde geçtiği görülmekte, hatta aynı yerde kısaca Menâzil de denilmektedir. Bir yol üzerinde konaklayacak yerleri ve bu yerler arasındaki uzaklıkları bildiren eserler genellikle menzilnâme adıyla anılır. Bu gibi eserlerde konaklar arasındaki uzaklıklar umumiyetle saat hesabıyla verildiği halde müellif bunları belirtmemektedir. Fakat Kanûnî'nin 1548'deki ikinci İran seferinin menzillerini veren ve tek nüshası Almanya'da Marburg Devlet Kütüphanesi'nde bulunan bir başka eserinde İstanbul-Tebriz arasındaki menzillerin birbirlerine uzaklıklarını mil



olarak belirtmektedir. Matrakçı Nasuh'un bu ikinci eseri, Beyân-ı Menâzil'm resimleri üzerindeki okunması güç bazı menzil adlarının doğru bir şekilde tesbitinde de büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Eser Irâkeyn Seferi'nin sebepleri ve ordunun hareketiyle başlamakta, Doğu Anadolu ve Tebriz'e kadar uzanan bölgede bulunan ve o sırada zaptedilmiş olan yerlerin adlarını topluca vermektedir. Müellif bundan sonra "ekâlîm-i seb'a" adıyla "yedi iklim bölgesi"nden ve bu bölgelerin her birinde bulunan beldelerden bahsetmekte, ardından Ebû Reyhân el-BîrûnFden naklen sözü edilen yedi iklim bölgesine giren ülke ve beldelerin adlarını vermektedir. Daha sonra da sırasıyla ve bölge bölge başlıca menzilleri isim ve resimleriyle göstermektedir. Dinlenme amacıyla fazlaca kalınan büyük konaklar esas alınarak yapılmış bu düzenlemede bölümlerin her birinin başında küçük bir giriş bulunmakta, bundan sonra menzillerin resimleri yer almakta, resimlerin alt, üst veya ortalarında da bu yerlerin adlarının kaydedildiği görülmektedir.



Beyân-ı Menâzil-i Seier-ı Irâkeyn'de bulunan menzil resimlerinin, sembolik olmaktan çok genellikle ait oldukları şehir, kasaba, köy ve diğer konak yerlerini oldukça doğru ve asıllarına uygun bir şekilde göstermesi ayrıca önemlidir. Bu menzillerin adları Feridun Bey'in Münşeâtü's-selâtîn adlı eserinde de bulunmaktadır. Ancak Matrakçı Nasuh'un kendi fırçasından çıkmış olan menzil resimlerinin padişah için özel şekilde hazırlanmış olması eserin değerini daha da arttırmaktadır. Eser, Anadolu'dan geçerek İran'a giden yollar hakkında verdiği bilgiler ve ihtiva ettiği kroki tarzın-



Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn'öe Kasrışîrin ve irâk-ı Arab menzillerini gösteren minyatürlü iki sayfa (İÜ Ktp., TY, nr. 5 9 6 4 , vr. 4 2 " - 4 3 ' )



Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn'deki Hille şehrinin bir bölümünü gösteren minyatürlü sayfa (İÜ Ktp., TY, nr. 5 9 6 4 vr. 6 8 ' )



daki haritalarla coğrafî bakımdan da çok önemlidir. Müellif bu eserinde şehirler, kasabalar, kaleler, köyler, harabeler, durak yerleri, hanlar, derbentler, dağlar, geçitler, önemli akarsular, köprüler, çöller, stepler ve bahçelerin adlarını ve stilize haldeki resimlerini vermiş, bunların hangi bölgede bulunduğuna işaret etmiş, hatta bitki örtüsünü ve hayvanları bile resmetmiştir. Böylece eser bir coğrafya atlası olarak XVI. yüzyıl başlarında Anadolu, Batı İran ve Irak'ın şehir tiplerini, şehirlerdeki büyük binaları, şehirlerin etrafındaki tesisleri tanıttığı gibi yol üzerinde ve şehirleri çevreleyen orman ve bahçelerde bulunan ağaç türleri ve av hayvanları hakkında da açık bilgiler vermektedir.



Mecmû-ı Menâzil'm büyük şehirlere ait resimlerinin birer şehir planı olarak ayrıca önemi vardır. Gerçekten başta Galata olmak üzere eserde mevcut İstanbul, Diyarbakır, Tebriz, Sultâniye ve Bağdat gibi şehirlerin resimleri, mimarlık tarihçilerinin ilgisini çekecek kadar değerli malzemeyi ihtiva etmektedir. Bu resimler arasında gözleme dayananlar çoğunluktadır. Matrakçı Nasuh'un bu eseri Yakındoğu şehirciliği bakımından birinci elden kaynak niteliğindedir. Zira ihtiva ettiği minyatürler ve bu minyatürlerde kullanılan renklerin ihtişamı, dağ sıralarının



27



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYÂN-l MENÂZİL-İ SEFER-İ IRÂKEYN anlamlı görünüşleri,, bu dağlarda görülen jeolojik girinti ve çıkıntılar içine resmedilmiş hayvanların güzelliği, bunları yapan sanatkârın ne kadar hünerli ve duygulu bir insan olduğunu ortaya koymaktadır. Gerçekten müellif gözlemlerini resmetmekteki kabiliyetini bir minyatürcü olarak m ü k e m m e l bir şekilde ortaya koymuş, özellikle çizdiği şehir resimleriyle önemli bir şehir analizcisi old u ğ u n u göstermiştir. Bu resimler ait oldukları zamanın şartlarını da ortaya koyan yegâne belgeler niteliğindedir. Meselâ İstanbul minyatüründe büyük ve küçük unsurların sıralanışı, bu şehrin XVI. yüzyıldaki g ö r ü n ü m ü n ü aslına uygun bir şekilde aksettirmektedir. Kayseri'deki kale bölgesi Matrakçı'nın gösterdiği gibi XVI. yüzyılda şehrin çekirdeği durum u n d a idi. Surların gerisinde ise yeni gelişmelerin başladığı görülmektedir.



Beyân-ı Menâzil'den anlaşıldığına göre, Kanunînin bu ilk İran seferi sırasında konup göçülmüş olan b ü t ü n m e s k û n yerlerin % 15'inin şehir, % 30'unun kasaba, geri kalan kısmının da köy statüs ü n d e olduğu, yerleşim merkezlerinin



Beyân-ı



Menâzil-i



Sefer-i Irâkeyn'ln



ilk sayfası



genellikle, yarlara ve dağlara sırtını ver-



raylar, h a m a m l a r ve pazarlar da açıkça tesbit edilebilmektedir. Beyân-ı Menâzil'in bazı eksiklik ve yanlışlıkları, Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferlerinin menzillerini ihtiva eden Haydar Çelebi Ruznâmesi, Kanûnî'nin bu seferinin bir rûznâmesini ihtiva eden Feridun Bey'in Münşeâtü's-selâtîn'i, Âlî'nin Nusretnâme'si, IV. Murad'ın Revan (1635) ve B a ğ d a t (1637) seferlerinin rûznâmeleri, M e h m e d Edib'in Menâsikü'lHac adlı eseriyle Kâtib Çelebi'nin Cihannümâ'sı, Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme'si ve Hamdullah MüstevfTnin Nüzhetü'l-kulûb'u ile karşılaştırılarak tamamlanabilir. Böylece o devrin Anadolu, Batı İran ve Irak'ın topografik yapısı hakkında m ü k e m m e l bir kaynak elde edilebilir. Tek nüshası İstanbul Üniversitesi Küt ü p h a n e s i n d e (TY, nr. 5964) bulunan Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn, Matrakçı Nasuh'un hayatını ve eserlerini ihtiva eden Türkçe ve İngilizce uzunca bir giriş ile tenkitli metin ve tıpkıbasım halinde Hüseyin G. Yurdaydın tarafından rasında Beyân-ı Menâzil'de geçen menzil adları, çeşitli kaynak ve araştırmalarda bulunan menzil adlarıyla karşılaştırılmış, böylece bunların m ü m k ü n olduğunca doğru olarak tesbitine çalışılmıştır.



Nasûhü's-Silâhî



-



J



ı















- -



[Nasûh-i



Beyân-ı



Matrakî],



>•' • • a » '



m-



*



Leipzig



nach



1924-26, I-II,



tür.yer.; a.mlf., " M u h t e l i f D e v i r l e r d e



1534-1536, A c c o r d i n g to N a s ü h



Imago



.'..---y



Mundi,



j



„O



1.



C , .s'./.



.



^



, V



k-C.



^



-» rs



_ . - -i



Nasuh,



Anado-



JJİ-



JjJ*



J-



Na1/1-2



Hüseyin 1963,



Minya-



za b. A m m â r e ' d e n g u l ü v * fikirlerini öğrendi. Nevbahtî'ye göre M u h t a r es-Sekafî'nin Kûfe'deki isyanında büyük rol oynadı (Fıraku'ş-Şfa,



s. 49). İmâmetin



M u h a m m e d b. Hanefiyye'den sonra oğlu Ebû Hâşim'e, ondan da kendisine intikal ettiğini ileri sürdü. Bazı âyetleri indî yorumlara tâbi t u t a r a k ortaya koyduğu antropomorfist fikirlerini yaymaya çalıştı. Ebü'l-Ferec el-İsfahânî Beyân'ın Ca'fer es-Sâdık adına ortaya çıktığını söylüyorsa da bu çoğunluğun görüşüne uymamaktadır. M u h a m m e d el-Bâkır'ın ölüm ü üzerine bu zümreden ayrılan Mugıre b. Saîd Beyân b. Sem'ân'ın grubuna katıldı. Halkı kendi bâtıl inançlarına davet e t m e k üzere k ü ç ü k bir grupla Kûre, Irak Valisi Hâlid b. Abdullah el-Kas-



Beyân, Allah'ın mahiyeti hakkında ilk defa fikir yürüten ve b u n u sisteminin önemli bir unsuru sayan aşırı bir fırka



hın varlığını iddia etmiş, bunlardan ilkinin diğerinden daha büyük



olduğunu



(1964), s. 229-233 ; H a m i t Sadi Selen, " X V I . Asır-



Allah'ın insanlar gibi organları bulundu-



da Yapılmış A n a d o l u Atlası; N a s u h



Silâhî'-



II, İstanbul 1943,



ğunu ve, "O'nun vechinden (zâtından) baş-



s. 8 1 3 - 8 1 7 ; A l b e r t Gabriel, " L e s E t a p e s d ' u n e



ka her şey helâk olacaktr" ( e l - K a s a s 2 8 /



d a n s les d e u x I r a k d ' a p r e s



un



IX, Pa-



ris 1928, s. 3 2 8 - 3 4 5 ; W a l t e r B. Denny, " A Six-



88) âyetine dayanarak y ü z ü n ü n dışındaki b ü t ü n cüzlerinin yok olacağını iddia



t e e n t h - C e n t u r y A r c h i t e c t u r a l P l a n of istan-



etmiş; ulûhiyyetten bir cüzün Hz. Ali'ye



b u l " , Ars



hulûl ettiğini, onun bu sayede gaybı bil-



Orientalis,



VIII, W a s h i n g t o n 1970, s.



of M a t r a k i M a n u s c r i p t " , JHES, — - i .



şı M u h a m m e d b. Hanefiyye'nin imâmetini savunan İbn Karîb'in talebesi Ham-



söylemiştir. Nurdan ibaret kabul ettiği



49-63; N o r m a l J . J o h n s t o n , " T h e U r b a n W o r l d -l^'La'^ o



den olan ve M u h a m m e d el-Bâkır'a kar-



lideridir. Bir rivayete göre o, biri cennet-



M a n u s c r i t T u r c d u X V I e siecle", Syria,



• ---•



tiyle uğraşırdı. G u l â t ' ı n ileri gelenlerin-



XXV1II/110



Campagne



-



yet edilen Beyân Kûfe'de s a m a n ticare-



te, biri de dünyada olmak üzere iki ilâ-



Ankara



t ü r l ü İ k i Y e n i Eseri", TTK Belleten,



n i n M e n â z i l ' i " , TTK Bildiriler,



.'ii'.:



rî I. asrın sonları ile II. asrın başlarında yaşayan ve aslen Yemenli olduğu riva-



al-Matrâkî",



tür.yer.; a.mlf., " M a t r a k ç ı N a s u h ' u n



ş



Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Hic-



Süleyman



XIII (1956), s. 53-55;



G. Y u r d a y d ı n , Matrakçı



Z



Bazı kaynaklarda adı tahrife uğramış olarak Benân b. İsmâil şeklinde geçer.



başka rivayetler de vardır.



Quellen,



First P e r s i a n C a m p a i g n of S u l t a n



-



*



J



öldürüldüler. Beyân'ın ö l ü m ü hakkında



Wegenetz



(1927), s. 9 6 - 1 0 8 ; a.mlf., " T h e I t i n e r a r y of t h e »—



L



Aşırı Şîa gruplarından Beyâniyye'nin kurucusu.



Fr. Taeschner. Das Anatolische



Sultan



z a r a n V a z i y e t i " (trc. H a m i t Sadi), DEFM,



_



(ö. 119/737)



rî'nin emriyle yakalandılar ve yakılarak



Irâkeyn-i



l u ' n u n Y o l l a n ve C i h a n M ü n a k a l â t ı n a



_



Beyân b. Sem'ân et-Temîmî



Han (nşr. H ü s e y i n G. Y u r d a y d ı n ) , A n k a r a 1 9 7 6 ;



Sefer-i



Osmanischen



'



üW )



Süleyman



Menâzil-i




Ulı_jS,l. a'Lj )



Zeydiyye âlimlerinden M u h a m m e d b. Hasan ed-Deylemî'nin (ö. 711/1311 [?]) Bâtıniyye'nin tenkidine dair eseri. ^ Aslen Deylemli olan Muhammed b. Hasan'ın Yemen'e giderek San'a'ya yerleştiği ve ilmî faaliyetlerini burada yürütt ü ğ ü bilinmektedir. 711 (1311) veya 707 (1308) yılında memleketine dönerken Vâdîmur denilen yerde vefat etmiştir. Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmadığı gibi kelâmla ilgili görüşleri de bilinme-



mine'l-mevânici 1mürdiye, es-Şırâtü'l-müstakim ve Kâc vâ'idü akâ'idi Âli Muhammed adlarını taşıyan üç eser yazmıştır. Sonuncu kitapta ehl-i beytin faziletleri, Zeydiyye'nin ashap hakkındaki olumlu tutumları, İmâmiyye'nin bu konuya dair görüşlerinin dinî ve ilmî temellerden yoksun bulunduğu, Bâtıniyye'nin İslâmiyet'i içten yıkmaya çalışan gayri İslâmî bir mezhep olduğu gibi konulara yer verilir. mektedir. el-Mişkât



Beyânü



mezhebi'l-Bâtmiyye,



Deyle-



mî'nin 1307'de t a m a m l a d ı ğ ı kaydedilen



Kavâ'idü "akâ^idi Âli Muhammed adlı kitabın üçüncü "fenn"inin beşinci faslından ibarettir. Müellif, Bâtıniyye'yi red maksadıyla yazdığı bu b ö l ü m ü n , Hamîd b. A h m e d el-Mahallî'nin (ö. 653/ 1255) el - liüsâmü'l - bettâr li-mezhebi! - Karâmitati'l-küffâr adlı kitabının hulâsası olduğunu belirtmektedir (s. 102). İslâm beldelerinde pek çok seyahate çıktığını, fırkalar konusundaki bilgisini bu seyahatleri sırasında yakından görerek ve ayrıca okuyarak elde ettiğini ifade eden müellif, Bâtıniyye'yi red ve tenkit ederken bizzat onların yazdığı eserlere ve bu



33



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYÂNÜ MEZHEBİ'l-BÂTINİYYE konuda u z m a n olan iki Zeydî âlimi İbn



lı anlayış, imamlara ilâhî vasıflar izâfe



tinden (Al-i İmrân 3 / 104, 114) yola çıkıl-



Mâlik ile Şerîf Yûsuf el-Hüseynî'nin yaz-



edilmesi, kıyamet hakkındaki inançlar,



dığı belirtilerek Meşrutiyet'in getirdiği



dıklarına dayandığını da kaydeder.



insanları yıldızların idare etmesi gibi hu-



hürriyet havası içinde, "İffet ü istika-



DeylemT eserinin başında Bâtıniyye'yi



suslar yer alır.



met, hamiyyet, hemcinsine muavenet,



Deylemî her ne kadar Bağdâdî'nin el-



ve fikirlerini özet olarak anlattıktan son-



sûret-i meşrûada hürriyet, ciddiyât ile



ve Gazzâlî'nin Fe-



ülfet, zulm ü istibdâda nefret, u l û m ve



adlı eserlerinden fay-



f ü n û n a m u h a b b e t gibi hissiyyât-ı fâzı-



Beyânü



layı t a ' m î m e m e d â r olacak neşriyat ile



ra tafsilâta geçer. Birinci kısımda Bâtı-



Fark



niyye'nin kurucularının İslâm'a kin bes-



dâ^ihu'l-Bâbniyye



beyne'l-firak



leyen dinsizler, felsefeciler, Mecûsîler ve



dalandığını



yahudiler olduğunu, bunların etrafa dâ-



mezhebi!-Bâtıniyye'nin



zikretmiyorsa



da



muhtevası bu



millet-i necîbe-i Osmâniyye'nin seviyye-i



îler (misyonerler) göndererek düşüncele-



iki kitapla karşılaştırıldığında araların-



fikriyyelerini yükseltmeye çalışacak ve



rini yaydıklarını, en önemli dâîlerin ta-



da büyük bir benzerlik olduğu ortaya



bilhassa dîn-i İslâm'ın mâni-i terakkî ol-



savvuf perdesine bürünen Meymûn el-



çıkmaktadır ki bu d u r u m



Deylemî'nin



ması gibi zunûn u tekavvülâtın butlânını



Kaddâh ile oğlu Abdullah olduğunu be-



adı geçen eserlerden istifade etmiş ol-



bihavlihî teâlâ isbat edecektir" sözleriy-



lirtir. Müellife göre İslâm düşmanlığını,



d u ğ u kanaatini vermektedir (bk. Bağda-



le gazetenin tutacağı yol belirtilmiştir.



Ali ve evlâdını istismar ederek gizleyen



dî, s. 297, 303; Gazzâlî, s. 11, 21-32).



Bâtınîler maksatlı kimseleri, cahil sûfî-



Gazetenin muhtevasını daha çok dinî,



Bilinen tek yazma nüshası Yemen eski



edebî, siyasî ve fennî konular oluştur-



leri, her şeyi m u b a h saymaya meyilli ve



meliki İ m a m Yahyâ'nın



kütüphanesin-



muş, bu konular için "makâlât-ı dîniy-



dünyalık t e m i n e t m e k isteyen kişileri



de bulunan eser, 1938 yılında R. Stroth-



ye, ictimâiyye ve târîhiyye", "kısm-ı ede-



çevrelerinde toplamışlardır.



mann'ın tashihi ile Alman Müsteşrikleri



bî" ve "müteferrikât" bölümleri teşkil



Cemiyeti tarafından orta boy 140 sayfa



edilmiştir. B ü t ü n yazılarda ilmî bakışın



İkinci kısımda Bâtıniyye fırkalarının, sayısı on beşe ulaşan çeşitli isimlerinden bahsedilmektedir. Bunlar Bâtıniyye, Kaİbâhiyye,



Melâhide, Zenâdıka, Mezdekiyye, Bâbekiyye, Hürremiyye, M u h a m m i r e ve Hurremdîniyye'dir.



B a ğ d a d î , el-Fark ( A b d ü l h a m î d ) , s. 2 9 7 , 3 0 3 ; Gazzâlî, Fedâ^ihu'l-Bâtmiyye



lerini kabul ettirmek için uyguladıkları



(nşr. A b d u r r a h m a n



Bedevî), Kahire 1 3 8 3 / 1 9 6 4 , s. 11, 21-32; Muh a m m e d b. Zübâre, Mülhaku'l-Bedri't-tâli kânî, eI-Bedrü't-tâli c



Bâtınıyye



c



(Şev-



içinde), II, 1 9 4 ; Brockel-



len cevaplara, gazete ile yazışan kişiler-



d i m e s i , s. v-t; Ziriklî, el-A clâm 86-87; el-Kâmûsul-İslâmr,



(Fethullah), VI,



II, 422-423. S



MUSTAFA



F



BEYÂNÜLHAK



(



~



)



min (maddenin) yaratılmamış olduğuna , si altında bulunduklarına



inandıklarını,



zılarında âyet ve hadis yer aldığından her sayının ön sayfasına, "Ekseri maka-



II. Meşrutiyet'ten sonra yayımlanan dinî, edebî, siyasî ve fennî muhtevalı haftalık gazete.



lâta âyet-i kerîme ve ehâdîs-i nebeviyye dercedilmiş bulunduğu nazar-ı i'tibara alınarak riayetsizlikte bulunulmaması rica olunur" uyarısı konulmuştur.



"tâlî" diye iki ilâh kabul ettiklerini, âleve insanların yıldızların tesir ve idare-



Dinî konularla siyasî meselelerin bir arada y ü r ü t ü l d ü ğ ü gazetenin çoğu ya-



bul edildiğini, bu şekilde dinsiz ve İbâ-



lerini ele alan müellif, onların "sâbık" ve



le açık haberleşmelere ve bazı hatırlatmalara yer verilmiştir.



ÖZ



ve sayıları dokuza ulaşan bu metotların



Dördüncü kısımda Bâtınîler'in akide-



m ü de büyük bir yer t u t m a k t a d ı r . "Müteferrikât" başlığı altında ise halkın dinî konulardaki şikâyetlerine, bunlara veri-



di aralarında belli bir sistemle sıralanan



hî yapıldığını ifade eder.



şiirlerden meydana gelen edebiyat bölü-



Mezhebü'l-



II, 2 4 1 ; Deylemî,



metotlar (hileler) sıralanır. Müellif, ken-



sonuncusunda adayın t a m bir Bâtınî ka-



le yanında genellikle İslâmî muhtevalı



(nşr. R. S t r o t h m a n n ) , n â ş i r i n m u k a d -



m a n n , GAL Suppi.,



Üçüncü kısımda Bâtınîler'in, mezhep-



yıda dinî, tarihî ve sosyal konulu maka-



BİBLİYOGRAFYA :



râmita, Karmatiyye, İsmâiliyye, Mübârekiyye, Seb'iyye, Ta'lîmiyye,



esas alındığı belirtilen gazetede çok sa-



olarak İstanbul'da bastırılmıştır.



istanbul'da 9 R a m a z a n 1326 - 24 Zil-



Gazetenin b ü t ü n sayılarında Meşruti-



kade 1330 (5 Ekim 1908-4 Kasım 1912)



yet övülmüş, İttihat ve Terakki Cemiye-



tarihleri arasında 182 sayı yayımlanmış-



ti'ne olan bağlılık vurgulanmıştır.



imamlara tanrılık izâfe ettiklerini, nü-



tır. Cem'iyyet-i İlmiyye-i



İslâmiyye'nin



Hürriyet ve İtilâf Fırkası 'nın kuruluş



büvveti, mûcizeyi ve öldükten sonra di-



yayın organı olarak imtiyaz sahipliğini,



beyannamesinin 21 Kasım 1911'de hü-



rilmeyi inkâr ettiklerini belirtir.



Ayan Meclisi reisliği de yapmış olan Şeh-



k ü m e t e sunulması gazetede "Hürriyet



rî Ahmed (Râmiz) Efendi (sy. 1-43), İstan-



ve İtilâf Fırkası" başlığıyla duyurulmuş,



Beşinci kısım Bâtınîler'in te'vil görüşüne ayrılmıştır. Burada onların ibadet-



bul m e b u s u Nasuhefendizâde Mustafa



Meşrutiyetin varlığıyla gerçekten ihti-



leri b ü t ü n İslâm âlimleri tarafından an-



Asım (sy. 44-182); başyazarlığını Hürri-



yaç duyulan şeylerden birinin böyle bir



laşılanın t a m a m e n dışında kalan mâna-



yet ve İtilâf Fırkası liderlerinden Ayan



fırkanın kurulması, diğerinin ise hürri-



lara yorumladıkları, haramları



mubah



azalığı ve şeyhülislâmlık görevlerinde de



yet içinde birlik ve beraberlik olduğu be-



saydıkları ifade edilir ve Bâtınîler'in âyet



bulunan Tokat m e b u s u Mustafa Sabri



lirtilmiştir. Bundan dolayı fırkanın ku-



ve hadis te'villerinden örnekler verilir,



Efendi yapmıştır. Mesul m ü d ü r l ü ğ ü n d e



ruluşu takdirle karşılanmış ve başarılı



ayrıca



ise M e h m e d Fatin (sy. 1-25), Mimarzâde



olması dileğinde bulunulmuştur (sy. 137).



Bâtınîler'deki



hurûfîliğe



temas



edilir. Müellif eserinin altıncı ve son kısmında Bâtınîler'i çeşitli inançlarından dola-



M e h m e d Ali (sy. 26-43) ve Kilisli Mual-



Beyânülhakk'm



lim M e h m e d Münir (sy. 44-182) bulun-



ri'nin Hürriyet ve İtilâf Fırkası kurucu-



muşlardır.



ları arasında yer alması, Cem'iyyet-i İl-



başyazarı Mustafa Sab-



yı tekfir eder. Bu inançlar arasında iki



Gazetenin birinci sayısındaki "Beyânül-



miyye-i İslâmiyye'nin politika yaptığı id-



tanrı sistemi, âlemin ezelî oluşu, pey-



hakk'ın Mesleği" başlıklı yazıda, "emir



dialarına yol açmış, buna karşı Ermenek-



gamberler ve melekler hakkındaki fark-



bi'l-ma'rûf ve nehiy ani'l-münker" âye-



li M. Saffet, "îzâh-ı Hak ve Hakikat" baş-



34



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEY ATLI, Yahya Kemal lıKlı bir yazıda hiçbir siyasî fırka ile ilgileri bulunmadığını açıklamıştır (sy. 139). Gazetenin sonraki sayılarında da zaman za-



mı ve daha çok medrese talebelerinden



Gazetenin müderris, muallim, din ada-



m a n bu t ü r açıklamalara yer verilmiştir.



başlıca yazarları şunlardır: Abdülahad



(bk. BİAT).



meydana gelen yazı kadrosunda yer alan Dâvud, Abdullah Âtıf [Tüzüner], A h m e d



Bursa ve Kütahya'da bazı medreselerin yıkılıp satıldığı veya yerlerine dükkânlar yapıldığı şeklindeki bir haber Beyârıülhak'ta "şeriatsızlık" yerine "kanunsuzluk" olarak izah edilmiş ve bundan dolayı da gazete 144. sayıdan sonra iki hafta süreyle kapatılmıştır. Yedinci cildin sonunda (sy. 182) sekizinci cilde başlanacağı belirtilmekle beraber gazetenin yayımına m u h t e m e l e n Balkan Harbi yüzünden son verilmiştir. Beyânülhak, 3'ten 34'e kadar olan sayılarında yirmi dört, 1 ve 2. sayılar da dahil olmak üzere 35. sayıdan itibaren on altı sayfa olarak çıkmıştır. İlk dört sayıda sayfalar kendi içinde, diğer sayılarda ise genel sayfa numarasıyla numaralanmıştır. Gazetenin t a m a m ı 3192 sayfa, 182 sayı ve her biri yirmi altışar sayıdan oluşan yedi cilttir. Her cildin sonuna fihrist konulmuştur. Beyânülhak, ilk sayısı İstanbul'da Pangaltı Mekteb-i Harbiyye Matbaası'nda, son sayısı Tevsî-i Tıbâat Matbaası'nda olmak üzere on iki ayrı m a t b a a d a basılmıştır.



n j



(bk. BAYATI).



A h m e d Şirânî, A h m e d Fâik, Hâfız Câfer, Hayret [Adanalı], Hüseyin Hâzım, İbn Hâ-



J



BEYATİ



Tâhir, Ali Zeki, Ali Tayyar, Ayıntablı Edib,



zım Ferid, İbnülemin Ahmed Tevfik [İnal],



1



BEY'AT



r



n



BEYATLI, Y a h y a K e m a l



İbnülemin M a h m u d Kemal [İnal], Kilisli



(1884-1958)



M e h m e d Münir, Küçük Hamdi [Elmalılı],



j



Türk şairi ve nesir yazarı.



Kemâleddin Harpütî, Mehmed Tâhir [Bursalı], Mehmed Atıf, Mustafa Faki, M. Saffet, Mustafa Asım, Mehmed Zeki, Meh-



2 Aralık 1884'te o zaman Osmanlı top-



m e d Sâdık, M e h m e d Hulüsi, M e h m e d



rakları içinde bulunan Üsküp'te doğdu.



Vehbi [Konyalı], Mustafa Nuri, M e h m e d



Bir m ü d d e t burada belediye reisliği de



Esad, Mehmed Arif, Mustafa Sabri, Meh-



yapan adliye m e m u r u Nişli İbrâhim Nâ-



m e d Fatin [Gökmen], Osman Nuri, Ömer



ci Bey ile Leskofçalı İsmâil Paşazâde Di-



Hayri, Ömer Nasuhi [Bilmen], Suudülmev-



lâver Bey'in kızı Nakıye Hanım'ın oğlu



levî, Şevket Gavsi, Şükri, Bandırmalı Şe-



olup asıl adı A h m e d Âgâh'tır. Aile şece-



refeddin [Yaltkaya] ve Tâhirülmevlevî [Tâ-



resi hem anne h e m de baba tarafından



hir Olgun],



III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa'ya dayanır. Şairin



BİBLİYOGRAFYA : Beyânülhak koleksiyonu; Türkiye Maarif Tarihi, s. 292-294; Hasan Duman, Katalog, s. 45; "Beyanülhak", TA, VI, 270; Ziya Bakırcıoğlu, "Beyanü'l-Hak", TDEA. i, 412-413. S



E K R E M BEKTAŞ



daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şehsüvar lakabının Türkçe'sidir ve onun hâtırasını taşır. Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp'teki Yeni Mektep'te başladı (1889), bir müddet sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb'e girdi (1892). Üsk ü p İdâdîsi'nde başladığı orta öğrenimine (1895) ailece Selânik'e taşındıklarından Selânik İdâdîsi'nde devam etti (1897). O yıl annesinin ö l ü m ü ve babasının yeniden evlenmesi üzerine Üsküp'e döndüler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yahya Kemal yatılı olarak Selânik İdâdîsi'ne gitmek zorunda kaldı, f a k a t hastalandığından yeniden Üsküp'e d ö n d ü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki



ge-



çimsizlik had safhaya varmış olduğundan idâdîyi t a m a m l a m a k üzere Yahya Kemal'i j j J J ) jü







İstanbul'a



gönderdiler



(Nisan



1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği



İ



ı s > ' / V J ' J j)j\ J» < t s - t " « « i i J



Galata Sarayı Sultânîsi'ne giremedi, Robert Kolej'e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet c pSlJlj



^dULy âJ-l»



< £jr-l



j J l 3 jjf-



boşta



kalması



devrin



siyasî



akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir



^ >



fırsatını bularak, neslinin birçok gen-



^JJUR ısj-'--* • ( I J ısıı> J^- • JL^Î-L JJJ



ci gibi Paris'e kaçtı (Temmuz (903). Bir



Ij jrf «4^1-C.l — . JAI l_i3t j 1 fi-c.1 j v * ^ffl •iilîj^j b! Üİ£ fSjsiiJij «J-3 j , > jÇİ J.\c İUijjij Ut '.t-,. u>J J'j'^J j..^- J j i •s**-s? J*!S^ ^JL y fj.



m ü d d e t tahsilden uzak. Jön Türkler ara-



.



F



ÜJ.J



İİJ-JJ;^



«. JE



J ı >



. J I J J > .



J A



RF'/UJ; {LLJ IÜ ARFJ



. jijfj 1 Jati



ı ^.Jj.



lîjülu



^l^orJ



'jjj^y^



C—(iUJt^-UİJ-J.!jitj,} JAJCJ



sında yaşadı. Sonra Fransızca'sını iler-



aJŞJ j * I? I j j J j i —C^l-Jiıjljlilîj»



« o,- jjt



letmek için Meaux Koleji'nde okudu. Birkaç yıl, hemen pek çok Türk'ün okudu-



• s.



ğu Ecole Libre des Sciences Politiques'e







devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere gir-



. j^j*



Beyânülhakk'\r\ ilk sayısının ic kapağı



di, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanıdı, hareketli bir hayat yaşa-



35



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYATLI, Yahya Kemal sili için geldiği İstanbul'dan Paris'e gidinceye kadar boş geçirdiği bir buçuk yıl içinde Servet-i Fünûn'un genç şairlerini ve Cenab Şahabeddin'i tanımıştır. îrtikâ (1902) ve Malûmat dergilerinde (1903) Agâh Kemal imzasıyla şiirleri çıkmış, bu arada çeşitli edebiyat ve mûsiki meclislerine de devam etmiştir.



Yahya Kemal Beyatlı



di. İki ay kadar da Londra'da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa'nın ve diğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi. Herhangi bir diploma sahibi olmadan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul'a döndü (1912). Dârüşşafaka Mektebi'nde (1913), Medresetü'I-Vâizîn'de (1914), Heybeliada Bahriye Mektebi'nde (1916), Dârülfünun Edebiyat Şubesi'nde (1916-1919) tarih, medeniyet tarihi. Garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Tedavi için bir süre Sofya'da bulundu (1921). Lozan barış müzakerelerine müşavir delege olarak katıldı (1922). Yurda dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne II. dönem Urfa mebusu olarak girdi (1923-1927). Bu arada Türkiye Suriye sınır tesbit komisyonunda önemli çalışmalar yaptı (1925). Varşova (1926), Madrid (1929) ve Lizbon'da (1931) orta elçi sıfatıyla çalıştı. 1933'te memlekete döndü, Yozgat mebusu olarak yeniden Büyük Millet Meclisi'ne girdi (1933), Tekirdağ (1935) ve İstanbul (1942) mebusluğu da yaptı. Yeni kurulmuş olan Pakistan Devleti nezdinde ilk büyükelçimiz oldu (1947). 1949'da emekliye ayrılarak yurda döndü. Sık sık sağlığı bozulan Yahya Kemal bu tarihten sonra tedavi için birkaç defa Paris'e gitti, fakat t a m iyileşemedi. Son aylarında yattığı Cerrahpaşa Hastahanesi'nde 1 Kasım 1958'de öldü. Mezarı Rumelihisarı Kabristanı'ndadır.



Yahya Kemal'in gerek sanat ve edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris'te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllarda şöhretleri devam eden Fransız romantiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir kültür temeli bulmak için Fransızlar'ın yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat ediyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien'in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu. Çeşitli istikametlerde genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar açtı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzaklaştı. Esasen bir süreden beri yenileşme ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşacak halis bir dil olacaktı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etmenin yollarını aramalıydık. Bunların yanında tarih anlayışı için de bir çıkış yolu aradı. Asırlardır hüküm süren Osmanlı fikri karşısında şimdi Turan düşüncesi uyanıyordu. Türk millî tarihinin temeli ne olacaktı? Tarihçi Camille



Julien'in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: "Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı". Bu cümle Yahya Kemal'in tarih felsefesinin formülü oldu ve bunu Türk tarihine uyguladı. Böylece Ziya Gökalp'in daha çok ırkî değerlere dayanan görüşü yerine millî tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde başlatmış oldu. Bugünkü Türk milleti ile Anadolu toprağı arasında bir medeniyetin yoğrulmuş olduğuna inanıyor, Türklerin Anadolu'ya geldikten sonra ortaya koydukları yeni medeniyeti ve bu medeniyeti meydana getiren unsurları tanımak gerektiğini kabul ediyordu. Bu duygularla Türkiye'ye dönen Yahya Kemal, şiirde Türk klasik devrinin sesiyle örnekler vermeye başladı. Eski Şiirin Rüzgânyle kitabındaki şiirlerinin büyük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Bir taraftan da Peyâm-ı Edebi (1919), İleri (1919-1921), Tevhid-i Efkâr (1920-1921), Payitaht (1921) Yarın (1921-1922), gazetelerinde tarih ve edebiyata dair görüşlerini makaleler halinde yayımlıyordu. Bundan bir müddet sonra Anadolu'da başlayan Millî Mücadele hareketlerini de aynı gazetelerde ve Dergâh (1921) mecmuasında çıkan yazılarıyla destekledi. Sonraki yıllarda önceki makaleleri Edebiyata Dâir, ikinciler ise Eğil Dağlar kitapları içinde yer almıştır. Büyük Millet Meclisi üyeliği ile elçilik yıllarını daha çok çevresindekilerle tarih ve edebiyat üzerine sohbetler, konferanslar ve bazı şiirlerini neşretmekle geçirmiştir. Yahya Kemal'in şiir ve nesirlerini son yıllarına kadar kitap halinde neşretmek gibi bir düşüncesinin olmadığı anlaşılmakta ve bütün yakınlarının hâtıraları bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ölümünden sonra talebesi ve yakın dostu Nihad Sâmi Banarlı'nın himmetiyle ku-



Yahya Kemal Dârülfünun Edebiyat Fakültesi'nde talebeleriyle ve Varşova'da elçi iken (19241



Yahya Kemal, yetişmesinde Üsküp'ün, oradaki Yeni Mekteb'in ve Mekteb-i Edeb'in, bilhassa annesinin rolü olduğunu hâtıralarında belirtir. Edebiyata ve özellikle şiire karşı ilgisinin de Üsküp İdâdîsi'nde başladığını söyler. Bu yıllarda Recâizâde Ekrem'i, Abdülhak Hâmid'i, Muallim Nâci'yi ve Ziyâ Paşa'yı okuduğu gibi eski divanları da elinden düşürmediğini, hatta Esrar mahlasıyla şiirler yazdığını anlatır. "Hâtıra" adlı ilk şiiri de yine bu yıllarda İstanbul'da çıkan Terakki gazetesinde yayımlanmıştır. İdâdî tah-







F



L



M



M



B



P



36



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYATLI, Yahya Kemal rulan Yahya Kemal Enstitüsü bütün şiir-



leri" adlı şiirleri tamamen bu duyguların



lerini, nesir yazılarını, hâtıralarını ve mek-



tezahürüdür.



tuplarını on üç kitap halinde yayımla-



getirmek istemiştir.



Yahya Kemal'in siyasî fikirlerinin gelişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısındaki davranışı Türk aydınının son asırda geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duyguların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir dâüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bilhassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir. Buna karşılık "ümmî" fakat görgülü bir kadın olan annesi Nakıye Hanım, gelenekten gelen bilgilerle ve bir kadın hassasiyetiyle onda ilk dinî duyguları uyandırır. Henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna, "Oğlum, dünyada iki insanı sev... Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!" diyen bu rikkatli anne, böylece bu iki büyük isim etrafında ilk dinî ve millî terbiyeyi veriyordu (Sultan Murad'dan maksadının hem Murâd-ı Hüdâvendigâr, hem II. Murad olduğunu Yahya Kemal ilâve eder). Şair Leskofçalı Galib Bey'in yeğeni olan Nakıye Hanım oğluna bildiği ilâhileri öğretir, onu müslüman Osmanlı geleneğiyle büyütmek ister. Böylece çocuk Ahmed Agâh, Üsküp'ün camileri, türbeleri, evliya kabirleri arasında, dinî hayatla millî ve mahallî örf ve geleneğin birbirine karıştığı "uhrevî bir âlemde", Yûnus ilâhilerinin, Muhammediye']er'm okunduğu bir evde "sofuluğa mütemayil olmayan" bir müslüman dünyasının lezzetini alır. Hatta bir ara, biraz da çocukça bir aşk duygusu ve şiir hevesinin birbirine karıştığı bir atmosferde, Üsküp'teki Rufâî Tekkesi'ne devam eder. Şairin bu yıllarına ait duygularını en güzel biçimde "Kaybolan Şehir" adlı şiiri dile getirmektedir.



Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin başlangıcı olarak 107 i'i yani Malazgirt Zaferi'ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğuşudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, musiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat felsefemiz, cihangirlikle beraber fethedilen yerlerde bir ümran tesis etme idealimizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk temasının ağırlığını hissettirdiği şiirlerinde bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimizle iç içe görünür. "Fenerbahçe", "Mihriyâr", "Bir Tepeden", "İstanbul'un O Yer-



Yahya Kemal'in hâtıralarından, gerek Selânik'te gerekse İstanbul'da siyasî meselelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selânik'te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duygulan uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar-, yurda girişi yasaklanmış kitap, risâle ve dergileri merakla okur. İstanbul'a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur. Memleketi zindan, Avrupa'yı nurlu bir cihan gibi görür, Doğulu'nun ahlâkından nefret eder. "Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu" diyen genç adam daha İstanbul'da iken dine



mıştır. Bu on üç kitabın onu Banarlı'nın sağlığında, geri kalan üç tanesi de ölümünden sonra çıkmıştır. Banarlı'nın ifadesine göre, Yahya Kemal'in şiir kitapları ölmeden önce kendi tavsiyeleri ve tertip şekli hakkındaki arzuları dikkate alınarak ve kendisinin koyduğu isimler altında yayımlanmıştır. Buna göre eski ve klasik divan tarzında olanlar Eski Şi-



irin Rüzgârıyle, Hayyâm'dan tercümeleri de dahil olmak üzere bütün rubâîieri Rubâiler, yeni tarz şiirleri de Kendi Gök Kubbemiz adı altında toplanmış bulunmaktadır. Yahya Kemal'in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelâde cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunmaya muhtaçtır. Mısra bir n a ğ m e olmalıdır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra



kompozisyonunda



birçoklarında aşırı telakki edilmiş bir titizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap haline getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine tâlip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi



ve söylenmesi



isteğinden



doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neo-klasizminin hemen yegâne örnekleri olarak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunlarından ve belâgatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile



karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bunun Paris'te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fransız gençleriyle birtakım sokak mitinglerine katıldığını yine hâtıralarında yazar. Paris'te öğrenciliğinin de pek iyi olmadığı ilk yıllarda Jön Türkler'e ve İttihatçılar'a karışır, onların kahve ve lokallerdeki toplantılarına devam eder. Birbirinden çok farklı sebeplerle vatandan uzakta yaşayan bir yığın Osmanlı arasında, Hoca Kadri Efendi gibi dindar fakat Yahya Kemal'in dostluk etmekten pek de zevk alamayacağı tiplerin karşısında, zıt bir aşırılığın temsilcisi Abdullah Cevdet gibi ateistler, Doktor Nâzım gibi daha dengeli şahsiyetler de vardı. Yahya Kemal'in bunlardan kopuşu Paris'teki hayatının üçüncü yılından itibaren başlar. Bu, hayat hikâyesinde söz konusu olan, Fransız millî tarih felsefesine ilgi duyması hadisesidir. Bu arayışları onda kaybettiği dinî duygularının yerini millî tarihimiz ve değerlerimizle doldurma gayretini doğurur. II. Meşrutiyetin ilânından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul'da, her biri memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmak için birer hasta reçetesi gibi sunulan ideolojilerle karşılaştı. Yine bir kısım Fransız fikir ve sanat adamlarının etkisiyle tasavvur ettiği vatan toprağı nazariyesi onu bir müddet Yakup Kadri ile beraber bir "Nev-Yunânîlik" fantezisine şevketti. Nasıl vaktiyle İran kültür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümüzün kaynağını teşkil edebilirdi. "Bergama Heykeltıraşları" ve "Sicilya Kızları" adlı şiirleriyle "Bir Kitâb-ı Esâtîr", "Tiyatro" ve "Çamlar Altında Musâhabe" serisinden bazı makaleleri bu yılların mahsulüdür. Yahya Kemal'de kısa süren bu bocalama, Balkan ve 1. Dünya savaşlarının acı gerçeğiyle sona erer. "Yol Düşüncesi" şiiri de Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün ifadesidir. Bu devrede tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osmanlı tarihlerine eğilen şair, birçok millî değer gibi dinî duyguyu da yeniden kazanır. 1921-1922 yıllarında yazdığı "Topkapı Sarayında", "Ezan ve Kur'an", "Ezansız Semtler", "Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb" yazıları, milletimizin Müslümanlığa bağlılığını tarih, örf, mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikiminin perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında da, en çok emek ve önem verdiği



37



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYATLI, Yahya Kemal "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" başta olmak üzere, "Itrî", "Ziyaret", "Atik Vâlide'den İnen Sokakta", "Koca Mustâpaşa", "Ufuklar", "O Taraf", "Selimnâme" ve "Ezân-ı Muhammedi" Yahya Kemal'in dinî duygularını derin ve samimi bir şekilde aksettirir. Eserleri. Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal'in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul'da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. "Yahya Kemal Külliyatı" adını taşıyan seri on üç kitabı ihtiva etmektedir: 1. Kendi Gök Kubbemiz (1961). Yahya Kemal'in sade Türkçe'yle söylediği, hem yapı hem şekil bakımından yeni tarz şiirlerini bir araya getiren eseridir. Kitaptaki şiirler "Kendi Gök Kubbemiz", "Yol Düşüncesi" ve "Vuslat" başlıkları altında üç grupta toplanmıştır. Birinci gruptaki şiirlerde daha çok Türk milletinin tarih içinde iman gücüyle Anadolu ve Rumeli topraklarında yaptığı fetihler ve ortaya koyduğu güzellikler üzerinde durulur. İkinci grupta rindlik, ölüm ve sonsuzluk gibi temaların işlendiği şiirler, üçüncü grupta ise daha çok aşk şiirleri yer alır. Yahya Kemal aynı zamanda bir tefekkür şairi olduğu için bu bölümlerin herhangi birinde yer alan birçok şiir diğer bölümlere de girebilecek özellikler taşımaktadır. Onun aşk temasını işleyen şiirlerinde aynı zamanda yoğun bir şekilde vatan ve düşünce unsurları, fikrî muhtevalı şiirlerinde aşk unsurları, vatan şiirlerinde ise diğer bütün unsurları bir arada görmek mümkündür. 2. Eski Şiirin Rüzgârıyle* (1962). Divan şiirini XX. yüzyılda da yaşatma düşüncesiyle hem şekil hem yapı hem de muhteva bakımından t a m a m e n klasik tarzda yazılan şiirlerin toplandığı kitaptır. Bu şiirler "Selimnâme", "Gazeller", "Şarkılar", "İthaf" ve "Kıt'alar-Beyitler" başlıkları altında beş bölümden meydana gelir. Tarihin eski ve ihtişamlı devirlerine ait olayları kendi çağlarının diliyle söylemek Yahya Kemal'in önem verdiği bir husus olduğundan bu kitaptaki şiirlerin tamamı eski devrin diliyle yazılmıştır. 3 ve 4. Rubâîler ve Hayycım Rubailerini Türkçe Söyleyiş (iki kitap bir arada 1963). Klasik edebiyatta rubâî, genellikle büyük manzumelerde ifade edilebilecek birtakım duygu ve düşünceleri dört mısraya sığdırabilme başarısının ifadesi olmuştur. Yahya Kemal de bu kitapta toplanan rubâîleriyle klasik şiirde ayrı bir yeri olan rubâîye Türkçe'de yeni



Zs?



-s?



XVIII, 163170; a.mlf., Tezkiretüi-huffâz, III, 1132-1135; Sübkî, Tabakât, IV, 8-16; İsnevî, Tabakâtü'şŞâfi'-iyye, I, 198-200; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire, V, 77-78; Keşfü'z-zunûn, I, 9, 53, 261, 400, 574, 721, 760; II,' 1007, 1047, 1391, 1393, 1455, 1581-1582, 1621, 1726, 1739, 1836, 1957, 2051; Abdülazîz ed-Dihlevî, Bustânü'l-muhaddişîn, s. 101-104; Serkîs, Mu'cem, I, 620-621'; Brockelmann, GAL, I, 446447; Suppi, 1, 618-619; a.mlf., GAL (Ar.), VI, 231; a.mlf., "Beyhakî", İA, II, 582; a.mlf., "elBeyhakı", DMİ, IV, 429-430; Kettânî. er-Risâletü'l-müstetrafe, s. 33-34; Kays Âl-i Kays, e/îrâniyyûn, I I / 2 , s. 513-523; M. Şerefeddin, "Selçuklular D e v r i n d e M e z â h i b " , TM, I (1925), s. 104-105; J. Robson, "al-Bayhakı", El 2 (Fr.), I, 1164; a.mlf. - İdâre, "el-Beyhakî", ÜDMİ, V, 317-318. r—| INIOL M . Y A Ş A R



KANDEMİR



ca peygamberlerin gösterdikleri muci-



illeri dahil olmak üzere her şeyi kendi



zeler Allah'ın varlığına ilişkin delillerdir



hür iradesiyle yarattığı belirtilmektedir.



(el-İ'tikâd, s. 12-13, 15).



Allah kullarından dilediğini dalâlete, di-



Allah Teâlâ'ya muhtelif naslarda hay, alîm, kadîr, mürîd, mütekellim, semî',



lâlete sevkederken adaletten ayrılmaz,



basîr, halik, râzık gibi isimlerin nisbet



küfrü de çok defa farkedilemeyen çeşit-



edilmesi zâtıyla birlikte sıfatlarının da



li hikmetlere bağlı olarak yaratır (Kitâ-



bulunduğunu gösterir. Eğer



sıfatları bu-



2. Nübüvvet. Geçmiş peygamberlerin



bi isimlerinin bulunması gerekirdi. Hal-



M u h a m m e d ' i n nübüvveti de gösterdi-



buki bunlardan



sıfatını



ği mûcizelerle ispat edilir. Bunların en



başka kudret



anlatan kadir, kahir, muktedir-, ilim sıfa-



önemlisi Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'an'm ta-



tına işaret eden alîm, habîr, hakîm, hâ-



şıdığı en önemli beşer üstü özellik (i'câz)



fız, muhsî; fiilî sıfatlarını haber veren hâ-



din, felsefe, ahlâk, astronomi, fen ilim-



lik, râzık, bedi', bâri', muhyî, m ü m î t ve



leri gibi ihtisas gerektiren birçok konu-



yaratıklara benzemediğini bildiren ahad,



ya dair bilgiler ihtiva etmesine rağmen



müteâlî, azîz, meçîd, karîb, muhît gibi



ü m m î bir insanın elinde ortaya çıkması



isimleri de vardır. Ayrıca naslarda ilim,



ve bu veciz kitaptan ilham alınarak cilt-



kudret ve irade müstakil birer sıfat ola-



ler dolusu eserlerin yazılması noktala-



rak da zâtına nisbet edilmektedir. Zâtî



rında toplanır ( Delâ'ilü'n-nübüvve, I, 17-



ve fiilî kısımlarına ayrılan ilâhî sıfatların



18; el-İ ctikâd, s. 146-148). Peygamberler



ilk grubuna girenler kadîm, ikinci gru-



ölümlerinden sonra bile Allah katında



bunda yer alanlar ise hâdistir. İlâhî sı-



diridirler. Son peygamber Hz. Muham-



fatlardan hayat, ilim, irade, kudret, ke-



med'le



lâm gibi zâtî sıfatlarla yaratma, rızık ver-



inanmak farzdır; zira Kur'ân-ı Kerim'de



me, öldürme, diriltme gibi fiilî sıfatları



onların bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenler kâfir olarak nitelendirilmiş-



ki bunlar sadece nakil yoluyla bilinir. Me-



kında kullanıldıkları anlamlarda Allah'a



lara yorumlar getiren kitaplar yazmış



atfedilemeyeceğine de hükmeder. Tevâ-



Şu'abul-



tür derecesindeki naslarla sabit olmayıp



îmân gibi akaidin bütün meselelerini ko-



sadece âhad haberlerle rivayet edilen



el-Esmâ*



kef, yemîn, suret, esâbî' gibi zâtî-habe-



ve'l-kader,



rî sıfatlarla ityân, mecî' gibi sübûtu ke-



Delâ^ilü'n-rıübüv-



sin bulunan fiilî-haberi sıfatların te'vil



ve gibi bir veya birkaç konuyu inceledi-



edilmesi gerekir. Allah zâtıyla yaratıkla-



el-Ba ş



Kitâbul-Kazâ



ve'n-nüşûr,



ği eserleri de vardır. Devrinin ünlü ke-



rın içinde mevcut olmamakla ve bir me-



lâmcılarından biri olan İbn Fûrek'in ders-



kânda bulunmamakla birlikte belli nite-



lerine devam ederek diğer ilimlerin yanı



liklere sahip m a d d î bir nesne olan arşa



sıra akaid alanında da kendisini yetiştir-



istivâ (ulüv) etmiştir. Fakat bu istivânın



miştir. Beyhaki itikadî meseleleri bir ta-



gerçek mânasını Allah'a havale etmeli-



raftan nakillerle delillendirirken



diğer



peygamberlere



tir (en-Nisâ 4/150-151).



akaide dair hadisleri ihtiva eden ve bun-



c



bütün



likte bir kısım zâtî ve fiilî sıfatlar vardır



dan olup keyfiyetlerinin bilinmesi imkân-



ve's-sıfât,



birlikte



aklen ispat etmek m ü m k ü n olmakla bir-



sızdır. Fakat akıl onların yaratıklar hak-



3



vr. 62 a , 65"),



nübüvvetleri mûcize ile bilindiği gibi Hz.



konularla yakından ilgilenmiş, özellikle



nu edinen eserlerinin yanında



ve'l-kader,



ni ifade eden kadîm, evvel, âhir, hak gi-



Akaide Dair Görüşleri. Beyhakî itikadî



ve



büi-Kazâ 0



lunmasaydı sadece zâtının mevcudiyeti-



selâ yed, vech, ayn zâtî-haberi sıfatlar-



Sünnî bir âlimdir. el-l ctikâd



lediğini hidayete sevkeder. Ne var ki da-



dir. Allah'a nisbet edilen isimler (esmâ-i



3. Âhiret Halleri. Kabir azabı veya nimeti, ruhun cesede ait bir parçaya iade edilmesiyle gerçekleşmiş olabilir. Bu aklen imkânsız değildir. Ölen kişinin ruhunu teslim ediş tarzı ile öldüğü yer kabir azabı görüp görmeyeceğine işaret eder. Âhirette yaratıkların hesaba çekilmesi tek tek değil toplu olarak gerçekleşecektir; amellerin tartılması bu hesaba çekilme işleminden ayrı bir safhadır. Amellerin tartılması naslarda belirtildiği üzere (vezin) zahirî anlamıyla vuku bulacaktır. İyilikleri ağır gelenler azap görmeden cennete gireceklerdir. Cennette müminlerin amellerine göre girecekleri dört ayrı bölüm vardır. Cennet göklerin üst ü n d e ve arşın altındadır.



taraftan aklî istidlallere de başvurmuş



hüsnâ) nasların



sabittir,



4. İman-Günah ve Mükellefiyet. İmanın



ve böylece Selefî-Eş'arî bir çizgi takip



ancak âlimlerin ittifakla lâyık gördüğü



kalp ile tasdik ve dil ile ikrardan oluşan



belirlemesiyle



etmiştir. O bu metodun Şîa, Mutezile ve



isimlerin de O'na atfedilmesi mümkün-



iki unsuru vardır. Bir engel bulunmadık-



Müşebbihe gruplarının etkilerini asgari-



dür. Beyhakî, Kur'an'da bazı sûrelerin



ça kalbindeki tasdiki diliyle ifade etme-



ye indireceğini d ü ş ü n m ü ş t ü r . Beyhakî'-



baş taraflarında yer alan "hurûf-ı mu-



yen kimse m ü m i n sayılmaz. İman ilâhî



nin başlıca akaid konularına dair görüş-



kattaa"nın ilâhî isimlerin remizleri oldu-



buyruklara itaat etmekle çoğalıp isyan



lerini şöylece özetlemek m ü m k ü n d ü r ;



ğunu öne sürmüştür.



etmekle azalmasına rağmen hiç bir gü-



61



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYHAKÎ,Muhammedb. Hüseyin Emîrek de Nîşâbur hatipliği yapmıştır,



nah sahibini imandan m a h r u m



bırak-



sürmüşse de bu görüş pek isabetli gö-



maz. Zira Allah'a eş koşmayan



bütün



rünmemektedir. Çünkü Selefıyye'nin ön-



Beyhakî tahsiline Beyhak'ta başladı; da-



müminler kurtuluşa eren zümreden sa-



de gelen temsilcilerinden Ahmed b. Han-



ha sonra ailesiyle birlikte Şeştemed'e



yılmışlardır (el-Enam 6/82). Günahkâr



bel'in bile bazı haberî sıfatları te'vil et-



gitti ve on dört yaşına kadar orada kal-



müminler hakkında verilecek en isabet-



tiği bilinmektedir.



dı. Otuz yıl süren öğrencilik hayatında



li h ü k ü m onların imanlarının kemal derecesinde bulunmadığıdır. İman ile İslâm aynı anlama gelir. Naslarda birinin diğerinin yerinde kullanılmış olması (ezZâriyât 51/35) bunu gösterir. Kâfirler de iman mükellefiyetinden başka İslâmî emir ve yasaklara da m u h a t a p olup bunlara uymadıklarından dolayı ayrıca sorumlu tutulacaklardır. Çocuklara dünyada babalarının inançlarına göre muamele edilir, âhiretteki durumlarına gelince bu husustaki h ü k m ü Allah'a havale e t m e k gerekir. Bu akaid telakkilerinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere Beyhaki



bütün



ilâhî sıfatları zâtî ve fiilî kısımlarına ayırmış, bunlardan bazı haberî sıfatların te'-



devrin en meşhur bilginlerinden Kur'an,



BIBLIYOGRAFYA : Beyhakî, el-Esmâ' ve'ş-şifât, s. 11, 137-138, 151-152, 161, 234, 364, 376-377, 384, 387, 394-397, 446, 497, 502, 506, 534, 540, 552; a.mlf.. el-i ctikad calâ mezhebi's-Selef, Beyrut 1404/1984, s. 12-15, 31-32, 38, 40, 55-57, 67, 73-74, 88, 89, 95, 127, 143, 146-148, 173; a.mlf., Şu cabü'l-îmân, Beyrut 1410/1989, 1, 38, 43, 44, 50, 60, 121-122, 145, 205, 245246, 253, 256-258, 263, 330, 348-349, 354; a.mlf., Kitâbü'l-Kazâ 1 ve'l-kader, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1498, vr. 2», 12". 13a, 40 b , 62 a , 65 a ; a.mlf., Delâ^Hü'n-nübüvve Inşr. Abdurrahman Osman), Kahire 1389/1969, 1, 17-18, 23, 31; a.mlf., e / B a ' ş ve'n-nüşûr, Beyrut 1 4 0 8 / 1 9 8 8 , s. 64, 86, 87; Ahmed b. Atıyye el-Gâmidî, el-Beyhakl ve mevkıfühû mine'lilâhiyyât, Medine 1402/1983, s. 58, 85-86, 87-89, 95-107, 118, 124, 127, 131, 134-135, 139, 273. |—ı İSİ



vil edilmemesi gerektiğini kabul ederek



Y U S U F ŞEVKİ



YAVUZ



tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, mantık, felsefe, edebiyat, lügat, astronomi, matem a t i k ve cebir okudu. 1123'te babasını, ertesi yıl da hocası



Mecmdu'l-emşâl



müellifi Meydânî'yi kaybedince, dört yıldan beri filoloji ve ilâhiyat tahsil etmekte olduğu Nîşâbur'dan ayrılıp Merv'e gitti (1125). Orada Tâcülkudât Ebû Sa'd Yahyâ b. Abdülmelik'ten fıkıh, kelâm ve münazara ilmini öğrendi. 1127'de Merv'deki öğrenciliğine son verip Nîşâbur'a döndü. Burada Rey ve Dihistan Valisi Şehâbeddin M u h a m m e d b. Mes'ûd'un kızıyla evlendi. 1132'de Beyhak kadılığına tayin edildi ise de ilimle meşgul olmayı her şeyin ü s t ü n d e t u t t u ğ u için bu görevden ayrılarak yaklaşık dört ay sonra Rey'e



Selefiyye'ye uymuş, bazılarının te'vilini



geri döndü. Burada altı yıl boyunca ma-



ise zaruri görmek ve bir kısım zâtî sıfat-



t e m a t i k ve felsefî ilimlerle uğraştı. Ma-



ların akılla bilinebileceğini belirtmek suretiyle de kelâmcıların görüşüne katılmıştır. Arşa istivâ konusunda Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi âlimlerle aynı görüşü paylaşmış, fiilî sıfatların hâdis olduğunu söyleyerek Eş'ariy-



F



BEYHAKÎ, Ali b. Zeyd ( u^te



11



- H j Oi J**



n



tematik ve astroloji sahasında büyük bir



)



ilerleme kaydetti. 1136'da felsefî çalış-



Ebü'l-Hasen Zahîrüddîn Alî b. Zeyd b. Muhammed el-Beyhaki (ö. 565/1169) Âlim, tarihçi ve edip.



Kutbüddin



M u h a m m e d el-Mervezî'nin gözetiminde 1142'ye kadar çalıştı. 1143'ten 1154'e kadar Nîşâbur'da kaldı. Cuma günleri şehrin Cuma Camii'nde, pazartesi ve çar-



ye'nin yanında yer almış, Kur'an'm ihtiva ettiği ilimlere işaret edip bunu ken-



malar için gittiği Serahs'ta



Beyhak'ın Sebzevâr kasabasında doğ-



ş a m b a günleri de diğer iki camide vaaz veriyordu. 1153'te Oğuzlar'm Horasan'ı



dine göre en önemli i'câz noktası olarak



du (27 Şaban 4 9 3 / 7 Temmuz 1100). Do-



g ö r m ü ş t ü r . İmanın iki unsuru bulundu-



ğ u m tarihinin M u c c e m u 1 - üdebâ 3



istilâ edip Nîşâbur'da ileri gelen simala-



(XIII, 220) kendi eseri



rı öldürdükleri ve halkın mallarını yağ-



ğ u n u benimseyerek bazı Mâtürîdî âlimlerin görüşlerine katılmış; iman ile İslâm'ın aynı anlama geldiğini savunarak yine Mâtürîdiyye'ye iştirak etmiştir. İlâhî sıfatları ispat ederken esmâ-i hüsnâdan hareket etmiş ve kendine has bir açıklama yaparak bir taraftan ilâhî isimlerin tevkîfî olduğunu kabul ederken diğer taraftan



naslarda



bulunmamakla



birlikte yetkinlik ifade eden bazı isimleri Allah'a nisbet etmekte sakınca görmemiştir. Beyhakî'nin itikadî görüşleri üzerinde İbn Fûrek ve Halîmî gibi kelâmcıların yanında Ebû Süleyman el-Hattâbî gibi ha-



da Meşâribü't-tecârib'den naklen 499 (1105-1106) olarak gösterilmesi müstensih hatası olmalıdır. Çünkü bu tarih doğru kabul edildiği takdirde Ömer Hayyâm ile g ö r ü ş t ü ğ ü n d e (507/1113-14) yedi sekiz yaşlarında olması gerekir. Ancak bu yaştaki bir çocuğ u n Ömer Hayyâm'ın m e ş h u r şairlerin divanlarından seçilmiş beyitlerle ilgili sorularını cevaplandırması m ü m k ü n değildir. Ayrıca müellif Selçuklu vezirlerinden Fahrülmülk'ün öldürüldüğü olayı (500/ 1106-1107) gayet iyi hatırladığını söyler ki bir iki yaşlarındaki bir çocuğun böyle bir olayı hatırlaması imkânsızdır.



malayıp şehri ateşe verdikleri sırada orada bulunan Beyhakî'nin bu kargaşadan nasıl kurtulduğu bilinmemektedir. 1169'da Beyhak'ta vefat etti. Halkının çoğu aşırı Şiî olan bir çevrede yetişmesine rağm e n Sünnî ve Hanefî bir aileden geldiği ve Sünnî hocalardan ders g ö r d ü ğ ü için Sünnî itikada sahip olmuştur. Şiir ve edebiyata büyük ilgi duymuş, m e ş h u r şairlerin divanlarını ezberlemiştir. Eserleri. Beyhakî'nin Arapça ve Farsça olarak kaleme aldığı seksene yakın eserin çoğu dinî ilimlere dairdir. Tarih, edebiyat, biyografi, darbımesel, ensâb*, tıp,



disçilerin de önemli tesiri olduğu söyle-



Beyhakî, Fundukîler diye tanınan eski



felsefe, astroloji vb. dallarda yazdığı eser-



nebilir. Eserlerinde sözü edilen âlimler-



bir kadı ailesinden geldiği için İbn Fun-



lerin yanı sıra Arap şiirine dair üç anto-



den yaptığı bol iktibaslar da bunu teyit



duk adıyla meşhur olmuştur. Nesebi, as-



lojisi ve bir divanı bulunmaktadır (bazı



edici mahiyettedir. Ulûhiyyetle ilgili gö-



hâb-ı kirâmdan



rüşlerini el-Beyhaki



bilinen Huzeyme b. Sâbit'e ulaşır. Dede-



XIII, 229-240). Başlıca eserleri şunlardır;



lerinden İ m a m el-Hâkim Ebû Süleyman



1. Tetimmetü Şıvâni'l-hikme* ( Târıhu hükemâ'i 1-İslâm). IV. (X.) yüzyıl hakîmlerinden Ebû Süleyman M u h a m m e d b. Tâhir es-Sicistânî'nin özellikle Yunan filozoflarının hal tercümelerini ihtiva eden



ve mevkıfühû mine']-ilâhiyyât adlı araştırmasında inceleyen A h m e d b. Atıyye el-Gâmidî, bazı haberî sıfatları te'vil etmesini gerekçe göstererek Beyhakinin haberî sıfatlar noktasında Selefî sayılamayacağını ileri



"Züşşehâdeteyn"



diye



Funduk, Gazneli M a h m u d tarafından Nîşâbur kadısı tayin edilmiş, onun oğlu Ebû Ali el-Hüseyin Nîşâbur kadı nâibi olmuş, torunu



Şeyhülislâm



Muhammed



şiirleri için bk. Yâküt, Mu'cemü'l-üdebâ \



62



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYHAKÎ, Muhammed b. Hüseyin Sıvânü'l-hikme



adlı eserine zeyil olarak



yazılmıştır. Eser Huneyn b. İshak'tan başlayarak müellifin zamanına kadar astronomi, felsefe, m a t e m a t i k , fizik sahasında yetişmiş 111 bilginin biyografilerini içine alır. Arapça olan eser, bu XIV. yüzyılda Nâsırüddin b. Umdetülmüik el-Yezdî tarafından Dürretü'l-ahbâr



tü'l-envâr



ve lenfa-



adıyla Farsça'ya tercüme edil-



miş, bu tercümeyi Arapça metniyle birlikte M u h a m m e d Şefi' 1935'te Lahor'da



Târihu



ve M u h a m m e d Kürd Ali 1946'da



hükemâ'i'l-İslâm



adıyla Dımaşk'ta neş-



retmişlerdir. Ömer Hayyâm hakkında ilk derli toplu bilgi bu eserde verilmiştir. 2.



Târih-i Beyhak*.



cemü'l-üdeba,, XIII, 226I. 6. Gurretü'l-emşâl ve dürretü'l - akvâl (öurerü'l-emşâl ve dürerü'l-akvâl). Müellif iki cilt olan bu eserde atasözlerini alfabetik olarak sıralamış, her birinin söyleniş sebebini ve mânasını açıklamıştır. Eserlerinin listesini bizzat sayarken yine bu konuda dört ciltlik M e c â m i c u ' l - e m ş â l ve bedâ'i cu'l-akvâl adlı bir kitap daha yazdığını söylemekte ve bu arada yetmiş üç kitabının adını vermektedir (Yâküt, Mu ccemü'l-üdebâ', XIII, 225-228). 7. Ezâhîrur-riyâzi'l-meri ca ve tefsîru elfâzi'l-muhâvere ve'ş-şeri ca. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (Şehid Ali Paşa, nr. 2589).



1167'de tamamladığı



bu Farsça eserinde Beyhak'ın fethi, coğ-



Beyhakî'nin



kaynaklarda



adı



geçen



dinî eserlerinden bazıları da şunlardır:



nedanlar, Beyhaklı meşhur aileler, ba-



Es'iletul-Kur'ân



zı vezir, seyyid, edip, şair, filozof, tabip



zü'l-Kur'ân,



ve âlimlerle Beyhak'ta meydana gelen



hâde,



ma ca'l-ecvibe, el-İfâde



el - Muhtasar







l ccâ-



kelimeti'ş-şe-



( ı*2^11 O t - 0 i



ı



)



Ebü'1-Fazl Muhammed b. Hüseyn el-Beyhakî (ö. 470/1077)



Târîh-i Beyhaki adlı eseriyle tanınan Gazneliler devri tarihçisi ve devlet adamı. L



J Horasan'da b u g ü n Sebzevâr denilen



Beyhak bölgesinin Hârisâbâd



köyünde



doğdu. 402'de (1011-12) on altı. Zilhicce 450'de (Şubat 1059) altmış beş yaşında olduğunu



söylediğine göre



385



lü'l-fıkh,



tedir. Beyhakî'nin g ü n ü m ü z e kadar ulaş-



İfâde fî işbâti'l-haşr



mayan bazı kaynaklardan da faydalan-



kî ca fî münkiri



Karâ'inü



sonra



Nîşâbur'a



köyde gitti.



Burada çok iyi bir öğrenim g ö r d ü ğ ü anlaşılan Beyhaki daha sonra gittiği Gaz-



elel-Ve-



rak alındı (1021) ve divan başkanı Ebû Nasr-ı Mişkân'ın yardımcılığına getiril-



ş-şeri*a.



di. Bu sırada yirmi altı-yirmi yedi yaşın-



BİBLİYOGRAFYA : Yakut,



tamamladıktan



ne sarayında Dîvânü'r-resâil'e kâtip ola-



âyâtil-Kur^ân, ve'l-i câde,



malıdır. Babası ve ailesi hakkında bilgi yoktur. İlk öğrenimini d o ğ d u ğ u



Uşû-



mine'l-ferâ'iz,



önemli hadiseler hakkında bilgi vermek-



dırmaktadır. Kitap ilk defa A. Behmen-



-



BEYHAKİ, Muhammed b. Hüseyin



(995) veya 386 (996) yılında d o ğ m u ş ol-



rafî özellikleri, şehirde h ü k ü m süren ha-



mış olması esere ayrı bir değer kazan-



r



1



Mu cemü'l-üdebâ



'



XIII,



219-240;



da bulunuyordu. Her b a k ı m d a n takdir



yâr tarafından Tahran'da (1317 hş./1938),



a.mlf., Mu'-cemü'l-büldân,



daha sonra da Seyyid Kelîmullah Hüsey-



el-Kâmil,



Vefeyât,



Nasr-ı Mişkân'ın hizmetinde on dokuz



nî tarafından Haydarâbâd'da (1968) ya-



III, 3 8 7 ; Zehebî, A c l â m ü ' n - n ü b e l â * XX, 585-



yıl çalıştı. Komşu devletlere yazılan bir-



yımlanmıştır. 3. M e ş d r i b u t - t e c â r i b fi't-



târih



(Meşâribü't-tecârib ve ğavâribü'l-ğa-



râ'ib). G ü n ü m ü z e kadar gelmeyen dört



Târihu'l-Ye-



ciltlik bir eser olup Utbî'nin



mîrtî adlı kitabına zeyil olarak yazılmıştır. 410-560 (1019-1165) yıllarına ait olay-



587;



I, 175;



İbnü'l-Eslr,



XI, 181, 3 8 0 ; İbn Hallikân,



Keşfü'z-zunûn,



I, 289, 609, 634,



747,



8 2 1 ; II, 1200, 1361, 1438, 1514, 1686, 1895,



ettiği ve kendisini taklide çalıştığı Ebû



çok resmî m e k t u p onun kaleminden çık-



2007, 2011, 2050; Brovvne, A Hand-list, s. 255;



mıştır. 1034'te Sultan M e s u d ' u n Gür-



Brockelmann, GAL, 1, 3 9 5 ; Suppi,



I, 557-558;



gân ve Mâzenderan seferine katıldı. Ebû



I, 3, 36, 53, 65, 66, 74, 83,



Nasr-ı Mişkân'ın ö l ü m ü üzerine yerine



92,' 97, 107, 123, 125, 154, 180, 192, 232,



Beyhakı'den daha yaşlı ve tecrübeli olan



fzâhu'l-meknûn,



250, 300, 326, 363, 406, 462, 466, 548, 566, 5 9 9 ; II, 60, 83, 98, 115, 144, 184, 222, 303,



Ebû Sehl-i Zevzenî getirildi (1039). Huy-



ları ihtiva eden bu Arapça İran tarihi İb-



398, 430, 450, 469, 487, 503, 552, 563, 714;



nü'l-Esîr, Aiâeddin Atâ Melik Cüveynî,



Hediyyetü'!- c arifin, I, 699-700; M. Şemseddin



nî ile anlaşamayan Beyhaki görevinden



Hamdullah Müstevfî-yi Kazvînî gibi ta-



[Günaltay], İslâmda



ayrılmak istediyse de Sultan Mesud ka-



rihçiler ve Y â k ü t el - Hamevî tarafından



Târih



ve Müverrihler,



is-



tanbul 1339-42, s. 121 ; Storey, Persian Litera-



türe, I, 353-354, 1105, 1295-1296, 1350; Mu-



suz ve liyakatsiz bir idareci olan Zevze-



bul etmedi. Kısa bir z a m a n sonra Sul-



kaynak olarak kullanılmıştır (İbnu l-Esîr,



hammed



Künûzü'l-ecdâd,



Dımaşk



tan Mesud'la birlikte Dandanakan Sa-



XI, 380). 4. Cevâmi cu'l-ahkâm



1 4 0 4 / 1 9 8 4 , s. 286-292; Barthold.



Türkistan,



vaşı'na (23 Mayıs 1040) katıldı ve Gaz-



mi cu



ahkâmi'n-nücûm).



(Cevâ-



Astrolojiye dair



olan bu üç ciltlik Farsça eser 252 kitaptan derlenmiş olup on b ö l ü m d e n mey-



Kürd



Ali,



s. 4 2 ; M u h a m m e d Shafî, "The A u t h o r of t h e oldest b i o g r a p h i c a l



n o t i c e of U m a r



Khay-



y â m a n d the notice i n question", IC. VI (1932),



neli ordusunun yenilgisi ile biten bu savaşta bir ara Merv civarında esir düş-



s. 587-600; Q. S. Kalîmullah Husainf, "Life a n d



mekten güçlükle kurtulabildi. Bu savaş-



dana gelmiştir. Müellif halkın ve hüküm-



W o r k s of Z a h î r u ' d - D i n al-Bayhaki the A u t h o r



tan sonra Sultan Mesud tarafından müş-



darların yıldızlardan elde edilen bilgile-



of t h e T â r i k h - ı B a y h a q " , a.e., XXVIII/ 1 11954),



rîf* liğe tayin edildiği ve savaşta ihanet



re inandıklarını, ancak bunun şeriata ay-



s. 297-318; a.mlf., " C o n t r i b u t i o n of Z a h î r u ' d -



edenleri sorgulamakla görevlendirildiği



kırı olduğunu açıkça söylemektedir. He-



D i n a l - B a y h a q î to A r a b i c a n d Persian Literatüre", a.e., XXXIV/1 (1960), s. 49-55, sy. II,



rivayet edilirse de, bunu ihtiyatla kar-



nüz yayımlanmamış olan eserin yazma



83-86;



unbekannte



şılamak gerekir. Zira tarihinde Sultan



nüshalarından



Üniver-



S p r i c h w ö r t e r s a m m l u n g des A b ü ' l - H a s a n al-



Mesud'un kendisini böyle bir göreve ta-



bulunmaktadır



B a i h a q î " , İsi, XXXIX (1964), s. 226-232; Mir-



yin ettiğine dair herhangi bir kayıt yok-



biri Cambridge



sitesi Kütüphanesi'nde



(bk. Browne, s. 255). 5. Vişâhu



ti'l-kaşr.



Dümye-



Ebü'l-Kâsım el-Bâharzî'nin bir



şuarâ tezkiresi olan Dümyetü'l-kasr z



uşretü



ehli'l-'asr



adlı



ve



eserine zeyil



olarak yazılmıştır. Beyhakî daha sonra bu esere Dürretü'l-Vişâh



adıyla



Rudolf



Sellheim,



"Eine



za M u h a m m e d Han Kazvînî. "Târîh-i B e y h a k " (trc. Mürsel Öztürk), TTK Belleten, sy. 199 (1987),



sonra Ebû Sehl-i Zevzenî ile daha kaç



El 2



yıl çalıştığı ve Abdürreşîd'e (1049-1052)



11, 584-586; D. M. Dunlop, " a l - B a y h a k i " ,



(İng ), I, 1131-1132; a.mlf., "el-Beyhaki", ÜDMİ, V, 318-320;



H. Halm,



"Bayhaqi,



Zahir



al-



D i n " , Elr., III, 895-896.



S



gelinceye kadarki Gazneli sultanlarının ona nasıl davrandıkları bilinmemektedir. Abdürreşîd'in t a h t a çıkışından



ikinci



bir zeyil daha kaleme almıştır (Yâküt, Mu-



tur. Sultan Mesud'un ö l ü m ü n d e n (1041)



s. 407-416; M. Fuad Köprülü, " B e y h a k î " , İA,



ABDÜI.KERİM



OZ.AYDIN



hemen



sonra Dîvânü'r-resâil başkanlığına tayin



63



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYHAKÎ, Muhammed b. Hüseyin edileli. Ancak çok geçmeden saray entrikalarına adı karıştığından muhaliflerinin de kışkırtmasıyla tutuklandı, bütün servetine el kondu ve hapsedildi. Bir müddet sonra Tuğrul Berâr adlı bir köle isyan ederek Sultan Abdürreşîd'i öldürdü (1053). Kısa bir süre sonra Tuğrul'un da öldürülmesiyle Gazneli tahtına Ferruhzâd (1053-1059) geçti. Böylece Beyhakî de kurtulmuş oldu. Beyhakî eserinde Ferruhzâd devrinde görev alıp almadığına dair bilgi vermemekle birlikte Ebü'l-Hasan el-Beyhakî onun Ferruhzâd'a kâtiplik yaptığını ve ölümünden sonra saraydan ayrılarak zamanını eser yazmakla geçirdiğini söyler (Târih [Hüseynî], s. 303). Ahbârü 'd - devleti 's - Selçûkiyye'de (s. 19-20) ise Ferruhzâd devrinde Tirmiz Kalesi'nde kûtvâl* olduğu ve Gazneliler'le Selçuklular arasındaki anlaşmazlıklara son vermek üzere hazırlanan antlaşma metnini de onun kaleme aldığı kaydedilmektedir. Eserleri. 1. Târîh-i Beyhaki*. Beyhakî'ye büyük şöhret sağlayan ve otuz cilt olduğu rivayet edilen bu büyük eserden günümüze sadece 421-432 (1030-1041) yılları arasındaki olayları anlatan bölüm kalmıştır. Sultan Mahmud'un ölümünden başlayıp Sultan Mesud'un Dandanakan yenilgisinden sonra Hindistan'a iltica ettiği yıla kadar gelen bu bölüm birkaç defa basılmıştır (Calcutta 1862; Tahran 1305/1887-1888, 1319 hş./1940, 1319-1332 hş./1940-1953, 1324 hş./ 1945; Meşhed 1350 hş./ 1971, 1355 hş./1976; Tahran 1358 hş./1980). Altı ve yedinci ciltlerden ibaret olan bu bölümün dışında ayrıca beşinci ve onuncu cildin bazı parçaları da zamanımıza kadar gelmiştir. İbn Funduk eserin çeşitli ciltlerine değişik kütüphanelerde rastladığını fakat takım halinde hiçbir yerde görmediğini ifade etmektedir. 2. Zinetü'l-küttâb. İnşâ sanatına dair bir eser olup günümüze kadar gelmemiştir. Târih-i Beyhak müellifi İbn Funduk'un (Ebü'l-Hasan-ı Beyhaki) ifadesine göre bu eserin devrinde bir benzeri yoktu. 3. Makâmût-ı Mahmûdî. Bugün mevcut olmayan bu eseri müellif tarihinde zikreder. Makâmât-ı Ebû Naşr-ı "Mişkân olarak da bilinen eserde Beyhakî, Dîvânü'r-resâil'de görevli iken üstadı Ebû Nasr-ı Mişkân'dan Gazneliler ve Sultan Mahmud hakkında duyduklarını anlatır. Bu eserden daha sonra yaşayan tarihçilerden özellikle Avfî Cevâmi zu'l-hikâyât'mĞBL ve Seyfeddin b. Nizâm Akllî Âşârü'l-vüzerâ5 adlı eserinde faydalanmıştır.



BİBLİYOGRAFYA : Muhammed



b.



Hüseyin



(nşr. Ali E k b e r Feyyâz), M e ş h e d 1 1 ; Beyhakî,



Tarih



Târih.



el-Beyhakî,



1 3 5 0 hş., s.



(Behmenyâr), s. 11,



175-



1 7 8 ; a.mlf., Târih (Hüseynî), s. 303-307; a.mlf.,



Tetimme,



Ceuâmi'u'l-hikâ•



i, 179-183; Avfî,



yât ue levâmi'u'r-riuâyât



(nşr. E m î r B â n u Mu-



M u z â h i r Musaffâ), 111/2, s. 5 4 8 ; Ah-



saffa -



bârü'd-deuleti's-Selçûkiyye Rieu, Catalogue,



(Lugal), s. 19-20;



Sebk-iŞinâ-



1, 1 5 8 v d . ; B a h a r ,



sî, Tahran 1337 hş., 11, 62-95, 1 1 4 ; Storey, Persian Literatüre, Gumşûde-i



I, 2 5 2 - 2 5 4 ; Saîd-i Nefîsî, Âşâr-ı



Ebü'l-Fazl-ı



Beyhaki,



hş.; a.mlf., Der Pîrâmûn-i ran



1342



hş.; Safâ,



T a h r a n 1315



Târîh-i Beyhaki,



Edebiyyât,



Tah-



11, 8 9 0 - 8 9 2 ;



Rypka, HIL, s. 4 4 2 ; M u j t a b a Minovi, " T h e Persian



Historian



Middle



Bayhakı",



Historians



East (ed. B. Lewis -



of



the



P. M . Holt), Lon-



d o n 1964, s. 138-140; M. Ali İ s l â m î N o d û ş e n ,



Câm-ı



Cihânbîn,



T a h r a n 1 3 5 5 hş., s. 2 4 9 - 2 5 5 ;



C. E. Bosvvorth, The Ghaznauids,



in Afghanistan



and



Eastern



Their Iran



Empire



994-1040,



Edinburg 1963, s. 63-65, 129-130; a.mlf., "Early S o u r c e s for t h e H i s t o r y of t h e First G h a z n a v i d S u l t a n s " , IQ, Vli (1963), s.10-14; Şâkir Must a f a , et-Târîhu'l-'Arabî



ue'l-müuerrihûn,



Bey-



rut 1980, II, 3 8 6 - 3 8 8 ; R ı z â z â d e Ş a f a k , " E b ü ' l Fazl Beyhakî ve Târîh-i Beyhaki",



Armağan,



XI/12-13, Tahran 1 3 1 7 h ş . ; Hasan Barani, " A b u l Fazl



Baihaqi",



Indo-Iranica,



V/l,



Calcutta



1951, s. 5-11; W. B a r t h o l d , " B e y h a k î " , İA, II, 582-584; S. Naficy, " B a y h a k ı " , El 2 (Fr.), I, 11641 1 6 5 ; a.mlf., " B e y h a k i E b ü ' 1 - F a z l " , UDMİ,



V,



3 1 4 - 3 1 7 ; G.-H. Yüsofİ, " B a y h a q ı A b u T - F a z l " ,



Elr., III, 889-894.



İT] IAI



TAHSIN



YAZICI



F



BEYHAKI SEYYIDLERI



^



Keşmir'in müslümanlar tarafından fethinden sonra XV-XVI. yüzyıllarda siyasî hayatta etkili olan bir sülâle.



N



Aslen Horasan'ın Beyhak bölgesindeki Sebzevâr şehrinden olan Beyhakî Seyyidleri, Timur'un bölgeyi istilâsı sırasında önce Delhi'ye, oradan da Keşmir'e göç etmişlerdir (1389-1413). Hz. Peygamber'in soyundan geldikleri kabul edilir. Seyyid Mahmud önderliğindeki Beyhakî Seyyidleri Keşmir'e geldiği sırada bölge, Keşmir sultanlarının Şah Mirza Svâtî koluna mensup Sultan İskender'in (1389-1413) hâkimiyeti altında idi. Seyyidler kısa sürede İskender Şah ile iyi ilişkiler kurdular. Bu arada Sultan'ın torunu Zeynelâbidîn (1420-1470), Seyyid Mahmud'un kardeşi Seyyid Muhammed'in kızı Tac Hatun (Beyhakî Begüm) ile evlendi. Bir süre sonra Seyyid Mahmud'un torunu Seyyid Hasan da Sultan Zeynelâbidîn'in kızı ile evlendi. Böylece hânedanla yakın akrabalık bağları kuran Beyhakî Seyyidleri idarede etkili olmaya başladılar. Hasan Şah (1472-1484) zamanında Seyyid Hasan başvezirliğe tayin edildi. Ha-



san Şah ölünce yerine geçen oğlu Muhammed Şah yedi yaşında bir çocuk olduğu için Seyyid Hasan idarenin sorumluluğunu üstlendi. Fakat onun katı tutumu ve özellikle Hindû âdetlerine karşı mücadelesi yerli halkın tepkisine sebep oldu. Bu sırada siyasî ve ekonomik durumları bozulan eşrafın da etkisiyle ayaklanan Keşmirliler Seyyid Hasan'ı Srinagar'da öldürdüler. Oğulları Seyyid Hâşim ve Seyyid Muhammed duruma hâkim olmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve Keşmir'den kaçmak zorunda kaldılar (1484). Bundan iki yıl sonra Mîr Şah hânedanından Muhammed ve Feth şahlar arasında baş gösteren taht kavgası sırasında Beyhakî Seyyidleri tekrar Keşmir'e döndüler ve Muhammed Şah'ın tahta geçmesinde etkili oldular. Bunun üzerine Seyyid Muhammed vezirliğe getirildi (1493) ve 1505'te öldürülünceye kadar bu görevde kaldı. Beyhaki Seyyidleri, Mîrşahlar'dan sonra Keşmir'de hüküm süren Keşmir Sultanları'nin bir kolu olan Gazi Han Çak hânedanı devrinde de önemli görevlere getirildiler. Ali Şah Çak (1570-1578), Seyyid Muhammed'in torunlarından Seyyid Mübârek'i kendisinin danışmanlığına ve vezirliğe tayin etti. Seyyid Mübârek Ali Şah ölünce tahta el koydu ve kendisini sultan ilân etti (1578). Fakat durumdan rahatsız olan diğer ileri gelenler ayaklanarak onu tahttan indirdiler. Buna rağmen Seyyid Mübârek bu sırada Keşmir'e hâkim olmaya çalışan Bâbürlü ordusuna karşı Çak hânedanı ile birlikte mücadele etmeye devam etti. Ancak Bâbürlüler Keşmir'i topraklarına katınca (1586) Seyyid Mübârek teslim oldu. Karşı koymaya devam eden oğlu Seyyid Ebü'l-Meâlî de esir alınınca Beyhakî Seyyidleri'nin Keşmir'in siyasî tarihinde yaklaşık 150 yıldan beri süren etkileri sona erdi. Beyhakî Seyyidleri'nin Keşmir'de bu kadar kısa sürede temayüz edip hem sarayın hem de halkın gözünde değer kazanmalarında en büyük etkenlerden biri, şüphesiz peygamber soyundan gelmiş olmalarıdır. Bununla birlikte kabiliyet ve maharetleri de bu hususta önemli rol oynamıştır. Öte yandan Beyhakî Seyyidleri aslen Sebzevâr'ın Şiî bölgesinden oldukları için büyük bir ihtimalle İsmâilî veya İmâmî idiler. Sülâleden Delhi'de kalanlar Şiî inancında devam etmişlerdir. Keşmir'de ise idarî mevkilerde bulunmuş bazı seyyidlerin özellikle Sünnî fıkhını uygulamaktaki kararlılıklarına bakılırsa bunların bir kısmının Sünnî ol-



64



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYHESİYYE dukları sonucuna varılabilir. Bununla bir-



ye, Meymûniyye ve Vâkıfe adlarını alan



likte bazı müellifler bir kısım Beyhaki



bu üç gruptan sonra da Beyhesiyye or-



Seyyidleri'nin



taya çıkarak câriye satışı konusundaki



takıyye*



uyguladıkların-



dan söz etmektedirler (Rizvî, s. 167).



ihtilâfta t a r a f olmuştur. Meseleyi müs a m a h a sınırlarının çok ötesinde kalan



BİBLİYOGRAFYA: The Cambridge



History



of India,



Cambridge



bir anlayışla ele alan Beyhesiyye'ye gö-



Kashmir



re takıyye* bölgesindeki bu satışı ha-



1928, III, 2 8 4 - 2 8 5 ; M o h i b b u l Hasan,



under



the



Sultans,



Calcutta , 1 9 5 9 ,



a.mlf., " B a y h a k i S a y y i d s " , El 2 Suppi. 131-132; J . N. Hollister, The Shi'a



ram sayan Meymûn ve taraftarları, İb-



tür.yer.; Beyhan Suitan çeşmesi'nin eski bir fotoğrafı



(İng.), s.



of India,



New



Delhi 1979, s. 141-149; A t h a r A b b a s Rizvî, A



Socio-Intellectual Shi'is



in India,



History



of the



Isnâ'Asharî



Canberra 1986, I, 158-186.



rahim'le Meymûn arasında kararsız kalanlar, M e y m û n ' d a n ve kararsızlardan uzaklaşmayan İbrâhim ve taraftarlarının hepsi kâfir olmuşlardır.



(Tanışık,



S



Beyhesiyye'ye göre iman ilim, ikrar ve



II, resim 129)



DİA



amelden meydana gelir. Bir kimse AlF



^



B E Y H A N SULTAN ÇEŞMESİ



n



kitler bu kıyıyı süsleyen bir sahilsarayın



lah'ı, peygamberlerini, Hz. Muhammed'in



da yerini işaretleyen bir anıt idi.



tebligatını bilip ikrar etmedikçe, ayrıca



İstanbul Boğaziçi'nde XIX. yüzyıl başlarına ait çeşme.



M e h m e t Râif, Mirat-ı I, 2 8 5 ; Tanışık, İstanbul



Sultan III. Mustafa'nın (1757-1774) Âdilşah Kadın Efendi'den 2 Receb 1179'da (15 Aralık 1765) dünyaya gelen kızı Bey-



FS



'



1 2 9



'



kıyısında büyük bir sahilsarayı yaptırırken Akıntıburnu sahilinde de bir çeşme inşa ettirmiştir. Sarayın t a m a m l a n d ı ğ ı



İstanbul, Çeşmeleri,



fi



İstanbul 1314,



ne getirmedikçe, Allah'ın dostlarını se-



II, 165-167,



vip düşmanlarından ilgisini kesmedikçe



SEMAVİ E Y İ C E



r







BEYHESİYYE



(



)



Hâriciler'in Ebû Beyhes Heysam b. Câbir'e (ö. 9 4 / 7 1 3 ) nisbetle anılan bir kolu.



eserin üzerinde Enderunlu Vâsıf (ö. 1240/



Benî Sa'd b. Dubey'a kabilesine men-



1824) tarafından yazılmış üç kıtalık bir



sup olan ve Emevî Halifesi 1. Velîd za-



tarih m a n z u m e s i bulunuyordu. Osmanlı



manında



devri Türk sanatının kendi t ü r ü içinde



m a k için Medine'ye kaçan Ebû Beyhes,



Haccâc'ın takibinden



kurtul-



en güzel eserlerinden olan Beyhan Sultan



Medine Valisi Osman b. Hayyân el-Mü-



Çeşmesi, cadde genişletme çalışmaları



zenî tarafından yakalanarak hapsedil-



sırasında uygun bir yerde tekrar yapıl-



mişti. Ebû Beyhes, vali ile sohbette bu-



m a k kaydı ile t a m a m e n s ö k ü l m ü ş f a k a t



lunacak kadar dostluk kurmayı başar-



b u g ü n e kadar ihya edilmemiştir. 1985



mışsa da halifeden gelen emir üzerine



yılında teşebbüse geçilerek projeleri ha-



öldürülmüştür.



biti yapılıp bu hususta gerekli olan izinler alınmışsa da inşaata bir türlü başlanamamıştır.



karılıp



cezalandırılmadıkça



kâfir



veya



m ü m i n diye vasıflandırılamaz.



yıl (1219/1804-1805) yapılan bu k ü ç ü k



zırlanmış ve tekrar kurulacağı yerin tes-



m ü s l ü m a n sayılmaz. Büyük g ü n a h işleyenler i m a m veya valinin huzuruna çı-



han Sultan (ö. 1824), kardeşi III. Selim (1789-1807) devrinde Boğaziçi'nin Rumeli



ilâhî emir ve yasakların gereklerini yeri-



BİBLİYOGRAFYA:



Beyhesiyye'nin ortaya çıkışı bir câriyenin satışına bağlanmaktadır. Rivayete göre İbâzıyye'den İbrâhim adında bir kişi, kendi mezhebinin mensuplarından



T a m a m e n mermerle kaplanmış olan



bir topluluğu evine çağırmış, bu sırada



çeşmeye barok üslûpta silme ve süsle-



câriyesi hizmette kusur edince onu ken-



melerin hâkim olduğu görülüyordu. Esas



di akidelerini benimsemeyen, dolayısıy-



cephe deniz tarafında idi ve aralarında



la kâfir sayılan Araplar'a satacağını söy-



sütunçeler bulunan barok kemerler ile



lemişti. Topluluk içinde bulunan Meymûn



üç b ö l ü m halinde işlenmişti. Ayna taşla-



adında biri kendi inançlarını taşıyan mü-



rının üstündeki iki silme arasında, "Yap-



min bir câriyeyi kâfirlere satamayacağını



tı Beyhan Sultan a'lâ tarh-ı dilcû çeş-



belirtince İbrâhim Allah'ın câriyeyi sat-



mesâr" mısraı ile t a m a m l a n a n tarih üç



mayı helâl kıldığını, ayrıca m e z h e p bü-



kitâbe halinde ta'lik hatla yazılmıştı. Yan



yüklerinin de bu görüşte olduklarını söy-



cepheler ise sade idi ve dışarı taşkın sa-



lemiş, b u n u n üzerine Meymûn onlardan



çak silmesinin ü s t ü n d e yine mermer-



ayrılmış, diğerleri de bu konuda karar-



den düz bir korkuluk dolaşıyordu.



sız kalmışlardı. Bu durum İbâzıyye bilgin-



Beyhan Sultan Çeşmesi t a m a m e n Ba-



lerine arzedildiğinde onlar Meymûn ile



tı sanatının tesiri altında meydana geti-



kararsızların (vâkıfe) yanlış düşündükle-



rilmesine r a ğ m e n Boğaziçi'ne güzellik



rini ve bu sebeple tövbe etmelerinin ge-



katan bir eser olmaktan başka bir va-



rekli olduğunu bildirmişlerdi. İbrâhîmiy-



Bu fırkanın bir kısmına göre ö l m ü ş hayvan, usulüne uygun kesilmiş olan hayvandan akan kan (dem-i mesfûh), d o m u z eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar dışında kalan şeylerin yenmesi h a r a m değildir. Helâl olan bir yiyecek veya içeceği kullanmak suretiyle dengesini kaybeden (bal tutması gibi) kimse o halde iken namazı terketse veya başka büyük günahlar işlese bundan dolayı tekfir edilemez, kendisine ceza da uygulanamaz. Beyhesiyye'nin Avfiyye (veya Avniyye) kolu ise içki içmeyi k ü f ü r olarak telakki ettiği halde namazı terketmediği yahut namuslu kadına zina isnadında bulunmak gibi bir fiil işlemediği müddetçe sarhoşun kâfir olduğuna hükmetmez. Hicret konusunda iki gruba ayrılan Avfiyye'nin bir grubu kendi m e z h e p mensuplarının bulunduğu yere hicret etmemeyi affedilmez bir hata telakki edip böyle kimselerle ilgilerini keserken diğer grup hicretten geri kalmanın h a r a m olmadığını, dolayısıyla böylelerinden ilgiyi kesmenin gerekli bulunmadığını söylemişlerdir. Her iki grup da devlet başkanı kâfir olduğu takdirde tebaasının da kâfir olacağını ileri sürmüşlerdir. BİBLİYOGRAFYA: H â r i z m î , Mefâtîhu'l-'ulûm, 19; İbn Kuteybe, el-Ma'arif



Makalât sî, el-Bed'



Kahire



1342, s.



(Sâvî), s. 6 2 2 ; Eş'arî,



(Ritter), s. 113-118, 120, 1 2 6 ; Makdi-



ue't-târih,



V, 1 3 8 ; Malatî,



ve'r-red, s. 1 8 0 ; B a ğ d a d î , el-Fark



et-Tenbth



(Abdülhamîd),



s. 108-109; İbn H a z m , el-Faşl (Umeyre), V, 5 4 ; Şehristânî, el-Milel



(Kîlânî), İ, 125-127; Makrî-



zî, el-Hıtat, II, 3 5 5 ; M. Th. H o u t s m a , " E b û Bey-



hes", M, IV, 14-15.



m HSİ



MUSTAFA



OZ



65



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYİT BEYİT



(



)



Arap nazım sisteminde en küçük nazım birimi. "Ev, çadır, oda, mesken, konak" mâna-



musarra' beyit yalnız manzumelerin ba-



na bakımından mısra ve beytin yekpâ-



şında yer alır. Kafiye vezne bağlı oldu-



reliğini kırmışlardır.



ğ u n a göre bu beyitlerde acüzün aynen



Beyitlerin kendi aralarındaki kafiyele-



tekrar edildiği farzedilir. Bir veya bir-



nişleri değişik nazım şekillerini meyda-



den fazla tef'ilesi mahzuf vezinlerle söy-



na getirir. Her beyti kendi arasında ka-



lenmiş beyitler ise değişik adlarla anı-



fiyeli nazım şekline mesnevi, ilk beyti



lırlar (geniş bilgi için bk. ARÛZ).



kafiyeli, sonraki beyitlerin birinci mısra-



larına gelen beyit bir edebiyat terimi ola-



BİBLİYOGRAFYA:



rak aynı vezinde iki mısradan meydana



İbn Cinnî, el-'Arûz



gelen bir nazım birimini ifade eder. Mısra ise "çadır kapısının iki yanı, kapı kanadı ve pervazı" anlamındadır. Buna gö-



ları serbest, ikinci mısraları ilk beyitle (nşr. A.



Fevzi),



Küveyt



1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 5 7 ; İ b n ü ' l - A b b â d , el-lknâ'



(nşr.



M . H a s a n Âl-Yâsîn), B a ğ d a d , ts., s. 3-4; Zemahşerî, el-Kustâs



(veya el-Kıstâs)



(nşr. F a h r e d d i n



Kabâve), Beyrut 1 4 1 0 / 1 9 8 9 , s. 59-69; Şems-i



kafiyelenen şekillere gazel ve kaside denir. Bu manzumelerde mısraları kafiyeli olan beyitlere yani ilk beyte m a t l a ' adı verilir. Eğer matla' beyti birden fazla



re, bir evin kapısı genel olarak iki kanat-



Kays,



eş'âri'l-'acem



olursa bunlar matla'-ı sânî, matla'-ı sâ-



lı olup evin t a m a m l a n a r a k m u h a f a z a al-



(nşr. M u h a m m e d Kazvînî — M ü d e r r i s Rezavî),



lis diye sıralanır. Nâdir olarak görülen



tına alınması iki kanadın



yapılmasına



el-Mu'cem



Tahran



1 3 3 8 hş. —



nazmi'l-ka-



bu t ü r beyitlerde şair ifadeye bir yenilik



103b-104b;



ve değişiklik katmış olur ve şiirini mo-



ue'Tkavâfî



notonluktan kurtarır. Bu daha çok uzun



Hatîb et-Tebrîzî,



el-Kâfî



fi'i-'arûz



(nşr. e l - H a s s â n î H a s a n A b d u l l a h ) , Beyrut, ts., s. 17-21; A h m e d H a m d i , Teshîlü'l-arûz



çük nazım birimi beyit olduğu için be-



uâfî



yitten daha küçük parçalar



m â l e d d i n , Arûz-i



yani aruzdan gelmektedir. Fars ve Türk



1960, s. 78, 8 0 ;



TTK Ktp., M. T a n c î Bey, vr.



ya gelmesi de beyti meydana getirir.



sayılmaz. Bu husus t a m a m e n vezinden



Tahran



l-Kâfî fî



uâfl



manzume



me'âyîri



İbn Şerîf er-Rundî, Kitabu



bağlı bulunduğundan iki mısraın bir ara-



Arap Edebiyatı. Bu edebiyatta en kü-







ve'l-bedı,



ve'l-ka-



İstanbul 1289, s. 17-30; Ali Ce-



Türkl,



İstanbul 1291, s. 23,



2 9 ; F. Rückert, Grammatik,



Poetik



und



Rheto-



rik der Perser, G o t h a 1874, s. 30-34, ayrıca bk. İndeks; L. Şeyho, Kitâbü



nazım sistemlerinde mısraların oynadı-



inşâ'



ğı rolü Arap nazmında beyit oynamıştır.



lüsî, Fennü



Arap nazmında -bazı cümlecikler hariç-



1 9 6 6 ; The Prosody



ue'l-'arûz,



to Saifi, Jami



'llmi'l-edeb



I:



'İlmü'l-



Beyrut 1881, s. 2 6 7 ; S a f â Hu-



taktî'i'ş-şi'r and



oe'l-kâfiye,



of the Persiarıs Other



Writters



manzumelerde



başvurulan



bir yoldur.



Mısraları birbiriyle kafiyeli olmayan beyte "beyt-i hasi", bir beytin iki mısraını kafiyelendirmeye tasrî', kafiyeli olan beyte musarra' veya m u k a f f a denir. Musarra' beyit gazel ve kasidenin başında de-



Bağdad



ğil de diğer beyitlerin arasında bulunur-



accordirıg



sa buna vâsıta adı verilir. Birden fazla



(nşr. ve İng.



h ü k ü m bildiren kelime grupları beyti teş-



trc. Henry B l o c h m a n n ) , A m s t e r d a m 1970, s. 20



matlaı olan kaside veya gazele zâtü'l-



kil ettiği halde Fars ve Türk nazım sis-



(Farsça k ı s m ı ) ; E k r e m Ca'fer, Arûzun



m a t l a ' veya zü'l-metâli' denir (Muallim



temlerinde b u n u mısra teşkil eder. Bu



Esasları



sebeple adı geçen edebiyatlara aruz vez-



13-21; Celâl H a n e f î , el-'Arüz,



ni girdiği z a m a n mısra uzamıştır. Bunu remel bahrinde, recezin karîze mahsus olan şekillerinde açıkça g ö r m e k mümkündür. Eski müelliflerle dikkatli yeni



ue Azerbaycan



1977-78, s. 30-31.



Arûzu,



Nazarî



B a k ü 1977, s. Bağdad



1398/



NIHAD M .



ÇETIN



m İmi



Nâci, s. 154-155). Ayrıca bir manzumenin musarra' olmasa da ilk beytine matla' adı verilir (a.e., s. 160). Bir nazım şeklinde matla'dan sonra gelen beyte hüsn-i



İ r a n v e T ü r k E d e b i y a t ı . B e y i t , b u İki e d e -



matla', son beyte de m a k t a ' denir. Bu



biyatta, bilhassa ilk dönemlerde ve son-



tabirler daha çok gazel için kullanılır.



müellifler mısra kelimesini kullanmak-



raları kendine m a h s u s birtakım özellik-



Makta'dan önce gelen beyte de hüsn-i



tan sakınırlar. Bunun yerine şatr (yarım)



lere sahip olmakla birlikte, Arap edebi-



m a k t a ' adı verilir. Hüsn-i matla'ın mat-



kelimesinden faydalanırlar. Esasen bir



yatındaki şekli ile ele alınmış ve yüzyıl-



la'dan ve hüsn-i makta'ın makta'dan da-



beyit, sadr adını alan ilk kelimeyle baş-



lar boyunca genel hatları itibariyle bu



ha güzel olmasına bilhassa dikkat edilir.



layıp aruz denen son tef'ileyle biten bi-



edebiyattaki yapısı ile incelenmiştir. Bu



rinci şatr ile acüz denen ve ibtidâ ile baş-



Beytü'l-gazel gazelin, beytü'l-kasîd ise



bakımdan her üç edebiyatta da ortak



layıp darb (nevi, çeşit) ile biten ikinci şatr-



kasidenin en güzel beytine verilen ad-



ve m ü ş t e r e k bir yapı göstermiştir. İslâ-



dan teşekkül eder. Beytin sadr, aruz, ib-



dır. Bunlara şah beyit de denir. Mâna-



miyet'ten önceki Türk edebiyatında na-



tidâ ve darb dışında kalan tef'ilelerine



sı başka bir beyitle t a m a m l a n a n beyte



zım şekilleri esas itibariyle dörtlüklere



haşv denir. Aruzla birinci şatr t a m a m -



beyt-i m e r h û n denir. Şairin adının geç-



dayanmakla beraber daha basit şekille-



lanmakta, ikinci şatrın son cüzü olan



tiği beyte kasidede t a ç beyit, gazelde



rin, iki mısradan oluşan beyitlerin bu-



darb ise kafiye bakımından ona uymak-



ise m a h l a s beyti adı verilir. Kafiyeli ol-



lunması da muhtemeldir (/A, I, 644). An-



tadır. Mısra kelimesine gelince, "el-bey-



mayan beyitlere ferd veya m ü f r e d de-



cak Beyit esas olarak Arap edebiyatın-



tü'ş-şa'r" (kıl çadır) "el-beytü'ş-şi'r" tem-



nildiği gibi divanların sonlarında topla-



dan Fars ve Türk edebiyatlarına geçmiş



siline bağlı olan ıstılah, kaside tarzında-



nan kafiyeli f a k a t müstakil beyitlere de



ve klasik Türk edebiyatında da bir na-



ki manzumelere girmeyi sağlayan "kapı



m ü f r e d denmiştir.



zım birimi olarak asırlarca kullanılmış-



kanadı"



Buna



tır. Beyitlerde genellikle m â n a bütünlü-



göre her mısra bir şatrdır, f a k a t her



ğ ü aranır, yani bir beyit ister bir man-



mânasına



gelmektedir.



BİBLİYOGRAFYA : Kamus



Tercümesi,



İstanbul 1268, I, 294-295;



Ali Cemâleddin, Arûz-i Türkî, İstanbul 1291, s. 5;



şatr bir mısra değildir. İlk beyitler mıs-



zumenin parçası, ister t e k başına olsun



ra denen şatrlara ayrılır. Birbirine hece



bir mânayı t a m olarak ifade eder. An-



s. 154-155, 1 6 0 ; K ö p r ü l ü z â d e M e h m e d Fuad



sayısı ve uzunluk-kısalık değeri itibariy-



cak son devir İran ve Türk edebiyatında



Ş e h â b e d d i n Süleyman, Maiûmât-ı



t a n b u l 1330, I, 1 0 8 ; M e h m e d Rifat,



le denk bulunan bu yarım beyitler Türk



da Batı edebiyatının etkisi ile beyit he-



ve Fars edebiyatlarında eski an'aneye



m e n hemen t a m a m e n bozulduğu gibi



bağlı kalarak manzumeyi örerler. Baş-



yapı bakımından da parçalanmıştır. Ni-



ka bir ifadeyle her beyit kafiyeli bir ke-



tekim yeni Türk edebiyatında Servet-i



limeyle son bulur. Arap nazmında ise



Fünûn şairleri gerek gramer gerekse mâ-



Muallim Nâci, Istılâhât-ı



edeb



VII: Aksâm-ı



Edebiyye,



İstanbul 1308,



Edebiyye,



İs-



Mecâmiu'l-



Şiir, İstanbul 1 3 0 8 , s. 131-



1 3 3 ; Tâhirülmevlevî, Edebiyat



Lügati,



İstanbul



1973, s. 27-28; M. Fuad K ö p r ü l ü , " A r û z " , İA, 1, 6 4 4 ; Nihad M. Çetin, " A r û z " , DİA, III, 4 2 8 . S



66



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



KÂZIM YETİŞ



BEYKOZ KASRI hükümet erkânına Beykoz Kasrı korusun-



BEYKOZ



da bir bahar ziyafeti verilmiştir (1910).



İstanbul'da Boğaziçi'nin Asya kıyısında Paşabahçe ile Anadolukavağı arasında bulunan ve günümüzde ilçe merkezi olan semt (bk. BOĞAZİÇİ; İSTANBUL).



1. Dünya Savaşı sırasında kasır kız yetimevi olarak kullanılmıştır. Yine bu dönemde bir süre trahom hastahanesi olarak hizmet görmüş, ayrıca burada göçmenler de kalmıştır. Cumhuriyet dönem i n d e önce Boğaz Komutanlığı emrine verilen kasır, 1953'te İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'ın önerisi



B E Y K O Z İŞİ



üzerine



Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na dev-



XIX. yüzyılda İstanbül Beykoz'da yapılan cam eşya için kullanılan bir tabir (bk. CAM).



redilmiş ve zamanın Sağlık Bakanı Dr. Ekrem Hayri Üstündağ tarafından da restore ettirilerek Yüksek Tahsil Gençliği Prevantoryumu'na



dönüştürülmüş-



tür. Prevantoryumun ilk m ü d ü r ü



^



olan



BEYKOZ KASRI



Haydarpaşa N u m u n e Hastahanesi Baş-



İstanbul Boğaziçi'nde yapılan ilk kâgir kasır.



da tekrar restore edilmiş ve onarım sı-



Kasrın yapımı bir tarihî olaya dayan-



hekimi Dr. Ali Rıza Temel'in çabalarıyla Beykoz Kasrı'nın tavan süslemelerinden bir örnek ve kasrın alt kat salonunun XIX. yüzyıl sonunda çekilmiş bir fotoğrafı (İÜ Ktp., Albüm, nr. 90.407)



maktadır. Mısır Hidivi Kavalalı M e h m e d



bezemeleri



tamamlattırılmış,



düzenlenmiştir. Bu arada bahçe içinde-



sında Babıâli'nin, tarihinde ilk defa Ruslar'dan yardım istemesi üzerine Şubat



edilmek üzere yaptırmak istediği Bey-



1833'te Rus ordusu ve donanması ku-



koz Kasrı'nın temelini attı. Kasrın yapı-



zeyden İstanbul'a girdi. Donanma Bü-



mı on bir yıl sürdü ve Kavalalı M e h m e d



yükdere ve Beykoz koylarında demirle-



Ali Paşa'nın oğlu Said Paşa tarafından



di, ordu ise Selviburnu'nda ordugâh kur-



tamamlanarak 1855'te Abdülmecid'in ye-



du. Osmanlılar'la Ruslar arasındaki bu



rine geçen kardeşi Abdülaziz'e a r m a ğ a n



yakınlaşma, ileride Türkler'in başına gai-



edildi. Zîver Efendi'nin (Paşa) düşürdü-



le açacak olan Hünkâr İskelesi Antlaş-



ğ ü m a n z u m tarih bir kitâbeye işlenerek



ması'yla sonuçlanmış (8 Temmuz 1833)



kasrın bulunduğu koru-parkın deniz ta-



ve Ruslar Selviburnu'nda Rusça ve Türk-



rafındaki kapısına konuldu. İstanbul'da



çe yazılı bir t a ş anıt dikerek olayı kaba



inşa edilen bu ilk kâgir kasrın plan ve



biçimde belgelemişlerdir. Kavalalı Meh-



projelerinin Nikogos Balyan'a, müteah-



med Ali Paşa ihtiyarlık günlerinde İstan-



hitliğinin de Sarkis Balyan'a yaptırıldığı



bul'u ziyaret ettiği z a m a n (1845), isya-



ileri sürülmekteyse de bu bilgilerin ke-



nından dolayı padişaha kendini affettir-



sin belgelere dayanmadığı görülmekte-



m e k ve Ruslar'ın diktikleri kaba görü-



dir.



n ü m l ü anıtın tesirini azaltmak için, Hün-



Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında tam a m l a n a n kasırda bir süre, bu savaşa



dönümlük



rumdaki



maları da yenilenip koru-parkı tekrar



ordusunu yenmesi (21 Aralık 1832) karşı-



bir arazi içinde Abdülmecid'e a r m a ğ a n



rencileri çalıştırılarak harap olmuş duayrıca döşeme, parke ve m e r m e r kapla-



Ali Paşa kuvvetlerinin Konya'da Osmanlı



kâr İskelesi tepesinde 200



rasında Güzel Sanatlar Akademisi öğ-



katılan ve "başıbozuk" diye adlandırılan gönüllü askerler barındırılmıştır. Abdü-



ki "Hava Hamamı" adıyla tanınan hamamı da onarılmış ve eski suyu yeniden getirilerek koru-parkta yeni m u t f a k ve çamaşırhane binaları yaptırılmıştır. Kasrın yazlık olarak planlanması sebebiyle mevcut olmayan ısıtma tesisatı eklenmiştir. Rıhtım onarılmış, deniz ve k u m banyosu yerleri yapılmıştır. Koru-parka yeni ağaçlar dikilmiş, meyve fidanlığı ve sera yapılmıştır. Güney girişinin sağındaki köşe odası tuvalet olarak düzenlenmiştir. 1963'te prevantoryum



kapatılarak



bina 0-14 yaş arası çocuklar için Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastahanesi olarak kullanıma açılmıştır. Kare plan içinde çözümlenmiş



olan



Beykoz Kasrı hareketli bir kütleye sahiptir. Zeminde ana kütlenin d ö r t cephesinde iyon düzeninde dört s ü t u n d a n oluşan birer revak bulunur. Bu revaklar-



lazîz bu kasrı dinlenme amacıyla yaz aylarında kullanmıştır. Burada kalarak Boğaz'ı seyrettiği, Beykoz çayırında güreş Beykoz Kasrı - istanbul



müsabakaları düzenlettiği ve Tokat köyündeki av korusunda avlandığı söylen-



Beykoz Kasrı'nın bahçesindeki hamamın içinden bir görünüş



mektedir. Sultanın Fransa'ya yaptığı ziyarete karşılık İmparator Napolyon adına iâde-i ziyarete gelen İmparatoriçe Eugenie Beykoz Kasrı'nda ağırlanmış, burada şerefine ziyafetler verilmiş ve av partileri düzenlenmiştir. Abdülaziz'in ö l ü m ü n d e n sonra bakımsız kalan kasır harap olmuştur. 11. Meşrutiyetin Meclis-i Meb'ûsan Reisi A h m e d Rızâ Bey zamanında mebuslara, âyan âzalarına ve



67



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYKOZ KASRI dan deniz yönünden giriş aksı üzerinde-



rinletmesi için yukarıdan akıtılan sular-



kiler birinci katta balkon olarak devam



la duvarlar devamlı ıslak tutulmuştur.



etmektedir. Bu katta korent düzeni kullanılmıştır. Yan cephelerde ise revakların üstü kapalı mekâna d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş t ü r ve ana kütleye geçiş yuvarlatılarak sağlanmıştır. Dört cephede revak kullanımıyla yapı Palladio'nun (ö. 1580) Villa



BIBLIYOGRAFYA: Yıldız Albümleri, İÜ Ktp., nr. 90.407, 90.461, 90.530; Türkiye Maarif Tarihi, ıı, 446-447; Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ue Balyan Ailesi, İstanbul 1981, s. 174-177; R. Ekrem Koçu, "Beykoz Kasrı", İst.A, V, 2657-2660; Pakalm, I, 215-216.



Capra'daki tasarımını hatırlatmaktadır. Bir kaide üzerine oturtulmuş olan kasır



H



AYLA



ÖDEKAN



zemin kat, birinci kat ve birinci katın orta salonunun tavanını yükseltmek ve bu mekâna bol ışık sağlamak amacıyla yapılan bir çekme kattan meydana gelmektedir. Çekme katın yan cephelerine yine birer revak yerleştirilerek bu katla alt yapı arasında kütlesel bir ilişki ku-



Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma'rifetü 'uiûmi'l-hadîs (nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin), Haydarâbâd 1935 — Medine 1 3 9 7 / 1 9 7 7 , naşirin girişi; Abdülhak ed-Dihlevî, Mukaddime fî uşûli'l-hadîs (nşr. Selmân Hüseynî en-Nedvî), Leknev 1406/ 1986, naşirin girişi, s. 21; Serkîs, Mu'cem, I, 366, 619; Brockelmann, GAL, II, 396; Suppi., II, 419; Abdullah Sirâceddin, Şerhu Manzûmeti'l-Beyküniyye, Haleb 1372, s. 156; Kehhâle, Mu c cemü'l-mü' ellifîn, XII, 40; Karatay, Arapça Yazmalar, II, 283; Kettânî, er-Risâletü'l-müstetrafe, s. 218. rrı İmi



F



el - B E Y K Ü N İ Y Y E ( SJ^iJ) )



r



Beykunî (ö. 1080/1669 [?]) tarafından kaleme alınan hadis usulüne dair manzum risâle.



el - Beyküniyye



veya



ALİ OSMAN KOÇKUZU



~



rulmuştur. Yapıya deniz cephesinden girildiğinde



BIBLIYOGRAFYA:



B E Y L E K el-KIPÇÂKİ (XIII. yüzyıl)



Eyyûbîler ve Memlükler devrinde Mısır'da yaşayan Kıpçak Türkleri'nden bir mineralog.



el-ManzûmeHayati hakkında klasik biyografi ki-



kare planın üç dikdörtgene ayrıldığı gö-



tü'l - Beyküniyye



rülür. Ortadaki dikdörtgen geniş bir sa-



müellifi olan Ömer (Tâhâ) b. M u h a m m e d



taplarında bilgi bulunmamaktadır. Ka-



londur. Yanlarda, köşelerde birer kare



b. Fettûh el-Beykünî ed-Dımaşkî hak-



hire'de ve muhtemelen de Hama'da ya-



planlı oda ile bu odaların arasında elips



kında fazla bilgi yoktur.



şamıştır.



adıyla bilinen risâlenin



biçimli m e k â n birimleri bulunur. Bu bi-



Hadis usulüne dair otuz dört beyitten



rimlerden sağdaki, barok üslûp özellik-



el-Beyküniyye kolay ve akıcı bir üslûba sahiptir. Hadis usulü kitapları arasında orijinal bir mahiyeti olmamakla birlikte hadis türlerini kısa ve özlü bir şekilde tarif etmesiyle dikkati çeker. Kolay ezberlenebilmesi sebebiyle de sahasında şöhret bulmuştur.



leri gösteren bir çift merdivenle değerlendirilmiştir. Merdivenin son bulduğu birinci kattaki çıkışa, padişahın merdiveni çıkarken bendegânlar



tarafından



alkışlanması için parmaklıklı dar bir koridor-balkon yapılmıştır. Üst katın planı zemin katın planını tekrarlar. Salon 14 metre yükseklikteki kasetlenmiş tava-



ibaret küçük bir risâle olan



1282-1283 yıllarında Kitâbü



tüccâr



Kenzi't-



( ticâr ) fî ma'rifeti'l-ahcâr



adlı



kitabı yazdı. Bu eserin seksen sekiz sayfa t u t a n orijinal yazma nüshası halen BibliothĞque Nationale'de bulunmaktadır (nr. 2779). Bu nüshanın harap olan ilk sayfasında eserin adı ile "İle's-sultân el-Melikü'l-Muiz (?) Muhyiddin Ya'küb b. Ebî Bekr (....) b. Eyyûb rahimehümullah" şeklinde bir ithaf ibaresi okunmak-



lamur, manolya ve çam gibi çeşitli ağaç-



el-Beyküniyye'nin belli başlı şerh ve hâşiyeleri şunlardır. 1. Abdülkâdir b. Celâleddin el-Mahallî, Fethu'I-kâdiri'l-muğîş (TSMK, III. Ahmed, nr. 553, 339 varak). 2. M u h a m m e d b. Abdülbâkî b. Yûsuf ezc Zürkânî, Şerh ale'1-Manzümeti'l-Beyküniyye (Kahire 1305, 1310); bu şerhle birlikte basılan Atıyyetullah b. Atıyye elUchûrî'nin hâşiyesi. 3. Câdülmevlâ diye tanınan M u h a m m e d b. Ma'dân, Haşiye C ale'l-Manzûmeti'l-Beyküniyye. 4. Mahm u d Neşşâbe, el-Behcetü'l-vaz'iyye şerhu metni'l-Beyküniyye (Trablusşam 1328). Ayrıca esere Sıddîk Hasan Han'ın el- cUrcûn fî şerhi'l-Beykün, Bedreddin el-Hasenî'nin de ed-Dürerü'l-behiyye fî şerhii-Manzûmeti'l-Beyküniyye adlarıyla birer şerh yazdıkları ve Hasan Muh a m m e d Meşşât'ın Beyküniyye şerhinin Cidde'de yayımlandığı (1392/1972) kaydedilmektedir.



larla oluşturulmuş bir koru-parkla çev-



Risâle bazan 2 - 3 sayfa halinde müs-



cevâhiri'1 -ahcâr (Florence 1818 (İtalyan-



relenmiştir. Koru-parkta ayrıca dar do-



takil olarak, fakat daha çok şerhleriyle



ca tercümesi ile]; Bologne 1906; Kahire



lambaçlı bir koridorla girilen iki küçük



birlikte defalarca basılmıştır.



Özellikle



1977) adlı eserine dayandırmıştır. Bu ki-



mekândan oluşan bir hamam bulunmak-



Mısır'da (1273, 1276, 1297, 1302, 1306,



taptaki plan, takdim tarzı, bölümler, bö-



nı, kemer, pencere, kapı-pilasterle oluşturulan duvar düzeni, desenli



mozaik



parkesi, büyük duvar aynaları ve perde kornişleriyle görkemli bir görünüşe sahiptir. Eski fotoğraflardan bu salonun Avrupa üslûbunda ve zengin



biçimde



döşendiği anlaşılmaktadır. Burası Avrupa saraylarında görülen büyük balo salonlarının t a m bir benzeridir. Dış kütlede yarım yuvarlak kemerli ve dikdörtgen çerçeveli pencerelerle dışarı açılan kasır, derzli duvar düzenine sahip olan zemin katta pencere üzerinde eşkenar dörtgenler içinde bitkisel motifli kabartmalarla, birinci katta ise pencere altında girlantlar ve arşitravda az derin kabartmalarla bezenmiştir. Yapının köşeleri pilasterlerle daha belirgin hale getirilmiştir. Kasır mantar ağacı, ıh-



tadır. Ancak eserin 4. sayfasında



da



"Efendimiz Hama sultanı Sultan el-Melikü'l-Mansûr Nâsırüddin M u h a m m e d b. Sultân el-Muzaffer Takiyüddin Ömer b. Şâhinşâh b. Eyyûb'un kütüphanesine bu kitabımızla hizmet etmeyi



düşündük"



cümlesi yer almakta, bu d u r u m ise kitabın kime ithaf edilmiş olduğu konusunda tereddüt uyandırmaktadır. Beylek bu eserinde İlkçağ düşünür ve bilginlerinden Hermes, Tyanalı Apollonios, Aristoteles ve Ptolemaios,



müslüman-



lardan da Ali b. Hüseyin ei-Mes'ûdî, Bîrûnî ve Gazzâlî gibi isimler başta olmak üzere yirmi üç yazardan iktibaslar yapmıştır. Kitapta adı en çok geçen kişi,



XIII.



yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Tîfâşî adlı bir İslâm mineralogudur. Esasen Beylek kitabını A h m e d b. Yûsuf et-Tîfâşî'nin (ö. 651/1253) Ezhârü'l-efkâr







tadır. Hamamın duvarları istridye kabu-



1322) ve Bombay'da (1274) yapılan bas-



lüm başlıkları ve eski yazarlardan alınan



ğuyla kaplanmış ve içerideki havayı se-



kıları bilinmektedir.



anekdotlar Beylek'in eserinde de aynen



68



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYLERBEYİ tekrarlanmıştır. Bununla birlikte Tîfâ-



ğe karşılık görev ve yetkileri açısından



BEYLEKÂNÎ



şfnin eseri yirmi beş bölümden oluşur-



Osmanlılar'da hayli farklı bir uygulama



(bk. MÜCİRÜDDİN-i BEYLEKÂNÎ).



ken Beylek'in kendi kitabını, onunkile-



^



re beş yeni bölüm daha ilâve ederek otuz bölüm halinde telif ettiği görülmek-



Beylerbeyi Osmanlılar'da önceleri "ge-



r



.



Beylek'in eserinde bulunan bir nottan Suriye'ye ve oradan da İskenderiye'-



n



BEYLERBEYİ



tedir. tan, onun 1242-1243 yıllarında Trablus'-



bulutlu, yıldızsız bir gecede



kaptanın



bir mıknatıs iğnesini kamıştan



niş askerî yetkilere sahip



kumandan"



anlamında kullanılırken yeni fetihlerden



Osmanlı taşra teşkilâtında en büyük idarî birim olan eyaletin askerî ve idarî âmiri.



hemen sonra kurulan eyaletlerin askerî ve idarî âmirine beylerbeyi denildi. Ayrı^



ca XV. yüzyılda beylerbeyilik ve Rumeli beylerbeyiliği rütbe ve pâye olarak kul-



ye deniz yolculuğu yaptığı öğrenilmektedir. Beylek bu seyahat sırasında çok



bulunduğu şüphesizdir.



Türk-İslâm devletlerinde değişik isim-



lanılmıştır. Fâtih Kanunnâmesi'nde



bu



ler altında zikredilen bu yetkili Osmanlı



anlamda, "Mal defterdarından



nişancı



olsa beylerbeyilik h ü k m ü ile olur" denil-



geçir-



kaynaklarında beylerbeyi, mîr-i mîrân,



m e k suretiyle haç şeklinde bir alet ya-



emîrü'l-ümerâ ve vali adlarıyla geçmek-



mektedir (s. 34). 1. Murad Lala Şahin Pa-



pıp bunu kap içerisindeki suda yüzdür-



tedir.



şa'yı Rumeli'de fetihler yapması için Ru-



d ü ğ ü n ü , aletin çevresinde bir mıknatıs



Osmanlılar'daki beylerbeyiliğin men-



meli beylerbeyi olarak görevlendirmiş-



çubuk dolaştırıldığı z a m a n iğnenin bu-



şeinin Bizans veya Türk-İslâm devletleri



tir. Böylece Rumeli beylerbeyiliği idarî



nu izlediğini, f a k a t çubuk çekildiği za-



olduğu konusunda Türk ve Batılı tarih-



bir birim olarak ortaya çıkmıştır. Bir sü-



m a n kuzey-güney doğrultusunda hare-



çiler arasında farklı görüşler ileri sürül-



re sonra 1393'te Yıldırım Bayezid mer-



ketsiz kaldığını g ö r m ü ş ve bunu eserin-



m ü ş , ancak Fuad Köprülü ve daha son-



kezi Ankara olmak üzere Anadolu'daki



de anlatmıştır. Böylece Beylek İslâm ilim



ra İ. H. Uzunçarşılînm, müessesenin Ana-



toprakların idaresini Anadolu beylerbe-



âleminde manyetik iğnenin gemi pusu-



dolu Selçukluları, İlhanlılar, Altın Orda



yi olarak Timurtaş Paşa'ya havale etti.



lası olarak kullanılışından bahseden ilk



ve Memlükler'de aynı veya farklı isimler-



Daha sonra yeni fetihler ve ilhak edilen



yazar olmuş, bu konuda verdiği bilgiler



le mevcudiyetini kaynaklara dayanarak



topraklarla Osmanlı ülkesinin



çeşitli Batı dillerine tercüme edilmiştir



ortaya koymaları konuya açıklık getir-



mesiyle beylerbeyliklerin (eyalet) sayısı



(bk. DSB, !, 533).



miştir. Anadolu Selçukluları'nda



da hızla arttı.



Öte yandan, eğer İbnü's-Sââtî el-HorasânFnin (ö. 627/1230) Risâle



fi'ameli's-sâ cât ve'sti cmâlihâ adlı saatler ve nasıl kullanıldıkları hakkında bilgiler ihtiva eden ve halen Köprülü Kütüphanesi'nde (nr. 949) bulunan risâlesini 1260'ta istinsah eden Beylek adlı matematikçi ile (bk. Şeşen v.dğr., 1, 483) yine İstanbul'da bulunan 668 (1269-70) tarihli bir matematik kitabındaki (bk. DSB, I, 532) eserin kendisine ait olduğunu ifade eden notun sahibi aynı adlı matematikçi Beylek el-Kıpçâkî ise, onun m a t e m a t i k ve tabii ilimlerin en az üç farklı alanında çalışmış olduğu anlaşılır. Ancak Kitâbü Kenzi't-tüccâr'öa baba adı M u h a m m e d gibi o k u n d u ğ u halde saatlerle ilgili yazm a d a Abdullah olarak geçmektedir. Bu iki ilim adamının hayatı ve çalışmaları ile ilgili tarihler bunların aynı kişi olmaları ihtimalini akla getirmekte ise de baba adları şüphe uyandırmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: Carra d e Vaux, Les penseurs



de l'lslam,



Pa-



ordu-



nun sevk ve idaresinden beylerbeyi (me-



genişle-



Beylerbeyilere aynı z a m a n d a vali de



likü'l-ümerâ) sorumlu idi. Bütün ordula-



denilmekle birlikte bu sonuncu



rın başkumandanı durumunda olan bey-



daha çok XVII. yüzyıldan itibaren kulla-



unvan



lerbeylerden, herhangi bir ihtilâle veya



nılmaya başlanmış, XIX. yüzyılda idarî



saltanat değişikliğine sebep olabilir en-



teşkilâtta peş peşe yapılan değişiklikler



dişesiyle bazan h ü k ü m d a r l a r bile çeki-



sonunda vali kelimesi resmen kabul edil-



nirlerdi. Bunların Osmanlılar'daki beyler-



miştir. Ancak Rumeli beylerbeyiliği pâ-



beyilerden çok daha yetkili ve nüfuzlu



ye olarak imparatorluğun sonuna kadar



oldukları



İlhanlılar'da



yaşamış, Rumeli beylerbeyiliği payeleri



da aynı şekilde ordunun k u m a n d a n ı ve



anlaşılmaktadır.



salnâmelerde de yer almıştır ( Salname,



askerî işlerin sorumlusu beylerbeyi idi.



1329, s. 35-36).



İlhanlı ülkesinin askerî idaresinden sorumlu dört "emîr-i ulus"un birincisine



Bizde doğrudan doğruya beylerbeyi-



beylerbeyi denilir ve merkezde oturur-



lerin biyografilerine tahsis edilmiş eser-



du. Teşrifatta vezirden de önce yer alır-



ler yoktur. Ancak M e h m e d Süreyyâ'nın



dı. Yarlıklarda hükümdardan sonra bunların adları yazılır, daha sonra vezirin ismi gelirdi. İlhanlılar'da



beylerbeyinin



yetkilerinin genişliğine karşılık sorum-



Sicill-i



Osmâni'sinde



beylerbeyilerle il-



gili kısa ve resmî görev değişikliklerini veren bilgiler bulunmaktadır. M e h m e d Süreyyâ bu kişilerin yetişme ve tahsil



lulukları da ağırdı. Küçük bir h a t a d a n



dönemlerinden bahsetmeden kısaca "En-



dolayı idam



Orda



derun'dan bi't-tefeyyüz" ibaresiyle du-



Devleti'nde aynı müessesenin bulundu-



rumu ifade etmektedir. Ayrıca sadrazam-



ğu ve kaynaklarda isminin "emîr-i ulus",



lığa yükselmiş beylerbeyilerin biyografi-



"emîrü'l-ümerâ" ve "beylerbeyi" şeklin-



lerini Hadikatü'l-vüzerâ



edilebilirlerdi. Altın



ve zeyillerinde



b u l m a k m ü m k ü n d ü r . Her eyalette bey-



ris 1921-26, II, 3 7 1 - 3 7 2 ; B r o c k e l m a n n , GAL, I,



de geçtiği görülmektedir. Memlükler ve



6 5 2 ; Suppi,



II,



Safevîler'de de beylerbeyi unvan ve ma-



Mah-



kamının mevcut olduğu, ancak yetki ve



nellikle eyalet salnâmelerinde verilmiş-



İstanbul 1 4 0 6 / 1 9 8 6 ,



sorumluluk açısından farklılıklar göster-



tir (meselâ Yemen eyaletinde beylerbeyi-



diği söylenebilir. Böylece Osmanlılar'da-



lik yapanlar için bk. Yemen Vilâyet Salnâ-



i n e d i t d e M i n e r a l o g i e a u 1 3 e m e siecle", IBLA,



ki müessesenin temelini Bizans'ta değil



mesi, S a n a 1307, s. 27-51).



X L / 1 4 0 (1977), s. 2 8 1 - 2 9 5 ; H. S u t e r - J . Wer-



Türk-İslâm devletlerinde ve özellikle ta-



n e t . " i b n a l - S â ' â t î " , El 2 (İng.), III, 9 2 1 ; E. Wie-



Beylerbeyilerin Tayin ve Azli. Osmanlı-



bii vârisi olduğu Anadolu Selçuklularım-



lar'da XV. yüzyıldan itibaren seyfiye, il-



da a r a m a k tarihî seyre daha uygun gö-



miye, kalemiye adıyla meslekler belirli



rünmektedir. Ancak esastaki benzerli-



hale gelmiş, beylerbeyiler seyfiye züm-



I, 9 0 4 ; S a r t o n , Introduction,



780, 1 0 7 2 ; R a m a z a n Şeşen v.dğr., Fihrisü



tûtâti



Mektebeti



Köprülü,



I, 4 8 2 - 4 8 3 ; M . Plessner, " B a y l a k



DSB,



al-Qibjâqi",



I, 5 3 2 - 5 3 3 ; M o n g i a M e n s i a , " U n T r a i t e



d e m a n n , " M a g h n â t i s " , E / 2 (İng.), V, 1169. S



FERRUH



MÜFTÜOĞLU



lerbeyilik yapanların kısa biyografileri ge-



69



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BEYLERBEYİ resi içerisinde yer almıştır. Başlangıçta seyfiye mesleğinde genellikle Türkler hizmet verirken Fâtih'in idarî kademelerde yaptığı köklü değişikliklerden sonra devşirmeler ön plana çıkmış, çoğunlukla onlara has bir m a k a m haline gelmiştir. Böylece acemi oğlanlar mektebi ve ardından Enderun'dan yetişenler saraydan taşraya çıktıklarında çeşitli hizmetlerde bulunuyor ve taşra teşkilâtında en yüksek görev olan beylerbeyiliğe kadar yükseliyorlardı. Sarayda kapı ağalığından ve yeniçeri ağalığından taşraya beylerbeyi olarak çıkılıyordu. Teşkilâtın diğer kademelerinden de beylerbeyiliğe geçmek m ü m k ü n d ü . Fâtih Kânunnâmesi'nde, "Beylerbeyilik dört kimsenin yoludur. Mal defterdarlarının ve beylik ile nişancı olanların ve beş yüz akçe kadıların ve dört yüz bin akçeye varmış sancak beylerinin yoludur" denilmektedir (s. 34). Yine aynı kanunnâmede (s. 47) padişah kızlarının oğullarına beylerbeyilik verilmeyip sancak beyliği verilmesi emredilmektedir. Beylerbeyilikten vezirlik ve sadrazamlığa geçilebiliyordu. Vezâret ve sadâret mevkiinde bulunan yöneticilerin birkaç istisna dışında hepsinin çeşitli yerlerde beylerbeyilik yaptığı görülmektedir. Böylece Osmanlı eyaletlerini tanıyan, halkın temayüllerini, örf ve âdetlerini, din ve mezheplerini, hassas oldukları konuları bir dereceye kadar bilen beylerbeyilerin daha sonra devletin en önemli karar organı olan Dîvân-ı Hümâyun'da vezir ve vezîriâzam olarak hizmet etmesi, devlet için doğru ve isabetli kararlar alınmasında en önemli unsurlardan biri olmuştur. Beylerbeyiler için belirli bir eyalet veya görev mahalli olmadığı gibi Rumeli, Anadolu ve diyâr-ı Arab ayrımı da bulunmamaktaydı. Meselâ Sokulluzâde Hasan Paşa (ö. 1602) Diyarbekir, Şam (dört defa), Anadolu, Rumeli beylerbeyiliklerinde bulunduktan sonra Dîvân-i Hümâyun'da vezir ve daha sonra Belgrad muhafızı olmuş, ardından tekrar beylerbeyiliğe getirilmiş ve Anadolu'da eşkıyayı bertaraf etmekle görevlendirilmiştir (Sicill-i Osmânî, 11, 127). Böylece beylerbeyilerin genellikle hareketli bir meslek hayatı olduğunu söylemek mümkündür.



ye, nr. 12.778, 13.590). Beylerbeyiler tek tek tayin edildiği gibi toplu halde de (silsile halinde) tayin edilebilirlerdi. Osmanlı tarihlerinde toplu tayinlere sık sık rastlanmaktadır (bk. Şânîzâde, III, 149-150; IV, 169-171). Kendisine eyalet verilen beylerbeyi Dîvân-ı Hümâyun'da hil'at giyer, arza girerek el öperdi. Beylerbeyilerin görev süreleri diğer memuriyetlerde olduğu gibi önceleri oldukça uzundu. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çeşitli sebeplerle süre kısalmıştır. XVI-XVII. yüzyıllara ait sancak tevcih defterlerinden ve ayrıca Sicill-i Osmânî'de verilen biyografilerden beylerbeyilerin görev süreleri hakkında fikir edinmek m ü m k ü n olmaktadır. Sürenin genel olarak bir yıl civarında olduğu söylenebilir. Sancak tevcih defterlerinden hareketle beylerbeyilerin görev ve mâzuliyet süreleri, hangi kesimden beylerbeyiliğe geçtikleri hakkında istatistik! bilgiler elde edilebilir (bk. Kunt, Sancaktan Eyalete, s. 79-83). Kaynaklarda beylerbeyiler konusunda yapılan en sert tenkitlerin başında sürenin kısalığı gelmektedir. Kuruluş yıllarındaki uzun sürelere karşılık özellikle XVII. yüzyıldan itibaren beylerbeyilerin sık sık değiştirilmesi hem bu kişileri hem de halkı tedirgin etmiştir. XVİ1-XV1II. yüzyıllarda beylerbeyiler bir yılda iki üç kere bir eyaletten diğerine tayin edilir ol-



muşlardı. Sık sık azledilen beylerbeyiler büyük bir yekûn tutan yol masraflarını halktan almak isterlerdi. 111. Selim bunları önlemek için bir hatt-ı hümâyun çıkarmıştır (Özkaya, s. 339). Beylerbeyilerin o günün zor şartlarında aileleri ve kapı halkı ile birlikte başka bir yere taşınmalarının zorluğu kolayca tahmin edilebilir. Bu hususları bir esasa bağlamak için pek çok ferman çıkarılmış, ancak istenilen sonuç alınamamıştır. Bu konuda XVIII. yüzyıl başlarında çıkarılan bir ferm a n münasebetiyle tarihçi Râşid şunları yazmaktadır: Seferlerin uzaması ve peş peşe olması beylerbeyi sayısını lüzumsuz yere arttırmış, bunlara Rumeli ve Anadolu'da bulunan sancaklar bile kâfi gelmez olmuştu. Beylerbeyiler nöbetleşe tayin edilir, mâzul olanlar ise zaruret içerisinde kıvranır olmuşlardı. İstanbul'a gelen mâzul beylerbeyiler, ileri gelen devlet ricâlinin konaklarını dolaşarak yardım ister duruma düşmüşlerdi. Bunlardan kabiliyetli ve lâyık olanlara eyalet verilmeli, diğerlerine de bazı sancaklar verilerek veya bir miktar emekli ulufesi bağlanarak kontrol altına alınmalıdır. Bundan sonra da beylerbeyilerin artık izinsiz İstanbul'a gelmeleri önlenmelidir (Târih, V, 277-278). Mâzul olan beylerbeyilerin ikinci bir göreve kadar geçirdikleri zamana mülâzemet denilirdi. XVII. yüzyıl ortalarında sunulan bir



Sınırlardaki Venedik saldırılarıyla ilgi i olarak ulemâ, zâbitân ve halkın Bosna beylerbeyi divanına sundukları seksen altı imzalı mahzar (TSMA, E nr. 1891/120)



n of the Islamic Reuolution, Tahran, ts. (Echo of islam dergisinin özel sayısı), s. 176-183; Felonies of the MKO Terrorists in Iran, Tahran 1983, s. 79-81; Ali Rabbânî Halhâlî, Şühedâ-i Rûhâniyyet-i Şî'a der Şadsâl-i Âhir, Kum 1403/1983, s. 508-517; D. Hiro, Iran under the Ayatollahs, Londra 1985, bk. İndeks; S. Bakhash, The Reign of the Ayatollahs: Iran and the Islamic Reuolution, New York 1986, bk. İndeks; Hamid Algar, "Social Justice i n the Ideology a n d Legislation of the Islamic Revolution of Iran", Social Legislation in the Contemporary Middle East (nşr. L. O. Michalak - J. W. Salacuse), Berkeley 1986, s. 27, 41, 43-44, 49, 53-54. m LAL



F



HAMİD



ALGAR



BİHİŞTÎ A H M E D SİNAN ÇELEBİ



:



(ö. 9 1 7 / 1 5 1 1 - 1 2 [?]) Divan edebiyatında



Riyâzfye göre asıl adı Ahmed 'dir. İsmiyle ilgili bu karışıklık Babinger'de de devam ederek onun Bihiştî Sinan Çelebi'yi ayrı bir şahıs gibi ele almasına ve Ahmed Sinan Bihiştî'nin babası olduğunu söylemesine sebep olmuştur. Bazı kaynaklar babasının Çorlu yakınlarındaki Karışdıran köyünden olduğunu ileri sürmektedir; ancak bu husus isim benzerliğinden veya Bihiştî'nin, tarihinde babasından bahsederken onun Vize beyliği yaptığını belirtmesinden kaynaklanmaktadır. Aslında "Karışdıran" bir lakap veya aile ismi olmalıdır (bk. Ergun, s. 796). Bihiştî küçük yaşta babasını kaybetti, daha sonra saraya intisap ederek orada yetişti. II. Bayezid devrinde meşhur oldu ve uzun zaman padişahın hizmetinde bulundu. Bir ara padişahın gözünden düşünce hayatından endişe ederek İran'a kaçtı. SehFnin bildirdiğine göre Hüseyin Baykara'nm yanına sığındı ve orada Ali Şîr Nevâî ve Molla Câmî ile tanışıp görüştü. Bir müddet sonra Hüseyin Baykara'nın Bihiştî'nin affedilmesi için bir elçi ve beraberinde çeşitli hediyeler göndermesi, bazı şair ve âlimlerin de mektuplar yollayarak II. Bayezid nezdinde yaptıkları teşebbüsler sonuç verdi ve kendisinin II. Bayezid'e takdim ettiği "kerem" redifli kasidenin de tesiriyle padişah tarafından affedildi. Bihiştî bundan sonra eski mevkiini elde etti ve padişahın yanında bulunarak onun çeşitli iltifatlarına mazhar oldu. Nitekim adı geçen in'âmât defterinde Bihiştî'ye 909 yılında (1503) padişah tarafından in'amda bulunulduğu bildirilmektedir. Bihiştî bir ara sancak beyiliği yaptı. Ancak hayatının bu devresiyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bihiştî'nin, tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber XVI. yüzyılın başlarında vefat ettiğinde kaynakların hemen hepsi birleşmektedir. Menage onun tarihini



ilk h a m s e s a h i b i o l d u ğ u ileri s ü r ü l e n şair ve tarihçi. L



J



Kaynaklarda doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. V. L. Menage yaklaşık 871'de (1466-67) doğduğunu kaydetmektedir. Âşıkpaşazâde, İstanbul'un ilk subaşılarından Karışdıran Süleyman Bey'in oğlu olduğunu söylerken Bursalı Mehmed Tâhir babasının tarihçi Tursun Bey'in kayınbiraderi olduğunu ifade eder. Kaynakların çoğu asıl adının Sinan olduğunu bildirmekteyse de II. Bayezid devrine ait bir in'âmât defterine (bk. Erünsal, s. 308), ayrıca Sehî Bey ve



Bihiştî'nin Leylâ uü Mecnûn adlı mesnevisinin ilk sayfası (10 Ktp., T Y , nr. 5 5 9 1 )



144



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



K'S . W*-',!



'^



'trı



BİHİŞTÎ RAMAZAN EFENDİ II. Bayezid devrinin sonlarında tamamladığını belirterek muhtemelen 917'de (1511-12) vefat ettiğini ileri sürmektedir (El 2 [İng.], 1, 1210). İstanbul



Kütüpha-



neleri Türkçe Hamseler Kataloğu'nda vefat tarihi olarak gösterilen 977 (1569) yılı ise doğru değildir. Bihiştî bazı gazellerinde Çağatay ve Azerî lehçelerine has birtakım özel söyleyişlere de yer vermiş, Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî ile temaslarda bulunarak şiirde onlardan faydalanmıştır. Herat ve civarındaki ilmî ve edebî çevrelerden istifade etmiş, bu durum İstanbul'a döndükten sonra kaleme aldığı eserlerine de aksetmiştir. Eserleri. 1. Hamse. Bihiştî, tezkirelerin hemen hemen ittifakla bildirdiklerine göre muhtemelen Ali Şîr Nevâî'den ilham alarak divan edebiyatında ilk defa t a m bir hamse tertip eden şairdir. Nitekim Hamse'sinin sonunda, "Dedim hele ben cevâb-ı hamse / Demedi bu yolda dahi kimse" beytiyle bu hususa işaret ettiğini Latîfî haber vermektedir. Hamse' de yer aldığı belirtilen mesneviler şunlardır: Vâmık u Azrâ, Yüsui u Züleyhâ, Hüsn ü Nigâr, Süheyl ü Nevbahâr, Leylâ vü Mecnûn. Bunlardan yalnız Leylâ vü Mecnûn bugün elde mevcuttur. Bihiştî bu eseri 912'de (1506) İstanbul'da tamamlamış ve eski itibarını elde etmek gayesiyle II. Bayezid'e takdim etmiştir. Zaman zaman Çağatay Türkçesi özelliklerinin görüldüğü eser Câmî'nin Leylâ vü Mecnûn'unun vezni olan "mef'ûlü / mefâîlün / feûlün" kalıbıyla yazılmıştır. Yirmi iki bölümden meydana gelen mesnevi 1195 beyittir. Bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde (TY, nr. 5591) bulunan Leylâ vü Mecnûn'un bu nüshası üzerinde Rezzan İlter bir mezuniyet tezi hazırlamıştır (bk. bibi.). 2. Târih-i Bihiştî. Osman Gazi'den başlayarak II. Bayezid'e kadar gelen padişahların tek tek ele alındığı eser sekiz bölümden ibarettir. Bunlardan II. Bayezid'e ayrılan bölümde bu padişah ile Cem Sultan arasındaki mücadele ele alınmakta ve daha sonra II. Bayezid devrinin diğer olayları anlatılmaktadır. Eserin "Muhârebe-i Bâyezîd ve Şehzâde Cem" adını taşıyan bölümü Babinger tarafından ayrı bir eser kabul edilerek Ahmed Sinan Bihiştî'ye nisbet edilmiştir. Yine Babinger eserin anılan bölüm dışında kalan kısmını Ahmed Sinan Bihiştî'nin babası olduğunu söylediği Bihiştî Sinan Çelebi'ye izâfe etmiştir (Babinger, s. 35, 49). Eserin bu bölümü Topkapı Sarayı Müzesi



Kütüphanesi (Revan, nr. 1270) ile British Museum'da (Add. 7869) bulunmaktadır. Babinger ve V. L. Mânage'ın verdikleri bilgiye göre British Museum'da (Add. 24, 955) eserin diğer bölümlerinden bir kısmının daha nüshası vardır (Babinger, s. 50; El 2 [İng.], I, 1210). Bihiştî, tarihini Neşrî'nin (ö. 1520 |?|) eserini esas alarak meydana getirmiştir. Tarihçiler, Bihiştî'nin eserinin bazı olaylar dışında Neşrî tarihinin edebî bir üslûpla kaleme alınmış şekli olduğunda birleşmektedirler. MĞnage ise eserin İdrîs-i Bitlisî'nin (ö. 926/1520) Heşt Bihişt'ini takip ettiğini ve o derecede önemli bir kaynak olmadığını belirtir. Eserin Fâtih Sultan Mehmed'in vefatına kadar olan kısmı üzerinde Kâzım Dilcimen tarafından bir mezuniyet tezi hazırlanmıştır (İÜ Ed.Fak., Tarih bl., nr. 96).



Bunların dışında Bihiştî'nin bir divanından bahsedilmekteyse de eser bugüne kadar ele geçmemiştir. Şiirlerine çeşitli şiir mecmualarında rastlanmaktadır. Sehî Bey, Bihiştî'nin Nizâmî'ye ait Farsça Hamse'yi Türkçe'ye tercüme ettiğini bildirmekteyse de bugün böyle bir eser mevcut değildir. Bu herhalde Bihiştî'nin kendi Hamse'si olmalıdır. BİBLİYOGRAFYA: Âşıkpaşazâde, Târih, s. 142; Sehî, Tezkire (G. Kut), s. 243-245; Âşık Çelebi, Meşâirü'şşuarâ, vr. 58°; Latîfî, Tezkire, s. 104-105; Kınalızâde, Tezkire, I, 225-226; Riyâzî, Tezkire, Nuruosmaniye Ktp., nr. 3205, vr. 4 2 b ; Keşfü'zzunûn, I, 724; Gibb, HOP, II, 149; Osmanlı Müellifleri, II, 96-97; III, 82, 184; Ergun, Türk Şairleri, s. 794-803; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 603; Nail Tuman, "Hamseler H a k k ı n da", İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Katalogu, İstanbul 1961, s. VI; Karatay, Türkçe Yazmalar, I, 206; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 104, 129, 132, 133, 134; a.mlf., " D i v a n Edebiyatında Hikâyeler", TDAY Belleten (1967), s. 99, 101, 102, 103, 108; Rezzan İlter, Bihiştî ve Leylî vü Mecnûnu (mezuniyet tezi, 1951), İÜ Ed.Fak., Türkiyat Enstitüsü, nr. 3 8 6 ; Babinger (Üçok), s. 35, 43, 49, 50; İsmail Erünsal, "Türk E d e b i y a t ı T a r i h i n i n Arşiv K a y n a k l a r ı I: II. B â y e z i d D e v r i n e A i t Bir İ n ' â m â t Defteri", TED, sy. 10-11 (1981), s. 303-342; TA, VI, 20; V. L. Menage, "Bihişhtî", El 2 (İng.), I, 1210; TDEA, I, 377. iyi IAI



HASAN



ra Çorlu'ya yerleşip orada vâizlik yaptığından "Çorlu Vâizi" veya "Çorlulu Vâiz" olarak da tanınır. Brockelmann nisbesini "el-Vezîrî" şeklinde kaydederse de {GAL Suppi, I, 759) yanlıştır. Şiirlerinde Bihiştî mahlasını kullandığından bu şekilde tanınmış, fakat aynı mahlası kullanan diğer şairlerle karıştırılmaması için "Bihiştî-i Vâiz", "Bihiştî-i Sânî", yeni yayınlarda ise daha çok Bihiştî Ramazan Efendi diye anılmıştır. Bihiştî tahsil için İstanbul'a giderek Molla Sinan, Merhaba Çelebi ve Şeyhülislâm Sâdî Efendi gibi âlimlerden ders okudu. Sâdî Efendi'nin vefatından sonra devrin ünlü şeyhlerinden Merkez Efendi'ye intisap ederek seyrü sülûkünü onun yanında tamamladı ve hilâfet aldı. Daha sonra İstanbul'dan ayrılıp Çorlu'ya yerleşti. Bir taraftan Ahmed Paşa Camii'nde imam - hatiplik ve vâizlik yaparken diğer taraftan da zâviye haline getirdiği evinde tasavvufî irşad faaliyetini sürdürüyor ve zâviyenin etrafında yaptırdığı hücrelerde barındırdığı talebelere de ders veriyordu. Nitekim değerli bir nâsir ve kuvvetli bir şair olarak tanınan Zarîfî de kaynaklarda Bihiştî'nin talebesi olarak anılmaktadır. Çorlu'da uzun yıllar bu hizmetlere devam eden Bihiştî orada vefat etti ve Bihiştî Zâviyesi olarak anılan evinin bahçesine gömüldü. Evliya Çelebi Çorlu'daki ziyaret yerleri arasında onun zâviyesini de sayar.



Âşık Çelebi'nin MeşSirü'ş-şuarî adlı tezkiresindeki bir minyatürde Bihiştî Ramazan Efendi (Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 7 7 2 , vr. 8 5 b )



AKSOY



BİHİŞTİ RAMAZAN EFENDİ



n



(ö. 9 7 9 / 1 5 7 1 )



Osmanlı âlimi, mutasavvıf ve şair. L



J



Arapça kaynaklarda Ramazan b. Abdülmuhsin el-Vizevî şeklinde zikredilen Bihiştî, Vize'de doğduğu için "Vizevî" nisbesiyle anıldığı gibi tahsilinden son-



145



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİHİŞTÎ RAMAZAN EFENDİ Tezkirelerle diğer kaynakların değerlendirmelerine



göre Bihiştî, tasavvufa



1308, 1320, 1326), bir defa da Teftâzânî'-



mefâilün fâilün" vezninde yazılmış, yak-



nin Şerhu'l- cAkö*id"\,



Kestelî ve Hayâlî



laşık 2500 beyitten meydana gelen, Cem-



intisap etmeden önceki devresinde çağ-



hâşiyeleriyle birlikte neşredilmiştir (İstan-



şâh ile Âlemşâh arasındaki aşkı işleyen,



daşı ilim adamlarının takdirini kazanmış



bul 1297). 2. Hâşiyetü



Mes'üdî.



şairin "kendi ihtiraı" olduğu için övün-



eser sahibi bir â l i m ; tasavvufa intisap



Bursalı M e h m e d Tâhir'in bu isimle kay-



d ü ğ ü , konusu itibariyle orijinal bir mes-



ettikten sonraki hayatında ise ârif, kâ-



dettiği eseri Kâtib Çelebi t a ' l i k a t * ola-



nevidir. Her bahsin sonunda, "Ey gazel-



mil, çevresi üzerinde tesirli bir mürşid,



r a k z i k r e t m e k t e d i r (Keşfü'z-zunûn,



1, 4 0 ) .



hân-ı bezm-gâh-ı sürür / Meclis ehlini



vâiz ve hatip; şair olarak da "icat sahi-



Bir nüshasının Berlin'de



bulunduğunu



aldı hâb-ı f ü t u r / Şevk ile tâzelenmeğe



bi", "murad ettiği m â n a d a hususi hayal-



bildiren Brockelmann da eserin ta'likat



dil ü cân / Oku bu şi'ri dinlesin yârân"



ler ortaya koyabilen", "şiirlerinde hüsn-i



olduğunu kaydeder (GAL, I, 616). Anla-



beyitleriyle geçiş yaparak konuyla ilgili



edâ ile nazma kadir bir üstat" olma ba-



şıldığına göre eser, Şemseddin Muham-



bir gazel söylemiştir ki bu devrinde bir



Âdâbi



şarısını göstermiş, hoşsohbet, nüktedan



med b. Eşref el-Hüseynî es-Semerkan-



yenilik olarak kabul edilmiştir. Eserin



ve zarif bir şahsiyetti. Nitekim kendisini



dî'nin Risale



adlı mü-



Süleymaniye Kütüphanesi'nde iki nüsha-



tanıyan müelliflerden Ahdî ve Âşık Çe-



nazara âdâbına dair eserine Kemâleddin



sı b u l u n m a k t a d ı r (Esad Efendi, nr. 2614;



lebi bu özelliklerine genişçe yer vererek



Mes'ud b. Hüseyin eş-Şirvânî er-Rûmî'-



Elmalılı, nr. 2596/1). Ancak her iki nüsha



şahit oldukları onunla ilgili bazı olayları



nin (ö. 905/1499) yaptığı şerhe Bihiştî'-



da baştan birkaç varak eksiktir. 3. Heşt



ve duydukları nükteleri anlatmaktadır-



nin ta'likatıdır. Bursalı M e h m e d Tâhir,



Bihişt.



lar. Henüz müstakil bir çalışma ve araş-



Bihiştî'nin Ta'lîkât



Şerhi'l-Miftâh



"mefâîlün mefâîlün faûlün" vezniyle ya-



tırmaya konu olmamış bir şahsiyet olan



adlı bir eserinden bahsediyorsa da ge-



zılmış olup kendi ifadesine göre 1130



Bihiştî Kanûnî Sultan Süleyman devrin-



rek Kâtib Çeiebi gerekse Brockelmann,



beyittir. Adından da anlaşılacağı üzere



de yetişmiş, üzerinde durulması gere-



Ebû Ya'küb es-Sekkâkî'nin bu meşhur



eser sekiz b ö l ü m e ayrılmıştır. Mevcut



ken çok yönlü simalardan biridir.



belâgat kitabına şerh, hâşiye ve ta'likat



nüshalarından ikisi Süleymaniye Kütüp-



yazanlar arasında Bihiştî'ye yer verme-



hanesi'ndeki Cemşâh



mektedirler.



nüs-



malarının sonunda yer almaktadır. Bun-



Kütüphane katalogların-



hasına rastlanmayan bu eserin ona ait



lardan birincisi biraz eksik olduğu gibi



da çeşitli isimlerle kayıtlı olan bu eser,



olmadığını söylemek m ü m k ü n d ü r . Yine



Millet Kütüphanesi'ndeki nüsha da (Ali



Teftâzânî'nin Ömer en-Nesefî'nin el-



Bursalı M. Tâhir'in, adını Ta'likat



'Aka'id'i



Câmî



Eserleri, a) İlmî Eserleri. 1.



Hâşiye



'alâ Şerhi



ye li'l-Hayâlî.



Hâşiyetul-



'Aka'idi'n-Nesefiy-



üzerine yazdığı şerhe A h m e d



b. Mustafa el-Hayâlî künyesiyle anılan



fî âdâbi'l-bahs



'alâ



Kütüphanelerde



de



c



ale'l-



olarak verdiği ve Cemâleddin İb-



el-Kâfiye



nü'l-Hâcib'in



isimli eserine



mesnevisi



ve Âlemşâh



yaz-



Emîrî, Manzum, nr. 861) eksiktir. 4. Şerh-i



Manzûme-i



Muammâ.



Mu cammâ-yı



Molla Câmî'nin



Sağır adlı risâlesinin şer-



hi olarak kaleme alınmıştır. Bir nüshası



şair Hayâlî Bey'in yaptığı hâşiyeye haşi-



Molla Câmî'nin yazdığı el-Fevâ*



ye olarak kaleme alınmıştır. Kınalızâde



ziyâ'iyye



ve Atâî'nin, "Bu esere bundan daha gü-



olması gereken bu esere de Keşfü'z-zu-



nr. 52/8) bulunan bu Türkçe risâle, ta-



zel bir hâşiye yazılmamıştır" şeklindeki



nûn vb. bibliyografik kaynaklarla kütüp-



rih kıtasındaki "Fazlu'l-ilâh" ibaresinin



sözleri, devrinde yaygın



hane



gösterdiği 977 (1569-70) yılında tamam-



olan



kanaati



idü'i-



Bihiştî'nin bu ikinci



adlı meşhur şerhin ta'likatı



kayıtlarında



rastlanmamaktadır.



aksettirmekte ve g ö r d ü ğ ü rağbeti ifa-



Ancak müellifin Süleymaniye Kütüpha-



de etmektedir. Nitekim yeni yayınlarda



nesi'nde



sayıları elli civarında gösterilen



'Akâ'id



Şerhu'l-



üzerine yapılmış önemli şerh,



hâşiye ve ta'likler arasında



Bihiştî'nin



eseri de gösterilmektedir (bk. Yurdagür, s. 52). Çeşitli kütüphanelerde yazmala-



el-'Aşeretul-kâmile



Süleymaniye



âyâti rabbike"



(el-En am



(Tarlan,



lanmıştır.



(Reşid



BİBLİYOGRAFYA:



Efendi, nr. 1030/2) ve Tefsîru âyeti "yev-



me ye'tî ba'zu



Kütüphanesi'nde



vr. 5 8 " - 5 9 a ; La-



Âşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ,



tifi, Tezkire, s. 1 0 5 ; Ahdî, Gülşen-i



Şuarâ,



Sü-



6/158) (Reşid Efendi, nr. 1030/3) adlı iki



leymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 107, vr. 72°-



risâlesi görülmektedir.



7 5 " ; Kınalızâde, Tezkire. 1, 226-228; Atâî, Zeyl-i



Şekâik,



b) Edebî Eserleri. 1. Divan.



Sadeddin



i, 156-157; Riyâzî, Riyâzuş-şuarâ,



rına rastlanılan eserin (meselâ bk. Süley-



Nüzhet Ergun, Kâtib Çelebi'nin sözünü



Kâtib Çelebi, Süllemü'Luilşûl,



maniye Kütüphanesi, Lâleli, nr. 2196, Fâ-



ettiği ( Keşfü'z-zunûn, l, 780) Bihiştî diva-



Ş e h i d Ali Paşa, nr. 1887, vr. 9 6 a ;



tih, nr. 2968, Reşid Efendi, nr. 1024, 1030/



nına rastlamadığını söylüyorsa da çağ-



1; Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesi, nr.



daşı Ahdî 1000-2000 kadar şiirden mey-



Nu-



r u o s m a n i y e Ktp., nr. 3 2 0 5 / 3 7 2 4 , vr. 4 1 b - 4 2 » ;



nûn,



Süleymaniye Ktp.,



1, 40, 7 8 0 ; II, 1146, 2 0 5 5 ;



bi, Seyahatname,



III, 2 9 8 ; Sicill



3 4 ; Hüseyin Vassâf, Sefine,



Keşfuz-zuEvliya Çele-



i Osmânî,



III, 2 7 7 ;



II,



Osmanlı



470) Brockelmann da birkaç yazmasını



dana gelen divanını o k u d u ğ u n u belirt-



Müellifleri,



Şairleri,



1,



tesbit etmiştir (GAL SuppL, I, 759). Köp-



mekte, ayrıca Riyâzî de divanı gördüğü-



7 8 7 - 7 9 4 ; B r o c k e l m a n n , GAL, I, 6 1 6 ; SuppL,



I,



rülü



Katalo-



nü söylemektedir. Ancak g ü n ü m ü z d e de



7 5 9 ; TYDK, II, 5 2 6 ; Hediyyetul-'ârifîn,



Kütüphanesi



Yazmalar



ğ u ' n d a Bihiştî'ye ait olarak gösterilen



divanının herhangi bir nüshası bilinme-



eserlerin müellifi diye kaydedilen Ra-



mektedir. Süleymaniye Kütüphanesi'nde



m a z a n b. M u h a m m e d eî-Hanefî el-Mâ-



(Esad Efendi, nr. 2614) Dîvân-ı



türîdî el-ma'rüf bi-Bihiştî / Ahmed b. Ra-



adıyla kayıtlı olan eser onun



m a z a n b. Hasan el-Vizevî el-Bihiştî şek-



ve Âlemşâh



Bihiştî Cemşâh



mesnevisidir. Mecmualar-



lindeki isim zinciri ya yanlış veya eser-



da rastlanan şiirlerinden birçok kaside-



lerden birincisi aynı konuda şerh yazmış



si, gazeli, m u h a m m e s ve müseddesi ol-



R a m a z a n Efendi'ye, diğeri de başka bir



d u ğ u anlaşılmaktadır. Sûfiyâne ve âşı-



müellife ait olmalıdır (bk. birinci künye



kane yazılmış gazellerinde samimi ve



için I, 393, nr. 807; ikinci künye içirt ili, 320).



sade bir edaya sahip olduğu görülmek-



Pek çok defa basılan eser (İstanbul 1265,



tedir. Z. Cemşâh



ve Âlemşâh.



"Fâilâtün



I, 4 2 - 4 3 ; E r g u n ,



TÛYATOK,



I, 3 7 0 ;



07/111, s. 181, 1 9 0 ; 3 4 / 1 , s. 7 5 ; III,



s. 8 4 ; Levend, Türk



Köprülü



Türk



Kütüphanesi



Edebiyatı



Tarihi,



Yazmalar



s. 1 3 5 ;



Katalogu,



İs-



t a n b u l 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , I, 3 9 3 ; III, 3 2 0 ; M e t i n Yurd a g ü r , Bibliyografik



Bir Kelâm



Tarihi



Dene-



mesi, İstanbul 1989, s. 50-52, 5 5 ; TA, VI, 20. B



F



L



146



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



MUSTAFA U Z U N



BİHÛDİ (bk. SEKR).



J



BİHZÂD BİHZÂD ( ^



)



Kemâleddin, Ustâd



(ö. 942/1535-36 [?]) ^



Tanınmış minyatür sanatçısı.



j



Doğum tarihi bilinmemekte, 854'ten (1450) sonra dünyaya geldiği sanılmaktadır. Yaşadığı dönemdeki yazarlardan Haydar Mirza ve Dost Muhammed onun Mîrek Nakkaş adıyla tanınan Emîr Rûhullah'ın öğrencisi olduğunu belirtirler. Bâbürlü Hükümdarı Cihangir ise Bihzâd'ın (Behzâd) Halil Mirza adlı bir nakkaşın üslûbunu geliştirmiş olduğunu ileri sürer. (The Tüzuk-i Jahângirl, II, 116). XVI. yüzyıl Osmanlı yazarı Gelibolulu Mustafa Âlî de Bihzâd'ın Tebrizli Pîr Seyyid Ahmed'in öğrencisi olduğunu ve onun tarafından yetiştirildiğini zikreder. Tarihçi Hândmîr, Bâbürlüler'in kurucusu Bâbür ve tarihçi Mirza M u h a m m e d Haydar, Bihzâd'ın ününün artışını, kendisini himaye ve teşvik eden yakın dostu Ali Şîr Nevâî'ye borçlu olduğunu belirtirler. Ayrıca, Timurlu Hükümdarı Hüseyin Baykara'nın himayesi de bu olağan üstü yetenekli sanatçının her türlü imkânı elde ederek ün sahibi olmasına ve eser vermesine yol açmıştır. Herat'ın 1507'de Şeybânî Muhammed Han tarafından alınıp Timurlular'ın egemenliğine son verilmesinden sonra da Bihzâd burada kalmıştır. Bâbür, Şeybânî M u h a m m e d Han'ın Bihzâd'ın resimlerini tashihe cüret ettiğini belirtir ki bu durum ünlü sanatçının söz konusu dönemde kötü günler geçirdiğini gösterir. Kısa süren bu dönemden sonra Herat'ı zapteden Şah İsmâil Bihzâd'ı himayesine alarak Tebriz'e götürmüştür. Mustafa Âlî'nin naklettiği bir rivayete göre Yavuz Sultan Selim'in 1514 Tebriz Seferi sırasında Şah İsmâil, meşhur hattat Şah Mahmud Nîsâbûrî ile Bihzâd'ı



Bihzâd'ı yaşlılık yıllarında gösteren bir minyatür (İ Ü Ktp., FY, nr. 1422, vr. 3 4 * )



bir mağaraya saklamış, savaştan bozguna uğramış olarak döndükten sonra ilk önce mağaraya gidip onları aramış ve bulunca Tanrı'ya şükretmiştir. Bu rivayet, şöhretinin doruğunda olan sanatçıya Şah İsmâil'in ne kadar değer verdiğini belirtmesi bakımından önemlidir. Şah İsmâil bir hayli yaşlanmış olan bu değerli sanatçıyı 27 Cemâziyelevvel 928'de (24 Nisan 1522) saray kütüphanesinin başına getirmiş, hâfız-ı kütübler, hattatlar, nakkaşlar, müzehhip ve musavvirler ile altın varak yapımcıları, kuyumcular ve lapis lazuliden (lâcivert taş) boya elde eden sanatçıların kâhyası olarak görevlendirmiştir. Fahrî Sultan Muhammed, yaşlı Bihzâd'ın bu dönemdeki çalışma tarzı hakkında kısmen bilgi verir (Letâ*ifnâme, Londra British Museum, Add. 7669, vr. 98). 1520 yılı civarında yazılmış olan bu esere göre Bihzâd, yardımcısı Horasanlı Derviş Muhammed Nakkaş'a önceleri sadece boyalarını hazırlatırken yaşlılığı sebebiyle giderek bütün işlerini bırakmıştır. Bihzâd, Şah İsmâil'in ölümünden sonra tahta geçen Şah Tahmasb'ın da büyük ilgi ve iltifatına mazhar olmuştur. Dost Muhammed, onun Şah Tahmasb'ın saray kütüphanesinde çalışmak şerefine eriştiğini ve Şah Tahmasb zamanında hayata veda ederek ünlü şair Kemâl-i Hucendî'nin Tebriz'deki mezarının yanına defnedildiğini bildirir ve ölümü için Emîr Dost Hâşimî'nin düşürdüğü 942 (153536) tarihini verir. Bir başka rivayete göre ise Bihzâd 940'ta (1533-34) ölmüştür. Bihzâd'ın olağan üstü sanat yeteneği konusunda bütün kaynaklar birleşmektedir. Hândmîr onun sanat yeteneğinin her zaman rastlanan cinsten olmadığını, mûcizevî sanatının bütün tasvir sanatını etkilediğini, fırçasının cansız şekillere can verdiğini belirtir. Bâbür ise Bihzâd'ın çok ince ve zarif bir fırçaya sahip olduğuna temas ettikten sonra sakallı yüzlerin resmedilişinde son derece usta, buna karşılık sakalsız yüzlerin tasvirinde başarısız olduğunu, çünkü insanların çenelerini iki misli büyük çizdiğini yazmaktadır. Dost Muhammed, Behram Mirza Albümü'nün mukaddimesinde (TSMK, Hazine, nr. 2154) Bihzâd'ın tasvir ve tezhip sanatının gururu, devrinin en kıymetli ve ender sanatçısı olduğunu belirterek onun her türlü övgünün üstünde bulunduğunu söyler. Şah Tahmasb'ın adıyla tanınan Emîr Hüseyin Beg Albümü'nün mukaddimesini yazan Mîr Seyyid Ahmed ise Bihzâd'la



tanışma şansını elde ettiğini ve onun fırçasının kudretinin, zamanın diğer sanatçılarının çok üstünde olduğunu belirterek yaptığı resimlerin "100.000 değerinde" olduğunu kaydeder (TSMK, Hazine, nr. 2161). Mirza Muhammed Haydar da Târîh-i Reşîdî'de Bihzâd'ın sanatını çağdaşı Şah Muzaffer'in sanatı ile mukayese etmiş ve Şah Muzaffer'in çizgisinin çok daha ince olmasına karşılık Bihzâd'ın fırçasının daha güçlü olduğu üzerinde durmuştur. Bütün bu kaynaklar Bihzâd'ı devrinin en büyük nakkaşı olarak zikretmişler, onun gerçekçiliğini, fırça kullanmadaki ustalığını, zarafet ve inceliğini övmüşlerdir. Yaşadığı dönemde ve ölümünü takip eden yüzyıllarda onun eserlerine pek çok kişinin sahip olmak istediği ve bu eserlere yüksek ücretler ödediği bilinmektedir. İslâm dünyasında uyandırdığı ilgi ve üstün yeteneği, adının efsaneleşmesine ve yüzyıllar boyunca Mani ile birlikte anılmasına yol açmıştır. Pek çok beğenilen eser ona atfedilmiş, eserlerinin kopyaları yapılmıştır. Yaşadığı dönemde de büyük bir üne sahip olan Bihzâd'ın hâmilerinden daima takdir görmesi, yaptığı minyatürlerin dikkati çekmeyecek bir köşesine imza atmasına da yol açmıştır; bazan da yazmanın hatimesinde adı zikredilmiştir. Sanatçının en faal döneminin Herat'ta Hüseyin Baykara (1468-1506) zamanında olduğu anlaşılmaktadır. Tebriz sarayına geldikten sonra yaşlılığı sebebiyle sanat faaliyetinde bulunduğunu söylemek zordur. Nitekim Şah İsmâil ve Şah Tahmasb dönemine ait Bihzâd'a atfedilebilecek bir minyatür bulmak güçtür. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki bir albümde (FY, nr. 1422, vr. 34a) Bihzâd'ı yaşlılık yıllarında gösteren bir minyatür portresi yer almaktadır. 1520-1530 yılları arasında yapıldığı sanılan bu resimde Bihzâd oldukça zayıf, esmer tenli ve bir hayli yaşlı olarak gösterilmiştir. Sanatçının bu dönemdeki faaliyeti yöneticilik ve Safevî sarayındaki nakkaşların eğitimi üzerine olmalıdır. Haydar Mirza, Bihzâd'ın öğrencileri arasında portre sanatçısı olduğunu belirttiği Kasım Ali Maksûd ile Molla Yûsuf'u zikreder. Mustafa Âlî ise Horasanlı Şeyhzâde ile Âgâ Mîrek'i, İskender Münşî de Muzaffer Ali'yi yetiştirdiğinden söz ederler. Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki bir albümde (H, nr. 2161, vr. 52b) yer alan genç bir Safevî soylusunun tasvirinin altındaki yazı, Bihzâd'ın yetiştirdiği öğrencilerden birinin



147



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİHZÂD de Abdülaziz adını taşıdığını ortaya koymuştur.



karakteristiğini yansıtır, bunların bir tanesi de imzalıdır.



Sahip olduğu şöhret sebebiyle çağımızda da sanatçıya pek çok eser atfedilmiştir; fakat bunlardan ancak bir kısmı onun elinden çıkmış sanat eserleridir. Bihzâd'ın geleneksel İslâm tasvir sanatına yeni bir anlayış getirmiş olduğu söylenebilir. Tasvirlerinde minyatür sanatının ana prensibine uyarak metni açıklayıcı olmayı ön planda tutmuş, daha önce belirlenmiş kompozisyon ve kalıpları genellikle kullanmamayı tercih etmiştir. Daha çok, pek işlenmemiş konuları resimlemiş ve bunlarda da başarabildiğince gerçekçi olmaya çalışmıştır. Özellikle detaylarda o güne kadar görülmemiş bir realizmle resimlerine ifade gücü kazandırmıştır. Günlük yaşam, savaş sahneleri gibi konuları işleyen minyatürleri bunun en güzel örnekleridir. Resimlerinin bir diğer önemli tarafı figürlerin duruş biçimleri, konuşma ve tartışmayı ifade eden hareketleridir. Öte yandan konuya açıklık getiren yüz ifadeleri de onun resimlerine oldukça gerçekçi ve yorumcu bir anlam kazandırmıştır. Resimlerinin bir diğer özelliği de kullandığı renkler, fırça inceliği ve üstünlüğüdür. Sanatçının en çok sevdiği renkler mavinin tonlarıdır. Gri-mavi renk arasında çeşitli tonlarla belirlenen kayalıklar, araziler, çiçek açmış ağaçlar, kimi zaman sonbahar renklerine bürünen çınarlar büyük bir ustalık ve duyarlılıkla resmedilmiştir.



Bâbürlü Hükümdarı Cihangir tarafından Bihzâd'a atfedilen minyatürler, Şerefeddin Ali Yezdî'nin Zafernâme adlı eserinin 872'de (1467-68) Şîr Ali tarafından Hüseyin Baykara için istinsah edilen nüshasında yer alır (Baltimore, Johns Hopkins Universty Milton S. Eisenhower Library, John Work Garrect Collection). Eserde bulunan imzasız on iki minyatür Cihangir tarafından Bihzâd'ın erken dönem eseri olarak yorumlanmıştır.



Bihzâd'ın imzalı ve imzasız eserleri dünyanın çeşitli yerlerindeki müze, kütüphane ve özel koleksiyonlara dağılmış durumdadır. Bu eserleri, imzalı olanlar ile kitabın hatimesinde sanatçının çalışmasını belirten bir kayda sahip olanlar ve sadece üslûp özelliğinden Bihzâd tarafından yapıldığı anlaşılanlar olmak üzere gruplandırmak m ü m k ü n d ü r . Sanatçının en ünlü eseri, Sa'dî'nin Bostân'mırı Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye'de (Edeb, Fârisî, nr. 908) bulunan nüshasındaki minyatürlerdir. Bu yazma Sultan Ali (Meşhedî) tarafından istinsah edilmiştir. Eserdeki minyatürlerden dördü Bihzâd'ın imzasını taşır; ayrıca iki minyatürde de 893 (1488) ve 894 (1489) tarihleri vardır. İmza ve tarihler mimari tezyinat arasında ve gözle zor seçilebilecek küçüklüktedir. Eskiden Maurice de Rothschild koleksiyonunda bulunan ve halen Soudavar koleksiyonunda olan, 891'de (1486) Sultan Ali el-Kâtib (Meşhedî) tarafından istinsah edilmiş Sa'dî'nin Gülistân'mın bir nüshasındaki minyatürler de Bihzâd'ın



148



British Museum'da (Add. 25.900) bulunan Genceli Nizâmî'nin Hamse'sinin 846'da (1442) yazılmış bir nüshasındaki daha sonra yapılmış minyatürler Bihzâd'ın tanınmış eserleri arasında yer alır. Bunlardan üçü sanatçının imzasını taşımakta ve bir tarihten de 1493'te yapıldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca Bihzâd'a atfedilebilecek minyatürler arasında British Museum'da bulunan diğer bir Nizâmî Hamse'sinin nüshasını da zikretmek gerekir (Or. 6810). 900 (1495) tarihli bu nüshadaki minyatürleri Bihzâd'ın dönemin diğer ünlü sanatçıları ile birlikte yapmış olması söz konusudur. Bihzâd'ın üslûp özelliklerini yansıtan ve bu sebeple araştırmacılar tarafından ona atfedilen diğer önemli minyatürler, Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki (Hazine, nr. 676) Emîr Hüsrev-i Dihlevî'nin Heşt Bihişt mesnevisinin Sultan Muhammed Muhsin Bahadır Han'ın kütüphanesi için 902'de (1497) Sultan Ali Meşhedî tarafından istinsah edilen nüshasında yer alır. Eserin içindeki çift yapraklık bir sürek avını tasvir eden takdim sayfalan ile bu eserden çıktığı anlaşılan Washington Freer Gallery of Art'taki bir minyatür tam a m e n Bihzâd'ın üslûbunu yansıtır. Sanatçının üslûbundaki bazı minyatürleri içeren bir diğer el yazması da New York Metropolitan Müzesi'nde bulunan Attâr'ın Mantiku't-tayr nüshasıdır. 888 (1483) tarihli yazmadaki minyatürlerden dördü belirtilen tarihte ve muhtemelen Bihzâd veya onun ekolüne mensup sanatçılar tarafından yapılmıştır. Sanatçıya atfedilebilecek bir grup minyatür de Ali Şîr Nevâî'nin Hayretü'l-ebrâr adlı eserinin 890 (1485) tarihli nüshasında yer alır (Oxford Bodleian Library Mss. Elliot, nr. 317, 339, 408). Bu eserdeki on bir minyatürden bir kısmının Bihzâd'ın elinden çıkmış olması m ü m k ü n d ü r .



hattatların yazılarını ihtiva eden ve eskiden Kevorkian koleksiyonunda bulunan albümde yer alan yuvarlak bir madalyon içindeki minyatürdür. 930 (1524) tarihli albümdeki bu minyatür imzalıdır ve burada bir kır manzarası içinde yaşlı bir adamla bir delikanlı tasvir edilmiştir. Bir diğer örnek, Tahran Gülistan Müzesi'ndeki çift sayfalık bir minyatürdür. Sultan Hüseyin Baykara'yı maiyetiyle bir bahçede tasvir eden eser 1485'e tarihlenmekte ve orijinal olması mümkün Bihzâd imzasını taşımaktadır. Bu tanınmış minyatürün bir sayfasının tamamlanmamış bir kopyası New York'ta özel bir koleksiyonda, desen halindeki bir diğer kopyası da Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndeki bir albümde (Hazine, nr. 2165, vr. 27a) bulunmaktadır. Bihzâd'a atfedilen tanınmış resimlerden biri de yine Tahran Gülistan Müzesi'nde bulunan ve pek çok kopyası yapılmış olan bir deve güreşi minyatürüdür. Eserde Bihzâd tarafından 1520-1525 yıllarında yetmiş yaşındayken yapıldığını gösteren bir kayıt mevcuttur. Minyatürleri çok çeşitli koleksiyonlara dağılmış olan sanatçının etkisi XVI. yüzyılın ilk yarısında gerek Safevîler'in Tebriz sarayında, gerekse daha sonra Kazvin sarayında görülmüş ve geleneği daha çok Buhara'da Şeybânîler'in sarayında Heratlı sanatçılar tarafından sürdürülmüştür. Bihzâd'ın etkisinde kalarak yetişen sanatçılar bu üslûbu Hindistan'a da taşımışlardır.



Minyatürleri Bihzâd'a atfedilen Dihlevî'nin Heşt Bihişt mesnevisinin sürek avını tasvir eden takdim sayfalarından biri (TSMK, Hazine, nr. 6 7 6 )



Bihzâd'a atfedilen veya orijinal imzalı olan bazı minyatürlere albümlerde de rastlanmaktadır. Bunlardan biri, ünlü



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİKÂÎ BİBLİYOGRAFYA: Bâbür. Vekâyi'



(Arat), il, 199-200, 2 2 9 ; Hând-



mîr, Habîbus-siyer,



neruerân, hângirl



111, 3 5 0 ; Âlî, Menâkıb-1



Hü-



The Tüzuk-i



Ja-



s. 37, 63-65, 6 7 ;



or Memoirs



of Jahângîr



(trc. A l e x a n d e r



Rogers), New Delhi 1978, II, 1 1 6 ; Cl. H u a r t , Les



Calligraphes



et les miniaturistes



musulman,



de



l'Orient



Paris 1908, s. 222, 2 3 9 , 3 3 0 v d . ;



F. R. M a r t i n , The Miniature



ters of Persia, India



and



Painting



and



Pain-



BİKÂÎ



(



S-™



)



Ebü'l-Hasen Burhânüddîn İbrâhîm b. Ömer b. Hasen er-Rubât el-Hırbevî el-Bikaî (ö. 885/1480) Müfessir, muhaddis, Şâfiî fakihi, tarihçi ve edip.



Turkey, L o n d o n 1912,



s. 4 0 vd., rs. 39, İv. 67-93; E. Blochet, Les Pein-



tures



des manuserits



theque



Nationale,



orientaux



de la



Biblio-



Paris 1914-20, s. 175, 187



vd., 277-288, İv. 34-39; a.mlf., Catalogue,



s.



89 vd., 96-100, İv. XLII, XLV!I1; E. Kühnel, Mi-



niaturmalerei



im



Islamischen



Orient,



Berlin



1922, s. 27-29, 57, İv. 48-54; a.mlf., Doğu İs-



lâm



Memleketlerinde



Minyatür



(trc. S u u t Ke-



m a l Yetkin — M e l a h a t Ö z g ü ) , A n k a r a 1952, s. 6, 9, 29-33, rs. 38-41; a.mlf., "Flistory of M i niature



Persian



Painting



and



Drawing",



Suruey



of



Art (ed. A. V. P o p e ) , L o n d o n 1939, III,



1 8 5 8 - 1 8 7 2 ; V, Iv. 8 8 5 - 8 9 1 ; A. Sakisian, L a Mi-



niature



persane,



Paris 1929, s. 47-50, 62-80,



85-87, 103-105, İv. 2, 37, 46-56, 65-67, 747 5 ; B. Gray, Persian



Painting,



L o n d o n 1930, s.



57-66, İv. 7 ; a.mlf. v.dğr., Persian



Painting,



London



Miniature



1933, s. 77-103,



186-188,



190-191; I. S t c h o u k i n e , Les Peintures



des ma-



nuserits



timürides,



Paris 1954, s. 21-25, 68-



86, 95, 101-104, 110-111, 120-141, İv. LXX1ILXXXV1II; B. W. R o b i n s o n , A Descriptive



logue



of the Persian



Library,



Oxford



Paintings



Cata-



in the



Bodleian



1958, s. 65-67; a.mlf.,



"Bih-



z â d a n d His School: The Materials",



Marg,



X X X / 2 , B o m b a y 1977, s. 51-76; T. W. Arnold,



Painting



in İslam,



New York 1965, s. 33, 49-



51, 71, 129, 140, 1 5 1 ; a.mlf., Bihzâd



Paintings



in



the



Zafar-nâmah



1 9 3 0 ; M. G. L u k e n s -



and



MS,



His



London



Swietochowski,



"The



S c h o o l of H e r a t f o r m 1450 to 1506", The Arts



of the Book



in Central



Asia



(ed. B. Gray), Lon-



d o n 1979, s. 179-214; Filiz Ç a ğ m a n Tanındı, Topkapı



türleri,



Sarayı



Müzesi



Zeren



İslâm



Minya-



İstanbul 1979, s. 21-22, 42-43, 5 1 ; W.



M. T h a c k s t o n , A



on Timurid



Century



History



of Princes



Sources



and Art, C a m b r i d g e 1989,



s. 259, 2 6 7 , 3 4 7 , 3 6 1 ; T. W. Lentz Lovvry, Timur



Art and



and



Culture



the Princely



Vision



in the Fifteenth



G. D.



Persian



Century,



Los



A n g e l e s 1989, tür.yer.; Mirza M u h a m m e d Qazwini — L. B o u v a t , " D e u x d o c u m e n t s r e l a t i f â B e h z a d " , RMM,



inedits



XXVI (1914), s. 146-



160; " M î r z â M u h a m m e d H a i d a r D u g h l â t on t h e H e r â t S c h o o l of P a i n t e r s " (trc. T. W . Arn o l d ) , BSOAS,



V / 4 (1930), s. 6 7 1 - 6 7 4 ; J . V. S.



VVilkinson, " F r e s h L i g h t o n t h e H e r a t ters",



Burlington



Magazine



(Şubat),



1931, s. 62-67; M u h a m m e d Târîh-i



Reşîdî",



X / 3 , " Lahore "Behzâd.



Oriental



Şâfî, " İ k t i b â s e z



College



Magazine,



1934, s. 150-172; E. d e



Le



Gülistan



Rothschild",



(1937), s. 122-143; a.mlf., " B e h z â d " ,



des Beaux-Arts,



Pain-



London



Lorey,



Al,



IV



Gazette



XX, Paris 1938, s. 25-44; Z.



Akalay, " E m i r H ü s r e v D e h l e v i ' n i n Heşt



1496 Yı-



Bihişti",



Sanat



lında



Minyatürlenmiş



Tarihi



Yıllığı, VI, İstanbul 1976, s. 3 4 7 - 3 7 3 ; R.



E t t i n g h a u s e n , " B i h z a d " , İA, II, 6 0 5 - 6 0 8 ; a.mlf., " B i h z â d " , El 2 (ing.), I, 1211-1214; a.mlf., "Bihz â d " , ÜDMİ, V, 139-145; Priscilla Soucek, "Behz â d " , Elr., IV, 114-116.



m L#J



FİLİZ ÇAĞMAN



809'da (1406) Lübnan'ın Bikâ' bölgesindeki Hırba köyünde doğdu ve hıfzını burada tamamladı. Çerkez Memlükleri'nin hüküm sürdüğü bir muhitte yaşadı. Babasını ve amcalarını kaybettiği bir hadiseden sonra Şam'a yerleşti (1417). Şam, Kudüs ve Kahire'de İbnü'l-Cezerî, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Kâdî Şühbe, İbn Nübâte, İbn Raslân gibi âlimlerden ders okudu. 1433'te Kahire'ye yerleşti. Yirmi sekiz yaşında iken fetva ve tedris icazeti aldı. 1440 ve 1443'te Sultan Zâhir Çakmak'la birlikte iki defa Rodos seferine katıldı. Bu seferler sırasında bile telif işinden geri kalmadı. 1445'te hacca gitti. Mücadeleci bir mizacı olan Bikâî, İbnü'l-Arabî ve İbnü'l-Fârız'ı hulûl* ve ittihad* isnadıyla tekfir etmesi, hatta bu hususta eserler yazması ve Gazzâlî'ye tenkitler yöneltmesi sebebiyle şimşekleri üzerine çekti. Nitekim Süyûtî, reddiye mahiyetinde kaleme aldığı birkaç eseriyle bu âlimleri savunma gereğini duydu. Vefatından dört beş yıl önce çevresinin kendisini fazlaca rahatsız etmesi sebebiyle Şam'a hicret etti. Şam valisi tarafından büyük itibar gördü ve Gazzâliyye Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Daha sonra bu şehirde vefat etti. Eserleri. Bikâî kıraat, fıkıh, hadis, tarih, kelâm ve nahiv dallarında, özellikle de tefsir sahasında eserler yazdı. Tesbit edilebilen altmış üç eserinden kırk tanesinin nüshaları günümüze kadar gelmiştir. Önemli eserleri şunlardır; 1. Nazmü'ddürer* fî (min) tenâsübi'l-ây ve's-süver. Âyetler ve sûreler arasındaki münasebet ve insicam ile sûrelerin ana fikirlerine dair bir tefsirdir. Haydarâbâd Nizâmiye Üniversitesi'nden Muhammed Abdülhamîd ve arkadaşları tarafından 1969'da Dâiretü'l - maârifi' i - Osmâniyye yayınları arasında neşrine başlanan eserin yirmi iki cildi yayımlanmıştır. 2. Delâletü'l-burhâni'l-kavîm calâ tenâsübi âyi'l-Kur" âni'l-'azîm. Nazmü'd-dürer'm muhtasarı olup Süleymaniye (Kılıç Ali Paşa, nr. 77) ve İstanbul Üniversitesi kütüphanelerinde (AY, nr. 853) birer nüshası vardır. 3. Mesâ'idü'n-nazar li'l-işrâti calâ ma-



kâşıdi's-süver. 114 sûrenin tek tek ele alındığı bu eserde her sûrenin esas konusu, temel hedefleri ve sûre ile ismi arasındaki münasebet açıklanmış, sûre ve âyetlerin faziletlerine dair hadisler zikredilmiştir. Eserin Nuruosmaniye (nr. 598) ve Süleymaniye (Fâtih, nr. 647; Reîsülküttâb, nr. 96; Beşir Ağa, nr. 76) kütüphanelerinde nüshaları bulunmaktadır. 4. La'ibul- cArab bi'l-meysir fi'l-câhiliyyeti'l-ûlâ. Bakara sûresinin 219. âyetinin Nazmü'd-dürer'den naklen tefsiri olup Araplar'ın Câhiliye devrinde oynadıkları kumar hakkındadır. C. Landberg tarafından Turafun Arabiyye (Primeurs arabes) adlı dergi içinde neşredilmiştir (Leiden 1303/ 1886). S. Sırrü'r-rûh. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin Kitûbü'r-Rûh adlı eserinin özetidir. Ruhun mahiyetinden ve bedenle birlikte ölüp ölmeyeceğinden bahseden eser Kahire'de basılmıştır (1326/ 1907). 6. c Unvânü'z-zamân fî terâcimi'ş-şüyûhi ve'l-akrân. Bikâfnin çağdaşı olan âlimlerin ve mektep arkadaşlarının biyografilerine dair alfabetik bir eserdir. 386 varak halindeki bir nüshası Köprülü Kütüphanesi'nde (nr. c 1119) bulunan eseri ve Unvânül- cunvân adlı muhtasarını Câmiatü Ayni'şşems hocalarından Hasan Habeşî yayıma hazırlamıştır. 7. en-Nüketü'l-vefiyye. Zeynüddin el-lrâkî'nin usül-i hadise dair Elfiyyetü'l- cIrâki adlı eserinin şerhi olup Millet Kütüphanesi'nde bir nüshası vardır (Feyzullah Efendi, nr. 252, 275 varak). 8. Ahbârul-cilâd fî fütûhi'l-bilâd. Tarihe dair bir eserdir. Süleymaniye Kütüphanesi'nde nüshaları bulunmaktadır (Lâleli, nr. 1994; Damad İbrâhim Paşa, nr. 886). 9. el-Akvâlü'l-kadîme fî hükmi'n-nakl mirıe'l-kütübi'l-kadîme. Kâtib Çelebi'nin el-Akvâlü'l-kavîme adıyla zikrettiği eser Muhammed Mürsî el-Hûc lî tarafından Mecelletü!-ma hedi'lc mahtûtâti'l- Arabiyye'de neşredilmiştir (1401/1980, XXVI/2, s. 37-96). 10. Esvâku'l-eşvâk min Meşâri'i'l-'uşşâk. Mısırlı şair Serrâc el-Verrâk'ın Meşâri cu'lc uşşâk adlı eserinin muhtasarı olan kitabın Süleymaniye Kütüphanesi'nde nüshaları bulunmaktadır (Reîsülküttâb, nr. 745, 300 varak; Beşir Ağa, nr. 552, 285 varak). 11. Tenbîhü'l-ğabî calâ (ilâ) tekfiri İbni'l- cArabî. Bu eserin de Süleymaniye Kütüphanesi'nde nüshaları vardır (Lâleli, nr. 3679/3; Şehid Ali Paşa, nr. 2734/3; Celâl Ökten, nr. 218). 12. Haşiye calâ Şerhi!- caka'id. Teftâzânî'nin Şerhu!- cakâ'id"\ üzerine yapılmış bir



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



149



BİKÂÎ hâşiye olup Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası bulunmaktadır (Hamidiye, nr. 741). Edebî yönü de bulunan Bikâî şiirlerini İş cârul-vâ cî bi-eş'âri'l-Bikâ'î'de (bk. Ömer b. Fehd el-Hâşimî, s. 338), Hz. Peygamber'in methine dair şiirlerini de Cevâhirü'l-bihâr fî nazmi sîreti'l-muhtâr (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 6480; Şehid Ali Paşa, nr. 2804/1) adlı eserinde toplamıştır. BİBLİYOGRAFYA : Sehâvî, ed-Dav' ü'l-lâmi',



tî. Nazmü'l-'ıkyân



1, 101-111; Süyû-



(nşr. Philip K. Hitti), Beyrut



1927, s. 24-25; Dâvüdî, Tabakâtü'i-müfessirtn, II, 242-243; Keşfü'z-zunûn, I, 81, 86, 104, 105, 117, 140, 156, 170, 210, 216, 267, 355, 382, 513, 596, 602, 612, 759, 828, 910, 911, 11741175; II, 1018, 1090, 1142, 1148, 1174, 1175, 1215, 1233, 1365, 1393, 1421, 1500, 1579, 1704, 1961-1962; Şevkânî, ei-Bedrü't-tâli', I, 19-22; Serkîs, Mu'cem, I, 573-574; II, 1599; Brockelmann, GAL, II, 179-180; SuppL, II, 177178; Izâhu'l-meknûn, I, 475; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 21-22; Kehhâle, Mu'cemül-mü'ellifîn, I, 71; Müneccid, Mu'cem, IV, 61-62; V, 58; Bilmen, Tefsir Tarihi, II, 594-595; Necati Kara, Burhânüddin İbrahim b. Ömer ei-Bikâî ve Tefsirirıdeki Metodu (doktora tezi, 1981), EAÜİF; Ömer b. Fehd el-Hâşimî, Mu'cemü'ş-şüyûh



yakın eser telif etmişse de Zehebî'nin bazı notlar aldığını ve içinde büyük âlimlere yönelik tenkitler bulunduğunu söylediği "esmâü'r-ricâl" ile ilgili bir tanesi dışında eserleri hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Bîkendî, Zilkade 404'te (Mayıs 1014) Bîkend'de vefat etmiştir. Vefat tarihini 412 (1021) olarak zikreden kaynaklar da vardır. BİBLİYOGRAFYA: Sem'ânî, el-Ensâb (Bârûdî), I, 434; Yâküt, Mu'cemul-büidân, I, 533; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, I, 199; Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, III, 10361037; a.mlf.. A' lâmü'n-nübelâ', XVII, 200; Sübkî, Tabakât, IV, 41-42; İsnevî, Tabakatü'ş-Şâ• fi'iyye, II, 40; İbnü'1-lmâd, Şezerât, III, 172; Hediyyetul-'ârifîn, I, 71; Ziriklî, el-A'lâm, I, S



r



İSMAİL L .



ÇAKAN



. • n B I K E N D I , M u h a m m e d b. A h m e d (



BİBLİYOGRAFYA:



Mu'tezile kelâmcılanndan.



J



(nşr. Muhammed ez-Zâhî), Riyad 1402/1982, Mu'cemü'l-müfessirin,



s. 336-339; Nüveyhiz, S



F



SUAT Y I L D I R I M



BÎKENDÎ, A h m e d b. Ali ( j ^ s y t js.



^



)



Ebü'l-Fazl Ahmed b. Alî b. Amr el-Bîkendî (ö. 404/1014) L



Muhaddis.



J



Buhara yakınlarında âlimlerinin çokluğuyla meşhur bir yerleşim merkezi olan Bîkend'e nisbetle anılan ve anne tarafından dedesi Ahmed b. Süleyman'a nisbetle Süleymânî diye de tanınan Bîkendî 311'de (923) doğdu. İlim tahsili için İrak, Şam ve Mısır'a seyahatler yaptı. Muhammed b. Hamdûye el-Mervezî, Ali b. İshak el-Mâderâî, Muhammed b. Ya'küb el-Esam, Abdullah b. Ca'fer b. Fâris elİsbehânî gibi âlimlerin derslerini dinledi. Kendisinden de Ca'fer b. Muhammed el-Müstağfirî, oğlu Ebû Zer Muhammed b. Ca'fer, Muhammed b. Ahmed el-Bîkendî ve bu yöre âlimlerinden birçoğu rivayette bulundu. Çok yazan bir âlim olan Bîkendî her hafta bir risâle telif eder, Bîkend'den Buhara'ya giderek yazdıklarını rivayet ederdi. Güçlü bir hâfızaya sahip titiz bir muhaddis olarak tanınır. İrili ufaklı 400'e



150



Kaynaklarda Bîkendî'ye nisbet edilen, fakat günümüze kadar ulaşmayan eserler şunlardır; Tahkıku'r-risâle bi-evdahi'l-edille (nübüvvete dairdir; Keşfü'zzunûn, I, 378); el-Hüdâ ve'l-irşâd li-ehli'l-hayreti ve']- cinâd (İsmâilî âlimlerden Ebû Nasr Hibetullah'a reddiyedir; Keşfü'zzunûn, II, 2043); er-Risâletul-Mes'ûdiyye (Muhtemelen oğlu Ebü'l-Yümn Mes'ûd adına yazdığı bir risaledir; Kureşî, II, 10).



-us&s )



Ebû Ca'fer Muhammed b. Ahmed b. Hâmid el-Buhârî el-Bîkendî (ö. 482/1089) L



b. Ali el-Bîkendî ve daha başkalarından hadis rivayet etti. Kendisinden de Fazl b. Abdülvâhid es-Saydelânî, Sadaka b. Hasan, Sâbit b. Mansûr ve Ebû Gâlib elBennâ rivayette bulundular. Fakat hadiste sika* kabul edilmemiş, hatta 1003'te vefat eden İsmâil b. Muhammed el-Küşânî'yi 1007'de gördüğünü söyleyip ondan hadis naklettiği için "kezzâb" sayılmıştır (İbn Hacer, V, 61).



Buhara'nın 44 km. güneybatısındaki Bîkend kasabasında 382'de (992) doğduğu kabul edilir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmayan Bîkendî tahsiline Buhara'da başladı. Usûl-i fıkıhla ilgili bazı eserler okuduktan sonra 1023'te Horasan'ı dolaşarak Ebû Âsim el-Âmirî, Ebû Kasım ed-Dâvûdî, Ebü'lAlâ Saîd gibi Hanefî âlimleriyle görüştü. Daha sonra Mısır'a gitti-, burada İsmâiliyye'nin ileri gelenlerinden Ebû Nasr Hibetullah b. Mûsâ el-Müeyyed-Fiddîn ve daha başkalarıyla münazaralarda bulunarak kelâm ve usul ilminde önemli bir şahsiyet olduğunu kabul ettirdi. "Kâdî Halep" diye tanınmasına rağmen kaynaklarda Halep'e gittiğinden bahsedilmez. Fıkıhta Hanefî olmakla beraber itikadda koyu bir Mu'tezilî olduğu ve her gittiği yerde Mu'tezile mezhebini yaymaya çalıştığı nakledilir. Bağdat Valisi Ebû Mansûr Abdülmelik b. Muhammed zamanında bu şehre yerleşmek istediyse de buna izin verilmedi. Ancak vali Ebû Mansûr'un ölümünden sonra Bağdat'a yerleşti ve hayatının kalan kısmını burada geçirdi. Vefatında Bağdat'taki Bâb-ı Harb Kabristanı'na defnedildi. Hayatı boyunca ilim meclislerinden ayrılmayan Bîkendî daha çok kelâmcılığıyla tanınır. Bunun yanında hadis ilmiyle de ilgilenerek Ebû Âmir Adnân b. Muhammed el-Herevî, Ebü'l-Fazl Ahmed



İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 52; Yâküt, Mu'cemul-büidân, I, 533; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 136; Kureşî, el-Cevâhirü'l-mudiyye, II, 10; III, 23-24; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, V, 61; İbn Kutluboğa, Tâcü't-terâcim, s. 60; Keşfü'zzunûn, I, 378, 891; II, 2043; Hediyyetul-'ârifin, II, 75. |—| Hil SABRİ HİZMETLİ



r



BÎKENDÎ, M u h a m m e d b. S e l â m ( ^.Ü&JI



jj



n



)



Ebû Abdillâh Muhammed b. Selâm b. el-Ferec el-Bîkendî (ö. 225/839) L



Muhaddis.



J



Buhara yakınlarında âlimlerinin çokluğuyla meşhur bir yerleşim merkezi olan Bîkend'e nisbetle anılır. 160 (777) yılında doğdu. İlim tahsili için seyahatler yaptı. Abdullah b. Mübârek, Süfyân b. Uyeyne, Ebû Bekir b. Ayyâş vb. 400 kadar âlimden hadis yazdı ve rivayet etti. S e m â * yoluyla olmasa da İmam Mâlik'ten de rivayette bulundu. Hadis ilminde hâfız ve sika* olup "Buhara muhaddisi" diye anılırdı. Kendisinden Buhârî, Ebû Muhammed ed-Dârimî ve Ubeydullah b. Vâsıl gibi âlimler rivayette bulundular. 40.000 dinar ilim tahsili için, bir o kadar da neşri uğruna harcayacak derecede zengin olan Bîkendî hep ilimle meşgul olmuştur. Horasan yöresinin ilim hazinesi kabul edilen Bîkendî'nin çeşitli alanlarda birçok eseri bulunduğu kaynaklarda zikredilmiş ise de bunların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Ezberinde 5000 hadis bulunduğu rivayet edilen Bîkendî, 7 Safer 225'te (18 Ara-



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİLÂD-ı SELÂSE iık 839) vefat etmiştir. İbn Hacer Buhârî'ye atfederek bu tarihi Safer 227 (Aralık 841) olarak vermekte ise de Buhârî'nin bizzat kendisi 7 Safer 22S tarihini zikretmektedir. BİBLİYOGRAFYA : Buhârî. et-Târihu7-kebîr, I, 110; İbn Hibbân, es-Sikât, IX, 75; Sem'ânî, el-Er.sâb (Bârûdî), I, 434; Yâküt, Mu'cemul-büldârı, I, 533; Zehebî, Tezkiretul-huffâz, II, 422; a.mlf., A'lâmunnübelâ', X, 628; a.mlf., el-Vber, 1, 310; Safedî, el-Vâfî, III, 115; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IX, 212-213; Ziriklî. el-A'lâm, VII," 16; Kehhâle, Mu'cemul-mü*elliftn, X, 42. S



ISMAIL L . ÇAKAN



n



BİKR



rüşe göre bikr hükmündedir. Böyle bir kadının bikr sayılması, bikr olarak bilinen ve zinası ceza uygulanmasını gerektirecek şekilde alenilik kazanmayan bir kadını topluma teşhir etmemek gayesini gütmektedir. Hanefîler hiçbir şekilde cinsî münasebette bulunmamış kadına bikr-i hakîkî, bu ikincisine de bikr-i hükmî demişlerdir. Bikrin karşıtı seyyib (dul) olup sahih veya fâsid nikâhla veya nikâh şüphesiyle yapılan cinsî münasebetle bekâreti bozulan kadın demektir. Zina sebebiyle bekâreti bozulan kadının seyyib hükmünde kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise mezhepler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir (yk. bk ). Bâkirelik İslâm hukukunda



)



yahut velisinin rızâsının gerekli olup olmaması bakımından önem kazanmaktadır. Evlenme hususunda bâkire ka-



Kelime Arapça'da "bir işi erken yapmak, erken gelmek, acele etmek, öne geçmek" gibi mânalara gelen "bkr" kökünden türemiştir. Bu mânalara bağlı olarak her şeyin ilk ve orijinal olanına, cinsî açıdan aslî durumunu koruyan, yani evlenmemiş bulunan kadın veya erkeğe bikr denilmiştir. Arapça'da bu sonuncu anlamı ifade etmek üzere bekâret şeklinde bir köke de rastlanmaktadır. Türkçe'de bikrin karşılığı olarak kullanılan bâkire ise Arapça kullanım açısından galattır. Bikr kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de, henüz yavrulamamış ineği niteleyen bir sıfat olarak zikredildikten başka (el-Bakara 2/68) çoğul şekliyle (ebkâr) bir yerde hûriler (el-Vâkıa 56/36), bir yerde de bâkire kadınlar için (et-Tahrîm 66/5) kullanılmıştır. Bikr özellikle aile hukuku ile ilgili birçok hadiste yer almıştır (bk. Wensinck, Mu'cem, "bkr", md.). Bikr İslâm aile hukukunda, nikâh akdedilmiş olsun veya olmasın erkekle cinsî münasebette bulunmamış kadın mânasına kullanılır. Buna göre halvet*ten sonra bile olsa henüz cinsî münasebette bulunmadan ölüm, boşanma veya tefrik'le kocasından ayrılan kadın bikr sayıldığı gibi yüksek bir yerden atlama, düşme, hastalık, yaşlılık vb. sebeplerle bekâreti bozulan kadın da bikr kabul edilir. Bekâreti zina ile bozulan kadın, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'den nakledilen meşhur görüşe göre bikr sayılmazken bir defa zina edip de ispat unsurlarının eksikliği sebebiyle kendisine had cezası uygulanmayan kadın, Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik ve ayrıca Ahmed b. Hanbel'den nakledilen diğer bir gö-



be*, Şâfiîler'e göre yalnız baba ve baba tarafından dede, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise yalnız baba ve onun vasîsidir (bk. VELÂYET). BİBLİYOGRAFYA:



Tâcü'l-'arûs, "bkr" md.; Tehânevî, Keşşâf, "bikr" md.; VVensinck, Mu'cem, "bkr" md.; Mustafavî, et-Tahkik, "bkr" md.; Sahnûn, elMüdevvene, II, 155-156; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, II, 5-6; İbn Kudâme, el-Muğnî (Herrâs), VI, 487-497; Şevkânî, Neylû'l-evtâr, VI, 134-140; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr (Kahire), III, 55, 63; Cezîrî, el-Mezâhlbü'l- erba' a, IV, 30-36; Mv.F, VIII, 176-183. m İH



ORHAN



ÇEKER



özellikle



evlenme ehliyeti ve evlenmede kadının



Cinsî münasebette bulunmamış ^ kadın için kullanılan bir fıkıh terimi.



Evlenme konusunda icbar velâyetine sahip olan veliler Hanefîler'e göre asa-



dının tecrübesizliğinden hareket eden ve konuyla ilgili hadisler (bk. Şevkânî, VI, 134-140) üzerinde farklı yorumlarda bu-



F



BİLÂD-ı SELÂSE ( sîa/ıî JÎHJ )



İstanbul ile kullanıldığında Galata, Üsküdar ve Eyüp, bazan tek başına kullanıldığında ise İstanbul, Bursa ve Edirne kadılıklarını ^ ifade eden bir tabir. ^



lunan fıkıh âlimleri muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefîler evlenme eh-



Bilâd-ı selâse, gerek İstanbul'a bağlı



liyeti bakımından bekârete önem ver-



ü ç k a z a y a (Galata, Üsküdar, Eyüp), g e r e k -



mezler. Onlara göre bu ehliyetin ölçüsü



se, İstanbul, Edirne, Bursa gibi birbirine yakın üç büyük şehir kadılığına mahsus olmak üzere benzer özellik taşıyan kadılıklar için kullanılmış özel bir ilmiye tabiridir. Buna benzer şekilde Mısır, Şam, Edirne, Bursa, Filibe kadılıkları için "bilâd-ı hamse mevleviyeti" tabirinin kullanıldığı bilinmektedir. Bilâd-ı selâse kapsamına giren kadılıklar mevleviyet* derecesinde sayılır ve bunlara belirli kazâ tecrübesine sahip yüksek seviyeli ulem â tayin edilirdi.



bulûğa ermektir. Bulûğa eren kadın, bâkire olsun veya olmasın, velisinin rızâsına gerek kalmadan evlenebilir. Henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar ise yerine göre ya ehliyetsiz veya noksan ehliyetli olacaklarından onlar üzerinde velilerinin icbar yetkisi vardır ve velilerinin rızâsı olmadan



evlenemezler.



Hanbelî



mezhebinde de bir görüş bu yöndedir. Şâfiîler'e göre icbar velâyetinin esası bâkirelik olduğundan, bulûğa ersin veya ermesin, bâkire bir kadın ancak velisinin rızâsıyla ve onun tarafından evlendirilebilir. Bâkire olmayan kadın bulûğa ermişse izni olmadan evlendirilemez. Henüz ergenliğe ulaşmamışsa çocuğun izni muteber olmayacağından yine bulûğa ermedikçe evlendirilemez. Mâlikîler'e göre ise icbar velâyetinin esası küçüklük ve bekâret olduğundan, ister bâkire olsun ister olmasın, henüz bulûğa ermemiş kadın ile bulûğa ermiş bulunan bâkire ancak velisinin rızasıyla ve onun tarafından evlendirilebilir. Hanbelî mezhebindeki diğer görüş de böyledir. Yine Mâlikîler'e göre ergenlik çağına gelmiş bâkire babası tarafından reşîd kılınırsa, yani üzerindeki hacir* kaldırılarak t a m ehliyetli duruma getirilirse bulûğa ermiş dulda olduğu gibi ancak kendi rızâsı ile evlendirilebilir.



İstanbul'un asayişi, sosyal ve ekonomik düzeni için bilâd-ı selâse kadıları İstanbul kadısı ile sıkı iş birliği yaparlar ve zaman zaman ortak toplantılar düzenleyerek çeşitli meseleleri görüşürlerdi. Ayrıca çarşamba günleri İstanbul ve bilâd-ı selâse kadıları vezîriâzam divanına katılırlar ve burada şehirle ilgili meseleleri konuşurlardı. Bu arada vezîriâzam selîmî kavuk ve erkân kürkü ile divanhanesinde oturur, dava ve şikâyetleri dinler, karara bağlar; eğer müracaat sahipleri fazla olursa dava dinlemede o sırada divanda bulunan kadılar da yardımcı olurlardı. Narh tesbiti ve fiyatların kontrolü hususunda da İstanbul ile bilâd-ı selâse kadıları arasında iş birliği mevcuttu. İstanbul kadıları ve yardımcıları tarafından tesbit edilen narh derhal bilâd-ı selâse kadılarına bildirilir ve sicillere kaydedilirdi.



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



151



BİLÂD-ı SELÂSE Bilâd-ı selâse kadılarının resmî kadı-



görünce, "İşte küfrün başı! Eğer o kur-



lık daireleri olmayıp oturdukları evlerin



tulursa ben ölürüm" diyerek onun öldü-



bir kısmını bu işe ayırırlardı. Kâtip ve di-



rülmesini sağladı. Mekke'nin fethedildi-



ğer görevliler konağa giderler ve divan-



ği gün Hz. Peygamber ile Kâbe'nin içine



hâne kısmında çalışırlardı. Kadı değişti-



girdi ve Resûlullah'ın emri üzerine Kâ-



ğinde ise yeni kadının konağına devam



Bilâi-i



be'nin damına çıkarak fetih ezanını oku-



ederlerdi. Ancak bu yerin o kadılığın sı-



Habeşî'yi Kâbe'de ezan okurken gösteren bir minyatür (Siyer i Mebî,



du. Hz. Peygamber'in Kâbe'nin içinde sol-



nırları içinde olması gerekirdi. Bilâd-ı selâse kadılıklarına ait defterler bugün elde mevcut sicillerin en eskilerindendir ve arada bazı boşluklar bulunmakla birlikte günümüze kadar gayet mükemmel şekilde gelebilmişlerdir. Bunlardan Üsküdar mahkemesinin 9191342 (1513-1923) yıllarına ait 801, Galata mahkemesinin 900-1342 (1495-1923) yıllarına ait 1040, Eyüp kadılığının ise 978-1342 (1570-1923) yıllarına ait 629 defteri (şer'iyye sicili) bulunmaktadır. "İstanbul ve bilâd-ı selâse" tabiri yerleşmiş resmî bir tabir olarak XX. yüzyıl başlarına kadar çok sık kullanılmış olmakla birlikte İstanbul, Edirne ve Bursa kadılıklarını içine alan "bilâd-ı selâse" tabiri nâdir olarak kullanılmış ve fazla yaygınlık kazanmamıştır. BİBLİYOGRAFYA: BA, MAD, nr. 10159, s. 10-11; Uzunçarştlı, Merkez-Bahriye, s. 140; a.mlf., İlmiye Teşkilâtı, s. 46, 95, 99, 100; M ü b a h a t S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihti Narh Defteri, İstanbul 1983, s. 10, 17, 26, 34-37; R. Ekrem Koçu, "Bilâdi Selâse, B i l â d i Selâse Kadıları, Kadılıkları", İstA, V, 2764S



F



M E H M E T İPŞİRLİ



BİLÂD Ü L C E R İ D



n



(bk. C E R Î D ) .



BİLÂL-İ H A B E Ş İ (



n



JüU )



Ebû Abdillâh (Ebû Abdilkerîm veya Ebû Amr) Bilâl b. Rebâh (ö. 20/641)



L



Hz. Peygamber'in ilk müezzini olan sahâbî.



J



Hicretten kırk yıl kadar önce (581 civarı) Habeş asıllı bir köle olarak Arabistan'ın batı tarafındaki Serât'ta veya Mekke'de Cumah kabilesi içinde dünyaya geldi. Babası Rebâh ve müslüman olduğu için çeşitli işkencelere mâruz kalan annesi Hamâme de köle idi. Annesine nisbetle İbn Hamâme diye de anılan Bilâl İslâmiyet'i Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla kabul etti.



152



T S M K , Hazine, nr. 1222, II, vr. 2 6 3 " )



Bilâl, Benî Cumah'tan adı bilinmeyen birinin veya daha yaygın olan rivayete göre aynı kabileden Ümeyye b. Halefin kölesi idi. Mekke'de müslüman olduğunu açıkça söyleyen ilk yedi kişiden biri olduğu için Ümeyye b. Halef öğle vakitlerinde onu kızgın güneş altında sırt üstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üzerine koydurur, sonra da İslâmiyet'ten vazgeçerek Lât ve Uzzâ'ya tapmaya zorlardı. Fakat o her defasında, "Rabbim Allah'tır; O birdir" diyerek bu dayanılmaz işkenceye imanıyla göğüs gererdi. Hz. Peygamber onun bu şekilde işkence görmesine son derecede üzülürdü. Hz. Ebû Bekir müslüman olmayan güçlü siyahî bir köleyi vererek Bilâl'ı Ümeyye b. Halefin elinden kurtardı ve âzat etti. Bazı rivayetlerde onu para ile satın alıp âzat ettiği de zikredilir. Hz. Ömer bu olaya işaretle, "Ebû Bekir efendimizdir; efendimizi (Bilâl'ı) âzat etmiştir" derdi (Buhârî, "Fezâ'ilü aşhâbi'n-nebî", 23). Hz. Peygamber, Bilâl'i Mekke'de Ubeyde b. Hâris ile, Medine'ye hicretten sonra da Ebû Ruveyha Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî ile kardeş yaptı. Medine'nin havasına alışamayan bazı sahâbîler gibi Hz. Ebû Bekir ile Bilâl'in de hastalandıkları, Mekke'ye duydukları derin hasretle şiirler söyledikleri hadis kitaplarında zikredilir. Bilâl-i Habeşî hicretin 1. yılında Hz. Peygamber'in öğrettiği ezanı onun emriyle ilk defa okumakla meşhur oldu ve hayatı boyunca hazarda ve seferde Hz. Peygamber'in müezzinliğini yapt. Sabah ezanını çok erken okuyan Bilâl'ın bu ezana, "es-Salâtü hayrün mine'n-nevm" (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini eklemesi Hz. Peygamberi m e m n u n etti ve bunu her sabah ezanında tekrarlamasına izin verdi. Bilâl başta Bedir olmak üzere Hz. Peygamber'in bütün gazvelerine katıldı. Bedir'de esir alınan Ümeyye b. Halefi



daki iki direk arasında iki rekât namaz kıldığını rivayet eden de odur (Buhârî, "Şalât", 30). Bilâl-i Habeşî hayatı boyunca Hz. Peygamber'in yanından hiç ayrılmadı, Vedâ haccında da bulundu. Onun abdest suyunu temin etmek, sütre* olarak kullandığı harbeyi taşımak, şahsî ihtiyaçlarını karşılamak, savaşta özellikle geceleri korunmasını, gündüzleri ise gölgelenmesini sağlamak, yemek hazırlamak, beytülmâl işlerine bakmak, Hz. Peygamber'in emriyle bazı ödemeler yapmak, elçileri ağırlamak, seriyye kumandanlarına sancak vermek, Resûl-i Ekrem'in emirlerini halka duyurmak, kadın esirleri muhafaza etmek gibi işlerde görev almıştır. Yaygın olan rivayetlere göre Bilâl-i Habeşî Hz. Peygamber'in vefatından sonra ezan okumamıştır. Hz. Peygamber'in kendisine, "Ey Bilâl! Allah yolunda cihaddan daha faziletli bir amel yoktur" dediğini hatırlatıp cihad için Suriye'ye gitmek üzere Hz. Ebû Bekir'den izin istemiş, ancak halifenin ısrarı üzerine Medine'de kalmış, Hz. Ömer halife olunca Medine'den ayrılarak Suriye'de birçok şehir ve bölgenin fethine iştirak etmiştir. Hz. Ömer Suriye'de Şam divanını tedvin ederken Bilâl'in isteği üzerine onu ve diğer Habeşliler'i, Ebû Ruveyha'nin kabilesi olan Has'amlılar'la birlikte aynı divan defterine yazdırdı. Bazı müslümanlar Bilâl'in ezan okuması için halifeye müracaat ettiler; halifenin isteği üzerine Bilâl Suriye'de bir defa ezan okudu ve dinleyenleri ağlattı. Bilâl-i Habeşî altmış küsur yaşında Dımaşk'ta (veya Halep yahut Dâreyyâ'da) vefat etti ve Bâbüssagîr'deki kabristana defnedildi. Bilâl-i Habeşî'nin nesli devam etmedi. Kaynaklarda hanımı ve çocukları hakkında bilgi bulunmamakta,



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİLÂL b. S A ' D sadece Hâlid adlı bir erkek ve Gufre (Gu-



Bir defasında Hz. Peygamber ona, "Bu gece cennette, ö n ü m d e senin pabuçla-



nasip ettiği kadar" nafile n a m a z kılma âdetinden söz etmişti (Buhârî, "Teheccüd", 17; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-sahâbe", 108).



Bilâl-i Habeşî'den hadis rivayet edenler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Üsâme b. Zeyd, Abdullah b. Ömer ve Berâ b. Azib gibi bazı m e ş h u r sahâbîlerle Ebû İdrîs el-Havlânî, Saîd b. Müseyyeb ve İbn Ebû Leylâ gibi tâbiîler bulunmaktadır. Onun rivayet ettiği kırk dört hadisten ikisi Buhârî'de, biri Müslim'de, bir tanesi de her ikisinde yer almıştır. Ebû Ali ez-Za'ferânî'nin, Bilâl'in m e r f û * olarak rivayet ettiği bazı hadisleri derlediği Müsrıedü Bilâl adlı risâlesi Mecmû^atü'l-buhûsi'l-îslâmiyye'de (XIV, s. 227-243) yayımlanmıştır. Kamboçya'da ve Endonezya'nın bazı bölgelerinde müezzinlere "Bilâl" veya "Bilâl-i gayr-i Habeşî" denilir. Amerika'daki bazı zenci müslümanlar da, kendilerine «Bilâlîler» mânasında «The Bilalians» derler; ayrıca bu isimle bir de gazete çıkarmaktadırlar.



le kaynakların çoğunda kendisinden "Dı-



Ebû Abdirrahmân Bilâl b. Haris b. Usm b. Saîd el-Müzenî (ö. 60/680)



Uzun boylu, zayıf ve kuru yüzlü, kamburca, gür ve kır saçlı, siyah tenli idi.



etmiş olabileceğini sormuştu. O da her abdest aldıktan sonra "Allah Teâlâ'nın



nü neşesine galip bir kişi idi. Bu sebep-



j , JsAj )



(



dilmektedir.



rının tıkırtısını duydum" diyerek kendisinin cennetlik olduğunu müjdelemiş ve hangi ameli sebebiyle bu dereceyi elde



bilgi yoktur. Bütün ilk zâhidler gibi hüz-



BİLÂL b . H Â R İ S



feyre) adlı bir kız kardeşi olduğu zikre-



m a ş k halkının Hasan-ı Basrî'si" diye söz edilir. Ayrıca gür ve güzel sesi, etkili vaazlarıyla tanınmıştır. Dımaşk'ta imamlık



Sahâbî.



ve vâizlik yapardı. Namaz için tekbir alHicretin beşinci yılında Müzeyne elçi-



dığında sesinin şehrin çevre köylerinden



leriyle birlikte Hz. Peygamber'e gelen Bilâl, Medine ile Mekke arasındaki elEş'ar'da ikamet etmekteydi. Hz. Pey-



lâl b. Sa'd'ın vaazını dinledim; ondan da-



gamber kendisine sel sularının yarıp genişlettiği su yatağını (Akîku'l-Medîne) ikt â * etti ve onu savaşlarda kullanılan atlarla develerin yaylağı olan Müzeyne kabilesinin sınırları içindeki Nakî adlı otlağı korumakla görevlendirdi. İyi bir binici olan Bilâl, Nakî'de yapılan bir yarışmada Hz. Peygamber'in devesini koşturdu ve yarışı kazandı. Dûmetülcendel Seferi'ne katıldı. Hz. Peygamber onu, Mekke fethi öncesinde ramazan ayında Medine'ye gelmelerini temin e t m e k üzere Müzeyne kabilesine haberci olarak gönderdi. Mekke fethine 1000 kişilik bir kuvvetle katılan Müzeyneliler'in üç sancaktarından biri Bilâl idi. Daha sonraları Kâdisiye (636) ve İfrîkıyye savaşlarına da (647-648) katıldı ve yine Müzeyne kabilesinin sancaktarlığmı yaptı. Son yıllarını Basra'da geçiren Bilâl seksen yaşlarındayken vefat etti.



Müslim,



h â b e " , 1 0 8 ; Vâkldî, el-Meğâzî,



BİBLİYOGRAFYA:



"Fezâ'ilü



Müsned,



III, 4 6 9 ; Vâkldî, el-Meğâzî,



833-835, 8 4 6 ; III, 944-945, 1014, 1015, 1017-



Târîhu'l-kebîr,



es-Sîre,



II, 106-107;



(Ukkâşe), s. 2 9 8 ; Y â k ü t , V, 3 0 1 - 3 0 3 ; İbnü'l-Esîr,



290,



I, 2 4 2 ; İbn Hacer, el-işâbe,



Mu'cemü'lÜsdü'l-ğâbe,



III, 51, 2 3 2 - 2 3 9 ; VII, 3 8 5 - 3 8 6 ; Halîfe b. Hayyât, (Ukkâşe), s. 186-187; Belâzürî, Ensâb,



1326-1327, 2 5 9 4 ; İbn Abdülber,"e/-/sif a ö (nşr. Ali M u h a m m e d el-Bicâvî), Kahire 1969, I, 178Kahire 1285-87,



I, 2 0 6 - 2 0 9 ; Zehebî, A'lâmun-nübelâ', 3 6 0 ; İbn Hacer, el-lşâbe, Kettani, Müslim London



I, 347-



I, 1 6 5 ; IV, 2 7 4 ; M. Ali



Minorites



in the World



Today,



1986, s. 1 4 9 ; E b û Ali H a s a n b. Mu-



h a m m e d ez-Za'ferânî, " M ü s n e d ü B i l â l R. A . " (nşr. E b û A b d u r r a h m a n b . Akil),



buhüsi'l-lslâmiyye,



XIV, Riyad



ISMAIL L . Ç A K A N



F



BİLÂL b. S A ' D ( -t*- Oi J ^



^



)



1405-1406,



s.



2



A r a f a t , " B i l â l b. R a b â h " , E / ( F r . ) , I, 1251.



(ö. 110/728 [?]) Tâbiîn nesli âbid, zâhid ve muhaddislerinden.



MUSTAFA FAYDA



gamber'in sünnetini bırakarak kendi görüşüne göre amel etmek" şeklinde tarif dinî konularla ilgili hususlarda



Kur'an



miştir. İbn Sa'd, İbn Hibbân gibi münekkitler kaydederler. Babasından başka Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Ebü'd-



dullah b. Alâ b. Zebr, A b d u r r a h m a n b. sayıda hadis rivayet etmişlerdir.



l a n m a m a k l a birlikte t a b a k a t kitaplarında ona isnat edilen nasihat ve mev'iza t ü r ü n d e n sözler geniş yer tutar. BİBLİYOGRAFYA: İbn Sa'd, et-Tabakât,



rîhu'l-kebîr,



VII, 4 6 1 ; B u h â r î , et-Tâ-



lİ, 1 0 8 ; el-Cerh



ue't-ta'dîl,



II, 3 9 8 ;



E b û N u a y m , Hilye, V, 2 2 1 - 2 3 4 ; İbnü'l-Cevzî, Ki-



tâbü'l-Kussâs



ue'l-müzekkirîn



(nşr. ve trc. M .



L . Swartz), Beyrut 1 9 8 6 , s. 84-85; İbn M a n z û r ,



Dımaşk'ta d o ğ d u ve orada yetişti. Sahâbî olan babası Sa'd b. Temîm'i Hz. Peygamber'in okşayıp dua ettiği rivayet edil-



S



Ancak o re'yi, "Allah'ın kitabını ve Pey-



Ebû Amr Bilâl b. Sa'd b. Temîm es-Sekûnî ed-Dımaşkl



Mecmû'atü'l-



2 2 7 - 2 4 3 ; Fr. Buhl, " B i l â l " , İA, II, 6 1 0 - 6 1 1 ; W.



yorlar" dediğini nakleder ( Hilye, V, 224).



Kaynaklarda herhangi bir eserine rast-



I, 184-



193, 526-528, 5 3 0 ; Taberî, Târîh ( d e Goeje), I,



1 8 2 ; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe,



S



el-Ma cârif



(Zekkâr), I, 7 7 ; İbn Kuteybe,



görmüştüm.



Yezîd b. Câbir ile Saîd b. Abdülazîz az



I, 164.



2 9 4 , 298, 3 1 1 , 3 2 3 , 3 5 6 ; II, 74, 136-137, 1 7 7 ;



Târih



özendirdiklerini



Şimdi onlar birbirlerini re'ye teşvik edi-



Derdâ ve Muâviye gibi sahâbîlerden ha-



büldân,



I, 246-248,



retme, kötülükten sakındırma gibi sâlih amellere



dis nakletmiş, kendisinden de Evzâî, Ab-



Ma'ârif



et-Tabakât,



"Bir zamanlar insanların birbirlerini namaz, oruç, zekât, hayır yapma, iyiliği em-



Kuteybe, el-



İbn



I, 317-318,



İbn Sa'd,



Bilâl b. Sa'd dinî konularda r e ' y ' e şiddetle karşı çıkmıştır. Ebû Nuaym onun,



l, 2 7 2 ; Buhârî, et-



506-507, 509, 588-589, 632, 6 8 2 ; II, 340, 4 1 3 , 632;



I, 2 7 6 ;



II, 425-426, 571, 799, 800, 8 2 0 ; III, 896, 1014, 1 0 2 9 ; İbn Sa'd, et-Tabakât,



1 1 0 2 ; İbn H i ş â m ,



anılır.



Bilâl b. Sa'd'ın sika* bir râvi olduğunu



1İ, 4 9 7 , 582, 645, 673-674, 711-712, 737-738, 1018,



rir, vaazlarını kıssalarla da süslerdi. Bu sebeple kaynaklarda "kassâs" diye de



lere ö n e m vermek olduğunu tasrih et-



ile (III, 469) İbn Huzeyme ve İbn Hibbân'ın



"Fezâ'ilü'ş-sa1, 151, 155, 4 0 0 ;



kusu, ihlâs ve samimiyet, ölüm kaygısı, zühd ve kanaat gibi konulara ağırlık ve-



el-Müsned"ı



yetleri A h m e d b. Hanbel'in



yer almıştır.



12, " M e r d â " , 8,



bağlılık, ibadetin önemi, cehennem kor-



ve Sünnet'e aykırı şekilde şahsî görüş-



Buhârî, " Ş a l â t " , 17, 30, " T e h e c c ü d " , 17, "Fe23;



der (bk. Ebû Nuaym, V, 222). Vaaz ve nasihatlarında özellikle Kitap ve Sünnet'e



Vakkâs hadis rivayet etmişlerdir. Riva-



sahihlerinde ve bazı sünen kitaplarında



aşhâbi'n-nebi",



ha etkili konuşan bir vâiz d u y m a d ı m "



ederek (a.g.e„ V, 229) karşı olduğu re'yin,



Kendisinden oğlu Hâris ile Alkame b.



BİBLİYOGRAFYA: zâ'ilü'l-Medîne",



duyulduğu rivayet edilir. Evzâî, "Ben Bi-



mektedir. Bilâl'in hayatı hakkında fazla



Muhtaşaru



Tarihi



Tehzîbü'l-Kemâl, nübelâV,



Dımaşk,



V, 2 6 8 - 2 7 3 ; Mizzî,



IV, 291-296; Zehebî,



90-92; İbn Hacer, el-İşâbe



vî), III, 48-49.



A'lâmü'n(Bicâ-



ı—ı İSİ



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



HASAN KÂMİL YILMAZ



153



BİLECİK BİLECİK ^



Marmara bölgesinde bir şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.



Karasu vadisinde, orta yükseklikte tepeler arasında ve bunların meyilli sırtlarında kurulmuş olup denizden yüksekliği Yukarı Bilecik adı verilen kesimde 550 m., buradan 4 km. kadar uzaktaki istasyon civarında ise 295 metredir. Bilecik adının nereden geldiği ve bugünkü yerinde eski bir yerleşmenin bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ayrıca şehrin ne zaman kurulduğu hakkında da herhangi bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bugünkü şehrin 4 km. kadar güneybatısında İznik veya Eskişehir yolu üzerinde bulunan Agrilion veya Agrillum adlı bir yerleşim yeri, Bilecik'in ilk kurulduğu mevki olarak kaydedilir. Ayrıca Bizanslılar döneminde Hamsu ile Debbağhâne deresi vadileri arasında bir kaya çıkıntısı üzerindeki Belokome (Belekome, Belocome) adlı bir kalenin şimdiki Bilecik'in nüvesini teşkil ettiği, isminin de buradan geldiği belirtilir. Ramsay ise Bizans tarihçisi Pachymeres'in eserinde geçen Belokome adının Bilecik'in Rumcalaştırılmış şekli olduğunu ileri sürer. İlk Osmanlı kaynaklarında Bilecik, " • S*-^. • " imlâsıyla kaydedilir. Bilecik yöresiyle ilgili ilk bilgiler Tunççağı'na kadar iner. Yörede tunç üretimi yapıldığına dair bazı arkeolojik malzemeler elde edilmiştir. İlkçağlarda Frig, Lidya ve Pers hâkimiyeti altında kalan yöre, Bithynia Krallığı'nın Roma İmparatorluğuna katılması üzerine Romalılar'ın idaresi altına girdi. İslâm'ın yayılış yıllarında Arap akınlarına uğradı. Bazı Osmanlı kaynaklarında Hârünürreşîd döneminde Söğüt ve civarının fethedildiği belirtiliyorsa da bu bilginin doğruluğu şüphelidir. Osmanlılar'ın Söğüt ve çevresine yerleştikleri XIII. yüzyılda Bilecik ve yöresi, Türkmenler'in akın sahasını teşkil eden Selçuklular ile Bizanslılar arasında bir sınır ve uç bölgesi durumundaydı. Osmanlılar'ın bu uç bölgesinde gazanın liderliğini ellerine geçir-



154



dikleri sırada Bilecik Bizans'ın merkezî idaresinden kopmuştu. Bilecik tekfuru civardaki diğer tekfurlar arasında önemli bir mevkiye sahipti. Bu dönemde Bilecik'te pazar kuruluyor, Rum halkın yanında Türkmenler de burada alışveriş yapıyordu. Özellikle Bilecik bardakları çok rağbet görüyor ve bu ticaretin başlıca m â m u l maddesi durumunda bulunuyordu. Osman Gazi önceleri Bilecik tekfuru ile iyi münasebetler kurdu. Osmanlı kaynaklarına göre Bilecik tekfurunun da aralarında bulunduğu bölgedeki diğer tekfurlar Osman Gazi'ye bir suikast hazırladılarsa da bu tertibin haber alınması üzerine Osmanlı kuvvetleri âni bir baskınla Yarhisar ve Bilecik'i fethettiler (1299). Bilecik alındıktan sonra beyliğin önemli bir merkezi oldu. Osman Gazi burada bir mescid yaptırdı. Bilecik nahiyesinin gelirlerini ailesine tahsis edip küçük oğlu Ali'yi annesiyle birlikte burada bırakarak Şeyh Edebâli'yi emin tayin etti. Şeyh Edebâli ile kızı ve aynı zamanda Osman Gazi'nin zevcesi vefatlarına kadar Bilecik'te yaşadılar ve buraya defnedildiler. Bazı Osmanlı kaynaklarına göre Çandarlı ailesinin atası Kara Halil de Bilecik'te kadılıkta bulunarak yaya askerinin teşkilini sağladı. Ayrıca Orhan Gazi'nin asker için ilk defa ak börk yaptırttığı yer de burası idi. Bu durum şehrin daha Osmanlı beyliğinin kuruluş yıllarında bir dokumacılık merkezi olduğunu gösterir. Şehir, daha önceki dönemlerde olduğu gibi Osmanlılar zamanında da Bursa-Eskişehir güzergâhında önemli bir konaklama yeri idi. Bizans ve Haçlı orduları gibi doğuya sefere çıkan Osmanlı orduları da buranın yakınındaki eski yolu takip ederlerdi. Eski Bilecik, bugünkü şehrin güneydoğusunda Gazhâne ve Gugukluk ile Debbağhâne dereleri boyunca çukur ve düz bir mevkide bulunuyordu. Şeyh Edebâli Camii ve Türbesi bu yerleşmenin yönünü tayin etmişti. Ayrıca yine ilk Osmanlı padişahları tarafından inşa edilen tarihî âbideler de şehrin gelişmesinde rol oynadı. Ancak Bilecik fizikî bakımdan ve nüfus yönünden, muhtemelen arazinin



Orhan Gazi Camii ile Seyh Edebâli Türbesi ve Mescidi-Bilecik



pek müsait olmaması sebebiyle büyük bir gelişme gösteremedi. XVI. yüzyıl başlarında, Kadı (Câmi-i Cedîd), Emîr, Dere, Pazar, Hisar, Börkçüler (Börekçiler ?) adında altı müslüman mahalle ile bir gayri müslim cemaatten meydana gelen küçük bir kasaba durumundaydı. En kalabalık mahalleleri ise, Pazar adlı mahalle ile Kadı mahallesiydi. Kasabanın nüfusu 700 dolayında olup bunun yetmiş kadarını hıristiyan nüfus teşkil ediyordu (BA, TD, nr. 438, s. 220-223). XVI. yüzyılın ikinci yarısında mahalle sayısı sekiz olup önceki mahallelere Hacı Şücâ' ve Orhan Camii mahalleri ilâve edilmişti. Bunların arasında en kalabalık olanı Hisar mahallesiydi ve bunu sırasıyla Pazar, Kadı, Dere ve Hacı Şücâ' mahalleleri takip ediyordu. Bu durum kasabadaki yerleşmenin, muhtemelen emniyet gerekçesiyle daha yukarıda, kalenin çevresinde toplanmaya başladığını gösterir. Nüfus ise bu sıralarda 1600'e ulaşmıştı (TK, TD, nr. 145, vr. 106a-108b). 1649'da yapılan bir avârız* tahririne göre Bilecik Ertuğrui Gazi vakıflarına ait bir kasabaydı ve on mahallesi vardı. Bunlar nüfusu oldukça azalmış Gazi, Câmi-i Kebîr, Debbağlar, Pazar, Osman Gazi, Nalband İlyas, Hisar, Akmescid, Emîrler adlı dokuz müslüman ve bir hıristiyan mahallesiydi. Fizikî bakımdan meydana gelen bu gelişmeye rağmen nüfus XVI. yüzyılın başlarındaki duruma inmişti. Hatta kasabanın tahririni yapan kâtip buranın dağlık ve taşlık bir yer olduğunu, etrafında ziraata elverişli herhangi bir ekinliğin bulunmadığını belirtme gereğini duymuşt u (BA, D.MKF, nr. 27479). Daha 1555'te kasabanın yakınındaki yolu takip ederek Amasya'ya gitmekte olan Avusturya elçilik heyetinde bulunan H. Demschvvam, bir kale-şehir durumundaki Bilecik'i oldukça bakımsız bir yer olarak tarif etmiş, ayrıca burada ipekli kumaş dokunduğunu da belirtmişti. Gerçekten Bilecik ve civarı kaliteli ipek kumaş ve kadi-



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİLECİK



J



.



^ J •



JV 4/ — ^



)



^



n



türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, gü-



n



Muhammed b. Abdüddâim



BİRR



{Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 929)



(nşr. Vezâretü'l-İ'lâm), Kahire, ts., s. 14,



-



F



Muhammed b. Abdüddâim'in el-Lâmi'u'ş-şabth 'ale'l-Câmi'i'ş-şahth adlı eserinin ilk sayfası



Aynı kökten gelen berr ise hem "çok şefkatli ve kerem sahibi" anlamında Allah'ın bir ismi (et-Tûr 52/28), hem de "itaatkâr" anlamında insanın sıfatı olarak Kur'an'da



ji;inıij Lfûoi'"



^



1



W JV



iui^i



^ J C ^ y j ^ l i J I 1 j l^liMuCc"^^! JJ Lf^ IjClfrCf-J) b/İMİ jJLİ İ J i j l j ^ ^ J



I 7 6 3 ' t e (1362) doğdu. Aslen Askalânlı olup Mısır'ın kuzeybatısında Garbiye vi-



re'ye yerleşti. İbrâhim b. İshak el-Âmidî, A b d u r r a h m a n b. Ali b. Kârî, Burhâneddin İbn Cemâa, Zerkeşî, Ömer b. Raslân el-Bulkınî, İbnü'l-Mülakkın gibi âlim-



16), aynı kökten gelen bârr (itaatkâr) kelimesinin çoğulu olan berere meleklerin sıfatı olarak geçmektedir. İki âyette geçen (el-Bakara 2 / 2 2 4 ; el-Mümtehine 6 0 / 8) ve "iyi olma, iyilik y a p m a " mânasını



lâyetine bağlı Birma kasabasına nisbetle Birmâvî diye anılır. Daha sonra Kahi-



tekrarlanmıştır. Bir âyette (Abese 8 0 /



ifade eden "(en) teberrû" fiili de "birr"' -Vl — l â j y t»I J i i — ş t â f - i ^ v J i sf^^igtUlliifrCj^/G^ZjliJlilLJJıtjl*: üJy 4 e ^ y t . ^ b çjji-i i V V ^ İiA^jjti-jı »UaJiKifi İ f j & i KVt v •>jly>J ÜiJ &?f\U>j >m i JJIgj J M f



kökünden türetilmiştir. Aynı



kullanım



tarzları hadislerde de yer almıştır. Bakara sûresinin uzunca bir âyetinde (2/177), bu terimin muhtevasına giren



lerden ders aldı. Arkadaşı Necmeddin b.



m ü s b e t nitelikler İslâm'ın beş temel iti-



Hiccî'nin daveti üzerine Dımaşk'a gitti



kad konusu (Allah'a, âhiret gününe, melek-



(821/1418); orada hatiplik ve kadılık yap-



lere, kitaplara ve peygamberlere iman), Al-



204



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRUN lah'ın emir ve rızâsına uygun şekilde ma-



şılık gözetmeksizin mal yardımında bu-



lî yardımlarda bulunma, n a m a z ve ze-



lunmak", ma'ruf ise "gerek söz gerekse



k â t ibadetlerini yerine getirme, sözleş-



davranışla insanların iyilik ve mutlulu-



( jJW ) Osmanlı sarayının (Topkapı Sarayı) birinci ve ikinci yer denilen meydanlarındaki müesseseleri ifade eden bir tabir.



melere riayet etme, en zor ve sıkıntılı



ğu, dirlik ve düzenliği için çalışmak" an-



zamanlarda bile sabırlı ve metanetli ol-



lamına gelir (Mâverdî, s. 184). Mâverdî



m a şeklinde gösterilmiştir. Kur'ân-ı Ke-



bu açıklamasında birrin takvâdan çok



rîm'in birçok yerinde g ö r ü l d ü ğ ü gibi bu



ihsan kavramıyla ilgisine ağırlık vermiş-



âyette de yalnızca en başta gelen er-



tir. Esasen Kur'ân-ı Kerîm'de birrin bu



demlerin



birrin



mânası üzerinde de önemle durulmuş-



sıralandığı, dolayısıyla



muhtevasının



sınırlandırılmadığı



BÎRUN



L



S



düşü-



t u r (meselâ bk. el-Bakara 2 / 4 4 ; Âl-i İm-



Sarayın Bîrun (dış) hizmetlileri idarî,



nülürse birrin iman, ibadet ve ahlâka



rân 3/92). Birçok hadiste anne ve ba-



askerî ve dinî alanlarda olmak üzere al-



dair b ü t ü n iyi hasletleri kapsayacak ge-



baya karşı iyi ve saygılı davranmanın



tı sınıfa ayrılmaktaydı. Bu görevlilerin



nişlikte bir kavram olduğunu kabul et-



"birrü'l-vâlideyn" tabiriyle ifade edilme-



tayin ve terfileri özel prensiplere göre



m e k gerekir. Nitekim Fahreddin er-Râ-



si de birr ile ihsanın yakınlığını göste-



yapılırdı. Padişah hocası, hekimbaşı, cer-



zî de bu âyet münasebetiyle birri, "bü-



rir. Ancak b ü t ü n kaynaklarda birr "ihsa-



rahbaşı, kehhalbaşı (göz hekimi), münec-



t ü n saygılı davranışları (taat) ve insanı



nın en ileri derecesi" şeklinde açıklan-



cimbaşı ve h ü n k â r imamı Bîrun halkının



Allah'a yaklaştıran hayırlı işleri içine alan



mıştır.



ulemâ sınıfını; şehremini, arpa



bir kelime" şeklinde tarif etmiştir (Mefâ-



tthu'l-ğayb, V, 37). Söz konusu âyetin devamında, gerçekten d ü r ü s t ve takvâ sahibi olan kişilerin ancak belirtilen hasletleri kazananlar olduğu ifade edilmiştir. "Birr" ve en genel anlamı ile "Allah'a karşı saygılı olma" d e m e k olan takvâ arasındaki bu yakınlık Kur'ân-ı Kerîm'de başka vesilelerle de gösterilmiştir. Yine Bakara sûresinde (2/189), bir örnek olm a k üzere, evlere kapıdan girmek yerine arka t a r a f t a n girmek gibi ahlâk ve görgü kurallarına aykırı bir davranışın "birr" sayılamayacağı belirtildikten sonra birrin takvâ sahibi insana has bir fazilet olduğu ifade edilmiştir. İki fazilet arasındaki bu yakınlık diğer bir âyette (el-Mâide 5/2), "Birr ve takvâ hususunda yardımlaşınız" ifadesiyle gösterilmiştir. İ m a m Mâtürîdî bu âyeti tefsir ederken bu iki fazileti, "birr, b ü t ü n hayırların en t a m şekli, takvâ ise bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmamasıdır" şeklinde tarif etmiştir (bk. Te'vttât 1, 175b). MâverdFye göre söz konusu âyette birr ve takvâ kelimelerinin yan yana gelmesinin sebebi, bunların birbirini t a m a m layan ahlâkî faziletler olmasıdır. Çünkü ona göre birr insanlara karşı iyi olmak ve iyilik y a p m a k t a n doğar ve kişiye insanların sevgi ve hoşnutluğunu kazandırır; Allah'a karşı vecîbelerini yerine getirmekten d o ğ a n takvâ fazileti de Allah'ın sevgi ve hoşnutluğunu kazandırır, her iki sevgiyi kazanan insan ise t a m m u t l u l u ğ u yakalamış olur. Mâverdî birr terimini geniş bir şekilde tahlil ettiği Edebü'd-dünyû ve'd-dîn adlı eserinde bu erdemi, sosyal hayatın kurulması ve işlemesinin temel şartları arasında saydığı ü l f e t ' i n bir unsuru olarak görmüştür. Ona göre birr sıla ve m a ' r u f olmak üzere iki şekilde tezâhür eder. Sıla, "kar-



Bakara sûresinin



177. âyetine göre



emini,



m a t b a h emini, darphâne emini ve kâğıt



birr doğruluk (sıdk) erdemiyle de yakın-



emini ü m e n â sınıfını; rikâb-ı h ü m â y u n



dan ilgilidir. Bu sebeple birre doğruluk



veya özengi ağaları denilen mîralem, ka-



mânası verenler olmuşsa da (bk. Râzî, III,



pıcıbaşı, kapıcılar kethüdâsı, çavuşbaşı



45; Râgıb, el-Müfredât, "birr" md.; Lisâ-



ile şikâr ağaları (çakırcıbaşı, şahincibaşı,



nü'l-Wab, "brr" md.) b ü t ü n sahih kaynaklarda yer alan birr hakkındaki uzunca bir hadis (meselâ bk. Buhârî, "Edeb", 69; Müslim, "Birr", 103-105), bu terimin sıdkın eş anlamlısı değil onun bir sonucu olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, "Doğruluk birre, birr de cennete ulaştırır" diyerek bu hususa işaret etmiştir. Hadiste ayrıca yalanın b ü t ü n kötülüklerin temeli olduğu şeklindeki genel İslâmî telakki de vurgulanmıştır. Bu d u r u m d a dürüstlük ve onun sayesinde ulaşılan birr b ü t ü n iyilikleri kapsamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber başka bir hadiste, "Birr ahlâk güzelliğidir" buyurm u ş (Müslim, "Birr", 14-15; Tirmizî, "Zühd", 52), burada ve daha başka hadislerinde (meselâ bk. Dârimî, "Büyü'", 2; Müsned,



atmacacıbaşı), çaşnigirbaşı ve mîrâhur



IV, 182, 194, 227, 228) birrin insan vicda-



ağalar sınıfını teşkil ederdi. Yeniçeri ağası, cebecibaşı, topçubaşı, arabacıbaşı, altı bölük ağaları denilen kapıkulu süvari bölüklerinin (sipah, silâhdar, gurebâ-yı yemîn, gurebâ-yı yesâr, ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr) kumandanları da ağalar sınıfından olup, saray teşkilâtı dışındaki bu askerî ağalara da Bîrun ağaları denirdi. Çeşitli hizmetlerde kullanılan



müte-



ferrikalar, baltacılar, bostancılar, peyk, solak, şatır, mehterân-ı alem ve mehterân-ı hayme denilen alem ve çadır mehterleri, saka gibi hizmetlilerle çamaşırcı, aşçı, ekmekçi, terzi, hattat, hakkâk, kuyumcu, demirci, silâhçı gibi sanatkârlar da Bîrun hizmetlilerindendi.



nını (nefs, kalp) huzura kavuşturan, ruh



Bîrun tabiri Enderun gibi varlığını im-



dünyasını aydınlatan ve geliştiren her



paratorluğun sonuna kadar sürdüreme-



türlü



miş, Tanzimat'ın ilânından sonra pek kul-



iyilik ve güzellikleri



kapsadığını



lanılmamıştır. Osmanlılar'da, sarayın Bî-



belirtmiştir.



run ricâlinden başka doğrudan doğruya



BİBLİYOGRAFYA: R â g ı b el-İsfahânî,



Lisânü'l-'Arâb, md.;



Müsned,



el-Müfredât,



"birr"



"brr" m d . ; Tâcü'l-'arûs,



md.;



sadrazama bağlı bıyıklı veya gedikli ağa-



"brr"



lar diye adlandırılan görevliler de vardı.



I, 8, 3 8 4 , 4 0 5 , 4 3 2 ; IV, 182,



194, 227, 2 2 8 ; Dârimî, " B ü y û c " , 2, " R i k â k " , 7 7 ; Buhârî, " E d e b " , 6 9 ; M ü s l i m , "Birr", 14-15, 103105; E b û Dâvûd, " E d e b " , 8 0 ; Tirmizî, "Birr", 48, " Z ü h d " , 5 2 ; M â t ü r î d î , Te'uîlât,



Ü s k ü d a r Seli-



m a ğ a Ktp., nr. 40, I, 1 7 5 " ; Mâverdî,



dünyâ



ue'd-dtn,



Edebü'd-



Beyrut 1978, s. 148, 184-185;



F a h r e d d i n er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, V, 37, 3 9 ; Kurtubî. el-Câmf,



III, 45-46;



II, 2 3 8 ; Ş a h Veliy-



yullah ed-Dihlevî, Hüccetullâhi'l-bâliğa,



Kahi-



"Kapı halkı" olarak tanımlanan bu ağalara dış ağalar denildiği de olurdu. Bu gedikli ağaların maiyetinde çalışanlara ise zobu denirdi. BİBLİYOGRAFYA: Sertoğlu, Tarih Lügati,



uânîn-i Âl-i Osmân, general,



s. 53, 8 5 ; Ayn Ali, Ka-



s. 87 vd.; d'Ohsson,



VII, 1-33; Uzunçarşılı,



Tableau



Merkez-Bahri-



re, ts. (Dâru 1-Kütübi'l-hadîse), II, 120-124; T.



ye, s. 1 6 8 v d . ; a.mlf., Saray



İzutsu. Kur'an'da



v d . ; Pakalm, I, 236-237; TA, VI, 4 7 3 ; B. Levvis,



Dînî



ue Ahlâkî



Kauramlar



(trc. S e l â h a t t i n Ayaz), İstanbul, ts„ s. 273-276. S



ALİ



TOKSARI



Teşkilâtı,



s. 3 5 8



" B ı r ü n " , El 2 (Fr.), I, 1273. S



ABDÜLKADİR



ÖZCAN



205



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ BÎRÛNİ 1



( ^J!^ ) Ebü'r-Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî (ö. 453/1061 [?])



^



Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere çeşitli alanlarda önemli eserler veren, Türk-İslâm ve dünya tarihinin en tanınmış ilim adamlarından biri.



^



Bîrûnî'nin (Tahdîd, s. 81) taşralılığmı yi-



Kâs'ta saraya ilâç getiren ihtiyar bir



ne Hârizm sınırları içinde d ü ş ü n m e k ge-



Türkmen'le karşılaştığını bildirmesi {el-



rekir. Dolayısıyla onun Hârizm'in mer-



Cemâhir, s. 205-206), ilk rasatlarını Türk-



kezî bölümlerinde değil civar semtlerin-



ler'le m e s k û n bölgelerde yapması, Kıtay



den birinde doğduğunu kabul etmek ak-



Han'ın elçilerine sorular sorması, kendi-



la uygundur. Nitekim bu nisbe proble-



sine y a ğ m u r taşı getiren bir Türk'le ko-



mini çözmek maksadıyla Berlin'den Bu-



nuşması (Tahdîd, s. 80; el-Cemâhir,



hara'ya giden E. Sachau, burada insan-



219), onun Türkçe bildiğinin ve Türk ol-



ların "şehrin içinden" veya "dışından" di-



d u ğ u n u n önemli işaretleridir. Sonuç ola-



ye nitelendirildiğini tesbit etmiştir. Bî-



rak Bîrûnî'nin, bizzat kendi ifadesiyle



rûnî d o ğ m a d a n önce ailesinin başka bir



"aslî Hârizmliler'den olmayıp (el-Asârü'lbâkıye, s. 39) Kâs şehrinin "bîrûn"undan yahut dışarıdan bu şehre göç etmiş bir Türk ailesine m e n s u p olduğu söylenebilir. Zira Bîrûnî'nin d o ğ u m u n d a n önce bu yörelere Türkler göç etmişti ve Hârizm'in yerlileriyle Türkler arasında derin münasebetler vardı.



yerden gelerek Kâs'a yerleşmiş olması 3 Zilhicce 362 (4 Eylül 9 7 3 ) tarihinde Hârizm'in merkezi Kâs'ta doğdu. Ceyhun



s.



dolayısıyla da ona "taşralı" anlamında Bîrûnî d e n m i ş olabilir.



nehrinin aşağı kısmında yer alan bu şe-



Bîrûnî'nin ailesine dair bilgi yoktur.



hir o d ö n e m d e Hârizm adıyla da anıldı-



Kendisi de bir şiirinde dedesi ve sülâle-



ğından Bîrûnî el-Hârizmî nisbesiyle de



si hakkında bilgisi olmadığını, hatta ba-



bilinmektedir. Ancak kendisinden önce



basını bile tanımadığını belirtmektedir.



yaşamış olan ünlü matematikçi Hârizmî



Aynı şiirde babası hakkında "Ebû Leheb",



(Muhammed b. Mûsâ) ile karıştırılmaması



annesi hakkında da



"hammâletü'l-ha-



kındaki belirsizliğe karşılık onun çocuk-



için kaynaklarda



Hârizmî



Bîrûnî'nin ailesi, soyu ve milliyeti hak-



nisbesinden



t a b " gibi garip tabirler kullanan Bîrûnî'-



luğundan beri araştırmacı bir ruha sa-



önce m u t l a k a Bîrûnî nisbesi de zikredil-



nin bunlarla neyi kastettiği açık değil-



hip olduğu, çeşitli konuları



miştir.



dir. Bîrûnî'nin söz konusu imalarıyla soy



için aşırı bir istek duyduğu bilinmekte-



öğrenmek



Bîrûnî nisbesinin menşei, anlamı ve



sop veya övgü ve yerginin önemli olma-



dir (Kitâbü's-Saydele [mukaddime], s. 34).



okunuşuyla ilgili olarak farklı görüşler



dığını vurgulamak istediği ileri sürül-



Esasen bu bilgin ailesi, soyu ve milliyeti



vardır. Bîrûnî'nin eserlerinden olup Ga-



m ü ş ya da bu konuda yorumdan kaçı-



hakkında fazla açıklamada



zanfer-i Tebrîzî'nin hattıyla yazılmış olan



nılmıştır. Bîrûnî'nin mevcut eserlerinin



gereksiz görmüş, ancak kendi şahsî ha-



Leiden'deki Fihrist nüshasında ve müs-



hiçbirinde kendi milliyeti hakkında her-



yatı ve entellektüel serüveniyle ilgili ay-



tensihin "el-Müşşâte" başlığıyla yazdığı



hangi bir açıklamaya rastlanmamakta-



rıntılardan sık sık söz etmiştir.



bulunmayı



ekte, özellikle Bîrûnî hayatta iken (1025)



dır. Hârizm bölgesinde Fars, Türk ve



Bîrûnî'nin "gölgelerinde nimetlendiği-



yazılmış olan ve müellif hattı olup olma-



Soğd unsurların birlikte bulunması bu



ni" söylediği Afrigoğullarfndan Hârizm-



dığı tartışmalı bulunan Tahdidiı



konuda t a h m i n d e bulunmayı güçleştir-



şahlar'ın himayesine ne şekilde girdiği



mekle birlikte yapılan araştırmalar Türk



bilinmemektedir. Ancak kendisinin, da-



olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.



ha çocukken saraya ilâç getiren bir Türk-



Her şeyden önce Bîrûnî'yi, Arap veya



men'in başına gelenlere bizzat şahit ol-



Fars ırkı hakkında yazdıklarından her-



duğuna dair ifadeleri ( el-Cemâhir, s. 205-



tıihâyâti'l-emâkin'm iç kapağında kelimenin "el-Beyrûnî" şeklinde harekelenmiş olması, bazı araştırmacıların bu şekli tercih etmelerine yol açmıştır (meselâ bk. Sayılı, Beyrunî'ye Armağan, s. 6). İranlı tanınmış edebiyatçı M u h a m m e d Muîn ise her iki telaffuzun aynı anlama geldiği görüşündedir (bk. Tebrîzî, Burhân-ı Kâtı" [Muhammed Muîn'in notu], I, 336). Ancak bu kelime tarih ve biyografi kitaplarında, ansiklopedi mahiyetindeki klasik kaynakların çoğunda "el-Bîrûnî" şeklinde verilmekte, menşei ve anlamına dair tartışmalar da genellikle bu okunuşa göre yapılmaktadır. Ayrıca modern araştırmaların büyük b ö l ü m ü n d e bu okunuş tercih edilmiştir (bk. bibi.). Beyhaki, Bîrûn'u bir şehir ismi olarak zikrederse de (Tetimme, s. 62) Hârizm'de böyle bir şehrin mevcudiyetinden klasik kaynaklarda söz edilmemektedir. Farsça'da "dış" anlamına gelen bîrûn kelimesinden hareket eden bazı müellifler, "Bîrûnî" nisbesinin "dışarıdan gelen, taşralı, yabancı" anlamında kullanıldığı görüşündedirler (Yâküt, VI, 308; Sem anî, s. 392). Ancak Kâs'ta doğduğu kesin olan ve Hârizm'den "vatanım" şeklinde söz eden



hangi birine dayanarak Arap veya İranlı



206), k ü ç ü k denebilecek bir yaşta Hâ-



yahut daha da öteye giderek İran milli-



rizmşahlar'ın himayesine girdiğini ve sa-



yetçisi sayan görüşler mesnetsizdir. Çün-



ray terbiyesiyle yetiştiğini



kü Bîrûnî'nin her iki ırk için de lehte ve



tedir. Özellikle bu sülâleden



aleyhte değerlendirmeleri vardır (bk. Tah-



âlim ve matematikçi Ebû Nasr İbn Irak,



dîd, s. 11; el-Aşârü'l-bâkıye, s. 52; Temhîdü'l-müstakar, s. 13-17; el-Kânûnü'lMes'ûdî, III, 1469; el-Cemâhir, s. 23; Tahkikti mâ li'l-Hind, s. 367). Ayrıca Arapça ve Farsça'nın kendi ana dili olmadığını belirtmektedir (Kitâbü's-Saydele |mukaddime], s. 31). Ana dilinin Soğdca olması ihtimali de zayıftır,- çünkü araştırmalar Soğdca'nın o dönemde bir kültür ve medeniyet dili olduğunu ortaya koymuştur. Halbuki Bîrûnî kendi ana dilinin bir ilim dili olmadığını hayıflanarak söylemektedir (bk. a.y.). Eserlerindeki Arapça'nın kullanımında rastlanan gariplikler Peçenekçe'nin tesirine bağlanabileceği gibi sık sık Peçenek söyleyişiyle Türkçe kelimeler kullanılması da Türk asıllı olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Bundan başka Bîrûnî'nin henüz çocukken



onun ilmî hayata iyi bir başlangıç yap-



göstermektanınmış



masını temin eden önemli bir simadır. Başkası için kullanmadığı "üstadım" söz ü n ü bu hocası için kullanan Bîrûnî, ondan Öklit geometrisiyle Batlamyus astronomisini okudu. İrak ailesinin ve bu aileye m e n s u p M a n s û r ' u n Bîrûnî'nin eğitimine özel bir ihtimam gösterdiği ve onun yetişmesi için çeşitli imkânları seferber ettiği anlaşılmaktadır. İbn Irak dışında Abdüssamed b. Abdüssamed el-Hakîm'den de dersler alan Bîrûnî'nin uzun süreli bir öğrenim hayatı olmadığı, daha çok kendi kendini yetiştirdiği bilinmektedir. Bu husus, onun sahip olduğu araştırma ruhu ve ilmî tecessüsün yanı sıra erken yaşlarda eser vermiş olmasından da çıkarılabilir. Nitekim ilk rasadını 380'de (990) yaptığına göre (Tahdîd, s. 234)



206



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ kediş tarihinden fazla uzak değildir. Onun 997 yılında Kâs'a geri d ö n d ü ğ ü kesinBîrûnî'nin doğumunun bininci yıldönümü münasebetiyle yapılmış hayalî bir resmi {Özbekistan Halkları Tarihi Müzesi Taşkent)



daha on yedi yaşında iken ilmî çalışmasını verimli bir noktaya ulaştırabilmiş demektir. Bu rasatlar sırasında güneşe b a k m a k t a n gözlerinin rahatsızlanması ve rasatlarını güneşin sudaki aksine bakarak sürdürmesinden de sahip olduğu azim ve hırsın derecesini anlamak mümk ü n d ü r (a.g.e., s. 135-136). Yine aynı yaşlarda yarım derecelik bölümlere ayrılmış bir çember ile Kâs boylamından güneşin yüksekliğini ölçerek şehrin enlem derecesini hesaplamıştır. Yirmi iki yaşında iken de bir gözlemler ve ölçmeler dizisi planlamış, diğer bazı gereçlerin yanı sıra çapı 8 m . olan bir astronomik çember hazırlamıştır. Fakat Bîrûnî'nin bu huzurlu devresi uzun sürmemiştir. Yirmi iki yaşına henüz girmiş ve Hârizm sarayında mevki sahibi olmuş bu genç ilim a d a m ı için siyasî iktidarın el değiştirmesiyle sıkıntılı bir d ö n e m başlayacaktır. 995 yılında Ceyhun nehrinin öte yakasında bulunan Me'mûnîler'in Kâs'a saldırıp Hârizmşahlar'ı tarihten silmeleri ve Hârizm idaresinin Gürgenç merkezli yeni bir siyasî iktidara bağlanması üzerine Bîrûnî Kâs'ı terketti. Bundan sonra nereye gittiği konusunda kesin bilgi yoktur. Ancak bir süre Rey'de kaldığı ve bir yoksulluk dönemi yaşadığı bilinmektedir (el-Âşârü'lbâkıye, s. 338). Ayrıca Bîrûnî Rey'de sürdürülen rasat çalışmalarından da bahsetmektedir. O d ö n e m d e Büveyhîler'in idaresinde bulunan Rey'de h ü k ü m d a r



dir. Nitekim Bîrûnî, 2 4 Mayıs 997 tarihinde daha önce kararlaştırılmış bir randevu ile burada büyük İslâm matematikçisi ve astronomu Ebü'l-Vefâ el-Bûzcânî ile b u l u ş m u ş ve ikisi birlikte ay tutulmasını gözlemlemişlerdir (Tahdîd, s. 236). Bu arada Gîlân şehrine de gitmiş olma ihtimali mevcuttur. Zira Kitâbü c Makâlîdi ilmi'l-hey3e adlı eserini bu şehrin hükümdarı ya da valisi olan Merz ü b â n b. Rüstem'e ithaf ettiği bilinmektedir. Ayrıca Bîrûnî 1000 yılında bitirdiği el-Âsârü '1 - bakiye adlı eserinde Gîlân ispehbedinin huzurunda bulunduğundan bahsetmektedir (Kennedy, DSB, II, 149). Aynı yıl Bîrûnî'nin Buhara'da da bulun-



nedy, DSB, II, 149). Ancak onun üçüncü rasadını Gürgenç'te ikamete devam etmiş olmasının kesin delili saymak fazla iddialı olacaktır. Nitekim 997'de Kâs'a tekrar d ö n ü p Ebü'l-Vefâ el-Bûzcânî ile ortak rasat faaliyetlerini gerçekleştirmiş (yk. bk.), f a k a t orada kalmamıştır. BîrünFnin Kâbûs'tan sonraki yeni hamileri olan Me'mûnîler de gerçekte Sâmânîler'e vergi ödeyen bağımlı bir tahtın temsilcileriydi. Onların yıkılmasından sonra Gazneliler'in hâkimiyeti



alanına



girmişler, ancak yine de yan bağımsız kalabilmişlerdir. Bu sülâleden Ebü'l-Hasan Ali'nin yakın desteğini kazanan ve ölüm ü n d e n sonra kardeşi Hârizmşah Ebü'lAbbas M e ' m û n b. Me'mûn'un himayesine giren Bîrûnî, onun kendisini üne ve



d u ğ u bilinmektedir. Kendisi, 997 yılında



refaha kavuşturduğunu



Sâmânîler'in tahtına geçen ve saltanatı



dir. Şahsı için Ebü'l-Abbas'ın sarayında



kaydetmekte-



yalnızca iki yıl süren II. Mansûr'un sara-



bir daire tahsis edilen bilgin aynı zaman-



yında himaye görmüştür. Hatta çok son-



da bir müşavir olarak da çalıştı. Kendi-



raları yazdığı bir şiirinde onun ilk hâmi-



sine sağlanan siyasî ve ilmî imkânlar sa-



si olduğunu zikretmektedir (a.g.e.,



II,



yesinde araştırmalarını Cürcân'da oldu-



148). Bu arada 155 yıl boyunca Cürcân,



ğ u n d a n daha verimli olarak s ü r d ü r m e



Gîlân, Taberistan ve Kuhistan gibi yer-



imkânı buldu. Onun bizzat yaptığı ve "Şa-



leri hâkimiyetlerinde t u t m u ş olan Ziyâ-



hın Çemberi" adını verdiği astronomi ale-



rîler'in hükümdarı Kâbûs b. Veşmgîr Cür-



tini Ebü'l-Abbas'a ithaf etmesi, hüküm-



cân'dan s ü r ü l m ü ş t ü ve Horasan Emirli-



dara karşı duyduğu minnet duygusunun



ği'nin desteğiyle tahtına yeniden kavuş-



bir ifadesidir (el-Kânûnü'l-Mes'üdî,



m a k istiyordu. 998'de Cürcân'a geri dön-



612). Bu ilmî çalışmaları sırasında ünlü



düğünde



beraberinde artık



hizmetine



girmiş olan BîrûnFyi de getirmişti. Bîrû-



II,



hekim Ebû Sehl îsâ el-Mesîhî ile de verimli münasebetler kurmuştur.



nî'nin yeni hâmisi Kâbûs b. Veşmgîr'den



BîrünFnin Gürgenç'i bir ikametgâh ola-



pek hoşlanmadığı, ancak ona karşı min-



rak samimiyetle benimsediği anlaşılmak-



net duyguları beslediği



bilinmektedir.



tadır. Nitekim kendisi bu şehirden "va-



Âlim ve edip bir kişi olan Kâbûs Bîrûnî'-



tanım" diye bahsetmekte, ancak üstlen-



nin çalışmalarını desteklemiş, o da el-



m e k zorunda kaldığı idarî ve siyasî gö-



Âşârü'l-bâkıye adlı eserini bu hükümdara ithaf etmiştir. Eserinin çeşitli yerlerinde Kâbûs'u övmüş ve lakap kabul etmediğinden ö t ü r ü onu takdir ettiğini belirtmiştir. BîrünFnin İbn Sînâ ile sorulu cevaplı tartışmaya bu d ö n e m d e girdiği sanılmaktadır (Hamarneh, Hamdard Medicus, X X X I / 2 , s. 6).



revlerin ilmî faaliyetlerini bir ölçüde en-



Bîrûnî, Cürcân'da kendisine gösterdi-



gellediğini vurgulamaktadır (Tahdîd, s. 81). Doğum yeri ve asıl vatanı olan Kâs'ın artık Gürgenç'e bağlı olmasından ö t ü r ü de bu sözü sarfetmiş olabilir. Öyle anlaşılıyor ki Bîrûnî, Hârizmşah Ebü'l -Abbâs Me'mûn'un önüne getirdiği siyasî ve idarî meseleleri çözüme kavuşturmada oldukça başarılı idi. Özellikle



Hârizm'in



Fahrüddevle'nin emriyle Ebû M a h m û d el-Hucendî (ö. 390/1000) tarafından bü-



ği büyük ilgi ve tanıdığı imtiyazlara rağ-



Gazneliler ve Karahanlılar'la münasebe-



m e n katı kalpli bulduğu Kabûs'u (Yâküt,



tinde önemli roller üstlenmiştir. 1014 yı-



yük bir sekstant yapılmış ve güneşin o boylama girişlerini gözetlemekte kullanılmıştı. Bîrûnî, adını h ü k ü m d a r d a n alan



VI, 312), Gürgenç'teki Me'mûnîler hane-



lında



danından Ebü'l-Hasan Ali b. Me'mûn'un



d o ğ r u d a n hâkimiyet sağlama girişimin-



daveti üzerine 1009 yılında terketti. Bu



de bulunmasıyla gerginleşen siyasî or-



Fahrî Sekstantı'nı tarif etmiş ve bizzat Hucendî'den elde ettiği bilgilere daya-



tarihi 1003 olarak gösteren bir görüş de



t a m , Ebü'l-Abbas M e ' m û n ' u n



vardır. Zira Bîrûnî, 1003 yılının 19 Şubat



otoritesini kabul etmesine r a ğ m e n or-



narak yapılan rasatları Hikâyetü'l-âleti'l-müsemmât bi's-südsi'l-Fahri adlı risâlesinde ayrıntılarıyla kaydetmiştir. Bî-



ve 14 Ağustosunda Cürcân'da iki defa



dunun ve diğer emîrlerin buna yanaşma-



Gazneli



Mahmud'un



Hârizm'de



Gazneli



gerçekleştirdiği ay tutulmasıyla ilgili göz-



masıyla t a m bir kargaşaya dönüşmüş-



lemlerinin üçüncüsünü ertesi yılın 4 Ha-



tü. İsyan eden ordu M a h m u d ' u n enişte-



rûnî Kâs'ı 995'te terkettiğine ve Hucendî 1000 yılında ö l d ü ğ ü n e göre ikisinin



ziranında Gürgenç'te tekrarlamıştır. Bu-



si olan Me'mûn'u öldürünce



na göre 1003'te Cürcân'ı terketmiş ve



bunu fırsat bilip Hârizm'i ülkesine kat-



Rey'de görüşmeleri herhalde şehri ter-



Gürgenç'e yerleşmiş olması gerekir (Ken-



mıştı. Bu gelişmeler BîrünFnin hayatın-



Mahmud



207



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ da yepyeni bir dönemin başlangıcını oluş-



lâm âleminin genişlemesinden büyük bir



turdu. Çünkü Mahmud geri dönerken Bî-



sevinç duyduğu anlaşılmaktadır (el-Kâ-



yus'un



rûnî ve hocaları Ebû Nasr İbn Irak Man-



(Ziauddin Ahmad, IC, V [19311, s. 348), Pa-



sûr, A b d ü s s a m e d ve yine Gürgenç'te il-



nünü'l-Mes'udî, 11, 688; ayrıca bk. Tahdîd, s. 35, 213, 214).



mî m ü n a s e b e t k u r d u ğ u Ebü'l-Hayr el-



Bîrûnî'nin, ö l ü m ü n ü n ardından "âle-



virdiğine bakılırsa Bîrûnî giderek Sans-



Hammâr'ı da Gazne'ye g ö t ü r m ü ş t ü . Bu



min aslanı", "zamanın yegânesi" diye söz ettiği Gazneli M a h m u d (Tahkiku mâ li'l-



Arapça'ya tercümesini yetersiz bulduğu



Hind, s. 342) sarayını edip, şair ve bilginlere daima açık tutmuş, bu arada Kerrâmîler'i, Karmatîler'i ve Şiîler'i takip et-



çevirmeye teşebbüs ettiği



sırada Bîrûnî kırk dört yaşındaydı. Bîrûnî için Hârizm devresinin bitip Gazne devresinin başlaması sıkıntılı olmuştur. Daha önceki siyasî d u r u m u sebebiyle Nandana Kalesi'nde bir süre göz hapsinde t u t u l a n



Bîrûnî, bu



mahrumiyet



günlerinde bile ilmî çalışmalardan uzak kalmadı ve orada sağlayabildiği aletlerle çeşitli astronomik gözlem ve hesaplamalar yaptı (1018). Gazneli Mahmud'la önceleri yakın ilişki



kuramamasına



rağmen kendisine resmen yardımda bulunulduğu da bilinmektedir. Bu iki meşhur simanın birbirine yaklaşmasında Hint tapınaklarından alınan bir değerli taşın rolü olmuştur. Bîrûnî'nin söz konusu sıkıntılı dönemi herhalde yalnızca kendi psikolojik d u r u m u n d a n kaynaklanmıyordu. Gazne'de araştırma ruhuna



sahip



bilginlerin varlığına pek t a h a m m ü l gösteremeyen ve onları sapıklık ve zındıklıkla suçlayan bir zihniyet hâkimdi (Tah-



dîd, s. 3-4). Nitekim Bîrûnî'nin hocası Abd ü s s a m e d dinsizlik ve Karmatîlik'le ith a m edilerek öldürüldü. Aynı suçlamalar Bîrûnî'ye de yöneltildi, f a k a t etkili olmadı. Çünkü Bîrûnî, henüz yirmi yedi yaşında iken Karmatîler hakkında Kitâb fî ahbâri'l-mübeyyida ve'l-Karâmita adlı bir eser yazıp tehlikeye dikkatleri çekmiş biri olarak kendisini rahatlıkla temize çıkarma imkânına sahipti (el-Âşârû'l-bâkıye, s. 211, 213). Dinsizlik suçlamasını haklı çıkaracak bir delil de yoktu. Sonuç olarak Bîrûnî bu suçlamalardan ilmî seviyesinin de yardımıyla kurtuldu. Bîrûnî ile Gazneli M a h m u d arasında başlangıçta h ü k ü m süren soğukluğun sebeplerinden biri de M a h m u d ' u n veziri ve danışmanı Meymendî'dir. Firdevsî de onun yüzünden ünlü hicviyesini yazıp ülkeden kaçmıştı. Ancak Bîrûnî sıkıntılara sabır ve metanetle göğüs germiş, bu tavrı M a h m u d ile aralarında derin ve s a m i m i bir münasebetin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim yazılarında M a h m u d ' u n kendisinden hiçbir nimeti- esirgemediğini, Gazne'deki ilmî çevrelerin M a h m u d ' a büyük itibar gösterip peşinden koştuklarını, onun izzet otağı ve devletin dayanağı olduğunu, "Doğu'nun başşehri" diye andığı Gazne'nin de ikinci vatanı olacağını kaydetmiştir. Bîrûnî'nin M a h m u d zamanında İs-



tirmiştir. Gereksiz tartışma çıkaran bazı kitapları da yaktırmıştır. Bu o r t a m d a



Öklid'in Unsurlar adlı eseriyle Batlam-



tanjali



e/-Mecistf'sini ve Samkhya'yı



kritçe'ye iyice h â k i m Pançatantra



Sanskritçe'ye



da Arapça'ya çeolmuştur.



masallarını da



Onun



Arapça'ya bilinmekte-



dir. Ancak bu çalışmalarının en önemli meyvesinin Tahkiku



mâ li'l-Hind



adlı



eseri olduğu belirtilmelidir. Gazne'de ge-



Bîrûnî Gazne'ye gelişinden itibaren ilk on yıl içinde oldukça verimli bir ilmî faaliyet imkânı bulmuş, astronomi, mate-



çirdiği uzun yıllar boyunca yaptığı ta-



m a t i k ve fizikle ilgili çalışmalarını derinleştirmiştir. Hindistan'ı konu alan ünlü



let ricâliyle olan yakınlığının çeşitli kültürlerle m ü n a s e b e t



imkânını



Tahkiku mâ li'l-Hind adlı eseri de bu dönemin bir ürünüdür.



da daima değerlendirmesini



bilmiştir.



Sultan M a h m u d 1002-1026 yılları arasında Hint kıtasında tedricî bir fetih hareketi sürdürmüş ve sonunda İndus havzası ve Ganj vadisinin önemli bir bölüm ü ile güneyde Hint Okyanusu'na kadar uzanan toprakları ele geçirmiştir. Bîrûnî İslâm âleminin ö n ü n d e açılan bu yeni coğrafyaya büyük ilgi d u y m u ş ve içinde yaşadığı geniş imparatorluğun sağladığı imkânlardan faydalanarak Hindistan'ı t a n ı m a k istemiştir. VIII. yüzyıldan itibaren Hint k ü l t ü r ü n ü n astronomi, matematik, tıp ve edebiyat ürünlerini tercümeler yoluyla tanımış olan İslâm dünyası için bu kıta her z a m a n cazibesini korumuştur.



biat araştırmaları, astronomi gözlemleri, m a t e m a t i k çalışmaları yanında devsağladığı



Meselâ Volga boylarındaki Türk hakanının 1024 yılında elçi olarak gönderdiği heyetle görüşerek bilgisini artırmaya çalışmıştır. Kutup ülkeleriyle t e m a s halinde iken güneşin günlerce batmadığını söyleyen bir heyet üyesi Sultan Mahm u d ' u n dinî gayret ve öfkesini hareket e geçirmiş, ancak BîrünFnin araya girip b u n u n tabii olduğunu belirtmesiyle sultan ikna olmuştur (Yâküt, VI, 310). Yine Gazne'ye 1027 yılında gelen bir Çin ve Uygur Türk elçilik heyetinden Uzakdoğ u ile ilgili bilgiler edinmiştir (Minorsky, s. 234). Gazneli Mahmud'un 1030 yılındaki ölüm ü n d e n sonra t a h t a geçen oğlu Mesud da (1030-1041) bilginlere itibar eden bir



ziyaret



kişiliğe sahipti. Bîrûnî bu d ö n e m d e sa-



eden Bîrûnî oraya ilk giden m ü s l ü m a n



raydaki danışmanlık görevinin yanı sıra



âlim değildi. Daha önce birçok kimse



ilmî araştırmalarını yine sürdürdü. Tah-



Sind'e, Sind'in güney kıyılarına, Hindis-



didiz nihâyâti'l-emâkin, Makale fi'stihrâci'l-evtâr fi'd-dâ'ire, Tahkiku mâ li'l-Hind gibi Gazne döneminin önemli eserlerine e l - K â n u n u 1 - M e s ' û d î adlı eserini de ekleyerek ilmî hayatının zirvesine ulaştı. Sultan Mesud'a ithaf edildiği için bu ismi alan ve Ortaçağ astronomisi için çok önemli sonuçlar ihtiva eden bu kitap Batlamyus sistemiyle önemli farklılıklar arzediyordu. Özellikle devrinde arzı merkez kabul eden anlayışa karşı dünyanın güneş etrafında dönmesi d u r u m u n u n astronomik olguları değiştirmeyeceği g ö r ü ş ü n ü savundu. Sultan Mesud bu ithafa bir fil yükü g ü m ü ş para ile mukabele ettiyse de Bîrûnî bu arm a ğ a n ı geri çevirdi (Yâküt, VI, 310-311). Bîrûnî'nin Sultan Mesud zamanında vatanını ziyaret ettiği ve bu vesile ile Cend'de kırk yıl boyunca aradığı Mani'nin bir kitabını elde ettiği kaydedilmektedir (Fihrist, s. 33).



Çeşitli vesilelerle Hindistan'ı



tan'a gitmiş ve bu yerlerle ilgili kitaplar yazmıştı. Ancak Bîrûnî'nin gezileri çok hazırlıklı ve dolayısıyla verimli oldu. Daha önce kendisi gibi Gazne'ye getirilen Hintli bilginlerle tanışmış ve onlardan Sanskritçe'yi bir ölçüde öğrenmişti. Bu bilginlerle konuştukça Hindistan'a dair ilgisi artmış ve önemli bilgiler edinmişti. Bîrûnî'nin Hindistan'a kaç defa ve hangi tarihlerde gittiği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Sûmen â t ve Mültan seferlerine katıldığı, Kuzey Hindistan, Keşmir ve Pencap bölgelerini gezip g ö r d ü ğ ü kesindir. Pencap't a Hint bilginleriyle t e m a s kurmuş, onlarla Sanskritçe konuşulan ilmî meclislerde tartışarak takdirlerini kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Bîrûnî Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandıran bir etkiye sahip olmuştur (Tahkik, s. 14-18).



208



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ Uzun süredir kendisini etkileyen ciddi



cılık, tarih, coğrafya, filoloji ve etnoloji-



ği intibaı uyanmaktadır. Bu metinlerden



bir hastalığı altmış iki yaşlarında iken



den jeodezi, botanik, mineraloji, dinler



1035 yılında atlattığını belirten Bîrûnî'-



ve mezhepler tarihine kadar otuza yakın



Ecvibe zan Qaşri mesâ'il başlığını taşıyan risâlenin İbn Sînâ tarafından kalem e alınmakla birlikte Bîrûnî'ye cevap olarak yazılmadığı ileri sürülmüştür. Risâlenin Bîrûnî'ye karşı yazılmış olduğu fikri, İbn Sînâ'nın peşpeşe gelen iki risalesinden ilkine ait olan ve Bîrûnî'ye cevaben yazıldığını belirten son ifadenin ikincisine ait sanılmasından kaynaklanmıştır (Küyel, s. 83-87). Bîrûnî'nin Hârizm'den gönderdiği sorulara İbn Sînâ'nın verdiği karşılıklarla bu karşılıklara Bîrûnî'nin yönelttiği itirazları içine alan ve M u h a m m e d Tancî tarafından neşredilen risâle ise aynı konuya tahsis edilmiş bir başkasıyla birlikte (Beyrunî'ye Armağan, s. 260-301) Bîrûnî İle İbn Sînâ arasındaki metodolojik farklılığın alabildiğine yansıdığı bir belgedir.



nin {a.g.e., s. 35) aynı yıl Ebû Bekir er-



bilim dalında çalışmalar, buluşlar gerçek-



RâzFnin eserlerine ait geniş bir katalog



leştirmiş olan Bîrûnî, yoğun ilmî faaliye-



hazırladığı bilinmektedir. İlerlemiş yaşı-



tinin yanı sıra dinî hassasiyetini daima



na rağmen ilmî faaliyetlerine ara verme-



korumasını bilen bir şahsiyettir. Onun



yen Bîrûnî, Sultan Mesud'dan sonra oğ-



t ü k e n m e k bilmeyen araştırma gayreti-



lu Mevdûd'a da (1041-1049) el-Cemâhir fî ma crifeti'l-cevâhir ve el-Kitâbü'lMu'arıven bi'd-Destûr adlı iki kitabını ithaf etti. Görme ve işitmede güçlük çekmeye başlayınca öğrencilerinin en seçkinlerinden olan Ebû Hâmid A h m e d b. M u h a m m e d en-Nehşeî'yi yardımcı edindi, ayrıca kendisine yardım eden bir Rum araştırmacı ile birlikte çalıştı. Bîrûnî son eseri olan Kitâbü's-Saydele fi't-tıbb'ı yazdığında seksen yaşını geçmişti. Böylece tıpla ilgili olarak başlayan telif hayatı tıbbî bir eserle sona erdi. Ölümünden az önce kendisini ziyarete gelen eski bir dostuyla yaptığı ferâiz hesaplamaları onun son teorik çalışmasını oluşt u r m u ş t u r . Gazne'de ölen Bîrûnî'nin vefat tarihi konusunda tek ve kesin bir kayıt mevcut değildir. Kendisi seksen yaşını geçtiğinden bahsettiğine göre daha önce yaygın kabul gören 440 (1048) tarihi geçersiz olmaktadır. Buna göre Bîrûnî'nin 443 (1051) yılını idrak ettiği kesindir. Y â k ü t ' u n verdiği tarih olan 403 (1012) istinsah hatası kabul edilip 453 olarak değiştirilirse ölüm tarihi milâdî 1061 olmaktadır (Yâküt, VI, 638; krş. Sayılı, Beyrurıî'ye Armağan, s. 6).



ni, taviz vermez objektiflik endişesini ve çok samimi dinî duyguları kendi şahsında başarıyla dengelediği öncelikle belirtilmelidir. Bîrûnî'nin yaşadığı d ö n e m d e zirveye ulaşan öteki şahsiyetin İbn Sînâ oluşu, onun İslâm medeniyetinin en üretken dönemlerinde varlık gösterdiğinin başka bir göstergesidir, eş-Şifâ'



gibi dev



bir aklî ilimler ansiklopedisinin, el-îşâ-



neminin zirveye ulaşan isimlerinden biri



rât ve't-tenbîhât gibi veciz bir felsefe şaheserinin yazarı olan İbn Sînâ'nın tıptaki efsanevî şöhreti yanında metafizik ve psikolojideki derinliğiyle de çağdaşlarından ayrı değerlendirilmesi gerekir-, ancak buna karşılık çağdaşı olan Bîrûnî'nin m a t e m a t i k , astronomi ve fizikte gösterdiği başarı İbn Sînâ'ya nisbetle ileri bir adım sayılmalıdır. Her ikisi de ansiklopedist olan bu iki büyük âlimi ayıran özellik, İbn Sînâ'nın psikoloji üzerine temellendirilmiş bir metafiziği öne çıkarması, Bîrûnî'nin ise m a t e m a t i k ve fizik ilimlere çok fazla ö n e m verip metafiziğin akla dayalı spekülatif kanıtlam a m e t o d u n a İbn Sînâ kadar fazla ilgi duymamasıdır. Buna karşılık gözlem ve deneyi matematik diliyle açıklamaya verdiği ö n e m ve ilmî metodoloji titizliği Bîrûnî'yi Ortaçağ'ın öteki üstadından daha fazla modern ilim adamı tipine yaklaştırmıştır. Belki bu eğilimlerinin de etkisiyle Aristocu felsefeyi fizik ve metafizik yönleriyle yer yer eleştirmiş ve Ebû Bekir er-Râzî'nin klinik gözlem ve deneye dayalı tecrübî yaklaşımını kendisine daha yakın bulmuştur.



olmuştur. Nitekim Sarton onun yaşadı-



İbn Sînâ ile gerçekleştirdiği yazışma-



bakış açısının genel çerçevesi içinde bir



ğı d ö n e m e "Bîrûnî asrı" d e m e k t e tered-



larda onun bu tavrı, yahut ikisi arasın-



anlam taşıdığını söyler. Bununla birlikte



d ü t etmemiştir. Yine Sarton onu "bütün



daki fark belirgin şekilde kendisini gös-



astronomi, jeoloji, coğrafya, kimya ve



zamanların en büyük bilginlerinden biri"



termektedir. Bîrûnî'nin yirmi dört yaş-



biyoloji sahalarında



(Introduction, I, 707), Barthold ise "İslâm âleminin en büyük bilgini" (İslâm Medeniyeti Tarihi, s. 52) şeklinde niteler. BîrünFnin özellikle tabii ve matematik ilimlerdeki başarısı ve orijinalliği göz alıcıdır. Aynı başarıyı gösterdiği beşerî ilimler ve dinler tarihi sahası da onun ilmî tavrında objektiflik ilkesinin belirgin tarzda kendini gösterdiği alanlardır. Bu genel ilmî çerçeve içinde astronomi, aritmetik,geometri, fizik, kimya, tıp, ecza-



larında iken Buhara'da henüz on yedi



kavramada çağdaşlarından çok ileride-



yaşında bir genç olan İbn Sînâ ile tanış-



dir. Onun bu gözlemciliği en çok Aristo



İlmî ve Dinî Şahsiyeti. Bîrûnî'nin İlmî y ö n ü n ü belirleyen en önemli özelliklerden biri, onun çok çeşitli alanlarda başarılı eserler verebilmiş olmasıdır. Çocukluğundan



beri



kendisinde



mevcut



olan araştırma tutkusu, çağının ilmî ve felsefî birikimini yeniden üretici tarzda değerlendirme başarısıyla birleşince dö-



Bu farklılık tabiatıyla Bîrûnî'nin sadece bir "bilim adamı" tipi çizip felsefe ile uğraşmadığı anlamına gelmez. Felsefî eserlerinden neredeyse hiçbiri günümüze ulaşmamasına



r a ğ m e n onun derin



şekilde felsefe çalıştığı ve özellikle Ebû Bekir er-Râzî gibi filozofların Aristoculuk aleyhtarı felsefesiyle ilgilendiği bilin-



Sırrü'lesrâr adlı eserini kırk yıl ısrarla aratacak kadar yoğundur. Ancak Bîrûnî, daha sonra birçok b ö l ü m ü n ü anlamsız buld u ğ u bu esere bir eleştiri yazmaktan da geri durmamıştır (Nasr, An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, s. 109). mektedir. Bu ilgi, ona Râzî'nin



Bîrûnî'nin ilmî şahsiyetini belirlerken gözlem ve deneye verdiği önemin özel olarak vurgulanması gerekir. Ancak onun b ü t ü n ilmî m e t o d u deneycilikten ibaret değildir. Ona göre tabiatı a n l a m a k için sadece tek bir yol yoktur. Gözlem ve deney kadar tefekkür ve akıl yürütme, bunun da ötesinde ilâhî vahyin işaretleri de bilgi kaynağıdır. Hatta Bîrûnî, gözlem ve deneyle bulunan gerçeklerin



gözlemin



İslâm



önemini



tığı anlaşılmaktadır. Bîrûnî'nin "fâzıl de-



kozmolojisine yönelttiği eleştirilerde ken-



likanlı" olarak zikrettiği (ei-Âsârü'l-baki-



dini gösterir. Bir hipotezin deneyle test



ye, s. 257) bu gençle daha sonra sorulu cevaplı yazışmalarda bulunmasında herhalde bu tanışmanın da rolü olmuştur. Hatta bu diyalogların yazıya d ö k ü l d ü ğ ü metinlerdeki anlatımdan, söz konusu sorulu cevaplı tartışmaların h e m yazışm a yoluyla hem de yüzyüze gerçekleşti-



edilmesi fikri yanında ölçmeye verdiği değer, BîrûnFyi fizik ve matematiğin modern kavranışına çok yaklaştırmıştır. Bu tavrıyla neredeyse bir Ortaçağ'lı olmadığı izlenimini uyandırır. Felsefî anlamda Pisagorcu olmamasına r a ğ m e n matematiği tabiatın sayısal yapısını çözüm-



209



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ lemeye yarayan bir disiplin olarak gör-



Astrolojiye karşı sergilediği t u t u m da



daki oluşumunu açıklarken geleneksel



müştür. Onun yerin çevresini ölçmek için



Bîrûnî'nin ilmî kişiliği hakkında yeterli



kükürt-civa teorisinden hareket eden



geliştirdiği metotlar, nesnelerin



özgül



fikir vermektedir. Özellikle Kitâbü't-Tef-



Bîrûnî, madenlerin kendilerine özgü bir



ağırlıklarını ölçmek için uyguladığı ori-



hîm adlı eseri onun astrolojinin teknik yönü hususunda t a m bir u z m a n olduğ u n u n delilidir. Ancak Bîrûnî'nin Hermetik geleneğe bağlı simyanın (el-kîmiyâ) yanı sıra astrolojiye de bir t ü r sahte bilim gözüyle baktığı anlaşılmaktadır. Tıpkı Fârâbî ve İbn Sînâ gibi o da göklerin arz üzerinde fizikî tesirler oluşturduğu fikrini kabul etmiştir; ancak gökleri bir kader haritası gibi incelemek ona pek inandırıcı gelmemiştir. Zira farklı astrologların yıldızlardan çıkardığı birbirini t u t m a y a n hükümler, ilmî zihniyeti bakım ı n d a n hiç de t a t m i n edici değildir (Bîrûnî, Fihrist, s. 47). Âlem ve onun parçalarını t a m bir organik b ü t ü n l ü k içinde g ö r m e imkânı verdiği için bazı müslüman astronomlara ilgi çekici gelen astroloji, belki Bîrûnî'yi yalnızca bu perspektifi bakımından ilgilendirmiştir. Ancak ona göre sihir, kehanet ve fal dünyasına girildiğinde ilmî sınırların dışına çıkılmış olur. Kaldı ki Bîrûnî simya, sihir, efsun, ölümsüzlük ilâcı gibi iddiaların arkasında ihtirasların yattığı düşüncesindedir (el-Cemâhir, s. 247; Tahkik, s. 148; Tahdıd, s. 8).



hayatı olduğunu ve z a m a n içinde mü-



jinal teknikler bu anlayışının göz alıcı tezahürleridir (Nasr, a.g.e., s. 125-131). Bîrûnî'nin niceliği esas almayan Aristocu kavram sisteminden bu yönüyle uzaklaştığı söylenebilir. Meselâ onun şimdiki piknometrenin ilkel bir şekli olan ve kendisinin "konik alet" diye adlandırdığı bir aleti kullanarak özgül ağırlıkları ölçme deneyleri, hem Aristocu tabii ağırlık kavramından h e m de Aristocu ilim anlayışından bir uzaklaşmayı temsil eder (Sayılı, Beyrunî'ye Armağan,



s. 23-24).



Bîrûnî'nin en çok temayüz ettiği saha hiç şüphesiz astronomidir. Bunun yanı sıra modern araştırmacıların pek fazla yönelmediği



astroloji



incelemeleri



de



vardır. Bîrûnî'nin kozmolojisi ana hatları itibariyle çağının arz merkezli anlayışına uygundur. En dışta sabit yıldızlar feleği olmak üzere en içteki ay feleğine kadar iç içe geçmiş sekiz küreden oluşan gökler, dairevî bir hareketle merkezde duran arza tesir etmektedirler. Mat e m a t i k açıklamaya verdiği ö n e m e rağm e n Bîrûnî birçok Yunanlı astronomun aksine felekleri yalnızca bu açıdan ele almaz; çünkü onların fizikî mevcudiyetlerine inanır ve meseleyi bu yönden de değerlendirir. Ayrıca felekler sistemine bir dokuzuncusunu ekleyen m ü s l ü m a n astronomların bu tercihi için ilmî bir gerekçenin bulunmadığı fikrindedir. Bîrûnî'nin alternatif kâinat modelleri üzerinde düşünmesi ve güneş merkezli bir sistemin farzedilmesiyle astronomi araştırmalarının m a t e m a t i k yönden etkilenmeyeceğini belirtmesi ilgi çekicidir; zira bu tavrı çağındaki yaygın anlayışın dışına çıkma denemelerinden biridir. Kendisi böyle bir sistemi m a t e m a t i k açıdan



kemmelliğe ulaştığını belirtmiş, soyluluk taşıyan değerli madenlerin insanla ilişkisini ortaya koyarken onların servet biriktirmek için değil Allah yolunda harcanmak için yaratıldığını ve bu soylu gayeye hizmet etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Simyanın dayandığı kükürt-civa teorisini kabul etmekle birlikte sunî yollarla âdi madenlerin altına dönüştürülemeyeceğine



olan



inancı,



herhalde



onun bu ahlâkî yaklaşımıyla iç içedir. Bîrûnî'nin, Aristocu kavramlara sık sık başvurmakla birlikte Aristo'yu sarsılmaz bir otorite gibi görmemesi ve hatta Aristo felsefesini sert bir şekilde eleştirmesi onun ilmî kişiliğinin iki yönünü ortaya çıkarır. Bunlardan birincisi Aristoculuk adına felsefî bir dogmatizmi benimsememesidir.



Esas



itibariyle



günümüze



ulaşan felsefî eserlerinin azlığı Bîrûnî'yi belli bir felsefî ekole bağlamayı engellese de bunu imkânsız kılan öteki sebep, onun felsefî tenkit ve incelemelerini t e k bir ekole bağımlı k a l m a d a n sürdürmeyi tercih etmesidir. Aristo felsefesinin zayıf yanlarını eleştirirken İslâmî naslar



Ay altı âlemle yani arz ve ay feleği



yanında hıristiyan ilâhiyatçı Yahyâ en-



arasındaki değişmelerle ilgili gözlemle-



Nahvî'ye de başvurmakla birlikte daha



rini esas itibariyle Aristocu dört unsur



çok mantıkî tutarsızlık ve gözleme aykı-



kavramıyla ifade eden Bîrûnî, toprak,



rılık ölçülerini esas almıştır. Bunun ya-



su, hava ve ateş unsurlarını arzdan gö-



nında tenkitçi tavrı, Aristo'nun



ğe doğru yükselen küreler şeklinde ele



bir zekâ olduğunu teslim etmesine de



büyük



almakta, hatta bu kürelerin birbirlerine



engel olmamıştır; onun karşı çıktığı şey



göre uzaklıklarını ortaya koymaktadır.



