Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi [14] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Yönetim İSAM, Türkiye D i y a n e t Vakfı İslâm Araştırmaları M e r k e z i Bağlarbaşı, Kısıklı caddesi 7



Üsküdar - 81180 İstanbul



Tel : (0 216) 341 07 94 (4 hat) Fax : (0 216) 334 95 88 M O D E M : (0 216) 343 31 09



LEHOEU



CİLT 14 GELİBOLU - HADDESENÂ



İstanbul 1996



©



1996



Her hakkı mahfuzdur. Yazı ve fotoğraflar kaynak gösterilmeden kullanılamaz.



JÂL



T Ü R K İ Y E D İ Y A N E T VAKFI



ANSİKLOPEDİSİ



Sahibi Türkiye Diyanet Vakfı



Başkan Dr. Azmi Ö Z C A N



Danışma Kurulu Dr. Tayyar ALTI KULAÇ Prof.Dr. Mustafa ÇAĞRICI Prof.Dr. Hayreddin KARAMAN Doç.Dr. A h m e t ÖZEL Prof.Dr. Metin TUNCEL



G e n e l Sekreter Süleyman N. AKÇEŞME



İNCELEME KURULU



Prof.Dr. Bekir TOPALOĞLU (Başkan) Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL Doç.Dr. Ahmet ÖZEL



İLİM KURULU



Prof.Dr. Ömer Faruk A K Ü N Dr. Tayyar ALT1KULAÇ Nihat AZAMAT Prof.Dr. Mustafa ÇAĞRICI Sargon ERDEM Prof.Dr. Feridun EMECEN Prof. Dr. Semavi EYİCE Prof.Dr. Mustafa FAYDA Prof.Dr. M. Yaşar KANDEMİR Prof.Dr. Hayreddin K A R A M A N Prof.Dr. Mahmut KAYA Prof.Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Prof.Dr. Metin TUNCEL Prof.Dr. Mustafa UZUN



M a d d e Tesbit v e İç Kontrol



Fuat GÜNEL Kasım K1RBIYIK



T E K N İ K REDAKSİYON SORUMLUSU Sekreter İmlâ Teknik Kontrol



Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Prof.Dr. Metin YURDAGÜR Dr. İsa KAYAALP Doç.Dr. Muhammet YELTEN Doç.Dr. Hasan A K S O Y Y. Doç. Dr. Azmi BİLGİN



Bibliyografya



İzzet ÇILGIN İsmail ÖZBİLGİN Recep USLU



İndeksleme



Prof.Dr. Metin YURDAGÜR



YAYIN MÜDÜRLÜĞÜ Dizgi



Ahmet YILMAZ (Müdür) N e d i m GÜNEY (Şef) Süleyman ÖZEL Yılmaz SAMANCI



Tashih



Hüseyin Hilmi KURTULMUŞ (Şef) Mehmet GÜNYÜZLÜ Osman SEVİM Abdülkadir ŞENEL



Resimleme



Enis KARAKAYA / M.A. (Şef) Ahmet A K M A N Doç.Dr. Hüsamettin AKSU Dr. Nebi BOZKURT Haluk KARGI / M.A.



Çizim BİLGİ İŞLEM SORUMLUSU Operatörler



Oğuz KALLEK Prof.Dr. M. Saim YEPREM Mustafa AFACAN Ender BOZTÜRK Sema DOĞAN Mustafa DURSUN Hüseyin KARAER Sebile KURTULDU Coşkun YILDIRIMTÜRK



KÜTÜPHANE v e DOKÜMANTASYON SORUMLUSU KÜTÜPHANE v e DOKÜMANTASYON MÜDÜRLÜĞÜ



Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL



Ayhan AYKUT (Müdür)



Kütüphane



Recep YILMAZ (Şef) Meliha ÇETİNÖZ Nâgihan GÜMÜŞ Salih SANDAL Nedret TOPÇU Çetin TÜYLÜ Mehmet YILMAZ Ali Yücel YÜRÜK Recep DOĞRU



Satın Alma



Cemil Cahit CAN (Şef) Ekrem ARSLAN Abdurrahman M. HACIİSMAİLOĞLU



Süreli Yayınlar v e Mübâdele



Selahattin ÖZTÜRK (Şef) Ş. Bilâl ÇAVUŞOĞLU Ali SAVRAN



Dokümantasyon



M. Birol ÜLKER (Şef) Şevki BAYKUŞ Cemal TOKSOY



Tezler Servisi



Fatih ÇARDAKLI (Şef)



SİPARİŞ v e TAKİP MÜDÜRLÜĞÜ



MUHASEBE MÜDÜRLÜĞÜ



PERSONEL v e İDARÎ İŞLER MÜDÜRLÜĞÜ



DAĞITIM v e PAZARLAMA



Ferman KARAÇAM (Müdür) Sabahattin YENİCE (Şef) Levent AKÇALAR Metin ALTINOK Ş. Memduh GÜZELER Erdal İŞCAN (Müdür) A. Savaş DEMİ RAY (Şef) Atalay ALPTEKİ Bilal SALMAN Mehmet ŞEVİK Sema TEKİN



Yakup KAHRAMAN (Müdür) M. Hanefi DİLMAÇ (Şef) Halit ÖZÇELİK (Şef) Aysel YALÇIN DİVANTAŞ Yılmaz AYDOĞDU (Genel Müdür) Yüksel DUTGUN (Malî ve İdarî İşler Müdürü) Abdurrahman TAŞ KALE (Satın Alma ve Teknik İşler Müdürü)



MERKEZ İLİM v e REDAKSİYON KURULLARI ÜYELERİ



Cemil A K P I N A R (İlimler Tarihi)



Doç.Dr. İsmail DURMUŞ (Arap Dili ve Edebiyatı)



Prof.Dr. Hayreddin K A R A M A N (Fıkıh)



Dr. M. Sait ÖZERVARLI (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



Doç.Dr. Hasan A K S O Y



Prof.Dr. Feridun EMECEN (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



Dr. A h m e t KAVAS (İslâm Ülkeleri Coğrafyası)



Dr. M e h m e t Ali SARI (Tefsir)



Sargon ERDEM (islâm Sanatları / Müteferrik)



Prof.Dr. Mahmut KAYA (İlimler Tarihi, islâm Düşüncesi ve Ahlâk)



Doç.Dr. Muhittin SERİN (İslâm Sanatları / Hat)



(Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Ö m e r Faruk A K Ü N (Türk Dili ve Edebiyatı) Nurettin A L B A Y R A K (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Tayyar ALTIKULAÇ (Tefsir) Dr. Mustafa A L T U N D A Ğ (Tefsir) Dr. Harun A N A Y



Y.Doç.Dr. Muhammed EROĞLU (Tefsir) Dr. Mustafa ERTÜRK (Hadis) Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Semavi EYİCE (İslâm Sanatları / Mimari)



(İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Prof.Dr. M. Akif AYDIN (Fıkıh) Dr. M u h a m m e d ARUÇİ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Dr. Adnan A S L A N (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Doç.Dr. Halis A Y H A N (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk)



Prof.Dr. Mustafa FAYDA (İslâm Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. Ethem Ruhi FİĞ LALI (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Dr. Hilâl G Ö R G Ü N (İslâm Tarihi) Dr Tahsin G Ö R G Ü N (Fıkıh) Fuat GÜNEL (Dinler Tarihi)



Beşir AYVAZOĞLU (Türk Dili ve Edebiyatı) Nihat AZAMAT (Tasavvuf) Prof.Dr. Ali B A R D A K O Ğ L U (Fıkıh) Doç.Dr. Mustafa L. BİLGE (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Doç.Dr. İdris BOSTAN (İslâm Ülkeleri Coğrafyası)



Prof.Dr. Yusuf HALAÇOĞLU (Türk Târihi-ve medeniyeti) Prof.Dr. Ö m e r Faruk HARMAN (Dinler Tarihi) Prof.Dr Ekmeleddin İHSANOĞLU (İlimler Tarihi) Prof.Dr. M e h m e t İPŞİRLİ (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Âlim K A H R A M A N (Türk Dili ve Edebiyatı)



Doç.Dr. Hulûsi KILIÇ (Arap Dili ve Edebiyatı) Dr. Ferhat KOCA (Fıkıh) Dr. Ali KÖSE (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Rıza KURTULUŞ (İslâm Ülkeleri Coğrafyası, Fars Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Günay KUT (Türk Dili ve Edebiyatı) Y.Doç.Dr. İlhan KUTLUER (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Prof.Dr. C e v d e t KÜÇÜK (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. M. Orhan O KAY (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Reşat Ö N G Ö R E N (Tasavvuf) Prof.Dr. Mustafa ÖZ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Prof.Dr. Abdülkerim Ö Z A Y D I N (islâm Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. Abdülkadir ÖZCAN (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Dr. Azmi ÖZCAN (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



Dr. Mustafa S İ N A N O Ğ L U (Kelâm ve Mezhepler TSrihi) Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Bekir TOPALOĞLU (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Doç.Dr. Tevfik Rüştü TOPUZOĞLU (Arap Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Metin TUNCEL (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Y.Doç.Dr. Zülfikar TÜCCAR (Arap Dil ve Edebiyatı) Doç.Dr. Abdullah UÇMAN (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Süleyman ULUDAĞ (Tasavvuf) Prof.Dr. Mustafa UZUN (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. İlyas ÜZÜM (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Dr. Rahmi Y A R A N (Fıkıh) Prof.Dr. Yusuf Şevki YAVUZ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Dr. Mustafa YAYLA (Fıkıh) Prof.Dr. Tahsin YAZICI (Fars Dili ve Edebiyatı)



Dr. Cengiz KALLEK (Fıkıh)



Y.Doç.Dr. Nuri ÖZCAN (İslâm Sanatları / Mûsiki)



Dr. Ali Murat YEL (islâm Düşüncesi ve Ahlâk)



Prof.Dr. Mustafa ÇAĞRICI (İslâm Düşüncesi v e Ahlâk)



Prof.Dr. M. Yaşar KANDEMİR (Hadis)



Doç.Dr. Ahmet ÖZEL (Fıkıh)



Prof.Dr. M. Saim YEPREM (Kelâm ve Mezhepler T&rihi)



Dr. Kürşat DEMİRCİ (Dinler Tarihi)



Prof.Dr. Mustafa KARA (Tasavvuf)



Dr. Şükrü ÖZEN (Fıkıh)



Prof.Dr. Metin YURDAGÜR (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



Dr. Ş. Tufan BUZPINAR (Türk Tarihi v e Medeniyeti)



GENEL KISALTMALAR a.e.



Aynı eser



haz.



Hazırlayan



şş.



Şehinşâhî



a.g.e.



Adı geçen eser



hk.



Hüküm (Arşiv)



T



Türkçe



AK



Arazi



hş.



Hicrî-Şemsî



tah.



Tahminî



Kanunnâmesi



Hz.



Hazreti



TBMM



Türkiye



Akk.



Akkadca



İbr.



İbrânîce



Büyük Millet



Alm.



Almanca



İng.



İngilizce



Meclisi



a.mlf.,



Aynı müellif



İSAM



Arm.



Ârâmîce



Araştırmaları



Arapça



Ar. aş.bk.



TC



Türkiye



Merkezi.



TDK



Türk Dil Kurumu



TİEM



Türk ve İslâm



TMK



Türk



trc.



Tercüme,



İslâm



Aşağıya



İsp.



İspanyolca



bakınız



İÜ



İstanbul



Cumhuriyeti



Eserleri Müzesi



Üniversitesi



Ankara AÜ



Üniversitesi



k.



Kitap



a.y.



aynı yer



Kar.



Karton (Arşiv)



AY



Arapça Yazmalar



krş.



Karşılaştırınız



b.



Bin, ibn



Ks.



Kısım (Arşiv)



BA



Başbakanlık



Ktp.



Kütüphane,



Radyo ve



kütüphanesi



Televizyon



Osmanlı Arşivi



Medenî Kanunu tercüme eden TRT



Türkiye



bibi.



Bibliyografya



Lat.



Latince



bk.



Bakınız



İv.



Levha



ts.



Tarihsiz



bl.



Bölüm



m.



Milâdî



TSM



Topkapı Sarayı



bs.



Basım, baskı, tab'



md.



Madde



c.



Cilt



m.ö.



Milâttan önce



TSMA



Topkapı Sarayı



çz.



Çizim



m.s.



Milâttan sonra



d.



Doğum, doğumu



MS



Manuscript



TSMK



Topkapı Sarayı



der.



Derleyen







Marmara



DİB



Diyanet İşleri Başkanlığı



DİE DTCF



EAUIF



Kurumu



Müzesi Müzesi Arşivi Müzesi Kütüphanesi



Üniversitesi MÜİF



Marmara



TTK



Türk Tarih Kurumu



tür.yer.



Türlü yerde,



Devlet [statiktik



Üniversitesi



Enstitüsü



İlâhiyat



Dil ve



Fakültesi



TY



Türkçe Yazmalar







Uludağ



vb.



Ve benzeri



Tarih-Coğrafya



nr.



Numara



Fakültesi



nşr.



Neşreden



Erzurum



'



(Tahkik eden)



birçok yerde



Üniversitesi



Atatürk



Or.



Oriental



vd.



Ve devamı



Üniversitesi



ö.



Ölümü,



v.dğr.



Ve diğerleri,



İlahiyat



diğer nâşir



ölüm tarihi Paragraf



veya nâşirler



Editör



PPTT



Posta Telefon Telgraf



VGMA



Vakıflar Genel



Edebiyat



r.



Rûmî



Fakültesi



rs.



Resim



vr.



Varak



Erciyes



Rus



Rusça



y.



Üniversitesi



s.



Sayfa



yk.bk.



Yukarıya bakınız



Evrak (Arşiv)



salt.



Saltanat yılları



Zrf.



Zarf (Arşiv)



Farsça



s.nşr.



Sadeleştirilmiş neşir



—»



Fasikül



St.



Saint



fas.



Fransızca



str.



Satır



Fr.



Farsça Yazmalar



Sum.



Sumerce



FY



Grekçe







Selçuk



İki yerde



Gr.



Hicrî



Üniversitesi



yayımlanıyor



h.



Hakkında



Fakültesi ed. Ed Fak. EÜ Evr. Far.



hak.



sy.



Sayı



Müdürlüğü Arşivi Yıl



... baskısından ofset Yayımı devam ediyor



.../...



Önce / Sonra (yayım yeri)



*



Madde başı



BİBLİYOGRAFYA KISALTMALARI Ahbârü'd-devleti'sSelcûkıyye (Lugal)



yU Aylık Ansiklopedi, l-V, İstanbul 1 9 4 4 - 5 0 .



AO



Ayn A l i , Kavânîn-i Âl-i Osmân



Açta Orientalia, C o p e n h a g e n 1923 -



Ali b. Nâsır el-Hüseynî [?],



Ayn Ali Efendi,



Ahbârü'd-devleti's-Selcükıyye



Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü'l-havâtır



Kavânîn-i



(trc. Necati Lugal), A n k a r a 1943.



AOH



Abdülhay b. Fahreddin



Ahmed b. Hanbel,



b. Abdülali el-Hasenî.



el-İlel



Açta Orientalia Academiae Scientiarum Hungarlcae, B u d a p e s t 1950 -



Nüzhetü



Haydarâbâd 1350-90/1931-70.



A h m e d b. Hanbel, Kitâbü'l-'İlel ue ma'rifetü'r-ricâl (nşr. Talat Koçyiğit İsmail Cerrahoğlu),l-ll, İstanbul 1 9 8 7 .



Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtibü'l-idâriyye (Özel)



Ahmed b. Hanbel. el-İlel (Vasiyyullah)



Muhammed Abdülhay



A h m e d b. Hanbel,



b. Abdülkebîr el-Kettânî.



Kitâbü'l-'İlel



et-Terâtîbü



(nşr. Vasiyyullah b. M u h a m m e d



'l-havâtır



ve behcetü



'l-mesâmi'



ue'n-net>âzır(nşr. Ebü'l-Hasan Ali en-Nedvî), 1-VIII,



(Koçyiğit)



Hz.



'l-idâriyye:



ve



Sosyal



Riyad 1408 / 1988.



Hayat



Kurumlar



(trc. A h m e t Özel), I-III,



Al



İstanbul 1 9 9 0 - 9 3 .



Ars Islamica, sy. 1 - 1 6 , Michigan 1934-51.



Abdürrezzâk es-San'ânî, el-Mıışannef Ebû Bekir Abdürrezzâk b. H e m m â m b. Nâfı' es-San'ânî. el-Muşannef (nşr. Habîbürrahmatı el-A'zamî), I-XI, Beyrut 1 9 7 1 - 7 5 , 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



ABr. Ana Britannica: Genel Kültür Ansiklopedisi,



Aksarâyî, Müsâmeretü'l-ahbâr Müsâmeretü



'l-ahbâr



ue müsâyeretü Moğollar Türkiye



'l-ahyâr:



Zamanında Selçukluları



Tarihi



Hadîkatü'l-cevâmi',



İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfü 'l-hafâ' ue müzttü 'l-ilbâs 'amme'ştehere mine'l-ehâdîş 'alâ elsineti'n-nâs( nşr. A h m e d el-Kalâş), 1-11, H a l e p , ts. (Mektebetü't-Türâsi'l-İslâmî); Beyrut 1 3 5 1 - 5 2



Osmanlı



Ulemâsı,



I-V, İstanbul 1 9 8 0 - 8 1 .



Ayverdi, Avrupa'da



Abdülhak Adnan Adıvar,



Dürerü



'l-hükkâm



şerhu



Mecelleti'l-ahkâm,



Adıvar, Osmanlı Türklerinde



Âşıkpaşazâde, Târih



Âl-i



(Osmanlı



Târihleri /, s. 77-318,



'âni'/-'azîm



Osmân



Bulgaristan,



Mimârî



Arnavutluk,



Târihi,



Ekrem Hakkı Ayverdi,



İstanbul 1966.



630-805



Çağının



Menşei



İlk



Devri:



(1230-1402),



Târih, I-V, İstanbul 1 2 9 2 - 9 3 .



Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi II



Âtâi, Zeyl-i Şekâik



Ekrem Hakkı Ayverdi,



Nev'îzâde Atâullah (Atâî),



İstanbul



ve II. Sultan



Bulak 1301.



'l-hakâik 'ş-Şekâik



(nşr. Abdülkadir Özcan),



I-IV, İstanbul 1 3 2 7 - 3 5 .



Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi I



Atâ Bey, Târih Tayyarzâde Atâ Bey,



I-XXX,



Mi' mârîsinde



806-855



Murad



Çelebi Devri:



(1403-1451),



İstanbul 1972.



II, İstanbul 1989.



Âmidî. el-İhkâm



AÜİFD



Seyfeddin el-Âmidî, el-İhkâm



fi usûli'l-ahkâm,



I-IV,



Ankara



BA. A.RSK Üniversitesi



B a ş b a k a n l ı k O s m a n l ı Arşivi, DTvân-ı H ü m â y u n v e B â b - ı Â s a f î Ruûs K a l e m i .



Kahire 1387/1968;



İlâhiyat



Fakültesi



Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 .



Ankara



1952-



Anali GHB



AYB



BA, HH



Anali Gazi Husrev-begove biblioteke, Sarajevo 1972 -



Azerbaycan Yurt Bilgisi, İstanbul 1 9 3 2 - 3 4 .



B a ş b a k a n l ı k O s m a n l ı Arşivi,



Dergisi,



Ahbâr Mecmûca



Kahire - Beyrut 1 4 0 1 / 1 9 8 1



Osmanlı



Eserleri:



Mimârîsinin



fı tekmileti



fethi'l-



Avrupa'da



Mi'mârî



Amasya







Macaristan,



Osmanlı



Osmanlı Türklerinde İlim (haz. Aykut K a z a n c ı g i l - S e v i m Tekeli), İstanbul 1 9 8 2 (geliştirilmiş 4. bs.).



İbrâhim el-Ebyârî),



Mimârî



İstanbul 1977.



İstanbul



Hadâiku



AhbârMecmû'a



Osmanlı Romanya,



İstanbul 1949.



Hüseyin Hüsâmeddin (Yasar),



Endelüslnşr.



Eserleri:



nşr. Çiftçioğlu N. Atsız),



Abdülhak Adnan Adıvar,



Anonim,



(Atsız)



Tevârîh-i



Amasya Târihi



orientforschung,



Avrupa'da



Yunanistan,



Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkı,



İlim (Kazancıgil)



Af.O



Osmân



Şihâbüddin Mahmûd el-Âlûsî,



i'l-meşânî,



İstanbul 1978.



Ekrem Hakkı Ayverdi,



Âşıkpaşazâde,



Âşıkpaşazâde, Târih I-IV,



Âlûsî. Rûhu'l-me'ânî



ve's-seb'



Rieâl



İstanbul 1982.



Ali Haydar Efendi (Küçük),



fi tefsîri'l-Kur



ve Meşâhîr-i



Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mimârî Eserleri IV



L o n d o n 1971.



İstanbul 1332.



Rûhu'l-me'ânî



İlim,



Paris 1 9 3 9 ; İstanbul 1 9 4 3 , 1970.



Archiv für Wien 1923 -



Çelebi



(nşr. Âlî Bey),



İstanbul 1 3 3 0 .



Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim



Selâtin



Ekrem Hakkı Ayverdi v.dğr.,



Meşâirü'ş-şuarâ



Âl-i



Vefeyât-ı



(nşr. Fahri Ç. Derin),



Osmanlı Mimarî Eserleri I



Aşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ



Tevârîh-i



Ali Haydar, Dürerü'l-hükkâm



Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtin



As.Af.



or Tezkere of'Âşık



Son Devir



I—II,



İstanbul 1281.



Hüseyin Ayvansarâyî,



A n k a r a 1944.



Albayrak. Osmanlı Ulemâsı



Hüseyin Ayvansarâyî,



İbrahim Artuk - Çevriye Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki İslâmı Sikkeler Katalogu, I-II, İstanbul 1 9 7 0 - 7 4 .



Âşık Çelebi,



Sadık Albayrak.



Aclûnî, Keşfü'l-hafâD



Türklerinde



Archiuum Ottomanicum, Den H a g u e 1969 -



(nşr. G. Meredith-Owens), 1-XXII,



İstanbul 1 9 8 6 - 9 0 .



Osmanlı



Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-eevâmî'



(nşr O s m a n Turan),



I-X,



ft şerhi'l-Hidâye,



Ar.Ott.



Asian Affairs, sy. 5 6 - , London 1970 (krş. ICASJRCAS)



Kerîmüddin el-Aksârâyî,



İstanbul 1 2 8 0 - >



Beyrut 1400-1401 / 1980-81.



Dersleri,



Artuk, İslâmı Sikkeler Katalogu



Abbasi, I-III, B e y r u t -



Peygamber'irt



Yönetiminde



ma'rifetü'r-ricâl



Hulâsa-i



İstanbul 1979.



el-Binâye



Mûsikîsi



A n k a r a 1991.



ue



der



Dîvân,



Bedreddin el-Aynî,



H. Sâdeddin Arel, Nazariyatı



Defter-i



Aynî, el-Binâye



Arel, Türk Musikisi Türk



Âl-i Osman



Mezâmîn-i



Hatt-ı



Hümâyûn.



BA. K K



Bayur. Hindistan Tarihi



Beyhaki, es-Sünenü'l-kübrâ



Buhârî, et-Târîhu'ş-şağlr



Başbakanlık Osmanlı Arşivi,



Yusuf Hikmet Bayur,



Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki,



Muhammed b. İsmâil el-Buhârî,



K â m i l K e p e c i Tasnifi.



Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Müdevver



Defterler.



Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mühimme



Defteri.



Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Defteri.



Mevsûcatü'l-müsteşrikîn



Ömer Nasuhi Bilmen,



Buhûtî, Keşşâfü'l-kıncf



Hukuki



ve



Mansûr b. Yûnus el-Buhûtî,



Kamusu, 1-V1,



Keşşâfü'l-kınâ'



Abdurrahman Bedevî, 'l-müsteşrikin,



Beyrut 1984.



Abdülkâdir Bedrân, Tehzîbü TârîhiDımaşkı'l-kebîr l'ibn'Asâkir, I-Vl, Beyrut, ts.(Dârü'l-Mesîre),



Tarih



Yazarları



(trc. Coşkun Üçok),



A n k a r a 1982.



Bağdâdî, el-Esnıa' ve'ş-şıfât Abdülkâhir el-Bağdâdî, ve'ş-şıfât,



Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497.



Bağdâdî. Uşûlü'd-dîn Abdülkâhir el-Bağdâdî, üşülü'd-dîn, İstanbul 1346.



(Fayda)



Bâkıllânî, et-Temhîd (Ebû Rîde)



Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî,



Muhammed b. Tâyy'ıb el-BâkıIlânî,



(trc. Mustafa Fayda),



et-Temhid



A n k a r a 1987.



fı'r-red



'ale'l-



Mülhldeti'l-Mu'attıla ve'l-Havâric



Fütühu



'l-büldân



Belâzürî, Fütûh (Rıdvan)



ve'l-Mu'tezile



Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu 'l-büldân (nşr. Rıdvân Muhammed Rıdvan), I-III, Kahire 1932.



M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Kahire 1366/1947.



Baklî, Meşrebü'l-ervâh Rûzbihân-ı Baklî,



Beliğ, Güldeste İsmâil Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân, Bursa 1302.



(nşr. Nazif M. Hoca), İstanbul 1973-74.



Baltacı, Osmanlı Medreseleri Cahid Baltacı, XV-XVI. Osmanlı



Beliğ, Nuhbetü'l-âsâr



Asırlarda



Medreseleri,



İsmâil Beliğ, Huhbetü



Abdulkerim



Abdulkadiroglu), A n k a r a 1985.



Banarlı, RTET



Beyânî, Hoşnüvîsân



Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı İstanbul 1971-79.



Târihi, 1-11,



Mehdi Beyânî, Ahvâl ü Âsâr-ı Hoşnüvîsân, 1-1V, Tahran 1363 hş.



metni'l-İIfnâ'



(nşr. Hilâl Musaylihî



Bilmen, Kamus 2



Beyrut 1402/1982.



Mustafa Hilâl), I-VI,



Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılâhatı Fıkhiyye Kamusu, I-Vİ11, İstanbul 1985.



Bilmen, Tefsir Tarihi Tefsir Tarihi,



Burhân-ı Kâtı' Tercümesi Muhammed Hüseyn-i Tbbrîzî, Tibyân-ı



Nafı' der



Burhan-ı



Kâtı'(trc.



Terceme-i Âsim Efendi),



İstanbul 1268.



l-II,



Büceyrimî, Tuhfe



İstanbul 1973-74.



Süleyman el-Büceyrimî,



Blochet, Catalogue



Tuhfetü'l-hâbîb



Edgard Blochet, Catalogue des manuscrits turcs-Bibliotheque Nationale, Paris 1932-33.



I-VI, Beyrut 1 3 8 9 / 1978. l-II,



'alâ



şerhi'l-Hatîb,



Bündâri, Zübdetü'n-Nusra (Burslan)



Cari Brockelmann, Geschichte der arabischen Lltteratur, I-II, Leiden 1943-49.



Kıvâmeddin Feth b. Ali el-Bündârî, Zübdetü'n-Nusra ve nuhbetü'l'uşra: Irak ve Horasan Selçukluları 7ar(h/(trc. Kıvâmeddin Burslan), İstanbul 1943.



Brockelmann, GAL (Ar.)



Büyük Türk Klâsikleri



Brockelmann, GAL



Cari Brockelmann, Târîhu'l-edebi'l-'Arabî (trc. Abdülhalîm e n - N e c c â r Seyyid Ya'küb B e k r Ramazan Abdüttevvâb), I-VI, Kahire 1983.



Büyük Türk Klâsikleri (Ötüken Neşriyat), I-X, İstanbul 1 9 8 5 - 9 0 .



BZ Zeitschrift,



Brockelmann, GAL Suppl.



München 1 8 9 2 -



Cari Brockelmann, Geschichte der arabischen LitteraturSupplementband, Leiden 1937-42.



Amr b. Bahr el-Câhiz,



I-III,



Câhlz, Kitâbü'l-Hayevân Kitâbü



'l-Hayevân



(nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), I-VII,



Edvvard Granville Brovvne, A Literary History ofPersia, C a m b r i d g e 1906; 1924; 1928; 1951.



Kahire 1 3 5 7 - 6 7 / 1 9 3 8 - 4 7 1-IV,



Beyrut 1388/1969.



CAJ Central Asiatic



BS



Cehşiyârî, el-Vüzerâ' ve'l-küttâb



BSOAS Bulletin ofthe School Oriental and African L o n d o n 1917 -



Journal,



W i e s b a d e n - D e n Hague 1955 -



Balkan Studies, Thessaloniki 1 9 6 0 -



'l-âsâr li-Zey li



Zübdeti'l-eş'âr(nşr.



İstanbul 1976.



'an



İstanbul 1949-52.



Brovvne, LHP



Meşrebü



'l-ervâh



Fıkhiyye



Byzantinische



ve'r-Râfıza



(nşr. M a h m û d M. Hudayrî -



Istılâhatı



Büyük



Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Ensâbü'l-eşrâf, I (nşr. Muhammed Hamîdullah), Kahire 1959; 11 (nşr. Muhammed Bâkırei-Mahmûdî), Beyrut 1974; 111 (nşr. Abdülazîz ed-Dûrî), Beyrut 1398/1977-78; İV/1 (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1400/1979; IV/A (1971) - IV/B (nşr. M. Schioesslnger), Kudüs 1938; V (nşr. S. D. F Goitein), Kudüs 1936. B e l â z ü r î , Fütûh



Islâmiyye



Ömer Nasuhi Bilmen,



Belâzürî, Ensâb



Franz Babinger,



el-Esmâ1



(nşr. Mahmûd İbrâhim Zâyed), l-II,



Bilmen, Kamus



Babinger (Üçok)



ve Eserleri



et-Târîhu'ş-şağir



1-X,



'l-kübrâ,



Bedevî,



Bedrân, Tehzîbü Târihi Dımaşk



BA. TD



Osmanlı



es-Sünenü



Haydarâbâd 1344.



Mevsü'atü



BA, MD



Tahrir



Tarihi, I—III,



Kahire 1 3 9 6 - 9 7 / 1 9 7 6 - 7 7 .



BA, MAD Mâliyeden



Hindistan



A n k a r a 1940.



of Studies,



Muhammed b. Abdûs el-Cehşiyârî, Kitâbü'l-Vüzerâ'



ve'l-küttâb



(nşr. Mustafa es-Sekkâ - İbrâhim el-Ebyârî- Abdülhafîz Şelebî),



BTTD Belgelerle



Kahire 1401/1980. Türk Tarihi



Dergisi,



İstanbul 1967 -



Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân (Kamhâvî)



Barkan, Kanunlar



Beyâzîzâde. Işârâtü'l-merâm



Ömer Lutfı Barkan,



Beyâzîzâde Ahmed Efendi, Işarâtü 'l-merâm min Hbârâti'l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1369/1949.



Buhârî, ed-Dıfafff (Zâyed)



Barthold, Türkistan



Beyhaki, el-Esmâ* ve'ş-şıfât (İmâdüddin)



Buhârî, et-Târihu'l-kebîr Muhammed b. İsmâil el-Buhârî,



Cevâd Ali, el-Mufaşşal



Vassilly Vıladimiroviç Barthold,



Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî,



Kitâbü't-Târîhi'l-kebîr



Moğol



Kitâbü'l-Esmâ'



Cevâd Ali, el-Mufasşal fi târîhi'l-'Arab kable 'l-lslâm, I-1X, Beyrut 1 9 6 8 - 7 2 .



XV ve XVI ncı Osmanlı



Asırlarda



imparatorluğunda



Ekonominin



Hukukî



Esasları: Kanunlar



Zirai



ve Mali



I,



İstanbul 1943.



İstilasına Kadar



Türkistan



ve'ş-şıfât



Muhammed b. İsmâil el-Buhârî, Kitâbü 'd-Du'afâ'i



'ş-şağir



(nşr. Muhammed İbrahim Zâyed), Beyrut 1406 / 1986.



Ebû Bekir A h m e d b. Ali er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmü 'l-Kur'ân (nşr. Muhammed es-Sâdık Kamhâvî), I-V, Beyrut 1405/1985.



(nşr. Abdurrahman b. Yahyâ



(haz. Hakkı Dursun Yıldız),



(nşr. İmâdüddin Ahmed Haydar), l-II,



el-Yemânîv.djr.), I-IX,



İstanbul 1981, 1990.



Beyrut 1405/1985.



Haydarâbâd 1360-80/1941-60.



Cevdet. Târih



Danişmend, Kronoloji'



A h m e d Cevdet Paşa. Târih, I-XH,



İsmail Hami Danişmend,



İstanbul 1 3 0 9 .



izahlı Osmanlı



Tarihi



I-IV; VII: Batı



Dillerinde



DMF Dâ'iretü



Kronolojisi,



'l-ma'ârif-i



D'Ohsson, Tableau general



Cevheri. eş-Şıhâh



Osmanlı



İsmâil b. H a m m â d el-Cevherî,



İstanbul 1 9 7 1 - 7 2 .



Mouredgea d'Ohsson,



Dâvûdî. Tabakâtü'l-müfessirîn



l'Empire



eş-Şıhâtı: ve



Tâcü'l-luğa şıhâhu'l-'Arabiyye,l-VU,



Kahire 1376-77/1956-57.



Ebü'l-Ferec, Târih



Fârsî,



Tahran 1 3 4 5 hş. -



Tarihleri,



Tableau general



Ebü'l-Fidâ,



de



Kitâbü'



Paris 1 7 9 1 - 1 8 2 4 .



M u h a m m e d b. Ali ed-Dâvûdî, Tabakâtü



Cezîrî, el-Mezâhibü 'l-erbaca Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkh'ale'l-mezâhibi'l-erba'a, K a h i r e 1 3 9 2 - > Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr).



'l-müfessirîn



i-V,



Kahire 1 3 9 2 / 1972.



Cezzâr, Medâhilü'l-mü'ellifîn Fikrî Zekî el-Cezzâr, Medâhilü



Paris 1 9 1 2 .



CHIn.



DBS



hattâ



1215 h. = 1800 m.,



A Comprehensiue oflndia,



i-,



History



of Iran,



DEFM



Clauson,



Dârülfünun



Dictionary



Edebiyat



Sir Gerard Ciauson. An Etymoiogical Pre-Thirteenth



Dictionary Çentury



of



Turkish,



Oxford 1972.



Cuinet



Paris 1 9 2 8 ; 1985.



Fakültesi



Mecmuası,



İstanbul 1 9 1 6 - 3 3 .



Hayâtü'l-hayevân,



Administratıue,



I-IV, Paris 1 8 9 1 - 9 4 .



Cûzcânî, Tabaküt-ı



Ankara 1959-61.



EAm.



El2 (Fr.) Americana,



El2 Britannica,



(new edition), L e i d e n



EBr.



EI2 Suppl. (İng.) Encyclopaedia



The Encyclopaedia



Britannica:



Kahire 1 3 9 4 / 1 9 7 4 .



Ebû Nuaym. Hilye Hilyetü'l-evliyâ',\-X,



Dârülfünun



Şerhu'l-Mevâkıf,



İlâhiyat Fakültesi İstanbul 1 9 2 5 - 3 3 .



A t â Melik el-Cüveynî, Tarih-i



Cihangüşa



Luğatnâme I-XXVI1I,



Ankara 1988.



C. Zeydân, Âdâb (Dayf) Corcî Zeydân, 'l-'Arabiyye



İsmail Hami Danişmend. İzahlı Osmanlı



Tarihi



I-IV, İstanbul 1 9 4 7 - 5 5 .



Kronolojisi,



Elvan Çelebi,



Abdurrahman b. İsmâil



Menâkıbü



el-Makdisî,



menâsıbi'l-ünsiyye



fi



Kitâbü'r-Ravzateyn



ahbâri'd-deuleteyn



'l-kudsiyye



fi



(nşr. ismail E. E r ü n s a l -



Kahire 1 9 5 6 - 6 2 .



İstanbul 1 9 8 4 .



Dîneverı, el-Ahbârü't-tıvâl



Ebû Ubeyd, el-Emvâl



Enverî. Düstûrnâme



A h m e t b. Dâvûd ed-Dîneverî, el-Ahbârü't-tıvâl (nşr. Abdülmün'im Âmir), Kahire 1 9 6 0 ->• B a ğ d a t , ts.



Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbü



'l-Emvâl



(nşr. Muhammed Halîl Herrâs), Kahire 1401 / 1981.



Ebü'l-Bekâ,



Kronoloji



Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye



A. Yaşar Ocak),



Kahire 1957.



Danişmend,



Ebû Şâme. Kitâbü 'r-Ravzateyn



(Mektebetü'l-Müsennâ).



(nşr. Şevki Dayf), I-IV,



Elmalılı. Hak Dini Elmalılı M u h a m m e d Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili: Yeni Meâlli Türkçe Tefsir, l-IX, İstanbul 1 9 3 5 - 3 9 ; I-X, İstanbul 1 9 7 9 .



(nşr. M. Hilmi Muhammed), [-11,



Tahran 1346 hş.



(trc. Mürsel Öztürk), I-III,



Târîhu âdâbi 'l-luğati



Mecmuası,



Ali Ekber Dihhudâ, Luğatnâme,



I-XV1,



Encyclopaedia Judaica, Jerusalem 1972-78.



Kahire 1 3 9 4 - 9 9 / 1 9 7 4 - 7 9 .



Seyyid Şerff el-Cürcânî,



Dihhudâ,



Iran'ıca,



ân



(nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), I-IV,



Ebû Nuaym el-İsfahânî.



(Öztürk)



of islam



Elr.



Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Arabî, Ahkâmü'l-Ku^



1954-



Leiden 1980 -



Supplement,



L e i d e n 1901.



DİFM



of İslam



I-XXW, C h i c a g o 1972.



EJcL



Cürcânî,



Cüveynî, Târih-i Cihângûşâ



(İng.)



The Encyclopaedia



Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. Ahkâmü'l-Ku r'ân



Tezkiretü'ş-şu'arâ1



l'lslam



EBr.



(nşr. E. G. Browne),



Devletşah.



Tahran 1 3 6 3 hş.



İstanbul 1 2 9 2 .



de



(nouvelle edition), L e i d e n 1 9 5 4 -



Encyclopaedia London 1985.



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1 9 8 8 -



I-II,



Encyclopedie



I-XXX, N e w York 1 9 2 8 .



Chicago 1990.



Tabakât-t



Şerhu'l-Mevâkıf



'l-'ârifin



(nşr Tahsin Yazıcı), I-II,



Index, XX1X-XXX1,



DİA



İslâm (nşr. Abdülhay Habîbî), I—II»



Menâkıbü



islâmiyye,



a.e.: M a c r o p a e d i a , X1II-XXIX;



Nâşırî



Târîh-î İran ue



Menâkıbü'l-ârifîn



Düvel-i



M i c r o p a e d i a , I-XII;



Minhac-ı Sirâc el-Cûzcânî, Nâşırî:



Eflâkî,



A h m e d Eflâkî,



Hayâtü



Devletşah, Tezkire



d'Asie:



Islâmiyye



Kemâleddin M u h a m m e d b. Mûsâ. 'l-hayevâni'l-kübrâ,l-ll,



Ebü'l-Hüseyin M u h a m m e d b. Ali el-Basrî. Kitâbü'l-Mu'temed fî uşûli'l-fıkh(nşt. Muhammed Hamîdullah), I-II,



Halil Edhem [Eldem],



The New



Demîrî,



Ebü'l-Hüseyin el-Basrî. el-MuHemed



Dımaşk 1383-85 / 1964-65



Encyclopaedia



Vital Cuinet, Geographie



Dergisi,



The Encyclopedia



Kahire 1398/1978.



La Turquie



Tarih-



Bible:



A Dictionary of Comparative Religion, London 1970.



I-Vll, C a m b r i d g e 1 9 6 8 - 9 1 .



Dil ve



Fakültesi



Düvel-i l-VIII,



DCR



CHIr. The Cambridge



de la



Supplement,



I-XII,



N e w Delhi 1 9 7 0 - 8 5 .



Üniversitesi



İstanbul 1 9 2 7 .



Dictionnaire



History



Ankara Coğrafya



R i y a d 1411 - / 1 9 9 1 - .



'âm



Blography,



Ankara 1942 -



Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1 9 9 3 - 9 5 .



ve'l-a'lami'l-'Arab



I-V,



de la Bible,



DBİst.A



'l-mü'ellifîn



ofScientifıc



DTCFD



Dictionnaire







l-IV,



Kahire 1325.



Dictionary



!-XVl, N e w York 1 9 8 1 .



DB



l-Muhtaşar



ahbâri'l-beşer,



DSB



(nşr. Ali Muhammed Ömer), I-II,



el-Muhtaşar,



İmâdüddin İsmâil b. Ali,



I-VI1,



Ottoman,



İbnü'l-İbrî Ebü'l-Ferec, Târih (trc. Ö. Rıza Doğrul), I-II, Ankara 1945-50.



el-Külliyyât



Düstûmame-i



Enverî



(nşr. Mükrimin Halil (Ymançl), İstanbul 1 9 2 8 ; Mükrimin Halil [Yınanç], Dusturname-i



Enverî:



Medhal,



İstanbul 1930.



Dîvânü lugâti't-Türk Tercümesi



Ebü'l-Bekâ el-Kefevî



Kâşgarlı Mahmud.



Külliyyâtü



Divânü



(nşr. Adnân Derviş -



Le Destân



(trc. Besim Atalay), I-III,



Muhammed el-Mısrî),



(nşr. İrene Melikoff-Sayar),



Ankara 1939-41.



Beyrut 1413/1993.



Paris 1954.



Lügati't-Türk



Eyyüb b. Mûsâ, Ebi'l-Beka'



Enverî, Düstûrnâme



(Melikoff)



d'ümür



Pacha



ER The Encyclopedia



ofReligion



Gazzâlî, el-Müstaşfâ



Fahreddin er-Râzî, Levâmfu'l-beyyinât



Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî,



(ed. Vergilius Ferm),



M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî,



N e w York -



Levâmi şerhu



'u



esmâ'illâhi



te'âlâ



ERE



(nşr. Tâhâ Abdurraûf Sa'd),



Encyclopaedia



Beyrut 1404/1984.



ofRetigiorı



Sadeddin Nüzhet Ergun, Şairleri,



I-III, İstanbul 1 9 3 6 - 4 5 .



Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II Tarihi II: Kadar



Kütüphaneleri,



Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (Zekkâr)



Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb



Avrupa



M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî,



Gel.D



'l-lslâmiyyîn



ve ihtilâfü



'l-muşallîn



Mefâtîhu



'i-ğayb:



et-Tefsîrü



'l-kebir



(nşr. M. M u h y i d d i n A b d ü l h a m î d ) ,



Ferheng-i Fârsî M u h a m m e d Muîn,



Dergisi,



et-Târîh



(nşr. Süheyl Zekkâr),



Halîmî, el-Minhâc



Gelişme



Dergisi



Studies



in



/



Hüseyin b. Hasan el-Halîmî,



Development:



Orta-Doğu



Teknik



üniversitesi,



Ankara 1973 -



A History



el-Minhâc



fîşu'abi'l-îmân



(nşr. Hilmi M u h a m m e d Fûde), I-III, B e y r u t 1399/1979.



of Ottoman



HamîduIIah, islâm Peygamberi



Poetry,



M u h a m m e d HamîduIIah,



I-VI, L o n d o n 1 9 0 0 - 1 9 0 9 .



Glasnik VIS Glasnik



's-selâtîn,



I-il,



Vrhovnog



Starjesinstva



İstanbul 1980.



Islamskog Sarajevo.



u SFRJ,



Joseph von Hammer,



Fesevî, el-Macrife ve't-târîh Ebû Yûsuf Ya'küb el-Fesevî,



M. Tayyib Gökbilgin,



Osmâniyye



Kitâbü'l-Ma'rife



XV-XVI.



(trc. M e h m e d Atâ), l-X,



ve't-târîh



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî,



(nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), I-III,



Edirne



Bağdad 1974-76.



Vakıflar



(nşr. H. Ritter),



el-Fetâva'l-Hindiyye



Wiesbaden 1382/1963.



el-Fetâva



'l-Hindiyye,



I-VI, Bulak 1 3 1 0 .



Fîrûzâbâdî, el-Kâmüsü'l-muhît, Fîrûzâbâdî Ebü't-Tâhir,



Evliya Çelebi, Seyahatnâme



el-Kâmüsü



Evliya Çelebi,



Beyrut 1406/1986.



Seyahatname,



I-VI, İstanbul 1 3 1 4 - 1 8 ;



'l-muhît,



İstanbul Farsça



Subhi Ezgi, I-V,



Kütüphanelerinde Manzum



Livâsı:



- Mülkler



-



Aliyye-i Târihi



İstanbul 1 3 2 9 - 3 7 ; XI,



Mukataalar,



İstanbul 1947.



Hammer, GOR



Gövsa, Türk Meşhurları



Joseph von Hammer,



İbrahim Alâeddin Gövsa, Ansiklopedisi,



Geschichte



des



Osmanischen



l-X, Pesth 1 8 2 7 - 3 3 ;



Reiches,



İstanbul, ts. |1946|.



I-IV, Pesth 1 8 3 4 - 3 5 ;



Gr.E



(nşr. H. Duda), I-IV, 1 9 6 3 - 6 4 .



La Grande



Encyclopedie,



Hammer, HEO Joseph von Hammer,



A h m e d Ateş,



Ezgi, Türk Musikisi



ve Paşa



Paris, ts. 11891'den önce],



FME



VII-X, İstanbul 1 9 2 8 - 3 8 .



Asırlarda



Türk Meşhurları



EUn. üniversalis,



Devlet-i



İstanbul 1 9 5 2 .



ihtilâfü'l-muşallîn



I-XX, Paris 1 9 8 0 .



Hammer (Atâ Bey)



Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı



Makâlâtü



'l-İslâmiyyîn



Peygamberi



(trc. Salih Tuğ), I-II,



İstanbul 1 2 7 4 - 7 5 .



Türk Musikisi,



Hâlife b. Hayyât, Dımaşk 1967-68.



Elias J. W. Gibb,



Fârsî, I-VI,



Münşeâtü



Eş'arî, Makülât (Ritter)



Nazarî-Amelî



Güney-Doğu



Gibb, HOP



Feridun A h m e d Bey,



K a h i r e 1 3 8 9 / 1970.



Encyclopaedia



Fakültesi Araştırmaları



İstanbul 1 9 7 2 -



Feridun Bey, Münşeât



(nşr. M. Muhyyiddin A b d ü l h a m î d ) ,



ve



Üniversitesi



İslâm



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî,



et-Târîh



İstanbul



uşüli'l-fıkh



Tahran 1 3 4 2 hş.,



Eş'arî, Makülât (Abdülhamîd)



Hâlife b. Hayyât,



GDAAD



Ferheng-i



Ankara 1988.



Makâlâtü



a'yâni'l-mi'eti'l-'âşire



Riyad 1399-1401/1979-81.



fî'ilmi



I-XXXII, K a h i r e 1 9 3 4 - 6 2 .



İsmail E. Erünsal,



Vakıf







Edebiyat



Ergun, Türk Şairleri



Osmanlı



Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (Ömerî)



's-sâ'ire



I/1-3-II/1-3,



Türk Musikisi



(nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Ulvânî),



Antolojisi,



el-Gazzî, el-Keuâkibü



N e c e f 1 3 8 6 / 1967.



el-Mahşûl



Tanzimat'a



Dımaşk 1966-67.



Beyrut 1945-59, 1979.



Sadeddin Nüzhet Ergun,



Türk Kütüphaneleri



Gazzî, el-Kevâkibü's-sâ'ire



(nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî),



M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî,



l-II, İstanbul 1 9 4 2 - 4 3 .



't-Tabakat



(nşr. Süheyl Zekkâr), I-II,



(nşr. Cebrâîl S. Cebbûr), I-III,



Ergun, Antoloji



Kuruluştan



Hâlife b. Hayyât, Kitâbü



ve'ş-şıfât



Fahreddin er-Râzî, el-Mahşül,



Edinburgh 1979-80.



Türk



l-II,



fî'ilmi'l-uşûl,



M u h a m m e d b. M u h a m m e d



I-XIIl,



and Ethics,



el-Müstaşfâ



Bulak 1 3 2 4 .



'l-beyyinât



Halîfe b. Hayyât, et-Tabaküt (Zekkâr)



Eserler,



İstanbul 1 9 6 8 .



Güzelhisârî. Menâffu'd-deküyık



Histoire



Mustafa b. M u h a m m e d Güzelhisârî,



Paris 1 8 3 5 - 4 1 .



Menâfi'u



'd-dekâyık



Mecâmi'i



'1-h.akay ılf,



de l'Empire



Ottoman



(trc. Hellert), I-XVIII,



fı şerhi



Hânbâbâ, Fihrist



İstanbul 1 3 0 3 .



Hânbâbâ Müşâr,



İstanbul 1 9 3 3 - 5 3 .



Kitâbhâ-yi



Fıhrist-i Fârsî, I-V,



Çâpî-yi



Tahran 1 3 5 0 - 5 3 hş.



Ezrakı, Ahbâru Mekke (Melhas)



Gazzâlî, İhya' (Beyrut) Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî,



Habeşî, el-Fikrü'l-Islâmî fi'l-Yemen



M u h a m m e d b. Abdullah el-Ezrakı,



İhyâ'ü



Abdullah M u h a m m e d el-Habeşî,



Ahbâru



I-IV (V: mülhak),



Meşâdirü



Beyrut 1402-1403/1982-83,



Beyrut 1408/1988.



Gıyâseddin b. Hüsâmeddin



Hadîkatü'l-vüzerâ



ahbâri



Oşmanzâde A h m e d Tâib,



Tahran 1 3 4 2 hş.



Mekke



ve mâ câ'e fihâ



mine'l-âşâr



ulümi'd-dîn,



Beyrut, ts.



Beyrut 1399/1979.



(Dârü'l-Ma'rife).



Ezrakı, Ahbâru Mekke (Wüstenfeld)



Gazzâlî, el-Makşadü'l-esnâ (Fazluh)



M u h a m m e d b. Abdullah el-Ezrakî,



Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî,



Ahbâru



el-Makşadü'l-esnâ



Mekke



ve mâ



mine'l-âşâr



câ'e



esmâ'illâhi



fi



'l-Yemen,



Hândmîr, Habîbü's-siyer (Hândmîr); Habîbü's-siyer



(nşr. R ü ş d î S â l i h Melhas), I-II,



fihâ



'l-fıkri'l-İslâmî



'l-hüsnâ



fişerhıi



efrâdi'l-beşer,







I-IV,



Hadîkatü'l-vüzerâ, İstanbul 1 2 7 1 - > Freiburg 1 9 6 9 .



Haraşî, Şerhu Muhtasarı Halîl



Hâkim, el-Müstedrek



Ebû Abdullah M u h a m m e d



Hâkim en-Nîsâbûrî,



b. Abdullah el-Haraşî,



(nşr. F. Wüstenfeld), I-III,



(nşr. Fazluh Şehâde),



el-Müstedrek



Göttingen 1275.



B e y r u t 1 9 7 1 , 1982.



Haydarâbâd 1334-42.



'ale'ş-Şahîhayn,



l-IV,



Şerhu



Muhtasarı



Bulak 1 3 1 8 .



Halîl,



I-VIII,



Harirîzâde, Tihyân Harîrîzâde Kemâleddin, Tibyânü



vesâlli'l-hakâ'ik



ft beyâni



I-III,



selâsili't-tarâ'ik:,



IS



Rızâ Kulı Han Hidâyet,



Karachi 1 9 6 2 -



Ali b. Hasan b. Asâkir, I-XIX, A m m a n , ts.



Islamic



Studies,



Riyâzü'l-'ârifin



Târîhu



S ü l e y m a n i y e Ktp.,



(nşr. Müzâhir Musaffâ),



ISIS



Fâtih, nr. 4 3 0 - 4 3 2 .



Tahran 1336 hş.



An International ooted



Hatîb el-Bağdâdî,



Hidâyet, Riyâzü'l-ârifîn



Târihu



Rızâ Kulı Han Hidâyet,



Hatîb, Târihu Bağdâd Bağdâd,



and Its Cultural Pennsylvania



of



DeScience



Influences, 1913-



Medîneti



Dımaşlf,



(Dârü'i-Beşîr) (tıpkıbasım).



İbn Asâkir, Tebyînü kezibi'l-müfterî AH b. Hasan b. Asâkir



Riyâzü'l-'ârifin



IsL



M e d i n e , ts.; Beyrut, ts.



(nşr. Mîr Alî-yi Gurgânî),



Der



Tahran 1344 hş.



Berlin 1 9 1 0 -



Hayyât, el-Intişâr



Tebyînü



kezibi'l-müfterî



fî mâ nüsibe



İslam,



ile'l-İmâm



Ebi'l-Hasan



el-Eş'arı



(nşr. M. Zâhid Kevserî),



Abdürrahim b. M u h a m m e d



History of India



el-Hayyât,



History ue 'r-red



'alâ İbni'r-Râvendî



Revieıvic



to the History



I-XIV, K a h i r e 1 3 4 9 / 1 9 3 1 - >



Kitâbü 'l-lrıtişâr



İbn Asâkir, Târihu Dımaşk



Hidâyet, Mecmcfoı'l-fuşafıâ3



el-mülhid



D ı m a ş k 1347 - >



(ed. A. V. Williams lakson), I-IX,



İslâm Ansiklopedisi,



N e w Delhi 1 9 8 7 .



İstanbul 1 9 4 0 - 8 8 .



(nşr. H. S. Nyberg),



I: R. C . Dutt; II: V. A . S m i t h ; III-IV:



Beyrut 1 9 5 7 .



S . L a n e - P o o l e ; V : H. M. Elliot; VI-VII:W. W. Hunter; VIII:



Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb



A . C . L y a l l ; IX:



Safıyuddin A h m e d



A . V. W i l l i a m s J a k s o n .



b. Abdullah el-Hazrecî,



Beyrut 1399/1979,



İA



of India



l-XIII,



İbn Abdülber, el-İstîcâb



1404/1984.



İbn Battûtâ, Seyahatname



İbn Abdülber en-Nemerî



Muhammed b. Abdullah



el-Kurtubî,



b. Battûtâ,



el-İstfâb



fi



ma'rifeti'l-aşhâb



(İbn Hacer, el-l'şâbe içinde),



Seyahatnâme



(trc. Mehmed Şerîf), I-II, İstanbul 1 3 3 3 - 3 5 .



Hoca Sâdeddin, Tâcü't-tevârih



I-IV, K a h i r e 1328.



(mukaddime: Abdülfettâh



Hoca Sâdeddin Efendi,



ibn Abdülber,



Tâcü't-tevârîh,



Voyages



Ebû Gudde), B u ! a k l 3 0 1 - >



el-İstîcâb



Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9



İstanbul 1 2 7 9 - 8 0 .



(nşr. ve trc. C. DefrıSmery-



Hulâşatü fi



Tezhibi'l-Kemâl



esmâ'i'r-ricâl



I-II,



Hediyyetü'l-arifin



Hudûdü'l-âlem



Bağdatlı İsmâil Paşa,



Hudüd



Hediyyetü



The Regions



esmâ'ü'l-



'l-'ârifin



İbn Battûta, Voyages



(Minorsky)



al-'Alam: World



I



(nşr. Kilisli Muallim Rifat -



London 1970.



İbnülemin Mahmûd Kemal); II



Hudûdü'l-âlem



AvniAktuç), İstanbul 1 9 5 1 - 5 5 - »



Hudüdü'l-'âlem



(Sutûde) ile'l-mağrib



(nşr. Minûçihr-i Sutûde),



Herevî, Menâzil



Tahran 1 3 4 0 hş.



Hâce Abdullah-ı Herevî, 's-sâ'irîn



(Uludağ),



Ebü'l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî,



Herevî, Menâzil (Revân) Hâce Abdullah-ı Herevî, ile 'l-hakkı



fi



ma'rifeti'l-aşhâb



I-IV, K a h i r e 1 9 6 9 .



Hakikat



Keşfü'l-mahcûb: Bilgisi



'l-mübîn



b. M u h a m m e d b. Bîbî,



Abdurrahman b. Abdullah



fı'l-umûri'l-'Alâ'iyye



b. Abdülhakem,



(nşr. Adnan S. Erzi),



Mışr ue



ahbâruhâ



İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve't-tacdîl Abdurrahman b. Ebû Hâtim er-Râzî,



Ebû Ömer A h m e d b. Muhammed b. Abdürabbih, el-'İkdü'l-ferîd (nşr. Ahmed Emîn v.dğr.), I-VII,



'ale'd-Dürri'l-mulftâr,



Heysemî, Mecmacu'z-zevâ*id



S ü l e y m a n i y e Ktp.,



VI/1-2; Takrîrâtü



Y a z m a Bağışlar, nr. 2 3 0 5 - 2 3 0 9 .



Kahire 1272-1324.



IC



Reddü'l-muhtâr



Mecma'u



'z-zevâ'id l-X,



ve menba'u'l-fevâ'id,



Hezârfen Hüseyin Efendi,



Culture,



Âl-Î



Osman,



Paris, B i b l i o t h e q u e n a t i o n a l e ,



Hamdard



Islamicus,



'Âbidîn,



of the Bible,



Dictionary



I-IV,



(Kahire)



I-VI;



VII-VIII,



Kahire 1386-89/1966-69.



N e w York-Nashville 1962.



International



Journal



Middle



Studies,



East



of



L o n d o n - N e w York 1 9 7 0 -



M u h a m m e d b. Muhammed b. Ebû Ya'lâ, Tabakâtü



'l-Hanâbile,



(nşr. Muhammed Hâmid el-Fıki), I-II, Kahire 1 3 7 1 / 1 9 5 2 .



tekmiletü



Reddi'l-muhtâr,



Beyrut 1 9 6 5 .



İbn Ebû Ya'lâ, Tabakâtü'l-Hanâbile



Kurreti



'uyûni'l-ahyâr



IJMES



K a r a c h i 1977 -



İbn



Râfi 'î, VII/1 -2,



ale'd-Dürri'l-muhtâr, Hâşiyetü



M s s Turcs, nr. 4 0 . m



Hâşiyeti



tabakâti'l-etıbbâ'



(nşr. Nizâr Rızâ),



Reddü'l-muhtâr



IDB The Interpreter's



Telhîsü'l-beyân fî Kavânin-i



I-V;



Muhammed Emîn b. Âbidîn,



Haydarâbâd 1 9 2 7 -



Hezârfen, Telhîsü'l-beyân



Tekmiletü



'l-muhtâr



İ b n Âbidîn,



Islamic



Beyrut 1 9 6 7 .



Muvaffakuddin İbn Ebû Usaybia, 'Uyünü'l-enbâ'



Hüseyin Vassâf,



I-IX,



İbn Ebû Usaybia,







Tahran 1361 hş.



Ebü'l-Hasan Nûreddin el-Heysemî,



ve't-ta'dîl,



Muhammed Emîn b. Âbidîn. Reddü



Ebrâr, I-V,



el-Cerh



Haydarâbâd 1371-73/1952-53.



cUyûnü'l-enbâ*



İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr



Hüseyin Vassâf, Sefine Evtiyâ-yı



A n k a r a 1956.



(nşr. Charles C. Torrey), L e i d e n 1922.



(nşr. Revân Ferhâdî),



Sefîne-i



el-Evâmirü'l-'alâ'iyye



Kahire 1 3 9 3 / 1973.



(trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1 9 8 2 .



's-sâ'irîn



ibn Bîbî, el-Evâmirü'l-ala'iyye



İbn Abdülhakem, Fütûhu Mışr (Torrey)



İbn Abdürabbih, el-İkdü'l-ferîd,



Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb



'l-mübin,



Kahire 1 9 0 8 .



Menâzilü



el-lstî'âb



Fütûhu



mine'l-meşrık



Tahran 1 3 8 7 / 1 9 6 7 .



ile 'l-halfkı



B. R. Sanguinetti), l-IV, Paris 1 8 5 3 - 5 8 .



Nâsırüddin Hüseyin



ed. C. E. Bosvvorth),



(nşr. ibnülemin Mahmûd Kemai -



Batoutah



İbn Abdülber en-Nemerî



(nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî),



ofthe



d'lbn



el-Kurtubî.



(trc. V. Minorsky,



mü'ellifm



ve âşârü 'l-muşannifîn,



Menâzilü



(Bicâvî)



İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlik (Taeschner) İbn Fazlullah el-Ömerî,



İbn Adî, el-Kâmil



Mesâlikü'l-ebşâr



Abdullah b. A d î el-Cürcânî,







el-Kâmil



(nşr. Fr. Taeschner),



fizu'afâ'i'r-ricâl



memâliki'l-emşâr



(nşr. Lecne mine'l-muhtassîn), I-VIII,



L e i p z i g 1929;



Beyrut 1404-1405/1984.



W i e s b a d e n 1968.



İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât



İbn Hallikân, Vefey ât



İbn İshak, es-Sîre



İbn Mâkûlâ, el-İkmâl



İbn Hallikân Ebû'l-Abbas



Muhammed b. İshak,



İbn Fûrek,



Ahmed b. Muhammed,



Sîretü ibn



Ali b. Hibetullah, b. Mâkûlâ,



Mücerredü Ebi'l-Hasan



el-Eş'arı



ue enbâ'ü



İshâk



(nşr. Muhammed Hamîdullah),



Vefeyâtü'l-a'yân



makâlâti'ş-Şeyh



ebna'i'z-zamân



(nşr. D. Gimaret),



(nşr. İhsan Abbas), I-VII1,



Beyrut 1987.



Beyrut 1 9 6 8 - 7 2



1398 / 1978.



Rabat 1967 - >



İbn Havkal, Şûretü'l-arz



Muhammed b. Habîb el-Hâşimî,



Ebü'l-Kâsım b. Havkal en-Nasîbî,



Kemalpaşazâde Ahmed,



el-Muhabber



Kitâbü



(nşr. I. Lichtenstadter),



(nşr. |. H. KramersI,



H a y d a r â b â d 1361/1942 - >



Leiden 1938-39 ->



Beyrut, ts.



Frankfurt 1413/1992.



İbn Hazm, Cemhere



İbn Kesîr, el-Bidâye



İbn Hazm Ebû



İsmâil b. Ömer b. Kesir,



Muhammed Ali b. Ahmed,



el-Bidâye



İbn Hacer ei-Askalânî,



Cemheretü



Kahire 1351-58/1932-39.



ed-Dürerü



(nşr. Abdüsselâm M. Hârûnl,



(Dârü' I-Âfâ kı' I-cedîde).



a'yâni



'l-kâmlne



ft



'l-mi'eti 'ş-şâmine,



I-IV,



ensâbi'l-'Arab



Kahire 1 9 8 2 - >



H a y d a r â b â d 1348-50/1929-31.



Beyrut 1403/1983.



İbn Hazm. el-Faşl (Umeyre)



İbn Hacer, Fethu'l-bârî (Sa'd)



İbn Hazm Ebû



İbn Hacer el-Askalânî.



Muhammed Ali b. Ahmed.



Fethu'l-bârî



el-Faşl



bi-şerhl



fı'l-milel



ve'l-ehuâ'



Şahîhi'l-Buhârî



ve'n-nihal



(nşr. Tâhâ Abdurraûf Sa'd v.dğr.),



(nşr. M. İbrahim N a s r -



I-XXV1I1, Kahire 1398/1978.



Abdurrahman Umeyre), 1-V, Riyad - C i d d e 1402/1982.



İbn Hacer, el-Işâbe İbn Hazm, el-Muhallâ



İbn Hacer el-Askalânî, el-işâbe fi temyîzi'ş-şafrabe,



1-1V,



İbn Hazm



Kahire 1328.



Ebû Muhammed Ali b. Ahmed,



İbn Hacer, el-İşâbe (Bicâvî)



Ahmed Muhammed Şâkir), I-XI,



İbn Hacer el-Askalânî,



Kahire, ts. (Mektebetii Dâri't-Türâs).



el-Muhallâ(nşx.



el-Işâbe fî temytzi'ş-şahâbe,



(nşr.



Ali Muhammed el-Bicâvî), I-VIII, Kahire 1 3 9 0 - 9 2 / 1970-72.



İbn Hibbân, Kitâbü'l-Mecrûhîn Muhammed b. Hibbân.



İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân



Kitâbü



İbn Hacer el-Askalânî,



ve'd-du'afâ'



Lisânü'l-Mîzân,



(nşr. Mahmûd İbrahim Zâyed), I-III,



I-VII,



'l-Mecrûhîn



mine



'l-muhaddişîn ue'l-metrûkîn



Haydarâbâd 1329-31.



Halep 1 3 9 5 - 9 6 / 1 9 7 5 - 7 6 .



İbn Hacer, Takrîbü't-Tehzîb



İbn Hibbân, eş-Şikât



İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü



't-Tehzîb



(nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf), I-II, Kahire 1380 —> Beyrut 1395/1975.



Muhammed b. Hibbân. Kitâbü



'ş-§i/câ(,I-IX,



H a y d a r â b â d 1393-99/1973-79.



İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü 't-Tehzîb, I-XII, Haydarâbâd 1325-27/1907-909.



b. Haldûn, Kitâbü'l-'lber dluanü



ue



'l-mübtede'



ue'l-haber...,l-Vll,



Ahmed b. Ali b. Mencûye Sahihi



I-XIV,



Beyrut 1407/1987.



İbn Miskeveyh, Tecâribü'l-ümem Ebû Ali Ahmed b. Muhammed b. Miskeveyh. Kitâbü



Tecâribi'l-ümem:



(nşr. Muhammed İbrahim



The Eclipse



el-Bennâ v.dğr.), I-VIII,



Abbasid



Kahire 1390/1971.



ofthe Caliphate



(nşr. ve trc. H. F. Amedrozj, I-VII, Oxford 1920-21.



İbn Kudâme, el-Muğnî Muvaffakuddin Abdullah



İbn Nüceym, el-Bahrü'r-rffik



b. Ahmed b. Kudâme,



Zeynüddin İbn Nüceym,



el-Muğnî



el-Bahrü



(Şemseddin İbn Kudâme, eş-Şerhu'I-kebtr\\e beraber), I-XIV, Beyrut 1392-93/1972-73.



şerhu Kenzi'd-dekâ'ik,



İbn Kudâme,



İbn Büste, el-Aclâku'n-nefîse



el-Muğnî



(Herrâs)



Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed b. Kudâme, el-Muğnî



(Muhammed Halîl



Herrâs), I-IX, Kahire, ts. (Mektebetü ibn Teymiyye).



İbn Kudâme el-Makdisî, cUlemffü'l-hadîş Muhammed b. Ahmed b. Kudâme el-Makdisî, Tabakâtü



'ulemâ'i'l-hadîş



(nşr. Ekrem e l - B û ş î İbrâhim ez-Zeybek), I-IV,



Tekmiletü



'r-râ'ik I-VII;



'l-Bahri 'r-râlk, VIII,



Kahire 1311.



Ebû Ali Ahmed b. Amr, Kitâbü 'l-A'lâkı



'n-nefîse



(nşr. M. |. de Goeje), Leiden 1967.



İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafîd, Bidâyetü ue



'l-müctehid



nihâyetü'l-mukteşıd,



I-II, Kahire, ts. (el-Mektebetü't-Ticârlyyetü'l-kübrâ).



Beyrut 1409/1989.



İbn Sa'd, et-Tabak&t



İbn Kuteybe,



Muhammed b. Sa'd,



el-Macârif(



Ukkâşe) el-Ma'ârif



(nşr. Servet Ukkâşe), Kahire 1960, 1969, 1981.



Kahire 1355/1936.



et-Tabakâtü'l-kübra (nşr. ihsan Abbas), I-IX, Beyrut 1388/1968.



İbn Saîd el-Mağribî, el-Muğrib



İbn Kuteybe, el-Mcfârif (Sâvîl



Ali b. Mûsâ b. Muhammed



İbn Hişâm, es-Sîre 2 Abdülmelik b. Hişâm,



Abdullah b. Müslim



el-Muğrib



es-Sîretü



b. Kuteybe,



(nşr. Şevki Dayf), I-II,



'n-nebeulyye



Müslim



(nşr. Abdullah el-Leysî), I-II,



'l-'aztm



b. Kuteybe,



el-Ma'ârif



(nşr. Mustafa es-Sekkâ v.dğr.), I-IV,



(nşr. M. İsmâil es-Sâvî),



Kahire 1375/1955.



Kahire 1 3 5 3 / 1 9 3 5 - >



İbn Haldûn, el-İber Abdurrahman b. Muhammed



İbn Mencûye, Rie&lü Sahihi Müslim



Tefsîrü 'l-Kufâni



Abdülmelik b. Hişâm, 'n-nebeuiye



Haydarabad 1381-86 / 1962-67; VII (nşr. Nâyif el-Abbas),



İsmâil b. Ömer b. Kesîr,



Abdullah b. Müslim



es-Sîretü



ue'l-elkâb,



b. Yahyâ el-Yemânî),



el-İsfahânî, Ricâlü



İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Ku r*ân



İbn Hişâm, es-Sîre



(nşr. Mustafa es-Sekkâ v.dğr.), 1-IV,



İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb



ue'n-nihâye,



ue'l-küna



Beyrut 1976.



Osmân



(nşr. Şerafettin Turan), I. Defter, Ankara 1970; II. Defter, A n k a r a 1983; VII. Defter, Ankara 1957.



İbn Hacer, ed-Dürerü'l-kâmine



repi'l-irtiyâb'anl'lue'l-muhtelef



I-VI (nşr. Abdurrahman



İbn Habîb, el-Muhabber



Teuârth-i Âl-i



fi



mîne'l-esma'



K o n y a 1401/1981.



İbn Kemal,, Tevârîh-i Âl-i Osmân



Şûreti'l-arz



el-İkmâl mü'telef



b. Saîd el-Mağribî. fî



hule'l-Mağrib



Kahire 1978-80.



1390/1970.



İbn Tfcğrîberdî, el-Menhelü'ş-şâfî



İbn Kutluboğa, Tâcü't-terâcim



Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. TSğrîberdî,



Ubeydullah b. Abdullah b. Hurdâzbih,



Kasım b. Kutluboğa,



ue 'l-müsteufî



Tâcü



(nşr. Muhammed M. Emîn -



İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik ve'l-memâlik



el-Mesâlik



ve'l-memâlik



't-terâcim



Bulak 1284 - »



(nşr. M. I. de Goeje),



fî tabakâti



Beyrut 1399/1979.



Leiden 1889, 1967.



B a ğ d a d 1962.



'l-Hanefıyye,



el-Menhelü



'ş-şâft ba'de



'l-uâfî



Saîd Abdülfettâh Âşûr), I-IV, Kahire 1984-85.



İbnü'I-Hatîb, el-İhâta



İbnü'n-Nedîm,



Lisânüddin İbnü'I-Hatîb,



el-Fihrist



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî,



el-İhâta fi ahbâri



İbnü'n-Nedîm,



Nüzhetü



(nşr. Muhammed Abdullah Inân), I-IV,



fiahbâri'l-'ulemâ'i'l-



Kahire 1393-98/1973-78.



mine'l-kudemâ'



İbnü'I-Hümâm,



(nşr. Mustafa eş-Şüveymî),



İbnü'I-Cevzî,



İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire



Nüzhetü'l-acyün



Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, en-Nücümü fî mülâki



'z-zâhire Mışr ve'l-Kâhire,



I-XH,



'



'l-a'yüni



'n-nevâzır



fîllmi'l-vücûh



ve'n-nezâ'ir



Kahire 1956;



(nşr. M. Abdülkerîm Kâzım er-Râzî),



XIII (nşr. Fehîm Muhammed Şeltût),



Beyrut 1404/1984.



Kahire 1970; XIV (nşr. Cemâl M u h r i z Fehîm Muhammed Şeltût),



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî,



Kahire 1972;



Şıfatü



X V (nşr. İbrâhim Ali Tarhan),



(nşr. Mahmûd Fâhûrî-



Kahire 1972;



Muhammed Kal'acî), l-IV,



XVI (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl -



Halep 1969-73.



'ş-şafve



İbnü'I-Cevzî,



b. Abdülvâhid b. Hümâm, 'l-efkâr fi



Takıyyüddin Ahmed



Abdülkâdir el-Arnaût), I-IX,



b. Abdülhalîm b. Teymiyye,



Netâ'icü



D ı m a ş k 1384-88/1964-68.



keşfı'r-rumûz



(nşr. M. Reşîd Rızâ), I-V, Beyrut 1403 / 1983.



İbnü'l-Adîm. Ziibdetü'l-haleb



İbnü'l-Cezerî, Göyetü'n-nihâye



Şezerâ tü 'z-zeh eb



'n-nihâye



fî ahbâri



Kahire 1351-53/1932-35;



İbnü'l-Cezerî, en-Neşr



Hamza b. Esed ed-Dımaşkl,



Ebü'l-Hayr Muhammed ei-Cezerî,



Zeylü



en-Neşr fı'l-kırâ'



(nşr. H. F. Amedroz),



âti'l-'aşr,



(nşr. Ali Muhammed ed-Dabbâ'),



Muhammed b. Ali el-Arabî,



I-II, Kahire, ts.



el-Fütûhâtü



(Dârü'l-Kütübi'l-ilmiyye).



'l-Mekkiyye



I-VIII,



İbnü'l-Kalânisî, Târîhu Dımaşk (Amedroz)



Beyrut 1402/1982.



Muhyiddin



fi



men zeheb,



Kahire 1350-51.



(nşr. Sâmîed-Dehhân), I-III,



Târihi



Dımaşk



Kitâbü'l-Esnâm



Hişâm b. Muhammed el-Kelbî,



ve'l-melekiyye



İbnü'I-Esîr, el-Kâmil



Kitâbü



(nşr. Osman Yahyâ -



Ali b. Muhammed b. Esîr,



(nşr. Ahmed Zeki Paşa, •



ibrâhim Medkûr), I-IX,



el-Kâmil



Putlar Kitabı, trc. Beyza Düşüngen),



Kahire 1 3 9 2 - 1 4 0 5 / 1 9 7 2 - 8 5 .



(nşr. C. |. Tomberg), [-XIII,



fı't-târîh



İbnü'l-Bâziş, el-İkncf



İbnü'l-Kıftî,



Beyrut 1399/1979.



Ahmed b. Ali İbnü'l-Bâziş, Kitâbü'l-iknâ'



fı'l-kırâ'âti's-seb',



İbnü'I-Esîr, el-Lübâb



(nşr. Abdülmecîd Katâmiş), I-II,



Ali b. Muhammed b. Esîr,



Dımaşk 1403.



el-Lübâb



İbnü'I-Cevzî, ed-Du c a/o 3



fi



'l-Eşnâm



Ankara 1969.



Leiden 1 8 5 1 - 7 6 ^



tehzîbi'l-Ensâb,



Muhammed b. Ali b. 'föbâtabâ,



İbnülemin, Hoş Sadâ İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958.



İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, I-XII,



Son Asır Türk Şairleri,



İhbârü'l-ulema'



Ali b. Yûsuf el-Kıftî, Kitâbü ihbâri'l-'ulemâ' bi-ahbâri'l-hükemâ': Târîhu'l-hükemâ' Kahire 1326, Kahire ts.



İbnülemin, Son Sadrıazamlar İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Osmanlı



Devrinde l-IV,



Son Sadrıazamlar, İstanbul 1940-53.



İbrâhim Rifat Paşa, Mir'âtü'l-Haremeyn İbrâhim Rifat Paşa, Mifâtü'l-Haremeyn



ev er-



Rahalâtü'l-Hicâziyye meşâHruhü'd-dîniyye,



ue'i-hac ue I-III,



Kahire 1344/1925.



I-III, Kahire 1357-69 - > Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



İclî, eş-Şiküt



İbnü'l-Kıftî,



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî,



Ahmed b. Abdullah el-İciî,



Inbâhü'r-ruvât



Târihu'ş-şikât (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), Beyrut 1405/1984.



İbnü'I-Esîr, en-Nîhâye



Ali b. Yûsuf el-Kıftî,



(nşr. Ebü'l-Fidâ Abdullah el-Kâdi),



Mubârek b. Muhammed b. Esîr,



İnbâhü'r-ruuât'alâ



I-III, Beyrut 1406/1986.



en-Nihâye



nuhat(nşr. Muhammed Ebü'1-Fazl),



İbnü'I-Cevzî, el-Muntazam



Mahmûd Muhammed et-TanâhîTâhir Ahmed ez-Zâvî), I-V,



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî,



Kahire 1383-85/1963-65.



İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü'l-evliyff



fırkati'n-nâciye'ani'l-fırakı'l-



İbnü'I-Esîr, Üsdü'l-ğâbe



Ömer b. Ali İbnü'l-Mülakkın,



Kahire 1359.



Kitâbü'd-Du'afâ'



ve'l-Metrûkîn,



üe'l-eşer(



fî ğarîbi



'l-hadîş



nşr.



ue'l-ümem



(nşr. F. Krenkow), l-X,



Ali b. Muhammed b. Esîr,



Haydarâbâd 1357-59/1938-40.



Üsdü 'l-ğâbe fî ma'rifeti



enbâhi'n-



I-IV, Kahire 1369-93 / 1950-73,



İsferâyînî, et-Tebşîr (Kevserî)



Kahire 1986.



Ebü'l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebşîr fı'd-dîn



el-Muntazam fî târihi'l-mülûk



hâlikin



el-Muntazam ue'l-mülûk



(nşr. Muhammed-Mustafa Abdülkâdir Atâ). I-XVIII, Beyrut 1412/1992.



temyîzi'l-



(nşr. M. Zâhid Kevserî),



Tabakâtü'l-evliyâ'



İskender Bey Münşî, Târih



I-V, Kahire 1285-87.



Kahire 1 3 9 3 / 1973.



İskender Bey Münşî,



İbnü'l-Ezrak el-Fârikî. Târihu Meyyâfârikln



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist (Flügel)



(nşr. îrec Efşâr), I-III, Tahran 1313-14 h ş „



A h m e d b. Yûsuf İbnü'l-Ezrak,



İbnü'n-Nedîm,



1333-35 hş., 1350 hş.



Târîhu



fıahbâri'l-'ulemâ'i'l-muşannifın



Târîh-i 'Âlem'ârâ-yı



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, fî târîhi'l-ümem



ve



(nşr. Nureddin Şerîbe),



'ş-şahâbe,



İbnü'I-Cevzî, el-Muntazam (Atâ)



ye,



Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



İstanbul 1930-41.



Beyrut 1908.



İbnü'l-Kelbî,



ma'rifeti'l-esrâri'l-mâlikiyye



D ı m a ş k 1404/1984.



el-Fahrî fı'l-âdâbi's-sultâniy



Gâyetü



(nşr. G. Bergstraesser), I-II,



İbnü'l-Arabî. el-Fütûfıât



ve'l-esrâr, VII-1X,



İbnü'l-İmâd, Şezerât



tabakâti'l-kurrâ'



Beyrut 1972;



İbnü't-Tıktaka, el-Fahrî



'l-efkâr fî



Abdülhay b. Ahmed İbnü'l-İmâd,



İbnü'l-Adîm,



Dımaşk 1951-68.