Aristo'nun her fikrinin doğru kabul edil-



Bîrûnfnin yer kabuğundaki



değişik-



mesi, yani Aristoculuğun dogmatizm ha-



liklerle ilgili olarak gerçekleştirdiği je-



lini almasıdır. Bîrûnî'nin Aristo'ya yönelt-



olojik incelemeler, onun keskin bir göz-



tiği tenkitlerin temel çerçevesi İbn Sî-



lemci olduğunun bir başka delilidir. De-



nâ ile yazışmaları sayesinde g ü n ü m ü z e



nizlerin karalara, karaların denizlere dö-



ulaşmıştır. Başta âlemin ezeliyeti fikri



n ü ş t ü ğ ü teorisini fosiller üzerindeki göz-



olmak üzere âlemin t e k olduğu, unsur-



lemlerine dayandırmış ve tabiat tarihi



ların tabii mekânlara sahip bulunduğu,



daima m ü m k ü n g ö r m ü ş ve hatta arzın



bakımından önemli bulgular elde etmiş-



feleklerin yalnızca dairevî şekilde hare-



d ö n d ü ğ ü fikrine dayalı olarak imal edil-



tir. Yeryüzünün, yedi gökkürenin yansı-



ket ettikleri gibi Aristocu



miş usturlaplarla çalışmış, ancak bu dö-



ması şeklinde kabul edilen yedi iklime



eleştiren Bîrûnî, bu eleştirilerini ya âle-



nüşün



min başlangıcı meselesinde olduğu gibi



kabulüyle



doğacak fiziğe



düşünceleri



dair



yani yedi coğrafî bölgeye ayrılması ge-



problemlerin çözülmesinin zor olduğu-



leneğini Bîrûnî'nin aynen devraldığı gö-



dinî telakkilere, yahut da göklerin elip-



nu belirtmiştir. Bîrûnî iki rakip kâinat



rülmektedir. Ancak onun bu



tik hareketini savunurken yaptığı gibi



modelinden arz merkezli olanı, yaygın



çok ayrıntılı



anlayışa teslim olarak değil öteki model



şekilde



geleneği



zenginleştirdiğini



felsefî analizlere başvurarak yapmıştır.



de eklemek gerekir. Bu "iklimler"in eko-



Ayrıca Ebû Bekir er-Râzî'nin



atomcu



lojik, kültürel, dinî ve hatta astrolojik



yaklaşımından da ilham alarak Aristo'-



sonra tercih etmiştir; arzın dönüşünden



özellikleri hakkında yazdıkları bir dünya



nun a t o m fikrini reddetmesinin zorunlu



doğan hızı hesaplamış, böyle m u a z z a m



tarihinin fragmanları gibidir. Ayrıca el-



bir felsefî tercih olmayacağını belirtmiş-



üzerinde objektif incelemeler yaptıktan



bir hızın arzın öteki fizikî fenomenleriy-



Cemâhir'de



görülebileceği üzere çeşitli



tir. Onun bu tenkitlerindeki ana fikir,



le bağdaşmayacağını düşünmüştür (Nasr,



coğrafî bölgelere ait münasebetleri in-



Aristocu felsefenin ilmî değerini inkâr



An Introduction



celeyişi onu Ortaçağ mineralojisinin zir-



etmemekle birlikte dine, akla ve gözle-



vesine çıkarmıştır. Madenlerin yer altın-



m e ters düşen yönlerini yine objektiflik



to Islamic



Doctrines, s. 133-136).



Cosmological



210



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ retle eğilen Bîrûnî, bu birikimi yeniden



Bu farkı doğuran aklî araştırma, bilgi



keşfetme konusunda emsalsiz bir gay-



veya bilgeliktir (Peters, I I / 3 , s. 147-149).



ret sarfetmiştir. Bununla birlikte eserlerinden tanıdığı çok sayıdaki ilmî şahsiyetin otoritesi onda bir taklit duygusu uyandırmak yerine orijinal katkıda bul u n m a şevki doğurmuştur. İlmî otoriteyi takdir etmek, bu otorite sebebiyle taklide düşmemek, aksine tenkit ve tahBîrûnî'nin el-Âşârulbâkıye adlı eserinden minyatürlü bir sayfa



sup olduğu dinin ilkelerine sonuna kadar bağlı kalmak, hatta onları yüce tut-



tırma ruhuna dayalı Grek ilminin başarılarına karşılık Hindû bilginlerin taklitçi ve içine kapalı yaklaşımları yüzünden o kadar başarılı olamadıklarını isabetle kaydeden Bîrûnî, onların mânâsız gururlarının h e m Grek ilmiyle t e m a s kurmalarını h e m de İslâm vahyi ile tanışmalarını



engellediğini



belirtmektedir.



m a k ve nihayet bu bağlılığı ilmî araştır-



Bîrûnî'ye göre bu d u r u m , Hindûlar ara-



malarındaki objektiflik ölçüsünü zede-



sında cehaletin yaygınlaşmasına ve il-



(Tahran



lemeyecek şekilde s ü r d ü r m e k onun il-



min verileriyle dinî inançların çatışma-



Meclis Ktp.,



m î şahsiyetini ifade eden en tipik tavır-



nr. 2 1 3 2 , vr. 6 3 " )



lardır. Meselâ Kitâbü'ş-Şaydele



adına eleştirmek, böylece felsefî dogmatizmin bu t ü r ü n e karşı çıkmaktır (Tancî,



Beyrunt'ye Armağan, s. 234-260; ayrıca bk. Nasr, An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, s. 166-173). Bîrûnî'nin ilmî kişiliğinin Aristo tenkitlerinde kendini gösteren ikinci yönü İslâm inançlarına sıkı sıkıya bağlılığıdır. Kendisi İslâm'a aykırı olduğuna inandığı her fikre şiddetle karşı çıkmıştır; meselâ âlemin ezeliyeti fikrine karşı çıkışı daha çok bu yüzdendir. İbn Sînâ'ya göre âlemin başlangıçsız olduğu şeklindeki Aristocu görüş, âlemin bir faili bulunmadığı veya varsa bile aktiviteden uzak olduğu (ta'tîl) şeklinde yorumlanmamalı, aksine h e m bu fâilin var olduğu h e m de faaliyetinin kesintiye uğrayamayacağı şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak Bîrûnî bu düzeltme ile yetinmeyerek âlemin bir başlangıcı olduğu inancında ısrar eder. Tıbbî birikimine hayran olduğu ve kendisi gibi Aristoculuk aleyhtarı olan Ebû Bekir er-Râzî'yi, Maniheizm'in etkisiyle dinî akîdelere ters düşen fikirler ileri s ü r d ü ğ ü gerekçesiyle eleştirmekten geri d u r m a m a s ı da aynı sebeptendir (Fih-



rist, s. 33-34). Sahip olduğu ilmî araştırma ruhu yanında



kike yönelmek, bunları yaparken men-



Yine Grekler ve Brahmanistler arasında yaptığı bir mukayesede, serbest araş-



dinî inançlara samimi



bağlılığı,



onun düşüncesinde ilim ve dinin dengeli bir u y u m u n u gerçekleştirmiştir. Çok çeşitli dinler ve felsefelerle mukayeseli olarak uğraşmasına, Grek, İran ve Hint kültürlerinin belli başlı klasiklerini derinden incelemiş olmasına ve çeşitli pozitif bilim dallarında çağının standartlarının çok ü s t ü n d e bir bilgi seviyesine ulaşmış bulunmasına r a ğ m e n bu sayede daima samimi bir m ü s l ü m a n olarak kalmıştır. Kendisinden önce ortaya konm u ş bulunan ve çeşitli kültürlerin sonuçları olan ilmî birikim üzerine cesa-



ii't-pb adlı eserinin kaynaklarına bakıldığında onun Hipokrat, Galen, Dioscorides, Oribasius, Aetius ve Paulus Aegentina'nın Arapça'ya çevrilmiş eserlerine yoğun şekilde müracaat ettiğine şahit olunur. Bîrûnî İslâm âleminde ünlü olan ve künnâş adıyla bilinen farmakolojik literatürü yakından takip etmiş İbn Mâsarceveyh, İbn Mâseveyh, İbn Mâse, Ebû Muâz, Suhârbaht, Ebû Zeyd er-Recânî, Ebû Bekir er-Râzî ve İbn Miskeveyh gibi tıp ve eczacılık müelliflerinden sık sık iktibaslar yapmıştır; ancak b ü t ü n bu literatür onun orijinal gözlemleriyle temellendirilmiş ve başarıyla yeni terkiplere ulaşılmıştır (Ehsan Elahie, 1/2, s. 120). Aynı şekilde Tahkiku mâ li'l-Hind adlı eserinde bambaşka bir dinî atmosferi ve kültür âlemini t a n ı m a gayreti içine girmiştir. Ancak objektif tesbitlerini sık sık keserek İslâmî müesseselerin ne kadar üstün olduğunu zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Bir yandan Hint kültür çevresindeki ilmî birikimi değerlendirirken öte yandan bir "el-milel ve'n-nihal" çalışması yapan Bîrûnî, tartışmacı bir üslûba başvurmaktan ziyade yalnızca vâkıalan tesbitle yetinmek istemiştir. Grek dini ve felsefeleri, hıristiyan mezhepleri, Maniheizm ve Hinduizm arasında mukayeseler yaparken aynı ilmî üslûbu muhafazaya çalışmıştır. Çünkü objektif ilmî anlayışla ve samimi şekilde gerçeği arayışın değerini derinden kavramıştır. Meselâ putperest bir ortamda yetişmelerine r a ğ m e n bilgiye değer veren Sokrat gibi filozofların aklî bir çaba ile bunlardan sıyrılmayı başardıklarını özellikle vurgulama ihtiyacını duymuştur. Hatta ona göre bir kültür atmosferinde bilgelerle geniş kitlelerin inançları arasında bile Grek ve Hint örneklerinde görüldüğü gibi çok önemli farklar vardır.



sına zemin hazırlamıştır. Nitekim Hint



Brahmasiddhanta adlı eserinde ay ve güneş tutulmalarını Brahmanlar'ın mitolojilerine uygun tarzda yorumladığı için ilmî anlayışla b a ğ d a ş m a y a n bir d u r u m a d ü ş m ü ş t ü r . Bîrûnî'ye göre B r a h m a g u p t a tutulmaların tabii ve astronomik sebeplerini bilmiyor değildi, ancak dinî çevrelerin tepkisinden korkmuştu. Halbuki Varamihira adlı bir başka bilgin mitolojik açıklamaları reddetmiş ve ilmî haysiyete uyg u n bir t u t u m takınabilmişti (Peters, I I / 3, s. 150-151). bilgini Brahmagupta,



Bîrûnî'ye göre insan cüsse itibariyle birçok canlıdan küçük olmasına rağmen aklı sayesinde onların hepsinden üstünd ü r ve onlara h ü k m e t m e imkânına sahiptir. İnsan, aklının ve imanının ışığında ilâhî hikmet, kudret ve



rahmetin



eserlerini g ö r ü p anlayabilir. Esas itibariyle kâinatın yaratılışından beri Allah kendi yüceliğini ortaya koymakta, insan da akıl ve imana dayalı bilgilerle O'nun sıfatlarını



idrake



çalışmaktadır.



İman



ile akıl arasında sağladığı dengenin yanı sıra dinî ilimlere gösterdiği ilgiyi hayatının sonuna kadar devam



ettirmiş



olması da BîrünFnin dinî samimiyetinin bir delili sayılmalıdır. Esas olarak tabiat ilimleriyle uğraşması da Allah'ın kevnî âyetlerini anlamak, kâinatın yapısından ve düzeninden Allah'a ulaşmak, O'nu yüceltmek gayesine yöneliktir. Ancak ilimde katedilen mesafelerin insandan aczi gideremediğine, ilmin son sınırına gelindiğinde ötesini ilâhî ilme havale etmek gerektiğine inanmıştır (Tümer, s. 109111). Bîrûnî eserlerinde sık sık Kur'an âyetlerine



başvururken



onların



çeşitli



ilimler açısından yorumlanmasını amaçlamıştır. Belâgat ve i'câzına hayran old u ğ u Kur'an'ı (Tahdîd, s. 10) doğru anl a m a k ve y o r u m l a m a k için b ü t ü n ilmî birikimini seferber eden Bîrûnî ilgiyle



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



211



BÎRÛNÎ karşılanan yorumlara ulaşmıştır (İA, II,



rûnî'nin Hârizmî zîcinin temellerini ko-



sekiz yaşlarında iken yazdığı ilk önemli



638; Takıyyüddin el-Hilâlî, s. XII). Ayrıca



nu edinen eserinin, XII. yüzyıl matema-



Bîrûnî'nin eserlerinde dinin önemi, hi-



tikçi ve mütercimlerinden İspanyol ya-



dayet üzere olma isteği, ilimsiz ibadetin



hudisi Abraham ben Ezra tarafından İb-



ve büyük eseridir. Bîrûnî eserin baş tarafında yazılış sebebini, bir edebiyatçının kendisinden çeşitli toplumların kul-



eksikliği, iç ve diş temizlik, ibadetin vaz-



ranî diline tercüme edildiği bilinmekte-



geçilmezliği, Allah korkusunun fert ve



dir. Ayrıca XIII. yüzyılda yaşayan Faslı



t o p l u m psikolojisi üzerindeki olumlu ro-



Ebû Ali Hasan b. Ali el-Merrâküşî'nin



lü, dünyevî ihtiraslardan uzak olmanın



el-Câmf adlı eserinde (Paris 1835) Bîrûnî'nin dünyanın dönmesiyle ilgili tartışmasının aynen yer alması, onun Batîda hiç bilinmediği fikrinin ihtiyatla karşılanmasına yol açmıştır. Böylece çok eskiden kalma Fransızca metinlerde geçen "Üstad Aliboron" adının "el-Bîrûnî"ye hamledilmesinin bazı ilmî gerekçeleri ortaya çıkmış olmaktadır.



gerekliliği gibi konulara dair beyanları, dinî inanç ve yaşayışı hakkında önemli ip uçları ihtiva etmektedir (el-Kânûnü'l-



Mes'ûdî, 1, 3, 103; Tahkik, s. 547; Tahdîd, s. 5-6, 199; Istihrâcü'l-evtâr, s. 4; elCemâhir, s. 19-22, 24, 31, 73; el-Âşârü'lbâkıye, s. 67-68, 298). Kıblenin tayini için geliştirdiği m a t e m a t i k usullerden dolayı kıyamet g ü n ü sevap u m a n Bîrûnî, bu konularda ağır davranıp gereğini yapm a m a n ı n nankörlük olduğunu yazmıştır ( Tahdîd, s. 14-16, 213, 270). Bu alanda geliştirdiği teknikler, çeşitli mezheplere ait farklılıkları hesaba katacak kadar ayrıntılıdır.



Bazı araştırmacılar, Bîrûnî'nin Şiî Kâbûs b. Veşmgîr'in sarayında bulunması ve Arap ırkçılığına karşı çıkmasından hareketle (el-Âşârü'l-bâkıye, s. 238-239) Şiî olduğunu ileri sürmüşse de Bîrûnî Sünnî Gazneliler'in sarayında da uzun süre bulunmuş, Farslık ve Şiîliğin aleyhinde



Bîrûnî'nin öteki dinlere de ciddi bir şe-



fikirler beyan etmiştir. Bunlar onun mez-



kilde eğilmesi, bunun da ötesinde olduk-



hebini belirleyen deliller olamayacağı gi-



ça objektif değerlendirmeler



bi himayesine girdiği kimselerin arzu-



yapabil-



mesi, kendisine inanç fenomenini ilmî



suna göre k o n u ş t u ğ u n u da akla getir-



şekilde inceleme ve farklı dinler arasın-



memelidir (krş. Kennedy, DSB, II, 156).



da mukayeseler y a p m a imkânı vermiş-



Özellikle Şiî eğilimli modern araştırma-



tir. Doğrudan doğruya bir dinler tarihi



cılar onun Şiî (Abdullah Nimet, s. 417-



yapılacak



420) veya en azından Zeydî olduğunu (Ta-



araştırmalar için ortaya sağlam meto-



kî Dânişpejûh, s. 189) ileri sürmüşlerdir.



dolojik esaslar ve örnekler koymuştur.



Halbuki Bîrûnî hayatının her iki döne-



yazmamışsa



da bu



sahada



Farklı din ve kültürleri mukayeseli ola-



m i n d e de Şiîler'i tenkit etmiş, onları Hz.



rak incelemek için gerekli olan dilleri öğ-



Ali'ye uymamakla suçlayıp ibadet konu-



renen Bîrûnî bu konuda da devrinin en



sundaki yanlış telakkilerine karşı çık-



büyük ismidir. Kendisi Hârizmce, Soğdca,



mış, Bâtınîler'i de ayrı tutmayıp eleştir-



Arapça, Farsça, Grekçe, İbrânîce, Süryâ-



miş, onlarla münazaralarda bulunmuş-



nîce ve Sanskritçe bilmekteydi (Ehsan



t u r (el-Âşârü'l-bâkıye,



Elahie, 1/2, s. 118). Bunlardan Arapça,



196-198, 201-202, 248, 298, 329, 331-332;



Farsça ve Sanskritçe'ye birinden diğeri-



ayrıca bk. el-Cemâhir, s. 22-24, 215). Şiî-



s. 37, 39, 67-68,



ne tercümeler yapacak kadar hâkimdi.



ler'in ahmaklığına hükmettiği zamanlar



Hatta bir eserinde Grekçe iki kitabı çe-



olmuş (Temhîdü'l-müstakar,



vireceğinden söz etmektedir (bk. ITED,



karşılık Muâviye'nin basîretli t u t u m u n u



1/1-4 [1954], ek, s. 13). Hindistan'la ilgili



takdir etmiştir (Tahkik,



eserinde ise Sanskritçe'den Arapça'ya



onun hayatının hiçbir d ö n e m i n d e Ehl-i



yaptığı çevirileri zikretmektedir (Tahkik,



sünnet'e dil uzattığı görülmemiş, Ehl-i



s. 6; Tümer, s. 76, 103). Bîrûnî'nin tesbit



beyt'e beslediği samimi sevgi, öteki ha-



edilmiş başka tercümeleri de mevcut-



lifelerden nefret e t m e duygusuna hiç-



t u r (Sachau, al-Berurıi's İndia, s. XXXVI).



bir z a m a n d ö n ü ş m e m i ş t i r (el-Kânûnü'l-



s. 40), buna s. 96). Ayrıca



Sanskritçe'den Arapça'ya yaptığı çeviri-



Mes'ûdî,



lerden g ü n ü m ü z e ulaşan bir örnek 7er-



da uzlaşmacı bir tavır takındığı, Sünnî-



cümetü



Kitabı



Baterıcel



(Patanjali) adlı



I, 255-258). Bîrûnî'nin bu konu-



liği temsil eden siyah t a ş ile Ehl-i beyt sevgisini temsil eden beyaz t a ş t a n olu-



eseridir. Bîrûnî gibi bir şahsiyetin Latince'de güçlü bir yankı b u l m a m ı ş olması şaşır-



şan iki taşlı bir yüzük taşımasından anlaşılabilir (el-Cemâhir, s. 215).



tıcıdır. Herhalde Endülüs'te t a n ı n m a m ı ş



Eserleri. Bîrûnî'nin ele geçmiş ve iki-



olması ve eserlerinin yazma nüshaları-



si dışındakileri yayımlanmış en önemli



nın daha ziyade Türk kütüphanelerinde



eserleri şunlardır: l .



bulunması buna yol açmıştır. Ancak Bî-



c



212



ani'l-kurûrıi'l-hâliye.



el-Asârü'l-bâkıye* Bîrûnî'nin yirmi



landıkları takvimlerle ilgili olarak bilgi almak istemesine dayandırır. el-Asârü'l-



bâkıye'nin, E. Sachau'nun neşrinden (Chrorıologie Orientalischer Völker uon Alberimi, Leipzig 1878, 1923) sonra 1963'te B a ğ d a t ' t a bu neşirden tıpkıbasımı yapılmış, Sachau'nun metninde bulunmayan bölümler ise K. Garbers ile J. Fück tarafından J. Fück'ün Documerıta Islamica Irıedita 'sında bilim dünyasına sunulmuştur (Berlin 1952, s. 45-98). Eserin İngilizce, kısmen Fransızca ve Farsça dışında Rusça'ya yapılan tercümesi, M. A. Sale tarafından Pamyatrıiki Minuvskikh Pokolenii başlığıyla Özbek İlimler Akademisi'nin neşri olan Selected Works (Izbranrıye proizuedeniya) serisinin ilk cildi olarak yayımlanmıştır (Taşkent 1957). 2. Tahdîdü nihâyâti'l-emâkin* li-tashihi mesâfâti'l-mesâkirı. Bîrûnî'nin Gazne devresindeki ilk önemli eseridir. 416'da (1025) yazdığı bu eserinin başında yeni bir bilgi dalı bulduğunu ya da geliştirdiğini belirtmektedir. Bu bilim dalı gün ü m ü z d e jeodezi olarak adlandırılmaktadır. Ancak Bîrûnî bu eserinde enlemboylam hesaplamaları, şehirler arası mesafeleri belirleme, kıble b u l m a metotları yanında tarihî, coğrafî, astronomik, jeolojik vb. bilgiler de vermektedir. Eserin dünyadaki t e k nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Fâtih, nr. 3386) bulunmaktadır. Bu yazma nüsha H. Ritter tarafından 1930'da bulunduktan sonra Zeki V. Togan tarafından ilk defa bazı önemli bölümleri yayımlanmıştır (Blrurıî's Picture of the World, Delhi 1940). Eserin tenkitli neşri Mecelletü Ma'hedi'lmahtûtâti'l- cArabiyye adlı derginin bir özel sayısı halinde P. Bulgakov tarafından gerçekleştirilmiştir (Kahire 1962). 3. et-Tefhîm* fî evâ'ili şmâ'ati't-terıcîm. Bîrûnî'nin 4 2 0 ' d e (1029) t a m a m l a d ı ğ ı astronomik bilimlere giriş mahiyetindeki bu eseri matematik, astronomi, astroloji, coğrafya ile ilgili konuları ihtiva eder. Eserin h e m Arapça h e m de Farsça nüshaları mevcut olup Arapça'sını İngilizce tercümesiyle birlikte Ramsay Wright (The Book of Instruction in the Art ofAstrology, London 1934), Farsça'sını da Celâleddin Hümâî yayımlamıştır (Tahran 1362 hş./1983-84). 4. Tahkıku mâ li'l-Hind' miri makületirı makbûletin fi'l-'akl ev merzûle. 421 (1030) yılında tamamlanan eser, Hindoloji alanında dünyada yazılmış ilk ciddi kitaptır. Müellif bu eserinde Hint din ve inançlarını, Hindistan'la



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ ilgili sosyal olguları, tabii bilimleri, kısa-



[Leipzig 1910], s. 11-78). Bankipûr nüs-



cası Hint kültür ve medeniyetini konu edinmektedir. Sachau eserin Arapça'sı-



hası da Resâ'ilü'l-Bîrûnîbaşlığıyla Bîrûnî'nin dört eserini içine alan kitapta ilk



nı (London 1887) ve Al-Beruni's India başlığıyla İngilizce tercümesini neşretmiştir (I-II, London 1888, 1910). Başka



sırada neşredilmiştir (Haydarâbâd 1948; bu yayımdaki ilâvelerle ilgili olarak bk. Kennedy, DSB, II, 156). Eserin ayrı bir baskı-



bir Arapça baskı 1958'de Haydarâbâd'da yapılmıştır. S. el-Kânûnü'l-Mes cûdf.



sı, Bankipûr ve Murad Molla nüshalarından çıkarılarak A. S. Demerdash tarafın-



BîrünFnin Gazne Hükümdarı Mesud'a ithaf ettiği eseridir (421/1030). Astronomi, astroloji, kronoloji, coğrafya, jeode-



dan gerçekleştirilmiştir ( Istikhrâj al-awtâr fi'l-dâire, Kahire 1965). Kitabın C. A. Krasnova ve L. A. Karpova tarafından



zi, trigonometri, meteoroloji gibi konularda önemli bilgileri ihtiva etmekle bir-



yapılan Rusça bir tercümesi de vardır (fz istorii nauki i texniki v stranax Vosto-



likte öncelikle bir astronomi ansiklopedisi mahiyetindedir. Eser üç cilt halinde Haydarâbâd-Dekken'de basılmıştır



ka, III, Moskova 1963). 10. îfrâdü'l-makâl fî emri'l-ezlâl (zılâl). Bîrûnî'nin gölgeler üzerine yazdığı bu eseri Resâ'ilü'lBîrûnî (Haydarâbâd 1948; Kahire 1965) içinde Kitâb fî ifrâdi'l-makâl fî emri'zzılâl adıyla yayımlanmıştır. Eserin İngilizce tercümesi ve açıklaması E. S. Kennedy tarafından basıma hazırlanmış ve Aleppo Üniversitesi yayınları arasında The Exhaustive Treatise on Shadows başlığıyla 1976'da basılmıştır (I. c. tercüme, s. XVI + 281; II. c. açıklamalar, s. XVII + 233; bk. Toomer, ISIS, LXIX/249, s. 619-623). 11. Temhîdü'l - müstakar litahkîki ma zne'l-memer. Resâ'ilü'l-Bîrûnî'nin üçüncü kitabı olarak basılmıştır. Eserin İngilizce tercümesi, E. S. Kennedy'nin açıklamalarıyla birlikte Muhamm e d Saffuri ve Adnan İfrem tarafından Al-Bîrûnî on Transits adıyla yapılmıştır (Beyrut 1959). 12. Fî Râşikâti'l-Hind. Hint satranç kombinezonlarıyla ilgili bir eser olup Resâ'ilü'l-Bîrûnî arasında basılmıştır. 13. Hikâyetü'l-âleti'l-müsemmât bi's-südsi'l-Fahrî. Fahrî Sekstantı diye bilinen astronomi aleti hakkında bilgi vermek üzere yazdığı bu eseri L. Şeyho yayımlamıştır (al-Mashriq, 11 IBeyrut 19081, s. 68-69). Bu risâle, astronomi âlimi Ebû Ali el-Merrâküşî tarafından ve k ü ç ü k değişikliklerle Bîrûnî'ye ait olduğu belirtilmeden Câmi cu'l-mebâdî ve'l-ğâyât fî cilmi'l-mîkât adlı eseri içinde zikredilmiş olup metin ve Fransızca tercümesi L. A. Sâdillot tarafından neşredilmiştir ("Les Instruments astronomiques des arabes", Memoires Presentes par divers savants â l'Academie royale des inscriptiorıs et belles-lettres de l'Irıstitut de France, seri 1, I |1844], s. 202206). 14. Makale fîhıkâyeti tarîkı'1-Hind fi'stihrâci'l- zumr. Hintliler'in yaş tesbiti için kullandıkları metotları konu edinen bu risâle astrolojiyle ilgili olup Zeki V. Togan tarafından yayımlanmıştır ( iTED, 1/1-4 11954], ek. s. 1-25). 15. Tercemetü Kitâbi Batencel fi'l-halâş mine'l-irtibâk. Patanjali'nin yazdığı Yogasutra'nin



(1954-1956). 6. el-Cemâhir* fi'l-cevâhir. Bîrûnî'nin Gazne Hükümdarı Mevdûd'e ithaf ettiği bu eser içtimaî, siyasî, kültürel, pedagojik, ahlâkî, tarihî, etnolojik, dinî bilgilerden ve müellifin hayat tecrübelerinden fizik, kimya, tıp, mineraloji - madencilik gibi konulara kadar çeşitli alanlardaki tesbitleri ihtiva eder. Eser Kitâbü'1 -Cemâhir fî maarif eti'1-cevâhir adıyla F. Krenkovv tarafından yayımlanmıştır (Haydarâbâd-Dekken 1936). 7. eş-Şaydele* fi't-üb. BîrünFnin günümüze ulaşan son önemli eseri olup 4 4 2 ' d e (1050) müellif seksen yaşlarında iken tamamlanmıştır. eş-Şaydene fi't-tıb adıyla da anılan eser tıp, eczacılık, botanik ve filolojiden bilim tarihiyle ilgili bazı konu ve hususlara kadar önemli bilgileri içine alır. Eserin Arapça t a m metni ve İngilizce tercümesi al-Birünî's Book on Pharmacy and Materia Medica adı altında iki b ö l ü m halinde 1973'te Karaçi'de neşredilmiştir. 8. Risâle fî Fihristi kütübi Muhammed b. Zekeriyyâ erRâzî. BîrünFnin RâzFnin eserlerini kaydederken altmış beş yaşına kadar kendi yazdıklarını da sıraladığı bu eseri Paul Kraus Epître de Berimi contenant le



Repertoire des Ouvrages de Muhammad b. Zakariyâ al-Râzi adıyla yayımlamıştır (Paris 1936, 51 sayfa). E. Sachau, Bîrûnî'nin el-Âsârü'l-bâkıye adlı kitabının başında Fihrist'ten bir b ö l ü m ü de yayımlamıştır: "Text von Al-Beruni's-Fihrist Verzeichnis Seiner Werke", XXXVIIIXXXXVIII (XLVI11) (bk. Boilot, MIDEO, II, 236). 9. Makale fi'stihrâci'l-evtâr fi'ddâ'ire bi-havâşşTl-hatti'l-münhanî fîhâ. Bîrûnî'nin matematikle ilgili bu eserinin Leiden'de, Bankipûr'da ve Murad Molla Kütüphanesi'nde üç nüshası vardır. Leiden nüshasının metni ve tercümesi H. Suter tarafından yayımlanmıştır ("Das Buch der Auffindung der Sehnen im Kreise...", Bibliotheca Mathematica, 11



Sanskritçe'den Arapça'ya tercümesi olup H. Ritter tarafından neşredilmiştir ("AlBiruni's Übersetzung des Yoga-Sutra des Patanjali", Oriens, I X / 1 11956], s. 165200). 16. Gurretuz-zîcât. Sanskritçe yazılmış bir astronomi el kitabı olan Karana tilaka'nin tercümesidir. Sanskritçe metin g ü n ü m ü z e kadar gelmemiştir. Seyyid Samed Hüseyin Rizvî, Ahmedâbâd'da Pîr M u h a m m e d Şah Dergâhı Kitaplığı'nda bulunan Arapça nüshasını esas alarak eseri İngilizce tercümesiyle ve açıklamalarla birlikte yayımlamıştır (IC, XXXVII ] 1963], s. 1 12-130, 223-245; XXXIX ]1965], s. 1-26, 137-180). 17. Kitâb fi'stî'âbi'l-vücûhi'l-mümkine fî san'ati'l-asturlâb. Usturlapla ilgili olan bu eserin E. Wiedemann gibi bazı şarkiyatçıların kısmî tercümeleri dışında t a m metin ve tercümesi henüz yayımlanmamıştır. Dünyanın çeşitli kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunan eser üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır (bk. Boilot, MIDEO, II, 191). 18. Makale fi'n-niseb elletî beyne'l-filizzât ve'l-cevâhir fi'lhacm. Madenler ve değerli taşların hacimleri arasındaki nisbetlerin ölçümüyle ilgili olup henüz basılmamıştır. Eserin yazma nüshası Beyrut St. Joseph Üniversitesi yazmaları içindedir (nr. 223). 19. Makale fî seyri sehmâyi's-sa'âdeti ve'l-ğayb. Astrolojiyle ilgili olan ve yazma nüshası Bodleian'de bulunan bu risâlenin metni İngilizce tercümesi ve şerhiyle birlikte yayımlanmıştır (F. İ. Haddad — D. Pingree — E. S. Kennedy, "AlBiruni's-Treatise on Astrological Lots", Zeitschrift für Geschichte der Arabisch-Islamichen Wissenschaften, I / 9 (Frankfurt 1984], s. 9-54). 20. Kitâbü Tastîhi'ş-şuver ve tebtîhi'l-küver. Astronomiye dair olan bu eser H. Suter tarafından Über die Projection der Sternbilder und der Lânder adıyla neşredilmiştir (Erlangen 1922). Bîrûnî'nin kıbleye dair ileri s ü r d ü ğ ü çeşitli fikirler yanında (bk. Tümer, s. 268) yazdığı altı eseri daha vardır (bk. Boilot, MIDEO, II, 186-187; ayrıca bk. KennedyYûsuf îd, Historica Mathematica, s. 3-11). Onun Hârizm tarihine dair kaleme aldığı Kitâbü'l-Müsâmere fî ahbâri'l-Hârizm adlı eser g ü n ü m ü z e intikal etmemişse de Târîh-i Beyhakî'de ( Târîh-i Mes'ûdî) Hârizm b ö l ü m ü ondan iktibas edildiğinden eser bir ölçüde elimizde mevcuttur. Ayrıca Fî asturlâb ve'l-^amel



Teshîli't-tashihi!bi-mürekkebâtihî mine'ş-şimâlî ve'l-cenûbî (yazma nüshası Berlin ve Paris'tedir) adlı astronomi aletiyle ilgili bir eseri ve aleti, Kitâbü



213



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÎRÛNÎ tır. Yine bininci yıl kutlamaları arasında JU
IS â j t Û M < j



t



Abdurrahman Bistâmî'nin Feuâ'ihu'lmiskıyye fi'l-feuâtihi'lMekkiyye adlı eserinin " ilk iki sayfası (Süleymaniye Ktp., Hamidiye,



Bursa'da tanıştığı Molla Fenâri'den Arap dili ve edebiyatı alanlarında çok faydalandığını söyler (eş-Şekâ'ik,



s. 46).



Eserleri. 1. el-Fevâ* ihu'l-miskiyye fi 1 - fe vâ tihi 7 - Mekki yy e. 11. Murad'a ith a f edilen eser ansiklopedik bir çalışma olup Bistâmî'nin en önemli eseridir. Kâtib Çelebi, 100 kadar ilmin tanıtıldığı eserde o g ü n e kadar hiç duyulmamış "garip ve acayip bilgiler" verildiğini, şer'î ve Arabî ilim dallarının gösterildiğini belirterek Bistâmî'yi ilimler ansiklopedisi (mevzû'atü'l-ulûm) tarzında eser veren en önemli müellifler arasında gösterir (Keşfü'z-zunûn, II, 1905). Eserin 85. babından, müellifin Fevâ'ih'i 805 (1402) yılında hazırlamaya başladığı ve çalışmasını 844'e (1440) kadar s ü r d ü r d ü ğ ü anlaşılmaktadır. Aynı yerde eser hazırlanırken faydalanılan kaynakların bir listesi de verilmiştir. Mecdî, Bistâmî'nin bu değerli çalışmasının t a m a m l a n m a mış olduğunu söyler (Şekâik Tercümesi, s. 68). Eserin Türkiye'de (Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 688, Ayasofya, nr. 4160; Nuruosmaniye Ktp., nr. 2519/20) ve Türkiye dışında (bk. Brockelmann, GAL, II, 300; SuppL, II, 324) birçok yazma nüshası bulunmaktadır. 2. Menâhicü't-tevessül fî mebâhici't-teressül. Bistâmî'nin en çok tanınan eseridir. Harflerin sihrî fonksiyonlarına dair olan eser kırk altı "latîfe" halinde tertip edilmiş olup her latîfede bir "sır" incelenerek bunlara birer "nükte" ve "hikâye" eklenmiştir. Mecdî'nin, "yolunu şaşırmışları hidayete kav u ş t u r m a k ve feleğin kahrına uğramış zavallıları mutluluk, talih, şan ve şerefe ulaştırmakta eşi b u l u n m a z bir kaynak" olduğunu söylediği (Şekâik Tercümesi, s. 68) bu eser Selâhaddin Safedî'nin Cinârıü'l-cinâs'ı ile birlikte basılmıştır (İstanbul 1299). 3. Şemsü'l-âfâk fî cilmi'l-hurûfi ve'l-evfâk (Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 527). 4. Miftâhu'l-cifti'1 -câmic (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2812/3). S. elEd ciyetü'l-mürıtehabe ve'l-edviyetü'lmücerrebe (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 377). 6. Reşhu cuyûni'l-hayât tî şerhi fünûni'l-memât (Süleymaniye Ktp., Şehit Ali Paşa, nr. 1204). 7. Harâ'idü'lmülûk fî ferâ*idi's-sülûk. İki babdan oluşan eserin birinci babında faziletli olm a n ı n yöneticilikteki önemi, ikinci babında Hızır ile İlyâs hakkındaki rivayetlerde görülen çelişkinin giderilmesi üze-



218



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR b. BERÂ rinde durulmuştur. Kâtib Çelebi eserin Kadı Hızır b. İlyâs'a ithaf edildiğini söyler {Keşfü'z-zunûn, 1, 701). Bu zat Bistâm î gibi tahsilini Mısır'da yaptıktan sonra Bursa'ya yerleşen, orada müderrislik ve kadılık yapan Hızır Şah Efendi (ö. 853/ 1449) olabilir (Taşköprizâde, eş-Şekâ*ik, s. 95-96). 8. ed-Dürer fi'l-havâdis ve's-siyer. Hz. Peygamber'in vefatından başlayarak 700 (1301) yılına kadar cereyan eden önemli olayların kronolojik olarak anlatıldığı bir tarih kitabıdır (Keşfü'z-zunün, I, 750-751). 9. Nazmü's-sülûk fî tevârîhi'l-huiefâ* ve'l-mülûk. Hicretten başlayıp 806 (1404) yılına kadar vuku bulan başlıca tarihî olaylar hakkında kısa bilgiler ihtiva eder (Keşfü'z-zunûn, II, 1963). 10. Miftâhu esrâri's-sa câde fî câlemi'lğayb ve'ş-şehâde. Allah'ın isimlerinin gizli anlamlarına dairdir. Bir mukaddim e ile iki "kitab" ve bir hâtimeden meydana gelen eser 828'de (1425) telif edilmiştir ( Keşfü'z-zunûn, II, 1759). 11. Reşhu ezvâkı'l-hikmeti'r-rabbâniyye fî şerhi evkâti'l-lüm 'ati'n-nürâniyye. Bûnî'nin h u r û f * ve h a v a s * ilmine dair el-Lüm catü'n-nûrâniyye adlı eserinin şerhidir. Bu, Brockelmann'ın Auraq al-hikma arrabbâniya fi sarh al-lum ca an-nüranîya (Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 785) adıyla kaydettiği {GAL, II, 300) eser olmalıdır. Müellif kendi ifadesine göre Bûnî'nin el-Lüm V s ı n ı 807 (1405) yılında Mısır'da İzzeddin M u h a m m e d b. Cemâa'dan okumuş, şerhi ise 841'de (1437) tamamlamıştır {Keşfü'z-zunûn, II, 1566). 12. el-Fevâ*idü's-seniyye. Nevevî'nin Tehzîbü'I-esmâ' adlı eserinin telhisidir (Keşfü'z-zunûn, I, 514). 13. Kimya'ü's-sa zâdeti'r-rabbâniyye ve simyâ'ü's-siyâdeti'r-rûhâniyye. Bûnî'nin ilâhî isimlerin anlamlarına dair bir eserinin şerhi olup 8 2 0 ' d e (1417) telif edilmiştir (Keşfü'z-zunûn, II, 1033). Kâtib Çelebi, Bistâm î n i n adı geçen eserlerinin dışında ayrıca çoğu h u r û f ve havâs ilmine, tasavvuf, tıp ve tarih konularına dair otuza yakın eserini kaydeder (Türk ve dünya kütüphanelerindeki yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, II, 300-301; Suppi, 11, 323-324). BİBLİYOGRAFYA:



T a ş k ö p r i z â d e , eş-Şekâ'ik, a.mlf., Miftâhu's-sa'âde,



Şekâik



Tercümesi,



s. 46-47, 95-96;



II, 591, 5 9 6 ;



Mecdî,



s. 67-69; Keşfü'z-zunûn,



1,



514, 701, 750-751; II, 1033, 1566, 1759, 1845, 1905,



1963;



Hediyyetul-'ârifîn,



I,



531-532;



B r o c k e l m a n n , GAL, II, 300-301; Suppi,



BİSTÂMÎ, A l i b. M u h a m m e d



"1 ı H



BİSTÂMÎ, Bayezid (bk. BÂYEZÎD-i BİSTÂMÎ). L



-]



BİSTÂMİYYE (



S



MUSTAFA ÇAĞRICI



ta'dîi,



II, 7 7 ; el-Cerh



II, 3 6 0 ; İbn A b d ü l b e r , el-İstî'âb,



İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe,



İsâbe, 1,151.



11— 1 1 j



F



I, 2 2 2 ; İbn Hacer, elİSMAIL



L.



B İ Ş R b. A M R



Bişr b. el-Berâ' b. Ma'rûr el-Ensârî el-Hazrecî (ö. 7 / 6 2 8 )



(bk. CÂRÛD b. MUALLÂ).



Sahâbî.



Medine'nin Hazrec kabilesi Selemeoğul-



B İ Ş R b. Â S İ M (



ji



ÇAKAN



n



B İ Ş R b. B E R Â



—I



ue't•



I, 1 4 9 ;



r—ı



lifti



Bâyezîd-i Bistâmî'ye (ö. 2 3 4 / 8 4 8 [?]) nisbet edilen bir tarikat (bk. BÂYEZÎD-i BİSTÂMÎ).



ları sülâlesine mensuptur. Hicretten ön-



)



ce m ü s l ü m a n oldu ve babası Berâ b.



Bişr b. Âsim b. Abdillâh ei-Mahzûmî



L



hakkında



BİBLİYOGRAFYA:



Ma'rûr ile birlikte İkinci Akabe Biatı'na katıldı (622). Hicretten sonra Hz. Pey-



Hz. Ö m e r tarafından Hevâzin kabilesine zekât memuru olarak gönderilen sahâbî.



g a m b e r onunla Vâkıd b. Abdullah elLeysî arasında kardeşlik bağı (muâhât*) kurdu. Daha sonra Bedir'de, ileri saflarJ



da okçu olarak çarpıştığı Uhud'da, Hendek Gazvesi, Hudeybiye Musâlahası ve



Bazı kaynaklarda Bişr b. Âsim el-Mah-



Hayber'in fethinde bulundu. Hz. Peygam-



z û m î ' d e n başka bir de Bişr b. Âsim b.



ber yahudilerin teslim olmasından son-



Süfyân es-Sekafî adlı bir sahâbîden söz



ra, Hayber'de birkaç g ü n kalmıştı. Bu



edilerek Hz. Ömer'in bu ikincisini zekât



sırada Sellâm b. Mişkem'in karısı olan



memurluğuyla görevlendirdiği ileri sü-



Zeyneb bint Hâris adındaki yahudi ka-



rülmüş ve bu iki isim birbirine karıştı-



dını bir koyun keserek Hz. Peygamber'e



rılmıştır. Ancak İbn Hacer Bişr b. Âsim



ziyafet vermek isteğini bildirerek onu



b. Süfyân'ın tebeü't-tâbiînden olduğu-



davet etti. Fakat asıl maksadı Resûl-i



nu kesin bir şekilde belirtmiş, zekât me-



Ekrem'i



m u r u olarak tayin edilen kişinin Bişr b.



yanına Bişr b. Berâ'yı da alarak bu da-



Âsim b. Abdullah olduğunu açıkça ifade



vete gitti. Ancak ilk lokmada yemeğe



etmiştir.



zehirlemekti.



Hz.



Peygamber



zehir karıştırıldığını anladı ve lokmasını



Hz. Ömer Bişr'i Hevâzin kabilesine ze-



y u t m a d a n çıkardı. Bişr ise Hz. Peygam-



k â t m e m u r u olarak tayin ettiği z a m a n



ber'in huzurunda saygısızlık olur düşün-



Bişr bu göreve gitmekte ağır davrandı.



cesiyle ağzına aldığı lokmayı zorla yut-



Hz. Ömer ona görev mahalline niçin git-



tu. Bazı rivayetlere göre hemen orada



mediğini ve halifeye itaat etmenin ge-



öldü; bir rivayete göre de zehirin tesi-



reğine inanıp inanmadığını sordu. Bişr



riyle bir yıl sonra vefat etti.



halifeye itaat hususunda bir t e r e d d ü d ü



Hz. Peygamber müslüman olan her kabileye içlerinden birisini yeniden başkan tayin ederdi. Bişr'in mensup olduğu Benî



bulunmadığını, fakat Hz. Peygamber'den müslümanların herhangi bir işini üstlenen kişilerin kıyamet g ü n ü



cehennem



köprüsünde hesaba çekileceklerini, görevini iyi yapanların kurtulacağını, yapyıl (harîf) boyunca yuvarlanacağını biz-



1 2 8 6 ; H a m i d Algar, "Bestâmî", Elr., IV, 182-183.



hayatı



Buhârî, et-Târthu'I-kebtr,



V, 184-185; B a b i n g e r (Üçok),



s. 18-20; M . S m i t h , " a l - B i s t â m i " , El 2 (Fr.), I,



Bu olaydan başka



herhangi bir bilgi bulunmayan Bişr'in nerede ve ne z a m a n vefat ettiği bilinmemektedir.



j



mayanların ise köprüden aşağı yetmiş



IV, 9 1 ; Kehhâle,



kere daha hisseden Hz. Ömer fevkalâde üzüldü.



(bk. MUSANNİFEK).



Mu'ce-



3 2 4 ; Ziriklî, el-A'lâm,



mü'l-mü'elliftn,



II, 323-



r



zat duyduğunu, bu sebeple verilen işi



Seleme kabilesinden bir heyet huzuruna geldiğinde de onlara başkanlarının kim olduğunu sormuş; onlardan, "Ced b. Kays'tır, ancak biraz cimricedir" cevabını alınca bu durumdan m e m n u n kal-



y a p m a k t a t e r e d d ü t ettiğini söyledi. Ha-



mayan Hz. Peygamber, "Hangi hastalık vardır ki o, cimrilikten daha elem verici



lifelik y ü k ü n ü n ağırlığını bu vesileyle bir



olsun! Hayır, sizin başkanınız



Ced b. 219



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR b. BERÂ nıtan t a b a k a t kitaplarında onun ismine



Kays değil Bişr b. Berâ'dır" diyerek onu



ilimle uğraşmaya başlamış ve bu dalda



kabilesine başkan tayin etmiştir (Hâkim,



kısa z a m a n d a şöhret kazanmıştı. Bas-



rastlanmaz. Görüşlerinin çoğu Cehm b.



III, 219-220).



ra, Mekke ve Medine'ye seyahatler yap-



Safvân'ın fikirleriyle benzerlik arzettiği



tı. Muhtemelen Hârûnürreşîd zamanın-



için kaynakların büyük bir kısmı Bişr'i



da Bağdat'a gitti. Bu sırada



Cehmiyye'den kabul eder.



BİBLİYOGRAFYA:



Vâkldî, el-Meğâzî,



1, 243, 2 9 6 ; II, 591, 6 7 8 ;



Bağdat'a



İbn H i ş â m , es-Sîre, II, 103, 3 5 4 ; İbn Sa'd, et-



gelen İ m a m Şâfiî ile görüşüp fıkhî ko-



Tabakât,



I, 1 7 2 ; II, 107, 2 0 0 , 2 0 2 ; III, 3 8 0 ,



nularda onunla bilgi alışverişinde bulun-



öğrenilebilen itikadî görüşlerini şöylece



570-571, 6 1 8 ; Taberî, Târîh (de Goeje), I, 1583-



du, itikadî ve fıkhî meselelerde müna-



özetlemek m ü m k ü n d ü r ; Sonsuz ve sı-



kaşalar yaparak kendisinden rivayette



nırsız bir varlık olan Allah "şey" olmadı-



bulunanlar arasına girdi (Beyhakî, I, 229,



ğından dünyada da âhirette de duyu-



1 5 8 4 ; III, 15; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr,



Mu-



sul 1984, II, 34-35, nr. 1199-1204; H â k i m , el-



Müstedrek, tfâb,



III, 219-220;



İbn A b d ü l b e r , el-İs-



I, 145-146; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe,



1 8 3 ; a.mlf., el-Kâmil,



II, 2 2 1 ; Nevevî, Tehzîb,



133-135; İbn Hacer. el-lşâbe, b. a l - B a r â ' " , El



larla idrak edilemez. O gökte değil her



I,



taya attığı h a l k u ' l - K u r ' â n *



görüşünü



yerdedir. Sıfatları zâtından ayrı olup hâ-



hararetle savunup yaymaya çalıştığı için



distir. Allah sadece ilim, kudret, irade ve



Hârûnürreşîd tarafından takibata uğra-



halk sıfatlarıyla nitelendirilebilir. Sem',



tıldı ve ölümle tehdit edildi. Bundan do-



basar ve kelâm sıfatları ise O'na nisbet



layı halifenin ölüm tarihi olan 193 (809)



edilemez. Allah'ın bir şeyi işitmesi ve



yılına kadar geçen uzun süre içerisinde



görmesi onu bilmesi demektir. Harfle-



saklanmaya mecbur kaldı. Aynı d u r u m



rin oluşturduğu lafızlardan ibaret olan



(Fr.), I, 1279. ALİ



YARDIM



BİŞR b. G A N İ M



F



n



(bk. EBÛ GÂNİM).



~



BİŞR b. G I Y Â S ( ^ ^



kitaplarından



399-400). İlk defa Cehm b. Safvân'ın or-



I, 1 5 0 ; K. V. Zet-



S



muhaliflerinin



I,



t e r s t e e n , "Bişr", İA, II, 6 5 5 ; W. "Arafat, " B i s h r 2



Sadece



~



ÖİJ^İ )



Ebû Abdirrahmân Bişr b. Gıyâs b. Ebî Kerîme el-Merîsî el-Bağdâdî (ö. 218/833)



Halife Emîn zamanında da devam etti.



Kur'an mahlûktur. İrade sıfatı zâtî ve fi-



Ancak Me'mûn'un halife olmasıyla itibar-



ilî olmak üzere ikiye ayrılır. Fiilî irade ita-



lı bir mevkiye yükselerek ona danışman-



ati emretmesi anlamında olup ilâhî fiil-



lık yapmaya başladı. M e ' m û n ' u n huzu-



lerde câridir. Zâtî irade, ilâhî fiillerle kul-



runda birçok âlimle itikadî ve ilmî mü-



ların fiilleri dışında kalan her şeye şâ-



nazaralar yaptı. Abdülazîz b. Yahyâ el-



mildir. Kulların fiillerini yaratan Allah'-



Kinânî el-Mekkî, M u h a m m e d b. Mukâ-



tır, bunların meydana gelişinde kulların



til er-Râzî, Ca'fer b. Mübeşşir, Ebü'l-Hü-



hiçbir tesiri yoktur. Sorumluluğun kay-



zeyl el-Allâf, S ü m â m e b. Eşres, Ali b.



nağını teşkil eden istitâat* fiille bera-



Heysem bunlardan bazılarıdır. Halifenin



berdir. Vech, yed, kadem vb. haberî sı-



nüfuzundan faydalanarak halku'l-Kur'ân



fatlar cüzi anlam taşıdıklarından te'vil



g ö r ü ş ü n ü devletin resmî mezhebi hali-



edilmelidir. Âhirette Allah'ın görülmesi



ne getirmeye çalıştı ve mihne* devrinin



gözün idrakiyle ilgili bir olay olmayıp



ortaya



oynadı.



O'nun varlığı hakkında kesin bilgi sahibi



linmemektedir. Seksen yaşlarında vefat



Me'mûn'un amcası İbrâhim'in Bağdat'ı



olma anlamındadır (Buhârî, s. 121, 125;



ettiğine ve Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767)



ele geçirdiği 201-203 yılları arasında



Dârimî, s. 359-363; Eş'arî, s. 515; İbn



öğrencisi olduğuna dair rivayetler doğ-



hapsedildi. Me'mûn'a bağlı kuvvetlerin



Hazm, III, 31, 81; Pezdevî, s. 1 16, 131, 252).



ru kabul edilirse 140 (757) yılından ön-



kumandanı Herseme, halku'l-Kur'ân ko-



ce d o ğ d u ğ u n u söylemek



nusu öne sürülerek çıkarılan karışıklık-



çirilmeyen ve uydurma birçok rivayetler-



Kûfe'de veya Bağdat'ta d o ğ m u ş olması



lar sırasında bir m ü d d e t Bişr'i hapset-



le karışan hadis literatürüne dayanarak



muhtemeldir. Soyu Hz. Ömer'in kardeşi



tiyse de daha sonra hapisten çıkmayı



Zeyd b. Hattâb'ın âzatlı kölelerinden bi-



başardı ve ö l ü m ü n e kadar halife nez-



rine dayanır. Bir rivayete göre ailesi Mı-



dindeki itibarlı mevkiini korudu. Tarih-



ve sıratın mevcudiyeti gibi konulardaki



sır'daki Asvân ile Nûbe arasında bulu-



çilerin çoğunlukla kabul ettiklerine gö-



itikadî inançlara güvenilmez; cennet ve



nan Meris köyünden, diğer bir rivayete



re 218 (833) yılında Bağdat'ta vefat et-



cehennemin de şu anda yaratılmış ol-



göre ise B a ğ d a t yakınlarındaki Derbü'l-



ti. 216 ve 227'de öldüğünü rivayet eden-



Merîsî adını taşıyan bir bölgeden geldi-



ler de vardır. Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî, Bişr'-



ği için Merîsî nisbesiyle anılmıştır. Ha-



in halku'l-Kur'ân konusunda Muhammed



yatının ilk yıllarını Kûfe'de geçirdi ve



b. Mukâtil er-Râzî ile yaptığı münaza-



tahsiline Ebû Hanîfe'nin derslerine de-



rada yenik d ü ş t ü ğ ü için M e ' m û n tara-



vam etmekle başladı. Hocasının vefa-



fından idam ettirildiğini kaydederse de



tından sonra Ebû Yûsuf'un derslerine



(Uşûlü'd-dîn, s. 54) bunu halife ile Bişr arasındaki dostlukla b a ğ d a ş t ı r m a k oldukça güçtür. Zâhid ve âbid bir Hanefî fakihi olmasına r a ğ m e n cenaze namazına devrin Ehl-i sünnet âlimlerinin katılmadığı nakledilir (Hatîb, VII, 66).



^



Cehmiyye ile Mürcie'nin görüşlerini benimseyen kelâmcı ve Hanefî fakihi. Doğum tarihi ve yeri kesin olarak bi-



mümkündür.



devam etti. H a m m â d b. Seleme ve Süfyân b. Uyeyne'den hadis okuyup rivayet etti (Hatîb, VII, 56). Hocası Ebû Yûsuf'un muhalefetine r a ğ m e n kelâm



tahsiline



başladı. Bu ilmi kimden ve ne z a m a n o k u d u ğ u kaynaklarda açıkça belirtilmemekle birlikte Basralı m u h a d d i s Hamm â d b. Zeyd'in (ö. 179/795) Bişr'i itikadî görüşlerinden ö t ü r ü tekfir etmesinden anlaşıldığına göre genç yaşta bu



çıkmasında



büyük



rol



Sünnî kaynaklar Bişr'in itikadî mez-



Hz. Peygamber zamanında yazıya ge-



belirlenmiş olan kabir azabı, Münker ve Nekir meleklerinin sorgulaması, mîzan



d u ğ u söylenemez (Hatîb, VII, 58-66). İman kalp ile tasdikten ibarettir, dil ile ikrar da bir t ü r tasdiktir. Amel ise imanın aslî unsurlarından değildir. Bundan dolayı büyük g ü n a h işleyen her m ü m i n sonunda cennete girecektir. Zerre miktarı hayır işleyen kimse b u n u n karşılığını göreceğine göre (bk. ez-Zilzâl 9 9 / 7 ) kelime-i şehâdeti benimseyenin de bunun karşılığını görmesi gerekir. Küçük günahlar, Mu'tezile'nin iddia ettiği gibi büyüklerinden



kaçınmakla



affedilmez,



ancak iyilik (hasenât) yapmakla bağışla-



hebi konusunda farklı bilgiler kaydede-



nır. Esasen günahı büyük ve k ü ç ü k diye



rek onu Cehmiyye, Mu'tezile, Cebriyye



kısımlara ayırmak doğru değildir, kulu



veya Mürcie'ye m e n s u p bir âlim olarak



Allah'a karşı âsi yapan her fiil büyük gü-



gösterirlerse de Mu'tezile âlimlerini ta-



nahtır (Eş'arî, s. 143, 149). Küfür ise bir



220



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR el-HÂFÎ h ü k m ü n inkârıdır, bundan dolayı puta



BİBLİYOGRAFYA:



t a p m a k k ü f ü r değil sadece küfür alâ-



Buhârî. Halku



Ahmed b. Asım el-Antâkî, Ebû Ali el-Cüz-



ef'âli'l-'ibâd



('Âkâ'idü's-se-



lef içinde), s. 121, 123, 125, 1 2 9 ; Dârimî, er-



metidir. Bişr'in itikadî cephesi değişik akım-



Red



C



ale'l-Merîsî(a.e.



y â t , el-İntişâr,



içinde), s. 357-365; Hay-



s. 6 8 ; Taberî, Târih



(Ebü'1-Fazl),



larca benimsenen görüşlerden teşekkül



VII, 5 7 7 ; Eş'arî, Makâlât



etmiştir. Mezhep tarihçilerinin onu fark-



149, 5 1 5 ; İbnü'n-Nedîm,



lı gruplara nisbet etmesi de bundan kay-



s. 2 3 3 ; Bağdâdî, el-Fark (Kevserî), s. 2 0 4 ; a.mlf..



naklanmış olmalıdır. Zira ilâhî sıfatlar ve âhiret halleriyle ilgili konularda Ceh-



Usûlü'd-dîn, Faşl



c â n î v e Ebû Saîd el-Harrâz'la görüştü. Tasavvufî kaynaklardaki bir menkıbeye göre, Bişr el-Hâfî'nin yolda bulduğu



(Ritter), s. 140, 143,



"besmele" yazılı bir kâğıdı itina ile te-



el-Fihrist(Teceddüd),



mizledikten sonra levha haline getire-



s. 25-26, 256, 3 0 8 ; İbn H a z m , el-



(Umeyre), II, 2 6 6 ; III, 31, 33, 8 1 ; IV, 8 0 ;



rek m u h a f a z a etmesi üzerine rüyasında duyduğu ilâhî bir ses, Allah'ın ismine



(nşr. Seyyid Ah-



göstermiş olduğu bu saygıya karşılık Al-



miyye ile Mu'tezile'ye uymuş, kulların fiil-



m e d Sakr), Kahire 1 3 9 1 / 1 9 7 1 , I, 199-206, 229,



lah'ın da onun adını dünya ve âhirette



leri ve i m a n - g ü n a h meselelerinde he-



399-400, 4 6 3 ; II, 3 3 0 ; İbn E b û H â t i m ,



m e n hemen Ehl-i sünnet'in görüşlerini



Şâfi'î



paylaşmıştır. Bu sebeple olacaktır ki onun



Beyhaki, Menâkıbü'ş-Şâfi'î



ue menâkıbüh



Edebü'ş-



(nşr. A b d ü l g a n î A b d ü l -



hâlik), Haleb, ts. ( M e k t e b e t u t-Türâsiî-İslâmî), s. 70, 175, 176, 1 8 7 ; Hatîb, Târîhu



VII,



tır (bk. Ebû Nuaym, VIII, 336; Münâvî, I,



(nşr.



210). Gerçekten tasavvufî kaynaklarda



s. 53,



Bişr el-Hâfî adının "insanlar arasında bir



Bağdâd,



görüşlerini savunan Merîsiyye fırkası İbn



56-67; Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü'd-dîn



Hazm tarafından Mu'tezile'nin Ehl-i sün-



H a n s Peter Lins), Kahire



net'e en yakın grubu olarak kabul edil-



54, 116, 131, 2 5 2 ; İbn Hallikân, Vefeyât, I, 2 7 7 ;



miştir (el-Faşl, il, 266).



İbn Teymiyye, Mecmû'u



Mecmû



Bişr'in bilinen en m e ş h u r talebeleri Hüseyin b. M u h a m m e d



en-Neccâr ile



Yahyâ b. Kâmil el-Cahzerî'dir. Onun gö-



'âtü 'r-resâ' il,



1383/1963,



fetâuâ, V, 22-23; a.mlf., Beyrut



X,



Kureşî, el-Cevâhirü'l-mudiyye, h û n , ed-Dîbâcü'l-müzheb,



Lisânü'l-Mîzân,



ve İ m a m A h m e d b. Hanbel gibi âlimle-



I, 4 4 7 ; İbn Fer-



II, 2 9 ; Keşfü'z-zunûn,



B r o c k e l m a n n , GAL Suppi., I, 616-617; M . W a t t , İslâm



rinde aşırı giderek kendisini zındık, mül-



şekkül



Devri



ne, âhiretteki mertebesinin İ m a m Şâfiî



199-202;



II, 1 6 5 ; İbn Hacer,



belî âlimleri yer alır. Bu âlimler tenkitle-



peygamber adı gibi" h ü r m e t gördüğü-



I,



1392/1972,



4 3 6 ; Zehebî. A'lâmun-nübelâ',



rüşlerini tenkit edenlerin başında Han-



hid ve kâfir olmakla suçlamışlardır. İbn



saygın kılacağını bildirmiş, bu şekilde z ü h d ve tasavvuf yolu kendisine açılmış-



I, 6 3 2 ;



rinkinden daha üstün olduğuna işaret eden menkıbeler nakledilmiştir (bk. Ebû Nuaym, VIII, 337, 352; Münâvî, I, 208, 211).



I, 3 3 9 ; Sezgin,



GAS,



Düşüncesinin



Te-



Kaynaklar Bişr'in hadis ilmiyle meşguli-



(trc. E t h e m R u h i Fığlalı), A n k a r a



yetten vazgeçerek tasavvufa yönelme-



1981, bk. İndeks; Ebü'l-Hayr M u h a m m e d Eyy ü b Ali, 'Akîdetul-İslâm



ve'l-imâm



el-Mâtürî-



sinde, o dönemde büyük itibar gören bu



Teymiyye Bişr'i te'vilcilik konusunda ke-



dî, D a k k a 1 4 0 3 / 1 9 8 3 , s. 2 4 2 ; Carra d e Vaux,



alandaki çalışmalarından dolayı kendisin-



lâmcıların babası olarak görür. Zira ona



"Bişr b. G a y y â s " , İA, II, 655-656; a . m l f . v.dğr.,



de gurur ve kibir duygusu, şan ve şöh-



"Bishr b. G h i y â t h al-Marîsî", El 2 (İng.), I, 1241.



ret arzusu hissederek bunlardan kurtul-



göre İbn Fûrek, Fahredin er-Râzî gibi



m a düşüncesinin de etkili olduğunu be-



m e ş h u r kelâmcıların yaptıkları te'viller, Bişr'in Dârimî tarafından er-Red Merîsı (en-Nakz



c



A H M E T SAİM K I L A V U Z



c



P



kadî görüşlerini tenkit edenler arasında



rın senden, 'niçin Peygamber'in hadisle-



)



rini nakletmedin?' diye sorduğunda ne



Ebû Nasr Bişr b. Hâris b. Abdirrahmân b. Atâ b. Hilâl el-Hâfî el-Mervezî (ö. 227/841)



Ebû Yahyâ Mansûr b. M u h a m m e d , Abdülazîz b. Yahyâ el-Kinânî, Osman b. Saîd



cevap vereceksin?" şeklindeki sorularına şu karşılığı vermiştir: "Şunu diyeceğ i m : Sen bana nefse muhalefet etmeyi



ed-Dârimî ve Ebû Abdullah b. AbdülhaYahyâ'nın Kitâbü'1-Hay de'sı



eski hocası ve arkadaşlarının, "Allah ya-



B İ Ş R el-HÂFÎ



(



fetâuâ, V, 22-23). Bişr'in iti-



kem yer alır. Bu sebeple Abdülazîz b.



L



îlk devir sûfîlerinden.



J



(bk. Sezc



gin, I, 617) ile Dârimî'nin er-Red



lirtmişlerdir. Nitekim rivayete göre, hadis ilmiyle ilgisini kesmemesini isteyen



alâ Bişr el-Merîsî) adlı



eserinde nakledilen te'villerinin aynısıdır (Mecmu'u



S



ale'l-



emrettin. Nefsim ise hadis rivayet etmeyi ve itibar görmeyi arzu etmekteydi. İşte bu yüzden ona muhalefet ettim" (Mü-



ale'l-



150 (767) veya 152 (769) yılında Merv'-



(İskenderiyye 1971) Bişr'in gö-



de doğdu. Merv'in ileri gelen ailelerin-



rüşlerini g ü n ü m ü z e kadar ulaştıran iki



den birine mensuptur. İlk dinî bilgilerini



Bişr'in "el-Hâfî" (yalınayak) lakabını alı-



önemli kaynaktır. Şâfiî ile yaptığı müna-



aldıktan sonra hadis ilmine yöneldi ve



şı konusunda üç değişik rivayet vardır.



zaraların bir kısmı da İbn Ebû Hâtim er-



bu alanda devrin sayılı muhaddislerin-



Hücvîrî'ye göre m ü ş a h e d e * halinin ken-



RâzFnin Edebü'ş-Şâfi cî'si



ile Beyhakî'-



den biri oldu. Mâlik b. Enes, Şerîk b. Ab-



disine h â k i m olması sebebiyle ayağına



Merîsî'si



nin Menâkıbü'ş-$âfi cf'sinde



nâvî, 1,210).



mevcut-



dullah, Hammâd b. Zeyd, İbrâhim b. Sa'd,



hiçbir şey giymemiştir. Attâr'ın belirtti-



tur. Bişr b. Gıyâs, fıkhî konuların çoğun-



Fudayl b. İyâz ve Abdullah b. M ü b â r e k



ğine göre, "O yeryüzünü size bir döşek



da Hanefî mezhebine uymakla beraber



gibi muhaddislerden hadis öğrendi. Ah-



kıldı" (el-Bakara 2 / 2 2 ) âyetine işaret-



eşek eti yemeyi câiz görmek, kur'ayı ku-



m e d b. Hanbel, Ebû Hayseme Züheyr b.



le, "Allah tarafından döşenmiş bir yer-



m a r telakki etmek, kazâ namazlarında



Harb, A h m e d ed-Devrakî ve İbrâhim el-



de ayakkabı ile gezilmez" diyerek yalı-



tertibin şart olduğunu söylemek gibi ba-



Harbî gibi âlimler de kendisinden hadis



nayak gezmeyi tercih etmiştir. İbnü'l-



zı hususlarda c u m h u r c a muhalefet et-



rivayet etmişlerdir. Dârekutnî onun sika*



Mülakkın'ın verdiği bilgiye göre ise bir



miştir.



bir râvi olduğunu, sahih olmayan hiçbir



ayakkabı tamircisinin kendisine söyledi-



Kaynaklarda Bişr b. Gıyâs'a atfedil-



hadis rivayet etmediğini belirtmiştir (bk.



ği, "Ayakkabını t a m i r ettirmek için in-



mekle birlikte hiçbiri g ü n ü m ü z e kadar



Münâvî, I, 208). Kaynakların ortaklaşa ver-



sanlara ne çok sıkıntı veriyorsun!" ifa-



ulaşmayan eserler şunlardır:



Kitâbü't-Tevhîd, le'l-Havâric, Râfıza, fe,



el-İrcâ\



el-İstitâ ca,



Küfrü'1-Müşebbihe,



el-Va'îd.



dikleri bilgilere göre Hâfî daha sonra bü-



desi üzerine ayakkabısını fırlatıp atmış-



c



a-



t ü n kitaplarını toprağa gömerek tasav-



tır.



ale'r-



vufa yöneldi ve dayısı Ali b. Harşam'ın



Bişr'in tasavvufî düşüncesinde takvâ,



el-Ma cri-



sohbetlerine katıldı. Bu arada devrin sû-



verâ' ve nefse muhalefet konuları ayrı



fîlerinden Fudayl b. İyâz, Serî es-Sakatî,



bir yer tutar. "Kırk yıldır canım kebap



el-Hucec, er-Red



er-Red



c



221



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR el-HÂFİ istiyor, henüz onu elde edebilecek helâl para bulamadım" diyen Bişr, zühdün ancak hırs ve t a m a h t a n arındırılmış bir gö-



O hayatta iken benim bu soruya cevap



B İ Ş R b. M A N S Û R



vermem uygun olmaz" demiştir. Döne-



(J J ~ j i ) Ebû Muhammed Bişr b. Mansûr es-Selîmî (ö. 180/796)



min en canlı dinî tartışmalarından biri



nülde barınabileceğini belirtmiş, sultanların şüpheli paralarla yaptırdığı çeşme-



olan "Kur'an m a h l û k mudur, değil mi-



lerden bile su içmemeye dikkat etmiştir. Geçimini örgücülük yaparak sağlardı. Abdullah b. Cellâ Bişr için, "Verâ' ko-



Hanbel tarafını t u t a n Bişr el-Hâfî'nin



nusunda üstadımız odur" der (Zehebî, X, 471). Bişr el-Hâfî, rızâ, tevekkül ve tes-



sayan Hanbelî düşüncesine olan yakınlı-



Sem'ânî ve İbnü'l-Esîr onu Ezd'in kol-



ğını göstermektedir (Hücvîrî, s. 421 ; Câ-



larından Benî Süleym'e nisbetle Süleymî



limiyet gibi dinî terimlere tasavvufî yor u m ve açıklamalar getiren ilk sofilerden biridir. A. Schimmel onu Hâris el-



mî, s. 102). Ayrıca Hanbelîler'den İbnü'l-



diye anarken Zehebî ve İbn Hacer Bağ-



Cevzî'nin Menâkıbü



d a t yakınlarında bir yer olan Selîm'e nis-



Muhâsibî'yi hazırlayan sûfîlerin başında saymaktadır.



dir" (bk. HALKU'I-KUR'AN) meselesinde İbn imanı ikrar, tasdik ve amel olarak tarif



|



Tanınmış zâhid ve muhaddis.



etmesi de onun, ameli i m a n d a n bir cüz



Bişri'l-Hâfî adıyla bir eser kaleme almasının sebebini de bu fikrî yakınlığa bağlamak mümkündür.



betle Selîmî nisbesini tercih etmişlerdir. Ayrıca Basrî ve Ezdî nisbeleriyle de ta-



Fıkhî konularda Süfyân es-Sevrî mez-



nınır. Eyyûb es-Sahtiyânî, Süfyân es-Sev-



hayatında



hebine tâbi olan Bişr (İbn Hacer, 1, 445)



rî, İbn Cüreyc ve Âsim el-Ahvel gibi râ-



iyilikleri gizleme, riya ve şöhretten ka-



devrindeki sûfîleri de tenkit etmiş, özel-



vilerden hadis rivayet etti. Kendisinden



çınma ilkesi, bir başka ifade ile Melâmî



likle dinî esaslara riayette titizlik gös-



de oğlu İsmâil, Bişr el-Hâfî, Abdurrah-



neşve önemli bir yer tutar. Bişr'e göre



termeyen, takvâ yerine mârifet konula-



m a n b. Mehdî, Süleyman b. Harb, Ali b.



methedilmekten hoşlanmak, ruhî olgun-



rına ağırlık veren, istikamet yerine ke-



Medînî ve Fudayl b. İyâz'ın da dahil ol-



Bişr el-Hâfî'nin tasavvufî



luğa engel olması bakımından günah iş-



rameti esas alan sûfîlere karşı çıkmış-



d u ğ u otuzdan fazla râvi hadis nakletti.



lemekten daha zararlıdır. Şöhret arayan



tır. Tasavvufî terbiye gören dervişlerin



Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere mu-



kimse âhiretin hazzına ulaşamaz. Yaşar-



seyahat etmelerini tavsiye eden sûfîler-



haddisler tarafından güvenilir bir râvi



ken gösterişi seven insanlar öldükten



den biri olan Bişr'e kaynaklarda Kitâ-



kabul edilen Bişr b. Mansûr'un rivayet-



sonra bile cenazelerine çok kişinin ka-



bü'z-Zühd (Kitâbü't-Taşauuuf) adlı bir eser (bk. Sezgin, I, 683) ile bazı manzumeler isnat edilmiştir.



sâî'nin sünenleri, Ebû Nuaym'ın



tılmasını isterler. Kişi tanınmamasını ve bilinmemesini ganimet bilmelidir (İbnu 1Mülakkm, s. 112).



BIBLIYOGRAFYA:



Bişr'e göre üç grup sûfî vardır. Birinci grup hiç kimseden bir şey istemeyenlerdir, bunlara ruhanî denir. İkinci grup bir şey istemeyen, f a k a t verildiğinde kabul edenlerdir; bunlara orta halli (mutavassıt) denir; bu gibiler tevekkülle sükûn bulurlar. Son grup ise ibadetle meşgul olur, rızıklarını Allah'tan bekler ve arzularını yenmeye çalışırlar (Attâr, s. 172). Cömertlik de kişinin gönül hayatı açısından önemli ahlâkî bir esastır. Dinî konularda lâubali bir cömerti (şatır) cimri sûflye tercih eden ve cimriye bakmanın kalbe kasvet ve ağırlık verdiğini söyleyen Bişr, kişinin eli darda iken ikramda bulunmasını dünyanın



en zor işlerinden



biri olarak görmektedir. Bir gün onu soğ u k t a n titrerken gören dostları b u n u n sebebini sorduklarında şu karşılığı almışlardı: "Fakir ve düşkünleri hatırla-



Serrâc, el-Lümas. 22; İbnü'n-Nedîm, elFihrist, s. 184; Sülemî, Tabakât, s. 39; Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 336, 337, 352; Kuşeyrî, erRisâle, s. 73-77; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (Jukovski), s. 130, 421; Herevî, Tabakât, s. 8586; Attâr, Tezkiretul-evliya', s. 172; İbnü'lCevzî, Şıfatü-'ş-şafve, II, 325; İbnü'z-Zeyyât, etTeşevvüf, Rabat 1984, s. 33, 81, 94, 123, 139; lbnü'1-Esîr, el-Lübâb, I, 331-332; İbn Hallikân, Vefeyât, I, 274; Zehebî, A clâmü'n-nübelâ', X, 469-477; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 297; İbnü'lMülakkın, Tabakâtü'l-evliyâ', s. 109-119; İbn Hacer, Tehztbü't-Tehztb, I, 444-445; a.mlf., Takrlbü 't- Tehzîb, I, 98; Câmî, Nefehât, s. 102; Şa'rânî, et-Tabakât, I, 62; Münâvî, ei-Kevâkib, l, 208-211; lbnü'1-İmâd, Şezerât, II, 460; Ma'sum Ali Şah, Tarâ'ik, II, 184-188; Hediyyetü'l'Arifin, I, 232; Ziriklî, el-A'lâm, II, 2-6; Kehhâle, Mu'cemü'1-mü'elliftn, III, 46; Nebhânî, Kerâmâtul-evliyâ', I, 367; Sezgin, GAS, I, 683; J. S. Trimingham, The Sufi Orders in islam, Oxford 1971, s. 265; Schimmel. Tasavvufun Boyuttan, s. 44; "Bişr", İA, I, 656; F. Meir, "Bishr al-Hâfi", E/2 (İng.}, I, 1244-1246.



leri Şahîh-i



gin olmadığımdan onların acılarını hiç



B



Devrinin âlimlerini, dinî konularda ge-



F



BIBLIYOGRAFYA: Buhârî, et-TSrthu'l-keblr, II, 84; Ebû Nuaym, Hilye, VI, 239-243; Sem'ânî, el-Ensâb, VII, 123124; İbnü'l-Cevzî, Şıfatü'ş-şafve, III, 376-377; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, II, 133-134; Mizzî, Tehztbü'l-Kemâl, IV, 151-154; Zehebî, Mlzânul-i'tidâl, I, 325; a.mlf., A'lâmun-nübelâ', VIII, 359361; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, I, 459-460; a.mlf., Takrîbu t-Tehzlb, I, 101. S



de ettikleri bilgileri başkalarına aktar-



^



Meşhur hadis hâfızı Abdurrahman b. Bişr'in babası, Buhârî ile Müslim'e hocalık yapan muhaddis



Ahmed b. Hanbel ile dostluğu sürekli olmuştur. Halkın ihlâs, tevekkül ve rızâ ile ilgili sorularına cevap veren İbn Hanbel m u h a b b e t ile ilgili soru soran bir kişiye, "Bunun cevabını Bişr'den isteyiniz.



n



(ö. 238/852-53)



makla yetindikleri için tenkit eden Bişr'in



GÜNDÜZ



B İ Ş R b. M E R V A N



n



Emevî Halifesi Mervân b. Hakem'in üçüncü oğlu.



j



Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası Mervân b. Hakem terbiyesini büyük oğlu Abdülazîz'e tevdi etti-



(bk. ABDURRAHMAN b. BİŞR). L



İRFAN



( üi j>~*i) Ebû Mervân Bişr b. Mervân b. el-Hakem el-Ümevî (ö. 75/694)



MUSTAFA KARA



B İ Ş R b. H A K E M ( p ^ ' L/İ )



Hilye'-



Kaynaklar'da Bişr'in g ü n d e beş yüz rek'at n a m a z kıldığı, dönemindeki âbid ve zâhidlerin en faziletlisi olduğu, önceden hazırladığı kabrinin başında Kur'ân-ı Kerîm'i hatmettiği ve Kur'an'ın üçte birini her g ü n kendine vird* edindiği rivayet edilir. A b d u r r a h m a n b. Mehdî, Ali b. Medînî gibi meşhur muhaddisler Allah korkusu ve gönül zenginliği hususunda Bişr b. Mansûr'un bir benzerini görmediklerini belirtirler.



olmazsa bu şekilde paylaşmak istedim".



rekli hassasiyeti göstermeyip sadece el-



Ebû Dâvûd ve Ne-



si gibi çeşitli kaynaklarda yer almıştır.



F



dım, onlara yardım edecek kadar zen-



Müslim,



J



ğinden çocukluk ve gençlik yılları onun



222



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR b. MU'TEMİR yanında geçti. Genç yaşta Mercirâhit Savaşı'nda sancaktarlık yaptı (684). Aynı yıl babası Mervân ile birlikte Mısır seferine katıldı ve oraya vali tayin edilen kardeşi Abdülazîz'in yanında kaldı. Fakat bir süre sonra iki kardeşin arası açıldı ve Bişr muhtemelen Suriye'ye döndü. Babasından sonra hilâfet makamına geçen ağabeyi Abdülmelik, Mus'ab b. Zübeyr'e karşı düzenlediği seferden sonra Katan b. Abdullah el-Fârisî'yi Küfe valiliğinden azledip yerine Bişr b. Mervân'ı tayin etti (71/690-91). Abdülmelik 692'de Hâricîler'e karşı başarı sağlayamadığı için azlettiği Hâlid b. Abdullah b. Hâlid'in yerine Basra valiliğini de ona verdi. Bir yıl sonra Bişr, Amr b. Hureys el-Mahzûmî'yi Kûfe'de vekil bırakıp Basra'ya gitti. Bu sırada EzrakI Hâricîleri'ne karşı savaşan birliklerin de başkumandanı idi. Halifeden, bu görevi hiç sevmediği Mühelleb'e devretmesine dair emir alınca çok üzüldü. Çünkü bu görevin Ömer b. Ubeydullah b. Ma'mer'e verilmesini istiyordu. Bu sebeple son derece hissî davranarak Küfe kuvvetlerinin kumandanına Mühelleb'in faaliyetlerini sekteye uğratmasını tavsiye etti ve Mühelleb'i zor durumda bıraktı. Basra ve Küfe valilikleriyle yetinmeyerek Abdülmelik'e yazdığı bir mektupta bir elinin Irak ile meşgul olduğunu, fakat diğer elinin boş kaldığını ifade edince halife Haremeyn ile Yemen valiliğini de ona verdi. Ancak Bişr bu tayin fermanı eline geçmeden hastalandı ve kırk küsur yaşında iken Basra'da öldü. Onun genç yaşta ve beklenmedik bir anda ölümü askerler arasında panik yarattı ve kütleler halinde dağılmalarına sebep oldu. Halife Abdülmelik b. Mervan bu tehlikeli vaziyeti düzeltmek gayesiyle İrak yöresinin idaresini meşhur kumandan Haccac b. Yusuf es-Sekafî'ye tevdi etmek mecburiyetinde kaldı. Bişr yumuşak huylu, müsâmahakâr, cömert, mûsikiden ve eğlenceden zevk alan, zarif ve edip bir insandı. Şiir yazmayı severdi. İhsan ve bağışlarıyla şairlerin gönlünü kazanmıştı. Ferezdak, Cerîr, Eymen b. Hureym gibi meşhur Arap şairleri kasidelerinde onu övmüşlerdir. Halk hiçbir engelle karşılaşmadan huzuruna çıkıp derdini anlatabilirdi. Tenkit edilen yegâne davranışı, bayram namazlarında ezan okutmak gibi dinî merasimlerde ihdas ettiği bazı yeniliklerdir. Tarihçiler ondan Basra'da ölen ilk emîr olarak söz ederler.



BİBLİYOGRAFYA:



İbn Sa'd, et-Tabakât,



V, 5 9 ; VI, 6 4 ; VII, 1 2 8 ;



İbn Kuteybe, el-Ma'ârif



(Ukkâşe), s. 354-355,



5 7 1 ; a.mlf., eş-Şi'r Belâzürî, Ensâb,



ve'ş-şu'arâ',



I, 4 2 0 , 4 5 3 ;



V, 139, 140, 164, 166,



dal'm seksen yıllık bir ömürden sonra 187'de (803; veya 186/802) vefat ettiği bildirilmektedir.



180,



BİBLİYOGRAFYA:



3 0 3 , 335, 3 3 8 , 3 4 6 , 3 5 1 , 3 5 4 , 3 7 4 - 3 7 6 ; Müberred, el-Kâmil rut



1406/1986,



(nşr. M . A h m e d ed-Dâlî), BeyIII,



1 4 3 9 ; Ya'kübl, Târih,



1297-1301,



1303-1304,



II, 2 5 8 , 2 7 2 ; Taberî. Tâ-



rih (Ebü'1-Fazl), VI, " l 6 4 , 169, 171, 173, 178, Mürû-



193-197, 2 0 1 , 202, 210, 2 5 9 ; M e s u d î ,



cü'z-zeheb



( A b d ü l h a m î d ) , III, 117-118; İbnü'l-



Esîr, el-Kâmil,



IV, 285, 331, 343, 344, 347, 363-



365, 373, 380, 3 8 1 ; İbn Manzûr. Muhtaşaru



rîhi Dımaşk, nübelâ',



V, s. 213-217; Zehebî,



IV, 145-146; Safedî, el-Vâfî,



1 5 3 ; İbn Kesîr, el-Bidâye,



Şezerât, Arap



ve Sukûtu



et-Târthu'l-kebtr,



II, 84; el-Cerh



366; S e m ' â n î , el-Ensâb,



Tezkiretul-huffâz, nübelâ',



VII, 290; Halîfe b. Hay-



(Zekkâr), I, 541-542; VI, 146-147;



I, 309-310; a.mlf.,



IX, 36-39; İbn Hacer,



zîb, I, 458-459.



Buhârî,



vet-ta'dîl,



II,



Zehebî,



A'lâmun-



Tehzîbü't-Teh-



rrı İSİ



M . YAŞAR KANDEMİR



Tâ-



X, 152-



IX, 7; İbnü'l-İmâd,



F



BİŞR b. MU'TEMİR ( ^ » J l J J jZu )



n



Hizâne-



Beyrut, ts. IV, 1 1 7 ; J . VVellhausen,



Devleti



et-Tabakât



A'lâmun-



I, 8 3 ; A b d ü l k â d i r el-Bağdâdî,



tu'l-edeb,



İbn Sa'd. et-Tabakât, yât,



(trc. Fikret Işıltan), An-



kara 1963, s. 98, 105, 107, 1 0 8 ; B. Lewis, İs-



Ebû Sehl Bişr b. el-Mu'temir el-Hilâlî el-Bağdâdî (ö. 210/825)



lam, L o n d o n 1974, s. 2 3 ; A b d ü l m ü n ' i m Mâcid, et-Târihu's-siyâsî rul-hulefâ'



li'd-devleti'l-'Arabiyye:



i'l-Emeviyyîn,



1 4 8 ; Hudarî, Muhâdarât



'aş-



Kahire 1982, s. 128, (Emeviyye), s. 154-



1 5 5 ; H. L a m m e n s , "Bişr", İA, II, 6 5 6 ; L. Veccia



Mu'tezile'nin Bağdat ekolünün kurucusu, teveliüd nazariyesinin mûcidi ve Bişriyye'nin reisi, edip.



Vaglieri, "Bishr b. M a r w â n " , El 2 (İng.), I, 12421243.



m lifti



r



ABDÜLKERİM OZAYDIN



BİŞR b. M U F A D D A L ( J-üJI JJ



n



)



Ebû İsmâîl Bişr b. el-Mufaddal b. Lâhik er-Rakaşî el-Basrî (ö.'187/803 [?]) ^



Hadis hafızı.



^



Kuzey Arabistan'da yaşayan Benî Rakâş'ın mevlâ*sı olduğu için er-Rakâşî diye anılır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Başta babası olmak üzere Muhammed b. Münkedir, Humeyd et-Tavîl, Yahyâ b. Saîd el-Ensârî gibi muhaddislerden hadis okudu. Kendisinden de Müsedded b. Müserhed, Ali b. Medînî, Ahmed b. Hanbel ve Amr el-Fellâs gibi tanınmış muhaddisler hadis rivayet ettiler. Ahmed b. Hanbel'in Basralı muhaddisler arasında adâlet* ve zabt* bakımından varılacak en yüksek mertebede olduğunu söylediği Bişr, hadis münekkidi Yahyâ b. Maîn tarafından da Basra'nın en güvenilir muhaddislerinden biri diye gösterilmiştir. Rivayet ettiği hadislerde hiç yanılmayan iki kişi bulunduğunu söyleyen Ebû Dâvûd, Bişr b. Mufaddal ile İbn Uleyye'nin adlarını zikretmiş, diğer münekkitler de onun güvenilir bir râvi olduğunda ittifak etmişlerdir. Talebesi Ali b. Medînî, Bişr'in gün aşırı oruç tuttuğunu ve her gün 400 rek'at namaz kıldığını söylemektedir. Rivayetleri Kütüb-i Sitte'de yer alan ve Hz. Osman taraftarlarından (Osmâniyye) olduğu kaydedilen Bişr b. Mufad-



Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Bağdat'ta doğduğu rivayet edilir. Aslen Kûfeli olup Bağdat'a sonradan gittiğini söyleyenler de vardır. Bağdat'ta köle ticaretiyle uğraşan ve cüzzamlı bir şair olan Bişr, gençliğinde Basra'ya gidip Vâsıl b. Atâ'nın arkadaşlarından Bişr b. Saîd, Ebû Osman ez-Za'ferânî ve Muammer b. Abbâd es-Sülemî'den Mu'tezile mezhebinin esaslarını öğrendi. Daha sonra Bağdat'a değişik fikirlerle dönerek Mu'tezile'nin Bağdat ekolünü kurdu ve fikirlerini yaymaya başladı. Ebû Mûsâ b. Sabîh el-Murdâr, Sümâme b. Eşres, Ahmed b. Ebû Duâd, Ca'fer b. Harb ve Ca'fer b. Mübeşşir onun görüşlerini benimseyen meşhur simalardandır. Bişr, Abbâsî veziri Fazl b. Yahyâ el-Bermekî ile iyi ilişkiler kurdu-, Halife Me'mûn'dan himaye gördü; Merv'de Ali er-Rızâ'yı hilâfetin vârisi ilân eden vesikayı imzalayanlar arasında yer aldı. Muhtemelen Bermekî ailesinin iktidardan düşmesinden sonra. Hakem Olayı'nda Hz. Ali'nin haklı olduğunu savunduğu için Şiîlikle suçlanarak Mu'tezile'ye karşı olan zamanın halifesi Hârûnürreşîd tarafından hapsedildi. Hapiste iken görüşlerini müdafaa için pek çok şiir yazdı. Bu şiirlerin ilim meclislerinde rağbet görüp okunması ve taraftarlarının çoğalması üzerine halife, Bişr'i serbest bıraktı. Ölüm tarihi ihtilâflı olmakla birlikte kaynakların çoğu 210'da (825) vefat ettiğini kaydeder. Bişr hem kelâmcı hem de şair olarak ün kazanmıştır. Kelâmcılığını ortaya koyan ve itikadî görüşlerini ihtiva eden birçok eseri olduğu kaydediliyorsa da bun-



223



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİŞR b. MU'TEMİR ların hiçbiri g ü n ü m ü z e kadar gelmemiştir. Bu sebeple onun kelâmî görüşlerini



h e m de ikinci günahın cezasını çekecektir. Zira ikinci defa günaha d ö n m e k so-



sadece muhaliflerinin kitaplarından öğrenebilmekteyiz. Temelde Mu'tezile'nin



rumluluk duygusuyla bağdaşmaz.



görüşlerini benimseyen Bişr bazı konularda Basra ekolünden farklı düşünmüştür. Meselâ tevellüd nazariyesini ilk de-



bir rehber olan akıl yardımıyla canlılar âleminden istidlâl edilmesi gerektiğini



Allah'ın varlığının, insan için sağlam



fa ortaya atan odur. Birçok kelâm problemiyle ilgilenmekle birlikte daha çok in-



söyleyen Bişr bu konuda birçok şiir yazmıştır. Ayrıca o ilâhî iradenin sınırını daraltan i'tizâlî görüşlere karşı çıkar. Zira



sanın sorumluluğu üzerinde d u r m u ş ve tevellüd nazariyesiyle bu sorumluluğun sınırlarını çizmeye çalışmıştır. Ona göre



irade biri zâtî, diğeri fiilî olmak üzere iki yönlü bir sıfattır. Zâtî sıfat olan ira-



insanın iradesiyle yapmış olduğu bir fiil-. den başka birtakım fiiller doğar ki bu-



de Allah'ın b ü t ü n ilâhî fiilleri ve kulların b ü t ü n itaatlarını dilemesi demektir. Çünkü bir âlimin iyi ve uygun olanı bilip



na tevellüd denir. Meselâ kapıyı a ç m a k isteyen insanın anahtarı kilide sokması ve çevirmesi onun iradesiyle meydana



de onu dilememesi câiz değildir. Allah iyi ve uygun olan b ü t ü n hususları bildi-



gelen bir fiildir. Fakat anahtarın dili vasıtasıyla kapının açılması insanın iradesiyle doğrudan doğruya yaptığı fiilin dışında bir olaydır. İşte bu dolaylı olay tevellüddür. Bişr'e göre anahtarın hareketine sebep olan insan, yaptığı fiilin doğuracağı sonuçları önceden bildiği için sorumlu olmalıdır. Bişr, temel felsefesini tevellüd nazariyesi üzerine kurduğundan, duyu organlarıyla edinilen bilgileri zorunlu idrakler olarak kabul eder. Görmek, işitmek, t a t m a k gibi duyumlar birer araz olup mekanik bir tarzda meydana gelirler. Aklın idraki de duyular gibi otomatiktir. Erginliğe ulaşan her insanda akıl, vahiy desteği olmadan da iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini birbirinden ayırabilir. Buna r a ğ m e n insanın iyi veya k ö t ü davranması iradesiyle ilgili bir problemdir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, IX, 12; ayrıca bk. TEVLÎD). Bişr'in görüşleri arasında zikredilen bir problem da-



ğine göre bunların vuku bulmasını ezelde dilemiştir. Fiilî sıfat olan irade ise Allah'ın kendi fiilini yaratmasıdır. Fiilî irade sıfatıyla kulların fiillerini dilemesi de onları emretmesi demektir (a.g.e., VI/II, s. 3). Bişr, irade sıfatına bağlı bir problem olan aslah (Allah'ın kul için en iyi ve faydalı olanı yaratması) fikrini de reddeder. Çünkü Mu'tezile'nin aslah prensibi kabul edilecek olursa Allah'ın b ü t ü n insanları cennette yaratıp orada yaşatması gerekirdi. Bu şekilde aslah fikrini kabul etmediği, insanlar hakkında en faydalı ve iyi olanı yaratmanın Allah için bir vazife değil O'nun insanlara bir lütf ü olduğunu düşünmesi sebebiyle "ashâbü'l-lutf'tan sayılan (a.g.e., XIII, 200) Bişr b. Mu'temir, Allah'ın kullarına lutufta bulunmasının da bir zorunluluk olmadığını söyler. Zira bu düşünce Allah'ın kudret ve iradesinin sınırlı olduğunu hatıra getirmektedir. Eğer bu Allah'a vâcip olsaydı âlemde O'na isyan eden hiç-



ha vardır ki bu da insanın mesuliyetiyle ilgili sayılabilecek olan çocukların fiilleridir. Ona göre çocuk yaptığı işlerden



bir kulun bulunmaması gerekirdi. Çünkü Allah her mükellefe iyiyi, güzeli ve yap-



sorumlu değildir. Bununla birlikte Allah dilerse ona azap edebilir-, f a k a t sorum-



ması gerekli olanı tercih etmesini sağlayacak lutufta bulunmaya muktedirdir. Fakat bu lutfu ihsan etmemiştir. Çün-



lu olmayana verilecek bir ceza zulüm sayılacağından Allah hakkında böyle bir ifadeyi kullanmak uygun değildir (a.g.e.,



kü insanı akıl ve peygamber vasıtasıyla iman etmeye muktedir kılmıştır. İnsan-



V I / I , s. 128). Bişr b. Mu'temir ruh ve bedenin ayrı ayrı hayata sahip olduklarını, bir fiilin meydana gelmesinde her ikisinin de etkisi b u l u n d u ğ u n u savunmuş, bu sebep-



ların bir kısmının itaatkâr, bir kısmının âsi olduğu dikkate alınınca lutfun Allah'a vâcip olmadığı sabit olur (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-CJşûli'l-hamse, s. 520, 798). Bişr, bu görüşlerinden dolayı Kâdî Abdülcebbâr tarafından tenkit edilir.



cazi a n l a m d a olup h ü k ü m vermek demektir. Sırat ise mecazi değil gerçek mânada kabul edilmelidir. Cennet ve cehennem halen yaratılmıştır. Aralarındaki anlaşmazlıklarda Hz. Ali haklı, Muâviye ve taraftarları haksızdır (Tritton, s. 97-100). Bişr'in itikadî görüşlerini kabul edenlere Bişriyye denilmiştir. Bu gruba bağlı olan ve yukarıda sözü edilen talebeleri daha sonra Sümâmiyye, Ca'feriyye, Murdâriyye adlı fırkaların kurucuları olarak tanınmıştır. Bişr b. Mu'temir kelâm ilminde önemli bir şahsiyet olduğu kadar edebiyat, şiir ve belâgatta da büyük bir mevkiye sahiptir. Câhiz onu belâgat ilminin kurucusu kabul eder (el-Beyân ue't-tebyîn, 1, 94). Bişr belâgat ilminin kaidelerinden ilk defa söz eden bir kişidir. Bazı mübalağalı rivayetlerde 40.000 beyitlik, diğer bazılarında ise 300 sayfalık divanı bulunduğu bildirilir. Allah'ın yaratıklardaki hikmetlerini dile getirdiği şiirlerinin çoğu dinler ve mezheplerle ilgili olup öğretici (didaktik) mahiyettedir. Belâgat hakkındaki görüşlerini Câhiz'in ondan naklettiği Sahile 'den öğrenmekteyiz. Ona göre şiir veya yazı y a z m a k için uyg u n vakit seçilmeli, zihin dinlenmiş olmalı, telaffuzu ve anlaşılması kolay kelimeler seçilmeli, cümleler konuya ve maksada uygun düşmeli, üslûp çekici olmalıdır. Bu nitelikte yazı yazma kabiliyeti olmayan kimseler ise başka sahalara yönelmelidirler (Câhiz, i, 94-100). BİBLİYOGRAYFA:



Câhiz, el-Beyân y â t , el-İntlşâr,



ue't-tebyîn,



I, 94-100; Hay-



Makâlât



s. 52, 53, 6 3 ; Eş'arî,



(Ritter), s. 618-620; Malatî, et-Tenbîh



ve'r-red,



s. 3 8 ; İbnü'n-Nedîm, el-Flhrist, s. 185-205; Kâdî A b d ü l c e b b â r , Şerhu'l-Usüli'l-hamse, 7 9 8 ; a.mlf., el-Muğnî,



s. 520,



V I / İ , s. 1 2 8 ; VI/II, s. 3 ;



IX, 1 2 ; XI, 3 1 0 , 3 3 5 ; XII), 4, 2 0 0 ; B a ğ d â d î , el-



Fark



( A b d ü l h a m î d ) , s. 156-158; İbn H a z m , el-



Faşl (Umeyre), I, 3 8 5 ; III, 3 4 ; V, 63, 6 9 ; Şehrist â n î , el-Milel



(Kîlânî), I, 64-65; Zehebî,



A'lâ-



X, 2 0 3 ; İ b n ü ' l - M u r t a z â ,



Jaba-



mun-nübelâ', kâtul-Mu'tezile, Mîzân,



Lisânü'l-



s. 52-54; İbn Hacer,



II, 3 3 ; Z ü h d î H a s a n Cârullah,



el-Mu'te-



zile, Kahire 1947, s. 94, 106, 1 0 7 ; W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin



Teşekkül



Deuri



(trc. E. R u h i Fığlalı), A n k a r a 1981, s. 223, 2 7 9 ; A. S. Tritton, İslam



Kelamı



(trc. M e h m e t Dağ),



le insan fiillerinden doğan sorumluluğ u n h e m ruh hem de bedene ait olaca-



Onun diğer bazı kelâmî görüşleri de şunlardır: İstitâat (fiili meydana getiren



A n k a r a 1983, s. 97-100; A d n a n Ubeyd el-Ali,



ğını söylemiştir (a.g.e., XI, 310, 335). Onun üzerinde d u r d u ğ u ve sorumlulukla ilgi-



güç) bedenin noksansız ve sağlıklı olması d e m e k olup hem fiilden önce hem de



'Arabiyye,



sini incelediği diğer bir konu da kebîre* problemidir. Günah işleyen kimse bir daha o günahı işlememek şartıyla tövbe



fiille beraber insanda vardır. Allah'ın kelâmı gerçekten işitilemez, sayfalarda yazılı bulunan metinlere ancak mecazi mâ-



etmelidir ki tövbesi kabul edilsin. Tövbeden sonra günah işleyen, hem birinci



nada Allah kelâmı denilebilir. Kabir azabı haktır. Amellerin tartılması (vezn) me-



"Bişr b. e l - M u = t e m i r : ş i ' r u h û v e ş a h î f e t ü h ü ' l belâğiyye", Ahmed



Mecelletü



Ma'hedi'l-mahtûtâtıl-



X X X I / 2 , Küveyt 1987, s. 503-541; Bedevî,



"Mektebetü'n-Nakdi'l-edebî



fi'l-luğati'l-'Arabiyye:



sahîfetü



M u ' t e m i r " , ME, X X X I I I / 7



Bişr



(1961),



b.



el-



s. 828-836;



Carra d e Vaux, "Bişr", İA, II, 6 5 6 ; A l b e r t N. Nader, " B i s h r b. a l - M u ' t a m i r " , El 2 (İng.), 1, 12431 2 4 4



'



224



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



H



CİHAD TUNÇ



BİTLİS BİŞR b. VELÎD



n



(bk. KİNDÎ, Bişr b. Velîd).



BİŞRİYYE ( 'ÂJ ^AJl ) Mu'tezile'nin Bağdat ekolünü kuran Bişr b. Mu'temir'in (ö. 210/825) görüşlerini benimseyenlere verilen ad (bk. BİŞR b. MU'TEMİR).



r



n



BİTİK Eski Türkçe'de kitap, mektup, yazı; hüküm, emirnâme anlamlarında kullanılan bir terim.



j



Türkçe'nin eski metinlerinden, bitimek "yazmak" fiil kökünün bitigü "kalem, divit" gibi bir türevi olduğu anlaşılan bitıg/bitik "yazılmış (şey)" çeşitli lehçelerde "yazı, kitâbe, mektup, belge, kitap, muska; emir, hüküm, ferman" anlamlarında kullanılmış ve bundan da bitikçi "kâtip", bitikli(g) "yazılmış nesne sahibi", bitiklik "yazı yazılmak için hazırlanan şey" gibi yeni türevler elde edilmiştir (bk. Dîvânü lughti't-Türk Tercümesi: Dizin, IV, 95-97; Kutadgu Bilig III: İndeks, 93-95). Kelimenin ve türediği bitirmek kökünün etimolojisi kesin olarak bilinmemekte, Çince b i t / p i e t "yazı fırçası"; Samoyetçe pidâ- "yazmak, nakşetmek"; Toharca pide "o yazdı", pıdaka "belge"; Sanskritçe pitaka ve Grekçe pittakion "kitap kutusu (dolabı)" gibi keli. melerle karşılaştırılmaktadır (geniş bilgi için bk. Doerfer, II, 262-264). Eski Türk devletlerinden Tabgaçlar'da bitekçinler, Göktürkler, Türgiş ve Uygurlar'da bitegci ve ılımgalar, devlet meclislerinde görevli kâtipler olarak özellikle dış politika ile ilgili alınan kararları yazmak ve yürütmekle görevli idiler (Kafesoğlu, s. 266). Yûsuf Has Hâcib, Karahanlılar'da resmî yazışmaları idare eden büronun âmiri olarak bitiği ılımgayı zikretmekte, bu görevlinin aynı zamanda hükümdarın sır kâtibi olduğunu belirtmektedir. Nitekim onun, "Eğer kendin bitigci ılımga olursan gönül sırrını iyi muhafaza et, ağzından söz kaçırma" beyti de bu görüşü doğrulamaktadır (Genç, s. 258-259). Kelime muhtemelen Uygur kâtipleri tarafından Moğolca'ya sokulmuş, böyle-



ce Moğol ve İlhanlı devletlerinde bir terim olarak yaygın şekilde kullanılmıştır. İlhanlılar'da merkez teşkilâtında görevli olup ferman, berat, mektup gibi resmî belgeleri yazan ve bunları defterlere kaydedenlere bitikçi ve yine "kâtip" anlamına bahşı denilirdi. İlhanlı divanında ferman ve emirler genellikle gönderildiği milletin dilinde yazılırdı. Böylece bu divanda Arapça, Farsça, Türkçe, Moğolca bilen ve bu dillerde hükümler yazan geniş bir bitikçiyân ve bahşıyân zümresi bulunmakta idi. Ayrıca bu devlette taşrada arazi tahririnde görevli kâtiplere de vilâyet bitikçileri denilmişti. Vilâyet bitikçileri mîrî emlâkin tesbitinde, gelirinin toplanması ve sarfedilmesinde, ayrıca terekenin taksiminde görevli idiler. Bunların beratlarında "mîrî emlâkin emin bitikçileri" olduğu belirtilmekteydi. İlhanlılar'daki uluğ bitikçi ise dîvân-ı kebîr-i İlhânî'nin başkâtibi, divan sekreteryasının başkanı idi. Divandan çıkan çeşitli yazışmalarla divanın gelir ve gider defterlerinin tutulması onun kontrolü altında yapılırdı. Merkezî divandaki bitikçi ve bahşıyân denilen kâtiplerin ve eyalet divanındaki bitikçilerin seçimi uluğ bitikçiye aitti. Selçuklu ve Beylikler döneminde de biti ve bitik kelimeleri "ferman, berat" anlamında yaygın olarak kullanılmıştır. Anadolu beyliklerindeki statüyü sık sık yansıtan erken dönem Osmanlı tahrirlerinde Anadolu beyliklerinden ellerinde bitileri bulunanlara sıkça işaret edilmektedir. Bu kaynaklarda aynı anlamda berat, tevki', nişan kelimeleri de yan yana kullanılmaktadır. Altın Orda, Kırım ve Türkistan hanlarının çıkardıkları bitik ve yarlıklardan bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunanları inceleyen A. Nimet Kurat bunların çeşitli özellikleri üzerinde durmuştur. Kurat bunların Osmanlı padişahlarının çıkardığı "nâme-i hümâyun'Tara benzediğini belirtmektedir. Osmanlılar'ın ilk dönemlerine ait berat, ferman, mülknâme gibi belgeleri için biti tabiri kullanılmıştır. Orhan Gazi'nin 759 (1358) tarihli beratında, "bu biti hükmü oldur ki"; "bitiyi görenler biti üzre itimad kılsınlar"; "bu bitiyi hakikat bilsinler" ibareleri yer aldığı gibi daha sonra Çelebi Mehmed, II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devirlerinde de çeşitli belgelerde "bitiyi mütalaa kılalar"; "biti tahkik bilüp"; "eline biti virildi



ki" ifadeleri yer almaktadır. Ancak kelimenin kullanılışına Fâtih'ten sonraki dönemde pek rastlanmadığı, XVI. yüzyıldan itibaren de tamamen terkedildiği, onun yerini berat, nişan, alâmet kelimelerinin aldığı anlaşılmaktadır. BİBLİYOGRAFYA:



Dîvanü



lugâti't-Türk



Tercümesi:



Dizin,



IV,



95-97; Türk Lügati,



I, 8 3 0 ; Doerfer, TMEN, II,



262-264;



Versuch,



Râsânen,



Dictionary, kapı rım



s. 7 7 ;



Clauson,



s. 3 0 3 ; A k d e s N i m e t Kurat, Top-



Sarayı



Müzesi



ve Türkistan



Arşivindeki Hanlarına



Altınordu,



Ait



Yarlık



Kı-



ve Bi-



tikler, İstanbul 1940, tür.yer.; Uzunçarşılı, Medhal,



tür.yer.; a.mlf., Saray



Teşkilâtı,



s. 279-



2 8 1 , 283, 285, 2 8 7 ; a.mlf., " T u ğ r a v e P e n ç e l e r i l e F e r m a n v e B u y r u l d u l a r a D a i r " , TTK



Belleten,



V/17-18



(1941), s. 119,



1 3 8 ; Halil İnalcık, Fatih



ler ve Vesikalar, nâme-i Sultânî



Devri



132,



üzerinde



R. A n h e g g e r — Halil



Örf-i Osmanf



(nşr.



İnalcık), A n k a r a



1956,



tür.yer.; Reşid R a h m e t i Arat, Kutadgu



İndeks



(nşr.



Kânun-



A n k a r a 1954, s. 1 6 9 ;



ber-Müceb-i



III:



İstanbul



1979, s. 93-95; R e ş a t Genç, Karahanlı



Devlet



fesoğlu,



Eraslan



Bilig



v.dğr.),



Teşkilâtı,



Kemal



137-



Tetkik-



İstanbul 1981, tür.yer.; İ b r a h i m Ka-



Türk



Millî



Kültürü,



İstanbul 1984, s.



85, 266, 3 2 4 ; Kraelitz, "İlk O s m a n l ı P a d i ş a h l a r ı n ı n Isdar E t m i ş O l d u k l a r ı Bazı Beratlar",



TOEM, sy. 3 8 (1330), s. 343-350; T a l â t Tekin, " K u z e y M o ğ o l i s t a n ' d a Y e n i Bir U y g u r A n ı t ı : T a r y a t (Terhin) K i t a b e s i " , TTK Belleten,



XLVI/



184 (1983), s. 806-807, 8 0 9 , 827. B



M E H M E T İPŞİRLİ



BİTİKÇİ L



(bk. NİŞANCI).



BİTLİS



J n



Doğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il. Dicle'nin kollarından olan Botan suyuna karışan Bitlis çayının Güneydoğu Toroslar arasında açtığı dar ve derin bir vadide, deniz seviyesinden 1400-1450 m. yükseklikte kurulmuştur. Bitlis'in burada kurulmuş olması ve tarih boyunca eksilmeyen önemi bu yerin coğrafî özellikleriyle yakından ilgilidir. Zira Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu'yu birbirinden ayıran Güneydoğu Toroslar geçilmesi hemen hemen imkânsız bir engel halindedir. Halbuki Bitlis şehri, bu dağlık engeli nisbeten darlaşmış olduğu bir sahada yaran bir vadi üzerinde yer almıştır. Bitlis el-Cezîre düzlüklerini Doğu Anadolu'nun merkezî platolarına, oradan İran ve Kafkasya'ya bağlayan ve Güneydoğu Toroslar'ı aşan yol üzerinde bulunmasından dolayı eskiden beri ticaret kervan-



225



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİTLİS larının güzergâhı olmuş, ayrıca sürüle-



de yer alıyordu. Emevî Halifesi Abdülme-



denetimine girdi. Togan Arslan'ın Artuk-



riyle birlikte kuzey-güney istikametin-



lik b. Mervân zamanında kardeşi Mu-



lular'a tâbi olmasına rıza göstermeyen



de mevsimlik göçler yapan insan kütle-



h a m m e d b. Mervân tarafından el-Cezî-



Ahlatşahlar'dan Emîr İbrâhim



leri de mecburi olarak bu tabii koridor



re valiliği topraklarına dahil edilen ve



Bitlis'i kuşattı, ancak bu



üzerinden geçmek zorunda



1124'te



kuşatmadan



kalmışlar-



valiliğin Diyarbekir âmilliğine bağlanan



bir sonuç alamadı. Daha sonra Hısnıkey-



dır. Bu önemli geçidi kontrol altında tu-



Bitlis daha sonra Abbâsîler d ö n e m i n d e



fâ Artuklu Emîri Rüknüddevle Dâvud Bit-



t a n m u a z z a m ve heybetli Bitlis Kalesi



Diyarbekir'e hâkim olan Hamdânîler ve



lis üzerine yürüdüyse de başarılı olama-



de, b u g ü n k ü şehrin batısında Bitlis ça-



Mervânîler'e bağlı olarak idare edildi.



dı. 1134'te Musul Atabeği



yı ile bu çayın sağdan (batıdan) aldığı bir



İmâdeddin



kolu ( K ö m ü s deresi) arasında kalan ve



Bitlis X. yüzyılda Bizans ile Mervânî



Zengî Bitlis'e Selâhaddin M u h a m m e d ' i n



devletleri arasında bir sınır şehri oldu.



idaresinde bir kuvvet gönderdi. Fakat



iki vadiye de dik bir şekilde inerek ko-



XI. yüzyılda Türkmen akınları bu yöreye



daha sonra Dilmaçoğulları'ndan Hüsâ-



runmalı bir alan oluşturan dar bir sırt



de ulaştı ve 1047'de şehir Selçuklu hâ-



meddin Kurtînin (1137-1143) teklif etti-



üzerinde kurulmuştur.



kimiyetine girdi, fakat yine Mervânîler'in



ği 10.000 altın karşılığında bu herekâ-



Bitlis şehrinin nüvesini teşkil eden ka-



elinde bırakıldı. Bu Türk taarruzundan



tından vazgeçti. 1192'de Ahlatşahlar'dan



lenin yerinde ilk defa kimlerin yerleşmiş



bir yıl önce buradan geçmiş olan İranlı



Bektemür Bitlis'i zaptetti. Bu tarihten



seyyah ve şair Nâsır-ı Hüsrev Bitlis'te



sonra da Dilmaçoğulları Beyliği'nin Bit-



eski kaynaklarda tekrar edilen bir efsa-



çok bal üretildiğini söyler. Bitlis'in kesin



lis kolu son b u l m u ş ve bu beylik sadece



neye göre bu kaleyi Büyük İskender'in



olarak Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na



Erzen civarında h ü k ü m s ü r m ü ş t ü r .



emri üzerine onun



kumandanlarından



katılması 1085'te (bazı kaynaklara göre



XIII. yüzyıl başlarında Bitlis'e Eyyûbî-



Badlîs k u r m u ş ve şehrin b u g ü n k ü adı



1084) Melikşah zamanında gerçekleşti.



ler h â k i m oldu (1209). Daha sonraki yıl-



da bu k u m a n d a n ı n adından gelmiştir.



Fahrüddevle M u h a m m e d b. Cehîr ku-



lar Celâleddin Hârizmşah'ın Doğu Ana-



Kale g ü n ü m ü z e gelinceye kadar birkaç



mandasındaki Selçuklu ordusu tarafın-



dolu'ya ve bu arada Eyyûbîler'in elinde



defa t a m i r g ö r m ü ş , hatta bazı kereler



dan Mervânîler'den alınarak Alparslan'ın



bulunan şehir ve kalelere h ü c u m etme-



t a m a m e n tahrip edildiği için yeniden ya-



yanında



katılmış



si, Eyyûbîler ile Anadolu Selçuklu Hü-



pılmıştır. İskender döneminden



sonra



olan Dilmaçoğlu M e h m e d Bey'e iktâ*



kümdarı I. Alâeddin Keykubad arasında



Selefkiler'e geçen Bitlis, daha sonra da



edildi. Bu şekilde Büyük Selçuklu İmpa-



bir ittifakın doğmasına sebep oldu. I.



Sâsânîler'le Romalılar arasında sık sık



ratorluğu'na bağlı olarak k u r u l m u ş bu-



Alâeddin Keykubad Anadolu içinde iler-



el değiştirmiştir. Roma İmparatorluğu'-



lunan Dilmaçoğulları Beyliği'nin merke-



leyen Celâleddin Hârizmşah'ı 10 Ağus-



nun 3 9 5 ' t e ikiye bölünüşünden



zi Bitlis oldu. Togan Arslan d ö n e m i n d e



tos 1230 tarihinde Erzincan civarındaki



da Doğu Roma sınırları içerisinde kal-



bu beylik bir ara Anadolu Selçuklu Sul-



Yassıçimen'de ağır bir yenilgiye uğrat-



mıştır.



tanı I. Kılıcaslan'a (1092-1107), ondan son-



tıktan sonra Bitlis'i Eyyübîler'den alarak



Şehir Halife Ömer zamanında el-Ce-



ra da Ahlatşahlar'ın kurucusu Sökmen



topraklarına kattı. Fakat burada Anado-



zire fâtihi İyâz b. G a n m tarafından fet-



el-Kutbîye (1100-1111) bağlanınca Bitlis



lu Selçukluları'nin hâkimiyeti pek kısa



hedildi (641); Bitlis hâkimi Ahlat'tan alı-



şehri d e bunlara tâbi oldu. Bir süre ba-



sürdü ve Eyyûbîler Bitlis ve çevresine



nan haraç kadar haraç vermeyi kabul



ğımsız kalan f a k a t bu bağımsızlığı kısa



yeniden hâkim oldular. Daha sonra da



olduğu bilinmemektedir. Yalnız



bütün



sonra



Malazgirt



Savaşı'na



etti. Daha sonra Bizans ile m ü s l ü m a n



süren beylik, Mardin'deki Artuklu Emî-



Celâleddin Hârizmşah'ı takip eden Mo-



Araplar arasında birkaç defa el değişti-



ri Necmeddin İlgazi'nin hâkimiyetini ka-



ğollar 1231'de Bitlis'i de ele geçirerek



ren Bitlis, Sugür ve Avâsım bölgelerin-



bul etti; böylece şehir de Artuklular'ın



tahrip ettiler. Bunun üzerine Sultan I. Alâeddin Keykubad Kemâleddin Kâmyar kumandasındaki



bir Selçuklu



ordusu-



nu Bitlis yöresine gönderdi. Kemâleddin Kâmyar kısa bir süre içinde çevredeki XX.



yüzyıl başlarında Bitlis'te bir sokak



(E. Percy,



Highiands ofAsiatic Turkeg,



L o n d o n 1902)



başka ve b u g ü n k ü Bitlis'ten bir görünüş



yerlerle (Van, Ahlat, Adilcevaz) bir-



likte Bitlis'i de Anadolu Selçuklu Devleti sınırları içine kattı (1232) ve Moğollar'ın harap etmiş olduğu kaleyi de onardı. Yâküt, XIII. yüzyılda Bitlis'in meyvelerinin bolluğu ve tatlılığıyla darbımesel old u ğ u n u ve buradan birçok şehre meyve gönderildiğini söyler ( Mu'cemul-büidân, I, 358-359). XIV. yüzyılda Şerefoğulları adlı bir sülâlenin h ü k ü m s ü r d ü ğ ü Bitlis önce Karakoyunlular'a, bu devletin 1467'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan tarafınd a n ortadan kaldırılmasından sonra da Akkoyunlar'a tâbi oldu. Ömerî, XIV. yüzyılda fakir ve k ü ç ü k bir şehir olan Bitlis'te Nusayri olarak i t h a m edilen Şerefeddin Ebü Bekir adlı bir emîr bulundu-



226



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİTLİS ğ u n u ve b u n u n önemli hizmetler yaptı-



Bitlis'in XVII. yüzyıl sonlarından XIX.



ğını söyler (et-Ta'rîf, s. 35). Ardından Sa-



yüzyıla gelinceye kadarki tarihi hakkın-



rin canlılığını anlatır. Bu yıllarda Bitlis'-



fevîler şehre hâkim oldular. Yavuz Sul-



da fazla bilgi yoktur. XIX. yüzyılın başla-



t e mahallî sanayi d e gelişmişti. Şehir



t a n Selim'in Çaldıran seferi d ö n ü ş ü n d e



rında Osmanlı Devleti batıda Sırp isyanı



içinden geçen derelerin yanında değir-



(1514) İdrîs-i BitlisTnin de gayretleriyle



ile meşgulken bunu fırsat bilen İran tek-



menler ve özellikle siyah sahtiyan imal



Bitlis'teki mahallî beyler Osmanlı Devle-



rar bu çevreye hücum etti. İran Şahı Feth



eden debbağhaneler sıralanıyordu. Renk-



t i ' n e bağlılıklarını bildirdiler. Fakat bu



Ali Şah'ın oğlu ve Azerbaycan valisi olan



li p a m u k bezleri ve halı üretimi de iler-



bağlılık sürekli olmadı. Bitlis'i idare eden



Abbas Mirza, Doğu Anadolu'ya saldıra-



lemişti. 1310 tarihli Bitlis vilâyet salnâ-



mahallî idareciler z a m a n z a m a n İran'a



rak birçok yerle birlikte Bitlis'i de aldı



mesindeki bilgilerden o yıllarda Bitlis'te



meylettiler. Meselâ Yavuz Sultan Selim



( E k i m 1821). Fakat İran kuvvetleri kışın



elli boyahane bulunduğu anlaşılmakta-



zamanında Osmanlı Devleti'ne bağlı olan



başlaması üzerine savaşa ara vererek



dır. Ayrıca boya, t ü t ü n , mazı, kitre zam-



Bitlis Emîri IV. Şeref Han, Kanûnî döne-



geri çekildi. 1822 yazı başlarında bu sa-



kı, ceviz kütüğü, cehri boyası ve bazı hay-



m i n d e Osmanlı tâbiiyetinden ayrılıp ye-



vaş yeniden başladıysa da bu sefer ko-



van ürünlerini çeşitli yerlere gönderen



raya gelen Deyrolle de aynı şekilde şeh-



niden İran himayesine sığınmıştı. Eski-



lera salgını sebebiyle Bitlis'in işgalinden



önemli bir ihraç merkezi durumunday-



den İran'ın Azerbaycan valisi iken Ya-



vazgeçildi. 28 Temmuz 1823'te de Erzu-



dı. Şehrin 1879'da yeni kurulan Bitlis vi-



vuz'un ö l ü m ü n d e n sonra



r u m ' d a iki devlet arasında



lâyetinin merkezi olması da yukarıda zik-



Osmanlılar'a



imzalanan



katılan Ulama Han (Paşa) Bitlis'in geri



antlaşmaya göre savaştan önceki sınır-



redilen gelişmelerde önemli rol oynamış-



alınmasıyla görevlendirilmiş, ilk teşeb-



lar geçerli sayıldı.



tır. Vital Cuinet Bitlis'te 8300 ev, 2 han,



b ü s ü n d e sonuç alamamışsa da sonradan başarı kazanarak Bitlis'i 1534'te kesin olarak Osmanlı topraklarına katmıştır. Kanûnî d ö n e m i n d e 1 Haziran 1555't e imzalanan Amasya Antlaşması ile de Bitlis üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti Safevîler'ce tanınmış oldu. Bitlis Osmanlı idaresinde önceleri Erz u r u m eyaletinin M u ş sancağına bağlı bir kaza merkezi idi. XVII. yüzyılda burayı ziyaret eden Evliya Çelebi'nin verdiği bilgilere göre Bitlis'in kale içinde 300 ev bulunuyor ve bu kalenin h e m e n hem e n yarısını Han Sarayı kaplıyordu. Surları pek sağlam olmayan aşağı kalede iki tarafı demir kapılı bir çarşı ile bir bedesten ve pazardan başka ayrıca birkaç yüz ev mevcuttu. Kale dışında ise on yedi mahalle halinde yayılan şehirde toprak örtülü ve bahçeli 5000 ev vardı. Evliya Çelebi Bitlis'in camilerinden en önemlisinin Şerefeddin Camii olduğunu



da



yazar. Aynı yüzyılda Bitlis'i ziyaret eden Fransız seyyahı Tavernier de Bitlis beyinin oturduğu ve ancak birbirine eklenen müteharrik köprülerle varılabilen sarayd a n bahseder.



XIX. yüzyılın başlarına ait tahminlere göre Bitlis şehrinin nüfusu 20.000'den



vaşı sırasındaki Rus işgali (1 Mart 1 9 1 6 -



tir). Yüzyılın ikinci yarısına ait nüfus tah-



8 A ğ u s t o s 1916), öte yandan Ruslar çekildikten sonra şehirde bazı komitacıla-



lor tarafından verilen aile sayısına (4000



rın çıkardığı kargaşalar şehrin canlılığı-



aile) dayanılarak yapılan t a h m i n 20.000



nı kaybetmesine ve n ü f u s u n u n azalma-



kadardır. Daha sonraki yıllarda Bitlis'e



sına sebep oldu. 1927'de yapılan ilk nü-



uğrayıp n ü f u s tahmininde



bulunanlar



f u s sayımında nüfusun 9050'ye d ü ş m ü ş



30.000 rakamının altına düşmeyen sayı-



olduğu görüldü. Bunun üzerine 1929'da



lar vermişlerdir. Müller Simonis ve Hyver-



Bitlis bir kaza merkezi haline getirilerek



nat'in 1888'deki tahmini 30.000, 1891'-



M u ş vilâyetine bağlandı. 1936'da Bitlis



de Nolde'nin t a h m i n i 36.000, 1898'de



vilâyeti yeniden kurulunca vilâyet mer-



Lynch'in tahmini ise 30.000 nüfus idi. Yi-



kezi oldu. Nüfusu k ü ç ü k iniş ve çıkışlar



ne XIX. yüzyılın son on yılına ait yayınlar-



göstermekle beraber 1950'ye kadar faz-



dan Vital Cuinet'in eseriyle 1310 ( 1 8 9 2 9 3 ) tarihli Bitlis vilâyet salnâmesi şehir



la değişmemiştir (1935'te 9994, 1940'ta 12.002, 1945'te 10.779, 1950'de 11.137).



nüfusunü



karşılık



Şehrin nüfusu ilk defa 1955'te 15.000'i



merkez kaza nüfusunu vermektedirler



aşmış, 1975'te de 25.000'i biraz geçmiş



ki bu kaynaklardan birincisinin verdiği



(25.054), 1985'te 36.073'e yükselmiş ve



vermemekte,



buna



38.836 ile ikincisinin verdiği 44.000 nü-



1990 sayımının sonuçlarına göre 38.130'u



fus, yukarıda şehir için verilen 30.000 ci-



bulmuştur.



varındaki n ü f u s tahminlerinin gerçeğe yakın olduğunu gösterir. Yine aynı dö-



na göre fazla sayılabilecek ölçüde n ü f u s toplanmasının m ü m k ü n olabileceğini ortaya koymaktadır. Meselâ yüzyılın ortalarında Bitlis'e uğrayan Hommaire de



durumunu



Hell hanlar, köprüler, h a m a m l a r ve şehrin sokaklarına ait çeşitli bilgiler sırala-



gösteren



dıktan sonra d o ğ u n u n b ü t ü n çekici gü-



bir minyatür



zelliklerinin Bitlis'te toplanmış olduğu-



(Matrakçı Nasuh,



nu zikreder. 1859'da Kotschy "muhte-



Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn, I O Ktp., T Y , nr. 5 9 6 4 , vr. 100")



XX. yüzyılda bir t a r a f t a n I. Dünya Sa-



minleri ise daha yüksektir. 1868'de Tay-



n e m d e Bitlis'ten geçen seyyahların can-



Bitlis'in



maktadır.



azdı (yüzyılın ilk çeyreği için Shiel ve Kinneir tarafından 12.000, 1838'de Brant tarafından 15.000-18.000 olarak tahmin edilmiş-



lı tasvirleri de Bitlis şehrinde, o zama-



XVI. yüzyıldaki



907 d ü k k â n , 3 h a m a m , 200 çeşme, 15 cami ve 25 mescid b u l u n d u ğ u n u yaz-



şem Bitlis" tabirini kullanır ve bu şehri cazip ve romantik bir yer olarak tasvir eder. Bundan on yıl sonra 1869'da bu-



G ü n ü m ü z d e Bitlis şehrinin çekirdeğini kalenin h e m e n eteğindeki dar ve dolambaçlı sokaklar boyunca



sıralanmış



evlerle çarşıdan meydana gelen sıkışık kesim oluşturur. Şehrin en önemli tarihî eserlerinden olan Ulucami de şehrin bu en alçak kesiminde yer alır. Daha yukarıda bulunan ve daha seyrek planlı olan saha, Nemrud dağından fışkırarak buraya kadar akan lavların Bitlis deresi tarafından yarılması sonucunda meydana gelen taraça düzlükleri üzerinde yayılır. Bu iki kesim, dik ve zikzaklı yokuşlarla birbirinden ayrılır. Bitlis'in vadinin tabanında k u r u l m u ş mahalleleri yeşillikler içinde uzanırken yüksekteki ma-



227



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİTLİS ları yaygındır. Bunlar arasında Bitlis de-



cevaz, Ahlat, Güroymak, Hizan, Mutki ve



resi kenarındaki Köprüaltı kaplıcası, Taş



Tatvan adlarında altı ilçe ve on sekiz bu-



mahallesindeki Küçür ya da Keçur deni-



cağa ayrılmış olup sınırları içerisinde 277



len kaplıca (bu isim Evliya Çelebi'de de



köy bulunmaktadır. 6707 k m 2 genişli-



bir mahalle adı olarak geçmektedir), Zey-



ğindeki Bitlis ilinin 1990 sayımına gö-



dan



mahallesindeki Yılandirilten



suyu



başlıcalarıdır.



re nüfusu 330.115 nüfus yoğunluğu ise 49 idi.



Şehirdeki sanayi kuruluşları



BİBLİYOGRAFYA:



arasın-



da 1932'de kurulan bir un fabrikası ile 1978'de kurulan bir başka un fabrikası, 1936'da Tekel tarafından açılan ve 1984'te Bitlis Entegre Sigara Tesisleri (BEST)



adıyla genişletilerek modern bir



Kurulduğu yerin topografyası Bitlis şehrinin biçimlenmesinde ve gelişme doğrultusunda en önemli rolü oynamış-



mını kaybeden Bitlis'te sadece dört mahalle bulunuyordu (Taş, Zeydan, İnönü ve Hersan mahalleleri). Bu mahalle ayırımı yüzyılın sonlarına ait olan ve V. Cuinet tarafından da verilen mahalle sayısına



Târîhu



Meyyâfârikin,



s. 189, 203, 2 6 8 , 2 8 0 ; Y â k ü t ,



Mu ccemü'Tbüldân, Celâleddîn-i



(trc. A n o n i m , nşr. Müc-



394;



el-Kâmil,



İbnü'l-Esîr,



II, 5 3 5 ; VIII,



198,



6 9 3 ; X, 5 5 4 ; XI, 6 6 ; XII, 4 9 2 ; İbn Fazlullah elÖmerî, et-Ta'rîf,



Kahire 1 3 1 2 / 1 8 9 4 , s. 3 5 ; Ev-



vardır. Bunlar arasında Ulucami (1150 |?|),



liya Çelebi, Seyahatname,



Kızıl Cami (ilk tamiri 1517), Şerefiye Külli-



5 6 0 ; Bitlis



yesi (1529), Dört Sandık Mescidi (1552),



Vilâyeti



IV, 9 1 ; Cuinet, II, 559-



Salnamesi



(1310); Daniş-



m e n d , Kronoloji,



II, 1 5 9 ; Sırrı Erinç, Doğu



dolu



İstanbul 1953, s. 55-56; Oluş



Coğrafyası,



Ana-



Memi Dede Mescidi (1572), Soğukpınar



Arık, Bitlis



(Aynülbârid) Camii (1664), Şeyh Hasan Ca-



A n k a r a 1971, s. 7-8, 13-19, 47, 53, 54, 75, 8 6 ;



mii (tamiri 1725), Alemdar Camii (tami-



O s m a n Turan, Doğu



ri 1784), Gökmeydan Camii (1801), Ku-



Tarihi, İstanbul 1973, s. 27, 90, 91, 100, 110,



Yapılarında



Selçuklu



Anadolu



124, 1 5 3 ; Bosvvorth, İslâm



doğu Anadolu'da



(1828), Kalealtı



s. 25-26, 4 1 ; E r d o ğ a n Merçil,



(XVIII. yüzyıl),



İhlâsiye (1589), Hatibiye (XVI. yüzyıl), Nû-



Devletleri



hiye (1700), Yûsufiye (XIX. yüzyıl) med-



v i m , Anadolu'nun



reseleri ve çok sayıda türbe, han ve ha-



Türk



Türk Beylikleri,



Tarihi, s. ve



Güney-



Ankara 1982,



Müslüman-Türk



Tarihi, İstanbul 1985, s. 2 6 2 ; Ali SeFethi,



A n k a r a 1988, s. 15,



Anadolu'nun



75, 105, 1 0 8 ; Tuncer Baykara,



Tarihî



Devletleri



Devletleri



cidi (1144), Taş Camii, Sultaniye Camii Mescidi



Rönesansı,



270-271, 2 7 5 ; N a z m i Sevgen, Doğu



Coğrafyasına



Giriş I: Anadolu'nun



İda-



m a m sayılabilir.



rî Taksimatı,



Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1991 yılı istatistiklerine göre Bitlis'te il ve ilçe merkezlerinde 106, bucak ve köylerde 482 olmak üzere toplam S88 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı ise otuz dörttür.



138, 1 4 0 ; Ali Sevim — Y a ş a r Yücel, Türkiye Ta-



Bitlis şehrinin merkez olduğu il Van,



A n k a r a 1988, s. 69, 75, 88, 107,



rihi: Fetih, Selçuklu



ve Beylikler



Dönemi,



An-



kara 1989, s. 203-204; Feridun E m e c e n , "Kan u n î D e v r i " , Doğuştan



lâm



Günümüze



Büyük



İs-



Tarihi, İstanbul 1989, X , 330-331, 3 4 1 ; Ri-



f a t Uçarol, " 1 8 1 5 - 1 8 7 0 Y ı l l a r ı A r a s ı n d a m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u " , a.e., XI, 3 8 6 ;



Os-



Bayram



Kodaman, " O s m a n l ı Siyasi T a r i h i (1876-1920)",



a.e., X I I , 1 8 1 ; W. Köhler, Evliya



Çelebi



Siirt, Batman, M u ş ve Ağrı illeriyle ku-



hatnamesinde



(trc.



Haydar



şatılmıştır. Merkez ilçeden başka Adil-



Işık), İstanbul 1 9 8 9 ; R. D a n k o f f , Evliya



Çelebi



in Bitlis, yımı



Bitlis



ve



Halkı



Leiden 1 9 9 0 ; 1990



Geçici



Sonuçlar



Genel



Seya-



Nüfus



Sa-



(nşr. DİE), A n k a r a 1990,



s. 2, 3, 1 4 ; A h m e t Uğur, " D o ğ u v e G ü n e y d o ğ u A n a d o l u ' d a Bazı Yerlerin O s m a n l ı İmpar a t o r l u ğ u n a K a t ı l m a s ı " , EÜ İlahiyat



Dergisi, Bitlis Kalesi



Fakültesi



sy. 5, Kayseri 1988, s. 43-57; DMF,



I,



3 3 7 ; II, 1842 v d . ; M ü k r i m i n Halil Y ı n a n ç - Bes i m Darkot, "Bitlis", İA, II, 6 5 7 - 6 6 4 ; G. L. Levis, "Bidlıs", El 2 (Fr.), I, 1242-1243; H. Busse, " A b b a s M i r z a " , Elr., I, 8 0 ; Faruk S ü m e r , " A h l a t ş a h l a r " , DİA,



II, 25, 26, 2 7 ; İlhan Ş a h i n



Feridun E m e c e n , " A m a s y a A n t l a ş m a s ı " ,



da uyuyordu. Bu eski mahallelerin sınırlarını şehrin içinden geçen ve t a ş köprülerle aşılan dereler çizerdi. Bu mahalle düzeni 1968'e kadar devam eti. Bu tarihlerden sonra nüfusun daha da ço-



I, 358-359; Nesevl, Sîret-i



Mîngburnî



labilir.



tır. Bitlis için ancak kuzey-güney doğrultusunda gelişme söz konusudur. Doğ u ve batıdan ise yerleşime pek i m k â n vermeyen eğimlerle sınırlanır. Cumhuriy e t i n başlarında XIX. yüzyıldaki ihtişa-



(Zebî-



dî), s. 128-314; İbnü'l-Ezrak el-Fârikl,



t e b â M î n o v î ) , T a h r a n 1 3 4 4 h ş . / 1 9 6 5 , s. 2 1 2 ,



reyşî Camii (tamiri 1810), Begiye Meshaileler çıplak olan tepelerin yamaçlarında birbiri üzerinde sıralanır. Çoğunlukla tek katlı, sıkışık ve düzensiz bir yapı gösteren çarşının, şehrin en alçak kesimini işgal etmesine karşılık idarî merkez kalenin kuzeyindeki Gökmeydan denilen yüksek bir düzlükte yerleşmiştir. Bunun sonucunda da idarî merkezle ticaret merkezi Türkiye'nin başka şehrinde pek rastlanılmayan bir şekilde birbirinden ayrı d ü ş m ü ş t ü r . Sonradan idarî merkezin çevresinde de daha k ü ç ü k bir iş merkezi oluşmuştur.



(Fayda), s. 2 5 2 ; Ya'kübî, Tâ-



hale getirilen bir sigara fabrikası sayıBitlis şehrinde çok sayıda tarihî eser



Gökmeydam'ndaki ihlâsiye Medresesi'nin kalıntıları ve Bitlis Ulucamii



Belâzürî, Fütûh



rih, II, 4 8 9 ; K u d â m e b. Ca'fer, el-Harâc



S



F



-



a.e.,



METİN TUNCEL



BİTLİS U L U C A M İ İ



n



(bk. ULUCAMİ).



ğalması üzerine mahalleler bölündü ve sayıları on bire çıktı. Daha sonraki yıllarda da on iki oldu.



BİTLİSİ, İdris



Şehrin bu mahalleleri içinde



halkın



"çermik" adını verdiği sıcak su kaynak-



n



(bk. İDRİS-i BİTLİSİ). L



228



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



J



BİTRÛCÎ



BİTLİSİ, Şerefeddin Han (bk. ŞEREF HAN).



BİTRÛCÎ ( ^ J A



1 1



n



karmaşık sisteminin yerine daha sade ve Aristo'nun tezine daha yakın olan he-



ve Batlamyus sistemlerine göz a t m a k



lezonik hareket (el-hareketü'l-levlebiyye)



gerekir. Aristo'ya göre gök, kendine öz-



Kitâbü'lHey'e'de görüşlerini temellendirirken kendi dönemine kadar sayıları sekiz kabul edilen gök kürelerine bir dokuzuncusunu ilâve etti ve kâinattaki her çeşit hareketin (değişmenin) kaynağının bu küre olduğunu savundu. Ona göre göğ ü n iç içe duran b ü t ü n küreleri en üstteki dokuzuncu kürenin etkisiyle hareket eder ve hepsi de d o ğ u d a n batıya doğru döner. Ayrıca bu kürelerin hızlı ve yavaş hareketleri dokuzuncu küreye olan yakınlıklarıyla doğru orantılıdır. Meselâ sabit yıldızlar katını teşkil eden sekizinci küre ona en yakın olduğu için en hızlı hareket eder ve d ö n ü ş ü n ü 24 saatte t a m a m l a r . Buna göre iç küreler dıştakinin etkisine daha az m â r u z kaldıkları için daha yavaş hareket etmiş olurlar; bu da onların titreyerek geri geri gidiyorlarmış gibi görünmelerine yol açar. Sistemde yer alan her kürenin ayrı kutupları b u l u n m a k t a ve bu sebeple her biri üstündekinin kutuplarından s a p m a göstermektedir. Bunlar bir yandan günlük hareketi takip ederken bir yandan da kendi eksenleri etrafında dönerler. Bu iki hareketin birleşmesinden ise helezonik hareket meydana gelir ki bu da gezegenlerin kuzeye ve güneye sapmaları sonucunu doğurur. Böylece Bitrûcî'nin sisteminde, gezegenlerin hareketinde görülen zâhirî düzensizlikler eksantrik ve episikllere gerek k a l m a d a n açıklanmış olur.



g ü hareketleri olan iç içe geçmiş ortak merkezli saydam küreler şeklindedir. Her



)



küre içinde bir veya birçok gök cismi yer



Ebû İshâk Nûrüddîn el-Bitrûcî el-Işbîlî



L



Bitrûcî'nin astronomi ilmine getirdiği yenilikleri anlayabilmek için önce Aristo



almakta ve hareketsiz olan gök cisimleri (sabit ve gezegen yıldızlar) ancak bu



XII. yüzyılda yaşayan Endülüslü astronomi âlimi.



kürelerin hareketiyle yer değiştirmekJ



tedir. Buna göre her küre kendi içindeki g ö k cisminin desteği ve nakil vasıta-



Kurtuba'nın kuzeyinde bulunan Bit-



sıdır. Kürelerdeki m ü k e m m e l l i k en üst-



rüc (Pedroche) şehrinde doğduğu için Bit-



tekinden (sabit yıldızlar küresi) en altta-



rûcî, uzunca bir süre İşbîliye'de (Sevilla)



kine (ay küresi) doğru giderek azalır. Yer-



oturduğu için de İşbîlî nisbesiyle anıl-



yüzünde meydana gelen fizikî, kimyevî



maktadır; Batı literatüründe Alpetragius



ve biyolojik değişimlerin müsebbibi bu



adıyla tanınır. Ünlü filozof İbn Tufeyl'in



kürelerdir. Daha sonra Batlamyus Aris-



talebesi ve İbn Rüşd'ün çağdaşı olduğu-



to'nun bu teorisiyle Hipparkhos ve Era-



nun dışında hayatı ve tahsil çevresi hak-



tosthenes gibi İlkçağ'ın ünlü astronom-



kında bilgi mevcut değildir. Her ne ka-



larının fikirlerinden de faydalanarak yer



dar Tuleytulalı (Toledo) Yahuda ben Solo-



merkezli âlem modelini ortaya koydu.



m o n Kohen onun 1217 yılında ö l d ü ğ ü n ü



Ona göre yedi gezegen (Ay, Güneş, Mer-



Kitâbü'l-Hey'e



kür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn), sabit



söylüyorsa da bu tarih



adlı eserinin Latince'ye tercüme edildiği



d u r u m d a olan yerin çevresinde d ü z g ü n



yıl olup ancak kesin bir tarih vermeden



ve dairevî hareket ediyordu.



Bunların



XIII. yüzyılın hemen başlarında öldüğü-



hareketlerinde görülen bazı



düzensiz-



nü söylemek m ü m k ü n d ü r .



likleri açıklayabilmek için de gezegeni



Bitrûcî'ye Aristocu fizik felsefesinin



taşıyan eksantrik (dış merkezli) küre (el-



verilerine dayanarak Batlamyus'un ast-



felekü'l-hâmil) teorisini geliştirdi. Bu teo-



ronomik sistemini eleştirme ve bu sis-



riye göre gezegen hareket ederken ba-



t e m d e değişiklik y a p m a fikrini İbn Tu-



zan yere yaklaşır, bazan uzaklaşır ve bu



feyl telkin etmiştir. Hocasının etkisi al-



sebeple aslında hızı sabit olan hareketi



tında kaldığı bilinen Bitrûcî'ye göre İbn



yeryüzünden bakıldığında bazan yavaş-



Tufeyl, Batlamyus'un modelinden farklı



lamış, bazan süratlenmiş gibi görünür.



olarak eksantrik ve episikllerin kullanıl-



Fakat eksantrik küre tasavvuru, geze-



dığı yeni bir sistem ortaya koymuştu. Ni-



genin hareketi sırasında titreme yap-



tekim İbn Tufeyl'in bir kitabında böyle



masını (tezelzül, ıztırâb) ve geri döner gi-



teorisini geliştirdi. Bu arada



bir sistem geliştireceği vaadinde bulun-



bi görünmesini izah edemiyordu. Bu ola-



Helezonik hareketi açıklayan şekilde



d u ğ u görülmekte, f a k a t bu yöndeki dü-



yı açıklayabilmek için de eksantrik küre



de görüldüğü gibi A gezegeni K kutbun-



şüncesini gerçekleştiremediği anlaşılmak-



içinde ikinci bir kürenin varlığını tasar-



dan daima 90°'lik mesafede bulunmak-



tadır. Bununla birlikte F. J. Carmody, Bit-



lamak gerekiyordu. Döndürücü küre an-



tadır. AB ekliptik, AE gök ekvatoru, O



rûcî'nin astronomi sistemiyle İbn Rüşd'ün



lamında episikl (el-felekü't-tedvîr) denilen



ise kâinatın kutbudur. Buna göre geze-



konuya ilişkin daha az işlenmiş fikirleri



bu saydam küre, eksantrik kürenin içi-



genin K kutbu, kâinatın k u t b u n u n oluş-



arasındaki benzerlikten hareket ederek



ni tamamıyla kaplamakta ve düzenli bir



ikisinin de kaynağının İbn Tufeyl'in gü-



şekilde kendi ekseni etrafında dönerken



n ü m ü z e intikal etmeyen bir eseri oldu-



gezegeni de beraber döndürmektedir.



ğ u n u ileri sürmektedir (ISIS, s. 121-130).



Yeryüzünden bakılınca gezegenin nor-



Bitrûcî hocası İbn Tufeyl'in tavsiyesi doğrultusunda çalışarak kendisini şöhrete kavuşturan Kitâbü'l-Hey*



e'yi ka-



leme aldı. Bu maksatla önce Ca'bir b. Eflah'ın Işlâhu'l-Mecistî



mal hareketine göre bazan titreme yapması ve geri gidiyormuş gibi görünmesi bundan kaynaklanmaktadır. Batlamyus'un yorumu,



gezegenlerin



adlı eserini oku-



hareketsiz olan yer çevresinde döndü-



yup onun daha önce Batlamyus sistemi-



ğ ü n ü savunan Aristo'nun teziyle bağdaş-



ne yönelttiği eleştirileri öğrendi. Tesbit



mamaktadır. Çünkü gerek eksantrik ge-



ettiği başlıca hata, bu sistemin Aristo



rekse episikl küreler onun sisteminde



fiziğinin temel ilkeleriyle ifade edilemez



mevcut değildir. Bu konuda daha sade



oluşu, bir başka deyişle Aristo'ya sadık



ve tutarlı bir sistemin kurulması gerek-



olmayışı idi.



tiğine inanan Bitrûcî, Batlamyus'un bu



229



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİTRÛCÎ t u r d u ğ u KTH dairesinde dönmekte, ba-



dığı bazı pasajlardan onu yanlış yorum-



zan da kural dışı olarak gezegen T mer-



ladığı anlaşılmaktadır.



kezli KSL episikli çevresinde hareket et-



Aralarında Bitrûcî'nin de bulunduğu



mektedir. Aynı d u r u m N merkezli yıldı-



İbn Bâcce, İbn Tufeyl. İbn Rüşd ve İbnü'l-



zın AC dairesi çevresinde dönüşü için de



Eflah gibi Endülüslü âlim ve filozofların,



söz konusudur. Bu d u r u m d a n , Bitrûcî'-



Aristocu fizik ilkeleriyle bağdaşmadığı



BİZANS R o m a İmparatorluğu'nun devamı olarak 330-1453 yılları arasında Balkan yarımadası, Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır'da h ü k ü m süren ve Doğu R o m a diye de anılan imparatorluk.



nin sisteminde episikl kutuplarının kâi-



gerekçesiyle Batlamyus



natın kutbu çevresinde dönmelerinin te-



yönelttikleri eleştiriler Batı Ortaçağ'ın-



mel ilke olarak kabul edildiği anlaşılmak-



da önemli yankılar yapmış, özellikle bu



tadır.



çalışmalar Rönesans döneminde Batlam-



DEVAMI OLARAK BİZANS



yus'u eleştirenler için bir ilham kaynağı



U. BİZANS ve İSLÂM DÜNYASI



Bitrûcî'nin savunduğu diğer bir husus da Batlamyus'un sisteminde Ay, Mer-



astronomisine



olmuştur.



kür, Venüs, Güneş, Mars... şeklinde sıra-



Bitrûcî'nin eseri Kitâbü'l-Hey'e



1217



lanan gezegenlerin Ay, Merkür, Güneş,



yılında Michael Scot tarafından De moti-



Venüs, Mars... düzeninde sıralanmaları,



bus celorum circularibus adıyla Latince'ye, 1259'da Moses ben Tibbon tarafından İbrânîce'ye çevrildi. Solomon Kohen'in 1247'de İbrânîce'ye muhtasar bir tercümesini yaptığı eseri Qalonymos ben David İbrânîce'den Latince'ye çevirmiş ve bu çeviri 1531'de Venedik'te yayımlanmıştı. XX. yüzyılda ise Michael Scot'un yaptığı Latince tercüme Francis J . Carmody (Berkeley-Los Angeles 1952) ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde (nr. 3302) bulunan aslının yazma bir nüshası da Bernard R. Goldstein tarafından iki cilt halinde neşredilmiştir (New HavenLondon 1971). Bu neşrin I. cildinde İngilizce t e r c ü m e ve açıklamalar, II. cildinde Arapça metin ile Moses ben Tibbon'un yaptığı İbrânîce tercüme yer almaktadır.



yani Güneş'in Venüs'ten aşağıda bulunması gerektiği idi; çünkü hiçbir z a m a n Venüs'ün Güneş'in ö n ü n d e n geçtiği görülmemişti. Ayrıca o, Merkür ile Venüs'ün Ay gibi ışıklarını Güneş'ten almadıklarına, bilakis birer ışık kaynağı olduklarına inanıyordu. Bitrûcî'nin astronomi sistemi XIII. yüzyıl Avrupasında büyük bir yankı uyandırmıştır. İngiliz astronomu VVilliam ondan alıntılar yapmış, Grosseteste ise çeşitli çalışmalarını bu sisteme dayandırdığı gibi Batlamyus sistemini reddederken d e onu kendine mal etmiştir. Aynı yüzyılın ikinci yarısında Batlamyus'un ve Bitrûcî'nin fikirlerini savunanlar arasındaki tartışmalar sürmüş, bu arada Bitrûcî taraftarı Albertus M a g n u s onun fiken sonunda Batlamyus'un modelini be-



Commonia Naturalium adlı eserinde Bitrûcî'nin sistemini ayrıntılı bir şekilde ele alarak Batlamyus'unkiyle karşılaştırmıştır; Opus Maius adlı eserinde ise onun gelgit teorisini tartışmıştır. nimsemiştir. Roger Bacon



XIV. yüzyılda Batlamyus sisteminin tartışmasız kabul edildiği görülür. Bunun-



Suter, Die Mathematiker, s. 131; P. Duhem, Le Systeme



du Monde,



Paris 1914, II, 146-156;



Brockelmann, GAL Suppi,



I, 8 6 6 ; Sarton, Intro-



hâkimiyet



leden ilk imparator Diokletianos'tur (284305). Ancak Bizans Devleti'nin kuruluşunu Büyük Konstantinos'a (306-337) bağl a m a k gerekir. III. yüzyılda başlayan iktidar kavgaları, iç savaşlar ve b u n u fırsat bilen dış düşmanların saldırıları, artık iyi bir başşehir olma vasfını kaybeden Roma'nın yerine, devlet sınırlarına yapılan saldırılar Tuna ve Fırat boylarından geldiğine göre imparatorları daha doğuda, bu iki cepheye de hükmedebilecek bir yerde yeni bir başşehir aramaya yöneltmişti. İtalya'nın d o ğ u s u n d a yeni bir devlet merkezi kurmanın gerekli olduğuna kesinlikle karar veren Konstantinos bu gayeye en uygun yer olari ve ticarî b a k ı m d a n da merkez olma özelliğine sahip, Asya ile Avrupa'nın birleştiği noktada bulunan İstanbul'u seçmişti. Yeni başşehrin inşasına 324 yılında başlandı; m u h t e ş e m bir saray, se-



Hüseyin Nasr, İslâm



ue İlim (trc. İlhan Kutluer),



nato binası, hipodrom ve kiliseler yapıl-



İstanbul 1989, s. 1 0 6 ; F. J . C a r m o d y . "Regio-



dı. Meydanlar sanat eserleriyle süslen-



m o ı ı t a n u s . N o t e s o n al-Bitrüjî's A s t r o n o m y " ,



ISIS, sy. 4 2 (1951), s. 121-130; B e s i m Darkot,



di. Şehir, kara tarafından gelecek düş-



" S e m a H a r e k e t l e r i v e D o ğ u  l e m i " , İÜ Coğ-



m a n hücumlarına



rafya Enstitüsü



V / 9 , İstanbul 1959, s.



Haliç'e kadar uzanan bir surla çevrildi



1-10; C. A. Nallino. " A s t r o n o m i " , İA, 1, 6 9 0 ; "Bit-



ve 11 Mayıs 330 tarihinde resmî açılışı



El 2



törenlerle kutlandı. Başşehir Yeni Ro-



Bitrûcî'ye birçok atıfta bulunmuşlardır.



Dergisi,



fi



Kitâbü'l-Hey'e'nin



karşı



Marmara'dan



m a , İkinci Roma veya kurucusuna izâfe-



MAHMUT KAYA



ten Konstantinopolis adıyla tanındı. İstanbul'un başşehir oluşu ile Roma



bir muhtasarını meydana getirmiş, ikinF



san a d a m " diye söz etmiştir. Bitrûcî'ye



BİTTÎHIYYE



n



adamları tarafından ya t a m anlaşılama-



Cebir görüşünü benimseyen İsmâil el-Bittîhî'ye bağlı olanlara verilen ad



dığı veya yeterince incelenmediği görül-



(bk. CEBRİYYE).



devam ettiği, ancak bunların bazı ilim



L



dünyasının ağırlık noktası doğuya kaydığı gibi aslında bir Doğu dini olan Hı-



( ÎJciaJI )



ait fikirlerin XV ve XVI. yüzyıllarda da



ristiyanlık da Konstantinos'un himayesinde b ü t ü n imparatorluğa hâkim olacak d u r u m a kavuştu ve 325 yılında İznik'te toplanan I. Genel Konsil HıristiyanJ



lığa yeni bir güç kazandırdı. Konstanti-



n



değişiklikler yaparak yeni bir idare dü-



nos devlet idare sisteminde de köklü



Simon d e Phares'in, kitabını okumadığı F



BİYOGRAFYA



zeni kurdu. Bu düzenin temelini teşkil



ettiği, hataları üzerine küçük bir eser kaleme alan Regiomontanus'un ise yaz-



İmparatorluğu'nun



merkezini doğuya (Nikomedia, İzmit) nak-



New Haven - L o n d o n 1971, I-II; Seyyid



(ing.), I, 1 2 5 0 ; DSB, II, 164, 1 6 8 ; XV, 33-36.



için ona hayal mahsulü bazı görüşler mal



DEVAMI OLARAK BİZANS Roma



Bitrücl,



ile Toledolu Isaac İsraeli (İshak el-İsrâilî)



mektedir. Meselâ Bitrûcrden bahseden



I. ROMA İMPARATORLUĞU'NUN



I I / 1 , s. 3 9 9 - 4 0 0 ; B. R. Goldstein, al-



r û c î " , İA, 11, 6 6 4 ; J . Vernet, " a l - B i t r ü d i ı " ,



cisi ise Bitrûcrden "teorisi dünyayı sar-



J



duction,



la beraber İbrânî müellif Solomon Kohen



Bunlardan birincisi



L



rak, coğrafî k o n u m u kadar siyasî, aske-



BİBLİYOGRAFYA:



kirlerini basitleştirerek yaymaya çalışır-



I. ROMA İMPARATORLUĞU'NUN



(bk. TABAKAT).



eden imparator kudretinin



230



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



otokrasisi,



BİZANS devletin merkezîleştirilmesi ve bürokratlaştırılması ile devlet-kilise arasındaki sıkı bağlılık Bizans İmparatorluğu yaşadığı sürece devam etmiştir. İmparator artık sadece ordunun ve devletin değil aynı zamanda kilisenin de hâkimi idi. Yeni idare düzeninin en önemli özelliği, askerî ve sivil idarenin ilke bakımından birbirinden ayrılması ve bütün idarenin hiyerarşik bir sisteme uygun şekilde organize edilerek imparatorun şahsında birleştirilmesiydi. Askerî düzende yapılan yenilik, eskiden sadece sınır boyunca yerleştirilmiş savaş kuvvetleri yanında devlet arazisi içinde hareketli yaya ve atlı birlikleri kurulmasıydı. Böylece askerî güçler iki temel grup oluşturdular: Hareketli birlikler ve sınır kuvvetleri. Yaya ve atlı birlikler ayrı kumandanların emrine verildi. Bütün sınır boyları bölgelere ayrılarak her bölge bir dükün idaresine bırakıldı. Ayrıca askerî bir yenilik daha yapıldı; eski muhafız gücü



bundan sonraki saltanat yılları oldukça sakin geçti. Onun 337'de ölümünden sonra imparatorluk üç oğlu arasında paylaşıldı ise de ikisinin erken ölümleri ile iktidar büyük oğlu Konstantios'a kaldı. Konstantios'un saltanat dönemi (350-361) dinî kaynaşmalar içinde geçti.



yerine çoğunluğunu Germenler'in teşkil ettiği özel muhafız kıtaları kuruldu. Bu devirde, büyük ölçüde değerini kaybetmiş olan devlet parası da güçlendirildi. Konstantinos yeni ve çok sağlam bir para sistemi kurdu. Bu sistemin temelini solidus denen altın para teşkil ediyordu. Bu altın, imparatorluğun hatta bütün Akdeniz dünyasının yüzyıllar boyunca standart parası oldu. Dengeli para sistemi faal ticarete yol a ç t ve İstanbul'u dünyanın en zengin şehri haline getirdi. Ayrıca vergi sisteminde ve sosyal hayatı düzenleyen kanunlarda da yenilikler yapıldı. Böylece İstanbul'un başşehir oluşu yanında bu dönemde Hıristiyanlığın kabulü ve hemen her alanda yapılan köklü reformlarla imparatorluğun görünüşü değişmiş oldu.



Bunu takip eden devrede imparatorluk için en büyük tehlikeyi, Hunlar'ın baskısı ile oturdukları yerlerden atılan ve Tuna sınırını aşarak devlet topraklarına giren Germen kavimleri oluşturdu. Yeni bir hânedanın kurucusu olan bu dönemin en belirgin kişisi Büyük Theodosios (379-395), eski "Imperium Romanum'un doğu ve batısında tek başına hüküm süren son imparator olmuştur. Onun zamanında İstanbul'da toplanan II. Genel Konsii'de Hıristiyanlık resmen devlet dini olarak ilân edildi ve bu andan itibaren putperestlik kanun dışı kalmış oldu (381). Theodosios devrinin en büyük anısı, İstanbul'u hâlâ süslemekte olan Sulta-



On sekiz yıl süren iktidar mücadelesinden sonra rakiplerinin hepsini ortadan kaldıran ve 324'te imparatorluğa tek başına hâkim olan Konstantinos'un



Roma imparatorluğu (m.s. 395) 35°



20°



j; t r



"T -S) U f ! hi , ,r j \









A



ev ' - İ H mm



larında g ü m r ü k vergisi ödemeden ticaret y a p m a hakkını kazanıyordu (1082). Bu imtiyaz, özellikle daha sonraki yıllarda Bizans ticaretine büyük darbe vuracaktı. Aleksios bundan sonra Peçenekler'e döndü. Peçenekler'in Balkanlar'da



237



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS



Komnenoslar hanedanının kurucusu I. Aleksios devrinde basılmış altın sikke (İstanbul Arkeoloji Müzesi, Teşhir, nr. 1290)



11. Ioannes Komnenos (1118-1143) babasının siyasetini devam ettirdi. Saltanatının ilk yıllarında Trakya'ya kadar ilerlemiş olan Peçenekler'i 1122'de kesin bir yenilgiye uğratan II. Ioannes bundan sonra Sırbistan'ı itaat altına aldı ve Macarlar'ı Bizans ile barış yapmaya zorladı. B a t sınırını güvence altına aldıktan sonra Anadolu'ya dönen imparator Dânişmendliler ve Selçuklular'la savaşarak kısa süre için de olsa Denizli'yi (1120), Çankırı ve Kastamonu'yu (1135) geri aldı. Fakat onun asıl hedefi, Haçlılar'la anlaşarak Kilikya'ya yerleşmeye çalışan Ermeniler'in hâkimiyetine son vermek ve Antakya Haçlı Devleti'ni zaptetmekti. Her ne kadar imparator t a m olarak hedefine ulaşamadıysa da 1137 ve 1142 yıllarında yapılan seferlerle Kilikya ve Toros dağlık bölgeleri itaata alındığı gibi Antakya üzerinde de Bizans'ın hâkimiyeti kısmen sağlandı. Oğlu Manuel Komnenos devrinde (11431180) Bizans için en büyük tehlike Sicilya Normanları oldu. Kral II. Roger'nin idaresindeki Normanlar 1147 yılında Bizans'ın Yunanistan'daki topraklarına saldırdılar, ipek sanayiinin merkezleri olan Korinthos ve Thebai şehirlerini işgal ettiler, hatta Korfu adasını zaptettiler. Aynı yıl, Urfa'nın 1144'te Atabeg İmâdüddin Zengî tarafından fethedilerek yeniden Türk dünyasına kazandırılması üzerine Avrupa'da doğan yeni bir Haçlı heyecanıyla hazırlıklarına başlanan ve ancak üç yılda tamamlanan Alman ve Fransız birliklerinden kurulu II. Haçlı Seferi orduları da Bizans arazisine girdiler. İmparator Manuel Haçlılar'ın bu teşebbüsüne katılmadıysa da onlarla iyi münasebetler içinde kalmaya çalıştı. Alman



Kralı III. Konrad ile Normanlar'a karşı bir anlaşma yaptı ve Venedik'in de yardımı ile Normanlar'ı geri püskürttü, hatta 1154 yılında Bizans birlikleri tekrar İtalya'ya çıktılar. Ancak Bizans'ın Adriyatik denizinin iki sahiline hâkim olması Venedik'in işine gelmiyordu. Venedik bu defa Normanlar'la anlaştı. Bizans'ın düşmanı Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa da bu ittifaka katıldı. Bu yüzden imparatorluğun Güney İtalya'ya hâkim olmak için yaptığı son teşebbüs de neticesiz kalmış oldu. Doğuda ise Manuel, aynen babası gibi, Antakya Haçlı Devleti ile anlaşarak isyan eden Kilikya Ermenileri'ni itaata almak ve Antakya üzerinde Bizans'ın hâkimiyetini yeniden ispat etmek gayesiyle 1158-1159'da bu bölgeye sefer yaptı. Bu arada Halep Hükümdarı Nûreddin Zengî (1159) ve Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan ile barış anlaşmaları imzaladı (1161). Bundan sonra Balkanlar'da giriştiği mücadele sonunda Macarlar'a (1167) ve Sırplar'a imparatorluğun hâkimiyetini kabul ettirdi (1172). Dalmaçya, Hırvatistan, Bosna ve Sirmium bölgeleri yeniden Bizans'a bağlandı. Bu parlak görünen başarılar Manuel'e Anadolu Selçuklu Devleti'ne saldırmak ve Türkler'i Anadolu'dan atmak umudunu verdi. Manuel muazzam bir ordu ile yola çıkarak Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkezi Konya üzerine yürüdü. Fakat Bizans ordusu Denizli'den sonra Myriokephalon (Miryokefalon) Kalesi yakınında dar bir vadiden geçtiği sırada Türkler'in hücumuna uğrayarak hemen t a m a m ı kılıçtan geçirildi (17 Eylül 1176). Malazgirt'ten 105 yıl sonra Bizans'ın kaybettiği bu savaş artık Türkler'in Anadolu'dan çıkarılamayacağına kesin bir kanıt oldu. Komnenos hânedanının ilk üç hükümdarı siyasî ve askerî alandaki beceri ve başarıları ile imparatorluğun sınırlarını genişletmiş, Bizans'a eski itibarını kazandırmışlardı. Fakat bu sadece görünüşte böyleydi. İmparatorluk VII. yüzyılda olduğu gibi köklü bir yenileşme ve kuvvetlenme gücünü bulamamıştı. Bu sebeple Manuel'in ölümünden sonra iktidar zayıf ellerde kalınca imparatorluk siyasetinin tahrik ettiği düşmanlıklar kısa zamanda devleti felâkete sürükledi. Manuel'in Latin taraftarı siyaseti Bizanslılar ile Batılılar arasında derin bir nefret doğurmuştu. Bu nefret 1182'de İstanbul'da Latinler'in katliama uğratılmasıyla su yüzüne çıkarken bu duygulardan faydalanan Andronikos Komnenos'u



da iktidar mevkiine yükseltti (1182-1185). Batı dünyası bu katliamın intikamını, Normanlar'ın 1185'te Bizans'a saldırarak Selânik'te yaptıkları misilleme ile aldı. Normanlar İstanbul'a doğru yürürken asiller Andronikos'u tahttan indirerek öldürdüler. İktidara kısa ömürlü yeni bir hanedanın ilk temsilcisi Isaakios Angelos getirildi. II. Isaakios (1185-1195) Normanlar'ın işgal ettikleri araziyi geri aldıysa da Sırp ve Bulgarlar'ın Bizans aleyhine gelişmelerini ve saldırılarını önleyemedi. Saltanatı sırasında Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin Kudüs krallık ordusunu Hittîn'de imha ederek kazandığı büyük zafer (4 T e m m u z 1187) ve Kudüs'ü fethi (2 E k i m 1187) üzerine, kutsal topraklan geri alm a k için tertiplenen III. Haçlı Seferi'ne katılan Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa'nın düşmanca t u t u m ve davranışla devlet arazisinden geçişi Bizans'a yeni zorluklar doğurdu (1189-1190). Bizans bakımından bu Haçlı seferinin diğer olumsuz bir yanı da Kıbrıs adasının İngiltere Kralı Richard tarafından işgali olmuştur. Bu tarihten sonra Kıbrıs bir daha Bizans hâkimiyetine girmeyecektir. Bizans bu dönemde iç ve dış mücadelelerle tükenirken imparatorluk aleyhine birbiriyle daha sıkı kenetlenmiş bulunan Batılı devletler Bizans'a saldırmak için artık sadece bir fırsat beklemekteydiler. Bu fırsatı da IV. Haçlı Seferi verdi. Kardeşi III. Aleksios Angelos (1195-1203) tarafından saltanatına son verilen II. Isaakios'un oğlu Aleksios yardım sağlam a k üzere batıya koştu. Batılı devletler bu sırada IV. Haçlı Seferi'nin hazırlığı içindeydiler. Tahtı yeniden ele geçirmek için Aleksios'un yardım çağrısı ve Venedik doju Enrico Dandolo'nun Bizans hâkimiyetini yıkmak arzusu Haçlı Seferi'-



Komnenoslar hânedanına ait saray kalıntıları - Trabzon



238



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS ni asıl hedefinden saptırdı. Boniface de Montferrat kumandasındaki Haçlı donanması, düşürülmüş hükümdarı tekrar tahta çıkarmak bahanesiyle İstanbul'a hareket etti. Haçlılar 17 Temmuz 1203'te İstanbul'da II. Isaakios ve oğlunu tahta çıkardılar. Fakat İstanbul halkı ayaklanarak Latinler'le iş birliği yapan hükümdarlarını öldürünce Haçlılar şehre saldırarak zaptettiler (13 Nisan 1204). Yüzyıllardan beri dünyanın kültür merkezi olan İstanbul üç gün süreyle tarihte benzeri görülmeyen şekilde yağmalandı, yakılıp yıkıldı. Batı Avrupa saray ve kiliseleri kısa zamanda Bizans'tan çalınıp götürülen hazinelerle doldu. İstanbul'da bir Latin devleti kurularak iktidara Baudouin de Flandr getirildi. İmparatorluk arazisi işgalciler arasında bölüşüldü. Latin Devleti'nin hükümdarı Baudouin'e Bizans arazisinin dörtte biri ile Trakya ve Kuzeybatı Anadolu toprakları verildi. Haçlı ordusunun kumandanı Boniface de Montferrat Selanik'te Tesalya bölgesini içine alan bir krallık kurdu. Venedik'in kazancı hepsinden fazla oldu; hemen bütün Ege adaları ile Çanakkale, Tekirdağ, Modon, Koron, Draç, Ragusa gibi limanları ve Edirne'yi ele geçirdi. Ayrıca Orta Yunanistan ve Pelopones'te Selânik Krallığı'na bağlı küçük devletler kuruldu. Bunun yanı sıra İstanbul'dan kaçan Bizans erkânı henüz Latinler tarafından zaptedilmemiş bulunan Epiros bölgesinde ve İznik'te Bizans'ın uzantısı olan iki devlet kurdular. II. Isaakios'un kuzeni Mikhail Angelos merkezi Arta olmak üzere Epiros Devleti'ni tesis etti. III. Aleksios'un damadı Theodoros Laskaris de İznik Devleti'ni kurdu. İstanbul'un Latinler'ce zaptı ile ilişkili olmayarak, I. Andronikos'un torunları Aleksios ve David ise bu sırada Karadeniz'in güneydoğu sahillerinde Sinop'a kadar uzayan ve merkezi Trabzon olan bir devlet kurmuşlardı (1204). Epiros ve İznik devletlerinin hedefi İstanbul'u Latinler'den geri alabilmekti. Bu sebeple daha başlangıçtan itibaren takip ettikleri siyaset bu plana uygun oldu. Ancak İstanbul'u ele geçirmek isteyen üçüncü bir aday daha vardı: Bulgar Çarlık Devleti. İznik'te I. Theodoros Laskaris (1204-1222) Selçuklular, Latinler ve Trabzon Devleti'yle giriştiği mücadelelerden başarılı çıkarak sınırlarını Marmara'nın güneyinden Sakarya ve Menderes'e kadar genişletti. Yerine geçen damadı III. Ioannes Vatatzes (1222-1254) aynı siyaseti benimseyerek gelişmeyi de-



vam ettirdi. Fakat bu sırada Epiros Devleti, kurucusunun kardeşi Theodoros Angelos'un (1215-1230) idaresinde en parlak dönemini yaşıyordu ve İstanbul'u zaptetmek bakımından İznik Devleti'ne oranla daha güçlü ve şanslı görünüyordu. Ne var ki Theodoros'un aynı hedefi gaye edinmiş olan Bulgar Çarı II. Ivan Asen ile 1230'da yaptığı Klokotnica Savaşı'nda uğradığı korkunç yenilgi Epiros Devleti'nin sonu oldu. Bulgarlar'ın başarısı da uzun sürmedi. 1241'de II. Ivan'ın ölümünden sonra başlayan Moğol istilâsı Bulgar Devleti'nin gücünü yıktı. İznik Hükümdarı İli. Ioannes Vatatzes bu iktidar boşluğundan faydalandı. 1246'da Trakya'ya geçerek Bulgarlar'ın işgal ettikleri toprakları ve Selânik'i ele geçirdi. Ayrıca doğu yönünden Anadolu'ya girmiş bulunan Moğollar'ın saldırılarıyla Anadolu Selçuklu Sultanlığı çökerken İznik Devleti bu tehlikeden hiçbir zarara uğramadan kurtulmuştu. III. Ioannes Vatatzes'in ölümünden sonra yerini alan oğlu II. Theodoros Laskaris'in (1254-1258) kısa saltanat devresi İznik Devleti'nin dış siyasetinde önemli bir değişiklik yapmadı. Yerine geçen küçük yaştaki oğlu IV. Ioannes Laskaris'e, aristokrasinin en kabiliyetli ve seçkin temsilcisi Mikhail Palaiologos önce nâib seçildi, fakat kısa zamanda müşterek imparator sıfatıyla tahta çıktı (1258-1282). Mikhail Palaiologos, İznik Devleti'nin gittikçe güçlenmesinden endişeye kapılan Sicilya, Epiros, Akhaia ve Sırp krallarının birleşik ordusuna karşı çok sayıda Selçuklu birlikleriyle desteklenmiş kuvvetli bir ordu ile çıktı ve Pelagonia'da yapılan savaşı kesin bir başarıyla kazandı (1259). Artık sıra İstanbul'un Latinler'den geri alınmasına gelmişti. Uzun yıllardan beri siyasî ve askerî yönden planlanan bu teşebbüs şaşırtıcı bir kolaylıkla gerçekleşti ve İznik birlikleri 25 Temmuz 1261'de İstanbul'a girerek Latin Devleti'nin hâkimiyetine son verdiler. İstanbul Bizans İmparatorluğu'nun yeniden başşehri olurken meşrû imparator küçük IV. Ioannes'i ortadan kaldıran Mikhail'in 15 Ağustos 1261'de Ayasofya'da taç giymesiyle iktidar imparatorluğun sonuna kadar hüküm sürecek yeni bir hânedanm eline geçiyordu: Palaiologos hânedanı. VIII. Mikhail Bizans tahtına çıktığı sırada imparatorluğun sınırları ancak Trakya, Makedonya'nın bir kısmı, Ege adaları ve Anadolu'nun kuzeybatı bölgesini içine alıyordu. İmparatorluğun kaybedilmiş eski topraklarını ye-



niden ele geçirmek için mücadeleye başlayan VIII. Mikhail, 1262'de Latinler'den Mora'yı, 1264'te Bulgarlar'dan Makedonya'nın bir kısmını ele geçirdiği gibi 1265'te Yanya'yı zaptederek Epiros'a imparatorluğun hâkimiyetini kabul ettirdi. Venedik'in baskısına karşı VIII. Mikhail Cenova'nın eski ticarî imtiyazlarını artırarak bunlarla anlaşma yaptı ve Galata'da bir koloni kurmalarına izin verdi (1267). Bu devrede Sicilya-Napoli Kralı Charles d'Anjou Bizans'ın en tehlikeli düşmanıydı. Charles 1267'de Korfu, 1272'de Draç ve Epiros sahillerini işgal ettikten sonra Sırplar ve Bulgarlar'la anlaşmıştı. Bu sıkışık durumdan Bizans, papanın Roma ve İstanbul kiliselerini birleştirme teklifini kabul ederek kurtulmaya çalıştı ve Lyon Konsili'nde (1274) papanın üstünlüğünü tanımak zorunda kaldı. Ancak bu birleşme Bizans Ortodoks halkı tarafından şiddetli tepkilerle reddedilirken Ortodoks kilise içinde de ayrılıklara sebep oldu. Diğer taraftan kiliselerin birleştirilmesi formülünün Bizans'a pek fayda sağlamadığı kısa zamanda anlaşıldı. Bizans'a karşı mücadeleden vazgeçmeyen Charles d'Anjou, bu defa papalığı da kendi tarafına çekerek Venedik, Sırp ve Bulgarlar'la yeniden bir anlaşma yaptı. Bizans'ı bu kritik durumdan İmparator VIII. Mikhail'in Sicilya'da çıkarttığı isyan kurtardı (1282). Onun devrinde doğu sınırı Anadolu Selçuklu Devleti'nin İlhanlılar'ın baskısı altında bulunmaları sebebiyle sakindi. Mikhail durumunu, doğudaki güç dengesi üç devletten önce İlhanlılar'la, sonra bunların rakibi Altın Orda ve Mısır Memlûk devletleriyle dostluklar kurmak suretiyle korumaya çalıştı. VIII. Mikhail'in büyük bir gayretle yeniden canlandırmaya çalıştığı sınırları küçülmüş Bizans Devleti, dış tehlikelere karşı kendini ancak içte birlik ve beraberliği sağlamak suretiyle koruyabilirdi. Halbuki bunun t a m tersi oldu. Ölümünden sonra yerini alan oğlu II. Andronikos ve onu takip eden imparatorlar devrinde ülkede iç karışıklıklar ve isyanlar birbirini kovaladı. Bu dönemde Bizans, Anadolu'da Osmanlı Türkleri ve Balkanlar'da Sırplar olmak üzere yeni ve gücü gittikçe artan iki düşman arasında kaldı. II. Andronikos (1282-1328) Sırp saldırılarını, toprak kaybına uğramak pahasına da olsa, 1299'da yaptığı barışla durdurmaya çalıştı. Venedik ile süren savaş ise ağır bir tazminat ödemek şartıyla sona erdirildi (1302). Fakat bu yıllarda



239



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS Bizans için en büyük tehlike Anadolu'da



Böylece iktidar için birbirleriyle çekişen



gittikçe güçlenen Türkler idi.



Bizans imparatorları arasındaki müca-



c) Bizans - Osmanlı Türkleri. XIII. yüzyı-



delenin sonucunu tayin e t m e k Osmanlı-



lın sonunda Moğol baskısı yüzünden çö-



lar ile Sırplar'a kalmış oldu. Sırp kuvvet-



ken Anadolu Selçuklu Devleti'nin toprak-



leri ile İmparator V. Ioannes'in birlikleri



ları üzerinde yeni k ü ç ü k Türk beylikleri



beraberce Türkler'e karşı çıktılar, f a k a t



kurulmaya başlamıştı. Batı Anadolu'da



1352 yılının sonunda Dimetoka yakının-



kurulan Beylikler arazilerini Bizans aley-



da yapılan savaşta Türkler karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Ancak Türk-



hine genişleterek üzerlerine gönderilen



Palaiologoslar



Bizans ordularını yenmekteydiler. Dev-



hanedanı



letin bu sıkışık anında Roger de Flor idaresindeki 6500 kişilik Katalan birliği, ücretli asker olarak hizmette



bulunmak



nos'un elde ettiği üstünlük fazla sürme-



larından



di. Kantakuzenos'un yardım çağrılarıy-



III. Andronikos



la Türkler'in Trakya'da



devrinde basılmış



ve Türkler'e karşı mücadele e t m e k üzere Bizans'ın yardımına koştu (1303). Nitekim 1304'te Germiyanoğullan'nın ku-



ler'in kazandığı başarı ile Kantakuze-



imparator-



yerleşmelerini



kolaylaştırmış olması muhaliflerini da-



bakır sikke



ha da çoğaltmıştı. Türkler'in yardım se-



(İstanbul



ferleri artık Avrupa topraklarında kuv-



Arkeoloji



vetle yerleşmeye dönüşüyordu. Türkler



şattığı Alaşehir'i kurtardılar. Fakat Kata-



Müzesi,



lanlar her yeri y a ğ m a ve tahribe başla-



Teşhir,



1352'de yardımlarının karşılığı



nr. 1361)



Tzympe (Çimbi) Kalesi'ni almışlar, 1354'-



yınca Bizans bunlardan kurtulmak için bu birlikleri Trakya'ya geçirdi ve Roger de



leyişini önleyemediği gibi Latinler'in işgal



Flor'u öldürttü (1305). Katalanlar reisle-



etmeye çalıştıkları Ege adalarında hâki-



rinin öcünü a l m a k üzere Trakya'yı yağ-



miyetini sağlayabilmek için artık Türk



maladılar ve sonunda Yunanistan'a çe-



emirlerinden yardım isteyecek d u r u m a



kilerek burada bir devlet kurdular (1311-



düşmüştü.



1379). Aynı yıllarda Anadolu'da yeni bir Türk beyliği tarih sahnesinde beliriyordu: Osmanlı Beyliği. Osman Gazi'nin (12991326) idaresinde hızla gelişen beylik Bizans'a karşı ilk zaferini 1301'de Yalova yakınında yapılan Baphaon (Koyunhisar) Savaşı'nda kazandı. Bu zaferi Kocaeli ve Marmara'nın güneyindeki bölgede bulunan birçok kalenin fethi takip etti. Bizans Türk ilerleyişi karşısında âciz kalmıştı. II. Andronikos'un saltanatının son yıllarında Bursa da Osman Gazi'nin yerine geçen oğlu Orhan Gazi (1326-1362) tarafından fethedilerek (6 Nisan 1326) Osmanlı Beyliği'nin başşehri oldu.



olarak



te Süleyman Paşa Kallipolis'i (Gelibolu) zaptetmişti. Aynı yıl İmparator V. Ioannes Cenovalılar'ın yardımı ile Kantakuzenos'tan kurtulduysa da Türkler'in ilerleyişine karşı bir şey yapamadı. Ayrıca Venedik, Cenova ve Sırp kralı Bizans'a



III. Andronikos'un ö l ü m ü n d e n



sonra



son darbeyi vurmaya



hazırlanıyorlardı.



t a h t a dokuz yaşındaki oğlu V. Ioannes



Fakat Sırp Kralı Stephan Duşan'ın ölü-



(1341 -1391) geçti. Ölen imparator zama-



m ü bu tehlikeyi ortadan kaldırdı. Buna



nında devleti fiilen yönetmiş



bulunan



karşılık Türkler Gelibolu'ya yerleştikten



büyük domestikos Ioannes Kantakuze-



sonra sistemli bir şekilde Trakya'yı fet-



nos çocuğun vasiliğini üzerine aldı. Bu-



he başladılar.



na ana imparatoriçe Anna de Savoyen



Malkara, İpsala, Tekirdağ ve Çorlu Türk-



ve patrik Ioannes Kalekas karşı çıktılar.



ler'in eline geçmiş bulunuyordu. Osman-



Böylece



Kantakuzenos ve



1357'ye kadar



Bolayır,



Palaiologos



lı ordusu 1359'da ilk defa İstanbul sur-



aileleri arasında başlayan geçimsizlik iç



larının ö n ü n d e göründü. İmparator iyi



savaşa dönüştü. Kantakuzenos kızı Theo-



ilişkiler k u r m a k suretiyle Türkler'i dur-



dora'yı 1346'da Osmanlı Hükümdarı Or-



durmaya çalıştı, f a k a t istediği sonucu



han Gazi ile evlendirerek Türkler'in yar-



elde edemedi.



dımını sağladı ve 1347'de İstanbul'a girerek meşrû h ü k ü m d a r V. Ioannes'e müş-



Orhan Gazi'nin ö l ü m ü n d e n sonra Os-



II. Andronikos, oğlu IX. Mikhail'in 1320'-



terek imparator olarak kabul edildi. Fa-



manlı sultanı olan I. Murad (1362-1389)



de kendinden önce ö l ü m ü üzerine toru-



k a t bu müşterek saltanat da iç karışık-



fetihlere devam ederek 1363'te Edir-



nu Andronikos'u m ü ş t e r e k



imparator



lıkları önleyemedi. Bu d ö n e m d e kralları



ne ve Filibe'yi zaptettikten sonra Edir-



ilân etmişti. Fakat kısa z a m a n d a dede



Stephan Duşan (1331-1355) idaresinde



ne'yi başşehir y a p m a k suretiyle devle-



ile torunun arası açılmış ve sonunda genç



çok kuvvetlenmiş bulunan Sırp Devleti,



tin ağırlık merkezini Avrupa kıtasına ta-



indirerek



iki imparator arasındaki iç savaşa karı-



şıdı. Türkler'in ilerleyişine karşı bir şey



t e k başına iktidara sahip olmuştu. III.



şarak topraklarını Bizans aleyhine ge-



yapamayan Bizans kendine yeni mütte-



Andronikos devrinde (1328-1341) Osman-



nişletmek ve sınırlarını Mesta



fikler b u l m a k peşindeydi. İmparator V.



lı Türkleri'nin fetih hareketleri devam



kadar ilerletmek fırsatını bulmuştu. Sırp



Ioannes, Duşan'ın ö l ü m ü n d e n sonra es-



etti. İznik'i kuşatan Osmanlılar'a karşı



ve Osmanlı devletleri arasında sıkışıp ka-



ki kudretini kaybetmiş Sırbistan ile dinî



gönderilen ordu 1329'da Pelekanon'da



lan Bizans, değil düşmanlarına karşı koy-



ve ekonomik kargaşalık içinde bulunan



(Maltepe) yenildi ve 1 Mart 1331'de İz-



m a k , varlığını sürdürebilmek için artık



Bulgaristan'dan destek göremeyeceğini



nik Orhan Gazi'nin eline geçti. Bundan



bunların desteğine m u h t a ç bir d u r u m a



anlayınca Batı'dan yardım t e m i n e t m e k



Andronikos dedesini t a h t t a n



suyuna



altı yıl sonra da İzmit fethedildi. Bizans'ın



düşmüştü. Kantakuzenos'tan kurtulmak



gayesiyle yeniden papaya başvurdu. Fa-



Anadolu'daki hâkimiyeti geri g e l m e m e k



isteyen V. Ioannes Sırp kralından yardım



kat istediği yardımı elde edemedi. Bu-



üzere son bulurken kudretlerini komşu



isteyince Kantakuzenos da yine Türk-



nun üzerine imparator 1366'da Maca-



Türk beyliklerine karşı geliştirmiş ve Ka-



ler'e başvurdu. Stephan Duşan, V. Ioan-



ristan'a giderek Kral Layoş ile anlaşma-



rası bölgesini de ele geçirmiş (1336) bu-



nes'e 7000 kişilik bir kuvvet gönderdi.



ya çalıştı, ancak bu teşebbüs de bir ne-



lunan Osmanlılar, akınlarını deniz yoluy-



Buna karşılık Orhan Bey de oğlu Süley-



tice vermedi. Bundan sonra imparator,



la Avrupa kıyılarına kadar uzatmaktay-



m a n Paşa kumandasında sayısı 10.000'i



papanın kendisiyle g ö r ü ş m e k istemesi



dılar. III. Andronikos Osmanlılar'ın 11er-



bulan bir birliği Kantakuzenos'a yolladı.



üzerine 1369'da Roma'ya gitti ve Ba-



240



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS tı'nın yardımını sağlayabilmek umuduyla Katolikliği kabul etti. Fakat İstanbul kilisesi buna şiddetle karşı çıktı. İmparatorun davranışı İstanbul ve Roma kiliselerinin birleşmesini, yani " union "u sağlamak hususunda hiçbir fayda sağlamamıştı. R o m a ' d a n Venedik'e giden imparator nihayet Bozcaada'nın verilmesi şartıyla Venedik'ten malî yardım te-



de kalan şehirleri teslim e t m e k zorunda kaldı. İkinci oğlu Manuel Selanik'te, üçüncü oğlu Theodoros da Mora'da hük ü m sürmeye başladılar. Böylece imparatorluk arazisi Türk fetihleriyle gittikçe küçüldüğü bir sırada geriye kalan topraklar da imparator ve oğulları arasında bölüşülmüş oldu (1382).



min edebildi. Ancak İstanbul'da kendisine vekâlet eden oğlu IV. Andronikos



Osmanlılar'ın Balkanlar'daki taarruzları artarken Manuel Selanik'ten Türkler'e mukabil saldırıda bulundu. Bu dav-



adanın Venedik'e verilmesini reddedince zor d u r u m d a kaldı. Yardımına Selanik'te h ü k ü m süren diğer oğlu Manuel



ranış, Osmanlılar'ın 1383'te Serez'i ve üç yıl süren kuşatmadan sonra 1387'de Se-



koştu ve İmparator V. Ioannes ancak 1371 sonbaharında İstanbul'a dönebildi. Aynı yıl Türkler'in Sırplar'a karşı kazandığı yeni ve m u a z z a m bir zafer (26 Eylül 1371), imparatorun Bizans için elde etmeye uğraştığı yardımın ne kadar gerekli olduğunu açıkça belli etmişti. Bu zaferden sonra Makedonya Türkler'in eline geçtiği gibi Bizans İmparatorluğu ve Bulgar Çarlığı da Türkler'in hâkimiyetini tanıyor, haraç ödemeyi ve Osmanlı ordusunda hizmeti kabul ediyorlardı. Bizans artık vassâl devlet d u r u m u n a düşmüştü. Türk baskısının böylesine arttığı devrede iç karışıklıklar da d u r m u ş değildi. İmparator V. Ioannes vassâllık görevi dolayısıyla Sultan I. Murad'a Anadolu'daki bir seferinde refakat ederken oğlu IV. Andronikos Osmanlı şehzadesi Savcı Bey ile birlikte babalarına karşı isyan ettiler (1373). Sultan I. Murad bu isyanı derhal bastırdı. Gözlerine mil çekilen Savcı ölürken aynı cezaya -hafif şekilde- çarptırılan Andronikos yaşamını sürdürdü. V. Ioannes bu olaydan sonra diğer oğlu Manuel'i kendisine m ü ş t e r e k imparator ilân etti. Ancak hânedan içindeki anlaşmazlıklar bununla da bitmedi. Bozcaada'yı Venedik'e vermeyi vaad etmiş olan V. loannes'e karşı Cenovalılar bu durumu önlemek için İstanbul'da t u t u k l u bulunan Andronikos'un Galata'ya kaçmasına yardım ettiler ve Andronikos Türkler'in de desteğiyle 1376'da babasının yerine tahta çıktı. Bir süre önce geri alınmış olan Gelibolu'yu tekrar Türkler'e teslim etti, Bozcaada'yı da Cenovalılar'a verdi. Fakat Venedik'in müdahalesi yüzünden Cenovalılar adaya sahip olamadılar. Bu arada V. Ioannes Türkler'in yardımı ile tahtını yeniden elde etti (1379). Bunun karşılığında Osmanlı h ü k ü m d a r ı n a haraç ödemeyi ve savaş sırasında askerî



lânik'i ele geçirmeleriyle cevaplandırıldı. Osmanlı fetihleri, 1389'da Sırplar'a karşı kazanılan I. Koşova Savaşı ile b ü t ü n Balkan yarımadasına yayıldı. Bu savaşta şehid olan Sultan I. Murad'ın yerine oğlu Yıldırım Bayezid'in t a h t a çıkışı ile Bizans üzerindeki Osmanlı baskısı arttı. Yıldırım Bayezid'in desteğiyle bu defa torunu VII. Ioannes tarafından t a h t a n indirilen İmparator V. Ioannes birkaç ay sonra oğlu Manuel'in yardımı ile hâkimiyetini yeniden sağlayabildi, f a k a t kısa bir süre sonra öldü (1391). Babasının ö l ü m ü üzerine yeğeni VII. Ioannes'ten önce davranarak t a h t a çıkan 11. Manuel 1391-1425 yılları arasında h ü k ü m sürdü. Bu d ö n e m d e imparatorluk artık sadece surlar içinde kalan İstanbul'dan ibaretti. Üstelik şehir daha Manuel'in t a h t a çıktığı 1391 yılında Sultan Bayezid tarafından abluka altına alındı ve ancak yeni imparatorun daha fazla vergi ödemeyi ve İstanbul'da bir Türk mahallesi kurulmasını kabul etmesiyle kaldırıldı. Daha sonraki yıllarda Osmanlı fetihleri b ü t ü n Balkan yarımadasını kapladı. 1395'te Türkler Tuna nehrine varmışlardı. Bizans'ın yıllardan beri yardım çağrılarını duymazlıktan



gelen



rette yitirdi. Bu yenilgi Osmanlılar için büyük bir darbe oldu ve devlet içinde çıkan karışıklıklar Bizans'a hiç olmazsa daha elli yıl yaşama imkânı verdi. Bizans bu d u r u m d a n faydalandı. Osmanlı şehzadelerinin t a h t kavgalarına karıştı; önce Süleyman Çelebi ile 1403'te bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Selânik ve civarı ile Marmara ve Karadeniz sahillerindeki birçok şehir ve adayı geri aldığı gibi Türkler'e ödemekte olduğu yıllık haraçtan da kurtuldu. Bu d u r u m 1411'de Mûsâ Çelebi'nin Süleyman'ı m a ğ l û p ederek iktidarı eline geçirmesiyle bozuldu. İstanbul M û s â ' n m birlikleri tarafından kuşatıldı (1411). İmparator II. Manuel bu defa Çelebi Mehmed ile anlaştı. Mehmed 1413'te kardeşi Mûsâ'yı ortadan kaldırarak Osmanlı tahtına tek başına sahip oldu. Çelebi Sultan M e h m e d (1413-1421) iç bunalımın atlatılmasından sonra devletin özellikle Anadolu'daki hâkimiyetini yeniden güçlendirmeye çalıştı ve bu yüzden saltanatı süresince Bizans ile iyi ilişkiler içinde kaldı. Ö l ü m ü n d e n sonra oğlu II. Murad'ın Osmanlı tahtına çıkması ile bu dostluk dönemi sona erdi. II. Manuel artık yaşlanmıştı. Saltanatının son yıllarında Bizans'ın idaresini, 1421'de müşterek imparator ilân ettiği oğlu VIII. Ioannes üzerine almıştı. VIII. Ioannes, Sultan II. Murad'a karşı t a h t iddiacısı olarak ortaya çıkan Mustafa Çelebi'yi destekledi. Fakat Sultan II. Murad bu isyanı bastırdığı gibi hemen arkasından İstanbul'u kuşattı. Kuşatma 8 Haziran 1422'de baş-



lantı, kurdular. Fakat 25 Eylül 1396'da Niğbolu'da yapılan savaşta Yıldırım Ba-



bu k u ş a t m a ise sultanın kardeşi Mustafa'nın isyanı yüzünden sonuçsuz kaldı. İstanbul bu defa da kurtulmuştu.



yezid'in kumandasındaki Türkler karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Türkler tarafından abluka altında t u t u l a n İstanbul için artık kurtuluş ümidi kalmamış gibiydi. İmparator II. Manuel çaresizlik içinde papadan, Venedik, Fransa, İngiltere ve Rusya'dan yardım dilenmekteydi, f a k a t hiçbir sonuç sağlayamayınca aynen babası gibi bizzat Batı'ya giderek yardım temin etmeye çalıştı. 1399



Andronikos'a



Bizans'ın sonu gelmemişti. Kudretli Os-



el-



de yaptığı Ankara Savaşı'nı kaybetti ve düşmanının eline düşerek hayatını esa-



ladı. Öncekilerden çok daha düzenli olan ve İstanbul için büyük tehlike yaratan



yılı sonunda çıktığı ve üç yıl süren bu seyahati sırasında sadece güzel sözlerle dolu vaadler alabildi. Ne var ki henüz



kenarında



dan kopup gelen, İran, Mezopotamya ve Suriye'yi tahrip ettikten sonra Anadolu'ya saldıran Timur ile 28 Temmuz 1402'-



Batı ülkeleri, Macaristan'ın da Türk tehdidi karşısında kaldığını görünce yeni bir Haçlı ordusu toplayıp Bizans ile de bağ-



birlikler göndermeyi kabul etmişti. Kısa süre sonra İmparator V. Ioannes oğlu IV. Marmara



manlı Hükümdarı Bayezid, Orta Asya'-



Bununla beraber Türk birlikleri 1423'te Güney Yunanistan'a ve Mora'ya girdiler. Bir t a r a f t a n da Selânik kuşatıldı. Bizans yeniden haraç ödemeyi kabul ederek Sult a n II. Murad ile bir anlaşma yapabildi. Ancak kaybedilen toprakların geri alınması bahis konusu bile olamazdı. Bu arada Türkler'in eline geçmesini önlemek maksadıyla Selânik Venedik'in idaresine bırakıldı, f a k a t buradaki Venedik hâkimiyeti ancak yedi yıl sürdü. Sultan II. Murad şehri 29 Mart 1430'da bir hücumla aldı.



241



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS



Floransa Medici Sarayı duvarına Benezzo Gazzoli tarafından yapılmış "Magi Alayı" adlı fresko resimden alınan bir detayda VIII. Ioannes Palaiologos



Selânik'in Türkler tarafından fethinden önce İmparator II. Manuel ö l m ü ş (1425), yerini zaten devleti idare etmekte olan oğlu VIII. Ioannes (1425-1448) almıştı. Ioannes İstanbul ve civarını elinde tutarken imparatorluktan geriye kalan k ü ç ü k parçalar üzerinde, yani Marmara kıyıları ile Pelopones'de kardeşleri idareyi ellerine aldılar. Parçalanmış ve kudretini yitirmiş Bizans ekonomik bakımdan da tükenmişti. Sadece imparatorun kardeşleri Theodoros, Konstantinos ve Thomas'm idaresindeki Mora, k o m ş u Latin devletçiklerine karşı başarı sağlayarak Venedik'in elinde t u t t u ğ u liman şehirleri dışında Pelopones yarımadasına hâkimdiler. Türkler'in devamlı baskısı altında bulunan İmparator VIII. Ioannes çaresizlik içinde önceleri de denenmiş olan yola başvurdu: Kilise bakımından Roma'ya itaat ederek Türkler'e karşı Batı'nın yardımını sağlamak. Bunun için de imparator aynen babası ve dedesi gibi bizzat Batı'ya gitti ve bir zamanlar dedesinin yapmış olduğu şekilde Roma inancını kabul ederek bu yardımı sağlayacağını u m d u . Fakat uzun müzakereler sonunda Floransa'da ilân edilen (6 Temmuz 1439) union hiçbir fayda sağlamadı. Bizans halkı Ortodoks inancına eskiden olduğu gibi sadık kaldı. Ayrıca Roma'ya d ü ş m a n Moskova Devleti, imparatorun ve İstanbul patriğinin bu t u t u m u n u Ortodoks inanca ihanet sayarak Bizans kilisesinin ü s t ü n l ü ğ ü n ü t a n ı m a k t a n vazgeçti. Üstelik bu temaslar Osmanlı Sultanı II. Murad'ın da gözünden kaçmıyordu, ancak imparator yapılan müzakerelerin sadece dinî b a k ı m d a n ö n e m taşıdığını ileri sürerek Türk hükümdarını kandırmaya çalıştı.



Aynı yıllarda Balkanlar'daki Türk ilerleyişine karşı Macaristan'ın mücadeleye



Bizans'ın son imparatoru olan XI. Konstantinos Dragazes sahip olduğu cesaret



girişi ve Transilvanya Voyvodası Johannes Hunyadi'nin karşı saldırıları Sultan



ve enerjiye r a ğ m e n devletin kesin olarak yıkılışını önleyemedi. 2 Şubat 1451'-



II. Murad'ın dikkatini bu tarafa çekmişti. Lehistan-Macaristan Kralı 111. Vladislav, Johannes Hunyadi ve Sırp despotu



de ölen Sultan II. Murad'ın yerine Osmanlı tahtına oğlu II. M e h m e d çıkmıştı. Genç sultan, Osmanlı Devleti'nin Anado-



Georg Brankoviç'in ortak idaresinde Tuna'yı geçerek Trakya'ya kadar ilerleyen



lu ve Rumeli'deki topraklarını birbirinden ayıran İstanbul'u fethe ve böylece



yeni bir Haçlı ordusu Türkler'e karşı büyük başarı kazanacak gibi görünüyordu. Arnavutluk'ta Georg Kastriota (İskender



ülkesinin içinde Bizans adını taşıyan bu yabancı unsuru ortadan kaldırmaya kesin kararlıydı. Daha önceki kuşatmalar-



Bey) ayaklanmış, Pelopones'te h ü k ü m süren imparatorun kardeşi Konstanti-



da sonuca ulaşmayı engelleyen b ü t ü n sebepleri göz önüne alarak İstanbul'un



nos, Türkler'in 1423'te yıktıkları Korinthos Boğazı'ndaki Heksamilion surunu yeniden inşa ederek Orta Yunanistan



fethine büyük bir dikkat ve itina ile hazırlanıyordu. Şehre Karadeniz yönünden gelebilecek yardımı önlemek üzere Ana-



bölgesine ilerleyip Atina ve Thebai şehirlerini zaptetmişti. Bu durumda II. Murad düşmanlarıyla on yıllık bir mütareke yapmayı kabul etti. Macar kralı antlaşmayı imzaladı. Fakat papalık çevresinin baskısı ve Venedik'in d o n a n m a yardımı teklifiyle Türkler'i Balkanlar'dan atacağı hayaline kapılan Macar kralı sözünden d ö n d ü ve 1444 Eylülünde yeni bir Haçlı ordusu Balkanlar'a girerek Bulgaristan'ı geçip Venedik donanmasıyla buluşmak üzere Karadeniz sahiline doğru ilerledi. Sultan II. Murad, Venedik donanmasının engellemeye çalışmasına r a ğ m e n Anadolu'daki Türk kuvvetlerini Rumeli'ye geçirerek süratle Haçlı ordusunun üzerine y ü r ü d ü ve 10 Kasım 1444'te Varna yakınında yapılan şiddetli bir savaş sonunda bu birleşik hıristiyan ordusunu imha etti. Niğbolu'dan sonra kazanılan Varna Zaferi hıristiyan dünyasının b ü t ü n cesaretini kırmıştı. Yar-



doluhisarı'nın karşısına yeni bir kale, Rumelihisan'nı inşa ettirmişti (Mart-Ağustos 1452). Osmanlı sultanının bu hazırlıkları karşısında yapacak hiçbir şeyi kalmayan XI. Konstantinos da kendisinden önceki imparatorların başvurduğu kiliselerin birleştirilmesi konusunu son ü m i t olarak ele aldı ve böylece Batı'nın yardımını sağlamaya çalıştı. Papanın elçisi kardinal Isidoros İstanbul'a gelerek 12 Aralık 1452'de Ayasofya'da unionu ilân etti ve Roma usulünde âyin yaptı. Ancak Ortodoks inancın geriye itilmesi anlamını taşıyan bu birleşmeye zaten Latinler'den nefret eden Bizans halkının tepkisi büyük oldu. Union aleyhtarları arasında olan Grandük Notaras, "İstanbul'un içinde Latin papazlarının âyin başlıkları yerine Türk sarığı g ö r m e k daha iyidir" derken halkın duygularını dile getiriyordu. Roma'ya bağlanmaktansa Türk hâkimiyetini kabule taraftar olan-



dım ümitlerini t a m a m e n kaybetmiş olan Bizans İmparatoru VIII. Ioannes ise Osmanlı sultanına hediyeler göndererek



ların sayısı artmaktaydı. Bu arada İmparator Konstantinos şehrin surlarını t a m i r ederek savunmayı güçlendirmeye



tebriklerini sundu.



çalışırken bir taraftan da civardan sav u n m a sırasında gerekli olacak yiyecek



Buna



karşılık



imparatorun



kardeşi



ve içeceği depolamaya gayret ediyordu.



Konstantinos Yunanistan'daki hâkimiyetini, topraklarını Phokis ve Pindos'a



1453 ilkbaharında kuşatma hazırlıkla-



kadar genişleterek sürdürmekteydi. Fak a t 1446 yılında Sultan II. Murad büyük bir ordu ile Yunanistan'a girerek sürat-



rını t a m a m l a m ı ş bulunan Sultan II. Mehm e d büyük bir ordu ile Edirne'den İst a n b u l üzerine yürüyüşe geçti, 5 Nisan'-



le ilerledi ve Heksamilion surunu yeniden yıkıp Mora 'yı tahrip ettikten son-



da surların önüne gelerek karargâhını kurdu. Osmanlı ordusu teknik bakımdan



ra Konstantinos ile ancak haraç vermesi şartıyla barış yaptı. Konstantinos uğ-



ü s t ü n d ü ; bu k u ş a t m a için sultan büyük toplar döktürmüştü. İstanbul'un hücum-



radığı hezimetten iki yıl sonra, ağabeyi VIII. Ioannes'in 31 Ekim 1448'de çocuk bırakmadan ölmesi üzerine İstanbul tah-



la alınmasında bu t o p g ü c ü n ü n rolü büy ü k olmuştur. Aynı günlerde Gelibolu'dan İstanbul'a gelen Osmanlı donanma-



tına davet edildi. Konstantinos 6 Ocak 1449'da Mora'da imparatorluk tacını giy-



sı da Dolmabahçe ö n ü n d e demir atmıştı. Şehri savunan Bizans kuvvetleri ara-



di ve Mora'nm hâkimiyetini kardeşleri Thomas ile Demetrios'a bırakarak iki ay sonra İstanbul'a gelip t a h t a çıktı.



sında ise 2000 yabancı asıllı asker bul u n d u ğ u gibi k u ş a t m a başlamadan az önce iki galeri ile İstanbul'a gelen 700



242



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS Cenovalı da vardı. Fakat İstanbul'un sa-



b ü t ü n gayretine rağmen Haliç'e girişi



nın ilk saatlerinde büyük taarruz başla-



v u n m a gücü aslında bu askerlerin kuvvetine değil şehir surlarının sağlamlığı-



kapayan ağır zinciri kıramadı. Bu d u r u m karşısında Sultan II. M e h m e d gemilerin



dı. Öç taraftan surlara hücum eden Türk



na dayanıyordu. 6-11 Nisan günleri arasında t a m a m l a n a n k u ş a t m a hazırlıklarından sonra Sultan II. M e h m e d İslâmî



karadan çekilmek suretiyle Haliç'e indirilmesine karar verdi. Yetmiş parça gemi, arazi düzeltilerek döşenen yağlan-



geleneğe uygun olarak kan dökülmeden şehrin teslimini sağlamak üzere Mah-



mış yuvarlak ağaçlar üzerinden kaydırılmak suretiyle bir gece içinde Topha-



m u d Paşa'yı imparatora gönderdi. Fakat XI. Konstantinos bu teklifi reddederek şehri sonuna kadar savunacağına



ne sahilinden Kasımpaşa'da Haliç'e indirildi. Şehir surları böylece h e m karadan h e m de Haliç tarafından dövülme-



XI. Konstantinos savaş sırasında ölmüş-



a n t içtiğini ve ancak haraç ödemeyi kabul edeceğini bildirdi. Bunun üzerine 12



ye başlandı. 6 ve 12 Mayıs günlerinde yapılan iki h ü c u m sonunda Eğrikapı ile



dan girdiler ve kısa z a m a n d a şehre hâ-



Nisan'da topların ateşlenmesiyle Türk h ü c u m u başladı. 18 Nisan'a kadar surlar t o p atışlarıyla dövüldü. Ne var ki ay-



Edirnekapı arasındaki sur kesiminde gedikler açıldı, f a k a t şehre girmek için buradan yapılan hücumlar geri püskür-



yani Doğu Roma İmparatorluğu'nun baş-



nı g ü n surlar üzerine yapılan yürüyüş, h ü c u m kulelerinin Grek ateşiyle yakılması ve merdivenlerle surlara tırmanmanın netice vermemesi yüzünden başarılı olamadı. Ayrıca Türk donanması



tüldü. Bunu takip eden günlerde daha da şiddetlenen t o p atışlarının yanında lağımlar açarak ve hareketli savaş kuleleriyle hücum ederek kesin neticeye ulaşmaya çalışıldı. Nihayet 29 Mayıs sabahı-



askerleri sonunda Topkapı ile Edirnekapı arasındaki dış sur duvarlarına tırmanmayı başardılar, b u n d a n sonra iç ve dış sur duvarları arasında kalan alanı işgal ettiler ve iç suru da ele geçirerek Topkapı'yı içerden kırıp açtılar. Sonuna kadar mücadele eden İmparator tü. Türk kuvvetleri İstanbul'a Topkapı'kim oldular (29 M a y ı s 1453). Bizans'ın şehri İstanbul aslında dünyanın merkeziydi. Her bakımdan ü s t ü n l ü ğ ü ve zenginliği ile yüzyıllar boyunca komşularının ilgisini, hırsını, hatta kıskançlığını üzerine çekmiş ve bu sebeple birçok kavim ve milletlerin hücumlarına, zorlu kuşatmalarına g ö ğ ü s germek zorunda kalmıştı. Bu zaptedilemez şehri fetheden genç Osmanlı sultanı ve onun Türk as-



B İ Z A N S İMPARATORLARI l. Konstantinos (Büyük) Konstantios lulianos lovianos Valens 1. T h e o d o s i o s (Büyük) Arkadios II. T h e o d o s i o s Markianos 1. Leon II. Leon Zenon Basiliskos Z e n o n (ikinci defa) 1. Anastasios l. lustinos 1. lustinianos (Büyük) II. lustinos 1. Tiberios Konstantinos Maurikios Phokas Herakleios III. Konstantinos ve Heraklonas Heraklonas II. Konstans IV. Konstantinos II. lustinianos Leontios II. Tiberios İl. lustinianos (ikinci defa) Philippikos II. Anastasios III. T h e o d o s i o s III. Leon V. Konstantinos IV. Leon VI. Konstantinos İrene l. Nikephoros Staurakios 1. Mikhail R a n g a b e V. Leon II. Mikhail Theophilos III. Mikhail 1. Basileios



324 337 361 363 364 379 395 408 450 457



337 361 363 364 378 395 408 450 457 474 474 474-475 475 476 476 491 491 518 518 527 527 565 565 578 578 582 582 602 602 610 610 641 641 641 641 668 668 685 685 695 695 698 698 705 705 711 711 713 713 715 715 717 717 741 741 775 775 780 780 797 797 802 802 811 811 811 813 813 820 820 829 829 842 842 867 867 886



VI. Leon Aleksandros VII. Konstantinos l. R o m a n o s Lakapenos II. R o m a n o s II. Nikephoros Phokas l. Ioannes Çimiskes II. Basileios Vlll. Konstantinos III. R o m a n o s Argyros IV. Mikhail V. Mikhail Z o e ve T h e o d o r a IX. Konstantinos M o n o m a k h o s T h e o d o r a (ikinci defa) VI. Mikhail l. Isaakios K o m n e n o s X. Konstantinos Dukas IV. R o m a n o s D i o g e n e s VII. Mikhail Dukas İli. Nikephoros Botaneiates l. Aleksios K o m n e n o s II. Ioannes K o m n e n o s I. Manuel K o m n e n o s II. Aleksios K o m n e n o s I. Andronikos K o m n e n o s II. Isaakios A n g e l o s III. Aleksios A n g e l o s II. Isaakios-(ikinci defa) ve IV. Aleksios A n g e l o s V. Aleksios Murtzuphlos I. T h e o d o r o s Laskaris III. Ioannes Vatatzes II. T h e o d o r o s Laskaris IV. Ioannes Laskaris Vlll. Mikhail Palaiologos II. Andronikos Palaiologos III. Andronikos Palaiologos V. Ioannes Palaiologos VI. Ioannes K a n t a k u z e n o s IV. Andronikos Palaiologos VII. Ioannes Palaiologos II. Manuel Palaiologos Vlll. Ioannes Palaiologos XI. Konstantinos Palaiologos



886-912 912-913 913-959 920-944 959-963 963-969 969-976 976-1025 1025-1028 1028-1034 1034-1041 1041-1042 1042 1042-1055 1055-1056 1056-1057 1057-1059 1059-1067 1068-1071 1071-1078 1078-1081 1081-1118 1118-1143 1143-1180 1180-1183 1183-1185 1185-1195 1195-1203 1203-1204 1204 1204-1222 1222-1254 1254-1258 1258-1261 1259-1282 1282-1328 1328-1341 1341-1391 1347-1354 1376-1379 1390 1391-1425 1425-1448 1448-1453



kerleri de Hz. Peygamber'in, "İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden k u m a n d a n ne güzel k u m a n d a n ve o ord u ne güzel ordudur" şeklindeki övgüsüne m a z h a r olmuşlardır. Artık Bizans İmparatorluğu yoktu, tarihin sayfalarına gömülüyordu. İstanbul b u n d a n sonra parlak ışıklarını Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni başşehri olarak dünyaya saçacaktı. BİBLİYOGRAFYA: O. Seeck, Geschichte des Untergarıgs der antiken Welt, Berlin 1895, l-Vl; F. Chalandon, Essai sur le regne d'Alexis I. Comnene (10811118), Paris 1900; a.mlf., Les Comnenes: Jean Comnerıe (1118-1143) et Manuel Comnene (1143-1180), Paris 1912; J. B. Bury, A History of the Eastern Roman Empire from the Fail of İrene to the Accession of Basite 1. (802-867), London 1912; a.mlf., A History of the Later Roman Empire from the Death of Theodosius I. to the Death of Justinian (395-565), London 1923, I-II, tür.yer.; W. Miller, Trebizond: The Last Greek Empire, London 1926; S. Runciman, History of the First Bulgarian Empire, London 1930; a.mlf., The Fail of Constantinople 1453, Cambridge 1965; a.mlf., Kunst und Kultur in Byzanz, München 1978; a.mlf., Mistra: Byzantine Capital of the Peloponnese, London 1980; a.mlf.. Haçlı Seferleri Tarihi (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1986-87, I-III; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, tür.yer.; a.mlf., Osmanlı Tarihi, 1, tür.yer.; Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, tür.yer.; a.mlf.. Çaka Bey, Ankara 1966, tür.yer.; A. A. Vasiiiev, Bizans İmparatorluğu Tarihi (trc. Arif Müfit Mansel), Ankara 1943, I, tür.yer.; a.mlf., Byzance et les Arabes, Bruxelles 1935-50, I-II; a.mlf., History of the Byzantine Empire, Madison 1964, I-II; Mükrimin Halil Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul 1944, I; D. A. Zakythenos, Le Despotat grec de Moree, Paris 1953, I-II; C. Diehl, Byzantium: Greatness and Decline, New Jer-



243



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BİZANS sey 1 9 5 7 ; D. M . Nicol, The Despotate



of Epi-



rus, Oxford 1 9 5 7 ; a.mlf., The Last of Byzantium, and



Cambridge



Byzantinoturcica, Das



Byzantium



L o n d o n 1 9 7 2 ; a.mlf.,



Venice,



1 9 8 8 ; G.



Berlin



Zeitalter



(trc.



Mihri Pektaş), İstanbul 1 9 6 0 ; R. J a n i n ,



Cons-



Byzantine,



Paris



Rice, Constantinople:



1964;



Byzantium-Istanbul,



d o n 1 9 8 6 ; M. B r a n d , Byzantium



1180-1204,



Lon-



Era, Lon-



Confronts Byzantine,



Paris



Byzantine,



Paris



1 9 7 0 ; E. H o n i g m a n n , Bizans



Devletinin



Doğu



(trc. Fikret Işıltan), İstanbul 1 9 7 0 ; O s m a n



Turan, Selçuklular



Zamanında



diği Arap şairlerinden biridir. Blachâre bu incelemelerde şairin yaşadığı devir



r



Türkiye,



İstanbul



1971 tür.yer.; Semavi Eyice, Malazgirt



Savaşını



ve çevrenin siyasî, fikrî ve sosyal yapısı-



BLACHERE, Regis



the



1 9 7 0 ; a.mlf., La Ciuilisatlon



Sınırı



de l'Empire



yıllarını vererek çeşitli yönleriyle incele-



(bk. BENZERT).



nı ortaya çıkarmaya çalışmıştır.



(1900-1973)



C a m b r i d g e 1 9 6 8 ; L. BrĞhier,



Les Irıstitutions



Fransız şarkiyatçısı.



L



J



30 Haziran 1900'de Paris'in banliyölerinden Montrouge'da doğdu. On beş



Dıogenes,



Ankara 1971;



yaşında iken ailesiyle birlikte o z a m a n



Boğaziçi,



İstanbul 1976;



bir Fransız sömürgesi olan Fas'a yerleş-



a.mlf., " İ s t a n b u l ' d a A b b a s i S a r a y l a r ı n ı n B e n -



ti ve tahsil hayatına orada devam etti.



z e r i O l a r a k Y a p ı l a n Bir B i z a n s S a r a y ı ; B r y a s



Kazablanka Lyautey Fransız Lisesi'ni bi-



Kaybeden



IV. Romanos



a.mlf., Bizans



Devrinde



S a r a y ı " , TTK Belleten,



X X I I I / 8 9 (1959), s. 79-



9 9 ; A. E. Laidu, Constantinople



and



The Foreign



Policy of Andronicus



Cambridge



1 9 7 2 ; Prokopius, Gizli



the



Latins,



tirdikten sonra R a b a t ' t a Mevlây Yûsuf



1282-1328,



Enstitüsü'nde belleticilik yapmaya baş-



Tarih



ladı (1921). Bu arada yüksek tahsilini de



II.



(trc.



O r h a n Duru), İstanbul 1 9 7 3 ; P. Speck, Die Kai-



sürdüren Blachere, Cezayir'de H. Massâ



serliche



ve E. Lâvi-Provençal'ın hocalık yaptığı



Universitât



von Konstantinopel,



c h e n 1 9 7 4 ; J . F. Vannier, Familles



(IX e-XIl e



les Argyroi The



Angold,



siecles),



Byzantines



Paris 1 9 7 5 ;



Byzanti-



ettikten sonra Mevlây Yûsuf Enstitüsü'-



L o n d o n 1 9 8 4 ; W. Seibt,



ne Arapça hocası oldu (1924). 1929'da



in



Oxford 1 9 7 5 ; a.mlf., The



1025-1204,



tantine



W i e n 1 9 7 6 ; Feridun D i r i m t e k i n , İs-



Fethi, İstanbul 1 9 7 6 ; A. J o n e s , Consand



the Conversion



1 9 7 8 ; H. G. Beck, Das



usend,



of Europe,



Toronto



Byzantinische



Jahrta-



M ü n c h e n 1 9 7 8 ; P. Lemerle. The Agra-



rian History



of Byzantium,



bridge Medieval



Empire,



C a m b r i d g e 1979, I V / 1 - 2 ; Cl. Cahen,



Osmanlı-



Önce



History:



Galway 1 9 7 9 ; Cam-



The Byzantine



lardan



Anadolu'da



Türkler



(trc. Yıldız



M o r a n ) , İstanbul 1 9 7 9 ; M. V. Levtchenko, Bi-



zans



(trc. E. Berktay), İstanbul 1 9 7 9 ; A. Lippold,



Theodosius



der



Grosse



und



seine



Zeit,



c h e n 1 9 8 0 ; C. M a n g o , Byzantium:



of Neu) Rome, the Byzantine



Mün-



Empire



312-1453, Toronto 1986;



G. Ostrogorsky, Bizans ret Işıltan), A n k a r a



und



The



L o n d o n 1 9 8 0 ; a.mlf., The Art of



Empire



Devleti



Tarihi (trc. FikByzarız



1 9 8 1 ; L. R. Lilie,



die Kreuzfahrerstaaten,



Blöndal, The Varangians



M ü n c h e n 1981; S.



of Byzantium,



bridge 1 9 8 1 ; P. VVittek, Menteşe



Cam-



Beyliği



(trc.



O r h a n Şaik Gökyay), A n k a r a 1 9 8 6 ; A. Bailly,



Bizans



Tarihi (trc. H a d i Ş a m a n ) , İstanbul, ts., I-



II; J . M . Hussey, The Orthodox



Byzantine



Empire,



Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi (1922). Bir yıl da W. Marçais'nin derslerine devam



Goverment



1204-1261,



tanbul'un



M.



Exlle



Byzantine



ne Empire Die Skleroi,



Mün-



Church



in



Fas Yüksek Araştırma Kurumu'na mü-



the



II,



İstanbul 1956, s. 213-259; İ b r a h i m Kafesoğlu, Tara-



X . ,



f ı n d a n M u h a s a r a l a r ı " , a.e., III (1957), s. 1-16; Malazgirt



Savaşma



K a d a r Bizans'ın Askerî v e Siyasî



Işın



Demirkent,



"1071



Durumu",



TD, sy. 3 3 (1982), s. 133-146; a.mlf., "14. Y ü z yıla K a d a r Balkan Yarımadasında Bizans H â k i m i y e t i " , Birinci



dönümü,



Kosoua



Ankara, ts.



Savaşının



600. Yıl-



m



• m .



4ta



AU



Regis



LÜL



244



İŞIN DEMİRKENT



Akademisi'ne bağlı olarak W. Marçais, L. Massignon ve M. Gaudefroy-Demombeynos tarafından 1929 yılında kurulan Institut des Etudes Islamiques de l'Acad â m i e de Paris'in m ü d ü r l ü ğ ü n ü de yapan (1956-1965) Blachöre, LĞvi-Provençal'ın ö l ü m ü üzerine 1956-1962 yılları arasında Arabica 'nin yöneticiliğini yaptı. Arap dili ve edebiyatı, İslâm ve Ortadoğu ile ilgili araştırmalar yapan çeşitli kurumların da üyesi olan Blachöre 7 Ağustos 1973'te Paris'te öldü. Eserleri. 1922 yılından ö l ü m ü n e kadar



s. 1-54; M . C a n a r d , " T a r i h v e E f s â n e y e G ö r e



"XII. A s r a K a d a r İ s t a n b u l ' u n T ü r k l e r



sitesi'nde Ortaçağ Arap Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'nün başına getirildi. Paris



devamlı yayın faaliyeti içinde bulunan



A r a b l a r m İ s t a n b u l Seferleri" (trc. İsmail Ha-



Dergisi,



rı m ü d ü r ü oldu. 1950'de Ecole Nationale des Langues Orientales Vivantes'taki görevinden ayrıldı ve Sorbonne Üniver-



Hespehs mecmuasının yayınına da yazıları ile yardım etti. 1932'de Paris ve Beyrut'ta Bibliotheca Arabica serisinin VII. cildi olarak Extraits des principaux geographes Arabes du Moyen Age adıyla basılan ve Ortaçağ İslâm ve Arap coğrafyacılarının eserlerini konu alan ünlü eserinin bazı parçalarını bu mecmuada yayımladı. 1935 yılında Paris'teki Ecole Nationale des Langues Orientales Vivantes'm Arapça hocalığına tayin edildi. 1936'da doktor oldu. Doktorasına esas olan çalışmaları, IV. (X.) yüzyıl Arap şairlerinden Mütenebbî'nin şiirleri üzerindeki araştırması (ün poete arabe du guatrieme



" B i z a n s ' d a Y ü k s e k M e k t e b l e r " , TD, sy. 8 (1953),



Enstitüsü



Blachöre 1942'de Ecole Pratique des Hautes Etudes'de Arap dili araştırmala-



dür olarak tayin edildi; bu işi 193S yılına kadar yürüttü. Bu devrede



Oxford 1 9 8 6 ; A. A. Adıvar.



m i D a n i ş m e n t ) , İstanbul



adlı eserinin tercü-



Paris 1935). Mütenebbî, Blachfere'in uzun



BİZERTE



D. Talbot



d o n 1 9 6 5 ; a.mlf.. Art of the Byzantine



West



Tabakötü'l-ümem



mesidir (Livre des Categories des Nations,



M.



Coğrafyası



tantinople



(bk. DİLSİZ).



Moravcsik,



Berlin 1 9 6 0 ; W.



Tarihi



Tayyib al-Muta-



nabbi, Paris 1935) ile Sâid el-Endelüsfnin



1958, l-II; B. R u b i n ,



Justinians,



R a m s a y , Anadolu'nun



siecle de l'Hegire: Abu



BÎZEBÂN



Centuries



Blachere



ve en üretken şarkiyatçılardan biri olarak kabul edilen Blachere'in t a m bir bibliyografyasının, uzun yıllar yanında çalışan M a d a m e Eve Paret tarafından Bulletin d'Etudes Orientales için hazırlanm a k t a olduğunu Elissöeff yazmışsa da bu çalışmanın neşri kaydına b u g ü n e kadar rastlanmamıştır. Birçok makalesinden ve yukarıda işaret edilenlerden başka başlıca eserleri şunlardır.-1. Le Coran, Traduction nouvelle (l-II, Paris 19491950). Bu tercümede sûreler, daha önce G. Weil, Th. Nöldeke, V. Schvvally ve R. Bell gibi müsteşriklerin de yaptığı gibi üçü Mekke, biri de Medine dönemine ait olmak üzere risâletin kendilerince tesbit ettikleri dört safhasına göre tertip edilmiştir. İslâm tebliğinin mahiyet ve şekliyle Hz. Peygamber'in dinî tecrübesinin t e k â m ü l seyrinin esas alındığı ve her biri için çeşitli kriterlerin tesbit edildiği bu safhalar ve sûrelerin buna göre tertibinde Kur'an'm menşeini Hz. Peygamber'e dayandırma gayretini görmem e k m ü m k ü n değildir. Batı'da Kitâb-ı Mukaddes metinlerinin kritiğinde kullanılan bazı metotları Kur'ân-ı Kerîm metnine tatbike çalışan Blachere, sûrelerin tertibi konusunda esas aldığı kriterle-



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BLASKOVİCS, Jozef ri uygularken de çelişkilere d ü ş m ü ş t ü r .



4. Le Probleme



G a r a n i k h a d i s e s i n d e putlarla ilgili ola-



Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgilidir. S.



rak söz konusu edilen cümleyi iki âyet



Histoire de la Litterature Arabe, des origines â la ün du XV e siecle de J. C. Ortaçağ Arap edebiyatı ile ilgili çalışmalarının kitap haline getirilmiş şeklidir. 125 (742) yılına kadar gelen üç böl ü m ü 1952'de Paris'te basılmış olan bu eseri Dr. İbrâhim el-Keylânî Arapça'ya çevirmiştir (Dımaşk 1973-1974, 1404/1984). 6. Dictionnaire Arabe-Français-Anglais. Eski ve yeni metinlere dayanarak hazırlanan bu sözlüğün ilk iki cildi (Paris 1967, 1970) Mustafa Chouâmi ve Claude Denizeau, III. ve IV. ciltleri ise (1976, 1985) bunlara ilâve olarak Ch. Pellat'ın iştirakiyle neşredilmiş olup henüz t a m a m ı basılmamıştır. 7. La Grammaire de T Arabe classique (1937). M. Gaudefrey-Demombynes'le birlikte modern lengüistik metodolojisine göre hazırlanan bu önemli kitap daha sonra gözden geçirilerek yeniden basılmıştır (1952,1960).



halinde Necm sûresine dahil etmesi (Le



Coran, Traduction nouvelle, I, 86) yanında sûrenin 19-25. âyetlerinde bu üç puta ibadeti red konusunda t e r e d d ü t izleri b u l u n d u ğ u ve mevcut Kur'an metninde t a h m i n î bir düzeltme yapıldığı (Le



Coran, s. 36); iki satırdan ibaret Asr sûresinin önce iki âyetten ibaret olup üçüncü âyetin sonradan nâzil olduğu (Le Co-



ran, Traduction nouvelle, 1, 16-17); Rahm â n sûresinin 46-60 ile 62-78. âyetlerinin aynı meselenin iki ayrı varyantı old u ğ u , f a k a t Kur'an'ın cem'i sırasında ikisinden birini tercih edip diğerini bırakmaya cesaret edilemediğinden tekrar pahasına yan yana bırakıldığı (a.g.e„ II, 74); m ü s l ü m a n l a r a karşı en şiddetli düşmanlığı yahudi ve müşriklerin beslediği, sevgi bakımından en yakınlarınınsa hıristiyanlar olduğuna işaret eden âyetle (el-Mâide 5/82-83) ne yahudi ne hıristiyanların kendi dinlerine girmedikçe m ü s l ü m a n l a r d a n razı olmayacaklarına dair âyetin (el-Bakara 2/120) çeliştiği, hıristiyanlara karşı bu tavır değişikliğinin ise Bizanslılar'a karşı Mûte'de uğranılan yenilgiden kaynaklandığı (Le Coran, s. 55) vb. hususlardaki iddiaları tam a m e n keyfî yorum ve art niyetlere dayanan Blachöre, Introduction au Coran adlı eserinin çeşitli yerlerinde (meselâ bk. s. 14-18, 188) gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse daha sonra Kur'an metninin sıhhatli olarak m u h a f a z a edilmediği şeklinde gayri ciddi bir iddiayı da tekrarlamaktadır. M. Rodinson, Blachöre'in Kur'an tarihi hakkındaki mütalaaları karşısında ihtiyatlı olmak gerektiğini belirttiği gibi (RH, s. 169-220) R. Caspar da Blachere'i tenkit etmiştir (Proche-Orient Chretien, XVIII, 20-21). Nitekim Blachere tercümenin 1957'de yapılan yeni neşrinde tertibi Mushaf'taki aslî şekline çevirmiştir. Bazı kaynaklar, Blachöre'in Kur'ân-ı Kerîm konusunda müstakil bir çalışması olan ikinci eserini tercümenin birinci cildi kabul ederek Kur'an tercümesini üç cilt olarak tanıtırlar. 2. Introduction au Coran (Paris 1947, 1959). Kur'an'ın vahyi, yazılışı, m u s h a f haline getirilişi, kıraatleri ve tefsiri gibi konuları ele alan bir eser olup burada da bir önceki eserde işaret edilen ön yargı ve art niyet hâkimdir. 3. Le Coran (Paris 1966, 1969). İkinci eserin özeti mahiyetinde olup Rıza Saâde tarafından Arapça'ya çevrilmiştir (el-Kur'ân, Beyrut 1974).



de Mahomet



(Paris 1952).



BİBLİYOGRAFYA:



R. Blachöre, Le Coran,



Traduction



nouvelle,



Paris 1949-50, I, 16-17, 8 6 ; II, 7 4 ; a.mlf., Intro-



duction



au



Coran,



a.mlf., Le Coran,



Paris 1959, s. 14-18, 1 8 8 ; Paris 1969, s. 36, 5 5 ; Necîb



Akîkl, el-Müsteşrikün, Bedevî, Mevsû'âtu



Beyrut 1984, I, 309-312;



l-müsteşrikin,



s. 8 2 ; M. Ro-



dinson, " B i l a n d e s e t u d e s m o h a m m a d i e n n e s " ,



RH, sy. 2 2 9 (1963), s. 169-220; R. Caspar, " L a f o i s e l o ı ı l e C o r a n " , Proche-Orient



Chretien,



XVIII, J e r u s a l e m 1968, s. 20-21; " M o r t d e Reg i s B l a c h e r e " , MIDEO,



XII (1974), s. 3 1 4 - 3 1 5 ;



P. Courcelle, " A l l o c u t i o n â l ' o c c a s i o n d e l a m o r t d e M . R e g i s B l a c h e r e " , CRAIBL 415;



David



Cohen,



"Regis



(1973), s. 413-



Blachere



(1900-



1973)", JA, sy. 2 6 2 (1974), s. 1-10; Nikita Elisseeff, " R e g i s B l a c h e r e (1900-1973)",



Arabica,



X X I I / 1 , Leiden 1975, s. 1-5; H. Laoust, " N o t i c e s u r l a v i e et l e s t r a v a u x d e M . R e g i s B l a c h e re", CRAIBL



(1977), s. 561-576. B



R



HIDÂYET NUHOĞLU



B L A S K O V I C S , Jozef



'



vergilerle ilgili Bâb-ı Âlî belgeleri üzerine doktora tezi hazırladı (Bratislava 1950). 1950 yılında Charles Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yakın ve Ortadoğu Bölümü'ne doktor asistan olarak girdi ve seksen yaşında ö l ü m ü n e (10 Temmuz 1990) kadar burada akademik kariyerinin asıl başlangıç noktasını teşkil eden Türkoloji sahasında çalışmalarda bulundu. Blaskovics hocalığı süresince öğrencilerine Osmanlıca'ya ve diğer Türk lehçelerine ait metinler okuttu ve tarih, edebiyat, folklor üzerine seminerler yaptı. 1953'te Prag'da modern Türk edebiyatı tarihine dair Çekçe bir ders kitabı yayımladı (Prague 1964, 1970). Daha sonra Bratislava



Üniversitesi



Kütüphanesi'n-



deki Türkçe yazmaların açıklamalı katalogunu hazırladı ( Arabische, türkische



und persische Handschriften in der Universitatsbibliothek Bratislava, Bratislava 1961). Onun bir ilim a d a m ı olarak başlıca ilgi alanı Osmanlı belgeleriydi ve daha çok bunlar hakkında yayın yapıyordu. Nitekim yayımlanmamış olmakla birlikte doçentlik tezini de Miskolc'daki 1591-1684 tarihli Osmanlı belgeleri üzerine hazırlamıştı. Güney Slovakya'da muhafaza edilen Osmanlı belgelerini Rimavskâ Sobota v case osmansko-tureckeho panstva adı altında yayımlayan (Bratislava 1974) Blaskovics'in ilgisini daha çok tarihî belgeler üzerinde yoğunlaştırması, Slovakya'da Osmanlı tarihi araştırmaları kuruluşlarının teşekkülüne ön ayak olmuştur. Son eseri, Uyvar eyaletinin üç defterini bir arada yayımladığı Ersekûjvâr es videke a török hodoltsâg korabân (Budapest 1989) adlı kitabıdır. Blaskovics'in filolojik araştırmaları ise Osmanlı belgeleri üzerine yaptığı çalış-



(1910-1990) Çekoslovak Türkologu.



lılar tarafından fethi ve 1644-1674 yılları arasında buraya ve Erdel'e konulan



^



maların bir sonucu olarak bazı lengüistik meseleleri içine alır. Bunlar daha çok



Güney Slovakya'da Komârno yakınlarında ImeT köyünde doğdu. Atalarının Kumanlar'a kadar dayandığı ve Osmanlı hâkimiyeti zamanında ailesinin ImeT köyünde idarecilik yaptığı rivayeti çocukluğ u n d a n beri Türkler'e karşı ilgi duymasına yol açtı. Bu sebeple Türk dili ve ta-



A'



rihi o k u m a k için Budapeşte Üniversitesi'ne girdi; burada ünlü Macar Türkologlarından Gy. Nemeth ve L. Fekete'nin öğrencisi oldu. Öğrenimini Prag



Charles



Üniversitesi'nde Profesör J. Rypka'nın yanında t a m a m l a d ı . Kosice'nin Osman-



Jozef Blaskovics



245



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BLASKOVİCS, Jozef eski Osmanlı Türkçesi, Çekçe - Slovak-



jinal makaleler de kaleme aldıktan son-



ça ile Türkçe arasındaki münasebetler,



ra katalog çalışmalarını hızlandırdı. Bib-



Türkçe'den bu dillere geçen kelimeler ve



liothâque Nationale'de



bulunan



Doğu



Osmanlı hâkimiyeti döneminde Slovak-



yazmaları kataloglarının hazırlanmasın-



ya'daki



da büyük emeği geçti ve Türkçe yazma-



Osmanlı idaresinde



kullanılan



Slovakça isimler hakkındadır. Ayrıca Türk edebiyatı tarihi üzerine dersler veren ve Çek-Slovak folklorundaki Türk tesirlerine dair bir çalışma yapan Blaskovics'in en büyük arzusu geniş halk kitlelerini Türk kültüründen haberdar etmekti. Bu amaçla yazdığı çeşitli makalelerin yanında Türk edebiyatından tercümeler de y a p t . Modern Türk şair ve romancılarından başka Tercüman M a h m u d ' u n Tâ-



rîh-i Ürıgürus adlı Macar tarihini çevirdi (A Magyarok törtenete, B u d a p e s t 1982). Türk Dil K u r u m u ' n u n fahrî üyesi olan (1957) Blaskovics'e Türkiye Cumhuriyeti h ü k ü m e t i tarafından da ilmî ve kültürel çalışmalarından dolayı 1975'te şeref beratı verilmiştir. BİBLİYOGRAFYA: V. Kopçan, " Z u m s i e b z i n g G e b u r t s t a g v o n J o z e f B l a s k o v i c " , AAS



BraL, XVI (1980), s. 9-



1 8 ; a.mlf.. Ar.O, LIII (1985), s. 365-368. S



V.



KOPÇAN



lar katalogu ( Catalogue des



manuscrits turcs) 1932-1933 yıllarında iki cilt halinde yayımlandı. İlim dünyasında olağan ü s t ü bir etki yapan bu katalog sayesinde Türk tarih, iktisat, kültür, edebiyat ve felsefesine ait ana kaynaklar ortaya çıktı ve bu alandaki yayınlar hız kazandı. Arap yazmaları 1925'te ( Catalogue des manuscrits arabes provenant des nouvelles acquisitions [1884-1924]), İran yazmaları ise (Catalogue de manuscrits persans) dört cilt halinde 1905-1934 yılları arasında neşredildi. İlmî yönleri ağır basan bu düzenlemelerden başka özellikle san a t tarihçilerinin faydalandıkları minyatürlü yazmaların ilk düzenlemelerinden birini de Blochet başarmıştır (Les enluminures des manuscrits orientaux Turcs, Arabes, Persans, P a r i s 1926; Les Peirıtures des manuscrits orientaux de la Bibliotheque Nationale, P a r i s 1914-20). Ana kaynaklara da inmeyi aynı başarı



BİBLİYOGRAFYA: Necîb el-Akîkî, el-Müsteşrikün,



Beyrut 1984,



Makâlât-ı



I, 2 4 4 - 2 4 5 ; A b d ü l k e r î m Cerbezedâr,



'Allâme



Kazvînî,



T a h r a n 1983, II, 4 4 0 - 4 5 1 ; Rı-



za Nur, " E d g a r d Blochet", Revue



de



Turcologie,



I I I / 2 , Alexandrie 1938, s. 320-324; A. Berthier, " A n c i e n t f o n d d e m a n u s c r i t s t u r c s d e Bibl i o t h e q u e N a t i o n a l e d e Paris", Bulletin



Bibliotheque



Nationale,



de la



sy. 2 (1981), s. 78-95



( t e r c ü m e s i : R. Y ı n a n ç , Tarih Araştırmaları



Der-



gisi, X I V / 2 5 [1981-821, s. 365-379); Francis Richard, " B l o c h e t " , Elr., IV, 313-314. S



F



MAHMUT H .



ŞAKİROĞLU



B L U N T , VVilfrid Scavven



~



(1840-1922) Büyük Britanya İmparatorluğu'na karşı müslüman sömürgelerin kurtuluş hareketlerini destekleyen ^ ingiliz siyaset adamı ve şair. ^



İngiltere'nin Sussex bölgesinde doğdu. 1842'de babasını, 1853'te annesini kaybetti. 1857'de teyzesi onu memuriyet imtihanlarına hazırlanması için Londra'ya götürdü. 1858'de Fransızca'sını ilerletmesi için devlet tarafından Fransa'ya gönderildi. Dönüşünde diplomatik servis



ile sürdüren Blochet Reşîdüddin'in Ca-



imtihanlarını kazandı ve ataşe olarak tayini yapıldı. Bir buçuk yıl Atina'da kal-



zırladığı bu k ü t ü p h a n e d e geçti. 1928'de



mi" u't-tevârîh' inin birinci cildinin ikinci cüzünü dipnot ve açıklamalarla neşretti ( L e i d e n 1 3 2 9 / 1 9 1 1 ) ; ayrıca Reşîdüddin ile Câmi cu't-tevârîh'e ve Moğol tarihiyle kaynaklarına dair Introduction a THistoire des Mongols de Rachideddin'i ( L e y d e - L o n d r e s 1910) yazdı. Makrizî'nin Kitâbü's-Sülük îî ma crifeti düveli! -mülûk'ünü tarihî ve coğrafî notlarla Fransızca'ya t e r c ü m e etti ( Histoire de l'Egypte de Makrizi, Paris 1908). İbnü'lA d î m ' i n Zübdetü'l-haleb'inm bazı bölümlerini de çeviren Blochet ( " L ' H i s t o i r e d ' A l e p d e K a m â l a d d i n " , Revue de l'Orient latin, Paris 1896, s. 509-565; 118971, s. 146-



LĞgion d'Honneur nişanı aldı. 1929'da



235; [18981, s. 37-107; [18991, s. 1-49), Mu-



m ü d ü r yardımcısı oldu. 1935'te emekliye



en-Nehcü's-sedîd ve'd-dürrü'1-Ferîd fîmâ ba'de Târihi İbni'l- cAmîd adlı eserini Fransızca tercümesiyle birlikte neşretti ( " H i s t o i r e d e S u l t a n s M a m l o u k s " , Patrologia Orientalis, X I I 11919], s. 3 4 5 - 5 5 0 ; X I V 119201, s.



BLOCHET, Gabriel-Joseph Edgard



F



n



(1870-1937) ^



Fransız şarkiyatçısı.



^



12 Aralık 1870'te Bourges'te doğdu. İyi bir öğrenim gördü. Ecole des Langues Orientales'de Arapça, Farsça, Türkçe ve Hintçe öğrendi. Daha sonra Ecole Pratique des Hautes Etudes'ü bitirdi. 1895'te Bibliothâque Nationale'in yazmalar b ö l ü m ü n d e göreve başladı. Büt ü n meslekî hayatı önemli kataloglar ha-



ayrıldı ve 5 Eylül 1937'de Paris'te öldü. Fransa'da XX. yüzyılın başında yetişen değerli şarkiyatçılar nesli içinde müstesna bir yere sahip olan Blochet'nin akademik kariyerde değil kütüphanecilik kolunda ilerlediği görülmektedir. Kıymetli notları ile pek çok Doğu eserini zenginleştiren



tanınmış



araştırmacı



Charles



Scheffer'in evrakı üzerinde çalıştı ve onun İran kültürüne ait yazmalarının katalog u n u henüz otuz yaşında iken yaptı (Ca-



talogue des manuscrits persans de la Collectiorı Scheffer, P a r i s 1900). Revue de 1'Orient Chretien adlı dergide vesika neşretti ve Türk âlemine dair bazı ori-



faddal b. Ebü'l-Fezâil'in



dı; hastalanınca Frankfurt'a tayin edildi. Yeni görevine giderken İstanbul'a uğradı ve burada birkaç hafta kalarak Doğ u ile ilk temasını k u r m u ş oldu. Bundan sonra görevi dolayısıyla 1869 yılına kadar Madrid, Paris, Buenos Aires ve Bern'd e diplomat olarak bulundu.



runu Lady Anne Noel ile evlendi; iki ay sonra da m e m u r l u k t a n istifa etti. Karısıyla çıktığı Doğu Akdeniz ve Anadolu seyahati sırasında İstanbul'da iken zatürreye yakalandı ve burada bir süre tedavi gördü. Bu arada Songs



and Sonnets by Proteus adlı şiir kitabı yayımlandı (London 1875). Bu tarihten sonraki on dört yılını siyasî çalışmalarla ve bu



375-672; X X [1929], s. 1-270). Blochet, İtalyan şairi Dante Alighieri'-



(La Divina Commedia) adlı eserinde geniş ölçüde İslâm felsefesinden faydalandığını ortaya koyduysa da (Sources musulmans de la Divine Comedie, Paris 1901) bu çalışması pek rağbet görmedi; bununla beraber fikirleri, bu konuda yazdığı eserle yankılar uyandıran Asin Palacios üzerinde tesir bıraktı.



1869'un



sonlarında ünlü şair Lord Byron'un to-



nin, İlâhî Komedya



VVilfrid Scavven Blunt



246



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BODRUM a m a ç için yaptığı seyahatlerle geçirdi. 1875-1879 arasında Mısır, Arabistan ve



1917'de Mısır'da, kendisi de 1922'de İngiltere'de öldü. Vasiyeti üzerine dinî me-



Hindistan'daki incelemeleri onun İngiltere'nin Doğu politikası hakkında ve sömürgeci idarelerin yerli halklara uygu-



rasim yapılmaksızın Sussex'de Nevvbuildings VVood'a g ö m ü l d ü .



ladıkları baskılar konusunda bilinçlenmesini sağladı. 1881'de Cidde'de İslâm düşüncesini yakından tanıma fırsatı buldu. Kahire yakınlarında, içinde o bölgenin önemli bir şahsiyeti olan Şeyh Ubeyd'in kabrinin de b u l u n d u ğ u on beş dönümlük bir araziyi satın aidi. Burada bir Arap gibi giyinerek ve Arapça konuşarak yaşamaya başladı ve büyük bir saygınlık kazanarak kabileler arasında çıkan çeşitli ihtilâflarda arabuluculuk yaptı. İngiltere'ye her gidişinde Mısır milliyetçiliğini savundu ve bu sırada The Future of islam adlı önemli kitabını yayımladı (London 1882). 1883'te Kahire'de İngiliz işgaline karşı Mısır halkının yanında yer aldı; ancak izinsiz olarak hapishaneleri ziyaret etmesi ve açıkça Mısırlılar'ı desteklemesi üzerine zamanın İngiliz Başbakanı Salisbury'nin emriyle üç yıl Mısır'a girmesi yasaklandı. 1885'te Londra'da Hindistan'daki İngiliz idaresinin baskı ve adaletsizliklerini anlattığı ve bağımsız Hindistan hükümeti tezini savunduğu Ideas About India adlı kitabını yayımladı. Aynı yılı takip eden seçimlerde parlamentoya girm e k için İrlanda'dan aday olduysa da başarı kazanamadı. 1887'de bir mitingde yaptığı k o n u ş m a d a n ö t ü r ü tutuklandı ve iki ay hapis yattı. 1889'dan sonra, b ü t ü n siyasî fikirlerine katılmamakla beraber İngiltere'nin Ortadoğu ve Hindistan'daki politikasına karşı çıkan ve kusursuz Arapça'sıyla Mısır'daki yerli halka kendini sevdiren eşiyle birlikte düzenli biçimde yazları Londra'da, kışları Kahire Şeyh Ubeyd'deki çiftliklerinde geçirmeye başladılar. Karısı Lady Anne



Ortadoğu, Hindistan ve Türkiye'de seyahatler yapan ve incelemelerde bulunan Blunt, İslâm dünyasının o günkü meseleleri üzerine sadece eser vermekle kalmayıp Batı emperyalizmine karşı müsl ü m a n milletlerin yanında yer alarak bağımsızlık mücadelelerinde onları fiilen destekledi. Çalışmalarıyla Hindistan müslümanlarının takdir ve desteğini kazandı. Mısır'da Urâbî Paşa, M u h a m m e d Abd u h ve Hidiv Abbas Hilmi gibi zamanın önemli şahsiyetleriyle dostluk kurdu. Os-



grimage



(LonAbsolved (LondonNew York 1899); In Vincilus (London 1899); The Secret History of the English Occupation of Egypt (London 1907, 1969); India Under Ripon (London 1909); Gordon at Khartoum (London 1911); The Land Warin Ireland (London 1912); M y Diaries (1-11, London 1919-1920); The Poetical Works A Complete Edition (London 1914; New York 1923). Ayrıca eşi Lady Anne'ın da gözlemlerini ve seyahat intibalarıni dile getirdiği The Bedauin Tribes of the Euphrates (1-11, London 1879) ve A Pilgrimage to Nejd (I-II, London 1881) adlı iki eseri bulunmaktadır.



manlı hâkimiyetine de karşıydı; bu yöndeki düşünceleriyle Arap milliyetçileri ve A b d u r r a h m a n el-Kevâkibî üzerinde etkili oldu. Blunt aynı z a m a n d a Osmanlı hilâfetine de karşıydı. Ona göre İslâm dünyasındaki durgunluk ve gerilemeden öncelikle Osmanlılar sorumlu idiler. Bu d u r u m d a her şeyden önce Arap toprakları Osmanlı idaresinden ayrılmalı ve hilâfet de Mekke veya Kahire'ye nakledilmeliydi. Blunt'ın hilâfet hakkındaki görüşleri açık bir şekilde kendi Katolik yetişme tarzının izlerini taşımaktadır. Zira Blunt'm tahayyül ettiği halife bir çeşit mânevî lider, yani Katolik alemindeki papa gibidir. Önce Kahire'de ve nihaî olarak Mekke'de oturacak olan bu halife siyasî bir kimlik ve otoriteye sahip olmayacaktır. Halifenin güvenliği ise dünyada en fazla müslüman tebaaya sahip olan İngiltere tarafından sağlanacaktır. Ancak Blunt bu konuda İngiltere'de yoğun faaliyet ve kulislerde bulunmasına r a ğ m e n İngiliz hükümetinin güvenini ve desteğini kazanamadı ve fikirleri itibar görmedi. Blunt'ın yukarıda zikredilenlerden başka diğer eserleri ş u n l a r d ı r A N e w Pil-



(London 1889); Griselda



don 1893); Satan



BİBLİYOGRAFYA : British



Authors



of Nineteenth



Century,



1978, s. 195-237; Necîb el-Aklkî, el-



London



Müsteşrikün, Europe



Kahire 1980, II, 6 6 ; A. Hourani,



and



the Midle



East, California 1980, s.



86-104; E. Longford, A Pilgrimage



The



New



Orientalism,



York 1936, s. 6 1 ; Edvvard W . Said,



Life



of



Wilfrid



Scaıven



of



1 9 8 2 ; P. G. Elgood, " B l u n t , W i l f r i d



Dictionary



of National



Passion.



Blunt,



Biography,



London Scawen",



Oxford 1966,



II, 84-86; S. G. H a i m , " B l u ı ı t a n d



al-Kawâki-



b î " , OM, X X X V / 3 (1955), s. 132-143; " B l u n t , W i l f r i d S c a w e n " , EBr., III, 8 1 9 . H



F



K E M A L KAHRAMAN



n



BODRUM Ege bölgesinde Muğla iline bağlı ilçe merkezi.



^



Bodrum kelimesi, Anadolu'da hipodrom gibi büyük yapı kalıntıları olan antik şehir harabelerine Türkler tarafından verilen genel bir ad olup muhtemelen hipodromun kısaltılmış şeklidir. Anadolu'da XV-XIX. yüzyıllar arasında bu adla anılan antik şehirler İzmir'in batısında Seferihisar yakınlarındaki Theos, İzmir Selçuk'ta Efesos, İsparta'da Ağlasun yakınlarında Sagalassos, Burdur'da şimdiki Gölhisar yakınlarında Kybira, Adana Ceyhan'da Hemite köyü yakınlarında



ols-uı-*'



ÛJvjt Ua-o-A-^



Lg-SrC^



Kastabala'dır. Antik Halikarnassos üze-







rinde kurulu olan b u g ü n k ü Bodrum şehri ise Bodrum ismini g ü n ü m ü z e kadar koruyan tek yer olma özelliğine sahiptir.



^



ft^ö



—l



"Bodrum" kelimesi Pîrî Reis'in ese-



U, n, O (j-O-fri^



_



rinde " f j A r . " ; XVIII. yüzyıldan " f j j ^ j t " veya "



sonra



" imlâsıyla yazılmış-



tır. Bu adın XV. yüzyıl başlarında buraBlunt'un E. G. Browne'a yazdığı bir mektup (Abdullah



S.







^



U ç m a n özel koleksiyonu)



da bir kale yaptıran Haçlılar tarafından Aziz Peter'e izâfetle verildiği ve zamanla



Peteronium - Peterium



ve



Bodrum



şekline d ö n ü ş t ü ğ ü tarzında geçen yüzyıldan beri ileri sürülen görüşler Anado-



247



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BODRUM



Piri Reis'in Kitâb-ı



Bahrlyye



adlı eserinde



Bodrum ve çevresini gösteren harita (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2 6 1 2 , vr. 1 1 2 a )



lu'daki diğer örnekler sebebiyle doğru olmamalıdır. Şehrin üzerine kurulu olduğu Halikarnassos yerli Anadolu dillerine ait bir isim olup milâttan önce VII. yüzyıldan itibaren büyük bir gelişme göstermiştir. Ünlü tarihçi Herodotos'un da yetiştiği antik şehir Roma çağında canlı bir yerleşim yeri olmuş, anıtmezar Mausoleum'u ile büyük şöhret kazanmıştı. Ancak Bizanslılar döneminde değişen tarihî coğrafya şartları çerçevesinde gerilemeye başladı. Müslüman denizcilerin Akdeniz'deki faaliyetleri sırasında iyice söndü ve Türkler'in bölgede göründükleri devirde ıssız, terkedilmiş bir yer haline geldi. Türkler bölgeye XI. yüzyılın sonlarında bir ara ulaşmış olmakla birlikte XIII. yüzyıldan sonra kuvvetli bir şekilde burayı etkileri altına aldılar. Kayı boyunun faaliyet sahasını teşkil eden Denizli'nin güneyindeki Türkmenler, XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Dalaman çayını aşıp ilerlemeye başladılar. Menteşe Bey'in liderliğindeki bu Türkmenler XIII. yüzyıl sonlarında şimdiki Bodrum dolayına ulaşmış ve burayı bir deniz üssü olarak kullanmış olmalıdırlar. Sürekli bir nüfus akışı sonucu Beçin/ Milas'ın güneybatısındaki yarımada da (Bodrum yarımadası) iskân edildi ve burada muhtemelen ismini Kayılar'la ilgili bir ad olan Sarı-ulus'tan alan Sarulus, Eseulus veya Saravolos adlı bir idarî birim ortaya çıktı. XV. yüzyıl başlarında Osmanlılar'ın hayli sıkışık dönemlerinde Timur tarafından yıkılan İzmir Kalesi'ni yeniden inşa etmeye başlayan Rodos şövalyelerine engel



olmak isteyen Çelebi Mehmed onlara Menteşe kıyılarında yer gösterdi. Bunun üzerine şövalyeler 1415'ten itibaren, eski harabeler önünde karaya bitişik gibi duran ada üzerinde bir kale inşasına giriştiler. İnşasında harabelerin ve Mausoleum'un taşlarının da kullanıldığı kale Haçlı ileri karakolu rolünü oynamış ve hatta bu sebeple yörede XIV. yüzyılda başlamış olan Türk iskânının zarar görmesine yol açmıştır. Nihayet Bodrum, Kanûnî'nin Rodos seferi sırasında İstanköy ile birlikte Kaptanıderyâ Palak Mustafa Paşa tarafından 1522'de Osmanlı hâkimiyeti altına alındı. Kaptanpaşa eyaletinin İstanköy sancağına bağlı bir kale olarak XVI. yüzyıl boyunca önemini korudu. Yüzyılın sonlarında burada görev yapan bir dizdar ve kırk bir kale muhafızı bulunuyordu. XVII. yüzyılda bu sayı seksene çıktıysa da XVIII. yüzyıl sonlarında elli ikiye indi. Kaleyi XVI. yüzyılın başlarında gören Pîrî Reis, etrafındaki adaları ve denizin durumunu tarif ederek Bodrum'un küçük bir kale olduğunu, önünde geniş bir limanının bulunduğunu belirtir. 1671'de Evliya Çelebi de buradan etrafının henüz yerleşmeye açılmadığı bir kale olarak söz eder. Karaova kazasının merkezi olan Kemer ve Mıhdökenbeli yoluyla Bodrum'a ulaşan Evliya Çelebi buranın Karaova kazasının bir nahiyesi olduğunu, kalesinin İstanköy sancağına bağlı bulunduğunu, derin bir hendekle çevrili kale içinde Kanûnî Sultan Süleyman adına kiliseden çevrilmiş ve bir minare eklenmiş caminin yer aldığını yazar. Ayrıca kale dışında varoşunun, han, cami, hamam ve çarşısının bulunmadığını, halkın geçiminin kuru üzüm ve incire da-



Bodrum Kalesi ve kalenin XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki durumunu gösteren bir gravür ( C b . Texier, l'Asia Mineure,



levha 1 3 5 )



' j j j y



yandığını, kuzeydeki Lonca kapısı dışındaki Lonca Mescidi'nin çeşmesine Memi Paşa'nın su kemerlerinden su geldiğini, 200 gemilik limanının güvenli olduğunu da belirtir. Evliya Çelebi'nin kale içinde 100 hâne olarak gösterdiği Bodrum'un nüfusu zamanla giderek artmaya başladı. Nitekim XVIII. yüzyılın başlarında kale dışında yerleşmeler görüldü ve Bodrum kale dışında bir iskân yeri şeklinde ortaya çıktı. Halkın ihtiyacının giderilmesinde bu yıllarda Bodrum'da görevli Eğribozlu Mustafa Paşa'nın gayretleri olmuş ve paşa 1723'te kale dışında bir de cami yaptırmıştır. Bu yüzyılın ilk yarısında liman kıyısında sonradan adı Tepecik olan bir mahalle daha oluştu ve burada 1740'ta Mustafa Paşa'nın kahyası bir cami daha inşa ettirdi. Böylece Bodrum yavaş yavaş bir kasaba hüviyetine bürünmeye başladı. Suyun sınırlı oluşu su kuyularının açılmasına ve bunların da yerleşmeyi yönlendirmesine sebep oldu. XVIII. yüzyıl sonlarında ve XIX. yüzyıl başlarında Bodrum'da Çarşı, Eski Çeşme, Kelerlik, Türk Kuyusu, Umurca ve Yeniköy adlı mahalleler bulunuyordu. Ayrıca bunlara yine XVIII. yüzyılın son çeyreğinde meydana geldiği bilinen Tersane ile Bizans kilisesi harabeleri üzerinde kurulduğu için Kiliselik adıyla anılan bir mahalle daha ilâve edilebilir. XVIII. yüzyılda gelişme gösteren Bodrum'un uygun bir limana sahip olması, 1770 Çeşme faciasından sonra muhtemelen 1775'te burada bir tersane tesisine yol açtı. Ayrıca çevrede gemi yapımı için elverişli kereste de bulunuyordu. Gemi inşasına yatkın Rum ustalar ve diğer hizmetliler böyle bir iş imkânı karşısında Bodrum'a gelmeye başladılar ve bunların sayıları da giderek artış gösterdi. Bodrum Tersanesi'nde büyük harp gemileri ve kalyonlar yapılırdı. 1780'lerden itibaren elli yıl zarfında burada on kalyon yapıldı, bunların her birinin boyu 34 m. ile 56 m. arasında değişiyordu. Gemi yapımı için finans kaynağını genellikle Batı Anadolu'daki voyvoda ve mütesellim'lerin devlete vermekle yükümlü oldukları paralar teşkil ediyordu. Burada ilk kalyonu Menteşe mütesellimi Tavaslı Ömer Ağa 1784-1785 yıllarında yaptırmıştı. Ayrıca Sığla mütesellimi Hasan Çavuşzâdeler, Milas âyanı, Karaosmanoğulları, İzmir voyvodaları, Kâtibzâde Mehmed Efendi ile Hüseyin Kâmil Efendi de burada kalyon yaptıranlardandır. Yapımı bilinen son savaş gemisi, 1247 (1831)



248



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BODRUM tarihli Takvlm-i



Vekâyi'üe



haber veri-



len 63 zirâiık ve seksen t o p taşıyan bir kalyondur. Bu tarihlerden sonra Bodrum Tersanesi eski gücünü kaybetmeye başladı ve varlığını k ü ç ü k ölçüde sürdürdü. Bodrum Kalesi 1819-1820 kışında esaslı bir t a m i r gördü ve güçlendirildi. Ancak 1826 sonrasında askerî özelliği değişti ve burada sadece topçular kaldı. 18381839'daki b ü y ü k değişiklikler R u m nü-



Tepecik mahallesindeki Hasan Hoca Camii ve Bodrum'dan bir görünüş



fusun çoğalmasına yol açtı ve 1870'te burada bir kilise yapıldı. Karaova kaza-



Millî Mücadele'nin başarıyla



sına bağlı bir nahiye merkezi durumun-



ması üzerine İtalyanlar Bodrum'dan çe-



5825, 1945'te 4963, 1950'de 4701 nüfus),



da olan Bodrum, 1867 idarî ıslahatı so-



kildiler. Şehir 1923'ten sonra da gelişme-



uzun süre hemen hemen pek fazla de-



nucu bir kaza merkezi oldu. Bodrum'un



sini bir kaza merkezi olarak sürdürdü.



ğişmeden kaldı. 1965'ten sonra ise hızla



Bodrum'da Osmanlı d ö n e m i n d e yapılmış cami ve mescidler arasında, kale içindeki Sultan Süleyman Camii, kale dışında Kızılhisarlı Mustafa Paşa Camii (1723), Mustafa Paşa'nın kâhyası Hasan Hoca Camii (1740), Bitezli Hacı İsmâil'in Yeniköy Mescidi (1774), Tabak Hacı Ali'nin tersane yakınında yaptırdığı mescid (1780), Adliye Camii (1902) sayılabilir. 1792'lerde Hasan Ağa Kuyusu yakınlarında yapılan bir başka mescidden ayrı olarak Eski Çeşme, Kelerlik, Türk Kuyusu ve Umurca mahalle mescidleri ile iki h a m a m ı n varlığı da XIX. yüzyıl başlarından beri bilinmektedir. Eğitim kurumları olarak XX. yüzyılın başlarına kadar faaliyetini sürdüren Mustafa Paşa Medresesi (1746), bu sırada artık faal olmayan Hacı Câfer Bey (Tepecik) Medresesi (1760), XIX. yüzyıl başlarında mevcut kale camii yanındaki m e k t e p (XVI. yüzyıl), Eski Çeşme Mektebi, Hacı Samancı Mektebi, Kelerlik mahalle mektebi, Abdurr a h m a n oğlu Ali'nin Yeniköy mahallesi mektebi, 1876'da açılan bir rüşdiye sa-



artmaya başladı. Özellikle turizm ve tatil



merkez olduğu bu kaza Karaova ve Saravolus adlı iki nahiyeden



oluşuyordu.



XIX. yüzyılda Bodrum'a gelen seyyahlar buranın nüfusu hakkında da bilgi verirler. W. Turner 1815'te burada 2000 Türk



ile 110 Rum evi bulunduğunu (toplam yaklaşık 10.000 kişi) belirtir. M. Michaud 1830'larda toplam nüfusun 3000 olduğunu, VVrotchenko ise 400'ü R u m toplam 1200 h â n e b u l u n d u ğ u n u yazar. D. Georgiades 1885'te basılan bir eserinde Bodrum'da R u m nüfusunu 500 olarak gösterir. 1308 ( 1 8 9 1 ) tarihli



Aydın Vilâyeti Salnâmesi'nde ise 1080 meskende t o p l a m 5524 kişinin yaşadığı kayıtlıdır. V. Cuinet de buna dayanarak Bodr u m ' d a 3605 Türk, 2264 Rum, 8 6 yahudi ve 4 5 yabancı olmak üzere toplam 6000 kişinin b u l u n d u ğ u n u tesbit eder. Nüfus 1905'te 461 S i Türk 7650, 1908'de ise 4265'i Türk 7840 olarak gösterilir. Bu arada 1878'de topçu neferleri de kaldırılan Bodrum Kalesi 1885'te hapishane vasfını kazanmış ve sürgün yeri olmuş, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu özelliğini sürdürmüştür. 1. Dünya Savaşı sırasında 26 Mayıs 1915'te bir Fransız savaş gemisi tarafından bombardıman edilen Bodrum savaş sonunda 11 Mayıs 1919'da İtalyan işgaline uğradı.



sonuçlan-



yılabilir. Diğer eski Türk yapıları ise Saldırşah HorasânFye ait olduğu kabul edi-



şüşler de göstermekle beraber (1940'ta



beldesi özelliğini kazanarak büyük şöhrete sahip oldu. 1980'de 9799, 1985'te 12.949 olan nüfusu 1990'da 20.931'e yükseldi. Bodrum'un merkez olduğu ilçe merkez bucağından başka Karaova, Turgutreis ve Ortakent bucaklarına ayrılmıştır. Yüzölçümü 649 k m 2 olan ilçenin sınırları içinde 1990 sayımının sonuçlarına göre 56.821 n ü f u s yaşamaktaydı. Nüfus yoğunluğu ise 8 8 idi. BİBLİYOGRAFYA: BA, TD, nr. 1 6 6 ; TK, TD, nr. 2 9 5 ;



Şer'iyye



Sicilleri,



nâme-i



Nezâret-i



Piri Reis, Kitâb-ı Bahriye,



d o n 1 8 1 8 ; W. Turner, Journal



Leuant,



sokakları ve bahçeler içindeki evleriyle



Lon-



of a tour in the



L o n d o n 1820, s. 50-60; M. N. Bouillet,



Dictionnaire raphie,



et de



Geog-



Paris 1847, s. 2 2 7 ; Ch. Texier,



Uniuersal



d'Histoire



VAsie



mineure,



Paris 1862, s. 6 2 8 - 6 3 2 ; A. G. Findlay,



A Sailing



Directory



for the Mediterrenaen



Sea,



L o n d o n 1868, s. 3 3 0 ; D. Georgiades, Smyme



l'Asie



mineure,



R i f a t (Yağlıkçızâde),



ue Coğrâfiyye,



II, 1 4 7 ; Kâmûsu



râfiya



Lügati,



Rıza, Menteşe



Arziyyesi,



et



Paris 1 8 8 5 , s. 1 1 7 ; C u i n e t , III,



l-a'lâm,



vad, Memâlik-i



İstanbul



Lugat-ı



1299-1300,



II, 1 3 6 9 - 1 3 7 0 ; Ali Ce-



Osmâniyye'nin



Târih



ve Coğ-



İstanbul 1313-17, I, 2 0 4 - 2 0 5 ; Ali



Sancağının



Ahvâi-i



Zirâiyye



ve



İstanbul 1331, s. 50, 89, 101, 1 1 0 ;



Belediyeler, Eroğlu, Muğla



İstanbul 1933, s. 7 5 5 - 7 5 6 ; Zekai



Tarihi,



P. VVittek, Menteşe



İzmir 1939, s. 2 0 4 - 2 2 2 ;



Beyliği



(trc. O . Şaik Gök-



yay), A n k a r a 1944, s. 97, 107, 1 6 4 ; A v r a m Galanti, Bodrum



rum



Tarihine



Yıllığı, Bodrum,



Bodrum, sağlam t a ş binaları, temiz



Seyahatna-



me, IX, 2 1 1 - 2 1 4 ; C. B e a u f o r t , Karamama,



Târthiyye



la birlikte cuma günleri etraftan gelenler sebebiyle alışveriş arttığından o g ü n pazar kabul edilmişti.



Sal-



A n k a r a 1 9 3 5 , s. 2 2 0 ,



2 2 3 , 2 2 5 , 2 2 7 , 2 2 9 ; Evliya Çelebi,



662-665; A h m e d



olan Tunuslu Süleyman Kaptan Türbesi'dir. XIX. yüzyılın sonlarında Bodrum'da 100'ü sünger, 100'ü de balık ve ah-



3. s e n e



Vilâyeti



4 6 4 ; (1323), s. 3 5 8 - 3 6 4 ; (1326), s. 6 9 7 - 7 0 4 ;



b e t m e v k i i n d e ) ile limanın güneybatısında Mustafa Paşa ve oğlu Câfer Paşa'ya ait t ü r b e ve b u g ü n hiçbir iz kalmamış



Umûmiyye,



(1307), s. 5 0 8 , 6 1 4 - 6 1 5 ; (1313), s. 460-



len bir türbe (ilçe merkezinin dışında Güm-



tapot avıyla meşgul 200 tekne vardı. Eskiden beri kurulan bir pazarı olmamak-



Adliye Camii Bodrum



Maârif-i



(1318), s. 1100, 1132-1133; Aydın



nâmesi



Bodrum



İzmir Müzesi, nr. 165-175; Sal•



Birlikte



Tarihi, İstanbul 1 9 4 5 ; a.mlf., BodEk,



İstanbul



1946;



Belediyeler



A n k a r a 1949, I, 3 8 0 - 3 8 4 ; O. N. Bilgin, İstanbul 1 9 6 5 ; K. E. Uykucu,



Muğla



H. Elbe, Bodrum,



Mavi Cennet



İlçeleriyle



Tarihi, İstanbul 1968, s. 151-165; İstanbul 1 9 7 2 ; M. K a r a d a ş ,



Bodrum,



Denizli 1976; Tuncer Bay-



Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk özellik-



kara, " ' B o d r u m ' A d m a Dair", TTK Belleten,



lerini yeniden kazanmış bir kasaba gö-



( 2 ) / 1 7 8 (1981), s. 5-8; V. J . Parry, " B o d r u m " ,



rünümündeydi. 1927'de 1450 h â n e ve



El



2



(Fr.), I, 1288-1289.



4290 kişi olan nüfusu, arada bazı dü-



XLV



m Iİ6I



TUNCER BAYKARA



249



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BODRUM CAMİİ yanlış bir biçimde yapılan ve duvarların



B O D R U M CAMİİ



lenen bu sütunların yerlerine veya et-



gerçek örgüsünü t a m a m e n yok eden ça-



raflarına taştan pâyeler yapılmıştır. Yan-



lışmalar d u r d u r u l m u ş ve 1985'e gelin-



gından önce çekilmiş fotoğraflarda ca-



ceye kadar bu tarihî eser utanç verici bir



minin iç duvarlarının bugün hiçbir izi kal-



halde kalmıştır. Bu tarihte bir dernek



mayan alışılmamış bir biçimde kalem



tarafından t a m i r ve ihyasına girişilmiş



işleri ve nakışlarla süslü oldukları gö-



Mesih Paşa Camii adıyla da anılan ya-



ve her b a k ı m d a n başarılı sayılmasa bile



rülmektedir.



pı, Fâtih Sultan M e h m e d ve II. Bayezid



tamiri yapılarak 1987'de yeniden iba-



devri vezirlerinden olan ve Gelibolu'da



dete açılmıştır.



İstanbul Lâleli'de Mesihpaşa mahallesinde kiliseden çevrilme cami. L



J



BİBLİYOGRAFYA: Ayvansarâyî, Hadtkatü'l-ceuâmi',



I, 5 5 ; a.mlf.,



da bir camisi bulunan Mesih Paşa tara-



Bodrum Camii, Roma çağına ait çok



fından yaptırılmıştır. II. Bayezid devrin-



büyük bir yuvarlak bina kalıntısının ke-



de 905'te ( 1 4 9 9 - 1 5 0 0 ) sadrazamlığa yük-



narına inşa edilmiştir. Çapı 30 metreyi



selen Mesih Paşa 907'de ( 1 5 0 1 ) ö l m ü ş



aşan bu yuvarlak bina (mezar binası ?),



ve Aksaray'da Murad Paşa Camii hazî-



of Constantinople,



Bizans devrinde içine sütunlar dikilmek



J. Ebersolt — A. Thiers, Les eglises de



resine g ö m ü l m ü ş t ü r . Halen 9 0 7 ( 1 5 0 1 )



ve bunların üstleri tonozlarla örtülmek



tinople,



tarihli mezar taşı orada bulunmaktadır.



suretiyle su sarnıcına çevrilmiş ve bu-



Vefeyât-ı Selâtin, rir Defteri



s. 9 ; İstanbul



953 (1546),



litt, Die Baukunst



Konstantinopels,



The Byzantine 1976,



Churches s.



kapenos (920-944) sarayını kurdurmuş,



şa-yı Evvel" denilmektedir. İstanbul



sonra burada Myrelaion adıyla bir ma-



The Myrelaion



nastır inşa ettirmiştir. Bodrum Camii bu



Princeton 1 9 8 1 ; Eminönü



Bildlexikon



of



209-219;



nun üzerine İmparator I. Romanos Le-



ray ve manastır, sarnıca çevrilen Roma



Constan-



Paris 1913, s. 139-146; Th. F. Mat-



Pennsylvania VViener,



Churches



L o n d o n 1912, s. 196-200;



şa'dan ayırt e t m e k için buna "Mesih Pa-



manastırın kilisesi olarak yapılmıştır. Sa-



Berlin 1909-



12, I, 3 6 ; A. V a n Millingen, Byzantine



hews,



Tah-



s. 142, nr. 7 9 9 ; C. Gur-



XVI. yüzyılda yaşamış diğer Mesih Pa-



Vakıfları Tahrir Defteri'nde, 953 ( 1 5 4 6 ) yılında Kasım Bey b. Abdullah Mescidi (Sûfîler Mescidi) mahallesinde " m e r h u m Mesih Paşa Camii" olarak kayıtlıdır. Mevlânâ M e h m e d b. Mustafa imzasıyla 907 Rebîülevvelinde (Eylül 1 5 0 1 ) tescil edilen vakfiyesinde caminin çevresindeki pek çok hücre ve evin de buraya vakfedildiği bildirilmektedir. Hüseyin Ayvansarâyî de Bodrum Camii adıyla tanınan bu caminin bânisinin Mesih Paşa olduğunu ve altında bir bodrum bulunduğu için bu adı aldığını yazar. 1782 yangınında zarar g ö r m ü ş olması m u h t e m e l olan Bodr u m Camii daha sonra t a m i r edilmiş ve iyi bir d u r u m d a 23 Temmuz 1911'de vuku bulan Uzunçarşı-Mercan-Lâleli yangınına kadar gelmiştir. Bu yangında harap olduktan sonra uzun yıllar sahipsiz kalan camide 1930 yıllarında İngiliz arkeologları tarafından araştırmalar yapılarak duvarlarda mozaik b u l m a ümidiyle b ü t ü n sıvalar kazınmıştır. 1965'te tamirine başlanmışken zaten son derece



Vakıfları



zur



İstanbul,



W.



Müller-



Topographie



Istan-



buls, T ü b i n g e n 1977, s. 1 0 4 - 1 0 7 ; C. L. Striker, (Bodrum



Cami)



in



Camileri



İstanbul, (haz. Meh-



m e t D o ğ r u v.dğr.), İstanbul 1987, s. 4 1 - 4 3 ; R. E k r e m Koçu, " B o d r u m C a m i i " , İst.A, V, 28402841.



|—ı



devri yuvarlak yapısının ü s t ü n d e ve yük-



LÜL



SEMAVİ E Y İ C E



sekte olduğundan kilisenin de altında hayli yüksek bir bodrum katı, bir "krypta" yapılması gerekli olmuştur.



1970'ierde



temizlenen m â b e d i n t a m altındaki bu mahzen kısmı, aslında İmparator Romanos'un kendisi ve aile fertleri için me-



F



B O D R U M HANI



'



İstanbul'da XV. yüzyılda yapılan şehrin en eski ticaret hanlarından biri.



^



zar yeri olarak tasarlanmış olmalıdır. Bodrum Camii, Sultan II. Bayezid devrinde terkedilmiş eski Bizans kilise ve



Kapalıçarşı



yanında



bulunmaktadır.



İnşa tarihini bildiren kitâbesi olmamak-



manastır kalıntılarının "şenlendirilmesi"



la beraber Fâtih Sultan Mehmed'in vak-



gayesiyle cami haline getirilmişti. An-



fiyesine göre han şehrin bu türden ya-



cak bu sırada sadece içine bir mihrap,



pılarının en eskilerinden biridir. Bu bel-



basit ahşap bir minber, sağ tarafına da



gede, "müsâfırûn için inşa buyurup vak-



kesme taştan bir minare yapılmış ve hiç-



feylediği" hanlardan biri olarak "Bodrum



bir Türk mimari unsuru eklenmediği gi-



Kârbansarayfnın adı geçer: "Mahmiyye-i



bi bir son cemaat yeri de ilâve edilme-



Konstantiniyye'de Eski Saray demekle



miştir. Dört sûtunlu ve bir haç biçimin-



m â r u f Sarây-ı Âmir-i Sultânı civarında-



de olan binada t e k değişiklik kubbeyi



dır, süflî ve ulvî otuz bir b â b hücerâtı



ve dört büyük tonozu taşıyan sütunlar-



müştemildir. Dîvârına muttasıl on dört



da olmuş, herhalde bir yangında zede-



b â b hücresi dahi vardır, cümlesi vakf-ı şeriftendir" satırları ile tarif edilen hanın alt ve üst katlarında otuz bir odası olduğu, dışında ise cephelerine bitişik ayrıca on d ö r t göz d ü k k â n b u l u n d u ğ u anlaşılmaktadır. Beyazıt'ta Eski Saray yakınında



olduğu



açıkça



belirtildiğine



göre de teşhisi hususunda hiçbir şüphe kalmamaktadır. Böylece Bodrum



Hanı



(Kervansarayı), fethin h e m e n arkasından ilk inşa edilen yapılardandır ve Fâtih'in hayratına gelir sağlaması için t a h m i n e göre Bizans devrine ait kalıntıların üst ü n e yapılmıştır. Fakat değişik bir görüş ortaya atan E. Hakkı Ayverdi, bazı vakıf kayıtlarına dayanarak Fâtih'in Bodr u m Hanfnın Sandal Bedesteni'nin doğ u tarafına k o m ş u olduğunu ve büyük



250



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ lenmişler ve buranın askerî önemini kav-



ihtimalle Nuruosmaniye Camii yerinde



bütünüyle aykırı bir g ö r ü n ü m almış olan



olması gerektiğini ileri sürmektedir. Hal-



Bodrum Hanı eski kaynaklarda adı geçen



rayarak Anadolu ve Rumeli hisarlarını in-



buki b u g ü n aynı adı taşıyan han Beya-



şehrin ticaret merkezlerinden biriydi.



şa e t m e k suretiyle t a h k i m a t yapmaya



zıt'ta Çadırcılar caddesi kenarında bu-



başlamışlardır.



BİBLİYOGRAFYA:



l u n m a k t a ve bu yer Fâtih vakfiyesinde



Fâtih



Mehmed



(nşr. Vakıflar



Fetihten kısa süre sonra, Fâtih Sultan



1938, s. 2 1 4 , vr.



M e h m e d zamanında Karadeniz'in bir iç deniz haline gelmesiyle birlikte Boğaz'ın



II. Vakfiyeleri



"Eski Saray kurbında" şeklindeki kayda



Umum



da uymaktadır. Eğer vaktiyle aynı adla



9 2 ; A h m e t Refik [Altmay], Hicrt Onbirinci



anılan iki han olmadıysa b u g ü n mevcut



da



hanın esasının Fâtih evkafından oldu-



nr. 7 7 ; Ayverdi, Osmanlı



ğ u n u kabul e t m e k gerekir.



Müdürlüğü), Ankara



İstanbul



İstanbul kadısına yazılan 18 Muhar-



Hanları



Asır-



İstanbul 1 9 3 1 , s. 40-41,



Mi'mârtsi



5 7 9 ; Ceyhan G ü r a n , Türk Hanlarının



ue İstanbul



rem 1018 ( 2 3 Nisan 1 6 0 9 ) tarihli bir hü-



Hayâtı,



Mîmârisi,



IV, s. 5 6 9 , Gelişimi



A n k a r a , ts., s.



112-113; Hakkı G ö k t ü r k , " B o d r u m H a n ı " , s. 2841-2842.



lst.A,



ı-ı M



k ü m d e n öğrenildiğine göre eskiden ber



dışarıdan mal getiren tüccarların bu usu-



ziyade bir eğlence yeri, şiir, mûsiki ve edebiyat konusu olmuştur.



1



XV. yüzyıl ortalarından itibaren tabii güzellikleri, mimarisi, nakil vasıtaları ve



BOĞAZİÇİ İstanbul Boğazı'nın Türk kültür ve sanat hayatında Asya ve Avrupa yakalarındaki yerleşimi ifade etmek üzere kullanılan adı.



lün dışına çıktıkları ve başka yerlerde dağıtım yaptıklarının öğrenilmesi üzerine yazılan bu h ü k ü m l e keten ve p e m b e (pamuklu) bezlerin yine eskisi gibi Bod-



I. TARİH II. BOĞAZİÇİ'NDE



r u m Hanı'na getirilip buradan kethüdaları ve yiğitbaşıları eliyle bezzâzlara da-



NAKİL VASITALARI ve MESİRELER



ğıtılması emredilmektedir. Ayrıca güm-



III. BOĞAZ'IN MÜDAFAASI



rük eminlerinin bez denklerini doğrudan doğruya Bodrum Hanı'na yollamaları da



L



IV. SANAT ve EDEBİYATTA BOĞAZİÇİ



J



hatırlatılarak kimsenin "kadimden olagelen bu işleme" karşı koymaması is-



ğaziçi Türk-İstanbul hayatında çeşitli imar faaliyetlerine sahne olarak daha



SEMAVI EYİCE



ri İstanbul'a gelen keten bezleri, tüccarlara Bodrum Hanı'nda dağıtılırdı. Fakat



savunmasına ihtiyaç duyulmamış, zaman z a m a n bu hususta bazı tedbirler alınmakla beraber son dönemlere kadar Bo-



I. TARİH



hayat tarzı bakımından önemli değişiklikler geçiren Boğaziçi gittikçe güzelleşmiş, Bizans dönemindeki ıssızlık ve sessizliğin yerini giderek artan bir ihtişam ve a z a m e t almıştır. Kısa z a m a n d a her iki sahilde kurulan köyler, başta hânedan mensupları o l m a k üzere devlet büyükleri tarafından yaptırılan kasırlar, köşkler, yalılar, bahçeler, cami ve çeşmelerle Boğaziçi kalabalıklaşmış, şenlenmiş ve güzelleşmiştir.



tenmektedir. Bodrum Hanı 1895 zelze-



Karadeniz'i Marmara denizine bağla-



Boğaziçi'nin tarihî gelişmesini daha iyi



lesinde büyük ölçüde zarar g ö r m ü ş ve



yan Boğaziçi eski Yunanlılar tarafından,



anlayabilmek için Rumeli kıyısının baş-



aslî mimarisine uymayan biçimde tek-



Boğaz'ın sonundaki sahillerde rastlanan



ladığı Tophane'den itibaren Karadeniz'e,



rar kullanılır hale getirilmiştir.



bazalt sütunlar ve mağaralar dolayısıy-



Karadeniz'den de Anadolu kıyısının so-



la, "birbiriyle vuruşan kayalar" mânasın-



na erdiği Kuzguncuk'a kadar olan semt-



Bodrum Hanı Çadırcılar caddesi kena-



da Şymplegades şeklinde adlandırılmış-



lerin tarihçeleri aşağıda ayrı ayrı ele alın-



rında, düzensiz biçimde inşa edilmiş iç



tır. Tarih boyunca bünyesinde birçok mi-



mıştır.



avlulu bir yapıdır. H. Göktürk, buranın



tolojik hâtırayı saklayan Boğaziçi'nin ta-



Tophane. Galata'nın doğusunda ve Ha-



evvelce bir manastır olduğu yolunda bir



rihçesi hakkında Eskiçağ'larda Herodot,



liç ile Boğaz'ın Avrupa yakasının köşe-



Ali Paşa Hanı'nın bitişiğinde bulunan



söylentiyi nakleder ve ayrıca hanın al-



Polybios, Strabon, Plinius, Arrian, Bizans-



sinde olup Galata'dan itibaren Fındıklı'-



tında büyük bir mahzen veya bir bod-



lı Dionyzos gibi tarihçiler tarafından ya-



ya kadar sahilde olan mahalleleri içine



r u m b u l u n d u ğ u n a da yine söylentilere



zılmış eserlerden bilgi edinmek müm-



alır. Şehir merkezine yakınlığı ve XVII.



dayanarak işaret eder. Şimdiye kadar



kündür.



yüzyılda bol ağaçlıklı olması dolayısıyla



ciddi olarak görülemeyen ve incelenme-



Osmanlı Türkleri daha İstanbul'un fet-



Tophane İstanbul'un ilk gelişip büyüyen



yen bu m a h z e n d e n başka araştırmacı-



hinden önce Boğaziçi ile yakından ilgi-



semtlerinden biridir. Adını burada bulu-



lar da bahsetmiştir. C. Güran'a göre Bodr u m Hanı eski kalıntılar üzerine XVIII. yüzyılda yapılmış bir binadır. Alt kısmında daha değişik bir teknikte duvar örg ü s ü görülür. Bu eski kısımlarda yalnız tuğla kullanılmasına karşılık üst duvar-



Boğazicı'nin Kuzguncuk'tan görünüşü



larda t a ş ve t u ğ l a d a n karma örgü vardır. Plan düzensiz o l d u ğ u n d a n avlu da kırık bir biçim almıştır. Son yüzyıl içinde değişiklik ve eklemelerle hanın gerçek mimarisi t a n ı n m a z bir hale sokulmuştur. Dış cephelerin önündeki dükkânlar da 1895 zelzelesinden sonra Batı mimarisi



üslûbunda



tamamen



değişmiştir.



İçeride her iki katın da önlerinde, taştan kare pâyelere dayanan tuğla kemer• lerle avluya açılan revakların varlığı görülür. Şimdiki haliyle tarihî hüviyetine



251



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ nan top imalâthanesinden (tophane) alan semtin mülkî âmiri Galata kadısının nâiblerinden biri, askerî kumandanı topçubaşı, zâbıta âmiri ise bostancıbaşı idi. Bünyesinde çok sayıda yalı, tekke, cami, çeşme ve sebil bulunduran Tophane'deki top dökümhanesi Fâtih döneminde kurulmuş, Kanünî tarafından geliştirilmiş ve zaman zaman geçirdiği yangınlar yüzünden önemli tamirler görmüş ve nihayet III. Selim tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Tophane Ocağı Mescidi Kanünî Sultan Süleyman tarafından inşa ettirilmişse de asıl Tophane Camii XVI. yüzyıl kaptan-ı deryâlarından Kılıç Ali Paşa tarafından 1580 yılında Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Bu caminin karşısında Siyavuş Paşa bir çeşme (1632), IV. Murad'ın silâhtarlarından Mustafa Paşa da bir çeşme ile sebil yaptırmıştır (1636). Fakat buradaki dört cepheli asıl büyük çeşmenin inşasına III. Ahmed zamanında başlanmış ve I. Mahmud döneminde bitirilmiştir (1 145/1732-33). Top Arabacıları Kışlası yanındaki Nusretiye Camii Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının hâtırası olarak II. Mahmud tarafından, daha yukarıdaki Cihangir Camii ise Kanûnî'nin Cihangir adındaki şehzadesi adına babası tarafından inşa ettirilmiştir. Sahpazan ve Fındıklı. Fındıklı Tophane'nin devamı olup ikisinin arasında Sa-



989'da (1581) Boğaziçi'ni tasvir eden bir minyatür IŞehinşâhnâme,



İ Ü Ktp., FY, nr. 1404, vr. 5 8 a )



lıpazarı yer alır. Salıpazarı bu adı, muhtemelen salı günleri Tophane'de kurulmakta olan pazar sebebiyle almıştır. Fındıklı'da yakın zamanlara kadar bir iskele vardı. İlyas Çelebi, Cihangir, Alçakdam ve Dereiçi mahalleleri Salıpazarı semtinin içindeydi. Vaktiyle burada bir liman (Çivici Limanı) ile pazar yerinin bulunması, Fındıklı'nın bir ticaret mahalli olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Fındıklı, adını ya fındık bahçelerinin bolluğundan veya burada bulunan bir tüccar misafirhanesinden (fondaco) almıştır. Şehir merkezine yakınlığından dolayı Fındıklı padişahların ve devlet büyüklerinin çok rağbet ettiği bir yer olmuş ve bundan dolayı burada cami, mektep, çeşme, h a m a m gibi birçok sosyal tesis kurulmuştur. Mahmud Çavuş adında birinin namazgâhtan tahvil ettirdiği Çivici Limanı Mescidi, derya beylerinden Süheylî Bey'in yaptırdığı Salıpazarı Camii, yine derya beylerinden Arap Ahmed Paşa'nın zevcesi Perizad tarafından evinin bahçesine bina ettirilen Hatuniye Mescidi, çeşme (1575) ve tekke ile Anadolu kazaskerlerinden Mehmed Vusûlî Efendi'nin ünlü Fındıklı Camii (1589) bunların belli başlılarıdır. Uzun süre ilmiye sınıfı mensuplarının merkezi olan Fındıklı semtinde Bursa kadısı Abdullah Efendi'nin yaptırdığı Pişmaniye Camii, İstanbul kadısı Kutub İbrâhim Efendi'nin inşa ettirdiği Kadı Mescidi, Seyyid Yahyâ Efendi'nin yaptırdığı Emîr İmam Mescidi ile Şeyhülislâm Feyzullah Efendi'nin (ö. 1698) yalısı da bulunmaktaydı. Fındıklı, XVIII. yüzyıl başlarında Damad İbrâhim Paşa tarafından Emnâbâd Yalısı'nın inşasından sonra daha da önem kazanmıştır. II. Mahmud'un kız kardeşleri Âdile Sultan ile Cemile Sultan'ın yalıları da yine burada bulunuyordu. Çırağan yangınından (1909) sonra Cemile Sultan Yalısı Meclis-i Meb'ûsan toplantılarına tahsis edildi. Halen bu binalarda Mimar Sinan Üniversitesi Rektörlüğü ile Güzel Sanatlar ve Mimarlık fakülteleri bulunmaktadır. Kabataş. Fındıklı ile Dolmabahçe arasındadır. Adını, Köse Kethüdâ Mustafa Necib Çelebi'nin (ö. 1239/1823-24) bu civardaki yalısını tamir ettirdiği sırada bulduğu ve etrafını yontturarak iskele haline koyduğu (Kara Bâlî İskelesi) büyük



bir taştan (muhtemelen Antik devirlerden kalma Petra Thermastis) alır. Önceleri Fındıklı'ya dahil olan Kabataş bağlık bahçelik ve bağ evlerinin bulunduğu bir yerdi. Elmas Mehmed Paşa mensupların-



dan bir kadın tarafından burada 1705'te Bağodaları Mescidi, Avni Ömer Efendi tarafından bir cami ve Hekimoğlu Ali Paşa tarafından da 1145'te (1732-33) büyük bir çeşme inşa ettirilmiştir. Dolmabahçe. Kara Bâlî bahçeleriyle Beşiktaş Bahçesi arasındadır. Adından anlaşılacağı gibi deniz doldurularak kazanılmış ve daha sonra padişah bahçeleri arasına alınmıştır. Kaptanıderyâ Halil Paşa'nın teklifi üzerine Sultan 1. Ahmed'in emriyle doldurulmaya başlanan ve II. Osman zamanında da doldurulması devam eden bu semtte daha sonra birçok mimari eser inşa edilmiştir. I. Abdülhamid zamanında İran tarzında zeminden itibaren güzel çinilerle süslenerek yeniden yaptırılan II. Selim devrine ait bir köşk ile III. Selim tarafından Mimar Melling'e inşa ettirilen Beşiktaş Sahilsarayı bunlar arasındadır. Beşiktaş Sahilsarayı II. Mahmud tarafından yeni bir saray inşa ettirilmek üzere yıktırılmış, daha sonra bu saray da Sultan Abdülmecid tarafından yıktırılarak yerine bugünkü Dolmabahçe Sarayı yaptırılmıştır (1853-1854). Yine bu padişah burada bir iskele ile kayıkhâneler tesis etmiş, zevcelerinden Hümâşah Sultan da bir çeşme yaptırmıştır. Daha önceleri mevcut olan Çakır Dede Mescidi, Tersane Emini Hüseyin Efendi tarafından 1709'da yeniden inşa ettirilerek camiye çevrilmiştir. Bunun karşısında 1854'te Bezmiâlem Vâlide Sultan bugünkü Dolmabahçe Camii'ni yaptırmaya başlamış ve cami oğlu Abdülmecid tarafından tamamlanmıştır. Bu caminin karşısında sipahi ağalarından Hacı Mehmed Emin Ağa'nın 1740'ta yaptırdığı zarif bir sebil vardır. III. Selim zamanında Dolmabahçe'de bir tüfenkhâne-i âmire kurulmuştu. II. Mahmud tarafından tamir ettirilen bu tüfenkhânenin yerine daha sonra Istabl-ı Âmire inşa ettirilmiştir. Beşiktaş. Tabii güzellikleri bakımından çok eski devirlerden beri ilgi görmüş ve önem kazanmış, Dolmabahçe ile Ortaköy arasında bulunan bir Boğaziçi semtidir. Önceleri Iasonion, Sergion, Bizanslılar zamanında Daphne, Diplokion adlarıyla anılan semt, XIII. yüzyıl başındaki Haçlı seferleri sırasında Venedik gemilerinin yanaştığı bir yer olmuştur. Beşiktaş'ın adı, bir rivayete göre Barbaros'un burada gemileri bağlamak üzere beş taş direk koydurmasıyla ilgilidir (Ayvansarâyî, II, 94). Bir başka rivayete göre ise burada içi insan şeklinde oyulm u ş beşiğe benzer bir taşın bulunma-



252



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ sıyia veya Barbaros'un türbesine konan Dipiokionion sütuniarıyia ilgilidir. İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı donanması sefere çıkmak üzere Dolmabahçe ve Beşiktaş önlerinden hareket ederdi. Bu sebeple kaptanpaşa yalısı Beşiktaş'ta bulunurdu. Bu yalının olduğu yer daha sonra padişahlara intikal etmiş, burası çok güzel köşkler ve yalılarla süslenmiştir. Sinan Paşa Camii, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Mimar Sinan'ın Beşiktaş'ı süsleyen XVI. yüzyıl eserlerindendir. Ayrıca Beşiktaş'taki Yahyâ Efendi mesiresi de meşhurdur. Bizzat bu şeyh tarafından Hızırlık adı verilen bu mesire yeri ile Yahyâ Efendi'nin (ö. 1571) türbesi ve tekkesi yakın zamanlara kadar halkın, hatta devlet büyüklerinin ziyaretgâhı olmuştur. Beşiktaş'ın yüksek bir tepesinde IV. Mehmed devri dârüssaâde ağalarından Abbas Ağa'nın yaptırdığı bir cami vardır. Beşiktaş sahilinde I. Ahmed, IV. Mehmed ve I. Mahmud köşkler ve kasırlar yaptırmışlardı. III. Selim yaz mevsimlerini, kendisinin de birçok ilâvede bulunduğu I. Mahmud'un sahilsarayında geçirirdi. II. Mahmud devrinde bazı tâdiller gördükten ve yeni binalar ilâve edildikten sonra Dolmabahçe'deki sarayın inşası ile eski Beşiktaş Bahçesi ve Beşiktaş Sahilsarayı tarihe karışmıştır.



Kâtib Çelebi'nin Cihannümâ (İstanbul 1145, vr. 671»)



adlı eserinde Boğaziçi



Beşiktaş'taki ilk Çırağan Sarayı ise evvelce Kazancıoğlu Bahçesi iken sonra has bahçeler arasına girmiş ve IV. Murad tarafından kız kardeşi Kaya Sultan'a hediye edilmişti. Daha sonra içinde Çırağan şenlikleri yapılan bu yalı Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa tarafından hanımı ve III. Ahmed'in kızı olan Fatma Sultan için yaptırılmıştır. Devrin padişahı 111. Ahmed de sık sık buraya gelir ve bazan haftalarca kalarak Çırağan eğlencelerini seyrederdi. III. Selim'in 1804 yılında yeniden yaptırdığı bu sahilsaray II. Mahmud tarafından çok zarif bir şekilde yenilenmiştir. Sultan Abdülmecid'in de bir süre ikamet ettiği Çırağan Kasrı, Dolmabahçe Sarayı'nın inşasından sonra bu padişah tarafından yeniden yaptırılmak maksadıyla yıktırılmıştır. Sultan Abdülaziz Çırağan Sarayı'nı yeniden inşa ettirmişse de yine Dolmabahçe Sarayı'nda oturmayı tercih etmiştir. V. Murad hal'inden sonra ölünceye kadar (1876-1905) burada mahpus kalmıştır. Daha sonra Meclis-i Meb'üsan'a tahsis edilen Çırağan Sarayı 1909 yılında yanmıştır. Bu sarayın karşısında Yıldız Sarayı'nın caddeye açılan kapısının dışında Mecidiye Camii (1843) ile Yıldız Sarayı'nın önünde Hamidiye Camii (1890) vardır. Beşiktaş'taki bir başka güzel mimari eser de İhlamur Kasrı'dır. Bu semtin arka taraflarında şirin bir vadi içinde bulunan bu kasrın bulunduğu yer Hacı Hüseyin Bağı adıyla bilinirdi. Beşiktaş'ın Maçka, Hasekitarlası, Yenimahalle ve Kılıçali gibi birçok mahallesi vardır. Evliya Çelebi'ye göre halkının büyük bir kısmı Anadolu'dan gelme âyan ve kibar kimselerden oluşmaktadır (Seyahatname, I, 448). Hâkimi Galata mollasının bir nâibiydi. Sinan Paşa Camii'nin bir köşesinde mahkeme-i şer'iyye bulunmaktaydı. Barbaros Hayreddin İskelesi, Rumeli'den Anadolu'ya veya Anadolu'dan Rumeli'ye sevkedilecek askerin geçtiği bir yer olduğundan çok önemliydi ve iskele başında yolculara mahsus bir han vardı. İskele ile Dolmabahçe Sarayı'nın mutfak dairesi arasındaki sahile "Çifte Vavlar" denilirdi. Beşiktaş'ta birçok cami, tekke, çeşme ve h a m a m yapılmıştır. Camilerin sayısı yirmi olup on beşi mahalle camii idi. Bunlar arasında Vişnezâde İzzeti Mehmed Efendi'nin yaptırdığı mescid, Kılıç Ali Paşa İskelesi Mescidi, Deli Birader Gazâlî Mehmed'in inşa ettirdiği mescid ile önce Ohrili Hüseyin Paşa tarafından Çırağan Sa-



rayı'nın bitişiğinde inşa edilen (1622), sarayın genişletilmesi üzerine yandaki bir yalıya taşınan, Abdülaziz devrinde ise Maçka'ya nakledilen Beşiktaş Mevlevîhânesi bulunmaktaydı. Fâtih Sultan Mehmed'in tuzcubaşısı Tuz Baba ile yine Fâtih'in ekmekçibaşısı Ali Ağa Beşiktaş'ta medfundur. Bektaşîler'den Karaabalı Mehmed Baba, Kanûnî Sultan Süleyman'ın izniyle Beşiktaş'taki Süleymaniye Camii'ni yaptırmış ve Süleymaniye mahallesiyle aşağısındaki Kara Bâlî bahçelerini tesis etmişti. Ortaköy. Beşiktaş ile Kuruçeşme semtlerinin ortasında bir derenin vadisindedir. Kanûnî Sultan Süleyman devrinden itibaren hızla gelişen semt adını da bu sırada aldı. Özellikle Defterdar İbrâhim Paşa'nın bugün de ona izâfetle anılan Defterdarburnu'nda bir cami yaptırmasından sonra Ortaköy sahili ve deresi devlet büyüklerinin rağbet ettiği bir semt haline geldi. XVII. yüzyıl ortalarında dere içinde bir müslüman mahallesi, sahilde ise birçok âyan ve eşraf yalıları vardı. Bunlardan Safiye Sultan ve Ekmekçizâde Ahmed Paşa yalıları ile Baltacı Mehmed Ağa'nın (Paşa) yaptırdığı Ortaköy Camii'nin adı Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde geçmektedir. Defterdar İbrâhim Paşa Camii'nin yerine XIX. yüzyılda Sultan Abdülmecid tarafından bugünkü Ortaköy Camii yaptırılmış, bu caminin yanına da Sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa Neşâtâbâd Köşk ü ' n ü inşa ettirmiştir (1725-1726). Bu köşkü daha sonra III. Selim kız kardeşi Hatice Sultan'a vermiş, o da burada mimar Melling'e bir sahilsaray yaptırmıştır. Bir ara ünlü hattat Kazasker Mustafa Râkım Efendi'ye intikal eden bu yalının yerinde II. Abdülhamid ayrı ayrı iki yalı inşa ettirmiş ve kızları Naime ve Zekiye sultanlara tahsis etmiştir. Yine sahilde Tekeli Mustafa Paşa ile Selim Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış iki çeşme vardı. Ortaköy'ün idaresi Galata kadısının bir nâibi ile bir subaşı ve yeniçeri yasakçısı tarafından yürütülürdü. XVIII. yüzyılda Boğaziçi sahillerinin gayri müslimlerin hücumuna uğraması üzerine boş arsalara bina yapılmasına kesinlikle müsaade edilmemesi emredilmiştir. Kuruçeşme. Ortaköy'ün ilerisinde, Tezkireci Osman Efendi tarafından yaptırılan caminin yanındaki susuz çeşmeye izâfe edilen bir köydür. Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın kız kardeşi tarafından yeniden yaptırılıp suyu akıtıldıktan



253



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ sonra da (1682) bu ismin kullanılmasına devam edilmiştir. Damad İbrâhim Paşa tarafından 1141'de (1728-29) buraya bir çeşme daha yaptırılmıştır. Havasının ve suyunun güzelliğiyle bilinen Kuruçeşme'de eskiden beri birçok yalı ve köşk inşa ettirilmiştir. Bunlardan Sadrazam Mustafa Paşa'nın yaptırdığı Tırnakçı Yalısı ile bunun arkasındaki yüksek tepede Damad İbrâhim Paşa'nın tavsiyesi üzerine 1726'da İli. Ahmed'in yaptırdığı Kasr-ı Süreyyâ adıyla anılan köşk ünlüdür. Kuruçeşme'ye daha sonra Esma Sultan (1763) ve Atiye Sultan (1838) için de sahilsaraylar inşa ettirilmiştir. Kuruçeşme'de sahilden 150 m. kadar açıkta bir fener kayası bulunmaktadır. Ayrıca iskele karşısında yaklaşık 10.000 m 2 büyüklüğünde ve yakın zamana kadar kömür deposu olarak kullanılan, daha sonra park haline getirilen bir adacık (Serkis Bey adası) vardır. Arnavutköy. Adını buranın ilk sakinlerinden alan Arnavutköy, Kuruçeşme'den sonra Akıntıburnu sahillerinin ilerisine kadar uzanan oldukça kalabalık bir köydür. Daha sonra burada Rumlar ve yahudiler ikamet etmiştir. Hatta bu yüzden XVII. yüzyılda 1000 kadar m â m u r evleri olduğu halde hiç müslüman ahalisi bulunmadığından herhangi bir dinî yapıya da rastlanmaz. Sonradan burada III. Selim tarafından 1219 (1804-1805) yılında bir çeşme, II. Mahmud tarafından da 1248'de (1832-33) Tevfikiye Camii yaptırılmıştır. Arnavutköy'de Akıntıburnu'ndan başka bir de Sarrafbumu denilen daha az sivri bir burun vardır. Her ikisinin arasında küçük bir koy bulunmaktadır. Bebek. Akıntıburnu'nun kuzeyindeki koyun sahil ve sırtlarında yer alan bu köye, Bizanslılar zamanında sahil boyunca bulunan ve yolcuların karaya ve tepelere çıkmasını kolaylaştırmak amacıy-



la yapılmış olan basamaklardan dolayı "Helai" veya "Echele" denirdi. Bugünkü adını, Fâtih'in buraya tayin ettiği ve lakabı "Bebek" olan bölükbaşıdan almıştır. Arnavutköy ile Rumelihisarı arasındaki koyun sahil ve tepelerinde bulunan bu köyün kuzey kısmına Küçük Bebek, güney kısmına da Büyük Bebek denirdi. Köye lakabını veren bölükbaşının burada bağ ve bahçeleri vardı. Yavuz Sultan Selim'in de burada bir köşkü bulunuyordu. Ayrıca XVII. yüzyıl ortalarında Yeniçeri Ağası Hasan Halife ile Girit'in fethinde büyük hizmeti geçen Deli Hüseyin Paşa'nın da bağları mevcuttu. Bu bağ ve bahçeler daha sonra has bahçeler arasına alınmış, ardından da Ahmed Vefik Paşa tarafından Amerikan misyoner okulu Robert College'e devredilmiştir. Boğaziçi yer yer imar edilip köşk ve yalılarla süslenirken Bebek bir süre bakımsız kalmış, daha sonraki dönemlerde, özellikle XVIII. yüzyıl başlarında ayak takımının sığınağı olmuştu. Burayı da m â m u r hale getirmek için XVIII. yüzyıl boyunca sahilde bir köşk, bir cami (Bebek Çelebi Camii) ile birçok dükkân yaptırılmıştır. İskele civarında olup bugün Bebek Camii diye anılan caminin minaresi 1912'de Evkaf Nezâreti'nce Mimar Kemâleddin Bey'e tamir ettirilmiştir. Kayalar ve Hasan Halife Yalısı'na varıncaya kadar Bebek sahil ve sırtları devletçe isteyenlere satılarak kısa sürede bir köy kurulmuştur. Burada yaptırılan Hümâyunâbâd Köşkü zamanla bu semte alem olmuştur. Bu kasır daha sonra Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından yeniden yaptırılmış ve I. Abdülhamid'e takdim edilmiştir. Yine bu köşk zaman zaman yabancı sefirlerle yapılan toplantılara da merkez olmuştur. III. Selim kız kardeşi Beyhan Sultan'ın oturduğu bu köşkü yeniden inşa ve tezyin ettirmiştir. Köşk 1846'da Sultan Abdülmecid tarafından yıktırılıncaya kadar Hümâyunâbâd adını korumuştur. Yeniden yaptırıldıktan sonra Bebek Kasrı veya Bebek Köşkü diye anılmıştır.



çeşme 1914 yılında yol tesviyesi sırasında yıktırılmıştır. Tavukçu Reis diye anılan bu reîsülküttâbın buradaki yalısı devrin devlet büyüklerinin, hatta Avrupa elçilerinin sık sık uğradığı ve toplantılar yaptığı bir yerdi. Kayalar Mescidi civarında Oğlan Şeyh diye anılan Melâmî şeyhi İsmâil Ma'şûkî'nin dergâhı ile bunun civarında mezarlık vardı. Yine bu dergâh civarında Yılanlı Yalı ile Durmuş Dede Tekkesi bulunuyordu. Bu tekke İstanbulluların önemli ziyaret yerlerinden biriydi. Rumelihisarı. Adını, Fâtih Sultan Mehmed'in burada yaptırdığı ünlü hisardan alan bu semte daha önce Hermaion veya dalgalarının köpek havlamasını andıran gürültüsünden dolayı "kızıl köpek" anlamında Ftyrhias Kyon denirdi. Ünlü Pers Kralı Dârâ'nın İskitler'e karşı savaşa giderken ordusunu geçirmek için burada sallarla bir köprü kurdurduğu rivayet edilmektedir. Boğaz'ın en dar yerinde Anadoluhisarı'nın karşısında yapılan Rumelihisarı, Bebek ve Baltalimanı koyları arasında genişçe bir çıkıntı (burun) üzerindedir. Hisarın varlığı sayesinde kısa sürede gelişen bu köy, iskeledeki mescidin bânisinin adıyla anılan Hacı Kemâleddin mahallesini, Ali Dede Mescidi'nin bânisi Ali Torlak mahallesini, Kaleiçi ve Meydan mahallelerini ihtiva ediyordu. Evliya Çelebi'ye göre Rumelihisarı, hisar dışındaki mahallelerden bağ ve bahçesiz, kayalar üzerinde 1000'den fazla evden ibaret bir semt idi. Buradaki muvakkithâne III. Mustafa'nın kızı Beyhan Sultan tarafından yaptırılmıştır. Cuma ve bayram günleri hisara bayrak çekilir ve padişah Boğaz'a çıktığında buradaki toplarla selâm atışı yapılırdı. Rumelihisarı'nda her devirde saray ve devlet büyüklerinin bağ ve yalıları vardı.



Boğaziçi'nin en önemli savunma tesislerinden biri olan Rumelihisarı



XIX. yüzyıl başlarında birçok devlet adamının köşk ve yalılarının bulunduğu Bebek'te yine bu yüzyılda bir Amerikan okulu olan Robert College yaptırılmıştır.



II. Mahmud devrine ait Tevfikiye Camii Arnavutköy / istanbul



Kayalar mevkii civarında IV. Mehmed devri nişancılarından Melek Ahmed Paşa'nın (ö. 1662) yaptırdığı Kayalar Mescidi vardı. Onun yakınında ve deniz kıyısında bulunan çeşme Reîsülküttâb Mustafa Efendi'nin hayratındandı. Fakat bu



254



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ nımı Seniha Sultan'dan dolayı Damad Ferid Paşa'ya intikal eden bu yalının bir kısmı günümüzde kemik hastahanesi, bir kısmı ise İstanbul Üniversitesi'nin restoranı olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda Baltalimam ile Emirgân arasındaki Reşid Paşa arazisi üzerinde yeni bir mahalle kurulmuştur. XIX. yüzyılın ilk yarısında Allom tarafından yapılan bir gravürde Boğaziçi (R. Walsh, Constantinople and the Scenery of the Seoen



Church



ofAsia



Minör,



L o n d o n 1940,1, 9}



XVII. yüzyılda yaptırılan Vâlide Turhan Sultan'ın köşkü, XVIII. yüzyılda inşa ettirilen Matbah Emini Halil Efendi'nin bağı, Şeyhülislâm Mekkî Mehmed ve Sıdkızâde Ahmed Reşid efendilerin yalıları bunların belli başlılarıdır. Rumelihisarı'nin en yüksek noktasında Nâfı Baba Tekkesi adıyla anılan bir Bektaşî tekkesi vardı. Civardaki Kayalar Mezarlığı'nda Ahmed Vefik Paşa, aşağıda Rumelihisarı Mezarlığı'nda ise Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rıfkı Melûl Meriç, İsmail Hikmet Ertaylan, Münir Nurettin Selçuk, Nihad Sâmi Banarlı ve Orhan Veli Kanık gibi birçok ünlü kişi gömülüdür. Kayalar sırtında bulunan Tevfik Fikret'in Âşiyan adlı köşkü 1939'da müzeye çevrilmiştir. Baltalimam. Rumelihisarıbumu' ndan sonra başlayan bu koy adını, İstanbul'un fethinde Haliç'e indirilen gemileri burada yaptıran Fâtih devri kaptan-ı deryalarından Baltaoğlu Süleyman Bey'den almıştır, Rumelihisarı ile Emirgân arasında, kaynağı Levent Çiftliği'nde olan bir derenin denize döküldüğü yerde kurulmuştur. Burada Paşmakçı Şücâeddin'in yaptırıp minberini III. Ahmed'in imamı Seyyid Mehmed Efendi'nin ilâve ettirdiği bir cami ile Sadrazam Hezârpâre Ahmed Paşa'nın (ö. 1648) bir çeşmesi vardır. III. Selim devri saray ağalarından Giritli Yûsuf Ağa'nın burada bir biniş* köşkü bulunuyordu. Sultan düğünleri münasebetiyle zaman zaman burası çeşitli şenliklere sahne olmuştur. II. Mahmud devrinde limanın ağzına bir tabya inşa edilmişti. Özellikle XIX. yüzyılda çok rağbet gören Baltalimanfnda birçok büyük yalı mevcuttu. Mustafa Reşid Paşa tarafından yaptırılarak yüksek bir fiyatla hükümete satılan ve daha sonra oğlu Ali Galip Paşa ile onun hanımı Fatma Sultan'a tahsis edilen kâgir yalı hâlâ ayakta durmaktadır. Bir süre sonra ha-



Boyacıköy. Baltalimam ile Emirgân arasında bir köydür. Adını, şayak vb. boyamak ve bu sanatı memlekette yaymak üzere Kırkkilise (bugünkü Kırklareli) dolaylarından III. Selim zamanında getirilen kırk hâne muhacirin burada iskân edilmesi dolayısıyla almıştır. Köyde Hüsrev Paşa (ö. 1855) tarafından yaptırılmış iki çeşme vardı. Bunu takip eden sahil servi ağaçları ile kaplı olup Kestanekorusu adıyla anılırdı. Emirgân (Mîrgûn). Buraya XVI. yüzyılda, meşhur Münşeâtü's-selâtîn müellifi Feridun Ahmed Bey'e (ö. 1583) izâfetle Feridun Bey (Paşa) Bahçesi denirdi. Fakat günümüzde de varlığını koruyan asıl adını, IV. Murad devrinde Osmanlı Devleti'ne iltica eden Revan Kalesi kumandanı Emîrgûne'den almıştır. İstanbul'a geldikten sonra kendisine verilen bu yerde Emîrgûne'nin İran tarzında bir köşk inşa ettirmesinden sonra semt hep onun adıyla anılmıştır. Bu zatın 1051'de (1641-42) katlinden sonra köşk Kara Mustafa Paşa'ya verilmiş, onun da idamından sonra birçok el değiştirmiştir. Bahçelerinin bir kısmının has bahçelere intikalinden sonra Mîrgûn ismi bütün semte alem olmuştur. I. Abdülhamid devrinde Şeyhülislâm Esad Efendi'den boş kalan köşk ve sahilhânenin yerine bu padişah tarafından cami ile dükkânlar ve hamam inşa edilerek bir köy kurulmuştur. III. Selim devrinde daha da gelişip büyüyen bu köyde birçok çeşme



yaptırılmıştır. Bu çeşmelerin suyu Vâlide Bendi'nden ve Hacı Osman Bayın'ndan gelirdi. Sahilin kuzeyinde Mısır Hidivi İsmâil Paşa'nın köşkleri vardı. Bunun yanındaki bahçe bugün de İstanbul'un önemli mesire yerlerindendir. Emirgân Camii'nin bitişiğinde Şerif Abdullah Paşa'nın sahilhânesi vardır. Bugün Şerifler Yalısı diye anılan bu sahilhânenin tezyinatı çok güzeldir. Gerek hidivin gerekse adı geçen şerif ailesinin Emirgân'da daha başka hayır eserleri de bulunmaktadır. Koru civarında bulunan fakat daha sonra harap olan hastahane bunlardandır. Eskiden Boğaziçi'ndeki gümrüklerden biri Emirgân'da idi. İstinye. Emirgân'dan sonra gelen ve tabii bir liman olan İstinye'nin eskiden üç adı vardı. Boğaz'ın girişine yakın olmasından dolayı Stenös, burada yetişen bir bitkiden dolayı Leosthenes (Leasthanes) ve Argonotlar tarafından yaptırılan adak yerinden dolayı ise Sösthenion denirdi. Bizanslılar zamanında ise burada imparatorların sarayları bulunuyordu. Boğaziçi'nin en derin koyu etrafında bulunan bu köy XVI. yüzyıl ortalarından itibaren gelişme göstermiştir. Ahalisi yerli Rumlar ve daha ziyade denizcilerden ibaretti. Bunların sahilhâneleri, inşa ettikleri mescid ve oluşturdukları mahallelerden başka burada II. Bayezid'in torunu Neslişah Sultan'ın 1540'ta yaptırdığı mescid ve mahalle vardır. XVII. yüzyılda limanın ağzında bir de misafirhane vardı. Gerek sahilde gerekse iç taraflarda bulunan yalı ve köşkler, İstinye'nin her devirde zenginler tarafından rağbet edilen bir yer olduğunun işaretidir. Koyun sonundaki çayırlık Boğaziçi'nin meşhur mesirelerinden biriydi. Civardaki tepelerde kireç ve taş ocak-



XX. yüzyıl baslarında Boğaziçi'nin genel görünüşü (iü Ktp., TY, M. 5009-10)



255



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ ları bulunurdu. Limanda, Cezayirli Gazi Hasan Paşa zamanında faaliyete baş-



ya'da Elhâc Osman Ağa'nın bir camii var-



se de civarda bakır madeninin bulunma-



dır. Yine burada II. M a h m u d ' u n ve Bez-



sı ve bu yüzden toprağının sarı renkte



layan ve en büyük gemilerin bile kalaf a t ve t a m i r edilmelerine uygun bir kalafat yeri vardı. Daha sonra Meşrutiyet



miâlem Vâlide Sultan'ın çeşmeleri bu-



görülmesinden dolayı bu adı almış olma-



lunmaktadır.



sı ihtimali daha kuvvetlidir. Nitekim es-



ve Cumhuriyet dönemlerinde de İstinye Limanı gemi t a m i r havuzlan ve tersa-



sındadır. Bizanslılar zamanında burada



de geçmesi bu görüşü doğrular mahi-



bir ayazma vardı ve burası hıristiyanlar-



yettedir. Esasen burada terkedilmiş bir



nesiyle bu nevi faaliyetlerini sürdürmüş, 1 9 9 l ' d e tersane buradan kaldırılarak faaliyetine son verilmiştir.



ca ziyaret edilirdi. XVIII. yüzyıl ortaların-



bakır m a d e n ocağı da vardır.



Kireçburnu. Tarabya ile Kefeliköy ara-



ki eserlerde adının hep "Sarıyar" şeklin-



da G ü m r ü k Emini İshak Ağa tarafından



Havası ve suyu çok güzel olduğundan



yaptırılan çeşmeden başka burada XIX.



Sarıyer halkın her devirde rağbet ettiği



Yeniköy. Çileğiyle meşhur olduğundan



yüzyılın ilk çeyreğinde inşa ettirilen iki



bir mesire ve dinlenme yeri olmuştur.



Komarödes, sakin denizi sebebiyle de



tabya ve bir çeşme daha vardır. Ağaçal-



Kestane suyu, Çırçır suyu, Fındık suyu,



Bizanslılar tarafından Eudios Kalos adı



tı denilen yerdeki ayazma yakın zaman-



Hünkâr suyu ve Şifa suyu gibi şifalı ve



verilen bu köy Kanünî Sultan Süleyman



lara kadar Rumlar'ın ziyaretgâhı olmuş-



tatlı sular hep Sarıyer'e yakın tepelerin



zamanında gelişmiş, şenlenmiş ve Yeni-



tur. İskânı için Fuad Paşa'nın sadrazam-



eteklerinden çıkmaktadır. Sarıyer'de öte-



köy adını almıştır. XVII. yüzyıl ortaların-



lığı sırasında ve 93 Harbi'nde gayretler



den beri bazı m e ş h u r bahçeler de bulu-



da 3000 evli ve bağlı bahçeli bir yerle-



gösterilmiş, bir cami ile iki set yaptırıl-



nuyordu. Çelebi Solak Bahçesi bunlar-



şim merkeziydi. Galata naibinin idare-



mıştır.



dan biridir. Ali Kethüdâ'nın yaptırıp Meh-



sinde olup subaşısı, yeniçeri serdarı, ça-



Kefeliköy. Kireçburnu'ndan sonra ge-



med Kethüdâ'nın tamir ettirdiği cami ile



vuş ve yasakçıları vardı. Halkının çoğun-



len ve Büyükdere körfezine dökülen de-



Sultan İbrâhim ve IV. Mehmed'in musâ-



luğunu Karadenizliler oluştururdu. Bu-



renin ağzında daha ziyade balıkçıların



hiblerinden Mesud Ağa'nın 1645'te yap-



rada Güzelce Ali Paşa'nın, Zenbillizâde



oturduğu bir köydür. Adını, Kırım'ın Ke-



tırdığı çeşme Sarıyer'in tarihî yapılarındandır.



Molla Çelebi'nin camileriyle bir Halvetî



fe şehrinden getirtilen göçmenlerden al-



tekkesi vardı. Rumlar'dan başka Erme-



mış olması muhtemeldir. Burada Kap-



Rumelikavağı. Boğaziçi'nin Karadeniz'e



niler'in de oturduğu Yeniköy'de bilhas-



tanıderyâ Kılıç Hasan Paşa'nın (ö. 1587)



en yakın yerinde k u r u l m u ş bir köydür.



sa XIX. yüzyılda R u m zenginleri pek za-



yaptırdığı bir mescid vardır. Kefeliköy



Vaktiyle burada bir Bizans m â b e d i var-



rif ve süslü yalılar yaptırmışlardı.



Şehzade Camii vakfındandır.



dı. Bizanslılar burada ve



Büyükdere. Önceleri burada



karşısındaki



bulunan



Anadolukavağı'nda Boğaz'ı m ü d a f a a et-



ride Nevşehirli D a m a d İbrâhim Paşa ta-



Saron a d a k yerinden dolayı Saron kör-



m e k için kaleler inşa etmişler ve tepe-



rafından yaptırılan Kalender Köşkü var-



fezi diye anılan bu yerleşim merkezi asıl



den sahile kadar uzanan bir duvar yap-



dı. 0 z a m a n d a n beri burası Boğaziçi'nin



adını buradaki derin körfeze



dökülen



mışlardı. Bir kıyıdan diğerine uzanan ve



en güzel mesire yerlerinden biri olmuş-



dereden alır. Tarabya gibi burası da bazı



sahildeki duvarlara bağlı büyük bir zin-



tur.



Köyün ilerisinde bir tabya ile daha ile-



Avrupa sefirlerinin yazlık yalılarının, bu-



cirle gerektiğinde Boğaz kapatılırdı. Bun-



Tarabya. İstinye gibi tabii bir liman olan



l u n d u ğ u bir dinlenme yeriydi. Büyükde-



lardan Anadolukavağf ndaki kale son de-



Tarabya'nın adı Eskiçağ'larda Pharma-



re'de biri XVI. yüzyılda M a h m u d Efendi



rece sağlam olup Rumelikavağı'ndaki-



cias idi, sonradan havasının güzelliğin-



tarafından, diğeri II. Mustafa zamanında



nin sadece harabeleri görülmektedir.



den dolayı Therapia (tedavi) adını almış-



(1695-1703) Kara Kethüdâ A h m e d Ağa



tır. B u g ü n k ü adı da b u n d a n gelmekte-



tarafından yaptırılan iki cami vardır. Ka-



dir. II. Selim, musâhibleri Şemsi Paşa,



ra Kâhya Bahçesi buranın sayılı mesire



Celâl Bey ve şair Bâki ile sık sık buraya



yerlerinden biriydi. Kefeliköy gibi Büyük-



gelir ve burada ziyafetler tertip edilir-



dere de Şehzade Camii vakfındandır.



di. O zamanlarda balıkçı kulübelerinden



Sarıyer (Sarıyar). Büyükdere Limanı'nın



başka bir şey bulunmayan Tarabya'da



kuzeye doğru uzanan kısmına, burada bulunan bir mezardan dolayı Mezarbur-



bir kasaba kurulması için padişah emir vermiş, ayrıca burada kendisi için de bir köşk yaptırmıştır. Daha sonra



zengin



Rumlar'ın âdeta istilâsına uğrayan Ta-



nu denilirdi. Bu isim daha sonra "Mesar"a d ö n m ü ş t ü r . Sarıyer'in, adını burada g ö m ü l ü Sarı Baba'dan aldığı söylenir-



rabya, Osmanlı Devleti aleyhine çalışan dikleri bir yer olmuştur. Ünlü R u m aile(İpsilanti) bura-



dan m ü s a d e r e edilerek Fransa sefaretidir. Bundan başka vaktiyle burada bulunan İsveç ve Napoli elçilerine m a h s u s



- f i



yalılara daha sonra İngiltere, Almanya, sefaretlerinin



m i n d e canlı bir mesire yeri olan Tarab-



bi kalenin içinde muhafızlara m a h s u s altmış ev olduğunu ve bu mevkide Galata mollasının bir nâibi b u l u n d u ğ u n u belirtmektedir. IV. Murad'ın yaptırdığı cami, Karakaş Mustafa Çelebi'nin inşa



Otuzbirsuyu diye anılan bir de mesiresi vardır.



ne sayfiye olarak verilmesi bu yüzden-



Romanya ve Danimarka



bir kapısı vardı. Sonradan birçok defa t a m i r ve tâdilât g ö r m ü ş t ü r . Evliya Çele-



Vâlide Camii buranın eski eserlerinden bazılarıdır. Anadolukavağı'nın sahilde



daki sahilhânelerinin III. Selim tarafın-



sayfiyeleri de eklenmiştir. Yaz mevsi-



zamanında



ettirdiği mescid, Vâlide Turhan Sultan tarafından kardeşi Yûsuf Ağa adına yaptırılan ve II. M a h m u d ' u n t a m i r ettirdiği



bazı R u m asilzadelerinin bir araya gellerinden Ypsilantiler'in



Rumelikavağı Osmanlılar



IV. Murad devrinde yaptırılan kale (Boğazhisarı) sebebiyle önem kazanmıştı. Rus hücumlarına karşı yapılan bu kalenin dört köşesi bin adımdı ve güney tarafında







Jf-



Boğazağzı. Rumelikavağı'ndan sonra kayalıkların bir burun ile sona erdiği yer-



TıTip? " w r



F r -



:



Ali Kethüda Camii Sarıyer / istanbul



deki limandır. Eskiden buraya, akbaba ve kartalların yuva yapmasından dolayı Akbaba şehri, Boğaz'ın sona erdiği yer-



256



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ



deki buruna burada bulunan fenerden dolayı Rumelifeneriburnu denirdi. Karşısında Kızılkayalar ve Kokonora adası vardır. 1352'de burada Venedik ve Ceneviz donanmaları arasında Karadeniz hâkimiyeti için büyük bir savaş olmuştu. Günümüzde Rumelifeneri denilen bu mevkinin XVIII ve XIX. yüzyıllarda askerî bölge olması dışında herhangi bir özelliği yoktur. Ancak Boğaz'ın girişinde, gemilerin karaya oturmaması veya bunların hırsızlarca yağmaya uğramaması için bazı çareler düşünülmüş, I. Abdülhamid zamanında sahilde mahalleler teşkil edilerek iskânına çalışılmıştır. Sultan Abdülaziz devrinde ise kazazedeleri kurtarm a k amacıyla tahlisiye teşkilâtı yapılmış ve bu tesis bugünkü cankurtaran teşkilâtına esas olmuştur. Anadolu yakasındaki Boğazağzı ise Riva (Irva) deresinin döküldüğü yerden ve aynı adı alan limanla başlar ve daha sonra bazı kayalıklar gelirdi. Burası taşlık bir sahildi. Bir rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed İstanbul muhasarasında kullandığı bazalt taşlarını buradan getirtmişti. Anadolufeneri'nin batısındaki koya Çakal Limanı veya Kabakos denirdi. Bugün burada Kabakoz köyü bulunmaktadır. Poyrazburnu adını Boreas'tan almaktadır. Günümüzde burada Poyrazköy vardır. Osmanlılar zamanında, Boğaz'ın girişinden itibaren, adını büyük bir fenerden alan Anadolufeneri, Poyraz Limanı ve Filburnu mevkileri Boğaz'ın müdafaası bakımından önem kazanmıştır. Tenha ve uzak oldukları için İstanbul ve asıl Boğaziçi ile bağlantı ve münasebetleri az olmuşsa da günümüzde yerleşim merkezi olma özelliklerini devam ettirmektedirler. Anadolukavağı. Boğaziçi'nin Eskiçağ'lardaki adı Hieron Stoma olan kısmındadır. Burada hıristiyanların Karadeniz'e



çıkmadan önce kurban kestikleri birçok adak yeri vardı. En eski zamanlardan beri özel bir önemi ve tarihî bir kıymeti olan Anadolukavağı, aynı zamanda Boğaziçi sahillerini kuzeyden istilâ edeceklere karşı güven altında t u t m a k maksadıyla askerî kuvvetlerin bulundurulduğu müstahkem bir mevki ve Boğaz'dan geçen gemilerin gümrük tahsilatının yapıldığı bir yerdi. Uzun süre Ceneviz hâkimiyetinde kalan Anadolukavağı çeşitli zamanlarda Bithinyalılar'ın, Gotlar'ın ve Kazaklar'ın hücumuna uğramıştır. Buradaki Yoros adlı Ceneviz kalesi günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Anadolukavağı Osmanlı hâkimiyeti döneminde de önemini korumuştur. Vâlide Kösem Sultan tarafından burada inşa ettirilen mescid, kale dışında Midillili Hacı Ali Reis'in kalenin inşasından otuz iki yıl önce 1593'te yaptırdığı cami, Kavak ustalarından Elhâc Mehmed Ağa'nın 1695'te yine kale dışında inşa ettirdiği cami (Yenicami), bu semtin XVII. yüz-



Hacı Ali Reis Camii - Anadolukavağı / istanbul



yılda oldukça kalabalık bir yer olduğunu göstermektedir. Kavak ustası veya Kavak dizdarı buranın mülkî âmiri idi. Burada ayrıca Üsküdar kadısının bir nâibi de bulunurdu. Daha önce yaptırılmış olan misafirhanesi 1730-1731 yıllarında Mehmed Kethüdâ tarafından tamir ettirilmişti. Öte yandan eskiden beri önem verilen karantina işleri için 1838'de meşhur Kavak tahaffuzhânesi ihdas edilmişti. Anadolukavağı'ndaki Osmanlı Kalesi 'nden başka daha kuzeyde bulunan Ceneviz Kalesi'nde (Yoros Kalesi) II. Bayezid'in yaptırdığı bir mescid vardı. Burada bulunan ve halk arasında Hızırtaşı adıyla anılan taş herkes tarafından ziyaret edilirdi. Yûşa' Tepesi. Chalkedonlular'ın Daphne adına yaptıkları bir adak yerinden dolayı onun adına izâfetle anılan bu tepenin etekleri bir limanla derince bir koydur. Çok bereketli olan bu sahilde çeşitli meyveler, bu arada çok güzel kiraz yetişirdi. Yûşa' tepesi Boğaziçi'nde sahile en yakın ve en yüksek tepedir. 111. Osman'ın sadrazamlarından Mehmed Said Paşa burada 1756 yılında bir mescid yaptırmıştır. Bu zat aynı zamanda, burada bulunan ve halk arasında Yûşa' peygambere izâfe edilen uzun mezarın etrafına kâgir bir duvar çektirmiş, bir türbedar ile kandil yakmak için hademe tayin etmiş ve onlar için odalar yaptırmıştır. Mescid Sultan Abdülaziz devrinde yeniden tamir edilmiştir. Buradaki uzun mezarda yatan Yûşa' peygamber bir rivayete göre Mûsâ peygamberle birlikte Mecmau'l-bahreyn'e (Boğaziçi) gelmiş ve vefat ederek bu tepeye gömülmüştür. Bir başka rivayette ise tepe adını, Karadeniz'den ilk görülen en yüksek tepe olması dolayısıyla Fenikeliler tarafından "kurtarıcı" anlamına gelen yesudan almaktadır. Tepenin eteklerinde Tokat Bahçesi ve Tokat Köşkü vardır. Bu köşk Fâtih ve Kanûnî'den sonra 1682'de ve I. Mahmud tarafından da 1746'da yenilenmiş ve Hümâyunâbâd Kasrı olarak adlandırılmıştır. Bu köşkün yanındaki Mâ-i Cârî Bahçesi denilen mesire zamanla Macar Bahçesi adını almış, Yûşa' tepesinin sahile indiği buruna Macarburnu, hatta Yûşa' tabyasına Macar tabyası veya Macar Kalesi denmiştir. Akbaba ve Dereseki. Boğaziçi'nin Anadolu kıyısında Tokat deresinin güneydoğusunda biraz içerideki bir vadide bulunan bu köylerden ilki adını, Fâtih devrinde yaşamış Akbaba Sultan'dan alır. Burada III. Murad zamanında sarayın Harem dairesinin nüfuzlu kadınlarından



257



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ Canfedâ Hatun tarafından bir cami yaptırılmıştır. Bu caminin yakınındaki bir bağdan çıkan ve Karakulak Ahmed Ağa'ya nisbetle Karakulak suyu diye anılan tatlı suyun bulunduğu Dereseki köyünde de 111. Selim devrinde vâlide kâhyası Yûsuf Ağa tarafından çok sanatkârâne bir çeşme ve köşk ile Şeyhülislâm Fenârî Muhyiddin Çelebi tarafından bir mes-



cid (Dereseki Mescidi) yaptırılmıştır. Civarda Âl-i Bahâdır, Koyun korusu ve Alemdağı mesireleri vardır. Yine burada bulunan Ahmed Midhat Efendi'nin çiftliğinden çıkan Sırmakeş menba suyu da Boğaziçi'nin diğer iyi suları gibi İstanbul'un çeşitli semtlerine dağıtılırdı. Sütlüce ve Umuryeri. Yûşa' tepesinin sahilini takip eden Sütlüce, tatlı suları ile İstanbul'un mesirelerinden biriydi. Gerek Sütlüce gerekse daha aşağısında, yelkenli gemilerin barınmasına uygun bir koy olan Umuryeri Limanı'nda taş ve kireç ocakları da bulunurdu. Beykoz. Rumlar tarafından Amya ve Ameae diye adlandırılan bu köyün eski adı Bithinya Kralı Amykos'tan gelir. Bazı eski Türkçe belgelerde Beykozu veya Beykos şeklinde geçen köyün adının bey kelimesiyle "ceviz" anlamındaki koz kelimesinin birleşmesinden veya yine bey kelimesine "köy" anlamındaki koşun eklenmesinden ortaya çıktığı rivayet edilir. Zira İstanbul'un fethinden önce burada Bizanslı bir bey ikamet edermiş. Kocaeli fâtihinin burada oturduğu rivayeti ve sonraları bir ara Kocaeli valilerinin idare merkezlerinin burası olması bu rivayeti kuvvetlendirmektedir. Beykoz'un Yalıköyü kısmında varlığını hâlâ koruyan çayır büyük bir mesire yeridir. Bunun sahilinde Beykoz Kasrı ile Hünkâr İskelesi vardır. Halen mevcut olan köşk, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından inşa ettirilerek Sultan Abdülmecid'e takdim edilmişti. Ahmed Midhat Efendi'nin burada bulunan yalısı da hâlâ durmaktadır. Beykoz'da vaktiyle su değirmenleri vardı. Bunların ustasına uncubaşı, acemi oğlanlarından oluşan ocağa ise değirmen ocağı denirdi. III. Selim zamanında bu değirmenlerin yerinde bir kâğıt fabrikası kurulmuştur. Hünkâr İskelesi'ndeki ve Yalıköyü'ndeki mescidler oradan sorumlu bostancı ustası veya uncubaşıların eseridir. Merkezdeki büyük caminin bânisi de Bostancıbaşı Mustafa Ağa'dır. Bunun yanına, yine bostancıbaşılardan olup 1608'de Kanije beylerbeyiliği sırasında ölen Ahmed Paşa bir mektep inşa ettirmişti. Tatlı suyu pek bol olan



Beykoz'da Gümrük Emini İshak Ağa büyük bir çeşme yaptırmıştır (1746). Musluklarından sürekli su akan bu çeşme varlığını hâlâ sürdürmektedir. Beykoz'da İshak Ağa adına bir de mahalle vardı. XVII. yüzyılda Beykoz'da birçok devlet büyüğünün köşk ve yalıları mevcuttu. İdarî bakımdan Üsküdar kadısına bağlı olmakla birlikte burası 150 akçe ile müneccimbaşılara tahsis edilmişti. Zâbıta âmiri Sultâniye Bahçesi ustası idi. Beykoz'da eskiden beri mevcut tabakhâne daha sonra modernleştirilerek büyük bir deri ve ayakkabı fabrikası haline getirilmiştir. Önemli bir balıkçılık merkezi olan Beykoz'un yakın zamanlara kadar dalyanları, kalkan balığı ve paçası meşhurdu. Beykoz'a yakın olan Sultâniye mesiresi, II. Bayezid'den itibaren hemen bütün padişahların rağbet ettiği bir mevki olmuş, zamanla köşklerle süslenmiş, fakat III. Ahmed'den sonra ihmal edilmiştir. III. Selim burada nişan tâlimleri yaptırmış, nişan taşları diktirmiş ve setler inşa ettirmiştir. Sultâniye çayırına yakın bir yerde bulunan G ü m ü ş suyu Boğaziçi'nin en iyi sularındandır. Paşabahçe. Eski isimleri Palödes ve istiridyesinin bol olmasından dolayı Stiridia olan bu semt, bugün kullanılan adını Hezârpâre Ahmed Paşa'nın (ö. 1648) burada bulunan köşk ve bahçesinden almıştır. Bazı reîsülküttâb ve kazasker mâzullerinin yalılarının bulunduğu Paşabahçe bir ara işsiz güçsüz takımının biriktiği kahvehanelerle dolmuş, fakat daha sonra buralar yıktırılmıştır. Paşabahçe'de bostancıbaşılardan Sinan Ağa'nın yaptırıp yine bostancıbaşılardan Dürzi Hüseyin Ağa'nın mektep ilâve ederek yenilediği İncirköyü Camii vardır. İncirinin bol olması sebebiyle İncirliköy denilen köyün güneyinde kalan Paşabahçe'de daha çok gayri müslimler otururken III. Mustafa'nın burada mektep, çeşme ve hamamla birlikte bir cami inşa ettirmesinden sonra Türkler de rağbet etmeye başlamış, devlet adamlarının birçoğu burada bağ, bahçe ve yalı yaptırmıştır. Paşabahçe'de Osmanlılar zamanında XVIII. yüzyılda kurulan şişehane günümüzde modern ve büyük bir cam ve şişe fabrikası haline getirilmiştir. Çubuklu. Eskiden Akimitler'in manastırı ile meşhur olan Çubuklu asıl şöhretini burada yapılan çubuk lülelerinden almıştır. Eskiden beri çubuklu bahçe denilen bir has bahçe ile bostancı ve neferlerine mahsus bir kışlanın bulunduğu Çubuklu'da bostancıbaşılardan Ağababası Halil Ağa tarafından bir mescid yap-



tırılmıştı. Fakat burayı köşk, havuz ve çeşme yaptırarak asıl şenlendiren ve Feyzâbâd mesiresini tesis eden Damad İbrâhim Paşa olmuştur. Yine burada Keçecizâde İzzet Molla 'nin yaptırdığı bir çeşme ile Sultan Abdülmecid devri Maliye nâzırlarından Rifat Paşa'nın kurduğu bir mahalle vardır. Rifat Paşa bu semti şenlendirmek için bayır üzerinde halka parasız arazi dağıtmış, böylece Çubuklu'nun imarına çalışmıştır. Tepede Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın bir köşkü vardı. Kanlıca. Çubuklu ile Anadoluhisarı arasında düz kıyısı olan bir yerleşim merkezidir. Vaktiyle burada Artemis adak yeri bulunuyordu. Eski metinlerde Kanlıcak şeklinde geçen semt, adını burada kullanılan kağnı (kanlı) arabalarından almış olmalıdır. Daha İstanbul'un fethinden önce Türkler tarafından rağbet edilen Kanlıca eskiden beri Boğaziçi'nin en gözde mesiresi ve sayfiye yeriydi. Kanûnî devrinin tanınmış devlet adamlarından İskender Paşa burada bir cami, medrese ve h a m a m yaptırmıştı (967/155960). Halen mevcut olan cami çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. İskender Paşa ile oğlu Ahmed Paşa burada gömülüdür. Şeyh Sinan Efendi de (ö. 974/156667) burada bir mescid yaptırmıştı. XVII. yüzyılda Kanlıca'da iki mektep, yalılar, 1200 kadar hâne, bağ ve bahçeler vardı. Ünlü şeyhülislâmlardan Yenişehirli Abdullah Efendi'nin kabri de buradaydı. Kanlıca Camii'nin 1.5 km. güneydoğusunda Şeyh Atâullah Efendi'nin (ö. 1204/ 1789-90) yaptırdığı bir Nakşî tekkesi bulunuyordu. Rifat Paşa da 185l'de Kanlıca'da bir muvakkithâne inşa ettirmişti. Sütü ve özellikle yoğurdu dillere destan olan Kanlıca gerçekten Boğaziçi'nin en seçkin semti idi. I. Mahmud devrinde (1730-1754) tesis edilen ve mûtena bir biniş mahalli olan Mihrâbâd mesiresi burada, Fıstıklı Yokuşu'ndan körfeze inen sahada idi. Boğaziçi'nin tatlı sularından olan Göztepe suyu da Kanlıca civarından çıkardı. Bu su kasabadaki pek çok çeşmeye getirilmiş ve halkın hizmetine sunulmuştur. Her devirde rağbet gören Kanlıca'da geçen asrın bazı devlet adamlarının yalıları bulunuyordu. II. Abdülhamid'in Hariciye nâzın Saffet Paşa'nın yalısı bunlardan biridir. Bu yalıların çoğu ya yanmış veya harap olduğundan yıktırılmıştır. Kavacık ve Körfez mesireleri Kanlıca'nın yine gözde dinlenme yerlerindendir. Bunlardan Kavacık, Kazasker Hasan Tahsin tarafından kurulmuş bir çiftliktir. 1837 yılında burada bir havuz



258



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ ve çeşme yaptırılmıştı. 1899'dan sonra Mısır Hidivi İsmâil Paşa'nın damadı Mahm u d Sırrı Paşa'ya intikal eden Kavacık bugün İstanbul'un kalabalık yerleşim yerlerindendir. Körfez sadece Kanlıca'nm değil Boğaziçi'nin en güzel mesiresidir. Bülbülderesi'nin döküldüğü yerde bulunan körfez, daha ziyade IV. Mehmed devri şeyhülislâmlarından Bahâî Mehmed Efendi'ye nisbetle Bahâî körfezi adıyla anılırdı. Zira IV. Mehmed burayı bu zata ihsan etmiş, o da körfezde bir yalı yaptırmıştı. Burası yüzyıllarca Boğaziçi'nin en güzel mehtap safalarının yapıldığı bir yer olma özelliğini korumuştur. Kanlıca'nın tarihî yapılarından biri de Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'dır. Günümüze kadar gelen bu yalıda, 1700 yılında Karlofça Antlaşması'nı tasdik için gelen Avusturya elçilik heyetine ziyafet verilmiş, bu ziyafette İngiltere ve Hollanda elçileri de bulunmuşlardır. Anadoluhisan. Göksu deresinin Boğaz'a döküldüğü yerde, kısmen Göztepe ve Kavacık taraflarında kurulmuş bir yerleşim merkezidir. Eskiçağ'lardaki adı Aretas olan bu dere ile biraz aşağısındaki Küçüksu deresine eski Batı kaynaklarında "Anadolu'nun tatlı suları" denilirdi. Boğaz'ın en dar yerinde, Rumelihisarı'nın karşısında bulunan Anadoluhisan semti daha İstanbul'un fethinden çok önce Türkler tarafından iskân edilmiş bir yerdi. Bilhassa 139S yılında Güzelcehisar'ın inşasından ve içine dizdarhâne ve neferat evlerinin yapılmasından sonra kale civarı çeşitli ev, mescid, mektep, yalı ve dükkânlarla şenlendirilmiştir. Kanlıca ile Anadoluhisan arasında bulunan ve XVII. yüzyıldan kalan Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı bunun en güzel örneklerindendir. Burada bir namazgâh ile Amasyalı Sinan Efendi'nin yaptırdığı bir mescid vardı. Şeyhülislâm ve kazasker



mâzullerinden birçoğu bu semtte ikamete mecbur tutulurlardı. Göksu deresi ile güneyindeki Küçüksu deresi ve çayırlığı Boğaziçi'nin ünlü mesirelerindendir. Göksu deresi üzerinde bir köprü vardır; tepeye I. Mahmud ve III. Selim tarafından nişan taşlan diktirilmiştir. Vaktiyle dere boyunca değirmenler de vardı ; ancak 1909'da bir sel esnasında dere kısmen dolmuş ve bazı hasarlara sebep olmuştur. Derenin çamuru ile yapılan Göksu testileri meşhurdur. Küçüksu Kasn'nın bulunduğu yerde eskiden bir bostancı ustasının köşkü ile bazı ahşap köşkler vardı. I. Mahmud'un burayı sevmesi üzerine Sadrazam Devâtdâr Mehmed Paşa 1752 yılında sahilde bir kasır inşa ettirmiş, ayrıca güneyindeki tepeden su getirtmiş, havuz ve fıskiye yaptırmıştır. Anadoluhisan günümüzde Beykoz ilçesine bağlı bir yerleşim birimidir. Kandilli. Eski devirlerde Bosfor Nicopolisi, Echaia, Molterino ve Perirrous adlarıyla anılan Kandilli, havası ve suyunun güzelliğiyle III. Murad'm dikkatini çekmiş ve onun tarafından burada bir has bahçe yaptırılmıştı. Semt adını, bir rivayete göre Göksu deresinden dönen padişahlar için burada yakılan bir kandil sebebiyle, bir başka rivayete göre ise Revan Seferi'nden (1632) döndükten sonra IV. Murad tarafından burada inşa ettirilen köşkte Şehzade Mehmed'in doğ u m u üzerine yedi gece kandil donanması yapılması sebebiyle almıştır. Akıntıburnu'ndaki kaya üzerinde yaptırılan birçok köşkle süslü Kandilli has bahçesi Evliya Çelebi tarafından "bâğ-ı İrem, bâğ-ı cinân" şeklinde nitelendirilmektedir. XVI. yüzyılın ortalarında "bahçe-i kandil" bulunduğuna ve Kandilliburnu denilen Boğaz'ın kuzey ve güneyine hâkim tepede eskiden beri bir fener mevcut olduğuna göre semt öteden beri bu isimle anılmıştır.



Paşa ile Sadrazam Boynueğri Mehmed Paşa olmak üzere çeşitli kimseler tarafından kuyular açtırılmış ve bunlar halka tahsis edilmiştir. Zamanla harap olan Kandilli Sarayı'nın yeri I. Abdülhamid devrinde satılmıştır. II. M a h m u d buraya bir binek taşı koydurmuştur. Kandilli'de bulunan Cemile Sultan Yalısı Mısırlı Fâzıl Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştı. Kıbrıslı Mehmed Paşa'nın yalısı da buradaydı. Kandilliburnu'nun üstünde bulunan Âdile Sultan Sarayı 1986 yılında yanıncaya kadar Kandilli Kız Lisesi binası olarak kullanılmaktaydı. Kandilli'nin yazmaları meşhurdu. Vaniköy. Kandilli ile Çengelköy arasındadır. Önceleri Papaz korusu adıyla anılan bu köy IV. Mehmed tarafından hocası Vânî Mehmed Efendi'ye verilince onun adına nisbetle Vânî köyü olarak anılmaya başlamıştır. Vânî Mehmed Efendi'nin burada evvelce yapılmış mescidi genişletip kendisinin de bir yalı yaptırmasından sonra Vaniköy iyice şenlenmiştir. Buradaki cami, Küçüksu Kasn'nın inşası (1753) sırasında Devâtdâr Mehmed Paşa tarafından esaslı bir şekilde tamir ettirilmiştir. Vaniköy korusunun arkası dik bir tepedir. Daha önce Kenan Efendi Çiftliği diye anılan tepede bu zat bir kasır inşa ettirerek II. Mahmud'a takdim etmişti. İcadiye denilen bu kasır Kırım Savaşı'nda İngiliz askerlerinin ikameti sırasında yanmıştır. 1917 yılından sonra burada bir rasathâne kurulmuştur. Kuleli. Eskiden Kule Bahçesi adıyla has bahçelerden birinin bulunduğu bu semte Kanünî zamanında ilgi gösterilmiş, bazı binalar, bir saksonhâne ile bir mescid inşa edilmiştir. Yakın zamanlara kadar burada bazı bostancı odaları vardı. II. Mahmud bunların yerinde ahşap bir süvari kışlası yaptırmış ve sahilde Kaymak Mustafa Paşa'nın inşa ettirdiği mescidi



Küçüksu deresiyle Vaniköy arasında bulunan semtin sahil kısmında yalılar, iç kısımlarında ise mahalleler mevcutKüçüksu (Göksu) Kasrı - Anadoluhisan / istanbul



Kaymak Mustafa Paşa'nın yaptırdığı mescid Kuleli / istanbul



tur. Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa zamanında harap halde bulunan mîrî saraylar tamir edilirken Kandilli Sarayı da ihya edilmişti. Fakat Kandilli'yi asıl imar eden I. Mahmud'dur. 1752 yılında buradaki sahilsarayı yenileten bu padişah zamanında merkezî bir yere cami, hamam ve dükkânlar inşa ettirilmiş ve dükkânlar isteyenlere kiralanmıştır. Kandilli'de daha önce başta Sadrazam Siyavuş



259



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ bazı ilâvelerle t a m i r ettirmiştir (1829).



Bostancıbaşılardan Abdullah Ağa'nın



çifte kayıklara binerlerdi. Vezir kayıkla-



Bu ahşap kışla Sultan Abdülmecid dev-



(ö. 1000/1591-92) yaptırıp 1. M a h m u d



rında ayrıca bir yaver, tüfekli ve palas-



rinde yanmış ve kısmen kâgir olarak ye-



ve I. Abdülhamid'in t a m i r ettirdikleri İs-



kalı iki çavuş bulunurdu. Bir yalı açığın-



niden inşa edilmiştir. Kırım Harbi (1853-



tavroz Camii ile 1. Abdülhamid'in yaptı-



dan geçerken kayıktakilerin şemsiye kapatması h ü r m e t gereği idi.



1856) sırasında yaralı İngiliz askerleri için



rıp (1778) II. M a h m u d ' u n bir minare ek-



hastahane olarak kullanılan bina tekrar



leyerek t a m i r ettirdiği Beylerbeyi Camii



Boğaziçi mesirelerinin en rağbet göre-



yanmış ve 1277'de (1860-61) Abdülme-



(1820) bu semtin başlıca tarihî yapıları-



ni Göksu mesiresiydi. Genellikle cuma



cid tarafından kâgir olarak yeniden yap-



dır. Burada ayrıca bir Bedeviyye dergâ-



günleri gidilen Göksu, gerek kayıkla giri-



tırılmıştır. 1872'de askerî idâdî olarak



hı ile bir İstavroz dergâhı vardı. Beyler-



lebilen ve 1 k m . kadar uzanan deresi,



hizmet gören bina 93 Harbi'nde kısa bir



beyi'nde bulunan ev ve arazinin t a m a m ı



gerekse Küçüksu civarındaki çayırları ile



süre daha hastahane olarak kullanılmış-



I. Abdülhamid'in evkafındandı.



halkın en fazla rağbet ettiği yerdi. Se-



sa da 1878'de mektep haline getirilmiş-



Kuzguncuk. Adını Fâtih zamanında bu-



tir. 1311'de (1893-94) yeni kısımlar ilâ-



raya yerleşmiş Kuzgun Baba adlı bir ve-



da buradaki ayazmayı ziyaret ederlerdi.



vesiyle genişletilen Kuleli Askerî İdâdî



lîden alan bu semtte Bizans d ö n e m i n d e



binası g ü n ü m ü z d e askerî lise olarak kul-



Yûşa' tepesi, Kanlıca, Çubuklu ve Beykoz



bir kilise, dârüleytam ve hastahane bu-



lanılmaktadır.



mesireleri de Boğaziçi'nde halkın pazar



lunuyordu. Yakın zamanlara kadar sa-



kayıklarıyla gidip eğlendikleri yerlerdi.



Sultan Abdülmecid zamanında padi-



kinleri arasında R u m ve yahudi çoktu.



Tanzimat'ın ilânından ve Kırım Harbîn-



şah ve h ü k ü m e t i devirmek amacıyla ku-



XIX. yüzyılda Uryânîzâdeler tarafından



rulan gizli cemiyet üyeleri burada mu-



bir cami inşasından sonra müslüman-



h a k e m e edildiklerinden bu hadise ta-



ların da rağbet ettiği bir semt olmuş-



rihlere Kuleli Vak'ası olarak geçmiştir.



tur. Başlıca caddeleri İcadiye, Paşaiima-



Çengelköy. Kuleli ile Beylerbeyi arasın-



nı ve Nakkaş'tır. Hacı Kaymak ile evvel-



da, Çakal dağı eteklerinden çıkan Bekâr



ce Kuzguncuk ve Frenk tepesi denilen



deresinin denize d ö k ü l d ü ğ ü yerde ku-



Münir Paşa tepesi de belli başlı mahal-



rulmuş büyükçe bir köydür. Adını bura-



leleridir.



da "çengel çapa" adıyla gemi çapaları-



Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Sefe-



nın yapılmasından alan köy IV. Murad



ri'nden dönerken Tebriz'den



zamanında tanzim edilmiştir. Başlıca me-



ilim adamlarından Nakkaş Baba'ya izâ-



siresi olan Havuzbaşı'nda Şeyh Nevres



fe edilen ve biraz içeride kalan bahçey-



Tekkesi (Kadiri) vardı. Çengelköy'de biri



le aynı isimle anılan Nakkaştepe de yi-



Hacı Ömer Efendi'nin yaptırıp Sâliha Sul-



ne Boğaziçi'nin en güzel yerleşim mer-



tan'ın (I. Mahmud'un annesi) t a m i r ettir-



kezlerindendir.



diği mescid ile Kaptanıderyâ Abdullah (Hamdullah) Paşa'nın (ö. 1823) yaptırdığı bir cami vardır. Yine burada bulunan ve suyu Çamiıca'dan gelen Vezir Çeşmesi bulunmaktadır. XVII. yüzyılda



Üsküdar



kadılığına bağlı bir subaşılık olan Çengelköy salatallklarıyla meşhurdur.



getirdiği



II. BOĞAZİÇİ'NDE NAKİL VASITALARI ve MESİRELER Eskiden Boğaziçi'nde ulaşım, altı kürekle çekilen peremeler ve geliri bir hayır eserine vakfedilen pazar kayıklarıyla sağlanırdı. Her mesirenin belirli bir günü vardı. Padişahlar süslü ve m u h t e ş e m saltanat kayıklarıyla Boğaziçi'nde gezintiler y a p a r l a r d ı (bu sırada saltanat kayı-



bu semt, adını Bizanslılar



ğ ı n ı b o s t a n c ı b a ş ı y ö n e t i r v e p a d i ş a h a sa-



Konstantin'in burada inşa ettirip üzeri-



h i l l e r d e b u l u n a n yalı, b a h ç e , kasır, iskele



ne koydurduğu yaldızlı haçtan (istavroz)



v b . y a p ı l a r h a k k ı n d a bilgiler verirdi. H a t t a



almıştır.



b u iş için b o s t a n c ı b a ş ı l a r d ü z e n l i defterler t u t a r l a r ve b u defterler s a y e s i n d e pa-



bulunan Beylerbeyi'nde I. M a h m u d Fe-



dişahın



anında



cevaplandırır-



rahfezâ ve Şevkâbâd kasırlarını yaptır-



lardı. Boğaziçi sahillerinin



güvenliğinden



mış (1734) ve bunlardan ikincisini anne-



bostancıbaşı sorumluydu). Sultan Abdül-



sine tahsis etmiştir. Fakat buradaki asıl



mecid devrine kadar devlet büyükleri ve



sorularını



saneden bir vapur tahsis edilmiştir. Fakat o da ihtiyacı karşılamayınca devrin sadâret müsteşarı Fuad Paşa ile Cevdet Paşa'nın teşebbüsleriyle Şirket-i Hayriyye kurulmuştur (1851). Bu şirket işlettiği vapurlarla seyrüseferi ve Boğaziçi'ne rağbeti arttırmıştır. Cumhuriyetten sonra Rumeli ve Anadolu yakasında açılan sahil yolları ile Boğaziçi'nin en uzak yerlerine kadar kara yoluyla da ulaşım sağlanmıştır.



Stratejik mevkii dolayısıyla



İstanbul



Boğazı'nın müdafaası her z a m a n ö n e m



Beylerbeyi. Osmanlı tarihlerinde adı da-



Eskiden beri has bahçeler arasında



den sonra daha fazla rağbet gören Boğaziçi'ne seyrüsefer artınca 1851'de ter-



ııı. BOĞAZ'ıN MÜDAFAASı



ha ziyade İstavroz Bahçesi olarak geçen döneminde



nenin belli günlerinde Ortodoks Rumlar



kazanmıştır. Bizans İmparatorluğu devrinde Boğaz'ın en dar yerinde karşılıklı hisarlar yapılmıştı. Aynı şekilde XIV. yüzyılda Boğaziçi'ne hâkim olan Cenevizliler, Anadolukavağı ve Rumelikavağı'nda bug ü n bile kalıntıları mevcut kaleler yaptırmışlardı. Osmanlılar zamanında ise daha fetihten önce önemi kavranan Boğaziçi'nin Anadolu yakasında ve en dar yerinde Yıldırım Bayezid tarafından bir hisar yaptırılmıştır (bk. ANADOLUHİSARI). Aslında İstanbul'un fethine yönelik bu hisarın inşasından yarım yüzyıl kadar sonra da II. Mehmed Güzelcehisar'ın t a m karşısına Rumelihisarı'nı (Boğazkesen) inşa ettirmiştir (1452). Yıldırım



Bayezid



Anadolukavağı'ndaki Yoros Kalesi'ni de



İstavroz Sahilsarayı'nı II. M a h m u d yap-



zenginler Boğaziçi'ndeki yalılarına çek-



tırmıştır. III. Murad devri beylerbeyle-



tiri ve çifte kürekli kayıklarla gidip ge-



rinden M e h m e d Paşa'nın sarayının ye-



lirlerdi. Hatta son zamanlara kadar bu



rinde k u r u l m u ş olmasından dolayı daha



hususta bir teşrifat usulü bile vardı. Vü-



ziyade Beylerbeyi Sarayı diye anılan bu



kelâ ve yüksek mevki sahipleriyle Eflâk-



için hiçbir tedbir almaya ihtiyaç duyul-



almış, daha sonra Fâtih buraya bir mikt a r kuvvet koymuştur. Yükselme devri boyunca



müdafaası



saray zamanla bütün semte alem olmuş-



Boğdan Beyliği ve patriklerin kayıkları-



mayan Boğaziçi, XVII. yüzyıldan itibaren



tur. Sultan Abdülmecid zamanında ya-



nın ebadı ve sayısı bir n i z â m n â m e ile



bazı saldırılara hedef olmaya başlamıştır.



nan Beylerbeyi Sarayı 1865 yılında Sul-



belirlenmişti. Meselâ vezirler beşer, bâ-



Meselâ 1624 yılında donanmanın meş-



t a n Abdülaziz tarafından t a m a m e n be-



lâ rütbesindeki ricâl dörder, ülâ evveli



gul olduğu bir sırada Karadeniz'i boş bu-



yaz mermerle yeniden yaptırılmıştır.



üçer, ülâ sânîsi ile mütemâyizler ikişer



lan Kazaklar Boğaz'a girerek Sarıyer, Bü-



260



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ yükdere, Tarabya ve Yeniköy dolaylarını



de bir gidip teftiş ve nezaret etmesi ka-



yağmalamalardır. Bu olay üzerine Boğa-



rarlaştırılmış ve bir ara geceleri gemile-



zağzı'nda kaleler inşa edilmiş ve içleri-



rin Boğaz'dan geçmesi yasaklanmıştır.



ne muhafızlar ve topçular konulmuştur.



Öte yandan "kılâ'-i erba'a" denilen ve



XVIII. yüzyıldan itibaren Rusya'nın Os-



Rumelikavağı, Anadolukavağı, Yûşa' tab-



manlı Devleti için bir tehlike teşkil etme-



yası ve Tellidalyan'dan oluşan kalelere



siyle daha da ö n e m kazanan Karadeniz



bostancılar konmuş, kılâ'-i seb'ada ol-



Boğazı'nda yeni kaleler inşasıyla birlik-



duğu gibi maaşlı kethüdâ, topçubaşı, ce-



liğinde aranmalıdır. Gerçekten eski ahşap sahil evleri, birkaçı müstesna muhteşem yapılar olmayıp mimari birer zenginliğe sahip değildir. Fakat sahillerin o girintili çıkıntılı çizgisi üzerinde öyle yerleştirilmişlerdir ki sanki tabiatın bir parçasıdırlar ve Boğaziçi'nin genel âhengini hiç bozmazlar.



te eskileri de t a m i r edilmiştir. Güzelce-



becibaşı, bölükbaşı, suyolcusu ve nefer-



Boğaziçi'nin bir başka özelliği de köy-



hisar ve Boğazkesen kalelerine, bu ara-



ler yerleştirilmiştir. Bu arada Anadolu



lerinin birbirine benzemeyişi, insanın her



da Kavak hisarlarına yeteri kadar müs-



ve Rumeli hisarları da t a m i r ve teçhiz



gittiği yerde bir başka duyguya kapıl-



tahfız* konmuştur. Bununla da yetinil-



edilmiştir. Karadeniz Boğazı'nı korumak-



masıdır. Bu kadar zenginlik içinde ru-



meyerek ayrıca Boğaz'ın dışında Rume-



la görevli en büyük askere Boğaz nâzın,



hun sıkılmaya vakit bulamaması, gittik-



li tarafında Kilyos'ta, Anadolu tarafında



Boğaz hisarları nâzırı veya Boğaz seras-



çe beton yığmlanyla dolmakta olan Bo-



ise Irva'da ve Boğazağzı'ndaki fenerler-



keri denirdi. Fakat Boğaziçi'nin dâhilî ve



ğaziçi'nde b u g ü n bile hissedilmektedir.



de ikişer kale daha yaptırılmıştır. Daha



sivil âsayişinden bostancıbaşının sorum-



Her iklimin, her mevsimin bir başka gü-



sonra Rumeli kıyısında Garipçe, Büyük-



lu olduğu da unutulmamalıdır. Bir ara



zel olduğu Boğaziçi'nin eğlence sıraları



liman Tersanesi, Anadolu kıyısında ise



Boğaz'ın iki kıyısı ayrı muhafızların em-



yüzyıllarca bir takvim haline gelmişti.



Poyrazlimanı kalelerinin de inşasıyla yedi-



rine verildiyse de sonra tekrar iki mu-



Bebek, Kalender ve özellikle Kanlıca sa-



ye ulaşan kalelere topluca "kıiâ'-i seb'a"



hafızlık



yüzyılda



hillerinde yapılan mehtap safaları ve mû-



denilmiş, bu kalelerde t ü f e k ve t o p tâ-



Boğaziçi kıyılarında daha birçok kale ve



siki âlemleri hiçbir yerde burada yapı-



limleri de yapılmıştır.



tabya yapılmıştır. Her tabya için civarda



lanlardan güzel olmamıştır.



III. Selim Fransa ve İsveç'ten mühendisler getirterek Boğaz'ın m ü d a f a a ve



birleştirilmiştir.



XIX.



yalısı bulunan bir şahıs bina emini tayin edilmiştir.



Efsanevî güzelliklerle dolu bu tabiat parçası, bir Batılı şairin ifadesiyle, "yer



t a h k i m a t ı n a hız vermiş, kılâ'-i seb'aya



IV. SANAT ve EDEBİYATTA BOĞAZİÇİ



ve gök arasında dalgalanan bu en güzel



"Boğaz nâzın" adıyla bir ağa tayin et-



Boğaziçi, bir bakıma İstanbul'dan ay-



çizgi", asırlarca edebiyatımızda da konu



miştir. Ayrıca bu d ö n e m d e kaptanpaşa-



rı, kendi çerçevesi içinde yalnız kendine



edilmiş, şair ve yazarların ilham kaynağı



nın veya tersane emininin on beş gün-



benzeyen iki sahiliyle bambaşka bir böl-



olmuştur. XVII. yüzyıl şairlerinden Nev'î-



gedir. Yüzyıllar boyunca yerli ve yabancı



zâde Atâî, hamsesinin bir kitabı olan



milyonlarca insanın hayaline yerleşmiş



Âlemnümâ'da Boğaziçi'nin özellikle hisarların, Göksu mesiresinin, Durmuş Baba Tekkesi'nin, Yûşa' tepesinin ve Akbaba köyünün güzelliklerini renkli çizgilerle tasvir etmiştir. XVII. yüzyıl sonlarında ve XVIII. yüzyıl başlarında yaşamış olan şair Fennî de Sâhilnâme'sinde Galata'dan başlayarak b ü t ü n Rumeli sahilini, Fener'den Fener'e geçerek Anadolu sahilini, Üsküdar'dan aşağı inerek Fenerbahçe'yi, hatta Adalar'ı semt s e m t tasvir etmiştir. Her beyti bir semte ayrılan bu m a n z u m e altmış üç beyitten meydana gelmektedir.



değişik bir âlemdir. Fakat bu âlem 1453'te İstanbul'un Türkler tarafından fethinBoğaziçi'ndeki ahşap yalılardan birkaçı



den sonra oluşmuştur. Daha önceki Bizans d ö n e m i n d e böyle bir âlem yoktu. Boğaziçi Bizans'ın ne nesrine ne de şiirine konu olmuştur. Zaten Tarabya ve İstinye müstesna Boğaziçi köylerinin isimleri de t a m a m e n Türkçe'dir. Batılılar'ın söylediği Bosporus veya Bosphore hiçbir z a m a n Türkler tarafından Boğaziçi'nin yerine kullanılmamıştır. Boğaziçi İstanbullular



tarafından



sadece



Boğaz,



taşradaki Türkler tarafından ise Karadeniz veya İstanbul Boğazı olarak adlandırılmıştır.



Eski divan ve tezkirelerde Boğaziçi'nin bir mesiresini, bir özelliğini veya bir



Türkler Boğaziçi'nin Anadolu kıyıları-



hâtırasını canlandıran parçalara bol bol



na fetihten altmış yıl kadar önce yer-



t e s a d ü f edilmektedir. Bunlardan başka



leşmişlerdir. Fetihten sonra her iki sa-



Boğaziçi'nde yapılan cami, saray, çeşme



hilde nüfusun artması Boğaziçi dünya-



ve kışla gibi mimari yapıların tarihleri,



sını ve medeniyetini ortaya çıkarmıştır.



padişahların yazlığa çıkmaları veya bir



Kıyılarındaki sahilsaraylara bakılarak bu-



mesireye gitmeleri münasebetiyle yazı-



rasını sadece bir sayfiye yeri olarak dü-



lan "kudûmiye" ve "teşrîfiyye"ler eski



ş ü n m e k de doğru değildir. Çünkü her iki



edebiyatımızda önemli bir yekûn tutar.



sahilin üzerinde ve biraz içerisinde ba-



Bunlar birer edebî eser olmakla birlikte



lıkçılık, çiftçilik, odun ve kömürcülük, su-



aynı z a m a n d a Boğaziçi'nin imar tarihini



culuk, testicilik, bahçıvanlık ve kayıkçı-



aydınlatan değerli vesikalardır.



lık yapan halk, Boğaziçi köylerinin yaz kış oturan dâimî sakinleridir.



Özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren şairlerin Boğaziçi hakkında birçok şarkı sö-



Boğaziçi'nin tabii güzelliğini bozma-



zü yazdıkları ve bunların büyük mûsiki



yan sır yalılarının sadeliğinde ve seyrek-



üstatları tarafından bestelendiği görül-



261



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ mektedir. Şarkılarda Beşiktaş, Göksu, Küçüksu, Çubuklu, Kandilli ve Kalender gibi yerlerin adları geçmekte ve bu sayede Boğaziçi'nde nerelerin daha çok rağbet gördüğü öğrenilmektedir. Boğaziçi'ne dair şarkı yazma geleneği son zamanlara kadar devam etmiştir. Boğaziçi ve güzellikleri Tanzimat'tan sonraki edebiyatımızda roman ve hikâyelere de konu olmuştur. Nâbizâde Nâzım'ın Zehra'sı, Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu u ile Bir Yazın Tarihi, Mehmed Rauf'un Eylül'ü, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Metres, Cehennemlik ve Cadı adlı eserleri, Halide Edip'in Tatarcık' ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Nur Baha'sı, Refik Halit Karay'ın İstanbul'un İç Yüzü adlı eseri, Ahmed Râsim'in birçok hikâyesi, Saffetî Ziya'nın Silinmiş Çehreler ve Beliren Simaları, Ruşen Eşref Ünaydın'ın Aynlıklar'ı, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları adlı eserlerinde Boğaziçi'nin bir kesiminde, bir semtinde veya bir yalısında geçen olaylar anlatılmıştır. Fakat İstanbul gibi Boğaziçi'ni de şiirlerinde bütün ihtişamı ile yaşatan şair Yahya Kemal Beyatlı'dır. Birçoğu bestelenen bu şiirler, gerçekten 300 yıllık Boğaziçi'ndeki Türk varlığının ve Türk medeniyetinin en heyecanlı ifadesi olmuştur. BİBLİYOGRAFYA: BA, İbnülemin-Saray,



nr.



199,



633,



2855;



BA, İbnülemin-Dahiliye, nr. 1 2 6 8 ; BA, Cevdet Saray, nr. 39, 208, 257, 608, 1040, 1661, 1889, 2 0 2 5 , 3 9 0 1 , 5 0 3 9 , 5 5 4 4 , 5 8 0 5 , 6 2 3 3 ; BA, Cevdet-Askerî, nr. 3 5 3 , 3 5 9 , 2 3 4 7 , 2 6 5 1 ,



3032,



3082, 3659, 4370, 4914, 5164, 5594,



5810,



5898, 6871, 7146, 9121, 9148, 9193,



9536,



1 0 . 2 8 4 ; BA, Cevdet-Evkaf, nr. 2 2 3 1 ; BA,



Sadâ-



ret Müteferrik



Defterleri,



nr. 7 0 7 / 2 ; Âlî, Kün-



İÜ Ktp., TY, nr. 5 9 5 9 , vr. 4 4 8 a b ,



hü'l-ahbâr,



4 7 5 a b , 5 3 2 a b ; Hoca S â d e d d i n ,



Tâcü't-tevârih,



1, 1 4 8 ; K â t i b Çelebi, Cihannümâ,



s. 6 6 4 ; Evli-



ya Çelebi, Seyahatnâme,



I, 4 5 3 vd.; E r e m y a Çe-



lebi K ö m ü r c ü y a n , İstanbul



İstanbul)



Tarihi



(XVII.



Asırda



(trc. H . A n d r e a s y a n ) , İstanbul



1988,



s. 31-53; N a î m â , Târih, II, 107, 3 4 1 ; III, 43, 100,



Târih,



166; Silâhdar,



I, 7 3 2 ; R â ş i d ,



Târih,



II,



109, 134, 2 4 5 ; III, 2 8 4 ; V, 160, 2 0 5 ; VI, 29, 267, 2 8 4 ; 64»,



Târih,



İzzî, Târih,



122ab,



272ab;



İstanbul



İstanbul 1 1 9 9 , vr. 63»Küçük



Çelebizâde



Âsim,



1282, s. 3 4 7 , 3 7 6 , 3 8 4 ,



5 6 9 ; Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevami',



480,



II, 94,



9 8 vd., 147 vd.; Vâsıf, Târih, B u l a k 1246, I, 21, 45, 4 9 , 1 4 6 ; M . AndrĞossy, Constantinople



le Bosphore



de Thrace, Paris 1828, s. 3 6 2 ; Dev-



hatü'l-meşâyih, d e m , Boğaziçi



et



s. 112-128; S e d a d Hakkı El-



Anıları,



İstanbul 1 9 7 9 ; M. Tayyib



G ö k b i l g i n , " B o ğ a z i ç i " , İA, II, 667-695 [bu madd e , m ü e l l i f i n b i b l i y o g r a f y a d a a d ı g e ç e n madd e s i esas a l ı n a r a k A b d ü l k a d i r Ö z c a n t a r a f ı n d a n düzenlenmiştir!,



r—ı m



M . TAYYIB GÖKBİLGİN



B O Ğ A Z İ Ç İ MEHTAPLARI Abdülhak Şinasi Hisar'ın geçmiş yaşayışı ile Boğaziçi'ni yepyeni bir değerlendiriş açısından canlandıran eseri. L



_J



Boğaziçi Mehtapları, sanatkârın çocukluk ve ilk gençlik yıllarının hâtıraları içinden, büyük mûsiki fasılları ile birlikte teşrifatlı mehtap âlemlerinin yaşandığı eski Boğaziçi hayatını zengin bir şiir üslûbuyla anlatan çok orijinal bir nesir eseridir. Günümüze kendisinden artık bir şey kalmamış olan bu hayatı yazar, fikir dünyamıza getirdiği "Boğaziçi medeniyeti" görüşünden hareketle değerlendirmektedir. Bu, Bizans çağının tanımadığı, ancak fetihten bu yana asırların birikimi içinde meydana gelmiş, peyzaj ile mimarinin uyuştuğu, her sınıftan insanının birbiriyle uyum halinde yaşadığı, ahlâk, terbiye, sevgi, nezaket, saygı gibi mânevî güzellikler de taşıyan ve her tarafından millî ruhun aksettiği manzarası ile tamamen Türk'e has bir hayat üslûbunun ifadesi demektir. Yazarın anlatışıyla, "Bu, terkibine su, mehtap, bülbül sesi ve saz karışan nazik bir medeniyetti [...]. Bu, âhirete, ebediyete inanan, dünyevî olduğu kadar dinî ve uhrevî bir medeniyetti". Artık tarihe karışmış ve hâtıraları da kendisiyle birlikte yok olacak bu hayatın tamamıyla unutulmuşluğa düşmesine razı olmayan A. Ş. Hisar, eserinde o bir daha geri gelmeyecek zamanı sanatla yeniden yaşatmak, geçmiş güzellikler içinden bir mâzi şuuru ve sevgisi uyandırmak ister. Esasını hâtıralar teşkil etmekle beraber eser alışılmış hâtırat kitaplarına benzemez. Onda bir hâtıratta bulunması tabii, hatta zaruri olan bir vak'a tarafı olmadığı gibi böyle bir vak'alar dizisi içinde ön planda şahıslar, kahramanlar da görülmez. Yazar bu hâtıralarda bir hareketin sahibi, bir vak'anın fâili hüviyetinde olmayıp etrafında yaşanana iştirak eden ve onu anlatan bir sanatkâr tanık durumundadır. Burada, vak'aların etrafında döndüğü herhangi bir kahraman veya belli şahıslar olmaksızın geçmişteki o hayatı kendisiyle hep birlikte yaşadığı bir topluluk vardır. Pek az yerde ortaya çıkan yazar kendini mümkün olduğu kadar silmiş, yerine adına konuştuğu bir kollektiviteyi, yani bütün bir Boğaziçi insanını geçirmiştir. Çocukluk zamanı ile iç içe olmasına rağmen ailesi



dahi anne ve anneannesini bir iki yerde anıp geçişi dışında bu hâtıralarda pek hissedilmez. Bunlarda asıl kahraman olarak kendisi ve ailesi yerine anonim ve kollektif planda her sınıftan bir Boğaziçi insanı hâkim olmuştur. Böylece eser sadece bir ferdin hatıratı olmaktan çok, aynı devri yaşamış insanların ortak hâtıraları şekline girmiştir. Bu hâtıralarda bunun ötesinde mutlaka bir kahraman aranırsa o, eser boyunca sahneyi terketmeyen mehtabın doğrudan doğruya kendisiyle, Boğaziçi'nin mehtaplı suları üstünde alay olmuş büyük bir sandal ve kayık kafilesinin eşliğinde yüzen mûsiki ve üzerlerine ay vurmuş körfez ve yalılarıdır. Vak'a diye görülecek tek şey de fasıl heyetinin yerleştiği bir sandalın etrafını sarmış yüzlerce kayıklık bir kafilenin, gelenek olmuş bir programla Boğaziçi'nin belirli köşeleri arasında yaptığı mehtap ve mûsiki gezişidir. Bu çerçeve içinde ay, deniz, saz, kayık ve yalı bu mehtap sahnesinin mükemmel bir orkestrasyonla aslî şahısları hükmüne girer. Âdeta bir mehtap ve mûsiki âyini gibi yaşanan bu âleme ait hâtıra ve intibalar, eserde dağınık ve tesadüfi bir şekilde değil roman kurgusuna benzer bir tertiple bir mehtap alayının duyuluş, hazırlanış, büyüyüş ve sonra dağılışındaki yürüyüşü veren, değişik ana başlıklar altında sekiz fasıl ve bunlar içinde de muhtevalarını mânalandıran birer ara başlık taşıyan yirmi beş kısım etrafında toplayan bir sıralanışa konulmuştur. "Hazırlanış" adlı ilk fasıl, eseri sonraki bahislerde anlatılacaklara açan bir giriştir. Eserin üzerine temellendirildiği Boğaziçi medeniyeti düşüncesini açıklayan, tabiatın ve geleneklerin belirlediği bir çerçeve içinde onun var oluş şartlarını anlatan bu fasılda A. Ş. Hisar Boğaziçi insanının hayatında iki ayrılmaz temel olarak tabiat ve mûsiki zevkinin tut-



BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI



Boğaziçi Mehtapları' nin ikinci baskısının dış kapağı (İstanbul 1 9 5 6 )



262



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



İKİNCİ BA8IHŞ HİLMİ KİTAlKV I İriajSe^, Ankara ıÇwtFW



BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI tuğu yeri gösterir. "Toplanış" eserin mihveri olan mehtap alaylarının nasıl hazırlandığını, nasıl safha safha büyüyüp şekillendiğini tasvir eder. Bundan sonraki gelişmeyi veren "Mûsiki Faslı", ilk toplanma durağı Kalender'deki buluşma ile meydana gelen büyük sandal kafilesinin, artık cünbüşüne başlamış fasıl heyetinin gah kayığı çevresinde, gâh peşinde Boğaziçi'nin sularında mehtabı takip ederek körfezden körfeze yer değiştire değiştire yaptığı mûsiki gezisini dile getirir. Kalender'den başlayıp İstinye önlerine, oradan Kanlıca koyuna ve Bebek'e kıyılar, yalılar önünden geçit yaparak uzanan, mûsiki ve ay ışığının iç içe olduğu mehtap âlemi burada bütün şaşaası ile canlandırılmaktadır. "Sükût" faslında ise bu büyük gezide mûsikiye ara verilen dinlenme anlarında Boğaziçi'nin insanda âdeta başka bir mûsikiymiş hissini uyandıran kendisine mahsus tatlı sessizlik atmosferi ve "Boğaziçi cenneti" diye adlandırdığı, mehtap altında Boğaziçi'nin insana ürperti veren güzellikleriyle muhteşem dekoru ve ona ayrıca bir mâna katan yalıların, görünüşlerine göre bir bir yorumdan geçirilerek bir şahsiyet gibi hüviyetlendirilişi, zirvesine yükselmiş bir şiir duygusu ile ifadesini bulur. Onu da varılması olağan bir netice gibi "Aşk Faslı" takip eder. Bu fasılda konuşan, mehtabın pırıltıları içinde geceye mahsus giyim ve süsleriyle bir kat daha güzelleşen ve sadece bu mehtap âlemlerine tanınmış hoşgörürlükle büyük sandal kafilesinin akışı sırasında kendilerine yakınlaşmak, göz göze gelmek m ü m k ü n olan kadın çehreleri karşısında mûsikinin davet ettiği aşk hâletidir. Ancak bu güzelliklerin kemale erip zirveleştiği merhale kalıcı değildir. Sırada varlık için mukadder olan, herşeyin kay-



di zamanlarına nisbetle sönük ve öncekilerin son demleri sayılan o şaşaalı mehtap geceleri ve mûsiki fasıllarının kendi yetişme çağlarında zihniyet ve zevkte alafrangalığın anlayışsızlığı ile karşılaşışı, artık içine girilmiş bir dağılma devresinin o vakit işaretini sezemedikleri bir habercisi olur. "Fânilikler" ve "Sönüş "ü takip eden "Ayrılış" kısmının anlattığı, Boğaziçi'nin mehtaplı suları üzerinde saatler boyu dolaşıştan sonra saz seslerinin susup yorgun sandal kafilesinin dağılışında, her defasmdakilerden biri olmak yerine aslında artık bir daha tekrarlanmamak üzere son dağılış ve bitişin bütün bir ima ve işareti vardır. Faslın "Unutuluş" adlı son kısmı, geçmişteki hayatımızın yazıya ve sanata aksetmemiş oluşu ile en güzel nice taraflarımızın unutulmuşluğa düşmesinin acı ve toplu bir muhasebesini getirir. Yüksek ve ince bir medeniyet kurmuş Türk hayatının tarihi yazılmadığı için Boğaziçi'nin en yakın tarihini ve hâtıralarını bile unuttuğumuzun sızı ve eseflerini taşıyan "Unutuluş"un ardından gelen ve esere son veren "Hatırlayış" faslı, bütünü ile başlı başına bir millî mâzi felsefesi, bir hâtıralar estetiğidir. Bu son fasıl, Boğaziçi Mehtapları 'na hareket noktası olan düşünceleri ve yazılmasındaki gayeyi t a m bir açıklığa çıkarır. Bu sayfalarda eserin üzerine aldığı, geçmişimizin güzelliklerini ve bunlardan biri olarak daha tarihi yazılmamış Boğaziçi mehtap âlemlerini unutulup hâtıraları yok olmaktan kurtarma gaye ve misyonu en belirgin ifadesini bulur. Burada eser artık Boğaziçi mehtaplarını anlatmak ve canlandırmaktan da öteye, büt ü n ü ile geçmişimizin millî hâfızada yeri ve korunması meselesi üzerinde bir düşünce sistemi çapına yükselir. Bu faslı açan ve bir geçmiş zaman felsefesini te-



mellendiren "Mâzi Cenneti"nde yazar, "Milliyetçilik muarızları en evvel millî mâziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytanî hücum onun vicdanından mâzisini almak, hafızasında mâzisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur"; "Muhayyel bir âti namına geçmişte millî ve güzel ne varsa hepsinin tahrip ve tezyif edildiğini gördük" şeklindeki ifadeleri t a m bir tavır ortaya koymaktadır. "Bizimle Birlikte Yaşayan Hâtıralar"da, beraberlerinde devam etmekte oluşu ile en çok uzamışı olduğu kadar en çok yaşamış da bulunduğumuz zamanı saklayan hâtıralarımızın estetik bir bakışla değerlendirmesine giren A. Ş. Hisar, bu hâtıraların bağlı bulundukları zaman çerçevesinden uzaklaşırken bizim olgunlaşmamızla birlikte yeni mânalar ve zenginlikler kazandığını ince tahlillerle gösterir. Buna göre kendimizle beraber geçmiş zamanlarımız da değişir. Bundan dolayı her çağın hâtıralara ayrı ayrı bakışı ve onları anlayış tarzı vardır. Eserinde tasvir ettiği Boğaziçi'ndeki eski hayatın âdet ve hususiyetlerini takdir edecek olgunluktan uzak kalan gençlik çağında, terbiyesini aldığı alafrangalığın tesirinden kendisini kurtarıp millî değerlerimizi öğretecek bir kılavuz bulamamış olması dolayısıyla o sazlı mehtap âlemlerine sevgisiz, hevessiz ve tenkitçi gözlerle bakarken şimdi o hayatı yüceltip "estetize" edişine, insanın çocukluk devresinde gördüklerinin değer ve mânasını senelerden sonra anlayıp farkedebildiği ve şuur altına giren, habersizce tohum halinde hâfızaya yerleşen hâtıraların bizimle birlikte yaşayıp olgunlaştığı ve billûrlaştığı cevabını getirir. Ufku çok daha geniş bir medenî sorumluluk görüşüne yükselerek eski Türk cemiyetinin



bolmaya gittiği fânilik faslı vardır; o gelir. İşte sonunda Boğaziçi'nin o eski gecelerinde bütün bu yaşananları bekleyen kaçınılmaz son buluş ve yok oluşu "Dağılış Faslı" anlatmaktadır. Kısımları "Fânilikler", "Sönüş", "Ayrılış", "Unutuluş" diye perde perde adlanan ve yazarın bedbin bir zaman murakabesine girdiği bu fasıl kaybolan mesut geçmişe bir mersiyedir. Burada, yaşı on dört on dokuz sularında iken Boğaziçi insanı ile hep birlikte yaşadığı mehtap gecelerinde bir devrin bir daha geri gelmemek üzere kapanmakta ve kendilerine vedâ etmekte olduğunun farkına varamayışlarının esefleri konuşur. Eskilerce, ken-



Abdülhak şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları'nin ilk baskısı üzerinde ikinci baskı için yaptığı ilâve ve rötüşler ( Ö m e r Faruk



İ R S S M



^nmA'



/h,



'ent



,



3 M İ



A k ü n arşivi)



263



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI Boğaziçi'ndeki huzurlu ve güzelliklerle dolu hayatını hâtıraları ile yaşatabilmek için yaptığı işi, insan yaşayışında belirli gelişme ve ilerlemelere bir defa erişildikten sonra hâtıralarının zamanla unutulup hâfızalardan silinmelerine kayıtsız kalmak yerine mâna ve değerlerini anlayıp korumaya çalışmanın bir medeniyet gereği ve gayesi olduğu düşüncesine bağlar. Abdülhak Şinasi Hisar'ın anlattığı Boğaziçi hayatını mehtaplı geceleri ve mûsiki fasılları ile yaşayanlar, bazılarınca sanıldığı gibi sadece varlıklı ve imtiyazlı bir tabaka değil bütünü ile her sınıftan Boğaziçi halkı ve kısmen de İstanbul insanıdır. Sular üstündeki mûsiki fasıllarının tertipçisi her defasında bir yalı sahibi olurken yazarın belirttiği üzere sınıf ayırımı olmaksızın herkesin birer kayıkla katıldığı büyük mehtap kafilesi masrafsızca meydana gelir; iştirak edenlere herhangi bir maddî külfet getirmeyen bu büyük ve saltanatlı eğlenceden sınıfı ne olursa olsun herkes çok demokratik ve ucuz bir şekilde hissesini alırdı. Bu mehtap kafilesi daima herkesin ortak eseri olurdu. Millî an'anelerinden haberdar edilmeyen genç nesillerin içinde yetiştikleri medeniyete ihanetle nasıl yabancılaştıklarını belirten, mûsikimizin ikinci millî lisanımız ve mâziden bize miras kalan duyguların bir mahfazası olduğunu ifade eden satırlarında eserin günümüze getirmek istediği mesaj daha da bütünleşmektedir. A. Ş. Hisar, kendi gençliğinin hâtıra ve intibalarıni işlerken eserinde aynı zamanda Boğaziçi mehtap gecelerinin ve mûsiki fasıllarının kapanış devri tarihini de yazmış oluyordu. Eseri ferdî hâtıraları yanında XIX. asrın bitiş yılları ile XX. asrın başında Boğaziçi'nin mehtap âlemlerinde "mehtap" denilen deniz üstünde yüzlerce kayıklık mûsiki alaylarının, bütün halkı ile Boğaziçi örfünün bir tarihidir. Meydana getirdiği eser, üzerlerinden bir kırk sene geçtikten sonraki çağda yalnız o zamanı yaşamış, o mehtapları görmüş olanların hâfızalannda var olan ve kendisinden artık maddî iz kalmamış bir mâziyi tamamıyla unutulmaktan, asıl deyimiyle ölümden kurtarmıştır. İleride Boğaziçi tarihi yazıldığında tarihçinin ortada hemen hemen tek kaynak olarak Boğaziçi Mehtapları'ndan öğreneceği, o âlemleri yazıya geçirebilmiş biricik şahit sıfatıyla kendisinden nakledeceği çok şey vardır.



A. Ş. Hisar'a kadar şiirimizde ve nesrimizde sadece küçük zikirler ve dağınık temaslar halinde görülebilen, Yahya Kemal, Ruşen Eşref gibi kalemlerde ise ancak makalelik bir çapa yükselebilmiş olan Boğaziçi onun eseriyledir ki beklenmedik bir muhteva genişliği ve muhteşem ifade kudretiyle Türk edebiyatında gerçek yerini bulabilmiştir. Kendisinden öncekilerin Boğaziçi'nde göremedikleri, duysalar bile t a m söyleyemedikleri hemen her şeyi eserinde fevkalâde zengin ve seçkin bir üslûpla A. Ş. Hisar ifade sahasına getirebilmiştir. Bir yalısında doğup büyüdüğü Rumelihisar'ından soyadını dahi aldığı Boğaziçi'ni bütün yönleri ve her türlü güzellikleriyle, en ince nüanslara kadar inen zengin intibalarla yaşadığından A. Ş. Hisar onu dışarıdan ve sonradan görebilmiş olan edebiyatçılardan çok daha iyi tanıma talihine erişmiştir. Herkesten önce kendisiyle aynı çağda, aynı muhit ve aynı dekor içinde o hayatı yaşamış önde gelen kalem sahiplerimiz Boğaziçi'ni anlatmayı ona vergi bir kabiliyet kabul etmişlerdir. Çocukluklarını ve ilk gençlik yıllarını aynı senelerde Boğaziçi'nde geçirmiş Ercümend Ekrem Talu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hamdullah Subhi Tanrıöver, Ruşen Eşref Onaydın, Reşat Nuri Darago gibi yaşıtları, kendilerinin Boğaziçi'nde farkına varamadıklarını, keşfedemediklerini yahut sezip de ifade edemediklerini onun görüp dile getirdiğini belirtirler. Abdülhak Şinasi Hisar, eseriyle Boğaziçi'nin güzelliklerini görmeyi ve hayatını yaşamayı öğreten müstesna bir sanatkâr olarak selâmlanır. Bu büyük hâtıralar sanatkârı, başkalarında bir paragraflık yer alabilecek yahut en genişinde birkaç sayfada tükenebilecek mehtap gibi bir konuyu Boğaziçi Mehtapları'rıöa şaşırtıcı bir görüş, duyuş, kültür, tahlil ve ifade zenginliğiyle kitap hacminde bir dolgunluk ve işlenmişliğe yükseltmiştir. Onun kitabı Boğaziçi'ni mehtabı ile iç içe, böyle sayfalar boyunca anlatan, Boğaziçi'nin hayatını ve güzelliklerini bir görünüşler ve duyuşlar silsilesi halinde mehtabın etrafında toplayan ve örneği önceden tasavvur edilemeyecek bir eser olarak edebiyatımızda kendi başına bir fasıl teşkil etmektedir. Bütün kitap, mehtap üzerinde devamlı gelişen, zenginleşen, yeni unsurlar alarak yürüyen varyasyonlardan örülmüştür. Önce söylediklerini tekrara düşme-



den, her defasında mehtabı bir başka görünüş ve duyuşla tasvir eden, değişik değişik izlenimlerle ifadeye getiren eserde hayrete düşürücü bir anlatma serveti vardır. Nüansları yakalama ustası bir üslûpçu elinde en ifadeye gelmez duyguları en ince ve kaçıcı gözlemlere bağlayan, dokunduğu şeyleri alelâdeliklerinden çıkarıp bir şiir ve rüya haline çeviriveren, kelimelerin beklenmedik karşılaşma ve buluşmaları ile yeni ifade imkânları peşinde bir nesir sanatı ortaya koyan Boğaziçi Mehtapları, Türkçe'nin kendisinde eriştiği estetik değerler itibariyle de takdir konusu olmuş hususi bir ehemmiyete sahiptir.



Boğaziçi Mehtapları, mehtap temini, bu konuyu geliştiren ince tahlilleri, orijinal dikkatleri ve şiirleştiren üslûp örgüsüyle, çok dolgun kitap hacmine çıkarmış zengin ve geniş bir çerçeve içinde işleyen eser olmak bakımından yalnız Türk edebiyatı için değil dünya edebiyatında da eşine kolay rastlanamayacak müstesna bir örnek olmak imtiyazını taşımaktadır. Bir pasaj olmaktan çok öteye varıp mehtap ve onunla ilgili duyguları Boğaziçi Mehtapları derecesinde zenginlikle vermiş başka bir örnek aranacak olduğunda onun dünya edebiyatında bile nâdir ve pek seçkin bir yere sahip olduğu anlaşılır. Eskiden olsa kendisine kolaylıkla "mehtabnâme" denilebilecek eseri, bir fantezi gibi gözükse de "Mehtabnâme-i Osmânî der Belde-i İstanbul", "Mehtabnâme-i İstanbul fî Belde-i Tayyibe-i Boğaziçi", "Mehtabnâme-i Türkî an Konstantiniyye" gibi adlar altında düşünmek onun bizim için söylediklerini ve yaptığı işi anlamaya yardım edecektir.



Boğaziçi Mehtapları daha tefrika halinde yayımlanmaktayken (1942), destanlaştırdığı Boğaziçi geceleri ve mehtap âlemlerini kendisiyle aynı devir ve muhitte yaşamış Ercümend Ekrem Talu'dan başlayarak aynı tecrübe ve hâtıraların sahibi olmuş kalemlerin yanı sıra günün öteki edebiyatçılarınca da bir sürpriz, bir deha eseri, Türk nesrinde bir zafer gibi karşılanarak pek yaygın bir ilgi ve sevginin merkezi haline gelivermişti. Bu takdir dalgası eserin ikinci basılışında da devam etmiş, ilk çıktığında onun için yazı yazmış olanlar ikinci basımında tekrar ona dönmek ihtiyacını hissederek onu yeniden ele alan yazılar yazmaktan kendilerini alamamışlardır. Ondan birkaç yıl önce hakkındaki makalelerini topladığı Boğaziçi Yakından



264



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZKÖPRÜ adlı kitabı ile (1938) edebiyatımızda İstanbul'un bu müstesna köşesini başlı başına bir konu yapar şekilde işlemekle ilk



Eser hakkında yazılmış birçok yazıdan bazıları şunlardır: Ercümend Ekrem Talu, "Boğaziçi Mehtapları Dolayısiyle Abdülhak Şinasi Hisar'a Mektup" (Varlık,



istisnayı getirmiş olan Ruşen Eşref onu tarzında ilk ve tek eser olarak selâmlar-



XII, nr. 207, 15 Şubat 1942, s. 354-355);



ken fetihten bu yana 500 senelik edebiyatımızda Boğaziçi'nin t a m ve hakiki ilk ifadecisi sayılmış (E. E . Talu), edebiyatımı-



ları", Cumhuriyet, nr. 6643, 14 Şubat 1943; a.mlf., "Hâtıralar Âlemi ve Onun



zın aynasına Boğaziçi'nin ilk defa onunla aksettiği söylenilmiş (Y. K. K a r a o s m a noğlu), Boğaziçi'ni eski âlemleri, mehtapları ve yaşayışı ile ebedîleştirdiği kadar kendisinin de ölümsüzleşen bir eser olduğundan bahsedilmiştir. İmajları, tasvirleri ve üslûbunun şiirle bürülü yapısı, eserden söz açan hemen herkesi, onun havasına uyarak kalemlerini yalın tahliller ve açıklamalardan çok hakkında onun imajları ile bir şiir ve rüya edebiyatı yapmaya kaydırmıştır. Kendisini A. Ş. Hisar gibi yüksek bir sanat ve heyecanla ifade edecek bir şairini bulduğu için Boğaziçi ve onun geçmişi de ayrıca talihli sayılmıştır.



Boğaziçi Mehtapları, dilimizin lügatinin daralıp ifade zenginliklerinin budandığı bir erozyona sürükleniş çağının eşiğinde, A h m e d Hamdi Tanpınar'ın kısa bir ara ile kendisini takip edecek Beş Şehir'i ile birlikte derlediği son ifade nimetleriyle Türk dili için bir r a h m e t gibi gelmiştir. A. Ş. Hisar'ın, alelâde bir lisanla a n l a t m a k m ü m k ü n olamayacak Boğaziçi'nin güzellik ve özelliklerini mûsikisi ve kendisine m a h s u s kültürü içinde dile ve ifadeye aksettirmeye çalışan eseri, üzerinde d u r d u ğ u konuya uygun ve onu b ü t ü n nüansları ile karşılayabilen bir Türkçe'yi b u l m a k gibi bir seçkinliğe de erişmiştir. A. Ş. Hisar'ın okuyucusundan belirli bir edebiyat ve dil seviyesi isteyen eseri yayın sahasına önce büyük bir kısmını veren yirmi bir parçalık bir tefrika olarak çıkmış (Varlık, nr. 199, 15 İkinciteşrin



1941-nr. 230, 1 Şubat 1943), tefrikanın bittiği 1943 Şubatında hemen kitap halinde basılmıştır. 1956 yılı Ağustosunda neşredilen, metin üzerinde rötüşler yürütülmüş ikinci baskısından sonra da gün ü m ü z e kadar yeni baskıları yapılmıştır.



Mustafa Şekip Tunç, "Boğaziçi Mehtap-



Bir Virtüözü", TY, nr. 268 (Mayıs 1957), s. 801-803; "Boğaziçi Mehtapları", Ulus, 28 Şubat 1943; Yaşar Nabi, "Boğaziçi Mehtapları", Vatan, nr. 814, 1 Mart 1943; Reşat Nuri Darago, "Boğaziçi'nin Destanı", Vakit, nr. 9007, 15 Mart 1943;



Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,



Yazarın sağlığında "Moonlight on the Bosphorus" adıyla Amerika'da bir vakıf tarafından basılması düşünülen İngilizce tercümesi gerçekleşmemiştir. Eserin "Boğaziçi Medeniyeti" adlı kısmından iki parça "Lob des Bosporus" ve "Tageslauf am Bosporus" adı altında ve kitabı tanıtan bir girişle Almanca'ya t e r c ü m e edilmiş-



tir (Friedrich Freiherrn von Rummel, "Abdülhak Şinasi Hisar's 'Vollmondnâchte am Bosporus'", Serta Monacensia [Festschrift Babinger], Leiden 1952, s. 136-149).



a.mlf., "Geçen Zamanların Toplandığı İklim", 20. Asır, nr. 207, 2 Ağustos 1956, s. 23; Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, "Boğaziçi Mehtapları", Yeni Adam, nr. 430, 25 Mart 1943, s. 2; Fazıl Ahmet Aykaç, "Boğaziçi Mehtapları", Ulus, 6 Nisan 1943; A h m e t Hamdi Tanpınar, "Boğaziçi Mehtapları", Ülkü (yeni seri), nr. 39, 1 Mayıs 1943, s. 15-16; Cevdet Kudret, "Boğaziçi Mehtapları", 7 Gün, nr. 531, 10 Mayıs 1943, s. 4 ; Halûk Y. Şehsüvaroğlu, "Abdülhak Şinasi'nin Boğaziçi Mektupları", Tasvir-i Efkâr, 14 Mayıs 1943; Rüştü Şardağ, "Boğaziçi Mehtapları Dolayısiyle", Varlık, XIII, nr. 237, 15 Mayıs 1943, s. 429-430; Hamdullah Suphi Tanrıöver, "Boğaziçi Mehtapları", Akşam, nr. 8854, 15 Haziran 1943; Nahid Sırrı Örik, "Boğaziçi Mehtapları İçin", Tanin, 22 Eylül 1943; Y a k u p Kadri Karaosmanoğlu, "Abdülhak Şinasi Hisar'in 'Boğaziçi Mehtapları", Ulus, 1 Sonkânun 1944-, Ziya Osman Saba, "Boğaziçi Mehtapları", Vakit (edebî ilâve), 1 Şubat 1944; Selâhattin Batu, "Boğaziçi Mehtapları", Ulus, 2 8 Ağustos 1944; Ruşen Eşref Onaydın, "Abdülhak Şinasi Hisar



I,



1976, s. 455-456).



H



F



Ö M E R FARUK A K Ü N



B O Ğ A Z K E S E N KALESİ



n



(bk. RUMELİHİSARI).



^



F



BOĞAZKÖPRÜ Sivas yakınında XVI. yüzyıla (?) ait köprü.



^



Sivas'ın 10 k m . kadar doğusunda Kızılırmak üzerindedir. Yaptıran kişi ve yapım tarihi hakkında açık bilgi bulunmayan köprünün bazı kaynaklarda Ortaçağ'a ait olduğu söylenmekte ise de eser üzerinde yapılan yeni bir araştırma, kitabesinden 1525 yılında inşa edildiğinin anlaşıldığını haber vermektedir (Tunç, s. 3436). Bir taşı üzerinde görülen Eustatheos adıyla 1910 rakamından, bu tarihte bir R u m usta veya kalfa tarafından t a m i r edildiği sanılmaktadır. Köprünün uzunluğu 102 m., genişliği 4,45 metredir. Kesme t a ş t a n inşa edilmiş olup m u n t a z a m yontulmuş korku-



ve Boğaziçi Mehtapları", İstanbul Dergisi, II, nr. 4, Nisan 1955, s. 14-20; Fahri Celal, "Boğaziçi m e h t a b l a r f , Cum-



luklar ve sivri kemerli altı göze sahiptir. En geniş kemer açıklığı 9 m . kadardır. Kemerlerin aralarındaki ayaklarda men-



huriyet, 22 Mayıs 1956; Şevket Rado, "Zaman İçinde Uzaklaşan Bir Kuyruklu Yıldız", Akşam, nr. 13.607, 31 Ağustos 1956.



ba tarafında üçgen sel yaranlar vardır ve bunlar m a n s a p tarafında yarım yu-



Bunlardan başka hakkında müstakil



maktadır. Odanın, kitâbenin de üzerinde yer aldığı yayvan kemerli girişi itinalı



ansiklopedi maddeleri de yazılmıştır (İs-



tanbul Ansiklopedisi, M, 1961, s. 2877-2882;



varlaktır. Köprünün Karayün istikametindeki ucunda yine m u n t a z a m kesme taşlardan yapılmış küçük bir oda bulun-



bir işçilikle yapılmış ve sade bir silme ile çerçevelenmiştir. BIBLIYOGRAFYA: M a x van B e r c h e m — Halil E d h e m ,



pour



un corpus



Asie



Mineure,



inscriptionum



Materiaıvc



Arabicarum



III:



Kahire 1910, s. 1, not 1, İv. VII;



A. Gabriel, Monuments



Turcs dAnatolie,



1 9 3 4 , II, 1 6 5 ; Cevdet Ç u l p a n , Türk



Taş



Paris



Köprü-



leri, A n k a r a 1975, s. 68, rs. 3 9 ; G ü l g ü n Tunç, Taş Köprülerimiz,



A n k a r a 1978, s. 34-36.



Boğazköprü Sivas



S



SEMAVİ E Y İ C E



265



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZLAR MESELESİ B O Ğ A Z L A R MESELESİ İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçecek yabancı gemilerin uymakla yükümlü oldukları hukuk dolayısıyla çeşitli dönemlerde diplomasi alanında ^ ortaya çıkan anlaşmazlık. ^ Asya'yı Avrupa'ya ve Karadeniz'i Akdeniz'e bağlayan Boğazlar iktisadî, askerî ve siyasî önemleri dolayısıyla tarih boyunca pek çok devletin ilgisini çekmiş ve devamlı surette mücadele konusu olmuştur. Romalılar'ın hâkimiyetine girdiği milâttan önce III. yüzyıla kadar Truvalılar, Atinalılar, Ispartalılar ve İranlılar; Roma İmparatoru Konstantin'in kendi adı ile anılacak eski Bizantion'u merkez yapmasından (m.s. 300), bilhassa Bizans İmparatorluğu'nun kurulmasından sonra da sırasıyla Hunlar, Avarlar, İranlılar ve Araplar İstanbul'u almak ve Boğazlar'a hâkim olmak için birbirleriyle mücadele ettiler. XIII. yüzyıl sonlarında Boğazlar'a yakın mesafede kurulan Osmanlı Devleti de bu mücadeleye katılarak daha önce pek çok devletin başaramadığı bir işi gerçekleştirdi. 1353'te Çanakkale Boğazı'nı aşıp Rumeli'ye ayak basan Osmanlılar XIV. yüzyıl sonlarında Marmara denizinin büyük kısmına hâkim oldular. Nihayet 29 Mayıs 1453'te İstanbul'un fethiyle Bizans ortadan kaldırılarak Boğazlar'ın hâkimiyeti tamamen Osmanlı Türkleri'ne geçti. Fâtih Sultan Mehmed Kilitbahir ve Seddülbahir mevkilerine kaleler, Çanakkale Boğazı ağzında bulunan Bozcaada'ya bir hisar inşa ettirerek Çanakkale Boğazı'nı tahkim etti. Karadeniz sahilleri ve özellikle Kırım Hanlığı'nın Osmanlı siyasî bünyesi içine alınması ile Karadeniz yabancı gemilerin serbestçe dolaşmalarına kapalı bir Osmanlı iç denizi (Mare Clausum) haline geldi. Boğazlar'dan geçiş ve Karadeniz'de ticaret yapabilme, ancak Osmanlı Devleti'nin ilgili devletlere verdiği hususi im-



tiyazlarla (ahidnâme — kapitülasyon) tanzim edilir oldu. Boğazlar'ın kesin olarak Türk hâkimiyeti altında bulunduğu bu uzun devir, Rusya'nın zamanla kuvvetlenip Karadeniz sahillerine erişme teşebbüsünde bulunmasına kadar (1695-1696) ciddi bir tehlike ve tehditten uzak bir şekilde devam etti. İstanbul Antlaşması (3 Temmuz 1700) ile Azak Kalesi ve civan Ruslar'a bırakıldı ve Rus gemilerine Azak denizinde sefer yapma hakkı tanındı. 1711'de Prut'ta büyük bir yenilgiye uğ-



rayan Rusya 1713 tarihli Edirne Antlaşması ile Azak'ı tekrar Osmanlı Devleti'ne iade etti. Böylece Karadeniz bir Türk gölü olma vasfını korumayı sürdürdü. Ruslar 1736'da savaş ilân etmeden Azak Kalesi'ni kuşattılar. Avusturya yanında Rusya'ya karşı da sürdürülen savaşta Azak Kalesi'ni tekrar ele geçiren Rusya, 1739 Belgrat Antlaşması ile bu kalenin yıkılması ve kalenin yer aldığı bölgenin her iki devlet tarafından boşaltılması esasına dayanan bir antlaşma yapmaya razı oldu, dolayısıyla Rusya tekrar Azak denizi ve Karadeniz'den de uzak durmak mecburiyetinde bırakıldı. 1768'de başlayan Osmanlı-Rus savaşının ağır bir mağlûbiyet ile bitmesi üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (21 T e m m u z 1774) gereğince ilk defa Karadeniz'e çıkmaya ve serbestçe ticaret yapmaya muvaffak olan Rusya'ya diğer devletlere tanındığı gibi Boğazlar'dan ticarî geçiş hakkı verilmek zorunda kalındı. Böylece II. Bayezid zamanından beri süregelen ve üç yüzyıl kadar bir Türk gölü olarak kalan Karadeniz bu özelliğini kaybetmeye ve Boğazlar artık devletlerarası hukukun konusu olmaya başladı. Bununla beraber Boğazlar'dan yabancı savaş gemilerinin geçiş yasağı sürmekte idi. Ancak Temmuz 1798'de Mısır'ı işgal eden Fransa'ya karşı askerî tedbirler almak zorunda kalınması üzerine Osmanlı Devleti'nin Rusya (23 Aralık 1798) ve İngiltere (5 O c a k 1799) ile birer ittifak yapmasıyla bu konuda ilk taviz verilmiş oldu. İttifak gereğince Rus savaş gemileri ilk defa Boğazlar'dan serbestçe geçti ve Akdeniz'e açılarak Fransa'ya karşı girişilen ortak askerî operasyona katıldı. Böylece Rusya tarihî hedeflerinden en önemlisine geçici dahi olsa ulaşmış oldu. Ruslar, sekiz yıl süreli olan bu antlaşma ile kendilerine tanınmış bulunan Boğazlar'dan geçme hakkını Osmanlı Devleti'nin sıkışık ve zayıf durumlarından faydalanarak kalıcı bir şekle sokm a k arzusuna düştüler. Nitekim Fransa'nın Mısır'dan ve Adriyatik adalarından çoktan atılmış olmasına rağmen bu antlaşmayı bitiş tarihi olan 1805'te tekrar yeniletmeyi başardılar. Fakat bu antlaşma 1806'da yeni bir Rus-Osmanlı savaşının çıkması ile yürürlükten kalktı. Napolyon'un Tilsit ve Erfürt'te Rus çarı ile Osmanlı Devleti'nin taksimi konusunda konuşmalar yaptığını öğrenen Osmanlı hükümeti İngiltere ile S Ocak 1809'da Kal'a-i Sultâniyye (Çanakkale) Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşmanın Boğazlar me-



selesi tarihinin önemli bir merhalesini teşkil eden 11. maddesi ile barış zamanında Boğazlar'ın yabancı savaş gemilerine kapalılığı ve bu hususun Osmanlı Devleti'nin eskiden beri benimsediği önemli bir kaidesi olduğu İngiltere'ye kabul ettirildi. Bu durumda devlet hiçbir yabancı devletin savaş gemilerine Boğazlar'ı açmamayı taahhüt etmekteydi ki bu madde ile devletin kendisi de o ana kadar hükümranlık hakkı gereği müstakil olarak ortaya koyup uyguladığı bir kaideyi diğer devletler hakkında da geçerli kılmayı tekeffül etmekteydi. Böylece Osmanlı Devleti'nin dâhilî hukukuna ait olan "Boğazlar'ın kapalılığı* prensibi devletlerarası bir vesikada yer almakta ve devletin açma veya kapaması hakkındaki mutlak üstünlük ve tasarruf yetkisi sınırlandırılmış olmaktaydı. Bu yüzden 1809 antlaşması, Boğazlar'da bir devletlerarası müdahiller uygulamasına yol açacak olan 1841 Londra Antlaşması'nın da ilk nüvesi sayıldı. Boğazlar'dan ticarî amaçla geçiş ve Karadeniz'de serbest ticaret hakkı, Rusya ile yapılan Akkirman Antlaşması'nda da (7 Ekim 1826) teyit edildi. Barış zamanında Boğazlar'dan ticarî geçiş yanında, Karadeniz'in bütün yabancı devletlerin ticaret gemilerine açılması ise Edirne Antlaşmasından (14 E y l ü l 1829) sonra gerçekleşti. Böylece, Karadeniz bir Türk denizi olmaktan çıktı. Osmanlı Devleti'nin zayıf durumundan istifade ile Boğazlar üzerinde üstünlük sağlamak ve söz sahibi olmak imkânını verebilecek her fırsatı değerlendirmeye çalışan Rusya, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın isyanı ile gelişen "Mısır meselesi'ni kendi hedefleri doğrultusunda en iyi şekilde kullanmasını bildi. Osmanlı Devleti'nin, Mısır kuvvetlerinin Kütahya'ya kadar ilerlemesi ile düştüğü çaresizliğe, biraz da mecburi hale getirdiği yardım teklifi ile mukabele eden Rusya, İstanbul Boğazı'ndan içeri sokup Beykoz'a çıkarttığı kuvvetleri ve demirlediği filosu ile kendisini ikinci defa zoraki bir müttefik olarak kabul ettirdi. Rusya'nın İstanbul Boğazı'ndan geçerek Osmanlı Devleti'nin yardımına koşması ve Boğazlar'ın sahibi üzerinde müstesna bir nüfuz peyda etmesi, özellikle Mısır valisinin ileri harekâtının önlenmesini ve dolayısıyla İngiltere'nin Osmanlı Devleti'nin o andaki kritik durumuyla nihayet âcilen ilgilenmesini sağladı. Bunun neticesinde Mısır valisi ile Kütahya uzlaşması meydana getirilebildi (6 Mayıs 1833) ve devleti teh-



266



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZLAR MESELESİ dit eden tehlike geçici olarak bertaraf edilmiş oldu. İstanbul Boğazı'nda üstlenen Rus kuvvetlerinin geriye çekilmelerinin sağlanması ise, ancak Hünkâr İskelesi (Beykoz) Antlaşması'ndan sonra m ü m k ü n olabildi (8 T e m m u z 1833). Sekiz yıl vadeli olan bu önemli antlaşma, genel olarak tarafların tehlike ânında birbirlerinin yardımına koşmalarını emretmekte, ancak antlaşmanın gizli maddesiyle Osmanlı Devleti'nin böyle bir yardımı, Çanakkale Boğazı'nı Rusya'nın güvenliğini tehdit eden bir donanmaya ve genel olarak diğer devletlerin bütün savaş gemilerine kapatarak yapması kararlaştırılmaktaydı. Böylece Rusya Boğazlar'dan gelecek bir tehlikeye karşı korunmakta, ancak antlaşmada açıkça ifade edilmemekle beraber lüzum gördüğünde bu hakkı kullanmayı hukuken kendinde görebilecek bir hale gelmekte ve Boğazlar'ın kontrolünde söz sahibi olmaktaydı. Bu yüzden Avrupa devletleri Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı büyük bir heyecan ve tepkiyle karşılamışlar ve Mısır meselesinin hallinden sonra Rusya'yı sekiz yıllık süre sonunda Boğazlar üzerindeki tek taraflı olan bu üstün durumundan vazgeçirerek 1841'de yeni bir uygulamaya gidilmesini kabul ettirmişlerdir. 1839'da Mısır meselesinin tekrar silâhlı bir hesaplaşmaya dönüşmesi, Osmanlı ordusunun Nizip'te Mısır kuvvetlerine karşı mağlûp olması ve Mehmed Ali Paşa'ya İstanbul yolunun tekrar açılması, Rusya'nın Hünkâr İskelesi Antlaşması gereği Boğazlar'a inerek Osmanlı Devleti'ni koruma hakkını kullanmaya kalkışmasını da beraberinde getirmekteydi. Buna meydan vermemek için İngiltere'nin Osmanlı Devleti ile yakın ilişki ve dayanışması sonucu, Londra'da diğer büyük Avrupa devletlerinin de mutabakatının sağlanmasıyla, Mehmed Ali Paşa'yı sadece Mısır'la yetinmek zorunda bırakacak yeni bir çözüm getirildi (15



Temmuz 1840, Londra Antlaşması). Antlaşma, Mehmed Ali Paşa'nın İstanbul'a yürümesi halinde imzacı devletlerin Boğazlar'ı savunmak için kuvvet göndermelerini öngörüyordu. Bu istisnaî durum dışında ve genel olarak Boğazlar'ın barış zamanında bütün yabancı savaş gemilerine kapalı tutulması hususu, Osmanlı Devleti'nin "eski bir kaidesi" olarak tekrar tesbit ediliyordu. Böylece Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Rusya'nın tek taraflı olarak sahip olduğu üstün duruma, aynı hakkın bütün diğer imzacı



devletlere teşmil edilmesi ile son verilmiş ve Boğazlar'ın durumunu müstakil olarak ele alacak 1841 Londra Boğazlar Antlaşması'na giden yol da açılmış olmaktaydı. Mısır meselesi halledildikten sonra Londra'da toplanan İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya temsilcileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazları konusunda Osmanlı Devleti ile genel bir ant-



laşma imzaladılar (13 Temmuz 1841, Londra Boğazlar Antlaşması). Antlaşmanın ilk maddesi, Mısır meselesiyle ilgili 1840 tarihli antlaşmada yer alan 4. maddeyi hemen aynen tekrarlamakta, dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin barış zamanında Boğazlar'ı yabancı savaş gemilerine kapalı tutacağı ve bunun devletin eski bir kaidesi olduğu hususuna yer vermekteydi. Ancak aynı maddede yer alan ve beş büyük Avrupa devletinin Bâbıâli'nin bu hakkına saygı göstererek onun bu sözü geçen kaide ve usulüne göre hareket etmeyi taahhüt edeceklerine dair olan ifade, bu maddeyi fevkalâde önemli bir anlam zenginliğine kavuşturmaktaydı. Zira bu ifadede gerçekte, Boğazlar'ın kapalılığı ile ilgili kaidenin herhangi bir devletin menfaati uğruna bozulup ihlâl edilemeyeceğine dair Osmanlı Devleti'nin kesin bir taahhüdü gizlenmiş bulunuyordu. Diğer bir ifadeyle devlet artık eskisi gibi gelişigüzel ve istediğinde Boğazlar'ı açmaya veya herhangi bir devlet lehinde kapalı tutmaya muktedir olamayacaktı. Çünkü bu tek madde ile Boğazlar'ın kapalılığı kaidesi bundan sonra artık devletlerarası bir zemine oturtulmuş oluyordu ki bu husus anlaşmayı daha öncekilerden ayıran en önemli nokta idi. Böylece Boğazlar'dan geçiş sadece Osmanlı hukuk kuralları veya Osmanlı Devleti ile diğer devletler arasında yapılan ikili antlaşmalarla düzenlenmesi safhasından çıkmakta ve uygulanması günümüze kadar gelecek olan devletlerarası bir düzenleme esasına geçilmekteydi. Padişah eskiden olduğu gibi dost devlet elçilerinin muhabere hizmetinde bulunacak olan hafif savaş gemilerine özel fermanlarla Boğazlar'dan geçiş hakkı verebilecekti. Boğazlar'ın bu statüsü 1853 yılına kadar sürdü. Bu tarihte Rusya'nın Osmanlı Devleti'ni parçalamak amacıyla başlattığı Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz donanmaları Osmanlılar'a yardım maksadıyla Boğazlar'ı geçti. Müttefik kuvvetlerin Kırım'a yaptıkları çıkartmadan sonra Rus ordusunun yenilmesi üze-



rine Rusya barış istedi. Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Piyemonte ve Rusya'dan başka Avusturya ve Prusya'nın katılmasıyla 30 Mart 1856'da Paris Muahedesi imzalandı. Buna göre 1841 Londra Antlaşması 'yla Boğazlar hakkında kabul edilmiş olan hükümler aynen tekrarlandı. Ayrıca Karadeniz tarafsız hale getirilecek, bütün milletlerin ticaret gemilerine açık fakat savaş gemilerine kapalı olacaktı. Osmanlı Devleti'yle Rusya'nın Karadeniz kıyılarında tersane ve donanma bulundurmaları yasaklanacaktı. İki devlet kıyılarında güvenliği sağlamak üzere bulundurmak zorunda oldukları hafif savaş gemilerinin sayılarını aralarında imzalayacakları özel antlaşma ile belirleyecek ve bu antlaşma Paris Antlaşmasının bir bölümü olarak ona eklenecekti. 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi ile Osmanlı Devleti'nin barış zamanında Boğazlar'dan savaş gemilerinin geçişine izin vermemesi prensibi, 1856 Paris Antlaşması'yla savaş zamanına da teşmil edilerek Osmanlı Devleti'nin hükümranlık haklan biraz daha kısıtlandı. Ancak eskiden olduğu gibi elçiliklere bağlı küçük savaş gemileri ve bu antlaşma ile antlaşmaya imza koyan devletlerin Tuna nehri ağzında bulunduracakları ikişer küçük savaş gemisi padişahın izniyle Boğazlar'dan geçebilecekti. Fakat Boğazlar ve Karadeniz'le ilgili hükümler Rusya'yı tatmin etmedi. Antlaşma Rusya'nın Karadeniz hâkimiyetine son verdiği için Rusya Karadeniz'in tarafsızlığından kurtulmak için fırsat kollamaya başladı. 1870'te Alman-Fransız savaşıyla bozulan Avrupa siyasî durumundan faydalanan Rusya tek taraflı olarak Paris Antlaşması'nin Karadeniz ile ilgili hükümlerini tanımadığını ilân etti (31 E k i m 1870). Almanya'nın Rusya'yı desteklemesi üzerine Ruslar'a karşı savaşı göze alamayan Âlî Paşa İngiliz siyasetine dayanmayı tercih etti. İngiltere'nin davetiyle, Londra'da Türkiye, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya'nın katılmalarıyla bir konferans toplandı (17 O c a k 1871). İmzalanan dokuz maddelik Londra Antlaşması (13 Mart 1871) ile Karadeniz'in tarafsızlığı kaldırıldı. Aynı zamanda Türkiye'ye Boğazlar'ı barış zamanında kapalı t u t m a k mecburiyetini yükleyen madde de iptal edildi. Böylece Bâbıâli'nin lüzum gördüğ ü zaman dost ve müttefik donanmalarını içeri almakta serbest bırakılması, Türkiye için çok önemli bir taviz ve Rusya için de yeni bir tehdit unsuru oldu.



267



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞAZLAR MESELESİ Rusya, 93 Harbi adı verilen 1877-1878



ya'nın savaştan çekilmesi. Boğazlar üze-



ceklerdi. Türkiye'nin tarafsız olduğu bir



Osmanlı - Rus Savaşı'nda büyük bir yenil-



rindeki Rus emellerinin gerçekleşmesi-



savaşta Boğazlar'dan



giye uğrayan Osmanlı Devleti'nden Bo-



ne engel oldu.



barış zamanı için öngörülmüş şartlara



ğazlar konusunda bazı tavizler koparmak



Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'nı yenilgiyle kapattığını belgeleyen Mondros Mütarekesi (30 E k i m 1918), Çanakkale ve Karadeniz boğazlarının açılmasını, Karadeniz'e serbestçe geçilebilmesini ve Boğazlar'daki mevcut istihkâmların müttefiklerce işgalini öngörmekteydi. Sevr Antlaşması'nın (20 A ğ u s t o s 1920) Boğazlar'la ilgili maddeleri ise Boğazlar'ı milletlerarası bir statüye sokmaktaydı. Buna göre Marmara dahil Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçiş savaşta bayrak farkı gözetilmeksizin her türlü savaş ve ticaret gemilerine açık bulundurulacaktı. Bu işlerin görülmesi ve Boğazlar'ın kontrolü geniş yetkilerle donatılmış devletlerarası bir komisyona havale edilmekte, Boğazlar'ın her iki yakası silâhsızlandırılmış bölgeler haline getirilmekteydi. Bununla beraber Fransa, İngiltere ve İtalya bu bölgelerde asker bulundurabilecekti. Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti'ni parçalamakta ve Boğazlar üzerindeki Türk hâkimiyetine son vermekte, aynı zamanda İstanbul'a da el koymakta ve burada padişah ve hükümetine ancak galip devletlerin arzu ettiği müddetçe barınabilme imkânı tanımaktaydı.



göre yapılacaktı. Türkiye'nin dahil oldu-



istediyse de İngiltere'nin ciddi tehditleri karşısında kaldı. Berlin Antlaşması (13 T e m m u z 1878) Boğazlar'ın hukukî durum u n u değiştirmeden sadece 13 Mart 1871 Londra Antlaşması hükümlerinin yürürlükte olduğunu teyit etmekle yetindi. Boğazlar'ın bu hukukî durumu, uygulamada zamanla çıkan bazı görüşlere rağmen, Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'na girişine kadar (29 E k i m 1914) aynen muhafaza edildi. Rusya 1. Dünya Savaşı'nın başlangıcında Boğazlar konusunda bir yandan müttefikleri İngiltere ve Fransa nezdinde zemin yoklarken bir yandan da Boğazlar'ın kendisine verilmesi şartıyla Almanya ile anlaşma yollarını araştırıyordu. İngiltere Boğazlar meselesinin Rusya'nın yararına çözüleceğini bildirmekle birlikte bu çözümün kesin şeklini Almanya'nın yenilgisinden sonraya bırakmak istiyordu. Çünkü İngiltere Rusya'nın Boğazlar'ı ele geçirince Almanya ile anlaşıp savaşt a n çekilmesinden korkuyordu. Fransa ise Suriye ve Filistin üzerindeki isteklerini belirtmiş ve Rusya da bunu kabul etmişti. Müttefikler kendileri Çanakkale'yi zor-



geçiş t a m a m e n



ğu bir savaşta Boğazlar'dan tarafsız gemiler, kaçak ve yasaklanmış mal ve düşm a n asker ve tebaası t a ş ı m a m a k kaydıyla serbestçe geçebilecek, Türkiye bu gemileri kontrol etme ve tarafsız gemilerin geçişini engellememek şartıyla düşm a n gemileri hakkında devletler hukukunun kabul ettiği tedbirleri alma hakkına sahip olacaktı. Barış



zamanında



hangi devlete ait olursa olsun bütün savaş gemileri de gece ve gündüz geçme hakkına sahipti. Karadeniz'e geçecek savaş gemilerinin âzami kuvveti, bu denizde kıyısı bulunan devletlerden donanması en kuvvetli olanın deniz gücünden daha fazla olmayacaktı. Bununla beraber devletlerin her biri gerek gördüklerinde 10.000 tonilatoyu geçmeyen en çok üç gemisini Karadeniz'e geçirebilme hakkına sahip olacak ve Türkiye Boğazlar'dan geçen gemilerin miktarı konusunda hiçbir sorumluluk taşımayacaktı. Türkiye'nin tarafsız olduğu bir savaşta büt ü n savaş gemilerine barış zamanı için öngörülen şartlar uygulanacaktı. Türkiye'nin dahil olduğu bir savaşta tarafsız ülke gemileri barış zamanındaki muameleye tâbi olacaklar ve bu gibi gemilerin geçişi alman savaş tedbirleri sebe-



larken Rusya'nın da filosu ile İstanbul



Türk İstiklâl Savaşı sonunda imzala-



Boğazı'na girmeye çalışmasını teklif et-



nan Lozan Antlaşması (24 T e m m u z 1923)



tiler. Rusya, donanmasının yetersizliğini



ve yeni Türkiye devletinin müstakil bir



lar Sözleşmesi'ne göre, Boğazlar'dan ser-



ileri sürerek buna katılmadı. Fakat İngil-



siyasî güç olarak tanınması, tabii olarak



best geçişin güvenliğini sağlamak ama-



tere ve Fransa'nın Boğazlar'ı ele geçir-



Boğazlar'daki d u r u m u n da yeni bir şek-



cıyla, Çanakkale ve İstanbul boğazları-



melerini de kendisi için tehlikeli buldu-



le sokulmasını kaçınılmaz kılmaktaydı.



nın her iki kıyısı ile Marmara denizinde-



ğundan 4 Mart 1915'te İngiltere ve Fran-



Antlaşmanın 33. maddesiyle antlaşmayı



ki adalar askerden arındırılmış hale ge-



sa'ya verdiği notalarla İstanbul şehri, Bo-



imzalayan devletler Boğazlar'dan geçi-



tirildi ve bu bölgelerde t a h k i m a t yap-



ğazlar, Marmara'nın batı kıyıları ve Mid-



şin serbest olduğunu ve bu hususun im-



m a k ve asker bulundurmak yasaklandı.



ye-Enez çizgisine kadar Güney Trakya,



zalanacak özel bir sözleşmenin hüküm-



Buna karşılık bölgenin herhangi bir sal-



biyle güçleştirilmeyecekti. Ayrıca Boğaz-



Sakarya nehri ile İzmit körfezi arasında



lerinde ayrıntılı olarak tesbit edileceğini



dırıya karşı güvenliği de sözleşmeyi im-



daha sonra belirlenecek sınıra kadarki



kabul ettiler. Lozan ile aynı anda imza-



zalayan devletlerle Milletler Cemiyeti'-



topraklarla Marmara denizindeki ada-



lanan ve "Boğazlar'ın Tâbi Olacağı Usul



nin garantisi altına alındı.



ların kendisine verilmesini istedi. Rus-



Hakkında Mukavelenâme" adını taşıyan



ya'nın bu baskısı müttefiklerin hoşuna



bu belgede imza sahibi devletler (İngilte-



Türkiye, Boğazlar üzerindeki hükümranlık haklarının sınırlandırılması demek



dikleri notalarla Rusya'nın isteklerini ka-



re, Bulgaristan, Yunanistan, Fransa, İtalya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Rusya, laponya ve Türkiye), her iki boğazdan



bul ettiklerini bildirmek zorunda kaldı-



ve Marmara'dan savaş ve barış zama-



ye'nin buraları savunmasını çok güçleş-



gitmemekle birlikte İngiltere 12 Mart'ta, Fransa da 10 Nisan'da Rusya'ya ver-



olan bu hükümleri istemeyerek kabul etmişti. Lozan Antlaşması'nın Boğazlar'la ilgili hükümleri, tecavüz halinde Türki-



lar. Böylece Rusya kâğıt üzerinde de olsa



nında her türlü geçişin serbest olacağı-



tirdiği için Türk hükümeti 1933'teki Si-



nihayet Boğazlar üzerindeki tarihî emel-



nı öngörmekteydiler. Mukavelenamenin



lâhsızlanma Konferansı'nda bu hüküm-



lerini Fransa ve İngiltere'ye kabul ettir-



ikinci maddesi gereğince bu geçişlerin



lerin kaldırılmasını istedi. Fakat bu is-



miş oldu. Ancak müttefiklerin 1915 baş-



esasları ayrı bir ekte tesbit edildi.



tek silâhsızlanma meselesiyle doğrudan



larındaki Çanakkale saldırılarının hezi-



Buna göre ticaret gemileri barış za-



ilgili olmadığı ileri sürülerek geri bırakıl-



metle sonuçlanması, 1917'de iç karışık-



manında bayrağı ve yükü ne olursa ol-



dı. Nihayet Montrö Antlaşması (20 T e m -



lığı had safhaya varan Rusya'da ihtilâl



sun gece ve gündüz Boğazlar'dan tama-



muz 1936) ile Boğazlar'ın savunması Tür-



çıkması, çarlığın çökmesi ve Brest Li-



men serbest bir şekilde ve kılavuz al-



kiye'ye bırakıldı (bk. MONTRÖ BOĞAZLAR



tovvsk Antlaşması'yla (3 Mart 1918) Rus-



m a k mecburiyetinde olmadan geçebile-



SÖZLEŞMESI).



268



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞDAN BİBLİYOGRAFYA: S. Goriainov, Deulet-i



yâseti



Osmâniyye-Rusya



Si-



(trc. M a c a r İskender — Ali R e ş a d ) , İs-



tanbul



1331;



Bosphore



N.



de



Dascovici,



La



les Dardanalles,



Ouestion Geneve



C. Phillipson — N. Buxton, The Ouestion



Bosphoros



and



Dardanelles,



du 1915;



of the



London



A h m e t R a u f — R â g ı b Râif, Boğazlar



1917;



Meselesi,



İstanbul 1 3 3 4 ; N. Kurt, Der Bosporus



und



die



Dardanellen



und



po-



litischen



unter



uölkerrechtlichen



Cesichtspunkten,



G. VVobst, Die



sungsuersuch



Göttingen



Dardanellenfrage



bis



des Abkommens



uon



1937;



zum



Leipzig 1 9 4 1 ; C e m a l Tukin, Osmanlı



torluğu



Devrinde



Boğazlar



Meselesi,



1 9 4 7 ; E. Anchieri, Constantinopoli



nella



politika



Qüçiük



russa ed europea



Kainardgi



İmparaİstanbul



e gli



stretti



dal trattato



alla Conuenzione



lö-



Montreux,



di



di Monte-



reux, M i l a n o 1 9 4 8 ; TA, VII, 185-192. KEMAL BEYDİLLİ



r L



n



BOGDAN Romanya'nın Moldavya bölgesine Osmanlı döneminde verilen ad.



J



Moldova nehrinin iki kenarındaki arazide XIV. yüzyılda kurulan prenslik daha sonra Türkler tarafından alınınca Osmanlı kaynaklarında bir süre Kara Boğdan olarak geçmiş, fakat uzun m ü d d e t sadece Boğdan şeklinde anılmıştır. Osmanlılar'ın Moldavya'ya verdikleri bu ad, XIV. yüzyılın ortalarında Maramureş'te oturan küçük bir Ulah (Valah) asilzâde ailesinin Macar Krallığı'na karşı ayaklanarak buraya gelmesinden sonra ilk müstakil devleti kuran voyvoda Boğdan'ın isminden gelmektedir. Çok erken devirlerden itibaren meskûn olan bu yörenin bilinen ilk sakinleri İskitler ve Thrak aslından Daklar'dır.



Boğdan



Bunlar daha sonra Romalılar'la karışarak Romanya halkının çekirdeğini oluşturmuşlardır. Müteakip asırlarda buraya sırasıyla Goth Cermenleri, Alanlar, VIVII. yüzyıllarda Slavlar ile Hun, Avar ve Bulgar gibi çeşitli Türk kavimleri gelmişlerdir. Bulgarlar Tuna'nin güneyine, IX. yüzyılda gelen Macarlar ise bugünkü Macaristan ovalarına yerleşmişlerdir. Daha sonra yine Türk kavimlerinden Peçenekler ile Kumanlar'ın, XIII. yüzyıldan itibaren de Tatarlar'la Gagauzlar'ın istilâsına uğrayan Moldavya'da bugüne kadar sadece Tatarlar ve Gagauzlar varlıklarını koruyabilmişler, öteki Türk kavimleri yerli halk kitleleri içinde eriyip gitmişlerdir. Osmanlı Türkleri ile Moldavlar arasındaki ilk münasebetler XV. yüzyılda başladı. Bu bir asra yakın sürede Boğdan beyleri Macar, Polonya ve Altın Orda devletlerinin hâkimiyet iddialarına karşı varlıklarını denge politikası güderek korudular. Halbuki güneydeki Eflak Prensliği bir süre önce Osmanlı Devleti'ne tâbi olmuştu. Moldavya Osmanlılar'la doğrudan temasa gelmeden önce Türkler'e karşı Macaristan, Lüksemburg ve Lehistan arasında yapılan ittifak antlaşmasına katılmıştır. Bu antlaşma uyarınca onlara yardım vaadinde bulunmuştu; yardim etmediği takdirde toprakları bu ülkeler tarafından paylaşılacaktı. Türkler ilk defa Çelebi Mehmed zamanında (1413-1421) Eflak'ı vergiye bağladıktan sonra Boğdan topraklarına girmişler, Akkirman'ı kuşatmışlar, fakat alamamışlardır. O sırada Boğdan voyvodalığında Alexandru çel Bun bulunuyordu. II. Murad zamanında da OsmanlıBoğdan münasebetleri devam etmiş ve İstanbul'un fethinden sonra bu prenslik Osmanlı Devleti'ne tâbi olmuştur. Voyvoda Petru Aron 1455 Eylülünden itibaren Osmanlılar'a yılda 2000 altın vermek suretiyle varlığını koruyabilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed beyliğin iç işlerine karışmamış, Boğdan'ı Bulgaristan ve Macaristan gibi bir Osmanlı paşası tarafından idare edilen bir eyalet haline getirmemiştir. Boğdan voyvodalarının en büyüğü olan Stefan (Büyük) çel Mare, Türkler'e vergi vermeyerek harekete geçti ve 1475'te Rumeli Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerini yendi. O sıralarda Osmanlı Devleti Venedik, Napoli ve papalıkla denizlerde, Arnavutlar ve Macarlar'la da karada savaş halinde idi. Kırım'ın Osmanlı toprak-



larına ilhakı da bu tarihte olmuştu. Bu başarısından dolayı Voyvoda Stefan'a papa tarafından "Tsâ'nın pehlivanı" unvanı verildi. Ertesi yıl Fâtih Sultan Mehmed bizzat Boğdan seferine çıktı; Osmanlı ordusunda Eflak kuvvetleri de vardı. Fâtih önce Varna civarında Stefan'a verginin ödenmesini, Cenevizli esirlerin iadesini ve Kili'nin teslimini teklif etti. Teklifin reddedilmesi üzerine Osmanlı ordusu Boğdan birliklerini Akdere (Valea Alba) mevkiinde büyük bir hezimete uğratarak beyliğin merkezi Suceava'ya girdi, ancak kalesini ele geçiremedi. O sırada Boğdanlılar'ın her tarafı yakıp yıkarak geri çekilmeleri, bu yüzden Osmanlı ordusunun kıtlık çekmesi, yeniçeriler arasında veba çıkması ve Macar kralının da savaş hazırlıklarına başlaması üzerine Fâtih Sultan Mehmed geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat birkaç ay sonra kış mevsiminde tekrar sefere çıkan padişah Macarlar tarafından Tuna kıyılarında yapılan kaleleri yıktı. 1484'te Boğdan'ın anahtarları ve kapıları durumunda olan Kili ile Karadeniz sahilindeki Akkirman'ın alınması, Boğdan birliğinin kırılması ve civar toprakların da Türk hâkimiyetine sokulmasıyla bölge II. Bayezid zamanında kesin olarak Osmanlı Devleti'ne bağlandı. Stefan'ın dediği gibi bu iki şehir bütün Moldavya, Moldavya da Macaristan ve Lehistan için bir duvar mahiyetinde idi. Gerçekten Boğdan'da Osmanlı hâkimiyeti sağlandıktan sonra kuzeyde Türk fetihleri daha kolay olmuştur. Komşularından sürekli yardım taleplerinde bulunan, fakat alamayan Stefan, Macar Kralı Matyas Corvin'i ve Lehistan Kralı Jan Albrecht'i yenerek onları âdeta cezalandırmıştı. Ömrünün sonlarına doğru Osmanlı gücüne boyun eğen Stefan yıllık 4000 altına çıkartılan vergiyi ödemek zorunda kalmıştır. Bu Romen millî kahramanı ölmeden önce oğluna bıraktığı vasiyette ülkesini, "öteki milletlerden daha hâkim ve kuvvetli oldukları için" Türkler'e teslim etmesini, başkalarına vermemesini söylemiştir. Fakat oğlu Petru Rareş Türkler'e baş kaldırmış, Osmanlı Devleti'ne tâbi Erdel Beyliği'ni işgal etmiştir. Rareş'in gerek bu itaatsizliği gerekse Kanûnfnin istediği 1000 süvariyi göndermemesi üzerine padişah Boğdan seferine çıkm a k zorunda kalmış (1538) ve bu sefer sırasında Suceava zaptedilerek Yaş şehri de Kırım Hani Sâhip Giray tarafından yağmalanmıştır. Bu seferin arkasından Kanünî Sultan Süleyman Boğdan voyvo-



269



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞDAN dalığına kendisine itaatkâr biri olan Rareş'in kardeşi Çekirge Stefan'r geçirerek Bender şehri ile beraber bütün Bu-



cak (Güney Besarabya) diyarını Osmanlı topraklarına katmıştır. Daha sonra Çekirge Stefan kendi halkı tarafından öldürülmüş, yerine geçen Alexandru Comea ise Lehliler'in yardımı ile Kili, Akkirman ve Bender'e saldırmış, fakat başarılı olamamıştır. Bunun üzerine eski voyvoda Petru Rareş İstanbul'a gelip Kanunînin elini öpmüş, padişahın itimadını kazanınca da ikinci defa Boğdan tahtına geçirilerek vergisi yılda 12.000 dukaya yükseltilmiştir. Fakat Rareş ülkesinin bağımsızlığını sağlamak için faaliyetlerini durdurmamış ve sürekli olarak bir Haçlı seferi tertibi için çalışmış, ancak bu yolda bir başarı elde edememiştir. Halefi ve oğlu İliaş rehine olarak yıllarca İstanbul'da kalmıştı. ISSO'de Avusturya Kralı Ferdinand'ın taraftarlarına karşı Erdel'deki ordusunu harekete geçirdi. Daha sonra İslâmiyet'i de kabul eden İliaş bir ara Silistre sancak beyiliği yapmış ve Halep'te ölmüştür (1562). İki defa voyvodalık yapan Alexandru Lapuşneau ile Yunan asıllı İacob Heraclid Despot (1562-1564) zamanlarında Boğdan Prensliği iyice zayıfladı. Stefan çel Mare'nin torunu olan çel Cumplit (1572-1574), Kazaklar'ın yardımıyla Türk ve Eflak kuvvetlerini Bucak'ta yendiyse de II. Selim tarafından gönderilen Ahmed Paşa'ya ve Kırım Hanı Âdil Giray kumandasındaki Kırım kuvvetlerine yenildi ve idam edildi. Bundan sonra Boğdan'da Osmanlı nüfuzu gittikçe artmış, Petru Schiopul yüz binlerce duka vererek iki defa voyvodalığa geçmiştir. XVI. yüzyıl sonlarında Boğdan'da önemli gelişmeler oldu. Yeniçerilerin arzusu üzerine Aron Tiranul'un (Zâlim Aron) prensliğe geçmesi ona 1.000.000 altına mal olmuştu. Daha sonra o da selefleri gibi Osmanlı Devleti ile ilişkileri kesmeye karar verdi. 1594'te Türkler'e karşı Papa VIII. Clement'in himayesi altında Avusturya Kralı II. Rudolf ile Erdel Prensi Sigismund Bathory arasında kurulan Kutsal İttifak'a girdi. Bu ittifaka bağlı devletler Boğdan'ı Türkler'e karşı savunacaklar, buna karşılık Aron da Erdel prensine tâbi olarak Avusturya'ya yardım edecekti. 1594 yılı sonlarında Yaş ve Bükreş'te prensten alacağı olan büt ü n Türk ve Rumlar öldürüldü. Boğdan askerleri Dobruca'ya girdi. Fakat Erdel Prensi Bathory'nin Voyvoda Aron'dan şüphelenerek onu öldürtmesi üzerine ta-



yin edilen Stefan Razvan Osmanlılar'a karşı isyan hareketlerine devam etti, ancak o da Lehliler tarafından öldürüldü. Böylece Osmanlı Devleti aleyhine oluşturulan ittifak büyük bir başarı elde edemeden dağıldı. Fakat Eflak Prensi Mihai Viteazul, önce Erdel Prensi Bathory'nin Osmanlılar'la dostluğa başladığını görünce Erdel'i işgal etti (1599), ardından hızlı bir hareketle Hotin'e kadar ilerleyerek Boğdan'ın da hâkimi oldu (1600). Böylece Eflak, Boğdan ve Erdel'i birleştiren Mihai "Domn" (yurdun efendisi) unvanını aldı. Fakat ertesi yıl Avusturya generali Basta tarafından öldürülünce üç prenslik tekrar ayrıldı. XVII. yüzyıl boyunca Boğdan'da özellikle dinî gelişmeler oldu. Kief Metropoliti Petru, Rum kilisesini teşkilâtlandırdı; Boğdan'da birçok manastır açıldı ve kitaplar basıldı. Bu arada Lehistan Krallığı Boğdan'ın iç işlerine karıştı ve Hotin Kalesi'ni işgal etti. II. Osman 1620'de sefere çıkarak bu kaleyi geri almak istediyse de yeniçerilerin serkeşliği yüzünden Lehler'i buradan çıkaramadı. Yine bu asırda Rum nüfuzu arttı. Daha önce İstanbul Rum patrikleri Boğdan'a birçok din adamı göndermişlerdi. Zira Boğdan Kilisesi İstanbul'daki patrikhaneye bağlıydı. Yanında birçok İstanbul Rumu ile Boğdan'da iki defa hüküm süren Voyvoda Radu Mihrea zamanında özellikle Hıristiyanlığı yayma faaliyetleri iyice arttı. Ayrıca Rumlar ticaretle meşguliyet adı altında devamlı surette Boğdan'ın iç işlerine karışmışlardır. XVII. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Devleti çeşitli iç ve dış meselelerle uğraşmak zorunda kaldığından voyvodalıklardaki olaylarla pek ilgilenememiş, onların biraz serbestçe gelişmesine göz yummuştu. Vasilu Lupu'nun (Kurt Vasil) dönemi (1634-1635) Eflak'ı ele geçirme gayreti içinde geçti; fakat mücadelesi sonuç vermedi. Transilvanya'ya saldıran Vasil voyvodalıktan alındı ve Yedikule'ye hapsedildi ; altı yıl sonra da öldü. IV. Mehmed zamanında Lehistan'daki Kameniçe fethedilmiş (1672), Fâzıl Ahmed Paşa bir süreden beri Lehler'in elinde bulunan Hotin'i de tekrar Boğdan'a katmıştır. 1681 'de Gheorghe Duca, Podolya ile birlikte Boğdan beyliğine getirilmiş, kendisine ayrıca Ukrayna hatmanlığı (Kazak serdarlığı) da verilmiştir. Duca, Tsiganauca ve Nimirov şehirlerinde saraylar yaptırmış, Nimirov'u âdeta ikinci bir başşehir haline getirmiştir. Duca'nın Boğdan askerleriyle birlikte 1683'teki Viyana Mu-



hasarası'na katılması ve bu seferin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Lehistan Kralı Jan Sobieski iki defa Boğdan'a girdi. Fakat Voyvoda Constantin Kantemir, Sobieski'ye cephe aldı. Karlofça Antlaşması (1699) görüşmeleri sırasında Osmanlı murahhasları Boğdan'ın hür bir ülke olduğunu, kılıçla değil kendi rızası ile Osmanlı Devleti'ne tâbi olduğunu söyleyerek Lehistan'a teslim edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Uzun yıllar İstanbul'da kalan, hatta bir Osmanlı tarihi ile Türk mûsikisi üzerine bir kitap yazan ve birçok şarkı besteleyen Constantin'in oğlu Dimitri Kantemir, voyvodalığı zamanında Rus Çarı Petro ile bir ittifak yapmış ve böylece Rusya'nın Romanya siyasetine karışmasına sebep olmuştur. Yaş'ta imzalanan bu muahadeye göre Boğdan Tuna ve Karadeniz'deki eski sınırlarına kavuşmuş olacak, voyvodalık Kantemir ailesinde kalacak, hatta Rusya güya hiçbir karşılık beklemeden 10.000 askerin maaşını ödeyecekti. Rus Çarı Deli Petro kumandasındaki Rus kuvvetleri, Prut nehri kenarındaki Stanileşti köyü civarında Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleriyle çevrilmişti (11 Temm u z 1711). Durum t a m a m e n Osmanlılar'ın lehine iken Baltacı Mehmed Paşa, birkaç kaleyi teslim etmesi ve savaş tazminatı vermesi şartıyla Ruslar'la bir antlaşma imzaladı. Bunun üzerine Kantemir Rusya'ya kaçtı ve çarın müşaviri oldu. Kantemir'in bu ihanetinden sonra Eflak Voyvodası Brancoveanu da aynı temayülün kurbanı olunca III. Ahmed zamanında Boğdan ve Eflak voyvodalıklarına yerli prenslerin değil de sürekli Babıâli'nin kontrolünde kalabilecek Rum beylerinin tayini uygun görüldü. Böylece Dîvân-ı Hümâyun tercümanı Alexandru Mavrokordato'nun oğlu Nikola Mavrokordato ile Boğdan'da 1821'e kadar devam edecek olan Fenerli Rum beyleri dönemi başladı. Aralarında halis Romenler de bulunan ve Batı kaynaklarında "Hospodar" denilen bu prensler padişahın birer memuru haline geldiler. En çok üçer yıllığına tayin edilen bu voyvodalar zama-



nında Memleketeyn'in (Eflak ve Boğdan) ahlâkî durumu sarsılmış, rüşvet ve entrikalar artmıştır. Bununla birlikte serf-



lik (toprağa bağlı kölelik) lağvedilmiş, köylülere bazı şahsî hürriyetler tanınmış, birçok yerde hastahane ve okul gibi sosyal kurumlar açılmıştır. Alexandru Ipsilanti zamanında I. Abdülhamid tarafından daha önce halka



270



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞDAN SARAYI yüklenmiş olan bazı mükellefiyetler kaldırıldı (1774). Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya'ya verilen Eflak ve Boğdan voyvodalıklarına ve Devlet-i Aliyye'nin Ortodoks tebeasına müdahale etme hakkından sonra Ruslar buralarda konsolosluklar kurdular. Bu arada Boğdan'ın bazı kısımları Avusturya'ya geçmiştir. Yaş Antlaşması ile sonuçlanan bir başka Osmanlı-Rus savaşı (1787-1792), Ruslar'ı doğrudan Boğdan'ın komşusu haline getirdi. Çarlık, Bug ve Dinyestr nehirleri arasındaki Osmanlı topraklarını ilhak etti. Rus İmparatoriçesi II. Katerina'nın asıl amacı Memleketeyn'i birleştirerek bir Rus grand-dukasının idaresine vermekti. 1812 Bükreş Antlaşması gereğince Boğdan'ın doğu kısmı ve en önemli yerleri olan Akkirman, Kili ve Bender Türk halklarıyla birlikte Rusya'ya bırakıldı. Ruslar'ın Besarabya dediği bu eyalet 1918'e kadar 106 yıl Rus hâkimiyetinde kaldı. Boğdan'ın Fenerli Rum beyleri dönemi 1821'de sona erdi. Alexandru İpsilanti'nin organize ettiği Rum ihtilâl hareketi, Boğdan voyvodası Rum asıllı Mihail Suça tarafından destekleniyordu. Hareket Eflak'tan önce Yunanistan'da sonuç vermiştir. II. Mahmud Memleketeyn'e Fenerli beylerin tayininden vazgeçerek tekrar yerli prenslerden birini getirmeye karar verdi ve lon Sandu Sturdza'yı voyvodalığa tayin etti (1822). 1826'da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Akkirman Antlaşmasfna göre bu voyvodalar yedişer yıllığına görev yapacaklardı. 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Ruslar Memleketeyn'i tekrar işgal ettiler ve kendilerine savaş tazminatı ödeninceye kadar burada kalmaya karar verdiler. Bu sırada General Kiselef vali sıfatı ile Eflak ve Boğdan'ın boyarlarından bir meclis teşkil etti ve 1830'da yürürlüğe konulan bir anayasa hazırlattı. Anayasa'ya göre köylüler dışındaki bütün sınıflardan 132 kişilik bir mebusan meclisi oluşturulacak, prensi bu meclis seçecek, kanunları da yine bu meclis yapacaktı. Ancak yapılacak kanunların metbû devletler sıfatıyla Osmanlılar ve Rusya tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. Bununla birlikte istisnaî olarak Mihail Sturdza seçimle değil tayinle prensliğe getirilmiştir (1834-1849). 1848'de Yaş'ta çıkan ve Rus ordularının işgaliyle sonuçlanan ayaklanmadan sonra, Memleketeyn'in iki metbû devleti olan Osmanlılar'la Rusya arasında imzalanan Baltalimam Antlaşması uyarınca Boğdan



mebusan meclisi lağvedilmiş ve prensliğe Grigore Ghica getirilmiştir. Artık Memleketeyn'de millî bir uyanış gün geçtikçe daha kuvvetli hissediliyor, bu da iki prensliğin birleşmesini hedef alıyordu. Özellikle Boğdan'da birçok aydın bunun gerçekleşmesi için çalışmaktaydı. Paris Antlaşması ile sonuçlanan Kırım Harbi'nden sonra Rusya Cahul, İsmâil Kalesi ve Bolgrad'ı Boğdan'a geri verdi ve Osmanlılar Memleketeyn'in yine tek metbû devleti oldu. İki prensliğin birleşmesi hususu Paris Antlaşması'nın gündemine alınmak istendiyse de Osmanlı Devleti ve Avusturya buna muhalefet ettiler; sadece gümrüklerle askerî ve adlî işler birleştirildi. 5 Şubat 1859'da Besarabya'nın üç vilâyetinin yönetimi de dahil olmak üzere Boğdan prensliğine seçilen Alexandru lon Cuza 24 Şubat günü Eflak'ta da seçilmiş, böylece her memlekete bir prens seçilmesini öngören, fakat aynı şahsın her iki memlekette seçilmesine engel teşkil etmeyen Paris Antlaşması'na ters düşmeden iki prenslik birleştirilmiş oldu. Bu münasebetle 24 Şubat günü her yıl Romen birliğinin millî bayramı olarak kutlanır. Cuza daha sonra İstanbul'a gelerek âdeta bütün Romen halkı adına Sultan Abdülaziz'i ziyaret etmiş ve bu sırada Küçüksu Kasrı'nda ağırlanmıştır. Böylece Sultan Abdülaziz Memleketeyn'in, Romanya adıyla bir ülke halinde birleştirilmesi emrivâkisini kabul etmek zorunda kalmıştır. Cuza'nin idaresi zamanında millî birliğin tamamlanmasına çalışılmış, yeni bir anayasa hazırlanmış ve böylece yeni devletin siyasî, askerî, ekonomik, medenî temelleri kurulmuştur. Fakat Cuza ertesi yıl meclisi feshederek diktatörlüğe başlamak isteyince bazı güçlerin baskısı sonucunda prenslikten ayrılmak zorunda kalmış (1866), yerine Alman hânedanına mensup Prens Karol seçilmiştir. 1877-1878 Savaşı'nda (93 Harbi) Rusya'nın ısrarlı talepleri üzerine savaşa giren Romanya bunu fırsat bilerek bağımsızlığını ilân etti-, Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları ile de bağımsızlığı tanınarak 1881'de bir krallık haline geldi. Berlin Antlaşması ile Besarabya'nın üç vilâyeti tekrar Rusya'ya verilmiş, fakat buna karşılık Romanya da Dobruca'yı almıştır. I. Dünya Savaşı'nın sonunda ise Besarabya ve Bucovina tekrar Romanya'ya verilmiştir. Sovyetler Birliği, 1924'te Dinyestr'in doğusundaki bölgede Moldavya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni kurmuştur. İl. Dünya Savaşı'nda Romanya Be-



sarabya topraklarını Sovyetler Birliği'ne terkettikten sonra, bu birliği oluşturan on beş birlik cumhuriyetinden biri olan Moldavya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti doğmuştur (1944). Sovyetler Birliği'nin çözülmesi üzerine bağımsızlığını ilân eden Moldavya Cumhuriyeti (1991) 1991 yılının sonlarına doğru eski Sovyet cumhuriyetleri tarafından oluşturulan Bağımsız Devletler Topluluğu'na katılmıştır. BİBLİYOGRAFYA: TSMA, E nr. 2 3 8 0 / 1 1 4 , 2 3 8 0 / 2 4 2 , 6512, 6519, 6995, 7019/168, 7618, 8540; TSMA, Fransızca Belgeler, nr. 263, 266, 268; BA, MD, nr. 3, s. 231; nr. 7, s. 39, 400; nr. 12, s. 592, 627, nr. 18, s. 143; nr. 16, s. 171, 240; nr. 24, s. 109, 157, 186, 206, 209, 212, 259, 313, 336; nr. 26, s. 23, 34-35, 40, 52-56; nr. 35, s. 347; nr. 111, s. 678; nr. 114, s. 224, nr. 116, s. 204; Kanunnâme, Âtıf Efendi Ktp., nr. 1734, vr. 153 b ; Matrakçı Nasûh, Fetihnâme-i Kara - Boğdan, TSMK, Revan, nr. 1 2 8 4 / 2 ; D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Târihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), İstanbul 1979, II, 18, 31-32, 87-88, 99, 180, 275-284; III, 4-6, 69-71, 85-86, 96-101, 118-128, 332 vd.; Hammer (Atâ Bey). III, 151-155; VII, 35-37, 167-168; VIII, 160-161; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 216-217; II, 77-81, 181-186, 342-344, 431434; III/2, s. 89-101; IV/1, s. 6, 72-74; IV/2, s. 60-115; a.mlf., " O n a l t m c ı Y ü z y ı l Ortalar ı n d a İslâmiyeti K a b u l Etmiş O l a n Bir Boğd a n Voyvodası", TTK Belleten, sy. 69 (1954), s. 83-87; Karal, Osmanlı Tarihi, VI, 42-61; VII, 7-13; N. Beldiceanu, "La C o ı i q u e t e des cites m a r c h a n d e s d e K i l i a et d e Cetatea A l b â par Bayezid II", SOF, XXIII (1964), s. 36-90; a.mlf., "Kilia et Cetatea A l b â â travers les documents O t t o m a n " , REI, XXXVI/2 (1968), s. 215-262; a.mlf., "La M o l d a v i e O t t o m a n e â la fin X V e siecle et au debut du X V e siecle", a.e„ XXXVII/ 2 (1969), s. 239-266; Mihail Guboğlu, "Osmanl ı l a r l a - R o m e n Ülkeleri A r a s ı n d a k i İlk İlişkiler (1368-1456) H a k k ı n d a Belirtmeler ve Doğrultmalar", TTK Bildiriler, I X / 2 (1988), s. 829843; a.mlf., "Eflâk ve B o ğ d a n V o y v o d a l a r ı n ı n Babıâli ile Münasebetleri", BTTD, sy. 1 (1967), s. 61-67; Aurel Decei, "Boğdan", İA, II, 697705; Halil İnalcık, "Boghdân", El 2 (Fr.), 1, 1290S



F



ABDÜLKADİR ÖZCAN



n



B O Ğ D A N SARAYI İstanbul'da Boğdan voyvodalarının veya onların temsilcilerinin oturdukları saray.



^



Şehrin kuzeybatı köşesinde, Haliç'te Fener ile Karagümrük arasında olduğu tahmin edilen Boğdan (Buğdan) Sarayı, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir voyvodalık olarak kendi prensleri tarafından idare edilen Boğdan'ın (Moldavia) İstanbul'daki kapı kethüdalarının makamı ve voyvodaların konaklama yeri olarak inşa edilmişti. Dimitrie Cantemir (Kantemir) Boğdan Sarayı'nın, III. Boğdan tarafından



271



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOĞDAN SARAYI Boğdan'ın Osmanlı Devleti'ne bağlılığını



rin artık oraya inmedikleri t a h m i n edil-



bildirmek ve ödenecek vergiyi sormak üzere İstanbul'a gönderilen Büyük Logo-



mektedir. Osmanlı Devleti burayı yabancı temsilcilerin oturması için tahsis et-



fet İon Tavtu tarafından Sultan II. Bayezid devrinde 1504 yılına doğru yaptırıldığını yazar. Ypsilantes'in 1789'da yazı-



meye veya onlara kiralamaya başlamış görünmektedir. Çünkü 1643'te İstanbul'a gelen Lehistan elçisi Boğdan Sarayı'na



lan ve ancak 1870'te basılan kitabında ise Kantemir'in verdiği bilgiye yakın, fa-



yerleşmişti. İsveç'ten 1634'te gönderilen P. Strasburg'un ve 1657-1658'de İstan-



kat tarihleri farklı bir açıklama yer alır.



bul'da İsveç'i temsil eden C. Ralamb'ın da burada konakladıkları bilinmektedir.



Alman elçisi David Ungnad'ın özel pa-



ması m ü m k ü n d ü r . Bundan sonra sarayın geniş arazisi uzun yıllar bostan olarak kullanılmıştır. 1875'e doğru çizilen İstanbul haritasında böyle işaretlenmiştir. 1340 (1921) tarihli İstanbul şehremaneti haritalarında da büyük bir bost a n olarak gösterilen bu arsa 1950'li yıllardan sonra hızla gecekondularla doldurulmuştur. Boğdan Sarayı'nın yerine işaret eden



pazı olarak 1573'te İstanbul'a gelen Step-



Boğdan Voyvodası Konstantin'in oğlu



tek unsur, esası Bizans devrine inen küçük bir ibadet yeri (şapel) kalıntısıdır.



han Gerlach 1674'te yayımlanan hatıra-



olan ve yirmi iki yıl İstanbul'da yaşadı-



tında, Boğdan Sarayı'nın esasının Raoul



ğına göre en doğru bilgiye sahip olması



Kantemir bu şapelin Aziz Nikolaos adı-



adında bir kişiye ait olup onun Rusya'ya



gereken Kantemir ilk yazdıkları ile çe-



na olduğunu bildirir. Bizans'ın eski bü-



gitmesi ve orada ö l ü m ü üzerine 1518'de



lişkili düşen şu bilgiyi verir: "İstanbul'da



yük manastırlarının birinden kalan bu



saray yapılmak için Voyvoda Mihail Kan-



kaldığım sıralarda buraya yakın bir yer-



yapı saray veya konağın sınırları içinde



takuzeno tarafından satın alındığını bil-



de, Türkçe Sancaktar Yokuşu denilen bir



b u l u n d u ğ u n d a n onun özel ibadet yeri



dirir. Bu bilgiler farklılıklar göstermek-



tepenin üzerinde kendi sarayımı yaptır-



yapılmıştır. Tek sahnlı ve iki katlı olan



le beraber Boğdan Sarayı'nın Boğdan'ın



mıştım. Benim bu sarayım çok güzel ve



bu yapının boyu 10 metreyi geçmiyor-



Osmanlı Devleti'ne bağlanmasının hemen



bulunduğu



bütün



du. Saray binası ile bağlantılı olduğu tah-



arkasından XVI. yüzyılın ilk yıllarında ya-



şehre ve surların dışındaki mahallelere



m i n edilen ve esas ibadet yeri olan üst



pıldığı veya tahsis edildiği anlaşılmakta-



manzarası vardı. Kayınbabam olan Ef-



katını örten basık kubbe sonradan ya-



dır. Kantemir bu sarayın, evvelce Pam-



lak Voyvodası Şerban Kantakuzeno bu



pılmıştı. Alt kat ise beşik tonozlu t e k bir



makaristos Manastırı kilisesi iken Fet-



sarayın inşaatına Sultan IV. Mehmed za-



sahndan ibaretti. I. Dünya Savaşı yılla-



hiye Camii olan yapının batı tarafında



manında başlamıştı. Vadinin dibinde yir-



rında bu m a h z e n kısmında kazı yapıla-



b u l u n d u ğ u n u bildirir. P. G. İnciciyan da



mi beş dirsek yükseltmek suretiyle mey-



rak üç mezar b u l u n m u ş t u . 1930'lu yıl-



(ö. 1833) aynı hususu destekleyerek Boğ-



dana gelen set üzerinde esas sarayın te-



larda üst kat t a m a m e n yıktırılmıştır. Ka-



dan Sarayı'nın Kefeli mahallesinde oldu-



mellerini atmıştı. İnşaat için yapılan mas-



lan alt kat ise 1950'de bir aile tarafın-



ğ u n u yazar. Gerçekten D r a ğ m a n cad-



raf 35.000 altını b u l m u ş t u ki Tersane



dan ev haline getirilmiş olup içinde ya-



desinin Haliç tarafından Kesmekaya ile



Sarayı'nın içini g ö r d ü ğ ü bahanesi ile ya-



şanıyordu. B u g ü n artık çok zor görüle-



yer fevkalâde olup



D r a ğ m a n çeşmesi sokakları arasındaki



pımı durduruldu. Fakat daha sonraları



bilecek bir d u r u m d a olup etrafı çevrili



yerde ve Kefeli Camii'nin kuzeyinde bir



Sadrazam Ali Paşa'nın aracılığı ile sara-



mesken olmuştur.



Boğdan Sarayı'nın evvelce varlığını gös-



yımı eski temeller üzerine inşa e t m e m e



BİBLİYOGRAFYA:



teren bu saray ve konağın özel ibadet



padişah izin verdi. Sarayı henüz bitirmiş-



yerinin (şapel) harabesi bu adla günümü-



t i m ki birden bire Boğdan voyvodalığı-



ze kadar gelmiştir. Bu çevrenin XVII. yüz-



na tayin edildim".



yıla kadar hıristiyanların yaşadıkları bir tafa Paşa) Camii ile Kefeli Camii'nin an-



Kantemir'in bu satırları şaşırtıcıdır. Çünkü tarif ettiği yer Fethiye Camii'nin doğusunda Sancaktar Yokuşu denilen



cak bu yüzyıl içlerinde kiliseden çevril-



yerdedir. Burası da Boğdan Sarayı'nın



melerinden anlaşılmaktadır.



değil Eflak Sarayı'nın yeridir. Zaten IV. M e h m e d zamanında inşaata başlayan Şerban da (ö. 1688) Eflak voyvodasıdır.



bölge olduğu da Odalar (Kemankeş Mus-



Boğdan Sarayı'nın XVII. yüzyıl ortalarına doğru kapı kethüdaları tarafından kullanılmadığı ve Boğdan'dan



gelenle-



Şu halde bazı yayınlarda Boğdan Sarayı'na ait olarak gösterilen bu bilgi Eflak Sarayı ile ilgilidir. Bu çelişkili d u r u m ancak arşivlerde yapılacak araştırmalarla t a m aydınlığa çıkabilir.



Boğdan Sarayı ibadethanesinin 1877'de çizilmiş bir grav ü r ü [Paspatis'ten)



Prut Savaşı'ndan (1711) az sonra Boğdan Voyvodalığı yerli Boyarlar'dan alınarak Fener'de yaşayan R u m beylerine verilmiş, böylece Boğdan Sarayı'na da gerek kalmamıştır. Burası Aynaroz'daki Panteleimon Rus manastırına vakfedilmiş ve sadece şapeli bir süre kullanılmıştır. Boğdan Sarayı'nın XVIII. yüzyıl içlerinde harap bir hale geldiği ve 1784 yangınında yandığı söylenir. İstanbul'un karşılaştığı en büyük yangın âfetlerinden biri olan 1782 yangınında da yanmış ol-



D. Cantemir, The History of the Groıvth and Decay of the Ottoman Empire, London 173435, bl. 1, İli, 1, not 17, s, 104-105, 1, İli, 4, not 28, s. 1, 186; a.mlf., Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ue Çöküş Tarihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), Ankara 1979, II, 197, 2 7 5 ; A. G. Paspatis, Byzantinai Meletai, İstanbul 1877, s. 360-361 (eski gravürü ile); Maria Bengescu, " B o g d a n - Serai, R u i n e l e u n e ı bisericı Moldoveneştî i n Constantinopole", Literaturâ şi Arta Românâ, Bucureşti 1905, s. 33-37; A. Van Millingen, Byzantine Churches in Constantinople, London 1912, s. 280-287; C. Balş, " B o g d a n Serai", Buletinul comisionii Monomentelor Istorice, Vlll/33, Bucureşti 1961, s. 10-14; Mehmed Ziyâ, İstanbul ue Boğaziçi, İstanbul 1928, II, 73; P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1956, s. 17; A. Dutu — P. Cernovodeanu, Dimitrie Cantemir, Historian of South East European and Oriental Ciuilisations, Bucharest 1973, s. 121-122,



246 (Kantemir'in kitabından parçalar); W. Müller-Wiener, Bildlexikon



zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 108; Semavi Eyice, Son Devir Bizans Mimarisi, İstanbul 1980, s. 4345; Fr. Babinger, " O r i g i n a şi sfârşitul l u i Vasile L u p u " , Academia Românâ Memoriile Seetiunii istorice, 111. seria, XVIll/2, Bucureşti 1936; J a n Reychman, " İ s t a n b u l ' d a Eski Lehistan Devleti Elçiliğinin Y e r i n e Dair", STY, I (1964),



272



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



S



SEMAVİ E Y İ C E



BOHRÂ



BOĞDU Fahreddin Boğdu b. Ali b. Kuştemir et-Türkî el-Bağdâdî (ö. 685/1286) Türk zoologu. Tam adı Fahreddin Ebû Saîd Boğdu b. Şerefeddin Ali b. Cemâleddin Kuştemir b. Abdullah el-Hakîm et-Türkî elBağdâdî'dir. 631'de (1233-34) Hille'de doğdu. Babası Hille Emîri Şerefeddin Ali, dedesi Merzübânü'1-lrak (Irak sınır beyi) Cemâleddin Kuştemir'dir. Henüz beş yaşında iken babasının ölmesi üzerine dedesinin himayesinde hilâfet sarayına çağırıldı. Halife Müstansır-Billâh oğlunun genç yaşta ölümünden dolayı Cemâleddin Kuştemir'e başsağlığı diledikten sonra onu teselli etmek için torunu Boğdu'ya hil'at giydirdi ve onu elli süvarilik birliğe bey tayin ederek devlet ileri gelenleri arasına alınmasını emretti. Böylece Boğdu beylik eğitimi gördü-, halife ve vezirlerle birlikte bulundu. Kendisi Abbâsî Devleti'nde rütbe verilen beylerin yaşça en küçüğü idi. İlhanlı Hükümdarı Hülâgû Bağdat'ı zaptettiğinde, daha önce dedesi Kuştemir'in iyiliğini görmüş olan Hârizmli bir zatın yardımıyla ölümden kurtuldu. Bir ara halifeye karşı tertiplere giriştiği yolunda iftiraya uğradıysa da iddianın asılsızlığının tesbiti üzerine hakkında işlem yapılmadı ve iftiracılar idam edildi. Otuz üç yaşında iken başına kendisini ihtiyar olarak gösteren bir minyatür koyduğu Gunyetü'l-kârî adli kitabını Hülâgû'ya sundu. Hülâgû Boğdu'nun ak sakallı resmini görünce bunu onun gençliğiyle bağdaştıramayıp sebebini sormuş, o da İlhanlı Devleti'nde yaşayıp ihtiyarlamak istediğini söylemiş ve böylece Hülâgû'nun sempatisini kazanmıştır. Ancak pek uzun ömürlü olmamış, 23 Şâban 685 (14 Ekim 1286) Pazartesi günü elli üç yaşında iken Bağdat'ta ölmüş ve Hz. Hüseyin'in meşhedinde dedesi Cemâleddin Kuştemir'in yanına gömülmüştür. Çocukluğunda dedesiyle sürek avlarına katılan Boğdu zamanla ava ve av kuşlarına karşı büyük bir merak duymuş ve bu merakı kendisini beyzere (doğancılık) konusunda Kitâbü'l-Kânûni'l-vâzıh fî mu'âlecâti'l-cevârih adını verdiği kitabını yazmaya sevketmiştir. 666'da (1267) telif edilen eserin mevcut tek nüshası, Köprülü Kütüphanesi'nde (Fâzıl A h m e d P a ş a , n r . 978) k a y ı t l ı b u l u n m a k -



tadır.



Boğdu, "Daha önce kimse beyzere ilmini benim gibi derleyememiştir" dediği eserinin başında avcı kuşlara olan sevgisinin kendini bu kitabı yazmaya sevkettiğini, eskilerin bu konuda yazdıklarını okuyup öğrendiğini ve bu bilgilere edindiği tecrübeler yanında şahsî düşünce ve görüşlerini de kattığını söylemektedir. Boğdu kitabını iki bölüm halinde düzenleyip birinci bölümde konuyla ilgili teorik bilgilerden, ikinci bölümde ise pratik kaidelerden söz etmiştir. Her iki bölüme de birer önsözle girmiş, önsözlerden sonra fihristlerini vermiş ve bölümleri sırasıyla bablara, fasıllara, kısımlara ayırmıştır. Bu yazmanın 1 b -2 b yaprakları arasında birinci bölümün ve aynı zamanda eserin önsözü, 2 b -8 b yaprakları arasında bu bölümün fihristi, 8 b 82 b yaprakları arasında metni, 83 a -89 a yaprakları arasında ise ikinci bölümün önsözü, 89 a -95 a yaprakları arasında bu bölümün fihristi ve 95a- 154a yaprakları arasında da metni yer almaktadır. Boğdu kendininkinden önce bu sahada yazılmış eserlerden Ebü'l-Ceyş Humâreveyh b. Ahmed'in (ö. 2 8 2 / 8 9 6 ) Mısır'da, Abbâsî halifelerinden Mu'tazıdBiilâh'ın nâibi iken onun adına yazdığı kitabı, İhşîd et-Türkî diye tanınan Emîr Ebü'l-Kâsım b. Muhammed b. Tuğc'un (ö. 334/946) Mısır'da et-Tâi'-Lillâh'ın nâibi iken onun adına yazdığı kitabı ve Nizâmü'l-hazreteyn diye tanınmış Kasım b. Ali b. Hüseyin b. Ebû Tâlib Nûrulmehdî b. Hüseyin ez-Zeynebî'nin Bağdat başkadısı iken el-Kavânînü's-sultâniyye adını verip Muktefî-Liemrillâh ile oğlu Müstencid-Billâh için 556'da (1161) yazıp bitirdiği kitabı incelediğini, incelemelerinin sonucunda bunların hemen hepsinde görüş ve anlayış bakımından pek çok aykırılıklar ve tutarsızlıklar gördüğünü, bu kitaplardaki bazı yanlışlıkların ise müstensihlerden geldiğini ve bunları düzelttiğini söyler. Kitap bir hâtime ile sona ermekte ve burada yazar eserini, daha önce yazıp Gunyetü'l-körî fî cilâcı1-cevâhh ve'd-devârî diye adlandırdığı kitabının müsveddelerinden kısalttığını belirterek, "Bu kitabımı kısaltmadan olduğu gibi temize çekseydim beş cilt tutardı" demektedir. Yine bu sonsözde Boğdu eserini 666 (1267) yılı içinde tam bir ayda söyleyip yazdırdığını, bir ay sonra da temize çekmeye başladığını açıklamaktadır. Mevcut nüsha, İbnü'lFuvatî diye tanınan Abdürrezzâk b. Ahmed b. Muhammed b. Ebü'l-Meâlî tarafından Merâga'da istinsah edilmiş ve



667'de (1268) yazarına okunmak suretiyle orijinal bir metin elde edilmiştir. BİBLİYOGRAFYA : İbnü't-Tiktakâ, el-Fahrî, İbnü'l-Fuvatl,



Telhîşu



Kahire 1899, s. 5 0 ;



Mecma'i'l-âdâb



(nşr.



M u ş t a l a Cevâd), B a ğ d a d 1962-65, İV/1; 1V/II1, 131 -132;IV/IV, 7 0 2 ;



mi ca



el-Hauâdişü'l-câ-



a.mlf.,



(nşr. Mustafa Cevâd), B a ğ d a d 1351 / 1 9 3 2 ,



Târîhu'l-



s. 104-105, 131-133, 401-403; Zehebî.



Islâm,



Ayasofya Ktp., nr. 3 0 1 4 , vr. 137»;



D o k m a k , Nüzhetü'l-enâm



fî târihi'l-İslâm,



liotheque Nationale, nr. 1597, vr. 1 0 8 köprizâde,



zunûn,



Miftâhu's-sa'âde,



ai>



I, 2 7 9 ;



İbn Bib-



; Taş-



Keşfü'z-



I, 3 6 5 ; Kilisli R i f a t Bilge, " İ s t a n b u l K ü -



tüphanelerinde



Bulunan



Bâznâmeler",



TM,



VII-VIII/2 (1942), s. 175-176; Cevat İzgi, " T ü r k H a y v a n Bilimcisi Kuştemiroğlu



Boğdu



(1233-1286) v e A v K u ş l a r ı n ı n B a k ı m ı



Beğ



Konu-



s u n d a k i K i t a b ı " HK, II/L (1985), s. 59-71. S



r



BOHRÂ



CEVAT



İzci ^



Çoğunlukla Hindistan'ın batısında bulunan Hint asıllı ve kısmen Yemenli Araplarla karışmış olan MüstaTî Ismâilîler'in meydana getirdiği bir fırka. ^



Bohrâ, bohora veya buhrâ kelimeleri Gucerâtî dilinde "alışveriş yapmak" mânasındaki vohörvû kökünden olup "ticaretle uğraşan" kimse anlamına gelmektedir. Bu isim, fırka mensuplarından İslâm'ı ilk kabul edenlerin ticaretle uğraşan kimseler olduğu fikrini vermektedir. Fırkanın Hindistan'a ne zaman intikal ettiği kesin olarak bilinmemekle birlikte 400'de (1010) Abdullah adli bir kişinin Yemen'den Kambay'a dâî* olarak gönderildiği kaynaklarda yer almaktadır. Bununla beraber Hindistan'a giden ilk dâînin Muhammed Ali (ö. 5 3 2 / 1 137) olduğu ve kabrinin halen Kambay'da bulunduğu şeklinde görüşler de vardır. O devirde Gucerât'ta hâkim olan Çalukya hânedanı İsmâilî dâîlere serbestçe propaganda yapma fırsatı tanıdığı için fırka kısa zamanda taraftar kazanmaya muvaffak oldu. Ancak 1297'de Gucerât'ta Hindû hükümeti sona erip bir asır kadar Dehli'ye tâbi olduğu devrede ve ardından Gucerât'ın müstakil Sünnî hükümdarlara yönetildiği zamanda (13961572) Bohralar çeşitli sıkıntılarla karşılaştılar. 524 (1130) yılından beri dönmesi beklenen yirmi birinci imam Ebü'l-Kâsım Tayyib'in m â s u m * mümessilleri sayılan ve "dâî-yi mutlak" diye adlandırılan fırka önderleri 946 (1539) yılına kadar Yemen'de otururlardı; tâbileri dâî-yi mut-



273



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOHRÂ lakı ziyaret eder', zekâtlarını ona öder



ler basılmış bulunmaktadır.



ve aralarındaki ihtilâfların ç ö z ü m ü için



sayısı hakkında kesin bir bilgi bulunma-



m a k , zekâtı dâî-yi m u t l a k a teslim et-



kendisine başvururlardı. Yirmi dördün-



makla birlikte dönemin dâî-yi mutlakı,



m e k ve hac için Mekke'ye gitmek başlı-



cü dâî Yûsuf b. Süleyman (ö. 9 7 4 / 1 5 6 7 )



1922'de



ca ibadetlerdendir.



1539 yılında Yemen'den Hindistan'a ge-



eden beyanında Dâvûdî Bohrâlar'ın sa-



Dâî-yi m u t l a k tarafından tayin edilen



çerek Bombay yakınındaki



yısının 300.000 civarında olduğunu açık-



ve "âmil" veya "davetin hizmetçileri" denilen görevliler evlenme, ölüm ve ibadetler gibi konularda cemaatin işlerini yü-



Sidhpûr'da



mahkeme



Cemaatin



zabıtlarına



intikal



(şimdiki Baroda'da bir şehir) yerleşti. Ar-



lamıştır. 1931 yılı sayımlarında Hindis-



dından Celâl b. Hasan ve Dâvûd b. Aceb



tan'daki Bohrâlar'ın sayısı 212.752 ola-



Şah dâî-yi m u t l a k oldular. Yirmi altın-



rak kaydedilmiştir; g ü n ü m ü z d e ise Hin-



cı dâî-yi m u t l a k olan bu



distan'la birlikte Pakistan, Bengladeş,



sonuncunun



999'da ( 1 5 9 1 ) ö l ü m ü n d e n sonra Bohrâ



Kenya ve Afrika'daki eski İngiliz sömür-



cemaati iki büyük fırkaya ayrıldı. Guce-



gelerinde yaşayan Dâvûdîler'in 1,5-2 mil-



rât'taki cemaat Dâvûd Burhâneddin b.



yon civarında olduğu belirtilmektedir (bk.



besi yoktur. Ramazan'da bir ay oruç tut-



rütürler; ayrıca cemaat içinde ortaya çıkan ihtilâfları giderirler, halledemedikleri anlaşmazlıkları ise dâî-yi mutlaka havale ederler. Kendi aralarında iyi teşkilâtlanmış kapalı bir toplum olan Bohrâ



Kutb Şah'ın halef olduğunu, Yemen'de



Muhyiddin el-Elvâî, s. 47; Reginald Alves,



bulunanlar da Dâvûd b." Aceb Şah'ın,



s. 15, 268-269). II. Dünya Savaşı'ndan son-



cemaati diğer m ü s l ü m a n l a r veya başka din mensuplarıyla evlenmezler, müt'a*



kendinden sonrası için hanımının yeğe-



ra Kanada, Amerika Birleşik Devletleri



nikâhını da meşrû saymazlar.



ni olan Süleyman b. Hasan'a vekâlet ver-



ve Fransa'ya göç edenler de olmuştur.



diğini, buna göre adı geçenin yirmi ye-



BİBLİYOGRAFYA:



bulunan mezarları g ü n ü m ü z e kadar ta-



kullanan Süleymânîler'in b u g ü n k ü (1990)



raftarlarınca büyük bir hürmetle ziya-



liderleri, Seyyidünâ diye anılan kırk se-



İbrâhim b. Hüseyin el-Hâmidî, Kenzü'l-ueled (nşr. Mustafa Gâlib), Ibaskı yeri yok) 1979 (Dârü'l-Endelüs), nâşirin girişi; W. Ivanovv, A Guide to Ismaili Literatüre, London 1933, s. 10-11; L. Herthing, Islamologie, Beyrut 1964, s. 841; J. N. Hollister, The Shi'a of India, New Delhi 1979, s. 265-305; D. F. Mulla, Principles of Mohamedarı Lam, Lahore 1987, s. 20-22; Muhyiddin el-Elvâî, "Tâ'ifetu 1-Büherâ", Mecelletü'lEzher, XXXIX/1, Kahire 1 3 8 6 / 1 9 6 6 , s. 47-54; A. A. A. Feyzee, "The Ismailis", Religiorı in the Middle East, sy. 2, Cambridge 1976, s. 322; a.mlf., "Bohorâs, El 2 (İng.), I, 1254-1255; R6ginald Alves de Sa, "Les Buhras", MIDEO, sy. 15 (1982), s. 265-270; T. W. Arnold, "Bohorâ", İA,



kizinci dâî-yi m u t l a k Ali b. Hüseyin'dir.



ıı, 705-707.



dinci meşrû dâî-yi mutlak olduğunu ilân ettiler. Bu b ö l ü n m e d e n sonra Yemen'den Hindistan'a giden Süleyman b. Hasan k ü ç ü k bir z ü m r e dışında Bohrâ cemaatinden hiçbir ilgi görmedi. Böylece cemaat, çoğunluğu teşkil eden Dâvûdîler ve azınlık olan Süleymânîler olmak üzere iki kısma ayrılmış oldu. Süleyman b. Hasan (ö. 1005/1597) ve Dâvûd b. Kutb Şah'ın (ö.



1021/1612)



Ahmedâbâd'da



ret edilmektedir.



Çok daha az sayıda bir cemaat olan Süleymânîler'in dâî-yi mutlakı Yemen'de oturur ve tâbilerinin işlerini yürütm e k için "mensup" adı verilen baş temsilcisini devamlı olarak Hindistan'da bulundurur. Davetin Hindistan merkezi Baroda'da olup tâbileri Baroda, Bombay ve Haydarâbâd Dekken'de bulunmaktadır. Baroda'da İsmâilî yazmaları ihtiva eden bir kütüphaneleri de vardır. Urdu dilini



nn İmi



Yemen'deki sayıları hakkında kesin bilBohrâ cemaatinin çoğunluğunu teşkil



gi b u l u n m a m a k l a birlikte 1934'te 25-



eden Dâvûdîler'in Deorhî denilen umu-



30.000 civarında oldukları belirtilmek-



mi merkezleri Sûrat'ta bulunmakla birlikte dâî-yi m u t l a k Bombay'da oturur. Sûrat'ta, elli birinci dâî-yi m u t l a k Tâhir Seyfeddin'den sonra kurularak Ders-i Seyfî adı verilen ve Arapça tedrisat yapan bir medreseleri ve Bombay'da de-



tedir. Güney Arabistan, Basra körfezi,



F



MUSTAFA



n



BOKRAT (bk. HİPOKRAT).



L



OZ



^



Doğu Afrika, Burma ve İspanya'da bulunan Müsta'Iîler dikkate alındığında bu



F



rakamın birkaç misline ulaşacağı sanılmaktadır.



L



ğerli yazmaları ihtiva eden bir kütüpha-



Hindistan'da 400 civarında ilk ve orta



neleri de bulunmaktadır. Resmî işlerin-



okulları bulunan Bohrâ cemaati arasın-



de ve ibadetlerinde, Arap harfleriyle yaz-



da o k u m a yazma bilmeyen yoktur. Sû-



dıkları, Arapça kelime ve tabirlerle dolu



rat'taki



bir Gucerâtî dili kullanmaktadırlar. Sey-



yüksek dereceli araştırma enstitüsünde



el-Câmiatü's-Seyfiyye



r



BOLÂHENK NÛRİ BEY



n



(bk. NÛRİ BEY, Bolâhenk).



^



BOLAK, Mehmet Vehbi



n



(1882-1958)



denilen ^



Türk siyaset adamı.



^



yidünâ Sâhib, Sâhib ve Mollacı da deni-



Fâtımî düşüncesi ve tarihi üzerine çalış-



len dâî-yi m u t l a k karşısında Fâtımîler'-



malar yaptırılmaktadır. 1921'de Hindis-



den beri süregelen yer ö p m e âdeti ha-



tan'da 648 camileri bulunan ve kültür



Balıkesir



len devam etmektedir. Elli birinci dâî



düzeyi genellikle yüksek olan bu züm-



Abacılar Kethüdâsızâde Hacı Yahyâ Fev-



Molla Tâhir Seyfeddin'in



18 Mayıs 1882'de Balıkesir'de doğdu. ileri gelenlerinden



müderris



1965'te ölü-



rede zamanla serbest mesleklere yönel-



zi Nef'î Efendi'nin oğludur. İlk ve orta



m ü n d e n sonra oğlu M u h a m m e d Burhâ-



m e görülmekte, devlet m e m u r u olanla-



öğrenimini Balıkesir Rüşdiyesi ile Bursa



neddin elli ikinci dâî-yi m u t l a k olarak



rına çok az rastlanmaktadır.



İdâdîsi'nde yaptı. Ayrıca Bursa'da Dâ-



cemaatin liderliğini sürdürmektedir. Da-



Genel olarak Hz. Ali ve neslinden gelen



rütta'lîm-i Harîr'i bitirdi. Temmuz 1906'-



mükâsir,



imamlarla onların devamı olan ve mâ-



da Mekteb-i Mülkiyye'den m e z u n oldu.



şeyh, molla, miyânsâhib gibi görevliler



s u m sayılan dâî-yi mutlaklara bağlılığı



Bir süre Balıkesir ilköğretim müfettişli-



dâî-yi mutlakın yardımcılarıdır. Dinî ma-



esas kabul eden bu fırkada ibadetler di-



ğinde görevlendirildi; Gönen, Burhani-



hiyetteki kitaplarını gizlemelerine rağ-



ğer İsmâiliyye fırkaları veya İsnâaşeriy-



ye, Karacabey, Balya kazaları kaymakam



m e n son zamanlarda gelişen hürriyet



ye'ye göre bazı farklılıklar göstermek-



vekilliklerinde bulundu. II. Meşrutiyetin



De'a'imulİslâm, Sîretü seyyidine'l-Mü'eyyed, Risâle câmi ca ve Râhatü'l-aki gibi eser-



tedir. Abdest Sünnîler'de olduğu gibi-



ilânından sonra üçüncü sınıf kaymakam-



dir, beş vakit n a m a z ise cem' edilerek



lığa terfi ettirilerek Eylül 1908'de Der-



üç vakitte kılınır. Cuma namazı ve hut-



sim



ha aşağı derecedeki m e z u n



ve m ü s a m a h a ortamında,



sancağına



274



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



bağlı



Nâzımiye



kazası



BOLAYIR, Ali Ekrem Eskişehir



bozgunu



üzerine



Sakarya



Harbi'nde cepheye gönderilen "hey'et-i nâsiha"yı teşkil eden on dört kişilik mebus heyetinde yer aldığı gibi Çerkez Ethem'e gönderilen nasihat heyetinde de bulundu. 1923'te İzmir'de toplanan iik Millî İktisat Şûrası'na Balıkesir çiftçilerini temsilen katıldı. Ağustos 1923'te yapılan seçimlerde Balıkesir mebusluğunu yine muhafaza etti. Bu dönemde meclisçe seçilen ve danıştay vazifesini gören Mehmet Vehbi Bolak



heyetin reisliğini de yaptı. Dönem sonunda mebusluktan ayrıldı ve bir daha po-



Ali Ekrem Bolayır



litikaya karışmadı. Hayatının son yıllarınkaymakamlığına tayin edildi. Burada üç ay kaldıktan sonra Türk beyleriyle Er-



da Balıkesir Necati Bey Öğretmen Oku-



desi müneccimbaşı Mustafa Âsim Efen-



lu'nda din dersleri okuttu. 6 Nisan 1958



di ise buna karşı çıkarak t o r u n u n u n Şû-



meniler arasında çıkan anlaşmazlığı yatıştırmak üzere Pertek'e nakledildi. Per-



g ü n ü İstanbul'da vefat etti.



râ-yı Devlet'e veya Hariciye Nezâreti'-



I. Büyük Millet Meclisi'nde muhafazakâr grubu temsil etmekle beraber büt ü n milletvekillerinin saygı gösterdiği Vehbi Bey güçlü ve inandırıcı bir hitabete sahipti.



ne girmesi için padişaha ricada bulundu.



tek k a y m a k a m ı iken 18 Nisan 1912'de yapılan seçimlerde Karesi sancağı mebusluğuna seçilerek Osmanlı Meclis-i Meb'üsanı'na girdi. Balkan Savaşı dolayısıyla meclisin feshi üzerine (4 T e m m u z 1912) Balıkesir'e d ö n d ü ve burada Balkan Savaşı için kurulmuş olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti'nde çalıştı. Savaşın sona ermesi üzerine tekrar idare mesleğine d ö n d ü ve Nisan 1913'te Eskişehir kaymakamı oldu. Bu görevde iken Osmanlı Meclis-i Meb'üsanı'na ikinci defa Karesi m e b u s u seçildi ( M a y ı s 1914). Nisan 1918'de mebusluktan ayrılarak A fyonkarahisar müstakil sancağı mutasarrıflığına tayin edildi. Mütareke üzerine Aralık 1918'de Çatalca müstakil mutasarrıflığına nakledildi. Yunan askerî işgali altında bulunan Çatalca'da Babıâli'den hiçbir t â l i m a t almaksızın Yunanlılar'ı b ü t ü n m e m l e k e t işlerinden uzaklaştırmayı başardı. Şubat 1919'da Dam a d Ferid Paşa h ü k ü m e t i tarafından Çatalca mutasarrıflığından tekrar Balıkesir'e döndü.



azledilince



II. Abdülhamid



ikisinin



de



isteklerini



kabul etmeyip bu yetenekli genci Mâbeyn'e "rütbe-i sânî" ile m e m u r tayin etti (1888). On sekiz yıl bu görevde kalan



BİBLİYOGRAFYA:



Ali Ekrem daha sonra Kudüs mutasarrıf-



Mehmed Vehbi Bolak, "Millî M ü c a d e l e ' d e



lığına (1906), Meşrutiyette ise Beyrut va-



Balıkesir", Balıkesir



Postası, Balıkesir, 14-23 Nisan 1950; Türkiye Büyük Millet Meclisi Sicil Arşivi, Dosya nr. 225; Balıkesir ue Alaşehir Kongreleri ue Hacim Muhittin Çarıklının Kuuâ-yı Milliye Hatıraları (1919-1920), Ankara 1967, s. 68-70; Mücellidoğlu Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Târihi ue Mülkiyeliler, Ankara 1968-69, 111, 983; Samed Ağaoğlu, Kuuâyi Milliye Ruhu, İstanbul 1973, s. 276; Mücteba İlgürel, "Balıkesir Redd-i İlhak C e m i y e t i ve Kongreleri", Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, İstanbul 1973, s. 35-56; A. Aydın Bolak, "Balıkesir'de K u v â - y i M i l l i y e Çalışmaları", Millî Mücadelede Balıkesir, İstanbul 1986, s. 53-157; Fethi Tevetoğlu, "Türkiye M a â r i f Nazırları", Hayat Tarih Mecmuası, sy. 9-10, İstanbul 1975, s. 102-104.



liliğine tayin edildi (1908); ancak üç g ü n sonra istifa etti. Eylül 1908'de Cezâyir-i Bahr-i Sefîd valiliğine getirildi. Bir süre sonra kadro dışı kalarak İstanbul'a geldi (1909). Mart 1910'da Dârülfünun'da edebiyat müderrisi oldu. 1912'de ikinci defa Cezâyir-i Bahr-i Sefîd valiliğine tayin edildi. Aynı yıl Balkan Harbi'nde Yunanlılar'a esir düştü. Bir haftalık esaretten sonra tekrar İstanbul'a d ö n d ü ve ikinci defa Dârülfünun'a müderris oldu (1912). Burada nazariyyât-ı edebiyye dersleri okuttu. Bu arada Maarif Nezâreti tarafından kurulan Tedkîkât-ı Lisâniyye Heyeti'nin Sarf ve İmlâ Encümeni'-



H



A . AYDIN



BOLAK



ne başkanlık yaptı. Okuttuğu ders 1919'da Maarif Nâzın Ali Kemal'in kararıyla



F



B O L A Y I R , Ali Ekrem



n



Yunanlılar'ın İzmir'i işgallerinden bir g ü n sonra 16 Mayıs 1919 g ü n ü Balıkesir'de de kurulan Redd-i İlhak Cemiyeti'ne katıldı. Alınan karar üzerine İzmir



D a h a çok II. Meşrutiyet'ten sonra yayımladığı hamasî şiirleriyle tanınan Servet-i Fünûn devri şair ve yazarı.



kaldırıldığından açıkta kaldı. Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmenliğine ta-



(1867-1937)



yin edildiyse de önce istifa etti, ancak ardından Said Bey Maarif Nezâreti'ne gelince bu görevi kabul etti. Yahya Kemal milletvekili olunca vekâleten üçün-



Şimâlî Cepheleri Hey'et-i Merkeziyyesi reisliğine seçildi. Bu görevi 30 Haziran 1920'de Balıkesir'in işgaline kadar sür-



L



J



Nâmık Kemal'in oğludur. İstanbul'da



risliğine getirildi; dârülfünun üniversite



dü. Aynı vazifede bulunurken 23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Mec-



doğdu, ilk öğrenimine dört yaşında Cerrahpaşa civarındaki Hobyar mahalle mek-



Ayrıca Maltepe Askerî Lisesi'nde edebi-



lisi'ne Karesi m e b u s u olarak seçilmişse de cepheyi ve Kuvâ-yi Milliyye reisliğini bırakamadığı için meclise ancak 30 Ha-



tebinde başladı. Bir yıl kadar Fâtih Askerî Rüşdiyesi'ne devam etti; ancak babasının önce Rodos'a, ardından Sakız'a



ziran'da katılabildi. Mareşal Fevzi Çakm a k başkanlığındaki İcra Vekilleri Heye-



sürgün edilmesi üzerine öğrenimi yarıda kaldı. Daha sonra özel olarak ulûm-i



ti'nde 20 Kasım 1921'den 5 Kasım 1922'ye kadar Maarif vekilliği yaptı; ayrıca kısa sürelerle Dahiliye vekilliğiyle Maliye



şer'iyye, hadis, Arap ve Fars edebiyatı dersleri aldı, bu arada Fransızca öğrendi. Babası, Ali Ekrem'in Almanya'da tah-



On yaşlarında şiir yazmaya başlayan Ali Ekrem, on yedi, on sekiz yaşlarında d ü z g ü n sayılabilecek manzumeler vücuda getirmiş, ilk şiir denemelerini Mir-



vekilliğinde de bulundu.



sil yapması için saraya dilekçe verdi. De-



sad (1307) ve Resimli Gazete'de (1307)



cü defa Dârülfünun'a tayin edildi (1923). Aynı yıl asâleten şerh-i nnütûn müderoluncaya kadar bu görevde kaldı (19331 yat öğretmenliği yaptı. Ö m r ü n ü n



son



yıllarını sıkıntı içinde geçirdi. İstanbul'da öldü, mezarı Zincirlikuyu'dadır.



275



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOLAYIR, Ali Ekrem yayımlamıştır. Mâbeyn'de görevli olduğu için yazılarında önce İlham, uzun bir süre de A (yın) Nâdir imzasını kullandı. Daha sonra Maârif (1307-1312), Malûmat (1309-1311) ve Servet-i Fünûn'da (1307-1928) şiir ve yazıları yayımlandı. Servet-i Fünûn'un 1897 Türk-Yunan Savaşı dolayısıyla yayımladığı nüsha-i mümtâzede (özel sayı) yer alan "Vasiyet" adlı şiirinde Anadolu ağzını kullanarak konuşmaları tabiileştirmiş, nazmı nesre yaklaştırdığı bu şiiriyle devrinde büyük bir yankı uyandırmıştır. Ali Ekrem Osmanlıca'nın ve aruzun güçlü bir koruyucusu olmakla beraber birçok şiirinde konuşma dilini ve hece veznini de kullanmıştır. Aruza Tevfik Fikret ve Mehmed Akif kadar hâkim olamamasına rağmen o devrin şiir anlayışı içinde kuvvetli bir şair olarak kabul edilmiştir. Servet-i Fünûn şairleri arasında ferdî duyguların çerçevesinde kalmayarak sosyal konulara da yer vermiş, ancak şiirden çok nesirde başarılı olmuştur. Ali Ekrem Servet-i Fünûn'a yazı yazmakla birlikte Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının edebî anlayışına t a m a m e n katılmıyordu. Bundan dolayı Servet-i Fünûn şiirinin kusurlarından söz eden uzun bir tenkit yazdı. Fazla sert ve sübjektif hükümler taşıyan bu yazı Tevfik Fikret tarafından bazı değişikliklerle basılmasına rağmen ("Şiirimiz", SF, sy. 505-508, 2, 9, 16, 26 Teşrinisani 1316) tenkide uğrayanların tepkisine yol açtı. Bunun üzerine Ali Ekrem Servet-i Fünûn'dan ayrılarak bu tenkidini muhaliflerin yayın organı olan Musavver Ma'lûmat'ta neş-



retti (30 Teşrinisani; 7, 14 Kânunuevvel 1316). Bu durum Servet-i Fünûn yazarlarından bir kısmının Musavver Ma'lûmat'a geçmesine ve bir süre sonra da Edebiyât-ı Cedîde topluluğunun dağılmasına sebep oldu.



Servet-i Fünûn şairi olarak tanınan ve öyle değerlendirilen Ali Ekrem pek çok eserini II. Meşrutiyetten sonra ortaya koymuş, hatta bu dönemde yeni ve değişik bir ses olarak edebî çevrelerde adını duyurmuştur. Eserleri. Şiirleri. Kitap halinde yayımlanmış şiirleri şunlardır: 1. Kaside-i Askeriyye (İstanbul 1324). Osmanlı askerine övgü maksadıyla kaleme alınan kırk bir beyitiik bir kasidedir. Nâmık Kemal'in "Hürriyet Kasidesi'ne nazîre olarak yazılmıştır. 2. Kırmızı Fesler (İstanbul 1324). Müstezat tarzındaki bu tek ve uzun manzume, 11. Abdülhamid'in jurnalcilerini hicvetmek için yazılmıştır. 3. Rûh-ı Kemâl



(İstanbul 1324). Ali Ekrem nazım-nesir karışık olan bu eserini babasının hâtırasını yeniden canlandırmak amacıyla kaleme almıştır. 4. Zılâl-ı İlhâm (İstanbul 1327). Şairin gerçek şiir sanatını ortaya koyan bu eserinde 1888-1908 yılları arasında yazdığı şiirler yer almıştır, s. Lisân-ı Osmânî (İstanbul 1332). Dilde sadeleşme hareketi sırasında Osmanlıca'yı savunan görüşlerini bu küçük kitapta manzum olarak ortaya koymaktadır. 6. Ordunun Defteri (İstanbul 1336). Ardarda girilen savaşlardan yorgun çıkan Türk askerinin mânevî gücünü yükseltmek amacıyla yazılmış bir eserdir. 7. Ana Vatan (İstanbul 1337). Ordu tarafından ısmarlanmış bütünüyle manzum bir eser-



ye (İstanbul 1328), Lisân-1



Edebiyyât



(İstanbul 1330), Lisân-ı Osmânî (İstanbul 1332), Nazariyyât-ı Edebiyye Dersleri (İstanbul 1331-1334), Şerh-i Mütûna



Medhal (İstanbul 1928), Lisanımız (İstanbul 1930). Bir diğer önemli eseri ise babası Nâmık Kemal'in eserlerinin yeniden yayımlanması dolayısıyla kaleme aldığı Külliyyât-ı Kemâl Tab' Olunuyor'-



dur (İstanbul 1326). Monografileri. Recâizâde Mahmud Ekrem Bey (İstanbul 1339), Nâmık Kemal (İstanbul 1930). Tiyatroları. 1908'den sonra edebî çevrelerde yeniden canlanan tiyatro türünde Ali Ekrem'in ilk denemesi kitap olarak da ya-



yımlanan Bâria'dır (İstanbul 1324). Daha sonra Yavuz Sultan Selim, Sükût, Mama Dadım Darılır adlı üç piyes denemesine de girişmiş, fakat bunların tefrikaları yarıda kalmıştır. BİBLİYOGRAFYA:



Ali Ekrem Bolayır'ırı Hâtıraları (haz. Metîn Kayahan Özgül), Ankara 1991; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, s. 285-290; Ergun, Türk Şairleri, s. 427, 428, 429, 430, 432; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 733; Banarlı, RTET, II, 1046-1047; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1972, s. 191, 387; Akyüz, Modern Türk Edebiyatı, s. 75, 89, 97; Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 1983, s. 93; İsmail Parlatır, Ali Ekrem Bolayır, İstanbul 1987; Belkıs Altuniş, "Bolayır, A l i Ekrem", TDEA, I, 457. S



ISMAIL PARLATıR



dir. 8. Şiir Demeti (İstanbul 1340). Çocuklar için yazılmış bir şiir kitabıdır. 9.



Vicdan Alevlen (İstanbul 1341). Dil bakımından biraz daha yeni, fakat ruh bakımından eski özellikleri devam ettiren bir eserdir. Ali Ekrem'in yayımlanmamış önemli bir eseri de Tâir-i İlâhî'dir. 2180 beyit civarında olan bu eser insan hayatının çeşitli devirlerini filozofik bir tavırla gözden geçirmektedir. Eser ailesinin elindeki müsveddeler arasındadır. Dil ve Edebiyat Görüşlerini İçine Alan Eserleri. Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniy-



r



BOLEVÎ MUSTAFA E F E N D İ



n



(bk. MUSTAFA EFENDİ, Bolevî).



r



BOLU



n



Karadeniz bölgesinin batı bölümünde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il. Bolu şehri, etrafı dağlarla çevrilmiş, denizden 710 m. yükseklikte genişçe bir ovada kurulmuştur. Eski bir yerleşme yeri olan şehrin Roma İmparatorluğu döneminde ilk adı Bithynium olup ovanın kuzey tarafında dağın eteğinde yer almaktaydı. Daha sonra şehir ovaya doğru genişleme gösterdi ve İmparator Claudius zamanında (m.ö. 1 0 - m . s . 54) buraya Claudiopolis adı verildi. Türk devrindeki Bolu isminin ise bu kelimenin sonundaki "po!is"ten bozma olduğu ileri sürülür. Şehir Roma İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra Bizans'ın elinde kaldı. Tahminen 1196'da, Anadolu Selçuk-



276



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOLU !u Sultanı II. Rükneddin Süleyman zamanında Türk hâkimiyetine girdi. Bunu takip eden yıllarda konar göçer Türk oymaklarının gelmesiyle bölge Türkleşti. Anadolu beyliklerinden Çandaroğulları'nın hâkimiyeti bu durumu kuvvetlendirdi. 1330-1340 yılları arasında Bolu'yu ziyaret eden İbn Battûta, kasabada ahilerin büyük nüfuzundan, onlara ait zaviyelerin çokluğundan ve çevrenin Türkmenlerle meskûn olduğundan bahseder. Bolu ve çevresinin Osmanlı hâkimiyetine hangi tarihte geçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Âşıkpaşazâde Konurapa, Mudurnu, Bolu ve yöresinin Orhan Gazi'nin kumandanlarından Konuralp tarafından ele geçirildiğini belirtmektedir (Târih, s. 32). Yıldırım Bayezid burada çifte minareli bir ulucami ile 1391'de bir h a m a m inşa ettirmiştir. Bölge 1402'den sonra Fetret Devri'nde Çandaroğulları'nın hâkimiyetine girdiyse de Çelebi Sultan Mehmed tarafından tekrar Osmanlı idaresi altına alındı. Bolu, Fâtih Sultan Mehmed zamanında Anadolu'da Cenevizliler'e ait Amasra, Çandaroğulları'na ait Sinop ve yöresine yapılan seferlerde serhat şehri hüviyetini kazandı. Nitekim Fâtih 146l'de Amasra'yı fethetmek için donanmayı denizden gönderirken kendisi de Akyazı-Bolu yoluyla karadan Amasra'ya ulaşmıştı. Ayrıca Sinop'un alınmasından sonra buraları Bolu sancağına dahil edilmiş ve Sinop Beyi Kızıl Ahmed Bey sancak beyliğine getirilmişti. Bolu şehri XVI. yüzyılın başlarında Aslı Hatun, Gölyüzü, Veled-i Solak, Cami, Veled-i Turşucu, Hocabey, Hatib, Karaçayır, Veled-i Hacı İlyas, Akmescid, Debbâğan, Nâib Emed Karamânî adında on iki mahalleye sahipti. Bu mahallelerde 262 hâne, yirmi sekiz mücerred nüfus bulunuyordu. Bunlar dışında on bir imam, yedi sermahfel, dokuz müezzin, dört sâ-



XX. yüzyıl başında Bolu Hükümet Konağı (İÜ Ktp., A l b ü m , nr. 90.7861



dât, bir muarrif, altı kethüdâ ve dokuz da pîr-i fânî kaydedilmişti (BA, TD, nr. 438, s. 420). Buna göre şehirde 2000'e yakın nüfus yaşamaktaydı. XVII. yüzyılda Bolu bazı değişikliklere sahne oldu. Kâtib Çelebi şehrin surlarının harap olduğunu, içinde de üç hamam ile Şemsi Paşa Camii, Kara Çayır Mahallesi Camii, Debbâğlar Camii ve Göl Mahallesi Camii adlarında dört cami bulunduğunu belirtir. Evliya Çelebi ise şehirde otuz dört mahalle olduğunu, yine otuz dört adet mihraplı mescidi ile 3000 ahşap güzel evin mevcut bulunduğunu yazar. Ayrıca zenginlerin evlerini ve hanlarını kiremit örtülü yaptırdıklarını belirttikten sonra Paşa Sarayı, Şemsi Paşa Sarayı, Zülfikar Ağa Sarayı gibi yapılarla Mimar Sinan yapısı olduğu bildirilen Mustafa Paşa Camii ile Ferhad Paşa Camii'ni şehrin ilgi çekici binaları olarak tarif eder. XVIII. yüzyılda Akpınar, Semerkant, Yenicami, Hocabey, Akmescid, Karamanlı, Karaçayır, Debbağlar, Aslıhatun, Günyüzü, Eskicami ve Çukur adlı on iki mahallesi bulunan şehir 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan dolayı muhacir iskânına sahne oldu. Nitekim 1878 salnamesine göre kasabanın nüfusu 16.778'e yükselmişti. Bolu ve civarı ormanlık bir bölge olduğu için kerestenin iktisadî hayatta önemli yeri bulunmaktadır. Bölgede XVIII. yüzyıla kadar balta girmemiş ormanlar mevcuttu. Elde edilen çam kerestesi "Bolu kerestesi" adıyla İstanbul'a gönderiliyor (Seyahatname, II, 172-174), İstanbul'da Eski ve Yeni saraylar için gerekli olan odunlar ve özellikle gemi inşasında kullanılan kaliteli kereste de buradan sağlanıyordu. Osmanlı yol sisteminin sol kolu üzerinde bulunması da Bolu'nun iktisadî hayatında önemli derecede etkili olmuştu. Bu yol Üsküdar'dan başlayıp İzmit-Düzce - Bolu - Koçhisar (günümüzdeki İlgaz) Tosya güzergâhını takip ediyordu. Bolu aynı yol üzerinden Gerede-Yabanâbâd'dan (Kızılcahamam) Ankara'ya ulaşan güzergâhın da kavşak noktasındaydı. İstanbul ile Ankara'yı birleştiren Bolu yolları, XIX. yüzyılın ilk yarısında Hüsrev Paşa'nın Bolu mutasarrıflığı sırasında yeniden düzenlendi.



dan yaptırılan Kadı Camii, Yıldırım Bayezid tarafından inşa ettirilen çifte minareli Ulucami (Büyük Cami), Ilıcalar civarında 916'da (1510) İsfendiyaroğulları'na mensup Kızıl Ahmed Bey'in oğlu Mûsâ Paşa tarafından yaptırılmış olan Mûsâ Paşa (Ilıca) Camii, Mûsâ Paşa'nın oğlu Mehmed Bey'in annesinin şehre 5 km. mesafede 970'te (1562) inşa ettirdiği Karaköy Camii, yine aynı aileden Şemsi Paşa'nın yaptırdığı cami, medrese ve imaret, 1391'de Yıldırım Bayezid tarafından inşa ettirilen Orta Hamam, Sokullu Mehmed Paşa tarafından yaptırıldığı rivayet edilen Tabaklar veya Vakıflar Hamamı, Gölyüzü mahallesinde Sokullu'ya ait tekke, 1811 yılında inşa ettirilen ve hükümet konağı olan Tabaklar (Debbâğlar) mahallesindeki Paşa Sarayı sayılabilir. Şehirdeki bazı eserler Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan imar faaliyetleri sırasında yıkılmış ve tahrip edilmiştir. Bunlardan birçok tarihî şahsiyete ait mezarların yer aldığı Taşmektep Mezarlığı ortadan kaldırılarak yerine otopark inşa edilmiştir. Aynı şekilde 1776'da Hacı Ahmed Ağa tarafından yaptırılan Çarşıbaşı Çeşmesi'yle yakınında yer alan yatır da yıktırılmıştır. Şehrin adını taşıyan sancak XVI. yüzyılda Anadolu eyaletine bağlıydı. 1519 tarihinde sancak, merkezden başka Çağa, Kıbrıs, Mengen, Gerede, Viranşehir, Taraklu, Borlu, Yenice, Yedi Divan, Ulus ve Amasra, Oniki Divan, Hızır Bey ili, Ereğli, Konurapa ve Mudurnu kazaları ile Dodurga nahiyesinden teşekkül etmekteydi (Bolu Liuâsı Evkaf Defteri, nr. B/15, s. 56). 1528 yılında ise sancakta evkafa ait olduğu belirtilen bir cami, bir medrese, iki mescid, beş zâviye, iki ham a m , bir kervansaray, bir bezzâzistan,



Bozoklu Osman'ın Musavver iran Sefâretnâmesi'nde 1811 'deki Bolu'yu gösteren bir resmi (Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 822|



1332 (1914) Bolu salnâmesine göre Bolu'da yirmi iki cami, birçok tekke ve on iki medrese vardı. Bugün bunlardan tarihî nitelik taşıyan eserler arasında Demirtaş Paşa oğlu Mehmed Bey tarafın-



277



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOLU 113 dükkân, yirmi dört değirmen yer al-



Bolu şehrinin merkez olduğu il Sakar-



rada bulunduğu sıralarda Luigi Bonelli



maktaydı. Ayrıca sancakta 120 köy bu-



ya, Bilecik, Eskişehir, Ankara, Çankırı ve



ile tanıştı ve onun tarafından verilen



lunmaktaydı



yaşayanlarla



Zonguldak illeriyle kuşatılmıştır. Kuzey-



Türkçe derslerine devam ederek bir dip-



birlikte sancağın toplam nüfusu yakla-



ki



burada



de de Karadeniz ile kıyısı vardır. Mer-



loma daha aldı. 1935 yılında, henüz yir-



şık 30.000 civarında idi (BA, TD, nr. 438,



kez ilçeden başka Akçakoca, Cumaova,



m i bir yaşında iken, Bonelli'nin emekli-



s. 425,434).



Çilimli, Dörtdivan, Düzce, Gerede, Gölya-



ye ayrılması üzerine Türk dili ve edebi-



XVI. yüzyılın ikinci yarısında Bolu sancağı on altı idarî birime ayrılmıştı. Bun-



ka, Göynük, Kıbrısçık, Mengen, Mudurnu,



yatı derslerini üstlendi; böylece bir öğ-



Seben, Yeniçağa ve Yığılca adlı on dört



retim görevlisi olarak Istituto Universi-



lar merkez nahiye, Çağa, Mengen, Gerede, Viranşehir, Taraklu, Borlu, Ulus ve



ilçeye ve on dokuz bucağa ayrılmıştır. Sı-



tario Orientale'de ilim âlemine girmiş



nırları içerisinde 792 köy bulunmakta-



oldu. 1946-1955 yılları arasında aynı üni-



Amasra, Oniki Divan, Yedi Divan, Yenice, Hızır Bey ili ve Çarşamba, Bendereğli, Konurapa, Dodurga, M u d u r n u ve Kıb-



dır. 11.051 k m 2 genişliğindeki Bolu ili-



versitenin Farsça, 1956-1976 yılları ara-



nin 1990 sayımına göre nüfusu 536.869



sında da Yakın ve Ortadoğu tarih ve me-



nüfus yoğunluğu ise 49 idi.



deniyetleri derslerini okuttu. Ayrıca Roma



rıs nahiyeleri idi. XVII. yüzyılda ise Bolu sancağının kazaları daha da artarak, otuzu geçmiştir. 1692 yılına kadar Anadolu eyaleti içerisinde yer alan sancak b u tarihten itibaren voyvodalık ile idare edilmeye başlandı. 1864 vilâyet nizamnâmesiyle de merkezi Kastamonu olan vilâyet bir mutasarrıflık haline geldi. Bu statü içerisinde sancağın nüfusu 1870 salnâmesine göre 61.338 m ü s l ü m a n ve 1547 hıristiyan olmak üzere toplam 62.885 idi. Cuinet de 1891'de sancağın sekiz kaza, beş nahiye ve 1131 köyden meydana geldiğini, sancakta 321.645 m ü s l ü m a n ile 3655 hıristiyanın yaşadığını kaydederek ahalinin büyük çoğunluğunun Osmanlı soyundan geldiğini belirtir. 1914'te Bolu'ya bağlı köylerde 120 cami ile on üç mescid bulunuyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1991 yılı istatistiklerine göre Bolu'da il ve ilçe merkezlerinde 137, kasaba ve köylerde 1495 o l m a k üzere toplam 1632 cami bulunmaktaydı. İl merkezindeki cami sayısı ise otuz beştir. XIX. yüzyıl sonlarında nüfusu 9642'si m ü s l ü m a n olmak üzere 10.796'ya yükselen Bolu şehri Cumhuriyet devrinde vilâyet merkezi olmuştur. Bu devirde eski önemini hayli kaybettiği anlaşılan Bolu'nun 1927'de 7215 olan nüfusu 1955 yılına kadar hep 10.000'in altında kalmış, 1955 sayımında ise 12.271'e ulaşmıştır. Daha sonraları çok işlek bir yol üzerinde (E-5) bulunması sebebiyle hızlı bir şekilde gelişmiştir. Nüfusu 1970'-



Üniversitesi'nde de kısa bir süre Türk-



BİBLİYOGRAFYA: BA, TD, nr. 438, s. 420, 425, 430, 431, 434; Bolu Liuâsı Eokaf Deften, M. Cevdet Yazmaları, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, nr. B / 15, s. 56; Müstakil Bolu Salnamesi, Bolu 1332, s. 100-101, 133 vd., 206-207; İbn Battûta, Seyahatnâme, I, 348-349; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 32, 154, 156; Şükrullah Çelebi, Behcetü'tteuârth (Osmanlı Tarihleri içinde, Osmanlılarla ilgili kısım, nşr. N. Atsız), İstanbul 1949, s. 61; Neşri, Cihannümâ, II, 741-749; İbn Kemal, 7euârîh-i Âl-i Osmân, I. Defter, s. 184, 185, 192, 196; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 651; Evliya Çelebi. Seyahatnâme, II, 172-174; Barkan, Kanunlar, s. 28-32; Vecihi Tönük, Türkiye'de İdâre Teşkilâtı, Ankara 1945, s. 110, 165, 209; Zekâi Konrapa, Bolu Tarihi, Bolu 1946, s. 179, 209, 349, 363-364, 565, 580; Mustafa Akdağ, Celâli İsyanları, 1550-1603, Ankara 1953, s. 122; Bolu İl Yıllığı 1967, İstanbul 1968; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1971, s. 239, 262, 281; Vahap Tuncer, Neler Yazmadık Şu Bolu İçin, Bolu 1983, s. 83-84, 86-87, 103-104 vd.; Halil Sahillioğlu, "Bolu Tarihi İle İlgili Vesikalar", Çete, sy. 3, Bolu 1963, s. 12-14; a.mlf., "XVII. Y ü z y ı l Son u n d a Bolu Livası Sürsat Bedeli", a.e., sy. 11, Ankara 1964, s. 15-21; a.mlf., "1699'da Tekfen G ö l ü n ü n Etrafında B u l u n a n B â k i r Orm a n " , a.e., sy. 21 (1965), s. 4-6; a.mlf.. "Bolu Orta H a m a m ı n ı n Su Yolu", a.e., sy. 22 (1965), s. 4-5; Haki Aydın, " O n i k i D i v a n ' d a II. Bayez i d ' i n V a k f e t t i ğ i A ç m a Mezraası", a.e., sy. 26 (1965), s. 27-29; a.mlf., "Bolu'da Y ı l d ı r ı m Bayezid Câmii Vakfına Dair", a.e., sy. 31 (1965), s. 32-34; C. Orhonlu, " O s m a n l ı Bolusu", TTOK Belleteni, XLVIİ/326 (1975), s. 14-20; Yücel Özkaya, X V I I . ve XVIII. Y ü z y ı l l a r d a Bolu", II. Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri, Samsun 1990, s. 115-123; Besim Darkot, "Bolu", İA, II, 707-709; H. A. Reed, "Bolu", El 2 (İng.), I, 1255-1256; |bu m a d d e müellifin bibliyografyadaki makalesi esas alınarak Yusuf Halaçoğlu tarafından düzenlenmiştir).



çe dersleri verdi. 1954 yılında profesör oldu. 1961 ve 1967 yılları arasında iki d ö n e m Napoli Üniversitesi'ne rektör seçildi. 20 Ocak 1979'da R o m a ' d a öldü. İlmî çalışmalarını yakından takip eden Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tarafından şeref üyeliğine ve muhabir üyeliğe kabul edilen Bombaci, Osmanlı ve Osmanlı Öncesi Araştırmaları Millet-



lerarası Komitesi'nin (Comite International d'Etudes Pre-Ottomanes et Ottomanes) kuruluşunda faal rol oynadı. Bu kuruluşun ilk ilmî toplantısının Napoli'de yapılmasını ve verilen bildirilerin kısa sürede yayımlanmasını sağladı. Öte yandan Türk Sanatları Kongresi'ne ilgi gösteren Bombaci Ankara'daki ilk toplantıya katıldı (1959); ikincisinin Venedik'te yapılmasına ön ayak oldu ve b u n u n bildirilerini Napoli



Üniversitesi



CENGİZ



Bolu tabii güzellikleri ve tarihî eserle-



r



ri bakımından t u r i z m d e önemli bir yere



Eserleri. Çok faal ve verimli bir âlim çe'yi çok iyi biliyordu ve değişik alanlarda başarıyla kalem oynatabilecek bir yeteneğe sahipti; kitap ve makalelerinin h e m hayatında h e m de ö l ü m ü n d e n sonra büyük bir ilgi görmesi bundandır. Başlıca eserleri şöylece sıralanabilir:



Regola del parlar turco. İlk önemli çalışmasıdır. Bombaci, Filippo Argenti adlı



9



ORHONLU



B O M B A C I , Alessio (1914-1979)



sahiptir. Ayrıca A b a n t gölü, Yedigöller ve kaplıcaları ile de dikkati çekmektedir.



^



İtalyan şarkiyatçısı ve Türkologu.



j



Öte yandan Türk halk edebiyatının büyük kahramanı olan ve 1581.'den itibaren et-



Castroreale'de (Messina) d o ğ d u ; ilk ve



rafındaki birkaç yüz kişi ile Bolu-Gerede



orta öğrenimini nerede yaptığı bilinme-



arasında faaliyet gösteren Köroğlu da



mektedir. Yüksek öğrenimini Napoli Üni-



(asıl adı Ruşen) bu çevrede yaşamıştır.



versitesi'nde h u k u k alanında yaptı. Bu-



arasında



olan Bombaci Arapça, Farsça ve Türk-



te 26.944'e, 1985'te 50.288'e, 1990'da da 60.789'a varmıştır.



neşriyatı



yayımlattı.



Alessio Bombaci



278



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



H



B



H



BOMBACI, Alessio Floransa Devleti elçilik kâtibi tarafından



nında Türk kültürünün Atatürk dönemin-



kaleme alınan bu eseri ilmî bir şekilde



de geçirdiği büyük değişimi de Suat Si-



("Recenti edizioni di testi turchi in trascrizione", Oriente Moderno, XXIX 119391,



neşretmiştir. XVI. yüzyıl Türkçesi için



nanoğlu'nun L'Humanisme



s. 176-189). Bombaci'nin tarih alanında-



önemli bilgiler taşıyan bu eserden baş-



lı kitabını tanıtırken işlemiş ve burada



ki diğer büyük çalışması da önemli bir



ka Pietro Ferraguto'nun basılmamış olan



kullandığı "Türk hümanizmi" tabiri Si-



kaynak olan Liber Graecus'u



Türk dili grameri üzerinde de durmuş-



nanoğlu tarafından beğenilince eserin



tabı) tanıtmasıdır. Fâtih Sultan Mehmed



(London



Türkçe baskısına (Ankara 1980, 1988) bu



ile II. Bayezid dönemlerine ait Grekçe ya-



ad verilmiştir.



zılmış belgeleri ihtiva eden ve "Venedik



tur. Fuzuli, Leyla and Mejnun



1970). Büyük Türk şairi Fuzûlî üzerinde yapılan çeşitli incelemelerin en tanınmışıdır. Eserde 112 sayfalık bir giriş kısmı bulunmaktadır. Storia della



letteratura turco dall'Antico Imperio di Mongolia alla Nuova Turchia (Milano 1956). Büyük şöhret kazandığı en önemli eseridir. 1969 yılındaki ikinci yayımı La Letteratura turco con un proiilo della letteratura mongola adıyla yapılmıştır. Fransızca'ya tercümesi ise Histoire de la litterature turque (Paris 1968) başlığı ile I. MĞlikoff tarafından gerçekleştirilmiştir. Müellif bu eserinde en eski çağlardan başlayarak 1940 yılına kadarki Türk edebiyatını işlemiş, araya metinler de serpiştirerek okuyucuların dikkatini yoğunlaştırmayı bilmiştir. Eserin iki cilt olarak hazırlattığı İngilizce tercümesi nedense yayımlanamamıştır. Bombaci'nin bunların dışında dil ve edebiyatla ilgili çeşitli makale ve araştırmaları vardır. Edebiyat kavramlarını



Philologica Turcicae Fundamenta'nm II. cildinde etraflıca ele alarak incelemiş-



tir ("The Turcic Literatures. Introductory Notes on the History and Style", s. XILXXVU). Hamamnâmeler üzerinde de du-



â venir ad-



Bombaci'nin tarih alanındaki en büyük



(Yunan ki-



Kütüğü" diye de adlandırılan bu dosya



Ottomano'-



ancak çok cepheli bir âlim tarafından iş-



dur. Ölümünden sonra Torino'da yayım-



lenebilirdi. Bombaci bu çalışmasının ge-



eseri Storia



deli' Impero



lanan eserin eksik kalan bölümünü S. Shaw yazmıştır. Bu eserinde Türkler'in en eski çağlarından başlayarak İstanbul'un fethine kadarki tarihini incelemiştir. Bombaci büyük saygı duyduğu hocası Bonelli'nin yolunda yürüyüp onun gibi tarih araştırmalarına da eğilmiş ve eski Venedik Devleti arşivindeki Türk vesikaları üzerinde durmuştur. II. Dünya Savaşı arefesinde bu arşivde



çalışan



Bombaci başlıca serilerdeki Türk vesikalarının özetlerini hazırlamış ve bu konuyla ilgili olarak "La Collezione di documenti turchi deli' Archivio di Stato di Venezia" ( Rivista degli Studi



Orientali,



XXIV 11949], S. 95-107) adlı makalesini kaleme almıştı. Bu tarihten çok sonra tuğralar üzerine yayımladığı makalesi ("Les



tougras enlumines de la collection de documents turcs des archives d'Etat de V e n i s e " , Atti del Secondo Congresso In-



ternazionale di Arte Turca, N a p o l i 1965, s. 41-55, 17 tablo) belirli özellikleri açıklamakla beraber belgelerin önemini yan-



niş bir özetini "II Liber Graecus, un cartolario veneziano comprendente inediti documenti ottomani in greco, 14811504" (Westöstliche Abhandlungen



Rudolf Tschudi, Wiesbaden 1954, s. 288-303) adlı makalesinde vermiş, bu makalenin arkasından "Nuovi firmani greci di Maometto II" ( Byzantinische Zeitschrift, 47 11954], s. 298-319) adlı çalışmasıyla II. Mehmed dönemine ait bazı vesikaları yayımlayıp İtalyanca özetlerini vererek konuyu tamamlamıştır. Bombaci daha önce de Floransa arşivinde bulunan Türk



vesikaları ile ilgilenmiş ("Diplomi turchi del'Archivio di Stato di Firenze", Rivista degli Studi Orientali, XVIII J1939], s. 199217) ve ayrıca Cerbe Deniz Savaşı'na dair kaynakları geniş ölçüde tanıtmıştı ("Le



Fonti turche della battaglia di Gerbe", Rivista degliStudi Orientali, X I X |19411, s.



193-248; XX [1942], s. 279-304; XXI (19461, s. 189-218). Bombaci Türk edebiyatı



tarihinden



sonra Türk siyasî tarihini de başarıyla



ran ("II bello al bagno", Annati. Istituto sıtmaktan uzak kalmıştır. Fâtih Sultan Orientale di Napoli, XIV [1964], s. 33-48)



Arap edebiyatı ve kültürü üzerinde çok



Bombaci'nin Türk halk edebiyatıyla ilgili



az durmuş, Türkçe'den başka genellikle



çalışmaları ise orta oyunu ve dramatik gösterilere kadar uzanır. Ayrıca



bazı



Mehmed'in Otranto Seferi sırasında Türkler'e kimin veya hangi devletin yardım



ettiği meselesi üzerinde de durmuştur.



inceleyen bir âlim olarak bilinmektedir.



Farsça'ya eğilmiştir. Bu alanda yazdıklarının çoğu ise Câmî, Keykâvus b. İsken-



önemli kitaplar hakkında tanıtma yazı-



Türk ve Venedik vesikalarına göre yap-



ları yazan Bombaci, Ettore Rossi tarafın-



tığı karşılaştırmalarla ve ayrıca 1446,



gibi Türk dünyasını da ilgilendiren kimse-



dan neşredilen Dede Korkut



1540 tarihli Türk-Venedik antlaşmala-



lerin eserleri hakkındadır (eserlerinin tam



Kitabına geniş bir tanıtma yazısı kaleme almış ve onun yarım bıraktığı "tâziye metinleri"nin katalogunu tamamlamıştır. Böylece Türk kültüründe olduğu kadar Ortadoğu araştırmalarında da özel bir yere sahip olan bu malzemeyi ilim âlemine sunmuştur. En eski dönemlerden başlayarak Türk unvanları, kitâbeleri, Gazne şehrinde bulunan Türk sanat eser-



leri ("Gazne'deki Kazılara Giriş", Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I



11963], s. 537-560; "Türkler ve Gazneli Sanatı", Milletlerarası Birinci Türk Sanat-



ları Kongresi. Kongreye Sunulan Tebliğler,



Ankara 1962, s. 87-91) üzerinde de yazılar yazmıştır. Klasik dönem bilgileri ya-



rı üzerine yapılmış olan çalışmalar için yazdığı küçük eklerle bazı ayrıntılara te-



der, Nizâmülmülk ve Celâleddîn-i Rûmî



listesi için bk. TTK Belleten, X L I V / 173, s.



vesikaları arasında Venedikli mütercim



189-192). Ölümünden sonra hâtırasına Studis turcologica memoriae Alexii Bombaci dicata adlı bir kitap yayımlan-



Michele MembrĞ ile Osmanlı divanında-



mıştır (Napoli 1982).



mas etmiştir. Venedik arşivindeki Türk



ki mütercim İbrâhim arasında 1567 tarihinde Latin harfleriyle Türkçe yazışma yapıldığını gösteren bir belge bulmuş ve dilciler için büyük önem taşıyan bu bel-



geyi neşretmiştir ("Una lettera turca in caratteri latini del dragomanno ottomano İbrahim al veneziano Michele Membre", Rocznik Orjentalistyczny, X V (19481, s. 129-144). Ayrıca başka bir makalede de Arap alfabesi dışındaki alfabelerle yazılmış Türk metinleri üzerinde durmuştur



BİBLİYOGRAFYA: Necib el-Akîkî, el-Müsteşrikün, Kahire 1964, I, 495; F. Gabrieli, "Ricordo di Alessio Bomb a c i (1914-1979)", AlOn, sy. 39 (1979), s. 1-3; A. Gallotta, "Bibliografia degli şeritti di Alessio Bombaci", a.e., s. 4-6; I. Melikoff, "In memor i a m Alessio Bombaci", Turcica, XI, Paris 1979, s. 10-13; Emel Esin, "Prof. Alessio Bombaci", TM, XIX (1980), s. 279-281; M a h m u t H. Şakiroğlu, "Prof. Alessio Bombaci (1914-1979)", TTK Belleten, XLIV/173 (1980), s. 179-192. S



MAHMUT H .



ŞAKIROĞLU



279



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOMBAY 75°



TI i . S0RS5 '-k



8 î S TİA N i\



0



r



250 ;km. I!



K



(



: SRİjLANKA SRI;LANKA



Bombay



BOMBAY Hindistan'da Maharaştra eyaletinin merkezi.



Çoğunlukla müslümanların yaşadığı önemli bir ticaret merkezi olan Bombay dünyanın en büyük on şehri arasında yer alır. Hindistan yarımadasının batı



sahillerinde (18" 58' kuzey enlemi, 92' 50' d o ğ u boylamı) Colaba, Mahim, Mazgaon, Parel, Worli, Girgaum ve Dongri adlı yedi küçük ada üzerinde kurulmuştur. Nüfusu 1981 sayımına göre 8.243.405'tir. Hazirandan eylüle kadar süren yağışlar dolayısıyla mevsimler yıl boyunca sıcak ve nemli geçer. Yıllık ortalama yağış miktarı 180 santimetredir. Bugün Bombay çok katlı yapıları, bakımlı sahilleriyle modern bir şehir görünümündedir; ayrıca çeşitli tüketim maddeleri ve makine üretimiyle ülkede başta gelen endüstri merkezleri arasında yer alır. Hindistan'da dış ticaretin çoğunun buradan yapılması dolayısıyla Bombay'a ülkenin dışa açılan kapısı ve mal değişim noktası denilebilir. Bombay ismi, bir Hint tanrıçasına karşı hürmet ifade eden m a m b â veya munbâ kelimesiyle "anne" mânasındaki -ay ekinin birleşmesinden oluşmuştur. Bombay'ın önemli olmadığı zamanlarda eski Yunan ve Roma gemilerinin buraya yakın limanlara uğradıkları bilinmekte, Yunanlı astronom ve coğrafyacı Ptolemaios'un bölgedeki limanlar arasında bulunan Souppara (Sopaia), Kalliena (Kalyan) ve Semulla'dan (Chaul) bahsettiği görülmektedir. Ortaçağ'ın müslüman seyyah ve coğrafyacıları da Sûbâra (Sopaia), Sîmûr (Çaul) ve Tâna (Thana) limanlarından bahsederler; Tâna Limanı Marco Polo'da Thoma olarak geçmektedir. 915'te Hindistan'ı ziyaret eden Mes'ûdî, Çaul şehrinde yaşayan müslüman nüfusun 10.000 civa-



cid Şehâbeddin Ahmed (XV. yüzyılın ikin-



Bombay Hindistan'daki bütün inanç ve kültürlerin mevcut bulunduğu bir yerdir. En az on dilde ilk ve orta öğretim yapılır. Bombay'da ayrıca Bombay Hindustânî denilen gelişmiş bir milletlerarası ticaret dili de konuşulur. Halk çeşitli etnik gruplara ve dinlere bağlıdır. Bunların başında nüfusun yarısını teşkil eden Hindûlar gelmektedir; sonra sırasıyla müslümanlar, hıristiyanlar, Zerdüştîler ve Sihler gelir. Ticaretle uğraşan en önemli müslüman topluluklar arasında Sünnî Memonlar (Meman), İsmâiliyye'nin Muş-



ci yarısı) olup verdiği ayrıntılı bilgiler daha çok Mehâim (Mahim) üzerinde toplanmaktadır. İbn Mâcid bölgede bulunan Kaysir, Hor Milh (deniz tuzlası) ve Menbiye (Bombay) yerleşim merkezlerinden de bahsetmiştir.



ta'iî koluna mensup Dâvûdî Bohrâlar,



1348'de Delhi Sultanlığı (Tuğluklular) tarafından fethedilen Bombay yaklaşık iki asır müslümanların elinde kaldı. Portekizlilerin 1507'de yaptıkları saldırı başarılı olamadı; ancak şehir yirmi yedi yıl sonra Sultan Bahadır Şah Gucerâtî ile Portekizli kumandan Nuno da Cünha arasında imzalanan antlaşma ile Portekizliler'e bırakıldı. 1661'de Bombay adaları ve limanı İngiltere Kralı II. Charles ile Portekiz kralının kız kardeşi Prenses Catherina evlenince çeyiz olarak İngilizler'e teslim edildi. 1668'de II. Charles bu adaları yıllık 10 sterlin karşılığında İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'ne (East India Company) kiraya verdi ve 1686'da şirketin merkezi Bombay'a taşındı.



müslüman topluluğu vardır. Bunlardan



Bombay 1708'de Madras ve Kalküta gibi bir devlet haline getirildi. Bombay şehrinin bugün üzerinde bulunduğu yedi küçük adanın birleşmesi de bu dönemde başladı. Bundan sonra şehir hem ticarî hem de politik yönden önem kazandı. 1857'de ilk iplik ve dokuma fabrikası kuruldu; 1860'ta Orta ve Batı Hindistan'ın büyük pamuk pazarı haline geldi. 1861-1865 Amerikan iç savaşı ve 1869'da Süveyş Kanalı'nin açılması Hindistan'ın pamuk ihracatına hız kazandırırken Bombay'ın da pamuk ticaretini geliştirdi ve buranın tüccarları dünya pam u k ticaretine hâkim oldular. Bu sayede pamuk dokuma ve eğirme fabrikalarının sayısı arttı ve bu daldaki sanayi gelişti; böylece Bombay XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kalküta'yı ticarette geri bıraktı. 1947'de Hindistan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra iki dil konuşulan bir Bombay eyaleti kuruldu, daha sonra da bugünkü Maharaştra eyaleti oluşturuldu (1960).



Nizârî koluna mensup olup Ağa Han'a bağlı bulunan Hocalar ve daha çok tekstil endüstrisiyle ilgilenen Sünnî Müminler (Momin) yer almaktadır. Şehirde ayrıca çeşitli mesleklerde çalışan önemli bir başka belki bölgeye yerleşen ilk müslümanlardan olan Şâfiî mezhebine mensup Kökniler de mevcuttur. Bombaylı müslümanlar topluluklarını geliştirmek amacıyla birçok vakıf ve cemiyet kurmuşlardır. Bunlardan



Encü-



men-i İslâm eğitim alanında önemli hizmetler verir. Türkiye'de hilâfetin kaldırılmasından sonra Bombay müslümanları müesseseye bağlılıkları dolayısıyla bir hilâfet komitesi kurdular. Bu komitenin üyeleri aynı zamanda



Mahatma



Gandhi'nin XX. yüzyılın ilk yirmi yılı içinde İngilizler'e karşı sürdürdüğü "NonCooperation" hareketine de katıldılar.



XX. yüzyıl baslarında Bombay şehir meydanı (10 Ktp., Alb ü m , nr. 9 1 . 3 6 0 ) ve bugünkü Bombay'dan bir görünüş



280



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



A



BON, Ottaviano



• VÎ.



Bombay Kalesi'nin XX. yüzyıl başında çekilmiş bir fotoğrafı (İÜ Ktp., A l b ü m , nr. 91.360)



Otuzlu yılların sonunda ise hilâfet hareketi gücünü kaybetti. Bombay'da bugün büyük bir bölümü sanat değerine sahip birçok cami mevcut olup en önemlisi 1902'de inşa edilen Câmi Mescid'dir. Şeyh Ali Paru'nun (Mahdum Fakih Ali) 1431'de yapılan ve 1674'te tamir gören türbesi de halk tarafından ziyaret edilmektedir. BİBLİYOGRAFYA: W. P. Andrew, India



and Her Neighbours, London 1878, s. 7, 122, 123; Gazetteer of Bombay City and Island, Bombay 1909, II, 2, 16-17; E. L. Stevenson, Geography of Claudius Ptolemy, New York 1932, s. 2; The Most Notable and Famous Travels of Marco Polo (trc. I. Framton), London 1939, s. 114, 252; A h m e d b. Mâcid en-Necdî, Arab Nauigation in the Indian Ocean before the Corning of Portuguese (trc. G. R. Tibbets), London 1971, s. 453-454; G. R. Thursby, Hindu-Müslim Relations in British India, Leiden 1975, s. 129, 138-139; S. VVolpert, A New History of India, New York 1977, s. 145, 247-248, 369-370; R. P. Misra, Million Cities of India, New Delhi 1978, s. 77; The Periplus of the Erythraen Sea (trc. G. W. B. Huntingford), London 1980; S. Israel - B. Grevval, India, Germany 1985, s. 203-209; P. J. E. Damishky, "The M o s l e m P o p u l a t i o n of B o m b a y " , MW, I (1911), s. 117-130; S. Maqbul Ahmad, "Travels of E b u ' l - H a s a n e Ali b. elH ü s e y i n e l - M e s c ü d i " , IC, XXVIII/4 (1954), s. 510-511; A. A. A. Fyzee, " B o m b a y City", El 2 (İng.), I, 1257. r-, 141]



SAYYID M A Q B U L



AHMAD



bırakarak Padova Üniversitesi'nde felsefe ve hukuk derslerine devam etmeye başladı. 1S77'de Venedik senatosuna seçildi. 1601 yılı Temmuz ayında Napoli ile Sicilya'nın Akdeniz'de sürdürdükleri korsanlık hareketleri yüzünden doğan anlaşmazlıkta arabuluculuk yapmak üzere İspanya sarayına gönderildiyse de başarılı olamadı ve 1602'de ülkesine döndü. 19 Nisan 1604'te Giovanni Mocenigo ile birlikte Venedik elçisi (balyos) olarak İstanbul'a gönderildi; başlıca görevi Avusturya'nın rekabetini ve isteklerini önlemek, bunun yanında da Venedik hükümetinin Adriyatik sularındaki hak iddialarını duyurmaktı. Venedik Cumhuriyeti'nin ticaret imtiyazlarını yenileyen 1013 ( 1 6 0 4 - 1 6 0 5 ) tarihli berat Bon tarafından imzalanarak alındığı gibi 1014 ( 1 6 0 5 - 1 6 0 6 ) yılında Venedik Cumhuriyeti ile Osmanlı Devleti arasındaki kapitülasyonları yenileyen antlaşma da yine onunla G. Mocenigo tarafından imzalandı. Bon 1609 yılında İstanbul'dan Venedik'e döndü ve tekrar senato üyesi seçildi. 1611'de Venedik Cumhuriyeti genel müfettişi ve başsavcısı (enkizitör) oldu. 1616 yılında fevkalâde elçi sıfatı ile Fransa'ya gönderildi. Ancak bu görevi Venedik'teki iç çekişmeler, şahsî kıskançlıklar ve bir taraftan Savoia ile Venedik, diğer taraftan Avusturya ile İspanya arasında devam eden politik uyuşmazlıklar yüzünden büyük ölçüde başarısızlığa uğradı. Dönüşünde Padova'ya yerleşerek burada Relazione di Francia adlı Venedik ile Fransa arasındaki ilişkilere dair görüşlerini anlattığı kitabını yazdı. İleri sürdüğü görüşler, hakkında mahkeme açılmasına ve kitabının imha edilmesi yolunda karar alınmasına sebep olduysa da sonunda kendini temize çıkarmayı başardı ve bunun üzerine Venedik Cumhuriyeti senatosu tarafından Padova başyargıçlığı görevine getirildi (1620). 19 Aralık 1623'te öldü.



landı. Bir süre sonra da G. Berchet ve N. Barazzi'nin hazırladıkları Relazioni degli Stati Europei lette al Senato dagli ambasciatori Venetii... külliyatının Türkiye bölümünde (Serie V. Turchia, s. 59-115, 116-124) Massime essentiali deli' Impeio ottomano dal Bailo Ottaviano Bon



adıyla basıldı (Venedik 1871). Bon'un Osmanlı sarayını anlattığı bu eseri çok geç bir tarihte basılmış olmasına rağmen yazma nüshalarından faydalanan pek çok yazar tarafından kullanılmış ve bu arada hakkında bazı yanlışlıklar da yapılmıştır. 1624'te Bon'un rûznâmesini yazarının kim olduğundan habersiz olarak aynen kullanan Michel Baudier, başkalarından da aldığı bilgilerle birlikte eseri bir derleme halinde yayımlamış ve kitap 1635'te İngilizce'ye de çevrilmiştir. Aynı yıllarda Robert Withers adlı bir İngiliz seyyahı da Bon'un kitabının bir el yazmasını yazarını bilmeksizin İngilizce'ye çevirmiş, bu tercümeyi 1638'de geldiği İstanbul'da ele geçiren John Greaves de onu A Description



of the Grand Signor's Seraglio, oı Turkish Emperors Court başlığı altında R. Withers'in eseri sanarak onun adıyla yayımlamıştır ( L o n d o n 1653). Bon'un kitabının Venedik'te iki defa kendi adıyla yayımlanmasından yıllar sonra dahi yanlışlık yapmaya devam edildiği ve eserin Bacchi Della Lega tarafından, on yıl kadar İstanbul'da kalan Tommasso Alberti'ye ait olduğu sanılarak onun Viaggio a Costantinopoli 1609-1621 adlı kitabının içinde yayımlandığı (Bologna 1881) görülmektedir. Genellikle Bon Osmanlı sarayı hakkında nisbeten doğru bilgi veren ilk yabancı olarak kabul edilir. Rûznâmelerinin birincisi saray hakkında oldukça ayrıntılı tarifler ihtiva etmekte, ikincisi ise devletin idare ve teşkilâtı üzerine kısa açıklamalar yapmaktadır. Topkapı Sarayı'nın görebildiği



r



B O N , Ottaviano



(ö. 1623)



L



Osmanlı sarayı hakkında yazılmış ilk eserin sahibi olan Venedikli diplomat.



J



Soylu bir aileden olan Ottaviano Bon 7 Şubat 1552'de Venedik'te dünyaya geldi. Başlangıçta yazı hayatına atılmak istediği halde kendini ailenin ticaret işlerine vermek zorunda kaldı. 1576'da babasının ölümü üzerine işleri kardeşine



Ottaviano ile ilgili olarak L. Lollino tarafından Vita del cavaliere Ottaviano Bon in lingua latina, tradotta in volgari da G. Marchiori (ed. A. Soranzo, Venezia 1854) adıyla bir eser de kaleme alınmıştır. Bon 1609'da İstanbul'dan dönüşünde Osmanlı sarayı hakkında Serraglio del Gransignore başlıklı iki rûznâme kaleme almıştı. Yazmaları Venedik'te Biblioteca Marciana'da muhafaza edilen (nr. 578, 923) eserler ancak 250 yıl sonra 1865'te G. Berchet tarafından Venedik'te yayım-



bölümleri



hakkında



çeşitli



bilgiler veren Bon, özellikle İkinci Avlu ve Arz Odası ile Üçüncü Avlu'yu tarif etmiş, bu arada içinde küçük bir kayıkla dolaşılan bir havuzdan da bahsetmiştir. Bon'un rüznâmesi, eksik olmakla birlikte yine de sarayın Sultan I. Ahmed devrindeki (1603-1617) durumu



hakkında



bilgi veren değerli bir kaynaktır. BİBLİYOGRAFYA: N. M. Penzer, The Harem, London 1966, s. 34-39; M. Pasdera, "Bon Ottaviano", Dizionario Biografico degli Italiani, XI, Roma 1969, s. 421-424. [71 L%L



SEMAVI E Y İ C E



281



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BONE BONE (bk. BÛNE).



J



ğ ü Türkler'le uzun uzun sohbet ederdi.



daki ikazları dikkate alan Bonelli 1940'-



Türkçe'si edebî dil yanında lehçelere ine-



ta tercümeyi ikinci defa ele aldı ve bazı



cek ve eser verecek seviyede idi. İlk eser-



düzeltmeler yapıp tekrar neşretti (Na-



leri arasında bulunan Elementi



poli, XXIII + 614 sayfa). Eser bu alanda



Ascoli'yi tanıdı ve Doğu dillerini de öğ-



di grammatica turca, con paradigmi e glossario (Milano 1899) ve S. Jasigian ile birlikte 1910'da yayımladığı II turco parlato. Cenni grammaticali, dialoghi e vocabolario italiano-turco, Türk dili tarihi üzerinde çalışanların çok değer verdikleri eserler arasında sayılmaktadır. Bu eserler her ne kadar g ü n ü m ü z ü n dili için biraz eskimiş iseler de Türkçe'nin tarihî gelişmesi üzerine yapılan çalışmalar arasında özel bir yere sahiptirler.



renmesi teşvik edilince Arapça çalışma-



Geçen yüzyıl sonlarında eski Venedik



ya başladı. 1887'de üniversiteden diplo-



devletinin arşivinde araştırma yapma-



Bonelli, sipariş üzerine hazırladığı söz-



masını alıp Roma'ya gitti. Orada Ignazio



ya davet edilen Bonelli, burada bulunan



lüğün ilk kısmını yayımladı (Lessico tur-



Guidi ile tanıştı ve Arapça metinler üze-



Şark belgelerinin birer özetini hazırla-



co-italiano, Roma 1939, X + 445 sayfa).



rinde araştırmalara yöneldi; aynı zaman-



maya başladı. Ana tasniflerde bulunan



Yaptığı b ü t ü n müracaatlara rağmen neş-



da Farsça ve Türkçe de öğrendi. Roma'-



bazı belgelerin fişlerini çıkardı ve bu ça-



rettiremediği ikinci kısım ise E. Rossi



da bulunan Casanatense adlı büyük kü-



lışmasına daha fazla devam etmeyerek



tarafından 1952'de yayımlandı (Lessico



tüphanedeki Doğu yazmalarının bir ka-



topladığı notlardan hazırladığı "İl trat-



italiano-turco,



talogunu hazırladı; bu sayede buradaki



tato turco -veneto del 1540" başlıklı ma-



kümeti de bu yayın için önemli bir para



Türkçe yazmaları ilim âlemine duyurdu.



kaleyi şarkiyatçı M. Amari'nin anısı için



yardımında bulunmaktan başka bir mik-



1892'de Floransa'da basılan bu katalog



çıkarılan kitapta yayımladı ( Centenario



tar satın alıp çeşitli kütüphanelere da-



ona haklı bir şöhret sağladı. 1890-1891



della Nascita di Michele Amari, P a l e r m o



ğıttı. Bu cilt 1985'te korsan bir yayınevi



yıllarında İstanbul'a gitti ve istediği araş-



1910, II, 332-363, ek 3 levha). Bu makale-



tarafından biraz küçük bir boyda foto-



tırmaları yaptıktan sonra ülkesine dö-



de 1540 tarihli antlaşma metninin filo-



mekanik baskıyla çoğaltılarak satışa ar-



nerek Istituto Orientale'de Türk dili ve



lojik tedkikinden öte vesika neşrinin na-



zedilmiştir.



edebiyatı dersleri vermeye başladı. 1907'-



sıl yapılacağını gösterdi.



de profesör oldu ve 1921'de Accademia



değerli başka



belgeleri de ele almış,



şunlardır; "Elementi italiani nel turco ed elementi turchi nell'italiano" (Oriente



F



BONELLI, Luıgi



~



(1865-1947) ^



İtalyan şarkiyatçısı ve Türkologu.



^



Brescia şehrinde dünyaya geldi. Dil öğrenmeye k ü ç ü k yaştan beri meraklı olduğu için Milano'da bulunan Accademia Scientifica Letteraria'ya devam etti. Burada öğrenimini sürdürürken G.



Çalışmasında



yapılmış en güvenilir çalışmalardan sayılmaktadır. Bonelli Malta adasına giderek orada konuşulan dili öğrendi ve Arapça ile olan ilgisi üzerinde durdu. Farsça bilgisini de yazdığı eserlerle kanıtlayan Bonelli bu dilde de özellikle lehçeler üzerine eğildi ve İtalya'ya eğitim için gelen Afgan subaylarla öğrencilerden faydalanarak Kâbil lehçesi üzerinde çalıştı. Çok iyi bildiği Türkçe ile İtalyanca arasında



sözlük çalışmalarını



Bunların



hızlandıran



I X + 359 sayfa). Türk hü-



dışında



başlıca



çalışmaları



Nazionale dei Lincei'nin m u h a b i r üyeli-



özetlerini çıkarmış ve çok önemli bazı



ğine seçildi. 1935'te yaş haddinden do-



konulara da t e m a s etmiştir. 1931-1932



layı emekli olduktan sonra bir süre de



I1894L s. 178-196). İki dilin karşılıklı te-



yıllarında Mısır'dan gelen bir davet üze-



Farsça okuttu. Devrinin en önemli Tür-



sirlerini inceleyen makale bu alandaki



rine, Kahire belediye arşivlerindeki Türk



kologları arasında sayılan Bonelli, ülke-



ilk ilmî çalışmadır. "Del Muhit o descri-



belgelerinin birer özetini hazırladı (/ fir-



sinde bu ilmin geleneksel bir k o n u m a



zione dei mari delle İndie dell'ammiraglio turco Sidi Ali detto Kiatib-i R u m " (Ren-



sahip çıktılar. Bunlar Roma'da bir Fran-



mam turchi inuiati dalla Sublime Porta aile autorita egiziane dall'anno 1597 al 1904 e corıservati negli archiui pubblici del Cario). Fakat eserin neşri kendi adıyla değil bir başka ad altında gerçekleşti; b u n u n üzerine ilim âleminde benzerine çok az rastlanan bu ilmî korsanlık hakkında çok sert bir yazı yazdı (Orien-



sisken manastırı ve ilmî çalışma merke-



te Moderrıo, XV [19351, s. 42-44).



sahip olmasına yol açmış, kendisinden sonra da Alessio Bombaci'nin yetişmesini sağlamıştır. Seksen iki yaşında Napoli'de, o k u m a k t a n artık göremez bir dur u m d a iken öldü. Kitaplarına ve notlarına din adamları



zi olan Antoniana'ya getirildi. Kitap ve



Arap dilini çok iyi öğrenen Bonelli ül-



ayrı basımlar düzenli olarak fişlendi; not-



kesindeki Kur'an çalışmalarına bir yeni-



ları ve kendisine gelen mektupların bu-



sini kattı ve Milano'da bulunan Hoepli



lunduğu dosyalar kutulara konuldu. 1983



Yayınevi'nin teşvikiyle Kur'an'm metnini



yılında G. E. Carretto kutulanan bu mal-



ve tercümesini yayımladı (II Corano. Tes-



zeme hakkında tanıtıcı bilgi vermiştir



("Sapere e Potere. L'lstituto per l'Orien-



to arabo con tavole di concordanze per la diuisione in uersetti e un indice anali-



te 1 9 2 1 - 1 9 4 3 " , Annali



tico, Milano 1937, 343 + 108 sayfa; II Co-



liari, IX, 21 1-230).



rano. Nuova uersione letterale Italiana, con prefazione e note critico-illustratiue,



della Facolta di Scienze Politiche deü'CJniversita di CagEserleri. Olağan üstü bir dil ö ğ r e n m e



Milano 1929, XXI + 524 sayfa). Metne çok



yeteneğine ve çok kuvvetli bir hâfızaya



fazla sadık kalınarak yapılan bu tercü-



sahip olan Bonelli Türkçe'yi güzel konu-



m e üzerine tanınmış Arapça uzmanı C.



şur, Napoli Limanînın rıhtımında gördü-



A. Nallino uzun bir eleştiri yazdı. Bura-



diconti del Reale Accademia



dei Lincei,



serie V, III [1894), s. 751-777); "Ancora del M u h i t o descrizione dei mari delle indie deH'ammiraglio turco Sidi Ali detto Kiatib-i Rum" (aynı dergi, IV [1895], s. 36-51). Bu iki makalesiyle Şeydi Ali Reis'in Kitâ-



bü'l-Muhît'im ilim âlemine tanıtmıştır. "Della iterazione in turco volgare" (Giornale della Societa Asiatica Italiana, X I I I [1900], s. 175-201); "Locuzioni proverbiali del turco volgare" (Keleti Szemle, I [19001, 308-322); "Voci del dialetto turco di Trebisonda" (aynı dergi, III [1902], s. 55-72); "Appunti grammaticali e lessicali di turco volgare" (Actes du XII Congres International des Orientalistes, R o m a 1902, II, 285401); "Della lingua e letteratura turca contemporanea" (Atti del R. Istituto Veneto di Scienze, Lettere ed Arti, serie VII, III [1892[, s. 1455-1477); "La moderna letteratura o t t o m a n a " ( Bessarione, serie VII-2, IV [1903], s. 48-60); "Del Poeta na-



282



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOPAL turco M e h m e d Emin" (Annuario del R. Istituto Orientale di Napoli



zionalista



püskürtmüş, daha sonra da yardım ama-



hususunda m u v a f a k a t aldı ve 1926'da



cıyla girdikleri ülkeyi istilâ eden Mara-



t a h t t a n çekildi. Aligarh İslâm Üniversi-



1919-1920, Napoli 1920, s. 39-45); "Gli talar'ı dışarı atmıştır (1807). Aynı yıl Ha-



tesi'nde tahsil görmüş aydın bir kişi olan



studi turcologici in İtalia" (II libro italiano



y â t M u h a m m e d Han'ın ö l ü m ü üzerine



M u h a m m e d Hamîdullah Han (ö. 1960),



nel mondo, I 119401); "Di una cronaca turca del 1S00" (Rendiconti della Reale Accademia Nazionale dei Lincei, serie V, I X



oğlu Gavs M u h a m m e d Han (1807/1816)



1946'da Hindistan Millî Kongresi ile Mu-



nevvâb unvanını almışsa da gerçek hâ-



h a m m e d Ali Cinnah tarafından yönetilen



kimiyet ve devlet idaresi yine Vezir Mu-



Müslüman Birliği arasında anlaşma sağ-



[1900], s. 423-455).



h a m m e d Han'da kalmış ve Vezir Mu-



layarak



h a m m e d Han devamlı mücadeleleri so-



önemli bir hizmet ifa etmiştir. 1947'de



BİBLİYOGRAFYA:



Hindistan'ın



siyasî



hayatında



OM,



n u n d a Bopal'e eski itibar ve gücünü ka-



Hindistan ve Pakistan devletleri kurul-



X X V I I / 1 - 3 (1947), s. 51-55; a.mlf., " L u i g i Bo-



zandırarak kaybedilen yerlerin de çoğu-



d u ğ u n d a Bopal önceleri Haydarâbâd gi-



degli



nu geri almaya m u v a f f a k olmuştur. Ve-



bi kendi idaresini elinde bulundurdu ise



XI, R o m a 1969, s. 7 6 2 - 7 6 3 ; E. Rossi,



zir M u h a m m e d Han'ın elli bir yaşında



de 1949'da Hindistan Birliği'ne katıldı.



iken ö l ü m ü (1816) üzerine yerine Gavs



1952'de nevvâblık idaresine son verildi;



A. Bombaci, " L u i g i B o n e l l i 1865-1947", n e l l i 1 8 6 5 - 1 9 4 7 " , Dizionario



Italiani,



Biografico



" L u i g i B o n e l l i 1 8 6 5 - 1 9 4 7 " , RSO,



XXII (1947),



s. 163-165; Necîb el-Akîki, el-Müsteşrikûn,



Ka-



hire 1980, I, 429. r—ı TTL M A H M U T H .



F



L



BONNEVAL A H M E D PAŞA (bk. HUMBARACI AHMED PAŞA).



r



L



ŞAKİROĞLU



J n



BOPAL



M u h a m m e d Han'ın kızı Kudsiyye Begüm



1956'da da Bopal bölgesi Medya Pra-



ile evli olan oğlu Nezîr M u h a m m e d nev-



deş eyaleti ile birleştirilerek Bopal şehri



vâb oldu (1816-1818). Nezîr M u h a m m e d



bu eyaletin merkezi haline getirildi.



Han devrinde İngilizler'le anlaşma yapıl-



BİBLİYOGRAFYA:



mış ve bu anlaşma Bopal Devleti'nin top-



A Pilgrimage



kandar



şı verilen mücadelede tesirini göster-



borne), London



miştir. 1820'de Nezîr M u h a m m e d Han ölünce karısı Kudsiyye Begüm "nevvâbe"



XVIII. yüzyıl başlarında kurulup 1952'ye kadar Hindistan yarımadasında h ü k ü m süren müslüman devlet.



to Mecca



raklarının korunmasında Pindârîler'e kar-



Begâm



cul-ikbâl



of Bhopâl



1 8 7 0 ; Ş a h Cihan B e g ü m ,



Târîh-i



Riyâset-i



Bhopâl,



7a-



Kanpûr



1 2 8 9 - 9 0 / 1 8 7 3 ; " a.mlf., The History



of



Bopal



(trc. H. C. Barstow), Calcutta 1 8 7 6 ; Cihan Beg ü m , An Account



başkanlığı kadınların idaresine geçmiş



A b d ü s s a m e d Han), L o n d o n 1910-22, I-II; a.mlf.,



al-Hicab



of my Life (trc. C. H. P a y n e —



or Why Purdah



is Necessary,



ta 1 9 2 2 ; a.mlf., Hayât-ı



Kudsiyye B e g ü m ' d e n sonra



1845'te



Şâh



Calcut-



Cihânî,



Bombay



Begâmât-ı



1 9 2 6 ; V. Elif S a h i b e (Belkıs Begüm),



t a h t a çıkan kızı İskender Begüm, anne-



Bhopâl,



hüküm



si Kudsiyye Begüm ile başlayan kadın-



beyrî, Târîh-i Begâmât-ı



süren müslüman devletlerin Haydarâbâd



lar dönemini sürdürdü ve ölümüne (1868)



nizamlığından sonra en önemlisi olan



kadar nevvâbe olarak kaldı. Bu kadın



s. 5 0 2 ; B a ş m â b e y i n c i Lütfi Bey, Osmanlı



Bopal, Tiah bölgesinden (Pakistan) gelen



hükümdarlık geleneği, 1926'da Sultan



yının



Orakzai Afridîleri'nden Dost M u h a m m e d



Cihan Begüm'ün, oğlu M u h a m m e d Ha-



P. M e n o n , The Story



Hindistan'da son yüzyıllarda



Si-



sıfatıyla t a h t a oturdu ve böylece devletoldu.



J



by the Naıvıuâb



(trc. W i l l o u g h b y - O s -



Han tarafından kurulmuştur. Dost Mu-



mîdullah Han'ın lehine t a h t t a n çekilme-



h a m m e d 1708'de otuz dört yaşlarında



sine kadar sürmüştür. Anlaşmalarla İn-



Lahore 1 9 1 2 ; M u h a m m e d



Bhopâl,



E. Edvvardes, A Catalogue



ted Books Son



Indian



Bopal



States,



Palaces,



Prin-



London 1922,



Sara-



İstanbul, ts., s. 2 2 9 - 2 3 0 ; V.



of the Integration



of the



Calcutta 1956, s. 304-306, ayrı-



ca bk. İ n d e k s ; M. E d w a r d e s , Indian



and



1919;



of the Persian



in the British Museum, Günleri,



E m î n Zü-



Tempels



L o n d o n 1964, s. 25-36; Halit Zi-



iken Delhi şehrine giderek Bâbürlü İm-



gilizler'e bağlı kalan İskender Begüm öl-



ya Uşaklıgil, Saray



paratoru I. Bahadır Şah'tan hizmetleri-



d ü ğ ü z a m a n arkasında ziraat ve asker-



3 4 1 - 3 4 2 ; Bahriye Oçok, " H i n d i s t a n ' d a



ne karşılık olmak üzere Berâsiye bölge-



lik alanında yapılmış birçok reform bı-



D e v l e t i ' n d e Bir N a i b e v e 3 K a d ı n



sinin idaresini almış, daha sonra da bu-



raktı. Onun döneminde dinî alanlarda



rada nevvâb'lığını ve istiklâlini ilân et-



da serbest düşünce hâkim kılınmış ve



miştir. Dost M u h a m m e d Han



kadınların sosyal hayata karışmasına ze-



1 9 7 3 ; D. M e n a n t , " Q u e l q u e s p a g e s d e l'his-



ö l d ü ğ ü n d e yerine oğlu Yâr M u h a m m e d



min hazırlanmıştır. İskender Begüm'ün



t o i r e d e B o p a l " , RMM,



Han (1740-1754) ve ondan sonra da Feyz



ö l ü m ü üzerine amcası Fevcdâr Muham-



2 8 8 ; U. Y a d u v a n s h ,



M u h a m m e d Han (1754-1777) nevvâb ol-



m e d Han'ın uzaktan idaresi altında kızı



dular. Muktedir birer h ü k ü m d a r olama-



Şah Cihan Begüm nevvâbe olarak tah-



t a n , " T h e B e g u m s of B o p a l " , History



yan bu iki kardeşten özellikle Feyz Mu-



ta geçti (1868). 18S5'te evlendiği kocası



X X X , L o n d o n 1980, s. 30-35; T. V. Arnold, "Bo-



hammed



p a l " , İA, II, 594-596; A. S. B a z m e e Ansari, "Bhö-



1740'ta



Han devrinde devlet idaresi



Bahşı Bâkî M u h a m m e d Han öldükten



t a m a m e n Hintli vezirlerin elinde kalmış



üç yıl sonra Şah Cihan Begüm Seyyid Sıd-



ve onların da idaresizliği yüzünden top-



dık Hasan Han ile evlendi ve Hasan Han



rakların yarısı kaybedilmiştir. Feyz Mu-



karısına vekâleten idareyi ö l ü m ü n e ka-



h a m m e d Han'ın ö l ü m ü üzerine nevvâb



dar elinde t u t t u (1890). Şah Cihan Be-



olan kardeşinin oğlu Hayât M u h a m m e d



g ü m 1 9 0 l ' d e öldü ve yerine geçen kızı



Han da yine idareyi Hintli vezirlere ema-



Sultan Cihan Begüm yirmi beş yıl hü-



net etmiş, ancak yeğeni Vezir Muham-



k ü m sürdü. Sosyal hayatta birçok re-



med Han devamlı surette onlarla mü-



formlar yapan Cihan Begüm bu arada



ve Ötesi,



d a r " , TTK Tebliğler edullah,



Sıddık



The Life Hasan



İstanbul 1965, s. Bopal



Hüküm-



VII (1972), I, 4 4 6 - 4 5 0 ; Saand



Khan



Works



Naıvıvab



of



Muhammed



of Bopal,



XV/9



Lahor



(1911), s. 228-



"Administrative



System



of B o p a l u n d e r N a w a b S i k a n d a r B e g ü m (18441868)", IC, X L I / 4 (1967), s. 203-232; A b i d a Sul-



Today,



p â l " , El 2 (İng.), I, 1195-1197. S



r



ENVER



KONUKÇU



BOPAL



1



Hindistan'da Medya Pradeş eyaletinin merkezi.



cadele ederek devletin daha fazla zayıf



Londra'ya ve İstanbul'a iki defa ziyaret-



Orta Hindistan'da Betva nehri yakı-



düşmesine engel olmuştur. Bu



arada



te b u l u n d u ; İstanbul'da II. Abdülhamid



nında, tabii manzarası ile ilgi çeken bir



Vezir M u h a m m e d Hah, devletin zayıflı-



ve V. M e h m e d Reşad'la görüştü. İngil-



yerde kurulmuştur. Başşehir Yeni Del-



ğından faydalanarak ülkeye hücum eden



tere'yi ikinci ziyaretinde nevvâblığın oğ-



hi'den gelerek Ucceyn ve Huşengâbâd



Pindârîler'i Maratalar'ın yardımıyla geri



lu M u h a m m e d Hamîdullah Han'a devri



yönünde güneye giden kara ve demir-



283



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOPAL yolu buradan geçer. Şindiya, Holkar ve Nersingher şehirleri ile komşudur. Bölgenin iklimi ılıman ve su kaynakları zengindir; Parbati ve Betva nehirleri de bu civardan doğar. Puhta Pul Talâo ve Berâ Talâo gibi göller şehrin çevresine tabii güzellik kazandırır. Önceleri Bopal İslâm Devleti'nin başşehri olan Bopal, 1956'dan sonra Medya Pradeş eyaletinin merkezi haline getirildi. Bölgenin diğer önemli şehirleri İslâmgerh, Ahta, Sehuro ve Raisen'dir. Nüfusu 1981 sayımına göre 671.018 olan Bopal'de halkın çoğunluğu müslümandır. Bopal bölgesinin en eski yerleşme merkezi Raisen'deki Bocpur olup Ganj'a güneyden karışan Betva nehrinin doğusunda yer alır. Paramara Rajputiarı'ndan Raca Boc'un XI. yüzyılda inşa ettirdiği büyük Şiva Tapınağı'nın kalıntıları bugüne kadar gelmiştir. Yine bu civarda Cayna azizlerinden Adinatha'nm büyük bir heykeli ve tapınağı bulunmaktadır. Bopal şehri 1728'de, devletin de bânisi olan Dost Muhammed Han tarafından kurulmuştur. Sonradan Dost Muhammed, şehri dış tehlikelere karşı korumak gayesiyle Hintli eşi Feth Bîbî'nin adını verdiği Fetihgerh Kalesi'ni inşa ettirmiştir. Bugün şehrin bu bölümü Şehr-i Hâs adıyla anılmakta ve şehrin diğer önemli iki bölgesine de Cihangirâbâd ve Ahmedâbâd denilmektedir. Daha önce İslâmnagar'da oturan nevvâb Feyz Muh a m m e d Han başşehri Bopal'e nakletmiştir. Şehir Pindârî istilâsı sırasında harap olmuş ise de Nezîr Muhammed Han tarafından kısa süren hükümdarlığı döneminde (1816-1818) imar edilerek eski canlılığına kavuşturulmuştur. Şehrin en önemli yapıları Tac Mahal Sarayı ile yanındaki Tâcü'l-mesâcid adlı büyük camidir. Kırmızı ve mor kesme taşlardan yapılmış gayet ince ve yüksek minareleriyle Kudsiyye Begüm Camii de



Hint-İslâm mimarisinin en güzel eserlerindendir. İskender Begüm, Şah Cihan Begüm ve Sultan Cihan Begüm dönemlerinde şehirde yol inşası ve ışıklandırma gibi imar hizmetleri yapılmış ve kültür hayatı da bu begümlerin himayesinde büyük gelişmeler kaydetmiştir. Bopal tarihi boyunca İslâmî ilimlerin öğretildiği önemli bir merkez olarak tanınmıştır. 1947'de Hindistan'ın istiklâline kavuşması üzerine kurulan eyaletlerden Orta Hindistan'daki Medya Pradeş'te ve Bopal'de İslâmî eğitim faaliyetinin sona ermesinden korkulmuşsa da o zaman Bopal Devleti'nin kadısı ve Bopal'deki Câmia-i Ahmediyye'nin rektörü olan Seyyid Süleyman Nedvî'nin idaresinde Dârülulûm Medresesi'nin kuruluşu müslümanların ümitlerini canlandırmıştır. Dârülulûm'un kuruluşunda Bopal'deki Tâcü'l-mesâcid camiinin imamı Mevlânâ Muhammed İmrân Han Nedvî'nin de çok gayretleri olmuştur. İslâmî ilimlerin öğretilmesindeki sistem bakımından Leknev'deki Nedvetülulemâ modeline benzeyen Dârülulûm ile Câmia-i Ahmediyye daha çok dinî eğitim merkezleridir. Bugün aralarında müzik akademisinin de bulunduğu on beş yüksek okul, 1970'te kurulmuş olan Bopal Üniversitesi'nin bölümlerini teşkil etmektedir. Bopal önemli kara ve hava yolları üzerindedir. Üretime yönelik sanayinin geliştiği şehirde çırçır, dokuma ve kumaş boyama, transformatör, demiryolu makasları, çekme motoru, elektrik malzemeleri, spor aletleri, kibrit vb. fabrika ve imalâthaneleri bulunmaktadır. Haşere mücadelesi için ilâç üreten Union Carbide Corporation'ın (ABD) depolarının 3 Aralık 1984'te gaz kaçırması üzerine meydana gelen dünyanın en büyük kimyevî madde kazasında 3600 Bopalli ölm ü ş ve 50.000 kişi de hasta olmuştur.



jütar



/Be»"! G



u c e r â



t



Pradeş



Canj



— ,



Yenge^dönençeşi . .



BOPAL | M e d y a P r ia d e ş



S



H



l



İ N "D İ S T A



M a h a;r a ş t r a







F



C



; o* AndraIPradeş



Bopal, tabii güzellikleri ve tarihî yöreleriyle Hindistan'ın turist çeken en önemli merkezlerinden biridir. BİBLİYOGRAFYA:



İmperial Gazetteer of India, Oxford 1908, VIII, 142-145; Abul Hasan Ali Nadwi, Muslims in India (trc. M o h a m m a d Asif Kidwai), Lucknow, ts. (Academy of Islamic Research and Puplications), s. 94, 95; V. P. Menon, The Story of Integratlon of the Indian States, Calcutta 1956, s. 304-306; Abdul Hai, India During Müslim Rule, Lucknow 1977, s. 71-72; S. Israel - B. Grevval, India, Singapore 1985, s. 149-151; "Bhopâl", İA, II, 596; A. S. Bazmee Ansari, "Bopal", El 2 (İng.), I, 1196-1197. ENVER KONUKÇU



r



L



B O R A Z Â N Î ALİ D E D E M E S C İ D İ ve T Ü R B E S İ Rodos'ta XVI. yüzyılda kurulmuş Gülşenî tekkesini meydana getiren mescid, türbe ve meşrutadan ibaret küçük bir külliye. Kanûnî'nin 1522 Rodos seferinde bo-



razancıbaşı olan Ali Dede, aynı zamanda Gülşeniyye'nin kurucusu İbrâhim Gülşenî'nin halifelerinden Abdi Halife'nin dervişlerindendi. Rodos'un fethinden sonra padişahın izniyle buraya yerleşerek Halvetiyye'nin Gülşeniyye şubesine bağlı bir tekke açtı. Rodos'ta Kaleiçi'nde OmiBorazânî Ali Dede Mescidi'nin yan duvar ve minaresi ile çatısı çökmüş olan türbesinin ön cephesi Rodos / Yunanistan



riu sokağında küçük bir külliye halinde düzenlenmiş bulunan yapılar, avlu içindeki bir mescid, bir türbe ve bir meşrutadan meydana gelmektedir. Ali Dede ilk dergâhını, Diocletianus zamanında (284307) öldürüldüğüne inanılan Azize Kyriaki'ye ithaf edilmiş XIV. yüzyıla ait bir kilisenin yanında yer alan bir evde kur-



284



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU muştu. Bu küçük kilise fetihten sonra bir minare eklenerek camiye çevrilince Ali Dede de tekkesini buraya nakletmiştir. Daha sonra halk buraya Alaca Tekke veya Borazânî Ali Baba Mescidi demeye başlamış ve bu isim caminin adı haline gelmiştir. Kesme taştan yapılmış üzeri beşik tonozlu, tek kapılı ve alçak pencereli bina mahallî üslûbun tipik bir örneğidir. Sol taraftaki minareye yuvarlak kemerli bir kapı ile dışarıdan girilir. Bütün Rodos'taki benzerlerinde olduğu gibi klasik özellikte olan minare, kare bir temel kaideye oturan sekiz cepheli bir pabuç kısmı üzerinde yükselir. Üçgenli örgülerle esas silindirik gövdeye geçilen tek şerefeli ve kısa olan bu minarenin konik külâhı da taştandır. Günümüzde alemi düşmüşse de minare nisbeten iyi bir durumdadır. Mescidin kapısı üstünde mermerden çift sütun üzerine on satır halinde ta'lik hattıyla yazılmış tamir kitâbesi bulunmaktadır. Feyzî mahlaslı bir şairin yazdığı kitâbe metnine göre harap olan tekke, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd Valisi Kayserili Ahmed Paşa tarafından kendi parasıyla 1287'de (1870-71) tamir ettirilmiştir. Mescidin sol duvarına bitişik olan türbe tamamen müstakildir. Yapı malzemesi ve üslûbu minare ile hiçbir benzerlik göstermez. Küçük, kare planlı, üzeri ahşap çatılı ve biri yanda olmak üzere iki pencerelidir. Ahşap sandukanın etrafı demir bir şebeke ile çevrilidir. Türbenin giriş kapısı üzerinde dört satırlık mermer bir kitâbe vardır. Yazı tarzı mescidinkiyle aynı özellikler taşıyan bu kitâbenin metni şöyledir: "Tarîkat-ı Aliyye-i Gülşenî mürşidânından Boruzen Ali Baba Fâtih Sultan Süleyman Hazretleri'yle fî 20 Receb 928'de [15 Haziran 1522] birlikte gelip fî 5 Saferü'l-hayr 929 [24 Aralık 1522] tarihinde Rodos'un fethinde bulunup fetihten sonra Rodos'ta ihtiyâr-ı ikâmet eylemiş, irşad ile imrâr-ı vakt ederek irtihal etmiştir. Rahmetullâhi aleyh". Burada dikkati çeken önemli husus, kitâbenin hangi tarihte konulduğunun belli olmayışıdır. Ancak her iki kitâbe tipik XIX. yüzyıl eseri özellikleri göstermektedir. Bu da Ahmed Paşa'nın mescidi tamir ettirirken Borazânî Ali Dede'nm türbesini de yaptırdığını gösterir. Zira türbenin inşaat malzeme ve tekniği XIX. yüzyıl özelliğini taşımaktadır. Ayrıca Borazânî Ali Dede'nin sandukasının baş ve ayak taşları da yoktur. Çevrede



yapılan araştırmalarda XVI. yüzyıla ait bir mezar taşı veya kitâbe parçası da bulunamamıştır. Büyük bir ihtimalle buradaki taşsız mezarın üzerine Ahmed Paşa bu türbeyi tamamen bir makam olarak inşa ettirmiştir. Omiriu sokağındaki dar girişten mescide kadar olan yer döşemesi tipik Rodos işi motiflidir. Bu küçük külliyenin bugünkü durumu ise içler acısıdır. Türbenin çatısı çökmüş, sanduka da yer yer parçalanmıştır. Ardiye olarak kullanılan cami harimi de çok bakımsız ve arka bahçesi çöplük görünümündedir. Çökerek yok olmaya terkedildiği anlaşılan cami ve türbenin kurtarılması, Rodos'ta henüz ayakta duran bir fetih eserinin ihyası mânasını taşıdığından önemlidir. BİBLİYOGRAFYA: Peçuylu İbrâhim, Târih, 1, 58, 59; Sicili-i Osmânî, 1, 304; Celâlettin Rodoslu, Rodos ue İstanköy Adalarında Gömülü Tarihî Simalar, Ankara 1945, s. 31-33; Zeki Çelikkol. Rodos'taki Türk Eserleri ue Tarihçe, Ankara 1986, s. 59; H. Balduccı, Rodos'ta Türk Mimarisi (trc. Celâlettin Rodoslu), Ankara 1987, s. 67-68; Esin Yücel-Turnalı, "Rodos ve Bir T ü r k Eseri, Borazan! Ali D e d e Mescidi ve Türbesi", TTOK Belleteni, sayı 8 0 / 3 5 9 (1992), s. 36-40. S



r



ESIN YÜCEL -TURNALI



BORÇ Kişileri b i r b i r l e r i n e k a r ş ı bir şey y a p m a k y a h u t v e r m e k l e y ü k ü m l ü k ı l a n h u k u k î ilişki v e y a b u ilişkinin d o ğ u r d u ğ u y ü k ü m l ü l ü k a n l a m ı n d a kullanılan h u k u k terimi.



Tarifi. Borç terimi Türkçe'de birbirinden farklı üç mânada kullanılmaktadır. En geniş kapsamıyla borç (veya borç ilişkisi), iki veya daha fazla kişi arasında birini diğerine veya her ikisini birbirine karşı bir edimde (edâ) bulunmakla yükümlü kılan hukukî bağdır. Sadece bir tarafın edimde bulunmakla yükümlü olduğu borç ilişkisine tek taraflı, her iki tarafın yükümlü olduğu borç ilişkisine de iki taraflı borç denir. Meceüe'nin 262. maddesinde konu edinilen borç bu anlamda kullanılmıştır. Daha dar mânada borç, taraflardan yalnız birisinin diğerine karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu şeyi yani edimi ifade eder. Mecelle' nin 657. maddesindeki borç terimi de bu anlamdadır. Bu edim, herhangi bir şeyi yapma veya verme şeklinde müsbet olabileceği gibi yapmaktan kaçınma şeklinde menfi de olabilir. En dar mânasıyla borç ise para borçlarını ifade et-



mektedir (Mecelle, md. 32, 252); kelime Türkçe'de daha çok bu anlamda kullanılır (para borçlarının özel bir türü olan ödünç alma ve vermeyle ilgili olarak bk. KARZ).



En geniş mânasını da içine almak üzere Arapça'da borç kavramını ifade eden yerleşmiş bir terim yoktur. Çağdaş hukukçular bu anlamda mûceb, iltizâm, teklîf, taahhüd, vecîbe, vâcib veya deyn kelimelerini tercih etmektedirler. Yalnız deyn genel olarak "borç" mânasına geldiği ve aynı kökten türeyen dâin "alacaklı", medîn ve medyûn da "borçlu" anlamını taşıdığı gibi özel olarak zimmette mevcut para ve mislî eşya borçlarını da ifade etmekte (Mecelle, md. 158) ve aynın zıddı olarak kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra "borçlu" anlamında mültezim, "alacaklı" anlamında mültezemün leh ve tâlib (Mecelle, md. 644) kelimeleri de literatürde yer almaktadır. Meseleci (kazuistik) bir metotla teşekkül edip gelişen İslâm hukukunda bütün borç nevilerini içine alan genel bir nazariye mevcut olmadığından borcun tarifi, unsurları, kaynakları, çeşitleri, sonuçları ve sona ermesi hakkında klasik fıkıh kitaplarında müstakil bir bölüm ve toplu bir bilgi bulmak mümkün değildir. Söz konusu bilgiler usul ve fürû kitaplarının başta "Kitâbü'l-Büyû c " olmak üzere çeşitli bölümlerine dağılmış durumdadır. Fakat yine de bu bölümlerden İslâm hukukunda borç nazariyesinin genel esaslarını çıkarmak mümkündür. Unsurları. Borcun unsurları borcun tarafları, konusu ve sebebi olmak üzere üç kısımdan oluşur. Borcun tarafları, edimi yerine getirmekle yükümlü olan borçlu ile kendisine karşı bir edimde bulunulacak olan alacaklıdır. İki taraflı akidlerde borcun tarafları birbirlerine karşı hem alacaklı hem de borçludur. Taraflar tek kişi olabileceği gibi ortak borçlarda görüldüğü üzere birden fazla da olabilir. Borcun teşekkülü anında tarafların mevcut olması ve bilinmesi gereklidir. Fakat alenî mükâfat vaadinde, benzeri bir kurum olan cuâle*de olduğu gibi, bazan alacaklının başlangıçta bilinmemesi mümkündür. Ancak her hâlükârda borcun edâsına hak kazanıldığı anda hak sahibinin bilinmesi gerekir. Borç ilişkisinde yapılması gereken fiile (edim) borcun konusu denir. Bu edim ya para veya mislî eşya borcunun ödenmesi (deyn edimi) veya muayyen bir malın teslimi (ayn edimi) yahut da bir işin yapılması (iş edimi) şeklinde olabilir. Bu üç



285



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU olumludur.



ya yapmayı t a a h h ü t eden şahsın bu ta-



bulunmadan ölmesi halinde vasiyet edi-



Borcun konusunun belli bir işi yapmak-



a h h ü d ü (iltizam), kendisi ölmedikçe ve-



len mal doğrudan o kimsenin terekesi-



t a n kaçınma şeklinde olumsuz olması



ya iflâs etmedikçe bağlayıcıdır. Aynı şe-



ne girer. Mirasçılarının söz konusu ma-



da m ü m k ü n d ü r . Vedîa veya rehin olarak



kilde herhangi bir vaadde bulunan kim-



lı kabul ettiklerini belirtmeleri gerek-



bırakılan mala vedîa veya rehin alanın



se bu vaadi bir sebebe dayanıyor ve va-



mediği gibi reddetmelerinin de hukukî



dokunmaması, dolaylı olumsuz bir edim



ad edilen kimseye de bir külfet yüklü-



bir sonucu yoktur. Borç doğurmamak-



şeklinde yorumlanabilir. Açık artırmalar-



yorsa bağlayıcıdır ve yerine getirilmesi



la birlikte tek taraflı irade beyanı ile te-



da kişinin belli bir meblağ karşılığında



gereklidir; cuâle bunun



şekkül eden ibrâ, âriyet ve bazı haller-



artırmaya pey sürmekten kaçınması ve-



birini teşkil eder. Burada kaçak köle-



de hibe gibi başka hukukî işlemler de



ya bir tâcirin diğeriyle dükkânının yanı-



sini veya hayvanını yakalayana ödül va-



vardır. Bütün bu örnekler tek taraflı ira-



na aynı türden bir iş yeri açmaması için



ad eden kimse, işin görülmesi durumun-



de beyanının İslâm hukukunda oldukça



anlaşması şeklindeki doğrudan olumsuz



da vaad edileni ödemek zorundadır. Cu-



geniş bir uygulama alanına sahip oldu-



bir edimin akid konusu olup olamaya-



âlede ödül üzerine kaçak köleyi veya hay-



ğ u n u ortaya koymaktadır.



cağı tartışmalıdır. Hanefîler'e göre bu



vanı yakalayanın zımnî kabulünden, do-



b) Akid. Tarafların irade beyanlarının



şekilde doğrudan olumsuz bir edimin



layısıyla zımnî bir akidden bahsedilebilir-



bir araya gelmesiyle teşekkül eden ve



akdin konusu olması m ü m k ü n değildir.



se de vaad edilen işi yapanın bu vaad-



hukukî sonuç doğurucu bir işlem olan



Mâlikîler ise doğrudan olumsuz bir edi-



den haberdar olmadığı durumlarda bor-



akid, hukuk tarihinde önceleri kayda de-



mi konu edinen akidleri belirli şartlarla



cun kaynağı t e k taraflı iradeden ibaret-



ğer bir borç kaynağı değilken bu tip hu-



geçerli sayarlar.



tir. Aynı örnekte Hanefîler vaad edilen



kukî işlemlerin çoğalması sonucu bor-



Borcun sebebi ise bortu doğuran ha-



mükâfatın değil nasla sabit olmuş be-



cun en önemli kaynaklarından birisi ha-



diseden ibarettir ki hukukçular bu an-



delin (40 d i r h e m ) ödenmesi gerektiğini



line gelmiştir. Mecelle



lamdaki sebebe borcun kaynağı demiş-



kabul ederler ki bu durumda borcun kay-



bir hususu iltizam ve t a a h h ü t etmeleri-



nağı tek taraflı irade olmaktan çıkmak-



dir ki icap ve kabulün irtibatından iba-



tadır.



rettir" (md. 103) şeklinde tarif etmekte-



şekilde de borcun konusu



lerdir. Kaynaklan. Genel bir borç nazariyesi-



örneklerinden



akdi, "Tarafeynin



dir. İslâm hukukunda akid serbestliğinin



nin bulunmayışının tabii sonucu olarak



Mâlikîler'in tek taraflı irade beyanını



İslâm hukukunda borcun kaynakları ko-



borç doğurucu olarak değerlendirmesi-



esas olduğunu söylemek m ü m k ü n d ü r .



nusunda yerleşmiş bir taksim mevcut



nin örneklerinden biri de icabın bağlayı-



Ancak hukukun temel kurallarına aykırı



değildir. Çağdaş İslâm



hukukçularının



cılığıdır. Diğer mezheplerde icapta bu-



olan (meselâ faize dayalı olan) veya hu-



bir kısmı, İslâm hukuku açısından bor-



lunan kabule kadar ondan dönebildiği



kukça yasaklanan bir işi veya maddeyi



cun kaynaklarını -Alman medenî kanu-



halde (Mecelle, md. 183) Mâlikîler'de akid



konu edinen (meselâ şarap satımı) akid-



nunda da olduğu gibi- ikiye ayırmanın



meclisi devam ettiği sürece icaptan dö-



ler yasaktır. Bu kuralın uygulanmasın-



uygun olacağını savunmuştur. Bunlara



nülemez.



da ve yasak kapsamına giren akidler ko-



göre borcun kaynakları hukukî tasarruf



Öte yandan bazı hukuk sistemlerinde



ve hukukî vâkıadan ibarettir (Senhûrî, 1,



iki taraflı irade beyanı ile gerçekleşen



67-69; Zerkâ, III, 101). Burada hukukî ta-



ve borç doğuran bir grup hukukî işlem



sarruf kapsamına akid ve tek taraflı ira-



vardır ki bunlar İslâm hukukunda tek



de, hukukî vâkıa kapsamına da başlıca



taraflı irade beyanı ile gerçekleşmekte-



nusunda hukukçular arasında farklı görüşlere rastlanmaktadır. Bununla birlikte geçerli olarak kurulan akidlerin taraflardan birisi veya her ikisi için borç doğurduğu şüphesizdir (bk. AKÎD).



öldürme ve yaralama, hırsızlık, yol kes-



dir. Bu tip işlemler için kefalet, vakıf ve



c) Haksız İktisap. İslâm hukukunda hak-



me, itlâf, gasp, gerekmeyeni verme ve



vasiyet örnek olarak gösterilebilir. Ha-



sız iktisabın genel bir borç kaynağı ol-



sebepsiz zenginleşme girmektedir. Ben-



nefîler'in dışındaki mezheplere göre ke-



d u ğ u açıkça belirtilmemiştir. Bu durum,



zer bir taksim, borcu doğurucu tasar-



filin tek taraflı irade beyanı kefaletin te-



söz konusu hukukun u m u m i bir borç



rufların sözlü tasarruflar ve fiilî tasar-



şekkülü için yeterlidir; kefil olduğunu



nazariyesine sahip olmayışının tabii so-



ruflar olarak ikiye ayırılması



şeklinde



belirttiği andan itibaren borcu garanti



nucudur. Bununla birlikte münferit hak-



klasik İslâm hukukunda da görülmek-



etmiş olur. Bunun için alacaklıların ka-



sız iktisap hallerinden birçoğunun iade



tedir (Mahmesânî, I, 33). Diğer bazı İslâm



bulüne ihtiyaç yoktur. Ebû Yûsuf'un bir



veya tazmin borcu doğurduğu görülmek-



hukukçuları ise yaşadıkları ülkelerde yü-



görüşü bu yöndedir ve Mecelle'de



de



tedir. Esasen haksız iktisabın genel bir



rürlükte bulunan h u k u k sisteminin et-



bu görüş kabul edilmiştir (md. 621). Va-



borç kaynağı olarak ancak son zaman-



kisiyle daha ayrıntılı bir ayırım yapmış



kıf da vakfedenin tek taraflı irade beya-



larda borçlar hukukuna girebildiği, me-



ve borcun kaynaklarını tek taraflı huku-



nıyla kurulur. Hanefîler'de vakıftan fay-



selâ Roma hukukunda belirli bazı hak-



kî işlem, akid, haksız iktisap, haksız fiil



dalanacak kimselerin bunu kabul edip



sız iktisap hallerinin borç doğurduğu ka-



ve kanun olmak üzere beşe ayırmışlar-



etmemesi vakfın kuruluşuna tesir et-



bul edildiği halde u m u m i bir borç sebe-



dır (meselâ bk. Mahmesânî, I, 30 vd.; Ka-



mez-, bunlar ister muayyen, ister fakir-



bi sayılmadığı göz önüne alınırsa bu du-



raman, II, 34). Burada bu beşli ayırım ter-



ler ve miskinler gibi gayri muayyen ol-



rumun hukukî hayattaki gelişmeye bağ-



cih edilmiştir.



sun sonuç değişmez. Gayri muayyen ki-



lı olarak ortaya çıktığı anlaşılır.



a) Tek Taraflı Hukukî İşlem. Mâlikî fa-



şilere olan vasiyette de vasiyeti yapanın



İslâm hukukunda iade veya tazmin



kihlerine göre tek taraflı irade beyanı,



tek taraflı irade beyanı vasiyetin teşek-



borcu doğuran haksız iktisap halleri çe-



Cermen hukukuna benzer bir şekilde



külü için yeterlidir. Hatta muayyen bir



şitlidir. 1. Borçlu olunduğu zannedilerek



u m u m i bir borç kaynağı oluşturmakta-



kimseye vasiyet yapılması



yapılan ö d e m e iade borcu doğurur. Da-



durumunda



dır. Meselâ aralarında herhangi bir akid



lehine vasiyet yapılan kimsenin



kabul



ha önce ödenen borcun yanlışlıkla ikinci



olmadan bir kimseye bir şey vermeyi ve-



veya red yönünde bir irade beyanında



defa ödenmesi veya asıl borçlu tarafın-



286



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU dan ödenen borcun kefil tarafından da ödenmesi bunun örneklerindendir. Bu durumda ikinci ödemeler iade edilir (Mürşidü'l-hayrârı, md. 203-204, 207). 2. Ecr-i misil ödenmesini gerekli kılan durumlarda bu ödeme haksız iktisabı korumama düşüncesiyle kabul edilmiştir. Bir ücret konuşulmadan çalışanın {Mecelle, md. 563; ayrıca m d . 437, 569), bir vakıf nazırının, tarla kirasında ürün olgunlaşmadığı için tarlasını belirli bir süre geç teslim alan mal sahibinin (Mecelle, md. 526, ayrıca md. 480), fâsit kira akidlerinde yine mal sahibinin (Mecelle, md. 568; ayrıca md. 441) ecr-i misle hak kazanması bunun örneklerindendir. 3. Karışma ve birleşme hali. Toprak kayması sonucu iki bahçenin birleşmesi, değerli bir şeyin tavuk ve benzeri bir hayvan tarafından yutulması gibi örneklerde değeri çok olanın az olana bir bedel karşılığında sahip olması (Mecelle, md. 902), bu olayların haksız iktisap teşkil etmesi sebebiyledir. 4. Kişinin kendi hakkını korumak veya ona ulaşmak için başkası adına zarureten yapmış olduğu ödemeler, ödeyen kimse lehine bir alacak hakkı doğurur ve teberru teşkil etmez. Meselâ bir mirasçı terekedeki hissesini almak için miras bırakanın borcunu ödese, ödediği bu miktar için terekeye rücû eder. Ortaklaşa sahip oldukları bir evin yanması veya yıkılması halinde, alt kat sahibinin kaçınması sebebiyle üst kat sahibi her iki katı da inşa ettirse masrafları için alt kat sahibine rücû eder. Ortak borçlulardan birisi, diğer borçlunun kaybolması ( m e f k ü d * olması) durumunda vermiş oldukları rehini kurtarmak için borcun tamamını ödese diğer borçlu adına yapmış olduğu ödeme bağış sayılmaz. Ariyet verilen malın âriyet alan tarafından rehin edilmesi durumunda mal sahibi borcu ödeyerek malını rehinden kurtarabilir ve ödediği bu miktar için asıl borçluya rücû eder. Bu ve benzeri örnekler, zarureten ve teberru kastı taşımadan yapılan ödemelerin, haksız iktisap korunmadığı için, bir iade veya tazmin borcu doğurduğunu açıkça göstermektedir. S. Başkasının arsasına inşaat yapan veya ağaç diken kimsenin belirli şartlarla malzeme ve ağaç parasına hak kazanması veya belirli durumlarda arsa bedelini vererek ona sahip olması (Mecelle, md. 902, 906), haksız iktisabın borç doğurduğunun bir diğer örneğidir (ayrıca bk. GASP). 6. Bu konuda dikkate değer bir örnek de âriyet alman malın sahibinin rızâsı ile rehin olarak ve-



rilmesidir (rehnu 1-müsteâr). Bu şekilde rehin verilmiş bir malın alacaklıda kaybolması durumunda, rehin alanın hukuka aykırı bir fiili bulunmasa bile bu malın değeri oranında borç düşmüş olur. Âriyet esas itibariyle emanet sorumluluğu doğuran bir akiddir; bu sebeple malın kaybolduğu fakat hukuka aykırılığın bulunmadığı durumlarda âriyet alanın tazmin borcu yoktur. Ancak bu örnekte, âriyet aldığını rehin veren kimse, rehnedilen malın kaybolması sonucunda rehinin kuralları gereği bu malın değeri kadar borcundan kurtulmuş olduğundan, genel kurala uyarak âriyet alınan malı tazmin etmemesi kendisi bakımından bir sebepsiz zenginleşme teşkil etmektedir. Bundan dolayı düşen borcu kadar bir miktarı tazmin etmesi gerekir. Bütün bu örnekler haksız iktisap hallerinin genel olarak İslâm hukukunda korunmadığını ve borç doğurduğunu göstermektedir. Ancak bu hukukta her sebepsiz zenginleşme hali borç doğurmaz. Meselâ f u z û l f n i n tasarrufları genel olarak korunmamakta ve adına iş yaptığı kimse kabul etmedikçe bu tasarruf, lehine iş yapılan kimse için sebepsiz zenginleşme de teşkil etse borç doğurmamaktadır. d) Haksız Fiil. Haksız fiillerin İslâm hukukunda bir borç kaynağı teşkil ettiği bilinmektedir. Esasen haksız fiiller bütün hukuk sistemlerinde borcun en yaygın kaynakları arasında yer almış ve hukuk tarihinde ilk defa ortaya çıkan borç sebeplerinden biri sayılmıştır. İslâm hukuku İngiliz hukukuna benzer bir şekilde haksız fiil çeşitlerini ayrı ayrı düzenlemiş, hepsini içine alan genel bir haksız fiil nazariyesi halinde onları birleştirmemiştir. Umumi bir haksız fiil nazariyesine sahip bulunan hukuk sistemlerinde de bugün birçok özel haksız fiil türü ayrıca düzenlenmektedir. Haksız fiil ve onun doğurduğu zarar şahsa veya mala yönelik olabilir. Şahsa yönelik haksız fiillerden öldürme ve yaralamalar, şartlan gerçekleşmişse kısas ile cezalandırılır; gerçekleşmemişse mağdura veya yakınlarına diyet ödenir. Mağdurun veya ölmüşse yakınlarından birinin kısas uygulanmasından vazgeçmesi halinde yine diyet ödenir. Haksız fiiller kısas ile cezalandırılmışa misil ceza uygulandığı için ayrıca bir de tazminat ödenmez. Fakat kısas değil de diyet uygulanmışsa yapılan ödemede bir tazminat karakterinin var olduğunu söylemek ge-



rekir. Ödenen miktar çok defa sabittir-, mağdurun şahsına göre sübjektif olarak değil haksız fiilin yöneldiği organa göre objektif olarak belirlenir. Ölüm halinde herkes için eşit ve sabit bir miktar söz konusudur. Bu meblağ para cezalarında olduğu gibi mağdura veya yakınlarına ödenir. Ayrıca aynı cinsten birkaç haksız fiilin vâki olması durumunda her fiil için ayrı diyet ödenir. Bu yönleriyle diyette tazminat karakteri ağır basmaktadır. Öte yandan bu diyet çeşitlerinden h ü k û m e t - i a d P d e sabit bir bedel değil, meydana gelen zarara göre değişebilen bir meblağa hükmetme imkânı mevcut olduğundan tazminat özelliği daha açık bir biçimde görülmektedir. Ayrıca Ebû Yûsuf'a göre geride bir iz bırakan yaralamaların yanı sıra bırakmayanlarda da tedavi masraflarının ödenmesi (maddî tazminat), İmam Muhammed'e göre ise çekilen elem ve sıkıntıların dahi tazmin edilmesi (manevî tazminat) gerekir. Yine yaralamalarda mağdurun nafakasının yaralayan tarafından temini de bazı hukukçularca kabul edilmiştir. Burada da belirli ölçüde bir tazminat mânası vardır. Şahsa yönelik haksız fiillerden ırza geçme ve iftirada failin cezaî sorumluluğu kabul edilmiş, fakat meydana gelen zararın mal ile takdir ve tazmin edilebilen türden olmadığı gerekçesiyle ayrıca bir tazminata hükmedilmesi cihetine gidilmemiştir. Bununla beraber ırza geçme durumunda mağdura mehir adıyla da olsa belirli bir para veya malın verilmesi gerektiğini ileri süren hukukçular da olmuştur (İmam



Şâfiî ve Mâlik gibi). Bu ödemede de bir tazminat karakterinin mevcut olduğu görülmektedir. Mala yönelik haksız fiillere gelince, bunlardan hırsızlık fiilinde failin cezalandırılmasının yanı sıra çaldığı malı iade veya tazminle yükümlü olup olmadığı konusunda mezhepler farklı görüşlere sahiptir. Çalınan mal hırsızın elinde mevcutsa iade edileceğinde tereddüt yoktur. Mal hırsızın elinden çıkmışsa İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre değerini tazmin eder. Hânefîler'e göre hırsıza had cezası uygulanmışsa ayrıca malı tazmin etmesi gerekmez. Herhangi bir sebeple haddin uygulanmadığı durumlarda ise çalınan malın tazmin edilmesi lâzımdır. Mala yönelik haksız fiillerden bir diğeri olan gasp yoluyla meydana gelen hukukî sorumluluk (dâmânü'l-gasb), İslâm hukukunda en ağır sorumluluk türünü oluşturur. Buna göre gasba mâruz



287



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU rarın, hem de m a h r u m kalınan veya ka-



kalan mal mevcutsa iade, zayi olmuşsa



Haksız fiil nevilerini teker teker dü-



t a z m i n edilmek zorundadır; ister bu za-



zenleyen İslâm hukuku, bütün haksız fiil



lınması muhtemel bulunan



yi oluş zelzele, yangın gibi mücbir bir



çeşitlerini içine alan genel prensipler de



tazmini söz konusudur. Sadece bedelin



sebeple olsun, isjtet gâsıp malın her ha-



koymuştur. Meselâ, "Zarar ve mukabe-



değil aslın ödendiği belirli durumlarda



lükârda zayi olacağını ispat etmiş bu-



le bi'z-zarar yoktur" (Mecelle, m d . 19);



bile ( m e s e l â g a s p ) menfaatin tazminini



lunsun sonuç değişmez, hiçbir sebep



"Zarar izâle olunur" (md. 20); "Bir zarar



gerekli görenler olmuştur. Ancak her iki



gâsıbı tazmin borcundan



kendi misliyle izâle olunmaz" (md. 25);



halde de Hanefîler menfaatin tazminini



"Zarar bi - kaderi'1-imkân d e f



mal olmadığı gerekçesiyle kabul etme-



Fıkıh



âlimleri,



kurtaramaz.



unsurlarındaki



farklılık



olunur"



menfaatin



sebebiyle gasp kapsamına giren mal-



(md. 31); "Zarar kadîm olmaz" (md. 7).



lar konusunda farklı görüşlere sahip ol-



Bütün bunlar haksız fiillerin genel ola-



larla Mâlikîler menfaatin tazminini ka-



muşlardır. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a



rak korunmadığını ve borcun kaynakla-



bul ederler. Gecikme sebebiyle uğranı-



göre gasp kapsamına sadece m a d d î ve



rı arasında en önemli yeri işgal ettiğini



lan zararın tazmini ise hukukçuların ço-



taşınır mallar girdiği halde İmam Mu-



göstermektedir.



mişlerdir. Şâfiîler, Hanbelîler, belirli şart-



ğunluğu tarafından faiz niteliği taşıyacağı endişesiyle reddedilmiştir.



h a m m e d ' e göre taşınmaz mallar da bu



e) Kanun. Yukarıda söz konusu edilen



kapsam içindedir. Hanefîler'e göre gas-



haksız iktisap ve haksız fiilin borcu do-



Borçlu ifayı kendiliğinden yaptığı tak-



ğurmasının sebebi, bunların kanun (şâ-



dirde borç sona ermiş olur; aksi halde



bedilen malda meydana gelen ziyadeler (zevâid-i mağsûb) ve malı bizzat kullan-



riin iradesi) tarafından borç doğurucu



cebrî ifa uygulanır. İslâm borçlar huku-



m a ve hukukî semerelerinden faydalan-



olarak kabul edilmesidir; bu açıdan bu



kunda temel prensip malî mesuliyettir;



ma (menâfi'-i mağsûb) gasp kapsamı için-



tür borçların kaynağı da kanun olmak-



dolayısıyla kişi, borçlarına karşı şahsıyla



de mütalaa edilmez-, bunlar belirli şart-



tadır. Bunun yanında tek taraflı iradeye



değil malıyla sorumludur. Bunun tek is-



larla tazmin borcu doğururlarsa da ağır



dayalı hukukî işleme ve akde de borç



tisnası, gücü yettiği halde ifaya yanaş-



gasp sorumluluğuna tâbi değildirler (bk.



doğurucu bir karakter veren yine kanun-



mayan kimseyi buna zorlamak için hap-



MENFAAT; ZEVÂİD). Şâfiî ve Hanbelîler'e



dur. Bu durumda bütün borçların bir tek



setmektir. Ancak fakihler gücü yetme-



kaynağı olduğunu söylemek mümkün-



yeni ifaya zorlamak için hapsetmeyi uy-



lar değil menfaatler ve ziyadeler de gasp



dür. Ancak tek taraflı irade ve akidde



gun görmemişlerdir.



kapsamına dahildir. Mâlikîler ise bu iki



tarafların borç doğurmaya yönelik ira-



Hukukçuların çoğunluğuna göre ken-



görüş arasında yer almakta, ziyadeler-



deleri ve bu iradeleri ortaya koyan söz



di rızâsıyla borcunu ifa etmeyen kimse-



göre sadece taşınır-taşınmaz maddî mal-



de Hanefî görüşünü kabul ederken men-



ve davranışları mevcuttur. Aynı şekilde



nin malları haczedilir ve icra yoluyla sa-



faatlerde diğer görüşe meyledip belirli



haksız iktisap ve haksız fiilde de borç-



tılarak borç ifa edilir. Ebû Hanîfe ise na-



malların menfaatinin tazminini kabul et-



lanma iradesi taşımasalar bile tarafla-



kit para dışındaki malların cebrî icra ile



mektedirler.



rın borcu doğuran fiil ve işlemleri var-



satışını değil borçlunun hapsedilerek sa-



dır. Bu sebeple bunlar, borç doğurucu



tışa icbar edilmesini ve malların bizzat



vasıflarını kanundan almış olsalar da ay-



kendisi tarafından satılmasını uygun gö-



rı başlıklar altında incelenmişlerdir. Söz



rür. Ancak bu görüş diğer fakihler ta-



konusu borçların dışında kalan ve doğ-



rafından benimsenmemiştir.



Mala yönelik haksız fiillerin en önemlisi olan itlâf ise bir kimsenin malına doğrudan veya dolaylı bir fiille zarar vermektir. İtlâf özel bir haksız fiil t ü r ü gibi görünürse de zamanla hırsızlık ve gasp dışında kalan mala yönelik hemen b ü t ü n haksız fiil nevilerini içine alan bir genişliğe ulaşmıştır. Bu kapsam genişlemesinde dolaylı itlâfın (tesebbüben itlâf) büyük rolü olmuştur. Böylece yalnız insanın kendi fiiliyle meydana getirdiği zararlar değil hayvanların, eşyanın ve ki-



rudan doğruya kanunun belirlemesiyle oluşan birtakım borçlar vardır ki ne tarafların iradesinden ne de borç doğurucu fiil ve işlemlerden doğmuştur-, kaynağı sadece kanundur. Kişinin belirli yakınlarına olan nafaka borcu bu türün örneklerindendir ve sadece kanunun bunu ödenmesi gereken bir borç olarak kabul etmesine dayanmaktadır.