I-VI;



Ebü'l-Hayr Muhammed el-Cezerî, fi



m i n târfhi Haleb



Halep 1386/1966;



Kahire 1319.



Kemâleddin Ömer Zübdetü'l-haleb



(nşr. Nûreddin Itr),



b. Abdülvâhid b. Hümâm, Fethu'l-kadîr,



ve'l-mesâ'il,



İbnü's-Salâh, 'Ulümü'l-hadîş



Kemâleddin Muhammed



Zâdü 'l-mesîr fî 'ilmi't-tefs~ır( nşr.



Mecmû'atü'r-resâ'il



VI1-VI1I,



(Kahire)



Fethu'l-kadîr



İbnü's-Salâh, Osman b. Abdurrahman



ve'l-esrâr,



İbnü'I-Hümâm,



İbn Teymiyye, Mecmffatü'r-resâHl



M. Züheyreş-Şâvîş-Şuayb,



kütübihim



cUlûmü'l-hadîş



I-VI;



Fethu'l-kadîr,



Bulak 1315-18.



Abdurrahman b. Ali b. Cevzî,



musannifin ve'l-muhdeşîn



Tunus 1405/1985.



(Bulak)



keşfı'r-rumûz



Zâdü'l-mesîr



el-Fihrist



Kemâleddin Muhammed



Netâ'icü



Fehîm Muhammed Şeltût),



(Şüveymî)



ve esmâ'i



Fethu'l-kadîr



İbnü'I-Cevzî, Şıfatü'ş-şafve



Kahire 1972.



Gırnata



Meyyâfârikln



ve



Âmid



el-Fihrist



(nşr. Bedevî Abdüllatîf Avad),



mine'l-kudemâ'



Kahire 1959;



ve esmâ'i



ve'l-muhdeşîn



Beyrut 1974.



(nşr. G. Flügel), Leipzig 1872.



kütübihim



'Abbasî



İsLA İstanbul



Ansiklopedisi,



İstanbul 1958-74.



I-XI,



JPHS Journal



Mesâlikü



Historical



'l-memâlik



(nşr. M. |. de G o e j e ) ,



Keşfü'z-zunûn



Kamûsü'l-a'lâm



İstahrî, Mesâlik (de Goeje) İbrahim b. M u h a m m e d el-İstahrî,



of the



Kâtib Çelebi. Keşfü



Şemseddin Sâmi,



Pakistan



Kâmüsü'l-a'lâm,



Society,



'z-zunûn



'an esâmi'l-kütüb



I-VI,



ve'l-fünûn



Karachi 1953 -



İstanbul 1 3 0 6 - 1 6 / 1 8 8 8 - 9 9 .



(nşr. Kilisli Muallim R ı f a t -



JRAS



el-Kâmûsü'l-İslâmî



İstanbul 1 3 6 0 - 6 2 / 1 9 4 1 - 4 3 .



Şerefeddin Yaltkaya), I-II,



Leiden 1827, 1967.



İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546)



Journal



İstanbul



London 1833 -



Kahire 1383/1963 -



(nşr. Ö. Lutfi Barkan -



JTS



er-Risâletü



E. Hakkı Ayverdi),



Journal



ofTurkish



Kantemiroğlu, Ilmü'l-mûsikî



Türklük



Bilgisi



Demetrius Cantemir,



Dımaşk 1383/1964.



Vakıfları



Tahrir Defteri



953 (1546)



of the



Asiatic



A h m e d Atıyyetullah,



Royal



el-Kâmüsü



Society,



M u h a m m e d b. Ca'fer el-Kettânî,



Tarihli



İstanbul 1 9 7 0 .



Studies/ Araştırmaları,



Kitâb-ı'İlmü



H a r v a r d 1977 -



İTA



'alâ



İslâm-Türk



Kettânî, el-Risâletü'l-müstetrafe



I-V,



'l-İslâmî,



'l-Müsiki



Kınalızâde, Tezkire



Vechi'l-Hurüfat



Kınalızâde Hasan Çelebi.



(nşr. Yalçın Tura), I-III f a s . ,



I-II



Ansiklopedisi,



Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî



İstanbul 1 9 4 1 - 4 8 .



Tezkiretü



İstanbul 1 9 7 6 .



el-Muğnî



fi



Enver Ziya Karal,



(nşr. Tâhâ Hüseyin -



İstanbul



Üniversitesi



ve'l-'adl



Edebiyat



Fakültesi



İbrâhim Medkûr v.dğr.), I-XX,



Osmanlı



K a h i r e , ts.



Ankara 1947-62.



İslâm



Tetkikleri



Enstitüsü



Dergisi,



Ankara 1978-81.



Karal, Osmanlı Tarihi



ebvâbi't-tevhîd



Kindî, Resffil



V-VIII,



Tarihi,



Ya'küb b. İshak el-Kindî, Resâ'ilü



(eş-Şeriketü'l-Mısriyye),



İstanbul 1 9 5 3 -



Karaman, İslâm Hukuku



Kahire 1382-85/1962-65.



Hayreddin Karaman.



Izâhu'l-meknûn Bağdatlı İsmâil Paşa.



Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Uşûli'l-hamse



Mukayeseli



kâhu'l-meknün



Kâdî Abdülcebbâr b. A h m e d ,



II (1982); III (1987);



Şerhu'l-uşûli'l-hamse



I-11I, İstanbul 1 9 8 6 - 8 7 .



fı'z-zeyl'alâ ean



Keşfı'z-zunün



esâmi'l-kütüb



ve'l-fünûn



(nşr. Kilisli Muallim R i f a t -



İslâm Hukuku,



I,



İstanbul 1 9 7 4 ;



Kâdîhân, el-Fetâvâ



Topkapı



Kütüphanesi



Sarayı



b. Mansûr el-Özcendî,



Türkçe



el-Fetâvâ



İstanbul 1 9 6 1 .



Y e m İlm-i



lel-Fetâvâ'l-Hindiyyeiçinde),



Kelâm,



'l-hâniyye I-III,



Bulak 1310.



Journal



Asiatique,



Paris 1 8 2 2 -



Yazmalar



Kataloğu,



I-II,



JAfr.H Journal



fî tertîbi'ş-şerâ'i',



Şubhu'l-a'şâ



Kahire 1327-28.



ofAfrican



History,



1960-



JAOS of the



Oriental



American



Society,



N e w Haven, Connecticut 1843 -



Kalkaşendî, Şubhu'l-a^şâ (Şemseddin)



Journal



and



of the Asiatic Calcutta



of



Bengal,



Kâtib Çelebi.



Hüseyin Şemseddin);



İstanbul 1 2 8 6 - 8 7 .



Encyclopedia,



N e w York 1 9 0 2 .



Konyalı, Mimar Koca Sinan'ın Eserleri



fî esfâri



'l-bihâr,



İstanbul 1 1 4 1 , 1 3 2 9 .



İbrahim Hakkı Konyalı, Mimar



Koca Sinan'ın



Eserleri,



İstanbul 1 9 5 0 .



Kamus Tercümesi



Koröst



Fîrûzâbâdî, Ebû't-Tâhir,



Budapest 1921-41.



el-Okyânusü



JESHO Journal



of the Economic History



of the



and



Orient,



JIMMA Institute Affairs,



London 1979 -



of



Müslim



Csoma-Archivum,



(trc. Âsim Efendi), I-III, İstanbul 1 2 3 0 - 3 3 ;



Ömer Rızâ Kehhâle,



I-IV, İstanbul 1 3 0 4 - 1 3 0 5 .



Mu'cemü



'l-m ü 'ellifîn:



terâcimü



muşannifı'l-



tercemeti'l-Kâmûsi'l-muhît



Konyalı, Üsküdar Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı,



'l-basît



Kehhâle, Muccemü'l-mü'ellifîn







Leiden 1957 -



Minority



ile



KCsA



The Jeıvish



Journal



'l-Kibâr



ve Kitabeleri



Tarihi, K o n y a 1 9 6 4 .



Konya



İstanbul 1 9 7 2 -



JE



Social



Mecmuası,



Risalesi



İbrahim Hakkı Konyalı.



Kâtib Çelebi, Tuhfetü'l-Kibâr Tuhfetü



Akademi



Koçi Bey



Âbideleri



V (nşr. Nebîl Hâlid Hatîb);



Kubbealtı



Koçi Bey, Risâle (Aksüt)



Konyalı, Konya Tarihi



Târih, I-II,



Fezleke-i



KAM



Tarihi,



İstanbul 1 9 3 9 .



Kâtib Çelebi,



1905-



Türk Edebiyatı



(haz. Ali Kemâlî Aksüt),



I-IV, VII, X - X I V (nşr. Muhammed



Proceedings Society



İstanbul 1 1 4 5 .



Şubhu'l-a'şâ



Beyrut 1407/1987.



Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi Büyük



Cihannümâ,



Kâtib Çelebi, Fezleke



VI, V1II-1X (nşr. Yûsuf Ali Tavîl),



JASB



Repertuvarı,



A n k a r a 1970.



A h m e d b. Ali el-Kalkaşendî. fîşınâ'ati'l-inşâ



Musikisi



Eserler



Vasfı Mahir Kocatürk,



I-VII,



Kâtib Çelebi, Cihannümâ Kâtib Çelebi,



Cambridge



Journal



'u 'ş-şanâ 'i'



Bedâ'i



I-XV,



TRT Türk Sanat



A n k a r a 1 9 7 9 , 1989.



Kâsânî, Bedff?



Kalkaşendî, Şubhu'l-acşâ



Kahire 1910-20.



Ankara 1981.



Sözlü



A h m e d b. Ali el-Kalkaşendî, fîşınâ'ati'l-inşâ',



Musikisi Repertuvarı,



Kip, TSM Sözlü Eserler



Müzesi



Ebû Bekir b. Mes'ûd el-Kâsânî.



JA



Kip, TSM Saz Eserleri



Tarık Kip,



İsmail Hakkı İzmirli, İstanbul 1 3 3 9 - 4 0 r. / 1 3 4 1 - 4 3 .



Kahire 1950-53.



TRT Türk Sanat



Fehmi Edhem Karatay, Fahreddin Hasan



el-felsefıyye



Tarık Kip,



Karatay, Türkçe Yazmalar



Kahire 1384/1965.



İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm



'l-Kindî



(nşr. M. Abdülhâdî Ebû Rîde),



Saz Eserleri



(nşr. Abdülkerîm Osman),



Şerefeddin Yaltkaya), I-II, İstanbul 1 9 4 5 - 4 7 .



'ş-şuarâ



(nşr. İbrahim Kutluk), I-II,



Kâdî Abdülcebbâr b. A h m e d .



İTED



'l-müstetrafe



(nşr. Muhammed el-Müntasır),



Âbideleri



ve



Üsküdar



Tarihi, I-II,



Kitâbeleriyle



İstanbul 1 9 7 6 - 7 7 .



Koksal, İslâm Tarihi (Medine)



Kâmûs-ı Türkî



kütübi'l-'Arabiyye,



Şemseddin Sâmi,



Dımaşk 1376-81/1957-61



İslâm



Târihi:



Kâmûs-i



B e y r u t , ts.



(a.s.)



ve İslâmiyet,



(Dâru İhyâi't-türâsi'I-Arabî).



I-XI, İstanbul 1987.



Türkî,



İstanbul 1 3 1 7 .



I-XV,



M. Âsim Koksal, Hz.



Muhammed Medine



Devri,



Köprülü. İlk Mutasavvıflar



Lisânü'l-Arab



Makrîzî,



M u h a m m e d b. Mükerrem



Kitâbü's-Sülûk



Köprülüzâde Mehmed Fuad,



b. Manzûr,



A h m e d b. Ali el-Makrîzî,



el-Mu'cemü



Türk



Lisânü'l-'Arab,



Kitâbü's-Sülûk



li-elfâzi 'l-Kuı'âni



İlk



Edebiyatında Mutasavvıflar,



I-XV,



li-ma'rifeti



düveli'l-mülûk(r\şr.



Bulak 1 2 9 9 - 1 3 0 8 - >



İstanbul 1 9 1 9 .



M . F. Abdülbâki, el-Muccem (Ziyâde)



M u h a m m e d Fuâd Abdülbâki. 'l-müfehres 'l-Kerîm,



Kahire 1950.



M. Mustafa Ziyâde),



Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



Miftâhu



l-II, K a h i r e 1 9 3 9 - 5 8 .



Lutfî, Târih



künûzi's-sünne



Köprülü. Türk Edebiyatı Tarihi



A h m e d Lutfî, Târih, I-VIII,



Ma'sûm Ali Şah, TarâHk



Miftâhu



Köprülüzâde M e h m e d Fuad,



İstanbul 1 2 9 0 - 1 3 2 8 ;



Ma'sûm Ali Şah,



(trc. M. F. Abdülbâki),



Türk Edebiyatı



Tarihi,



İstanbul 1 9 2 6 .



A. J. Vfensinck,



'l-hakâlk



(nşr.



IX-XV (nşr. Münir Aktepe),



Tarâ'iku



Ankara 1984-92.



M. Ca'ferMahcûb), I-III,



künûzi's-sünne



Lahor, ts. - > Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



Tahran 1 3 3 9 - 4 5 hş.



Kureşî, el-Cevâhirü'l-mudıyye



Mcfa'l-Mektebe



Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd



Abdülkâdir b. Muhammed



Abdurrahman Utbe.



Ebû Mansûr Muhammed



Mir'âtü



'l-Haremeyn



b. Muhammed el-Kureşî,



Ma'a 'l-Mektebeti



el-Mâturîdî,



(Mir'ât-ı



Mekke-Mir'ât-ı



el-Cevâhirü'l-mudıyye



Beyrut 1404/1984.



(nşr. Fethullah Huleyf),



Mir'ât-ı



Cezîretû'l-Arab),



B e y r u t 1 9 7 0 -»• İstanbul 1979.



İstanbul 1 3 0 1 - 1 3 0 6 .







'l-'Arabiyye,



tabakâti'l-Hanefıyye{nşT.



Kitâbü't-Tevhîd



Mir'âtü'l-Haremeyn Eyüp Sabri Paşa, MedîneI-III,



Abdülfettah M u h a m m e d el-Hulv|,



Mahlûf,



I-III, Kahire 1 3 9 3 - 9 9 / 1 9 7 3 - 7 9 ;



Abduh M u h a m m e d



ME



l-V, Kahire 1 4 1 3 / 1 9 9 3 .



Mîrhând, Ravzatü'ş-şafff



b. Muhammed Mahlûf,



Mecelletü 'l-Ezher, Kahire 1 3 5 5 / 1 9 3 6 , VII (l-VI. ciltler Nûru'l-lslâm ismi ile yayımlanmıştır, Kahire 1349/1930-i 354/1935).



Mîrhând Muhammed,



Şeceretü



Şeceretü'n-nûr



'n-nüri



'z-zekiyye



Kurtubî, el-Câm?



fî tabakâti'l-Mâlikiyye,



Ebû Abdullah Muhammed



K a h i r e 1 3 4 9 - > B e y r u t , ts.



b. Ahmed el-Kurtubî.



(Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî).



el-Câm'f



l-II,



li-ahkâmi'l-Kur'ân



Mecdî. Şekâik Tercümesi



Kahire 1386-87/1966-67.



M a h m û d Esad, islâm Tarihi



Kuşeyrî, er-Risâle



İslâm



Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî,



(haz. Ahmed Lutfî Kazancı -



er-Risâletü



Osman Kazancı),



(nşr. Ebû İshak İbrahim). I-XX,



'l-Kuşeyriyye



(nşr. A b d ü l h a l î m M a h m û d -



Taşköprizâde, Hadâiku



Mahmûd Esad. Tarihi:



Tarih-i Din-i



İslâm



Tercümesi



Tehzîbü 'l-Kemâl



fi



East



Makdisı, Ahsenü't-teküsîm Ahsenü fî



't-tekâsîm



Büyük



(nşr. Ahmed Cevdet),



(nşr. M. |. de Goeje),



İstanbul 1 3 1 4 .



L e i d e n 1877.



East



Association



Studies,



MİM Musiki



Studies



Mecmuası,



İstanbul 1 9 4 8 -



Bulletin,



MMİADm. Mecelletü



Mes'ûdî, Leknevî, el-FevâHdü'l-behiyye



Makdisî, el-Bed' ve't-târîh



Mürûcü'z-zeheb



Muhammed Abdülhay el-Leknevî,



Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî,



Mürûcü



el-Fevâ'idü



'l-behiyye



Kitâbü'l-Bed'



fî terâcimi



'l-Hanefıyye



(Abdülhamîd)



'Arabi



MecmaH'l-'ilmiyyi'lbi-Dımaşk,



Dımaşk 1921-68.



Ali b. Hüseyin el-Mes'ûdî, 'z-zeheb



ve me'âdinü



I-XII,



İstanbul 1 9 6 9 - 7 3 .



N e w Y o r k 1967 -



ve't-târîh



Lügat



ve Ansiklopedi,



MESABulletin Middle



ma'rifeti'l-ekâlîm



(nşr. Kültür Bakanlığı),



1977-



Meydan-Larousse



London 1964 -



M u h a m m e d b. A h m e d el-Makdisî, Latîfî



MMİIr.



'l-cevher



(nşr Cl. Huart), I-VI,



(nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd),



Mecelletü



(nşr. M. Bedreddin Ebû Firâs),



Paris 1 8 9 9 - 1 9 1 9



I-IV, K a h i r e 1 3 6 7 / 1 9 4 8 - »



Mecma'i'l-



Kahire 1324.



B a ğ d a d , ts.



Beyrut 1384-85/1964-65.



Bağdad 1 9 5 0 -



Mevsılî, el-İhtiyâr



MMLA



(Mektebetü'l-Müsennâ).



Levend, Divan Edebiyatı



Makkarî.



Agâh Sırrı Levend,



A h m e d b. M u h a m m e d



Divan



el-Makkarî,



Edebiyatı:



Kelimeler Mazmunlar



ve



Remizler, ve



Mefhumlar,



Nefhu't-tîb



Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî, el-İhtiyâr



li-ta'lîli'l-Muhtâr,



l-V,



'r-ratîb



İstanbul 1 9 8 7 .



Levend, Türk Edebiyatı



Makrîzî, el-Hıtat



'Arabiyye,



MecmaVl-luğati'lKahire 1 9 3 5 -



MMLADm. Mecelletü



(nşr. ihsan Abbas), 1-VIII, Beyrut 1388 / 1968



Mecelletü



tlmiyyi'l-'lrâki,



Kahire 1 3 7 0 / 1 9 5 1 - *



Nefhu't-üb



min ğusni 'l-Endelüsi



İstanbul 1 9 4 3 .



Mecmal'l-luğati'l-



Mez, el-Hadâretü'l-İslâmiyye



'Arabiyye



Adam Mez.



Dımaşk 1969 -



el-Hadâretü



'l-İslâmiyye



bi-Dımaşk:,



A h m e d b. Ali el-Makrîzî,



fı'l-karni'r-râbfi'l-hicrî



MMLAÜr.



Agâh Sırrı Levend.



Kitâbü'l-Mevâtz



Krc. Muhammed Abdülhâdî



Mecelletü



Türk Edebiyatı



bi zikri'l-hıtat



Ebû Rîde), I-II,



'Arabiyye



Kahiria. 1 3 6 0 / 1 9 4 1 , 1 3 7 7 / 1 9 5 7 .



A m m a n 1978.



A n k a r a 1973.



Tarihi Tarihi,



Bulak 1 2 7 0 .



esmâlr-ricâi



ML



Journal,



MES Middle Eastern



(trc. Lâmiî Çelebi),



l a t î f î . Tezkire-i



Millî Kültür Ankara



The Middle



I-III, Kahire 1342.



Latîfî, Tezkire



Adliyye



W a s h i n g t o n 1947 -



ahvâli'l-'Arab



(nşr. Muhammed Behçet el-Eserî),



İstanbul 1 9 8 0 .



fi



MK Ahkâm-ı



MEJ



el-Câmî, fiefehâtü İstanbul 1289



Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl



Beyrut 1 4 0 3 - 1 3 / 1 9 8 2 - 9 2 .



Abdurrahman b. A h m e d 'l-üns



(nşr. Abbas Pervîz), I-VII, Tahran 1 3 3 8 hş./1959.



(nşr. Beşsâr Avvâd Ma'rûf), I-XXXV,



Mecelle-i



ma'rifeti



'l-enbiyâ'



İstanbul 1 9 8 9 .



Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûğu'l-ereb Bulûğu'l-ereb



fî sîreti ve'l-hulefâ'



nşr. Abdülkâdir Özcan), I,



Mecelle



Mahmûd Şükrî el-Âlûsî.



Lâmiî, Nefehât



ve'l-mülûk



Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî,



(trc. Mehmed Mecdî Efendi,



İstanbul 1 9 8 3 .



M a h m û d b. Şerîf), I-II, Kahire 1 9 7 2 - 7 4 .



'ş-Şekâik



Ravzatü'ş-şafâ'



ve'l-i'tibâr ve'l-âsâr,



l-II,



MecmaVl-luğati'lel-Ûrdünî,



Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî,



Nesefî. Tebşıratü'l-edille (Salame)



Ny.K



Mecelletü Ma'hedi'l-mahtütâti'l-'Arabiyye,



et-Tekmile



Ebü'l-Muîn en-Nesefî,



Budapest



Kahire 1 3 7 5 / 1 9 5 5 -



(nşr. Beşşâr Avvâd Ma'rûf),



Tebşıratü'l-edille



I-IV, Beyrut 1 4 0 1 / 1 9 8 1 .



(nşr. Cl. Salame), I-II,



MMMA



Münzirî, et-Tekmile



(Kahire)



li-vefeyâti'n-nakale



Molla Hüsrev, Dürerü'l-hükkâm



Müsned



Molla Hüsrev,



A h m e d b. Hanbel,



Dürerü'l-hükkâm fî şerhi



el-Müsned, 1-11,



Gureri'l-ahkâm,



I-VI,



Kahire 1 3 1 3 .



İstanbul 1 3 1 0 , 1 3 2 9 .



MTM Millî



Mecmuası,



I-V,



İstanbul 1 9 1 5 .



Müstakimzâde, Tuhfe-i



Hattâtîn



(nşr.



ibnülemin M a h m û d Kemal),



el-Mıfcemü'ş-şûfî



İstanbul 1 9 2 8 .



el-hikme



Müstevfî, Nüzhetü'l-kulûb (Strange)



'ş-şûfi fi



OA



Neşri, Cihannümâ (Taeschner)



Leipzig 1910-13.



Cihânnümâ:



OM



hudüdi'l-kelime,



Beyrut 1401/1981.



des Mevlânâ



Chronik



Mehemmed



Neschri



Hamdullah el-Müstevfî,



Neşri, Cihannümâ (Unat)



Oriens:



Neşri M e h m e d , Neşrî



Cihan



-



Tarihi



(nşr. F. Reşit Unat M e h m e t Altay Köymen), l-II, Ankara 1949-57.



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî,



Tahran 1 3 6 2 .



el-Mecmû£:



Müstevfî, Târîh-i Güzide (Browne)



I-IX; Tekmiletü



Hamdullah el-Müstevfî,



XIII-XX, B e y r u t , ts.



M u h a m m e d Halil el-Murâdî,



Târîh-i



(Dârü'l-Fikr).



Sîlkü



(nşr. E. G. Browne),



Gülşenî



(nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1982.



Murâdî, Silkü'd-dürer 'd-dürer I-IV,



fî a'yâni'l-karni'ş-şârû'aşer,



Güzide



Muttaki el-Hindî, Kenzü'l-ummâl Alâeddin Ali el-Muttaki el-Hindî, Kerızü'l-'ummâl



Safvetü's-Sekâ), I-XVI,



.



Mâlik b. Enes,



İlâhiyat



el-Muvatta'.



1392/1972.



Ömer Ferruh, Târihu'l-edeb



Nevevî, Tehzîb



Ömer Ferruh,



ve'l-luğât



(nşr. F. Wüstenfeld), 1/1-2, II/1-2,



Kuveyt 1404/1983 -



G ö t t i n g e n 1 2 4 2 —> Beyrut, ts.



'l-fıkhi



'l-İslâmî



Cemâl



'Abdinnâşır),



The Moslem



(trc. M. Altay Köymen), World,



Hartford, C o n n e c t i c u t 1 9 1 1 -



Münâvî, el-Kevûkib M u h a m m e d Abdürraûf el-Münâvî, 'd-dürriye







Naîmâ, Târih



(nşr. M a h m û d Hasan Rebî'), I-II,



Mustafa Naîmâ, Târih,



Kahire 1357/1938.



İstanbul 1 2 8 0



I-VI,



Müneccimbaşı, Sahâifü'l-ahbâr



NBD



A h m e d Dede Müneccimbaşı,



J. D. Douglas,



Câmfü'd-düvel



The New Bible



(trc. A h m e d N e d î m :



L e i c e s t e r 1976.



Sahâyifü'l-ahbâr),



Nüshahâ-yi



Dictionary,



Târîh-i Nazm Hattî-yi



I-VI, T a h r a n 1 3 4 8 hş.



Fârsî,



'l-müfessirîn 'l-lslâm I-



u Neşr



frân ve der Zebân-ı Tahran 1 3 4 4 hş.



A h m e d b. Abdülvehhâb en-Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb fi fünûni'l-edeb,



Saîd-i Nefîsî,



Ahmed-i Münzevî,



minşadri



Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb



Nefîsî, Târîh-i Nazrn u Neşr



Münzevî, Fihrist



Mu'cemü



Beyrut 1403/1983.



I-III,



İstanbul 1 2 8 5 .



Nüveyhiz, Muccemü'l-müfessirîn



hatte'l-'aşri'l-hâzır,



(çerçeveli), 1 2 8 1 - 8 3 .



der Fârsî, I-II,



M. Seyfeddin Özeğe, Eski Harflerle



basılmış



I-XVIII,



Türkçe



I-V,



Katalogu,



İstanbul 1 9 7 1 - 8 0 .



İsmail Hakkı Özkan, Türk Mûsikîsi ve Usûlleri



Âdil Nüveyhiz,



terâcimi's-sâdeti'ş-şüfıyye



Özeğe, Katalog



Özkan, TMNU



A n k a r a 1982.



I-VI,



Târîhu'l-edebi'l-'Arabî, Beyrut 1 9 8 1 - 8 4 .



Hasan b. Ali b. İshak et-Tûsî, 'l-mülük



Studies,



1980-



Eserler



Sîyerü



.-



of Ottoman



Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen) Siyâsetnâme:



MW



The Journal İstanbul



I-XVIII,



Tehzîbü'l-esmâ'



[-XVI, K a h i r e 1 3 8 6 - 1 4 0 0 .



Dergisi,



İstanbul 1 9 8 3 -



Fihrist-i



Müslim



el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye,



Mevsü'atü



Üniversitesi Fakültesi



Araştırmaları



Kahire 1347-49/1929-30,



Güzîde



(Mevsü'atü



el-Keuâkibü



Osmanlı



Târîh-i



Mv.FI



MÜİFD Marmara



Osm.Ar.



Hamdullah Müstevfî,



fî şerhi Safrîhi



b. el-Haccâc,



I-III,



Müellifleri,



Bergstrasse 1971.



(Dârü'l-Kütübi'l-ilmiyye).



el-Muvatta3



Bursalı M e h m e t Tâhir,



el-Minhâc



Mv.F



Beyrut 1399/1979; 1405/1985.



Osmân,



İstanbul 1 3 3 3 - 4 2 —> H e p p e n h e i m ,



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî.



(nşr. Bekrî H a y y â n î -



Âl-i



Müstevfî, Târîh-i Güzide (Nevâî)



Tahran 1 3 3 6 - 3 9 hş.



ve'l-efâl



Oruç b. Âdil,



Osmanlı



el-Mutfî,



(nşr, Abdülhüseyn-i Nevâî),







süneni'l-akvâl



Necîb



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî,



(Mektebetü'l-Müsennâ).



Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Al-i Osmân



Osmanlı Müellifleri X-X1I;



's-Sübkî,



Nevevî, Şerhu Müslim



Leiden 1 9 1 0 .



B u l a k 1 3 0 1 — B a ğ d a d , ts.



Mecmuası,



H a n n o v e r 1925.



Şerhu'l-Mühezzeb, Tekmiletü



Şark



Cemiyeti



Tevârîh-i



Leiden 1915 - >



Ibrâhim-i



Milletlerarası



Tetkikleri



(nşr. Fr. Babinger),



Nevevî, el-Mecmif



Menâkıb-ı



Moderno,



Leiden 1 9 4 8 -



Nümâ:



(nşr. G. Le Strange),



Muhyiddîn-i Gülşenî,



Oriente



I-III,



Archiv,



R o m a 1921 -



Oriens



Nüzhetü'l-kulûb



Muhyî-i GUlşenî, Menâkıb



Orientalisches



Leipzig 1 9 5 1 - 5 5 .



Kitâb-ı



Suâd el-Hakîm, el-Mu'cemü



Dımaşk 1990-93.



(nşr. Fr. Taeschner), I-II,



Süleyman Sâdeddin Tetebbülar



Közlemenyek,



1862-



fı'l-kelâm



Die Altosmanische



Müstakimzâde,Tu/ı/°e



Nyelvtudomanyi



Nazariyatı



Kudüm



Velveleleri,



İstanbul 1 9 8 4 .



Öztuna, BTMA Yılmaz Öztuna, Büyük



Türk



Mûsikîsi l-II,



Ansiklopedisi, A n k a r a 1990.



Öztuna, TMA T. Yılmaz Öztuna. Türk Mûsikîsi



Ansiklopedisi,



İstanbul 1 9 6 9 - 7 6 .



Kahire, ts. |19231 (Vezâretü's-Sekâfe ve'l-irşâd), XIX-XXVII (nşr.



Pakalın



M u h a m m e d Ebü'l-Fazl-



M e h m e t Zeki Pakalın,



Ali M u h a m m e d el-Bicâvî-



Osmanlı



Hüseyin Nassâr v.dğr).



ve Terimleri



Kahire 1395-1405/1975-85.



İstanbul 1 9 4 6 - 5 6 .



Tarih



Deyimleri



Sözlüğü,



I-III,



I-II,



Târîh-i Peçeuî,



Sâî.



RHC Occ.



Peçuylu İbrahim, Târih I-II,



Recueil



des



İstanbul 1 2 8 1 - 8 3



des



İstanbul 1 9 8 0 .



Historiens



Historiens



Croisades: Occidentaux



(ed. Academie des Inscriptions



Pezdevî, Kenzü'l-viişûl



et Belles Lettres),



Fahrü'l-İslâm Ali



I-V, Paris 1 8 4 1 - 1 9 0 6 .



b. M u h a m m e d el-Pezdevî, Kenzü



'l-uüşûl,



Rieu. Catalogue of the Persian Manuscripts



(Abdülazîz el-Buhârî I-İV,



Keşfül-esrâr'ıçmde),



P. Charles Rieu,



İstanbul 1 3 0 8 .



Catalogue Manuscrits



Ph.TF Philologiae



Turcicae



Fundamenta,



I-II, W i e s b a d e n 1 9 5 9 - 6 4 .



Râgıb el-İsfahânî,



el-Müfredât



British



of the



Persian



in the I-III,



Museum,



London 1879-83;



sy. 1 - 6 6 , Paris 1 9 0 7 - 2 6 .



RSO Riuista



musulman,



degli Studi



Orientali,



Steven Runciman. Haçlı Seferleri



(trc. Orhan Nasuhioğlu),



J. Rypka, History



oflranian



Literatüre,



D o r d r e c h t 1968.



M u h a m m e d b. Ali er-Râvendî, Râhatü



'ş-şudûr



ue âyetü



London



1921.



Revue



Paulys-Wissowa, Real-Encyclopadie der



des Etudes



Islamiçues,



Tercümesi,



Leiden 1967-84.



dâri'l-hilâfe



B e y r u t 1406/1986.



Zebîhullah Safâ,



Genc-i



Sühan,



İstanbul 1 2 9 1 .



Tahran 1 9 6 9 .



(trc. Mahmûd Fehmî Hicâzî v.dğr.),



Introduction



I-VIII, R i y a d 1 4 0 2 - 1 4 0 8 / 1 9 8 2 - 8 8 . of



Science,



I-III, L o n d o n 1962;



SF



N e w Y o r k 1975.



Servet-i



1 9 2 9 - 4 3 (Yeni Harf).



Annemarie Schimmel,



Sicill-i Osmânî



Mystical



Dimensions



of



İslam,



M e h m e d Süreyyâ, Sicill-i



Sehî, Tezkire (Kut) Heşt Bihişt:



The



Osmânî,



1-IV,



H e p p e n h e i m , B e r g s t r a s s e 1971.



Tezkire



Silâhdar, Nusretnâme



Beg,



W o r k o n O t t o m a n p o e t s with a



Silâhdar Fındıklı M e h m e d A ğ a ,



Critical Edition B a s e d o n Ms.



Nusretnâme



S ü l e y m a n i y e Library,



Parmaksızoğlu), I-III,



A y a s o f y a O . 3 5 4 5 by G ü n a y Kut.



İstanbul 1 9 6 6 - 6 9 .



(haz. ismet



Silâhdar, Târih Ahmed Refik), I-II,



Selânikî, Târih (İpşirii)



Târîh(nşr.



Selânikı Mustafa Efendi,



İstanbul 1928.



SM Sırât-ı



Müstakim,



İstanbul 1 9 0 6 - 1 1 . SO



l-VI



(nşr. Abdurrahman b. Yahyâ



Studia



el-Yemânî),



Helsinki 1 9 2 5 -



H a y d a r â b â d 1 9 6 1 - 6 6 ; Vll-Vlll (nşr. Muhammed Avvâme),



Orientalia,



SOF



D ı m a ş k 1976; IX



Sûd-Ost



(nşr. Muhammed Avvâme -



München 1936 -



Forschungen,



D ı m a ş k 1979;



Solakzâde, Târih



X (nşr. Abdülfettâh



Solakzâde M e h m e d Hemdemî,



Muhammed el-Hulv),



Târih, İstanbul 1 2 9 7 .



D ı m a ş k 1979.



Spuler, İran



I-III,



Serahsî, el-Mebsût



Berthold Spuler,



Şemsüleimme es-Serahsî,



İran



Safedî, el-Vâfî



Moğolları



Moğolları:



Siyâset,



I-XXX,



İdare ue



Kahire 1324-31.



İlhanlılar



A n k a r a 1957.



Deuri



Kültür1220-1350



(trc. Cemal Köprülü),



Selâhaddin Halîl



Tefslrü 'l-Kur'âni



b. Aybeg es-Safedî,



Serkîs, Muccem



Kitâbü 'l-Vâfî bi



Yûsuf Elyân Serkîs,



l-XII-



Fünûn,



Schimmel, Mystical Dimensions of islam



M u h a m m e d Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr,



Târîtıu't-türâşi'l-'Arabî



George Sarton,



el-Mebsût,



'l-hakîm:



l-IX,



Fuat Sezgin,



Introduction



Riyâzî Murâd), der irân, I- V,



Zebîhullah Safâ.



(trc. M. Şerî el-Abbasî),



Tefsîrü'l-menâr



Schrifttums,



Sezgin, GAS (Ar.)



es-Sem'ânî, el-Ensâb,



Reşehât-ı



Reşîd Rızâ,



l-mecâlis:



Abdülkerîm b. Muhammed



Safâ, Genc-ı Sühan



'l-hayât,



'Arâ'isü'



b. Muhassin es-Sâbî,



Safî Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifi, Ay nü



Geschichte



des arabischen



Ebü'l-Hüseyin Hilâl



Tahran 1 3 3 2 - 6 4 hş.



Reşehât



Sezgin, GAS Fuat Sezgin,



Sem'ânî, el-Ensâb



Târîh-i Edebiyyât



Paris 1 9 2 7 -



Lügati,



b. Muhammed es-Sa'lebî,



Sâbî. Rusûmü dâri'l-hilâfe



Safâ, Edehiyyât



REI



Ebû İshak A h m e d



Târih (nşr. Mehmet ipşirii), l-II,



(nşr. Mîhâîl Avvâd),



S t u t t g a r t - M ü n c h e n 1894 -



Sa'lebî, 'Arâ'isıi 'l-mecâlis



İstanbul 1989.



Rusûmü



Classischen



Altertumsıvissenschaft,



Reuue



l-V,



İstanbul 1 9 4 3 - 5 2 .



RE



Tarih



Silâhdar Fındıklı M e h m e d A ğ a ,



Mondes,



Paris 1 8 3 1 -



Osmanlı



İstanbul 1986.



M a s s a c h u s s e t s 1978.



Sanat Ansiklopedisi, des Deux



Midhat Sertoğlu,



Metinler),



SA Celâl Esat Arseven.



RDM



dair



Sertoğlu, Tarih Lügati



Harvard-Cambridge,



's-sürûr



(trc. Muhammed ikbâl),



Eseri I:



Hayatı,



A n k a r a 1965.



by Sehî



Rypka, HIL



Râvendî, Râhatü'ş-şudûr



Eserlerine



Hayatı,



İstanbul 1 3 0 8 - 1 5 - >



(trc. Fikret Işıltan),



İstanbul 1 9 8 6 .



Sinan'ın



N o r t h Carolina 1975.



Tarihi,



I-III, A n k a r a 1 9 8 6 - 8 7 .



Musikisi



Sinan



Mimar



İstanbul 1 8 9 1 - 1 9 2 8 ;



Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi



Rauf Yekta Bey. Türk



du monde



R o m a 1907 -



Rauf Yekta, Türk Musikisi



Mimar



to the History



(nşr. Muhammed Seyyid Kîlânî),



Târih, I-V, İstanbul 1282.



Kahire 1960.



(nşr. Rıfkı Melül Meriç,



Sarton,



ğarîbi'l-Kuı*ân



Râşid, Târih



Tâhâ Abdülkâdir Server),



Bâb-ı Sânî, nr. 5 0



RMM



Kahire 1381/1961.



el-Lüma'



Mensur kısım,



K a h i r e 1301.



b. Râgıb el-İsfahânî,



Râşid M e h m e d Efendi,



(nşr. Abdülhalîm Mahmûd -



'l-ebniye,



Kışaşü'l-enbiyâ



Reuue



ft



Ebû Nasr es-Serrâc.



Tezkiretü



Suppl., 1895.



Hüseyin b. M u h a m m e d el-Müfredât



Serrâc, el-Lümac



Tezkiretü'l-ehniye



Sâî Mustafa Çelebi,



'l-uefeyât



K a h i r e 1 3 5 3 - 5 4 - > Beyrut, ts.



(nşr. İhsan Abbas -



Mu'cemü



(Dârü'l-Ma'rife);



Şükrî Faysal), I-XX1I,



'Arabiyye



'l-matbû'âti



Kahire 1 3 7 3 - 8 0 / 1953-61.



Wiesbaden 1401-1402/1981-82.



Kahire 1928-30.



SR



7-



ue'l-mu'arrebe,



I-II,



Sebîlürreşâd, İstanbul 1 9 1 1 - 2 5 ; 1 9 4 8 - 6 5 .



St.I



Celâleddin es-Süyûtî,



Süyûtî, el-İtkân (Bugâ)



Şeşen, Fihrisü mahtûtâti't-tıbbi'l-İslâmî



el-İtkân



Ramazan Şeşen v.dğr.,



Câmi'u'l-beyân



(nşr. Mustafa Dîb el-Bugâ), I-II,



Fihrisü



'an te'vîli



Beyrut 1407/1987.



fi mektebâti



Lothrop Stoddart,



Süyûtî, el-Müzhir



İslâmî



Hâzirüâlemi



Celâleddin es-Süyûtî,



Stvdia



Islamica,



Paris 1 9 5 3 -



Stoddard, Hâzirü'l-âlemi'l-İslâmî 'l-İslâmî



fî'ulûmi'l-Kur'ân



Türkiye



el-Müzhir



fi



'ulümi'l-luğa



nşr. Şekib Arslan),



ve envâ'ihâ



Kahire 1343/1925, 1352/1933;



A h m e d Câdelmevlâ v.dğr.),



Beyrut 1391/1971, 1394/1974.



I-II, K a h i r e , ts.



(nşr. Muhammed



(Dâru İhyâi'l-kütübi'l-Arabiyye).



Charles A. Storey, Persian



Celâleddin es-Süyûtî,



Literatüre: Surve,



I-II L o n d o n 1 9 2 7 , 197;



Tabalfâtü'l-huffâz (nşr. Lecne mine'l-ulemâ),



III (1984-90); IV (1939);



Beyrut 1 4 0 3 / 1983.



V (nşr. Fr. d e Blois), London 1992-94.



Celâleddin es-Süyûtî,



istanbul



Üniversitesi



Tabakâtü'l-huffâz



Edebiyat



Fakültesi



(nşr. Ali Muhammed Ömer),



Tarihi



Yıllığı,



Kahire 1393/1973.



İstanbul 1 9 6 4 -



Die Mathematiker



und Werke,



fenneyi'r-rivâye



min 'ilmi't-tefsîr,



I-V,



Kahire 1383/1964.



Muhammed b. Ali eş-Şevkânî,



Suyolcuzâde, Devhatü'l-küttâh



el-Üm,



şerhu Münteka min ehâdîşi



'l-ahbâr



seyyidi



I-VII,



Suyolcuzâde M e h m e d Necîb, 'l-küttâb



(nşr. Kilisli Muallim Rifat),



Muhammed b. Cerîr et-Töberî, Târihu 'r-rusül ve



İstanbul 1 9 4 2 .



Târih, I-IV, İstanbul 1 2 9 1 .



Tâceddin Abdülvehhâb



Şa'rânî, et-Tabakât



b. Ali es-Sübkî, 'ş-ŞâfViyyeti



'l-kübrâ,



I-VI, K a h i r e 1 3 2 3 - 2 4 - > Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife).



Süheyl!, er-Ravzü'l-ünüf



Abdülvehhâb b. A h m e d eş-Şa'rânî, I-II,



et-Tabakâtü'l-kübrâ, Kahire 1373/1954.



Şehristânî, el-Milel (Kîlânî)



Abdurrahman b. Abdullah



M u h a m m e d b. Abdülkerîm



es-Süheylî,



eş-Şehristânî,



er-Ravzü'l-ünüf



şerhi's-Sîreti'n-nebeviyye



li'bniHişam(nşr. Abdurrahman el-Vekîl), i-VII, Kahire 1387-90/1967-70.



Süyûtî, Buğyetü'l-vıfât Celâleddin es-Süyûtî,



el-Milel



Leiden 1879-1901.



Taberî, Târih (Ebüİ-Fazl)



Şeyhî M e h m e d Efendi,



Kahire 1381/1961.



Müri't-tevârîh



(Aktepe)



Şem'dânîzâde Süleyman



fi



Müri't-tevârîh



Fındıklık



Efendi



Tarihi:



(nşr.



ve'n-nuhât



Münir Aktepe), I-III,



(nşr. Muhammed Ebü'1-Fazl), I-II,



İstanbul 1 9 7 6 - 8 1 .



Kahire 1384/1964. Ali Rıza Şengel.



Celâleddin es-Süyûtî,



Türk Mûsikîsi



el-itkan



İlâhîleri



fı'ulûmi'l-Kur'ân



I-II, Beyrut 1 4 0 7 / 1 9 8 7 .



Klâsikleri:



nşr- Yusuf Ömürlü), I-VI,



İstanbul 1 9 7 9 - 8 2 .



ve'l-mülûk Beyrut, ts.



(Dâru SUveydân).



İstanbul 1 9 8 9 .



TAD



el-Mühezzeb







ftkhi'l-İmâm



eş-Şâfı'î,



I-II,



Fakültesi



Tarih Araştırmaları Ankara



Dergisi,



1963-



İbrahim Hilmi T&nışık, Çeşmeleri,



I-II,



İstanbul 1 9 4 3 - 4 5 .



'l-fukahâ'



(nşr. İhsan Abbas),



et-Ta'rîfât



Beyrut 1401/1981.



Seyyid Şerîf el-Cürcânî,



Şirbînî, Muğni'l-muhtâc Şemseddin M u h a m m e d ilâ



ma'rifeti



elfâzi'l-Minhâc,



I-IV, Kahire 1 9 5 8 - >



't-Ta'rîfât,



İstanbul 1 3 2 7 ;



Taşköprizâde, Miftâhu's-sefâde Taşköprizâde



Şükûn, Farsça-Türkçe Lügat



İsâmeddin A h m e d Efendi, Miftâfı u 's-sa'âde ve



mişbâfru's-siyâde



(nşr. Abdülvehhâb E b ü ' n - N û r Kâmil Kâmil Bekrî), I-III,



Ziya Şükûn, Farsça-Türkçe



Kitâbü



Beyrut 1403/1983.



b. Ahmed eş-Şirbînî, Me'ânî



Üniversitesi



Dil ve Tarih-Coğrafya



İstanbul



Ebû İshak İbrâhim eş-Şîrâzî, Tabakâtü



Ankara



Tbnışık, İstanbul Çeşmeleri



Lügat:



Güftâr: Ferheng-i



Gercine-i



K a h i r e 1968.



Ziya,



I-II. İstanbul 1 9 4 4 - 4 6 ,



Taşköprizâde, eş-ŞekâHk



I-III, İstanbul 1 9 8 4 .



Taşköprizâde



Şengel, İlâhîler Süyûtî, el-İtkân (Beyrut)



Târîlju'r-rusül Kahire 1 9 6 0 - 7 0



D ı m a ş k , ts. (Dârü'l-Fikr).



Şem'dânîzâde,



M u h a m m e d b. Cerîr et-TSberî. (nşr. Muhammed Ebü'l-Fazl), I-XI,



Vekâyiu'l-fuzalâ



Muğni'l-muhtâc



ve'n-nihal



(nşr. M. Seyyid Kîlânî), I-II,



Buğyetü'l-vu'ât tabakâti'l-luğaviyyîn



'l-'Arabî,



Şîrâzî, Tabakâtü'l-fukahff



Sübkî, Tabakât



'l-mülûk



(nşr. M. |. de Goeje), I-III,



Kahire 1 3 7 9 / 1 9 5 9 - 6 0 .



Atâullah Efendi.



Kahire 1955;1969.



Taberî, Târih (de Goeje)



Şevki Dayf, Târîhu'l-edeb



Ebû İshak İbrâhim eş-Şîrâzî,



Şânîzâde M e h m e d



âyi'l-Kur'ân



A h m e d M. Şâkir), I-XVI,



'l-ahyâr,



Şîrâzî, el-Mühezzeb



Şânîzâde, Târih



Câmi'u'l-beyân '•an te'vîli



I-VIII, K a h i r e 1 3 9 1 / 1 9 7 1 .



(nşr. Abdülkâdir Özcan), III-VI,



Bulak 1321-26.



(Şâkir)



Muhammed b. Cerîr et-Töberî,



(nşr. Mahmûd M. Şâkir —



Şeyhî, Vek&yiu'l-fuzalâ



Kahire 1359/1940; 1399/1979.



Teberi, Câmicu'l-beyân



Şevkânî, Neylü'l-evtâr



(Dârü'l-Maârif).



M u h a m m e d b. İdrîs eş-Şâfîî.



fi



ve'd-dirâye



I-XXX,



âyi'l-Kur'ân,



Bulak 1 3 2 3 - 2 9 Beyrut 1406-1407/1986-87.



beyne



M u h a m m e d b. İdrîs eş-Şâfiî,



Şâfiî, el-Üm



N e w York 1 9 7 2 .



Tabakâtü



Câmi'u'l-beyân 'an te'vîli



Muhammed b. Ali eş-Şevkânî,



I-VI, Kahire, ts.



(nşr. A h m e d M. Şâkir),



Leipzing 1900;



Deuhatü



Câmihı'l-beyân (Bulak) M u h a m m e d b. Cerîr et-ltıberî,



Şevkânî, Fethu'l-kadîr



Şâfiî, er-Risâle er-Risâle



der



und Ihre



Taberî,



İstanbul 1 9 8 4 .



Târîl}u 'l-edebi



Heinrich Suter,



Araber



Kataloğu)



Şevki Dayf.



S üter, Die Mathematiker



Astronomen



Beyrut 1 4 0 5 / 1 1 9 8 5 .



(ed. Ekmeleddin İhsanoğlu),



el-câmi'



âyi'l-Kur'ân,



(Arapça,



Neylü'l-evtâr



Süyûtî, Tabakâtü'l-huffâz (Ömer)



STY



Sanat



Kütüphaneleri ve Farsça



Muhammed b. Cerîr et-lciberî.



I - X X X , Kahire 1321 - >



Fethu'l-kadîr:



Süyûtî, Tabakâtü'l-huffâz (Lecne)



A Bio-Bibliographical



Türkiyâ:



Tıp Yazmaları



Türkçe



(trc. Accâc Nüveyhid,



Storey, Persian Literatüre



mahtûtâti't-tıbbi'l-İslâmî



Ta beri, Câmfu'l-beyân



İsâmeddin A h m e d Efendi. eş-Şekâ'ikü



TA Türk Ansiklopedisi, Ankara 1943-86.



'n-nu'mâniye



"ulemâ'i'd-devleti'l-'Oşmâniye I-XXXIII,



(nşr. Ahmed Subhi Furat), İstanbul 1 4 0 5 / 1 9 8 5 .







TCTA



TTK Bildiriler



TEt.D



Tanzimat'tan



Türk Etnografya



Cumhuriyet'e



Türkiye



Ansiklopedisi



Dergisi,



Türk Tarih Kongreye



A n k a r a 1956 -



(haz. İletişim Yayınları), l-VI,



Türkçe



Kütüphaneleri Yazmaları Tarih



Tarih-



Katalogları



1:



Turing



(Türkiye



Otomobil



İstanbul 1 3 3 9 - 4 0 .



İstanbul 1 9 3 0 -



TFA



Kurumu)



Türk Folklor



TD Edebiyat



Fakültesi



İstanbul



1949-



Tarih



Dergisi,



Türk



Araştırmaları,



l-XIX,



Kültürü,



Türklük



Bilgisi



Journal



ofTurkish



Türk Dünyası



Araştırmaları,



Kuyûd-ı K a d î m e A r ş i v i ,



TKA



Belleten,



Türk Lügati



İsmail Hakkı Uzunçarşılı.



Üniversitesi



Dil ve Tarih Coğrafya Dergisi,



Araştırmaları,



Ankara 1964 -



TDe.



Türkoloji



Fakültesi



Ankara 1965 -



TDEA Edebiyatı İstanbul 1 9 7 6 -



Ansiklopedisi,



TDED Üniversitesi



Edebiyat



Fakültesi



Türk Dili ve Edebiyatı



Türk



İstanbul 1946 -



Ankara 1952 -



Türk



Vesikaları,



Yurdu,



İstanbul 1 9 1 1 -



İstanbul



Üniversitesi



TYDK



Edebiyat



Fakültesi



İstanbul



Türkiyat



Mecmuası,



Yazma Divanlar



Dergisi,



Kataloğu,



Mecmuası,



Tomar-Halvetiyye



Müderris-i Tebrîzî,



M. Sâdık Vıcdânî. Turuk-ı



Jahrbücher,



Halvetiyye



Tecrid Tercemesi



İstanbul 1 3 3 8 - 4 1 .



Buhâri



Tecrıd-i



Sarih



Tercemesi



ve



Şerhi,



I-III (trc. Ahmed Naim);



Silsilerıâmesi,



IV-XII (trc. Kâmil Miras),



Abdülkâdir Töre, Türk Musikîsi İlâhîler(nşr.



Klâsiklerinden Yusuf Ömürlü), V-VII,



İstanbul 1 9 8 4 - 8 9 .



A n k a r a 1970.



İstanbul



Üniversitesi



Edebiyat



Fakültesi



Tarih Enstitüsü



Dergisi,



İstanbul 1 9 7 0 -



Tarih ve



Toplum,



İstanbul 1 9 8 4 -



Tehânevî, Keşşaf



Ankara



ıştıiâhâti'l-fünûn,I-II,



TTK Belleten



Kalküta 1 8 6 2



Türk Tarih Kurumu A n k a r a 1937 -



M u h a m m e d b. Ömer el-Vâkıdî, Kitâbü'l-MeğSzî (nşr. M. lones), I-III, London 1965-66.



Kitabü'd-Du'afâ'i'l-kebîr(nşr,



Vâsıf, Târih A h m e d Vâsıf Efendi,



I-IV, B e y r u t 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



Târih, I-II, İstanbul 1219.



Ullmann. Die Medizin



Vâsıf, Târih (İlgürel)



Manfred Ullmann.



A h m e d Vâsıf Efendi,



Die Medizin



Mehâsinü'l-âsâr



im



islam,



Leiden 1970.



ahbâr(nşr.



ve



hakâiku'l-



Mücteba İlgürel),



İstanbul 1 9 7 8 .



Saruhan



VD



M. Çağatay Uluçay,



Vakıflar



XVII. Asırda



İstanbul/Ankara 1 9 3 8 -



Saruhan'da



ve Halk



Dergisi,



Hareketleri,



Wensinck. el-Muccem Belgeler,



1964-



İstanbul 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



islâmiyye,



İstanbul 1 9 4 1 , 1944.



Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfü



Ankara 1945.



Abdülmu'tî Emin Kal'acî),



Eşkıyalık



TTK Belgeler Türk Tarih Kurumu



Devleti'nin Teşkilâtı,



Vâkıdî, el-Meğazî Ma'ârif-i



Uluçay, XVII. Asırda



TT



TED



Osmanlı Saray



M u h a m m e d b. A m r b. Mûsâ,



Töre, İlâhîler



Muhtasarı



1952-



Ukaylî, ed-Dıfafff



Aliyye'den



Tahran 1 3 2 8 - 3 3 hş.



Sahih-i



Tarihi, I-IV,



Osmanlı



Ankara 1947-59.



İsmail Hakkı Uzunçarşılı.



Pencap 1964 -



M u h a m m e d Alî-yi



A h m e d ez-Zebîdî,



l-IV,



UAJ



Urdu Dâ'ire-i



İstanbul 1 9 1 0 - 2 3 .



Tomar-ı



Türkçe



UDMİ



Osmânî



Encümeni



'l-edeb, I-IV,



Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi İsmail Hakkı Uzunçarşılı,



Kütüphaneleri



Ural-Altaische



Reyhânetü'l-edeb



Reyhânetü



Teşkilâtı,



İstanbul 1 9 4 7 - 7 6 .



TOEM



Ttebrîzî,



Devletinin ve Bahriye



Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı



Türk Musikisi



Târîh-i



Osmanlı



Ankara 1948.



Berlin/Wiesbaden



Türk Dili, A n k a r a 1951 -



Teşkilâtına



Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye



TY



İstanbul 1 9 4 7 - 5 2 .



TDl.



Devleti



A n k a r a 1941.



Merkez



Bülteni,



TMD Dergisi,



Osmanlı Medhal,



İsmail Hakkı Uzunçarşılı,



Tarih



İstanbul 1 9 2 5 -



İstanbul



İstanbul 1 9 3 9 - 4 3 , 1977.



İstanbul 1 9 4 1 - 6 1 .



Kütüphaneciler



I-II,



İsmail Hakkı Uzunçarşılı,



Tarihi, I-V,



TKDB Derneği



Teşkilâtından



Ocakları,



Uzunçarşılı, Medhal



Türkiye Maarif Tarihi Maarif



Devleti



Ankara 1943.



TV



TM



Türk Dili ve



Osmanlı Kapukulu



I-II,



III-IV, İstanbul 1 9 4 3 - 4 5 .



Türkiye



Türk Kültürü



1953-



A n k a r a 1937, 1 9 6 9 .



Devletleri,



Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları



Osman [Nuri] Ergin,



Araştırmaları



Ankara



Ankara.



Tahrir Defterleri,



TDAY Belleten Yıllığı



/



Studies,



İstanbul 1 9 2 7 - 2 8 ;



T a p u - K a d a s t r o G e n e l Müdürlüğü



İstanbul 1 9 7 9 -



Ankara



Araştırmaları



ve



Karakoyunlu



Harvard 1977 -



Türk Lügati,



TK ,TD



Beylikleri



Akkoyunlu,



Hüseyin Kâzım Kadri,



Ankara 1 9 6 2 -



TDA



Kızları,



İsmail Hakkı Uzunçarşılı.



TK



Üniversitesi



ve



Uzunçarşıtı, Anadolu Beylikleri



ve



Belleteni,



TUBA



İstanbul 1 9 4 9 - 7 9 .



Türk Dili



Turing



(trc. Ali Suad|. II-III,



Anadolu



İstanbul 1 9 4 3 - 5 1 .



Kadınları



TTOK Belleteni



Asya



Yazmaları,



1. fas. sy. 1 - 1 0 ,



İstanbul



Padişahların



Ankara 1980.



Charles Texier, Küçük



Kadınları



M. Çağatay Uluçay,



Bildiriler,



Ankara.



TCYK Coğrafya



Sunulan



Texler, Küçük Asya



İstanbul 1 9 8 5 .



istanbul



Uluçay, Padişahların



Kongresi,



Belleten,



Uluçay, XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan



A. J. Vfensinck v.dğr.,



M. Çağatay Uluçay.



li-elfâzi 'l-hadîşi



XVIII. ve XIX.



L e i d e n 1 9 3 6 - 6 9 , VIII:



Saruhan'da



Asırlarda Eşkıyalık



Halk Hareketleri,



ve



İstanbul 1955.



el-Mu'cemü



'l-müfehres 'n-nebevî,



I-VII,



fehâris



(haz. W. Raven -1.1. Witkam), Leiden 1988.



Yüksel, Osmanlı Mi'mârîsi V



Zehebî, el-Kâşif M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî,



Muhammed b. Ömer



Berlin/Leiden 1 9 1 3 -



İ. Aydın Yüksel.



el-Kâşif fi ma'rifeti



ez-Zemahşerî,



WZKM



II. Bâyezid-Yavuz



m Die Welt des



Islams,



Osmanlı



Wiener



Zeitschrift



Kunde



des



für



Mi'mârisinde Selim



rivâye Devri



(886-926/1481-1520),



die



İstanbul 1 9 8 3 .



Morgerılandes,



ft'l



Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire) men



lehû



el-Keşşâf



kütübi's-sitte



(nşr. izzet Ali Atıyye -



'an hakâ'ikı



Mûsâ el-Mûşâ)



ve'uyûni'l-ekâvîl



I-III, K a h i r e 1972.



fî vücühi't-te'vîl,



Wien 1887 -



Zâkir Şükrü, Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi) Zâkir Şükrî Efendi,



Abdullah b. Es'ad.el-Yâfiî,



Die



Mir'âtü'l-cenân ve







I-IV,



Haydarâbâd 1 3 3 4 - 3 9 , 1390/1970.



Yahyâ b. Maîn, et-Târih



Ihre



Mecmua-i



(nşr. Ahmed Muhammed Nur Seyf), I-IV, M e k k e 1 3 9 9 / 1 9 7 9 .



A h m e d b. İshak b. Ca'fer. M. |. de Goeje), L e i d e n 1 8 9 2 .



Ya'kübî, Târih A h m e d b. İshak b. Ca'fer,



Zeitschrift



der



Deutschen



Morgenlândischen



Gesellschaft, 1846-



Zebîdî, cİkd



(el-Medhalü



'l-İslâmî



fî şevbihi



'l-fıkhiyyü



Bedreddin Muhammed 'n-nebeviyye;



a.e.: el-Meğâzî;



b. Abdullah ez-Zerkeşî.



a.e.:



el-Burhân



fi\ılümi'l-Kur'ân



'Ahdü'l-hulefâ'i'r-râşidîn;



(nşr. Muhammed Ebü'l-Fazl), I-IV,



a.e.: sene...



Kahire 1376-77/1957-58.



(nşr.



Ziriklî, el-AHâm Hayreddin ez-Ziriklî,



(M. Tancî nüshası fotokopisi),



Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz



İ S A M Ktp., nr. 4 6 2 2 .



Kahire 1373-78/1954-59.



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî,



'ş-şemîn



İthâfü 's-sâdeti bi-şerhi



'l-muttekin



esrârı



İhyâ'i'ulümi'd-dîn,



I-X, K a h i r e 1 3 1 1 .



el-A'lâm:



Kâmüsü



terâcim,



Tezkiretü'l-fıuffâz,l-lV,



Ziriklî, el-AHâm (Fethullah)



Haydarâbâd 1375-77/1955-58.



Hayreddin ez-Ziriklî.



Zemahşerî, el-Keşşâf (Beyrut)



(nşr. Züheyr Fethullah), I-VIII,



M u h a m m e d b. Ömer



Beyrut 1984.



el-A'lâm:



Zehebî, tflâmü'n-nübelâ'



el-Keşşâf



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî,



'an hakâ'ikı



Siyeru



ve



a'lâmi'n-nübelâ'



Kâmüsü



terâcim



Zübeyri, Nesebü Kureyş ğavâmizi't-tenzîl



Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî, Nesebü



'uyüni'l-ekâvîl



Kureyş



(nşr. E. Levi-Provençal),



I-IV



(nşr. Şuayb el-Arnaût v.dğr.), I-XXIII,



fi vücühi't-te'vîl,



Beyrut 1401-1405/ 1981-85.



Beyrut 1366/1947 (Zeylinde:



K a h i r e 1 9 5 3 , 1961, 1 9 8 2 .



1-Ahmed M ü n î r



Yâküt b. Abdullah el-Hamevî,



Zühaylî. el-Fıkhü'l-İslâmî



Zehebî, el-İber



el-iskenderî,



(nşr. Ahmed Ferîd Rifâî), I - X X



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî,



2- İbn Hacer,



Kahire 1 3 5 5 - 5 7 / 1 9 3 6 - 3 8 - >



el-'lber



Beyrut, ts.



(nşr. Ebû Hâcer Muhammed Saîd),



4- M u h a m m e d el-Merzûkî,



I-VIII, D ı m a ş k 1404/1984,



(Dâru İhyâl't-türâsi'l-Arabî).



l-V, B e y r u t 1 4 0 5 / 1 9 8 5 .



Müşâhîdü



1405/1985.



'l-erîb



I-X,



ez-Zemahşerî,



Yâküt, Mıfcemü'l-büldân



Mu'cemü'i-üdebâİrşâdü



fi haberi



I-III,



Zerkeşî, el-Burhân



Beşşâr Avvâd Ma'rûf v.dğr.),



'İkdü 'l-cevheri



'l-cedîd



'l-'âm),



Beyrut 1407/1987 -



(Dâru Sâdır).



Yâküt, Mıfcemü'l-üdebâ?



el-Fıkhü



Kahire 1382/1963.



Ömer Abdüsselâm T e d m û r î -



L e i d e n 1 8 8 3 —> B e y r u t , ts.



I-V,



(nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), I-IV,



es-Sîretü



(nşr. M. Th. Houtsma), I-II,



'l-büldân,



nakdi'r-ricâl



Târîhu'l-İslâm:



M u h a m m e d Murtazâ ez-Zebîdî,



Beyrut 1 9 5 7 .



Mustafa A h m e d ez-Zerkâ,



fi



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî.



Zebîdî, İthâfü's-sâde



Mu'cemü



Zerkâ, el-Fıkhü'l-Islâmî



Mîzânü'l-i'tidâl



Zehebî, Târîhu'l-İslâm: - ...



Târîhu'l-Ya'kübî



Yâküt b. Abdullah el-Hamevî.



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî,



K. Kreiser), F r e i b u r g 1980.



Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî,



(nşr.



Beyrut, ts. (Dârü'I-Ma'rife).



(nşr. M. Serhan Tayşi -



Leipzig/Wiesbaden



Ya'kübî, Kitâbü'l-Büldân



Zehebî, Mîzânü'l-iHidâl



Dımaşk 1958, 1967-68.



Tekâyâ



ZDMG



et-Târih



'l-Büldân



und



Scheiche:



yu'teberu



miri havadişi'z-zamân,



Kitâbü



Istanbuler



Derıvisch-Konvente



Ibretü'l-yakzân



Yahyâ b. Maîn,



I-IV,



Kahire 1387/1968



Yâfiî, Mir°âtü'l-cenân



fi ma'rifeti



ğavâmizi't-tenzîl



men



ğaber



el-İnsâf,



Vehbe ez-Zühaylî,



el-Kâfı'ş-şâf,



3- Muhammed el-Merzûkî, 'l-İnsâf).



Haşiye,



el-Fıkhü



'l-İslâmî



ve



edilletüh,



14. CİLTTE MADDESİ B U L U N A N Y A Z A R L A R



A B D Ü L H Â D f M U H A M M E D , H Ü S E Y İ N Dr. CÂMİATÜ'1-İMÂM M U H A M M E D b. S U Û D KÜLLİYYETÜ'ş-ŞERfA SUUDİ A R A B İ S T A N A B D Ü L K A D İ R O Ğ L U , A B D Ü L K E R İ M , Prof.Dr GAZİ ÜNİVERSİTESİ GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ AKAKUŞ, RECEP DİYANET İŞLERİ B A Ş K A N L I Ğ I DİN İŞLERİ Y Ü K S E K KURULU ÜYESİ (EMEKLİ) AKALIN, Ş E B N E M (M.A.) SADBERK HANIM MÜZESİ İSTANBUL A K G Ü N D Ü Z , A H M E T , Prof.Dr. D U M L U P I N A R ÜNİVERSİTESİ İKTİSADÎ ve İDARf B İ L İ M L E R FAKÜLTESİ A K K U Ş , M E H M E T , Doç.Dr. ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ AKPINAR, CEMİL TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ A K P I N A R , T U R G U T , Dr. ARAŞTIRMACI-YAZAR AKSOY, H A S A N , Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ A K T A N , H A M Z A , Prof.Dr. ATATÜRK Ü N İ V E R S İ T E S İ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ A K Ü N , Ö M E R F A R U K , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ) ALBAYRAK, NURETTİN TÜRKİYE DİYANET VAKFİ İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ A L G A R , H A M İ D, P r o f . D r . UNIVERSITY O F CALIFORNIA D E P A R T M E N T OF N E AR E A S T E R N STUDİES BERKELEY/USA



A T A R , F A H R E T T İ N , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Ç E L İ K , H Ü S E Y İ N , Y . D o ç Dr. YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



A T A S E V E N , A S A F , Prof.Dr. VAKIF GURABA H A S T A H A N E S İ



Ç E T İ N , A B D U R R A H M A N , Prof.Dr. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



A T Ç E K E N , Z E K İ , Y. D o ç . D r . S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ A T E Ş , S Ü L E Y M A N , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ A Y Ç A N , İRFAN, Doç.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ AZAMAT, NİHAT M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ B A L İ Ç , İ S M A İ L , Dr. TARİHÇİ-YAZAR AVUSTURYA B A R D A K O Ğ L U , A L İ , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ B A Ş A R A N , S E L M A N , Prof.Dr. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM) BAYINDIR, A B D Ü L A Z İ Z , Doç.Dr. İSTANBUL MÜFTÜLÜĞÜ BEBEK, A D İ L , Y.Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ BEKSAÇ, A. E N G İ N , Y.Doç.Dr. TRAKYA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ B İ L G İ N , O R H A N , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ BİRİNCİ, ALİ, Doç.Dr. POLİS A K A D E M İ S İ ANKARA



A L P A R S L A N , A L İ , Prof.Dr. İSTANBUL Ü N İ V E R S İ T E S İ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ)



BOLAY, S Ü L E Y M A N H A Y R İ , Prof.Dr. HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



A L T I K U L A Ç , T A Y Y A R , Dr. T B M M İSTANBUL MİLLETVEKİLİ



BOSTAN, İDRİS, Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



A L T U N , A R A , Prof.Dr. İSTANBUL Ü N İ V E R S İ T E S İ EDEBİYAT FAKÜLTESİ A N A R , SUAT, P r o f . D r . M İ M A R S İ N A N ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ A N S A R I , A. S. B A Z M E E M E M B E R EXECUTIVE C O M M I T T E E E N C Y L O P E D I A OF İ S L A M PAKİSTAN (MERHUM)



B U D A K , M U S T A F A , Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ C E R R A H O G L U , İ S M A İ L , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ) Ç A Ğ R I C I , M U S T A F A , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



A P A Y D I N , H. Y U N U S , D o ç . D r . ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Ç A M , N U S R E T , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



A R U Ç İ , M U H A M M E D , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ



Ç E L E B İ , İLYAS, Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



Ç E T İ N , A T İ L L A , Prof.Dr. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ Ç O R U H L U , T Ü L İ N , Dr. ASKERÎ MÜZE İSTANBUL Ç U B U K Ç U , A S R İ , Prof.Dr. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ D E M İ R K E N T , I Ş I N , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ D E R D İ Y O K , İ. Ç E T İ N , Y. D o ç . D r . ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ D İ K İ C İ , RECEP, D o ç . D r . S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ D İ Z E R , M U A M M E R , Prof.Dr. BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ, KANDİLLİ RASATHANESİ D E P R E M ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ (MERHUM) D U M A N , M . Z E K İ , Prof.Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DURMUŞ, İSMAİL, Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ D U R S U N , DAVUT, Doç.Dr. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ İKTİSADÎ ve İDARÎ B İ L İ M L E R FAKÜLTESİ E F E N D İ Z A D E , O K T A Y , Dr. AZERBAYCAN BİLİMLER A K A D E M İ S İ TARİH ENSTİTÜSÜ E K M E N , G Ü L D E N İ Z , Dr. TÜRK MÛSİKİSİ DEVLET KONSERVATUVARI E M E C E N , F E R İ D U N , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ E R D E M , H Ü S A M E D D İ N , Prof.Dr. S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ E R D E M İ R , A Y Ş E G Ü L D E M İ R H A N , Prof.Dr. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ E R E N , H A S A N , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ (EMEKLİ) ERGUNER, SÜLEYMAN İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TÜRK MÛSİKİSİ DEVLET KONSERVETUVARI E R İ N Ç , SIRRI, Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ DENİZ BİLİMLERİ ve COĞRAFYA ENSTİTÜSÜ (EMEKLİ)



E R K A N , M U S T A F A , Dr. İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TÜRK M Û S İ K İ S İ DEVLET KONSERVATUVARI



H A T İ B O Ğ L U , M E H M E T S „ Prof.Dr. A N K A R A ÜN İVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K Ö K E R , A H M E T H U L U S İ , Prof.Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ



ERTAN, VELİ M A R M A R A Ü N İVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



IŞIK, E M İ N , Y. D o ç . D r . M A R M A R A Ü N İVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K Ö S E , A L İ , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ



İ N A L C I K , H A L İ L , Prof.Dr. BİLKENT ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



KÖSE, SAFFET, Y.Doç.Dr. S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



İPŞİRLİ, M E H M E T , Prof.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



KÖŞE, A B D U L L A H İSTANBULÜNİVERSİTESİ TIP TARİHİ ENSTİTÜSÜ



K A Ç A L İ N , M U S T A F A S., Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK EĞİTİM FAKÜLTESİ



K U R N A Z , C E M A L , Prof.Dr. GAZİ ÜNİVERSİTESİ GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ



K A H R A M A N , K E M A L , Y.Doç.Dr. YÜZÜNCÜ YIL Ü N İ V E R S İ T E S İ EĞİTİM FAKÜLTESİ



K U R Ş U N , ZEKERİYA, Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



K A L L E K , C E N G İ Z , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ



KURTULUŞ, RİZA TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ



K A N A R , M E H M E T , Doç.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



K U T L U E R , İ L H A N , Y.Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K A N D E M İ R , M . Y A Ş A R , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K U Z G U N , Ş A B A N , Prof.Dr. FIRAT ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K A P A R , M E H M E T A L İ , Doç.Dr. S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



K Ü T Ü K O Ğ L U , M Ü B A H A T S „ Prof.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



K A R A , M U S T A F A , Prof.Dr. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



L A N D A U , JACOB M „ Prof.Dr. DEPARTMENT OF POLITICAL S C I E N C E THE H E B R E W UNIVERSITY 1ERUSALEM/ISRAEL



E R T U Ğ R U L , Ö Z K A N , Y. D o ç . D r . TRAKYA Ü N İ V E R S İ T E S İ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ E R T U Ğ R U L , S E L D A (M. A.), TRAKYA Ü N İ V E R S İ T E S İ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ E R T Ü R K , M U S T A F A , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ E R Ü N S A L , İ S M A İ L E., Prof.Dr. M A R M A R A Ü N İVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ E S K İ C İ O Ğ L U , O S M A N , Doç.Dr. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ EYİCE, SEMAVİ, Prof.Dr İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ) F A U Q , H A N I F , Prof.Dr. DEPARTMANT OF URDU UNIVERSITY OF KARACHİ PAKİSTAN F A Y D A , M U S T A F A , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ FAZLIOĞLU, İHSAN İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ F E R R A R D , C H R 1 S T O P H E R , Dr. ARAŞTI RMACI-YAZAR İNGİLTERE al-GHAZALI, M U H A M M A D I S L A M İ C R E S E A R C H INSTITUTE ISLAMABAD/PAKISTAN G Ö Ç G Ü N , Ö N D E R , Prof.Dr. DİCLE ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ö K S O Y , İ S M A İ L H A K K I , Y. D o ç . D r . SÜLEYMAN DEMİRELÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ö R G Ü N , H İ L A L , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFİ İSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ G Ö R G Ü N , T A H S İ N , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI MERKEZİ GÖZÜBÜYÜK, İBRAHİM NESİMİ ANKARA G Ü Ç , A H M E T , Y. D o ç . D r . ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ü N D Ü Z , İ R F A N , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ G Ü N G Ö R , Ş E Y M A , Doç.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



KARAÇAM, FERMAN TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ KARAKAYA, ENİS (M.A.) TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ K A R A M A N L I , H Ü S A M E T T İ N M „ Doç.Dr. A Z E R B A Y C A N BİLİMLER A K A D E M E S İ ŞARKİYAT ENSTİTÜSÜ K A Y A , M A H M U T , Prof.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ K E S K İ N , Y U S U F ZİYA HARRAN ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ K I E L , M A C H I E L , Prof.Dr. A R K E O L O G - S A N A T TARİHÇİSİ BONN/ALMANYA K I L A V U Z , A H M E T S A İ M , Prof.Dr. U L U D A Ğ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ KILIÇ, H U L U S İ , Doç.Dr. ULUDAĞ Ü N İ V E R S İ T E S İ İLÂHİYATFAKÜLTESİ K O C A , F E R H A T , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ K O Ç A K , M U H S İ N , Doç.Dr. O N D O K U Z M A Y I S ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



GÜRAN, KEMAL TÜRKİYE DİYANET VAKFI



K O Ç K U Z U , A L İ O S M A N , Prof.Dr. S E L Ç U K ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ



H A R M A N , Ö M E R F A R U K , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



K O N U K Ç U , E N V E R , Prof.Dr. ATATÜRK Ü N İ V E R S İ T E S İ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



M A D A Z L I , A H M E T , Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYATFAKÜLTESİ M E R Ç İ L , E R D O Ğ A N , Prof.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ MİSBÂHÎ, M U H A M M E D CÂMİATÜ M U H A M M E D el-HÂMİS KÜLLİYETÜ'1-ÂDÂB ve'l-ULÛMİ'l-İNSÂNİYYE RABAT/FAS MUTLU, AHMET ARAŞTI RMACI-YAZAR İSTANBUL N İ Z A M I , K.A., Prof.Dr. AL1GARH M Ü S L İ M UNIVERSITY DEPARTMENT OF HİSTORY AL1GARH/INDIA N U H O Ğ L U , H İ D A Y E T Y A V U Z , Dr. İ S L Â M TARİH, SANAT ve KÜLTÜR ARAŞTIRMA M E R K E Z İ (IRCICA) O C A K , A H M E T Y A Ş A R , Prof.Dr. HACETTEPE Ü N İ V E R S İ T E S İ EDEBİYAT FAKÜLTESİ O K A Y , M . O R H A N , Prof.Dr. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ OMERD1C, M U H A R E M R1IASET 1SLAMSKE Z A I E D N I C E BIH - SARAIEVO BOSNA i HERCEGOVİNA O N A T , H A S A N , Prof.Dr. A N KARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ O R H O N L U , C E N G İ Z , Prof.Dr. İSTANBULÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



O R T A Y L I , İ L B E R , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ



S E V G İ , H. A H M E T , Y.Doç.Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ



T U N C E L , M E T İ N , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



Ö Ğ Ü T , S A L İ M , Y. D o ç Dr. GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÇORUM İLAHİYAT FAKÜLTESİ



S E Z G İ N , BEKİR SITKI İ S T A N B U L TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TÜRK MUSİKİSİ DEVLET K O N S E R V E T U V A R I (MERHUM)



T U R A N , İ L H A M İ , Prof Dr. M İ M A R S İ N A N ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ



Ö Z A Y D I N , A B D Ü L K E R İ M , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ



.