şinin yanında çalıştırdığı kimselerin mey-



Sona Erişi. Borç tabii olarak ifa ile sona erer. Bunun yanında onu sona erdiren daha başka durumlar da vardır. Borcu sona erdiren halleri şu şekilde sıralamak m ü m k ü n d ü r : 1. İfa. Borcun konusu olan edimin yerine getirilmesi dem e k olan ifada aslolan, borcun bizzat borçlu tarafından yerine getirilmesidir. Bununla birlikte onun vekili, velisi, kefili



Hükmü. Borcun h ü k m ü n d e n maksat,



veya diğer bir şahıs tarafından yerine



içinde değerlendirilmiştir. Hatta sonra-



"borç konusu olan edimin yerine getiril-



getirilmesi de ifa sayılır. Alacaklı, karşı-



ları bazı hukukçular (meselâ Kâsânî), şah-



mesi" anlamındaki ifadan ibarettir. İfa-



lıklı anlaşmayı veya yapılacak işin özelli-



sa yönelik haksız fiiller için de itlâf teri-



da aslolan edimin aynen yerine getiril-



ğini ileri sürerek başkasının ifasını red-



VII, 164).



mesidir ki bu t ü r ifaya edâ denilmiştir.



dedebilir. Böyle olmayan borçlarda ise



İtlâfın doğrudan (mübâşereten) veya do-



Borçlu edâdan kaçınırsa veya aslın ifası



red hakkına sahip değildir. Alacaklının



laylı (tesebbüben) olmasına göre sorum-



imkânsız hale gelirse bedeli ödenir, bu-



hukuken geçerli bir sebep olmadan biz-



luluk çeşidi değişmektedir. Doğrudan it-



na da kazâ denilmiştir. Mislî eşya borç-



zat borçlu veya üçüncü şahıs tarafından



lâf hallerinde failde kusur aranmaz (Me-



larında mislin ödenmesi kâmil kazâyı, gayri mislî (kıyemî) eşya borçlarında pa-



yapılan ifayı kabulden kaçınması duru-



celle, md. 92, 912); bu tür itlâflarda aslo-



dana getirdiği zararlar da bu kavram



mini kullanmışlardır (Bedâ'C,



lan sebep sorumluluğudur. Dolaylı itlâf



ra veya mal olarak değerin ödenmesi



hallerinde ise sorumluluğun teşekkülü



nâkıs kazâyı meydana getirir.



m u n d a borçlu hâkime başvurur. Hâkimin emrine rağmen alacaklı ifayı kabulden yine kaçınır, borçluyu da ibrâ et-



için kusur şarttır (Mecelle, m d . 93). Böy-



Borcun aslının değil de bedelinin öden-



mezse borçlu hâkime veya onun göste-



lece bu t ü r itlâflarda kusur sorumlulu-



mesi tazminat özelliği taşır. Bu sebeple



receği bir yed-i emîne ifayı yaparak bor-



ğu esas olmaktadır.



hem aslın ödenmemesinden doğan za-



cundan kurtulmuş olur. Borcun teşek-



288



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU kül ettiği anda ifa edilmesi esastır. Bu-



olursa umumi olur. İbrâ Şâfiî ve Hanbe-



konusu değildir (Mecelle, md. 1675). Mîrî



nunla birlikte teşekkülü anında borcun



lîler'e göre alacak hakkının ıskatı olup



arazi ve bu tür arazilerdeki irtifak hak-



sonra ifa edileceği açıkça zikredilmişse



ibrâ edilenin kabulüne bağlı değildir.



kı davalarında ise süre on seneye indi-



yahut işin veya örf ve âdetin gereği da-



Mâlikîler ile Hanefîler'den Züfer'e göre



rilmiştir (Mecelle, md. 1663). Yalnız za-



ha sonra ifa edilmesi gerekiyorsa sonra



ibrâ ıskat değildir ve bunu borçlunun



man aşımının dava hakkını düşürebil-



da ifa edilebilir. Borcun konusu muay-



kabul etmesi zaruridir. Hanefî mezhe-



mesi için hukuken geçerli özürlere da-



yen bir mal ise, akidde aksi kararlaştı-



binin hâkim telakkisine göre ise, esas



yanmamış olması gerekir; aksi halde da-



rılmadıkça, borç akid anında malın bu-



itibariyle bir hakkın ıskatından ibaret



va hakkı düşmez.



lunduğu yerde ifa edilir (Mecelle, md.



olan ibrânın sarf ve selem akidleri dışın-



Çeşitleri. Diğer hukuklarda olduğu gi-



285, 287). Para ve mislî eşya borçlarında



da geçerli sayılabilmesi borçlunun ka-



bi İslâm hukukunda da borçlar çeşitli



ise ifanın esas itibariyle akdin gerçek-



bulüne bağlı değilse de ibrâda aynı za-



açılardan tasnife tâbi tutulur. 1. Kazâen



leştirildiği yerde yapılması gerektiği, yal-



manda temlik mânası bulunduğundan



borç - diyâneten borç. Batı hukukunda



nız para gibi taşınmasında alacaklı için



red ile geçersiz hale gelir (Mecelle, md.



bir müeyyide ile desteklenen ve borçlu



bir külfet olmayan borçların talep ha-



1568). İbrânın mâlum ve muayyen olma-



tarafından gönül rızâsıyla ifa edilmediği



linde başka yerlerde de ifaya konu ola-



sı gerekir; belirli olmayan ibrâlar geçerli



takdirde cebrî ifaya konu olan borçlara



bileceği söylenebilir. Borcun konusu mu-



değildir. 6. İfanın imkânsızlığı. Borcun ifa-



"medenî borçlar", buna karşılık hukuk



ayyen bir mal (ayn) ise borç ancak bu-



sının imkânsız olması durumunda borç-



tarafından bir müeyyide ile desteklenmeyen, sadece bazı zaruretler ve ahlâ-



nun teslimiyle sona erer. Borcun konu-



lu ifaya zorlanamaz. Yalnız o da bu ifa



su zimmette sabit olan para veya mislî



karşılığında aldıklarını iade etmek mec-



kî düşünceler sonucunda d o ğ m u ş olan



eşya borcu (deyn) ise aynın değil cins,



buriyetindedir. Bir çocuk için süt anne



borçlara da "tabii borçlar" denilmiştir.



miktar ve vasıf olarak mislin ödenmesi



tutulduktan ve peşin bir ödeme yapıl-



Kaynağı itibariyle Roma hukukuna da-



söz konusudur. Bu durumda alacaklı de-



dıktan sonra çocuğun ölmesi hali buna



yanan bu ayırıma karşılık İslâm huku-



ğerce daha aşağıda ve hatta daha üstün



örnektir. Bu durumda ifada bulunama-



kunda kazâen borç, diyâneten borç ayı-



bir mislî eşyayı kabule zorlanamaz. Ne



yan süt anne aldığı ücreti iade etmek



rımı mevcuttur. Sadece diyâneten tanı-



var ki önceden şart edilmeksizin borç-



zorundadır. 7. Alacaklı ve borçlu sıfatla-



nan borçlar, hukukî müeyyideden mah-



lu daha üstün kaliteli bir malı veriyorsa



rının birleşmesi. Ölüm sebebiyle alacak-



rum, ödenmesi dinen teşvik edilen, an-



alacaklı bunu kabul edebilir ve kıymet



lı veya borçludan birinin diğerine halef



cak kazâen desteklenmeyen borçlardır.



bakımından var olan bu fazlalık Hane-



olması durumunda, alacaklı ve borçlu



Zaman aşımı sebebiyle dava hakkına sa-



fîler'e göre faiz sayılmaz. 2. İfa yerine



sıfatları aynı şahısta birleşmiş olacağın-



hip olmayan borçlar, fuzûlînin tasarrufu



edim. Borçlu karşılıklı anlaşma ile asıl



dan, borç ile buna bağlı yükümlülükler



sonucunda doğan borç, annenin çocu-



borcuna mukabil diğer türden bir öde-



(kefalet gibi) d ü ş m ü ş olur. 8. Zaman aşı-



ğunu emzirme borcu, Hanefîler'e göre



mede bulunabilir ve bununla borç sona



mı. Mürûrüzaman temelde hak ve bor-



kendisine had cezası verilen hırsızın çal-



ermiş olur. Buna ifa yerine edim veya



cu düşüren bir sebep kabul edilmemek-



dığını tazmin etme borcu kazâen değil



istibdal denmektedir. Yalnız bu muame-



le birlikte Hanefî ve Mâlikî fakihlerine



diyâneten var olan borçlardandır. Tabii



lenin faize imkân vermemesi gerekir. 3.



göre belirli bir müddetin geçmesi bor-



borç ile diyâneten borç arasında kap-



Yenileme. Bir borç önceden var olan bor-



cun aslını değil fakat dava hakkını dü-



sam bakımından farklılıklar varsa da



cun yerini almışsa yenileme gerçekleş-



şürür. Böylece .dava hakkından mahrum



hukuken bir müeyyide ile desteklenme-



miş ve bununla hem evvelki borç hem



kalan borç, dinen değilse de hukuken



mesi, fakat ödendiğinde normal bir bor-



de ona bağlı bulunan mükellefiyetler (me-



âdeta d ü ş m ü ş olur. Bu süre Hanefîler'-



cun ifası olarak kabul edilip iade borcu-



selâ kefalet) düşmüş olur. Bu yönüyle ye-



de otuz ile otuz altı yıl arasında değiş-



nileme, borcu (burada kastedilen birinci



nu doğurmaması bakımından benzer-



mektedir. Zeynüddin İbn Nüceym'e gö-



likler bulunmaktadır. 2. Mutlak borç-



borçtur) sona erdiren hallerden biri ol-



re bir alacak otuz üç yıl boyunca özürsüz



şartlı borç. Kesin ve şartsız olarak do-



maktadır. 4. Takas. Alacaklı ile borçlu-



olarak istenmemişse bu süreden sonra



ğan mutlak borçların karşısında vukuu



nun karşılıklı olarak yaptıkları bir hesap-



artık bir daha talep edilemez. Osmanlı-



muhtemel



laşma muamelesidir. İki tarafın borçları



lar'da bu süre sosyal hayatın zaruretle-



belirli şartlarla kayıtlanmış borçlar yer



arasında cins ve vasıf bakımından birlik



ri sebebiyle on beş yıla indirilmiş ve M e -



alır ki bunlara şartlı borç denir. Bir bor-



bulunması ve vadelerinin gelmiş olması



celle'ye de bu şekilde geçmiştir (md. 1660). Vadeli borçlarda bu süre vadenin sona ermesinden, iflâs halindeki borçluda iflâsın sona ermesinden itibaren başlar. Ancak söz konusu sürenin geçmiş olmasına rağmen borçlu mahkemede borcunu ikrar ederse artık zaman aşımı sebebiyle ondan kurtulamaz (Mecelle, md. 1674). Vakfın aslını ilgilendiren davalarda bu süre otuz altı yıl olarak muhafaza edilmiştir. Umumi yol, mera, nehir gibi herkesin istifadesine sunulan yerlerle ilgili davalarda zaman aşımı söz



durumunda taraflardan birisinin isteği üzerine karşı tarafın rızâsına bağlı olmaksızın takas gerçekleşir. Bu şartlardan biri bulunmadığı takdirde takas ancak iki tarafın rızâsıyla yapılabilir. Takas işleminde borcu az olanın yükümlülüğü sona erer, çok olanın ise alacağı nisbetinde azalır, s. İbrâ. Bir kimsenin diğer bir kimsedeki alacak hakkından tamamen veya kısmen vazgeçmesi anlamında kullanılan ibrâ belirli bir alacakla ilgili olursa hususi, bütün haklara şâmil



hadiselere bağlanmış veya



cun doğuşu, akid anında mevcut olmayıp ileride olabilecek bir hadiseye bağlanıyorsa bu durumda geciktirici (ta'liki) bir şarttan bahsedilir. Şart normal olarak akdin doğurmayacağı belirli sonuçların elde edilmesini hedef alıyorsa bu takdirde kayıtlandırıcı (takyidî) bir şart



söz konusudur (geniş bilgi için bk. ŞART). Alım satım, bağış gibi temlik neticesi doğuran akidlerle hacir altına aldırma, vekili azletme gibi takyid sonucu doğuran hukukî tasarruflarda ta'likî şart bulunmaz. Tali'kî şarta bağlanmış akid ve



289



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU tasarruflar hüküm ve neticelerini bu şar-



kişi ortaklaşa sahip oldukları bir malı,



tın gerçekleştiği anda doğururlar. Tak-



hisselerinin fiyatını ayrı ayrı belirleyerek



yidi şartların bulunduğu hukukî işlem-



veya birbirinden bağımsız olarak satar-



rufun maksadına uygun veya örfen ile-



rân, m d . 170). Müşterek borçta alacaklı-



ri sürülmesi m û t a t türden olması gere-



lar birden fazla ise her biri borçludan



kir; böyle olmayan şartlar fasit kabul



kendi payını istemek ve almak hakkına



Hanefîler alacağın üçüncü şahıslara satış veya hibe yoluyla temlikini kabul etmemekte iseler de havale yoluyla devrini kabul etmektedirler. Buna göre bir alacak hakkı sahibi bu hakkını üçüncü şahsa havale yoluyla devrederse bu hakkı artık lehine havale edilen kimse (muhâlün leh) tahsil eder. Havale edilen kim-



m d . 321). Fâsit



sahiptir, fakat vekilleri değilse veya ala-



se (muhâlün aleyh) bu alacağı ilk alacak-



şartların akdin çeşidine göre doğuraca-



caklılar arasında teselsülü gerektiren bir



ğı sonuçlar farklıdır. 3. Peşin borçlar-sü-



şirket ilişkisi yoksa diğerlerinin payını



reli borçlar. İki kişi arasındaki borç mü-



isteyemez. Alacak miras yoluyla intikal



nasebetinin h ü k m ü n ü hemen doğuran



etmişse, teslim a l m a m a k kaydıyla, her



borçlara peşin (muaccel) borçlar, gelecek-



mirasçı kendisininki ile birlikte diğerle-



te vuku bulacak bir hadiseye bağlanan



rinin hissesini de dava edebilir (Mecelle,



veya böyle bir hadise gerçekleştiği an-



m d . 1100, 1642). Müstakil alacaklılardan



ler de ancak bu kayıtlarla doğarlar. Tak-



larsa bu satıştan doğan borç basit bir



yidi şartların genel olarak akid ve tasar-



borçtur (Mecelle, md. 1095; Mürşidul-hay-



edilir (Mürşidü'l-hayran,



da borç münasebetinin h ü k m ü n ü düşü-



birisinin teslim aldığı payda diğer ala-



ren borçlara da süreli (müeccel) borçlar



caklıların hisseleri oranında rücû hakla-



denir. Taraflar arasındaki borç müna-



rı vardır. Dilerlerse payları oranında rü-



sebeti ta'likl m ü d d e t e bağlı ise muzaf,



cû ederler, dilerlerse asıl borçluya baş-



bozucu (infisahî) m ü d d e t e bağlı ise mu-



vurup kendi hisselerini isteyebilirler. Bu



vakkat borç adını alır. Şartlı (ta'likl) borç-



ikinci yolu seçenler, borçlunun iflâs et-



larla süreli borçlar arasındaki fark şu-



miş olması hali müstesna, hakkını daha



dur: Ta'lik! bir şarta bağlı borçta bor-



önce almış alacaklıya karşı artık rücû



cun doğuşu vukuu muhtemel bir hadi-



haklarını kaybederler



seye bağlandığı halde ta'likî bir müdde-



m d . 183-184). Birden fazla borçlu bulun-



te bağlanan borçta (muzaf borç) borcun



duğu takdirde bunlar arasında kural ola-



doğuşu vukuu kesin bir hadiseye bağ-



rak teselsül yoktur. Dolayısıyla her borç-



lanmaktadır. Ta'likl müddete bağlı akid-



lu sadece kendi borcundan sorumlu olup



lerde akid yapıldığı andan itibaren ge-



onu ödemekle mükelleftir. Borçlular ara-



çerli ve bağlayıcıdır-, yalnız hükümlerinin



sında müteselsil kefalet veya akid ge-



işlemesi ta'lik edildiği vakitte başlar. Me-



reği bir teselsül olması, borca karşılık



selâ bir evin iki ay sonra başlamak üze-



bir rehin bulunması, borçlular arasında



re kiralanması durumunda kira akdi ya-



bir şirket olması, borcun gasptan doğ-



pıldığı andan itibaren bağlayıcıdır; taraf-



ması ve gâsıpların da m ü t e a d d i t olma-



(Mürşidü'l-hayrân,



lardan birisi bunu feshedemez. Ne var



ları gibi durumlarda borçlular arasında



ki hükümleri hemen değil iki ay sonra



teselsül söz konusudur ve alacaklı dile-



doğmaya başlar. Bir borcun süreli ola-



diğinden borcun tamamını isteyebilir.



bilmesi için bu husus ya taraflarca açık bir şekilde zikredilmiş olmalı veya akdin mahiyet ve özelliğinden anlaşılmalı yahut da örf ve teamülden çıkarılmalıdır. Aksi halde borç süreli değil muaccel ve peşindir ( Mecelle, m d . 251). Süreli borçlarda sürenin açık seçik bir şekilde bilinmesi gerekir ( Mecelle, m d . 246). Süreli borçlar vadenin gelmesi dışında borçlunun ölmesi veya vadeden vazgeçmesiyle, ayrıca Mâlikîler'de borçlunun iflasıyla muaccel hale gelir. 4. Basit borçlarmüşterek borçlar. Aynı sebepten doğan borç ilişkisinde borçlular veya alacaklılar birden fazla ise müşterek borç teşekkül eder ( Mecelle, m d . 1091). Bu borç akidden, mirastan veya ortaklaşa sahip olunan bir malın üçüncü bir şahıs tarafından telef edilmesinden doğabilir. Borçlu ve alacaklı birer kişi ise veya borç sebebi farklı bulunuyorsa



bu



durumda



müşterek olmayan basit borç oluşur. İki



İntikal. Borcun intikali ölüm sebebiyle ve sağlar arasında olmak üzere iki şekilde gerçekleşir. Kişinin ölümüyle birlikte borç terekeye intikal eder. Vârisler miras bırakanın borçlarından bütün mal varlıklarıyla değil sadece mirastan hisselerine düşen pay oranında sorumludurlar. Sağlar arasında borcun intikali ise hem alacağın temlikini, hem de borcun naklini içine almaktadır. Mâlikîler'in dışında kalan üç mezhebe göre alacağın borçludan başkasına temliki kural olarak m ü m k ü n değildir. Alacağın bizzat borçluya temliki ise imkân dahilindedir. Bu ya borcun bağışlanması şeklinde veya ibrâ yoluyla olur. Mâlikîler'e göre ise bazı kayıt ve şartlarla alacağın üçüncü şahıslara temliki geçerlidir; söz konusu temlikin satış veya bağış yoluyla olması sonucu değiştirmez



(Hanefî-



ler'in istisnaî olarak benimsediği temlik şekilleri için bk. Mecelle, md. 678, 692, 848).



lıya (muhîl) veremez; vermişse tazmin etmesi gerekir (Mecelle, md. 692). Bu şekildeki bir alacak hakkına mukayyet havale denir (Mecelle, m d . 678). Lehine havale yapılan kimse m u h â l ü n aleyhin iflâsı sebebiyle hakkını tahsil edemezse bu defa havale yapana (muhîl) rücû eder. Bu yönleriyle havale alacağın temlikine benzemekteyse de bazı hükümleri bakımından aralarında farklılıklar vardır. Mücerret havale ile alacak hakkına mâlik olunmaz; bunun için teslim alma da (kabz) şarttır. Eğer teslim almadan önce muhîl ölmüşse havale, bâtıl olur. Borcun nakli ise dört mezhepçe kabul edilmiştir. Bu işlem hukuken havale yoluyla gerçekleşmektedir. Böylece havale hem alacağın hem de borcun nakli için kullanılmaktadır. Havalede üç t a r a f söz konusudur: Alacaklı, borcu nakleden (havale eden: muhîl), borcu ödemeyi kabul eden (muhâlün aleyh). Borcun nakli ya bu üçünün rızâsıyla veya herhangi ikisinin anlaşmasıyla olur; yalnız sonuncu durumda havale üçüncü kişinin muvafakatına kadar askıda kabul edilir. Hanefîler yeni borçlu ile alacaklı arasındaki anlaşma sayesinde gerçekleşen havalede eski borçlunun rızâsını aramazlar. Diğer üç mezhebe göre ise önceki borçlunun rızâsı bu d u r u m d a da aranmalıdır. Havale ile nakledilen borcun z i m m e t t e sabit bir borç (deyn) olması gerekir. Buna göre muayyen mal (ayn) borçlarının nakli m ü m k ü n değildir. Havale ile nakledilen sadece talep hakkı değil borcun bizzat kendisidir. Dolayısıyla nakil işlemi ile önceki borçlu borçtan kurtulmuş olur. Bunun sonucu olarak varsa borca bağlı kefalet de sona erer, rehin iade edilir. Ancak yeni borçlunun iflâs etmiş olarak ölmesi veya kabulden sonra havaleyi inkâr etmesi, alacaklının da havaleyi ispat edememesi durumlarında onun eski borçluya rücû hakkı vardır. Ebû Yûsuf ve M u h a m m e d ' e göre yeni borçlunun müflis ölmesi şart değildir; sadece iflâs etmiş olması rücû hakkını doğurur. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise havale ile borcun nakli d u r u m u n d a hiçbir halde artık ilk borçluya rücû imkânı kalmaz (ayrıca bk. DEYN; KARZ).



290



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNEO alır. Adanın kuzey ve kuzeybatısında da



BİBLİYOGRAFYA ; Kâsânî, Bedâ'i'.VII, 142-168; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müetehid, II, 108-168, 287-295; Ebû M u h a m m e d b. Ganim el-Bağdâdî, Mecma'u'ddamânât, Beyrut 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 117-164; İbn ü ' l - H ü m â m , Fethu'l-kadîr, IX, 315-367; X, 306-336; İbn Âbldîn, Reddü'l-muhtar (Kahire), VI, 188-213, 592-611; Kadri Paşa, Mürşidü'lhayran, md. 168-341; Mecelle, metin içinde geçen md.ler; Emile "fyan, Le System de la responsabilite delictuelle en droit musulman, Beyrut 1926; Subhî Mahmesânî, en-îiazariyyetul-'âmme li'l-mûcebât ve'l-'uküd, Beyrut 1948, 1, II; Senhürî, Meşâdiru l-hak, tür.yer.; Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara 1958, tür.yer.; Y. Linant de Bellefonds, Traite de droit musulman compare, Paris 1965, I, 157-168; Zerkâ, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 288-567; III, 7-228; Chafik Chehata, Theori genğrale de Tobligation en droit musulman hanefîte, Paris 1969, tür.yer.; Ali elHafîf, ed-Damân fi'l-fıkhı l-İslâmî, Kahire 1971, I, 40-256; M. Ebü Zehre, el-Milkiyye ve nazariyyetü'l-'akd, Kahire 1977, s. 179-199; J. Schacht, İslâm Hukukuna Giriş (trc. M e h m e t Dağ — Abdülkadir Şener), Ankara 1977, tür.yer.; Karaman, İslâm Hukuku, II; A. M. Delcambre, "Dayn", El 2 Suppi (İng.), I, 207; "İltizâm", Mv.F, VI, 144-173. m



Malezya Federasyonu'nun doğu devletleri olan Sabah ve Saravak bulunur. Borneo'nun % 70'ini kaplayan Kalimantan bölgesi ise Endonezya'nın bir parçasıdır ve bu devletin dört eyaletini meydana getirir. Adanın toplam nüfusu 1984'te 10 milyonu aşmıştı.



XIX. yüzyıl sonlarında adadan bir görünüş (iü Ktp.. A l b ü m , nr. 9 1 . 4 4 0 ) ve Kâtib Çelebi'nin Cihannümâ adlı eserinde Borneo adasını gösteren harita (istanbul 1145, s. 1 3 i )



FFIL M . A K İ F A Y D I N



r



BORNEO Malay - Endonezya takımadalarının en büyüğü.



^



736.561 k m 2 yüzölçümü ile Grönland ve Yeni Gine'den sonra dünyanın üçüncü büyük adaşıdır. Muson yağışlarının m a r t ve ekim ayları arasında gelmesi sebebiyle büyük bir kısmı yaprağını dökmeyen ağaçlardan oluşan ormanlarla kaplıdır. Adada 50 ton ağırlığındaki gemilerin gidip gelebildiği Kapuas, Barito, Mahakam ve Rajang gibi birçok nehir



Borneo 114°



vardır. Bu nehirler güney ve güneybatı kesimlerinde bazı geniş bataklıklar meydana getirirler. Adanın dörtte bire yakın kısmı ovadır. Geri kalan kesimi genellikle yüksek ve engebeli olup üzerinde birçok dağ sıraları ve Sabah sınırları içindeki Kınabalu dağı (4102 m.) gibi ayrı ayrı dağlar yer alır; aralarında aktif volkan yoktur. Borneo'da çoğu sık ağaçlı ormanlarda olmak üzere orangutan, babun, çift boynuzlu gergedan, timsah, yaban öküzü, geyik ve pek çok küçük hayvanla çeşitli kuşlar yaşar. Toprak verimsizdir; başlıca ürünler arasında kereste, kara biber, kâfur, sagu, pirinç, hint kamışı ve kauçuk bulunur. Borneo'nun yerli halkı Dayak soyundandır. Dayaklar karacı Dayak (Bidayuh) ve denizci Dayak (İban) olmak üzere iki gruba ayrılır. Adanın iç kesimlerinde karacı Dayaklar'm Bajau, Penan, Murut, Kelabit, Bisayah, Duşun ve Kedayan gibi alt grupları, sahil kesimlerinde ise denizci Dayakiar'ia Malaylı, Javalı, Bugili ve Çinli göçmenler yaşarlar. Borneo adası bugün Güneydoğu Asya'nın üç müslüm a n Malay devleti olan Bruney, Malezya ve Endonezya arasında paylaşılmıştır. Bruney adanın yaşayan en eski devletidir ve Borneo kelimesi de onun isminden alınmıştır. Bu müstakil devlet Borneo'nun Güney Çin denizindeki Bruney körfezine bakan kuzeybatı sahilinde yer



Ticaret Borneo tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Hindistan, Çin ve Malay-Endonezya adalarıyla kurulan ilk ticarî ilişkiler, adanın bazı yerlerine Hinduizm'in ve Budizm'in girmesine sebep olmuştur. Her ne kadar ormanlık bölgelerde yaşayan bazı yerli kabileler uzun süre animizme bağlı kaldılarsa da daha sonraki dönemlerde yine deniz ticareti Arap ve Hint tüccarları vasıtasıyla İslâmiyet'in Malay-Endonezya takımadalarına ulaşmasını sağlamıştır. İslâmiyet Borneo'nun batı kesimlerine Sumatra ve Malay yarımadasından gelen Arap ve Malaylı tüccarlar, doğu kesimlerine Güney Sulavesi'den gelen Bugili ve Makassarlı tüccar ve gemi yapımcıları vasıtasıyla girmiş, Borneo'nun güneyindeki Bancermasin bölgesi ise XV. yüzyıl boyunca Cava'dan gelen müslüman davetçilerin faaliyetleri sonucu İslâmiyet'i benimsemiştir. Böylece İslâmiyet XVI. yüzyılın sonlarına doğru Borneo'nun bütün sahil kesimlerinde müşterek din haline gelmiş bulunuyordu. XVI-XIX. yüzyıllar arasında ise Portekizli, İspanyol, Hollandalı ve İngiliz sömürgeciler baharat ticareti yapmak amacıyla ve elmas veya altın bulmak umuduyla Borneo'ya geldiler. Borneo'da kurulan ilk İslâm devleti Bruney Sultanlığı'dır (1405). Bruney Sultanlığı XV. yüzyıl boyunca çevredeki etkinliğini genişletti ve XVI. yüzyılın başlarında özellikle Sultan Bolkiah'ın altın çağında bütün Borneo'yu hâkimiyeti altına aldı. İslâmiyet Batı Borneo ve Gü-



Saravak'ın başşehri Kuçing'de merkez camii - Borneo adası



291



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNEO ney Filipin adalarına bu sultanlık vasıtasıyla yayılmıştır. 1521'de Portekizli seyyah Macellan'ın gemisi Victoria, Bruney Sultanlığı'nı ziyaret etti. Antonio Pigafetta, Bruney şehrini ve Sultan Bolkiah'ın sarayını etkili bir şekilde tasvir etmiştir. 1545'te Portekizliler Bruney ile ticaret anlaşması imzaladılar; yüzyılın sonlarında da Filipinler'deki Manila'da İspanyol koloni idaresi kuruldu. Bu yeni Avrupa kolonisi bölgede Bruney'in gücünün zayıflamasına sebep oldu ve giderek hâkimiyetini Mindanao ve Sulu takımadalarına yaydı. İspanyollar 1578 ve 1579'da Bruney'e saldırıya geçtiler. Bu saldırılar önceleri pek fazla etkili olmadıysa da XVI-XVII. yüzyıllar arasında Bruney doğu Borneo'nun üzerindeki siyasî hâkimiyetini tamamen kaybetti ve önce XVII. yüzyılda Vereenigde Oost-Indische Compagnie ile, XVIII. yüzyılın sonlarında da The British East India Company ile ilişki kurdu. XVI. yüzyıldan sonra Bruney'in siyasî şansının azalması üzerine Borneo'da Bancermasin, Kutei, Sukadana ve Sambas gibi bazı küçük İslâm sultanlıkları ortaya çıktı; 1772'de de Şerif Abdurrahman adındaki Hadramutlu bir Arap seyyah Pontianak Sultanlığı'nı kurdu. Güneydoğu Asya'da XVIII ve XIX. yüzyıllarda görülen İngiltere ve Hollanda arasındaki siyasî ve ticarî rekabetin sonucu olarak XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Vereenigde Oost-Indische Compagnie bu küçük devletleri koloni idaresi altına alarak Doğu ve Güney Bomeo'yu, The British East India Company ise Bruney Sultanlığı aleyhine genişleyerek Kuzey ve Batı Borneo ile Labuan adasını ele geçirdiler. Bu olaylardan birkaç yıl önce ise güçsüz Bruney sultanı, Saravak'ın bir bölümünün valiliğini bu bölgede çıkan Dayak ayaklanmalarının bastırılmasında kendisine yardım eden Sir James Brooke adında zengin bir İngiliz'e



Kota Kinabalu'dan bir görünüş — Borneo



vermişti (1841). "Beyaz Racalar" denilen Brooke ailesi II. Dünya Savaşı'na kadar bir asır süreyle Saravak'ı yönetmiştir. James Brooke'dan sonra yeğeni Charles Brooke elli yıla yakın bir zaman Saravak'ın idaresini elinde tuttu. Charles Brooke 1880'lerde Kuzeydoğu Borneo'da iki küçük özel bölge içinde bırakılmış olan Bruney Sultanlığı'nın aleyhine Saravak toprağını genişletmek için her fırsattan faydalandı. 1895'te Miri bölgesinde petrol bulundu ve 1910'da üretim e başlandı; kauçuk ekimine de 1905'te geçildi. Bu arada Kuzey Borneo'nun bazı topraklan Sulu sultanının karşı çıkmasına rağmen Bruney sultanı tarafından yabancı şirketlere terkedildi (1877) ve böylece Kuzey Borneo çok geçmeden İngiliz kontrolü altına alınarak yönetimi de North Borneo Chartered Company'ye verildi. 1888'de ise Bruney, Saravak ve Kuzey Borneo resmen İngiliz himayesine girdi. 1891'de İngiltere ve Hollanda arasında İngiliz Borneosu ile Hollanda Borneosu'nun sınırlarını tesbit etmek için bir anlaşma imzalandı. Hollanda Borneosu 1949'daki bağımsızlığından sonra Kalimantan adıyla Endonezya'nın bir bölgesi oldu; Saravak ile Kuzey Borneo (Sabah) da 1963'te Malezya Federasyonu'na bağlanarak İngiliz yönetiminden kurtuldu. 1929'da Bruney Shell Şirketi'nin Seria'da petrol bulmasından sonra ekonomik yönden tek başına yaşayabilecek düzeye gelen Bruney ise 1 Ocak 1984'te İngiltere'nin himayesinden ayrılarak bağımsızlığını elde etti. BİBLİYOGRAFYA: N. Tarling, Anglo-Dutch Riualry in the Malay World 1780-1824, St. Lucia 1962; R. Nicholl, European Sources for the History of the Sultanate of Brunei in the Sixteenth Century, Bandar Seri Begawan 1975; L. E. Williams, SouthEast Asia: A History, New York 1976, s. 121122, 162, 250-252; B. W. Andaya - L. Y. Andaya, A History of Malaysla, London 1982, s. 1-2, 184-191; D. G. E. Hail, A History of SouthEastAsia, London 1987, s. 543-579; C. M. Tumbull, A History of Malaysia, Singapore and Brunei, North Sydney 1989; S. B. Scott, "Moh a m m e d a n i s m in Borneo: Notes for a Study of the Local M o d i f i c a t i o n s of islam a n d the Extent of its Influence on the N a t i v e Tribes", JAOS, XXXIII (1913), s. 313-344; T. Harrison, "Bisaya: Borneo - Philippine Impacts of islam", The Sarautak Museum Journal, VI1/7, Kuching 1956; a.mlf., "The A d v e n t of islam to West a n d N o r t h Borneo", Journal of the Malayan Branch of Royal Asiatic Society, X L V / 1 , Singapore 1973, s. 10-20; S. J. Fulton. "Brunei Past a n d Present", As.Af, X V / 1 (1984); 0. Schumann, "Borneo", El 2 Suppl. (İng ), s. 150&



M U H A M M A D A B D U L JABBAR B E G



B O R N I E R , V i c o m t e Henri de (1825-1901) Hz. Peygamber'i küçük düşürmeye çalışan Mahomet adlı piyesin yazarı Fransız edebiyatçısı.



^



Bugün Fransız edebiyatı eleştirmenleri tarafından önemli bir piyes yazarı olarak kabul edilmemekle birlikte devrinde büyük bir şöhrete ulaşmış olan Bornier 25 Aralık 1825'te Lunel'de (Herault) doğdu. İlk tahsilini Montpellier'de, hukuk eğitimini de Paris'te yaptı. Şöhreti, 1875'te başarıyla oynanan ve kendisine Fransız Akademisi'nin büyük ödülünü kazandıran La fille de Ronald adlı manzum dramdan gelmektedir. Fransız Akademisi üyeliğiyle de taltif edilen (1883) Bornier, daha önce kütüphane memuru olarak girdiği Bibliothöque de l'Arsenal'in müdürlüğüne kadar yükseldi (1889). 1889'da kaleme aldığı manzum dram Mahomet'te Hıristiyanlığın İslâmiyet'ten üstünlüğünü ve Hz. Muhammed'in de bunun bilincinde olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Birinci perdesinde Mekke dönemini sergileyen oyun, Câhiliye Arapları'nın durumunu tasvir ettikten sonra birliği sağlayıp yarımadaya düzen getirecek güçlü bir lidere olan ihtiyacı gözler önüne koymaktadır. Piyeste bir yandan Hz. Muhammed'in Hira dağında vahiy alışı temsil edilirken diğer yandan da şarkiyatçıların genel iddiasına uygun olarak bazı keşişlerden Kitâb-ı Mukaddes'i öğrendiği vurgulanmaktadır. Oyunun diğer dört perdesi Medine dönemini işlemekte ve İslâm'ın önce bu şehre, sonra Arabistan yarımadasına hâkim oluşu, Bizans ordularının mağlûp edilip Sâsânî İmparatorluğu'nun çökertilişi gibi sosyopolitik muhtevalı olayların yanında Hz. Peygamber'in aile yaşantısını da sergilemektedir. Bu arada Hz. Safiyye, Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb'e çeşitli iftiralarda bulunulmakta ve oyun Hz. Peygamber'in bir kadın meselesi yüzünden zehir içerek canına kıyması gibi hayal ürünü bir sahne ile sona ermektedir. Paris'te provalarına başlanan oyunun sahnelenmemesi için II. Abdülhamid'in emriyle Osmanlı hükümetinin girişimlerde bulunması üzerine iki ülke arasında bir diplomasi sorunu doğdu. Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın, Paris sefiri Esad Paşa'ya oyunun İslâm'ın peygamberi ve mukaddes değerleri aleyhine bir unsur ihtiva etmediği ve Fransa'nın yönetimin-



292



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU deki Cezayir ile Tunus'ta sahneye konul-



lüne boşaltr. Arazinin ortalama yüksek-



masını



mayacağı hususlarında t e m i n a t verme-



liği 1000 m. kadar olup güney ve güney-



bağlı olan m ü s l ü m a n l a r arasında Ticâ-



sağlamıştır.



Mâlikî



mezhebine



sine r a ğ m e n Türk h ü k ü m e t i yoğun bas-



doğu sınırında hafif tepelikler bulunmak-



niyye, Kâdiriyye, Senûsiyye ve Şâzeliyye



kılarını sürdürdü; sonuçta dönemin baş-



tadır. Güneyden kuzeye doğru akan Şa-



tarikatları yaygındır. Sayıları son derece



bakanı Freycinet eserin oynanmasını ta-



ri nehri Bornu'nun doğu sınırını teşkil



azalmış bulunan



mamen yasaklamak zorunda kaldı (1890).



eder ve bölgeyi Bagirmi'den ayırır. İkli-



Bura kabilesine m e n s u p küçük bir hı-



mi k a s ı m - m a r t arasında kurak ve se-



ristiyan grup da mevcuttur.



BİBLİYOGRAFYA: N. Stevvart, La uie et l'oeuvre d'Henri de Bornier, P a r i s 1935; C. E. Bosvvorth, " A Dramatisation of the Prophet M u h a m m a d ' s Life: H e n r i d e Bornier's Mahomet", Numen, XVII, Leiden 1970, s. 105-117; Maurice Tourneux, "Bornier", Gr.E, VII, 4 3 7 ; TA, VII, 332. H



F



CENGİZ KALLEK



n



BORNU Orta Sudan'da kurulmuş olan eski bir İslâm devleti ve bugün Nijerya'da bir eyalet.



^



^



Nijerya'nın Bornu eyaleti, XX. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdürmüş olan Bornu Devleti'ne ait toprakların bir kısmı Nijerya'da, bir kısmı da Nijer'de kaldığı için bu devletin ancak bir bölümünü kapsamaktadır. Bornu Devleti'nin kuzeyinde Büyük Sahra, güneyinde Adamava, d o ğ u s u n d a Çad gölü ve batısında Hevsa ülkesi bulunuyordu. Yüzölçümü 116.400 k m 2 , nüfusu 6.371.000 (1990) olan bugünkü Bornu'nun merkezi Maiduguri'dir ve eyalet kuzeyde Nijer Cumhuriyeti, kuzeydoğuda Çad gölü ve Çad Cumhuriyeti, d o ğ u d a Kamerun, güney ve batıda ise Nijerya'nın Gongola, Bauchi ve Kano eyaletleriyle çevrilidir.



animistlerin



yanında



rin, mart-haziran arasında kurak ve sı-



Bölgenin ekonomisi tarım ve hayvan-



cak, haziran-ekim arasında ise yağmur-



cılığa dayanır. Süpürge darısı, darı, yer



lu ve sıcak geçer. Genelde s a ğ a n a k ha-



Astığı, soğan, susam, p a m u k , pirinç ve



linde yağan ve güneyden kuzeye doğru



mısır tarımı ekonomik hayatta önemli



giderek azalan yağmurlar Çad gölü çev-



yer tutar. Hayvancılık alanında



resinde bataklıkların meydana gelmesi-



baş hayvan yetiştiriciliği gelişmiştir. Çad



ne sebep olur. Bitki örtüsü de yağışla-



gölü çevresinde balıkçılık yapılır. Hur-



rın azalmasına paralel olarak güneyden



m a , incir, balık ve t u z en önemli ticaret



büyük



kuzeye doğru gittikçe fakirleşir; kuzey-



ürünleridir. Bölgeden dışarıya canlı hay-



de otlak ve çalılıklar, güneyde ise savan-



van, işlenmiş deri, p a m u k ve yer fıstığı



lar önemli yer tutar.



ihraç edilir. Demiryolu hattıyla Kano ve



Bornu halkı Kenuri, Fülânî, Hevsa, Şü-



oradan da Lagos'a bağlanmış olan Bor-



ve Arapları ve Berberîler'den meydana



nu'nun merkezi Maiduguri, aynı zaman-



günümüzdeki



da bölgenin sanayi merkezidir. Bomu'-



kesin sayı ve oranları belli değildir. Nü-



yu batıdan doğuya doğru geçen eski Ka-



f u s içerisinde hâkim unsuru teşkil eden



no -Kukava-Bilma kervan yolunun yeri-



gelmiştir; bu unsurların



Kenuriler Çad gölünün güney ve batısın-



ni alan b u g ü n k ü Kano-Maiduguri-N'ca-



daki topraklarda yaşamaktadırlar; ko-



m e n a yolu h e m bölgenin hem d e Nijer-



nuştukları Nil-Sahrâ g r u b u n d a n Kenu-



ya'nın ekonomisinde önemli rol oyna-



rice Nijerya'nın başlıca yerli dillerinden



maktadır.



biridir. Kânim-Bornu Devleti'nin idareci



Tarih. Bornu'nun tarihi, Çad gölünün



sınıfından gelen Kenuriler'in parlak bir



d o ğ u s u n d a Dârfûr'dan gelen Zegâveler



tarihî geçmişleri vardır. Nüfus içerisin-



tarafından kurulmuş olan Kânim Sultan-



de ikinci derecede rol oynayan Hevsa-



lığı'nın tarihiyle yakından ilgilidir. XIX.



lar, Bornu'nun batı taraflarında



Kano



yüzyılın ortalarına kadar Bornu'da ikti-



eyaletine yakın yerlerde yaşamakta ve



darı elinde t u t a n Seyfiye hanedanı ön-



uğraşmaktadırlar.



celeri yalnız K â n i m ' d e h ü k ü m sürmüş-



Zinder civarında yaşayan Fülânîler ise



tür. Adını efsanevî şahsiyet Seyf b. Zû-



esas itibariyle batıdan buraya gelmişler-



yezen'den alan bu hanedandan



dir; hayvancılık ve çobanlık yaparlar. Bun-



veya U m m e Cilmi'nin (1086-1097) Müslü-



ovadır. Kuzeyde Yobe, güneyde Yedre-



ların yanında Bornu'da yerleşmiş olan



manlığı kabul etmesiyle hükümdarların



san nehirleri bölgenin sularını Çad gö-



ve Şüve Arapları adı verilen grubun ço-



gücü arttı. Hacca giderken Mısır'da ve-



ğ u yerleşik, bir kısmı ise göçebe halde



f a t eden Humay'ın halefi Dûneme (1098-



Bornu esas itibariyle geniş, k u m l u bir



Bornu 5°







İl"



14°



genellikle



ticaretle



Hume



yaşamaktadır. Ayrıca Kotokolar, Keriba-



1150) güçlü bir ordu kurdu ve ülkesini



nalar, Mobberler, Mangalar, Bâbirler gi-



genişleterek İslâmiyet'in Çad



bi sayıları nisbeten az olan çeşitli kabi-



doğu tarafında Bornu bölgesine de ya-



leler de Bornu'nun nüfusu içerisinde yer



yılmasını sağladı. İslâmî ilimler alanında



alırlar. Şehir merkezlerinde ve resmî iş-



ünlü bir kişi olan May (sultan) Dâlâ BîrF-



lerde İngilizce kullanılmakla beraber halk



den (1151-1177) itibaren devletin sınır-



arasında başta Kenurice olmak üzere



ları Nil'den Nijerya'ya kadar genişledi;



Arapça ile Hevsa ve Fülânî dilleri konu-



Hafsîler'le iyi ilişkiler kuruldu ve Tîbu-



şulmaktadır.



lar'la Fizanlılar'a da boyun eğdirildi. Fa-



gölünün



Bornu halkının hemen hepsi müslü-



kat XIV. yüzyılda çeşitli karışıklıklar çık-



mandır. İslâmiyet buraya XII. yüzyılda



tı ve ülke kuzeydeki Buialar'ın işgaline



bölgeyi ele geçiren Kânimliler vasıtasıy-



uğradı. Bunun üzerine May Ömer b. İd-



la girmiş, doğudan ve kuzeydoğudan ge-



rîs (1394-1398) taraftarlarıyla birlikte Çad



len Araplar'la batıdan gelen Fülânîler ta-



gölünün batı tarafına çekilerek burada



rafından da hızla yayılmıştır. Ayrıca Ka-



merkezi Kafa olan Bornu Devleti'ni kur-



hire'den ve Fizan'dan başlayan ticaret



du. Ortaçağ'ın tarihçi ve coğrafyacıla-



yollarının son bulduğu yer olması sebe-



rından İbn Fazlullah el-Ömerî (ö. 1349),



biyle m ü s l ü m a n tüccarların buraya sık



İbn Haldûn (ö. 1406) ve Makrîzî (ö. 1442)



sık uğramaları, İslâmiyet'in şehirlerden



eserlerinde bu devletin kendi zamanla-



başlayarak kırsal alanlara doğru tanıtıl-



rındaki d u r u m u n d a n bahsetmektedirler.



293



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BORNU Bornu XV. yüzyılın sonuna doğru bölgenin en güçlü devleti haline geldi. May Ali (Gâzî) b. Düneme (1472-1505) kuzeyde Birni N'gazargamu şehrini kurdu ve burayı devletin merkezi yaptı. İç barışı tesis ederek sınırları genişleten Ali Dûneme'nin yerine geçen oğlu İdrîs Katakarmâbi (1505-1526) zamanında Kânim'in de bir bölümü Bornu'ya katıldı. Bornu en parlak dönemini May İdrîs Elevmâ (Alûmâ, y , 1571-1603) zamanında yaşadı. Komşusu Kânim'i hükmü altına alan İdrîs Elevmâ akıllı bir siyasetçi ve bölgede İslâm'ın ilerlemesini isteyen dindar bir kişiydi. Ülkesini siyasî, ekonomik ve askerî yönlerden güçlendirmeye çalışan Elevmâ 1576 yılında Osmanlı Padişahı III. Murad'a bir elçi göndererek bağlılığını bildirdi ve olumlu yönde gelişen münasebetler sonunda Osmanlı Devleti'nden askerî ve teknik yardım sağladı. Bu yardımla Elevmâ'nın çakmaklı tüfeklerle donatılmış bir ordu kurduğu ve özellikle bu ordu sayesinde topraklarını güneye doğru genişleterek Bulalar'ı hâkimiyeti altına almayı başardığı bilinmektedir. Bornu ile Osmanlılar'ın Trablusgarp eyaleti arasında sınırın ortak olması ilişkilerin geliştirilmesinde olumlu rol oynamıştır. Bornu hükümdarları hac ziyaretleri vesilesiyle Osmanlı topraklarından geçmekte ve Osmanlı resmî makamları ile temas kurmaktaydılar. Genel olarak Bornu sultanları komşu müslüman ülkelerin idarecileriyle ilişkilerini geliştirmeye önem vermişlerdir. İdrîs Elevmâ'nın parlak dönemini iki asır devam eden bir fetret devri takip etti. XVII. yüzyılda birkaç defa meydana gelen kuraklık Bornu'yu iyice sarsarak açlık ve karışıklık içinde bıraktı. Bornu önce Tuaregler'in, sonra da Songaylar'ın saldırılarına uğradı. Seleflerine göre faal bir hükümdar olan Ali b. Ömer (16451684) bu saldırıların birinde başşehirde öldürüldü. XIX. yüzyılın başlarında Fülânîler Bornu'ya saldırdılar ve önce buraya bağlı olan Hevsa'yı, sonra da ayaklanan Bornu'daki Fülânîler'in yar-



dımıyla ülkenin tamamını istilâ ettiler (1808). May Ahmed b. Ali (1793-1808) devletin merkezini Kurnava'ya nakletmek zorunda kaldı. Bu sırada adını duyuran Şehu Muhammed el-Emîn el-Kânimî (Şeyh Laminû; ö. 1837) adında bir âlim Bornu'nun Fülânîler'den kurtarılmasında önemli rol oynadı. Aslen Fizanlı olan Kânimî Bornu ile Murzuk'ta eğitim görmüş, 1790'da hacca giderek orada birkaç yıl kaldıktan sonra geri dönüşünde Ngala şehrine yerleşip buradaki mahallî sultanın kızıyla evlenmişti. Fülânîler Bornu'ya saldırdıklarında Kanembular'la Şüve Arapları'ndan bir ordu kuran Kânimî onları yenilgiye uğrattı ve elde ettiği zafer büyük bir ün kazanmasına, Bornu'nun siyasî tarihinde etkili bir güç haline gelmesine yol açtı. Bu arada Ahmed b. Ali'nin yerine hükümdar olan oğlu Düneme b. Ahmed (18081811) Fülânîler'e karşı mücadeleye başladıysa da başarı sağlayamadı ve Birni N'gazargamu'yu geri alabilmek için Kânimî'den yardım istedi. Bunun üzerine Kânimî kendi ordusuyla hücuma geçerek eski başşehri kurtardı (1809). Bu büyük zafer onun ününü ve nüfuzunu daha da arttırarak devlet yönetimini fiilen ele geçirmesini sağladı. Bu durum May Dûneme'yi rahatsız ettiğinden onu uzaklaştırmanın yollarını aramaya başladı; fakat Kânimî daha çabuk davranarak Dûneme'yi tahttan indirdi ve yerine amcası Muhammed Neclerûmâ'yı (1811-1814) geçirdi. Ancak gücü giderek artan Kânimî, yeni hükümdarın da kendisini saf dışı bırakmak istediğini anlayınca bu defa da onu tahttan uzaklaştırıp daha kolay anlaşacağına inandığı Dûneme'yi yeniden başa getirdi (1814). Fakat bir süre sonra Bagirmi sultanıyla iş birliğine giden Düneme yine ondan kurtulmak için plan yapmaya başladı, ancak bu defa da başarılı olamadı ve çıkan karışıklıklarda öldürüldü (1818). Yerine kardeşi İbrâhim (1818-1846) hükümdar oldu ve Kânimî'nin devlet yönetimindeki otoritesini kabul etmek zorunda kaldı. May



İbrâhim döneminde ülkedeki kabileler üzerinde yeniden otorite sağlanmasında, altı yıl devam eden savaş sonunda Bagirmi'ye boyun eğdirilmesinde ve Fizan ve Trablusgarp'la iyi ilişkiler kurulmasında Kânimî'nin büyük rolü oldu. Kânimî öldüğünde yerini oğlu Ömer aldı ve onun rolünü devam ettirmeye çalıştı. Şehu Ömer (ö. 1881) ilk yıllarda May İbrâhim adına iktidarı kullandı ve komşularla olan iyi ilişkileri sürdürmeye özen gösterdi. Şehu Ömer'in devlet yönetimindeki nüfuzunu kabullenemeyen Seyfıye hânedanı taraftarlarının Vedaylılar'la iş birliği yaparak ona karşı harekete geçmeleri üzerine Şehu Ömer May İbrâhim'i hapsettirdi ve Veday ordusu üzerine yürüdü; fakat başarılı olamadı ve hapisteki hükümdarı idam ettirerek ülkenin batısına doğru çekildi (1846). Veday ordusu Şehu Ömer'in babası Kânimî'nin kendine yönetim merkezi olarak kurduğu fiilî başşehir Kukava'yı ele geçirip tahrip ettikten ve çeşitli yerleşim merkezlerini yağmaladıktan sonra ülke topraklarını terketti. Aynı yıl Seyfıye hânedanı taraftarları May İbrâhim'in oğlu Ali'yi hükümdarlığa getirdilerse de yeni hükümdar Şehu Ömer'e karşı yapılan savaşta öldü ve böylece bu hânedan son bulmuş oldu. Seyfıye hânedanı taraftarlarını etkisiz hale getiren Şehu Ömer devlet yönetiminde tek kişi olarak kaldı; fakat büt ü n yetkileri elinde topladığı halde kendini sultan ilân etmeyerek "şehu" unvanı ile yetindi. Şehu Ömer yönetimine karşı zaman zaman ayaklanmalar olduysa da o bunlardan fazla etkilenmedi ve ölünceye kadar Bornu'yu yönetti. Yerine geçen oğullan Bû Bekr (1881-1884), İbrâhim (1884-1885) ve Hâşim (1885-1894) yine "şehu" unvanıyla hükümdarlık yaptılar. Şehu Ömer'in son zamanlarında başlayan Bornu'nun gerilemesi oğulları döneminde giderek hızlandı ve devlet mekanizması iyice sarsıldı. Halkın askerliğe ve devlet yönetimine ilgisi ve güveni kalmadı; taşradaki mahallî idareciler merkezi dinlemez hale geldiler. XIX. yüzyıldan önce Kânimî'nin kurdu-



Bornu Sultanı idrîs Elevmâ'nın ordusundan bir süvari ile (D. D e n h a m — H. C l a p p e r t o n ,



Narratiue



of



Travels..., L o n d o n 1826, s. 64}



Bornulu savaşçıları gösteren temsili iki resim (Th. Krings,



Sahel,



KiSln 1982, s. 8 7 )



ğu idarede sultanın geniş yetkileri vardı ve devletin ileri gelenleriyle eşrafın üye bulundukları bir danışma meclisi (nökena) yönetim işlerinde ona yardımcı oluyordu. Meclis üyelerinin bir kısmı hür (kambes), bir kısmı da köle kökenli (kachelas) idiler. Siyasî otorite Kukava'da oturan şehu ile kabile başkanlarının elinde bulunuyordu. İdarî bakımdan ülke şehunun doğrudan yönettiği Bilâd-i Kuka-



294



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSCH VILÂ, Jacinto BİBLİYOGRAFYA:



, !



v



-



t



.



.



.



.



^ i j



\



Bornıı ile ilgili Dîvân-ı Hümâyun hükümlerinden bir örnek (BA, Mühimme



Defteri,



nr. 3 0 , s. 188)



Aziz Samih, Şimali Afrika'da Türkler, İstanbul 1937, II, 128; L. Brenner, " M u h a m m a d alA m î n al-Kânimî a n d Religion a n d Politics i n Bornu", Studies in West African Islamic History (Ed. J. R. Willis), London 1979,1, 160-176; P. B. Clarke. M/est Africa and İslam, London 1982, s. 66-71, 102-104; M. Hiskette, The Deuelopment of İslam in West Africa, London 1984, s. 59-67, 194-201; D. H. Spain, "Kanuri", Müslim Peoples, I, 375-380; İbrâhim Ali Turhân, İmbarâtüriyyetü'l-Bornû el-İslâmiyye, Kahire 1985; J. S. Trimingham, A History of İslam in West Africa, Oxford 1985, s. 207-213; Mustafa Ali Besyûnî, Bornû fî 'ahdi'l-üsreti'l-Kânimiyye, 1814-1969, Riyad 1 4 0 5 / 1 9 8 5 ; Cengiz Orhonlu, " O s m a n l ı - B o r n u M ü n â s e b e t i n e A i t Belgeler", TD, sy. 23 (1969), s. 111-130, rs. VIII; B. G. Martin, " M a ı İdrîs of B o r n u a n d the Ott o m a n Turks, 1576-78", 1JMES, III/4 (1972), s. 470-490; D. Lange, "Progres de l'Islam et changement politique au K â n e m d u X I e au XIII 6 siecle: u n essai d'interpretation", JAfr.H, X I X / 4 (1978), s. 495-513; Emîn et-Tîbî, "Vüş û l ü ' l - İ s l â m ve i n t i ş â r u h û fî K â n i m - B o r n û " , Mecelletü Külliyeti'd-Da'veti'Tİslâmiyye, IV, Trablus 1987, s. 180-190; a.mlf.. "Kânim-Born û bi's-Sûdâni'l-evsat fi'l-'aşri'l-vaşit; 'alâk â t târîhiyye s arîke bi'l- c Arab ve'l-müslimîn", el-Mu errihu'l-'Arabi, XXVII, Bağdad 1988, s. 115-127; Ğ. Yver, "Bornu", İA, II, 718-725; a.mlf., " K â n e m " , a.e., VI, 155-157; a.mlf., "Kan e m " , El 2 (Fr.), IV, 563-565; C. E. J. Whitting, "Bornü", a.e., I, 1297-1299; Abdullahi Smith, "al-Kânemı", a.e., IV, 565. DAVUT DURSUN



BOSCH VILÂ, Jacinto va denilen bölge ile onun tayin ettiği yerli kabile reisleri tarafından yönetilen bağlı sultanlıklar şeklinde bölünmüştü. İslâm'ın bir devlet dini olduğu Bornu'da önde gelen şahsiyetler kadı ve imam gibi din görevlileriydi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Bornu, Bagirmi Sultanı Rabih b. Zübeyir'in hâkimiyetine girdi (1893). 1896'ya kadar ülkenin tamamını ele geçiren ve Dikoa'yı merkez edinen Rabih 1900'de Fransız sömürge ordusu tarafından mağlûp edilerek öldürülünce yerine oğlu hâkimiyetini devam ettirmek istedi, fakat Fransızlar karşısında tutunamadı. 1902 yılında Bornu Fransa, İngiltere ve Almanya arasında paylaşıldı. Kânim ile Damergu Fransız, Kukava ile birlikte Ngornu ve merkezî Bornu İngiliz, Dikoa ile güney bölgesi Alman sömürge idarelerine bağlandı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın elindeki bölge de İngiltere'nin hâkimiyetine geçti ve Bornu Nijerya sömürgesi içinde bir emirlik olarak yer aidi; Nijerya'nın bağımsızlığını kazanması üzerine de 1967 yılında eyalete dönüştürüldü.



(1922-1985) ^



İspanyol şarkiyatçısı.



^



14 Nisan 1922'de İspanya'nın kuzeydoğusundaki Gerona eyaletinin Figueras şehrinde doğdu. 1946'da Barselona Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sâmî Diller Bölümü'nden mezun olduktan sonra Zaragoza Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne asistan alındı. 1956 yılında Madrid Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde doktorasını tamamladı ve 1959'da Granada Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde İslâm tarihi kürsüsüne geçti. 1968 Haziranından itibaren bu fakültenin dekan yardımcılığı, 1972-1973'te akademik faaliyetler başkanlığı, 1973-1976 arasında da Granada Üniversitesi'nin rektör yardımcılığı görevlerini üstlendi. Hayatının yaklaşık kırk yılını İslâmî araştırmalara vakfeden ve bu sahadaki geniş bilgi birikiminden dolayı meslektaşları ile öğrencileri arasında "maestro" (üstat) lakabıyla anılan Bosch Vilâ'nın ilmî kişiliği, görev yaptığı coğrafî mekânların da etkisiyle biri kuzeyde Aragon,



diğeri güneyde Granada dönemi olmak üzere başlıca iki merhalede gelişti. 1959 yılına kadar olan kuzeydeki çalışmalarının büyük bir bölümünü, ağırlığını İslâmî devire verecek şekilde, Endülüs İslâm kaynaklarında es-Sağrü'l-a'lâ (yukarı serhad) adıyla geçen Aragon bölgesinin siyasî ve sosyokültürel tarihine ayırdı. Bu şekilde daha önce yalnız Codera tarafından kısmen çalışılmış olan bu bölgenin tarihi, Bosch Vilâ'nın sayıları otuza varan kitap, makale ve belge şeklindeki neşriyatıyla gün ışığına çıkmış oldu. Ayrıca bu sıralarda Murâbıtlar ve Aragon'un güneyindeki Şentemeriyyetü' ş - şark' ın



(Şentemeriyyetü İbn Rezîn = Albarracin) İslâmî dönemi hakkında da iki monografi kaleme aldı. Bosch Vilâ, 1959'dan 1985 yılına kadar devam eden Gırnata döneminde ise çalışmalarını daha farklı konularda yoğunlaştırdı. Bu konular sırasıyla şunlardır: 1. Kuzey Afrikalı müslümanların Endülüs tarihindeki yerleri, bu çerçevede siyasî ve sosyokültürel hayatları-, 2. Mülûkü't-tavâif dönemi, bu dönemde Endülüs'ün Kurtuba (Cordoba), İşbîliye (Sevilla), Meriye (Almeria), Gırnata (Granada) gibi şehirlerinde hayat; 3. İslâm hukuku, müesseseleri ve tarihi. Bu dönemdeki ferdî çalışmalarının yanında Cuadernos de Historia del islam ve Andalucıa Islâmica, textos y estudios adlarında iki derginin çıkarılmasına da öncülük etti. Bosch Vilâ, üretken ve titiz araştırmacı kişiliği sayesinde birçok ilmî kuruluşa üye oldu. Estudios Califales de Cordoba, Instituto Hispano-Arabe de Cultura, Middle East Studies Association of North America (International Association



for Arabic and Islamic Studies) ve UNESCO üyesi olduğu kuruluşların bir kısmıdır. Ayrıca bazı araştırmalarıyla 1951'de Francisco Codera, 1953'te Franko, 1956'da Bernardo Zapater Marconell ödüllerini kazandı,- 1985'te de Fundaciön para la Cultura de Sevilla adlı kuruluş, La Sevilla Islâmica (711-1248) adlı eserinden ötürü kendisini ödüllendirdi. Eserleri. Bosch Vilâ'nın kitap, makale, tebliğ ve ansiklopedi maddesi olarak yetmişi aşkın yayını bulunmaktadır. Başlıca eserleri şunlardır: 1. El Oriente ârabe en el de sarrollo de la cultura de la M arca Superior. Aragon bölgesinin İslâmî dönem siyasî, sosyal ve kültürel tarihini ihtiva eden bu eser 1954'te Madrid'de yayımlanmıştır. 2. Los Almorâvides. Bu eserinde Murâbıtlar hakkında bilgi vermektedir (Tetuân 1956). 3. Al-



295



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSCH VILA, Jacinto barracîn musulmân. Şentemeriyyetü'şşark'ın İslâmî dönem tarihiyle ilgilidir



(Teruel 1959). 4. Historia de Sevilla. La Sevilla Islâmica (711-1248). İşbîliye'nin İslâmî dönemdeki tarihi hakkında yazdığı bu eser 1984'te Sevilla'da neşredilmiştir. Makalelerinden bazıları da şunlardır: "Los documentos ârabes y hebreos de Aragön y Navarra" (Estudios de la Edad Media de la Corona de Aragön, V, Zara-



goza 1952, s. 407-416); "A Propösito de una misiön cristiana a la corte de alMuqtadir ibn Hûd" (Tamuda, II, Tetuân 1954, s. 97-105); "Los Banü Simâk de Mâlaga y Granada: una familia de cadfes" (Miscelânea de Estudios Ârabes y Hebrai-



cos, XI, Granada 1962, s. 21-37); "Hacia un nuevo concepto de Historia del islam" (Atti del III Congresso di Studi Arabi el Islamici, Rauello 1-6 Settembre 1966, Na-



poli 1967, s. 211-230); "El Orientalismo espanol" ( Boletin de la Asociaciön Espafiola de Orierıtalistas, II, Madrid 1967, s. 175-188); "Andalucıa islâmica: Arabizaciön y berberizaciön" (Andalucıa Islâmica, textos y estudios, I, G r a n a d a 1980, s. 9 - 4 2 ) ; "Los omeyas de al-Andalus (siglos V I I I - X ) " (Historia Universal Saluat,



LXIV-LXV, Barselona 1981, s. 179-195). BİBLİYOGRAFYA: "Historiadores d e a l - A n d a l u s y del M a g reb", Estudios



de Homenaje a D. Claudio Sanchez Atbornoz, Buenos Aires 1983, s. 365-478; Andalucia Islâmica, I, Granada 1980, giriş kısmı; J. Bosch Vila, "Ben al-Jatib y Gran a d a " , Cuadernos de la Asociaciön Cultural Hispano Alemano, VI, Granada 1982, s. 1-56; E. Molina Lopez, "In M e m o r i a m : Jacinto Bosch Vilâ", Sharq al-Andalus, Estudios Arabes, sy. 3, Alicante 1986, s. 231-241. S



F



MEHMET



ÖZDEMİR



B O S N A EYALETİ Osmanlılar zamanında Balkanlar'da önce sancak beyliği iken 1580'den itibaren beylerbeyilik olan bir idarî birim.



L



lılar tarafından ele geçirildi (1463). Yeni fethedilen bu bölgede bir sancak kuruldu ve sancak beyliği Minnetoğlu Mehmed Bey'e verildi. Ancak Macar Kralı Matthias Corvinus aynı yıl Bosna üzerine hücum ederek eski krallık merkezi Yayça ve civarını aldı. 1479'da Bosna sancağı beyi Dâvud Paşa Drava ve Sava ırmakları ötesindeki Macar topraklarına akınlarda bulundu ve Bosna'da Macar hakimiyetindeki yerlerde başarılı harekâtlar gerçekleştirdi. Rumeli beylerbeyiliğine bağlı Bosna sancağı başlangıçta askerî maksatlı önemli bir idarî bölge vasfını taşıyordu. Kanünî Sultan Süleyman'ın ilk yıllarında bu bölgedeki faaliyetler sonucu sancağın sınırları genişlemeye başladı. 1526'daki Mohaç Zaferi sonrasında Yayça ve Banaluka ele geçirildi (1528). Ayrıca Osmanlı kuvvetleri Lika'ya doğru nüfuzlarını yayarak Klis Kalesi ile Dalmaçya'nın büyük bir kısmını aldılar (1537). Bu fetihlerde Bosna sancağı beyi Gazi Hüsrev Bey önemli rol oynamıştı. Bu sıralarda Bosna sancağının merkezi Saraybosna idi. Rumeli beylerbeyiliğine bağlı olup altı kazası olan sancakta 1533'te 711'i timar, on yedisi zeâmet sahibi olmak üzere 728 kadar sipahi bulunuyor, o sırada sancak beyi olarak gösterilen Mustafa Paşa'nın geliri de 739.000 akçeye ulaşıyordu. Kanünî Sultan Süleyman devri başlarına ait bir vesikaya göre Bosna sancağında Yenipazar, Pazar-ı Saray, Varoş-ı Vişegrad, Pazar-ı Olofça ve Pazar-ı Koninçe adlı kasabalar ve pazar yerleri mevcuttu. Sancağın merkezi daha sonra, 1552'den itibaren Bosna sancağına tayin edilen beylerin askerî maksatlarla Banaluka'da oturmaya başlamaları üzerine buraya taşındı. Sokullu ailesine mensup Ferhad Bey'in sancak beyliği sırasında Bosna stratejik ve askerî önemi sebebiyle bir eyalet haline getirildi (1 Sa-



fer 988/18 Mart 1580). Bosna sancak be-



J



Bosna bölgesi Osmanlılar'ın 1386'daki ilk akınları sırasında Kral Tvrtko'nun hâkimiyeti altında bulunuyordu. 1391'de müstakil bir krallık haline gelen Bosna'ya karşı ilk ciddi Osmanlı hücumları, 1392'de Paşa Yiğit Bey tarafından Üsküp'ün alınmasından sonra başladı. Son Bosna Kralı Tomaşevic Macar himayesi altına girip karısı dolayısıyla Sırp despotluğu üzerinde hak iddia edince Bosna Osman-



yi olarak 523.883 akçe has'larıyla berat alan Ferhad Paşa aynı yılın 4 Eylül'ünde 800.000 akçelik haslarla Bosna beylerbeyiliğine tayin edildi ve 20 Eylül'de beylerbeyilik beratını aldı (BA, KK, nr. 262, s. 2, 34). Daha sonraları Bosna paşalığı adı ile de şöhret kazanacak olan eyalet ilk teşkili sırasında Bosna, Hersek, Klis, Pojega, Orahoviçe (Rahoviçe), Kırka, İzvornik sancaklarından meydana geliyordu. Ayrıca 1584'te bir ara Krupa veya Yenipazar sancak haline getirilerek buraya bağlanmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına ait bazı kayıtlara göre eyalete Za-



cesne (Çernik) sancağı da ilâve edilmiş ve sancak sayısı sekize yükseltilmişti. Bu tarihlerde eyalette 398 kılıç timar vardı ve çıkarttığı asker sayısı 3000 idi



(AynAli, s. 16-18,48). XVII. yüzyıl ortalarına ait kaynaklarda Bosna eyaleti Bosna, Hersek, Klis, İzvornik, Kırka (Lika), Zacesne ve Bihke (Bihaç) sancaklarından ibaret gösterilir ve 2280 kılıç timar ve cebelüleriyle birlikte 8000 askere sahip bulunduğu belirtilir. Bu yüzyılın başlarında Pojega sancağı Bosna'dan ayrılarak Kanije eyaletine bağlanmıştı. Böylece Bosna eyaletinin sınırları en geniş şekli ile kuzeyde Drava nehri, güneyde bazı Dalmaçya şehirleri hariç Adriyatik denizi, doğuda Drina nehri, güneydoğuda İbre nehri ve batıda Lika'nın biraz ilerisine kadar uzanıyordu. Kuzeybatı ve güney sınırları 1683-1699 savaşı sonucu biraz değişikliğe uğradı. Karlofça Antlaşmasından sonra Bosna eyaletinin sınırları kuzeyde Sava nehri, batıda Una nehri, güneyde aşağı yukarı bugünkü Bosna ve Dalmaçya boyu, doğuda ise Yenipazar sancağı sınırlarına çekilmişti. Bosna böylece beş sancak-



tan (Bosna, Hersek, Klis, İzvornik, Bihke) ibaret bir eyalet durumuna geldi. Nitekim 1722-1730 yıllarına ait bir listeye göre eyalette altı sancak vardı ve bunlardan Kırka sancağına hiçbir tayin ya-



pılmamıştı (BA, KK, nr. 523 m., s. 8-10). Bu sınırlar, Yenipazar sancağının ayrılması gibi bazı ufak değişiklikler hariç, Bosna - Hersek'in Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'nun idaresi altına girmesine kadar aynı kaldı. Ayrıca bu arada 1639'da Banaluka'dan Saraybosna'ya taşınan eyalet merkezi Travnik'e nakledildi ve 1851'e kadar Bosna valileri burada oturdular. Bu son tarihte Bosna altı kaymakamlığa. Hersek ise üç kaymakamlığa ayrılarak yeni bir idarî düzenlem e yapıldı. Mayıs 1865'te ise vezir Topal Osman Paşa'nın valiliği sırasında yeni bir idarî düzenleme düşünüldü. Yeni teşkilât vilâyet, kaza, cemaat, yafta ve köyler şeklinde bir idarî taksimat getiriyordu. 1866'da vilâyet olarak adlandırılan Bosna bu sıralarda Saraybosna (7



kaza), İzvornik (Tuzla, 9 kaza), Banaluka (4 kaza), Bihke (Bihaç, 8 kaza), Travnik (5 kaza). Hersek (Mostar, 11 kaza), Yenipazar (Seniçe, 10 kaza) adlarıyla yedi sancağa ayrılmıştı; bunların ikisi mutasarrıflık, beşi kaymakamlık olarak idare



edilmekteydi (Cevdet, Tezâkir, III, 91-97). Daha sonra bu yedi sancak mutasarrıflık olarak anıldı. Hersek Bosna'dan ayrı-



296



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK larak iki mutasarrıflık bir vilâyet oldu. 1878'de Berlin Antlaşmasfyla Avusturya-Macaristan'a verildi. Son Bosna Valisi A h m e d Mazhar Paşa'nın buradan ayrılması ile Osmanlı idaresi fiilen sona erdi. Osmanlı döneminde 1866'dan başlam a k üzere vilâyete ait on beş defa saln â m e yayımlandığı bilinmektedir. nr. 2 6 2 , s. 2, 3 4 ; nr. 2 6 6 , s.



Devlet-i



(1283), s. 156-157; T u r s u n Bey, Târîh-i



Ebü'l-Feth



(nşr. M e r t o l T u l u m ) , İstanbul 1977,



s. 121-135; Celâlzâde, Tabakâtü'l-memâlik, a



a



2 8 3 - 2 8 4 ; Ayn Ali, Kauânîn-i 16-18, 4 8 ; Cevdet,



de Bosna'nın beylerbeyilik (eyalet) stat ü s ü kazanmasından sonra Hersek, Hersek sancağı veya Hersek-ili adı altında bu beylerbeyiliğe bağlanmıştır. Bugünkü Bosna-Hersek Cumhuriyeti toprakt o r l u ğ u ' n u n idaresi altında



2 1 1 ; nr. 5 2 3 m . , s. 8-10; Salnâme-i



Aliyye



ha geniş bir sahayı kaplamıştır. 1580'-



lan ise Avusturya-Macaristan



BİBLİYOGRAFYA : BA. KK, Ruus,



cak olmuş ve sınırları b u g ü n k ü n d e n da-



Tezâkir,



Âl-i Osman,



s. 61-106; H a z ı m Sabanovic,



Pasaluk,



S a r a j e v o 1 9 5 9 ; G ö k b i l g i n , Edirne



sırada (1878-1918) Bosna-Hersek vilâyetini oluşturan ve 1918'den sonra SırpHırvat ve Sloven Krallığı'nin bir parçası



vr.



sayılan alanı içine almaktadır. 1929'da



s.



Yugoslav Krallığı, "banovina" denilen do-



III, 3-99; a.mlf.,



Marûzât,



İmpara-



bulunduğu



Bosanski ue



kuz büyük idarî bölüm halinde teşkil edilince Bosna - Hersek'in sınırlarında bazı



s. 1 0 ; a.mlf., " K a n u n î S u l t a n Sü-



değişiklikler olmuştur. Nihayet bugün-



l e y m a n D e v r i B a ş l a r ı n d a R u m e l i E y a l e t i , Li-



kü Yugoslavya'da eski tarihî sınırlarına



Paşa Livası,



ve



Kasabaları",



TTK



vaları,



Şehir



XX/78



(1956), s. 2 4 7 - 2 8 5 ; Ş e r a f e t t i n



"XVII. Y ü z y ı l d a O s m a n l ı



Belleten, Turan,



İmparatorluğunun



uygun ayrı bir Bosna-Hersek Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. Merkezi Saraybos-



1961



na (Sarajevo) olan bu cumhuriyet 109 ce-



Yıllığı, A n k a r a 1961, s. 2 0 1 - 2 3 2 ; İ. M e t i n Kunt,



m a a t e ayrılmıştır. 1990'da yapılan de-



idari



T a k s i m a t ı " , Atatürk



Sancaktan



Eyâlete



Üniversitesi



(1550-1650),



İstanbul 1978,



s. 47, 1 2 5 ; Ö m e r Lûtfi B a r k a n , " H . 9 3 3 - 9 3 4 (M. 1527-1528) M a l î Y ı l m a A i t B i r B ü t ç e Ö r -



mokratik seçimlerden sonra memleketin genel d u r u m u n d a ve idarî sistemin-



n e ğ i " , İFM, X V / l - 4 (1955), s. 2 5 1 - 3 5 9 ; L. İnci-



de bazı yeni oluşumlar meydana gelmiş-



ciyan — H. D. A n d r e a s y a n , " O s m a n l ı R u m e l i ' -



tir. Kasım 1990'da yapılan serbest se-



s i n i n T a r i h v e C o ğ r a f y a s ı " , GDAAD,



çimlerde demokrasi yanlısı siyasî parti-



sy. 4-5



(1976), s. 1 0 1 - 1 0 8 ; İlhan Şahin, " T î m â r Sistem i H a k k ı n d a B i r R i s â l e " , TD, XXXII (1979), s. 9 0 5 - 9 3 5 ; A v d o Suceska, " O s m a n l ı İ m p a r a t o r luğu'nda



Bosna",



POF,



XXX



(1980), s. 431-



lerin kazanması Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya'da olduğu gibi bağımsızlık yanlısı eğilimlerinin artmasına yol açtı.



4 4 7 ; Branislav Djurdjev, " B o s n a " , El 2 (İng.), I,



Müslüman Demokratik Hareket Partisi li-



1 2 6 3 - 1 2 6 9 ; Halil İnalcık, " E y a l e t " , a.e„ II, 721-



deri, islam



H



F



^



FERİDUN EMECEN



BOSNA-HERSEK 1991'de bağımsızlığını ilân eden ve eski Yugoslavya'yı oluşturan federe cumhuriyetlerden biri.



~



Izmetu Istoka Zapoda Ireca Alternativa (Türkçe trc. Doğu ue Batı Arasındaki İslâm, İ s t a n b u l 1987) adlı kitabın yazarı ve tanınmış fikir a d a m ı Ali İzzetbegoviç Bosna - Hersek Cumhuriyeti dev-



let başkanlığına seçildi (Aralık 1990). ^



Yüzölçümü 51.129 k m 2 olan BosnaHersek, d o ğ u ve güneydoğuda Sırbistan ve Karadağ, kuzey ve batıda ise Hırvatist a n cumhuriyetleriyle çevrilidir. Adriyatik denizinde 20 k m . uzunluğunda kıyısı vardır. Topraklarının çoğu dağlık olup verimli ovalar daha ziyade kuzeyde bulunur. Su kaynakları bakımından oldukça zengindir, Sava ve Neretva büyük akarsularını teşkil eder. İliriya (İllyria) menşeli Bosna ismi, aynı adı taşıyan ırmakt a n kaynaklanmış ve ülkenin daha geniş olan kuzey kısmının adını oluşturmuştur. Neretva nehri havzasıyla güney bölgeleri içine alan Hersek (Herzeg - Dük) adı ise, XV. yüzyıl ortalarında Bosna kralına isyan edip kendisini "St. Sava'nin Herseki" yani d ü k ü ilân eden Stjepan Vukcic Kosaca'nın unvanından gelir (Her-



zegovina = Hersek'in toprağı). Osmanlı hâkimiyeti sırasında her ikisi de birer san-



Yugoslavya'dan ayrılmak isteyenlerle federal orduyu bir baskı unsuru olarak kullanıp Yugoslavya'ya hâkim olmak isteyen komünistlerin idaresindeki Sırbistan arasında 1991 yılında bir siyasî kriz patlak verdi. Ekim 1991'de BosnaHersek'in egemenliğini ilân etmesi ve bu cumhuriyetin sınırları içerisinde yaşayan Sırplar'ın buna karşı çıkarak Yugoslavya'ya bağlılığı s ü r d ü r m e k istemeleri üzerine m ü s l ü m a n - Sırp çatışması başladı. Mart 1992 başında bağımsızlığı güçlendirmek için yapılan referandum a katılanların % 9 9 . 4 3 ' ü bağımsızlık lehine oy kullanırken Sırplar oylamaya katılmadı ve federal ordunun desteğinde müslümanların yerleşim bölgelerine saldırıları yoğunlaştırarak katliama yöneldiler. Türkiye'nin ve diğer bazı ülkelerin de tanıdığı Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Nisan 1992'de federal ordunun ve Sırplar'ın saldırılarıyla başlayan bir iç savaşın içerisinde bulunuyordu.



1991 Mart ayında yapılan nüfus sayımına göre Bosna - Hersek'in nüfusu 4.5 milyona yaklaşmıştır. Halkın büyük kısmı Sırp-Hırvat (Boşnak) dilini konuşmakta olup kendilerini milliyet olarak Sırp, Hırvat, müslüman, Yugoslav şeklinde göstermişlerdir. Sayım sonuçlarına göre Bosna-Hersek'te, 1.905.000 m ü s l ü m a n (% 43,7), 1.364.363 Sırp ( % 31,3), 752.068 Hırvat (% 17,3), 293.477 Yugoslav (% 5,5) ve 93.685 de diğer unsurlar (% 2,2) bulunmaktadır. Bu rakamlara ayrıca 10.098 kişilik Kupres cemaati de ilâve edilmelidir. Bunlar da yine Hırvat (3947), müslü-



man (745), Sırp (5169), Yugoslav (213) ve diğer (24) şeklinde milliyet belirtmişlerdir. Nüfusun nisbî çoğunluğunu oluşturan müslümanlar, milliyetlerini Sırp, Hırvat veya Yugoslav olarak değil sadece müslüman (muslimani) olarak göstermişlerdir. Bu sayımlarda halkın hangi dine mensup olduğu da kaydedilmiş ve ilk tesbitlere göre, tıpkı 1981 sayımındaki gibi, halkın % 40'ının İslâm dinine bağlı bulund u ğ u ortaya çıkmıştır. Bunların % 90'ı da Boşnakça konuşmaktadır. Yugoslavya'da gerek Bosna-Hersek gerekse Sırbistan ve Karadağ'da (Montenegro) Sırpça -Hırvatça/Boşnakça konuşan halkın bir b ö l ü m ü n ü n h e m din hem millet adı o l m a k üzere m ü s l ü m a n sıfatını benimsemeleri 400 yıl süren Osmanlı idaresinin bir sonucudur. Ancak Osmanlı hâkimiyeti dönemi sadece dinî yönden değil ülkenin b ü t ü n ü n d e halkın gündelik hayat tarzına kadar inen derin bir kültürel etkiye yol açmıştır. Türkler'le aynı dinden oldukları için Bosna-Hersek'in yerli m ü s l ü m a n halkı kendilerine Türk (Turci) dedikleri gibi bazan Türkler'den ayırt edilmek amacıyla Boşnak (Bosnalı, Bosnyak) ismini de kullanmışlardır. Özellikle bu sonuncusu XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren giderek yaygınlık kazanmıştır. Avusturya - Macaristan idaresi zamanında milliyetçilik cereyanları sebebiyle Ortodokslar kendilerini Sırp, Katolikler ise Hırvat olarak gösterip II. Dünya Savaşı'na kadar olan devrede müslümanlarla etnik birlik iddiasında bulundularsa da bazı şehirli aydın kesimi dışında taraftar bulamadılar. M ü s l ü m a n halk, Avusturya-Macaristan idaresinin gayretlerine r a ğ m e n Boşnak adını fazla benimsemeyip m ü s l ü m a n tabirini kullandı. Daha sonra Yugoslav idaresinin "entegral Yugoslav milleti" oluşt u r m a çalışmaları da bir sonuç vermedi. Müslüman halkın büyük kısmı II. Dünya Savaşı'ndaki istiklâl mücadelelerine



297



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK katıldıklarından resmî kaynaklarda müsl ü m a n milleti olarak kabul gördüler. Fak a t savaş sonrası resmî idare bu tabiri kabul etmediyse de 1967'de bu isim resm e n tasdik edildi. O s m a n l ı İdaresi D ö n e m i . B ö l g e y e ilk yer-



leşenlerin Hint-Avrupa menşeli İliriyalı-



na kralları birçok şehri ele geçiren ve askerî garnizonlar yerleştiren Osmanlılar tarafından haraca bağlandı (14281429). XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılar, b u g ü n k ü Saraybosna bölgesini de içine alan Hodidjed kasabası ve civarında güçlü bir uç sahası, askerî bölge meydana getirdiler. Burası, voyvoda unva-



lar olduğu kabul edilir. Burası Roma hâkimiyeti d ö n e m i n d e Panonya (Pannonia) eyaletinin İllyricum b ö l ü m ü n e bağlandı.



nını taşıyan İshak Bey oğlu Üsküp beyi îsâ Bey tarafından idare ediliyordu. Ci-



Slav kabilelerinin ilk yerleştikleri bölge Bosna ırmağı havzası ve kaynağıydı. Da-



varda Osmanlı vassali Bosna beyleri bul u n d u ğ u n d a n bu bölge çift taraflı olarak kontrol altına alınmış durumdaydı.



ha sonra Bizans ve yerli hânedanların hâkimiyeti altında kalan bölgeye ilk Türk akınları 7 8 8 ' d e (1386) başladı. Bu sırada ayrı bir krallık olan Bosna tahtında Kral 1. Tvrtko bulunuyordu (1353-1391). 1388'deki akında Türk kuvvetleri yenilgiye uğradı, b u n d a n bir yıl sonra Bosna askerleri Sırp knezi Lazar idaresinde Kosova Savaşı'na katıldılar. Savaş Osmanlılar'ın galibiyeti ve Sırp knezliğinin Osmanlı hâkimiyetini kabul etmesiyle sonuçlanınca Sırbistan'da bir kısmı Osmanlılar'a bağlı müstakil feodal beyler ortaya ç ı k t ı K r a l Tvrtko'nun halefine de kendisine ait toprakları idare yetkisi tanındı. 1392'de Üsküp'ün fethi, Sırbistan ve Bosna'nın d u r u m u n d a önemli değişikliklere yol açacak ilk önemli adım oldu. Böylece bu bölgede bir "uç" mıntıkası oluşturuldu. Burası ilk sancak beyi olan Paşa Yiğit'in hareket üssü haline geldi. 1415'ten itibaren Bosna'ya yönelik hücumlar sıklaştı ve Osmanlı nüfuzu, Bosna'daki yerli hânedanlar arasındaki çekişmelerde etkili bir rol oynamaya başladı. Osmanlı hâkimiyetini kabul e t m e k zorunda kalan Kral II. Tvrtko'nun (14201443) tahta çıkışından hemen sonra Bos-



Bu idarî mıntıkayı gösteren 1455 tarihli Tahrir Defteri'nde "Saray Ovası" bir bölge adı olarak zikredilmişse de bu adda bir yerleşme yeri mevcut değildir. Bununla birlikte Saraybosna'nm menşei Bosna Krallığı'nın çöküşünden daha eski bir d ö n e m e uzanır. Bu sıralarda Bosna tahtı, Batı'nın desteğine güvenen fak a t Osmanlılar'a haraç ödemeyi de sürdüren Stjepan Tomas (1443-1461) tarafından işgal edilmişti. Papa ise Osmanlılar'a karşı desteğini talep eden kralın hem Katolik olmasını h e m de "sapmış" (heretik) olarak nitelendirdiği derin kök salma eğilimi gösteren ve yerleşik bir kilise haline gelen yeni mezhebin mensuplarının ortadan kaldırılmasını istedi. Kral da bu grupların takip ve katlini emretti. Böylece ortaya çıkan sosyal karışıklıklar Osmanlı n ü f u z u n u n yayılması için önemli bir fırsat teşkil etti. Kralın oğlu Stjepan Tomasevic ile Sırp prensesi arasındaki evlilikle Sırp despotluğu ve Bosna Krallığı'nı birleştirme teşebbüsü ise despotluk merkezi Semendire'nin (Smederevo) 1459'da Osmanlılar tarafından fethiyle neticelendi. Son Bosna kralı Tomasevic (1461-1463), Batı desteğine güvenerek Osmanlılar'a haraç ödemeyi reddedince, bu d u r u m tâbi bir h ü k ü m d a r olmaktan çıktığı anlamına geldiğinden, Fâtih Sultan M e h m e d idaresindeki Osmanlı ordusu süratle Bos-



Bosna - Hersek



H I R V A T İ S T A N



-



t s% r-







M



N



K



İ



BOSNA-HLRSEK CUMHURİYETİ N 0,



;



-



SARAYBOSNA 7*-î



ç j ^



^



_ .



.



\



'-"Ac



s -



,



S -x



Yayça'yı aldı ve biri burada, diğeri Srebrenik'te iki eyalet (banat) kurarak Osmanlılar'a karşı t a m p o n bir bölge oluşturdu. Buradan Bosna bölgesine birçok akın yapıp eski hânedan mensuplarından birine 1476'ya kadar sürecek sözde bir krallık kurdurdu ise de bu faaliyetler pek verimli olmadı.



'KârâcIlS



%



na'nın fethini tamamladı. Osmanlı ordusunun çekilmesinden sonra Macar Kralı Matthias Corvinus Bosna'ya yürüyüp



~



Bosna Osmanlı idaresine geçince bir sancak haline getirilmişti. İlk sancak beyi de Minnetoğlu M e h m e d Bey idi. Hersek sancağı 1470'te teşkil edilmiş, bu-



ranın diğer bir kısım toprakları ise 1482 başlarında fethedilerek sancağa katılmıştı. Ayrıca bu bölgede merkezi Zvornik olan bir başka sancak daha kuruldu. Srebrenik banatlığı 1512'de, Yayça ve Banaluka ise Mohaç Zaferi sonrasında (1527 v e y a 1528) ele geçirilebildi. Bosn a ' d a n itibaren Türk fetihleri Lika'ya doğru yayıldı, Klis Kalesi ile birlikte Dalmaçya bölgesinin büyük bir parçası alındı. Ayrıca Bosna sancak beyi idaresindeki kuvvetler Slovenya'ya da girdiler. Bosna'nın sancak merkezi, 1520'de buraya gelip 1541'de vefat eden sancak beyi Gazi Hüsrev Bey tarafından inşa edilen külliye ve kurulan vakıflar vasıtasıyla bir Türk-İslâm şehri olarak gelişen Saraybosna idi. Ancak daha sonra merkez XVI. yüzyıl ortalarında, önemli ve büyük bir şehir haline gelen Saraybosna'dan ilk Bosna beylerbeyi Ferhad Paşa'nın yaptırdığı eserlerle bir İslâm şehri hüviyeti kazanan Banaluka'ya taşındı. Bosna eyaleti 1580'e doğru yedi sancaktan oluşuyordu (bk. BOSNA EYALETI). Osmanlı fethi Bosna-Hersek'in sosyal yapısında önemli gelişmelere sebep oldu. Sıkı bir merkezî idare altında timar* sisteminin tatbiki, sosyal yönden olduğ u kadar iktisadî yönden d e büyük değişikliklere yol açtı. Timar sisteminin uygulanmasıyla yerli beylerin güçleri kırıldı, köylü üzerindeki baskılar azaldı; hayvancılık ve özellikle koyun besiciliği gelişti ; ekonomik faaliyetin en önemli kolu olan madencilik yeni idareciler tarafından devralındı. Ayrıca nüfusun tamamını etkileyen büyük bir dinî ve etnik hareketlilik meydana geldi. Hersek bölgesinde koyun yetiştiricileri boş ziraat alanlarına yerleştirildi; böylece binlerce koyun besicisi çiftçiliğe yöneldi ve harap yerlerin ihyası, ziraatın gelişmesi için yeterli insan gücü kaynağı sağlanmış oldu. Bu yerleşenlerin çoğu Ortodoks Sırp o l d u ğ u n d a n yerleşme sahaları giderek Sırplar'ın önceden bulunmadığı bölgelere doğru genişledi. Bosna ve Hersek'te İslâmiyet'in yayılması, bugün bile hâlâ tartışılan bir problem olarak durmaktadır. I. Dünya Savaşı'ndan önce genel olarak kabul gören ve bugün de pek çok ilim adamı tarafınd a n paylaşılan görüş, heretik kilise taraftarlarının yani Bogomiller'in Katolik kilisesinin baskısı sonucu ve ahlâkî esaslardaki görüş benzerliği dolayısıyla kolay bir şekilde bir b ü t ü n olarak İslâmiyet'i kabul ettikleri idi. Bunlara göre İslâmiyet'i seçen yerli Bosna beyleri kendi toprakları üzerindeki imtiyazlarını ko-



298



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK rumuşlar ve bu durumlarını XIX. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdi, timar sistemi ise sadece bir üst yapı olarak kalmıştı. Bu iddianın en hararetli savunucusu C. Truhelka idi. Ona ve onun takipçilerine göre Bosna baştan beri Osmanlı Devleti içinde ayrı bir statüye sahip olmuştu. İki dünya savaşı arasında bazı Yugoslav tarihçiler bu görüşlerin temelsiz olduğunu ispata çaiıştılarsa da tatminkâr bir çözüm getiremediler. Onlara göre İslâmlaşma tedricen gerçekleşmiş, Bosna yerli asilzadeleri timar sisteminin özellikleri sebebiyle fetih sonrası eski topraklarının tamamını koruyamamışlardı; toprak imtiyaz sistemi XVIII. yüzyılda kurulmuş ve bir sonraki yüzyılda da devam etmiş, tedricî olarak eski ziraat sistemi çerçevesinde gelişmişti. Modern tarihçiler ise ilk elden Osmanlı kaynaklan ve tahrir defterleri üzerinde yaptıkları çalışmalarla konuyu daha da derinleştirdilerse de elde edilen sonuçlar henüz genelleştirilebilecek bir olgunluğa erişmemiştir. 1463'ten önce Osmanlılar Bosna'nın bir kısmını ellerine geçirdikleri sırada îsâ Bey tarafından idare edilen sınır bölgesi (uç) dışında sipahi timarı mevcut değildi. Sınır bölgesinin iç kesimlerinde çoğu müslüman, birkaçı da hıristiyan pek çok sipahi bulunuyordu. Bosna'nın fethinin tamamlanması ile esas olarak söz konusu bölgeden, Makedonya'dan ve daha sonra da Sırbistan'dan getirilen sipahilere buradan timarlar tahsis edilmişti. Bunların çoğu da Slav menşeliydi. Fetih sırasında ve sonrasında, eski Bosna asilzadelerinin önde gelenlerinin tasfiyesinden sonra başlangıçta, mevcut büyük asilzade ailelerinin bazı üyelerine ve küçük derebeylerinin çoğuna eski mülkleri bırakılmıştı. Ayrıca koyun besicilerinin reislerine de timarlar tahsis edilmişti. Böylece o sıralarda Hersek'te birçok hıristiyan timar sahibi ortaya çıkmıştı. Bu tip topraklar daha sonra tam olarak Osmanlı idaresinin tasarrufuna geçecekti. Pavlovic dük ailesinin toprakları 145S tarihli Tahrir Deften ne göre haraç ödeyecek mukâtaa'lı bir arazi haline getirilmişti (BA, MAD, nr. 544). Herseg Stjepan'ın siyaseti de problemlerin hallinde tamamıyla Osmanlılar'a güvenmek olmuştu. En küçük oğlu Osmanlılar tarafına geçerek İslâmiyet'i kabul etmiş ve II. Bayezid ile Yavuz Sultan Selim dönemlerinde beş defa vezîriâzam olmuş Hersekzâde Ahmed Paşa idi. Ayrıca İslâmiyet'i kabul edip Osmanlılar'ın hizmetine giren birçok eski asilzade aile-



sinin çocukları içinde de vezir ve vezîriâzam olanlar mevcuttur. Bunlardan biri de Sokullu Mehmed Paşa idi (1564-1579); onun hıristiyan kalan akrabaları 1557'de Peç (İpek) patrikliğinin ihyasından sonra Sırbistan patriği olmuşlardı. Timarlar dışarıdan gelen sipahilere verilmesine rağmen çoğu eski Bosna beylerinin veya Osmanlı idaresi tarafından yeni teşkil edilen bazı grupların ellerinde bulunuyordu. Bosna sancağının en eski tahrir defterinde müslüman olan bu gibi sipahilerin hıristiyan akrabalarının isimleri de kayıtlıdır (BA, TD, nr. 18, 24). Bu dönemlerde Bosna'da padişahın ve sancak beylerinin has'ları yakınında sipahilerin kendilerine ait mülk çiftlikleri de (hassa çiftlik) vardı. Timar kaydedilse bile bu tip çiftlikler sürekli olarak korunabiiiyordu. Özellikle İslâmiyet'i seçmiş olan timar sahiplerinin çoğunun eski aile topraklarının bir bölümünü miras yoluyla intikal edebilir küçük mülkler yahut çiftlikler olarak korudukları söylenebilir. XVI. yüzyıl başlarında, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde bu çeşit çiftliklerin iptaline kadar sayıları az da olsa artmıştı. Bu çiftlikler, ileride yeni ziraî ilişkilerin ortaya çıkışında yeni bir temel modeli oluşturmuştu. Hıristiyan sipahilerin sonraları İslâmiyet'i seçecek olan müslüman torunları, müslüman olup servet sahibi olan veya statülerini koruyan ailelerin üyeleri daha sonra sipahi, zaîm, kale dizdarı, yüksek devlet görevlileri oldular. Bir sınır bölgesi olması dolayısıyla Bosna'ya verilen önem yerli müslümanların güç ve nüfuz kazanmalarını kolaylaştırdı. Osmanlılar'ın Macar topraklarını fethi sonucu buradaki pek çok sipahi yeni topraklara nakledildi. Ancak Macar topraklarının ele geçirilmesiyle Sırbistan'da İslâmlaşma durduğundan benzer sonuç-



lar burada görülmemişti. Bosna-Hersek'te İslâmlaşma sadece şehir halkı arasında değil köylüler arasında da taraftar bulmasıyla yeni ve kuvvetli bir tabanın oluşmasına zemin hazırlamıştı. Çoğu maden ocakları yanında kurulm u ş eski Bosna şehir ve kasabalarında Türk fethinden sonra büyük bir gelişme meydana geldi. Klasik Türk el sanatları ziraata nisbetle çok daha fazla ilerleme gösterdi. Osmanlı esnaf teşkilâtı, lonca sistemi, kendine has özellikleriyle birlikte ilk iki yüzyıl boyunca büyük ölçüde gelişti. Dericilik, kuyumculuk, askerî teçhizat üretimi ve şehir halkının ihtiyacına yönelik sahalarla ilgili esnaf kolları büyük önem kazandı. Yalnız madencilik alanında bazı bürokratik ve idarî uygulamalar yüzünden üretim ve kıymetli madenlerde verim düşüklüğü oldu. Bundan dolayı Bosna ve Hersek'teki şehirlerin gelişmesinde askerî maksatlar hariç madencilikten ziyade küçük sanayi ve iş kolları ile ticaret rol oynamıştı. Türkler tarafından kurulan şehirlerin hepsi, haberleşmeyi ve nakliyatı kolaylaştıracak stratejik bakımdan uygun yerlerde bulunuyordu. Bu tip şehirlerin gelişmesi eski madenci şehirlere nisbetle daha hızlı gerçekleşti. Eski bir pazar yerinde kurulup bir askerî birlik yerleştirilen ve idare merkezi olarak büyüyüp birer sanayi ve ticaret merkezi halinde gelişme gösteren Saraybosna ve Banaluka bu duruma iyi birer örnek teşkil eder. İdarî ve askerî grupların dışında Anadolu'dan ve diğer yerlerden gelen göçmenler vasıtasıyla bu şehirlerde Türk ve İslâm menşeli geleneklerle hayat tarzı hâkim oldu, nüfusta hızlı artışlar görüldü. Bosna-Hersek'te şehirlerin kuruluşunda veya fizikî olarak genişlemesinde bazı idarecilerin şahsî teşebbüsleri de önemli rol oynamıştı. Bunlar cami, medrese,



299



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK han, hamam, mektep, kütüphane, dükkânlar yaptırarak zengin vakıflar tahsis ettiler. Dervişler de tekkelerde şehir halkının mânevî dünyasına hitap ederek dinî kültürün gelişmesine yardımcı oldular. Böylece Bosna şehirleri Türk gücünün kuvvetli bir kalesi, İslâm kültürünün de direği oldu. Ayrıca çevreden çok sayıda köylü şehirlere gelip yerleşti. Bunların çoğu İslâmiyet'i kabul etmiş gruplardı. Şehre gelen gayri müslimler de bir süre sonra İslâmiyet'i seçtiler. Şehirlerde hıristiyan ve yahudi sayısı müslümanlara göre çok az bir nisbetteydi. Dolayısıyla İslâmlaşmada şehirler yakın çevreyi etkileyen önemli bir rol oynamış olmalıdır. Bosna ve Hersek sancakları tahrir defterleri, toplu halde İslâmlaşmanın şehirlerde ve onu çevreleyen köylerde vuku bulduğunu desteklemektedir. Söz konusu defterlere göre başlangıçta Bosna sancağında İslâmiyet'i kabul eden köylüler sadece Saraybosna ve çevresinde bulunanlardı. 1489'da sancakta yaklaşık 25.000 hâne, 1300 bîve (hıristiyan dul kadın) ve 4000'den fazla bekâr hıristiyan



nüfus (yaklaşık 130.000 kişi) bulunuyordu. Buna karşılık müslümanlar 4500 hâne ve 2300 kadar da bekâr nüfusa (yak-



laşık 25.000 kişi) sahiptiler (BA, TD, nr. 24). Hersek'in 1477 tarihli eski bir defterinde ise İslâmlaşmanın âni olmadığı açıkça görüldüğü gibi heretik Bosna kilisesi mensuplarının toplu halde fetihlere katıldığını gösterir kayıtlara da rastlanmaz (BA, TD, nr. 5). Nitekim Stjepan Tomas ve Stjepan Tomasevic dönemlerinde bunların yirmi yıl baskı ve zulüm altında tutulmaları Bosna kilisesinin dağılmasına yol açmış, ayrıca Herseg Stjepan Vukcic'in Ortodoksluğa geçmesi, Hersek bölgesindeki Bosna kilisesi mensuplarının durumunu zorlaştırmış ve bunlar Hersek'in gözden ırak, terkedilmiş bölgelerine çekilmişlerdi. O dönemde bu grupların İslâmiyet'e geçtiklerine dair herhangi bir kayıt yoktur. Bununla birlikte daha önceki dönemde Katolik kilisesinin takibatı ve kilise vergilerini toplama imtiyazına sahip Ortodoks kilisesinin baskıları, iki taraflı tehlikeye mâruz kalan bu grupların İslâmiyet'i kabulünde uygun şartları hazırlamış olmalıdır. Şehirlerin de İslâm merkezleri haline gelip kır bölgelerini etkilemeleriyle XV. yüzyıl gibi erken bir dönemde belirli bölgelerdeki köylüler arasında Müslümanlığın yayılışı gerçekleşmiştir. Böylece Müslümanlığın daha da genişleyip yayılması



için bir temel atılmış oluyordu. İslâmiyet'i kabul eden köylülere diğerlerinden ayırt edilmeleri için "potur" adı verildi. Bunların dinî inançları İslâm, Hıristiyanlık ve heretik Hıristiyanlığa ait bazı unsurların bir karışımı idi. Kanünî Sultan Süleyman döneminde, o vakte kadar t a m a m e n İslâmlaşmış olan yerli beylerin gittikçe artan nüfuz ve güçlerini kontrol altında tutabilmek için bazı tedbirler alındı. Bosna sipahileri yeni fetih bölgelerine kaydırıldı, onlardan boşalan yerlere (timarlara) diğer bölgelerden gelen sipahiler getirildi ve çiftlikler normal reâyâ çiftliği haline konuldu. Fakat özellikle sınır boylarının savunma ihtiyacı, XVI. yüzyılın ikinci yarısında askerî çiftliklerin sayılarının artmasına yol açtı. Önceleri sınır boyu olan ırmaklarda askerî hizmetlerde bulunan "kapudan"lar, şimdi kalelerin kontrolünü üstlenen ve savunma görevi yapan bir pozisyon kazandılar. Bosna'nın beylerbeyilik olarak teşkili de yerli asilzadelerin güç kazanmalarına katkıda bulundu. XVI. yüzyılın ikinci yarısında bazı Bosna şehirlerinde hızlı bir kalkınma dönemi başladı. Bunu, yerli tüccarın ve Dubrovnik tüccarının faaliyetleri sayesinde İtalyan şehirleriyle yapılmakta olan ticaretin hacmindeki artış takip etti. Şehirlerin müslüman sakinleri hıristiyan gruplardan ayrı mahallelerde oturuyorlardı. Yeni gelen göçmenlerin içeriye akını sebebiyle bazı sanayi kolları kapandı, müslüman nüfus Sava'nın ötesindeki yerlere ve şehirlere göç etmeye başladı. Yüzyılın ikinci yarısında genel olarak Osmanlı idaresinde görülen bunalım iktisadî durumda da kendini gösterdi ve bölgedeki Türk askerî gücü zayıfladı. Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa'nın faaliyetleri Bihaç'ın fethiyle neticelendiyse de bir yıl sonra Hasan Paşa idaresindeki kuvvetler sınır boyunda ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu da Osmanlı-Habsburg savaşının sebebini teşkil etti. XVII. yüzyılda bozulan malî durum, idarî yapıdaki zaaf Bosna'yı da derinden etkiledi. Mukâtaa sisteminin yaygınlaştırılması, yeni vergilerin konulması ve arttırılması, Habsburglarla uzun savaş dönemi (1593-1606), bir sınır eyaleti olan Bosna'da sosyal dengeyi altüst etti. Anadolu'dan Bosna'ya vali olarak gönderilen eski âsiler ve paşalar dengenin daha da bozulmasına yol açtılar. Bu olumsuzluklardan faydalanarak yerli asilzade grubu zenginliğini ve gücünü arttırdı. Köylülere ait toprakların sipahi, âyan vb. as-



kerî zümrelerin ellerine geçişi hızlandı. Çiftliklerde ve timar köylerdeki çiftçi ve köylünün vergi yükümlülükleri ağırlaştı. Öte yandan merkezî hükümetin ihtiyaç duyduğu dâimî maaşlı asker istihdamı, teçhizi vb. masraflarının karşılanmasında çekilen güçlük, Bosna sınır boylarında kapudanlık sisteminin yaygın ve kontrolsüz bir hal almasına yol açmıştı. Ayrıca I. Ahmed'in fermanı ile ocaklık timar uygulaması da yaygınlaşmıştı. Söz konusu değişiklikler müslüman ve hıristiyan köylüler arasındaki münasebetleri olumsuz yönde etkiledi. Ağır şartlar altında hıristiyan köylüler sık sık yerlerini terkedip kaçtılar, dağlarda haydutluk da önemli ölçüde arttı. Bununla birlikte gelişen ticaret ve pazarların bir sonucu olarak XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın ilk yarısında şehirlerin kalkınması devam etmişti. Dubrovnik Limanı yanında Split'te de bir liman açılması (1592) Bosna ticareti için önemli bir gelişme olmuştu. Bu dönemde loncalar yavaş yavaş şehirdeki yeniçerilerin kontrolüne girdi, şehrin ileri gelenlerinin (âyan ve eşraf) nüfuz ve sayıları daha da arttı, bazı Bosna şehirleri oldukça büyüdü. Saraybosna fizikî bakımdan büyük bir gelişme gösterdi, şehirlerde zengin müslüman grup yanında zengin hıristiyan tüccar aileler ve tefeciler de mevcuttu. Ancak bu dönemlerde şehir halkı arasında refah seviyesindeki dengesizlik daha da derinleşmişti. Hatta XVII. yüzyılda çoğu müslüman fakir halk, Saraybosna'da ciddi bir ayaklanma bile çıkarmıştı. XVII. yüzyılın ilk yarısında Avrupa'daki Otuzyıl savaşları, Osmanlılar'a karşı bir askerî müdahaleye engel olurken yüzyılın ikinci yarısında uzun süren iki savaş Bosna'da birçok sıkıntıya yol açmıştı. Venedik'e karşı girişilen mücadele (1644-



Bosna-Hersek'in önemli şehirlerinden olan Travnik'ten bir görünüş



300



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK 1669) ve Habsburglar'la daha kısa süren savaş Bosna topraklarında sürdürüldü. Sınır boylarındaki hıristiyan nüfus kaçtı, bazıları gönüllü olarak Venedik'e askerî hizmette bulundu. Hersek'te de kargaşa ve ayaklanmalar görüldü. 1688'de Avusturyalılar Sava'nm güneyindeki bazı bölgeleri geçici olarak işgal ettiler. Dokuz yıl sonra Prens Eugene Zenta Savaşı'ndan sonra 1697'de Saraybosna'ya kadar ilerledi ve burayı yakıp yıktı. Hıristiyan nüfus, özellikle Romen Katolikleri istilâcı ordularla birlikte gittiler, uzun savaşlar ardında salgın hastalıklar bıraktı. 1699'da Karlofça Antlaşması'nın şartlarına uygun olarak Bosna eyaleti ufak değişikliklerle mevcut sınırlarını korudu. Sınır boylarında birçok tahkimat yapıldı ve yeni kapudanlıklar kuruldu. Eyalet bu sırada beş sancaktan oluşmaktaydı. Ayrıca Bosna'nın merkezi Travnik'e taşınmıştı. Macaristan, Slovenya, Hırvatistan ve Dalmaçya'da boşaltılan bölgelerin müslüman mültecileri, Bosna'nın terkedilmiş bölgelerine ve az nüfuslu yerlerine yerleştirildiler. Bir kısmı da şehirlere göç etti. Bosna'nın sınırda saldırıya açık bir bölge haline gelmesi, müslüman halkın büyük sıkıntıya düşmesine ve mücadeleye katılmasına yol açmıştı. 1718 Pasarofça Antlaşması ile Sava'nın güneyindeki şerit şeklinde arazi Avusturya'ya verildi. Yine batı sınırındaki bazı sahalar da Avusturya ve Venedik'e kaptırıldı. Salgın hastalıklar ve kötü geçen bir hasat mevsimi sonunda Bosna sipahilerinin uğradığı felâket ve ağır insan kayıplarına rağmen Hekimoğlu Ali Paşa idaresindeki bir ordu 1737'de Banaluka'da Avusturya'ya karşı kesin bir zafer kazandı. 1739 Belgrad Antlaşması ile Avusturya, Furjon Kalesi hariç Pasarofça Antlaşması sonucu aldığı bütün yerleri geri verdi. Bu karışık dönem sosyal tabakalaşmada da bazı değişiklere yol açmıştı. Kaybedilen kalelerden gelen yeniçeriler şehirlere yerleşerek nüfuz kazandılar. Saraybosna imtiyazlı bir şehir haline geldi. Şehir âyanı, askerî zümreler ve kapudanlar bu durumun daha da güçlenmesini sağladılar ve bunlar siyasî otoritenin başlıca temsilcileri oldular. Hatta Bosna Valisi Ali Paşa zamanında şehir âyanı, kapudanlar ve eyaletin değişik bölgelerinden ileri gelen kişilerin oluşturduğu bir âyan meclisi dahi teşekkül etmişti. Bu meclis valiyi denetleyecek ve bazı gelirlerini belirleyecek bir yetkiye sahipti.



Öte yandan kapudanlar devlet gelirlerini kiralamak ve çiftlikleri devralmak suretiyle mülk edinmeye başlayıp yüksek mevkiler elde etmişlerdi. Ayrıca vergilerin vadesi gelmeden peşin olarak talep edilme uygulaması, XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren on yıllık bir dönem boyunca fakir halkın ve müslüman köylülerin bir dizi isyanına sebep olmuştu. Osmanlı-Avusturya savaşı (1788-1791) Bosna sınır bölgesinde pek büyük bir değişikliğe yol açmamakla birlikte III. Selim zamanında yeniçerilerin nüfuzlarını sınırlamaya yönelik tedbirler, Bosna'daki yerli müslüman âyanın imtiyazlı durumuna ters düşmüş ve birçok karışıklığa zemin hazırlamıştı. Sırbistan'da çıkan ayaklanmaların ardından Bosna'da Sırp köylüleri isyanı patlak verdi, ancak bunlar kolayca bastırıldı. Ayrıca Bosna müslümanları 1813'te Sırbistan'daki ayaklanmanın bastırılmasında önemli rol oynadılar. Napolyon'un Avrupa'da kıta ablukası siyaseti Bosna'nın transit ticaretinde gelişmeye yol açtı ve Bosna'dan geçen yollar oldukça yoğun olarak kullanıldı. Şehirlerdeki müslüman tüccar yanında Sırp ve yahudi tüccar da pamuk nakliyatı ile gittikçe zengileştiler. Ancak Bosna'nın en önemli şehri olan Saraybosna'da halkla idareciler arasında silâhlı direnişe varan ciddi anlaşmazlıklar bu dönemde arttı. 1820'de Celâleddin Paşa düzeni zorla sağlayabildi. Yeniçeri Ocağı'nın tasfiyesi, Abdurrahman Paşa tarafından bastırılan isyanların en önemli sebebiydi. Ancak Bosna'da reformlara karşı genel hoşnutsuzluk devam ediyordu. 1831'de bazı yenilikleri uygulamaya koymak ve orduyu yeniden düzenlemek teşebbüsleri, Hüseyin Kapudan Gradascevic'in liderliğinde, Bosnalı müslüman âyanın başı çektiği bir ayaklanmaya dönüştü. Âsiler Bosna-Hersek için t a m bir otono-



Sokullu Mehmed Pasa Köprüsü - Saraybosna



mi, kendi vezirlerini seçme hakkı istediler, buna karşılık merkezî hükümete yıllık haraç vermeyi de teklif ettiler. Başlangıçta âsiler başarı kazandılarsa da aralarındaki rekabet ve anlaşmazlık sonucu kolayca dağıtıldılar (1832). İsyan bastırıldıktan sonra kapudanlık müessesesi kaldırıldı (1835), yerine müsellimlikler kuruldu. Pek çok eski kapudan, âyan ve sipahi müseliim olarak tayin edildi. Yine de sürtüşme ve karışıklıklar devam etti. Direniş nihayet, Lika'da doğan ve eski bir Avusturya subayı olan Ömer Paşa Latas tarafından kırıldı. Ömer Paşa Bosna valisi sıfatıyla (1850-1851) Bosna âyanınm siyasî nüfuzlarını kırıp reformları uygulamayı başardı. Ayrıca 1833'te Ali Paşa Rızvanbegovic tarafından idare edilmek için kurulan Hersek paşalığını da onu ortadan kaldırdıktan sonra lağvetti. Bosna altı, Hersek üç kaymakamlığa bölündü, Saraybosna da resmî merkez oldu. Topal Osman Paşa'nın valiliği sırasında (1861-1869) idarî yapıda önemli değişiklikler yapıldı. Bosna yedi sancağa ayrıldı, vilâyet meclisi kuruldu, ulaşım şartları iyileştirildi. İlk demiryolu ise 1872'de Banaluka ile Novi arasında hizmete girdi, birçok okul açıldı, vilâyete mahsus matbaa kuruldu. Ticaret ve pazarlama giderek gelişti, ancak küçük zenaat kolları çökmeye başladı. Pek çok Sırp aile refaha kavuştu, nüfuzları da giderek arttı. Ziraat sahasında çiftlik sahipleriyle kiracılar arasındaki problemler, 1859'da ziraat kanununun çıkmasından sonra bir kanunnâm e ile çözüme kavuşturuldu. Fakat pek tatmin edici olmayan şartlar, XIX. yüzyılın ikinci yarısında bir dizi köylü ayaklanmalarına hız verdi. 1875'te çıkan isyan siyasî bir özellik de kazanmış ve bu ayaklanma büyük güçlerin müdahalelerine yol açmıştı. Berlin Kongresi'nde Bosna ve Hersek Avusturya-Macaristan'ın himayesine verildi. Bosna müslümanları Avusturya-Macaristan'ın işgaline karşı koydularsa da 29 Temmuz'da başlayan işgal 20 Ekim 1878'de tamamlandı. Böylece Bosna-Hersek'te Osmanlı hâkimiyeti dönemi kapanmış oluyordu. 7 Ekim 1908'de buranın resmen Avusturya-Macaristan toprağı olduğu ilân edildi. Osmanlı İdaresi Sonrası Dönem. 1878'de Avusturya-Macaristan idaresine verilen Bosna-Hersek'te Osmanlı Devleti'nin hakları 1908'deki kati ilhaka kadar resmen sürmüştü. Avusturya - Macaristan'ın ikili anayasası sebebiyle BosnaHersek'in durumu belirsiz bir haldeydi.



301 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK İlhaktan önce ve sonra Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan maliye bakanının uyguladığı ikili bir denetim altındaydı. Avusturya-Macaristan'ın hükümet sistemi bütün dönem boyunca son derece bürokratik bir şekilde ve polis gücü ile yürütülmüştü. Buradan bir askerî vali sorumluydu. 1882'de sivil hizmetleri denetleyen sivil bir görevli tayin edildi. Bölge idarî bakımdan altı "okrug"a (kısım)



ayrıldı (Banaluka, Bihaç, Mostar, Sarajevo, Travnik, Tuzla). Bunlar da sırayla "srez"



(bölge) ve "ispostava'lara (en küçük idarî birim) bölündü. 1906'da adlî idare de ayrıldı, ilhakın ardından 1910'da "sabor" (meclis) teşkiliyle bir anayasa yapıldı. Bu meclis yetmiş iki milletvekili ve tayinle getirilen yirmi üyeden oluşuyordu. Bu üyelerin bir kısmı dinî temsilcilerdi (müs-



lümanlarda reîsülulemâ, vakıf idaresi başkanı, üç müftü), bir kısmı da yüksek unvanlı devlet görevlilerinden meydana geliyordu. 1912'de Bosna-Hersek idaresine sivil hizmetlerle ilgili ek yetkiler tanındı. I. Dünya Savaşı sırasında meclis geçici olarak ortadan kalktı. Avusturya-Macaristan hükümetinin modern idare sistemi getirmesi, ticareti geliştirmesi, yollar inşa etmesi, okullar açması, ilmî kuruluşlar teşkil etmesine rağmen cemiyetin yapısı birçok bakımdan değişmeden kaldı. Bunda Avusturya-Macaristan'ın müslüman ileri gelenleri kendi tarafına çekme ve kazanm a çabaları önemli rol oynamış olmalıdır. 1882'den 1903'e kadar Bosna-Hersek'te Avusturya-Macaristan siyaseti yönünden en önemli rolü bu ikili monarşinin maliye bakanı ve tarihçi B. Kallay oynadı. Bosna-Hersek'i ikili monarşi içinde ayrı bir bütün olarak muhafaza edebilmek ve Sırp-Hırvat milliyetçiliğinin yayılmasını denetim altında tutabilmek için Kallay bir "Bosna milleti" ve bir "Bosna dili" oluşturmaya çalıştı. Bu siyaset, Sırp ve Hırvatlar'da millî şuurun güçlü olması, müslümanların ise anavatan olarak Türkiye ile kuvvetli bağları yüzünden yerli halk arasında taraftar toplayamadı. Müslüman ailelerin bir kısmı Türkiye'ye göç etmiş, müslüman liderler de daima Osmanlı padişahının Bosna-Hersek üzerindeki haklarını desteklemişlerdi. Sadece müslüman aydınlar ve toprak ağalarının küçük bir kısmı Bosna milliyetçiliği davasını benimsedi. Müslümanlar Avusturya - Macaristan idaresinin aldığı bazı tedbirlere şüphe ile bakıyorlardı. Müslüman dinî kurum-



ları üzerinde kontrol sağlamak için hükümet 1882 yılında yüksek dinî başkan durumundaki reîsülulemâ makamını oluşturdu. Ayrıca bu makamın başında bulunduğu dört üyeli bir ulemâ meclisi de teşkil edildi. Bu kuruluş, vakıf idare heyetinin haklarını kontrol edecek kadar ileri gitti. Bundan huzursuz olan müslümanlar imparatora vakıfların idaresiyle ilgili konularda otonomi verilmesini isteyen toplu bir dilekçe verdiler. 1899'da Mostar m ü f t ü s ü Ali Fehmi Câbiç liderliğinde, Bosna-Hersek'teki bütün müslümanlar için dinî sahada ve eğitimde otonomi verilmesi yolunda kararlı bir mücadele başlatıldı. 1900'de İslâm dinî cemaati için hazırlanan ve içinde padişahın Bosna-Hersek üzerindeki haklarına özel bir önem atfeden kanun tasarısı bakan Kallay'a teslim edildi. Fakat bunu Avusturya-Macaristan idaresi kabul etmiyordu. Müftü Câbiç padişaha danışm a k için İstanbul'a gittiğinde Avusturya-Macaristan hükümetince Bosna'ya geri dönmesi yasaklandı (1902). 1906'dan sonra bu hareket daha teşkilâtlı bir şekil kazandı. Ali Bey Ferdus'un başkanlığında bir müslüman halk teşkilâtı yürütme meclisi seçildi. Teşkilât bir yandan varlıklı sınıfların menfaatlerini desteklerken öte yandan dinî otonomi verilmesi için hükümetle müzakerelere girişti. Avusturya-Macaristan idaresi padişahın otoritesini reddettiğinden müzakereler sonuçsuz kaldı. İlhakın ardından İslâm dinî işlerinin bağımsız olarak idaresiyle ilgili kanunu imparatorun tasdikiyle tatmin edici bir sonuç sağlanmış oldu. Bu kanunla okul ve kolejlere yardım eden yan kuruluşlar ve vakıflarla ilgili yüksek idarî yönetim, sekiz tabii üye



(reîsülulemâ, altı müftü, vakıf idare heyeti başkanı) ile bölge idare heyetleri tarafından seçilen yirmi dört üyeden oluşan Vakf-ı Maârif Meclisi'ne (Sabor) verildi. Bu meclisin alt kuruluşları, bölge meclislerinin kendi aralarından seçtiği bölge heyetleri yani cemaat meclisleriydi. En yüksek dinî kuruluş, reîsülulemâ başkanlığında dört üyeden oluşan ulemâ meclisiydi. Reis ve ulemâ meclisi üyeleri, altı m ü f t ü ve yirmi dört seçilmiş üyeden oluşan ayrı bir seçici organ tarafından seçilirdi. Reislik görevi için tesbit edilen üç adayın ismi imparatora verilir, o da birini reis olarak tayin ederdi. Reis ancak İstanbul'daki şeyhülislâmdan dinî görevi icra edebileceğine dair bir izin (menşur) aldıktan sonra görevine başlayabilirdi. İlgili istek, Avusturya-Macaristan elçiliği aracılığı ile İstanbul'a iletilir-



di. Her bir bölgenin ulemâ meclisinin teklif ettiği adaylar arasından hükümet tarafından seçilen bir müftüsü vardı. Yüksek din görevlilerinin ve memurlarının maaşları vilâyet bütçesinden karşılanırdı. Bosna-Hersek'in Yugoslavya'ya dahil edilmesiyle dinî cemaatler problemi yeniden ön plana çıktı. Çünkü Bosna-Hersek dışında da müslüman cemaatler mevcuttu. Bununla birlikte 1909'daki kanun 1930'a kadar uygulandı. Sırbistan, Makedonya, Karadağ'ı kapsayan ayrı bir dinî teşkilât vardı. Ziraat reformunun uygulanmaya konması müslüman mülk sahiplerini daha fazla sarstı. Bosna ve Hersek idaresindeki düzensizlik de vakıf mülklere ciddi zararlar verdi. Yugoslavya'da parlamenter rejimin feshinin ardından 1930'da krallık idaresi İslâm dinî cemaati ve anayasa ile ilgili yeni bir kanun çıkardı. Eski bağımsız İslâm dinî cemaatleri reîsülulemâ ile ulemâ meclisinin reis ve iki başkanından oluşan yüksek bir idarî teşkilâtın tek başkanlığı altında birleştirildi. Reîsülulemânın resmî ikametgâhı ve idare heyeti meclisi Belgrad'a taşındı. Bunlara ilâveten merkezleri Üsküp ve Saraybosna'da olan idare heyetleriyle beraber iki ulem â meclisi ve iki de vakıf-maarif kurulları mevcuttu. Kanunun esas özelliği makamların tayin yolu ile verilmesi, reîsülulemânın ulemâ meclisinin başında bulunmasıydı. İdare ikili olduğu halde (Üsküp ve Saraybosna) reis birleştirilmiş İslâm dinî cemaatinin başkanı durumundaydı. Özel kanunlarla reis, ulemâ meclisi üyeleri ve müftülerin tayini için aday seçimi bir düzene bağlandı. Seçici organın reislik için üç aday belirlemesi gerekiyordu; bundan sonra adalet bakanı, başbakanın tavsiyesi üzerine adayların biri kralın emriyle tayin edilirdi. Aynı şekilde ulemâ meclisi üyeleri ve müftüler de adalet bakanının tavsiyesi üzerine kral tarafından seçilirdi. 1936'da yeni bir kanun ve anayasanın kabulü ile reisin fonksiyonuna ve diğer idarî organların ikiliğine müdahale etmeyen bir nizam getirildi. Buna göre İslâm dinî cemaatinin esas organları cem a a t meclisi, bölge vakıf heyeti, ulemâ meclisi, Saraybosna ve Üsküp'te ulemâ meclisi ile vakf-ı maârif meclisleri, seçm e veya aslî kurullu meclis ile reîsülulem â idi. Reisin resmî ikametgâhı Saraybosna'ydı. Müftülükler iptal edildi, seçici kurullar yeniden oluşturuldu. M. Spaho liderliğindeki Yugoslav İslâm teşkilâtı dinî cemaat içindeki yerini korudu.



302



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK Sosyalist Yugoslav idaresi, İslâm dinî cemaatlerinin durumunu anayasada belirtilen şartlarla korumuş ve değişik dinî cemaatlerin hukukî durumu ile ilgili 1953'te çıkan bir kanunla da yeniden düzenlemiştir. Böylece dinî teşkilâtlar devletten ayrılmış, dinî inanca sahip olmak şahsî bir mesele olarak telakki edilmiştir. Dinî cemaatlerin din görevlileri ve kadroları yetiştirmek için okullar açmaları serbest bırakılmış, devletin dinî cemaatlere yardımda bulanabileceği kaydedilmiştir. Yugoslavya'daki İslâm dinî cemaatine ait II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren üç anayasa hazırlanmış ve uygulanmıştır. Bunlar 1947'de çıkan Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti İslâm dinî birliği anayasası, 1969'da çıkan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti İslâm birliği anayasası ve 1990'da çıkan Yugoslav Sosyalist Federal Cumhuriyeti (YSFC) İslâm birliği anayasasıdır. Yürürlükteki son anayasaya göre Yugoslav İslâm birliğinin en yüksek organı Yüce Şûra'dır. Yüce Şûra'nın kırk altı üyesi vardır. Şûra bölgelerine göre bu üyelerin dağılımı Saraybosna'dan on üç, Priştine'den on iki, Üsküp'ten dokuz, Titograd'dan alt, Zagreb'den altı üye şeklindedir. Görev süreleri dört yıldır. Reislik makamı bunun yürütme organı olup en yüksek dinî temsilcisi reîsülulemâdır. Bütün bu dinî organların merkezi Saraybosna'dadır. Yugoslav İslâm birliği-



nin beş şûrası vardır (Bosna ve Hersek, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Hırvatistan ve Slovenya İslâm birlikleri şûraları). Bunların her biri kendi bölgelerindeki en büyük İslâm birliği kolunu teşkil eder ve "meşihat" adı verilen yürütme organına sahiptir. Bosna-Hersek şûrası veya meşihatiiğinin merkezi yine Saraybos-



na'dır (bk. " Y S F C islâm Birliği Anayasası", Glasnik Rijaseta Islamske Zajedni-



Süleymaniye Camii - Travnik



Gazi Hüsrev Bey Medresesi • Saraybosna



ce u SFRJ, 2 / 9 0 ) . Saraybosna meşihat bölgesinde Saraybosna İlâhiyat Fakültesi (120 talebe), biri erkekler, diğeri kız-



lar için iki medrese (Gazi Hüsrev Bey Medresesi; 525 talebe), 929 dâimî imamıyla 1165 cemaat, 1152 cami, 572 mescid vardır. Yaklaşık 150.000 çocuk 998 dâim î mektepte dinî tedrisat görmektedir. 1990'daki demokratik seçimlerde millî partilerin kazanması, dinî birliklerin durumlarını da esaslı olarak değiştirmeye başlamıştır. Bu birlikler el konulmuş malların iadesi, okullarda dinî tedrisata dönülmesi, İlâhiyat Fakültesi'nin üniversite şekline getirilmesi vb. taleplerde bulunmaktadırlar. Müslümanların sosyal hayatı giderek daha da kuvvetlenmekte olup Preporod (yeniden doğma, ıslah) adlı bir kültür cemiyeti teşkil edildiği gibi, Merhamet isminde bir sosyal yardım cemiyeti de kurulmuştur. İslâm birliğinin "Riyaset" ( Glasnik Rijaseta Islamske Zajednice u SFRJ) ve "BH Meşihat" (Islamska misao, İslâm fikri) adlı merkezi Saraybosna'da iki yayın organı vardır. Bosna-Hersek'te İslâm Kültürü. Osmanlı fethinin bir sonucu olarak Bosna-Hersek nüfusunun İslâmlaşmaya başlaması, halkın hayat tarzında ve kültüründe önemli etkiler yaptı. İslâm kültürü özellikle şehirli karakteri ağır basan bir niteliğe sahipti. Bu özellik bugün bile Doğu kültürünün karakteristik unsurlarının sadece müslümanlar arasında değil hıristiyanlar arasında da yaşamasını sağladı. Hayat tarzı, yeme içme alışkanlıkları, ev tezyinatı, kuyumculuk, halı dokumacılığı ve bazı küçük el sanatlarında bu etki hâlâ görülmektedir. İslâm kültürünün en belirgin izleri mimarlık ve şehir planlamasında kendini gösterdi. Birçok Bosna şehri, klasik Osmanlı şehircilik anlayışı çerçevesinde çarşı ve mahallelere bölünmüş şekilde ge-



lişmiştir. Osmanlı idaresi altında şehircilikte üç devre göze çarpar. İlk devrede âbidevî mimarinin temsilcileri olan ibadet yerleri ve u m u m a mahsus binalar inşa edilmiş ve bunlar genellikle valiler ve yüksek unvanlı görevliler tarafından yaptırılmıştır. Saraybosna'da Gazi Hüsrev Bey Camii (1530) ve Ali Paşa Camii (1561), Foça'da Alaca Cami (1550), Banaluka'da Ferhad Paşa Camii (1579), yine Saraybosna'da Gazi Hüsrev Bey Hamamı, Selçukiye veya Kurşumliye de denilen Gazi Hüsrev Bey Medresesi (1537), Brusa Bedesteni (1551) bu muhteşem mimarinin örneklerini teşkil eder. İkinci dönemde zengin esnaf ve tüccar tarafından yaptırılan daha gösterişsiz binalar görülür. Üçüncü dönem mimarisi ise çöküşün izlerini taşır. Yine de bu dönemde teknik mükemmeliyete sahip bazı binalar yapılmıştır. Bir bedestenin üzerinde inşa edilen Travnik'teki Süleymaniye Camii bunun en güzel örneğidir. Ayrıca çok sayıda eski cami de bu dönemde tamir görmüştür. Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesinden sonra İslâmî mimari örneklerinde kati çöküş dönemine girilmiştir. Avusturya - Macaristan hükümeti, Fas üslûbunu kopya etmek suretiyle Osmanlı tipi mimari sanatını silmeye çalıştı. Ancak bu tip binalar hem Bosna'nın tabii manzarasına ve iklim şartlarına hem de daha önceki örneklere ters düşmüştür. Öte yandan Türkçe, Arapça ve Farsça menşeli çok sayıda kelime ve deyim SırpHırvat dilinin konuşulduğu yerlerdekinden çok daha büyük ölçüde Bosna-Hersek'te günlük konuşmalarda yer almıştır. 1878 ve bilhassa 1918'den beri SırpHırvat dilinin gelişmesi sonucu yavaş yavaş Türkçe menşeli kelime ve deyimler silinmeye başlamıştır. Halk şarkıları ve halk şiirine düşkünlük müslüman kesim arasında oldukça fazlaydı. BosnaHersek müslümanlarının gazelleri ken-



Ali Paşa Camii Saraybosna



303



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNA-HERSEK kan dinî cemiyetler kanununa göre di-



dilerine has belirgin özellikler taşımak-



rumlar oluşturmuştu. Camilerin yanında



tadır. Bunların en popüler olanları "sev-



bulunan m e k t e p ve medreseler Bosna



nî eğitim sadece ibadet yerlerine yakın



dalinka" denilen sevda şiirleriydi. Doğu



müslümanlarının temel öğretim mües-



yerlerde verilebilecek, bununla



dillerinde şiirler yazan Bosna-Hersek'in



seseleriydi. Saraybosna'da en eski med-



bunlar din görevlileri ve kadrosu yetiş-



birlikte



m ü s l ü m a n şairleri daha ziyade Türkçe'-



rese XVI. yüzyıl başlarında kurulmuştu.



tirmek için okullar açabileceklerdi. İslâ-



yi kullanmışlardır. Türkçe şiir yazanlar



Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılan



mî dinî cemiyetler tarafından müslüman-



arasında çok tanınmış şairler de vardır.



bu medrese kütüphanesiyle birlikte hâ-



ların devam etmelerinin mecburi kabul



Bunlar



beylerbeyiliği



lâ ayaktadır. Kütüphanede çok sayıda



edildiği mektepler, 1952'de tamamıyla



de yapmış olan Bayezid Ağaoğlu Derviş



yazma eser ve belge koleksiyonu bulun-



kaldırılana kadar varlıklarını sürdürebil-



Paşa (ö. 1603), Saraybosna'da doğan ve



maktadır. İlk rüşdiye ve mekteb-i huku-



diler.



müderrislik, kadılık yapmış olan Meh-



kun açılması ise Topal Osman Paşa'nın



m e d Nergisi (ö. 1635) sayılabilir. Farsça



valiliği dönemindedir. Eğitim



kanunu-



si Yugoslav idaresi dönemlerinde din ve



klasik eserlerin meşhur yorumcusu Ah-



nun şartları gereği (1869) yeni düzenle-



şarkiyatla ilgili dallarda çalışmalar, söz



m e d Sûdî de (ö. 1596) Bosnalı idi. Ayrıca



meler Bosna'da da



gerçekleştirilmişti.



konusu okul ve kolejlerin faaliyetleriyle



daha çok Farsça şiir yazan Mostarlı Şeyh



Resmî kayıtlara göre Osmanlı idaresinin



yakından bağlantılıydı. Aynı zamanda Sa-



Fevzî (ö. 1747), A h m e d Vahdeti (ö. 1598),



sonlarına doğru burada 917 mektep, kırk



raybosna'daki Zemaljski Muzej, Şark yaz-



hem Türkçe h e m de Sırp-Hırvat diliyle



üç medrese, yirmi sekiz rüşdiye vardı.



maları ve Osmanlı arşiv belgelerini top-



şiirler yazan Saraybosnalı Hasan Kâimî



Ayrıca Saraybosna'da bir askerî okul, öğ-



ladı. Bu m ü z e d e çalışanlar arasında şar-



(ö. 1691), Tuzlalı Hevâyî diye de anılan



retmen yetiştirme koleji ve bir de tica-



kiyat ve tarihî vesikalar üzerinde uzman-



Üsküf-i Bosnevî (ö. 1650) bunlara ilâve



ret mektebi bulunuyordu. Avusturyalı-



laşmış elemanlar bulunmaktaydı.



edilebilir. Bosna - Hersek'te



müslüman



lar ise dinî okullara m ü d a h a l e etmeksi-



dern tarih çalışmaları için uygun zemin



yazarların çoğu İslâm hukuku, devlet ida-



zin kendi eğitim sistemlerini getirdiler.



(C. Truhelka, V. Skaric, F. Spaho, R. Mu-



resi, tarih konularında da eserler verdi-



1909'daki kanunî düzenlemelere göre



derizovic ve diğerlerinin faaliyetleriyle) bu-



ler. Bunlardan Muhyiddin İbnü'l-Arabî'-



müslüman



çocukların mekteplere de-



rada hazırlanmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan



nin Fuşûşü'l-hikem



inin şârihi Abdul-



vam mecburiyeti konuldu. Bu sırada ka-



sonra Bosna-Hersek'teki şarkiyat çalış-



lah Bosnevî (ö. 1644), Bosna Akhisarînda



nunî şartlara uygun doksan iki okul (mek-



malarına ilgi giderek artmıştır. 1949'da



d o ğ a n ve d o ğ d u ğ u yerde kadılık yapan,



teb-i ibtidâ) ve 1000 civarında eski tip sıb-



kurulan



h u k u k ve devlet düzeni hakkında eser



yan mektebi yer alıyordu. Rüşdiyeler müs-



Türk, Fars, Arap dilleri ve edebiyatları



yazan Hasan Kâfi özellikle belirtilmelidir.



lüman çocukların ilkokulları arasında sa-



ile ilgili bir kürsü bulunmaktadır. Bura-



Din ve h u k u k sahalarında eserler veren



yıldı. Medreseler din görevlileri yetişti-



da h e m Osmanlı tarihi h e m de Türkçe



kırk kadar müellif daha vardır. Tarih sa-



ren okullar olarak kabul edildi. 1887'de



kursları verilmektedir. 1950'de kurulan



hasında da Bosnalı m ü s l ü m a n ailelere



İslâm h u k u k u öğretecek ve geleceğin



Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü, Saraje-



mensup tarihçiler yetişmiştir. 1736-1739



şer'î m a h k e m e hâkimlerini (kadı) yetiş-



vo Devlet Müzesi'nden devralınan yaz-



Bosna olaylarını kaleme alıp Gazavatnâme-i Hekimoğlu Ali Paşa adlı eseri meydana getiren Novi kadısı Ömer Efendi bunlardan biridir. XVIII. yüzyılın sonu ve XIX. yüzyılın başı arasında zamanının çağdaş olayları hakkında yazılar yazan birkaç tarihçi daha vardır. Osmanlı idaresinin son dönemleriyle Avusturya işgalini takip eden olaylarla ilgilenen Sâlih Sıdkî Hacıhüseyinoviç (ö. 1888), Muhammed-Enverî Kadic (1855-1931), eski tarih yazıcılığından modern tarihçiliğe geçişi ifade eden bir eseri bulunan Şeyh Seyfeddin Kemura (ö. 1917), ilk modern tarihçi ve aynı z a m a n d a şair Safvet Bey Başagic (ö. 1934) bu arada zikredilebilir. 1878, özellikle de 1918'den sonra Bosna müslümanlarının edebî faaliyetleri, Sırp-Hırvat literatürüyle gittikçe daha fazla kaynaşma temayülü gösterdi. Mostar m ü f t ü s ü ve dinî otonomi taraftarı Ali Fehmi Câbiç (ö. 1918) Arap dili ve edebiyatı profesörü olarak şöhret kazanmıştı.



tirecek bir kolej de kurulmuştu. Saray-



m a ve Türk tarihiyle ilgili malzemeler-



bosna'da devlet ortaokullarında



den değerli bir koleksiyona sahipti. Bu-



arasında,



Bosna



müs-



Avusturya-Macaristan ve savaş önce-



Saraybosna



Mo-



Üniversitesi'nde



l ü m a n öğrenciler, klasik Yunanca veya



rada yıllık bir m e c m u a neşri yanında



Arapça'yı ö ğ r e n m e tercihine sahipti.



Türk belgelerinin ve Yugoslav halkları-



I. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Yugoslavya hükümetleri d ö n e m i n d e sadece devlet ilkokulları resmen tanınmıştı. İlkokullara devam eden b ü t ü n çocuklara din eğitimi veriliyordu. Mektepler Kur'an okumayı öğreten hazırlık veya eğitim dışı kurumlar haline dönüştü. Din eğitimi b ü t ü n ortaokullarda da verildi. 1918'de Saraybosna'da bir devlet şeriat ortaokulu açıldı. Hâkim yetiştirme koleji, yüksek şeriat okulu ve fakülte seviyesinde bir ilâhiyat k u r u m u n u n tesisine kadar (1937) varlığını sürdürdü. Vakıf idare heyeti mektep, medrese ve kolejin masraflarını karşılıyordu. Medreselerle ilgili ilk reformlar 1933'te başlatılmış ve 1939'da kesin bir program belirlenmişti. Öte yandan m ü s l ü m a n talebelere burs vermeyi, Gajret (Gayret) ve Uzdanica gibi kuruluşlar tedricen dev-



Her Osmanlı eyaletinde olduğu gibi



ralmaya başladılar. Sosyalist Yugoslav-



Bosna-Hersek'te de İslâmî eğitim ve kül-



ya'da dinî organlar ve dernekler devlet-



t ü r ü n fideliklerini mektepler ve dinî ku-



ten ayrılmış bir durumdadır. 1953'te çı-



nın tarihiyle ilgili kaynaklar da yayımlanmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: BA, TD, nr. 5, 18, 2 4 ; BA, MAD, nr. 5 4 4 ; Kanuni i Kanun-name za bosanski, herceqouacki, zvornicki, kliski, crnogorski i skadarski, herceqouack (nşr. B. Durdev v.dğr.), Sarajevo 1957, s. 21-22, 2 6 ; Evliya Çelebi, Seyahatname, VI, 423-549; S. Basagic, Kratka uputa u proslost Bosne i Hercegouine, Sarajevo 1900; V. Cubrilovic. Bosanski Ustanak 1875-1878, Belgrade 1930; A. N a m e t a k , Narodne junacke muslimanske pjesme, Sarajevo 1933; A. 1. Balagija, Llloga vakufa u uerskom i svetounom prosveciuanju nasih muslimana, Belgrade 1933; M. Handzic, Knjezeuni rad bosanskohercegouackih muslimana, Sarajevo 1934; a.mlf., Islamizacija Bosne i Hercegouine i porijeklo bosanskohercegouackih muslimana, Sarajevo 1940; V. Skaric v.dğr., Bosna i Hercegouina pod austrougarskom uprauom, Srpski narod u XIX veku, Belgrade 1938; V. Popovic, Agrarno pitanje u Bosni i Hercegouini i turski nerediza üreme reforme Abdu'l-Medzlda (18391861), Belgrade 1943; Dj. Pejanovic, Srednje i strucne skole u Bosni i Hercegouini, Sarajevo 1953; A. Schmaus, Studije o krajinskoj epici,



304



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNALI MEHMED PASA CAMİİ Z a g r e b 1 9 5 3 ; H. Kresevljakovic, Kapetanije



Bosni



i Hercegouini,



giç Beyleri:



Osmanlı



Devrinde



Feodalizmi



Hakkında



Bir



i Hercegouini,



(trc.



Turcizmi



u narodnom Bosne



govoru



pasaluk,



popis



Ishakovica,



Zbir-



Sarajevo



Muslimana



orijentalnim



Bosne



jezicima,



i



Sara-



j e v o 1 9 7 3 ; A h m e t Cevat Eren, Mahmut



Bosna-Hersek,



11. Za-



İstanbul 1 9 6 5 ; S m a i l



Baliç, Die Kultur der Bosniaken



(Kultura



Bosnja-



ka), W i e n 1 9 7 3 ; a.mlf., " D e r b o s n i s c h - h e r z e g o w i n i s c h e i s l a m " , İsi,



XLIV (1968), s. 115-



1 3 7 ; M u h a m e d Hadzijahic v.dğr., islam



limani



u Bosni



i Hercegouini,



R. Donia, İslam



Muslims



under



of Bosnia



the Double



New York 1 9 8 1 ; Socijalistcka



na i Hercegouina



i Mus-



Sarajevo 1 9 7 7 ;



Eagle:



and Hercegouina



the



1878-1914,



Republika



Bos-



(nşr. Jugoslavenski Leksikog-



rafski Z v o d ) , Z a g r e b 1 9 8 3 I E n c i k l o p e d i j e Ju-



goslauije'den



ayrı b a s ı m o l a n b u k i t a p t a : Ah-



m e d Alicic, " O s m a n l ı D e v r i T a r i h i " , s. 86-101; M. Filipovic — N. Hdzidedic, " D e m o g r a f i k



ve



E t n i k T a r i h i " , s. 1 3 7 - 1 4 5 ; F. N a m e t a k -



M.



Hukovic, " O s m a n l ı D e v r i E d e b i y a t ı " , s. 253255|; A. S. Alicic, Poimenlcni



vilajeta



Hercegouina,



H. S k a p u r , Turski



kozarju



1875-1878,



krajevima, ne



o ustanku



u Pot-



Sarajevo 1 9 8 8 ; E ş r e f Ko-



Defteri Dokumenti



i Hercegouine



(XV / XVI



vijek),



1632-1634,



Mostar



Muslimanska



nacija



islam,



pouijest,



kultura,



1986;



iz BosSarajevo



mostarskog Fuad



ka-



Saltaga,



u Jugoslaviji, politika,



nasım



o



S a r a j e v o 1 9 8 5 ; Vakufnâme



1 9 8 5 ; M u h a m e d Mujic, Sidzil



dife



sandzaka



Sarajevo 1 9 8 5 ; a . m l f . —



dokumenti



vacevic, Muhimme



popis



porijeklo,



Sarajevo 1991;



C. Truhelka, " B o s n a ' d a A r a z i M e s e l e s i n i n Tarihi



E s a s l a r ı " (trc. C e m a l K ö p r ü l ü ) , Türk



kuk



ue İktisat Tarihi Mecmuası,



Hu-



I, İstanbul 1931,



s. 5 4 - 6 4 ; Alija Bejtic, " S p o m e n i c i O s m a n l ı j s k e A r h i t e k t u r e u B o s n i i H e r c e g o v i n i " , POF, III-IV (1952-53), s. 2 2 9 - 2 9 7 ; M. Mujezinovic, " T u r s k i N a t p i s i X V I V i j e k a i z n e k o l i k a m j e s t a Bosne i Hercegovine",



a.e., s. 4 5 5 - 4 8 4 ;



Nedim



Filipovic, " O d z a k l u k t i m a r i u B o s n i H e r c e g o v i n i " , a.e., V (1955), s. 251-274 |bu m a k a l e n i n İngilizce t e r c ü m e s i : POF, X X X V I (1986), s. 149180); a.mlf., " B o s n a - H e r s e k t e T i m a r minin



İnkişafında



Bazı



^



B O S N A L I M E H M E D PAŞA CAMİİ



_1



Sofya'da günümüzde kilise olarak kullanılan Mimar Sinan'ın eseri bir cami.



kni-



Sarajevo



iz 1455. godine,



1 9 6 4 ; a.mlf., Knjizevnost



manında



u



Sarajevo 1957,



1 9 5 9 ; a.mlf., Krajiste Isa-bega



na



i obrti



i narodnoj



i Hercegovine,



I-II; H. Sabanovic, Bosanski



Hercegovine



İsmail



Sarajevo 1 9 6 1 ; A. Skaljic,



zeunosti



ni katastarski



F



Bosna-Hersek



Etüd



Eren), İstanbul 1 9 6 0 ; a.mlf., Esnafi



Bosni



u



Sarajevo 1954; a.mif., Çen-



Hususiyetler",



Siste-



Sûfî veya Sofu lakaplarıyla da anılan Derviş Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Sinan'ın eserlerinin listesini veren tezkirelerde Bosnalı Mehmed Paşa Camii adıyla zikredilir. Mehmed Paşa, Rumeli beylerbeyiliğinde bulunduktan sonra Mustafa Paşa'nın yerine 954'te (1547) ikinci vezirliğe getirilmiş (Ce-



iâlzâde, vr. 297b, 299b), ardından Bağdat,



Bosna ve Budin beylerbeyi olmuş, Peçuylu İbrâhim'e göre bu son vazifesi sırasında bir yahudi hekimin verdiği ilâçla zehirlenerek öldürülmüştür. Mehmed Paşa'nın Sofya'daki cami, medrese ve imaretinden başka İstanbul Yenikapı'da, Yugoslavya Saraybosna'da, Travnik'te başka hayır eserleri de bulunmaktadır. 1062 (1652) yılında Sofya'ya gelen Evliya Çelebi buradaki camileri sayarken yapıdan Koca Derviş Mehmed Paşa Camii adıyla bahsederek hakkında etraflı bilgi verir. "Buna İmaret Camii de derler. Bir ibâdetgâh-ı rûşendir; selâtin camii gibi âlî bir kubbesi var; enderun ve bîrunu gayet müzeyyendir; gayet vâsi haremi (avlusu) vardır" dedikten sonra revaklarının sütunlu, üzerlerindeki kubbelerin kurşun kaplanmış olduğunu bildirir; minaresinin de yüksek ve ince olduğunu söyler. Ayrıca caminin Mimar Koca Sinan'ın yapısı olduğunu belirtir. 954 Zilhiccesi ortalarında (Ocak 1548 sonları) tasdik edilen vakfiyesine göre Sofya'daki bu cami, medrese, kütüphane, imaret, bîmarhâne, h a m a m ve kervansaraydan meydana gelen bir külliye olarak düzenlenmiştir. İsmail Eren, Meh-



İFM,



X V / 1 -4 (1955), s. 1 5 4 - 1 8 8 ; T. Popovic, " S p i s a k H e r c e g o v a c k i h N a m e s n ı k a u X V I v e k u " , POF, XVI-XVII (1966-67), s. 93-99; A. Suceska, "Selijacke b u n e u Bosni u X V I I i XVIII



Stojeu",



Godisnjak



Sarajevo



drustua



Istoricara



BİH,



1969, s. 1 6 3 - 2 0 7 ; a.mlf., " O s m a n l ı



İmpara-



t o r l u ğ u n d a B o s n a " , POF, X X X (1980), s. 4314 4 7 ; a.mlf., " T h e P o s i t i o n of t h e B o s n i a n M o s l e m s i n t h e O t t o m a n State", International



nal ofTurk



Studies,



Jour-



1 / 2 , W i s c o n s i n 1980, s. 1-



2 4 ; A. Handzic, " O F o r m i r a n j u n e k i h g r a d s k i h n a s e l j a u B o s n i u X V I s t o l j e c u . U l o g a drzav e i v a k u f a " , POF,



X X X V (1985), s. 133-169;



a.mlf.. " O I s l a m i z a c i j i u s j e v e r o i s t o c n o j Bosn i u u X V i X V I v i j e k u " , a.e., XXVI-XXVII (1970), s. 5 - 4 8 ; B e s i m D a r k o t - J . Krcsmarik, " B o s n a H e r s e k " , İA, II, 7 2 5 - 7 3 5 ; Br. Djurdjev, " B o s n a ( B o s n i a a n d H e r z e g o v i n a ) " , El 2 (İng.), I, 1261-



S



BRANİSLAV DJURDJEV



Bosnalı Mehmed Paşa Camii'nin orijinal mimarisinin bozulmadan Önceki hali (Bulgar Akademisi, Ktratka Istoria na Bulgarskala



Arkhitektura.



Sofia 1965, rs. 187)



Bosnalı Mehmed Paşa Camii'nin kitâbesi



(Sofya Müzesi)



med Paşa b. Abdülmuîn adına düzenlenen Arapça vakfiyenin bir suretinin Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde bulunduğunu bildirmektedir (Müceddet Rumeli Vakıfları Defteri, nr. 988, s. 5164). Caminin yerinden sökülerek müzeye konan kitabesinde de 954 (1547) tarihi vardır. Bulgaristan'ın Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılması ve Sofya'nın Türk idaresinden 1878'de çıkmasının ardından Mehmed Paşa Camii Bulgarlar tarafından bir süre depo ve cephanelik olarak kullanılmıştır. Bu yüzden halk arasında buraya Kara Cami denildiği ileri sürülürse de bazılarına göre bu ad yapısında kullanılan taşların rengi sebebiyledir. Sultan II. Abdülhamid'in camiye dokunulmaması hususundaki uyarısına rağmen Bulgarlar'ca 1901'de dış mimarisi tamamen değiştirilmiştir. Cami âdeta bir kılıf içine alınmak suretiyle yeni bir biçime sokulmuş, Sveti Sedmoçislenitsi adıyla bütün azizlere ithaf edilen bir kiliseye çevrilmiş ve 27 Temmuz 1903'te kullanıma açılmıştır. Kiliseye çevrilirken son cemaat yeri de yıktırılan caminin etrafındaki külliyeye ait diğer binalar ise 1878'den sonra ortadan kaldırılmış, yalnız medresesi 1928'de yıktırılıncaya kadar hapishane olarak kullanılmıştır. Mimar Sinan'ın Bulgaristan'daki tek camii olan Bosnalı Mehmed Paşa Camii, bugün şehrin kalabalık bir semtinde iki ana cadde arasında bulunmaktadır. Cami çok büyük ölçüde kare planlı bir bina olup ibadet mekânını yüksek bir kubbe örter. Kareden kubbe yuvarlağına köşelerdeki tromplarla geçilmiştir. Dışta binanın Türk eseri olduğunu belirtecek hiçbir mimari elemanın bırakılmamasına karşılık içeride Türk mimarisi unsurları daha belirlidir. Evliya Çele-



305



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSNALI MEHMED PASA CAMİİ bi'nin yüksekliğine işaret ettiği ince minare, Rus ordusu başkumandanı Prens Alexander Dondukov tarafından Sofya'nın diğer minareleriyle birlikte dinamitlenerek yıktırılmıştır. Sofya'nın eski fotoğraflarında Mehmed Paşa Camii heybetli orijinal yapısı ve kubbesiyle minaresiz olarak görülür. Bugün dış cepheleri taş ve tuğladan duvarlarla kaplanmış, kubbe kasnağında Bizans mimarisini andıran dalgalı bir saçak hattı altına bir dizi pencere açılmıştır. Binaya yabancı bir görünüş veren ağırlık kuleleri, ağır tesirli bir çan kulesi, yan cephelerdeki kemerler ve pencerelerle Sinan'ın eseri tanınmaz bir biçime sokulmuştur. BİBLİYOGRAFYA: VGMA, Müceddet Rumeli Vakıfları Defteri, nr. 988, s. 51-64; Sâî, Tezkiretü'l-bünyân, bl. I, nr. 71; a.mlf., Tezkiretil'l-ebrıiye, s. 25, 84; Celâlzâde, Tabakâtul-memalik, vr. 297 b , 299 b , 307 b , 309 b , 340", 342», 399 a ; Peçuylu İbrâhim, Târih, 1, 29; a.e. (haz. B. Sıtkı Baykal), Ankara 1981, I, 22-23; Evliya Çelebi, Seyahatname, III, 397; Sicill-i Osmânt, IV, 113; Ktratka istoria na Bulgarskata arkhitektura (haz. Bulgar Akademisi), Sofia 1965, s. 185, rs. 187 (eski fotoğrafı); Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârî Eserleri IV, s. 99; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 273; İsmail Eren, " M i m a r Sin a n ' ı n Sofya'da B i l i n m e y e n Bir Eseri", BTTD, sy. 8 (1968), s. 71-75; Semavi Eyice. " S i n a n ve G u r b e t t e k i Eserleri", Sızıntı, X / 1 2 0 , İzmir 1989, s. 484-485. İTİ Bil



r



L



F



SEMAVI E Y İ C E



BOSNASARAY



n



(bk. S A R A Y B O S N A ) .



^



BOSNEVÎ



n



(



)



Muhammed b. Mûsâ el-Bosnevî (ö. 1046/1636-37) ^



Tefsir â l i m i .



Aslen Bosnalı olup ilim çevrelerinde "Allâmek" lakabıyla tanınmıştır. Genç yaşta çok şeyler bildiği için kendisine bu lakap verilmiştir. Gerek kendi ifadelerinden gerekse Uşşâkîzâde'nin verdiği bilgilerden Saraybosna'da (Sarajevo) doğduğu anlaşılmaktadır. Eski kaynaklarda ve bunlara dayanarak yazılan yeni eserlerde doğum tarihine dair bir kayıt yoktur. Ancak Şabanoviç doğum tarihinin 1003 (1595) yılı civarı olduğunu tesbit etmiştir (Knjizeunost musiimana BiH na orijentainim Jezicima, s. 132-133). Bosnevî ilk öğreniminden sonra Saraybosna'daki Gazi Hüsrev Bey Medresesi'ne devam ederek buradan mezun oldu. On yedi yaşında iken İstanbul'a gitti ve



Silâhtar Mustafa Paşa'nın tekkesine intisap etti. Sahn Medresesi müderrisi Sadreddinzâde Mehmed Emin Şirvânî'den iki yıl ders okudu. Ganîzâde Mehmed Nâdirî'nin derslerine devam etti. Daha sonra kırk akçe dereceli bir medreseye müderris oldu. Ardından Hasanbeyzâde Medresesi'ne tayin edildi (1627). Burada 15 Muharrem 1037'de (26 Eylül 1627) Beyzâvî tefsirinin Kehf süresiyle ilgili kısmına hâşiye yazmaya başladı. Mayıs. 1630'da Yıldırım Han Medresesi'ne geçti, ancak Temmuz 1631'de azledildi. Bu tarihten sonra 1042 (1632-33) yılına kadar nerede çalıştığı bilinmemektedir. Sekkâkî'nin Miftâhu'l- Culûm'una Cürcânî'nin yazdığı şerh üzerine kaleme aldığı hâşiyesini bu arada tamamlamıştır. Ağustos 1632'de ise Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Medresesi'nde müderrislik yapmaktaydı. Bundan kısa bir süre sonra Mart 1633'te, o devirde en yüksek dereceli öğretim müesseseleri olan Sahn-ı Semân medreselerinden birine müderris oldu. IV. Murad'ın Revan Seferi münasebetiyle Fetih sûresine yazdığı tefsiri, kendisini Halep mollası tayin etmesi ümidiyle sultana takdim edilmek üzere hazırladı. Silâhtar Mustafa Paşa'nın da tavsiyesi üzerine 1044 (163435) yılında Halep'e kâdılkudât tayin edildi. Burada kaldığı süre içinde Molla Câmî'nin el- Kâfiye 'ye yazdığı şerhi okuttu ve bu şerh üzerine yazılmış hâşiyeleri takrir etti. Dersleri büyük ilgi gördü, şöhreti buradaki şairlerin şiirleriyle yayıldı. Ancak bu görevi uzun sürmedi. Romatizma hastalığına tutulduğu için yerine bir vekil bırakarak Halep'ten ayrıldı. Üsküdar'a geldiğinde Mustafa Paşa'nın emriyle Rumelihisarı'nda ikamete mecbur edildiğini öğrendi. Çünkü Mustafa Paşa Bosnevî'nin İstanbul'a gelmesini istemiyor, Halep'teki bazı uygunsuz durumları hükümdara anlatmasından endişe ediyordu. Bu sırada kadılık görevi uhdesinden alınmakla birlikte birkaç gün sonra İstanbul kadılığına tayin edildi. Ancak bu yeni görevine başlayamadan vefat etti ve Rumelihisarı Kabristanı'na defnedildi. Eserleri. Daha çok şerh ve hâşiye türünde eserler yazan Bosnevî'nin başlıca eserleri şunlardır: 1. Hâşiye calâ Envâli't-tenzîl ve esrâri't-te'vil. Beyzâvî'nin meşhur tefsirine yazdığı hâşiyedir (Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 149 [baştan E n a m sûresine kadar]; D a m a d İbrâhim Paşa, nr. 217 [Fâtiha-En am, Kehf, Nebe' sûreleri]; Şehid Ali Paşa, nr. 235, 236/



1 |Bakara-Mâide, A'râf, Fetih süreleri]). 2. Tefsîru sûreti'l-Fâtiha ve'l-Bakara. T a m a m ı 37 varaktır. İlk varakları (2 a -6 b ), m ü f e s s i r i n el-Hâdî adıyla bilinen Fâtiha tefsirini ihtiva etmektedir. Diğer v a r a k ları ise y e t m i ş altıncı âyetine k a d a r Bak a r a s û r e s i n i n tefsirine dairdir (İÜ Ktp., AY, nr. 563). 3. el-Hâdî. Fâtiha sûresinin tefsirine dair bir risâle olup m u k a d d i m e s i n d e Z e m a h ş e r î , Beyzâvî ve E b ü s s u tefsirlerinden f a y d a l a n ı l a r a k yazıldığı k a y d e d i l m e k t e d i r (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 2096/1). 4. Şerhu (Haşiyetü) tefsiri sûreti'l-Kehf. Beyzâvî tefsirinin K e h f süresiyle ilgili bölümüne yazdığı hâşiyedir (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3 5 9 / 2 ) . S. Tefsîru sûreti'lFeth (Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Ktp., nr. 1318; Süleymaniye Ktp., E s a d Efendi, nr. 108/2, Şehid Ali Paşa, nr. 2 7 4 / 6 ) . 6. Ehâdîşul-erba cîn (Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, nr. 150/1, vr. l b - 4 a ) . 7. Hâşiye c alâ Şerhi'l-Câmî. İbnü'l-Hâcib'in el-Kâfiye adlı eserine Molla Câmî'nin y a z d ı ğ ı şerhin hâşiyesidir (İstanbul 1318, aynı mahiyette bir hâşiye olan el-Muharrem adlı eserin kenarında). 8. Hâşiye calâ Şerhi'lMiftâh. S e k k â k î ' n i n Miftâhu'l- Culûm'una Seyyid Şerif Cürcânî'nin yazdığı şerhin hâşiyesidir (Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 856; Cârullah, nr. 1789, 1797; Damad İbrâhim Paşa, nr. 993; Fâtih, nr. 4587). 9. Şerhu'ş-Şemsiyye. N e c m e d d i n Ali b. Ömer el-Kâtibî'nin mantığa dair er-Rısâletü'ş-Şemsiyye'smm şerhidir (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 2658, 2661; Hamidiye, nr. 819; Fâtih, nr. 3355; Şehid Ali Paşa, nr. 1791). 10. Hayâtü'l-hayevân Tercümesi. Demîrî'nin (ö. 808/1405) eserinin tercüm e s i d i r (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1823). BİBLİYOGRAFYA: Muhibbi, Hulâsatü'l-eser, IV, 302-303; Keşfü'z-zunûn, î, 193; II, 1054, 1372, 1767; Uşşâklzâde, Zeyl-i Şekâik (nşr. H. J. Kisling), Wiesbaden 1965, s. 42-43; a.e., üniverzitet u Sarajevo Gazi Husrevbegova Biblioteka, nr. 1318, vr. 2 b ; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ, I, 29-30; Sicill-i Osmânî, IV, 159; Osmanlı Müellifleri, I, 360; Mehmed Hanciç, el-Cevherul-esnâ fî terâcimi culemâ 5 ve şu'arâ'i Bosna, Kahire 1 3 4 9 / 1 9 2 9 , s. 116; Hediyyetü 'l- "ârifîn, II, 278; Ziriklî, el-A'lâm, VII, 341; Kehhâle, Mu'cemul-mu ellifîn, XI, 62; Karatay, Arapça Yazmalar, I, 283; Hüseyin Abdüllatîf es-Seyyid, Muhammed Musa Allamek: Bosanac-Arapski jezikoslovac iz prve polovine XVII stoljeca (doktora tezi, 1965), üniverzitet u Sarajevo Gazi Husrevbegova Biblioteka; Bilmen, Tefsir Tarihi, II, 692-693; Şabanoviç, "All a m e k , M u h a m m e d M u s i c Bosnjak", Knjizeunost musiimana BiH na orijentainim Jezicima, Sarajevo 1973, s. 132-133.



306



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



S



BEKIR SADAK



BOSTÂN B O S N E V Î M E H M E D TEVFİK ^



(bk. MEHMED TEVFİK BOSNEVÎ).



F



BOSTAN



1



(bk. BAHÇE).



^



BOSTÂN



1



L



F



( üt-yj )



İranlı büyük şair Sa'dî'nin



(ö. 691/1292) ^



ünlü Farsça mesnevisi. Sa'dT-i Şîrâzî, uzun yıllar süren seya-



hatlerinden d o ğ u m yeri Şiraz'a döndükten sonra 655'te ( 1 2 5 7 ) tamamladığı bu eserini, İran'ın Fars bölgesinde h ü k ü m süren Salgurlular'dan Ebû Bekir b. Sa'd b. Zengî'ye ithaf etmiştir. Bostan'ın ilk yazma nüshalarında Sa cdînâme adının kullanıldığı görülmekte ise de, şair muhtemelen eserine herhangi bir ad vermemiştir. Daha sonraki dönemlerde Sa cdîneime yerine, Sa'dî'nin diğer meşhur eseri Gülistân'a anlam ve söyleyiş bakımından daha uygun d ü ş t ü ğ ü için, "güzel kokulu çiçek bahçesi" anlamına gelen Bostan adı tercih edilmiş olmalıdır. Daha çok kahramanlık şiirlerinin yazıldığı m ü t e k â r i b bahrinde kaleme alınan eser bir m u k a d d i m e ve on bölüm (bab) halinde tertip edilmiştir. Adalet, ihsan, aşk, tevazu, rızâ, kanaat, terbiye, şükür, tövbe, m ü n â c â t ve hatm-i kitâb başlıklarını taşıyan bölümler birçok hikâyeden meydana gelir. Bölümler konu itibariyle z a m a n z a m a n birbirlerinin sınırlarını ihlâl eder gibi görünürse de konular incelendiğinde anlaşılabileceği gi-



bi bu d u r u m kaçınılmazdır. Bostan m Farsça yazmalarının yanı sıra Türkçe tercümelerinde de görülen ve birçok farklılık gösteren "hikâye" (hikâyet), "konuşm a " (goftâr) ve konuya işaret eden alt başlıklar m u h t e m e l e n daha sonra konulmuştur. Bostan yaklaşık 5000 beyit ihtiva eder. Ancak bu sayı bazı yazma nüshalarında farklıdır. Eser üzerinde yapılan incelemeler, Sa'dî'nin ilk yazımından sonra eseri tekrar gözden geçirdiğini ve bazı değişiklikler yaptığını ortaya koymaktadır. Sa'dî, çeşitli kaynaklardan derlediği hikâyeler, bizzat şahit olduğu olaylar ve başkalarından duyduğu rivayetlerle edindiği bilgi ve tecrübelerini hikâye ve fıkralar halinde anlatırken sade, çekici ve anlaşılır bir üslûp kullanmış, yer yer tarihî şahsiyetlerden de söz etmiştir. Teşbih ve istiarelerinde gerçekçi olmaya da özen göstermiş, adalet, siyaset, yöneten yönetilen münasebetleri, iyi ve kötü ahlâk, Allah'a karşı kulluk, terbiye, aşk, muhabbet ve benzeri konuları eğitici ve öğretici bir şekilde işlemiştir. Çeşitli nasihatlar veya ibretli cümlelerle sona erdirdiği hikâye ve sözlerini hep bu a m a ç için kullanmıştır.



Bostan taşıdığı bu özelliklerle dünyanın birçok yerinde haklı bir şöhret kazanmış, İslâm ülkelerinde bilhassa Farsça ö ğ r e t i m d e başvurulan temel eserlerden biri olmuştur. Sa'dî külliyatının birçok yazma nüshası içinde yer aldığı gibi ondan ayrı olarak da çeşitli kütüphanelerde çok sayıda nüshaları bulunmaktadır. Külliyat içinde veya ayrı olarak birçok defa basılmıştır. Farsça başta olmak üzere çeşitli dillerde şerhleri yapılan eser M e h m e d Çe-



Bosfân'dan minyatürlü bir sayfa (Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, nr. 1919, vr. 78»)



lebi (Fâtih devri), Sürûrî (ö. 1562), Şem'î (ö. 1591), Sûdî (ö. 1005/1596-97) ve Havâyî Mustafa Çelebi (ö. 1608) tarafından Türkçe olarak şerhedilmiştir. Kâtib Çelebi Havâyfnin eserini bunların en doğrusu ve en güzeli olarak gösteriyorsa da en yaygını ve beğenileni Sûdî'nin şerhi olup, iki cilt halinde İstanbul'da basılmıştır (1288). Sûdî, şerhinde yeri geldikçe Sürûrî'yi ve ŞemTyi de tenkit eder. Bu şerh taşıdığı özellikler sebebiyle Farsça'ya tercüme edilerek basılmıştır (Teb-



riz 1352 hş.). Bostân'm bilinen ilk Türkçe tercümesi, Hoca Mes'ûd b. A h m e d tarafından m a n z u m olarak 755'te ( 1 3 5 4 ) yapılmıştır. Ferhengnâme-i Sa'dî adını taşıyan eser aynı vezinde olup 1073 beyti ihtiva eder. Kelimelere bağlı kalınmayıp m â n a dikkate alınarak tercüme edildiği ve yer yer çok başarılı olduğu belirtilen bu tercüme Veled Çelebi ve Kilisli Muallim Rif a t tarafından neşredilmiştir ( İ s t a n b u l 1 3 4 0 r . / 1 3 4 2 ) . Veled Çelebi, isim benzerliği sebebiyle, Hoca Mes'ûd'un bu eserini yanlışlıkla meşhur kelâm ve fıkıh âlimi Mes'ûd b. Ömer et-Teftâzânî'ye (ö. 7 9 7 / 1 3 9 5 ) mal etmiş, onun bu yanlışı sırasıyla Gibb (I, 201-203), Storey (İA, X I I / 1, s. 121) ve Saîd-i Neflsî (El 2 [Fr.), II, 13851386) tarafından tekrarlanmıştır (Veled



Çelebi'nin hatası için bk. Köprülü, 481483). Bostân'm Türkçe tercümelerinden g ü n ü m ü z d e en yaygın olanları, Kilisli Rif a t Bilge (İstanbul 1934, 1975) ve Hikmet



İlaydın'ın (Ankara 1947; İstanbul 1973, 1985) tercümeleridir. Bunlardan ikincisinde Sûdî'nin şerhindeki Farsça metnin flostân'ın ilk iki sayfası (İÜ Ktp., FY, nr. 1410)



tercümeye esas alındığı belirtilmektedir. Ayrıca Hakkı Eroğlu'nun mesnevi tarzınde hece vezniyle ve meâlen yapılmış bir



tercümesi de vardır (Niğde 1945). 307



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSTÂN di'ye intisap etti ve 1526'da ondan icâzet aldı.



Bostan' dan minyatürlü bir başka sayfa (Türk ve islâm Eserleri Müzesi, nr. 1919, ur. 5 4 b )



Bostârı'ın Batı dillerine yapılan ilk tercümelerinden bazıları şunlardır: Forbes



Falconer (İngilizce [seçmeler), London 1839), Schlechta - VVassehrd (Almanca, Wien 1852), B. de Meynard (Fransızca, Paris 1880), K. Chaykin (Rusça, Moscov 1935). BİBLİYOGRAFYA:



Külliyyât-ı Sa'dî (nşr. M. Ali Furûgî — Abdülazîm Karîb), Tahran 1351 hş., naşirlerin girişi, s. 9-12; Ferhengnâme-i Sa'dt (trc. Hoca Mes'ûd b. Ahmed, nşr. Veled Çelebi — Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1340 r./1342, naşirlerin girişi, s. 3-19; Sa'dî-i Şîrâzî, Bostan ue Gülistan (trc. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1975; a.mlf., Bostan (trc. Hikmet İlaydın), İstanbul 1985; Sûdl, Şerh-i SadîberBostan-1 SaCdf(trc. Ekber Behrûz), Tebriz 1352 hş., s. 12-15; Keşfü'z-zunûn, I, 244-245; Gibb, HOP, 1, 201-203; Rypka, HIL, s. 250-253; Safâ, Edebiyyât, II, 605-606; Münzevî, Fihrist, III, 1861-1870; IV, 2663-2668; F. Köprülü, "Kitâbiyât T e n k i d ve Tahlilleri", TM, II (1926), s. 481-483; Tahsin Yazıcı, "Sa'dî", İA, X, 39; C. A. Storey, "Teftâzânî", İA, X I I / 1 , s. 121; S. Nafıcy, "Büstân", El 2 (Fr.), I, 1385-1386; G. Michael VVickens, "Büstân", Elr., IV, 573-574. S



r



ADNAN



KARAİSMAİLOĞLU



BOSTAN ÇELEBİ



(ö. 977/1570) Osmanlı âlimi ve tarihçi. L



_l



Asıl adı Mustafa, babasının adı Mehmed Ali'dir. 1498'de Tire'de doğdu. Tahsil çağına geldiğinde önce Kur'an'ı ezberledi, arkasından da tefsir ilmine çalıştı. Daha sonra devrin tanınmış müderrislerinden Cârullah Efendi, Zeyrekzâde Rükneddin Çelebi ve Muhyiddin FenârTden ders aldı; bir ara Kemalpaşazâde'nin de talebesi oldu. Aynı tarihlerde Kanûnî'nin hocası Hayreddin Efen-



Bostan Çelebi bir süre bazı küçük medreselerde ve kazalarda müderrislik ve kadılık yaptı. Haseki ve Sahn medreselerindeki görevinin ardından 1544'te Bursa ve Edirne, ertesi yıl ise İstanbul kadısı oldu; 1547'de de Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine tayin edildi. Bu vazifede iken Vezîriâzam Rüstem Paşa ile Vezir Haydar Paşa arasındaki bir davada Haydar Paşa'nın haklı olduğuna hükmetmesi üzerine 1551'de görevinden alındı ; hatta vezîriâzam tarafından rütbece daha aşağı mevkide bulunan kimselere teftiş ettirilerek kendisine hakarette bulunuldu. Fakat teftiş sonunda hakkında yapılan dedikoduların t a m a m e n iftiradan ibaret olduğu anlaşılarak beraat etti. Rüstem Paşa'nın ikinci vezîriâzamlığı zamanında (1555-1561) ve 1569'da hakkında iki defa daha soruşturma açıldıysa da her ikisinde de temize çıktı. 1570'te vefat etti ve Edirnekapı dışındaki Emîr Buhârî Tekkesi civarına defnedildi. Bostan Çelebi'nin Bostanzâde künyesiyle bilinen Mehmed ve Mustafa adlarında iki oğlundan büyüğü Mehmed Efendi iki defa şeyhülislâmlık yapmış, küçüğü Mustafa Efendi ise iki defa Rumeli kazaskerliği görevinde bulunmuştur. Dindar ve dürüst bir kimse olan Bostan Çelebi kuvvetli bir zekâ ve hâfızaya sahipti. Arapça, Farsça ile edebî ilimlere ve Kur'an'a vâkıf, aynı zamanda iyi bir şairdi. Eserleri. 1. Süleymannâme. Kanünî devrinin ilk yirmi iki yılının orijinal bir kaynağı olan eser, Hammer'in tesiriyle uzun yıllar Ferdî adlı birine atfedilmiştir



(Hammer, V, 3; Babinger, s. 92). Bostan Çelebi eserini bir vak'anüvis gibi yazmaya başlamış, fakat değişik zamanlarda tekrar ele almak suretiyle ona yeni ilâvelerde bulunmuştur. Mevcut nüshaların hiçbirinde telif tarihi yoktur. Ancak müellifin ifade tarzından Süleymannâme'nin ilk telifini 1524'te, ikinci telifini 1537'de, üçüncü telifini 1541'de, son telifini ise 1547'de yaptığı söylenebilir. Edebî ve resmî güzel bir üslûpla kaleme alınan Süleymannâme çağdaş tarih kaynaklarını tamamlar mahiyette olup Kanünî devrinin 1520-1542 yılları arası olaylarının kronolojik tesbitinde ihmal edilmemesi gereken bir eserdir. Kanûnî'nin hocası Hayreddin Efendi'ye intisabından dolayı sarayla ilgili hadiseler diğer çağdaş kaynaklara göre oldukça geniş bir şekilde ele alınmış olmakla birlikte Bos-



tan Çelebi'nin eseri daha sonraki tarihçiler tarafından kaynak olarak pek kullanılmamıştır. Süleymannâme'nm bilinen yazmalarından üçü yurt içinde (Sü-



leymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3317; TSMK, Revan, nr. 1283; TTK Ktp., nr. 18), ikisi Viyana Millî Kütüphanesi'nde (nr. 998, 999), biri de Torino Millî Kütüphanesi'ndedir (nr. 103). Bu nüshaların içinde muhtevası en geniş olanı Viyana Millî Kütüphanesi'nde (nr. 998) kayıtlı nüshadır. 2. Hâşiye "alâ tefsîri sûreti'l-En zâm. Beyzâvî tefsirinden En'âm sûresine yaptığı bu hâşiyenin Süleymaniye Kütüphanesi'nde yazma nüshaları mevcuttur (Reîsülküttâb,



nr. 68; Süleymaniye, nr. 171; Dârülmesnevi, nr. 59; Yozgat, nr. 48). Kaynaklarda adı geçen Hâşiyetü Şadrişşerî ca adlı eseri Sadrüşşerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un kendi adıyla şöhret bulan Şerhu'l-Vikâye'sinin, Hâşiyetü'l-îzâh ve'l-Işlâh ise Kemalpaşazâde'nin Işlâhu'l-Vikaye adlı eserine yine kendisinin îzâhu'l-Islâh adıyla yaptığı şerhin hâşiyesi olmalıdır (bk. Özel, s. 78, 108, 112). Bostan Çelebi'nin kimyaya dair Necâtü'l-ahbâb ve tuhfetü z evi'l-elbâb adlı bir eseriyle Risâletü'l-Kazâ 3 ve'l-kader, Risâle fi'lCüz°i'llezî lâ yetecezze" adlı risâleleri olduğu da kaynaklarda zikredilmektedir. BİBLİYOGRAFYA: Lutff Paşa, Târih (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1341, s. 3, 370; Âlî, Künhü'l-ahbâr, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 598, vr. 2 5 8 b ; Selânikî, Târih, s. 254; Hasan Beyzâde, Târih (haz. Nezihi Aykut, doktora tezi, 1980), İti Ed.Fak. Ktp., II, 66, 89; Atâî, Zeyl-i Şekâik, s. 129-132, 323, 327, 411-412, 507; Peçuylu İbrâhim, Târih, I, 456457; Keşfü'z-zunûn, I, 191; Kâtib Çelebi, Fezleke, İstanbul 1286, I, 4 ; Nişancızâde Mehmed b. Ahmed, Mir'âtü'l-kâinât, İstanbul 1290, II, 509; Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, Rauzatü'l-ebrâr, Bulak 1248, s. 447-448; Şehrîzâde Mehmed Said, Zübdetü'l-ahbâr, İÜ Ktp., TY, nr. 2548, vr. 235 a ; H a m m e r (Atâ Bey), V, 3; Sicill-i Osmânî, IV, 376; Osmanlı Müellifleri, I, 253; Babinger (Üçok), s. 92-93; Baltacı, Osmanlı Medreseleri, s. 391, 496-497; A h m e t Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 78, 108, 112; Hüseyin Gazi Yurdaydın, "Bostan'm Sül e y m a n n â m e s i " (Ferdîye Atfedilen Eser), TTK Belleten, X I X / 7 4 (1955), s. 137-202. S



F



NEZİHİ AYKUT



BOSTANCI Osmanlı Devleti saray teşkilâtının bîrun kısmından bir kuruluş.



Tesis tarihi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte I. Murad devrine kadar çıkar. Bostancı Ocağı'nın efradı devşirme oğlanlarının güçlü ve gösterişli olan-



308



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSTANCIBAŞI KÖPRÜSÜ



J



d .Wk /fil



İsMğlL.



J^igllsIHk



ffr. v ;



îlA ilu



M i J t j f a ' i '§:'Jllilil İH»



Bostancı (Th. Mc Lean, The tancibasi ( G a s t a l l a n Histori



Militaıy



Coştum



ofTurkey)



Ve B0S-



Tahtureks)



larından seçilerek sağlanır, özellikle Bosnalı Poturoğullan'nın çocukları tercih edilirdi. Topkapı Sarayı'nın dış hizmetlilerinden olan bostancıların başlıca görevleri saraya ait bağ ve bahçelerle padişaha mahsus kayıklarda çalışmaktı. Ancak bunlar saraya ait her işte kullanılabilirlerdi. Bostancıların saray içinde çalışanlarına "gılmânân-ı bağçe-i hâssa", dışarıda olup da saraya mahsus bağ ve bahçelerde hizmet edenlerine ise "gılmânân-ı bostâniyân" denilirdi. İstanbul dışında Edirne'de de bir bostancı ocağı vardı. Bursa, Gelibolu, hatta Amasya gibi padişahlara mahsus bağ ve bostanların olduğu yerlerde de bostancılar bulunurdu. Topkapı Sarayı bostancıları yirmi bölükten meydana geliyordu. Bu bölüklerin her birinde on dört ile kırk dokuz arasında nefer bulunurdu. XVI. yüzyıl sonlarında has bahçe neferlerinin mevcudu 645, öteki bostancıların sayısı ise 971 kişi kadardı. Bu rakamlar zamanla azalıp çoğalmıştır. Saray dışındaki bostancılar "usta" denilen reislerin nezaretinde yirmi, otuz, hatta 10O'er kişilik cemaatler oluştururlardı. Bu ustalar aynı zamanda bulundukları yerin inzibat âmiri durumundaydılar. Saray dışı bir hizmete çıkarılan bostancılar ya kapıkulu süvariliğine veya Tersane Ocağı'na verilirlerdi. Bu çıkışlarda kendilerine "silâh - bahâ" adıyla bir miktar para ile birer at ihsan edilirdi. Bostancılar gerektiğinde sefere de giderlerdi.



Bostancıların en büyük âmiri bostancıbaşıydı. Bostancıbaşı İstanbul'un başta Boğaziçi ve Adalar olmak üzere önemli bir kısmının asayişinden sorumluydu. Padişahın bindiği kayığın dümenini o tutar, görevli bostancılar kürek çekerdi. Önemli bir görevi de genellikle saray içinde olmak üzere idam cezasına mahkûm kimselerin infazını yapmaktı. Hükümdardan sonra sarayda sakal bırakma hakkına sahip tek kişi bostancıbaşıydı. Bostancıbaşılarda Boğaziçi ile Haliç'te mevcut yalıların tamamını ihtiva eden defterler bulunurdu. Onun izni olmadan hiçbir yerde yalı yapılamazdı. Hep saraydan yetişen ve tayin edilen bostancıbaşılar dış hizmete genellikle sancak beyi olarak çıkarlar, bazan da ya kapıcıbaşı veya beylerbeyi olurlardı. Vezîriâzamlığa kadar yükselen bostancıbaşılar bile vardı. Bostancı hasekilerinin mevcudu 300 kişiydi. Bunların altmış kadarı padişaha muhafızlık ederdi. Bostancılar kethüdâsı bostancıbaşmın yardımcısıydı. XVII. yüzyıl başına kadar bu zat genellikle bostancıbaşılığa aday kişiydi. Ancak daha sonra bu makama haseki ağa tayin edilir olmuştur. Bostancıbaşmın hükümet nezdinde temsilcisi bostancılar odabaşısı olup devamlı sadrazamlık sarayında bulunurdu. Hamlacılık Bostancı Ocağı'nın küçük bir rütbesi olup hamlacılar hassa kayıklarında hizmet ederlerdi. Bunların âmirine hamlacıbaşı denirdi. Bostancılara her yıl birer kaput verilir, bostancı neferleri başlarına "barata" denilen bir serpuş giyerlerdi. Öteki Kapıkulu ocakları mensupları gibi bunlar da maaşlarını üç ayda bir alırlardı. İkinci derecedeki Edirne Bostancı Ocağı İstanbul'dakinden tamamen ayrı ve idarece müstakildi. Mevcudu az olan bu ocak on bölük kadardı. Edirne bostancıları da oradaki has bahçelere bakarlar ve şehirde asayişi temin ederlerdi. Öteki Kapıkulu ocaklarına göre padişaha karşı daha sadık ve güvenilir olan bostancılar 1703'teki hariç isyan hareketlerine pek karışmamışlardır. Bu sadakatlerinden dolayı I. Mahmud devrinde açılan mühendishâneye ilk öğrenciler bu ocaktan alınmış, aynı şekilde III. Selim'in kurduğu Nizâm-ı Cedîd de bu ocağa bağlanmıştır. 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra İstanbul'un asayiş ve inzibatı yeni kurulan Asâkir-i Mansûre'ye havale edilince Bostancı Ocağı'nın varlığına gerek duyulmamış, aynı tarihte bu ocak da ilga edilmiştir. Ancak bu ilga keyfiyeti öteki ocaklarınki gi-



bi değil, yapılan bazı ıslahatlar ve çıkartılan yeni bir kanunnâme ile ocağa yön verilmek şeklinde olmuştur. Bir kısım bostancılardan kurulan tâiimli hassa askerleri daha sonraki Hassa Ordusu'nun ve bugünkü Birinci Ordu'nun temelini teşkil etmiştir. Edirne'deki ocak ise tamamen lağvedilmiştir. BİBLİYOGRAFYA:



Emirname Mecmuası, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3360; Kitâb-ı Müstetâb (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1974, s. 7-8; Rycaut, s. 41; J. Thevenot, Trauels into the Leuant, London 1687, s. 25; d'Ohsson, Tableau general, III, 287-288; Eyyûbî Efendi Kanunnâmesi, İÜ Ktp., TY, nr. 734, vr. 3 b ; Subhi, Târih, s. 127; Esad Efendi, Teşrifât-ı Kadîme, İstanbul 1979, s. 60; Lutfî, Târih, I, 200; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü'T uukûât, İstanbul 1327, I, 146; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 916-920; Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları, I, 18; a.mlf., Saray Teşkilâtı, s. 466467, 478-480; a.mlf., "Bostancı", İA, II, 736738; Muzaffer Erdoğan, " O s m a n l ı D e v r i n d e İstanbul Bahçeleri", VD, IV (1958), s. 152; Abdülkadir Özcan, "Fatih'in Teşkilât K a n u n n â mesi ve N i z â m - ı Â l e m İçin Kardeş Katli Meselesi", TD, sy. 33 (1983), s. 43; a.mlf., "Hassa O r d u s u n u n T e m e l i : M u ' a l l e m Bostaniyân-ı H â s s a O c a ğ ı , K u r u l u ş u ve Teşkilâtı", a.e., sy. 34 (1984), s. 351. r—j İMİ



P



ABDÜLKADİR



ÖZCAN



BOSTANCIBAŞI



1



(bk. B O S T A N C I ) .



F



^



BOSTANCIBAŞI K Ö P R Ü S Ü İstanbul Bostancı'da XVI. yüzyıla ait köprü.



n



^



Bostancı deresi Osmanlı idaresi sırasında şehrin sınırını teşkil ediyor, Anadolu'ya uzanan en önemli sefer ve kervan yolu bu noktadan başlıyordu. Devletin başşehrinin giriş çıkışları bostancıbaşmın kontrolünde olduğundan burada bir de bostancı derbendi (karakol) kurulmuştu. XIX. yüzyılın ortalarına kadar Anadolu'dan İstanbul'a gelenler incelemeden geçirilir ve şehre girecek olanlarda "mürur tezkiresi" aranırdı. Böyle kontrol merkezleri Küçükçekmece Köprüsü ile Göksu deresinin başında da vardı. Bostancıbaşı Köprüsü'nün yanma bir karakolhâneden başka bir çeşme ile bir de namazgâh yapılmış ve bunları gölgelemeleri için sonradan her biri birer ulu ağaç olan fidanlar dikilmişti. Çeşmenin kitâbesinde köprünün adı Cisr-i Derbend olarak geçmektedir. Eski Şam-Bağdat yolu üzerinde önemli bir menzil yeri olan Bostancıbaşı Köprüsü'nün çevresi de sefer sırasında ikmal malzemesinin top-



309



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSTANCIBASI KÖPRÜSÜ



\



Bostancıbaşı Köprüsü - Bostancı / istanbul



landığı bir yerdi. 1730 tarihlerine ait bir belge, köprübaşındaki araziden nelerin ne miktarda toplandığını gösterir. Silâhtar Fındıklılı Mehmed Ağa'nın bildirdiğine göre 1121 yılı Cemâziyelâhirinde (Ağustos 1709) vuku bulan şiddetli bir fırtınada yağan yağmur ve dolu neticesinde taşan dere, köprünün yıkılmasına sebep olmuş, sonra sadrazamlığa yükselen Bostancı Hacı Halil Ağa yeniden ve daha güzel olarak yaptırmıştır. Küçüklüğüne rağmen güzel yapısıyla dikkati çeken Bostancıbaşı Köprüsü, nedense bazı yabancı seyyahların yazdığı rehberlerde bir Roma eseri olarak gösterilmiştir. Halbuki böyle bir iddianın yanlışlığı ve köprünün temelinden itibaren bir Türk eseri olduğu mimarisinden açıkça bellidir. Mimarisi bakımından t a m Türk klasik devri üslûbunda bir yapı olan köprünün ortasında kitâbe köşkü bulunmakla birlikte kitâbesi mevcut değildir. Kitâbenin çok önceleri bilinmeyen bir sebepten yerinden çıkarıldığı veya düşüp kaybolduğu anlaşılmaktadır. Hüseyin Ayvansarâyfnin Mecmûa-i Tevârîh adlı eserinde, "Bostancıbaşı Köprüsü kurb-i kartal, İhsan Ağa hayrâtıdır. Târîh-i köprü: Hayr-ı İhsân 930" (vr. 146 a ) şeklinde kaydedilen bilgi, önceleri bir tarih kitâbesinin bulunduğunu ve yaptıranın da İhsan Ağa adında bir kişi olduğunu açık şekilde göstermektedir. 930 ( 1 5 2 3 - 2 4 ) tarihi Kanünî Sultan Süleyman'ın (1520-1566) saltanatının ilk yıllarına aittir. Buradan, halk arasında dolaşan, köprünün Mimar Sinan tarafından yapıldığı yolundaki söylentinin doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Ayvansarâyfnin bu açık notu karşısında köprünün III. Murad (1574-1595) ve III. Mehmed (1595-1603) devirleri bostancıbaşılarından Ferhat Ağa tarafından yaptırıldığı yolundaki bilgiyi de şüphe ile karşılamak gerekir.



örneğidir. Tamamen kesme taştan inşa edilen üç gözlü köprünün ortası yüksektir ve bu kısmın menba tarafında mihrap biçiminde kitâbe köşkü bulunur. Dışarıdaki konsollara oturan köşkün kitâbe yeri boşluğunun üstü, son tamirde kötü bir biçimde yapılan tomurcuklu bir taçla süslenmiştir. İki başında, tepelerinde kavuk biçiminde birer topuz bulunan ikişerden dört baba vardır (biri şimdi noksandır). Köprünün iki yanında 50 cm. yüksekliğinde taştan korkuluklar bulunur. 37,50 m. uzunluğunda ve 6 m. genişliğinde olan köprünün orta göz açıklığı 6,40 m., yan gözlerinin açıklığı ise 4 metredir. Bunların her üçü de sivri kemerli olup orta gözün iki yanında mahmuzlar (sel yaran) vardır. Mahmuzlardan menba tarafındakiler üçgen, mansap tarafındakiler beşgen şeklindedir. Bütün Osmanlı devri boyunca Anadolu üzerinden doğuya veya güneydoğuya giden kervanlarla orduların üzerinden geçtiği bu tarihî köprü, Evliya Çelebi'nin yazdığına göre 1651'de kanlı bir olaya sahne olmuştur. Melek Ahmed Paşa'nın sadâreti sırasında Anadolu'da ayaklanan Celâlîler Kara Abdullah Paşa tarafından mağlûp edilip esir alınanlar İstanbul'a getirilirken t a m Bostancıbaşı Köprüsü'nün önünde sadrazamdan, ele geçirilen âsilerin derhal idam edilmesi için emir gelmiştir. Fakat Abdullah Paşa'nın adamları âsilerin canlarının bağışlanmasını rica ederek, "Bir alay maldan, rızıktan ve ırzdan ayrılmış garîbü'ddiyâr, bî-dâr mahlûk-ı Hudâ'yı kırdırmayız, der-i devlete götürürüz; ümîddir ki her biri birer takrîb ile halâs ola" demişler ve bunun üzerine esirlerden bazıları çevredeki bostanlar içine saklanmış, birçoğu da kıyafetleri değiştirilerek serbest bırakılmışlardır. Bu arada Evliya Çelebi de serdara rica ederek altı



kişiyi âzat ettirmiştir. Fakat ayaklanmanın elebaşılarından Dasnik Emirze (Mirza) ile Hanîfî Halife ve kırk kadar adamları köprünün yanında idam edilerek başları İstanbul'a götürülmüş, gövdeleri ise köprübaşında gömülmüştür. 1950'lere doğru yaptığımız araştırmada, Bostancıbaşı Köprüsü'nün Anadolu tarafındaki ucunda birkaç mezar taşı bulunduğunu, fakat kasaplar çarşısı yapılırken bu taşların sökülerek buradan götürüldüğünü öğrendik; yalnız dükkânlardan birinin bodrumunda yuvarlak büyük bir mezar taşının durduğunu tesbit ettik. Üzerinde yazı bulunmayan bu taşın belki de sadece bir ayak taşı olduğu düşünülebilir; ancak yine de bunun Evliya Çelebi'nin bahsettiği köprübaşına gömülen âsilere ait olduğu kesindir. Eskiden beri İstanbul'un belediye sınırı t a m bu köprünün ortasından geçer. Motorlu vasıtaların çoğalması ile bu tarihî köprüde tahripler başlamış, kamyonların çarpması sonucu önce iki uçtaki babalar devrilmiş, arkasından 1970'e doğru da yine bir kamyon tarafından kitâbe köşkü ile bitişiğindeki korkuluklar bütünüyle yıkılmıştır. Daha sonra korkuluklar ve kitâbe köşkü aslına tamamen uygun biçimde olmasa da yeniden yapılmıştır (1976). Fakat bu değerli eser 1987'den itibaren de önce birkaç dükkâna yer açmak bahanesiyle, sonra da arazi kazanmak için yan gözleri tamamen kapatılıp önleri toprakla doldurularak âdeta görünmez duruma sokulmuştur. Çok yakın zamana kadar hiç bozulmaksızın bütün elemanları ile t a m a m bir halde gelebilen bu güzel eserin günümüzde bu şekilde tahrip edilmesi esef vericidir. Köprünün Kadıköy tarafındaki ucunda Bostancı polis merkezi olarak kullanılan eski Bostancıbaşı Derbendi 1980'li



Bostancıbaşı Köprüsü, âbidevî Türk köprü mimarisinin İstanbul içindeki tek



310



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSTANZÂDE YAHYÂ EFENDİ yıllarda yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Deniz tarafında bulunan namazgahın kıble taşı da yine arazi k a z a n m a k için kırk yıldır durduğu son yerinden sökülüp geriye alınmıştır. 1247 (1831-32) tarihli uzun bir kitâbesi olan eski çeşmenin yerine Şam Kapı Kethüdâsı Şeref Efendi tarafından yaptırılan yeni menzil çeşmesinin hayvanlara mahsus yalakları ortadan kaldırılmış, 1983'te de burada büy ü k bir göbek yapılarak çeşme ve nam a z g â h taşı bunun ortasına konulmuştur. Ancak 1988 yazında bunlar yeniden sökülmüşler ve çeşme, yüzü denize dönük olarak göze hoş görünmeyen bir biçimde yerleştirilmiş, 1938'den beri en azından beş altı defa yeri değiştirilen namazgâh taşı ise ilerideki bir ağacın dibine atılmıştır. BİBLİYOGRAFYA: Evliya



Çelebi,



Seyahatname,



III,



276-277;



a.e. (haz. M u s t a f a N i h a t Û z ö n ) , A n k a r a , ts., s. 1 2 4 - 1 2 5 ; a.e. (haz. Z u h u r i D a n ı ş m a n ) , A n k a r a 1970, V, s. 161-163; Ayvansarâyî,



Tevârîh,



Mecmûa-i



s. 4 2 6 ; Cevdet Ç u l p a n , Türk Taş Köp-



rüleri, A n k a r a 1975, s. 134-135, İv. XCV-XCVI, nr. 8 0 / 1 - 2 ; S e m a v i Eyice, " İ s t a n b u l Ş a m - B a ğ d a t Y o l u Ü z e r i n d e k i M i m a r î E s e r l e r I. Ü s k ü d a r - B o s t a n c ı b a ş ı G ü z e r g â h ı " , TD, XIII (1958), s. 81-110.



m SÜı



F



SEMAVİ EYİCE



BOSTANZÂDE M E H M E D EFENDİ



n



(ö. 1006/1598)



Osmanlı şeyhülislâmı.



942'de (1535-36) doğdu. Kanünî devri âlimlerinden Tireli Kazasker Bostan Mustafa Efendi'nin oğludur. Arapzâde Efendi, Kadızâde Efendi ve Gül Hoca Çelebi gibi devrinin bilginlerinden ders gördükten sonra 1556'da mülâzım oldu. Ardından 40 akçe ile Eski İbrâhim Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Daha sonra çeşitli medreselerde, bu arada Sahn-ı Semân, Yavuz Sultan Selim, Süleymaniye ve Edirne Selimiye medreselerinde müderrislik yaptı. 1573 yılında Şam, 1575'te Bursa, kısa bir süre sonra Edirne, 1576'da İstanbul kadılığına tayin edildi. 1577'de Anadolu, 1580'de Rumeli kazaskeri oldu. Kısa bir mâzuliyetten sonra 1583'te Kahire kadılığına getirildi. 1587'de ikinci defa Rumeli kazaskerliğine tayin edildikten sonra Şeyhülislâm Müeyyedzâde Abdülkâdir Efendi'nin, paranın değerinin düşürülmesiyle çıkan ve tarihlerde Beylerbeyi Vak'ası olarak geçen olaylar sebebiyle azledilmesi üzerine 3 Nisan 1589'da şeyhülislâm oldu.



A n c a k üç yıl sonra azledildi. Kaynaklarda azil sebebi olarak Anadolu kazaskeri ve devrin tanınmış şairi Bâkî ile aralarında çıkan bir tartışma gösterilir. Kaynaklarda belirtildiğine göre Bostanzâde, kardeşi İstanbul Kadısı Mustafa Efendi'yi Anadolu kazaskerliğine getirmek için Bâkî aleyhinde bazı kadılara şikâyetler yaptırır. Bâkî de bir divan toplantısında şeyhülislâmı tertipçilik ve insafsızlıkla suçlar. Bu konuşmadan haberdar olan Bostanzâde, Bâkî'nin bazı beyitlerinin küfrü mûcip olduğunu, azledilmediği takdirde kendisinin şeyhülislâmlığı bırakıp başka ülkeye gideceğini söyler. Bu durumdan rahatsız olan III. Murad Bostanzâde'yi ve kardeşini azlederek şeyhülislâmlığa Bayramzâde Zekeriyyâ Efendi'yi getirir. Azil sebepleri arasında, vakfiyesi gereği İstanbul Sultan Bayezid Medresesi'nde şeyhülislâmların ders vermeleri âdet olduğu halde Bostanzâde'nin bunu uzun süre ihmal edip derse gitmemesi de gösterilmektedir. Bostanzâde azledildikten hemen sonra aynı yıl içinde üçüncü defa Rumeli kazaskerliğine getirilmiş, 11 T e m m u z 1593'te de Zekeriyyâ Efendi'nin vefatı üzerine yeniden şeyhülislâm olmuştur. Bu ikinci şeyhülislâmlığı vefatına kadar yaklaşık beş yıl sürmüştür. Böylece toplam olarak şeyhülislâmlıkta kaldığı süre yedi yıl, dokuz ay, yirmi sekiz g ü n tutmaktadır. 24 Şâban 1006'da (1 Nisan 1598) vefat eden Bostanzâde Şehzade Camii avlusunun caddeye bakan tarafına defnedilmiştir. Osmanlı Devleti'nde azledildikten sonra ikinci defa şeyhülislâmlığa getirilen ilk kişi Bostanzâde Mehmed Efendi'dir.



Mübârek gecelerde minarelerde kandil yakılması âdeti onun zamanında çıkmış, şeyhülislâmlara düzenli olarak ve muayyen miktarda a r p a l ı k " verilmesi de yine ilk defa onun şeyhülislâmlığı döneminde gerçekleşmiştir. Bostanzâde III. Mehmed'in takdirini kazanmış, bunun sonucu olarak kendisine otuz m ü l â z e met* kontenjanı tanınmış, daha sonra şeyhülislâmlar için bu uygulama âdet olmuştur. Devrinin siyasî olayları ile de yakından ilgilenen Bostanzâde Mehmed Efendi, başta Hoca Sâdeddin Efendi olmak üzere birçok tanınmış şahsiyetle ihtilâfa düşmüş bir kimsedir. Nitekim 111. Murad'in cenaze namazını kıldırmak için Sâdeddin Efendi vezîrâzamdan izin almış, ancak geç kaldığından cenaze namazı Bostanzâde tarafından kıldırılmıştır. Sâdeddin Efendi ve oğulları namazın tekrar kılınması için uğraşmışlarsa da mesele yatıştırılmıştır. Türkçe ve Arapça şiirler yazan Bostanzâde'nin Kanünî için yazdığı mersiye c çok beğenilmiştir. İhyâ'ü ulûmi'd-dîn'i Yenâbiu'l-yakin



fî İhyâi



ulûmi'd-dîn



adıyla tercüme etmiş (Süleymaniye Kütüphanesi, Fâtih, nr. 2574), Mülteka'l-ebhur'u da şerhetmiştir. Ayrıca Koca Mustafa Paşa (Samatya) Hacıkadın caddesinde bugün mevcut olmayan bir de mescid yaptırmıştır. BİBLİYOGRAFYA: Selânikf, Târih (İpşİrlİ), bk. İndeks; Atâî, Zeyl-i



Şekâik,



s. 4 1 0 - 4 1 3 ; S o l a k z â d e , Târih,



6 2 1 ; N a î m â , Târih,



s. 620-



I, 142-144; H a m m e r



(Atâ



Bey), VII, 154, 163-164; Deohatü'l-meşâyih, 23-24; Sicili-i



Osmânî,



ellifleri, I, 2 5 6 ; İlmiyye Uzunçarşılı, Osmanlı a.mlf., İlmiye



s.



IV, 1 3 3 ; Osmanlı



Salnâmesi,



Mü-



s. 4 1 0 - 4 1 1 ;



Tarihi, I I I / 2 , s. 4 5 5 - 4 5 6 ;



Teşkilâtı,



196; Tahsin Öz, İstanbul



s. 47, 178, 192,



Camileri,



195,



Ankara 1962,



I, 3 7 ; B. Levvis, " B o s t a n z â d e " , El 2 (İng.), I, 1279;



TDEA, I, 458-459.



m I®



F



M E H M E T İPŞİRLİ



BOSTANZÂDE Y A H Y Â EFENDİ (ö.



n



1049/1639)



Anadolu ve Rumeli kazaskerliği yapan Osmanlı âlim ve müellifi.



Bostanzâde Mehmed Efendi'nin Şehzade Camii hazîresindeki mezar taşı Sehzadebaşı / istanbul



Aslen Tireli olup XVI ve XVII. yüzyıllarda önemli âlimlerin yetiştiği Bostanzâdeler ailesinden Bostanzâde Mustafa'nın torunu ve Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi'nin oğludur. Doğum tarihi, gençlik ve öğrenim yılları hakkında bilgi bulunmamakta, sadece babasından öğrenim gördüğü ve ilmiye sınıfındaki görevinin ilk yıllarını onun yanında geçirdiği bilinmektedir. 311



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOSTANZÂDE YAHYÂ EFENDİ 1003 (1594) yılından itibaren Üsküdar Mihrimah Sultan, Sahn-ı Semân, Üsküdar Vâlide A t i k ve Süleymaniye medreselerinde müderrislik yaptı. 1601-1614 yılları arasında Halep, Galata, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılığı görevlerinde bulundu. Gül-i Sad-berg adlı eserinin sonunda (vr. 161a) bu kitabı 1030'da (1621) tamamladığını ve o sırada İstanbul kadılığından ayrılmış olduğunu ifade etmektedir. Vekâyiu'l-fuzalâ'da ise (1, 46) İstanbul kadılığından 1023'te (1614) azledildiği bildirilmektedir. B u durumda Bostanzâde'nin 1614'ten 1622'ye kadar herhangi bir resmî görev almadığı anlaşılmaktadır. Aralık 1622'de kardeşi Mehmed Efendi'nin yerine Anadolu kazaskerliğine getirildiyse de on bir ay sonra azledildi. 1629'da tayin edildiği Rumeli kazaskerliği görevinde ancak on ay kalabildi. Ayrıca İstanbul kadılığından azledilmesinden sonra Rodoscuk (Tekirdağ) kazası, Anadolu kazaskerliğinden ayrıldıktan sonra da Uzuncaova kazası arpalık olarak kendisine tahsis edilmiştir. 26 Rebîülevvel 1049'da (27 Temmuz 1639) vefat eden Bostanzâde Yahyâ Efendi, Şehzade Camii hazîresinde, babasının kabri yanına defnedildi. Eserleri. 1. Gül-i Sad-berg. Hz. Peygamber'in 100 mûcizesini konu edinen geniş ölçüde manzum Türkçe bir eserdir. Kitapta bir giriş ile münâcât, na't ve dönemin padişahı II. Osman'a bir kasideden sonra Hz. Peygamber'in cismanî mi'racının imkânı ve mahiyeti, Kur'an'm i'câzı konuları üzerinde durulur. Daha



.4"



:>y\



L







1 ^



T"'*"' ı t *



V-İ^V'K Unfai'ttrfJii



Sfa+l<telŞ: jfoMurtidŞı



•osry''''



t



1



Bostanzâde Yahya Efendi'nin Gül-i



jJvt't^ijL^lJİJpyjjijlu



Sad-berg



adlı eserinin müellif hattı nüshasının ilk sayfası (Süleymaniye Ktp.. Ayasofya, nr. 3 3 8 6 , vr. 1»)



sonra eserin asıl konusunu teşkil eden 100 mûcize geniş bir şekilde ele alınır. Kitabın başında (vr. 5 a ) hem müellifin (Yahyâ b. Bostân) hem de eserin adı (Gül-i Sad-berg) kaydedilmiş, sonunda da (vr. 161a) yine müellifin adı verilmiş ve eserin 5 Zilhicce 1030'da (21 Ekim 1621) tamamlandığı belirtilmiştir. Gül-i Sadberg'in iki nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Ayasofya, nr. 3386, 3390) bir nüshası da Hacı Selim A ğ a Kütüphanesi'nde (nr. 842) kayıtlı olup bunlardan ilkinin müellif hattı olduğu eserin sonundaki kayıttan anlaşılmaktadır. 2. Mir'âtü'l-ahlâk. Türkçe didaktik bir ahlâk kitabıdır. Eser bir giriş ve dönemin padişahı I. Ahmed'e bir methiyeden sonra (vr. 4 a -6 a ) tamamı ahlâkî faziletlere dair yirmi dört babdan (vr. 6 a -219 b ) oluşur. Başlıca konuları ibadet, sabır ve şükür, şecaat, dikkat (teyakkuz) ve zekâ (fıtnat), ciddiyet, cehd, iyilikler ve erdemler (mehâsin ve mehâmid), kazâya rızâ, vefâ, sır saklama, cömertlik (sehâ), af, iffet, tevazu ve hayâ, emanet ve sadakat, rıfk ve şefkat, âlicenaplık, müşavere, hilim, gayret (gayret-i dîniyye ve gayret-i dünyeviyye), firâset, fırsatları değerlendirme, temkin (hazm), iyilerle dostluk k u r m a (sohbet-i ahyâr), haklan gözetip kollama (riâyet-i hukuk) gibi faziletler ve hükümdarlık, emirlik, vezirlik, valilik gibi resmî görevlerin gerektirdiği yükümlülüklerdir. Eser "Nasihat" başlığını taşıyan uzun bir hâtime ile (vr. 219 b -243 b ) son bulur. Konular işlenirken "husûsan mülûk ve selâtîne müstahsendir" gibi ifadelerle söz, başta padişah olmak üzere çeşitli kademelerdeki yöneticilere getirilerek bunların söz konusu faziletleri kazanmalarının gerekliliği üzerinde durulur. Bu arada müellif yer yer daha önceki padişahların ahlâkî ve siyasî üstünlüklerine ilişkin bilgiler vererek kendi dönemindeki idarecileri dolaylı olarak yerer. Hatta bazan açık tenkitlerde bulunduğu da görülür (meselâ bk. vr. 105a). Ahlâk alanında felsefî v ş teorik tahliller yerine pratiğe ağırlık veren eserde ahlâkî faziletler âyet ve hadislerle örneklendirilmiştir. Ayrıca Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere ahlâk ve hikemiyatla ilgili manzumeler, peygamber kıssaları ve İslâm tarihinden alınmış örnek ahlâkî motiflerle eserin muhtevası zenginleştirilmiştir. Bu arada Eflâtun, İbn Sînâ ve Hüseyin Vâiz-i Kâşifi gibi ahlâk filozofu ve bilginlerinden yapılan nakiller hem müellifin geniş,bilgi ve kültürünü göstermekte, hem de etki açısından esere büyük bir güç



'



' ' - T — ;



->>rXÎ>!



Bostanzâde Yahyâ Efendi'nin Mir'itü'l-ahlâk adlı eserinin müellif hattı nüshasının ilk sayfası ile müellif adının bulunduğu sayfa (İÜ Ktp., TY, nr. 3 5 3 7 , vr. 1", 2 4 2 » )



kazandırmaktadır. Mir'âtü'l-ahlâk, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunun ahlâkî yapısını ve o dönem münevverlerinin ideal ahlâk görüşlerini yansıtması bakımından da büyük değer taşır. Eserin tesbit edilebilen t e k y a z m a nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde (TY, nr. 3537) kayıtlı olup varak 242 b 'de nüshanın müellif hattı olduğu ve 10 Ramazan 1022'de (24 Ekim 1613) tamamlandığı belirtilmektedir. 3. Tuhfetü'l-ahbâb (Târîh-i Sâf). On beş hânedan içinde çoğu T ü r k olmak üzere 300'e yakın müslüm a n hükümdarın tanıtıldığı Türkçe kısa bir tarihtir. Eser günümüzde basılmış haliyle (İstanbul 1287) tanınmakta olup bu baskıya esas olan y a z m a nüsha veya nüshalar henüz bulunmuş değildir. Bu baskının üzerinde eserin adı Târîh-i Sâf şeklinde kaydedilmiştir. Ancak müellif metin içinde (s. 6) esere Tuhietü'l-ahbâb adını verdiğini belirtmektedir. Eserin matbu nüshasında yazar adı verilmemiştir. eş-Şekâ'iku'n-nu'mûniyye'nin zeyilleriyle Sicill-i Osmânî gibi eski kaynaklarda da Tuhfetü'l - ahbâb'm Bostanzâde'ye ait olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bursalı Mehmed Tâhir Osmanlı Müellifleri'nde (I, 347) eseri Taşköprizâde Kemâleddin Mehmed Efendi'ye nisbet etmiştir. Enver Koray'ın Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası 1729-1955 (1, 6) ve İsmail Hâmi Danişmend'in İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi (III, 59) gibi son dönemde yazılmış eserlerde de aynı yanlış bilgi tekrarlan-



312



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOUYGES, Maurice mıştır. Ancak önce Hüseyin Gazi Yurdaydın TTK Belletendeki "Bostan'm Süleymannâmesi" başlıklı makalesinde (s. 187) eserin müellifinin "Bostan'm (Bostan Mustafa) torunu" olduğunu belirtmiş, daha sonra Tuhfetü'l- ahbâb'ı Duru Tarih adıyla sadeleştirerek yayımlayan Necdet Sakaoğlu eserin müellifinin Bostanzâde Yahyâ Efendi olduğunu metin içindeki açık ifadelere dayanarak ispatlamıştır (bk. Târîh-i Saf, s. 18, 50, 74, 82 vd.). Tuhfetü'l -ahbâb'da hânedanların ve hükümdarların tanıtılmasında kronolojik sıra gözetilmemiştir. Üç bölümden (bab) oluşan eserin "Der Şemâil-i Âl-i Osman" başlığını taşıyan birinci bölümünde o güne kadarki on dört Osmanlı hükümdarı, "Ahvâl-i Hulefâ-yi Abbâsiyye" başlıklı ikinci bölümde Abbâsî halifeleri tanıtılmıştır. Üç fasıldan oluşan üçüncü bölümün ilk faslı "Benî Ümeyye'den Padişah Olanlar Beyânındadır" adını taşımaktadır. İkinci fasılda Saffâriyye, Sâmânoğulları, Fâtımîler, Büveyhîler, Gazneliler, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Hârizm Devleti, Cengiz hânedanı, Atabegler, Eyyûbîler ve Memlükler tanıtılır. "Netîce-i Kitâb-ı Tuhfetü'l-ahbâb" başlıklı üçüncü fasıl ise bir sonsözle meşhur devlet adamlarına dair sekiz tarihî hikâyeyi kapsar. Titiz ve geniş bir araştırma mahsulü olan Tuhfetü'l-ahbâb'da tarihî olaylar ve kişiler hakkında nâdiren yanlış bilgiye rastlanır. Eserde her konuya önemine uygun genişlikte yer verilmiştir. Tarihî bilgiler yanında hükümdarların dinî, ahlâkî, siyasî, edebî, hatta fizikî özellikleri de tanıtılmış, bu arada âyet, hadis, hikâye ve şiirlere de yer verilmiştir. Müellif gerek önsözde gerekse sonuç kısmında bu eseri yazmaktaki gayesinin, bir yandan Osmanlı hükümdarlarının din ve devlet politikaları bakımından öteki müslüman hükümdarlardan daha üstün olduklarını ispatlamak, öte yandan padişahlara dünya saltanatının geçiciliğini, padişahlığın ağır sorumluluklarını hatırlatarak onlara adalet ve hakkaniyetten ayrılmamalarını öğütlemek olduğunu belirtmiştir. 4. Fî Beyânı Vak cai Sultan Osman. 11. Osman'ın (Genç Osman) yeniçeriler tarafından öldürülmesini, olayın askerî ve siyasî sebeplerini, gelişmesini ve sonuçlarını anlatan Türkçe bir eser olup müellifin ifadesine göre bizzat kendisinin müşahede ettiği, kısmen de güvendiği kaynaklardan sağladığı bilgilere dayanılarak telif edilmiştir. Eserde genç ve "temiz kalpli" padişahın yanlış tasarrufları ; bu tasarruflarda rolü olan, özellikle padişahı askerî ve siyasî şartların elverişli olmadığı bir dönemde sözde hac



yolculuğuna, gerçekte suriye ve Mısır yönünde sefere ikna eden Hasan Efendi (padişahın hocası), kızlar ağası Süleyman A ğ a gibi ehliyetsiz ve kötü niyetli kişilerin entrikaları; başta Şeyhülislâm E s a d Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî olm a k üzere "ulemâ ve meşâyih ve sulehâ'nın padişahı seferden vazgeçirme yönündeki sonuçsuz gayretleri hakkında bilgi verilir. Ayrıca olayların anlatıldığı ve kişilerin tanıtıldığı ifadeler arasına serpiştirilen âyetler, hadisler, manzumeler vb. ibretli sözlerle eser fikrî ve edebî bakımdan da zenginleştirilmiştir. Eserin bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde (Revan, nr. 1305, 66 varak) bulunmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: B o s t a n z â d e Y a h y â Efendi,



Târîh-i Sâf: Duru



Tuhfetü'l-ahbâb:



Tarih (s.nşr. N e c d e t Sakaoğ-



lu), İstanbul 1978, nâşirin ö n s ö z ü , s. 5-14; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ,



1, 4 5 - 4 6 ; U ş ş â k î z â d e İbrâ-



h i m Efendi, Zeyl-i Şekâik



(nşr. H. J. Kissling),



W i e s b a d e n 1965, s. 4 1 - 4 2 ; Sicill-i 6 3 6 ; Osmanlı



Müellifleri,



m e n d . Kronoloji,



Tarih



Yayınları



Osmânî,



IV,



I, 2 5 7 , 3 4 7 ; Daniş-



III, 5 9 ; Enver Koray,



Bibliyografyası



Türkiye



1729-1955,



İs-



t a n b u l 1959, I, 6 ; H. Gazi Y u r d a y d ı n , "Bostan'm



Süleymannâmesi",



(1955), s. 187.



TTK Belleten,



XIX/74



m I®



MUSTAFA ÇAĞRICI



BOŞAMA (bk. TALAK).



BOTANİK L



r



n



(bk. İLM-i NEBÂT).



BOUYGES, Maurice



n



(1878-1951) Fransız şarkiyatçısı, İslâm felsefesi klasikleri nâşiri.



12 Kasım 1878'de Fransa'nın Aurillac şehrinde doğdu. Aurillac'taki papaz okulunda ve Saint Flour'daki ilâhiyat lisesinde okudu; aynı yerdeki dinî bir y ü k s e k okulda klasik felsefe tahsil etti. 1897'de Cizvit teşkilâtına kabul edildi. Daha sonra Lübnan'a giderek Gazîr'de bir yandan dinî öğrenimini sürdürürken bir yandan da Arapça öğrenmeye başladı. Buradaki tahsilini tamamladıktan sonra Arapça'nın yanında İbrânîce ve Süıyânîce'yi öğrenmek için sıkı bir çalışmaya girdiyse de sağlığının bozulması üzerine bu çalışmaya ara vermek zorunda kaldı. Bu sırada Beyrut'taki Cizvit Papaz Koleji'nde yardımcı öğretmen olarak çalıştı. Sağlığı düzelince Gazîr'e dönerek Arapça öğrenimini sürdürdü. İki yıl sonra (Ekim



1904) Beyrut Saint Joseph Universitesi'ne bağlı Faculte Oriental'de öğrenime başladı. Dört yıl sonra burayı bitirdiğinde Arapça'nın yanı sıra İbrânîce ve Süryânîce'sini klasik kaynakları okuyup anlayacak seviyede geliştirmiş, biraz da Akkadca öğrenmişti. Mezun olduğu yıl, yanlışlıkla İbn Kuteybe'ye nisbet edilen Kitâbü'n-Ne'am'ı tahkik ederek Melanges de la Faculte Orientale'de y a y ı m ladı (Beyrut 1908, III/1, s. 1-144). Maurice Bouyges 1908'de Manş'ta bir Fransız adası olan Jersey'e giderek orada ilmî ve felsefî çalışmaları yanında başlıca Batı dilleriyle ilgili bilgilerini ilerletti. Dikkate değer bir ilâhiyatçı olan Marcel Chossat'ın teşvikiyle oryantalizm çalışmaları yapmaya karar verdi (1913). Ancak 1. Dünya Savaşı'nda cepheye gönderilmesi yüzünden hazırlık çalışmaları yarıda kaldı. Savaştan döndükten sonra Beyrut'a gitti ve Saint Joseph Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine tayin edildi (Ağustos 1920). Üniversitenin yayın organı olan M elanges de l'Universite Saint Joseph'in yönetimini üstlendi. Bu arada başlatmayı düşündüğü Bibliotheca Arabica Scholasticorum (BAS) adlı yayın programına hazırlık olmak üzere yoğun bir çalışmaya koyuldu. Bu maksatla Berlin, Leiden, Londra, Paris, Madrid, Fas, Roma, Kahire ve İstanbul kütüphanelerinde araştırmalar yaptı. Topladığı bibliyografik bilgileri çeşitli tarihlerde MElanges de l'Universite Saint Joseph ve Archives de Philosophie'de yayımladı (bk. Henri Fleisch, s. 291, 296-297). Bouyges, 1928'de Oxford'da düzenlenen XVII. Oryantalistler Kongresi'ne sunduğu bir tebliğle, 1927'de Gazzâlî'nin Tehâfütü'l-felâsife'sini neşrederek fiilen başlattığı Bibliotheca Arabia Scholasticorum planını tanıttı. Sekizinci seksiyonda görüşülen plan 1 E k i m 1928'de bütün üyelerin hazır bulunduğu toplantıda kabul edildi. Üç ayrı seride eserler neşretmeyi öngören plana göre birinci seride, Ortaçağ'da Trente Konsili'nden önceki dönemde Latince'ye çevrilmiş olan Arapça felsefî eserlerin Arapça metinleri tahkikli bir şekilde neşredilecek, ikinci seride bu eserlerin Ortaçağ'daki Latince tercümelerinin tahkikli neşri yapılacak, üçüncü seride ise Arapça felsefî klasikler yeniden tercüme edilerek metinleriyle birlikte yayımlanacaktı. Maurice Bouyges, yirmi cilt kadar olacağını düşündüğü birinci seride ilk sırayı Gazzâlî'nin Makâsıdü'l-felâsife'sine ayırdıysa da bu eserin neşrini daha sonraya bıraktı. Bu serinin iki numaralı kitabı Tehâfü313



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOUYGES, Maurice



tü'l-felâsife oldu (Beyrut 1927). Bunu İbn Rüşd'ün Tehâfütü't-Tehâfüt (Beyrut 1930) ve Telhîşu Kitâbi'l - Makülât'\ (Beyrut 1932), Fârâbî'nin Risâle fi'l- cakl'ı (1938) takip etti. Bouyges'un üzerinde çalışmaya 1932'de başladığı, Bibliotheca Arabia Scholasticorum programı içinde yayımlanan eserlerin en geniş kapsamlısı ve mükemmel bir tahkik ürünü olan İbn Rüşd'ün Tefsîru Mâ ba zde't-tabî ca'sı ("Grnnd Commerıtaire" de la metaphysique) dört cilt halinde basıldı. Asıl metnin 1. cildi 1938, 11. cildi 1942, 111. cildi 1948 yıllarında Beyrut'ta yayımlandı. Tanıtma (Notice) cildi ise onun ölümünden (22 Ocak 1951) sonra yayımlanabilmiştir (Beyrut 1954, 1973). Maurice Bouyges'un tek başına gerçekleştirdiği bu neşirler mükemmel tahkik sistemi, ilmî araştırma mahsulü olan giriş kısımları, çeşitli ve çok ayrıntılı indeksleri, açıklayıcı notları, basımdaki itinası gibi özellikleri dolayısıyla bütün bilim adamlarının takdirini kazanmış, örnek neşirler olarak gösterilmiştir. Editör bu neşirlerinde kısa bir sunuştan sonra eserin tanıtıldığı bölümde kitabın yazarı, muhtevası, yazıldığı tarih, yazma nüshaları, İbrânîce ve Latince tercümeleri, kitap hakkında yapılan yeni çalışmalar konusunda değerli ve güvenilir bilgiler yanında kendi neşrinin planı, hazırlanışı, tahkik metodu, kullandığı yazmalar, faydalandığı Latince ve İbrânîce tercümeler ve neşrin diğer özellikleri hakkında bilgi verir. Her cildin sonunda özel isimler, kitap isimleri, temel ve problematik terimler, teknik terimler, özel sözlük ve diğer özellikleri ihtiva eden titizlikle hazırlanmış indeksler bulunur. Bouyges her şeyden önce birinci sınıf bir metin tahkikçisi ve nâşirdir. Yayımladığı eserler, özellikle de Tefsîru Mâ ba cde't-tabî ca onun İslâm felsefesi konusundaki geniş bilgisini telif yoluyla değerlendirmesine imkân vermedi. Ancak çoğu Melarıges de l'Universite Saint Joseph'te olmak üzere kırka yakın makale yazdı (bu makalelerin bir listesi için bk. Henri Fleische, s. 295-300). Bunlardan "İbn Qoutayba n'est pas l'auteur du Kitâb an-na'am" başlıklı yazısında (MCISJ, s. 305-310) Kitâbü'n-Ne'am'm İbn Kuteybe'ye ait olmadığını ileri sürdü. Manchester'daki John Ryard Kitabevi'nin direktörüne yazdığı iki mektupta ve daha sonra Melanges de l'Universite Saint Joseph'teki bir yazısında Mingana tarafından tercüme ve neşredilen KitâbudDîn ve'd-devle'nin Ali b. Rabben et-Taberî'ye aidiyetinin kesin olmadığını savundu. Bouyges'un dikkate değer bir



eseri de ölümünden sonra Michel Allard tarafından tamamlanarak neşredilen (Beyrut 1959) Essai de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazali adlı bibliyograf i k çalışmadır. Müellif eseri 1924'te tamamladığı halde her nedense yayımlamamıştı. Michel Allard, Gazzâlî hakkında 1924 sonrasında yapılmış olan çalışmaları da dikkate alarak eseri yeni bilgilerle geliştirdi. Müellife ait metinde 383 eser tanıtılırken M. Allard bunlara Geschichte der Arabischen Litteratur'den tesbit ettiği yirmi bir eser adı daha ekledi. Essai'de Gazzâlî'nin hayatı beş safhaya ayrılarak bu safhalarda yazdığı ve otantik olduğu kesin kabul edilen altmış dört eser kronolojik tertip içinde incelenir (s. 7-84). E k kısımında ise (s. 85170) 340 eser, otantikliğinin farklı derecelerde şüpheli olması, değişik kaynak veya nüshalarda farklı başlıklarda anılmaları, apokrif olduklarına kesin gözüyle bakılması gibi yönlerden tasnife tâbi tutulmuştur. BİBLİYOGRAFYA: M a u r i c e Bouyges, Essai



Deuores



de



al-Ghazali,



de Chronologie Beyrut



1959,



des Michel



Allard'm ö n s ö z ü , s. IX-XI; a.mlf., " i b n Q o u t a y b a n'est pas l'auteur



du



Kitab



an-na'am",



MCISJ, VI1/8, Beyrut 1914-21, s. 305-310; a.mlf., " L a B i b l i o t h e c a a r a b i c a S c h o l a s t i c o r u m " , Re-



lations



d'Orient,



II, Beyrut



B r o c k e l m a n n , GAL Suppl, ki, el-Müsteşrikün,



1929, s.



97-103;



I, 1 8 6 ; Necîb el-Akî-



Kahire 1965, III, 1073-1075;



L. Massignon, " C r o n i q u e et D o c u m e n t s " ,



RMM,



LIX (1925), s. 331-333; C. A. Nallino. "Averroes-



Tahafot



at-tahafot.



Texte



arabe



etabli



par



M a u r i c e B o u y g e s " , OM, X I / 2 (1931), s. 114116; Henri Fleisch, "Le P e r e M a u r i c e B o u y g e s " ,



MUSJ,



X X I X / 5 , Beyrut 1951-52, s. 288-300. S



F



MUSTAFA



ÇAĞRICI



BOYALI MEHMED PAŞA KÜLLİYESİ



(bk. NİŞANCI MEHMED PAŞA KÜLLİYESİ)^



r



^



BOYALIKOY KÜLLİYESİ Anadolu'da Orta Asya Türk geleneklerini devam ettiren bir mimari eser.



n



^



Afyonkarahisar'dan Sincanlı ilçesine giden yol üstünde aynı adı taşıyan köyde bulunmaktadır. Külliye iki türbe ile bir hankah veya zâviyeden meydana gelmiştir. Köyün dışında bulunan külliyenin yapılış tarihi ve bânisi hakkında kesin bilgi yoktur. XVII. yüzyılda buradan geçen Evliya Çelebi "Karye-i Boyalu" dediği bu yere de uğramıştır. Onun verdiği bilgiden anlaşıldığına göre Alidağı eteğinde kurulmuş 100 hâneli bir müslü-



Boyalıköy Külliyesi'nin genel durumunu gösteren restütisyon (Yılmaz Onge'nin çizimi, S. Eyice'den)



m a n köyü olan Boyalıköy Osman Paşazâde'nin zeâmetidir. Buradaki külliye, güzel bir bahçe ortasında kurulmuş bir tekke veya hankahtır. Merkezini, içinde Seyyid Kureyşî'nin yattığı k ü m b e t - t ü r be teşkil eder. Boyalıköy Külliyesi Osmanlı devrinde bir ziyaretgâhtır ve XVII. yüzyıl içlerinde bu tekkenin hizmetini Bektaşî dervişleri görmektedir. S e y a hatnâme'nin bazı yazma nüshalarında (TSMK, Bağdat Köşkü, nr. 1384 [B. 306], vr. 17) velînin adının Kureyşî olarak kaydedilmiş olmasına karşılık başka bir yazm a nüshada (Bağdat Köşkü, nr. 1380 |B. 308], vr. 13) bu ad Kuretî, Kureytî veya Kurtebî okunacak şekilde yazılmıştır. XVII. yüzyılda tekke hüviyetinde olan bu binanın tekkelerin öncüsü olan bir hankah olduğu açıkça bellidir. Kümbettürbe Seyyid Kureyşî'nin kabrine tahsis edilerek esas bina buradan gelip geçenlerin, ziyarete gelenlerin ve aynı zamanda türbeye bakanların barınmaları için yani hankah olarak yapılmıştır. Sonraları, herhalde Osmanlı devri içlerinde, belki de XV. yüzyıldan itibaren burası bir Bektaşî tekkesi halini almış, halk arasında Boyalı Sultan Tekkesi olarak da tanınmıştır. Halbuki Evliya Çelebi Boyalı adının, Uşak halılarının ipliklerinin boyanmasında kullanılan bir kırmızı boyanın h a m maddesinin bu köyden çıkarıldığı için verildiğini bildirir. E s k i şer'iyye sicillerinden 1158 (1745) tarihli bir kayıtta ise Boyalıca adı geçmektedir. Afyonkarahisar ve çevresine dair bütün yeni yayınlarda külliyenin kurucusu olarak Kureyş b. İlyâs b. Oğuz gösterilmekte ve bunu belirten bir mezar sandukası yazısının varlığı da bildirilmektedir. Bugün kümbet-türbenin içinde böyle kitâbeli bir sanduka yoktur. Eskiden çini kaplı olduğu bazı kalıntılardan an-



314



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÖYLE, J o h n A.



Boyalıköy Külliyesi'nin merkezini teşkil eden Seyyid Kureyşî'nin türbesi Afyonkarahisar



laşılan sanduka çok harap bir haldedir. Afyon Müzesi'ndeki bir tescil defterinde ise 18 Ocak 1941'de yazılan bir kayıtta velînin adı Kureyş b. İlyâs b. Ayas olarak gösterilmiştir. Fakat müze müdürü olarak bu kaydı yazmış olan Süleyman Göncer kendisiyle görüşüldüğünde türbede bir kitâbe görmediğini bildirmiştir. Köylüler bir kitâbenin evvelce var olduğunu, f a k a t bunun sökülerek İstanbul'a götürüldüğünü söylemişlerdir. Kısacası türbede ne bir taş kitâbe ne de sanduka üzerinde bir çini kitâbe vardır. Külliyeye adını veren şahsın Afyon dışındaki Altıgöz Köprüsü'nün 606 (120910) tarihli kitâbesindeki E b ü ' l - V e f â İlyâs b. Oğuz ve Kütahya yakınındaki Karacaviran'da ribât-tekkenin 608 (121112) tarihli kitâbesindeki Kurşî b. İlyâs b. Oğuz ile aynı kişi olabileceğini iddia etm e k m ü m k ü n değildir. Boyalıköy Hankah-Tekkesi bilinmeyen bir tarihte harap bir duruma girmiş, belki de Kurtuluş Savaşı sırasında tahribe uğramıştır. 1968'deki ziyaretimizde çok harap ve bazı kısımları yıkılmış halde idi. Türbeler de aynı derecede harap ve bakımsızdı. Hatta hankahın tamamen yıktırılarak taşlarının bir okul inşaatında kullanılması düşünülmüştü. Şahsen yaptığımız bir başvuru üzerine Vakıflar İdaresi'nce 1970 yılında bazı çalışmalara girişilerek içindeki moloz temizlenmiş, yıkık kısımlar yeniden yapılmıştır. Külliyenin etrafını evvelce bir duvarın çevirdiği anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi'nin verdiği bilgiye göre o devirde güzel bir bahçe halinde olan bu sahada kırılmış ve devrilmiş durumda pek çok sayıda mezar taşı bulunmaktadır. Afyon müzesinde görülen, üstlerinde insan tasvirleri olan İslâmî devre ait mezar taşlarından bir kısmının buradan götürüldüğü de söylenmektedir. Yayınlarda hep medrese olarak adlandırılan hankah dikdörtgen biçiminde, eşit ölçülerde olmayan yontma taşlardan yapılmış bir bi-



nadır. Kemerlerde tuğla kullanılmıştır. Duvarlarda pek çok sayıda Bizans devrinin işlenmiş parçalarına rastlanır. Hankahın boyu 22 m., eni ise İ S m. kadardır ve sanıldığı gibi iki katlı olmayıp t e k katlı olarak yapılmıştır. Sadece giriş dehlizinin üstünde bir oda bulunuyordu. Giriş dehlizi iki yanındaki tonozlu odalardan geniş bir orta sofaya açılmaktadır. Bunun ortasında devşirme dört Bizans sütunu ile desteklenen bir kubbe bulunuyordu. Orta sofanın son bölümü ise mihraplı olduğuna göre mesciddi. Sofanın iki yanında beşik tonozlu ikişer oda vardır. Boyalıköy Hankahı plan bakımından Diyarbakır'ın Eğil bucağının Tekke köyündeki yapı ile büyük benzerlikler gösterir. Külliyenin öteki iki unsurundan biri kümbet, diğeri eyvan biçiminde iki türbedir. Hankahın kıble duvarı ile aynı çizgi üzerinde ve 580 m. uzağında olan eyvan-türbe değişik renklerde kesme taşlardan itinalı bir işçilikle yapılmıştır. Üst ü tuğladan bir beşik tonozla örtülüdür. Türbenin altında bir mumyalık mahzeni, bunun üstünde ise iki taraflı merdivenle çıkılan mescid-türbe mekânı vardır. Çok eski Orta Asya Türk sanat geleneğinin bir örneği olan bu eyvan-türbe, diğer benzerlerinde de görüldüğü gibi her cephesinde üçgen biçiminde dışarı taşkın mahmuz biçiminde birer destekleme payandasına sahiptir. Bazıları yıktırılmış olmakla birlikte Anadolu'da Afyon, Akşehir, Konya ve Amasya'da bunun gibi eyvan-türbeler mevcuttur. Kümbet ise hankahın kuzeyinde, ondan 12 m. uzaktadır. Kaide kısmı kare, ana gövdesi ise sekiz köşeli olan bu türbenin üstü piramit biçiminde tuğladan bir külâh ile örtülüdür. Sekizgen biçimli gövde, değişik renklerde gayet munt a z a m yontulmuş ve çok temiz bir işçilikle örülmüş taşlardan yapılmıştır. Bunun da altında, girişi çift taraflı olan üst k a t merdiveninin ortasında bulunan bir mumyalık mahzeni vardır. Mescid-türbe mekânının, etrafına geometrik tezyinat işlenmiş sivri kemerli kapısı üstündeki dikdörtgen boşluk evvelce mevcut kitâbenin yuvası olmalıdır. Böylece bu k ü m b e t - t ü r b e T ü r k klasik türbe mimarisinin güzel bir temsilcisi olmaktadır. Boyalıköy Külliyesi ilk olarak K. Erdmann tarafından tanıtılmış, sonra Oktay Aslanapa, Katherina Otto-Dorn, Metin Sözen ve Aptullah Kuran bu binadan hep medrese olarak bahsetmişlerdir. 1968'de yaptığımız araştırmalar sonunda buranın bir hankah-tekke olduğu or-



taya konulmuştur. Bu çeşit yapıların çoğunda olduğu gibi fethedilen toprakların Türkleşmesindeki fonksiyonu icabı bir Bizans yapısının yakınında veya yerinde, hatta bir dereceye kadar onun malzemesinden istifade edilerek inşa olunmuştur. Fakat hankah plan ve üst yapı bakımından tamamen T ü r k mimari geleneklerine bağlıdır. Burada da hankahın velî olarak tanınan bir Horasan ereninin kudsiyetine bağlandığı görülür. Bu külliye Anadolu'da T ü r k yerleşmesine işaret eden eserlerdendir ve Orta Asya'dan gelen T ü r k (Horasan) boylarının iskânları ile ilgilidir. Orta Asya geleneklerini sürdüren bir eyvan-türbenin ve insan, hayvan, av tasvirleriyle süslü İslâmî mezar taşlarının varlığı da külliyenin bu bağlantısının başlıca işaretleridir. Boyalıköy Külliyesi Afyon'dan Batı'ya giden yolun üzerinde gelip geçen yolcuların konaklamaları için kurulmuş ve büy ü k ihtimalle ilk şeyhinin kudsiyetine sığınmış, Anadolu ve Rumeli'de pek çok benzerleri olan müesseselerden biridir. BİBLİYOGRAFYA: Evliya Çelebi, Seyahatnâme, Ö z d e m i r , Afyon



Vilâyeti



IX, 3 6 ; H a y d a r



Tarihçesi,



Afyon 1961,



s. 1 9 ; a . m l f . — S ü l e y m a n Göncer, Afyon



ristik Kılauuzu, Beiden



İli Tu-



İstanbul 1963; K. E r d m a n n , " D i e



türkischen



zur Kurıstgeschichte



Beitraege



Grabsteine...",



Asiens-ln



Memoriam



Ernst



Diez, İstanbul 1963, s. 121-130; a.mlf., "VorosStudies



m a n i s c h e M e d r e s s e n u n d Imarets...",



in Islamic well,



Art in Honour



of Prof. K. A. C. Cres-



Kahire 1965, s. 50, nr. 12, rs. 8, s. 5 9 ;



a.mlf., " W e i t e r e N a c h t r a e g e z u d e n B e o b a c h t u n g e n . . . " , Archaeologischer



Anzeiger,



Berlin



1957, s. 361-372, rs. 3 ; A p t u l l a h K u r a n , Ana-



dolu



Medreseleri,



A n k a r a 1969, I, 4 4 - 4 6 ; Ok-



tay Aslanapa, " S e l ç u k Devlet A d a m ı



Muba-



r e z ü d d i n Ertokuş Tarafından Yaptırılan Âbid e l e r " , İTED, I I / 1 (1956-57), s. 1 0 6 ; K. OttoDorn, " T ü r k i s c h e G r a b s t e i n e m i t liefs a u s K l e i n a s i e n " , Ars



Figurenre-



Orientalis,



III, A n n



Arbor-Mich 1959, s. 63-76; Metin Sözen, " A n a d o l u ' d a E y v a n T i p i T ü r b e l e r " , Anadolu



natı Araştırmaları,



Sa-



1, İstanbul 1968, s. 179-181;



S e m a v i Eyice. " A n a d o l u ' d a O r t a A s y a



Sanat



G e l e n e k l e r i n i n T e m s i l c i s i O l a n B i r E s e r : Boyalıköy Hanıkahı", İv. (-XVII.



TM, XVI (1971), s. 39-56, m



lal



F



SEMAVİ E Y İ C E



BÖYLE, John A. (1916-1978) Özellikle İlhanlılar hakkında yaptığı araştırmalarla tanınan İngiliz tarihçisi.



^



Güney İngiltere'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu bölgedeki Surrey'de tamamladı. Bu dönemde kendisinin yetişmesinde, birkaç dil bilen ve kitapçılık 315



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÖYLE, J o h n A. büyük oldu. Ailesinin Birmingham'a taşınması üzerine 1934'te buradaki üniversitede Alman dili ve edebiyatı tahsiline başladı. Üstün bir dereceyle mezun olduktan sonra 1937'de Doğu dilleri ve edebiyatları öğrenimi için Almanya'ya gitti. Önce Göttingen'de H. H. Schaeder'den okudu, daha sonra Berlin Üniversitesi'ne geçti. 1939'da İngiltere'ye döndü ve Londra'daki School of Oriental and African Studies'da doktora yapmaya başladı. 1941'de savaş dolayısıyla askere alındı ve birkaç ay istihkâm eri olarak orduda kaldı. 1942 yılında İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nda kurulmuş özel bir gizli serviste çalışmaya başladı; buradaki görevi 1950'ye kadar sürdü. 1945'te okul arkadaşı Margaret Elizabeth Dunbar ile evlendi ve bu evlilikten üç kızları oldu. 1947'de V. Minorsky'nin yönetiminde doktorasını tamamladı. Ölümüne kadar hemen bütün akademik çalışmalarında hocası Minorsky'nin yolunda yürüyen Boyle'un doktora tezi Atâ Melik Cüveynî tarihinin bir kısmı üzerine idi. 1950'de Manchester Üniversitesi'nde yeni açılmış olan Fars Dili ve Edebiyatı Kürsüsü doçentliğine tayin edildi. Misafir profesör olarak gittiği California'daki (ABD) bir yıllık (19591960) ikametinin dışında bütün akademik hayatını Manchester'de geçirdi. 1966 yılında Manchester Üniversitesi İran Araştırmaları Kürsüsü profesörlüğüne tayin edilen Böyle kısa bir hastalıktan sonra 1978'de öldü; son derecede yardım sever, güler yüzlü ve herkesle iyi geçinen bir insandı. Böyle, Grekçe ve Latince'den başka Rusça dahil önemli Batı dillerinin yanında Farsça, Arapça ve Türkçe'ye hakkıyla vâkıftı; Pehlevîce, Galce, Eski İrce (İrlanda dili), Moğolca ve Ermenice'yi de bu dillerde yazılmış kitapları okuyup anlayacak ölçüde biliyordu. Çok cepheli olan Böyle özellikle ömrünün sonlarına doğru folklorla da uğraşmış ve bu konuda düzenli yayımlanan Folklore (Manchester) dergisinde birçok makale yazmıştır. İlgi alanı içine giren İngiltere'deki bütün ilmî kurumların üyesi idi. Bu arada yine İngiltere'de yayımlanan Cambridge History of Iran ve Central Asiatic Journal gibi bazı önemli yayın ve dergilerin de bir müddet editörlüğünü yapmıştır. Böyle klasik İran edebiyatına, özellikle İlhanlılar devrinde yazılmış tarihlere karşı büyük bir ilgi duyuyordu. Cüveynî'nin ve Reşîdüddin Fazlullah'm tarihlerindeki özel isimlerle yer isimlerinin



Türkçe mi, Moğolca mı olduğu meselesini tükenmez bir sabır, enerji ve titizlikle aydınlığa kavuşturmaya çalıştı ve bu kitapları çok değerli notlar ekleyerek tercüme etti. Eserleri. Boyle'un belli başlı eserleri şunlardır: 1. A Practical Dictionary of Persian Language ( L o n d o n 1949). Porta Linguarum Orientalium serisinde çıkan bu küçük sözlük, daha ziyade modern Farsça'yı öğrenmek ve kullanmak isteyenler için hazırlanmıştır. 2. The History of World Conqueror (l-II, Manchester 1958). Alâeddin Atâ Melik Cüveynî'nin Mirza Muhammed Kazvînî tarafından üç cilt halinde (I. cilt 1912, II. cilt 1916, III. cilt 1937) yayımlanmış olan Târih-i Cihângüşâ adlı eserinin İngilizce tercümesidir. Sadece cümle yapısıyla değil ihtiva ettiği anlaşılması son derecede güç Moğolca ve Türkçe özel isimler, yer isimleri ve terimler bakımından da ağır bir metin olan böyle bir eserin not ve açıklamalarla tercüme edilebilmesi Boyle'un bu sahadaki derin bilgisinin bir neticesidir. 3. Grammar of Modern Persian (Wiesbaden 1966). 4. Cambridge History of Iran (I-V. L o n d o n 1968). Editörlüğünü yaptığı bu ciltte "Dynastic and Political History of the İl-Khâns" adlı bir makalesi vardır, s. The Successors of Genghis Khan (London-New York 1971). Meşhur İlhanlı veziri Reşîdüddin Fazlullah'ın Câmi'u't-tevârîh adlı büyük dünya tarihinin Cengiz'in halefleri kısmının tercümesidir. Burada da Böyle Cüveynî'nin tarihinin tercümesinde takip ettiği yolu izlemiştir. 6. The ilâhî-nâme or



Book of God (Manchester 1976). Ferîdüddin Attâr'ın tasavvufî mesnevilerinden biri olan İlâhînâme'nin İngilizce tercümesidir. Bu tercümede Böyle, hem klasik İran dili ve edebiyatına hem de İngilizce'ye hâkimiyetini mükemmel bir şekilde göstermiştir. 7. The Mongol World Empire 1206-1370 ( L o n d o n 1977). Boyle'un, Moğol ve Türk tarihinin üzerinde durulmamış meseleleri hakkında yazıp Batı'daki ilmî dergilerde yayımladığı yirmi dört makalesinden meydana gelmiştir. 8. Persia, History and Heritage (Manchester 1978). İran'ın tarihi, kültür mirası ve edebiyatının kısaca ele alındığı bir eserdir. BİBLİYOGRAFYA: C. F. B e c k i n g h a m , "Professor J . A . B ö y l e " ,



JRAS



(1979), s. 184-186; " O b i t u a r y D r . J o h n



A . B ö y l e " , Hl, I I / 2 (1979), s. 1 1 6 ; Peter Jackson, " B ö y l e " , Elr., IV, 420-421. S



ORHAN BILGIN



r



B O Y N U E G R İ MEHMED PAŞA



^



Osmanlı sadrazamı.



n



(ö. 1076/1666)



Canik'te doğdu. Öldüğü zaman yaşının doksanı geçtiği bilindiğine göre 1S76 yılı civarında doğmuş olmalıdır. Hayatının ilk dönemleri hakkında bilgi yoktur. Genç yaşta vezir Demirkazık Halil Paşa'ya intisap etti ve onun kethüdâlığını yaptı. IV. Murad'ın doğu seferlerine katıldı ve birçok yerinden yaralar aldı. Bu seferlerden birinde zehirli bir okla boynundan da yaralandı. "Boynueğri" veya "Boynuyaralı" lakabını alması bu yüzdendir. Halil Paşa'nın ölümünden sonra Musâhib Silâhtar Mustafa Paşa'nın kethüdâsı oldu. Daha sonra arpa eminliğine ve birkaç defa çavuşbaşılığa getirildi. Ardından sırasıyla Kastamonu sancak beyliği, Halep, Ş a m ve 1648'de Anadolu beylerbeyiliklerinde bulundu. Bu görevde iken İpşir Paşa, Abaza Hasan A ğ a ve Topal Mehmed Paşa'nın isyanlarını bastırdı. Bu arada adı bazı zulüm olaylarına da karıştı. Fakat Köprülü Mehmed Paşa'nın tavsiyesiyle Vâlide Turhan Sultan'a sığınarak affedildi. 1650'de kubbe vezirliğine getirildi. Ertesi yıl Kanije muhafızlığına gönderildi, ardından ikinci defa Şam beylerbeyiliğine tayin edildi. Bu sırada yaşı seksen civarındaydı. 1656'da şeyhülislâm Hocazâde Mesud Efendi'nin tavsiyesi üzerine sadrazam oldu. Bu tarihte Venedik donanması Çanakkale Boğazı'nı kapatmış, Bozcaada, Limni ve Semadirek adalarını da işgal etmişti. Mehmed Paşa'nın ilk işi bazı devlet memuriyetlerine kendi adamlarını getirmek oldu. Yakın adamlarından Saçbağı Mehmed Paşa'yı başdefterdarlığa getirirken kendisinin vezîriâzam olmasını sağlayan Hocazâde Mesud Efendi'ye ve Kadızâdeliler'e sırt çevirdi. Venedik tehlikesine karşı başlıca icraatı, düşman donanmasının Çanakkale Boğazı'nı geçerek İstanbul'a gelmesi ihtimaline karşı İstanbul surlarının deniz tarafındakilerini sağlam ve bakımlı göstermek için badanalatmak oldu. Ayrıca Ahırkapı - Yedikule arasındaki burçlar üzerinde bulunan evleri yıktırdı. Bunun üzerine İstanbul halkının bir kısmı evlerini satıp Anadolu yakasına geçmeye başladı. Çanakkale Boğazı'nın Venedik donanması tarafından kapanmış olması da İstanbul'da eşya ve yiyecek fiyatlarının artmasına yol açtı.



316



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BOZCAADA Kadızâdeliler vaazlarında Mehmed Paşa'yı rüşvet yiyici ve zalim biri olarak nitelerken Mesud Efendi de Vâlide Sultan'a başvurarak onun görevden alınmasının uygun olacağını belirtiyordu. Bunun üzerine Mesud Efendi çocuk yaştaki padişah IV. Mehmed'i tahttan indirerek II. Süleyman'ın tahta geçmesi için bir komplo hazırladı. Ancak durum anlaşılınca Bursa'ya sürüldü ve idam edildi. Böylece Boynueğri Mehmed Paşa bir düşmanından kurtulmuş oldu. İstanbul'da bu hadiseler olurken Osmanlı - Venedik savaşı vahim bir hal almıştı. Vezîriâzam ise acz içindeydi, ayrıca adı rüşvet ve yolsuzluk olaylarına da karışmıştı.



1666) öldü. Silâhtar Fındıklılı Mehmed Ağa'ya göre mezarı Eyüp'te {Târih, I, 411), AyvansarâyFye göre ise (Hadîkatü'l-cevâmi', 1, 150) Divanyolu'ndaki Atik Ali Paşa Camii hazîresindedir. Bunlardan ikinci ihtimal daha kuvvetlidir. Mehmed Paşa'nın Halep'te gayri menkulleri ve vakıfları vardır. Gençliğinde özellikle savaşlardaki cesareti ve yiğitliğiyle tanınan Boynueğri Mehmed Paşa'nın yaşlılığında getirildiği sadrazamlık makamında başarılı olmadığı kaydedilmektedir. Ölümüne "şeref yâfte" ifadesiyle tarih düşürülmüştür. BİBLİYOGRAFYA: Târih,



T S M A , E, nr. 7 4 4 6 ; Vecîhî Hüseyin,



T S M K , E m a n e t Hazinesi, nr. 1425, vr. 52 b , 5 4 " ; N a î m â , Târih,



Nihayet ordu ve donanmayı zamanında sefere hazırlayamaması yüzünden sadrazamlıktan alındı (14 Eylül 1656), yerine Köprülü Mehmed Paşa getirildi. Bir süre Yedikule Zindam'nda hapsedilen Mehmed Paşa ardından Malkara'ya sürüldü, fakat daha sonra İstanbul'a dönmesine izin verildi. Eyüp'teki Şah Sultan Zâviyesi civarındaki yalısında on yıl kadar daha yaşadı ve Receb 1076'da (Ocak



IV, 4 5 9 - 4 6 0 ; VI, 167-169, 193-



195, 217-219; Silâhdar, Târih, I, 4 1 0 - 4 1 1 ; Ha-



dtkatü'l-vüzerâ,



s. 103-104; Ayvansarâyî, Ha-



dîkatü'l-ceoâmi', lâtîn,



Osmânî,



Kronoloji,



nişmend.



Osmanlı



Vefeyât-ı Se-



I, 1 5 0 ; a.mlf.,



s. 1 9 ; Sicili-i



IV, 175-176; Da-



III, 421-422;



Uzunçarşılı,



Tarihi, IH/1, s. 2 9 4 - 3 0 2 ; I I I / 2 , s. 412-



4 1 4 ; C a n a n Doruk, Boynuyaralı



Mehmed



(lisans tezi, 1968), İÜ E d . F a k . Tarih



Paşa



Seminer



Kitaplığı, nr. 1 6 4 5 ; TA, XXIII, 414-415. E



ABDÜLKÂDIR



ÖZCAN



—^.İJO



•"-JJJ •» r



c.



tfi



/ ıJS



İS X İ. 'M



—V„L it*



"ti ilk 1'



ıjs



** «r



*[.*



/^



/ S., S * u



JZi



-Ti*



•f/r'f



1



fa yâti



—n



VVj



^ j







ijts



-5Ü



(k 'ti



"iti



S ^IfS^L



Jf



f



t ^ * ,



Hj "ir-



ĞA



at



\



,



^



t



%



^ «aûTjîrîi



VJIJ



/ t 1 —"



Tfc=rrr£y



sU



îti



Ab



/ rfrs^ytt? t t f



^



^ F -



•AM-i ' ^



ve^tzii



t'jji,



—'j-lJ^



-it^Sf'



^



r,



-?r ? JV, Ji; -jrrrr;: r s ' f e :



ürj



cC^



-py^ı



^t--' c "vrfJîj -^rpr;*,; «traij 1 T c t i Tcs^îi



fc^vsa ^ k ı



*'•>



«f^j ı lv->j U «. ^ ı^ fe »Jfijjı i j j ,J



r ü c ' (.uih^ı^jife.^Ufi -t&il p f j t f j l k 1/-V.UJI Jt, O İ Ü ^ ^ J v J U «iî^i^sJljMiilj^bjUj



^ i j ^ k S v , ^ u'Jj



M



^ » ı ^ ı / j



d



.



' *



Abdurrahman b. Ömer el-Bulkînî'nin el-İfhâm limâ fi'iBııhârî mine'l-ibhâm adlı eserinin ilk iki sayfası (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 6 7 9 )



)



Ebû Hafs Sirâcüddîn Ömer b. Raslân b. Nasîr b. Sâlih el-Kinânî (ö. 805/1403)



IX, 1 8 0 ; İbn Ha-



VII, 4 4 0 - 4 4 1 ;



b. M u h a m m e d b. Fehd, Lahzü'l-elhâz



râcimi'l-Buhârî (Ziriklî, III, 320), a y r ı c a Hâşâ' işü'n-nebeviyye adlı iki ese-



t^J "TS-İifi^çl ^ j f *



Cf. J ^



( cr^r"



1874, 1 8 9 0 ; İbnü'l-İmâd, Şezerât,



' ^ i f M



^



BULKİNÎ, Ömer b. Raslân



BİBLİYOGRAFYA:



4 4 4 , 554-555, 6 2 6 , 706, 8 8 5 ; II, 1163,



«--İr-s-İÎİ11



ıyî



(Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 667)



Bunlardan başka Buhârî'nin bab başlıkları ile ilgili Münâsebâtü ebvâbi te-



Üif^iit*



I1



Ömer b. Raslân el-Bulklni'nin Mehasinü'l-ıstılah fî tazmini Kitabi foni's-Şalâh. adlı eserinin ilk ve son iki sayfas



t a d ı r (Süyûtî, el-İtkân, 1, 5).



I



/ .



nücûm. Süyûtî'nin el-İtkân' da geniş çapta faydalandığını söyleyerek tanıttığı, Kâtib Çelebi'nin de Süyûtî'ye atfen zikrettiği (Keşfü'z-zunûn, II, 1890) bu eser Kur'an ilimlerine dair olup altı bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölümde âyetlerin nüzûl yeri ve zamanları; ikinci bölümde Kur'an ilminin rivayet ve senedle ilgili meseleleri; üçüncü bölümde vakf, ibtidâ, imâle gibi Kur'an tilâvetine dair hususlar; dördüncü bölümde mecaz, müşterek, istiâre gibi konular; beşinci bölümde âm, hâs vb. hükümlerle ilgili terimler; altıncı bölümde fasıl, vasıl, îcâz gibi lafızlarla ilgili terimler ele alınmak-







J-



^SjİMtirYjJSİ



ne'l-ibhâm. Vefatından iki yıl önce tamamladığı bu eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde kayıtlıdır (Ayasofya, nr. 679). Bazı kaynaklarda Şerhu'lBuhârî adıyla zikredilen eseri de budur. S. Mevâkı cu'l- culûm



««.Ljii^aJ.1^



ir ve'ş-



sağa'ir. Bazı kaynaklarda Ma'rifetulkebâ'ir ve'ş-şağâ'ir adıyla geçen eserin müellif nüshası Münih'te bulunmak139). 4. el-İfhâm



U/İ



S



Şâfiî fakihi ve müctehidi. L



;



J



12 Şâban 724'te (4 Ağustos 1324) Kahire'nin kuzeyinde bulunan Garbiye bölgesindeki Bulkîne'de doğdu. Ailesi aslen Askalânlı olup ikinci dedesi Sâlih b. Ahmed'in Bulkîne'ye yerleşmesi üzerine buraya nisbetle anılmışlardır. Öğrenimine Bulkîne'de başladı. Yedi yaşında hâfız oldu. Fıkıh, fıkıh usulü, kıraat ve nahiv konularında bazı ana metinleri de ezberledikten sonra on iki yaşında babası ile Kahire'ye gitti (737/133637). Ezberlediklerini kendisinden dinleyen Takıyyüddin es-Sübkî, Celâleddin Hatîb el-Kazvînî ve diğer bazı âlimler onu takdir ettiler. Memleketine dönen Bulkînî ertesi yıl ailesiyle birlikte tekrar Kahire'ye gidip yerleşti. Bir süre Kâmiliye'de medrese nâzırınca sağlanan bir evde oturduktan sonra Sıhrîc (Sarnıç) yakınında daha sonra kendi adıyla anılan evine geçti. Bulkînî devrin tanınmış âlimlerinden olan Takıyyüddin es-Sübkî, Şemseddin İbn Adlân ve İbnü'l-Kammâh'tan fıkıh, Şemseddin el-İsfahânî'den usul, Ebû Hayyân el-Endelüsî'den Arap dili ve edebiyatı okudu. Y û s u f b. Abdurrahman elMizzî ve Muhammed b. A h m e d e z - Z e hebî de dahil olmak üzere birçok hadis otoritesinden icâzet aldı. Bahâeddin İbn



410



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BULKİNÎ, Sâlih b. Ömer Akil'den de çok faydalandı, kızı ile evlendi ve Dımaşk başkadısı iken onun naibi olarak görev yaptı. Bazı eserlerde İbn Akîl'in kız kardeşiyle evlendiği (İA, II, 8351 veya kız kardeşini İbn Akil ile evlendirdiği (DMl, IV, 111) kaydediliyorsa da bu ilk kaynaklarda verilen bilgilerle çelişmektedir.



Bedreddin ez-Zerkeşî, Kâriü'l-Hidâye ve İbnü'l-Cezerî'dir. Oğullan Abdurrahman ve Sâlih de tanınmış âlimlerdendir.



GAL, II, 114; SuppL, II, 110). S. Katrusseyl fî emri'l-hayl. A b d ü l m ü ' m i n b. Halef e d - D i m y â t î ' n i n (ö. 705/1306) Fazlul-



10 Zilkade 805'te (1 Haziran 1403) Kahire'de vefat eden Bulkînî, evinin yakınında inşa ettirdiği Bulkînî medresesinde oğlu Bedreddin Muhammed'in yanına defnedildi.



hayl adlı eserinin özetidir. Süleymaniye



Bulkinî 7 4 0 ' t a (1340) ve 747 (1347) veya 7 4 9 ' d a (1349) iki defa hacca gitti. Mescid-i Aksâ'yı ziyaret etti. 765'te (1364) Bahâeddin es-Sübkî'nin yanında Dârüladl müftülüğüne, 769'da (1368) Tâceddin es-Sübkî'nin yerine Şam kadılığına tayin edildi. Bu görevde üç buçuk ay kadar kaldıktan sonra Mısır'a çağırıldı. İki buçuk ay sonra 1 Safer 770'te (15 Eylül 1368) tekrar Şam'a gittiyse de on g ü n sonra Kahire'ye döndü. Bir süre müderris olarak görev yaptı ve Bahâeddin es-Sübkî'nin vefatı üzerine 773'te (1372) kazasker (kâdılasker) oldu. 779'da (1377) görevini oğlu Bedreddin Muhammed'e bırakarak bundan sonra ders ve fetva vermekle meşgul oldu. Kendisine büyük saygı duyan Sultan Zâhir Berkuk'la birlikte 793'te (1391) Halep'e gitti ve yine onunla geri döndü.



Şâfiî mezhebine mensup bir müctehid olan Bulkînî, zaman zaman mezhebine ve bu mezhep içinde önemli bir yeri olan Nevevî'ye muhalif fetvalar da vermiştir. Zekât olarak mal yerine para verilebileceği görüşü bunlardan biridir.



cârî



Kahire'de A m r b. Â s Camii'nde otuz yıl kadar ders veren Bulkînî, ayrıca Tolunoğlu (İbn Tolun) Camii'nde, Berkükıyye, Hicâziyye ve benzeri medreselerde fıkıh, tefsir, hadis okutmuş, çeşitli mezheplere mensup birçok ilim adamının yetişmesine y a doğrudan veya talebeleri vasıtasıyla katkıda bulunmuştur. Öğrencileri arasında en tanınmışları İbn Hacer el-Askalânî, Bedreddin el-Aynî, Veliyyüddin el-Irâkî, Burhâneddin el-Halebî,



Eserleri. 1. et-Tedrîb



fiî-füru.



Şâfiî



fıkıh kitabıdır. "Kitâbü'r-Radâ c "a kadar yazdığı bu eseri et-Te'dîb adıyla özetlemiştir. Eser daha sonra oğlu Alemüddin Sâlih tarafından Tetimmetü't-Tedrîb adıyla tamamlanmıştır. Celâleddin Muhammed b. Abdurrahman e l - B e k r î (ö. 891/ 1486) ve Cemâleddin Abdullah b. Muhammed eş-Şinşevrînirı de (ö. 999/1591) eser üzerine şerhleri vardır. 2. Ma'rifetulmülimmât



bi-reddi'l-Mühimmât.



Şâfiî



fıkhına dair er-Ravza adlı esere Abdürrahim b. Hasan el-İsnevî (ö. 772/1370) tarafından yapılan şerhe yazdığı hâşiyedir. 3. Menhecü'l-aşleyn. Kelâm ve fıkıh usulüne dair olan eserin fıkıh usulü bölümü eksiktir. 4. Mehâsinü'l-ıstılah fî tazmini Kitabi İbni'ş-Şalâh.



İbnü's-Sa-



lâh'ın hadis ilimlerine dair Kitâbü Ma zrifeti envâ'i



c



ilmi'l-hadîs



adli e s e r i n i n



muhtasarıdır. Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunan (Fâtih, nr. 667) yazma nüshasının başındaki kitap adı ve sonundaki icâzet* müellif hattıdır (bu dört ese-



Kütüphanesi'nde (Şehid Ali Paşa, nr. 1549, 2138/1; Ayasofya, nr. 4158) y a z m a n ü s -



haları bulunan esere Bulkînî daha sonra bazı ilâveler de yapmıştır. 6. el-Feyzü'lc



ale'l-Câmi ci's-sahîh



li'l-Buhârî.



Buhârî'nin es-Sahîh'inin başından "Kitâbü'l-îmân"a kadar olan yirmi kadar hadisin şerhidir. 7. el-'Arfü'ş-şezî Qalâ Câmi'i't-Tirmizî. Tirmizînin es-Sünen'inin eksik kalmış şerhidir. 8. el-Keşşâf cale'lKeşşâf. Zemahşerî'nin tefsirine yazdığı üç ciltlik ş e r h t i r (kaynaklarda adları zikredilen son üç eserin günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemektedir). BİBLİYOGRAFYA:



İbn Hacer, inbâ'ü'l-ğumr, Fehd, Lahzü'l-elhâz



(Zeylü



V, 107-109; İbn



bi-zeyli



Tezkireti'l-huffâz



Tabakâti'l-huffâz



içinde),



Haydarâbâd



1 3 7 6 / 1 9 5 6 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'lArabî), s. 206-217; Sehâvî, ed-Dau 7ü'l-lâmi', 85-89; Süyûtî, Hüsnüi-muhâdara,



Zeylü



Tabakâti'l-huffâz



kireti'l-huffâz



I,



I, 3 2 9 ; a.mlf.,



li'z-Zehebt



{Zeylü Tez-



içinde), s. 369-370; İbn İyâs, Be-



dâ'u'z-zühûr,



Keşfü'z-zu-



1/2, s. 673-674;



nün, I, 382, 397, 550, 559; II, 1048, 1351, 1364, 1479, 1608, 1874, 1880, 1881, 1 9 1 5 ; İbnü'lİ m â d , Şezerât,



hu'i-meknûn,



el-Bedrut-



VII, 51-52; ŞevkânI,



tâli\ I, 506-507; Hediyyetul-'ârifîn,



I, 7 9 2 ; İzâ-



I, 271, 2 7 9 ; II, 156; Brockelmann,



GAL, II, 114; SuppL,



I, 6 1 1 ; II, 110; a.mlf., "Bül-



k î n î " , İA, II, 835-836; a.mlf., " e l - B u l k î n î " , IV,



111;



Ziriklî.



C



el-A'lâm,



3



Mu cemüi-mü elliftrı,



V, 2 0 5 ;



VII, 2 8 4 ; Ali Paşa Mü-



barek, el-Hıtatut-Teofîkıyye,



Kahire 1983, III,



1 2 3 ; E b ü ' l - M e h â s i n el-Hüseynî, et-Tenbth



îkâz limâ ft züyüli kireti'l-huffâz



DMİ,



Kehhâle,



Tezkireti'l-huffâz



uei-



{Zeylü Tez-



içinde), s. 9 4 ; H. A. R. Gibb, "al-



B u l k î n i " , El 2 (İng.), I, 1308-1309.



rin yazma nüshaları için bk. Brockelmann, S



F



MUSTAFA



UZUNPOSTALCI



BULKÎNÎ, Sâlih b. Ömer ( s*- öi ) Ebü'l-Bekâ Alemüddîn Sâlih b. Ömer b. Raslân el-Kinânî (ö. 868/1464)



^ . İ - İ J * - ! * ' a i i t t V * — .v* .



Sâlih



' '



b. Ömer el-Bulkini'nin İzhârü'rı-nebâ ftsu^âll ref ci'l-uebâ adlı risalesinin ilk iki sayfası (Süleymaniye Ktp.,



'



r



Taf^tf



< ır



Esad Efendi, nr. 1 4 1 5 / 5 , ur. 92 b -93")



Şâfiî fakihi ve hadis âlimi.



j



13 Cemâziyelevvel 791'de (10 Mayıs 1389) Kahire'de doğdu. Birçok âlim yetiştiren Bulkînî ailesinden olup üçüncü dedesi Sâlih b. Ahmed'in Kahire'nin kuzeyinde bulunan Garbiye bölgesindeki Bulkine'ye yerleşmesi üzerine bu nisbe ile anılmışlardır. Babası Ömer b. Raslân el-Bulkînî de Şâfiî âlimlerindendir. Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i, fıkıh, fıkıh usulü ve nahivle ilgili bazı temel eserleri ezberledi. Babasından ve ağa411



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BULKÎNÎ, Sâlih b. Ömer beyi Abdurrahman'dan fıkıh, İzzeddin İbn Cemâa'dan fıkıh usulü, Veliyyüddin İbnü'l-Irâkl ve İbn Hacer el-Askalânî'den hadis, Şemseddin eş-Şattanûfî'den nahiv okudu. 1412'de hacca gitti. Demenhûr'da kadı olan kardeşinin naibi olarak görev yaptı. Genç yaşta fetva vermeye ve fıkıh okutmaya başlayan Bulkinî Berkükıyye, Haşşâbiyye, Haseniyye, Şerîfiyye ve Kayıtbay medreselerinde müderrislik yaptı. Celâleddin es-SüyûtT ve Sehâvî'nin de aralarında bulunduğu birçok talebe yetiştirdi. Hocalarından Veliyyüddin İbnü'l-lrâkî'nin azli üzerine 6 Zilhicce 825'te (21 Kasım 1422) Mısır Şâfiî başkadısı olduysa da on üç ay sonra bu görevden ayrıldı. Çeşitli aralıklarla yedi defa aynı göreve getirilen Bulkînî toplam on üç yıl altı ay başkadılık yaptı. Bu görevde iken S Receb 868'de (14 Mart 1464) Kahire'de vefat etti ve babasına ait medresede onun yanına defnedildi. Eserleri. et-Tecerrücl ve'l-ihtimâm bicem'i fetâva'l-vâlid şeyhi'l-İslûm. Eserde babasının fetvalarını toplayıp fıkıh bablarına göre tertip etmiştir. Şâban 836'da (Nisan 1433) tamamlanan eserin Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası vardır (Süleymaniye, nr. 677). Kaynaklarda adları geçen diğer başlıca eserleri de şunlardır: el - Cevherü'l - ferd fîmâ yuhâlifü fîhi'l-hurrü'l-'abd, el-Kavlü'l-makbûl fîmâ yüdde'â fîhi bi'l-meçhul, Tezkire (bu üç eserin yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, II, 119; SuppL, II, 115), Tetimmetü't-Tedrîb (bununla babasının et-Tedrîb adlı eserini tamamlamıştır), İzhârü'n-nebâ fî su'âli ref'i'lvebâ (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1415/5), Tefsîrü'l-Kur'ân, el-Kcıvlü'lmüstebîn iî ahkâmi'l-mürteddîn, elKavlü'l-müfîd f'iştirâti't-tertîb beyne kelimeteyi 't-tevhîd, el -Makâlü'l - mukattar fî makâmi'l-minber. BİBLİYOGRAFYA :



Sehâvî, ed-Dao'



ez-Zeyl



c



ü'l-lâmi ,



"alâ Ref'ii-işr



III, 312-314; a.mlf.,



BULUÇ, Sadettin (1913-1984) ^



Türk dili profesörü.



Van'da doğdu. Babası çeşitli yerlerde posta ve telgraf müdürlüğü yapan Yusuf Ziya Bey, annesi Sultan Hanım'dır. İlk ve orta okulu Malatya'da (1926), liseyi Sivas'ta (1930) bitirdi. Yurt dışında yüksek öğrenim yapmak isteyen öğrenciler için açılan imtihanı kazanarak Maarif Vekâleti tarafından Almanya'ya gönderildi (1931). 1932'de Breslau Üniversitesi'nin Şarkiyat Bölümü'ne kaydoldu. Burada okurken aynı zamanda "Untersuchungen über die altosmanische anonyme Chronik der Bibliothöque Nationale zu Paris" adlı doktora tezini hazırladı. 1937'de mezun olduktan sonra bir yıl kadar Berlin Etnografya ve Eski Eserler müzelerinde çalıştı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne asistan olarak girdi. 1945'te "Türk Halklarında Şamanizm" adlı teziyle aynı bölümde doçent, 1955'te de "XIII-XIV. Asır Anadolu Türkçesi'ne Giriş" adlı çalışmasıyla profesör oldu. 1958-1961 ve 1969-1971 yılları arasında misafir profesör olarak Bağdat Üniversitesi'nde Türk dili ve edebiyatı dersleri okuttu. Bu sırada Irak T ü r k ağızları üzerinde araştırmalar yaparak pek çok dil malzemesi topladı. Yurda dönüşünde Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan İslâm Ansiklopedisi yazı kuruluna girdi. Her yıl başka bir ülkede yapılan Milletlerarası Dâimî Altaistik ve Osmanistik Kongresi'nin çoğuna katıldı ve tebliğler sundu. 1976 yılında Finlandiya'daki SociĞtĞ Finno-Ougrienne'a üye seçildi. Uzun süre T ü r k Dil Kurumu'nun yönetim kurulu üyeliğinde de bulundu. Bu kurumun 1983'te Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Y ü k s e k Kurumu adıyla yeniden yapılanması sırasında kırk aslî üye arasında yer aldı.



1977-1983 yılları arasında Türkiyat Enstitüsü müdürlüğü yaptı. Bir süre İstanbul Üniversitesi rektör yardımcılığı görevinde de bulunan Sadettin Buluç 1983'te yaş haddinden emekliye ayrıldı. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan İslâm Ansiklopedisi yazı kurulundaki çalışmalarına devam ederken 3 Nisan 1984'te vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Sadettin Buluç öğrencilerle ilgilenen, onlara zaman ayırıp yetişmelerine yardımcı olan, ciddi, titiz ve hoşgörü sahibi bir hoca olarak tanınır. Türkoloji, Doğu filolojileri, karşılaştırmalı dil bilgisi ve tarih konuları ile ilgilenen Buluç'un makaleler halindeki çalışmalarının çoğu İslâm Ansiklopedisi, Türk Ansiklopedisi, Azerbaycan Yurt Bilgisi, Türkiyat Mecmuası, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Türk Dili Araştırmaları YıllığıBelleten gibi ansiklopedi ve dergilerde yayımlanmıştır. Şamanizm'le ilgili meseleleri ortaya koyduğu bir dizi makale ile (Türk Amacı, İstanbul 1942, 1/ 1, s. 4248; 1/2, s. 66-72; 1/3, s. 124-131; 1/4, s. 171-176; 1/5, s. 233-240; 1/6, s. 277-284;



II/1, s. 365-371) T ü r k halk kültürüyle ilgili konulara da eğilmiş, bununla birlikte çalışmalarını daha ziyade Eski Anadolu Türkçesi, Irak Türkçesi ve Anadolu ağızları sahalarında yoğunlaştırmıştır. Ayrıca Anadolu'da gelişen T ü r k yazı dilinin başlangıç devresi olarak kabul edilen XIII-XIV. yüzyıl Türkçe'sinin imlâ ve ses özelliklerini sistemli bir şekilde ele alıp incelemiştir (X1U-X1V. Asır Anadolu Türkçesine Giriş: İmlâ ve Fonetik, İstanbul 1956 Ibaskısı tamamlanamamıştır]; S. Buluç'un yayınlarının tam bir listesi için bk. Yüce, s. 209-210). BİBLİYOGRAFYA:



Nuri Yüce, "Prof. D r . S a d e t t i n B u l u ç , H a y a tı v e Ç a l ı ş m a l a r ı " , TDL, X L V ı ı ı / 3 8 8 - 3 8 9 (1984), s. 2 0 6 - 2 1 0 ; Y u s u f



Çotuksöken,



"Ölümünün



I. Y ı l d ö n ü m ü D o l a y ı s ı y l a Prof. D r . Buluç",



Öğretmen



Dünyası,



1985, s. 26.



sy. 64,



Sadettin İstanbul



ITI ISI



MUSTAFA Ö Z K A N



(nşr. C û d e Hilâl — Mu-



h a m m e d M a h m u d S u b h ) , Kahire 1966, s. 1551 8 4 ; Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara,



Keşfü'z-zunûn,



F



I, 4 4 4 - 4 4 5 ;



6 1 9 ; İbnü'l-İmâd, Şezerât,



(fl^



VII, 3 0 7 ; Şevkânî, el-



Bedrü't-tâiC,



I, 286-287; B r o c k e l m a n n , GAL, II,



1 1 9 ; SuppL,



II, 114-115; a.mlf., " B ü l k î n i " , İA, II, 2 5 5 ; Hediyyetü'l-'âriftn,



Ziriklî, el-A clâm,



mü'elliftn, sirtn,



III, 2 7 9 ; Kehhâle,



V, 9 ; N ü v e y i m ,



n



&)



(ö. 852/1449) ^



ahkâm hadislerini ihtiva eden eseri,



j



I, 4 2 2 ;



Mu'cemul-



T a m adı Bulûğu'1-merâm



Mu'cemü'l-müfes-



I, 231-232; H. A. R. Gibb, " a l - B u l k i n i " ,



El 2 (İng.), I, 1308-1309. S



1



İbn Hacer el-Askalânî'nin



II, 835-836; a.mlf., " B u l k i n i " , DMİ, IV, 1 1 1 ; îzâ-



hu'l-meknûn,



BULÛGU'l-MERÂM



I, 345, 3 6 3 , 3 8 2 , 3 8 9 , 3 9 7 , 4 4 4 ,



MUSTAFA UZUNPOSTALCI



Sadettin Buluç



min edil-



leti'l-ahkâm'dır. Eserin telifinde, özellikle ibadet, hukuk ve muamele konularına dair sahih hadislerin toplanması ve kolayca ezberlenebilecek bir mektep ki-



412



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BULÛĞ tabı hacminde olması göz önünde bulundurulmuştur. Müellif 828'de (1425) tamamladığı eserini, talebesi Sehâvî'nin söylediğine göre, o sıralarda henüz on üç yaşında olan oğlu Ebü'l-Meâlî Bedreddin Muhammed'in ezberlemesi için kaleme almıştır. Eser taharet, salât, cenâiz, zekât, sıyâm, hac, büyü', nikâh, talâk, ric'at, hudûd, cihad, et'ime, eymân ve'n-nüzûr, kazâ, ıtk, câmi' gibi ana başlıkları ihtiva etmekte, bu son bölümde edep ve ahlâka dair hadisler bulunmaktadır. Tamamı on yedi kitâb, doksan altı bab olan eserde 1356 hadis vardır. Kitabın çeşitli baskılarında, nâşirlerin bazı rivayet farklarını ayrı bir hadis olarak değerlendirmeleri sebebiyle, bu sayı 1373, 1400, 1477 ve 1596'ya kadar ulaşmaktadır. Hadislerin başında sadece ashaptan olan râviler verilmekte, sonunda da hangi kaynaklarda yer aldığı gösterilmektedir. Bu kısımda "revâhü's-seb'a" ifadesiyle hadisi rivayet eden yedi kişiyi (Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî ve İbn Mâce) k a s t e -



der. "es-Sitte" sözüyle Ahmed b. Hanbel'i bu sayının dışında bırakır. "Revâhü'l-hamse" dediği zaman Buhârî ile Müslim bu yedi kişinin dışında kalır. Bunu bazan "el-erbaa ve Ahmed" şeklinde ifade eder. "el-Erbaa" sözüyle Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce'yi, "es-selâse" ile Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'yi, "müttefekun aleyh" ile de Buhârî ile Müslim'i kasteder. Bunların dışmdakileri ise isimleriyle zikreder. Ayrıca her hadisin tenkidini yaparak ne derece güvenilir olduğunu belirtir. Daha çok derleme mahiyetinde bir el kitabı olan eser Leknev'de (taşbaskı, 1253/ 1837), Lahor'da (taşbaskı, 1305/1888; özel Hint ta'liki ile 1312), Mısır'da (1320; 1330/ 1912; nşr. Abdurrahman Bedrân, 1331/



1913; 1352/1933) ve Rıdvan Muhammed Rıdvan tarafından Beyrut'ta (1373) basılmıştır.



Bulûğu'l-merâm'ın



belli başlı şerhle-



ri ş u n l a r d ı r ; 1. el-Bedrü't-temâm



şerhu



Bulûği'l-merâm. San'a kadısı Şerefeddin Hüseyin b. Muhammed b. Saîd elMağribî'ye (ö. 1119/1707) ait olan bu eserin en önemli iki kaynağı İbn Hacer el-Askalânî'nin Fethu'l-bârî adlı Şahîh-i Buhârî şerhiyle Nevevî'nin el-Mirıhâc adlı Şahîh-i Müslim şerhidir. Eserin birer nüshası Rabat Kütüphanesi (Kettânî, nr. 420) ile Câmiatü'r-Riyâd'da (Ziriklî, II, 256) bulunmaktadır. Ayrıca Teymûriyye Kütüphanesi'nde de eksik bir nüshası vardır (nr. 404). 2. Sübülus-selâm İî şerhi Bulûği'l-merâm. Emîr es-San'ânî bu eseri, el-Bedrü't-temâm'\ ihtisar etmek



ve buna bazı ilâveler yapmak suretiyle 1164 (1751) yılında meydana getirmiştir. Bulûğu'l-merâm'da geçen şahısların kısa biyografilerini vermiş, hadislerdeki garîb kelimeleri açıklamış ve her hadisten elde edilen hükümleri kısaca belirtmiştir. Eser Kahire'de (taşbaskı, 1911), Hindistan'da (1302, 1311) ve Fevvâz Ahmed Zemirlî ile İbrâhim Muhammed Cemel tarafından Beyrut'ta (1405/1985) yayımlanmıştır. Ahmet Davudoğlu eseri Bulûğu



1-Merâm



Tercümesi



ve Şerhi



Selâmet Yollan adıyla ve bazı değişikliklerle Türkçe'ye tercüme etmiştir (I-IV, İstanbul 1965-1967). Emîr es-San'ânî ayrıca Bulûğu'l-merâm'm muhtevasını "Kitâbü't-Talâk"a kadar 1940 beyit halinde manzum hale getirmiş, vefatı üzerine geri kalan kısmı talebesi Hüseyin b. Abdülkâdir es-San'ânî 630 beyitle tam a m l a m ı ş t ı r . 3. Fethu'l- Callâm



li-şerhi



Bulûği'l-merâm. Sıddık Hasan Han, oğlu Nûrü'l-Hasan Han adına Sübülusselâm 'dan ihtisar ettiği bu eseri 1302 (1884-85) yılında tamamlamış ve kitap aynı yıl Bulak'ta basılmıştır. Sıddık Has a n H a n Bulûğu'l-merâm'ı



Miskü'l-hi-



tâm adıyla dört cilt halinde Farsça olarak da şerhetmiştir. 4. Hâşiyetü'd-Dihlevî "alâ Bulûği'l-merâm. A h m e d Has a n ed-Dihlevî'nin Fethu'l-bârî, Neylü'levtâr ve Bulûğu'l-merâm şerhlerinden



faydalanarak hadislerdeki bazı kelimeleri açıkladığı bu eseri de yayımlanmıştır (I-II, Beyrut 1394/1974). S. Fıkhü'l-İslâm şerhu Bulûği'l-merâm. Abdülkâ-



dir Şeybe Hamd tarafından kaleme alınm ı ş t ı r (I-IX, Medine 1403/1983).



Bulûğu'l-merâm üzerinde bunlardan başka, İbn Hacer el-Askalânî'nin torunu Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Şâhîn'in Minhatü'l-kirâm adlı şerhi ile Yûsuf b. Muhammed el-Battâh'ın İihâmü'l-efhâm adlı iki ciltlik şerhi, ayrıca Muhyiddin Tacir el-Lâhûrî ve İnâyet Ali el-Azîmâbâdî'nin Urduca tercümeleri bulunmaktadır. Mûsâ Cârullah Bigi'nin de bir şerhinden söz edilmektedir. BİBLİYOGRAFYA:



İbn Hacer, Bulûğu'l-merâm



(Sübülü's-selâm Keşfü'z-zunûn,



ile birlikte), Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 ; I, 2 5 4 ; Şevkânî, el-Bedrü't-tâli', kîs, Mu'cem, 8 2 ; SuppL,



1, 230-231; Ser-



1, 78-79; B r o c k e l m a n n , GAL, 11, II, 73-74; Ziriklî, el-A'lâm,



I, 173-



1 7 4 ; II, 2 5 6 ; VIII, 235, 2 5 3 ; Kehhâle,



Mu'ce-



mul-mü'ellifîn,



II, 20-21; X, 89, 113; XIII, 3 0 4 ;



A b d ü l h a y el-Hasenî, es-Sekâfetul-İslâmiyye



Hind



fi'l-



(nşr. E b ü ' l - H a s a n Ali en-Nedvî), D ı m a ş k



1 4 0 3 / 1 9 8 3 , s. 1 5 6 ; M u h a m m e d R e ş a d Halîfe,



Medresetü'l-hadîs



fî Mışr, Kahire



1403/1983,



s. 193-202; Şâkir M a h m û d A b d ü l m ü n ' i m ,



Hacer



el-Askalânî,



t 430-436.



'



İbn



B a ğ d a d , ts. (Dâru r-Risâle), m LLFFL



ALİ OSMAN



KOÇKUZU



BULÛĞ



( tW ) Kişinin çocukluk devresinden çıkıp fiilen veya hükmen cinsî ergenlik kazanması.



Sözlükte "ulaşmak" anlamına gelen bulûğ, terim olarak çocuğun cinsî ve bünyevî ergenlik dönemine ulaşmasını ifade eder ve bu durumdaki kimseye de bâliğ denir. Ergenlik devresi de diyebileceğimiz bulûğ sonrası dönem, kişinin çocukluktan çıkıp yetişkin insan özelliği kazandığı önemli bir hayat merhalesidir. Ergenlikten asıl m a k s a t kişinin aklî ve ruhî yönden ergen olması ise de bunun tesbiti çok zordur ve ölçüsü de oldukça değişiklik göstermektedir. Ayrıca kişinin aklî ve ruhî gelişmesiyle biyoloj i k gelişimi arasında kuvvetli bir paralellik de vardır. Bu sebeplerle bulûğda "çocuğun fiilen veya hükmen biyolojik-cinsî ergenlik kazanması" esas alınarak bazı yönleriyle üçüncü şahısları da ilgilendiren bu konuda açık ve objektif bir ölçü benimsenmiştir. İslâm hukukçuları bulûğ için bir ön şart, iki de ölçü getirmişlerdir. Bulûğun ön şartı çocuğun belli bir alt yaş sınırına ulaşması olup bu da erkeklerde on iki, kızlarda ise dokuz yaşın tamamlanmasıdır. Bu sınır bulûğun asgari yaş sınırı olup Mecelle'nin de kaydettiği gibi (md. 988) bu yaşa ulaşmamış çocuğun bulûğ iddiası dinlenmez. Diğer bir ifadeyle çocuğun bulûğuna ancak bu yaştan sonra hukuken imkân tanınır. Bulûğun iki ölçüsünden birincisi ve aslî olanı fiilî bulûğdur; yani gerekli asgari yaş sınırına ulaşmış erkeğin ve kızın cinsî yönden fiilî ergenliğe kavuşmasıdır. Bunun da bünyeye, iklim vb. dış şartlara göre değişik yaşlarda olacağı açıktır. Mecellede, "Hadd-i bulûğ ihtilâm ve ihbâl, hayız ve habil ile sâbit olur" denilerek (md. 985) erkek için ihtilâm olma ve baba olabilme, kız için hayız görme ve anne olabilme durumunun ölçü olduğu belirtilmiştir. Fakat kişinin bu bünyevî gelişimine dışarıdan muttali olma genelde pek mümkün olmadığından bulûğun tesbitinde, yukarıdaki alt yaş sınırına ulaşmış olan ve bünyesi de uygun bulunan çocuğun ikrar ve iddiası yeterli görülür (Mecelle, md. 989). Gerek Hz. Peygamber ve sahâbe döneminde gerekse klasik kaynaklarda bulûğ için çeşitli hâricî ve bünyevî belirtilerin ölçü alınması veya 413



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BULÛĞ



birer ipucu olarak değerlendirilmesi bu amaçladır. Bulûğun ikinci ölçüsü ise hükmen bulûğ olup bu da çocuğun belli bir âzami yaş sınırına ulaşmasıdır. Ebû Hanîfe'ye göre erkek on sekiz, kız on yedi yaşını tamamlayınca, İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre ise erk e k - k ı z ayırımı olmaksızın çocuk on beş yaşını tamamlayınca fiilen erip ermediğine bakılmaksızın hükmen bulûğa ermiş sayılır. Üst yaş sınırı konusunda başka görüşler de vardır. Hükmen bulûğ için benimsenen bu üst sınırı, genelde ilgili âyetlerdeki (el-Enam 6/152; el-İs-



râ 17/34) lafızların yorumuna, Hz. Peygamber'in ve sahâbenin bazı uygulamalarına dayanıyorsa da mahiyeti itibariyle bölgesel ve örfî bir karakter taşıdığı için ictihadîdir. Doktrinde ağırlıklı görüş çoğunluğun görüşü olup Mecelle'nin tercihi de (md. 986) bu yöndedir. Bulûğ u n alt yaş sınırı olan d o k u z - o n iki yaş ile üst yaş sınırı arasındaki kimseye "murâhik" denilir. Buna göre murâhik fiilî olarak bulûğa ermemiş veya bulûğu sabit görülmemişse üst yaş sınırına ulaşınca hükmen bâliğ olur. Bulûğ ile insan hem bedenen hem de ruhen belli ve yeterli bir asgari olgunluğa eriştiğinden kural olarak edâ (fiil) ehliyetini kazanır. Zaten bulûğ, şahsın edâ ehliyeti yönünden cenin, küçüklük ve temyiz devrelerini takip eden dördüncü devirdir. Bâliğ kimse gerek iman esasları, ibadetler, haramlar, vergi, cihad, cezaî ve hukukî mesuliyetler ve gerekse dinî, içtimaî ve hukukî düzenin sağladığı haklardan faydalanma yönünden tam ehliyet sahibidir. Çocukluk sebebiyle tanınmış muafiyetler de bulûğ ile kalkar. Hadiste, kendisinden dinî ve cezaî mesuliyetin kaldırıldığı bildirilen üç grup şahıstan birisi de bulûğa ermemiş çocuktur (Ebû Dâvûd, "Hudûd", 16). Ancak aklî ve ruhî olgunluk demek olan rüşd genelde bulûğla birlikte gerçekleşirse de bazı durumlarda bulûğdan sonraya da kalabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Yetimleri evlenme çağına ulaşıncaya kadar yetiştirip deneyin, onların akılca olgunlaştıklarını (rüşd) görürseniz mallarını kendilerine teslim edin" (en-Nisâ 4/6) buyrularak bu ayırıma işaret edilmiştir. Bundan hareketle İslâm hukukçuları kişinin kendi şahsı üzerindeki velâyeti, dinî, cezaî ve hukukî ehliyeti için t e k başına bulûğu yeterli görürken malî tasarruflarında t a m serbestliğe kavuşması için bulûğun yanı sıra rüşdü de şart



koşmuşlardır. Rüşd döneminin malî hak ve mükellefiyetler açısından bulûğu takip eden beşinci devre olarak sayılması d a bu sebepledir (bk. RÜŞD). BIBLIYOGRAFYA: E b û Dâvûd, " H u d û d " ,



Bedâ'i',



16; Kâsânî,



Vıı, 171-172; İbn K u d â m e ,



el-Muğnî,



Kahire



1 3 8 9 / 1 9 6 9 , IV, 345-349; İ b n ü ' l - H ü m â m , Fet-



hu'l-kadîr



(Kahire), VIII, 201-202; Mecelle,



981-989; Ali Haydar, Dürerü'l-hükkâm,



md.



III, 70-



7 9 ; M. E b û Zehre. el-Ahvâlü'ş-şahşiyye,



Kahi-



re, ts. (Dâru 1-Fikri'l-Arabî), s. 4 4 1 - 4 4 5 ; Zerkâ,



el-Fıkhu'l-İslâmî,



II, 777 vd.; İ b r a h i m



Canan,



Hz. Peygamberin



Sünnetinde



Ankara



Terbiye,



1980, s. 107-112; K a r a m a n , İslâm



Hukuku,



186-188; M u h a m m e d Zeyd Ebyânl,



kâmi'ş-şer'iyye



fi'l-ahvâli'ş-şahsiyye,



I,



Şerhu'l-ahBağdad,



ts. ( M e k t e b e t u n-Nehda), II, 223-229. S



F



ALİ



BARDAKOĞLU



BULUKKÎN b. ZÎRÎ (



jy.j



y.



oA )



Ebü'l-Fütûh Yûsuf Bulukkîn b. Zîrî b. Menâd es-Sanhâcî (ö. 373/984) İfrîkıyye'de hüküm süren Zîrîler (Sanhâce) Devleti'nin kurucusu ^ ve ilk hükümdarı.



Berberi asıllı Sanhâce kabilesine mensup olan Bulukkîn'in babası ve dedesi de nüfuz ve itibar sahibi kişilerdi. Fâtımî Halifesi Mansûr tarafından Mağrib valiliğine tayin edilen Zîrî, Saîd b. Yûsuf'un Cebeliavrâs'ta isyanı üzerine oğlu Bulukkîn'i büyük bir ordu ile onun üzerine gönderdi. Begâye yakınlarında vuku bulan savaşta mağlûp olan Saîd b. Y û s u f çok sayıda adamıyla birlikte öldürüldü. Bu zafer Bulukkîn'in halife nezdindeki itibarını arttırdı ve 960'ta yeni kurulan Cezayir, Miliana ve Medâa şehirlerinin idaresiyle görevlendirildi. Bulukkîn 968'de Halife Muiz-Lidînillâh'a itaatten ayrılan Zenâteli Muhammed b. Hüseyin'in üzerine yürüyüp onu da mağlûp etti. Halife buna çok sevindi; çünkü Mısır'a gittiği takdirde ülkesinin istilâ edilmesinden korkuyordu. Bulukkîn'in bu başarısı onun endişesini giderdi. Babası Zîrî'nin Mesîle ve Zab şehirlerinin âsi valisi Ca'fer b. Ali b. Hamdûn ile yaptığı savaşta öldürülmesi üzerine derhal harekete geçen Bulukkîn, Zenâte'ye mensup pek çok kişiyi öldürerek babasının intikamını aldı (971). Halife Muiz de Mesîle ve çevresini Bulukkîn'in iktâ*larına ilâve ederek onu Ebü'l-Fütûh Yûsuf Seyfüddevle lakabıyla, Trablus ve Sicilya hariç merkezi Kayrevan olmak üzere İfrî-



kıyye ve Mağrib valiliğine tayin etti (20 Zilhicce 361/2 Ekim 972).



Bulukkîn 973'te Mağrib'i hâkimiyeti altına almak üzere harekete geçti. 974'te Kütâme Berberîleri'ni mağlûp edip itaat altına aldı. 977-978 yıllarında Trablus, Surt ve Ecdâbiye'yi zaptetti ve Yahyâ b. Halîfe'yi oraya vekil tayin etti. Mağrib-i Aksâ halkının Fâtımîler'e isyan edip hutbeyi Endülüs Emevîleri adına okutması üzerine harekete geçen Bulukkîn, 9 7 9 - 9 8 4 yılları arasında yaptığı seferler sonunda Fas ve Sicilmâse'yi ele geçirip bölgede hutbeyi tekrar Fâtımîler adına okuttu. Muhammed b. Âmir el-Miknâsî'yi Fas'a vali tayin eden Bulukkîn, daha sonra peygamberlik iddiasında bulunan âsi Bergavâta kabilesi reisi Abs b. Ü m m ü ' l - E n s â r î ' n i n üzerine yürüdü ve onu mağlûp edip şehre girdi, her tarafı yakıp yıktı, Mağrâve emîrini öldürttü. Zenâteliler Sebte'ye kaçarak Endülüs Emevîleri'nin veziri Mansûr b. Ebû Âmir'den yardım istediler. Bulukkîn onları Sebte'de muhasara ettiyse de başarı sağlayamadı. Ardından Yahyâ b. Ali b. Hamdûn'un hâkimiyetinde bulunan ve Mağrib'in en güzel şehirlerinden biri olan Basra'yı ele geçirdi. İbn Haznun'un Sicilmâse'yi işgal ettiğini haber alınca hemen yola çıktı, fakat yolda kulunç hastalığına yakalandı ve 25 Mayıs 984'te Sicilmâse ile Tlemsen arasında Varaklân denilen yerde öldü. Yerine oğlu Mansûr geçti. BİBLİYOGRAFYA : M u h a m m e d b. Ali b. H a m m â d , Ahbâru



laki



Benî



c



CJbeyd



oe sîretühüm,



s. 92, 9 4 ; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,



Riyad



mü1981,



VIII, 623-625,



665-666; IX, 3 2 ; İbn Hallikân, Vefeyât, I, 2 8 6 ; İbn İzârî, el-Beyânü'l-muğrib,



I, 228-232, 239,



2 9 6 ; II, 2 4 3 , 2 9 3 ; İbn E b û Zer,



el-Enîsü'l-mut-



rib, Rabat 1972, s. 93-94, 1 0 1 ; İbn Kesîr, el-Bidâye,



XI, 3 0 2 ; İbn H a l d û n , el-'İber,



1 5 7 ; İbnü'I-İmâd, Şezerât,



sündüsiyye,



II, 42, 9 7 ; Z a m b a u r , Manuel,



70-71; Ziriklî, el-A'lâm, hânî,



el-Kayrevân,



Dozy, Spanish



İslâm



VI, 155-



el-Hulelü's-



III, 8 0 ;



Devletleri



s.



II, 5 2 ; H a b î b el-Cen-



Tunus



islam,



1968,



s.



s. 4 9 4 - 5 0 2 ;



Tarihi,



98-100; Bosvvorth.



s. 31-32; Hasan İbrâ-



h i m , Târîhu'd-devleti'l-Fâtımiyye,



Kahire 1981,



s. 95, 97, 149-150, 3 3 3 ; a.mlf.,



TârîhuT-İslâm,



Kahire 1984, III, 166-174; Seyyid A b d ü l a z î z Salim,



TârîhuT-mağrib



fi'l-'aşri'l-İslâmî,



İsken-



deriye 1982, s. 5 5 5 - 5 5 8 ; R e n e Basset, lükkîn",



"Bü-



İA, II, 8 3 6 - 8 3 7 ; H. A. R. Gibb, "el-



M u i z z L i d î n i ' l l â h " , a.e., VIII, 5 6 0 ; H. R. İdris, " B u l i g g î n Zîrî", £7 2 ((ng.), I, 1309. B



F



L



414



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



ABDÜLKERİM



ÖZAYDIN



BUNAMA (bk. ATEH).



J



BÛNE Hassân b. Nu'mân kumandasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildi.



BUNDUKDÂRÎ (bk. BAYBARS I).



BÛNE



( ^



)



Cezayir'de tarihî bir liman şehri.



Bugünkü adı Annâbe olan şehir Cezayir'in doğu sahillerinde, denizle îdûğ ( İj-^İ) dağları arasındaki ormanlık alanda Fenikeliler tarafından kurulmuştur (m.ö. IX. yüzyıl). Batılılar'ın B o n e / B o n a şeklinde yazdıkları Bûne adı, şehrin Bizans dönemindeki ismi olan Hippone'nin Arapçalaşmış şeklidir. Cezayir'in bağımsızlığına kavuşmasından (1962) önce yalnız halk arasında söylenegelen Annâbe adı ise Afrikalı Leon'un bu bölge için kullandığı "bilâdü'l-unnâb" tabirinden de anlaşıldığı üzere çevrede bol yetişen hünnap bitkisinden gelmektedir. Şehrin kurulduğu ilk yer, bugün üzerinde Saint Augustin Kilisesi'nin bulunduğu tepenin eteklerinde idi. Şehir, gemilerin yanaşmasına uygun olan, batı rüzgârlarından korunmuş limanı sayesinde önem kazandı. Bundan dolayı Fenike ve Kartaca gemileri şehir halkıyla alışverişte bulunmak için sık sık limana gelip gittiler ve böylece Bûne Kartacaiılar döneminde ticarî ve ziraî bir pazara dönüştü. Daha sonra Numidya Krallığı'nın eline geçen şehir Romalılar zamanında Hippo Regius adını aldı ve imparatorluğun ikiye ayrılmasından sonra Bizans'ın payına düştü. Hıristiyanlığın karşı çıktığı Donatizm mezhebinin gelişmesini önlemek için 393, 39S, 4 2 6 yıllarında burada toplanan dinî konseylerin başkanı Saint Augustin zamanında iktisadî ve kültürel gelişmesini sürdürdü. 431 yılında Vandallar tarafından işgal edildi ve bir müddet başşehir olarak kullanıldı. lustinianos'un 533 'te tekrar Bizans hâkimiyetine soktuğu şehir 697 yılında



Fetihten sonra müslümanlar buraya yerleşmeye karar verdiklerinde Sîbûz nehrinin yakınında bulunan Roma dönemine ait harabelerin civarını seçtiler; bundan dolayı bazı Arap coğrafyacıları şehirden Medînetü Sîbûz adıyla bahsederler. Sırasıyla Ağlebîler, Fâtımîler, Zîrîler ve Hammâdîler zamanında Kayrevan'a bağlı olarak gelişmesini sürdüren Bûne, Zîrîler döneminde Zâvî b. Zîrî'ye i k t â * edilmesinden dolayı Medînetü Zâvî adını aldı. Şehrin bir ticaret limanı olarak gelişmesi ve bu arada korsanlara da yataklık yapması üzerine özellikle XI. yüzyılda denizden gelen Ceneviz ve Norman saldırılarına mâruz kaldı; 1034 yılında yağma ve tahrip edildi. Bunun üzerine, zaten Sîbûz nehrinin sık sık taşması sonucu meydana gelen kumul ve alüvyonların birçok kesimini oturulamaz hale getirdiği şehir, yaklaşık 5 km. ötedeki savunmaya daha elverişli bir noktaya nakledildi ve 1058'de surların yapımı bitirilen bu yeni yerleşim merkezine Bûnetü'l-hâdise (yeni Büne) denildi. Şehrin ortasında, 1053'te Hippone harabelerinden getirilmiş taş ve sütunlarla inşasına başlanan, harimi yedi bölmeli büyük bir cami yer alır. Bûneli tanınmış velî Ebû Mervân'a (ö. 505/ 1 1 1 1) izâfeten Sîdî Bû Mervân adı verilen cami II. Dünya Savaşı sırasında Fransızlar tarafından askerî hastahane olarak kullanılmış, 1968'de Mısır hükümetince restore ettirilmiştir. Bûne Ortaçağ'da iktisadî ve kültürel gelişmelere sahne olmuş, ticaret ve sanatın ilerlediği önemli bir merkez haline gelmiştir. Çevresindeki zengin ormanlar ve başta demir olmak üzere bölgedeki madenlerin bolluğu sebebiyle burada Fâtımîler devrinde (909-1171) büyük tersaneler kuruldu, ayrıca liman ticaret gemilerinden başka savaş gemilerinin de demirlediği bir üs konumuna getirildi. Şehir Muvahhidler Devleti'nin (11301269) kuruluş döneminde ise Norman-



lar'ın Akdeniz'deki yayılma hareketine karşı geliştirilen donanmanın merkez üssü haline geldi. 1270'te Vlll. Haçlı Seferi'nin başarısızlığa uğratılmasında önemli rol oynadı. Muvahhidler'in dağılmasından sonra Tunus'ta hüküm süren Hafsîler'in eline geçti ve bir ara Hafsîler arasındaki mücadelelerden faydalanan Merinîler tarafından işgal edildi (1347, 1397). Daha sonra Hafsîler'e mensup emirlerden Fazl burayı kurduğu küçük bir emirliğin merkezi yaptı (1358-1360). İslâm coğrafyacısı İdrîsî şehri ayrıntılı bir şekilde anlatırken ziraat ve maden zenginliklerinden, Ebû Ubeyd el-Bekrî de oradaki büyük tüccar grubunun Endülüs asıllı olduğundan bahseder. Ortaçağ boyunca müslüman ve Avrupalı denizcilerin işlek bir ticaret limanı olan Bûne, korsanlığın gelişerek deniz ticaretini söndürmesi üzerine önemini kaybetti ve XV. yüzyılın başlarında 300 hâneli küçük bir yerleşim merkezi haline geldi. 1534'te Hafsî hânedanındaki saltanat çekişmeleri sırasında bir emîrin yardım istemesi üzerine Tunus'la beraber Bûne de Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Türkler'in eline geçti. Ancak bu fetihten büyük telâşa kapılan Avrupa devletleri ertesi yıl V. Charles kumandasındaki 300 parçalık bir donanma ve İspanya, Papalık, Napoli, Cenova ve Malta kuvvetlerinden oluşan 24.000 kişilik bir ordu ile saldırıya geçtiler. Birleşik güçler, Barbaros'un Cezayir'e çekilmek zorunda kalması üzerine Tunus'u zaptederek büyük bir y a ğ m a ve katliamda bulundular. V. Charles, daha önce Barbaros'un önünden Kayrevan'a kaçan Hafsî Sultanı Mevlâ Hasan'ı tekrar tahta çıkardı ve bu arada Bûne'yi ondan alarak kalesine 600 kişilik bir garnizon yerleştirdi. V. Charles'ın ülkesine dönmesinden sonra Türkler'le yerli halk kaleyi kuşattılar ve beş yıllık bir direnişten (1535-1540) sonra İspanyollar kaleyi boşaltmak zorunda kaldılar. Bu tarihte Türkler'in eline geçen Bûne Osmanlı döneminde Avrupa korsan gemilerine karşı koyan Cezayir donanması için büyük bir deniz üssü oldu ve özellikle Fransızlar'ın burada açtıkları çeşitli kumpanyalarla deniz ticaretindeki eski parlak günlerine kavuştu. Bu durum 1832 yılına kadar devam etti. 1830'da Cezayir'i işgal eden Fransızlar iki yıl sonra da Bûne'yi ele geçirdiler ve diğer şehirlerin zaptı için burayı bir üs olarak kullandılar. 1848'de yapılan yeni bir idarî taksimatla da şehir Paris'ten yönetilen, merkeze bağlı bir bucak haline getirildi. 415



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛNE 130 yıl Fransız hâkimiyetinde kalan Bûne bağımsızlığın kazanılmasından sonra Annâbe adını aldı ve aynı adı taşıyan ilin merkezi yapıldı. Bugün modern Cezayir'in ağır sanayi merkezi olan 306.523 nüfuslu (1987) şehir aynı zamanda ülkenin üçüncü büyük limanıdır.



hir, havas* ve muskacılık konusunda en çok başvurulan kaynaklardır. Bu eserlerdeki bilgilerin kaynağı geniş ölçüde Süryânî tesirleriyle ortaya çıkan an'anevî telakkiler, sözlü rivayetler ve daha önce bu konuya dair yazılan çeşitli eserlerdir.



Bûne'de yetişen İslâm âlimleri arasında, Mâlikî fakihlerinden ve İmam Mâlik'in meşhur el-Muvatta ını şerhedenlerden E b û Abdülmelik Mervân b. Ali elEsedî el-Bûnî (ö. 440/1048'den önce), en ünlüsü Şemsü'l-ma cârifi'l-kübrâ adlı astroloji kitabı olan kırk kadar eserin yazarı Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ali b. Yû-



Bûnî'nin garîb ilimler konusundaki esas anlayışı, sayı ve harfler arasındaki anlamlı ve etkili münasebetlerden ( v e f k l e r den), bazı geometrik ve girift şekillerden birtakım ruhanî tesirlerin meydana geldiğine, başta Allah'ın isimleri, besmele, Fâtiha ve Âyetü'l-kürsî olmak üzere bazı, sûre, âyet ve duaların esrarengiz ve mânevî bir tesire sahip olduklarına, buna dayanılarak maddî âlemde tasarrufta bulunmanın m ü m k ü n ve gerekli olduğu iddiasına dayanır. İbn Haldûn'un da işaret ettiği gibi Bûnî harf ve sayılardaki esrarlı münasebetlerin ve bunlardan hâsıl olan mânevî tesirin aklın düşünce gücüyle değil sadece keşf* ve ilâhî yardımla bilineceğine inanır.



s u f e l - B û n î (ö. 622/1225) v e



rî fî şerhi



Fethu'l-bâmüellifi



ğarîbi'l-Buhârî'nin



muhaddis Ahmed b. Kasım et-Temîmî el-Bûnî (ö. 1139/1726) en meşhur olanlarıdır. BİBLİYOGRAFYA:



el-İstibsâr fî Cacâ 3 ibi'l-emşâr (nşr. Sa'd Zağlûl Abdülhamîd), Dârülbeyzâ 1985, s. 127; İbn Havkal, Kitâbü Şüreti'l-arz, 1, 75-86; İdrîsî, Şifatü'l-Mağrib, s. 116-117; Y â k ü t Mu'cemulbüldârı, 1, 512; M a d a m e Chollet nee DuchĞ, Böne de 1830 â 1881 (Diplöme d ' E t u d e s superieures), Alger 1952; el-Kâmüsü'l-İslâmî, I, 397; Jamil M. Abu'n-Nasr, A History of the Maghrib, London 1980, s. 13, 31, 163, 238, 240, 325; Abdülazîz Benabdullah, el-Meusü'atü'l-mağribiyye, Muhammediyye 1401/1981, IV, 292; Hasan b. M u h a m m e d el-Vezzân el-Fâsî, Vaşfu İfrîkıyye (trc. M u h a m m e d Huccî — M u h a m m e d el-Ahdar), Beyrut 1983, 11, 61-62; Ahmed Tevfik el-Medenî, Kitâbü'l-Cezâ'ir, Cezayir 1984, s. 223-224; M u h a m m e d el-Urûsî el-Mutvî, es-Saltanatü'l-Hafşiyye, Beyrut 1406/ 1986, s. 61, 169, 554-555; G. Yver, "Bona", İA, II, 711-713; G. Marçais, "Al-'Annâba", El 2 (Fr.), I, 527; P. A. Servier, "Annaba", EBr., I, 989. S



F



MUHAMMED



J ^



J*



öi ^



1298) ve kısaca Şemsü'l-ma cârif diye tanınan bu eserini Bûnî Teysîrü'l- Cavârif fî telhisi



Şemsi'l-ma'ârii



(Kahire 1358)



adıyla ihtisar etmiştir. Eser Selahattin Alpay tarafından Şemsü'l-maârif (Büyük Bilgiler Güneşi) adıyla Türkçe'ye terc ü m e e d i l m i ş t i r (I-IV, İstanbul 1979). 2. Le-



tâ'ifü'l-işârât







esrâri'l-hurüfi'l-' iul-



viyyât. İbn Haldûn'un ifadesine göre Bûnî bu eserinde de aynı konuları işlemiştir. 3. el-Lüma'atü'n-nürâniyye (Kahire, ts.). İbn Haldûn'un tertibini dikkate alarak el-Enmât (bölümler) adıyla bahsettiği ( Mukaddime, III, 1162) bu eserde esmâ-i hüsnâ ve melekler konusunda İsrâiliyat'a yer verildiği Goldziher ve G. Vajda gibi Batılı araştırıcıların bile dikkatini çekmiştir. Bûnî'nin bunların dışında yayımlanmış diğer eserleri de şunlardır: Şerhu İsmillâhi'i-a



c



zam (önceki eserle birlikte basıl-



mıştır, bk. Serkîs, I, 608);



ri'l-kerîm



fî fazlı



ni'r-rahîm vehhâb



Risâletü's-sır-



bismillâhi'r-rahmaFethu'l-kerîmi'l-



(Kahire, ts.);



fî fezâ'ili'l-besmele



ts.); Kabsü'l-iktidâ



ilâ



(Kahire,



ufki's-sa câde



(Fas 1317); ed-Dürrü'l-manzüm



mi'l-efvâk



ve'n-rtücûm



fî cil-



(Kahire, ts.; Bû-



nî'nin diğer eserleri için bk. Brockelmann,



GAL, I, 655-656; Suppi,



I, 910-911).



RAZÛK



..Tl.



—ÎJ



)



_



A-,i)



--sı*---/,



- J "J---



v •



-



^



„ , i,



kS&sj?



Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Alî b. Yûsuf el-Kureşî el-Bûnî (ö. 622/1225) Sihir ve tılsım konusundaki eserleriyle tanınan âlim.



hire 1291 Itaşbaskı], 1321; Bombay 1287,



Eserleri. Çeşitli kaynaklarda ona izâfe edilen sihir, tılsım ve havasla ilgili eserlerin hepsinin Bûnî'ye ait olduğunu kabul etmek imkânsızdır. Bu eserlerden bazılarının onun kitaplarından kısaltılarak veya bazı bölümleri iktibas edilerek meydana getirildiği söylenebilir. Bu tür eserlerin birbiriyle ve Bûnî'nin Şemsü'lma cârif'\ ve diğer eserleriyle olan ilgileri yeni ve geniş çaplı araştırmalara muhtaçtır. Bûnî'nin başlıca eserleri şunlardır: 1. Şemsü'l-ma cârifi'l-kübrâ*. Kırk



BÛNÎ, Ahmed b. Ali



(



bölümden meydana gelen eserde sayılar, harfler ve âyetlerle Allah'ın isimlerinin (esmâ-i hüsnâ) özellikleri, tılsımın mahiyeti gibi harf ve vefka ait bilgiler verilmektedir. Birçok defa basılan (I-IV, Ka-



JS. M. -



^



.. H ! ^ .--UN t» — -











j



'!-i .»



j



A.,--' -



Cezayir sahilinde Konstantin vilâyetine bağlı Bûne kasabasında doğdu. Mısır'da yaşadığı, Kahire'de vefat ettiği ve Karâfe Mezarlığı'na defnedildiği dışında hakkında bilgi yoktur. Mesleme b. Ahmed el-Mecrîtî'den (ö. 398/1008) sonra "garîb ilimler" veya "gayb ilimleri" denilen simya, hurûf, tılsım ve sihir konularında en geniş bilgiye sahip olan müelliflerden biri olan Bûnî'nin bu konuda kaleme aldığı eserlerin sayısı kırktan fazladır. Onun eserleri İslâm âleminde si-



-



-



^'o/i







*



'



.



i



J U İ ^ U J )



j.



>_



, .



.



-



)



J



-







' )







^jJ:fii-v-^^^.c^u'j



- _



o.



. *



,



J'Jıyj;



_



—'



^ , İJ-



O



^ e. ^r -1-*', w..



. 2.U1. JSi-ib j-USije.^H. Jt-îi ^



^



V



Bûni'nin Şemsulma'ârifi'lkübrâ adlı eserinin ilk iki sayfası [Nuruosmaniye Ktp.,



tSC , -jjs,—ue-j



>



ı ^ j\



f^K/1»w3 ıU>y^u;.Kijj^j



C.'.A'O^i'j^j



• j j ^ ^ i f t i!*»-



o^n^v-i''^



j^SijJJSbKi•Oe'Jj



^J^J AJSU. O'JI 4'AAAJ* I T^'.



nr. 2808)



416



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



• -U-ı



BURAK BİBLİYOGRAFYA: İbnü'z-Zeyyât. el-Keuâkibü's-seyyâre, Bağdad, ts., s. 268; İbn Haldun, Mukaddime, III, 1159-1165; a.mlf., Şifâ'us-sâ'iİ, s. 59, 67; Taşköprizâde, Mevzûâtü'l-ulûm, II, 244; Münâvl, el-Keuâkib, S. Uludağ özel nüshası, vr. 48b4 9 b ; Keşfü'z-zunûn, I, 413, 650; îzâhu'l-meknûn, I, 375, 430; II, 689; Hediyyetul-'ârifîn, I, 90; Serkîs, Mu'cem, I, 607-608; Brockelmann, GAL, I, 655-656; SuppL, I, 910-911; Nebhânî, Kerâmâtü'l-evliyâ', I, 306-307; Suter, Die Mathamatiker, s. 136; Sarton, Introduction, II/2, s. 595-596; W. Ahrens, "Die magischen Quadrate al-Bünî's", İsi, XII (1922), s. 157-177; B. Carra de Vaux, "Bûnî", İA, II, 804; a.mlf., "elB û n î , UDMİ, V, 68; A. Dietrich, "al-Büni", El 2 SuppL (İng ), s. 156. m LÜLL S Ü L E Y M A N



c Nesefî, en-Nûrü'd-dâvî alâ cAkıdec ti't-Tahâvî, Fethu'l-mu în bi-zikri meşâhîri'n-nühâti ve'l-luğaviyyîn. Şiirlerini topladığı bir de divanının bulunduğ u kaynaklarda zikredilir.



BİBLİYOGRAFYA: Mahlûf, Şeceretü'n-nûr, s. 329-330; Ziriklî, el-A'lâm, I, 189; Kehhâle, Mu'cemüi-mü'ellifîn, II, 49-50; el-Kâmûsü'l-İslâmî, I, 397; Âdil Nüveyhiz, Mu'cemü a'lâmi'l-Cezâ'ir, Beyrut 1400/1980, s. 49-51; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâris, I, 236-239. r-ı



F



ULUDAĞ



İM



MÜCTEBA U Ğ U R



BURAK



n



( r



BÛNİ, Ahmed b. Kasım 11



n



15



(^y^ r- en ) Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Kasım b. Muhammed Sâsî et-Temîmî el-Bûnî (ö. 1139/1726)



L



Hadis ue fıkıh âlimi, şair.



L



J



1063'te (1653) Cezayir'in doğusundaki Bûne (Annâbe) kasabasında doğdu. Hakkında pek az bilgi vardır. İlk tahsilini tanınmış bir hadis âlimi olan babasından yaptı. Daha sonra Kuzey Afrika'nın muhtelif şehirlerini, Mısır'ı ve daha başka yerleri dolaşarak devrin meşhur âlimlerinden kıraat, tefsir, hadis ve Mâlikî fıkhı okudu. Tahsil hayatını bitirdikten sonra Bûne'de yerleşerek hadis rivayeti ve kitap telifiyle meşgul oldu ve orada vefat etti. Oğulları Muhammed ve Ahmed de dönemlerinin tanınmış ilim adamlarındandır. Eserleri. Bûnî'nin çoğu hadis ilimlerine dair m a n z u m ve mensur, büyüklü küçüklü 100'den fazla eseri vardır. Bunları et-Ta crîf bi-mâ li'l-fakiri mine'ttevâlîf adlı kitabında zikretmiştir. Âdil Nüveyhiz Mu'cemü a'lâmi'l-Cezâ' ir adlı kitabında Bûnî'nin eserlerinden kırk dört tanesinin adını verir. Buna göre belli başlı eserleri şunlardır: l . Nazmulhaşâ 'işi 'n-nebeviyye. Süyûtî'nin el-Haşâ' işü'l-kübrâ adlı eserinin m a n z u m haie getirilmiş şeklidir. 2. Nazmü'ş-Şemâ'il. Tirmizî'nin eş-Şemâ'il'inin manz u m şeklidir. 3. ed-Dürretü'l-mekrıûne (maşûne) fî culemâ :>i ve şuleha'i Bûne. Bûne âlim ve zâhidlerinin hal tercümelerine dair yine m a n z u m olarak yazdığı bir eserdir. Diğer eserlerinden bir kısmı da şunlardır: Fethu'l-bârî fî şerhi ğarîbi'l-Buhârî, eş-Şimârü'l-muhtaşıre fî menâkıbi'l-'aşere, ed-Dürer nazmü Nuhbeti'l-fiker, Nazmü cAkd 'idi'n-



)



Mi'rac gecesinde Hz. Peygamber'i taşıdığı rivayet edilen binek.



J



Burak "parıldamak, şimşek çakmak" anlamına gelen Arapça berk ( J ^ 1 ) kelimesinden türetilmiş olup renginin saf ve parlak oluşu veya çok hızlı hareket edişi sebebiyle bu adı almıştır ( L i s â n u l z Arab, "brk", md.). İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Allah'ın bir gece Hz. Muhammed'i Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar yürüttüğü bildiriliyorsa da söz konusu âyette bu yolculuğun burakla gerçekleştiğine dair herhangi bir işaret yoktur. Konu ile ilgili hadislerde yer alan ayrıntılı bilgilere göre yolculuk Mescid-i Aksâ'dan sonra semaya yükseltilmek suretiyle devam etmiştir. Cebrâil'in de refakat ettiği ve İslâmî kaynaklarda "isrâ" ve "mi'rac" diye adlandırılan bu gece yolculuğu hadislere göre burak denilen bir binekle gerçekleşmiştir. Kaynaklar bu bineğin beyaz renkli ve fevkalâde süratli olduğunu, katırla eşek arası bir yapıya sahip bulunduğunu bildirirler. İsrâ olayını anlatan hadislerin bir kısmında burakın, yukarıda belirtilen vasıflarından başka uzun kulakları (İbn Hişâm, 1, 398) ve uyluklarına bitişik iki kanadının bulunduğu, bu kanatları sayesinde bir adımda gözünün görebildiği en uzak mesafeyi katedebildiği de kaydedilmektedir. Bazı kaynaklara göre de Hz. Peygamber buraka yaklaşıp binmek istediği sırada burak huysuzluk etmiş, f a k a t Cebrâil'in, o zamana kadar taşıdığı kişiler içinde en faziletli insanın şu anda kendisine binmekte olan kişinin olduğunu hatırlatması üzerine utancından ter dökmüşt ü r (meselâ bk. İbn Hişâm, I, 398; İbn Sa'd,



I, 214). Hadislerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber Cebrâil ile birlikte Mescid-i



Aksâ'ya vardığında buraktan inmiş, Cebrâil burakı eskiden kalmakta olduğu yere götürmüş ve bağlamış, Resûl-i Ekrem de orada bulunan peygamberler cemaatine imam olarak namaz kıldırmıştır. Cebrâil'in Resûlullah'Ia birlikte buraka binip binmediği konusu ihtilaflıdır. Hâkim'in el-Müstedrek'inde (IV, 606), Hz. Peygamber'e burak getirildiğinde Cebrâil'in de arkasına bindiği tarzında Ebû Hamza Meymûn el-A'ver'den rivayet ettiği hadis konu ile ilgili diğer haberlerle desteklenmemiştir. Mi'racın İslâm literatürüne girdiği şekliyle Hz. Peygamber'e has bir mûcize olduğu bilinmektedir. Burak olayı da mi'rac sırasında meydana gelen tabiat üstü birçok olaydan biri olarak kabul edilmelidir. Deney ve gözlem dünyasının dışında vuku bulan bu tür olayların tabiatta gözlenen kanunlarla değerlendirilmesi m ü m k ü n değildir. Burak Resûl-i Ekrem'den başka diğer peygamberlere de hizmet etmiştir. Taberî'nin naklettiği bir rivayette Hz. İbrahim'in Kâbe'yi ziyarete giderken bu bineği kullandığı belirtilmekte ve bu sebeple buraktan "İbrâhim'in bineği" (dâbbetü İbrâhim) şeklinde söz edilmektedir (Tefsir, XV, 5, 10). Ayrıca kıyamet günü, mahşer yerinde bulunan ümmetlerine ulaşabilmeleri için peygamberlere binek verileceği, Sâlih peygamber devesine binerken Hz. Muhammed'in de kızı Fâtım a ile birlikte buraka bineceği ve o g ü n burakın sadece kendisine tahsis edileceği gibi hususlar da konu ile ilgili rivay e t l e r d e n d i r (bk. KIYAMET). BİBLİYOGRAFYA:



Lisânul-'Arab, "brk" md.; Tâcüi-'arûs, "brk" md.; Müsned, III, 148;'IV, 208; Buhârî, "Bed'ü'İhalk", 6, " M e n â k ı b ü ' l - e n ş â r " , 42; Müslim, "îmân", 259, 264; Nesâî, "Şalât", 1; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 396-398; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 214; Taberî. Tefsîr (Bulak), XV, 4-5^ 10, 12, 13; Hâkim, el-Müstedrek, II, 360; IV, 606; Demîrî, Hayâtü'l-hayeuân, I, 165-168; B. Carra de Vaux, "Burak", İA, II, 804; R. Paret, "al-Burâk", El 2 ng. ,ı, ı ı ı ı ı . yy M u s t a f a q z







SANAT VE EDEBİYAT. B u r a k d o ğ -



rudan doğruya isrâ ve mi'rac hadisesiyle ilgili olduğu için İslâmî T ü r k edebiyatında daha çok mi'racdan bahseden eserlerde (mi'râciye, mi'racnâme), bunların genel hacmine uygun bir şekilde beyitler veya müstakil bölümler halinde yer almıştır. Ancak hadisenin Hz. Peygamber'le ilgisinden dolayı onu konu edinen na't gibi manzumelerle bazı kaside ve gazellerde, ayrıca mevlid, sîret gibi dinî, Ley417



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURAK lâ ve Mecnûn gibi aşk ve macera ağırlıklı mesnevilerde de burakın yer aldığı görülmektedir. Bunun yanında sahip olduğu değişik ve fevkalâde özelliklerine telmih ve teşbih suretiyle bu sayılan türler dışındaki manzum eserlerin bazı parçalarında da zikredilmiştir. Böylece burak, Hz. Peygamber'in mi'raca çıkarken istifadesine sunulan vasıtaların ilki olarak, gerek hadislerde gerekse sîret kitaplarında hakkında pek fazla ayrıntı bulunması sebebiyle üzerinde çok geniş bir şekilde durulan ana motiflerden biri haline gelmiştir. Burak hakkındaki hadislerde bulunan bilgilere siyer ve tefsir kitaplarında anlatılanların ilâvesiyle ortaya çıkan mâlumat, şairlerin geniş hayallerinin, ürünü olan çeşitli unsurlarla süslenmiş, âdetaefsanevî bir varlık ortaya çıkmıştır. Minyatürlere konu olmasından itibaren ise bu efsanevî varlık, biraz da başka kültürlerden unsurlar ve tesirler alarak şaşırtıcı birtakım vasıflarla resmedilmiştir. Böylece daha sonraları edebiyatla minyatürün karşılıklı etkilenmeleri sonucu jslâmî kaynaklarda yer almayan özellikler taşıyan bir burak şekli ortaya çıkmıştır. Burakın edebî eserlerde geçen başlıca özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Süleyman Çelebi'nin, "Andayiken nâgehân ol yüzi ak / Cebrail cennetten irgürdi burak" beytinde ifade edildiği gibi vatanı cennet olan burak Hz. Peygamber'den önce başka nebîlere, bu arada Hz. İbrâhim'e de hizmet etmiştir. Abdülvâsi Çelebi'nin, "Bu İbrâhim burâkıdır ki kâim / Binip Kâbe tavâf eylerdi dâim" beytinde buna işaret edilmiştir. Burak deve, at veya katırdan küçük, merkepten büyüktür. Gövdesi ata benzer, boynu deve boynu, yüzü insan yüzü gibi olup hûrilerden güze! ve cennet âhûlarının bile gıpta ettiği bir varlıktır: "Ne burak ol semend-i hûr-sirişt / Gıbtafermâ-yı âhuvân-ı bihişt" (Abdülbâki Arif Efendi). Süratini arttırmak için kullandığı, açtığında cihanı kaplayan iki kanadı ve kısa bir kuyruğu vardır. "Burâk-ı berkseyr" terkibi şimşek kadar hızlı oluşunu anlatır. Bu sebeple bir adımda 70.000 yıllık yol katedebilir ve adımını gözünün gördüğü yerin en son noktasına atabilir: "Kanda nûr-ı nigâhı dikse alem / 01 mahalle ederdi vaz'-ı kadem" (Abdülbâki Ârif Efendi). Bazı şiirlerde deve ayaklı, ceylan tırnaklı olarak tavsif edilen burak, uçtuğunda kuşların kendisine yetişemeyeceği kadar süratli bir varlıktır:



"01 kadar çâbük ü sebük-rev idi / Rakîbi sanki mihr ü pertev idi" (Abdülbâki Ârif Efendi). Şairlerin tasvirlerinde dudağı la'l, dişi mercan, kulağı yakut, zümrüt veya zebercedden, yelesi müşkten, saçı müşk gibi siyah, etek gibi uzun, gözü zühresıfat, parlak, berrak, nergis gibi de süzgün olarak anlatılır. Başı la'lden, alnı kırmızı yakuttan olup karnı sarı, göğsü ak renklidir. Kanatlan kızıl yakuttan, ayağı zümrütten, tırnağı inciden, örtüsü ise gümüştendir. Parlaklığı şimşek gibi yeri göğü aydınlatır. İtaatkâr, sevimli ve yumuşak huyludur. Kudüs kadar değerlidir. Hz. Peygamber Mekke-Kudüs yolculuğunu burakla yapmış, mi'raca çıkarken burak Kudüs'te kalmış ve Cebrâil onu Mescid-i Aksâ'nın kapısında, yanında veya yakınındaki peygamberlerin bineklerini bağladığı bir halkaya veya eliyle deldiği taşa bağlamıştır. Dönüşte de Mekke'ye yine onunla gelmiştir: "Avdet için Mekke'ye ol şehriyâr / Oldu saâdetle burâka süvâr" (Nahîfî). Bazı mi'racnâmelerde ifade edildiğine göre Cebrâil burakı almak için cennete geldiğinde onu hüzün içinde bulur ve sebebini sorar. Burak, bir defasında "yâ Muhammed" diye bir nida duyduğunu, o andan beri bu isme âşık olduğunu, ondan uzak olmanın hüznü içinde bulunduğunu söyler. Cebrâil kendisini müjdeleyerek onu Hz. Muhammed'e götürmeye geldiğini bildirince sevinir ve uçarcasına Mekke'ye ulaşır. Ancak Hz. Peygamber binmek istediğinde huysuzlanır. Cebrâil sebebini sorunca, "Vefâ gösterip cennette de beni binek olarak kabul ederse razıyım" diyerek istediği teminatı alınca uysallaşır, Hz. Peygamber de üzerine biner. İslâm minyatür sanatında da burak tasvirlerinin önemli bir yeri olduğu görülmektedir. Nitekim gerek mi'racnâme minyatürlerinde gerekse tarih ve sîret türündeki kitaplarla konuya yer veren diğer mesnevilerin minyatürlü nüshalarında, hamselerde, hatta minyatür albümlerinde (murakka'), ana hatları aynı olmakla birlikte farklı devirlerin değişik üslûpları yanında sanatçıların şahsî tasavvur ve temayüllerinden doğan değerlendirmelerin de akislerini taşıyan eserler ortaya konulmuştur. Öte yandan içinde yer aldığı kompozisyonlar değişik olmakla birlikte bu eserlerin hemen hepsinde burak genellikle edebî eserlerde rastlanan özellikleriyle çizilip renklendirilmiştir. Ayrıca Sa'lebîden (ö. 427/1035) beri bazı kaynaklarda tekrar edildiği üze-



re, örgülü saçları iki yanından sarkık dişi bir melek şeklinde başında bir tac ile resmedilmiştir. Burakın sahih kaynaklarda bulunmayan bu tarif ve tasvirlerinin ortaya çıkışını İsrâiliyat'tan olan rivayetlere, insan başlı hayvan (sfenks) şeklinde resmedilişini de komşu kültür çevrelerinden gelen dış tesirlere bağlamak mümkündür. Bu tesirler iki şekilde açıklanmaktadır. Birincisi, bu figürün eski Bâbil, Mısır, Grek ve Suriye kültürlerindeki insan başlı hayvan heykel ve kabartmalarının etkisi altında ortaya çıktığı şeklindeki görüştür. İkincisi ise bunun, tarihçe en eski minyatürlü mi'racnâmelerden biri olan Uygur mi'racnâmesinde görülmesi sebebiyle, Uygurlar'ın daha önce mensubu bulundukları Budizm, Maniheizm gibi dinlerin ve bu dinlerde geniş bir yeri olan dinî resimlerin etkisi altında geliştiğidir. Nitekim şimdiye kadar bilinen en eski burak minyatürünün yer aldığı Câmi'u't-tevârîh'in (707/1307) Edinburg nüshası da aynı tesirin izlerini taşımaktadır. Ancak İslâm minyatür sanatında burakın ilk defa ne zaman resmedildiği bilinmediğinden bugün için bu münasebetleri bütün yönleriyle açık bir şekilde tesbit etmek mümkün olmamaktadır. Arnold birinci görüşü tercih ederek bunu Rey'de bulunan bir çini tabakla, bundan biraz sonraya tarihlenen Musul'daki Zengî Atabekleri'nden Bedreddin Lü'lü' (1233-1259) için yapılmış diğer bir çini tabaktaki kadın başlı aslan vücutlu örneklerle belgelendirmekte (Painting in İslam, s. 120, rs. LV a, b), böylece bu örnekleri sfenksle burak arasını bağlamaya yarayabilecek bir geçiş şekli olarak kabul etmektedir. Emel Esin ise, mi'racnâmede mercan renkli bir alaca at



Bir mi'racnâme minyatüründe burak tasviri (Biblioth6que Nationale, M S , T, nr. 1 4 0 , vr. 4 7 a ' d a n detay)



-



R



S&9



' i \ '



418



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



;



-



*



'



i



l'lilIİl'V îT



I. •



BURCİYYE biçiminde çizilen burakın bu tasvirinin İç Asya kültürüne sahip Selçuklu sanatkârlarının buluşu olması ihtimalini de göz önüne alarak, bugün daha isabetli ve kabul edilebilir görülen ikinci görüşü benimsemektedir. Burakın, edebî eserlerde kısa kuyruklu olduğu belirtilmesine rağmen, her halde süslemeye uygun düşmesi sebebiyle bazı minyatürlerde kuyruğu uzun ve kıvrımlı, bazılarında da bir tavus kuşu kuyruğu gibi rengârenk gösterilmiştir. Burakla doğrudan ilgisi olmayan bir başka farklılık da burakın üstünde resmedilen Hz. Peygamber'in, genellikle Osmanlı sanatkârlarının dışındaki sanatçıların çizdiği minyatürlerde peçesiz, Osmanlı devrinde yapılmış eserlerde ise peçeli olarak gösterilmesidir. Nitekim İlhanlılar döneminde yaşayan ve mi'racnâmesinin bazı resimleri günümüze kadar ulaşan ünlü ressam A h m e d Mûsâ'nın çizdiği tasvirlerin hepsinde Hz. Peygamber'in yüzü peçesizdir (Çağman-Tanındı, s. 13, rs. 6, Behrâm Mirza



Albümünden).



Ayrıca Reşîdüddin'in Câmi'u't-tevûrih'inde bulunan bir minyatürde Hz. Peygamber'in yüzü peçesiz olduğu gibi burak da benzerlerinden çok farklı olarak iki elinde bir kitap (muhtemelen Kur'an) taşımaktadır (Arnold, rs. LIII). Burakın yer aldığı kompozisyonları birkaç grupta toplamak mümkündür. E n yaygın olan şekil, burakın altta, ön planda Kâbe'nin göründüğü bulutlar arasında üstünde Hz. Peygamber, yanında Cebrâil ile Mekke'den ayrılışının tasviridir (örnek için bk. Tanındı, rs. 16). İkinci tip resimler burakın bulutlar ve melekler arasında Hz. Peygamber ve Cebrâil ile yol alışını gösterir (Arnold, rs. LVIII). Üçüncü olarak Mescid-i Aksâ'ya varışın resmedildiği minyatürlere işaret edilebilir. Burada burakın yanında Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerle buluşması, onlara namaz kıldırması daha ön plandadır (Behrâm Mirza Albümü, vr. 62a). Bir başka grup ise Cebrâil'in burakı bağlamasından sonra mi'rac yolculuğuna devam edişinin resmedildiği kompozisyonlardır. Burak sadece minyatür sanatının çerçevesi içinde kalmayıp halk resimlerine de konu olmuştur. Arnold'un belirttiğine göre Mısır köylülerinin evlerinde binicisiz burak resimleri hâlâ mevcuttur. Ayrıca Hindistan'da da muharrem âyinlerinde yapılan yürüyüşler sırasında burak resimleri taşınmaktadır. Türkiye'de ise burakın hâtırasının halk arasında



canlılığını koruduğunun bir belirtisi de kelimenin Türkçe'de bugün bile çok kullanılan bir isim olmasıdır. Edebiyat ve minyatür sanatında böylesine geniş yer bulan, zengin ve ilgi çekici özelliklere sahip bir mahiyet kazanan burak motifinin bütün bu eserlerde, onları hayalce zenginleştiren, edebiyat ve göz zevki yanında dinî duyguları okşayan, üzerinde sanat ve hüner gösterilen bir unsur veya konu olma seviyesine yükseldiği söylenebilir. BİBLİYOGRAFYA: Behrâm



Mirza



Albümü,



T S M K , Hazine, nr.



2 1 5 4 , vr. 6 2 a ; A. P. d e Courteille.



meh Recit de l'ascension Compose



Miradj-na-



de Mohamed



en Ciel



A. H. 840, Paris 1 8 8 2 ; Von E. Preeto-



rius, Persische



Miniaturen,



Bern 1940, s. 13,



14, m i n y a t ü r nr. 6 , 1 2 ; Sir T h o m a s W. Arnold,



Painting



in İslam,



New York 1965, s. 117-122



(L1I1-LVI, LVIII n u m a r a l ı minyatürler); Filiz Çağm a n — Zeren Tanındı, Topkapı



İslâm



Minyatürleri,



Zeren Tanındı, Siyer-i Nebi



tında



Sarayı



Müzesi



İstanbul 1979, s. 13, rs. 6 ;



Hz. Muhammed'in



İslâm



Hayatı,



Tasvir



Sana-



İstanbul 1984,



s. 17 ( m i n y a t ü r , IV), 3 8 (rs. 16); M e t i n Akar,



Türk



Edebiyatında



Manzum



Mi'râc-nâmeler,



Ankara 1987, s. 217-223; Richard Ettinghausen, " P e r s i a n A c s e n s i o n M i n i a t u r e s of t h e Fourt e e n t h C e n t u r y " , Attı della Academie



dei Lincei,



Nazionale



XII, R o m a 1957, s. 3 6 4 , 3 6 6 , 3 7 8 ,



3 8 3 ; E m e l Esin, "İsrâ G e c e s i U y g u r nâme'sinde



Cennet



Tasvirleri",



Mi'râc-



TK, N / Al



(1966), s. 1039-1049; G ü n s e l R e n d a , " T o p k a p ı S a r a y ı M ü z e s i n d e k i H . 1321 N o . l u S i l s i l e n a m e ' n i n M i n y a t ü r l e r i " , S7Y, V (1972-73), s. 4534 5 4 ; Zeren Akalay, " T o p k a p ı S a r a y ı



Müzesi



K ü t ü p h a n e s i H a z i n e 753 N o . l u N i z â m i H a m s e s i ' n i n M i n y a t ü r l e r i " , a.e., s. 3 8 9 ;



Luğatnâme,



Dihhudâ,



VI, 7 9 7 ; B. Carra d e Vaux, " B u r a k " ,



İA, II, 8 0 4 ; R. Paret, " e l - B u r a k " , El 2 (İng.), I, 1310-1311; A h m e d Debbağoğlu, " B u r a k " , TDEA, S



MUSTAFA



UZUN



F



BURAK HÂCİB



n



^



(bk. BARAK HÂCİB).



^



F



BURCİYYE



(



)



XIV. yüzyıldan itibaren Mısır'ın idaresinde söz sahibi olan bir memlûk grubu. L



-



J



Mısır Memlûk Sultanı Kalavun tarafından 1281'de kuruldu. Yeni bir hânedan k u r m a k isteyen Kalavun, çoğunluğunu Kafkasyalıların oluşturduğu bir memlûk grubu teşkil ederek durumunu kuvvetlendirmeye çalıştı. Bunun için çok sayıda Çerkez esiri satın aldı. 12.000 kişi arasından seçtiği 3700 kadar Çerkez memlükü gözlerden uzak bir yere, Kal'atül-



cebel'in burçlarına yerleştirdi. Bunlara kale burçlarına nisbetle "el-Memâlikü'lBurciyye" (Burcî memlükleri) adı verildi. Kalavun bu yeni memlüklerin Türk memlükleriyle karışmamasına dikkat ederek onların yetiştirilmesine büyük gayret sarfetti. Kalavun'un oğulları da babaları gibi Burcî memlüklerine çok önem verdiler. Kalavun'un yeni bir hânedan kurmasında Burciyye'nin büyük rolü oldu. Burcî memlükleri yeni Çerkez gruplarının katılmasıyla gittikçe kuvvetlenmeye ve çoğalmaya başladılar. Efendileri Kalavun'un oğlu el-Melikü'l-Eşref Selâhaddin Halil'in atabeg Baydara tarafından öldürülmesi üzerine derhal harekete geçerek Baydara'yı öldürdüler ve el-Melikü'n-Nâsır Muhammed b. Kalavun'u tahta çıkardılar. Böylece ilk defa kendilerini gösterdikleri bu siyasî hadiseyle güçlerini ispat etmiş ve Kalavun hanedanının devamını sağlamışlardır. Giderek nüfuzları artan Burcîler'in Mısır'da çoğalmaya başlayan Tatar menşeli memlüklere karşı giriştikleri faaliyetler yeni gruplaşmalara yol açtı. Bu arada Burcî memlüklerinin lideri Sencer eş-Şücâî, Tatar grubunun reisi Ketboğa tarafından şiddetle cezalandırıldı ve Burcîler'in bir kısmı Kahire'den uzaklaştırıldı. Ketboğa, kalede kendi kontrolü altında tutt u ğ u 4 0 0 0 Çerkez'den başka memlûk bırakmadı. Daha sonra el-Melikü'n-Nâsır Muhammed'in yerine Memlûk tahtına çıkan Ketboğa ve Lâçin'in hükümdarlıkları sırasında Burciyye ile Bahriyye memlükleri arasındaki mücadeleler şiddetlendi. Burcî ümerâsından Seyfeddin Gürcü ve Seyfeddin T u ğ c u bir suikast sonucu Sultan Lâçin'i ortadan kaldırdılar ve Kalavun ailesinden el-Melikü'nNâsır Muhammed'i tekrar tahta çıkardılar (1298). A n c a k daha sonra, kudret ve nüfuzu artan Burcî memlüklerinin ileri gelenlerinden Baybars'ın baskısı üzerine el-Melikü'n-Nâsır tahttan feragat etti (1309). Böylece Oyratlar'ın (Kalmuklar) reisi Sâlâr (Sellâr) en-Nâsırfnin de desteğini sağlayan Baybars Burciyye'ye mensup ilk sultan olarak tahta çıktı. Burcî emirlerinden birinin tahta geçmesi, diğer gruplarla halkın ve ulemânın muhalefetine yol açtı ve el-Melikü'n-Nâsır Muhammed üçüncü defa tahta çıkarıldı. Bu üçüncü saltanatı sırasında el-Melikü'n-Nâsır Burcî memlüklerinin nüfuzunu kırarak ileri gelenlerini ağır şekilde cezalandırdı. Fakat ondan sonra yerine geçen oğulları zamanında Burcî memlükleri yeniden kuvvetlenmeye başladı419



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURCİYYE lar ve el-Melikü'n-Nâsır'ın oğlu el-Melikü'l-Kâmil I. Şâban'ın saltanatı sırasında isyan ettiler (1345). İsyan sonunda Şâban azledildi ve yerine kardeşi el-Melikü'l-Muzaffer I. Hâccî geçirildi. Hâccî, T ü r k grubunun nüfuzunu kırmak için Burcıler'e dayandıysa da kısa bir süre sonra öldürüldü ve T ü r k grubunun da desteğiyle kardeşi el-Melikü'n-Nâsır Hasan sultan ilân edildi (1347). Böylece Burcîler'in durumu yeniden kötüleşti. T ü r k memlüklerinin reisi Yelboğa'nın faaliyetleri sonucu, onun güçlü emirlerinden ve aslen Çerkez olan Berkuk'a saltanat yolu açıldı. Bu aynı zamanda Burcî memlüklerinin de yeniden toparlanmaları ve saltanata hâkim olmaları demekti. Bundan dolayı Berkuk, el-Memâlikü'l-Burciyye (el-Memâlikü'l-Çerâkize) devletinin kurucusu oldu (1382). Burcî memlüklerinin hâkimiyeti Mısır'ın 1517'de Osmanlılar tarafından alınmasına kadar sürdü. BİBLİYOGRAFYA: Makrîzî, el-Hıtat, II, 213; a.mlf., Kitâbü's-Sülûk, I, 756, 805, 822, 875-876; İbn Tağrîberdî. en-Nücûmü'z-zâhire, VIII, 19-20, 243, 260265; İbn Iyâs, Bedâ*i'u'z-zühûr, l / l , s. 362, 365, 371, 381-382, 384, 398-401; M. C. Şehabeddin Tekindağ, Berkuk Devrinde Memlûk Sultanlığı (XIV. Yüzyıl Mısır Tarihine Dair Araştırmalar), İstanbul 1961, s. 32 vd.; a.mlf., "Meml u k S u l t a n l ı ğ ı Tarihine T o p l u Bir Bakış", TD, XXV (1971), s. 13 vd.; Hitti, İslâm Tarihi, IV, 1087 vd., 1118, 1120, 1125-1126; K. Yaşar Kopraman, "Mısır M e m l u k l e r i (1250-1517), Mısır'd a M e m l u k Devleti'nin Kuruluşu", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1987, VI, 500-540; M. Sobernheim, "Berkuk", İA, II, 555-556; G. Wiet, "Barkük", El 2 (İng.), I, 10501051; D. Ayalon, "Burdjıyya", a.e„ I, 13241325. ı-| Kİ



r



KÂZIM YAŞAR KOPRAMAN



BURCKHARDT, Johann Luduig



n



(1784-1817) ^



İsviçreli müsteşrik ve seyyah.



^



24 Kasım 1784'te Lozan'da doğdu. Leipzig ve Göttingen'de şarkiyat araştırmaları dalında uzmanlaştıktan sonra 1806'da İngiltere'ye giderek Londra ve Cambridge'de eğitim gördü ve Arapça öğrendi. O sıralarda İngiliz uyruğuna geçti ve adı John Levvis Burckhardt şeklinde söylenmeye başlandı. 1809 yılı başlarında, merkezi Londra'd a bulunan Afrika Cemiyeti (Association for Promoting the Discovery of the Interior Parts of Africa) tarafından, kuzey yolunu takip ederek Fizan üzerinden Sahrâ'nm güney bölgelerine ulaşacak şekilde bir keşif gezisine çıkmakla görevlendirildi



ve önce bu zorlu geziyi başarabilmesi için şart olan müslüman kimliğini ve iyi bir Arapça pratiğini edinmesi amacıyla Suriye'ye gönderildi. B u yolculuğu sırasında uğradığı Malta'da (Nisan 1809) Suriyeli bir tüccar kisvesine bürünerek Şeyh İbrâhim b. Abdullah e ş - Ş â m î adını aldı. Halep'te bir müddet Kur'an ve fıkıh dersleri aldıktan sonra 1811 'de, TedmürBa'lebek - Ş a m - Lübnan - Havran - Safed Taberiye - Nasıra - Beyt Şeyân yoluyla, o tarihe kadar Avrupalılar tarafından ziyaret edilmemiş olan antik Petra harabelerine (bugün Ürdün'de el-Betrâ) ulaştı. Burada önemli arkeolojik keşiflerde bulunduktan sonra yoluna devam ederek Kahire'ye vardı (1812). Asıl maksadı olan Sahrâ seferini gerçekleştirebileceği güvenilir bir kervan bulamayınca Nil vadisini takip ederek hac yolculuğuna çıktı (1814). Bu yolculuğu sırasında, taştan yapılmış tapınakların en etkileyicisi olarak nitelenen büyük Mısır tapınağı Ebû Simbel'i keşfetti; ayrıca yolu üzerindeki Nübye ve Kuzey Sudan'da incelemelerde bulundu. Tâif'e vardığında Mehmed Ali Paşa ile görüşen ve bu esnada paşanın yanındaki İstanbul Kadısı Sâdık Efendi tarafından akaid, tefsir ve fıkıh konularındaki bilgisi sınanan Burckhardt verdiği doyurucu cevaplarla şüpheleri giderdi. Daha sonra Mekke'de üç ay kalar a k Medine-Süveyş yoluyla tekrar Kahire'ye döndü (Haziran 1815). Artık kendisi için çok önemli olan "hacı" lakabı ile birlikte Mekke ve Medine'ye giren ilk Avrupalı olma şerefini de kazanmıştı. Hac sırasında karşılaştığı Afrikalı hacılardan, Nil vadisi yoluyla K o r d o f a n - D â r f û r - B a t ı Sudan üzerinden Güney Sahra'ya uzanan kervan yolunun varlığını öğrendi. Bu arada yine ilk defa güvenilir bir Akabe körfezi haritası hazırladı; daha sonra Sînâ'yı ziyaret etti (Haziran 1816) ve aynı yıl içinde Kahire'ye dönerek Sahrâ seferinin hazırlıklarına başladı. A n c a k Nisan 1817'de dizanteriye yakalanarak 16 Zilhicce 1232'de (27 Ekim 1817) öldü. Üçü de mezar taşından alıntı yapmakla beraber Ziriklî ve Aklkî vefat tarihi olarak 16 Zilhicce'yi, Bosvvorth ise 6 Zilhicce'yi vermektedir. Cebertfnin, Zilhicce'nin 10'unu takip eden günlerde Burckhardt ile birlikte yeni bulunan bazı eski Mısır eserlerini g ö r m e k üzere İngiltere konsolosu Sait'in evine gittiğini kaydetmesinden birinci tarihin doğru olduğu anlaşılmaktadır. Kendi isteği üzerine İslâmî âdetlere uygun bir cenaze merasimiyle defnedilen Burckhardt'ın kabri Hü-



seyniye bölgesinin doğu kısmında yer alan Bâbünnasr Kabristanı'ndaki bir tepe üzerindedir. 1841'de Afrika Cemiyeti tarafından üzerine hücre şeklinde bir türbe yaptırılan kabir bazı Mısır rehberlerinde de kaydedilmiştir. Hacca gitmesi, müslüman bir kadınla evlenmesi, müslüman ismi alıp İslâmî âdetlere göre giyinmesi ve yine İslâmî âdetlere göre defnedilmek istemesi yanında mezar taşında yer alan hürmet dolu ifadeler vb. gibi işaretlere bakarak Burckhardt'ın müslüman olduğuna hükmedilebilir. Bâbünnasr bölgesindeki bir yere ona izâfeten "el-Müslimânî" isminin verilmesi de Kahireliler arasında onun müslüman olarak kabul edilmesinin belirtisi ve hâlâ süregelen saygınlığının bir göstergesidir. A n c a k onun gerçek dinî inancı konusunda herhangi bir hükme varamamış olan bazı müsteşrikler yanında bütün bunları ideali ve görevi olan Sahrâ seferini gerçekleştirebilmek için güvenilir bir müslüman imajı y a r a t m a k gayesiyle yaptığını, zira daha önce çok mahdut sayıda Avrupalı'nın nüfuz edebildiği ve birçoğunun hayatını kaybettiği bu tehlikeli bölgelerde seyahat edebilmek için ister istemez yerli halka dost görünmek zorunda olduğunu ileri sürenler de bulunmaktadır. Eserleri. Değerli eserlerden oluşan zengin Arapça yazmaları koleksiyonunu Cambridge Üniversitesi'ne bağışlayan Burckhardt'ın 1809'un başlarından ölümüne kadar hizmet verdiği Afrika Cemiyeti tarafından yayımlanan eserleri şunlardır: 1. Travels in Nubia (London 1819, 1822). Avrupalılar'ın Kuzey Sudan ve Sennâr bölgelerinde yaşayan Araplar hakkında yazdıkları eserlerin ilklerinden olup bazı biyografik incelemeleri de ihtiva etmektedir. 2. Travels in Arabia (London 1829, 1968; Weimar 1830). Arabistan'a hac için gittiğinde gezdiği Cidde, Tâif, Mekke, Medine ve Yenbû'daki izlenimlerini an-



Johann Ludwig Burckhardt



420



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ lattığı bir seyahatnamedir. 3. Notes on the Bedouins



and



(Lon-



the Wahabys



don 1831; Weimar 1831; Paris 1835). Arabistan'da bulunduğu sırada aralarında yaşadığı ve merkezlerini ziyaret ettiği Vehhâbîler ile bedevilerin siyasî, iktisadî, askerî ve içtimaî durumlarıyla ilgili gözlem ve izlenimlerini derlediği iki ciltlik bir eserdir. 4. Mecmû'a mine'l-emşâli'l- 'Arabiyye. Arapça olarak hazırladığı bu eser İngilizce'ye (Arabic Prouerbs or the Manners and Customs of the Modern Egyptians, London 1830, şerhiyle birlikte), Almanca'ya (Weimar 1834) ve diğer bazı Batı dillerine tercüme edilmiştir, s. Travels



in Syria



and



the Holy



Land



(London 1822). BİBLİYOGRAFYA: Cebertî, 'Acâ'ibul-âşâr, sım



Sehâb,



Ferheng-i



IV, 2 8 4 ; Ebü'l-Ka-



HâuerşinSsân,



1317, s. 83-84; Serkîs, Mu'cem,



el-A'lâm,



Tahran



I, 6 0 1 ; Ziriklî,



IX, 3 4 9 - 3 5 0 ; Cevad Ali,



el-Mufaşşat,



I, 1 2 5 ; M u h a m m e d Saîd eş-Şa'fî, " K i t â b ü Bûrkârdt ke - maşdarin târîhiyyin ve iktişâdiyyin l i ' d - d e v l e t i ' s - S u ' û d i y y e t i ' l - û l â " , Meşâdiru



rthi'l-Cezîreti't-'Arabiyye,



4 5 3 - 4 6 3 ; Necîb el-Akikî, el-Müsteşrikîm, re 1980, II, 5 2 ; Mîşâl C ü h â ,



biyye



ve'l-tslâmiyye



tâ-



Riyad 1 3 9 9 / 1 9 7 9 , II, Kahi-



ed-Dirâsâtul- cAra-



ft Ûrûbbâ,



s. 3 5 ; W . H. Behn, lrıdex Islamicus



Beyrut 1982,



1665-1905,



Millersuille 1989, s. 60, 153, 4 2 5 , 4 3 1 ,



443,



4 4 6 , 4 4 7 , 4 5 9 ; C. E. Bosvvorth, " T h e T o m b i n C a i r o of J o h n L e w i s B u r c k h a r d t " , JSS,



XVIII



(1973), s. 259-266; "Burckhardt", Gr.E, VIII, 4 4 4 ; R o b e r t L. Hess, " B u r c k h a r d t J o h a n n L u d w i g " ,



EAm.,



IV, 7 8 3 ; R â n â İhsan İlâhî, " B u r c k h a r d t " ,



UDMİ, r v / l , s. 4 3 5 - 4 3 6 ; D. M i d d l e t o n , "Burckh a r d t , J o h a n n L u d w i g " , EBr., IV, 4 1 9 ; M. AaviYonah, "Burckhardt, J o h a n n L u d w i g " , IV (1982), s.1509.



IFFIL



r



EJd.,



m CENGİZ KALLEK



n



BURÇ Kale bedenleri üzerinde bir kısmı beden duvarlarının dışına taşacak şekilde inşa edilen savunma kuleleri



L



r



(bk. KALE).



BURÇ



n



Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği belli sembollerle gösterilen ^ on iki takımyıldızdan her biri. ^ Burç (çoğulu burüc ve ebrâc) sözlükte "güzel olmak, örtülerinden sıyrılmak, yükselerek görünür olmak" mânalarına gelen berec kökünden Arapça bir isimdir. Gökteki burçlar yükselmeleri, görünür olmaları veya açığa çıkmalarından ötürü bu adi aldıkları gibi surlarla çevrili bir şehrin veya sarayın kuleleriyle bir kale-



nin y ü k s e k ve stratejik mevzileri de aynı sebeplerden burç olarak adlandırılmıştır. İslâm Öncesi. Burçla ilgili en erken tarihî bilgilere, Sümerler'e ait çivi yazılı metinlerde muğlak bir şekilde rastlanmaktadır. Bununla birlikte Ön Asya'da buna ait sistemli bilgiler, milâttan önce II. binyıldan itibaren yazılan Akkadca, Elamca ve Hititçe metinlerde göze çarpmaktadır. Ninova'da (Ninive) Asurlular'a ait kral kütüphanesinde ele geçirilen metinler, Tanrı Marduk'un yörüngeyi nasıl on iki burca böldüğünü anlatır. Ancak milâttan önce 1. binyıldan itibaren t a m olarak ele geçen A s u r - B â b i l burç isimleri şöyledir (Brown, s. 180); Kusarikku (Koç), Alpu (Boğa), T u â m u rabûti (İkizler), Pulukku (Yengeç olmalı), A r û (Aslan), Siru (Başak), Zibânitu (Pençe, tam bilinmiyor), Akrabu (Akrep), Qastu (Ok), Saha (Keçi, tam bilinmiyor), Kâ (Kova olmalı), Nunu (Balık). Daha erken devirlere ait metinlerde adları t a m olarak tesbit edilemeyen bu burçların yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılırdı. Mezopotamya geleneğinde g ö k cisimlerinin tanrı olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun tanrısının etkisi ve himayesinde olurlardı. Meselâ Akrep döneminde doğanlar en kızgın ilâhların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardı. Boğa döneminde doğanlar ise savaş tanrılarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği taşırlardı. Mısır'da Helenist i k döneme kadar burçlarla ilgili herhangi bir kayda rastlanmamış, orta krallık döneminde ise "dekan" adı verilen değişik bir burç sistemi ortaya çıkmıştır. Burçların insan üzerine yaptığı etki hakkında en ayrıntılı bilgiler Mezopotamya ve özellikle Asur geleneğini takip eden Yahudi-İbrânî literatüründe görülür. İbrânîce'de burç mezzolot adını alır. Eski Ahid'in çeşitli yerlerinde (Eyub, 9/9, 38/ 31-32; Amos, 5 / 8 ; İşaya, 13/10) burçlara atıflar vardır. Eyub ve Amos'ta zikredilen burçların Oriyon ve Ülker olması mümkündür (IDB, IV, 242). İbranî literatüründe Kitâb-ı Mukaddes dışında burçlara ait en erken bilgiler, Lut gölü civarında bulunan Kumran'daki dördüncü mağarada ele geçirilen metinlerde tesbit edilmiştir. Bu fragmanlarda Mandeenler'inkine benzer şekilde zodyak burçla-



rının simgeleri sıralanmıştır (JNES, XLV11I, 201). Yörüngenin burçlara bölünmesine ait ilk net bilgilerse O r t a ç a ğ l a r a ait Sefer Yesirah adlı bir kitapta ortaya çıkmıştır. Buna göre İbranî literatüründeki on iki burcun adı şöyledir: Taleh (Koç), Shor (Boğa), Te'omim (İkizler), Sartaz (Yengeç), Aryeh (Aslan), Betullah (Başak), Moznayim (Terazi), Akrav (Akrep), Keshet (Yay), Gedi (Oğlak), Deli (Kova), Dağım (Balık). Bu burçların tekabül ettiği zaman dilimleri bugün kabul edilen sıranın aynıdır (EJd., XVI, 1191). Talmud'da burçlara ait açık seçik bir bilgi bulunmamakla birlikte yahudi bilginleri insanın belli bir burç altında doğduğuna ve herkesin bir semavî bedeninin (mazzal) bulunduğuna inanırlardı. Herkesin kendisini etkileyen bir yıldızı vardı; aynı burç altında doğanlar mânevî açıdan akraba sayılırlardı. Yine bu telakkiye göre her burç belli bir olayı sembolize ediyordu. Meselâ yaratılış sırasındaki aydınlığı Koç, karanlığı Boğa, seksi İkizler, evliliği Başak, insanı ise Yengeç burcu sembolize etmekteydi. Burçlar oluşturdukları dört elemana (hava, su, ateş, toprak) göre de üçerli gruplara ayrılırdı. Meselâ Balık, Akrep ve Yengeç su elemanını oluşturmaktaydı. Burçlar insanları etkilemek üzere kehanetlerde de kullanılabiliyordu, f a k a t bütün yahudilerin burçların kötü etkisinden uzak olduğu kabul edilirdi (EJd., III, 789). Grek dünyasında burçlara ilk defa temas eden Homeros'tur. Milâttan önce IV. yüzyılda yaşayan Grek matematikçisi Eudoxus kırk dört burç adı sayar, Ptolemy (m.s. 100-178) ise kırk sekiz burç sıralar. Grekler'de kullanılan ve çoğu hayvanlara ait olan burç adları geleneksel olarak Hipparchus'a (m.s. 1. yüzyıl) atfedilir. Bugün kullanıldığı şekliyle on iki burç adı ise Latin literatüründe ortaya çıkmıştır. Greko-Romen astrolojisine göre on iki burç on iki "hâne" oluşturmakta ve her hâne insanın belli bir yönünü etkilemektedir. Buna göre Koç burcu beden ve kişiliği, Boğa zenginliği, İkizler bilgi ve ifade gücünü, Yengeç sadakati, dehayı ve m e r a k güdüsünü, Aslan soy, zevk ve hayalciliği, B a ş a k sağlığı ve görev bilincini, Terazi evlilik ve ortaklık duygusunu, Akrep yeniden doğum ve ölümü, Yay ideolojiyi ve başka ülkelere merakı, Oğlak meslek ve statüyü. Kova umut ve dostluğu, Balık sınırlama ve k u ş a t m a güdüsünü etkiliyordu. Hinduizm'de nakşatra denilen yirmi sekiz burç vardır. Burçlar Hindû litera421



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ türüne göre ayın karıları ve Daksa'nın kızlarıdır. Budizm'de de Hinduizm'in etkisi altında gelişen yirmi sekiz burç mevcuttur ve bunlar aynı şekilde nakşatra adını alır. Budist telakkiye göre tanrı niteliği taşıyan burçlar insan üzerine doğrudan etkilidir. Sâsânî dönemine ait İran metinlerinde on iki, Çin geleneğinde de siu adını alan yirmi sekiz burç vardır. İslâm öncesi telakkilerde burçların astronomik detaylardan ziyade insan üzerine olan etkilerinin işlenişi, bu telakkinin dinle olan yakın temasından ileri gelmektedir. Buna göre ilâh olan gök cisimleri insan eylemlerini yönetmektedir. İlâhlarla ve dolayısıyla gök cisimleriyle ilişki kurma çabasından da özel kehanet formülleri geliştirilmiştir. Böylece burçlarla kehanet yahut da fal arasında çok yakın bir ilişkinin bulunduğuna inanılmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: R. Brovvn, Semitic Influence in Hellenic Mythology, London 1898, s. 180; M. J. Dresden, "Science", IDB, IV, 236-244; F. Rochberg Halton, " N e w E v i n d e n c e for the History of Astrology", JNES, XLIII, 2-5; J. C. Grennfield M. Sokoioff, "Astrological a n d Related O m e n Texts i n J e w i s h Palestinian Aramaic", a.e., XLVIII, 201-215; Alexander Altmann, "Astrology", EJd., III, 788-795; Arthur Beer, "Astronomy", a.e„ III, 795-807; "Zodiac", a.e„ XVI, 1191-1192; E. N. Fallaize, v.dğr., "Sun, M o o n a n d Sters", ERE, XII, 63-102. B



KÜRŞAT DEMİRCİ



İslâm L i t e r a t ü r ü n d e Burç. Kur'ân-ı Kerîm'de dört defa çoğul şeklinde geçip bir sûrenin de adını (el-Burûc) oluşturan kelime, bir yerde "kale burcu" (en-Nisâ 4 / 78), diğerlerinde "gökteki burç" (el-Hicr 15/16; el-Furkân 2 5 / 6 1 ; el-Burûc 8 5 / 1 ) anlamında kullanılmıştır. Müfessirler bu iki anlamı bazan "semavî surların kuleleri" şeklindeki bir benzetmeye yol açacak şekilde birleştirmişlerdir. Genellikle burç kelimesinin "zuhur eden, yüksekte olan; kale veya saray burcu" anlamlarından hareketle açıklamalarda bulunmuşlar ve göklerdeki burçlara da benzetme yoluyla bu ismin verildiğini belirtmişlerdir. Yine onlara göre burçlar aynı zamanda ayın menzillerini de işaretleyen yıldızlardır. Z a m a n zaman "gök kapılan" anlamında kullanılan burç kelimesine bazan da -dikkat çektiği için olsa gerek"büyük yıldız" anlamının verildiği görülmektedir (Zemahşerî, II, 534). Tefsirinde kozmolojik teorilere geniş yer vermesiyle tanınan Fahreddin er-



Râzî de burçları gezegenlerin katettikleri merhaleler düzeni olarak anlar ve onları gökteki y ü k s e k saraylara benzetir. Burçlar güneşin ve ayın geçtiği konaklardır; ayrıca Allah'ın üzerlerine yemin ettiği "yıldızların mevkileri" ifadesi de (el-Vâkıa 56/75) yıldızların doğdukları veya battıkları yerler anlamına geliyor olmalıdır. Râzî'ye göre âyetteki "mevâkıu'n-nücûm" tabiriyle şeytanların göklerden kovuldukları veya yıldızların kıyamet günü saçılacakları esnadaki mevkiler de kastedilmiş olabilir (Mefâtîhu'lğayb, XXIV, 106; XXIX, 188; XXXI, 113). Burçların bu şekilde şeytanların gayb âlemine sızmalarını önlemek üzere taşlandıkları g ö k surlarının kulelerine benzetilmesi güzel bir istiare örneğidir. Klasik açıklamaları ana hatlarıyla tekrarlayan Elmalılı Muhammed Hamdi de kelimenin Batlamyusçu anlamının, söz konusu benzetmelerin ötesinde gittikçe yaygınlaştığına işaret ederek burçların gökteki belirgin konumlarını, bir şehrin planındaki y ü k s e k binaların veya bir ülkenin haritasındaki önemli şehirlerin farkedilirliğiyle kıyaslamaktadır. Burçlar kuşağının bölümlenmesi ve adlandırılması konusunun çok eskilere dayandığını belirten Elmalılı, geleneğin İslâm kültüründe felekiyyâtın kurucusu olarak tanınan Hz. İdrîs'e kadar uzandığını kaydetmektedir (Hak Dini, V, 3608-3609; VII, 56885689). Gökteki sabit yıldızlar küresinin ve özellikle burçlar kuşağındaki farazî şekillerin milâttan önce III. binyıldan beri benimsendiği tahmin edilmektedir. Yerin hareket ettiği esasına dayanan bugünün astronomisine göre güneş bir yılda ekliptiğin etrafında t a m bir dönüş gerçekleştiriyor gibi görünür. Ekliptik, büyük âlem küresini yatay olarak ikiye bölen gök ekvatorunu 23,S derecelik bir açı ile keser. Bu kesişme noktaları da ilkbahar ve sonbahar ekinokslarını (gündüzgece eşitliği) oluşturur. Ekliptiğin her iki yanından 8,5 derecelik bir k u ş a k farzeden eskiler, bu k u ş a ğ a burçlar kuşağı adını vermişlerdir. Güneşin 21 Mart'ta girdiği ilkbahar ekinoksundan başlamak üzere burçlar kuşağı on iki eşit parçaya bölünmüş ve bu parçaların her birinde yer alan takımyıldızlara burç denilmiştir. Ancak yüzyıllardır gündüz-gece eşitliklerinin gerilemesinden (ekinoks presesyonu) ötürü meydana gelen kayma sonucu burçlar bugün eski mevkilerini korumamaktadırlar. Her yıl meydana gelen kaymanın yaklaşık 50 açı saniyesi



(50.26") ve burç sembolleriyle takımyıldızlar arasındaki bugünkü kaymanın da 36 derece kadar olduğu göz önünde tutularak burçlara bilinen adların yaklaşık 2600 yıl önce verildiği hesaplanmaktadır (Larousse Encyclopedia of Astronomy,



s. 48). Mezopotamya medeniyetlerinden bu yana genelde hayvanlarla temsil edilen burçlar sembolizmi kültürden kültüre az çok farklılık göstermektedir. Grekçe'de "zödiakos kyklos" (hayvanlar dairesi) veya "to zödia" (küçük hayvanlar) olarak anılan takımyıldızlar dizisi, İslâm felekiyyâtında "felekü'l-burûc" veya "dâiretü'lburûc" adını almıştır. Esas itibariyle Batlamyus'un e i - M e c i s t f s i n d e k i şekliyle benimsenen burçlar kuşağı, İslâm astronomi literatüründe güneş ve diğer gezegenlerin hareketini açıklamada daima başvurulan bir merhaleler düzeni olarak aynı geleneği sürdürmüştür. Güneşin gökyüzündeki hareketi sırasında belli tarihlerde girdiği burçların isim ve sıraları Latin kültüründe de benzer şekillerde benimsenmiştir. 360 derecelik dairevî kuşağın 30'ar derecelik on iki bölüme ayrılması sonucu oluşan burçlar, Arapça ve Latince karşılıkları ve güneşin burca girdiği tarih itibariyle şu şekilde sıralanmaktadır: Koç (Hamel, Aries: 21 Mart), Boğa (Sevr, Taurus: 20 Nisan), İkizler (Cevzâ, Gemini: 21 Mayıs), Yengeç (Seretan, Cancer: 22 Haziran), Aslan (Esed, Leo; 23 Temmuz), Başak (Sünbüle, Virgo: 23 Ağustos), Terazi (Mîzan, Libra: 23 Eylül), Akrep (Akreb, Scorpius: 22 Ekim), Yay (Kavs, Sagittarius: 22 Kasım), Oğlak (Cedî, Capricornus; 22 Aralık), Kova (Delv, Aquarius: 20 Ocak), Balık (Hût, Pisces: 19 Şubat). Güneşin burçlar kuşağı üzerindeki bu hareketi mevsimlerin başlangıç ve bitiş noktaları gibi gündüz ve gecenin uzayıp kısalmasını da takvime bağlar. İhvân-ı Safâ, burçların çeşitli isimler alması konusu üzerinde birçok bakımdan ayrıntılı şekilde durmuşlardır (bk. Resû'il, 1, 115-135). Yükselip alçalmalarına, kuzey veya güneyde bulunmalarına, gece ve gündüz doğmalarına, dört unsur (anâsır-ı erbaa*), dört ahlât (ahlât-ı erbaa*) ve dört keyfiyete olan nisbetlerine göre çeşitli isimler alan burçlar, böylece gerek gözlemcinin yerdeki konumu, gerekse g ö k ve yer arasındaki tabiat düzeninin tasviri açısından belli nitelikler kazanır. İhvân-ı Safâ'ya göre burçlar bir kare ve dört üçgenin daireyi on iki kısma ayırmasıyla gruplanır. Onların yaptığı bu gruplandırma esas iti-



422



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ Burçlar kuşağı ise astronomi ve astrolojinin açıklama tarzlarında gezegen-yıldızların hareketini tayin eden veya anlamlı kılan bir sabit referans sistemi olar a k iş görmüştür. Abdurrahman es-SûfTnin Batlamyus'un el-Mecistî'sine dayanarak hazırladığı ve burçlar kuşağını da incelediği (bk. Şuverü'l-kevâkib, s. 177-311) resimli gök atlası türünden eseriyle Bîrûnî'nin astrolojinin ilkelerini tartıştığı Kitûbü't-Tefhîm'i gibi eserlerin etkili olduğu İslâm felekiyyât literatürü, burçlar feleğini merkezî bir kavram olar a k kullanmıştır (Nasr, İslâm ue İlim, s. to Islamic Cosmological Doctrines, s. 15295-134). Özellikle âlemin ve âlem-insan 154). Böylece meselâ birinci üçgen Hamünasebetlerinin bir bütünlük içinde mel, Esed ve Kavs burçlarını gruplanele alındığı kozmolojik izahlarda burçlar dırır; bu burçların ortak tabiatı kurufeleği âdeta metafizik âlemle fizik âleluk ve sıcaklık keyfiyeti, ateş unsuru ve mi birleştiren bir kuşak ve metafizik vartabiata mensup oluşlarıyla biçimlenir. lık nurunun içinden geçip farklılaştığı ve İkinci üçgenin gruplandırdığı Sevr, Sünkutuplaştığı bir prizma gibi düşünülmüşbüle ve Cedî burçlarının ortak karaktetür. Zuhur âlemini varlığın çeşitli renkri ise toprak unsuruna mensup soğuk, lerine büründüren bu prizma, Allah'ın kuru ve güneye ait oluşlarıdır; öteki üçvarlığının hem perdelendiği hem de zugenler de benzeri gruplandırmaları gerhur ettiği nesnelerin başlangıçtaki ilk ve çekleştirir. Burçların dört üçgenle belli ilâhî örnekleri olan "enmûzec-i ewel"leözelliklere sahip ana gruplara ayrılmari (Gr. arkhetypos, arketip, ilk örnek) meylarının yanı sıra bir burcun üçte birinin dana getirir. Varlığın zaman, m e k â n ve veya yarısının bile kendilerine göre etkisayı nisbetleri içinde belirmesi şeklinde leri bulunmaktadır. Burçların kendi arayorumlanan bu tasavvur, göklerin yer larında olduğu kadar güneş, ay ve diğer üzerine yaptığı farzedilen tesir hakkınbeş gezegenle olan münasebetleri de daki eski inanışla birleştirilmiş ve böyönemlidir. Gezegenlerin burçlara nisbetlece burçlar, yön ve zaman ölçümünden le "beyt-vebâl", "şeref-hubût", "evc-hatabii hadiselerin oluşumuna, buradan da dîd" şeklinde anılan belli mevkileri varolayların tahminine kadar uzanan birdır ve bunlar, özellikle ayrıntılı astroloçok açıklamanın semavî ilkesi durumuj i k haritaların çıkarılması ve gezegenlena getirilmiştir. Sayılarla unsurlar ve unrin etkilerinin en y ü k s e k güce ulaştığı yerlerin bulunması açısından önemlidir. , surlarla keyfiyetler arasında kurulan ilişki, mevsimlerin ve rüzgârların zamanı, Söz konusu münasebetleri bilen münecyönü ve keyfiyetiyle ilgili meteorolojik cim, bir olay cereyan ettiğinde veya bir tezahürlerin ilkesini oluşturmuştur. Dört karar verildiğinde zaman ve yere göre unsur, dört keyfiyet ve dört ahlatla ilişyıldızların bir şemasını çıkarıp sabit ve seyyar yıldızların mevkileri arasındaki • kisi içinde kâinatın küçük bir numunesi münasebetleri tesbit ederek geleceğe > olan insan da doğumundan ölümüne kadar aynı semavî etkilere açıktır; böylece ait tahminlerde bulunabilir. organları ve vücut salgıları ile insan fizİslâm düşünce ve bilim tarihinde XI. yolojisi burçlarla ilişkiye girmiş olur. Her yüzyıla kadar astronomi ve astroloji araorgana karşılık bir burcun bulunuşu vesındaki ayırım pek belirgin değildi. Müsya burçların dört unsur ve dört ahlât ile lüman filozof ve bilginlerin bir kısmı, ilgili özellikleri, geleneksel İslâm tıbbınastronominin yanı sıra "yıldızların mevda da bir bilgi disiplini olarak önem kakilerinden belirli anlamlar çıkarma sazanmıştır. Bîrûnî'nin Kitâbü't-Tefhim'natı" şeklinde nitelendirilen astrolojiyi de, İhvân-ı Safâ'nın derlediği bilgiye çok (ilm-i ahkâm-i nücûm veya tencîm) bir maşey ekleyerek incelediği bu konular datematik veya tabiat bilimi olarak kabul ha sonra Muhyiddin İbnü'l-Arabî taraetmiş, bir kısmı ise reddetmiştir. Ancak fından sembolik anlamlar katılarak zenastroloji, birçok ilim adamı tarafından ginleştirilmiştir. Onun ortaya koyduğu reddedilmesine ve bir hurafe olduğunun kozmolojik şema, âlemi vahdet içinde teiddia edilmesine rağmen (Fârâbî, s. 87f e k k ü r edebilmek için bir yoğunlaşma 88) gerek gizli bilim gerekse sembolizm aracı görünümündedir. Bu şemada burçtemelinde önemini daima korumuştur. bariyle dairenin on iki bölmeye ayrılmasına dayanır. Güneşin yıllık hareketiyle takip ettiği yol k u ş a k dairesi üzerinde ilkbahar ve sonbahar ekinoksu ile yaz ve kış inkılâbı noktalarını tayin eder. B u şekilde daire üzerinde bir kare teşkil edilmiş olur. Bu dört noktanın teşkili, dairenin bir altıgenle bölünmesi ve ayrıca üçer üçer dilimlenmesi suretiyle on iki noktayı kendiliğinden ortaya çıkarır. Dolayısıyla burçlar bir daire üzerinde hem üçgen hem de kare ilişkisi içinde bulunurlar (krş. Nasr, An Introduction



ların arketip özelliklerine tekabül eden varlık mertebeleri, ilâhî isimlerin fizik ve metafizik âlemdeki "taayyünlerine de karşılık olacak şekilde sıralanır. İlâhî nefes ile özdeşleştirilen ilk maddeden arşa kadar uzanan âlem, bu nefesin harflere dönüşmesiyle beliren nesneleri belli bir sayı ve harf sembolizmi içinde ihtiva ederken burçların kuşatıcı etkileriyle çevrelenir. Yedi feleğin her birinde bir büyük peygamberin ruhaniyetinin bulunduğu bu semavî âlem, burçlarla ilişkisi çerçevesinde Hz. Muhammed'in mi'racında anlatılan bir kâinat suretine veya kutsal bir coğrafyaya dönüşmüş olur (Burckhardt, s. 32-33). Burçlarla ilgili olarak ana hatlarıyla yukarıya aktarılan bilgi ve yorumların İslâm kültür tarihinde nasıl geliştirilip sistemleştirildiğini ve Osmanlı Türkçesi'ndeki zengin literatüre nasıl yansıdığını g ö r m e k için bir geç dönem eseri olan Mârifetrıâme'yi incelemek yeterlidir (s. 52-54). Burçların veya halk tabiriyle yıldızların insan üzerindeki etkisine inanmak, İslâm'ın ilâhî iradeye atfettiği mutlak hâkimiyet prensibiyle çatşmaktadır. Konunun İslâm inancı bakımından önemli görülen diğer bir yönü de geçmiş devir ve kavimlerde görüldüğü üzere, burç ve yıldızlar gibi semavî cisimlere müstakil bir kudret nisbet eden ve onlara tapmaya varan inanışların tevhid akîdesiyle bağdaşmayışıdır. Buna yıldızlara bak a r a k geleceği bilme iddiasıyla ortaya çıkanların söz ve davranışlarını da eklem e k gerekir. Ayrıca eski astrolojik telakkilerin bu şekilde bir falcılık ve keha-



Kâinatı tasvir eden burçlar kuşağı (Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, nr. 1973)



423



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ net sanatına dönüştürüldüğü, geçmişte olduğu gibi günümüz insanını da yaygın şekilde • etkisi altına aldığı bilinmektedir. Bu sebeplerle tarih boyunca İslâm âlimleri gereken hassasiyeti göstererek müslümanları konunun akideye yönelen tehlikelerinden korumak için sert uyanlarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte bazı mutasavvıflar, bir kısım İslâm düşünürleri ve sanatkârlar astrolojik sistemle buna bağlı sembolleri, kâinat bütünüyle kavramaya imkân veren bir cazibeye sahip olmalarının da tesiri altında ilgiyle karşılamışlardır. Böylece burçlarla ilgili semboller geniş bir şekilde İslâm sanat ve edebiyatına da yansımıştır. BIBLIYOGRAFYA: Lisânü'l- cArab,



"bre" m d . ; Fârâbî,



el-Mec-



mû\ Kahire 1 3 2 5 / 1 9 0 7 , s. 87-88; Makdisî, elBed'



ve't-târih, II, 15-16; A b d u r r a h m a n es-Sûfî,



Şuverü'l-kevâkib



(nşr. F u a d Sezgin), Frankfurt



İ 9 8 6 , s. 177-311; Bîrûnî, The Book



tion in the Elements



ofAstrology



of Instruc-



(trc. R. Ram-



Resâ'il,



say Wright), London 1934; İhvân-ı Safâ,



Beyrut 1 3 7 6 - 7 7 / 1 9 5 7 , I, 115-135; Z e m a h ş e r î ,



el-Keşşâf, hu'l-ğayb, İbrâhim



Mefâtî-



II, 5 3 4 ; F a h r e d d i n er-Râzî,



XXIV, 1 0 6 ; XXIX, 1 8 8 ; XXXI, Hakkı



E r z u r û m î , Mârifetnâme,



bul 1310, s. 52-54; Elmalılı, Hak



Dini, V, 3608-



3 6 0 9 ; VII, 5 6 8 8 - 5 6 8 9 ; T. B u r c k h a r d t ,



Astrology



According



113; İstan-



to İbn 'Arabi



Mystical



(trc. B ü l e n t



Rauf), Gloucestershire 1974, s. 32-33; Seyyid Hüseyin Nasr, An Introduction



mological



Doctrines,



1 6 5 ; a.mlf., İslâm



de Akit



İlimlerin



Kutluer), İstanbul



Encyclopedia v.dğr.),



to Islamic



Cos-



Oreat Britain 1978, s. 151-



ve İlim: Tarihi



İslâm



Medeniyetin-



ve Esasları



(trc. İlhan



Larousse



1989, s. 95-134;



of Astronomy



(trc. Michael G u e s t



F e l t h a m , Middlesex



1968,



s.



48-50;



" A s t r o l o j i " , TA, III, 500-503; " B u r ç " , a.e., VIII, 4 2 3 - 4 2 4 ; " Z a d y a b " , a.e„ XXXIII, 5 0 5 ; C. A. Nallino, " A s t r o l o j i " , İA I, 682-686; " Z o d i a c " , XXIII, 9 8 2 .



EBr.,



[T]



.



IÜHI



İLHAN KUTLUER



Sanatta Burç. Eski medeniyet ve dinlerde burçların insanın maddî ve mânevî dünyasındaki yeriyle var sayılan ilgisi, her devirde çeşitli sanat eşyasında ve mimari tezyinatta burç sembollerinin yer almasına sebep olmuştur. İslâm medeniyetinde de genellikle figür tasvirinden kaçınan müslüman sanatkârların taş süslemeler, seramik, çini ve özellikle minyatürlü elyazmalarında burç sembollerini özenle çizdikleri görülmektedir. Burç sembolleri, kaynağı en eski devirlere inen yerli halk inançları ve bazı müslüman ilim adamlarının geliştirdikleri yorum tarzıyla karışarak fal ve tılsım kitaplarından tıpla ilgili yazma kitaplara kadar birçok alana girdiği gibi mimari eserlerde de yer almaya başlamış, tezyinatta görülen hayvan ve insan suretlerinin de birçoğu burçlara bağlanmıştır. 424



Burç tasvirleri İslâm sanatına yansırken bazılarında burçlar kuşağı sayı ve düzen bakımından eksiksiz, bazılarında ise gezegenler ve öteki astral sembollerle yan yana gösterilmiştir. Mimari eserlerdeki burçlarla ilgili tasvir örneklerinin en eskilerinden bir grup, Dicle nehri üzerindeki İbn Ömer Köprüsü'nün büyük ayakları üzerine işlenmiştir (bk. clzRE KÖPRÜSÜ). Panolar halinde taşa kazılan bu figürlerin çoğunun gezegenler ve burçları temsil ettiği hususunda pek çok araştırmacı görüş birliği halindedir. Herzfeld'e göre bu kabartmalar sağdan sola doğru şu düzene göre sıralanır: 1. Satürn ve Terazi, 2. Jüpiter ve Yengeç, 3. Mars ve Oğlak, 4. Güneş ve Aslan, s. Venüs ve Balık, 6. Merkür ve Başak, 7. Ay ve Boğa, 8. Yay burcu ve yanında tam teşhis edilemeyen bir başka figür. Burç figürlerinin böyle bir eserde yer alışı, ayrıca köprünün inşa edildiği yıl ile de bağlantılı görülmektedir. Bugün Berlin Devlet Müzesi'nde bulunan ve göbek kısmındaki kitâbeden Abdülvâhid adlı bir sanatkârın eseri olduğu anlaşılan 971 (1563-64) tarihli bir çini tabakta çepeçevre sıra halinde bütün burçların işlendiği görülmektedir. Burçları bir tek parça üzerinde böylesine açık ve fonksiyonel bir kompozisyonla vermesi ve kesin bir tarih taşıması bakımından seçkin bir yere sahip oian bu tabakla mavi-beyaz renk düzeninde her biri ayn daire içine alınarak resmedilen burçlar, saat kadranı düzenindeki gibi on iki madalyon halinde sıralanmıştır. Maden sanatında dikkati çeken burç tasvirli eserlerden biri 608 (1211-12) ta-



Üzerinde burç tasvirleri bulunan çini tabak (İslâm Sanatları Müzesi - Berlin)



rihli bir divit kutusudur. Bugün British Museum'da bulunan eser, kitâbesine göre İran'da Mahmûd b. Sungur tarafından yapılmıştır. Kapağın üst kısmında yer alan enlemesine kompozisyon, on iki burç sembolünün de yer aldığı zengin bir tezyinatla şekillendirilmiştir. Burçlar ise biri ortada, diğerleri iki yanda olmak üzere düzenlenen üç daire içinde dörtlü gruplar halinde resmedilmiştir. BIBLIYOGRAFYA: İbn Y û n u s , al-Zîdj



livre de la grande



al-kablr



al-hâkimi



table hakimite)



J. J. A. C a u s s i n d e Perceval), liotices



des Manuscrits,



(Le



(nşr. ve trc.



et



Extraits



VII (1804), s. 16-240; S. J . Kug-



ler, Sternkunde



und



Sterndierıst



in



Babel,



M ü n s t e r 1907, I, 3 9 - 4 0 ; Seyyid Hüseyin Nasr,



İslâm lerin



ve İlim: Tarihi



İslâm



Medeniyetinde



ve Esasları



Aklî



İlim-



(trc. İ l h a n Kutluer), İs-



t a n b u l 1989, s. 9 5 - 1 3 4 ; A. K. Coomarasvvamy, " T h e N i n e P l a n e t s " , Bulletin



Museum,



XIV/1



of Worcester



(1923), s. 6 - 1 0 ; W .



Art



Hartner,



"The Pseudoplanetary N o d e s of the M o o n ' s Orbit in H i n d u a n d Islamic Iconographies",



Al, V / 2 (1938), s. 113-154; J . P. Roux, "Le d e c o r a n i m e d u caravansarail d e Karatay en Anat o l i e " , Syria, XLIX, Paris 1972, s. 371-397. H



SELÇUK M Ü L Â Y İ M



Edebiyatta Burç. Gök cisimleri, kozmik âlem ve bu âlemdeki unsurlar genel olarak bütün edebiyatlarda yer almaktadır. Yıldızlar İlkçağ'lardan beri insanoğlunu hayret içinde bırakmış, bu sebeple astronomi hemen her devir ve kültürde üzerinde ilgiyle durulan bir konu olmuş, bazan din ile kaynaşmış, bazan da dinî duygu ve fikirler doğurup beslemiştir. İslâm milletlerinin edebiyatlarında olduğ u gibi Türk edebiyatının manzum ve mensur eserlerinde de gök cisimleriyle ilgili çeşitli bilgiler yanında birtakım remiz ve mazmunlara, bunların özellikleri üzerine kurulmuş teşbih, tevriye, cinas vb. edebî sanatlara sık sık rastlanmaktadır. Konuyla ilgili eserleri iki grupta toplamak mümkündür. İslâm dünyasında ilm-i nücûm, ilm-i tencîm, ilm-i ahkâm-ı nücûm ve ilm-i zîc adlarıyla bilinen ilimlere dair yazılan eserlerle ansiklopedik mahiyetteki çalışmalar ve umumi tarihe ait eserlerin giriş bölümlerindeki bilgiler birinci grubu teşkil eder. Bunun dışında kalanlar ise doğrudan edebiyatla ilgili olan, kaside ve gazel gibi divan şiirinin çeşitli formlarında yazılmış şiirlerle bilhassa tevhid, münâcât türündeki manzumeler ve mi'racnâme gibi dinî, Hüsn



ü Aşk, Deh-mürg



vb. a ş k ve m a -



ceraya dayalı mesneviler konuya dolaylı şekilde temas eden, ifadeyi zenginleştir-



iî Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ mek için kozmik unsurlara bir malzeme olarak yer veren eserlerdir. Birinci gruba Kasımpaşalı Osman b. Mehmed'in mensur Câmiu'l-ahkâm fî mesâili'lhûs ve'l-âm adlı eseriyle manzum Muradnâme, Âlî'nin Künhü'l-ahbâr'ı ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı'nın Mârifetnâme'si örnek gösterilebilir. Tarihî eserler arasında da Aynî'nin îkdü'l-cümân'ı örnek gösterilebilir. Eserin baş tarafında kâinatın yaratılışı hakkında bilgi verilirken burçlar da geniş olarak ele alınır. Hatta bu eserin bazı yazmalarında burçlarla ilgili minyatürler yer almıştır (bk. İÜ Ktp., TY, nr. 5953). Nev'îde Netâicü'l-iünûn ve mehâsinü'l-mütûrı adlı eserinin "ilm-i nücûm" faslında konuyu objektif bir şekilde ele almış, bu arada ilm-i ahkâm-ı nücûm (astroloji) aleyhindeki âyet ve hadisleri de zikretmiştir. Başta güneş ve ay olmak üzere bütün gezegenler farklı müddetler içinde doğudan batıya doğru süren kendi tabii



dönüşlerinde burçları dolaşırlar. Her yıldızın bir hanesi, bir burcu vardır. Gezegenler burada belli bir müddet bulunur, bu sırada o burcun tesiri altında kalırlar. "Vakt-i kırân" veya sadece "kırân" denilen, gezegenlerin hangi burçlara ne zaman dahil oldukları Muradnâme'de "Hânehâ-yı Kevâkib-i Seyyare" başlığı altında geniş bir şekilde anlatılır. Elvân-ı Şîrâzî'nin tercüme ettiği tasavvufî bir mesnevi olan Gülşen-i Râz'da da bu gezegenlerin burçlarla ilgisi üzerinde durulur. Yıldızların ait oldukları burçta bulundukları vakte "şeref" veya "vakt-i şeref" denir. Buradan eşref-i sâat* mefhumu doğmuştur ki çeşitli beyit ve mısralarda değişik vesilelerle çok tekrar edilen bir unsurdur. Genel olarak da şairin sevgilisini gördüğü, ona kavuştuğu, ondan haber aldığı anı belirtmek için kullanılır. FigânFnin, "Burc-ı şerefde gün gibi bul hüsn ile kemâl / Eksikliğini görmeyelim



983 (1575) yılına ait zâylçeli takvimde yıldızların burçlara dahil olduğu zamanı ve eşref saatleri gösteren minyatürlü bir sayfa (İÜ Ktp., TY, nr. 2 0 0 0 , w . 2 5 ' )



ey kaşı hilâl" ve, "Burc-ı şeref üzre görüp ol ruhları mâhı / Âhım sevinip gök yüzüne attı külâhı" beyitleri bunun birer örneğidir. İbrâhim Hakkı Mârifetnâme'de geçen, "Hamel ü Sevr ile Cevzâ'da gelir fasl-ı bahâr / Seretân u Esed ü Sünbüle'dir yaza medâr / Tuttu güz faslını Mîzân ile Akreb dahi Kavs / Cedy ü Deiv ile Hût kıldı zemistânda karâr" kıtasında burçlarla mevsimler arasındaki ilgiyi açıklar. Ayrıca "burc-ı isnâ aşer" terkibiyle de bazan on iki imam kastedilir. Nitekim Nev'î'nin bir terkibibendinde yer alan, "Bunlar-durur nücûm-ı saâdet çerâğ-ı dîn / Bunlar-durur olan on iki burca pâsbân" beytinde on iki imam burçların bekçisi olarak zikredilmektedir. Burçların her biri divan edebiyatında değişik özellikleriyle ayrıca birer remiz olarak da ele alınmıştır: Hamel (Koç) burcu. "Burc-ı bere" adıyla da anılan bu burçtan genel olarak güneşle birlikte bahsedilir. Eski takvime göre ilkbaharın birinci ve altıncı gününe Nevruz denir. Nevruz'un başlangıcı güneşin Hamel burcuna girdiği zamandır. Bahardan bahseden beyit ve mısralarla bahâriyye'lerde Güneş - Hamel - Nevruz üçlüsüne ve bunların birbirleriyle yakın ilgisini aksettiren çeşitli ifadelere rastlanır. Sevr (Boğa) burcu. "Burc-ı süreyyâ" ve "burc-ı gâv" olarak da adlandırılan Sevr ayın burcudur. Sabah olunca görülmemesi ayın kurban edilmesine bağlanır ve güneşin doğuşu esnasında gökyüzünde beliren kırmızı renk de kurban edilen ayın kanı şeklinde yorumlanır. Sevr-kurban ilişkisi sebebiyle ıydiyye*lerde rastlanan bu motif, ayrıca boğanın ağır işlere dayanıklı olması ve yük taşıyabilmesi dolayısıyla da söz konusu edilir. Felek onu ağır şeyleri taşımada kullanır. Ancak Sevr eflâkin yükünü taşıdığı halde şairin gönül yükünü, gam yükünü taşıyamaz, boynu kırılır. Cevzâ (İkizler) burcu. "Burc-ı dü-peyker" adıyla da anılan bu burç, diğer gök cisimleri gibi yükseklik ve yücelik bildiren ifadeler içinde zikredilir. Şairin övdüğü kimsenin eşiğini süpürmekte ve sevgilinin ayağının tozu Cevzâ'ya baş tacı olmaktadır. Seretân (Yengeç) burcu. "Burc-ı harçeng" adıyla da anılır. Ayın hanesi oluşundan kinaye "burc-ı hilâl" de denilir. Esed (Arslan) burcu. Güneşin en tesirli olduğu zaman, "burc-ı şîr" olarak anılan bu burçta bulunduğu zamandır. Genellikle övülen kişi arslanın çeşitli özellikleriyle anlatılır. Ayrıca "esed" lakabıyla anılan Hz. Ali ile Arslan burcu 425



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÇ arasında bağ kurulduğu da görülmektedir. Sünbüle (Başak) burcu. "Burc-ı hûşe" olarak anılan bu burca beyitlerde "hüşe-i çarh" ve "hûşe-i sipihr" şeklinde rastlanır. Cedy (Oğlak) burcu. "Burc-ı buzgâle" diye de adlandırılan bu burç, "nahs-ı ekber" olan Zühal'in hanesi olduğundan çoğunlukla bu gezegenle birlikte anılır. Yedinci felekte ve gezegenlerin en üstünde bulunduğu için "pâsbân" (gözcü) olarak vasıflandırılır ve bekçilerin y ü k s e k kulelerde (burç) bulunmasına dayanan çeşitli hayaller içinde yer alır. Delv (Kova) burcu. "Delv-i sipihr" olarak da anılan bu burcun kelime mânasından hareketle su ve kuyu ile ilgisini ön plana çıkaran özelliklerinden bahsedilir. Hut (Balık) burcu. "Burc-ı mâhî" denilen bu burç "hüt-i felek" şeklinde de geçer. Kejdüm (Akrep) burcu. Ay Akrep burcunda iken sefere çıkılmaması gerektiğine inanıldığından yanak ve saç ay ve akrebe benzetilerek sevgilinin kapısından ayrılmama bahanesi olarak ileri sürülür. Kavs (Yay) burcu. "Burc-ı keman" veya "hâne-i keman" da denilen ve k a ş için müşebbehün bih olarak zikredilen bu burç, çoğunlukla divan edebiyatında Zühre'den sonra en çok adı geçen bir gezegen olan müşteri ve ok kelimeleriyle birlikte anılır. Mîzan (Terazi) burcu. Zühre gezegeninin hânesi olduğundan onunla birlikte anılır. Hamel, Esed, Kavs burçlarına "burc-ı âteşî" (ateş); Cevzâ, Mîzan ve Delv'e "burc-ı bâdî" (hava); Sevr, Sünbüle ve Cedy'e "burc-ı hâki (toprak); Seretân, Akreb ve Hut'a "burc-ı âbî" (su) denilir. B u



şekildeki adlandırmalarla dört unsurun (anâsır-ı erbaa) burçlarla münasebeti belirtilmiş ve tabiatlarına işaret edilmiş olur. "Burc-ı çihil-sâle" Hz. Âdem'i, burc-ı Mesîh ise sekizinci feleği sembolize eder. Yerleri belli ve sabit olduğu için burçlar felekte şehirleri de temsil ederler. Meselâ "burc-ı evliyâ" terkibi Bağdat şehrini anlatır. BİBLİYOGRAFYA : Cinânı, Cilâü'l-kulûb



(haz. M u s t a f a Ö z k a n ) ,



İstanbul 1990, s. 157-158; Levend, Divan



Ede-



biyatı,



s. 209-217; Ali N i h a t Tarlan, Şeyh T Di-



vanını



Tedkik,



İstanbul 1964, s. 238-240, 2 4 4 ;



A b d ü l k a d i r K a r a h a n , Figânt



ve Divançesi,



İs-



t a n b u l 1966, s. 11, 18, 20, 76, 1 2 5 ; M e h m e d Çavuşoğlu, Necâti



Bey



Dtvânı'nın



Tahlili,



İs-



t a n b u l 1971, s. 238-241, 2 5 2 ; H a r u n Tolasa,



Ahmed



Paşa'nın



Şiir Dünyası,



A n k a r a 1973, s.



4 3 4 - 4 3 6 ; C e m â l Kurnaz, Hayâlı



(Tahlil),



Bey



Dîvânı



Ankara 1987, s. 4 4 0 , ayrıca bk. İndeks;



Nejat Sefercioğlu, Hev'îDîvânının kara 1990, s. 3 3 5 - 3 3 6 ; D i h h u d â ,



Tahlili,



An-



Luğatnâme,



VIII, 8 3 4 - 8 3 5 ; Pakalın, I, 246-247. Q



r



MUSTAFA U Z U N



BURDUR



n



Akdeniz bölgesinin Göller yöresinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.



^



Burdur şehri, kendi adıyla anılan gölün güneydoğu kıyısında bu göle ulaşan Kurna deresi üzerinde, deniz seviyesinden 940-1030 m. yükseklikte meyilli bir yüzeyde kurulmuştur. Şehir, E g e kıyılarını ve Anadolu'nun iç kesimlerini Akdeniz kıyılarında Antalya'-



Aynî'nin ' ikdü'l-cüman adlı eserinde burç tasvirlerinin ver aldığı sayfalar (TO Ktp., TY,



nr. 5 9 5 3 , vr.



ya bağlayan ve her dönemde önemini korumuş olan yolun üzerinde bulunur. Ayrıca İzmir - Eğridir demiryolu üzerindeki Baladız (günümüzdeki adı Gümüşgün) istasyonundan ayrılan bir şube hattı da Burdur'da sona erer. Burdur şehri yakınlarında yapılmış olan arkeolojik kazılar, bu yörede yerleşmenin çok eski tarihlere indiğini göstermektedir. Meselâ Burdur'un 15 km. güneyindeki Kuruçay höyüğünde yapılan kazılarda (Refik Duru, s. 12) milâttan önce 6500'e kadar inen bulgular elde edildiği gibi Burdur'un 35 km. güneybatısındaki Hacılar'da yapılan kazılarda da buradaki bir yerleşmenin milâttan önce VII. bin yılın başlarına kadar indiği tesbit edilmiştir. Fakat bunlar Burdur şehriyle ilgisi olmayan yerleşmelerdir. Şehrin bugün kapladığı alan içinde de demiryolu istasyonu civarındaki höyükte Erken Bronz Çağı'na ait prehistorik yerleşmeler tesbit edilmiştir. Burdur'un günümüzde bulunduğu yere kurulmadan önce birkaç defa yer değiştirmiş olması muhtemeldir. İlk çağlarda bu çevrede yer alan Limnombria (göl şehri) adlı bir şehrin günümüzdeki Burdur'a göre göl kıyısına daha yakın bir kesimde olduğu bilinmektedir. Bu şehir o dönemde Pisidya adı verilen ve aşağı yukarı günümüzdeki Göller Yöresi'ne tekabül eden yörenin sınırları içerisinde bulunuyordu. O dönemde Burdur'u içine alan Pisidya bölgesi daha sonra komşuları olan Hitit, Frigya ve Lidya devletlerine tâbi oldu. Lidyalılar'ın VI. yüzyılda Pers-



30*-33B)



426



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURDUR tan sonra beyliğin başka şehir ve kasabalarında olduğu gibi Burdur'da da yeniden imar faaliyetine giriştiler. Bu arada Muzafferüddin Mustafa Bey zamanında Ulucami civarında Muzafferiye Medresesi inşa edildi (745/1344) ve şehrin çarşısı da Ulucami ile Muzafferiye Medresesi'nin bulunduğu yüksek kesimde gelişti. 1391'de Yıldırım Bayezid'in Hamîdoğulları Beyliği'ni Osmanlı topraklarına katması üzerine Burdur da Osmanlı idaresine girmiş oldu. Burdur'dan bir görünüş



ler'e yenilmesi ve Anadolu'da Pers hâkimiyetinin yayılması üzerine Burdur ve çevresi de Pers idaresi altına alındı. Büyük İskender'in Anadolu'da Pers idaresine son vermesi üzerine İskender'in, daha sonra da onun mirasçılarından Selevkoslar'ın egemenliğine girdi. Bir süre de Bergama Krallığı'nın sınırları içerisinde kalan Burdur ve çevresi bu krallığın sona erişinden sonra Roma hâkimiyetine sokuldu; 395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması üzerine de Doğu Roma (Bizans) toprakları içerisinde kaldı. Bizans döneminde Burdur'un yerinde bulunan şehir Polydorion ismini taşıyordu ki şehrin bugünkü adı buradan gelmektedir. Bugün yöre halkının ağzındaki Buldur telaffuzu ise bu Ortaçağ şehrinin adını daha çok yansıtmaktadır. Malazgirt Savaşı'ndan (1071) sonra Türkmen akınları Burdur çevresine de ulaştı ve Türk dönemi Burdur'unun temelleri bugünkü şehre göre daha alçakta olan, fakat İlkçağ'ın Limnombria'sı kadar da göle yakın olmayan ve günümüzde Hamam Bendi denilen mevkide atıldı. Buraya yerleşen ve şimdiki Ulucami'nin bulunduğu yeri de Alanpazarı olarak adlandırıp bir pazar yeri şeklinde kullanan Türkler, ilk yerleştikleri yerin sıtmalık olduğunu ve zaman zaman da sellere mâruz kaldığını görerek daha yükseklere ve Alanpazan'nm bulunduğu tepenin yamaçlarına yerleştiler. Bu şekilde Burdur şehri adını verdiği gölden biraz daha uzaklaşmış oldu.



kurucusu Dündar Bey 700'de (1300) Burdur'da bugün Ulucami adıyla bilinen camiyi yaptırarak şehrin bu merkez etrafında gelişmesini sağladı. Böylece şehir daha yüksek bir kesimde (Ulucami'nin bulunduğu yerde irtifa 1025 metredir) gelişmiş oldu. Beylik kuruluşundan sonra İlhanlı hâkimiyetini tanıdığı halde İlhanlılar'ın Anadolu valisi Timurtaş Dündar Bey'in üzerine yürüyerek Göller yöresinin büyük bir kesimiyle beraber Burdur'u da zaptetti (1324). İlhanlılar'ın bu yöredeki hâkimiyeti 1327'ye kadar sürdü. Daha sonra Dündar Bey'in oğullarından Mısır'da bulunan İshak Çelebi Anadolu'ya geçerek 1328'de beyliğin idaresini tekrar eline geçirdi ve vaktiyle Timurtaş'ın zaptettiği yerler arasında bulunan Burdur'u da geri aldı. Bir yıl kadar sonra Antalya'dan Burdur'a gelen Arap seyyahı İbn Battûta, günümüzde hiçbir izi kalmamış olan Burdur Kalesi'ni tasvir ederek çevresinin bağlık bahçelik olduğunu söyler ve tabii güzelliklerini anlatır. Hamîdoğulları, İlhanlı tehlikesi atlatıldık-



Burdur Osmanlı idaresinde önceleri Anadolu eyaletinin Hamîd (merkezi İsparta) sancağına bağlı bir kazanın merkezi idi ve küçük bir kasaba durumundaydı. 1478'deki bir tahrir'den Burdur'da biri hıristiyan mahallesi olmak üzere dört mahallenin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Üç müslüman mahallesi Cami, Burcu Mescidi ve Yeni Mescid adlarını taşıyordu. Bunların en büyüğü Cami mahallesi idi. XVI. yüzyılın başında meydana gelen ve Osmanlı tarihlerinde "Şeytankulu" olarak da geçen Şahkulu Baba Tekeli İsyanı'nda (1511) Burdur şehri de zarar gördü. İsyancılar şehirde tahribat yaptıkları gibi şehrin kadısını ve bir kısım halkı da katlettiler. Burdur XVI. yüzyılda "Suhte isyanları" adı verilen isyanlardan da etkilenmiştir. Yüzyılın sonuna doğru bu isyanlar önemini yitirmeye başlayınca bu defa Celâlî ayaklanmaları Burdur ve çevresine zarar vermeye başladı. Bu isyanlara rağmen Burdur'un XVI. yüzyılda bir önceki yüzyıla göre büyüdüğü anlaşılmaktadır. 1S22 tarihli bir defterdeki bilgilere göre şehirdeki hâne sayısı 238 idi. Bu sıralarda da Cami mahallesi 113 hâne ile



Ulucami ve içinden bir görünüş - Burdur



XIV. yüzyıl başlarında bu yörede kurulmuş olan Hamîdoğulları Beyliği Burdur'u da egemenliği altına aldı. Burdur bu sırada Hamîdoğulları Beyliği'nin Eğirdir (Eğridir) kolunun sınırları içerisinde bulunuyordu. Hamîdoğulları Beyliği'nin 427



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURDUR en büyük mahalle durumundaydı. Aynı yüzyılın ikinci yansına ait 1568 tarihli bir defterdeki bilgilere göre şehrin daha fazla büyüdüğü, hâne sayısının 379'a çıktığı, eski mahallelere ilâveten Debbağhâne, Mehmed Kethüdâ, Demir Mescidi, Karagöz Mescidi, Nûrullah Çelebi Mescidi adlarında mahalleler kurulduğu anlaşılmaktadır. Bu mahallelerden birinin adının Debbağhâne (günümüzde Tabakhane mahallesi) olması, bu dönemde deri işlemeciliğinin şehirde ekonomik bir faaliyet olarak devam ettiğini göstermektedir. XVI. yüzyılda Hamîd sancağı içindeki on altı pazar yerinden biri de Burdur idi. Bu da şehrin çevresi için bir ticaret merkezi durumunda olduğunu gösterir. 1522'de 6290 akçe olan pazar vergisinin (bâc-i bâzâr) 1568'de 9990 akçeye çıkmış olması, ayrıca şehrin bütün vergi gelirlerinin 26.490 akçeden (1478) 36.000 akçeye (1568) yükselmesi, Burdur'un bir asırdan kısa bir süre içindeki büyümesinin ve ticarî hayatının gelişmesinin bir sonucudur. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Batılı seyyahlar Burdur'u da ziyaret etmeye başlamışlardır. Bu arada 1706 ve 1714'te olmak üzere buraya iki defa gelmiş olan Fransız seyyahı P. Lucas, Burdur'da kendi açısından dikkate değer birşey görmediğini söylemektedir. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı idaresinin Burdur'da kültür müesseselerine önem verdiği ve bu arada kütüphaneler de yaptırdığı görülmektedir. Meselâ Sultan III. Mustafa döneminde (1757-1774) Derviş Mehmed Paşa burada bir kütüphane yaptırmış, I. Abdülhamid dönemi (1774-1789) sadrazamlarından Halil Hamid Paşa da Burdur'a bir başka kütüphane daha kazandırmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarında Osmanlı idarî



Saat kulesi Burdur



teşkilatındaki değişiklikler sonrasında yeni h a s ' l a r teşkil edilirken ortaya çıkan Tirkemiş hassı Burdur'u da içine alıyordu. Daha sonra Tirkemiş hassı ayrı bir feriklik haline getirilmiştir (1836). XIX. yüzyılın başiannda II. Mahmud döneminde (1808-1839) Burdur'da Şeyh Mustafa Efendi Kütüphanesi adıyla bir kütüphane daha açılmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında İngiliz seyyahı F. V. J. Arundell, iki defa (1826 ve 1833) Burdur'u ziyaret etmiş, fakat daha çok İlkçağ tarihi meseleleriyle ilgilendiği için Burdur'a dair fazla bilgi vermemiştir. XIX. yüzyılda yapılan idarî değişikliklerle geniş alanlı sancaklar parçalanıp küçük alanlı sancaklar haline getirilince Hamîd sancağı da parçalara ayrıldı ve bunun bir kesimini de Burdur sancağı oluşturdu. Bu yeni sancak Konya vilâyetine bağlı bulunuyordu ve merkezi de Burdur şehri idi. Bu idarî değişiklikten sonra Konya Valisi Tevfik Paşa 1830'da Burdur'da bir saat kulesi inşa ettirdi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Burdur önemli bir yangın felâketi geçirdi. 1884'teki bu yangında çarşının büyük kısmı ve bu arada 150 ev yandı. Bu yüzyıla ait çeşitli kaynaklar Burdur şehrinin çevresinde çeşitli tahıl, baklagiller ve meyveler yetiştiğini, gül bahçelerinin yaygın olduğunu ve şehirde bunlardan gülyağı çıkaran yağhaneler bulunduğunu kaydederler. Meselâ 1305 tarihli Konya Vilâyeti Salnâmesi bu yağhânelerin sayısını yedi olarak vermektedir. Aynı kaynak o sıralarda şehirde 5213 ev, 648 dükkân, altı değirmen, otuz dört debbağhâne, dört han, altı hamam ve yirmi dört cami bulunduğunu ilâve eder. Bu salnamenin neşrinden sonraki bir tarihte yöreyi ziyaret eden Vital Cuinet de aşağı yukarı aynı bilgileri tekrarlayarak Burdur şehrinde on dört cami, altı tekke, on bir medrese, bir Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi, altı hamam ve dört han bulunduğunu söyler; ayrıca Burdur'da yünlü ve pamuklu dokumalar ile halı üretiminin önemli olduğunu ve alaca adı verilen pamuklu dokumalarının ün kazandığını ilâve eder. 3 Ekim 1914'te meydana gelen şiddetli bir deprem sonucunda Burdur'da tahminen 1500'den fazla insan hayatını kaybetmiş, evlerin üçte ikisi tamamen yıkılmış, geri kalanlar ise kullanılmayacak hale gelmiştir. Şehrin başta Uluca-



mi olmak üzere Şeyh Sinan, Kara Senir, Divan Baba, Saden, Hecin Dede, Çakmak, Taş, Selimoğlu, Gazi ve Ağıl camileri ile saat kulesi bu depremde tamamen yıkılmış ve daha sonraki tarihlerde yeniden yapılmışlardır. Bu deprem şehrin ekonomik ve ticarî yönden geri kalmasına da sebep olmuştur. Tamamen yıkılan şehri imar etmek için Avusturya'dan şehircilik uzmanları getirilerek şehrin imar planı yaptırılmıştır (1915). Depremin arkasından gelen kısa süreli İtalyan işgali (1919-1921) ve daha sonra 1923'te 250 dükkânı tamamen yok eden yangın yüzünden Cumhuriyet döneminin başında Burdur küçük ve nüfusu az bir yer haline gelmişti. Bu dönemde sancaklar vilâyet haline dönüşürken Burdur da yeni teşkil edilen vilâyetin merkezi oldu. Cumhuriyetin başlarında yapılan ilk nüfus sayımına göre (1927) şehirde 12.848 kişi yaşıyordu. 1915'te yaptırılmış olan imar planı Cumhuriyet döneminde de 1948'e kadar uygulanmıştır. Bu plana göre şehrin merkezî kesiminde önemli değişiklikler olmuş, Ulucami'nin etrafındaki yolların tanzimiyle eski ana caddelerin hemen hepsinin şehrin merkezindeki çarşıda birleşmesi sağlanmıştır. 1936'da İzmir-Eğridir üzerindeki Baladız İstasyonu'ndan ayrılan 24 kilometrelik bir demiryolu hattının Burdur'a ulaşması üzerine de şehir merkezi ile istasyonu birleştiren 500 metrelik bulvar açılmıştır. Bütün bu gelişmelere rağmen şehrin nüfusunda fazla bir artış olmamış, hatta 1940-1945 arasındaki dönemde biraz da gerileme göstermiş (1940'ta 14.603, 1945'te 14.377 nüfus) ve 1955 sayımına kadar da 15.000 nüfusu aşamamıştır. Bu dönemde şehir halkının geleneksel işlerinden olan gülyağcılık ve halıcılıkta da gerileme görülmüştür. 1949'dan itibaren yeni bir imar planı uygulanmasına girişilmiş, şehir meyilli



Selimoğlu Camii Burdur



428



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHAN yamaçların önündeki düzlüklerde yayılmaya başlamış, bu arada 1954'te temeli atılan şeker fabrikasının 7 Eylül 1955'te üretime geçmesiyle şehir nüfusunda artma olmuş, 1955'te 18.719, 1960'ta da 25.271 nüfusa ulaşmıştır. 1950-1960 arasındaki dönemde şehir alan olarak da hızla büyümüş, kuzeybatıda Bahçelievler, kuzeydoğuda da Yeni Mahalle adında iki yeni mahalle kurulmuştur. 1949'da uygulamaya konulan yeni imar planı 1959'da bir tashih gördükten sonra 1969'a kadar uygulanmıştır.



Burdur şehrinin merkez olduğu il Antalya, Muğla, Denizli, Afyon ve İsparta illeriyle çevrilmiştir. Merkez ilçeden başk a Ağlasun, Altınyayla, Bucak, Çavdır, Çeltikçi, Gölhisar, Karamanlı, Kemer, Tefenni ve Yeşilova adlarında on ilçeye ve on üç bucağa ayrılmıştır; sınırları içerisinde 203 köy bulunmaktadır. 6887 k m 2 genişliğindeki Burdur ilinin 1990 sayımına göre nüfusu 254.889, nüfus yoğunluğu ise 3 7 idi.



Burdur şehri 12 Mayıs 1971'de bir deprem felâketine daha uğradı. Bu depremde şehirde yirmi altı kişi öldü, şehrin Kurna deresine yakın olan gevşek satıhlı kesimlerindeki mahallelerinde büy ü k hasar oldu. B u arada bazı binaların, oldukları yerde zemine 1 -2 m. kadar saplandıkları, bunun sonucunda da birinci katlarının gözden kaybolduğu dikkati çekti. Depremden sonra 1971 'de yeni bir imar planı uygulamasına geçildi (ve bu plan 1978'de yeniden ele alındı). Günümüzde yirmi mahalleden oluşan Burdur şehrinde idarî merkez Ulucami çevresiyle Cumhuriyet alanı ve bu alana açılan yollar üzerindedir. İş merkezi de Ulucami çevresinden Gazi caddesine doğru yayılmaktadır. Şehirde şeker fabrikasından başka et kombinası ile süt fabrikası ve çeşitli gıda sanayiine ait fabrikalarla son yıllarda faaliyeti duran traktör fabrikası öteki önemli sanayi kuruluşlarıdır. Şehrin nüfusundaki artış 1960'tan sonra da devam ederek 1970'te 32.746'ya, 1980'de 44.630'a, 1985'te 53.995'e ve 1990 sayımının sonuçlarına göre de 56.432'ye yükselmiştir.



165-168; Cuinet I, 845; Uzunçarşılı,



Şehirdeki başlıca tarihî eserler arasında Ulucami, Şeyh Sinan Camii, Kara Senir Camii, Saden Camii, Divan Baba Camii, Mustafa Hoca Camii, Hecin Camii, T a ş Cami, Selimoğlu Camii, Ağıl Camii bulunmaktadır. Bu yapılar çeşitli depremlerde yıkıldıktan sonra yeniden yapıldıklarından orijinal durumlarını koruyamamışlardır. Çoğunun üzerindeki kitabelerde de 1914 depreminden sonraki onarım tarihleri verilmiş olup ilk yapılışlarına ait kitâbeler bulunmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1991 yılı istatistiklerine göre Burdur'da il ve ilçe merkezlerinde 123, kasaba ve köylerde de 311 olmak üzere toplam 434 cami bulunmaktadır. Burdur il merkezindeki cami sayısı ise ellidir.



BİBLİYOGRAFYA:



Konya Beylikleri,



Vilâyeti



Salnamesi



(1305), s. 160,



s. 62-65; a.mlf., Osmanlı



Anadolu Tarihi, II,



230; IV/2, s. 423, 437; a.mlf., "Hamîd- Oğulları", İA, V / l , s. 189-192; Nuriye Pınar - Ervin Lahn, Türkiye Depremleri



İzahlı



Katalogu,



Ankara 1952, s. 52; Yücel Bulgur, Burdur



Monografyası



Şehri



(mezuniyet tezi, 1960), 10 Ed.Fak.



Ktp., Coğrafya Bölümü, nr. 1001, s. 12-14; Kazım Ergin v.dğr., Türkiye ue Civarının



Deprem



Katalogu, İstanbul 1967, s. 37; Sırrı Erinç v.dğr., Burdur Depremi, İstanbul 1971, s. 5, 8, 11, 12; Refik Duru, Kuruçay



Höyüğü



Kazıları:



1978-



1979 Çalışma Raporu, İstanbul 1980, s. 11, 12; Mehmet Özsait, ilkçağ



Tarihinde Pisidya, İstan-



bul 1980, s. 4-6, 119-120; a.mlf.,



ve Roma



Devrinde



129; A h m e t Tabban, Kentlerin



Deprem



Durumu,



Hellenistik



Pisidya, İstanbul 1985, s. Jeolojisi



ue



Ankara 1980, s. 82; Erdo-



ğan Merçil, Müslüman-Türk



Deuletleri



Tarihi,



İstanbul 1985, s. 299; Tuncer Baykara, Anado-



lu'nun



Tarihi Coğrafyasına



Giriş I:



Anadolu'-



nun İdari Taksimatı, Ankara 1988, s. 70, 119, 121, 122, 134, 137, 141, 181; Zeki Arıkan, XV-



XVI. Yüzyıllarda



Hamit Sancağı,



İzmir 1988, s.



21, 31, 33, 38, 55-56, 110, 117, 119; M. Çetin Varlık, " A n a d o l u Beylikleri", Doğuştan



müze



Büyük



İslâm



Günü-



Tarihi, İstanbul 1989, X,



562, 564, 565; İsmail E. Erünsal, "İslâm Med e n i y e t i n d e Kütüphaneler",



g.e., XIV, 280,



283; Besim Darkot, "Türkiyenin İdari Coğrafyası Ü z e r i n d e Düşünceler", İÜ



Enstitüsü



Coğrafya



Dergisi, VII/12, İstanbul 1961, s. 35-



46; a.mlf., "Burdur", İA, II, 805-806; V. J. Parry, "Burdur", £7 2 (Fr.), I, 1366. S



F



M E T İ N TUNCEL



BURGOS



n



Kırklareli'ne bağlı ilçelerden Lüleburgaz'ın eski adı (bk. LÜLEBURGAZ).



F



BURGÛSİYYE



(



)



Neccâriyye kelâmcılarından Burgüs lakabıyla tanınan Muhammed b. îsâ'nın fikirlerini benimseyenlere verilen ad (bk. NECCÂRİYYE).



n



BURHAN



( OM ) Doğruluğunda şüphe bulunmayan ve zaruri bilgi getiren kesin delil; mantıktaki beş sanattan biri. L



J



Arapça'da "berraklaştırmak, açıklığa kavuşturmak; delil getirmek" anlamındaki "b-r-h" ( ' s . ) kökünden türediği kabul edilir. Kur'ân-ı Kerîm'de "hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin delil" karşılığında kullanılır (bk. el-Bakara 2 / 1 1 1 ; el-Enbiyâ 2 1 / 2 4 ; el-Muminûn 23/117). Kur'an'da, Allah'ın apaçık delilleri olmaları itibariyle Hz. Muhammed'e (en-Nisâ 4/174), Hz. Mûsâ'nın asâsı ve yine onun elinin bir meşale gibi parlaması (yed-i beyzâ) mûcizelerine (el-Kasas 28/32) burhan adı verilir. Bunların dışında bazı müfessirler Kur'an'ın bir adının da "Burhan" olduğunu kabul ederler (İbnu 1-Cevzî, II, 264). Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber ile tartışan yahudilerden ve Allah'la birlikte başka ilâhlara da tapan müşrik ve putperestlerden bu konudaki iddialarını ispatlayacak burhanlar istendiği bildirilmektedir. Bu açıklamalarla burhanın, bütün şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara yer bırakmayacak kesinlikte bir delil olduğuna işaret edilmiş, dolayısıyla bir iddianın kabul veya reddedilmesi bu şekilde bir ispata bağlanmıştır. Buna göre burhanda esas olan, ihtiva ettiği bilginin doğru olmasıdır. Belli mantık kalıpları uygulanarak doğruluğ u ispatlanamayan bilgi burhan haline gelmez. Bazı hadislerde de burhan aynı mânada kullanılmış, ayrıca sadakaya, verenin imanına delil olması itibariyle burhan adı verilmiştir (İbnü'l-Esîr, enNihâye, "burhân" md.). İslâm'ın ilk devirlerinde fakihler burhanı "fıkhî kıyas ve kesin delil" anlamında kullanmışlardır. Onlara göre burhan hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden delildir. İslâm dünyasında burhanın bir kıyas türü ve ispat metodu olarak mantık, felsefe, kelâm ve usûl-i fıkıhta kullanılması, Aristo'nun Organon adlı sekiz kitapt a n oluşan mantık külliyatının Analytica Posteriora (İkinci Analitikler) başlıklı dördüncü kitabının X. yüzyılda Ebû Bişr Mattâ b. Yûnus tarafından Arapça'ya çevrilmesiyle yaygınlaşmıştır. İslâm düşünürlerinin Anâlûtûkâ



eş-şâniye, et-Tah-



lîlü'ş-şârıî, el-Burhân gibi adlarla tanıttıkları bu eseri Kindî ve Fârâbî özet (ih429



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHAN tisar) haline getirmişlerdir. Fârâbî Organon'un bu kısmını mantığın en önemli bölümü sayar. Ona göre el-Burhan' dan önceki üç kitap (Kategoriler; Önermeler ve Birinci Analitikler) bunun girişi mahiyetindedir. Kesin bilgi vermesi dolayısıyla burhan ilimlerin ilmi, hikmetlerin hikmetidir.



Organon'un son beş kitabının ana konuları olan burhan, cedel, safsata, hitabet ve şiiri "beş s a n a t " diye adlandıran (bk. Fârâbî, s. 28) İslâm mantıkçıları bütün kıyas türlerinin bu beş alanda uygulandığını ve bunlar içinde tartışmasız kesin bilgi veren t e k kıyas türünün burhan olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre burhan, öncülleri yakîniyyâttan (kesin bilgiler) oluşan kıyastır. İbn Sînâ yakîniyyâtı evveliyyât (aksiyomlar), tecribiyyât (deney verileri) ve mahsûsât (duyu verileri) şeklinde göstermiştir (bk. ZARÛRIYYÂT). Burhan kesin öncüllerden oluştuğu ve bütün bilgiler için en güvenilir delil sayıldığı için mu'temed diye de adlandırılmıştır. Burhanın öncülleri zarurî ve bedihî (aksiom, apaçık bilgi) önermeler olabileceği gibi bu önermelerden düşünüp taşınarak çıkarılmış bilgiler de olabilir. Sonraki mantıkçılar bunların ilkine burhân-ı vicdânî (burhân-ı kablî, apriorik delil), ikincisine de burhân-ı nazarî demişlerdir. Tecrübı verilere dayananlara burhân-ı tecrübî, hem aklî hem tecrübî sonuçlardan teşekkül edenlere burhân-ı mahlut adı verilir. Fârâbî, ister bir düşüncenin doğruluğunu ispat etmek için, ister yanlışlığını göstermek için olsun burhanın mutlaka kesin bilgi verdiğini, zıddının doğru olmayacağını ve bu bilgilerden asla şüphe edilemeyeceğini belirtir ( İhşâ'ül-'ulûm , s. 21). İbn Sînâ onun bu görüşünü teyit ederek burhanı "kesin bilgi elde etmek için doğruluğu kesin önermelerden yapılan kıyas" diye tarif eder (en-Necât, s. 126). GazzâlFnin tarifi ise şöyledir: "Hakîkî burhan doğruluğu devamlı olan, değişikliğe uğraması imkânsız bulunan ve kesin bilgi meydana getiren delildir" ( Mfyâru'l-'ilm, s. 187). Mantıkta burhanın esasını, bir kıyasta neticenin ispat edilmesini sağlayan orta terim teşkil eder. Bir düşüncenin doğruluğunu ispat etmek için yapılan kıyasta öncül ile sonucu birbirine bağlayan orta terim olduğu için bu terim bizz a t delilin kendisi kabul edilmiştir. İslâm mantıkçıları burhanı delilden ayırarak onu delilden daha özel bir mânada kullanmışlardır. Buna göre mut-



lak burhanda orta terimin, büyük öncül ile küçük öncül arasındaki münasebetin yani sonuçtaki hükmün "illet" i olması gerekir. Bununla birlikte orta terim bu münasebetin hem zihindeki hem de realitedeki illeti olursa buna burhân-ı limmî, sadece zihindeki illeti olursa buna da burhân-ı innî denir. Meselâ, "Bu adam öksürüyor-Her öksüren hastadır-Şu halde bu adam da hastadır" şeklindeki bir kıyas formunda "öksürme" (orta terim), sonuçtaki hükmün hem zihnî hem de hâricî illetidir; yani öksürme hem zihnen adamın hasta olduğuna hükmedilmesini sağlamakta, hükmün illeti olmakta, hem de hastalığın haricen de vuku bulduğunu göstermektedir. E ğ e r bir kıyas formunda orta terim sonucun realitede varlığının illeti olmayıp sadece zihnen bir h ü k ü m verilmesine sebep teşkil ediyorsa buna burhân-ı innî denir. Meselâ, "Her veremli olan öksürür - Bu adam veremlidir - Şu halde bu a d a m da öksürür" şeklindeki bir kıyasta adamın öksürüp öksürmediği görünür bir olay olarak bilinmiyor, yani orta terim (veremli olma) sonucu gerçek bir olay olarak doğurmuyor; sadece zihnen sonuca delâlet ediyor. Bu sebeple fıkıh usulünde burhân-ı limmîye kıyâs-1 illet, burhân-ı innîye kıyâs-ı delâlet de denilmiştir. Ayrıca bazı mantıkçılar illetten ma'lüle yani sebepten sonuca götüren kıyasa burhân-ı limmî, sonuçtan sebebe götüren kıyasa da burhân-ı innî adını vermişlerdir. Burhân-ı limmî ve burhân-ı innî Avrupa skolastik felsefesinde argument apriori ve argument aposteriori adlarıyla bilinir. Mantık ve felsefedeki bu tasnifi esas alan bazı kelâmcı ve filozoflar Kur'an delillerinin burhanı olmadığını, aksine geniş halk kitlelerine hitap eden zannî ve hatâbî (iknâî) karakter taşıdığını ileri sürmüşlerse de bu konuda dayandıkları kesin deliller yoktur; sadece felsefî kültürün tesiriyle bu kanaate varmışlardır. İlk ve Ortaçağ felsefesinde sadece aklın verilerine dayanan delillere burhan adı verilirken modern felsefede hem aklî hem tecrübî delillere burhan denilmektedir. Çağdaş felsefe burhanın en mükemmel şekli olarak burhân-ı riyâzîyi kabul etmektedir. Bu da iki türlüdür: Sonuçlardan hareketle ispat edilmesi istenen hükümlere varılarak elde edilen delile burhân-ı tahlîlî, hükümlerden sonuçlara giderek yapılan delile de burhân-ı



terkîbî denilir. Burhân-ı riyâzî, burhân-ı limmî ve innîye benzemekle birlikte tecrübî karakteri bulunan bir delildir. Tecrübî ilimlerde tahlil bir varlığı unsurlarına ve vasıflarına ayırmak, terkip de bir varlığın unsurlarını ve vasıflarını bir araya getirmektir (İzmirli, s. 13-14). Burhanın bir başka çeşidi de bir fikrin doğruluğunu, zıddının yanlışlığını ispatlamak suretiyle ortaya koyma yöntemidir ki buna burhân-ı hulfî (burhân-ı nakz) adı verilir. Doğrudan doğruya öncüllerden hareket edilerek ispatlanmadığı için buna "vasıtalı burhan" da denilir (bunların dışında kelâm ilminin değişik konularını ispat etmekte kullanılan burhân-ı temânu', burhân-ı tevârüd için bk. VAHDÂNİYYET; burhân-ı tatbîk, burhân-ı tezâyüf, burhân-ı arşî için bk. TESELSÜL; burhân-ı muvâzât, burhân-ı selbî, burhân-ı infisâl, burhân-ı süllemî, burhân-ı türsî, burhân-ı müsâmete için bk. HUDÛS). BİBLİYOGRAFYA: Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât İbnü'l-Esîr. en-fiihâye, c



Arab,



"burhan", md.;



"burhan" md.;



" b u r h a n " , m d . ; Ta'rîfât,



Tehânevî, Keşşâf,



Kâmûs-ı



Lisânü'l-



"burhan", md.;



" b u r h a n " , m d . ; Rıza Tevfik,



Felsefe, " A r g u m e n t " , m d . ; İsmail Fen-



nî, Lügatçe-i



Felsefe, İstanbul 1341, s. 173-174;



Cemîl Salîbâ, el-Mu ccemü'l-felsefî,



Beyrut 1982,



1, 206-208; Fârâbî, İhşâ'ü'l-'ulûm, İhvân-ı Safâ, Resâ'il,



4 4 0 ; İbn Sînâ, en-Necât,



T a h r a n 1 3 6 4 hş., s.



126-128; Gazzâlî, Mi'yârü'l-'ilm, İbn R ü ş d , Felsefetü



s. 21, 2 8 ;



Beyrut 1 3 7 6 / 1 9 5 7 , I, 4 3 2 ,



İbn Rüşd



s. 178-191;



(nşr. M u s t a f a Ab-



dülcevâd İmrân), Kahire 1388/1968, s. 23-24; Ibnü'l-Cevzî. Zâdü'l-mesîr,



I, 1 3 3 ; II, 2 6 4 ; IV,



4 9 6 ; VI, 2 2 2 ; Â m i d î , el-Mübîn, k â , el-Külliyyât,



s. 9 0 ; Ebü'l-Be-



Bulak 1281, s. 1 0 1 ; İzmirli İs-



m a i l Hakkı, Fenrı-i Menâhic,



İstanbul 1329, s.



13-14, 17-19; Y u s u f Şevki Yavuz, Kur'an-ı



rîm'de



Tefekkür



ue Tartışma



Metodu,



Ke-



İstanbul



1983, s. 184-193; L. G a r d e t , " a l - B u r h â n " ,



El 2



(Fr.). I, 1367-1368; Fazıl A h m e d Z u h û r , "Burh â n " , UDMl,



IV, 4 5 9 - 4 6 2 ; M u r â d Vehbe, "Bur-



h a n " , el-Mevsû'atul-felsefiyyetü



'l - İslâmiyye,



Ibaskı yeri yok|, 1986,1, 194. S



Y U S U F ŞEVKI Y A V U Z



BURHAN AİLESİ ( J )



r



~



Buhara'da V-VII. (XI-XIII.) yüzyıllarda Sadr unvanıyla hüküm süren ve Hanefî fukahasmın en önde gelen temsilcileri olan bir ulemâ ailesi.



L



J



Hz. Ömer'in soyundan geldiği rivayet edilen aile, fertlerinin hepsi "Burhânü'ddîn" veya "Burhânü'l-mille ve'd-dîn" lakabını aldığı için Burhan ailesi (Burhanoğulları) adıyla meşhur olmuştur.



430



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHAN AİLESİ Ortaçağ'da Türkistan'ın en önemli ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Buhara bazı nüfuzlu ailelerin yönetimindeydi. Burhan ailesinden önce İsmâilî ve Saffâri sülâlelerinin hüküm sürdüğü şehir daha sonra Mahbûbîler'in eline geçmiştir. Buhara ve bütün Mâverâünnehir'de Hanefî mezhebinin ileri gelenlerine "sadr" denilirdi. Hatta Buhara'da Sadr-ı Cihân ve Sadr-ı Şeriat lakabını taşıyanlar bile vardı. Burhan ailesi ve diğerleri sahip oldukları servet ve mülk sayeşinde ekonomik açıdan da güçlü idiler. Ailenin ilk reisi hariç diğerleri kaynaklarda hep "şehid" unvanıyla anılmaktadır ki bu onların Karahanlılar ve Karahıtaylar tarafından öldürüldüğü şeklinde yorumlanmaktadır. Ailenin ilk reisi "Sadr-ı Kebîr Nu'mân-ı Sânî (İkinci Ebü Hanîfe)", "Bahrü'l-ulüm", "Burhânü'l-mille ve'd-dîn" unvan ve lakaplarıyla tanınan Abdülazîz b. Ömer b. Mâze daha önce Merv'de oturuyordu. 495'te (1102) Mâverâünnehir'de Karahanlı hâkimiyetine son veren Selçuklular'ın Horasan Meliki Sencer Merv'i kendisine merkez yaparak bölgeyi yeniden teşkilâtlandırdıktan sonra siyasî bakımdan tehlikeli gördüğü İ m a m E b û İshak İbrâhim es-Saffâr'ı Merv'e getirdi; onu burada ikamete mecbur etmek suretiyle bertaraf edince Abdülazîz b. Ömer b. Mâze'yi "Nu'mân-ı Sânî" unvanıyla Buhara sadrı tayin etti ve onu kız kardeşlerinden biriyle evlendirdi. Sencer bu müdahalesiyle Karahanlı hükümdarları ile ulemâ arasında süregelen anlaşmazlığa da son vermiş oluyordu. Abdülazîz b. Ömer büyük bir Hanefî fakihi idi. Çağdaşlarından Zemahşerî onun için bir methiye yazmış, büyük Hanefî fıkıh âlimi Nesefî de kendisini İslâm hukukunda otorite kabul etmiştir. Abdülazîz b. Ömer b. Mâze muhtemelen XII. yüzyılın ilk çeyreğinde vefat etmiştir. Abdülazîz'in yerine oğlu Sadrüşşehîd Hüsâmeddin Ömer geçti ve Sultan Sencer'in Karahıtaylar'a yenildiği Katvân Savaşı'nda (5 Safer 5 3 6 / 9 Eylül 1141) öldürüldü. Burhan ailesi de Karahıtaylar'a tâbi oldu. Karahıtaylar bu ailenin mânevî nüfuz ve otoritesini tanıdılar ve onları kendi temsilcileri olarak kabul ettiler. Hüsâmeddin Ömer Hanefî fıkhına dair birçok eserin müellifi olup bazıları şunlardır: el-Vâkı'âtü'l-Hüsâmiyye,



c



Umdetul-fetâvâ,



el-Fetâva'l-küb-



rö, el-Fetâva'ş-şuğrâ,



Şerhu



Edebi'l-



kâdî (bk. SADRÜŞŞEHÎD). M â v e r â ü n n e h i r



612 (1215-16) yılında Hârizmşah Alâeddin Muhammed tarafından zaptedilinceye kadar Karahıtaylar'ın elinde kaldı. Ancak Hârizmşah'ın buradaki hâkimiyeti fazla sürmedi ve Buhara 616'da (1220) Cengiz Han'a teslim olan ilk şehirlerden biri oldu. Bu siyasî değişmelere rağmen Burhan ailesi dinî otoritesini her dönemde muhafaza etmiştir. Moğollar'ın ortalığı kasıp kavurduğu sıralarda yalnızca dinî ilimler ve din âlimleri gelişme imkânı bulabiliyordu. Muînülfukarâ'nın kaydına göre (Kitâb-ı Mollazâde, I, 169) Buhara'da "Sadr-ı Cihân" unvanını taşıyan bu reisler sarıklı oldukları halde dergâhlarına taçlılar sığınırdı. Burhan ailesi dinî vazifelerinin ve ilimlerinin yanında büyük servete de sahip oldukları için böylesine nüfuzluydular ve âdeta emîr telakki ediliyorlardı. Karahıtaylar, Sadrüşşehîd Hüsâmeddin Ömer'in yerine kardeşi Tâcü'l-İslâm (Tâcü'd-dîn) Ebü'l-Mekârim Ahmed b. Abdülazîz'i getirdiler ve dinî otoritesini tasdik ettiler. Nizâmî-i Arûzî'ye göre (Çehâr Makale, s. 22) Karahıtaylar'ın tayin ettiği vali her hususta sadrın tâlimatına uymak zorunda idi. Tâcü'l-İslâm'ın 551 559 (1156-1163) yılları arasında öldüğü tahmin edilmektedir. Tâcü'l-İslâm Ahmed'e yeğeni Muhammed b. Ömer halef oldu. Muhammed Buhara'da doğdu ve Kartuklar Buhara üzerine yürüdüklerinde (553/1158) Buhara reisiydi (İA, VI, 268). Devrin şairlerinden Muhammed b. Ali es-Semerkandî Kartuklar karşısındaki başarısından dolayı onu bir şiirinde övmüştür. Muhammed b. Ömer "Sadrüşşehîd", "Melikü'lulemâ", "İmâmü'l-Harameyn" gibi unvan ve lakaplara sahipti. Muhammed'den sonra sadr makamına Burhâneddin Mahmûd b. A h m e d geçti. Hanefî fıkhına dair birçok eserin müellifi olan Mahmûd'un eserlerinden bazıları şunlardır: el-Muhîtu'l-Burhûnî, Zahîretü'l-fetâvâ,



Tetimmetü'l-fetâvâ



(bk.



BURHÂNEDDİN el-BUHÂRÎ).



Burhâneddin Mahmûd'a Abdülazîz b. Muhammed b. Ömer halef oldu (Mutnülfukara, 1, 45). Abdülazîz'in 593'te (119697) ölümünden sonra yerine Ömer b. Mes'ûd b. A h m e d geçti. Ömer, Avfî'nin hocası ve Batı Karahanlı hükümdarları IV. İbrâhim ve Osman'ın çağdaşı olup on-



ların adına şiirler de yazmıştır. "Sadrü'lkebîr", "Burhânü'l-İslâm", "Tâcü'l-mille ve'd-dîn" unvan ve lakaplarına sahip olan Ömer bu görevini 603 (1206) yılına kadar sürdürdü. Ömer'den sonra ailenin başına Muhammed b. A h m e d geçti. "Burhâneddin Sadr-ı Cihân" unvanını taşıyan Muhammed Karahıtaylar adına haraç toplayarak hâkimiyetini sürdürdü. 1206 yılında hacca gitti. Mekke'de hacılara karşı menfi tavır ve hareketlerinden dolayı ilgi görmedi. Çok kibirli olduğundan hacılar ona "Sadr-ı Cehennem" adını verdiler (Barth old, Türkistan, s. 439-440). Sadr Burhâneddin Muhammed daha sonra Buhara'ya geri döndü ve orada bir süre daha Haneffler'in reis ve hatipliğini yaptı. Önceki gibi büyük bir ihtişam içinde yaşadı. Kendisinden 6000 fakih maaş alıyordu. Daha sonra Hârizmşah Alâeddin Muhammed onu reislikten azletti ve Hârizm'e getirtti. Hârizmşah'ın annesi Terken Hatun Moğollar'ın önünden kaçmak zorunda kalınca Sadr Muhammed'i, kardeşi İftihâr-ı Cihân ve oğulları Melikü'lİslâm ve Azîzü'l-İslâm ile birlikte Amuderya (Ceyhun) nehrine attırdı (1220). Muhammed b. Ahmed'den sonra Muhammed b. Abdülazîz yaklaşık 617 (1220) yılında sadr makamına geçti. "Sadr-ı Cihân Burhâneddin", "SeyfüT-mille v e ' d dîn", "İmâmü'l-Harameyn" unvan ve lakaplarıyla anılıyordu. Avfî'nin Lübûbü'lelbâb'i kaleme aldığı sıralarda (618/ 1221) hayatta idi. Bunun dışında hayatı hakkında bilgi yoktur. Ta clîka fi'l-hilâf adlı bir eseri vardır. Kitâb-ı Mollazâde'deki



şecereye gö-



re (I, 44-45) Burhan ailesinin son sadrı "Sadrüşşehîd", "Seyfeddin", "Melikü'l-İslâm", "Ebü'l-Meâlî" unvan ve lakaplarıyla bilinen A h m e d b. Muhammed b. Abdülazîz'dir (1221-1238). Aslen Buhara'nın Târâb köyünden olan Mahmud Târâbî adlı bir esnaf Buhara'da Moğollar'a ve Buhara aristokratlarına karşı tamamen halka dayalı bir ayaklanma başlattı. Hanefî fıkıh âlimi Şemseddin Mahm û d b. A h m e d Mahbûbî de bu isyanı destekliyordu. Târâbî etrafına toplanan büyük bir kalabalıkla Buhara'ya girdi. Sadrların reisi ihtiyatlı davranarak isyana karşı çıkmadı. Târâbî Buhara'da hâkimiyetini kuvvetlendirdikten sonra Mâverâünnehir'in en büyük dinî rütbesini taşıyan Burhan ailesinden Ahmed'in yerine Şemseddin el-Mahbûbî'yi sadr ola431



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHAN AİLESİ rak tayin etti (1238). Bundan sonra Burhan ailesi mânevî ve siyasî nüfuzunu kaybetti. Ahmed Karahıtaylar'dan destek sağlayarak Buhara'ya tekrar hâkim olm a k istediyse de başarılı olamadı. 636 (1238) yılındaki olaylardan sonra Buhara'da sadr unvanını taşıyanlara rastlanması ise Mahbûbî sülâlesi sadrları ile ilgili olmalıdır. Çünkü Burhan sülâlesinin yerine geçen Mahbübî sülâlesi sadrlarında da Burhan ailesine ait bilinen unvan ve lakaplar görülmektedir. Mahmûd b. A h m e d el-Mahbübî "Tâcü'ş-şerîa" diye anılırken babası A h m e d b. İbrâhim "Sadrü'ş-şerîa e l - E w e l " , torunu Ubeydullah b. Mes'ûd b. Mahmûd da "Sadrü'ş-şerîa es-Sânî" olarak tanınmıştır.



Nerşahî, Târîh-i Buhârâ



Çehâr



(nşr. C h . Schefer),



1892, s. 2, 23-24, 3 3 ;



Makale



Nizâmî-i Arûzî,



(nşr. M u h a m m e d Kazvînî), Lon-



d o n 1909, s. 22-24; S e m ' â n î , el-Ensâb



(nşr. D .



Târih



Litt), L o n d o n 1912, s. 36, 3 5 3 ; Beyhaki, (Hüseynî), s. 183 v d . ; Nesevî, Sîret-i



dîn-i



Mingburnî



(trc. A n o n i m ,



Celâled-



nşr.



Müctebâ



M î n o v î ) , T a h r a n 1 3 4 4 h ş . / 1 9 6 5 , s. 3 0 9 - 3 1 1 ; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,



XI, 56-57, 2 0 5 ; XII, 170-



171, 2 3 9 ; Avfl, Lübâb,



I, 169-180, 184,



186,



2 1 1 , 2 6 9 ; II, 3 3 2 , 3 8 5 , 3 9 3 ; Minhâc-ı Sirâc elCûzcânî, Tabakât-ı



Nâşırî(nşr.



W . N. Lees), Kal-



küta 1864, s. 167 vd.; Cüveynî, Târîh-i



Cihângü-



şây, II, 74, 85-90; Keşfü'z-zunün,



I, 46, 2 6 8 vd.;



M u î n ü l f u k a r â , Kitâb-ı Mollazâde



(nşr. Barthold,



Turkestan



içinde), Petersburg 1898, I, 44-45,



166-172; Z a m b a u r , Manuel,



tul-'ârifîn, Suppi,



Hediyye-



s. 2 1 0 ;



II, 1 0 7 ; B r o c k e l m a n n . GAL, I, 3 7 4 ;



Mu'cemü'l-



I, 639-640, 6 4 2 ; Kehhâle,



mü'ellifîn,



X , 1 7 6 ; XIII, 1 4 6 ; B a r t h o l d , Türkis-



tan, s. 393-394, 3 9 8 , 4 0 6 - 4 0 7 , 4 1 4 , 4 1 6 , 4384 4 1 , 502-504, 581-584; a.mlf., " B u h â r â " ,



İA,



II, 766, 7 6 7 ; a.mlf.. " B u r h a n A i l e s i " , İA, II, 8398 4 0 ; İ b r a h i m Kafesoğlu, Harezmşahlar



Devleti



Tarihi, A n k a r a 1984, s. 57, 97, 2 6 1 , 2 7 0 ; Mehm e t Altay K ö y m e n , Büyük



torluğu



Selçuklu



İmpara-



Tarihi, A n k a r a 1984, II, 158-163, 323-



3 3 6 ; A h m e t Özel, Hanefi



Fıkıh



Âlimleri,



Anka-



ra 1990, s. 46, 61, 62, ayrıca bk. İndeks; M. C. Defremery, " H i s t o i r e D e s K h a n s M o n g o l s d u T ü r k i s t a n " , JA, X X (1852), s. 3 7 0 - 4 0 6 ; Omely a n Pritsak. " Â l - i B u r h a n " , isi, X X X / 1 (1952), s. 81-96; a . m l f . , " K a r a - h a n l ı l a r " , İA, VI, 2662 6 9 ; A. Yakubovskiy, " M e r v " , İA, VII, 7 7 6 ; DMBİ, I, 606-608; C. E. Bosvvorth, " Â l - e B o r h â n " , Elr., 1,753-754.



rn IHI



r



ALİ



BURHÂN-ı KÂTI' ( £İslî jlâ Jj ) Muhammed Hüseyin b. Halef-i Tebrîzî'nin yazdığı Farsça'dan Farsça'ya sözlük.



ONGÜL



n



^



Güney Hindistan'da kurulan Kutubşâhîler Devleti sultanlarından Abdullah adına 1062'de (1652) kaleme alınmıştır. Sözlük, Mîr Cemâleddin b. Fahreddîn-i Şîrâ-



Sürûrî-yi (Ferheng-i



Sürûrî), Taki-i EvhadFnin Sürme-i Süleymânî,



Hüseyn-i Ensârî'nin



Şıhâhu'l-



edviye adlı eserlerine dayanmakla birlikte bunların dışında başka kaynaklardan da faydalanıldığı anlaşılmaktadır. İran edebiyatının Hindistan'da geliştiği bir dönemde bu edebiyatı anlayabilm e k için sözlük çalışmalarına hız verildiği görülmektedir. Ancak bu alanda yazılan eserler daha çok belirli sayıda kelimeleri ihtiva ediyordu. Muhammed Hüseyin b. Halef-i Tebrîzî bu eksikliği gidermek amacıyla Burhân-ı Kâp zı hazırladı. Nitekim o zamana kadar yazılan Luğat-i



Fürs



6 0 0 0 , Ferheng-i



BİBLİYOGRAFYA: Paris



z î ' n i n Ferheng-i Cihângîn, K â ş â n F n i n Mecma'u'i-Fürs



2278,



Cihângîn



Mecma'u'l-Fürs ise 6 9 5 0 ke-



lime ihtiva ediyordu; buna karşılık Burhân-ı Kâp c 20.000'i aşkın kelimeyi içine almaktadır. Eser sadece hacim bakımından değil tertip bakımından da önce Hindistan'da, daha sonra İran'da bu alanda çalışanların büyük ölçüde ilgisini çekti. Bundan önceki sözlüklerin bazılarında sıralama kelimelerin son harflerine, bazılarında baştan ikinci, bazılarında ise ilk ve son harflere göre yapılmıştı. Burhân-ı Kâp cda ise kelimeler Fars alfabesine göre sıralanmıştır. Ancak Farsça'ya has "p" ( v ). "ç" ( S ) ve "g" ( S ) harfleri kelime başlarında belirtildiği halde ikinci ve üçüncü harflerde birbirine karıştırılmıştır.



Burhân-ı Kâp" oldukça uzun bir mukaddime ile başlar. Burada esere "sağlam ve reddi mümkün olmayan delil" anlamında "Burhân-ı Kâtı c " adı verildiği ifade edilir. Daha sonra Derî, Pehlevî, Fars dilleri ve Farsça'nın grameriyle ilgili bilgiler ve alfabe sırasına göre kelimeler yer alır. Her harf bir bölüm gibi tasarlandığı için bölümler "Goftâr" (söz) adıyla belirtilmiştir. Farsça yanında diğer dillerden de kelime ihtiva eden sözlükte, başta Arapça oldukları belirtilmeden alınan Arapça kelimeler olmak üzere Türkçe, Süryânîce, İbrânîce, Hintçe, Yunanca, Latince, Ermenice, Zend ve Pazend dillerinden gelen kelimelere de yer verilmiştir. Önce Hindistan'da, daha sonra İran ve diğer İslâm ülkelerinde büyük rağbet gördüğü yazma nüshalarından anlaşılan Burhân-ı Kâh"da birtakım eksiklik ve yanlışlar yer almaktadır. B a ş k a sözlüklerde de rastlanan bazı yanlışların Burhân-ı Kâp."da daha çok olması şüphesiz onun hacminin genişliğiyle il-



gilidir. Burhân-ı Kâp"ın en önemli eksikliği -benzeri sözlüklerde olduğu gibiaçıklamalarda örneklere (şevâhid) yer verilmemiş olmasıdır. Sözlükte rastlanan yanlışlara gelince, bunlar yazarın eski Farsça'yı yeterli derecede bilmemesinden kaynaklanan hataları, ayrıca Arapça kelimeleri Farsça kelimelerle karıştırması, Farsça'ya geçen Yunanca, Süryânîce ve Latince kelimelere yanlış mâna vermesi, bunun yanında şahıs adları, tarih ve coğrafya ile ilgili özel isimlerdeki hataları ve nihayet faydalandığı yazmalardaki imlâ yanlışlarından ibarettir. Gördüğü rağbet sebebiyle üzerinde çok durulan Burhân-ı Kâh" tenkit konusu olmuş, lehinde ve aleyhinde birtakım eserler yazılmıştır. Bunlar arasında Gâlib Mirza Esedullah Hân-ı Dihlevî'nin Kâp'-ı Burhân, Seyyid Saâdet Ali Mîr M ü n ş F n i n Muhrik-ı



Kâtı c-ı Burhân,



Mir-



za Rahîm Big-i MirtehFnin Sâp c-ı Burhân, Âgâ Ahmed Alî-yi Şîrâzî'nin Mü'eyv e E m î n ü d d î n - i Dihlevî'nin



yid-i Burhân



Kâp'u'l-Kâpc adlı eserleri zikredilebilir. Ayrıca Necef Ali Han Dâfi c-i H e z e y a n a d ı y l a Muhrik-ı



Kâp' -ı Burhân



a,



Gâlib de Tiğ-i Tîz adıyla M ü ' e y y id-i Burhân'a reddiyeler yazmışlardır. Sirâc e d d i n A l i H a n  r z û d a Burhân-ı



Katı-



daki bazı yanlışları Sirâcü'l-luğa eserinde düzeltmiştir. Burhân-ı



Kâp"ın



adlı



yazılışından bir sü-



re sonra Muhammed Kerîm b. Mehdî Kulı-i Tebrîzî, eseri gözden geçirerek Burhân-ı Câmic adıyla yeni bir sözlük meydana getirmiştir. Onu takip eden Rızâ K u l ı H a n Ferheng-i



Encümen



-ârâ-yı



Naşîrî, Muhammed Pâdşâh Ânendrâc, J . A . V u l l e r s Lexicon



Persico



Latinum



(I-Il, Bonnae 1855-1864), Francis Johnson Dictionary Persian, Arabic and English (London 1852), F. S t e i n g a s s A Comprehensive Persian - English Dictionary (London 1892), J. J. P. Desmaison Dictionnaire Persan-Français (I-IV, Roma 1908), Z i y â Ş ü k û n Farsça-Türkçe Lügat Gencine-i Güftar Ferheng-i Ziya (I-



XI. fasikül, İstanbul 1944-1951) adlı eserlerinde Burhân-ı Kâp'dan geniş ölçüde faydalanmışlardır. Birçok baskısı yapılmış olan Burhân-ı Kâp" (bk. Elr., IV, 370), oldukça ayrıntılı bir önsöz ve geniş açıklamalarla birlikte mükemmel denecek bir biçimde Muhammed Muîn tarafından önce dört cilt (Tahran 1330 hş./1951), daha sonra beş cilt halinde (Tahran 1342 hş./1963) yayımlanmıştır.



432



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHÂN-ı KÂTI Mevlevi Bedîüddin, Abdullah ve Mücîbürrahman gibi müelliflerle birlikte Abdülmecid Kâimmakâmî tarafından Mülhakât-ı Burhan (Kalküta 1250, 1274) adıy-



la bir zeyli yazılan Burhân-ı Kâp cı Mütercim  s i m birtakım eklemelerle birlikte Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-i Bur-



hân-ı Kâtı' adıyla Türkçe'ye çevirmiştir (aş. bk.). BİBLİYOGRAFYA: M u h a m m e d Hüseyin b. Halef-i Tebriz! Burhân-ı Kâtı c (nşr. M u h a m m e d Muin), Tahran 1342 hş., I, nâşirin mukaddimesi; a.e. (nşr. Muhammed Abbâsî), Tahran 1344 hş., nâşirin mukaddimesi, s. 36-37; Reyhânetü'Tedeb, 1, 162; Zebîhullah Safâ, Muhtasar der Târîh-i Tahauuül-i Nazm u Nesr-i Parsî, Tahran, ts., s. 8283; Bahâr, Sebk-i Şinâsî, Tahran 1349 hş., III, 290-291; Münzevî, Fihrist, III, 1922-1924; Hânbâbâ. Fihrist, I, 754-756; Ali Asgar Hikmet. "Sîş a d u m î n Sâl-i Te'lîf-i Kitâb-ı B u r h â n - ı Kâtı c ", tiâme-i Ferhengistân, I1I/1, Tahran 1324 hş., s. 1-24; Abdülemîr Selim, "Luğât-i Z e n d u P â z e n d der B u r h â n - ı Kâtı'", Neşriyye-i Dânişkede-i Edebiyyât ue cUlûm u insânî, XVII/ 1, Tebriz 1344 hş., s. 33-76; a.mlf., "Vâjehâyi Ç e n d ez Burhân-ı Kâtı c ", a.e„ XVII/2 (1344 hş.), s. 241-260; XVII/3 (1344 hş.). s. 377-389; Z. A. A. Desai, "17"1 C e n t u r y Iranian Calligrapher of I n d i a a n d the Identity of the Father of the A u t h o r of Burhân-i Qâti", IndoIranica, X X X / l - 2 , Calcutta 1977, s. 49-61; DMF, I, 421; Dihhudâ, Luğatnâme, I, 199-217; Mohammad Dabirsiaqi, "Borhân-e Qâte c ", Elr., IV, 369-370. ı—| IAI



AYLA



DEMİROĞLU



Burhân-ı Kâtı' Tercümesi. T ü r k Okuyu-



cusu arasında daha çok Burhân-ı Kâtı' Tercümesi adıyla tanınan eserin önsözünde Mütercim Âsim Efendi (ö. 1819), Burhân-ı Kâp" a, çeşitli ilim dallarında ihtiva ettiği bilgiler dolayısıyla Farsça'nın büyük sözlüğü anlamında "Kâmûsü'l- c Acem" unvanını vererek onu övmekte ve "Kitâb-ı Burhân-ı Kâtı c u'l-beyân" diye adlandırmaktadır. Ayrıca Türkiye'de elde dolaşan Farsça sözlüklerin, sonradan ortaya çıkan kelimeleri de (müvelledât) ihtiva etmelerinden dolayı değer verilmeye lâyık olmadıklarını söyleyen Mütercim Âsim, Burhân-ı Kâp"ın Farsça kelimelerin aslı ve anlamları, terimlerin doğru ve açık karşılıkları, hendese, nücûm, hikmet, kelâm, tasavvuf gibi otuzdan fazla ilim dalının belli başlı konuları ve bunların incelikleri üzerinde bilgiler verdiğini, bunun da bütün Acem ve T ü r k bilginleri tarafından kabul edildiğini göz önünde tutarak eseri Türkçe'ye çevirmeye karar verdiğini belirtmektedir. Bu kararda yakın arkadaşlarından birinin, çeşitli konularda kalem oynatmaktansa "bir eser-i cedîd ve cemîl" yâ-



digâr bırakmasının her bakımdan daha uygun olacağını söylemesi de etkili olmuştur. Bunun üzerine  s i m Efendi 1204'te (1789-90) Antep'ten İstanbul'a gitmiştir [Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-i Burhân-ı Kâtı', Bulak 1251, s. 5 vd.). İstanbul'da tercüme işine başlayan  s i m Efendi b u k o n u d a Müşkilât-i Şâhnâme, Nevâdirü'l-luğa, Ahterî, Vankuiu Lügati, Ferheng-i Şuûrî, Bahrü'l-garâib, Ken-



zü'l-luğa gibi tanınmış birçok sözlükten de faydalanmıştır. Âsim Efendi Burhân-ı Kâp" i tercüme ederken bedence ve ruhça bir hayli yorulduğunu, bu durumunu bilenlerin kendisini takdir edeceklerini de kaydetmektedir. İstanbul'a geldikten iki yıl sonra başladığı ve altı yıllık bir çalışma ile 1 Cemâziyelevvel 1212'de (22 Ekim 1797) tamamladığı eserine Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-i Burhân-ı Kâtı' adı-



nı vermiştir. Burhân-ı



Kâtı' Tercümesi, t e r t i p ve



muhteva bakımından aslından daha üstün bir eser olarak kabul edilmektedir. Nitekim kendisinin de işaret ettiği gibi  s i m Efendi'yi Burhân-ı Kâp"in "bi'ttercüme müellifi" saymak yerinde olur. Eserin Farsça aslında kelimeler kısa sesliler göz önünde tutulmaksızın sessiz harflere göre sıralanmış, ancak tercümede bunların ilk kısa seslileri de hesaba katılarak fetha, kesre ve zammelere göre sıralanmak suretiyle okuyucuya kolaylık sağlanmıştır. Muhteva bakımından bir özelliği de mevcut kelimelere ve kelimelerin anlamlarına faydalandığı eserlerden eklemeler yapmış olmasıdır. Bu şekliyle Farsça aslından daha mükemmel hale gelen tercümede  s i m Efendi Türkçe kelimeleri Türkçe'deki kullanımlarına göre şu adlarla belirtmektedir; a) Türkçe'nin herkesin malı olan kelimelerini "Türkî'de" diye vermiş ve bununla Türkiye'de konuşulan ve bir dereceye kadar yazılan Türkçe kelimeleri kastetmiştir. Türkiye dışında yaşayan Türkler'in dilinde bulunan kelimeler ise "Türkistan'da" diye adlandırılmıştır. Âsim Efendi'ye göre Türkçe'nin b a ş k a ayırımları da vardır. Bunlardan biri "Türkî-i kad î m d i r (eski Türkçe). Bir diğeri olan "Türkî-i gayr-i meşhûr" ile hangi kelimelerin kastedildiği pek belli değilse de bu tabirin herkesçe bilinmeyen ve yaygın olmayan Türkçe kelimeler için kullanıldığı kabul edilebilir. "Türkî-i mehcûr" tabiriyle artık kullanımdan düşmüş olan kelimeler ifade edilmiştir. "Taşra Türkçesi "yle de İstanbul dışında kullanılan Türkçe kelimeler kastedilmiştir. "Rûmî",



birçok eserde görüldüğü üzere Anadolu veya doğrudan T ü r k ve Türkiye yerine kullanılmıştır. "İstılah" kelimesi deyim ve kelimelerin daha dar ve özel anlamlarını karşılamaktadır. Nitekim bazı kelime ve deyimlerin daha dar bir sınır içinde kullanıldıklarına işaret eden  s i m Efendi bunu da "... ıstılahlarında" diye belirtmektedir. "Avâmî Türkî"den ise halk ağızındaki Türkçe kelimeler kastedilmiştir. b) Tercümede geçen kelime ve deyimlerin bir kısmı Âsim Efendi'nin doğup büyüdüğü Gaziantep çevresinden alınmış ve bunlar "bizim diyarda, bizim diyarımızda" veya "bizim diyar ıstılahında" diye belirtilmiştir. Ancak "bizim diyarda" diye belirtilen kelimeler yalnız Gaziantep yöresinde değil bütün Güneydoğ u Anadolu'da kullanılan kelime ve deyimlerdir. Bunların dışında  s i m Efendi'nin "bazı diyarda" diye ayırdığı kelimeler de vardır. Bu tabirle onun yetiştiği Gaziantep çevresi dışında kalan bölgeler kastedilmiş olmalıdır. Burhân-ı



Kâtı' Tercümesi'nin



dikka-



te değer bir yönü de Türkçe kelime ve deyimlerin tanıklarıyla gösterilmesidir. Tercümede atasözlerine, yiyecek ve içeceklerle bunların nelerden ve nasıl yapıldığına geniş yer verilmiştir. Ayrıca birçok bitki, çiçek ve ağaç adıyla bunların çoğunun hangi hastalığın ilâcı olarak kullanıldığı hakkında bilgi bulunmaktadır. Çeşitli zenaatleri ve bu zenaatlerde kullanılan aletlerin adlarını bildiren kelimeler, T ü r k kültür tarihi bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Başta çocuk oyunları olmak üzere birçok oyun adıyla bu oyunların nasıl oynandığı hakkındaki bilgiler de benzerleriyle birlikte Türk folkloru açısından büyük bir değere sahiptir. B u özellikleriyle eseri sıradan bir sözlük değil bir ansiklopedi olarak kabul etmek daha uygun olur. Burhân-ı



Kâtı'



Tercümesi'nin



Türk



dili bakımından önemi üzerinde ilk defa Ziyâ Paşa durmuş ("Şiir ve İnşâ", Hürriyet, nr. 11, London, 20 Cemâziyelevvel 1285), onu Nâmık Kemal (Bahâr-1 Dâniş, İstanbul 1301, Mukaddime, s. 15) ve E b ü z -



ziyâ Tevfik



(Numûne-i



Edebiyyât-ı



Osmâ-



İstanbul 1329, s. 98) takip etmiştir. Burhân-ı Kâtı' Tercümesi ilk d e f a 1214'niyye,



te (1799) tek cilt olarak İstanbul'da, dah a s o n r a 1251 (1835) ve 1 2 6 8 (1870)



yıllarında Bulak'ta basılmış, bunu iki cilt halindeki İstanbul baskısı takip etmiştir (1287). Ziya Şükûn'un başka sözlüklerden de faydalanmak suretiyle hazır433



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHÂN-l KÂTI' i a d ı ğ ı Farsça-Türkçe



Güftar



Ferherıg-i



Lügat Gencine-i Ziya (I-XI. fasikül, İs-



tanbul 1944-1951), büyük ölçüde  s i m Efendi'nin bu tercümesine dayanmaktadır. BIBLIYOGRAFYA : Âsim Efendi, Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-i Burhân-ı Kâtı', Bulak 1251; Cemâleddin, Osmanlı Târih ue Müverrihleri (Âyîne-i Zurefâ), İstanbul 1314, s. 65-66; Osmanlı Müellifleri, I, 375; Orhan Şaik Gökyay, "Burhân-ı Kâtı' Çevirisinin Türkçe A ç ı s ı n d a n Ö n e m i " , Ömer Asım Aksoy Armağanı, Ankara 1978, s. 125 vd.; M. Fuad Köprülü, "Âsim", İA, I, 666-667; Hidayet Nuhoğlu, "Burhân-ı Kasta'", TDEA, I, 476-477. m İmi



O R H A N ŞAIK



GÖKYAY



d a el-Burhârı



BURHAN ŞAH







c



ulûmi' l - Kur' ân' darı



daha meşhur olan et-ltkân fî culûmi'lKur'ân adlı eserini telif ederken bu eserden geniş ölçüda faydalanmıştır.



Ahmednagar ve Devletâbâd'da h ü k ü m süren Nizamşâhîler hânedanından (1491-1633) iki hükümdarın adı (bk. NİZAMŞÂHÎLER).



L



sele" gibi ara başlıklara rastlanır. Ancak bunların çoğunda konu adı bulunmadığı için nâşir köşeli parantez içinde verdiği başlıklarla bu eksikliği gidermeye çalışmıştır. Konuları işleyişindeki nisbî dağınıklık, bu sahada yazılmış ilk eserlerden biri olmasından kaynaklanmaktadır. Süyûtî'nin, hocası Muhammed el-Kâfiyeci'den (ö. 879/1474) naklettiğine göre Kâfiyeci et-Teysîr adıyla bu ilim dalında ilk müstakil eseri kendisinin yazdığını söylerken, Kâtib Çelebi ve Taşköprizâde'nin de belirttiği üzere, Zerkeşî'nin bu eserinden habersiz olduğunu ortaya koymuştur. Süyûtî, Kur'an ilimleri sahasın-



el-Burhân



fî "ulûmi'l-Kur'



ân



Mu-



hammed Ebü'l-Fazl İbrâhim'in tahkikiyle dört cilt halinde neşredilmiştir (Kahire 1376).



el-BURHÂN fî ULÛMİ'l-KUR'ÂN ( j l ^ l fjs- jU^Jl )



L



~1



Zerkeşî'nin (ö. 794/1392) •Kur'an ilimlerine dair eseri.



Mukaddimesinde, kendisinden önceki âlimlerin hadis metodolojisinde olduğu gibi Kur'an ilimlerinin bütün konularını ihtiva edecek tarzda bir eser yazmadıklarından söz ederek bu alandaki ihtiyaca cevap vermek gayesiyle bu kitabı telif ettiğini belirten Zerkeşî, eserini "nev'" adını verdiği kırk yedi bölüme ayırmış, bunlardan her birinin, derinliğine incelenmesi halinde bir ömrün yetmeyeceği kadar geniş ve önemli olduğunu söylemiştir. Esbâbü'n-nüzûl, el-vücûh ve'nnezâir, fevâsılü'l-âyât, müteşâbihât, mübhemât, fevâtihu's-süver, havâtimü's-süver, garîbü'l-Kur'ân, ahkâmü'l-Kur'ân, mütevâtir ve şâz kıraatler, resmü'l-mushaf, âdâbü tilâveti'l-Kur'ân, emsâlü'lKur'ân, nâsih ve mensuh, i'câzü'l-Kur'ân vb. Kur'an ilimlerinin önemli konuları kitapta müstakil birer bölüm halinde işlenmiştir. Kur'an'ın üslûp özellikleriyle Kur'an'daki harf ve edatlara ayrılan bölümler, eserin en geniş bölümlerini meydana getirir. Genellikle her nev'in giriş kısmında daha önce aynı konuda telif edilmiş önemli eserler hakkında bilgi verilir. Sık sık "fasıl", " f â i d e " (veya fevâid), " t e n b i h " , " m e -



BIBLIYOGRAFYA: Zerkeşî, el-Burhân, I, 1-9; Kâfiyeci, et-Teysîr fî kauâ'idi 'ilmi't-tefsîr (nşr. ve trc. İsmail Cerrahoğlu), Ankara 1974, s. 2; a.e., nâşir ve mütercimin girişi, s. 9, 46; Süyûtî, el-İtkân, 1, 4-5; Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde, II, 127; Keşfü'z-zunûn, I, 240-241, 520; Brockelmann, GAL SuppL, II, 108; Ma'a'l-Mektebe, s. 396S



F



SUAT Y I L D I R I M



el-BURHÂN fî USÛÜ'1-FIKH ( « i i l j ^ l yl oUjJI )



n



Îmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö. 478/1085) usûl-i fıkha dair eseri.



Ehl-i sünnet âlimleri tarafından kelâmcıların metoduyla yazılmış fıkıh usulü kitapları içinde Şâfiî'nin er-i?isâ]e'sinden sonra günümüze kadar gelebilen en eski eser olup bir mukaddime ile yedi bölümden (kitab) ibarettir. Mukaddimede usûl-i fıkhın tarifinden sonra hüsün-kubuh, teklif ve ilim konuları ele alınmıştır. Birinci bölümde önce beyân konusunda bilgi verilmekte, ardından emir, nehiy, şer'î hükümler, âm, hâs, nas, zâhir, mücmel, mutlak ve mukayyed kavramları ele alınmaktadır. Yine bu bölümde mütevâtir ve vâhid haber, cerh ve ta'dîl, mürsel ve müsned hadis ve hadis rivayeti konularına yer verilmiştir. İkinci bölüm icmâa, üçüncü bölüm kıyasa ayrılmıştır. Dördüncü bölüm istidlal, beşinci bölüm tercih hakkındadır. Tercih bölümünde



birbiriyle çatışır gibi görünen delillerden hangisinin tercih edileceği meselesi üzerinde durulmaktadır. Ayrıca nesih konusu da bu bölümde ele alınmıştır. Cüveynî başlangıçta el-Burhân'a ictihad ve fetva bölümlerini de eklemeyi düşündüğü halde (el-Burhân, I, 563) sonradan bu konuları müstakil eserler halinde kaleme almayı tercih etmiştir. Ancak elBurhân' in Topkapı Sarayı Müzesi Kütüph a n e s i n d e k i nüshasına (III. Ahmed, nr. 1321) bu iki bölüm sonradan zeyil olarak ilâve edilmiştir. Eserin tenkitli neşrini yapan Abdülazîm ed-Dîb, bu nüshayı esas alarak ictihad ve fetvaya dair kitapları el-Burhân'ın zeyli olarak neşretmiştir (II, 1315-1366). Eser zeyille birlikte yedi bölümden oluşmaktadır. Cüveynî eserinde Ebû Hanîfe, Şâfiî, Dâvûd ez-Zâhirî, Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, Sayrafî, Bâkıllânî, Ebû Bekir ed-Dekkâk, İbn Fûrek, E b û İshak el-İsferâyînî gibi birçok imamın görüşlerini kaydederek onlardan faydalanır, gerekli yerlerde onlara itiraz eder ve sonunda kendi kanaatini belirtir. Cüveynî amel yönünden Şâfiî, itikad yönünden Eş'arî olmasına rağmen özellikle el-Burhân'da birçok meselede imamlarına muhalefette bulunmuş, bazı konularda ise hiçbir imama tâbi olmadan kendi içtihadına göre hareket etmiştir. Meselâ İslâm'dan önceki şeriatlara uyma mecburiyetinin bulunmadığı (I, 503-504), namazı terkedenin öldürülmesinin gerekmediği (1, 1222), Kur'an'ın hadisle neshinin mümkün olduğu (I, 1307) gibi görüşleriyle Şâfiî'ye karşı çıkmıştır. İlmin hakikati ve tarifi (I, 115), kudretin fiile m u k a r e n e t i (I, 276-277; bk. İSTİTÂAT)



ve umum ifade eden lafzın hususi bir sigasının bulunup bulunmadığı gibi konuları da (I, 320) Eş'arî'nin görüşleriyle karşılaştırarak tartışmış ve ona muhalefet etmiştir. Öte yandan Cüveynî, kelâm ve usul âlimi Bâkıllânî'ye özel bir değer vermiş olmakla birlikte zaman zaman onun görüşlerine de karşı çıkmıştır. E m i r sığası ve bu siganın gerektirdikleri, gaspedilen bir arazide kılınan namaz, müşterek lafzın ve istisnanın hükümleri, tevatürde muteber olan sayı, mürsel olan haberle amel etmenin hükmü, icmâın t a h a k k u k u için muteber olan zaman, neshin hakikati ve mahiyeti, taklidin hakikati gibi konular bunlardandır.



el-Burhân, fıkıh usulü ve İslâm düşüncesinin en önemli bilgi kaynaklarındandır. Ayrıca eser, kitapları ve dolayısıyla düşünceleri günümüze kadar ulaşmayan birçok usulcü ve ilim adamının görüşle-



434



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHÂNEDDİN el-BUHÂRÎ rini b u g ü n e ulaştırmasıyla dikkati çek-



el-Ebvâb, Eş'arrnin Ecvibetü'l-mesâ'ili'l-Başriyye, Bâkillânî'nin, et-Takrîb ve'l-ırşâd, el-Uşûlü'l-kebîr, el-Uşûlü'ş-şağir, elMukni c fî uşûli'l-fıkh, Mesâ'ilü'l-usûl ve Kâdî Abdülcebbâr'ın Şerhu'l- cUmed adlı eserleri g ü n ü m ü z e kadar ulaşmadığı halde müelliflerinin belirli fikirleri el-Burhân vasıtasıyla bugüne intikal etmiştir. mektedir. İbnü'l-CübbâT'nin



Tâceddin es-Sübkî, ihtiva ettiği birçok m ü ş k ü l meseleden dolayı "luğzü'l-üm-



me" (ümmetin bilmecesi, muamması) adını verdiği ve önceki fakihler taklit edilm e d e n farklı bir üslûpla yazılmış olduğ u n u belirttiği el-Burhân'm,



Şâfiîler'in



iftihar edecekleri eserlerden biri olmasına r a ğ m e n onu şerhetmeye istekli olmamalarını ve pek az yerde ondan söz etmelerini garip karşılar. Gerçekten de



el-Müstaşfâ'sı elden ele dolaşırken el-Burhân pek rağbet görmemiştir. Üzerinde yapılan birkaç şerh de özellikle bazı görüşlerinin tenkidi için yazılmış olup Mâlikî fakihleri tarafından kaleme alınmıştır. Sübkî'nin belirttiğine göre esere fazla rağbet gösterilmemesinin ve tenkide uğramasının asıl sebebi, Cüveynî'nin Eş'arî ve Şâfiî'ye muhalefet etmesi, istislâh* Cüveynî'nin talebesi Gazzâlî'nin



el-Burhân fî uşûli'l-fıkh'm ilk sayfası ( T S M K , III. A h m e d , nr. 1321)



y-jJ^^^j&tÛj^ü&yl



j



t JjJSivs?^



ve m e s â l i h u ' l - m ü r s e l e * gibi konularda İ m a m Mâlik'i tenkit etmesi ve bu sırada kullandığı üslûp olmalıdır. Ebû Hanîfe'ye karşı ağır ifadeler kullanmış olması da bu sebepler arasında sayılabilir. Abdülazîm ed-Dîb ise Sübkî'nin bu kanaatine k a t ı l m a m a k t a , gerek Eş'arrye gerekse İ m a m Mâlik'e cevap verilen noktaları gözden geçirdiğini, bunların hiçbirinde S ü b k f n i n kullanıldığını belirttiği üslûba rastlamadığını söylemektedir. el-Burhân'ın daha az tanınan bir eser olarak kalmasını da müellifin diğer eserlerinin daha çok tutulmasına, bilhassa o asrın bir özelliği olarak kelâm kitaplarının revaç bulması sebebiyle müellifin kelâmla ilgili kitaplarının daha çok rağbet görmesine bağlamaktadır. elBurhân'm anlaşılmasındaki güçlükler ve Gazzâlî'nin el-Müstaşfâ adlı eserinin daha çok dikkat çekmiş olması da birer sebep olarak zikredilebilir. Bütün bunlara r a ğ m e n İbn Haldûn el-Burhân'ı, elMüstaşfâ ve Ebü'l-Hüseyin el-Basrî'nin el-Mu ctemed adlı kitabı ile birlikte kelâmcıların m e t o d u n a göre yazılmış en önemli usûl-i fıkıh eserleri arasında zikreder.



maktadır. 4. Şâfiî âlimlerden Ebü'l-Feth Takiyyüddin Muzaffer b. Abdullah b. Ali el-Mısrînin (ö. 6 1 2 / 1 2 1 5 ) el-Burhân üzerine yaptığı hâşiye Mektebetü'l-Methafi'l-Irâkl'de mevcuttur (nr. 996, 167 say-



fa). el-Burhân Abdülazîm ed-Dîb tarafınd a n tahkik edilerek iki cilt halinde ya-



yımlanmıştır (Devha 1399). BİBLİYOGRAFYA: Cüveynî, el-Burhân (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Devha



V, 192-193; İbn Haldûn, Mukaddime, Beyrut, ts., s. 459; Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde, II, 110; Keşfü'z-zunûn, I, 242; Brockelmann, GAL Suppi., I, 673; a.mlf., "Cüveynî", İA, III, 249; a.mlf. - L. Gardet, "al-Djuwaynî", El 2 (İng.), II, 605-606; Fevkıyye Hüseyin M a h m û d , el-Cüoeynt İmâmü'l-Haremeyn, Kahire 1384/1964, s. 60-63; İzmirli İsmail Hakkı, " İ m â m ü ' l - H a r e m e y n E b ü ' l - M e â l î b. elCüveynî", DİFM, sy. 9 (1928), s. 1-33; M. Hamîdullah, ' , , : U ş û l a l - f ı q h ' m Tarihi" (trc. Fuat Sezgin), İTED, H / l (1957), s. 1-18; Fuâd Abdülm ü n ' i m Ahmed, " B a c d e t a h k î k i ' l - B u r h â n fî u ş û l i ' l - f ı k h " , el-Meurid, I X / 4 , Bağdad 1981, s. 802-803.



el-Burhân üzerine yazılan şerhler şöyle sıralanabilir: t. M u h a m m e d b. Ali elMâzerî (ö. 5 3 6 / 1 1 4 1 ) , îzâhu'l-mahsûl min Burhanı 1-usûl. T a m a m l a n m a m ı ş olan bu şerhin bir nüshası Medine'de Hiz â n e t ü Ribâti Seyyidinâ Osman Kütüphanesi'nde mevcuttur. 2. Ebü'l-Hasan Ali b. İsmâil es-Sanhâcî el-Ebyârî (ö. 6 1 6 / 1219), et-Tahkik ve'l-beyân fî şerhi'1Burhân. el-Burhân'm neşrinde bu şerhin İstanbul M u r a d Molla Kütüphanesi'ndeki nüshasından (nr. 679) istifade edilmiş olup ikinci cildinin bir nüshası da Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndedir



(bk. KADI BURHÂNEDDİN).



BURHÂNEDDÎN-i ÂNEVÎ ( Jjü



rif el-Hüseynî, Kifâyetü tâlibi'l-beyân Şerhu'l-Burhân. Bu eserde daha önceki iki şerh birleştirilmiş olup üçüncü ve son bölümleri bir cilt halinde Fas Karaviyyin Kütüphanesi'nde kayıtlıdır (nr. 624;



eski fihrist nr. umumi 1397, hususi 19). 641 ( 1 2 4 3 - 4 4 ) yılında Mağrib hattıyla istinij^iU- AJ-^jj-JJ-H



j



sah edilen eser 1 5 8 varaktan ibarettir. Yalnız ikinci b ö l ü m ü n e ait Endülüs hat-



ji-J^ûl** )



Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. izzeddin Keykâvus'a (1210-1220) takdim ettiği EnSsü'l-kulûb adlı eseriyle tanınan âlim ve şair (bk. ENİSÜT-KULÛB).



r



B U R H Â N E D D İ N el-BUHÂRÎ (



jjJIO1^ )



Burhânüddîn (Burhânü'ş-Şerîa) Mahmûd b. Ahmed b. Abdilazîz el-Buhârî el-Mergınânî (ö. 616/1219)



si'nde bulunmaktadır (GAL Suppi, 1, 673). 3. Ebû Yahyâ Zekeriyyâ b. Yahyâ eş-Şe-



1



MUSTAFA BAKTIR



BURHÂNEDDİN AHMED



başka şerhin bir nüshası Rabat el-Hizânetü'l-Melekiyye'de (nr. 9654), diğer bir nüshası ise Hollanda Brill Kütüphane-



. ~



nn [AL



(Veliyyüddin Efendi, nr. 963). Bunlardan



AuIlCbvAjjiil i



1399, nâşirin mukaddimesi, I, 41-77;



Sübkî, Tabakât,



L



Hanefî müetehid ve âlimi.



Karahanlılar'ın hakimiyetindeki Buhara'da XI-XIII. yüzyıllarda h ü k ü m süren ve birçok âlim yetiştiren Türkistanlı Burhan ailesine (Âl-i Burhân) mensuptur. Babası Sadrüşşehîd Tâceddin A h m e d , dedesi Burhâneddin el-Kebîr Abdülazîz b. Ömer, amcası Sadrüşşehîd H ü s â m e d d i n Ö m e r b. Abdülazîz ve oğlu Sadrülislâm



tıyla yazılmış bir nüsha Râşidiye'de elHizânetü'l-Hamziyye Kütüphanesi'nde (nr. 35) mevcut olup başında bablarına



Tâhir b. M a h m û d da devirlerinin önde gelen âlimlerindendir. Ailenin üyeleri



göre düzenlenmiş bir de fihrist bulun-



"sadr" unvanıyla anılırlar. Dedesi Abdü-



435



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHÂNEDDİN el-BUHÂRÎ 649, 650, 651; Damad İbrâhim Paşa, nr. 692; Fâtih, nr. 2308-2310, 2311-2317; Süleymaniye nr. 648; Yenicami, nr. 613-618).



lazîz b. Ömer'i 495'te (1101-1102) Buhara başkadılığına tayin eden Selçuklu Sultanı Sencer'in ilk defa ona sadr un-



verilen ( î z â h u ' l - m e k n û n , II, 155; Hediyye-



vanını da verdiği kaynaklarda mektedir.



d u r u m arzetmektedir. Bu husustaki ka-



3. Tetimmetü'l-fetâvâ.



rışıklık, aynı d ö n e m d e yaşamış Burhâ-



Abdülazîz muhtelif konulardaki



neddin lakabıyla tanınan birçok âlimin



görüşleri ve fetvaları bir araya toplamış,



doğdu. Hayatı ile ilgili kaynaklarda birbi-



varlığı ve başkalarının da el-Muhît



adıy-



fakat bunları bir düzene koyamadan şe-



rinden farklı bilgiler verilmektedir. Bağ-



la kitap telif etmelerinden



kaynaklan-



hid edilmişti. Bunlar daha sonra Burhâ-



Burhâneddin



el-Buhârî



belirtil-



Merglnân'da



tul-'âriftn, 1, 430; Kehhâle, V, 39; Kavakcı, s. 68) 504 (1110) tarihi de izahı güç bir



datlı ismâil Paşa ( H e d i y y e t u l - ' â r i f î n , II, mış olmalıdır.



Amcası Ömer b. çeşitli



neddin el-Buhârî tarafından düzenlenebabasından



rek kitap haline getirilmiş ve esere her



lazîz'in torunu gibi gösteren Brockelmann



ve dedesi tarafından kurulan çok sayı-



konuyla ilgili yeni meseleler de ilâve edil-



(GAL, I, 464) 551'de ( 1 1 5 6 ) d o ğ d u ğ u n u ve 616'da ( 1 2 1 9 ) vefat ettiğini kaydederler. Kâtib Çelebi de (Keşfü'z-zunûn, I, 344, 8 2 3 ; II, 1619) 616'da ö l d ü ğ ü n ü söylerken Ömer Nasuhi Bilmen (Kamus, I, 341) onun 5 4 4 ' t e n ( 1 1 4 9 ) sonra vefat ettiğini ileri sürer. Burhâneddin'in ismi bazı kaynaklarda M u h a m m e d olarak da



da ilim adamının yetiştiği



404) ile onu Sadrüşşehîd Ö m e r b. Abdü-



Burhâneddin



el-Buhârî



kaynaklarda amcası Ömer b. Abdülazîz'-



miştir (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2278, 2279; Cârullah, nr. 915; Mihrişah Sultan, nr. 103; Yenicami, nr. 597; Turhan H. Sul-



den de (ö. 5 3 6 / 1 1 4 1 ) ders aldığı kay-



tan, nr. 165). 4. el-Vecîz



medresenin



m e ş h u r hocalarından ders okudu. Bazı



dedilmekteyse de (Leknevî, s. 205) 1156 yılında d o ğ d u ğ u kabul edilirse



bunun



m ü m k ü n olmadığı anlaşılır. Ayrıca Buhara ve Semerkant başta olmak üzere çe-



(Sü-



fi'l-fetâvâ



leymaniye Ktp., Cârullah, nr. 961; Hamidiye, nr. 615; Hekimoğlu, nr. 432, Fâtih, nr. 2209). S. Nisâbü'l-fukahâ3 (Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 733; Yenicami, nr. 674).



geçmektedir (Kureşî, III, 42; Leknevî, s.



şitli şehirlere gidip devrin ileri gelen



206). İbnü'l-Esîr'in 603 ( 1 2 0 6 ) yılında hac-



âlimleriyle görüştü, onlardan ders aldı.



Kaynaklarda adları geçen diğer başlıca



ca gittiğini kaydettiği (el-Kâmil, X I I , 257)



Özellikle fıkıh sahasında devrinde otori-



Burhâneddin M u h a m m e d b. A h m e d b.



t e idi. İbn Kemal onu "mesâilde mücte-



Şerhu'l-Câmi'i'şşağîr, Şerhu'l-Câmi'i'l-kebîr, Şerhu'zZiyâdât, el-Fetâvâ, el-Vâki 'ât, et-Tecrîdü'l-Burhânî, et- Tarikatü'l - Burhâniyye.



Abdülazîz'in bu zat olması ihtimali, Bur-



hid" kabul eder. Başta oğlu Sadrülislâm



hâneddin'in



Tâhir b. M a h m û d olmak üzere birçok ilim



1219 olarak verilen vefat



tarihini desteklemektedir. Fakat Barth-



adamı yetiştirdi, müftülük ve kadılık yap-



old M a h m û d ve M u h a m m e d ' i iki ayrı şa-



tı. Talebeleri arasında, dedesi Burhâned-



hıs gibi zikretmektedir (İA, İl, 840). Bur-



din el-Kebîr'in talebesi



hâneddin'in oğlu Tâhir b. M a h m u d ' u n



Hasan b. Mansûr'un da (ö. 5 9 2 / 1 1 9 6 ) sa-



ö l ü m ü ile ilgili olarak bazı kaynaklarda



yılması (Hasan Ma'sûmî, V/4, s. 67) doğ-



olan



Kâdîhan



ru değildir. Eserleri. 1. el-Muhît.



el-Muhttü'l-Burhâ.nfn\n ilk sayfası (Süleymaniye Ktp., D a m a d İbrâhim, nr. 656)



-y—i—>—;



* ^ t â f â f c ;



• • t



eserleri de şunlardır:



el-Muhîtü'l-kebîr, el-Muhîtü'l-Burhânî ve el-Muhîtü'l-Burhârıî fi'l-fıkhi'n-Nu 'mâni olarak da bilinir. İmam M u h a m m e d ' i n Hanefî mezhebinde z â h i r ü ' r - r i v â y e * diye bilinen altı kitabındaki meseleleri bir araya-toplamış, bunlara n â d i r ü ' r - r i v â ye* ve v â k ı â t * kitaplarında geçen meselelerle babasından öğrendiği tamamlayıcı bilgileri de eklemiştir. Eserin müellifinin Burhâneddin el-Kebîr olduğunu zannedenler ve bu eseri Burhânülislâm Radıyyüddin es-SerahsFnin el-Muhît'i ile karıştıranlar da olmuştur. Tarih araştırmaları açısından da değerli bilgiler ihtiva eden eserde bulunan ve Karahanlı Hükümdarı İbrâhim Tamgaç Han'a ait olan vakfiye Z. V. Togan tarafından neşre hazırlanmıştır (Kavakcı, s. 109, 110). Eserin Süleymaniye Kütüphanesi'nde birçok yazm a nüshası b u l u n m a k t a d ı r ( m e s e l â bk.



Cârullah, nr. 852-854, 856-858, 860-862; Damad İbrâhim Paşa, nr. 656; Fâtih, nr. 2110-2118; Yozgat, nr. 215-221). 2. Zahîretü'l-fetâvâ. ez-Zahîre ve e z - Z a h î r e tü'l-Burhâniyye diye de bilinen eser elMuhît'm özeti mahiyetinde olup Süleymaniye Kütüphanesi'nde birçok yazma nüshası vardır ( m e s e l â bk. Cârullah, nr.



Zahtretü'l-fetâuâ'nın ilk sayfası (Süleymaniye Ktp., Süleymaniye, nr. 648)



r*.







» . v a s ^ V ^ ^ V * ?







*



-











*







T:



. •v



f^rMl-lUSf .



l



m



.--A, -- * '



i'J/i-



*



» ( ' İt



J



f



A^Jİıîİ



- . -J



-i^-^'-"^.-, a



f l U tSCV-iv



Um*



i



i



»tMSii '"'"'•^S&'iJi ı.^fî&b



-



.



...



...



i/v-ei'-tSStrjri&KB&VİVİVİL*-. f^j^^^mmm^j^^^A.l^dcûrJiı



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



'



i



^



i syi



BURHÂN i YYE ridleri semâ sırasında kendilerine has



BİBLİYOGRAFYA: İbııü'I-Esîr, el-Kâmil, XII, 257; Kureşî, el-Ceuâhirü'l-mudiyye, III, 42; İbn Kutluboğa, 7acü't-terâcim, s. 70; Taşköprizâde, Meozûâtü'lulûm, I, 734, 739; Keşfü'z-zunûn, I, 11, 343344, 345, 564, 568, 823; II, 963, 1619-1620, 1954, 1998, 2002; Leknevî, el-Fevâ*idü'l-behiyye, s. 24, 85, 98, 149, 189-191, 205-207; Brockelmann, GAL, I, 464; Suppi, I, 289, 642; II, 953; Jzâhu'l-meknûn, II, 155; Hediyyetü'l'âriftn, I, 4 3 0 ; II, 4 0 4 ; Ziriklî, el-A'lâm, VIII, 36; Kehhâle, Mu'cemul-mü'ellifîn.V, 39; XII, 146147; Yusuf Ziya Kavakcı, XI ue XII. Asırlarda Karahanlılar Deurinde Mauâra' al-Nahr İslâm Hukukçuları, Ankara 1976, s. 68, 108-111; Bilmen, Kamus, I, 341; A h m e t Özel, Hanefî Fıkıh Alimleri, Ankara 1990, s. 61-62; M. Saghir Hasan Masumi, " B u r h â n a l - S h a r f a h ' s «al-Muhit a l - B u r h â m » " , İTED, V / 4 (1973), s, 65-73; W. Barthold, " B ü r h a n Ailesi", İA, II, 839-840. MUSTAFA UZUNPOSTALCI



r



BURHÂNEDDÎN-i GARÎB (



H



Sânî-i Mahdüm-i Cihâniyân unvanlarıy-



bir tarzda raksedercesine zikir âyini ya-



la tanınır. Küçük yaşta babasını kaybet-



parlardı.



ti. On iki yaşında iken annesiyle birlikte



Burhâneddîn-i Garîb Devletâbâd'a gi-



Gucerât'ta Fetten'e (Patan) göç ederek



derken uğradığı Dekken'deki Tapti yolu



Mevlânâ Ali Şîr el-Gucerâtî'den ilim tah-



üzerinde



sil etti. Sühreverdiyye tarikatı hırkasını



bulunan yerleşim



bölgesinin imar



büyük kardeşi Hâmid b. M a h m û d el-Hü-



edileceğini müjdelemişti. Daha sonra bu



seynî ve babasının amcası Sadreddin b.



bölge Nasîr Han el-Fârûkî ( 1 3 9 9 - 1 4 3 7 )



A h m e d el-Uççî'den giydi. Ebü'l-Fütûh



Fârûkîler'in saltanatı d ö n e m i n d e



tarafından ihya edilerek Burhâneddîn-i



Nûreddin eş-Şîrâzî, Şehâbeddin A h m e d



Garîb'in adını ebedîleştirmek için bu-



b. Abdullah, Kemâleddin b. Kıvâmüddin



raya B u r h â n p û r ismi verilmiştir. Ayrıca



el-Fettenî ve diğer bazı şeyhler vasıta-



Ravza'daki türbesine Fârûkîler tarafın-



sıyla Nakşibendiyye, Kidiriyye ve Kübre-



dan bir arazi vakfedilmiştir.



viyye tarikatlarına da intisap etti. Ahmed



Sefînetü'l- evliya müellifi Dârâ Şükûh, Evrengzîb ile Şeyh Nizâmeddin Bedâûnî'nin bazı müridlerinin m e d f u n bul u n d u ğ u Burhâneddîn-i Garîb'in türbesi etrafında ö l ü m yıl dönümlerinde düzenlenen törenlerden birine katıldığını söyler.



üd-d'üK* )



Şah Gucerâtî A h m e d â b â d şehrini kurunca Fetten'den ayrılarak oraya gitti. Bir süre eski Asâval'da o t u r d u k t a n sonra A h m e d â b â d ' a 6 mil mesafedeki Bâtve köyüne yerleşerek büyük dedesi Celâleddin A h m e r Hüseyin b. A h m e d ' i n (ö. 6 9 1 / 1 2 9 2 ) k u r d u ğ u Sühreverdiyye tarikatının Buhâriyye kolunu yaymaya ça-



Burhâneddîn-i Garîb'in vecize ve hik-



lıştı. Gucerât h ü k ü m d a r ı kendisine bü-



metli sözlerini Rükneddin el-Kâşânî Ne-



yük saygı göstererek sarayında barındırdı. Başta oğlu Şah Âlem (ö. 1495) olmak



de d o ğ d u . Hayatının ilk yıllarını burada



fâ'isü'l-enfâs, kardeşi H a m m â d el-Kâşânî Ahsenü'l-akvâl, diğer kardeşi Mecdüddin el-Kâşânî de Ğarîbü'l-kerâmât adlarıyla derlemişlerdir. Mecdüddin Garibii'l-kerâmât'a Bakıyyetü'l-ğarâ'ib adlı bir zeyil yazmıştır ( A b d ü l h a y e l - H a -



geçirdi; daha sonra Delhi'ye giderek za-



senî, II, 140-141).



Muhammed b. Nâsıriddîn Mahmûd el-Hansevî (ö. 738/1337) Hindistanlı tanınmış sûfî.



L



J



654'te (1256) Doğu Pencap'ta HânsF-



manın âlimlerinden fıkıh, usul ve Arapça öğrendi. Çiştiyye tarikatı



Delhi 1302, s. 278;



Nizâmeddin Bedâûnî'ye intisap etti. Del-



Abdülhak ed-Dihlevî, Ahbârü'l-ahyâr,



s. 93; Dârâ Şükûh, Sefînetü'l-euliyâ',



şehir Devletâbâd'a göçe mecbur etmesi üzerine oraya gitti (1327). Diğer bir rivayete göre ise Devletâbâd'a şeyhi tara-



Delhi 1309,



Leknev Hazînetü'lasfiyâ\ Lahore 1284, s. 332; Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü'l-hauâtır, II, 140-141; Mohammad Shafi, " B u r h â n al-Dîn Gharıb", El 2 (İng ), i, 1328-1329. ı—1 1872, s. 101; Gulâm Server Lâhûrî,



fından gönderildi. Ö m r ü n ü n geri kalan



hî kazası ileri gelenleri onun için muht e ş e m bir türbe yaptırmıştır.



Dârâ Şükûh. Sefînetü'l-euliyâLeknev



Mirhord, Siyerü'l-euliyâ',



hi Türk Sultanı M u h a m m e d b. Tuğluk'un Delhi'nin âlim ve ileri gelenlerini yeni baş-



di. 8 Zilhicce 857'de (10 Aralık 1453) Bâtve'de vefat etti. Hindistan'da Ahmedşâ-



BİBLİYOGRAFYA:



BİBLİYOGRAFYA:



şeyhlerinden



üzere pek çok halife ve talebe yetiştir-



lal



1876, İkd, s. 40-41; Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü'l-havâtır, III, 101-103; "Bürh a n e d d i n " , İA, II, 840-841; M o h a m m a d Shafi, " B u r h â n a l - D i n Kutb-ı 'Alam", El 2 (İng.), I, 1329-1330. r-ı s. 117-118; Zebîdî,



Mil



r



İRFAN G Ü N D Ü Z



kısmını b u r a d a geçirdi. Zeynüddin Dâvûd b. Hüseyin eş-Şîrâzî, Ferîdüddin Dev-



B U R H Â N E D D İ N el-HALEBÎ



r



L



Ravza'ya defnedildi. Bazı kaynaklar ve-



B U R H Â N E D D İ N KUTB-İ Â L E M



fatını 741 (1340-41) olarak kaydetmek-



( ^Itt-IaS ZjjjJljU^j )



tedir.



r



Ebû Muhammed Abdullah b. Mahmûd b. Celâliddîn Hüseyn el-Buhârî (ö. 857/1453)



Cezbedici şahsiyetiyle Şeyh BedâûnFnin müridleri arasında büyük bir şöhret kazanan Burhâneddîn-i Garîb, Emîr Hüsrev, Mîr Hasan ve Mesud Bey gibi şairgibi velîlerle dost oldu. Kaynaklar onu



B U R H Â N E D D İ N el-MERGİNÂNÎ



B U R H Â N E D D Î N - İ TİRMİZÎ (bk. SEYYİD BURHÂNEDDİN).



bağlı



ler, Nasîrüddin Çırâğ-ı Dehlî ve Kirmânî



YILMAZ



n



(bk. SIBT İBNÜ'l-ACEMİ).



neddin el-Kâşânî onun en tanınmış hab â d ' d a vefat etti ve Huldâbâd'a



HASAN KÂMIL



(bk. MERGİNÂNÎ, Burhâneddin). F



letâbâdî, Kemâleddin el-Kâşânî ve Rüklifeleridir. Burhâneddîn-i Garîb Devletâ-



c



L



Sühreverdiyye tarikatının Buhâriyye kolu şeyhlerinden, Hintii mutasavvıf.



aşk ve şevk timsali bir zâhid, vaazları



Receb 790'da ( T e m m u z 1 3 8 8 ) H ı n ^ -



ile kalpleri fetheden vecd sahibi ve se-



tan'da Bahâvelpûr'a bağlı Uç'ta d s p l ü .



m â meclislerine t u t k u n bir velî olarak



Kutb-i Âlem ve Mahdûm-i Cıhânıyârigşsr



tanıtır. Burhâneddîn-i Garîb'in ölümün-



vanıyla tanınan dedesi C e l â l e d d i n ' H ^ ^ f t



den sonra Burhânîler diye anılan mü-



yin el-Buhârî'ye (ö. 7 8 5 / 1 3 8 4 ) # j b | f t e



BURHÂNİYYE (bk. DESÛKIYYE).



r



BURHÂNİYYE ( IJUjJI )



Rifâiyye tarikatının Burhâneddin İbrâhim b. Ömer b. Ali el-Alevî'ye (ö. VI/XII. yüzyıl) nisbet edilen bir şubesi (bk. RİFÂİYYE).



437



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURHÂNPÛR



r







BURHÂNPÛR ( JJİ



danlarından Pîr M u h a m m e d Şirvânî tarafından yağmalandı ve halkı katledildi;



)



ancak şehir Fârûkî hânedanının başşeh-



Hindistan'ın Medya Pradeş eyaletinde bir şehir.



ri olarak kalmaya devam etti. 1599'da Bâbürlü



kumandanlarından



Ebü'1-Fazl



el-Allâmî tarafından işgal edildi ve iki yıl sonra Fârûkî hânedanının Bâbürlü İmpa-



Orta Hindistan'da Tapti nehrinin ku-



ratorluğuma katlması üzerine kesin ola-



zey yakasında 21° 18' kuzey enlemi ve



rak Ekber Şah'ın eline geçti. Hân-ı Hâ-



76° 14' doğu boylamı üzerinde kurulmuş-



nân Abdürrahim Burhânpûr'a vali tayin



tur. Şehrin nehir kıyısında yıkanma ba-



edildi ve orada uzun süre kaldı. Abdür-



samakları (ghat), diğer taraflarında ise



rahim'in büyük oğlu Mirza İric (Şahnevâz



içinde yer yer birçok büyük ve küçük ka-



Han) burada öldü ve babası mezarının



pının yer aldığı sağlam görünüşlü taş



üzerine bir türbe yaptırdı. İngiliz elçisi



surlar bulunmaktadır. 1. Nizâmülmülk



Sir Thomas Roe, Cihangir'in büyük oğlu



Âsafcâh tarafından Burhânpûr valisi iken



Pervîz'i bu şehirde 1614'te ziyaret etti.



1728'de yaptırılan surların içinde kalan kısım bugünkü şehir yüzölçümünün 6500 kilometrekaresini kaplar. Şehrin dışındaki çok sayıda kalıntı, halen Adilpura denilen banliyöyü de içine alan dış mahallelerin önceden çok daha geniş olduğunu göstermektedir. Şehrin nüfusu 140.986'-



dır (1981).



1616'da Şah Cihan (o zaman Prens Hürrem) Dekken seferleri sırasında burayı başkumandanlık merkezi yaptı. Prens Pervîz 1626'da burada öldü. 1630-1632 yılları arasında Burhânpûr pek çok ölüm hadisesiyle sonuçlanan büyük bir kıtlığa mâruz kaldığı zaman yine Şah Cihan'ın Dekken bölgesine karşı girişti-



Ortaçağ döneminde stratejik öneme



ği askerî harekâtın üssü oldu. 1631'-



sahip bulunan Burhânpûr Hândeş (Dân-



de Şah Cihan'ın eşi M ü m t a z Mahal bu-



deş) Fârûkî hânedanı hükümdarı Nasîr



rada öldü ve defnedileceği Agra'daki Tac



Han el-Fârûkî tarafından 801 ( 1 3 9 8 - 9 9 )



Mahal'in yapımı süresince geçici olarak



yılı civarında devletin yeni merkezi ola-



Zeynâbâd'a gömüldü. 1636'da henüz on



rak kurulmuş ve şehre Şeyh Burhâned-



sekiz yaşında bir genç olan Evrengzîb



dîn-i Garîb'in (ö. 7 3 8 / 1 3 3 7 ) adı verilmiş-



Dekken valiliğine tayin edildi ve Burhân-



tir. Aynı devirde Tapti nehrinin karşı ya-



pûr'u buranın merkezi yaptı. Evrengzîb



kasında kurulan diğer bir şehre de o böl-



el-Fetâva'lÂlemgîriyye'yi toplamakla görevli âlimler heyetinin başkanı olan Şeyh Nizâm Burhânpûrî ile burada tanıştı. Evrengzîb 1681'de Bîcâpûr'u kuşatmadan önce Burhânpûr'da askerî kamp kurdu. İmparatorün şehirden ayrılmasından hemen sonra Burhânpûr Marathalar tarafından yağmalandı (1685). Civardaki diğer şehirlerde bazı savaşlar meydana geldi ve sonunda Marathalar'ın vergilerin dörtte birini toplamasına izin verilerek barış yapıldı. 1720'de Nizâmülmülk Âsafcâh Dekken'e vali olarak tayin edildiğinde yine Burhânpûr'u merkez yaptı; şehir onun ölümüne kadar (1748) kurduğu yeni sultanlığın önemli bir merkezi olmaya devam etti. 1. Âsafcâh'ın ölümünden sonra Marathalar tarafından işgal edilen şehir sonraları birkaç defa el değiştirdi. 1849'da pek çok kişinin ölüm ü n e sebep olan Hindû - müslüman çatışmasına sahne oldu ve nihayet 1860'ta İngilizler'in eline geçti. Hindistan'ın bağımsızlığını kazandığı 1947 yılına kadar İngiliz yönetiminde kaldı.



gede yaşayan Şeyh Burhâneddîn'in halifesi Şeyh Zeynüddin Dâvûd-i Şîrâzî'ye izâfetle Zeynâbâd denilmiştir. 1561'de Burhânpûr, Ekber Şah'ın çocukluk dönemindeki vasîsi Bayram Han'ın kuman-



Burhânpûr



_250km.







H



H



İ



P



İİ8



fmMEDÂBÂD



iptal



j [/' T ' '



r



Ü §j



1*1



'"'"I.



:.'



' . • NAÇfQiV'



nSORET \ H İi NM Dn İ i S Sİ I N H i s s ı a s ı î i t e » ^ ® ® 8 ® * faBSîî aBOMBAY: Wmâ



mm fil



458



Dekken valiliği sırasında, c



Cami-Mescid Burhânpûr/ Hindistan



Büyük hadis mecmuası Kenzü'l- cummâl'm müellifi Müttakî el-Hindî'nin de doğum yeri olan Burhânpûr Ortaçağ Hindistanı'nda önemli ilim ve kültür merkezlerinden biriydi. Burhânpûr'u sık sık ziyaret eden Muhammed Gavsî (ö. 1044/



1635'ten sonra) Gülzâr-ı Ebrâraölı eserinde, şehirde çoğu Sindli ve Gucerâtlı olan mutasavvıf ve şeyhlerin türbe ve mezarlarının bulunduğunu zikreder. Diğer önemli tarihî yapılar arasında Mübârek Şah el-Fârûkî ve Raja Ali Han'ın



(Âdil Şah el-Fârukî) türbeleri, 1588'de inşa edilen Cami-Mescid (cuma camii), Tapti nehri boyunca uzanan eski bir kale ve Hân-ı Hânân Abdürrahim tarafından yaptırılan bir kervansaray yer almaktadır. XVII. yüzyılda Hân-ı Hânân tarafından tamamlatılan ve şehrin su ihtiyacını karşılayan Cihangir Şah'ın yaptırdığı su şebekesi, modern sistemlerle karşılaştırılabilecek mükemmeliyettedir. Bâbürlüler döneminde Burhânpûr'da sultanların himayesinde kaliteli k u m a ş üreten atölyeler açıldı ve ülkenin birçok yerinden, özellikle Sind'den gelen usta dokumacılar bu atölyelerde çalıştılar. Burhânpûr bugün de dokumacılıkla meşhur olan bir ticaret merkezidir. BİBLİYOGRAFYA: Mevlevi Halîlurrahmân, Târîh-i Burhânpûr, Delhi 1317; Sücân Rây Bhandârî, Hulâşatü'tteuârîh (nşr. Zafer Hasan), Delhi 1 3 3 7 / 1 9 1 8 , bk. İndeks; The Embassy of Sir Thomas Roe to India (nşr. William Forster), London 1926, bk. İndeks; Yûsuf Hüseyin Han, Nizâmülmülk AsafCâh, Mangalore 1936, bk. İndeks; M. Mutîullah Râşid Burhânpûrî, Burhânpûr ke Sindhî EvliyâKaraçi 1957; J. B. Tavernier, Travels in India, Lahor 1976, I, 50-52; M. P. Singh, Town, Market, Mint and Port in the Mughal Empire 1560-1707, New Delhi 1985, s. 61, 117, 324-326; Sâqi Must'ad Khan, Maâsir-i 'Âlemgiri (trc. Jadunath Sarkar), New Delhi 1986, bk. İndeks; A. S. Bazmee Ansari, " B u r h â n p û r " , El 2 (İng.), 1, 1330-1331; a.mlf., "Burhânpûr", ÜDMİ, IV, 462-465; Nisar Ahmed Faruqi, "Burhanpur", Elr., IV, 555-557. [Tl



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



ÜLL



A . S. BAZMEE ANSARI



BURKİNA FASO BURHÂNPÛRİ ( ) (ö. 1029/1620)



L



F



et-Tuhfetü'l-mürsele adlı eseriyle tanınan Hindistanlı âlim ve mutasavvıf (bk. et-TUHFETÜ'l-MÜRSELE).



j



BÛRÎNÎ



^



( ^.J^



1



)



ve uzun aralıklarla on dört yılda tamam-



274.200 k m 2 , nüfusu 8.714.000 ( 1 9 8 9 ) ,



lanan (1614) bu alfabetik eser ilk defa Fazlullah b. Muhibbullah tarafından bir zeyille birlikte yayımlanmış ( 1 0 7 8 / 1 6 6 7 ) ,



başşehri ülkenin orta kesiminde bulu-



daha sonra Selâhaddin el-Müneccid tarafından iki cilt halinde Dımaşk'ta (1959-



ransı Teşkilâtı'na üye olmuştur.



1966) neşredilmiştir. 3. Dîvân. Eserin Köprülü Kütüphanesi'nde 98 varaktan ibaret bir nüshası bulunmaktadır (nr. 1257). 4. Şerhu'l-Kaşîdeti'l-yâ'iyye. rız'ın el-Kaşîdetü'l-yâ'iyye'sinin



İbnü'l-Fâşer-



hi olan eserin Köprülü Kütüphanesi'nde (nr. 735) ve Süleymaniye Kütüphanesi'n-



Ebü'z-Ziyâ Bedrüddîn Hasen b. Muhammed es-Saffûrî el-Bûrînî (ö. 1024/1615)



de (Hasan Hüsnü Paşa, nr. 969) birer nüsj



hası bulunmaktadır, s. Şerhu'1-Kaşîdeti't-tâ'iyye. Yine İbnü'l-Fârız'ın el-Ka-



963'te ( 1 5 5 6 ) Filistin'in Saffûriye şehrinde doğdu. Babası -bir rivayete göre kendisi- Nablus'a bağlı Bûrîn'de doğduğ u için Bûrînî nisbesini almıştır. Babasıyla birlikte Dımaşk'a gitti (1565) ve Sâlihiye'deki Ömeriyye Medresesi'nde okudu. 1567'de kıtlık y ü z ü n d e n tahsiline dört yıl ara verdi ve Dımaşk'tan ayrılıp Kudüs'e gitti. 1580'de Dımaşk'a d ö n d ü , Emeviye Camii'nde Şâfiî fıkhı okutmaya ve birçok medresede ders vermeye başladı. Derslerindeki m e t o d u ve güzel konuşmasıyla büyük bir şöhret kazandı, talebelerinin sayısı hızla çoğaldı. Çağdaşı Necmeddin el-Gazzî onun için, "Bulund u ğ u meclislerin bülbülü idi" demektedir. 1611'de Suriyeliler'in hac kafilesinde kadı olarak görev yaptı. Farsça ve Türkçe de bilen Bûrînî çok zeki ve kabiliyetli bir kişi olup lügat, nahiv, siyer, megâzî, fıkıh, riyâziyyât ve m a n t ı k sahalarında devrin ö n d e gelen âlimlerindendi. 13 Cemâziyelevvel 1024'te (10 Haziran



şîdetü't-tâ'iyye'sinin şerhi olup Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası bu-



^



Dımaşklı tarihçi, fakih ve şair.



1615) Dımaşk'ta öldü ve Bâbülferâdis'te defnedildi. Eserleri. 1. el-Bahrüî-fâ3iz fi şerhi Dîvâni İbni'l-Fânz. Ömer b. Fârız'ın divanına yazdığı bu şerhin Süleymaniye Kütüphanesi'nde muhtelif yazma nüsha-



ları bulunmaktadır (Hasan Hüsnü Paşa, nr. 988; Kılıç Ali Paşa, nr. 803; Esad Efendi, nr. 2785; Yenicami, nr. 969; Reîsülküttâb, nr. 829, 951; Ayasofya, nr. 4074). Eser



elibbâ', I, 42-52; Serkîs, Mu cem, I, 202, 602; Brockelmann, GAL, II, 374-375; SuppL, II, 401; a.mlf., "Bûrînî", İA, II, 806; a.mlf., "al-Bürinî", El 2 (İng.), I, 1333; îzâhu'l-meknûn, I, 139, 279, 494, 550, 551; II, 3 ; ' H e d i y y e t ü ' l - ' â r i f î n , I, 291; Ziriklî, el-A'lâm, II, 235-236; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'ellifîn, III, 289; el-Kâmûsü'lİslâmî, I, 389; Selâhaddin el-Müneccid, Mu'cemü'l-mü'errihîne'd-Dımaşkıyyîn, Beyrut 1398/ 1978, s. 3 1 2 ; Ömer Ferrûh, Târîhu'l-edeb, III, 522, 526; Nüveyhiz, Mu'cemul-müfessirîn, I, 146; C. Zeydan, Âdâb (Dayf), III, 308; Mu.Fs., II, 238-239; Ramazan Şeşen v.dğr., Fihrisü mahtûtâti mektebeti Köprülü, İstanbul 1406 / 1 9 8 6 , İ, 359 (nr. 735); II, 38 (nr. 1257); Flügel, Handschriften, II, 357-358; Bekrî Şeyh Emîn, Mütâla'ât fi'ş-şi'ri'l-Memlûkî ue'l-'Osmânî, Beyrut 1986, s. 244; M u h a m m e d Rıdvan ed-Dâye, A'lâmü'l-edebi'1-'Abbâsî, Beyrut 1407/1987, s. 111; Abdülvehhâb es-Sâbûnî, Şu'arâ' ue devâvîn, Beyrut, ts. (Mektebetü Dâri'ş-Şark), s. 255-256; M u h a m m e d M. Şerrâb, Mu'cemü büldâni Filistîn, Dımaşk 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 172173; M u h a m m e d Kürd Ali, "Terâcimü'l-a' : yân m i n e b n â ' i ' z - z a m â n " , MMİADm., III/4 (1341/ 1923), s. 193-202. ı - ı M



r



1888). 2. Terâcimü'l-a'yân min ebnâ'izz â m â n . Kendi devrinde yaşamış olan ünlü 205 kişinin hal tercümesini ihtiva eden



ABDÜLKERIM



zeyde olan Burkina Faso 10 ve 15. kuzey enlemleri arasında yer alır,- yüksekliği ortalama 300-500 m. arasında değişen bir plato g ö r ü n ü m ü n d e d i r . Orta Nijer havzasının güney bölümündeki toprakların tabanını billurlu bir tabaka oluşturur. Hafifçe dalgalı olan arazi doğu bölgelerinde Atakora dağlarına doğru yükselir ve Tenekuru (Tenekourou) zirvesinde 794 metreye ulaşır. Genellikle verim-



L



Kuzey, orta ve güney bölgelerinde birbirinden farklı iklimler görülür. Sahil bölgesine yakın olan ülkenin kuzey tarafındaki iklim çölün etkisindedir. Orta bölgede ise tropikal nitelikli Sudan, güneyde de Gine iklimi hâkimdir. Kuzeyde ort a l a m a yıllık yağış 500 m m . iken orta ve güneyde 1100 milimetreye kadar çıkar. Yağışlar genelde haziran-ekim döneminde düşer. İklimin sıcak ve kurak olduğu ülkede en d ü ş ü k sıcaklık 10, en yüksek sıcaklık ise 40 derece civarındadır. Kuraklık kırsal alanlarda yaşayan halkın hayatını olumsuz şekilde etkilemekte-



OZAYDIN



BURKİNA FASO Batı Afrika'da İslâm Konferansı Teşkilâtı'na üye ülke.



neşredilmiştir (Kahire 1279; Bulak 1289; Kahire 1313). Emîn el-Hûrî B û n n î n i n şer-



Fizikî ve Beşerî Coğrafya. Güney sınırlan deniz kıyısından 500 k m . kadar ku-



siz olan topraklar Kara Volta, Comue ve Leraba gibi akarsu vadileriyle parçalanBûrînrnin diğer eserlerinden bazıları da mıştır. Ülkenin kuzey ve kuzeydoğusu şunlardır: Hâşiye "alâ Envâri't-tenzîl, çölün etkisinde o l d u ğ u n d a n buralarda er - Rihletü '1 - Halebiyye, er - Rihletü 't - k u m l u k bölgeler şeritler halinde uzanır Trâblusiyye, es-Seb'u s-seyyare, Şerve bu k u m şeritleri arasında kayalık tec hu'1-Kâfiye, Hâşiye ale'l-Mutavvel peler yer alır. Güneye doğru alçalan pla(Ziriklî, II, 236; Kehhâle, III, 289). toyu akarsu vadileri keser. Yer yer granit kayalarla kaplı olan arazinin verimBİBLİYOGRAFYA : sizliğinde akarsu taşkınlarının topraklaMuhibbi, Hulâşatü'l-eser, II, 51-61; Keşfü'zrı taşımasının payı büyüktür. zunûn, I, 267, 767, 1370"; Hafâcî, Reyhânetül-



tır. Divan yalnız Bûrînî'nin şerhiyle de



hini el-Gamız min şerhi Dîvâni İbni'lFânz adıyla ihtisar etmiştir (Beyrut 1886,



Fransızca'dır. 1975 yılında İslâm Konfe-



lunmaktadır (Hâlet Efendi, nr. 814/ 14).



Rüşeyd ed-Dahdâh el-Lübnânî tarafından Nablusî'nin şerhiyle birlikte Marsilya'da (1853), daha sonra Kahire'de (1289, 1306, 1310, 1319-1320, 1329) yayımlanmış-



nan Uagadugu (Ouagadougou), resmî dili



J



1984'e k a d a r Yukarı Volta adını taşıyan ülke d o ğ u d a Benin ve Nijer, kuzeyde ve batıda Mali, güneyde ise Togo, Ga-



Resmîadı Başşehri Yüzölçümü Nüfusu Resmî dini Resmî dili Para birimi



: : : : : : :



Republique de Burkina Faso Uagadugu (Ouagadougou) 274.200 km2 8.714.000 (1989) Yok Fransızca CFA Frangı = 100 Centime



na ve Fildişi Sahili ile çevrilidir. Yüzölçümü



439



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURKİNA FASO dir. Ülkenin büyük bölümü yağmur mevsiminde yeşeren otlarla ve çalılıklarla kaplıdır. Sahil ikliminin etkisindeki kuzey bölgelerde bozkır türü dikenli çalılıklara rastlanırken tropik iklimin hüküm sürdüğü güney bölgelerdeki akarsu vadilerinde savanlar ve ormanlar görülür. Burkina Faso akarsular bakımından fakir olmamakla birlikte bunlardan ne taşımacılıkta ne de tarım alanlarının sulanmasında yeterli miktarda faydalanılır. Orta ve güney bölgelerini sulayan Kızıl Volta, Kara Volta ve Ak Volta akarsuları ülke sınırlarını terkettikten sonra Gana'da Volta nehrini oluştururlar. Doğu bölgesini sulayan akarsular ise Nijer nehrine katılırlar. Yağmur mevsiminde düzensizlik göstererek taşkınlara sebep olan orta ve batı bölgelerdeki akarsuların bazıları uzun süren kurak ve sıcak mevsimlerde kururken bazıları da bataklıklarda kaybolur. Nüfus. Nüfusu bugün 9 milyona yaklaşan Burkina Faso'da etnik bakımdan ve dil, kültür açılarından birbirinden farklı çok sayıda kabile yaşamaktadır. Ülkenin orta ve doğu bölgelerinde yaşayan Mosiler nüfusun yarıya yakın bölüm ü n ü oluştururlar. Bölgenin en eski yerlileri olan Mosiler kabile şefliğine dayalı Manprusi ve Dagomba devletlerini kurm u ş ve XV. yüzyıla kadar kendi ülkelerinden geçen sahra ticaret yolları üzerinde önemli rol oynamışlardır. Güneybatıda Bobolar, doğu ve kuzeyde Gurmalar, kuzeyde sınıra yakın bölgelerde göçebe Fülânîler, batıda Senufolar, Lobiler, Kassenalar, Diulalar, Tegnesiler, Dogariler, Busanseller, orta ve güneydoğuda Gumudiler, Bisalar, Gurmançeler, Mubalar, Konkombalar, Berbalar ve diğer kabileler yaşamaktadır. Afrikalı siyah insan tipinin en iyi örneğini temsil eden Gurmalar'm da yaşadığı Burkina Faso âdeta bir halklar mozayiği görünümündedir. Nüfusun % 90'ı kırsal alanlarda yaşar, sanayi gelişmediğinden şehirleşme hızı çok düşüktür. Ülkenin önemli şehirlerinin 1985 sayımına göre nüfusları şöyledir: Başşehir Uagadugu 442.223, Bobo-Diulasso 231.162, Kudugu (Koudougou) 51.670, Uahiguya 38.604, Banfora 35.204, Koya 25.779. Abican'dan gelen demiryolu Uagadugu'ya ulaşmadan önce eski başşehir Bobo-Diulasso'dan geçer. Müslümanların çoğunlukta bulunduğu Bobo Diulasso, ticaret ve sanayi bakımından ülkenin en önemli şehri iken demiryolu buradan Uagadu-



gu'ya vardıktan sonra önemini kaybetmeye başlamış, iş yerleri ve sanayi tesisleri sömürgeci Fransızlar'ın başşehir yaptığı Uagadugu'da yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte Bobo-Diulasso halen bir ticaret merkezi olarak önemini sürdürmektedir. Ülkede kilometrekareye düşen nüfus yoğunluğu 29,1 olmakla birlikte tarıma elverişli güney ve batı bölgelerinde nüfus daha yoğun, kuzey bölgelerinde ise daha seyrektir. Birleşmiş Milletler rakamlarına göre doğum ora-



nının °/oo 48,1 (1975-1980 ortalaması) gibi oldukça yüksek olduğu ülkede ölüm oranı aynı dönem için %o 24 olarak gerçekleşmiştir. Nüfus içerisinde gençlerin oranı yüksektir. Ülkedeki nüfusun yaklaşık 500.000 kadarı her yıl çiftliklerde ve sanayi tesislerinde çalışmak için Fildişi Sahili ve Gana gibi komşu ülkelere gider ve her yıl bunların 50 ile 100.000 kadarı gittikleri yerlerde kalıp geri dönmezler. Fildişi Sahili'ne gitmiş ve burada yerleşmiş 1 milyona yakın Burkina Fasolu bulunmaktadır. Din. Burkina Faso nüfusunun ekseriyeti (% 55) atalara tapınma şeklindeki mahallî putperest inanışlara mensup olmakla beraber XIV. yüzyıldan beri ülkenin kuzey bölgeleri Müslümanlığın etkisi altındadır. Toplam nüfusun en az % 35'ini temsil eden müslümanlar daha çok ülkenin kuzeyinde yaşayan Fülânî, Tuareg ve Diula kabilelerine mensupturlar. İlk defa müslüman tüccarlar vasıtasıyla XIV. yüzyılda bu ülkeye nüfuz eden İslâmiyet, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru mahallî yöneticilerin de müslüman 4°



olmalarıyla giderek güçlendi. İslâm dini, Mosi Kralı Naaba Dulugu'nun (1769-1823) yönetimi döneminde sarayda etkin hale geldi; ancak yine de İslâmiyet'in etkisi ticaret yolları üzerinde bulunan şehirlerle sınırlı kaldı. Öte yandan İslâmiyet'le birlikte mahallî inançlar da güçlü şekilde yaşamaya devam etti. Ülkede Fransız sömürgesi olduğu dönemde ve özellikle istiklâline kavuştuktan sonra İslâmiyet'in yayılışında bir hızlanma görülmüşse de müslüman nüfus henüz çoğunluğa ulaşamamıştır. Burkina Faso'nun İslâmiyet'i ilk kabul eden halkı, kuzeyde yaşayan ve daha çok çobanlıkla meşgul olan Fülânîler'dir. Fülânîler buraya XI. yüzyılda Senegal'deki Tekrûr bölgesinden gelerek XIV. yüzyılda Hevsâ şehirlerinde İslâmiyet'le karşılaştılar. Bunların bir kısmı zaman içerisinde Müslümanlığı kabul ettiler ve XVIII. yüzyılda Futa Calon ve Futa Toro'da kurdukları devletlerle putperestlere karşı açtıkları cihadlarda meşhur oldular. Ancak kuzeyden ve doğudan gelen İslâmî akımlar karşısında Burkina Faso'daki putperest yönetimler şiddetli tepki gösterdiler ve bu akımları durdurmak için iş birliği yaptılar. Bundan dolayı İslâmiyet'in Burkina Faso'nun güney bölgelerine inmesi m ü m k ü n olmamıştır. Fülânîler'den başka Mandeler, Sarakoleler, Soninkeler ve Mosiler'in de büyük bir kısmı müslümandır. Büyük çoğunluğu mahallî inanışlara mensup Mosiler'den müslüman olanların İslâmiyet'le ilk teması, XIV. yüzyılda bölgede hâkimiyet kuran Songay Devleti döneminde ol2°



440



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)











BURKİNA FASO muştur. XV. yüzyılda bu devlet hâkimiyetini güneydeki kıyı bölgesine kadar genişlettiğinde İslâmiyet'in buradaki etkisi de giderek artmış ve Mosiler'in büyük bir kısmı müslüman olmuştur. 1700'lü yıllarda bazı Mosi krallarının İslâm'a girmeleriyle de Müslümanlık bunlar arasında iyice yerleşmiştir. Fakat buna rağmen Mosiler arasında mahallî inançların hâkimiyeti devam etmiştir. Burkina Faso'nun güneybatısında yaşayan ve ülkenin ticaretinde önemli rol oynayan Diulalar'ın büyük çoğunluğu da müslümandır. Bunların konuştukları dil ticaret dili olarak gelişmiştir. Ülkenin sömürge olduğu dönemde hıristiyan yöneticilerin müslümanlara karşı iyi davranmadıkları, onların meseleleriyle ilgilenmedikleri bilinmektedir. Sömürge rejiminin nisbeten yumuşadığı 1950'lerden sonra müslümanlar bir teşkilât içerisinde toplanmak için gayret gösterdiler; 1958'de Uagadugu İslâm Topluluğu ve Bobo-Diulasso'da İslâm Kültür Konseyi kuruldu. Uagadugu İslâm Topluluğu 1962'de Yukarı Volta İslâm Topluluğu adını alarak ülke düzeyinde genişletildi. Kur'an'a bağlılık, İslâm kardeşliğini güçlendirme, cuma namazları için bir araya gelme, millî birlik ve gelişmeye katkıda bulunma gibi temel amaçlarla doğan İslâm Topluluğu, cemaati geliştirmek ve İslâm'ı yaymak için çaba gösterdi. 1964 yılındaki genel kongreye seksen üç bölge ve yaklaşık 55.000 üyeyi temsilen 500 delege katılmıştır. Bu yıllarda topluluğa bağlı 771 cami ve on bir Kur'an kursu bulunuyordu. Gençleri daha çok İslâmî hizmete sokmak amacıyla Uagadugu'da 1972 yılında ilk İslâm Gençliği Kültürel Kurulu toplandı. Arapça'yı ülkenin kültür dili yapmak, müslümanlara evlilik ve cenaze törenleriyle ilgili İslâmî kuralları öğretmek, güvenilir radyo programları geliştirmek ve Kur'an kurslarında eğitim düzeyini yükseltmek gayesiyle çalışmalar yapıldı. Burkina Faso'daki müslümanlar çeşitli zorluklara rağmen, özellikle ülkenin bağımsızlığını kazanmasından bu yana iyi organize olmuş bir birlik ve beraberlik içindedirler. Batı Afrika'daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında buradaki müslümanların teşkilâtlanma bakımından daha iyi durumda oldukları söylenebilir. Bunların hepsi komşu ülkelerde olduğu gibi Mâlikî mezhebine mensupturlar. Aralarında Kâdiriyye ve Ticâniyye tarikatları da önemli bir yere sahiptir.



Özellikle şehir merkezlerinde bulunan hıristiyanların oranı nüfusun % 10 kadarını oluşturmaktadır. Sömürge döneminde ülkedeki okullar Katolik misyonerlerin kontrolleri altında açıldığından İslâmiyet kadar olmasa bile bu din de ülkede taraftar bulmuştur. Hıristiyanların sömürge döneminde olduğu gibi bağımsızlık kazandıktan sonra da yönetimdeki etkileri devam etmektedir. Bağımsızlık döneminin ilk devlet başkanı olan Maurice Yameogo (1961-1966) ve bir askerî darbe ile 1982'de iktidarı ele geçiren Jean Baptiste Udraogo Katolik idiler. Eğitim ve Kültür. Ülkede, sosyal ve kültürel özellikleri birbirinden farklı çok sayıda kabilenin yaşaması sebebiyle ortak bir millî kültür oluşmamış, etnik farklılıklara dinî ve mahallî farklılıklar da eklendiğinde ortaya kültürel bir çeşitlilik çıkmıştır. Ülke nüfusunun hemen hemen yarısını meydana getiren Mosiler'in geleneksel animist kültürleri, genelde Burkina Faso kültürüne damgasını vurmuştur. Müslüman nüfus İslâm dininin ve geleneksel kültürlerin etkisindedir. Kırsal kesim ile şehirler arasında yaşama şekli, zihniyet ve kültür yapısı açısından büyük farklılıklar vardır. Köylerde evlerin yapımında çamur, saman ve sap gibi geleneksel inşaat malzemeleri kullanılırken şehirlerde daha modern malzemelerden istifade edilir. Şehirlerde modern mimari ile geleneksel yapılar birbirine karışmış durumdadır. Atalara tapınma şeklindeki mahallî inanışlara mensup halklarda danslar, dinî âyinler ve çeşitli olayları kutsallaştıran davranışlar önemli yer tutar. Siyaset ve yönetim kademelerinde görevli olanlar daha çok Batı ve hıristiyan kültürünün etkisindedir-, bu bakımdan bürokratlar ile halk arasında kültür bakımından büyük ayrılık vardır. UNESCO'nun verdiği 1985 rakamlarına göre ülke nüfusunun % 86,8'inin okuma yazması yoktur. Erkeklerin % 79,3'ü, kadınların da % 93,9'u okuma yazma bilmemektedir. Nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal alanda yaşaması eğitim hizmetlerinin halka götürülmesinde olumsuz etki yapmaktadır. Burkina Faso'da eğitim mecburi ve parasız olup ilk öğretime yedi yaşında başlanmaktadır. Ülkedeki 1758 ilk öğretim kurumuna devam eden öğrenci sayısı toplam 351.807'dir (1986). Altı yıllık ilk öğretimden sonra başlayan orta öğretimin ilk dönemi dört, ikinci dönemi üç yıldır. Genel ve



meslekî öğrenim veren 125 orta öğretim kurumunda 56.683 öğrenci okumaktadır. 1984 rakamlarına göre okullara kayıtlı olan toplam öğrenci sayısı, okuma çağında olanların ancak % 17'si idi. Sadece ilk öğretim çağındakiler için bu oran % 25 iken orta öğrenimdekilerde % 4'e düşmektedir. Diğer taraftan 1986 yılında ülkenin tek yüksek okulu olan Uagadugu Üniversitesi'ne devam eden öğrenci sayısı 3869 idi. Hükümet ülkenin eğitim öğretim seviyesini yükseltmek için bütçenin % 20'sini bu alana aktarıyorsa da bu miktar yeterli olmamaktadır. Burkina Faso'da basın ve yayın hayatı gelişmiş olmamakla birlikte başşehir Uagadugu'da beş günlük gazete ve yedi dergi yayımlanmakta, bir de haber ajansı faaliyet göstermektedir. Radyo ve televizyon yayınları devletin elinde olup ülkede 123.000 radyo ve 35.000 televizyon alıcısı (1983) bulunmaktadır. Ekonomi. Nüfusun % 90'ının kırsal alanda yaşayarak çiftçilik ve hayvancılık yaptığı Burkina Faso bir tarım ülkesidir ve ekonomik faaliyetlerin önemli bir kısmı bu alanda gerçekleştirilmektedir. Millî gelirin % 43'ü tarım alanından sağlanmakta ise de tabii şartların etkisinde olan tarım gelişmemiş ve modernize olamamıştır; bu sebeple verim çok düşüktür. Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Burkina Faso'da kişi başına düşen millî gelir 140 Amerikan doları civarındadır. Tarım alanındaki üretim hava şartlarına ve yağışların elverişli oluşuna bağlı kalarak değişebilmektedir. Yönetim, temel ürünlerde kendi kendine yeten bir ülke olmayı istemekte ve mısır, darı, patates, pirinç, keten ve susam üretiminin arttırılması için çalışmaktadır. Bu amaçla Thomas Sankara yönetimi toprakları kamulaştırmış ve tarım sektörüne büt-



Yatenga'da ziraatla uğraşan çiftçiler



441



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURKİNA FASO çeden ayrılan payı iki misline çıkarmıştır. Son yıllarda Avrupa Kalkınma Fonu'ndan sağlanan kredilerle keten, şeker kamışı ve yer fıstığı işleyecek bazı küçük tesisler kurulmaktadır. Öte yandan güneydeki tarım alanlarını sulamak için milletlerarası finans kuruluşlarından ve İslâm Kalkınma Bankası'ndan sağlanan kredilerle başlatılan kanal, bent, gölet ve baraj inşa çalışmaları da sürdürülmektedir.



En önemli ihraç kalemleri olan canlı hayvan ve keten üretiminin kuraklık sebebiyle düşmesi ve satın almak zorunda olduğu petrol, hazır makine, yol ve baraj inşaat ekipmanları gibi ithal kalemlerinin fiyatlarının devamlı şekilde artması ülke ekonomisini zor durumda bırakmaktadır. 1984'te toplam 111 milyon franklık ithâlata karşılık ancak 34 milyon frank tutarında ihracat yapılabilmiştir.



Ülkenin kuzeyindeki otlaklarda hayvancılık yapılmaktadır. 1985 rakamlarına göre Burkina Faso'da 2,8 milyon büyük baş, 2 milyon koyun ve 2,6 milyon keçi bulunmaktadır. Son yıllardaki kuraklık tarım sektörünün diğer kesimlerini olduğu gibi hayvancılığı da olumsuz şekilde etkilemektedir.



Tarih. Bugün Burkina Faso'nun sınırları içerisinde yaşayan çeşitli etnik grupların tarihlerinin iyi bilinmemesi ve ülke sınırlarının tarihî, sosyal ve coğrafî özellikler dikkate alınmadan genellikle Batılı sömürgeci devletler tarafından belirlenmiş olması ülke tarihini araştırmayı zorlaştırmaktadır. Burkina Faso'da yaşayan etnik grupların çoğu devletsiz toplumlar olup tarihte çeşitli devletlerin sınırları içerisinde yaşamışlardır. Ülkenin en kalabalık etnik grubunu oluşturan Mosiler XI. yüzyılın sonlarına doğru Dagomba'dan, Gurunsiler'le Lobiler ve Bobolar da Doğu Afrika'dan buraya gelip yerleşmişler ve bölgenin siyasî tarihinde önemli rol oynamışlardır. Bunların en ünlüleri olan Mosiler'in Dagomba kraliyet ailesinden Ouedraogo Tehkodego



Burkina Faso yer altı kaynakları bakımından zengin olmamakla birlikte Tambao'da manganez, Tileusi'de fosfat, Poura'da altın, Mafalou'da antimon, Kudugu yakınlarında g ü m ü ş ve çinko yataklarına sahiptir. 1984 yılında İslâm Kalkınma Bankası, Avrupa Yatırım Bankası ve hükümetin katıldığı altın madenini işletecek bir şirket kurulmuştur. Mali sınırına yakın Tambao'daki zengin manganez yataklarından faydalanmak için de demiryolunun buraya kadar uzatılması planlanmaktadır. Yer altı servetlerini işleyecek bilgi, teknoloji ve sermayeye sahip olamaması sebebiyle bazı madenlerin imtiyazı yabancı firmalara verilmiş durumdadır. Ak Volta ve Kara Volta akarsuları üzerinde barajlar inşa edilmiş ve elektrik üretimi 1960'tan bu yana büyük bir gelişme göstererek yılda 125 milyon kilovata ulaşmıştır. Özellikle Kudugu, Dedegu, Poura, Gaua, Kaya, Dori ve Tenkudago şehirlerinin elektrifikasyonu ile Kompienga hidroelektrik santralinin ve çok sayıda küçük akarsu barajının yapımı Avrupa Topluluğu'ndan sağlanan kredilerle m ü m k ü n olmuştur. Taşımacılık ve ulaşım alanında ülkenin durumu pek iyi değildir. Başşehri Bobo-Diulasso ve Abican'a bağlayan demiryolunun ülke ekonomisindeki yeri büyüktür ve bu yolun Nijer'e kadar uzatılmasına çalışılmaktadır. Ülkenin karayolu şebekesi toplam 9000 km. civarında olup bunun ancak yarısı anayoldur. Mevcut yolların iyileştirilmesi ve yenilerinin yapımı için dış desteğe ihtiyaç vardır. Ödemeler dengesi devamlı açık vermekte ve ekonomi dış borç bulmak zorunda kalmaktadır; halen devletin dış borcu yarım milyar doları geçmiş durumdadır.



Krallığı'nı kurdu (XII. yüzyıl sonları); oğlu Oubri de Uagadugu bölgesini ülkesine katarak devleti güçlendirdi. Oubri'nin oğulları arasında t a h t yüzünden çatışma çıkması üzerine onlardan biri kuzeye gitti ve Yatenga Krallığı'nı kurdu. Yatenga kralları ülkelerini genişletmek amacıyla komşularıyla savaştılar. Bir ara Tinbüktü'yü ele geçirdilerse de XV. yüzyıl ortalarında Sünni Ali'ye (ö. 1492) yenilmeleri üzerine güçlerini kaybettiler. Bu çağda kuzeyden ve doğudan gelen İslâmî akınlar ve müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslâm bu bölgeye de nüfuz etti. Mosi ve Yatenga krallıkları XIX. yüzyılın sonlarına kadar yaşamayı başardılar. Aslında modern Yatenga'nin tarihi Naaba Kango (1757-1787) ile başlar. Kral Kango iktidarı merkezîleştirerek etraftaki çeşitli kabilelere boyun eğdirdi. Ölümünden sonra Nakombseler arasında çatışmaların çıkması devletin gücünü zayıflattı. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Naaba Saaga ile Naaba Tugari'nin oğulları arasındaki anlaşmazlık iç çatışmaya dönüştü ve sonunda 1894 yılında Naaba Baoga otoriteyi sağlayarak Bandiogara'da bulunan Fransızlar'la iş birliğine gitti. Onun ardından gelen Naaba Bulli'nin 1895'te Fransızlar'la bir anlaşma imza-



layarak onların himayesine girmesi üzerine Fransız sömürge güçleri bölgedeki nüfuzlarını kuvvetlendirdiler. Uagadugu'daki Mosi Kralı Morho-Naba ise Fransız himayesini reddetti, fakat 1896'da bir Fransız birliği Oagadugu'ya girdi ve kral kaçmak zorunda kaldı. Ülkenin tam a m ı Fransız işgaline uğramadan önce batıda Samolar ve Mandeler, güneyde ise Gurunsiler geniş bir otonomiye sahiptiler. Ayrıca yine batı bölgesinde, müslüman Diular'ın merkezi Bobo-Diulasso olan Gvviriko Devleti ile rakibi VVahabu Devleti bulunuyordu ve bunlar da 1897'de Fransız egemenliğiyle tarihe karıştılar. Böylece 1897 yılında bugünkü Burkina Faso'nun bütün toprakları Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve sömürge dönemi başlamış oldu. Sömürge döneminde ülke önce Fransız Sudanı'nın bir parçası haline getirildi; sonra 1904'te oluşturulan Haute-Senegal-Nijer birliğine bağlandı. Bu arada ülkenin çeşitli bölgelerinde ayaklanan kabileler sömürge güçlerince sindirildi. 1919'da Haute-Senegal-Nijer birliğinden ayrılan ülke Haute-Volta (Yukarı Volta) adıyla ayrı bir sömürge haline getirildi. 1932'de Sudan, Fildişi Sahili ve Nijer arasında bölüştürüldüyse de bu durum 1947'de bölgenin yeniden bütünleştirilmesine kadar devam etti. Sömürge yönetiminin takip ettiği ekonomik ve idarî siyaset halkı zor durumda bıraktı ve bir kısmi komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı. 1946'da ülkede siyasî teşkilâtlanmaya izin verilmesi üzerine kurulan Afrika Demokratik Birliği (Le Res-



samblement democratique africain) ülkenin siyasî tarihinde önemli rol oynadı. 1956 yılında bu partinin Haute-Volta bölümü önce Birleşik Demokratik Parti adını aldı, sonra da Ouezzin Coulibaly ve Maurice Yameogo tarafından Volta Demok-



ratik Birliği'ne (Union democratique Voltaique) dönüştürüldü. 1957'de O. Coulibaly yönetim konseyinin başkan yardımcısı, daha sonra ise başkanı oldu. 1958'de yapılan referandum sonunda Haute-Volta Fransız Topluluğu'na üye otonom bir cumhuriyet haline geldi. 5 Ağustos 1960'ta ise bağımsızlığını ilân etti. Bu arada 1958'de O. Coulibaly'nin ölümü üzerine yerine geçen Maurice Yameogo 1959 seçimlerini kazanıp yeniden başkan seçilmişti. Başkan Yameogo, Kasım 1960'ta kabul edilen yeni anayasanın verdiği geniş yetkilerle kendi partisi dışındaki bütün partileri yasakladı ve siyasî rakiplerini susturdu. Ancak hal-



442



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURMALI MESCİD kın ve ekonominin içinde b u l u n d u ğ u sıkıntılar, memnuniyetsizliğin giderek artmasına ve sonunda işçilerle ordunun Yameogo yönetimine baş kaldırmasına kadar vardı. 3 Ocak 1966'da General Sangoule Lamizana bir darbe ile yönetime



ları ile de bir siyasî entegrasyon k u r m a k istemiş, fakat teşebbüsleri olumlu sonuç



1970'te yeni anayasanın kabulünden sonra yapılan seçimleri Volta Demokratik Birliği kazandıysa da ordunun yönetimdeki etkinliği devam etti ve Lamizana devlet başkanlığına seçildi. Yönetim kademelerinde ve iktidar partisi içinde çatışmalar meydana gelmesi üzerine Başkan Lamizana meclisi dağıtıp siyasî faaliyetleri yasaklayarak yönetimi tekeline aldı. Lamizana 1977'de yeniden devlet başkanlığına seçildiyse de devam eden karışıklıklar sonucu Kasım 1980'de Albay Saye Zerbo'nun gerçekleştirdiği kansız bir askerî darbe ile devrildi. Zerbo'nun kurd u ğ u askeri yönetim anayasayı askıya alarak ülkede b ü t ü n siyasî faaliyetleri yasakladı. Kısa süre sonra darbeye dest e k veren işçi birliklerinin yönetimin takip ettiği politika sebebiyle desteklerini çekmeleri üzerine ülkede ciddi karışıklıklar ortaya çıktı. Başkan Zerbo yeniden anayasa rejimine döndüyse de 1982'de J e a n Baptiste Uedraogo'nun darbesine engel olamadı. Ancak Uedraogo da Ağustos 1983'te Libya yanlısı olarak tanınan yüzbaşı Thomas Sankara tarafından devrildi. Sankara iktidarı ele geçirince Millî Devrim Konseyi adlı bir konsey kurarak ülkenin yönetimini yeniden teşkilâtlandırdı ve mahalli eşrafın tesirini azaltmaya çalıştı. Ülkenin çeşitli yerlerinde kurd u ğ u halk mahkemelerinde eski siyasî liderleri yargılatarak muhalefeti iyice sindirdi. Bu arada Fransa ve Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkiler bozulurken Libya ve Sovyetler Birliği'ne yakınlaşma başladı. Başkan Sankara, ülkede gerçekleştirdiği siyasî ve sosyal değişikliklerin bir sembolü olarak devrimin birinci yıl dön ü m ü n d e (3 A ğ u s t o s 1984) ülkesinin adını Burkina Faso'ya çevirdi ve böylece Yukarı Volta adı terkedildi. Özellikle h u k u k ve eğitim alanlarında bir dizi yenilik yapıldı. Fransa ile b o z u l m u ş olan ilişkiler, bu ülkede Sosyalist Parti'nin iktidara gelmesiyle düzelme yoluna girdi. 1985 yılında Mali ile sınır anlaşmazlığı yüzünden savaş çıktı. Sovyetler Birliği ile ilişkileri daha ileriye g ö t ü r m e k isteyen Sankara 1986'da Moskova'yı ziyaret etti. Komşu-



olduktan



b u l u n d u ğ u bildirilmektedir. Anlaşıldığı-



tedir.



na göre İstanbul'da pek çok hücre, dük-



M o t a m a r , " a l - Â l a m ü ' l - I s l â m l " , World



Müs-



Karachi 1964, s. 5 0 3 - 5 0 8 ; Mah-



m û d Savvâf, İfrîkıyye'l-müslime,



Beyrut 1975,



LAfrigue



Noire



s. 2 3 1 - 2 4 7 ;



H. D e s c h a m p s ,



Precoloniale,



Paris 1976, s. 43-45, 55-60; İs-



mail A h m e d Yâgl — M a h m u d Şekûr,



'âlemi'l-İslâmî,



Târîhu'i-



Riyad 1983, 11, 2 2 6 - 2 3 1 ; P. B.



Clarke, West Africa



and



1497) düzenlenmiş bir de vakfiyesinin



kân, ev ile Zağra Eskihisarı'nda, Gebze'-



BİBLİYOGRAFYA:



lim Gazetteer,



başka 902 yılının Şâban ayında



(Nisan



vermemiştir. Burkina Faso 1983'ten bu yana Thomas Sankara rejiminde Millî Devrim Konseyi tarafından yönetilmek-



el koyarak devlet başkanlığını ilân etti. Kurulan askerî yönetim ülkenin içinde b u l u n d u ğ u ekonomik sıkıntıyı a t l a t m a k için bazı tedbirler aldı ve üç yıl sonra siyasî partilerin kurulmasına izin verdi.



(BA, nr. 251) Emin Nû-



Tahrir Defterinde



reddin Mescidi adıyla kayıtlı



islam,



London



1984,



de h a m a m l a r ve Hereke'deki değirmen mescidin evkafından olduktan başka daha pek çok hayır sahibi de buraya vakıflar tahsis etmiştir. Bunlardan Ayşe Hat u n ' u n vakfettiği m ü l k ile Ali Subaşı'nın bıraktığı bir başka mülk, 1543-1548 yıllarında Şehzade Camii'nin yapımı için



s. 212-215, 2 4 1 ; G. A. Finnegan, " M o s s i " , Müs-



"emr-i pâdişâhî ve izn-i şer' ile" istim-



lim



lâke uğramıştır.



Peoples,



Courrier,



11, 5 4 6 - 5 5 2 ; " B u r k i n a F a s o " , Le



sy. 99,



Bruxelles



1986,



s.



39-55;



Uni-



Şehzade Camii'nin M i m a r Sinan tara-



Paris 1987, 111, 1404-



fından inşasından çok önce var olan Bur-



"Haute-Volta",



Le Robert



versal des noms



propres,



Dictionnaire



1 4 0 5 ; H a m i d o u Diallo, " I n t r o d u c t i o n â L'Etude d e L'Histoire de L'Islam clans L'ouest d u



malı Mescid'in



bânisi



Emin



Nûreddin



B u r k i n a Faso: Des D e b u t s â la fin d u XIX®



Efendi'nin mezarı soldaki hazîrede dur-



siecle", islam



maktadır. Kitabesinde 961 (1554) tarihi



et Societes



Au Sud



Du



Sahara,



IV, Paris 1990, s. 3 3 - 4 5 ; Issa Cisse, "Les M e -



açık olarak okunur. Bu d u r u m a



d e r s a s a u B u r k i n a , L ' A i d e A r a b e et L a Crois-



Emin Nûreddin Efendi mescidi yirmi beş



sance d'un



otuz yaşlarında iken yaptırıp vakfetmiş,



systeme E n s e i g n e m e n t



Arabo-



I s l a m i q u e " , a.e., s. 57-72; " F u l a n i " , The Illustra-



ted Encyclopedia



of Mankind,



London



1978,



V, 6 5 1 - 6 5 5 ; " M o s s i " , a.e„ XI, 1 4 0 4 - 1 4 0 6 ; Izard, " H a u t e - V o l t a " , Eün.,



Cambridge



Encyclopedia



M.



VIII, 262-264; The



of Africa



(nşr. R o n a l d



Oliver), C a m b r i d g e 1984, s. 84, 133, 2 5 8 . S



F



DAVUT DURSUN



BURMA



n



(bk. MYANMAR).



BURMALI MESCİD İstanbul Şehzadebaşı'nda XV. yüzyıl sonunda yapılan mescid.



Minaresinin biçiminden dolayı dikkati çeken ve bu sebeple Burmalı Mescid olarak tanınan m â b e d , Şehzade Camii'nin dış avlu duvarının az ilerisinde ve Bozd o ğ a n Kemeri'nin M a r m a r a tarafında bulunmaktadır. Çevresindeki yerleşme bölgesinin istimlâkiyle etrafı t a m a m e n açıldığından b u g ü n İstanbul Belediye Sarayı'nın t a m karşısında kalmıştır. Kapısı üstündeki kitâbe yeri boştur. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi'nin yazdığına göre Mısır kadılarından Mevlânâ Emin Nûreddin Osman Efendi tarafından yaptırılmıştır. Banisi 961 (1554) yılında ö l m ü ş ve mescidinin yanına defnedilmiştir. Bu sebeple Burmalı Mescid'in bir XVI. yüzyıl eseri olduğu sanılmış, h a t t a kapının yanına adi ve 1540 yılı yazılı bir levha konulmuştur. Fakat 953 (1546) tarihinde yazıldığı bilinen İstanbul Vakıfları



göre



Mısır kadılığına kadar çıktıktan sonra İstanbul'da ilerlemiş bir yaşta vefat edip



Hadîkatü'lcevâmi'ûe verilen bilgiye göre, birkaç defa defterdar olduktan sonra vezirliğe yükselen, ancak 1173'te (1759-60) İzmit'te i d a m edilen Müezzinzâde Halîmî Mustafa Paşa'nın da mezarı mescidin yanındadır. Ayrıca burada Mustafa Paşa'nın kardeşi M e h m e d Ağa'nın oğlu olan ve 1167'de (1753-54) vefat eden h a t t a t İbrâhim Ağa'nın da kabri vardır. Mustafa Paşa'nın babası Ali Efendi Burmalı Mescid'in müezzinliğini yapmış, daha sonra r û z n â m ç e kesedarlığına yükselmiştir. Mustafa Paşa'nın sarayı veya konağı da mescidin karşısında bulunuyordu. buraya g ö m ü l m ü ş olmalıdır.



Burmalı Mescid, Osmanlı devrinde devlet ileri gelenlerinin konaklarının toplandığı bir bölgede bulunuyordu. XIX. yüzyılda da önündeki arazide Rifat Paşa ile A h m e d M u h t a r Paşa'nın konakları vardı. Şehrin en büyük yangın felâketlerinden biri olan 1911 Uzunçarşı - Mercan yangınında Burmalı Mescid'in çevresi kül o l m u ş ve m â b e d her ne kadar fazla zarar g ö r m e d e n kurtulmuşsa da cemaatsiz kalmıştır. Cumhuriyet devrinde "Türkiye Cumhuriyeti Dahilindeki Cevâmi ve Mesâcidin Tasnifi ve Kadrolarının Tesbiti Hakkındaki 8 Kânunusâni 1928 tarih ve 6061 numaralı Tâlimatnâmeyi Muaddil T â l i m a t n â m e " başlığı ile çıkan camilerin sayılarını kısıtlayan yönetmeliğe uyularak Burmalı Mescid Şehzade Ca-



445



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURMALI MESCİD mii'ne yakınlığı dolayısıyla kadro dışı bırakılınca harap olup yıkılmaya terkedilmiştir. Nitekim 1936'da mescid, içi moloz dolu dört duvardan ibaret bir harabe halinde idi. Ayrıca şehir imar planında Bozdoğan Kemeri altından geçen Atatürk bulvarının önce buradan geçmesi ve mescidin yıktırılması da düşünülmüştür. Sonra bu projeden vazgeçilince Burmalı Mescid'in üzeri çinko bir çatı ile kapatılıp revak sütunlarının araları duvar örülerek marangoz atölyesi halinde kiraya verilmiştir. Burmalı Mescid'in sanat değerinin nihayet takdir edilmesi üzerine 1961'de Vakıflar tarafından tamirine başlanmıştır. Çalışmaları yüksek mimar Cahide Tamer yürütmüş ve mescid ihya edilmiştir. Bugün iyi durumda ve namaza açıktır. Ancak etrafı yakın yıllarda tanzim edilen parkın ağaçlarıyla kapandığından görünmez haldedir. Burmalı Mescid'in minare kürsüsü ile pabuç kısımları ve ana mekânın duvarları kesme köfeki taşından, son cemaat yeri ise taş ve tuğla dizileri halinde karm a teknikte yapılmıştır. Dört mermer sûtunlu son cemaat yerindeki sütunlarla başlıkları devşirme malzemelerdir. Bunlar çok yıprandığından 1961-1962 yıllarındaki tamirde çıkarılarak yerlerine, yine devşirme sütun gövdeleriyle şehrin çeşitli yerlerinden toplanmış başlıklar konulmuştur. Namaz mekânı basit bir kare biçimindedir, üstü ise sakıfla örtülüdür. Kanaatimize göre çatının saçaklarının çok daha geniş olarak dışarı taşması gerekirdi. Aydın Yüksel, bir ihtimal olarak bu mescidin aslında kubbeli olarak yapılmış olabileceğini de ileri sü-



Burmalı Mescid - Saraçhanebası / istanbul



rer; fakat şimdiye kadar bu hususu destekleyecek hiçbir iz bulunamamıştır. Burmalı Mescid'in İstanbul için en önemli özelliği, yuvarlak gövdeli minaresinin dış yüzünün burmalı biçimde şerefeye kadar uzanan çubuklar halinde örülmüş olmasıdır. Bunun için özel yapılmış yarım yuvarlak kenarlı tuğlalar kullanılmıştır. Minarenin bir benzeri Amasya'da Burmalı Minare Camii'ndedir. Diğer benzeri ise Edirne'de Üç Şerefeli Cami minarelerinden biridir. Bu minare, gövdesini süsleyen burmalı çubukları ile eski Türk mimarisinde görülen çubuklu ve yivli minarelerin son ve İstanbul'daki nâdir örneğidir. Düz çubuklu tek minare Vefa'da Molla Gürânî (Kilise) Camii'ndedir. Burmalı Mescid'in vakfiyesinde kayıtlı olan ve yanında bulunması gereken sıbyan mektebiyle çeşmeler zamanla ortadan kalkmıştır. Yalnız mescidin yanındaki küçük hazîresi halen mevcuttur. Etrafındaki mahallenin istimlâkiyle büyük ve boş bir arazinin ortasında yalnız kalan Burmalı Mescid, komşusu Şehzade Camii'nin muhteşem ve büyük mimarisi tarafından gölgelenmekteyse de güzel ve âhenkli nisbetleri, değişik biçimli ve çok eski Türk geleneklerini sürdüren minaresiyle İstanbul'un en merkezî yerini küçük mescid mimarisinin zarif bir örneği olarak süslemektedir. BİBLİYOGRAFYA: Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi', I, 65; a.mlf., Mecmûa-i Tevârth, s. 189, 355 (Halîmî Mustafa Paşa ve Hattat İbrahim N â m ı k Efendi hak.); İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), s. 237-239; Yüksel. Osmanlı Mi'mârtsi V, s. 245247; Eminönü Camileri (haz. M e h m e t Doğru v.dğr.), İstanbul 1987, s. 46-47; Semavi Eyice, "İstanbul'da Bazı C a m i ve M e s c i d Minareleri", TM, X (1953), s. 251-252, rs. 10; a.mlf.. "İst a n b u l Minareleri", Güzel Sanatlar Akademisi Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, İstanbul 1963, s. 47-48, rs. 35. B



lı'nın okuyuşuna göre kitâbede ayrıca kardeşi hazinedar Yûsuf'un da adı vardır. Kitâbedeki "amere" kelimesini tamir anlamında kabul eden bazı yazarlar, Burmalı Minare Camii'nin Ferruh Bey tarafından tamir ettirildiğini sanmışlardır. Halbuki bu kelime yeni yapılan, imar edilen her türlü eser için kullanılır. V. Cuinet'nin, bu caminin esasının Komnenos sülâlesi devrine ait bir Bizans kilisesi olduğunu yazdığına dair Hüseyin Hüsâmeddin Bey'in verdiği bilgi yanlıştır. Adı geçen yazarın eserinde (La Turquie d'Asie, Paris 1892, I, 745) Burmalı Minare Camii'ne hiçbir atıfta bulunulmadan sadece Amasya'da Komnenos sülâlesi devrine ait bir kilise kalıntısının bahsi geçer. Hüseyin Hüsâmeddin Bey'in bildirdiğine göre Ferruh Bey'in damadı İzzeddin Mehmed Pervâne Bey 699'da (12991300) bir vakfiye tanzim ettirmiştir. Yine onun bildirdiğine göre mütevellilik daha sonra Müeyyedzâdeler'e geçmiş ve cami 999'da (1590-91) zelzeleden zarar görmüş, 1011'de (1602-1603) yanmış, ancak mütevelli Müeyyedzâde Pîrî Çelebi mâbedi ihya ettirerek bir ahşap minare yaptırmıştır. Cami 1143'te (173031) tekrar yandığında da Hacı Ahmed Efendi tarafından yeniden tamir ettirilerek taştan bir minare yaptırılmıştır. Bu tamirden az sonra 1147'de (173435) Hıfzızâde Hacı Osman Fâik Efendi camiye bitişik türbenin üst katını kütüphane haline getirmiş, fakat sonraları buradaki kitaplar dağılmıştır. Evliya Çelebi 1646'ya doğru Amasya'yı ziyaret ettiğinde gördüğü ahşap çatılı, minaresi de ahşap, "hücre içindeki tabutlarında bittamam endamlarıyla duran birçok kadidler" olan Mahkeme Camii'nden



SEMAVİ E Y İ C E



Burmalı Minare Camii - Amasya F



L



B U R M A L I MİNARE CAMİİ ve T Ü R B E S İ Amasya'da XIII. yüzyıla ait olduğu kabul edilen cami ve türbe.



n



J



Burmalı Minare Camii, kapısı üstünde bulunan ve oldukça girift bir hatla yazılmış olan kitâbesine göre Selçuklu Sultanı Keykubad oğlu Gıyâseddin II. Keyhusrev zamanında (1237-1246) onun emîrlerinden Ferruh (veya Ferah) b. Selçuk tarafından yaptırılmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşı-



445



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA bahseder. Bunun Burmalı Minare Camii olduğu ileri sürülmektedir. Ancak bu teşhis yeteri kadar inandırıcı değildir. Burmalı Minare Camii uzun süre terkedilerek harap olmaya bırakılmış, 1930'lu yıllarda da Ziraat Bankası'nın tarım aletleri ambarı olarak kullanılmıştır. 1962'de esaslı surette tamir edildiği gibi minaresi tamamlanmış, ihya edilerek ibadete açılmıştır. 1974 yılında ise kubbeleri bakırla kaplanmıştır. Burmalı Minare Camii, kıble istikametinde uzanan dikdörtgen bir esasa göre yapılan erken devir eserlerindendir. Orta eksen üzerinde peş peşe sıralanan kiremit örtülü üç kubbeye sahiptir. Örme payelere oturan kemerlerle ayrılan bu bölmeler dışında üç taraftan daha dar mekânlar ortadaki nefi çerçeveler. Giriş cephesinin daha itinalı bir işçilikle kesme taştan yapılmasına karşılık diğer cepheler moloz taşlardan örülmüştür. Burmalı Minare Camii plan bakımından, Amasya'daki Torumtay Camii ile Divriği Ulucamii gibi eserlerde uygulanan plan tipinin daha küçük ve sade bir örneğidir. Girişin bulunduğu duvarda açılan bir kapı bitişik türbenin üst katına geçit verdiği gibi buradan bir merdivenle de girişin hemen içindeki bölümün üstündeki mahfile çıkılır. Burmalı Minare Camii'nde önemli bir mimari süsleme yoktur. Yalnız evvelce ahşap bir sundurma ile korunduğu kiriş deliklerinden anlaşılan giriş cephesinde taş kapının sivri kemeri kabartmaoyma bir süsleme ile çerçevelenmiştir. Girişin iki yanında birer mihrap biçiminde niş ve köşelerde 3 / 4 kalınlığında sütuncuklar vardır. Kapı açıklığı ise yay kemerlidir. Ayrıca mihrapta lâcivert çinilerden bir çerçeve görülür. Bunun tepesinde dikdörtgen bir çerçeve içinde "amel-i M u h a m m e d b. M a h m û d el-Errânî" yazısı okunmuştur. Ancak Gabriel'in kanaatine göre bu şahsın caminin mimarı mı, sadece mihrabın yapıcısı mı, yoksa çinileri yapan usta mı olduğu anlaşılamamıştır. Caminin giriş cephesinin sağ tarafında ayrı olarak yapılmış olan minarenin, Hüseyin Hüsâmeddin Bey'in verdiği bilgilerin ışığında, 1143 yılında (1730-31) Hacı Ahmed Efendi tarafından yaptırıldığı kabul edilmektedir. Ancak Orta Asya Türk minare geleneklerinin devamı olan gövdesi burmalı böyle bir minarenin, Osmanlı sanatına Batı tesirlerinin sızmaya başladığı geç bir dönemde yapılmış olabileceğine inanmak zordur. îyi



bir tarihçi olmakla beraber hiçbir hususta kaynak göstermeyen Hüsâmeddin Bey'in bu cami ile Evliya Çelebi'nin Mahkeme Camii'ni aynı bina olarak kabul etmesi yanlışlığa sebep olmuş olabilir. Bizim kanaatimize göre Burmalı Minare Camii'nin minaresi XVIII. yüzyılın değil, devrinin veya erken Osmanlı döneminin yapısıdır. Minare eski Selçuklu kümbetlerinde olduğu gibi köşeleri üçgen pahlı, kesme taştan bir kürsü üzerinde yükselir. Pabuç kısmında uçları aşağıya dönük sivri kabartmalar halinde başlayan yarım yuvarlak çubuklar ve aralarındaki yivler, bütün gövdede helezonlu biçimde bükülerek şerefe çıkmasına kadar yükselir. Şerefe ve korkuluğu sadedir. Petek kısmı da daha ince çubuklu ve burmalıdır. Sonraları yıkılan bu petek kısmı son tamirde tamamlanmış, üstüne de kurşun kaplı ahşap külâh konulmuştur. Bu minarenin en yakın benzerleri Filibe'de Muradiye, Afyonkarahisar'da Gedik Ahmed Paşa, Adana'nin Bahçe ilçesinde Ağca Bey camileriyle İstanbul Şehzadebaşı'nda Burmalı Mescid'in minareleridir. Türbe. Giriş cephesinin solunda cami duvarına bitişik olarak yapılmış ve üst katına harimden de irtibatı olan türbe, Selçuklu mezar anıtları geleneğinin bir örneğidir ve cami ile birlikte inşa edilmiştir. Hüseyin Hüsâmeddin Bey'e göre burası Cümûdâr Türbesi olup Moğollar'dan Hülâgû Han'ın torunu Cümûdâr b. Yeşmüt b. Hülâgû'ya aittir. Yanında da Amasya Emîri Abuşkay İşboğanuyan yatmaktadır. Hüsâmeddin Bey, "kayıtlara göre" dediği bu bilginin kaynağını göstermediğinden ne derece doğru olduğu bilinemez. Halbuki caminin hemen bitişiğinde olduğuna göre bu türbede caminin esas kurucusu veya kurucularının yatması gerekir. Sonraları tamamı Amasya Müzesi'ne kaldırılan mumyalanmış cesetlerin 1271'e (1854-55) doğru Fethiye Camii'nden buraya getirildiği söylenmektedir.



35) kütüphane yapıldığına göre burada olması gereken sandukalar çok daha önceleri yok olmuştur. İçten kâgir bir kubbe ile örtülü üst katın üç cephesinde aynı hizada olmayan pencereler vardır. Bunlardan minareye bakan tarafta olanı diğerlerinden daha değişik şekilde bezenmiştir. Mukarnaslı nişin köşelerinde sütunçeler ve üstlerinde rozetler işlendiği gibi iki yan yüzlere de çok küçük mihrabiyeler oyulmuştur. Böylece burası türbenin dışarı açılan kapısı karakterindedir. Fakat böyle bir kapıya ulaşmayı sağlaması gereken çift taraflı merdiven yoktur. Belki ilk tasarı sonra değiştirildiğinden kapı pencereye dönüştürülmüştür. Burasının bir hâcet penceresi olması halinde yine buraya erişebilmek için bir merdivene ihtiyaç vardı. Türbenin gövdesiyle külâh kısmını ayıran saçak silmesinin altında mukarnaslı bir kuşak dolanır. Amasya'da Burmalı Minare Camii ve Türbesi, Anadolu'da Türk mimarisinin en erken ve değerli eserlerinden olup gerek inşa tarihi gerekse mimarileri bakımından etraflı şekilde incelenerek birçok meselenin aydınlığa çıkarılması gereken yapılardandır. Ayrıca eski bir fotoğrafta caminin giriş cephesi önünde görülen tonozlu harabenin mahiyeti ve cami ile münasebeti olup olmadığı da araştırılmalıdır. BİBLİYOGRAFYA : Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 186; Amasya Târihi, I, 115-117 (cami), 192-193 (türbe); Cuinet, I, 745; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kitâbeleri, İstanbul 1346/1927, s. 99-100; A. Gabriel, Monuments Turcs dAnatolie, Paris 1934, II, 17-20; Türkiye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara 1972, I, 199-205; Orhan Cezmi Tuncer, Anadolu Kümbetleri: / Selçuklu Dönemi, Ankara 1986, s. 56-59. B



F



L



r



Köşeleri üçgen şeklinde pahlı kare biçiminde olan kaide üzerinde yükselen türbe muntazam işlenmiş kesme taşlardan yapılmıştır. Gövde kısmı ise sekizgen şeklinde olup üstü son tamirde piramit biçiminde bir külâhla tamamlanmıştır. Altında cenazeler için mumyalık veya cenazelik mahzeni bulunan türbenin üst katına cami içinden geçilir. Kare planlı ve beşik tonozlu mahzene iniş, üst katın giriş sahanlığının altındaki bir menfezdendir. Üst kat 1147'de (1734-



SEMAVI E Y I C E



BURNAZ HASAN AĞA



n



(bk. H A S A N A Ğ A , Enfî).



^



BURSA



n



Marmara bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.



j



Uludağ'ın kuzeybatı eteğinde, aynı adlı ovanın güney kenarında meyilli bir mevkide kurulmuştur. Bugün şehrin büyük bir bölümü batıdaki alçak kısımda yer almaktadır. Şehir hem uygun meyle sahip dağın yamaçlarına doğru tırmanan, hem de ovaya doğru inen bir yayılma gösterir.



445



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA Tarih. Bursa'nın Antikçağ'lardaki adı Prusa'dır. Bugünkü ismi de buradan gelir. Şehrin genellikle Bithinya krallarından Prusias tarafından kurulduğu kabul edilir. Antik dönemdeki Prusa adlı diğer şehirlerden ayırt edilmek için "Prusa ad Olympum" (Olimpos Prusası) adıyla anılmıştır. Şehrin kuruluş tarihi t a m olarak bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda milâttan önce II. yüzyıl sonlarında Prusias'a iltica eden Kartacalı Annibal'ın teşebbüsü ile kurulduğu kaydedilir. Ayrıca Bithinya kralları tarafından şimdiki hisarın yerinde bulunan daha eski bir yerleşimin üzerinde yeniden tesis edildiği de belirtilir. Şehir Pontus Kralı Mithradates'in mağlûp edilmesinden sonra Romalılar'ın eline geçti ve önce Nicomedia'ya bağlandı. İmparator Traianus zamanında buraya bir vali tayin edildi. Roma İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra ise Doğu Roma hâkimiyetindeki şehirlerden biri oldu. Bu dönemde zaman zaman müslüman Arap ordularının ve ardından da Türkler'in hücumlarına mâruz kaldı. Anadolu fâtihi Süleyman Şah 1080'de İznik'i alarak kendisine merkez yaptıktan hemen sonra Bursa'yı fethetti. İznik'in 1097'de yeniden Bizans hâkimiyetine girmesinin peşinden buranın da zaptedilip edilmediği hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ancak 1107'de I. Kılıcarslan'ın ölümü ile şehzadeler arasında başlayan mücadeleler sırasında şehrin Türkler'in hâkimiyetinden çıktığı tahmin edilmektedir. Şehir 1113'te Türk kuvvetleri tarafından tekrar zaptedildiyse de az sonra İmparator Aleksis Komnenos tarafından geri alındı. Böylece Osmanlılar'ın bu bölgede faaliyet göstermelerine kadar Bizans'ın elinde kaldı. XIV. yüzyıl Bizans tarihçisi Pachymeres'in kaydına göre 1300'lerde Türkler'in Batı Anadolu'ya yayılışları sırasında Bizans'ın elinde kalan üç önemli kale-şehirden biri de Bursa idi. Şehir ilk olarak 1308'de diğer tekfurlarla ittifak kurarak Osmanlı kuvvetlerini Dinboz Geçidi'nde durdurmak isteyen Bursa tekfurunun m a ğ l û p edilmesinden sonra Osman Bey tarafından kuşatma altına alındı. Bu kuşatma sonuca ulaşmamakla birlikte şehir abluka siyaseti ile tazyik edilmeye başlandı. On yıldan fazla bir süre herhangi bir yardım alamayan Bursa halkını perişanlığa ve açlığa m a h k û m eden bu abluka yüzünden şehir Osmanlılar'a teslim edildi (6 N i s a n 1326). Bizanslı kumandanın İstanbul'a gitmesine izin verildi, ancak şehrin Osmanlılar'a teslimini sağlayan baş-



danışmanı buradan ayrılmayarak Osmanlı hizmetine girdi. Ayrıca Bursa metropolitinin de şehirde kalıp görevini sürdürmesine müsaade edildi. Bursa'nın Rum halkı kaleden aşağı kısımlara nakledilerek yerleştirildi. Kale ve civarında stratejik mecburiyetler dolayısıyla sadece Türkler'in yerleşmesi sağlandı. 1432'de şehre gelen B. de La Broquiâre kalede 1000 kadar evin bulunduğunu yazar. 1640'ta buraya gelen Evliya Çelebi de kale içindeki iskânı belirtmektedir. Fetihten sonra inşa faaliyetleriyle yeni bir çehre kazanmaya başlayan şehre her taraftan ahali nakli yapıldı ve gelişmesi desteklendi. Orhan Gazi kale içindeki manastırı camiye çevirtti, bunun yanında Bey Sarayı adı verilen bir de saray yaptırdı. Burası ovaya nâzır bir yerde olup bugün Tophane adıyla anılmaktadır. Ayrıca 1337-1338 tarihli bir kitâbe burada bir de cami inşa edilmiş olduğunu gösterir. Bursa Orhan Gazi tarafından Osmanlı Beyliği'nin merkezi yapıldı. Orhan Gazi g ü m ü ş sikkesini (akçe) 1327'de burada darbettirdi. 1339-1340'ta kalenin doğu tarafında cami (Orhan Camii), imaret, medrese, h a m a m ve kervansaraydan (Beyhanı, Emirhanı) oluşan bir külliye vücuda getirdi. Bu bina grupları şehrin merkezini teşkil etti. Burası bugün de şehrin canlı bir ticaret merkezi olma özelliğini korumaktadır. Alâeddin Bey, Çoban Bey, Hoca Nâib gibi adlar taşıyan yeni semtler bu dönemde kuruldu. Nitekim 1333'te şehri ziyaret eden İbn Battûta burayı canlı pazarları, büyük caddeleri bulunan güzel bir belde olarak tarif eder. Bundan sonraki dönemlerde gelişmesi daha da hızlanan şehrin başka kesimlerinde padişahlar, hânedan mensupları ve diğer ileri gelenler sayesinde zengin vakıfların tahsis edildiği birçok ticarî ve dinî merkezler teşekkül etmeye başla-



dı. Bunlar Yıldırım, Emîr Sultan, Sultan Mehmed (Yeşil) gibi yeni bölgelerin ve mahallelerin oluşmasını sağladı. Şehirde en büyük gelişme I. Bayezid zamanında gerçekleşti. Bu dönemde 1399'da muhteşem Ulucami inşa edildi. O devrin seyyahlarından Schiltberger şehirde 200.000 ev (?) ile hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere açık sekiz imaretin bulunduğunu belirtir. Her ne kadar hâne sayısında mübalağa veya yanlışlık varsa da verdiği bilgiler buranın o dönem Batı Anadolu'sunun en muazzam şehirlerinden biri olduğunu gösterir. Ancak Timur'un Anadolu'ya girip 1402'de Osmanlılar'ı mağlûp etmesi Bursa'nın gelişmesine darbe vurdu. Timur'un askerleri Bursa'ya girerek her tarafı yağmalayıp şehri ateşe verdiler. Yangın sırasında ilk Osmanlı padişahlarına ait resmî vesikalar ve birçok telif eser yok oldu. Timur'un istilâsı ve sonraki fetret devrinde Bursa'nın yerine Edirne devletin başşehri haline geldi. İç savaş devresinde birbirleriyle mücadele eden şehzadeler, Edirne gibi Bursa'yı da kendi kontrollerine almak için büyük çaba sarfettiler. Bursa'da tahta çıkmış olan II. Murad döneminde şehir süratle büyümeye ve toparlanmaya başladı. Sultan Murad, Fazlullah Paşa, Hacı İvaz Paşa, Hasan Paşa, Umur Bey, Cebe Ali Bey, Şehâbeddin Paşa gibi devlet erkânı tarafından tahsis edilen vakıflar sayesinde daha sonra bunların adlarıyla anılacak olan yeni bölgeler ve mahallelerin teşekkülü sağlandı. 1432'de şehri gören B. de La Broquiâre de Bursa'yı çok güzel bir yer, önemli bir ticaret merkezi ve Türkler'in en muazzam beldesi şeklinde vasıflandırır. Ayrıca burada Kara Mûsâ (?) adlı birinin muhafız olarak bulunduğunu, imaretlerin dördünde fakirlere her gün yemek dağıtıldığını, şehrin çarşılarında her cins ipekli kumaşın, değerli taşların



XIX. yüzyıl ortalarında Bursa'da Muradiye ve Ulucami civarını gösteren gravürler ( C h . Texier, L'Asia



Mineure,



Paris 1862, İv. 18, 16)



446



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA boyunca nisbeten sakin bir dönem geçirdi. Ancak 8 Temmuz 1920'de Yunan işgaline uğradı, 10-11 Eylül 1922'de geri alındı. Cumhuriyet döneminde aynı adla kurulan ilin merkezi oldu.



XIX. yüzyıiin ilk yarısında Bursa Emîr Sultan Camii çevresini gösteren bir gravür (R. Walsh, Constantinople and the Scerıery of the Seven



Churches



of Asia



Minör,



L o n d o n 1940, I, 2 1 )



Sosyal ve İktisadî Yapı. Osmanlı Devleti'nin en büyük şehirlerinden biri olan Bursa tahrir defterlerine göre XVI. yüzyıl başlarında 152 civarında mahalleye sahipti. Bu rakam asrın ikinci yarısında 168'e yükseldi, nüfusu ise giderek artış gösterdi. II. Mehmed devrine ait bir sicil kaydına göre Bursa'da 5000 avârız hânesi, yani yaklaşık 30.000 kadar nüfus barınıyordu. Bu'rakam 1487'de 6456 hâ-



neye (yaklaşık 37.000 kişi) yükseldi. XVI. ve incilerin ucuz fiyatla satın alınabildiğini, Ceneviz, Venedik ve diğer devletlerin tüccarlarının ticarî faaliyetlerini sürdürdüklerini yazar. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul'u merkez yapmadan önce Bursa İstanbul'un bir rakibi olarak gelişme göstermişti. Fakat daha sonra ahalinin çoğunun yeni pâyitaht İstanbul'a göçürülmesi bu rekabeti ortadan kaldırdı. Ancak Bursa yine de Fâtih Sultan Mehmed'in hükümdarlığı dönemindeki büyük iktisadî gelişmelerden faydalandı. Ayrıca onun saltanatı zamanında doğuya doğru girişilen seferler için bir askerî merkez olma özelliğini de kazandı. Fâtih'in ölümü ile başlayan saltanat mücadelesinde Şehzade Cem'in taraftarlarının merkezi oldu; hatta Cem burada kendisini sultan ilân etti, para bastırdı ve on sekiz gün saltanat sürdü. Onun amacı Bursa'yı merkez yaparak Anadolu'ya hâkim olmaktı. Cem hadisesinin kapanmasından sonra şehirde çok önemli bir olay cereyan etmedi. Yalnız zaman zaman XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı hadiselere şahit oldu. 1577'de güvenliğin temini için semtler arasına gayet sağlam kapılar konuldu ve muhafızlar yerleştirildi. Ardından Rumeli'den Arnavutlar'ın şehre göçü de ciddi problemlerin doğmasına yol açtı. Şehir 1595'ten itibaren Celâlî gruplarının hücumlarına uğradı, 1608'de Celâlî Kalenderoğlu burayı yağmalam a k üzere geldi. Ayrıca IV. Mehmed zamanında isyan eden Abaza Mehmed Paşa'nın da tehdidine mâruz kaldı. Ancak bu geçici tehlike ve badirelere rağmen Bursa Osmanlılar'ın üç büyük merkezinden biri olma özelliğini devam ettirdi. XVII. yüzyıla kadar Bursa Sarayı zaman zaman buraya gelen padişahlar tarafından kullanıldı. Şehir XVIII ve XIX. yüzyıl



yüzyılın başlarında hemen hemen aynı durumunu muhafaza eden şehir bu asrın ikinci yarısında daha da kalabalıklaştı ve nüfusu 1573 tarihli tahrire göre 60.000'i geçti. Burada ayrıca gayri müslim cemaatler de bulunuyordu. Bunların nüfusu XVI. yüzyılın başlarında 400 hıristiyan, 600 yahudi olmak üzere 1000, ikinci yarısında 3000 hıristiyan 1500 yahudi olmak üzere 4500 kadardı. XVI. yüzyılda şehrin en kalabalık mahallelerini Emîr Sultan, Sultaniye İmareti, Hacı Ba-



ba (bugün Ahmed Aziz Paşa), Yıldırım Bayezid (Yıldırım), Cedid Yiğidoğlu (Yeni Yiğit), Reyhan Paşa, Hoca Enbiya, Umur Bey, Dâye Hatun, Şeyh Paşa, Murad Han, Hamza Bey, Bayezid Paşa, Timurtaş ve Kiremitçioğlu mahalleleri teşkil ediyordu. Ayrıca 1530'larda şehirde sekiz imaret, yirmi iki medrese, on sekiz cami, 130 mescid, on zaviye ve on da büyük hanın bulunduğu tesbit edilmişti. 1548'de şehre gelen Fransız seyyahı Belon, buranın çok güzel ve müsait bir mevkide bulunduğunu, Lyon'dan daha geniş bir sahaya yayıldığını, İstanbul kadar servet ve nüfusa sahip olduğunu belirterek ipek sanayii sayesinde büyük şöhret kazandığını, her yıl 1000'den faz-



la deve ile Anadolu ve Suriye'den getirtilen ipeklerin burada işlenip boyandığını ve sonra da başka memleketlere gönderildiğini yazar. Şehrin durumunu en canlı şekilde Evliya Çelebi tasvir eder. Ona göre iç kalede 2000 hâne, yedi mahalle, yedi mescid, yirmi dükkân, bir ham a m , bir çarşı bulunmakta, ayrıca burada Sultan Orhan Camii ve Türbesi de yer almaktadır. Aşağı surlarının 111. Mehmed zamanında Celâlî eşkıyasının hücumlarından korunmak için yapıldığını belirten Evliya Çelebi şehrin kat kat yükseldiğini, 23.000 kadar ev ile 176 müslüman, dokuz Rum, yedi Ermeni mahallesi, bir Kıptî mahallesi, dokuz yahudi cemaati ve bir de Miskinler mahallesinin bulunduğunu, son derece canlı bir alışverişin yapıldığı pazar ve çarşılarında 9000 dükkân, ayrıca bir de kale gibi dört kapılı büyük bir bedesten ile 357'si sultanlar, vezirler ve diğer ileri gelenler tarafından yaptırılmış camilerin de dahil olduğu 1040 kadar irili ufaklı caminin yer aldığını yazar. 1675'te şehre gelen George VVheler ise bu sıralarda Bursa'da 40.000 Türk ile 12.000 yahudinin yaşadığını, ayrıca az sayıda Ermeni ve Rum'un bulunduğunu kaydeder. Şehir fizikî bakımdan ve nüfus yönünden XVII. yüzyılda gösterdiği gelişmeyi sonraki asırlarda da sürdürdü. Ancak 1855'teki büyük zelzele şehrin harap olmasına yol açtı. 1861'de burayı ziyaret eden Perrot, şehrin harap halde olup nüfusun ancak 35.000'e ulaştığını, ayrıca yedi sekizi Avrupalılar'a ait buharla çalışan otuz beş kadar iplikhanenin bulunduğunu belirtir. XIX. yüzyılın sonlarına ait kayıtlarda nüfus hakkında farklı rakamlar mevcuttur. V. Cuinet'e göre Bursa'nın nüfusu 76.303, diğer bazı seyyahlara göre 90.000 civarında idi. 1892 yılına ait salnâmede ise Bursa'nın nüfusu 5158 Rum, 2548 yahudi, 7541 Ermeni



1838 yılında Bursa ve Uludağ'ı gösteren Allom tarafından yapılmış bir gravür (R. Walsh



Constantinople and



the



Scenery of the



Seuen



Churches of Asia



Minör,



L o n d o n 1940,1, 18)



447



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA ve kalanı müslüman olmak üzere 76.000 olarak gösterilir. Ayrıca burada 165 cami, elli yedi okul, yirmi yedi medrese, yedi imaret, yedi kilise, üç sinagog, kırk dokuz kervansaray ve otuz altı fabrikanın bulunduğu kaydedilir. 1927 sayımında nüfusun 61.690 olduğu tesbit edilmiştir.



ti hiçbir zaman Mısır ile rekabet edilebilecek derecede gelişme gösteremedi. 1487'de Bursa'ya getirilen biber ve boyadan alınan gümrük vergileri yıllık 100.000 akçeye ulaşmıştı. Bursa XVII. yüzyıla kadar Balkanlar, Doğu Avrupa ve İstanbul için Doğu mallarının önemli bir antreposu olma özelliğini korudu.



Bursa Osmanlılar döneminde siyasî yönden olduğu kadar iktisadî faaliyetler bakımından da büyük öneme sahipti. Önceleri Osmanlı idaresi altında hıristiyan dünyasına yakın milletlerarası bir ticaret merkezi olarak gelişme gösterdi. İran ipek kervanları giderek artan bir şekilde Bursa'ya geliyordu. 1400 yılı dolaylarında burada bulunan Schiltberger'e göre şehir ipek ticaret ve endüstrisinin milletlerarası bir merkezi durumundaydı. Bursa'ya ulaşan ana ipek yolu TebrizErzurum ve Tokat güzergâhını takip ediyordu. Diğer önemli ticaret yolları da bu ana yola bağlanarak şehre ulaşıyordu. Eski Halep-Konya-Kütahya yolu bu sıralarda yeniden önem kazanmıştı. 1432'de B. de La Broquiâre Şam'da bu yolu takip eden Mekke kervanına katılmış ve getirilen baharat Bursa'da Galatalı Ceneviz tâcirlerine satılmıştı. Bir taraftan Şam-Halep-Bursa yolu, diğer taraftan İskenderiye-Antalya deniz yolu XV. yüzyılda giderek yoğun bir faaliyete sahne oldu. Baharat, şeker, boya, sabun gibi ticaret malları Suriye ve Mısır'dan bu yollar vasıtasıyla Bursa'ya taşınmaya başlandı. Hintli tüccarlar bu yolları takip ederek Bursa'ya geliyorlardı. Meselâ 1478'de Mahmûd-ı Gâvân'ın ticarî temsilcileri Hint mallarını Bursa'ya getirmişlerdi. Ayrıca bu ticaret 1470 yılı civarında Bursa pazarlarında baharat ticareti yapmayı ümit eden Floransalılar için büyük öneme sahipti. Fakat Bursa'daki yüksek fiyat dolayısıyla baharat ticare-



İpek ticareti ve endüstrisi Bursa'da refahın ana kaynağı idi. Tebriz'den gelen kervanlar çok kıymetli Gîlân, Esterâbâd ve Sâri ipeklerini Bursa'ya getirirdi. Bu faal ticaret Bursa kadı sicillerindeki kayıtlarda açıkça görülmektedir. Bursa'da ticarî temsilcileri bulunan Ceneviz, Venedik ve Floransalılar birbirleriyle rekabet halinde ipek almaya çalışıyorlardı. Bu ticarette kullanışlı ve geçerli bir uygulama, yünlü mâmullerin ipeklilerle mübadelesi şeklinde gerçekleşiyordu. 1501'de Floransalı Medici ailesinin ticarî temsilcisi Maringhi, ipeğin bir yükünün 70-80 duka kâr sağladığını belirtir. 1479'da İran'dan ithal edilen ipeğin değeri 150.000 Venedik altınına ulaşmıştı. Bu ipeğin çoğu mahallî ipek dokuma tezgâhlarında tüketiliyordu. 1502'de Bursa'da 1000'den fazla dokuma tezgâhı bulunuyordu. Bunların çoğu özel teşebbüs elinde idi ve müreffeh bir şehirli zümresini ortaya çıkarmıştı. Bu yüksek ve orta seviyedeki şehir ahalisi, XV. yüzyılın ikinci yarısında Bursa nüfusunun aşağı yukarı % 70'ini teşkil etmekteydi. İpek işçilerinin çoğu köle idi ve bunlar belirli bir süre sonra âzat ediliyor, hatta bizzat müteşebbis hale geliyorlardı. Bursa'ya ait ihtisab* kanunlarında, adı geçen farklı kesimlere mensup kişilerin statüleriyle ne çeşit ve hangi cins ipeklilerin dokunduğu konusunu aydınlatacak bilgiler bulunmaktadır. Bundan anlaşıldığına göre Bursa kemhâsı, müzehhep kadifesi çok aranan ipeklilerdi ve özellikle Avrupa'da, Mısır'da ve İran'da büyük alıcı kitlesi buluyordu. Fakat bunların başlıca alıcısı Osmanlı sarayı idi. Bursa'da imal edilen ince ipeklilere vâle ve tafta adı veriliyor, bunlar geniş ölçüde kullanım için ihraç ediliyordu.



XX. yüzyıl basında Bursa ipekçilik Okulu (İÜ Ktp., A l b ü m , nr. 90.422)



Bursa'daki yoğun ticarî faaliyeti, XV. yüzyılda inşa edilmiş birçok kervansarayın bulunması da göstermektedir. Bunlar arasında I. Mehmed'in saltanatı zamanında yapılan İpek Hanı, II. Mehmed döneminde inşa edilen Mahmud Paşa Hanı ve Koza Hanı adıyla bilinen büyük hanlar, II. Bayezid zamanında yapılan Pirinç Hanı sayılabilir. Bursa ayrıca özellikle Doğu Avrupa ve Rumeli'ye ihraç edi-



len Batı Anadolu pamukluları için de bir antrepo durumunda idi. Bursa'daki ithal mallarının yıllık vergi yekünü 1487'de 140.000 dukaya ulaşmıştı. Burada ayrıca g ü m ü ş ve bakır para basımı yapılan bir darphâne vardı ve bundan bir yılda 6000 duka gelir sağlanıyordu. Bursa'da ticaret hayatının bir göstergesi olan ihtisab vergi gelirleri XVI. yüzyılda bir yıl için 215.000, g ü m r ü k gelirleri 166.666 akçeye m u k â t a a * y a verilmişti. İpeğin tartılması sırasında alınan mîzan (mîzânü'l-harîr) vergi geliri ise 2.587.000 akçeye mukâtaaya verilmişken bu rakam XVI. yüzyıl başlarından itibaren düşüş göstermeye başladı. 1599-1628 yıllarında Şah Abbas'ın Osmanlı - İran ipek yolunu değiştirme teşebbüsü Bursa ticaretini bir süre için olumsuz yönde etkiledi. Ancak bu durum Bursa ve civarında ipek üretimini teşvik etti. XVIII. yüzyılda Avrupa işi iyi kalite ipeğin ülkeye girişi, İzmir'in ticaret şehri olarak rekabeti Bursa'nın eski önemini sarstı. Fakat yine de iç tüketime yönelik ipekli kumaş imali sürdü. XIX. yüzyılda mahallî pazarları Avrupa'nın ucuz pamuklu ve ipeklileri istilâ etti. Nitekim 1846'da Bursa'nın İngiliz konsolosu buranın ipeklilerinin ve pamuklularının kullanım dışı kaldığını belirtir. Bursa ipek ve pamuklularının İngiliz, Alman ve İsveç taklitleri şehirde büyük revaç bulmaya başladı. Ancak 1837'de mahallî ipek endüstrisinde buhar gücünün kullanılmasına başlanması sonucu şehir sadece Batı için ham ipek üreten bir yer olmaktan kurtarıldı. Yirmi beş yıl içinde iplikhâne sayısı otuz beşe ulaştı ve 1914'te ham ipek imali 1000 tona ulaştı. Bu gelişme İstiklâl Harbi yıllarında gerilediyse de daha sonra yeniden bir toparlanma gösterdi. Bursa sadece bir iktisadî merkez değil aynı zamanda önemli bir kültür şehri durumunda idi. Özellikle İstanbul'un fethinden önce şehirde oldukça yoğun bir kültürel faaliyet hâkimdi. Nitekim burada Osmanlı devlet adamlarının yanında Şemseddin Fenârî, Abdurrahman Bistâmî, Molla Hüsrev, Molla Yegân, Molla Zeyrek, Lâmiî, Üftâde, Niyâzî-i Mısrî, Süleyman Çelebi, Bursalı İsmâil Hakkı, Hasan Çelebi, Ahmed-i Dâî, Ahmed Paşa, Tâceddin Ömer Şifâî, Cinânî gibi birçok âlim, mutasavvıf, tarikat şeyhi, şair, edip ile Neşri, Cizyedârzâde Ahmed, İsmâil Beliğ, Ferâizcizâde Mehmed Saîd gibi tarihçiler de yetişmiştir. Ayrıca hakkında daha Osmanlı döneminde müstakil monografilerin yazıldığı şehirlerden



448



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA rad dönemine ait Umur Bey ve Atpazarı hamamları ile Fâtih devrinde yapılan Kadı ve Perşembe hamamları sayılabilir. Ayrıca birçok han ve bedesten de zamanımıza ulaşabilmiştir.



Muradiye Camii ve türbeleri - Bursa



biri de Bursa'dır. Özellikle İsmâil Beliğ'in Güldeste-i Rıyâz-i İrfan adlı eseri bunların arasında en önemlisidir. Bursa'da fetihten sonra süratle gerek padişahlar gerek hânedan mensupları gerekse bunların yakınları ve diğer devlet adamları tarafından çeşitli eserler meydana getirildi. Bugüne ulaşabilen başlıca büyük âbideler arasında, Orhan Camii ve Külliyesi, I. Murad'ın yaptırdığı Hüdâvendigâr Camii ve Külliyesi, Yıldırım Bayezid zamanında inşa edilen Ulucami ve Yıldırım Bayezid Külliyesi, Yeşilcami ve Külliyesi, II. Murad'ın Murâdiye Külliyesi, Alâeddin Camii, Şehâdet veya Kale Camii, Timurtaş Paşa Camii ve Emîr Sultan Camii sayılabilir. Ayrıca irili ufaklı daha birçok mescid ve cami de bulunmaktadır. Bunlardan bugüne ulaşanların en eskileri arasında Selçuk Hatun Camii, Acem Reis Mescidi, Azeb Bey Mescidi, Tuzpazarı Camii, Koca Nâib Camii, Bedreddin veya Hafsa Hatun Camii'ni saymak m ü m k ü n d ü r . Yine bugüne gelebilen dokuz kadar medrese mevcuttur. Külliyelere ait olanların dışında bunların en önemlileri, Orhan Bey döneminde yapılan Lala Şâhin Paşa Medresesi, I. Bayezid dönemine ait Eyne Bey ve Molla Fenârî medreseleri, Fâtih döneminde inşa edilen Ahmed Paşa Medresesi'dir. Osman Bey'den itibaren Fâtih'e kadar gelen ilk Osmanlı padişahlarının türbeleri de buradadır. Ayrıca diğer hânedan mensupları ile önde gelen kimselere ait daha birçok türbenin yer aldığı şehirde çoğu çifte h a m a m şeklindeki hamamlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında, külliyedekiler dışında, I. Murad dönemine ait Şengül Hamamı, I. Mehmed döneminde yapılan Mahkeme Hamamı, II. Mu-



Bursa, Osmanlı hâkimiyeti döneminde Anadolu eyaletine bağlı olan ve Hüdâvendigâr adını taşıyan sancağın merkezi idi. XVI. yüzyılda Hüdâvendigâr sancağının merkez kazası Bursa'dan başka otuz kadar kazası daha vardı. Bunlar arasında İnegöl, Yarhisar, Domaniç, Yenişehir, Söğüt, Taraklu, Geyve, Akyazı, Akhisar, Göynük, Beypazarı, Mihaliç, Kite, Gönen, Gölpazarı, Bergama önemli idarî birimleri teşkil ediyordu. Ayrıca Seferihisar, Ermenipazarı, Atranos, Kepsut, Mihalıççık, Edincik, Kızılcatuzla, Tarhala ve Fesleke kazaları da buraya bağlı idi. Bu idarî durum ufak tefek değişikliklerle XIX. yüzyıla kadar sürdü. 1832'de müstakil mutasarrıflık olan Bursa, Karahisar, Kütahya, Bilecik, Erdek, Biga mutasarrıflıkları ile birlikte yeni teşkil edilen Hüdâvendigâr eyaletine bağlandı ve bu eyaletin merkezi oldu. 1856-1857'de Hüdâvendigâr eyaleti Bursa, Koca-ili, Kütahya, Karahisar, Erdek, Biga, Karesi, Ayvalık livâlarından müteşekkildi. Bu sırada Bursa livâsına bağlı yirmi dört nahiye bulunuyordu. 1865'te Hüdâvendigâr eyaletine Bursa, Karesi, Koca-ili, Kütahya, Karahisar livaları bağlı olup vali Bursa'da oturuyordu. 1908'de ise eyâlet, Bursa, Ertuğrul (Bilecik), Kütahya, Karahisar ve Karesi sancaklarından meydana geliyordu. Bursa sancağı altı kaza, beş nahiye ve 664 köye sahip bulunuyordu. Bursa Cumhuriyet döneminde müstakil il haline getirildi. BİBLİYOGRAFYA: BA, TD, nr. 23; Hüdâvendigâr Livası Tahrir Defterleri (haz. Ö . Lûtfi Barkan — Enver Meriçli), İstanbul 1988, I; "XV. A s r m S o n u n d a Bazı B ü y ü k Şehirlerde Eşya ve Y i y e c e k Fiyatlar ı n ı n Tesbit ve Teftişi H u s u s l a r ı n ı T a n z i m E d e n K a n u n l a r II: K a n u n n â m e - i İhtisab-ı Bursa" (haz. Ö. Lûtfi Barkan), TV, 11/7-12 (194243), s. 15-40; Kânunnâme-i Sultânî ber-Müceb-i Ûrf-i Osmânî (nşr. R. Anhegger — Halil İnalcık), Ankara 1956, s. 36; Hüdâvendigâr Vilâyeti Salnâmesi (1287-1335); İbn Battûta, Seyahatnâme, 1, 339-340; J. Schiltberger, The Bondage and Travels (trc. J. B. Telfer), London 1879, s. 4 0 ; B. de la Broquiöre, Les Voyage d'outremer (ed. Ch. Schefer), Paris 1892, s. 131137; Âşıkpaşazâde, Târih (Giese), s. 22-23, 2829; Neşri, Cihannümâ (Taeschner), I, 39; P. Belon, Les Observations de plusieurs singularites et choses memorables trouvees en Grece, Paris 1588, s. 450-451; Peçuylu İbrâhim, Târih, 1, 313; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 657658; Evliya Çelebi. Seyahatname, II, 7-55; G. Wheler — J. Spon, A Journey into Greece in



Company of Dr. Spon ofLyons, London 1682; I. P. de Tournefort, Relation d'un voyage du Leuant, Lyons 1717, II, 4 6 9 ; Baldırzâde Mehmed Efendi, Ravzatü'l-euliyâ, Bursa Orhan Cami Ktp., nr. 4 ; Beliğ, Güldeste; Eşrefzâde Şeyh Ahmed Ziyâeddin, Vefeyâtü'l-urefâ, Bursa Orhan Cami Ktp., nr. 58; Mehmed Râşid, Zübdetü'l-vekâyı der-Belde-i Celîle-i Bursa, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 89; J. von Hammer, Umblick auf einer Reise von Korıstantinopel nach Brussa, Pest 1818; A. Grisebach, Reise durch Rumelien und nach Brussa im Jahre 1839, Göttingen 1841, II, 66; J. Levvis Farley, The Resources of Turkey, London 1862 (D. Sandison'un raporu, Public Record Office: F. O . nr. 195; 113, 299, 393, 598, 680, 721, 774); G. Perrot, Souvenir d'un voyage en Asia Mineure, Paris 1864; P. de Tchihatcheff, As/e Mineure, Paris 1866, I, 326; Cuinet, IV; A. VVachter. Der Varfall des Griechentums in Kleinasien, Leipzig 1903, s. 55; Hasan Tâib, Hatıra yâhud Mirat-ı Bursa, Bursa 1323; Mehmed Şemseddin, Yadigâr-1 Şemsî, Bursa 1332; Texier, Küçük Asya, I, 209-243; H. Wilde, Brussa, eine Entwicklungsstâtte türkischer Architektur in Kleinasien unter den ersten Osmanen, Berlin 1909; P. Masson, Histoire du Commerce Français dans le Levant, Paris 1911, II, 492; A. D. Mordtmann, Anatolien, Skizzen und Reisebriefe aus Kleinasien 1850-1859, Hanover 1920, s. 29, 350; G. R. B. Richards, Florentine Merchants in the Age of Medicis, Cambridge 1932, s. 108; A. M e m d u h Turgut Koyunluoğlu, İznik ve Bursa Tarihi, Bursa 1937; Kâmil Kepeci, Bursa Hamamları, Bursa 1938; a.mlf.. Bursa Hanlan, Bursa 1950; H. Turhan Dağlıoğlu, Onaltmcı Asırda Bursa, Bursa 1940; Neşet Köseoğlu, Tarihte Bursa Mahalleleri, Bursa 1946; Sedat Çetintaş, Türk Mimarî Anıtları: Osmanlı Devri Bursa'da İlk Eserler, İstanbul 1946; Kâzım Baykal. Bursa Yangınları, Bursa 1948; a.mlf.. Bursa ve Anıtları, Bursa 1950; A. Gabriel, üne capitale turque: Brousse, Paris 1958; F. Dalsar, Bursa'da ipekçilik, istanbul 1960; A. Tevhid, "Bursa'da U m u r Bey C a m i i Kitabesi", TOEM, 111/14 (1328), s. 865-872; a.mlf., "İlk A l t ı Pad i ş a h ı m ı z ı n B u r s a ' d a K â i n Türbeleri", a.e., III/16-17 (1328), s. 977, 1047; a.mlf., "Bursa'd a E n Eski Kitâbe", a.e„ V / 2 9 (1330), s. 3183 2 0 ; M. Arif, "Bursa'da V e l e d - i Y a n c C a m i i " , a.e., 111/15 (1328), s. 967-968; M. Ziya, "Bursa'daki T ü r b e l e r i m i z d e n G a y r i M e k t û b Kitabeler", a.e., XI-XIIİ/62-77 (1336-39), s. 129133; H. İnalcık, "Bursa Şeriyye Sicillerinde Fatih S u l t a n M e h m e d ' i n Fermanları", TTK Belleten, X I / 4 4 (1947), s. 693-703; a.mlf., "15. Asır T ü r k i y e İktisadî ve İçtimaî Tarihi Kayn a k l a n " , İFM, X V / l - 4 (1955), s. 51-57; a.mlf., "Bursa a n d the C o m m e r c e of the Levant", JESHO, III/2 (1960), s. 131-147; a.mlf., "Capital Formation i n the O t t o m a n Empire", The Journal of Economic History, XIX (1969), s. 97140; a.mlf.. "Bursa I, X V . Asır S a n a y i ve Ticaret T a r i h i n e D a i r Vesikalar", TTK Belleten, XXIV/92 (1960), s. 45-96; a.mlf., "Bursa", El 2 (İng.), I, 1333-1336; Murat Çizakça, "Bursa İpek S a n a y i n i n M a l i y e t Yapısı Ü z e r i n d e Düşünceler ve H a m İpek Fiyattan (1550-1650)", GelD, ,1 (1978), s. 98-110; Leila Erder, "Bursa İpek San a y i i n d e Teknolojik Gelişmeler (1835-1865)", a.e„ I (1987), s. 111-122; Uludağ, Bursa Halkevi Dergisi; B. Darkot v.dğr., "Bursa", İA, II, 806-



FFL



H A L I L INALCıK



449



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA Bugünkü Bursa. Bursa ovasının güney kenarı ile Uludağ'ın kuzeybatı eteği arasında doğudan batıya bir şerit biçiminde uzanan şehrin boyu 8 km. kadardır; kuzey - güney doğrultusundaki genişliği ise yer yer değişir. Yakın tarihlere kadar 3 kilometreyi geçmeyen şehrin eni, son yıllarda yeni yerleşme ve sınaî tesis alanlarının, özellikle 1987'de ovanın ortalarında bulunan Panayır ve İsmetiye köylerinin birer mahalleye dönüştürülerek büyük şehir belediyesi sınırları içine alınması üzerine çok artmış ve şehrin Uludağ'ın eteğindeki şerit biçimi görünüşü bozularak daire durumuna yaklaşmıştır. Bursa'nın çekirdeğini, Uludağ'ın kuzey yamaçlarından inen Gökdere ile Cilomboz deresinin derin vadileri arasında kalan semtler oluşturur. Bu iki vadi arasındaki merkezî kesimin doğusunu şehrin iş merkezi durumundaki eski çarşı ile bazı resmî daireler, hanlar ve şehrin en önemli mimari eserlerinden biri olan Ulucami kaplar. İç kale, Osman Gazi ve Orhan Gazi türbeleriyle Hisar Meydanı'nı içine alan eski semt de bu merkezî kesimin batı yarısını işgal eder. Şehrin doğusundaki, adını Yeşilcami ile Yeşiltürbe'den alan Yeşil semti de bu merkezî kesimden Gökdere'nin derin bir vadisi ile ayrılır. Daha doğuda bulunan ve Yeşil semtinden Gökdere'nin küçük bir koluna ait vadi ile ayrılan Emîr Sultan semti kuzeye doğru Yıldırım, güneye ve daha yükseklere doğru da Teferrüç semti ile devam eder. Batıda, çekirdek kısmından Cilomboz deresinin vadisiyle ayrılmış bulunan Muradiye semti yer alır. Muradiye'nin batısında şehrin asıl kütlesi sona erer gibi görünürse de yakın zamanlara kadar belli belirsiz mevcut olan, günümüzde ise t a m a m e n silinmiş bulunan bir kesintiden sonra meşhur kaplıca semti Çekirge (Bizans döneminde



şehirden tamamen ayrı durumdaki Pythia) başlar. Şehir 1930'lu yıllardan sonra batıya ve kuzeybatıya doğru önceleri yavaş, 1950'-



lerden sonra ise hızlı bir şekilde büyüm e göstermiş ve manzarası değişikliğe uğramıştır. Bu gelişmede özellikle sanayi faaliyetlerinin yoğunlaşması etkin rol oynamış ve çeşitli kurumların kendi mensupları için yaptırdıkları, Sümerbank Merinos Fabrikası'nin kuzeyinde yer alan işçi konutları gibi ev kümeleri şehrin alanını genişletmiştir. Çevreye doğru gelişmenin yanı sıra 1950'lerden sonra da apartmanlaşma süreci başlamış, son yıllarda ortaya çıkan toplu konutlar ise şehrin çevresinde çeşitli doğrultularda uzantılar oluşturmuştur. Planlı sayılabilecek bu gelişmelerin dışında gecekondu bölgelerinde plansız büyüme görülür. Şehrin doğusunda büyük bir sahayı kaplayan gecekondu alanları batıda Mudanya-Bursa-Ankara karayolu kuzeyinde devam eder; ayrıca güneydeki eğimli alanda da ince bir bant halinde yerleşmenin sınırını oluşturur. Bu kesimdeki Kuştepe gecekonduları 400 m. yüksekliği aşarak 475 metredeki yamaçlara yaklaşmıştır. Bursa'nın Cumhuriyet dönemindeki ilk planı, 1941 yılında Henry Prost adındaki bir şehirci mimara hazırlatılmıştır. Bu planın önemli konularını özellikle yolların genişletilmesi, eski konut alanlarının daha sağlıklı hale getirilmesi ve Çekirge'nin bir kaplıca ve turizm bölgesi olarak geliştirilmesi oluşturuyordu. Bundan sonra 1960 yılında Luigi Piccinato'ya yeni bir plan yaptırıldı. Piccinato şehrin Ankara-Bursa-Mudanya yolu üzerinde geliştirilmesini önermiştir. Bu plan ayrıca eski şehir dokusunu, tarihî özelliği olan binaları, âbideleri ve tabii yapıyı koruma ve geliştirmeyi öngörmüştü. 1 / 4 0 0 0 ölçekli olan planın uygulama planları yapılamamış, Belediye mevziî planlar üreterek çözüm arama yolunu seçmiş, bu geçici çözümler sonucunda da şehir gelişigüzel genişlemiştir. Bu meseleler ve sürekli büyüme karşısında 1975'te bir nâzım plan hazırlanmış, fakat bütün bunlara rağmen şehrin büyümesi yeterli ölçüde denetlenememiştir. Sonuçta da yap-



tırılan planların uygulanamaması şehri düzensiz bir bina yığını haline getirmiştir. Bursa doğudan batıya doğru, topografyaya uyarak geniş kıvrımlar çizen bir cadde ile geçilir. Şehri baştan başa kateden ve farklı kesimlerinde çeşitli adlar



alan (Atatürk, Cemal Nadir, Altıparmak, Çekirge) bu caddeye kuzeyden az çok paralel olarak uzanan doğu-batı doğrultulu başka bir önemli eksen daha vardır. Doğu kesiminde Mahmudiye caddesi adıyla bilinen bu cadde batıya doğru Mudanya caddesi adını alır. Doğu-batı doğrultulu bu iki önemli ana yol birbirine İnönü, Fevzi Çakmak, Stadyum ve Acemler caddeleriyle ve bunların arasındaki ikinci derecede bazı yollarla bağlanır. Şehrin iş ve ticaret merkezi, Ankara'dan ve Yalova'dan gelen karayollarının birleşme noktasından başlayarak yol boyunca güneye doğru uzanır ve Güneyde Cumhuriyet, Atatürk, İnönü, Cemal Nadir caddelerinin sınırladığı dörtgen biçimindeki alan içinde yoğunlaşır; ayrıca batıya doğru Altıparmak caddesi boyunca ve doğuda Setbaşı mevkiine doğru uzantıları oluşmuştur. Eskiden Bursa'daki başlıca endüstri faaliyeti olan ipekçilik ve ipek dokumacılığı günümüzde de devam etmekle beraber geçmişteki eski önemini yitirmiştir. Buna karşılık 1938'de açılan Merinos Fabrikası ile önem kazanmaya başlayan tekstil sanayii sonraları daha da çeşitlilik kazanarak (havluculuk vb.) ağırlıklı bir sanayi kolu haline gelmiştir. Yakın dönemde ise otomotiv sanayii devreye girmiştir. Üç otomobil fabrikasının yanı sıra karoser fabrika ve atölyeleriyle yedek parça, aksesuar, damper, römork vb. imal eden otomotiv yan sanayii kuruluşları da büyük ölçüde gelişmiştir. Bunların dışında gıda sanayii, konfeksiyonculuk ve bıçakçılık şehrin ekonomik yapısında önemli bir paya sahip bulunmak-



450



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA TÜRK ve İSLÂM ESERLERİ MÜZESİ BURSA T Ü R K ve İ S L Â M E S E R L E R İ MÜZESİ



L



Bursa'da 1975'te Yeşilmedrese'de kurulan müze.