Ö Z C A N , A B D Ü L K A D İ R , Prof.Dr. M İ M A R S İ N A N ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ Ö Z C A N , N U R İ , Y.Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ö Z D E M İ R , M E H M E T , D o ç . Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ö Z E L , AHMET, Doç.Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ARAŞTIRMALARI M E R K E Z İ Ö Z E N , Ş Ü K R Ü , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ Ö Z G Ü M Ü Ş , ÜZLİFAT, Dr. SANAT TARİHÇİSİ İSTANBUL Ö Z K A N , İSMAİL HAKKI İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ DEVLET KONSERVETUVARI Ö Z K A N , M U S T A F A , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ Ö Z K U Y U M C U , N A D İ R , Y.Doç.Dr. CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ PELIDIJA, E N E S , Prof.Dr. UNIVERZITET SARAIEVO FILOZOFSKI FAKULTET - SARAIEVO BOSNA i H E R C E G O V I N A RIDVANOĞLU, MAHMUT ARAŞTIRMACI -YAZAR HOLLANDA R I Z V I , S A I Y I D A T H A R A B B A S , Prof.Dr. AUSTRALIEN NATIONAL UNIVERSITY C A N B E R R A - AÜSTRALIA (MERHUM) S A D I K O Ğ L U , S A S A N İ Ç İ N G İ Z , Doç.Dr. AZERBAYCAN İLÂHİYAT ENSTİTÜSÜ S A R I , M E H M E T A L İ , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ SAR1CAOĞLU, FİKRET İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ S A V İ , S A İ M E İ N A L , Prof.Dr. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ S C H M I E D E , H. A H M E D , Dr. ARAŞTI RMACI-YAZAR BERLİN/ALMANYA S E R İ N , M U H İ D D İ N , Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ



S I D D I O U I , I Û T I D A R H U S A I N , Prof.Dr. AL1GARH M Ü S L İ M UNIVERSITY D E P A R T M E N T OF HİSTORY ALIGARH/INDIA SİFİL, E B U B E K İ R ARAŞT1RMACI-YAZAR ANKARA S Ö N M E Z , Z E K İ , Y. D o ç Dr. M İ M A R S İ N A N ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ ŞAHİN, KÂMİL İLÂHİYATÇI-YAZAR ANKARA Ş A K İ R O Ğ L U , M A H M U T H „ Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ ŞENEL, SÜLEYMAN İ S T A N B U L TEKNİK ÜNİVERSİTESİ TÜRK MÛSİKİSİ DEVLET KONSERVETUVARI , Ş E N E R , M E H M E T , Prof.Dr. D O K U Z EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ş E N T Ü R K , M. HÜDAİ, Y.Doç.Dr. S A K A R Y A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ T A N E R İ , A Y D I N , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ T A N M A N , BAHA, Doç.Dr. İ S T A N B U L ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ TANRİ KORUR, BARİHÜDA ARAŞTI RMACI-YAZAR İSTANBUL T E R Z İ , M U S T A F A Z E K İ , Doç.Dr. O N D O K U Z MAYIS ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ T O K M A K , A . N A C İ , Prof.Dr. İ S T A N B U L ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ T O P A L O Ğ L U , B E K İ R , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ T O P A L O Ğ L U , N U R İ , Dr. D O K U Z EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ TOPDEMİR, HÜSEYİN GAZİ A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ TRALIİC, M A H M Û D FAKULTET 1SLAMSKIH NAUKA - S A R A I E V O B O S N A i HERCEGOVINA T U K İ N , C E M A L , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (MERHUM)



U L U Ç A M , A B D Ü S S E L Â M , Prof.Dr. YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ U L U D A Ğ , S Ü L E Y M A N , Prof.Dr. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ UNAT, YAVUZ A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİ USLU, RECEP TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ U Z U N , M U S T A F A , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Ü N V E R , İ S M A İ L , Prof.Dr. A N K A R A ÜNİVERSİTESİ DİL ve TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ Ü R E K L İ , M U Z A F F E R , Y.Doç.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ V A R L I K , M U S T A F A Ç E T İ N , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ Y A R A N , R A H M İ , Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YAVAŞ, D O Ğ A N İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ Y A V U Z , Y U S U F Ş E V K İ , Prof.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Y A Y L A , M U S T A F A , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ Y A Z I C I , T A H S İ N , Prof.Dr. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ (EMEKLİ) Y E L , A L İ M U R A T , Dr. TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ YENİÇERİ, C E L A L , Doç.Dr. M A R M A R A ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ YETİK, E R H A N , Y.Doç.Dr. O N D O K U Z MAYIS ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Y I L M A Z , K Â Ş İ F , Dr. TRAKYA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ Y U V A L I , A B D Ü L K A D İ R , Prof.Dr. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ



GELİBOLU



GELİBOLU ^



Çanakkale iline bağlı ilçe merkezi.



^



Aynı adı taşıyan yarımadanın kuzeydoğu kesiminde Çanakkale Boğazı'nın kuzey giriş kısmında, denize doğru uzanan bir yüksekliğin üzerinde kurulmuştur. Şehrin ve yarımadanın adının "gemi şehri, güzel şehir" yahut "Galyalılar'ın şehri" anlamındaki Kallipolis veya Gallipolis'ten geldiği belirtilir. Ancak bu adın menşei hakkında kesin bilgi yoktur. Şehir, XIV. yüzyılın başlarından itibaren bu bölgeye yönelik akınlarda bulunan Türkmen beylikleri tarafından Gelibolu adıyla anılmıştır. Aydınoğulları tarihini ihtiva eden Düstûrnâme'de "Gelibolı" şeklinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Kemalpaşazâde Gelibolu'nun adı ve kuruluşu hakkında bilgi verirken buranın asıl adının "Kalipoli" olduğu, "poli'nin Rumca şehir, "Kali'nin ise Bolayır tekfurunun kızının isminden geldiği söylentisine yer verir (Teuârîh-iÂl-i Osmân, II, 126). Tarih. Kimler tarafından ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgiye rastlanmayan şehir civarında ilk yerleşmenin Traklar'ca gerçekleştirildiği sanılmaktadır. Daha sonra Foçalılar ve Miletliler'in bu bölgede kolonileri olduğu belirtilir. Ancak bu devirlerde bu isimde bir yerleşme yerine rastlanmamaktadır. Yanmada tarih boyunca birçok kavmin güzergâhı olması dolayısıyla stratejik noktalarda bazı istihkâmlar kurulmuş olmalıdır. Gelibolu yöresinde yapılan araştırmalarda birtakım antik kalıntılar şehrin 16 km. doğusunda Duran çiftlik kesiminde bulunmuştur. Muhtemelen Gelibolu bugünkü yerinde Roma idaresi döneminde bir kale olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Şehir Romalılar'Ia Pontuslular arasındaki çekişmede önemli rol oynadı. Bizans idaresi altında iken önce Gotlar'ın, ardından da Hunlar'ın saldırılarına uğradı. 441'de Trakya bölgesine inen bir Hun ordusunun tahrip ettiği şehirler arasında Gelibolu da zikredilir. Bizans İmparatoru I. Iustinianos tarafından tamir ettirilen kale zamanla önemli bir liman ve ticaret merkezi haline geldi. Arap ordularının İstanbul'a yönelik seferlerinden bu bölge de etkilendi. Haçlı ordularının buradan geçerek Anadolu'ya ulaştıkları Gelibolu 1204'te



Latinler'in idaresi altına girdi. Bir süre sonra İznik İmparatoru III. Ioannes tarafından geri alındı (1235). Bizans'ın son dönemlerinde Ege ve Marmara kıyılarında faaliyet göstermeye başlayan Türkmen beylikleri Gelibolu yarımdasını da hedef aldılar. Bu arada Batı Anadolu'daki beyliklerle mücadele etmek üzere Bizanslılar'ca getirtilen Katalanlar Anadolu'daki faaliyetlerinden sonra ( 1 3 0 4 ) Gelibolu'ya yerleştiler ve bir süre burada kaldılar. Atina'ya çekilmelerine kadar Trakya'daki faaliyetleri ve Bizans'la mücadeleleri sırasında, Ece Halil idaresindeki 500 Karesili Türkmen onlarla birlikte hareket etmiş ve kılavuzlukta bulunmuştu. 1320'lerde Bizans donanması için önemli bir üs niteliği kazanan Gelibolu, 1331 veya 1332'de Aydın Beyi Gazi Umur Bey idaresindeki donanmanın başlıca hedefi oldu. Umur Bey ve müttefiki Saruhanoğlu'nun saldırıları sonuçsuz kaldıysa da bu kuvvetler Gelibolu limanı yakınındaki Lazgölhisarı mevkiinde tutunmayı başardı. Fakat bu uzun süreli olmadı. Daha sonra Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa idaresindeki Osmanlı kuvvetleri İmparator Kantakuzenos'un müttefiki sıfatıyla yarımadaya geldiler ( 7 5 3 / 1352). Bizans kuvvetleriyle birlikte Sırp ve Bulgarlar'a karşı mücadele eden Süleyman Paşa'ya Çimbihisarı üs olarak verildi. Burası Osmanlılar için bir dayanak noktası oluşturdu. Müstakil hareket etmeye başlayan Süleyman Paşa bir taraftan Trakya'ya, diğer taraftan Gelibolu yönüne akınlarda bulundu. Gelibolu abluka altına alındı. Bizanslılar haraç vermek şartıyla Osmanlılar'ı bölgeden uzaklaştırmaya çalışırken 2 Mart 1354'te meydana gelen şiddetli zelzele surların yıkılmasına ve şehrin harap olmasına yol açtı. Halkın bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı da soğuk ve kıtlık yüzünden buradan kaçtı. Osmanlılar savunmasız ve boş şehri kolayca elde ettiler. Bu haberi duyan Süleyman Paşa Biga'dan buraya geldi ve kaleyi yeniden onartıp tahkim etti. Anadolu'dan Türk nüfus getirilip şehre yerleştirildi. Osmanlı hâkimiyetinde Gelibolu, Trakya ve Balkanlar'a yönelik akınlarda önemli bir harekât üssü oldu. Hatta ilk Paşa sancağının merkezi de burası idi. Süleyman Paşa 1357'de ölünce bir cami ve imaret yaptırıp vakıflar tahsis ettiği Bo-



layır'a defnedildi. 13 Ağustos 1366'da Savoy (Savoia) Dükü Amedeo bir Haçlı filosu ile Gelibolu'yu alıp 14 Haziran 1367'de Bizans'a terketti. Bu durum Osmanlıların Balkanlar'la olan bağını kesintiye uğrattıysa da Bizans İmparatoru IV. Andronikos, I. Murad'ın ısrarlı talebi sonucu kaleyi Osmanlılar'a bıraktı. 1376'daki bu ikinci fetihle Gelibolu kati olarak Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. Burası Osmanlı orduları için bir geçit yeri ve deniz üssü olarak önem kazandı. Yıldırım Bayezid kaleyi yeniden tahkim ettirerek limanı genişletti ve iki kule yaptırdı; burayı bir gümrük istasyonu haline getirerek İstanbul'a gidip dönen sivil tüccar gemilerini limana yanaşmaya zorladı. Ticarî menfaatleri oldukça zedelenen Venedikliler şehre yönelik saldırılarda bulundular. Fetret devrindeki karışık ortam onların faaliyetlerine hız verdi. Boğazdan serbest geçiş için Osmanlı şehzadesi Mûsâ ile anlaşma yaptılar; fakat Çelebi Sultan Mehmed döneminde Gelibolu, Osmanlılarla Venedikliler arasında başlıca tartışma konusunu oluşturdu. 1415'te Gelibolu'daki Osmanlı donanması Venediklilerin elindeki adalara saldırdı. Bunun üzerine Loredano idaresindeki Venedik filosu Gelibolu'ya gelerek limanda bulunan Osmanlı donanmasını tahrip etti ( M a y ı s 1416). Venedik kaynaklarına göre 12 Osmanlı gemisi zaptedilmiş, 4000 kişi de öldürülmüştü. Ancak Venedikliler boğazın kontrolünü ellerinde tutamadılar. 1423'te ve 1430'da Venedikliler Gelibolu'ya saldırdılarsa da büyük bir ilerleme sağlayamadılar. Bu arada şehir II. Murad ile amcası Mustafa ( D ü z m e c e ) arasındaki mücadelelerde önemli rol oynadı. Mustafa, kendisine taraftar olan halkın desteğiyle Gelibolu'ya hâkim olmuştu; fakat burayı müttefiki Bizanslılar'a vermemişti. Boğazın sıkı kontrolü, II. Murad'ın Rumeli'ye geçecek vasıta dahi bulamamasına yol açmıştı. Nihayet Ceneviz filosunun yardımıyla Gelibolu yakınına çıkıp şehri ele geçirdi. İstanbul'un fethine kadar önemli bir askerî deniz üssü olma özelliğini koruyan Gelibolu Fâtih Sultan Mehmed döneminde esaslı bir şekilde tahkim edildi. Hatta boğazın ve şehrin korunması için Çanakkale'de giriş kısmında karşılıklı iki hisar yaptırıldı. Böylece hem Ge-



1



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU libolu hem de İstanbul'un müdafaasının Çanakkale Boğazı'ndan başladığı gerçeği tam anlamıyla ortaya çıkmış oldu. Ancak Gelibolu, 1515'te İstanbul'da Haliç Tersanesi'nin devreye girmesiyle giderek deniz üssü olma özelliğini yitirmeye başladı. Yine de deniz seferleri için donanmanın önemli ana merkezlerinden biriydi. I. Ahmed 1613'te şehre gelerek Yazıcızâde Mehmed Efendi'nin, ardından da Bolayır'da Süleyman Paşa'nm türbelerini ziyaret etti. XVII. yüzyılın ikinci yarısına doğru başlayan Girit seferinde yeniden ön plana çıkan şehir, Venediklilerin boğazda başlattığı ablukadan oldukça etkilendi. Venediklilerin abluka faaliyetleri XVII ve XVIII. yüzyıl başlarında da sürdü. 1770'teki Çeşme faciasının ardından boğazlar ve Gelibolu yeni bir tehditle daha karşı karşıya kaldı. 1790'lardan itibaren de Hafız Mustafa adlı bir ayanın nüfuzu altına girdi ve bazı karışıklıklar yaşandı. Asıl büyük tehlike Çanakkale muharebeleri sırasında meydana geldi. Müttefik kuvvetlerin çıkarma harekâtı esnasında bombalandı ve yer yer tahribata uğradı. Bunun ardından 4 Ağustos 1920'de Yunanlılar tarafından işgal edildiyse de 3 Ekim 1922'de terkedildi. Cumhuriyet döneminin başlarında vilâyet merkezi oldu (1923). Bu durum, 1926 yılında 877 sayılı kanunla ilçe merkezi haline dönüştürülmesine kadar sürdü. Fizikî, Kültürel ve Sosyoekonomik Yapı. Gelibolu tarih boyunca Avrupa ile Anadolu arasında önemli bir güzergâh noktası olduğu gibi korunaklı limanı, boğazdan Marmara'ya geçişte ve dolayısıyla İstanbul'a ulaşma yolunda son büyük istasyon olarak da dikkati çekmiştir. Burası Marmara'ya geçişi kontrol eden yerde âdeta İstanbul'un kilidi vasfını taşımaktaydı. 1613'te I. Ahmed'in şehri ziyaretini anlatan Mustafa Sâfı burayı "deryâ-i sefîdin kilidi" şeklinde tarif eder (Zübdetü't- teuârîh, II, vr. 2 4 2 a - 2 4 7 a ) . Bu stratejik önemi şehri, İstanbul'u kontrol altında tutmak ve Balkanlar'a açılmak isteyenler için elde edilmesi gereken bir hedef haline getirmişti. Bizanslılar yanında Karadeniz ve Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Venedikli ve Cenevizliler bu yolda büyük gayret sarfetmişlerdi. Batı Anadolu'daki Türkmen beyliklerinden Karesi ve Aydınoğullan da buraya yönelmişlerdi. Osmanlı hâkimiyetinde şehir bir deniz üssü, geçit yeri ve ticarî merkez oldu. Aynı zamanda Osmanlı Acemi Ocağfnın merkezi de burasıydı. 1394'te H. J. Schiltberger, adını "Kali-



Rumeli beylerbeyi v e Gelibolu s a n c a k beyi olan Sarıca Pasa'nın türbesi - Gelibolu / Çanakkale



poli" şeklinde yazdığı bu şehirden Anadolu'ya geçmiş ve burayı kale-şehir olarak tarif etmiştir (Türkler ue Tatarlar Arasında, s. 100). Nitekim onun buradan geçişinden bir süre önce 1390'da Yıldırım Bayezid'in emriyle Sarıca Paşa kaleyi müstahkem hale getirmiş, limandaki havuzlan temizletmiş, girişini zincirle kapattırmıştı. Osmanlı fethinden çeyrek asır sonra 1403'te Gelibolu'dan geçen Kastilya elçisi Clavijo şehrin Süleyman Çelebi'nin idaresinde olduğunu, Osmanlı harp gemilerinin burada bulunduğunu, büyük tersane ve havuzların yer aldığını belirtir. Clavijo limanda kırk kadar gemi görmüş ve kalede kalabalık askerlerin varlığından da söz etmiştir (Anadolu, Orta Asya ve Timur, s . 36). 1422'de şehri gören G. de Lannoy da buranın büyük bir şehir olduğundan ve limanından bahseder. Gelibolu hakkında en ayrıntılı bilgiler, XV ve XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinde bulunmaktadır. 1475 tarihli deftere göre (İstanbul B e l e d i y e s i Atatürk Kitaplığı, Muallim C e v d e t , TD, nr. 0.79) Gelibolu kırk mahalleli büyük bir şehir durumundaydı. Mahalleleri genellikle bir mescid veya cami etrafında teşekkül etmiş olup en kalabalık olanlarını Sarıca Paşa İmareti, Hacı Hamza, Ahmed Bey, Kırımlı Hızır, Hacı Tanrıvermiş, Sofu Halil ve Suyağı mescidleri mahalleleri oluşturuyordu. Özellikle II. Murad ve II. Mehmed devri vezirlerinden Sarıca Paşa'nm yaptırdığı imaret ( 8 4 6 / 1 4 4 2 - 4 3 ) bir başka önemli yerleşmenin çekirdeğini oluşturmuştu. I. Murad'ın inşa ettirdiği caminin çevresi de önemli yerleşme birimiydi. Mahallelerin birçoğunda müslüman ve gayri müslim nüfus birlikte yaşamaktaydı. Müslüman hâne sayısı otuz dokuz mahallede toplam 860 kadardı. Ayrıca dış mahalle olarak kabul edildiği anlaşılan Kozludere



köyünde otuz dört hâne daha bulunuyordu. Şehirde dört hâne kadar hepsi Türkçe ad taşıyan "Ermeniyan cemaati" vardı. Otuz iki mahalleye dağılmış olan gayri müslimler 184 hâneden ibaretti. Defterdeki kayıtlarda bunların "kadim" Gelibolu ahalisinden olduklarının belirtilmesi, şehrin ikinci defa anlaşma şartları ile tesliminin bir sonucu olmalıdır. Osmanlılar'a teslim edilirken bir kısım Rum ahali burada kalmıştı. İstanbul'un fethinden sonra Rum halkın ileri gelenleri İstanbul'a gitti; geri kalanların bir kısmı Kozludere yakınlarına ve Eski Gelibolu denilen yere yerleşti. Frenk adıyla kayıtlı mahallede ise beş hâne Latin asıllı tâcir bulunuyordu. Öte yandan şehirde kalabalık bir gemi reisleri topluluğu vardı. Bunlar doksan üç bölükten ibaretti ve her bölük bir gemiye (kadırga) tekabül etmekteydi. İlk bölük kaptan bölüğü olup otuz iki azeb, yedi mehter, beş komi denilen hizmetlilerden müteşekkildi. Diğer bölükler genellikle bir reis, bir seroda, iki komi ve dokuz azebden oluşuyordu. Bu aynı zamanda bölüklerin kadrolarını da göstermekteydi. Bunların toplam sayıları bir kaptan, doksan iki reis, doksan seroda, 835 azeb, 148 komi, yedi mehter, bir kürekçiden



Gelibolu'nun



mahallelerini g ö s t e r e n Şevval 8 7 9



1475) tarihli Tahrir Defteri'nin



(Şubat



ilk iki sayfası (istanbul Beledi



yesi Atatürk Kitaplığı. Muallim Cevdet, nr. 0.79)



Jjtrv



iLyt



^ i k i M ^ 4M O'-' ı^a j



JUJ vt-.



-g* "Vf jy* J %* A' » r



2



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



-My^-'i t* „C.J ^ jjuc. "SKT^f



IjJ, ÖJ-tâjjleifylc JÜ1 Jf £1* Jf,



GELİBOLU ibaretti ve maaşlı (ulûfeli) statüde idiler. Ayrıca beş kalyete reisi, bunların otuz adamı, on bir kayık reisi ve bunların elli dokuz adamı da mevcuttu. Bunun yanı sıra kendi gemileriyle "rençberlik" ettikleri belirtilen ve devlet tarafından verilen görevleri yapmakla mükellef on üç sivil reis daha vardı. Bunlar Gelibolu mahallelerinde oturuyorlardı. Bütün bu rakamlara göre şehirde 1475 yılında sivil nüfus 5500'ü buluyordu. Diğer askerî gruplar ve kale muhafızları ile (kırk iki kişi) toplam nüfus 7000 dolayındaydı. 1518 tahririne göre Gelibolu'nun fizikî açıdan daha da geliştiği anlaşılmaktadır (BA, TD, nr. 75, s. 9-36). Müslüman mahalle sayısı elli beşe yükseldi; ayrıca Eski Gelibolu denilen yerde dört, Manyas'ta iki olmak üzere altı gayri müslim mahallesi mevcuttu. Daha önce müslüman mahallelerinde dağınık oturan gayri müslimler, bu dönemde ayrı mahalleler kurularak buralara nakledilmiş olmalıdır. Yeni kurulan mahalleler arasında özellikle Şeyh Muhyiddin Yazıcı Mescidi, Mesih Paşa Camii, Yâkub Bey Camii, Yahşizâde, Efdalzâde Ahmed Çelebi mahalleleri dikkati çeker. Mahallelere adlarını veren mescid ve camilerin bânileri arasında devlet adamlarının, ulemânın bulunuşu, Gelibolu'nun idarî bir merkez olması ve kültürel yapısının bir sonucudur. Bu tarihte müslüman sivil nüfusun hâne sayısında artış meydana gelmiş (l 100 h â n e , 250 m ü c e r r e d /' bekâr), gayri müslim hâne sayısı da yine buna paralel bir seyir göstermiştir (206 hâne, 57 müc e r r e d , 55 b î v e / dul kadın). Ayrıca Latinler üç hâne olarak şehirde ikametlerini sürdürüyorlardı. Bu arada on yedi hânelik bir yahudi topluluğu ortaya çıkmıştı. Bunlar, XVI. yüzyılın başlarında İspanya'dan gelen göçmenlere mensuptular. Aralarından üç kişinin ticaret için İstanbul'dan geldiğine işaret edilmişti. Yine Ermeni kayıtlı iki hâne vardı. Bütün bu rakamlara göre sivil nüfus 7000 dolayına yükselmişti. Öte yandan askerî bölükler de teşkilâtlarını korumaktaydılar. Gemici bölüklerinin sayıları değişmemiş, fakat bölüklerin kadroları oldukça azalmıştı. Bunda muhtemelen İstanbul'daki tersanenin faaliyete geçmesi etkili olmuştur. 1530 tarihli defterde bunlar zikredilmemektedir. Bu durum ulûfeli olan bu grupla ilgili kayıtlara, farklı maksatlara yönelik olarak hazırlanan tahrir defterlerinde artık yer verilmemiş olmasından da kaynaklanabilir. Ancak yine de XVI. yüzyılın ikinci yarısına doğru bura-



nın önemini yitirdiği söylenebilir. Nitekim XVII. yüzyılda Gelibolu gemilerinde otuz dört bölüğün mevcut olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte fizikî gelişme ve nüfus artışı sürdü. 1530'da müslüman mahalle sayısı elli dokuza yükselmiş, biri Kozludere, diğeri Bayır adlı iki köy dış mahalle olarak şehre bağlı gösterilmişti. Ayrıca altı hıristiyan mahallesi yanında bir yahudi cemaati ve beş hâne Latin de varlıklarını sürdürmüşlerdi. 1530'da müslüman nüfus, Kozludere ve Bayır hariç 993 hâne, 203 mücerredden ibaretti. Hıristiyanlar ise 231 hâne, otuz dört mücerred, otuz beş bîveden müteşekkildi. Bunun dışında kürekçi, zenberekçi ve meremmetçi kayıtlı, vergi muafiyeti verilmiş üç grup daha vardı. Sonuncuları Gelibolu'nun hassa dükkân, mahzen ve kervansarayındaki odaların tamir ve bakımıyla görevliydiler. Bütün bu rakamlara göre nüfus bu tarihlerde yine 7000 dolayındaydı. 1518'e nisbetle demografik açıdan büyük bir değişme olmamakla birlikte fizikî bakımdan büyüme sürmüştür. 1551'de Gelibolu hakkında bilgi veren N. de Nicolay bu gelişmeye işaret eder ve buranın büyük bir ticaret merkezi olduğunu, yel değirmenlerinin ve 600 kadar evin bulunduğunu belirtir; iki cami ile iki imaretten söz ederek kale dışında şehir etrafında sur olmadığını yazar. Bu bilgiler, Gelibolu'nun fizikî yapısının yaygın bir sahayı kapladığını düşündürmektedir. 1573'te Ph. de Frasne-Canay, Türk evleriyle dolu şehrin surlarının bir kısmının sulara gömülü bulunduğunu belirtir ki bunlar limana ait olmalıdır. Ayrıca burada birçok caminin görüldüğünü, sancak beyinin kalede oturduğunu zikreder [Le ooyage du Leuant, s. 155-156). Seyyahların bu ifadeleri, XVI. yüzyılın ikinci yarısına ait tahrir defterlerinden de takip edilebilmektedir. 1567'de şehirde elli dördü müslümanlar, altısı hıristiyanlarla meskûn altmış mahalle vardı. Müslüman nüfusu 1310 hâneye, hıristiyanlar ise 351 hâneye ulaşmış, ayrıca kırk sekiz hâne de yahudi kaydedilmişti. Sivil nüfus bakımından Gelibolu en kalabalık dönemine ulaşmış bulunuyordu. Bu rakamlara göre toplam nüfus 8000'i aşmıştı. En kalabalık mahalle otuz dört hâne, sekiz mücerredden oluşmaktaydı. XVII. yüzyılın başlarına doğru şehrin ciddi bir sarsıntı geçirdiği anlaşılmaktadır. Bu durum eğer tahrir sistemindeki bir değişiklikten kaynak-



XVIII yüzyılın başlarında Gelibolu'yu gösteren bir gravür ''.-.ii, i".



: /'. ::,jı''1'



m



dil Leı\mt.



i. P a r i s 1 7 1 7 . s. 4 6 0 i



lanmıyorsa bunda genel karışıklıklar ve tabii afetlerin rolü olduğu düşünülebilir. Nitekim 1601'de mahalle sayısı dördü hıristiyanlara ait altmış iki idi. Fakat mahallelerde nüfus çok azalmıştı. Müslüman hâne sayısı 659, hıristiyanlar ise 245 hâneden ibaretti. Otuz hâne de yahudi mevcuttu. Toplam nüfus 5000 civarına inmişti. Bu dönemde en kalabalık mahalleler Hacı Yâkub, Gazi Hüdâvendigâr Camii ve Ali Fakih olup bunlarda da hâne sayısı otuzun altına inmişti. Hıristiyan mahalleleri nüfus bakımından daha yoğundu. XVII. yüzyılın ikinci yarısına doğru Gelibolu'nun gerilemesi durdu, yeni bir canlılık yaşandı. Bunda, özellikle ticarî faaliyette görülen artış rol oynadı. Aynı yüzyıl başlarında buradan geçen Polonyalı Simeon'un büyük bir şehir olarak tarif ettiği Gelibolu'yu 1641'de gören bir Karayit yahudisi burayı yirmi beş camii, 100 dükkânı, iki havrası olan, surları görülen güzel bir liman şehri diye tavsif eder. 1655'te J. Thevenot da eski tersane gözlerindeki harap gemi iskeletlerini görerek bunların sayısını yedi olarak vermişti. Aynı yıllarda Evliya Çelebi (1659), Thevenot gibi tersane gözlerinde eski "gazi" kadırgaların yattığını belirtir. Bu bilgiyi 1672'de Ch. d'Arvieux da tekrar etmiştir. Evliya Çelebi'nin Gelibolu'yu tasviri son derece ayrıntılı ve isabetlidir. Ona göre kale bir kayalığın üzerinde yer almakta, güney, batı ve kuzey taraflarında şehrin varoşları uzanmaktaydı. Hisar içinde 300 ev, varoşta ise 63 mahalle ve 700-800 ev bulunuyordu. Bu rakamlardan hareketle toplam nüfusun 6000'i geçtiği söylenebilir. Şehirde bu sıralarda cami, mescid, tekke ve zaviye gibi binaların sayısı 164 idi. Kale içinde Sultan Camii ile Ahmed Paşa Camii vardı. Evliya Çelebi varoştaki Mesih Paşa



3



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU Camii, Sarıca Paşa İmareti ve Medresesi'ni ismen zikreder ve birçok mescidin, dokuz dârülkurrâ ve büyük bir mevlevîhânenin bulunduğunu yazar. Mevlevihane XVII. yüzyıl başlarında inşa edilmiş olup şehrin manevî hayatında önemli rol oynamıştır (bk. GELIBOLU MEVLEVÎHÂNEsi). Hıristiyan mahallelerinde ise birer küçük kilise yer alıyordu (Seyahatnâme, V, 3 1 5 - 3 2 1 ) . Evliya Çelebi'nin şehrin fizikî yapısıyla ilgili olarak verdiği bilgileri, 164S ve 1675 tarihli avârız defterleri de doğrular (BA, KK, nr. 2666; BA, MAD, nr. 339I. Buna göre elli dokuzu müslümanlara, altısı gayri müslimlere ( d ö r t R u m . bir Ermeni, bir y a h u d i ) ait olmak üzere altmış beş mahallesi olan Gelibolu'da 1645'te 1600'ü, 1675'te ise 1150'yi aşkın ev vardı. 164S'te toplam hâne sayısının 1200 kadarını müslüman, altmıştan fazlasını yahudi, 400 kadarını Rum ve kırk sekizini Ermeniler teşkil ediyordu. Bu rakamlar 1675'te azalmış görünmektedir. Nitekim bu son tarihte toplam 1150'yi aşkın evin 850'ye yakınında müslüman, otuz beşinde yahudi (bir kısmı o d a l a r da), 240 kadarında Rum ve on dokuzunda Ermeniler oturmaktaydı; bir kısım evler ise kullanılmayacak derecede harap haldeydi. Bu rakamlara göre toplam nüfus 1645'te 7500-8000'den 1675'te 6000 dolayına düşmüştü. Böylece Gelibolu'nun, XVII. yüzyılın son çeyreğine girmeden hemen önce nüfus bakımından yeniden gerilemeye başladığı, ticaret hacminde de daralma meydana geldiği anlaşılmaktadır. 1645 ve 1675 tahrirlerine göre Gelibolu'nun bazı müslüman mahallelerinde Ermeni ve yahudilerin de evleri mevcuttu. Müslüman ev sahipleri arasında çok sayıda dul kadın vardı. Avârız vergisi vermeyen ve askerî* yazılan grupların sahip oldukları evler 1675'te 230'a ulaşmaktaydı. Söz konusu gruplar içinde gerek adalarda gerekse Rumeli'deki kazalarda kadılık görevinde bulunanların fazla sayıda olması dikkat çekicidir. Bunların önemli bir kısmını eski kadılar oluşturuyordu. Dolayısıyla şehrin bu devirde belirli bir kültürel seviyeye ve sosyal yapıya sahip olduğu söylenebilir. Kadıların burayı tercih etmeleri, aynı zamanda İstanbul'a yakın ve herhangi bir görev alma halinde kolayca ulaşabilecekleri merkez olmasının yanı sıra İstanbul'a göre hayat standardının daha ucuz bulunmasından da kaynaklanmıştır. Bu tarihlerde şehirdeki en kalabalık mahalleri Yağcı Hı-



zır, Küçük Hacı, Sofuca Halil. Ali Fakih, Câmi-i Atîk, Hacı Yâkub, Has Ahmed Bey, Suyağı, Keçeci Hacı. İbn Bennâ, Mütevelli, Hallâc Hüseyin, Hacı Dizdar, Haraççı Hamza, Kalenderhâne, Hoca Şems, Kılabudancık, Hoca Hamza, Müftü Ahmed Çelebi, Elhac Doğan adlı mahalleler teşkil ediyordu. Ayrıca Yukarı ve Aşağı mahalle adlı iki yeni mahalle Doğan Arslan adlı mahallenin ikiye bölünmesi sonucu oluşmuştu. Yahudilerin on üç kadarının Şeyhî Efendi Hanfnın vakıf odalarında oturmakta iken buranın sonradan harap olduğu defterde belirtilmektedir. Rumlar ise Balıkpazarı, Aya Dimitri, Aya Yorgi, Aya Nikola adlı mahallelerde oturmaktaydılar ve aralarında Slav ve Latin asıllı kişiler de vardı. Bunlar muhtemelen tüccar ve yabancı misyon temsilcileriydi. Gelibolu'nun XVII. yüzyılın ikinci yarısında, hayli abartılı olarak 20.000 nüfuslu bir şehir durumunda olduğunu belirten Ch. d'Arvieux, bu nüfusun yarıdan fazlasını Türkler'in, geri kalanını Rum ve yahudilerin teşkil ettiğini yazar (Memoires, IV, 4 4 2 - 4 4 3 ) . XVIII. yüzyılda nüfusun biraz daha arttığı tahmin edilebilir. Nitekim bu yüzyılın sonlarında İnciciyan şehrin kalabalıklığından bahseder. 1814'te E. Raczynski ise Gelibolu'nun 40.000 nüfus. 10.000 haneli büyük bir şehir olduğunu yazar ve Tekirdağ'a uzanan faal bir kervan yolunu anlatır (1814'de İstanbul ue Çanakkale'ye Seyahat, s. 150-151). XIX. yüzyılın sonlarında Kâmûsü'l-a'lâm'da nüfus 20.000 olarak verilmiştir. 1925'lere doğru, Gelibolu'nun yetmiş mahalleli bir idarî bölünme içinde iken yeni bir düzenleme yapıldığı, bunların dört mahalle ( A ş a ğ ı , Yukarı, Mus e v î v e Ermeni m a h a l l e l e r i ) haline getirildiği belirtilir.



Bir deniz üssü olarak gelişme gösteren ve önemi XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren azalmakla birlikte özellikle büyük deniz seferleri dolayısıyla limanına ve tersanesine ehemmiyet verilen Gelibolu, XVI. yüzyıl sonlarına kadar Acemi Ocağînın bulunduğu ve teşkilâtlandığı bir yer olarak da dikkat çeker. Tarih boyunca bir geçit yeri olması, ticarî açıdan buranın faal bir liman haline gelişini sağlamıştır. Rumeli'yi Anadolu'ya bağlayan ve Akdeniz'den İstanbul'a ulaşan yolun üzerinde bulunması, pek çok ticaret gemisinin duraklama yeri olarak ehemmiyetini arttırmıştır. Nitekim Clavijo, XV. yüzyılın başlarında limandan pamuk balyaları yükleyen gemilerden söz eder. Ayrıca Floransalı ipek tâcirleri Bursa'dan aldıkları ipeği Gelibolu üzerinden Edirne'ye, tarihî Via Egnatia yoluna ulaştırıp Ragusa'ya iletiyorlardı. Bu ticarette şehir bir gümrük noktası olarak önemli bir mevkiye sahipti. Faal ticareti gümrük vergilerinden de anlamak mümkündür. 1475'te iskelenin gümrük geliri 400.000 akçeye ihaleye verilmişti. 1518'de bu rakam 766.663 akçeydi. İskele resmi ise 1530'larda 610.000 akçeye yükselmişti. Şehirdeki ticaret hacmini gösteren ihtisab resmi de 15.000 akçeydi. Buradan geçirilip Anadolu'ya sevkedilen koyun sürülerinden de büyük miktarlara ulaşan vergi almıyordu. Bunun yıllık vergi getirişi hacmi 66.000 akçe tutuyordu. Fakat XVII. yüzyılın sonlarında nüfusta olduğu gibi ticarette de bir azalma olmuş ve 1689'da Fransız konsolosu buradan ayrılmıştı. Dolayısıyla Evliya Çelebi'nin gümrük vergisi olarak söz ettiği 700.000 akçe daha eski dönemlere ait kaydı göstermektedir. XV ve XVI. yüzyıllarda Gelibolu'da birçok dükkân bulunuyordu. Mumhâne,



4



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU darphâne gibi işletmelerin yanında Sarıca Paşa İmareti vakıflarına ait doksan altı dükkân, bir bedesten, bir kervansaray, bir de çifte hamam mevcuttu. Bunların kira gelirleri vakfa gidiyordu. 1475'te ayrıca yine çeşitli vakıflara ait biri çifte dört hamam, biri harap beş kervansaray, bezirhâne, bozahâne ve 350 dükkân yer alıyordu. XVI. yüzyıla ait kayıtlara göre bu rakamlar daha da artmıştı. Yine şehirde birçok pazar yeri vardı. Gelibolu'da XVI. yüzyılda tahıl pazarı, balık pazarı, bit pazarı, hayvan pazarı, üzümcüler çarşısı, attar, hallaç, pabuççu, kebeci, çıkrıkçı, boyacı, aşçı, takkeci, kürkçü, şerbetçi, çörekçi, börekçi, helvacı, palancı, saraç, demirci, kazancı, çilingir çarşıları mevcuttu. Halkın önemli bir kısmı pamuk dokumacılığı yapıyordu. Ayrıca deri işleyenler ve bundan mâmul maddeler üretenler de oldukça fazla idi. Gayri müslimler ise genellikle teknik alanlarda çalışıyorlardı, gemi malzemeleri imal etmekte ve hazırlamaktaydılar. Bunlar arasında saatçi, demirci, makaracı, fıçıcı, kaşıkçı gibi meslek sahipleri yaygındı. Tersanede XVI. yüzyıl başlarına kadar gemi inşası oldukça yoğundu. Meselâ 1496-1498 arasında burada yirmi kadırga, beş kalyete, sekiz kayık, yirmi beş sandal yapılmıştı. Daha sonra gemi inşası durmuş, ancak bir kısım gemilerin bakımı yapılmış, İnebahtı mağlûbiyetinden sonra ise burada on dört gemi inşa edilmişti. Gelibolu'daki tersanenin 1526'da otuz havuzu vardı ve bunlar XVIII. yüzyıla kadar zaman zaman esaslı şekilde tamir edilmişti. Liman da aynı şekilde bazı yıllar onarım görmüştü. Fakat XVIII. yüzyılın son çeyreğinde tersane tamamen harap olmuş, limanın bir tarafında on iki, diğer tarafındaki sekiz göz kullanılamaz hale gelmiş, taşlar mahzen ve dükkân yapımında kullanılmıştı ( B o s t a n , s. 15-17). Ayrıca Gelibolu'da bir baruthâne bulunuyor ve İstanbul'daki Tersâne-i Âmire için barut üretimi yapılıyordu. Barut imali XVII-XVIII. yüzyıl boyunca sürmüştü. Gelibolu uzun süre esir ticareti için de merkez olmuş; bunun yanı sıra buğday, pamuk, şarap, şıra, yay, ok ve donanma malzemeleri imal ve satışı başlıca ekonomik faaliyeti oluşturmuştu. Gelibolu, XV. yüzyılın ikinci yarısında vakıfları olan birçok cami, mescid ve tekkeye sahipti. 1475'te vakfı bulunan yirmi mescid, altı zâviye, iki medrese vardı. Bunlardan zengin vakıfları olanlar, II. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed devri



devlet adamlarından Sarıca Paşa İmareti, II. Murad'ın adamlarından Has Ahmed Bey'in I. Murad'ın sarayı yerinde yaptırdığı zâviyeli mescidi ve Çukurbostan mahallesinde sonradan cami haline getirilen bir diğer mescidi, Hacı Mustafa Mescidi, Mihaliç Hatib Medresesi, Kasap Tat Ahmed Mescidi, Hacı Kemal (Suyağı) Mescidi, Sarıca Paşa'nın kardeşinin adıyla anılan Sinan Bey Mescidi, Yağcı Hızır Mescidi, II. Murad devri devlet adamlarından Balaban Paşa Medresesi (vakfiyesi 8 4 6 / 1 4 4 2 - 4 3 ) , Hüsâmeddin Mescidi, Hacı Yegân Mescidi, Ahî Mûsâ Zâviyesi, Hoca Hamza Mescidi, Gazi Hüdâvendigâr Camii, Haraççı Hamza Mescidi, Hacı Mehmed Mescidi sayılabilir. 1518'deki kayıtlara göre bunlara Yazıcızâde Muhiddin Mescidi, Alâeddin Mescidi, Hüsam Hoca (Buçuk Kilindir), Güdük Hızır, Hacı Doğan, Ahmed Çelebi (Hızır B e y o ğ l u , Bursa müftüsü), Yâkub Bey camileri ilâve edilmişti. Bu son tarihte üç cami, kırk beş mescidin vakıfları kaydedilmişti. Ayrıca II. Bayezid'in kızı Ayşe Hatun'un ve eşi Rumeli beylerbeyi, Gelibolu sancak beyliği de yapan Sinan Paşa'nm eserleri de vardı. Başlıca zâviyeleri ise Sinan Paşa, Karaca Bey, Tat Ahmed, Halac Ahmed ve Ahî Devle zâviyeleri teşkil ediyordu. Bu sonuncusu 1475'te Mevlânâ Şeyh Muhyiddin'in, daha sonra da onun oğlu Hüsâmeddin Efendi'nin idaresi altındaydı. Dolayısıyla bir ahî zâviyesi olduğu anlaşılan buranın sonradan mevlevîliğe yakın şeyhlerin eline geçtiği söylenebilir. Nitekim zâviye daha sonra mevlevîhânenin de temelini oluşturmuştur. Salnâmelere göre 1890'larda şehirde Gazi Hüdâvendigâr ( 7 8 7 / 1 3 8 5 ) , Mesih Paşa ( 9 0 1 / 1 4 9 5 - 9 6 ) , Kadı İskelesi ( 9 6 6 / 1 5 5 9 ) , Şeyh Mehmed Efendi'nin yaptırdığı Yenicami, Çevgânîzâde Hacı İbrâhim'in Liman Camii, İskender Camii, Buhûrî Mahmud Efendi'nin camii



XIX yüzyılın ortalarında Gelibolu'yu gösteren bir gravür ( J o ı ı a n n i n - G a v e r . Turguie.



." i . 5 )



ve Cüllâhlar Camii olmak üzere sekiz cami, birçok mescid, dokuz tekke, bir zâviye, iki kilise, bir havra vardı. Meşhur Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi'nin doğduğu yer olan şehirde ayrıca bazı tanınmış ulemâ ve devlet adamları da yetişmiş veya burada yaşamıştır. Bunlar arasında Yazıcızâdeler. Zeynelarab, Ağazâde Şeyh Mehmed Efendi, Kutb Ömer Efendi, Dâî Ahmed Efendi, Mustafa Feyzi Efendi, Sinan Paşa, Kaptan Gazi Mehmed Paşa sayılabilir. Gelibolu fetihten sonra bir sancak ve sancak merkezi olduğu gibi Rumeli'nin ilk Paşa sancağı da olmuştu. Daha sonra bir denizcilik idare merkezi olarak şöhret kazandı. Osmanlı donanmasının başındaki kaptan-ı derya burayı merkez edinmişti. Dolayısıyla kaptan-ı deryâ sancağı olarak da biliniyordu. Gelibolu sancağı kaptan-ı deryâlara verildiği için müstakil bir yapı gösteriyordu. Fakat şeklen Rumeli beylerbeyiliğine tâbi idi. 1518'de sancak Gelibolu, Keşan, Malkara, Limni, Taşöz, Eceovası, İmroz ve Semadirek'ten ibaretti. Bu tarihte toplam müslüman hânesi 2639'du. Gayri müslimler 2714 hâne idi ve bunlar Limni, Taşöz, İmroz ve Semadirek'te toplanmıştı. Bütün sancakta XVI. yüzyıl başlarında 25-30.000 kişi bulunuyordu. Gelibolu 1533'te Hayreddin Paşa'nın kaptan-ı derya oluşu ve Cezâyir-i Bahr-i Sefîd eyaletinin kuruluşundan sonra buranın merkez sancağı oldu. XVI. yüzyılın ikinci yarısında sancağa İpsala ve Gümülcine bağlanmıştı. XVII. yüzyıl başlarında sancağın idarî birimleri değişmemişti. Tanzimat sonrası Gelibolu Edirne eyaletine bağlı, Keşan, Şarköy, Mürefte ve Eceabat kazalarından oluşan bir sancaktı. 1865'te buraya Şarköy, Evreşe, Enez, Ferecik, Gümülcine kazaları bağlıydı. XIX. yüzyılın sonlarında bu kazaların yanı sıra dokuz nahiyesi ve 152 köyü bulunuyordu. 1309'da (1891-92) sancakta toplam 3608 hânede 13.691 müslüman, 4768 hânede 21.780 Rum, 188 hânede 1032 Ermeni ve 210 hânede 1756 yahudi vardı {Salnâme-i



Vilâyet-i



Edirne



113091, s. 326-333). Cumhuriyet döneminde vilâyet olan (1923) Gelibolu'ya Eceabat, Enez, İpsala, Keşan, Şarköy bağlanmıştı. 1926 yılında ilçe merkezi durumuna gelen Gelibolu bugün Çanakkale'ye bağlıdır ve fazla gelişmemiştir. 1927 sayımında nüfusu 5445 iken 1940'ta 12.713'e, 1945'te 16.496'ya yükseldi. 1950'de yeniden 10.000'in altına (9893)



5



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU düştü. 1955 sayımında tekrar 10.000'i geçen ( 1 2 . 3 4 1 ) nüfusu 1990'da 18.670'e ulaştı. Meyve, sebze, balıkçılık ve bitkisel yağ üretimi ön plandadır. Son yıllarda turizm sektörü ilerleme kaydetmiştir. Günümüzde Gelibolu ilçesinin merkez bucağından başka Bolayır ve Evreşe adlı iki bucağı vardır. Yüzölçümü 806 km 2 olan ilçenin 1990 sayımına göre nüfusu 40.020 idi. BİBLİYOGRAFYA:



BA, TD, nr. 12, vr. 1 M 3 " ; nr. 75, s. 9-36; nr. 434, s. 11-53; nr. 490, s. 18-46; nr. 702, s. 112; nr. 724, s. 8-22; TK, TD, nr. 141, vr. 6 b 13b; BA, KK, nr. 2666; BA, MAD, nr. 339, s. 8099; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, TD, nr. 0.79; H. J. Schiltberger, Türkler ve Tatarlar Arasında: 1394-1427( trc. Turgut Akpmar), İstanbul 1995, s. 100; R G. de Clavijo, Anadolu, Orta Asya ve Timur (trc. Ömer Rıza Doğrul, s.nşr. Kâmil Doruk), İstanbul 1993, s. 3637; Dukas, Bizans Tarihi (trc. V. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 9; Enveıî, Düstûmâme (Melikoff), s. 61-62; Kânunnâme-i Sultânı ber-Mîıceb-i cÖrf-i "Osmanf(nşr. R. Anhegger — H. İnalcık), Ankara 1956, s. 46, 63, 79; İbn Kemal, Teuârîh-i Al-i Osman, li, bk. İndeks; Tursun Bey, Târth-i Ebü'l-Feth (nşr. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 41, 47, 75, 77, 133, 147, 158; N. Nicolay, The Nauigations into Turkie, London 1585, vr. 44 b -45 b ; Mustafa Sâfî, Zübdetü't-tevârîh, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2429, 11, vr. 242"-247 a ; J. M. Jouannin - M. J. van Gaver, Turquie, Paris 1840, İv. 5; Ph. de FrasneCanay, Le ooyage du Levant, Paris 1897, s. 155-156; Evliya Çelebi, Seyahatnâme,V, 315321; Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi: 1608-1619 (trc. H. Andreasyan), İstanbul 1964, s. 20; Ch. d'Arvieux, Memoires, Paris 1735, IV, 442-443; J. Tbevenot, 1655-1656'da Türkiye (trc. Nuray Yıldız), İstanbul 1978, s. 51; E. Raczynski, 1814'de İstanbul ve Çanakkale'ye Seyahat (trc. Kemal Turan), İstanbul 1980, s. 150-156; Salnâme-i Vilâyet-i Edirne (1309), s. 326-333; a.e. (1310), s. 597-624; a.e. (1317), s. 472-474; a.e. (1319), s. 1084-1086; Fahri Cemal, Türkiye'nin Sıhhî İçtimaî Coğrafyası: Gelibolu Vilâyeti, İstanbul 1925; Fevzi Kurtoğlu, Gelibolu ve Yöresi Tarihi, İstanbul 1938; a.mlf., "XVI ncı Asrın İlk Yarısında Gelibolu", TM, V (1936), s. 291-306; Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, bk. İndeks; Mehmet Aiemdaroğiu — Mehmet İrdesel, Târihî, Coğrâfî, İktisâdî ve Turistik Yönleriyle Gelibolu, Gelibolu 1964; The Catalan Chronicle of Francisco de Moncada (trc. F. Hernândez), El Paso 1975, bk. İndeks; H. J. Kornrumpf, Die Territorial Werıvaltung im Östlichen Teil der europâischen Türkei, Freiburg 1979, s. 153, 173, 268-270; İbrahim Sezgin, 1475-1530 Yıllarında Gelibolu Kazası (yüksek lisans tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, bk. İndeks; B. Lewis, "1641-1642'de Bir Karayit'in Türkiy e Seyahatnamesi" (trc. F. Selçuk), VD, sy. 3 (1956), s. 99; RE, X/2, s. 1659-1660; Halil İnalcık, "Gelibolu", £7 2 (!ng.), II, 983-987. S



FERİDUN EMECEN



r



L



GELİBOLU MEVLEVÎHÂNESİ XVII. yüzyıl başlarında kurulan Mevlevî âsitânesi.



^



J



On beş MevleVT âsitânesi içinde hem en geniş araziye, hem de en büyük ve haşmetli semâhâneye sahip olanıdır. Binalarından bugüne kalanlar, Hamzakoy'daki askeri bölge içinde ve deniz kenarına yakın bir alanda bulunan semâhâne-türbe binası ile iki taçkapıdan ibarettir. Mevlevîhânenin bânisi ve ilk postnişini, yeniçeri ağalarından Kara Hasan Ağa nın oğlu Ağazâde Mehmed Hakîkî Dede'dir. Sâkıb Dede'nin Sefîne'sinden öğrenildiğine göre (II, 26-37) Ağazâde gençliğinde malını mülkünü kardeşi Âsaf Ağa'ya bağışlayıp dünya ile ilişkisini kesmiş ve Konya Mevlânâ Dergâhı'nda I. Bostan Çelebi'nin müridi olup çile çıkarmıştır. Uzun yıllar matbah-ı şerifte hizmet ettikten sonra hilâfet alıp maceralı bir seyahatin arkasından Gelibolu'ya dönmüş ve şehrin ortasında bulunan Ahî Devle Zâviyesi'ne yerleşip sohbet toplantıları tertip ederek Meşnevî dersleri vermeye başlamıştır. Ancak talep fazlalaşınca zâviye yetersiz kalmış, Ağazâde de kardeşi Âsaf Ağa'nın iade ettiği malları ve tanıdıklarının yardımıyla bu zaviyenin yanına, sonradan kendisinin de defnedildiği yerde ( b u g ü n k ü m e v l e v î h â n e n i n b u l u n d u ğ u m e v k i ) bir "âyîn-i MevleVî hankahı" inşa edip ölümüne kadar ( 1 0 6 3 / 1 6 5 3 ) bu dergâhın postnişinliğini ifa etmiştir. Mevlevîhânenin son şeyhi Mehmed Burhâneddin Dede-Efendi'nin anlattığına göre ise ( K o n y a M e v l â n â M ü zesi Arşivi, nr. 6 5 / 6 ) Ağazâde'nin Gelibolu'ya dönüşünde Solakzâde Mehmed Ağa kendi mescidine bitişik iki odayı ona vermiş, bundan sonra ders ve sohbetler burada, âyinler de mescidde icra edilmiştir. Zamanın kaptan-ı deryası Ohrili Hüseyin Paşa Akdeniz seferinden dönerken Gelibolu Mevlevîhânesi'ne uğrayıp kerâmetleriyle meşhur olan şeyh Ağazâde Mehmed Dede'ye intisap etmiş ve ondan yakında sadâret mührünün kendisine verileceği haberini almıştır. Hüseyin Paşa vezîriâzam olduktan sonra (Mart 1621) Beşiktaş Mevlevîhânesi'ni yaptırıp Mehmed Dede'den ilk postnişin olmasını istemiş, böylece her iki mevlevîhânenin meşihatini birlikte yürütmeye başlayan Mehmed Dede, ikisinde de çar-



şambaya rastlayan mukabelelere münâveben olarak iştirak edebilmek için küçük bir yelkenliyle Gelibolu-İstanbul arasında gidip gelerek bir haftasını Beşiktaş'ta, bir haftasını Gelibolu'da geçirmiştir. Ancak Hüseyin Paşa'nın II. Osman'la birlikte öldürülmesinin ( M a y ı s 1622) arkasından Beşiktaş Mevlevîhânesi postnişinliğini bırakıp Gelibolu'da kalmıştır. Sâkıb Dede'ye göre daha sonra, babası Kara Hasan Ağa'nın yanında yetişen IV. Murad'ın vezîriâzamı Kemankeş Kara Mustafa Paşa Mehmed Dede'nin maddî ve mânevî koruyucusu olmuş, kardeşi şair Sîneçâk Osman Dede bir müddet Mehmed Dede ile birlikte Gelibolu Mevlevîhânesi'nde kalmıştır. Evliya Çelebi de Ağazâde'nin ders ve sohbetlerinde bulunup mübarek ellerini öptüğünü yazmaktadır (Seyahatname, V, 317). Vakfiyesi ele geçmediğinden mevlevîhânenin kuruluş tarihi kesin olarak belli değildir. Bununla birlikte Ohrili Hüseyin Paşa'nın vezîriâzam olmasından (1621) önceki bir tarihte kurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bazı yazarların verdiği 1667 tarihi yanlıştır. Arşiv kayıtlarına göre Ağazâde'den sonra sırasıyla Âsaf Ağa'nın oğlu ve divan sahibi Sâbir Pârsâ ( ö . 1679), Ağazâde'nin halifesi Kalender Mahmud, Abdülkadir, Rahmetullah ( ö . 1713), Mehmed, Abdülkerim, Bosnevî Mehmed ( ö . 1750), Mustafa b. Bosnevî Mehmed, Mehmed b. Mustafa, Lutfullah, Hüseyin b. Mustafa ( ö . 1796), bunun oğlu Ali İzzet, bunun oğlu ve Galata Mevlevîhânesi'nin şeyhi Ahmed Celâleddin Dede'nin babası Hüseyin Azmî (1868 d e Kahire Mevlevîhânesi postnişinliğine tayin e d i l d i ) , onun kardeşi Mehmed Hüsâmeddin ( ö . 1885), oğlu Mustafa Dâniş ( ö . 1896) ve bunun oğlu son şeyh Mehmed Burhâneddin Dede ( ö . 1954) meşihat makamında bulunmuşlardır. II. Mustafa döneminde Lapseki'deki Bayramdere mezraasının hâsılatı mevlevîhâneye tahsis edilmiş, III. Mustafa zamanında 1766'daki depremden büyük hasar gören yapılar 5833,5 kuruş harcanarak onarılmıştır (1767). Bu tamirata ait keşif raporundan (BA, MAD, nr. 3160, s . 6 1 8 - 6 1 9 ) külliyenin o zamanlar küfeki taşından minareli, kiremit örtülü ve bakır alemli, iki katlı bir semâhânesinin bulunduğu; semâ meydanı döşemesiyle mahfel, merdiven ve kürsünün ahşaptan yapıldığı; üst katın giriş kapısının saçaklı ve duvarların nakışlı olduğu ; semâhânenin bir yanında kadın mah-



6



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU MEVLEVÎHÂNESİ feli, divanhane, ocaklı köşk, diğer yanında cephesi abdest musluklu, altı derviş hücresiyle şeyhe mahsus sofalı iki oda, kütüphane ve divanhanenin yer aldığı öğrenilmektedir. Mevlevihane, 111. Selim dönemine rastlayan 1805 yılında 8974 kuruş harcanarak Kalyoncuzâde Mustafa Efendi tarafından tekrar tamir ettirilmiş ve buraya II. Mahmud Lapseki'ye bağlı Güreci karyesi, Abdülmecid de Çâmhâs ve Çeltikçi timarlarını vermişlerdir. Daha sonra Abdülmecid, 47.430 kuruş harcama ile harap binaları genişleterek yeniden inşa ettirmiş ve avlunun doğu taçkapısı üzerine 1256 ( 1 8 4 0 ) tarihini taşıyan güneş ışınlı-tuğralı kitabeyi koydurmuştur. 1850-1851'de 95.390 kuruş sarfıyla yeniden tamir-tâdil edilmiş ve bu faaliyetin kitâbesi de batıdaki taçkapının ön cephesine yerleştirilmiştir. İl. Abdülhamid tarafından 18991900 yıllarında semâhâne-türbe binasının yenilendiği, türbenin ve semâhânenin kapılarındaki kitabelerden anlaşılmaktadır. Batıdaki avlu taçkapısının arka cephesinde bulunan kitâbeden de mevlevîhâneyi "kâ'betü'l-uşşâk-ı sânî" (ikinci Mevlânâ Dergâhı) haline getiren son büyük onarımın 1908'de tamamlandığı öğrenilmektedir. Mevlevîhânede 1849'dan itibaren, derviş ve fakirlerin yemek masraflarına harcanmak kaydıyla mukâtaa ve timar bedelinden tahsis edilen 13.620 kuruşla haftada iki akşam bütün Gelibolu fakirlerine yemek verildiği bilinmektedir. 1911'de burada on altı hücrenişîn dervişle beş matbahnişîn (çilekeş can) ikamet ediyor, görevli kadrosu sertabbah, mesnevfhan, türbedar, neyzenbaşı ile muavini, kudümzenbaşı, duahan, na'than, kazancı dede ve serhücrenişînden oluşuyordu ( K o n y a M e v l â n â Müzesi Arşivi, nr. 6 5 / 6 ) . I. Dünya Savaşı sırasında buranın son şeyhi Burhâneddin Dede, yedi



Gelibolu Mevlevîhânesi ve içinden bir görünüş • Çanakkale



dervişiyle birlikte Dördüncü Ordu emrindeki MevlevT alayına katılıp üç yıl Şam'da kalmıştır. Bundan sonra Gelibolu düşman işgali altına girdiği için mevlevîhânenin tarihçesi karanlıktır. Bu dönemde cephanelik olarak kullanılan semâhânetürbe binasındaki sütunlar üzerinde izleri görülen kalın kelepçelerden ahşap kirişlere taşıtıldığı anlaşılan asma kat halindeki mahfiller ve merdiveniyle zeminin döşeme tahtaları sökülmüş, sandukalar kaldırılıp türbe tabanı toprak haliyle bırakılarak semâhâne tabanı betonla kaplanmış, kuzeydeki semâhâne giriş kapısına beton briket örülmüş ve semâhânenin asma kat mahfillerine çıkan çifte kanatlı iki merdivenin arasındaki boşluklar gözetleme kulesi haline getirilmiştir. Eski resimlerde görülen ana binanın türbe girişi önündeki hâmûşânla (kabristan) avlu taçkapılarının tuğralı üçgen alınlıkları ve çatıdaki Mevlevi sikkeli alem tahrip edildiğinden günümüze ulaşmamıştır. Geniş bir araziye ve kâgir bir semahaneye sahip olan mevlevlhâne, bulundu, ğu stratejik ve müstahkem mevkiinden dolayı halen askeri garnizon olarak kullanılmaktadır. Yıkılan mescidle müştemilâtının yerine bir askerî hastahane ve ek hizmet binaları inşa edilmiş, askerî malzeme deposu olarak kullanılan semâhâne-türbe binasının 1980'den önce geçirdiği çatı ve cephe onarımı sırasında güney cephesi kesme taşla yeniden kaplanmış, batıdaki semâhâne alt ve üst mahfel kapıları pencereye dönüştürülmüş, pencerelere de petek revzen ve korkuluklar takılmıştır. 1994 yılında bina Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından satın alınarak çatısının onarımına başlanmıştır. Zamanında bir mescid, zengin kütüphane, altmış odalı harem dairesi, geniş yemekhaneye, bir han ve bir mektebe



sahip olan mevlevîhâne külliyesinin dış durumu, ancak XX. yüzyıl başında çekilen bir kartpostalla diğer bazı resimlerden anlaşılmaktadır. Düz ve tenha bir mevkide kurulan mevlevîhâne yaklaşık 33.000 m 2 bir alana sahip olup ihata duvarı ile çevriliydi. Batıdaki sokaktan yuvarlak kemerli, sütunları korint başlıklı mermer taçkapıyla 1000 m 2 'lik avluya giriliyordu. Avlunun kuzeyinde kiremit örtülü kesme taştan yapılmış semâhâne-türbe binası ve onun güneyinde hâmüşân yer almaktaydı. Hâmûşânın doğusundaki diğer taçkapıdan minareli mescid, derviş hücreleri, selâmlık ve harem dairesiyle güneye inen kiremit örtülü diğer bina topluluğuna geçiliyordu. Muhtemelen yerli gayri müslim ustaların eseri olan semâhâne-türbe binasının iç ve dış süslemeleri, 11. Mahmud dönemi sonu-Abdülmecid dönemi başında devam eden taşra Türk empire ( a m p i r ) üslûbunun tipik örneklerindendir. Tanzimat dönemi devlet daire veya idâdîlerini andıran 12 m. yüksekliğindeki cepheler yatay bir yalın silme ile ikiye bölünmüş, üst yarısı yüksek altlıklı ve korint başlıklı sütunçeler, alt yarısı da plastrlarla düşey bölümlere ayrılmıştır. Her bölümde altlı üstlü iki sıra halinde düz silmeli ve üçgen alınlıklı büyük dikdörtgen pencereler yer almaktadır. Üst pencereler, diş kesimli saçak kornişinin altında bulunan üç bölümlü ve yuvarlak dilimli birer kemer olarak düzenlenen yüzeylerin ortasına yerleştirilmiştir. Bu düzen binanın dört cephesinde tekrarlanarak devam etmekte, sadece kapılar ve eskiden mevcut olan batıdaki çift kanatlı iki merdivenle kesilmektedir. Semâhâne-türbe, aynı dikdörtgen planlı kitle (28,6 x 35 m . ) içine alınarak diğer bölümlerden tecrit edilmesi bakımından, farklı malzemeye sahip olmasına rağmen Yenikapı ve Bahariye mevlevîhânelerinin asma galeri katlı ahşap türbe-semâhâne ikilisinin plan tipine uymaktadır. İç mekân, birbirine kemerlerle bağlanan on beş sütunun taşıdığı sekiz bağdâdî kubbe ve aralarındaki düz tavan bölümleriyle örtülü olup iki sıra halindeki kırk dört pencere ile aydınlatılmıştır. Hepsi korint başlıklı olan sütunlardan doğudaki altı tanesinin taşıdığı 9,5 m. çapındaki orta kubbe ile köşelerde yer alan 8 m. çapındaki iki kubbenin örttüğü türbeye (13,5 x 26 m . ) güneye açılan ta'lik kitâbeli kapıdan girilir. Semâhâne kısmının (i8,8 x 26 m.) doğusunda ise dokuz sütunun taşıdığı 18,78 m. çapındaki orta kubbeyle



7



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GELİBOLU MEVLEVÎHÂNESİ örtülü semâ meydanı, 4,5 m. çapında birer kubbenin örttüğü mihrap önü mahalli ile karşısındaki içine eskiden asma kat mutrip mahfilinin yerleştirildiği mekân ve iki köşesi 8 m. çapında birer kubbeyle örtülü eski iki katlı asma ziyaretçi mahfili yeri bulunmaktadır. Semâhânenin, mevcut hatıl izlerinden zamanında, kapının üstüne rastlayan kısmının mutrip heyetine ait bir asma kat mahfiliyle çevrili olduğu ve buraya kapının yanında bugün izleri görülen ahşap bir merdivenle çıkıldığı anlaşılmaktadır. Alt ve üst kat ziyaretçi mahfillerine ise dışarıdaki çift kollu iki beyzî merdivenin altında ve üstünde bulunan bugün pencereye dönüştürülmüş iki kapıdan girilmekteydi. 18,78 m. çapındaki ahşap döşemeli semâ meydanı, Mevlevî âyini icrasına uygun olarak ya dairevî veya dokuzgen planlı olup dokuz sütun arasına yerleştirilmiş alçak bir korkulukla sınırlanmış ve Yenikapı ve Bahariye mevlevîhânelerinde olduğu gibi türbe kısmından yüksek bir korkulukla ayrılmış bulunuyordu. 1767 yılına ait tamirat keşif raporuna ve eski bir kartpostaldaki resme göre semâhâne, Selânik Mevlevîhânesi semâhânesindekilere benzeyen saçaklı kapılara sahipti. Yaşlıların ifadelerinden, türbe kapısından 6 m. kadar içeride Ağazâde Mehmed Dede'nin medfeninin yer aldığı mahzene inen beş basamaklı bir merdivenin bulunduğu öğrenilmektedir. 7,74 m. yüksekliğindeki azametli mermer mihrabın nişi, yaldız bordürlü ve ortası abartılmış üç dilimli geniş silmeli bir kemerle çevrilidir. Nişteki kırmalı sarı mukarnasın altı, bordo rengi saçaklı ve kordonlu perde motifiyle süslüdür. Köşeliklerdeki Türk empire üslûbu özelliği gösteren şualı iri gülçelerle yanlarındaki çift sütunçe başlıklarının sarkık uçlu yaprak çelenkleri yaldızlıdır. Yer yer alçısı dökülmüş bağdadî kubbelerin canlı kalem işlerinde hâkim renkler mavi ve kiremidi olup dilimlere bölünen kubbe yüzeyleri, gölgeli bir üslûpta yapılan ortalarda soyut bitkisel motiflerle, kenarlarda ise kurdele, kordon, âşık yolu gibi Türk empire motifleriyle süslenmiştir. Semâ meydanının üzerindeki büyük kubbenin eteklerinde yirmi pafta içine ta'lik hatla yazılmış Yenikapı, Bahariye ve Kütahya mevlevîhânelerinin semâhâne kubbe eteklerinde de bulunan ve semânın mânevî değerini anlatan, "Dânî semâ çe büved?" ( S e mâ nedir, bilir misin?) mısraı ile başlayan Farsça beyitler dikkat çekmektedir.



BİBLİYOGRAFYA : VGMA, Kırmızı Rumeli Defteri, nr. 725. s. 493, 494, sıra 492 (1054/ 1644-45, 1067/ 165657 tarihli vakıf kayıtları); VGMA, Defter, nr. 174, sıra 2268-2269: VGMA, Edirne Defteri, nr. 174, sıra 2268, 2269: BA, Cevdet-Evkaf, nr. 23342 (1 180-81 1766-67 tarihiil, nr. 734 (1219/18041805 tarihli); BA. MAD, nr. 3160. s. 618-619 (1 178-82 1764-68 tarihli keşif ve tamir defteri!; BA, irade Meclis-i Vâlâ, nr. 6589 (1267/ 1850-51 tarihli); Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi, nr. 65/ 6, 65/8 (1327 r./ 1911 tarihli); nr. 90 (1328 r./ 1912 tarihli); Naîmâ, Târih. II, 221-224; IV. 54; Evliya Çelebi. Seyahatnâme, V, 317; Sâkıb Dede, Sefîne, 11, 26-37; Esrar Dede. Tezkire-i Şuarâ-yı Meuleviyye. Süleymaniye Ktp., Halet Efendi ilâvesi, nr. 109, vr. l a ; Ali Enver, Semâhâne-i Edeb. istanbul 1309, s. 8-9; Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi', II, 104-109; Osmanlı Müellifleri, Ii, 7; Fevzi Kurtoğlu, Gelibolu Yöresi ue Tarihi, İstanbul 1938, s. 61; Uzunçarşılı. Osman/ı Tarihi. 111/2, s. 374-375, 387-389; Mehmet İrdesel, Gelibolu'yu Tanıyalım: Tarihi ue Turistik Rehber, İstanbul 1967, s. 46, 53; Serap Özler. Gelibolu 'daki Türk Mimarî Eserleri (lisans tezi. 1967), İÛ Ktp., T, nr. 4543, s. 1718; Abdülbâki Gölpınarlı, Meulânâ'dan Sonra Mevlevîlik, istanbul 1983, s. 158, 248, 314, 334, 339; Ş. Bârihüdâ Tanrikorur, "Türk Kültür ve Mimarlık Tarihinde M e v l e v i h a n e ' n i n Yeri ve Önemi", SCI 3. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler) 12-14 Aralık 1988, Konya 1989, s. 61-71; Ramazan Eren. Çanakkale ve Yöresi Türk Devri Eserleri, (baskı yeri yok) 1990, s. 86, 91; Erdinç Parla, "Gelibolu M e v l e v î h â n e si", İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü Bülteni, sy. 11-12, İstanbul 1980, s. 51-54; " M e v l e v î h â n e y e Hayat", Güneş, İstanbul 8 Aralık 1987; Ali Bayramoğlu, "Tel Örgüler Ardında Bir M e v l e v î hâne", blokta, sy. 12, istanbul 1991, s. 72-73; R. Ekrem Koçu, "Beşiktaş Mevlevîhânesi", l'st. A, V, 2585-2587; M. Baha Tanman, "Beşiktaş Mevlevîhânesi", DİA, V, 553-554; Ekrem İşın, "Beşiktaş Mevlevîhânesi", DBİst.A, 11, 168. S



F



BARİHÜDA



fülk, câriye ( ç o ğ u l u cevâri v e câriyât) kelimeleri kullanılmaktadır. Hz. Nûh, Hz. Mûsâ ve Hz. Yûnus'un kıssalarında geminin önemli bir yer tutmasından insanlığın en eski devirlerinden itibaren bilindiği anlaşılmaktadır. Hz. Nûh ve çevresindeki inananlar tufan sırasında kendisinin tahtalardan ( e l - K a m e r 5 4 / 13) inşa ettiği gemiye binerek kurtulmuşlardır ( H û d 1 1 / 3 7 - 3 8 ; e l - M u minûn 2 3 / 2 7 ) . Bu geminin "sâc" denilen bir ağaçtan yapılmış (Mecma'u't-tefâsîr; ili, 322) 60 m. uzunluğunda, 38 m. eninde ve su seviyesinden itibaren 23 m. yüksekliğinde üç katlı bir yelkenli olduğu rivayeti yanında vapur türü buharlı bir gemi olduğu da ileri sürülmüştür (Elmalılı, IV, 2780). Hz. Mûsâ'nın Hızır ile birlikte çıktığı yolculuğun bir bölümünde Hızır bindikleri gemiyi yaralamak suretiyle onu zalim bir hükümdarın el koymasından kurtarmıştır (el-Kehf 18/71, 79). Hz. Yûnus da kendisine itaat etmeyen halkından uzaklaşmak için bir gemiye binerek yurdundan ayrılmıştır ( e s - S â f f â t 3 7 / 1 4 0 ) . Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan gemiyle ilgili diğer bilgiler ise gemilerin deniz üzerinde rüzgârın tesiriyle dağlar gibi gitmesinin Allah'ın varlığına delâlet ettiği (eş-Şûrâ 4 2 / 32), denizde yüzüp gitmeleri için gemileri insanların emrine ve hizmetine verdiği ( İ b r a h i m 1 4 / 3 2 ; e l - B a k a r a 2 / 1 6 4 )



IX. yüzyıla ait bir Arab gemisi



TANRIKORUR



GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ (bk. Â L Î MUSTAFA EFENDİ).