J



Bursa'da ilk müze, Bursa Maarif Müd ü r ü Azmi Bey ile Erkek Lisesi muhasebecisi Reşad Bey'in şahsî gayretleriyle, Hüdâvendigâr Camii ve Medresesi - Bursa



Bursa Ulucamii'nin içinden bir görünüş



çevreden toplanan etnografık ve arkeolojik eserlerin Erkek Lisesi bahçe ve laboratuvarında ziyarete açılmasıyla ku-



rulmuştur (19 Ağustos 1902). Vali Mümtaz Reşid Paşa'nın yönetiminde ilk öğretadır. Bursa'daki sanayiin gelişmesi, Tür-



sayımının sonuçlarına göre de 834.576'-



kiye'de ilk organize sanayi



bölgesinin



ya ulaşmıştır. Şehir bu hızlı n ü f u s artı-



lerin çabalarıyla kısa z a m a n d a



bu şehirde kurulmasına sebep olmuştur



şının ve m e k â n üzerinde aşırı büyüme-



zenginleşen m ü z e , Müzeler U m u m Mü-



(1966).



sinin sonucu olarak 18 Haziran 1987 ta-



d ü r ü O s m a n Hamdi Bey tarafından Mü-



rihinde kabul edilip 27 Haziran 1987 ta-



ze-i Hümâyun'un bir şubesi olarak 1904 yılının Eylül ayında resmen hizmete so-



Osmanlı



mimarisinin



ilk



dönemine



Gazete'de



t i m müfettişleri, ö ğ r e t m e n ve öğrencigelişip



"Bursa devri" adının verilmesine sebep



rihli Resmî



olan yapıların çokluğu burayı tarihî ba-



sayılı k a n u n ile "büyük şehir" statüsü-



kulmuş, 1929 yılında da Bursa Müzesi



k ı m d a n olduğu gibi turizm açısından da



ne kavuşturulmuştur. Aynı kanunla bü-



adıyla m ü d ü r l ü k s t a t ü s ü n e kavuşturul-



önemli bir merkez haline



getirmiştir.



y ü k şehir belediyesi sınırları içerisinde



muştur. Ertesi yıl ise gelişmesi göz önü-



Bursa'nın Türkiye turizminde söz sahibi



Nilüfer, Osmangazi ve Yıldırım adıyla üç



ne alınarak Yeşilmedrese'ye taşınmış ve



olması bu konuda da çeşitliliğinin bulun-



ilçe kurulmuş, ovadaki bazı köyler de bu



İstanbul Müzesi M ü d ü r ü Aziz Oğan tara-



masındandır. Tarihî zenginliğin sağladı-



ilçelere mahalle olarak bağlanmıştır. Di-



fından tanzim ve teşhiri sağlanıp 8 Nisan



ğı kültür turizmi yanında kaplıca turiz-



yanet İşleri Başkanlığı'na ait 1991 yılı



1930 tarihinde ziyarete açılmıştır. 1955



miyle şehrin ayrılmaz bir parçası ve sim-



istatistiklerine göre il ve ilçe merkezle-



yılında medrese binası onarıma alınmış



gesi haline gelmiş olan Uludağ'daki kış



rinde 474, kasaba ve köylerde 859 ol-



ve m ü z e ancak 1 Ekim 1956 tarihinde



sporları turizmi bu konudaki çeşitliliği



m a k üzere Bursa'da t o p l a m 1333 cami



yeni bir düzenle tekrar hizmete sokul-



artırır. Uludağ kış sporları merkezi ön-



bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sa-



m u ş t u r . Uzun yıllar k a r m a m ü z e olarak



celeri şehre sadece karayolu ile bağlıy-



yısı ise 333'tür.



yayımlanan 3391



faaliyet gösteren Bursa Müzesi, arkeolo-



ken 1963 yılında işletmeye açılan tele-



Bursa şehrinin merkez olduğu Bursa



ferik hattı bu irtibat daha da canlandır-



ili Balıkesir, Kütahya, Bilecik, Kocaeli, İs-



mıştır.



tanbul illeri ve Marmara denizi kıyıları ile



Bursa Cumhuriyet d ö n e m i n d e yapılan



çevrilidir. Merkezdeki ilçelerinden (Nilü-



b ü t ü n nüfus sayımlarında Türkiye'nin İs-



fer, Osmangazi, Yıldırım) başka Büyükor-



tanbul, Ankara, İzmir ve Adana'dan son-



han, Gemlik, Gürsu, Harmancık, İnegöl,



ra beşinci büyük şehri olma niteliğini ko-



İznik, Karacabey, Keleş, Kestel, Mudan-



r u m u ş t u r . Şehrin 1927'de 61.690 olan



ya, Mustafakemalpaşa, Orhaneli, Orhan-



nüfusu önceleri yavaş yükselerek 1950'de



gazi ve Yenişehir o l m a k üzere on dört



103.812'yi bulmuş, sonraları artış hızla-



ilçeye, yirmi dört bucağa ayrılmıştır ve sı-



narak bu rakam 1975'te 275.953'e, 1990



nırları içerisinde 759 köy bulunmaktadır.



j i k eserlerin Kültürpark'ta inşa edilen modern binaya taşınmasından sonra ye-



Bursa Türk ve islâm Eserleri Müzesi'nin kitâbe, lahit ve mezar taşlarının sergilendiği bahçesi ile medrese avlusu



11.043 k m 2 genişliğindeki Bursa ilinin 1990 sayımına göre nüfusu 1.603.137, n ü f u s y o ğ u n l u ğ u ise 145 idi. BİBLİYOGRAFYA: R. Stevvig, Batı Anadolu



Gelişmesini



Gösteren



Bölgesinin



Kartografik



Kültürel



Bilgiler



(trc.



R u h i Turfan), İstanbul 1968, s. 8 6 - 8 7 ; a.mlf..



Bursa,



Nordıvestanatolien,



Kiel 1970, s. 44-52;



B e s i m D a r k o t — M e t i n Tuncel, Marmara



si Coğrafyası, Timurtaş Camii'nin altı kemerli yüksek bir kaideye



Bölge-



İstanbul 1981, s. 129-131; M. Ba-



zin, "Le R e s e a u U r b a i n d e l a Turcpıie",



Trauauıc



de l'Institut



sy. 65-



de Geographie



de Reims,



66, R e i m s 1986, s. 1 0 6 ; S u n a D o ğ a n e r , T u r i z m i n e Coğrafî Bir Y a k l a ş ı m : T u r i z m " , Coğrafya



Araştırmaları,



"Dağ



Uludağ'da sy. 3, Anka-



ra 1991, s. 137-157; B e s i m D a r k o t , " B u r s a " ,



İA, II, 806-810.



m Kİ



ERTUĞRUL SEYHAN



451



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSA TÜRK ve İSLÂM ESERLERİ MÜZESİ niden t a n z i m edilmiş ve 22 Kasım 197S



F



Eserleri Müzesi adıyla hizmete girmiştir. L



On üç hücre ile üç eyvan ve bir ders-



n



BURSALI AHMED



tarihinden itibaren Bursa Türk ve İslâm



XV. yüzyıl sonları ile XVI. yüzyıl başlarında yaşayan bir tasvir sanatçısı.



J



haneden oluşan medresenin giriş eyvanına bitişik sağdaki ilk hücre, Bursa'nın



Bursalı Şiblîzâde A h m e d Çelebi diye



geleneklerine uygun biçimde hazırlan-



tanınır; d o ğ u m ve ö l ü m tarihleri bilin-



mış bir sünnet odasının g ö r ü n ü ş ü n ü gü-



m e m e k t e , Burusevî nisbesinden Bursalı



n ü m ü z e yansıtır. Bu hücre ile eyvan ara-



olduğu, Çelebi lakabından da Mevlânâ



sındaki m e k â n l a r m ü z e idaresi tarafın-



soyundan geldiği anlaşılmaktadır. Fâtih



dan büro ve depo olarak kullanılmakta-



devri musavvirbaşılarından Sinan Bey'in



dır. Bu taraftaki tavanı çini kaplı eyvanda Selçuklu ve Osmanlı d ö n e m i n e ait İznik'te imal edilmiş Milet, mavi beyaz,



Bursa Türk ve islâm Eserleri Müzesi'ndeki eserlerden XII. yüzyıla ait minâi tekniğinde yapılmış çanak



Haliç işi, Şam grubu ve Rodos işi seçkin



öğrencisidir. Sinan Bey, Gentile Bellini'nin tesiriyle Fâtih tarafından Venedikli ressam Mastori Paolo'nun yanına gönderilmiş ve ondan öğrendiklerini kendi



seramik örnekleri sergilenmektedir. Ey-



öğrencilerine aktararak "şebîh" (portre)



vana bitişik hücrede Osman Sözen ve



çizmekte



Hayali Küçük Ali'nin Karagöz-Hacivat fi-



Böylece devrinin sayılı portre ressamla-



nin kapı perdeleriyle Bursa'da dokunmuş



ustalaşmalarını



sağlamıştır.



gürleri ile m ü h ü r , saat, para ve t ü t ü n



kadife kumaşlara ait örnekler de bura-



rından biri haline geldiği anlaşılan Şiblî-



keseleri, çeşitli ağızlık, nargile, köstek



da sergilenmektedir. Bundan sonraki ilk



zâde A h m e d Çelebi'den ne yazık ki gü-



ve saat örnekleri teşhir edilmektedir. Bi-



hücrede dergâh eşyası şamdanlar, tes-



n ü m ü z e intikal etmiş herhangi bir eser



tişiğindeki köşe hücresinde sedef ve fil-



pihler, m ü z i k aletleri, şifa tasları ile çe-



mevcut değildir. Hayatı hakkında bili-



dişi k a k m a kutularla sehpalar, kapı tok-



şitli tarikatlara ait kavuklar bulunmak-



mağı, alem, anahtar ve kilit gibi made-



tadır. Bitişik hücrede yazma kitaplarla



nî eserlerle bazı t o m b a k eşya yer almak-



levhalar yanında M e m l û k Sultanı Ber-



nenler de Gelibolulu Mustafa Âlî'nin Menâkıb-ı Hünerverân'öa verdiği birkaç satırlık bilgiden ibarettir.



tadır. Dershanede sergilenen g ü m ü ş



kak-



m a insan ve hayvan figürleriyle bezenm i ş Selçuklu ve Memlüklü şamdanları, şerbet kapları ve XV. yüzyıla ait bir avize m ü z e n i n en seçkin eserleri arasındadır. Süs eşyaları içinde özellikle altın



kuk tarafından XIV. yüzyılda Yıldırım Ba-



BİBLİYOGRAFYA:



yezid'e hediye edilen nâdide bir tezhip-



Âlî, Menâkıb-ı



Hürıerverân,



s. 68.



li Kur'ân-ı Kerîm sergilenmektedir. OsB



manlı d ö n e m i ciltçiliğinin seçkin örnekleriyle birlikte teşhir edilen rahleler, gü-



F



B U R S A L I İSMÂİL H A K K I



^



l_



(bk. İSMÂİL HAKKI BURSEVİ).



j



BURSALI M E H M E D TÂHİR



1



m ü ş kaplar, yazı takımları, makaslar, fenerler ve ş a m d a n l a r dikkat çekicidir.



ve g ü m ü ş t e n yapılmış kemerler, kemer



Giriş eyvanına göre sol köşedeki hüc-



tokaları, bilezikler, tepelikler, küpe ve yü-



rede havlu d o k u m a tezgâhı, ipek ve sim



ZAHİR GÜVEMLİ



r



zükler dikkat çekicidir. Altın, g ü m ü ş , fil-



işli havlu takımları, sedef ve g ü m ü ş işli



(1861-1925)



dişi ve sedef kakmalı tüfek, tabanca, ba-



takunyalar, h a m a m tasları ve kildanlar,



Osmanlı Müellifleri adlı eseriyle ünlü bibliyografya ve biyografi âlimi.



rutluk, kılıç, yatağan, kama, topuz ve şeş-



bu hücre ile giriş arasındaki diğer iki



perlerle İran yapısı kalkan, miğfer, kılıç



hücrede ise çeşitli İslâm devletlerine ait



ve kamalar bu salondaki silâh koleksiyo-



altın, g ü m ü ş ve bakır sikkeler kronolo-



n u n u oluşturmaktadır. Bursa işi bohça-



jik sırayla teşhir edilmektedir.



Bunlar



22 Kasım 1861'de Bursa'da doğdu. Ab-



lar, yağlıklar, yazmalar, tahta yazma ka-



içinde özellikle II. Bayezid'e ait nâdir bir



dülmecid'in Hassa Alayı kumandanların-



lıpları, yemeniler, uçkur, kuşak ve peş-



sikke ile Hârûnürreşîd'e ait bir sikke en



dan Üsküdarlı Seyyid M e h m e d Tâhir Pa-



kirler ayrı bir b ö l ü m halinde yine ders-



önemlilerindendir.



şa'nın torunu ve askeriyeden sağlık du-



hanede teşhir edilmektedir.



j



Revak içindeki vitrinlerde Çanakkale



r u m u sebebiyle ayrılmış Bursa belediye



Sol köşedeki odada fincanlar, g ü m ü ş



seramikleri sergilenmektedir. III. Selim



kâtibi Rifat Bey'in oğludur. Tahsiline bü-



ve telkâri fincan zarfları, lüleler, kahve



portreli, kalem işçiliğiyle bezenmiş bir



y ü k babasının ailece yerleştiği Bursa'da



değirmenleri ve tavaları ile havanlar, di-



sandık ve II. M a h m u d tuğralı, k a b a r t m a



başladı. Mülkiye Rüşdiyesi'ni



bekler, şerbet ve salep g ü ğ ü m l e r i n d e n



süslemeli bir beşik müzeye son yıllarda



dedesi gibi asker olarak yetişmesi is-



oluşan



kazandırılan önemli eserlerdendir.



tendiğinden 1875'te Bursa Askerî İdâ-



koleksiyon bulunmaktadır. Ya-



nındaki hücrede Türk m u t f a k kapları, sini, kaşık, ibrik, t a b a k ve kâselerle Tim u r d ö n e m i n d e n kalma stilistik ejderha kulplu ve döner yivli bir kap sergilenmektedir. Bu cephedeki eyvan



içinde



dîsi'ne verildi. Daha rüşdiyede okurken



BİBLİYOGRAFYA: M e h m e t Önder, The Museums of Turkey, Ankara 1983, s. 52; Bedri Yalman, Bursa, İstanbul 1977, s. 26-27; a.mlf., a.e., istanbul 1984, s. 52-54.



[Tl UM



BEDRİ YALMAN



ibrikler,



F



Beykoz işi şamdanlar ve çeşitli çeşmibülbül parçaları yer almaktadır. Yeşiltürbe'-



ayrıca Haraççıoğlu Medresesi'ne devam ederek Niğdeli Hoca Ali Efendi'den hususi dersler aldı. Onun edebî ve tarihî kültür kazanmasında, tasavvuf, tarih ve edebiyatla uğraştığı gibi bir divançe teş-



XVIII. yüzyıl Kütahya seramikleri, gülâbdan, şekerlik, bardak, tabak,



bitirince



L



BURSA ULUCAMİİ (bk. ULUCAMİ).



n



kil edecek k a d a r da şiirleri bulunan babasının (Osmanlı



Müellifleri, I I / 2 , s. 304-



306) önemli bir tesiri olmuştur. Bursalı



452



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR Tâhir bu çağlarda tasavvufa merak sarmaya başlamış, Muhyiddin İbnü'l-Arabi'ye gönül bağlamıştı. İdâdînin ikinci sınıfında iken, 1877'de Türk-Rus savaşının başlaması üzerine gönüllü olarak tekrar ordu saflarına katılan babası Plevne'de Teliş cephesinde şehid düştü. Üstün bir başarı ile okulunu bitirerek bir şehid oğlu olmanın şevkiyle 1880 Eylülünde Harbiye'ye girdi. Harbiye sıralarında Muhyiddin İbnü'l-Arabi ve tasavvuf sevgisi daha da artan Mehmed Tâhir, cuma tatillerinde İstanbul tekkelerini dolaşır ve kendisine bir mürşid ararken Tibyânü vesâ'ili'l-hakâ'ik müellifi Harîrîzâde'yi tanıyarak dairesine girdi, onun temsil ettiği Melâmîliği seçti. Genç yaşta ölüm ü n e kadar (15 Eylül 1882) mürşidiyle münasebeti iki yıl sürdü. Temmuz 1883'te piyade teğmeni olarak Harbiye'den mezun olduğunda (M. Vahyî, s. 191; krş. M e h m e d E s a d , Mir'ât-ı Mekteb-i Harbiyye, İstanbul 1310, s. 635) Üçüncü Ordu emrine verilerek Manastır Askerî Rüşdiyesi coğrafya hocalığına tayin edildi (23 K a s ı m 1883). Bunun yanında Mülkiye Rüşdiyesi ile yeni açılan Mülkiye İdâdîsi'nde de tarih ve hitabet öğreten Mehmed Tâhir, yeni ve ileri bir anlayışta ders okutuşu ile dikkati çektiği kadar Melâmîlik yolundaki faaliyet ve temasları ile de çevreye kendini tanıtmıştı. Manastır'a gelişinin birinci yılında mürşidinin şeyhi Seyyid Hoca M u h a m m e d Nûrü'l-Arabî el-Melâmî'yi Ustrumca'da ziyaret ederek ona biat etti. İki yıl sonraki ziyaretinde ise ondan icâzet aldı. Şeyhin vefatı sırasında (12 O c a k 1888) bölgede Melâmîliğin artık önde gelen bir siması sayılmaktaydı. Babasından ve Harîrîzâde'nin eserinden kazanılmış bir merakla burada geçmişteki mutasavvıflardan başlayıp gittikçe şair ve âlimlere de yönelen biyografi ve bibliyografya çalışmaları içine girdi. Manastır ve çevresinde yetişmiş şahsiyetler hakkında bilgiler toplamaya çalışıyor, malzeme elde edebilmek için buralardaki mezar taşlarını araştırıyordu. Yazdıklarını bazı gazete ve mecmualarda neşretmeye başlayan Mehmed Tâhir, yeni yeni uyanmakta olan Türkçü düşünceyi benimseyerek bu görüşle 1897'de ilk eseri Türkler'in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri adlı çalışmasını yayımladı. Manastır'da on dört sene vazife gördükten sonra bir ara Üsküp Askerî Rüş-



diyesi'ne nakledildi (26 Kasım 1897). Yahya Kemal, kendisini buradaki Rıfâî tekkesi şeyhi Sâdeddin Efendi ve şair Eşref



na ait bir mesele olarak gösterirler (Ak-



çuraoğlu Yusuf, s. 368; Ahmet Bedevî Kuran, inkılâp Tarihimiz ue İttihad ue Terak-



ki, İstanbul 1948, s. 243; Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım



Atatürk, İstanbul 1967,



s. 113; A. B. Kuran başka bir eserinde ise [İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, İstan-



bul 1945, s. 2571 onun İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne sonradan katılmış olduğunu söylemekle de ayrıca çelişkiye düşer). Bazı araştırmacıların, Bursalı Tâhir'in Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin Manastır'daki kolunda faaliyet gösterdiğini sanmaları yanlıştır (E. E. Ramsaur, The Young Turks,



Bursalı Mehmed Tâhir



Paşa gibi şahsiyetlerle olan sohbetlerinden tanımaktadır ( Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ue Edebî Hâtıralarım, İstanbul 1973, s. 96). Üsküp'te bulunduğu sırada Bursalı Tâhir, burada geçirdiği uzun yıllar boyunca bıraktığı birçok hâtırası olan mürşidi M u h a m m e d Nûr'un ihvan arasında devam eden söz ve menkıbelerini derlemeye çalıştı. Yüzbaşılıktan kolağalığma yükselince bir sene bile dolmadan yeniden Manastır Askerî Rüşdiyesi'ne bu defa m ü d ü r olarak tayin edil-



di (26 Eylül 1898). Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye duyduğu hayranlıkla Manastır'da ikinci eseri Terceme-i Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabi'yi yaz-



dı (İstanbul 1316). Kendisini ileride meydana getireceği büyük eseri Osmanlı Müellifleri'ne götüren ilk adım olan çalışmalarını risâle ve kitapçıklarla bir bir ortaya koymaya başlamıştı. İkinci defasında Manastır'da bir altı yıl daha geçirdikten sonra Selânik Askerî Rüşdiyesi m ü d ü r l ü ğ ü n e getirildi (7 Eylül 1904) ve ertesi yıl rütbesi binbaşılığa yükseltildi. Manastır'a ilk gidişinden başlayarak çevresine vatanî düşünceler telkin etmeye çalışan Bursalı Tâhir, ülkeye meşrutiyet idaresini getirme yolunda Üçüncü Ordu subayları arasında yaygınlaşan siyasî eğilimleri benimsemişti. Selanik'te bu bakımdan çok daha elverişli bir ortam içine girdi ve 1906 yılı Eylülünde Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla teşekkül eden gizli siyasî teşkilâta kurucu üye olarak katıldı. Yedisi subay, üçü sivil ilk on üye arasında kendisine birinci sırada yer ve-



Princeton 1957, s. 114; Sina Akşin, Jön Türkler ue İttihat ue Terakki, İstanbul 1987, s. 62). Çünkü o bu cemiyetin var oluşundan iki yıl önce Manastır'dan ayrılmış bulunuyordu. Şam'da Vatan adıyla gizli bir siyasî cemiyet kuran Mustafa Kemal, Rumeli'de bu cemiyeti teşkilâtlandırmak, Vatan ve Hürriyet adı altında bir şubesini meydana getirmek üzere aynı yıl gizlice Selânik'e geldiğinde Osmanlı Hürriyet Cemiyeti üyeleri ve bu arada Askerî İdâdî öğrencisi iken Manastır'dan tanıdığı Bursalı Tâhir ile de temasa geçer (Ah-



med Emin [Yalman], "Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa ile Bir Mülâkat", Vakit, nr. 1468, 10 Kânunusâni 1922). Bazılarınca ise Bursalı Tâhir ve diğer üyeler, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin varlığı bahis konusu edilmeksizin, doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in Selânik'te kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ne girip bir araya gelmiş gösterilmektedir ("Mustafa K e -



mal Paşa'nın Hayât-ı Husûsiyyesi-Kendi Ağzından", Millîlieusâl, İstanbul 1922, s. 218 [Ahmed Emin'in yaptığı mülâkatın özet olarak kaleme alınmış şeklidirl; Âfet [İnan], "Atatürk'ü Dinlerken; Mukaddes Tabanca", TTK Belleten, 1/3-4, Temmuzİkinciteşrin 1937, s. 609-610; Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 94). Fakat bizzat kurucularının hâtıratına göre Osmanlı Hürriyet Cemiyeti söz konusu cemiyetten ayrı ve ondan öncedir-, Bursalı Tâhir de ilkin onun içinde yer al-



mıştır (Kâzım Nâmi Duru, s. 13; Mithat Şükrü Bleda, s. 21-22). Bursalı Tâhir'in



rilmişti (Kâzım Nâmi Duru, ittihat ue Te- değişik bir grupla 1906'da önce Mustarakki Hâtıralarım,



İstanbul 1957, s. 13;



fa Kemal'in Selânik'te kurduğu Vatan



Mithat Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çö- ve Hürriyet Cemiyeti'ne girdiği, onun beklenen faaliyet ve tesiri gösterememesi küşü, İstanbul 1979, s. 21; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, İstanbul 1984, I, 21-22). Üyeler arasında ilk sırada gelişi, rütbece ötekilerin en büyüğü olmasındandır. Bazıları bunu Selânik'te İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluşu-



üzerine de içindekilerin bir kısmı daha başka kimseler olan on kişilik bir grupla yine 1906 yılında Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adında ondan sonra kurulmuş gizli cemiyette yer aldığı ileri sürülmek-



453



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR le mesele daha da karışık hale getiril-



Tâhir, partisiyle bazı anlaşmazlıklar yüzünden, meclisin 1911 yılı sonunda fesih riyet Cemiyeti'nin kuruluş tarihini Oskararı ile kapanan birinci faaliyet devmanlı Hürriyet Cemiyeti'nden daha önresinden sonra milletvekilliğinden ayrılceye götürmek isteyen başka bir görüş dı, bir ifadeye göre de bir daha mebus daha vardır (Faik Reşit Unat, "Atatürk'ün çıkarılmadı. Milletvekilliği sırasında da II. Meşrutiyet inkılâbının Hazırlanmasınadından "binbaşı" diye bahsedilmekteydaki Rolüne Ait Bir Belge", TTK Belleten, di (bk. Sırât-ı Müstakim, nr. 13, 6 TeşrîniXXVI/102, Nisan 1962, s. 339-348; Bursasâni 1324, s. 201). Askerî özlük haklarını lı Tâhir'in mensup olduğu cemiyetin kromuhafaza ettiği için 27 Nisan 1911'de nolojik durumu ve üyeleri hakkında daha rütbesi gönüllü redif alayı kaymakamlıgerçekçi bir açıklama için bk. Fethi Teveğı kadrosuna yükselmişti. Bunu da Harp toğlu, Ömer Naci, İstanbul 1973, s. 71-72, Dairesi Dîvân-ı Harb (Mart 1912), daha 75, 78, 83, 90). sonra Muhakemat Dairesi (Ekim 1912) üyelikleri takip etti. İkinci defa Dîvân-ı Siyasî t u t u m u ve Melâmî çevredeki Harb üyeliği (Mart 1913) sıfatı üzerinde faaliyetleri yüzünden Manastır'da iken iken 24 Ocak 1914'te yarbaylıktan emekdaha 1895 yılında üzerine çekmeye başli oldu. ladığı şüpheler Selânik'te daha da artınca hakkında düzenlenen iki jurnal sonucu Mebuslukla İstanbul'a gelmesi, Burrüşdiye müdürlüğü vazifesine son verildi salı Tâhir'i araştırmaları için yıllardan (31 O c a k 1906). Uzak bir yere sürülmekberi hasretini çektiği çalışma şartlarına ten dostlarının yardımı ile kurtulup Mave kütüphane imkânlarına kavuşturmuşnisa'da Alaşehir redif alayı tabur kumantu. Epey zamandan beri hazırlığı içindanlığına tayin edildi (10 Mart 1907). 0 de bulunduğu Osmanlı Müellifleri için zamana kadar askerlik hayatı hep kıta muhtaç olduğu bibliyografya malzemehizmeti dışında geçen Bursalı Tâhir, orasini sağlayacak zengin İstanbul kütüpda beş altı ay kaldıktan sonra İzmir'de haneleri artık önünde açılırken başşeht ü m e n merkezinde Dîvân-ı Harb âzalığı rin Bağdatlı İsmâil Paşa, Bayezid Umuve kendisine bölgede gezip çeşitli kütüpmi Kütüphanesi "hâfız-ı k ü t ü b ' ü İsmail haneleri görme imkânını kazandıran tahSaib Hoca, Ali Emîrî, İbnülemin Mahkik memuriyetiyle görevlendirildi. Osmanm u d Kemal, Ahmed Tevhid ve Fâik Relı Hürriyet Cemiyeti'nin 27 Eylül 1907'şad gibi meşhur kitap meraklıları etrade Avrupa'daki Jön Türkler'le birleşerek fında bir dostluk çevresi bulmuştu. DaOsmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adıha mebusluğu sırasında çeşitli ilim ocaknı almasından sonra da cemiyetin sevilarında yer almaya başlamıştı. 25 Aralen ve şeyhlik derecesine yükselmiş ollık 1908'de Türk Derneği'nin bir kuruduğundan arkasındaki Melâmî çevre docu üyesi oluşundan başka ( " B u g ü n T ü r k layısıyla mânevî nüfuzu bulunan bir üyeDerneğinde  z a Bulunan Zatlar Şunlarsi olma durumunu korudu. İzmir'den İndır", Türk Derneği, nr. 3, 1327, s. 103-104), giliz posta memurları vasıtasıyla Sela1910'da kurulan Târîh-i Osmânî Encünik'teki cemiyet mensupları ile devamlı meni'nin on dokuz kişilik "muavin âza"



miştir (Sina Akşin, s. 59-60). Vatan ve Hür-



haberleşmekteydi (Hartmann, s. 177-178). Öte yandan telif çalışmalarını devam ettiren Bursalı Tâhir, burada İzmir (eski a d ı y l a A y d ı n ) vilâyeti yöresinde yetişmiş müellifler hakkında mahallî araştırmalara yönelmişti. 11. Meşrutiyetin ilânında İttihat ve Terakki Partisi'nin kendisini aday gösterdiği Bursa'dan milletvekili seçilerek 17 Aralık 1908'de açılan Meclis-i Meb'ûsan'a girdi. Mebusluğu sırasında askerî encümenin yanı sıra Harbiye Nezâreti tensikat komisyonu üyeliği ve Donanma Cemiyeti murahhaslığı gibi vazifeler üstlendi. Meşrutiyetin gayelerini halka anlatmak için İzmir'den Konya'ya kadar olan bölgede ve Bursa'da konferanslar vermekle görevlendirildi. Ancak mizacı politik hayata yatkın olmayan Bursalı



heyetine Bağdatlı İsmâil Paşa, Ali Emîrî, Halil Edhem, Fâik Reşad gibi seçkin simalarla birlikte alındı {TOEM, I, nr. 1, 1 N i s a n 1326, s. 8); mebusluktan ayrıldığı devrede 1914'te Türk Bilgi Derneği'nin Türkiyat koluna üye seçildi ( " T ü r k B i l g i



Derneği", Bilgi, nr. 6, Nisan 1330, s. 647). 1915'te de Tetebbuât-ı İslâmiyye ve Milliyye Encümeni'nin, aralarında W. Thomsen, Von Lecoq, Dr. Mordtmann, Dr. Ignace Kunoş, Dr. Friedrich Giese ve Von Müller yanında Veled Çelebi, Halil Edhem, Ahmed Tevhid, Mimar Kemâleddin, Süleyman Nazif gibi isimlerin de bulunduğu on dört fahrî üyesinden biri oldu



sürdürürken daha önce olduğu gibi risâle çapında kitapçıklar çıkarmasının yanı sıra, araştırmalarını II. Meşrutiyetle birlikte geniş bir yayılım gösteren çeşitli mecmualarda ardarda yayımlamak hamlesi içine girmişti. İmzası Sırât-ı Müstakim, Sebîlürreşâd, Cerîde-i Sûfiyye, Kelime-i Tayyibe, Türk Derneği, Türk Yurdu, Bilgi Mecmuası, İslâm Mecmuası, Kırım Mecmuası gibi dergilerde çoğunluğu biyografi konusu etrafındaki yazılarla sık sık görülmekteydi. Üzerinde daha Dîvân-ı Harb üyeliği gibi askerî bir vazife bulunmakta iken 1913 yılında Evkaf Nezâreti'nce kendisinin başkanlığında, Kilisli Rifat ve Amasya Tarihi müellifi Hüseyin Hüsâmeddin'in yer aldığı bir heyetle, İstanbul'daki vakıf kütüphanelerini teftiş etmek ve ehemmiyetli yazmaları seçip ayırmak, tek veya müellif hattı nüshaları tesbit etmekle görevlendirilmesi, kendisine on binlerce yazma eseri elden geçirmek gibi bir imkân sağladı. Bu heyetin az zamanda ardarda hazine değerinde eserleri meydana çıkarışı ve faaliyeti ilim muhitinde heyecan uyandırmaktaydı (Köp-



rülüzâde Mehmed Fuad, "Mesâil-i Fikriyye", Tasvîr-i Efkâr, nr. 861, 1 Şevval 1331-



21 Ağustos 1329; a.mlf., "Kütüphanelerimiz", Tasvîr-i Efkâr, nr. 813, 7 Ş â b a n 1331 -



29 Haziran 1329). Bir buçuk yıl kadar süren bu hizmetten sonra Bursalı Tâhir Topkapı Sarayı Kütüphanesi müdürlüğüne getirildi. Yirmi yıllık bir çalışmadan sonra I. Dünya Savaşı sırasında (1915) Osmanlı Müelliflerinin ilk cildini ortaya koyan Bursalı Tâhir'in, hayatının son yıllarına doğru sağlığı gittikçe bozulduğundan yazıları artık dergilerde görülmez olmuştu. "Oymacılık ve Bursalı Oymacı Fahrî" adlı



makalesi {YM, nr. 75, 1 Mayıs 1339-1923, s. 181-182) son yazılarındandır. Kitabının II. cildinin ikinci kısmının baskısı yapılırken (1922) hasta bulunan müellif, III. ve sonuncu cildin baskısında yine rahatsızdı ve geçim sıkıntısı içine de düşmüştü. Ortada resmî bir merci bulunmadığından kendisinin karşılamak mecburiyetinde kaldığı baskı masraflarının yükü altından kalkmaya çalıştığı II. cildin ikinci kısmından Mustafa Kemal Paşa bir yardım olmak üzere büyük zaferi takip eden günlerde 500 nüsha satın



almıştı (Ali Kemalî Aksüt, Profesör Meh(MTM, nr. 4, Eylül - Teşrinievvel 1331, s. met Ali Aynî. Hayatı ve Eserleri, İstanbul 191). 1944, s. 466-467). Bursalı Tâhir Zeynep



İstanbul'a gelişinden bu yana Osmanlı Müellifleri üzerindeki çalışmalarını



Kâmil Hastahanesi'nde tedavi altına alınmışken 28 Ekim 1925'te vefat etti ve



454



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR ertesi perşembe günü ikindi namazından sonra Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı hazîresinde toprağa verildi (Cumhuriyet, nr. 25, 10 Rebîülâhir 1344 29 Teşrinievvel 1341-1925). Burada bulunan ilân şeklindeki haber dışında günün gazetelerinde ölüm haberine yer bile verilmeyen Bursalı Tâhir'in mezarı taşsız kalmıştır. Hayatı ile ilgili milâdî tarihlerin birçok yerde, hicrî ve rûmîyi ayırt edememek dolayısıyla yanlış gösterilmesinin yanı sıra ölümü için de hicrî 1343 tarihinden başka milâdîsini hep 1924 veya 1926 gibi ya bir yıl öncesine yahut da bir yıl sonrasına götüren rakamlar kaydedilmiştir. Hatta 1929'da ve Bursa'-



olarak gördüğü bibliyografya ilmi için artık adım atılması hakkındaki beklentisi ("Bibliyografya", Tercümân-ı Hakikat,



da öldüğü söylenmiştir (meselâ bk. Akçu-



Kütüb-Bibliyografi",



raoğlu Yusuf, s. 369). Yıllar boyu cömertlikle bahşettiği bibliyografya bilgisinden faydalanan çevrelerce terkedilip son zamanlarında kendi köşesinde unutulmuş bir adam gibi yaşayan Bursalı Tâhir'in ölümü ardından yazılan bir yazıda ("Acık-



zetesinin kitap şeklinde donanma özel sayısı, Bursa 1325 [19101, s. 36-42).



lı Bir Ziyâ'", TY, 15. yıl, 111/ 14, Teşrînisânl 1925, s. 235-236), onun hayatı ve eserleri hakkında yayımlanmak üzere yetkili bir kalemden çıkacak bir inceleme için yapılan bir çağrı günümüze kadar cevapsız kalmıştır. Hayatını Türklüğün ilim, fikir ve sanatta yetiştirdiklerini araştırıp tanıtmaya adayan ve bir devrin kendisini "Türkler'in en büyük kitâbiyat âlimi", "Osmanlılar'ın yegâne kitâbiyat mütehassısı" diye yücelttiği bu insan Türk Ansiklopedisi'nde ancak çeyrek sütunluk bir yer bulabilmiştir. Bursalı Tâhir memleketimizde biyografi, özellikle bibliyografya çalışmalarının değer ve genişlik kazanmasında öncü olmuş bir araştırmacıdır. Bu saha onun yazılarının etrafında devamlı döndüğü bir merkez olmuştur. Millî geçmişle ilgili çalışmaların çok basit ve verimsiz bulunduğu bir çağda onu unutulmuş ve bilinmeyen tarafları ile meydana çıkarıp tanıtacak seviyeli eserlere ulaşabilmek için yapılacak ilk işin sağlam ve zengin bir bibliyografya zemini hazırlamak olduğunu görmüş, gayretlerini o yönde sürdürerek bu ön plandaki ihtiyaca cevap vermek istemiştir. Kendi çalışmaları henüz ortaya çıkmadan önce Ahmed Midhat Efendi ve Ahmed Muhtar'ın (Paşa) ehemmiyet ve faydasına dikkat çektikleri bibliyografya işini dava edinip ömrünün sonuna kadar yorulmaksızın sebat ve verimlilikle yürütmeyi başaran o olmuştur. Bizde bibliyograf yetişmiş olmadığından bahseden Ahmed Midhat'ın habersiz kalınmış ve gecikilmiş bir saha



nr. 4837, 12 Safer 1312-2 Ağustos 131014 Ağustos 1894; aynı yazı için ayrıca bk. Ahmed Cevdet, "Tercümân-ı Hakîkat'ı Tezyin Eden Bir Bahs-i İlmî", İkdam, nr. 14, 13 Safer 1312 - 3 Ağustos 1310; Malûmat, m. 25, 14 Safer 1312 - 4 Ağustos 1310) gerçek yankı ve karşılığını Bursalı Tâhir'de bulur. Bursalı Tâhir'in bibliyografya ilminin önemi, sağladığı hizmet ve fayda üzerindeki görüşlerinin en toplu ifadesini, bu yoldaki çalışmaları yekûn tutmaya başladığı sırada yayımladığı bir



yazısında vermektedir ("İlm-i Ahvâl-i Hüdâvendigâr



ga-



Bursalı Tâhir biyografi ve bibliyografya araştırmalarını birbirinden ayırmamış, birini ötekinin tamamlayıcısı bir iş olarak ele almıştır. Çalışmalarına başladığı çağda Muallim Nâci, Fâik Reşad gibi kalemlerde harcıâlem bir iki eserden derleme ve nakilde bulunmak seviyesinde kalan biyografi yazıcılığına, ikinci, üçüncü elden bilgiler ve hal tercümesi diye birtakım anekdotlarla yetinmek yerine konu edinilen müelliflerin doğrudan doğruya kendi eserleriyle temastan, kütüphaneleri dolaşıp çok kitap görmekten kazanılma bir muhteva getirir. Engin bilgisini yazıya dökmekten uzak kalmış İsmail Saib Hoca'nın yanı sıra Bağdatlı İsmâil Paşa, Ali Emîrî, İbnülemin gibi bibliyografya ve biyografi mütehassısları yazı ve çalışmaları ile henüz ortaya çıkmamışlarken Bursalı Tâhir kendisini Osmanlı Müellifleri'ne götürecek deneme ve risâleleriyle bu sahaya daha ciddi muhtevalı örnekler getiren ilk adımları atmaktaydı. Bursalı Tâhir, eski hal tercümesi kaynaklarında müelliflerin daha çok hayatları ile ilgili anekdot, menkıbe kabilinden taraflara bakılıp eserlerine ise azıcık dokunulduğundan söz ederek kendisinin hal tercümelerini kısa t u t u p bunun yerine o müelliflerin asıl fikrî ve ilmî meziyet ve hizmetlerini görmeyi m ü m k ü n kılacak olan eserlerini tesbit ve belirtmeye değer verdiğini ehemmiyetle ifade eder (Me.şâyih-i Osmâniyyeden Sekiz Zâtın Terâcim-i Ahvâli, İstanbul 1318, s. 4 - 6 ; Ulemâ-yı Osmâniyyeden Altı Zâtın Terceme-i Hâli, İstanbul 1321, s. 5-6). Geçmişteki müelliflerin d o ğ u m ve ölüm tarihleriyle eserlerinin isim ve sayıları hakkında en basit ve u m u m i bilgilerin yok denecek ka-



dar az yahut hatalarla dolu olduğunu gördüğünden tafsilâta, derinleşmeye gitmeden her şeyden önce bu basit ve fakat ihmal edilemez çerçeveyi teşkil ve tesbite dikkat göstermiştir. Onun biyografi çalışmalarında, eser bırakmış eski Türk müelliflerini unutulm a k t a n kurtarıp g ü n ü m ü z e tanıtmak kadar, çeşitli sahalarda yetiştirdiği müellifler ve bunların eserleriyle Türklüğün ilim, tefekkür ve edebiyata olan hizmetlerini, İslâm medeniyetine neler kazandırdığını göstermek düşüncesi hâkimdir. Bibliyografya bilgisini, bir milletin fikrî ve mânevî sahada ne gibi ve ne ölçüde eser ortaya koymuş olduğunu tesbit suretiyle o milletin kültür seviyesinin ölçüsünü veren bir ilim kabul eden Bursalı Tâhir bu görüşe bağlı olarak millî bibliyografya fikrini ortaya atmış, bizdeki ihtiyaçların en büyüğünün bu istikamette bir Osmanlı bibliyografyası meydana getirmek olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Böyle bir bilgi disiplininden mahrum oluşumuzun ilmî ve fikrî sahadaki eserlerimizin zayıf kalması neticesini doğurduğuna, araştırmaya heves gösteren kabiliyetli kimseleri de onun kılavuzluğunu bulamayışları dolayısıyla kabiliyetleri nisbetinde bir gelişme elde etmekten alıkoyduğuna önemle dikkati çekmek ister. İleri seviyeli ilmî araştırmalara ancak disiplinli bir bibliyografya bilgisiyle ulaşılabileceğini belirtir. Türkler'in fikir ve kültür hayatındaki faaliyetlerinin maddî şahit ve delilleri demek olan eserleri ve bunları yazanları bulup tesbit etmek gayesi peşinde Bursalı Tâhir, önce Rumeli'de Manastır, Kosova ve Selânik'ten başlayarak daha sonra Aydın, İzmir, Manisa, Bursa, Konya ve nihayet İstanbul kütüphanelerini dolaşıp bir bir elden geçirmiş, hayatının yıllarını, yorulmak ve usanmak bilmez bir gayretle, isim ve varlıkları ortadan silinmiş nice eser ve müellifi unutulmuşluktan kurtarma gibi bir hizmete vermiştir. Osmanlı Türkçesi'nin gramerini yazmış ilk Türk müellifi sıfatını taşıyan Bergamalı Kadri ve eseri Müyessiretü'lulûm'u ilim dünyasına tanıtması ve yeniden kazandırması bundan bir örnektir. Bunun gibi topladığı yazma nâdide eserleri hiçbir karşılık gözetmeden ilgili kimselerin istifadesine açmaktan zevk almış, u m u m a açık kütüphanelere hem faydalanılmaları, hem de kayba uğramaktan kurtulmaları için hediye etmiştir. Manastır'da İshakiye, Bursa'da Ulucami ve Üsküdar'da Aziz Mahmud Efen-



455



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR di, Nasûhî Efendi Dergâhı kütüphalerine armağan ettiği değerli kitaplar vardır. Hele Aziz M a h m u d Hüdâyî Dergâhı'nın kütüphanesine onu ihya edercesine hizmeti geçmiştir. Elde ettiği kitapları herkese gösteren, bildiklerini araştırmacılara ve özellikle yeni yetişmekte olanlara söyleyip aktarmaktan zevk alan Bursalı Tâhir, İstanbul'a gelişinden bu yana şahsı kütüphanelerde aranılan, daima bilgisine başvurulan bir ilim noktası olmuştu. Sürdürdüğü yorulmak bilmez gayretleri dolayısıyla sağlığında gençliğe Türk azminin bir örneği olarak gösterilmiştir. Hayatının her yönü ve kimseye boyun eğmez karakteriyle bir fazilet ve ahlâk timsali sayılan Bursalı Tâhir'in kendisini tanıyanlarca zaman zaman temas edilen çeşitli meziyetleriyle ayrıca bir portresi verilmiştir (IŞehbenderzâde



Ahmed Hilmij, "Muhterem Sîmâlar", Hikmet, nr. 27, 16 Şevvâl 1328-7 Teşrinievvel 1326-20 Teşrinievvel 1910). Eserleri. 1. Türkler'in



Ulûm ve Fünû-



na Hizmetleri (İstanbul 1314). Kendisini yayın âlemine sokan bu araştırması, uyandırdığı akislerle Bursalı Tâhir'in adını daha ilk adımda şöhret haline getiren bir eser olmuştur. Medeniyete büyük hizmetleri dokunmuş en ünlü İslâm âlim ve mütefekkirlerinin büyük bir kısmının Türk olduğunu öne süren bu küçük kitap, geniş bakış getiren önsözü ile birlikte âdeta bir ufuk açmıştı. Akın yapm a k ve kılıç kullanmaktan başka kendisine bir sıfat tanınmak istenmeyen Türklüğün henüz medenî hüviyeti hakkında zihinlerde belirli bir fikir yokken, eserlerini Arapça ve Farsça yazdıkları için Arap ve Acem kabul ve zannolunagelen Fârâbî, Zemahşerî, İbn Sînâ, Cevheri, Buhârî, Tirmizî, Hakîm Senâî, Şevket-i Buhârî, Emîr Hüsrev-i Dihlevî gibi nice İsj-c*



ti-1"



U* jlî.t



us-V^-»



^ C j U .



iSijt- d-\> i ^ l w»A~ ^ v i fİJîl j j j ş . JJcjiii



^



'./y'iSM



m



f İ4İ



"sy. < r Uı >



- OJL-jj



Türkler'in ülûm ue Fünûna Hizmetleri' nin kapağı



Müellifin bu kitapçığı alelade bir hal tercümesi olmaktan öteye İbnü'l-Arabî'yi hakkındaki yanlış zanlara karşı müdafaa ve yüceltme gayesini de taşır. Risâlede ayrıca ona ait gösterilen 439 telif ile Fuşûşü'l-hikem'e yapılmış şerhlerin de tam mevcudu belirtilmeye çalışılmıştır. Aranan bir eser olduğundan 1329'da (1911) yeniden basılmış, Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin neslinden şeyh Muhammed Receb Hilmi Efendi'nin el-Burhânü'l-ezher fî menâkıbi 'ş - Şeyhi '1 - Ekber (Kahire 1326) adlı kitabının sonuna bazı notlar ilâvesiyle ek olarak aynen alınmıştır. 3. Kibâr-ı Meşâyih ve Ulemâdan On İki Zâtın Terâcim-i Ahvâli (İstanbul 1316). Daha önce makale olarak yayımladığı bazı hal tercümelerini bir araya getiren bu risâlede ağırlık mutasavvıflardadır. En başta Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi bir ta ifadesini bulan (Ali Suâvi, "Türkler'in Mesâî-i Zihniyyeleri", Cllüm Gazetesi, Pa- kere daha ele aldıktan sonra sırasıyla Sadreddin Konevî, Abdurrahman-ı Bisris, nr. 8, 22 Rebîülâhir 1286, s. 1-18), fatâmî, Cemâl-i Halvetî, Sofyalı Bâlî, Aziz kat yaygınlaşamadan kalan bu görüşü Mahmud Hüdâyî, Niyâzî-i Mısrî, Bursalı çok daha zenginleştirip delillendiren Burİsmâil Hakkı, Karabaş Velî, Salâhî Uşşâsalı Tâhir, sadece Osmanlı sahası ötesi kî ile kendisinin mürşidi Harîrîzâde'nin ve öncesi Türk müelliflerini söz konusu hal tercümelerini verir. Söz konusu ediettiği eserinde, İran'ın Horasan bölgesilen tek âlim ise İhya 5ü culûmi'd-dîn ve nin ve Azerbaycan'ın etnik ve kültür yapıKâmûs şârihi Seyyid Murtazâ ez-Zebîsı yönünden Türk karakterine dikkat çedFdir. 4. Meşâyih-i Osmâniyye'den Sekerek bu bölgeden yetişen ilim ve sanat kiz Zâtın Terâcim-i Ahvâli (İstanbul adamlarının hemen hepsinin Türk, kıs1318). Çoğu evliyadan sayılmış mutasavmen de Türk himayesine girmiş yabanvıfların buradaki hal tercümelerinde, hep cılar olması gerektiğine kuvvetli bir sezgi yapıldığı gibi onların keramet ve menkıile parmak basar. Onun, Türkler'i cahil ve belerini sıralamak yerine, kendilerinin medeniyetten uzak bir kavim olarak görfikrî ve mânevî yüceliklerini gösterecek mek isteyen garazkâr görüşleri çürüteserlerini tanıtma yolunu seçtiğini söymek gayesiyle, bugün artık u m u m a mal leyen Bursalı Tâhir Şemseddin Sivâsî, olmuş bu gerçekleri henüz bundan tamaBosnalı Ali Dede, İznikli Ali Çelebi, İsmâil men habersiz bulunan bir çağ ve ortamAnkaravî, Abdullah Bosnevî, Abdülahad da dile getiren bu araştırması, Türkçülük Nüri, Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin cereyanına tesiri bakımından eserlerinin ve Bursalı Gazzîzâde Abdüllatif hakkında en önemli rolü oynayanı sayılmıştır. Onun, bilgi verir. Risâlede aynı zamanda bunkuvvetli bir rüknü olarak İslâm medeniların dışında başka şahısların hayat ve yetinin yükselmesindeki tesir ve hisseleeserlerine dair notlar da vardır. 5. Ulerini göstermek suretiyle Türkler'in mâzimâ - yı Osmâniyye'den Altı Zâtın Terleriyle övünmelerine hizmet ettiği kabul ceme-i Hâli (İstanbul 1321). Din âlimleedilmektedir. 163 müellifin kısaca hal rinden M u h a m m e d Muhyiddin Kâfiyeci, tercümeleriyle eserlerinin isimlerini veKemâleddin İbrâhim Dede Cöngî, Birgivî ren bu çalışma önce gazetede tefrika Mehmed, Mehmed Ayşî, Yûsufzâde Abşeklinde yayımlanmış (İkdam, nr. 794, 25 dullah Hilmi Efendi, Mehmed Ebû Saîd Rebîülâhir 1314-21 Eylül 1312-3 Teşriel-HâdimFnin hal tercümelerini içine alan nievvel 1896, nr. 795, 799, 801, 803, 804, 6 Cemâziyelevvel 1314- 1 Teşrinievvel 1312- bu risâlenin önsözünde eski hal tercümesi eserleri hakkındaki tenkidî görüşlerini 13 Teşrinievvel 1896), gördüğü ilgi dolabelirtir. Doğu'da ve Batı'da yazılan hal yısıyla 1897'de kitap haline konulduğu tercümesi kitaplarındaki zihniyet farkına gibi II. Meşrutiyet'ten sonra da bazı küişaret ederek biyograficilikte kendisinin çük ilâvelerle Türk Derneği'nin ilk kitabı eskilerden ayrılan t u t u m u n u açıklar. 6. olarak yeniden basılmıştır (İstanbul 1327). Müverrihîn-i Osmâniyye'den Âlî ve 2. Terceme-i Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i EkKâtib Çelebi'nin Terceme-i Halleri (Seber Muhyiddîn-i Arabi (İstanbul 1316). lâm ünlüsünün aslında Türk olduklarını ileri sürmek suretiyle kendi içinden yetişmiş fakihleri, filologları, filozofları, riyaziyeci, astronom, tabip, tabiat âlimleri, kimyacıları ile Türkler'in İslâm medeniyetinde nasıl yükseltici bir rol sahibi bulunduklarını gösteren eser hayretle karışık bir hayranlıkla karşılanmıştı. İsmini yeni duyuran müellif, İslâm medeniyetine hizmet edenlerin yarısı değilse bile en aşağı üçte birinin kesin surette Türklüklerinin sabit bulunduğuna, hele tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi İslâmî ilimler sahasında eserler ortaya koymuş büyük müelliflerin hemen yarısının künyeleri ve yetiştikleri çevre bakımından Türklüklerinin açıkça meydanda olduğuna ehemmiyetle işaret etmekteydi. Kendinden önce Ali Suâvi'de daha küçük çap-



(istanbul 1314)



456



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR lânik 1322). Bursalı Tâhir'in Selanik'te gerçekleştirebildiği tek çalışma olan bu küçük eseri, şöhretlerine rağmen ihmale uğramış bu iki tarihçinin biyografilerini işlemede ilk ciddi adımı atmış, her ikisi üzerinde başlayacak çalışmalara öncü olmuştur. Sonunda Kâtib Çelebi'nin eserleriyle Keşfü'z-zunûn'a yapılan zeyillerin izahlı bir listesi ve Bağdatlı İsmâil Paşa'nın kendi zeyli hakkında bir notundan başka Osmanlı müelliflerinin Batı dillerine tercüme edilmiş kırk dört eserinin de bir listesi verilmektedir. 7. Aydın Vilâyetine Mensup Meşâyih, Ulemâ, Şuarâ, Müverrihin ve Etibbânm Terâcim-i Ahvâli (İzmir 1324). Eski idarî teşkilâtta kendisiyle birlikte bugünkü İzmir, Manisa, Denizli ve Muğla (Menteşe) vilâyetlerini içine alan Aydın ilinde doğmuş veya ölmüş 139 müellifin hal tercümelerini bir araya getiren kitap, Bursalı Tâhir'in Osmanlı MüelMeri'nden önce nisbeten en hacimli çalışması durumundadır. Müellifler oradakine benzer bir tasnifle mesleklerine göre beş ayrı bölüme ayrılmışlardır. Eserde mezar taşları üzerinde ve yöre kütüphanelerinde yapılmış mahallî araştırmalardan elde edilme, başka kaynaklarda bulunmayan orijinal bilgiler yer almaktadır. 8. Delîlü't-tefâsîr. İlm-i Telsîr ve Müfredât-ı Kur'ân'a Dâir Ma'lûmât-ı İcmâliyye (İstanbul 1324). Bursalı Tâhir'in milletvekilliği devresinin ilk eseri olan bu çalışm a tefsir ilminin tarif, gaye ve tasnifinden başlayarak Kur'an ilimlerinin taksimiyle Kur'ân-ı Kerîm'in harf, kelime, sûre ve âyet sayısından sûrelerin nüzul itibariyle yer alış ve tertibindeki sırlara kadar çeşitli meseleleri çok özlü bir şekilde açıkladıktan başka (s. 3-38), asırlar boyunca meydana getirilmiş Kur'an tefsirlerinin uzunca bir bibliyografik listesini verir (s. 39-63). Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm için tertiplenen lugatlar da gösterilmiştir (s. 22-23). Gördüğü geniş ilgi dolayısıyla eserin hemen ikinci bir bası-



mı daha yapılmıştır (İstanbul 1325). 9. Ahlâk Kitaplarımız (İstanbul 1325). Bu risâle, Osmanlı-Türk müelliflerinin hal tercümelerini incelemek yanında belirli saha ve konularda ortaya konulmuş eserlerin toplu bibliyografyalarını da meydana getirmeye çalışan Bursalı Tâhir'in, makaleleri ve eserleri içinde verdiği geniş not veya ekler dışında bu vadideki ilk müstakil kitabıdır. Burada Hz. Muhammed'in ahlâkla ilgili hadislerini ele alan bir girişten sonra Osmanlı kalem erbabının her ilimde olduğu gibi ahlâk sa-



hasında da eserler yazmaya önem verdiklerini belirterek bunlardan 108'inin müellifleriyle birlikte toplu bir bibliyografik listesini düzenler; yakın devir müellifleri ve çağdaş yazarların bu yolda telif ve tercüme eserlerinin de ayrıca bir listesini ekler. Önce "Eski ve Yeni Ahlâk Kitaplarımız" adıyla 1908'de tefrika edilen (Sırât-ı Müstakim, nr. 13, 24 Şevval 1326-



6 Teşrinisani 1324, s. 201-203; nr. 15, 9 Zilkade 1326-20 Teşrinisani 1324, s. 229-232) bu çalışmaya kitap şeklinde basılırken muhtelif ilâveler yapmıştır. 10. Müntehabât-ı Mesâri' ve Ebyât (İstanbul 1328). Türk şiirinin asırlar içinden gelen çoğu darbımesel hükmüne girmiş, sehl-i mümteni derecesinde erişilmesi güç, hikmetli ifade güzelliklerini taşıyan mısra ve beyitlerini derleyen oldukça hacimli bir eserdir. Kendisinin belirttiği üzere tezkireler, hal tercümesi kitapları ile eski ve yeni çeşitli müntehabat mecmualarından başka 100'ü aşkın divanın taranmasıyla meydana gelen bu antoloji, bir araya getirdiği seçme sözleri kafiyelerine göre sıraladığından, aynı zamanda arandıklarında kimin tarafından söylendiğinin bulunmasına hizmet eden bir kılavuz durumundadır. Seçtiği mısra ve beyitlerin bazılarının gerçek sahiplerini tesbitte karşılaştığı zorlukları belirten müellif, sınırlı imkânlar içinde meydana geldiğini belli etmek için eserinin kapağına, basımından on beş yıl önce Manastır'da hazırladığına dair bir kayıt düşmek ihtiyacını duyar. Halk şiirine açılmayan eserin Farsça'dan seçmeleri içine alacağından bahsettiği II. cildi ise gerçekleşmemiştir. 11. Nazar-ı İslâmda Fakr (İstanbul 1330). Yazılışından on yedi yıl sonra yayımlayabildiği bu kitapçık Bursalı Tâhir'in mutasavvıf yönünü aksettiren çalışmalarından biridir. Risâlede bilinen "yoksulluk" mânasından öteye tasavvufta mal varlığından ve dünya nimetlerinden vazgeçerek az ile yetinme, insanı maddî kayıtlardan sıyrılmak suretiyle "fenâfillâh" mertebesine ulaştıran bir hal mânasını ifade eden fakr sözü hakkında hadisler arasındaki zâhirî fark meselesi, filolojik açıklamalar ve büyük mutasavvıfların şerhlerinde belirttikleri görüşlerle aydınlığa kavuşmaktadır. 12. Hacı Bayrâm-ı Velî (İstanbul 1329, 1331, 1341/1925). Bursalı Tâhir'in, Melâmîlikteki yerinden ve ayrıca eser veya şiirlerine mürşidi Harîrizâde ve Muhammed Nûrü'l-Arabî'nin yazdıkları şerhlerden gelen bir ilgi ile kaleme aldığı bu küçük risâle, kendisine gelinceye kadar



hakkında yazılanlar içinde Hacı Bayrâm-ı Velînin hayatını ve şahsiyetini en geniş şekilde ele alan bir çalışma olmuştur. Daha sonra ona dair hazırladığı geniş monografide Mehmet Ali Ayni de bu çalışmadan faydalanmıştır (krş. Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1343, s. 50). 13. Mevlânâ eşŞeyh İsmâil Hakkı el-Celvetî (Kuddise Sırruhâ) Hazretlerinin Muhtasaran Terceme-i Halleriyle Matbû ve Gayr-i Matbû Âsânnı Hâvî Risâledir (İstanbul 1329). Bu dokuz sayfalık risâle Bursalı İsmâil Hakkı'ya dair O s m a n l ı Müellifleri'ndeki (l, 28-32) hal tercümesi maddesinin daha farklı ve daha geniş görünen şeklidir. Bursalı Tâhir'in, eserleri hakkında kendisinin tertip ettiği listelerle Muallim Vahyî'nin listesinde adı zikredilmemektedir. Mehmet Ali Ayni baskı tarihini 1920 olarak gösteriyor (İsmail Hakkı. Philosophe Mystique 1653-1725, Paris 1933,



s. 97). 14. Kâtib Çelebi (İstanbul 1331). Selânik'te iken Gelibolulu Mustafa Âlî ile birlikte hal tercümesini yazdığı Kâtib Çelebi'yi, daha sonra İstanbul'a gelince buranın zengin kütüphane imkânları sayesinde çok daha iyi inceleme fırsatını elde eden Bursalı Tâhir, bu defa bütününü kendisine tahsis ettiği bu çalışmasında konuyu ötekinden değişik bir tertipte ve yeni bilgilerle daha etraflı bir şekilde ele almıştır. Özellikle Kâtib Çelebi'nin eserleri hakkında verdiği bilgileri ilkiyle mukayese edilemeyecek derecede geliştirmiş, yetersiz ve yanlış taraflarını gidermiştir. Meselâ Şehrîzâde Mehmed Said'in Hâlis Efendi'nin özel kütüphanesindeki Târîh-i Nevpeydd'sından istifade ederek birincide habersiz kaldığı Kâtib Çelebi'nin dört eserini daha tesbit etmiş, buna karşılık ona ait olduğu şüpheli Kânunnâme-i Teşrîfât adındaki eseri listeden çıkarmıştır. Keşfü'z-zunûn zeyilleri hakkında yaptığı bibliyografik listeye başka eserler kattığı gibi diğer çalışmalarında da olduğu üzere Takvîmü't-tevârîh'e yapılmış zeyillerle Cihannümâ yolunda yazılmış coğrafî eserler için de bibliyografik cetveller ilâve etmiştir. Son zamanlarda Kâtib Çelebi ile ilgili çalışmalarda, aradaki farkın bilinmemesi yüzünden bu yenisi yerine daha öncekinin kullanıldığı göze çarpmaktadır. Bursalı Tâhir'in bu küçük kitabı yayın âlemine çıktığında, "Kâtib Çelebi'nin yüksek ilmî şahsiyetini delilleriyle ortaya koyan ve eserleri hakkında en mükemmel ve doğru bilgiyi veren bir eser" olarak karşılanmıştır (Köprülüzâ-



de Mehmed Fuad, "Kâtib Çelebi", Tasuîr-i 457



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR



Efkâr, nr. 781, 3 Receb 1331 - 26 Mayıs 1329-8 Haziran 1913). 1S. Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye (İstanbul 1332). Millet olarak geçmiş asırlarda siyaset, idare ve içtimaiyata dair eserler ortaya koyamamış olduğumuzu iddia eden görüşe karşı kaleme aldığı bu bibliyografya çalışmasında Bursalı Tâhir, sanılanın aksine bu vadide ne kadar zengin bir kitap servetine sahip olduğumuzu anlatır; basılmadıkları için varlıklarından habersiz kalınmış bu eserlerin göz dolduran bir bibliyografik tablosunu, bunların bulundukları kütüphaneleri de belirtmek suretiyle göz önüne serer. Araştırmasında telif ve tercüme olarak tesbit ettiği eser sayısı 172'dir. Kitap aynı adla ilkin Sebîlürreşâd'da yayımlanmıştır (IX, nr.



A



JC /d vAi 4-Ö.M*



/l» Oj/l



Osmanlı Müellifleri' nin I. cildinin kapağı (istanbul 1333)



ifj s**



JÜ J



leketten yetişmiş veya aynı aileden gelmiş olmak gibi münasebetlerle bu maddelere başka müellif ve eserler hakkında yan bilgiler de ilâve edilmiştir. Buralarda söz konusu edilen müelliflerin sayısı ise 480'in üstündedir. İsimleri kaydedilen eserler 9000'i aşmaktadır. Eser sayısının 10.000 küsur olduğunu söyleyen Muallim M. Cevdet'in, ele alınan müelliflerin 4000 küsur tuttuğu hakkında-



ki ifadesi ("Osmanlı Müellifleri ve Zeyli Miftâhü'l-kütüb", Osman Ergin, Muallim JASİJJMC^ ojr



düğü bir çalışma ile meydana gelmiştir. Onu ilkin, 1896'da Manastır'da Türkler'in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri adlı telifini hazırlarken orada ele aldığı Tür231, 31 Kânunusâni 1328, s. 400-401; nr. kistan ve İran sahaları Türklüğünden 238, 21 Mart 1329, s. 69). 16. M enâkıb-ı sonra, bunun devamı ve tamamlayıcısı olHarb (İstanbul 1333). Balkan Harbi'ne girmak üzere Osmanlı Türkleri'nin de mümemiz vesilesiyle önce "Osmanlı Menâellif ve eserleriyle bu yoldaki hizmetlerikıb-ı Harbiyyesinden Bir Nebze" (Sebîlürni gösterecek bir risâle şeklinde tasarreşâd, IX, nr. 217-219, 18 Teşrinievvel 1328- lamışken çalışmaları gittikçe ilerleyerek 1 Teşrînisâni 1328, s. 165-166, 186-187, 202; eseri en sonunda 1240 büyük sayfa tunr. 223, 6 Kânunuevvel 1328, s. 267) ve "Fe- tan üç ciltlik bir külliyat hacmine ulaşzâil-i Cihâd Hakkında Müellefât-ı Osmâmıştır. Başlangıçta "Osmanlı Erbâb-ı Keniyye" (Sebîlürreşâd, nr. 228, 10 Kânunusâmâl ve Maârifi", sonraları ise "Mir'ât" dini 1328, s. 347-348) adları altında yayımye düşündüğü adını Osmanlı Müelliflelanmıştır. I. Cihan Harbi münasebetiyle rine çevirmiştir. Savaşmaktan başka şey de bunları aynı iç başlıklar altında kitap bilmez, fikrî ve ilmî faaliyetten yoksun şeklinde topladığı bu risâlede, kahrabir kavim gibi görülmek istenen Osmanmanlık tarihimiz üzerinde ileride meylı Türklüğü'nün çeşitli ilim ve kültür sadana getirilmesini dilediği eserlere önhalarında sayıya gelmez eserler vermiş cü olması düşüncesiyle Osmanlı tarihinmüellifler yetiştirdiğini ve engin bir kiden bazı kahramanlık menkıbelerini naktap medeniyeti hazinesine sahip bulunlettikten başka cihadın faziletlerine dair duğunu maddî delilleriyle ispat etme Osmanlı müelliflerince yazılmış otuz sedüşüncesinden hareketle geliştirdiği bu kiz eserin bibliyografyasını verir. 17. îdûbüyük çalışmasında, eser yazmış düşünre-i Osmâniyye Zamanında Yetişen ce ve sanat adamlarımızın zengin bir Kırım Müellifleri (İstanbul 1335). Burbio-bibliyografya ansiklopedisinin temesalı Tâhir, Kırım'ın istiklâline kavuşması lini koymuştur. Osmanlı Devleti'nin domünasebetiyle hazırlayıp risâle haline ğuşundan XX. yüzyılın ilk çeyreği sonugelmeden önce ilkin Kırım Mecmuası'nna kadar gelen bir zamanı kuşatan eser, da (nr. 16, 12 Kânunuevvel 1334/1918, s. bu devre içinde yetişmiş 1691 Türk mü288-292; nr. 17, 3 Kânunusâni 1335/1919, ellifinin hal tercümesini vermektedir. s. 302-309) çıkan bu çalışmasında muBursalı Tâhir, Türkler'in ne kadar çeşitli tasavvıf, âlim, şair, tarihçi, tabip ve riyâve değişik sahalarda kalem oynattıklaziyeci Kırım asıllı kırk iki Türk müellifirının daha iyi belli olması için eser sanin hal tercümesini verir. Eserin yayımhiplerinin hal tercümelerini umumi allanışı Kırımlı çevreden parlak övgü görfabetik sıralama yerine ihtisas ve mesmüştür (Ziynetullah Nûşirvan, "Kırım Müleklerine göre ayrı ayrı gruplandırarak ellifleri Münasebetiyle", Kırım Mecmuası, göstermiştir. Böyle bir tasnifle, hal ternr. 19, 13 Şubat 1335/1919, s. 333-334). cümelerinden 288'ini "meşâyih" dediği 18. Osmanlı Müellifleri (İstanbul, l, 1333/ tasavvuf erbabı, 465'ini şer'î ve filolojik 1915; 11/1, h. 1338/1920; 11/2, r. 1338/ ilimlerle uğraşan âlimler, SlO'unu şair 1922; III, 1342/1924). Bursalı Tâhir'in ve edipler, 237'sini tarih, 84'ünü tıp ve son ve aynı zamanda hacim ve çerçevesi 107'sini de riyâzî ilimler sahasında eser bakımından en geniş çaplı kitabı olan bu bırakmış müellifler meydana getirmekeseri, yirmi yirmi beş yıl boyunca sürdürtedir. Bunların dışında aynı şehir ve mem-



M. Cevdet'in Kütüphanesi, s. 449) gerçekle bağdaşmaz. Çağdaş müelliflerden esere girebilenler ise onun telifi yahut basılması sırasında artık hayatta olmayanlardır. Kitabın coğrafyacılara dair yedinci ve son kısmı Bursalı Tâhir'in kaleminden çıkmış olmayıp burada müstakil hal tercümesi maddeleri bulunmaksızın doğrudan doğruya coğrafya eserleri söz konusu edilir. Çok geniş bir zaman çerçevesini kuşatan Osmanlı Müellifleri, gelmiş geçmiş bütün müellif ve eserleri eksiksiz olarak içine almak gibi bir iddia taşımamaktadır. Bu bakımdan ona nisbetle Sicill-i Osmânî daha fazla müellif ismine yer verir görünürse de ondaki hal tercümeleri gayet kısa ve basit olduktan başka müelliflerin eserlerini bir bir sayıp bütünü ile göstermek gibi bir gaye de gözetilmemiştir. Sicill-i Osmânî'deki her çeşit insanın teşkil ettiği kalabalık ve büyük yığından Osmanlı Müellifleri'nin hususi surette ve topluca ortaya koyduğu kültür tablosunu görmeye de imkân yoktur. Bursalı Tâhir bu büyük eserini meydana getirebilmek için memuriyetlerinin de verdiği imkânlarla ilkin Balkanlar'dan başlayıp Konya'ya kadar olan kütüphaneleri bir bir dolaşmış, İstanbul kütüphanelerini de teker teker elden geçirmiştir. Ayrıca Rızâ Paşa, Ali Emîrî, Hâlis Efendi, İbnülemin Mahmud Kemal gibi büyük kitap meraklılarının seçkin hususi kütüphanelerinden faydalandıktan başka gidemediği yerlerdeki eserler hakkında da mektuplaşma yolu ile bilgi edinmeye çalışmıştır. Böylesine bir araştırma ile kaynaklarda adları görülmedik müellifler, varlıkları bilinmeyen eserler meydana çıkarmıştır. Eserde hal tercümesi maddeleri müelliflerin ehemmiyet, şöhret ve eserlerinin sayısına bağlı olarak farklı ve değişik hacimler gösterir. Uzunca yer tutm u ş olanlar yanında bilgi azlığı yahut üzerinde yeterli derecede işleme fırsatı bulunamadığından üç beş satırda kalan maddeler de eksik değildir. Daha önce



458



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR makaleler ve küçük risaleler halinde yayımladığı hal tercümeleri, Osmanlı Müellifleri'nin bazı parçalarını önceden hazırlamıştır. Bunlardan bir bölüğünü eserine aynı çerçeve ile alırken bir kısmını kısaltarak, ifadece sadeleştirerek koyar. Gelibolulu Âlî, Kâtib Çelebi gibi şahsiyetlere oldukça geniş yer ayırmakla beraber hal tercümelerini kısa t u t u p eserlerin belirtilmesi yönüne daha çok değer veren bir ölçü benimsemiştir. Hal tercümeleri için, her müellifin doğum ve ölüm yeri ve tarihi ile esas mesleğinin tesbitini ve özellikle hepsinin eserlerinin tek tek belirtilmesini asgari ve vazgeçilmez bir çerçeve olarak kabul eder. Eski müelliflerimizin çoğunlukla d o ğ u m tarihleri bilinmediğinden, yaşadıkları zamanın belirlenmesi bakımından, onların ölüm tarihlerine ve mezarlarının nerede olduğu hususuna birinci derecede dikkat göstermiştir. Bu dikkat onu gittiği her yerde müelliflerin mezar taşlarını araştırmaya yönelterek kaynaklarda bulunmayan yeni ve orijinal bilgiler elde etmesini sağlamıştır. Hal tercümeleri ait oldukları fasıllar içinde alfabetik bir tertipte olmakla beraber sıralanışları Sicill-i Osmânî'deki gibi vefat tarihlerinin kronolojisine göredir. Osmanlı Müellifleri'nde hal tercümelerinden başka belirli bir konu veya bir kitap etrafında meydana getirilmiş çeşitli eserleri topluca gösteren birçok bibliyografik cetvel ve listeler de yer almaktadır. Fetva mecmuaları (II, 61-64), Beyzâvî tefsiri şerhleri (1, 334-336), Mültekâ şerhleri (1, 183184), İslâm müdafaanâmeleri (II, 151-153), sefâretnâmeler (III, 189-190), tıp kitapları (III, 245-248), mûsiki ilmi üzerine telifler (III, 311), jeoloji (tabakâtü'l-arz) kitapları (111, 207-208) gibi bibliyografya cetvelleri esere ayrıca bir çerçeve genişliği ve zenginlik kazandırmaktadır. Mevlidlerden (II, 222) çiçekçilik, psikoloji (ilm-i ahvâl-i rüh) gibi sahalara kadar uzanan konular için de böyle cetveller tertip etmekten geri kalmayan Bursalı Tâhir, ta-



eserin, başından bir ciltlik kısmının ancak yayımlanabildiği 1915'ten 1924'e kadar bir zamanı içine alan baskısının tamamlanabilmesi dokuz yıl sürmüştür. Çeşitli kaynaklara dağılmış bilgileri toplu ve özlü şekilde bir araya getiren, doğru ve m ü k e m m e l katalogları elde olmayan kütüphanelerdeki eserleri bir bir haber veren, ülkenin İstanbul dışındaki kütüphanelerinde unutulup bir köşede kalmış kitapları bulup bildiren, bilinmeyen eser ve müellifleri tanıtan bu büyük çalışma, biyografi ve bibliyografya bakımından eşi bulunmaz bir bilgi hazinesi olarak görülmüştür. Daha önce şuarâ tezkireleri, eş-Şekö'ikve zeyilleriyle diğer hal tercümesi eserlerinde daima sınırlı bir zaman ve meslek sahası kesimi içinde kalmış bir kadroyu, XIV. asırdan başlayarak bütün asır ve kesimleriyle içine almak gibi inanılmaz ve altından kalkılmaz bir teşebbüsü ilk defa gerçekleştiren çalışması ilim âlemince duyulagelen büyük bir ihtiyaca cevap verirken Bursalı Tâhir'e de Türkiye kadar Batı'da da zamanın en büyük Türk bibliyografya âlimi olma şöhretini sağlar. I. Cihan Harbi içinde ilk cildi çıktığında bir hadise gibi karşılanan eser, ilim ve ba-



Bursalı Mehmed Tâhir'in el yazısı tublan,



(Fâtih Kenmof, istanbul



Orenburg 1 9 İ 3 , s. 4 3 8 )



--A"-'



.



.



rih (111, 166-169), biyografi (111, 191-199) ve coğrafya (III, 319-325) ile ilgili telif ve tercüme eserlere ait uzun uzun listeler vermiştir. Bir tasnif gözetilmeksizin yapılmış bu son üç listede hayattaki müelliflerin de eserleri yer alır. 1912'de memleketimizde sahasının ilk defa büyük bir çap ve mükemmeliyette bir eseri olarak çıkacağı "Osmanlı Erbâb-ı Kemâl ve Maârifi" adı altında müjdelenen (Tarıin, nr. 1203, 18 Muharrem 1330-



26 Kânunuevvel 1327 - 8 Kânunusâni 1912)



• L.



.



-^-İS-J



,



Mek-



sın âleminde geniş ve devamlı akisler



doğurmuştu ("Mühim Bir Eser: Osmanlı Müellifleri", Tasvîr-i Efkâr, nr. 5540, 9 Ağustos 1331 -22 Ağustos 1915; (Ahmed Refik), "Osmanlı Müellifleri", İkdam, nr. 6652, 12 Şevval 1333- 11 Ağustos 133124 Ağustos 1915; Hâlis (Efendil, "Osmanlı Müellifleri", Sabah, nr. 9328, 21 Şevval 1333- 19 Ağustos 1331-1 Eylül 1915; S. lAkçuraoğlu Yusuf], "Yeni Eserler: Osmanlı Müellifleri", TY, VIII, nr. 91, 27 Ağustos 1331, s. 2736-2738 |bu övgü dolu karşılamaya o günlerin Tûran, Tercümân-ı Hakîkat ve Fransızca Le Croissant gazeteleri de katılır; bunların metinleri, çıktıkları sayı ve tarih belirtilmeden Muallim Vahyî tarafından aynı eser içinde s. 176-191'de verilmiştir); Fr. Schrader, "Türkische Literaturgeschichte und Geschichtsliteratur", Osmanische Lloyd, nr. 86, 5 Februar 1916 (yazının bir kısmının Bursalı Tâhir'in oğlu Bedri Tâhir tarafından "Türk Edebiyatının Kıymeti" adıyla Türkçe tercümesi Muallim Vahyî, a.e., s. 173-176'dadır]; N. O., "Osmanische Schriftsteller" |Osmanlı Müellifleri], Wl, IV/1-2, 1916, s. 56-57). Aynı ilgi eserin sonraki kısımları çıktığında



da devam eder (Ahmed Cevdet, "Osmanlı Müellifleri, 2. cüdin 1. kısmı", İkdam, nr. 8565, 5 Cemâziyelevvel 1339- 15 Kânunusâni 1337- 1921; Th. Seif, "Bursaly, Mehmed Tâhir, c Osmanly müellifleri", MOG, 1/4, 1922, s. 244). Osmanlı Müellifleri'nin, devri için taşıdığı ve büyük takdir gören meziyetleri yanında metotsuzluk, kaynaklardan gereği kadar faydalanmama, satıhta kalma gibi kolayca tenkit edilecek bazı tarafları da vardır. Yanlış ve eksikleri ayrı bir ciltte giderilmek üzere yapılacak tenkitleri beklediğini söyleyen Bursalı Tâhir'in kitabı ile ilgili üzerinde en fazla durulan kusur, basılı eserlerin baskı yer ve tarihinin, yazma eserlerin de kütüphane numaralarının beiirtiimemesidir. Başka bir nokta ise değişik saha ve dallarda faaliyet göstermiş müellifleri tasnifte onları bu sahalardan sadece birine yerleştirirken ortaya çıkan isabetsizliklerdir. Meselâ tarih sahasına ait eserlerinin ağırlıkta oluşu bakımından tarihçiler bölümüne girmesi gereken Hezarfen Hüseyin Efendi, tıpla ilgili birkaç eserine bakılarak tabipler kısmına konmuş, öte yandan divançesi ve Muhayyelât'\nın eserleri içinde önde gelişinden dolayı edipler kısmında yer alması çok daha uygun düşecek Giritli Aziz Efendi, sırf bir sefâretnâmesi olduğundan tarihçiler arasında gösterilmiştir. Bazan da ay-



459



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSALI MEHMED TÂHİR sadeleştirilmiş üç ciltlik bir baskısı yada meydana getirilen Osmanlı Müelpılmışsa da (haz. A. Fikri Yavuz — İsmail lifleri, ortaya konuluşundan bu yana haÖzen, İstanbul 1972-1975) fâhiş okuma tırı sayılır derecede ilerleme ve artış göshataları yüzünden güvenilir değildir. Eseteren incelemeler, müellifler ve eserler rin orijinal baskısından İngiltere'de Greg üzerinde birbirini takip eden monograInternational Publishers yayınevi adına filer, tezler, başlı başına yürütülen kü(eser üzerindeki bir kısım tenkidî görüşler Miftâhu'l-kütüb ile birlikte Almanya'da için bk. Muallim Cevdet, Osmanlı Müellif- tüphane ve katalog çalışmaları ile hayli 1971'de fototipi yoluyla bir baskısı gerzenginlik kazanmış bibliyografya bilgileri ve Zeyli Miftâhu'l-kütüb, s. 4 4 9 - 4 5 2 ; çekleştirilmiştir. leri karşısında kısmen yetersiz ve yer Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 788yer düzeltilip tamamlanmaya muhtaç 789). Bursalı Tâhir'in eserini meydana Basılmamış Eserleri. 1. Menâkıb-ı Şeyh bir eser durumunda gözükmekle beragetirirken faydalandığı kaynaklar için Hâce Muhammed Nûrü'l-Arabî ve Beber, vazgeçilmez bir müracaat kaynağı verdiği liste g ü n ü m ü z d e yeterli ve doyân -ı Melâmet ve Ahvâl-i Melâmiyolma sıfatını g ü n ü m ü z d e de korumakyurucu sayılmaz. Görülmesi gereken her ye. Bursalı Tâhir'in mürşidi M u h a m m e d tadır. Osmanlı geçmişiyle ilgili hemen kaynağa ulaşamadığından meselâ SaNûr'un hayatı ve eserleri hakkında kaleher araştırma için biyografi ve bibliyogfâf Tezkiresi gibi bir kaynaktan haberm e aldığı yetmiş iki varaklık eser, dört rafya konusunda devamlı bir uğrak ve siz kalmıştır. Lâyıkıyla işlenmediği için fasıl ve bir hâtimeden meydana gelir. hareket noktası teşkil etmek bakımınkimi çok kısa geçilmiş, kimisi uzun tuİçinde Melâmîlik hakkında giriş mahidan gerekli ilk bilgilerin sağlanmasını tulmuş hal tercümeleri arasındaki nisyetinde u m u m i bilgiler de yer almaktakolaylaştıran bir kılavuz olarak gördüğü betsizlikler, verdiği biyografilerin eski dır. Abdülbâki Gölpınarlı'dakinden başka hizmeti, aradan geçen yetmiş yıla rağtezkireciliğin devamı gibi görülmesine Konya Mevlânâ Müzesi'nde Sıdkı Hüseyin men, onu aşıp kendisinden devralan bir yol açan sınırlı birkaç unsur etrafında Dede kitapları arasında da (nr. 1067) adı başka esere daha erişilememiştir. Ömdönen dar şematik çerçevesi, bazı dügeçen şahıs tarafından istinsah edilmiş rünün yarısını tutan ve Osmanlı sahası zeltmeler getirmekle beraber kaynaklabir nüshası vardır (Gölpınarlı, Katalog, III, ilmî literatüründe ismi kitâbiyat sayfarı tenkitsizce tekrarlamakla düşülmüş 446; ayrıca bk. Muallim Vahyî, s. 34; Abdüllarından inmeyen bu büyük çalışması ile, hatalar, eserin söylenebilecek belli başbâki IGölpınarlı], s. 357, 242. not, 231. not). zengin bir kütüphane görgüsü ve eserlı kusurlarındandır. Hazırlanması ve baEserin ismi bazı yerlerde Menâkıb-ı Hazlerle doğrudan temas sayesinde, altı sılması müellifin hasta ve yorgun buretü's-Seyyid Muhammed Nûrü'l-Arabî asırlık Osmanlı ilim, fikir ve edebiyat halunduğu bir zamana rastlayan III. ciltte ve Beyân-ı Melâmet ve Ahvâl-i Melâyatının bir biyografi ve bibliyografya enbu çeşit kusurlar ve birtakım yetersizmiyye olarak da kaydedilmektedir. 2. vanterini tesbit ederek tek başına kimlikler kendisini daha da fazla hissettiManastır'a Mensup Meşâyih, Ulemâ ve senin yapamayacağı bir işi gerçekleştirir. Bu ciltte, daha önce gazete ve mecŞuarânm Terâcim-i Ahvâli. Yirmi seren Bursalı Tâhir, bu envanteri daha gemularda çıkmış hal tercümesi yazılarıneye yakın bir süre kalarak yakından tanişletip tamamlamayı m ü m k ü n kılacak nı kullanırken, "biz bu musahabemiznıma fırsatını bulduğu Manastır vilâyezemini hazırlamıştır. Bundan sonrası, bu de" gibi ifadelerin bile kitaba düzeltiltinden yetişen kültür adamları hakkınçerçeveyi araştırmaların getirdiği yeni meden olduğu gibi geçtiği görülür (III, daki bu mahallî araştırması, kendisini ve kontrolden geçmiş bilgilerle zengin87). Bu ifadenin yer aldığı makalede söz Osmanlı Müellifleri'ne götüren ciddi leştirerek daha t a m kılmaktır. konusu edilen Gelibolulu Âlî, bir "Âlî Musadımlardan birini teşkil eder. Bizzat hatafa Efendi", bir de "Âlî Efendi" başlıber verdiğine göre eserin bir nüshasını Osmanlı Müellifleri'nin, günümüzde ğı altında iki ayrı madde şekline girmiş Manastır Kütüphanesi'ne hediye etmişbiyografi ve bibliyografya dışında daha (krş. III, 85 ve 86), bu yanlış eserin fihristir. 3. Mecmûa-i Tâhir. Çeşitli eserlerdeğişik ve u m u m i konuların ele alınmatiyle ona umumi indeks olarak tertip ediden derlenmiş tasavvuf, kelâm, ahlâk sına da yardımcı olabileceği, Türkiye'nin len Miftâhu'l-kütüb'de de aynen devam ve tarihle ilgili metinler ve bunlara ilâOsmanlı çağı kültür coğrafyasını meyetmiştir. Sağlığı elvermediği için kitabın ve ettiği açıklamaların yanı sıra kendi dana koymak üzere tek kaynak olarak coğrafyacılar hakkındaki yedinci ve soşiirlerini de ihtiva eden hacimli bir mecdoğrudan doğruya kendisine dayanılnuncu faslını yazmaya imkân bulamadımuadır (krş. Vahyî, s. 35; Abdülbâki IGölm a k suretiyle yapılan şu demografik ve ğı için onun yerini t u t m a k üzere dostu pınarlı], s. 329). 4. Hasaneyn Hakkında antropolojik araştırmada görülmekteNecib Âsım'ın vaktiyle bu konuda kaleŞeref-vârid Olan Ehâdîs-i Şerife ve dir: Şevket Aziz Kansu, "Anadolu'da Türk m e aldığı "Osmanlılar'ın Âsâr-ı CoğrâTercümeleri. S. Fezâil-i İmâm-ı Ali HakMütefekkirlerinin Coğrafî Yayılışı Üzerifiyyesi" adlı makalesini (Tercümân-ı Hakında Şeref-vârid Olan Ehâdîs-i Şerine Bir Araştırma" ( DTCFD, nr. 1, Sonteşkikat ve Musavver Servet-i Fünûn Taraflafe ve Tercümeleri. 6. İmam Süyûtî'nin rin - İlkkânun 1942, s. 21-28). İndeksleri rından Oirid Muhtâcînine Nüsha-i Fevkael-Ehâdîşü'ş-şerife fi's-saltanati'l-müçok yetersiz olan Osmanlı Müelliflelâdesi, 1313, s. 21-22), başından ve sonîfe risâlesinin tercümesi. 7. Mecmûa-i rinden istifadeyi kolaylaştırmak için Senundan birkaç paragrafını kaldırıp ayDurûb-i Emsâl-i Arabiyye ve Fârisiylim Ağa Kütüphanesi "hâfız-ı k ü t ü b " ü nen nakletmiştir. Fazla olarak yapabilye. Türkçe eserlerde en fazla kullanılan Ahmed Remzi [Akyürek] tarafından eser diği ona küçük notlar ilâve etmek, bir Arapça ve Farsça seçme veciz sözleri bir adlarını da içine alan geniş bir indeks de coğrafya ile ilgili 171 basılı eserin tertip edilmiştir ( Miftâhu'l-kütüb ve Esa- araya getiren bir derlemedir (son b e ş tasnifsiz bir listesini vermek olmuştur. eserin bugün nerede ve kimin elinde bunı şahsın birkaç ayrı fasılda tekrar tekrar söz konusu edilmesi gibi durumlar görülür. Meselâ Gelenbevî İsmâil Efendi hem II. ciltte ulemâ faslında, hem de III. ciltte riyaziyeciler arasında yer alır



mî-i Müellifin Fihristi, İstanbul 1928). An-



Sahasında ilmî çalışma ve araştırmaların yok denecek kadar az ve henüz başlangıç halinde bulunduğu bir zaman-



cak arada bazı atlama ve eksikler olduğundan ihtiyatla kullanılmalıdır. Osmanlı Müellifleri'nin yeni harflerle ve dili



lunduğu bilinmemektedir). Bursalı Tâhir'in bunlardan başka Mir'ât-ı Bursa adı altında, Bursa'nın Osmanlı fethinden son-



460



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSLAN, Kıvâmüddin raki tarihi ve oradan yetişen meşhur şah-



Eylül 1927'de İstanbul vâiz adayı ola-



siyetler hakkında tasarladığı bir eseri da-



rak ilk memuriyetine başladı, Mart 1928'-



bî'nin Hindistan'da yayımlanan



dokuz



risâlesinden yapılan tercümedir. Ayrıca



ha vardır ki 1909 yılında haber verdi-



de bu göreve asâleten tayin edildi. 1929-



Fârâbî'nin hal tercümesi ve felsefesine



ği bu çalışması (bk. "İlm-i Ahvâl-i Kütüb-Bibliyografi", Hüdâuendigâr, Bursa



1940 yılları arasında İstanbul Üniversi-



dair önemli bilgiler ihtiva etmektedir, s.



tesi (Dârülfünun) Edebiyat Fakültesi Tür-



1325, s. 41) gerçekleşmemiştir. Bursalı



kiyat Enstitüsü'nde asistanlık yaptı, bir



Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi (İstanbul 1943). İ m â d ü d d i n Kâtib el-İsf a h â n î n i n Bündârî tarafından kısaltılan Zübdetü'n-nuşra ve nuhbetü'l-'uşra adlı eserinden M. Th. Houtsma'nın Histoire des Seljoucides de L'Irâq, Par alBondâri, d'apres Imad -ad-din al-Kâtib al-Isfahani-Texte arabe publie d'apres les MSS d'Oxford et de Paris (Leid e n 1889) adıyla neşrettiği metnin Türkçe'ye tercümesidir.



Tâhir, ilmî mahiyetteki eserlerinden baş-



süre de üniversitenin tercümanlık göre-



ka z a m a n z a m a n "Tâhir" mahlası ile ta-



vini yürüttü. Dârülfünun'un lağvı üzeri-



savvufî yolda şiirler de yazmıştır. Bun-



ne 1940'tan itibaren Diyanet İşleri Baş-



lardan bir gazeli, Üsküp Rifâî Dergâhı



kanlığı zat işleri tedkik m e m u r l u ğ u gö-



şeyhi Sâdeddin Sırrı ve Bursa'da Mısrî



revinde bulundu. A h m e t Hamdi Akseki'-



şeyhi M e h m e d



tarafından



nin Diyanet İşleri başkanlığı d ö n e m i n d e



[Gölpınar-



müşavere heyeti tedkik m e m u r l u ğ u n a ,



Şemseddin



t a h m i s edilmiştir ( A b d ü l b â k i



lı], s. 329-330).



ardından da aynı heyette üyeliğe tayin edildi (17 N i s a n 19451. Bu görevde bulun-



BİBLİYOGRAFYA: aus



d u ğ u sırada gözlerinin çok az görmesi-



Burslan'ın değişik konularda t e r c ü m e



Leipzig 1910, s. 94-95, 158, 173-



ne r a ğ m e n üye arkadaşı Hasan Hüsnü



ve telif birçok makalesi de vardır. Bun-



Erdem'le birlikte NevevFnin Riyâzü'ş-şâlihîn adlı eserinin Türkçe'ye çevrilmesinde büyük hizmetleri oldu. Gözlerinin görmemesi ve bazı hastalıkları dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu üyesi iken Ağustos 1955'te emekliye ayrıldı. 26 Nisan 1956'da Ankara'da vefat etti ve Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi.



ların başlıcaları şunlardır: 1. " İ m a m Ah-



M a r t i n H a r t m a n n , ünpolitische



der Türkei,



179, 2 1 7 - 2 1 8 ;



Kâzım



Nâmi



Briefe



[Duru],



"Türkçe



S a r f ı n M û c i d i " , 7Y, y. 1, nr. 2 4 (5 Teşrinievvel 1328), s. 7 4 8 - 7 4 9 ; [Köprülüzâde M e h m e d Fuad], " B u r s a l ı T â h i r B e y " , a.e., y. 2, nr. 2 2 (8 Ağus-



İstanbul



t o s 1329), s. 7 6 8 - 7 7 0 ; Fatih Kerimof,



Mektupları,



O r e n b u r g 1 9 1 3 , s. 4 3 7 - 4 3 8 ; Mual-



lim Vahyî, Müslümanlık



meye



ue Türklüğü



Çalışanlardan:



Bursalı



bul 1 3 3 5 ; B a b i n g e r , OOW



Yükselt-



Tâhir Bey, İstan(1927), s. 4 0 6 - 4 0 9



(trc., s. 441-444); A k ç u r a o ğ l u Y u s u f , " T ü r k l ü k Fikri, T ü r k ç ü l ü k C e r e y a n ı , T ü r k



Ocakları",



Türk Yılı, İstanbul 1928, s. 366-369; O s m a n Nuri Ergin, Muallim



ve Kütüphanesi,



M. Cevdet'in



Hayatı,



Eserleri



İstanbul 1937, s. 23, 392-398;



M u a l l i m M . Cevdet, " O s m a n l ı M ü e l l i f l e r i Zeyli M i f t â h u ' l - k ü t ü b ve Esâmi-i



ve



Müellifin



F i h r i s t i " , a.e., s. 4 4 9 - 4 5 3 ; A b d ü l b â k i [Gölpmarlı], Melâmîlik



ve Melâmîler,



İstanbul 1 9 3 1 , s.



328-330, 3 5 7 ; K â m i l Kepecioğlu. Bursa



ğü,



Kütü-



Bursa Eski Y a z m a ve B a s m a Eserler Ktp.,



Genel bl. nr. 4 5 1 9 , IV, 2 4 9 ; Kocatürk, Türk Ede-



biyatı



Tarihi



Edebiyatı



(1970), s. 7 8 8 - 7 8 9 ; Levend,



Tarihi



(1973), s. 4 4 6 - 4 4 7 ;



Türk



Banarlı,



R T £ T ( 1 9 7 8 ) , II, 1 0 7 8 (Ferâizcizâde O s m a n Faiz ile H ü s e y i n V a s s â f ' ı n , Bursalı Tâhir



hakkında



k e n d i s i d a h a h a y a t t a iken ayrı ayrı k a l e m e aldıkları ve M u a l l i m Vahyî'nin d e eserinde istifade ettiği iki risâle varsa d a b u n l a r g ö r ü l e m e m i ş t i r l . H ü s e y i n Vassâf, Sefîne-i



Evliyâ-yı



Ebrâr'ında



( S ü l e y m a n i y e Ktp., Y a z m a Bağışlar, nr. 2307, s. 90) b u r i s a l e s i n d e n d o l a y ı " B u r s a l ı T â h i r " m a d d e s i n d e p e k kısa bilgi v e r m e k l e yetinir).



H



Ö M E R FARUK



AKÜN



BURSLAN, Kıvâmüddin



Mezhebinin Münakaşası" ( m e c m u a n ı n fih-



ristinde bu makale "İmam Ahmed b. Hanbel'in Bir Eseri, Eserin Tarihî Kıymeti, Kitâb-ı Reddü'l-Cehmiyye ve'z-zenâdıka" adıyla yer almıştır, DİFM, sy. 5-6 (Haziran 1927), s. 278-327). Makale, Ahmed



olan Kıvâmüddin Bursian dinî ilimler kadar m ü s b e t ilimlere de vâkıftı.



van Köşkü, nr. 510/4) bir mecmuada bu-



Eserleri. 1. Riyâzü's-sâlihîn



ve Tercemesi (Ankara 1949). Açık ve sade bir dille yapılan bu t e r c ü m e üç cilt olup ilk iki cildi Hasan Hüsnü Erdem'le müştereken hazırlamış, rahatsızlığı dolayısıyla üçüncü cildin tercümesine katılamamıştır. Önce cüzler halinde basılan ve büyük ilgi gören eserin daha sonra birkaç baskısı yapılmıştır. 2. Ta'dîl ( Ş u m n u 1 3 3 9 / 1923). Medreselerin ve din âlimlerinin lüz u m u n a işaret eden elli sayfalık bir risâledir. 3. Büyük Türk Feylesofu Uzluk Oğlu Fârâbî'rün Eserlerinden Seçme Parçalar (İstabul 1935). Fârâbî'nin Mısır'da basılan çeşitli eserlerinden bazı bölümlerin tercümesidir. 4. Fârâbî (Hilmi



b. Hanbel'e ait er-Red



c



ale'z-zenâdıka ve'l - Cehmiyye adlı eserin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde kayıtlı (Re-



Sahasında iyi yetişmiş bir ilim a d a m ı



Ziya Ülken'le birlikte, İstanbul 1940). Fârâr



m e d ' i n Bir Eseri—İslâm'ın En Kadîm İki



lunan nüshasının tercümesidir. Mütercim adı geçen m e c m u a n ı n 313-327. sayfaları arasında bu metnin tıpkıbasımını da vermiştir. 2. "Ebü'l-Hasan el-Eş'arî'nin Bâbü'l-ebvâb Ahâlisine Yazdığı Mektup"



(DİFM, sy. 7 [Kânunusâni 1928], s. 154176; sy. 8 [Mart 19281, s. 50-280). Ebü'lHasan el-Eş'arî'nin ilmî şahsiyetine dair bir giriş, Eş'arî'nin Bâbü'l-ebvâb



adlı ri-



sâlesinin metniyle bu risâlenin tercümesinden m e y d a n a gelmektedir. 3. "Nehc -ül-Ferâdis'ten Derlenen Türkçe Sözler"



(TM, IV [İstanbul 1934), s. 169-250). Ayrıca kendisi "Tâlim Sicili'nde, "Res Kavminin Dinine Dair Bir Yazı" başlığını taşıyan ve Azerbaycan



adlı m e c m u a d a ya-



yımlanan bir makalesi d a h a



bulundu-



ğ u n u bildirmektedir.



n



Kıvâmüddin Burslan'ın sicil dosyasın-



(1889-1956)



d a n öğrenildiğine göre yayımlanamamış L



Son devir din âlimlerinden.



bazı tercümeleri de vardır, l. Dürer-i Ka-



J



Kazan'da doğdu. Babası M e h m e d Nur Efendi, annesi Tavli Server Hanım'dır. Kıvâmüddin



burada



başladığı



tahsiline



1911'de Medine'de devam etti. Tefsir, hadis, fıkıh ve Arap edebiyatı okuyarak her birinden icâzet aldı. 1916'da İstanbul'a giderek



Medresetü'l-mütehassı-



sîn'e girdi ve burayı da bitirip mezuniyet ruûsunu kazandı (1922).



Kıvâmûddin Bursian



rnine'de Türk Ricâli ve Meşâyihi. İbn Hacer el-Askalânî'nin VIII. ( X I V . ) yüzyıl ricâline dair yazdığı ed-Dürerü'l-kâmine adlı eserinde isimleri geçen Türk devlet ve ilim adamlarının biyografilerinin tercümesidir. Bu t e r c ü m e Türkiyat Enstit ü s ü K ü t ü p h a n e s i ' n d e bulunmaktadır. 2. Bîrûnî'nin Tahkik mâ li'l-Hind adlı eserinin tercümesi. Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'ndedir. 3. BîrünFnin Tahdî-



461



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURSLAN, Kıvâmüddin dil nihâyâti'l-emâkin



adlı eserinin ter-



cümesi. Aslı Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Fâtih, nr. 3386) olan bu eserin tercümesi Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. 4. İbn Miskeveyh'in Tecâribü'l-ilmem adlı eserinin 6 ve 7. cüzlerinin tercümesi. Bu tercüme de Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi'ndedir. S. elEzher m e c m u a s ı n d a n t e r c ü m e edilen seri halindeki yirmi yedi makale ise Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilmiştir. Mezuniyet tezi olarak hazırladığı, Elmalılı Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı ve Şevketi efendilerin takrizlerini taşıyan "İrâde-i Cüz'iyyeye Dair" adlı 160 sayfalık çalışması ise kaybolmuştur. BİBLİYOGRAFYA: Kıvâmüddin Burslan'a ait "Tâlim Sicili", Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivi, Dosya nr. 230.027; Sezgin, GAS, I, 507, 604; Enver Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası, İstanbul 1971, II, 189; A h m e t Koca v.dğr., Ankara üniversitesi Ilâhiyat Fakültesi Yayınları Bibliyografyası (1949-1975), Ankara 1978, s. 137; Bekir Topaloğlu. Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1981, s. 138; Diyanet İşleri Başkanlığı Biyografik Teşkilât Albümü: 1924-1989, Ankara 1989, s. 68; H. Ritter, "Eş'arî", İA, IV, 391; M. Yaşar Kandemir, " A h m e d b. H a n b e l " , DİA, II, 78. VELİ ERTAN



r



şayışları üzerinde çalışmalar yapmaya başlamıştır. 1853'te Hicaz'a giderek sonradan çok m e ş h u r olan Pilgrimage to al-Medina and Meccah adlı eserini kaleme aldı. Bu seyahatinde Hindistanlı bir hacı olarak görünen ve masrafları Royal Geographic Society tarafından karşılanan B u r t o n ' u n yazdıkları Batı âlemi için önemli bir kaynak olmuştur. 1854't e Somali'ye gitti ve oradan Harar'a geçerek Habeşistan'da dolaştı. Daha sonraki yıllarda Orta Afrika'daki keşif seyahatlerine ağırlık verdi. J o h n Hanning Speke ile beraber 1856, 1858, 1859 yıllarında çıktıkları bu seyahatlerde Tanganika g ö l ü n ü ve Uganda'daki Victoria gölünü buldular. Victoria gölünü Nil nehrinin kaynağı olarak değerlendiren bu ilk kâşifleri daha sonra David Livingstone, Sir Samuel Baker, J a m e s Brandt ve Henry Stanley takip etmişlerdir. 1861'de evlenen Burton aynı yıl İngiliz



BURSUKİ (bk. AKSUNGUR el-PORSUKİ).



r



B U R T O N , Sir R i c h a r d F r a n c i s







(1821-1890) ingiliz seyyahı, müsteşrik.



Özellikle Hicaz'a yaptığı seyahatle ün kazanan Burton Orta Afrika kâşifi olup İngilizlerin Afrika'daki sömürgeci yayılmalarına ışık t u t m u ş t u r . 0xford Üniver-



B



Brezilya (1865-1869), Şam (1869-1871) ve Trieste



(1872-1890)



MUSTAFA L .



BİLGE



BURTUKAL



konsolosluklarında



(bk. PORTEKİZ).



bulundu. Bu arada Afrika'da altın sahillerine giderek Dahomey ve Benin'de araş-



te'de Arapça Elf leyle ve leyle'yi







I. Burton (Arunddel), The Life of Captain Sir Richard F. Burton, London 1893; G. Stisted. The True Life of Captain Sir Richard F. Burton, London 1896; N. Penzer, Annotaded Bibliography of Sir Richard Francis Burton, 1923; a.mlf., "The C e n t e n a r y of Sir R. F. Burton", JRAS, sy. 2 (1921), s. 304-307; Ziriklî, el-A'lâm, III, 67-68; Necîb el-Akiki, el-Müsteşrikün, Kahire 1980, II, 59-60; Mîşâl Cühâ, ed-Dirâsâtü'l'Ârabiyye vei-İslâmiyye fî Ûrûbbâ, Beyrut 1982, s. 39; Robert G. Albion, "Burton", Encyclopaedia International, Canada 1967, III, 419; Ralph Mansell Prothero, "Burton, Sir R i c h a r d Francis", EBr., IV, 461-462; "Burton, Sir R i c h a r d (Francis)" ABr., V, 145-146.



ladı. Fernando Po ve Santos (1861-1865),



r



rek birtakım notlarla zenginleştirdi ve



J



BURÛC SÛRESİ



(



(binbir



gece masalları) İngilizce'ye t e r c ü m e ede-



r



BİBLİYOGRAFYA:



lece hayatının diğer bir safhasına baş-



ve ö l ü m ü n e kadar sekiz yıl kaldığı Tries-



(bk. PORSUK).



don 1885-1888).



Dışişleri Bakanlığı'na intisap etti ve böy-



tırmalar yaptı. 1871'de görevle gittiği BURSUK



steps in East Africa (1856); Wanderings in West Africa (1863); Wit and Wisdom from West Africa (1865); Unexplored Syria (1872); Zanzibar (1872); Inner Life of Syria (1875); Sind Revisited (1877); To the Bold Coast for Gold (1883); The Thousand Nights and a Night ( L o n -



^



)



Kur'ân-ı Kerîm'in seksen beşinci sûresi.



böylece on altı ciltlik ünlü eserini meydana getirdi (1885-1888). 1886 Şubatın-



Mekke döneminin ortalarında, müşrik-



da Kraliçe Victoria Burton'u St. Michael



lerin m ü m i n l e r e işkence etmeye başla-



ve St. George şövalyesi yapmış ve ken-



maları üzerine nâzil olmuştur, yirmi iki



disine "sir" unvanı vermiştir. Burton Tür-



âyettir. Fâsılası



kiye'de de iki yıl kadar kalmış, ancak bu-



harfleridir. Adını 1. âyette geçen ve bur-



( i ' ^ ' - ^ ' j ' / - ' ^ )



nunla ilgili herhangi bir şey yazmamış-



cun çoğulu olan burûcdan alır. Sözlük an-



tır.



lamı "açık seçik şey" d e m e k olan burç,



Eserleri. Goa and the Blue Mountains (1851); Falconry in the Valley of the Indus (1852); Pilgrimage to al-Medina and



yüksek binalar, özellikle Türkçe'de kale



Meccah (I-II, London 1855); First Foot-



uzaktan göze çarpacak şekilde yapılmış surlarının yüksek yerleri, hisar ve kuleleri için kullanılır. Sûredeki anlamıyla gökyüzündeki takımyıldızlara burç de-



sitesi'ndeki eğitimi sırasında Arapça'yı ve bazı Hint dillerini öğrendi. İlk görevine, 1842'de gittiği Hindistan'da Hindus-



nilmesinin asıl sebebi parlak görünüşle-



t â n î ve Gucerâtî dillerinde askerî tercümanlık yaparak başladı. Buradaki gö-



aslında güneş sisteminin milyonlarca ele-



revi sırasında Türkçe ile Sindî, Pencabî, Peştu ve Sanskrit dilleri üzerinde çalış-



kümeleridir. Modern astronomide galak-



tı; t o p l a m yirmi sekiz dil ile uğraştığı söylenmektedir. Dedesi İrlanda'da pa-



üzerinde gözlenen on iki tanesi çok eski



paz, babası İngiliz ordusunda albay olan Burton Hindistan'daki görevi sırasında yüzbaşılığa yükselmiş, d ö n ü ş ü n d e ise m ü s l ü m a n l a r ı n mânevî hayatları ve ya-



ri olsa gerektir. Dünyadan bakıldığı zam a n t e k yıldızmış gibi görünen burçlar, m a n ı n d a n meydana gelmiş olan yıldız si adı verilen burçlardan ay yörüngesi devirlerden beri bilinmektedir. İlkçağ'm m e ş h u r gökbilimcisi Batlamyus gökyüzünde kırk sekiz burç tesbit etmişti. GüSir Richard Francis Burton



n ü m ü z d e ise bunların sayısı milyarlarla ifade edilmektedir. Kozmos denilen kâ-



462



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÛCİRDÎ inatta ne kadar galaksi bulunduğu hususunda tahmin yürütmek bile m ü m k ü n değildir. Çünkü gökyüzünün halen gözlenebilen kısımlarının bütün kâinat içinde ne kadar yer tuttuğu bilinmemektedir. Sayısız galaksileriyle gökyüzü, yüce yaratanın sonsuz kudretini ortaya koyan canlı ve kevnî bir alâmettir (âyet). Bu kudretin akıllara durgunluk verecek boyutta dile geldiği yer olduğu için sûre burçlarla dolu olan semaya yemin ile başlar; vaad edilen kıyamet gününe, o günde her şeyi açık seçik görecek olanlara ve onların gözleri önünde cereyan edecek şeylere ant ile (âyet 1-3) giriş bölümünü tamamlar. Bazı müfessirlerin ifade ettiği gibi ilk âyette sözü edilen burçları yalnızca ay yörüngesi üzerindeki on iki burçtan ibaret göstermek, âyetin geniş ve şümullü mânasını daraltmak ve sınırlamak olur. Çünkü gökyüzünün bu özelliğiyle yemin konusu olması, onda dile getirilmek istenen ilâhî kudret sebebiyledir. Bundan sonraki âyetler, hiçbir suç işlemedikleri halde yalnızca Allah'a inandıkları için a s h â b ü ' l - u h d û d * tarafından kendilerine zulmedilen, işkenceye uğrayan, ateşle dolu hendeklere atılıp diri diri yakılan iman ehlinin hazin durumunu dile getirir. Ancak Allah bu işkence ve zulmü yapanların hepsine tevbe etmedikleri takdirde hakettikleri cezayı verecektir. Allah, uğrunda sıkıntı çekenlerin ise öcünü alacak ve onları cennetlerine koyacaktır. Asıl büyük ve ebedî kurtuluş da budur (âyet 4-11). Sûrede bundan sonra Allah'ın üstün kudretine, küfürde ısrar edenlere karşı çetin yakalamasına ve onları ansızın kuşatacağına dikkat çekilmiş, bunun yanında bağışlayıcı olduğu da hatırlatılmış, güçlerine güvenip müminlere zulmeden Firavun ve Semûd kavmi nasıl ayakta kalamayıp helâk olmuşsa onların izinden gidenleri de aynı sonucun beklediğine işaret edilmiş-



tir (âyet 12-18). Sûre inananlara müjde veren, kâfirleri de kötü sonla tehdit



eden âyetlerden sonra Kur'ân-ı Kerîm'in yüceliğini, ebedî ve değişmez özelliğini vurgulayan bir hükümle son bulur (âyet



19-22). Sûrede müminleri ateş dolu hendeklere atıp yakan ve sonra da onları seyrederek eğlenen zâlim ve işkenceci ashâbü'l-uhdûddan söz edildiğine göre ilk müslümanlara eza ve cefa eden Mekkeli müşriklerin bunlar hakkında az çok bilgi sahibi oldukları ve bildikleri böyle bir misalle âyetlerin kendilerini uyardığı anlaşılmaktadır. Burûc sûresi ilk bakışta Hz. Peygamber'i ve zulüm gören müslümanları teselli için gelmiş gibi görünüyorsa da maksadın yalnız ashâbü'l-uhdûd veya yalnız ilk müslümanlar olmadığı açıktır. Bâbil hükümdarları ve Roma kralları gibi XX. yüzyılda da dünyanın birçok ülkesinde inananlara uygulanan baskı ve sindirme faaliyetleri göz önüne getirilince sûrede kıyamete kadar gelip geçecek bütün inananların ortak kaderine işaret edildiği anlaşılır. Bu bakımdan Burûc sûresi, kendisinden önceki Mutaffifîn ve İnşikâk sûrelerinin devamı gibidir. Çünkü Mutaffifîn sûresi, ölçüde ve tartıda olduğu gibi yönetimde, adalet ve hukuk uygulamasında da insanlar arasında ayırım yapanların acıklı sonlarını bildirir. İnşikâk sûresi de ebedî diriliş demek olan vahyin önemini ve ona inananların kurtulacaklarını, kabul etmeyenlerin yanacaklarını haber verir. Bu sûrede ise yalnız inkâr etmekle kalmayıp inananlara kin duyan, zulüm ve haksızlık yapan, üstelik yaptıklarından pişmanlık duymak yerine bundan zevkalan din düşmanlarının durumu gözler önüne serilir. Sûrenin faziletiyle ilgili olarak Sa'lebî ve Vâhidî gibi bazı müfessirlerce Ubey b. Kâ'b'dan rivayet edilen ve bazı tefsir-



lerde (meselâ bk. Zemahşerî, IV, 733) yer alan, "Kim Burûc sûresini okursa Allah ona dünya hayatındaki cuma ve arefe günleri sayısının on katı ecir verir" meâlindeki hadisin mevzû olduğu kabul edilmiştir (Zerkeşî, I, 432).



BİBLİYOGRAFYA: Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, "bre" md.; Lisânul-'Arab, "bre" md.; Taberî, Tefsîr, XXX, 81-90; Sa'lebî, el-Keşf ve'l-beyân'an tefsîri'lKur'ân, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 133, II, 171 b ; Vâhidî, el-Vasît, Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 124, II, 9 2 8 b ; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 729-733; Fahreddin er-Râzî. Mefâtîhu'l§ayb, VIII, 518; Zerkeşî, el-Burhân, I, 432; Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, IX, 333; Mehmed Vehbi, Hulâsatul-beyân, İstanbul 1343, XVI, 89; Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5686-5696; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1980, s. 670-671; M u h a m m e d Ali es-Sâbûnî, Şafvetut-tefâsîr, Beyrut 1402/1981, III, 40; Cari Sağan, Cosmos, New York 1983, s. 4; M u h a m m e d M a h m û d es-Sawâf, Fâtihatul-Kur'ân ve c ü z ' ü 'Amme, Cidde 1406/1985, s. 208-232. m L«



F



EMİNIŞIK



BURÛCİRDÎ



n



( tiNLrMr 11 )



Hâcî Âgâ Hüseyn Tabâtabâî (1875-1961)



L



Şîa dünyasında 1946-1961 yılları arasında tek merci-i taklîd kabul edilen İranlı âlim.



J



İran'ın batısındaki Burûcird şehrinde doğdu. Çok sayıda ilim adamı yetiştiren köklü bir aileye mensuptur. İlk öğrenimini Burûcird'de babası Seyyid Ali'den ve diğer hocalardan tamamladıktan sonra 1892'de İsfahan'a giderek başta Seyyid Muhammed Bâkır Derçâî olmak üzere Ebü'l-Meâlî Kelbâsî, Muhammed Takî Müderrisî, M u h a m m e d el-Kâşânî, Molla M u h a m m e d Kâşî ve Cihangir Han Kaşkâî gibi seçkin hocalardan fıkıh, usul, felsefe ve riyâzî ilimler tahsil etti. Bu arada usul dersleri okutmaya başladı. 1902'de Necef'e gitti ve Ahund Molla Muhammed Kâzım-ı Horasânînin okuttuğu usul dersleri halkasına katıldı. Ahund Muhammed Yezdî gibi diğer usul âlimleriyle tanıştı. Şeyhüşşerîa Fethullah b. Muhammed el-İsfahânFden hadis (ricâlü'l-hadis) okudu. Sekiz yıl kadar kaldığı Necef'te ietihad icâzeti aldı ve daha sonra tekrar d ö n m e k niyetiyle memleketine gittiyse de babası Seyyid Ali ve Necef'teki hocası HorasânFnin 1911'de ölümleri üzerine Burûcird'de kalmaya karar verdi. Burûcirdî, uzun süre kaldığı memleketinde özellikle hadis ve rical ilmi alanlarında pek çok talebe yetiştirdi. İlim ve takvâsı dolayısıyla şöhreti çevreye yayıldı. Güney ve Batı İran, kısmen Horasan ve Irak halkı kendisini merci-i taklîd* seçtiler. 1925 yılında hac farizasını ifa ettikten sonra Necef'te sekiz ay kaldı.



463



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÛCİRDÎ İran'a dönünce Burücird'de tekrar ders vermeye başladı. 1944 yılında Kum yoluyla Tahran'a gitti ve Fîrûzâbâdî Hastahanesi'nde geçirdiği bir ameliyattan sonra Kum ulemâsından bir davet mektubu aldı. Mektupta Burûcirdrden Kum'a yerleşmesi ve 1921 yılında Abdülkerim Hâirî tarafından kurulan ve onun 1937'de ölümünden sonra faaliyetleri sekteye uğrayan Havze-i İlmînin yönetimini üstlenmesi isteniyordu. Daha önce bizzat Abdülkerim Hâirî de Burûcirdî'ye aynı teklifi yapmış, fakat Burûcirdî bu görevi kabul etmemişti. İkinci teklif üzerine 27 Aralık 1944'te aralarında Âyetullah Humeynînin de bulunduğu bir grup âlimle birlikte Kum'a giderek belirtilen görevi üstlendi. 1946 yılında Ebü'l-Hasan el-İsfahânî'nin ölümü üzerine Şiî dünyasının tek merci-i taklîdi olan Burûcirdî bu görevini Havze'nin ilmî liderliğiyle birlikte ölümüne kadar sürdürdü. Onun bu mevkiye getirilmesinin en önemli sebebi fıkıh anlayış ve öğretimine yeni boyutlar kazandırmış olmasıdır. Nitekim Necef ve İsfahan mekteplerini birleştirerek yeni fıkıh anlayışını Kum'da uygulamaya koymuş, müteahhirînin yazdığı birkaç hulâsaya inhisar ettirilen fıkıh öğretimini yanlış bularak fıkıh konularıyla ilgili âyet ve hadislerin yeniden ele alınmasında, ayrıca Şeyh Müfîd ve Ebû Ca'fer et-Tûsî gibi mütekaddimînin eserlerinin okutulmasında ısrar etmiştir. Bu arada reisi bulunduğu Kum'daki dinî öğretim kurumlarında İsnâaşerî fıkhı yanında Sünnî ve Zeydî fıkıhlarının okutulmasını da sağlamıştır. Hâirî'nin ölümünden sonra Kum'dan Necef'e giden öğrenciler onun zamanında tekrar Kum'a geldiler. Kum medreselerinde 1944 yılındaki öğrenci sayısı 2500 civarında iken bu sayı 1955'te 4000'e, 1961'den sonra 6000'e yükseldi. Burûcirdî Kum ve Kerbelâ'daki öğrencilerin giderlerini de karşıladı, ayrıca Hindistan ve Pakistan'daki Şiî cemaat kuruluşlarına önemli yardım-



lar yapılmasını sağladı. İran'ın birçok bölgesindeki gönüllü yardımcılarının gönderdiği paralarla Kum'da Mescid-i A'zam'ı, ayrıca hastahane ve yeni medrese binaları inşa ettirdi. İran'ın diğer şehirlerinde de cami ve medrese yapımı için büyük gayretler sarfetti. Burûcirdî'nin dinî liderliği sırasında yürütülen yoğun eğitim ve kültür faaliyetleri sayesinde Kum şehri Necef'i geride bırakarak Şîa dünyasının en önemli dinî ve ilmî merkezi haline geldi. Ayrıca İran'da eğitim ve öğretim sistemindeki ikiliği ortadan kaldırmak ve modern bilgilerin İslâm ile uyuşacağını göstermek maksadıyla Câmia-i Ta'lîmât-ı İslâmî tarafından açılan, dinî ve din dışı bilgilerin öğretildiği ilk, orta ve lise seviyesindeki okullar da geniş ölçüde desteklendi. Burûcirdrnin en önemli hizmetlerinden biri de Sünnî-Şiî münasebetlerinin gelişmesine katkıda bulunması, bu arada Kahire'de bulunan Dârü't-takrîb beyne'lmezâhibi'l-İslâmiyye ve Ezher Üniversitesi ileri gelenleriyle irtibat kurmasıdır. Nitekim Ezher Rektörü Şeyh M a h m û d Şeltût'un, Şiîliğin Sünnîler'ce benimsenen diğer mezhepler gibi bir İslâm mezhebi olduğuna ve Ezher'de Şiî fıkhının öğretilmesi için bir kürsü ihdasının lüzum u n a dair bir fetva neşretmesinde bu yakınlığın tesiri olduğu kabul edilmektedir. Burûcirdî tek merci-i taklîd olduğu on beş yıl boyunca iç politikada sakin tavrını sürdürmüş, II. Dünya Savaşı sonrasındaki siyasî kavgalarda tarafsız kalmaya çalışmıştır. Daha önce anayasa hareketlerine katılan hocası Horasânînin çektiği sıkıntılardan dolayı politikadan nefret ediyordu. Öğrencilik yıllarında da Hacı Nûrullah İsfahânFnin yönettiği anayasa hareketini protesto gösterilerine katıldığı için Rızâ Şah yönetimi tarafından kısa bir süre hapsedilmişti. Burûcirdî, mutedil t u t u m u dolayısıyla Tahran'da hastahanede iken ve daha sonra muhtelif vesilelerle şah tarafından ziyaret edildi. Havze'nin sakin ve politikadan uzak bir ortamda daha çok gelişeceğini düşünen Burûcirdî, Şubat 1949'da Kum'da düzenlediği bir konferansta ulemânın açıkça siyasî faaliyetlerde bulunmaması gerektiğini kesin bir dille ifade etti. Devlete karşı olan her harekette devlet yanında yer aldı; dini hedef alan olumsuz yayınların önlenmesi gibi konularda ise hükümete baskı yapılmasını destekledi. Bundan dolayı şaha karşı olan Fedâiyân-ı İslâm adlı radikal teşkilât onu açıkça eleştirip petrolün



millîleştirilmesine muhalif olmakla suçladı. 1953'teki Muhammed Rızâ Şah-Musaddık çekişmesinde şah taraflısı olarak itham edilmesine rağmen bu konuda yeterli delil bulunmamaktadır. 1955'te tanınmış vâiz Ebü'l- Kasım Felsefî tarafından başlatılan ve Bahâîler'in Tahran'daki Hazîretü'l-kuds adını verdikleri merkezin tahribine kadar varan olaylarda Burûcirdî, Felsefîyi bu hareketinden ötürü takdir ettiğini açıkça belirtmiştir. Burûcirdî'nin 1959 yılında meclise sevkedilen toprak reformu kanun tasarısına karşı çıkması ve bunun İslâm'a aykırı olduğunu ileri sürmesi dikkat çekicidir. 23 Ocak 1960'ta Bihbehânî'ye gönderdiği bir mektupta, özel ziraî arazinin tahdidinin İslâm fıkhına aykırı olduğunu belirterek mecliste tasarı aleyhinde muhalif bir grup oluşturup mücadele etmesini teklif etmiştir. Burûcirdî'nin Humeynî ile ilişkilerinin değerlendirmesini yapmak oldukça güçtür. Bununla birlikte Humeynînin Burûcirdîyi Kum'a götüren ulemâ arasında bulunduğu, onun merci-i taklîd olmasını desteklediği, muhtelif yerlerdeki âlimleri bu konuda ikna etmek maksadıyla seyahatlere çıktığı bilinmektedir.



Hu-



meynî bütün bunları yaparken büyük bir ihtimalle Burûcirdînin Havze-i İlmîyi şah rejimi aleyhinde faaliyete geçireceği ümidini taşımaktaydı. Fakat



Humeynî'nin



Burûcirdî'den beklentileri gerçekleşmem i ş t i r (bk. Algar, s. 378).



Burûcirdî 31 Mart 1961'de Kum'da vefat etmiş ve oradaki Mescid-i A'zam girişinin yakınına defnedilmiştir. Fıkıh, hadis, tarih ve diğer İslâmî ilimlerle meşgul olan Burûcirdînin yazdığı eserlerin sayısı yirmi civarında olup bunlardan sadece Câmi'u ehâdîşi'ş-Şî'anın Kum'da 1405'te (hş.) basılmaya başlandığı tesbit edilmiştir. Daha çok hâşiye tarzında ve muhtelif hadis kitaplarındaki senedlerde bulunan râvilerin güvenilirliği konusunda yazdığı diğer eserleri henüz basılmamıştır (eserlerinin tam l i s t e s i i ç i n b k . A cyânü'ş-Şfa,



VI, 9 4 ) .



BİBLİYOGRAFYA: D i h h u d â , Luğatnâme,



VII, 9 7 9 ; Ferheng-i



st, V, 2 6 2 - 2 6 3 ; A'yânuş-Şt ca, Büzürg-i Tahrânî, A'lâmü'ş-Şfa,



M e ş h e d 1404,



1 / 2 , s. 6 0 5 - 6 0 9 ; Bahşâyîş-i Aklkî,



Nâmdâr-ı



Şt'a,



M o m e n , An



Fâr-



VI, 92-94; Â g â



Fukahâ-yı



K u m 1 4 0 5 , s. 4 4 7 - 4 5 3 ; M o o j a n



Introduction



to Shi'i



İslam,



New



Heaven-London 1985, s. 3 1 2 ; A b d u l - H a d i Hairi, " B u r û d j i r d î " , El 2 Suppl.



(İng.), s. 157-158; Ha-



m i d Algar, " B o r ü j e r d î " , Elr., IV, 376-379.



464



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



S



MUSTAFA



ÖZ



BURÛCİYE MEDRESESİ BURÛCİYE MEDRESESİ ^



Sivas'ta XIII. yüzyılda yapılan medrese.



cephenin b ü t ü n ü n ü sınırlayan yazı şeritli saçak silmesiyle ustalıklı hareketlendirilmiştir.



biçimde



Medresenin



tunlara oturmaktadır. Sütunların başlıklarının bazıları korint tipi olduklarına ve



cep-



h a t t a birkaçında Bizans monogramları



hesinde çok zengin bezemeli bir t a ç ka-



g ö r ü l d ü ğ ü n e göre bunlar ve y o n t u l m u ş



pısı vardır. Kitâbesi, esas kapı açıklığı-



olanları devşirme olmalıdır. Bu da med-



Selçuklu Sultanı İzzeddin I. Keykâvus



nın çift renkli geçmeli taşlardan yapıl-



reseyi yapan ve büyük ustalıkla süsle-



Dârüşşifâsı ile Çifte Minare Medresesi



mış yay kemerinin ü s t ü n d e bulunmak-



yen adı meçhul ustanın, başlık yapmak-



arasında inşa edilmiştir. Kitabesine gö-



tadır. Mukarnaslı kavsaranın iki yanı ve



t a n âciz olamayacağına göre, bir sanat



re 670 (1271-72) yılında Muzafferüddin



kapının



şeritler,



sever olarak başlıkları k o r u m a gayesiy-



Burûcirdî tarafından yaptırılmıştır. Bâ-



zengin biçimde geometrik ve nebatî mo-



le burada tekrar kullandığını gösterir.



nisinin türbesi de medresenin bir bölü-



tifler işlenmek suretiyle



doldurulmuş-



Girişin iç cephesi gibi karşısındaki ana



m ü n d e b u l u n m a k t a , kitabesinde kuru-



tur. Çok m u n t a z a m ve t a m simetrik ka-



eyvan cephesi önlerine de revak yapıl-



cunun adı Muzaffer b. İbâdullah el-Mu-



reye yakın bir plana sahip olan Burûci-



mamıştır. Ana eyvanın da dışarıdaki t a ç



faddal el-Burûcirdî olarak verilmekte-



ye Medresesi'nin kubbe ile örtülü giriş



kapı gibi t a ş üzerine zengin süsleme-



dir. Tarihî hüviyeti hakkında fazla bir şey



eyvanı, o d ö n e m mimarisindeki teamü-



li olduğu düşünülecek olursa bu eksikli-



bilinmeyen bânisinin İran'da



le aykırı bir yeniliktir.



Hemedan



bütününü



çevreleyen



ğin sebebi kolayca anlaşılır. Büyük ey-



yakınındaki Burûcird'den geldiği kabul



Girişin sağında, dışarıya açılan bir pen-



edilmektedir. Medrese uzun süre bakım-



van bir yazı kuşağı ile çerçevelenmiş,



cereden ışık alan kubbeli kısımda mih-



bu bordur ile eyvanın sivri kemeri ara-



sız kaldıktan sonra çok harap ve yarı yı-



rap b u l u n d u ğ u n d a n buranın mescid ol-



sında kalan yüzeyler geometrik geçme-



kık bir d u r u m a girmişken Vakıflar Ge-



d u ğ u anlaşılır. Soldaki aynı ölçülerde, ka-



ler ve bol sayıda kabaralarla süslenmiş-



nel M ü d ü r l ü ğ ü tarafından restore etti-



re planlı ve kubbeli diğer m e k â n ise ku-



tir.



rilerek kurtarılmış, etrafı da temizlen-



rucunun türbesidir. Bu t ü r b e içinin as-



miştir.



lında zengin bir çini kaplamaya sa'nıp ol-



Çok dar olan revakların hücreler beşik tonozlarla



gerisindeki örtülmüştür.



Burûciye Medresesi, klasik eski Orta



d u ğ u kalanlardan anlaşılmaktadır. Hat-



Giriş tarafındaki hücrelerin köşelerinin



Asya Türk medreseleri şemasına uygun,



ta buradaki iki sandukanın da evvelce



iki yanında da yukarıya d a m a çıkışı sağ-



ortasında ü s t ü açık avlusu olan dört ey-



çini kaplı olduğu bilinmektedir. B u g ü n



layan merdivenler bulunur.



vanlı bir yapıdır. Yakınında iki büyük



ise çini süsleme sadece t ü r b e duvarları-



avluya ve çok m u n t a z a m biçimde her re-



medrese d a h a b u l u n d u ğ u n a göre inşa



nın ü s t kısımlarında ve kubbede görül-



vak aralığına yerleştirilecek surette açıl-



edildiği yer vaktiyle Sivas'ın kültür mer-



mektedir. Duvarlardaki altıgen



kezi olmalıdır. Medrese m u n t a z a m kes-



çinilerden sadece kalıntılar vardır. Du-



cereleri yoktur. Avlu tarafında



m e t a ş kaplamalı olarak büyük eyvan



varların en yukarı kenarında çepeçevre



sekiz hücrenin varlığı görülür.



ve yanlarında birer a s m a katın yer aldı-



dolaşan çiniden bir yazı kuşağında med-



Herhalde yazlık dershane olarak kul-



ğı bir yapıdır. T a m a m e n yıkılmış olan bu



resenin kurucusu Muzaffer b. İbâdullah



lanılan ana eyvanın iki yanındaki tonoz-



a s m a kat son tamirde yeni baştan yapıl-



el-Mufaddal



lu dar hacimlerden birer merdiven yu-



mıştır. Burûciye Medresesi'nin ana cep-



rarlanır. Yazı şeridinin ü s t ü n d e yine çini



karı çıkışı sağlar. Bu dehlizler ise sağda



hesi nisbetlerindeki â h e n k ile sade ve



kaplı iki sıra m u k a r n a s uzanmıştır. Kub-



ve solda geniş birer kemerle kubbeli bi-



dengeli düzenlemesi, t a ş süslemesinde-



beye geçiş üçgeninin içi ise yıldız biçi-



rer m e k â n l a bağlantılıdırlar.



ki ölçü bakımından üstün bir estetik an-



minde



Kubbede



dehlizlerinin altta ve üstte pencereleri



layışa işaret eder. Masif ve kapalı bir



de tuğla örgüler arasında değişik mo-



bulunan birer ü s t katları vardır. Bu to-



kitle teşkil eden cephe, köşelerdeki yu-



tiflerde çini kuşaklar görülür.



nozlu a s m a katların ne işe yaradığı bi-



el-Burûcirdî'nin



çinilerle



bezenmiştir.



biçimli



adı



tek-



Hücrelerin



mış birer kapıları olmakla beraber pensadece



Merdiven



varlak çıkmalar, t a ç kapıyı çerçeveleyen



Avlunun sadece iki yanında revaklar



linmediği gibi k ü t ü p h a n e olabilecekleri



süslemeler, t ü r b e ve mescidin mukar-



vardır. Bunların ortadaki eyvanların önün-



yolundaki t a h m i n de dayanaksız bir gö-



naslı, çerçeveli pencereleri ve nihayet



de daha geniş olan sivri kemerleri sü-



rüşten ibarettir. Sivas'taki Burûciye Medresesi, Anadolu'da Selçuklu d ö n e m i n d e yapılan benzeri yapıların arasında taş süslemesindeki ölçülülük ve mimarisindeki açıklık



Burûciye Medresesi'nin avlusu ve ana eyvanı ile taç kapısı - Sivas



bakımından en başta gelmektedir. Bu eseri meydana getiren ustanın hassas bir estetik anlayışına sahip olduğu farkedilmektedir. Çizgilerdeki â h e n k ve simetrinin hiçbir unsuru f e d a etmeksizin uygulanışı m i m a r ı n ü s t ü n kabiliyetinin delilleridir. Burûciye Medresesi Anadolu'nun başta gelen mimari eserlerindendir. Bir yabancı u z m a n ı n da işaret ettiği gibi iktidardaki kişiler dışında bir insanın böyle bir eser yaptırtması, Sivas'ın Selçuklular d ö n e m i n d e eriştiği m e d e n î seviyenin işaretidir.



465



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BURÛCİYE MEDRESESİ BİBLİYOGRAFYA : Rıdvan Nafiz - İ. Hakkı Uzunçarşılı, Sivas Şehri, İstanbul 1928, s. 108-112; G. de Jerphanion, Melanges d'archeoiogie anatolienrıe, Beyrut 1928, s. 85-86, İv. XXXIV-XXXV; A. Gabriel, Monuments turcs d'Anatolie, Paris 1934, 11, 152155; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri (Selçuklu ve Beylikleri Devri), İstanbul 1970, 1, 49-57, 267-270 (resimler); Halil Ethem - M. von Berchem, Corpus İnscriptionum Arabicarum, W, Kahire 1910-17, s. 26; Osman Turan, "Selçuklular Z a m a n ı n d a Sivas Şehri", DTCFD, XI (1951), s. 447-457; M a h m u t Akok, "Sivas'ta Buruciye M e d r e s e s i n i n Rölövesi", Türk Arkeoloji Dergisi, X V / 2 , Ankara 1968, s. 5-38. S



F



SEMAVİ E Y İ C E



BURZÜLÎ ( JİK» )



Ebü'l-Kâsım b. Ahmed b. Muhammed el-Belevî el-Kayrevânî (ö. 844/1440)



şitli konularda verilen birçok fetvayı, fetva verenin ismini de zikrederek nakleder. Zaman zaman devrin içtimaî ve iktisadî hayatı ile tarihî olaylar hakkında da bilgi verir. Bu özelliğiyle X-XIV. yüzyıl Kuzey Afrikası hakkında önemli bir yere sahip olan eser, Venşerîsî'nin (ö. 914/1508) meşhur el-Mi"yârü'l-Mu crib adlı kitabının da temel kaynakları arasındadır. Eserin Tunus Millî Kütüphanesi'nde dört yazma nüshası vardır (Mah-



fûz, I, 116; ayrıca bk. Brockelmann, GAL, II, 319; Suppi, II, 347). 2. el-Hâvîii'l-ietâvâ. Nevâzilül-Burzülî olarak tanınan eser iki cilt olup yazma bir nüshası Tunus Milli Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (nr. 4851). Ebü'l-Abbas Halûlû ve Bû Saîdî tarafından da ihtisar edilen eserin vakıfla ilgili bir bölümü Belkâsım Tabâbî tarafından neşredilmiştir (Tunus



1987). BİBLİYOGRAFYA:



Mâlikî fakihi. L



J



Kayrevan'a bağlı Burzüle'ye veya Benî Birzâle kabilesine nisbetle Burzülî diye tanınır. 740'ta (1339) Kayrevan'da doğdu, daha sonra Tunus'a yerleşti. Ebû Abdullah İbn Merzûk el-Hatîb, Ebü'l-Hasan el-Batrûnî, Ahmed b. Muhammed el-Belensî, Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed eş-Şebîbî, Ahmed b. Haydara et-Tevzerî, Ebü'l-Abbas el-Mümnânî, Burhâneddin eş-Şâmî, İbnü'l-Hâce el-Belensî gibi tanınmış âlimlerden ders aldı. Kırk yıl kadar İbn Arafe ile beraber bulundu; ondan tefsir, hadis, fıkıh, kıraat, tasavvuf, nahiv, mantık ve matematik konularında birçok kitap okuyup icâzet aldı. 1438 yılında hac yolculuğu sırasında Kahire'ye uğradı. Bir müddet orada ikamet edip ders okudu ve ders verdi. Tunus'a dönünce Zeytûne Camii imamı oldu. Bu arada ders okutmaya da başladı. Sadece Tunus'ta değil bütün Mağrib bölgesinde fetva için ona başvurulurdu. Ebü'l-Kâsım İbn Nâcî, Ebû Zeyd es-Seâlibîve Ebü'l-Abbas Halûlû önde gelen talebeleridir. Kahire'deki ikameti sırasında da İbn Hacer el-Askalânî ve Ahmed b. Yûnus'a icâzet vermiştir. 100 yıldan fazla bir ömür sürmüş olan Burzülî Tunus'ta vefat etmiştir. Vefat tarihi bazı kaynaklarda 841 (1437), 842



(1438), 843 (1439) olarak da zikredil-



mektedir. Eserleri. 1. Câmi'u



tîmâ



nezele



bil-müitîn



mesâ'ili'l-ahkâm ve'1-hukkâm.



7 - Burzülî diye de bilinen eser iki dit oiup Mâükî mezhebine göre çe-



Dîvânü



Sehâvî, ed-Dav'ü'l-lâmi c, XI, 133, 189; Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî, tieylul-ibtihâc, Beyrut, ts., s. 225-226; el-Hulelus-sündüsiyye, I, 685; Mahlûf, Şeceretun-nûr, s. 245; Brockelmann, GAL, II, 319; Suppi., II, 347; Ziriklî, el-A'lâm, VI, 6; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'elliftn, VIII, 94; M u h a m m e d b. Hasan el-Hacvî, el-Fikrus-sâmt, Medine 1396-97/1976-77, II, 256-257; Abdülvehhâb b. Mansûr, A'lâmü'l-mağribi'l-'Arabt, Rabat 1979-83, II, 131, 132; Mahfûz, Terâcimü'l-mu ellifîn, I, 115-117; H. R. Idris. "al-Burzulı", El 2 (İng.), 1, 1341. m İSİ



r



A L İ ŞAFAK



BUSBEKE, Ootgeer Giselijn van (1522-1592) Kanûnî Sultan Süleyman devrinde Alman imparatorunun elçisi sıfatıyla İstanbul'a gelen Flaman asıllı diplomat.



Bugün Belçika - Fransa sınırında bulunan Lille şehri yakınındaki Komen'de doğdu. Adı Fransız imlâsına uydurularak Ogier (Augier) Ghislanin (Ghislen) de Busbecq şeklinde yazılmış ve daha çok Fransızca şekliyle tanınmıştır; Türkçe'de sadece Busbek olarak bilinir. Babası Busbeke malikânesinin sahibi olan çok eski bir soylu aileye mensup Joris (George) van Busbeke'dir. Annesi ise büyük bir ihtimalle şatonun hizmet personelinden Catharinâ Hespiel adında bir kadındı. Meşrû bir çocuk olmamasına rağmen babası onu öz oğullarından ayırmamış ve iyi bir tahsil görmesini sağlamıştır. Çocukluğu babasının şatosunda geçti. On sekiz yaşma kadar Louvain'de



öğrenim gördükten sonra Avrupa'nın çeşitli ülkelerini dolaştı. Önce Paris'e, sonra İtalya'ya gitti ve uzun süre Venedik'te kaldı. Çağının ünlü hümanist ilim adamlarıyla tanışarak eski Yunan ve Roma dilleriyle medeniyetleri hakkındaki bilgilerini tamamladı. Babasının yakın dostu Joris van Halevvijn zaten onun bu konuda yetişmesini sağlamıştı. Busbeke 1554'te Alman İmparatoru I. Ferdinand tarafından İngiltere Kraliçesi Mary Tudor ile Charles-Quint'in oğlu İspanya Kralı II. Philippe'in evlenme töreni için İngiltere'ye gönderildi ve dönüşünde acele Viyana'ya çağırılarak kendisine elçilik göreviyle Osmanlı Devleti'ne gönderileceği bildirildi. Busbeke'nin İstanbul'daki elçiliği 1562'ye kadar sekiz yıl sürmüştür. Busbeke, Alman İmparatorluğu'nun 1551'de Osmanlı Devleti ile anlaşmayı bozarak Transilvanya'yı işgal etmesi üzerine Rumelihisarı'na kapatılan ve buradan iki yıl sonra hasta bir halde çıkabilen elçi Malvezzi'nin yerine bozuk siyasî durumu yoluna koymak düşüncesiyle gönderilmişti. Çok hassas bir dönemde devletinin çıkarlarına en uygun çözümleri getiren yeni elçi, o sırada Anadolu'da bulunan padişahı görmek için Amasya'ya kadar yaptığı seyahatte ve İstanbul'da gördüklerini çok süslü bir üslûpla yazdığı dört Latince mektupta anlatmıştır. Sekiz yıl içinde bir taraftan da bazı bitkilerle eski sikke ve özellikle nâdir el yazması kitapları toplamıştır. Busbeke 1562 yılı sonlarında Viyana'ya döndü. Bir süre sonra İmparator II. Maximilian'ın oğulları Arşidük Rodolphe ve Ernest'i İspanya'ya götürdü, geri geldiğinde de Maximilian'ın küçük yaştaki diğer oğullarının yetiştirilmeleriyle görevlendirildi. 1570'te Arşidüşes Isabeila Fransa Kralı IX. Charles ile evlendiğinde onunla birlikte Fransa'ya gitti, 1574'te kralın ölümü üzerine genç kraliçeyi geri getirdi. Fakat sonra tekrar Paris'e dönerek burada 1592 yılına kadar kaldı ve resmen kraliçenin işleriyle meşgul olmakla beraber Fransa'dan derlediği bilgileri imparatora bildiren bir ajan gibi çalıştı. Paris'ten II. Maximilian (ö. 1576) ile halefi II. Rodolphe'a (ö. 1612) yazdığı mektuplar o yılların dünya ve Osmanlı tarihleri için önemli belgelerdir. Hayatının son yıllarında baba ocağına dönmeyi arzu. eden Busbeke imparatorun izniyle 1592'de yola çıktı. Ancak başına gelen bazı olaylar yüzünden memleketine ulaşamadan Saint Germain ka-



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛSELİK sabası yakınındaki Maillot şatosunda 28 Kasım 1592'de öldü. Cenazesi Saint Germain Kilisesi'nin hazîresine gömüldü; sadece kalbi çıkarılarak kendi mâlikânesindeki aile mezarlığına konulabildi.



rinde Bir Sefirin Hatıratı başlığı ile (Ankara 1953), üçüncü tercümesi ise Ayşe Kurutluoğlu tarafından Türkiye'yi Böyle Gördüm (İstanbul, ts.), adıyla yayımlanmıştır.



Busbeke'nin Türkiye tarihi bakımından en değerli eseri, Venedik'te bulunduğu sırada dost olduğu Nikolaus Michault'ya yazdığı dört uzun Latince mektuptur. İlk olarak bu mektuplardan sadece ikisi 1581 yılında itinera Constantinopolitanum et Amasianum ab Augerio Gislenio Busbequii ve D. ad Solimannum Turcarum Imperatorem... başlığı ile Antvverpen'de Ch. Plantijn tarafından yayımlanmış, bunu 1590'dan itibaren Paris, Leipzig, Rostock, Prag, Frankfurt ve daha başka Avrupa şehirlerinde yapılan ve dört mektubu da içine alan başka baskılar takip etmiştir. Yaşayan dillere ilk tercümesi ise Almanca olarak Vier Sendschreiben der türkischen Bottschaît... başlığı ile J. Fr. Endters tarafından yapılıp Nürnberg'de 1664'te basılmış, İngilizce'si de The Four Epistles ol A. G. Busbequius Concerning his Embassy into Turkey... adıyla J. Taylor ve J. Wyat tarafından yayımlanmıştır (Lond o n 1694). İkinci İngilizce tercümesi Travels into Turkey... başlığı ile J. Robinson ve W. Payne tarafından bastırılmıştır ( L o n d o n 1744). Abb6 de Foy'un yaptığı Fransızca tercüme ise Lettres du Baron de Busbec Ambassadeur de Ferdinand I... aupres de Soliman 11... adıyla yayımlanmıştır (Paris 1748). Notlarla zenginleştirilmiş çok iyi bir İngilizce tercüme 1881'de Londra'da Ch. T. Forster ile F. H. Daniell, Almanca yeni bir tercüme de W. von der Steinen tarafından 1926'da Erlangen'de yayımlanmıştır. Çek, Flaman, İspanyol dillerinde de tercümeleri olan ve yalnız yirmiden fazla Latince baskısı bulunan bu kitap 1936 yıllarına doğru Hüseyin Cahit Yalçın tarafından İngilizce'den Türkçe'ye çevrilerek Fikir Hareketleri dergisinde kısmen basılmış, sonra Türk Mektupları adıyla Remzi Kitabevi tarafından kitap halinde yayım-



Busbeke İstanbul'da kaldığı süre boyunca Çemberlitaş civarındaki Atik Ali Paşa evkafından olan Elçi Hanı'nda oturmuştur. Mektuplarında bu han hakkında hayli ayrıntılı bilgi verir. Osmanlı topraklarına ilk olarak Macaristan'ın Gran (Estergon) şehrinde giren Busbeke Rumeli'nin Türkler'e ait kısmını boydan boya geçerek 20 Ocak 1555'te İstanbul'a ulaşır. İstanbul, Türkler'in örf ve âdetleri, devlet ileri gelenleri, saray ahvali hakkında gördüklerini ve duyduklarını anlatır, özellikle Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi olayı üzerinde durur. Busbeke ve beraberindekiler 9 Mart'ta Amasya'ya gitmek üzere Üsküdar'a geçerler. Yoi üzerinde gördükleri şeylere, köy ve kasabalara dair değerli bilgiler veren Busbeke, Ankara'da Hacı Bayram Camii'nin yanındaki Augustus Mâbedi'nin duvarlarının iç yüzünde Latince, dış yüzünde Grekçe olarak yer alan Roma İmparatoru Augustus'un vasiyetnâmesini (Monumentum Ancyranum) ilk defa kopya ederek ilim âlemine tanıtır. 7 Nisan'da Amasya'ya varan heyet burada Kanünî Sultan Süleyman tarafından kabul edilir. Haziran başlarında İstanbul'a dönen Busbeke raporunu vermek üzere Viyana'ya hareket eder. Daha sonra tekrar İstanbul'a dönen elçi diğer mektuplarında o devirdeki Türk hayatı hakkında birçok bilgi verir. Bu arada saray entrikaları üzerinde de durur ve özellikle Sadrazam Rüstem Paşa'nın yaptıklarını anlatır. Elçiliği sırasında İstanbul'da çıkan büyük bir veba salgını sırasında Büyükada'ya kaçan Busbeke, heyetin hekimi olan W. Quacquelbe'nin salgın sırasında hastalanarak öldüğünü de açıklar.



lanmıştır (İstanbul 1939). İngilizce'den Türkçe'ye ikinci tercümesi Osman Yüksel Serdengeçti tarafından Kanunî Dev-



ğından bu kitap üzerine birçok araştırma ve hatta tez yapılmıştır. Busbeke aynı zamanda lâle soğanlarının Hollanda'ya götürülmesini ve orada yetiştirilmesini de sağlamıştır. Ayrıca, 200'den fazla elyazma kitap toplayarak, bunları Viyana'ya imparatorluk kütüphanesine vermiştir. BİBLİYOGRAFYA: Ogier G. d e B u s b e c q , Türkiye'yi



düm



Böyle



Gör-



(trc. A y ş e K u r u t l u o ğ l u ) , İstanbul, ts. (Ter-



cüman



1001 t e m e l eser); J . De Saint-GĞnois,



Les Voyages belges du XIII e au XVI e siecle, Brüksel 1846, II, 1-33; J . Dalle, Histoire



beeque, nibus



de



Wervik 1 8 8 0 ; L. P e y t r a u d , De



A. G. Busbequii



H. Z i m m e r e r , Eine



in Turciam,



Reise



nach



Paris 1 8 9 7 ;



Amasien,



w i g s h a f e n 1 8 9 9 ; A. Viertel, Busbeeks



se in der



Türkei,



Göttingen



Lud-



Erlebnis-



1 9 0 2 ; L. DĞtrez,



" A u g e r d e B o u s b e c q u e " , Flamands



Le livre du centenaire



Bous-



Legatio-



de France-



(1853-1953),



Rijsel 1954,



s. 2 8 1 - 2 8 9 ; V. T o u r n e u r , " O u a t r i e m e



cente-



naire de l'ambassade en Turquie d'Auger de Busbecq",



Meded



Akademie,



Brüksel 1954, s. 4 1 1 - 4 1 6 ;



Klass.



Lett.



Koninkl.



Augerius



Ghislenius



Busbequius



Brüksel,



(1522-1591),



ts.; Z. R. W. M. von M a r t e l s , Augerius



Busbeguius



Leuen



gezant



het hof ran Süleyman



aan



en werk



uan de



Een biographische,



literaire



die met editie



onuitgegeren



ningen



uan



Belg.



Gislenius keizerlijke de



Grote-



en historische



1 9 8 9 ; Charriâre, " U n



teksten, diplomate



stuGrofla-



m a n d d u 16 e s i e c l e â l a c o u r d e C o n s t a n t i n o p l e " , R e o u e N a t i o n a i e de Belgigue,



XII, Brük-



sel 1 8 4 4 ; A. D u p u i s , " E t u d e s s u r l ' a m b a s s a d e d'Auger



de



Bousbecque



T u r q u i e " , Me-



en



moires de la Societe des Sciences,



IX, Lille 1862,



s. 439-487; J. Bick, " W a n d e r u n g e n g r i e c h i s c h e r H a n d s c h r i f t e n " , Wiener s. 1 4 3 vd.



Studien, IFFLL



F



Berlin 1912,



rrı SEMAVİ E Y İ C E



n



BÛSELİK Türk mûsikisinde bir perde ve basit makamın adı.



L



J



Türkçe'ye Farsça'dan girmiş olan kelime pûselik şeklinde de kullanılmaktadır.



Türkler'in savaş usulleri hakkındaki bir yazısı ile çeşitli konularda Osmanlı Devleti'ne dair bilgi verdiği başka yazıları ve padişaha, Rüstem Paşa'ya yolladığı mektuplar vb. ise henüz Türkçe'ye çevrilmemiştir. Avrupa'da özellikle Türkiye seyahatnamesi çok ilgi uyandırdı-



Bûselik Perdesi. Portenin, sol anahtarına göre üçüncü çizgisi üzerine yazılan si notasının adıdır. Bûselik Makamı. Tarihi çok eskilere dayanır. Yerinde bûselik beşlisine a) hüseynîde hicaz dörtlüsü b) hüseynîde kürdî dörtlüsü ilâvesiyle meydana gelen iki çeşit dizisi vardır. Donanımına



herhangi



bir ârıza işareti yazılmaz. Makamın güçlüleri hüseynî ve çargâh perdeleri, durağı dügâh perdesidir. Çıkıcı seyreder. Batı mûsikisindeki la minör gamına çok yakındır. Bûselik dörtlüsü veya beşlisi, bûselik makamının dışında birçok birleşik ma-



467



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛSELİK kamın yapısında da yer alır. Bunlardan



(Şâkir A ğ a ' d a n )



acem-bûselik, arazbar-bûselik, bayatîa



FC^A-ETF'G^FF^



bûselik, bayatî-araban-bûselik, bûselik-



Bir



mis . . . .



li



var



m a dı



~







kıl



be...



u



ü



ya .



aşiran, evç-bûselik, gerdaniye-bûselik, hicaz-bûselik, hicazkâr-bûselik, hisarbûselik, mâhur-bûselik, muhayyer-bû-



..n



selik, nevâ-bûselik, sabâ - bûselik, şeh-



ol



"""



naz-bûselik, tâhir-bûselik kendi adını taşıyan birleşik makamlardır. Bûselik is-



Bûselik makamı seyir örneği



mi kullanılmayan, ancak bünyesinde, yerinde veya şed (transpoze) olarak bûse-



ca..



mm



lik dörtlü veya beşlisi bulunduran nihâ-



ibadet etmeyi pek sever, insanlardan



vend, sultânîyegâh, ferahfeza vb. ma-



uzak kalmayı tercih ederdi. Bundan do-



el-Metâlibü'l-'âliye



kamlar da vardır.



layı hadis rivayetinden çok hadis kitap-



nakları t a m a m e n aynıdır. Müellif 823



Bûselik m a k a m ı n a örnek olarak Itrî-



larıyla meşgul olmuştur. Çağdaşları onun



( 1 4 2 0 ) yılında t a m a m l a d ı ğ ı bu eserini



nin, "Her g ö r d ü ğ ü perîye gönül mübte-



hadiste bir otorite olmadığını da kayde-



daha sonra senedlerini zikretmeksizin



lâ olur" mısraı ile başlayan hafif usulün-



derler.



deki bestesi, Sultan 111. Selim'in, "Bir pür-



Eserleri. Bûsîrî'nin en tanınmış eserle-



yere ile Bûsîrî'nin hocası İbn Hacer'in adlı zevâidinin kay-



ihtisar etmiş, onu da 832'de ( 1 4 2 9 ) bitirmiştir. 4. Tuhfetü'l-habîb



li'l-habîb



c



cefâ hoş dilberdir" mısraı ile başlayan



ri zevâid* konusundaki kitaplarıdır. 1.



bi'z-zevâ'id



yürük aksak şarkısı ve İsmâil Dede Efen-



Bûsîrî bu eserini İthâfü'l-hıyere'den



ve



Deylemî'ye ait Müsnedü'l-Firdevs'in



ze-



762 (1361) yılında Mısır'ın batı yöre-



Mişbâhu'z-zücâce fî zevâ 'idi İbn Mâce. İbn Mâce'nin es-Sünen'inde bulund u ğ u halde k ü t ü b - i h a m s e * d e yer almayan hadisleri ihtiva eder. Bûsîrî Sünen-i İbn M â c e ' d e k i hadislerin senedlerini sağlamlık açısından değerlendirmiş, ancak haklarında farklı görüşler bulunan senedleri değerlendirmeye tâbi tutmamıştır. M u h a m m e d Fuad Abdülbâki İbn Mâce'nin es-Sünen'ini neşrederken Bûsîrî'nin bu eserindeki değerlendirmelerden faydalanmıştır. Eser bazı kaynaklarda Zevâ'idü İbn Mâce cale'lKütübi'l-hamse adıyla da zikredildiği için Brockelmann bunu iki ayrı kitap olarak tanıtmaktadır ( G A L Suppi., II, 72). Mişbâhu'z-zücâce Mûsâ M u h a m m e d Ali-İzzet Ali Atıyye tarafından iki cilt halinde Kahire'de (ts ), Kemal Yûsuf el-Hût tarafından yine iki cilt halinde Beyrut'ta (1986) basılmıştır. Süleymaniye Kütüphanesi'nde eserin müellifi meçhul bir



sindeki Ebû Sîr'de doğdu. Ömer b. îsâ'-



de hâşiyesi bulunmaktadır (Hafîd Efen-



dan hâfızlık yaptı ve kıraatini geliştirdi.



di, nr. 35, 268 varak). 2. Fevâ'idü



di'nin din dışı sahadaki ilk bestesi olan ağır aksak semai usulündeki, "Zülfündedir benim baht-ı siyâhım" mısraı ile başlayan şarkısı gösterilebilir. BIBLIYOGRAFYA : Ezgi, Türk Musikisi,



1, 33, 37, 75-76; IV, 206-



2 0 7 ; Arel, Türk Musikisi,



s. 1 9 ; Ö z t u n a ,



BTMA,



1, 1 6 4 - 1 6 5 ; H o r m o z F a r h a t , " B ü s a l ı k " , Elr., IV, H



r



ALÂEDDİN YAVAŞÇA



B Û S Î R İ , A h m e d b . E b û Bekir ( Jüs-yj"



n



3



öt J* -' )



Ebü'l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Ebî Bekr b. İsmâîl el-Bûsîrî (ö. 840/1436) Zevâid kitapları telifiyle tanınan Mısırlı muhaddis.



L



J



Hocasının teşvikiyle Kahire'ye gitti. Orada fıkıh ve nahiv okudu. İzzeddin b. Cem â a , Bulklnî, Zeynüddin el-irâkî, Nûreddin el-Heysemî ve yaşça kendisinden küçük olan İbn Hacer el-Askalânî gibi muhaddislerin derslerine devam etti. Ho-



(Ceuâhirü) '1-müntekî li-zevâ 'idi'l-Beyhaki. Beyhakî'nin es - Sünenü'l - kübrâ 'smda olup Kütüb-i Sitte'ûe bulunmayan hadisleri bir araya toplayan bu eserin, müellifin kendi hattıyla yazılmış II ve III. ciltleri Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye'de (Ha-



cası Irâkî henüz hayatta olduğu halde



dis, nr. 357) bulunmaktadır (Ziriklî, I, 104).



İbn Hacer'den devamlı şekilde istifade



3. İthâfü'l-hıyere



ederek onun Lisârıü'l-Mîzân, c



ale'l-Kâşif



en-Nüket



adlı eserlerini ve daha başka



kitaplarını yazdı. Yazısı güzel olduğu için birçok eseri istinsah etti. Bir Şâfiî âlimi olan Bûsîrî 18 Muharrem 840'ta (2 Ağustos 1436) Remle'de vefat etti. Bûsîrî, herhalde asabî mizacı sebebiyle sakin bir hayat içinde Kur'an okuyup



bi-zevâ'idi'1-mesânîdi '1 - caşere. İthâfü 's - sâdeti '1 -mehere adıyla da anılan kitap Tayâlisî, Müsedded, Humeydî, İbn Ebû Ömer, İshak b. Râhûye, Ahmed b. Menî', İbn Ebû Şeybe, Abd b. Humeyd, Hâris b. Ebû Üsâm e ve Ebû Ya'lâ el-MevsılFnin müsnedlerinde olup Kütüb-i Sitte'ûe bulunmayan hadisleri toplamaktadır. İthâfü'l-hı-



ale't-Terğib



ve't-terhîb.



vâidinden derlemiş ve Münzirfnin et-Ter-



ğib ve't-terhîb



adlı eserine zeyil olarak



kaleme almıştır. Ancak eseri tertip ederek temize çekmeye i m k â n b u l a m a d a n vefat etmiştir. Tuhfetü'l-habîb'i



daha



sonra oğlu temize çekerken çok hata yapmıştır (bk. B r o c k e l m a n n , II, 72). BIBLIYOGRAFYA: Bûsîrî A h m e d b. E b û Bekir,



Mişbâhu'z-zücâ-



ce (nşr. M û s â M u h a m m e d Ali — İzzet Ali Atıylnbâ'ü'l-ğumr,



ye), Kahire, ts., I-III; İbn Hacer,



VIII, 4 3 1 - 4 3 2 ; İbn Fehd Ö m e r b. M u h a m m e d ,



Mu ccemü'ş-şüyûh



(nşr. M u h a m m e d ez-Zâhî),



ed-Dau'ul-



Riyad 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. 55-56; Sehâvî,



lâmi',



I, 2 5 1 - 2 5 2 ;



Hüsnü'l-muhâda-



Süyûtî,



ra, I, 3 6 3 ; İ b n ü ' l - İ m â d , Şezerât, B r o c k e l m a n n , GAL 7 2 ; îzâhu'l-meknûn,



Suppi.,



VII, 2 3 3 - 2 3 4 ;



I, 6 1 8 - 6 1 9 ; II, 71-



I, 17, 2 4 5 ; Sezgin,



I, 1 4 8 ; k e h h â l e , Mu'cemul-mü'ellifîn, Ziriklî, el-A'lâm



(Fethullah), I, 104. S



F



GAS,



I, 1 7 5 ;



İSMAİL L .



ÇAKAN



BÛSÎRİ, M u h a m m e d b. Saîd ( ı - " e - *



cy.



n



)



Ebû Abdillâh Şerefüddîn Muhammed b. Saîd b. Hammâd b. Muhsin el-Bûsîrî (ö. 695/1296 [?]) Hz. Peygamber için yazdığı kasidelerle üne kavuşan şair. ^



1 Şevval 608'de (7 Mart 1212) Yukarı Mısır'da Behnesâ şehrine bağlı Behşim'de doğdu. Kaynaklara göre Berberî asıllı olup Fas'taki H a m m â d Kalesi'nde Habnunoğulları diye tanınan bir aileden gelmektedir (Safedî, III, 106). Nisbelerinden birinin Sanhâcî olması da onun aslen Mağribli olduğunu göstermektedir.



468



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛSÎRÎ, Muhammed b. Saîd Babası tarafından Bûsîrli olduğu için Bûsîrî, annesi tarafından da Delâslı olduğu için Delâsî nisbeleriyle anılmaktadır. Bazan da bu iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelen Delâsîrî nisbesini kullanır. Ailesiyle birlikte Delâs'a yerleşen BûsîrFnin gençlik yılları burada geçti. Tahsili hakkında ayrıntılı bilgi yoksa da geleneğe göre o da ilk öğrenimi sırasında Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş olmalıdır. Daha sonra Kahire'ye giderek Şeyh Abdüzzâhir Mescidi'ndeki derslere katıldı. Burada İslâmî ilimlerin yanı sıra dil ve edebiyat tahsil etti. Özellikle hadis ve siyerle meşgul oldu. Yahudi ve hıristiyanlara karşı yazdığı reddiyelerden onun Tevrat ve İndileri incelediği anlaşılmaktadır. Kendisine hisbe* teşkilâtında görev verilmek istendiyse de, "Ben çarşı pazar işlerinden anlamam" diyerek kabul etmedi. Bir müddet vezir Zeyneddin Ya'küb b. Zübeyr'in yanında çalıştı, fakat hâmisi bu görevden alınınca (1261) Bilbîs'e gitmek zorunda kaldı. Orada kendisine maliye işlerinde kâtiplik ve muhasiplik görevi verildi. 1265 yılında adliye teşkilâtında bazı değişiklikler yapan el-Melikü'z-Zâhir I. Baybars'a yazdığı bir kasideden onun bu tarihte Kahire'de bulunduğu, dolayısıyla Bilbîs'teki görevinin uzun sürmediği anlaşılmaktadır. Yine bu dönemde küçük yaştaki çocukların Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup ezberlemeleri için Kahire'de bir mektep (küttâb) açtığını, fakat beklediği ilgiyi göremediği için burayı kapatarak el-Mahalle şehrine gittiğini şiirlerinden anlamak mümkündür. Bûsîrî, dönemin valisi tarafından kendisine bağlanan aylığın hıristiyan memurlarca kasten geç ödendiğini, hatta bazan aylar geçtiği halde ödeme yapılmadığını şiirlerinde anlatır ve bu sebeple olanları acı bir şekilde hicveder. el-Mahalle'de bulunduğu sırada bacağının kırıldığı ve bundan sonra Sehâ'ya gittiği yine şiirlerinden anlaşılmaktadır. Her ne kadar Brockelmann (GAL, 1, 264-267) Bûsîrî'nin on yıl Kudüs'te yaşadığını, sonra Medine'ye, oradan da Mekke'ye giderek on üç yıl orada ikamet ettiğini ve bu süre zarfında Kur'ân-ı Kerîm öğretimiyle meşgul olduğunu söylüyorsa da klasik kaynaklarda bu bilgiler mevcut değildir. Bûsîrî'nin Şâzelî tarikatının kurucusu Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye intisap ettiği bilinmektedir. Nitekim şeyhin ölümü üzerine yerine geçen Ebü'l-Abbas Ahmed el-Mürsî'ye hitaben yazdığı 142 beyitiik "dâl" redifli bir mersiyede onun zama-



nın kutbu ve imamı olduğunu söyler. Hatta ünlü mutasavvıf İbn Atâullah elİskenderî ile birlikte şeyhin en gözde müridi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak İbn Atâullah ilâhî aşk temasını işlerken Bûsîrî Peygamber sevgisini terennüm ediyordu. Kısa boylu olan ve zayıf nahif bir bünyeye sahip bulunan Bûsîrî'nin hayatı sıkıntılar içinde geçmiştir. Gerek çocuklarının çok ve karısının hırçın oluşu, gerekse mesai arkadaşlarının yolsuzlukları onun için daima huzursuzluk kaynağı olmuştur. Hak söz konusu olunca son derece titizlik gösteren şair bu anlayışından ötürü uzun süre aynı işte kalamamıştır. Hayatının sonlarına doğru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdığı bir kaside sayesinde bu hastalıktan kurtulmuş ve uzunca bir ömürden sonra seksen küsur yaşlarında İskenderiye'de vefat etmiştir. Ölüm tarihi kaynaklarda farklı olarak yer almaktadır. Meselâ İbn Şâkir el-Kütübfye göre 696 (1296-97), Süyûtî'ye göre 695 (1295-96), Kâtib Çelebi'ye göre ise 694'tür (1294-95). Her ne kadar Makrîzî onun Kahire'deki Mansûrî Hastahanesi'nde öldüğünü, ayrıca Mağribli bir seyyah olan Ayyâşî de 1073'te (1662-63) Kahire'de İmam Şâfiî'nin kabrine yakın bir yerde Bûsîrî'nin mezarını ziyaret ettiğini söylüyorsa da bu doğru değildir. Çünkü onun kabri İskenderiye'de sahile yakın, kendi adıyla anılan caminin içindeki sağ maksûrededir. Herhalde adı geçen müellifler 598'de (1201) ölen Ebü'l-Kâsım Hibetullah b. Ali el-Ensârî el-Hazrecî elManastırî ile Bûsîrfyi birbirine karıştırmışlardır. Çünkü Hibetullah, el-Manastırî nisbesiyle anıldığı gibi el-Bûsîrî nisbesiyle de anılmaktadır. Eserleri. Bûsîrî'nin eserlerinin tamamına yakını manzum olup çoğu Hz. Pey-



gamber hakkında yazılan kasidelerden ibarettir. Şiirleri yapı ve üslûp bakımından son derece sağlam ve liriktir. Edebiyat tarihçileri, onun şiirlerinin çağdaşları olan Yahyâ b. Abdülazîm el-Cezzâr (ö. 679/1280) ile Ömer b. Muhammed el-Verrâk'ın (ö. 695/1296) şiirlerinden daha mükemmel olduğunu söylerler (bk.



Süyûtî, I, 273). 1. Kaşîdetü'J-bürde*. Samimi bir Peygamber âşığı olan Bûsîrî'yi şöhretin zirvesine ulaştıran şiiri, hayatının sonlarına doğru felçli olduğu bir sırada yazdığı rivayet edilen bu kasidedir. 160 beyitten ibaret olan ve bir çok defa basılan kasideye şair el-Kevûkibü'ddürriyye fî medhi hayri'l-beriyye adını verdiği halde sonradan Kasîdetü'lbürde olarak üne kavuşmuştur. 2. Dîvânü'l-Bûsîrî. Bûsîrî aslında şiirlerini bir divanda toplamış değildir. İslâmî edebiyatta onun Kasîdetü'l-bürde ile el-Kasîdetü'l-hemziyye'sin'm dışında kalan şiirlerine pek önem verilmediği anlaşılmaktadır. Dârü'l - kütübi' l - Mısriyye' de bulunan sonraki bir döneme ait divanın



iki nüshası (Edeb, nr. 2311; Teymûriyye, Şi'r, nr. 826) Bûsîrî'nin bütün şiirlerini ihtiva etmemektedir. Muhammed Seyyid Kîlânî divan üzerinde bir mastır tezi hazırlamış ve başka kaynaklardan bulabildiği şiirleri de ilâve ederek eseri ya-



yımlamıştır (Kahire 1374/ 1955). 3. el-Kasidetü'1-hemziyye* fî medhi'n-nebeviyye. Kasîdetü'l-bürde'den sonra şairin en meşhur eseri olan 455 beyitiik bu kasidenin diğer adı Ümmü'l-kurâ fî medhi hayri'l-vera'dır. Kaside gerek müstakil olarak gerekse şiir mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır. 4. Zuhrü'l-me câd fî vezni Bânet Su lâd. 204 beyitten oluşan bu kaside meşhur şair Kâ'b b. Züheyr'in "lâm" redifli kasidesine nazîre olarak yazılmıştır (bk. Dîvânü'l-Bûşîri, s. 172-185). S. el-Muhrec



469



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛSÎRÎ, Muhammed b. Saîd ve'1 -merdûd cale'n-naşârâ v e 1 -yehûd. Yahudilik ve Hıristiyanlığa reddiye olarak yazılan 284 beyitiik bu kasidede şair, şiirle ifade edilmesi güç olan meseleleri nesir halinde yazarak aralara serpiştirdiğinden bu eser nazım-nesir karışımı olup başarılı bir reddiye sayılmaktadır (bk. Dîuânü'l-Bûşîrî, s. 127-171). 6. el-Kaşîdetü'l-mudariyye fi'ş-şalûti calâ hayri'l-beriyye. Otuz dokuz beyitten ibaret olan bu kasideye hemen hemen bütün evrâd mecmualarında rastlamak mümkündür, (bk. Dîuânü'l-Bûşîrî, s. 224-226). 7, Takdîsü'l-Harem min tednîsi'd-darem.. Doksan sekiz beyitten oluşan bu kaside, 1256 yılında Medîne-i Münevvere'de çıkan ve Ravza-i Mutahhara ile Hücre-i Saâdet'in yanmasına sebep olan yangın dolayısıyla yazılmıştır. Şair bu kasidesini Ümmü'n-nâreyn künyesiyle de anmaktadır (bk. Dîuânü'l-Bûşîrî, s. 63-69). Bûsîrî'nin ayrıca el-Kaşîdetü'l-hamriyye, et-Tevessül bi'l-Kur'ân, el-Kaşîdetü'l-Yâ'iyye, el-Lâmiyye fî medhi'nnebeviyye, el-Lâmiyyetü'l-ûlâ adlı eserleri de vardır (bk. Brockelmann, GAL SuppL, I, 470-472). Bunlardan başka devlet büyüklerine yazdığı kasideleri ve o dönemde Mısır'daki sosyal ve ahlâkî hayatı eleştirdiği birçok şiiri bulunmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: Bûsîrî, Dîuânü'l-Bûşîrî



(nşr. M u h a m m e d Sey-



yid Kîlânî), Kahire 1 3 7 4 / 1 9 5 5 ; Safedî, el-Vâfî, III, 105-113; Kütübî, Fevâtüi-Vefeyât, 369; Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara,



III, 362-



I, 273, 570;



Keşfü'z-zunûn, II, 1331-1336; İbnü'l-İmâd, Şezerât V, 432; Kâmûsü'l-aİâm, II, 1389; Brockelmann, GAL, I, 264-267; SuppL, I, 468-472; Hediyyetul-'ârifîn, II, 138; Şevki Dayf, Târîhu'ledeb, VI, 361-365; M a h m u t Kaya, Şaraf al-dîn al-Bûşîrî ue al-Kauâkib al-durrîya fî medhi hayri'l-beriyya (Kasidat al-Burda) (lisans tezi, 1972), İÜ Ed.Fak., nr. 8946; a.mlf., " İ m â m Bûsîrî ve Kasîde-i Bürde", İslâmî Edebiyat, sy. 3, İstanbul 1988-89, s. 37-39; Mansûr Ali Receb, " E y y ü h ü m â el-Bürde", ME, XXII (1950), s. 548-551; M u h a m m e d Câdü'l-Bennâ, "el-Bûsîrî ve ş i ' r u ' n - n a k d i ' l - i c t i m â ' î " , a.e., XLIII/2 (1971), s. 153-157; Hasan Kürün, "el-Bürde ve n e h c ü ' l - b ü r d e fi'l-nûzân", a.e„ XLIV/5 (1972), s. 478-480; a.mlf., "el-Bûşîrî y ü ' â r i z ü K a ' b b. Z ü h e y r " , a.e„ XLVIII/3 (1976), s. 341-347; A h m e d Nassâr el-Kûsî, " e l - İ m â m u 1-Bûşîrî", a.e„ X L V I / 9 (1974), s. 973-977; Khurshid Rizvi, "The T o m b of al-Büşîri", HI, IV/1 (1981), s. 71-75; Ömer M u h a m m e d et-Tâlib, "Kaşîdetü B â n e t S u ' â d ve m u ' â r a z â t ü h â " , Âdâbü'r-râfidîn, XIII, Musul 1981, s. 183-220; Rene Basset, "Bûsîrî", İA, II, 822; a.mlf., "Bürde", a.e„ II, 837-838; a.mlf., "Burda", El 2 (İng.), I, 13141315; "al-Büşîri", El 2 SuppL (İng.), s. 158-159; Seyyid M u h a m m e d Yûsuf-ldâre, "el-Bûşîrî", UDMİ, VI, 51-53. ı—ı I®



MAHMUT KAYA



BUSRÂ ( ^-r-i )



Hz. Muhammed'in peygamber olmadan önce iki defa gittiği Suriye'deki tarihî şehir. Busrâ (Bozrah), Suriye'nin güneyinde Yermük nehrinin kaynağına yakın bir yerde Cebel-i Dürüz'ün (Cebel-i Arab) batı yamacında, denizden 850 m. yükseklikte verimli bir ovada kurulmuştur. Bugünkü Ürdün-Suriye sınırının 30 km. kadar kuzeyinde, bağlı bulunduğu Der'â'-



nm (eski adı Ezriât) 41 km. güneydoğusunda ve Şam'ın 141 km. güneyinde yer alır. Çeşitli kaynak, kitâbe ve paralarda adı Busrâ, Bostra, Bossora ve Bosora olarak geçmekte, Osmanlı Devleti zamanında ise İrak'ta aynı ismi taşıyan diğer bir yerleşim merkeziyle karıştırılmaması için Eski Şam veya Eski Şam Busrâ adıyla anıldığı görülmektedir. Şehrin ismine ilk defa III. Tutmosis'in (m.ö. 1504-1450) şehirler listesinde ve el-Amarna arşivinde (m.ö. XIV. yüzyıl) Buzruna şeklinde rastlanır. Bu isim, milâttan önce 175-135 yılları arasındaki olayları anlatan ve milâttan önce 100 yıllarında yazılmış olduğu kabul edilen I. Makkabîler kitabında da görülmektedir (5/26, 28). Bütün bölgeye hâkim olan coğrafî konumu dolayısıyla büyük bir stratejik önem e sahip olan şehir, Romalılar'ın önünde tutunamayan Nabatîler'in başşehirleri Petra'yı terketmeleri üzerine bu devletin merkezi oldu ve Roma hâkimiyetinden sonra da burada Nabatî dili konuşulmaya devam etti. Roma İmparatoru Trajanus'un emriyle Suriye Valisi Cornelius Palma tarafından 106 yılında Nabatîler'den alınarak Arabistan eyaletinin merkezi ve üçüncü Kyrene (Cyrenaica) lejyonunun karargâhı haline getirildi; ayrıca bazı eserlerin ilâvesiyle yeniden imar edilen şehre Nova Trajana Bostra adı verildi. İmparator Marcus Aurelius zamanında (161-180) surları bedevilere karşı tahkim edildi ve idarî yapısı ile halkına uygulanan vergi usullerinde ciddi değişiklikler yapılarak önemli bir ticaret merkezi olması sağlandı. O dönemde Busrâ panayırı Eyle-Petra yoluyla Kızıldeniz'den ve San'a-Necran-Tâif-Mek-



ke-Medine-Hicr-Tebük-Petra (veya Amman) yoluyla da Hint, Çin ve Yemen'den gelen malların satıldığı önemli bir pazar olmuştu ve Urfa, Antakya, Akdeniz sahilleri, Hîre ve Basra körfezine giden kervan-



lar buradan geçiyordu. Severus Alexander (222-235) şehrin statüsünü "colonia" seviyesine çıkarttı; daha sonra ise Busrâ'da doğan ve bu sebeple lakabı "Arap" olan Marcus Julius Philippus (244-249) şehre "metropolis" unvanını verdi ve burada adına para bastırdı. Büyük Constantinus zamanında (306-337) önce piskoposluk merkezi haline getirilen şehir daha sonra Antakya patrikliğine bağlanarak Arabistan başpiskoposluğunun merkezi yapıldı ve bölgede Hıristiyanlığın yayılmasında önemli bir rol oynadı. Busrâ ve diğer Arap topraklarının Roma İmparatorluğu'na ilhak edilmesinden sonraki birkaç asırlık döneme "Busrâ devri" denilmiştir. Suriye ve Havran bölgesi halkı, Nabatîler'in yıkıldığı ve Busrâ'nm Roma İmparatorluğu sınırları içine alındığı yılı "Busrâ takvimi" adı ile tarih başlangıcı yapmışlardır. 22 Mart 106 milâdî tarihinde başlayan bu takvim, Havran'da bulunan İmruülkays'ın mezar kitabesinde ölüm tarihi olarak kullanılmıştır. Kuruluşundan beri bazı yahudi topluluklarının da yaşadığı Arap şehri Busrâ'ya, Yemen'deki setlerin yıkılmasından sonra zaman zaman başka Arap kabileleri de gelip yerleşmişlerdir. Busrâ Gassânîler'in de merkezi olmuş, Gassânî emîrleri ve Bizans döneminde tayin edilen Arap asıllı valiler şehrin ünlü panayırından Bizans adına vergi toplamışlardır. Câhiliye devrinde Busrâ, Kur'ân-ı Kerîm'de temas edildiği gibi (bk. Kureyş 1 0 6 / 1 - 4 ) , kışın güneye, yazın kuzeye giden Kureyş kervanlarının çok sık ziyaret ettikleri Gazze, Eyle ve Ezriât gibi kuzey şehirlerinden biri idi. Bundan dolayı Kureyşli tâcirler burayı çok yakından tanırlardı. Nitekim bu devirdeki Arap şiirlerinde Dımaşk'tan çok Busrâ'nın zikredildiği görülmektedir. Hz. Muhammed bi'setten önce iki defa Busrâ'ya gitmiştir. Dokuz veya on iki yaşında iken amcası Ebû Tâlib ile gittiği ilk seyahat sırasında, Busrâ'da bir manastırda yaşayan rahip Bahîrâ onu görmüş ve kendisinin peygamber olacağını söylemiştir. İkinci seyahatini ise yirmi beş yaşında Hz. Hatice'nin kervanını yönetirken yapmıştır. Bu seyahati sırasında konakladığı yeri farkeden rahip Nestûrâ kendisi hakkında, "Bu ağacın altına peygamberden başkası inmedi" demiştir (İbn Sa'd, 1, 130). İbn Battûta, hacıların Dımaşk'tan ayrıldıktan sonra küçük bir şehir olan Busrâ'ya gittiklerini ve geride kalanların kafileye yetişebilmeleri için orada



470



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUSRÂ liya Çelebi Busrâ'nın 300 hâneli ve cami-



dört g ü n beklemelerinin â d e t o l d u ğ u n u



süren bir m u h a s a r a d a n sonra 13 (634)



belirttikten sonra, Hz. Peygamber'in Hz.



yılı başlarında barış yoluyla alınmıştır.



li m a m u r bir köy o l d u ğ u n u söyler. Ana-



Hatice adına ticaret için buraya geldi-



Emevîler z a m a n ı n d a



Dımaşk'ın



başşe-



dolu'da yaşayan bazı Türkmen aşiret-



ğinde devesinin ç ö k t ü ğ ü yere büyük bir



hir olmasıyla birlikte Busrâ'nın



önemi



leri kışı geçirmek üzere Busrâ'ya gelir-



cami yapılmış olduğunu ve Havran böl-



azalmaya başlamış ve bu d u r u m Abbâ-



ler ve baharda tekrar yerlerine dönerler-



gesi halkının camiyi ziyaret ettiğini ya-



sîler döneminde de devam etmiştir. Ebû



di. Busrâ'da, sahâbî Mikdâd b. Esved'in



zar. Câmiu Mebreki'n-nâka adlı bu ca-



Ganim idaresindeki Karmatfler, 906 yı-



soyundan gelen ve kendilerine Mikdâ-



minin inşa sebebi olarak, Suriye'ye (Şam)



lından sonra diğer Suriye şehirleri yanın-



diyye denilen büyük bir aile yaşıyordu.



gönderilen Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nüsha-



da Busrâ'yı da işgal ve tahrip etmişler-



Bu ailenin Osmanlı Devleti ve bilhassa II.



sını taşıyan devenin burada ç ö k t ü ğ ü ve



dir. 988 tarihinden itibaren Fâtımîler'in



A b d ü l h a m i d nezdindeki itibarı sebebiy-



nüshanın burada m u h a f a z a edildiği ri-



idaresine giren şehir, Selçuklu emirle-



le Hicaz demiryolu inşa edilirken Müzey-



vayeti de bulunmaktadır.



rinden Atsız b. Uvak tarafından 1071 yı-



rib - Busrâ arası tâli bir hat ile uzatıl-



Bizans ve Sâsânî imparatorlukları ara-



lında Selçuklu Devleti'ne bağlanmıştır.



mıştır.



sındaki büyük savaş (613 v e y a 614) Ez-



Haçlı seferleri sırasında önemli bir uç



Roma-Bizans döneminden kalma sur-



riât ile Busrâ'da vuku b u l m u ş ve Busrâ



merkezi haline gelen Busrâ kale ile tah-



lar, m ü s l ü m a n l a r tarafından kaleye çev-



bu savaşta tahrip edilmişti. Savaşın ne-



kim edilmiş ve şehre kuvvetli bir askerî



rilen tiyatro, hipodrom, halkın bâbü'l-



ticesi Mekke'deki müslümanlarla müş-



birlik yerleştirilmiştir. 1147 yılında Bus-



kandil dediği iki zafer takı, üç h a m a m ,



rikler arasında da tartışılmış ve R û m sû-



râ Emîri Altıntaş, Dımaşk Atabeği Muî-



bir saray, bir katedral, üç kilise, rahip



resinin ilk âyetleri bu sırada nâzil ol-



nüddin Üner'e kızıp şehri Kudüs Kralı III.



Bahîrâ'ya izâfe edilen bir bazilika, büyük



m u ş t u r . Bu sûrenin 3. âyetindeki "... en



Baudouin'e vermek istemiş ancak bu hı-



bir çarşı ve içinde deniz savaşı oyunları-



yakın bir yerde..." ibaresinin Busrâ ve



yanet gerçekleşmemiştir. Busrâ 1174'te



nın tertip edildiği çok büyük bir havuz



Ezriât'a işaret ettiği rivayet edilmektedir



Selâhaddîn-i Eyyûbînin idaresine geçti.



başta o l m a k üzere birçok tarihî yapı ve



(Taberî, Câmı Târih, I, 1007).



Selâhaddîn-i Eyyûbî Haçlılar'm hücum-



yapı kalıntısına sahip bulunan Busrâ İs-



larından daha iyi korunabilmesi için şeh-



lâm eserleri bakımından da çok zengin-



u'l-beyân,



XXI, 13; a.mlf.,



Hz. Peygamber, bazı devlet başkanlarını İslâmiyet'e davet için yazdırdığı mekt u p l a r d a n birini de Bizans İmparatoru Herakleios'a verilmek üzere Dihye b. Halîfe ile Busrâ valisine göndermiş ve ondan bu m e k t u b u kaysere ulaştırmasını istemişti; Busrâ valisi de m e k t u b u o sıralarda Hıms'ta bulunan



Herakleios'a



yollamıştı. Hz. Peygamber Busrâ emîrine de İslâmiyet'e davet için Hâris b. Umeyr ile ayrı bir m e k t u p göndermiş, ancak bu elçi Mûte'de ö l d ü r ü l m ü ş t ü . Kaynak-



ri t a h k i m ve ayrıca imar etti. Nitekim Kudüs Kralı IV. Baudouin 1182 yılında



dir. Emevîler z a m a n ı n d a 102 ( 7 2 0 - 2 1 ) yılında yapılmış olan ve Busrâ halkının



Havran ve Busrâ dolaylarını yakıp yık-



Câmiu'l-arûs dediği



mış, f a k a t Busrâ şehrine bir şey yapa-



g ü n ü m ü z e kadar ayakta kalabilen



m a m ı ş t ı r ; esasen şehir bir daha hıristi-



eski cami örneklerinden biridir. Cami bir-



yanların eline hiç düşmemiştir. Moğol-



kaç defa t a m i r edilmiş, bazı değişiklik-



el-CâmiuT-Ömerî, en



lar'ın Suriye'yi işgalleri sırasında diğer



lere u ğ r a m ı ş ve d o ğ u tarafına Eyyûbîler



kale ve şehirler gibi Busrâ da tahrip edil-



z a m a n ı n d a bir h a m a m yapılmıştır. Câ-



miştir. Ancak M e m l û k Sultanı Baybars



miu'1-Hızır diye bilinen diğer bir cami



Moğol işgalinden (1261) sonra şehri kur-



1133 yılında Emîr G ü m ü ş t e g i n tarafın-



tarmış ve imarı için buraya Mısır'dan us-



dan yaptırılmış olup bir dehlizle geçilen



talar göndermiştir.



dört köşe minaresinin büyük bir kısmı



lar, Hz. Peygamber'in Busrâ'ya gönder-



Busrâ Osmanlı Devleti'nin hâkimiyeti-



yıkıktır. Şehrin güney tarafında bulunan



diği elçinin öldürülmesini M û t e Savaşı'-



ne geçtiği sıralarda Havran bölgesinin



Câmiu Mebreki'n-nâka'ya bitişik olan bir



nm sebebi olarak kaydederler. Hicret-



merkezi değildi. Yavuz Sultan Selim Mü-



medrese



1136 yılında inşa



edilmiştir.



zeyrib'de bir kale yaptırdı ve bölgenin



Emîr Muînüddin Üner 1147'de Busrâ Ka-



Busrâ'ya gitmeye devam ettikleri bilin-



idarî merkezini oraya nakletti. Busrâ,



lesi'ne büyük bir burç yaptırmıştır. Haç-



mektedir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Resû-



Şam vilâyetine bağlı Havran livâsına da-



lılar'm saldırılarından korunmak için özel-



lullah'ın vefatından önce Bedir Gazvesi'-



hil birkaç yüz hânelik, Eski Şam adı ile



likle Eyyûbîler z a m a n ı n d a bu kaleye sur



ne iştirak e t m i ş olan iki sahâbî ile bir-



bilinen ve Şam beylerbeyine belli bir mik-



ve burçlarla bir sarnıç ve bir mescid ilâ-



likte ticaret için Busrâ'ya gitmiştir. Hz.



t a r vergi veren bir köy haline geldi. Ev-



ve edilmiştir. 1202 yılında Eyyûbî hüküm-



ten sonra da m ü s l ü m a n l a r ı n ticaret için



darı I. el-Melikü'l-Âdil tarafından bir iç



Peygamber'in hadislerinde bazı mesafelerin açıklanması için Busrâ'nın kul-



kaleye çevrilen Roma tiyatrosunu orta-



lanıldığına şahit olunmaktadır.



ya çıkarmak maksadıyla yapılan çalış-



Meselâ



malar sırasında bu ilâvelerin bir kısmı



cennetin kapısının genişliği dile getirilirken iki kanadının arasının Mekke ile



Tarihî Busrâ şehrinden bırgorunuş



yıkılmıştır. Çarşı ise varlığını XI. yüzyıla



Busrâ'nın arası kadar geniş olduğu (Bu-



kadar korumuştur. Aslı R o m a - Bizans



hârî, "Tefsîr", 17/5; Müslim, "îmân", 327)



eseri olan ve müslümanlarca tamir edile-



söylenmiş, kıyamet alâmetleri zikredi-



rek Birketü'l-hâc adı verilen 122 x 155 m.



lirken de Hicaz'da çıkacak bir ateşin Bus-



ebadında, 8 m . yüksekliğindeki t a ş t a n



râ'daki devenin boynunun



görülmesini



yapılmış sarnıç da g ü n ü m ü z e kadar ulaş-



V, 144; Buhârî, "Fi-



mıştır (Busrâ'daki İslâm eserlerinin inşa ve tamir tarihlerini gösteren kitâbeler için bk. Kervran v.dğr., s. 29).



sağlayacağı { M ü s n e d ,



ten", 24; M ü s l i m , "Fiten", 42) bildirilmiştir. Busrâ, Halife Hz. Ebû Bekir'in emri



Busrâ b u g ü n Suriye'nin önemli bir ta-



üzerine Hâlid b. Velîd tarafından kısa



hıl, sebze ve meyve merkezi olup buğ-



471



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUSRÂ day ve ü z ü m ü yanında hayvancılığı ile



hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak ki-



el-BUSTÂN



d e m e ş h u r d u r . Roma-Bizans ve İslâm devirlerinden kalan eski eserleri saye-



( ut-Jl )



sinde XIX. yüzyılın başından beri turis-



Abdullah b. Mîhâîl el-Bustânî'nin (ö. 1930) kaleme aldığı Arapça sözlük (bk. BUSTANÎ, Abdullah b. Mîhâîl).



tik bir yer haline gelmiştir. Bugünkü nüfusu 5000 civarındadır. Ayrıca B a ğ d a t yakınlarında Busrâ adı-



tabı taratan Hüseyin Nassâr, müellifin Butrus el-Bustânî'nin Muhîtü'l-Muhît'ini esas aldığı için el-Bustân'in gerek tertip gerekse muhteva bakımından ondan pek farkı olmadığını ifade etmek^



tedir (el-Mu'cemul-'Arabî, II, 726-727). XIX. yüzyılın ikinci yarısından g ü n ü m ü z e kadar yazılan birçok sözlükte olduğu



n



gibi Abdullah el-Bustânî de ZemahşerTnin Esâsü'l-belâğa'smdaki usule uya-



nı taşıyan bir de köy bulunmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: Müsned,



r



B U S T Â N İ , A b d u l l a h b. M î h â î l



I, 2 6 2 ; V, 144, 2 8 2 ; VI, 3 1 6 ; Buhâ-



rî, " B e d ' ü ' l - v a h y " , 6, " C i h â d " ,



( (jjt-JI J ^ l ^



I Ji « i l - l ^ )



102, "Tefsîr",



^



rak el-Bustân'da kelimeleri "hemze"den "yâ"ya kadar köklerinin birinci, ikinci, üçüncü harflerine göre sıralamış, tü-



Aslen Kuzey Lübnanlı M â r û n î bir aile-



revleri de bu köklerin altında toplamıştır. Her maddeyi kendi arasında fiil, isim



1 7 / 5 , " F i t e n " , 24, " A h b â r u 1 - â h â d " , 4 ; Müs-



(1854-1930)



lim, " î m â n " , 3 2 7 , " C i h â d " , 74, " F i t e n " , 4 2 ; İbn



Lübnanlı eğitimci ve sözlük yazarı.



H i ş â m , es-Sîre, I, 158, 165, 1 8 0 ; II, 59, 1 6 0 ; İbn Sa'd, et-Tabakât,



I, 102, 130, 153, 156, 2 5 9 ; II,



1 2 8 ; III, 2 1 4 - 2 1 5 ; IV, 2 5 1 , 3 4 3 ; VIII, 1 6 ; Ezdî,



Fütûhu'ş-Şâm



(nşr. A b d ü l m ü n ' i m Âmir), Kahire



1970, s. 81-82, 275-276; Halife b. Hayyât. Târih (Zekkâr), s. 1 0 3 ; Fesevî, el-Ma'rife



ve't-târîh,



3 6 5 , 3 7 9 ; III, 2 9 3 ; Belâzürî, Fütûh



(Müneccid),



I,



ye m e n s u p t u r . Bu aile Araplar arasında muhtelif sahalarda uyanışın ö n c ü l ü ğ ü n ü yapmıştır. Kültür seviyesi yüksek olan



Câmi'u'l-beyân,



aile mensupları özellikle eğitim, basın ve



XXI, 1 3 ; a.mlf., Târth ( d e Goeje), I, 1007, 1123-



edebiyat alanlarında görev almış, Arap



1125, 2 1 1 5 , 2 1 2 5 , 2 1 2 7 ; III, 2 2 5 6 - 2 2 5 7 ; Yâ-



diline büyük hizmetlerde bulunmuş, mo-



k ü t , Mu'cemul-büldân,



dern sözlükler ve ansiklopediler yayım-



s. 132, 134, 150, 1 7 9 ; Taberî,



Müşterik,



I, 4 4 1 - 4 4 2 ; a.mlf., el-



s. 57, 5 8 ; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,



I, 459,



4 6 3 ; II, 3 7 ; VII, 5 4 1 ; IX, 5 8 0 ; X , 3 7 6 , 4 0 7 ; XI,



lamışlardır.



4 1 6 , 5 2 9 ; XII, 9 7 , 161, 1 7 0 ; İbn Fazlullah el-



Abdullah b. Mîhâîl Beyrut'un Dibbiye



Ömerî, et-Ta'rîf, Kahire 1 3 1 2 / 1 8 9 4 , s. 177-178;



kasabasında doğdu. Butrus el-Bustânî'-



İbn B a t t û t a ,



Tuhfetü'n-nüzzâr,



Çelebi, Seyahatnâme,



Haremeyn,



I, 1 2 8 ;



Evliya



Mir'âtü'l-



IX, 5 6 8 , 5 7 7 ;



Memâlik-i



III, 2 3 4 - 2 3 6 ; Ali Cevâd,



nin Beyrut'ta k u r m u ş olduğu el-Medresetü'l-vataniyye'de Nâsîf el-Yâzîcî ve Yû-



İs-



suf el-Esîr gibi ünlü kişilerin yanında ye-



tanbul 1313-17, I, 178-179, 3 5 0 - 3 5 1 ; Hicaz De-



tişti. Bir süre İskender A m m û n ile Kıb-



miryolu



rıs'ta Cüheynetü



Osmâniyye'nin



Târih



Lâyihası,



ue Coğrâfiyâ



Lügati,



istanbul 1324, s. 20-21; Saîd



el-Efgânî, Esvâku'l-'Arab,



Dımaşk



1379/1960,



s. 24, 43, 113, 196, 2 1 2 , 2 2 1 , 2 7 4 , 3 4 5 , 3 6 4 , 3 7 2 ; M u s t a f a M u r a d e d - D e b b â ğ , Bilâdünâ



Fi-



'1-ahbâr adlı bir dergi



çıkardı. Osmanlı h ü k ü m e t i bu derginin ülkeye



girmesini yasaklayınca



dergiyi



listtn, A m m a n 1 3 8 4 - 9 6 / 1 9 6 5 - 7 6 , 1 / 1 , s. 634-



kapattılar. Daha sonra Beyrut'ta Medre-



6 3 5 , 648-649, 6 8 1 , 692-694, 7 0 2 ; 1 / 2 , s. 42,



setü'l-hikme ve el-Medresetü'l-bıtrîyer-



2 4 5 ; I I I / 2 , s. 4 5 6 , 4 7 5 , 4 7 7 ; N / 2 , s. 10-11,



kiyye'de Arapça öğretmenliği yaptı. Bu-



1 0 8 ; V I I / 2 , s. 6 3 0 ; I X / 2 , s. 2 5 8 ; Cevâd Ali, el-



rada etrafında şair, yazar ve ediplerden



Mufassal,



I, 5 1 ; II, 16, 65, 6 3 2 , 6 5 2 - 6 5 3 ; III, 8,



48-49, 57-60, 62-64, 69, 71, 189-191, 4 3 5 ; V,



seçkin bir g r u p topladı. el-Mecmau'l-



3 0 8 , 4 2 3 ; VII, 333, 4 9 4 - 4 9 5 ; VIII, 176, 376, 518-



ilmiyyü'l-Arabî bi-Dımaşk üyeliği ile el-



5 2 0 ; S. A. M o u g d a d , Bosra,



MecmauT-ilmiyyü'l-Lübnânî geçici baş-



D a m a s 1974, s. 5-



7 8 ; M . Kervran v.dğr., Index



repertoire



chronologique



Ceographique



d'epigraphie



du arabe,



kanlığında bulunan Abdullah el-Bustânî Beyrut'ta öldü.



Caire 1975, s. 2 9 ; A b d ü l k â d i r er-Reyhâvî, el-



lmâretü'l- cArabiyyetü'l-lslâmiyye



fî Sûriye,



Dı-



Eserleri. 1. el-Bustân. Abdullah el-Bus-



m a ş k 1 9 7 9 , s. 4 0 , 105-107, 143-144, 1 9 9 ; Ra-



tânî, kendisini şöhrete kavuşturan



m a z a n Ş e ş e n , Salâhaddîn



Arapça sözlüğün m u k a d d i m e s i n i yaza-



Devleti,



Devrinde



Eyyûbîler



İstanbul 1983, s. 43, 73, 106, 211, 2 6 2 ;



C o ş k u n A l p t e k i n , Dimaşk



Atabegliği,



madan



öldüğü



için eserin



bu



kaynakları



İstanbul



1985, s. 21-22, 30-31, 135, 150, 153, 156, 1 7 9 ;



ve sıfat şeklinde düzenlemiş, sırasıyla önce mücerred fiilin mâzi, muzâri ve masdarlarmı, sonra mezîd fiillerin, d a h a sonra da aynı kökten türeyen isimlerle sıfatların yine mücerredden mezîde doğru g i t m e k suretiyle m â n a ve kullanışlarını vermiştir. el-Bustân t e k n i k terimleri ve şekil değişikliğine u ğ r a m a d a n Arapça'ya giren kelimelerle (dahîl) sonradan türetilen kelimeleri de (müvelled) ihtiva etmektedir. Eserde lakap haline gelmiş bazı özel isimlere de yer verilmektedir. Anistas el-Kermilî el-Bustân'm müellifini, eserinde yanlış nakillerde bulunduğunu, yanlış mânalar verdiğini, eksik ve anlaşılmaz tarifler yaptığını, kelimeleri yanlış kullandığını ve vezinleri yanlış olarak tesbit ettiğini ileri sürerek sert bir dille tenkit etmiştir (MMİADm., X I , 2 2 6 - 2 3 6 ) . Bustânî'nin talebesi olan Hûrî Butrus el-Bustânî esere, hocasının d ü ş ü n d ü ğ ü şekilde, diller ve Arapça'nın özellikleriyle Arapça sözlükler hakkında elli yedi sayfalık bir m u k a d d i m e yazmıştır. Büyük boy 2784 sayfadan ibaret olan



el-Bustân'm 1. cildi müellif hayatta iken (1927), II. cildi onun ö l ü m ü n d e n sonra Beyrut'ta (1930) yayımlanmıştır. 2. Fâkihetü'l-Bustân. el-Bustân'm müellif tarafından yapılan muhtasarıdır (Beyrut 1930). 3. Hitâb fi't-târîhi'l- câm. Şâkir Avn'ın yardımıyla Fransızca'dan Arapça'ya t e r c ü m e ettiği u m u m i tarihe dair bir



II, 73, 198-



eserdir (Beyrut 1882). 4. Kitâbü'n-Nahv.



199, 2 8 1 , 3 6 4 ; J . S a u v a g e t , "Les i n s c r i p t i o n s



C e r m â n û s Ferhâd'ın sarf ve nahve dair



Runciman,



Haçlı



Seferleri



Tarihi,



a r a b e s d e l a m o s c p ı e e d e B o s r a " , Syria,



XXII,



Bahşü'l-metâlib adlı eserinin II. cildinin birtakım ilâvelerle neşridir ( B e a b d â 1900).



Paris 1 9 4 1 , s. 53-65; Fr. Buhl. " B u s r â " , İA, 11, 8 2 2 - 8 2 3 ; A. Abel. " B o ş r â " , El 2



(Fr.), I, 1314-



1 3 1 6 ; V. R. Gold, " B o z r a h " , IDB,



I, 4 5 9 - 4 6 0 ;



Abdullah el-Bustânî ayrıca Batalyev-



M . A v i - Y o n a h , " B o z r a h " , EJd., IV, 1 2 8 4 - 1 2 8 6 .



sî'nin el-lktidâb fî şerhi Edebi'l-küttâb'ıra neşretmiş (Beyrut 1901), Fransız S



r



MUSTAFA FAYDA



BUSTÂN (bk. BOSTÂN).



Abdullah b. Mîhâîl el-Bustânî



tiyatrosundan etkilenerek beşi m a n z u m o l m a k üzere dokuz tiyatro eseri yazmıştır. La Fontaine'in masallarını m a n z u m olarak Arapça'ya çevirmesi, ayrıca Antere b. Şeddâd'ın m u a l l a k a ' s ı n ı taştir et-



472



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUSTÂNÎ, Butrus b. Bûlus mesi onun şiir sanatındaki kudretini göstermektedir. Bustânî ile Anistas el-Kermil! arasında basında birtakım edebî münazaralar da olmuş, Kermilî Abdülkâdir el-Mağribî ile olan münazaralarını da katarak bunları Münâzara luğaviyye edebiyye beyne 'Abdillâh el-Bustûnî ve 'Abdilkâdir el-Mağribî adıyla kitap



halinde yayımlamıştır (Kahire 1355/1936). BİBLİYOGRAFYA: A b d u l l a h el-Bustânl, el-Bustân, 1, 5-6; Serkîs, Mu'cem,



Beyrut 1927,



I, 560-561, 5 7 0 ; Y û s u f



Esad Dağır, Meşâdirü'd-dirâsâti'l-edebiyye, rut



1956, II,



muellifîn,



Bey-



Mu'cemü'l-



193-195; K e h h â l e ,



VI, 148-149; M . el-Bustânî, es-Sel-



sebîl, C ü n y e 1968, s. 154-158; Hüseyin Nassâr, el-Mu'cemü'l-'Arabt



neş'etühû



ve



tetavvüruh,



Kahire 1968, II, 726-727; G. Avvâd,



Mu'cemü'l-



mü yelliftnei-'Irâkıyyın, Ziriklî, el-A'lâm



B a ğ d a d 1969, I, 1 5 4 ;



(Fethullah), IV, 1 4 1 ; Â r i f en-



Nekedî, " e l - B u s t â n " ,



MMİADm.,



XI (1931), s.



183-187; el-Eb A n i s t a s M a r i el-Kermilî,



"el-



B u s t â n f i ' l - n ü z â n " , a.e., s. 226-236; J . Abdelc Nour, " a l - B u s t â n ı , Abd A l l a h a l - B u s t â n l " , El 2 S u p p U F r . ) , s. 159.



F



G



ş A K j R ERGIN



BUSTÂNÎ, Butrus b. B û l u s



n



{ (yt-^'LTÎJİ OiıJ-yk* )



(ö. 1883) Lübnanlı eğitimci, dil âlimi ve ansiklopedi yazarı.



j



1819'da Beyrut'un Dibbiye kasabasında doğdu. Mârûnî bir aileye mensuptur. İlk tahsilini köyünde yaptı. Orta ve yüksek öğrenimini Aynivereka'da tamamladı. Yüksek öğrenimi sırasında Arap edebiyatı yanında Süryânîce, Latince, İtalyanca okudu; felsefe ve ilâhiyatla ilgilendi. İngilizce'yi ise kendi gayretiyle öğrendi. Mezun olduğu yüksek okula öğretmen tayin edildi. Daha sonra Beyrut'a gitti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrâhim Paşa'yı Suriye'den çıkarmak için Beyrut ve yöresini işgal eden İngilizler'in yanında tercüman olarak çalıştı. Bu görev onun hayatında bir d ö n ü m noktası teşkil etti. Çünkü bu sırada İngilizler vasıtasıyla tanıştığı Amerikan misyonerleriyle dost oldu ve sonunda Protestan mezhebine girdi. Amerikalı misyonerlerle çalışan Dr. Cornelius Van Dyck'ın Beyrut yakınlarında Abeyh'te açtığı okulda (1846) iki yıl öğretmenlik yaptı. 1848'de Beyrut'a dönerek 1862'ye kadar Amerikan konsolosluğunda tercüman olarak çalıştı. Bir taraftan da Dr. Ely Smith'in başlattığı Kitâb-ı Mukaddes'in Arapça'ya tercümesiyle meşgul oldu. Bu maksatla Yunanca ve İbrânîce'yi öğrendi. 1863'te Beyrut'ta Medresetü'l-vataniyye adıyla bir yüksek okul kurdu. Onun verimli ese-



ri sayılan bu okulda başta kendisi ve oğlu Selîm el-Bustânî olmak üzere tanınmış öğretmenler ders verdi. Bu faaliyetleri yanında oğlu Selîm'in yardımıyla ilk gayri resmî Arapça gazete olan Neftu Sûriye (1860) ile el-Cinân (1870) dergisini, ayrıca el-Cenne (1870) ve el-Cüneyne (1871) adlı gazeteleri çıkardı. Bunlarda ülkenin çeşitli sosyal, kültürel ve eğitim konuları ile ilgili makaleler yazdı. Halkı ve aydınları birliğe, beraberliğe, hoşgörü sahibi olmaya, eğitim ve öğretime ve ilmî konulara önem vermeye çağırdı. Yurt içinde ve yurt dışında birçok ilmî kuruluşun ve hayır müessesesinin üyesi olan Butrus el-Bustânî, ülkenin millî, kültürel ve ahlâkî problemlerini isabetli bir şekilde değerlendiren eğitimci bir yazardır. Bu sebeple "el-muallim" lakabı ile tanınmıştır. Butrus el-Bustânî bir kalp krizi sonucu 1 Mayıs 1883'te Beyrut'ta öldü. Eserleri. 1. Dâ 'iretul-ma 'ârif. Arapça'da modern usullerle kaleme alınan ilk ansiklopedidir. Sekiz sayfalık mukaddimesinde ansiklopedinin mahiyeti, muhtevası, kaynakları ve kullanılış tarzı hakkında bilgi vermektedir. Eseri hazırlarken Hidiv İsmâil Paşa'nın kendisine hediye ettiği nâdir eserler ihtiva eden geniş kütüphane başta olmak üzere Batı dillerindeki yeni ansiklopedilerden, eski ve yeni Arapça ve Batı dillerindeki eserlerden, ilmine güvendiği muhtelif şahıslardan faydalanmıştır. 1876'da yayımına başlanan eserin ilk cildini o sırada tahta çıkmış bulunan V. Murad'a ithaf etmiş, ilk altı cildini oğlu Selîm elBustânî'nin yardımıyla çıkarmış (18761882), VII. cildi tamamlayamadan ölmüştür. Eserin VII ve VIII. ciltlerini oğlu tamamlayarak yayımlamış (1883-1884), IX, X ve XI. ciltleri ise akrabalarından olan Emîn el-Bustânî ile Osmanlı Devleti Âyan Meclisi üyesi, ziraat ve ticaret nâzın Süleyman el-Bustânî yayımlamışlardır (1887-



1900). Eser bu şekilde ancak "Osmaniye" maddesine kadar gelebilmiştir. Zamanına göre önemli bir ansiklopedi olan Dâ "iretüi-ma 'ârifte genel kültür ve Arap-İslâm kültürü dışındaki maddelerin çoğunun Amerikalı misyonerler tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Arapİslâm kültürü ve medeniyetini ilgilendiren maddeler ise çeşitli kitaplardan özetlenerek alınmıştır. Büyük bir gayretin neticesi olan bu eserin bugün artık faz-



la bir değeri kalmamıştır (Ömer Ferruh, III, 300). Ayrıca eserin İslâmî konularda güvenilir bir kaynak olmadığı anlaşılmak-



tadır (bk. Enver el-Cündî, s. 267). 2. Muhîtû'l-Muhît*. FîrûzâbâdFnin el-Kâmûsü'l-muhît adlı sözlüğünü esas alarak yeni bazı terimler ilâvesiyle hazırladığı Arapça'daki bu ilk modern sözlük iki cilt



halinde yayımlanmıştır (Beyrut 1870). 3. Kutrü'l - Muhît (I-II, Beyrut 1867-1871). Muhîtü'l-Muhît'in muhtasarıdır. Başta Brockelmann olmak üzere (/A, II, 824 ; GAL SuppL, II, 768) bazı kaynaklar sözlüğün adını "deniz damlası" anlamında Katrü'l-muhît şeklinde yazıyorlarsa da müellifin mukaddimede belirttiği gibi doğrusu Kutrü'l-Muhît'tir. 4. el-Hey'etü'l-içtimâ 'iyye ve'l-mukâbele beyne'l- 'avâ 'idi'l-'Arabiyye ve'l-İfrenciyye (Beyrut 1864). Araplar'la Batı toplum u n u n sosyal ve kültürel açıdan mukayese ve kritiğini konu alan bir eserdir. S. Sîretü Es'ad eş-Şidyâk (Beyrut 1860). Ahmed Fâris eş-Şidyâk'ın kardeşi olan Es'ad eş-Şidyâk'ın Mârûnî mezhebinden Protestan mezhebine geçişi dolayısıyla Mârûnîler'in kendisine yaptığı işkenceleri, çeşitli hıristiyan mezhepleri arasındaki mezhep taassubunun sebep ve neticelerini ele alan önemli bir eserdir. 6. Mişbâhu't-tâlib fî Bahşi'l-metâlib (Beyrut 1854). Cermânûs Ferhâd'ın (ö. 1732) gramere dair Bahşü'l-metâlib adlı eserinin şerhi olup bunun kullanılışına dair bir de Miftâhu'l-Mişbâh'ı vardır (Beyrut 1868). Bu son çalışmanın baş tarafından bir bölümü Türkçe'ye tercüme edilmiştir ("Miftâhu'l-Misbâh", Mekteb,



1312 h./ 1310 r„ sy. XIX, s. 299-300, sy. XXIII, s. 449-451). Bunlardan başka Butrus el-Bustânî'nin kendi çıkardığı gazete ve dergilerde neşredilen makaleleri, bazı tercümeleri ve muhtelif konferansları kitap halinde



yayımlanmıştır (bk. Serkîs, 1, 558-559).



Butrus b. Bûlus el-Bustânî



Brockelmann er-Resâ *ilü'l-'aşriyye, Cevâhirü'l-edeb ve Üdebâ* ü'l-'Arab adlı kitapları yanlış olarak Butrus el-BustânFye nisbet etmektedir (GAL SuppL,



473



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUSTÂNÎ, Butrus b. Bûlus II, 768). İlk iki eser yine Butrus el-Bustânî diye tanınan Butrus b. Yûsuf el-Bus-



ta k u r d u ğ u el-Medresetü'l-vataniyye'de



leri Necîb ve Nesîb'le birlikte hazırlayıp



tamamladı. Okul çağında Arapça ve Sür-



yayımladığı gibi İlyâzetü



tânFye (ö. 1933; bk. Ziriklî, 11, 59; Kehhâ-



yânîce'yi, özel gayretiyle de Türkçe, İn-



ile



le, el-Müstedrek, s. 151), üçüncü eser Butrus b. Süleyman el-BustânFye (ö. 1969;



gilizce, Fransızca, Yunanca, Almanca, İtal-



de yine Mısır'da iken neşretti. II. Meşru-



yanca, Farsça, Rusça, Latince, İbrânîce



tiyet ilân edilince (1908) hemşehrileri ta-



m a t i k , kimya, hukuk, ziraat, ticaret ve



ve Terakkî Partisi adayı olarak Meclis-i



bk. Ziriklî, 11, 59; Kehhâle, el-Müstedrek, ve Sanskritçe'yi öğrendi. Ayrıca mates. 151) aittir. Y û s u f K. Hûrî, Butrus el-Bustânî'nin hayatı, eserleri ve el-Cinân



dergisiyle



c



lbre



ve zikrâ



Hûmîrûs



(1904)



(1908) adlı eserlerini



rafından Beyrut'a davet edilip



İttihat



sosyoloji ile de ilgilendi. Bir yandan öğ-



Meb'ûsan'a Beyrut'tan milletvekili seçil-



retmenlik yaptı, diğer yandan da el-Ci-



di ve meclisin ikinci başkanı oldu. 1910'-



ilgili olarak Beyrut Amerikan Üniversi-



nân dergisinde ve haftalık el-Cenne



ga-



da Âyan Meclisi'ne de üye seçilen Sü-



tesi'nde bir doktora tezi yapmış (1976)



zetesinde çalıştı. Bir süre de



el-Cüney-



leyman el-Bustânî bu sırada resmî görev-



ve bu çalışma çerçevesinde adı geçen



ne gazetesini yönetti. Aynı zamanda But-



lerle Avrupa devletleri nezdinde temas-



derginin indeksini hazırlamıştır.



rus el-BustânFnin Daiıetü'1-ma



BİBLİYOGRAFYA: Bustânî, DM, I, 1-8; VII, 589-608; Yûsuf Nû'm â n Ma'lûf, Hizânetul-eyyam ft terâcimi'T 'İzam, New York 1899, s. 152-153; C. Zeydan, Meşâhîrü'ş-şark, Kahire 1902, II, 24-31; a.mlf., Âdâb, II, 632-633; Şâkir el-Hûri, Mecma'u'lmeserrât, Beyrut 1908, s. 114-115; Philip Dî Tarrâzî, Târthuş-şahâfeti'l-'Arabiyye, Beyrut 1913, I, 89-92; Serkîs, Mu'cem, I, 557-559; Fuâd el-Bustânî, el-Mu'allim Butrus el-Bustânî, Beyrut 1929; Brockelmann, GAL, II, 495; Suppi, II, 767-768; a.mlf., "Bustânî", İA, II, 824; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 233; Kehhâle, Mu'cemü'lmü'ellifîn, IV, 48-49; a.mlf., el-Müstedrek, Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 5 , s. 151; Ömer Ferruh, el-Minhâc fi'l-edebi'l-'Arabî ue târihî, Beyrut 1959, III, 300-301; Ronart, CEAC, s."l05-106; Mîhâîl Savaya, el-Mu'allim Butrus el-Bustânî, Beyrut 1963; M. el-Bustânî, es-Selsebîl, Cünye 1968, s. 142-148; Hüseyin Nassâr, el-Mu'cemü'l'Arabî neş'etühû ve tetavvüruh, Kahire 1968, II, 711-716; Enîs el-Makdisî, el-FünÛnü'l-edebiyye ue a'tâmühâ, Beyrut 1980, s. 183-222; Sbcteenth Research Report 1975-1980 (haz. American University of Beirut), Beirut 1980, s. 73; Ma ca'l-Mektebe, s. 18; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), II, 58-59; A. Hourani, Arabic Thought in the Liberal age: 1798-1939, Cambridge 1984, s. 99-102; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mücez fi'l-edebi'l-'Arabî ve târîhih, Beyrut 1985, IV, 113-133; Enver el-Cündî, Tarih Boyunca Emperyalizmin Saldırılarına Karşı İslâm (trc. İbrahim Sarmış), İstanbul 1985, s. 267; John W. Jandora, "Butrus al-Bustânî, A r a b Consciousness and Arabic Revival", MW, LXXIV/2 (1984), s. 71-84; a.mlf., "al-Bustânî's D â ' i r â t al-Ma c ârif", a.e., LXXVI/2 (1986), s. 86-92; A. Hourani, "Bustâni's Encyclopaedia", Journal of Islamic Studies, I (1990), s. 111-119; TA, VIII, 477; J. Abdel-Nour, "al-Bustânî, Butrus b. Bûlus al-Bustânî", El 2 Suppi. (Fr.), s. 159-160.



F



B U S T Â N Î , S ü l e y m a n b. H a t t â r ( ^t^Jl



ârif'ine



larda bulundu, görüşmeler yaptı. 1913'-



maddeler yazdı. 1876'da Basra'ya gitti.



t e kurulan Said Halim Paşa kabinesin-



Oradan Bağdat'a geçti; burada ticaret



de Tarım, Ticaret, Ziraat, Orman ve Ma-



mahkemesi üyesi oldu. Basra ve Bağdat'-



den nezâretlerine getirildi. Ancak dış po-



ta bulunduğu sırada Arabistan'a uzun se-



litika konularında ve özellikle Osmanlı



yahatler yaptı. Bu seyahatlerinde bedevi-



Devleti'nin o sırada başlamış bulunan 1.



lerin örf ve âdetlerini yakından t a n ı m a



Dünya Savaşı'na girmesi hususunda İt-



fırsatı buldu. 1885'te Beyrut'a dönerek



tihatçılarla anlaşmazlığa düştü. 1914'-



Dâ' iretü'l-ma'ârifi



yönetmeye başladı



t e istifa ederek siyasî hayattan çekildi;



ve 1887'de IX. cildini yayımladı. Bu arada



gözlerinden tedavi o l m a k için İsviçre'ye



Dâ'iretü'l-ma cârif'in



Türkçe'ye yapıla-



gitti ve orada beş yıl kaldı (1914-1919).



cak tercümelerinin basım iznini a l m a k



Ancak tedavi olamadan Mısır'a d ö n d ü ;



için gittiği İstanbul'da üç ay kaldı. İzni



1924'e kadar Mısır'da kaldı. Lübnanlı



alıp eseri basmaya başladığı z a m a n Bey-



hemşehrilerinin



rut sansürünün çıkardığı güçlükler karşı-



için New York'a gitti; ancak burada iki



jj



tedavi



g ö z ü n ü de kaybedip münzevi bir hayat



gittiği



yaşadı ve 1925 Haziranı başlarında öl-



İran'da, daha sonra da B a ğ d a t ' t a ikişer



dü. Cenazesi Lübnan'a nakledilip doğ-



yıl kaldı. Bu vesile ile İran edebiyatını ya-



duğu köyde defnedildi. Hemşehrileri Bey-



kından inceleyip ö ğ r e n m e fırsatı buldu.



r u t ' t a Süleyman el-Bustânî için bir anıt



B a ğ d a t ' t a n İstanbul'a geçti. Chicago'da



yaptırmışlardır.



açılan bir serginin Türk şubesinin hüküm e t komiseri yanında görevli olarak Chicago'ya gönderildi (1893). Orada



Şikago



Sergisi adlı Türkçe bir gazete çıkararak yönetimini Ubeydullah Efendi'ye bıraktı ve İstanbul'a d ö n d ü . D ö n ü ş ü n d e Irak'ta sulama işlerine dair bir proje hazırlayıp Nâfia Nezâreti'ne sundu. Buradan Mısır'a geçti. Orada bir t a r a f t a n ticaretle meşgul olurken diğer taraftan edebî, fikrî ve ilmî faaliyetlerini sürdürdü.



tü'l-ma cârifin



Dâ'ire-



X ve XI. ciltlerini yeğen-



Eserleri. Süleyman el-BustânFnin gazete ve dergilerde çıkan makaleleriyle



Dâ'iretü'l-ma



' a r i f t e k i maddelerinden



başka basılmış başlıca eserleri şunlardır: l . İlyâzetü



Hûmîrûs.



Y u n a n şairi



Homeros'un ünlü İlyada'sının m a n z u m tercümesi olan bu eserin geniş bir araştırma mahsulü olan 200 sayfalık mukaddimesinde Homeros'un mitolojik bir şahsiyet değil tarihî bir şahsiyet o l d u ğ u n u ispata çalışır. Arap edebiyatı ile Y u n a n edebiyatını tarihî tekâmülleri



itibariy-



le mukayese eder. Değişik lehçelerinin bulunmasına r a ğ m e n yaşayan en uzun ömürlü dillerden biri olan Arapça'nın bunu Kur'an'a borçlu olduğunu belirtir. Eser 11.000 beyti aşkın m a n z u m tercümesi,



n



zengin dipnotlar ve indekslerle birlikte



)



Lübnanlı politikacı, gazeteci yazar.



üzerine



hate çıkarak Hindistan yoluyla



yayımlanmıştır (Kahire 1904). İlyada ter-



(1856-1925) ^



daveti



sında Mısır'a gitti. 1888'de yeniden seya-



A L I ŞAKİR ERGIN



E



z



cümesi o g ü n k ü Arap basınında b ü y ü k ^



yankılar uyandırmış, Necîb Mitrî eserle ilgili olarak basında çıkan yazılan Hediy-



yetü'l-İlyâze



Beyrut'un Dibbiye kasabası yakınlarındaki İbkiştîn'de (Bikiştin) doğdu. İlk öğrenimini burada, orta ve yüksek öğrenimini Butrus el-Bustânî'nin Beyrut'-



Süleyman b. Hattâr el-Bustânî



adıyla bir kitapta toplayıp



yayımlamıştır ( K a h i r e 1905). Atina İlimler Akademisi bu tercümeyi Yunanca'ya çevirip İlyada'nin aslı ile beraber neşret-



474



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛŞENCÎ, Ebü'l-Hasan miştir. 2. 'İbre



'Oşmâniyye



ve zikrâ



kable'd-düstûr



(ed-Devletulve



( j ^ d t - j *



Osmanlı bürokrasisini iyi bilen Süleyman el-Bustânî m e b u s seçilmeden önce ya-



(ö. 6 7 6 / 1 2 7 7 ) zühd, ahlâk ve â d â b ko-



)



nularını ihtivâ eden Bustânü'l-'ârifîn



L



el-Haccâc tarafından neşredilmiştir (1402 _l



[Dârü's-Sâbünî]).



letin medenî, siyasî, sosyal ve ekonomik



BİBLİYOGRAFYA:



d u r u m u n u anlatır. Özellikle din hürriye-



Tarikatların teşekkülünden önceki züh-



ti konusu üzerinde duran müellif hükü-



dî tasavvuf döneminde yazılmış olan eser



metin ihmali y ü z ü n d e n kaybolan mem-



genellikle fıkhî ve ahlâkî konuları ihtiva



leket servetinden her vesile ile bahse-



etmektedir.



der ve bu servetin işletilmesi için teklif-



halkın ve aydınların bilmesi gereken ko-



lerde bulunur. Arap milliyetçisi olmadı-



nuları bir araya getirdiğini, bu bilgileri



Müellif eserin



önsözünde



ğı için devletin selâmetini hıristiyanlarla



birçok kitaptan derlediğini, delile muh-



m ü s l ü m a n l a r a eşit haklar verilmesinde



taç olan meseleleri Kitap, Sünnet ve ule-



ve devlet dili olarak Türkçe'nin



m â n ı n fikirlerine dayanarak açıkladığını



bütün



Osmanlı ülkesinde mecburi dil olmasın-



belirtmektedir.



da görür. Süleyman el-Bustânî bu dü-



Kâtib Çelebi'nin 150 b ö l ü m o l d u ğ u n u belirttiği ( Keşfü'z-zunûn, I, 243), ancak m a t b u nüshalarında 159 b ö l ü m olduğu görülen eserin ilk on yedi b ö l ü m ü eğit i m ve öğretimle fetva, hadis rivayeti, vaaz, m ü n a z a r a ve kadılık gibi konulara dairdir. Sonraki dört b ö l ü m tefsirle ilgili konulardan oluşur. Daha sonra ise şiir ve rüyanın şer'î hükümleri, giyim, yeme içme ve uyku âdâbı, alışveriş, evlenme, çalışma ve ibadet gibi fıkhî ve ahlâkî konularla g ü n l ü k hayatın çeşitli meselelerine dair görüşler yer almaktadır. Müellif her b ö l ü m d e önce konu ile ilgili fıkhî h ü k m ü belirtmekte, sonra bu hükümlerin Kur'an ve S ü n n e t t e k i delillerini göstererek sahâbe, tâbiîn ve âlimlerin görüşlerine yer vermektedir-, fıkhî meselelerin ç ö z ü m ü n d e ise Hanefî fıkhını esas almaktadır. Semerkandî'nin Tenbîhü'lğâfiiîn adlı eseri gibi Bustânü'l-'ârifîn de daha çok vaaz ve nasihat üslûbuyla yazılmış olup tasavvuf ve tarikat muhi-



şüncelerini daha sonraki siyasî hayatında da değiştirmemiş, nâzırlığı sırasında imparatorluğun I. Dünya Savaşı'na girmesine karşı çıkmış, savaşa girildiği takdirde imparatorluğun dağılacağını, bunun da bölge halkları için felâket olacağını ısrarla belirtmiştir-, sonra da böyle bir vebali yüklenemeyeceğini ifade ederek nâzırlıktan istifa etmiştir. 3. el-îhti-



zâlü'l-'Arabi tü'l-ma'ârif"\n



ve'l-istinoğrafya.



Dâ*ire-



IX. cildinde yayımlanan



(s. 497-501) "Stenografya" maddesini beğenen Hidiv Tevfik Paşa stenonun Mısır okullarında Arapça'ya uygulanmasını istemiş, Bustânî de konuyu daha ayrıntılı şekilde ele alarak bir risâle halinde ya-



yımlamıştır (1920). Arapça m a n z u m İlyada tercümesiyle tedavi için gittiği İsviçre'de yazdığı "edDâ 3 " ve "eş-Şifâ 3 " adlı iki kasidesi Bustânî'nin iyi bir şair olduğunu göstermektedir. Ancak başka şiiri b u l u n d u ğ u bilinmemektedir. Dört cilt kadar olan Arap tarihine dair eseriyle hâtıraları ve seyah a t notları ise henüz basılmamıştır.



tinden ziyade medrese ve vaaz çevrelerinde okunagelmiştir. Müellif, burada naklettiği bazı mevzû hadisler sebebiy-



S



A L İ ŞAKİR E R G İ N



Ebü'l-Leys es-Semerkandî, Bustânü'l-'ârifîn (Tenbîhü'l-ğâfilîn içinde). Kahire 1319; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ', XVI, 322-323; Keşfü'z-zunün, I, 243; Leknevî, el-Feuâ' idü'l-behiyye, s. 220; Serkîs, Mu'cem, I, 1045; Brockelmann, GAL, I, 211, 501; Suppl., I, 348; Ziriklî, el-A'lâm, VIII, 348-349; Kehhâle, Mu'cemul-mü'ellifîn, XIII, 91; Sezgin, GAS, I, 449; J. Schacht, "Abu'l2 Layth al-Samarkandı", £7 (tng.), I, 137. S



F



L



r



HASAN KÂMİL YILMAZ



BUŞATLI MUSTAFA PAŞA



~



(bk. MUSTAFA PAŞA, Buşatlı).



^



BÛŞENCÎ, Ebü'l-Hasan



n



(



)



Ebü'l-Hasen Alî b. Ahmed (ö. 348/959) Fütüvvet hareketinin ilk temsilcilerinden Horasanlı sûfî.



Herat yakınlarındaki Bûşenc'de doğdu. Gençlik d ö n e m i n d e Ebû Osman enNîşâbûrî'nin sohbetinde b u l u n d u k t a n sonra memleketinden ayrılarak Irak'a gitti. Burada İbn Atâ ve Cerîrî gibi tanınmış sûfîlerden istifade etti. Meşhur sûf î Şiblî ile bazı tasavvufî konuları tartıştı. Daha sonra gittiği Dımaşk'ta Ebû A m r ed-Dımaşkî ve Tâhir el-Makdisî'nin sohbetlerine katıldı. Uzun süre ayrı kaldığı memleketine dönünce zındıklıkla suçlandı ve bu yüzden Nîşâbur'a gitmek zorunda kaldı. Burada bir zâviye kurarak ölüm ü n e kadar t a m bir inziva hayatı yaşadı.



le hadisçiler tarafından tenkit edilmiştir Tevhid ilmine ve tasavvufî hayata dair çağdaşı diğer mutasavvıflardan daha



(bk. Zehebî, XVI, 323).



BİBLİYOGRAFYA: Philip Dî Tarrâzî, Târihu's-sahâfeti'i-'Arabiyye, Beyrut 1913, II, 159-168; Serkîs, Mu'cem, I, 560; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'ellifîrı, IV, 260; a.mlf.. el-Müstedrek, Beyrut 1406/1985, s. 279280; Butrus el-Bustânî, Cldebâ' ul-'Arab, Beyrut 1979, III, 450-462; C. Gureyyib, Süleyman el-Bustânî fî mukaddimeti'Tİlyâze, Beyrut 1979; M u h a m m e d Kürd Ali, el-Mu'âşırün (nşr. Muh a m m e d el-Mısrî), Dımaşk 1401/1980, s. 235240; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), III, 124; Hannâ el-Fâhûrî, el-Mûcez fi'l-edebii-'Arabî ue târihih, Beyrut 1985, IV, 192-225; TA, II, 477478; C. Brockelmann, "Bustânî", İA, II, 824825; J. Abdel-Nour, "al-Bustâni, S ü l e y m a n b. Khattâr el-Bustânî", El 2 Suppl. (Fr.), s. 161-



ad-



lı bir eseri vardır. Bu eser M u h a m m e d



Ebü'l-Leys es-Semerkandî'nin (ö. 373/983) ibadet, zühd ve ahlâka dair eseri.



zıp yayımladığı ( K a h i r e 1908) bu kitapta II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında dev-



Meşhur muhaddis İmam Nevevînin de



BUSTÂNÜ'l-ÂRİFÎN



ba'dehû).



Bustânü'l-'ârifîn'm



İstanbul kütüp-



hanelerinde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır. Bunların içinde en eskisi, 557'de (1162) istinsah edilmiş olan Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki (Ayasofya,



nr. 0.1686) nüshadır (diğer yazma nüshaları için bk. Sezgin, I, 449). Eser müstakil olarak (Kalküta 1868; İstanbul 1286, 1289, 1296; Bulak 1289) ve Tenbîhü'l-ğâfilîn ile birlikte birçok defa basılmıştır (Kal-



küta 1869; Kahire 1303, 1306, 1309, 1315, 1319; Bombay 1304; Beyrut 1403/1983; Dımaşk 1405/1985). Her iki eser bir arada Abdülkadİr Akçiçek tarafından Türkçe'ye t e r c ü m e edilmiştir (İstanbul 1977).



geniş bilgiye sahip olduğu bildirilen Bûşencî'nin f ü t ü v v e t * ve tecrit* konularında takip ettiği yol hakkında bazı menkıbeler rivayet edilir. Bûşencî fütüvveti "hak h u k u k gözetmek, sürekli murakabe halinde b u l u n m a k , içte olmayan bir şeyi dışta göstermemek" diye tarif eder. İnsanın yalnız iken de haram olan bir şeyi y a p m a m a s ı ve içi ile dışının bir olması ise mürüvvettir. Tevhid Allah'ı, O'nun kendisini bize tanıttığı gibi tanımak, sonra da O ' n d a n başkasına ihtiyaç duymamaktır. Tövbe de işlenen g ü n a h hatırlandığında ondan haz a l m a m a k t ı r ( H ü c vîrî, s. 385). Fütüvvet ve m e l â m e t ehlinin



475



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÛŞENCÎ, Ebü'l-Hasan esas temayüllerine sahip olan Bûşencî insana en büyük belânın



kendisinden



geldiğini, insan için hayrın ârızî, şerrin aslî sıfat olduğunu söyler. Ona göre içi dışından iyi olan velî, içi dışı aynı olan âlim, içi dışından kötü olan cahildir. Tasavvufu "hürriyet, fütüvvet ve cömertlikte samimiyet, ahlâkta kibarlık" diye tarif eden Bûşencî samimiyetsiz mutasavvıflardan yakınan ilk sûfîlerdendir. Onun, "Bugün tasavvufun ismi var, hakikati yoktur; oysa eskiden hakikati vardı ama ismi yoktu" sözü çok meşhurdur. Bûşencî sünneti, "Şeceretürrıdvân'daki biat ve buna uygun düşen söz ve işlerdir" şeklinde tarif eder. BİBLİYOGRAFYA: Sülemî, Tabakât, s. 458-461; Ebû Nuaym, Hilye, X, 379-380; Kuşeyrî, er-Risâle, I, 183; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (Jukovski), s. 385; Herevî, Tabakât, s. 497; Sem'ânî, el-Ensâb, 11, 332; IX, 346; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, VI, 391; Attâr, Tezkiretü'l-euliyâ* (nşr. Reynold A. Nicholson), Leiden 1907, II, 89; Yâküt, Mu'cemulbüldân, I, 508; Sübkî, Tabakât, III, 344; İbnü'lMülakkın, TabakâtüT-evliyâ*, s. 252-255; İbn Tağrîberdî. en-Nüeûmü'z-zâhire, III, 320; Câmî, Nefehât, s. 225-226; Şa'rânî, et-Tabakât, I, 103; Guy Strange, Büldânu l-hilâfeti'ş-şarkıyye (trc. Beşîr Fransis — Georges Avvâd), Beyrut 1405/ 1985, s. 453-454; W. Barthold - B. Spuler, "Büshandj", £/ 2 (lng.), I, 1342-1343. S



F



OSMAN TÜRER



B Û Ş E N C Î , M u h a m m e d b. İ b r â h i m ^ (



Rivayet ettiği hadisleri ezbere bilmesiyle de tanınan Bûşencî'nin hadislerdeki nâdir (garîb) kelimeleri ve anlaşılması güç yerleri açıklamakta büyük mahareti vardı. Geniş bir fıkıh kültürüne sahipti. Maddî bakımdan hayli cömert olmakla beraber ilmini esirger, her müracaat edeni talebeliğe kabul etmezdi. Devrindeki âlimlerin takdirini kazanmış sika* bir muhaddis olan Bûşencî'nin rivayetleri güvenilir hadis kaynaklarında mevcuttur. Her ne kadar onun bazı eserleri telif ettiği söylenirse de fıkha dair olduğu anlaşılan Kitâbü'l-Metâ'im (bk. A b b â d î , s. 47) adlı eserinden başka hiçbir kitabına kaynaklarda rastlanmaz. Tabakâtü'l-Hanâbile'Ğe Bûşencî'nin Hanbelî olduğu kaydedilmekle beraber Zehebî ve Safedî onun Mâlikî olduğunu söylemekte, İbn Hacer ise Şafiîliğinin şüphe götürmediğini ifade etmektedir. Bûşencî Nîşâbur'da vefat etmiş, cenaze namazını talebesi meşhur muhaddis İbn Huzeyme kıldırmıştır. BİBLİYOGRAFYA:



Crt ****** )



Ebû Abdillâh Muhammed b. Ibrâhîm b. Saîd el-Bûşencî (ö. 291/904) L



ta, bir süre de Buhara'da hadis okuttu. Kendisinden hadis rivayet edenlerden Muhammed b. İshak es-Sâgânî, İbn Huzeyme, Büştî, Da'lec b. Ahmed, Ebü'lAbbas ed-Degülî, İsmâil b. Nüceyd zikredilebilir. Yaşça büyük, hadis ilminde de ondan daha üstün olan Buhârî el-Câmi'u'ş-sahih'inde BûşencFden bir hadis rivayet etmiştir ("Tefsîr", 5 / 1 6 5 ) .



Muhaddis, fıkıh ve lügat âlimi. J



204 (819) yılında doğdu. İlk tahsiline Herat yakınlarındaki Bûşenc kasabasında Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyerek başladı. Daha sonra hadis öğrenmek için Küfe, Bağdat, Basra, Dımaşk, Hicaz ve Mısır'da yıllarca kalarak zamanının ileri gelen âlimlerinden hadis ve fıkıh okudu. Ahmed b. Hanbel, Yahyâ b. Bükeyr, Müsedded b. Müserhed, İsmâil b. Ebû Üveys, Saîd b. Mansûr gibi âlimlerden rivayette bulundu. Dâvûd ez-Zâhirî Bûşencî'yi tanıdığı zaman son derece takdir etmiş ve yanındaki öğrencilerine onu kendisinden istifade edilen, fakat kendisi kimseden faydalanma ihtiyacında olmayan bir âlim diye takdim etmiştir. Tahsilini tamamladıktan sonra yurduna dönen Bûşencî, Horasan'ın en önemli ilim merkezleri olan Nîşâbur, Merv ve Semerkant'-



Buhârî, "Tefsîr", 5 / 1 6 5 ; el-Cerh ue't-ta'dtt, VII, 187; İbn Hibbân, eş-Şikât, IX, 152; Abbâdî, Fukahâ'ü'ş-Şâfi ciyye, s. 47-49; Tabakâtü'lHanâbile, I, 264; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, VI, 48; Zehebî, Tezkiretul-huffâz, II, 657; a.mlf., A'lâmun-nübelâXIII, 581-589; Safedî, elVâfî, I, 342; Sübkî, Tabakât, II, 189-207; İbn Hacer, Tehztbü't-Tehztb, IX, 8-10; Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb, s. 324; İbnü'l-İmâd, Şezerât, II, 205; M u h a m m e d Hasan Heyto, el-Ictihâd ue tabakâtü müctehidi'ş-Şâfi'iyye, Beyrut 1409/ 1988, s. 122-123. ı—ı İmi



F



UĞUR



BUTLÂN



(



^



MÜCTEBA



n



)



Bir ibadetin veya hukukî işlemin temeldeki bir eksiklik veya bozukluk sebebiyle hükümsüz olması mânasında kullanılan fıkıh terimi.



Butlan sözlükte "boşa gitme, heder ve hebâ olma" anlamına gelir. A'râf sûresinde ( 7 / 1 1 8 ) fiil olarak bu anlamında kullanıldığı gibi birçok hadiste hem söz-



lük hem de terim anlamında kullanıldığı görülür (bk. Wensinck, Mu'cem, "bü" md.). Hükümsüz ibadet ve hukukî işlem e bâtıl denir. İslâm hukuk literatüründe hukukî işlemler geçerlilik bakımından ikiye ayrılır: Hukuken geçerli olanlar ve olmayanlar. Hanefîler dışındaki fıkıhçılar geçerli olmayan işlemleri bâtıl adı altında tek bir sınıfta değerlendirirken Hanefîler geçerli olmayan işlemleri bâtıl ve fâsit diye tekrar ikiye ayırmakta ve bu ayırıma birtakım farklı sonuçlar bağlamaktadırlar. Bir hukukî işlemin geçerli sayılabilmesi için bazı rükün, şart ve vasıfların mevcut olması gerekir. Bunlardaki bir eksiklik, Hanefî mezhebinde bu eksikliğin türüne göre farklı hukukî sonuçlar doğurur. Buna göre rükün veya in'ikad şartlarındaki eksiklik hukukî işlemin butlânını, sadece vasıflardaki eksiklik ise fesadını gerektirir. Bu anlamı ifade etm e k üzere Mecelle bâtıl satış akdini, "Bey'-i bâtıl aslen sahih olmayan bey'dir" (md. 110), fâsit satış akdini de, "Aslen sahih olup da vasfen sahih olmayan, yani zâten mün'akid olup da bazı evsâf-ı hâriciyyesi itibariyle meşrû olmayan bey'dir" (md. 109) diye tarif etmektedir. Hukukî işlemlerin rükünleri esas olarak taraflar, irade beyânı ve hukukî işlemin konusu olmak üzere üçe ayrılır. Bu rükünlerle ilgili şartlar (in'ikad şartları) ise genel olarak şunlardır: 1. Tarafların hukukî işlemi yapmaya ehil olması. 2. İcap ve kabulün birbiriyle uyuşması. 3. İrade beyânının aynı mecliste ortaya konması (meclis birliği). 4. Hukukî işlemin konusunun teslim edilebilir, belirli veya belirlenmesi m ü m k ü n ve bu hukukî işleme el-



verişli, mütekavvim (hukukî açıdan değere sahip) ve mülkiyete konu olan bir mal olması. Hukukî işlemdeki bu unsur ve şartlardan birinin eksik olması o işlemin butlânını gerektirmektedir. Meselâ mümeyyiz olmayan küçüğün, akıl hastasının hukukî işlemleri, şarap, domuz eti gibi mütekavvim olmayan bir mal üzerine yapılan veya icap ve kabulün birbiriyle uyuşmadığı işlemler esasa ilişkin eksiklik taşıdıklarından bâtıldır. Hukukî işlemin bu rükün ve şartları dışında İslâm hukukçularının vasıf veya hâricî vasıf dedikleri ve işlemin kuruluşuyla ilgili olmayan ikinci derecedeki birtakım şartları da vardır ki bunlar daha çok hukukî işlemin konusuyla ilgilidir: Alışverişte aldanmanın (garar) olmaması için fiyatın ve vadeli satışlarda vadenin belli olması, irade beyânının ikrah* ile sakatlan-



476



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUTLAN maması, hukukî işlemde fasit şartların ve ribânın bulunmaması gibi. Hukukî işlemin esasına ilişkin olmayan bu şartlardaki bir eksiklik Hanefîler'e göre butlan değil fesat sonucunu doğurur. Diğer hukukçulara göre ise eksikliğin mahiyeti ne olursa olsun aynı sonucu doğurmakta, bâtıl ile fasit aynı anlama gelmektedir. Hukukî işlemlerdeki eksiklik, esasa ilişkin olsun veya olmasın, şâri'in (kanun koyucu) hükmünü çiğnemiş olma niteliği taşır. Hanefîler'in dışındaki hukukçular, söz konusu eksikliğin mahiyeti ne olursa olsun, sonuç olarak kanun koyucunun bir hükmünün çiğnenmiş olduğunu kabul ederler, dolayısıyla böyle bir işleme mülkiyetin geçmesi, bir borcun doğması veya başka herhangi bir hukukî neticenin bağlanamayacağını belirtirler. Bu hukukçuların dayandığı delillerden biri, aslında bid'atları hedef alan ve dinde bulunmayan bir şeyi sonradan dine sokan kimsenin yapacağı şeylerin makbul olmadığını ifade eden hadistir (bk.



Müslim, "Akdiye", 17, 18; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5). Şu halde unsurlarında herhangi bir eksiklik bulunan her türlü hukukî işlem geçersizlik bakımından tek bir hukukî sonuç doğurmaktadır ki o da butlandır. Hanefîler'e göre ise hukukî işlemdeki eksikliğin esasa ilişkin olmasıyla olmaması arasında fark vardır. Eksiklik esasla ilgili olduğunda hukukî işlem hiç doğmamış kabul edilir. Esasa taalluk etmiyorsa bu, hukukî işlemin rükün ve şartlarının gerçekleşmiş olduğu vakıasını ortadan kaldırmaz. Bu noktadan hareketle Hanefîler rükün ve şartları tamam olan, ancak hâricî vasıflarında herhangi bir eksiklik bulunan hukukî işlemi bütünüyle yok saymamakta, fâsit dedikleri bu işleme butlândan ayrı bazı sonuçlar bağlamaktadırlar. Muamelât konusunda bu ayırımı benimseyen Hanefîler ibadetlerde böyle bir ayırıma yer vermezler. Çünkü ibadetler Allah'a yaklaşma amacına yöneliktir; yasaklanmış bir şeyi yapmak veya bir hükmü çiğnemek ise Allah'a isyandır. İbadette Allah'ın bir hükmünü çiğneyerek ona yaklaşmak m ü m k ü n değildir. Şu halde vasıflarında eksiklik bulunan ibadet geçersiz olup burada bâtıl ve fâsit ayırımı söz konusu değildir. Nikâh akdinde butlân ve fesat ayırımı konusunda Hanefî mezhebinde iki farklı görüş belirmiştir. Ebû Hanîfe'ye ait olan birinci görüş, Hanefîler'deki klasik bâtıl-fâsit ayırımını nikâh akdinde de mu-



hafaza etmekte, akidde esasa ilişkin bir eksikliğin bulunması halinde nikâhı bâtıl, değilse fâsit saymakta ve her birine farklı hukukî sonuçlar bağlamaktadır. Ebû Hanîfe'ye göre ortada şekil bakımından geçerli bir evlilik akdi varsa diğer şartların gerçekleşmemesi halinde bile akid bâtıl değil fasittir. Ancak irade beyânının olmaması gibi akdin esasına ilişkin bir eksiklik bulunması halinde bâtıl bir akid söz konusu olmaktadır. Böylece Ebû Hanîfe bâtıl-fâsit ayırımını aile hukukunda da muhafaza etmektedir. Ne var ki hangi akdin bâtıl, hangisinin fâsit olacağı konusunda açık ve sarih ölçülerin mevcut olduğunu söylemek zordur. Bu yüzden kaynaklarda çelişkili değerlendirmeler mevcuttur. Ebû Hanîfe'nin bu ayırımı, hadlerin şüphe ile giderileceği kuralı ve şüphe kavramıyla yakından ilgilidir (bk. HAD; ŞÜPHE). Sadece onun kabul ettiği akidde şüphe (eş-şübhe fi'l-akd) hali, bir nikâh akdinde taraflar ve irade beyânı bulunup diğer şartların eksik olması durumunu ifade eder ki bu şüphe hali zina cezasının (had) verilmesine engel teşkil eder. Had cezası uygulanmayınca da "birleşme ya haddi gerektirir ya mehri" kuralı gereğince kadına mehir vermek gerekir. O halde şeklen mevcut olan bu akid fâsit akidden farklıdır. Çünkü fâsit akid nesep, iddet gibi başka sonuçlar da doğurur. Bu sebeple bu iki akdi ayrı kategorilerde mütalaa etmek gerekir. Halbuki Ebû Yûsuf, Muhammed ve diğer mezhep hukukçuları bu tür şüpheyi kabul etmemekte, taraflar iyi niyetli iseler, yani mevcut eksikliği bilmiyorlarsa şüpheye hukukî bir değer vermekte ve bu şüpheyi ayrı bir şüphe çeşidi (eş-şübhe fi'l-fi'l) kabul etmektedirler. Ebû Hanîfe'nin yukarıda kaydedilen evlilik örneğini ise tamamen zina telakki ederler. Böylece Ebû Hanîfe'nin iki talebesi diğer mezheplere paralel olarak nikâhta butlân-fesat ayırımına ihtiyaç duymamaktadır. Yalnız bu âlimlerin aile hukukunda kabul ettikleri butlân kavramının, sonuçları itibariyle muâmelât hukukundaki butlândan farklı ve âdeta Hanefîler'in muâmelâttaki fesat kavramına yakın olduğunu belirtmek gerekir. Butlân özelliği taşıyan bir işlem tabii olarak herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz. Taraflar rızâlarıyla bir edâda bulunmuşlarsa bu hükümsüz olup verdiklerini geri alırlar. Bâtıl bir akde dayanarak bir malı satın alanın bunu satış vb. geçerli bir hukukî işlemle elden çıkar-



ması halinde de sonuç aynıdır. İlk satıcı malını geri alma hakkına sahiptir. Yalnız burada Mâlikîler, Hanefîler'in fâsit akidlerde benimsedikleri hükme temayül gösterir ve ilk satıcının sattığını geri alma değil müşterisinden tazminat isteme hakkının bulunduğunu kabul ederler. Bir hukukî işlemin butlânı ona dahil olan veya ona istinaden yapılan şeylerin de bâtıl olmasını gerektirir. Alışverişin butlânı halinde akidde ileri sürülen şartlar, gerçekleşen ödeme ve kabz, bu sebeple yapılan ikrar ve ibrâ da geçersiz olur. Butlân hukukî işlemin başlangıçtan itibaren kurulmamış olması sonucunu doğurduğundan sonradan gösterilecek muvafakatla geçerlilik kazanmaz. Bâtıl hukukî işlemler genelde hukukî bir sonuç doğurmazlarsa da icra edilmiş işlemlerde fiilî bir durum olarak istisnaî bazı sonuçların doğduğu kabul edilmiştir. Bu istisnalardan biri nikâh akdinde görülür. Bâtıl nikâh akdi zifaftan önce herhangi bir hüküm ifade etmezken zifaf meydana gelmişse bu fiilî durum haddin gerekmemesi, doğacak çocuğun nesebinin sabit olması, kadının iddet beklemesi ve mehre hak kazanması gibi sonuçlar doğurmaktadır. Burada bâtıl akid, gerçekleşen zifaf sebebiyle klasik butlândan ayrılmakta, fâsit akde benzer bir mahiyet kazanmaktadır. Bunda fiilî durumun rolü olmakla birlikte yine de belirtilen sonuçlar bâtıl akdin doğurduğu sonuçlardır. Zira bâtıl nikâh akdi bulunmasaydı taraflar arasındaki bu birleşme zina sayılacak, hiçbir hukukî sonuç doğurmayacak, üstelik taraflara had cezası da uygulanacaktı. Aynı şekilde bâtıl bir satış akdinde müşteri malı teslim almışsa, İslâm hukukundaki hâkim görüşe göre malın zayi olması durumunda tazmin sorumluluğu müşteriye ait olmaktadır. Burada da sorumluluğun mal sahibinden müşteriye geçmesi, fiilî durumla birlikte ortada bâtıl da olsa bir akdin mevcut olması sebebiyledir. Böyle bir akid olmasaydı sahibinin rızâsıyla malı elinde bulunduran müşterinin sorumluluğu emanet sorumluluğu (yed-i emânet) çerçevesinde mütalaa edilecek, hukuka aykırı bir davranışı veya kusuru tesbit edilmedikçe herhangi bir tazmin mecburiyeti olmayacaktı. Nitekim bazı hukukçular bu anlayışı benimsemişler, bâtıl bir akidden sonra sahibinin rızâsıyla malı teslim alan müşteriyi meydana gelen zarardan sorumlu tutmamışlardır. Mesele Mecelle'de de bu görüş doğrultusunda düzenlenmiştir (md. 370).



477



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUTLÂN kabul edildiği takdirde üzerine "buyrul-



İslâm hukukçuları, belli d u r u m l a r d a akdin sadece bir kısmının butlânını, geri



çeşitli kabilelerle iş birliği yaparak Mekke-Suriye ticaret yolunu kontrol altına



kalanının ise geçerli olmasını m ü m k ü n görerek "butlânın bölünmesini" ku-



almak ve böylece Kureyş'e ekonomik açıd a n ağır bir darbe indirmek istiyordu.



ral olarak kabul etmişler, bu konuda Batı h u k u k u n u n sübjektif karakterli ölçüsü yerine "her iki kısmın da belirliliği"



Ancak b u n u gerçekleştirmek için iş birliği y a p m a k zorunda olduğu kabilelerin can ve m a l güvenliklerini Kureyş tehdi-



bir cümlenin sonuna ilâve edilerek yazı-



şeklinde daha objektif bir ölçü getirmiş-



lâ "kanun üzere buyruldu" yerine sade-



lerdir (geniş bilgi için bk. Zerkâ, II, 652-



dine karşı garanti etmesi gerekiyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, Ümeyye b.



653). Bâtıl akdin başka bir akdin unsurlarını eksiksiz taşıması halinde o a k d e d ö n ü ş ü p dönüşmeyeceği tartışmalıdır.



Halef el-Cumahî emrindeki 100 kişilik bir muhafiz birliğinin himayesinde 2500 deveden oluşan Kureyş kervanının Bu-



olurdu (BA, A.DVN, nr. 1763). Divanda buy-



Ücreti verilmeyeceği söylenen bir satış hibeye, kiralamaya, âriyete dönüşebilir



v â t ' t a n geçeceğini haber alınca, Sa'd b.



y a h u t divan kâtiplerinden biri tarafın-



M u â z ' ı (başka bir rivayette S â i b b.



d a n m ü s v e d d e yapılarak h ü k ü m hazır-



m i ? İslâm hukukçularının bir kısmı bunu kabul ederken Hanefîler'in dahil old u ğ u ikinci bir g r u p tasvip etmez. Bâtıl



b. Maz un'u) Medine'de yerine vekil bırakıp 2 0 0 kişilik bir kuvvetle ikinci yılın rebîülevvel ayında (Eylül 623) yola çıktı.



akid ve hukukî işlemler kendiliğinden h ü k ü m s ü z ve geçersiz o l d u ğ u n d a n iptali için ayrıca dava açmaya gerek yoktur. Butlân hali herkes tarafından ileri sürülebileceği gibi mahkemece de re'sen göz ö n ü n d e bulundurulabilir. Ancak bazı hallerde, bilhassa butlân sebebinin tartışılabilir olması veya akdin icrasının t a m a m l a n m a s ı gibi durumlarda mahkem e d e n butlânın tesbiti istenebilir. Butlân z a m a n aşımına u ğ r a m a z ; bâtıl akid ve işlemler z a m a n aşımı ile sıhhat kazanmazlar.



Sefer sırasında Resûlullah'ın beyaz sancağını Sa'd b. Ebû Vakkâs taşıdı. Kervan bölgeden daha önce geçmiş olduğu için m ü s l ü m a n l a r d ü ş m a n l a karşılaşmad a n Medine'ye döndüler.



BİBLİYOGRAFYA: Kamus



Tercümesi,



şaf, " b u t l â n " m d . ; VVensinck, Mu'cem, Müslim, "Akdiye",



3 0 5 ; Â m i d î , el-lh-



İstanbul 1307, s. 7 4 - 8 2 ; Mecelle,



109, 110, 3 7 0 ; M . Y û s u f M û s â , el-Emuâl



nazariyyetul-'akd, M. E b û



1957, s. 1 4 8 - 1 5 3 ; a.mlf., el-Milİciyye



riyyetü'l-'akd,



hanefıte,



m e n , Kamus,



kuku,



de l'obligation



Kahire



Battle İslâm



ısdârı için yazılan buyruldulara herhangi bir ilâve yapılması bazı şartlara bağlı idi. Sadâret kethüdâsı ve reîsülküttâb dışındakilerin yapacakları ilâvelerde mutlaka sadrazamın "sahh'ı ve "pençe"si gerekli idi. XIX. yüzyıl başlarında bu usule riayet edilmemeye başlanması dolayısıy-



Lahore, ts., s. 7 5 ; H a m î d u l l a h ,



tâba yazılan 4 Receb 1226/25 Temmuz 1811 tarihli hüküm: BA, MD, nr. CCXXXIII, 2 1 7 / 5 8 1 ) . Dîvân-ı H ü m â y u n ' u n önemini



I, 238, 4 6 8 ; A b d ü l v e h h â b M u h a m -



kaybederek devlet işlerinin yürütülme-



m e d Ali el-Aduvânî, " e l - G a z e v â t ü ' n - n e b e v i y -



sinin Paşa Kapısı'na intikalinden sonra,



ye, senevâtühe'l-hicriyye ve şühûruhe'l-ka-



diğer her t ü r l ü evrakla birlikte sadraza-



Peygamberi,



531-550.



el-Mevrid,



IX/4,



Bağdad



1981, s.



m Wİ



r L



r



en droit mu-



VI, 86-91; K a r a m a n , İslâm



Hu-



BSOAS,



X I I I / 2 (1950), s. 3 5 7 - 3 6 6 ; Y. L i n a n t d e Belle2 f o n d s , " F â s i d w a B â t i l " , £7 (lng.), II, 829-833.



ALİ



I, 3 6 3 ;



of Badr,



ve naza-



II, 2 5 1 - 3 1 0 ; J . N. D. A n d e r s o n , " I n v a l i d



S



lanıp ilgili yere gönderilirdi. Fermân-ı âlî



sunda kati t â l i m a t verilmişti (reîsülküt-



M u h a m m a d A h m a d Bashumail, The Great



Paris 1969, s. 127-136; Bil-



and Void Marriages in Hanafi Law",



müller çerçevesinde nişancı, reîsülküttâb



madıkça emrin ısdâr edilmemesi" husu-



ye, III, 2 4 6 ; Diyârbekrî, Târîhu'l-hamîs,



II, 6 4 1 - 6 7 1 ; C h a f i k T. Cheha-



t a , Theorie general



ruldunun k o n m a s ı n d a n sonra belli for-



es-Stre,



rîh (Ebü'l-Fazl), II,'405-407; İbn Kesîr, el-Bidâ-



Kahire 1977, s. 4 0 9 - 4 1 9 ; Z e r k â ,



el-Fıkhü'l-lslâmî, sulman



ve



IV, 133-168, 288-298;



el-Ahuâlü'ş-şahşiyye,



Zehre,



ce "kanun üzere" ifadesinin k o n d u ğ u da



AHMET



ÖNKAL



mın, müsveddeleri tezkireciler tarafınd a n hazırlanan buyrulduları da sadâret



BUYRUK



md.



Kahire 1952, s. 4 3 5 - 4 4 5 ;



Senhûrî, Meşâdirü'l-hak,



buyruldulara da rastlanmaktadır. Mese-



"Sün-



Kahire 1976, II, 1 7 4 - 1 8 0 ; Molla Hüsrev,



Mir'ât,



lırdı. "Buyruldu" kelimesi kullanılmayan



II, 8-9; Taberî, Tâ-



I, 1 2 ; İbn H i ş â m ,



I, 5 9 8 ; İbn Sa'd, et-Tabakât,



"btl" m d . ;



17-18; E b û D â v û d ,



n e t " , 5 ; Kâsânî, Bedâ'iV,



kâm,



Vâkıdî, el-Meğâzî,



"arz o l u n d u ğ u üzere tahrir oluna deyü buyruldu" gibi yapılacak işlemi gösteren



la 1811'de "pençe ve sahh-ı âlî bulun-



BİBLİYOGRAFYA:



meriyye", " b t l " m d . ; TehânevT, Keş-



Osman



du" kelimesi bazan tek olarak, bazan da



BARDAKOĞLU



L



(bk. FERMAN). Baltacıların kışlık giyecek masraflarıyla ilgili bir buyruldu



BUYRULDU



H



( T S M A , nr. E 7 3 5 / 1 0 4 1



Osmanlı diplomatiğinde yüksek rütbeli görevlilerin kendilerinden aşağı mevkilerde bulunanlara gönderdikleri emirler için kullanılan bir terim.



Buyruldu veya buyuruldu Türkçe buyurmak fiilinden yapılmış bir isimdir. Yazıldıkları yer bakımından merkez ve taşrada yazılanlar olarak ikiye ayrılmaları



F



BUVÂT GAZVESİ ( -M*



)



Hz. Peygamber'in ilk gazvelerinden biri.



Buvât Medine'nin yaklaşık 80 km. kuzeybatısında, Mekke-Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan bir mevkidir. Hz. Muhammed Medine'ye hicret ettikten sonra



m ü m k ü n olan bu t ü r belgelerin özel bir yazılış şekilleri vardır. Fâtih



Kanunnâmesi'ne göre padişahın tuğrasını taşıyan h ü k ü m l e r ancak üç şahsın buyrulduları ile yazılabilirdi. Bunlardan dünya işlerine dair olan meselelerde sadrazam, maliye ile ilgili işlerde defterdar, şer'î davalarda ise kazaskerler yetkili kılınmıştı. Dîvân-ı H ü m â y u n ' a verilen b i r a r z ,







^ ^ ^ ^



arîza, arzuhal veya takrir okunup istek



478



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUYRULDU kethüdâsının (veya kâhya bey) elinden geçmeye başlamıştır. Bâbıâli'nin Mektûbî Kalemi'nden yazılan buyruldulara buyruldu-yı s â m ! veya buyruldu-yı âlî adı verilirdi. Bunlar da iki kısma ayrılmaktadır. Sadrazamın re'sen, yani alt m a k a m d a n herhangi bir yazı olmaksızın doğrudan doğruya verdiği emirleri ihtiva edenlere "beyaz üzerine buyruldu" denirdi. Bir arz veya arzuhalin muameleye konması, yani ilgili kalemlerden derkenarlar yapılması için emir verilmesi de sadrazamın buyruldusu ile olurdu. Bununla birlikte bazan bu ilk buyruldu olmadan da muameleye başlanıldığı görülmektedir. Fakat derkenarların çıkarılmasından sonra ilgili büronun şefi tarafından yapılan telhisi müteakip verilen nihâî kararın tatbik mevkiine konulabilmesi için mutlaka sadrazamın mûcib buyruldusuna ihtiyaç vardı. Ancak bu buyruldudan sonra tezkire verilir ve gerekli ferman veya berat yazılabilirdi. Gerek re'sen yazılan buyruldularda gerekse muameleli evrak üzerindeki nihâî buyruldularda, buyruldunun altında tarih bulunmasına rağmen, divanda yazılan buyruldularla muameleli evrak üzerindeki ilk buyruldularda tarihin ihmal edilebildiği görülmektedir. Sadrazamın buyruldularında elkâbın ilk kelimesinin üzerine buyruldunun doğruluğunu göstermek bakımından "sah" ( ) işareti konurdu. Padişaha ait belgelerde olduğu gibi buyruldularda da her görevli için kullanılacak elkâb ayrı ayrı tesbit edilmişti. Kazaskerlere "izzetlü, fazîletlü"; kaptanpaşaya "izzetlü, rif'atlü"; İstanbul kadısına "fazîletlü"; defterdarlar, nişancı, reîsülküttâb, tersane, darphâne, defter emini ve şehreminleri, yeniçeri ağası, bostancıbaşı, kapıcılar kethüdâsma ise sadece "izzetlü" diye yazılırdı (Buyuruldu Mecmuası, T T K Ktp., nr. 70, vr. 6 a b ). Tanzimat'tan sonra yeniden teşkilâtlanma dolayısıyla XIX. yüzyıl ortalarında yeni kurulan müesseselerin başlarında bulunanlara yazılacak buyrulduların elkâbları da tesbit edilmiştir. Buna göre serasker ve kaptanpaşalara "devletlü, atûfetlü efendim hazretleri"; Mısır valisi, maliye, evkaf, ticaret, darphâne nâzırları ve Ordu-yı Hümâyun müşiri vb.ne "devletlü efendim hazretleri"; müşirler, valiler, hariciye ve tersane nâzırlan ile Mâbeyn başkâtibi vb.ne "atûfetlü efendim hazretleri" şeklinde yazılmaya baş-



lanmıştır (BA, Cevdet-Dahiliye, nr. 7531). Çeşitli konularla ilgili belgelerin her birine konulacak buyruldular için d e kli-



şeler vardı. Padişahın hatt-ı hümâyunu çıkmış bir mesele, menzil fermanı, alay beyi arzı, timar tevcihi vb. üzerine yazılacak buyruldular hep tesbit edilmişti. Muamele görmüş evrak üzerindeki buyruldularda genellikle, telhis, i'lam, arz, derkenar gibi hangi tür belge veya kayda dayanılarak buyurulduğu da "telhis mûcebince" veya "arz ve derkenarı mûcebince" şeklinde tasrih edilirdi. Bundan sonra yapılacak şey yazılıp "buyruldu" kelimesi konduktan sonra tarih atılırdı. Muameleli evrak üzerindeki buyruldular, eğer tek sayfaya sığıyorsa, arz veya arzuhalin sol üst tarafında ve ilgili büro şefinin telhisinin üstünde yer alırdı. Fakat derkenarların fazlalığı sebebiyle sadrazamın buyruldusuna esas olacak telhis arka sayfaya yazılmışsa son buyruldu mutlaka telhisin üzerinde bulunacağından arka sayfaya geçerdi. Ancak sadrazamların, askerî ve nişan beratlarının üzerine "mahalline kaydoluna" şeklinde buyruldu yazmaları kanuna aykırı idi



(Mehmed b. Ahmed, vr. 58b). Bazı hallerde padişah, arz veya telhis üzerine hatt-ı hümâyununu yazdıktan sonra, bu hatt-ı hümâyunda emredilen hususun yerine getirilmesi için aynı kâğıt üzerine sadrazam da buyruldusunu



koyardı (BA, A.DVN, nr. 2505; BA, Cevdet tasnifi belgeleri içinde buna pek çok örnek vardır. Ancak hatt-ı hümâyunlar vaktiyle kesilip ayrıldığından sadece takrir, telhis ve buyruldular görülebilmektedir). Bu tür belgelerde buyruldu daima hatt-ı hümâyunun alt tarafına, arz veya takririn ise eğer üst tarafında yer varsa üstüne, yoksa altına yazılırdı. Sadrazamın bir de pençe bulunan buyrulduları vardı ki bu tür buyruldular sad-



razamın merkezde bulunduğu zamanlarda sadece sadrazam tarafından yazılabilirdi. Bununla birlikte Keçecizâde Fuad Paşa'nın sadâretinde 1861'de gerek re'sen gerekse derkenar olarak yazılan buyrulduların sağ üst tarafına pençe yerine sadâret m ü h r ü basılmaya başlanmıştır. Nezâret ve meclislerin kurulmasından sonra bunlarla sadâret arasındaki yazışmalarda, gelen tezkire sûreti üste alınıp altına sadâretin tasdiki makamında mûcib buyruldusu denilen buyruldu yazılarak tarih atılmaya, üstüne ve kâğıdın sağ tarafına da resmî sadâret mührü basılmaya başlanmıştır. Gerektiğinde kaptanpaşa, defterdar vb. görevliler de kendi yetkileri dahilindeki işlerde buyruldu yazarlardı. Defterdar, mahallinde mukâtaaları tevcih edip "buyurur", fakat pençe çekemez, buyrulduların altına kuyruklu imzasını koyardı. Kaptanpaşa da tersaneye geldiğinde gerekirse dava dinler, ihtiyaç duyması halinde o bölge kadısına buyruldu yazıp dava dinlemesini isteyebilirdi (Tev-



kiî Abdurrahman Paşa, s. 516, 536). Taşrada XVII. yüzyıla kadar beylerbeyiler tarafından yazılan belgeler içinde "buyruldu" kelimesi bulunana şimdiye kadar rastlanmamıştır. Fakat "mektup" oldukları belgelerin kendi içlerinde belirtilen ve padişah fermanlarının edası ile ve onların bütün rükünlerini hâvi olarak yazılanlar buyruldu mahiyeti taşımaktadırlar. XVII. yüzyıla kadar huruf, kâğıt, vesika, varaka gibi adlarla anılan yazıların yerini alan buyruldular da şekil ve yazılış tarzı bakımından merkezde yazılanlara benzemektedir. Yalnız bunlarda elkâbdan sonra "inhâ olunur ki"



'Buyruldu" ibaresini açıkça ihtiva eden bir arz (TSMA, nr E 7 3 5 / 7 !



479



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUYRULDU yahut "ba'de't-tahiyye (ba'de's-selâm) inha olunur ki" formülleri kullanılarak nakil-iblâğ kısmına geçilmektedir. Ayrıca beylerbeyi buyruldularında m a k a m mührünün kullanılması da XVII. yüzyılda başlamıştır. Şahsî mühürlerden daha büyük ebatta olan bu m ü h ü r l e r yazının h e m e n ü s t ü n e ve sağa basılırlardı ( B a ğ d a t vali-



si [1065/16551, Erzurum muhafızı [1157/ 1744|, Malatya mutasarrıfı (1223/1808) ve Rumeli valisinin [1234/1819] buyruldulari: TSMA, nr. E 10.118/29, 5256, 4243/6, 1874). Bununla birlikte beylerbeyi buy-



rin sayısındaki fazlalıkla ondan ayrılan bir başka stilize şekle rastlanmaktadır ki b u n u n gerçekten "emrimdir" tarzında okunması gerekir. Gerek merkezde gerekse taşrada yazılan b ü t ü n buyruldularda daima divanî yazı kullanılmıştır.



Kaynaklarda hakkında fazla bilgi bulunmayan Büceyr'in ilk olarak Tebük Se-



5 8 1 ; BA, Cevdet tasnifi belgeleri ( b u belgelerin



feri'ne katıldığı bilinmektedir. Hz. Pey-



b ü y ü k k ı s m ı b u y r u l d u d u r ) ; BA, A.DVN dosyaları belgeleri; BA, Buyıtruldu



Defterleri



( b u def-



terlerde 1226-1331 [1811-1912] a r a s ı n d a k i buyr u l d u l a r ı n suretleri vardır); T S M A ' d a k i buyrul-



çe konulmuştur (Kıbrıs muhassılı [1179/



Ktp., nr. 70, tür.yer.; Tevkiî A b d u r r a h m a n Pa-



vân-ı Lefkoşe" (Kıbrıs Muhassılı Süleyman Paşa'nın 27 Zilkade 1179/7Mayıs 1766 tarihli buyruldusu: TSMA, nr. E 5644), yahut "dîvân-ı Silistre" (Silistre Valisi Mehmed Hüsrev Paşa'nın 26 Cemâziyelevvel 1224/ 9 Temmuz 1809 tarihli buyruldusu: TSMA, nr. E 3 1 6 9 / 2 ) şeklinde işaret edilmiştir. Beylerbeyiler sadece görevli oldukları yerde değil buralara gidip gelirken yol üzerinde, kadı bulunmayan yerlerde dava dinlediklerinde "kanun üzere buyruldu" verirlerdi. Buyruldu grubuna giren belgelerin sonu genellikle "deyü buyruldu" şeklinde bitmekle beraber bazan "buyruldu"nun konulmayıp "deyü" ile, bazan da "deyü" de konmayarak meselâ sadece "amel ve hareket eyleyesiz" denilerek bitirildiği ve h e m e n arkasından da tarih atıldığına rastlanmaktadır. Bu şekilde bitenlerde hiç ş ü p h e yok ki son kelimeler zımnen ifade edilmektedir. Nitekim sadraz a m buyruldularının suretlerinin yazıldığı buyruldu defterlerinde de buyruldu-



1/3



TTK



(1331), s. 500,



Teşrîfât,



İÜ Ktp., Nâdir Eserler, TY, nr. 9976, vr. 5 8 " ; Mehm e d F u a d , Usûl-i



Kitâbet-i



Büceyr'in



de dahil olduğu 400 kişilik bir birliği, DûAbdülmelik'i yakalayıp getirmekle görevlendirdi. Hz. Peygamber'in



önceden



haber verdiği şekilde Ükeydir'i yaban sığırı avlarken yakaladılar. Büceyr bu olayı anlatan şiirini Hz. Peygamber'in hu-



Resmiyye,



İstanbul



A r a ş t ı r m a l a r . O s m a n Ergin, Muallim



M. Cev-



çok beğendi ve kendisine "ağzına sağlık"



İstanbul



diye dua etti. Bu dua bereketiyle dok-



zurunda okuyunca Resûl-i Ekrem onu



1 3 2 8 , s. 46-54.



det'in



Hayatı,



Eserleri



ue Kütüphanesi,



1937, s. 145-157; M. G u b o ğ l u , Paleografia



Diplomatica



Turca-Osmana,



Studiu



si



şi



Albüm,



Bucharest 1958 (Editura A c a d e m i e i Republicii P o p u l a r e R o m i n e ) , s. 131 v d . ; Tayyib Gökbilgin, Osmanlı



Çerçevesinde matik



İlmi,



imparatorluğu Osmanlı İstanbul



Medeniyet



Paleografya



ve



san yaşındayken bile Büceyr'in bir t e k dişinin d ö k ü l m e d i ğ i



edilir. Hz.



Tarihi



dair şiirleri bulunan Büceyr Kâdisiye Sa-



Diplo-



vaşı'nda şehid d ü ş m ü ş t ü r . BİBLİYOGRAFYA:



Osmanlı



İ m p a r a t o r l u ğ u ' n d a Devlet Teşkilâtı ve Babıâli" (trc. Halit llteber), İÜ Hukuk



muası,



rivayet



Ebû Bekir devrindeki ridde* olaylarına



1979, s. 99-101; J . von



Hammer-Purgstall, " X V I I n c i Asırda



Fakültesi



Mec-



V l l / 2 - 3 , İstanbul 1941, s. 567, 5 8 1 ; İs-



Vâkıdî, el-Meğâzt,



III, 1026-1027; İbn H i ş â m ,



es-Stre, IV, 1 7 0 ; İbn A b d ü l b e r , el-İstfâb, İbnü'l-Esîr, Üsdüi-ğâbe,



m a i l H a k k ı Uzunçarşılı, " T u ğ r a v e P e n ç e l e r i l e



n â s , Minehu'l-midah



D ı m a ş k 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 53-54; Zehebî,



Belleten,



V/17-18 (1941), s. 114-115, iv. Lll; a.mlf., "Buy-



esmâ*i'ş-şahâbe,



r u l d ı " , a.e., V / 1 9 (1941), s. 289-318; Asparouch



el-İşâbe



Velkov, " L e s n o t e s c o m p l e m a n t a i r e s d a n s les



Hüsnü'ş-şahâbe,



documents



financiers



ottomans



e



des



XVI -



islâm



1, 6 8



I, 1 9 6 ; İbn Seyyidün



F e r m a n v e B u y u r u l d u l a r a D a i r " , TTK



(nşr. İffet Visâl H a m z a ) ,



Tecrîdü



Kahire 1971, I, 4 3 ; İbn Hacer,



(Bicâvî), I, 2 6 8 - 2 6 9 ; Ali F e h m i Câbic İstanbul 1324, I, 2 2 5 ; Koksal,



Tarihi ( M e d i n e ) , IX, 2 1 9 .



X V I I ® s i e c l e s ( e t ü d e d i p l o m a t i q u e et paleographique)",



Turcica,



XI, Paris 1979, s. 42-43,



58-59, 72-74; Halil İnalcık, " O s m a n l ı rasisinde A k l â m



ve Muâmelât",



S



Osm.Ar.,



I



r



B U C E Y R b. Z U H E Y R



mesi ve N i z â m - ı Â l e m İçin Kardeş Katli Me-



( js»j Iji



s e l e s i : K a n u n n â m e - i  l - i O s m â n " (nşr. Abd ü l k a d İ r Ö z c a n ) , TD, sy. 33 (1982), s. 3 6 ; Mübah a t S. K ü t ü k o ğ l u , " M ü h i m m e



Defterlerindeki



M u â m e l e K a y ı d l a r ı Ü z e r i n e " , Tarih



Paleografya san-2



ve Diplomatik



Mayıs



s. 104-105.



r



1986 [Tl



LASI



Boyunca



Semineri,



(Bildiriler), MÜBAHAT



İstanbul



S.



MÜCTEBA U Ğ U R



Bürok-



(1980), s. 13-14; " F â t i h ' i n T e ş k i l â t K a n u n n â -



r



şesine çok benzemekle beraber çizgile-



Mecmuası,



5 1 6 , 5 3 6 ; M e h m e d b. A h m e d , Defter-i



Kullanıldığı belgeye adını veren buy-



bu stilize şekli "emrimdir" diye okuyanlar da olmuştur. Meselâ IV. M e h m e d ' i n bazı hatt-ı hümâyunlarında buyruldu kli-



MTM,



şa, " K a n u n n â m e " ,



L



la klişeleşmiş ve okunması m ü m k ü n olm a y a n bir şekil almıştır. Onun içindir ki



g a m b e r Tebük'te b u l u n d u ğ u sırada Halid b. Velîd kumandasındaki



metülcendel bölgesinin reisi Ükeydir b.



K a y n a k Eserler. Buyuruldu



ların sonları hep "eyleyesiz deyü" klişesiyle bitirilmiştir. ruldu kelimesi, başlangıçta oldukça açık ve okunaklı bir şekilde yazılırken zaman-



)



Şair sahâbî.



L



BİBLİYOGRAFYA:



d u koleksiyonu.



yüzyıldan itibaren beylerbeyi buyruldularında belgenin "buyruldu" olduğu, sona konan "deyü buyruldu" klişesiyle mutlaka belirtilmiştir. Bazılarında ise belgenin içinde bir veya iki yerde ayrıca buyruldu olduğuna işaret edildiği gibi hangi vilâyetin divanından çıktığına da "dî-



( lrFi j i



Büceyr b. Becre et-Tâî (ö. 16/637)



Arşiv Belgeleri. BA, MD, nr. CCXXXIII, 2 1 7 /



ruldularının bir kısmında da m ü h ü r basılmayıp imza yerinde o l m a k üzere pen-



1766] ve Bender muhafızının [1193/ 1779] buyrulduları: TSMA, nr. E 5644; Uzunçarşılı, TTK Belleten, V/17-18, İv. LI1). XVII.



1



B U C E Y R b. B E C R E



Şair sahâbî.



30 Ni1988,



KÜTÜKOĞLU



Fi )



Büceyr b. Züheyr b. Ebî Sülmâ el-Müzenî _l



Câhiliye devrinin yedi büyük şairinden Züheyr b. Ebû Sülmâ'nın oğlu, "Kasîde-i



BÛZCÂNÎ (bk. EBÜT -VEFÂ el-BÛZCÂNİ).



~1



Bürde" şairi Kâ'b b. Züheyr'in kardeşidir. Şiirlerinde h i k m e t unsuru önemli bir yer t u t a n Züheyr, Hz. M u h a m m e d ' e nübüvvet gelmeden bir yıl önce vefat eder-



BÛZÎDİYYE ( ^.i*



1 1



)



Şâzeliyye tarikatının Derkâviyye kolunun M u h a m m e d b. Habîb el-Bûzîdî'ye



(ö. 1327/1909) nisbet edilen bir şubesi (bk. DERKÂVİYYE).



ken son peygamberin pek yakında ortaya çıkacağını söylemiş ve ona iman etmelerini oğullarına vasiyet etmişti. Kâ'b ile Büceyr İslâm dinine karşı ancak Mekke'nin fethi gibi büyük bir zaferden sonra ilgi duymaya başladılar. İki kardeş Hz. Peygamber'le g ö r ü ş m e k üzere birlikte yola çıktılar; f a k a t Kâ'b Medine'ye bir-



480 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜDDÜ'İ-ÂRİF kaç menzil mesafede Ebrakul'azzâf denilen yerde kalmayı tercih etti; bir rivayete göre ise onun burada beklemesini Büceyr istemişti, kendisi de Medine'ye gidip Resûlullah ile görüştü ve müslüman oldu. Kaynaklarda hakkında yeterli bilgi bulunmayan Büceyr, daha sonra, birçok İslâm düşmanının kaçıp sığındığı Tâif'e gidip yerleşen kardeşi Kâ'b'a haber göndererek kendisinin müslüman olduğunu, artık eski dinlerinin hiçbir hükmü kalmadığını bildirdi. Kardeşinin müslüman olmasına öfkelenen Kâ'b ona gönderdiği bir şiirde Hz. Peygamber'i hicvedince görüldüğü yerde öldürülmesi emredildi. Bunun üzerine Kâ'b'a tekrar haber gönderen Büceyr, yaptıklarına pişman olarak Medine'ye geldiği ve Hz. Peygamber'den af dilediği takdirde bağışlanacağını, aksi halde öldürüleceğini bildirdi ve kardeşinin Medine'ye gelerek müslüman olmasına vesile oldu.



b. Sâbir, Muhammed b. Bekir ed-Dihkân, îsâ b. Mûsâ el-Kisâî gibi muhaddisler hadis rivayet ettiler. Hadis tahsili için yaptığı uzun seyahatleriyle tanınan ve güvenilir bir muhaddis olan Büceyrî'nin tefsir ilmiyle de meşgul olduğu anlaşılmaktadır. Büceyrî'nin bilinen tek eseri el-Câmi cu'l-müsned'd\r. Kaynaklarda el-Câmi'u'ş-şahîh adıyla da anılan eserin yegâne nüshası Dârü'l-kütübi'z-Zâhiriyye'de bulunmaktadır (Hadis, nr. 276, kısım 30). Ayrıca et-Tefsîr adlı bir eseri olduğu nakledilmekte ise de hakkında hiçbir kaynakta bilgi verilmemektedir. BİBLİYOGRAFYA: Sem'ânî, el-Erısâb, II, 89-90; Yâküt, Mu'cemü'Tbüldân, II, 374; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, I, 122; Zehebî, A'lâmun-nübelâXIV, 402-404; a.mlf., Tezkiretü'l-huffâz, II, 719-720; Dâvûdî, Tabakâtul-müfessirîn, II, 7-8; İbnü'l-İmâd, Şezerât, II, 262; İzâhu'l-meknün, I, 361; Hediyyetü'l-'ârifln, I, 780-781; Kehhâle, Mu'cemul-mü'ellifîn, VII, 307-308; Sezgin, GAS, I,



Tâif Seferi'ne katılan Büceyr'in Mekke'nin fethiyle Tâif ve Huneyn seferlerine dair söylediği şiirler siyer ve meğâzî kitaplarında yer almaktadır.



B



BÜDDÜ'1-ÂRİF



İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 425, 459, 487, 501502; İbn Kuteybe, eş-Şi cr ve'ş-şu'arâI, 7980, 89; Süheylî, er-Rauzü'l-ünüf, Kahire 1332, II, 311, 312; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, I, 197; İbn Seyyidünnâs, Minehu'l-midah (nşr. İffet Visal Hamza), Dımaşk 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 51-52; İbn Hacer, el-İşâbe (Bicâvî), 1, 269; V, 593; Zürkânî, Şerhu'l-Meuâhib, Kahire 1329 — Beyrut 1393/1973, lif, 54-57; Koksal, İslâm Tarihli Medine), IX, 43-45. m İSÜI



MÜCTEBA



UĞUR



n



BÜCEYRÎ ( ıSrffcN )



Ebû Hafs Ömer b. Muhammed b. Büceyr el-Hemedânî es-Semerkandî (ö. 311/923) L



n



( (JjUU )



BİBLİYOGRAFYA:



F



M . YAŞAR KANDEMİR



Muhaddis.



J



Dedesine nisbetle Büceyrî veya İbn Büceyr diye anılır. 222'de (837) Mâverâünnehir'deki Re'sülkantara (Huşûfegan) köyünde doğdu. Bir muhaddis olan babası Muhammed b. Büceyr ile birlikte devrin birçok ilim merkezini defalarca dolaştılar. Mısır'a vardıklarında bu ülkenin en tanınmış hadis hâfızı olan Ahmed b. Sâlih vefat etmiş olduğu için ondan hadis rivayet edemediler. Bu arada Büceyrî, îsâ b. Hammâd Zuğbe, Bişr b. Muâz el-Akadî, Amr b. Ali el-Fellâs ve Bündâr gibi hocalardan hadis öğrendi. Kendisinden de Muhammed b. Muhammed



L



Endülüslü filozof ve mutasavvıf İbn Seb'în'in (ö. 669/1270) mantık, felsefe ve tasavvufa dair eseri.



J



İbn Seb'în'in sayısı tam olarak bilinmeyen kitap ve risâleleri arasında en önemlisinin Büddü'l- Cârif olduğu ilgili bütün kaynaklarda belirtilmektedir. Eserin adı yazma nüshalarında ve bibliyografik kaynaklarda değişik şekillerde kaydedilmiştir. Bugün bilinen üç yazma nüshadan ikisi Büddü'l-'ârif ve c akidetü'l-muhakkıkı'l-mücerribi'l-kâşif ve tarîku'ssâliki'l-mütebettili'l-'âkif, biri de İfşâ'ü'l-hikmeti'1-ilâhiyye başlığını taşımaktadır (Ebu 1-Vefâ et-Teftâzânî bunu yanlışlıkla İnşâ'ul-hikmeti'l-ilâhiyye şeklinde göstermiştir, bk. İbn Seb'tn ve felsefetühü'ş-şûfiyye, s. 105). Eseri Büddü'lc ârif adıyla neşreden Corc Kettûre, vaktiyle İskenderiye'deki el-Mektebetü'l-Belediyye'de bulunan, fakat şimdi sadece mikrofilmi mevcut olan el-Makâletü'lvücûdiyye başlıklı, hayli eksik ve hatalı bir nüshasından da söz etmektedir (Büddü'T cârif, nâşirin mukaddimesi, s. 6). İbn Şâkir el-Kütübî Fevâtü'I-Vefeyât'ta (II, 255) eserin adının kısaca el-Büd olduğunu, bunun da "lâ büdde li'l-ârif minhü" (arif için gerekli olan) ifadesinin kısal-



tılmış şekli sayıldığını belirtmiştir. Makkarî ise eseri Bed'ul-'ârif adıyla kaydetmiştir (Nefhu't-tîb, II, 199). İtalyalı müsteşrik Michele Amari eserin adının Beddü'l- cârif diye okunmasını teklif etmiş ve bunu Fransızca'ya "separation de connaissances" şeklinde çevirmiş, Danimarkalı müsteşrik Mehren de Bed'ulc ârif okunuşunu tercih ederek bunu Fransızca'ya "le noviciat de soufi" diye tercüme etmiştir. Ancak Büddü'l- cârif dışındaki adlandırmalar kabule şayan görülmemektedir. Çünkü bizzat müellifin, başka risalelerinde bu esere Büddul- ârif adını zikrederek atıflarda bulunduğu Teftâzânî tarafından adı geçen eserde gösterilmiştir (s. 98). Buna rağmen öyle görünüyor ki araştırmacıları kitabın adındaki "büdd" kelimesini başka türlü okumaya zorlayan sebep bu kelimenin sözlük anlamıdır. "Büdd" Farsça'daki büt kelimesinin Arapçalaştırılmış şeklidir ve Farsça'da olduğu gibi Arapça'da da "put" veya "putların bulunduğu yer" anlamında kullanılmıştır. Ancak müellifin "büdd" kelimesinden böyle bir anlamı kastetmediği, bunu tamamen mecazi anlamda mâbud ve Allah yerine kullandığı açıktır. Nitekim eserin yalnız adında değil içinde de "büdd" kelimesi en az dört yerde geçmekte olup bunların birinde (s. 30) "sâlikin iradesi (kasd) ve şevk ile kendisine yöneldiği mâbud", ikisinde (s. 351, 361) "her şeyde tecelli eden Hak", birinde de (s. 324) "zâtının dışında kalan her şeyin varlığının kendisine bağlı bulunduğu vâcibü'l-vücûd" anlamında kullanılmıştır. İbn Seb'în'in bir öğrencisi, hocasının bu eseri on beş yaşında iken telif ettiğini söylemişse de (Makkarî, II, 199), Teftâzânî'nin de kaydettiği gibi (İbn Seb'în ve felsefetühuş-şûfiyye, s. 105), esasen akla yatkın olmayan bu iddianın yanlışlığı, müellifin eseri, yaklaşık 643'te (1245) Endülüs'ten Mağrib'e geçmesi ve Sicilya Kralı II. Frederik'le yazışmasından sonra kaleme almış olmasından da anlaşılmaktadır.



Büddü'l- c ârif m muhtevasını t a m bir tasnife tâbi t u t m a k zor olmakla birlikte eserin genelinde mantık, akıl ve nefis konularıyla bunların etrafındaki felsefî, kelâmî ve tasavvufî meseleler üzerinde durulmuştur. İbn Seb'în, eserin hemen her yerinde ele aldığı konular hakkında filozoflar, Eş'arî kelâmcılar ve mutasavvıflar ile zaman zaman fakihlerin görüşlerini geniş olarak aktarmakta, bunlardan kelâmcıların ve fakihlerin görüşle-



481



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜDDÜ'I -ÂRİF rini t a m a m e n reddetmekte, filozoflara ise bazı görüşlerinde, özellikle çıkış noktalarında hak vermekteyse de ulaştıkları sonuçlara katılmamaktadır. İbn Seb'în bu üç grubu eserin her yerinde ağır bir dille eleştirirken mutasavvıfların görüş ve tutumlarını daha yumuşak üslûpla değerlendirmekte, ancak "mukarreb" veya "muhakkik" adını verdiği zümreyi h e m



dan İskender Afrodisî'ye kadar çeşitli Yunan filozoflarıyla Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, İbn Bâcce ve İbn R ü ş d ' ü n görüşleri üzerinde durulur ve bunlar tenkit edilir. Özellikle Gazzâlî tasavvuf, felsefe, kelâm



da kelâmcı, fakih, filozof ve mutasavvıfların düşüncelerini geniş ve açık ifadelerle aktardığı halde muhakkıkların gö-



Bunlardan biri Berlin



Eserin m a n t ı ğ a ayrılmış olan ilk kısmı tarif (had) konusuyla başlar; ardından varlığın mahiyeti ve varlık hakkında doğru bilgilere ulaşmayı sağlayan on kategori üzerinde durur. Mantığın gerekliliğine işaret edildikten sonra Porphyrios'un Îsâğûcî'sinin mantıktaki yeri ve önemi vurgulanır, bu eser ve müellifi tanıtılır. Bundan sonra b e ş küllî* incelenir; ayrıca Kindî'den beri devam eden telakkiye göre bunlara bir de şahıs küllîsi eklenir



(bk. s. 62; krş. Kindî, Resâ'il, s. 126). Kategorilerle hareket, şey, söz, haber, zıtlık, zaman, vâcip, mümkin, mümteni', şekil, kıyas gibi felsefe ve m a n t ı k terimleri ayrıntılı olarak ele alındıktan sonra ilim konusuna geçilir. İlim hakkında daha önce yapılmış tarifler özetlenir; bunlar arasında özellikle f u k a h a , Eş'arîler, filozoflar ve mutasavvıfların tarif ve açıklamaları ayrıntılı ve tenkitli olarak incelenir. Burada İbn Seb'în'in, Mu'tezile'nin anlayışına uygun olarak, şeriatın verdiği bilgilerin aynı z a m a n d a aklî bilgiler old u ğ u n u , şeriatın sadece bu bilgileri tekit ettiğini belirtmesi (s. 105) ilgi çekicidir. İbn Seb'în t a b i a t ve varlık tabakaları konusunda külliler ve cüz'îleri incelerken Aristo, Hipokrat, İbn Sînâ ve Gazzâlî gibi düşünürlerin görüşlerine de t e m a s e t m e k t e ve bunları yer yer eleştirmektedir. Eserde felsefenin tarifi ve ilimlerin tasnifi yapıldıktan sonra tasavvuf hakkında özlü bilgi verilir; sûfîlerin mertebeleri ve bilgilerinin değeri üzerinde durulur. Müellif, mutasavvıftan daha üst mertebede g ö r d ü ğ ü mukarrebin ulaştığı ilmin tarifini ve sınırlarını bu kitabın kaldıramayacağını belirttikten sonra ken-



Süleymaniye Kütüphanesi'nde (Cârullah, nr. 1273) kayıtlı bulunan nüsha 124 varaktan ibaret olup müellifin vefatından on yıl sonra 14 Receb 6 7 9 ' d a ( 9 Kasım 1280) M u h a m m e d b. M u h a m m e d el-Att â r tarafından kûfî kırması hattıyla istinsah edilmiştir. Bu iki nüsha arasındaki benzerlik bazı araştırmacılarda bunlardan birinin diğerinden veya her ikisinin aynı asıldan istinsah edilmiş olduğu kanaatini uyandırmıştır (BüddüT'ârif, nâ-



şirin mukaddimesi, s. 6; Teftâzânî, s. 104). Ayrıca her iki nüsha, İbn Seb'în'in öğrencisi Ebü'l-Hasan et-Tüsterî'nin istinsah ettiği başka bir nüsha ile mukabele görmüştür. Corc Kettûre, yukarıda sözü edilen el-Makâletü'l-vücûdiyye adlı yazmanın Tüsterî nüshasından eksik ve hatalı bir istinsah olabileceğini belirtmiştir. Üçüncü y a z m a nüsha da Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (Bağ-



datlı Vehbi Efendi, nr. 833). Diğerlerinden farklı olarak îfşâ'ii'l-hikmeti!-ilâhiyye adını taşıyan bu nüsha 396 varak olup nesih hattıyla yazılmıştır. Bu son nüshada müstensih ve tarih kaydı bulunmamakla birlikte yazı stili ve yaldızlı oluşu onlardan sonra istinsah edildiğini göstermektedir. Eserin hangi asıldan istinsah edildiğine dair de bir kayıt yoktur. Ancak diğer iki nüshaya göre hayli metin farklılıkları taşıması, onlardan veya onların dayandığı asıldan istinsah edilmediğini ortaya koymaktadır.



Büddü'l- Cârii, Corc Kettûre tarafından Berlin nüshası ile Cârullah nüshasına dayanılarak yayımlanmıştır (Beyrut



1978). BİBLİYOGRAFYA:



Lisânul-'Arab, Resâ'il,



"bdd" md.; İbn Seb'în, Büd-



(nşr. C. Kettûre), Beyrut 1978; Kindî, s. 126; İhvân-ı Safâ, Resâ'il,



Beyrut



1376-77/1957, I, 395; Kütübî, Feuâtü'l-Vefeyât,



disinin "asrın muhakkiki ve reisi" olduğunu (s. 135) söyler; fakih, Eş'arî, filozof,



11, 255; Makkarî, Nefhu't-tîb,



mutasavvıf ve mukarreb (veya muhakkik) şeklinde sıraladığı beş zümrenin akıl anlayışlarının özetini verir. Burada Pisagor'-



Teftâzânî, İbn Seb'în



11, 199; Brockel-



m a n n . GAL, 1, 4 6 5 ; Ebü'l-Vefâ el-Ganîmî et-



ue



felsefetühü's-sûfiyye,



Beyrut 1973, s. 94, 98-105. B



^



Huzâa kabilesinin reisi, sahâbî.



Kütüphanesi'nde



(nr. 1744) mevcuttur (Brockelmann, 1, 465).



dü'l-'ârif



B Ü D E Y L b. V E R K Â ( y . ) Büdeyl b. Verkâ' b. Abdil'uzzâ (Amr) el-Huzâî (ö. 11/632 [?])



144-145). G ü n ü m ü z d e Büddü'l-'ârifin üç yazm a nüshasının bulunduğu bilinmektedir.



kati çekmektedir.



1



ve fıkıh arasında gidip gelmek, bazan da şaşırıp kalmakla suçlanır ve görüşlerinin tutarsızlığına örnekler verilir (s.



bilgi h e m de amel bakımından öteki zümrelerin üstünde tutmaktadır. Bu ara-



rüşlerini oldukça kısa, m u ğ l a k ve birtakım sembolik ifadelerle geçiştirdiği dik-



BÜDELÂ (bk. ABDAL).



L



MUSTAFA



ÇAĞRICI



Arap dâhilerinden olduğu söylenen Büdeyl'in (İbn H a z m , s. 239) Mekke fethinde m ü s l ü m a n o l d u ğ u n a dair rivayetler bulunmakla beraber b ü t ü n Huzâalılar'ın Hudeybiye A n t l a ş m a s ı n d a n sonra İslâmiyet'i kabul ettiği dikkate alınırsa, İbn Hacer'in de kaydettiği gibi, Büdeyl'in fetih yılından önce Müslümanlığı kabul ettiği anlaşılır. Hz. Peygamber m ü s l ü m a n olması için daha önce Büdeyl'e bir mekt u p göndermiş, Resûlullah'ın Hz. Ali'ye yazdırdığı bu m e k t u p sonraki yıllarda bu ailenin iftihar vesilesi olmuştur. Hicretin 6. yılında (628) Hz. Peygamber Kâbe'yi ziyaret e t m e k üzere ashâb-ı kirâmla Hudeybiye'ye vardığı zaman Büdeyl bazı Huzâalılar'la birlikte onların yanına geldi. Mekke'de bir evi bulunduğu için Kureyşliler'in m ü s l ü m a n l a r aleyhindeki faaliyetlerini biliyordu. Hz. Peygamber'le g ö r ü ş t ü k t e n sonra Mekkeliler'in yanına giderek müslümaniarın Kâbe'yi ziyaret e t m e k t e n başka bir niyetleri olmadığını, h a t t a Kureyşliler'le anlaşma yapmayı bile düşündüklerini, ancak u m r e yapmaları engellendiği takdirde savaşı bile göze alacaklarını haber verdi. Bu olaydan iki yıl sonra Huzâa kabilesinden birkaç kişiyle birlikte Medine'ye giden Büdeyl, Kureyşliler tarafından desteklenen Bekiroğulları'nın saldırısına uğradıklarını ve bu yüzden kabile mensuplarından birçoğunu kaybettiklerini Hz. Peygamber'e haber verdi. Müslümanların müttefiki olan Huzâalılar'a saldırmak Hudeybiye Antlaşması'nin açıkça ihlâli anlamını taşıdığı için Hz. Peygamber Mekke fethi hazırlıklarına başladı. Büdeyl'i Büsr b. Süfyân ile birlikte, Huzâa'nın bir kolu olan kendi kabileleri Kâ'boğulları'nı Mekke fethine katılmak üzere r a m a z a n ayında Medine'ye getirmekle görevlendirdi. Mekke fethedildiği gün Hz. Peygamber Mekkeliler'e e m a n verirken Büdeyl'in evine sığınanların da canlarını kurtarmış olacaklarını ilân etti. Daha sonra Büdeyl kabilesiyle birlikte Huneyn Savaşı'na katıldı. Bu savaşta elde edilen



482



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BUKA esirlerle ganimet mallarının Ci'râne'ye götürülüp orada korunması görevini Hz. Peygamber Büdeyl'e verdi. Bu görevin başka sahâbîlere verildiği de rivayet edilmektedir. Tebük Savaşı'nda da bulunan Büdeyl'in vefat tarihi hakkında çeşitli rivayetler vardır. Onun Sıffîn'de vefat ettiğine dair rivayet doğru değildir. Zira Sıffîn'de şehid düşen Büdeyl'in oğlu Abdullah'tır. Hz. Peygamber'den önce Vefat ettiğine dair olan rivayetler daha kuvvetlidir. Hz. Peygamber'in Büdeyl'e Veda haccı esnasında, Mina günleri diye de anılan kurban bayramının ilk günlerinde oruç tutulmayacağını söylemesi ve bugünlerin yeme içme günleri olduğunu müslümanlara duyurmasını emretmesinden, ayrıca Hz. Peygamber'den önce öldüğü rivayetinden hareketle onun 11'de (632) vefat ettiği sonucu çıkarılabilir. Bu sebeple Ebü'ş-Şeyh'in Büdeyl'i İsfahan fâtihlerinden biri olarak göstermesi de doğru değildir. Büdeyl'den oğlu Selem ile Habîbe bint Şerik hadis rivayet etmişlerdir. BİBLİYOGRAFYA: Buhârî. "Şurût", 15, " M e ğ â z î " , 48; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 593-594, 749-750, 783-784, 800, 814-815, 817; III, 923, 990; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 311-312; IV, 391, 395-396, 400, 402; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 96; IV, 294; V, 459; Taberî, Târih (Ebüi-Fazl), II, 625-626; III, 4446, 50-52, 55; Ebü'ş-Şeytı, Tabakâtul-muhaddişîn bi-Eşbehân (nşr. Abdülgafûr el-Belûşî), Beyrut 1407/1987, I, 259-265; İbn Hazm, Çembere, s. 239; İbn Abdülber, el-tstfâb, I, 165166; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, I, 203-204; İbn Hacer, el-lşâbe, I, 141; a.mlf., Ta'cîlü'Tmenfa'a, Haydarâbâd 1324, s. 48-49; M. Hamîdullah, el-Vesâ' iku's-siyâsiyye, Beyrut 1403/1983, s. 273-278; H. Lammens, "Büdeyl", İA, II, 829830; a.mlf., " B u d a y l b. W a r k â 3 " , El 2 (Fr ), I, 1322-1323. r-ı İSİ



F



M . YAŞAR



KANDEMİR



n



BÜĞDÜZ Oğuz boylarından biri.



Kâşgarlı Mahmud (XI. yüzyıl) Büğdüzler'i Oğuz boyları listesinde sekizinci sırada zikreder ve damgalarının şeklini verir. Eserini Hindistan'da 1206 yıllarında yazmış olan Fahreddin Mübârek Şah'ın Türk kavimleri listesindeki Oğuz beyleri arasında Büğdüzler'in de adı geçmektedir. Reşîdüddin Fazlullah'ın (XIV. yüzyıl) Câmi'u't-tevârîh adlı eserindeki tam ve daha tafsilâtlı Oğuz boyları listesinde Büğdüzler'in kardeşleri, taşıdıkları adın mânası, onkunları (totem kuşları), Ölüşle-



ri (şölenlerde koyun etinden yiyecekleri kısım) ve damgalarının şekli bildirilmiştir. Buna göre Büğdüzler Oğuzlar'ın Üçok koluna mensup olup İğdir, Yıva ve Kınık boylanyla birlikte Oğuz Han'ın altı oğlundan biri olan Deniz Han'dan gelmişlerdir. Büğdüz adının mânası "herkese karşı alçak gönüllü olan, yardımcı (hizmet edici)" demektir. Onkunları avcı kuşlardan çakır, ülüşleri koyunun "aşığlu" denilen kısmıdır. Eserini XV. yüzyılın birinci yarısında yazmış olan Yazıcıoğiu Ali'nin Selçuknâme'sindeki Oğuz boyları listesi de Câmi'u't-tevârih'ten alınmıştır.



Câmi cu't-tevârîh'teki "Türkler'in Tarihi ve Oğuz Han'ın Cihangirliğinin Hikâyesi" bölümünde de Büğdüzler'in adı geçer. Burada anlatıldığına göre son Oğuz yabgusu (meliki) Ali Han, Oğuz elinden ayrılarak suyun öte yanında oturan bir kısım Oğuzlar'a çok genç yaştaki oğlu Kılıcarslan'ı vali tayin etmiş ve ona Şah Melik unvanını vermiş, yaşlı ve tecrübeli beylerinden Kuzucu'yu da Şah Melik'in atabegliğine getirmiştir. Kuzucu Büğdüz boyundandı. Ancak Şah Melik atabeği Kuzucu'nun öğütlerini dinlemeyip başında bulunduğu Oğuz topluluğuna zulmetmeye başladığını gören beyler onu öldürmeye karar verirler. Bunun üzerine Şah Melik atabeği ile birlikte Yeni Kent'te oturan babası Ali Han'ın yanına kaçar, o da Atabeg Kuzucu'nun sözlerini dinlemeyerek oğlunu zincire vurdurup zulme uğrayan beylere teslim etmek ister. Bu bilgi Büğdüzler'in, Oğuzlar'ın İslâmiyet'ten önceki tarihlerinde rol oynamış boylardan biri olduğunu göstermektedir. Dede Korkut destanlarında Büğdüzler Emen Bey ile temsil edilirler. Fakat Emen Bey bu destanlarda büyük ihtimalle bir yanlışlık eseri olarak Bozok beyleri arasında zikredilmiştir. Bununla birlikte Büğdüz Emen'in kendi kolu olan Üçoklu beylerine küsüp oymağı ile Bozoklar'ının yanında oturmuş olması ve bundan dolayı Bozoklar'dan (Taş Oğuz = Dış Oğuz) sayılması mümkündür. Emen Bey'in lakabı "bıyığı kanlu"dur (öfkeli ve cesur). Fakat Büğdüz Emen için şeref verici husus, onun Hz. Peygamber'i ziyaret ettiğinin söylenmesidir. Bununla ilgili olarak Büğdüz Emen öğülürken, "Varuban Peygamber'in yüzünü gören, gelüben Oğuz'da sahâbesi olan" denilmektedir. Emen'in büyük beylerden Kazılık Ko-



ca oğlu Yigenek'in dayısı olduğu da bilinmektedir. Yine bu destanlarda Büğdüz Emen'in Depe Göz adlı olağan üstü yaratıkla savaştığı, fakat başarılı olamadığı da söylenir. Bütün bu bilgiler, Büğdüzler'in Xİ-X1I. yüzyıllarda Seyhun boylarının Karaçuk dağları kısmında yaşayan Oğuz-eli'nde önemli bir mevkiye sahip olduklarını ortaya koymaktadır. XVI. yüzyılda Anadolu'da Büğdüzler'e ait yirmi iki yer adı tesbit edilebilmiştir. Buna göre Büğdüzler Oğuz boylarının yer adları sayısına göre düzenlenmiş cetvelinde on yedinci sırada bulunmaktadır. Bu yer adları Anadolu'nun bir Türk ülkesi haline gelmesinde Büğdüzler'in önemli rol oynadıklarını göstermektedir. Bütün Büğdüz obaları erken bir zamanda toprağa bağlanmışlardır. Bundan dolayı Hazar ötesi Türkmenleri arasında bu isimde hiçbir topluluk görülmediği gibi XVI. yüzyılda Anadolu'da sadece Suriye'de Hama sancağında altmış beş vergi nüfuslu bir Büğdüz oymağı tesbit edilmiştir. XVI. yüzyılda yirmi iki olan yer adından ise günümüze ancak üçü gelebilmiştir. BİBLİYOGRAFYA:



Dîvânü lugâti't-Türk, I, 56; Dîvânü lugâti'tTürk Tercümesi, I, 56; Dîvânü lugâti't-Türk (Dankoff), I, 101; Târîh-i Fahreddîn Mübârekşâh (nşr. E. D. Ross), London 1927, s. 47 ve fotokopi; Reşîdüddin, Câmi'u't-tevârîh (nşr. B. Kerimî), Tahran 1338, I, 4 9 ; a.e.; TSMK, Hazine, nr. 1653, II, vr. 389 b -390 a ; a.e.: Oğuz Destanı (trc. Z. Velidî Togan), İstanbul 1972, s. 7374; a.e.: Die Geschichte der Oğuzen des Rasid ad-dîn (trc. K. Jahn), Wien 1969, s. 62-63; Yazıcıoğiu Ali, Selçuknâme, TSMK, Revan, nr. 1390, vr. 22 a " b ; Dede Korkut Kitabı (nşr. Muharrem Ergin), Ankara 1958, I, 113, 175, 200, 202, 208, 210; a.e.: The Book of Dede Korkut (trc. F. Sümer - A. E. Uysal - W. Walker), Austin-London 1972, s. 37, 87, 118, 125, 126, 169, 170; Türkiye'de Meskûn Yerler Kılavuzu, Ankara 1946, I, 184; Faruk Sümer, Oğuzlar: Türkmenler, İstanbul 1980, s. 359, 400, 456. S



FARUK SÜMER



BUHLUL (bk. B E H L Û L ) .



BÜHTAN (bk. İFTİRA).



BÜKÂ (bk. A Ğ L A M A ; BEKKÂÎN).



483



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜKEYR (Benî Bükeyr) B Ü K E Y R (Benî Bükeyr)



(



jSi



J-i )



Benî Sa'd b. Leys'in bir kolu olan Arap kabilesi. Mekke'deki evlerini olduğu gibi bırakıp Hz. Peygamber'in ardından Medine'ye hicret eden kabilelerden biridir. Kabileye adını veren Bükeyr (bazı kaynaklarda Ebü'l-Bükeyr) b. Abdüyâlîl'in İyâs, Hâlid, Âkil ve Âmir adlarını taşıyan dört oğlu Dârülerkam'da müslüman olarak Resûlullah'a biat etmişlerdi. Dördü de Bedir Gazvesi'ne katılan bu kardeşlerden Âkil savaş sırasında Mâlik b. Züheyr elCüşemî tarafından şehid edildi. Onlardan başka Bedir Savaşı'na katılan dört kardeş bulunmadığı için Muâviye ensara karşı kendileriyle iftihar ederdi. Uhud gazilerinden olan Hâlid Recî'de şehid edildi (4/625). İyâs ile Âmir Uhud ve Hendek savaşlarına ve diğer gazvelere katıldılar. Âmir Yemâme'de şehid oldu, Mısır fethine iştirak eden İyâs ise 34'te (654-55) vefat etti.



latmakta olan bir yahudiyi öldürdü; ertesi gün yahudinin katilini araştıran halifeye maktulün yaptıklarını anlatarak onu kendisinin öldürdüğünü söyledi. Hz. Ömer Bükeyr'i haklı buldu ve Hz. Peygamber'in yaptığı duayı da göz önüne alarak onu cezalandırmadı. Bükeyr'in Kâdisiye Savaşînda gösterdiği cesaret de zikre değer. Savaşın sonlarına doğru bozguna uğrayan İranlılar Dicle ırmağı üzerindeki köprüleri tahrip ederek geri çekilmişlerdi. Kumandan Sa'd b. Ebû Vakkâs, coşkun bir şekilde akan Dicle'den askerlerini karşı tarafa nasıl geçireceğini düşünürken Bükeyr, Atlâl diye anılan meşhur atını ırmağa sürdü ve nehri geçti. İslâm askerleri de kendisini takip ettiler. Hicretin 22. yılında Sürâka b. Amr'ın kumandasında Azerbaycan fethinde bulunan ve Mugan'ın İslâm topraklarına katılmasını sağlayan Bükeyr'in Azerbaycan'da şehid düştüğü rivayet edilmektedir. BİBLİYOGRAFYA:



BİBLİYOGRAFYA:



TâcüT-'arûs,



İbnü'l-Kelbî,



" b k r " m d . ; İbnü'l-Kelbî, Cem-



here (Nâci), s. 1 4 6 ; İbn H i ş â m , es-Stre, II, 4 7 7 , 4 9 9 ; İbn Sa'd, et-Tabakât, teybe, el-Ma cârif



Cemhere,



III, 3 8 8 - 3 9 0 ; İbn Ku-



(Ukkâşe), s. 5 9 1 ; İbn



Hazm,



s. 1 8 3 ; İbn Hacer, el-İşâbe, I, 89.



Belâzürî, Fütûh,



Cemhere



(Nâci),



s.



138-139;



s. 2 6 3 ; Taberî, Târîh



150, 153-157; İbn Düreyd, el-İştikâk, İbn H a z m ,



dü'l-ğâbe,



Cemhere,



F



ABDÜLKERIM ÖZAYDIN



B Ü K E Y R b. Ş E D D Â D



(



öi jSi



I, 2 4 0 - 2 4 1 ; a.mlf., el-Kâmil,



L



B



F



J



Üsdü'l-ğâbe ile el-İşâbe'de adıyla ilgili olarak Bekir b. Şeddâh şekli tercih edilmektedir. Şeddâh onun dedelerinden biridir. Bazı kaynaklarda ise kendisinden Bükeyr b. Abdullah diye söz edilmektedir. Bükeyr çocukluk yıllarında Hz. Peygamber'e hizmet etti. Bulûğ çağına gelince durumunu Hz. Peygamber'e anlatarak bundan böyle hanımlarının yanına serbestçe girmesinin doğru olmayacağını söyledi. Onun bu davranışından memnun olan Hz. Peygamber, "Allahım, sözünü doğrula ve kendisini kurtuluşa erdir!" diye dua etti. Bu dua yıllar sonra Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında gerçekleşti. Arkadaşlarından biri cihada giderken ailesini ona emanet etmişti. Bükeyr arkadaşının evine uğradığı bir gün orada arkadaşının hanımıyla ilişki kuran ve bu ilişkiyi müstehcen bir şiirle an-



XVI. yüzyılın sonlarına doğru, Bükreş'e 4 mil (yaklaşık 6 km.) mesafede ağaçlık ve bataklıklarla kaplı bir boğaz olan Kâlûgerân (Çalugareni) mevkiinde Prens Mihal (Mihai Viteazul) kumandasındaki Eflak ordusu ile Serdar Sinan Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu karşı karşıya geldi (1595). Yenilen Eflaklılar geri çekilirken Bükreş'i yakıp yıktılar. Mihal Osmanlı baskınlarına karşı Targovişte'ye çekildi. Bunun üzerine Osmanlılar düşmanın boş bıraktığı şehre girdiler. Eflak bir eyalet şeklinde teşkilâtlandırılarak merkezi Bükreş olmak üzere beylerbeyiliğine Satırcı Mehmed Paşa getirildi. Sinan Paşa şehirde hâkimiyeti sağladıktan sonra on iki günde ağaç kütüklerinden bir kale yaptırdı. Öte yandan Mihal tarafından tahkim edilen Targovişte alındı ve burada da bir ay içinde ağaçtan bir kale yapıldı. Ancak ertesi yıl Mihal'in mukabil taarruzu karşısında Bükreş tahliye edildi. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vererek çekilmek zorunda kaldı. Bükreş boşaltılırken yapılan kale Sinan Paşa'nın emriyle yakıldı. Bundan sonra Bükreş'in yangın, salgın hastalıklar ve Türkler'e karşı isyanlarla geçen çalkantılı tarihi başlamaktadır.



II, 4 5 4 , I, 52,



İSMAİL L . Ç A K A N



n



)



B ü k e y r b . Ş e d d â d el-Leysî



Sahâbî.



s. 1 7 1 ;



s. 1 8 1 ; İbnü'l-Esîr, Üs-



5 0 6 ; III, 18, 27-29; İbn Hacer, el-İşâbe, S



(Ebü'l-



Fazl), III, 4 9 3 - 4 9 4 , 565, 5 8 1 , 6 2 1 ; IV, 138, 149,



ması dolayısıyla Targovişte şehrine taşıdılar.



BÜKREŞ



n



Romanya'nın başşehri.



^



Eflak eyaletinde, Tuna'nın kuzey kıyısına yaklaşık 50 km. uzaklıkta Dambovita nehri üzerinde kurulmuştur. Şehir, ilk defa 1368'de Cetatea Dambovitei ismi ile geçmekte olup Eflak prenslerinin ikametgâhı haline geldiği XV. yüzyıla kadar bu isim Bükreş'le beraber kullanılmıştır. Kazıklı Voyvoda adıyla bilinen 111. Vlad Tepeş, 1459 ve 1461 'deki emirnamelerini burada çıkardı. 1462'de Fâtih Sultan Mehmed'in tayin ettiği Prens Radu Cel Frumos (Güzel Radu, 1462-1474), Yerköyü'nde (Giurgiu) bulunan bir Türk garnizonunun himayesinde idaresini bu şehirde kurdu ve Osmanlılar'a vergi verdi. Bundan sonra iki asırdan fazla bir süre Bükreş'in tarihi, Eflak prenslerinin İstanbul ile olan münasebetlerine bağlı kalmıştır. Osmanlı hâkimiyetine karşı ayaklanan Eflak prensleri, ikametgâhlarını Türk akınlarına daha az maruz kal-



1716'ya kadar yerli prenslerle idare edilen Bükreş'e bu tarihten sonra İstanbul'daki Fener Rum patrik ailesinden seçilen yöneticiler tayin edildi. Bu durum, bir halk ayaklanması ile Fener yönetimine son verildiği 1821'e kadar devam etmiş ve İstanbul'dan gönderilen Rum yöneticilerin sayısı kırkı bulmuştur. 18771878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması'yla Bükreş'te Osmanlı hâkimiyeti sona ermiştir (1878). Bükreş Osmanlı tarihinde özellikle 18061812 Osmanlı-Rus savaşı ile Balkan Savaşı'nı (1912-1913) bitiren antlaşmaların imzalanışlarına sahne olması açısından önem taşımaktadır. İlk devirlerdeki nüfusu hakkında fazla bilgi bulunmayan Bükreş'te kaynaklar sadece Yunanlı, Ermeni ve yerli tüccarların varlıklarından bahsetmektedir. XVII. yüzyılda ise Evliya Çelebi Bükreş'in büyük bir şehir olduğunu, ancak kalesinin bulunmadığını, Eflak beylerinin oturduğu saraylara "forte" denildiğini, şehirde hepsi ahşap 12.000 ev, 1000 kadar dükkân, on dört manastır ve ayrıca müslümanlar için bir misafirhane ile Dimboviçse'nin (Dimbovitsa) karşı kıyısında köprü başında, içinde bir cami ve bazı me-



484



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜLBÜL zarların yer aldığı elli odalı bir kervansarayın bulunduğunu bildirmektedir. Ona göre kâgir binaların azlığının sebebi, Eflaklılar'ın birkaç yılda bir isyan edip Osmanlı ve Kırım askerlerinin tenkil hareketlerine mâruz kalmaları yüzünden şehrin harap olması ve bundan dolayı halkın tek katlı ahşap evlerle yetinmesidir. XVII. yüzyılda Balkan kökenli nüfus artmış ve XVIII. yüzyılda bu nüfus her yönüyle önem kazanmıştır. XVII. yüzyılın sonlarında şehirde 50.000 kişi yaşamakta idi. Bu sayı XVIII. yüzyılın sonunda 20.000 ile 60.000, XIX. yüzyılın ilk yarısında ise 50.000 ile 100.000 arasında değişmekteydi. 300 yıl Osmanlı Devleti idaresinde kalmış olan Bükreş Yunan bilim çalışmalarının önemli bir merkezi haline geldiği XVIII. yüzyılda Fenerli prenslerin yönetimi altında daha da belirginleşen bir Şark görünümü kazanmıştı. Prensler Osmanlı Devleti içindeki hıristiyanlar için dinî kitap basımını başlattılar. İstanbul, Trabzon, Kudüs ve Aynaroz'daki (Athos) manastırlara gönderilmek üzere vergi toplama işine giriştiler. Ancak Fenerli Rum prenslerin himaye ettiği yabancı tüccarlarla rekabetten hoşnut olmayan yerli tüccarlar zaman zaman halkı ayaklandırdılar. Rus ve Avusturya işgalleri, Bükreş'te Batı'nın ilk etkilerinin görülmesine ve XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren Yunanca'nın yerine Fransızca'nın geçerek yaygınlaşmasına sebep oldular. Fransız devriminin ortaya koyduğu düşüncelerin etkisiyle şehir, Eflak ve Boğdan'ın birleşmesini sağlayan Romanya'nın siyasî birliği için mücadele veren bir merkez halini aldı (1859). 1862'de Romanya'nın başşehri olunca hükümet binaları, kültür ve eğitim kurumlarının inşası ile hızla gelişti. I. Dünya Savaşı'nda 1916-1918, II. Dünya Savaşı'nda ise 1940-1944 yılları arasında



Bükreş'te XVIII. yüzyıla ait Manuk Hanı'nın XIX. yüzyıl sonunda çekilmiş bir fotoğrafı (iü Ktp., A l b ü m , m . 91.212)



Almanlar tarafından işgal edildi. Şehrin asıl gelişmesi II. Dünya Savaşı'ndan sonradır. 1906'da Romen hükümeti Bükreş'te bir cami yaptırmıştı. Daha sonra bu cami yıkılıp 1960'ta bir başka yere yenisi inşa edilmiştir; ayrıca şehirde bir de Türk şehitliği bulunmaktadır. Bükreş'in 1986 sayımına göre nüfusu 1,990.000'dir. BİBLİYOGRAFYA: Selânikî. Târih (tpşirli), s. 507-508, 515-516, 538, 831; Peçuylu İbrâhim, Târih, il, 159-162; Evliya Çelebi, Seyahatname, VII, 476-480; Naîm â , Târih, I, 129-132, 136-140; F. C. Belfour, The Traveb of Maearios, London 1836, II, 375; I. Bogdan, Cronice Inedite Atmgatoare de Istoria Romanilor, Bucharest 1895, s. 39; G. I. lonescu Gion, Istoria Bucurestiului, Bucharest 1899, s. 818; N. lorga, Istoria Bucurestilor, Bucharest 1930, s. 397; P. P. Panaitescu, Documentele Tarii Romoneşti, Bucharest 1938, I, 240, 244-248, 253-255, 260-261; Danişmend, Kronoloji, III, 151-153; N. Beldiceanu, "Bükresh", El 2 (İng.), I, 1298-1299. S



F



NICOARA



BELDICEANU



BÜLBÜL



(



n



& )



Türk ve İran edebiyatiarında başta âşık oluşu ve sesinin güzelliği olmak üzere çeşitli özellikleri sebebiyle adı en çok geçen kuş. Aslı Farsça olan kelime sonradan Arapça'ya da girmiştir. Bülbül için andelîb ve hezârdan başka sesinin güzelliği do-



layısıyla hezâr-destân (bin bir türlü hikâye söyleyen), hoş-hân (güzel okuyan), hoşgû (güzel söyleyen), hoş-âheng (güzel sesli) kelimeleri de kullanılır. Bunların yanın-



da zend-hân (güzel sesli kuş), zendvâf, zendbâf, zendlâf (bülbül), mürg-i bâğ



(bahçe kuşu), mürg-i çemen (çimen kuşu), şeb-hân (gece öten kuş), mürg-i şeb-hîz



(gece uyanık duran kuş), hezâr-âvâz (bin bir sesli) gibi kelime ve terkipler de bülbülü ifade eder. Çeşitli Türk şivelerinde böberdek, bübürdek, keleçek, kujulak, ötlügen, sandugaç gibi adlarla anılan bülbüle Dîvânü lugâti't-Türk ve Kutadgu Bilig'de de rastlanır. Doğu edebiyatlannda önemli bir yeri olan bülbül güllerin açtığı günlerde daha canlı öttüğünden gül ile arasında muhayyel bir aşk ilişkisinin var olduğu kabul edilmiş, bülbül âşığa, gül de mâşuk veya maşukaya benzetilmiştir. Aralarındaki bu ilişki mecazi aşk olarak kabul edilmiş, gülün aşkı ile tutuştuğu için bülbüle "şeydâ" (çılgın) ve "zâr" (ağlayıp in-



leyen) sıfatları verilmiştir. Yine bu anlayışa göre bülbülün güle yaklaşmasını önleyen en büyük engel gülün dikenidir. Ancak bülbül dikeni de gülün hatırı için hoş görmektedir. Şairler yüzyıllar boyunca bülbülle gül arasında tahayyül ettikleri bu aşkı şiirleri için tükenmez bir kaynak olarak görmüşlerdir. Nitekim eski İran ve Türk edebiyatı şairlerinin divanlarında bülbül ve gül konulu manzumelere veya onlarla ilgili remiz ve mazmunlara sık sık rastlanır. İran edebiyatında bülbülü ve onun güle olan aşkını en güzel şekilde dile getiren, ünlü şair Hâfız-ı Şîrâzî (ö. 791/ 1389) olmuştur. Klasik divan şairleri bülbülden belirli kurallara bağlı olarak bahsettikleri halde halk şairleri onu daha serbest bir muhayyile ile ve çok defa daha canlı bir şekilde dile getirirler. Türk halk edebiyatında hakkında pek çok mâni, türkü, destan ve koşma yazılmış olan, Türk atasözleri ve deyimlerinde geniş bir yer tutan bülbül, daha XIV. yüzyıl başlarında Yûnus Emre'nin şiirlerinde lirik bir duyuşun timsali olarak görülür. Sonraki yüzyıllarda da hemen bütün halk şairleri bülbül motifini çeşitli şekillerde kullanmışlardır. Divan edebiyatında bülbül, klasik Doğu edebiyatlarında olduğu gibi âşığı sembolize eder. Bunda gülün sevgili olarak düşünülmesi de rol oynar. Teşhis yoluyla âşığın bütün özelliklerinin izâfe edildiği bülbül, gülün daha kırmızı ve güzel olması için ona kanını vermiş veya gül hile ile onun kanını içmiş, yüzüne sürmüş yahut allık (gül-güne) olarak kullanmıştır. Bülbül gülün hasretiyle sabahlara kadar feryat eden bir âşıktır. Bu benzetmede bülbülün diğer kuşlardan farklı olarak gece de ötmesi söz konusudur. Bazı şairler bülbülün feryat etmesini onun için ilâhî bir takdir olarak kabul ederler. Ötüşünün nağme olarak nitelendirildiği hallerde bir nağmede 1000 sihir yaptığı ifade edilir. Bazan da gül yaprağı veya mushaftan âyetler yahut Gülistân'dan beyitler okuduğu düşünülür. Zevk ehlini gül bahçesine çağırarak gül ile olan macerasını âleme "destan eyleyen" bülbülün, "bin" (1000) anlamına da gelen hezâr kelimesinin tevriyeli ve cinaslı kullanılmasıyla "hezâr-destân" ve "destân-serâ" olduğu söylenir. Âteş zebân, hoş-zebân, mürg-i hoş-hân, mürg-i seher, hoş-âvâz, hoş-beyân, hoşnağme, ter-nağme, şîrîn-güftâr, gûyâ, medh-hân, nây-ı hazîn gibi kelimeler



485



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜLBÜL ötüşüyle ilgili olarak bülbül



mânasına



geldiği gibi feryat, figan, şîven, âh ü zâr, nevâ, nâle, savt, nağme, o k u m a k ve gulgule kelimeleri de ötüşünü nitelemek için kullanılır. Güzel nağmeleri ve gönül alıcı ö t ü ş ü n d e n dolayı şairler de kendilerini bülbüle benzetirler. "Bülbül-i bustân-ı m e z â k " Hz. Peygamber'den kinaye olarak, "bülbül-i hezâr-dâstân" Sa'dî-i ŞîrâzFden kinaye ve ehl-i kemâl için kullanılan birer tabirdir. Bunların dışında bülbül-zebân "fasih", bülbül-mizâc ise "değişik mizaçlı" ve "âşüfte" anlamlarına gelmektedir.



eserlere konu olmuştur. İlk bülbülnâmenin Fars edebiyatında Ferîdüddin A t t â r (ö. 618/1221) tarafından yazıldığı söylenirse de bu eserin Attâr'a ait olmadığı kanaati yaygındır (bk. ATTÂR, Ferîdüddin). Küçük bir mesnevi olan bu eserde, güle karşı duyduğu aşkı öterek t e r e n n ü m eden bülbülün diğer kuşları rahatsız etmesi ve kuşların onu Hz. Süleyman'a şikâyetleri anlatılır. Hz. Süleyman doğanı gönderip bülbülü yanına getirtir. Bülbül kendini savunur, Hz. Süleyman onu hak-



Kuşlar farklı yerlerde yaşarlar. Karga



lı bulur ve diğer kuşların bülbüle dokunmamalarını emreder. Bu konuda İran edebiyatında h e m e n h e m e n başka bir



leşi, baykuş viraneyi, bülbül de gülzârı sever. Bağda, bahçede, çiçekler içinde



esere rastlanmadığı halde Türk edebiyatında XVI. yüzyıldan başlayarak "Bül-



dolaşmakla beraber bülbül daha çok gül dalları ve yaprakları arasında görülür. Bülbülün t a h t g â h , mahfil, sâyeban, sâgar, keşkül şekillerinde tasavvur edilen yuvası da burada bulunur. Bu beraberlik, gülün rengi itibariyle ateşi çağrıştırmasıyla çeşitli tasavvurlara konu olur. O büyük bir âfet veya yangından artakalan bir "kül öksüzü"dür. Bu benzetm e ile aynı zamanda vücudunun üst kısmının koyu, alt kısmının sütlü kahve renginde oluşuna da işaret edilmiş olur. Gülün Hz. Mûsâ'ya Tür dağında görünen "âteş-i Mûsâ"ya benzetilmesiyle bülbül de Hz. Müsâ'nın "kelîm" sıfatı ile nitelendirilir. "Pamukla ateşin oyunu olmaz" atasözü de bu münasebetle hatırlanır. Güzel sesinden dolayı bülbül ile Hz. Dâvûd arasında da ilgi kurulmuştur. Ayrıca gül camiye, servi minareye, bülbül de Kur'an okuyan kişiye benzetilir.



bülnâme", "Bülbüliyye" ve "Gül ü Bülbül" adlarıyla beşten fazla eser kaleme alınmıştır. Bu alanda bilinen ilk Türkçe eser, Kara Fazlî'nin (ö. 9 7 1 / 1 5 6 3 - 6 4 ) Gül ü Bülbül adlı mesnevisi olup H a m m e r tarafından Almanca çevirisiyle birlikte 1833'te Viyana'da basılmıştır. B u n d a n sonra Bahâînin (ö. 9 8 0 / 1 5 7 2 ) Gül ü Bülbül'ü, Gazi Giray'ın (ö. 1 0 1 6 / 1 6 0 7 ) Fuzûlî'nin Beng ü Bdde'sine nazîre olarak yazdığı Gül ü Bülbül'ü, Ömer FuâdFnin (ö. 1 0 4 6 / 1636) Bülbüliyye'si, Birrî'nin (ö. 1128/1715-16) m a n z u m ve mensur karışık olarak yazdığı Bülbülnâme'si (İst a n b u l 1265) ve Şeyhülislâm M e h m e d Esad Efendi'nin (ö. 1 1 6 6 / 1 7 5 2 ) Bülbülnâme'si zikredilebilir. Ayrıca Hüseyin Ayan'ın, Paris Bibliothâque Nationale'de kayıtlı Farsça bir m e c m u a n ı n içinde



Bülbül ile birlikte zikredilen diğer bir unsur da kafestir. "Bülbülün çektiği dili belâsıdır" atasözü, bülbülün güzel ötüş ü n d e n dolayı kafese k o n u l m u ş olduğ u n u ifade eder. "Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş" atasözü ise onun gül bahçesinin ve hürriyetin has-



(Farsça Yazmalar 7 |A.F. 2147], vr. 196b209 a ) bulup neşrettiği (bk. bibi.) Bülbülnâme adlı bir mesnevi daha vardır. Ne z a m a n yaşadığı bilinmeyen Rifâî adlı bir şaire ait olan eser beş beyitiik hâtimesiyle birlikte 327 beyittir.



CEMAL KURNAZ



n



BÜLBÜL ŞAH )



Sühreverdiyye tarikatının Hindistan'daki şeyhlerinden.



Sühreverdiyye şeyhlerinden Şah Ni'me-



çesinin hasretiyle feryat eden bir Hak âşığıdır.



liyye", "Gül ü Bülbül" gibi adlarla anılan



S



( TFL.I J J J



timsalidir. 0 bu dünyada veya ten kafesinin içinde uzak kaldığı ezelî gül bah-



müstakil olarak "Bülbülnâme", "Bülbü-



Burhân-ı Kâtı' Tercümesi, 11, 332; Türk Lügati, 1, 731-732; Ferheng-i Fârsî, I, 565; Ali Nihat Tarlan, Şeyhî Divanını Tedkik, İstanbul 1964, s. 171-172; a.mlf., "Bulbul", El 2 (İng.), I, 1301-1302; Mehmed Çavuşoğlu, Necati Bey Dîvânının Tahlili, İstanbul 1971, s. 265-266; Harun Tolasa, Ahmed Paşa'nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 485-487; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 138-140; Hüseyin Ayan, Bülbülnâme, İstanbul 1981; Cemâl Kurnaz, Hayâlî Bey Dîvânı (Tahlil), Ankara 1987, s. 502-505; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, Ankara 1989, 1, 163-165; Dihhudâ, Luğatnâme, VII, 231-232; TA, IX, 19-20; R. Ekrem Koçu, "Bülbül", İSLA VI, 3164-3166; M e h m e d Kaplan, "Bülbül", İA, II, 832-834; Ali Nihat Tarlan, "Bulbul", El 2 (İng ), I, 1301-1302; TDEA, I, 480; Hüsang A'lam, "Bolbol", Elr., IV, 336-337.



Seyyid Şerefüddîn Bülbül Şâh el-Hüseynî el-Keşmîrî (ö. 728/1327)



ler bülbülü daha geniş anlamlı bir alegori olarak kullanmışlardır. Onlara göre bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun



bülbül,



BİBLİYOGRAFYA:



F



sinesi de kafes şeklinde düşünülür. Mutasavvıflar veya tasavvufa meyyal şair-



m e s t ve hatibe de benzetilen



Türk ve İran edebiyatlarında şiirdeki karakteriyle m a n z u m ve m e n s u r hikâyelere de konu olan bülbül, g ü n ü m ü z Türk edebiyatında h e m e n h e m e n terkedilmiş bir m o t i f d u r u m u n d a d ı r .



Divan edebiyatında bu eserler dışında bülbüle çeşitli beyitlerde ve "bülbül" re-



retiyle yandığını anlatır ve hürriyeti sembolize eder. Aynı şekilde âşığın gamlı gönlü m i h n e t gülzârınm bülbülü, yaralı



Yukarıda belirtilenlerin dışında tâlip,



difli gazellerde sık sık rastlanmaktadır. Bunlar arasında, XIX. yüzyılın ikinci yarısında divan edebiyatı geleneğini dev a m ettiren Şeyhülislâm Ârif Hikmet'in bülbülü kısmen dinî bir fikirle işleyen gazeli zikre değer. Bu devirde yazılmış bülbüle dair şiirlerden Osman Şems Efendi'ninki tasavvur ve üslûp bakımından ayrı bir yere sahiptir. Osman Şems Efendi bülbülü "riyâz-ı vahdetten uzak düşm ü ş bir ruh" olarak ele almış, onda mekâna hapsedilmiş bir "lâ-mekân" mahlûkunun derin ıstıraplarını dile getirmeye çalışmıştır. Yenileşme devri Türk edebiyatında yazılan bülbül temalı manzumeler içinde, Recâizâde Ekrem'in "bülbül" redifli gazeli yanında özellikle Mehm e d Akif'in Bursa'nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine yazdığı "Bülbül" şiiri, dinî ve sosyal hassasiyeti dile getiren güzel bir örnektir.



tullah FârsFnin mürididir. Moğol istilâsı Bülbül ve gül tasviri (İO Ktp., ibnüiemin,



yüzünden şeyhi ve beraberlerindeki 1000 kişi ile birlikte Türkistan'dan Raca Suhâdivâ (1301-1320) idaresindeki



Keşmir'e



Albüm,



hicret etti. Bu yıllarda iktidarı ele alan



nr. 3 7 8 4 )



Prens Rinçana Budist idi. Bülbül Şah,



486



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜLDÂNİYYE Budizm ve halkın dini olan Hinduizm'le tatmin olmayan Rinçana'ya İslâm'ı anlattı. Rinçana müslüman olup Sadreddin adını aldı. Bülbül Şah, Sadreddin'in tebaasından yaklaşık 10.000 kişinin İslâm'a girmesine vesile oldu. Emîr Sadreddin Bülbül Şah için yaptırdığı hankaha zengin vakıflar tahsis etti ve bunların geliriyle bir aşevi kurdu. Bir ara harap olan aşevi daha sonraları onarılmış ve dârülaceze olarak kullanılmıştır. Emîr Sadreddin'in dârülacezenin yanında yaptırdığı mescid Keşmir'in ilk mescididir. Bülbül Şah bu mescidin yakınlarında inşa edilen türbede medfundur. BİBLİYOGRAFYA: Abdülhay el-Hasenî, IHüzhetü'l-hauâtır, II, 49; A. Schimmel, İslam in the Indian Subcontinent, Leiden 1980, s. 44; el-KâmOsul-İslamî, I, 351; Mohibbul Hasan, " B ü l b ü l S h â h " , El 2 Suppi. (İng.), s. 156. m I® NİHAT AZAMAT



r



n



BÜLBÜLDAĞI



Batı Anadolu'da İzmir'e bağlı Selçuk ilçesinin güneybatısında, üzerinde Hz. Meryem'e nisbet edilen ^ bir evin bulunduğu tepe.



^



da mağaraya sığınarak 309 yıl süren mucizevî uykularını tamamladıkları mağaranın Bülbüldağı'nın eteklerinde olduğuna inanılmaktadır. Kur'an'da da yer



alan bu olayın (bk. el-Kehf 18/9-26) Tarsus, Elbistan ve Antakya gibi yerlerde geçtiğine dair farklı rivayetler vardır. Bizans kaynaklarına göre havâri Yu-



hanna'nın (Saint Jean) mezarının da buradaki bir tepe üzerinde bulunması dolayısıyla bu bölgeye Latince Ayasuluk (Ayaslug) denilmiştir. Saint Jean Kilisesi ve Hz. Meryem'e nisbet edilen ev dolayısıyla hıristiyanlar son yıllarda bölgeyi bir ziyaret yeri haline getirmişlerdir. Ancak eski kaynaklarda Hz. Meryem'in buraya geldiği, burada öldüğü hakkında açık bir ifade yoktur. Bu bölgede Hz. Meryem'e isnat edilen bir mezar da mevcuttur. Buna karşılık Kudüs'te de ona nisbet edilen iki mezar daha bulunmakta olup bunların biri Jeoshaphat (Kedron) vadisinde, diğeri Gethsemani'dedir (geniş bil-



Bu bölge Hıristiyanlığın doğuşundan sonra da önemini korumuştur. Ashâb-ı Kehf'in Kral Dakyanus (Decius) zamanın-



Bülbüldağı üzerindeki Meryemana Evi - Selçuk / izmir



BİBLİYOGRAFYA: L. Heidet — L. Pirot, "Assomption, These d u B u l b u l - D a g h " , DB 2, I, 647-652; Hikmet Tanyu, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara 1973, s. 126-134; Günay Tümer, Hıristiyan



ue islâm Dinlerinde Meryem (doçentlik tezi, 1979), AĞ İlâhiyat Fakültesi, s. 83-98; TA, XXIV, 22-23. H



O R H A N SEYFİ YÜCETÜRK



B Ü L B Ü L Z Â D E ALİ H İ B R Î EFENDİ (bk. HİBRÎ, Ali Efendi).



^



BÜLDÂNİYYE



n



gi için bk. Tümer, s. 89-98). Bu konuyu ilk defa araştıran eski kilise babalarından Epiphanius (ö. 403), Yuhanna'nin Meryem'i Efes'e g ö t ü r d ü ğ ü n ü hiçbir yerde okumadığını söylemektedir (a.g.e.,



s. 87). Selçuk ilçesine 12 km. uzaklıkta bulunan Bülbüldağı'nın arkeoloji ve dinler tarihi bakımından önemi, eteğinde tarihî ve turistik yerleşim merkezleri bulunmasından kaynaklanır. Bunların başında Peleponnes ve İyon adalarından gelme göçmenler tarafından kurulan Efes şehri gelir. Bazı rivayetlere göre Efes Amazonlar tarafından kurulmuş ve burada dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı da bunlar tarafından yapılmıştır.



Çeşitli ülkelerdeki Hz. Meryem'le ilgili makamlardan biri olarak kabul edilebilecek Bülbüldağı'ndaki bu yeri 1967'de Papa VI. Paul de ziyaret etti ve burasını "resmî kutsal hac mahalli" ilân etti. Böylece hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Bülbüldağı'ndaki bu evde her yıl 15 Ağustos'ta âyinlerle "Meryem'in göğe çıkma bayramı" bir hac havası içinde kutlanmaktadır.



Bütün bunlara rağmen XIX. yüzyılın başında Catherine Emmerich adlı bir Alm a n mistiği Hz. Meryem'in evinin Bülbüldağı'nda bulunduğu iddiasını ortaya attı. Başlangıçta bu iddia kilise yetkililerince reddedildi. Çünkü 431'deki Efes Konsili'nde Hz. Meryem'e "Theotokos" (tanrıyı doğuran) unvanı verilmiş, daha sonra günahtan, hatta aslî g ü n a h * t a n m u a f ve ölümsüz sayılmış, Papa IX. Pius 1854'teki papalık bildirisiyle onun günahsızlığını ilân etmişti; nihayet 1950'de Papa XII. Pius îsâ gibi Hz. Meryem'in de göğe yükseldiğini açıklamıştı. Ancak tarihî delillere ve yaygın inanışa pek uygun düşmemekle beraber Catherine Emmerich'in yukarıdaki iddiası bazı kilise çevrelerini harekete geçirdi. Lazarist rahiplerin Bülbüldağf nda buldukları ev



(şimdi Meryemana Evi deniliyor) ve ayazmayı içine alan 919 dönümlük arazi, Fransız uyruklu Lazarist başrahip M. Joseph



B. Gabriel (Türkçe kayıtlarda M. Josef B. Gavriel) adına satın alındı ve Kuşadası Tapu Sicil Muhafaza Memurluğu'nda tescil ettirildi. Halbuki bu evi bölgede yerleşen ilk hıristiyan topluluktan kalma bir yapı olarak görenler yanında Efes Konsili dolayısıyla yapıldığını ve Hz. Meryem adına ithaf edilen yüzlerce binadan biri olduğunu ileri sürenler de vardır.



F



(



)



Muhaddislerin muhtelif kültür merkezlerinde duyup öğrendikleri hadisleri bu beldelere göre bir araya toplayarak ^meydana getirdikleri hadis mecmuaları.^



Hadis bilgisi bakımından birbirinden farklı durumda olan ashabın ve sonraki râvilerin bir beldeye yerleşmeleri ve bildikleri hadisleri orada rivayet etmeleri sebebiyle hadislerin tedvîn'inden önce muhtelif kültür merkezlerinde birbirinden farklı hadisler yayılmıştı. Muhaddislerin sıkça kullandıkları, "Dımaşk'a gitmeden önce bu hadisi duymamıştık" veya, "Falan râvi Dımaşklılar'ın rivayet ettiği hadisleri herkesten iyi bilir"; "Bu sadece Medineliler'in rivayet ettiği bir hadistir"; "Onu Basralılar'dan başka kimse rivayet etmemiştir" şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bazı hadisler ilk zamanlarda sadece bir memleketin, bir bölgenin hadisleri olarak bilinmekteydi. Hatta bazı beldelerde rivayet edilen hadislerin bir başka beldede rivayet edilenlere tercih edildiği de olurdu. Meselâ Hicazlılar'ın hadisleri çok defa Iraklılar'ınkinden daha sahih kabul edilmekteydi. Sonraları bütün İslâm ülkelerini içine alacak tarzda yaygınlaşacak olan hadis tahsili için yapılan seyahatler o devirde henüz başlamadığı için her belde halkı yakından tanıdığı kendi muhaddislerine daha çok itimat ediyor,



487



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜLDÂNİYYE tanımadıkları bir muhaddisten nakledilen rivayetlere o kadar güvenmiyordu. Ancak hadis ö ğ r e n m e k için yapılan yolculukların zamanla çoğalması ve yaygınlaşması, bölgelere göre birbirinden farklı hadislerin rivayet edilmesini ortadan kaldırmış oldu. Muhaddislerin, sözü edilen ilk devirlerde hadis tahsil ederken elde ettikleri rivayetleri bazan bu hadisleri öğrendikleri beldelere göre tasnif ederek meydana getirdikleri "Büldâniyye" t ü r ü n d e n hadis mecmualarına, İbn Asâkir (ö. 5 7 1 / 1176) ve Ebû Tâhir es-Sileff'nin (ö. 5 7 6 / 1180) el-Büldâniyye



adıyla tanınan kırk



hadis mecmuaları (Brockelmann, GAL, I, 404, 450) ile Hasan b. Muhammed b. Muh a m m e d el-Bekrî'nin (ö. 6 5 6 / 1 2 5 8 ) hadis tahsili için gittiği beldelerin kırk tanesinden derlediği, kırk tâbiînin kırk sahâbîden rivayet ettiği kırk hadisi ihtiva eden Kitâbü'l-Büldârıiyye'sı



örnek ola-



rak zikredilebilir. BİBLİYOGRAFYA: Müslim, "Şayd", 12; Tirmizî, "Taharet", 61, 81, 98; Zehebî, A'lâmü'n-nübela, XXIII, 326328; Keşfü'z-zunûn, I, 54; Brockelmann, GAL, I, 404, 4 5 0 ; ' S u p p l . , I, 610; M. Zâhid el-Kevserî, en-Nüketü't-tarîfe, Kahire 1365/1945, s. 34; M. Tayyib Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, İstanbul 1959, s. 164; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne kable't-teduîn, Kahire 1 3 8 3 / 1 9 6 3 , s. 164 vd.; Subhî es-Sâlih, Hadîs İlimleri ue Hadîs Istılahları (trc. M. Yaşar Kandemir), Ankara 1973, s. 39-41; Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 1977, s. 98. S



r



r



ABDULLAH



BÜLEYTÎ



n



(bk. BELATÎ).



^



öi



n



)



Ebü'l-Hasen Bünân b. Muhammed el-Hammâl (ö. 316/928) ^



Mısırlı zâhid ve sûfî.



^



Aslen Vâsıtlıdır. Bir süre Bağdat'ta hadis dersi aldıktan sonra gidip yerleştiği Mısır'da vefat etti. Kuşeyrî, daima doğruluk üzere hareket eden, "emir bi'lma'rûf" ilkesini uygulayan Bünân'a Hamm â l lakabının bir kadın tarafından verildiğini söyler. Bünân'ın azığını sırtına yüklenmiş bir halde hacca gitmekte olduğ u n u gören bu kadın ona, "Allah'a tevekkülün yok m u , yoksa sen hamal mısın?" diye sormuş, bu olaydan " h a m m â l " onun lakabı olmuştur.



sonra



t e İshak el-Hammâl adında bir sûfîden bahseder.



Bünân, m e ş h u r sûfîlerden Ebû Saîd elHarrâz'm (ö. 2 7 7 / 8 9 0 ) çağdaşı idi. Baş-



BİBLİYOGRAFYA: Sülemî, Tabakât,



s. 291-292, 389; Ebû Nu-



ta Sülemî o l m a k üzere bazı sûfî müellifler Bünân'ı Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî'nin üstadı olarak kabul ederler. Sülemî,



VII, 100-102; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 149; Here-



Ebü'l-Hasan B ü n â n b. M u h a m m e d ile ayni tarihte ve aynı yerde vefat eden



488-489; Safedî, el-Vâfî, X, 289-290; İbnü'l-



Ebü'l-Hüseyin b. B ü n â n ' ı Ebû Saîd elHarrâz'ın müridi olarak gösterir (Tabakât, s. 389). Süyûtî bu ikisini aynı şahıs sayar. Câmî ise Mısırlı B ü n â n b. Abdullah adlı başka bir mutasavvıftan bahseder. Ancak Süyûtî'nin de belirttiği gibi m u h t e m e l e n bir t e k B ü n â n vardır, o da Ebû Saîd el-Harrâz'ın mürididir. B ü n â n rızkı t e m i n a t altında görmeyi, emirleri yerine getirmeyi, Hakk'a sarılıp iki cihandan yüz çevirmeyi sûfîlerin en yüce hallerinden kabul eder. Ona göre sebepleri dikkate alma, sebeplerin sebebini (Allah'ı) dikkate a l m a m a y a yol açar; buna karşılık sebepleri hiçbir şekilde dikkate a l m a m a k da insanı bâtıl işlere sevkeder. B ü n â n burada tevekkül ile tedbir fikrini bağdaştırmaya çalışmakta, sebeplerin ilâhlaştırılmasına da terkedilmesine de karşı çıkmaktadır.



aym, Hilye, X, 324-325; Hatîb, Târîhu



Bağdâd,



vî, Tabakât, s. 300, 396; İbnü'I-Cevzî, Şıfatü'ş-



Şafue, II, 448; Zehebî, A'lâmun-nübelâ', Mülakkm,



Tabakâtü'l-evliya',



XIV,



Beyrut



1406/



1986, s. 122-124; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-



zahire, III, 220-221; Câmî, fiefehât, s. 158; SüI, 512-513; Münâvî, el-Keuâkib, II, 22-23. r—ı



yûtî, Hüsnü'l-muhâdara,



İIMİ



r



İRFAN



GÜNDÜZ



B Ü N D Â R , M u h a m m e d b . Beşşâr ( J i J*J J



JjJ



^



)



Ebû Bekr Muhammed b. Beşşâr b. Osmân el-Abdî el-Basrî (ö. 252/866)



L



Basralı tanınmış muhaddis.



J



"Değerli şeyleri saklayan, çok hadis ezberleyen kimse" anlamında B ü n d â r lakabıyla tanınan M u h a m m e d b. Beşşâr 167'de (783) Basra'da doğdu. Kur'ân-ı Kerîm'i ezberledikten sonra Basralı muhaddislerin rivayet ettiği b ü t ü n hadisleri öğrendi. Daha sonra hadis tahsili için



Bünân'a göre hal*ine h â k i m olan ve-



seyahate çıkmak istediyse de annesi ra-



ya sevgisini gizleyen gerçek sevgi mer-



zı olmadığı için memleketinden ayrıla-



tebesine ulaşmamıştır. Sevgilisi uğrun-



madı. Bu arzusu ancak annesi vefat et-



da her türlü sıkıntıya katlanmayı göze



tikten sonra gerçekleşti. Başta Mu'temir



almayan, başka kimselerin nimetlerden



b. Süleyman, Abdurrahman b. Mehdî, Ve-



aldıkları zevk kadar sevgi yolunda çeki-



kî' b. Cerrah, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ye-



len eziyetlerden zevk almayan sevgiden



zîd b. Hârûn olmak üzere z a m a n ı n en



bahsedemez. İnsan kulluğunu



B Ü N Â N b. M U H A M M E D (



AYDINLI



Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbetine devam eden, İbrâhim el-Havvâs'la tanışan



rabbine



m e ş h u r muhaddislerinden



hadis



oku-



tahsis ederse o da inayetini insana tah-



du. Yirmi yıl Yahyâ b. Saîd el-Kattân'ın



sis eder. Şu halde her şey insanın elin-



hadis meclislerine devam etti.



dedir.



Yazılan hadisleri ezberleme geleneği-



Bünân, bir rivayete göre hıristiyan vezir Humâreveyh'in at ü s t ü n d e şehirde



ni devam ettiren B ü n d â r henüz on se-



dolaşmasını İslâm esaslarına aykırı bulup onu bu davranıştan menettiği için,



lere hadis rivayet etmeye başladı. Bas-



diğer bir rivayete göre ise İbn Tolun'a nasihatte b u l u n d u ğ u için p a r ç a l a n m a k üzere arslanın önüne atılmış, ancak ars-



nınmış muhaddisler dururken orada ha-



lan ona d o k u n m a m ı ş t ı .



kendisine başvuranları şehir



H a r a m d a n kaçar gibi riyadan kaçmayı öğütleyen Bünân kalbine gelen bir cezbenin tesiriyle yüzüstü yere d ü ş m ü ş ve ruhunu teslim etmişti. Cenaze namazına kalabalık bir cemaat katılmış ve Kahire'nin M u k a t t a m dağındaki Karâfe Kabrist a n ı n a defnedilmiştir.



hurmalığına götürür, onlara h u r m a ik-



Tasavvuf tarihinde H a m m â l lakabıyla m e ş h u r olan iki sûfî daha vardır. Ebû Nuaym Hilyetü'l-evliyâ'da Eyyûb elHammâl'den, Câmî de Nefehûtü'l-üns'-



kiz yaşlarında iken ona m ü r a c a a t edenra'da çoğu aynı z a m a n d a hocası olan tadis rivayet etmeyi şeyhlerine saygısızlık kabul ettiği için hadis ö ğ r e n m e k üzere dışındaki



ram ettikten sonra hadis rivayet ederdi. Bündâr'dan rivayette bulunanlar arasında Kütüb-i



Sitte



müellifleriyle



İbn



Huzeyme, Ebû Hâtim er-Râzî, Ebû Zür'a er-Râzî, Baki b. Mahled gibi t a n ı n m ı ş muhaddisleri saymak m ü m k ü n d ü r . Altmış yedi yıl boyunca Basra'da ve Bağd a t ' t a hadis rivayet ettiği için ondan beş ayrı tabakaya m e n s u p muhaddisler fayd a l a n m a imkânı bulmuşlardır.



488



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜNDÂRÎ İbn Huzeyme'nin, zamanındaki muhaddisierin i m a m ı diye övdüğü Bündâr, ha-



derslerini takip etmeye başladı. Kelâm konusundaki fikirleriyle dikkati çekti.



Münâvî, il, 23). Sûfî kelimesindeki her harfin üç mânası vardır. Meselâ "sad"



disin altın çağı olarak bilinen hicrî üçüncü asrın en büyük muhaddislerinden bi-



Babasıyla birlikte ticaret için Bağdat'a gittiğinde burada meşhur süfî Şiblî ile



harfi sadakate, sabra ve safaya delâlet eder. Sâlik nefsine d ü ş m a n olmamalı,



ridir. Cerh ve ta'dîl imamlarına göre sik a * dır. Rivayet ettiği hadislere muteber ve güvenilir hadis kaynakları yer ver-



tanıştı. Tesirinde kaldığı Şiblfnin emriyle malını m ü l k ü n ü terkederek kendini tasavvufa verdi ve onun takdir ve güve-



onu sahibine bırakmalıdır. Kul öyle bir mertebeye ulaşır ki nefsine d ü ş m a n olmaz. Zira onu kendi m ü l k ü olarak değil



miştir. Nitekim Buhârî el-Câmi'u's-sahih' inde Bündâr'm 205 hadisini rivayet



nini kazandı. Bu arada Ebû Ca'fer elH a d d â d ' d a n da faydalandı. Sûfîlerin bir-



Allah'ın m ü l k ü olarak görür. Güzel sesi ilâhî bir h i k m e t olarak kabul eden Bün-



ettiği gibi ondan bir de m ü k â t e b e * yoluyla elde ettiği bir hadisi nakletmiştir. Müslim de el-Câmi cu'ş-şah!h'inde onun



t a k ı m fikirlerini tenkit eden müridi İbn Hafîf'in çeşitli görüşlerini, özellikle bazan kalbe gelen gaflet konusundaki açık-



dâr nefis (tab'), hal ve Hak ile olmak üzere semâın üç şeklinden bahseder ve mûsikiden haz almayanların his y ö n ü n d e n



460 hadisine yer vermiştir. Ebû Dâvûd ise B ü n d â r ' d a n pek çok hadis yazdığını



lamasını reddetti (Safedî, X, 292). Ömrün ü n büyük bir kısmını geçirdiği Şiraz ci-



eksik olduklarını söyler. Bündâr'ın bu görüşleri M e l â m e t ehlinden çok Iraklı sû-



söylemiştir.



varındaki Errecân kasabasında vefat etti.



fîlerin görüşlerine yakındır.



A m r b. Ali el-Fellâs, Bündâr'ın Yahyâ



Bündâr tasavvufî hakikatleri iyi bilen



b. Saîd el-Kattân'dan olan rivayetlerinde yalan söylediğini ileri s ü r m ü ş s e de sebebi zikredilmeyen cerh m a k b u l sayılmadığından bu görüşe itibar edilmemiştir. Zehebî, Bündâr'ın çok doğru ve güvenilir bir âlim olduğunu bildikleri için İslâm âlimlerinin Fellâs'ın bu g ö r ü ş ü n e değer vermediklerini söylemiştir. İbn Hacer'e göre ise Bündâr'ın bazı rivayetlerinde hata varsa da bunları kasten yapmamıştır.



ve m ü k e m m e l bir biçimde ifade eden bir sûfî olarak tanınır. Gaybet* halini huzur haline tercih eder. Genel olarak sûfîlerin tevhid (vahdâniyyet) konusunda birleştiklerini, ancak m ü c a h e d e ve mükâşefe yoluyla ona nasıl erişileceği hususunda ayrıldıklarını söyler. Bündâr'a göre her sûfî kendisinde zuhur eden hale göre bir isim alır. Meselâ ibadetine düşk ü n olana âbid, dünyadan el etek çekekir, Allah'a güveni esas alana mütevek-



b ö l ü m ü n ü ihtiva eden küçük bir mec-



kil, f e n â ' y ı esas alana fâni, sevgiyi esas



m u a Zâhiriyye Kütüphanesi'nde bulun-



alana âşık denir. Bu hallerden hepsi bel-



maktadır (Mecmua 72/10, vr. 121a-129a).



li bir sûfîde toplanabilir. Bu



ta hadis rivayet ettikten sonra seksen beş yaşlarında iken vefat etmiştir.



ona bu hallerin t a m a m ı n ı kapsayan bir isim verilir (bk. Sülemî, s. 469). hali tefrika"dır diyen Bündâr'a göre dün-



Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr, I, 49; el-Cerh ue'tta'dîl, VII, 24; İbn Hibbân, eş-Şikât, IX, 111; Hatîb, Târihu Bağdad, II, 101-105; İbnü's-Salâh, 'Ulûmu l-hadîş (nşr. Nûreddin Itr), Dımaşk 1404/1984, s. 341; Zehebî, A'lâmun-nübelâ', XII, 144-149; a.mlf., Mîzânul-l'tldâl, III, 490; a.mlf., Tezkiretü'l-huffâz, II, 511-512; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IX, 70-73; a.mlf., Hedyus-sârî mukaddimetü Fethi'l-bârî, Bulak 1301, s. 436-437; Süyûtî, Tabakâtul-huffâz (Ömer), s. 222; Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb, s. 328; Fuat Sezgin, Buhârî'nin Kaynakları, İstanbul 1956, s. 25-26, 264; a.mlf., GAS, I, 113-114. S



F



durumda



"Hak ile olma hali cem', Hak için olma



BİBLİYOGRAFYA:



MÜCTEBA



B Ü N D Â R b. H Ü S E Y İ N



UĞUR



n



1



( O Î - ^ ji ) Ebü'l-Hüseyn Bündâr b. el-Hüseyn eş-Şîrâzî (ö. 353/964) İlk dönem sûfîlerinden.



Şiraz'da doğdu. Ticaretle uğraşan bir



Serrâc, el-Lüma', s. 340, 344, 349; Sülemî. Tabakât, s. 393, 467-470; Ebû Nuaym, Hilye, X, 384-385; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 174, 616, 649; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (Uludağ), s. 375; Herevî, Tabakât, s. 501-502; İbn Asâkir, Tebyînü kezibi'l-müfterî, s. 179-181; Zehebî, A'lâmunnübelâ', XVI, 109-110; Safedî, el-Vâfî, X, 292293; Sübkî, Tabakât, III, 224-225; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire, III, 338; Câmî, Hefehât, s. 226, 270-271; Şa'rânî, et-Tabakât, I, 107; Münâvî. el-Keuâkib, II, 23.



ne zâhid, hiçbir şeye sahip olmayana fa-



Bündâr'ın rivayet ettiği hadislerin bir



Bündâr, uzun yıllar Basra ve Bağdat'-



BİBLİYOGRAFYA:



yaya yönelen hırs ateşiyle âhirete yöne-



S



F



HASAN KÂMIL



YILMAZ



n



BÜNDÂRÎ ( jji-^



)



Kıvâmüddîn Ebû İbrâhîm el-Feth b. Alî b. Muhammed el-Bündârî el-İsfahânî



(ö. 643/1245) Eyyûbîler devrinde yetişen meşhur edip ve tarihçi.



len korku ateşiyle, Hakk'a yönelen ise tevhid nuru ile yanar ve değer biçilmez



5 8 6 ' d a (1190) İsfahan'da d o ğ d u ve



bir mücevher haline gelir. Hak yolunda



gençlik yıllarını orada geçirdi. 1217'de



her şeyi terketmeyen b ü t ü n ü ile hakika-



Suriye'ye giderek Dımaşk'a yerleşti. Bir



te yani Hakk'a ulaşamaz. Onun için Bün-



süre Eyyûbîler'in hizmetinde kâtip ola-



dâr sâlikin b ü t ü n dikkatini Hak'ta top-



rak görev yaptı ve 7 Rebîülevvel 6 4 3 ' t e



lamasını ister. Tam anlamıyla



mevlâsı



kıblesi olmayanın namazının sahih olmayacağını söyler.



(2 Ağustos 1 2 4 5 ) Dımaşk'ta öldü. Hayatı hakkında daha fazla bilgi yoktur. Eserleri. Bündârî'nin biri telif, ikisi ih-



Bündâr'a göre tasavvuf ahde vefâ et-



tisar, biri de t e r c ü m e o l m a k üzere dört



mektir. Sâlik diliyle verdiği sözlere bağlı



eseri vardır. 1. Zeylü



kaldığı gibi niyetlerine de bağlı kalmalı-



t î b el-Bağdâdî'nin (ö. 4 6 3 / 1 0 7 1 ) Târi-



dır. B ü n d â r sûfî ile mutasavvıf arasında



si ile uğraşan, içinde dünya arzusu ol-



hu Bağdâd adlı eserine yazdığı zeyildir. Brockelmann (GAL Suppi, i, 554) onun bu zeyil dışında Târihu Bağdâd adlı başka bir eserinden daha bahsederse de ikisinin aynı eser olduğu ve Brockelmann'ın yanıldığı kabul edilmektedir (yazma n ü s -



d u ğ u halde zâhidliğe özenendir. B ü n d â r



hası; Paris Bibliotheque Nationale, Arap



sûfî kelimesinin kökü konusunda bu gö-



6152). 2. Serıe'l-Berkı'ş-Şâmî.



rüşüne uygun bir açıklama yapar. Ona



din Kâtib el-İsfahânî'nin Musul Atabeği



f a r k görür. Sûfî Hak tarafından seçilen, dost edinilen, nefsinden



uzaklaştırılan



ve benlik davası ile hareket e t m e k t e n alıkonulan kimsedir. Mutasavvıf ise nef-



Târihi Bağdâd.



Ha-



İmâdüd-



ailenin oğludur. Bündâr bir yandan tica-



göre sûfî kelimesi sâfâ (



) fiilinin meç-



Nûreddin M a h m û d b. Zengî ile Selâhad-



retle meşgul olurken diğer yandan Eş'a-



hulü olup "Hak tarafından dost edinildi"



dîn-i Eyyûbî devri hakkında yazdığı, 562-



rî kelâmı ile ilgilendi ve İ m a m Eş'arî'nin



anlamına gelmektedir (Sülemî, s. 468;



589 ( 1 1 6 6 - 1 1 9 3 ) yılları arasındaki olay-



489



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜNDÂRÎ lan ihtiva eden el - Berku'ş - Şâmî adlı yedi ciltlik tarihinin muhtasarıdır. Bu eserini 622 (1225) yılında tamamlayan Bündârî el-Berku'ş-Şâmî'y\ özetlerken metne sadık kalmış edebî tavsifleri, kaside ve menşurlarla mektupların büyük bir kısmını atarak tarihî bir eser meydana getirmeye çalışmıştır. İki yerde ( ^ ) kelimesiyle işaret ettiği birkaç husus hariç metne hiçbir ilâve yapmamıştır. Bu muhtasarın sadece 562-583 (11661187) yılları arasında vuku bulan olayları ihtiva eden kısmı bilinmektedir. Eserin I. cildi Ramazan Şeşen tarafından



neşredilmiştir (Beyrut 1971). 3. Zübdel



tü'rı-Nuşra ve nuhbetü'l- usra. İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî, Selçuklu vezirlerinden Enûşirvân b. Hâlid el-KâşânFnin Sultan Melikşah'm tahta geçişinden (1072) Irak Selçuklu Sultanı Tuğrul b. Muhammed'in ölümüne (1134) kadar vuku bulan hadiseleri ve hâtıratını ihtiva eden Fütûru zamâni's-sudûr ve şudûru zamâni'l-fütûr adlı Farsça eserini Arapça'ya çevirmiş, ayrıca onun temas etmediği birçok konuyu ve bu arada Selçuklu tarihinin başlangıç kısmıyla Tuğrul b. Muhammed'in ölümünden Irak Selçuklularımın çöküşüne (1194) kadar cereyan eden olayları da ilâve ederek Nuşratü'lfetre ve cusratü'l-fıtra adıyla dört ciltlik bir eser hazırlamıştır. Bündârî de bu eseri Zübdetü'n-Nusra ve nuhbetü'lc usra adıyla ihtisar etmiştir. Üç müellifin ortak çalışma ürünü ve Selçuklu tarihi için birinci elden kaynak olan eser ilk defa M. Th. Houtsma tarafından yayımlanmıştır ( Tevârihu Âli Selcûk [L'Histoire



yayımlanmıştır (Kahire 1350). Bündârî son



Kur'ân-ı Kerîm'de Yûsuf sûresinde Hz.



üç eserini, kendisinden daima övgüyle



Ya'küb'un Yûsuf un dışındaki çocukların-



söz ettiği Eyyûbîler'in Dımaşk kolu hü-



dan, dolayısıyla Bünyâmin'den de isim



kümdarı



zikredilmeden



el-Melikü'l-Muazzam



îsâ



b.



Âdil'e (1218-1227) takdim etmiştir. Bündârî, Zübdetü'n-Nusra, Mukaddime; Imâdüddin el-İsfahânî, el-Berku'ş-Şâmî (nşr. Ramazan Şeşen), İstanbul 1979, nâşirin giriş, s. XI1I-XV, XXX-XXXI; Yâküt, Mu ccemul-üdebâ\ XIX, 19; İbn Hallikân, Vefeyât, V, 150; Safedî, el-Vâfî, I, 140; Keşfü'z-zunûn, 1, 239; 11, 954, 1956; Serkîs, Mu ccem, İ, 592; II, 1375-1376; Brockelmann, GAL, I, 391-392; Suppl., I, 548, 554; Ziriklî, el-A'lâm, V, 332; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü 'ellifîn, VIII, 48; F. Rosenthal, A History of Müslim Historiography, Leiden 1968, s. 50, 120, 178, 4 7 0 ; Müneccid, AIu c cem, III, 115; IV, 64; Storey, Persian Literatüre, I, 254256; Faruk Sümer — Ali Sevim, İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, Ankara 1971, Giriş, s. XIII; Brovvne, LHP, II, 166, 326, 360362, 472; Ramazan Şeşen, Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul 1983, s. 9; A cyânü'ş-Şî ça, VIII, 393; Claude Cahen, "The H i s t o r i o g r a p h y of the S e l j u q i d Period", Historians of the Middle East (nşr. B. Lewis — P. M. Holt), London 1962, s. 67-68; "Bündârî", İA, II, 837; M. Th. Houtsma - [Cl. Cahen], "alB u n d â r î " , El 2 (İng.), I, 1309. ABDÜLKERİM



mekte, diğer âyetlerde ise Bünyâmin "Yûsuf'un kardeşi" diye geçmektedir (Yû-



suf 12/8, 59, 69, 70, 76 vd.). Kur'an'da dolaylı olarak Bünyâmin'den şöyle bahsedilir; Hz. Yûsuf Mısır'da maliye nâzırı olduktan sonra kıtlık sebebiyle zahire almak için Mısır'a gelen kardeşlerini tanır, fakat aralarında öz kardeşi Bünyâmin'i göremez. Kardeşlerinin yüklerini hazırlattıktan sonra onlardan bir sonraki gelişlerinde baba bir kardeşlerini de getirmelerini ister; aksi takdirde zahire alamayacaklarını bildirir. Kardeşleri geri döndüklerinde durum u babalarına anlatır ve Bünyâmin'i de kendileriyle beraber göndermesi gerektiğini söylerler. Yûsuf'tan sonra en çok Bünyâmin'i seven ve onu Yûsuf'un yerine koyan Hz. Ya'küb, Yûsuf'un başına gelenlerin Bünyâmin'in de başına gele-



ÖZAYDIN



bileceği endişesiyle birinci Mısır yolculu-



n



ti. Ancak bu defa Bünyâmin'i koruyacak-



ğunda onu kardeşleriyle göndermemişr



BÜNYÂMİN



larına dair onlardan kesin söz aldıktan



( Cc'e )



L



sonra Allah'a tevekkül edip onu gönder-



Hz. Ya'küb'un en küçük oğlu ve Hz. Yûsuf'un öz kardeşi.



meye razı olur.



J



Kur'ân-ı Kerîm dışındaki kaynaklarda ve özellikle yahudi kutsal kitabında Bünyâmin hakkında ayrıntılı bilgi mevcut-



des Seldjoucides], Leiden 1889). Daha tur. Ahd-i Atîk'te Bünyâmin Binyamîn sonra eserin çeşitli baskıları yapılmış (Kitâbü Târihi devleti Âli Selcûk, Kahire 1900;



olarak geçmekte ve Ya'kub'un Rahel ad-



Beyrut 1400/1980) ve Kıvâmüddin Burs-



(Tekvîn, 3 5 / 1 6 ) . Ya'kub'un diğer çocuk-



lan tarafından Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir (İstanbul 1943). Bündârî Nuşratü'lfetre'yi özetlerken metne son derece bağlı kalmış, ancak müellifin edebî tavsiflerini, özene bezene yaptığı secileri, teşbihleri ve özellikle şairler hakkındaki iddialarını eserden çıkarmış, sadece gerekli gördüğü tarihî bilgileri almıştır. Bündârî bu tasarruflarıyla eserin edebî değerini azaltmakla beraber nisbeten daha sade üslûpla yazılmış bir tarih kitabı meydana getirmiştir. Zübdetü'nNusra sonraları pek çok tarihçiye kaynak olmuştur. 4. Şehnâme. Bündârî, ünlü şair Firdevsî'nin Şehnâme adlı Farsça eserini aynı adla Arapça'ya çevirmiş ve eser Abdülvehhâb Azzâm tarafından



öteki



bir kardeşiniz" (Yûsuf 12/59) diye söz et-



BİBLİYOGRAFYA :



S



bahsedilir. Yûsuf



kardeşleriyle konuşurken ondan, "Baba



lı karısından doğduğu



belirtilmektedir



ları o Harran'da dayısının yanında bulunduğu sırada doğmuş, Bünyâmin ise Harran'dan Ken'an'a döndükten sonra dünyaya gelmiştir. Bünyâmin'in d o ğ u m u sırasında ölen annesi ona Ben-oni (kederimin oğlu) adını koymuş, fakat babası onun adını "uğur ve bereket" anlamında Bünyâmin (sağ elin oğlu) diye değiştirmiştir (Tekvîn, 3 5 / 1 6 - 2 0 ) .



Bünyâmin'in



Hz. Ya'kub'un on bir oğlu ikinci gelişlerinde Yûsuf'un yanına girerler. Yûsuf Bünyâmin'i yanına alır ve kendisinin kardeşi Yûsuf olduğunu ona açıklar. Daha sonra Yûsuf kardeşlerinin yükünü hazırlattıktan sonra adamlarına Bünyâmin'in yükü içerisine bir su kabı saklamalarını tenbih eder, yola çıkacakları sırada da yüklerini aratır; su kabı Bünyâmin'in yükü içinde bulunur. Ya'küboğulları şeriatına göre Yûsuf Bünyâmin'i Mısır'da alıkor. Kardeşleri de babalarına söz verdikleri için Bünyâmin'i almadan geri dönemeyeceklerini Yûsuf'a bildirirler. Yûsuf Bünyâmin'i onlarla göndermeye razı olmayınca büyük kardeşleri Mısır'dan ayrılmaz ve Bünyâmin ile beraber kalır.



babası nezdindeki değerine ve Hz. Yû-



Bünyâmin'in Mısır'da alıkonulduğu di-



suf'un Mısır'daki ikameti esnasında di-



ğer kardeşleri tarafından Hz. Ya'küb'a



ğer kardeşleriyle olan münasebetlerine



bildirilir. Hz. Ya'küb çok üzülür, fakat



dair Tevrat'ta verilen bilgiler (Tekvîn, 42-



Allah'tan ümidini kesmez ve oğullarını



45) büyük ölçüde Kur'an'daki bilgilere



Yûsuf ile Bünyâmin'i bulmaları için Mı-



uymaktadır. Bünyâmin kelimesi Ahd-i



sır'a geri gönderir. Ya'küboğulları Yû-



Atîk'te İsrâiloğulları'nın on iki sıbtından



suf'un huzuruna girince bu defa Yûsuf



birinin yani Bünyâmin neslinden gelen-



kendisini tanıtır ve sonra da önceki ha-



lerin de adıdır.



talarından dolayı onları bağışlar.



490



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜNYAN ULUCAMİİ tır. Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî soyundan



BİBLİYOGRAFYA:



La Bible, Paris 1977, "Tekvin", XXXV/1620, s. 61'deki dipnotlar; Taberî, Târth (Ebü'lFazl), I, 330-364; Sa'lebî, Arâ'isul-mecâlis, s. 98-102; A h m e d Cevdet Paşa, Kısas-1 Enbiyâ, istanbul 1331, 1, 13-17; A. J. VVensinck - [G. Vajda], "Binyâmin", El 2 (Fr.), 1, 1266; Gr.E, VI, 189; XX, 1158; Sheldon H. Blank. "Benjamin", OJE, 11, 176-78; La Genese (trc. R. de Vaux), Paris 1951, s. 160 ve dipnotlar. H



F



ABDURRAHMAN



KÜÇÜK



n



BÜNYÂMİN AYÂŞİ XVI. yüzyıl Bayramî-Melâmî şeyhlerinden.



Ankara'ya bağlı Ayaş'ta doğdu. Adı Mustafa, lakabı İbn Y â m î n olup bu kelime muhtemelen zamanla dönüşmüştür.



Bünyâmin'e



Hayatının ilk dönemleri



hakkında yeterli bilgi yoktur. XVI. yüzyıl



ra 929'dan (1522) sonra ölen birinin 833'-



lenmiş bir listede (bk. Bayramoğlu, 11, bel-



t e (1429) vefat eden Hacı Bayrâm-ı Ve-



g e nr. 128) Bünyâmin Hacı Bayrâm-ı Ve-



lîye halife olması m ü m k ü n değildir. Bün-



lî'nin halifesi olarak



gösterilmektedir.



y â m i n Ayâşî Hacı Bayrâm-ı Velînin hali-



1325 yılına ait Ankara Vilâyeti Salnâmesi'nde Ayaş kasabası anlatılırken Hacı Bayrâm-ı Velînin halifelerinden Şeyh Mustafa Bünyâmin'in kendi adıyla anılan caminin yakınlarında g ö m ü l ü olduğu söylenmektedir. Fuat Bayramoğlu'nun Raif Yelkenci'de g ö r d ü ğ ü n ü söylediği bir m e c m u a d a bulunan bir kıtada Bünyâmin'in Hacı Bayrâm-ı Velî'den el aldığı anlatılmaktadır (Bayramoğlu, 1, 56). Esad Muhlis Paşa'nın Bünyâmin Camii'nde asılı olan m a n z u m e s i n d e de aynı bilgi tekrar edilmektedir. Hacı Bayrâm-ı Velînin halifelerinden d ö r d ü n ü n adı verilerek bunlardan s ü r m ü ş olan Bayramiyye kollarının gösterildiği bir silsilena-



fesi olarak kabul edildiği takdirde Bay-



müelliflerinden M a h m û d el-Kefevî onun



mede (Bayramoğlu, II, belge nr. 144) Pir



Bayramiyye tarikatının Melâmiyye kolu-



Ali Aksarâyî'nin şeyhi olan, ancak adı



nun kurucusu Ömer Dede SikkînFnin ha-



o k u n a m a y a n bir Hacı Bayrâm-ı Velî ha-



vr. 4 5 l a ) .



lifesi daha gösterilmiştir. Bu kişinin Bün-



Melâmîliğe m e n s u p Sarı Abdullah Efen-



y â m i n Ayâşî olduğu silsilenin devamın-



di ile torunu La'lîzâde Abdülbâki Kefe-



dan anlaşılmaktadır. Diğer bir belgede



vFye dayanarak Bünyâmin'in Ömer Sik-



de (a.e., II, belge nr. 146) Bünyâmin Hacı



lifesi o l d u ğ u n u söyler (Ketâ'ib,



kînî'nin halifesi o l d u ğ u n u tekrar eder-



Bayrâm-ı Velînin halifesi olarak göste-



ler. M ü s t a k i m z â d e de bu görüşe katılır.



rilmiştir.



Kefevî'ye dayanan Sarı Abdullah ve La'lîzâde'nin eserleriyle bu silsileyi veren diSikkînFden sonra Bünyâmin Ayâşî vası-



rek 918 (1512) tarihini, M ü s t a k i m z â d e



tasıyla y ü r ü t ü l m ü ş t ü r . Ancak sonradan



ise 916 (1510) yılını verir. Atâî ve ona



Ayâşî'nin Hacı Bayrâm-ı Velî'nin halifesi olduğu, dolayısıyla Melâmiyye'nin kurucusu olabileceği ihtimali ortaya çıkmış-



dayanan



Uzunçarşılı



da



Bünyâmin'in



Ömer Sikkînînin halifesi o l d u ğ u n u söyleyerek ö l ü m tarihini 926 (1520) olarak kaydederler. Sarı Abdullah Efendi Bünyâmin'in ölüm tarihine t e m a s etmeksizin onun, hakkındaki bazı suçlamalar yüzünden Kütahya Kalesi'ne hapsedildiğini, bu sıralarda Kanûnî tarafından kuşatılan Rodos'un bir türlü alınamadığını, Bünyâmin'in yakın dostu olan Kanûnî'nin çuhadarının sultana, "Hacı Bayram tarikinden Bünyâmin Ayâşî nice zamandır Kütahya'da hapistedir, Rodos'un fethine engel budur" dediğini, Kanûnînin emriyle Bünyâmin'in serbest bırakıldığı g ü n Rodos'un fethedildiğini yazar (bk. Semerâtü'l-fuâd,



s.



245). Rodos 5 Safer 9 2 9 ' d a (24 Aralık 1522) fethedilmiş olduğuna göre yukaBünyâmin Ayâsî Camii ve Türbesi ile Ayâşî'nin sandukası Ayaş / Ankara



len Melâmiyye kolunun silsilesini onunla b a ş l a t m a k gerekir. Ancak b u g ü n elde bulunan bilgiler çerçevesinde bu konuda kesin sonuca ulaşmak oldukça güç görünmektedir. Atâî, Bünyâmin'in, kendi halifesi olan Pîr Ali Aksarâyî'nin oğlu m e ş h u r Oğlan Şeyh'in adını ileride idam



edileceğinin



işareti olarak İsmâil koyduğunu söyler



(Zeyl-i Şekâik, s. 89) ve bu suretle onun k e r â m e t sahibi olduğuna dikkat çeker. Nitekim Oğlan Şeyh diye tanınan İsmâil Ma'şûkî, Şeyhülislâm İbn Kemal'in fetvasıyla i d a m edilmiştir ( 9 3 5 / 1528). Bünyâmin Ayâşî'nin Aziz Rûşen Efendi, Sivaslı Osman Efendi ve Bolulu Süleym a n Efendi adlı üç halifesi daha olmakla birlikte M e l â m î silsilesi Bünyâmin'in ö l ü m ü n d e n sonra Pîr Ali Aksarâyî ve oğlu İsmâil Ma'şûkî vasıtasıyla devam etmiştir. Türbesi Ayaş'ta kendi adıyla anılan caminin yanındadır. Aynı yerde medtadır.



lıdır. Kefevî onun Yavuz Selim'in saltanatının ilk yıllarında vefat ettiğini söyleye-



Bünyâmin



ramiyye'nin Ö m e r Sikkînîye nisbet edi-



rese, h a m a m gibi vakıfları da bulunmak-



Bünyâmin'in ö l ü m tarihi de tartışma-



ğer eserlere göre Melâmiyye kolu Ö m e r



elde edilen bazı belgelerde



t a k d i m e t m e gayretiyle açıklanabilir. Zi-



gelen Sâdullah Efendi tarafından düzen-



rıdaki rivayet d o ğ r u ise Bünyâmin'in bu



BİBLİYOGRAFYA: VGMA, Esas 2 / 4 (227), sıra 581; VGMA, Müceddid Anadolu nr. 604, XVIII, s. 205, sıra 226; M a h m û d el-Kefevî, Ketâ'ibü a'lâmiT-ahyâr min fukahâ'i mezhebi'n-Nu'mân el-Muhtâr, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 630, vr. 451"; Atâî, Zeyl-i Şekâik, s. 65, 89, 463; Karaçelebizâde, Süleymannâme, İstanbul 1288, s. 49; Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü'l-fuâd, İstanbul 1288, s. 245-246; La'lîzâde Abdülbâki, Sergüzeşt, İstanbul, ts., s. 15, 16; Müstakimzâde, Risâle-i Melâmiyye-i Şüttâriyye, 10 Ktp., İbnülemin, nr. 3357, vr. 3 b , 10»; Hasib Üsküdârî, Vefeyât-ı Ekâbır-i İslâmiyye, İÛ Ktp., TY, nr. 564, vr. 17 a ; Tomar-Melâmîlik, s. 50, 57, 66; Hüseyin Vassâf, Sefîne, I, 280; Şeyh Müştak, Divan, istanbul 1265, s. 27; Esad Paşa, Dîvançe, İstanbul 1287, s. 2, 4, 37; A h m e d Rifat Yağlıkçızâde, Lügat-1 Târîhiyye ve Coğrâfiyye, İstanbul 1299, I, 307; Ankara Vilâyeti Salnâmesi, Ankara 1325, s. 139; M e h m e t Ali Aynî, Hacı Bayram Velt, İstanbul 1343, s. 117; Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 42-43; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 111/ 2, s. 65; Mehmet Aldan, Bütün Yönleriyle Ayaş, Ankara 1965, s. 133; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Velî, Ankara 1981, I, 56; II, belge nr. 128, 144, 146. m IFFIL



tarihten sonra ölmüş olması gerekir. Sa-



KÂMİL ŞAHİN



rı Abdullah Efendi'nin Kefevînin verdiği ölüm tarihini görmezden gelerek Bünyâmin'i Kanûnî devrine yetişmiş göstermesi, onu Ö m e r Sikkînînin halifesi olarak



F



BÜNYAN ULUCAMİİ



n



(bk. ULUCAMİ).



491



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜRDE



B U R E Y D E b. H U S A Y B



BURDE



r B U R E K es-SARIMI



^ )



el-Haccâc b. Abdillâh el-Bürek es-Sarîmî el-Hâricî (Ö.



40/661)



Muâviye b. Ebû Süfyân'a suikast girişiminde bulunan Hâricî.



tur. Büreyde'nin rivayet ettiği hadisler-



Ebû Abdillâh Büreyde b. el-Husayb b. Abdillâh el-Eslemî (ö. 63/682-83 [?])



n



L



Nadre el-Abdî, Şa'bî, Abdullah b. Evs elHuzâî ve başkaları rivayette bulunmuş-



^ V. , . n-l^l ^Jj (jJj ^J )



(bk. HIRKA-i ŞERİF).



(



n



den biri Buhârî ve Müslim'de, ayrıca bir tanesi BuhârFde, on bir tanesi de Müslim'de yer almaktadır. Rivayet ettiği di-



Horasan bölgesinde en son vefat eden sahâbî.



ğer hadisler başta dört büyük sünen olj



m a k üzere diğer hadis kitaplarında ve



Müsned 1 de (V, 346-361) mevcuttur.



Eşlem kabilesinin Sehmoğulları kolu-



Hayber'in fethinde surlarda açılan ge-



na m e n s u p t u r . Adının Âmir, künyesinin



dikten içeri dalanlardan biri de Büreyde



Ebû Sehl, Ebû Sâsân veya Ebü'l-Husayb



idi. O sırada üzerinde kırmızı bir elbise



olduğu da rivayet edilmektedir. Mekke-



b u l u n d u ğ u için herkes kendisini farket-



Asıl adı Haccâc'dır, fakat daha çok Bü-



li müşriklerin hicret sırasında Hz. Pey-



mişti. Daha sonra Büreyde alçakgönüllü-



rek lakabıyla tanınır. Temîm kabilesinin



gamber'i diri veya ölü olarak ele geçire-



lüğe aykırı b u l d u ğ u bu halinden daha



Sarîm koluna m e n s u p t u r . Önceleri Hz.



ne büyük m ü k â f a t l a r vaad ettiğini du-



büyük bir günahını hatırlamadığını an-



Ali'nin taraftarlarından olan Bürek, Hz.



yan Büreyde, arazisinden geçmekte olan



latırdı. Hz. Peygamber'in bir sefer sıra-



Ali ile Hz. Muâviye arasındaki ihtilâfın



Hz. Peygamber ile yanındakileri durdu-



sında konakladıkları yerde kalan



çözümünün hakemlere havale edilmesine



rup kimliklerini ö ğ r e n m e k istedi. Fakat



eşyayı onun sırtına koyduğunu ve ken-



karşı çıkarak Hz. Ali'den ayrılmış ve Hâ-



bu esnada Resûlullah'ın konuşmasından



disine "yük devesi" (ez-zâmile) diye ilti-



ricîler'in safına geçmiştir. Hakem Vak'a-



etkilenerek m ü s l ü m a n oldu ve adamla-



f a t ettiğini naklederdi (Heysemî, IX, 398).



sı'na, " H ü k ü m ancak Allah'ındır" diyerek



rıyla beraber onun arkasında n a m a z kıl-



Büreyde at sırtında d ü ş m a n a saldırmak-



ilk itiraz edenin Bürek olduğu söylen-



dı. Hz. Peygamber'in Medine'ye bayrak-



t a n daha güzel bir hayat şekli olmadığı-



mektedir (Müberred,



sız girmesini uygun görmediği için ken-



nı söylerdi.



L



III,



1106).



bazı



b. Mülcem ve



di sarığını çözüp mızrağına bağladı ve



A m r b. Bekir hac münasebetiyle bulun-



arazilerinden çıkıncaya kadar onlara mu-



dukları Mekke'de bir toplantı yaparak



hafızlık yaptı. Hz. Peygamber'den bir sü-



404-405, 410; III, 1120-1123, 1125, ayrıca bk.



doğru yoldan ayrıldıklarına



inandıkları



re sonra o da hicret ederek Medine'ye



İndeks; İbn Sa'd, et-Tabakât, IV, 241-243; VII,



Hz. Ali, Muâviye ve A m r b. Âs'ı öldürmek



yerleşti. Bedir ve Uhud gazvelerinde bu-



suretiyle h e m



katledilen



lunamadı; fakat daha sonra Hz. Peygam-



Hâricîler'in intikamını almaya, h e m de



ber'le birlikte on altı gazveye katıldı.



Bürek, A b d u r r a h m a n



Nehrevan'da



kavuştur-



Müreysî Gazvesi öncesinde istihbarat gö-



maya a n t içtiler. A b d u r r a h m a n b. Mül-



revlisi olarak d ü ş m a n ı n savaş hazırlıkla-



bütün



müslümanları rahata



cem'in Ali b. Ebû Tâlib'i, A m r b. Bekir'in



rını büyük bir maharetle tesbit etti; sa-



A m r b. Âs'ı, Bürek'in de Muâviye b. Ebû



vaştan sonra da esirlerin muhafazasına



Sütyân'ı 17 R a m a z a n 40 (24 Ocak 661)



m e m u r edildi. Hudeybiye'ye giden İslâm



tarihinde sabah namazı için mescide git-



ordusuna kılavuzluk yaparak orduyu Mek-



tikleri z a m a n öldürmesini kararlaştırdı-



ke keşif kollarının takibinden kurtardı.



lar. Daha sonra da her biri Şam, Küfe ve



Hayber'in fethinde bulundu. Mekke'nin



Mısır'a hareket ettiler. Bürek es-Sarîmî



fethi sırasında Eşlem kabilesine ait iki



kararlaştırılan g ü n ve vakitte Şam Mes-



sancaktan birini Büreyde taşıyordu. 9



cidi'nde zehirli kılıcıyla Muâviye'ye sal-



(630) yılında Hz. Peygamber tarafından



dırdı, f a k a t onu öldüremedi. Derhal ya-



Eşlem ve Gıfâr kabilelerine zekât âmili



kalanan Bürek, Ali b. Ebû Tâlib'in bir ar-



olarak gönderildi. Tebûk Seferi için ka-



kadaşı tarafından Kûfe'de



öldürülmüş



bilesini savaşa hazırlamakla görevlendi-



olması gerektiği haberini vererek affe-



rildi. Bir ara Hz. Peygamber'in kâtipliği-



dilmesini istedi. Ancak Muâviye'nin em-



ni yaptı. Resûlullah Ü s â m e ordusunun



riyle orada öldürüldü.



sancağını da ona vermişti.



BİBLİYOGRAFYA: İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 35-36; Câhiz, el-Beyân ue't-tebyîn, II, 206; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , III, 1106, 1115, 1121; Ya'kûbî, Târih, II, 212; Taberî, Târîh (Ebü'l-Fazl), V, 143-144" 149; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 326-327, 330; Ziriklî, elA'lâm (Fethullah), II, 168; Ömer Ferruh, Târîhu sadri'l-İslâm ue'd-devletü'l-Emeuiyye, Beyrut 1983, s. 123-124; Hudarî, MuhâdarâtiEmeviyye), II, 79; Ch. Pellat, "al-Burak al-Şarimi", El 2 Suppl. (¥r.), s. 157. m MU



AHMET



ONKAL



Hz. Ömer devrinde k u m a n d a n olarak görev alan Büreyde Basra şehrinin kuruluşuna kadar Medine'de kaldı, daha sonra Basra'ya yerleşti. Hz. Osman za-



BİBLİYOGRAFYA : Müsned,



V, 346-361; Vâkıdî, el-Meğâzî,



I,



8, 365; İbn Kuteybe, el-Ma'ârif(Ukkâşe),



s. 300; Ceuâmi'u'ssîre, s. 277; İbn Abdüiber, el-lstî'âb, I, 173176; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, I, 209-210; Zehebî, A'lâmun-nübelâII, 469-471; Heysemî, Mecma 'u'z-zeuâ 5 id, 1967, IX, 398; İbn Hacer, el-İşâbe, I, 146; a.mlf., Tehzîbü't-Tehzîb, I, 4324 3 3 ; Halebî, İnsânul-'uyûn, Beyrut 1320, II, 51-52; İbn Hudeyde, el-Mişbâhu'l-mudî fî küttâbi'n-nebiyyi'Tümmî, Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 , I, 76-78; M. Mustafa el-A'zamî, Küttâbü'n-nebî, Riyad 1 4 0 1 / 1 9 8 1 , s. 47; K. V. Zettersteen, "Büreyde", İA, II, 838-839; a.mlf., "Burayda b. Ya'kübî, Târîh, II, 79; İbn Hazm,



al-Huşayb", E/ 2 (Fr.), I, 1353. S



F



AHMET



ÖNKAL



n



BÜREYMÎ



(



)



Doğu Arabistan'da bir bölge ve bu bölgede aynı adı taşıyan küçük bir yerleşim merkezi.



^



Bugün Suudi Arabistan, Uman ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında m ü ş olan Büreymî bölgesi



bölün-



Ebûzabî'ye



m a n ı n d a Horasan'ın fethine katıldı. Yezîd b. Muâviye d ö n e m i n d e 62 (681-82)



yerleşim merkezi Ahsâ'ya uzaklığı ise



veya 63 (682-83) yılında vefat edinceye kadar Merv'de kaldı.



yetiştirmeye ve diğer ziraî faaliyetlere



Büreyde b. Husayb Hz. Peygamber'-



elverişli m ü m b i t topraklara sahip olan



den 164 hadis rivayet etmiş, kendisinden de iki oğlu Süleyman ve Abdullah ile Ebû



Büreymî bölgesinde Büreymî, Ayn, Şa'râ,



127 k m . mesafededir. En yakın Suûdî 600



kilometrenin



üzerindedir.



Hurma



Hîlî, Kattâre, Kîmî ve Mu'taraz gibi yer-



492



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜREYMÎ leşim merkezleri bulunmaktadır. Hacer



Uman'da h â k i m olan Bû Saîd hânedanı-



nı t ü r d e n toplantılar düzenlendi. İlgili



dağlarından çıkan su kaynakları için yer



nın kurucusu A h m e d b. Saîd'in idare-



taraflar bölgenin kendilerine ait olma-



altından dolaşan ve felec denilen su da-



sinde idi. A h m e d b. Saîd S u h â r ' d a ve



sı gerektiğini anlatmaya ve karşı tara-



ğıtım şebekesi ziraatı geniş bir araziye



Büreymî bölgesinde Ya'rubîler'in valisi



fı ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu toplan-



yayar. Bu su yollarının yerleşim merkez-



olarak bulunuyordu-, daha sonra Porte-



tılarda, bir tarafta toprakları üzerinde



lerinin altından geçişi ziraat yapılan yö-



kizliler'e karşı bölgeyi m ü d a f a a d a gös-



Amerika Birleşik Devletleri'nin petrol ya-



releri birbirine bağlamış ve hatta birbi-



terdiği başarıya dayanarak istiklâlini ilân



tırımı yaptığı Suudi Arabistan, diğer ta-



rine bağımlı kılmıştır. Büreymî Cîzî va-



etti.



1800 yıllarında merkezleri



Necid



rafta da İngiltere'nin t u t t u ğ u Uman ve



disinin batı kesimine yakındır. Bu vadi



bölgesinde Riyad yakınlarındaki



Der'i-



Ebüzabî yeni gerekçeler ileri sürdüler.



boyunca uzanan yol Batine sahil kesi-



ye'de bulunan Vehhâbîler Ahsâ ve Ka-



minin önemli şehri Suhâr'a varır ve Dü-



tîf'i ele geçirdiler ve Büreymî'ye ulaştı-



bey'den Uman Devleti topraklarına gi-



lar. Bölgedeki Benî Nuaym ve Benî Ka-



rerek İbrî, Nizve gibi şehirlere ulaşır. Bü-



t e b kabileleri de Vehhâbîler'e katıldılar.



reymî'de yerli nüfusu bölgede yaşayan



Bölgeye Necidli 700 süvari ile gelen Nû-



yerleşik kabile Benî Nuaym ile onun kol-



beli kölelerden Harîk adlı kumandan ora-



ları olan Âl-i Bû Hamîr, Âl-i Bû Felâse ve



da kalıntıları b u g ü n de görülen bir ka-



Âl-i Bû Felâh'ın mensupları teşkil eder.



le inşa etti. Kalenin yapılış amacı bura-



Ancak Ayn şehrinde üniversite açılması



yı bir üs olarak kullanmak ve Vehhâbî



ve diğer sanat faaliyetlerini içine alan



hâkimiyetini Uman'ın aşağı kesimlerine



merkezlerin kurulmasından sonra böl-



doğru uzatabilmekti. Bu dönemden baş-



genin nüfusu artmış ve dışarıdan gelen-



layarak Büreymî bölgesi yakın zamanla-



ler yerli halkı geçmiştir. Bölgede h u r m a



ra kadar Uman, Suudi Arabistan ve Bir-



yanında



leşik Arap Emirlikleri arasında ihtilâf ko-



her çeşit sebze ve



portakal,



m e n g o gibi meyveler üretilerek özellik-



nusu bir yer olmuştur.



Uman Sultanı Saîd b. Teymûr Ekim 1955'te Ebüzabî Şeyhi Ş a h b û t ile birlikte, yanlarında Uman sahil k o r u m a kuvvetleri olduğu halde Büreymî bölgesine yürüdüler. Âl-i Bû Şâmis kabilesi reisi Râşid b. Hamed ve Nuaym kabilesi reisi Sakr b. Sultân Suudi Arabistan'a döndüler. 26 Ekim 1955'te İngiliz Başbakanı Eden, Suudi Arabistan ile Ebüzabî arasında sınır olarak 1937'de "Riyad hattı" adıyla kabul edilmiş bulunan sınırı tanıyacağını, bunun dışında başka hiçbir şekli m ü z a k e r e etmeyeceğini açıkladı. Ayrıca VVashington'da Eisenhovver'i ziyaret ederek Büreymî meselesini gündeme ge-



le Dübey ticaret merkezi yolu ile denizUman'ın da katılmasıyla bu üç komşu



tirdi. İmzalanan anlaşmaya göre bun-



ülkenin her biri Büreymî üzerinde hak



dan böyle İngiltere meseleyi Suudi Ara-



Büreymî'den



iddia etti ve bu iddialarını tarihî belge-



bistan'la görüşecekti; ancak Suudi Ara-



Tuâm adıyla ve inci satış merkezi olarak



lerle desteklemeye çalıştı. 1 Eylül 1952'-



bistan Süveyş Kanalı krizi sebebiyle Ka-



den ve karadan yurt dışına ihraç edilir. İlk İslâm coğrafyacıları



bahsederler. Tuâmiye kelimesinin Arap-



de Türkî b. Abdullah b. Utayşân kırk ki-



sım 1956'da İngiltere ile diplomatik iliş-



ça'da b u g ü n "inci" mânasına gelen lü'lü'



şilik bir süvari birliğiyle Suudî Kralı Ab-



kilerini kesti. Bu yüzden 1956-1963 yıl-



ve dürre karşılığında kullanılması da bu-



dülazîz b. Suûd tarafından



Hamâse'ye



ları arasında meselenin ç ö z ü m ü n d e bir



nunla ilgilidir. Arabistan yarımadası ve



gönderildi ve Ahsâ valisine bağlı olarak



ilerleme kaydedilemedi. Şeyh Zâyid b.



özellikle Doğu Arabistan'dan söz eden



yeni Büreymî valisi tayin edildiği bildi-



Sultân, ağabeyi Ebüzabî Şeyhi Şahbût'u



ilk müellifler bölge için bir de Cevf keli-



rildi. Bu d u r u m , Suûdîler'in seksen yılı



1964'te hacca gitmeye zorladı. Suudi



aşkın bir süredir Uman ve Ebüzabî ta-



Arabistan'da yeni kral olan Faysal b. Ab-



mesini kullanmışlardır. Cevf veya Cuv bölgeye verilen



rafından idare edilen bölge ile tekrar il-



dülazîz ile Şeyh Ş a h b û t ve kardeşi Şeyh



isimdir. Büreymî vaha bölgesinden eski



gilendiklerini açıkça göstermekteydi. Böl-



Zâyid arasında yapılan toplantılar Bü-



kaynaklarda çok az bahsedilir. Hz. Pey-



gede Ebüzabî ve Uman adına hareket



reymî meselesinin yabancı



g a m b e r 6 2 9 ' d a Uman kabilelerine İs-



eden İngiltere duruma müdahale etmek



o l m a d a n k o m ş u ve kardeş ülkeler ara-



lâm'a davet mektubu göndermiş ve mek-



istedi; ancak faaliyetleri Suûdîler nezdin-



sında barış yolu ile çözümlenebileceğini



t u b u götüren A m r b. Âs orada kalmıştı.



de netice vermedi. Bunun üzerine Uman



göstermiş oldu.



İ m a m M ü h e n n â b. Ca'fer devrinde Bü-



sultanı 7000 kişilik bir ordu ile Suhâr'a



reymîyi ele geçiren Benî Cülendâ ile ima-



geldiyse de sultanın arkadaşı olan İngi-



Büreymî'yi



çevreleyen



mın valisi arasındaki mücadelede vali öl-



liz sefiri araya girerek Büreymî üzerine



d ü r ü l m ü ş t ü (840). Mahallî tarihçilere gö-



m u h t e m e l bir askerî operasyonun baş-



re Büreymî bölgesi Abbâsî Halifesi Mu'-



lamasını engelledi ve U m a n sultanı se-



tazıd-Billâh'ın Bahreyn'den gönderdiği



kiz g ü n sonra Maskat'a d ö n d ü . Bu mü-



ordu tarafından işgal edilmiştir (893).



dahalede İngilizler'in arkasında Ameri-



B u n d a n sonra XVII. yüzyıl başlarına ka-



kalılar'ın da gayret sarfettikleri bilini-



dar bölge hakkında kaynaklarda herhan-



yordu; çünkü bölgede petrol çıkarmaya



gi bir bilgiye rastlanmamaktadır.



başlamış bulunan Amerika da herhangi bir krizin patlak vermesini istemiyordu.



1625'te Büreymfde vali olarak, Uman'-



müdahalesi



1966'da Ebüzabî şeyhi olan Şeyh Zâyid b. Sultân, 1967 yılında Suudi Arabist a n Kralı Faysal'ı ziyaret ederek meseleyi çözmede iyi niyetini ortaya koydu. Nihayet 1975'te her iki lider arasında bir anlaşma imzalanarak sınır meselesi ç ö z ü m e kavuşturuldu. Büreymî bölgesinin bir kısmı sınır ihtilâfının son bulması üzerine Suudi Arabistan'da, bir kısmı da Birleşik Arap Emirlikleri'nde Bölgenin



Birleşik Arap



kaldı.



Emirlikleri'nde



kalan kesiminde Ayn şehri kuruldu ve



da h ü k ü m süren Ya'rubî h â n e d a n ı n d a n



13 Ağustos 1955'te taraflar arasında



İ m a m Mürşid b. Nâsır'ın valisi A h m e d b.



bir nevi m ü z a k e r e anlaşması imzalan-



burası üniversite ile çeşitli araştırma ku-



Half görülmektedir. Büreymî'de hâkim



ması üzerine Türkî b. Abdullah b. Utay-



rumları açılarak bir ilim merkezi haline



kabile olan Benî Nuaym bu d ö n e m d e Ye-



şân Büreymî'den geri çekildi ve 23 Ocak



getirildi. Bölge ile aynı adı taşıyan Bü-



m e n taraflarından gelmiştir. XVIII. yüz-



1955'te Fransa'nın Nice şehrinde bir top-



reymî şehri ise b u g ü n Uman Sultanlığı'-



yılın ortalarında Büreymî bölgesi b u g ü n



lantı yapıldı. Ardından da Cenevre'de ay-



na bağlı bir yerleşim merkezidir.



493



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜREYMÎ sır'ın fethine katıldı. Amr bu sefer sırasında onun cesur, atılgan, fedakâr ve savaş taktiğine vâkıf bir genç olduğunu anladı ve Trablusgarp'ı fethettikten son438, 519, 521, 537; Delîlü'l-Halîc (Târih), II, 666, ra kendisini Veddan'a gönderdi (23/643743, 750-751; S. B. Miles, The Countries and 44). Büsr Veddan'ı fethederek geri dönTribes of the Persian Gulf, London 1919, II, 539; R. Hilton, The Thirteenth Power: The dü. Daha sonra Abdullah b. Sa'd b. Ebû Middle East and the Worid Situation, London Serh kumandasında İfrîkıyye seferine iş1958, s. 180; J. B. Keli, Eastern Arabian Frontirak etti. BİBLİYOGRAFYA:



İbn Rüzeyk, el-Fethu'l-mübîn fî sîreti's-sâdetii-Bûsa'îdiyyîn (nşr. Abdüimün'im Âmir — Muhammed Mursî), Maskat 1397/1977, s. 276,



tiers, London 1964, s. 144; W. Phillips, Oman: A History, Beyrut 1971, s. 163-169, 171-177; Muh a m m a d Morsy Abdullah, The United Arab Emirates: A Modern History, London 1978, s. 16, 74, 174-176, 203, 208-213, 303-307; P. Bonnenfant. La Peninsule Arabiçue d'Aujourd'hui, Paris 1982, s. 269-270, 402-404; G. Rentz - W. E. Mulligan, "al-Buraymi", El 2 (İng.), I, 1313B



r



MUSTAFA L .



BILGE



BURGU (bk. C A R ) .



L



r



BÜRHAN (bk. B U R H A N ) .



L



r



BÜRÜK (bk. C A R ) .



L



r



BÜSEYNE



Emevî devri şairlerinden Cemîl b. Abdullah b. Ma'mer'in (ö. 82/701) birçok şiirine konu olan sevgilisi (bk. CEMİL).



BÜSEYSE b. A M R (bk. BESBES b. A M R ) .



L F



B Ü S R b. EBÛ ERTÂT (



J i ' Üİ



J n



)



Ebû Abdirrahmân Büsr b. Umeyr b. Ertât b. Uveymir el-Âmirî el-Kureşî (ö. 86/705 [?])



L



Sahâbî, Emevî valisi ve kumandanı.



J



Doğum tarihiyle ilgili değişik rivayetler varsa da en yaygın olan görüşe göre hicretten iki yıl sonra Mekke'de doğdu (624). Babasının künyesine nisbetle Büsr b. Ebû Ertât, dedesinin adına nisbetle de Büsr b. Ertât adıyla bilinir. Hâlid b. Velîd ile birlikte Suriye'deki fetihlere, daha sonra da Amr b. Âs'ın emrinde Mı-



Büsr Hz. Osman'ın ateşli bir taraftarıydı. Onun şehid edilmesini hiçbir zaman hazmedemedi. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki mücadelede Muâviye'nin tarafında yer aldı ve bütün gücüyle onu destekledi. Kinde kabilesinin nüfuzlu reisi Şürahbîl b. Sımt'ı da Muâviye'nin saflarına çekti. Hz. Ali taraftarlarını sindirmek ve halkı Muâviye'ye biat ettirmek için Medine'ye, Mekke'ye ve Yemen'e gitti. Buralarda Hz. Ali taraftarlarına karşı şiddete başvurdu ve Hz. Osman'ın aleyhinde olduğuna inandığı şahısların evlerini yaktırdı. Hz. Ali'nin Yemen valisi Ubeydullah b. Abbas'ın küçük yaştaki iki oğlunu öldürdü. Bunun üzerine Hz. Ali, Câriye b. Kudâme es-Sa'dî ile Vehb b. Mes'ûd'u 4000 kişilik bir kuvvetle ona karşı şevketti. Câriye Necran'a varınca Büsr oradan kaçmak zorunda kaldı. Hz. Hasan'ın bazı şartlarla halifelikten feragati üzerine Muâviye tarafından Basra valiliğine tayin edildi (41/661-62). Bir yılı aşkın bir süre bu görevi yürüttükten sonra 43'te (663-64) Bizans'a karşı deniz seferine memur edildi. Büsr o yıl Bizans topraklarında kışlayıp İstanbul'a kadar gitti. Ertesi yıl yine bir deniz seferine çıktı. Bundan iki yıl sonra Ukbe b. Nâfi' ile Mağrib'e hareket etti ve Trablus'a ulaştı. 670'te Süfyân b. Avf ile beraber Rumlar'a karşı yeni bir sefer düzenledi ve iki yıl üst üste bu seferlere devam etti. Daha sonra İfrîkıyye'deki Meccâne şehrini zaptetti. Burada bulunan bir kale onun adını taşımaktadır. Büsr bu seferlerden döndükten sonra siyasetten ayrılmış, ancak hayatını yine Emevî saraylarında geçirmiştir. Rivayete göre son yıllarında aklî dengesini kaybetmiş ve Abdülmelik b. Mervân veya oğlu Velîd devrinde Suriye'de ölmüştür. Büsr b. Ertât Emevîler'in çok sadık bir taraftarıydı. Onlara öylesine sadakatle hizmet etti ki bu konuda sadece Müslim b. Ukbe ve Haccâc onunla mukayese edilebilir. Bu sebeple Mekke, Medine ve Yemen'de Hz. Ali taraftarlarına karşı reva gördüğü hakaretler ve Hz. Peygamber'in vefatı sırasında yaşının küçük olu-



şu birçok kişiyi onun sahâbî olmadığı düşüncesine sevketmiştir. Ancak Hz. Ömer zamanında ordu kumandanlığı yaptığı dikkate alınırsa Büsr'ün sahâbî olduğu görüşü kabul edilebilir. Çünkü Hz. Ömer ashâb-ı kirâmın yer aldığı bir orduya sahâbî olmayan birini kesinlikle kumandan tayin etmezdi. Sahâbî olduğunda ihtilâf bulunmayan Cünâde b. Ebû Ümeyye ile diğer bazı ashabın ise onun emrinde sefere katıldıkları bilinmektedir. Büsr b. Ertât Hz. Peygamber'den iki (başka bir rivayete göre dört) hadis rivayet etmiştir. Bunlardan biri savaş sırasında hırsızlık yapanların ellerinin kesilmeyeceğine dairdir. Diğeri de, "Allahım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı eyle!" meâiindeki hadîs-i şeriftir ( Müsned, IV, 181; Ebû Dâvûd, "Hudûd", 18). BİBLİYOGRAFYA:



Müsned, IV, 181; Ebû Dâvûd, " H u d û d " , 18; Tirmizî, " H u d û d " , 20; Nesâî, "Kat c u's-sârik", 16; Zübeyrî, Nesebü Kureyş, s. 264, 439; İbn Habîb, el-Muhabber, s. 293-294; Buhârî, et-Tâ rîhu'l-kebîr, II, 123; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s 152, 325-326, 666; Ya'kübî, Târîh, II, 156, 197 199, 240; Taberî, Târîh (Ebü'l-Fazl), III, 407 IV, 553; V, 98, 139-140, 155, 167-169, 176 181, 212, 234, 253, 287, 335; Mes'ûdî, Mürûcuz-zeheb (Abdülhamid), III, 30-31, 149; İbn Hibbân, Meşâhîr, s. 53; Hatîb, Târîhu Bağdâd, I, 210-211; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 354, 383386, 398, 414-415, 425, 440, 460-461, 472, 491; IV, 12; a.mlf., Üsdü'l-ğâbe, I, 213; İbn Manzûr. Muhtasara Târihi Dımaşk, V, s. 182-188; Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, IV, 61-69; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ\ III, 409-410; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24, 27, 58, 90; İbn Hacer. el-İşâbe, I, 147-148; a.mlf., Tehzîbü't-Tehzîb, I, 435436; Süyûtî, Hüsnü'i-muhâdara, I, 174-175; M a h m û d Şît Hattâb, Kâdetü fethi'l-Mağribi'l'Arabi; Beyrut 1 3 9 8 / 1 9 7 3 , II, 13-35; H. Lammens, "Büsr", İA, II, 841-842; a.mlf., "Busr", El 2 (İng.), I, 1343-1344. B



ABDÜLKERİM ÖZAYDIN



F



BÜSR b. ERTÂT



n



^



(bk. B Ü S R b. EBÛ ERTÂT).



^



P



BÜSR b. SÜFYÂN



n



(



d^"



)



Büsr b. Süfyân b. Amr el-Huzâî el-Kâ'bî Sahâbî. Hz. Peygamber'in hicretin 6. yılında, aralarında Büsr b. Süfyân'ın da bulunduğu Huzâa kabilesi ileri gelenlerine İslâmiyet'i kabul etmeleri için yazdığı mektup üzerine müslüman oldu. Aynı yıl Hz. Peygamber'i ziyaret etmek üzere Medine'ye gitti. Geri dönmek istediği zaman



494



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜSTÎ yapılacak



Sind arasında, yani Bağdat-Hindistan yo-



daki Abbâsîler'e ait eserlerin seviyesin-



umreye onun da katılmasını istediği için



lu üzerinde geçişi t e m i n etmiş ve önem-



de o l d u ğ u n u ortaya koymaktadır. Büst



Medine'de kalmasını söyledi. Umre ha-



li bir ticarî rol oynamıştır. Nitekim İstah-



harabelerine yakın bir yerde 1946 yılın-



zırlıkları t a m a m l a n ı p



rî Büst'ün Hindistan'la olan ticaretinden



da Leşkergâh adıyla yeni bir yerleşim



bahsetmektedir.



merkezi kurulmuştur. Adını, yakınında



Resul-i Ekrem pek yakında



yola



çıkıldığında



Zülhuleyfe mevkiine gelince Hz. Peygamber Büsr'ü Mekke'ye yolladı ve toplaya-



Şehir VI. yüzyılda Eftalitler'in elinde



bulunan



Leşkergâh-1 Bâzâr



köyünden



idi; 1. Hüsrev Enûşirvân döneminde (531-



alan şehrin nüfusu 1979 yılında 21.600



Büsr emredileni yaptı ve Usfân yakınla-



579} Sâsânîler tarafından zaptedildi. Müs-



idi.



rındaki Gadîrü'l-Eştât mevkiinde Hz. Pey-



lümanların İran'ı fethinden sonra bura-



Büst'te birçok âlim yetişmiş olup bü-



gamber'i bularak Kureyşliler'in müslü-



sı Hz. Osman'ın 29 ( 6 4 9 - 5 0 ) yılında Ab-



yük muhaddislerden İbn Hibbân (ö. 3 5 4 /



manları Kabe'ye s o k m a k



durrahman



cağı bilgilerle geri dönmesini



emretti.



istemedikle-



kumandasında



965) ve Hattâbî (5. 388/998) ile şair Ebü'l-



rini ve onlarla savaşmak üzere hazırlık



gönderdiği kuvvetler tarafından alındı.



Feth Ali b. M u h a m m e d el-Büstî (ö. 4 0 0 /



yaptıklarını bildirdi. Hicretin 8. yılında



Abdurrahman b. Semüre daha sonra Mu-



1010) bunların başında gelmektedir.



Mekke fethine hazırlanırken Hz. Peygam-



âviye tarafından Sîstan'a vali tayin edil-



Nîşâbur yakınlarında Büst (Büşt, Puşt)



ber Büsr'ü, Büdeyl b. Verkâ ile beraber



diğinde İslâm hâkimiyetinden çıkmış olan



adıyla bilinen bir yerleşim merkezi de



Huzâa'nın bir kolu olan kendi kabileleri



B ü s t ' ü 4 1 ' d e ( 6 6 1 - 6 2 ) yeniden zaptet-



mevcut olup Ebü'l-Hasan el-Büstî ve Ebû



Kâ'boğullan'nı



Medi-



ti. B u n d a n sonra şehir, d o ğ u sınırındaki



Hâmid el-Büştî gibi âlimler buraya nis-



ne'ye getirmekle görevlendirdi. Mekke



m ü s l ü m a n olmayan ve kendilerine Zun-



betle anılmaktadırlar.



fethine 500 kişiyle katılan Benî Kâ'b'ın



bil denilen prenslere karşı verilen mü-



üç sancaktarından biri Büsr idi. Huneyn



cadelede bir ileri karakol d u r u m u n a gel-



Gazvesi'nde de kabilesinin iki sancağın-



di. Buraya Emevîler devrinde ve Abbâsî-



dan birini o taşıdı. Hicretin 9. yılında Be-



ler'in ilk zamanlarında Hâricîler'in çıkar-



nî Kâ'b'ın zekâtını t o p l a m a vazifesi ona



dıkları isyanları bastırmak üzere valiler



verildi. Aynı yıl yapılan Tebük Gazvesi'ne



gönderildi.



ramazan



ayında



kabilesinin halkını toplayıp



getirmekle



görevlendirilen üç kişiden biri yine Büsr b. Süfyân'dı. Onun ne z a m a n vefat ettiği bilinmemektedir.



b. Semüre



İran'ın ilk millî devletlerinden ikincisi olan Saffârî hânedanının kurucusu Ya'k ü b b. Leys'in (868-878) Kâbil'i aldıktan (871) sonra Büst'ü de ele geçirerek bir yıl kadar burada kaldığı söylenir. Bağ-



BİBLİYOGRAFYA: Buhârî, " M e ğ â z î " , 35; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 572-574, 579-580, 800, 819; III, 973, 990; İbn



d a t halifesinin şehri egemenliği altına alma teşebbüsleri gibi Sâmânoğulları'-



Sa'd, et-Tabakât, II, 95, 160; IV, 294; V, 458;



nın teşebbüsleri de sonuçsuz kaldı. Şe-



İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe,



I, 2 1 6 ; Huzâî, Tahrî-



hir, 976'da Gazneli Devleti'ni kuran Se-



cü'd-delâlâti's-sem'iyye,



s. 329-330; İbn Ha-



b ü k Tegin tarafından zaptedildi. Büst'ün



cer, el-İşâbe, I, 149; M u h a m m e d Hamîdullah,



el-Vesâ'iku's-siyâsiyye, 276-277. ' rr,



Beyrut 1403/1983, s.



İHİI



M . YAŞAR KANDEMİR



r



H



BÜST



BİBLİYOGRAFYA: Dihhudâ, Luğatnâme, "bst" md.; İstahrî, Mesâlik (de Goeje), s. 245; Ya'kübî, Kitâbü'l-Büldân, s. 281, 285; Yâküt, Mu'cemü'l-büldân, I, 612; M u h a m m e d b. Hüseyin el-Beyhaki, Târth (nşr. A. Ekber Feyyâz), Meşhed 1350 hş., s. 659-661, 663; Cûzcânî, Jabakât-ı Hâsın, I, 235, 243, 345, 348, 401; Sem'ânî, el-Ensâb, II, 208210; M u h a m m e d Takî Han Hekîm, Genc-i Dâniş (nşr. M u h a m m e d Ali Sütî — Cemşîd Keyânfer), Tahran 1366 hş., s. 199-201; D. Schlumberger, "Le Palais G h a z n e v i d e de Lashkari Bazar", Syria, XXIX, Dımaşk 1952, s. 251-270; J. Sourdel-Thomine, "Steles arabes d e Büst", Arabica, III, Leiden 1956, s. 285-306; a.mlf., "Büst", El 2 (Fr.), I, 1384-1385; R. Hartmann, "Büst", İA, II, 842; DMF, I, 427 vd.; Klaus Fischer - Xavier de Planhol, "Bost", Elr., IV, 383-



en parlak dönemini yaşadığı zaman Gaz-



S



TAHSİN YAZICI



neliler devrine rastlar. Selçuklular 1045't e şehri yağmaladılar, f a k a t ele geçire-



r



mediler. Gazneliler 1048'de Behram Ni-



BÜSTÂNÎ



yâl k u m a n d a s ı n d a k i bir Selçuklu ordu-



(bk. BUSTÂNÎ).



sunu Büst yakınlarında m a ğ l û p ettiler. Gurlu Hükümdarı Alâeddin Cihansûz Gaz-



Afganistan'ın Sicistan bölgesinde harabeleri bulunan eski bir şehir.



ne'den sonra Zemindâver vilâyetinin mer-



BÜSTÎ



kezi ve Gazneliler'in ikinci başşehri olan



(



Büst'ü de tahrip etti (1149). Daha sonra Hârizmşahlar idaresine giren şehir bu



Hilmend ırmağının E r g e n d â b kolu ile



dönemden itibaren giderek önemini kay-



birleştiği yerin aşağısında sol kıyıda ve



betti. Büst, kalesi stratejik mevkii dola-



nehrin taşımacılığa elverişli kesiminde



yısıyla Nâdir Şah tarafından 1738'de ta-



bulunur; Herat'ı Girişk'ten geçerek Kan-



m a m e n yıkılıncaya kadar pek çok saldı-



dehar'a bağlayan yol üzerindedir. Vaktiyle verimliliği ve güzelliğiyle tanınırdı. Eski Arap coğrafyacıları



rıya uğramıştır. D. Schlumberger'in keşfi ve Afganis-



J~». )



Ebü'l-Hasen Alî b. Muhammed el-Büstî (ö. 4 7 0 / 1077'den sonra)



L



Horasanlı mutasavvıf.



IV. (X.) yüzyılın sonunda veya V. (XI.) yüzyılın başlarında



Nîşâbur yakınların-



daki Büst'te (Büşt) doğdu. Hayatı hak-



güzelliklerinin



tan'daki Fransız arkeoloji heyetinin yap-



kında yeterli bilgi yoktur. Sûfî tabakatı



yanında salgın hastalıklarının da çok ol-



tığı kazılar neticesinde bölgede 7 km.



müellifleri Hücvîrî ile Kuşeyrî ve Nîşâ-



d u ğ u n u anlatırlar. Şehirle çevresinin bu-



u z u n l u ğ u n d a ve 2 km. eninde bir saha-



burlu olmasına r a ğ m e n A t t â r eserlerin-



günkü harap ve kurak d u r u m u tabii kay-



yı kaplayan harabeler ve eski saray du-



de ona yer vermemişlerdir. Ancak Ah-



nakları ile çelişki arzeder. Çünkü Hilmend



varlarını ihtiva eden tarihî kalıntılar or-



m e d el-Gazzâlî Sevânihu'l-'uşşâk'



ta,



ırmağı ve kolu sayesinde kolayca sula-



taya çıkarılarak m u h a f a z a altına alındı.



A y n ü l k u d â t el-Hemedânî Temhîdât'ı



ile



nabilen bu bölge her türlü t a r ı m a elve-



Bu kazılarda bulunan kalıntılar Ortaçağ



mektuplarından birinde onun bir rubâ-



rişlidir. Ortaçağ'da Horasan veya Fars ile



İranı'ndaki eserlerin Bağdat ve Sâmerrâ'-



îsini nakletmişler, Necmeddîn-i Dâye de



495



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜSTÎ M i r s â d ü ' l - ' i b â d ve Mermûzût-ı



Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî adlı eserinde bu rubâîyi zikretmiştir. CâmT, Aynülkudât'ın eserinde g ö r d ü ğ ü bu rubâîden faydalanarak Nefehâtü'l-üns'te Büstfye yer vermiştir. C â m f y e göre Büstî Horasanlı sofilerden Ebû Ali el-Fârmedî'nin (ö. 4 7 7 / 1 0 8 4 ) müridi, yine Horasanlı m e ş h u r sûfîlerden Hasan Sekkâk-i Simnânî ile İbn Hameveyh'in şeyhidir. 449'da ( 1 0 5 7 ) d o ğ a n İbn Hameveyh'in Büstî'nin müridi olduğu dikkate alınırsa onun 470'ten ( 1 0 7 7 ) sonraki bir tarihte vefat ettiği söylenebilir. Büstî'nin Der Beyârı-ı



Hakikat-i Lâ c ilâhe illallah ve Kelimât-ı Arabî adlı iki risâle kaleme aldığı bilinmektedir. İki sayfa hacmindeki birinci risâlede "lâ ilâhe illallah" sözünü ve r u h u n bu sözdeki basamaklarında yüksele yüksele (seyr-i



suûdî, seyr-i urûcî) ilk vatanına nasıl varacağı anlatılır. "Lâ" ile başlayıp "Allah'ta son bulan bu mânevî ve ruhî yolculuğ u n ayrıntıları, eser üzerine bir şerh yazan Takıyyüddin adlı bir müellif tarafından açıklanmıştır. İkinci risâlede ruhun ilk varlıktan



beşeriyet âlemine



inişini



(seyr-i nüzûlî), nefis ve şeytanla mücadelesini, sonra da kendinden geçerek yüce âleme yükselişini anlatır. Bu risâle üzerine, meşrepleri farklı iki müellif Nûreddîn-i İsferâyînî ile İbnü'l-Arabî birer şerh yazmışlardır.



Büstî'nin



Nizâmül-



mülk'e yazdığı ve m u t l u l u ğ a e r m e k için Allah'ı ve âhiret gününü unutmadan dünyada nasıl yaşanacağını, insanlara nasıl h i z m e t edileceğini açıklayan kısa nasihatnâmesi



ile yukarıdaki



iki risâlenin



m e t i n ve şerhleri Nasrullah Pürcevâdî'v e Âşâr-ı Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Büstî (Tahran 1364 hş.) adlı eseri içinde yayımlanmıştır. nin Zindegî



Büstî'nin ruhanî mi'rac ile ilgili çok



meşhur rubâîsinin (metin için bk. Câmî, s. 413) temel kavramları konusunda Ayn ü l k u d â t el-Hemedânî, A h m e d el-Gazzâlî, Necmeddîn-i Kübrâ, Necmeddîn-i Dâye, Nûreddîn-i İsferâyînî ve Mahmûd-i Lâhicî gibi büyük mutasavvıflar önemli açıklamalarda bulunmuşlardır. BİBLİYOGRAFYA: A h m e d el-Gazzâlî, Sevânihu'l-'uşşak



(nşr.



F



n



BÜŞTÎ



(



^



)



j



el - Harzencî el - Büştî



r



(ö. 348/959) ^



S



NASKULLAH PÜECEVÂDÎ



n



(bk. BEYTÜLMÂL).



Ebû Hâmid Ahmed b. Muhammed



..



(



Nîşâbur yakınlarında bulunan Büşt'e



okuttuğu bilinmektedir. Gulâmu Sa'leb'in de belirttiği gibi Büştî, devrinde Horasan dil ve edebiyat âlimlerinin en meşhurlarından biriydi. 330 (941) yılında yaptığı hac yolculuğu sırasında uğradığı Bağdat'ta Irak'ın önde gelen ilim adamlarıyla tanıştı ; bedevilerle teması olmadığı ve onların arasında yaşayan dile ait zengin malzemeyi tanımadığı halde Arap dilindeki derin bilgisi bu âlimleri hayrete düşürdü. Büştî 348 yılı Recebinde (Eylül 959) vefat etti. Eserleri. Halîl b. A h m e d ' i n Kitûbü'lAyn adlı eserinde eksik bıraktığı yerleri t a m a m l a m a k üzere kaleme aldığı Kitûbü't-Tekmile'nin g ü n ü m ü z e kadar gelip gelmediği bilinmemektedir. Ezherî'nin (ö. 370/980-81) belirttiğine göre Büştî eserinin baş tarafında faydalandığı kaynakların uzun bir listesini vermiş, bu eserleri hocalarından s e m â * yoluyla bizzat duymadığını belirtmiş, doğruyu yanlıştan ayırmasını bilen biri için bunun bir kusur sayılamayacağını söylemiştir. Ancak onu ağır bir dille tenkit eden Ezherî, Arap yazısının n o k t a l a m a ve imlâ bakım ı n d a n o d ö n e m d e henüz m ü k e m m e l şeklini almadığını, bir hocadan duymadan yazılı eserlerden faydalanmanın sağlıklı bir yol olamayacağını ve bu sebeple Büştî'nin noktalı ve noktasız harflerle yazılan kelimelerde pek çok hata yaptığını söyleyerek bu konuda çeşitli örnekler vermektedir (Tehzîbü'l-luğa, I, 32-40). Büştî'nin, kendisini şöhrete ulaştıran bu eserden başka Kitâbü't-Tafsile ve Kitâbü Şerhi (Tefsîri) ebyâti Edebi'1-kâtib adlı iki kitap daha yazdığı kaynaklarda zikredilmektedir. z



BİBLİYOGRAFYA: Tehzîbü'l-tuğa, I, 32-40; Yâküt, Mu'cemulüdebâ', IV, 203-208; a.mlf., Mu'cemul-büidân, II, 336; İbnü'l-Esîr, el-Lübâb, I, 33; İbnü'lKıftî, Inbâhü'r-ruvât, I, 107-119; Süyûtî, Buğyetü'l-uu'ât, I, 388; Sezgin, GAS, II, 554-555, 556; Ziriklî, el-A'lâm (Fethullah), I, 208. S



RAHMİ



ER



n



)



Zeydiyye âlimlerinden Kesîrünnevâ ve Ebter lakaplarıyla tanınan Hasan b. Sâlih'in (ö. 168/785) görüşlerini benimseyenlere verilen ad



(Büst) nisbetle el-Büştî, buraya bağlı Harzene köyüne nisbetle de el-Harzencî diye anılır. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ebû Abdullah el-Bûşencî'den hadis okuduğu, Hâkim en-Nîsâbûrî'ye de hadis



.



BUTRIYYE



Arap dili ve edebiyatı âlimi.



Nasrullah PürcevâdI), Tahran 1359, s. 19-20;



Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1341, s. 118-119, 270; Necmeddîn-i Dâye, Mirşâdü'l-'ibâd, Tahran 1365, s. 3 0 8 ; a.mlf., Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâuûdî, Tahran 1352, s. 107; Câmî, Nefehât, s. 413; Nasrullah Pürcevâdî, Zindegî ue Âşâr-ı Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Büstî, Tahran 1364.



BÜTÇE



L



r



(bk. ZEYDİYYE).



...



BUVEYHİLER (



^



J



n



JT )



932-1062 yılları arasında İran ve Irak'ta h ü k ü m süren Deylem asıllı bir hânedan.



Tarih. Hânedan adını, Sâsânî Hükümdarı Behrâm-ı Gûr'un soyundan olduğu rivayet edilen Büveyh (Bûye) b. Fennâ (Penâh) Hüsrev'den alır. Deylemliler önceleri Mecûsî ve putperest bir kavimken IV. (X.) yüzyılın başında Ali evlâdından Hasan el-Utrûş'un gayretleriyle müslüm a n oldular ve Şiîliği benimsediler. Daha sonra Abbâsî Halifeliği dahil müslüm a n devletlerin ordularında b ü y ü k ölçüde yer aldılar. Ayrıca kendi bölgelerinde k ü ç ü k beylikler kurdukları gibi güneye doğru inerek İran ve Irak'ta vuku bulan siyasî olaylarda da önemli rol oynamaya başladılar. Büveyh'in Ebü'l-Hasan Ali, Ebû Ali Hasan ve A h m e d adında üç oğlu vardı. Bu üç kardeş önce Gîlânlı bir sülâleye m e n s u p Emîr M â k â n b. Kâkî'nin emrinde Sâmânîler'in hizmetine girdiler (928). Ancak M â k â n daha sonra Sâmânîler'e karşı harekete geçtiği z a m a n karşısına yine Gîlânlı bir soylu olan Merdâvic çıktı. M â k â n 'in m a ğ l û p olup Taberistan'ı terketmek zorunda kalmasıyla Ali ve kardeşleri Merdâvic'in yanında yer aldılar. Merdâvic b u n d a n sonra Rey başşehir o l m a k üzere Taberistan ve Cürcân'da Ziyârîler hanedanını kurdu. Üç kardeşten Ali, Merdâvic tarafından Kerec valiliğine tayin edildi. İran'ın güneyinde bir devlet k u r m a k isteyen Ali'nin çevresinde çok sayıda Deylemli toplandı. Şiî olmasına r a ğ m e n amansız bir d ü ş m a n ı haline gelen Merdâvic'e karşı Abbâsî halifesinin desteğini sağlamaya çalıştı ve güneye inerek İsfahan'ı işgal etti (932). Fakat Merdâvic müttefiklerinin yardımıyla onu bölgeden uzaklaştırdı. Ali daha sonra Fars'ı ele geçirdi ve



496



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



Abbâsî Vâlisi Yâkut'u mağlûp ederek Şîraz'a girdi (934). Bu arada Merdâvic ile barış yapmak zorunda kaldı ve kardeşi Hasan'ı onun yanına rehine olarak gönderdi. Ancak Merdâvic'in 935'te öldürülmesiyle Ziyârîler zayıfladı, Ali rahat bir nefes alma imkânı buldu. Ayrıca ona bağlı Türk askerlerinin birçoğu Şîraz'da Ali'nin ordusuna katıldılar. Ziyârîler'in Hazar denizi kıyılarındaki topraklarının büyük bir bölümü Büveyhî kardeşlerin



Büveyhîler'den imâdüddevle ile Rüknüddevle adına 3 3 5 (947)



yılında basılmış altın sikke (İstanbul Arkeoloji Müzesi, Teşhir, nr. 1 0 1 0 )



eline geçti. Ali Fars eyaletinde hâkimiyetini sür-



976'da ölümüyle Adudüddevle Irak'ta



Gazneli M a h m u d onu desteklemeye ka-



dürürken kardeşi Hasan da hemen he-



hüküm süren Muizzüddevle'nin oğlu Bah-



rar verdi. Fakat Kıvâmüddevle'nin bu yardımdan sonra Gazneli kumandan ve as-



men bütün Cibâl bölgesine sahip olmuş-



tiyâr'ı bertaraf ederek hânedanın başı-



tu. Küçük kardeşi Ahmed ise Kirman ve



na geçti. Onun zamanında Büveyhî hâ-



kerlere soğuk davranması yüzünden Sul-



daha sonra da Hûzistan'ı ele geçirmişti.



nedanı kuvvet ve kudretinin doruk nok-



tânüddevle tekrar Fars bölgesini ele ge-



Böylece İran'ın batı ve güneyindeki en



tasına ve en geniş sınırlarına ulaştı.



çirdi (408/1017-18).



önemli bölgeler Büveyhîler'in idaresine



Adudüddevle'nin 983'te



ölümünden



Hânedan mensupları arasındaki t a h t



girmiş oluyordu. Büveyhîler Hûzistan'a



sonra üç oğlu Şerefüddevle, Samsâmüd-



mücadelesinden faydalanan



hâkim olduktan sonra Irak'la daha ya-



devle ve Bahâüddevle arasında taht mü-



Cibâl kolunun Hemedan ve İsfahan'daki şubesini ortadan kaldırdılar. Gazneli



Kâkûyîler,



kından ilgilendiler. Nihayet kardeşlerden



cadelesi başladı. Bu iç savaşı Şerefüd-



Ahmed 19 Aralık 94S tarihinde davet



devle kazandıysa da onun 989'da ölü-



Mahmud ise ömrünün son yıllarında ba-



üzerine karışıklıklar içindeki



Bağdat'a



müyle Bahâüddevle genç yaşta Bağdat'-



tıya yöneldi ve Rey şehrine hâkim ola-



girdi ve Abbâsî Halifesi Müstekfî- Billâh



ta Büveyhî tahtına oturdu. Öte taraftan



rak Büveyhîler'in Cibâl koluna son verdi



kendisini emîrü'l-ümerâ tayin ederek



vezir Sâhib b. Abbâd'ın, ordunun iste-



(1029).



ona



İmâdüddev-



ği üzerine Adudüddevle'nin kardeşi Fah-



Müşerrifüddevle'nin 1025'te ölümün-



le, Hasan'a da Rüknüddevle lakaplarını



rüddevle'yi çağırmasıyla ortaya yeni bir



den sonra İrak'ta yeniden t a h t mücade-



verdi.



rakip çıktı. Fahrüddevle İsfahan, Heme-



lesi başladı. Sonunda askerler kardeşi



Muizzüddevle, Ali'ye



Bu olaydan kısa bir süre sonra Muiz-



dan ve Rey'de hâkimiyetini kabul ettir-



Celâlüddevle'yi emîr seçtiler. Kirman'da



züddevle Ahmed, Halife MüstekfTnin göz-



di ve daha sonra Büveyhîler'in hakimi-



tahta geçmeyi başaran Ebû Kâlîcâr bir



lerine mil çektirerek yerine Mutî-Lillâh'ı



yetindeki İran'ın bütününe sahip oldu.



ara Bağdat'ı ele geçirmek istediyse de



halife ilân etti. Abbâsî hilâfeti bundan



Ancak Fahrüddevle bir hata yapmış, Ho-



başarılı olamadı, fakat kendini emîrü'l-



sonra bir çöküş devresi içine girdi ve



rasan'ı ele geçirmek için doğu yönünde



ümerâ olarak kabul ettirdi. Celâlüddev-



halifelik otoritesi zayıfladı. Böylece Ab-



Sâmânîler'le mücadeleye girişmişti.



le'nin 1044'te ölümüyle Bağdat'ta hutbe Ebû Kâlîcâr adına okundu. Böylece



bâsî Halifeliği'nin merkezi Bağdat'ta ye-



Bahâüddevle uzun süren çabalardan



ni bir dönem başladı. Şiî Büveyhîler si-



sonra bir ölçüde devletin birliğini sağla-



Ebû Kâlîcâr Büveyhîler'in Irak, Fars ve



yasî sebeplerle, Sünnî olan Abbâsî Hali-



maya muvaffak olmuş, fakat İrak'taki



Kirman kollarını tek bir idare altında top-



feliği'nin devam etmesine ses çıkarmı-



Büveyhî nüfuzu azalmaya başlamıştı. Ba-



lamış oluyordu. Fakat bu sırada Selçuk-



yorlardı. Çünkü onlar halifeliğin devamı-



hâüddevle'nin 1012'de ölümüyle oğulla-



lular Büveyhîler'in hâkim oldukları top-



nı gerek kendi hâkimiyet sahalarında,



rı arasında uzun süren bir hâkimiyet mü-



raklara doğru ilerlemeye başladılar.



gerekse bölgeleri dışında kendi lehleri-



cadelesi başladı ve Büveyhîler'in büyük



ne kullanmak niyetindeydiler. Ayrıca ha-



gayretlerle kurdukları birlik parçalandı.



lifeliği kendi kontrolleri altında bulun-



Bahâüddevle'den sonra yerine geçen oğ-



mana kadar ele geçirilmiş ve ileride zap-



durmakla hem devlet içindeki Sünnîler



lu Sultânüddevle'nin İrak'ta karşılaştığı



tedilecek toprakları hânedan üyeleri ara-



hem de diğer müslüman devletler nez-



en büyük güçlük Deylemliler ve Türkler



sında paylaştırmışlardı. Bu bölüşme sı-



dinde itibar göreceklerdi.



arasındaki mücadele idi. Sonuçta Türk-



rasında Kirman bölgesi Çağrı Bey'in oğ-



ler'in desteklediği Müşerrifüddevle b.



lu Kavurd'a verilmişti. Kirman eyaletine



Büveyhîler Fars ve Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak olmak üzere dört ayrı bölgede h ü k ü m sürdüler. Aralarında her zaman uyumlu ilişkiler yoktu. Ancak aile



Selçuklular Dandanakan



Savaşı'ndan



(1040) sonra toplanan kurultayda o za-



Bahâüddevle İrak'a hâkim oldu (1021).



Selçuklu akınları ilk olarak 434 (1042-



Sultânüddevle de Irak üzerindeki hâki-



4 3 ) yılında başladı. Daha sonra Kavurd



miyetinden vazgeçmek zorunda kaldı.



Kirman üzerine yürüyerek bu bölgedeki



içinde en yaşlı üyenin otoritesine saygı



Öte yandan Kirman'a tayin edilen Ebü'l-



Büveyhî hâkimiyetine son verdi (1048).



duyarlardı. Hânedanın reisi İmâdüddev-



Fevâris Kıvâmüddevle'nin Fars'ı işgal et-



Aynı tarihte Ebû Kâlîcâr öldü ve oğlu



le Ali'nin erkek evlât bırakmadan ölme-



mesi, Sultânüddevle ile aralarında yeni



Hüsrev Fîrûz Bağdat'ta babasına halef



si üzerine (949) Fars bölgesine Rüknüd-



bir mücadeleye sebep oldu. Kıvâmüddev-



oldu; Halife Kâim-Biemrillâh ona el-Me-



devle'nin oğlu Adudüddevle hâkim oldu.



le bu mücadele sırasında Büveyhîler'in



likü'r-Rahîm lakabını verdi.



Hânedanın öteki büyüklerinden Muizzüd-



hâkimiyet sahalarına doğru genişleme-



Halife Kâim-Biemrillâh bu sırada Bü-



devle'nin 967'de, Rüknüddevle'nin



ye çalışan Gazneliler'den yardım istedi.



veyhîler'in ve Türk askerlerinin kuman-



de



497 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜVEYHÎLER danı olan Arslan BesâsîrFnin baskısı al-



batıda Fâtımîler, d o ğ u d a Sâmânîler ve



in en güçlü olduğu yer Bağdat'ın batı-



tında idi. Bundan dolayı Abbâsî halife-



Gazneliler'le k o m ş u olmuşlardı. Çok ge-



sındaki Kerh mahallesiydi. Büveyhîler za-



si Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'i Bağdat'a



niş bir alanda h ü k ü m sürmelerine rağ-



m a n ı n d a çok geçmeden Bağdat'taki Şiî-



davet etmiş ve kendisini bu güç durum-



m e n mahallî bir hânedan olarak kaldı-



ler'Ie Sünnîler arasında ciddi mücadele-



dan



ısrarlı



lar. Basra körfezi, Irak ve Batı İran'da



ler görülmeye başladı. Bunun yanı sıra



davetler sonucu harekete geçen Tuğrul



ticareti geliştiremediler. Bunun sonucu



B a ğ d a t ' t a başka Şiî merkezleri de te-



Bey, R a m a z a n 4 4 7 ' d e (Aralık 1055) İs-



olarak iktisadî açıdan zayıfladılar ve üc-



şekkül etti. Belki de Deylemli âdetleri-



lâm dünyasının o z a m a n k i merkezi olan



retli askerlerin maaşlarını ödeyemez ha-



nin etkisiyle Muizzüddevle'nin aldığı ka-



Bağdat'a girdi. Türkler ve Deylemli as-



le geldiler. Muhtelif yerlerdeki isyanları



rarlar Şiî ve Sünnîler'in d a i m a çatışma



kerler arasında çıkan olayları bastıran



ve h â n e d a n mensupları arasındaki mü-



halinde bulunmalarına sebep olmuştur.



Selçuklu ordusu âsileri cezalandırdı. Tuğ-



cadeleyi önleyemediler. Neticede toprak-



Nitekim Muizzüddevle 10 Muharrem 352



rul Bey bu olay sebebiyle suçlu g ö r d ü ğ ü



ları 1029'da Gazneliler, 1055'te Büyük



(8 Şubat 963) g ü n ü b ü t ü n B a ğ d a t halkı-



el-Melikü'r-Rahîm'i hapsettirerek Bağ-



Selçuklular ve 1062'de de



Şebânkâre



nın çarşı ve dükkânlarını kapatmalarını,



dat'taki 110 yıllık Büveyhî hâkimiyetine



Emirliği ve Kirman Selçukluları tarafın-



kadın erkek herkesin siyahlar giyerek şe-



son verdi.



dan zaptedildi.



kurtarmasını istemişti. Bu



hirde dolaşmasını ve Hz. Hüseyin için mat e m tutmasını emretmişti. Sünnî Bağdat



Fars bölgesine ilk Selçuklu akınları İb-



Teşkilât ve Kültür. Büveyhîler Sâsânî ge-



râhim Yınal idaresindeki kuvvetlerle baş-



leneklerini yeniden canlandırmak istiyor-



halkı, Şiîler bir hayli güçlendiği ve Muiz-



lamış, Ebû Kâlîcâr da bu d u r u m d a n da-



lardı. Behrâm-ı Gür'un soyundan olduk-



züddevle de onlardan yana olduğu için bu



ha önce anlaşma yaptığı Tuğrul Bey'e şi-



larını iddia eden Adudüddevle ve İmâ-



emre uymak zorunda kaldılar. Muizzüd-



kâyette bulunmuştu. Bunun üzerine akın-



düddevle Ali bu maksatla Sâsânî hüküm-



devle 18 Zilhicce 352'de (7 Ocak 964) Ga-



lara geçici bir süre için ara verilmişse



darlarının



de daha sonra Oğuzlar bölgenin başşeh-



nını kullanmışlardır. Ayrıca



ri Şîraz'a kadar ilerlemişti



(444/1052-



kullandığı



"şehinşah"



unva-



dir-i H u m * gününün bayram olarak kut-



Büveyhîler



lanmasını emretti. Nitekim bu maksat-



kendilerini Sâsânîler'e bağlayan şecere-



la şehir süslenerek gece g ü n d ü z şenlik-



müca-



ler hazırlattılar. Çocuklarına Fars gele-



ler yapıldı. Daha sonraki yıllarda da Şiîler



dele eden Ebû Mansûr Fülâd Sütün, Şî-



neğine uygun olarak Fenâ Hüsrev, Hüs-



bu günlerde büyük merasimler düzen-



raz'a hâkim olunca Tuğrul Bey adına hut-



rev Fîrûz gibi isimler verdiler. Ancak on-



lemişlerdir. Fakat bu kutlamalar z a m a n



be okuttu ( O c a k 1054). Ancak Şebânkâ-



ların, Rüknüddevle ile başlayan ve Adu-



z a m a n Şiîler'le Sünnîler arasında şiddetli



re emirlerinden Fazlûye, Ebû M a n s û r ' u



düddevle ile devam eden İran monarşi-



kavgalara sebep olmuştur. Şiîler'in bu



m a ğ l û p ederek öldürttü (1056) ve Fars'-



sini İslâmî idare sistemiyle uzlaştırarak



faaliyetleri daha sonra da devam etti.



taki Büveyhî hâkimiyetine son verdi. Me-



canlandırma fikri sonuçta başarısızlığa



Şiîler Sünnîler'le her alanda tehlikeli re-



lik Kavurd ise Fazlûye'yi m a ğ l û p ederek



uğradı.



53). el-Melikü'r-Rahîm'e



karşı



Şîraz'a girdi ve hutbeyi Sultan Tuğrul Bey adına



okuttu



(Temmuz



1062). Böylece



kabetlere giriştiler. Sünnîler de z a m a n



Büveyhîler'den önce Bağdat'ta büyük



z a m a n Abbâsî Halifesi Kadir-Billâh dev-



bir Şiî topluluğu yoktu. Bu sırada Şiîler'-



rinde Gazneli M a h m u d ' u n da desteğiyle



İran ve İrak'ta Büveyhîler idaresinde bulunan topraklar bütünüyle Selçuklular'ın BÜVEYHÎ HÜKÜMDARLARININ LİSTESİ



hâkimiyeti altına girmiş oluyordu. Büveyhîler kuruluşundan yıkılışına kadar sosyal, ırkî ve dinî bağlarla birbirlerine bağlı askerî bir g ü ç idiler. Hânedan varlığını t a m a m e n askerî kudretine borçluydu. Büveyhî emîrleri de ordunun b a ş k u m a n d a n ı idiler. Büveyhîler Sünnî



a) Hemedan ve İsfahan şubesi



1. Fars ve Hûzistan Kolu imâdüddevle Ali Adudüddevle Şerefüddevle Samsâmüddevle Bahâüddevle Sultânüddevle



322 (934) 338 (949) 372 (983)



Müeyyidüddevle Fahrüddevle Ali Şemsüddevle



380 (990) 388 (998)



Semâüddevle Kâkûye hânedanı hâkimiyeti



403 (1012)



halletmek için İran asıllı bürokratlardan



Müserrifüddevle Ebû Kâlîcâr Fülâd Sütün Şebânkâre reisi Fazlûye'nin



412 (1021) 415 (1024) 440 (1048)



f a y d a l a n m a yoluna gittiler. En güçlü ol-



hâkimiyeti ele geçirmesi



448 (1056)



halka karşı meşrûluklarını ispat etmekt e sıkıntılarla karşılaştılar. Bu meseleyi



dukları d ö n e m d e devletin sınırları do-



2. Kirman Kolu



ğ u d a Rey, İsfahan ve Şîraz'dan batıda aşağı Fırat çölüne kadar uzanıyordu. Ayrıca Uman da devletin bir parçasıydı. Yi-



324 (936) 338 (949) 372 (983)



Muizzüddevle Ahmed Adudüddevle



Mecdüddevle Rüstem Gazneliler'in hâkimiyeti



Muizzüddevle Ahmed Bahtiyâr Adudüddevle Samsâmüddevle Şerefüddevle



403 (1012) 419 (1028)



Bahâüddevle Sultânüddevle



k ü m süren Mervânîler de Büveyhîler'in



Kirman Selçuklularının kurulusu



440 (1048)



Müserrifüddevle Celâlüddevle Ebû Kâlîcâr



vassâl*i idiler. Hatta bir ara Adudüddevle Taberistan ve Cürcân'ı da işgal ederek hâkimiyet sahalarını Hazar denizine kadar genişletmişti. Kuzeyde Bizans,



3. Cibâl Kolu imâdüddevle Ali Rüknüddevle Hasan



320 (932) 335- 366 (947-977)



366 (977) 387 (997) 420 (1029)



4. Irak Kolu



lü altındaydı. Diyarbekir bölgesinde hü-



olan Basra körfezi Büveyhîler'in kontro-



388 (998)



387 (997) 412 (1021) 419 (1028)



b) Rey şubesi Fahrüddevle Ali



Samsâmüddevle Bahâüddevle Kıvâmüddevle Ebû Kâlîcâr



ne kuzeyde Irak ticareti için çok önemli



366 (977) 373 (983)



el-Melikü'r-Rahîm Selçuklu hâkimiyeti



498



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



334 (945) 356 (967) 367 (978) 372 (983) 376 (987) 379 (989) 403 (1012) 412 (1021) 416 (1025) 435 (1044) 440 (1048) 447 (1055)



BÜVEYHÎLER Şiîler'e karşı tedbirler aldılar. Ancak Adudüddevle'nin Bağdat'ta bulunduğu beş yıllık devrede belki de Şiîler'in merasimleri yasaklandığı için bu tür olaylara rastlanmamaktadır. Büveyhîler bağımsızlıklarını tehlikeye düşürmesinden endişe ettikleri için aşırı Şiî grupları desteklemediler. Sünnî Abbâsî Halifeliği'ni ortadan kaldırıp Şiî bir halifelik kurma yoluna da gitmediler. Fakat Adudüddevle büyük kızını Abbâsî Halifesi Tâi'-Lillâh ile evlendirerek Büveyhî Emirliği'yle Abbâsî Halifeliği'ni aynı hânedanda birleştirmeyi düşündüyse de bunu gerçekleştiremedi. Büveyhî idaresinde Şiîler'in yanı sıra hıristiyanlar ve yahudiler de bazı idarî görevlere getirilmişlerdir. Emîrü'l-ümerâ unvanını taşıyan Büveyhî hükümdarlarının başında bulunduğu idarî teşkilât divanlardan oluşuyordu. Büveyhî devlet sistemi içinde başlangıçta "kâtip" unvanıyla görev yapan vezirin fazla önemi yoktu. Buna rağmen vezir divanların başı idi. Ancak onun en önemli görevi, temelini Deylemli ve Türk askerlerin oluşturduğu ordunun ücretlerini temin etmek ve malî konularda emîrü'l-ümerânın vekili olarak vazife yapmaktı. Vezire işlerinde bir çeşit kâtiplik yaparak yardımcı olan "sâhib-i dîvân" unvanlı memurlar vardı. Büveyhîler'in ilk devrinde görülen bu memuriyet daha sonra kaldırılmıştır. Abbâsîler'de mevcut Dîvânü'l-vizâre, Dîvânü'r-resâil, Dîvânü'lberîd, Dîvânü'n-nafakât ve Dîvânü'l-ceyş Büveyhîler devrinde de aynı fonksiyonlarını sürdürdüler. Adudüddevle zamanında divanlar doğrudan onun gözetimi altında çalışmışlardı. Taşra şehirlerinde de merkeze bağlı divanlar vardı. Bağdat'ın yanı sıra Küfe, Vâsıt, Basra ve Ahvaz da Büveyhîler devrinin önemli şehirleri arasındaydı. Mahallî idareler valilerin ve bazan askerî kumandan olarak da görev yapan vergi tahsildarlarının (âmil) elinde idi. Büveyhîler'den Muizzüddevle ve veziri Ebû Muhammed el-Mühellebî devrinde Bağdat önemli bir edebî merkez oldu. Mühellebî vezir olduğu zaman bazı âlim ve şairler onun çevresinde toplanmıştı. Bunlar arasında Benü'l-Müneccim denilen şairler ailesi de vardı. Ebü'l-Ferec el-İsfahânî ve Ebû İshak İbrâhim b. Hilâl es-Sâbî de o dönemin seçkin müelliflerindendi. Büveyhîler'den Bahtiyâr da şiirle ilgilenmişti. İbnü'l-Haccâc Büveyhîler döneminin gözde şairlerindendi.



Adudüddevle ilim adamlarına değer verir, onları mükâfatlandırırdı. Adudüddevle'nin çevresindeki ilim adamlarından biri olan Ebû Ali el-Fârisî onun için elîzâh ve't-tekmile adlı bir gramer kitabı yazmıştı. Ebû Saîd es-Sîrâfî ile İbn Cinnî de o devrin meşhur gramercilerindendi. Bu dönemin zikre değer şahsiyetleri arasında, Adudüddevle'nin hocalığını yapmış olan astronomi bilgini Abdurrahman es-Sûfî ve müneccim Şerif İbnü'l-A'lem ile matematikçi Ebü'l-Kâsım Ubeydullah, Ebü'l-Kâsım el-Antâkî ve Ebû Nasr el-Kalvazanî sayılabilir. Adudüddevle'nin Bağdat'ta kurduğu hastahane çevresinde büyük bir tıp mektebi gelişti. Burada Cibrâîl b. Buhtîşû' gibi dönemin en ehliyetli ve başarılı hekimleri görev yaptılar. Bu sahanın önde gelen isimlerinden Ali b. Abbas el-Mecûsî Adudüddevle adına Kâmilü ş - şmâ "âti 't - tıbbiyye (el-Kitâbü'l-Melekî) adlı bir eser yazmıştı. Adudüddevle devrinin Arap müelliflerinden biri de Kadı Ebû Ali el-Muhassin et-Tenûhî idi. Tecâribü'l-ümem adlı eserin müellifi İbn Miskeveyh o dönemin meşhur filozof ve tarihçiierindendi. Kendisi de şiir yazan Adudüddevle'nin himaye ettiği şairler arasında Ebü'l-Hasan b. Abdullah es-Selâmî, İbn Nübâte es-Sa'dî ve Ali et-Taberî bulunuyordu. Şair Mütenebbî de Adudüddevle'nin yanına Şîraz'a gitmiş ve ondan yakın ilgi görmüştü. Adudüddevle devrinin mantık, felsefe ve kelâm sahasında ileri gelen bilginleri arasında Ebû Süleyman esSicistânî, Ebü'l-Hasan el-Âmirîve Bâkillânî sayılabilir. Büveyhîler'den Şerefüddevle de ilmî konularla ilgileniyordu; Fars bölgesinde vali iken Şîraz'da yeni bir kütüphane yaptırmıştı. Astronomi gözlemleriyle meşgul olan Şerefüddevle Bağdat'taki sarayının bahçesinde bir rasathane inşa ettirmişti. Onun zamanının önde gelen bilginleri Ebû Sehl b. Rüstem el-Kûhî, Ebû Ahmed es-Sâgânî ve Ebü'l-Vefâ Muhammed el-Bûzcânî idi. İbnü'n-Nedîm de meşhur eseri el-Fihrist'i 377'de (98788) Büveyhîler'in idaresindeki Bağdat'ta telif etmiştir. Bahâüddevle zamanında vezir Sâbûr b. Erdeşîr'in çevresinde edebî bir merkez oluşmuştu. Sâbûr 993'te Kerh'te meşhur Dârülilm'i kurdu ve burada 10.000'den fazla kitap topladı. Nehcü'l-belâğa müellifi şair Şerîf Ebü'l-Hasan erRadî, matematikçi Ebû Bekir Muham-



med İbnü'l-Hasan el-Kerhî, tarihçi Hilâl es-Sâbî, şair Ebü'l-Alâ el-Maarrî Bağdat'ta yaşamış ve Büveyhîler'den çok büyük ilgi görmüşlerdi. İranlı meşhur şair Firdevsî de Bahâüddevle'nin sarayında bulunmuştu. Kur'an ve hadis sahasındaki meşhur bilginler arasında Ebû Ahmed Muhammed b. Hüseyn-i İsfahânî, Ebû Ahmed Muhammed b. Hüseyn-i Cürcânî, Ebü'lHasan Ali b. Ömer-i Dârekutnî, Ebû Nasr İsmâil b. Hammâd-ı Cevheri, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah; fıkıh, usul ve tefsir âlimleri arasında da Ebü'l-Hasan Abdullah b. Hüseyn-i Kerhî, İmam Ebû Bekir Ahmed b. İbrâhîm-i Cürcânî, Ahmed b. Hüseyin İbnü't-Taberî, İmam Ebû Hâmid Ahmed b. Muhammed-i İsferâyînî sayılabilir. Büveyhîler döneminde Arap edebiyatı parlak bir gelişme gösterdi. Şair Mütenebbî, İbnü'l-Amîd, vezir Sâhib b. Abbâd o devrin en büyük şair, edip ve âlimlerindendi. Meşhur tabip İbn Sînâ Büveyhî saraylarında çalıştı ve ünlü eseri elKânûn fi't-tıbb'ı tamamladı. İbnü'l-Bevvâb da Büveyhîler devrinde yaşamış meşhur bir hattattı. Büveyhîler devri kütüphaneler açısından dikkati çekmektedir. Şîraz, Rey ve İsfahan kütüphaneleri en parlak devirlerini onların idaresinde yaşadı. Büveyhî vezirlerinden Behrâm b. Mâfinne, Sâhib b. Abbâd ve Sâbûr b. Erdeşîr'in de zengin özel kütüphaneleri vardı. Büveyhîler devri imar faaliyetleri açısından da parlak geçmiştir. Özellikle Adudüddevle imar faaliyetleri bakımından da bu hânedanın en önde gelen şahsiyetiydi. Şîraz o dönemde büyük gelişme gösterdi. Adudüddevle Fîrûzâbâd'ı yeniden inşa ettirdi. Rüknüddevle de İsfahan'a yeni surlar ilâve ettirdi. Müeyyidüddevle İsfahan'ı büyütmeye ve güzelleştirmeye devam etti. Vezir Sâhib b. Abbâd Kazvin Kalesi'nin surlarını tamir ettirdi, orada bir saray ve Rey şehrinde de çeşitli binalar yaptırdı. Büveyhîler'in öteki emîrleri de daha önce zarar gören su kanallarını onarttılar ve yeni kanallar açtırdılar. Ayrıca ticarî faaliyetlerin yaygın olduğu yolları ve köprüleri yeniden yaptırdılar. Bağdat, Şîraz ve İsfahan gibi idare merkezlerini muhteşem saraylarla süslediler; köprü, cami ve hastahaneler inşa ettirdiler. BİBLİYOGRAFYA : İbn Miskeveyh, Tecâribü'l-ümem



(nşr, H. F.



Amedroz), Bağdad 1332-33/1914-15, I-II; Hilâl b. Muhassin es-Sâbî, Rüsûmü



dâri'l-hüâfe



499



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜVEYHÎLER (nşr. Mihâîl A w â d ) , Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , s. 13, 103,



113,



131-132,



137,



139;



İbnü'l-Belhî,



Farsrıâme (nşr. G. Le Strange), Cambridge 1962, nü'l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks; İbnü't-Tıktakâ,



S



ERDOĞAN



MERÇIL



sında vefat etmiştir ( R e c e b



( ) Ebû Ya'küb Yûsuf b. Yahyâ el-Mısrî el-Büveytî (ö. 231/846)



s. 117-118, 132-135, 141, 156, 168, 173; İb-



el-Fahrî, s. 24, 32, 40, 140, 2 9 0 ; İbn Hallikân, Vefeyât, I, 174-177; II, 118-119; IV, 50-51; Müstevfî, Târîh-i Güzîde (Nevâî), s. 103, 107, 344, 348-349, 364, 411-416, 422, 447; Muh a m m e d Nâzım, The Life and Times of Sultan Mahmud of Ghazna, Cambridge 1931, s. 8085, 190-193; Abbâs-ı Pervîz, Dey âlime ue Gazneuiyân, Tahran 1336 hş., s. 51-149, 473-490; Mafizullah Kabir, The Buwayhld Dynasty of Baghdad (334/946-447/1055), Calcutta 1964; a.mlf., "The R e l a t i o n of t h e B u w a y h i d A m i r s w i t h the c Abbasid Caliphs", JPHS, I I / 3 (1954), s. 228-243; a.mlf., " A d m i n i s t r a t i o n of J u s t i c e D u r i n g t h e B u w a y h i d ' s Period (A. D. 9461055)", IC, XXXIV (1960), s. 14-21; S. H. Nasr, Science and Ciuilization in islam, Cambridge 1968; H. Busse, Chalif und Grosskönig: Die Buy iden im Iraq (945-1055), Beyrut 1969; a.mlf., "Iran Under The Büyids", CHIr., IV, 2503 0 4 ; V. Danner, " A r a b i c Literatüre i n Iran", a.e., IV, 585-588; C. E. Bosvvorth, "The Political a n d D y n a s t i c History of t h e I r a n i a n W o r l d (A.D. 1000-1217)", a.e„ V, 1-202; a.mlf., The Medieual History of Iran, Afghanistan and Central Asia, London 1977, s. 143-167; a.mlf., İslâm Devletleri Tarihi, s. 119-122; Erdoğan Merçil, Fars Atabegleri, Salgurlular, Ankara 1975; a.mlf., Gazneli Mahmûd, Ankara 1987; a.mlf., Kirmân Selçukluları, Ankara 1989; Muh a m m e d Cemâleddin Sürür, Siyâsetul-Fâtımiyyîne'l-hâriciyye, Kahire 1 3 9 6 / 1 9 7 6 , s. 168-173; Hitti, İslâm Tarihi, III, 740-744; Barthold, Türkistan, s. 8-9, 11, 243-244, 257, 267268, 270-272, 281-282, 2 9 0 ; Saîd ed-Dîvecî, Târîhu'l-Meuşıl, Musul 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. 128-132; Arslan Terzioğlu, "İbn S î n â ' n ı n T a b â b e t i v e A v r u p a ' y a Tesirleri", İbn Sînâ: Doğumunun Birinci Yılı Armağanı, Ankara 1984, s. 4 4 ; Hasan İbrâhim, islâm Tarihi, III, 389-431; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Târîh-i Merdüm-i Trân, Tahran 1367 hş., s. 417-520; Şevki Dayf, Târîhu'ledeb, V, 233-241, 484-487; Hasan A h m e d M a h m û d — A h m e d İbrâhim eş-Şerîf, el- cAlemü'l-İslâmî fi'l- caşri'l-'Abbâsî, Kahire, ts. (Dârü'l-Fikri'l-Arabî), s. 496-553; Harold Bovven, "The Last Buvvayhids", JRAS (1929), s. 2252 4 5 ; VVilferd Madelung, "The A s s u m p t i o n of t h e Title S h â h â n s h â h b y t h e B ü y i d s a n d the R e i g n of t h e D a y l a m (Dawlat al-Daylam)", JHES, sy. 28 (1969), s. 84-108, 168-183; A. J. Naji, " M ü n i c h M a n u s c r i p t as a V a l u a b l e Source of I n f o r m a t i o n on the B u w a y h i d s Dynasty", IC, L (1976), s. 107-114; David VVaines, "The P r e - B u y i d A m i r a t e ; T w o W i e w s f r o m t h e past", MES, VIII-IX/2 (1977), s. 339-348; K. V. Zettersteen, "Büveyhîler", İA, II, 843-845; a.mlf., " î b n ü l ' A m î d " , a.e., V / 2 , s. 843-844; Ahmed Ateş, "Deylem", a.e., III, 567-573; a.mlf., "İbn A b b â d " , a.e„ V / 2 , s. 692-693; Cl. Cahen, " B u w a y h i d s " , Et 2 (İng.), I, 1350-1357; Sâdık Seccâdî, "Âl-i B ü v e y h " , DMBİ, I, 629-646; Abdülkerim Özaydin, " A d u d ü d d e v l e " , DİA, I, 3923 9 3 ; Tilman Nagel, "Büyids", Elr., IV, 578-586.



dukça sıkıntılı geçen hapis hayatı sıra-



BÜVEYTÎ



14, 15-17, 20, 62-64, 77, 80-84, 94-98, 102,



L



231/Mart



846). BüveytTnin, g ü n ü m ü z e ulaşan el-Muh-



taşar adlı bir eseri vardır. Müellif bu eserinde bazı fıkıh konularıyla ilgili olarak



İmam Şâfiî'nin önde gelen talebelerinden.



Şafiî'nin görüşlerine kısaca yer vermiş J



ve z a m a n z a m a n kendi görüşü ile Rebî b. Süleyman el-Murâdî'nin



görüşlerini



Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bil-



de zikretmiştir. M u r a d Molla Kütüpha-



gi yoktur. Mısır'ın Saîd bölgesindeki Bü-



nesi (nr. 1189, 196 varak, istinsah yılı 625/



veyt köyüne nisbetle anılır. İbn Vehb el-



1228) ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-



Mâlikî ile İmam Şâfirden ilim tahsil etKısa sürede ilmî kudretiyle temayüz ede-



hanesi'nde (III. Ahmed, nr. 1078, 107 varak, istinsah yılı 868/1464; nr. 1079, 152 varak, istinsah yılı 909/ 1503) yazmaları



rek Şâfiî'nin Mısır'daki talebeleri ara-



bulunan eserdeki bazı bilgiler Tâceddin



sında ilk sırayı almıştır. Kendisine soru-



es-Sübkı tarafından Tabakât'ta



lan fetvaları ona havale eden İ m a m Şâ-



edilmiştir (II, 166-170).



miş ve onlardan rivayette bulunmuştur.



fiî, "0 benim lisanımdır" diyerek hakkın-



iktibas



Kütü'l-kulûb



Ebû Tâlib el-MekkTnin



daki takdirini belirtmiştir. Nitekim ve-



adlı eserinde zikrettiği ve GazzâlFnin de



fatından önce, kendi yerine ders halka-



İhyâ 3ü



sına onun oturmasını istemiş ve Büvey-



kaydettiği bir rivayete dayanan, ayrıca



'ulûmi'd-dîrı'de



o n d a n naklen



tFyi Ebû Abdullah İbn A b d ü l h a k e m , Re-



el-Üm üzerinde yaptığı bazı tahlillerden



bî' b. Süleyman el-Murâdî ve Müzenî gibi



hareket eden Zeki Mübârek, Islâhtı eş-



diğer talebelerine tercih etmiştir. Âbid



na ci



ve zâhid bir kişi olan Büveytî birçok ta-



Kitâbü!-Üm



lebe yetiştirerek Şâfiî'nin



görüşlerinin



yayılmasında önemli rol oynamıştır. Ken-



ve



hatâ 3







târihi't lem



irınemâ



- teşri



c



i '1 - İslâmî



:



yü 3ellifhu'ş-Şâfi cî



ellefehü'l-Büveytî



(Kahi-



re 1934) adıyla bir eser kaleme alarak



disinden rivayette bulunanlar arasında



el-Ümm'ün



Rebî b. Süleyman el-Murâdî, İbrâhim el-



eseri o l d u ğ u n u iddia etmiş, ancak Mu-



Şâfiî'nin değil Büveytî'nin



Harbî, Ebü'l-Velîd İbn Ebü'l-Cârûd, Mu-



h a m m e d Ebû Zehre ( e ş - Ş â f i ' î ; s.



h a m m e d b. İsmâil et-Tirmizî, Abdullah



163-167) ve A h m e d M u h a m m e d



b. A b d u r r a h m a n ed-Dârimî ve E b û Hâ-



(bk. Şâfiî, er-Risâle, nâşirin mukaddime-



152, Şâkir



t i m er-Râzî gibi âlimler sayılabilir. Ebû



si, s. 9 - 1 0 ) söz konusu iddianın mesnet-



Hâtim er-Râzî onun hakkında "sadûk"



siz olduğunu ortaya koymuşlardır. Ger-



ifadesini kullanır. Kur'an'ın m a h l û k ol-



çekten de el-Üm



İ m a m Şâfiî'nin eseri



madığı yolundaki görüşünden dolayı Ha-



olup er-Risâle'si



gibi talebesi Rebî' b.



life Vâsik- Billâh'm



Süleyman el-Murâdî tarafından rivayet



emriyle



Mısır'dan



Bağdat'a getirilerek hapsedilmiş ve ol-



edilmiştir.



ty,J j t u l . j j m v^y-iU, J^tiKl^' lUu.lU.graU'Ui ı—jju^ffj



.



ğ^î



^fjH-^ii^ıaı ıÇ^T»^



«Jrîöfeft



iıVl'dlrtUtUiJ^^.U^ıt^Ui^lçi^i»



ff



>s j U M j t ^ j ^ i & M i A ı i -



Büveytî'nin el-Muhtaşar adlı eserinin ilk ve son sayfalan



MİVj-jil



(TSMK, [II. Ahmed, nr. 107S!



500



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



AİIİJ^İ jUJİ jtıjıHJİjLjl



BÜYÜ BİBLİYOGRAFYA: Şâfiî, er-Risâle (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1979, nâşirin mukaddimesi, s. 9-10; Hatîb. Târihu Bağdâd, XIV, 299-303; Sem'ânî, el-Ensâb, II, 339; Yâküt, Mu'cemü'l-büldân, I, 513; İbn Hallikân, Vefeyât, VII, 61-64; Zehebî. A'lâmun-nübelâ', XII, 58-61; Sübkî, Tabakât, II, 162-170; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,'XI, 427-429; Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara, I, 306; Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde, II, 307-308; M. Ebû Zehre, eş-Şâfi'î, Kahire 1 3 6 7 / 1 9 4 8 , s. 152, 163-167; Ziriklî. el-A'lâm, IX, 338; Sezgin, GAS, I, 491; Ahmed Halîl, "Kitâbü'l-Üm", Tl, IX, 131-152; W. Heffening, "Şâfi'î", İA, XI, 269-270. m LÜL



F



AHMET



ÖZEL



BÜYÜ



^



Tabiat üstü güçler yardımıyla tabiatı etkileyerek olağan üstü sonuçlar elde etme esasına dayanan faaliyetler için kullanılan bir terim. Eski Türk dilinde büyü bügi, bügü şeklinde yazılmakta ve "sihirbaz, din adamı" anlamına gelmekteydi. Daha sonra "akıllı" anlamını kazanan kelime bilge ile anlamdaş olmuş gözükmektedir (bk. Dîuânü lugâti't-Türk Tercümesi, I, 428; 111, 228). Büyü anlamına gelen Almanca ve Fransızca magie, İngilizce magi, magic



(bk. spell, incantation, sorcery, charm) kelimelerinin aslının Yunanca magostan geldiği bilinmektedir. Pehlevî dilinde (eski Farsça) büyü magu kelimesiyle karşılanmakta, eski İran'da tabiat üstü güçleri kullanabildiğine inanılan Med kabilesi mensubu rahipler sınıfına da maguş denilmekteydi. İslâm kaynaklarında mecûs, mecûsî şeklinde geçen kelimelerin, tabiattaki bazı varlık ve olayları yönettiği, gaipten haber verdiği, büyücülükle bazı işleri gerçekleştirdiği kabul edilen bu sınıf için kullanıldığı söylenebilir. Bütün bunlar göz önünde tutularak büyü, "tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabii nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gayeli bazı sonuçlar elde etmek için yapılan işler" şeklinde tarif edilebilir. Kutsalla ilişkisi bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması büyünün en temel özellikleridir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Büyünün asıl amacı insana ve olaylara etki ederek bol ve çok avlama, balık tutma, hayvan yetiştirme, düşmanı yenme, zarara uğratma veya öldürme, çocuk, ürün ve mal çoğaltma, kadın elde etme, hastalıktan kurtulma, kısacası bitkileri, hayvanları, insanları, tabiat olaylarını ve güçlerini kontrol ede-



rek şu veya bu kişi yahut kişilere iyilik ya da kötülük etmek suretiyle bir menfaat sağlamadır. Büyü, olağanüstü etkileyici bir güç veya bilgiye sahip olduğuna inanılan bazı insanlara yaptırılır. Bunlar büyücü, şaman, sihirbaz, hekim gibi toplumlara göre adları değişen kimselerdir. Bunların güçlerini iyiye de kötüye de kullanabileceklerine inanılır. Büyüde araç olarak ruhlar, cinler, şeytanlar, canlı veya ölmüş bazı hayvanlar, cisimler, şekiller, hatta adlar kullanılır. Tarih boyunca büyüye başvurulduğu gibi günümüzde de en gelişmiş toplumlarda bile büyü yapanlara ilgi duyanlar vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen sihir kelimesi büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir büyüden daha geniş kapsamlıdır; büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında farklar vardır. Öte yandan Türkçe'de büyücü ile sihirbaz aynı anlama gelmemektedir. Sihirbazlıkta gözü, görüşü aldatan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir sanatı yürütme anlamı da vardır. İllüzyonizm, manyetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri uygulayan sihirbazdır. Büyücü ise iyi veya kötü varlıkların yardımını sağlayan, büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözleri, iksirleri, uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri bilen ve kullanan kimsedir. Cadılar ve kâhinler büyücülerle karıştırılırsa da aslında onlarınki bir teknik değil şahsî kabiliyettir. Din ve Bilimle İlişkisi. Antropoloji, etnoloji, sosyoloji, fenomenoloji, dinler tarihi, mitoloji gibi bilim dallarıyla uğraşanlar büyünün nitelik ve özellikleri, tarif ve tasnifi, dinle büyünün ilişkisi, benzer ve farklı yönleri üzerinde durmuşlardır. Bunlar arasında E. B. Tylor, J. G. Frazer, Levi-Strauss, M. Mauss, Levy Bruhl, B. Malinovvski gibi bu konudaki araştırma ve iddialarıyla meşhur kimseler vardır. Antropolojik yönden büyüyü ilk defa inceleyen E. B. Tylor (ö. 1917) onu bir ölçüde bazı psikolojik temellere dayandırmakla birlikte daha çok içtimaî planda ele almıştır. Tylor Primiüve Culture adlı kitabında büyüyü sonradan Frazer'in de benimseyeceği şekilde "sahte bilim" olarak nitelendirip ilkel kabile mensuplarının büyü ile olaylar arasında kendilerine göre bir sebep-sonuç ilişkisi kurduklarını belirtti ve dinle büyünün aynı düşünce sisteminin ayrı parçaları olduğunu ileri sürdü. J. G. Frazer (ö. 1941), The Golden Bough adlı kitabında Tylor'ın görüşlerini geliştirdi. Frazer büyünün din ve bilimle ilişkisi üzerinde durdu ve bun-



ları birer tekâmül merhalesi olarak yorumladı. Ona göre bütün dinlerin kaynağı büyüdür. İnsanlar tabiatı kontrol etme çabalarında büyünün yetersizliğini anlayınca bu kontrol gücüne sahip ruhanî varlıklar inancına yer veren din ortaya çıkmıştır. Büyü insan ve tabiata ait olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisine sembolik anlam yükleyen kültürlerde önem taşımaktadır (günümüzde bu



görüş, yazı öncesi toplumlarının düşünce tarzlarının yanlış anlaşılmasından ileri geldiği şeklinde değerlendirilir). J. G. Frazer'in büyünün dinden önce geldiği şeklindeki görüşüne K. Th. Preuss de katılmıştır. K. Beth ise büyü ve dinden önceki bir dönemde şahsî olmayan bir kudrete inanmanın varlığını ileri sürmüş ve dinle büyünün iç içe, yan yana olduğu üzerinde durmuştur. Frazer'in görüşüne karşı F. W. Schmidt Der Ursprung der Gottesidee adlı on iki ciltlik eseriyle onun bir özeti mahiyetindeki L 'Origine de la foi en Dieu adlı kitabında bir tek Tanrı'ya tapmanın dinin başlangıcı olduğunu, fakat bu inancın zamanla bozulması üzerine büyüsel davranışlar ve çok tanrıcılığın ortaya çıktığını, daha sonra ilâhî vahye dayalı dinler ortaya çıkıncaya kadar bu durumun böylece sürdüğünü savunurken aralarında A. Loisy, E. Durkheim, R. R. Marett, J. H. King, A. Lang'ın da bulunduğu bazı araştırmacılar Frazer'in görüşünün aksine büyünün dinden çıktığını ileri sürmüşlerdir. M. Mauss, LĞvy Bruhl gibi bilginler ise büyü ve dinin ortak bir kökten çıkma iki ayrı kol olduğunu savunmuşlar, nihayet Malinovvski ve Goldenvveiser de büyü ile dinin birbirine benzer bazı özelliklere sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre din adamı ve büyücü aynı pratik gayeyi gütmektedir; büyü de din de mitolojik bir temel ve geleneğe sahiptir. Büyüyü ferdî ve zihnî bir mesele, ferdin tabiatı algılayış şekli olarak açıklayan geleneğe karşı E. Durkheim (ö. 1917), M. Mauss (ö. 1950) gibi sosyologlar onun içtimaî yönü üzerinde durdular. Durkheim büyünün müşterileri, dinin ise cemaati olduğunu, büyücünün kutsal nesnelere müşterileri için başvurduğunu belirtti. Ona göre büyü ferdî bir iştir, din gibi içtimaî birleştiricilikten uzaktır. Daha sonra Radcliffe Brown (ö. 1955) ve bir ölçüde B. Malinovvski de bu görüşe katıldılar. R. Brown büyünün içtimaî önemi ve gayesi üzerinde durdu. Malinovvski ise eserlerinde daha çok büyüye inanışının psikolojik sebeplerini konu edindi. Ona göre büyü dinin karşıtı olup ferdin psi-



501



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜ kolojik ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Büyü insanların bilgi ve gücünün yetmediği yerde güven, teknolojisi zayıf toplumlarda bir ümit kaynağıdır. Bu iki bilgin büyüyü bir inanç meselesi olmaktan ziyade sosyal hayattaki yeri bakımından incelediklerinden araştırmaları bugün de önemini korumaktadır. R. R. Marett, R. Lovvie ve A. Goldenweiser gibi bilginler büyü ile din arasındaki ayırımın tabiat ile tabiat üstü arasındaki ayrımı aksettirdiğini söylemekle Tylor ve Frazer geleneğinden ayrılırlar. Kendilerine P. Radin de eklenirse onların Malinovvski gibi büyünün psikolojik kökenlerine dikkatlerini çevirdikleri söylenebilir. S. Freud'ün ilkel, çocuk ve nevrozlunun düşünce şekilleri arasında benzerlik kuran iddiası bugün bir kenara itilmiş bulunmaktadır. Radcliffe Brovvn ve Malinovvski geleneği takip edilerek Afrika ve Okyanus adalarında büyü üzerinde yeni araştırmalar yapılmıştır. Daha sonra S. E. Evans-Pritchard'ın yazmış olduğu Witchcraft, Oracles and Magic among the Azande adlı eseri büyü konusunda önemli bir araştırma sayılmaktadır. Din ile büyü arasında benzerlik bulanlara karşı şu görüşler ileri sürülmüştür: Din her şeye gücü yeten bir varlığa, büyü ise tabiattaki bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, büyücünün ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah anlayışı varken büyüde yoktur. Dinde açıklık, büyüde kapalılık ve gizlilik, dinde itaat, bağlanma, büyüde muvakkat bir menfaat hesabı vardır. Dindeki dua, ibadet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi temel unsurlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uygulamalardaki mânevî, ruhanî özden, derunî inanıştan çok dış unsurlar, katı şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Büyü ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır. Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tanrıların kudretinin üstünde bir şey yapm a k veya onları zorlayarak bir gayeyi gerçekleştirmek iddiasındadır. Halbuki dinde Tann'ya itaat etmek, O'nun hoşnutluğunu kazanmak, gazabından sakınmak, ceza veya mükâfatına göre tavır almak söz konusudur. Büyünün temel gayesi menfaat temini olduğundan yerine göre dince kutsal sayılan şeyleri de kendi gayesi için kullanarak dini istismar edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de içtimaî gaye söz konusudur. Dinin devamlılığına karşılık kişinin bilgi, yetenek ve imkânı bitince veya gayesini gerçekleştirince büyü olayı sona erer.



Büyünün bilim ve teknikle ilgisi bulunup bulunmadığı da tartışılmıştır. J. G. Frazer büyünün ilkel bir bilim olduğu, bilimin ortaya çıkması ve gelişmesine yardım ettiğini ileri sürmüştür. Goldenvveiser'e göre her ne kadar bu iki disiplin arasında benzer yanlar varsa da büyüde başarısızlık halinde ona olan inanç sarsılmaksızın yeni ve değişik bir büyüye başvurulur. Halbuki bilim adamı yalnız gerçek ve doğruyu bulmak ve belirlemek ister. Lehmann ise bilimin bir sist e m e göre düzenlenmiş, doğruluğu belgelenebilen bilgiler bütünü olduğunu, onun pratikte kullanılışına teknik denildiğini, halbuki büyünün doğru temellere, gözlemlere dayanmadığını, başarısızlık halinde sebebin ya başka etkilerde arandığını veya farklı büyü tarzlarına başvurulduğunu söylemektedir. Bütün bunların yanında büyünün bilimlerdeki gelişmelerde ve insanların tabiata hükmetmesinde itici bir güç olduğu, simyanın kimyayı, astrolojinin astronomiyi hazırlaması gibi büyünün de bugünkü teknolojiyi hazırladığı düşünülmektedir. Çeşitleri. 1. Ak Büyü (koruyucu büyü). Genel olarak ferdin veya toplumun iyiliği için yapılan büyüdür. Kuraklık, yaralanma, mal ve mülkün zarara uğraması, hastalık gibi felâketlere karşı, ayrıca çocuklara ve lohusa kadınlara zarar veren şeylere çare bulmak veya bunları önlemek için yapılan koruyucu büyü de ak büyü sayılır. Bu büyüde dinden ve din adamından, dualardan ve dinî metinlerden faydalanılır. Tekniği kısmen büyünün taklit ve temas tarzlarıdır. 2. Kara Büyü. Ak büyünün aksine birine kötülük yapmak, zarar vermek gayesiyle yapılır. Kişileri birbirinden ayırmak, evlilerin boşanmasını sağlamak, cinsî kudreti önlemek, hasta etmek, sakat bırakmak, hatta öldürmek gibi kötü istekler kara büyünün gayeleri içindedir. Bütün bu istekler dinî ilkelere aykırı olduğu halde kara büyü yapanlar bile bile bazı kutsal değerleri, nesneleri, metinleri araç olarak kullanırlar. Uygulama tekniği genellikle taklit ve temas yoluyladır. 3. Aktif Büyü. Bu büyüyü yapan, tabiat olaylarını yönetim ve denetimi altına alarak güçlü iradesiyle onları dilediği gibi kullanabildiğini iddia eder, kendisinin parapsikolojik bir hayatı olduğunu telkin eder; özel bazı sözleri, tekerlemeleri, dua veya bedduaları ile büyüyü hazırlamak için elverişli bir durum meydana getirmek ister. Meselâ Güney Afrika'da yaşayan Zulu kabilesi mensupları, kızgın kömür üzerine su dökülmesiyle yapılan büyü-



nün fırtınayı önlediğine inanırlar. Kötü ve zararlı olayları önlemek, uğursuzluktan korunmak, insanların zararlarından kaçınmak için bu büyüye başvurulur. 4. Pasif Büyü. Genellikle savunma ve korunma için yapılır. Kutsal yazı, bıçak, makas, mavi boncuk ve çeşitli nazarlık eşyalar bulundurularak büyücülerin bazı faaliyetleriyle gebe ve iohusaların zararlı etkilere karşı korunması bu büyü içinde kabul edilir. Büyücü bu maksatla o kişinin muska ve uğurluklar gibi okunmuş veya hazırlanmış bazı şeyleri taşımasını ister. s. Temas Büyüsü. En çok yapılan büyü şekillerindendir. Frazer, birbiriyle ilişkisi bulunan şeylerin fizikî temas olmasa bile birbirlerini etkileyeceklerini belirtir. Ona göre büyü ile ilgili gücün temasla, yakınlıkla bir başkasına geçtiğine inanılmıştır. Temas büyüsünde tem a s esas olduğundan parça-bütün ilişkisi inancıyla bir kimsenin saçından alınan bir kıl, elbisesinden koparılan bir bez parçası, bir tırnak ucu, kopartılan bir iplik parçası gibi şeylerle bu büyü yapılır. Temas büyüsü genellikle kişinin iyiliği için yapılmaktaysa da bazan bir kötülüğü uzaklaştırmak veya zarar vermek için de buna başvurulabilmektedir. 6. Taklit Büyüsü. Pek çok yerde uygulanmaktadır. Bir şeyin taklidini yapmakla o şeyin esasını etkileme, taklit yoluyla istenilen sonucu elde etme esasına dayanır. Bu büyünün temeli, Frazer'in benzerin benzeri meydana getirdiği şeklindeki ilkesine dayanır. Aynı zamanda analoji büyüsü, homeopatik büyü de denilen bu büyüye hem iyi hem de kötü gayeler için başvurulur. Bu büyü şeklinde çocuk isteyenlerin bezden bebek, ev isteyenlerin de ufak taşlarla bir ev yapmaları benzerin benzer şeyler meydana getirebileceği inancından kaynaklanır. Yağmur yağdırmak için bir genç kızın yeşil dallarla donatılıp başından su dökülmesi de (Balkanlar'da) bir taklit büyüsüdür. Bu büyü çeşidinde dualar ve okumalar ikinci planda kalır. Gerek taklit gerekse temas büyüsü, birbirlerinden uzak şeylerin gizli bir sempati ile birbirlerini etkilediklerini, bir çeşit gizli ve görünmez vasıta ile uyarmanın birinden ötekine geçebildiğini ifade etmek üzere "sempatik büyü" şeklinde de adlandırılır. Büyü hakkında değişik açılardan daha başka tasnifler de yapılmıştır. Meselâ Frazer'e göre temas ve taklit büyüsü sempatik büyünün iki dalıdır. Frazer büyüyü nazarî ve pratik olarak ikiye ayırır, nazarî büyüye "sahte bilim", pratik büyüye de "sahte sanat" der. Pratik büyü-



502



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜ yü ayrıca olumlu, olumsuz diye ikiye ayırır. Arnold van Gennep büyü işlemlerini sempatik-sirayet edici, dolaylı-dolaysız, olumlu-olumsuz şeklinde altı kısımda mütalaa eder. Malinovvski ve takipçileri ise büyü işlemlerini koruyucu, yapıcı ve yıkıcı olarak üç bölümde ele alırlar. Yapıcı büyü av, tarım gibi emeğin verimi için yapılan büyüdür. Trobriandlılar açık denizde avlanırken büyü yaparak güvenlik ararlar. Yıkıcı büyü kara büyüdür, zarar vermeye dayanır. Koruyucu büyü ise tehlikeleri önleme, hastalıkları iyileştirm e gibi gayelerle yapılır. Tarihte Büyü. A) Muhtelif Kültürlerde. Büyü, Paleolitik devrede bile örnekleri bulunan çok eski bir uygulamadır. "Benzer benzeri meydana getirir" şeklindeki büyüsel anlayışla çizilmiş kargı saplı hayvan resimlerinin çok eski tarihli mağara duvarlarında tesbit edilmesi bunu göstermektedir. Ayrıca o dönemlerden kalma, mumya gibi bir balçık türünün koruduğu cesetlerin kırmızı boya ile kaplandığı görülmekte, benzer benzeri meydana getirir inanışına uygun olarak kana benzeyen kırmızı rengin ölü için bir hayat özü şeklinde düşünüldüğü, böylece kırmızıya boyanarak büyülenmiş cesedin yeniden dirileceğine inanıldığı sanılmaktadır. Eski Mezopotamya ve Mısır'dan kalma, tılsımlı sözler ve büyü formülleri ihtiva eden çok sayıda metin günümüze kadar gelmiştir. Onların törenlerinin çoğu büyü ile ilgiliydi. Milâttan sonra I-IV. yüzyıllara ait Yunan ve Mısır papirüslerinde hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri, büyünün tutması için gerekli görülen temizlenme usullerini içinde bulunduran büyü örnekleri çoktur. Mezopotamya bölgesinde rahipler aynı zamanda büyü ile ilgili törenleri yürütmekte idiler. Akkadlar, Bâbilliler ve Asurlular'da kötü cinlerden korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler'de toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu. Sanat, ticaret, savaş, din, av vb. faaliyetler hep büyü ile iç içe idi. Eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ö l ü m ü etkileyebileceklerini, tabiat güçlerini denetimleri altına alabileceklerini sanıyorlardı (aktif büyü). Mısır tanrıları aldatılabilir, zorlanabilir, itaat altına alınabilirdi. Bu yüzden Mısırlılar büyüsel jestler ve tanrıları kendi isteklerine uydurabilecek âyinlerle büyücülerin ölülere iyi davranmayan tanrılara ceza verebileceğine inanıyorlardı.



Eski Çin'de büyü taoizmle özdeşleşmişti. Konfüçyüsçülük genelde büyüye karşı çıkınca eski büyücülerin işlerini taoist veya Budist rahipler sürdürdüler. Çin'de büyü insanı hayatta ve ölüm ötesinde güçlendirmeyi ve böylece ruhları hatta tanrıları bile kontrol altına almayı gaye edinmişti. Bu yüzden büyü hayatı sarmış, halk dinini istilâ etmiş, halk kültürü büyüsel temalar ve ruhlarla ilgili alışılmışın üstündeki maceralarla dolup taşmıştı. Eski Japonlar'da çeşitli büyü uygulamaları görülmekle birlikte şinto âyinlerinde büyü ile tanrılara isteklerini sunan büyücü rahiplerin büyüsel formülleri ve afsunlarına yer veren dualara pek rastlanmaz. Ancak zühd hayatı yaşayan kimseler büyü, cincilik ve gizli bilimlerle uğraşırlardı. Japonya'ya Budizm girdikten sonra bu eski uygulamalar gelişmiş Budist gizli bilimciliğiyle kaynaştırıldı. Konfüçyüsçü telkinler Japonya'da büyücülüğü bir ölçüde engellediyse de şimdiki şinto mezhepleri hastalıkların tedavisinde büyü, kehanet ve cinciliğe hâlâ büyük önem vermektedir. Hinduizm'de büyücülük geniş yer tutar. Vedalar'da büyü ile ilgili olanla olmayanı ayırmak zordur. Sonraki Vedik devrede büyüye ilginin daha da arttığı göze çarpar. Hindistan'da tıp uygulamaları büyü ile yakından ilgiliydi. Zengin olsun fakir olsun herkes, adak adayarak hastalıktan kurtulmaktan büyüsel-yarı büyüsel uygulamalara kadar birçok büyü çeşidine ilgi duyardı. Eski Yunan'da Hekata sırlı bir kişiliğe sahip olması yanında büyü ilâhesi olarak da benimsenmişti. Şehirlerde büyücüden geçilmezdi. Bütün eski Yunan filozofları büyüye inandılar; hatta içlerinde Porphyrius gibi kendini büyüye hasredenler de oldu. Büyücüler Pisagor'un rakamlarından faydalanarak sayıları büyülü daireler içinde kullandılar. Pisagorcular büyü nazariyeleri yanında büyü uygulaması da yaptılar. Romalılar büyüyü boş ve anlamsız, büyücüleri hilekâr ve yalancı saymakla beraber onlarda da büyücülük geniş çapta yer almıştı. Mısırlılar'la Kaldeliler'in büyülerinden etkilenmiş olan eski Roma büyücülerin merkezi haline gelmişti. İmparatorlar sık sık bunlara başvuruyorlardı. Eski İran'da dinle büyü, başka hiçbir yerde görülmemiş ölçüde birbirine karıştırılmıştı. Gatha'lardan da anlaşıldığı gibi Zerdüşt sadece tevhidi yerleştirmek-



le kalmadı, aynı zamanda başta büyü olm a k üzere bâtıl inançlarla da mücadele etti. Sonraki Avesta bölümlerinde bile büyücüler ve cadılar lânetlenmişse de zamanla oluşan yeni dinî yapıda Zerdüşt'ten kalan telkinlerle halkın sürdürdüğü ve içinde büyü ile ilgili elemanların da yoğun olarak yer aldığı inançlar bir araya geldi ve daha sonraki safhada müslümanların Mecûsî diye adlandırdığı dinî sentez ortaya çıktı. İyiliğin kötülüğe galip gelmesi şeklindeki aslî gayeye uygun olarak iyi cin ve ruhların yardımıyla kötü cin ve ruhların zararlı etkileri giderilmek ve büyücülerin kötülükleri önlenmek istendi. Zerdüşt devrinin melekleri ateş, sığır ve yer cinlerine, kurban büyü âyinine, dualar da afsunlara dönüştü. Hastalıklardan, kötü varlıklardan kurtulmak için afsunlar, büyüler yapıldı (ak büyü). Airyaman adlı eski İran sağlık tanrısına başvurularak Angra Mainyu tarafından yaratıldığına inanılan 99.999 hastalığa çare bulunmaya çalışıldı. Airyaman şimdiki Parsîlik'te göğün "izad"ı olarak devam etmektedir. Ancak onun iyileştirici gücü Feridun'a verilmiştir. Eski İran'da ateş kültünde de büyünün yeri vardır. Parsîler'le Hindistan'da ve İran'da bulunan çok az sayıdaki Mecûsî bakiyesi (Ceberler) hâlâ büyüsel âyinler icra ederler. Ken'ânîler'de büyü ile ilgili materyal Sümer-Akkad geleneği kadar çok değildir. Bununla beraber Eski Ahid kayıtlarından Ken'ânîler'in büyüleri hakkında bilgi edinilebilmektedir. Ayrıca Ugarit metinleri milâttan önce 2000 yıllarındaki büyücüler ve yaptıkları hakkında bilgi vermektedir. B) Türkler'de. Çeşitli Türk kavimlerinde büyü, kehanet, falcılık, cincilik vardı. Şaman Türkler'de k a m kelimesiyle ifade edilirdi. Kam ruhlar, tanrılar ve cinlerle ilişki kurabildiğine inanılan kimse idi. 0 afsun (arvaş) ve büyü yapar, afsunlu sözler söyler, kâhinlik (ırk) yoluyla insanın içinden geçenleri bilir, gaipten haber verir, cin çarpmasını ve hastalıkları tedavi ederdi; anlaşılmayan afsunlu sözler söyler, üfürür, davul döver, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye girerdi. Kam ve üfürükçüye (afsuncu, arbağçı) ürüng denilen bir ücret verilirdi. Eski Türkler'de çocuklar cinlere ve göz değmesine karşı ilâçla afsunlanırdı. Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelere korkuluk (abakı) ve nazarlık (kösgük) dikilirdi. Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra "kovuç



503



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜ kovuç" (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. "Kovuz" (Oğuzlarda "kovuç") cin çarpmasına karşı afsun, üfürük olarak söylenirdi. Yel "cin", yelvi "büyü", yelviçin "büyücü" anlamında kullanılırdı. Orta Asya Türk lehçelerinde arbağ da (Kıpçaklar'da arbav) "büyü" anlamına gelirdi. Yılanı ininden çıkarmak yahut zehrini gidermek için yılan afsunu okunurdu. Dudaklardaki uçuk kötü bir ruhtan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedavi edilir, buna uçuklama, tedavi edene de uçukçu denirdi. Havayı etkileyerek yağmur, kar ve dolu yağdırmakta kullanılan afsunlanmış taşa yada, cada ve yat gibi isimler verilmiştir. Kâşgarlı Mahmud yatı "taşlarla yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan büyücülük" şeklinde tarif eder ( Dîvânü lugâti't-Türk Tercümesi, I, 159). Eski Türkler atın boynuna nazarlık olarak moncuk denilen bir taş



ve bir çeşit muska (Kazak ve Kırgızlar'da "tumar") takarlardı. Başkırtlar hastalığı tedavi etmek veya korkuyu yatıştırmak için kurşun eriterek hastanın başında bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken kadın kurşunun suda aldığı şekle bakarak hastalığın sebebini söylerdi; sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğsüne muska olarak dikilirdi. İslâm'dan önceki Türk boylarında her türlü belâ ve âfetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska-tılsım âdeti yaygındı. VIII-XIV. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan'da, aralarında Budist ve Maniheist Türkler'in de yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılarda tılsım - muskalar (üzerinde af-



sun formülleri yazılı levhalar, tahta materyal) bulunmuştur. Budist Uygurlar'ın dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Budist Türkler'in dinî eserlerinde "tılsım-muska" anlamına gelen vu kelimesi Çince'dir. Bu kelimeyi onlara Çinli Budist rahipler öğretmişlerdir. Türkler müslüman olduktan sonra vu yerine bitig (yazı) kelimesini kullanmışlardır. X. yüzyılda Türk boylarının büyük kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmelerinden sonra da İslâm'ın şiddetle yasaklamasına rağmen büyü-sihir, İslâm'dan önceki devreden kalan âdetlerle, ayrıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve nihayet Anadolu kültürlerindeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Türkler'in müslüman olmaları sırasında bu geniş âlemin kamları, Budist ve Maniheist rahipleri yeni dinin yayılmasını önleyemeyince eski geleneklerini yaşatmak ve meslekî çıkarlarını ko-



rumak için kendi hurafelerini başka milletlerden öğrendikleri âdet ve inançlarla birleştirip bunlara biraz da dinî bir görüntü vererek cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve afsunculuğa yeni bir şekil kazandırmışlardır. Yûsuf Has Hâcib tarafından XI. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış olan Kutadgu Bilig'de kamlar otacı denen hekimlerle birlikte anılmış, her derdin bir dermanı ve iyi edecek kamı bulunduğu belirtilmiştir. Yûsuf Has Hâ-



cib, "muazzim"lerin (üfürükçü ve muskacılar) okuyup üfleyen, muska yazan kimseler olarak yel (cin) ve şeytan hastalıklarını tedavi ettiklerinden, "afsuncular" ve "emçiler"in oluşturduğu sınıfın toplumdaki ruhî, cinnî hastalıkların iyileştirilmesinde gerekli görüldüğünden bahseder. Ancak afsuncularla hekimlerin arasındaki münasebeti şöyle belirtir: "Otacı onamas muazzim sözin / Muazzim otacıga evrer yüzin / / O l aymış otuğ yese iğke yarar / Bu aymış bitig tutsa yek-



ler ırar" (Hekim üfürükçünün sözünü beğenmez. Üfürükçü hekimden yüzünü çevirir. O, ilâç yerse hastaya iyi gelir, demiş. Bu, muska bulundursa şeytanlar ırak olur, demiş). Böylece eski kam ve rahip geleneğini yürütenlerin artık "muazzim" adını aldıkları, eski afsun geleneğine dinîİslâmî bir veçhe vermek niyetiyle Kâbe, levh-i mahfûz, arş, kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur'an'dan bazı âyet ve sûreleri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Doğu Türkistan azâimcileri, mesleklerinin Hz. Fâtıma'ya dayandığını ispat etmek için Risâle-i Perîhân'ı yazmışlardır. Aslında Mezopotamya, İran ve Mısır büyü geleneklerinin karışımı olan bu telakki, Anadolu'da eski putperest dinlerin ve Hıristiyanlığın da dahil olduğu kültür etkileriyle daha çok çeşitlendi. Bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı kitap ve risalelerde düşmanı öldürmek, malını mülkünü yok etmek, servet ele geçirmek, birinin gönlünü çalmak, sevdirmek, soğutmak, ayırmak, ara bozmak; sidikliği, cinsî gücü, dili, uykuyu bağlamak, sevilmeyen kimsenin başına cinleri musallat etmek, ağır hastalıklara düşürmek gibi kara büyü; çocuk sahibi olmak, hırsızı yakalamak, kaçanın geri gelmesini sağlamak, bol ürün almak, yolculukta sıkıntı ve belâ ile karşılaşmamak gibi maksatlarla yapılan ak büyüden temas ve taklit büyülerine, nazar ve tabii âfetlerden korunmak için yapılanlardan muska, tılsım, afsunlara kadar çok çeşitli uygulamalar bulunmaktaydı. Bu çeşit eser-



lerin en meşhuru Şemsü'l-ma'ârifi'lkübrâ idi. Yazarı XIV. yüzyılda yaşamış Ahmed b. Ali el-Bûnî olan bu Arapça eserde 400'e yakın tılsım şekilleri ve binlerce afsun vardır. Bu kitapta melek, cin, ifrit isimleri diye verilenler (hımtıhılgıyail,



hımtıyail, similhiyail... hışıtışalkikuş, keşikşeliğuş, bıhelhelşıtuş... gibi) ve afsunlar (beheltif seltığ azmatun atvan hekeş bukaş hiyuruş behliyur alarkiyaz..., muhabbet afsunu) cahil halkı inandırmak ve korkutmak için hiçbir dilde bulunmayan saçma sapan anlamsız sözlerdi. Eski Mısır büyü geleneğinden kalma bu afsunlara itimat telkin etmek için Kur'an'dan âyetler, esmâ-i hüsnâ, çeşitli dualar vb. dinî metinler de karıştırılmıştı. Müellif Bûnî Cezayirli olduğundan İspanya yahudilerinin, "kabala" denilen ve hem hıristiyanları hem de müslümanları etkileyen mistik rakamsal sistemlerinden etkilendiği anlaşılmaktadır. Bunu, sonu hep "il" ile biten adlar da doğrulamaktadır. Böylece eski Mısır tılsımlı sözleri, eski Yunan Pisagor rakamları yahudi geleneğinde, özellikle kabalada birleşmiş ve Bûnî yoluyla İslâm dünyasına girmiştir. Bir diğer eser de yazarı Süleyman elHüseynî olan Kenzü'l-havâs Keyiiyyet-i Celb ve Teshir adlı Türkçe kitaptır. Aslında Ahmed el-BÛnFnin Şemsü'l-ma cârifi'l-kübrâ'smm Türkçe'ye çevirisinden ibaret olan bu eser, katılan dualar ve diğer ilâvelerle aslının iki misline çıkmıştır. Eserde hırsızı bulmak, kısmeti bağlı kızların kısmetini açmak, çiçek hastalığını önlemek, uyku bağlamak, uykuyu hafifletmek vb. gayeler için tılsım, afsun ve âyetlerden gülsuyu, safran, misk, karanfil tozu, koyun barsağına kadar çeşitli büyü elemanlarına yer verilmiştir. Halen Türkiye'nin çeşitli yörelerinde değişik uygulamalar içinde büyü geleneği varlığını sürdürmektedir. Hunlar'dan günümüz Türk toplumlarına kadar uzun bir gelişme çizgisi takip eden büyü bugün Türkiye'de genellikle kötü niyetle yapılmaktadır. Karı koca veya başka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsî gücünü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyutmamak, malına, canına, hayvanına zarar vermek, kız kaçırmak, kız veya erkeklerin bahtını bağlamak, kadının gönlünü çalmak gibi kötü niyetli kara büyü yanında kişinin kendisini, ailesini, mal mülkünü koruma gayesine yönelik ak büyü örnekleri de görülmektedir. Taklit ve temas büyüsü örnekleri de vardır. İçinde tılsımlı yazılar, şekiller, âyetler,



504



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜ dualar bulunan muskalar muhabbet ve şifa maksadıyla, düşmanlık, cin, hasım ve benzerinden korunmak için muskacılara yazdırılır. Karı-koca, baba-oğul, gelin-kaynana, iki kardeş vb. arasını açm a k için yazdırılan muskaların birçok çeşidi vardır. Büyü türlerine ve çeşitli yörelere göre değişen büyü maddelerinden en çok kullanılanları başta muska olmak üzere saç, elbise parçası, tırnak, sabun, iğne, resim, ip, teşbih, çakı, kilit, düğme, at nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır vb. maden parçası, toprak, yumurta, koyun işkembesi, horoz kanı, sıpa dili, bal mumudur. Bu tür büyülenmiş nesnelerin saklanıldığı veya konulduğu yerler arasında boyun, kolt u k altı, cep, yatak veya yastık altı, kapı eşiği, ocak arkası, merdiven dibi, kör kuyu, mezar gibi yerler sayılabilir. İlâhî Dinlerde Büyü. A) Yahudilik. Yahudi kutsal kitabında büyü için kullanılan en yaygın kelime kshp kökünden gelir. Akkadca'da bu kök kara büyüye delâlet eder; İbrânîce'de ise ak büyü ile kara büyü arasındaki ayırım kesin değildir. Ancak mekhaşefah kelimesinin özel olarak kara büyü için kullanıldığı söylenebilir. Bununla beraber bu İbrânîce kelime Bâbilli büyücülerin bütün yaptıklarını, meselâ ölülerin ruhlarını çağırmayı ifade etmez. Diğer bir kelime de aşaftır (büyücü). Aşafim (Daniel, 2 / 2 ) mekhaşeflm (büyücüler, afsuncular) ile birlikte



kullanılmıştır (ayrıca bk. Daniel, 1/20, 2 / 1 0 , 27, 4 / 4 ) . Hover veya hever (muskacı, tılsımcı) kelimesiyle ilgili anlatımlar



(bk. Tesniye, 18/11; Mezmurlar, 58/6; İşaya, 4 7 / 9 , 12) ve yine onunla ilgili lahaş (tılsım) kelimesi de (bk. Yeremya, 8 /



17; Mezmurlar, 58/6; Vaiz, 10/11) dikkat çekicidir. Bâbilliler, Hititler, Mısırlılar gibi yahudiler arasında da yılanı büyüleyen kimseler vardı (tılsımcı için bk. İşa-



ya, 3/3), Yahudi kutsal kitabında başlıca üç büyücü tipi verilir. 1. Esas işi gelecekten haber verme olan kimseler. Bunlar falcı



(meonen), müneccim (kösem kesamim) ve gaipten haber veren kâhinlerdir (menaheş). 2. Doğrudan doğruya büyü ile uğraşan, büyücü-afsuncu (mekhaşef), bü-



yü ve tılsımla bağlayan (hover, hever) kimseler. 3. Cincilik ve bakıcılık yaparak, ölü ruhlarından bilgi edinerek hem kehanet hem de büyü ile uğraşanlar. Bu büyücü listesi, bazan benzer terimler kullanılarak yahudi kutsal kitabında ufak farklılıklarla defalarca geçer (bk. II. Krallar,



21/6; II. Tarihler, 33/6; Mika, 5/11; krş.



Yeremya, 27/9). İçinde kralların da yer



12). "îsâ'da beelzebul (şeytanların başı)



aldığı büyü ile ilgili uygulamalar oldukça çoktur. İsrâiloğulları'nın ilk kralı Saul cincileri ve bakıcıları ülkeden kovmuşken Filistîler karşısında zayıf düşünce bir cinci kadın buldurdu ve onun vasıtasıyla ölmüş Samuel'le görüştü (I. Samuel, 2 8 / 3 , 7 vd.). Kral Yoram'ın annesinin af-



denilen bir gizli güç var, cinlerin reisi olan bu güç vasıtasıyla cinleri çıkarıyor" diyenlere karşı Hz. îsâ, bu haksız iddiaları ortaya atanların Rûhulkudüs'e murdar ruhu dediklerini hatırlatıyordu (Markos,



sunculuğu (II. Krallar, 9/22), Manasse'nin oğullarını ateşten geçirmesi, müneccimlik, sihirbazlık, afsunculuk etmesi ve cinciler, bakıcılar kullanması (II. Krallar, 3 3 / 6 ) gibi daha başka örnekler de vardır. Halk da falcıları, afsuncuları, müneccimleri, sahte peygamberleri dinliyor-



du (Yeremya, 27/9; Hezekiel, 13/18-20). Bâbil ve Mısır'daki kadar çeşitleri ve usta uygulayıcıları bulunmasa da yahudi kutsal kitabındaki şiddetli yasaklamalardan anlaşılmaktadır ki yahudi dini büyüsel kavramların etkileri altındaki bir kültür çevresinde gelişti. Aslında yahudi dinine göre büyünün etkisine inanma, Tanrı iradesinin beşerî maksatlara alet olması anlamına geleceğinden, tek bir Tanrı'nın dünyayı idare etmesi inancına ters düşer. Bu sebeple yahudi kutsal kitabında, "Afsuncu kadını yaşatma-



yacaksın" denilmiştir (Çıkış, 22/18). Ayrıca, "Cincilere ve bakıcılara "Sihirbazlık etmeyeceksiniz cimlik etmeyeceksiniz"; "Ve bakıcı olan erkek veya kadın



dönmeyin"; ve müneccinci yahut mutlaka öl-



dürülecektir" (Levililer, 19/26, 31, 20/ 27) gibi yasaklamalar yanında afsunculuk, büyücülük, müneccimlik, yıldızlara bakıcılık ve benzerlerinin başa gelecek şeylerden kurtaramayacağı açıklaması



da yer almaktadır (İşaya, 47/8-14). Bunlar ve benzeri ifadelerden kara büyünün yasaklandığı anlaşılmaktadır. Bunun yanında, yahudi olmayan milletlerin mekruh fiilleri olarak nitelendirilen bu gibi yasak işler (Tesniye, 1 8 / 9 - 1 4 ) hiçbir şekilde ak büyü olarak da yapılmayacaktır (Levililer, 2 0 / 6 ) . Büyüye karşı sert yasaklama Talmud'da, özellikle Mişna'da da bulunur. Mişna'da büyü puta tapıcılıkla bir tutulur. Ortaçağ'da ve asrımızın ortalarında yahudiler ve hıristiyanlar tarafından büyücüler şeytanın halkı olmak, tabiat üstü sırlara sahip olmaya kalkışmakla suçlanmıştır (EJd., XI, 714-715). B) Hıristiyanlık. Hıristiyanlık'ta da büyü ile ilgili yasaklama devam eder. Ancak Yeni Ahid'de bu konuya ayrılan yer Eski Ahid'e göre oldukça azalmıştır. îsâ Mesih'in doğumunda doğudan gelme müneccimlerin doğumu müjdeledikleri sadece bir İncil'de yer alır (Matta, 2 / 1 -



3/22-30; Yuhanna, 7/20). Benzer cin çıkarma işini îsâ'dan sonrakiler de yapıyordu. Nitekim Pavlus, bir defa falcı ruhuna sahip ve gaipten haber veren hizmetçi kızdaki ruha "çık" dedi; o da çıktı



(Resullerin İşleri, 16/16). Bir başka sefer Pavlus, beraberinde Barnabas varken yalancı peygamber olan bir büyücü yahudinin gözlerine gözlerini dikerek onun gözünü görmez etti (Resullerin İşleri, 13/6-8). Samiriyeli büyücü Simon'un yaptıkları herkesi hayrete düşürüyordu



(Resullerin İşleri, 8/9-24). Yeni Ahid'de cinlere ve putlara secde edenler, katiller, zina veya hırsızlık vb. kötülükler yapanlar gibi büyücülükten tövbe etmeyenler de şiddetle kınanmaktadır (Vahiy,



9/21, 21/8, 22/15; Galatyalılara, 5/20). Ancak dikkat çekicidir ki eldeki İncillerde büyü ile ilgili bir anlatım görülmemektedir. Yahudiler büyüyü daha fazla yahudi olmayanlara ait bir uygulama olarak gördükleri gibi hıristiyanlar da bu işi hıristiyan olmayanların yürüttüğünü söylediler. XV-XVII. yüzyıllar arasında birçok yahudinin engizisyon mahkemelerine çıkarılarak büyücülükle, cadılıkla suçlandığı, cezalandırıldığı ve öldürüldüğü bilinmektedir (EJd., XI, 714-715). Hıristiyan dünyasında büyücüden daha fazla cadıdan korkulur. Ancak cadıya atfedilen büyücülük, hortlaklık, yamyamlık, kan emm e gibi tesirlerin abartma olduğu hemen anlaşılmaktadır. Aslında hayatta iken vücuttan ayrılabilen ruh anlayışı yahudilerde görülmez. Hıristiyan kutsal kitabında da cadı kavramına uygun bir anlatıma bir iki belirsiz temas dışında



açıklıkla rastlanmaz (bk. Resullerin İşleri, 1 6 / 1 6 ) . Tann'rım Şehri ve İtiraflar kitaplarının yazan Aziz Augustinus dahil kilise babaları ve ilk önemli yazarlar büyüyü putperest kavimlerin bir âdeti olarak gördüler. Onlara göre bu din dışı uygulama dinin iyi öğretilmesiyle önlenebilirdi. Kilisenin büyüye bakışı bu çizgiyi takip ettiyse de halkta, özellikle şehir dışı yörelerde büyü geleneği devam etti. Buna zaman zaman varlıklı şehirlilerin büyü iptilâları da eklendi. Bütün bu gelişmeler, 1320'de çıkarılan ve büyücülükle cadılığın her ikisini de dinsizlik sayan papalık fermanıyla noktalan-



505



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜ dı. Artık engizisyon kayıtlarında "cadılar sebti", "kara şeytan tapınması" deyimleri geçmeye başladı. Bunlar yanında ak büyü, simya uygulamaları gibi bazan tepki görmekle beraber genelde hoşgörü ile karşılanan faaliyetler de vardı. Ancak Avrupa'da en çok ilgi toplayıp literatüre geçen inançlar cadılıkla ilgili olanlardı. 1484'te Papa VIII. İnnocent tarafından cadılık zındıklık olarak ilân edildi. Bu ferman engizisyon mahkemeleri tarafından başta İspanya, Fransa, Almanya ve İngiltere olmak üzere Avrupa'nın çeşitli yerlerinde, 200 yıl boyunca içlerinde pek çok masum insanın da bulunduğu on binlerce kişinin suçlanmasına ve eziyetle öldürülmesine yol açtı. C) İslâmiyet. Câhiliye devrinde büyüsihir yaygındı. Cincilik, kehanet, fal okları, yıldızlara bakmak, küçük kareler çizip içlerine harf veya sayı yazmak, düğ ü m atmak ve üflemek gibi yollarla büyü yapmak son derece yaygındı. Bütün bu işler putperestlikle birlikte yürütülüyordu. Araplar büyücülerden çekinir ve onlara saygı duyarlardı. İslâm dini büyük günahlar arasında saydığı büyücülüğe şiddetle karşı çıkmış, Kur'an ve hadiste sihir kökünden türeyen kelimeler kullanılmak suretiyle bu iş açık ve kesin şekilde yasaklanmıştır. Ne gariptir ki müşrikler, önceki ümmetlerde olduğu gibi Kur'an'm, Hz. Peygamber'in ve İslâm'ın başarısını sihir diye nitelendirmişler, peygambere "sâhir" diyebilmişlerdir (bk. S â d 3 8 / 4 ; ez-Zâri-



yât 51/52). Büyü menfaat kökenli bir disiplindir; Allah, peygamber, din tanımaz. Bazı durumlarda onları ve kutsal metinleri istismar eder. Büyüde Tann'nın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği iddiası vardır. Bütün bunlar büyücüye peygamberden de Tanrı'dan da daha büyük değer vermek anlamını ortaya çıkarmaktadır. Büyücülerin her şeyi bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadığı tarzındaki inançlar İslâm'a ters düşmektedir. Bu yüzden bazı müslüman bilginler büyüyü, hiçbir gerçekliği bulunmadığı, aldatmacadan ibaret olduğu düşüncesiyle tamamen reddetmişlerdir (bk. SİHİR). BİBLİYOGRAFYA:



Dîvânü lugâti't-Türk Tercümesi, I, 159, 428; III, 228; Türk Lügati, III, 52-53; DCR, s. 229232, 243, 417-419, 649-652; V. Henry, La Magie dans l'lnde antique, Paris 1904; O. Stoll, Zur Kentnise des Zauberglaubens der Volks-



magie und Volksmedizin in der Schıveiz, Zürich 1909, s. 13; S. Seligmann, Der böse Bilick



B Ü Y Ü K BENT



und Venuandtes (nşr. D. Petersen), Stuttgart 1925, s. 727-736; J. Negelein. Weltgeschichte des Aberglaubens, Berlin 1931, I, 165; J. G. Frazer, The Golden Bough, London 1933, s. 18, 19, 48; W. Schmidt, Der ursprung der Gottes-ide, Münnstrer 1934, V, tür.yer.; K. Seligmann, The History of Magic, New York 1948; K Zucker, Psychologie des Aberglaubens, Heidelberg 1948; E. Spranger, Die Magie der Seele, Tübingen 1949; H. VVebster, La Magie dans les Societes Primitives, Paris 1952; C. H. Ratschovv, Magic und Religion, Zürich 1955; A. Bach, Deutshe Volkskunde, Heidelberg 1960, s. 289303; F. König, Religiorıs - ıvisserıschaftliches Wörterbuch, Freiburg 1960, s. 507-508; D. Fraser, Die Kunst der Naturvölker, München 1962, s. 15-17; Abdülkadir İnan, Hurafeler ve Menşei, Ankara 1962, s. 75; a.mlf.. Eski Türk Dinî Tarihi, İstanbul 1976, s. 130-133, 157, 162-165, 208-229; E. D a m m a n n , Die religionen Afrikas, Stuttgart 1963, s. 100; B. Malinovvski, Büyü, Bilim ve Din (trc. Ender Gürol), İstanbul 1964, s. 61-64; a.mlf., "Magic", Science and Religion, London 1974; W. Hirschberg, Wörterbuch der Völkerkunde, Stuttgart 1965, s. 205; P. Hughes, Witchcraft, London 1965; Sedat Veyis Örnek, Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhalanyle İlgili Batıl İnançlar ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, Ankara 1966; a.mlf.. Etnoloji Sözlüğü, Ankara 1971, s. 11, 15, 26, 52-53, 131, 159; a.mlf.. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul 1971, s. 127, 133, 150; Hikmet Tanyu, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara 1967, s. 1, 268, 298, 301, 308, 327-329; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1971, I, 339, 353; H. Ringgren, Religions of the Ancient Near East, London 1973, s. 34 vd., 90-91, 168; T. C. Lethbridge, Witches, New Jersey 1974; Uğurol Barlas, Anadolu Düğünlerinde Büyüsel İnanmalar, Karabük 1974; Mustafa Uysal, İslama Sokulan Bid'âtlar ve Hurafeler, İstanbul 1974; Witchcraft



and Sorcery (ed. M. Morwick), London 1975;



Ziya Gökalp, Türk Töresi (nşr. Hikmet Dizdaroğlu), Ankara 1976, s. 4 5 ; H. Biedermann, Handlexikon der Magischen Künste, München 1976; İsmet Zeki Eyüboğlu, Cinsel Büyüler, İstanbul 1976, I—II; a.mlf., Sevgi Büyüleri, İstanbul 1979; Cemal Anadol, Tarihten Günümüze •Kadar Dünyada ve İslâmiyette Halk İnançları, İstanbul, ts., s. 44; E. E. Evans - Prictchard, Witchcraf% Oracles and Magic among the Azande, London 1937; A. Goldenweiser, Antropology, London 1937, s. 216-217; Hikmet Turhan, "Büyü", HBH, 11/23-24 (1933), s. 17-21; M. Halit Bayrı, "Büyüler H a k k ı n d a " , a.e., VI/ 63 (1937), s. 49, 50, 63; V I / 6 4 (1937), s. 2326; N. Şazi Kösemihal. " D i n ve B ü y ü Problem i n i n B u g ü n k ü D u r u m u " , Sosyoloji Dergisi, İstanbul 1952, s. 26; M a h m u d E. Gazi Mihai, " B ü y ü c ü l ü k t e Taş K ö m ü r ve Y a d a Taşı", TFA, X I V / 1 6 9 (1963), s. 31; Cl. Huart, "Efsûn", İA, IV, 193; S. C. McCasland, " M a g i " , IDB, III, 221223; 1. Mendelsohn, "Magic", a.e., s. 223-225; ML, II, 685-686; J. Dan, "Magic", EJd., XI, 703716; J. H. Moulton v.dğr., "Magic", ERE, VIII, 242-324; ABr., V, 183-186; Büyük Larousse, İstanbul 1986, IV, 2060-2061.



S



HIKMET TANYU



L



İstanbul'da Belgrad ormanı içerisindeki Topuz deresi üzerinde kurulan bent.



J



İstanbul'un kuzeyindeki Belgrad ormanında Mimar Sinan'ın yaptığı Kırkçeşme isalesinin doğu kolu üzerinde bulunmaktadır. Büyük Bent, Belgrad Bendi veya Büyük Belgrad Bendi diye de anılır. Bu bent Belgrad deresi de denilen Topuz deresi üzerindeki Topuz Bendi'nin mansabında ve harap Belgrad köyünün hemen güneyindedir. Büyük Bent'i ilk defa kimin yaptırdığı kesin olarak bilinmemektedir. Geç Roma devrinde bu bölgede yapılan isale hattı ile beraber inşa edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Mimar Sinan, Kırkçeşme isalesini inşa ederken çok eski zamanlardan kalan su tesislerini gördüğünü ve bunların bir bölümünü kullandığını Tezkiretü'l-bünyân'da anlatmaktadır. Bendin üzerinde bugün mevcut olan III. Ahmed'in koydurduğu kitâbedeki, "Yapıp mecrâsın İstanbul'a âbı getirmişti / Cenâb-ı Hazret-i Fâtih Mehemmed Han Cem-pâye" beytine dayanarak bu bendin Fâtih tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir. Ancak 1542-1550 yılları arasında bu bölgeyi gezen Gyllius, Roma devrinde yapılan isalenin bütün kemerlerinin tamamen harap durumda olduğunu yazdığına göre, Fâtih bu bendi yaptırmış olsa bile kemerler bulunduğu için suyun İstanbul'a akıtılması mümkün değildir. Yeni araştırmalar. Roma devrinde yapılan Belgrad ormanından su getirme tesisinin, Cebeciköy'den başlayarak Bozdoğan Kemeri'nin altındaki Fâtih'in yaptırdığı ve sonra Kırkçeşme diye adlandırılan çeşmelere kadarki isale hattının Fâtih tarafından yeniden inşa ettirildiğini ortaya çıkarmıştır. Semseddin Sâmi Kâmûsü'l-a'lâm'da, bu bendin 364'ten 368'e kadar (378 olacak) hüküm süren Valens zamanında yapıldığını, daha sonra Sultan Süleyman Han tarafından tamir ve tâdil edilerek günümüzde Belgrad Büyük Bendi olarak anıldığını söyler. Dalman, Geç Roma devrinde Belgrad ormanındaki isale hattının ve kemerlerinin Theodosios (379-399) zamanında yapıldığı kanaatindedir. Mimar Sinan Tezkiretü'l-bünyân'da kendi yaptığı bütün kemerleri adlarıyla verirken yalnız Kovukkemer'den "evvel bent kemeridir" diye bahseder. Bu ifadeden Kırkçeşme isalesinde bir bendin



506



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK ÇARŞI yabancı ülkelerden gelen çeşitli malların ticaretinin yapıldığı bir yerdi.



Büyük bentten bir görünüş ve bendin planı ile kesiti



mevcut olduğu açıkça anlaşılır. Ayrıca Mimar Sinan tarafından yapıldığı sanılan Kırkçeşme isale hattı krokisinde (TSMK, III. Ahmed, nr. H 1815) Büyük Bent'in yerinde havuza benzer bir şekil çizilmiştir. Bütün bunlar o devirde Büyük Bent'in mevcut olduğunu ispat eder. Bugünkü bent 1563'te Kanünî Sultan Süleyman tarafından yeniden inşa veya tamir ettirilmiş, 1723-1724 yıllarında III. Ahmed ve 1748'de I. Mahmud tarafından tekrar yaptırılmış, 1900'de ise II. Abdülhamid tarafından yükseltilmiştir. Kagir ağırlık bendi olan Büyük Bent doğru eksenlidir. Drenaj alanı 6,930 km 2 , göl uzunluğu 1440 m., göl alanı (dolu sa-



BİBLİYOGRAFYA: K. 0. Dalman, Der Valens-Aquadukt in Konstantinopel, Bamberg 1933, s. 7; Saadi Nirven, İstanbul Suları, İstanbul 1946, s. 43; a.mlf., istanbul'da II. Sultan Mehmed Devri Türk Su Medeniyeti, istanbul 1953, s. 90, 94; a.mlf., "Bendi Kebir, B ü y ü k B e n d , Ü ç ü n c ü S u l t a n A h m e d Bendi", İst.A, V, 2494-2497; Kâzım Çeçen, Mimar Sinan ve Kırkçeşme Tesisleri, İstanbul 1988, s. 134-137; a.mlf., İstanbul'da Osmanlı Devrindeki Su Tesisleri, İstanbul 1984, s. 84-91; Kâmûsü'l-a'lâm, II, 879. S



F



KÂZIM



ÇEÇEN



BÜYÜK ÇARŞI Bursa'da bedesten etrafında gelişmiş olan büyük ticaret merkezi.



1



vak üstüne kadar 11,80 m. yüksekliğinde su ile dolduğu zaman) 0,264 km2, göl hacmi (aynı durumda) 1.218.162 m3'tür. Man-



^



sap tarafından menba korkuluk duvarı üstüne kadar yüksekliği 12,15 m., su tarafından 11,80 m., iki sahil arasındaki tepe uzunluğu 84,50 m., iki dolu savak arası ise 74,15 metredir. Tepe (kret) ge-



la anılan Bursa Büyük Çarşısı, Yıldırım



nişliği (menba korkuluk duvarı dahil) 2,30 m., dere taban seviyesinde taban genişliği 9,70 m., menba tarafında korkuluk duvarının yüksekliği 0,85 m., kalınlığı 0,70 m. olup mansap yüzü şevleri üst kademede 5 , 9 / 1 , alt kademede 2,1 / 1 dir. Sağ ve sol sahillerde birer dolu savak kanalı vardır. Dolu savak eşiği menba korkuluk duvarından 0,22 m. aşağıdadır. Dip tahliyesi 0 400 milimetrelik font boru üzerinde 0 400 milimetrelik vana yardımı ile yapılmakta, 0 250 milimetrelik boru üzerinde 0 250 milimetrelik vana ile de dipten su alınmaktadır. Bentten alınan suyun debisinin ölçülmesi dört adet 5'lik, dört adet 10 Tuk, dört adet 15'lik, dört adet 20'lik ve iki adet 25 Tik lülelerle yapılır. Toplam on sekiz orifısten 250 lülelik su (13.000 m 3 /



gün) alınabilir (1 lüle — 52 m 3 /gün).



^



Büyük Çarşı'nın güzellik ve zenginliği, Osmanlı dönemi boyunca Bursa'dan geçen yerli ve yabancı seyyahlar tarafından anlatılır. Şehrin fethinden yaklaşık bir asır sonra 1432 yılında Bursa'da on gün kalan Bertrandon de la Broquiöre, her türlü ipekli ve pamuklu kumaşların, inci ve değerli taşların, sabunların satıldığı bu pazarları dolaşmıştır. Büyük Çarşı'nın zenginliği, 1050 Muharreminde (Mayıs 1640) buraya gelen Evliya Çelebi tarafından da belirtilir. "Sûk-ı Sultânî" olarak adlandırdığı Bursa Çarşısı ona göre 9000 dükkândır. "Kal'a gibi dört demir kapılı bir bedestân-ı azîmi vardır... Bedestânın dört çevresindeki kuyumcular çarşısı bir ulu yolun dört tarafında vâki olmuş serâpâ kâgir binalardır". Evliya Çelebi burada kazzâzlar, kavukçular, takkeciler, iplikçiler, bezzâzlar, hallaçlar çarşılarının bulunduğunu bildirir. Yine aynı seyyahın ifadesine göre bedestenin dört çevresini saran bu esnaf dükkânları kurşun örtülü kemerler halindedir. Ayrıca her köşe başında bir de çeşme vardır. Süslü saraçhânesi, her türlü esnafın mevcut olduğu Uzun Çarşı'sı ve Pirinç Hanı yanında mükellef bir kebapçılar çarşısı vardır. Bursa Çarşısı'nı tasvir eden pek çok yabancı seyyah arasında, 1836'da Bursa'da birkaç gün kalan Miss Par-



Halk arasında bugün Kapalı Çarşı adıyBayezid evkafı olarak XIV. yüzyıl sonlarında inşa edilen bedestenin etrafında pek çok hanın yapılması ve bunların aralarındaki sokakların iki taraflı dükkân-



1958 yılındaki yangından sonra Bursa Büyük Carşısı'nın durumunu gösteren bir fotoğraf { H a y a t Mecmuası, V / 9 9 , İstanbul 1958, s. 20)



larla dolması sonunda meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti sınırları içindeki şehirlerin en başta gelenlerinden olan Bursa Büyük Çarşısı ticaret, sanayi ve zenaat merkezi olarak çok gelişmiş ve bu durumunu yüzyıllar boyunca korumuştur. Çeşitli vakıflara gelir sağlamak üzere yapılan Büyük Çarşı'nin çevresindeki irili ufaklı hanların her biri belirli esnaf, tüccar ve zenaatkârların bir arada iş gördükleri merkezler olmuş, bedestenin etrafındaki sokaklarda da terzi, kazzâz, hallaç, yazmacı, kuyumcu, kavaf vb. çeşitli zenaat erbabının dükkânları toplanmıştı. Ayrıca Bursa ve çevresinde üretilen, başta ipek ve ipek mâmulleri olmak üzere türlü ürünlerin alım satımının yapıldığı bir merkez olduktan başka Bursa Büyük Çarşısı her taraftan, hatta



507



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK ÇARŞI doe, Büyük Çarşfnın bütün Osmanlı dönemi boyunca sürmüş olan zenginliğini genişçe tasvir eden bir yazar olarak anılabilir. Şehrin dinî merkezi olan Ulucami ile bedestenin arasında, esası Orhan Bey devrine inen Emîr Hanı (Bey Hanı) inşa edilmiştir. Ulucami ile Orhan Bey İmareti (Camii) arasında ise Sultan II. Bayezid tarafından İstanbul'daki cami ve vakıflarına gelir sağlamak üzere yapılmış muhteşem bir mimari eser olan Koza Hanı yer alır. Emîr Hanı ile Koza Hanı arasında da Büyük ve Küçük Zeytin hanları adlarıyla anılan çok küçük iki han daha bulunuyordu. Bedestenin batı. tarafında olan Eski Harîr (Arabacılar) Hanı, herhalde 1855 zelzelesinde büyük ölçüde zarar görerek yıkılmış bir halde günümüze kadar gelmiştir. Arabacılar Hanı'nın kuzeybatısında bulunan Pirinç Hanı ise Bursa Çarşısı Külliyesi içindekilerin en büyüğüdür ve Kâmil Kepecioğlu tarafından bir arşiv belgesinden tesbit edildiğine göre Sultan II. Bayezid tarafından yaptırılarak 914 yılı Rebîülevvelinde (Temmuz 1508) tamamlanmıştır. Bu han da 1855 zelzelesinde büyük ölçüde zarar görmüştür. Bedestenin kuzeyinde Karaca Bey ve Kuşbazlar hanları bulunuyordu. Karaca Bey Hanı'nın doğusunda ise Bursa Çarşısı'nın önemli parçalarından olan Sipahi Çarşısı yer alır. Batı-doğu yönünde uzanan dikdörtgen biçimli bu kâgir yapının ortasındaki yol kısmını peşpeşe sıralanan dört kubbe örter. İki tarafta da bu yola açılan tonozlu dükkânlar dizilir. Sipahi Çarşısı'nın batı tarafındaki ucunda, şehrin sokak dokusu yüzünden yamuk biçimde yapılmış bir kanat bulunur. Bunun da ortasında bir



kubbe ile iki ayrı cephedeki girişlerinde beşik tonozlar vardır. Kâzım Baykal'ın yazdığına göre evvelce bu çarşıya paralel ve aynı büyüklükte bir çarşı daha varken 1300'den (1882-83) sonra bugün Cumhuriyet caddesi adıyla anılan yolun açılması sebebiyle burası kesilmiştir. Fakat Baykal'ın bu hususta kaynak gösterdiği 1278 (1861-62) tarihli Bursa şehir planında böyle bir yapı teşhis edilememiştir. Bedesten ile Sipahi Çarşısı arasındaki iki tarafı dükkânlı yol, yakın tarihlere gelinceye kadar, üstü ahşap çatı ile örtülü Gelincik Çarşısı adıyla bilinirdi. Baykal'ın tesbitine göre 914 (1508) tarihli belgelerde de buranın adı Sük-ı Gelincik olarak geçmektedir. Bazı belgelerden bu çevrede daha başka hanların bulunduğu öğrenilmektedir. Pirinç Hanı ile Karaca Bey Hanı arasında, Yeşilcami Külliyesi'nin mimarı Hacı İvaz Paşa'nın camii yakınında olan İvaz Paşa Hanı'nın sadece bazı duvar izleri kalmıştır. Buralarda Sofpazarı, Neccarlar Çarşısı, XV. yüzyılda varlığı bilinen Katır Hanı, 1454'te vakfedildiğine dair kayıt bulunan Tuz Hanı vardı. Ertuğrul Camii'nin kuzeyinde Eskiyeni Hanı bulunuyordu. Demirtaşpaşazâde Ali Bey oğlu Mahmud Çelebi tarafından 889'da (1484) yaptırılan bu han da tamamıyla ortadan kalkmıştır. Bedestenin doğusunda birbirine komşu olarak dört han daha vardı. Bunlardan bedestene en yakın olanı Geyve Hanı'dır ve Çelebi I. Mehmed'in Yeşilcami evkafındandır. En doğudaki Fidan Hanı ise Bursa Çarşısı'nın büyük hanlarından olup XV. yüzyılda inşa edilmiştir. İkisi arasında yer almış olan Yeni Harîr Hanı ile Küçük Sandıkçılar Hanı ise ortadan kalkmıştır.



Büyük Çarşı'yı meydana getiren yapılardan Koza Hanı Bursa



Büyük Çarşı, tarih boyunca yangın veya zelzele gibi âfetlerle zarar görmüş olmakla beraber asıl 1855'te şehirde çok büyük ölçüde tahribat yapan zelzelede harap olmuş ve yıkılan dükkânların yerlerine yapılan yenileri çarşının tarihî görünümünü bozmuştur. Bütün Türk devri boyunca esas dokusunu korumuş olan Büyük Çarşı, bu felâketten sonra bir de yeni caddelerin açılması yüzünden pek çok unsurunu ve özelliğini kaybetmiştir. Subhi Bey idaresinde çizilerek 1278 (1861 -62) yılında basılan Bursa şehir planı Büyük Çarşı'nm bütününü ana çizgileriyle aksettirir. Ancak 1958'de çıkan büyük bir yangın bu çarşının hemen hemen bütünüyle mahvına sebep olmuştur. Bu felâketin tek faydalı tarafı, daha önce yapılan çirkin ilâvelerin bu arada yok olmasına ve bazı yerlerde eski kalıntıların meydana çıkmasına yol açmış olmasıdır. Büyük Çarşı esnafının anlaşarak çarşının bütünüyle ihya edilmesini programlaması sonunda çarşı komşu hanlarla birlikte restore edilmiştir. Fakat yıllar süren bu çalışmaların arkasından, ihya edilen Büyük Çarşı'daki dükkânlar günümüzde madenî doğramaları, vitrinleri ve reklam levhaları ile çarşının tarihî karakterini yeniden bozmaya başlamıştır. BİBLİYOGRAFYA: Evliya Çelebi, Seyahatname, II, 25-26; Subhi Bey, Bursa Planı, İstanbul 1278; Miss Pardoe, The City of the Sultan and Domestie Manners of the Turks in 1836, London 1837, II, 44-47; B. de la Broquiöre, Le Voyage d'outremer (nşr. Ch. Schefer), Paris 1892; Kâmil Kepeci, Bursa



Hanları, Bursa 1935 (şer'iyye sicillerindeki kayıtları vermektedir); Kâzım Baykal, Bursa ve



Bursa Büyük Çarşı ve Bedesteni'nin vaziyet planı



Anıtları, Bursa 1950, bilhassa s. 102-108; A. Gabriel, üne capitale turque: Brousse, Paris 1958, s. 179-194; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârtsi II, s. 119-123; a.mlf.. Osmanlı Mi'mârtsi III-IV, s. 124-132; Hasan Turyan, Bursa Evliyaları ve Tarihi Eserleri, Bursa 1982, s. 492-504; Yüksel, Osmanii Mi'mârtsi V, s. 73-82. r r ı



(E. H . Ayverdi'den)



508



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



IHI



SEMAVİ E Y İ C E



BÜYÜK ÇARŞI BÜYÜK ÇARŞI



^



İstanbul'da Beyazıt ve Nuruosmaniye camileri arasında iki bedestenin çevresinde meydana gelen ticaret merkezi.



Büyük Çarşı, Çârşû-yı Kebîr veya halk arasında Kapalı Çarşı olarak adlandırılan çarşı, t e k kitle halinde ve aynı zam a n d a k u r u l m u ş olmayıp iki bedestenin etrafında hanların yoğunlaşması ve bunların arasındaki sokakların üstlerinin z a m a n içinde tonozlarla örtülerek dükkânların kâgire dönüştürülmesi sonucu oluşmuştur. Belirli girişlerin kapılarla korunması ve emniyete alınması da t e k kitle halinde büyük bir kapalı çarşının meydana gelmesine yol açmıştır. Bu sebeple Türk halkı burayı genellikle Kapalı Çarşı olarak adlandırırken yaban-



cılar Büyük Çarşı (Grand Bazar, Great Bazaar, Grossbazar) adını kullanmayı tercih ederler. B ü t ü n önemli Osmanlı şehirlerinde ol-



yirmi kubbe ile örtülü olan bu bedeste-



dükkânlar ki bezzâzlar, takyeciler, ter-



nin de dışında duvarlarına bitişik beşik tonozlu dükkân gözlerinin sıralandığı gö-



ziler sâkin olurlar ve Bitpazarı dedikleri sûkta vâki olan dekâkîn cem'an Bezzâ-



rülür. Evliya Çelebi Sandal Bedesteni'nin Fâtih yapısı olduğunu yazmaktadır. Efdaleddin Tekiner ise pek açık olmayan



ziye'ye tâbidir, m e c m u u sekiz yüz kırk dokuz b a b dükkândır, cem'an vakf-ı şerifleridir. Bunların cümlesinin h u d u d u



bir ifade ile bu bedesteni daha yakın bir tarihe indirmek eğilimindedir. Böylece



defter-i müteberlerinde mestûrdur." Bunun arkasından o yıllarda Yenicami de-



bazılarının görüşlerine göre bu ikinci bedesten Kanünî Sultan Süleyman devrine ait olmaktadır. Fakat b u g ü n genellikle



nilen Fâtih Camii ve Külliyesi müştemilâtına dahil Sultan Pazarı adındaki çarşıdan bahsedildikten sonra, " M a h m u d



Sandal Bedesteni Fâtih dönemine ait olarak kabul edilir. Fâtih'in Türkçe vakfiye-



Paşa dükkânları demekle m â r u f bâzâr ki merhûm-ı m e r k ü m u n imâreti kurbün-



sinin "Çarşılar" (esvâk) b ö l ü m ü n d e bedesten ve etrafındaki çarşı hakkında şunlar yazılmıştır: "Evkaf-ı şerîfeleri olan



de vâkidir; bu bâzâr dört dıl'dır, ba'zı ba'zına mukabildir. Dekâkîn-i mezbûrenin zahrında ve cevânibinde bina olunan



akarattan biri Bezzâzistân'dır ki dekâkîn-i bezzâziyye tâbir olunur. Dârüssal-



dükkânlar cem'an bunlara tâbidir, vakf-ı şeriftendir; cümlesi iki yüz altmış beş



tanati's-seniyye, mahmiyye-i Konstantiniyye'de m e r h u m M a h m u d Paşa imâreti k u r b ü n d e Çakır Ağa Mescidi mahallesinde vâkidir; yüz on sekiz sanduka müştemildir. Tevâbiînden olup bunlara muttasıl olan dekâkîn ile vakf-ı şeriftendir. Havâlî-i Bezzâzistân'da vâki



b a b dükkândır. Hududu defter-i mezbürda mesturdur; yine evkâf-ı şerîfedendir" denilmektedir. Bunun arkasından ise Saraçlar Çarşısı'nın adı geçmektedir. Bu bilgilerden, Büyük Çarşı'nın geniş ölçüde Fâtih tarafından k u r u l d u ğ u anlaşılmaktadır.



d u ğ u gibi İstanbul'da da fetihten sonra b u g ü n İç Bedesten denilen çok kubbeli kapalı m e k â n inşa edilerek ticaretin burada toplanması sağlanmıştır. Fâtih Sult a n Mehmed'in hayatını yazan tarihçiler



(Tursun Bey, Kritovulos, Dukas), çarşının ilk çekirdeğinin fethin hemen arkasından oluşturulduğunu bildirirler. Fâtih tarafından vakıflarına gelir sağlamak amacıyla inşa ettirilen bedestenin, evvelce Bezzâzistan, Bedestân-ı Atîk, Büyük Bedesten, Cevâhir Bedesteni veya İç Bedest e n denilen ve b u g ü n Büyük Çarşı'nin ortasında kalmış bulunan on beş kubbeli büyük yapı olduğu



bilinmektedir.



Bu bedestenin içinde duvarlara bitişik sıralanan küçük gözlerden başka duvarların dışında da çepeçevre, üstleri beşik tonozlarla örtülü d ü k k â n l a r yer alır. İlk yapıldığında bu dış dükkânların önlerinde uzanan sokakların direkli caddeler halinde olduğu ve direklerin gerisinde karşı sırada da daha ufak dükkânların b u l u n d u ğ u tesbit edilmektedir.



Büyük



Bedesten'in az ilerisinde Nuruosmaniye Camii tarafında olan Sandal Bedesteni'-



nin (Bedestân-ı Cedîd, Yeni Bedesten) tarihlenmesi hususunda ise görüş ayrılıkları vardır. Bu ikinci bedesten 877 (147273) tarihli ilk Fâtih vakfiyesinde bulunmuyorsa da Ekrem Hakkı Ayverdi 883 (1478-79) tarihli diğer vakfiyede bulund u ğ u n u belirterek onun da Fâtih dönem i n e ait olduğunu söylemektedir. Üstü, s a ğ l a m kemer ve payelere o t u r t u l m u ş



509



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK ÇARŞI Burada zaman zaman yanlış anlamalara yol açan bir mesele üzerinde durmak gerekmektedir. Osman Nuri Ergin'in Eski Bedesten'in bir Bizans yapısı olduğu ve dolayısıyla etrafındaki çarşının da Bizans dönemi çarşısını devam ettirdiği yolundaki dayanaksız iddiaları ciddiye alınamaz. O. N. Ergin, hiçbir kaynak göstermeksizin ve emin bir ifade ile, "İstanbul'un Bizanslılardan kalma Eski Bedesten binasının..." ve devamında da, "Bizanslılardan kalma çarşı, bedestenden Bitpazan'na kadar uzanan mustatil şeklindeki kısımdır. Çarşının bu kısmının yapılış tarzı ve direkli oluşu eskiliğini gösterir" diyerek yanıltıcı hükümler vermiştir. Bu görüşüne delil getirdiği, İç Bedesten'in bir kapısı üstündeki Bizans işi kartal kabartması, pek çok Türk eseri yapıya süs unsuru olarak yerleştirildiği görülen daha eski dönemlerden kalm a plastik bir parçadan başka bir şey değildir. Bizans döneminde, İstanbul içindeki esnafın mesleklerine göre ayrı ayrı topluluklar oluşturdukları bilinmekle beraber bunların hepsinin Türk Büyük Çarşısı'nın bulunduğu yerde olduğuna dair bir ipucu yoktur. Çelik Gülersoy, Büyük Çarşı (Kapalı Çarşı) hakkında yayımladığı monografide etraflı biçimde Bizans menşei meselesi üzerinde durarak bu iddianın yanlışlığını belirtmekte, ayrıca her iki bedestenin de Fâtih devri yapıları olduğuna dair destekleyici bilgiler vermektedir. İstanbul'un Bizans dönemindeki topografyası üzerine bugün hâlâ değerini koruyan Esquisse topdğraphique de Constantinople (Lille 1892) adlı önemli eserinde Dr. Mordtmann, kaynaklara dayanarak yazdığı, "Bizans çarşıları Forum Constantini (Çemberlitaş) ile büyük bazilika arasında bulunuyordu; halbuki



bugün çarşı Forum'un batısında kalmaktadır" (s. 68, nr. 121) cümlesiyle Büyük Çarşı'nm Bizans çarşılarından ayrı olduğunu açıklamıştır. 944'te (1537) yazılan Nasüh-i Matrakı'nin Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han adlı eserinde bulunan bir İstanbul minyatüründe Büyük Çarşı'nm, bedestenlerin etrafındaki üstleri henüz kapanmamış sokakların iki tarafına sıralanmış dükkânlar halinde yer aldığı açık şekilde görülür. Bugün bazı Anadolu kasabalarında rastlandığı gibi eski Türk çarşılarının hepsinde dükkânların çifte kepenkleri olurdu. Bunlardan alttaki öne doğru açılarak malların teşhiri için bir tezgâh, üstteki ise yukarı kaldırılıp uçlarından asılm a k suretiyle tezgâhtaki malları güneş ve yağmurdan koruyucu bir siper teşkil eder, üst kepenk aynı zamanda sokaktaki alıcıyı da bir dereceye kadar korurdu. Yine birçok Anadolu şehir ve kasabasında olduğu gibi alıcıları korumak üzere önceleri sokakların üzerine tenteler gerilmiş, sonra bunların yerlerini ahşap çatılar almıştır. İstanbul'da böyle ahşap çatılı son çarşı örneği, birkaç yıl öncesine kadar Eminönü'nde varlığını sürdüren Yemişçiler Çarşısı idi. 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri' nde, şehir içindeki pek çok hayır binasına gelir kaynağı olarak Bedesten'de (Bezzâzistan) veya yakınında yer alan dükkânların vakfedildiği görülür. Sağlam kâgir yapılı bedestenlerin yangın tehlikesini nisbeten kolay atlatmalarına karşılık sokaklarının üstleri ve dükkânları tamamen ahşap olan Büyük Çarşı'nm bu tehlikeden kurtulabilmesi mümkün olmuyordu. Venedik temsilcisinin (balyos) bir raporundan anlaşıldığına gö-



XVI. yüzyıl içinde istanbul'un Büyük Çarşı ve bedestenlerini gösteren minyatür (Matrakçı Nasuh,



Beyân-ı Menâzil-i sefer-i Irâkeyn, İ O Ktp., 1



M



* r-



^••-'»• £



T Y , nr. 5 9 6 4 , vr. 8 b ' d e n detay!



Istanbul'da Büyük Çarşı'nm içinden bir görünüş



re 25 Ağustos 1515'teki yangın Eski Saray duvarına kadar dayanmış ve Bezzâzistan ile çevresi t a m a m e n yanmıştır. 4 Temmuz 1539 yangınında Zindan Kapısı yakınından çıkan ateş Haliç kıyısı ile yukarılarına kadar uzanmış, bu arada yine çarşı da yanmıştır. 1546 yılındaki büyük yangında çarşı tekrar harabeye dönmüş, hatta bazı kaynakların bildirdiğine göre yangın 10.000 dükkânı mahvetmiştir. Bu âfet ve Büyük Çarşı'nm kül olması hakkında o sırada İstanbul'da bulunan Albi li Pierre Gylles oldukça geniş bilgi verir ve Büyük Çarşı'nm tamamen yandığını, fakat kâgir yapılı ve demir kepenkli olan iki bedestenin kurtulduğunu yazar; bundan sonra da bedestenlerin mimarisi üzerinde ayrıntılı biçimde durur. 20 Kasım 1652 tarihinde de Bedesten'den Kumkapı ve Kadırga Limanı'na kadar olan yerler yanmıştır. Yirmi dört saat süren yangın, Esir Ham'ndan başlayarak Büyük Çarşı'yı harap ettikten sonra Beyazıt Camii'ne kadar dayanmıştır. İstanbul'un büyük bir kısmını yok eden 24 Temmuz 1660 yangınında da Büyük Çarşı'nın zarar gördüğü, Kâtibzâde adındaki bir şairin Mecmûa-i Tevârîh'te yer alan "Târîh-i İhrâk-ı Kebîr" başlıklı manzum tarihçesindeki bir beyitten (s. 423) öğrenilmektedir. 3 Aralık 1701'de Eski Bedesten yakınındaki Sorguççu Hanı'nda bir bekçi fenerinin parlamasından başlayan yangında Büyük Çarşı'nın yine harap olması üzerine, 1114 Rebîülevvelinde (Ağustos 1702) Sultan II. Mustafa tarafından İstanbul kaymakamına gönderilen bir hükümde, ciddi bir tedbir olarak ahşap dükkân, hatta ev yapımının yasaklanıp



510



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK ÇARŞI bundan böyle ev ve dükkânların kâgir yapılmalarına özen gösterilmesi emre-



dilir (A. Refik, s. 35-36, belge no: 53). Büyük Çarşı'nm sokak üstlerinin kâgir tonozlarla örtülerek kapalı bir çarşıya dönüştürülmesi bu tarihten itibaren başlamıştır. Dükkânların kâgir olarak inşa edilmesi hakkındaki emirname ayrıca Fındıklılı Silâhtar Mehmed Ağa tarafından da Nusretnâme'de anılmaktadır. Kaymakam Çerkeş Osman Paşa'nın başkanlığında şehrin ileri gelenleriyle yapılan toplantıda, dükkânların kâgir yapılmasının ve üstlerinin tonozlarla örtülmesinin önerilmesi üzerine, dükkân arsalarının küçük olması yüzünden mülk sahipleri arasında çekişmeler çıkacağı, ancak sonunda Edirne'deki Ali Paşa Çarşısı gibi bir eserin meydana getirileceği sonucuna varılmıştır. Padişahın hatt-ı hümâyunu ile ve gerektiğinde zor kullanarak kâgir inşaat başlatılmış ve iki yıl boyunca mülk sahiplerinin çekişmelerine rağmen Büyük Çarşı'nın yanan yerleri kagire dönüştürülmüştür. Bu yangından sonra Büyük Çarşı'nın kâgir olarak ihyasını gören Pitton de Tournefort da bu olayı seyahatnamesinde belirtir (Relation d'un voyage du levant, I, 514). 27 Nisan 1750'de Mercankolluğu yakınından başlayan yangın kısa sürede söndürülürken Bitpazarı'nda ikinci bir yangın çıkmış ve artık kâgir tonozlu olmalarına rağmen Abacılar, Yorgancılar ve Yağlıkçılar sokaklarındaki dükkânları tam a m e n kül edip Parmakkapı'ya kadar ulaşmıştır. İzzî Süleyman Efendi'nin Târîh-i VeAâyi'inde anlatılan bu yangın sırasında yeniçeriler yağmacılığa giriştiklerinden zarar ziyan alevlerin yarattığından daha fazla olmuştur. Hatta bu felâketin yayılmasında yeniçerilerin parmağı olduğu da söylenmiştir. Kagire dönüştürüldükten sonra Büyük Çarşı'da yangınlar seyrekleşti ve verdikleri zarar azaldı, fakat bütünüyle önlenemedi. 22 Mayıs 1766'da meydana gelen çok şiddetli bir depremde bazı tahribat olmuşsa da yıkılan yerler derhal tamir edilmiştir. 1218 Rebîülâhirinde (Ağustos 1803) Parmakkapı'da başlayan yangında Büyük Çarşı'nın içindeki Yolgeçen Hanı ve etrafı yanmıştır. 2 Ağustos 1826 günü Sirkeci civarında Hocapaşa'da başlayan yangın rüzgârın tesiriyle birkaç kola ayrılmış ve bu arada Büyük Çarşfya da atlayarak buranın büyük kısmını harap etmiştir.



1310'da (1894) vuku bulduğunda şehirdeki birçok cami ve bina zarar gördüğü gibi Büyük Çarşı da geniş ölçüde tahribata uğradı. Bilhassa Bitpazarı, Yağlıkçılar, Çadırcılar sokakları ve bunlara açılan tonozlu dükkânlar enkaz yığını haline geldiler; yıkıntılar uzun süre kaldırılamadı. 11. Abdülhamid'in emri üzerine başlayan ve on sekiz ay süren tamirde çarşının sınırları daraltılarak zaten tonozu yıkılmış olan Çadırcılar caddesinin üstü bütünüyle açıldı ve Çadırcılar, Kürkçüler kapıları kaldırılıp evvelce içeride kalan Duapazarı, Bitpazarı, Yorgancılar, Koltukçular kapıları dışarı açılır hale getirildi. Lutfullah sokağı yıktırıldı. Eskiden çarşı içinde bulunan Sarnıçlı Han, Paçavracı Hanı, Ali Paşa Hanı t a m a m e n , Yolgeçen Hanı da kısmen Büyük Çarşı dışında bırakıldı. Çarşının ana caddesi durumunda olan ve Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan eski Kalpakçılar sokağının dışarı açılan iki ucuna birer yeni kapı yapıldı. II. Abdülhamid döneminde yaygınlaşan Türk neo-klasiği üslûbundaki bu kapılardan Nuruosmaniye Camii tarafında olanın mukarnaslı bir saçağı, bunun altında da sivri bir kemeri vardır. Kemerin alınlığı içine, devletin son döneminde her resmî binaya konulan bir Osmanlı arması yerleştirilmiştir. Bunun altında ise Hattat Sâmi Efendi tarafından yazılmış tamiri belirten iki satırlık bir kitâbe vardır. Gösterişli olmasına özen gösterilen bu kapının iki yanına ayrıca birer çeşme nişi de yapılarak girişe âbidevî bir görünüm kazandırılmıştır. Beyazıt tarafındaki kapı da sivri kemerli olmakla beraber diğer uçtaki kadar zengin mimarili değildir. Bu girişin az ötesinde yer alan ikinci kapının sivri kemeri içine Sultan II. Abdülhamid'in tuğrası ile yine Hattat Sâmi Efendi'nin "el-kâsibü habîbullah" yazısı işlenen bir kitâbe konulmuştur.



Büyük Çarşı 9 Eylül 1943 gecesi büyük bir yangın geçirdi; yangında Yarımtaş ve Ali Paşa hanları yandıktan başka Yeşiltulumba, Mütevelli, Sarı Hasan, Ağa Han ve Cebeci sokaklarındaki dükkânlar da harap oldu. Çarşı bundan on bir yıl sonra tekrar bir yangın felâketine uğradı. 26 Kasım 1954 gecesi saat 22'ye doğru ana cadde yani eski Kalpakçılar yolu üzerinde başlayan yangında Fesçiler, Yorgancılar, Elbiseciler, Yağlıkçılar sokakları bütünüyle, Örücüler, Kavaflar, Parçacılar sokakları kısmen yandı. Duameydanı'ndan bedesten girişine kadar uzanan ateş Halıcılar ve Mobilyacılar sokaklarının bir kısmını kül etti. Yangından sonra yazılan, Eski Eserleri Koruma Encümeni'nin 30 Kasım 1954 tarihli raporuna göre bu yangında Büyük Çarşı'nın beşte ikisi harap olmuştur. Yine bu rapora göre kâgir mimariden yalnız Duameydanı ile Bodrum Hanı dolaylarındaki bir sokakta yıkılmalar olduğu açıklanmış, hasarların ciddi bir ihtimamla çabuk onarılacağı ve büyük masrafı gerektirmeyeceği sonucuna varıldığı bildirilmiştir. Tamir beş yıl sürdü. Çarşı esnafının bir kısmı, İstanbul Üniversitesi merkez binası ile kuzey tarafında bulunan Yanık Ali Paşa Konağı'nın arasında kurulan ahşap barakalara yerleştirildi. 28 Temmuz 1959'da tamiratın bitmesi üzerine çarşı tekrar törenle açıldı. Yangının yayılmasının sebeplerinden biri de dükkânların hacimlerini genişletmek için sokağa doğru eklenen ahşap çıkmalar ve vitrinlerin çevrelerindeki yine ahşap reklam levhaları idi. Bu tamirden sonra her dükkân kemerinden ileri taşmayacak şekilde ihya edildi. İki bedesten etrafındaki sokakların ticaret merkezleri olarak çoğalması ile birçok han da Büyük Çarşı'nın sınırları içinde kalmıştı. Değişik yüzyıllarda ya-



İstanbul tarihinin en şiddetli depremlerinden biri rûmî takvimle 28 Haziran



511



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK ÇARŞI pıldıklarından ayrı mimari karakterler gösteren bu irili ufaklı hanların başlıcalan Çelik Gülersoy'un listesine göre şunlardır: Paçavracı, Sarnıçlı, Ali Paşa, Camili, Çuhacı, İç ve Dış Cebeci, Yağcı, Rabia, Baltacı, Sorguçlu, Yolgeçen, Sepetçi, Bodrum, Astarcı, Pastırmacı, Mercanağa, Tarakçılar, Perdahçılar, Kızlarağası, İmameli, Zincirli, Büyük ve Küçük Kebeci, Büyük ve Küçük Safran, Evliya, Sarraf, Kuyumcular ve Yarımtaş. 1894 depreminden sonra çarşı tamir edilirken sınırlan daraltılmış ve bu hanların yarısı dışarıda bırakılmıştır. Bugün çarşıya doğrudan bağlı kalan, yani sadece içeriden girilebilen ve dışarıya kapısı olmayan hanlar şunlardır: Astarcı, Büyük ve Küçük Safran, Evliya, Sarraf, Mercanağa, Zincirli, Varakçı, Rabia, Kuyumcular ve Yarımtaş. Bu tarihî hanlar da içlerine yapılan çirkin beton eklemelerle orijinal mimarilerini kaybetmişlerdir. Bu arada meselâ Cebeci Hanı gibi klasik dönem Türk mimarisinin özelliklerine sahip güzel bir eser 1894 depreminde kısmen yıkıldıktan sonra onarılmamış ve harap kısımları öylece bırakılarak düzensiz ilâvelerle berbat edilmiştir. Nuruosmaniye Camii tarafındaki Kürkçüler Kapısı'nin dışında yer alan ve bir han mimarisinde olan Esirpazarı da (Esir Hanı) bugün hiçbir izi görülemeyecek surette ortadan kalkmıştır. Büyük Çarşı içinde birkaç tane de mescid bulunmaktadır. Bunlardan Bodrum Hanı Mescidi, bânisi ve yapıldığı tarih bilinmeyen küçük bir ibadet yeridir. 1954't e yanmış, 1961'de ihya edilmiştir. Hiçbir mimari özelliği olmayan basit bir namaz mekânıdır. İç Bedesten Mescidi de buradaki tarihî dolapların yerine 1960'lardan itibaren vitrinli çok çirkin dükkânların yapılması sırasında bunların üstlerine oturtulmuş bir namaz mekânıdır ve tarihî bir karakteri olmadığı gibi bir mimarisi de yoktur. Büyük Çarşı sonraki biçimini almadan var olan ve 884 Safer ayında (Mayıs 1479) vakıf kaydı yapılan Çakır Ağa Mescidi daha sonra çarşı içinde kalmıştır. Bu ibadet yeri Hadîkatü'l-cevânü'de (I, 32) "Üsküplü" maddesi içinde Nerdübanlı (Merdivenli) Mescid adıyla kaydedilmiş olup Çakırağa'nın İstanbul'da vakfettiği dört mescidden biridir ve bugün mimari karakterini kaybetmiştir. Çuhacılar Hanı içinde olduğu bilinen bir mescid de 1914'ten sonra iş yeri haline getirilmiştir. Esirpazarı hanının avlusunda olan ve Gülnuş Hatun tarafından XVIII. yüzyılda yaptırılan Esirci



Mescidi, han yıkıldıktan sonra bir süre kapalı kalmış, 1930'Iu yılların başında da vakıflar taraflından satılmıştır; yeni sahibi ise mescidi yıkarak yerine bir iş yeri yaptırmıştır. Seyyid Ali Durmuş Baba tarafından yaptırılan 902 (149697) vakıf kayıtlı bir mescid de sonradan o kesimde inşa edilen İmameli (Camili) Han'ın içinde kalmış ve bina yenilendiğinde tarihî karakterini kaybetmiştir. Mercan'da terlikçiler içinde XVI. yüzyılda Pîrî Mehmed Paşa hayratı olan Terlikçiler Mescidi de 1942'de ortadan kalkmıştır. Büyük Çarşı'nın içindeki çeşmelerden 1251 (1835-36) tarihli olanı, klasik üslûpta bir ayna taşı üstüne konulmuş uzun bir kitâbeden ibarettir; belirli bir mimarisi yoktur. Kalpakçılar caddesi ile Sipahi sokağı köşesini süsleyen üç cepheli, barok üslûptaki mermer çeşme ise şehrin güzel sanat eserlerinden biridir. Büyük Çarşı'nın sebili Mercan Kapısı'nda ayakkabıcılar ile köseleciler arasında bulunmaktadır. 1151'de (1738-39) kızlar ağası Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılmış, fazla gösterişli olmayan, demir şebekeli ve hafifçe barok üslûpta bir eserdir. Efdaleddin Tekiner, Büyük Çarşı'nın topografyası ile değişik esnafa tahsis edilmiş sokaklarını ve kapılarını bir makalesinde belirtmiştir. Ayrıca aynı yazısında 1304 (1886-87) tarihli bir belgeye dayanarak bu sırada Büyük Çarşı'da iki bedesten, 4399 dükkân, 2195 oda ve hücre, bir h a m a m , 497 dolap, on iki ha-



Büyük Çarşı'nın Nuruosmaniye Kapısı üzerindeki tamir kitâbesi ve Osmanlı arması



zine odası, bir cami, on mescid, iki şadırvan, bir sebil, on altı çeşme, sekiz tulumbalı kuyu, bir türbe, yetmiş üç zevak (?), yirmi dört han ve bir mektep bulunduğunu bildirir. Ancak bu belgenin kaynağı gösterilmediği için verilen rakamların kontrolü m ü m k ü n değildir. Yerli ve yabancı yazarlar tarafından, Büyük Çarşı'da tarih boyunca süren nizam ve âdetler ile burada satılan her türlü mala ve çarşının zenginliğine dair pek çok yazı kaleme alınmıştır. Meselâ iki asır kadar önce düzenlendiği sanılan, mahalle bekçileri destanlarından birinde İç Bedesten ile Sandal Bedesteni anlatılır (bk. Dağlı, s. 12, 15, 17). Ayrıca burada satılan kumaş cinsleri tarif edilmektedir. Büyük Çarşı'da dükkânları olan belli başlı bütün satıcıların anlatıldığı destan ise "Esnaflar Destanfdır: "... Hana girmiş çuhacılar / Alt tarafa kaşıkçılar 1 Kürkçüler şaştım kaldım / Üst tarafı aynacılar / / Katı çoktur kuyumcular / Etrafında kolancılar 1 Sırmakeşle takyeciler / Ne hoşçadır yağlıkçılar I I Vardım baktım sahhaflara / Sözüm yoktur esnaflara / Mes pabuç lâzım oldu / Sapıverdim haffaflara" şeklinde devam eden bu destan on dört dörtlük içinde Büyük Çarşı esnafının neler sattıklarını bildirir ve böylece burası hakkında değerli bir bilgi kaynağı teşkil eder. Refik Halit Karay da Büyük Çarşı'nın eski zenginlik ve güzelliğini anlatan bir yazı kaleme almış-



tır (bk. bibi.). İstanbul'un başlıca özelliklerinden biri olan Büyük Çarşı'nın geçen yüzyılın sonlarına kadar süren zenginlik ve güzelliğini bugün hâlâ koruduğu söylenemez. Evvelce her mesleğe göre ayrılan sokaklarda karışık esnaf yerleşmiş, eski gravürlerde görülen açık tezgâhlı dükkânların yerlerini maden çerçeveli vitrinler almıştır. İç Bedesten de bu değişmelerle çok çirkin bir görünüm kazanmış, 1915'ten beri mezat yeri olarak kullanılmakta iken son yıllarda bu görevine son verilen Sandal Bedesteni ise içine vitrinli salaş dükkânların yapımına başlanmasından sonra kısa sürede muhteşem mimarisini gizleyen ve bozan bir biçime gireceğini belli etmeye başlamıştır. Ayrıca tonozların kalem işi nakışlarla bezenmesi de Büyük Çarşı'ya tiyatro dekorunu andırır bir görünüm vermektedir. Büyük Çarşı'da evvelce İç Bedesten'e komşu bir sokakta olan Sahaflar 1894'ten sonra çarşı dışında, Beyazıt Camii yanındaki şimdiki yerinde Tesbihçiler'e çıkmış, burada üstü açık bir yolun iki ta-



512



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK DOĞU rafında sıralanan ahşap dükkânlar 1950'li yıllarda yandıktan sonra da bugün görülen beton kitapçı dükkânları yapılmıştır. Zelzeleden sonra üstü açılan Çadırcılar, yakın tarihlere kadar hurdacılar ve kısmen bakırcılar çarşısı iken son birkaç yıl içinde antika, turistik eşya vb. çarşısına dönüşmüştür. Kalpakçılar ise daha çok yeni ziynet takıları ile altın eşyanın satışı yapılan dükkânlarla doldurulmuştur. Büyük Çarşı'nın içindeki sokakların hemen hepsi eski özelliklerini kaybederek yeni ve fazla kaliteli olmayan malların satışı yapılan yerler halini almıştır. Eski çarşı esnafı âdâbının bugün hâlâ muhafaza edildiği de artık söylenemez. BİBLİYOGRAFYA:



Fâtih Vakfiyeleri, Ankara 1938, s. 209, vr. 73-75; İstanbul Vakıfları Tahrîr Defteri 953 (1546) (Büyükçarşı'daki evkaf hak.); Matrakçı Nasuh, Sefer-i Irâkeyn, vr. 8 b ; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 613 vd.; Silâhtar. Nusretnâme, II, 87-88; İzzî, Târih, istanbul 1199, s. 226; P. Gyllius, De topographla Constantinopoleos, Lyon 1561, 1, bl. X ; (İng. The Antiquities of Constantinople |trc. I. Ball), London 1729, s. 48-50); I. P. de Tournefort, Relation d'un voyage du Leuant, Paris 1717, 1, 514; Ayvansarâyî, Hadîkatul-cevâmT, I, 32; a.mlf., Mecmûa-i Tevârîh, s. 4 2 3 ; Dr. Mordtmann, Esquisse topographique de Constantinople, Lille 1892, s. 68, nr. 121; Mecelle-i ümûr-ı Belediyye, I, 1249 vd.; Ahmed Refik, Onikinci Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı 1689-1785, İstanbul 1930, s. 35-36, belge no: 53; a.mlf.. "Çarşı İçi ve Bedestanlar", Akşam, 24 Mart 1936; İzzet Kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938, s. 37; Nurettin Rüştü Büngül, Eski Eserler Ansiklopedisi, İstanbul 1939, s. 34; Muhtar Yahya Dağlı, İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mâni Katarları, İstanbul 1948, s. 12, 15, 17; Gündüz Özdeş, Türk Çarşılan, istanbul 1953, s. 28-47; Kapalıçarşı (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu yayını), İstanbul 1972; Ayverdi, Osmanlı Mimarîsi lll-IV, s. 557-576; W. Müller-Wiener. Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 345-349; Çelik Gülersoy. Kapalı Çarşının Romanı, İstanbul 1979 (çarşının iyi bir planı ile); Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve istanbul Hanları Mimârisi, Ankara, ts.; Mustafa Cezar, Tipik Yapılariyle Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik Dönem İmar Sistemi, İstanbul 1985, s. 127 vd.; a.mlf., "Osmanlı D e v r i n d e İstanbul Y a p ı l a r ı n d a Tahribat Y a p a n Y a n g ı n l a r ve Tabii Âfetler", Güzel Sanatlar Akademisi Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, I, İstanbul 1963, tür.yer.; Eminönü Camileri (haz. Mehmet Doğru), İstanbul 1987, tür.yer.; A. M. Schneider, "Die Braende i n Konstantinopel", BZ, XL1 (1941), s. 382-403; Refik Halit Karay, " K a p a l ı ç a r ş m m R o m a n ı " , TTOK Belleteni, sy. 40 (1945), s. 28-29; Efdaleddin Tekiner, "İstanbul'da Kapalı Çarşı", a.e., sy. 88 (1949), s. 6-8; sy. 92 (1949), s. 7-9; istanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni, " K a p a l ı Çarşı Y a n g ı n ı Hakkında... M a a r i f Vekâletin e Rapor", a.e., sy. 157 (1955), s. 14; Osman Ergin, "Bedesten", İA, II, 440-442; a.mlf., "Çarşı", a.e., III, 360-362. İTİ İMİ



B Ü Y Ü K Ç O R A P Ç I HANI



L



İstanbul'da muhtemelen XVI. yüzyılda inşa edilmiş olan bir ticaret hanı.



J



Şehrin içinde Mahmutpaşa caddesi ile Fincancılar Yokuşu kavşağı köşesinde bulunur. Hangi tarihte ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Bir söylentiye göre XVI. yüzyılda Kaptanıderyâ Piyâle Paşa (ö. 9 8 5 / 1 5 7 8 ) tarafından hayratına gelir sağlamak üzere vakıf olarak inşa ettirilmiştir. Mimarisi bakımından XVI. yüzyıl üslûbu ve tekniğine uygun görünmekle beraber bu görüşü destekleyecek başka bilgi yoktur. Piyâle Paşa vakıflarının araştırılması ile bu hususta kesin bir sonuca varılabilir. İki tarafından sokaklarla sınırlanan han, arazinin meyilli oluşu ve şehir dokusu yüzünden muntazam bir şekle sahip değildir. Benzeri bütün hanlarda olduğu gibi ortasında yine intizamsız ve yamuk biçimde bir açık avlusu vardır. Oldukça itinalı işçilikle taş ve tuğladan karma olarak yapılan Büyük Çorapçı Hanı'nın iç bölümlerinde moloz taş kullanılmıştır. Revak kemerlerini taşıyan pâyelerin bugün çok bozulmuş olduğu görüldüğü gibi kapı ve pencereler de aslî biçimlerini kaybetmiştir. İki katlı olan hanın alt katı malların depolanması için düşünülmüş, üst kat odalarda ise tüccarlar barınıyor olmalıydı. Alt katta pencere bulunmayışı, üst katta ise her hücrenin bir pencere ile



dışarıdan hava ve ışık alması bu görüşü desteklemektedir. Büyük Çorapçı Hanı'nın girişi kemerli bir açıklık halinde Mahmutpaşa caddesi üzerindedir. Buradan beşik tonozlu bir dehliz iç avluya açılır. Dehlizin iki yanındaki merdivenler yukarı kata çıkışı sağlar. Yapılan çeşitli müdahalelerle han bugün çok değişmiş olduğundan mimari özelliklerini görmek imkânı kalmamış gibidir. BİBLİYOGRAFYA: Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mimarisi, İstanbul 1976, s. 8889, krokisi, s. 215; Özay Aslan, " B ü y ü k Çorabcı H a n ı " , /st A, VI, 3238. ı—ı İM



F



^



SEMAVİ E Y İ C E



BÜYÜK D O Ğ U Eylül 1943'ten başlayarak çeşitli aralıklarla Mayıs 1978'e kadar yayımlanan fikrî, edebî, siyasî ve dinî muhtevalı dergi.



n



^



Necip Fazıl Kısakürek daha önce yayımladığı Ağaç dergisinden sonra II. Dünya Savaşı'nın en buhranlı zamanında daha çok siyasî ağırlığı olan yeni bir dergi çıkarır. İstanbul'da ilk sayısı 1 Eylül 1943'te çıkan Büyük Doğu, otuz beş yıl süreyle zaman zaman kapatılarak ve her defasında birinci sayıdan başlamak üzere Türk basın hayatının sürekli ve önemli bir yayın organı olmuştur. Haftalık, aylık ve günlük olarak toplam 512 sayı çıkan derginin dönemleri, çıkış tarihleri, sayıları, başlıca yazı serilerinin ilk çıkışları ve diğer özellikleri şöyledir:



Büyük Doğu'nun bazı sayılarının kapakları



SEMAVİ E Y İ C E



513



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK DOĞU I. Dönem. 1 Eylül 1943 - 5 Mayıs 1944, haftalık, 30 sayı. "İdeolocya Örgüsü", "Tanrıkulundan Dinlediklerim" ve "Siyah Pelerinli Adam" bu dönemin başlıca yazı serileridir. Ayrıca derginin ilk dört sayısında altmış Türk fikir adamı ve yazarına sorulan dokuz soruluk bir anket ve cevaplarıyla bunların değerlendirilmesi de yer almış, Necip Fazıl "Nefs Muhasebesi" adını verdiği bu anketi derginin ikinci döneminde daha başka sorularla birlikte yetmiş beş fikir ve iş adamı üzerinde tekrarlamıştır. II. Dönem. 2 Kasım 1945 - 2 Mayıs 1948, haftalık, 87 sayı. "Halkadan Pırıltılar", "Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimizden", "Vecdimin Penceresinden", "Dininizi Öğreniniz", "Çöle İnen Nur", "İmam Rabbânî'den Mektuplar", "Bir Pırıltı Binbir Işık" adlı seri yazılar yanında sanat, fikir, felsefe, politika, edebiyat, şiir ve hikâyeye de büyük ölçüde yer veren dergi bu dönemde zengin bir muhteva arzeder. Bu iki dönemde Büyük Doğu'da sürekli imzaları görülen isimlerden bazıları şunlardır: Şiirleriyle Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Sabahattin Kudret Aksal, Fazıl Hüsnü Dağlarca; hikayeleriyle Sait Faik, Mahmut Yesari, Zahir Güvemli, Oktay Akbal; romanıyla Samiha Ayverdi; çeşitli makaleleriyle Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Salih Murat Uzdilek, Fikret Adil, Reşat Ekrem Koçu, Nurullah Berk, Ahmet Adnan Saygun, Hilmi Ziya Ülken, Kâzım Nami Duru, Mustafa Şekip Tunç, Salih Zeki Aktay, Nizamettin Nazif ve Şükrü Baban. III. Dönem. 11 Mart 1949 - 26 Ağustos 1949, haftalık, 25 sayı. Bu dönemde yarım gazete ebadında dörder sayfadan ibaret olan dergide yazıların hemen hepsi günlük gazete içinde düşünülebilecek bir karakterdedir. Sanat ve edebiyatla ilgili yazıların yayımlanmadığı bu dönemin seri yazısı ise "Mümin-Kâfir"dir. IV. Dönem. 14 Ekim 1949 - 29 Haziran 1951, haftalık, 62 sayı. "Esseyyid Abdülhakîm'in Tasavvufu'ndan" ve "Risâle-i Nur'dan" seri yazılarının yayımlandığı bu dönemde dergi daha çok dinî ve siyasî bir görünüştedir. Edebiyat ve sanat çok amatör seviyede ve okuyucu şiirlerine münhasır kalmıştır. V. Dönem. 16 Kasım 1951-12 Aralık 1951, günlük, 27 sayı. VI. Dönem. 16 Mayıs 1952- 19 Eylül 1952, günlük, 122 sayı. VII. Dönem. 7 Mayıs 1954 - 9 Temmuz 1954, haftalık, 10 sayı. Dinî ve siyasî yazıların dışında bu dönemde derginin edebî muhtevasını Âsaf Hâlet Çelebi'nin ve Nahit Sırrı Örik'in yazıları oluş-



turmuştur. Necip Fazıl'ın "Poetika'sının esasını teşkil eden parçalarla "Altın Halka" yazı serisi de yine bu dönemde neşredilmiştir. VIII. Dönem. 30 Mart 1956 2 Mayıs 1956, günlük, 35 sayı. IX. Dönem. 6 Mart 1959-10 Ekim 1959, haftalık, 33 sayı. Edebiyat ve sanat konularının da yer aldığı bu dönemde "Ruh ile Nefs", "0 ki 0 Yüzden Varız" seri yazıları yayımlanmıştır. X. Dönem. 30 Eylül 1964 25 Kasım 1964, haftalık, 9 sayı. Necip Fazıl'ın Hz. Peygamber'in hayatını anlattığı manzum "Esselâm"ı ve "Gençlere Vaaz"ı bu dönemde çıkmıştır. XI. Dönem. 22 Eylül 1965- 12 Ocak 1966, haftalık, 17 sayı. XII. Dönem. 19 Temmuz 1967 10 Ocak 1968, haftalık, 26 sayı. XIII. Dönem. Mayıs 1969-Aralık 1969, aylık, 7 sayı. XIV. Dönem. 6 Ocak 1971 -28 Nisan 1971, haftalık, 17 sayı. XV. Dönem. 8 Mayıs 1978-5 Haziran 1978, haftalık, 5 sayı. Adını, çıkışından altı yıl önce Necip Fazıl'ın yazdığı ve "Türk Millî Marşı" olarak adlandırdığı şiirden alan Büyük Doğu'nun ilk sayısında başlık altına "Fikir - Sanat-Hareket-İş" ibaresi konmuştur. Daha çok siyasî karakteri olan bu dönemin kapaklarında, o yıllardaki benzeri dergilerde olduğu gibi savaş fotoğrafları ve çarpıcı alt yazılar yer almıştır. Necip Fazıl'ın dünya görüşünü ve cemiyet nizamına ait düşüncelerini aksettiren "İdeolocya Örgüsü" yazıları da bu dönemde başlamıştır. "İdeolocya Örgüsü"nün ilk yazısındaki, "Büyük Doğu Türk vatanının sınırları dışında herhangi bir coğrafya planını kucaklamıyor" ifadesi, derginin aynı zamanda millî karakterini belirtir. Nitekim ikinci dönemden itibaren kapaktaki dergi adının (ğ) harfi üzerindeki işaretin yıldızıyla beraber hilâl şeklinde olması da aynı sebepten kaynaklanmıştır. İlk iki dönemden sonra giderek dinî makale ve tefrikalara geniş şekilde yer veren Büyük Doğu'da, Ağaç mecmuasında olduğu gibi, Necip Fazıl yazar kadrosunun siyasî yelpazesini zaman zaman oldukça geniş ve müsamahalı tutma yoluna gitmiştir. Dergideki birçok yazı çeşitli takma adlarla kendisi tarafından kaleme alınmış, bazı yazıları da değişik dönemlerde mükerrer olarak yayımlamıştır. Kendi imzası dışında Ne - Fe - Ka, Büyük Doğu, Be - De, Ahmet Abdülbâki, Adıdeğmez, Hikmet Sahibinin Abdinin Kölesi, Hi - Ab - Kö, Ozan, Bankacı, Prof. Ş. Ü„ Neslihan Kısakürek takma adlarını kullanmıştır.



Büyük Doğu, geniş yazar kadrosu çerçevesinde şiirle birlikte hikâye, eleştiri, deneme ve günlük türlerinde yazıların yayımlandığı önemli bir yayın organı olmuştur. Bu sanat ve edebiyat türlerindeki yazılar yanında dergide siyaset, din, yakın devir tarihi, teknik, hukuk, tıp, masonluk, II. Abdülhamid ve Tanzimat'ın mahiyeti gibi konularda da dikkat çekici, uyarıcı ve ilmî yazılara yer verilmiştir. Polemikleri, sansasyonel kapanış ve çıkışlarıyla da dikkati çeken Büyük Doğu, Türkiye'de İslâmcı harekete yol açan belli başlı yayın organlarından biri durumundadır. Dinî yayınların hemen hiç bulunmadığı bilhassa 1950 öncesinde gençlerin dinî kültüre yönelmesinde oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. Bakanlar kurulu veya mahkeme kararıyla sık sık kapatılan, polis vasıtasıyla toplatılan, takibe uğrayan veya çeşitli sebeplerle sahibi tarafından yayımına ara verilen Büyük Doğu, "Kaldırımlar Şairi "nden sonra Necip Fazıl'ı tanıtan ikinci bir unvan olmuştur. Derginin adı altında ve sloganları etrafında bir de siyasî cemiyet (o yıllarda parti kavramıyla eş anlamda) kuran Necip Fazıl, bu vesile ile memleketin hemen bütün şehirlerini dolaşıp büyük ilgi görmüş ve coşkun bir dinleyici kitlesini arkasında sürükleyen konferanslar vermiştir. Büyük Doğu'daki birçok yazısı yüzünden Necip Fazıl değişik iktidarlar devrinde adlî takibata uğrayarak hakkında defalarca beraat, tevkif ve hapse mahkûmiyetle sonuçlanan kararlar verilmiştir. BİBLİYOGRAFYA: Hasan



Çebi, Bütün



Kısakürek'in



h a n Okay, Necip s.



15-18;



Yönleriyle



Necip



Fazıl



Şiiri, A n k a r a 1 9 8 7 , s. 4 7 - 4 8 ; OrFazıl Kısakürek,



a.mlf.,



"Kısakürek,



A n k a r a 1987, Necip



Fazıl",



TDEA, V, 3 2 9 - 3 3 3 ; M u z a f f e r D o ğ a n ,



"Büyük



D o ğ u ' d a Y a z ı Y a z a n l a r ı n Listesi", Suffe



tür Sanat



Yıllığı



1984: Necip



Fazıl



Kül-



Armağanı,



İstanbul 1 9 8 4 , s. 2 4 3 - 2 4 5 ; a.mlf., " B ü y ü k D o ğ u " , a.e., s. 4 9 4 - 4 9 7 ; M u s t a f a Özer, D o ğ u " , TDEA, 1, 483-484.



IFFLU



r



L



"Büyük



rn OKHAN



BÜYÜK HAN Kıbrıs'ta XVI. yüzyıl sonlarında yapılan han.



OKAY



n



J



Lefkoşe şehrinde bulunan Büyük Han adadaki Türk mimari eserlerinin en başta gelenlerindendir. Kıbrıs fethinin arkasından buraya tayin edilen ilk Türk beylerbeyi olan Muzaffer Paşa tarafından 1572 tarihine doğru yaptırıldığı ileri sü-



514



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK KAPI rülmektedir. İngiliz yazar G. Jeffery de kaynak göstermeksizin G. Mariti'nin, bu hanın Muzaffer Paşa evkafından olduğ u n u yazdığını bildirir. Güney Anadolu'daki Alâiye (Alanya) ile Kıbrıs arasında yapılan ticarette tüccarlar bu h a n d a konakladıklarından buraya Alâiyeliler Hanı denildiği gibi o z a m a n Anadolu'nun güney kıyıları Karaman eyaleti sayıldığı için Karamanlılar Hanı da denilmiştir. Hanın yapım tarihini kesin olarak bildiren bir kitâbe yoktur. Bir arşiv belgesinden (BA, Ruüs Defteri, nr. 221, s. 164), 18 Safer 979 ( 1 2 T e m m u z 1571) tarihin-



Büyük Han'ın alt kat planı ( G ö n ü l Oney'den)



ve avlusundaki köşk mescid



de Muzaffer Paşa'nın Kıbrıs kalelerinin tamiri için İstanbul'dan m i m a r istediği ve b u n u n için Bostan adlı bir m i m a r ı n gönderildiği öğrenilmektedir. Aynı mimarın Lefkoşe'deki bu hanı da yapmış olması m ü m k ü n d ü r . Büyük Han Kıbrıs'taki Türk idaresi boyunca esas görevine uygun olarak kullanılmıştır. Ancak a d a d a bir süre araşt ı r m a yapan Jeffery'nin 1918'de bildirdiğine göre bina Kıbrıs'ın ana cezaevine d ö n ü ş t ü r ü l m ü ş ve o sıralarda hâlâ bu kullanışın izlerini taşımaktaydı. Bir ara fakir ailelere barınak olmuş, İngiliz idaresinin sonlarına doğru tamirine başlanmış, f a k a t çalışmalar uzun bir m ü d d e t t a m a m l a n m a d a n kalmıştır. Halen t a m i r çalışmaları sürmektedir. Büyük Han, klasik d ö n e m Osmanlı Türk hanları tipinde, k e s m e t a ş t a n inşa edilmiş iki katlı bir yapıdır. Hanın esas girişi, dışarıya sivri bir kemerle açılan bir eyvan biçimindedir. Bu cephede han duvarına bitişik olarak t e k k a t üzerine bir sıra halinde d ü k k â n l a r yer alır. Bunlar sonraları çok bozulmuştur. Ası! girişin t a m karşısında ikinci bir kapı vardır. Ön cephedeki çapraz tonozla örtülü dükkânlar, esas hanın alt katında bitişik oldukları hücrelerle bağlantılıdır. Alt katın gözleri t e k n e tonozlarla örtülü olup avlunun dört tarafında uzanan revaklara açılırlar. Çapraz tonozlu bu revaklar sivri kemerlidir. Bunların pâyeleri belirli bir üslûba işaret etmeyen başlıklara sahiptir.



Avlunun iki köşesinde yukarı kata çıkışı sağlayan birer taş merdiven vardır. Üst kat odaları tüccarların barınması için kullanıldığından hepsi dışarıdan ışık alan birer menfeze sahiptir. Her oda birer t e k n e tonozla örtülü olup önlerinde dolaşan revak çapraz tonozlarla örtülmüştür. Revakların sivri kemerlerini taşıyan sütunların başlıkları da zemin katında olduğu gibi kaba işlenmiş ve belirli bir üslûbu aksettirmeyen bir işçiliğe sahiptir. Kapı ve köşelerdekiler de dahil olm a k üzere üst katta kırk hücre vardır. Büyük Han'ın avlusu ortasında, n a m a z m e k â n ı n a iki taraflı merdivenle çıkılan sekizgen planlı bir mescid vardır. Bazı cephelerinde pencereleri olan ve üstü bir kubbe ile örtülü bulunan mescidin alt katı sütunlara oturan kemerler halindedir. Benzerlerinde olduğu gibi burada aslında bir şadırvanın bulunması gerekir; ancak sonraları bu şadırvanın akar suyu kemer aralıklarının bazıları kapatılarak bir çeşmeye dönüştürülmüştür.



han ve kervansaraylarının bir numunesidir. Orta avlusundaki fevkanî mescidiyle, Bursa'da Yıldırım Bayezid'in XV. yüzyıl sonunda yaptırttığı Koza Hanı'na ve 1. Mehmed'in XV. yüzyılda inşa ettirdiği İpek Hanı'ndaki mescidlere benzer. Büyük Han, Kıbrıs'ın Osmanlı d ö n e m i Türk mimari eserleri arasında en başta gelen anıtlardandır. BİBLİYOGRAFYA: BA, Ruüs Defteri, nr. 221, s. 164; G. Jeffery, A Description of the Historic Monuments of Cyprus, Cyprus-Nicosia 1918, s. 98; Cevdet Çağdaş, Kıbrısta Türk Devri Eserleri, Lefkoşe 1965, s. 11; Emel Esin, Turkish Art in Cyprus, Ankara 1969, s. 28, İv. XXV-XXVI; Gönül Öney, "Lefkoşe'de B ü y ü k H a n ve K u m a r c ı l a r h a n ı " , Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi (1969), Ankara 1971, s. 271-297; Oktay Aslanapa, Kıbrıs'da Türk Eserleri, İstanbul 1975, s. 12-17; Semavi Eyice, "Kıbrıs'ın Tarihi ve T ü r k Eserleri", TTOK Belleteni, XLlV/323 (1974), s. B



F



Jeffery, burada 1,50 m . yüksekliğinde bacalar tesbit etmiş ve bunlara dayanarak Büyük Han'ın kuzey kanadının belki Türkler'den önce Ortaçağ içlerinde yapılmış olabileceğini ileri sürmüştür. Ancak bu görüş hiçbir ilmî esasa dayan-



^



SEMAVI EYİCE



n



B Ü Y Ü K KAPI Necip Fazıl Kısakürek'in (ö. 1983), mürşidi Abdülhakim Arvâsî'yi anlattığı eseri.



Necip Fazıl Büyük



Doğu



dergisinde 2



Kasım 1945'ten itibaren "Halkadan Pırıl-



m a m a k t a d ı r . Lefkoşe'de Türk d ö n e m i mimarisinin en belirli örneği olan Bü-



tılar" başlığıyla bir çeşit yeni evliya men-



yük Han, her özelliğiyle klasik Osmanlı



anekdotlar ve vecizeler yayımlamaya baş-



kıbeleri tarzında kısa hayat hikâyeleri, ladı. Bu seri, ifade değişiklikleri ve bazı ilâvelerle, aynı isim veya "Veliler Ordusundan 333" adı a l t n d a derginin hemen b ü t ü n dönemlerinde devam etti. Ayrıca 1948'den itibaren kitap halinde de çeşitli baskıları yapıldı. 1965 yılında yayımlanan Büyük



Kapı



ise (2. bs. 1966) yazarın bu t ü r e girebilecek yazılarının biraz daha geliştirilmesinden d o ğ m u ş t u r . Kitaplarının tertibi,



515



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK KAPI taşıdığı isimler ve tefrikaları arasındaki



BİBLİYOGRAFYA:



ilişkileri çok karışık olan Necip Fazıl'ın Büyük Kapısı da daha sonra O ve Ben



Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek,



(İstanbul 1974,4. bs. 1987) adıyla bazı değişiklikler yapılarak yeniden yayımlanmıştır. Eser üç bölümden meydana gelir. "Tanıyıncaya Kadar" adını taşıyan birinci bölümde, Necip Fazıl'ın 1904-1934 yılları



1987, s. 9-10; a.mlf., "Kısakürek, N e c i p Fazıl", TDEA, V, 333; Hasan Çebi, Bütün



Yönleriyle Necip Fazıl Kısakürek'in Şiiri, Ankara 1987, s. 42, 44; Kâtip Sezer - Osman Burak, "1983 Türkiye'sinde D i n î Yayınlar", Suffe Kültür Sanat Yıllığı 1984: Necip Fazıl Armağanı, İstanbul 1984, s. 106; Muzaffer Doğan, "Necip Fazıl K ı s a k ü r e k ' i n Eserleri", a.e„ s. 232, 235.



arasında Çemberlitaş civarındaki konakta başlayan çocukluk yılları, Cumhuriyet d ö n e m i n d e Avrupa'ya gönderilmesi ve Paris'teki hayatı anlatılmaktadır. "Tanıdıktan Sonra" adlı ikinci bölümde, 1934-



laşıldığına göre kule Büyük Vâlide Hanı'Ankara



B



r



ORHAN



OKAY



(bk. TÜRKİYE BÜYÜK MÎLLET MECLİSİ).^



Büyük Kapı'dan sonra yayımlanan Büyük Kapı-Ek ise (İstanbul 1966), Büyük Doğu'nun 1954 ve 1959 yıllarında yayımlanan sayılarında çıkan "Altın Halka" başlıklı yazılardan teşekkül etmiştir. Bu sonuncu kitap, Nakşibendî tarikatının Hz. Ebû Bekir'den başlayıp Ebü'lHasan Harakânî, Ebû Ali el-Fârmedî ile Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî'ye ulaşan kolundaki velîlerin menkıbevî biyografilerini ihtiva eder. Büyük Kapı-Ek'te Seyyid Fehim Arvâsî'ye k a d a r otuz iki, Başbuğ Velilerden 33 'te aynı kadroya Abdülhakim Arvâsî de dahil edilerek otuz üç velî zikredilmiştir. Her iki kitapta birinci halka olarak Hz. Peygamber yer almaktadır.



F



BÜYÜK OSMAN BEY



"



(bk. OSMAN BEY, Büyük).



L F



topografya ve arkeoloji incelemeleri yapan Fransız, Albi'li Pierre Gilles bu kuleyi Eirene Kulesi olarak adlandırır. 15531555 yıllarında İstanbul'da bulunan ve Galata sırtlarından şehrin büyük bir panorama manzarasını çizen Alman, Flensburglu Melchior Lorichs de (Lorck) bu büy ü k resimde Uzunçarşı'daki İbrâhim Paşa Camii'nin az berisinde bu kuleyi büt ü n heybetiyle göstermiştir. O sıralarda



B Ü Y Ü K MİLLET M E C L İ S İ



1943 yılları arasında, A b d ü l h a k i m Arvâsî ile tanışması, düştüğü bunalım ve şüpheler, bunlara onun verdiği cevaplar bulunmaktadır. Büyük Kapı'da "Vefatından Beri", O v e B e n ' d e ise "0 Günden Beri" adını taşıyan üçüncü b ö l ü m d e ise Abdülhakim Arvâsî'nin ö l ü m ü n d e n sonra yazarın karşılaştığı sıkıntılar ve bu sıkıntıları mürşidinin mânevî desteğiyle nasıl yendiği anlatılır. 1943-1947 yılları arasındaki d ö n e m i n ele alındığı bu b ö l ü m d e ayrıca Necip Fazıl'ın Büyük Doğu macerası, hapishane hayatı ve nefsini istediği gibi terbiye edemeyişinden d u y d u ğ u ıstırap etkili bir şekilde dile getirilir.



nın inşasından önce de vardı. Nitekim 1544-1555 yılları arasında İstanbul'da



J



B Ü Y Ü K VÂLİDE HANI



hayli yüksek olan kule sonraları alçalmıştır. XIX. yüzyıl sonlarına doğru SebahJoaiIIier fotoğrafhanesi tarafından Galata Kulesi'nden çekilen resimlerde kule kare şeklindeki kitlesiyle belli olmaktadır. B u g ü n ise artık çevredeki yüksek yapılaşma yüzünden daha az belirgindir. Büyük Vâlide Hanı'ndaki odalarda ge-



İstanbul'da XVII. yüzyılda yapılan şehrin en büyük ticaret hanı.



nellikle bekârlar yaşıyordu. ^



nınmış kişileri olmuşlardır (Lârî M e h m e d



Efendi, Yeğen Mehmed Paşa gibi). Fakat Ana cephesi S u l t a n h a m a m ' d a n Beya-



handa büyük ölçüde İranlılar ve Şiî Azeri-



zıt'a çıkan Çakmakçılar Yokuşu boyun-



ler barınıyordu. Bunların arasında bazı



ca III. Sultan Mustafa Camii hizasından



Ermeni tüccarların da varlığı bilinmekte-



başlayıp yokuşun ü s t tarafına kadar de-



dir. J. de ThĞvenot'dan öğrenildiğine gö-



v a m ederek arka taraftan da Uzunçar-



re İstanbul'a gelen bazı yabancılar da



şı'da İbrâhim Paşa Camii yanına kadar



XVII. yüzyılda bu handa kalıyorlardı. 1652



geniş bir alanı kaplar. Haliç'e h â k i m bir



yılında, yani Vâlide Hanı'nın inşasından



sırt



üzerinde



bulunmaktadır.



Ölçüleri



pek az sonra İstanbul'a gelen Fransız sey-



bakımından İstanbul'un en büyük tica-



yahı, padişahın annesi tarafından yaptı-



ret hanı olan Büyük Vâlide Hanı, Sultan



rılan bu hanın şehirdekilerin en güzeli



IV. Murad'ın (1632-1640) saltanat yılları



o l d u ğ u n u belirterek yabancı tüccarların



içinde padişahın annesi Vâlide Kösem



burada daima barınacak ucuz bir oda ile



Sultan tarafından



Üsküdar'daki



mallarını koyacak bir ardiye bulduklarını



Çinili Cami olmak üzere çeşitli yerlerde-



başta



yazar. Burada o yıllarda her yolcuya bir



ki hayratına gelir s a ğ l a m a k



gayesiyle



yatak, örtüler, halı ve yastklar verilmek-



yaptırılmıştır. Evliya Çelebi'nin yazdığı-



teydi. Ancak İranlı Şiîler Büyük Vâlide



na göre hanın yerinde evvelce Cerrah



Hanı'nı bir merkez yapmışlar ve muhar-



M e h m e d Paşa'nın sarayı bulunuyordu.



rem âyini bu hanın birinci avlusundaki



Yıkılmış veya yanmış olan bu sarayın yerinde inşa edilen bu "şeddâdî" hanın bir tarafında da d ö r t köşe bir c i h a n n ü m â kule yükseliyordu. Naîmâ'nın ifadesine göre Kösem Sultan'ın yirmi sandık florin



Büyük Vâlide Hanı - Mercan / istanbul



altını olan şahsî serveti bu kulede saklanıyordu. Sultanın ö l ü m ü n d e n sonra bu



&



m u a z z a m hazine devlete kalmıştır. Büyük Vâlide Hanı'nın bir köşesinde gerçekten kare planlı bir kule bulunmaktadır. Schneider'in görüşüne göre bu kule Bizans çağından kalmıştır.