GEMİ



Dîvânü lügati't-Türk'te belirtildiğine göre gemi kelimesi Oğuz ve Kıpçak lehçelerinde kemi, diğerlerinde kimi şeklinde kullanılıyordu (İli, 236). Ancak bu tabirlerle nehir vasıtaları kastedildiği için kemi / kiminin bir çeşit kayık olması muhtemeldir. İlk gemilerin tomrukları ağaç lifleriyle birleştirmek suretiyle sal şeklinde yapıldığı, ardından ağaç gövdelerinin oyularak kayıkların elde edildiği, daha sonra da kürek ve rüzgâr yardımıyla hareket eden yelkenli gemilerin meydana getirildiği sanılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de gemi karşılığı olarak sefîne,



8



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ şeklindedir. Bir âyette de müşriklerin inanç özelliklerinden bahsedilirken gemilere bindikleri zaman ihlâsla Allah'a yalvardıkları, fakat sâlimen karaya çıktıklarında hemen O'na ortak koştukları ( e l - A n k c b û t 2 9 / 6 5 ) anlatılmaktadır ( g e m i y l e ilgili âyetlerin t a m a m ı için b k . M . F. A b d ü l b â k I , el-Mu'cem, "fülk", " s e f î n e " , " c â r i y e " , " c â r i y â t " , " c e v â r î " md.leri). İlk müslümanlar denizcilik (milâha, bahriye) geleneklerini, Kızıldeniz'e ve Basra körfezine yelken açtıkları bilinen Câhiliye Araplar'mdan tevârüs etmişlerdir. Hz. Peygamber devrinde müslümanlar ilk defa muhtemelen Habeşistan'a hicret ederken gemiye bindiler (615). Ticaret için Suriye şehirlerine giden Mekkeli müşrikler de müslümanların Medine civarında kervan yollarını kesmeleri sebebiyle daha uzun olmasına rağmen deniz yolunu tercih etmek zorunda kalıyorlardı. Deniz yolculuğu sırasında deniz suyu ile abdest alınabileceğine dair hadisler {el-Muvatta', " T a h a r e t " , 12), o devirde geminin müslümanlar tarafından yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir. Hz. Osman'ın ticaret gemileri olduğu ve ashaptan bazılarının deniz ticareti yaptığı da bilinmektedir. Müslümanlar, Hz. Peygamber devrinden kısa bir süre sonra donanma kurarak denizlere açıldılar; ilk deniz akınları Hz. Ömer zamanında hıristiyan Habeşler'e karşı yapıldı (641). 654'teki ikinci Kıbrıs seferinde İslâm donanmasında 500 gemi bulunuyordu. Ertesi yıl yapılan ve ilk büyük deniz savaşı olan Zâtü's-savâri ( g e m i direkleri) savaşında gemi sayısı 200 civarında idi. Muhtemelen gemi sayısının çokluğu sebebiyle verilen bu isimden savaşa katılan gemilerin yelkenli olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde İskenderiye'deki eski Mısır-Grek tersanesinde gemi inşa faaliyetleri sürdürüldü. Daha Suriye valiliği sırasında deniz işlerine önem veren Muâviye b. Ebû Süfyân, hilâfete geçince ilk iş olarak Akkâ'daki tersaneyi tamir ettirip gemi inşa faaliyetlerine hız verdi. Muâviye zamanında donanmanın mevcudu 1700 gemi dolayında idi. Gemi inşası için lüzumlu olan sedir keresteleri Cebelilübnan'dan sağlanıyordu. Halife Süleyman b. Abdülmelik döneminde Mesleme b. Abdülmelik kumandasında İstanbul'u kuşatmaya giden (717) Emevî donanmasında irili ufaklı 1800 gemi bulunuyordu. Emevîler'in son zamanlarıyla Abbâsîler'in ilk yıllarında donanma ihmal edildiği için Bizanslılar Doğu Akdeniz'de bir



süre üstünlüğü ele geçirdiler; nihayet Hârûnürreşîd devrinde hâkimiyet sağlandı. Aynı dönemde Kuzey Afrika'da ve Endülüs'te kurulan donanmalar da Fransa ve İtalya sahillerini vurdular. Fas'ta İdrîsîler ve Tunus'ta Ağlebîler birer deniz devleti olarak ortaya çıktılar. Özellikle Fâtımîler'in Akdeniz'de üstünlük sağlamaları ile tersanelerde gemi inşasına hız verildi ve İskenderiye'deki tersanede 600 gemi daha yapıldı. Omurgalı gemi tiplerinin geliştirilmesine öncülük eden Fâtımîler'de, donanma ve tersanelerdeki faaliyetlerin idaresinden sorumlu olan Divânü'l-amâir (Divânü'l-cihâd) isimli ayrı bir divan vardı. Fâtımîler'in son dönemlerinde denizcilik ihmale uğradı. Eyyübîler devrinde ise donanmanın geliştirilmesine önem verildi ve devletin hâkim olduğu topraklardaki gemi yapımına elverişli ağaçlan barındıran ormanlar dikkatle korundu. Geliştirilen donanma ile Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz'de önemli başarılar elde edildi. Daha sonraları bölgede hâkimiyet kuran Memlükler de Akdeniz ve Kızıldeniz'de büyük varlık gösterdiler. Müslüman denizcilerinin Doğu Akdeniz'deki ihtişam devrinde Endülüs müslümanları da Batı Akdeniz'de muazzam bir donanma vücuda getirdiler. Nakliye gemileri bütün Akdeniz'i dolaşıyor ve İstanbul'a kadar gidiyordu. Özellikle III. Abdurrahman devrinde Endülüs'te çok sayıda gemi inşa edildi ve İber yarımadasının hıristiyan krallıklarına ait donan-



malar sık sık yenilgiye uğratıldı (müslüm a n denizciliği hakkında g e n i ş bilgi için bk. B A H R İ Y E ) . Kaynaklar gemi ve gemi inşası hakkında yeterli açıklama yapmamakta, verilen bilgilerden ancak gemi türlerini belirten listeler çıkartabilmektedir. Bazı coğrafyacı ve edipler, İslâm öncesi şiir geleneğine uyarak birtakım gemilerin özelliklerini anlatırken nasıl ve ne maksatla kullanıldıklarına değil daha çok güzelliklerine temas etmişlerdir. Kaynakların verdiği bilgilere göre ayrı tiplerde olan savaş ve ticaret gemileri gerektiğinde her iki amaçla da kullanılıyordu. Ayrıca ticaret filoları ile savaş filoları arasında yakın bir ilişki vardı ve ticaret gemilerinde çalıştırılan tecrübeli tayfalar aynı zamanda harp gemilerinde de yer alıyorlardı. İslâmî literatürde gemi karşılığı olarak çok sayıda kelime kullanılmış ve aynı kelimenin farklı zamanlarda farklı gemi türlerini adlandırması deniz tarihi araştırmalarında büyük karışıklıklara yol açmıştır. Genel anlamda bütün gemilere sefîne veya merkeb deniliyor, bunlara bazı sıfatlar eklenerek özel gemi tipleri ifade ediliyordu: Merkeb-i kebîr (büyük g e m i ) , merkeb-i tavîl (uzun g e m i ) , merkeb-i sakil (ağır yük gemisi), merkeb-i hafif (hafif yük gemisi) gibi. Bu gemilerin bazısı son derece büyüktü. XI. yüzyıla ait kaynaklar, bunlardan bir tanesinin direk uzunluğunun 23 m., yük kapasitesinin ise 300 ton olduğunu yazmaktadır



B



Bazı Arap gemilerine ait çizimler: a) Sünbûk b) Beggale c) Zevrak dl Dehû



9



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ (Christides, Dictionary of the Middle Ages, IX, 76). Yine aynı dönemde Akdeniz'de seyreden gemiler arasında 500 yolcu kapasiteli olanlara da rastlanıyordu (Goitein, A Mediterranearı Society, I, 301-352). Makdisî otuz altı farklı gemi çeşidinden bahseder (Ahsenü't-tekâsîm, s. 31-32); bunlardan bazıları hakkında bilgi bulunmakta, bazıları ise sadece isim olarak kalmaktadır. Hint Okyanusu'nda faaliyet gösteren Arap korsan gemilerine birke deniyordu. Bur'ânî bir nakliye gemisiydi; daha çok meyve ve bal gibi yiyecekler taşırdı. Adını Suriye kıyılarındaki Cebele şehrinden alan cebeliyye keşif ve casusluk hizmetlerinde kullanılıyordu. Kârevâniyye, hac veya ticarî maksatlı seyahatlerin birlikte yapıldığı bir gemi idi. Ş e n k û liyye bir çeşit korsan gemisi, sükıyye, "çarşı" mânasına gelen adından anlaşıldığına göre kıyı sakinlerine doğrudan mal satan bir ticaret gemisi, z e v r a k nakliye maksadıyla kullanılan küçük gemi, abari büyük yelkeni ve beş tayfası bulunan gemi, birce (barca) üstü örtülü büyük gemi, celebe çivi kullanmadan inşa edilen gemi türlerinden biri, galyon (kalyon) yelkenli büyük gemi, haşebe yelkenli bir gemi, kilyâte Osmanlılar'ın kalyatasınm benzeri bir gemi, mismâriyye nakliye gemisi ve talıa hızlı bir çeşit gemi idi. Nehirlerde özellikle nakliye işlerinde kullanılan kü-



çük gemiler mi'ber, rakkiyye, tayyâr ve vâsitiyye gibi adlar taşıyordu. İslâmiyet'in ilk dönemlerindeki müslüman gemileri muhtemelen Akdeniz'deki Bizanslılar'ın genel gemi tiplerine ben-



Iki yelkenli bir s ü n b u k ü g ö s t e r e n ç i z i m



ziyordu. Müslümanlar, Fenike geleneklerini sürdüren Suriyeli ve Mısırlı ustaları kendi hizmetlerine alarak güçlü bir donanma kurdular. Gemilerin tiplerine ve boyutlarına bakılmaksızın teknelerinin su altında kalan kısmı daima balina şeklinde yapılıyordu. Özellikle Nil'in ağzında sahil koruma hizmeti gören gemilere d r a m o n a r i a deniyordu ve bunlar İstanbul'un ikinci kuşatmasına da (717) katılmışlardı. A k a t i a donanmaya asker, at, mühimmat vb. taşıyan yardımcı gemilerdendi. Şelendi büyük güverteli savaş



gemilerinin, şînî (şîniyye veya şânî) kadırga türü gemilerin yaygın adı idi. Fâtımîler'in son dönemlerinde bir şînî 1000 asker taşıyordu. Gurâb, yelken ve kürekle hareket eden kadırga türünden bir gemi idi ve 140 (veya 180) kürekçisi vardı. Harrâka, düşman gemilerini yakmak için tutuşturucu maddelerle ve bunları atmak için mancınıklarla donatılmış bir savaş gemisiydi; 100 küreği vardı ve şînîden biraz daha küçüktü. Özellikle at taşımada kullanılan tarrîde en çok kırk at taşıyabilen bir nakliye gemisiydi; bunların arka kısımları hayvanların binip inmesine uygun şekilde yapılıyordu. İbn Battütâ'nın Çin'e gittiği geminin adı Câker idi ve yetmiş atla ellisi okçu 100 savaşçı taşıyordu (İbn Battüta, II, 2 0 0 - 2 0 1 ) . Yazılı ve görüntülü kaynaklar, X. yüzyıla kadar müslümanlarla Bizanslılar tarafından bir, iki ve üç direkli gemilerde Latin yelkenlerinin kullanıldığını göstermektedir. Müslümanlar, Romalılar'ın kare biçimindeki basit yelkenlerini daha ileri götürerek ana direğe bağlı, serenli üçgen yelkenleri icat ettiler; bunların serenleri bazan direkten ve hatta gemiden dahi uzundu. "Mizana direği" denilen ve bir yelkenli geminin baştan üçüncü direğini oluşturan direğin adı da muhtemelen Arapça "mîzan" kelimesinden gelmektedir. Yelkenler önceleri hindistan cevizi veya papirüs liflerinden, sonraları ise genellikle pamuk, keten ve kenevirden dokunmuştur. Gemilerde dümen yerine kıç kısmına takılan bir veya iki iri kürek kullanılıyordu-, nihayet XII. yüzyılda müslümanlar tarafından dümen icat edildi. İslâmî döneme ait minyatürlü yazma eserler, ticaret gemilerini arka taraflarında özel yolcu bölmeleri olan tekneler şeklinde tasvir etmektedir. Lengerler muhtemelen taştan yapılıyordu ; çünkü bölgede demir madeni azdı. XIII. yüzyıldan itibaren Akdeniz gemilerinde yaygın olarak dört tırnaklı çapa kullanıldığı görülür. Gemi donanımının ve denizcilik aletlerinin gelişmesi aynı



dönemlere rastlar. Müslümanların gerçekleştirdiği teknolojik ilerlemeler daha sonra Avrupalılar'a intikal etti ve özellikle İtalyanlar, İspanyollar ve Portekizliler devraldıkları bilgileri daha da geliştirdiler. Akdeniz'deki gemilerde güverte ve barınma kısmı olarak çok az yer ayrılıyordu. Seyyahlar, gemilerde gayri insanî şartlar ve sıkışık bir ortam olduğunu belirtmektedirler. Buna karşılık Kızıldeniz ve Basra körfezindeki gemilerde yolcular için kamaralar bulunduğu anlaşılmaktadır. Genellikle Akdeniz'de ve Hint Okyanusu'nda kullanılan gemiler arasında önemli farklılıklar vardı. Kızıldeniz ve Basra körfezinde bulunan gemilerin de dahil olduğu Hint Okyanusu gemilerinin özellikleri, İslâm öncesi devirlerden XV. yüzyılda Portekizliler'in bölgeye gelmesine kadar değişmeden sürdü. Önceleri A r a p



dehûsu (dühû?) veya haytiyye denilen ve dört köşeli yapılan bu gemiler, tahtaların birbirine ince urganlarla raptediimesi suretiyle çivisiz olarak inşa ediliyordu. Teknelerin kerestesi, gemi yapımına çok uygun olan uzun ve sert Malabar sâcından elde ediliyor, halatlar da hindistan cevizi liflerinden örülüyordu. Küçük gemilerde omurga ve iskelet yoktu. Zamanla gelişmeler oldu; çivi kullanılarak inşa edilen ve kalafatlanan gemiler Hint Okyanusu'nda da seferlere başladı. Ortalama 100-200 ton ağırlığında ve 30 m. uzunluğunda olan bu gemiler ölçü ve tonaj bakımından yaklaşık



Basra k ö r f e z i n d e s e f e r y a p a n bir A r a p t i c a r e t



gemisini



g ö s t e r e n m i n y a t ü r (Harîrî, el-Makâmst, Bib!iotheque natlonale,



MS A, nr. 5847, vr. 119»)



10



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ olarak Akdeniz gemileriyle eşitti; direklerinin uzunluğu 7,5 m., su kesimi de 3,7 m. kadardı. Yakın mesafelerde ise daha küçük gemiler kullanılıyordu. Ünlü tarihçi ve coğrafyacı Mes'ûdî'nin belirttiğine göre gemilerde yöneticiler ve hizmetliler olmak üzere iki çeşit görevli bulunuyordu. "Nâhudâ" geminin sahibiydi ve her yolculuğa katılması mecburi değildi. "Rubbân" veya "reis" kaptan, "dîdebân" gözcü, "muallim" harita ve teknik aletleri kullanan, izlenecek rotayı tesbit eden, "iştiyâm" yolcuların danışmanı idi. Makdisî de bu personeli "rubbâniyyîn" (kaptanlar), "eşâtime" (yolcu danışmanları), "riyâziyyîn" (harita kullanan v e rotayı t e s b i t e d e n l e r ) , "vükelâ" (ticarî temsilciler) ve "tüccâr" (tacirler) olarak zikretmektedir (Ahsenü't-tekâsîm, s. 10). Akdeniz gemilerindeki mürettebat ise "nevâtiyye" (nûtîler " g e m i c i l e r , t a y f a l a r " , Gr. nautesd e n ) ve "rüesâ" idi; tayfabaşına da "kâidü'n-nevâtiyye" deniyordu. BİBLİYOGRAFYA: Dîuânü lugâti't-Türk Tercümesi, 111, 235; M. F. Abdülbâkî, el-Mucem, "fülk", "sefine", "câriye", "câriyât", "cevârî" md.leri; R. Blachere v.dğr., Dietionnaire arabe-français-anglais, Paris 1970, II, 1474; el-Muuatta', "Taharet", 12; Makdisî, Ahsenü't-tekâsîm, s. 10, 31-32; İbn Battûta, Seyahatname, II, 200-201; Mecma'uttefâsîr, İstanbul 1979, III, 322; Huzâî, Tahrîcü'ddelâlâti's-sem'iyye, s. 482-484; Elmalllı, Hak Dini, IV, 2780; R. B. Serjeant, The Portuguese of the South Arabian Coast, Hadrami Chronicles, Oxford 1963, s. 132-137; S. D. Goitein, A Mediterranean Society, California 1967, I, 301-352; Cevâd Ali, el-Mufaşşal, VII, 243-284; Aly Mohamed Fahmy, Müslim Naual Organization in the Eastem Mediterranean, Cairo 1980, s. 115-125, 138-140, 149-166; Seyyid Abdülazîz Salim — Ahmed Muhtar el-Abbâdî, Târîhu'lbahriyyeti'l-lslâmiyye fî Mışr ue'ş-Şâm, Beyrut 1981, s. 128-139, 247-249; Hasan İbrahim, İslâm Tarihi, VI, 28-34; V. Christides, "Navies, Islamic", Dictionary of the Middle Ages (ed. |. R. Strayer), New York 1987, IX, 73, 76-78; a.mlf., "Naval History and Naval Technology in M e dieval Times, tlıe N e e d for Interdisciplinary Studies", Byzantion, LVIII, Bruxelles 1988, s. 309-332; a.mlf., "Milâha", El2 (İng.), VII, 4445; a.mlf., "Naft", a.e., VII, 884; B. M. Kreutz, "Ships and Shipbuilding, Mediterranean", Dictionary of the Middle Ages (ed. 1. R. Strayer), New York 1988, XI, 232; S. Arenson, "Ships and Shipbuilding, Red Sea and Persian Gulf" a.e., XI, 247-248; Erşahin Ahmet Ayhün, İslâmm İlk Yıllarından Emeuilerin Sonuna Kadar Deniz Seferleri (yüksek lisans tezi, 1989), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 51-53; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtibü'l-idâriyye (Özel), II, 127132; J. L. Delgado. "La Primitiva Organizaciun N a v a l Musulmana (28-60/649-680)", Homenaje al Prof. Jacinto Bosch Vilâ, Granada 1991, s. 238-241; W. H. Moreland. "The Ships of the Arabian Sea about A. D. 1500", JRAS (1939), s. 63, 74, 173-192; Habîb Zeyyât,



" M u ' c e m ü ' l - m e r â k i b ve's-süfün fi'l-İslâm", el-Meşrık, XLI1I, Beyrut 1949, s. 321-364; I. Lichtenstadter, "Origin and Interpretation of Some ûur'ânic Symbols", Studi orientalistiei in onore di Giorgio Leui Della Vida, II, Roma 1956, s. 70-77; A. F. L. Beeston, "Ships in a Our'anic Simile", JAL, IV (1973), s. 96; Abdülcebbâr Mahmud es-Sâmerrâî, " e l - M i l â h a e ind e ' l - ' A r a b kable'l-İslâm", Faysal, XXXVII, Riyad 1980, s. 111-112; Syed Süleyman Nedvi, "The A r a b Navigation", al-'İlm, Vil, Durban Westville 1987, s. 6, 8; H. Kindermann - |C. E. Bosworth|, "Safına", El2 (ing.), VIII, 808-809; C. E. Bosvvorth, "Safına", a.e., VIII, 810-811; G. R. Tibbetts, "Milâha", a.e., VII, 51; Nebi Bozkurt, "Bahriye", DİA, IV, 499-501. S



İDRİS B O S T A N



Osmanlı Dönemi. Türkler'in, Anadolu'da yerleşmeye başladıktan (1071) kısa süre sonra sahil bölgelerine ulaştıkları ve İzmir civarını ele geçiren Çaka Bey'in inşa ettirdiği kırk gemiden oluşan donanmasıyla deniz seferlerine çıktığı bilinmektedir. Daha eski devirlerde Türkler'in Hazar deniziyle Baykal gölünde gemicilikle uğraştıkları hakkındaki bilgiler, Timur'un Yıldırım Bayezid'e söylediği rivayet edilen, "Sizin ceddiniz gemicilerdir" cümlesine dayandırılır. Selçuklular, ele geçirdikleri Anadolu yarımadasının coğrafî şartlarının bir gereği olarak gemi yapma ihtiyacını duymuş ve Alanya ile Sinop'ta birer tersane kurmuşlardı. Onların ardından denizcilik geleneğini Ege sahillerinde hüküm süren Türkmen beylikleri devam ettirdiler. Özellikle Türk denizcilik tarihinde önemli bir yeri olan Aydınoğlu Umur Bey zamanında Aydınoğulları gibi diğer beyliklerden Karesi, Saruhan, Menteşe ve Candaroğullan'nın da hâkim oldukları bölgelerde çeşitli türde gemiler inşa edilmiştir. Bunları, Rumeli'ye yerleştikten sonra kurdukları Gelibolu tersanesinde geliştirilen donanma ile Osmanlılar takip etti. Osmanlı kaynakları ve arşiv belgeleri gemi karşılığında Arapça sefîne (çoğulu süflin, sefâyin) ve Farsça keştî ( ç o ğ u l u keş-



tihâ) kelimelerinin yaygın biçimde kullanıldığını göstermektedir. Zamanla ilerleyen Osmanlı gemiciliği, XV. yüzyılın ilk yarısında bir deniz akıncılığı görünümünde iken İstanbul'un fethinden sonra Kadırga ve Haliç tersanelerindeki faaliyetler sonunda ve tecrübe kazanan kaptanlar sayesinde savaş stratejisine sahip gerçek bir denizciliğe dönüştü. İstanbul kuşatması sırasında irili ufaklı 400 civarında gemiden oluşan Osmanlı donanması giderek faaliyet sahasını genişletti. II. Bayezid devrinde büyük çapta harp gemilerinin inşası ile açık deniz filosunun temeli atıldı. Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman devirlerinde İstanbul'daki Haliç tersanesi genişletilerek aynı anda 150 kadar geminin yapımına imkân verecek şekilde donatıldı. Burada ve diğer önemli Osmanlı tersanelerinde, gerek Barbaros Hayreddin Paşa'nın kaptan-ı deryalığı sırasında gerekse daha sonraları Akdeniz ve Karadeniz filolarının dışında Hint denizine kadar ulaşacak gemiler inşa edildi. Osmanlı deniz tarihinde gemiciliğin gelişmesini üç ayrı dönemde incelemek gerekir. Birinci dönem, imparatorluğun kuruluşundan XVII. yüzyılın sonlarına kadar devam eden kürekli gemiler dönemi, ikincisi XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam eden yelkenli gemiler dönemi, üçüncüsü de imparatorluğun yıkılışına kadar süren buharlı gemiler dönemidir. Birinci dönemin başlıca gemilerini en önemlisi kadırga olan çektiri ( ç e k t i r m e ) tipi gemiler teşkil ediyordu (aş. b k ). Bu döneme özellikle, Osmanlı gemi teknolojisine kendi bilgi ve becerilerini ilâve eden Barbaros Hayreddin Paşa damgasını vurmuştur. Esas itibariyle Venedik gemi inşa tekniklerini uygulayan Osmanlılar Barbaros ile birlikte bazı değişiklikler yaptılar. Barbaros ve adamları denizlerde dolaştıkları uzun yıllar boyunca sadece denizci olmakla kalmamışlar, savaşlarda zaptettikleri İspanyol kalyonla-



Seydi Ali R e i s i n Hint Okyanusu'nda Portekizlilerle yaptığı savaştaki gemileri tasvir eden bir resim (Hüsnü



Tengüz



Albümü. istanbul Deniz Müzesi, nr. 5 7 8 . vr. 9 ' )



11



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ Yelkenli gemilerden oluşan Osmanlı donanmasın 1247'de (1831) Akdeniz'de seyrederken gösteren bir resim (Hüsnü



Tengüz.



Albümü. İstanbul D e n i z Müzesi, nr. 5 7 8 , vr. 2 2 * )



rını, Napoli kadırgalarını ve çeşitli denizci milletlere ait büyük ticaret barçalarını ayrıntılarıyla inceleyerek gemi onarım ve inşası konularında da uzmanlaşmışlardı. Barbaros, çektirilerin en etkili savaş tekneleri olduğu kanaatindeydi. Çünkü yelkenli büyük gemiler rüzgâr estiğinde daha hızlı yol alsalar bile Akdeniz'de yaz mevsiminin uzun sürmesi ve bu aylarda havanın durgun gitmesi sebebiyle hayli zaman âdeta hareketsiz kalıyorlardı. Yine bu gemiler, kürek ağırlıklı kadırgalar gibi koylarda ve küçük limanlarda kullanılmaya elverişli değildi; savaş sırasında da hızlı hareket edip düşmanı sıkıştıramıyorlardı. Bu sebeple XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı donanmasının bel kemiğini çektiri sınıfı gemiler teşkil etmiştir. İkinci dönemin en önemli gemisi adı çeşitli denizcilik tabirlerinde yer alan kalyondu (aş. bk.). Özellikle Girit seferleri sırasında ( 1 6 4 5 - 1 6 6 9 ) Venediklilerin karşısında hafif kalan kadırgaların yerine kalyon yapımına ağırlık verildi. Ancak 1650'de otuz tanesinin inşası için teşebbüste bulunulduysa da başarı sağlanamadı. Sadrazam Melek Ahmed Paşa'nın 1651'de yaptırdığı 45 m. uzunluğundaki kalyon suya indirilirken yan yattı ve aldığı su ile batarak kullanılamaz hale geldi. Öte yandan kalyonların kullanılması da sorun çıkarıyor, görevli gemicilerin yeterince beceri kazanamamış olmaları sebebiyle pek başarı elde edilemiyordu. Bunun üzerine Sadrazam Fâzıl Ahmed Paşa tekrar kadırgaya dönülmesi emrini verdi. Fakat onun arkasından sadrazam olan Merzifoniu Kara Mustafa Paşa zamanında bu gemilerden on adedinin yapımı gerçekleştirildi ve Osmanlı bahriyesi yeniden kalyon düzenine geçti ( B o s t a n , Osmanlı



Bahriye



Teşkilâtı:



XVII.



Yüzyılda Tersane-i Amire, s. 98-100). XVII. yüzyılın sonunda kadırga yapımının çok azalmasına karşılık kalyon inşasına hız verildi ve XVIII. yüzyılda üç ambarlı büyük kalyonlar ortaya çıktı. Kalyonculuğun



gelişmesiyle Osmanlı donanması Çeşme yenilgisine (1770) kadar Akdeniz hâkimiyetini elinde tuttu. Hatta 1707'de Akdeniz'e açılan Canım Hoca Mehmed Kapudan, emrindeki yirmi kalyonla İspanya ve Mayorka taraflarına kadar gitti ve bu arada iki İtalyan kalesini ele geçirerek tahrip etti. 1710'da Karadeniz'e gönderilen birçoğu kalyon 360 gemiden oluşan donanma Ruslar'a karşı önemli bir güç teşkil etmişti. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru yapım tekniklerinin değişmesi üzerine Avrupa standartlarına uygun gemi ihtiyacı kendini hissettirmeye başladı. Fransa'dan getirilen gemi inşa mühendisi Brun ve beraberindekiler, Osmanlı bahriyesini modernleştirmek ve uzman yetiştirmek için çaba gösterdiler. Bu dönemde birçok kalyon, firkateyn ve korvet türü gemi inşa edildi. Gemilerin tamirinde faydalanmak amacıyla Avrupa'daki tersanelerde olduğu gibi Haliç tersanesinde de havuzlar inşa edildi. İsveçli mühendis Rhode ve ekibinin 1797-1800 yıllarında yaptığı büyük havuz yalnız donanmadaki gemilerin bakımına tahsis edildi. Bu gelişmelerde Kaptanıderyâ Küçük Hüseyin Paşa'nın büyük gayretleri olmuştur. Vapur (vapeur) kelimesi Fransızca'da "buharlı makine" anlamına gelmektedir. Daha sonra bu makinelerin kullanıldığı gemilere de vapur denilmiştir. Buharlı gemilerin (vapurların) donanmaya kazandırılmasıyla üçüncü safhayı teşkil eden yeni bir dönem başladı. Sanayi alanında önemli gelişmeler kaydeden Avrupalılar ve özellikle İngilizler buharlı gemileri icat ederek XIX. yüzyılın başlarında deniz kuvvetlerinde kullanmaya başladılar. Osmanlı Devleti bu tür ilk gemiyi 1827'de İngiltere'den satın aldı. Sür'at adı verilen gemiye halk "buğu gemisi" diyordu. II. Mahmud bu gemiyle 1829 Şubatında Tekirdağ'a kadar bir seyahat yaptı. 1827 Navarin yenilgisi yelkenli gemilerin âdeta son savaşı olmuştu. 1830'dan itibaren Osmanlı gemi inşa teknolojisinde Amerikalı uzmanlar ön plana



çıktılar. Amerikalı mühendis Rhodes'in planlarına göre Haliç Tersanesi'nde inşa edilen harp gemileri Türk denizcileri tarafından çok beğenildi. İlk Osmanlı buharlı gemisi olan Eser-i Hayr, 1837'de mimar Rhodes tarafından Aynalıkavak'ta yapıldı ve Tanzimat'la birlikte bu tür gemiler yavaş yavaş yelkenlilerin yerini almaya başladı. Kısa sürede sayıları on sekizi bulan vapurların makineleri ve hatta çarkçı ve makinistleri dışarıdan getirtilmişti. En önemlileri Mecidiye, Tâif ve Eser-i Cedîd olan bu gemiler daha çok deniz ticareti ve posta işleriyle asker ve eşya taşımada kullanılıyordu. Kırım Savaşı'ndan ( 1 8 5 3 - 1 8 5 6 ) sonra ise yine buharlı gemiler gibi daha çok dışarıdan zırhlı gemiler satın alındı. Osmanlı denizciliğinin ilk iki dönemindeki gemi sayısında önemli iniş çıkışlar olduğu görülür. Bu durumu özellikle XVI ve XVII. yüzyıilardaki büyük deniz savaşları etkilemiştir. Kanünî'nin Rodos seferine (1522) 300, Preveze Deniz Savaşı'na (1538) 120, Kıbrıs seferine (1571) 400 ve Girit seferine de yine 400 civarında gemi katılmıştı. Dolayısıyla donanma için sürekli olarak yüzlerce gemiyi hazır tutmak gerekiyordu. Nitekim İnebahtı yenilgisini (1571) takip eden kış döneminde 200'den fazla kadırga ve baştarda inşa edilmişti. Kemankeş Kara Mustafa Paşa'nın kaptan-ı deryalığı zamanında ise ( 1 6 3 5 - 1 6 3 8 ) her yıl kırk kadırganın tersanede hazır bulundurulması kanun haline getirildi (Kâtib Çelebi, s. 223); 1113 ( 1 7 0 1 ) tarihli Bahriye Kanunnâmesi'nde de bu hüküm aynen muhafaza edildi (BA, MD, nr. 112, s. 1-6). Donanmanın sefer hazırlığı içinde bulunduğu yıllarda Tersane-i Âmire'de büyük bir faaliyet görüldüğü halde barış dönemlerin-



Rodos kuşatmasında Osmanlı savaş gemilerini gösteren yağlı boya bir tablo (İstanbul Deniz Müzesi, nr. 1049)



12



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ de ancak ihtiyaç nisbetinde gemi inşa edilmekteydi. XVII. yüzyılın ilk yarısında birkaç deniz seferi dışında savaş için donanma sevkedilmediğinden gemi yapımı barış zamanındaki kadar olmuştu. Gemilerin savaşlar sırasında yara alarak veya şiddetli fırtınalarda alabora olarak batmaları yahut düşman eline geçmeleri sonucu sayılarının azalması sebebiyle donanma mevcudunu tamamlamak için de gemi yapım ve tamiri faaliyetleri sürdürülmekteydi. Osmanlı denizcilik tarihindeki en büyük gemi zayiatları İnebahtı'da en az yetmiş beş, Girit seferi sırasında (1655) yetmişten fazla, Çeşme'de otuz ve Navarin'de (1827) elli yedi sayılarına ulaşmıştı. Fırtınalar sebebiyle de 1675'te Kaptanıderyâ Köse Ali Paşa idaresindeki Karadeniz filosundan yedi, ertesi yıl Seydizâde Mehmed Paşa idaresindeki donanmadan yirmi ve ondan sonraki yıl da yirmi iki geminin battığı bilinmektedir. XVII. yüzyıl boyunca sadece İstanbul'daki Haliç Tersanesi'nde ortalama 300 gemi inşa edilmiş ve 800 gemi de onarılmıştı (Bostan, Osmanlı



Bahriye



Teşkilâtı:



XVII.



Yüzyılda



Tersâne-i Âmire, S. 100). İnce donanma ile (nehir ITuna nehri! filosu) kayık türü küçük gemiler bu sayıların dışındadır. Gemi Çeşitleri. XIX. yüzyıla kadar Osmanlı donanmasını teşkil eden gemiler kürekli (yelken y a r d ı m c ı l ı ) ve yelkenli olarak iki gruba ayrılıyordu. Kürek ve kısmen yelkenle hareket eden gemilere "çektiri" (çektirir) veya "çektirme" tabir ediliyor, ana hareket kaynağı yelken olan gemilere ise "yelkenli" veya "kalyon sınıfı gemiler" deniliyordu. Çektiri türü gemiler de büyük donanma gemileri ve ince donanma gemileri şeklinde ikiye ayrılıyordu. Büyük donanma gemilerinin başlıcaları şunlardır: Kadırga. Kuruluş devrinden XVII. yüzyılın sonlarına kadarki savaş gemileri-



nin en çok kullanılanı ve asıl vurucu gücü teşkil edenidir. İki bodoslaması arası 55-56 zira ( 4 1 - 4 2 m . ) olan bu gemiler gayet uzun ve ensiz, hemen hemen su seviyesinde denecek kadar alçak, kıçları başlarına oranla daha yüksek ve baş bodoslamaları omurgalarına dikey inen çok hızlı ve kıvrak hareketli bir tekneye sahiptiler. Baş ve kıçlarında etrafı halatlarla çevrili küçük birer yarım güverte bulunur ve buralarda kaptanlarla savaşçılar dururdu. Bir kadırgada yirmi beş oturak, kırk dokuz kürek vardı ve her küreği dört veya beş kişi çekerdi. Mürettebat 100 savaşçı, 196 kürekçi, yirmi halatçı, iki dümenci, bir yelken ve iki kürek tamircisi, iki kalafatçı, iki marangoz, iki gümi (komi, hizmetkâr) ve hepsine kumanda eden, harita ve pusulayı kullanan bir reis olmak üzere yaklaşık 330 kişiden meydana geliyordu. Bir kadırgaya malzeme olarak üç yelken, iki tente, beş lenger, 6500-7000 kg. halat ve toplar için mermi olarak yeterince yuvarlak verilirdi. XV. yüzyılın sonlarında her gemide bir büyük topla dört darpzen ve sekiz prangı topu bulunurken daha sonraları biri başta, ikisi yanlarda üç top bulunuyordu. Kadırganın üç yelkeninden büyüğüne "can kurtaran" denilirdi ve kumda gemiyi yukarı kaldırmak için kullanılırdı. Bu yelken Kaptanıderyâ Çelebi Ali Paşa zamanında kaldırıldı. Orta yelken fırtınada açılırdı. Tirinkete ise devamlı kullanılırdı. XVII. yüzyılın başlarında bir kadırganın maliyeti 236.500 akçeye ulaşıyordu. Baştarda. Kadırgadan daha büyük olup 57-72 zirâ ( 4 3 - 5 5 m.) boyunda ve yirmi altı-otuz altı oturaklı idi; her küreğinde beş-yedi kürekçi bulunuyordu. Tersane kethüdâsı ve tersane emini sefere çıktıklarında bu tür gemilere binerlerdi. Bunların 70-72 zirâ ( 5 3 - 5 5 m . ) uzunluğunda otuz altı oturaklı olan en büyük-



II. Bayezid devrine ait bir g ö k e ve inebahtı Limanı'nda Osmanlı donanmasını gösteren minyatürler (Kâtib Çelebi. Tuhfetü'l[t



kibar



esl&ril-bihâr.



T S M K , Revan K ö ş k ü , nt. 1 1 9 2 , vr. 16», 17*1



Albümü,



i s t a n b u l D e n i z M ü z e s i , nr. 5 7 8 , vr. 4 " )



leri kaptan paşaya aitti ve adına "paşa baştardası" deniyordu. Bu gemilerin her küreğini yedi kürekçi çeker ve her kürekçi mangasının arasında üç savaşçı bulunurdu. Toplam mürettebatı ise 500'ü kürekçi, 216'sı savaşçı ve gerisi gemici, topçu ve diğer hizmetliler olmak üzere 800'e ulaşıyordu. Kıç kamaralarının üzerinde biri ortada, ikisi köşelerde üç fener yakılır ve geceleri bununla geminin amiral gemisi olduğu belli edilirdi. Paşa baştardasınm baş tarafında üç top, yanlarında daha küçük çaplı dört veya beş top vardı. Padişah için inşa edilen nisbeten süslü ve tekne, direk, kürek ve yelkenleri yeşile boyalı olanlara "baştarda-i hümâyun" veya "hünkâr baştardası" deniliyordu. Bunların yeşile boyanmasının sebebi saltanat sancağının yeşil rengine uydurulmaları idi. Mavna. XV. yüzyıldan itibaren Osmanlı donanmasında kullanılan mavna baştardadan biraz kısa, fakat daha geniş ve daha yüksekti; 65 zirâ (49 m.) uzunluğunda yirmi altı oturaklı, iki veya üç direkli, üç katlı olarak inşa edilirdi-, elli iki küreğinin her birini yedi kişi çekiyordu. Mavna mürettebatının tamamı 600 kişiyi bulurdu; ayrıca iki koğuş topu, altı kolonborne topu ve on iki saçma topu vardı. Kalyata. 42-48 zirâ (32-36 m . ) uzunluğunda ve on dokuz-yirmi dört oturaklı olup ince donanmada da mevcuttu. Kalyataların başlarında topu ve savaş zamanlarında 220 savaşçısı vardı. Pergende. On sekiz-on dokuz oturaklı, 33-40 zirâ ( 2 5 - 3 0 m . ) uzunluğunda bir savaş gemisiydi. Firkate. Uzunlukları 4,5-27 zirâ (3,520 m.) arasında değişiyordu; on-on yedi oturaklı olup her küreğini iki üç kişi çekerdi. Firkate, aynı zamanda kalyata gibi



13



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ ince donanmada da kullanılıyordu. Süratli hareket ettiğinden daha çok haber getirip götürme hizmeti görür, savaş zamanlarında 80-100 levend taşırdı. İnce donanma gemileri arasında kalyata ve firkateden başka karamürsel, şayka, işkampoye, üstü açık, kelek aktarma, çekeleve, celiyye, kancabaş, palaşkerme, at gemisi, top gemisi, taş gemisi, borazan gemisi, geç gemisi, tombaz, melekse, çamlıca, şahtur, kırlangıç, uçurma, çete kayığı, ateş kayığı, menzil kayığı, dolap kayığı, funda kayığı, sandal ve filika gibi gemi ve kayıklar yer alıyordu. Bunlardan ilk Osmanlı çektirisi olan karamürsel, sonraları taşımacılıkta kullanılan bir buçuk direkli, sivri üçgen yelkenli, güvertesiz küçük bir tekne idi. Değişik şekillerde büyük tipleri de yapılan karamürseller genellikle yakın mesafelerde çalıştırılır, zorunlu hallerde tahıl veya kereste nakli için Mısır'a kadar gitmelerine izin verilirdi. Şayka özellikle Özi, Dinyeper ve Tuna nehirleriyle Karadeniz'de Osmanlılar ve Kazaklar tarafından kullanılmış geniş ve altı düz bir savaş gemisiydi. İşkampoye (işkampaviy e ) bir tür haberleşme gemisi olup büyük ve küçük boyda inşa edilirdi. Üstü açık, sekiz kürekçisi olan küçük bir gemi idi; Tuna donanmasında kullanılıyor ve sayısı zaman zaman yüze ulaşıyordu. Üstü açıkların Fırat ve Dicle nehirlerinde de kullanıldığı bilinmektedir. Bu gemiler genellikle Birecik Tersanesi'nde civar bölgelerden sağlanan malzemeyle yapılıyordu. Ticarî emtianın nehir yoluyla Basra'ya ulaştırılmasında ve Hindistan'dan Basra'ya gelen malların Birecik üzerinden Doğu Akdeniz limanlarına taşın-



Mecidiye ve Hamidiye kruvazörünü tasvir eden yağlı boya t a b l o l a r (istanbul Deniz Müzesi, nr. 142S) ve 1 5 6 ü )



masında çalışmışlardır ( O r h o n l u - işıksal, sy. 17-18, s. 8 0 - 8 7 ) . Fırat ve özellikle Dicle'de nehir nakliyatında "kelek" denilen, çok sayıda şişirilmiş tulum üzerine yerleştirilmiş, enine ve boyuna konulan ağaçların oluşturduğu bir sal kullanılıyordu. Diyarbakır-Bağdat arasında yük ve yolcu taşımada yaygın bir nakil vasıtası idi. Aktarma, Tuna'da koruma görevi yapan nehir gemilerindendi; düşmandan zaptedilen ve ganimet olarak yedekte getirilen gemilere de aktarma deniyordu. Çekeleve (celbe) iki kısa direkli, hızlı giden ve meyve-sebze, kereste vb. taşıyan küçük ölçülü nakliye gemilerindendi. Celiyye daha çok Kızıldeniz'de taşımacılıkta kullanılıyordu. Kancabaş ön tarafı kancaya benzediği için bu adı almıştı; nehirlerde ve sığ sahillerde tahıl, asker, mühimmat ve cephane taşıyordu. Palaşkerme hafif yelkenli bir filikaydı. Hayvanların düşmemesi için baş ve kıç taraflarında çıtalı rampaları olan at gemisi, özellikle Üsküdar-İstanbul ve Lapseki-Çardak-Gelibolu arasında atları ve bütün teçhizatıyla orduları bir kıyıdan diğerine naklederdi. Taş gemisi kereste ve taş, geç gemisi inşaat malzemesi, top gemisi top taşımada kullanılıyordu. Tombaz yelkeni, iki demiri ve kürekleri bulunan güvertesiz, altı düz büyük bir kayıktı. Melekse, kısa kavak ağaçlarından yapılan ve etrafına kalın kamış ve hasırlar örülen küçük bir yelkenli gemi idi-, Karadeniz'in dalgalarına karşı da dayanıklı olan melekseler 100 kişi taşıyordu. Çamlıca, Tuna ve Fırat nehirlerinde nakliye işlerinde kullanılıyordu. Kırlangıç firkateden küçük bir haberleşme ve karakol gemisiydi ve 100 civarında mürettebata sahipti. Uçurma bir kayık çeşidiydi. Ateş kayığı, yangın olduğu zaman tulumbacıları istanbul-Üsküdar arasında taşırdı. Menzil kayığı haberleşmede, dolap kayığı limanlarda yelken, direk taşımada, funda kayığı funda naklinde kullanılıyordu. Sandal ve filika ise gemilerde bulunan, kürek sayısı 7-12 çifte olan kayıklardı. Kalyon tipi gemiler kalyon, firkateyn, korvet, burton, barça, agribar, ateş gemisi, şalope, brik, uşkuna, şehtiye adlarını taşımaktaydı. Kalyon. Genel anlamda bütün yelkenli gemilere kalyon denilmekle birlikte bu isim aslında en büyük üç direkli gemiler için kullanılıyordu. Kalyonlar, XV. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ortalarına kadar kısmen taşımacılıkta ve genellikle de savaş gemisi olarak donanmada yer almıştır. İlk büyük kalyonlar, Osman-



Çırağan Sarayı önünde bir saltanat kayığını tasvir eden 1851 tarihli sulu boya tablo (istanbul Deniz Müzesi, nr. 2336)



lı donanmasının henüz kuruluş aşamasında olduğu İl. Bayezid döneminde Kemal Reis tarafından yapılmıştı (iki a d e t ) . Bunlar, o zamanki adıyla g ö k e / g ö g e denilen 2500 ton ağırlığında, kürekli ve özellikle yelkenle hareket eden İspanyol tipi büyük bordalı gemilerdi. En gelişmiş kalyonlar ise Girit seferi sırasında kullanılmıştır. Kalyonların 43-59 zirâ (3345 m.) uzunluğunda olanlarına "iki ambarlı", "kapak" veya "karaka" deniliyordu. Bunların her iki bordasında yarısı güvertelerde, yarısı top ambarı denilen orta katta olmak üzere iki sıra top vardı ve sayıları 80-110 arasında değişiyordu; mürettebatı ise savaşçılar dahil 800 kişi kadardı. Üç ambarlı denilen büyük tipler 59-64 zirâ ( 4 5 - 4 9 m.) uzunluğundaydı ve sayıları 110-120 arasında değişen toplan yine iki sıralı dizilmişti. Bunların en büyüğü olan Mahmudiye kalyonundaki mürettebat sayısı 1815 yılında 1207'ye çıkmıştı. Bir kalyonda kullanılan yelken çeşitleri arasında mayistra, tirinkete, mancana, gabya, babafingo, cıvadora ve alborta sayılabilir. Yeni inşa edilen bir kalyon denize indirilirken merasim yapılır-, sadrazam, şeyhülislâm ve kaptan paşanın da iştirak ettiği bu merasimde hil'atler dağıtılırdı (Vâsıf, s. 260-261, 393). Firkateyn üç direkli yelkenlilerdendi. Uzunluğu 45-55 zirâ ( 3 4 - 4 2 m . ) arasında değişir, güverte ve top ambarında çift sıralı dizilmiş olan topların sayısı yetmişi bulurdu. Korvet üç direkli, iki veya üç ambarı ve sadece güvertesine dizilmiş yirmi otuz topu bulunan daha küçük boyda bir savaş gemisiydi. Burton, XVII. yüzyılın ortalarına doğru kullanılmaya başlanan kırk elli toplu bir savaş gemisiydi ; sefer sırasında erzak ve asker naklinde de çalıştırılırdı. Barça altı düz, iki ve üç direkli bir yelkenli gemi idi. Kalyondan küçük olan barça ticaret ve savaş gemisi olarak kullanılıyordu. XV. yüzyıl sonlarına ait bir barçada 83 top bu-



14



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMİ Ilınmasından savaş gemisi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır ( B o s t a n , Osmanlı Bahriye



Teşkilâtı:



ne-i Âmire,



XVII.



Yüzyılda



adlarından



s . 9 6 ) . Uskunanın iki direği



hatla o l u ş t u r u l a n



ve on altı topu vardı. Agribar daha çok bir nakliye gemisiydi. Ancak XV. yüzyılda toplarının bulunduğu bilinmekte, bu durum, en azından o dönemde savaş gemisi olarak da görev yaptığını göstermektedir. Ateş gemisi, düşman gemilerini yakmak için kullanılan yanıcı ve patlayıcı maddelerle dolu küçük bir gemi çeşidiydi. Düşmanın üzerine yelken ve kürek yardımıyla hızla sevkedilir, hedefe yaklaşıldığında ise ateşe verilerek sandallarla yanından uzaklaşılırdı. Brik ve şehtiye iki direkli, ambarsız seri savaş gemileri arasında yer alırdı. Şalope küçük ve ambarsız gemilerden olup haberleşmede kullanılırdı. Ayrıca mahallî adlarla anılan yelkenli sınıfına girebilecek çeşitli küçük tekneler de bulunuyordu. Bunların arasında özellikle ticarî maksatla kullanılan çırnık, sakoleva, volik, martiko, pulaka ve gölet sayılabilir. Osmanlı donanmasındaki gemilerin yapımında kullanılan malzemeler daha çok kereste, funda, demir, katran, yağ, reçine, bal mumu, kendir, ispavlu, üstüpü, kirpas ve keneviçeden oluşuyor: bunların önemli bir kısmı avârız karşılığında reâyâya ocaklık olarak yüklenmek, bir kısmı da piyasadan satın alınmak suretiyle temin ediliyordu. Gemi inşasında kullanılan keresteler, gerek ağaç cinsi gerekse gemi iskeletinde kullanıldığı yere göre çeşitli adlar alıyordu. Bu şekilde bir kadırga veya baştardada kullanılan keresteler doksan civarında farklı ad taşıyordu ( B o s t a n , a.g.e., s. 105-106). Osmanlı buharlı gemileri önceleri İngiltere tersanelerinde yapılan gemilerden meydana geldiği halde sonraları Tersâne-i Âmire'de inşa edilmeye başlandı. Alman tersanelerinde yapılan gemiler



Ş i r k e t - i Hayriyye v a p u r l a r ı n d a n Güzelhisar v a p u r u



I



P



p



j



Ashâb-ı Kehf'in



Tersâ-



*



..



bir g e m i tasviri ( T S M K , Güzel Yazılar, nr. 3 2 5 / 6 6 ) i l e



g e m i tasvirli iznik isi seramik tabak (Ariana Müzesi isviçre)



de zaman zaman siyasî ilişkilere paralel olarak satın alınmak suretiyle Osmanlı donanmasına kazandırıldı. Buharlı gemi türleri arasında zırhlı firkateyn, zırhlı korvet, kruvazör, firkateyn, gambot, muhrip ve denizaltı bulunuyordu. Savaş gemileri dışında taşımacılıkta kullanılmak üzere temin edilen vapurların idaresi için bazı şirketler kurulmuştur. Bunlardan Fevâid-i Osmâniyye (18431870) yirmi dokuz, İdâre-i Azîziyye (18701878) on altı, İdâre-i Mahsûsa (18781909) yetmiş üç ve Osmanlı Seyr-i Sefâin İdaresi (1910-1923) altmış sekiz gemi ile hizmet vermiştir. Yine deniz ulaşımını sağlamak amacıyla Boğaziçi'nde kurulan Şirket-i Hayriyye'de (1853-1938) yetmiş yedi ve Haliç'te kurulan Halîc-i Dersaâdet'te (1910-1920) on yedi vapur bulunuyordu. Osmanlı denizciliğinin şiire yansımasından edebiyat üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Birçok şair doğrudan gemi tasvirleri yaptıkları gibi şiirlerini zaman zaman gemici dilinden aldıkları tabirlerle de süslemişlerdir. XVI. yüzyıl divan şairi Âgehî'nin Piyâle Paşa'ya sunduğu kaside bunun en güzel örneğidir; çok beğenilen bu kasideye daha sonra bazı tahmisler de yazılmıştır. XIX. yüzyıl şairlerinden Mustafa Saffet Efendi'nin "Seydî kasidesi" de bu türden bir eserdir. Ayrıca pek çok geminin denize indirilmesi dolayısıyla söylenmiş şiirler ve düşürülmüş tarihler bulunmaktadır. Öte yandan hat sanatında da özellikle kûfî ve sülüs yazı türlerinde gemi ve kayık şeklinde yapılan istifler çok ilgi görmüştür. Bunların içinde genellikle besmele, eûzü besmele ve âmentü levhaları dikkat çeker. Gemi tasvirlerine yer veren bir diğer sanat kolu da çiniciliktir. Özellikle XVII. yüzyıl İznik çinilerinde oldukça sık kullanılan gemi motifleri arasında daha çok kalyon türleri bulunuyordu. BİBLİYOGRAFYA:



BA, MD, nr. 112, s. 1-6; Âlî Mustafa Efendi, Meuâidü'n-nefâis ft kavâidi'i-mecâlis, İstanbul 1956, s. 55-56, 199-200; Kâtib Çelebi, Tuhfetul-kibâr{nşr. O. Şaik Gökyay), İstanbul 1973,



s. 225-234; Vâsıf, Târih (İlgürel), s. 260-261, 393; Mehmed Şükrü, Esfâr-ı Bahriyye-i Osmâniyye, İstanbul 1306, s. 161-183; Marsigli, Osman/; İmparatorluğunun Askerî Vaziyeti, s. 140-141, 149-152; 1736-1737 Seferine İştirak Eden Bir Türk Denizcisinin Hatıraları (haz. Fevzi Kurtoğlu), İstanbul 1935, s. 13, 24, 26, 28, 32; Lütfi Gürçay, Gemici Dili, İstanbul 1943; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 455-479; R. Kahane — A. Tietze, The Lingua Franca in the Levant, Urbana 1958, tür.yer.; E. Bradford, Barbaros Hayrettin (trc. Zehra Ağralı), İstanbul 1970, s. 106-114; Metin Karayazgan, Denizci Sözlüğü (Gemici Dili), İzmir 1981; Ali İhsan Gencer, Bahriyede Yapılan İslahat Hareketleri ue Bahriye Hezâreti'nin Kuruluşu (17891867), İstanbul 1985, s. 1, 9, 21, 76, 109, 121122, 177, 178; a.mlf., "Bahriye", D/A, IV, 502509; İdris Bostan, Osmanlı Bahriye Teşkilâtı: XVII. Yüzyılda Tersâne-i Âmire, Ankara 1992, s. 83-100; a.mlf., "İzn-i Sefine Defterleri v e Karadeniz'de Rusya ile Ticaret Y a p a n D e v let-i A l i y y e Tüccarları 1780-1846", Türklük Araştırmaları Dergisi, sy. 6, İstanbul 1991, s. 38-40; a.mlf., "Osmanlı Bahriyesinin Modernleşmesinde Yabancı Uzmanların Rolü: 17851819", TD, sy. 35 (1994), s. 177-192; Halil İnalcık, "The Rise of the Turcoman Maritime Principalities in Anatolia, Byzantium and the Crusades", The Middle East and the Balkans under the Ottoman Empire, Bloomington 1993, s. 309-341; Bayram Camcı v.dğr., Türk Deniz Ticareti ue Türkiye Denizcilik İşletmeleri Tarihçesi, İstanbul 1994, 1, 141-207; Muzaffer Arıkan - B. Toledo, XIV-XVI. Yüzyıllarda Türk İspanyol İlişkileri ve Denizcilik Tarihimizle İlgili İspanyol Belgeleri, Ankara 1995, s. 226228, 312-316; B. Langensiepen - Ahmet Güleryüz, The Ottoman Steam Hauy 1828-1923, London 1995; A. Tietze, "XVI. Asır Türk Şiirinde Gemici Dili", TM, IX (1951), s. 113-138; Cengiz Orhonlu — Turgut Işıksal, "Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında Araştırmalar, Dicle v e Fırat Nehirlerinde N a k l i yat", TD, sy. 17-18 (1963), s. 77-102; S. Soucek, "Certain T y p e s of Ships in Ottoman - Turkish Terminology", Turcica, VII, Paris 1975, s. 233249; Mücteba İlgürel, "Türklerin Batı A n a d o lu Sahil Güvenliğine Verdikleri Önem", TKA, XXVII/1-2 (1989), s. 112, 117; Engin Özdeniz, "Türk Hat Sanatında G e m i Tasvirleri", Antik ve Dekor, sy. 27, İstanbul 199x4, s. 36-38; Atanur Meriç, "Hayvan Figürlü v e G e m i Tasvirli İznik Seramikleri", Kültür ve Sanat, sy. 26, İstanbul 1995, s. 28-31; İskender Pala, "Şeydi Kasidesi", 7T, XXIV/144 (1995), s. 5-9; M. Streck, "Kelek", İA, VI, 550-552; H. Kindermann, "Kelek", El2 (İng ), IV, 870; C. E. Bosvvorth. "Safına", a.e., VIII, 810. r—ı m



İDRIS



BOSTAN



15



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GEMUHLUOĞLU, irfan Fethi GEMUHLUOĞLU, İrfan Fethi (1923-1977)







Cumhuriyet dönemi fikir adamlarından.







İstanbul Göztepe'de doğdu. Arapkirli bir Türkmen ailesinin oğlu olup babası Mustafa Neşet Efendi, annesi Fatma Saniye Hanım'dır. Çocukluğu, son Osmanlı aydınlarının yaşadığı Erenköy ve Göztepe semtlerinde geçti. Yetişmesinde, geniş tarih bilgisinde, edebiyat ve tasavvufla olan münasebetinde, gönül adamı kişiliğinde ailesinin ve çevresinin büyük tesiri olmuştur. Haydarpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti. 1950-1955 yılları arasında İstanbul'da çeşitli okullarda Türk dili ve edebiyatı hocalığı, 1955-1963 yıllarında Spor ve Sergi Sarayı müdürlüğü yaptı. Daha sonra Almanya'da iki yıl serbest gazeteci olarak çalıştı. 1965-1966 yıllarında Millî Eğitim Bakanlığînda öze! kalem müdürlüğü görevinde bulundu. 19661970 yılları arasında Ankara ve İstanbul'da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği basın müşavirliği yaptı. Çok sayıda vakıf, dernek ve hayır kurumunda yönetim ve danışma kurulu üyeliği gibi görevlerde de bulunan Gemuhluoğlu, kuruluşunu gerçekleştirdiği Türkpetrol Vakfı'nın sekiz yıl süreyle genel sekreterliğini yürüttü. 5 Ekim 1977'de İstanbul'da vefat etti. Kabri Sahrayıcedid Mezarlığı'ndadır. Yaptığı hizmetlerle yaşadığı döneme bir gönül ve hizmet adamı olarak damgasını vuran Fethi Gemuhluoğlu sağlam karakteri, toplumu bir bütün olarak ele alan hoşgörülü tutumu ve herkese sevgiyle yaklaşımından dolayı etrafında aydın bir çevre oluşturdu. Zarif bir İstanbul Türkçesi'yle yaptığı konuşmaların-



da, mektup ve makalelerinde iman, aşk, emek, hürriyet, güzel ahlâk, çalışkanlık gibi değerlerin savunucusu oldu ve bir dönemin yüksek öğrenim gençliğine bu değerleri aşılamada önemli rol oynadı. Bulunduğu bütün görevlerde Batılılaşma'nın Türk toplumunda meydana getirdiği tahribatın onarılması için büyük çaba sarfetti. Fikirlerini işlediği yazıları Serdengeçti, Yeşilada, Arapgir Postası, Türk Yurdu, Düşünen Adam Mecmuası, Yeni Sabah, Göldağı gibi gazete ve dergilerde yayımlanan Gemuhluoğlu konularını daha çok yaşanan hayatın içinden seçti. Büyük şehirlere göçlerin gelecekte doğuracağı tehlikelerden Macar hürriyet savaşçılarını desteklemeye, mazlum ve masum milletlerin bağımsızlığına, İslâm ülkelerinin birbirine yakınlaşmasının öneminden müslümanların birbirlerini tenkit etmesinin yanlışlığına, sanattan siyasete, ahlâktan eğitim ve tarihî meselelere kadar hemen her konuda yazılar yazdı. Bir yandan millî meseleler üzerine yetkililerin dikkatini çekerek çözüm teklifleri getirirken öte yandan milletlerarası bazı konular üzerine de eğildi. Bu meseleleri çözüme kavuşturacak akademik kadroların yetişmesi için ömrünün sonuna kadar büyük bir gayretle çalıştı. Faaliyetlerini sevgi ve dostluk ekolü şekline dönüştüren bir prensip ve disiplin içinde sürdüren Gemuhluoğlu, gençlere sadece maddî ve mânevî açıdan destek olmakla kalmayıp kendilerinde bilgi, zekâ, cesaret ve sanat parıltısı gördüklerini yetenekleri doğrultusunda yönlendirdi ve böylece sadece akademik hayatta değil İslâmî düşünce, sanat ve kültür hayatının gelişmesi üzerinde de etkili oldu. Halvetiyye tarikatının Şâbâniyye koluna mensup olan Gemuhluoğlu'nun şahsiyetini oluşturan temel unsur tasavvuftur. Gemuhluoğlu, hayatı boyunca tasavvufun riya ve şöhretten uzak durmayı telkin eden anlayışına bağlı kalmış, birbirinden uzak çevrelerden edindiği çok sayıda dostuna hiçbir çıkar endişesi gözetmeden hizmet etmeyi ibadet kabul etmiştir. İnsanın başta kendisiyle dost, kendi içinde dengeli ve tutarlı olmasını önemli bir varlık şartı olarak ele almış, ferdin iç dünyasının güzelliğinin insana, dünyaya, hayata ve olaylara bakışta temel rol oynadığına inanmıştır. İnsanla insan, insanla eşya ve insanla mücerret kavramlar arasındaki dostluğu çok ileri



noktalara taşımış, şöhret, mal ve uyku dışında her şeyle ve herkesle dost olmanın gereği üzerinde ısrarla durmuştur. Buradan hareketle, bir müslüman için dünya ve âhiret diye bir ayırım yapılmadan âhiretin dünyada başladığını bilerek ölüme de dost olunması gerektiğini vurgulamıştır. Konuşmalarında, makale ve mektuplarında sevgi ve dostluk kavramları üzerinde titizlikle duran Fethi Gemuhluoğlu, bunların ölçüsünün insana ve İslâm'a hizmet etmek olduğunu, sevginin hiçbir karşılığının bulunmadığını, insan hayatının aşk ve cezbe üzerine kurulduğunu ifade etmiştir. İnsanın iyi tarafını öne çıkarmanın ancak sevgi ve dostlukla mümkün olduğunu söyleyen Gemuhluoğlu'na göre aşk insanın katı yanlarını yumuşatarak hayata bir esneklik kazandırır. Bu esneklik güçlüklerin aşılmasına yardımcı olur, insanlar arasındaki dayanışmayı ve yardımlaşmayı mümkün kılar. Gençlere, geçmişi geleceğe bağlamanın, insanları birbirine kaynaştırmanın, istikbale umutla bakmanın en temel yolunun sevgi olduğunu söylerken düşüncelerini kabul ettirme yerine özümsetme çabası içine girmiştir. Gemuhluoğlu insana dostça yaklaşımı, geçmişi geleceğe taşıyan siyasî şuur dehası, müessese ile insanı birbirine ustaca bağlayan kişiliği, söz ve davranışlarındaki uyumla çağdaş bir müslüman örneği oldu. Ülkenin tabii kaynaklarını zenginliğe dönüştürecek beceri, bilgi ve ahlâkî donanıma sahip insanlara ihtiyaç olduğuna inandı ve hayatını bu insanları ortaya çıkaracak şartları oluşturmaya adadı. Bazı sohbet, mektup, hâtıra ve yazılarıyla ölümünden sonra hakkında yazılanların bir kısmı Dostluk Üzerine adlı bir kitapta toplanmış (İstanbul 1978), bu eserde de yer alan bir sohbeti daha sonra Dostluğa Dair adıyla ayrıca yayımlanmıştır (İstanbul 1988). Necip Fazıl Kısakürek Bâbıâli'öe, Cahit Zarifoğlu Yaşamak'ta ona müstakil bir yer ayırırken Nuri Pakdil Bağlanma adlı kitabında bütünüyle onu ele alıp anlatmış, ölümünün 10. yıldönümünde Sufle Kültür-Sanat Yıllığı'nda onunla ilgili çeşitli hâtıra, anekdot ve değerlendirme yazılarından oluşan geniş bir bölüme yer verilmiştir. Gemuhluoğlu, 1977'den bu yana ölüm yıl dönümlerinde her kesimden sevenlerinin katıldığı anma toplantıları yanında radyo ve televizyon programlarıyla da anılmaktadır.



16



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENCE BİBLİYOGRAFYA:



Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, İstanbul 1978; a.mlf.. Dostluğa Dair ( h a z . M. A l i -



Selman Gemuhluoğlu), İstanbul 1988; Necip Fazıl Kısakürek, Babıâli, İstanbul 1976, s. 350; a.mlf.. Rapor 1, İstanbul 15 Şubat 1976, s. 1011; Nuri Pakdil, Bağlanma, Ankara 1979; Suffe Kültür-Sanat Yıllığı, İstanbul 1987-88, s. 305352; Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, İstanbul 1990, s. 81-86; İhsan Işık, Yazarlar Sözlüğü, İstanbul 1990, s. 187; Mavera, sy. 12, İstanbul 1977; Yaşar Nuri Öztürk, "Bir A l p - E r e n Vardı", Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 5-9; "Aşk Yeliyle Irgalanır Çiçekler veya Miras Mektupları", Dolunay, sy. 6-12, Kahramanmaraş 1986; Boğaziçi, sy. 63, İstanbul 1987; Cumali Ünaldı, "Yirminci Yüzyılda Bir Derviş: Fethi Gemuhluoğlu", Yeni Şafak, İstanbul 21 Ekim 1995. S



FERMAN KARAÇAM



F



GENC-i KÂRÛN



n



^



(bk. KÂRÛN).



^



r



GENC-i ŞEKER



n



^



(bk. FERİDÜDDlN MES'ÛD).



^



r



( ^



n



GENCE "f* )



Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Bakü'den sonra ikinci büyük şehri.



Bakü'nün 363 km. batısında Küçük Kafkasya dağlarının kuzeydoğu eteğinde, Kür (Kura) ırmağının sağ kollarından Genceçay'ın her iki kıyısında Bakü-Tiflis demiryolu üzerinde yer almakta olup Azerbaycan'ın eski şehirlerindendir. Şehrin adı Ortaçağ Arap kaynaklarında Cenze veya Kence, Fars kaynaklarında Gence, Ermeni ve Gürcü kaynaklarında Gandzak yahut Gandza şeklinde geçer. Bununla birlikte, Dede Korkut destanında hıristiyan ve müslüman dünyasının sınırları arasında gösterilen şehrin adının nereden geldiği ve ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Şehrin adı bazı kaynaklarda Azerî Türkçesi'ndeki "gen yer" (açık, geniş yer) anlamına bağlanır. Bir başka görüşe göre de kelime Pehlevî dilinde "hazine, mahsul deposu" demektir. Gence bölgesinde (Sakaşena) milâdî 576 yılında büyük bir Hun-Sâbir kitlesi yaşamaktaydı. 730-731 yıllarında Bâzcîr'in idaresinde 300.000 kişilik Hazar ordusunun Araplar'a karşı giriştiği sefer esnasında tahrip edilen şehirler arasında Gence'nin de adı geçer. Mîrhând, şehrin kuruluşunun Sâsânî Hükümdarı Kubâd



dönemine uzandığını belirtirken Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî buranın 39'da (659-60), Arrânlı M. Kagankatvatsi ise 846-847 yıllarında Araplar tarafından kurulduğunu kaydederler. Müneccimbaşı'nın kaynaklarından biri olan müellifi meçhul Târîhu'l-Bâb'daki bilgiye göre şehir, 245'te (859) Halife Mütevekkil Alellah'ın sergerdelerinden Muhammed b. Hâlid b. Yezîd tarafından imar edilmiş ve Bâbülebvâb (Derbend) ile birlikte kendisine iktâ olarak verilmişti. Bu bilgilerden hareketle Gence'nin kuruluş ve teşekkülünün VI-VIII. yüzyıllar arasında olduğu söylenebilir. Kuzey tarafında Kür ve kolları ile sulanan verimli bir ovanın, güneyinde ise üzerinde yaylalar, ormanlar bulunan dağlık bir arazinin yer aldığı Gence bölgesinde Araplar'dan önce göçebe Türkler yaşamaktaydı. VIII. yüzyılın başlarında Gence'nin bulunduğu Arrân bölgesi Hazarlar'la Araplar arasında cereyan eden savaşlara sahne oldu. Dede Korkut destanında Berdea ile beraber, Oğuz Türkleri'nin kuzey hududunda Gürcistan sınırlarında Bağıl oğlu Amran'ın malikânesi olarak gösterilen Gence, İstahrî'ye göre Arap fetihlerinin ilk dönemlerinde Berdea'dan Tiflis'e ulaşan yolda küçük bir şehir durumundaydı. 943-944'te Hazar denizi ve Kür ırmağı yoluyla gelen Ruslar'ın Berdea'yı yağma ve tahrip etmelerinden sonra Arrân bölgesinin merkezi oldu ve hızla gelişmeye başladı, şehrin etrafı surlar ve hendekle çevrildi. 344 (955-56) yılında Sâlârîler hânedanı topraklarına katıldı ve Arrân valisinin ikametgâhı haline geldi. 360'ta (970-71) Şeddâdîler'in hâkimiyeti altına girdi. Şeddâdîler şehirde köprüler, kervansaraylar ve yeni surlar yaptılar. Böylece şehir eski surların dışına doğru genişledi ve burada yeni alışveriş merkezleri oluştu. Karadeniz kıyılarını İran'a bağlayan tarihî ticaret yolu üzerinde bulunması iktisadî hayatın daha da canlanmasına yol açtı. Gence'ye hâkim olan Şeddâdîler 1054'te Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e tâbi olmak zorunda kaldılar. 1067 yılında Gürcistan seferinden dönen Alparslan bir süre Gence'de kaldı. Sultan Meiikşah 1076'da Gence'yi muvakkaten Emîr Fazlün'dan alıp bütün bölgeyi Emîr Sav Tegin'e verdi. Böylece yöreye çok sayıda Türkmen yerleştirildi. Sultan Melikşah'ın 478 sonlarında (1086 başları) gerçekleşen Kafkasya seferi sırasında en ciddi mukavemeti Gence şehri göstermiş, bu-



nun üzerine sultan Urfa Emîri Bozan'ı Fazlûn'u te'dib ve Gence'nin zaptıyla görevlendirmiştir. Çok çetin muhasaradan sonra ele geçirilen Gence ve çevresi doğrudan merkeze bağlandı. Şeddâdî Hükümdarı III. Fazlün teslim oldu, fakat daha sonra tekrar Gence'ye hâkim olmayı başardı. Ardından Meiikşah, 1088'de büyük bir orduyu Arrân üzerine gönderdi. Fazlün teslim olmayı reddedince şehre zorla giren Selçuklular burayı yağma ettiler. Böylece Gence ve Arrân'da kesin olarak Selçuklu hâkimiyeti kurulmuş oldu. Şehir 486'da (1093) Sultan Berkyaruk tarafından Muhammed Tapar'a iktâ olarak verildi. Muhammed Tapar daha sonra atabeği Kutluğ Tegin'i öldürterek saltanat davasıyla ayaklandı ve bütün Arrân'a hâkim oldu. Sultan Berkyaruk ile aralarında vuku bulan üçüncü savaştan sonra yapılan antlaşmada ( 4 9 5 / 1 1 0 1 ) Gence ve çevresi Muhammed Tapar'a bırakılmıştı. Muhammed Tapar tahta geçtikten sonra da Gence önemini kaybetmedi. Gürcü Kralı David 503'te (1110) Gence'ye kadar geldiyse de Muhammed Tapar tarafından bozguna uğratıldı. 1139'da büyük bir deprem sonucunda Gence geniş tahribata mâruz kaldı. İmâdüddin el-İsfahânî'ye göre deprem esnasında 300.000, İzzeddin İbnü'l-Esîr'e göre 230.000 kişi hayatını kaybetti. Bu olay sırasında Kepez dağından kopan bir heyelân kütlesi aşağı inerek Aksu ırmağının önünü kapatmış ve bu doğal setin arkasında suların birikmesiyle şimdiki Göygöl oluşmuştu. Bu durumdan faydalanan Gürcü Kralı I. Dimitrius, zelzeleden yıkılmış Gence'ye baskın yaparak şehri yağmaladı. Baskın sırasında Gürcüler ganimet olarak Gence'nin meşhur demir kapısını da Gürcistan'a götürdüler. Kapı bugün Gürcistan'da Kutaisi şehri civarında Gelati Manastırı'ndadır. Gence, Gürcü saldırılarına karşı müslümanlar tarafından uç bölgesi (sugûr) olarak kabul edilmiş ve tahkimat yapılmıştır. 521'de (1127) Gence ve Arrân, Selçuklu valileri Karasungur ve Çavlı'nın idare-



Gence'de darbedilen 1213 ( 1 7 9 8 - 9 9 ) yılına ait g ü m ü ş sikke



17



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENCE sindeydi. Karasungur yıkılıp tahribat ve yağmaya uğramış olan şehri kısa zamanda yeniden kurdu. Bunun ardından önce Selçuk sultanlarının, daha sonra da İldenizliler'in merkezlerinden biri haline gelen Gence ekonomik ve kültürel açıdan en parlak günlerini yaşadı, büyük bir gelişme gösterdi. Nüfusu doğudaki birçok şehirden daha fazlaydı. Ayrıca yakınlarında demir ve bakır filizlerinin bulunması demirciliğin gelişmesine yol açtı. Şehirde çeşitli zenaat kollan faaliyet gösteriyor, kaliteli ipek kumaşlar üretiliyor, ham ipek, kürk, keçe ve elbiseler ihraç ediliyordu. İldenizliler'in en tehlikeli komşusu hıristiyan Gürcüler idi. Gürcü Kralı III. Georgi 1162 ve 1166'da Gence'yi zaptederek yağmalamış ve birçok esir götürmüştü. XII. yüzyılın sonlarında Gürcü Kraliçesi Tamara Gence'ye baskında bulunmuş ve Gence hâkimi şehri terketmişti. Ancak Genceliler'in direnişi sonucunda muhasarayı kaldırıp geri çekilmek zorunda kaldı. XII. yüzyılın son yarısı ile XIII. yüzyılın başlarında Gence Ön Asya'nın en ihtişamlı ve güzel şehirlerinden biri olmuştu. İbnü'l-Esîr burayı "Arrân şehirlerinin anası" olarak adlandırırken Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî onu İsfahan ve Merv ile karşılaştırır. Ayrıca Aksaray'ın Anadolu'nun, Gence'nin de Arrân'm en güzel şehri olduğunu belirtir. Şemseddin İldeniz (1137-1175) ve Cihan Pehlivan'ın (1175-1186) dönemleri Gence'nin sosyal ve ekonomik refah devridir. İbrahim b. Muhammed el-Cenzî, Ebû Hafs Ömer b. Osman el-Cenzî, Yezîd b. Ömer el-Cenzî gibi bu şehirde yaşamış birkaç âlim, edip ve muhaddisin ismini Yâküt el-Hamevî zikreder. Nitekim bu devirde Gence'de Ebü'l-Ulâ Gencevî, Mehseti Hanım ve Şeyh Nizâmî-i Gencevî gibi şair ve mütefekkirler yetişmiştir. Nizâmî'nin Gence civarındaki mezarı halkın ve sultanların ziyaretgâhı olmuştur. Gence 1221'de Moğollar'ın saldırılarına hedef oldu. Bu ilk saldırı sırasında Azerbaycan'a baskın yaparak Beylekân'ı yakıp yıktıktan sonra Gence'ye yürüyen Moğollar, şehrin sağlam ve müstahkem surlara ve kalabalık nüfusa sahip olduğunu görünce fidye olarak altın ve kumaş alıp geri çekildiler. 1223'te Gence Hâkimi Kaşkara (Kuşhara) bir grup Kıpçak Türkü'nün bu bölgede yerleşmesine izin verdi. Ardından Celâleddin Hârizmşah Azerbaycan'a yürüyerek (1225) Gence Hâkimi Cemâleddin'den şehri tes-



lim aldı. Fakat Celâleddin Azerbaycan'da istikrarlı hâkimiyet kuramadı ve büyük bir direnişle karşılaştı. 1231'de Gence ahalisi ayaklanarak şehirde bulunan Hârizm Garnizonu'nu basıp askerleri öldürdüler. İsyanı bastıran Celâleddin ise sadece âsi elebaşılarından otuz kişiyi reisleri Bondar ile birlikte öldürttü. Bunun hemen ardından yeniden Azerbaycan'a gelen Moğollar 1235'te Gence'yi aldılar ve kendilerine sert bir şekilde direnen şehir halkını kılıçtan geçirdikleri gibi şehri de yakıp yıktılar. Dört yıl harap durumda kaldıktan sonra yavaş yavaş yeniden kurulan Gence, İlhanlı Sultanı Gâzân Han'ın uyguladığı iktisadî tedbirler sonucu kalkınmaya başladı ve Karabağ-Arrân vilâyetinin merkezi haline gelip idarî bakımdan yeniden önem kazandı. XIV. yüzyıl ortalarında Gence ve Karabağ'a Celâyirliler hâkim oldular. XV. yüzyılın başlarında bu bölge Karakoyunlular'ın eline geçti. Gence ve Berdea hâkimi olarak adı geçen Emîr Karaman Karakoyunlu beylerbeyi idi. Timur'un oğlu Şâhruh Mirza'nın Azerbaycan ve Karabağ'a ilk seferi sırasında ( 1 4 2 0 - 1 4 2 1 ) Gence ve Karabağ'ın hâkimi Karamanlı boyunun emîri Yâr Ahmed olmuştu. Akkoyunlular'ın bölgede hâkimiyet kurduğu dönemde ( 1 4 6 8 - 1 5 0 1 ) Karabağ ve Gence muhtemelen Kaçar emirlerinin idaresindeydi. Safevîler Devleti'nin kuruluşundan ( 1 5 0 1 ) sonra Gence Kaçar emirlerinin irsi mâlikânesi haline geldi; idarî açıdan on üç vilâyete (beylerbeyilik) ayrılan Safevî Devleti'nin önemli vilâyetlerinden birini oluşturdu. Karabağ veya Gence vilâyeti olarak adlandırılan bu idarî bölge, Kaçar boyuna mensup Ziyâdoğulları tarafından idare edildi. I. Tahmasb devrinde Gence Beylerbeyi Şahverdi Ziyâdoğlu Kaçar idi. Ondan sonra gelen beylerbeyiler onun oğullan İbrâhim Han ve Yûsuf Halîfe, yeğeni Teyker Sultan, İmam Kulı Han ve onun oğulları Mürşid Kulı Han, Muhammed Kulı Han, onun oğlu Murtaza Kulı Han'dır ( ö . 1664). Sonuncusunun evlâtları. Gence ve Karabağ beylerbeyliğini 1737 yılma kadar ellerinde tuttular. Nâdir Şah zamanında onların hâkimiyeti Gence şehrine münhasırdı. 1804 yılındaki Rus işgaline kadar Gence'nin idaresi Ziyâdoğullan'nın elinde kaldı.



labalık Osmanlı kuvvetleri hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Gence önlerine geldiler. Osmanlı ordusunun harekete geçtiğini öğrenen Gence Hâkimi Ziyâd Han oğlu Mehmed şehri boşaltarak Aras boylarına doğru çekildiği için 1 Eylül'de Osmanlı kuvvetleri terkedilmiş şehre girdiler. Bu sefer sırasında orduda bulunan tarihçi Selânikî Gence'nin bağlık bahçelik çok güzel bir şehir olduğunu, yakınında iki köprü bulunduğunu, Ferhad Paşa'nın askerlerine bağlara, bahçelere ve şehirdeki binalara herhangi bir zararları dokunmaması için sert emirler verdiğini belirtir. Şehre girildikten iki gün sonra inşa faaliyetlerine başlanarak etrafı surlarla çevrildi, hendekler kazıldı. Kırk gün süren inşa sonunda Gence 6000 zirâ (yaklaşık 4 k m . ) uzunluğunda surlarla çevrildi. İçine 3500 muhafız ve toplar kondu; Gence merkez olmak üzere bir eyalet teşkil edildi ve beylerbeyiliğine Çerkez Haydar Paşa getirildi (Selânikî, 1, 2 0 4 - 2 0 9 ) . 1593 yılına ait Gence vilâyeti Tahrir DeÛeri'ne göre bu eyalet yedi sancağa ayrılmıştı. Bu sancaklar Gence ( o n iki nahiye), Berdea ( b e ş nahiye), Hacin ( d o k u z nahiye), Ahıstâbâd ( b e ş nahiye), Dizak (üç nahiye), Hekâri ( d ö r t nahiy e ) ve Verende (bir n a h i y e ) adlarını taşıyordu (BA, TD, nr. 699). Gence'nin fethi, Osmanlı tarihçisi Rahîmzâde İbrâhim Harîmî Çavuş tarafından yazılan Kitûb-ı Gencîne-i Feth-i Gence adlı eserde manzum olarak tasvir edilmiştir. Osmanlı hâkimiyetine girişinin hemen ardından eski Gence hâkimi olup daha sonra Osmanlılar'a iltica edecek olan Ziyâd Han oğlu Mehmed'in başarısız kuşatma teşebbüsünde bulunduğu şehir ve yöresi on sekiz yıl Osmanlı idaresinde kaldı. Bu dönemde önemli bir ipek üretim yeri olma özelliğini korudu.



G e n c e ' d e bir tas k ö p r ü - A z e r b a y c a n



XVI. yüzyıl sonlarında Gence ve yöresi Safevî-Osmanlı savaşlarına sahne oldu. 20 Temmuz 1588'de Erzurum'dan hareket eden Ferhad Paşa idaresindeki ka-



18



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENCE XVII. yüzyıl başlarında yeniden başlayan Osmanlı-Safevî savaşları sırasında 1606'da I. Abbas tarafından altı aylık bir kuşatmadan sonra ele geçirildi. Mukavemet gösterdiği için şahın emriyle yağma ve tahrip edildi, hatta bu büyük tahribatın izleri uzun zaman sürdü. Yeni Gence eski yerinden 1 fersah (yaklaşık 6 km.) mesafede kuruldu. Kırk yıl sonra (1647) burayı gören Evliya Çelebi Gence'yi 6000 evli, kale ve suru olmayan, cami, imaret, han, hamam, bedesten ve çarşısı bulunan bağlık ve bahçelik bir şehir olarak tarif eder ve yedi nahiyeli, pirinç, pamuk, ipek, at nalı demiriyle meşhur bir hanlık merkezi olduğunu yazar (Seyahatname, II, 286-287). XVIII. yüzyılın başlarında İran'da ortaya çıkan kargaşalıktan faydalanan Rus Çarı I. Petro Hazar denizi sahillerini istilâ ettiği sıralarda (1722) Osmanlı kuvvetleri duruma müdahale ederek Karabağ'a girdiler. 1724'te Ruslar'Ia yapılan antlaşma ile İran'ın kontrolündeki Nahcıvan, Karabağ, Azerbaycan ve Dağıstan yöreleri iki taraf arasında paylaştırılınca Osmanlılar bu anlaşma şartları gereği harekete geçerek Nahcıvan, Erivan ve Tebriz'i aldılar. Hemen sonra da 4 Eylül 1725'te Sarı Mustafa Paşa idaresindeki kuvvetler iki günlük bir kuşatmadan sonra Gence'yi zaptettiler ( K ü ç ü k ç e l e b i z â d e  s i m , s. 4 9 3 - 4 9 7 ) . Ancak bu ikinci Osmanlı hâkimiyeti de uzun süreli olmadı. 1734'te Nâdir Şah, Genç Ali Paşa tarafından müdafaa edilen Gence'yi kuşattıysa da başarılı olamadı. 18 Haziran 1735'te Arpaçayı Savaşı'nda Osmanlı kuvvetlerini yendikten sonra 9 Temmuz'da Gence'yi ele geçirdi. Bu sırada şehir kuvvetli surlar ve üç hendekle çevrili müstahkem bir halde bulunuyordu. Nâdir Şah'ın ölümünden sonra Gence, XVIII. yüzyılın ortalarında Azerbaycan'da kurulan yarı müstakil hanlıklardan biri oldu. 20 Kasım 1803'te Rus Generali Sisianov Tiflis'ten Gence'ye gelip şehri kuşattı. Gence Hanı Cevâd Han Ruslar'm teslim teklifini reddederek uzun müddet mukavemet gösterdi. Şiddetli top ateşinden sonra muhafızlardan sayıca kat kat üstün olan Ruslar Cevâd Han'ı kale içine çekilmeye mecbur ettiler. 3 Ocak 1804'te Cevâd Han şehid düştü; Ruslar'ın eline geçen Gence büyük bir katliama mâruz kaldı. 7000'den fazla kişi öldü, camiye sığınan kadın ve çocukların hepsi Sisianov'un emriyle katledildi. Ruslar şehirdeki büyük camiyi kiliseye çevirdiler. Böylece Gence tarihi-



nin en karanlık günlerini yaşadı. 1813'te Rusya ile İran arasında yapılan Gülistan Antlaşması'na göre Gence ve Karabağ Rus topraklarına katıldı. Gence Hanlığı'nın arazisi Elizavetpol olarak adlandırıldı. Rusya'nın idaresinde Gence bir süre merkezi Tiflis olan vilâyete bağlandı. 1868'de ayrıca Elizavetpol vilâyeti ( G u berniya) kuruldu. Bakü ile Tiflis'i birleştiren demiryolunun yapımından sonra (1883) Gence iktisadî açıdan kalkındı. Sekiz kazaya ayrılmış olan Gence vilâyetinin merkezi olan şehir, ekonomik gelişmeye paralel olarak nüfus bakımından da kalabaiıklaştı. 1864'te 13.000'i biraz geçen nüfusu 1880'de 16.000'i, 1891'de 20.000'i, 1897'de 33.000'i aştı. XX. yüzyıl başlarında 75.000'e ulaşan nüfusu ile büyük bir iktisadî ve kültürel merkez haline geldi. Ermeniler'in bu dönemde Gence'deki bazı müslümanların evlerini yakıp mallarını yağmalamaları üzerine Osmanlı Devleti müslümanların haklarının ve mallarının muhafazası için Rusya hükümeti nezdinde teşebbüste bulunmuştur (BA, İ r a d e - H u s u s î , 28 L . 1323, nr. 56). 1910'da Rusya'da başlayan sanayi gelişmesi Gence'yi de etkiledi; şehirde birkaç çırçır ve tütün fabrikası, altı banka, ticaret ve zenaat tesisleri vardı. 28 Mayıs 1918'de Feth Ali Han başkanlığm-



C u m a Mescidi - G e n c e / A z e r b a y c a n



da Tiflis'te kurulan ilk Azerbaycan Millî bağımsız hükümeti merkez olarak Gence'yi seçince burası Azerbaycan Cumhuriyeti'nin geçici başşehri oldu. Millî şürâ ve hükümet burada yer aldı. Rus istilâsına karşı Azerî Türkleri'nin kurtuluş savaşı Gence'den yönetildi. Azerbaycan hükümetinin davet ettiği Türk askerî alayının karargâhı da buraya yerleşti. 1920 Nisanında Bakü'de millî hükümetin düşüşü üzerine 1 Mayıs'ta Rus-Bolşevik ordusu Gence'yi işgal etti. Bolşevik işgaline karşı çıkan Albay Cihangir Kâzımbeyli'nin önderliğinde başlatılan isyanlar sırasında ( 2 5 - 2 6 M a y ı s ) şehir tekrar millî kuvvetlerin eline geçtiyse de dışarıdan destek alamayan Gence 31 Mayıs'ta Bolşevikler'in katliamına mâruz kaldı, nüfus yarı yarıya azaldı; 1923'te 38.000'e indi, daha sonra yeniden toparlanarak 1930'larda 100.000'e çıktı. 1987 sayımına göre şehrin nüfusu 270.000'e, 1990'dan sonra da 282.000'e ulaştı. Bugün yeni kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti'nin en önemli şehirleri arasında yer alır. Gence'nin anıt niteliği taşıyan yapıları günümüzde yok denecek kadar azdır. Bunun başlıca sebebi şehrin baskınlara, işgallere, depremlere ve tahriplere mâruz kalmasıdır. XIV-XV. yüzyıllara ait İmamzâde Türbesi, XVII. yüzyıla ait Cuma Mescidi (1606), kervansaray, kale surlarının harabeleri, kilise, hamam (Çökek H a m a m ) ayakta kalmıştır. VII. (XIII.) yüzyıl müelliflerinden Zekeriyyâ el-Kazvînî Gence halkının Sünnî, hayır sahibi, dindar ve silâh kullanmakta mahir kişiler olduğunu söyler. BİBLİYOGRAFYA:



BA, TD, nr. 699; BA, İrâde-Hususî, 28 Şevval 1323, nr. 56; İstahrî, Mesâlik, s. 187, 193; Sem'ânî, el-Ensâb, III, 323-324; Yâküt, Mu'cemü'i- billdân, Kahire 1906, II, 132; III, 151; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, X, 281, 287, 359, 361, 548, 587, 666, 678, 683, 686; XI, 77, 323; XII, 383, 408, 417, 425, 433, 436-437, 470; Bündârî, Zübdetü'n -tiusra ( B u r s l a n ) , s. 88, 174-175; Kazvînî, Âşârui-bilâd, Beyrut, ts. (Dâru S â d ı r ) , s. 493, 522-523; Müstevfî, Müzhetü'l-kulab ( S t r a n g e ) , s. 91-92, 181, 203; Mîrhând, Rauzatus-şafâ', Bombay, ts., I, 233; Selânikî, Târih (ipşirii), I, 204-209; İskender Bey Münşî, Târth, II, 271; Evliya Çelebi. Seyahatname, II, 286287; Rahîmzâde, Kitâb-ı Genctne-i Feth-i Gence, İÜ Ktp., T Y , nr. 2372; Küçükçelebizâde Âsim, Târih, İstanbul 1282, s. 493-497; M. Kagankatvatsi, Istoria Agvan ( E r m e n i c e ' d e n t r c . K . Pat-



kanyan), Petersburg 1861, s. 270; Petruşevski, "Azerbaycan v X V I - X V I I vekah", Sbornik Statey po istorii Azerbaycana, Bakü 1949, s. 250; V. Minorsky, Studies in Cauçasian History, Cambridge 1953; a.mlf., A History of



19



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENCE Sharvân and Darband in the 10th-ll'h Centuries, Cambridge 1958, s. 25, 57; İbrahim Kafesoğlu. Sultan Meiikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 6, 113, 116, 170; A. Alizade, Sotsialno-ekonomiçeskaya i politiçeskaya istoria Azerbaycana v XIIIXIV verat, Bakü 1956, s. 98, 99, 102, 103, 106, 107, 108, 111, 112; Z. Buniyatov, Azerbaycan v VII-IX vekax, Bakü 1965, s. 110111, 133, 162, 163, 179, 204; a.mlf., Gosudarstuo atabekov Azerbaycana, Bakü 1978, s. 23, 33, 34, 37, 111, 126, 133, 179, 189-192, 204; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas-Ellerini Fethi (1451-1590), Ankara 1976, bk. İndeks; W. Velihanlı. İX-XII. Asır Arap Cografyaşün es-Seyyahları Azerbaycan Hakkında, Bakü 1977, s. 89, 91; M. Şerifli, IX. Asrın İkinci Yarısı-Xl. Asırlarda Azerbaycan Feodal Devletleri, Bakü 1978, s. 192-193, 212, 216, 219, 220, 225, 228, 305, 306; 0. Efendiyev, Azerbaycan Skoye Gosudarstvo Sefevidou v XVI veke, Bakü 1981, s. 138, 156, 157, 197, 199, 271; Faruk Sümer, Kara Koyunlular, Ankara 1984, s. 26, 27, 118; Abdülkerim Özaydın. Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 11-13, 28, 32, 144; a.mlf., "Arrân", DİA, III, 394-395; Osmanlı Devleti ile Kafkasya, Türkistan ve Kırım Hanlıkları Arasındaki Münasebetlere Dâir Arşiv Belgeleri (1687-1908), Ankara 1992, s. 66-92; Osmanlı Devleti ile Azerbaycan Türk Hanlıkları Arasındaki Münasebetlere Dâir Arşiv Belgeleri, Karabağ-Susa, Nahçıvan, Bakü, Gence, Şirvan, Seki, Revan, Kuba, Hoy, i, (1578-1914), Ankara 1992, s. 50, 52, 57, 64, 67, 142, 143, 147, 149, 150, 152, 154, 179, 180, 190, 191, 239, 240, 243; Hüsamettin Mehmedov, "Osmanlı Dönemi Gence-Karabağ Eyaletinde Vakıflar", Otam, sy. 4, Ankara 1993, s. 635-644; Mirza Bala, "Gence", İA, IV, 762-766; W. Barthold - [J. A. Böyle], "Gandja", El2 (İng.), II, 975-976; "Kivovabad", Azerbaycan Sovyet Ansiklopedisi, Bakü 1981, V, 396-400. ı—ı İNI



OKTAY



EFENDİZÂDE



J ^ Ş ^ İ - /



JtikJjiA^V



d - ^ U j J f .