İmpara-



torun saray muhafızının (Drungarios tes



Yorri Şartftteflı*yaficteKm»



Büyük Kapı'tun ilk baskısının kapağı



Bunlardan



bazıları sonradan Osmanlı tarihinin ta-



Biglas) m a k a m ı olan Vigla'nın da (Bigla) bu çevrede olması muhtemeldir. Bir ihtimale göre kule bu Vigla'ya aittir. An-



516



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK VÂLİDE HANI Mescid-i îrâniyân'ın etrafında cereyan eden büyük bir gösteri durumuna girmiştir. Hatta kanlı ve sert bir mahiyeti olan, bu sebeple bilhassa yabancıların görmeye gittikleri bu gösteri seyahatnamelerde ve seyyah rehberlerinde önemle yer almıştır. Geçen yüzyılın sonlarında İstanbul'da yaşayan G. des Godins de Souhesmes, Büyük Vâlide Hanı'nda şahit olduğu böyle bir âyini anlatr. O gece burada toplam 8000 seyirci arasında oldukça çok sayıda Avrupalı sosyete kadınının bulunduğunu belirtir. Vâlide Hanı basın tarihi bakımından da önemli bir yerdir. R. Ekrem Koçu'nun Cevdet Paşa'dan naklen işaret ettiğine göre İranlılar ilk Kur'ân-ı Kerîm baskılarını kaçak olarak Büyük Vâlide Hanîndaki basımevlerinde yapmışlardır. Yine burada bulunan matbaalarında çok tutulan kitapların korsan baskıları gerçekleştirilmiş ve İstanbul'da ilk olarak resimli dinî kitap ve levhaları da burada basmışlardır. Hanın Çakmakçılar Yokuşu kenarında bulunan birkaç Ermeni kitapçı dükkânı ise Batı'dan özellikle Fransa'dan getirilen kitapları satıyorlardı. Bunlardan son ikisi 1950'li yıllara kadar mevcuttu. Büyük Vâlide Hanı'nın Çakmakçılar Yokuşu üzerindeki dükkânlı cephesi muntazam kesme taştan ve tuğladan yapılmıştır. Bu cephedeki kapısı üstünde her biri dört kademeli yedi konsol üzerine oturmuş bir köşkü andıran pencereli bir çıkması vardır. Esasında inşaatının çok temiz bir işçilikle yapıldığı görülen içerideki sivri revak kemerleri de taş pâyelere oturmaktadır. Aslında kubbelerin kurşun kaplanmış olduğu anlaşılıyor. Fakat son devirde bunlar harap olduğu için t a m a m e n sökülmüştür. Büyük Vâlide Hanı eğimli bir arazi üstünde ve kurulm u ş bir şehir dokusu içine yerleştirildiğinden planı m u n t a z a m değildir. Ana kapıdan üçgen biçiminde küçük bir avluya girilir. Bunu takip eden ikinci avlu ise hemen hemen kare biçimli olup 63 x 66 m. ölçüsündedir. Bu avlunun ortasında mescid bulunur. Avlunun bir köşesindeki dar bir dehlizden geçilen üçüncü avlu dikdörtgen biçimli olup bodrumunda arazi meylinden faydalanmak suretiyle ahırlar yapılmıştır. Birinci ve ikinci avluda 153, üçüncü avluda 57 olmak üzere toplam 210 odası olduğu ileri sürülmektedir. Alt kat odaları beşik tonozlu, üst kat odaları kubbeli, revakları ise tonozludur. İkinci ve üçüncü avlulara açılan geçit dehlizleri çapraz tonozludur. Her odanın hem dışarıya hem de revak-



lara açılan pencereleri olduktan başka içlerinde ocakları ve dolap nişleri vardır. Üçüncü avlu köşesindeki 25 m. kadar yüksekliğe sahip kule 12 x 12 m. ölçüsündedir ve bugün harap durumdadır. Orta Bizans devrinde yapılmış olduğu tahmin edilen kule hanla birleştirilirken Türk duvar tekniğine göre dışı kısmen yenilenmiş, katlar ihya edilirken içine de kubbeli bir oda yapılmıştır. Kule bugün Karaköy Köprüsü üstünden bakıldığında görülebilmektedir. Yakından incelendiğinde de taş ve tuğla dizileri halinde yapıldığı, bazı pencerelerinden başka top lumbarları gibi yuvarlak menfezleri olduğu tesbit edilmektedir. Büyük Vâlide Hanı tarihî ve mimari değerinin çok büyük olmasına rağmen son bir yüzyıl içinde bakımsızlık ve keyfî değişikliklere kurban edildiğinden bazı kısımları yıkıldığı gibi esas mimarisini bozan değişikliklere uğramış, bir taraftan da avluların içlerine yapılan çirkin ilâvelerle tahrip edilmiştir. Halbuki 1905'e doğru C. Gurlitt'in beraberindekiler tarafından çekilen fotoğraflarda, avlu revakları önlerine eklenen yapıların hanın güzel kâgir kemer düzenini bir dereceye kadar gizlemekle beraber çok çirkin olmadıkları, belirli ahşap ve kâgir bir estetiğe sahip bulundukları görülür. Avludaki mescid 1952'de yapılan şekliyle minaresiz, dikdörtgen, altında bir sıra dükkân bulunan kâgir bir binadır. Dışı taşı taklit eden bir sıva ile kaplıdır.



Han-ı Sagîr (küçük han) denilen arkadaki bölümünün 21 Mart 1926'da yıkılması üzerine şehremaneti (belediye) tarafından tehlikeli görülen bölümleri yıktırılmıştır. Bundan sonra t a m a m e n bakımsız kalan Büyük Vâlide Hanı bir taraftan bir harabe haline gelirken diğer taraftan da aslî bünye ve mimarisini bozan inşaatlarla tarihî karakterine aykırı düşen bir biçime sokulmuştur. Hanın büyük avlusu ortasında bulunan ve Mescid-i îrâniyân adıyla tanınan fevkanî ahşap mescid 1950'li yıllarda bir yangın sonunda t a m a m e n harap olmuş, 1951'de İranlılar Yardım Derneği tarafından şimdiki biçimiyle yeniden yaptırılmıştır.



Büyük Vâlide Hanı'nın 1906 yılı yazında bir kısmının yıkıldığı ve bazı kısımlarının da tehlikeli görülerek boşaltıldığı bir gazete haberinden öğrenilmektedir. Fakat herhalde İstanbul'da büyük tahribat yapan 1894 zelzelesinin sonucu olarak bu bölümler önce çatlamış sonra da yıkılmış olmalıdır. Vâlide Hanı'nın



ThĞvenot, Relation



Büyük Vâlide Hanı'nın XX. yüzyıl başında çekilmiş bir fotoğrafı (C. Gurlitt, Iv. 74)



İkinci avludan üçüncüye geçit sağlayan tonozlu dehlizin sol duvarında 1320 (1902-1903) tarihli bir çeşme ayna taşı mevcuttur. Sokaktan birinci ve oradan ikinci avluya açılan kapıların ağaç üzerine iri başlı dövme çivilerle çakılmış demir levha kaplı kanatları henüz durmaktadır. Dış kapı halen tatil günlerinde kapatılmakta ve üzerinde yer alan küçük kapı kullanılmaktadır. 1989 Ekiminde birinci avlu çok kötü durumda idi. İkinci avluda revak kemerleri önlerine yapılan yeni inşaatla kapatılmış, yalnız sol tarafta bazı kemerlerin sadece üstleri görülebilmekteydi. Üçüncü avlu ise içini dolduran yeni inşaatla kapatılmıştı. Hanın uç kısımlarında yıkık bölümler vardı. BİBLİYOGRAFYA: Evliya Çelebi, Seyahatname,



I, 325; J. de d'un voyage fait au Levant, Paris 1664, s. 49; a.mlf., L'Empire du Grand Turc, u u p a r un sujet de Louis XIV (nşr. F. Billacois), Paris 1965, s. 72-73; Naîmâ, Târih, V, 112; Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi', I, 218; II, 184; G. G. de Souhesmes, Au Pays des Osmanlis, Paris 1894, s. 143-145; E. Oberh u m m e r , Konstantinopel, München 1902, İv. IX; C. Gurlitt, Die Baukurıst Konstantinopels, Berlin 1908-12, I, 51, Iv. 74; A. M. Schneider, " M a u e r n u n d Tore a m G o l d e n e n H o r n z u Konstantinopel", Machrichten der Akademie in Göttingen-Phil-Hist. Klasse, Göttingen 1950, s. 85-87, 89; W. Caskel, " S c h e n k u n g s u r k u n d e S u l t a n I b r a h i m s für d i e V a l i d e M a h p e y ker S u l t a n (Kösem) v o n 1049/1640", Documenta Islamica Inedita, Berlin 1952, s. 251262; Feridun Akozan, "Türk H a n ve Kervansarayları", Güzel Sanatlar Akademisi Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, 1, 133-137, 145, 158-160; Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mimarisi, İstanbul 1976, s. 96-98, 217, 243244 ; W. Müller-VViener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 45, 376; Eminönü Camileri (nşr. Türkiye Diyanet Vakfı), İstanbul 1987, s. 203-204; R. Ekrem Koçu, "Büy ü k V a l i d e H a n ı " , İSLA, VI, 3307-3313. S



SEMAVİ E Y İ C E



517



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜK YENİ HAN dan bu yana hanın üzerinde hiçbir yeni çalışma yapılmamıştır.



B Ü Y Ü K YENİ H A N İstanbul'da Bakırcılar'dan Mahmutpaşa'ya inen Çakmakçılar yokuşu üzerinde XVIII. yüzyılda yapılan bir ticaret hanı. L



_!



Beyazıt'tan Sultanhamam'a dik bir yokuş halinde inen Çakmakçılar Yokuşu'nun sağ kenarında ve XVII. yüzyılda yapılan Büyük Vâlide Hanı'nın alt köşesi karşısındadır. Üst tarafında Sandalyeciler, alt tarafında Çarkçılar, arkasında ise Tarakçılar sokaklarının çevrelediği bir alan üzerinde kurulmuştur. Sandalyeciler sokağının üst kısmındaki tek kubbeli Sultan Mustafa Camii'ne bitişik Küçük Yeni Han da komşusu olan Büyük Yeni Han ile aynı zamanda yapılmıştır. Büyük Yeni Han'ın XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafından vakıflarına gelir sağlamak üzere yaptırıldığı bilinmekle beraber kuruluş tarihi hakkında açık bilgiler yoktur. R. Ekrem Koçu hanın tarihiyle ilgili olarak birkaç ipucuna işaret eder ki üzerinde durulmaya değer. Hanın bir köşesinde 1177 ( 1 7 6 3 - 6 4 ) tarihini gördüğünü yazdığı gibi 1817'de Venedik'te basılmış Ermeni harfleriyle Türkçe bir salnâmedeki bir kayıttan da bahseder. Burada Büyük Yeni Han'ın Sultan III. Mustafa tarafından 1761'de yaptırıldığı bildirilmektedir. Böyle büyük bir yapının inşası kısa bir sürede bitirilemeyeceğine göre yapıma 1761'de başlandığına ve 1763'te tamamlandığına ihtimal verildiği takdirde tarihler arasındaki fark meselesi çözümlenmiş olur. R. Ekrem Koçu'nun yerini belirtmediği tarih ise hanın Çakmakçılar Yokuşu ile Sandalyeciler sokağı köşesindeki kuşevinin altındadır. Bu kuşevi, binanın en üst katının



Büyük Yeni Han'dan bir görünüş — istanbul



Büyük Yeni Han'ın XIX. yüzyılın ilk yarısı içinde W. H. Bartlett tarafından çizilen gravürü {J.



Paordoe,



The



Beauties



of the Bosphorus, L o n d o n , ts., s. 138)



saçağının altında olduğuna göre hanın inşaatının tamamlanması ile bağlantılıdır. Han uzun süre sarraflar tarafından kullanılmıştır. Emniyet Sandığı'nın ilk kurulduğunda Büyük Yeni Han'ın üst katındaki odalarda çalıştığı bilinmektedir. Gl. de BeyliĞ bu hana ayırdığı kısa notunda burayı "Emniyet Sandığı" (Caisse d ' E p a r g n e ) adıyla göstermiştir. 19 Haziran 1868'de açılışı yapılan Emniyet Sandığı 1927'de Cağaloğlu'ndaki binasına taşınıncaya kadar bu handa kalmıştır. Mimarisine zarar vermeyen işlerde kullanılan, m u n t a z a m ve temiz bir iş ve ticaret merkezi durumunda olan han XX. yüzyılda hızla değişmiş ve civarındaki hanların hemen hepsinde olduğu gibi burada da odalar, binaya zarar veren küçük sanayi tesisleri ve dokuma atölyeleri tarafından işgal edilmiştir. Büyük Yeni Han'ın yapımından yetmiş seksen yıl sonra burayı gören İngiliz ressamı Bartlett'in Miss J. Pardoe'nin kitabı için çizdiği resimlerden birinde hanın birinci avlusu tasvir edilmiştir. Girişin t a m karşısındaki b a ğ l a n t bölümü üç kat halinde ikişer kemerli olarak gösterildiğine göre bu durum gerçeğe uymamaktadır. Evvelce bu ara bölümün avluya bakan cephesi önünde de revakların olduğu ve sonraları bunların ortadan kalktığı düşünülürse de böyle bir ihtimal inandırıcı değildir. Fakat şu var ki bu gravür hanın avlusundaki hayatı tüccarları ve malları ile birlikte aksettirmekte, Büyük Yeni Han'ı en temiz ve bakımlı durumu ile tanıtmaktadır.



Büyük Yeni Han, m u n t a z a m yontulm u ş kesme taş ve tuğlalardan karma teknikte inşa edilmiştir. Sadece en alt kat yalnız taştandır. Han dar ve çok meyilli bir arazide yapıldığından topografya ve şehir dokusuna uyma kaygısı ile oldukça ustalıklı ve m u n t a z a m geometrik biçimi olmayan bir plan uygulanmıştır. Hanın esas girişi Çakmakçılar Yokuşu'ndadır. Buradan itibaren bina arkaya doğru uzanır. Odalar dikdörtgen iki iç avlu etrafında toplanmış ve iki avlu birbirinden bir ara kol ile ayrılmıştır. Birinci avlu 42 m., ikinci avlu 25 m. uzunlukta ve 15-12 m. genişliktedirler. Han az rastlanır bir özellik olarak üç katlıdır. Kare kesitli taş pâyelere oturan tuğla yuvarlak kemerli koridorların arkalarında odalar sıralanır. Bunlar da tekne tonozlarla örtülmüştür. Üst katta beşik tonoz kullanılmıştır. Sandalyeciler sokağı cephesi boyunca dış dükkânlar sıralanır. Âbidevî bir g ö r ü n ü m ü olan giriş cephesinde de sokağa bakan dükkânlar vardır. Girişin kalın demir levha kaplı ahşap kapı kanatları halen durmaktadır. Hanın arkada Tarakçılar sokağındaki girişi arazi meyli yüzünden ancak üçüncü kata açılan bir geçit durumundadır. C. Bildik'in 1948 yılında yazdığına göre bazı odalar vaktiyle burada alışveriş yapan tüccar ve sarrafların servetleriyle mütenasip bir şekilde tezyin edilmiştir. Bazı odalarda malakârî tezyinat ile edirnekârî resimler ve sanatkârane yapılmış musandra ve şirvanlar mevcuttur. Aynı yazar bilhassa 34 numaralı odanın çok gösterişli bir tonoz süslemesi olduğuna da işaret eder. Büyük Yeni Han'ın inşaat sanatı bakımından en ilgi çekici tarafı hiç şüphe



Büyük Yeni Han'ın batı duvarında bulunan kuşevi ile alt kısmındaki inşa tarihi



1900'lü yıllarda İstanbul'da, Dresden Teknik Üniversitesi'ndeki öğrencileriyle b ü t ü n eski eserlerin rölövelerini çizmek ve fotoğraflarını çekmek suretiyle çalışmalar yapan Prof. C. Gurlitt bu hanın da bir planını çizdirmiştir. Yalnız bir katın rölövesi olan bu plan eldeki tek çizimdir. Yayımlandığı 1908-1912 yılların-



518



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜKÇEKMECE KERVANSARAYI yok ki Çakmakçılar Yokuşu üzerindeki cephesidir. Burada en üst katın odalarına muntazam bir biçim vermek için bunlar çıkmalar halinde yapılmış ve öndeki sokağın kavsine göre de bu çıkmalara bir köşelerinde sıfıra inecek bir biçim verilmiştir. Çıkmaları taşıyan taş konsollar da gittikçe küçülen ölçülerde yontulmuştur. Türk sivil mimarisinin bu güzel temsilcisinin bir benzerine de Beyazıt Lâleli caddesi üzerinde olan ve 1740 yılı civarında yapılan Hasan Paşa Hanı'nın yandaki Yakup Ağa Camii sokağına bakan cephesinde rastlanır. Bu değerli han 1894 zelzelesi ve 1955-1956 yılı istimlâklerinde büyük ölçüde zarar gördüğünden yalnız üst katın üçgen çıkmalarının konsolları kalmıştır. Büyük Yeni Han'da göze çarpan diğer bir özellik de Sandalyeciler sokağı başındaki köşesinde en yukarıda taştan işlenmiş olan kuşevidir. İstanbul'un kuşevlerine dair bir araştırma yazan Malik Aksel, bu küçük eseri -yanlışlıkla Yeni Vâlide Hanı olarak adlandırarak- şu cümlelerle tarif eder: "Bu yapının da en yüksek ve köşeye düşen bir kısmında tahminen bir metre genişliğinde, tuğlaları çıkmış bir kuşevi, bir masal evi görünüşünü hatırlatır ki, her iki tarafında celî "mâşallah" yazılarıyla bambaşka bir özellik taşır. Bu kabartmada renk renk, dökülmüş, solmuş nakışlar göze çarpar. Dış tesirlerle fazlaca yıpranmış bu küçük ve zarif yapıda, kapılar ve pencerelerden pek az izler ortada kalmış, güvercin ve kuşlara mahsus hücreler biçimlerini kaybetmişlerdir. Bununla beraber büyük bir ihtimamla yapılmış kuşevlerinden biri de muhakkak ki bu zarif eserdir. Buranın yine bir özelliği, yazı ile şeklin bir arada kaynaşması ve birbirini tamamlamasıdır." BİBLİYOGRAFYA: G. de BeyliĞ, L'habitation byzantine-Supplement: Les anciennes maisons de Constantinople, Grenoble- Paris 1903, s. 5, İv. 11; C. Gurlitt, Die Baukunst Konstantinopels, Berlin 190812, s. 51; Semavi Eyice, İstanbul, Petit guide â travers les monuments byzantins et turcs, İstanbul 1955, s. 25-26; Malik Aksel, "İstanbul M i m a r i s i n d e K u ş Evleri", İstanbul Enstitüsü Dergisi, sy. 5, İstanbul 1959, s. 50-51; Ceyhan Güran, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Hanları Mîmârisi, İstanbul 1976, s. 113-115; R. Ekrem Koçu, " B ü y ü k Y e n i H a n " , ist. A, VI, 3313-3316. m M



r L



SEMAVİ E Y İ C E



B Ü Y Ü K A K S O Y , Kenan (bk. K E N A N RİFÂI).



J



B Ü Y Ü K Ç E K M E C E KERVANSARAYI 1



L



İstanbul'da Büyükçekmece'de XVI. yüzyılda yapılan bir kervansaray.



J



Kurşunlu Han olarak da tanınan Büyükçekmece Kervansarayı, İstanbul'dan batı istikametinde Rumeli'ye uzanan ana kervan ve askerî yoldaki menzil yerlerinden biri olarak yapılmıştır. Evvelce aynı yerde Fâtih Sultan Mehmed tarafından bir kervansaray inşa ettirildiğine dair Kritoboulos (Kritovulos) tarafından bilgi verilmekteyse de bu yapıdan bir iz kalmamıştır. Bugün mevcut kervansarayın kimin tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Kanûnî'nin son yıllarında, Büyükçekmece Köprüsü'nün yapımına başlandığı sırada köprü başında aynı padişahın bir çatal çeşme (üçlü çeşme) yaptırdığı, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın da Sinan'a minareli bir mescid inşa ettirdiği göz önüne alınırsa kervansarayın da aynı yıllarda yapıldığı düşünülebilir. Nitekim Sinan'ın eserlerinin listesi olan Tuhfetüi-mi'mârîn ve Tezkiretü7-ebniye'de bu kervansarayın adı geçtiğine göre XVI. yüzyıl içinde büyük ihtimalle Kanûnî devrinde (1520-1566) Sinan tarafından yapılmıştır. Kervansaray, İstanbul'u Batı'ya bağlayan ana yolun üzerinde olduğundan Osmanlı Devleti'nin başşehrine karayolu ile gelen bütün seyyahlar tarafından görülmüştür. G. de Busbecq'in elçilik heyetiyle 1554'te İstanbul'a gelen H. Dernschvvam'ın gecelediği ve seyahatnamesinde tarifini yaptığı yerin burası olduğu sanılmıştır (İstanbul ve Anadolu'ya



Seyahat



Günlüğü,



s. 4 9 ) .



Halbuki



heyetin konakladığı hanın ortasında avlu bulunduğu ve iki katlı olduğu açıkça ifade edildiğine göre bu hanın Büyükçekmece'deki kervansaray olamayacağı bellidir. Böyle bir han ya Küçükçekmece'de olmalıdır veya o tarihlerde buradaki kervansarayın yerinde bulunan Fâtih devri kervansarayı henüz ayaktaydı. Evliya Çelebi, Melek Ahmed Paşa ile 1069 Cemâziyelâhirinde (Mart 1659) Bosna'ya giderken Büyükçekmece Kervansarayı'nda konakladıklarında başından tatsız bir de olay geçmiştir. Büyükçekmece Kervansarayı II. Dünya Savaşı yıllarında askerî depo ve konaklama yeri olarak kullanılmış, sonra bir şahıs tarafından saman ambarı yapılmıştır. Bakımsızlıktan harap bir hale giren bu tarihî eser Vakıflar Genel Müdür-



Büyükçekmece Kervansarayı ve pianı (E.



Yücel'den)



lüğü tarafından 1965-1966 yıllarında tamir ettirilmiştir. Şimdi de bakımsız durumda bulunmaktadır. Büyükçekmece Kervansarayı veya hanı, 41 x 18,50 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı bir yapı olup aralarında tuğla hatıllar konulmuş kesme taşlardan yapılmıştır. Üstü iki tarafa meyilli kırma çata ile örtülmüştür. Binaya Kurşunlu Han da denilmesinden evvelce çatısının kurşun levhalarla kaplanmış olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi üstü alaturka kiremitle örtülüdür. Kervansarayın kuzey cephesinde yuvarlak kemerli tek girişi vardır. İçi yalnız güney cephesindeki pencerelerden ışık alır. Burada en alt dizide sekiz tane mazgal bulunur. Üstteki sekiz pencere ise alternatif olarak yuvarlak ve sivri kemerli biçimlerde açılmıştır. Cephenin üçgen biçiminde yükselen yukarı kısmında da ortada sivri kemerli bir pencere ile iki yanında yuvarlak pencereler vardır. Bu pencerelerin hepsi taştan yontulmuş şebekelere sahipti. Yan cepheler ise sağırdır. Kervansarayın içi, tam ortada sıralanan on destekle ikiye ayrılmıştır. Aslında ahşaptan olan bu destekler, son tamirde kare kesitli beton pâyelere dönüştürülmüştür. Ahşap çatı da bu pâyeler tarafından taşınmaktadır. İki yan duvarların her birinde on bir ocak ile bunların aralarında on iki dolap nişi bulunur. Konaklayanların yataklarını sermesi için bu duvarlar boyunca orta kısımdan yüksek sekiler uzanmaktadır. Büyükçekmece Kervansarayı'nın giriş cephesinde kapının iki yanında birer mekân olduğu kalıntılardan anlaşılır. Bun-



519



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜYÜKÇEKMECE KERVANSARAYI lardan soldakinin tamamen yıkılmış ve sadece bazı izlerinin görünür olmasına karşılık sağdaki iyi durumdadır. Dikdörtgen biçimindeki bu odanın giriş dehlizine açılan kapısı ve iki penceresi olduktan başka dışarıya açılmış, lokma demir parmaklıklı iki penceresi daha vardır. Girişin iki yanındaki bu mekânların ne maksatla kullanıldığı bilinmemektedir. Belki kervansarayın bakımını yapan hancının ikametgâhı idi. Başka bir ihtimal de bunların "paşa odaları" olmasıdır. Büyük kervan ve sefer yolları üzerindeki kervansaraylarda ordu ileri gelenlerinin misafir edilmeleri için paşa odası denilen ayrı mekânlar yapılmıştır. Nitekim Konya-Adana yolu üzerindeki Vezir Hanı'nda da böyle odalar vardır. Büyükçekmece Kervansarayı Osmanlı dönemi Türk mimarisinde ahşap çatılı menzil hanları tipinin bir örneğidir. Bunun benzeri, Anadolu yakasında Gebze'de Çoban Mustafa Paşa Külliyesi'nin bir parçası olan kervansaray ile Vezir Hanı kasabasındaki Köprülü Kervansarayı'dır. Rumeli tarafında bu tip, mimari bakımdan çok daha zengin biçimde Edirne'deki Ekmekçizâde Ahmed Paşa



Kervansarayı'nda (yanlış olarak Ayşekadın Kervansarayı olarak tanınır) temsil edilmiştir. Bu sonuncusunun bir benzeri de şimdi Bulgaristan'da kalan Hasköy (Has-



kovo) Kervansarayı idi. BİBLİYOGRAFYA: H. Dernschwam, İstanbul ue Anadolu'ya Seyahat Günlüğü (trc. Yaşar Önen), Ankara 1987, s, 49; Sât. Tezkiretü'l-ebniye, s. 49, 113; Evliya Çelebi, Seyahatname, III, 291-292; V, 2692 7 2 ; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 374; Erdem Yücel, " B ü y ü k Ç e k m e ce'de T ü r k Eserleri", VD, IX (1971), s. 99-100, 1 plan ve rs. 4", 5; R. Ekrem Koçu, "Büyükçekm e c e H a m " , İsLA, VI, 3225-3227. B



r



yunca hizmet etmiş, Bizans İmparatorluğu'nun son döneminde ise bakımsızlıktan harap olmuştur. "Athyras Köprüsü" denilen bu yapının iki başında birer koruma kulesi bulunuyordu. 1433'te bu köprüden geçen Bertrandon de La Broquiâre, o sıralarda bunun harap bir halde olduğunu bildirir. İstanbul fethinin hemen arkasından Fâtih Sultan Mehmed tarafından tamir ettirilen köprünün daha bir süre öylece kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kanünî Sultan Süleyman'a elçi olarak gelen Ghislen de Busbeke (Busbecq) de bu köprüden geçtiklerini yazar. Aynı elçilik heyetinin arasında bulunan Hans Dernschvvam ise yol üzerinde gördüklerini büyük dikkatle not etmesine rağmen buradaki köprüden bahsetmediğine göre köprü o yıllarda henüz bütün yabancı seyyahların hayranlığını çeken biçimini almamış olmalıdır. Romalılar'ın taş döşeli yolu bataklık içinden geçiyor ve köprüye ulaşıyordu. Bundan da eski köprünün kuzeyde ve batak arazinin içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Kanünî Sultan Süleyman burada yeni bir köprü inşasını istediğinde Hassa başmimarı Koca Sinan, bataklığın üzerinden geçecek kısa bir köprü yaparak iki ucunu araziden yüksekte kaldırımlara bağlamak yerine batak arazinin bütünü üzerinde uzanan çok daha uzun bir köprü yapmayı tercih etmiştir. Bunun için eski Roma Köprüsü'nü tenkit etmiş, "Eski köprüyü .deryadan kaçıp kenardan yana batak içinde düşürmüşler, ol cihetten temel bozulup harap olmuştur, deryadan cânibi hem sığ ve hem sağ yerdir" diyerek projesini daha güneyde kurulacak biçimde tanzim etmiştir. Eyyûbî Menökıb-ı Sultan Süleyman adlı manzum eserinde (s. 266)



SEMAVİ EVİCE



BÜYÜKÇEKMECE KÖPRÜSÜ



n



Büyükçekmece gölünün denize kavuştuğu yerde XVI. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılan köprü. ^



İstanbul'dan Rumeli'ye uzanan kervan ve sefer yolu üzerinde inşa edilmiş büyük bir su yapısıdır. Buradaki alçak ve dar kara parçası genellikle batak olduğundan daha İlkçağ'da geçişi kolaylaştırmak üzere bir köprü yapılması gerekli görülmüştü. İstanbul'u batıya bağlayan Via Egnatia adlı ana yolun üzerinden geçtiği bu köprü bütün Ortaçağ bo-



Büyükçekmece Köprüsü ve köprünün kitâbesi - istanbul



eski köprünün sel taşkınlarından zarar gördüğünü, bu sebeple de yenilenmesine ferman çıktığını ifade eder. Sâî Mustafa Çelebi de Tezkiretü '1 - ebniye'de Mimar Sinan'ın ağzından köprünün yapımını şöyle anlatır: "Buyurdu bendesine hazret-i şâh / Yapam deryaya bir köprü ola râh II Çeküp kavs-i kuzah gibi kemerler / Ki yeksân ola halka bahr ile ber II Salındı ka'r-ı deryada esâsı I Ermişti evc-i a'lâya binâsı II Hakkın avni ile buldu kemâli / Büyükçekmece'deki ol cisr-i âlî". Köprünün üzerindeki kitâbelerden Arapça olanı, eserin Sultan Süleyman'ın emriyle inşasına başlandığını ve oğlu Sultan II. Selim tarafından 975'te (156768) tamamlatıldığını bildirir. Yazı sanatı bakımından çok başarılı olan kitâbenin hattatı ketebe imzasına göre Derviş Mehmed'dir. Kitâbenin sol kenarında ise "amel-i Yûsuf b. Abdullah" ibaresinin okunduğu bir kitâbe daha vardır ki bu da köprüyü yapan mimarın adını vermektedir. Mimar Sinan'ın eseri üzerinde bilinen tek imzası olan bu levhada, tanındığı ad yerine sadece Yûsuf adının yazılışı onun daima alçak gönüllü görünmek isteğinin bir belirtisi olarak kabul edilebilir. Nitekim Sâî Mustafa Çelebi'ye yazdırdığı manzum otobiyografyasında kendisini, "Bu tilmîz-i habîb pîr-i neccâr / Kulun Yûsuf bin Abdullah mi'mâr" şeklinde takdim eder. Osmanlı devrinde Yûsuf adının daima Sinâneddin adı ile beraber oluşu ve devşirmelerde baba adı olarak da "abd"lı adların kullanılması bunun Sinan'ın imzası olduğunu gösterir. Türkçe olan ikinci kitâbede yine Derviş Mehmed'in hattı ile köprünün Sultan Süleyman'ın fermanıyla yapımına başlandığı, fakat onun vefatı üzerine Sultan Selim tarafından bitirildiği ifade edilmiştir. Kitâbedeki tarih beyti şöyledir: "Dedi târihin Hüdâyî ol zamân / Yaptı âb üzre bu cisri Şeh Selîm". Beytin son mısraının ebcedi 975 (1567-68) tarihini verir. Kanunî Sultan Süleyman Büyükçekmece'deki eski köprünün harap halde olduğunu ve yolcuların büyük zorluklarla buradan geçebildiklerini görerek yeni bir köprü inşası için ferman verdiğinde Mimar Sinan yeni köprünün her ayağı için "bir kalyon" büyüklüğünde kalıp sandıkları yaptırmış, bunların içlerine 2-3 insan boyu kazıklar çakılmış ve aralarına kurşun akıtılarak birbirlerine bağlanmıştır. Selânikî Mustafa Efendi'nin yazdığına göre Defterdar Hasan Çelebi ile



520



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜZÜRC b. MUHAMMED muhasebeci Hüsrev Bey bina emini ve bina nâzırı tayin edilmişlerdir. Kanûnî Sultan Süleyman çıktığı Sigetvar seferinde vefat ettiğinden köprünün inşası oğlu Sultan II. Selim tarafından tamamlatılmıştır. Yapımından az sonra selin tahrip ettiği bazı gözler yine Mimar Sinan eliyle tamir edilmiştir. 1061 (1651) yılında buradan geçen Evliya Çelebi, "ibretnümâ" olarak vasıflandırdığı köprünün yirmi altı gözlü ve kitabesinin Karahisârî Hasan Çelebi hattı ile olduğunu bildirirken yanılmıştır. Batıdan kara yoluyla gelirken bu köprünün üstünden geçen bütün yabancı seyyahlar seyahatnamelerinde bu mimari şaheserden hayranlıkla bahsederler. Genellikle köprü İtalyanca olarak Ponte Grande adıyla anılmıştır. Büyükçekmece Köprüsü'nün Lemaitre adında bir ressam tarafından çizilerek Danvin isminde bir hakkâk eliyle hakkedilen, çelik gravür tekniğinde basılmış güzel bir resmi XIX. yüzyıl başlarındaki romantik görünümünü aksettirir. Osmanlı döneminde Rumeli'ye yapılan seferlerin çoğunda bu köprü üzerinden geçilmiştir. 1877 Osmanlı-Rus, 1912 Balkan savaşlarında bozguna uğrayan ordunun bu köprü üzerinden dönüşü de hazin bir hâtıradır. 1960'lı yıllarda bir Rum'un kışkırttığı iki kişi, içinde güya büyük bir hazinenin saklı olduğuna inanarak köprünün kitâbe köşkünde Mimar Sinan'ın adının yazılı olduğu kısmı kitâbe ile birlikte parçalamışlardır. Daha sonra bu kısım ve kitâbe yeniden yapılmıştır. 1970 yılında da tarihî ve mimari önemi göz önüne alınarak köprünün harap olan bazı bölümleri restore edilmiştir. Bugün esas trafik az ileride yapılmış olan modern köprüden geçirilmiş ve bu tarihî eser nisbeten korunmuştur. Büyükçekmece Köprüsü, inişli çıkışlı dört bölümden oluşmuş ilgi çekici bir mühendislik eseridir. Toplam uzunluğu 635,57 m. olup 7,17 m. genişliğindedir. Yedi gözlü olan birinci bölümün uzunluğu 157,23 m. olarak ölçülmüştür. Bunu 25,41 m. uzunluğunda bir bağlantı aralığı takip eder. İkinci bölüm yine yedi gözlü ve 135,10 m. uzunluğundadır. 15,52 m. ölçüsündeki bir aralıktan sonra gelen üçüncü bölüm ise 101,25 m. uzunluğa sahiptir ve beş gözlüdür. 17,34 metrelik bir aralıktan sonra geçilen dördüncü bölüm dokuz gözü ve 183,72 m. uzunluğu ile en büyük bölümü teşkil eder. Köprünün göz sayısı yirmi sekizdir. Sivri kemerli bu gözlerin en küçüğünün açık-



lığı 4,50 m. olmasına karşılık dördüncü bölümde olan en büyüğü 11,86 m. ölçüsünde bir açıklığa sahiptir. Köprünün iki yanında korkuluk levhaları vardır. Ayrıca her bölümün başında ve sonunda bütün Türk köprülerinde görülen babalar bulunmaktadır. Her bölüm arasındaki bağlantı aralıklarının korkuluksuz olması, büyük taşkınlardan suların fazlasının köprüye zarar vermeden buradan aşarak akıp gitmesi için yapıldıklarını düşündürmektedir. Köprünün bir bölümünün ortasında, en geniş kemerin üstünde dinlenme sedirleri vardır. Diğer bir bölümün başında ise karşılıklı olarak birer kitâbe köşkü bulunur. Oturma şekilleri çok ufak olan bu köşklerin satıhlarını Arapça ve Türkçe kitâbeler kaplar. Kitâbenin iki yanındaki pâyelerin başlık yerlerinde, Arapça kitâbenin iki yanına "lâ ilâhe illallah" ve "Muhammedün Resûlullah" ibareleri işlenmiştir. Türkçe kitâbenin pâyelerinde ise "amel-i Yûsuf b. Abdullah" ve "gafferallâhu lehû ve li'l-mübaşirin" yazıları yer almaktadır. Kitabeleri taşıyan köşkler (veya duvarlar) şahnişin şeklinde dışarı taştığından bunların altlarındaki çıkmalar mukarnaslar halinde yapılmıştır. Büyükçekmece Köprüsü, köprü vakfının günümüze ulaşan muhteşem bir örneğidir. Mimar Sinan'ın ustalığını ve hatta dehasını gösteren bu yapı, mimarisi ve çok geniş bir arazi üzerinde kurulmuş olması bakımından da Osmanlı dönemi Türk mühendisliğinin başta gelen bir anıtıdır. BİBLİYOGRAFYA: Eyyûbî, Menâkıb-ı Sultan Süleyman: Risâle-i Pâdişâh-nâme (haz. Mehmet Akkuş), Ankara 1991, s. 264-267; Sâî, Tezkiretü'l-ebniye, Ankara 1965, s. 111; a.e„ İÜ Ktp., nr. T 6826, s. 68-71; Evliya Çelebi. Seyahatname, 111, 291292; J. M. Jouannin — J. von Gaver, Turquie,



Paris 1840, s. 154, İv. 72 (eski gravürü); C. Jirecek. Die Heerstrasse von Belgrad



nach Constantinopel, Prag 1877, s. 53, 102, 113; Orhan Bozkurt, Koca Sinan'ın Köprüleri, İstanbul 1952, s. 54; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 142-147, İv. CIII-CVi; Gülgün Tunç, Taş Köprülerimiz, Ankara 1978, s. 39-42 (39.



BÜZGAŞİYYE



(



)



Sühreverdiyye tarikatının Necîbüddin Ali b. Büzgaş'a (ö. 678/1279) nisbet edilen bir kolu L



r



(bk. NECtBÜDDİN b. BÜZGAŞ).



J



.. ..



n



B U Z U R C b. M U H A M M E D



(



jt



çjj. )



Ebû Muhammed Büzürc b. Muhammed el-Arûzî (II/VIII. yüzyıl [?]) L



Kûfeli râvi, dil ve edebiyat âlimi.



J



Klasik kaynaklardan Mu ccemü'l-üdebûel-Vâiîve el-Fihrist'in bir neşrin-



de (Kahire 1348) adının Berzah ( £jL>* ), Rızâ Teceddüd neşrinde ise Nezerrah ( Cİr") şeklinde tesbit edildiği görülmektedir. Sezgin de Berzah'ı tercih etmiştir (GAS, VIII, 119). İbn Hacer ise adının Büzürc olduğunu söylemektedir. Büzürc, Farsça büzürg (büyük) kelimesinin Arapça'laşmış şeklidir. Büzürc'ün hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmadığı gibi doğum ve ölüm tarihleri de belli değildir. Benî Becîle'nin veya Benî Kinde'nin himayesinde bulunduğu kaydedilmektedir. Güçlü bir hafızaya sahip olmakla beraber aynı bilgileri farklı zamanlarda farklı kaynaklara isnat ederek değişik şahıslara nakletmesi sebebiyle onun rivayetlerine olan güven sarsılmıştır. Ayrıca bilinmeyen ve tanınmayan topluluklardan rivayetlerde bulunması yalancı olarak nitelendirilmesine yol açmış ve bu yüzden son günlerini yalnızlık içinde geçirmiştir. Tâbiîn âlimlerinden Yûnus b. Ubeyd (ö. 139/756) onun için, "Ya en mükemmel veya en yalancı râvidir" diyerek şahsiyeti hakkındaki belirsizliği dile getirmiştir.



mar Sinan, İstanbul 1986, s. 403; H. Baki Kun-



Daha çok aruz üzerinde çalışan Büzürc, Halîl b. Ahmed'in aruz konusunda ortaya koyduğu kuralları tenkit etmiş ve onun kurduğu dâire"leri, koyduğu terimleri reddetmiştir. Büzürc'ün günümüze kadar geldiği bilinmeyen el- cArûiü'l-kebîr, el- cArûzü'ş-sağır, Me'âni'l-'arüz (al-



ter, "Kitabelerimiz", VD, II (1942), s. 448-449;



fabetik olduğu söylenmektedir), en-Nakz



Nezir Tuğrul, " B ü y ü k ç e k m e c e K ö p r ü s ü " , Ar-



C



sayfada Sinan'ın imzasının tahrip edilmiş fotoğrafı bulunmaktadır); Aptullah Kuran, Mi-



kitekt, XIV/5-6, İstanbul 1944, s. 113; Erdem Yücel, " B ü y ü k ç e k m e c e ' d e T ü r k Eserleri", VD, IX (1971), s. 96-99; İbrahim Hakkı Konyalı, "Büy ü k ç e k m e c e K ö p r ü s ü " , İst.A, VI, 3230-3234. S



SEMAVİ E Y İ C E



ale'l-Halîl ve tağlîtuhû iî Kitâbi'l- cArûz, Kitâbü'1-Evsat fi'l-'arüz, Tefsîrü'l-ğarîb ve İbnü'n-Nedîm'in derilere yazılmış bir nüshasını gördüğünü söylediği Binâ'ü'l-kelâm gibi çalışmaları bulunmaktadır.



521



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



BÜZÜRC b. MUHAMMED BİBLİYOGRFYA:



BİBLİYOGRAFYA:



Kantemiroğlu, İlmü'l-mûsiki I, 102-103; Ezgi, Türk Musikisi, I, 179; IV, 254-255; Arel, Türk Musikisi, s. 85-86; Öztuna, BTMA, I, 168-169.



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire 1348, s. 107; a.e. (Teceddüd), s. 78-79; a.e. (Şüveymî), s. 3243 2 5 ; Yâküt, Mu'cemul-üdebâVII, 71-75; İbnü'l-Kıftî, Inbâhü'r-ruvât, I, 276-278; Safedî, el-Vâfî, X, 112-113; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, II, 11; Sezgin, GAS, VIII, 119.



ALÂEDDIN ı-



RAHMI E R



r



1



üi&JS.



n



)



Büzürg b. Şehriyâr er-Râmhürmüzî (IV/X. yüzyıl [?])



Türk mûsikisinde bir birleşik makam.



j l_



Türk mûsikisinde en az sekiz asırdır kullanıldığı bilinen en eski makamlardandır. "Büzürk" olarak da söylenir. Bazı nazariyat kitaplarında "büzrük" şekline de rastlanmaktadır. Farsça bir kelim e olan büzürg "büyük, ulu" mânasına gelmektedir. Dizisi, hüseynî perdesine göçürülmüş bir hüseynî beşlisine, yerinde bir bûselik beşlisi ile rast perdesine göçürülmüş bir çârgâh beşlisinin ilâvesinden meydana gelmiştir. Donanımına herhangi bir ârıza işareti yazılmaz. Makamın güçlüleri birinci derecede hüseynî, ikinci derecede nevâ, üçüncü derecede dügâh perdesi, durağı ise rast perdesidir. Bütün birleşik makamlar gibi inici seyreder.



Kitâbü 'Acâ 'ibi'l-Hind adlı eseriyle tanınan îranlı bir denizci.



_



Hayatı, şahsiyeti ve eğitimiyle ilgili olarak gerek klasik gerekse modern kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur; sadece Râmhürmüzî nisbesinden Hüzistan'ın Râmhürmüz şehrinde doğduğu veya orada yetiştiği anlaşılmaktadır. Seyahat hâtıralarını anlattığı Kitâbü 'Acâ'ibi'l-Hind adli eserinden öğrenildiğine göre 288-342 (901 -954) yılları arasında Güneydoğu Asya'yı gezmiş ve kitabını da muhtemelen dönüş tarihinden hemen sonra yazmaya başlamıştır. Irak sahillerinden gemisiyle yola çıkan Büzürg, hâtırat şeklinde kaleme aldığı 134 küçük hikâyeden oluşan eserinde Güney Hindistan, Gucerât, Hint takımadaları, Çin ve Japonya'da gördüklerini anlatmış, ayrıca tanıştığı gemici, tüccar ve seyyahların bu bölgelerle Doğu Afrika üzerine naklettikleri hâtıralarına da yer vermiştir. Eser anlattığı ülkelerdeki insanların yaşayışlarını, örf ve âdetlerini yansıtması bakımından son derece önemlidir; bu arada o dönemdeki bir Hint mihracesi-



Türk mûsiki repertuvarında tesbit edilebilen büzürg makamındaki eser sayısı yirmi beş civarındadır. Bu makama örnek olarak III. Selim'in çember, Kantemiroğlu'nun darbeyn usulündeki peşrevleri, Sâdık Ağa'nın, "Hûban seninle leyi ü nehâr istînâs eder" mısraı ile başlayan berefşan usulündeki 1. bestesi verilebilir.



H ü s e y n î d e h ü s e y n î beşlisi



B Ü Z Ü R G b. Ş E H R İ Y Â R ( j k ^



BUZURG



YAVAŞÇA



D ü g â h t a bûselik beşlisi



Rastta çârgâh beşlisi



(Sâdık Ağa'dan)



Yürük Semâî



Büzürg b. Şehriyâr'ın Kitâbü 'Acâ'ibi'l-Hind adlı eserinin unvan sayfası (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3306}



nin Kur'ân-ı Kerîm'i kendi diline tercüme ettirmiş olduğunu da haber vermektedir. Bilinen tek nüshası Süleymaniye Kü-



tüphanesi'nde (Ayasofya, nr. 3306) bulunan eserin metnini P. A. van der Lith neşre hazırlamış ve L. Marcel Devic'in Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlamıştır (Leiden 1883-1886). Bu tercüme 1926'da Routledge Yayınevi (Londra) tarafından İngilizce'ye çevrilerek Arapça metnin tıpkıbasımıyla birlikte yeniden basılmıştır. İki yıl sonra P. Quennel'in orijinalinden İngilizce'ye yaptığı bir tercüme ( L o n d o n 1928), daha sonra da J. Sauvaget'nin yeniden yaptığı Fransızca tercüme, onun ölümünden sonra adına çıkarılan bir armağanın içinde (Memorial, Da-



mascus 1954, I, 188-300) neşredilmiştir. Bunlardan başka eser R. I. Ehrlich tarafından Rusça'ya da tercüme edilmiştir



(Moscow 1959). BİBLİYOGRAFYA: Brockelmann, GAL Suppl,



I, 409-410; I. U. Târthu'l-edebi'l-coğrâfiyyi'l-'Arabî (trc. Selâhaddin Osman Hâşim), Kahire 1963, s. 143; Sarton, Introduction, I, 674; Muhammad Zaki, Arab Accounts of India, Delhi 1981, s. 12; "Buzurg i b n Shâhryâr", IC, X I / 4 (1937), s. 493; DMF, I, 426; J. W. Fück, "Buzurg b. Şhahriyâr", Krachkovski,



ye



lel...



bir . . .



le



i..



ki.



lel...



üç . . . .



le



lel . . .



vay . . .



1



li...



cür m ü



ha



ta



Büzürg makamı dizisi ve bir seyir örneği



El 2 (İng.), I, 1358.



522



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



m MI



MUSTAFA L .



BİLGE



BYZANTINİSCHE ZEITSCHRIFT dar yayılmış Zeydî i m a m Ebû Hâşim'in



BÜZÜRGÂN



1131'de öldürülmesidir.



(bk. N A K Ş Î B E N D İ Y Y E ) .



F



B Ü Z Ü R G Ü M M Î D , Kiyâ (



BYZANTINISCHE ZEITSCHRIFT



Büzürgümmîd ölünce Hasan Sabbâh'ın



~



\f )



ziyaretgâh olan türbesinin yanıbaşına g ö m ü l d ü . Yerine oğlu M u h a m m e d Alam u t h â k i m i oldu. B ü z ü r g ü m m î d ' i n nes-



(ö. 532/1138)



li, Hülâgû'nun istilâsına kadar (1256) Alam u t ' t a d a i m a h â k i m unsur olmuştur.



Nizârî Ismâilîler'in Hasan S a b b â h ' t a n sonraki Alamut hâkimi.



B ü z ü r g ü m m î d ' e nisbet edilen "Duâ der Hengâm-ı Hâb" adlı bir metin Londra İsmâilî Araştırmaları Enstitüsü'nde bulun-



^



Uuter &Iit\virköDg



BiLüollıckır C. do Boor-Breslau, l'rot J . B. Bury-Duüiijı, Prof. Ch. DiehlNaacy, Abbi L. Duchesno-Paris, Jfcıobrc do ITnstitui, Hofrat Prof. H. Gelzor-Jon-J., Prof. O. N. Hatzidakis-Atlıcn, Hofrat Prof. V. Jagic-NYion, Prof. N. Koadakov-Pctcrslmrg, Prof.Sp. Lomkros-Athcn, l'rof. E. LegrandParis, Prof. J . MüHot-Tnrin, Prof. J. Psichori-Paris, K. N. Sathos-Vcocdig, îcorr. Hitgl. d. k. bayor. Alcıd. il Wiss., G. Sehltttnborgcr-l'aris, Ifcmbrc do TloJtitnt, Prof. J. Strzygowaici-Grız, Kov. H. î\ Tozor-Osl'orO, Gynuıasiahlir. J£. Trou-Brcslau, l'rol'.Th. Dısponekij-Oûessu, l'roi'. A.Vosolovskij-Pctorsburg



hcrausgûgcbeıı



m a k t a d ı r (Elr., IV, 429). Aslen Deylemli olup R û d b â r ' d a doğdu. Sıhriyet itibariyle Mâzenderan'ın ileri gelen aileleriyle ilgisi olduğu anlaşılmaktadır. Nizârî İsmâiliyye'ye intisap ettikten sonra Hasan Sabbâh tarafından üç arkadaşıyla birlikte, A l a m u t Kalesi'nin batısında Şahrûd vadisinde bulunan ve idarecileri Hasan S a b b â h ' a itaat ettikten sonra isyan eden Lammasar (Lemser) Kalesi'ni zaptetmekle görevlendirildi. 5 Eylül 1102 gecesi kaleyi ele geçiren B ü z ü r g ü m m î d , isyan eden iki idareciyi bizzat öldürdü ve Hasan Sabbâh'ın ölüm ü n e kadar burada yirmi yılı aşan bir süre İsmâilî valisi olarak görev yaptı. Valiliği sırasında kaleyi tamir ettirdi, su getirtti ve çevreyi bahçelerle süsledi. 11091118 yılları arasında Selçuklular'ın saldırılarına karşı m u k a v e m e t eden Büzürg ü m m î d özellikle 1117 Haziranında Selçuklu kumandanı Atabeg Nûştegin Şîrgîr k u m a n d a s ı n d a k i M u h a m m e d Tapar'ın birliklerinin şiddetli hücumlarına karşı kaleyi savundu. B ü z ü r g ü m m î d önde gelen bir İsmâilî dâî*si olarak Selçuklu sultanı tarafından gönderilen Sünnî âlimlerle kelâmî konularda muhtelif münakaşa ve müzakerelere de iştirak etti.



KASI.



KRUMBACHER,



BİBLİYOGRAFYA: Reşîdüddin, Câmi'u't-tevârîh (nşr. A h m e d Ateş), Ankara 1960, II, 74-75; M. G. S. Hodgson, "The Ismâîlî State", CHIr., V, 445-451; a.mlf., "Buzurg-ummîd", El 2 (İng.), I, 1359; a.mlf., "Büz ü r g ü m m î d " , UDMİ, IV, 495; M. Şerefüddin, "Fâtımîler ve H a s a n S a b b â h " , DİFM, sy. 4 (1926), s. 35; " B ü z ü r g ü m m î d " , İA, II, 846; "Hasan", a.e., V / l , s. 311, 312; "Haşşâşîn", a.e., V / l , s. 356; VVilferd Madelung, " B o z o r g - O m i d Kiâ", Elr., IV, 429; Abdülkerim Özaydın, "Alamut", DİA, II, 336. r—ı İSİ MUSTAFA Ö Z



r



I. BÜIKI.



Jahrgaııg



IöfU



m Lİlil-ZIU NMıCK UKT> VEIU.AI; VU* Ü. )



Ebû Abdillâh Câbir b. Abdillâh b. Amr b. Harâm el-Ensârî (ö. 78/697)



L Sam Emeviyye Camii'nin evkafının müsakkafât câbîliği hakkında düzenlenmiş berat sureti



şartlarına riayet esas alınmıştır. Sun'ullah Efendi bir fetvasında, vakfiyede kitâbet ve cibâyet ayrı ayrı kişilere şart edildiği halde bunu bir şahsın uhdesinde toplamanın m ü m k ü n olup olmayacağı sorusuna olumsuz cevap vermiştir. Ancak vakfiyede "nâ-meşrû" şartların bulunması ve böylece vakfın zarar görmesi söz konusu ise o zaman alınan fetva ile değişiklik yapılabilirdi. Nitekim Ebüssuûd Efendi bir vakfiyede yer alan böyle bir şartın dikkate alınmayacağına dair fetva vermişti. 1826'da Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti'nin kurulmasıyla câbîlikler kısıtlanmış, Tanzimat'tan sonra da câbîlik kaldırılarak bu işler için tahsildarlar görevlendirilmiştir. BİBLİYOGRAFYA :



Konya



Şer'iyye Sicilleri, B. 2 4 / 1 8 4 - 3 ; BA.



Cevdet-Evkaf, nr. 184, 229, 257; İstanbul Şer'iyye Sicilleri Evkâf-ı Hümâyun Müfettişliği Mahkemesi, nr. 1, s. 49-50; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), tür.yer.; Halit Ongan, Ankara'nın 1 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara 1958, bk. İndeks; a.mlf., Ankara'nın 2 Numaralı Şer'iyye Sicili, Ankara 1974, bk. İndeks; Uluçay, XVII. Asırda Saruhan, s. 123; a.mlf., XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan, s. 191-195; Mehm e t İpşirli, İstanbul Şer'iyye Sicilleri Arşivi 1 no/u Evkâf-ı Hümâyun Defteri (lisans tezi, 1970), İÜ Ed.Fak., s. 55; a.mlf., " Ş e y h ü l i s l â m S u n u l l a h Efendi", TED, XIII (1987), s. 240; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları, İstanbul 1983, s. 81; Ömer Lûtfi Barkan, "Fatih C a m i i ve İmareti Tesislerinin 1489-1490 Y ı l l a r ı n a Ait M u h a s e b e Bilançoları", İFM, XXIII/1-2 (1963), s. 323-324; a.mlf., "Ayasofya C a m i i ve E y ü p T ü r b e s i n i n 14891491 Yıllarına Ait M u h a s e b e Bilançoları", a.e., XXIII/1 -2 (1963), s. 354; a.mlf., "Süleym a n i y e C a m i i ve İmareti Tesislerine A i t Yıllık Bir M u h a s e b e Bilançosu 9 9 3 / 9 9 4 (1585/ 1586)", VD, IX (1971), s. 137-139. MEHMET



İPŞİRLİ



En çok hadis rivayet eden sahâbîlerden biri.



J



Hicretten on altı yıl önce (607'de) Medine'de dünyaya geldi. Hazrecoğullarînın Benî Seleme kabilesinden olup Ebû Abdurrahman ve Ebû Muhammed künyeieriyle de anılır. Babası Uhud Gazvesi'nde ilk şehid düşen sahâbî Abdullah b. Amr b. Harâm, annesi Resûlullah'a biat eden kadın sahâbîlerden Enîse (Oneyse) bint Aneme'dir. Nübüvvetin on üçüncü yılında (622) yapılan İkinci Akabe Biatı'na babası ile birlikte katılan Câbir yetmiş kişilik heyetin en küçük üyesi idi. Söylediğine göre o zaman henüz taş bile atamayacak kadar küçük bir çocuktu. Onun Bedir Gazvesi'nde bulunduğu ve suların azlığı sebebiyle kuyuya girerek kovaları doldurduğu kendisinden rivayet edilmekte ise de (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 141), sahih rivayetlerden anlaşıldığına göre (Müslim, "Cihâd", 145) bu gazvede bulunmamıştır. Çünkü yedi (veya dokuz) kız kardeşine bakacak kendisinden başka kimseleri bulunmadığı için savaşlarda babası onu kardeşlerini kollamakla görevlendirmiş, Uhud Gazvesi'nde babası şehid düşünceye kadar hiçbir gazveye katılmamıştı. Bundan sonra hiçbir gazveyi kaçırmayan Câbir'in iştirak ettiği ilk gazve, Uhud Gazvesi'nin hemen ardından düşmanları kovalamak üzere yapılan Hamrâülesed Gazvesi idi. Bu gazveye sadece bir gün önce Uhud'da çarpışmış olanlara katılma izni verildiğini öğrenince Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak kızkardeşlerine bakma mecburiyeti dolayısıyla savaşa iştirak edemediğini söyledi ve ondan özel izin aldı. Daha sonra ise Resûl-i Ekrem'le birlikte on dokuz gazveye katılmıştır. Hudeybiye'de Bey'atürrıdvân'da bulunmuş ve Hz. Peygamber'in orada bulunan 1400 kişiye hitaben, "Bugün sizler yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız" (Buhârî, "Meğâzî", 35) dediğini rivayet etmiştir. Hayatının son yıllarında bu olaydan söz ederken, eğer gözlerini kaybetmemiş olsaydı altında biat ettikleri ağacı gösterebileceğini söylemiştir. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Câbir'in muhtelif savaşlara katıldığı ve özel-



530



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. ABDULLAH likle Şam'ın fethinde bulunduğu bilinmektedir. Hz. Ömer tarafından kavmini temsil etmekle görevlendirilmiştir. Muâviye b. Ebû Süfyân'ın kumandanlarından Büsr b. Ebû Ertât, halkı halifeye biat ettirmek üzere Medine'ye geldiğinde (40/ 660), Câbir b. Abdullah biat etmeden kimsenin biatini kabul etmeyeceğini ilân etti. Bunun üzerine Câbir müminlerin annesi Ümmü Seleme ile istişare ettikten sonra istemeyerek de olsa biat etmek zorunda kaldı. Yine Muâviye b. Ebû Süfyân 670 yılında, Medineliler'in Hz. Osman'ı katlettiklerini söyleyerek Hz. Peygamber'in minberiyle asâsını alıp Şam'a götürmek istediği zaman, rivayete göre, onu bu düşüncesinden Ebû Hüreyre ile Câbir b. Abdullah vazgeçirdiler. 692'de Haccâc Mekke ve Medine valisi sıfatıyla Medine'ye gelince Hz. Osman'ı şehid ettikleri ithamıyla şehir halkına hakaret ettikten başka bazı sahâbîlerle birlikte Câbir b. Abdullah'ın da ellerini kurşunla damgalattı. Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybeden Câbir, 78 (697) yılında Medine'de vefat etti. 68, 73 ve 77'de vefat ettiği de söylenmektedir. Doksan dört yıl yaşadığı, bu sebeple m u a m m e r û n ' d a n olduğu söylenmekte ve cenaze namazını Haccâc'ın kıldırmamasını vasiyet ettiği, öldüğünde de namazını Hz. Osman'ın Medine Valisi olan oğlu Ebân b. Osman'ın kıldırdığı rivayet edilmektedir. Câbir'in cenaze namazını Haccâc'ın kıldırdığına dair bir rivayetten söz edilmekte ise de Zehebî bu rivayetin garîb*, hatta münker* olduğunu ileri sürmüştür (A clâmü'n-nübelâili, 193). Akabe Biatı'nda bulunanlardan en son vefat eden odur. Etekleri topuğuna değmeyen bir izâr giydiği, başına beyaz bir sarık sardığı ve sarığın ucunu arka taraftan dışarı sarkıttığı, bembeyaz saçını ve sakalını zaman zaman sarıya (bazı rivayetlerde kırmızıya) boyadığı bildirilmektedir. Câbir b. Abdullah Resûl-i Ekrem'in özel iltifat ve ilgisine mazhar olan sahâbîlerden biridir. Hz. Peygamber bir defasında onu devesinin arkasına bindirmiş, hastalandığı zaman ziyaretine gitmiş, babasının şehadeti dolayısıyla üzüldüğünü görünce, onun Allah Teâlâ'nın iltifatına nâil olduğunu haber vererek kendisini teselli etmiştir. Câbir'in Peygamber'e olan yakınlığını gösteren bazı rivayetler hadis kitaplarında önemli bir yer tutar.



Bunların en önemlileri şunlardır: Câbir babasının vefatı dolayısıyla sadece yetim kardeşlerine bakmaya değil aynı zamanda babasından kalan borçları da ödemeye mecbur olduğu için maddî bakımdan çok zor durumda kaldı. Çoğu yahudi olan alacaklılar hurmaların toplanma zamanı gelince Câbir'den alacaklarını istediler. O da hurma bahçesinden başka gelirleri olmadığını ve o yılki mahsulün borcunu karşılamaya yetmeyeceğini Hz. Peygamber'e arzetti. Resûl-i Ekrem toplanan hurmaları birkaç öbek halinde yığdırdı. Sonra da bunlardan en büyük öbeğin yanına oturarak ölçeği eline aldı ve herkese alacağı nisbetinde hurma vermeye başladı. Hz. Peygamber'in bir mûcizesi olarak Câbir'in bütün borçları ödendikten sonra da hurmaların eksilmediği görüldü (Buhârî, "Vesâyâ", 36, "Meğâzî", 18). Daha sonra evlenen Câbir Zâtürrikâ' Gazvesi'ne gidildiğini duyunca Hz. Peygamber'le birlikte savaşa katıldı. Bu gazveden dönerken onun zayıf ve bakımsız devesinin en geride kaldığını gören Resûl-i Ekrem Câbir'e devesini çöktürmesini söyledi: sonra da eline aldığı bir sopa ile deveye vurunca dermansız hayvan birçok deveyi geride bırakacak kadar canlanıp süratlendi. Bu sırada Câbir'le sohbet eden Hz. Peygamber onun evlendiğini öğrenince bir kızla mı, yoksa dul bir hanımla mı evlendiğini sordu. Evlendiği kadının dul olduğunu öğrenen Resûlullah'ın, bir kızla evlenmenin daha mutlu sonuçlar doğurabileceğini hatırlatması üzerine Câbir, çocukları başına toplayıp onlarla meşgul olabilecek bir kadını özellikte tercih ettiğini, kardeşlerinin arasına onların yaşında birini getirmeyi doğru bulmadığını söyleyerek Hz. Peygamber'in duasını aldı. Yine bu yolculukta Hz. Peygamber, maddî sıkıntı içinde bulunduğunu bildiği Câbir'den devesini kendisine satmasını istedi. Uzun bir pazarlıktan sonra ve Medine'ye varınca teslim etmek şartıyla deveyi satın aldı. Gazve dönüşü Câbir deveyi teslim etmek üzere götürünce, Resûlullah ona olan borcunu ödedi ve deveyi de kendisine hediye etti. Bu olay "Leyletü'l-ba'îr" (deve gecesi) diye anılır. Câbir o gece Resûl-i Ekrem'in kendisi için yirmi beş defa istiğfar ettiğini söyler. Câbir b. Abdullah Hz. Peygamber'den, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Zübeyr b. Avvâm ve diğer sahâbîlerden pek çok hadis ri-



vayet etmiştir. Binden fazla hadis nakleden altı sahâbîden (müksirûn*) biri olarak 1540 rivayeti hadis külliyatında yer almıştır. Rivayet ettiği hadislerden elli sekizi Buhârî ve Müslim'de, ayrıca yirmi altısı yalnız Şahîh-i Buhârî'de, 126'sı da Şahîh-i Müslim'de yer almaktadır. Rivayetleri toplu olarak da Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde bulunmaktadır (İli, 292-400). Câbir'in hacca dair rivayetlerini ihtiva eden Kitâbü'l-Mensek adlı bir sahîfe'sinden bahsedilmektedir. Medine'de fetva veren sahâbîler arasında bulunan Câbir'in verdiği fetvalar bir küçük cüz tutacak hacimdedir. Ayrıca talebelerinden Süleyman b. Kays elYeşkürfnin kendisinden bir sahîfe yazıp rivayet ettiği kaydedilmektedir (İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 215). Abdullah b. Üneys'in, Câbir'in Hz. Peygamber'den duyduğu, üzerinde mazlum hakkı bulunan kimsenin cennete giremeyeceğine dair bir hadisi (Buhârî, "Tevhîd", 32) bizzat onun ağzından öğrenmek maksadıyla deve sırtında Şam'a kadar bir ay süren uzun bir yolculuk yaptığı bilinmektedir (Müsned, III, 495; Buhârî, " i l i m " , 19). Mescid-i NebevFde bir ilim meclisi oluşturan Câbir'den faydalanan tabiîler arasında oğulları Abdurrahman, Akıl ve Muhammed ile Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Ebû Rebâh, Hasan-ı Basrî, Muhammed b. Münkedir, Bilâl b. Sa'd, Mücâhid, Şa'bî, Tâvûs b. Keysân ve Muhammed el-Bâkır gibi âlimler vardır. Şiîler'e ait eserlerde Câbir b. Abdullah'a nisbet edilen birçok rivayet bulunmaktadır. Şiî akidesinin temel esaslarını meydana getiren Hz. Ali'nin vesâyeti, müminler üzerindeki otoritesi, "sırât-ı müstakîm"in o olduğu, on iki imamın dindeki yeri gibi konularda Câbir'in rivayetlerine bu eserlerde yer verilmiştir. Yine Şiî kaynaklı rivayetlere göre Hz. Peygamber'in İmam Bâkır'a gönderdiği selâmı Câbir onu bularak bizzat tebliğ etmiştir (Tabersî, s. 262-263). Allah Teâlâ'nın doğrudan Hz. Fâtıma'ya gönderdiği, imamların adları ile onların hilâfet sırasını belirleyen yazılı belgeyi (levha) Hz. Fâtıma'dan izin alarak yine o istinsah etmiştir. İmam Bâkır Câbir'le görüştüğü zaman bu belge hakkında ona birtakım sorular sormuş, sonra kendi elindeki belgelerle onun istinsah ettiği nüshayı karşılaştırmış ve ikisi arasında fark bulunmadığını tesbit etmiştir. Bu gibi iddiaların hiçbiri Sünnî kaynaklarda yer almamaktadır.



531



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. ABDULLAH BIBLIYOGRAFYA : Müsned, III, 292-400, 495; Buhârî, "Tevhîd", 32, "'İlim", 19, " B ü y ü " ' , 34, 51, 'İstikraz",' 18, "Sulh", 13, "Veşâyâ", 36, " C i h â d " , 113, "Meğâzî", 18, "Nafakât", 12, "Et'ime", 41; a.mlf.. et-TârîjıuT-kebîr, II, 207; a.mlf., Halku efHli'l-'ibâd, Beyrut 1 4 0 4 / 1 9 8 4 , s. 18İ 92; Müslim, " C i h â d " , 145; Ebû Dâvûd. " C i h â d " , 141; Hâkim. el-Müstedrek, III, 565-566; Vâkıdî, elMeğâzî, bk. İndeks; İbn Kuteybe. el-Ma cârif (Ukkâşe), s. 307; Taberî. Târih (Ebül-Fazl), V, 139, 239; VI, 195; ibn Hibbân" Meşâhîr, s. 11; Tabersî, İ clâmü'l-verâ 3 bi-a clâmi'l-hüdâ 3 (nşr. Ali Ekber el-Gıfârî), Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9 , s. 253, 262-263, 399; İbnü'l-Esîr, Câmi'uT-uşû! (nşr. Abdülkâdir el-Arnaût), Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 , IX, 86-88; a.mlf., el-Kâmii, 111, 383, 464; IV, 359, 447; Nevevî, Tehzîb, 1, 142-143; İbn Manzûr. Muhtaşaru Târihi Dımaşk V, 357-363; Zehebî, A ciâmü'n-nübelâ' >, III, 189-194; a.mlf., Tezkiretü'l-huffâz, I, 43-44; Safedî, riektü'l-himyân fî nüketi'l-'umyân (nşr. A h m e d Zeki), Kahire 1329, s. 132-133; İbn Hacer, el-işâbe (Bicâvî), i, 434-435; a.mlf., Tehzîbut-Tehzîb, 11, 42-43; IV, 152-215; İbnü'l-İmâd, Şezerât, I. 84; Sezgin, GAS, I, 85; M. J. Kister, "Djâb'- b. «Abdaliâh", E! 2 Suppi. (Fr.), s. 230-232. S



M.



YAŞAR



KANDEMİR



CÂBİR CAMİİ L



(bk. ATİK MUSTAFA PAŞA CAMİİ).



"



CÂBİR el-CO'FÎ ( ^jiüÜSsJİ



n



J n



)



Ebû Abdillâh Câbir b. Yezîd el-Hâris el-Cu'fî (ö. 128/746) L



Şiî m u h a d d i s .



J



Ebû Muhammed ve Ebû Yezîd künyeleriyle de anılan ve tâbiîn neslinden olan Câbir'in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Başlangıçta Kûfeli muhaddisler arasında yaygın olan mutedil Şiî görüşlere sahipken daha sonraları Muhammed elBâkır ile oğlu Ca'fer es-Sâdık'ın imâmetini savunan Şiî anlayışı paylaşmıştır. Hatta Eş'arî ve Abdülkahir el-Bağdâdî'ye göre Câbir, Küfe Valisi Hâlid el-Kasrî tarafından 119'da (737) öldürülen aşırı Şiî fırkası Mugıriyye'nin reisi Mugıre b. Saîd el-İclînin yerine geçmiştir. İmâmiyye kaynakları Ca'fer es-Sâdık'ın bir rivayetine dayanarak onun imamlar hakkında doğru görüşler ileri sürdüğünü, Mugıre b. Saîd'in ise yalan beyanlarda bulunduğunu söyler ve Câbir'in Mugîriyye'ye mensup olmasına ihtimal vermezler. Zira Şiîler'in en güvenilir hadis kaynaklarından biri olan Küleynî'nin el-Kâffsinde Câbir'e dayanan sayısız rivayet bulunmaktadır.



Bu arada Câbir'den rivayetlerde bulunan Amr b. Şemir el-Cu'fî, Mufaddal b. Sâlih es-Sekûnî, Munahhal b. Cemîl elEsedî gibi İmâmiyye muhaddisleri de aşırılıkla suçlanmış ve son derece zayıf râviler olarak görülmüşlerdir. Mutedil İmâmiyye anlayışına göre Câbir el-Cu'fî güvenilir olmakla beraber ondan bilhassa adı geçen üç râvi tarafından nakledilen rivayetlerin çoğu zayıftır. Rivayetlerinde Câbir'in hocaları olarak Şa'bî, İkrime, Atâ b. Ebû Rebâh ve Tâvûs b. Keysân görünmektedir. Kendisinden de Süfyân es-Sevrî ve Şu'be b. Haccâc rivayette bulunmuş ve onun Şiî görüşleri benimsemekle beraber hadiste güvenilir bir kimse olduğunu belirtmişlerdir. Hatta ondan elli hadis rivayet eden Süfyân es-Sevrî Şu'be'ye, "Eğer Câbir el-Cu'fî'yi tenkide kalkışacak olursan ben de seni tenkit ederim" demiştir. Ebû Dâvûd ondan sadece bir hadis rivayet ettiğini özellikle belirtmiş, böylece onun zayıf bir râvi olduğuna işaret etmek istemiştir ("Şalât", 195). Tirmizî ve İbn Mâce de râvileri arasında onun da bulunduğu bazı hadisleri eserlerine almışlardır. Buhârî ve Müslim ise eserlerinde Câbir'in rivayetlerine yer vermemişler ve hakkındaki menfi kanaatleri belirtmişlerdir. Diğer taraftan Ebû Hanîfe ve İbn Kuteybe başta olmak üzere Sünnî âlimler Câbir'in zayıf*, kezzâb* ve metrûk* olduğunu, Ali b. Ebû Tâlib'in kıyametten önce tekrar dünyaya geleceğine (bk. RECAT) inandığını söylemişler ve onun henüz kimseye rivayet etmediği 30.000 veya 50.000 hadis bildiğine dair bir yalan ortaya attığını haber vermişlerdir. Büyük bir âlim olmakla beraber Ehl-i sünnet'e ters düşen birtakım inançları sebebiyle tenkide uğrayan Câbir 128'de (746) ölmüştür; ancak 127, 129 ve 132'de öldüğü de söylenmiştir. İmâmiyye âlimlerinden Ahmed b. Ali en-Necâşî Câbir'in Kitâbü't-Tefsîr, Kitâbü'i-Fezâ 3il, Kitâbü Şıffîn, Kitâbü'nNehrevân, Kitâbü Makteii'l-Hüseyn, Kitâbü'n-Nevâdir, Kitâbü'l-Cemei, Kic tâbü Makteli E miri'i- m ü ' minin Alî adlı kitaplarının bulunduğunu söylemiş (er-Ricâl, s. 93-94), bunların ilk beşi îzâhu'l-meknün'da da zikredilmiştir. Taberî Tefsir'i ile Târih'inde, Nasr b. Müzâhim de Vak catü Şıffîn'inde özellikle Hz. Ali'nin hilâfeti, Cemel, Şıffîn ve Hz. Hüseyin'in şehâdeti olaylarında Câbir'in rivayetlerine yer vermişlerdir.



BIBLIYOGRAFYA : Ebû Dâvûd, "Şalât", 195; Süfyân es-Sevrî, Tefsîr. Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 , s. 413-414; Nasr b. Müzâhim, Vak catü Şıffîn (nşr. A b d ü s s e l â m M H â r û n ) , Kahire 1401/1981. s. 569, ayrıca bk. İndeks; ibn Sa'd, et-Tabakât, Vı, 345; Buhârî. et - Târih ui-kebîr, I, 210-211; İbn Kuteybe, elMa'ârıT ( U k k â ş e ) , s. 480, 624; Nevbahtî, Fıraku'ş-Şfa, s. 31; Taberî, Târih ( d e G o e j e ) , s. 92, ayrıca bk. İndeks; Eş'arî. Makâlât (Ritter), s. 8; Bağdâdî, el-Fark ( K e v s e r î ) , s. 37, 148;



a.e., Mezhepler Arasındaki Farklar (trc. E. R u hi Fığlalı), İstanbul 1979, s. 55, 221; Necâşî. erRicâl, Kum 1398, s. 93-94; Neşvân b. Saîd. elHûrü'l- Cîn, Kahire 1948, s. 168; İbnü'l-Esîr, elKâmil, III, 393; V, 352; Mizzî, Tehzîbüi-Kemâl, IV, 465-472; Zehebî, Mîzânü'l-i't'idâl, I, 379384; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, ıı, 46-51; fzâhu'l-meknûn, I, 304;" 11, 309, 319, 348, 540; Ziriklî, el-A clâm, II, 93, 126; Kehhâle. Mu ccemüTmü'ellifîn, III, 106-107; Sezgin, GAS, I, 307; A c yânü'ş-Şî c a, IV, 51-55; el-Kâmûsü'l-islâmî, 1, 548-549; Heinz Halm, "Das B u c h der Schatten", İsi, sy. 58 (1981), s. 17, 29-36; W. Madelung, "Djâbir al-Dju lı", El 2 Suppi. (Fr ), s. 232S



ETHEM R U H İ



CÂBİR b. EFLAH ( çlit ,v )



FIĞLALI



n



Ebû Muhammed Câbir b. Eflah el-İşbîlî (XII. yüzyıl) ı



Batı'da Geber adıyla bilinen Endülüslü astronom.



j



İşbîliye'de (Sevilla) doğdu. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. XII. yüzyılın ortalarında vefat etmiş olabileceği, oğlunun İbn Meymûn'u (ö. 1204) şahsen tanımış olmasından çıkarılmaktadır. Ortaçağ'da İslâm dünyasından çok Batı'da Batlamyus'u eleştiren bir astronorh olarak tanınmış, çok defa da kimyacı Câbir b. Hayyân, matematikçi-astronom Ca'fer b. Eflak ve ünlü astronom Muhammed b. Câbir el-Bettânî ile karıştırılmıştır. Câbir'i büyük bir üne kavuşturan, Batlamyus'un tanınmış eseri el-Metisti'deki yanlışları düzeltmek üzere kaleme aldığı Kitâbü'1-Hey 3e fî ıslâhi'l-Metisti adlı kitabıdır. Bazı kaynaklarda Kıtâbü'l-İstikmâi şeklinde geçen (bk. İbnü'lKıftî, s. 210) eserin adı Escurial nüshasında Kitâbü']-Hey'e, Berlin nüshasında fslâhu'l-Metisti olarak kayıtlıdır. Câbir'in gerek metodunun gerekse üslûbunun biraz karmaşık olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple Endülüslü bir astronom olan Yûsuf b. Yahyâ es-Sebtî Mısır'a giderek Sebte'den (Ceuta) tanıdığı yahudi filozofu İbn Meymûn ile buluşmuş ve Câbir'in Kitâbü'l-Hey^e'si üzerinde birlikte çalışarak gerekli düzelt-



532



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. HAYYÂN melerde bulunmuşlardır (bk İbnü'l-Kıftî, s. 257). Kitâbul-Hey3e, Cremonalı Gherardo tarafından Latince'ye çevrilmiş ve Peter Apian tarafından da 1534 yılında Nümberg'de Gebri filii Atila Hispalensis de astronomia libri, IX in quibus Ptolemaeum, alioqui doctissimum, emendavit adıyla yayımlanmıştır. Kitabı önce 1274'te Moses b. Tibbon ve ondan sonra Jakob b. Mâhir İbrânîce'ye çevirmişler, bu çeviriyi de 1335'te Samuel b. Judah gözden geçirerek düzeltmiştir. Câbir'in eserin giriş kısmına koyduğu küresel trigonometri bilgileri özellikle önem taşımaktadır; meselâ C açısı dik bir küresel üçgen için "Cos A = Cos a. Sin B" bağıntısına eş değer bir formül vermiştir ki bu o döneme göre büyük bir başarıdır. Düzlem trigonometride ise Batlamyus yöntemine göre hareket etmiş ve kosinüs yerine kirişleri kullanarak problemlerin çözümünü başarmıştır. Câbir eserinde Batlamyus'un bazı görüşlerini eleştirmiş ve bu arada iç gezegen Merkür (Utârid) ve Venüs'ün (Zühre) görülebilir paralaksları (uzaklık açısı) olmadığını iddia eden ve güneşe 3 dakikalık bir paralaks atfeden tezini de hakli olarak reddetmiştir. Câbir kitabın beşinci makalesinde Batlamyus'un "zâtü'ş-şu'beteyn" adlı aletini tanıttıktan sonra kendi icadı olan baş-



Câbir b. Eflah'ın icadı olan âlet-i câmiaya ait bir çizim (Seyyed Hossein Nasr. Islamic L o n d o n 1976, şekil 57-58)



Science



An llluslrated



Sludy.



ka bir aleti açıklarken şöyle demektedir: "Anlatacağım gibi bir halka, diğer bir halkanın dörtte biri ve hedefeleri bulunan bir cetvelden müteşekkil bir tek alet, bu kitapta sözü edilen diğer bütün aletleri gereksiz kılar". Eserin Arapça metninde anlaşılması nisbeten zor olan bu aletin mahiyeti Latince çevirisinde iyice içinden çıkılmaz bir durum almıştır. Delambre eserinde, bazı bölümleri iyi çözümlenememekle beraber Câbir'in aletindeki halkanın çeşitli düzlemlere yani ekvator, ekliptik ve ufuk düzlemlerine intibak ettirilebildiğini, dolayısıyla bununla muhtelif düzlemlere göre rasat yapılabilmekte olduğunu söyler. Öte yandan Repsold bütün astronomi tarihi kitaplarında "Câbir'in teodoliti" diye söz edilen bu aletin yapısını ortaya koymuştur. Câbir'in aletinin başka bir kimse tarafından kullanıldığı görülmemekle birlikte Avrupa'da bu aletten ilham alınarak muhtelif düzlemleri referans düzlemi alan bir gözlem aleti yapılmıştır ve bu alet "turquetum" adıyla tanınmaktadır. Bu aletten ilk defa Regiomontanus bahsettiği için uzun süre onun bu aletin mucidi olduğu zannedilmiştir. Halbuki Regiomontanus eserinin başında, "Machina collectitia Gebri Hispalensis" cümlesiyle aletin kendine değil Endülüslü Câbir'e ait olduğunu bizzat vurgulamıştır. Esasen bu konuda yapılan araştırmalar Regiomontanus'tan çok önce bu aletin kullanıldığını ortaya koymaktadır. İslâm ülkelerinde Câbir'in adını koymadığı aletinden ilham alınarak meydana getirilmiş herhangi bir alete rastlanmamıştır. Her ne kadar bazı yazarlar "zâtü'ş-semt ve'l-irtifâ'" adlı alete "turquetum" diyerek bunun İslâm âleminde çok kullanılan bir alet olduğunu ileri sürerlerse de bu görüş isabetli değildir. Zinner, "turquetum" adının anlamını "Türk (rasat) aleti" şeklinde vermekte (türkengerat) ve bu konu ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: "İsminden de anlaşılacağı üzere bu aletin ortaya çıkarılmasında bir Türk veya Arap aleti model olarak alınmıştır. Bu muhtemelen 1100 senesi civarında Câbir tarafından icat edilip isim verilmeyen, fakat aşağıdaki kısımları ile tefrik edilen alettir" (Islâhu'l-Mecistf nin beşinci makalesinin bu aletle ilgili bölümünün Arapça metni ve Türkçe tercümesi için bk. Tekeli, s. 386-393). Câbir genellikle Batlamyus'u eleştiren astronom olarak tanınmaktadır. Halbuki onun ilme yaptığı en önemli katkı Batı trigonometrisi üzerinde olmuş ve



özellikle etkisi, 1460'tan önce yazılarak 1533'te yayımlanan Regiomontanus'un De Thangulis (üçgenler hakkında) adlı eserinde hissedilmiştir. Batı literatüründe bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun Câbir'den alındığı anlaşılmaktadır. Işlâhu'l-Mecistî'den alındığına dair herhangi bir kayda rastlanmamakla beraber Copernicus'in (Kopemik) küresel trigonometrisi de genel olarak aynıdır. Copernicus, eserinde Câbir'den Batlamyus'un en büyük iftiracısı diye söz eder.



Kitâbul-Hey'e iî ıslâhi'l-Mecistfrim çeşitli nüshaları günümüze ulaşmıştır (Sezgin, VI, 93). Câbir b. Eflah ve eseriyle ilgili olarak Batı'da yapılan çeşitli araştırmalar yanında R. P. Lorch da küresel trigonometriyle ilgili tesirleri konusunda Jâbir ibn Aflah and His Inlluence in the West (Manchester 1970) adıyla bir doktora tezi hazırlamıştır. BİBLİYOGRAFYA : İbnü'l-Kıftî. lhbârul- culemâ>, s. 210, 257; M. Steinschneider, Zur Pseudepigraphischen Litteratur, Berlin 1862, s. 14 vd., 70 vd.; von Braunmühl. Vorlesungen über Geschichte der Trigonometrie, Leipzig 1900, I, 81-83; Suter, D/e Mathematiker, s. 119-120; a.mlf., "Nachtrâge u n d Berichtigungen zu «Die Mathematiker u n d A s t r o n o m e n der A r a b e r u n d ihre W e r k e » " , Abhandlungerı zur Geschichte der Mathematischen Wisserıschaften, X (1900), s. 119; XIV (1902), s. 176; a.mlf., "Câbir", İA, III, 2; a.mlf.. "Djâbir b. Aflah", El 2 (ing ), II, 357; Sâlih Zeki, Asar-/ Bakiye, İstanbul 1326, I; J. A. Repsold, "Zur Geschichte der Astronomischen M e s s w r k z e n g e n v o n P u r b a c h bis R e i n b a c h 1450 bis 1830", Astronomische Piachrichten, Leipzig 1908, s. 9-10; N. Hartmann, Die Astronomischen Instrumente des Kardinals Nicolaus Cusanus, Berlin 1919, s. 1; R. T. Gunther, Early Science in Oxford, Oxford 1923, II, 35; Sezgin, GAS, VI, 93; Sarton, Introduction, 11/1, s. 206; II/2, s. 1005; Ömer Ferrûh, Târîhul-'ulûm'inde'l- 'Arab, Beyrut 1984, s. 129-176; Philip Hitti. Târîhu'l- cArab, Beyrut 1986, s. 655-656; Sevim Tekeli, "Nasirüddin, T a k i y ü d d i n ve Tycho B a r a h e ' n i n Rasat Aletlerinin Mukayesesi", DTCFD, XVI/3-4 (19581, s. 336-342, 386-393; R. P. Lorch, "Jâbir i b n Aflah", DSB, VIII, 37-39. S



F



MUAMMER



DİZER



CÂBİR b. HAYYÂN



(



öi si^



n



}



Ebû Mûsâ Câbir b. Hayyân b. Abdillâh el-Kûfî (ö. 200/815) İslâm kimyacılarının en ünlüsü, tabiat filozofu ve çok yönlü âlim. Hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Onunla ilgili ilk kaynaklarda yer alan bilgiler t a m bir belirsizlik içindedir, aynı zamanda bunlar hayat hikâyesine



533



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. HAYYÂN efsanevî birtakım unsurların da karışmış olduğunu gösterir. İbnü'n-Nedîm Câbir'in künyesini Ebû Abdullah olarak bildirir; fakat daha sonra Ebû Bekir erRâzî'nin bir cümlesinde, "Hocamız Ebû Mûsâ Câbir b. Hayyân der ki" ifadesine yer vermesinden, künyenin Ebû Abdullah değil Ebû Mûsâ olması gerektiği anlaşılmaktadır. Bizzat kendisi de eserlerinde Ebû Mûsâ künyesini kullanmaktadır ( Muhtâru Resâ*ili



Câbir b. Hayyân,



s.



307). İbnü'n-Nedîm, Câbir'in aynı zamanda sûfî olarak tanındığını da söyler (elFihrist, s. 498-500). Kâdî Sâid bu ifadeye biraz daha açıklık kazandırarak, "O bâtın ilmi diye bilinen bir ilme intisap etmişti; bu Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterîve benzeri mutasavvıfların yoludur" (Tabakâtü'I-ümem, s. 70) derse de gerçekte Câbir'in klasik anlamdaki tasavvufla herhangi bir ilişkisinin bulunduğunu söylemek güçtür. Bu durum, simya gibi kimyanın da bir bakıma bâtınî-sırrî bir ilim kabul edilmesinden veya bulduğu formüllerin başkalarının eline geçmemesi için çalışmalarını gizlilik içinde sürdürmesinden, yahut da hocası Ca'fer es-Sâdık'a benzer biçimde zâhidâne bir hayat yaşamasından kaynaklanmış olabilir. Bazı müellifler Câbir b. Hayyân'ı öldüğü yer olan Horasan'ın Tûs şehrine nisbetle Tûsî şeklinde anarlar. Bazıları ise Sinân b. Sâbit b. Kurre'nin soyundan gelen Harranlı bir Sâbiî olduğunu iddia ederler; fakat bu görüşü destekleyecek herhangi bir delil mevcut değildir. Bu arada İsmâil Paşa'nın onu Tarsûsî nisbesiyle zikretmesini (Hediyyetü'l- Qârifîn, 1, 249) bir yazım hatası saymak gerekir. Öte yandan İbnü'n-Nedîm, X. yüzyılda bazı âlim ve tanınmış biyografi yazarlarının Câbir'in hiçbir zaman yaşamadığını ve tamamen efsanevî bir şahsiyet olduğunu iddia ettiklerini haber vermekte ve bu iddianın tutarlılık derecesini tartışmaktadır (el-Fihrist, s. 499). Hakkında toplanabilen dağınık ve yer yer çelişkili bilgilerden, Câbir'in babası Hayyân'ın aslen Yemen'in Ezd kabilesinden olup Kûfe'de attarlık yaptığı, VIII. yüzyılda Emevî hânedanının yıkılmasıyla sonuçlanan olaylarda Abbâsîler'i desteklediği, hatta dâî* sıfatıyla Horasan'a gönderildiği ve daha sonra orada Emevî valisi tarafından 107 (725) yılında idam ettirildiği öğrenilmektedir. Buna göre Câbir'in VIK. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğunu söylemek m ü m k ü n d ü r (Sezgin,



IV, 133). Doğum yerinin Küfe mi Tûs mu olduğu meselesi de ayrı bir tartışma konusudur. Kesin bir sonuca varılamamakla birlikte babasının Horasan bölgesinde bulunduğu sıralarda Tûs'ta doğduğu kabul edilebilir. Hayatının önemli bir kısmını Kûfe'de geçiren Câbir, burada Ca'fer es-Sâdık'tan faydalanma imkânı bulmuş, ayrıca şehrin havası kimya araştırmalarına elverişli olduğu için bu şehirde oturmayı tercih etmiştir. İbnü'n-Nedîm'in verdiği bilgiye göre İrak Büveyhî Hükümdarı Bahtiyâr zamanında (967-978) Kûfe'de tonozlu bir yapı ortaya çıkarılmış ve içinde 200 batman altın bulunan bir havanla bir potaya rastlanarak Câbir'in evinin de burada olduğu tesbit edilmiştir (elFihrist, s. 499). Çalışmalarını bir süre Bağdat'ta Bermekîler'in himayesinde sürdüren Câbir, bu ailenin devlet yönetiminden uzaklaştırılmasından sonra tekrar Kûfe'ye dönmüş ve burada Me'mûn dönemine kadar araştırmalarına gizlilik içinde devam etmiştir. Cildekî onun doksan yıldan fazla yaşadığını ve öldüğü zaman yastığının altında bulunan Kitûbü'rRahme nüshasına düşülmüş bir kayıttan 200 (815) yılında Tûs'ta öldüğünün anlaşıldığını söyler (Sezgin, IV, 134). Başlangıçtan beri Câbir'in şahsiyeti hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Şiîler onun altıncı imam Ca'fer esSâdık'ın talebesi ve bab'lardan biri olduğunu, eserlerinde kullandığı, "Efendim Ca'fer bana dedi ki" ifadesiyle Ca'fer es-Sâdık'ı kastettiğini ileri sürerken karşıt görüşlüler de burada kastedilen şahsın Bermekî ailesinden Vezir Ca'fer b. Yahyâ olduğunu savunurlar (İbnü'nNedîm, s. 499). Oysa her iki görüşün de doğruluğunu gösteren belgeler vardır. Çünkü eserlerinde her vesile ile Ca'fer es-Sâdık'ın talebesi olduğunu vurgularken bir zamanlar hizmetinde bulunduğu Ca'fer b. Yahyâ ile olan yakın ilişkilerinden de SÖZ eder (Muhtâru Resâ 3ili Câbir b. Hayyân, s. 306).



Câbir sahip olduğu bütün bilgileri "hikmetin kaynağı" diye nitelendirdiği İmam Ca'fer es-Sâdık'tan aldığını söyler. Ayrıca hocaları arasında uzun bir ömür sürdüğü rivayet edilen Harbî el-HimyerFyi anar ve birçok ilmin yanı sıra Himyerî dilini de ondan öğrendiğini açıklar. Hocalarından bir diğeri ise Muâviye'nin torunu Hâlid b. Yezîd'in üstadı Marianus'un talebesi olan bir rahiptir. Bunlardan başka lakabı "Üzünü'l-himâr el-Mantıkı"



olan bir hocasından da söz eder (Muşannefât fî 1 ilmi'I-kîmiyâ 3, s. 100). Kaynaklar onun yönetimin baskısından korktuğu için uzun süre bir yerde ikamet edemediğini ve sürekli seyahat etmek zorunda kaldığını yazar; kendisi de Irak ve Suriye'de bulunduğunu, Mısır ve Hindistan'a seyahatler yaptığını anlatır. Her ne kadar Câbir'in çalışmaları tıp, astronomi, matematik, felsefe ve dönemin diğer ilim alanlarına yayılmışsa da o birinci derecede bir kimyacı olarak kabul edilir. Onun kimya tarihindeki seçkin yerini ilk tesbit eden ve kimyayı sistemli bir deneysel bilim haline getirdiğini ilk gören E. J. Holmyard'dır. Bu araştırmacı, ilimler tarihinde Câbir'in yalnız kimyacı değil ayrıca tabip, filozof ve astronomi bilgini sıfatlarıyla da özel bir yere sahip olduğu görüşündedir. E. 0. Lippmann ise Câbir'in kimya tarihindeki yerinin Böyle, Priestley ve Lavoisier gibi modern kimyanın kurucuları ile denk olduğunu söylemektedir (Sezgin, GAS, IV, 244). Gerçekten de Câbir tabiat bilimlerinde deneysel metodun önemini tam olarak kavramış ve bu metodu bütün çalışmalarında uygulamıştır. Onun, "Bu kitapta duyduklarımızı, bize söylenenleri yahut okuduklarımızı değil ancak tecrübe ettikten sonra gözlediğimiz şeylerin özelliklerini zikrettik" şeklindeki ifadesi ( Muhtâru Resâ'ili



Câbir



b. Hayyân,



s.



232), deneysel metoda verdiği önemi göstermektedir. Bu sebeple bütün Ortaçağ kimyacıları büyük ölçüde Câbir'in tesirinde kalmışlar, Ebû Bekir er-Râzî ve İbn Sînâ gibi filozof ve bilginler onu üstat olarak tanımışlardır; hatta Roger Bacon bile ondan "üstatların üstadı" diye söz etmiştir (Saraç, 6). Câbir'in tabiat felsefesi, geleneksel küçük âlem (insan) -büyük âlem (kâinat) anlayışına ve semavî güçlerin yeryüzündeki hadiselere tesiri fikrine dayanır. Ayrıca kâinatın nicelik boyutu üzerinde ısrarla durması ve ilim anlayışında ölçme ve deneye büyük önem vermesi de kâinattaki temel faktörün sayı olduğu şeklindeki Pisagorcu teorinin onun tabiat felsefesindeki bir yansımasıdır. Kâinatta maden, bitki ve hayvan şeklinde sıralanan varlık mertebeleri içinde madenler seviyesinin Câbir'in eserlerinde özel bir yeri vardır. Madenlerin yalnızca oluşumları açısından değil dönüşümleri açısından da ele alınmış olması Câbir'in kimya çalışmalarının hareket noktasını teşkil eder. Câbir'in kimyası-



534



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. HAYYÂN na göre bütün madenler kükürt ve ci-



sayısıdır. Bunun yanı sıra 17 ve 28 sayı-



to geleneğindeki düşüncenin aksine, en



vanın farklı oranlar ve özel semavî etki-



ları 3 + 5 + 1 + 8 = 17 ve 4 + 9 + 2 +



değerli varlık ne yalnız ruh ne de yalnız



ler altında birleşmesinin (izdivaç) sonu-



7 + 6 = 28 dizilerinin toplam olacak şe-



ceset olup ruhla cesedin birlikte mey-



cunda oluşurlar. Madenler asılları itiba-



kilde ve gnomonik tarzda bölümlenmiş



dana getirdiği varlıktır. Buradan insa-



riyle gezegenlerin yeryüzündeki nişan-



bir "sihirli kare" oluşturur; bu karede



nın bütünüyle ruhanî varlıklardan daha



larıdır ve bu yönleriyle yalnızca yeryüzü-



sayıların sağdan sola ve yukarıdan aşa-



üstün tutulduğu anlaşılmaktadır ki, bu



ne ait olmayan birer cevherdirler. Ancak



ğıya toplamı daima 15 sonucunu verir.



da Kur'ân-ı Kerîm'in insana bakış espri-



madenlerin oluşma ve dönüşme süreç-



Sayılar, harfler, nitelikler ve tabii nesne-



siyle t a m bir uyum arzetmektedir.



lerinde esas olan civa ve kükürdün bili-



ler arasında kurulan bu ilişkilerde ideal



Câbir'e göre duyulur olmayanda du-



nen kimya elementleri olarak değil er-



hedef bütün tabii nesnelerin bir katalo-



yulura, yani nefiste cisim olmaya doğru



kek ve dişi prensipleri gibi birer oluş



gunu çıkarmaktır. Bu katalogda her cev-



bir arzu (şevk) vardır. Câbir kimyasının



prensibi şeklinde anlaşılması gerekmek-



here ait temel ve özel nitelikler yer alır



temeli olan "mîzan ilmi'ni, nefsin farklı



tedir. Madenler arasındaki farklılıklar,



ve bu nitelikler ölçme ve deneyin de ko-



tabiat ve kemiyetteki cisme yahut un-



ihtiva ettikleri civa-kükürt oranı ile, olu-



nusu olacak şekilde nicelikleri açısından



surlara dönme arzusuna dayandırmış-



şumu gerçekleştiren semavî etkilerde-



tesbit edilmiş olur. Câbir tarafından kul-



tır. Tabii niteliklerin nicelik diliyle ifa-



ki farklılıktan doğmaktadır. Binlerce yıl



lanılan sayı dizilerinin Pisagorcu telak-



desi anlamına gelen mîzan, her cismin



toprak altında çeşitli etkilerle evrimle-



kilerle, eski Bâbil ve hatta Çin kültürüy-



klasik fizikte kabul edilen dört unsuru-



şen madenlerin en mükemmeli altındır.



le ilgili olduğu anlaşılmıştır (H. E. Staple-



nun oranını tesbit ederek bu cismin ter-



Simyacının yaptığı iş ise asırlar alan bu



kibini yenilemeyi amaçlayan bir teoridir.



oluşma sürecini çabuklaştırmaktan iba-



ton, s. 44-59; ayrıca bk. Nasr, İslâm'da Bilim ve Medeniyet, s. 260-270). Câbir, koz-



rettir. Dolayısıyla kimyacı değersiz ma-



molojisinde önemli bir rolü olan dört un-



de hâsıl olan bütün değişmeleri yönlen-



denleri altına dönüştürürken söz konu-



sur ve iddia edilenin aksine her birinin



direbilir ve bu şekilde eski kimyacıların



su semavî etkileri kontrol edebilir olma-



birer cevher olduğunu savunduğu dört



peşine düştüğü iksirleri elde edebilir.



lıdır. Bu yaklaşımın tabii bir neticesi ola-



tabiat yanında "hebâ" adını verdiği be-



Buna göre kimyagerin madenleri, bitki-



rak madenlerin zâhirî ve fizikî özellikle-



şinci bir tabiat daha kabul etmiştir. As-



leri, hatta hayvanları oluşturan unsurla-



rinin yanı sıra ruhî özelliklerinin de bu-



lında Aristo felsefesinde "felek cismi"



ra ve onların keyfiyetleri arasındaki iliş-



lunduğu sonucuna varan Câbir, iksir kav-



veya "beşinci tabiat" da denilen "esîr"-



kilere müdahale ederek meselâ



ramıyla bu görüşünü temellendirmiştir.



den tamamen farklı olmak kaydıyla ken-



lüyü zayıflatması, zayıfı güçlendirmesi,



Madenlerin



dönüştürülmesi



Bu teoriyle kimyager (es-san'avî) cisim-



güç-



işleminde



disi de buna "cirmü'l-felek" yahut "ay-



bozuğu düzeltmesi, düzgünü



mutlaka uygulanması gereken iksir yal-



dınlatıcı büyük felek cisminin nefsi" adı-



m ü m k ü n d ü r . Bu üç varlık âlemindeki



nızca madenî bir cevher özelliği taşımaz,



nı v e r i r ( M u h t â r u Resâ 3ili



unsurları etkileme gücüne sahip olan



nebatî ve hayvanî özellikler de taşır. Bu



yân, s. 428, 429). Bu tabiat veya cevher, dünyadaki dört unsurun aksine. Yeni Eflâtunculuk'taki uknûmlardan (asıl) biri sayılır ve maddî unsurların da aslını teşkil eder. "O her şeyin aslıdır-, o her şeydir ve her şey ondadır. Her şey ona döner. Yüce Allah'ın yapıp yarattığı şekilde her şey ondan gelir ve ona döner" (a.g.e.,



sebeple fizikî bir varlığı dönüştürme işleminde, semavî etkiler ve kimyacının mânevî yoğunlaşmasının yanı sıra madende var sayılan canlılık boyutu da sürece katılmış olmakta ve böylece kimyevî dönüşüm basit anlamda fizikî bir süreç olmaktan çıkmaktadır



VIII, 39-43; ayrıca bk. Nasr, s. 194-197).



(Plessner,



İslâm



ve İlim,



Câbir



b. Hay-



s. 428). Câbir'in kozmolojisindeki bu "beyaz he-



bozması



kişi bütün ilimlere ulaşmış, mahlûkatın bilgisini, tabiattaki işleyişi kavramış olur



(a.g.e., s. 481). Câbir'in mîzan teorisi ve bu teoriye dayanan kimya sistemi onu "ilmü'l-havâs" denilen başka bir sisteme götürdü ve bu sistemle Câbir maden, bitki ve hayvanların özelliklerini (havas), aralarındaki benzerlik ve farklılıkları ve bunların pratik ve tıbbî bakımdan taşıdıkla-



Câbir teorisinin bir diğer ayırıcı özelli-



bâ" veya cevher, Maniheizm'deki "nûr"un



rı önemi araştırdı. Kitâbü'l-Havâs



ği, maddenin sahip olduğu kuruluk, yaş-



karşılığı gibi görünmektedir; ancak yi-



risâlesinde havas kavramıyla illet kav-



adlı



lık, sıcaklık ve soğukluk şeklindeki dört



ne de Câbir'i düalist saymak doğru de-



ramı arasında ilişki kurarak havassın



tabiatın, 1 , 3 , 5 , 8 sayılarının her element-



ğildir. Ona göre bu cevher evrende, ön-



varlığını reddeden din âlimleriyle havas-



te değişen oranları ile bunların değiş-



ce içinde bulunduğumuz âlemi kuşatan,



sın illetlerini kavramayı beşerî idrakin



mez toplamı olan 17 sayısıyla irtibatlı ol-



aydınlatıcı ve en büyük felekte gayri



üstünde gören filozofları eleştirmiştir



masıdır. Böylece madenlerin oluşumun-



maddî olarak ortaya çıkar, daha sonra



(Sezgin, IV, 140). Câbir, havassın ve on-



da belli oranlarda katkısı olan bu nite-



belirli bir form ve renk alarak madde-



ların illetlerinin doğru olarak bilinmesi



likler her elemente belirli sayısal değer-



ye dönüşür. Böylece bu aslî varlık gayri



halinde tabiatın taklit edilebileceğini ile-



ler kazandırır. Câbir, madde ve kâinatın



maddî mertebede basit bir cevher, mad-



ri sürüyordu. P. Kraus bu iddianın teme-



teşekkülünde 17 sayısının anahtar rolü-



dî mertebede ise birleşik, hareketli, za-



linde sanatı "tabiatı taklit", felsefeyi de



nün yanı sıra her elementte var olan 7



man ve mekânla ilişkili halde bulunur.



"Tann'nın işine benzer işler yaparak O'na



güç ve her gücün sahip olduğu 4 yoğun-



İlk mertebede iken fiilî olarak nefis, kuv-



yaklaşma" şeklinde açıklayan Platonist



luk derecesinin çarpımından elde edilen



ve halinde ise cisimdir; böylece cisim bu



felsefenin bulunduğunu



28 sayısını da mükemmel bir sayı kabul



duyulur olmayan ve akılla kavranabilen



Câbir tabiatı iyileştirmenin, hatta tabi-



eder. 28 sayısı sadece 1, 2, 4, 7, 14 şek-



mânevî özün duyulur olana d ö n ü ş m ü ş



atta



lindeki bölümlerinin toplamı değil aynı



şeklidir. Bu suretle Câbir'in kozmolojisi



m ü m k ü n olduğundan söz ederek Eflâ-



zamanda Arap alfabesindeki harflerin de



monizme ulaşır. Bu felsefeye göre Aris-



tun'dan daha ileri gitmiştir.



bulunmayan



söyler. Ancak



canlılar



türetmenin



535



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. HAYYÂN şeyin kendisinden teşekkül ettiği ve kendisine ayrıştığı varlık" diye tarif eder. Zamanı da kısaca "hareketin sayısı" (a.g.e., s. 551) veya "olayların bir halden başka hale dönüşerek içinde vuku bulduğu hakikat" şeklinde yorumlar. Şu halde oluş ve bozuluş dünyasında zaman, varaklardaki nicelik ve nitelik değişikliklerinin içinde olup bittiği kategoridir. Ancak varlık değişse de zaman birdir, değişmez; aksi halde her şeyin kendine göre başka şeylerden farklı bir zamanı olması gerekirdi (a.g.e., s. 435-436).



Câbir maddî âlemde matematiğe dayanan bir düzen bulunduğunu savunur. Buna göre bütün tabii olaylar nicelik ve sayı kanunlarına irca edilebilir. Eşyanın özellikleri de ölçülmeye elverişlidir; bu özellikler sayısal nisbetlere dayanır ve rakamlarla ifade edilebilir. Aynı şekilde gramerle fizik arasında da bir uyum vardır. Çünkü gerek dil gerekse tabiat benzer kanunlarla ortaya çıkmıştır; dolayısıyla bunlar benzer metotlarla incelenebilirler. Dört unsurun farklı nitelikleri olan tabiatlar (sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık) fizikî âlemin oluşumunu sağladığı gibi harflerin birleşimi de dili meyd a n a g e t i r i r ( M u h t â r u Resâ^ili



Câbir Kitâbü'1-İsti*mâl'de (a.g.e., s. 548-555), Eflâtun'un tenâsüh nazariyesinin önde gelen düşünürlerin bir kesimince yanlış anlaşıldığını ve bu yanlışlığın sonraki dönemlerde de sürdüğünü iddia ederek söz konusu nazariyeyi bâtınî felsefedeki devir sistemiyle açıklamaya çalışmıştır. Buna göre oluş (kevn) zorunlu olduğu gibi devir yani oluşun tekrarı da zorunludur. Yıldızlar kevn ve fesat âleminin üstünde oldukları için hareketleri ve bu hareketin zamanı, dolayısıyla da devri sabittir. Buna karşılık oluş ve bozuluş dünyasındaki her kişinin devri, kendi özel durumuna göre bir diğerininkinden farklıdır. Câbir'e göre bazı düşünürler Eflâtun'un devir (tenâsüh) görüşünü, bir kişinin başka bir kişi veya bir hayvanın sürerine girmesi şeklinde açıklamışlarsa da hakikat ehli devri, "kişinin tenâsüh ve düşüşü (rüsûb) sırasında meydana gelen gerileyişinden önceki ilk sûretine dönmesi" olarak anlamışlardır. Öyle görünüyor ki Câbir, bu son



Câbir b. Hay-



yân, s. 393). Câbir'e göre diller tesadüfen veya insanların düşünüp tasarlamaları sonucu ortaya çıkmamıştır; aksine bazı araştırmacıların "mânevî enerji" diye açıkladıkları (Corbin, s. 136) "tabii nefs"in arzu ve isteğiyle doğmuşlardır. Şu halde dil araz olmayıp nefsin bütün arzuları gibi bir cevherdir. Dil ve fizikî dünya arasındaki paralellik fikri Câbir'i, tabiatta bulunmayan yeni cisimleri oluşturmak m ü m k ü n olduğu gibi yeni dillerin de oluşturulabileceği sonucuna götürmüştür. Şu var ki böyle bir yeni dili ancak son derece üstün bir insan ortaya ç ı k a r a b i l i r . ( M u h t â r u Resâ^ili



yân,



Câbir b.



Hay.



s. 132).



Öte yandan Câbir Aristo'nun kategorilerini bâtınî bir üslûpla yorumlamaktadır. Buna göre cevheri "boşlukların (halel) kendisiyle dolduğu, her çeşit sûrete girebilen, her şey kendisinde olan, her



Câbir b. Hayvân'ın es-Sırrü's-sâr



ve sırrul-esrâr



adlı risalesinin ilk iki ve son sayfaları



(Süleymaniye Ktp.. Şehid Ali Paşa. M e c m Û c a t Ü ' r - r e S â s f i içinde, nr. 1 7 4 9 / 5 , vr. 38''-39*. 60 1 '}



3JJI.S.







i—*



./4li•jfcypu&tfa&fi/. '/fKUitij jtâutâııd&üf



t* idiItıju/yji/jj'j^ıjij'juû^



V j ^ f



i.



ZiûilfV



L^'şrfg'ty1



/fv&ıs/'.it'tj/tys.'J^



ifadede geçen "tenâsüh" kelimesini Eflâtun felsefesindeki "ruhun bu dünyaya inerek beden kalıbı içine girmesi" anlamıyla sınırlamıştır. Ruh için bir düşüş ve gerileme olan bu durum onun "mizac'ına aykırı olduğundan kendisine elem verir ve ruh bu elemden kurtulmanın sağlayacağı hazzı arar. Nitekim yüksek mertebedeki varlıklarda böyle bir durum söz konusu olmadığından onlar tenâsüh ve yeniden oluşu da yaşamazlar. Düşüşü yaşayan varlık ise yeniden eski durumuna, "ilkler"in âlemine yükselerek devrini tamamlar. Câbir Latin dünyasında Geber adıyla tanınmıştır. Batı'da XIII ve XIV. yüzyıllarda ortaya çıkan Geber külliyatının, kimya ilminin sonraki altı asırlık gelişmesinde çok önemli roller oynadığı anlaşılmaktadır. Summa Perfectionis magisterii, Liber de investigatiorıe perfectionis, Liber de inventione veritatis, Liber fornacum ve Testamentum Geberi adlı eserlerden oluşan bu külliyatın Câbir külliyatı ile bağlantısı eskiden beri tartışılmıştır. Bu konudaki en önemli çalışma 1893 yılında M. Berthelot tarafından yapılmış, Câbir'in eserleriyle Latin Geber külliyatı arasında önemli farklar olduğu, Arapça ve Latince külliyatların farklı yazarların kaleminden çıktığı ileri sürülmüştür. Bu karşılaştırmanın sonuçları arasında, Latin Geber'in modern kimyanın doğmasında Câbir'den daha önemli bir role sahip olduğu iddiası da yer alır. Ancak Arap kimya geleneğinin de Latin dünyasında tanındığının bir işareti olarak hiç olmazsa Câbir'in Kitâbü's-Seb cin adlı eserinin Latince'ye tercüme edildiği kabul edilmektedir. Ayrıca Latin Geber'e ait eserlerin Câbir'e nisbet edilen eserler arasında yer almayışı da Geber külliyatının başka bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiği kanaatini destekler mahiyettedir. Ancak Corbin'in de işaret ettiği gibi Berthelot ve onun peşinden gidenlerin vardıkları sonuçları nihaî sonuçlar olarak görmek yanıltıcı olabilir (Debus, s. 3-5; Plessner, DSB, Vlll, 40; Sezgin. Kitâbü's-Seb cin neşri için Editor's Introduction, Corbin, s. 134). Eserleri. Câbir'in kaleminden çıkan veya ona nisbet edilen eserler çok geniş bir külliyat meydana getirmiştir. Bu eserlerin en eski listesine el-Fihrist'te rastlanmaktadır. İbnü'n-Nedîm, bizzat gördüğü eserlere ve güvendiği kimselerin verdiği bilgilere dayanarak bu konuda biri büyük, diğeri küçük iki liste bulunduğunu, büyük olanın Câbir'in bütün eser-



536



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂBİR b. ZEYD lerini, küçük listenin ise sadece kimyayı ilgilendirenleri ihtiva ettiğini söyler.



şeklindeki ön yargılı hipotezi terkettiğimiz takdirde, Câbir'in eserleri II. (VIII.)



risâlesinin t a m metni ile on üç eserinden bazı seçme metinleri yayımlamıştır



Daha sonra Câbir'den naklen onun 300 felsefe, 300 mekanik ve 500 tıp kitabı ile sanatlar ve savaş araçları üzerine



ve hatta I. (VII.) yüzyıldaki ilmî ve felsef î literatür hakkında paha biçilmez bir kaynak olacaktır. Câbir'in kullandığı kay-



Câbir'e ait beş felsefî risâleyi Z eitschrift für Geschichte der Arabısch-İslami-



Fihrist,



1300 risâle kaleme aldığını anlatır (els. 500-503). Bu külliyat içinden



naklar, t e r c ü m e faaliyeti Huneyn b. İsh a k ve k u r d u ğ u okulla zirvesine çıkma-



genellikle birbirleriyle pek fazla irtibatı olmayan 112 kitap simya alanına aittir ve bunlarda Antikçağ Helenistik d ö n e m



dan çok önce Arapça'ya tercüme edilmiş Helenistik sahte eserler literatürü idi ve Câbir'in Helenistik kültüre dayalı bilgi



simyacılarına sıkça göndermelerde bulunulur. Ayrıca külliyattan yetmiş kitap,



ve aktarmaları bu erken tercümelere dayanmaktadır. Esasen Câbir'in ilmî ve



Câbir'in kimya alanındaki deneye dayanan çalışmalarının ve sistematiğinin bir ü r ü n ü olarak bilinir. Onun t a b i a t felse-



felsefî başarısının önemi de her şeyden önce eserlerinin II. (VIII.) yüzyılda kalem e alınmış olmasındadır (Sezgin, IV, 152-



fesi hakkındaki düşünceleri, kimya ve esrarlı ilimlerle ilgili görüşleri Kütübü'l-



175).



Mevâzîn adıyla anılan 144 kitapta yer almaktadır. Câbir'e nisbet edilen eserlerin ona ait olmadığı ve h a t t a bir kişiye ait olamayacağı, daha sonraki dönemlerde bir ekol tarafından kaleme alındığı şeklindeki J. Ruska ve P. Kraus'a ait iddialar Fuat Sezgin tarafından eleştirilmiştir. Özellikle Kraus'a göre Câbir külliyatının muhtevasında bu eserlerin II. (VIII.) yüzyıla ait olamayacağını gösteren birçok delil yer almaktadır. Bu deliller ışığında külliyatın yazılış tarihini III. (IX.) yüzyıldan geriye götürmek imkânsızdır ve hatta bazı ipuçları külliyatı IV. (X.) yüzyıla kadar g ö t ü r m e m i z i m ü m k ü n kılmaktadır (bk. İA, İli, 3-5). Câbir'in gerek tarihî şahsiyetini gerekse eserlerini bir uydurm a d a n ibaret sayan bu yaklaşıma Fuat Sezgin ciddi gerekçelerle karşı çıkmıştır. Sezgin'e göre, Câbir külliyatında yer alan ilmî-felsefî m a l z e m e ve iktibasların İli. (IX.) yüzyıldan geriye gitmediği



Eski ve yeni birçok bibliyografik kaynakta Câbir'e isnat edilen eserlerin çeşitli listeleri yer a l m a k t a ve yeni listeler içinde P. Kraus'un hazırladığının en genişi olduğu görülmektedir ( J i b i r ibn Hayyân,



Contrubution



Scientifiçues Ecrits



dans



â /'Histoire l'lslâm,



des



Idees



I, Le Corpus



des



Kahire 1943). Fuat Sez-



Jabiriens,



gin, büyük ölçüde Kraus'un çalışmalarını esas alarak Câbir'in g ü n ü m ü z e kadar ulaşan eserlerinin isimlerini, çeşitli yazmaların b u l u n d u ğ u yerleri, isim ve nüsha farklarını, neşirleri içeren geniş bir bibliyografya vermiş ve buna Kraus'un listesinde b u l u n m a y a n bazı eserleri de katmıştır ( G A S , IV, 2 3 1 - 2 6 9 ) . Sezgin'in eserinde ayrıca Câbir b. Hayyân üzerine yapılmış modern çalışmaların da bir listesi yer almaktadır (s. 229-231). Câbir'e ait eserlerin on bir tanesi Holmyard tarafından neşredilmiştir (Muşannefât fî cilmi'I-kîmiyâ 3 eş-Şûfı'



b.



Hayyân



Paris 1928). P. Kraus da



Muhtâ-



ru Resâ^ili



ii'l-hakfm Câbir



Câbir



b. Hayyân



içinde beş



(Kahire 1354; Paris 1935). Ayrıca Ebû Rîde



schen



Wissenschaften'de



neşretmiştir



(Frankfurt 1984, 1, 50-68; 1985, II, 75-84). BİBLİYOGRAFYA :



Câbir b. Hayyân, Muşannefât fî cilmi'l-kîmiyâ 3 li'l-hakîm Câbir b. Hayyân eş-Sûfî(nşr. E. |. Holmyard), Paris 1928; a.mlf.. Muhtâru Resâ^ili Câbir b. Hayyân (nşr. P. Kraus), Kahire 1354; a.mlf., Kitâbü's-Seb'în [The Book of Seventy] (nşr. Fuat Sezgin), Frankfurt 1986, "Editor's Introduction"; İbnü'n-Nedîm. el-Fihrist, s. 498-503; Kâdî Sâid. Tabakâtü'I-ümem, Kahire, ts., s. 70; İbnü'l-Kıftî, İhbârul-' ulemâs. 111; Hediyyetul-'ârifîn, I , " 2 4 9 ; Sarton, Introduction, I, 532-533; Colin Ronan. The Cambridge World's Science, Cambridge 1984, s. 238-239; Sezgin. GAS, IV, 133-270; H. Corbin. islâm Felsefesi Tarihi (trc. Hüseyin Hatemî), İstanbul 1986, s. 134-138; S. H. Nasr, İslâm ve İlim: İslam Medeniyetinde Aklî İlimlerin Tarihi ve Esasları (trc. ilhan Kutluer), İstanbul 1989, s. 194-197; a.mlf., İslâm'da Bilim ve Medeniyet (trc. Nabi Avcı v.dğr.), İstanbul 1991, s. 260270; H. E. Stapleton, "Probable Sources of the N u m b e r s on w h i c h J â b i r i a n A l c h e m y w a s based", Archives Internationales d'Histoire des Sciences, XXXII/22, Paris 1953, s. 44-59; Ailen G. Debus, "The «Geber» Tradition in Western A l c h e m y a n d Chemistry", MTÜA, VIII (1984), s. 3-15; M. Plessner, "Gâbir ibn H a y y â n u n d die Zeit der E n s t e h u n g der arabischen G â b i r - S c h r i f t e n " , ZDMG, CXV (1965), s. 2335; a.mlf., "Jabir i b n H a y y a n " , DSB, VIII, 3943; Fâzıl et-Tâî, " N e b z e c a n C â b i r b. Hayyân", MMİIr., XIV (1967), s. 35*54; J. Ruska. "Vorschriften z u r H e r s t e l l u n g v o n scharfen W â s s e r n b e i G â b i r u n d Râzî", İsi, XXV (1939), s. 1-34; P. Kraus, Jâbir ibn Hayyân, Contrubution â I'Histoire des Idees Scientifiques dans L'lslâm, I, Le Corpus des Ecrits Jabiriens, Kahire 1943; a.mlf., "Câbir", İA, III, 3-5; a.mlf. - [M. Plessner], "Djâbir b. Hayyân", El2 (ing.), II, 357359; Celal Saraç, " C â b i r İbni H a y y a n Üzerine", İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi, I, İstanbul 1963, s. 4-15. ı—ı LAL M A H M U T



F



illi



L F



. i. .••



_



tı>N ÂJi



Câbir b. Hayyân'ın el-Havâşsü'lkebîr adlı eserinin ilk iki sayfası



C Â B İ R b. Z E Y D



{Süleymaniye Ktp..



^



J n



)



Ebü'ş-Şa'sâ Câbir b. Zeyd el-Ezdî (ö. 93/711-12) ^



İbâzıyye'den olduğu söylenen muhaddis ve fakih. 21 ( 6 4 2 ) yılında Uman'ın Nezvâ böl-



Bağdatlı



gesinde doğdu. Yaşadığı bölge ve yerle-



Vehbi



şim merkezlerine göre el-Basrî el-Umâ-



Efendi. nr. 2 2 8 0 )



lij'iüjÇU^j



(bk. CÂBİR el-CU'FÎ).



( -HJ ütjt^



^ı^^^uı^ju^Uo^ui^uGı



: LJi^Çulı^,



C Â B İ R b. Y E Z Î D



KAYA



nî, el-Yahmedî, el-Cevfî (el-Havfî) nisbe-



teofs



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.) VJ



537



CÂBİR b. ZEYD leriyle de anılır. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve Muâviye b. Ebû Süfyân gibi sahâbîlerden hadis rivayet etti. Ondan da Eyyûb esSahtiyânî, Amr b. Dînâr, Katâde b. Diâme gibi muhaddisler rivayette bulundular. Hocası Abdullah b. Abbas onun bilgisini takdir etmiş, aralarında Câbir varken Basralılar'ın kendine fetva sormalarını anlamsız bulmuştur. Nitekim Câbir Hasan-ı Basrrnin Basra'da bulunmadığı zamanlarda halka fetva verirdi. Bir hac mevsiminde tavaf sırasında ona rastlayan Abdullah b. Ömer, Basra fakihi olması sebebiyle kendisine nasihatte bulunmuş, Kur'an ve Sünnet'e dayanmayan bir fetva vermemesini söylemiş, aksi halde hem kendini hem de başkalarını helâk edeceğini hatırlatmıştır. Câbir, Hâricîler'in bir kolu olan İbâzıyye fırkasının en önemli simalarından biri sayılır. Bazı İbâzî kaynaklar onu "umdetü'l-İbâzıyye", "aslü'l-mezheb" gibi sıfatlarla anmaktadır. Hatta onun takip ettiği uzlaşmacı siyaset sonucu İbâzîler'i diğer Hâricîler'in uğradığı sıkıntılardan kurtardığı ve Ehl-i sünnet'e yaklaştırdığı kabul edilmektedir. Ancak biyografik kaynaklarda müştereken yer verilen bir rivayete göre Câbir İbâzîler'le ilgisi bulunmadığını, böyle bir mensubiyetten Allah'a sığındığını söylemiştir. Nitekim tanınmış kumandan Mühelleb b. Ebû Sufre'nin kızı Hind Câbir'in evlerine sık sık geldiğini, kendisine nasihatte bulunduğunu, fakat hiçbir zaman kendisini İbâzîliğe davet etmediğini kesin bir dille ifade etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi bilenlerden biri olan Câbir devrin müfessirleri arasında sayılmaktadır. Ayrıca İbâzî olduğu yolundaki iddialara rağmen güvenilir bir râvi ve zâhid bir kimse olarak kabul edilmekte, rivayetleri Kütüb-i Sitte'de yer almaktadır. Fakirlere yardım etmenin nâfile hacdan üstün olduğunu belirtmiş ve Kureyş kabilesinden olmayanların da halife seçilebileceğini söylemiştir. Bir gözü görmeyen Câbir sakalını sarıya boyardı. Öldüğü zaman kendisini hanımının yıkamasını vasiyet etmişti, vefat edeceği sırada bir şey arzu edip etmediği sorulduğunda Hasan-ı Basrî'yi görmek istediğini söylemişti. Öldüğü zaman talebesi Katâde, "Bugün iraklılar'ın en âlimi öldü" demiştir. 93'te (711-12) vefat eden Câbir'in ölüm yılını 103 (721) ve 104 (722) olarak zikredenler de vardır.



BİBLİYOGRAFYA : İbn Sa'd, et-Tabakât, VII, 179-182; Buhârî, et-Târihul-kebîr, II, 204; e/-Cerh ve't-ta cdîl, II, 494-495; Ebû Nuaym. Hilye, III, 85-91; Zehebî, A'lâmun-nübelâIV, 481-483; a.mlf., Tezkiretü'l-huffâz, I, 67; Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, IV, 434-436; İbn Kesîr. el-Bidâye, IX, 93-95; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 38-39; Şemmâhî, Kitâbus-Siyer, Kahire 1301, s. 70-77; İbnü'l-İmâd, Şezerât, I, 101; Sezgin, GAS, I, 586; Nüveyhiz, Mu ccemüT-müfessirîn, I, 123; E. Ruhi Fığlalı, İbâdiye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 83-88, 95, 137; R. Rubinacci. "Djâbir b. Z a y d " El 2 (İng.), II, 359-360. S



F



İSMAIL L .



ÇAKAN



CÂBİYE



(



n



)



Suriye'de Hz. Ömer'in ziyaretiyle meşhur olan ordugâh şehri. Dımaşk'ın 80 km. kadar güneybatısında Havran bölgesindeki Cevlân'da, bugünkü Nevâ'ya çok yakın bir yerde kurulmuş bir şehirdi. Câbiyetülcevlân veya Câhiliye döneminde Gassânîler'in idarî merkezlerinden biri olduğu için Câbiyetülmülûk diye de meşhurdur. Dımaşk'ın güneybatı tarafındaki kapısına bugün de Bâbülcâbiye denilmektedir. Câbiye, Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de ilk fethedilen yerler arasında zikredilir. İslâm fetihleriyle birlikte önemi artan Câbiye Dımaşk askerî bölgesinin (cünd) merkezi oldu ve burada bir cami ile minber yapıldı. Emevî Halifesi Süleyman b. Abdülmelik'in (715-717) bu merkezi Halep'in kuzeyindeki Dâbık'a nakletmesine kadar Câbiye bu durumunu muhafaza etmiştir. Yermük Savaşı sırasında Bizanslılar'la burada küçük bir çarpışma olmuş ve savaşta alınan ganimetler burada toplanmıştır. Muâviye zamanından itibaren Dımaşk'ı bile gölgede bırakan ve İslâm tarihinde Câbiye'ye unutulmaz bir ün kazandıran husus, Hz. Ömer'in halife olarak burayı ziyaret etmesidir. Hz. Ömer hıristiyanların Kudüs'ü bizzat halifeye teslim etmek istedikleri için Câbiye'ye geldiği ve oradan Kudüs'e geçtiği ya da Hıms'ı muhasara etmekte olan Ebû Ubeyde'ye yardım etmek için geldiğine dair rivayetler olmakla beraber Hz. Ömer'in fetihlerden sonra ele geçen toprakların durumunu tanzim ve gayri müslim halkın statülerini tayin etmek, başkumandan Ebû Ubeyde ve diğer kumandanlarla istişarelerde bulunmak ve onları teftiş etmek üzere Câbiye'ye gelmiş olduğuna dair olan rivayet daha doğru kabul edilmektedir.



Seyahatin tarihi hakkında 15 ile 18 (636639) yılları arasında değişen çeşitli rivayetler vardır. Vâkıdî halifenin 16 yılı Safer ayında (Mart 637) Câbiye'ye geldiğini ve orada yirmi gün kalarak ganimetleri taksim ettiğini söyler. Hz. Ömer'in Câbiye'de ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinin ve Suriye'deki bütün emîrlerin katılmasıyla yaptığı bu önemli toplantı "yevmü'l-Câbiye", orada okuduğu hutbe de "hutbetü'l-Câbiye" adıyla meşhur olmuştur. Hz. Ömer bu hutbesinde Kur'an'dan bir şey sormak isteyenlere Übey b. Kâ'b'ı, fıkıh için Muâz b. Cebel'i, ferâiz* için de Zeyd b. Sâbit'i tavsiye etmiş, fey* gelirlerini taksim ederken göz önüne alacağı esasları sıralamış, savaşla ele geçen toprakları ganimet gibi dağıtmayacağını beyan etmiş, bu arada müslümanlara bazı nasihatlarda bulunmuş ve gayri müslimlerle münasebetlerinde dikkat edecekleri hususlara işaret etmiştir. Hz. Ömer'in Medine'de yerine Hz. Ali'yi vekil bırakarak ileri gelen birçok sahâbenin iştirakiyle gerçekleştirdiği bu seyahati ve Câbiye'deki hutbesi İslâm kaynaklarında önemli bir yer işgal eder. Lammens'e göre divan teşkilâtının temeli Câbiye'deki toplantı sırasında atılmıştır (İA, III, 5). Emevî hilâfetinde iktidarın Süfyânîler'den Mervânîler'e geçişi de Câbiye'de gerçekleşmiştir. Emevîler II. Muâviye'nin ölümünden sonra kime biat edileceği hususunda karar vermek üzere burada toplanmışlar ve 3 Zilkade 64 (22 Haziran 684) tarihinde Mervân b. Hakem'e biat etmişlerdir. Abbâsîler zamanında hemen hiçbir önemi kalmayan Câbiye Dımaşk'a bağlı küçük bir yerleşim merkezi haline geldi. BİBLİYOGRAFYA :



Müsned, I, 18, 26, 38, 51; 111, 125; İbn Mâce. " A h k â m " , 27; Tirmizî, "Fiten", 7, "Sıfatü'lcenne", 23; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 348, 359; III, 283; V, 25, 41, 226;'İbn Zencüye, el-Emvâ! (nşr. Şâkir Zib Feyyâz), Riyad 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , I, 195, 271, 385-386, 389, 428, 430; 11, 499, 574575; Fesevî. el-Ma'rife ve't-târîh, I, 463-464; III, 292, 305; Belâzürî, Fütüh (Fayda), s. 162, 174, 176, 185, 198, 216; a.mlf., Ensâb, Süleymaniye Ktp., Reîsü'I-küttâb, nr. 597-598, II, vr. 2 9 7 b ; İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve'l-memâlik, s. 77; Taberî, Târih (de Goeje), I, 2108, 2360, 2401-2412, 2500-2503, 2522-2523; II, 473, 474, 477; Bekrî, Mu'cem, I, 355; İbn Asâkir, Târihu Dımaşk, I, 553-559; a.e., Süleymaniye Ktp., Damad İbrâhim Paşa, nr. 879, VIII, vr, 66 b -68 a ; Yâküt, Mu ccemü'l-büldân, II, 91-92, 416-417; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 55-60, 75-79; el-Kâmûsü'l-İslâmî, I, 550; Cevâd Ali, el-Mufaşşal, III, 422, 440; H. Lammens, "Câbiye", İA, III, 5-6; a.mlf. — [J. Sourdel-Thomlne], "al-Djâbiya", El 2 (Fr.), II, 369-370. r-ı



538



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



lifti



MUSTAFA



FAYDA



CACA BEY MEDRESESİ CÂBİZÂDE ALİ FEHMİ L



(bk. ALİ FEHMİ C Â B İ Ç ) .



CACA BEY MEDRESESİ



J ?



Kırşehir'de XIII. yüzyılda ilhanlılar döneminde yapılan medrese.



Orta Anadolu'da Kırşehir'in yerleşim merkezinde inşa edilmiştir. Cümle kapısı üstündeki Selçuklu sülüsü ile iki satır halinde yazılmış kitâbesine göre Kılıcarslan'ın oğlu III. Keyhusrev zamanında 671 (1272/73) yılında Nûreddin Cebrâil (Cibril) b. Caca tarafından yaptırılmıştır. Anadolu'da İlhanlı (Moğol) istilâsı sırasında Kırşehir emîri olan Cacaoğlu Nûreddin'in Kırşehir'den başka Kayseri ve Eskişehir'de de hayratı vardır. Caca Bey Medresesi ile diğer hayratın 10 Şevval 670'te (10 Mayıs 1272) düzenlenmiş Arapça ve Moğolca vakfiyesi günümüze kadar gelmiştir. Cevat Hakkı Tarım bunların dört adet olduğunu bildirerek birinin 1948'de mütevellisinde, diğerlerinin sûretlerinin Ankara'da Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde bulunduğunu haber vererek vakfiyelerin içindekilerini d e Ö z e t l e m i ş t i r (Tarihte



Kırşehri-Gülşehri,



s. 47 v d ). Fakat bu konuda daha etraflı araştırma yapmış olan Ahmet Temir, "İskilip el yazması" olarak adlandırdığı 10 Şevval 670 (10 Mayıs 1272) tarihli bir Arapça vakfiyeyi (İstanbul Türk ve



İslâm Eserleri Müzesi, nr. 2198) ana kaynak olarak kullanmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'ndeki iki metin (Def-



ter, nr. 607, s. 300-306, sıra nr. 429; Defter, nr. 618/ 1, s. 20-28, sıra nr. 6; ayrıca Defter, nr. 607, s. 300'deki suret), İskilip el yazmasının çok yakın.tarihlerde yapılmış tercümeleridir. Bunun dışında Te-



mir'in göremediği Kırşehir'deki mütevelli elinde bulunan nüsha ile nisbeten geç bir dönemde istinsah edildiği anlaşılan ve bundan çıkarılmış özet mahiyetinde bir metin daha vardır (Türk ve İs-



lâm Eserleri Müzesi, nr. 2199). Bu metnin de Ankara'da Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde bir kopyası bulunmaktadır



(Defter, nr. 608/23, s. 17-20, sıra nr. 6). Bu vakfiyelerin asılları Arapça olmakla beraber Uygur harfleriyle yazılmış Moğolca özetleri de vardır. Anlaşıldığına göre Hakkı Tarım'ın iddia ettiği gibi ortada dört vakfiye yoktur. Tarım'dan sonra Ahmet Temir Arapça ve Moğolca 670 (1271 / 7 2 ) tarihli vakfiyenin t a m metnini ve tercümesini yayımlamıştır. Bu belgelerden öğrenildiğine göre Cacaoğlu Nûreddin Kırşehir'deki medresesi için İç Anadolu'nun pek çok yerinde mezraalar, tarlalar, değirmenler, bağlar, bahçeler, hamamlar, kar kuyuları, dükkânlar, evler, hanlar vb. vakfetmiştir. Bu vakfiyelerde, gelirlerin Kırşehir'de "içinde cuma namazı kılınan" medresesinin, hankahın, menzilhânenin, zâviyenin ve mektebin masraflarına harcanması için vakfedildiği bildirildikten başka Kayseri - Kırşehir yolu üstündeki dârüssulehâ ile Kayseri'nin Talimekini köyündeki medresesine de gelirlerden pay ayrıldığı ifade edilmiştir. Sayısı hayli yüksek olan bu hayır kurumlarında yaşayanlara da gelirlerden ayrıca pay ayrılmıştır. Medresede ders gören öğrencilerin uymaları gereken kurallar da vakfiyede ayrıntılı bir biçimde belirtilmiştir (Temir, s. 133, 270-280). Böylece bu binanın bir zâviye veya hankah değil bir medrese olduğu ve eyvanının cuma camii olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Taçkapının en üstünde yer alan kitabeden başka giriş kemeri üstünde bulunan tek satırlık kitâbede besmele ve



Caca Bey Medresesi ve medresenin restorasyondan önceki durumu (VGMA)



Caca Bey Medresesi'nin planı iie bovuna kesiti (A. Kuran, Anadolu



Medreseleri.



I, şekil 25-26)



Nahl süresinin 90. âyetinin baş kısmı yer alır. Bunun altında bulunan ve uçları iki yana dönen diğer kitâbede Âl-i İmrân sûresinin 18 ve 19. âyetleri yazılıdır. Bu yazı şeridiyle kapı kemeri arasına iki satır halinde yerleştirilen, ayrıca sağ köşesine de bir metin eklenen kitâbe ise bazı vergilerin kaldırıldığını bildiren bir emirnâmedir. W. Hinz'e göre bu kitâbe 1330 yılında yazılmış olmalıdır. Osmanlı döneminde Zilkade 1219'da (Şubat 1805) verilen bir berat ise "Nûreddin Şehid" hayratının gelirlerine daha başka vakıflarla birlikte el koymak isteyen Alâeddin Camii mütevellisinin müdahalesinin önlenmesine dairdir. XIX. yüzyıl içinde medresenin harap halde olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim 1858 yılında Kırşehir'den geçen A. D. Mordtmann yapının m ü h i m m a t ambarı (Waffendepot) olarak kullanıldığını yazar. Daha sonra da harap durumda bulunan medresenin bir kısmının cami yapıldığı 1325 (1907) tarihli Ankara Vilâyeti Salnâmesi'nde belirtilir. Daha sonraları Vakıflar İdaresi tarafından büyük ölçüde restorasyon gören medrese cami olarak yeniden ibadete açılmıştır, bugün de cami olarak kullanılmaktadır. Bir halk söylentisinden destek alarak Ankara Vilâyeti Salnâmesi'nûe de tekrarlanan ve bugün belli başlı yayınlarda



539



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CACA BEY MEDRESESİ deki kubbenin ortasına bir aydınlık feneri ve bunun altına da şadırvanın yapılması usuldendi. Bu çeşit kubbeli yapı örneklerini Niksar'da Yağıbasan, Tokat'ta Çukur, Konya'da Karatay ve İnce Minareli, Çay'da Taş, Erzurum'da Yâkutiye. Kütahya'da Yâkub Çelebi ile Vâcidiye, Ermenek'te Mûsâ Paşa ve Karaman'da İbrâhim Bey medreseleri teşkil ederler.



Caca Bey Medresesi'nin kapısı üzerindeki yazı kuşağı



yer alan, bu medresenin aslında astronomi ilmiyle uğraşılan bir yer olduğu ve içinden rasat yapıldığı yolundaki iddia ise aydınlatılması gereken bir husustur. Ankara Üniversitesi'nden W. Ruben ile Aydın Sayılı tarafından 1947 yılı Temmuz ayında ortadaki kubbeli büyük mekânın zemininde bu maksatla bir kazı yapılmış ve burada sadece 6 m. kadar derine inen, iç yüzeyleri kısmen kaplanmamış, 1,80 m. çapında bir kuyu bulunmuştur. Alt kısmında çapı 2,60 m. ölçüsünü bulan bu çukurun bir rasat kuyusu olabileceği ileri sürülmüştür. Yine bir halk söylentisi, medresenin ön tarafındaki minarenin de bir rasat kulesi olduğu yolundadır. Ancak ne vakfiyede ne de kitâbede buna dair en ufak bir işaret vardır. Ayrıca bir rasat kuyusu için lüzumlu olan ve iç duvara bağlı olması gereken basamaklar bulunmadığı gibi 1,60 m. ölçüsündeki çap bir rasat kuyusu için çok dardır. Dolayısıyla buranın esasında bir rasat merkezi olabileceği inandırıcı görünmemektedir. Kubbeli kısmın ortasında bulunan çukur herhalde, kapalı avlulu medreselerde kubbenin altında olması gereken şadırvanın yerini tutmak üzere açılmış bir su kuyusundan başka bir şey değildir. Caca Bey Medresesi, Anadolu'da pek çok benzerleri olan, orta avlusu kubbe ile örtülü, "kapalı medrese" tipinde bir yapıdır. Bu kapalı mekânın esasında bir avlu olduğunu hatırlatmak üzere üstün-



Medrese, kesme taş kapılı cephelere sahip enlemesine hafifçe dikdörtgen biçiminde bir yapıdır. Esas cephesindeki taçkapının etrafındaki kaplama şeritler halinde iki ayrı renkteki taşlardan yapılmıştır. Bina, Orta Asya'dan beri Türk mimarisinin her çeşit yapısında karşılaşılan bir avluya açılan dört eyvan şemasına uygundur. Eyvanların üstleri beşik tonozlarla örtülüdür. Ortadaki kapalı avlunun üzerini ise bir kubbe örter. Evvelce üzerinde sadece bir aydınlık feneri olması gereken bu kubbenin ortası, buranın bir rasat merkezi olduğu hipotezini desteklemek gayesiyle günümüzde camekânla kapatılmıştır. Bu kadar geniş çaplı bir açıklığın, medrese harap olduğu dönemlerde aydınlık fenerinin etrafının yıkılması sonunda meydana gelmesi ihtimal dahilindedir. Eyvanların etrafında küçük hücreler vardır. Esas büyük eyvanın iki yanında ise bir çift dikdörtgen planlı büyük hücre yer alır. Girişin karşısındaki üstü beşik tonozla örtülü ana eyvan, bütün bu tür yapılarda olduğu gibi namaz kılınan yerdir. Buranın kıble duvarında basit bir namazgâhı aşan zenginlikte bir mihrap bulunur. Giriş eyvanının sağındaki hücrenin içinden taş bir merdiven, sadece ön cephenin



Caca Bey Medresesi'nin içinden bir görünüş



arkasında bulunan üst kat hücrelerine çıkışı sağlar. Bunlar biri mihraplı olmak üzere iki tanedir. Kırık sivri bir kemerin çerçevelediği taçkapı mukarnaslı bir kavsaraya sahiptir. Taçkapının iki köşesinde demet halinde sütunçeler vardır. Ayrıca kapının cephe duvarının iki dış köşesine değişik biçimde kaideleri olan bir çift burma gövdeli sütunçe işlenmiştir. Bunların kaidelerinin askı kandilleri hatırlatır biçimde işlenmiş olduğu dikkati çeker. Mescid eyvanının iki köşesindeki sütunçelerin şimdiye kadar üzerinde çok durulmuştur. Bunların gövdeleri, dışarıdakilerin kaidelerinde görülen üst üste bindirilmiş askı lambaları biçiminde boğumlardan meydana gelmiştir. W. Ruben bu sütunçelerle Hindistan sanatındaki sütun gövdeleri arasında bir yakınlık görmek istemiştir. E. Diez ise Caca Bey Medresesi sütunçelerinde Kafkasya'daki Gürcü mimarisinin bazı sütunları ile benzerlikler bulmuştur. Fakat W. Ruben, aynı tipte ahşaptan yontulmuş direklere Bolu'nun Düzce ilçesinde rastladığına işaret ettiğine göre bu değişik sütun gövdeleri Anadolu'nun ahşap mimarisinde vardır ve oradan taşa geçirilmiş olmalıdır. Eski fotoğraflarda (bk. Ülgen, II, 254-256, resim nr. 7, 8), kubbenin ortasında ahşap bir çatı ile örtülü, pencereli ve kasnaklı bir aydınlık feneri görülür. Diğer kısımların üstleri ise düz dam şeklindedir. Sonraki tamirlerde bu fener kaldırılmış, duvarların saçakları da kale duvarı gibi dendanlı olarak yapılmıştır. Uzun yıllar petek ve külâh kısımları olmayan minarenin bu unsurları son tamirlerde tamamlanmıştır. Medresenin giriş cephesinin sol tarafındaki kubbeli kare mekân, yapının bânisi Caca Bey'in türbesidir. Türbeye soldaki eyvandan altı basamaklı bir merdivenle çıkılır. Kabartma bir süsleme ile çerçevelenmiş bir kapı, ortasında Caca Bey'in sandukasının bulunduğu türbenin içine geçit verir. Müstakil bir yapı gibi kümbet görünümünde tasarlanan bu mezar binasının kubbesi, piramit biçiminde taştan sivri bir külâh ile örtülmüştür. Kare plan, köşelerde üçgen biçiminde pahlarla sekizgen kasnağa dönüşür, bunun da üstüne külâh oturur. Türbenin caddeye açılan penceresi mihrap biçiminde bir kavsara altındadır. Etrafını ise mukarnaslı bir çerçeve çevirir. Mukarnaslı kavsaranın altında ve hâcet penceresinin üstünde bulunan iki satır halindeki kitâbede, "dünyanın bir durak



540



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CACAOĞLU NÛREDDİN BİBLİYOGRAFYA :



Temir, Kırşehir



Ahmet



1272 ra



1 9 5 9 ; Ankara



1 3 2 5 ; A.



und



Emiri



Tarihli Arapça-Moğolca D.



Vilâyeti



Mordtmann,



Reisebriefe



aus



Nur



el-Din'in



Vakfiyesi,



Anka-



Salnamesi,



Ankara



Anatolien,



Skizzen



Kleinasien



(1850-1859)



(nşr. F. Babinger), H a n n o v e r 1925, s. 5 1 1 ; Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir



tırmalar, te



Kırşehri-Gülşehri



taşiler,



İstanbul



Medresenin kıble duvarı dışında, bina bedeninden ayrı olarak A. Saim Ülgen'in ölçüsüne göre 22 cm. açıkta ve 21 m. yükseklikteki minarenin gövdesi de kahverengi ve fîrûze renginde çinilerle bezenmiştir. Minarenin kürsü kısmı kare biçiminde ve taştandır. Yuvarlak gövdede tuğlalar altta daire şeklinde sıralanırken belirli bir yükseklikten sonra zikzak motif dizileri meydana getirirler. Bu minarenin aslında medreseye bitişik ayrı bir cami binasına ait olabileceği ileri sürülmüştür. Mordtmann'ın ifadesinden de burada bir cami oldüğu anlaşılabilir. Ancak böyle bir camiden bugün en ufak iz bulunmadığı için bu iddianın doğruluk derecesi tesbit edilememekle birlikte medresenin bu tarafında yapılacak bir kazı bu konuya ışık tutabilir. Minarenin kaidesinde bulunan ve ancak eksik olarak okunan bir beyit, benzerine Âlî'nin Münşeât'möa (AÜ, DTCF Ktp., nr. 38.718, vr. 64 ü ) rastlanarak tamamlanmıştır. Burada; "yapının kurucusuna rabbin inâyeti istenmekte ve sesi daha göğe erişmeden bu dileğin iyi kabul göreceğine inanıldığı" bildirilmektedir. Kırşehir'de Caca Bey Medresesi, Anadolu'da Türk mimari tarihinin başta gelen eserlerinden biridir. Hakkında bugüne kadar pek çok yayın yapılmış olmasına rağmen Anadolu'nun çok bunalımlı bir döneminde inşa edilmiş olan bu eser mimarisi, süs unsurları ve kitâbeleriyle daha etraflı ve dikkatli bir araştırmayı beklemektedir.



Babailer-Ahiler-Bek-



ve



Sayılı,



in İslam, Ankara 1960, s. 253-



2 5 4 ; a.mlf., "Bir C a c a b e y M e d r e s e s i K i t a b e si", TTK Belleten,



X X I X / 1 1 3 (1965), s. 71 ve İv.



Anado-



1 ( m i n a r e d e k i yazı h a k . i ; S e m r a Ögel,



lu Selçuklularının



Taş Tezyinatı,



Ankara



1966,



Cacaoğlu Nûreddin'in Caca Bey Medresesi'ne bitişik olan kümbeti Kırşehir



s. 71, rs. 114, ayrıca tür.yer.; a.mlf.. Der Kup-



pelraum



yeri ve her şeyin fâni olduğu" ifade edilmektedir. Pencere nişinin iki yanında korint üslûbunu andıran başlığıyla bir çift sütunçe yer alır. Fakat türbenin en ilgi çekici süslemesi, iç duvarlardaki çini yazı kaplamasıdır. Burada lâcivert çinilerden kesilmiş harfler beyaz alçı zemine mozaik tekniğinde yerleştirilerek Âyetü'l-kürsî işlenmiştir.



Araş-



1948, s. 42-55; Aydın



The Observatory Caca Bey Medresesi'nin ana eyvanının kösesindeki süslü sütun



Tarihi üzerinde



Kırşehir 1938, s. 58-74; a.mlf.. Tarih'-



in der



türkischen



Architektur,



İstan-



bul 1972, s. 36, rs. 3 4 ; Enver B e h n a n Şapolyo.



Kırşehir tullah



Büyükleri,



Ankara



Anadolu



Kuran,



1967, s. 5-12; Ap-



Medreseleri,



Ankara



1969, I, 55-57, şekil 25-26, rs. 113-121; M e t i n Sözen, Anadolu



Medreseleri,



İstanbul 1972, s.



15-20, 279-282 (resimler); Şerare Y e t k i n . Ana-



dolu'da



Türk



Çini



Sanatının



Gelişmesi,



tionen



seldschukischer



nasien,



Tübingen



Sakralbauten



in Klei-



1976, I, bk. İndeks; II, 196-



200, İv. 2 1 ; İlyas S ü r m e l i , Kırşehir



Tarihi, Kır-



şehir 1977, s. 41-42, 53, 5 5 ; R a h m i Ünal,



Osmanlı



sinde



Taçkapılar,



Öncesi İzmir



Ankara



Hüseyin



Anadolu-Türk



Cezmi Tuncer, Anadolu



lu Dönemi,



İstan-



Fayencedekora-



bul 1972, s. 9 4 ; M. Meinecke,



Mimari-



1982, tür.yer.;



Kümbetleri:



Orhan



I Selçuk-



1986, s. 175-178;



Hasan



F e h m i Turgal, " K ı r ş e h i r ' d e Bir İ l h a n î K i t a b e si", Kırşehir,



sy. 4 7 3 , 1 O c a k 1 9 3 7 ; A. S a i m Ül-



gen, " K ı r ş e h i r ' d e T ü r k E s e r l e r i " , VD, II 11942), s. 254-256, rs. 1-13; Halim Baki Kunter. "Kitab e l e r i m i z " , a.e., s. 4 3 2 - 4 3 4 , rs. 3-8; W. R u b e n , "Kırşehir'in



Dikkatimizi



deleri", TTK Belleten,



Çeken



a . m l f . — Aydın Sayılı, " T ü r k Adına



Kırşehir'de



Sanat



Abi-



X I / 4 4 (1947), s. 603-613; Cacabey



Tarih



Kurumu



Medresesinde



Y a p ı l a n A r a ş t ı r m a n ı n İlk K ı s a R a p o r u " , a.e., s. 673-681, İv. CXXXV-CXLIV; E. Diez, " E n d o s mos'lar",



Felsefe



Arkivi,



II, İstanbul



1947, s.



2 2 1 - 2 2 9 ; W. Hinz, " O r t a ç a ğ Y a k m Ş a r k ı n a ait V e r g i K i t a b e l e r i " , TTK Belleten, s. 778-780.



[Tl



X I I / 5 2 (1949), „



IFFIL S E M A V İ E Y İ C E



r



CACAOĞLU NÛREDDİN



~1



(ö. 676/ 1277'den sonra)



L



Anadolu Selçukluları devri Kırşehir emîri.



J



Babasının adı Bahâeddin Caca'dır. Cacaoğlu Nûreddin Cebrâil'in Kırşehir emîri olmadan önceki hayatı hakkında bilgi yoktur. Caca (cece, çaça, çeçe) kelimesinin Türkçe veya Moğolca olduğu hakkında farklı görüşler ileri sürülmektedir. İbn Bîbî'de geçen "cem'iyyet-i püser-i Câcâ" ve Osmanlılar devrinde Kırşehir civarındaki "Ceceli" aşireti, muhtemelen Nûreddin'in emîr olarak zikredilen babasından itibaren onların etrafında oluşan topluluk ve bakiyeleri idi.



Kaynaklarda adına ilk olarak IV. Kılıcarslan'ın tek başına sultan olmasından (659/1261) sonra rastlanmaktadır. İbn Bîbî'ye göre Nûreddin bir deveci iken Muînüddin Süleyman Pervâne'nin dikkatini çekmiş ve onun himayesinde Kırşehir emirliğine kadar yükselmiştir. Nitekim Emîrâhur Esed'in isyanı, bu sırada Kırşehir emîri olan Nûreddin tarafından bastırıldı, Aksaray ve civarında beş ay süren karışıklıklar önlendi. Sultan IV. Kılıcarslan'm 664'te (1266) öldürülmesiyle sonuçlanan olaylarda ise Nûreddin Kırşehir vilâyetindeki askerleriyle birlikte Muînüddin Süleyman Pervâne - Hatîroğlu Şerefeddin ittifakı içinde yer aldı. 675'te (1276-77) Anadolu'daki Moğol hâkimiyetine başkaldıran Hatîroğlu Şerefeddin ve kardeşi Ziyâeddin'e mukavemet edemeyerek onlara katılmak zorunda kalan devlet ricali arasında Nûreddin de vardı. İsyan bastırılınca bunlar Moğol kumandanları ve Muînüddin Pervâne tarafından sorguya çekildilerse de bağışlandılar. Memlûk Sultanı Baybars, Selçuklu beylerinin teşvikleriyle giriştiği Anadolu seferinde İlhanlılar'ı Elbistan ovasında yenince (Nisan 1277), Moğol ordusu saflarında yer alan esirler arasında Nûreddin ve kardeşi Sirâceddin İsmâil de vardı. Baybars bunları Suriye'ye götürdüyse de ölümünden önce hepsini serbest bıraktı (676/1277). Hatta yerine geçen oğlu el-Melikü's-Saîd tarafından kendilerine bazı yerler iktâ* edildi. Nûreddin'in bundan sonraki hayatı hakkında bir kayda rastlanmamaktadır. Türbesi Kırşehir'de bulunduğuna göre, M e nâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî'de anlatıldığı gibi. belki de Kırşehir dışında (Suriye'de) ölüp cenazesi Kırşehir'e getirilmiştir. Türbenin kitâbesi bugüne ulaşmadığından ölüm tarihi de bilinmemektedir. Eflâkî, Nûreddin'in önceden Hacı Bektâş-ı Velînin hizmetinde bulunduğunu,



541



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CACAOĞLU NÛREDDİN daha sonra Mevlânâ'ya bağlanıp onun yakınları arasına girdiğini anlatır. Mevlânâ'nın, bir yakınının kusurunu bağışlaması ve ona yardım etmesi için Nûreddin'e hitaben yazılmış iki mektubu bulunmaktadır. Nûreddin'den sonra da Cacaoğullan'ndan bazı isimlere rastlanmaktadır. Vakfiyesine göre erkek kardeşi İsmail'den başka Devlet Hatun adlı bir kız kardeşi ile, Eflâkî'ye göre Gazan Han'ın yakınlarından olan ve Ârif Çelebi Merend şehrine gittiği zaman maiyetinde bulunan Polat Bey adlı bir oğlu vardır. Kaynaklarda 696 (1297) veya 717'de (1317) Halep emirlerinden Cacaoğlu Alâeddin kumandasında bir ordunun Âmid'i zaptettiğinden ve yine Halep'te el-Melikü'z-Zâhir Hoşkadem tarafından yaptırılan bir Cacaoğlu zâviyesinden bahsedilir. Bunlar Baybars'ın, Nûreddin ve kardeşi İsmail'i esir olarak Dımaşk'a götürdükten sonra Cacaoğullan'ndan bazılarının Suriye'de yerleştiğini göstermektedir. Hüseyin Hüsâmeddin ise kaynak belirtmeden İskilip kazasında Ceceliler aşiretinin emîri olarak Yahyâ Bey'in adını zikreder.



BİBLİYOGRAFYA : İbn Bîbî, el-Evâmirü'l-'alâ'iyye,



Muhtasar



a.mlf..



s. 6 4 6 - 6 4 7 ;



Selçuknâme



(nşr.



d e Ali. Târîh-i Âl-i Selçuk,



Nûreddin, vakfiyesine göre Kırşehir, Sultanüyüğü (Eskişehir), Kayseri ve İskilip'te toplam üç medrese, beş mescid, bir dârüssulehâ, bir han, bir hankah, bir zâviye, bir mektep, iki türbe vakfetmiş ve on yedi mescid ile bir zâviyeyi de tamir ettirmiştir. Bütün bunların masraflarını karşılamak için de arazi, köy, dükkân, ev, han, değirmen, fırın, hamam vb. gelirini vakfetmiştir. Bu eserlerinden kitâbeleriyle birlikte ancak üçü, Eskişehir'deki minare (666/1267-68), Kırşehir'in 18 km. güneyindeki Kesikköprü Hanı (667/1268-69) ve Kırşehir'deki medrese (671/ 1273) günümüze ulaşabilmiştir. Şifahî rivayetlere ve medresede yapılan kazılara göre burasının vaktiyle rasathâne olduğu ve astronomi öğretimi yapıldığı ihtimalleri üzerinde durulmakt a d ı r (bk. C A C A B E Y M E D R E S E S İ ) .



Th.



haz. A b d ü l b â k i



TSMK, Revan



M e v l â n â , Mektuplar



1391, vr. 3 8 0 9 ;



(nşr. A h m e d



ve



1963, s.



Târîhu'l-Me-



39-40, 42-43, 80-81; İbn Ş e d d â d .



liki'z-Zâhir



nr.



(trc.



G ö l p ı n a r l ı ) , İstanbul



Hatît), Beyrut



1403/



1983, s. 163, 173, 3 3 7 ; a.e.; Baybars



Târihi



(trc. Ş e r e f e d d i n Yaltkaya), İstanbul 1941, s. 80, 86, 1 5 7 ; Aksarâyî, Müsâmeretü'l-ahbâr, 7 5 ; Eflâkî, Ariflerin



Menkıbeleri,



s. 74-



C 155,



345;



11, 178-179, 196-197; Târîh-i Âl-i Selçuk



(nşr.



ve trc. F. N. Uzluk), A n k a r a 1952, s. 56-57 (trc. s. 37); Kalkaşendî, Şubhul-a cşâ,



Menâkıb-ı



Hacı



Bektâş-ı



XIV, 149, 1 6 0 ;



Velî:



Vilâyet-nâme



(haz. A b d ü l b â k i G ö l p ı n a r l ı ) , İstanbul 1958, s. 28-30, 32, 113-114; İ b r â h i m b. M u h a m m e d İbnü'ş-Şihne, ed-Dürrü'l-müntehab



leketi Haleb



fî târihi



mem-



(nşr. Y û s u f b. Serkîs ed-Dımaşkı),



Beyrut 1909, s. 2 3 5 ; Amasya



Târihi, III, 10-11;



Tarihte



Kırşehri-Gülşehri



Cevat Hakkı



ve Babailer



Tarım,



- Ahiler



- Bektaşiler,



İstanbul 1948,



s. 42-55; Aydın Sayılı, The Observatory



in İs-



lam, A n k a r a 1960, s. 2 5 3 - 2 5 4 ; Nejat K a y m a z , Pervane



Muînüddîn



Süleyman,



Ankara



1970,



bk. İndeks; A h m e t Temir, Kırşehir



Emiri



Caca



Oğlu



Hur



Arapça



Mo-



ğolca



Vakfiyesi,



Ahi



Evren



el-Din'in



1272



Ankara



ve Ahi



Tarihli



1 9 8 9 ; Mikâil



Bayram,



Kuruluşu,



Teşkilâtı'nın



Kon-



ya 1 9 9 1 , bk. İ n d e k s ; T. Ö z g ü ç - M. A k o k , " Ü ç Selçuklu Abidesi, Dolay H a n , Kesik Kervansarayı ve H a n



Camii",



TTK



X X I I / 8 6 (1958), s. 2 5 6 ; M ü k r i m i n



Cacaoğlu Nûreddin, daha çok 670 (1272) tarihli vakfiyesinin özelliği dolayısıyla tanınmıştır. Asıl Arapça metnin özeti olan Moğolca kısım, Anadolu'da Uygur harfleriyle yazılmış ilk eser olması dolayısıyla önem kazanmıştır. Ahmet Temir vakfiyenin metnini ve tercümesini 1959'da yayımlamıştır. Ancak devrinin sosyal ve iktisadî tarihi bakımından zengin bir kaynak durumunda olan bu vakfiye üzerinde henüz bir inceleme yapılmamıştır.



M.



H o u t s m a ) , Leiden 1902, s. 3 0 1 - 3 0 2 ; Yazıcızâ-



Köprü



Belleten,



yolu kullanmıştı. Bu yol Cengiz Han ve İlhanlılar dönemlerinde de önemini kısmen korumuştur. Ortaçağ coğrafyacılarından Hamdullah Müstevfî (ö. 750/1350) şehrin etrafında zehirli otlar bulunduğunu ve insanların sağlık endişesiyle burada oturmayı pek istemediklerini bildirir. Müellif ayrıca kale dibinde bulunan ve kabukları diş ağrısına ilâç olarak kullanılan iki çınar ağacından bahsetmektedir. Safevî ve Kaçar sülâleleri dönemlerinde eski önemini kaybeden Câcerm, XIX. yüzyılın sonlarında 500 evli küçük bir yerleşme merkezi halini almıştır. Bugün Horasan eyaletinde Bucnurd vilâyetine bağlı küçük bir kasaba olan Câcerm'in başlıca gelir kaynağını bölgede yetiştirilen pamuk teşkil eder. 1986 sayımına göre nüfusu 7235 idi. Câcerm'de birçok şair ve âlim yetişmiş olup bunların en meşhurları, şairlerden Bedreddin Câcermî (XIII. yüzyıl) ile oğlu Muhammed b. Bedr ve âlimlerden de Ebû Kasım Abdülazîz b. Ömer Câcermî (ö. 4 4 0 / 1048-49) ile Ebû İshak İbrâhim CâcermFdir (ö. 544/ 1149-50). BİBLİYOGRAFYA :



H. Yınanç,



D i h h u d â , Luğatnâme,



" D i y a r b e k i r " , İA, III, 618-619.



disî, Ahsenü't-tekâsîm B



SADİ S.



KUCUR



T a h r a n 1361 hş.,' II, 4 6 6 ; Hudûdüi-'âlem norsky), s. 1 0 2 ; S e m ' â n î , el-Ensâb, Yâküt,



F



n



CÂCERM



(



Mu'-cemü'l-büldân,



Müzhetü'l-kulûb



II, 9 2 ;



Dâniş



(Mi-



Müstevfî,



Muhammed



(nşr.



Muham-



m e d Ali S û t î — C e m ş î d Keyâfer), T a h r a n 1 3 6 6



^



hş., s. 466-467, 5 3 2 - 5 3 6 ; G. Le S t r a n g e .



Lands



of



the



Eastern



1966, s. 3 9 2 , 4 3 0 ;



Horasan eyaletindedir; Nîşâbur, Cüveyn ve Cürcân arasında. Tahran - Nîşâbur Meşhed tren yolu üzerinde yer alır. İsmi "sıcak yer" anlamını taşıyan Farsça câgerm kelimesinden gelmektedir. X ve XI. yüzyıllarda otuz burçlu daire şeklinde surlarla ve üç zirâ genişliğinde bir hendekle çevrili önemli bir ticaret merkeziydi. Şehirde yedi mahalle, yedi cami ve çevresinde de bakımlı bahçeler bulunuyordu. Makdisî (ö. 381/991 |?|) cuma camiinin çok güzel olduğunu söylemekteHudûdü'l-^ûlem'de



Mak-



III, 152-153;



(Strange), s. 1 5 0 ;



Takı Han H e k î m , Genc-i



)



İran'ın kuzeydoğusunda bir şehir.



dir.



"Câcerm" md.;



(trc. Ali Nakı Münzevî),



(yazılış



tarihi



372/982-83) şehir Cürcân, Kümis ve Nîşâbur'un ticarî merkezi olarak gösterilir. Câcerm'in Nîşâbur'dan batıya doğru Cüveyn'e, oradan da düz ovaya inerek Hazar kıyılarına uzanıp Dînâr Sarı geçidini takip eden eski bir kervan yolunun üzerinde olduğu bilinmektedir. Gazneli Mesud 1035 yılında Taberistan ve Cürcân'ın Ziyârî emîri Felek el-Meâiî Minûçihr b. Kâbûs'a karşı yaptığı seferde bu



Matla cu'ş-şems,



Caliphate,



Muhammed



Tahran



Hasan



Suppi.



r-ı IFLLL R I Z A



F



Han.



1362-63 hş., II, 114-



1 1 8 ; C. E. Bosvvorth, " D i â d i a r m " , El 2 (ing.), s. 2 3 5 .



The



Cambridge



KURTULUŞ



CA D b. D İ R H E M



(



ûi



n



)



(ö. 1 2 4 / 7 4 2 [?])



Tâbiîn neslinden olup ilâhî sıfatlar, halku'l-Kur'ân ve insanların fiilleri gibi itikadî konulan ilk defa tartışmaya açan âlimlerden biri.



İbn Dirhem diye de tanınır. Hayatının ilk dönemleri hakkında bilgi yoktur. Aslen Horasanlı veya Harranlı olduğu ileri sürülmüştür. Akaid konularını akılcı bir yaklaşımla ele aldığına göre eski felsefî kültürlerin merkezlerinden biri sayılan Harran'da doğmuş ve yetişmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Süveyd b. Gafele el-Kûfî veya Benî Mervân'ın mevâlî'sin-



542



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'DE (Benî Ca'de) dendir. Ashap devrinin son zamanlarında uzun süre Dımaşk'ta yaşadığı dikkate alınarak tâbiîn neslinden kabul edilmiştir. Hicrî II. yüzyılın başlarında akaid konularında ortaya attığı Selef inancına aykırı görüşleriyle dikkati çekti. Dımaşk, Basra, Küfe gibi merkezleri dolaşarak görüşlerini yaymaya çalıştı. Kûfe'de karşılaştığı Cehm b. Safvân ile ilmî sohbetlerde bulundu ve ilâhî sıfatlar konusunda onu etkiledi. Vehb b. Münebbih ile de çeşitli zamanlarda görüşüp ilâhî sıfatlar meselesini tartıştı. Rakka'ya giderek orada Cezîre, Azerbaycan ve Ermenistan Valisi Muhammed b. Mervân'ın himayesine girdi; onun oğlu ve müstakbel Emevî halifesi 11. Mervân'ın eğitimini üstlendi. Görüşleri üzerinde etkili olduğu için Emevîler'in bu son halifesine Ca'dî lakabı verilmiştir. Ca'd h a l k u ' l - K u r ' â n * konusunda Halife Hişâm b. Abdülmelik'e yakınlığı ile tanınan Meymûn b. Mihrân'la da münazaralarda bulundu. Kur'an'ın mahlûk olduğu görüşünü savunduğu için Meymûn tarafından Halife Hişâm'a şikâyet edildi. Bir süre Vali Muhammed b. Mervân'ın sarayında kaldı. Daha sonra Basra ve Küfe taraflarına giderek saklanmaya çalıştıysa da halifenin, Irak Valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî'ye Ca'd'ı yakalayıp idam etmesini emretmesi üzerine tutuklandı. Tutukluluk süresi uzaymca Ca'd'ın taraftarları halifeye başvurarak serbest bırakılmasını istediler; ancak bu vesile ile onun hâlâ öldürülmediğini öğrenen halife valiye derhal ölüm emrini infaz etmesini bildirdi. Bunun üzerine Ca'd bir kurban bayramı günü Hâlid el-Kasrî tarafından Küfe veya Vâsıt'ta muhtemelen 124 (742) yılında idam edildi. Ölüm yılı olarak 118 (736) ile 128 (745) arasında değişen tarihler de kaydedilir. Akaidle ilgili farklı görüşleri yüzünden veya saltanata dayanan Emevî idaresinin, Kur'an ve Sünnet'teki devlet idaresini düzenleyen ilkelere uymadığını ileri sürerek onlara karşı siyasî mücadeleye girişmesi sebebiyle öldürüldüğüne dair değişik rivayetler de vardır (Taberî, VI, 591). Mu'tezile, Cebriyye ve Mürcie'ye nisbet edilen Ca'd b. Dirhem'in kelâmî görüşleri hakkında kaynaklarda bulunan bilgiler şu dört noktada toplanmaktadır: 1. Âlem cevherler ve arazlardan ibarettir. Bunlar hâdis olduğundan âlem de hâdistir. 2. Allah Teâlâ'nın zâtı dışında kadîm olan birtakım sıfatları yoktur. Eğer bu tür sıfatları bulunsaydı Allah'ın birli-



ği (tevhid) ilkesi ortadan kalkardı. Allah'ın yaratıklara benzemesi düşünülemeyeceğine göre naslarda O'na izâfe edilen "yed", "vech", "ayn" gibi kavramların teşbih ve tecsîme götüren zâhirî anlamlarından farklı mânaları bulunmalıdır. Bu sebeple ilâhî sıfatları konu edinen naslar aklın ışığı altında yoruma tâbi tutulmalıdır. Allah'ın Hz. Mûsâ'ya hitap edişi de beşerî anlamda değildir. 3. Kur'ân-ı Kerîm kadîm değil hâdistir. 4. Kullar fiil işleme gücüne (istitâat) sahiptirler ve bu güçle fiillerini kendileri meydana getirirler. Zira bir fiilin meydana gelmesi kulun gücünü kullanmasına bağlıdır. Bu husus tecrübe ile bilinmektedir. Kulların, fiillerine ilişkin ayrıntılı bilgilerden yoksun oldukları ve istedikleri her fiili meydana getirmekten âciz kaldıkları noktalarında toplanan eleştiriler karşısında Ca'd'ın bu görüşü terkederek fiillerin kullar tarafından değil Allah tarafından yaratıldığı, dolayısıyla insanların cebir altında bulundukları görüşünü benimsediği de nakledilir (Hüseyin Atvân, s. 84). Daha sonra Mu'tezile'nin beş esasından kabul edilecek olan "emir bi'lma'rûf nehiy ani'l-münker" prensibi de kaynaklarda Ca'd'a nisbet edilen görüşler arasında yer alır.



BİBLİYOGRAFYA : Buhârî, Halku ef câU'l- ibâd, Beyrut 1404/ 1984, s. 7; Dârimî, er-Red 'ale'l-Cehmiyye (nşr. Gösta Vitestam), Leiden 1960, s. 4 ; Taberî. Târih (Ebü'l-Fazl), VI, 591; İbnü'n-Nedîm. el-fihrist (Teceddüd), s. 401; Bağdâdî. el-Fark (Kevserî), s. 17, 167; İbn Hazm, el-Fasl (Umeyre), V, 70; Beyhakî. el-Esma* ve's-sıfât, s. 325; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 264, 428; a.mlf.. el-Lübâb, I, 282-283; İbn Teymiyye, Mecmû'-u fetâvâ, V, 20-22; a.mlf., el-Fetva'l-Hameviyyetü'lkübrâ (a.e. içinde), s. 20-21; a.mlf., D e r ' ü te'âruzi'l- cakl ve'n-nakl (nşr. M u h a m m e d Reşâd Sâlim), Riyad 1399-1403/1979-83, I, 312-313; VII, 175; Zehebî. Mîzânü'l-i'tidâl, I, 399; a.mlf., A clâmü'n-nübelâ*, V, 433; a.mlf., Târihul-İslâm: sene 101-120, s. 337-338; Safedî, "el-Vâfi, XI, 86-87; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 350-351; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, II, 105; Diyarbekrî, Târihu'l-hamîs, II, 322; İbnü'l-İmâd, Şezerât, I, 169170; İrfan Abdülhamid, Dirâşât fi'l-fırak ve'lc aka'idi'l- Islâmiyye, Bağdad 1967, s. 129, 219220; Ali Sâmî en-Neşşâr, Neş'etü'l-fikri'l-felsefi fi'l-İslâm, Kahire 1977, I, 329-332; W. Montgomery Watt, islam Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 305; İbrâhim Medkûr, Fi'l-Felsefeti'l-İslâmiyye, Kahire 1983, II, 27; Muhammed Münîr ed-Dımaşkı, Memûzeç mine'l-a cmâli'l-hayriyye, Riyad 1401/ 1988, s. 235-237; Hüseyin Atvân, el-Fıraku'l İslâmiyye ff bilâdi'ş-Şâm fi'i- casri'Tümevl |baskı yeri yok], 1986, s. 83-91; M. Şemseddin. "Mütekellimîn ve A t o m Nazariyesi", DİFM, I, 82-83; G. Vajda, "İbn D i r h a m " , El 2 (ing.), III, 747-748.



S



Maniheizm, Sâbiîlik, Yahudilik gibi eski din ve kültürlerin tesirinde kalarak İslâm akaidinde yeni görüşler ortaya attığı söylenen Ca'd b. Dirhem'in hayatı ve itikadî görüşleri hakkında yeterli bilgi bulunmadığından kendisine nisbet edilen görüşlerin ona ait olup olmadığını, ayrıca eski kültürlerden ne ölçüde etkilendiğini belirlemek oldukça güçtür. Bununla birlikte onun itikadî konuları aklın ışığında açıklamaya ve İslâm düşüncesinin fizik ve metafizik sisteminin temellerini atmaya çalışan ilk kelâmcılardan olduğunda şüphe yoktur. Vehb b. Münebbih, Ca'fer es-Sâdık, Behlûl eşŞâmî gibi Selef âlimleri tarafından eleştirilen Ca'd'ın görüşleri daha sonra İslâm dünyasında yankı bulmuş, Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd ve diğer bazı Mu'tezile âlimlerince benimsenerek kelâm disiplininin teşekkül etmesinde rol oynamıştır. İbn Teymiyye, Ca'd'ın Harranlı olması ve Sâbiîlik'le Keldânîler'den gelen felsefî görüşleri yakından tanıması sebebiyle, İslâm dünyasında felsefenin yeni kurulmakta olduğu kendi döneminde bilhassa ilâhiyata dair konularda filozofları da güçlü bir şekilde etkilediğini Öne sürer (Der'ü te câruz, l, 3123 1 3 ; VII, 175; M e c m û c u fetâvâ, V, 20-22).



r



MUSTAFA



CA'DE (Benî Ca'de) ( 2»u>»



ÖZ



"



)



Adnânîler'e mensup bir Arap kabilesi. Kâ'b b. Rebîa b. Âmir b. Sa'saa'nın altı oğlundan biri olan Ca'de'ye nisbetle Benî Ca'de diye adlandırılan bu kabile İslâm'ın ilk dönemlerinde Yemâme bölgesinde, merkezi Felec olan Ekme (Ükme), Melâh ve Sıdâre'de yaşıyordu. Felec'e 7-8 fersah mesafedeki Gayl ve İnân adlı iki vadileri ve Atluhâ adında bir de su kaynakları vardı. İbn Sa'd'ın verdiği bilgiye göre Benî Ca'de hicretin 9. (630) yılında İslâmiyet'i kabul etti ve Rukad (Rakkâd) b. Amr'ı Hz. Peygamber'e elçi olarak gönderdi. Hz. Peygamber de Rukad'a Felec topraklarından verimli bir arazi parçası bağışladı ve kendisine buna dair bir de belge verdi. Benî Ca'de'nin, Cerm kabilesiyle aralarında meydana gelen bir anlaşmazlık sebebiyle hakem olması için Hz. Peygamber'e başvurduğu bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Hz. Peygamber'e methiye yazan meşhur şair Nâbiga el-Ca'dî (ö. 50/670), Hz.



543



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'DE (Benî Ca'de) Ali ile Muâviye arasındaki hilâfet mücadelesinde Muâviye'nin barış teklifini Hz. Ali'ye götüren Ziyâd b. Eşheb ile Abdullah b. Zübeyr'in halifeliğini ilân ettiği yıllarda Horasan ve Kirman'da valilik yapan Abdullah b. Haşrec Benî Ca'de'ye mensup olan meşhur kişilerdir. Arabistan'ın güneyinde Yemen'de, bugün Bilâd-ı Âmir diye bilinen yerde yaşayan ve Ca'de adıyla anılan başka bir Arap kabilesi daha vardır. Ancak bunların buraya göç eden az sayıdaki Yemâme Ca'dîleri'nin yerli halk ile karışmasından meydana geldiği ve bundan dolayı Benî Ca'de diye adlandırıldığma dair rivayetler vardır. BİBLİYOGRAFYA :



Tâcü'l- carûs, "c c ad" md., ayrıca bk. VIII, 53; İbnü'l-Kelbî. Cemhere (Nâci), s. 352-355; İbn Hişâm, es-Sfre, II, 249, 290; İbn Sa'd. et-Tabakât, I, 303; İbn Hazm, Cemhere, s. 289; Bekri, A l u c c e m , I, 184; II, 694; 111, 1011, 1029; IV, 1253-1254, 1296-1297; Sem'ânî, el-Ensâb, III, 265; Nüveyrl, Nihâyetül-ereb, II, 340-341; Kalkaşendî, Nihâyetü'l-ereb, Beyrut 1405/ 1984, s. 199-200; L. Caetani, İslâm Tarihi Itrc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924-27, VI, 330; elKâmûsu l-İstâmî, 1, 611; Kehhâle, Mu'cemü kabâ 'ili'l- cArab, Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , I, 193194; M. Hamîdullah, el-Vesâ'iku's-siyâsiyye, Beyrut 1403/1983, s. 318; J.~Schieifer, "Câde", İA, III, 6; W. Caskel, " ' A m i r b. Ş a ' ş a ' a " , El 2 (ing.i I, 441-442; C. E. Bosvvorth. " D j a ' d a ( c Amir)", a.e., II, 365. ı—ı S I



NADİR



ÖZKUYUMCU



F



CADİ



n



^



(bk. İBN S E M Ü R E el-CA'DÎ).



^



r



CAETANİ, Leone



n



(1869-1935) İlk devir İslâm tarihi üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan şarkiyatçısı.



^



12 Eylül 1869'da Roma'da doğdu. Başlangıcı Ortaçağ'a kadar giden soylu Caetani sülâlesine mensuptur; anne tarafından dedesi ise Viyana'da yaşayan ve ünlü tarihçi J. von Hammer-Purgstall ile birlikte çalışan Polonyalı Kont Rzevvustky'dir. Babası Don Onorato Caetani 1896da İtalya Dışişleri bakanı olmuş, Antikçağ edebiyatı ve Dante uzmanı ünlü bir bilim adamıdır. Leone Caetani Roma Üniversitesi'nde edebiyat tahsili yaparken İslâm dünyasına büyük bir yakınlık duydu ve Latince ile Yunanca gibi öğrenimi mecburi olan klasik dillerden başka Almanca, İngilizce, Farsça ve Arapça öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra ken-



dini tamamen İslâm tarihine verdi; başta Arapça olmak üzere çeşitli dillerde yazılmış pek çok yazma ve basma eser toplayarak zengin bir İslâm tarihi kütüphanesi kurmayı başardı. İslâm dünyası kaynaklarını yakından tanımak için Hindistan, İran, Tunus, Cezayir, Mısır, Suriye, Lübnan ve İstanbul'a giderek birçok yazma topladı. Caetani ilmî çalışmalarının yanında aile geleneğine uyarak siyasetle de uğraştı ve milletvekili oldu. Mecliste İtalya'nın Osmanlı Devleti'ne bağlı Libya topraklarını işgal etmesine karşı çıktığı gibi gazetelerde bu işgalin hukukî dayanağının bulunmadığını ifade eden ve hükümeti suçlayan çeşitli yazılar yazdı. Sosyalistler arasında yer aidi; kilise ve din adamlarına muhalif cereyanın (anticlericalisme) ateşli bir savunucusu oldu. Aşırı pozitivist görüşlere sahip olan Caetani çağdaşı düşünürlerden etkilendi ve fikirlerini İslâm dünyası ve İslâm tarihi üzerine kaleme aldığı ilmî yazılara da yansıtarak çeşitli tepkilere mâruz kaldı. 1924'te, müslüman milletlerin tarih, din ve kültürlerini araştırmak için daha sonraları Fondazione Caetani adıyla anılan Fondazione per gli Studi Musulmani adlı vakfı kurdu. Fakat siyaset alanında daima muhalefette kalan Caetani iktidara gelen faşistlerle anlaşamadı; Annali deli'islam adlı eserini tamamladıktan sonra zengin kütüphanesiyle servetinin bir kısmını üyesi olduğu Accademia Nazionale dei Lincei'ye bırakarak 1927 yılında yönetimin baskılarından kaçıp siyasî mülteci sıfatıyla Kanada'ya gitti ve orada yeni bir eser vermeden 24 Aralık 1935 tarihinde öldü. Mussolini yönetimi onu vatandaşlıktan ve mensubu olduğu akademinin üyeliğinden çıkardı. Ancak faşistlerin iktidarının yıkılmasından sonra itibarı iade edildi ve ölümünün ellinci yılında Accademia Nazionale dei Lincei'de adına düzenlenen büyük bir toplantıda eserleriyle hayatı yeniden değerlendirildi. Eserleri. Caetani'nin kitap, makale, konferans metni ve tebliğ halinde yayımlanmış birçok çalışması bulunmaktadır; bunlar arasında dört kitabı en önemli eserleri kabul edilmektedir. 1. Chronographia islamica (l-V, Roma 1912-1918). Geniş bir İslâm kronolojisidir. Eserin tamamı 1 922 (622-1517) yıllarını içine alacak şekilde planlanmış olmakla birlikte ancak 1-132 (622-750) yıllarını kapsayan kısmı yayımlanabilmiştir. 2. Studi di storia orientale (l, Milano 1911; III, Milano 1914).



Dört cilt halinde planlanan eserin yalnızca İslâm ve Hıristiyanlık, İslâm öncesi Arabistan ve Araplar, peygamber ve devlet adamı olarak Hz. Muhammed, hilâfet devrinin başlangıcı ve Arabistan'ın fethinden bahseden 1 ve II". ciltleri neşredilmiştir. 3. Onomasticorı arabicum (I-1I, Roma 1915). Giuseppe Gabrieli ile bir heyetin de derlenmesine yardım ettiği eserde İslâm'la ilgili tarihî, coğrafî ve biyografik çalışmalarda geçen şahıs ve yer adları hakkında bilgi verilmiş olup tamamlanamamıştır. 4. Annali dell'Islam. 1905-1926 yılları- arasında Milano ve Roma'da büyük boy on cilt halinde neşredilen eser Hz. Peygamber'in hayatı ile başlar ve hicretin 40. yılına kadar gelir. Eserin tamamı, İslâm tarihinin bütününü ele alacak şekilde yirmi beş cilt olarak planlanmıştı. Caetani, 1972-1973 yıllarında ofset baskısı yapılan bu en meşhur ve en hacimli eserini, bir komisyon halinde çalışan genç İtalyan araştırmacıların hicretin her yılı için İslâm kaynaklarından yaptıkları tercümelere dayanarak yazıyor, müsveddeleri de I. Guidi, H. Lammens, C. A. Nallino, J. Horovvitz, C. H. Becker, G. Levi della Vida gibi şarkiyatçılara gönderip onların görüşlerini aldıktan sonra gerekli düzenleme ve değişiklikleri yaparak son şeklini veriyordu. Eserin dikkat çeken en önemli özelliği çok zengin bir malzemeye sahip oluşudur. Kitabın tamamı Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, ancak sadece hicretin 12. yılına kadar olan kısmı îslâm Tarihi adıyla yayımlanmıştır (I-X, İstanbul 1924-1927). Atatürk'ün okuduğu kitaplar arasında yer alan bu tercümenin yayımlanmayan müsveddeleri Türk Tarih Kurumu'nun yazma eserler bölümünde bulunmaktadır (nr. 134). Türk araştırmacılar, diğer çalışmalarından habersiz olarak Caetani'yi yalnız bu tercümeye dayanarak anlamaya çalıştıkları için hatalara düşmüşlerdir. M. Asım Koksal, Müsteşrik Caetani'nin Yazdığı İslâm Tarihindeki İsnad ve İftiralara Reddiye (Ankara 1961, 1986, İstanbul 1987) adlı eseriyle Caetani'nin bu kitabında mevcut, hadis ve isnad* meseleleri başta olmak üzere çeşitli konulardaki görüşlerine cevap vermeye çalışmışsa da esas fikirlerini ihtiva eden eserlerini okumadığı için tenkitleri yetersiz kalmıştır. Caetani'nin diğer bazı eserleri de şunlardır; La Arabia nella storia del mondo (Roma 1907); La psicologia delle grandi vittorie arabe (Roma 1907); La Studio storico dell'Islam (Roma 1908);



544



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'FER b. AHMED Maometa profeta d'Arabia (Roma 1910). Funzione dell'Islam nell' Evoluzione della Civiltâ (Roma 1912; eser ve makalelerinin bir listesi ve değerlendirmesi için F. Gabrieli'nin bibliyografyadaki çalışmalarına bk.). Caetani ile ilgili olarak hacimli bir makale kaleme alan Riyâzü'l-Hasan, onun fikir ve düşüncelerinin arka planını, İslâm dinine, tarih ve uygarlığına bakışını vukufla değerlendirmiştir. Riyâzü'l-Hasan, İslâm'ın aristokrasisi bulunmayan, farklı ırk ve .sınıflar arasında sosyoekonomik alanda ve teoride kalmayıp pratikte de gerçekleşmiş demokratik eşitliğin hâkim olduğu, daha önce benzeri görülmemiş bir toplum meydana getirdiğini söyleyen Caetani'nin siyasî bir şahsiyet olarak Hz. Peygamber'e hayranlık duyduğunu belirtir ve onun Hz. Peygamber'i ve İslâm'ın yayılışını materyalist Marksist bakış açısından değerlendirdiğini ifade eder. Hıristiyan olmakla birlikte Hz. îsâ'nın peygamberliğine inanmayan Caetani İslâm'ı vahye dayalı bir din saymaz, dolayısıyla Hz. Muhammed'i bütün insanlığa gönderilmiş ilâhî bir mesajın sahibi olarak kabul etmez. İslâm'ın yayılışını da bu dinin getirdiği inanç ve düşünce sistemini, fethedilen topraklarda kurulan sosyal düzen ve uygarlığı görmezlikten gelerek "sıcak çöl hapishanesinden kuzeye doğru bir açılma" şeklinde izah edip Arabistan'ın ekonomik şartlarına bağlar. Riyâzü'l-Hasan onun, dönemindeki felsefî görüşlerin etkisinden kurtulup tarihe tarafsız bir gözle bakamadığını, ilk müslüman tarihçilerin hepsini gerçeği gizleme ustası olarak itham ettiğini, buna karşılık kendisinin de olaylarla ve gerçeklerle uğraşmaktan çok gereksiz bir şekilde problemler ortaya attığını, birçok İslâmî kavramı ve İslâm tarihinde geçen birçok olayı indî yorumlarla çarpıttığını söyler. Caetani'nin uygarlığın gelişmesinde İslâm'ın oynadığı rolü açıklamaktaki bütün çabası, Avrupa milletlerinin İslâmiyet'e karşı sahip bulundukları eski ön yargıyı, tarihî gerçekleri saptırmak suretiyle rasyonalize etmeye çalışmaktan ibaret olmuştur. Annali dell'Islam ve diğer eserlerinde etraflıca ele aldığı olayları daima pozitivist bir anlayışla inceler ve bunları, okuyucuda İslâm'ın bütün yapısının boş bir çabadan ibaret olduğu intibaını uyandıracak bir şekilde yansıtmak ister. Bununla birlikte kaynaklara indikçe İslâm dünyasının tarihteki yerini ve Ön Asya tarihine getirdiği canlılığın Akdeniz ve dolayısıyla Avrupa'yı hareketli



bir dinamizme kavuşturduğunu anlamış ve eserlerinde bunu ön plana çıkarmıştır. İslâm tarihi çalışmalarına getirdiği dinamizmden dolayı İtalyan şarkiyatçı ve tarihçileri tarafından takdir edilen Caetani, edebiyat ve hadis ilmine yeteri kadar eğilmediği için de tenkit edilmiştir. Özellikle şiir tarihi üzerinde çalışanların getirdiği yeni anlayışla, Caetani'nin her konuyu mantığa dayatarak çözmeye kalkışması büyük bir kusur sayılmış ve kendisi bu bakımdan gerçek bir şarkiyatçı kabul edilmemiştir. Lincei'de kendi adına kurulmuş olan vakıf uzun yıllar âtıl durumda kaldıktan sonra 1970 yılından itibaren vasiyetine uygun şekilde İslâm edebiyat, kültür ve fen bilimlerine ait araştırmaların değerlendirildiği bir merkez olma yoluna girmiş, kütüphanesindeki Arap ve Fars yazmalarına ait kataloglar da yapılarak ilim âlemine sunulmuştur. BİBLİYOGRAFYA :



F. Gabrieli, " L e o n e C a e t a n i " , Storia



musulmana,



Napoli



La Storiografia



e civiltâ



1947, s. 3 0 1 - 3 0 5 ;



arabo -islamica



a.mlf..



in Italia,



Napo-



li 1 9 7 5 , s. 47-61; a.mlf.. " C a e t a n i , L e o n e " , Di-



zionario



biografico



degli



itaiiani,



XVI,



Roma



1973, s. 185-188; a.mlf.. " L e o n e C a e t a n i 1inceo", Giornata



la morte 1985,



di studi



di Leone



Roma



nel cinquantenario



Caetani:



Roma



16



del-



dicembre



1986, s. 7-12; R. Traini.



"Leone



C a e t a n i e l a s u a b i b l i o t e c a " , a.e., s. 17-37; A. Bausani.



"Leone



Caetani



a.e.,



e l'Islam",



s.



13-16; a.mlf., " C i n q u a n t ' a n n i d i I s l a m i s t i c a " ,



Gli Studi



sul Vicino



Oriente



in Italia daI



1921



al 1971, R o m a 1971, s. 4-5; U m b e r t o Rizzitano, " G l i s t u d i di storia a r a b a " , Gli Studi



Oriente



sul



Vicino



in Italia dal 1921 al 1971, R o m a 1971,



s. 28-30, 31, 3 2 ; M u h a m m e d Kürd Ali, el-Mu H-



şırûn (nşr. M u h a m m e d el-Mısrî), D ı m a ş k 1401 / 1980, s. 3 2 2 - 3 2 6 ; A n g e l o Michele P i e m o n t e s e .



Bibliografia poli



Italiana



dellTran



türk'ün



Düşünce



Düşünürler,



Yapısını



Kitaplar,



tempi,



Olaylar,



1982, s.



Caetani,



Na-



33-37;



L'Islam



dei



Mazara del Vailo 1 9 9 1 ; L. Bouvat,



"Le P r i n c e C a e t a n i et s o n o e u v r e " , RMM, XXVII (1914), s. 53-89; M. Guidi. " C o m m e m o r a z i o n e d e l s o c i o L e o n e C a e t a n i " , Rendiconti



cademia



Nazionale



di Ac-



dei Lincei, XII, Napoli 1 9 3 6 ,



s. 9 9 - 1 0 4 ; C. A. Nallino, " L e o n e C a e t a n i islam i s t a " , O M , XVI (I936), s. 48-52; R. Paradisi. " G i o r n a t a di studio nel c i n q u a n t e n a r i o



del-



l a m o r t e d i L e o n e C a e t a n i " , a.e., IV (1985), s. 2 4 3 - 2 4 8 ; F. T. Cooke. " C u r r e n t T o p i c s - L e o n e C a e t a n i " , Al W, XXVI (New York 1968), s. 2993 0 0 ; Reyazul H a s a n . " P r i n c e L e o n e A



Caetani.



G r e a t I t a l i a n O r i e n t a l i s t (1869-1935)", Hl,



V / l 11982), s. 45-81; M a r i t z a Cricorian. " L e o n e Caetani, p r i n c i p e islamista. U n a g i o r n a t a di s t u d i o a R o m a n e l c i n q u e n t a n a r i o d e l l a morte", İslâm.



Storia



e Civiltâ, I V / 1 3 , R o m a



1986,



s. 2 5 5 - 2 5 8 ; C l a u d i o Lo J a c o n o , " L e o n e C a e t a n i " , a.e., V / 1 5 - 1 6 (19861, s. 109-113. H



MAHMUT H .



(



^



ji J T



)



Ebü'l-Fazl Şemsüddîn Ca'fer b. Ahmed b. Abdisselâm el-Bühlûlî el-Ebnâvî (ö. 573/1177) Zeydî kelâmcı, muhaddis ve fakih.



^



Hayatının ilk dönemi hakkında bilgi yoktur. İsmâilî olan babası ve dedeleri Suleyhîler ve Hâtimîler idaresindeki San'a'da, kardeşi Yahyâ ise Aden'de İsmâilî Zürey'îler'e kadılık yapmışlardır. Ca'fer bilinmeyen bir tarihte Zeydiyye'ye intisap ederek Mutarrif b. Şihâb tarafından kurulan Mutarrifiyye fırkasına girdi. Bir süre sonra Yemen'deki mezhep çatışmaları yüzünden Irak'a gitti. Orada Taberistan Zeydiyyesi'nin temsilcisi olan Horasanlı Zeydî âlim Zeyd b. Hasan elBeyhakı'den ders aldı. Beyhaki 541'de (1146) Mutarrifî bid'atına karşı Zeydiyye'yi savunmak için Sa'de'ye davet edildiğinde Mutarrifiyye'den ayrılmış bulunan Ca'fer de onunla birlikte Yemen'e döndü. Bu arada hasımlarına karşı kullanmak üzere Mu'tezile akaidine dair çok sayıda eseri beraberinde götürdü. Böylece Hazar denizinin güneyinde bulunan bölgelerdeki Zeydî literatürünü Yemen'de tanıttığı gibi Mu'tezile akidesine dair bazı eserleri de kaybolmaktan kurtarmış oldu. Ca'fer b. Ahmed ile hocası Beyhaki Sa'de'de, Zeydî İmam Ahmed b. Süleyman el-Mütevekkil'in de desteğiyle şiddetli bir mücadele verdiler. Daha sonra Hâkim b. Ahmed'in idaresi altındaki San'a'yı ele geçiren Mütevekkil 545 (1150) yılında Ca'fer'i şehre kadı tayin etti.



T u r a n , Ata-



Etkileyen



Ankara



Mirella Cassarina, Leone



primi



(1462-1982),



1982, bk. fihrist; Ş e r a f e t t i n



CA'FER b. A H M E D



ŞAKIROĞLU



Ca'fer b. Ahmed, daha sonra Irak'a dönen Beyhaki ile birlikte Yemen'den ayrıldıysa da hocasının Tihâme'de vefatı üzerine yolculuğuna yalnız devam etti. Rey'de Beyhakı'nin talebelerinden Zeydî âlim Ahmed b. Ebü'l-Hasan el-KennFnin derslerine katıldı. Mekke ve Kûfe'de de bir müddet kalarak ilmî çalışmalarını sürdürdü ve bazı hadis kitaplarının rivayeti için icâz'et aldı. 554'te (1159) San'a'ya dönüşünde tekrar İmam Mütevekkil'in verdiği göreve başlayan Ca'fer, İb'de Mu'tezilî akaidini yaymasından dolayı Sünnîler'in düşmanlığını kazandı, edDâmig li'l-bâtıl min mezâhibi'l-Hanâbil adlı eserine el-İntişâr fi'r-red tale'l-Kadenyyeti'l-eşıâr isimli bir reddiye yazan Yahyâ b. Ebü'l-Hayr el-İmrânî ile, ayrıca Ali b. Abdullah el-Hirmî ile münazaralarda bulundu. Daha sonra



545



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'FER b. AHMED San'a yakınlarındaki Senâ'da yerleşerek kurduğu medresede ders vermeye başlayan ve zamanla talebe sayısı artan Ca'fer'e karşı Mutarrifiyye fırkasının muhalefeti de şiddetlendi. Bu fırkanın ilim merkezi olan Vekaş'ta Müslim el-Lahcî ve Yahyâ b. Hüseyin el-Yahîrî gibi âlimlerle münazaralar yaptı; fırka mensupc ları için Risâle fi'r-red ale'l-Mutarrifiyye ve el-MesePilü'l-Mutarrifiyye adlı iki risâle kaleme aldı. Basra Mu'tezilî akidesini ve Yemen dışındaki Zeydîler'in çoğunluğunun tâbi olduğu fıkıh usulünü benimseyen Ca'fer b. Ahmed, Zeydiyye arasında fikrî-dinî bir bütünlük meydana getirmeyi başardı. Mutarrifiyye'ye karşı bir mücadele başlatan Yemen Zeydî imamlarından Abdullah b. Hamza el-Mansûr'un, eserlerinde Ca'fer'i desteklemesinin de etkisiyle yeni mezhep Yemen halkı arasında hâkim bir duruma geldi. Devrindeki şöhretinden dolayı "Kâdı'z-Zeydiyye" unvanıyla anılan Ca'fer b. Ahmed'in Zeydî kelâm sistemini kurma yolundaki büyük çabaları sebebiyle, Allah'ın Yemen'e iki büyük ihsanı bulunduğu, bunlardan birinin Bâtıniyye'ye karşı mücadele veren Hâdî-İlelhak Yahyâ b. Hüseyin, diğerinin de Kâdî Ca'fer olduğu Yemen Zeydîleri arasında söylenegelmiştir.



rafından Şerhu Nüketi'l- Cibâdât, diğeri Atıyye b. Muhammed b. Ahmed enNecrânî tarafından el-Müzâkere adıyla olmak üzere iki şerhi yapılmıştır. 4. eşSırâtü'l-müstakim fî temyizi'ş-sahih mine's-sakım. Zeydiyye ile İsnâaşeriyye arasındaki farkları ortaya koyan bir eserdir. S. Şerhu kasîdi's-Sâhib b. cAbbâd fî'-aka' 3idıl-Mu ctezile. Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn tarafından neşredilmiştir (Bağdad 1394). 6. en-Nakz calâ şâhibi'lMuhît. İmâmet konusunda Zeydiyye'nin görüşlerine karşı çıkan el-Muhît bi'tteklîf müellifi Kâdî Abdülcebbâr'a reddiye olarak yazılmıştır. 7. el-Mesâ*ilü'lKasımiyye. 8. el-Mesâ^ilü'l-Hâdeviyye. Bu iki eser, Kasım b. İbrâhim er-Ressî ve Hâdî-İlelhakk'ın ekolleriyle ilgili itikadî konulardan bahsetmektedir. 9. Şehâdetü'l-icmâc. Zeydiyye akaidine dairdir. Bunların dışında diğer bazı önemli eserleri de şunlardır: et-Takrîb iî uşûliî-fıkh, el-Mesâ* ilü'l- caşr elletî fîhe'lhilâf beyne'ş-Şî ca, en-Nuşre li-mezhebi'l- cıtre, İbânetü'l-menâhic fî naşîh a ti '1 -Havâric, ed-Delâ' il ü'l-bâhire, îzâhu'l-minhâc fî fevâ' >idi'l-mi trâc, el-Fâşıl bi'd-delâ 3il beyne envâri'lhak ve zulümâti'l-bâtıl, Nizâmü'l-fevâ 3id ve takrîbü'l-murâd li'r-râ 3id. BİBLİYOGRAFYA :



Aralarında Zeydiyye'nin önemli âlimlerinden Emîr Şemseddin Yahyâ b. Ahmed, Emîr Bedreddin Muhammed b. Ahmed, Yahyâ b. Amâre es-Süleymânî, Emîr Kasım b. Ganim es-Süleymânî, Hasan b. Muhammed er-Rassâs, Muhyiddin Muhammed Ahmed el-Kureşî ve Süleyman b. Nâsır'ın da bulunduğu pek çok âlim yetiştiren Ca'fer b. Ahmed, 573'te (1177) medresesinin bulunduğu Senâ'da vefat etti ve orada defnedildi. 700 (1300-1301) yılı dolaylarında öldüğü (Hediyyetul-'arifin, I, 253) şeklindeki bilgi ise yanlıştır.



Ebü'l-Kâsım



Fa'zlüT-i'tizâl



v.dğr..



(nşr. F u â d Seyyid), Tu-



nus 1 3 9 3 / 1 9 7 4 , nâşirin m u k a d d i m e s i , s. 8-10; İbn S e m ü r e . Fukahâ'üi-Yemen,



s. 1 8 0 ; Y a h y â



b. H a m z a el-Alevî, Mişkâtüi-envâr



(nşr. M u h a m -



m e d Seyyid el-Celeyned), C i d d e s. 64, 2 0 5 ; B r o c k e l m a n n , GAL,



1403/1983,



Suppi.,



I, 5 0 8 ;



I, 344, 699-700; Hediyyetul- Cârifîn,



1, 2 5 3 - 2 5 4 ;



Kehhâle, Mu c cemü'J-mü' 3 e!liffn, III, 1 3 2 ; a.mlf.,



el-Müstedrek,



Beyrut



riklî, el-A clâm



(Fethullah), II, 1 2 1 ; A h m e d Mah-



mûd



Subhî,



1406/1985,



ez-Zeydiyye,



s. 2 2 6 - 2 2 7 ; A h m e d



Kahire



s. 1 6 8 ; Zi1404/1984,



b. M u h a m m e d



eş-Şâmî,



c



Târihu'l-Yemenii-fikri



fi'l-'asrii- Abbâsî,



Bey-



rut 1*407/1987, i, 512, 530, 538-539, 552-565; Habeşî,



Eserleri. Ca'fer b. Ahmed'in hadis, fıkıh, akaid ve kelâmla ilgili elliyi aşkın eserinden başlıcaları şunlardır (eserlerinin yazma nüshaları ve muhtevaları için bk. Brockelmann, GAL, I, 508; Suppi., I, 700; Şâmî, I, 512, 556-557; Habeşî, s. 105, 106-108, 194): 1. Teysîrü'l-metâlib min emâli Ebî Tâlib. Hadisle ilgili olan bu eserde Ebû Tâlib Yahyâ b. Hüseyin elHârûnî'nin imlâ*ları toplanmıştır. 2. elErba lûne'l-hadîs el- cAleviyye. Hz. Ali'nin rivayet ettiği kırk hadisi ihtiva eder. 3. en-Nüket ve'l-cümel (Müketü'l-'ibâdât ve cümelü'z-ziyâdât). Zeydî fıkhına dair muhtasar bir eser olup Yemen halkı arasında meşhurdur. Biri müellif ta-



el-Belhî



ve tabakâtüi-Mu'tezile



el-Fikrul-İslâm!



fi'l-Yemen,



s.



105,



106-108, 1 9 4 ; W. M a d e l u n g . " D j a far b. A b ı Y a h y â " , El 2 Suppi.



(ing.), s. 2 3 6 .



3



F



^



CENGİZ



KALLEK



CA'FER b. ALİ ed-DIMAŞKÎ ( y i ^ a î ' (.jlt & )



n



IV. (X.) veya V. (XI.) yüzyılda yaşadığı tahmin edilen ve el-İşâre ilâ mehâsini't-tıcâre adlı eseriyle tanınan âlim.



Ebü'l-Fazl Ca'fer b. Ali ed-Dımaşkî'nin adı klasik kaynaklarda geçmemekte ve hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Safedî, hicrî 546-636 yıl-



ları arasında yaşamış ve Dımaşk'ta ölm ü ş Ebü'l-Fazl Ca'fer b. Ali adlı bir Mâlikî fakih ve hadis âliminden bahsediyorsa da onu Hemedânî ve İskenderânî nisbeleriyle anmaktadır [el-Vâfî, XI, 117). Ebü'l-Fazl'ın Dımaşkî nisbesine bakarak onun Şam'da doğduğu veya orada yaşadığı söylenebilir. Esas itibariyle DımaşkTnin ismini ünlü ve önemli kılan, el-İşâre ilâ mehâsini't-ticâre ve maarif eti ceyyidi'l-a crâz ve redfihâ ve ğuşüşi'l-müdellisîn fîhâ adlı eseridir. Eskiden Kütübhâne-i Hidiviyye, şimdi Dârü'lkütübi'l-kavmiyye adıyla bilinen Mısır Millî Kütüphanesi'nde bu esere ait Şam'da istinsah edilmiş iki ayrı nüsha bulunmakta ve bunlardan daha eski olanı 570 (1175) istinsah tarihini taşımaktadır. Eserde Dımaşkî'nin hangi yüzyılda yaşadığı sorusuna ışık tutacak bazı işaretler yer almaktadır. Bunlardan biri, içinde İbnü'l-Mu'tezz'in (ö. 296/908) adının geçmesidir (el-İşâre, s. 69). Buradan eserin yazılış tarihinin hicrî 111. yüzyılın son çeyreğinden geriye gitmediği sonucu çıkarılabilir. Ayrıca eserde Dımaşkî, bir arkadaşının Gazne'de gördüğü gümüş bir Hindû sikkesinin özelliklerinden bahsetmekte ve kendisinin de aynı sikkeyi Trablus'ta bizzat gördüğünü kaydetmektedir (s. 64). Sözü geçen paranın, III. yüzyılın sonlarından IV. yüzyılın ikinci yarısına uzanan yıllarda hüküm sürmüş bir hânedana ait olduğu tesbit edilmiştir. Bununla birlikte paranın, Gazne ve Trablus'un canlı birer ticaret merkezi haline gelmelerine paralel olarak ancak IV. yüzyılın sonlarıyla V. yüzyılın ilk yarısında Dımaşkî ve arkadaşı tarafından görülmüş olabileceği tahmin edilmektedir. Buna göre kitabın IV. yüzyılın ikinci yarısından önce ve V. yüzyıldan sonra yazılmış olabileceği pek m ü m k ü n görünmemektedir. Dımaşkı'nin İbn Sînâ (ö 428/ 1037) ile görüşmüş olduğu iddiası ise (Plessner, s. 138) bu tahmini kuvvetle desteklemekle birlikte kabulünü gerektirecek bir delile sahip değildir (krş. Cahen, s. 161). Dımaşkî'nin el-İşâre'si, Ortaçağ İslâm ticaret dünyasını yansıtması bakımından zengin malzemeye sahiptir. Eser her ne kadar o günün müslüman tâcirleri için pratik bir el kitabı olarak hazırlanmışsa da çağdaş araştırmacılar için, III-VI. (IXXII.) yüzyıllar arasında Ortadoğu ve Akdeniz'de yaşanan ticaretin altın çağının ayrıntılı tasvirini yapması bakımından büyük önem taşımaktadır. İki ana bölümden oluşan eserin ilk bölümünde tâcir ve ticaret türlerinden bah-



546



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂFER CELEBİ, Molla sedilmekte, ikinci bölümde ise mal kavramı incelenmektedir. Tacirleri istifçi (hazzân), gezgin (rekkâz) ve ihracatçı (mücehhiz) şeklinde tasnif eden Dımaşkî, malı ucuzken alıp depoîayan ve fiyatlar yükselince piyasaya süren ilk türden tâcire, siyasî iktidarın muhtemel müdahaleleri veya başka sebeplerle oluşan fiyat dalgalanmaları konusunda öğütlerde bulunmaktadır. Ona göre gezgin tâcir özellikle nakliyedeki güçlüklere ve beklenmedik aksaklıklara karşı tedbirli olmalı, ayrıca malını götürdüğü ülkenin piyasası ve gümrük tarifeleri konusunda önceden bilgi edinmelidir. İhracat gerçekleştirildiği beldedeki güvenilir temsilcilerle yürütülür ve temsilciler ücretle değil kâr ortaklığı usulüyle tâcirin ve kendilerinin çıkarlarını gözetirler (krş. İA, X I I / 1, s. 262). Dımaşkî ayrıca satılan mala ait ödemelerin belirli bir tarihte, taksitle veya krediyle yapılmasına göre ticaret şekillerini tasnif eder. Ona göre ticarî hayatı gerekli kılan unsur insanın çok sayıda ve değişik ihtiyaçlarıdır. Bir yerde mevcut ve yeterli olan bir ürün eğer başka bir yerde yoksa veya yetersiz ise o ürünün belli bir bedel karşılığında el veya yer değiştirmesi zorunludur ve bu da ticareti doğurur. İkinci bölümde malın tanımı, korunması, depolanması, paketlenmesi ve piyasaya sürülmesi konularını tam bir işletmeci ve pazarlamacı tavrıyla inceleyen Dımaşkî, bunların yanı sıra ortalama fiyatın tesbiti gibi iktisadî analizlere de girmektedir. Ayrıca değerli taş. güzel koku (ıtriyat), baharat, boya, kâğıt, kumaş, maden ve gıda maddeleri gibi çeşitli ticaret mallarını tek tek ele alıp incelerken yalnız iyi ve kötü malın değil hakiki ve sahte paranın da ayırt edilebilmesi için çeşitli bilgiler vermektedir. Bu arada ticarî ahlâka dair tavsiyelerde de bulanan müellif, ele geçen kalp paranın yol açtığı zararı gidermek için kesinlikle tekrar piyasaya sürülmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Dımaşkî'nin el-İşâre'âe yer verdiği "tedbîrü'l-menzil "e (ev ekonomisi) ait bölümlerde Yeni Pisagorcu düşünür Bryson'un Oikonomikos 'unun Arapça tercümesinden faydalandığı anlaşılmakta (Plessner, s. 29), kitabın Aristo'nun Polıtika 'sının bazı bölümlerine gösterdiği çarpıcı benzerlikler sebebiyle de bu eserin Arapça'ya çevrilmediği bilindiği için dolaylı bir kaynağın etkisinde kaldığı sanılmaktadır (Cahen, s. 168). Gazzâlî ve İbn Haldûn'un iktisat felsefesi ve ticaret ahlâkına dair düşüncelerini etkiledi-



ği görülen eJ-İşöre'nin, yazıldığı çağda ve daha sonra yaşamış mütefekkirlere ne kadar tesir ettiğini belirlemek için ise yeni araştırmalara ihtiyaç vardır.



haberi geldi. Bunun üzerine Câfer Bey büyük bir donanmayla Mısır'a hareket etti. Memlûk donanmasını teslim alarak Doğu Akdeniz'de Osmanlı hâkimiyetini sağladı. Yavuz'un İstanbul'a göndermek istediği kimselerle pek çok eşyayı ve yaralıları merkeze o getirdi (1517).



Önce Kahire'de (1318), sonra el-Bişrî eş-Şürbâcînin tahkikiyle İskenderiye'de (1397/1977) basılan eserin çeşitli bölümMısır'ın fethinden sonra İstanbul'a döleri Eilhard VViedemann tarafından Alnen Yavuz Sultan Selim deniz işlerine manca'ya tercüme edilmiştir (bk. Sarton, önem vererek Câfer Bey'den büyük bir II, 463). 1917'de Hellmut Ritter eseri tadonanma hazırlamasını istedi. Padişah nıtan bir makale ile birlikte kitabı Alaslında Rodos'un fethini tasarlıyordu. manca'ya çevirmiş (/s/., s. 45-91), daha Büyük bir gizlilik içinde süren hazırlıksonra bu makaleden hareket eden ve lar sırasında bir kadırganın izinsiz olatenkitçi bakışla ayrıntılara inen Claude rak denize indirildiğini gören Yavuz buCahen eser üzerine önemli bir araştırna çok kızarak Câfer Bey'in idamını emma yayımlamıştır (bk. bibi ). Seyyid Âşür da Dirâse fi '1 - fikri '1 - iktisâdiyyi '1 - cAra -retti. Ancak Sadrazam Pîrî Mehmed Paşa'nın araya girmesiyle kaptan-ı deryâ bî (Kahire 1973) adlı eserinde el-İşâre'ölümden kurtuldu. den iktibaslarda bulunarak Dımaşkî'nin görüşlerini tahlil etmiştir. BİBLİYOGRAFYA: Ca'fer b. Ali ed-Dımaşkî, el-İşâre ilâ mehâsini't-ticâre, Kahire 1318; a.e. (nşr, el-Bişrî eşŞürbacî), İskenderiye 1397/1977, nâşirin mukaddimesi, s. 5-15; Safedî, el-Vâft, XI, 117; M. Plessner, Der Oikonomikos des Neupythagoreers, Bryson und sein einfluss auf die İsla• mische Wissenschaft, Heidelberg 1928, s. 29, 138; Sarton, Introduction, II, 462-463; H. Ritter. "Ein arabisches H a n d b u c h der Handelswissenschaft", isi, VII (1917), s. 1-91; C. Cahen, "A propos et autour d ' E i n arabisches H a n d b u c h der Handelswissenschaft", Oriens, XV (1962), s. 160-171; W. Heffening, "Ticâret", İA, XII/1, s. 262. m IHI



CENGİZ



AYDIN



Câfer Bey meslek olarak denizcilikten yetişmediği halde disiplini ve gayreti sayesinde donanmaya düzen verdi. Ancak özellikle Yavuz devrindeki sert ve şiddetli hareketlerinden dolayı halk arasında Kanlı Câfer olarak ün yaptı. Kanünî Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yılında hakkındaki şikâyetler daha da arttı. Celâlzâde Mustafa Çelebi'nin kaydına göre kan dökücü ve zalim bir kişi olan Câfer Bey. bir kethüdâsının merkeze gelip kendisinden şikâyet etmesi üzerine önce görevinden uzaklaştırıldı; daha sonra yapılan teftiş sonucu suçları sabit görülerek idam edildi. BİBLİYOGRAFYA :



F



CÂFER BEY



'



(ö. 9 2 6 / 1 5 2 0 )



Osmanlı kaptan-ı deryâsı.



^



Hayatinin ilk devreleri hakkında bilgi yoktur. Kaynaklarda adına ilk defa. Kapı ağası iken Gelibolu sancak beyliğiyle kaptan-ı deryâlığa getirilmesi münasebetiyle rastlanır. Muhtemelen devşirme olup Enderun'da yetişti; önce kapı ağası, sonra da kaptan-ı deryâ oldu (922/ 1516). Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında deniz yollarının güvenliğini sağlamak için gerekli olan donanmanın hazırlanmasına çalıştı. Bu maksatla başlatılan tersaneyi genişletme faaliyetlerinde büyük hizmetleri oldu. 300 gemi inşa tezgâhı bulunması planlanan ve Galata'dan Kâğıthane deresine kadar olan yerde kurulan İstanbul tersanesi 1515'te onun gayretleriyle tamamlandı. Yavuz Sultan Selim'e takdim ettiği arızasında açıkladığı gibi Galata ve Gelibolu tersanelerinde 106 gemi hazırlayarak Mısır'a gönderdiği sırada Mısır'ın fethi



Lutfi Paşa. Âsafnâme, İstanbul 1326, s. 21; Celâlzâde. Tabakâtü'Tmemâlik, vr. 28'1; Hoca Sâdeddin, Tâcut-tevârih, VI, 389; Kâtib Çelebi, Tuhfetü'l-kibar, s. 23, 139; Râmizpaşazâde Mehmed İzzet, Harita-i Kapûdânân-ı Deryâ, istanbul 1258, s. 25; Şahabettin Tekindağ. "Haliç Tersanesinde İnşa Edilen İlk O s m a n l ı Donanması ve Câfer K a p u d a n ' m Arizası", BTTD, 11/7 (1968), s. 77-80; J-L. Bacque-Grammont, "Soutien Logistique et Presence N a v a l e Ott o m a n e en M e d i t e r r a n e e en 1517", Revue de l'Occident Musulman et de la Mediterranee, Aix-en-Provence 1985, s. 7-34; V. J. Parry, "Dia far Beg", El 2 iİng.), II, 373-374. S



F



İDRİS BOSTAN



CÂFER ÇELEBİ, Molla



n



(ö. 9 7 8 / 1 5 7 0 )



Şeyhülislâm Sun'ullah Efendi'nin babası ve Kanunî Sultan Süleyman devrinin tanınmış âlimi. İskilip'te dünyaya geldi. Babası, Şeyhülislâm Ebüssuüd Efendi'nin amcası Nebî Efendi'dir. İlmiyeye mensup bir aileden geldiği için kendisine Çelebi denmiş,



547



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂFER CELEBİ, Molla ayrıca birçok yerde görev yapmış olma-



tayin edildi. Altı ay bu görevde kaldık-



sı sebebiyle de "Ca'fer-i Tayyar" lakabıy-



tan sonra Anadolu kazaskerliğine terfi



la anılmıştır.



ettirildi. 1556'da g ü n l ü k 150 akçe ulûfe



Küçük yaşta İstanbul'a giderek tahsi-



ile emekli oldu. Ö m r ü n ü n son zamanla-



le başladı. Şücâüddîn-i R û m î ve Fenârî-



rını Üsküdar'daki evinde ibadetle ve ilmî



zâde Muhyiddin Efendi gibi devrin ta-



çalışmalarla geçirdi. Yine bu sırada hac-



nınmış âlimlerinden ders okudu. Önce



ca giden Câfer Çelebi Rebîülevvel 978'-



muîd, daha sonra 1519 yılında m ü l â z ı m



de (Ağustos 1 5 7 0 ) seksen yaşlarında ve-



oldu.



f a t etti ve vasiyeti üzerine şeyhi Musli-



İlk önce 20 akçe maaşla Amasya'da Mehmed



Paşa Medresesi'ne



müderris



tayin edildi. Bu sırada burada



sancak



beyi olan Şehzade A h m e d ' e intisap etti



hiddîn-i Sirozî'nin Eyüp'te Cezerî Kasım Paşa Camii hazîresinde bulunan kabri yanına defnedildi. Devrinin t a n ı n m ı ş âlimlerinden



olan



ve şehzadenin yakın dostları arasına gir-



Câfer Ç İ b b i memuriyeti sırasında hedi-



di. Daha sonra 30 akçe ile Akşehir'de



ye dahi kabul etmeyecek kadar d ü r ü s t



Atabeg Medresesi'ne. 40 akçe ile Mer-



davranmıştır. Birçok vakıf kurmuş, bun-



zifon'daki Çelebi Sultan M e h m e d Med-



lara çeşitli gelirler tahsis etmiştir. 12



Câfer Celebi Camii • iskilip / Corum



resesi müderrisliğine getirildi. Şeyhülis-



Muharrem 977 ( 2 7 Haziran 1569) tarihli



lâm Ebüssuûd Efendi'nin Rumeli kazas-



bir vakfiye de bu d u r u m u göstermek-



kerliğine tayini üzerine onun yerine Ef-



tedir (VGMA, İstanbul-Hâmis, nr. 574. s.



Çukurköy, Yaka (Tepe), Çobanlı ve Gün-



dalzâde Medresesi'ne nakledildi. 1537'-



59-61). Şam kadılığına tayin edilince ken-



d o ğ m u ş köylerinde çeşitli arazilerle de-



de 4 5 akçe ile Atik Ali Paşa Medresesi'-



disini bu göreve lâyık görmemiş, ısrar



ğirmenlerinin ve bahçelerinin gelirlerini



ne, 1547'de terfi ederek Manisa müftü-



üzerine görev yerine gitmişti. Üsküdar'-



de vakıflarına tahsis etmiştir.



lüğüne tayin edildi. Bir ara Sultan II. Se-



daki bahçesini satarak bir cami yaptır-



lim'e muallimlik yaptı. Aynı yıl Sahn-ı Se-



mıştır. İskilip'te Yenicami diye bilinen



m â n Medresesi'ne. 1550 yılında Edir-



a h ş a p tek kubbeli cami onun vakfıdır.



ne II. Bayezid Medresesi müderrisliğine



Ayrıca bu cami yanında bir medresesi



ter, nr. 38, vr. 154", 158», 160», 165», 166»



getirildi. Ocak 1551'de Şam



bulunmaktaydı. İskilip ilçesinin Şeyhler.



V G M A , Defter, nr. 4 8 4 , sıra 9 2 8 ; V G M A , Kasta



kadılığına



BİBLİYOGRAFYA :



TK, Defter-i Evkaf-1 Rum, 117a»,



nr. 5 8 3 , vr. 116" »;



119", 1 2 0 a ; TK, Çorum-Mufassal



m o n u - E s a s , nr. 1 0 / 1



Def



(2031, sıra 5 4 7 ; V G M A



İstanbul-Hâmis, nr. 5 7 4 , s. 59-61; BA, Cevdet Evkaf, nr. 9 8 9 2 ; Çorum



Şer'iyye



Sicilleri,



Ço



r u m İl Halk Ktp., nr. 1755, vr. 3 » - 4 " ; Âlî. K ü n



hul-ahbar, tûbîzâde



İÜ Ktp., nr. 5 9 5 9 , vr. 4 7 1 a b ; M e k Abdülaziz



Efendi.



Terâcîm-i



İÜ Ktp., nr. 2 4 5 6 , vr. 9 5 » ; Tevârîh-i



Ahvâl Âl-i



Os



mân,



İÜ Ktp., nr. 2 3 6 1 , vr. 6 0 » ; A t â î . Zeyl-i Şe



kaik,



s. 12, 13, 17, 103, 115, 121, 122,



136



137, 2 4 9 , 3 2 1 , 3 9 0 ; Peçuylu İ b r â h i m . Târih, I 4 5 7 ; Devhatü'l-meşâyih,



nî, 11, 70.



%Mi-



F



s. 2 9 ; Sicill-i



Osmâ



m



IHI KÂMİL ŞAHİN



CÂFER ÇELEBİ, Tâcîzâde (bk. TÂCİZÂDE CÂFER ÇELEBİ).



1



J



C A ' F E R b. E B Û TÂLİB ( U U . uit



# jiuer



)



Ebû Abdillâh Ca'fer b. Ebî Tâlib b. Abdilmuttalib el-Hâşimî (ö. 8 / 6 2 9 ) Hz. Peygamber'in amcasının oğlu, Mûte Savaşı kumandanlarından, sahâbî.



S 15ı



"vyûîîr



.



i



Molla Câfer Çelebi'nin vakfı olan iskilip'teki Yenicami ile ilgili bir belge (BA. Cevdet Evkaf, nr. 9892)



J



Yaklaşık 590 yılında M e k k e ' d e doğdu. Hz. Ali'nin öz kardeşi olup ondan on yaş büyüktü. Ebû Tâlib'in çocuklarının fazla oluşu sebebiyle geçim sıkıntısı çektiği sırada y ü k ü n ü hafifletmek üzere Hz. Peygamber Ali'yi, amcası Abbas da Ca fer'i yanına almıştı. Bu sebeple Ca'fer'in



548



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'FER b. HARB gençlik yılları amcası Abbas'ın yanında geçti. Ca'fer b. Ebû Tâlib Hz. Peygamber'e ilk iman edenler arasında yer aldı. Onun Hz. Ebû Bekir'den önce İslâm'a girdiği rivayet edildiği gibi 25 veya 32. müslüm a n olduğu da söylenmektedir. Mekkeii müşriklerin m ü s l ü m a n l a r a eziyet ve işkenceleri artınca Ca'fer hanımı Esma bint Umeys ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci kafileye katıldı ve Hz. Peyg a m b e r tarafından bu kafileye başkan tayin edildi. Oğlu Abdullah Habeşistan'da dünyaya geldi ve orada d o ğ a n ilk müsl ü m a n olarak anıldı. Hicret eden müslümanlara iltica hakkı t a n ı n m a m a s ı konusunda Kureyşliler elçi olarak Habeşistan'a Ebû Rebîa b. Mugıre el-Mahzûmî ile Amr b. Âs'ı gönderdikleri z a m a n Habeş Hük ü m d a r ı Necâşî Ashame'nin h u z u r u n d a müslümanları Ca'fer temsil etti. Bu sorg u l a m a d a b ü y ü k bir açıklık, cesaret ve maharetle İslâm inançlarını ortaya koy u p yurtlarını t e r k e t m e sebeplerini izah eden Ca'fer, Kureyş temsilcilerinin eli boş dönmesini ve Necâşî'nin mülteci m ü s l ü m a n l a r ı himaye etmesini sağladı. Hatta b u n u n ardından NecâşFnin Ca'fer sayesinde m ü s l ü m a n olduğu söylenir. Bedir Gazvesi'ne k a t ı l m a m ı ş olmakla beraber kendilerine Hz. Peygamber'in bu savaşta elde edilen ganimetlerden pay ayırdığı ve Bedir'e katılma şeref ve sevabına sahip olduklarını belirttiği sekiz kişiden birisi de Ca'fer b. Ebû Talib idi. Hz. Peygamber'in bu uygulaması bazı kaynaklarda yanlış yorumlanmış ve Ca'fer'in Bedir Gazvesi'ne katıldığı zannedilmiştir. Halbuki Ca'fer Habeşistan'a hicretinden sonra 7 (628) yılına kadar orada kalmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret ettiği- ilk sene muhacirler ile ensar arasında kardeşlik bağı (muâhât*) k u r d u ğ u sırada Ca'fer b. Ebû Tâlib'i Muâz b. Cebel ile kardeş yaptığı şeklindeki rivayetleri de ş ü p h e ile karşılamak gerekir.



ren Resûlullah, "Hangisine sevineceğimi bilmiyorum. Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine m i ? " diyerek onu



lah, Abdullah b. Mes'ûd, A m r b. Âs ve



kucaklayıp alnından ö p t ü ve elde edilen g a n i m e t t e n on altı arkadaşıyla birlikte



ondan rivayette b u l u n d u ğ u ifade edil-



ona pay ayırdı. Ayrıca Medine'ye dönüşlerinde Ca'fer'e Mescid-i Nebevî'nin yanıbaşında bir yer ayırarak onu buraya yerleştirdi. 8 (629) yılında Suriye'ye gönderilen orduya Hz. Peygamber Zeyd b. Hârise'yi k u m a n d a n tayin etti. Eğer o şehid edilir-



Ü m m ü Seleme rivayet etmişlerdir. Diğer iki oğlu M u h a m m e d ile Avn'ın da mektedir. BİBLİYOGRAFYA :



Müsned,



I, 2 0 1 - 2 0 3 ; V, 2 9 0 - 2 9 2 ;



Buhârî.



" S u l h " , 6, " F e z â ' i l ü a ş h â b i ' n - n e b i " , 10, " M e ğ â z î " , 44, " F a r z ü ' l - h u m u s " , 14, " E t ' i m e " , 3 2 ; Tirmizî, " M e n â k ı b " 2 9 ; Vâkıdî. el-Meğâzî,



1, 120;



11, 683, 694, 739, 761 -762, 766-767, 7 6 9 , ayrıca bk. İ n d e k s ; İbn Sa'd. et-Tabakât, İbn A b d ü l b e r , el-İstî'âb,



İV, 34-41;



1, 2 1 0 - 2 1 3 ; İbnü'l-Esîr.



se Ca'fer b. Ebû Tâlib'in, o da şehid düşerse Abdullah b. Revâha'nın orduya kumanda etmesini istedi. Mûte'de düşman-



üsdü'l-ğâbe,



la karşılaşan İslâm ordusu şiddetli muharebede ardı ardına bu üç kumanda-



Tehzîb, II, 98-99; M. M u s t a f a el-A'zamî. Küttâ-



nını da kaybetti. Zeyd b. Hârise'nin şehid düşmesinden sonra idareyi alan Ca'fer b. Ebû Tâlib d ü ş m a n üzerine kahramanca hücum ederek şehid oldu,- bu arada iki kolu da kesildi. Abdullah b. Ömer, defnedilmeden önce onun v ü c u d u n u n



Hacer. el-lşâbe,



bü'n-nebî,



Kırk yaşında şehid olan Ca'fer h e m Habeşistan'a hicret ettiği, h e m de buradan dönüşünde kendi baba yurdu olan Mekke'ye değil doğrudan Medine'ye gittiği için "zü'l-hicreteyn" ve ashabın muhtaçlarını, fakirlerini daima gözettiğinden dolayı "ebü'l-mesâkîn" lakaplarıyla da anılıyordu. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber'den sonra en cömert olarak Ca'fer'i gösterir. Resûl-i Ekrem, ahlâkı itibariyle kendisine benzediğini belirterek Ca'fer'i takdir ve taltif ederdi. Ca'fer b. Ebû Tâlib'in rivayetleri pek azdır. Bunları kendisinden oğlu Abdul-



I, 2 0 6 - 2 1 7 ; İbn



1, 2 3 7 - 2 3 8 ; a.mlf.,



Tehzîbü't-



Riyad 1 4 0 1 / 1 9 8 1 , s. 4 9 - 5 0 ; K. V.



Z e t t e r s t ö e n , " C â f e r b. A b ı T â l i b " , İA, 111, 7 ; L. Veccia Vaglieri, " D i a far b. A b ı T â l i b " , E / 2 (Fr.). II, 3 8 2 .



r-ı IFFIL A H M E T



F



ön tarafında elli (veya doksandan fazla) yara gördüklerini söylemektedir ( B u h â rî, " M e ğ â z î " , 44). H z . Peygamber, yüce Allah'ın Ca'fer'in kesilen iki koluna karşılık iki k a n a t ihsan ettiğini ve onlarla cennette u ç t u ğ u n u haber vermiştir. Bu sebeple kendisine "tayyâr" (uçan) ve "zü'l-cenâheyn" (iki kanatlı) lakapları verilmiştir.



I, 3 4 1 - 3 4 4 ; Nevevî, Tehzîb, 1, 148-



149; Zehebî, A clâmü'n-nübelâ>,



ONKAL



CA'FER HAN



"



İran'da h ü k ü m süren Zend hanedanı hükümdarı (bk. ZENDLER).



r



n



C A ' F E R b. H A R B ( Vj»- i j i J»>- ) Ebü'l-Fazl Ca'fer b. Harb el-Hemedânî (ö. 236/850-51 [?]) Bağdat Mu'tezilesi'ne bağlı kelâm ve fıkıh âlimi.



177 (793-94) yılı civarında (İbnu n - N e -



dîm'e göre 171/787-88) Bağdat'ta doğdu (Mes'ûdî, VII, 231). Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ataları Güney Arabistan'daki Kahtan kabilesinden olup sonradan H e m e d a n ' a yerleştikleri için Hem e d â n î nisbesiyle anılır. Aldığı bir yaranın y ü z ü n d e bıraktığı izden dolayı elEşec lakabıyla da tanınır. Gençliğinde asker olan Ca'fer'in bu d ö n e m d e Ebû Mûsâ el-Murdâr'ın talebeleriyle görüşüp konuştuğu ve zaman zaman onlarla alay



Hudeybiye A n t l a ş m a s ı n d a n sonra Hz. Peygamber k o m ş u devlet hükümdarla-



ettiği rivayet edilir. Ancak b u n d a n ra-



rına İslâm'a davet mektupları gönderirken Habeş H ü k ü m d a r ı Necâşfye yolladığı m e k t u b u n d a onu İslâm'a davet et-



onu hocalarının sohbet meclisine götür-



tiği gibi ayrıca ülkesinde bulunan müslümanları artık Medine'ye göndermesi-



bırakıp onun talebeleri arasına



ni istedi. NecâşFnin m ü s l ü m a n l a r a tahsis ettiği gemiyle Ca'fer de Arabistan'a d ö n d ü ve yanındaki Habeş muhacirleriyle doğruca Hayber'de bulunan Hz. Peygamber'in yanına gitti. Hayber'in fethinden hemen sonra Ca'fer'i karşısında gö-



hatsız olan talebeler bir yolunu bularak meyi başarırlar. Ebû Mûsâ'nın sohbetinden etkilenen Ca'fer askerlik mesleğini



Ca'fer b Ebû Tâlib'e ait olduğu söylenen kılıç



katılır.



Kelâm ilmini tahsil ettiği Ebû Mûsâ'nın z â h i d â n e yaşayışı, babasından kendisine intikal eden çok miktardaki malını dağıtacak kadar ona tesir etti. Muhtemelen 815 yılından önce ve Basra'ya va-



(TSM. Mukaddes



li olarak tayin edilen Küsâm b. Ca'fer ile



Emanetler,



birlikte Basra'ya gitti. Burada valinin hu-



nr. 2 1 / 1 4 3 )



549



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'FER b. HARB zurunda Allah'ın yaratma kudretinin sınırlı olduğunu öne süren Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf ile münazaraya tutuştu. Kaynaklar, Ca'fer'in Ebû Mûsâ el-Murdâr'ın öğrencisi olmadan önce Basra'da Ebü'lHüzeyl el-Allâf'tan kelâm tahsil ettiğini naklederse de (Hatîb, VI, 162) onun, Ebü'1-Hüzeyl'in görüşlerini tenkit etmek için Tevbîhu Ebi'l-Hüzeyl ve el-Mesâ'il fi'n-na cîm adlı iki eser yazmış olması bu rivayeti zayıflatmaktadır. Bununla birlikte bu husus onun Allâf'tan kelâm öğrenmiş olmasına engel teşkil etmez. Ayrıca Nazzâm'ın öğrencilerinden biri olduğu yolundaki rivayetin doğruluğu da şüphelidir. Zira onun Nazzâm'ı tekfir etmek için bir kitap yazdığı bilinmektedir. Ca'fer yaşadığı dönemdeki fikir hareketlerini yakından takip etmiş, bu arada Nazzâm, Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf, Ali elEsvârî, Bişr b. Mu'temir ve Ebû Mûsâ el-Murdâr gibi devrinin önde gelen kelâmcılarının katıldığı münazara meclislerinde bulunmuştu. Bir defasında Halife Me'mûn'un huzurunda Seneviyye (düalistler) ile münazaralar yaparak onları mağlûp etti. Vâsik-Billâh'ın sarayda düzenlediği ilim meclislerine de katıldı, ancak halifenin arkasında namaz kılmayı uygun bulmadığı için bu meclisleri terketmek zorunda kaldı. İbâzıyye'den Yahyâ b. Ebû Kâmil ile çeşitli itikadî konularda yazılı münakaşalar yaptı. Allah'ın ilim sıfatı konusunda tartışmalar yaptığı Sekkâk'e karşı da üstünlüğünü kabul ettirdi. Ca'fer b. Harb bir taraftan örnek bir zühd ve takvâ hayatı yaşarken diğer taraftan talebe yetiştirdi. Ebû Ca'fer el-İskâfî, îsâ b. Heysem ve Ebû Mücâlid Ahmed b. Hüseyin onun yetiştirdiği meşhur kelâmcılardır. Ömrünün sonlarına doğru kelâmî münakaşalardan uzaklaşarak inzivaya çekildi ve daha çok halkı irşada yönelik eserler yazmayı tercih etti. Vefat tarihi ihtilâfiı olmakla birlikte Bağdat'ta 236 (850-51) yılında öldüğü kabul edilir. Ca'fer b. Harb daha çok kelâmcı ve mezhepler tarihçisi olarak tanınır. Ebü'lHüzeyl el-Allâf. Muammer b. Abbâd esSülemî ve Hişâm b. Hakem vb. belli başlı kelâmcıların görüşlerini eserlerinde nakletmiştir. Ancak Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ve Şehristânî gibi mezhep tarihçileri onun yaptığı bazı rivayetlerin hatalı olduğuna dikkat çekmişlerdir (Makhlât, s. I73, 486; el-Milel, l, 68). Bazı kelâmî görüşleri şöyledir: Bütünün parçası bütünden ayrı bir



şeydir. Cisimlerde görülen hareket, sükûn, birleşme, ayrılma vb. nitelikler cisimden ayrı mevcudiyeti bulunan arazlardır. Bu niteliklere araz denildiği gibi başka bir adla da anılmaları mümkündür. Zira bu konuda kesin bir delil yoktur. Ca'fer b. Harb, "Sana ruhtan sorarlar, de ki ruh rabbimin işlerindendir, bu konuda size pek az bilgi verilmiştir" (elİsrâ 17/85) meâlindeki âyetten hareketle ruhun cevher veya araz olduğunu söylemenin mümkün olmadığını savunmaktadır. Allah işitme sıfatı ile işitici, görme sıfatı ile görücüdür. O zâtıyla değil emir ve idaresiyle her yerdedir. İlim, kudret ve hayat sıfatları hâdis değildir. İrade sıfatı ise bir mahalde bulunmaksızın hâdistir. Allah'ın, "küfrün imana aykırı ve çirkin olmasını dilemesi"nin mânası küfrün böyle olmasına hükmetmesidir. Allah insanlar için en iyi olanı (aslah) yapmıştır. Ancak insanlar, Allah'ın lutfu olmaksızın iman etmeleri halinde ilâhî lutfa mazhar olarak iman etmiş olmaktan daha çok mükâfata layık olurlar. Allah'ın insanlar için aslah olanı yapması demek, onların kendilerine yeterli güç verilmiş olarak birtakım emir ve yasaklarla mükellef tutulmaları demektir. İnsanlara mükellefiyetlerini yerine getirebilecekleri kadar güç verildiğine göre haklarında en iyi olan yapılmış demektir. Allah'ın yaratma ve kudret sıfatlarının sınırlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna bağlı olarak Allah'ın, meselâ olmayacağını bildiği bir şeyi yaratmaya, haklıyı cezalandırıp haksızı mükâfatlandırmaya gücü yettiğini teorik olarak kabul etmemiz gerekir. Fakat bu hiçbir zaman vuku bulmamıştır; âlemde cereyan eden hadiseler bunu göstermektedir. Allah şerrin yaratıcısı değildir, bütün kötülükler insanlar tarafından meydana getirilir. Hiçbir dindarın mâbuduna hayırdan başka bir şey atfetmediği dikkate alınırsa kötülükleri Allah'a isnat eden Cebriyye'nin dindarlar içinde en kötü fırka olduğunu söylemek lâzımdır. Müsteşrik Montgomery Watt, Eş'arFnin Makâlât'mı kaynak gösterip Ca'fer b. Harb'in irade hürriyetiyle ilgili olarak insanın fiillerinde bir bakıma hür, bir bakıma da mecbur olduğu görüşünü benimsediğini iddia ediyorsa da bu doğru değildir. Çünkü bu görüş Hişâm b. Hakem'e ait olup Ca'fer b. Harb tarafından sadece nakledilmiştir. Ca'fer'in de aynı görüşte ol-



duğuna dair elimizde hiçbir delil yoktur (bk. Eş'arî, s. 40-41). İnsanın yapma gücü (istitâat) fiilden önce vardır ve fiille beraber devam eder. Ayrıca insan bir fiili gerçekleştirirken bunun sonucunda ortaya çıkan bir başka fiil de (tevellüd) onun kendi kudretiyle meydana gelmiş sayılır. Aksi takdirde bir fiilin kudretsiz de meydana gelebileceğini kabul etmek gerekir ki bu saçmadır. Allah kelâmı olan Kur'an bir araz olup levh-i mahfûzda yazılmıştır. İnsanların mushaflarda yazdıkları ve okuyup ezberledikleri sözler Kur'an'm kendisi değil levh-i mahfûzdaki asıl kelâmın bir anlatımı olup bu da kulların fiillerindendir. Çünkü mantık bakımından onun bir anda iki ayrı yerde bulunması imkânsızdır. Bulûğa ermemiş olmakla birlikte akıl yürütme seviyesine gelmiş bulunan çocuklar Allah'ın varlığına iman etmekle mükelleftirler. Fakat Allah'ın sıfatlarını bulûğa erdikten sonra bilmek durumundadırlar. Kasten işlenen her kötülük büyük günahtır. Ca'fer b. Harb'in ilginç fikirlerinden biri de yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlarla yırtıcı hayvanların dünyada veya âhiretin ilk merhalelerinde bir süre mükâfatlandırıldıktan sonra, kendileri hiçbir acı duymadığı halde kâfirlere birer azap aracı olmak üzere cehenneme gönderilmelerinin mümkün olduğunu iddia etmesidir. Hz. Ali Hz. Peygamber'den sonra insanların en üstünü olmakla birlikte en faziletli varken daha az faziletli birinin halife seçilmesi meşrûdur. Nitekim Hz. Peygamber ensar ve muhacirlerin ileri gelen faziletlileri varken Zâtüsselâsil seriyyesinde Amr b. Âs'ı reis tayin etmiştir. Hz. Osman'ın katillerinden teberrî* etmek gerekir. Hz. Ali muhaliflerine karşı haklıdır. Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve Hz. Âişe, Ali ve taraftarlarıyla savaştıkları için tövbe etmişlerdir. Temel itikadî konularda Mu'tezile'nin görüşlerine uyan Ca'fer b. Harb, Allah'ın zâtı yanında sıfatlarının da bulunduğu noktasında Ehl-i sünnet'e yakın bir görüş benimsemiş, lutuf* nazariyesinde olduğu gibi bazan Basra ve Bağdat Mu'tezilesi'nin görüşlerini uzlaştırmaya çalışmıştır. İmâmet konusunda ise Zeydiyye'den Süleyman b. Cerîr'in görüşünü paylaşmıştır. Abdülkahir el-Bağdâdî Ca'fer'in kelâmî görüşlerini el-Harb ealâ İbn Harb adlı eserinde tenkit etmiştir (el-Fark, s. 169). Ebü'l-Hüseyin el-Hayyât Ca'fer'in



550



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂFER İYÂNÎ görüşlerinden etkilenmekle birlikte Ebü'lHüzeyl el-Allâf'i tenkit ettiği için zaman zaman onu yermiştir lel-İntişâr, s. 82). Kadî Abdülcebbâr da Ca'fer'in görüşlerini tenkit edenlerdendir (bk. Şerhu'l-üsûli'l-hamse,



s. 6 3 4 ) .



Ca'fer b. Harb'in fıkıh ve dinler tarihine dair kendine has bazı görüşleri bulunduğu nakledilirse de (Malatî, s. 38) kaynaklarda bu görüşlerine dair bilgi mevcut değildir. Onun ve Ca'fer b. Mübeşşir'in görüşlerini benimseyenlere Ca'feriyye adı verilmiş, fakat sonraki devirlerde müntesipleri bulunmadığı için bu fırkanın sadece onun talebelerinden ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Ca'fer b. Harb'in, kaynaklarda kendisine atfedilen, ancak hiçbiri günümüze ulaşmayan eserleri şunlardır: Müteşâbihü'l-Kurbân, el-İstiksâ, el-Uşûl, elM e s â ' i i fi'n-na cîm, Tevbîhu Ebiî-Hüzeyl Ison iki eserde Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf'ın görüşlerini tenkit etmiştir), Fî Tekfîri'n-Nazzâm (cevher teorisini kabul etmeyen Nazzâm'ı tekfir amacıyla yazılmıştır). Bunların dışında er-Red calâ aşhâbi't-tabâ ,i e, el-îzâh, el-Müsterşid, elMüte callim, ed-Diyâne de ona nisbet edilen eserlerdir. BİBLİYOGRAFYA :



Hayyât, el-İntişâr, s. 63, 74, 82, 91; Eş'arî,



Makalât (Ritter), s. 40-41, 157, 173, 191, 192, 201, 203, 230, 232, 240, 246-248, 254, 334, 337, 345, 370, 486, 513, 573, 599, 753; Mes'üdî, Mürücü'z-zeheb



(Meynard), VII, 231; Mala-



tî, et-Tenbfh ve'r-red, s. 34-35, 38; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 213; Kâdî Abdülcebbâr, Şer-



hu'l-üsûli'l-hamse,



s. 634, 777; a.mlf., el-Muğ-



nf, V I / 2 , s. 4, 6; XIII, 5, 173, 184; a.mlf., Fazlü'l-i ctizâl



ve'I-Mu'tezile



(nşr. Fuâd



Seyyid),



Tunus 1 3 9 3 / 1 9 7 4 , s. 73, 255, 296, 386; Bağdâdî, üşûlü'd-dın,



s. 256, 258; a.mlf.. el-Fark



(Abdülhamîd), s. 122, 133, 168, 169, 200; İbn Hazm. el-FaşI (Umeyre), II, 309; III, 178; IV, 197; İsferâyînî, et-Tebşîr (Kevserîl, s. 55; Hatîb. Târihu Bagdâd, VI, 162; Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî, üşûlü'd-dfn



Inşr. Hans Peter Linssl, Ka-



hire 1 3 8 3 / 1 9 6 3 , s. 113; Nesefî,



Tebşıratü'l-



edille, Raşid Efendi Ktp., nr. 496, vr. 8 0 b ; Şehristânî, el-Milel IKîlânî), I, 31, 68, 69, 160; İbnü'l-Vezîr, fşârul-hak



ale'l-halk, Beyrut 1403/



1983, s. 20; İbnü'i-Murtazâ,



Tabakâtü'l-Mu'te-



zile, s. 74-75, 78, 79, 85; a.mif., el-Mürıye veiemel, Rabat 1912, s. 41-43; İbn Hacer, LisânulMtzân, II, 113; W. Madelung, "Frühe M u ' t a z i litisehe H â r e s i o g r a p h i e : das K i t â b



al-Uşûl



des C a ' f a r b. Harb", İsi, LVII 1)980), s. 220236; M. Watt, İslâm



Düşüncesinin



Devri (trc. E. Ruhi Fığlalıl. Ankara 20, 242-243, Harb",



281; A. N. Nader.



El 2 i İng.). II, 373.



Teşekkül 1981, s. 1, "Dja



far b.



r—ı I *



CIHAT TUNÇ



s. 496) sözü Huldî'nin dönemindeki şöhretine işaret etmektedir.



CA'FER el-HULDÎ



(



J ^ j ^ r



)



Pek çok defa hacca giden Huldî doksan üç yaşında Bağdat'ta vefat etti. Şünûziye Mezarlığında Cüneyd ile Serî esSakatî'nin yanına defnedildi.



Ebû Muhammed Ca'fer b. Muhammed b. Nusayr el-Huldî el-Hawâs (ö. 348/959) İlk sûfîlerin menkıbelerini toplayıp yazması ve rivayet etmesiyle tanınan mutasavvıf.



BİBLİYOGRAFYA :



^



252 (866) yılında Bağdat'ın Huld mahallesinde doğdu. İlk tahsilinden sonra hadis ilmiyle meşgul oldu. Geçimini temin etmek için hasırcılık yaptı. Daha sonra tasavvufa ilgi duydu. Çağdaşları Cüneyd-i Bağdâdî, Amr b. Osman el-Mekkî ve İbrâhim el-Havvâs'tan faydalandı. Hayr en-Nessâc, Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî, Ruveym b. Ahmed, Semnûn b. Hamza, Muhib, Ebû Muhammed el-Cerîrî, Ebü'lKasım en-Nîsâbürî ile sohbet etti. Ebü'lHüseyin el-Alevî ile Ebü'l-Abbas en-Nihâvendî en meşhur müridleridir. Huldî'nin tasavvuf tarihi açısından dikkati çeken yönü, sofilerle ilgili menkıbeleri ve bu menkıbeleri ihtiva eden eserleri toplamasıdır. Nefehât Tercümesi'nde (s. 268) verilen bilgiye göre onun konuyla ilgili 200, Hâce Abdullah-ı Herevî'ye göre ise 130 eseri vardı ve 2000 sûfînin adını bilmekteydi (Tabakât, s. 496). Zehebî de Huldfnin istinsah ettiği bazı risâlelere sahip olduğunu söyler (A^lâmü'n-nübelâ XV, 560). Fuat Sezgin Ca'fer el-Huldî'nin Hikâyâtüî-meşâyih, el-Fevâ 3id ve'z3 zühd ve'r-rekâ ik, Risâle îi't-taşavvuf ve el-Mihne adlı dört eserini kaydeder (GAS, I, 661). Kaynaklarda, bazı eserlerini kibir ve benlik tuzağına düşmemek için başka kimselere nisbet ettiğine dair bilgiler de vardır (Ebû Nuaym, X, 381). Attâr'ın verdiği bilgiye göre Huldî rüyasında Hz. Peygamber'i görmüş ve ona, "Tasavvuf nedir?" diye sormuş, Hz. Peygamber bu soruya, "İddiaları terk ve gönüldeki mânaları gizli tutmaktır" şeklinde cevap vermiştir. Huldî'ye göre kişiyi yetiştiren himmettir, mücahede değildir. Fütüvveti "nefsi hakir görmek ve müslümanlara saygı duymak" şeklinde tarif eden Ca'fer elHuldî tevekkülü de "kalbin varlık ve yoklukta aynı hal üzere kalmasıdır" şeklinde tarif etmiştir (Hücvîrî, s. 197; Herevî, s. 496). "Dünyada dikkate değer üç mutasavvıf vardır: İşaretleriyle Ebû Bekir. eş-Şiblî, tasavvufî nükteleriyle Mürtaîş, menkıbeleriyle Ca'fer el-Huldî" (Herevî,



Serrâc, el-Lüma c, s. 650; İbnü'n-Nedîm, elFihrist. s. 235; Sülemî, Tabakât. s. 434; Ebû Nuaym, Hilye, VII, 294; VIII, 10, 12; IX, 180; X, 88, 93, 381; Hatîb, Târihu Bagdâd, VII, 226231; Hücvîrî. Keşfü'l-mahcûb (Uludağ), s. 197, 260-261; Kuşeyrî. er-Risâle, bk. indeks; Herevî. Tabakât, s. 495-497; Sem'ânî. ei-Ensâb, V, 161; Attâr, Tezkiretü'l-evliya' (nşr. Reynold A. Nicholson), Leiden 1905-1907, II, 283-285; İbnü'l-Cevzî, Şıfatü'ş-şafve, II, 468; a.mlf., elMuntazam, VI, 391; Zehebî, A*lâmü'n-nübelâ 3, XV, 558, 560; İbnü'l-Mulakkın, Tabakâtü'l-evliya 3 s. 30, 129, 170, 174, 197, 295, 333; Câmi, Nefehât, s. 223; Lâmiî. Nefehât Tercümesi, s. 268; Şa'rânî. et-Tabakât, I, 101102; Münâvî, el-Kevâkib, II, 24; ibnü'i-imâd, Şezerât, II, 378-379; Ma'sum Ali Şah. Tarâ^ik, II, 513-516; Sezgin. GAS, i, 661. S



F



MUSTAFA



KARA



CÂFER İYÂNÎ XVI. yüzyıl sonları ile XVII. yüzyıl başlarında yaşayan ve çeşitli devlet hizmetlerinde bulunan Osmanlı müellifi.



Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Hakkında bilinenler, eserlerinden çıkarılan karışık bilgilere dayanır. Bunlardan anlaşıldığına göre 1587'de Budin'de, daha sonra da vatanı olarak kabul ettiği Peçuy'da (Pecs) kadı nâibliği yaptı ve 1591-1592 yıllarında burada bulundu. Ardından meşhur Kanije kahramanı Tiryaki Hasan Paşa'nın yanında divan başdefterdarı oldu. Budin beylerbeyiliği, maliye tezkireciliği ve tezkire eminliği vazifelerinde iken İstanbul'a gitti. Orada kendisine Rumeli eyaleti defter eminliği görevi verildi ve 16 Ramazan 1001 (16 Haziran 1593) tarihinde Budin beylerbeyi olan Koca Sinan Paşazâde Mehmed Paşa'nın maiyetinde Bosna'ya gitti. Aynı yılın ağustos ayında Sıska Kalesi'nin keşfiyle görevlendirildi, daha sonra da bu kalenin fethine şahit oldu. 1002'de (1593-94) Rumeli eyaleti defter emini olarak Sadrazam Koca Sinan Paşa'nın Yanıkkale'yi fethinde bulunan Câfer İyânî'ye, seferin sonunda hizmetine karşılık olmak üzere vazifesine ilâveten divan müteferrikalığı verildi. 1595'-



551



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂFER İYÂNÎ te bu görevini bırakarak mukaddes yer-



sonra 27 Safer 1003'te (11 Kasım 1594)



leri görmek ve hac farizasını yerine ge-



son bulmaktadır. Eser, müellifin bizzat



tirmek üzere önce Mısır'a, oradan da



gördüğü ve duyduğu hadiseleri oldukça



Hicaz'a



Ahmed



sade bir üslûpla kaydetmesi bakımın-



Sâdık'ın tesiriyle Nakşibendî tarikatına



dan önemlidir. Ayrıca o döneme ait kay-



gitti. Mekke'de



Şeyh



girdi. Oradan San'a'ya. Yemen Beyler-



nakların pek az olması ve bunların da



beyi Hasan Paşa'nın (valiliği 1586-1607)



Yanık seferinin sebeplerini yanlış yorum-



yanına giderek Zübdetü'rı-nesâih



lara yol açabilecek şekilde ifade etme-



umdetü't-tevârih



ve



adlı eserini ona ithaf



etti.



leri eserin değerini daha da arttırmakİstanbul



Üniversitesi



adlı eserinde Tımışvar'da ha-



(İbnülemin, nr. 3560/1) bir mecmua şeklinde olup yüksek lisans tezi olarak ha-



fer İyânî'nin ölüm tarihi için Bağdatlı İs-



zırlanmıştır (M. Kirişçioğlu, Tevârih-i Ce-



mâil Paşa 1020 (1611) yılını, Fehmi Et-



did-i



Zübdetü'rı-nesâih'in istinsah tarihinden hareketle 1023'ten (1614) sonrasını vermektedirler. Bursalı Mehmed Tâhir, Câfer İyânFnin meşhur tarihçi Peçuylu İbrâhim Efendi'nin büyük babası olduğunu ileri sürmüşse de kaynak olarak göstermiş olduğu Dr. Karacson lmre'nin makalesinde böyle bir atıf yoktur. Yine Bursalı Mehmed Tâhir Risâle-i Mi'mâriyye adlı bir eseri Câfer İyânFnin yazdığını kaydeder; ancak risâleyi neşreden Orhan Şaik Gökyay'a göre bu risâlenin müellifi Şeyh Behramoğlu Câfer Efendi adında başka bir kişi olmalıdır. hem Karatay ise



Eserleri. 1. Tevârih-i Cedid-i



Vilâyet-i



Doksan üç varak olan eser



993 (1585) yılından başlayarak Sadra-



't ••;**>>*J>Jhf>>jZUIJ!faiiı I Iij>j-'ii''.>i/Jı f.uwiıı>j



Kütüphanesi'nde



zine defterdarı olduğunu kaydeden Câ-



Üngürus.



• fibCriıjiji-.L—J-L'tUlj^



tadır. Eserin bilinen tek yazma nüshası



1602-1603 yıllarında tercüme ettiği



Nurnâme



^ t ^ ü J B



Vilâyet-i üngürus, Tahlil ve Alet/n, İÜ Ed.Fak. Ktp., nr. 13). 2. Zübdetü'n-ne-



sâih ve umdetü't-tevârih.



Yemen Bey-



lerbeyi Hasan Paşa için 1012 ( 1 6 0 3 ) yılında kaleme alınmış Türkçe bir eser olup dört bölüm halinde, yirmi üç adet



i: ^jJ^S-llj'^l SI tft'fij' U^fC t; f i^jdllM



Câfer iyâni'nin Nurnâme adlı eserinin ilk sayfası



te'iyıpı&tfij



{Nuruosmaniye Ktp., nr. 4 9 9 8 )



J. ^MSı^/.J'l^lSıifjı^ffii*



Türkçe, Arapça ve Farsça kitaptan derlenmiş ahlâkî ve tarihî kıssalar ve İslâm



Efendi (nr. 1 7 4 6 / 1 )



büyüklerinin menkıbelerinden meydana



dir 4. Cihâdnâme-i



gelmektedir. Bilinen üç yazması Topka-



j e kahramanı Tiryaki Hasan Paşa'nın ga-



pı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Yeniler,



zâlarını anlatmaktadır. Otuz dokuz va-



kütüphanelerinde-



Hasan



Paşa. Kani-



nr. 277), British Library (Or., nr. 6442) ve



raklık bir yazması Millet Kütüphanesi'n-



Uppsala (İsveç) Üniversitesi Kütüphane-



de mevcuttur (Ali Emîrî, Tarih, nr. 190).



si'ndedir (Nov., nr. 646). 3. İmam Gazzâlî'nin



Nurnâme.



Eser üzerinde bir tez yapılmış (Saim Işıl-



Mişkâtü'l-envâr'm-



dak, Cihâdnâme-i Hasan Paşa, mezuniyet



Hz. Peygamber'in ve ondan önceki pey-



tezi, İÜ Ktp., nr. 1698), ayrıca sadeleştirilerek yayımlanmıştır (Vahid Çabuk, Tir-



gamberlerin



yaki Hasan Paşa'nın



dan 1012'de ( 1 6 0 3 ) tercüme edilmiştir. kıssalarından



oluşmakta-



dır. Tesbit edilebilen beş yazma nüsha-



Gazaları ve Kanije



Savunması, İstanbul 1978). 5. Nesâihu'l-



zam Koca Sinan Paşa'nın Yanık seferi-



sı British Library'de (Or., nr. i 1046), Türk



mülûk.



ne yol açan gelişmelerle birlikte seferi



Tarih Kurumu (nr. 5 3 7 / 1), İstanbul Üni-



ve Farsça eserde ve ayrıca Kur'ân-ı Ke-



anlatmakta, Yanıkkale'nin alınmasından



versitesi (TY, nr. 7388 ve nr. 806) ve Âtıf



r î m ' d e geçen peygamber



Yirmi üç adet Türkçe, Arapça kıssalarının,



dinî hikâyelerin vb. yazıların derlenmesiyle meydana gelmiştir. Otuz sekiz varak hacmindeki bu eserin bilinen tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüpha-



j^Uij



nesi'nde, müellifin



Tevârih-i



Vilâyet-i



adlı eseriyle birlik-



Üngürus



Cedid-i



te aynı ciltte yer almaktadır (İbnülemin,



nr. 3560/2). BİBLİYOGRAFYA :



Alçi^tfty



jjCiiJAsik



L i ^ a ^ s * ! .tlüjviv



MfiAŞMİ



ji&iJ&Sbi



JS



'



' s A l ^ j ^ J t



yi>



Câfer iyânî'nin Cihâdnâme-i Hasan Paşa adlı eserinin ilk iki sayfası (Millet Ktp..



Câfer İyânî, Tevârih-i Cedîd-i Vilâyet-i Üngürus, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3 5 6 0 / l , v r . l b , 2 a , 17», 27 a , 29°, 44", 45 a , 82 a , 92 b ; a.e. (yüksek lisans tezi, 1987, haz, Mehmet Kirişçioğlu), İÜ Ed.Fak. Ktp., nr. 13; a.mlf., Zübdetun-nesâih ve umdetü't-tevârih, TSMK, Yeniler, nr. 277, vr. 2 b , 8 5 b ; a.e., British Library, Or., nr. 6442, vr. 48°; a.mlf., Nurnâme, İÜ Ktp., TY, nr. 7388, vr. 1 b ; a.mlf., Cihâdnâme-i Hasan Paşa, Millet Ktp., Ali Emîrî, T, nr. 190, vr. l b , 2 a ; Hediyyetüi- cârifîn, I, 498; Karatay, Türkçe Yazmalar, 1, 498; Orhan Şaik Gökyay, "Risâle-i M i m â r i y ye", İsmail Hakkı üzunçarşıh'ya Armağan, Ankara 1976, s. 115-116; Babinger (Üçok). s. 136-



Ali Emîrî. Tarih. nr. 190)



552



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



!



MEHMET



KİRİŞÇİOĞLU



CA'FER b. MÜBEŞŞİR rü'n-nutakâ 3. Hemen hemen aynı konuları eie alan bu eserlerden ikincisi, il( Jı}* Cü j ) kinin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş Ebü'l-Kasım Ca'fer b. el-Hasen nüshası olarak görünmektedir. Her ikib. Ferah (Ferec) b. Havşeb sinde de Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, îsâ, (ö. 360/970 [?]) Muhammed ve Muhammed b. İsmâil giTanınmış İsmâilî müellifi. bi nâtık'ların te'villerine yer verilmiş, ; Esrârun-nutakâ 3da ise Ca'fer es-Sâdık'ın ölümünden sonraki Şiî fırkaları da 266 (879) yılında İmam Hüseyin b. Ahele alınmıştır. Eserin bu kısmının metni med tarafından İsmâiliyye'yi yaymak ve İngilizce tercümesi The Rise of the maksadıyla Kûfe'den Yemen'e gönderiFatimıds içinde (s. 81 -106, 275-304) yalen, daha sonra bu hususta yaptığı bayımlanmıştır. 4. eş-Şevâhid ve'l-beyân. şarılı çalışmalardan dolayı "Mansûrü'IHz. Ali ile onun soyundan gelen imamYemen" unvanını alan İbn Havşeb'in oğlu ların ve bunların tayin ettiği görevlileolup Yemen'de doğmuştur (W. lvanow'a rin faziletleri hakkında âyetlerden ve göre ise İbn Havşeb'in torunu yahut torununun oğlu olmalıdır, bk. Ismaili Literatü- Kur'an'daki peygamber kıssalarından delil gösteren bir eserdir. S. el-Ferâ 3 iz re, s. 211. Hüseyin b. Ahmed'in ölümünve hudûdü'd-dîn. Bazı kaynaklarda den sonra oğlu Ubeydullah el-Mehdî, İbn Te 3vîlü'l-ferâ 3iz adıyla da anılan eser Havşeb'e bir mektup göndererek kenYûsuf. Kehf ve Nûr sûrelerinin bâtınî disinin Ali neslinden gelen meşrû İsmâite'villerini ve Ubeydullah el-Mehdînin lî imamı olduğunu belirtmişti (286/899). imam olduktan sonra Yemen'e gönderMetni Ca'fer b. Mansûrü'l-Yemen'in eldiği mektubu ihtiva etmektedir. 6. erFerö'iz ve hudûdü'd-dîn adlı eserinde Rıdâ' fi'l-bâtın. Namaz, oruç, biatin yeyer alan bu mektup üzerine İbn Havşeb nilenmesi (tecdîdü'l-bey'a), da'vet* hiyeyeni imama bağlandı ve onun hizmetinrarşisi, imam, hüccet ve diğer mezhep de çalıştı. Vefat edince (302/914-15) Ca'görevlileri konularında yazılmış olan bu fer dışındaki oğulları İsmâiliyye'den uzakeser, diğer İsmâilî yazarların bahsetmelaştılar. Ca'fer babasından sonra, Yemen dikleri da'vet organizasyonu hakkında İsmâilî devletinin liderliğini üstlenen Abbilgi vermesi bakımından önem taşıdullah b. Abbas eş-Şâverî ile anlaşamamaktadır. 7. Te 3vîlü'z-zekât. Eserde yan ağabeyi Ebü'l-Hasan'm davranışzekâtın bâtınî ve mistik yönü üzerinlarından huzursuz olduğu için Yemen'i de durulmaktadır. 8. Te 3vîlü sûreti'nterketti ve Tunus'taki Mehdiye'ye gitNisâ 3 (Risâletü Te*vîlİ sûreti'n-Nisâ 3; son ti (322/934). Bu sırada Ubeydullah elbeş eserin yazma nüshaları için bk. PoonoMehdî ölmüş, yerine oğlu Kâim-Biemwala, s. 72-73). 9. el-Feterât ve'1-kırânât. rillâh imam olmuştu. Yeni imamdan büel-Cefrü'l-esved diye de adlandırılan ve yük ilgi gören Ca'fer, çok geçmeden İsHz. Ali'den gelen gizli bilgileri ihtiva eden mâiliyye'nin en büyük âlim ve dâî'lerineserde, 524'te (1130) kaybolduğu iddia den biri oldu; Fâtımîier'in Mağrib'de Hâedilen Fâtımî Halifesi Âmir-Biahkâmilricî Ebû Yezîd en-Nükkârî ile mücadelelâh'ın oğlu Tayyib'e atıflarda bulunulmasinde aktif rol oynadı. Muiz-Lidînillâh sı sebebiyle, kitabın Ca'fer b. Mansûrü'lzamanında "Seyyidü'l-ulemâ ve'l-fukaYemen'e ait olduğu konusunda şüphehâ" unvanı ile taltif edilerek malî baler ileri sürülmüştür (bk. lvanow, Ismaili Literatüre, s. 21). 10. Te 3vîlü'l-hurûfi'lkımdan da desteklendi. Ca'fer'in 360 mu'ceme (bk. Poonowala, s. 73). 11. Sî(970) yılı civarında öldüğü tahmin edilretü İbn Havşeb. Yazara aidiyeti şüpmektedir. heli olan bu risâle İdrîs İmâdüddin taEserleri. Ca'fer b. Mansûrü'l-Yemen'in rafından c Uyûnü'l-ahbâr'da kullanılbir kısmı babası İbn Havşeb'e de nisbet mış ve Heinz Halm'ın yaptığı Almanca edilen ve hemen hepsi İsmâilî akaidiytercümesi Die welt des Orients'te |XII le ilgili olan yirmi kadar eserinden bazıI I98l |, s. 107-135) yayımlanmıştır. 12. elları şunlardır.- 1. Kitâbü'l-Keşf. Kur'an c Âlim ve'l-ğulâm. İsmâiliyye'nin poâyetlerinin aşırı bâtını yorumlara tâbi püler bir tarzda ele alınıp tanıtıldığı bu tutulduğu bu eserde "et-Tîn" Hasan, "ezeserin de Ca'fer'e nisbeti şüphelidir ibk. Zeytûn" Hüseyin, "Tür-i sînîn" Hz. PeyIvanovv, Ismaili Literatüre, s. 22; Poonogamber ve "el-Beledü'l-emîn" de Ali olawala, s. 74-75). 13. Te'vîlü emşâli'lrak te'vil edilmiştir. Eser R. Strothmann Kur'ân. 14. el - İsmüî - a'zam. 15. KaF



CA'FER b. MANSÛRÜ'l-YEMEN



(London ve Bombay I952) ve Mustafa Gâ-



lib (Beyrut 1984) tarafından miştir. 2. Serâ 3irü'n-nutakâ :>.



139, 187-188, 190-191, 265-269; lvanow,



n



neşredil3. Esrâ-



şa'id (eserlerin yazma nüshaları ve değerlendirilmeleri için bk. el-Mecdû', s. 138-



Ismaili Literatüre, s. 21-22; Poonowa!a, s.



70-75). BİBLİYOGRAFYA : M u h a m m e d b. M â l i k el-Yemânî. Keşfü



ri'l-Bâtıniyye



esrâ-



(nşr. M . Z â h i d el-Kevserf( Kahi-



re 1 3 5 7 / 1 9 3 9 , s. 3 9 - 4 2 ; İdrîs İ m â d ü d d i n . Târi-



hu'l-hulefâ'i'1-Fâtımiyyîn mü'l-hâş



min



Kitabi



bi'l-mağrib,



el-Kıs-



c



üyûni'l-ahbâr



(nşr.



M.



Ya'iâvî), Beyrut 1985, s. 78, 5 7 0 - 5 7 1 ; İsmâil b.



Fehresetü'l-kü-



Abdurrahman



Ecînî el-Mecdû'.



tüb ve'r-resâ'ii



(nşr. Ali Nakı M ü n z e v i ) , Tahran



1 3 4 4 hş., s. 75, 134, 138-139, 186-188, 190191, 240-241, 2 5 7 , 2 6 0 , 265-269, 2 7 8 ,



280,



2 9 6 , 2 9 7 ; W . Ivanovv, A Ouide



Lite-



to Ismaili



ratüre, L o n d o n 1 9 3 3 , s. 3 6 ; a . m l f . . The Rise of the Fatimids,



Calcutta 1942, s. 16, 18, dipnot 2,



s. 275-304, metinler kısmı, s. 81-106; a.mlf.. Is-



maili Literatüre,



Tahran 1963, s. 21-22; Brockel-



m a n n . GAL Suppl.,



I, 3 4 ; Sezgin, G A S , 1, 578-



5 7 9 ; İsmail K. Poonovvala, Biobibliography



Isma



ılı Literatüre,



Malibu-California



70-75; H a s a n İ b r â h i m H a s a n ,



ti'l-Fâtımiyye,



of



1977, s.



Târihu'd-devle-



Kahire 1 9 8 1 , s. 4 8 3 - 4 8 8 ; T â h â



el-Velî. el-Karâmita,



Beyrut 1981, s.



182-184;



Henry Corbin. Ç yclical Time and Ismaili



Gnosis,



L o n d o n 1983, s. 170, dipnot 2; S. M. Stern. "Poe m s o n t h e R e b e l l i o n of A b u Y a z ı d " ,



in Early



Studies



( s m â ' î f e m , Leiden 1983, s. 146-152;



Husain F. Al-Hamdanî, " S o m e U n k n o w n I s m a ili A u t h o r s a n d t h e i r VVorks", JRAS



11933), s. 370-



3 7 1 ; A b b a s H a m d a n î , " E v o l u t i o n of t h e O r g a n i s a t i o n a l S t r u c t u r e of t h e F â t i m î D a ' w a h " ,



Ar. S, III (1976), s. 89-91; H. H a l m . " D i a f a r b. M a n s û r a l - Y a m a n " , El 2 Suppl.



FI



r



(ing.), s. 236-



MUSTAFA



CA'FER b. MÜBEŞŞİR (.A- O İ J ^ )



ÖZ



^



Ebû Muhammed Ca'fer b. Mübeşşir b. Ahmed es-Sekafî el-Kasabî (ö. 234/848-49) ^



Bağdat ekolüne bağlı Mu'tezile kelâmcısı, fakih.



^



Hayatı hakkındaki bilgiler oldukça yetersizdir. Bağdat'ta doğdu ve ömrünün çoğunu burada geçirdi. Kelâm ilmini Ebû Mûsâ el-Murdâr'dan öğrendi. Haşviyye'nin ileri gelenlerinden biri olan kardeşi Hubeyş ve Cehmiyye'nin önemli âlimlerinden Bişr b. Gıyâs ile münazaralarda bulundu. İkna kabiliyeti ve güzel hitabeti sayesinde Zeydiyye'ye mensup olan



Âne (Fırat civarında bir bölge) halkını Mu'tezile mezhebine çevirdiği rivayet edilir. Darbımesellere konu olacak derecede zâhidâne bir hayat yaşadı. Siyasetin dışında kalmayı tercih ederek Halife VâsikBillah ile yakın adamı İbn Ebû Duâd'ın ısrarla yaptıkları kadılık tekliflerini ve gönderdikleri külliyetli miktardaki ikramları kabul etmedi. Bağdat'ta öldü.



553



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CA'FER b. MÜBEŞŞİR Kaynaklar, yazdığı eserlerin isimlerinden hareketle Ca'fer b. Mübeşşir'in tefsir ve hadisle meşgul olduğunu naklederse de onun asıl meşhur olduğu saha kelâm ve fıkıh ilimleridir. Kendisinden önceki Mu'tezile âlimleri âhiret hallerinin sadece nakille (sem") bilinebileceğini kabul etmelerine karşılık o aklın bu konularda da hüküm verebileceğini savunarak aklın itikad alanındaki sınır ve yetisini genişletmiştir. Kaynakların naklettiği bazı kelâmî görüşleri şöyledir: Ruh bilinen cevherlerden ayrı türde bir cevherdir. Allah bütün kâinatı idare etmesi anlamında her yerdedir (Eş'arî, s. 157). İlâhî irade insanı kötülük yapmaya ve inkâra zorlamaz; zira bir taraftan kötülük ve inkârı yasaklarken diğer taraftan kişiyi bunları yapmaya mecbur bırakmak ilâhî hikmete uygun düşmez. Bundan dolayı irade yöneldiği konuyu (muradı) gerektirici değildir. Ca'fer b. Mübeşşir de diğer Mu'tezile çoğunluğu gibi rü'yetullah'ı inkâr eder. Ona göre bazı sahâbîler, Ehl-i sünnet âlimlerince rü'yet için delil olarak gösterilen âyetteki (el-Kıyâme 7 5 / 2 3 ) nazar kelimesini "bakmak" mânasına almayıp "ilâhî rahmeti beklemek" tarzında te'vil etmişlerdir, bu te'vili yapanlardan biri de Hz. Ali'dir. Kur'an levh-i mahfûzda yaratılmıştır. Bir şey aynı anda iki yerde bulunamayacağı için sayfalardaki yazılar levh-i mahfûzdaki Kur'an'ın hikâye edilişinden ibarettir. Kur'an'ı okuyuş (telaffuz) okuyanın fiili olup onun tarafından meydana getirilmiştir, yani mahlûktur. Kur'an cevher de araz da değildir. İnsanın fiil gücü (istitâat*) fiile teşebbüsten önce ve fiil ile birlikte kendisinde mevcuttur. Peygamberler yanılma veya unutma yoluyla günah işleyebilirler ve yaptıklarından sorumlu olurlar. Bir arpa tanesinin dahi kasten çalınması büyük günah sayılır. Zira kasten işlenen her günah büyüktür ve onu işleyen fâsıktır, mümin adını taşıyamaz (Hayyât, s. 64;



Eş'arî, s. 271, 273). Hz. Ali Resûlullah'tan sonra insanların en faziletlisi olmakla birlikte Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın hilâfetleri meşrûdur; çünkü Hz. Peygamber Zâtüsselâsil Seriyyesi'nde ensar ve muhacirlerin faziletlileri dururken Amr b. Âs'ı kumandan tayin etmiştir. Cemel Savaşı'nda Ali haklı olmakla beraber kendisine karşı çıkan Talha, Zübeyr ve Âişe tövbe ettikleri için kendilerinden teberrî* edilemez, fakat Muâviye ve Amr b. Âs'tan teberrî etmek gerekir. Ca'fer b. Mübeşşir büyük çapta Nazzâm'ın tesiri altında kalmış, irade sıfatı



konusunda Bişr b. Mu'temir'e, Kur'an'a dair görüşlerinde İbn Keysân el-Esamm'a, ulûhiyyet telakkisinde de Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf'a katılmıştır. Onun büyük günah hakkında yaptığı tarif Mu'tezile adına kaydedilen üç görüşten birini oluşturmuştur. Ca'fer b. Mübeşşir halku'lK u r ' â n * meselesinde Ehl-i sünnet'in görüşüne yaklaşmış, imâmet noktasında ise Zeydiyye'ye ait fikirleri savunmuş, bu sebeple görüşlerine uyanlar Ebü'lHüseyin el-Malatî tarafından bu mezhebin fırkaları arasında gösterilmiştir (etTenbîh, s. 34). Kaynakların hemen hepsi Ca'fer b. Mübeşşir'in Bağdat Mutezilesi ileri gelenlerinden olduğunda ittifak ettiği halde Muhsin el-Emîn kendisini Şiî bir âlim olarak tanıtmaya çalışmıştır (A cyânü'ş-Şî ca, IV, 138). Onun bu tahmini Ca'fer b. Mübeşşir'in Hz. Ali hakkındaki görüşlerinden kaynaklanmış olmalıdır. Ca'fer b. Mübeşşir'in yazdığı eserlerin listesinden anlaşıldığına göre bilgi teorisinde Câhiz'i, iman-amel ilişkisinde İbn Şebîb'i ve yaratma konusunda Burgus'u tenkit etmiş, "lutuf" nazariyesini benimseyenleri reddetmiştir. Ca'fer b. Mübeşşir'in itikadî görüşlerini benimseyenlere Ca'feriyye denilmiştir. Onun görüşlerine katılanların büyük bir yekûn teşkil ettiği nakledilmekle beraber bunların kimlerden ibaret olduğu hakkında fazla bilgi mevcut değildir. En meşhurları arasında Ebü'l-Hüseyin elHayyât, Ebû Mücâlid Ahmed b. Hüseyin el-Bağdâdî ve Ebû Ca'fer Muhammed b. Abdullah el-İskâfî sayılabilir (İbnü'l-



Murtazâ, s. 85; Ahmed Emîn, 111, 79). İbnü'r-Râvendî, Kadî Abdülcebbâr, Abdülkâhir el-Bağdâdî ve Şahfûr b. Tâhir elİsferâyînî Ca'fer'in görüşlerini tenkit edenler arasında yer alır. Dikkat çekici bazı fıkhî görüşler ileri süren Ca'fer b. Mübeşşir'in bu alanda Zâhirîler'in metoduna yakın bir anlayışa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ona göre fıkıh sahasında Kur'an ve Sünnet'in zâhirine ve icmâa uymak gerekir, re'y ve kıyasla hüküm vermek isabetli değildir. Ashabın şarap içene had cezası uygulanacağı hususunda icmâ etmeleri hatalıdır. Zira onlar bu konuda nassa değil kendi reylerine dayanmışlardır. Böylece Ca'fer bu meselede Hâricîler'in Necedât fırkasıyla aynı görüşü paylaşmış bulunmaktadır. Yine ona göre üç türlü ülke vardır: Dâr-ı îmân, dâr-ı küfr ve dâr-ı fısk. Bu taksim dikkate alındığı takdirde Abbâsî idaresi altındaki topraklar dâr-ı fısk kavramına uygun düşmektedir.



Eserleri. Ca'fer b. Mübeşşir'in kaynaklarda isimleri zikredilen, ancak hiçbiri günümüze kadar ulaşmayan eserleri şunlardır: A) Kelâma Dair Eserleri. Kitâbü'1Hikâye ve'l-mahkî, cAlâ Aşhâbi'l-ma cârif cale'l- Câhiz, el-Hücce *alâ ehli'lbida c, Me câni'l-ahbâr ve şerhuhâ, 'Alâ Aşhâbi'l-lutf, el-Emr bi'l-ma'rûf ve'nnehy cani'l-münker, Nakzu Kitâbi İbn Şebîb li'l-ircâ c, el-Yakîn calâ Burğüs c fi'1-mahlûk, Kitâbü't-Tevhîd alâ eşnâfi'l-Müşebbihe ve'l-Cehmiyye ve'rRâfizâ, Ma crifetü'l-hucec. B) Fıkıh ve Tefsire Dair Eserleri. el-Eşribe, es-Sünen ve'l-ahkâm, el-İctihâd, et-Tahâre, Kitâbü'l-Harâc, el-İcmâ e mâ hüve, 'Alâ Aşhâbi'l-kıyâs ve'r-re'y, Kitâbü'dDâr, Kitâbü'l-Âşâr el-kebîr, en-Nâsih c ve'l-mensûh, Alâ Aşhâbi'l-hadîs. BİBLİYOGRAFYA :



Hayyât. el-İntişâr, s. 63-64, 68; Eş'arî. Makâlât (Ritter), s. 157, 230, 271, 273, 337, 415, 464, 588, 600; Malatî, et-Tenbîh ve'r-red, s. 34, 38; İbnü'n-Nedîm. el-Fihrist ITeceddüd), s. 208; Kâdî Abdülcebbâr. e/-Mugnf, IV, 214; IX, 12; XVII, 298; Bağdâdî. el-Fark (AbdülhamTdl. s. 168-169; a.mlf.. üşülud-dîn, s. 168, 256; Hatîb, Târihu Bagdâd, VII, 162; İsferâyînî, et-Tebşîr IKevserî), s. 47; Safedî. el-Vâfî, XI, 156; İbnü'l-Murtazâ, Tabakâtü'I-Mu ctezile, s. 76, 77, 85; İbn Hacer, Lisânul-Mîzân, II, 121; Ahmed Emîn, Duhal-İslâm, Beyrut 1351-55/1933-36, III, 79, 148; W. Montgomery Watt. İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 281; A cyânuş-Şî ea, IV, 138; Nüveyhiz, Mu'cemul-müfessirm, I, 125; A. N. Nader — J. Schacht. " D j a ' f a r b. M u b a s h s h i r " , E/ 2 (İng.), III, 373. r—. MM E M R U L L A H



F



L



CÂFER PAŞA CAMİİ Kıbrıs Girne'de XVI. yüzyıla ait cami.



YÜKSEL



1



J



Ağa Câfer Paşa Camii adıyla da anılan yapı, Kıbrıs Beylerbeyi Câfer Paşa tarafından XVI. yüzyıl sonunda yaptırılmıştır. 1008 Muharreminde (Ağustos 1599) düzenlenen vakfiyesinde camiye Kıbrıs'-



Câfer Pasa Camii Cime / Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti



554



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



CÂFER PAŞA TEKKESİ Câfer Paşa'nın bu camiden başka Magosa'da bir su yolu ile çeşme vakfettiği bilinmektedir. Ayrıca Magosa Kalesi içindeki bir hamam da (Kertikli Hamam) onun evkafındandır. BİBLİYOGRAFYA :



İ s m e t Konur. Kıbrıs



Türkleri,



İstanbul



s. 98, 1 0 1 ; Halil Fikret Alasya, Kıbrıs



Kıbrıs'ta



1938,



Tarihi ve



Türk Eserleri, Ankara 1964, s. 190-192;



Oktay A s l a n a p a . Kıbrıs'ta



Türk Eserleri,



1975, s. 23, 2 4 ; M. Kâmii Dürüst. Kıbrıs



İstanbul



Rehbe-



ri, İstanbul 1983, s. 9 5 ; M u s t a f a H a ş i m A l t a n .



Câfer Paşa Camii'nin planı



Belgelerle



Kıbrıs



Türk



Vakıflar



Tarihi



(1571-



1974), Girne 1986, 1, 15-25, 168, 238, 239, 471, 5 1 9 ; II, 1347, nr. 540.



m a l i SEMAVI



ta pek çok çiftlik, bahçe, tarla, zeytinlik, ev, ambar, ahır vb.nin vakfedildiği belirtilir. Vakfiyeden, ayrıca Konya'daki mevlevîhâneye de büyük ölçüde pay ayrılmış olduğu görülmektedir. 1974'ten önce EOKA tedhiş örgütünün elinde bulunan cami, Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra kurulan bir dernek, kısmen de Vakıflar ve Din İşleri Dairesi'nin yardımlarıyla ta-



mir görerek (Eylül 1974-Temmuz 1975) ibadete açılmıştır. Câfer Paşa Camii, Kıbrıs'ın Türk devrinde yapılmış belli başlı bütün camiler gibi dikdörtgen biçiminde enine uzanan bir mekândan ibarettir. İki sütuna dayanan üç kemerli bir son cemaat yerini takip eden harimi, kıble duvarı istikametinde atılmış kemerlere oturan bir çatı ile örtülmüştür. Yine Kıbrıs camilerinin çoğunda görüldüğü gibi sol tarafta bir bölüm duvarla bölünerek esas mekândan ayrılmıştır. Son cemaat yerine bitişik olan minare kesme taştan inşa edilmiş olup basit bir çıkmaya oturan şerefesiyle sade bir mimariye sahiptir.



EYİCE



CAFER PAŞA TEKKESİ İstanbul Eyüp'te XVI. yüzyıla ait tekke.



na geçilir. Türbe cephesi iki katlı olup bu cephe iki sıralı dörder pencere ile hareketlendirilmiştir. Üst pencereler sivri kemerli, alt pencereler ise dikdörtgen biçimli ve lokmalı demir şebekelidir. Cephenin sağ tarafında aksı çarpık, kemerli bir giriş daha vardır. Üstü açık olan bu bölümde halen mevcut ahşap küçük bir baraka dükkân olarak kullanılmaktadır.



^



Kalenderhâne caddesi üzerinde yer alan ve Kırîmî Tekkesi adıyla da tanınan tekke, Vezir Câfer Paşa (ö. 995/1586-87) tarafından yaptırılan medrese ve türbeden ibaret küçük bir külliye içinde yer almaktadır. Külliyenin halen iyi durumda bulunan medresesi 1970'ten beri kız Kur'an kursu olarak kullanılmaktadır. Üzerinde bulunan şair Nihâdî'ye ait kitâbeden inşa tarihinin 993 (1585) olduğu anlaşılan türbede Câfer Paşa'nın aile fertleriyle birlikte kendisi ve oğlu İsfendiyar Bey'in mermerden sandukaları bulunmaktadır. Türbeye esas girişin sivri kemerli, günümüzde harap bir halde bulunan kitâbeli bir kapı vasıtasıyla sağlandığı anlaşılmaktadır. Hemen sol taraftaki medrese giriş kapısından ise türbenin yanındaki üstü açık bir geçide, oradan da dershane-mescid kısmı-



Tekke ilk kurulduğunda Halvetiyye tarikatına ait iken daha sonra Kadiriyye'ye geçmiş, son dönemde Mehmed Sâlih Sırrı Efendi adlı bir kişi tarafından Sa'diyye Tekkesi'ne dönüştürülmüştür. Meşihat ihdas edilerek (vaz'-ı meşihat) tekkeye dönüştürülen bu tür türbelerde olduğu gibi tevhidhâne türbe kısmından pencereli bir duvar veya bir parmaklıkla ayrılır. Gerek tekke listelerinde gerekse Mehmed Sâlih Sırrı Efendi'ye ait vakfiye özetinde Câfer Paşa Türbesi'nden ve Câfer Paşa Türbesi'nde bulunan bir hücreden bahsedildiğine göre tekke türbe bitişiğindeki bir odadan ibaret olmalıdır. Eyüp Hâki Baba Kadiri Dergâhı son şeyhi Nazmi (Ceyhan) Efendi (ö. 1990) ile Bedevî Dergâhı son şeyhi İbrâhim Efendi'nin oğlu Hakkı Kırmızıtaçlı'dan elde edilen şifahî bilgilerden, son devirde âyinlerin medresenin kubbeli dershane-mescidinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda o yıllarda tevhidhânenin harap bulunduğunu söylemek mümkündür. Tekkenin son şeyhi, Eyüp-Bahariye Taşlıburun Sa'dî Dergâhı şeyhi Süleyman Efendi'nin halifelerinden mûsikişinas Kırımlı Hacı Hâfız Efendi'nin oğlu İzzet Efendi'dir. BİBLİYOGRAFYA :



BA, KK, nr. 6 2 9 0 / 1 ; İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü



Defterleri,



Arşivi,



Mebân!-i



Hayriyye



1341, s. 152-153, nr. 2 8 4 ; Nüfus istanbul Şehremaneti, Câfer Paşa Türbesi'nin ayakta kalan duvarları ile arka plandaki medresenin görünüşü ve türbenin kitâbesi - Eyüp/istanbul



İdaresi



yaprak nr. 10, sıra nr. 73, nr. 1097,



Emîrî, nr. 6 6 ;



İstatistiği



Evliya Celebi, Seyahatname,



4 0 8 ; Ayvansarâyî.



(haz.



1330 r.), Millet Ktp., Ali



Hadîkatul-cevâmi',



2 7 9 ; a.mlf., Vefeyât-ı Selâtîn,



I,



I, 278-



s. 2 9 ; a.mlf., Mec-



mûa-i Tevârîh, s.



129, 3 0 2 ;



Mecmûa-i



istanbul 1307, s. 3 ; Sicill-i



Osmânî,



Tekâyâ,



Bandırmalızâde.



II, 70-71, Sıhriyyetnâme,



İÜ Ktp., İb-



n ü l e m i n , nr. 2 8 0 2 , vr. 2 0 ; İ b n ü l e m i n , Son Hat-



tatlar, s. 2 4 8 ; Atillâ Çetin, " İ s t a n b u l ' d a k i Tekke, Z a v i y e v e H a n k a h l a r H a k k ı n d a 1 M u h a r r e m 1199 T a r i h l i A t i y y e - i S e n i y y e M ü f r e d a t D e f t e r i " , VD, XIII 119811, s. 5 8 3 - 5 9 0 ; A. Bilgin Turnalı — Esin Yücel. " İ s t a n b u l ' d a A z B i l i n e n B a z ı T e k k e l e r i n Y e r l e r i n e D a i r B i r Araştırm a (II)", TDA, sy. 70 I İ 9 9 İ I , s. 177-191. E



A . B I L G I N TURNALI



555



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Beşir Ağa Camii-Câfer Paşa Tekkesi Ankara : TDV, 1992. 6. c. (16, 559 s.)



6. CİLTTE MADDESİ BULUNAN YAZARLAR ABOUSEIF, DORIS BEHRENS.



Dr.



SANAT TARİHÇİSİ



A H S A N , M. M A N A Z I R ,



Dr.



AKSOY, HASAN, Y.Doç.Dr. MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



UNIVERSITY OF CALİFORNIA DEPARTMENT OF NEAR EASTERN STUDİES BERKELEY/USA Prof.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ • ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ Prof.Dr.



İBRAHİM



İSTANBUL ARKEOLOIİ MÜZELERİ



AYDEMİR, ABDULLAH,



Doç.Dr.



CENGİZ



İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ Prof.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



NICOARA



Prof.Dr.



Doç.Dr.



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ BİLGİN. ORHAN,



Prof.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



TOPKAPI SARAYI MÜZESİ MÜDÜRLÜĞÜ



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



ÇEKER, ORHAN,



NİHAT



MARMARA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ e l - A ' Z A M Î , M. M U S T A F A ,



Prof.Dr.



KINC SAUD UNIVERSITY COLLEGE OF EDUCATION SAUDI ARABIA Doç.Dr.



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ ed-DÎB, ABDÜLAZlM,



Dr.



DIAMI'AT QATAR KULLIYA al-SHARl'A DOHA-OATAR Prof.Dr.



D)URD|EV, B R A N I S L A V ,



DOĞRUYOL, HASAN.



Prof.Dr.



Dr.



Prof.Dr.



Doç.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ç E L E B İ , İ L Y A S , Dr. İLÂHİYATÇI-YAZAR İSTANBUL



Prof.Dr.



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ DÖNDÜREN, HAMDİ,



Doç.Dr.



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ D Ö N M E Z , İ B R A H İ M KÂFİ, Prof.Dr. MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ HASAN



KÜLTÜR BAKANLIĞI KÜTÜPHANELER ve YAYIMLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ DURSUN, DAVUT,



Dr.



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ Doç.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Doç.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL veTARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ ERDEM,



Doç.Dr.



İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ İNŞAAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ)



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



D E M İ R O Ğ L U , A Y L A , Y.Doç.Dr.



ER, R A H M İ , Ç A Ğ M A N , FİLİZ, Dr.



ÇEÇEN. KÂZIM,



AYKUT, NEZİHİ, Y.Doç.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



EMECEN, FERİDUN, B O S T A N , İDRİS, Y.Doç.Dr.



DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



TÜRKİYE DİYANET VAKFİ İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ



D E M İ R K E N T , IŞIN, Prof.Dr.



DUMAN,



B O L A K , A. A Y D I N



ÇAKIR, MEHMET,



MEHMET



KIJRŞAT



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



SARAIEVO/YUGOSLAVIA



ÇAKAN, İSMAİL L„



Doç.Dr.



DEMİRCİ,



BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ KANDİLLİ RASATHANESİ ve DEPREM ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



BAKTIR, MUSTAFA,



BELDICEANU,



D A V I D, G E Z A , D r . ELTE TÖRÖK TANSZEK BUDAPEST/ HUNGARIA



DİZER, M U A M M E R ,



ÇAĞRICI, MUSTAFA,



A Y D İ N , M. AKİF, Doç.Dr. MARMARA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ



A Z A M AT,



EKREM



A H M E T RASİM LİSESİ FATİH/İSTANBUL



BOLAY, M. NACİ,



DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



AYKAÇ,



SANAT TARİHÇİSİ B E K İ AŞ,



TÜRK PETROL HOLDİNG A.Ş. İSTANBUL



Doç.Dr.



ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



AYDINLI, ABDULLAH,



UNIVERSITY BRUNEI DARUSSALAM BANDAR SERİ BAGAVAN-BRUNEI



BİLGE, M U S T A F A L„



MEMBER EXECUTIVE COMMITTEE ENCYCLOPEDIA OF ISLAM-PAKISTAN (MERHUM)



AYDİN, MEHMET,



B E G , M U H A M M A D A B D U L ( A B B A R , Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



A N S A R I , A . S. B A Z M E E



AYDİN,



Prof.Dr.



EGE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



BEYDİLLİ, KEMAL,



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



ATİK, M. K E M A L ,



BAYKARA, TUNCER,



TARİHÇİ-YAZAR PARİS-FRANSA



A I . T I K U L A Ç , T a y y a r , Dr.



ARTUK,



Doç.Dr.



İSTANBUL MÜFTÜLÜĞÜ ŞER'Î SİCİLLER ARŞİVİ



B E K S A Ç , A . E N G İ N , Dr.



Prof.Dr.



ALPTEKİN, COŞKUN,



Prof.Dr.



EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ BAYINDIR, ABDÜLAZİZ,



THE ISLAMIC FOUNDATION MANKFIELD DAWAH CENTRE RATBY L A N E LEICESTER ENGLAND



AKÜN, Ö M E R FARUK,



BAYAT. ALİ HAYDAR.



Ç U B U K Ç U . A S R İ , D o ç Dr. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.



ZAKIR HUSAIN INSTITUTE OF 1SLAMIC STUDİES IAMIA MILLIA ISLAMIA |AMIANAGAR-NEW D E L H I / I N D I A



ALTUN, ARA,



Doç.Dr.



ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



AH M AD. SAYYID M A O B U L ,



ALCAR, HAMİD,



B A R D A K O Ğ L U . ALİ,



SARGON



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ E R D O Ğ R U , M E H M E T A K İ F , Dr. ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ (EMEKLİI E R G İ N , A L İ Ş A K İ R , Dr. GAZİ ÜNİVERSİTESİ GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ (EMEKLİI ERİNÇ, SIRRI,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ DENİZ BİLİMLERİ ve COĞRAFYA ENSTİTÜSÜ (EMEKLİI ERKAL, MEHMET,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ ERTAN, VELİ MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



Ç E T İ N . N İ H A D M., P r o f . D r . İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



ERTUĞRUL, ÖZKAN,



Y.Doç.Dr.



TRAKYA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



557



E R Ü N S A L , İ S M A İ L E., P r o f . D r . MARMARA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



KALLEK,



ARAŞTIRMACI-YAZAR (MERHUME) Prof.Dr.



K A N D E M İ R , M. YAŞAR,



Assoc.Prof.



Prof.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ FİĞLALI, E T H E M RUHİ, Prof.Dr. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ö K B İ L G İ N , M. TAYYİB,



Prof.Dr.



TARİHÇİ-YAZAR (MERHUM) ŞAİK



Prof.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ü N D Ü Z , İRFAN,



ZAHİR



N A S R U L L A H , Dr.



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ HALAÇOĞLU, YUSUF,



H A R E K Â T , İ B R A H İ M , Dr. CÂMİATÜ M U H A M M E D b. A B D U L L A H KÜLLİYETÜ'İ-ÂDÂB RABAT/FAS Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Prof.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ IŞIK, E M İ N , Y.Doç.Dr. MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ İ L H A N , M. M E H D İ ,



Doç.Dr.



ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Prof.Dr.



THE UNIVERSITY OF CHICACO DEPARTMENT OF HİSTORY CHİCAGO/USA İPŞİRLİ, M E H M E T ,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ İSEN, M U S T A F A ,



Doç.Dr.



GAZİ ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ İŞLİ,



NECDET TARİHÇİ-YAZAR İSTANBUL



İZGİ,



MERÇİL, ERDOĞAN,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ MUHTAR, CEMAL,



Doç.Dr.



MÜFTÜOĞLU, FERRUH,



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



MÜLÂYİM, SELÇUK,



CEVAT



Prof.Dr.



Prof.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ N A İ M , ARİF, Dr.



GAZİ ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ KILIÇER, M. ESAT, Doç.Dr. ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



ARAŞTIRMACI-YAZAR PAKİSTAN N U H O Ğ L U , H İ D A Y E T Y A V U Z , Dr. İSLÂM TARİH SANAT ve KÜLTÜR ARAŞTIRMA MERKEZİ IIRCICA)



MEHMET



BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ O S M A N L İ ARŞİVİ DAİRE BAŞKANLİĞİ KOÇKUZU, ALİ O S M A N ,



Prof.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



'ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ ORHONLU, CENGİZ,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM) ÖDEKAN, AYLA,



K O N U K Ç U , E N V E R , Prof.Dr.



Prof.Dr.



HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ . O K A Y , M. O R H A N ,



KİRİŞÇİOĞLU,



Doç.Dr.



İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ İNŞAAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Ö Ğ Ü T , S A L İ M , Dr.



K O P Ç A N , V O J T E C H , Dr.



TÜRKİYE DİYANETVAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ



CZECHOSLOVAKIA K O P R A M A N , K. Y A Ş A R ,



Prof.Dr.



GAZİ ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ K Ö P R Ü L Ü , O R H A N F„ Assoc.Prof. TÜRK TARİH KURUMU ASLİ ÜYESİ



Ö N G Ü L , A L İ , Dr. NURUOSMANİYE KÜTÜPHANESİ İSTANBUL ÖNKAL, AHMET,



Doç.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



K U C U R , S A D İ S. MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ KURAN, ERCÜMENT,



KURNAZ, CEMAL,



Doç.Dr.



GAZİ ÜNİVERSİTESİ GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ



KUT,



ÖZ, MUSTAFA,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ)



RIZA



TÜRKİYE DİYANETVAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ TURGUT



ARAŞTI RMACI -YAZAR İSTANBUL



ÖZAYDIN, ABDÜLKERİM,



Doç.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ ÖZCAN, ABDÜLKADİR,



Doç.Dr.



MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ ÖZDEMİR, MEHMET,



Y.Doç.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ö Z E L , A H M E T , Dr. TÜRKİYE DİYANETVAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ



ZEKİ



BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü O S M A N L I ARŞİVİ DAİRE BAŞKANLIĞI



558



Doç.Dr.



K A Z A N C I , A. LÜTFİ



KURTULUŞ,



İSLAM TARİH SANAT ve KÜLTÜR ARAŞTIRMA MERKEZİ IIRCICA) İZGÖER, A H M E T



MAKSUDOĞLU, MEHMET, MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



OCAK, AHMET YAŞAR,



Prof.Dr.



HARMAN, Ö M E R FARUK,



K Ü T Ü K O Ğ L U , M Ü B A H A T S., P r o f . D r .



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



KILIÇLI, M U S T A F A , Y.Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ



HİZMETLİ, SABRİ,



Prof.Dr.



UNIVERSITY OF VVISCONSIN-MADISON COLLEGE OF LETTERS A N D SCIENCE DEPARTMENT OF HİSTORY MADISON/USA



K I L I Ç B A Y , M E H M E T A L İ , Dr.



AKBANK U M U M M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü KÜLTÜR ŞUBESİ



İNALCIK, HALİL,



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ •İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



KILAVUZ, A H M E T SAİM, Doç.Dr.



Doç.Dr.



HACIMÜFTÜOĞLU,



Doç.Dr.



K A R A İ S M A İ L O Ğ L U , A D N A N , Dr.



KARPAT, KEMAL,



KÜÇÜK, CEVDET,



MARMARA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ GÖLCÜK, ŞERAFETTİN,



Prof.Dr.



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



KAYA, M A H M U T ,



GÖKYAY, ORHAN



GÜVEMLİ,



KARA, MUSTAFA,



Doç.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



UNIVERSITY OF CALIFORNIA DEPARTMENT OF NEAR EASTERN STUDİES USA FAYDA, MUSTAFA,



KÜÇÜK, ABDURRAHMAN,



CENGİZ



TÜRKİYE DİYANETVAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ FERHÂDÎ, REVÂN,



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ



E S İ N , E M E L , Dr.



EYİCE, SEMAVİ,



K U Y U C U K L U , N A Z İ F , Prof.Dr.



K A H R A M A N , K E M A L , Dr.



K U T L U E R , İ L H A N , Dr. MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



ÖZKAN, MUSTAFA,



Doç.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



ÖZKUYUMCU,



TANERİ, AYDIN,



NADİR



PALA, İSKENDER,



TANYU, HİKMET,



Dr.



DENİZ MÜZESİ -



Doç.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ PÜRCEVÂDÎ,



T A Y L A N , NECİP,



TERZİOĞLU, ARSLAN,



RAZÛK, M U H A M M E D ,



Dr.



ÜNİVERSİTE HASSAN II FACULTE DE LETTRES ET DES SCIENCES HUMAINES C A S A B L A N C A / MOROCCO



SEVİM, ALİ,



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ



ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



SEYHAN,



T O P U Z O Ğ L U , T E V F İ K RÜŞTÜ, Y.Doç.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ TUNCEL, METİN,



ERTUĞRUL



TUNÇ, CİHAD,



Prof.Dr,



MİLLİ SARAYLAR DAİRE BAŞKANLIĞI DOLMABAHÇE SARAYİ İSTANBUL Prof.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ (EMEKLİ! ŞAFAK, ALİ,



A. B İ L G İ N



ARAŞTIRMACI-YAZAR İSTANBUL TURNALİ, ESİN



POLİS AKADEMİSİ ANKARA



YÜCEL



TÜMER, GÜNAY,



ŞAKİROÛLU, M A H M U T H„



Prof.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ HÜDAİ



BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ GENEL M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü O S M A N L I ARŞİVİ DAİRE BAŞKANLIĞI ŞEŞEN, RAMAZAN,



Prof.Dr.



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ TÜRER, OSMAN,



Doç.Dr.



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ T Ü R K M E N , M E H M E T , Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



İSLÂM TARİH SANAT ve KÜLTÜR ARAŞTIRMA MERKEZİ IIRCICA)



UÇMAN, ABDULLAH,



Y.Doç.Dr.



MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ UĞUR, MÜCTEBA,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ UZUNPOSTALCI, MUSTAFA,



Prof.Dr.



SELÇUK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YALMAN,



BEDRİ



YARAN,



RAHMİ



DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI HASEKİ EĞİTİM MERKEZİ Y A R D I M , ALİ, Doç.Dr. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YAVAŞÇA, ALAADDİN,



Prof.Dr.



İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TÜRK MUSİKİSİ DEVLET KONSERVATUARI YAVUZ, Y U S U F ŞEVKİ,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YAZICI, TAHSİN,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ! Doç.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



İLÂHİYATÇI-YAZAR ANKARA



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Y I L D I R I M , S U A T , Prof.Dr.



TÜCCAR, Z Ü L F İ K A R , Y.Doç.Dr.



KÂMİL



U L U T Ü R K , VELİ, Doç.Dr.



YETİŞ, KÂZIM,



ARAŞTIRMACI-YAZAR İSTANBUL



Prof.Dr.



Ş E N T Ü R K , M.



Prof.Dr.



ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ TURNALİ,



SÜMER, FARUK,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



ARAŞTIRMACI-YAZAR BURSA SÖZEN, METİN,



Prof.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.



Doç.Dr.



ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



İL KÜLTÜR ve TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ BURSA



TOKSARI, ALİ, Doç.Dr.



TOPALOĞLU, BEKİR,



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ



ŞAHİN,



Prof.Dr.



BEKİR



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ)



ULUDAĞ, SÜLEYMAN,



UZUN, MUSTAFA,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



NASRULLAH



TEHRAN/IRAN



SADAK,



Prof.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



İSTANBUL



PARLATIR, İSMAİL,



Prof.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ



DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



Doç.Dr.



ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



YILMAZ, HASAN KÂMİL,



Doç.Dr.



MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Y U R D A Y D I N , HÜSEYİN GAZİ, ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YÜCE, NURİ,



Prof.Dr.



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Y Ü C E T Ü R K , O R H A N S., Dr. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YÜKSEL, EMRULLAH,



Prof.Dr.



ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Prof.Dr.