«llüyLisCŞu/aC



GENCÎNE-i RÂZ ( jl> ^r?^ )



Taşlıcalı Yahya'nın (ö. 9 9 0 / 1 5 8 2 )



L



dinî-ahlâkî konulara dair mesnevisi.



J



Yazılış tarihi bakımından şairin hamsesinin ilk mesnevisini teşkil eden eserde, Nizâmî-i Gencevî'nin Mahzenü'l - esrâr'ma nazîre olan Molla Câmî'nin Subhatü'l-ebrâr'ı örnek alınmıştır. Telif tarihi, sonundaki "hâmûş" kelimesinin ebced hesabıyla gösterdiği 947 ( 1 5 4 0 - 4 1 ) yılıdır. Türk edebiyatında Subhatü'l-ebrar'ın ilk naziresi olan ve "feilâtün feilâtün feilün" kalıbıyla yazılan Gencîne-i Râz, 3050 beyit kadardır. Müellif eserinin sonunda mesneviyi bir ayda tamamladığını bildirir. Besmele manzumesi, tevhid, na't ve mi'râciyyenin ardından Kanünî Sultan Süleyman ve onun devrinde uzun zaman Anadolu kazaskerliği yapmış olan Abdülkadir Hamîdî Çelebi için yazılmış methiyeden sonra şair "sebeb-i te'lîf" kısmında eserini Hz. Peygamber'i rüyasında görmesi üzerine yazdığını, İran'ın hamse sahibi şairleri ve Ali Şîr Nevâî gibi kendisinin de bir hamse meydana getirmek istediğini ifade eder. Eser Kanünî Sultan Süleyman'a ithaf edilmiştir. Câmî'nin Subhatü'l- ebrâr'i gibi, her birinin sonunda bir hikâyenin yer aldığı "makale" adı verilmiş kırk bölümden meydana gelen Gencîne-i Râz'da sırasıyla şu konular işlenmiştir; Namaz, zi-



kir, dünya hayatını iyi değerlendirme, riya ve kibirden sakınma, tevazuun önemi, ilmin ve âlimin değeri, bilgi ve hünerle gururlanmama, insanın diğer varlıklara üstünlüğü, tembelliğin kötülüğü, uzletin faydası, rızkın Allah'tan olduğu, kanaatin önemi, sabrın değeri, fakrın üstünlüğü, edep ve hayâ sahibi kişilerin saygınlığı, gönül kırmanın kötülüğü, dünyaya gönül verenlerin hali, mal mülk sahibi olmanın mutluluk vermeyeceği, yiğit kişilerin halleri, kötü kişilerden sakınmak gerektiği, takvâ sahibi olma, adaletin erdemi ve zulmün kötülüğü, zalimin dünyada ve âhirette itibar görmediği, şehidlerin halleri. Peygamber soyundan olmadığı halde öyle geçinenlerin durumu, Râfizîliğin dinsizlik olduğu, doğru kimselerin iki cihanda aziz oldukları, rüşvetin kötülüğü, ihtiyaçtan fazla çok mal biriktirenlerin acınacak halleri, cömertliğin fazileti, sarhoşluğun kötülüğü, mecazi aşkın özellikleri, konuşmanın yeri ve zamanı, gerçek söz ustaları ile kazanç için şiir yazanlar arasındaki fark, Kâbe hakkında ve haccın sevabı, bağışlamanın erdemi, ölümün kaçınılmazlığı, kâfirlerin cehennemlik oldukları, müminlerin cennete girecekleri. Bu konuların her birini birer küçük hikâye takip eder. Bunlar arasında şairin kendi devriyle ilgili parçalar da bulunmaktadır. Yahyâ Bey, hamsesinin diğer mesnevilerinde olduğu gibi Gencîne-i Râz'm da hâtimesinde eserinin tercüme değil, ilâhî bir ilhamla kaleme alındığını belirtir. Müstensihlere yanlışlık yapmamaları hususunda öğütler verip kötü niyetle yaklaşacak olanlara bedduada bulunur. Önemli bir mesnevi olan Gencîne-i Râz, bugüne kadar yayımlanmamış ve üzerinde ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Eserin yalnız İstanbul kütüphanelerinde otuz yedi nüshasının bulunması beğenilen ve okunan bir mesnevi olduğunu göstermektedir. BİBLİYOGRAFYA:



^-»î&S^cHıU







•• .ii^i^aİAJüt



JljOJ* Besmele manzumesiyle



aiH^i^bî



başlayan



4 I LU AX-



Gencîne-i Râz i n ilk



.i&Vf .&J •



â^si-yJĞSjf&r



iki sayfası (Süieymaniye Ktp.,



Taşlıcalı Yahyâ, Gencîne-i Râz, Türk Dil Kurumu Ktp., nr. A. 20, 38, 233, 285, 368; a.e., İÜ Ktp., TY, nr. 6384; a.e., Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 986; Nizâmî-i Gencevî, Mahzenü'l-esrâr, Tahran 1351 hş.; Câmî, Subhatü'lebrâr, Tahran, ts.; Nail Tuman, İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Kataloğu, İstanbul 1961, s. 44-57; Karatay, Türkçe Yazmalar, II, 124-125; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 356-357; Banarlı, RTET, I, 600; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 77, 84, 108; Mehmed Çavuşoğlu, "Yahyâ Bey", İA, XIV, 346; "Genci ne-i Râz", TDEA, III, 319-320.



Fâtih, nr. 40591



30



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



S



ISMAIL



ÜNVER



GENÇ KALEMLER İttihat ve TerakkFnin merkez-i umûmî kâtibi olan Nesîmî Sârim aynı zamanda Genç Kalemlerin başyazarı olup mecmua partiden maddî ve mânevî destek görmekteyse de parti derginin yayın ilkesine müdahale etmeme taahhüdünde bulunmuştur ( Y ö n t e m , s. 12).



GENÇ KALEMLER



^



II. Meşrutiyet'ten sonra Selanik'te yayımlanan ve dilde sadeleşme akımının öncülüğünü yapan dil ve edebiyat dergisi.



Genç Kalemler'in ilk şekli. Haziran 1909'da Manastır'da Hüsn ve Şiir adıyla on beş günde bir yayımlanan edebî dergidir. Dördüncü sayıdan sonra Selânik'e taşınan dergi, 23 Temmuz 1909'dan itibaren burada Selânik Hukuk Mektebi talebeleri H. Hüsnü ile İsmâil Subhi tarafından çıkarılmıştır. İttihat ve Terakkî Fırkası merkez üyelerinden Doktor Nâzım'ın yeğenleri olan bu gençlere o sıralarda Ömer Seyfeddin, Ali Canip (Yöntem), Âkil Koyuncu ve Aka Gündüz yazıları ile destek vermekteydiler. Hüsn ve Şiir'in dili eskiye nazaran sade olmakla beraber mecmuanın şuurlu bir dil politikasının olduğunu söylemek mümkün değildir. Siyasî konulara pek yer vermeyen Hüsn ve Şiir mecmuasının adı fazla romantik bulununca Âkil Koyuncu'nun teklifiyle bir süre sonra Genç Kalemler olarak değiştirilmiştir. Hüsn v e Şiir'in bu adı taşıyan 8. ve son sayısı 16 Eylül 1326 (29 Eylül 1910) tarihinde çıkmıştır. Genç Kalemler'in I. cildinin ilk sayısı, Hüsn ve Şiir'in devamı olduğunu göstermek üzere 1 -9 şeklinde numaralanmıştır. Nitekim I. cildi oluşturan diğer sayılara da 2 -10, 3 -11... şeklinde numara verilmiştir. I. ciltte yer alan altı sayı tarihsiz olarak yayımlandığından Genç Kalemlerin ilk sayısının tarihi tesbit edilememektedir. Hüsn ve Şiir'in son sayısı 29 Eylül 1910'da neşredildiğine göre Genç Kalemlerin ilk sayısının 1910 yılının Eylülünü takip eden aylarda çıktığını söylemek mümkündür. On beş günde bir yayımlanan derginin II. cildinin ilk sayısının 11 Nisan 1911 tarihinde çıkmış olmasından hareketle Hüsn ve Şiir'den sonra 1911 yılı başlarına kadar yayına ara verildiği de düşünülebilir. Bunların dışında üçüncü bir ihtimal derginin düzenli bir yayın periyoduna uyulmadan yayımlanmasıdır. Kaynaklarda çoğunlukla Genç Kalemler'in 11 Nisan 1911'de çıkmaya başladığı belirtilmektedir. Halbuki söz konusu tarih derginin değil "yeni lisan" hareketinin başlatıldığı II. cildin 1. sayısının tarihidir. Genç Kalemler, II. Meşrutiyet sonrasında sistemli bir şekilde ortaya çıkan Türkçülük ideolojisinin yayın organıdır.



çe'nin sadeleştirilmesine yönelik sistemli ilk harekettir. Hareketin adı "yeni lisan" olmakla beraber bütün gayretler sadece dil üzerinde yoğunlaşmamaktaydı. Millî bir edebiyat oluşturmak için millî bir dil politikası geliştirilmesi düşüncesiyle yola çıkan yazarlar dilin edebiyattan, edebiyatın da dilden ayrı düşünülemeyeceğinin bilincindeydiler. Dergide "Yeni Lisan" adıyla ilk makaleyi imza yerine bir soru işaretiyle yazan Ömer Seyfeddin bu yazıdan bir yıl kadar önce Ali Canip'e gönderdiği bir mektupta, "Geliniz Canip Bey edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim" diye çağrıda bulunur (Alangu, s. 158). Bu ilk makalede ise Türk dili ve edebiyatının mevcut durumunu tesbit ettikten sonra yanlışlıkları dile getirir. Dil ve edebiyat konusunda önceleri ( d i v a n e d e b i y a t ı d e v r e s i n d e ) Arap ve Fars'ın, Tanzimat edebiyatı ile beraber ise Batı'nın taklit edilmiş olmasını talihsizlik olarak niteleyen yazar, söz konusu yönelişleri "Şark'a doğru İran'a, Garb'a doğru Fransa'ya" şeklinde özetler. Yazıda sadece problem ortaya konmakla kalmaz, çare de gösterilir.



Otuz üç sayı yayımlanan Genç Kalemler mecmuasının sürekli yazı kadrosunda şu isimler görülmektedir: Ömer Seyfeddin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Kâzım Nami (Duru), M. Nermi, Râsim Haşmet, Aka Gündüz, Nesîmî Sârim, H. Hüsnü, Muvaffak Galib, Âkil Koyuncu, Subhi Edhem. Bunların dışında dergide yazı veya şiiri yayımlanmış daha birçok isim vardır. Ayrıca Ömer Seyfeddin kendi adı dışında "Perviz", Ali Canip "Yektâ Bâhir", Ziya Gökalp "Demirtaş, Kaya Alp, Tevfik Sedat", Kâzım Nâmi "Rumeli Sermuharriri", Râsim Haşmet "(Ayın) Asfer", Aka Gündüz "Enis Avni" takma adlarıyla manzum veya mensur eserlerini dergide yayımlamışlardır. Genç Kalemlere gelinceye kadar Türk dilinin sadeleştirilmesi yönünde bazı teşebbüsler olmuşsa da bunların çoğu sözde kalmıştır. Genç Kalemler'in II. cildiyle başlatılan yeni lisan hareketi Türk-



Yeni lisan hareketi, Arapça ve Farsça kelimelerin dilden tamamen atılması yö-



:



1



dfJr—J*



t/yy» ' —



.sâS »



•£



O ^ j U ^ - ^ J jjT \ f f S



Ui ^"T tj^i! «Uij k S js> • )•>•£ Jjl . Jijj j+idr.sjı



[cLiT



i İL.J.J J.)|JÜ J,



•• Jt}



. JJr.x-3 ' -'JrM'î .. JJL-^UjjJ çil iy. f ^ffüygLs l ij^ı ^"li^; ,



Hüsn ue Şı'ir'in ilk sayısının



21



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENÇ KALEMLER



G



i



>







r



\



m



o



M



— « « u r_



L



E



^



M



jr



u







m



jj.



H ü s n üe Ş / f r mecmuasının Genç



Kalemler



adıyla çıkan



—•:*•



w;i j ' ı J J f j , - . ^••JJi



v e isim değişikliğinin izah edildiği n o t u ihtiva e d e n ilk sayısının kapağı



nündeki bir tasfiyeciliği reddettiği gibi yeni kelimeler arayışı ile Orta Asya Türklüğü'ne dönmeyi de prensip olarak benimsemez. Yabancı dillerden kelime alınmasına değil bu dillerden alınan kelimelerin Türkçe'nin telaffuzuna uydurulmadan kullanılmasına karşı çıkar. Derginin kapanışına kadar toplam yirmi dört sayı yayımlanan "Yeni Lisan" başlıklı makalelerde mesele enine boyuna tartışılmış ve her geçen gün konuyla ilgili gelişmeler okuyucuya aktarılmıştır. Bu yazılar çoğunlukla derginin yazı kadrosundan birileri tarafından kaleme alındığı halde makalelerin altına imza yerine Genç Kalemler Tahrir Heyeti ibaresi konulmuştur. Yazılardan bazıları, derginin yeni lisanla ilgili olarak hazırladığı "Yeni Lisan ve Bir İstimzaç" başlıklı ankete dönemin yazar, şair ve ilim adamlarından gelen cevapları ihtiva etmektedir. Yeni lisan hareketine karşı yapılan tenkitlere, "Gençlik Kavgası" başlığını taşıyan müstakil yazılarla cevap veren Genç Kalemler yazı kadrosu bu vesileyle son derece seviyeli tartışma örnekleri sergi-



lemiştir. Yeni lisana en sert tepkiler, o sıralarda Fecr-i Âtî topluluğuna mensup olan Köprülüzâde Mehmed Fuad ile Yakup Kadri'den (Karaosmanoğlu) gelmiştir. Zamanla yeni lisan çizgisine gelen bu iki yazar başlangıçta bu hareketi asla ciddiye almamış, hatta yazdıkları yazılarla alay etmişlerdir. Yeni lisancılar, edebiyatla ilgili teorik meseleleri "Sanat ve Edebiyat" başlıklı yazılarla sunmayı tercih etmişlerdir. Dergi bir yandan yeni lisanı tanıtmaya ve benimsetmeye çalışırken öte yandan eski dille yeni dilin farkını belirtmek için mukayeseli metinler yayımlamıştır. Aynı sayfalarda karşılıklı sütunlarda "Dünküler" ve "Bugünküler" başlıkları altında özellikle Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî şairleriyle yeni lisanla yazan şairlerin şiirleri karşılaştırılmıştır. Ömer Seyfeddin'in tanınmış hikâyelerinden birçoğu ilk defa Genç Kalemler'de yayımlandığı gibi Ziya Gökalp'ın Türkçülük, hatta Turancılık ideolojisini didaktik ve sanatsız bir tarzda ifade ettiği bazı şiirleri de ilk defa burada çıkmıştır.



Millî bir edebiyat oluşturma gayretindeki Genç Kalemler yazı heyeti, "Âti çıkınca ortaya, mâzi silinmeli" sloganıyla yola çıkarak bütün bir geçmişi ve geçmişin birikimini inkâr etmişlerdir. Her ne kadar Tanzimat'ın ilk edebî neslinden beri özellikle divan edebiyatına karşı olumsuz bir tavır alındığı görülmekteyse de Genç Kalemlere gelinceye kadar hiçbir dönemde geçmişe karşı bu kadar menfi davranamamıştır. Cumhuriyetten sonra dil ve edebiyat, hatta bütün bir kültürde geçmişe karşı takınılan olumsuz tavrı, Genç Kalemler mensuplarının daha aşırı bir devamı olarak görmek mümkündür. Esasen eski Türk edebiyatını biraz da küçümseyici bir tarzda "divan edebiyatı" şeklinde adlandıran da Genç Kalemler mensuplarıdır (D/A, IX, 389). Bütün bu yıkıcı tenkitlerle beraber XX. yüzyılın başlarında en güzel şeklini Halide Edip'in (Adıvar), Yakup Kadri'nin, Refik Halit'in (Karay), Reşat Nuri'nin (Güntekin) kaleminde bulan Türkçe'nin bugünkü şeklini almasında Genç Kalemler'in ve özellikle yeni lisan hareketinin küçümsenmeyecek payı vardır. Millî edebiyat denince akla ilk gelen yayın organı Genç Kalemler'dir. Şinâsi'nin "umum halkın kolaylıkla anlayabileceği" bir edebiyat dili peşinde olması, Ziyâ Paşa'nın edebiyatımızı "avam beyninde" (arasında) araması, Ali Suâvi'nin şuurlu olarak sade bir dil kullanması, Ahmed Vefık Paşa'nın, Mütercim Âsım'ın, Şemseddin Sâmi'nin dille ilgili çalışmaları, Mehmed Emin'in (Yurdakul) Türkçe Şiirlerde topladığı manzumeleri etrafında meydana gelen tartışmalar çok daha öncesine giderek Genç Kalemler için bir zemin oluştursa da millî edebiyat meselesinin ilk defa Genç Kalemler'in sütunlarında enine boyuna tartışılmış olduğu muhakkaktır. Genç Kalemler'm edebî cephesi kadar siyasî cephesi de önemlidir. II. Meşrutiyet döneminin siyasî kargaşa ortamında Türkçülük ideolojisi kendine bir zemin bulmaya, tutarlı bir millî kültür politikası oluşturmaya çalışmıştır. Bu yönüyle Genç Kalemler dilde Türkçülük denilebilecek kültür ideolojisinin neşir organıdır. Genç Kalemlerin tarih tezi ve anlayışı da Cumhuriyet sonrasında bu konudaki yönelişlere kaynak olmuştur. Özellikle Ziya Gökalp'ın ilk defa Genç Kalemler'de yayımlanan "Altın Destan" adlı şiiri ( I I I / 1 4 ( 1 3 2 7 / 1 9 1 1 ] , s. 41-43), Türklüğün parlak mâzisine yazılmış bir mersiye özelliği taşımaktadır. Gerek dili



22



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENÇ KALEMLER Ömer Seyfeddin'in yine ilk defa Genç Kalemlerde yayımlanan "Aşk Dalgası" adlı hikâyesinin de asıl temasını teşkil etmektedir (111/23 11328/1912], s. 4 - 1 5 ) .



J ÜT : > : J-.iJ



Dergide edebî ve siyasî konuların dışında felsefî, sosyolojik, antropolojik vb. ilmî meseleler de ele alınmıştır. Felsefe alanında en çok Fouillee ve Descartes'tan söz edilirken sosyoloji alanında dinin çeşitli kavimlerin hayatındaki yeriyle kadının sosyal statüsü üzerinde ağırlıkla durulmuştur. Subhi Edhem'in "Antropoloji Dersleri" başlıklı yazılarında o sıralarda yeni duyulan bu ilmin bir çeşit tanıtımı yapılır.



j /i İ t/)}



-



_



• 'İT.'.' J y ' - y l



"



*~



Hüsn ve Şiir'in sekiz sayısı ve ilk ciltte ayrı numara verilen altı sayı ile birlikte kırk bir sayı yayımlanan Genç Kalemler, Balkan savaşları yüzünden IV. cildinin Eylül 1912 tarihli 27. sayısından sonra kapanmıştır. Derginin yazı kadrosunu oluşturan yazarların çoğu bundan sonraki yazı faaliyetlerini İstanbul'da yayımlanmakta olan Türk Yurdu gibi dergilerde sürdürmüşlerdir.



"



Vt.j'



• . - ^ - J J J — ' - JJ



.



I JJ



BİBLİYOGRAFYA:



• V-i'.-i :



-fi. - i j ' - i ^ ; . -



v * -



*



-J _ -



-'T-" Genç



../s



A'



Kalemler



mecmuasının o>



'



"Yeni Lisan" makalesinin Yayımlandığı



4Ü-V.İ



. jJ'.-lijr J^'J jkE^U



-••'.•• j - - ' • >



II. cildinin ilk sayısının kapağı



gerekse muhtevası itibariyle bakışları Orta Asya Türklüğü'ne çeviren "Altın Destan"da kullanılan "Turan, ogan, ulus, budun, kurultay" gibi bazı kelimeler bile meselenin siyasî-Türkçü boyutlarını ortaya koymaktadır. Esasen Genç Kalemler mensupları edebî faaliyetlerinin siyasî boyutunu gizleme gereği duymamışlardır. İlk "Yeni Lisan" makalesinin "Ey Gençler" ve "Netice" başlıklarını taşıyan bölümlerinde Ömer Seyfeddin bu durumu açıkça ifade etmektedir (II/1 [ 1 3 2 7 / 1911], s. 6). Genç Kalemler hareketi, aslında Osmanlılık içinde Türk kimliğini arama faaliyetidir. Daha çok Rus esareti altındaki Türk dünyasına mensup Türkçüler'in öncülüğünü yaptığı Türk Yurdu ile Genç Kalemler arasındaki temel fark dış Türkler'e olan ilgi meselesidir. Genç Kalem-



ler'de Rusya veya başka güçlerin esareti altındaki Türkler'ie ilgili yazılara pek rastlanmaz. Derginin milliyetçilik anlayışının merkezinde, Osmanlı Devleti'nin esasını oluşturan Türkler'in tarih boyunca "millet-i hâkime" olması gerekirken âdeta "millet-i mahkûme" gibi muamele görmesine duyulan tepki vardır. Genç Kalemler'm Türkçülük ideolojisiyle beraber savunduğu bir diğer ideoloji de Batıcılıktır. Dergide Batı dillerinden tercüme edilen birçok yazı yayımlanmıştır. Esasen Genç Kalemler heyetini oluşturan yazarlar günlük yaşayışları ve dünya görüşleri bakımından "asrî" denebilecek yapıdadırlar. Nitekim ilk "Yeni Lisan" makalesinde, millî edebiyatı oluşturmanın önündeki en büyük engelin İslâmiyet'in getirdiği "tesettür" keyfiyeti olduğu da ima edilir. Bu fikir,



Genç Kalemler, I-IV, Selanik 1910-12; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Ankara 1339; haz. Mehmet Kaplan), Ankara 1990, s. 28, 30, 39-51, 125-140; İsmail Habib [Sevük], Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1340, s. 607-610; Ruşen Eşref Onaydın, Diyorlar ki (İstanbul 1915), Ankara 1985, s. 145, 190-196, 212, 215, 221; Ali Canib Yöntem, Ömer Seyfettin, Hayatı, Karakteri, Edebiyatı, İdeali ue Eserlerinden Numuneler, İstanbul 1947, s. 9-13, 157-158; Sadettin Nüzhet Ergun, Ali Canib Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1947, s. 7-10; Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1960, s. 313-336; Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, İstanbul 1968, s. 127, 158; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İstanbul 1969, s. 47-49; Banarlı, RTET, II, 1100-1135; Hüseyin Namık Orkun, Türkçülüğün Tarihi, Ankara 1977, s. 79-85; Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, İstanbul 1978, s. 185194; Abdullah Uçman, "Genç Kalemler'den Önce Türk Dilinin Sadeleşmesi ve H e c e Vezni Üzerine Bir Münakaşa", Mehmet Kaplana Armağan, İstanbul 1984, s. 275-285; İsmail Parlatır, "Genç Kalemler Hareketi İçinde Ömer Seyfettin", Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Ankara 1985, s. 87-111; Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İstanbul 1994, s. 634-638; a.mlf., Genç Kalemler Mecmuası Üzerinde Bir Araştırma, Van 1995; Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İstanbul, ts., s. 166-169; Yusuf Ziya Öksüz, Türkçe'nin Sadeleşme Tarihi: Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi, Ankara 1995, s. 77173; Muhbir, sy. 38, London 1868, s. 1-3; Masami Arai, "The Genç Kalemler and Young Turks: A Study in Nationalizm", Gel. D, XII ( 1 9 8 5 ) , s. 197-244; Ömer Faruk Akün, "Divan Edebiyatı", D/A, IX, 389. m BİI



HÜSEYIN



ÇELIK



23



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GENÇ OSMAN lece siyaset adamlarının halka iyi davranması için mânevî otoritesini kullanmıştır.



GENÇ OSMAN (bk. OSMAN II).



GENÇ OSMANLILAR



n



(bk. YENİ OSMANLILAR). L



GENGÛHÎ, Abdülkuddûs (



n



(jyjaioA )



Kutbü'l-âlem Abdülkuddûs b. Ismâîl b. Safiyyiddîn Hanefî (ö. 944/1537) Çiştiyye tarikatının Sâbiriyye koluna mensup Hindistanlı mutasavvıf şair. 860 (1456) yılı civarında doğdu. Birçok âlim yetiştirmiş olan ailesinin İmâm-ı Âzam'ın soyundan geldiği rivayet edilir. Gengûhî (Gangûhî), Eved (Avvadh) bölgesindeki Rudevl'de Ahmed Abdülhak erRudevlevî'ye ( ö . 8 3 7 / 1 4 3 4 ) nisbet edilen Sâbiriyye tarikatı şeyhi ve kendisinin kayınbiraderi olan Muhammed b. Ârif b. Ahmed Abdülhakk'a intisap etti. Sülûküne tekkenin eski şeyhi Piyârî'nin gözetiminde başladı. Yaklaşık on yedi yılını geçirdiği bu dergâhın şeyhi olunca, bölgeyi idaresinde bulunduran Lûdî ordusunda görevli bazı askerler ona intisap ettiler. Bunlardan Sultan İbrâhim Lûdî'nin emirlerinden Ömer Han Kâsî'nin daveti üzerine ailesiyle birlikte Delhi yakınlarındaki Şâhâbâd'a göç etti ( 8 9 6 / 1491). Burada otuz yıl kadar irşad faaliyetine devam eden Gengûhî, Bâbür'ün Sultan İbrâhim'i mağlûp edip öldürmesi ve şehri yağmalaması üzerine ( 9 3 2 / 1526) Şâhâbâd'dan ayrılarak Gengûh'a yerleşti. 23 Cemâziyelâhir 944'te ( 2 7 Kasım 1537) burada vefat etti. Türbesi bölgenin önemli ziyaret yerlerindendir. Oğuliarı Şeyh Hamîdüddin, Şeyh Abdülmecid ve Şeyh Rükneddin onun yolunu takip ettiler. Birçok mürid yetiştiren Gengûhî'nin en meşhur müridi Tahkikti arâzi'l-Hind (Karachi 1 3 8 3 / 1963) adlı eserin müellifi Şeyh Celâleddin Tehâniserî'dir. Şeyh Celâleddin, Gengûhî'den sonra onun hankahında seccâdenişîni olmuştur. İmâm-ı Rabbânî'nin babası Şeyh Abdülahad da Gengûhî'nin müridlerindendir. Kendisini siyasetten uzak tutan Gengûhî, gerektiğinde sultan ve emîrlere mektuplar yazarak onlara insanların dertleriyle ilgilenmelerini tavsiye etmiş, böy-



Şeyh Rükneddin babasının menkıbelerini bir araya getirerek Letâ'if-i Kuddûsî (Delhi 1311) adlı eseri kaleme almıştır. Sâbiriyye tarikatı onun çalışmalarıyla belli esasları olan disiplinli bir tarikat haline gelmiştir. Bâtınî ve zâhirî ilimler ve semâ konusunda kendine has görüşleri olan Gengûhî, vahdet-i vücûd düşüncesinin Hindistan'da en kuvvetli taraftarlarından biridir. Eserleri. 1. Envârü'l-'uyûrı fî esrâri'lmeknûn (Aligarh 1905). Şeyhi Ahmed Abdülhak er-Rudevlevî'nin menkıbelerini ihtiva eden eser Urduca'ya tercüme edilmiştir ( L u c k n o w 1909). 2. Mektûbât-ı cAbdülkuddûs (Delhi 1 2 8 7 / 1 8 7 0 ) . Devlet adamları ve emîrlerle yazışmalarını ihtiva eden mektupları bir müridi tarafından derlenmiştir. Bu mektuplar şeyhin zamanındaki devlet adamları ile olan ilişkisini aydınlatması açısından önemlidir. 3. Rüşdnâme ( İ h a j j a r 1 3 1 2 / 1 8 9 7 ) . Gengûhî, tasavvufun ilkelerini özetlediği bu eserinde vahdet-i vücûd görüşünü savunur. Eserde Hintçe şiirler de nakledilmiştir. Şehâbeddin es-Sühreverdî'nin cAvârifü'l-mac arifine bir şerh yazan Gengûhî'nin ayrıca Nûrü'l-hüdâ ve Kurretü'l-acyün adlı iki küçük risâlesi daha vardır. Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Fuşûşü'l-hikem'ine yazdığı şerh ise günümüze ulaşmamıştır. Şiire de merakı olan ve Ahmedî mahlasını kullanan Gengûhî, gençliğinde XIV. yüzyıl Doğu Hintçesi'nin manzum hikâyelerinden Çendâyân adlı eserin bazı bölümlerini Farsça'ya tercüme etmiştir. BİBLİYOGRAFYA: Dârâ Şükûh, Sefînetü'l-evliya , Kanpûr 1900, s. 101; Bedâûnl, Müntehabut-tevârîh, Delhi 1986, III, 5, 82, 127; Müştak Ahmed Sâbirî, Envârul-'âşıkin, Lahor 1398, s. 61, 66, 67; EthĞ, Catalogue of the Persian Manuscripts, s. 336 (nr. 1041, 1076); Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü'l-haoâtır, IV, 198-199; Kerîm Nîrûmend, Târth-i Peydâyeş-i Tasavvuf u 'İrfan, Zincân 1364, s. 421; Gulâm Ali Aryâ, Tarîfca-/ Çiştiyye derHind u Pakistan, [baskı yeri yok] 1365 (Kitâbfürûşî Züvvâr), s. 168-171; Storey, Persian Literatüre, 1/2, s. 967-968; A. Schimmel, islam in the Indian Subcontinent, Leiden 1980, s. 41, 42, 81, 90; a.mlf., Mystical Dimensions of İslam, s. 357; M. Mujeeb, Indian Muslims, New Delhi 1985, s. 296-298; A. Popovic - G. Veinstein, Les orders mystiques dans l'Islam, Paris 1986, s. 117, 121; S. A. Abbas Rizvi, A History of Sufism in India, New Delhi 1986, I, 339-349; B. B. Lawrence, " e Abd al-Qoddüs Gangöhi", Elr., I, 138140; G. Bövvering, "Gangöhi", El2 Suppl. (İng.), s. 312-313. |—ı



lifti



RIZA



KURTULUŞ



GENGÛHÎ, Reşîd Ahmed (1829-1905) L



Hindistanlı din âlimi ve mutasavvıf.



Delhi'nin kuzeybatısında Sehârenpûr bölgesinde küçük bir kasaba olan Gengûh'ta doğdu. İlim ve tasavvufla ilgilenen bir aileye mensup olan Gengûhî'nin (Gangûhî) babası Hidâyet Ahmed, annesi Kerîmünnisâ'dır. Soylarının Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayandığı rivayet edilir. Reşîd Ahmed yedi yaşında iken babası vefat ettiğinden yetişmesi ve eğitimiyle annesi ilgilendi. İlk öğrenimini Karnâl ve Râmpûr şehirlerinde gördü, daha sonra tahsil için Delhi'ye gitti. Delhi'de zamanın ünlü hocaları olan Mevlânâ Memlûk Ali, Şah Mahsûsallah ve Şah Abdülganî gibi âlimlerden yirmi yaşına kadar tefsir, hadis, fıkıh, usul, kelâm ve mantık okudu. Aynı zamanda geleneksel tıp (hekimlik) ilmini de öğrendi. Bu sırada, yine Hindistan'ın meşhur ilim adamlarından olan Muhammed Kasım Nânevtevî ve Seyyid Ahmed Han ile dostluk kurdu. Daha sonra Gengûh'a dönerek ders okutmaya başladı. Bir yandan da halk arasında yaygın olan, özellikle kabir ziyaretleriyle ilgili hurafeler ve gayri İslâmî uygulamalara karşı mücadeleye başladı. Gengûh'ta medfun bulunan atası Abdülkuddûs Gengûhî'nin (ö. 1537) mezarı başında yapılan âyinlere şiddetle karşı çıktı. Aynı zamanda tasavvufa ilgi duydu ve Mevlânâ Hacı İmdâdullah etTehânevî'nin mürşidliğinde bu yola intisap etti. Ülkedeki İngiliz varlığından rahatsızlık duyan Reşîd Ahmed, İngilizler'i Hindistan'dan çıkarmaya yönelik çalışmalara katılmaktaydı. Nitekim 1857'deki büyük Hint ayaklanmasına aktif olarak katıldı ve Hacı İmdâdullah'ın yardımcısı olarak hareketin önderleri arasında yer aldı. Ancak hareket başarısızlığa uğrayınca tutuklandı ve altı ay kadar hapiste kaldı. Reşîd Ahmed Dârülulûm-i Diyûbend'in kuruluşunda çok önemli rol oynadı. Müderris olarak görev yaptığı Diyûbend Medresesi'nin işleyişi, müfredatının tesbiti ve eğitim felsefesinde nihaî karar merciierinden biriydi. Medresede hadis ilmine çok yer verilmesi onun tesiriyle oldu. 1880'de Muhammed Kasım ölünce Diyûbend'in rektörlüğüne getirildi. 1896'da, Diyûbend'le bağlantılı en büyük medreselerden olan Sehârenpûr'daki Mezâhirü'l-ulûm'un da rektörlüğünü üstlendi.



24



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GERÇEK,



Reşîd Ahmed müderrisliğinin ilk yıllarında tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm öğretirken sonraları sadece hadis öğretimi üzerinde durmuş, ancak hayatının son birkaç yılında görme duyusunu kaybedince bütün mesaisini tasavvuf? irşad ve mânevî terbiyeye vermiştir. Eğitim ve irşad faaliyetleriyle uğraştığı uzun yıllar içerisinde yüzlerce talebe yetiştiren Reşîd Ahmed, Hindistan İslâm kültüründe Şah Veliyyullah geleneğinin XIX. yüzyıldaki en güçlü temsilcilerinden biri kabul edilir. İçinde yaşadığı toplumun meselelerinin çözümüne genel olarak üç yolla katkıda bulunmaya çalışmıştır: İçtimaî, ahlâkî ve mânevî alanlarda ıslaha dayalı fikirler üretmek ve verdiği fetvalarla halk arasında İslâmî şuuru güçlendirmek, İslâmî ilimlerin ciddi olarak öğretilmesiyle Hindistan müslümanlarmm kültürel kimliklerini korumak, siyasî alanda mücadeleye devam edip Hindistan'daki İngiliz işgaline karşı cihad ruhunu canlı tutmak. Reşîd Ahmed, XIX. yüzyıl Hindistan'ında birçok kişi tarafından kutub ve müceddid olarak kabul edilmiştir. Talebeleri ve müridleri arasında Şeyhü'l-Hind Mahmûd Hasan, Halîl Ahmed Sehârenpûrî, Kifâyetullâh-ı Dihlevî ve Muhammed İlyâs gibi Hindistan'ın dinî ve siyasî tarihine önemli katkılarda bulunan âlimler vardır. Eserleri. Fetâvâ-yı Reşîdiyye* ( L a h o r 1987), Taşfiyetü'l - kulûb, İmdâdü's-sülük, Hidâyetü'ş-Şîca, Zübdetü'l - menâsik, Hidâyetü'l-mühtedî, Sebîlü'rreşâd, Berâhîn-i Kâtıma gibi eserler kaleme alan Reşîd Ahmed'in talebeleri, onun ders takrirlerinden bir kısmını daha sonra toplayarak el-Kevkebü'd-dürrî adıyla yayımlamışlardır. BİBLİYOGRAFYA: Seyyid Muhammed Miyân, 'Ulemâ-i Hak, Muradâbâd 1946, I, 83-84; Miyân Asgar Hüseyin, Hayât-ı Şeyhu'l-Hind, Diyûbend 1367; Zübeyd Ahmed, Hlndustân Key 'Ulemâ' ör Ûnki 'Arabi Taşânîfu Te'lîf, Lahor 1955, s. 95; Muhammed Tayyib, Dârul-'ulûm-ı Diyûbend, Delhi 1965, s. 57-58; Abdülhay el-Haseni Hüzhetul-hauâtır, VIII, 148-152; lstiaq Hussain Qureshi, Ulema in Politics, Karachi 1974, s. 201202, 223; B. D. Metcalf, Islamic Reuiual in British İndia Deoband 1860-1900, Princeton 1982, s. 78-79 vd.; a.mlf., "Rashid Ahmad Gangöhi", Dictionnaire biographigue des savants et ofrandes figures du monde musulman peripherique du XIXe siecle a nos jours, Paris 1992, _ fas. I, 21-22; Füyûzü'r-rahmet, Hâcî İmdâdullah ör Ûnke Hulefâ, Karaçi 1984, s. 35-36; Âşık İlâhî Mirâsî, Tezkiretu r-Râşid, Meerut, ts., s. 18-40, 123; "Reşîd Ahmed Gengûhî", UDMİ, X, 267-269. m m



MUHAMMAD



AL-GHAZALI



GEOMETRİ (bk. HENDESE).



r



^



GERÇEK, Selim Nüzhet



n



(1891-1945) Türk matbaacılığı, gazeteciliği ve tiyatrosu hakkındaki araştırmalarıyla tanınan yazar.



,



İstanbul'da Rumelihisan'nda doğdu. Babası, II. Abdülhamid döneminde Hazîne -i Evrak, İnsaniyet ve Ceride adlı dergileri yayımlayan Mahmud Celâleddin Bey, annesi Tepedelenli Ali Paşa'nın torunlarından Emine Neyyir Hanım'dır. Cumhuriyet devrinin tanınmış romancılarından Abdülhak Şinasi Hisar Selim Nüzhet'in ağabeyidir. Selim Nüzhet, bir süre Rumeiihisan'ndaki Gaziosmanpaşa İbtidâî Mektebi'nde okuduktan sonra tahsiline Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi'nde devam etti ve 1910 yılında Türkçe bölümünden mezun oldu. Ardından yüksek tahsil için İsviçre'ye gitti. 1914'te Cenevre Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdiği halde I. Dünya Savaşı'nın başlaması yüzünden 1921'e kadar yurda dönemedi. Bu süre içinde bir yandan Cenevre, Lozan ve Neuchâtel'de Fransa, İngiltere ve İtalya'dan sınır dışı edilen pek çok Türk ailesi ve talebe ile ilgilenirken bir yandan da edebiyat ve bilhassa tiyatro çevrelerine girerek gelecekteki çalışmaları için malzeme topladı. Yurda döndükten sonra ihtiyat zabiti olarak askere yazıldıysa da cepheye çağrılmadı. Celâl Nuri'nin (İleri) çıkarmakta olduğu Yarın ( 1 9 2 1 - 1 9 2 2 ) mecmuasıyla aynı zamanda kâtiplik ve mütercimlik yaptığı İleri (1922) gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Bu arada kısa bir süre Dârülbedâyi'de tarihî oyunları sahneye koymakla görevlendirildi (1923). Cum-



(



İ



v



1



*



Selim Nüzhet Gerçek



Selim Nüzhet



huriyet'in ilânından sonra gazetecilikten ayrılarak Robert College'de Türkçe ve tarih hocalığı yaptı. Buradaki hocalığı on yıl kadar sürdü. 1933'te, Cumhuriyet'in ilânının onuncu yıldönümü münasebetiyle Maarif Vekâleti tarafından Ankara'da açılması düşünülen neşriyat sergisini düzenlemek ve bu maksatla beş yıl içinde yeni harflerle basılan kitapların bibliyografyasını hazırlamakla görevlendirildi. 1934'te bizzat Atatürk'ün emriyle kurulan Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü'ne tayin edildi. Bu müdürlüğü beş kişilik kadrosuyla, büyük bir gayret ve ciddiyetle ölümüne kadar çalışarak önemli bir kurum haline getirdi. Bir yandan da bitip tükenmeyen bir mesai ile meslekî çalışmalarına devam eden Selim Nüzhet, Abdullah Cevdet'in Cağaloğlu'ndaki İctihad Evi'nde 12 Aralık 1945'te bir beyin kanaması geçirdi ve kaldırıldığı Yerebatan Sağlık Yurdu'nda öldü. Cenazesi Merkezefendi Kabristanı'na defnedildi. Gerçek bir kitap âşığı ve tiyatro tiryakisi olan Selim Nüzhet, henüz çocuk yaşta toplamaya başladığı kitaplarını bir yangında kaybedince 1912'de Cenevre'de tahsilde iken yeniden kitap toplamaya başlamıştır. Onun hayatı boyunca biriktirdiği kitap, dergi ve gazetelerle diğer matbu evrak sadece kütüphane raflarında kalmamış, aynı zamanda bu konuyla ilgili ilk araştırmaların da malzemesini meydana getirmiştir. Selim Nüzhet bir taraftan Türkiye'de gazetecilik, matbaacılık ve kitap basımının tarihine dair ilk ciddi araştırmaları yaparken diğer taraftan da daha İsviçre'de iken büyük ilgi duyduğu tiyatro konusundaki neşriyatına ölünceye kadar durup dinlenmeden devam etmiştir. Kitapları ölümünden sonra ağabeyi tarafından Millî Kütüphane'ye satılmıştır. Kendisini yakından tanıyanların ifadesine göre sağlam karakterli, nazik, yumuşak huylu ve güler yüzlü bir İstanbul efendisi olan Selim Nüzhet ağabeyi Abdülhak Şinasi gibi Hisar soyadını değil, muhtemelen yaptığı işlerin öncüsü olmak arzusuyla İstanbul'da ilk itfaiye teşkilâtını kuran Gerçek Dâvud Ağa'ya özenerek Gerçek soyadını almıştır. Selim Nüzhet ilk yazılarını, daha Galatasaray'da öğrenci iken arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı Nîrenk adlı mektep mecmuasında yayımlamış, asıl yazı faaliyetine ise yurda döndükten sonra mütercim ve yazar olarak çalıştığı Yarın mecmuasıyla İleri gazetesinde başlamıştır.



25



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GERÇEK, Selim Nüzhet Şahsiyeti, zengin ve geniş kültürüyle kısa sürede İstanbul'un edebî muhitlerine giren Selim Nüzhet, kitap halindeki ilk iki eserini Ahmet Kâmil takma adıyla neşretmiştir. Hayatının son günlerine kadar en az haftada bir defa yazmak suretiyle verimli bir yazı faaliyeti bulunan Selim Nüzhet'in yazıları şu gazete ve dergilerde çıkmıştır: Milliyet (1932), Yeni Türk Mecmuası (1932), Cumhuriyet (1937-1938), Yedigün (1940-1942), Yücel (1941), Perde ve Sahne (1941-1942), Akşam (1941-1945), Tarihten Sesler (1943), Tasvîr-i Elkâr (1943), İstanbul (1943), Ulus (1944). Eserleri. A) Türk Matbuat Tarihi. 1. Türk Matbaacılığı (İstanbul 1928, 1939). Matbaanın Türkiye'ye girişinin 200. yılı dolayısıyla kaleme alınan kitapta matbaanın Avrupa'da ve Türkiye'de kuruluşu, Avrupa'da basılmış Türkçe kitaplarla Türkiye'de İbrâhim Müteferrika'dan önce kurulan matbaalar, bu matbaaların geçirdiği safhalar ve yayımlanan kitaplar hakkında ilk defa derli toplu bilgi verilmektedir. Eser neşredildiği günlerde devrin yazarlarının büyük ilgisini çekmiş, 1993'te yeni notlar ilâvesiyle Târîhu'ttıbâ'a fî Türkiye adıyla Arapça'ya çevrilmiştir (trc. S ü h e y l S â b â n , R i y a d 1993). Türk Matbaacılığı günümüzde de müracaat kitabı olma özelliğini korumaktadır. 2. Türk Gazeteciliği 1831-1931 (İstanbul 1931). Bu alandaki çalışmaların ilki olan eserin birinci kısmı metinlere, ikinci kısmı belge ve gazete örneklerinin tıpkıbasımlarına ayrılmıştır. Yazar konuyla ilgili olarak yıllardan beri topladığı orijinal bilgileri ortaya koyarken Türk kültür hayatının bu alanında da yeni birtakım araştırmaların öncülüğünü yapmıştır. 3. Almanak 1933 (İstanbul 1933). Türk basınının o günkü durumu ile İstanbul kitapçıları ve matbuat dünyasının kayıpları hakkındaki yazılardan meydana gelmektedir. Eserde ayrıca 18311928 yılları arasında Türkiye'de yayımlanan gazete ve dergilerin bir listesi bulunmaktadır. 4. Türk Taş Basmacılığı (İstanbul 1939). Sahasında ilk ve tek olma özelliğini hâlâ koruyan bu eserde taşbaskı usulünün ortaya çıkışı ve Türkiye'ye girişi ele alınıp incelendikten sonra bu usulle basılan ilk kitaplardan örnekler verilmiştir. B) Türk Tiyatrosu. Yazı hayatına adım attığı sırada ilk yazılarını tiyatro hakkında yazan Selim Nüzhet, Dârülbedâyi'den ayrıldıktan sonra da gerek tercüme ve adaptasyonları gerekse araştır-



malarıyla Türk tiyatrosunun en önemli kalemlerinden biri olmuştur. Hayatının sonuna kadar Türk temaşa sanatına dair yazılar ve tiyatro tenkitleri yazmış, hakkında pek fazla bir şey bilinmeyen ve kaybolup giden bu âlemin son şahitlerinden biri olarak yazdıklarıyla onların unutulmasını önlemiştir. Selim Nüzhet'in bu türdeki yazıları daha çok Yarın, İleri, Milliyet, Yeni Sabah, Yedigün, Yücel, Perde ve Sahne, Aylık Ansiklopedi ( 1 9 4 5 - 1 9 4 6 ) gibi gazete ve dergilerde yayımlanmıştır. Kitap halindeki eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1. Türk Temaşası: Meddah-Karagöz, Ortaoyunu (İstanbul 1930, 1942). Meddah, Karagöz ve orta oyununun asıl değerini ilk defa ortaya koyan bu kitap, özellikle yazarın kendi yaşadığı zamana ait oyuncular ve oyunlar hakkında orijinal bilgiler vermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Eser başvuru kitabı özelliğini hâlâ korumaktadır. 2. Salıncak Safası (İstanbul 1931). Hellmut Ritter'in özel koleksiyonundaki aynı adı taşıyan bir Karagöz metninin, o sırada hayatta bulunan üç hayalciden alınan metinlerle karşılaştırılması suretiyle ortaya çıkarılan bir Karagöz oyunudur. 3. Gülme Komşuna (İstanbul 1931). Devrin ünlü mûsikişinaslarından Rauf Yektâ Bey ile birlikte yayımladığı orta oyunlarından birinin metnidir. 4. Türklerde Tiyatro (İstanbul 1933). Selim Nüzhet'in de içinde bulunduğu bir heyet tarafından hazırlanması düşünülen Türk Tarihinin Anahatları adlı kitapta yer almak üzere kaleme alınan özet mahiyetinde küçük bir çalışmadır. S. Tiyatro Bilgisi (İstanbul 1944). 1942 yılında Akşam gazetesinde yayımladığı tiyatroyla ilgili yazıların bir kısmından meydana gelmektedir. 6. Tiyatro Tarihi (İstanbul 1944). Yunan ve Latin tiyatrosuna dair bir eserdir. 7. Çifte Nikâh (İstanbul 1944). Fransızca'dan çevirdiği bir tiyatro eseridir.



'Selim nüzhet



TÜRK TAŞ BASMACILIĞI



Selim Nüzhet Gerçek'in Türk Taş Basmacılığı adlı eserinin iç kapak sayfası



C) Bibliyografya. Selim Nüzhet 1934 yılında Basma Yazı ve Resimleri Derleme Müdürlüğü'ne getirildikten sonra, daha önce Maarif Vekâleti Tâlim ve Terbiye Heyeti tarafından yayımlanan Bibliyografya ile (haz. M . N i h a t Ö z ö n , İstanbul 1931-1935), başında Fehmi Ethem Karatay'ın bulunduğu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Bibliyografya Servisi tarafından hazırlanan ve yeni harflerin kabulünden başlayıp Cumhuriyet'in onuncu yılına kadar olan dönemi kapsayan Türkiye Bibliyografyası (İstanbul 1939) gibi çalışmaları bir düzene koyar. Selim Nüzhet'in başında bulunduğu bu kuruluş, onun titiz mesaisiyle 1928'den sonrasını da ihtiva edecek şekilde Türkiye Bibliyografyası'm yeniden düzenleyerek yayımlamaya başlar. Bu çalışma günümüze kadar aralıksız olarak devam etmiştir. Selim Nüzhet'in önemli bir çalışması da "Tanzimat Devri İçin Bir Bibliyografya" adını taşımaktadır (Faik Reşat U n a t ile birlikte, Tanzimat, İstanbul 1940, s. 879-990). Selim Nüzhet, ayrıca devrinde yayımlanan kitaplarla ilgili olarak Ülkü (1934), İstanbul (1943) ve Tasvîr-i Efkâr (1943) gibi gazete ve dergilerde çeşitli yazılar yazmıştır. Öte yandan Selim Nüzhet'in hayatının son yıllarında, başlangıcından Tanzimat'ın ilânına kadar geçen 110 yıllık devrede basılmış olan bütün kitapların bibliyografyası üzerinde çalıştığı bildirilmekteyse de bunun tamamlanamadığı anlaşılmaktadır. Bu çalışma, daha sonra Abdülhak Şinasi Hisar'ın vârislerince satılan evrakı alan Şevket Rado tarafından bazı yanlışlarla neşredilmiştir ( T o d e r i n i , s. 127-132). Selim Nüzhet'in bunlardan başka, C. Farrâre'den adapte ettiği Canvermezler Tekkesi ( A h m e d Kâmil t a k m a adıyla, İstanbul 1922), Pierre Benoit'dan çevirdiği Unutulan Adam (İstanbul 1923), Hüseyin Ayvansarâyî'nin ünlü eseri için hazırladığı Hadîkatü'l-cevâmi' Nâm Eserin Elifbâî Fihristidir (İstanbul 1928), Türk Harfleri (İstanbul 1939) ve Atalar Sözü (Sadi G . Kırımlı ile birlikte, İstanbul 1939, 1961) adlı eserleri yayımlanmıştır. Selim Nüzhet Amasya, Bursa, Edirne, İzmir, Manisa, Mardin ve Tire gibi tarihî Türk şehirlerine dair yazılar da yazmıştır. Onun kaleme aldığı en dikkate değer yazı dizisi ise son günlerine kendisinin de yetiştiği eski İstanbul'un hayatını anlattığı "Eski Ramazan Geceleri" başlığını taşımaktadır (Yeni Sabah, 1939).



26



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GERÇEKER, Mustafa Fehmi BİBLİYOGRAFYA:



Murat Uraz, Türk Edip ue Şairleri, İstanbul 1939-40, s. 125; Ahmed Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ue Jön Türkler, İstanbul 1945, s. 357; Gövsa. Türk Meşhurları, s. 151-152; Adnan Ötüken, Blbliyotekçinin Elkitabı, Ankara 1948, II, 420-421; Semih Mümtaz S., Tarihte Hayal Olmuş Hakikatler, İstanbul 1948, s. 203; a.mlf,, "Selim N ü z h e t Gerçek", Akşam, nr. 11.187, İstanbul 5 Aralık 1949, s. 4; Sami N. Özerdim, Bilgi Kaynakları ue Arşlucilik, Ankara 1973, s. 67; Muzaffer Gökman, Kitaplar Arasında 44 Yıl, İstanbul 1977, s. 20-27; Hilmi Zafer Şahin, Selim blüzhet Gerçek ue Tiyatro, Ankara 1985 (Devlet Tiyatroları İç Eğitim Dizisi, nr. A-13); a.mlf., "Selim N ü z h e t Gerçek'in T a rih Çalışmaları", TT, III/15 (1985), s. 63-66; a.mlf., "Gerçek, Selim Nüzhet", DBl'st.A, III, 394; Necmettin Türinay, Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul 1988, s. 10-11; G. Toderini, İbrahim Müteferrika ue Türk Matbaacılığı (trc. Rikkat Kunt, haz. Şevket Rado), İstanbul 1990, s. 127-132; N. A. Okan [Banoğlu], "Selim N ü z het'in Kütüphanesinde", Kitap ue Kitapçılık, sy. 5, İstanbul 1936, s. 7; M. Behçet Yazar, "Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Selim Nüzhet Gerçek", Yedigün, sy. 434, İstanbul 1941, s. 1418; Abdülhak Şinasi Hisar, "Selim Nüzhet Gerçek", a.e., nr. 11.194 (12 Aralık 1949), s. 4; F. Reşit Unat, "Türk Kütüphaneciliğine H i z m e t Edenler 5: Selim Nüzhet Gerçek 1891 -1945", TKDB, II/1 -2 (1953), s. 40; M. Türker Acaroğlu, "40. Ölüm Yıldönümünde Selim N ü z h e t Gerçek", a.e., XXXV/3 (1986), s. 14; Ali Birinci, "Türk Matbuatının İlk Tarihçisi Selim N ü z het Gerçek", Keblkeç, sy. 2, Ankara 1995, s. 7-20; Ahmet Bahtiyar Esen, "Gerçek, Selim Nüzhet", AA, II, 618; F. Tevetoğlu, "Gerçek, Selim Nüzhet", TA, XVII, 285; M. Nihat Özön Baha Dürder, Türk Tiyatrosu Ansiklopedisi, İstanbul 1967, s. 189-190; "Gerçek, Selim N ü z het", TDEA, III, 326. m IAI



A L I BİRİNCİ



GERÇEKER, Mehmet Tevfik



H



(1898-1982)



L



Türkiye Cumhuriyeti'nin yedinci Biyanet İşleri başkanı.



Millî Mücadele'nin öncülerinden, Bursa mebusu ve ilk Şer'iyye ve Evkaf vekili Mustafa Fehmi Gerçeker'in oğludur. Bursa Mihaliç'te (Karacabey) doğdu. İlk-



Mehmet Tevfik Gerçeker



mektebi ve rüşdiyeyi burada tamamladı. Bu arada hafızlığa çalıştı, babasından Kur'an ve tecvid dersi aldı. 1916'da başladığı askerlik hizmetini bitirdikten sonra tahsiline İstanbul medreselerinde devam etti. Ayrıca zamanın müneccimbaşısı Hüseyin Hilmi ve matematikçi Ahmed Ziya Efendi'den astronomi ve matematik dersleri aldı. Damad Ferid Paşa'nın sadrazamlığı sırasında, Anadolu'da başlayan Millî Mücadele hareketiyle ilişkili görülerek Birinci Dîvân-ı Harb-i Örfî'ye verilen Mehmet Tevfik, dokuz aylık bir tutukluluk devresinden sonra yeni sadrazam Tevfik Paşa zamanında serbest bırakıldı. Ardından Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele'ye katıldı. Ankara'da bir yandan babasından ve dönemin tanınmış ilim adamlarından ders almaya devam ederken bir yandan da Adliye Vekâleti Sicil Dairesi'nde kâtiplik yaptı. Daha sonra Umûr-ı Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti'nde Tedrisat Umum Müdürlüğü'nde başkâtip olarak görev aldı (1921). Umûr-ı Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti'nin kaldırılması üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı muâmelât mümeyyizliği görevine tayin edildi (1924). Bu arada Ankara Hukuk Mektebi'ni de bitirdi (1928). Daha sonra üçüncü sınıf muavinlik kadrosuyla 1932'de göreve başladığı Şûrâ-yı Devlet Reisliği'nde ikinci ve birinci sınıf muavinliğe terfi etti. Ardından Uyuşmazlık Mahkemesi kanun sözcülüğü (1946), bir yıl sonra da Danıştay Umumi Heyeti âzalığı yaptı. Aynı yıl, Danıştay Umumi Heyeti'nce Gümrük ve Tekel Bakanı Suat Hayri Ürgüplü'nün yargılanması için kurulan Yüce Divan'a seçildi. Yüksek Seçim Kurulu (1952) ve Türkiye Eczacılar Birliği Yüksek Haysiyet Divanı (1959) üyeliklerinde bulundu. Danıştay 9. Dairesi ile (1959) 7. Dairesi'ne (1960) başkanlık eden Gerçeker bir süre Danıştay başkan vekilliği de yaptı. 1962'de Danıştay tarafından üye olarak görevlendirildiği Anayasa Mahkemesi'ne başkan vekili oldu ve buradan emekliye ayrıldı (1963). 15 Ekim 1964'te Hasan Hüsnü Erdem'den boşalan Diyanet İşleri başkanlığına getirildi; 16 Aralık 1965 tarihine kadar bu görevde kaldı. 28 Ocak 1982'de Ankara'da vefat etti. Tevfik Gerçeker, babası Mustafa Fehmi Gerçeker'in 1900 yılından itibaren tuttuğu günlükleri derleyerek Latin harflerine çevirmiş, oğlu Mustafa Gerçeker de bunu Karacabey'den Ankara'ya adıyla yayımlamıştır (Ankara 1982).



BİBLİYOGRAFYA:



DİB Arşivi'nde bulunan özlük dosyası; Diyanet İşleri Başkanlığı



Biyografik



Teşkilât



Albü-



mü: 1924-1989, Ankara 1989, s. 22; "Yeni Diyanet İşleri Başkanımız", Diyanet Dergisi, III / 10-11, Ankara 1964, s. 228-229; Osman Yüksel Serdengeçti, "Bıı Dâvanın Yolcuları Birleşiniz", Millî



Gazete, sy. 152, İstanbul 16 Hazi-



ran 1973, s. 3, 7; a.mlf., "Bütün Diyanet İşleri Reislerimiz: M e h m e t T e v f i k Gerçeker", a.e., sy. 132, İstanbul 26 Mayıs 1973, s. 3, 7; Orhan Balcı, "Diyanet İşleri Başkanlarımız",



Diyanet



Gazetesi, sy. 336, Ankara 1407/1987, s. 15, 16



F



'



S



VELI ERTAN



GERÇEKER, Mustafa Fehmi (1868-1950)



L



Son devir Türk din ve devlet adamı.



J



Bursa Mihaliç'te (Karacabey) doğdu. Babası Hafız Mehmed Emin Efendi'dir. 1887'de Karacabey Rüşdiyesi'ni bitirdikten sonra İstanbul'da Koska'da Mustafa Çelebi Medresesi'nde öğrenim gördü. Ayrıca Fâtih dersiamlarından Aiasonyalı Hacı Ali Zeynelâbidîn Efendi'den icazet aldı ( 1 3 1 8 / 1 9 0 0 - 1 9 0 1 ) . Karacabey'de müderrislik ve evkaf komisyonu başkanlığı yaptı. İttihat ve Terakkî'ye üye oldu (1906). Aynı yıl ibtidâ-i hâriç Bursa müderrisliği pâyesini aldıktan sonra 1910'da Karacabey müftülüğüne tayin edildi. Ardından kendisine sırasıyla mûsıle-i Sahn (1915), mûsıle-i Süleymâniyye (1916) ve İzmir pâye-i mücerredi (1917) verildi. İttihatçı olması sebebiyle Mütareke'den sonra müftülük ve evkaf komisyonu başkanlığından azledilmesi üzerine (1919) Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Karacabey şubesini kurarak Millî Mücadele'ye katıldı. 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılış duasını yaptığı Büyük Millet Meclisi'ne Bursa mebusu olarak girdi ve mebusluğu ölümüne kadar devam etti. İlk Büyük Millet Meclisi İcra Vekilleri Heyeti'nde Şer'iyye ve Evkaf ve-



Mustafa Fehmi Gerçeker



27



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GERÇEKER, Mustafa Fehmi



c ^ Ç



jt'-'. ' X



v



O * -'•ç-'C-1. < v > V'^.jö
> I ıjj&s^sM^JZS^U



Us-



''—''•> J



ÖzAYDIN



I fi



GITRÎFÎ ( ) Ebû Ahmed Muhammed b. Ahmed b. Hüseyn el-Gıtrîfî el-Cürcânî (ö. 377/987) Muhaddis.



S



C)



M*ı'.-.^Jk'



>•4



,



'î • J - ^ V a H - J j ) , ! 1»>-J4



280 ( 8 9 3 ) yılından sonra Hazar denizinin güneydoğusundaki Dihistan'da doğdu. Dedesinin büyük dedesi olan Gıtrîf b. Cehm'e nisbetle Gıtrîfî, Cürcân'da ya-



UI_S fi 6



fyaHjİT*?



>



^



i



I



L



A



H



58



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



-i s i



'



f



S



t



T



F



i - V
."j M



Gülşenî tacını gösteren bir çizim



ları yatsı namazından sonra kırk kere



"çelebi", yeni intisap eden dervişe "nev-



okunur. Fecrin ardından



"yâ dâfi', yâ



niyâz" denmesi de bu kültürel alışveri-



mâni', yâ Allah" (450 kere); öğleden son-



şin sonucudur. Gülşenî tacı Mevlevî sik-



ra belâ ve musibetlerin defi için "yâ raûf,



kesine benzediği gibi Bektaşî tacından



yâ vedûd, yâ Allah" (470 kere); ikindiden



da etkilenmiştir. Benzerlikler, bu tari-



sonra kalp huzurunu temin için "yâ bâ-



katların z a m a n z a m a n g ö r d ü ğ ü tepki-



sıt, yâ muiz, yâ Allah" (275 kere); a k ş a m



Y- h'.'.:: Agâh. namazından sonra da "yâ rahîm, yâ azîz, Fülüuı.'etnânıe-i yâ Allah" (415 kere) esmâları tekrar edilir. Esrâr-ı Tâc. Süleymaniye Ktp..



hem



okunmuştur. Gülşeniyye'-



Nuri Adasez,



Sesli ve toplu olarak yapılan zikir, hal-



nr. 101. s. 8)



ka halinde oturan dervişlerin şeyh efen-



lerde de açığa çıkmaktadır. Sadreddinzâde Mehmed Emin Şirvânî (ö.



1036/



1627) tarafından kaleme alınan



Tercü-



mânü'l-ümem



adlı eserde bâtıl tari-



katlar sıralanırken Bektaşîlik ve Mevle-



257



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜLŞENİYYE vîlik'le birlikte Gülşenîlik de zikredilmiş-



şenî'nin, "Farzlardan sonra dikkat ede-



Gülşenî Âsitânesi'nde herkesin parası-



tir (Fığlalı, XXIV [1981], s. 270).



ceğimiz ilk şey padişahın hizmetinde kusur etmemektir" ( M e n â k ı b , s. 376) sözünü de bu çerçevede değerlendirmek ge-



tiğinde ihtiyacı kadar alıp harcadığını



Öte yandan kuruluş d ö n e m i n d e Gülşenîlik'le Nakşibendîlik arasında da yakınlığın olduğu görülmektedir. Bunun göstergelerinden biri, Emîr A h m e d Hayâlî'nin, müridi Muhyî-i Gülşenî'den Nakşîler hakkında bilgi toplamasını istemesidir. Sezâî-yi Gülşenî'nin Mektûbât'ında râbıta konusu anlatılırken, "Tarîk-ı Nakşibendiyye'de 'hoş der-dem' buyurulduğu budur" denmesi bu yakınlıkla ilgilidir. Osmanlı d ö n e m i n d e fikir, yorum ve



rekir. " R û m mer'a-yı nefs ü bedendir / Mısr mesken-i gülşen ü rûşendir" ifadesi Gülşenîler'in Osmanlı idaresine bakış tarzını ortaya koymaktadır.



vîş-i dervîşân, dinim imanım,



kerem-



kânlı, dinim dünyam, erenler şahı, şâhım hünkârım, pâdişâhım" gibi tabirlerin kullanılmasını, bir t ü r ö v ü n m e ifa-



ranı olduğu, hatta Fuşûşü'l-hikem



desi olduğu ve dervişliği faşettiği için



okut-



ması sebebiyle sert tenkitlere mâruz kaldığı ve Karabağ'da bulunduğu sırada Fuş û ş ' u n yakıldığı bilinmektedir (a.g.e.,



s.



180). Rûşenî'nin vefatından sonra Akkoyunlu Sultanı Yâkub, devrin meşhur



mensupları vahdet-i vücûd anlayışını be-



âlimleriyle İbrâhim Gülşenî arasında Fu-



nimsediklerinden hem ulemâ h e m de



şûş'un tenkide konu olan meseleleri üze-



merkezî yönetimce zındık ve mülhid te-



rine tartışmalar yaptırmış, bu tartışma-



lakki ediliyorlardı. Nitekim bu t ü r suç-



lar sonucunda Güişenî'yi haklı bulan ba-



lamalara



Gülşenî



zı âlimler ona intisap etmiştir. Bunlar-



Süleyman



d a n Mevlânâ Abdülganî el-Megânî Tar-



1523 yılında Kanünî Sultan



Gülşenîler, tekke kültüründe yaygın olan "aşk olsun, hû dost, eyvallah, der-



İbrâhim Gülşenî'nin mürşidi Dede Ömer



lardan biri de Gülşeniyye'dir. Bu tarikat



İbrâhim



söyler.



Rûşenî'nin Muhyiddin İbnü'l-Arabî hay-



tavırlarından dolayı tepki gören tarikat-



hedef olan



nı ortak bir sandığa koyduğunu, gerek-



can



huşûşi'l-Fuşûş,



pek hoş karşıiamamışlardır. Tarikatın â d â b ve erkânına riayet etmeyen derviş önce uyarılır, ardından uyarı tekrarlanır, olmazsa cezalandırılır. Bundan da sonuç alınmazsa "seyahat verilir". Bir dervişe seyahat verilmesi onu tarikattan ihraç e t m e anlamına



gelir.



Ancak İbrâhim Gülşenî, bu d u r u m a düşen dervişe seyahat verilse bile hemen cezalandırılmamasını, t a ç ve hırkasının alınmamasını tavsiye eder (a.g.e., s. 531).



tarafından İstanbul'a davet edilmiş, ya-



dü'l-lüşûş



nına bazı müridlerini de alarak Kahire'-



nâ İsmâil Reddü'rı-nüşûş



den İstanbul'a gitmiş, sultanın huzurun-



adlı eserleri kaleme almışlardır



da yapılan soruşturmadan sonra hakkındaki iddiaların asılsız olduğu sonu-



layışı dolayısıyla sert tepki



nin tasavvufî fikirleri şiirle ifade e t m e



cuna varılarak Mısır'a dönmesine izin



onları zamanla daha ihtiyatlı ve ılımlı



geleneği. 17.000 beyitlik Türkçe bir di-



verilmişti. Şeyhülislâm Çivizâde Muhyid-



bir ifade kullanmaya sevketmiştir. Se-



vanla 40.000 beyitlik Farsça A l a ' n e v î



din M e h m e d Efendi Mısır kadısı iken



zâî-yi Gülşenî'nin, "Mülhidlerle görüşme-



adlı eseri kaleme alan müridi İbrâhim



Gülşenîler aleyhinde verdiği bir fetvasın-



yesin; Ehl-i sünnet, şeriat ve tarikatı



Gülşenî tarafından devam ettirilmiştir.



da onların sapık, mülhid ve zındık olduk-



m u h k e m olanlarla yâr u karındaş ol"



Mesnevi'ye



larını, kestikleri hayvanların yenmeye-



(Mektûbât, s. 9) demesi de bu tavırlarla



vî ile ilgili şu beyit çok meşhurdur: "Gül-



ceğini, imamlıklarının câiz olmadığını be-



ilgili olmalıdır.



şenî dervîşi güldür goncalardır Mevlevî /



Mevlâ-



Carü'l-Fuşûş



Gülşeniyye tarikatının literatürünü Gül-



(a.g.e.,



şenî'nin mürşidi Dede Ömer Rûşenî'nin



s. 181). Gülşenîler'in vahdet-i vücûd an-



eserleriyle b a ş l a t m a k gerekir. Rûşenî'-



görmeleri,



yan edince sıkıntıya sebep olan bu mese-



Şemlelizâde tarikat mensuplarının der-



le Ebüssuûd Efendi'ye de arzedilmişti. Çi-



viş, abdal ve sûfî adlı üç gruba ayrıldığı-



nazîre olarak yazılan Ma



Bülbül-i şeydâ okur geh Mesnevi



ne-



geh



Ma" nevî."



vizâde'nin tesbitlerinden sonra karşı gö-



nı söyler. Derviş ve abdal ifadeleri seyrü



rüşleri de ihtiva eden uzun bir soruya



sülük halinde olanlar için kullanılır. Sûfî



nin mürşidi La'IÎ M e h m e d Fenâî,



Ebüssuûd Efendi'nin verdiği cevap şöy-



ise tasavvufî eğitimini t a m a m l a m ı ş olan



me-i



ledir: "Ehl-i s ü n n e t ve'l-cemâat itikadı



kimsedir. Dervişle abdal arkadaşlık yap-



şenî adıyla kaleme aldığı eserinin yanı



Tarikatın ikinci pîri Sezâî-yi Gülşenî'Hâl-i



Hazret-i



Terce-



Pîr tbrâhîm-i



Gül-



üzre olup şer'-i şerîf muktezâsınca amel



tıkları ve beraber seyahate çıktıkları hal-



sıra M a c nevi"nin ilk 500 beytini



edip selef-i sâlihîn tarikine sâlik olan kâ-



de sûfîlerle bu a n l a m d a bir yakınlıkları



Ma'nevî



inen m â kân makbuldür. Şeyh İbrâhim-



olamaz. Çünkü hal, m a k a m , meşrep ve



bazı tasavvufî terimlere yeni tarif ve tas-



lidir demekle onlara dahi ve taarruz câiz



üslûpları farklıdır ( Ş î v e - i Tarikat-1



Gülşe-



nifler getirilmiştir. Meselâ Fenâî'ye gö-



değildir." Ancak Ebüssuûd Efendi, Edir-



niyye,



Bursa Gülşenî Dergâhı postnişini Şem-



za, dikkat, safâ (telvîn), sürür, sır, tenef-



ne'de bulunan Gülşenî'nin haiifesi Muhyiddin



Karamânî'yi



İstanbul'a



getirte-



rek m u h t e m e l e n kendisinin tayin ettiği ulemâ heyetinin ö n ü n e çıkarmış ve yapılan sorgulama sonucunda onu zındıklık ve ilhad suçundan m a h k û m etmişti.



re "aynü'l-iyân'ın on şubesi vardır: Lah-



s. 507).



lelizâde A h m e d Efendi, Şîve-i Gülşeniyye



Şerh-i



adıyla şerhetmiştir. Bu şerhte



Tarikat-ı



adlı eserinde t e k k e içi ha-



füs, gurbet, gark, gaybet, T e m e k k ü n ü n ihtiva ettiği



temekkün. hakikatlerin



yatı b ü t ü n â d â b ve erkânıyla tanıtmış-



isimleri şunlardır: Mükâşefe, müşâhe-



tır. Onun verdiği bilgiye göre Gülşenî der-



de, muâyene, hayât-1 hakîkî, kabz, bast,



vişlerinin rengârenk elbiseler, çok ge-



sekr, sahv, ittisal ve infisâl. İnfisâl ise



Bu karar şeyhin idamı ile sonuçlanmış-



niş, yırtmaçlı uzun hırkalar giymeleri,



on "dekâiki" ihtiva eder: Mârifet, fenâ,



tır (Ocak, s. 477).



şemle yerine sarık ve şal sarınmaları,



beka, hakîkat, telbîs, vücûd, tecrîd, tef-



Âşık Çelebi de Gülşenî'nin mensupla-



elde g ü m ü ş bıçak, yüzük ve teşbih taşı-



rîd, cem' ve tevhid (s. 152-157). Muhyî-i



rından divan sahibi Usûlî'yi, Balkanlar'-



maları, kendi hücrelerinden başka yer-



Gülşenî'nin, mürşidi Emîr A h m e d Hayâ-



da ilk defa zındıklık ve ilhad t o h u m u n u



de nâfıle n a m a z kılmaları, n a m a z a baş-



lî'nin tavsiyesi üzerine kaleme aldığı Me-



eken bir şair olarak tanıtır. Gülşenîle-



larken abdest almaları, namazda ilk saf-



nâkıb-ı



rin devletten g ö r d ü ğ ü bu tepki, onla-



ta yer t u t m a y a çalışmaları, yolda yürür-



ruluş dönemiyle ilgili bilgilerin yanı sıra



rı şeriat-tarikat konularında daha dik-



ken sağa sola bakmaları uygun görül-



devrin siyasî, fikri, tasavvufî atmosferi



katli olmaya sevketmiştir. İbrâhim Gül-



memiştir. Yine Şemlelizâde, Kahire'deki



hakkında önemli bilgiler ihtiva eder.



258 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



İbrâhim



Gülşenî,



tarikatın ku-



GÜLZÂR-ı İRFÂN Gülşenî tekkelerinde, Dede Ömer Rû-



( —" J."



Süleyman



-



D e v r i n d e Bir O s m a n l ı Heretiği: Şeyh M u h -



yiddin-i Karamam", Prof.Dr. Bekir Kütükoğlu'na Armağan, İstanbul 1991, s. 473-484; N. Clayer, Mystiques, etat et societe, Leiden 1994, s. 2 6 3 ; E t h e m Ruhi Fığlalı, " İ b n



Sadrü'd-din



eş-Şirvânî ve İtikâdî M e z h e p l e r k i T ü r k ç e R i s â l e s i " , AÜİFD,



oüi-y^jşrtş-^-"1



J



Sjf77 'Ty'^-yy-'-



al-Kulshani",



Muqarnas,



J



Js'^tiiH'tjİj^-'P'^-lft)'?



V,



^Vy^/U tJJLiA< j iT'Ij—-'iıfıs'j'O" 'HÜ/li^yjıi t^Ir^y^M-i-^â^^'



T a n m a n — Ö m e r Tuğrul İnançer, " G ü l ş e n î l i k " , III, 4 4 2 - 4 4 4 ; Ö z t u n a , TMA,



I, 5 3 ; Mus-



t a f a Uzun, " D e d e Ö m e r R û ş e n î " , DİA, S



-.y



XXIV (1981), s.



Cairo 1988, s. 43-60; Pakalın, I, 6 8 8 ; M. B a h a DBİst.A,



y A—y >K')t



/'Y yy//»!.'



Hakkında-



2 4 9 - 2 7 6 ; Doris Behrens Abouseif, " T h e Takiyyat ibrahim



i'y/jy^/y-'^)İS^fty'



IX, 81 -



1



'^Ji'U'^^/JyjJ^ ı^^^i-Jİ^J^^Î^y



'Jğ ı/t



L-' v j/cj.—._



..



MUSTAFA KARA



259



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜLZÂR-ı İRFÂN değişik mesleklerdeki bazı şahıslara ay-



küttâb" adı verilen fasılda hattın ve ki-



293, Âşir Efendi, nr. 289/ 1, Murad Molla,



rılmıştır.



tâbetin fazileti, menşei ve aklâm-ı sit-



nr. 1535 ; Atıf Efendi Ktp., nr. 2853 ; Arkeo-



Yer yer Arapça, Farsça tamlamalarla



te konusunda bilgi, ayrıca İbn Mukle, İb-



loji Müzesi Ktp., nr. 1243).



Gülzâr-ı



nü'l-Bevvâb, Yâküt el-Müsta'sımî ve Şeyh



yüklü ağdalı bir dille yazılan İrfân'da



bazı şiirlere de yer verilmiştir.



Hamdullah gibi büyük



Gülzâr-ı



Savâb'ın



birinci kısmı "Tuh-



sanatkârlardan



fetü'l-küttâb ve minhatü't-tüllâb" adıy-



Eserin Mevlevî Zeki Dede tarafından is-



başlayarak kendi dönemine kadar yeti-



la 1181'de (1767) Kadızâde A h m e d b.



tinsah edilen bir nüshası 1271'de (1855)



şen hattatlarla meşhur İran ve Osmanlı



Halîl tarafından kısaltılmıştır (Süleyma-



Sultan Abdülmecid'e sunulmuş, b u n u n



nesta'lik hattatlarından toplam kırk ye-



niye Ktp., Âşir Efendi, nr. 450).



üzerine



tekkesi



di kişinin biyografileri yer almaktadır.



Eserin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp-



onarılmış ve kendisine ayda 500 kuruş



Bu bilgiler, müellifin hattatlığının yanın-



m a a ş bağlanmıştır. Bu arada kitabın ya-



da hat sanatının tarihçesi ve nazariyatı



hanesi'nde bulunan (Emanet Hazinesi, nr.



yımlanması



konusunda da iyi bir araştırmacı oldu-



Fahreddin



Efendi'nin



için teşebbüse



geçilmişse



de bu gerçekleşmemiştir (BA, Dahiliye, nr, 21 197).



ğ u n u göstermektedir. Gülzâr-ı



Savâb'ırı



1232), M ü s t a k i m z â d e Süleyman Sâdeddin tarafından 1151 'de (1738) istinsah edilmiş nüshası, İstanbul kütüphanele-



asıl önemli kısmı,



rinde mevcut diğer on sekiz nüsha ile



iki babdan meydana gelen "Risâle-i Mi-



karşılaştırılarak Kilisli Rifat Bilge tara-



iki nüs-



dâdiyye ve Kırtâsiyye" başlıklı bölümü-



fından yayımlanmıştır (istanbul 1938). Ki-



hası bilinmektedir (Millet Ktp., Ali Emîrî,



dür. Birinci babda kâğıdın boyanması ve



lisli Rifat bu neşir sırasında



Şer'iyye, nr. 1098. 383 varak; Atıf Efendi



âharlanmasıyla



Şubhu'l-acşâ



Ktp., nr. 1923, 362 varak). Aslı kayıp bir



formüller yer alır. İkinci babda is (dûde)



bi eserlere dayanarak tashihler yapmış



nüshasının fotokopisi Mustafa Kara'nın



elde e t m e ve m ü r e k k e p y a p m a usulle-



ve dipnotlar ilâve etmiştir. Çalışmaları



özel kütüphanesindedir.



ri, kalemtıraş, mıkatta, kamış kalem ve



esnasında Kâmil Akdik, Tuğrakeş İsmail



Diğer Bursa vefeyâtlarına göre oldukça hacimli olan Gülzâr-ı



İrfân'ın



BİBLİYOGRAFYA : M e h m e d F a h r e d d i n . Gülzâr-ı



İrfân,



Millet Ktp.,



ilgili teknik bilgiler ve



el-Fihrist,



ve Mevzûâtü'l-ulüm



gi-



özellikleri anlatılmaktadır. Eserin bu kıs-



Hakkı Altunbezer ve M. Necmeddin Ok-



mı hat sanatı ve tezhip, minyatür gibi



yay gibi sanatkârların görüşlerini de alan



nr.



tezyinî sanatlarla uğraşanların yanı sıra



Kilisli Rifat, "Risâle-i Midâdiyye ve Kır-



2 1 1 9 7 ( Z i l k a d e 1271 t a r i h l i a r z t e z k e r e s i ) ; Gaz-



kâğıt ve mürekkeple teknik açıdan meş-



tâsiyye" kısmının sonuna "Lâhika" baş-



Ali E m î r î , Ş e r ' i y y e , nr. 1 0 9 8 ;



BA. D a h i l i y e ,



Ktp.,



gul olanlar ve tarihî eser restorasyonu



lığı altında, Gülzâr-ı



T Y , nr. 2 2 4 , vr. 2 2 » , 2 7 " , 2 9 " ; a . m l f . ,



Rauzatü'l-



yapanlar için de çok değerli bilgiler ihti-



m a nüshalarına ilâve edilmiş olan âhar



müflihûn.



Eserler



va eder.



ve mürekkep formüllerini de eklemiştir.



zîzâde Abdüllatif,



Hulâsatul-uefeyât,



İÜ



Bursa Eski Y a z m a ve B a s m a



K t p . , O r h a n , nr. 1 0 4 1 , vr. 2 7 b ; M e h m e d



Zübdetul-uekâyi'



der Belde-i Celîle-i



Millet K t p . , T a r i h , nr. 8 9 , 3 0 2 ,



Râşid.



Burüsa,



778;



Mehmed



Şemseddin. Yâdigâr-ı Şemsî, Bursa 1332, s. 123124; Osmanlı Müellifleri, II, 103; Jzâhu'l-meknûn,



II, 3 7 6 ; TCYK



s. 6 8 0 - 6 8 1 ; Tayyib G ö k b i l g i n ,



Eserin İstanbul kütüphanelerinde Gülzâr-ı Savâb, Kitâb-ı Küttâb ve Risâle-i



Küttâb,



Tabakât-ı



Midâdiyye



ve Kırtâ-



siyye adlarıyla kayıtlı çeşitli yazma nüs-



Müessese-



haları bulunmaktadır (TSMK, Emanet Ha-



leri, İ l i m A d a m l a r ı v e B u r s a T a r i h ç i l e r i H a k -



zinesi, nr. 1232, Hazine, nr. 1293, 1759, Ye-



kında", Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 272; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 408-



niler, nr. 4003; Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. T.



"Bursa'da Kuruluş Devrinin



İlim



4 0 9 ; B a b i n g e r ( Ü ç o k ) , s. 2 8 9 , 3 4 1 ; A b d ü l k e r i m



Abdülkadiroğlu. Bursalı



ismail



Beliğ. Ankara



807, 808; İÜ Ktp., TY, nr. 3794/2; Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2547/1, Bağdat-



Ta-



lı Vehbi Efendi, nr. 1232, 1234, Hacı Mah-



rikatlar ue Tekkeler, Bursa 1990, s. 58; "Gül-



mud Efendi, nr. 5267, Hafîd Efendi, nr. 292,



1 9 8 5 , s. 1 1 4 - 1 1 5 ; M u s t a f a K a r a , Bursa'da z â r - ı İ r f â n " , TDEA, din",



a.e.,



III, 4 0 1 ; " M e h m e d



VI, 2 0 7 .



Savâb'ın



çeşitli yaz-



BİBLİYOGRAFYA: Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı Sauâb (nşr. Kilisli



Muallim



Rifat), İ s t a n b u l



1938;



Suyolcuzâ-



de, Deuhatu 1-küttâb, s. 5; Müstakimzâde, Tuhfe, s. 4 2 , 5 4 5 ; H a b î b , Hat



ue



Hattâtân,



İstanbul



1305, s. 88; Osmanlı Müellifleri, I, 168; Karatay, Türkçe Yazmalar, 1, 419; II, 3-4; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 397-399; Abdülhamid Tüfekçioğlu, istanbul Kütüphanelerinde Hat Sanatı ile İlgili Yazma Eserler (yüksek lisans tezi,



1994), M Ü



79-80.



m ISI



Sosyal



Bilimler



Enstitüsü,



HİDAYET YAVUZ



s.



NUHOĞLU



Fahred-



r—ı M



MUSTAFA



GÜLZÂR-ı SULEHÂ



ERKAN



(.uı-jys) GÜLZÂR-I SAVÂB



(^



J^



)



Nefeszâde İbrahim'in (ö. 1060/1650) hat sanatı ve malzemelerine dair eseri.



fjü



jSr Jfüj'i)



Eşrefzâde Ahmed Ziyâeddin'in (ö. 1198/1784) Bursa'da vefat eden şeyh, vâiz, müderris, şair ve hattatların hal tercümelerine dair eseri (bk. EŞREFZÂDE AHMED ZİYÂEDDİN).



GUMRUK



Müellif, eserin yazılış sebebini açıkladığı b ö l ü m d e zamanının büyüklerinden



Ticaret mallarının devletler arası, bazan da devlet içi sınırlardan geçişinde alınan vergi.



bir zatın hattatların hal tercümeleriyle âhar, mürekkep, boya, kâğıt ve kalem







hakkında kendisinden bir eser yazmasını istemesi üzerine bu kitabı kaleme aldığını söyler.



ilk sayfası



IV. Murad'a sunulan eser bir fasıl ve iki babdan oluşmaktadır.



Gülzâr-ı Sauâb ın



"Tabakâtü'l-



[ T S M K . Emanet Hazinesi, nr. 1232)



j/0*>



'"t



Câhiliye devri Arapları arasında m e k s (çoğulu mükûs), üşür gibi adlarla anılan ve uygulanış şeklinden g ü m r ü k vergisi (gümrük resmi) yerine de geçtiği anlaşı-



250



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK lan ticarî mal ve pazar vergisinin Hz. Pey-



Resûlullah'ın müslümanların uşûr öde-



tesbitinde, karşıda bulunan dârülharbin



gamber tarafından ciddi bir ıslahata tâ-



meyeceği yönündeki hadisleri (Ebû Dâ-



m ü s l ü m a n tâcirlere gösterdiği tavır öl-



bi t u t u l d u ğ u bilinmekte, ancak bu vergi



vûd, "İmâre", 33) ve Medine'de onlar için



çü alınmış, çok defa bu konuda müte-



t ü r ü n ü n ne ölçüde ve kimlere uygulan-



pazar vergisi alınmayan bir çarşı kurdur-



kabiliyet esasına uyulmuştur. Ebû Mû-



dığı hususu tartışılmaktadır. Devlet ve



ması (İbn Mâce, "Ticârât", 40; Belâzürî,



sâ ei-Eş'arî'nin, Hz. Ömer'e dârülharpte



hazine teşkilâtının kuruluşunda önemli



s. 28) göz önünde bulundurulursa onun



m ü s l ü m a n tâcirlerden % 10 vergi alın-



mesafelerin alındığı Hz. Ömer zamanın-



hem bu haksızlığı önlemeyi, hem de ser-



dığını söylemesi üzerine halifenin aynı



da g ü m r ü k vergisi de yeni boyutlar ka-



best ticarî dolaşımı teşvik edip bölgede



nisbetin harbî tâcirlere tatbikini iste-



zanmış ve bu dönemden itibaren tarihî



canlı bir piyasa ekonomisi oluşturmayı



mesi dikkat çekicidir. Gümrük resmi uy-



akış içerisinde konuyla ilgili olarak hem



amaçladığı, bunun için de g ü m r ü k ve



gulamasında zamana ve yere göre fark-



zengin örnekler hem de ayrıntılı pren-



pazar vergisi uygulamasını en aza indir-



lılıklar görülmekle birlikte oranlar genel-



sipler ortaya konulmuştur. İslâmî litera-



diği söylenebilir (bk. MEKS; UŞÛR).



likle müslümanlar için % 2,5, zimmîler



türde önceleri üşür, daha sonra bunun yanı sıra d a m g a (tamga), bâc gibi isimlerle de anılan g ü m r ü k vergisine özellikle fıkıh kitaplarının zekât, cizye, üşür (âşir) gibi bölümlerinde ve malî hukuka dair kitâbü'l-emvâl ve kitâbü'l-harâc türü eserlerde yer verildiği görülür. Bu konudaki hukukî mütalaalarda, daha eski



Kaynakların ifadesi, g ü m r ü k vergisi-



için % 5, harbî-müste'menler için % 10



nin ilk defa Hz. Ömer tarafından konul-



olarak belirlenmiştir. Verginin farklı sta-



duğu yönündedir. Öyle anlaşılıyor ki, o



tüdeki zümrelerden değişik oranlarda



zamana kadar gerçekleştirilen fetihler



alınması, eşitliği ve adaleti zedeleyen



sonunda devletin hâkimiyet alanının ge-



değil belirleyen bir d u r u m d u r ; zira ka-



nişlemesi, bu topraklarda yaşayan gayri



dın, erkek bütün müslümanlar, gümrük-



müslimlerin z i m m î statüsünde her tür-



ten geçsin veya geçmesin ticaret malla-



lü ticarî faaliyeti serbestçe sürdürebil-



rının ayrıca zekâtını ödemek zorundadır-



meleri ve komşu ülkelerle olan sıkı tica-



lar. Diğer taraftan harbînin



rî ilişkiler gibi etkenler böyle bir uygu-



m ü s l ü m a n tâcirlerden aldığı g ü m r ü ğ ü n



lamanın başlatılmasını gerekli kılmıştır.



miktarı biliniyorsa mütekabiliyet esası-



Câhiliye döneminde bölgedeki hüküm-



Gerek u m u m i fıkıh gerekse malî h u k u k



na uyuluyor, aksi halde prensip olarak



darlarla kabile reislerinin, pazar yerleri-



kitaplarında yer alan bu t ü r vergilendir-



% 10'luk oran tatbik ediliyordu. Gümrük



ne getirilen ticarî mallardan meks veya



meye dair doktriner görüşler, ölçü ve



almayan dârülharbin vatandaşı olan tâ-



üşür adı altında nisbeti kabile ve bölge-



prensipler de bu dönemden itibaren zen-



cire aynı m u a m e l e yapılır, mütekabiliye-



lere göre değişebilen, ancak genellikle



ginleşerek devam eden uygulama ör-



te uyulurken de harbî lehine bundan vaz-



onda bir nisbetinde tutulan bir vergi al-



neklerine dayanır.



geçildiği olurdu; meselâ tüccarın malı



dönemlerden intikal eden uygulama örneklerinin ve toplumun o günkü ihtiyaçlarının ağırlıklı etkisi olmuştur.



dıkları, aynı şekilde Mekke yöneticisi Ku-



İslâm hukukunun aslî kaynaklarında,



sayy'ın da yabancı tâcirlerin mallarından



g ü m r ü k vergisi tatbikatında



böyle bir vergi aldığı bilinmektedir (İbn



gerekli olan esaslar ve bunlara göre be-



uyulması



Sa d, 1, 70). Fakat bu vergilerin o dönem-



lirlenmiş sabit nisbetler bulunmadığın-



de Arap yarımadasındaki bütün panayır-



dan bu vergilendirme t ü r ü n ü n tarih bo-



larda alındığını söylemek güçtür (geniş



yunca çeşitli İslâm ülkelerinde farklı uy-



bilgi için bk. İbn Habîb, s. 263-267; Saîd



gulamalara, yasak ve muafiyetlere ko-



el-Efgânî, s. 217-226; Ziyâeddin er-Rey-



nu olduğu görülür. Tarihî gelişme içeri-



yis, s. 52-54).



sinde g ü m r ü k vergisiyle ilgili zengin bir



Kaynaklarda verilen bilgilerin önemli



İslâm terminolojisi ortaya çıkmıştır. Hâ-



bir kısmı, Resûl-i Ekrem döneminde çar-



rici g ü m r ü k yanında şehirler arasında ti-



şı ve pazara dışarıdan mal getiren müs-



carî malların dolaşımıyla ilgili dâhilî güm-



iümanlardan bu tür bir vergi alınmadı-



rük uygulaması, bu vergilerin devlet me-



ğı, İslâmiyet'e yeni girmiş kabilelerle ya-



murları vasıtasıyla veya z a m a n z a m a n



pılan anlaşmalarda onların uşûra tâbi



iltizam usulüyle toplanması, g ü m r ü ğ ü n



olmayacakları kaydının bulunduğu, hat-



tâcirin müslim, zimmî veya harbî statü-



ta bu verginin gayri müslimlere dahi sı-



sünde oluşuna göre alınması ve g ü m r ü k



ülkesinin



belli miktarın (nisab) altında ise hiç gümrük alınmazdı. Yine dârülharpte müslüm a n m b ü t ü n malı alınmışsa o ülkenin tâcirine aynısı yapılmaz, malının kendine yetecek kadarı bırakılırdı. Ayrıca harbîlerin çocukları ve kadınları gümrük vergisinden muaftı; mallarını taşımakta kullandıkları hayvanlar için de herhangi bir ödeme yapmıyorlardı (Tuğ, s. 85). Harbî tüccarın borçlu veya yılını henüz tamamlamamış olması g ü m r ü k resmi için mazeret değildi. Vergi yılda bir kere alınır ve karşılığında bir tezkire (cevaz belgesi) verilirdi. Ancak aynı yıl içinde harbî kendi ülkesine d ö n ü p tekrar gelmişse ikinci defa g ü m r ü k t e n geçerken yine vergi öderdi.



nırlı şekilde uygulandığı yönündedir (Fay-



oranlarında tarih boyunca görülen de-



Nazarî olarak g ü m r ü k resmi sadece



da, XXV, 171-174; aksi yöndeki rivayet ve



vamlı iniş çıkışlar konu incelenirken kar-



dârülislâm sınırlarında alınırsa da aslın-



görüşler için bk. Serahsî, II, 199; Tuğ, s. 84).



şılaşılan başlıca problemlerdir.



da Emevî döneminden itibaren her İs-



"Meks alan kimse cennete giremez, bu



Gümrük resminin tesbitinde malın kıy-



lâm devleti kendi bölgesinde belirli ku-



kişi cehennemdedir" (Müsned, IV, 109, 143,



meti (ad valorem) yerine genellikle şahıs-



rallar çerçevesinde bu uygulamaya gir-



150; Ebû Dâvûd, "İmâre", 7) veya, "Âşi-



ların müslim veya gayri müslim, yani



miştir. G ü m r ü k vergileri şehir kapıların-



re (uşûr vergisi toplayan kimse) rastladı-



zimmî yahut harbî-müste'men ve ülke-



da, yollarda, köprülerde ve limanlarda



ğınızda onu öldürünüz" (Müsned, IV, 234;



nin de dârülharp veya dârülislâm olma-



alınırdı. Sonraları değişen ekonomik şart-



Ebû Ubeyd, s. 470) meâlindeki hadisler,



sı esas alınmıştır. İslâm devleti tutumu-



lara göre yeni düzenlemeler yapılmıştır.



İslâm öncesi dönemde ticaret erbabına



nu dârülharbin tavrına göre belirlemiş-



Bu düzenlemelerde malın kara veya de-



ve pazara dışarıdan mal getirenlere uy-



tir. Genelde serbest ticaretten yana olun-



nizden gelmesi, gelirken geçtiği bölge-



gulanan bu verginin ağır ve biraz da hak-



makla birlikte g ü m r ü k ve geçiş resim-



ler, cinsi, taşındığı yük hayvanının türü



sız olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca



lerinin konulmasında



gibi unsurlar etkili olmuştur. Meselâ Sâ-



ve miktarlarının



261 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK manîler zamanında Türkistan'da her bir



gümrüklere dair çeşitli maddeler yer al-



emniyet ve asayişini sağlayan görevliler



deve y ü k ü n d e n 2 dirhem, dağlık bölge-



mıştır.



de bulunuyordu. Gümrük gelirlerinin iha-



den mal getirenlerden 1 dirhem g ü m r ü k



XVI. yüzyılın başlarından itibaren de-



le yoiuyla iltizama verilmesi daha yay-



resmi alınmaktaydı. Bu m i k t a r İsfahan



niz gücüne sahip Batılı devletlerin sö-



gın olan bir usuldür. Ancak z a m a n za-



ve Kirman'da deve yükü başına



daha



m ü r g e siyasetlerinin sonucu olarak Bas-



m a n mültezim denilen yetkililerin fazla



yüksekti. Fâtımîler de ülkeye giren her



ra körfezi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'-



k a z a n m a k amacıyla tüccar ve seyyahla-



çeşit m a l d a n g ü m r ü k vergisi alırdı. Ey-



na kadar uzanmaları ve zengin



yübîler'de Dîvânü'l-mâl tarafından tah-



maddelere sahip ülkelerde şirket kur-



ham



ra eziyet etmeleri şikâyetlere yol açmış ve bu usul bazan kaldırılmıştır.



sil edilen g ü m r ü k vergisi devletin en bü-



maları g ü m r ü k anlayışına yeni boyutlar



y ü k gelir kaynaklarından biriydi ve Haç-



kazandırmış ve g ü m r ü k



miktarlarında



husus da tüccarın yol güvenliğiydi. Esa-



lılar'la yapılan ticaretten de g ü m r ü k ver-



değişmelere sebep olmuştur. İngiltere,



sen alınan vergi karşılığında İslâm dev-



gisi alınırdı.



Hollanda ve Portekiz ile Osmanlılar, Sa-



leti bu güvenliği sağlamayı t a a h h ü t et-



fevîler ve Bâbürlüier arasındaki t e k ta-



miş oluyordu. Afganistan-İran sahasın-



kısmen veya t a m a m e n kaldırıldığı olur-



raflı ve çok defa m ü s l ü m a n



ülkelerin



da Ortaçağ boyunca kurulan devletler-



du. 1086'da Selçuklu Sultanı Meiikşah,



aleyhine gelişen g ü m r ü k



muameleleri



de bu güvenliği "râhdâr" denilen yol bek-



Irak ve Horasan tüccarlarının



bu konudaki tipik örneklerdir.



G ü m r ü k resimlerinin z a m a n



zaman



ödediği



G ü m r ü k resmiyle doğrudan ilgili bir



çileri sağlamıştır. İlhanlılar'ın ilk dönemresmi



lerinde yollarda güvenlik çok eksikti. Gâ-



h a m m e d Tapar da m ü k û s , darâib ve



için "bâc", "damga", bazan da "huruç"



zân Han daha önce mevcut olan derbend



transit geçiş vergilerini a l m a k t a n vaz-



ve "öşür" terimleri kullanılmaktaydı; Bas-



teşkilâtını geliştirmiş, yol boyunca tehli-



geçmişti. Yine İlhanlı Hükümdarı Gâzân



ra körfezi limanlarındaki görevlilere de



keli yerlere maaşını h ü k ü m e t t e n



Han, gerçekleştirdiği ıslahatın bir par-



"zâbit-i hurüc (zâbit-i öşür)" deniliyordu.



râhdârlar tayin etmiştir.



meksi lağvettiği gibi 1108'de oğlu Mu-



Safevîler d ö n e m i n d e g ü m r ü k



alan



çası olarak bazı şehirlerde g ü m r ü k (dam-



G ü m r ü k gelirleri bu d ö n e m d e devletin



Celâyirliler zamanında ülke bölgelere



ga) resmini yarı yarıya indirirken bazıla-



kaynakları arasında % 1 0 gibi önemli bir



ayrılarak her birine "bâcdâr" da denilen



rında t a m a m e n kaldırmıştı. Diğer taraf-



yer tutuyordu. XVII. yüzyılda Benderab-



râhdârlar ve hepsinin üzerine de bir baş-



tan 1309'da Olcaytu Han zamanında Teb-



bas'ın yıllık g ü m r ü k resmi geliri 8-16.000



râhdâr tayin edilmiş, bunlar kendilerine



riz'de g ü m r ü k % 5 , 5 ' a ulaşmıştı. Ya-



t ü m e n arasında değişiyor, Hazar ve Bas-



ayrılan yollar boyunca kervanlara refa-



bancı tüccarlar içinse bu oran % 3,5 idi.



ra körfezi limanlarındaki g ü m r ü k gelir-



k a t edip aldıkları vergileri



Ayrıca sel, deprem, yangın gibi büyük



leri ona nisbeten geri planda kalıyordu.



ulaştırmışlardır. Tâcirler ve seyyahlar-



âfetler vuku bulduğunda d a m g a hiç alın-



Benderabbas gelirlerinin % 50'si, Hür-



dan fazla bâc alınmasını önlemek için



mıyordu. G ü m r ü k resimlerinde indirim



m ü z Boğazı'nın 1622'de Portekizliler'den



resmî m i k t a r b â c d â n n dairesine levha



veya muafiyetlerin tanındığı da görü-



geri alınışı sırasında İngiltere'nin sağla-



halinde asılırdı. Bu d ö n e m d e her kerva-



lürdü. Meselâ gıda maddelerinde böy-



dığı destekten dolayı İngiliz Doğu Hin-



na koruma maksadıyla ayrıca bir kervan -



le bir uygulama vardı ve harbînin ithal



distan Şirketi'ne veriliyordu. Sadece Bas-



sâlâr tayin edilmiş, bunların



ettiği m a l d a n normalde % 10 g ü m r ü k



ra körfezinde uygulanan g ü m r ü k resmi



kervan sahiplerinin ödediği vergilerden



alındığı halde bazı gıda



hükümete



ücretleri



maddelerinde



oranı kıymet üzerinden genellikle % 10'-



karşılanmıştır. Aynı z a m a n d a



bu oran % 5'e düşürülürdü. Meyve, seb-



du. Şah Sultan Hüseyin (1694-1722) bir



râhdâr, tutgavol, zekât-sitân, mustahfi-



ze, s ü t gibi çabuk bozulan gıda madde-



fermanla g ü m r ü k vergilerini % 5 ola-



zân-ı mesâlik ve merâhil" gibi adlarla anı-



lerinden g ü m r ü k alınması veya bunların



rak tesbit etti. Bu sırada, geçit resmin-



lan bu görevliler devlet için istihbarat-



t a m a m e n vergiden m u a f tutulması ko-



den m u a f olmayan Safevî tâcirlerinin hi-



çılık da yapmışlardır. 1563'te Safevîler'-



"bâchâh,



nusunda hukukçular farklı görüşler or-



leli bir yola başvurdukları ve mallarını



den I. Tahmasb dinî sebeplerle yol ver-



taya koymuşlardır (Sıddîkı, s. 108). Or-



% 2 gibi çok d ü ş ü k bir oranda g ü m r ü k



gisini lağvetmiş, ancak onun ölümünden



taçağ boyunca Horasan-Afganistan-İran



ödeyen Avrupa şirketlerinin gemileriyle



sonra bu vergi tekrar toplanmaya baş-



sahasında kurulan m ü s l ü m a n Türk dev-



göndermeye çalıştıkları görülmektedir.



lanmıştır. XVII. yüzyılda İran'da yolların



letlerinde g ü m r ü k resmi için d a m g a ve



1674'te, Basra körfezi limanlarından top-



güvenliği hâlâ râhdârlar tarafından sağ-



bâc terimlerinin kullanıldığı görülür; bu



lanacak g ü m r ü k vergisinin t a m a m ı ilti-



lanıyor, bununla ilgili yol vergisine de



hanedanlar zamanında mevzuata ve uy-



z a m usulüyle bir t e k kişiye verilmişti.



"râhdârî" deniliyordu. XVII. yüzyıl son-



gulamaya da birçok yenilikler getirilmiş-



larında râhdârlığın iltizama verildiği ve



İslâm g ü m r ü k tarihi incelenirken özel-



İslâm devletlerinde g ü m r ü k resmi toplanmasının, biri devlet memurlarıyla yani emanetle, diğeri iltizamla olmak üze-



likle uygulamalara yönelik ahidnâmelerin çok iyi tahlil edilmesi gerekmekte-



re iki usulü vardı. Bu işle görevli devlet memurlarına çeşitli devirlerde "mekkâs,



dir. M ü s l ü m a n ülkelerle dârülharp arasında yapılan anlaşma metinlerinde genellikle iki taraf tüccarının tâbi olacağı



âşir, âmil (çoğulu ummâl), bâcdâr, damgacı, gümrük emini, gümrükçü" gibi isimler verilmiştir. Bunların z a m a n z a m a n



statüye de t e m a s edilirdi. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti'nin Venedikliler ve



yaptıkları yolsuzluklar şikâyetlere konu olmuş ve İslâm kroniklerinde anlatılmış-



Kıbrıs Krallığı ile yaptığı anlaşmalarda, daha sonra Safevî-Avrupa ve bilhassa Osmanlı-Avrupa devletleri arasındaki



tır. Hadislerde yer alan m e k k â s ve âşir hakkındaki dinî h ü k m e ise yukarıda yer verilmişti. Doğrudan g ü m r ü k resmi tah-



ye,



a h i d n â m e ve anlaşmalarda ticaret ve



sil eden bu memurların dışında yolların



ren), İstanbul 1 9 6 8 , s. 1 0 4 - 1 0 9 ; C e v â d Ali,



tir.



bu uygulamanın daha sonra da devam ettiği bilinmektedir. BİBLİYOGRAFYA: M ü s n e d , IV, 1 0 9 , 1 4 3 , 1 5 0 , 2 3 4 ; İbn M â c e , "Ticârât", 4 0 ; E b û Dâvûd, " İ m â r e " , 7, 3 3 ; E b û



Ubeyd, el-Emvâl, kât,



Belâzürî, Fütûh süt,



s. 469-481; İbn Sa'd,



I, 7 0 ; İbn H a b î b , el-Muhabber,



( R ı d v a n ) , s. 2 8 ; Serahsî,



II, 1 9 9 ; İ s k e n d e r Bey M ü n ş î , Târîh,



Tezkiretü'l-mülûk



et-Taba-



s. 2 6 3 - 2 6 7 ; el-MebII, 6 7 3 ;



(nşr. V. M i n o r s k y ) , L o n d o n



1940, s. 109 vd.; Mez,



el-Hadâretü'l-İslâmiy-



I, 2 0 5 - 2 0 7 ; Said e l - E f g â n î ,



Esvâku'l-'Arab,



D ı m a ş k 1 3 7 9 / 1 9 6 0 , s. 2 1 7 - 2 2 6 ; S . A . Sıddıkî,



İslâm Devletinde



262 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



Malî Yapı (trc. Rasim Özdenöel-



GÜMRÜK Mufassal,



VII, 4 7 2 - 4 8 0 ; M . Z i y â e d d i n



yis, el-Harâc ue'n-nuzumü'l-mâliyye, 1977, s. 52-54; Hamîdullah, İslâm



er-Rey-



bul, İzmir, Antalya, Selânik, Beyrut, Trab-



Kahire Peygambe-



zon, Kefe gibi merkezler sadece dış ti-



malların cins ve miktarını ihtiva eden bir



caret değil, deniz taşımacılığının daha



ilmühaber kaimesi verilirdi; vardığı bü-



ri, 11, 1 0 1 6 ; a . m l f , , " İ s l a m ' d a D e v l e t l e r H u k u -



r u m d a malın çıktığı g ü m r ü k t e tüccara,



ucuz ve bazı hallerde kolay oluşu dola-



yük g ü m r ü k t e vergisi ödendiğinde ilmü-



Dergisi, 111, Ankara



yısıyla iç ticaret için de önemli liman ve



habere işlendiğinden dönüşte ilk güm-



1977, s. 283-301; Salih Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 84-86; Turhan Atan, Türk Gümrük Tarihi, Ankara 1990;



g ü m r ü k merkezleriydi. Bunların yanın-



rüğün yetkililerine bu ibraz olunarak bor-



da daha az işlek olan ikinci derecedeki



cun ödendiği ispat edilirdi. Bundan mak-



limanlarda da gümrükler bulunuyordu.



sat kaçakçılığın önlenmesiydi. Zira tüc-



XXV (1981), s. 169-



Kara yoluyla yapılan ticarette g ü m r ü k



carın, İstanbul'a veya başka bir büyük



1 7 8 ; XXVI (1983), s. 3 2 7 - 3 3 4 ; M . F u a d K ö p r ü l ü ,



resmi alınması kara gümrüklerinin ku-



şehre g ö t ü r d ü ğ ü n ü söyleyerek malları-



" B â c " , İA,



"Meks",



rulmasını gerektirmişti. Bursa, Erzurum,



nı g ü m r ü k t e n resim ö d e m e d e n geçir-



a.e., VII, 6 5 1 - 6 5 2 ; Willer Floor, " C u s t o m s D u t i -



Tokat, Diyarbekir, Bağdat, Şam, Halep,



dikten sonra g ü m r ü k bulunmayan yol-



Edirne, Belgrad gibi büyük şehirlerden



lara saparak satması nâdir



başka daha küçük yerlerde de kara güm-



olaylardan değildi. Ancak resmin malın



k u " (trc. Abdülkâdir Şener), AÜ İlâhiyat



tesi İslâm İlimleri Enstitüsü



Fakül-



M u s t a f a Fayda, " H z . Ö m e r v e T i c a r e t M a l l a n V e r g i s i V e y a U ş u r " , AÜİFD,



es", Elr.,



II, 1 8 7 - 1 9 0 ; W . B j ö r k m a n ,



VI, 4 7 0 - 4 7 5 ; Celal Yeniçeri, " B â c " ,



DİA,



rastlanan



rükleri vardı. Küçük gümrükler genel-



vardığı g ü m r ü k t e alınması da



Osmanlılar da Gümrük. G ü m r ü k , dev-



likle yakınındaki büyük gümrüklere bağ-



zaman



letler arası ticarette sınır geçişlerinde



lanır ve bir f e r m a n gönderilmesi, yahut



olabiliyordu. Bunun için 1273'te (1857)



malların kontrol edildiği yer olup bu ge-



iltizama verilmesi gibi durumlarda yal-



Mahreç



çiş sırasında alınan vergilere " g ü m r ü k



nız büyük g ü m r ü ğ ü n adı yazılır, diğer-



nan bir n i z â m n â m e ile g ü m r ü ğ ü n çıktı-



resmi" denmektedir. G ü n ü m ü z d e k i uy-



leri için "ve tevâbii gümrükleri" denmek-



ğı yerde alınması prensibi getirildi. Râ-



gulamayı ifade eden bu tarif, sanayi ön-



le yetinilirdi. 1801'de Osmanlı gümrük-



yice bırakılmış malların resmi kara güm-



cesi devirlerde bölge ve şehir sınırlarını



lerinin sayısı 100'ün üzerindeydi (1801'-



r ü ğ ü n d e ödendikten sonra liman şehri-



da içine almaktaydı. Dolayısıyla haricî



de Rusya, İngiltere ve Avusturya ile yapı-



ne gelindiğinde fiyatın burada daha yük-



gümrükler yanında dâhilî g ü m r ü k siste-



lan tarifelerin bildirildiği taşra gümrükleri-



sek olması halinde aradaki fark tüccar-



m i de vardı. Dâhilî gümrükler, Avrupa'-



nin isimlerini hâvi liste: BA, Cevdet-Mali-



dan. ilk tahsil edilen resim ise kara güm-



da XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren kal-



ye, nr. 18641). Özellikle Tanzimat'tan son-



rükçüsünden alınmaya başlandı (Düstûr;



dırılmaya başlanarak XIX. yüzyıl ortala-



raki d ö n e m d e ihtiyaç duyuldukça yeni



Birinci tertip, II, 552).



rında mevcudiyetlerine t a m a m e n son ve-



gümrükler kuruluyor, yeni memurlar ta-



rilmişken Osmanlı Devleti'nde XX. yüz-



yin ediliyordu. 1877-1878 Osmanlı-Rus



yıl başlarına kadar sürmüştür. Osman-



Harbi'nden sonra olduğu gibi özellikle



lı Devleti'nin ticaret siyaseti XIX. yüzyı-



Rumeli'de toprak



lın sonlarına kadar h e m e n h e m e n güm-



sınırların değişmesi yeni g ü m r ü k nokta-



rük siyasetiyle birdi ve bu siyaset ma-



larının kurulmasını gerektiriyordu (BA,



lî mülâhazalara bağlı kalmıştı (Neumark,



Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1318/



Çeşitleri.



Osmanlı g ü m r ü k re-



j i m i n d e maldan, g ü m r ü k olan yere giriş ve çıkışında ayrı ayrı vergi alınırdı. Bu uygulama,



dolayısıyla



1511). Daha önce g ü m r ü k bulunmayan,



s. 59). Gümrük



kayıpları



muhtemelen



malın



geldiği



yerde satılmasını temin etmek üzere alınan bir tedbirdi. Girişte alınan resim "âmediye". çıkışta alınan "reftiye" olarak adlandırılırdı. Transit



gümrüğüne



ise "mürûriye" denilirdi. G ü m r ü k resmi genelde kıymet esasına göre (ad valorem) tesbit edilirdi, yani malın g ü m r ü ğ e girdiği andaki kıymeti üzerinden alınırdı. Ancak bu sistem, tüccarla gümrükçüler arasında malın gerçek değerinin tayini hususunda devamlı tartışmalara sebep olduğundan XVIII. yüzyıldan itibaren gümrük resimleri, belli tarihteki mal fiyatlarına göre tesbit edilen tarifeler (spesifik) üzerinden alınmaya başlandı.



f a k a t ticarî trafiğin artması dolayısıyla g ü m r ü k tesisine ihtiyaç duyulan yerlerde g ü m r ü k idaresi kurulurken gerekli m e m u r , kâtip ve kolcular da tayin ediliyordu (BA, İrade-Şürâ-yı Devlet, nr. 4891, 5609; Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1318/239, 1318/253, 1318/333, 1318/ 502; nr. 1820/18, 1820/318 vb.). Meselâ Mayıs 1885'te Selânik. Beyrut. Kal'a-i Sultâniyye (Çanakkale) ve Preveze müdürlükleri. Girit, Erzurum nezâretleri dahilinde yeni mubassır, m u h a m m i n , arayıcı, kâtip, kolcu, iskele ve manifesto memurlukları, hatta hamallık kadroları açılmıştı (İrade-Dahiliye, nr. 4460/2). Resmini ödeyerek bu gümrüklerden birinden geçen mallar için sahiplerinin eline edâ tezkiresi verilir, böylece başka bir g ü m r ü ğ e geldiğinde aynı mal için mükerrer g ü m r ü k resmi ödenmezdi. Buna r a ğ m e n nizama



Osmanlı gümrükleri, sahil ve kara gümrükleriyle sınır gümrükleri olmak üzere



aykırı hareketlere de rastlanmıyor değildi.



ayrılmıştı. Kara gümrükleri genelde iç ticaret mallarına uygulanırken sahil güm-



Sahil şehirlerine gidecek malların güm-



rükleri hem iç hem dış ticaret mallan için



rük resimleri ise prensip olarak çıktık-



söz konusu oluyordu. Gerçekten İstan-



ları değil vardıkları yerde alınırdı. Bu du-



problemlerin Nizâmnâmesi



zaman



çıkmasına adıyla



sebep



yayımla-



Tanzimat'tan sonra muhdes (sonradan kurulan) kara gümrükleri 1843'te kaldırıldı ; f a k a t eskiden beri mevcut olduğu için "kadîm" adıyla anılanlar sürdü. Ancak bu. sahil gümrükleri ve eski kara gümrüklerinin bulunduğu



Osmanlı şe-



hirleriyle m u h d e s gümrüklerin bulunduğ u yerler arasında birincilerin aleyhine bir d u r u m u n ortaya çıkmasına sebep oldu. Birincilerin yakınındaki yerlerin mahsul ve mâmulleri % 8 g ü m r ü k resmi öderken diğerleri b u n d a n m u a f tutuldu. Öte yandan 1862 de % 8 olarak tesbit edilen ihracat g ü m r ü ğ ü oranlan 1869'da % 1 "e indiriidiği halde iç ticarette alınan resim oranının % 8 olarak sabit tut u l m u ş olması ve h a m maddesine gümrük ödenmiş bir m â m u l için % 2 ile 6 arasında olmak üzere yeniden g ü m r ü k alınması, bazı yerlerde h a m maddesine ödenen g ü m r ü ğ e itibar oiunmayıp ilk defa resim alınır gibi % 8 tahsil edilmesi. z a m a n z a m a n % 16'ya varan oranlarda resim ödenmesi d u r u m u n u ortaya çıkanyordu. Mal fiyatlarındaki artış karşısında g ü m r ü k resimlerinin



düşük



kaldığı düşüncesiyle 1862'de yapılan tarife yerine, 1866'dan başlayarak malların râyiç fiyatları üzerinden % 8 g ü m r ü k alınmaya başlanması, dâhilî ticarete ve sanayie daha büyük bir darbe oldu. Bu yolla hazine gelirinin arttınlması düşünülürken t a m aksi meydana geldi ve % 10



263 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK civarında bir eksilme görüldü (BA, Yıldız Esas Evrakı, Ks. 18, Evr. 525/259, Zrf. 128, Kar. 27). Bütün bu hususlar göz önüne alınarak 13 Mart 1874'ten itibaren geçerli olmak ve tütün, enfiye, müskirat ve tuz hariç tutulmak üzere kara gümrükleri lağvedildi; sahil gümrükleriyle Tuna ve kolları, Timuk, Drina, Sava gibi üzerinde gemi işletilmek suretiyle denizlerle irtibatı olan nehirler ise dış ticaretin de başlangıç ve bitiş noktaları olmaları, yabancı gemilerin dış ticaret yanında Osmanlı limanları arasındaki taşımacılıkta da hayli faal rol oynamalarından dolayı (Düstûr; Birinci tertip, III, 323), buralarda alınan gümrük resimleri "techîzât-ı askeriyye iânesi" adı altında % 2'ye düşürülmekle beraber 1910'a kadar mevcudiyetlerini devam ettirdi. Hâricî hudut gümrüklerine gelince, Osmanlılar'ın yabancı devletlere verdikleri ahidnâmelerde işaret edildiğine göre Osmanlı topraklarında ticaret yapan müste'menler, ithal ettikleri malların resimlerini ilk gümrükte ödedikten sonra mallar burada satılmayıp başka yerlere nakledilse dahi ikinci bir defa resim vermezlerdi. İstanbul'a gidecek malların gümrükleri ise vardıklarında ödenirdi. Yol üzerinde satış yapıldığı takdirde sadece satılan malın gümrüğü satış yerinde verilirdi. Gerçi gümrükçülerin belki nizamları iyi bilmemesi, belki de küçük gümrüklerin gelirinin düşmemesini sağlama endişesinden zaman zaman bu konudaki ahidnâme maddelerinin ihlâl edildiği de oluyordu. Bu gibi durumlarda ilgili devletin elçisi veya konsolosunun Osmanlı makamlarına müracaatı üzerine usulsüz olarak alınan resmin iadesi sağlandığı gibi ikinci defa resim alınamayacağına dair de emir çıkartılıyordu (Prusya tüccarından 1208'de i 1793] Diyarbekir'de usulsüz alınan gümrük resmi: BA, HH, nr. 9970; Fransız tüccarından 1218 de 118031 alınmak istenen mükerrer gümrük resmi: BA, Cevdet-Hariciye, nr. 5149; İran'dan getirilen malların gümrüğü: BA, Cevdet-Maliye, nr. 3870). Gümrük Resmi Oranları. Osmanlı Devleti, fethettiği topraklarda eskiden beri yürürlükte olan kanun ve nizamları uzun süre pek fazla değiştirmeden devam ettirmişti. Bunun için hemen bütün sancakların kendilerine ait kanunnâmeleri vardı. Toprak mahsullerinden alman vergiler gibi gümrük resimleri de eyaletten eyalete, sancaktan sancağa değişiklik gösterirdi. Ayrıca müslüman, gayri müslim ve harbîlerin ödediği gümrük resmi



oranları da farklı idi. XVI. yüzyılda genellikle müsiümanlardan % 3, gayri müslim Osmanlı tebaasından % 4, harbîden % 5 oranında resim alınmakla beraber bu oranın farklılık gösterdiği Aydın veya Edirne gibi yerler de vardı. Gerçekten buralarda müslüman tüccar % 2 oranında resim ödüyordu. Meselâ Aydın sancağında dâhilî ticaretten ve şeker hariç ithal edilen diğer gıda maddelerinden müsiümanlardan % 2, gayri müslimlerden % 4, harbîden % 5; ithal mallarında gıda maddeleri dışmdakilerle şekerden müslüman-gayri müslim ayırt edilmeksizin % 5 alınırdı (Barkan, s. 17). Bu asrın sonlarına doğru (1590) kapıkulunun et masraflarını karşılamak üzere gümrük resmine zarar-ı kassâbiyye adıyla % 1 oranında bir zam yapıldı. Böylece dâhilî gümrük resmi oranları müslümanlar için % 4, gayri müslimler için % 5 ve harbîler için % 6'ya yükseltilmiş oldu. Yalnız bu oranlara her zaman için tam olarak uyulduğu söylenemez. Nitekim bu husus, 1752 tarihli bir belgede gümrük emini tarafından ifade edilmiştir (BA, Cevdet-Maliye, nr. 22517). Gümrük resmi Osmanlı topraklarının her yerinde malın kıymeti üzerinden alınmıyordu. Tokat gibi bazı gümrüklerde resim yük başına tahsil ediliyordu (Abdurrahman Vefik, I, 54-55). Diğer taraftan, XVIII. yüzyıldan önce dâhilî ticarette fazla rolü olmayan yabancı tüccar, XVIII. yüzyılın sonlarında ham maddeyi daha ucuza temin etmek üzere malı yerinde satın almaya teşebbüs etti. Ahidnâmeli devletler tüccarının ihraç resmi olarak sadece % 3 ödeyeceğinin muahedelerde yer alması, onları dâhilî resimleri ödemeden ihracat yapmaya yöneltti. Böylece devlet ciddi bir gelir kaybı ile karşı karşıya kaldı. Bunu bertaraf edebilmek için de malı üretildiği yerde satın alan tüccarın, yerli tüccar statüsüne tâbi olarak dâhilî gümrük resimlerini Osmanlı tebaası olan gayri müslim tüccar gibi ödemesi kararı alındı. 1809 Kal'a-i Sultâniyye Antlaşmasında bu hususa yer verildi. Tanzimat'tan sonra dâhilî gümrüklerde de 1838 Baltalimanı Muahedesi'ndeki gümrük resmi oranları uygulanmaya başlandı. Dahilde kullanılmak üzere bir limandan diğerine götürülen mallardan karadan iskeleye geldiğinde % 9, gemiye yüklendiğinde % 3 olmak üzere toplam % 12 resim tahsil edilmeye başlandı. 1850'den sonra râyice bırakılanlarda bu resimler râyiç fiyattan % 16 indirim



yapıldıktan sonra alındı. 1861 Kanlıca Ticaret Muahedesi'ne bağlı olarak yapılan 1862 tarifesindeki gümrük resmi oranları iç ticaret için de geçerli kılındı. Hâricî gümrüklere paralel olarak dâhilî gümrük resimleri % 8'e düşürüldü. 1866'da dahilde sarfedilecek malların hepsinden, râyiç fiyatlarından % 10 indirim yapıldıktan sonra bu oranda resim alınması kararlaştırıldı. Dış ticarette alınan gümrük resimleri Osmanlılar'ın ilk devirlerinde oldukça düşüktü. Her ne kadar ahidnâmelerde gümrük resmi oranlarına yer verilmeyip resmin sadece "âdet ve kanun üzere" alınacağı kayıtlıysa da Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar hâricî gümrük resmi oranı % 2 idi. Bu devirde önce % 4'e, sonra da % 5'e yükseltilmiş ve bütün XVI. yüzyıl boyunca bu oran devam etmişti. Mısır gibi bazı yerlerde % 10 oranında resim ödenirdi ki bu uygulama XVIII. yüzyıla kadar sürmüştür. Hâricî gümrük resmi oranı, ilk defa XVI. yüzyıl sonunda VVİlliam Harborne'un elçiliği sırasında İngiliz tüccarına mahsus olmak üzere % 3'e indirildi ve bu husus 1601 ahidnâmesinde de yer aldı. 1612'de Hollandalılar, 1616'da Avusturyalılar için de aynı oran kabul edildi. Ancak bu iki millet tüccarından çok daha önce ahidnâme almış olan Fransızlar 1673'e kadar % 5 resim ödemekte devam ettiler. Mısır'daki gümrük resimlerinin % 3'e düşmesi ise 1690'da mümkün oldu (El2 [İng.], III, 1182 vd.). İran gibi müslüman devletlerin tüccarından alınan gümrük resmi oranı Avrupa devletlerininkinden farklıydı. Bunlar Osmanlı tebaası müslüman tüccar gibi muamele görür ve % 4 gümrük resmi öderlerdi (BA, Cevdet-Maliye, nr. 3870). 1838 muahedesinde gümrük resmi oranları ihraç malları için % 9 âmediye ve % 3 reftiye; ithal malları için % 3 ithal, % 2 munzam resim olarak tesbit edildi. Fakat buradaki % 9 ve % 2 dâhilî resimler olup aslında hâricî gümrük resimlerinde artma söz konusu değildi. Ancak yabancı tüccar ihraç malını üretim yerinde satın alır ve ithal malını memleket içine götürürse bunları ödeyecek, aksi takdirde eskisi gibi % 3 vermiş olacaktı. 20 Temmuz 1859 tarihli Gümrük Nizâmnâmesi ile sahil ve çeşitli kara gümrüklerinde gümrük resminin nasıl alınacağı tesbit edildi. Avusturya'nın komşusu Bosna ve Hersek'le sınır olan gümrüklerinde ise alınacak gümrük resmi eskisi gibi % 3 olarak bırakıl-



264 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK mıştı. Fakat bu miktar sadece birbirine komşu olan topraklar için geçerliydi. Avusturya'dan Bosna'ya ithal edilen bir mal başka bir Osmanlı şehrine götürüldüğü takdirde diğer % 9 da ödeniyordu. Sırbistan içinse durum farklıydı. Avusturya'dan Belgrad yoluyla İstanbul'a veya Selânik'e gidecek mallardan Belgrad'da gümrük alınmayıp tüccara ilmühaber kaimesi verilmesine karşılık diğer Osmanlı şehirlerine gideceklerden % 3 burada, % 2 vardığı yerde alınırdı. Osmanlı gümrüklerinden Belgrad'a gelenlerden % 9 çıktığı yerde, % 3 Belgrad'da tahsil edilirdi. İran sınır gümrüklerinde ise iki farklı gümrük resmi uygulanıyordu. Rusya'dan gelen mallardan % 3 gümrük ve % 2 munzam resim alınırken İran mallarından alınan gümrük resmi % 4 idi. Gümrükçüler, sınır boyunca istedikleri yerlerde gözcüler koymak ve gümrük tesis etmek hakkına sahip olmakla beraber tüccarı belli bir yerden geçmeye zorlayamıyorlardı (Düstûr; Birinci tertip, 11, 553-555).



Rusya ile yapılan görüşmelerde gümrük resimleri konusu da ele alındı ve 1913'te % 15 üzerinden yeni bir tarife için teşebbüse geçildi. Fransa ile yapılan anlaşmada bu oran süresiz olarak kabul edildiği gibi bazı maddeler üzerine tüketim resmi veya tekel konması, gümrüklerde râyiç usulü yerine yeniden tarifeye dönülmesi karara bağlandı. Bu tarifenin tarafların ittifakıyla tanzim edileceği, yine tarafların rızâsı olmadıkça değiştirilemeyeceği ve tatbikine bir yıl sonra başlanacağı hususunda anlaşma sağlandı (Gümrük Ta'rife-i ümûmiyyesi, s. 5-6). İngiltere ile de prensip kararına varılarak bir beyannâme neşredildiyse de (BA, Muahede Orijinalleri, nr. 242/ 19; Gümrük Resminin % 15'e İblâğı, s. 3-4) I. Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine anlaşma gerçekleşmedi. Fakat Osmanlı hükümeti gümrük resimleri oranını geçici kanunlarla 30 Eylül 1914'te % 15, 31 Mayıs 1915'te harbin devamı müddetince % 30'a çıkardığını ilân etti (Gümrük Ta'rife-i Ümûmiyyesi, s. 6).



1860'a doğru muhtemelen İngiltere'nin de tesiriyle gümrüklerde himaye sistemi fikri doğmaya başladı. O sırada Londra sefiri olan Kostaki Bey (Muzurus Paşa), Hâriciye Nezâreti'ne gönderdiği 29 Temmuz 1858 tarihli bir yazısında ihraç gümrüklerinin düşürülüp ithal gümrüklerinin arttırılması tavsiyesinde bulunuyordu (Kütükoğlu, TED, sy. 4-5 [ 1974i, s. 384-387). Bu fikir Osmanlı hükümetince de benimsendi ve 1861 Kanlıca Ticaret muahedeleriyle gümrüklerde kısmen himaye sistemine gidildi. İthalât resminin başlangıçta daha yüksek tutulmak istenmesine rağmen oran ancak % 3'ten 8'e yükseltildi. İhraç malları içinse ilk yılda yine % 8 kabul edildi; fakat daha sonraki yıllarda %1'er indirilmek üzere % 1'e kadar düşürüldü (md. 4, 5, Mecmûa-i Muâhedât, I, 46). Bu % 1, gümrük idaresinin masraflarını karşılamak üzere sabit kılınmıştı.



Gümrük Tarifeleri. İlk zamanlarda gümrük resimleri kıymet esasına göre alınıyordu. Ancak bu durum, daima gümrükçülerle tüccar arasında fiyat tesbiti konusunda anlaşmazlıklara sebebiyet verdiğinden belli aralıklarla, malların cins ve kalitelerine göre fiyat ve alınacak gümrük resimlerini tesbit eden tarife defterleri tanzim edilmeye başlandı. Tarifeler önceleri sadece bir gümrükten geçecek olan mallar için hazırlanıyordu. Meselâ 1053'te (1643) İskenderun ve Halep'te birkaç maldan; İstanbul, Galata ve İzmir'de ise yalnız çeşitli "çuka"lardan alınacak gümrük resmi miktarları belirlenmiş, 1675 ahidnâmesinde de bu husus tekit edilmiştir (Mecmûa-i Muâhedât, I, 259-260; ayrıca bk. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisâdı Münâsebetleri, 1, 30-31). XVIII. yüzyılda Selânik ve İzmir gibi dış ticaretin büyük çapta gerçekleştirildiği liman gümrükleri yanında Suriye-Anadolu ticaretinde büyük bir merkez ve büyük bir kara gümrüğü olan Diyarbekir için ayrıntılı tarifeler yapılmıştı (İstanbul, İzmir, Halep, Bağdat vb. şehirlerden Osmanlı tebaasının getireceği mallardan alınacak resimleri ihtiva eden 1215 (1800) tarihli bu defterin mukaddimesinde Diyarbekir'den giden mallardan gümrük değil yükün büyüklüğüne göre reftiye alındığı kaydedilmektedir: BA, KK, nr. 5249). Yüzyılın ortalarına doğru tarife defterleri tanzimi yaygınlaştı (1740 tarihli Fransız ahidnâmesinde "tarife def-



1880'li yıllarda Avrupa devletleriyle müddeti dolan muahede ve tarifeler için müzakerelere başlanmış, bu arada Avrupa mallarına nazaran birkaç kat fazla resim alınan yerli mahsul ve mâmulleri yabancı rekabetinden kurtarmak için çareler düşünülmüş, fakat uzun süren müzakereler sonuç vermemişti. II. Meşrutiyetten önce (1905), Rumeli vilâyetleri bütçe açıklarını kapatmak üzere yapılan arttırma ile gümrük resimleri % 11 'e çıkarıldı. Balkan Harbi'nden sonra Fransa, İngiltere, Almanya ve



terinden bahsedildiği gibi |Mecmûa-i Muâhedât, i, 261 aynı tarihli Sicilyateyn Kralhğı'na ait bir tarife de neşredilmiştir. Turan, IV/7-8 I1969J, s. 87-165). XVIII. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere Avrupa devletleriyle belli aralıklarla ayrı ayrı tarifeler tanzim edilerek gümrük resimlerinin değişen fiyatlara uygunluğu sağlanmaya çalışıldı (dört büyük Avrupa devletinin tarife defterlerinden tesbit edilebilenler şunlardır: İngiltere 1796, 1806, 1820, 1839, 1862 IKütükoğlu, TED, sy. 4-5 i 1974], s. 335-3931; Avusturya 1797, 1801, 1818, 1839, 1872 |Diyarbekirlioğlu, bk. bibl.l; Rusya 1782, 1806, 1831, 1842, 1862 [Şen, bk. bibl.l; Fransa 1792, 1816, 1839, 1850, 1862 lirençin, bk. bibi.]). Ahidnâmelerde "en çok müsaadeye mazhar millet" sıfatını kazanmış olanlar, diğer milletlere ait gümrük tarifelerinde kendilerininkinden düşük rakamlar bulunduğunda kendi tarifelerini de düzelttirme yoluna gidiyorlardı. Nitekim İngiliz, Rus ve Avusturyalılarla, Fransa ile henüz sulh akdedilmeden önce 1801'de yapılan tarifenin uygulanması Fransa barışı (1802) sonrasına bırakılmış; fakat İngiliz elçisi kendi tarifelerindeki bazı malların fiyatlarının daha yüksek tutulduğunu bildirdiğinden 1806'da ikinci bir tarife düzenlenmişti (Kütükoğlu, Osmanlıİngiliz İktisâdi Münâsebetleri, l, 79-80). 1839'a kadar on dört yılda bir yenilenen tarifelerin 1838 muahedesiyle yedi yılda bir yenilenmesi kararlaştırıldı. Ancak yenilenme daima taraflardan birinin daha önce belirlenen süre dolmadan müracaatı üzerine mümkün olabiliyordu. Süresi içinde başvurulmadığı takdirde eski tarife otomatik olarak aynı süreli ikinci bir devre yürürlükte kalıyordu. Tabii, mal fiyatlarındaki değişme hangi tarafın menfaatine dokunuyorsa talep de ondan geliyordu. 1838 öncesi tarifelerinde pek açıklık olmamakla beraber, râyiç fiyattan belli bir indirim yapıldıktan sonra gümrük resimlerinin tesbit edildiği anlaşılmaktadır (a.g.e„ I, 134). 1806 İngiliz tarifesinde, tarifede yer almayan malların râyiç fiyatlarından % 20 indirim yapıldıktan sonra resim alınacağının kaydedilmiş olması bunun açık bir delilidir. Tanzimat devri tarifelerinde de resimler hiçbir zaman râyiç fiyat üzerinden hesaplanmamıştır. Tarife müzakereleri sırasındaki râyiç fiyat üzerinden yapılması istenen indirim Osmanlı hariciyesince kabul görmemiş olduğundan 1839 tarifelerindeki gümrük resimlerinin tesbi-



265 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK tinde bir orta yol bulunmuş ve son beş yıllık fiyatların ortalaması esas alınmıştır. 1850 tarifeleri, görünüşte 1838 muahedesindeki oranlar esas alınarak tanzim edilmişse de aslında râyiç fiyatlardan ihraç mallarında % 16, ithal mallarında % 20 indirim yapılarak belirlenmiştir. 1862 tarifelerinde ise % 8 oranındaki gümrük resimleri ihraç ve ithal bütün malların râyiç fiyatlarından % 10 indirim yapıldıktan sonra bulunan rakamlar üzerinden alınmıştır (daha geniş bilgi için bk. Kütükoğlu, TED, sy. 4-5 [1974], s. 338, 342, 346). XVIII. yüzyılda dâhilî ticarette alınacak gümrük resimlerinde ad valorem sistemden vazgeçilerek bütün Osmanlı gümrükleri için geçerli olmak üzere tarifeler düzenlenmesine başlanmıştır. Bunlardan tesbit edilebilen ilki XVIII. yüzyılın sonlarına aittir. Otuz sene kadar aynı tarife kullanıldıktan sonra Asâkir-i Mansüre-i Muhammediyye'nin kuruluşunun ardından yeni gelir kaynakları aranırken, dâhilî gümrük resimleri tarifesinin üzerinden çok zaman geçtiği ve mal kıymetlerindeki artışlar dolayısıyla resimlerin düşük kaldığı fark edilerek yeni bir tarife yapılması gereği duyulmuştu (BA, HH, nr. 18266). 1826'da düzenlenen bu tarife de 1832'de yenilenmiştir. Tüccarın müslüman ve gayri müslim oluşuna göre alınacak % 4 ve % 5 resimler ayrı ayrı belirtilmiştir. Gayri müsiimlerden gümrük resminden başka % 22 masdariye (dışarıdan gelip memleket içinde tüketilen mallardan alman ve "sarfiyat"da denen bir çeşit vergi) alınacağına işaret edilmiştir (BA, KK, nr. 4354). 1839'dan itibaren dâhilî ticarette de yabancı tarifelerindeki oranlar uygulanmıştır. Yeni tarife yapılması için taraflardan biri nizamî zamanı içinde müracaatta bulunsa dahi tarife müzakereleri ekseriya uzadığından eski tarifenin müddeti dolduğunda yenisi hazırlanmamış oluyordu. Bunun için tüccar, eski tarifenin son bulduğu tarihten başlayarak farkı yeni tarifeye göre ödemek üzere gümrüklere borçlanıyordu. Tarife tanziminin gecikmesi, kendileri bakımından daha elverişli bir tarife yapmak isteyen devletlerin. bu devre zarfında hazinesinin geliri düşen Osmanlı Devleti üzerinde baskı yapmalarına imkân sağlıyordu. Anlaşmaya varıldıktan sonra ise eski ile yeni tarife arasındaki fark gümrük defterlerinde "fazla-yı ta'rîfe" adı altında gösteriliyor ve bunların genellikle ayrı sarf yerleri bulunuyordu. Tarife fazlalıkları-



nın kayıt ve sarflarında dâhilî ve hâricî gümrükler arasında fark yoktu. Nitekim 1826'da dâhilî gümrük tarifesindeki eski ile yeni tarifeler arasında mevcut fark Asâkir-i Mansüre-i Muhammediyye'nin masraflarına tahsis edilmişti (BA, MAD, nr. 8298, tür.yer., nr. 8435, s. 22). Gümrük İdare Şekilleri. Gümrükler de madenler, darphâneler, dalyanlar vb. birer mukâtaa idi. Bütün mukatâalar gibi emanet veya iltizamla idare edilirlerdi. Emanetle idarede emin. devlet tarafından tayin edilen bir memur statüsündeydi. Gümrükte çalışanların maaş ve aylıkları, kira, kırtasiye, temizlik ve yakacak masrafları, gümrüğüne göre ödenmesi planlanan tophâne, baruthâne. kale neferleri ulûfeleri, mütekâid ve duâgûyân vazifeleri. XIX. yüzyılda Asâkir-i Mansûre maaşları gibi harcamalar çıktıktan sonra artan para merkeze yollanırdı. Bir gümrüğün iltizama verilmeden önce hâsılatının tam olarak bilinmesi, iltizama çıkarıldığında istenilen rakamı bulamaması (BA, İrade- Dahiliye, nr. 29419), yahut arızî bazı sebeplerden dolayı bir gümrüğün gelirinin azalması (BA, KK nr. 5240, s. 57-58) gibi hallerde mukâtaa emanet yoluyla idare edilirdi. İltizamlar açık arttırma yoluyla yapılırdı. Diğer mukâtaalarda olduğu gibi gümrük mukâtaalarında da tek bir gümrük değil birkaçı bir arada, hatta dalyan, pençik vb. resimlere ait mukâtaalar da eklenerek iltizama verilirdi. Bundan maksat birinin kârının diğerinin zararını telâfi etmesiydi. Meselâ 1111-1112'de (16991700) İstanbul, Galata. Gelibolu. Tekirdağ. Ereğli, Silivri, Enez, Bandırma, Edincik, Mudanya, İzmit ve tevâbii iskeleleri gümrükleriyle rüsûm-ı reft. dellâliye. kara gümrüğü ve tevâbii. dalyan-ı mâhî, pençik ve tevâbii mukâtaaları. rüsûm-ı masdariyye. Edirne gümrüğü, İzmir ve Sakız gümrükleri ve tevâbii mukâtaası birlikte iltizama çıkarılmıştı (BA, KK, nr. 5225 mükerrer, s. 12). Bazan da emanetle idare içinde iltizama gidilebiliyordu. Bir gümrük, memurunun maaşını dahi karşılayamayacak kadar az gelir getiriyorsa o takdirde emin tarafından maktû olarak ihale edilebiliyordu. Meselâ 1253 (1838-39) malî yılında Saraybosna. İhlivne, Derbend. Bijeljina ve İzvornik kazaları gümrükleri içinde İzvornik bu durumda olduğundan İzvomikli mütesellim Mahmud Paşa'ya "ber-vech-i maktû'" ihale edilmişti (BA, MAD, nr. 19673). İltizamla idarede iltizamı alan kişi iltizam bedelinin bir miktarını "muaccele"



adıyla peşin öder, kalanı takside bağlanırdı. Taksitlerin miktarlanyla ödenme tarihleri tesbit edilir ve mültezim, borcunu -kasten veya ödeme güçlüğü çekilmesi yahut da ölüm halinde- ödeyememesi durumunda borcun tahsil edilebileceği bir kefil gösterirdi. Mültezimden alınamayan borç kefilinden tahsil edilirse de kefilin de ölmesi veya bulunamaması halinde alacak hazinenin zarar hânesine kaydedilirdi. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren mukâtaaların ömür boyu satılması yoluna gidildi. Açık arttırma ile yapılan bu satışlarda mukâtaanın kıymeti kadar peşin ödendikten başka her yıl da "müeccele" adıyla bir miktar veriliyordu. Mültezimin hazineye ödediği miktarın üstünde elde ettiği gelir onun kârı olurdu. Bunun için gümrükten ne kadar çok mal geçerse o derecede kazancı artacak demekti. Fakat bazan mültezimin aradığını bulamaması, hatta gelirinin iltizam bedelinin altında kaiması da mümkündü. Böyle bir olay 1843'te İzmir gümrüğünde vuku bulmuştu. 125.000 kuruş bedelle alınan iltizamdan zahire gümrüğü çıkarılmışken civar kazalarla Girit ve Mısır'dan gelen eşyanın gümrükleri de çıkış yerlerinde tahsil edilmiş olduğundan mültezim, bunlardan alınması icap eden gümrük resminin iltizam bedelinden tenzili yoluna gidilmesini istemiş ve istek yerinde bulunarak kabul edilmişti (BA, İrade-Meclis-i Vâlâ, nr. 1030). Gümrük mültezimlerinin aksine tüccar için de ödenen gümrük ne kadar düşük olursa kân o nisbette fazla olacaktı. Bu sebeple naklettikleri malları sapa yollardan geçirerek gümrük vermeden satışa arzetme yolunu seçenler de bulunuyordu. Bu olayların artması, iltizam veya mâlikâne suretiyle tasarruf edenlerin zarara uğraması sonucunu doğurduğundan zaman zaman devletten bu yollara kolcu tayinini isteyebiliyorlardı (BA, Cevdet-Maliye, nr. 15785). 1277'den (1860) itibaren gümrüklerde iltizam usulüne son verilerek tamamı emanetle idare edilmeye başlandı. Büyük merkezlerde gümrük emanetleri kurularak başlarına birer emin getirildi. Bunlara mülhak gümrüklere müdürler tayin edildi. Buniann maiyetinde ise ihtiyaca göre memur, kâtip ve hademeler bulunuyordu. 1287'de (1870) Emtia Gümrük Emaneti, Rüsûmat Emaneti'ne çevrildi. Taşradaki gümrük emanetleri de müdürlük adını aldı. Bunların sayıları on yediyi buluyordu. İşlemlerin usu-



266 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK lüne uygun olup olmadığının kontrolü için de müfettişler tayin edildi (Rüsumat Salnamesi, s. 127 vd.). 1891'de gümrüklerde uygulanacak usulleri ihtiva eden bir nizamname kabul edildi. Burada malların gümrüklerden geçeceği saatler, yükleme, boşaltma ve transit şartları, muayenelerin nerelerde, nasıl yapılacağı, gemi manifestosunun verilmesiyle ilgili şartlar, gümrüğü ödenmeyen malların depo ve antrepolarda muhafazası, süresi içinde gümrükten çekilmeyen malların satış şartları ile satışından elde edilecek gelirin yapılan masraflar çıkarıldıktan sonra teslimi gibi hususlara yer verilmişti. Böylece Osmanlı gümrüklerinde modern gümrüklerde uygulanan nizamlar tatbik edilmeye başlanmış oluyordu (BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 5391). Gümrük Muafiyeti. Osmanlı gümrüklerinde bazı malların resimden muaf tutulması ilk devirlerde sadece tersane, tophane, baruthane gibi devlet işletmelerinin ocaklık mallarına mahsustu. Fakat XVIII. yüzyıl sonlarından başlayarak sanayii teşvik veya erzak sıkıntısını gidermek üzere geçici olarak bazı mallara gümrük resmi muafiyeti tanındı. Bunlardan biri. 111. Selim devrinde yabancı tüccarı Mısır'dan pirinç nakliyatına özendirmek için uygulandı. Ancak bir müddet sonra piyasanın bu maddeye doyması üzerine muafiyete son verildi (BA, HH, nr. 12489). XIX. yüzyılda kuraklık, çekirge istilâsı gibi sebeplerle mahsulün ihtiyaca cevap vermediği zamanlarda da zahire ithalâtında gümrük muafiyeti uygulandı (Bağdat'taki çekirge istilâsı dolayısıyla Hindistan vb. yerlerden yapılacak zahire ithalâtı: BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 3688; İşkodra'ya ithal edilecek zahire : BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1315). Zaman zaman, bazı bölgelere memleket dahilinden yapılan zahire ithalâtına da gümrük muafiyeti tanındığı gibi (1890'da Selânik ve Kavala iskelelerine yapılan ithalât: BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4906; 1882'de Midilli limanlan arasında nakledilen zeytinden gümrük resmi alınmaması: BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1319/84, nr. 1320/999), XX. yüzyıl başlarında Avrupa'dan getirtilecek damızlık hayvanlardan da gümrük alınmaması kararlaştırıldı (BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 16 Şevval 1332/14). Diğer taraftan sayıları son derece azalmış bazı el sanatlarının canlanması için bu mâmuller muafiyet kapsamına alındı. Meselâ Bilecik kadife yastık tezgâhları



bu uygulamadan sonra canlanma ve yeniden artma imkânı buldu (BA, trade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 836/1). Osmanlı imalâtı olan iplik, kav ve kibrit fabrikaları mâmulâtı gümrük resminden muaf tutuldu (BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1319/798). Ham maddesinden gümrük resmi alınmış olan mamullerden ikinci defa gümrük alınması da mükerrer gümrük olarak görüldüğünden kaldırıldı (BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1318/ 8; nr. 1319/677). XIX. yüzyılda en çok rastlanan gümrük muafiyeti ziraat ve sanayii geliştirmek için yapılanıdır. Hâlâ ilkel şartlarda sürdürülen ziraatı, gelişen teknolojinin icat ettiği alet ve makinelerin kullanımıyla modernleştirmek, Avrupa fabrikasyon mallarının Osmanlı piyasalarını işgalinden sonra giderek zayıflayan yerli sanayii yeniden canlandırmak için alınan tedbirler arasında bazı mallara gümrük muafiyeti tanınması da vardı. Bunun için bir taraftan ziraat aletleri ve fabrika makineleri gümrüksüz olarak ithal edilirken diğer taraftan bazı yerli sanayi ürünleri üzerindeki gümrük resimleri de geçici olarak kaldırıldı. Ziraat makine ve aletlerinden yıllık gümrük resimleri tutarı 90.000 kuruşu aşan her cins saban, silindir, orak makinesi, tohum ekmek ve ot toplamak için tırmık, ot toplamaya mahsus mengene, tohum, harman ve kalbur makineleri, pamuk çekirdeği ayıran alet, yağ. peynir, şıra yapımı için mengene, pirinç ayıklamak için denk mengene, sulama makinesi vb. için 1880'lerden itibaren geçici bir süre uygulanmak ve yalnız memleket içinde kullanılmak, başka bir yere ihraç edilmemek şartıyla tanınan muafiyet 1890'dan geçerli olmak üzere on yıl süreyle uzatıldı (BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1318/414, nr. 1321/430; BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4876 ve ekleri). Fabrikaların ilk kuruluşunda getirilen makineler (BA, İrade-Meclis-i Mahsûs, nr. 4576; BA, Ayniyat Defterleri — Rüsûmat, nr. 1319/ 579), imar ve inşa faaliyetlerinde kullanılacak bazı malzeme de gümrük resminden muaf tutuldu (meselâ ahşap yerine kârgir inşaatı teşvik için taş, tuğla, kireç vb. malzeme, BA, !rade-Şûrâ-yı Devlet, nr. 551; Beyrut-Şam şosesi için gerekli malzeme: BA, İrade-Dahiliye, nr. 30062). Gümrük Defterleri. Gümrük defterleri birkaç grupta toplanır. Mahallinde tutulanlar. genellikle o yerin kadısının tasdikini ihtiva eden mufassal defterlerdir. Bunlar, büyüklük farkı gözetilmeksizin



bütün gümrüklerde resim alman malların sahipleri, isim, cins, miktarın ve alınan gümrüğün gösterildiği defterler olup aylık veya yıllık tanzim edilmiş ve her günün tarihi atılarak işlenmiştir. Sahil gümrüklerinde malın içinde bulunduğu geminin cinsi, taşıdığı bayrak, nereden geldiği, kaptanının ismi de yer alır. Gümrükten geçen malın cinsi, varsa kalitesi, miktarı, kıymeti ve alınan gümrük resmi yazılmıştır. Osmanlı topraklarında yabancı paralar da tedavül ettiğinden resmin hangi para üzerinden alındığı kaydedilmiştir. Erzurum yahut Bursa gibi kara gümrüklerinde tutulan defterler ise biraz daha farklı düzenlenmiştir. Bunlarda da tüccarın adı, malın cinsi, miktarı ve alınan gümrük resminin miktarı bulunduğu gibi bazan da âmediye ve reftiye ayrı ayn gösterilmiştir. Böylece bir gümrükten belli bir zaman dilimi içinde geçen malların neler olduğu, hangi millete veya dine mensup tüccarın daha faal rol oynadığı gibi hususların tesbiti mümkün olmaktadır. Nitekim Avrupa devletleri konsolosları Osmanlı ticaretini bu defterlerden takip etmekteydiler. Günümüzde Avrupa arşivlerinde bulunan bu raporlar, Osmanlı ticaretinin hacmi hakkında mükemmel bilgiler vermektedir (Kütükoğlu, GDAAD, sy. 10-11 [19831, s. 151 vd.). Ancak arşivlerimizde mevcut gümrük defterlerinden aynı bilgileri kesintisiz olarak çıkarmak mümkün değildir. Çünkü bunların çok küçük bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir. İcmal defterleri, mufassal defterler esas alınarak hazırlanmış olup gümrüklerin aylık veya yıllık kayıtlarını ihtiva eder. Bunlarda günlük veya aylık gelirlerin toplamı tek rakam olarak verildikten ve masraflar çıkarıldıktan sonra sâfi gelir gösterilmiş, yahut da belli zaman dilimi içindeki çeşitli malların her birinden elde edilen gelir veya mülhak gümrüklerin gelirleri toplamı verilmiştir. Gümrüklerden hazineye gönderilen meblağların kayıtlarının bulunduğu teslimat-bakaya defterlerinden ödemelerin nasıl yapıldığı tesbit edilebilmektedir. Muhasebe defterleri kısmen icmal defterlerine benzerse de daha teferruatlı olarak tanzim edilmiştir. Büyük bir gümrüğe bağlı emanet ve İltizamla idare edilen bütün gümrüklerle diğer rüsûmat hesapları bunlardan takip edilebilir. Birkaç yıllık olarak düzenlenmiş olanları da vardır (BA, MAD, nr. 20084, 20135). Gümrükten vazife* alan mütekâid ve duâgûyâna ödenen meblağların kayıtlı bulunduğu defterler "va-



267 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMRÜK zife defteri" adını taşır. Gümrüklerle ilOsm.Ar..



lerinde toplanmıştır (Kütükoğlu,



tarafından Umur Bey'in şehre yönelik



GÜMÜLCİNE



gili hükümler ise müstakil ahkâm defter-



saldırıları anlatılırken kullanılmıştır.



Yunanistan'ın Trakya kesiminde eski bir Osmanlı kasabası.



i 119801, s. 2 2 0 v d . l . BİBLİYOGRAFYA :



BA, Ayniyat



Defterleri



- Rüsûmat, nr. 1315.



Bugün Komotini adıyla anılmakta olup



1 3 1 8 / 8 , 1318/239. 1318/253, 1318/333. 1318/



Türkiye-Yunanistan sınırının 98 km. ba-



414. 1 3 1 8 / 5 0 2 , 1 3 1 8 / 1 5 1 1 . 1 3 1 9 / 8 4 ,



1319/



579, 1 3 1 9 / 6 7 7 , 1 3 1 9 / 7 9 8 , 1 3 2 0 / 9 9 9 ,



1321/



tısinda, Yunanistan-Bulgaristan sınırının



4 3 0 , 1 8 2 0 / 1 8 , 1 8 2 0 / 3 1 8 , 1 8 2 0 / 4 3 0 ; BA, Cev-



23 km. güneyinde, güneydeki Ege deni-



det-Hariciye, nr. 5 1 4 9 ; BA. Cevdet-Maliye. nr.



zine 40 k m . uzaklıkta, Selânik-İstanbul



3 8 7 0 , 15785. 18641. 2 2 5 1 7 ; BA, HH.



nr. 9970,



demiryolunun geçtiği geniş ovada kurul-



12489, 1 8 2 6 6 ; BA. İrade-Dahiliye, nr. 4 4 6 0 / 2 ,



m u ş yaklaşık 40.000 nüfuslu bir yerle-



2 9 4 1 9 , 3 0 0 6 2 ; BA. İrade-Meclis-İ M a h s û s , nr. 3 6 8 8 , 4 5 7 6 . 4 8 7 6 ve ekleri, nr. 4 9 0 6 . 5391, nr. 16 Şevval



1332/14;



nr.



BA. irade-Şûrâ-yı



1030;



BA, İrade-Meclis-İ Devlet,



Vâlâ.



nr.



551,



8 3 6 / 1 , 4 8 9 1 , 5 6 0 9 ; BA. KK. nr. 4 3 5 4 ,



5225



şim merkezidir. Birçok camii, kalabalık Türk nüfusu ve Pomak azınlığı ile Gümülcine. Batı Trakya



müslümanlarının



dinî ve kültürel merkezidir.



Müftülük



mükerrer, s. 12, nr. 5240. s. 57-58, nr. 5 2 4 9 ;



merkezi olmasının yanı sıra burada bir-



BA, MAD,



çok Türk okulu da bulunmaktadır. 1371'-



20084,



nr. 8 2 9 8 , 8435, s. 22, nr.



20135;



242/19;



BA. M u a h e d e



Orijinalleri,



istanbul



Muâhedât.



Birinci ter-



1207'de meydana gelen Bulgar istilâsı sırasında b u g ü n k ü şehrin 5 km. batısın-



Muk-



İstanbul 1307, III, 2 0 vd.; A b d u r r a h m a n Tekâlif



Kauâidi,



5 5 ; Rüsûmât



İstanbul



Salnâmesi.



manlı idaresi altında kalmıştır.



istanbul 1294. I.



26, 46, 259-260; S ü l e y m a n Sûdl, Defter-i Vefik,



den 1912'ye kadar kesintisiz olarak Os-



III I1293I. s.



1289, II, 5 5 2 - 5 5 5 ;



323; Mecmua-i tesidi,



nr.



BA, Yıldız E s a s Evrakı, Ks. 18, Evr.,



5 2 5 / 2 5 9 . Zrf. 128, Kar. 2 7 ; Düstûr. tip,



19673,



1328,



I, 54-



İstanbul 1330, s. 127



daki Mosinopolis şehrinin yıkılmasından sonra küçük bir kasaba olarak kurulan



İlk Osmanlı kroniklerinde, Gümülcine'nin Osmanlı hâkimiyetine girişiyle ilgili olarak Gazi Evrenos Bey'in 762 ( 1 3 6 1 ) yılı civarındaki akın faaliyetleri gösterilir; bazı kaynaklarda ise 1363 tarihi verilir. Yunan ilim adamları 1361 tarihini kabul etmektedirler. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalarda buranın zaptının, Osmanlıların Trakya'yı kontrol altına aldıkları 1371 Maritsa (Meriç, Çirmen) savaşından biraz önce gerçekleştirildiği üzerinde durulmaktadır. Evrenos Bey, 1371'den 1383'e kadar burayı uç merkezi üssü olarak kullandı. 1383'te uç merkezini yeni fethedilen Siroz'a (Serres) nakletti. Gümüicine'de kaldığı dön e m d e İslâmî hayatın başlangıcını simgeleyen birçok bina yaptırdı. Bunlar arasında imaret, kubbeli bir cami ve çifte h a m a m vardı. G ü n ü m ü z d e Evrenos Bey İmareti ve Eskicami hâlâ ayaktadır. Her ikisi de Balkanlar'daki en eski Türk yapılarındandır.



Gümülcine'nin ilk çekirdeğini, 380-385



vd.; Gümrük Ta'rife-t Umûmiyyesi ue Ona Müteferri' Kânun Lâyihası ue Ta'rife Encü-



yılları arasında Roma İmparatoru Theo-



Gümülcine ve çevresinin Osmanlı fet-



dosios tarafından yaptırılan ve 1331'den



hi öncesindeki d u r u m u hakkında bilgi



meni Mazbatası (nşr. Meclis-i Meb'ûsanl, İstanbul 1331, s. 5-6; Gümrük Resminin % İ5'e



beri Koumoutsina adıyla bilinen kale teş-



yoktur. Bununla birlikte Bizans hâkimi-



kil eder. Buranın ilk sivil sakinlerini de



yetinin sonlarında birbiri ardınca mey-



Mosinopolis'ten kaçanlar oluşturmuştur.



dana gelen iç savaşlar, veba salgınları



İblâğı, Ecnebî Hâriciye



Postaları ue Kapitülasyon



Nezâreti),



N e u m a r k , Dış



(nşr.



İstanbul



1334, s. 3-4; F.



Siyâseti



(trc. Sabri Ülge-



G ü n ü m ü z d e şehrin merkezinde bulunan



ve ilk Osmanlı akınlarının Batı Trakya'yı



Kanunlar.



ve büyük bir bölümü ayakta kalan bu ka-



oldukça etkilediği ve XIV. yüzyılda bu böl-



Osmanlı-İngiliz



le dikdörtgen şeklinde olup (125 x 140 m.)



genin çok az nüfusa sahip olduğu bilin-



Ankara 1974-76, I, 30-



Bizans dönemi sonlarında 350-450 kişiyi



mektedir. Bu karışık devirde birçok kü-



barındırabilecek büyüklükteydi. 1344'te



çük yerleşim birimi ortadan kalkmış, hal-



Ticaret



ner), istanbul 1938, s. 5 9 ; Barkan, s. 1 7 ; M ü b a h a t S. K ü t ü k o ğ l u , İktisâdı



Münâsebetleri.



31, 79-80, 134; II, tür.yer.; a.mlf.. " O s m a n l ı İkt i s a d î Y a p ı s ı " , Osmanlı Tarihi,



Deuleti



ue



Medeniyeti



İstanbul 1994, s. 583-588; a.mlf., "Tan-



zimat Devri Osmanlı-İngiliz feleri", TED,



Gümrük



Tari-



sy. 4-5 (1974), s. 335-393; a.mlf.,



" O s m a n l ı G ü m r ü k Kayıtları", Osm.Ar.,



I (19801,



s. 2 2 0 - 2 3 4 ; a.mlf., "1253 M â l î Y ı l m a A i d Sar a y b o s n a G ü m r ü k D e f t e r i " , GDAAD,



sy. 8-9



(1980), s. 2 7 ; a.mlf., " O s m a n l ı İ k t i s a t T a r i h i Bakımından



Konsolos



Raporlarının



m i y e t v e K ı y m e t i " , a.e.,



Ehem-



Aydınoğlu Umur Bey tarafından zapte-



kın büyük kısmı açık araziden ziyade bü-



dilen şehir bu tarihten itibaren Gümül-



yük ve m ü s t a h k e m yerlere çekilmişti.



cine adıyla anıldı. Nitekim bu olayı anlatan



Enverî, Düstûrnâme'sinde



burayı



Dolayısıyla Osmanlı fethinden sonra boş durumda bulunan arazilere Anadolu'dan



"Gümülcüne" şeklinde kaydeder. Bugün-



getirilen Türk kolonileri yerleştirildi. Ni-



kü Yunanca adı ise Koumoutsina'dan gel-



t e k i m XIX. yüzyılın sonlarına ait salnâ-



mekte olup ilk defa 1344'te Gregoras



melerdeki listelere bakıldığında, Gümül-



sy. 10-11 (1983), s.



151-166; G. R. Bosscha Erdbrink. At the



Thres-



hold of Fecility. Ottoman-Dutch Relations during the Embassy of Corneiis Calkoen at the Sublime Porte: 1726-1744. Ankara 1975, s. 292301; Zeynep



turya Gümrük



Osmanlı-Auus-



Diyarbekirlioğlu,



Tarifeleri (mezuniyet tezi. 1979)



İÛ E d . F a k . ; Meral Şen. Osmanlı-Rus Tarifeleri



( m e z u n i y e t tezi,



M ü j g â n İrençin. Osmanlı-Fransız rifeleri



Gümrük



1980i, İÜ



Ed.Fak.;



Gümrük



Ta-



( m e z u n i y e t tezi, 19821, İÜ E d . F a k . ; Ha-



lil Sahillioğlu, " 1 7 6 3 ' d e İ z m i r L i m a n ı G ü m r ü ğ ü v e Tarifesi", BTTD.



İhracat



I I / 8 (19681, s.



53-57; Ş e r a f e t t i n Turan. " O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u i l e İ k i S i c i l y a K r a l l ı ğ ı A r a s ı n d a k i Ticaretle İlgili Belgeler.



Gümrük



N/7-8



Tarife



Defterleri",



(1969), s. 87-165;



Genç. "İç G ü m r ü k " , cık. " I m t i y â z â t " , El2



S



TCTA.



TTK



Mehmet



İli. 7 9 0 : Halil inal-



i ing.). III, 1182 vd.



M Ü B A H A T S. KÜTÜKOĞLU



268 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜLCİNE



Yenicami - Gümülcine / Yunanistan



da Gümülcine'nin m ü s l ü m a n ve hıristi-



teşekkil kendi vakfı vardı (BA, TD, nr. 167



yan nüfusunda azalma oldu.



s. 16-17).



1519'da



burada 303 m ü s l ü m a n ve kırk üç hıris-



XVII. yüzyıl Gümülcine'si hakkında en



tiyan hanede yaklaşık 1400-1500 kişi



ayrıntılı Osmanlı kaynağını Evliya Çele-



b u l u n m a k t a (BA, TD, nr. 70), ayrıca bu



bi'nin Seyahatnâme'sl



tarihte şehirde on dokuz hâne yahudi



Çelebi, 1667-1668'de taştan yapılmış



yaşamaktaydı. Evliya Çelebi'nin verdiği



4000 kadar ev, beş cami, on bir mescid,



oluşturur. Evliya



bilgiye göre bunların hepsi kalede otur-



iki imaret, iki h a m a m , beş medrese, ye-



maktaydı.



di m e k t e p ve on yedi han bulunduğunu



1433'te seyyah Bertrandon de la Bro-



belirtmektedir. Onun verdiği rakamlara



quiâre'in etrafı duvarlarla çevrili, küçük



göre nüfusun en iyimser tahminle 10-



bir nehrin kıyısında güzel bir kasaba ola-



15.000 dolayında olduğu söylenebilir. Se-



rak tarif ettiği, 1555'te de Pierre Be-



yahatnâme'de



lon'un, içinde bir Rum kilisesinin bulun-



Paşa vakıflarından övgüyle bahsedilmek-



d u ğ u küçük ve yıkık bir kalesiyle az sa-



tedir (VI[ 1, 85-90). Bu sonuncusu, I. Ah-



Evrenos Bey ve Ahmed



yıda nüfusu barındırdığından söz ettiği



med'in 1606-1613 yılları arasında def-



Gümülcine'nin fizikî d u r u m u



terdarlığını yapan Ekmekçizâde Ahmed



hakkında



tahrir defterleri oldukça önemli bilgiler



Paşa (ö. i 618) olmalıdır. Ahmed Paşa Gü-



verir. 1568-1569 tarihli deftere göre Ga-



mülcine'de kubbeli bir cami, çifte ha-



zi Evrenos Bey İmareti Vakfı genişlemiş



m a m , kubbeli bir mektep, medrese ve



ve bu da şehrin fizikî bakımdan gelişme-



imaret yaptırmıştır. Cami, b u g ü n Yuna-



sine yol açmıştı. Nitekim 1456 tarihli def-



nistan'da 1580-1590 yıllarından kalma



terde toplam gelir 23.176 akçe olarak



İznik çinileri olan tek yapıdır. Cami ve



verilirken 1568 tarihli defterde 35.571



m e k t e p hâlâ sağlıklı bir şekilde ayakta-



akçe gelir zikredilmektedir. Vakfın baş-



dır; imaret ise yok olmuştur. Hamamın



cine kazasının birçok köyünün Türkçe



lıca gelir kaynakları arasında çifte ha-



da sadece duvar kalıntıları mevcuttur.



ad taşıdığı ve bundan da Türk kolonile-



m a m , elli beş d ü k k â n , on üç değirmen



XVIII. yüzyılda veba salgınları Trakya'-



rinin yerleştirildiği sırada



müstahkem



ve Helvacı (yeni ismi Helodon) köyünün



yı oldukça etkiledi ve bazı köylerin ta-



yerler dışındaki kır kesiminin boş oldu-



geliri yer almaktaydı. Bu köyün 1456'-



m a m e n yok olmasına yol açtı. XIX. yüz-



ğu anlaşılmaktadır. Sadece Megri, Ma-



daki nüfusu otuz yedi hıristiyan hâne



yılda bölge yeni gelişmelere sahne oldu.



roniye (Maroiye), İskeçe, Buru, Ferecik



iken 1568'de yetmiş beş hıristiyan ve



Özellikle Akdeniz ile Bulgaristan arasın-



gibi m ü s t a h k e m yerlerin eski adlarını



seksen iki m ü s l ü m a n hâneye çıkmıştı.



da artan ticaret Trakya'yı olumlu yön-



Türkçeleşmiş haliyle de olsa sürdürme-



1456'da vakıfta on sekiz hizmetkâr "ehl-i



de etkiledi. Bu arada Gümülcine'nin do-



si bu hususu doğrulamaktadır.



1456-



tekke" varken bu sayı 1568'de kırk bire



ğu kısmında yeni semtler gelişti. 1316



1457 tarihli, bölgenin b u g ü n mevcut en



yükselmişti. Eskicami Vakfı'na ait ayrı-



(1898-99) tarihli Edirne



eski Osmanlı tahrir defterine göre Gü-



ca elli sekiz d ü k k â n ve bir miktar nakit



mesi'ne



Vilâyeti



Salnâ-



göre Gümülcine merkez kaza-



mülcine'de 4 2 4 m ü s l ü m a n ve doksan al-



kaydedilmişti. XVI. yüzyılın ilk çeyreği-



sında 53.393 müslüman, 8401 Rum, 7506



tı hıristiyan h â n e vardı (yaklaşık 2500 ki-



nin sonlarına ait tahrir defterine göre



Bulgar, 712 yahudi ve 329 Ermeni vardı.



şi). Hıristiyanlar Romalılar'dan kalma ka-



bu sıralarda Gümülcine'de on altı mes-



Buna göre 1898'de kaza n ü f u s u n u n %



lede, b u g ü n hâlâ ayakta olan kilisenin



cid, beş zâviye ve dört muallimhâne bu-



76'sı müslümandı. Bu oran 1529'da % 62



etrafında oturmaktaydılar (istanbul Be-



lunmaktaydı. Kaledeki kilisenin



idi (BA, TD, nr. 167, s. 18). Gümülcine san-



lediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet,



menlerden, bahçelerden ve evlerden mü-



değir-



cağı genelinde ise müslümanların



da-



nr. 0.89, s. 35-36). XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde şehirde on altı müslüman mahallesi mevcut olup bunların t a m a m ı kale dışında yer almaktaydı (BA, TD, nr. 167, s. 7). Bizans'ın son döneminde nüfusunun



Gümülcine Saat Kulesi ve Şehreküstü Camii - Yunanistan



350-450 civarında olduğu tahmin edilen şehirde 1454'te doksan altı hıristiyan hânenin (yaklaşık 450 kişi) kaydedilmiş olması, buranın anlaşma



şartlarıyla teslim



alındığını ve sakinlerinin büyük çoğunluğunun yerlerinde kaldığını akla getirmektedir. 1454 tarihli Tahrir



DeÛerinde



Gü-



mülcine'de sekiz imam, iki müezzin, beş tekkenişin ve ahî teşkilâtında görevli bir kişinin adlarının bulunması, fetihten hem e n sonra İslâmî hayatın kurulduğunu göstermektedir. XVI. yüzyılın ilk yarısın-



269 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜLCİNE ha büyük çoğunlukta olduğu



görülür.



etmiş ve XX. yüzyılda eklenen beton kı-



1906-1907 nüfus sayımına göre nüfu-



sımları



sun 239.870'i m ü s l ü m a n , 28.614'ü Bul-



lardaki en eski İslâmî kitabelerden biri



gar, 21.545'i Rum, 1290'ı yahudi ve 493'ü



olan Gazi Evrenos devrinden kalma, ha-



kaldırmıştır.



Caminin,



GÜMÜŞ



Balkan-



Tarih boyunca daha ziyade para ve ziynet eşyası yapımında kullanılan değerli bir maden.



Ermeni idi. Bu rakamlardan müslüman-



sar görmüş Arapça kitâbesi bu restoras-



ların oranının % 82 olduğu anlaşılmak-



yon sırasında yerine konulmuştur. 1970'-



tadır (Karpat, s. 166). 1319 (1901-1902)



lere kadar Abdülhamid döneminin Os-



Kendine m a h s u s kirli beyaz bir rengi



tarihli Edirne



Gü-



manlı dış g ö r ü n ü m ü n ü koruyan kasaba



olup kolay işlenebilecek niteliktedir. Es-



mülcine kaza merkezinde 2381 h â n e ve



bu tarihten itibaren modernleşme süre-



ki çağlardan beri daha çok m a d e n î pa-



12.393 nüfus b u l u n d u ğ u n u zikretmek-



cine girmiş ve eski yapısını büyük oran-



ra kesiminde, fazla y u m u ş a k oluşundan



tedir. 1310 (1892) tarihli Edirne



da kaybetmiştir. Eski Osmanlı görünü-



dolayı kuyumculukta ve dekoratif eşya







imalinde önemli bir yeri olan g ü m ü ş İs-



Vilâyeti



yeti Salnâmesi'nde



Salnâmesi,



Vilâ-



Gümülcine merke-



zinde on c u m a camii, on beş mescid, iki



sadece çarşı semtinde



edilmektedir.



R u m kilisesi, bir Ermeni kilisesi ve bir



Tahrir



Defteri,



m e d e isimleri belirtilen camilerin çoğu



taplığı, Muallim



hâlâ ayaktadır. Antik eserler olarak Ro-



3 5 - 3 6 ; B A , TD,



Gazi Evrenos İmareti'nin üst duvarında R o m a d ö n e m i n d e n kalma bir kadın ba-



alanlan bulmuştur. İslâm dininin ortaya



İ s t a n b u l B e l e d i y e s i A t a t ü r k Ki-



ret yapan Kureyş tacirleri. Bizans'ın al-



nr. 7 0 ; nr. 1 6 7 , s. 7, 1 6 - 1 8 ; TK,



tın dinarlarından başka sadece g ü m ü ş



Les observatiorıs



de plusieurs



ha çok ipek. baharat vb. değerli şeyleri



Sainâ-



satın alıyordu. Sâsânîler'den başka Su-



(Melikoff), s. 101-124; Edirne



b u n u n en son örneklerden birine Gürnülcine'de rastlanır. I. Balkan Savaşı sırasında Gümülcine



Enverî,



(1310), s. 4 1 7 - 4 3 8 ; a.e.



Vilayeti



( 1 3 1 6 ) ; a.e.



(1319);



J. H. Schulze, Neugriechenland eine Landeskunde Ostmakedoniens und Westthrakiens mit Besonderer berücksichtigung der Geomorphologie, Kolonistensiedlung und V/irtschaftsgeographıe, G o t h a 1 9 3 7 , t ü r . y e r . ; K. G. A n d r e a d e s , The



lem Minority



Mos-



in Western Thrace, Thessaloni-



Bulgaristan tarafından işgal edildi. II.



ki



Balkan Savaşı ile I. Dünya Savaşı arasın-



Kenntnis



da kurulan ve kısa süren Gümülcine Müs-



b a d e n 1 9 5 6 , tür.yer.; M u h i d d i n Kocabıyık,



lüman Cumhuriyetinin başşehri olan Gümülcine. 1. Dünya Savaşı'nda yeniden Bulgarların eline geçti. Bu d ö n e m d e Gazi Evrenos İmareti kilise (Sveti Kral Boris) haline getirildi. Lozan A n t l a ş m a s ı n d a n sonra kasaba, etnik-dinî yapısını koru-



1 9 5 6 , t ü r . y e r . ; H. J . K i s s l i n g , Beitrâge



Thrakiens



mülcine



Tarihi Hakkında



durrahim



m î bimetalist geleneği yaşatılmıştır (bk. DIRHEMI. G ü m ü ş aynştınlarak kimya ve



Bırakılanlar



için-



t p alanında çeşitli amaçlarla da kullanıl-



Ter-



im östlichen Teil der Euro1864-1878, Freiburg 1976,



nan idaresi altında m ü s l ü m a n



östlichen



Teil der Europâischen



1912/13,



M ü n c h e n 1 9 8 3 , tür.yer.; K i a u s Kreiser,



artış



gösterdi: hıristiyan Bulgar unsuru ise iki dünya savaşı arası yıllarda yok oldu.



Territorialverıvaltung



im



Türkei,



1878-



Die Siedlungsnamen Westthrakiens nach amtlichen Verseichnissen und Kartenıuerken, Frei b u r g 1 9 7 8 , t ü r . y e r . ; F. d e J o n g , Names,



Reli-



Yahudiler de II. Dünya Savaşı sırasında



gious Denomination



Gümülcine'yi terkettiler.



ments ofWestern Thrace, Leiden 1980, tür.yer.; Kemal H. Karpat, Ottoman Population 1830-



B u g ü n Gümülcine yan yarıya müslü-



1914,



Madison



and Ethnicity of the Settle-



1 9 8 5 , s. 1 6 6 ; G . S. V o g i a t z i s ,



m a n Türk ve Ortodoks Yunan nüfustan



Die Anfange der Türkenherrschaft



in



oluşmaktadır. Osmanlı eserlerinden gü-



und



Wien 1987,



n ü m ü z e kadar ayakta kalabilenleri Gazi



t ü r . y e r . ; Filiz Y e n i ş e h i r l i o ğ i u , Türkiye



Evrenos Bey İmareti. Eskicami, Yenicami, II. A b d ü l h a m i d tarafından 1302 de



die



erste



ki Osmanlı



İSiederlassungen,



Thrakien Dışında-



Mimari Yapıtları, Ankara 1989, s.



2 2 7 - 2 2 8 ; G. 1. T h e o c h a r i d e s , " T h e H i s t o r y the



Thracians



and



the



rulan İslâm devletlerinde altın dinardan



(Ab-



tür.yer.;



nüfusu



hemini darbettirmiştir. Daha sonra kubaşka g ü m ü ş dirhemler basılarak İslâ-



1 9 7 6 , t ü r . y e r . ; H a n s J ü r g e n K o m r u m p f , Die



Die



bedildiği de bilinmektedir. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân ilk İslâm dir-



Gü-



ha, La region des Rhodopes aux XIIe et XIVe siecles, etüde de geographie historique, Athen



a.mlf.,



neğinin yanında g ü m ü ş dirhemlerin dar-



V/ies-



d e ) , İ s t a n b u l 1 9 7 5 , s. 1 3 - 5 1 ; C a t h e r i n e A s d r a c -



ritorialuerıvaltung pâischen Türkei,



riye'de ve Mısır'da altın para basma gele-



Bir Araştırma



Rumeli'nde



Dede,



zur



im 17. Jahrhundert,



m a k şartıyla Yunanistan'a bırakıldı. Yugiderek azalırken Yunan nüfusu



lanıyorlardı. Zengin g ü m ü ş yataklanna sahip olan İran g ü m ü ş dirhemleriyle da-



lar z a m a n ı n d a antik eserlerin kalıntılanıldığı bilinmektedir. Osmanlılar'da ise



et



Düstûrnâme



y a h a t n a m e , VIII, 8 5 - 9 0 ; mesi



singularites



para basan İran'ın dirhemlerini de kul-



Paris 1 5 5 5 , c h a p t e r I X ; Evliya Çelebi, Se-



şı b u l u n d u ğ u belirtilmektedir. Selçuklurının cami ve t ü r b e duvarlarında kulla-



d'out-



( e d . C h . S c h e f e r ) , Paris 1 8 9 2 ; P. B e l o n ,



choses,



çıkışı sıralarında İran ve Bizans'la tica-



s.



C e v d e t Y a z m a l a r ı , nr. 0 . 8 9 ,



TD, nr. 557; B. de la Broquiâre, Le voyage re-mer



J



lâm toplumlannda da çok geniş kullanım



BIBLIYOGRAFYA:



sinagogun b u l u n d u ğ u kayıtlıdır. Salna-



malılar'a ait kaleden bahsedilmekte ve



muhafaza



L



Cities



of



of



Komotine



mıştır. İslâm dünyasının büyük ölçüde g ü m ü ş üreten bölgeleri, antik dünyadan kalan coğrafî alanlar olup bunlann başında Orta İspanya geliyordu. Aynca İrmîniye, Kuzey İran ve Orta Asya çok önemli g ü m ü ş yataklanna sahipti. Kâbii d a ğ l a n ve Fergana'nın kuzeyindeki topraklar da iki büyük g ü m ü ş merkeziydi. Bu bölgeler m ü s l ü m a n l a n n darphânelerini



besliyor



ve aralıksız olarak dirhem basılıyordu. Abbasîler devrinde Fars. Horasan ve Kirm a n bölgelerindeki galen cevherlerinden g ü m ü ş elde edildiği, ancak V. (XI.) yüzyıldan sonra İslâm dünyasında



bir



g ü m ü ş kıtlığı baş gösterdiği ve g ü m ü ş eserlerden çoğunun



dirhem



basılmak



a n d X a n t h i as g i v e n b y Stilpon Kyriakides",



üzere eritildiği bilinmektedir. VI. (XII.)



lu Vezir Şerif Hasan Paşa'nın karısı Fat-



BS,



yüzyılın ikinci yansından itibaren g ü m ü ş



m a Hanım Türbesi'nin (1781) yanı sıra



vations o n t h e History of N o r t h e r n



(1884-85) yaptınlan saat kulesi, Rusçuk-



k ü ç ü k camiler ve sanat değeri yüksek olmayan çeşmelerdir. II. Dünya Savaşı'n-



II (1961), s. 3 2 3 - 3 2 9 ; M a c h i e l Kiel, " O b s e r -



d u r i n g t h e T u r k i s h R u l e " , a.e„



Greece



daha çok ziynet eşyası yapımında, t u n ç



X I I / 2 (1971), s.



ve pirinç eserlerin kakma tekniğiyle süs-



415-462; a.mlf., " T h e O l d e s t M o n u m e n t s Ottoman-Turkish



Architecture



in



the



of



Bal-



lenmesi ve t u n ç aynalann yaldızlanmasında



kullanılmıştır. Aynca



gümüşten



dan sonra Evrenos Bey Hamamı dinamit-



k a n s , T h e i m a r e t a n d t h e M o s c p ı e of



le havaya uçurulmuş ve Postinpûş (Pos-



Evrenos Bey in G ü m ü l c i n e a n d the Evrenos



tabak, tepsi, tas ve ibrik gibi kaplar imal



ti Poş) Baba Tekkesi de tahrip edilmiş-



Bey K h a n in Ilıca/Loura in Greek



ediliyordu. İslâmî devirdeki m a d e n sa-



tir. Diğer t a r a f t a n Yunan arkeoloji hizmetleri teşkilâtının Kavala şubesi İmaret Camii'ni aslına uygun olarak restore



STY,



Ghazi



Thrace",



XII (1983), s. 1 1 7 - 1 4 4 ; a . m l f . , " G ü m ü l d j i -



n e " , El2



Suppl.



(İng.), s. 3 2 9 - 3 3 1 .



B



MACHIEL KIEL



natı ustaları g ü m ü ş ü diledikleri şekilde saf olarak veya bilinçli g ü m ü ş alaşımları yaparak kullanmışlardır.



270



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



Ortaçağ'da



GÜMÜŞ altınla uğraşan sanat erbabının simgesi



m ü ş t e n eşya yapımı yasaklanır, hatta



ğerli eşya giderek b ü t ü n Akdeniz bölge-



güneş, g ü m ü ş l e meşgul olanlarınki ay,



bazan



kapatılmasına



sine yayıldı. Özellikle Osmanlı ülkesine



bakırcılarınkî ise çiçekti (Hârizmî, s. 147).



kadar gidilebilirdi. Bu işle " g ü m ü ş ya-



bol miktarda g ü m ü ş girdi. Bu d u r u m ,



Erken İslâm! d ö n e m tabak, tepsi ve tas-



sakçıları" veya sadece "yasakçı" deniien



b ü t ü n Avrupa piyasasını olduğu kadar



ları formları ve teknikleri, süsleme ko-



kimseler görevlendirilirdi. XVIII. yüzyıl-



Osmanlı piyasasını da derinden etkile-



nuları ve motifleri bakımından



di, iktisadî sıkıntılara yol açtı. Ayrıca Os-



simkeşhânelerin



Sâsânî



da sayıları sınırlı tutulan simkeş esnafı-



devri örnekleriyle yakın benzerlikler gös-



nın G ü m ü ş h a n e ve Espiye madenlerin-



manlı madenlerinin üretim maliyetinin



termektedir. H e m d â n î (ö. 334/945), al-



den g ü n d e 1 okka olan g ü m ü ş tahsi-



yüksek oluşu g ü m ü ş madeni ocaklarının,



tın ve g ü m ü ş madenlerinin çıkarılması



satları 266 g ü n hesabıyla darphâne ta-



hatta darphânelerin uzunca bir süre ka-



ve değişik amaçlarla kullanılmasıyla il-



rafından sağlanıyordu. Simkeş ustaları,



panmasına sebep oldu. Bu ocakların an-



senenin geri kalan günlerinde



gümüş



cak XVIII. yüzyılda yeniden açılması yo-



ihtiyaçlarını kendileri t e m i n etmeye ça-



lunda çalışmalar yapıldı. Zamanla gümüş,



lışırdı. Bu durumda simkeşhâne 366 ok-



para olarak darbedilme özelliğini kay-



bir eser yazmıştır.



ka (yaklaşık yarım ton) g ü m ü ş tel çekiyor-



beden bir m a d e n haline geldi.



İlk g ü m ü ş tasfiyesinin Anadolu'da yapıldığı t a h m i n edilmektedir. Selçuklular zamanında Anadolu'da Luluva (Ulukışla),



du. Gerek sanayi kuruluşları



üreten m a d e n ocaklarından, piyasadaki



ni'l-mâ'i'ateyn



ve'l-beydâ*



(nşr.



G ü m ü ş h a n e . Gümüşhacıköy, Kayseri'ye bağlı Sarız (Sarus) ve Kütahya yakınların-



kullanılmış g ü m ü ş t e n , yerli ve yabancı



v e trc. C h . Toll), ü p p s a l a 1 9 6 8 ; H â r i z m î ,



Mefâ-



g ü m ü ş sikkelerden sağlardı. XVI. yüzyıl-



tîhu'l-'ulüm,



daki G ü m ü ş ş a r ' d a (Gümüşşehir) g ü m ü ş m a d e n i çıkarılmaktaydı. Meşhur seyyah İbn B a t t û t a M e d î n e t ü g ü m ü ş ' ü (Gümüşhacıköy) ziyaret ettiğini, İraklı ve Suriyeli tüccarların gelip gittiği bu şehirde güm ü ş madeni b u l u n d u ğ u n u kaydeder (erRihle, s. 298). Coğrafyacı İbn Fazlullah elÖmerî de Moğollar'ın Anadolu'da bulunan G ü m ü ş h a n e ve Gümüşhacıköy'de 7 3 3 (1332-33) yılına kadar g ü m ü ş madenlerini işletmeye devam ettiklerini söyler (Mesâlikü'l-ebsâr, s. 182, 188, 191).



da ticaret için gelen yabancı tâcirlerin



gili teknik bilgileri ihtiva eden Cevhereteyni teyni



'1 - 'atîkateyni'l



mine'ş-şafrâ3



Kitâbü'l- mâ 3i ca-



ve'1-beyd.â3



adlı



Osmanlılarda g ü m ü ş , para basımı yanında sanayide, kuyumculukta, simkeşlik ve dokumacılık alanlarında kullanılan önemli bir madendi. İlk Osmanlı sikkesi ve Osmanlı para birimi olan akçenin g ü m ü ş t e n kesildiği bilinmektedir.



darphâneler h a m



maddelerini



gerekse



BİBLİYOGRAFYA:



gümüş



Kitâbü'l-Cevhereteyni'l-'atîkatey-



Hemdânî,



mine'ş-şafrâ5



K a h i r e 1 3 4 2 / 1 9 2 3 , s.



147-150;



Makrîzî, en-Nuküdü'l-İslâmiyye



(nşr. M. Ali



Bahrülulûm), Necef



tür.yer.;



1387/1967,



İbn



g ü m ü ş ve altın paralarını darphânelere



F a z l u l l a h e l - Ö m e r î , Mesâlikü'l-ebsâr:



g ö t ü r ü p yerli paraya çevirmeleri istenir-



yarındaki



di. Ancak daha sonra kapitülasyonlara



rı Ülkeler (trc. Yaşar Yücel, Çobanoğullan-Candaroğullan Beylikleri içinde), Ankara 1980, s.



konulan bir m a d d e ile, imtiyaz verilen devlet tacirlerinin buna zorlanamayaca-



Türklerin



Rum



Ellerinde



Di-



Bulundurdukla-



1 8 2 , 1 8 8 , 1 9 1 ; İbn B a t t û t a , er-Rihle,



Beyrut,



ğı karara bağlanmıştı. Tahta geçen pa-



ts. (Dâru Sâdır), s. 298; Kânûnnâme-i Sultanî ber-Müceb-l'Ûrf-i 'Osmânî (nşr. R. Anhegger —



dişah selefinin g ü m ü ş paralarını yasak-



Halil İnalcık), A n k a r a



layarak tedavülden kaldırırdı. Eski pa-



Târih



ralar darphânelere yollanır ve yeni padişah adına yeniden paraya çevrilirdi. Osmanlı Devleti sınırlan içinde birçok yerde g ü m ü ş madeni çıkarılırdı. Rumeli yakasında Moldova, Atina. Halkidiye,



1 9 5 6 , tür.yer.;



med Paşa, Zübde-i



Vekâyiât



(nşr. Abdülkâdir



Ö z c a n ) , A n k a r a 1 9 9 5 , s. 6 0 9 , 7 2 0 ; R. A n h e g -



ger, Beitraege zur Geschichte des Bergbaus im Osmanischen Reich, I Europâische Turkei, İstanbul 1 9 4 3 , s. 1 5 5 - 1 6 2 ; Ülker E r g i n s o y ,



lâm Maden Sanatının



s. 10; Saad al-Sadir, Arab and Islamic London 1981; M. Lombard, İlk Zafer



da. Breznik ve Semendire'de; Anadolu



da



ya, Bozkır, Keban ve Ergani gibi yerler-



İslâm



(trc. N e z i h



Uzel), İstanbul



Siluer, Yılların1983,



s.



ue



Ak-



1 0 4 - 1 0 8 , 1 6 4 v d . ; F. B r a u d e l , Akdeniz deniz



Dünyası



İs-



Gelişmesi, İstanbul 1978,



Kreşevo, Kratovo. Sreberniçe, Novoberyakasında ise en çok G ü m ü ş h a n e , Bal-



Selânikî,



(tpşirli), I-1I, t ü r . y e r . ; D e f t e r d a r Sarı Meh-



(trc. M e h m e t Ali Kılıçbay), İstan-



b u l 1 9 8 9 , I, 3 2 0 - 3 3 6 ; H i m m e t T a ş k ö m ü r ,



Os-



manlı



Tel



Osmanlı g ü m ü ş sikkesinin bol mikt a r d a bulunuşu, değeri ve yayılışı, kuru-



de g ü m ü ş madeni çıkarılır ve işletilirdi. Hemen her büyük m a d e n ocağının ya-



Çekme:



luş yıllarından itibaren bölgedeki diğer Türkmen beylikleri üzerindeki hâkimi-



nında bir d a r p h â n e çalışırdı. Bazı ma-



10 S o s y a l Bilimler E n s t i t ü s ü , s. 9 0 - 9 4 ; M . S a i d



den ocaklarından İstanbul'a sevkedilen



İmparatorluğunda XV-XIX



yy.



Polat, Anadolu



Simkeşlik



ve



( y ü k s e k l i s a n s tezi,



Selçuklularında



Ticarî



1990),



Hayat



( y ü k s e k l i s a n s tezi, 1992), M ü Türkiyat Araştır-



yet iddialarında ekonomik imaj açısından önemli bir rol oynamıştır. Osmanlılar'ın Balkanlar'a geçişinden sonra bu bölge-



gümüşlerin izlediği yolu. ocaklara uzak-



m a l a r ı E n s t i t ü s ü , s. 2 2 ; Fulya E r u z ,



Konuşan



lığına göre belli başlı şehirlerde alımla-



Maden,



Eserler



rı için konulan narh fiyatlarından anla-



Koleksiyonu,



lerdeki zengin g ü m ü ş merkezlerine yönelik faaliyetleri ve buraları ellerine ge-



m a k m ü m k ü n d ü r (Kâriünnâme-i



Dunlop, "Sources of G o l d a n d Silver i n i s l a m



çirmeleri iktisadî güçlerini daha da arttırmıştır. Fakat zamanla akçenin içindeki g ü m ü ş oranı ekonomik sebepler yüzünden d ü ş ü r ü l m ü ş t ü r .



Sultâ-



nı, s. 23). Altın ve g ü m ü ş gibi m a d e n ocaklannın işletilmesi büyük bir teşkilât işiydi. Devlet maden işletilen yerler halkını madenci, kömürcü, tomrukçu. nakliyeci sta-



Tombak



ve Gümüş



Madeni



i s t a n b u l 1 9 9 3 , s. 1 1 0 - 1 5 7 ; D. M .



A c c o r d i n g t o a l - H a m d â m " , Stl,



VIII (1957), s.



2 9 - 4 9 ; Halil Sahillioğlu, " O s m a n l ı P a r a Tarih i n d e D ü n y a Para ve M a d e n



Yeri (1300-1750)", Türkiye



rine Araştırmalar: Sayısı, DİA,



Hareketlerinin



İktisat



Gelişme Dergisi



Tarihi



Üze-



1978 Özel



A n k a r a 1 9 7 9 , s. 1 v d . ; a . m l f . , II, 2 2 4 - 2 2 7 ; a . m l f . , " A l t ı n " , a.e„



"Akçe", II, 533-



Fâtih Sultan M e h m e d zamanında güm ü ş akçeler hazine mevcudunun yüzde



t ü s ü n d e kabul ederek tekâlîf-i örfiyyeden m u a f tutardı. Osmanlı Devleti'nde



k i y e ' d e M a d e n l e r " , TAD,



yetmişine yakın bir b ö l ü m ü n ü teşkil etmekteydi. Osmanlılar'ın bimetalizmi be-



g ü m ü ş ocakları öteki maden ocakları gi-



A. S. E h r e n k r e u t z , " F i d d a " , £ / 2 ( t n g . ) , II, 8 8 3 .



nimsedikleri tarihten XVI. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen d ö n e m d e tedavül genellikle akçe ile oluyordu. G ü m ü ş



da elde edilen ve "simli kurşun" denilen



5 3 5 ; F a r u k S ü m e r , " S e l ç u k l u l a r D e v r i n d e TürIV (1989), s. 162-163;



bi iltizama verilerek işletilirdi. OcaklarS



DİA



m a d e n eritilerek k u r ş u n u n d a n ve varsa altınından aynlırdı. XVI. yüzyılın ikinci ya-







FIKIH. G ü m ü ş Kur'ân-ı Kerîm'de



madeninin kıt olduğu özellikle savaş zamanlarında g ü m ü ş ve kıymetli m a d e n



rısından itibaren Amerika'da keşfedilen



kıymetli m a d e n ve ziynet eşyası olarak



zengin g ü m ü ş yataklarından elde edilen



(fıdda) altı yerde, para birimi olarak da



ihracı, simli k u m a ş d o k u m a işi ve gü-



külçeler, bunlardan basılan para ve de-



(dirhem, varik) olarak da iki yerde geç-



271 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜŞ mekle birlikte g ü m ü ş l e ilgili herhangi



m ü ş ü n g ü m ü ş l e ancak eşit ağırlıkta ve



mişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki altın gibi gü-



bir hukukî h ü k ü m d e n bahsedilmez. Ba-



peşin olarak değişimine m ü s a a d e edil-



m ü ş ü n de kullanımına bazı sınırlamalar



zı âyetlerde insanların altına ve gümü-



miştir (Buhârî, "Büyû c ", 74-82; Müslim,



getirilmesi iktisadî hayata



şe aşırı düşkünlüğü, ancak bunların dün-



"Müsâkât", 81; Tirmizî, "Büyû c ", 23).



canlılık sağlamak, insanları lüks ve ihti-



kaynak ve



ya hayatının geçici menfaatleri olduğu



Hem bu hadisin hem de faizin illeti-



şamdan uzak tutmak, sosyal sınıflar ara-



(Âl-i imrân 3/14), altın ve g ü m ü ş ü birik-



nin ne olabileceği konusunda İslâm hu-



sındaki dengeyi ve huzuru k o r u m a k gi-



tirip de onu Allah yolunda harcamayan-



kuk doktrininde yer alan görüşlerin so-



bi çeşitli mülâhazaların ürünüdür.



ların elem verici bir azaba uğrayacakla-



nucu olarak g ü m ü ş l e g ü m ü ş ü n (veya al-



G ü m ü ş t e n zekât alınacağı hususu Ki-



rı (et-Tevbe 9/34), dünyada tavanları ve



tınla altının) peşin mübadelesinde her-



tap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Altın ve



merdivenleri, kapı ve koltukları gümüş-



hangi bir fazlalık faiz sayılırken altınla



g ü m ü ş ü , zekâtını vermeyerek biriktirip



ten olan evlere sahip olmanın bu haya-



gümüş



mübâdelede



yığanların azaba çarptırılacağı âyet (et-



tın geçici nimetleri olmaktan öte bir an-



miktarların farklı olmasının faiz sayıl-



Tevbe 9 / 3 4 , 35) ve hadislerde (Buhârî,



lam ve değerinin bulunmadığı (ez-Zuh-



mayacağı ifade edilmiş, vadeli mübâde-



"Zekât", 3; "Müslim", "Zekât", 24; Ebû



ruf 43/33-34) bildirilir. Diğer bazı âyet-



lede ise bedeller ister aynı cinsten ister



Dâvûd, "Zekât", 32) belirtilmiştir. Diğer



lerde ise iyi kullar için cennette g ü m ü ş



ayrı cinsten, ister eşit isterse farklı ol-



madenlerden ancak ticaret malı olduk-



kaplar, g ü m ü ş işlemeli kâseler, g ü m ü ş



sun faizin cereyan edeceği, sadece ödünç



ları z a m a n zekât alındığı halde altınla



bileziklerden söz edilerek (el-İnsân 7 6 /



akdinde bedellerin eşit olması şartıyla



g ü m ü ş bu maksatla kullanılmasalar da



15-16, 21) dünyada insanların bildikle-



faizin söz konusu olmayacağı görüşü be-



zekâta tâbidir.



rinden hareketle âhiret hayatı tasvir edil-



nimsenmiştir (bk. FAİZ).



mektedir. Yine Kur'an'da Hz. Yûsuf ve Ashâb-ı Kehf kıssaları anlatılırken güm ü ş para kullanımından bahsedilir (Yûsuf 12/20: el-Kehf 18/19). Hadislerde, değerli m a d e n ve süs eşyası olarak güm ü ş ü n yer almasının yanı sıra bu madenin çeşitli maksatlarla



kullanımının



dinî-hukukî h ü k m ü , g ü m ü ş l e yapılan ticarî işlemlerin faizle bağlantısı veya güm ü ş ü n zekâtı gibi şer'î konularda da birt a k ı m açıklamaların yapıldığı ve bu ikinci grup hadislerin bir hayli fazla olduğu görülür (bk. Wensinck, el-Mucem,



"fdd"



md ). Bu hadisler, g ü m ü ş l e ilgili olarak İslâm h u k u k literatüründe yer alan görüş ve tartışmaların da kaynağını ve ana malzemesini teşkil etmiştir.



arasındaki



peşin



Altınla g ü m ü ş ü n nisablarını tayin için



Altın ve g ü m ü ş ü n ev eşyası ve süs eş-



kıymetlerine değil ağırlıklarına bakılır.



yası olarak çeşitli maksatlarla kullanıl-



G ü m ü ş t e n zekât verilmesi için onun ni-



ması konusunda getirilen sınırlamalar



sab miktarı olan 200 dirhem



ve bu iki madenin kullanımının zaruri



ulaşması şarttır. Ağırlık birimi olarak 1



ağırlığa



ihtiyaçlara ve istisnaî durumlara bağlan-



dirhemin metrik sistemde kaç g r a m a



ması, temelde altın ve g ü m ü ş ü n toplum-



tekabül ettiği konusunda uzmanlar ara-



da para olarak kabul görmesi ve iktisa-



sında t a m bir görüş birliği bulunmamak-



dî hayatın vazgeçilmez bir tedavül vası-



la birlikte (bk. DIRHEM), 1 dirhemin me-



tası olmasıyla açıklanabilir. İslâm hukuk



selâ 3,207 g r a m olduğundan



doktrininde diş doldurma ve kaplama



edilirse yaklaşık 640 g r a m g ü m ü ş zekât



hareket



gibi zaruri bir ihtiyaç b u l u n d u ğ u n d a ve-



nisabı sayılır ve b u n u n 1 / 4 0 nisbetinde



ya kadınlar için ziynet olarak altın ve gü-



zekâtının verilmesi gerekir. Kadınların



müşün



kullanılması



meşrû



görülmüş,



erkeklerin g ü m ü ş t e n m â m u l yüzük ve



süs eşyası olarak kullandıkları



gümüş



ve altına zekât gerekip gerekmeyeceği



m ü h ü r gibi eşyaları kullanması da altı-



hususu tartışmalıdır. Hanefîler'e, Sevrî



nın aksine m u b a h kabul edilmiştir. Fa-



ve Evzâî'ye göre takılardan zekât vermek



kihler, Hz. Peygamber'in altın ve g ü m ü ş



gerekir. Mâlikî, Şâfıî ve Hanbelîler'e göre ise gerekmez (ayrıca bk. ALTIN; ZEKAT).



İslâm h u k u k u n d a g ü m ü ş , özellikle ha-



kaptan yiyip içmeyi, ipek giymeyi ve ipek



dislerde ele alınış tarzına bağlı kalına-



sergi üzerinde oturmayı yasaklayan ha-



rak para olması, zekâta tâbi tutulması



disinden (Buhârî, "Eşribe", 28, "Et c ime",



ve g ü n l ü k hayatta kullanılmasının câiz



29; Müslim, "Libâs", 4, 5) ve aynı paralel-



olup olmaması açısından ele alınmış ve



deki diğer hadislerden hareketle g ü m ü ş



kât", 3; Müslim, "Müsâkât",



çok yerde altınla birlikte diğer maden-



kaplardan y e m e içmenin, diğer bir ifa-



4 , 5 , " Z e k â t " , 2 4 ; E b û D â v û d , " Z e k â t " , 3 2 ; Tir-



lerden farklı hükümlere tâbi tutulmuş-



deyle g ü m ü ş t e n yapılmış t a b a k , kaşık,



mizî, " B ü y û c " , 2 3 ; M â l i k b. Enes,



BİBLİYOGRAFYA: W e n s i n c k , el-Mucem,



netü'l-kübrâ,



81, 84,



"Ze-



"Libâs", el-Müdeuue-



K a h i r e 1 3 2 4 , I, 2 4 5 , 2 4 6 ; Tabe-



tur. Altınla g ü m ü ş ü n temel özelliğinin



bıçak gibi ev eşyasının kullanımının ka-



para birimi



olarak kullanıl-



dın erkek ayırımı yapılmaksızın h a r a m



rî, Câmi'u'l-beyân, sâs, Ahkâmul-Kur'ân,



maları olduğu konusunda klasik d ö n e m



olduğu görüşündedir. Yine fakihlerin ço-



zîrî, el-Mezâhibü'l-erba'a



İslâm hukukçuları arasında görüş birliği



ğ u n l u ğ u kap kaçak, bardak gibi g ü m ü ş



rahsî, Mebsût,



vardır. Onların bu kanaati, g ü m ü ş ü n de



eşyanın evde bulundurulmasını da câiz



altın gibi paslanmaz, y u m u ş a k ve küçük



görmezken bazı âlimler, diğer g ü m ü ş



parçalara bölünebilir olması



sebebiyle



süs eşyası gibi bunları da bulundurmak-



para birimi olmaya elverişliliği ve değe-



ta m a h z u r görmemişlerdir. Ayrıca mus-



(semeniyyet)



" f d d " m d . ; B u h â r î , "Bü-



y ü ' " , 74-82; "Eşribe", 28, " E f i m e " , 29,



Kahire 1954, X, 118; CesBeyrut, ts., II, 106; Ce( K a h i r e ) , II, 1 5 ; Se-



II, 191, 192; XII, 115, 137; Ebû



B e k i r İ b n ü ' l - Â r a b î , Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 1 0 7 9 ; K â s â n î , Bedâ'i', V , 1 3 2 ; M e r g i n â n î , el-Hidâye, 5 8 - 6 1 ; İbn K u d â m e ,



II, 9 3 0 ;



B e y r u t 1 9 7 4 , II, 1 6 ; K a h i r e 1 9 3 7 , IV,



el-Muğnî,



7 5 - 7 7 ; III, 3 ; K u r t u b î , el-Câmi',



Riyad



1 9 8 1 , I,



VIII, 1 2 6 ; Mev-



ri kendi ağırlığıyla ölçülen kıymetli bir



haf, kılıç, bıçak vb. eşyanın gümüşle süs-



sılî, el-İhtiyâr,



m a d e n oluşunun yanı sıra insanların bu



lenmesi câiz görülmüş, g ü m ü ş k a k m a



VI, 1 4 3 ; Şirbînî, el-İknâc



( B ü c e y r i m î , Tuhfe



için-



yöndeki ortak kabul ve uygulamasına



veya g ü m ü ş suyuna batırılmış kapların



da dayanır. Altın ve g ü m ü ş ü n para ol-



kullanılmasının câiz olup olmadığı konu-



de), I, 104; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, rut, ts., II, 34; IV, 42, 115; Elmalılı, Hak



BeyDini,



sunda ise farklı görüşler ileri sürülmüş-



III, 2 5 2 0 ; H a y r e d d i n K a r a m a n , Günlük



Hayatı-



m a özelliği veya para deyince akla bu iki madenin gelmesi dolayısıyladır ki al-



tür. Genel olarak Hanefîler bunu câiz sa-



5 4 , 5 5 ; Y û s u f e l - K a r d â v î , Fıkhü'z-zekât,



tın ve g ü m ü ş h e m borç faizinin h e m de



yarken diğerleri g ü m ü ş ü n az miktarda



rut 1 9 8 1 , I, 2 4 0 - 2 4 2 ; A. S. E h r e n k r e u t z , " F i d d a " ,



alışveriş faizinin cereyan ettiği malların



veya ihtiyaç sebebiyle kullanılması ha-



başında yer almış, meselâ hadiste gü-



linde câiz olacağı yönünde görüş belirt-



mızda



El2



Helaller



I, 112; İbn Nüceym,



Haramlar,



(İng.), II, 8 8 3 ; Mu.Fİ,



Bahrü'r-râ'ik,



İstanbul 1979, s. 48,



I, 8 4 - 9 3 ; Mu.F,



BeyI, 117-



1 1 9 ; X X X I I , 1 6 1 - 1 7 0 . ı—ı



272 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



M



O S M A N ESKİCİOĞLU



GÜMÜŞHANE GÜMÜŞ KOZAK (bk. KOZAK). L



F



J



GÜMÜŞHANE Karadeniz bölgesinin doğu bölümünde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.



L



J



Doğu Karadeniz'deki Zigana dağlan ile Gümüşhane dağlarını birbirinden ayıran ve güneydoğu - kuzeybatı doğrultusunda akarak Karadeniz'e ulaşan Harşit çayının yerleştiği dar bir vadide, deniz seviyesinden yaklaşık 1150 m. yükseklikte kurulmuştur. Şehrin kurulduğu yerin önemi, yakınında bulunan ve işletilmesi oldukça eski dönemlere kadar giden gümüş yataklarının varlığına dayandığı gibi bir taraftan da bu yerin eski bir ulaşım ekseni üzerinde bulunmasından kaynaklanır. Zira Doğu Karadeniz kıyılarının önemli liman şehri olan Trabzon'u İran Azerbaycanı'na bağlayan tarihî yol, Karadeniz kıyılarını Trabzon'un doğusunda terkettikten sonra Değirmendere vadisinin hazırlamış olduğu doğal koridordan faydalanarak içeriye dalmakta, kıyının gerisinde duvar gibi yükselen Zigana dağlarını aynı adı taşıyan geçitle aştıktan sonra (2030 m. yükseklikte olan Zigana Geçidi'nin yerine günümüzde daha alçak seviyelerde dağı delen Zigana Tüneli kullanılmaktadır) Harşit vadisini takip etmektedir. Gümüşhane ve çevresi bu yol ile kolaylıkla Bayburt'a bağlanmakta, ardından Kop Geçidi (2300 m.) vasıtasıyla Doğu Karadeniz dağlarının ikinci sırası da aşılarak Erzurum'a ulaşılmakta, daha doğuda Aras vadisinin oluşturduğu tabii kulvar izlenerek İran'a geçilmektedir. Bu yoldan Gümüşhane'de ayrılan bir



diğer yol da güneydeki dağları başka bir geçitle (Sipikor Geçidi) aşarak şehri Erzincan'a ve buradan da ülkenin öteki bölgelerine bağlamaktadır. Gümüşhane yöresinin eski tarihi ve şehrin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Bununla birlikte şehrin ilk kurulduğu yerin, yukarıda belirtilen alanda olmadığı ve iki defa yer değiştirdikten sonra bugünkü mevkiine yerleştiği bilinmektedir. Gümüşhane ilk defa, günümüzde Canca adıyla bilinen ve bugünkü şehrin kuzeybatısında bulunan mahallenin olduğu yerde kurulmuştu. Bütün eski kaynakların tasvirlerine göre gümüş yatakları da bu mevkide bulunuyordu. Bu sebeple şehrin adı Türk kaynaklarında Canca biçiminde geçmektedir (Uzunçarşılı'nın eserinde Çanice, Osmanlı Tarihi, IV/2, s. 577). Evliya Çelebi'ye göre Büyük İskender'in hakimlerinden Philikos tarafından bu yörede gümüş madenleri bulunduktan sonra eski Canca Kalesi onarım görmüş ve şehrin önemi artmıştır. İskender döneminden sonra Pontus Devleti'nin, daha sonra da Roma İmparatorluğu'nun sınırları içine giren Canca Kalesi, bu imparatorluğun ikiye ayrılmasından sonra da Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kaldı. Gümüşhane yöresi, Bizans'ın idarî birimlerinden olan Khaldia "tema'sı içinde yer alıyordu. Bu ad, Ortaçağ İslâm kaynaklarından İbn Hurdâzbih ve Kudâme b. Ca'fer'in eserlerinde Haldiye veya Hâlidiyât şeklinde geçmektedir. Bizans döneminde de fonksiyonu, işletilen maden yataklarına bağlı kalan şehre "gümüş şehri" anlamında Argyropolis adı verildi (Winfield, XII, 168). VII. yüzyıl sonları ile VIII. yüzyıl başlarında yöreye müslüman Araplar'ın akınları ulaştı. Şehir müslümanlarla Bizans-



lılar arasında birkaç defa el değiştirdi. Harşit vadisi ve bu arada Canca Kalesi (Gümüşhane) Selçuklular'ın en erken ulaştığı yerler arasındadır. Tuğrul Bey döneminde Selçuklular'ın Bizans'a karşı kazandığı ilk zafer olan Pasinler ovasındaki savaştan (18 Eylül 1048) sonra Gümüşhane dolayları geçici de olsa bir süre Türkler'in elinde kaldı (Turan, Selçuklular Tarihi, s. 122). Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'nı kazanmasından sonra Erzincan yöresine hâkim olan Emîr Mengücük Gazi, Gümüşhane dolaylarını zaptederek Erzincan imaretine bağladı. Anadolu Selçukluları zamanında Gümüşhane, Harşit vadisinden geçerek Maçka'ya kadar ilerleyen Melik 11. Gıyâseddin Keyhusrev ve atabeği Mübârizüddin Ertokuş kumandasındaki kuvvetler tarafından ele geçirildi (Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, s. 361). Moğol istilâsı başladıktan sonra Anadolu'nun birçok yeri gibi Gümüşhane ve çevresi de İlhanlılar'ın hâkimiyeti altına girdi. İlhanlılar'ın saltanat kavgasına düşerek kuvvetlerini kaybettikleri sırada ise Gümüşhane komşusu Bayburt gibi Celâyirliler'in idaresine geçti. XIV. yüzyılın ilk yarısında merkezi önceleri Sivas, daha sonra Kayseri olan Eretnaoğullan'nın hâkimiyetini tanıdı. Ardından Kadı Burhâneddin, Akkoyunlular, Karakoyunlular arasında el değiştirdi; zaman zaman da Trabzon Rum Devleti'nin idaresine girdi. Fâtih Sultan Mehmed'in bu devlete son vermesi üzerine de Osmanlı topraklarına katıldı. Fakat bu hâkimiyet uzun sürmedi. 1467'de Gümüşhane yöresi Akkoyunlular tarafından ele geçirildi. Akkoyunlu hâkimiyeti 1473 yılında Fâtih Sultan Mehmed'in Otlukbeli Savaşı'nda Uzun Hasan'ı yenilgiye uğratmasıyla son buldu. Bu tarihten sonra şehir kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine geçmiş oldu. Osmanlı idaresi altında Gümüşhane önceleri Erzurum, daha sonra Trabzon beylerbeyiliklerinin sınırları içerisinde bulunuyordu. Meselâ Kâtib Çelebi'nin Cihannümâ' sında şehir Erzurum'a bağlı, Evliya Çelebi Seyahatnâme'sinde ise Trabzon eyaleti içinde gösterilmektedir. Canca civarında gümüş yataklarının işletilmesine Osmanlı döneminde de devam edilmiştir. Hatta burada gümüş sikkeler basıldığı da bilinmektedir. Fâtih Sultan Mehmed, madenle uğraşan halkı vergiden muaf tutarak onları gümüş madenlerini işletmeye teşvik etmişti. Böylece madenci nüfusunda artış meydana geldi. Kanünî Sultan Süleyman dö-



273 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜŞHANE



Gümüşhane evlerine bir örnek



neminde şehrin yerindeki ilk değişiklik gerçekleşti; yeni g ü m ü ş yataklanna daha yakın olan mevkide Süleymaniye Camii adı verilen bir cami ile bu cami çevresinde elli kadar evin inşası emredildi. Bu şekilde günümüzde Süleymaniye mahallesi ya da Eski Gümüşhane adı verilen şehrin temelleri atılmış oldu. Bunun üzerine Canca sönükleşmeye, yeni kurulan ve muhtemelen bu dönemde Gümüşhane adı verilen şehir gelişmeye başladı. Bu şehir, Harşit ırmağına sol taraftan karışan Musallâ deresinin yamaçlarında ve bugünkü Gümüşhane'ye 4 km. kadar uzaklıkta kurulmuş, mahalleleri 1400-1500 m. yükseklikler arasında amfiteatr şeklinde yayılmıştı. Gümüşhane'den çıkan gümüş ve bakır hükümet tarafından satın alınarak gümüş kısmı darphâneye, bakır tophâneye gönderilir, bakırın fazlası da dışarıya gitmemek şartıyla ülke içinde sarfedilirdi. Buradan çıkan gümüş, sikke kesmek üzere ülkenin başka darphânelerine gönderildiği gibi Gümüşhane'de de sikke kesilmekteydi. İsminin Gümüşhane olarak değiştirilmesine rağmen bu sikkelerde hâlâ Canca adının da kullanıldığı dikkati çeker. Kanûnî Sultan Süleyman (926/1520) ve onun ardından gelen iki padişah da Gümüşhane'de sikke kestirmişlerdi (II. Selim döneminde 974 11566-67] ve III. Murad döneminde 982 11574-751 tarihli). Kâtib Çelebi Cihannümâ' sında Gümüşhane'den "azîm ve m â m u r " bir kasaba olarak söz eder. 1647 yılında buraya gelen Evliya Çelebi de maden yataklarının zenginliğini anlatıp bazısı kapalı, bazısı işleyen yetmiş g ü m ü ş madeni ocağı bulunduğunu, bu tarihte darphânesinin çalışmadığını, fakat üzerinde Canca yazılı sikkeler gördüğünü söyler.



Evliya Çelebi'nin şehri ziyaret ettiği yıllardan önce sona eren IV. Murad dönemi (1623-1640), şehrin yeni yerinde en fazla geliştiği dönemlerden biri olmuştur. XVIII. yüzyılda burada maden çıkarılması ve aynı yüzyılın ilk yarısında güm ü ş sikke darbı sürdürülmüştür. 1130 (1718) ve 1143 (1730-31) tarihlerini taşıyan sikkelerde artık Canca adının kullanılmadığı, Gümüşhane isminin geçmeye başladığı görülmektedir. Şehrin önemi XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir. Devlet idaresinin Gümüşhane'ye ve çevresindeki madenlere verdiği önem, zaman zaman buradan Tophâne-i Âmire için bakır getirilmesine, darphâneye güm ü ş gönderilmesine, Gümüşhane madenlerinden çıkan gümüşün dışarıya satılmamasına, buradaki madenlerin sermayesine ve madenlerde çalışan işçilere dair hükümler göndermesinden de anlaşılmaktadır. Ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısında III. Mustafa döneminde (17571774) su dolan maden ocakları Fransa'dan getirtilen aletlerle de çalıştırılamayınca şehir canlılığını yitirmeye başlamıştır. XIX. yüzyılın başlarına gelindiğinde maden yatakları giderek tükendi. 1829 yılındaki Osmanlı-Rus harbi esnasında Rus kuvvetleri Gümüşhane'ye ulaşamadılarsa da çok yakınındaki Hart ovasına kadar geldiklerinden Gümüşhane bu savaştan etkilendi; nüfusun ve özellikle madencilikle uğraşan gayri müslim nüfusun önemli bir kısmı ülkenin başka yerlerine göç etti. Bu da madenciliğin ve şehrin gerilemesine, nüfusunun azalmasına yol açtı. Aynı yüzyılın ortalarında yörenin ormanlarının tükenmesi sonucu yakıt sıkıntısı da buna eklenince maden işletmesi durduruldu (de Planhol, IX/34, s. 260). XIX. yüzyılda maden ocaklarının önemini kaybettiği, 1847 yılında Gümüşhane'yi ziyaret eden Batılı seyyahlardan Hommaire de Hell'in bu konuya hiç temas etmemesinden de anlaşılmaktadır. Hommaire de Hell Harşit vadisinin tabanını kaplayan meyve bahçelerinden, bu bahçelerdeki meyvelerin çeşitliliğinden söz etmekte, bahçelerden toplanan armutların İstanbul'a kadar gönderildiğini yazmaktadır. 1869'da yöreye uğrayan Theophile Deyrolle de buraya adını veren gümüşlü kurşun madenlerinin işletilmesinin hemen hemen terkedilmiş olduğunu, Gümüşhane'nin meyve ticaretinde önemli bir rol oynadığını belirterek şehirden san-



dıklarla Trabzon, Erzurum ve hatta İstanbul'a armut, daha yakın çevreye ise kiraz gönderildiğini belirtmektedir. O yıllarda Gümüşhane şehrinin 800 kadar hâneden oluştuğunu ifade eden seyyah, meyve ticaretinden sonra önemli etkinlik olarak çanak çömlek yapımının geliştiğini ve her yıl sarı, yeşil ve kırmızı sırlı 30-40.000 testi imal edildiğini yazmaktadır. Gümüşhane'de deri ticaretinin de günden güne geliştiğini söyleyen Deyrolle, şehrin pazarında az miktarda ayı, kurt, tilki, vaşak, sansar ve samur postlarının satıldığını ilâve ederek Gümüşhaneliler'in avcılıktaki maharetlerini dile getirmektedir. Tanzimat döneminde 1867 yılındaki düzenleme ile Osmanlı idarî teşkilâtında eyalet sisteminden büyük vilâyet sistemine geçilince Gümüşhane Trabzon vilâyeti içinde bir sancak merkezi haline geldi. 1870 tarihli Trabzon Vilâyeti Salnâmesi'ne göre şehirde on dört mahalle içinde 920 hâne bulunmakta ve bu hânelerde toplam 2357 nüfus yaşamaktaydı. Yine aynı kaynağa göre o yıllarda Gümüşhane'de imalât etkinliği olarak tiftik çorap ve ayak yemenisi, ayrıca meşin ve sahtiyan gibi ürünler üretilmekte ve bunlar Gümüşhane'nin ihtiyacını karşıladıktan sonra ihtiyaç fazlası olarak ülkenin başka bölgelerine de gönderilmekteydi. XIX. yüzyılın ilk yarısında terkedilen ve kapatılan gümüş madeni ocakları için 1883'te son bir denemeye girişildi ve maden işletmesi ecnebi bir şirkete verildi. Daniel Pappa et Co. şirketi burada 1888'e kadar çalıştı (Kovertko, s. 283-300). Fakat bu son teşebbüste de hâsılatın işletme masrafını karşılamadığı görüldüğünden faaliyet tamamıyla durduruldu. Bunun üzerine önemi çevresindeki madenlerin varlığına dayanan yerleşme merkezi yavaş yavaş 4 km. ötedeki Harşit vadisine kaydı. Önceleri bu vadi boyunda bahçeler ve meyvelikler arasına serpiştirilmiş yazlık evler sıralanırdı. Zamanla bu kesimde Trabzon'u Erzurum'a bağlayan işlek yolun (Trabzon-Erzurum-İran transit yolu) kenarında önce ticaret, sonra da bir yönetim merkezi doğdu. Böylece Gümüşhane'nin ikinci defa yer değiştirmesi gerçekleşmiş oldu. XX. yüzyılın başlarında 1320 (1904) tarihli salnâmeye göre şehirde 3240'ı müslüman olmak üzere 5930 nüfus yaşamaktaydı. 19 Temmuz 1916-28 Şubat 1918 tarihleri arasına rastlayan Rus işgalinden sonra eski Gümüşhane'nin çöküşü iyi-



274 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜŞHANE ce hızlandı. 1. Dünya Savaşı'nm ardından yeni şehirde henüz resmî daireler inşa edilmeğinden idarî binalar olarak Harşit vadisinde eskiden beri mevcut yazlık konaklardan faydalanıldı. 1922 yılında h ü k ü m e t konağı yapılınca idare burada çalışmaya başladı. Bundan sonra k o n u t sayısı da arttı. 1922'de dört beş konak ve birkaç handan ibaret olan Gümüşhane zamanla büyüdü (Kutlutan, s. 57). Tek ana caddenin kenarında ticarethaneler sıralanmaya



başladı



ve bunları



öteki



fonksiyonların çoğalması takip etti. Cumhuriyet döneminden sonra da b ü t ü n ticaret ve yönetim etkinliği Harşit vadisindeki yeni Gümüşhane'de toplandı. İmparatorluğun sonlarına doğru Trabzon vilâyetinden ayrılarak müstakil bir sancağın merkezi olan G ü m ü ş h a n e



şehri



Cumhuriyetin ilk yıllarında vilâyet merkezi d u r u m u n a getirildi. 1927 yılında yapılan ilk sayımda nüfusu henüz 3000'i bile bulmayan (2549 nüfus), ilk defa 1960'ta SOOO'i (5312), 10.000'i (12.440) geçebi-



da (Süleymaniye, Karaer, Hasanbey, Kar-



mii'dir. Eski şehirde b u n u n dışında bazı



len, 1975 sayımında biraz gerileyerek



şıyaka, İnönü, Bağlarbaşı, Eskibağlar, Çam-



minare kalıntıları da vardır.



11.166'ya inen, 1985'te 22.067'ye yük-



lıca, Hacıemin, Canca, Yenimahalle) şehir



şehir yeni olduğundan önemli tarihî eser



selen ve 1990 sayımında 26.014'ü bulan



merkezine en uzak olanı, şehrin ilk ku-



bulunmaz. Eskibağlar mahallesiyle İnö-



G ü m ü ş h a n e şehri, b u g ü n Harşit çayının



rulduğu Canca mahallesiyle (günümüz-



nü mahallesi arasında yer alan kilise-



dağlar arasına g ö m ü l m ü ş vadisi boyun-



deki merkeze doğru çizgi ile 3,8 km. uzak-



den bozma Emîrler Camii ile Hasanbey



ca bahçeler arasına serpilmiş gevşek do-



lıkta) ikinci defa taşındığı Süleymaniye



mahallesinde 1925-1930 yılları arasın-



kulu mahalleler halinde uzanır. Şehrin



mahallesidir (günümüzdeki merkeze doğ-



da kâgir olarak inşa edilen Kemaliye Ca-



Erzurum istikametinden gelindiğinde ilk



ru çizgi ile 3,6 km.). Bu iki mahalle de



mii belli başlı eserlerdendir.



mahallesi olan Bağlarbaşı'ndan Trabzon



Harşit çayının sol yamacında bulunur.



1970 yılında



doğrultusundaki çıkışında bulunan Mes-



Yapılan bir araştırmaya göre Gümüş-



Bugünkü



G ü m ü ş h a n e şehrinin merkez olduğu G ü m ü ş h a n e ili Trabzon, Bayburt, Erzin-



citli köyü yakınına kadar olan uzunluğu



hane'de oluşturulan sermayenin



12 kilometreyi bulur. Yalnız bu uzanış



1987 ve 1988 yılları itibariyle % 83'ü Gü-



kez ilçeden başka Kelkit, Köse, Kürtün,



süreklilik göstermez. Yer yer iskâna el-



m ü ş h a n e dışındaki faaliyet sahalarında



Şiran ve Torul adlı beş ilçeye ayrılmıştır.



verişsiz dik eğimli alanlar şehir yerleş-



kullanılmıştır (Yıldız, s. 396). Bunun so-



6575 k m 2 genişliğindeki G ü m ü ş h a n e ili-



1986,



can ve Giresun illeriyle kuşatılmıştır. Mer-



mesini parçalara böler. Harşit çayının sağ



nucu olarak da Gümüşhane şehrinde ya-



nin 1990 sayımına göre nüfusu 169.375,



yakası yerleşmeye daha uygundur. Bu



kın yıllara gelinceye kadar sanayi etkin-



nüfus yoğunluğu ise 26 idi.



sebeple şehrin en toplu kesimini mey-



likleri gelişmemiştir.



dana getiren, resmî binaların çoğunun toplanmış bulunduğu Hasanbey mahallesi de ırmağın sağ yakasında yer alır. Erzurum'u Trabzon'a bağlayan transit yolu ırmağın sol kıyısını takip eder. Bu yolla buna paralel olarak sağ kıyıda uzanan Atatürk caddesini birleştiren Köprübaşı kesimi resmî binaların yoğunlaştığı yerdir. Doğu-batı doğrultulu Atatürk caddesi ve b u n u n batıya doğru devamı olan Cumhuriyet caddesiyle bu caddelere kavuşan kuzey-güney doğrultulu yan yollar üzerinde de ticaret alanları yoğunlaşmıştır. Yalnız bu merkezî kesim dışındaki mahalleler, arazi yapısı gereği belirli aralıklarla kurulduğu için her birinde k ü ç ü k alış veriş merkezleri vardır. G ü n ü m ü z d e mevcut mahalleler arasın-



Son yıllarda G ü m ü ş h a n e ' n i n



Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait 1995 meyve



yılı istatistiklerine göre il ve ilçe merkez-



ürünlerini değerlendirmek üzere bir mey-



lerinde kırk dört, kasabalarda sekiz ve



ve suyu ve marmelat fabrikası kurulmuş-



köylerde 422 olmak üzere t o p l a m 4 7 4



tur. Özellikie elma üretiminin yoğun ol-



cami bulunmaktadır. İl merkezindeki ca-



duğu yörede elma suyu elde etmek ama-



mi sayısı ise on dokuzdur.



cıyla kurulan bu işletme, sonraki yıllar-



BİBLİYOGRAFYA:



da kuşburnu suyu ve marmelatı üreti-



İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik



mine yönelmiştir. Aynı fabrika daha son-



1 0 8 ; K u d â m e b. C a ' f e r . el-Harâc



ra poşette kuşburnu çayı ve ayrıca kızıl-



2 5 4 ; K â t i b Çelebi, Cihannümâ,



cık, böğürtlen ve alıç reçelleri üretimi-



Çelebi, Seyahatnâme,



ne de geçmiştir. Gümüşhane'de bulunan bir başka önemli kuruluş, ürünlerini yurt



mineure,



yiidir.



fa



lisi Eski G ü m ü ş h a n e (Süleymaniye) mahallesi denilen kesimde bulunan ve bu mahalleye adını veren Süleymaniye Ca-



s. 4 2 3 ; Evliya



II, 3 4 ; Ch. Texier, A s / e



Trabzon'dan



Erzurum'a



R. E k r e m K o ç u ) , İstanbul, ts., s. 2 7 - 3 4 ; zon



Vilâyeti Nûri



s.



( d e G o e j e ) . s.



Paris 1 8 6 2 , s. 5 9 2 ; C u i n e t , I, 1 2 3 ; T.



Deyrolle, 1869'da



dışına da gönderen konfeksiyon sanaŞehrin tarihî eserleri arasında en önem-



ue'l-memâlik,



Salnâmesi



Paşa,



(trc. Trab-



(1322), t ü r . y e r . ; M u s t a -



Netâyieul-uuküât



(nşr.



Neşet



Ç a ğ a t a y ) , A n k a r a 1 9 8 0 , lil-IV, 1 2 9 ; N a m ı k Ta-



ğudar, Gümüşhane Vilâyeti, Gümüşhane 1936; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 253, 254; a.mlf., Osmanlı Tarihi, N/2, s. 577-578; Karal, Osmanlı Tarihi, VI, 128, 129; Ahmed Refik



275 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜŞHANE [Altınay], Osmanlı



Deurinde



Türkiye



Madenle-



Kronoloji,



Erzincan-Gü-



IV, 403; Osman Yalçın,



müşhane,



İstanbul



1961; Osman



çuklular Tarihi ue Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 122; a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1984, s. 361; Artuk, İslâmî Sikkeler Kataloğu, II, 511, 533, 5 4 5 , 6 2 9 , 6 3 8 ; S a b r i Ö z c a n S a n , Rusların



Gü-



200'den



t ü s ü M u h a m m e d el-Menûtî, Şeyh Cev-



Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden, âlim ve mutasavvıf. L



Hüseyin Camii'nde



fazla talebeye hadis okuttu. Mısır müf-



(1813-1893)



Sel-



Turan,



Seyyidinâ



G Ü M Ü Ş H Â N E V Î , Ahmed Ziyâeddin



ri, İstanbul 1 9 3 1 , s. VIII, 2 7 , 3 6 , 4 1 ; D a n i ş m e n d ,



det, M u h a m m e d et-Tantâvî, Şeyh Mustafa es-Sâidî ve Şeyh Rahmetullah elI



Gümüşhane'nin Emîrler mahallesinde



Hindî'ye hilâfet verdi. Aralarında Kastamonulu Hasan Hilmi,



müşhane ilini İşgali, Ankara 1987; a.mlf., "Gü-



doğdu. Babasının adı Mustafa'dır. 1822'-



Safranbolulu



müşhane Müstakil Sancağmdaki



de ailesinin ticaret y a p m a k için gittiği



Ömer Ziyâeddin, Tekirdağlı Mustafa Fey-



Trabzon'da Şeyh Osman Efendi ve Şeyh



zi, Lüleburgazlı Mehmed Eşref Efendi gi-



Hâlid es-Saîdî gibi âlimlerden sarf, na-



bi huzur dersi muhatap ve mukarrirliğine



hiv ve fıkıh dersleri aldı. 1831'den son-



kadar yükselmiş âlimlerin de bulunduğu



Mahalleler



A i l e l e r v e ( E f s a n e l e r , H i k â y e l e r ) " , Geçmişte



ue



Günümüzde Gümüşhane Sempozyumu (1317 Haziran 1990), Ankara 1991, s. 119-140; a.mlf., Trabzon Salnâmelerinde Gümüşhane Sancağı, Gümüşhane, ts., s. 14, 16, 103; Ab-



İsmâil



Necâtî,



Dağıstanlı



raki bir tarihte amcasıyla birlikte ticarî



116 kişiye hilâfet vererek Nakşibendiy-



amaçla İstanbul'a gitti ve bir daha Trab-



ye tarikatının Hâlidiyye kolunun yayılma-



zon'a dönmedi. Beyazıt Medresesi'nde



sında önemli bir rol oynayan Gümüşhâ-



Yapıla-



dinî ilimleri tahsil ederken adı tesbit edi-



nevî 13 Mayıs 1893'te vefat etti ve Sü-



rı, A n k a r a 1991, s. 3 2 , 3 6 5 ; M e t i n Tuncel, "Tür-



lemeyen bir şeyhe intisap etti. Bu zatın



leymaniye Camii hazîresine defnedildi.



kiye'de Yer Değiştiren Şehirler ve



ö l ü m ü n d e n sonra tahsilini M a h m u d Pa-



Gümüşhânevî zâhirî ilimlerin tahsiline



şa Medresesi'nde sürdürdü. Sultan Ab-



önem vermiş, halifelerinde her şeyden



d ü l k e r i m Ö z a y d ı n , " S a l t u k l u l a r " , Doğuştan



Gü-



nümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, VIII, 158; Musa Çadırcı, Tanzimat



dolu Kentlerinin



Sosyal



Döneminde



Ana-



ue Ekonomik



h a n e Ö r n e ğ i " , Geçmişte



müşhane Sempozyumu



Gümüş-



ue Günümüzde



Gü-



(13-17 Haziran



1990),



dülmecid'in hocası Hâfız M e h m e d Emin



önce ilmî yeterliliğin bulunmasını



Not",



Efendi ile II. M a h m u d ' u n hocası Abdur-



koşmuştur. Dergâh mensupları arasın-



İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, sy. 20-21, İstan-



r a h m a n Harpûtî gibi devrin önde gelen



da bir yardımlaşma ve borç sandığı ku-



bul 1 9 7 7 , s. 121, 1 2 2 ; E r c ü m e n t K u r a n . " C u m -



âlimlerinin öğrencisi oldu.



rarak ev ve iş yerlerinde âtıl duran men-



A n k a r a 1 9 9 1 , s. 2 9 - 3 3 ; a . m l f . , " T ü r k i y e ' d e Y e r Değiştiren



huriyet



Şehirler H a k k ı n d a



Devrinde



Bir İlk



Gümüşhane'nin



Sosyal,



şart



Geçmiş-



İstanbul'daki tahsil hayatı boyunca ta-



kul servetleri bu sandıkta toplatmış, bu



te ve Günümüzde Gümüşhane Sempozyumu (13-17 Haziran 1990), Ankara 1991, s. 23-27;



savvufî çevrelerle münasebetini sürdü-



para ile bir matbaa kurarak basılan eser-



Ekonomik



Ilgar



ve



Kültürel



Kırzıoğlu,



Gelişmesi",



"Gümüşhane



P l a n l a m a Ç a l ı ş m a l a r ı " , a.e.,



Kentinin s. 4 7 - 5 3 ;



İmar Rıdvan



ren Gümüşhânevî, 1845 yılında Üsküdar



lerinin ücretsiz dağıtımını



Alaca Minare Tekkesi'nde Hâlidiyye ta-



Aynı sermayeden tahsis edilen 500'er



sağlamıştır.



ve



rikatını yaymaya çalışan Şeyh Abdülfet-



altınlık vakıflarla İstanbul, Bayburt, Ri-



s. 5 5 - 6 7 ; Fah-



t â h el-Ukârî ile tanıştı. Ona intisap et-



ze ve Of'ta dört büyük k ü t ü p h a n e ku-



r e t t i n Kırzıoğlu, " O s m a n l ı T a p u - T a h r i r v e M ü -



m e k istediyse de Ukârî, kendisini irşad



rulmuştur.



himme



etmeye İstanbul'a gelecek başka bir şey-



Dinî ilimleri ö ğ r e n m e ve sünnete uy-



hin yetkili olduğunu söyleyerek dostluk-



m a konusu üzerinde hassasiyetle duran



Kutlutan, " G e ç m i ş t e n B u g ü n e G ü m ü ş h a n e G e l e c e ğ e A i t D ü ş ü n c e l e r " , a.e.,



Türk



Defterlerinde



Boy/Oymak



Gümüşhane



Hatıraları



ve



Bölgesi Madenler



Ü z e r i n e H ü k ü m l e r d e n Ö r n e k l e r " , a.e., 77;



Gülyüz



Uslu, " G ü m ü ş h a n e ' n i n



v e T u r i s t i k D e ğ e r l e r i " , a.e., şim



Karpuz,



Özellikleri",



"Gümüşhane a.e.,



larının sohbet ve samimiyet sınırları için-



Gümüşhânevî, tekkesinde hadis okut-



Hâ-



de devam etmesini istedi. Gümüşhâne-



maya ağırlık vermiş, böylece Gümüşha-



Mimari



vî daha sonra, Alaca Minare Tekkesi'nde



Yılmaz,



neli Dergâhı bir dârülhadis hüviyeti ka-



Trablusşam m ü f t ü s ü diye meşhur olan



zanmıştır. Tekkelerde görülen yozlaşma-



Tarihçesi



s. 1 4 1 - 1 5 3 ; Evlerinin



s. 1 5 5 - 1 8 3 ; O s m a n



"Gümüşhane'nin



s. 69-



Sanayi Faaliyetleri ve



Po-



t a n s i y e l i " , a.e., s. 2 8 7 - 3 0 5 ; R a m a z a n Özey, " G ü m ü ş h a n e ve Çevresindeki Kırsal lerin



Başlıca



Coğrafi



Sorunları



Yerleşmeve



Çözüm



Y o l l a r ı " , a.e., s. 3 2 1 - 3 2 2 ; A t a m e r Y a r o l , " G ü müşsü



Fabrikasının



A r a ş t ı r m a " , a.e.,



Sorunları



Üzerine



Bir



s. 3 8 7 ; R ı f a t Yıldız, " B ö l g e s e l



Hâlidî şeyhi A h m e d el-Ervâdî'ye intisap etti. 1848 yılında M a h m u d Paşa Medresesi'ndeki



hücresinde



gerçekleştirdiği



iki halvetten sonra Ervâdî'den aldı. Levâmitu'l-Cukûl



hilâfet



adlı eserinde "ta-



D e n g e s i z l i k ve G ü m ü ş h a n e ' d e n Z e n g i n Böl-



rîkaten Nakşibendî, meşreben Şâzelî" ol-



g e l e r e A k a n S e r m a y e " , a.e.,



d u ğ u n u söyleyen Gümüşhânevî, Nakşi-



Ekonomideki V.



s. 3 9 3 - 4 0 1 ; Tu-



Pir — H a m i t A y t e k i r , Kuşburnuculuk



ran



Yeri, Gümüşhane 1994, s. 46-47; Simli



Kurşun



Madenleri", Maden Tetkik ve Arama



Enstitü-







Kovenko,



ue



Mecmuası,



"Gümüşhane'nin



sy. 3-4, A n k a r a 1941, s. 2 8 3 - 3 0 0 ;



D. VVinfield. " A Bordes



Note



on the



of t h e E m p i r e



South - eastern



of T r e b i z o n d



in



the



çerçevesinde yoğunlaşan bir irşad faaliyeti sürdürdü. 1859'da Cağaloğlu'ndaki Fatma Sultan Camii'ni tekke haline getiren Gü-



XII,



müşhânevî (1957 yılında istimlâk edilerek yıkılan tekkenin arsası üzerinde bugün



cipes



d'une



geographie



Studies,



urbaine



mineure", Reuue geographique



Defterdarlık binası bulunmaktadır), 1863'te sarayın tahsis ettiği özel bir gemiyle



(Fr.), II, 1 1 3 9 ; M u s t a f a A y d ı n , " G ü m ü ş -



ve m u h t e m e l e n resmî bir görevle hac-



h a n e T a r i h i " , TDA, lih



l'Asie



"Gümüsh-khâ-



4 , N a n c y 1 9 6 9 , s. 2 6 0 ; a . m l f . , n e " , El2



de



de Test, IX/3-



Çubukçu.



sy. 5 6 (1988), s. 6 1 - 7 9 ; Sa-



"Gümüşhane



ve



Çevresindeki



T a r i h i K a l ı n t ı l a r ı n K o r u n m a l a r ı v e Restorasy o n l a r ı i l e İ l g i l i D ü ş ü n c e l e r " , DTCFD,



XXXIV/



1-2 (1990), s. 3 8 7 - 3 9 3 ; B e s i m Darkot, " G ü m ü ş h a n e " , İA. IV, 8 3 6 - 8 3 7 .



ca gitti. 1877'de Şeyhülharem-i Nebevî M e h m e d Emin Paşa'nın kızı Havvâ Seher Hanım'la evlendi. Aynı yıl ikinci defa hacca gitti. Hac dönüşü İstanbul'a gelmeyip üç yıl kadar Mısır'da kaldı. Tanta



ı—ı M



Ziyâeddin Gümüshânevi'nin Süleymaniye



hazîresindeki mezarının bas ve ayak taslan - istanbul



bendiyye ve Şâzeliyye'nin usul ve âdâbı



L o n d o n 1 9 6 2 , s. 1 6 8 ; X a v i e r d e P l a n h o l , " P r i n -



Thirteenth Century", Anatolien



Ahmed



METIN TUNCEL



ve Kahire'de Nâsıriye, Câmiu'l-Ezher ve



276 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



Camii



GÜMÜŞHÂNEVÎ TEKKESİ ya karşı çıkmış, ulemâ ve meşâyih ara-



1968), Câmicül-mütûn,



sındaki anlaşmazlıkları birleştirici bir ta-



İ'tikadı



Câmi'u'l-



vırla gidermeye çalışmıştır.



uşûl adlı eseriyle tarikatlara ait evrâd



lanmıştır.



1276), Rûhül-'ârifîrı



1275), Mecmûcatü'l-ahzâb



(1-111, İstan-



bul 1311), Kitâbü'l-'Ârifîn mâ ' i '1 - erba cîn



(İs-



(İstanbul fî esrâri



kenarında, II, 550-569). Hadis. ehâdîs* (İstanbul 1275),



Râmûzü'l-



Levâmicu'l-cukûl



(I-V, İstanbul 1292, Râmûzul-ehâdîş'in hi), Ğarâ'ibü'l-ehâdls tâ'ifü'l-hikem



şer-



(İstanbul, ts.), LeHadîş-i



(İstanbul 1275),



Erba'în



(İstanbul 1290). Ahlâk.



ğâfilîn



(İstanbul 1268),



limîn



es-



(Mecmu catü'l-ahzâb' ın



Necâtü'l-



Devâ'ü'l-müsNetâ'icü'l-ihlâş



(İstanbul 1290),



1, vr. 329=-329 b ; Hüseyin



Harîrîzâde. Tibyân, Vassâf, Sefîne,



Eserleri. Tasavvuf. Câmicu'l-usûl* tanbul



BİBLİYOGRAFYA:



- ahzâb'ı onun bu özel-



liğini ortaya koymaktadır.



Sünnet



Günel, İstanbul 1986, 4. bs.) adıyla yayım-



ve ahzâbın derlenmesinden meydana gelen Mecmû'atü'l



Ehl-i



(trc. Abdülkâdir Kabakçı — Fuat



II, 185-187; M u h a m m e d b. Süley-



man el-Bağdadî, Hadîkatü'n-nediyye



tarîkati'n-Nakşibendiyye diyye,







âdabi



ve'l-behceti'l-Hâli-



Kahire 1 3 1 0 ; M u s t a f a Fevzi b. N u ' m â n ,



Hediyyetul-hâtidîn fî menâkıbi kutbi'l-ârifîn Meutânâ Ahmed Ziyâüddîn b. Mustafa el-Gümüşhâneuî,



Menâkıb-ı



İstanbul 1313; a.mlf.,



Haseniyye,



İstanbul 1 3 2 7 ; M. Z â h i d Kevserî, İr-



ğâmü'l-merîd, İstanbul 1328; a.mlf., rul-ueeîz fî mâ yebteğihi'l-müsteeîz, 1360; Kasım Kufraiı, Nakşibendiliğin şu



ve



Yayılışı



et-TahrîKahire Kurulu-



Ahmed Ziyâüddin,



Gü-



İstanbul 1984;



Hamid Algar, "A Brief History of t h e N a q s h b a n d î O r d e r " , Naqshbandis,



İstanbul - Paris 1990,



s. 3 3 ; B u t r u s A b u - M a n n e h , " S h a y k h



Ahmed



(İstanbul 1290). Fıkıh ve Akaid.



Câmi'u'l-



Ziyâ'üddın el-Gümüşhanevî a n d the Ziyâ'i-



menâsik



(İstanbul



KhSlidî Suborder", Shi'a



calâ



ahseni'l-mesâlik



1289), Câmi'u'İ-mütûn el-cÂbir



fi'l-erışâr



(İstanbul 1273),



ve'l-muhâcir



(İstan-



bul 1276), M a t l a b ü ' l - mücâhidin çe, el-'Âbir'in



ibaret Risâletün müceddid



(Türk-



kenarında). Bir sayfadan makbûle







hakkı'l-



ile vasiyetlerini ihtiva eden



fism



islam,



Sects



and



Su-



|ed. F. De )ong), ütrecht 1992, s. 105-117;



Ahmed Ziyâüddîn Bildirileni



Gümüşhanevî:



Sempozyum



haz. N e c d e t Yılmaz), İstanbul 1 9 9 2 ;



H o c a z â d e A h m e d Hilmî, " M e v l â n â A h m e d Zi-



y â ü d d i n e l - G ü m ü ş h â n e v î " , Cerîde-i



Sûfiyye,



nr. 8-24, İstanbul 6 Zilkade 1 3 3 0 / 1 3 2 8 r„ s. 68 ; D e m e t r i o Giordiani, " U n i c i t â



dell'esisten-



za e Unicitâ della visione in un'opera



dello



iki sayfalık Türkçe metin el- zÂbif in ke-



Shaykh Diyâ ad-Dîn Gümüşhkhânelı",



islam:



narında yer almaktadır.



Storia



Eserlerini Arapça olarak kaleme alan Gümüşhânevî'nin Câmi'ül-uşûFü lîler ve Tarikatlarda



Usûl adıyla Rahmi



Rûhül-Cârifîn'\



Vuslat



Ehli



ve



tarafından tercüme edilmiştir. zü'l-ehâdîs'm



X / 3 , Roma 1991, s. 91 -97.



hânevî (ö. 1893) tarafından Fatma Sultan Camii'ne 1859'da meşihat konulması sonucunda teşekkül etmiştir. Günüm ü z e kadar ulaşmayan yapı, tekkeye d ö n ü ş t ü r ü l d ü k t e n sonra da cami olarak kullanılmaya devam edilmiş, batı yönüne 1875'te harem ve selâmlık bölümlerinin eklenmesiyle bir tarikat kuruluşunun gerektirdiği mimari b ü t ü n l ü ğ e kavuşmuştur. Cami-tevhidhâne, Hükümet Konağı sokağı ile Gümüşhaneli sokağının kavşa-



İRFAN G Ü N D Ü Z



ğındaki k ü ç ü k bir avlunun gerisinde yer almakta, tuğla örgülü babalara oturan



F



G Ü M Ü Ş H Â N E V Î TEKKESİ



n



^



İstanbul Bâbıâlî'de Nakşibendî-Hâlidî tekkesi.



^



İlâhî



Aşk adıyla Rahmi Serin (İstanbul 1978)



e Civiltâ,



S



Ve-



Serin — R a m a z a n Nazlı (İstanbul 1977),



O l a n m a h f i l i n i n e s k i b i r f o t o ğ r a f ı (Semavi Evice fotoğraf arşivi)



( d o k t o r a tezi, 1949), İÜ Türkiyat



Araştırma Merkezi, nr. 3 3 7 ; İrfan G ü n d ü z ,



müşhânevî



Gümüshânevî Tekkesinin Fatma Sultan Camii ile bağlantılı



demir parmaklıkların sınırladığı bu avlu, basit bir kapı ile Hükümet Konağı sokağına açılmakta, arsanın batı kesimin-



Râmû-



de mevcut diğer tekke bölümleri ise kapısı Gümüşhaneli sokağına bakan ve bir



biri aynı adla (trc. Naim



İstanbul valiliği karşısında, H ü k ü m e t



şadırvanla donatılmış olan diğer bir av-



Hadisler



Konağı sokağı ile Gümüşhaneli sokağı-



lunun (tekke avlusunun) çevresinde yer al-



(trc. Lutfi Doğan — M. Cevad Ak-



nın kavşağında yer alan ve Nakşibendî-



maktaydı. Bu kesimin kuzeydoğu köşe-



şit, İstanbul 1982) adıyla iki tercümesi var-



liğin Hâlidî koluna bağlı tekkelerin en



sinde bulunan iki katlı ahşap harem bi-



dır. Necâtü'l-ğâfilîn,



Kur-



önemlisi olan bu kuruluş, Nakşibendî-



nası cami-tevhidhâneye bitişiyor, bunun



tuluş Yolu (trc. A. Kemal Saran, İstanbul



Hâlidî şeyhi Ahmed Ziyâeddin Gümüş-



Erdoğan, İstanbul 1976), diğeri Deryâsı



Gafillerin



gerisinde, cami-tevhidhânenin batı duvarına bitişen t e k katlı ahşap bina selâmlık birimleriyle derviş hücrelerini barındırıyordu. Tekke avlusuna girildiğinde sağ köşede k ü ç ü k bir şadırvan bulunmaktaydı. Gümüşhânevî Tekkesi, tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar faaliyetini s ü r d ü r m ü ş t ü r . Gümüşhânevî'nin vefatından sonra tekkenin postuna Şeyh Hasan Hilmi Efendi, Şeyh İsmâil Necati Efendi, Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi ve Tekirdağlı Şeyh Mustafa Feyzi Efendi oturmuşlardır. Cumhuriyet döneminde kadro harici camiler arasına katılan tekke binaları bir m ü d d e t İstanbul valiliği jandarmalarının yatakhanesi ve elbise deposu olarak kullanıidık-



277 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜMÜŞHÂNEVÎ TEKKESİ



r



t a n sonra 1957'de yol açma ve Defterdarlık binasının yapılması gerekçesiyle yıktırılmıştır (ayrıca bk. FATMA SULTAN CAMİİ).



İlâhî emir ve yasaklara aykırı fiil ve davranışları ifade eden bir terim.



BİBLİYOGRAFYA: Zâkir



Mecmûa-i



Şükrü.



Tekâyâ



(Tayşi),



GÜNAH



J



s.



Zi-



Farsça bir kelime olan ve sözlükte "suç"



İ s t a n b u l 1 9 8 4 , s. 5 2 - 5 7 ; S e m a v i Eyi-



anlamına gelen g ü n â h , dinî bir kavram



ce, " İ s t a n b u l ' u n K a y b o l a n E s k i E s e r l e r i n d e n :



olduğu için kutsal ve tabiat üstü varlık



29; İrfan Gündüz, Gümüşhânevî yâüddîn, Fatma



Sultan



Camii



ve



Ahmed



Gümüşhaneli



gâhı", Prof. Dr. Sabri F. Ülgener'e



Der-



alanlarıyla bağlantılıdır. Kutsallığına ina-



Armağan, Sul-



nılan tabiat üstü varlık veya varlıklar din



III, 2 7 3 - 2 7 4 ; T. Z a r c o n e .



müessesesinin temel unsurları arasın-



" R e m a r q u e s sur le r ö l e socio - p o l i t i q u e et la



da b u l u n d u ğ u n d a n b ü t ü n dinlerde gü-



filiation historique des şeyh N a k ş b e n d î



nah kavramı mevcuttur. Kutsalın söz ko-



İ s t a n b u l 1 9 8 7 , s. 4 7 5 - 5 1 1 ; a . m l f . , " F a t m a t a n C a m i i " , DBİst.A,



l a T u r q u i e c o n t e m p o r a i n e " , Naqshbandis M.



Gaboriau



v . d ğ r ), i s t a n b u l - P a r i s



407-420; Butrus Abu-Manneh, med



Ziyâ'üddîn



and



Sufism



105-117;



1990,



M.



Baha



Tanman,



nusu olduğu her yerde kutsalla ilgili emir



s.



Ah-



ve yasaklar manzumesinin bulunması da



the



tabiidir. Günah, bu emirlerin yerine ge-



Sects



tirilmemesi veya yasakların çiğnenme-



1 9 9 2 , s.



siyle ortaya çıkan ve dinî, ahlâkî ve vic-



and



İslam,



( e d . F. D e J o n g ) , ü t r e c h



T e k k e s i " , DBİst.A,



(ed.



"Shaykh



el-Gümüşhânevî



Ziyâ'i-Khâlidi Suborder", Shfa



dans



"Gümüşhânevî



danî açıdan sorumluluk gerektiren bir



III, 4 4 8 - 4 4 9 .



olgudur. Beşerî kanun ve kuralların çiğS



nenmesi suç olarak adlandırılırken dinî



M . BAHA TANMAN Gümüşlü Kümbet - Erzurum



r



GÜMÜŞLÜ



alandaki hata ve aşırılıklar g ü n a h olarak nitelendirilmektedir. Dinle bağlantılı



KÜMBET



olan g ü n a h kavramının muhtevası, hem (bk. OSMAN GAZİ TÜRBESİ).



dinlerdeki ulûhiyyet kavramına hem de



L



insanların bu ulühiyyetle münasebetle-



r



GÜMÜŞLÜ



KÜMBET



Erzurum'da Karskapı dışındaki meydanda tahminen XIV. yüzyıla ait kümbet. L



J



miştir. Mukarnaslı sivri kemer içine alın-



rine göre dinden dine değişebilmekte-



mış iki adet pencere ile aydınlanan küm-



dir (Eün., XII, 661).



betin alt katındaki cenazelik b ö l ü m ü ise



Büyüye dayanan ilkei kavimlerde gü-



üç havalandırma menfezi ve yukarıdaki



nah "büyü usul ve erkânına saygı göster-



sanduka kısmına açılan bir delikle ay-



m e m e k " veya "cemaatin düzenine karşı



dınlanmaktadır.



kusur işlemek" ya da "tabunun çiğnen-



Evliya Çelebi'ye göre adını kubbesinin



Bütün bu özellikleriyle Üç Kümbetler,



mesi" şeklinde anlaşılıyor, böylece sihir



g ü m ü ş l e kaplı olmasından, diğer bir ri-



Karanlık Kümbet ve Râbia Hatun Küm-



ve onun etrafında gelişen kült günahın



vayete göre ise konik külâhında büyük



beti gibi Erzurum'daki diğer mezar anıt-



objesini oluşturuyordu. Bu t ü r topluluk-



bir g ü m ü ş parçası asılı olduğu için al-



larıyla büyük benzerlikler gösteren Gü-



larda günahın t o p l u m u n diğer fertlerini



mıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı



müşlü Kümbet XIV. yüzyılın başlarına ta-



etkilediği kabul edildiğinden derhal dinî



sırasında bu gümüşlerin Ruslar tarafın-



rihlendirilebilir.



bir merasimle giderilmesi gerekiyordu.



dan g ö t ü r ü l d ü ğ ü rivayet edilir.



Çok sağlam bir yapıya sahip olduğu



Dinin kaynağını ve otoritesini tabiat



için bir zamanlar su deposu olarak da



üstü ruhî güçlerde bulan zihniyette gü-



kalktığından mimarı ve bânisi hakkında



kullanılan yapı son yıllarda



nah, üstün dünyanın güçlerine karşı iş-



bilgi bulunmamaktadır. Evliya Çelebi, o



eski g ö r ü n ü m ü n e kavuşturulmuştur.



Yapının



kitabesi



tamamen



ortadan



d ö n e m d e mevcut olan lahdin üzerinde "Sultan M a h m u d " ibaresini okuduğu için yanlış olarak Gazneli M a h m u d ' u n burada yattığını söylemiştir. Arşiv belgelerinden hareketle burada zâviye şeyhi Köse Gıyâseddin Dede'nin g ö m ü l ü olduğu ileri sürülmüştür.



onarılarak



BİBLİYOGRAFYA: Evliya Ç e l e b i , Seyahatname,



II, 2 1 9 ; A b d ü r -



rahim Şerif Beygu, Erzurum: Tarihi, Anıtları, Kitabeleri, İstanbul 1936, s. 142; Konyalı, Erzurum Tarihi, s. 415; Oktay Aslanapa, Anadolu'-



da İlk Türk Mimarisi, Başlangıcı



ve



yapı itinalı bir işçilik gösterir. Köşeleri üçgen yüzeyler şeklinde pahlanmış kare



Gelişmesi,



A n k a r a 1 9 9 1 , s. 1 0 8 ; M e h m e t Ö z e l , " E r z u r u m d a S e l ç u k l u D e v r i E s e r l e r i " , Kültür



Tamamıyla kesme taştan inşa edilen



ve



Sanat,



DOĞAN



YAVAŞ



sy. 5, İ s t a n b u l 1 9 7 7 , s. 1 7 3 .



çeler ve yuvarlak kemerlerle bölümlere ayrılarak hareketlendirilmiştir. Konik külâhın hemen altında, Erzurum'daki mezar anıtlarında sıkça kullanılan, kırmızı renkli taşlardan zencirek motifi işlen-



kahramanların oluşturduğu bu toplumlarda zamanın periyodik olarak tekrarı telakkisine bağlı olarak g ü n a h t a n arınm a törenleri yapılmaktadır. Politeist dinlerde ise günah, birçok tanrıya karşı işlenmiş bir saygısızlık ve dinî törenin ihlâlinden ibarettir. Bu t ü r inançlarda günahın silinmesi için dinî bir kefaret ta-



H



bir kaide üzerine oturan onikigen gövdesi, duvarlara yapıştırılmış ikiz sütun-



lenmiş hata anlamına gelmektedir. Kültürel kaynaklarını efsanevî olgular ve



lep edilir (Kılıç, s. 75-77). Eski Ön Asya'da g ü n a h kavramı, Sü-



GÜMÜŞTEGİN



GAZİ



(ö. 497/1104) Haçlılar'a karşı verdiği mücadelelerle tanınan Dânişmendli hükümdarı (bk. DÂNİŞMENDLİLER).



m e r ve Asur-Bâbil kültürlerinde oldukça ciddi bir şekilde işlenmiştir. Hem Sumerler'de hem de Bâbil ve Asurlular'da günahın tanrılara karşı yapılan hatalardan oluştuğuna



inanılmakta, t ü r ü



ne



olursa olsun şeytanî ve kötü güçlerin in-



278 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH sana musallat oluşuyla ilgili kabul edilmektedir. Bu kültlerde sosyal suçlar bile ilâhî güçlere isyan duygusuyla pekiştirilmiştir. Sumerce'de günah için kullanılan iki kelime vardır. Bunlardan ag-gig daha çok "bir kutsalı çiğnemek", sebida ise daha geniş anlamda "ilâhî olan bir şeyi ihlâl etmek" anlamına gelmektedir. Sumerler'de ag-gig veya sebidanın cezaî müeyyidesi daha çok dinî kefaret törenleriyle ilişkilidir. Aslî günah fikrinin bulunmadığı Sumerler'de insanın potansiyel günahkârlığına ve bu potansiyel günahın nesilden nesile geçtiğine inanılır (ER, XIII, 327). Bâbil-Asur kanunlarında bütün suçlar dinî günah sayılmakla birlikte sırf dinî suçlar, dünyevî cezalandırmanın yanında dinî bir kefâreti de gerektirmektedir. Dinî suçlar tanrılara hakaret, onlarla ilgili olan şeyleri yapm a m a k ve tapınmaya dair hatalardan oluşmaktadır. Hırsızlık, zina gibi doğrudan ilâhlarla ilişkisi olmayan suçlar da tanrıların emirlerine uyulmaması sebebiyle bu kapsama dahildir. Günahın ve cezasının nesilden nesile geçtiği inancı dolayısıyla Asur-Bâbil kültüründe günahın toplumsal yönü oldukça önemlidir. Bu sebepledir ki günah işleyen kişi arınıncaya ve bedelini ödeyinceye kadar toplumdan tecrit edilir (ERE, II, 531-532; a. e., V, 637-640). Bütün Sâmî dillerde dünyevî suçlar annu (amu) adını alırken günah için fiil olarak hata, isim olarak da hittu (hitutu) kelimeleri kullanılmaktadır.



"Yasakları



çiğnemek" anlamındaki ikkibu veya anzill kelimelerinin kullanıldığı da görülür. Sumerler'de olduğu gibi Asur-Bâbilliler'de de günahın temel sebebinin şeytanî güçler olduğu kabul edilmektedir. Herhangi bir günahın cezası sadece dünyevî müeyyide ile sınırlandırılmamakta, kişinin aynı zamanda birtakım kefâret yöntemleriyle şeytanî güçlerden de arındırılması gerekmektedir. Anadolu'da yaşamış olan Hititler'de günah dinî yapıya baş kaldın olarak kabul edilmiştir. Büyücülük, tanrıların sunusunu çalmak vb. doğrudan dinle ilgili olan günahlar ölüm cezasını gerektirdiği gibi yine bu çerçevede ele alınan zina da ölümle cezalandırılırdı. Günahın nesilden nesile intikal edeceği inancı Hititler'de de yaygındı, dolayısıyla günahın toplumsal yönü oldukça ağır basmaktaydı (Dinçol, XII 119901, s. 90-91). İran geleneğinde günah kavramı Tanrı fikri, ahlâk ve insanların iyiyi veya kö-



tüyü seçme yeteneğine sahip oluşları inancı ile alâkalıdır. Buna göre Tanrı insanlara iyiyi veya kötüyü seçmeleri için hür bir irade vermiştir. Kötüyü seçmek, gerçekte Tann'nm emrettiği şeyi reddetmek anlamına gelir. Böylece günah, iradî bir şekilde Tann'nm emrine uymamakla bağlantılıdır. Darius ve ondan sonra gelenlere ait yazılarda günahın Tanrı yolundan uzaklaşma ile aynı şey olarak düşünüldüğü görülmektedir. Darius, "Ey insan! Ahuramazda'nın emirlerini hor görme; doğru yoldan aynlma; günah işleme" demektedir (ERE, XI, 562). İran dininde günah hem kefâreti hem de hukukî müeyyideyi gerektirmektedir. İran dini öbür dünyadaki yargılanmaya da önem verir ve bazı günahların cezasını öteki dünyaya bırakır. Kefâreti yerine getirilmeyen günah katlanarak devam eder. Bütün günahlar kefâretle temizlenebilir. Kefârette aslolan, yüksek rahip ile günah işleyenin yapacakları dinî törenlerdir. Günahkârların öbür dünyadaki cezası daha çok cehennem ateşiyle verilmektedir (a.g.e., XI, 847). Grekler'de günah, insan üstü güçlere karşı yapılan bir eylem olarak düşünülmüştür. Suç ve günah arasında bir ayırım yapılarak suç yerleşik düzene, günahsa dinî alana ait bir kavram olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte ilâhlara yönelik yükümlülükleri yapmama halinde oluşan günah, insanın dünya hayatında da birtakım sıkıntılar çekmesine sebep olmaktadır (a.g.e., XI, 545-546). Yunan ve Roma'da dinin sosyal karakteri günahın dinî ve ahlâkî bir tecavüz olduğunu göstermekte ve cehalet günahın sebebi olarak kabul edilmektedir (DCR, s. 578). Grekler'de günah cezasız kalmamakta, günahkârın bizzat kendisinden veya yakınlarından hesabı sorulmaktaydı (ERE, IV, 273). Konfüçyüs öncesi Çin'de günah, göğün iradesiyle düzenlenen kozmik ilâhî nizam a karşı bir saldırı veya suç olarak telakki ediliyordu. Ahlâkî ve mânevî hatalar da göğün hükmüne tâbi idi. Konfüçyüsçü ahlâk sistemine göre insanın tabiatı doğuştan iyi olarak şekillenmekle birlikte günah işlemeye, kozmik düzenden sapmaya da mütemayildir. Bundan dolayı insan için eğitim, rehberlik, özellikle de tövbe gereklidir. Konfüçyanizm'de büyük günahlar hırsızlık, eşkıyalık, adam öldürme, ahlâksızlık, yalancılık, kin tutma ve irade zayıflığı şeklinde gösterilir. En büyük günah ise aileye itaatsizliktir. Konfüçyüsçü gelenekte güna-



hın dinî bir yanı olmadığından cezalar arasında dinî veya dünyevî diye bir ayırım yapılması söz konusu değildir. Bu sebeple cezalar sivil yetkililerce verilir. Günahın nesilden nesile intikal edeceği inancı Konfüçyanizm'de yoktur (a.g.e„ IV, 271-272). Budizm Çin'e "hayat sonrası" kavramını, bu hayatta işlenen günahlann cezasının gelecekte çekileceği doktrinini, şimdiki cezalann ise geçmişteki günahların karşılığı olduğu düşüncesini getirmiştir. Günahlann affedilmesi iyi şeylerin yapılmasıyla m ü m k ü n d ü r ki bunlar da ibadetlere iştirak, tövbe, yararlı işler, zühd ve sevgidir. Taoizm'in günah anlayışı da Konfüçyanizm'dekine benzemektedir. Ancak Taoizm'de günahın cezası öbür dünyada verilmektedir (a.g.e., XI, 537). Hint geleneğinde kurtuluşun ve bağımsızlığın bilgiyle m ü m k ü n olduğu, "samsara döngüsü'nde insanın karşılaştığı ıstırabın kökenini ise günahtan ziyade cehaletin teşkil ettiği inancı yaygındır. Bununla birlikte dinî törenler ve ahlâkî konularla ilgili günah kavramları, karm a teorisinin işleyişinde ve günahı bertaraf etmek için uygulanan kurban tekniklerinde büyük rol oynamaktadır. Hukuk kitaplarında, çeşitli suçlardan doğan kirlenmeleri telâfi etmek için ayrıntılı bir dinî kefâret sistemi düzenlenmiş, maddî ve dünyevî cezalar da pişmanlığı dile getirici ve telâfi edici karakterde kabul edilmiştir. Halk arasındaki yaygın din anlayışında geçmişteki kötü fiillerin neticelerini bertaraf etmek için hac, kutsal yerlerde yıkanmak, kutsal metinleri dinlemek, tanrıların kutsal isimlerini zikretmek gibi bazı uygulamalar faydalı kabul edilmiştir. Hinduizm'de günahları tasfiye edip temizleyen usullere verilen önem ve ruhî kirlenmeyle ilgili karmaşık ihtimaller, kast sisteminin şekillenmesi ve korunmasında önemli rol oynamıştır (Smart, DCR, s. 579). Hinduizm'e göre insanların içinde doğduğu kast işlenen amellerin sonucudur. Ahlâkî bir kâinat nizamı olan "karma kanunu"na göre bu hayatta işlenen ameller canlının kaderine tesir eder. Bütün canlılar kendi durumlarını kendi amelleriyle kazanırlar. Kişi, daha önceki hayatında işlediği günahların karşılığını bu hayatında ödediği gibi şimdi işlediği günahlar da bir sonraki hayatında daha düşük bir kastta dünyaya gelmesine, hatta hayvan veya bitki olarak yeniden doğmasına sebep olur. Bundan dolayı her Hintli, iyi amellerle gelecekteki hayatını ga-



279 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH ka ilâhların ardınca yürüdüler ve onlara



ranti altına almaya gayret eder ve gü-



Atîk'te 459 yerde geçen ht' kökünden



nah yüzünden hayvan veya bitki olarak



hata' fiili "doğru yolun terkedilmesi, yi-



kulluk ettiler ve onlara tapındılar ve be-



dünyaya gelmekten çekinir. Hinduizm,



tirilmesi" demektir. Dünyevî anlamda "ki-



ni bırakıp şeriatımı tutmadılar ve siz ata-



günahı kast sistemi içerisinde kaynaştı-



şinin yolunu (veya amacını) kaybetmesi"



larınızdan ziyade kötülük ettiniz. İşte siz



rarak aşırı derecede toplumsallaştırmış-



olarak da de kullanılır (Eyub, 5 / 2 4 ; Me-



de beni dinlememek için her biriniz ken-



tır. Bu dinde günahın nesilden nesile ge-



seller, 8/36). 139 yerde geçen pş' kökün-



di kötü yüreğinizin inatçılığı ardınca yü-



çeceği inancı yoktur (ERE, IV, 283-284).



den peşa' kelimesi hem "ihlâl etmek"



rüyorsunuz" (Yeremya, 16/10-12).



hem de "isyan etmek" mânasını taşır.



Bâbil esareti sonrasında Yahudiliğin Tanrı kavramındaki değişiklik günah anlayışına da yansır. Böylece günah kavramı daha soyut ve ahlâkî bir hale gelir. İçtimaî münasebetlerde ve insanlara karşı davranışlardaki eksiklikler günah kavramına dahil edilir. İşaya, dinî esaslara uygun olmayan şeyi günah olarak niteler; fakat terim yalnızca fizikî uygunsuzluklar için değil mânevî uygunsuzluklar için de kullanılır. İşaya, günahın Tann'ya isyan olduğu fikrine de önem verir (İşaya, 1/2-4). Günahın ve cezanın kolektif olduğu inancı (Çıkış, 2 0 / 5 ; II. Samuel, 4 / 1 1 ) terkedilir; Hezekiel, çocukların anne ve babalarının günahlarını çekeceği doktrinini de reddeder (Hezekiel, 18).



Japon inançlarında günahla ilgili iki kavram vardır: Tsumi ve aku. Tsumi "günah, felâket, gayri ahlâkî davranış, talihsizlik, dinî hatalar" anlamlarına gelir. Bunlar kirlenmeye sebep olur ve dinî temizlenme ile giderilmesi gerekir. Günah semâvî günahlar (ama-tsu-tsumi) ve yeryüzü günahları (kuni-tsu-tsumi) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisi ziraata zarar veren kötü davranışları, ikincisi hayasız davranışlar, ağır yaralama, evcil hayvanları öldürme, büyü yapma vb. kötülükleri ifade etmektedir. Aslî günah inancının bulunmadığı Şintoizm'de ahlâkî günahkârlık kötü ruhların tesiriyle olmaktadır. Günahkâr iyilik ve mutluluk dünyasının üyesi olamaz; ancak çeşitli ikaz ve cezalarla geri dönmeye teşvik edilir (DCR, s. 580). Budizm'de günah kavramı karma inancıyla ilgilidir. Karma, bu dünyada ve gelecek hayattaki sosyal farklılıklar, iyi veya kötü kaderin önceki hayatta yapılan iyi veya kötü işler sonucu oluştuğunu ifade etmektedir. Karma, kişinin içinde bulunduğu kast dilimine göre değişmeyen görevi, bir çeşit mecburi kader anlayışı iken Buda iradî davranışın rolünü ortaya koyarak herkesin kendi karması içinde iyi veya kötü iş yapmakta hür olduğunu, ancak yapılanların sonucunun ya bu hayatta ya yeni doğumda yahut daha sonraki doğumda görüleceğini ifade etmiştir. Budizm'de, işlenen günahın telâfisi ancak sonucuna katlanmakla m ü m k ü n d ü r . Fakat esas olan günahların telâfisi değil günah işlememeye çalışmaktır. Budizm'de günahların hayırlı işlerle affedilebileceği inancı oldukça geç dönemlerde ortaya çıkmıştır (ERE, XI, 533-534). Sonraki dönem Budizm'inde, günahkârların öldükten sonra ve yeniden doğmadan önce gidecekleri sekiz (bazı rivayetlerde yedi) cehennem inancı vardır (a.g.e., XI, 830). Yahudilik'te günah, Tanrı-insan ilişkisinde Tann'yı seçmeyi, O'nu tercih etmeyi reddediş, dolayısıyla da bu ilişkinin bozulması ve parçalanmasıdır. İbrânîce Kitâb-ı Mukaddeste günahı ifade eden yaklaşık yirmi kelime vardır. Başlıcaları het', peşa' ve 'avondur. Ahd-i



229 yerde geçen 'avon ise sadece fiilde değil düşüncede de kendini gösteren "sırt çevirme" ve "kötülük" anlamındadır. Kitâb-ı Mukaddes'in Yunanca tercümesinde hata kelimesinin çeşitli karşılıkları arasında en yaygın olanı amartia'dır. Latince tercümede ise günah karşılığı peccatum, culpa, iniquitas, offensio, delictum, scelus kelimeleri kullanılmıştır. Het', hata'ah, hatta't, peşa', 'avon vb. kelimeler, insan davranışları söz konusu olduğunda "günah" anlamı kazanırlar. Kelimenin bu şekilde kullanılışı günah kavramının esasta bir şeyi ihlâl etmekle özdeş olduğunu gösterir. Diğer bir ifadeyle günah "bir ahdi ihlâl etmek" tir. Rabbânîler ise günah karşılığı averah'ı kullanırlar ki bu kelime "ihmal etmek", dolayısıyla "ihlâl etmek, Tann'nın isteğine karşı gelmek" mânasına gelen avar kökünden türemiştir. Günah, Tanrı tarafından ikame edilen düzeni ihlâl (Tekvîn, 3/1-24), Yahova'ya karşı baş kaldırıdır (Sayılar, 14/9; Tesniye, 28/15-44; I. Samuel, 12/14). Beşerî planda günah ailevî ve içtimaî bağın parçalanmasına, Tann'ya karşı işlenen günah ise Tann'dan ayrılmaya sebep olur. Ahd-i Atîk'te insan tabiatının kötülüğü hususunda köklü bir kanaat sergilenir. Kötülüğe karşı doğuştan gelen devamlı meyil insanın topraktan yaratılmış olmasına bağlanır (Tekvîn, 6 / 5; 8 / 21 ; Yeremya, 16/12; 17/9; 18/12). Günah, kişinin iradesinde ve arzusunda köklü bir bozulmayı ifade etmektedir. Günahın kaynağı olarak da kötü duygular ve kalp gösterilir (Tekvîn, 6 / 5 ; 8/21). İnsan nefsi ve şeytan daima günaha sürükleyicidir (Tekvîn, 8/21). Peygamberler günahı ayrılmaz bir vasıf olarak "kötü kalbin içinde kök salmış" görürler (Yeremya, 4 / 4; 5 / 2 3 ; Hezekiel, 11/19). Ahd-i Atîk'te günah doktrini şu şekilde ifade edilir: "Ve vâki olacak ki bütün bu sözleri sen kavme bildirince onlar da sana: Neden bize karşı Rab bu büyük kötülüğü söyledi? Ve fesadımız nedir? Ve Allahımız Rabbe karşı işlediğimiz suç nedir? deyince onlara diyeceksin: Madem ki atalarınız beni bıraktılar, Rab diyor: Ve baş-



Bâbil esareti dönemi ve sonrasında günahın ahlâkî boyutu üzerinde durulursa da dinî ibadet kurallarına karşı işlenen günahlara özel bir önem verilir (Hezekiel, 40-48; Haggay, 1 / 2 ; Zekarya, 6 / 12; 14/16-21; Yoel, 1 / 9 ; Malaki, 1 / 8 ; 3/8-10). Süleyman'ın Meselleri'nde günahın sebepleri sıralanır (30/9; 26/13; 2 7 / 2 0 ; 1/10). Yine bu dönem dinî literatüründe günah ve ıstırap arasındaki ilişki yoğun olarak gündeme gelir (Hezekiel, 18; Mezmurlar, 1; 3 2 / 4 ; 119/67; ERE, XI, 557-559). Günah, ruhu Tann'dan ayırıp koparır (İşaya, 59/2). Günah sebebiyle ahlâken zayıflayan kişi günahın kölesi olur (Süleyman'ın Meselleri, 5/22). Tanrı günahın peşini bırakmaz (Çıkış, 32/ 34) ve günaha karşı Tann'nın adaleti çeşitli yollarla kendisini gösterir (Yeremya, 5/25). Rabbânîler, soyut anlamda günahtan çok belirgin günahlar üzerinde dururlar. Onlara göre iki tip günah belirgindir: Emirleri uygulamada yetersiz kalmak ve yasakları ihlâl etmek (Yoma, 85/ 86a). Eğer belli bir zamanda yapılması gereken emirler yapılmamış ve zaman da geçmişse bu hata onarılamaz,- özel günde Şema duasının okunmaması gibi. Yasakları çiğnemekle ortaya çıkan günahlar ise Tann'ya ve komşuya karşı işlenen suçlar olmak üzere iki tiptir. Bunların ilki kefâret günü (Yom Kipur) vasıtasıyla giderilebilir. Komşuya karşı



280 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH işlenen hata telâfi edilmişse bağışlana-



Öte yandan sadaka, yardım, oruç, kur-



n'ya itaatsizlik ve baş kaldın, ezelî kanu-



bilir (Yoma, 8 / 9 ) .



ban gibi bazı fiiller de günahı affettirir.



na uymayan arzu, fiil veya söz, akla, ger-



Yahudilik'te ister dünyevî ister dinî



çeğe ve sağ duyuya karşı bir hatadır (Cat-



de



olsun herhangi bir suçun cezası, ilâhî ve



echisme de l'eglise catholique, s. 87, 389).



"ölümcül g ü n a h " t a n söz edilir. "Ve artık



dünyevî adlî h u k u k a başvurulmak sure-



Günahın teolojik hususiyetleri üzerin-



İsrâiloğulları suç yüklenmesinler ve öl-



tiyle verilmektedir. Ahd-i Atîk'te ilâhî ce-



de duran Pavlus özel günahlardan çok



mesinler diye..." (Sayılar, 18/22); "...fa-



zalandırma ile adlî cezalandırma arasın-



günahın evrenselliğini işler. Pavlus gü-



k a t kendi suçunda öldü" (Sayılar, 27/3);



da bir ayırım söz konusu değildir {EJd.,



nah kavramıyla, b ü t ü n beşeriyet üzerin-



"Ve bir a d a m ölüme m ü s t a h a k bir suç



VI, 122). Fakat Rabbânî geleneğin mües-



de h â k i m olan ve şahsîleşmiş evrensel



işlemiş olup öldürülürse..." (Tesniye, 21 /



seseleşmesine paralel olarak iki suç ara-



bir gücü anlar. Bu evrensel güce tâbi ol-



22; 2 2 / 2 6 ) ; "Herkes kendi suçu için öl-



sında bir ayırım yapılmıştır. Bununla bir-



m a k insanı hürriyetinden m a h r u m et-



dürülecektir" (Tesniye, 2 4 / 1 6 ; II. Krallar,



likte Talmud hukuku, ilâhî cezalandırmayı



mekte, kendine köle yapmaktadır. St.



1 4 / 6 ; Hezekiel, 18/4, 20; Amos, 9 / 1 0 )



gerektiren bazı suçlan eğer tövbe edilir-



Augustin, kötülüğün başlı başına bir cev-



ifadeleri



Ahd-i Atîk'te günah (ht') ve ölüm (mvt) kelimeleri birlikte kullanılarak bir



bunu



göstermektedir.



Ahd-i



se dünyevî ceza kapsamına almıştır. Tal-



her olduğunu reddederek onu "iyiliğin



Atîk'e göre, başka ilâhlara t a p m a k (Çı-



mud



cezalandırmayı



olmaması" diye tanımlar ve günahı Tan-



kış, 32/30-35), Allah'a lânet ve Rabbin



dünyevîleştirme eğilimine girmesinin te-



n ' n m kutsiyet ve hikmetine bir saldırı



ismine k ü f r e t m e k (Levililer, 24/15-17),



me! sebebi, yahudi hukuk mekanizması-



olarak değerlendirir. Ona göre g ü n a h



zina etmek (Levililer, 20/10) ve diğer ba-



nın R o m a hâkimiyeti dolayısıyla g ü c ü n ü



b ü t ü n beşerî varlığa bulaşmıştır; bun-



zı günahlar ölümcüldür.



kaybetmesi ve belirli ceza şekillerinin kı-



dan dolayı sadece bir g ü n yaşamış ço-



sıtlanmasıdır. Suç ne olursa olsun, özel-



cuk bile günahkârdır. St. Augustin'in bu



likle idam cezasından kaçınılmıştır (ERE,



kanaati, aslî g ü n a h inancına sıkı sıkıya



IV, 288; Jacobs, s. 66). Buna rağmen ceza-



bağlı oluşundan ve b u n u doktrin haline



sı ö l ü m olan suç ve günahlar Mişna'da



getirmesinden kaynaklanmaktadır. Gü-



belirtilmiştir (Sanhedrin, VII-XI). Taşla öl-



nahın kaynağı, insandaki arzularla bun-



d ü r m e (recm) on sekiz suçun cezasıdır ki



ların baskısı sonucu istek ve iradenin



bunlar arasında evlilik dışı cinsî müna-



bozulması, k ö t ü niyet ve insanın yaratı-



sebet, homoseksüellik, hayvanlarla cinsî



lıştan getirdiği yetersizliktir. Bunlara dış



münasebet, putperestlik gibi suçlar var-



etkenlerin tesiri de eklenince g ü n a h ta-



dır. Mişna bazı k ü ç ü k günahlar için kır-



h a k k u k etmektedir. Diğer t a r a f t a n in-



baç cezasını göstermektedir.



sanlık başlangıçtan beri aslî günahla mâ-



Diğer t a r a f t a n günahlar ağır ve hafif şeklinde de tasnife tâbi



tutulmuştur.



Rabbânîler g ö z ü n d e en önemli üç gün a h a d a m öldürme, putperestlik ve zinadır. Bunları işlemektense insanın canını kaybetmesi yeğ t u t u l m u ş t u r (Sanhedrin, 74). Ayrıca büyücülük ve Rabbin ismine küfretmek ağır günahlardır (Levililer, 2 0 / 2 ; 24/11-16; Çıkış, 22/19). Tanrı Yahova'ya karşı işlenen günahların dışında beşerî planda ebeveyne karşı gelm e k , a d a m öldürmek, livata, fakir, dul



hukukunun



ilâhî



Günah kavramı yahudi düşüncesinde bir niteliğe sahiptir. Ahd-i



luldür (bk. ASLÎ GÜNAH).



ve yetimlere m ü s a m a h a g ö s t e r m e m e k



toplumsal



de g ü n a h t ı r (Tekvîn, 18/20; Çıkış, 2 2 /



Atîk'teki bazı ifadelere bakılırsa insanın



kısma ayrılmakta ve günahlar arasında bir derecelendirme yapılmaktadır. Ahd-i



Hıristiyan teolojisinde g ü n a h



birçok



21; Levililer, 19/13). Hafif günahlar Rab-



başlangıçta işlediği suç b ü t ü n insanlık



binik literatürde, sık sık işlenilmesinden



tarihine sirayet etmiştir. Tann'nm em-



Cedîd'de Pavlus günahla ilgili iki liste



korkulduğu için genellikle sanki ağır ce-



rini dinlememe cennetten sürülme an-



vermektedir: "Bütün haksızlık, kötülük, t a m a h , şerirlik ile dolmuş olarak; haset,



zaî müeyyideleri varmış gibi sunulmuş-



lamına gelmiştir ki yahudi düşünce ta-



tur. Bundan dolayı kutsal topraklar dı-



rihinde mevcut b ü t ü n sürgünler bu su-



katil, niza, hile, huysuzluk ile dolu; kö-



şında i k a m e t e t m e k isteyen kişinin gü-



çun cezası olarak d ü ş ü n ü l m ü ş t ü r . Bun-



t ü l ü k söyleyenler, z e m m a m l a r , Allah'ın



nahı p u t a t a p m a ile eş görülmüş, kom-



dan



ferdin



menfurları, küstah, kibirli, övünücü, kö-



şusunu utandırmak ve küçük d ü ş ü r m e k



kendisiyle sınırlı değildir. Bunun tabii



t ü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz,



de insan ö l d ü r m e k gibi



dolayı Yahudilik'te g ü n a h



addedilmiştir



neticesi olarak cezalandırma da toplum-



anlayışsız, sözünde durmaz, tabii sevgi-



(EJd., xrv, 1592). Rabbânîler, kişiyi suça



saldır. Günahın fertten onun akrabala-



den m a h r u m , merhametsizdirler. Bu gi-



yöneltmenin bir insan öldürmekten da-



rına geçeceği ve dolayısıyla cezalandır-



bi şeyleri işleyenler ö l ü m e m ü s t a h a k t ı r



ha ağır bir g ü n a h olduğu konusunda it-



m a n ı n da t o p l u m u bağlayacağı inancı



diye Allah'ın h ü k m ü n ü bildikleri halde



t i f a k halindedirler.



konusunda Ahd-i Atîk eski Ön Asya hu-



yalnız bunları yapmakla kalmazlar, fa-



kukunu takip eder. Bununla birlikte Tal-



k a t yapanları da hoş görürler" (Romalı-



Hıristiyanlık'taki günah itirafı âyini Yahudilik'te b u l u n m a z ; sadece dua ve ya-



m u d hukuku suç ve cezanın nesilden ne-



lar'a Mektup, 1/28-32). "Ve bedenin iş-



sile intikal edeceği inancını kısıtlamıştır.



leri bellidir; onlar zina, pislik, şehvet, put-



karışlarla g ü n a h t a n tövbe söz konusu-



perestlik, sihirbazlık, düşmanlıklar, mü-



dur. Tövbe ve istiğfar ferdî olduğu gibi



Hıristiyanlık'ta da g ü n a h ilâhî arzu ve



u m u m i de olabilir (I. Krallar, 8/46-53;



iradeye muhalefet olarak kabul edilmek-



Mezmûr, 79). Tanrı otoriterdir, f a k a t gü-



tedir. Ahd-i Cedîd'de günah, insanın ar-



nahı affeder (Eyub, 7 / 2 1 ; Mezmûr, 2 5 /



zusunun Tann'nm arzusuna muhalefeti



11; 32/1). Günahın affedilmesi için bazı



olarak t a k d i m edilir. B ü t ü n günahlarda



şartlar yerine getirilmelidir. Bunun için



ortak özellikler Tanrı'dan



de öncelikle günahın itirafı (Levililer, 2 6 /



onunla beraber yaşamayı reddetmek (Lu-



40; Nehemya, 9 / 2 ; Eyub, 31/33, 34) ve



ka, 15/11-32) ve Tann'nm sözüne itaat



Öte yandan günahları konu ve muh-



s a m i m i pişmanlık (Yoel, 2 / 1 3 ) gerekir.



etmemektir (Matta, 7/21). Günah Tan-



tevalarına, çeliştikleri güzel davranışla-



uzaklaşmak,



nâzaa, kıskançlık, gazaplar, çekişmeler, ayrılıklar, fırkalar, hasetler, sarhoşluklar, sefahatler ve bunlara benzer şeylerdir... Bu gibi şeyleri yapanlar Allah'ın melekütunu miras almayacaklardır" (Galatyalılar'a Mektup, 5/19-21).



281 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH ra ve ters düştükleri emirlere göre, ay-



katıidığında, başkasını g ü n a h a sevketti-



( C h i n e s e ) " , a.e„



rıca Tann'ya, kişinin kendine ve yakınla-



ğinde, teşvik ve tasvip edip övdüğünde,



" S i n ( C h r i s t i a n ) " , a . e , XI, 5 3 8 - 5 4 4 ; A . W . M a i r ,



rına karşı işlenmeleri veya bedenî ve ru-



g ü n a h işleyeni uyararak engel olmadı-



" S i n ( G r e e k ) " , a . e „ X I , 5 4 5 - 5 5 6 ; W . H. B e n n e t t ,



hî olmaları yönünden, hatta



düşünce,



ğında, kötülük işleyenleri koruduğunda



söz ve davranış açısından tasnif e t m e k



başkalarının günahlarından da sorumlu



5 6 6 ; a.mlf., " S t a t e of t h e D e a d (Iranian)",



a.e.,



m ü m k ü n d ü r . Günah temelde aslî g ü n a h



olmaktadır.



XI, 8 4 7 - 8 4 9 ; M. Revon, " S i n (Japanese)",



a.e.,



(peccatum originale) ve fiilî g ü n a h (pecca-



Hıristiyanlık'ta da günahların affı söz



tum actuale) olmak üzere ikiye ayrılmak-



konusudur. Ahd-i Cedîd'de günahın Tan-



tadır. Birincisinden insanlığı k u r t a r m a k



XI, 5 3 5 - 5 3 7 ; H. R. M a c k i n t o s h ,



" S i n ( H e b r e w a n d J e w i s h ) " , a.e., L. C. C a s a r t e l l i , " S i n ( I r a m a n ) " ,



EUn.,



XII, 6 6 1 - 6 6 4 ;



üzere Tanrı günahsız olan kendi oğlunu



11/4), oğul Tanrı îsâ (Matta, 9/2-6; Mar-



1007-1036.



göndermiş, o da bu g ü n a h a kefaret ol-



kos, 2/5-10; Luka, 5/20-49) ve havariler



m a k üzere çarmıhta can vererek kendi-



(Luka, 2 4 / 2 7 ; Yuhanna, 20/23) tarafın-



ni feda etmiştir. İnsanlar ise vaftiz ol-



d a n affedilebileceği belirtilmektedir.



mektedirler. Fiilî günahı kişi doğuştan getirmeyip kendi irade ve arzusuyla tah a k k u k ettirdiğinden ondan



sorumlu-



dur. Fiilî g ü n a h tabii ve ilâhî kanunların çiğnenmesidir. Bu g ü n a h Tann'ya karşı kasten işlenmekle kulu ebedî olan hayattan m a h r u m edip ebedî cezaya sürükler.



vârilerine verdiği günahları



yenin sorumluluğu nisbetinde derecele-



vasıtasıyla



kullanılmaktadır. Bu sebeple günahla-



t a l a n m a k gibi sadece dünyada gerçek-



rın affı Katolik ve Ortodoksluk'ta müş-



leşecek türden olduğuna



terek bir dinî esastır (sacrament). Günah



kaydeder. Onların g ü n a h saydıkları dav-



tarafından



papazlar



itirafı ve günahların affıyla ilgili problemedilmiştir [Code de droit canonique,



s.



171-177). H. L e s ö t r e , " P e c h e " ,



DB,



V/l,



biblique,



s. 7 - 1 2 ; S.



de



thâologie



Paris 1 9 6 2 , s. 7 7 4 - 7 8 7 ; S. L. D e Vries,



d o n , " S i n " , DCR,



IV, 3 6 1 - 3 7 6 ; S. G. F. B r a n s. 5 7 8 - 5 7 9 ; N. S m a r t ,



( H i n d u c o n c e p t ) " , a.e„



"Sin



( l a p a n e s e ) " , a.e.,



bebiyle insan kalbindeki Tanrı sevgisi-



h e ( d a n s l ' A n c i e n t e s t a m e n t ) " , DBS,



ni yıkmakta, kişiyi Tann'dan uzaklaştır-



4 7 0 ; E d . d e s P l a c e s , " P e c h e ( d a n s l a G r e c e an-



yılması için ciddi ve ağır olması ve bile bile işlenmesi gerekir. Ciddi ve ağır olması on emrin çiğnenmesi demektir (Markos, 10/19). Bunlar t a m a m e n bilerek ve isteyerek işlenen günahlar olup tövbe



s. 5 8 0 ; E. B e a u c a m p ,



"Pec-



VII, 407-



VII, 4 7 1 - 4 8 0 ; S. L y o n n e t ,



( d a n s le J u d a î s m e ) " , a.e.,



"Peche



VII, 4 8 0 - 4 8 5 ; a . m l f . ,



" P e c h e ( d a n s l e N o u v e a u t e s t a m e n t ) " , a.e.,



486-567; L. Ligier, Peche du



monde,



Paris



d'adam



et



VII,



peche



1 9 6 0 , s. 2 9 - 6 9 ; S a d ı k



Kılıç,



Kur'an'da Günah Kavramı, Konya 1984, s. 75113; Code de droit canonique, Paris 1984, s. 171-177; Catechisme de ieglise catholiçue,



ve Tann'dan a f dileyip bağışlatılmazsa



Paris 1 9 9 2 , s. 8 7 , 3 8 9 - 3 9 3 ; L. J a c o b s ,



"Capi-



Mesîh'in krallığından atılmayı ve ebedî



tal Panishment", The Jeıvish



Oxford



Religion,



olarak cehennemde kalmayı gerektirir.



1 9 9 5 , s. 6 6 - 6 8 ; a . m l f . , " S i n a n d



Bağışlanabilir günah işleyenler ilâhî mağ-



a.e., s. 4 6 8 - 4 7 0 ;



fireti kısmen kaybeder, âhirette de arın-



Osman



Repentance",



Cilacı, " İ l â h î



Dinler



A ç ı s ı n d a n G ü n a h K a v r a m ı " , Diyanet



Dergisi,



X X I V / 4 , A n k a r a 1 9 8 8 , s. 4 1 - 5 0 ; Ali M . D i n ç o l ,



m a yeri olan a'râfta azap çekerler. Ba-



"Hitit Yasalarının A n a Çizgileri ve Eski Önas-



ğışlanmaz günahın affının Tann'nın ba-



y a H u k u k u ile Etkileşimi", Anadolu



ğışlamasına bağlı olmasına karşılık ba-



maları,



ğışlanabilir g ü n a h ibadet ve iyi işlerle silinir. Bütün günahların ve kötülüklerin kaynağı yedi temel günahtır (peccata capita-



dikleri hayvanlardan faydalanmak, belli bir süre geçmeden kesilen kurban etin-



zina etmesi gibi hususlar bulunmaktadır (Ezrakî, I, 120-121, 123; Cevâd Ali, V, 528-529, 555, 560, 605; VI, 180-183, 203211).



s. 5 7 9 ; D. H. S m i t h , " S i n



g ü n a h , Tann'nın k a n u n u n u çiğneme se-



t i q u e ) " , a.e„



saygısızlık,



Bahîre, Sâibe, Vasîle ve H â m adını ver-



a d a m öldürmek, hırsızlık ve evli kadının



günahlar o l m a k üzere ikiye ayrılır (I. Yu-



" S i n , s i n n e r s " , IDB,



ranışlar arasında tanrılara



inandıklarını



den yemek, yakın akraba ile evlenmek,



BİBLİYOGRAFYA: Lyonnet, "Peche"', Vocabulaire



maktadır. Bir günahın bağışlanmaz sa-



olduklarını, ancak âhiret hayatına inan-



kilise



l a n m a z (peccatum mortale) ve ö l ü m e gö-



götüren



K E L Â M . Kaynaklar, Câhiliye döne-



mi Araplarfnın g ü n a h anlayışına sahip madıklarından g ü n a h işleyenlerin karşı-



türmeyen bağışlanabilir (peccatum veniale)



tasnifi benimsemiştir. Ölüme



ÖMER FARUK HARMAN



laşacakları cezaların fakir d ü ş m e k , has-



nir. Fiilî günahlar, ö l ü m e götüren bağış-



hanna, 5/16-17). Kilise geleneği de bu



Catholicis-



Paris 1985, IX,



yetkisi, îsâ'nın yeryüzündeki vekili olan



ler kilise h u k u k u n d a ayrıntılarıyla tesbit Günah, işlenen suçun ağırlığı ve işle-



"Peche",



demain,



ı—ı IFFL







bağışlama



562-



( B u d d h i s t ) " , a.e., X I , 8 2 9 - 8 3 3 ; J . M . P.. " P e c he",



me: hier, aujourd'hui,



Hıristiyan inancına göre Hz. îsâ'nın ha-



XI,



X I , 5 6 6 - 5 6 7 ; E. J . T h o m a s , " S t a t e o f t h e D e a d



rı (Matta, 6 / 14, 15; Markos, 11/25; Luka,



m a k suretiyle bu g ü n a h t a n kurtulabil-



XI, 5 5 6 - 5 6 0 ; a.e.,



Araştır-



XII, İ s t a n b u l 1 9 9 0 , s. 9 0 - 9 1 ; H. H. C o h n ,



" D i v i n e P u n i s h m e n t " , EJd.,



VI, 1 2 0 - 1 2 2 ; E. Li-



p i n s k i - L. J a c o b s , " S i n " , a.e„



XIV, 1 5 8 7 - 1 5 9 3 ;



J. B. Bauer, "Sin", Bauer Encyclopedia of Biblical Theology, London 1978, III, 849-862; A. La C o q u e , " S i n a n d G u i l t " , ER,



XIII, 3 2 5 - 3 3 1 ;



V. G. W a l s e , " C r i m e s a n d P u n i s h m e n t s



(Chi-



Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis metinlerinde g ü n a h kavramını ifade eden birçok kelime vardır. Bunlar arasında genel anlamıyla g ü n a h yerine kullanılanlar ism, zenb, vlzr. cünâh ve hûb kelimeleridir. İsm, "işleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumluluk" anlamına gelir (Ebü'l-Bekâ, s. 40). Kur'an'da otuz beş yerde geçen ism kelimesi, genel anlamından başka k ü f ü r ve inkârı, düşmanlığı, yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır. İsm ayrıca d ö r t yerde "mübîn" (apaçık), bir yerde "kebîr", bir yerde "azîm", bir yerde de "zâhir" ve "bâtın" sıfatları ile birlikte zikredilmiştir (bk. M. F. Abdülbâki, el-Muccem, "ism" md.). Zenb, sözlükt e "arka, geri, kuyruk" anlamlarına gelen zenebden t ü r e m i ş olup "sonu kötü olan fiil" demektir (Râgıb el-İsfahânî, elMüfredât, "znb" md.). İsm kelimesinin eş anlamlısı kabul edilen zenb "mükelle-



le). Hıristiyanlığın S. Jean Cassien ve S.



n e s e ) " , ERE,



Gregoire le Grand'dan itibaren benim-



m e s a n d P u n i s h m e n t s ( G r e e k ) " , a.e.,



IV, 2 7 3 -



fin gayri meşrû işi" olarak tarif edilmiş



sediği bu yedi g ü n a h şunlardır: Gurur,



2 8 0 ; J . J o l l y , " C r i m e s a n d P u n i s h m e n t s (Hin-



(Tehânevî, I, 507) ve otuz yedi yerde geçtiği Kur'ân-ı Kerîm'de küfür, şirk, katil, zina gibi günahlar için kullanılmıştır



haset, cimrilik, sefahat, oburluk, öfke ve tembellik (Catechisme



de ieglise cat-



holique, s. 392).



d u ) " , a.e.,



Günah ferdî bir davranıştır; ancak in-



IV, 2 8 3 - 2 8 5 ; H. L o e w e , " C r i m e s



P u n i s h m e n t s ( J e w i s h ) " , a.e„



and



IV, 2 8 8 - 2 9 0 ; S. H.



L a n g d o n , " E x p i a t i o n a n d A t o n e m e n t " , a.e., V, 637-640;



san g ü n a h a doğrudan ve iradî olarak



IV, 2 6 9 - 2 7 2 ; A . C. P e a r s o n , " C r i -



a.mlf., " S i n



5 3 1 - 5 3 3 ; T. W . ( B u d d h i s t ) " , a.e.,



(Babylonian)",



a.e„



XI,



C. A . F. R h y s D a v i d s ,



"Sin



X I , 5 3 3 - 5 3 4 ; J . D. Ball,



"Sin



(M. F. Abdülbâki, el-Muccem, "znb" md.). On âyette geçen "ağırlık" mânasındaki vizr kelimesi (çoğulu evzâr), bu âyetlerin



282 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH lim fıtratını bozması demek olup Kur'ân-ı



çoğunda mânevî y ü k ve sorumluluk ilgi-



lojik ve psikolojik bağımlılıklarının bu-



siyle ism yerine kullanılmıştır (bk. a.e.,



lunması da önemli g ü n a h faktörleri ola-



Kerîm'de "kendine z u l m e t m e " tâbiriyle



"vzr" md.). "Kişiyi h a k t a n saptıran fiil



rak zikredilmektedir (el-Bakara 2 / 1 5 5 ;



ifade edilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2 /



veya davranış" anlamındaki cünâh



57; Âl-i İmrân 3 / 1 1 7 , 135; et-Tevbe 9 /



da



Âl-i İmrân 3/14). Günaha götüren hâricî



Kur'an'da geçtiği yirmi beş yerde daha



sebepler içinde dünya hayatının cazibe-



70; el-Ankebût 29/40). Günahlar ayrıca,



çok insanlar arasındaki münasebetler için



si (meselâ bk. Âl-i İmrân 3 / 1 4 , 185; Yû-



dünyevî cezalan açısından hakkında had



kullanılmaktadır (a.e, "cnh" md.; Ebü'l-



nus 1 0 / 2 3 ; er-Ra'd 13/26), kötü örnek-



cezası uygulananlar, sadece kefâret ce-



Bekâ, s. 41). H û b kelimesi ise Kur'ân-ı



lerin bol miktarda mevcudiyeti (el-En am



zası gerektirenler, h a d ve kefâreti bu-



Kerim'de yetim malı yiyenler için doğ-



6 / 1 1 6 ; el-Furkân 25/27-29) ve insanın



lunmayıp yalnız uhrevî cezası



rudan " g ü n a h " anlamında yer almakta-



mânevî yücelişine karşı mücadele etme-



şeklinde de t a k s i m edilir (İbn Kayyim el-



dır (en-Nisâ 4/2). Bu beş kelimeden özel-



ye a h d e t m i ş olan şeytanın tahrikleri de



Cevziyye, s. 164).



likle ism, zenb ve vizr hadislerde de çok-



(el-A'râf 7/14-18; el-Hicr 15/36-42) önem-



ça geçmektedir (bk. Wensinck,



el-Mucem,



"işm", "zenb", "vizr", "cünâh", "hûb" md.leri).



li bir yer tutar.



olanlar



Günah işlemekten doğan ceza şahsî olup kişi kendi yaptığından sorumludur.



İslâm'da günah niteliğine, tövbesiz af-



Hiçbir kimse başkasının cezasını üstüne



fedilip edilmemesine ve hakkı çiğnenen



alamadığı gibi atalarının işlediği günah-



Günahla ilgili olarak âyet ve hadislerde



m u h a t a b ı n a göre gruplandırılabilir. Ni-



t a n dolayı da sorumlu t u t u l m a z . Ancak



yer alan diğer kavramlar da şöyle grup-



teliği açısından g ü n a h k ü ç ü k (sagîre) ve



gayri meşrû bir fiil ve harekette bulu-



landınlabilir: 1. Hukukî suçu veya yanlış



büyük (kebîre) olmak üzere ikiye ayrılır.



nanlar, bununla yetinmeyerek başkala-



ve çirkin fiili anlatan terimler: ciirm, sû'



Bu taksim Kur'ân-ı Kerîm'de yer almak-



rını da etkilemiş ve kötü bir çığır açmış-



(seyyie), bazı mânalarıyla h a t â



(hatîe).



la birlikte k ü ç ü k ve büyük günahların



larsa aynı davranışta bulunan herkesin



fuhş, h u b s vb. 2. Haksızlık ve haddi aş-



nelerden ibaret olduğu hakkında fazla



günahından onlarla birlikte sorumlu olur-



m a anlamında kullanılan terimler: zu-



bilgi verilmez (bk. en-Nisâ 4 / 3 1 ; el-Kehf



lar. Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. M u h a m m e d ' e



l ü m , israf, tuğyân, şatat vb. 3. Sonuç iti-



18/49; eş-Şûrâ 42/37; en-Necm 53/32).



indirilen vahyin "öncekilerin masalları"n-



bariyle g ü n a h olup s a p m a ve bozulmayı



Ancak h e m Tann'nın hakkını çiğneyen



d a n ibaret olduğunu söyleyenlerin sap-



ifade eden terimler: dalâlet, fesâd, fısk,



h e m d e insanın şeref ve haysiyetini hi-



tırdıklan gruplann günahlanndan da so-



fücür, gay, cenef, nekb vb. (bk. M. F. Ab-



çe sayan şirkin en büyük g ü n a h oldu-



rumlu tutulacakları (en-Nahl 16/24-25),



dülbâkî, el-Mu'cem,



a.g. md.ler; Wensinck,



ğ u n d a şüphe yoktur. Ayrıca farz veya



ayrıca güç ve imkân sahibi olanlann sap-



a.g. md.ler; ayrıca krş. Izutsu,



h a r a m şeklinde nitelenen ilâhî buyruk-



tırdıkları zayıf karakterli kimselerle bir-



s. 250-261). Günahın kalpteki teşekkülü



ların ihlâl edilmesi de kebîre sayılmıştır.



likte azaba m â r u z bırakılacakları (Sebe'



ve olumsuz tesirini ise Kur'ân-ı Kerîm



Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber'den



34/31-33) ifade edilmektedir. Hz. Pey-



zeyğ (ÂI-i İmrân 3/7-8), reyn (el-Mutaffi-



rivayet



g a m b e r d e iyi veya kötü bir çığır açan-



fîn 8 3 / 1 4 ) ve kasve (el-Bakara 2 / 7 4 ) ke-



büyük günahı sıralayan hadis



limeleriyle açıklar.



arasında şöhret b u l m u ş t u r : Şirk, büyü,



veya günahının bir misliyle göreceklerini belirtmiştir



el-Muccem,



edilen metinler içinde şu yedi âlimler



ların, onunla amel eden herkesin sevabı mukabele



(Müsned, IV,



G ü n a h a sevkeden faktörleri, insanın



a d a m öldürme, ribâ, yetim malı yeme,



yapısında bulunan meyil ve arzularla onu



savaştan kaçma ve iffetli m ü s l ü m a n ka-



357, 359, 360, 361; Müslim, " c İlim", 15-16,



dışarıdan etkileyen âmiller olmak üzere



dına zina isnadında b u l u n m a



(Buhârî,



"Zekât", 69; krş. Buhârî, "İ'tişâm", 15). İs-



iki grupta ele a l m a k m ü m k ü n d ü r . İslâ-



"Veşâyâ", 23, "Hudûd", 44; Müslim, "îmân",



lâmiyet'e göre, hıristiyanların inandık-



miyet'e göre insan yapısında bulunan kö-



144; Ebû Dâvûd, "Veşâyâ", 10). Tövbesiz



ları gibi Hz. Âdem'den insanlara miras



tülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis,



affedilmeyen yegâne günah küfür ve şirk



kalan aslî bir g ü n a h mevcut değildir.



"alabildiğine k ö t ü l ü ğ ü emreden" (nefs-i



olup cezası ebediyen cehennemde kal-



Çünkü Allah Âdem'in



emmâre) (Yûsuf 12/53) ve kişiyi g ü n a h a



maktır. Bu günahın tövbesi şüphe yok



onun tövbesi üzerine affetmiştir (el-Ba-



işlediği



günahı



yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli



ki hak dini benimsemekten ibarettir. Di-



kara 2 / 3 7 ; krş. Anawati, s. 39-40). İnsan-



telkinde bulunan (Kâf 5 0 / 1 6 ; en-Necm



ğer günahlardan özellikle büyük sayılan-



lar dünyaya h e m hayır h e m d e g ü n a h



53/23) bir güçtür. Günaha sevkeden bir



larının tövbesiz affedilip



işlemeye elverişli bir yetenekle f a k a t gü-



başka f a k t ö r de ölümsüz bir dünya ha-



konusunda çeşitli görüşler bulunmak-



y a t içgüdüsü ve âhireti düşünmeme tav-



la birlikte genellikle Allah'ın dilemesine



Günahlara karşılık verilen cezalar dün-



rıdır (el-Bakara 2/95-96). Kendini bu psi-



bağlı olarak bağışlanma m ü m k ü n gö-



yevî ve uhrevî o l m a k üzere ikiye ayrılır.



kolojiye kaptıran insan, hayat sadece bu



rülmüştür. Yine çoğunluğun kanaatine



Allah'a itaatsizlikte direnip O'nu inkâr



dünyadan ibaretmiş gibi pervasızca ha-



göre k ü f ü r ve şirk dışında kalan günah-



eden, her türlü ilâhî uyan ve yol göste-



reket e t m e arzusuna kapılır ve hayvanî



lar affedilmese bile ebedî azabı gerek-



riciliği reddeden, doğru yolu bulmaları



istekleri t a t m i n e t m e duygusunun bas-



tirmez (bk. KEBÎRE). M u h a t a b a göre gü-



imkânsız hale geldiği gibi diğer insanla-



kısıyla günaha kolayca kayabilir. Kur'ân-ı



nah Allah'a, diğer insanlara ve kişinin



rın ıslahına da engel olan toplulukların



edilmeyeceği



nahsız olarak gelirler.



Kerîm bu menfi temayüllü nefse karşı,



kendine karşı işlediği günahlar olmak



dünyada helâk edilmek suretiyle ceza-



kendini kınayan (levvâme) ve nzâ-i Hak'-



üzere üçe ayrılabilir. İslâm literatürün-



landırıldığı, âhirette ise ebedî azaba mâ-



ta huzur bulan (mutmainne) nefisleri, ya-



de mevcut yaygın kanaate göre, kul hak-



ruz bırakılacağı muhtelif âyetlerde be-



ni dizginlenmiş ve eğitilmiş, iyilik yap-



kını çiğnemek ve t o p l u m u n selâmetini



lirtilmiştir. M ü s l ü m a n fertlerin, h u k u k



mayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı öne-



ihlâl e t m e k suretiyle işlenen günahların



kurallarını ve t o p l u m düzenini ihlâl ede-



rir (el-Kıyâme 7 5 / 2 ; el-Fecr 89/27-28).



vebali -küfür ve inkâr dışında- Allah'a



cek şekilde işledikleri günahlara



Ayrıca insanın hassas bir psikolojik ya-



karşı işlenen günahlardan daha ağırdır.



kısas ve ta'zîr gibi dünyevî cezaları uy-



pıya sahip olması (en-Nisâ 4/28), fizyo-



Kişinin nefsine karşı g ü n a h işlemesi se-



gulama



mecburiyeti



getirilmiştir.



had, Bu-



283 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNAH nunla birlikte g ü n a h k â r m ü m i n için en



nı, Allah'tan bağışlanma niyazında bu-



Büyük Günahlar, İstanbul 1982); İbn Kay-



büyük ceza, Abdullah b. Mes'ûd'un da



lunmasını istemekte ve bunun için özen-



yim el-Cevziyye'nin ed-Dâ'ü



söylediği gibi onun yaşadığı dinî suçlu-



dirici ifadelere yer vermektedir. Bunun



vâ' (Amman 1992); aynı müellifin



luk psikolojisidir (bk. Tirmizî, "Şıfatü'l-



yanında başkalarının affedilmesi için dua



bü't-Tevbe



kıyâme", 49). Uhrevî ceza ise ebedî mut-



ve istiğfarda bulunulması da emredil-



rî'nin e z - Z e h r ü ' l - f â ' i h fî zikri men



luluğun simgesi olan cennet nimetlerin-



mektedir. Kur'an'da meleklerin mümin-



nezzehe



den m a h r u m olmak ve cehennem azabı-



ler için af dilediği haber verildikten baş-



(Beyrut 1986); Zeynüddin İbn Nüceym'in



na mâruz kalmaktır. Öte yandan günah-



ka (Gâfir 40/7-9; eş-Şürâ 42/5) "mümin-



Risâle



kâr m ü m i n e dünyada uygulanan cezala-



ler için istiğfar etmek" kavramı Hz. Pey-



şağîrihâ



rın kefâret h ü k m ü n d e olup uhrevî cezayı



gamber'e nisbet edilmekte, hatta



bu



şa, nr. 747, 784; Hasan Hüsnü Paşa, nr.



düşüreceği genellikle kabul edilmiştir (bk.,



onun görevlerinden sayılmaktadır (me-



496; Reşid Efendi, nr. 1981); İbn Hacer



Buhârî, "Hudûd" 8; Tirmizî "Hudûd", 12,



selâ bk. Âl-i İmrân 3 / 1 5 9 ; en-Nisâ 4 / 6 4 ;



el-Heytemî'nin ez-Zevâcir



"îmân", 11). Âlimlerin bir kısmı, hadlerle



Muhammed 4 7 / 1 9 ; el-Münâfikün 63/5).



kebâ'ir



ilgili bazı âyetlere dayanarak (en-Nür 24/



Hz. Nûh kendisi, ebeveyni ve evine (dini-



daroğlu — Lütfi Şentürk, İslâm'da Helâl-



4-5; el-Furkân 25/68-71) uhrevî cezadan



ne) giren her m ü m i n için m a ğ f i r e t tale-



ler ue Haramlar, İstanbul 1981); Bedred-



k u r t u l m a k için ayrıca tövbe etmeyi şart



binde bulunduktan sonra aynı talebi ka-



din el-Gazzî'nin Cevâhirü'z-zehâ'ir



koşarlar. Bu görüşün, dünyevî cezanın



dın ve erkek b ü t ü n m ü m i n l e r için tek-



kebâ'ir



ve'd-deKitâ-



(Beyrut 1992); İbnü'l-Ceze"ani'z-zünûbi



te-



ve'l-kabâ'ih



fî beyâni'l-mecâşî



kebîrihâ



ve



(Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Pa-



can



iktirâfi'l-



(Beyrut 1988, trc. Ahmet Lütfi Ser-



ve's-sağa



fi'l-



'ir (Süleymaniye Ktp.,



yargı makamlarının zoruyla uygulandığı,



rar etmiş (Nûh 71/28), Hz. Ya'küb da



Lâleli, nr. 3767); Vecîhüddin İbn Ziyâd



gönüllerinde pişmanlık



Allah'a



oğulları için af dilemeyi vaad etmiştir



el-Gaysî'nin ez-Zevâcir



dönmeyen suçlular için isabetli olduğu-



(Yûsuf 12/98). Bakara sûresinin son âye-



kebâ'ir



nu söylemek gerekir (bk. CEZA).



tinde (2/286) b ü t ü n müslümanlara tel-



rî, nr. 225); Ali el-Kâri'nin



Kur'an ve S ü n n e t t e Allah'ın affedici-



kin edilen ortak duada yer alan, "Bizi af-



keşîre fî recâ'i



liğinden bahseden birçok ifade yer al-



fet, bizi bağışla, bize acı" meâlindeki



leymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5327; Hekimoğ-



mıştır. Âyetlerde, k ü f ü r dışında



duyup



can



iktirâfi'l-



(Süleymaniye Ktp., Murad Buhâez-Zahîretüi-



mağfireti'1-kebîre



(Sü-



kalan



cümleler dikkat çekicidir. Kur'ân-ı Ke-



lu, nr. 944; Ahmed Paşa, nr. 332); Şehâ-



günahlara ait cezaların Allah'ın dileme-



rîm'de, ilk müslüman nesli oluşturan mu-



beddin el-Hamevî'nin



sine bağlı olarak tövbe (meselâ bk. el-



hacirlerin ve ensarın bazı üstünlükleri-



(Adana İl Halk Ktp., nr. 465); İsmâil Hak-



Mâide 5 / 3 9 ; Tâhâ 2 0 / 8 2 ; el-Furkân 2 5 /



ne t e m a s edilmesinin ardından onlar-



kı Bursevî'nin Şerhu'l-Kebâir



70-71), ibadet ve t a a t t e b u l u n m a (Hüd



dan sonra gelecek b ü t ü n müslümanla-



niye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1305)



11/114), büyük günahlardan



kaçınma



rın birbirlerini kardeş bilecekleri ve dai-



ve A h m e d Ziyâeddin



(en-Nisâ 4/31), dünyada cezasını çekme



m a sonra gelenlerin önceki kardeşleri



Necâtü'l-gafilin



(en-Nisâ 4 / 9 2 ; el-Mâide 5/38, 89, 95; krş.



için Allah'tan af dileme özelliğine sahip



leri klasik literatüre ait örnekler içinde



Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd,



s. 361; a.mlf.,



bulunacakları ifade edilir (el-Haşr 59/



sayılabilir.



Te'uîlât, vr. 126b), zaruret halinde ve ce-



8-10). İlâhî din mensuplarının hürmetle



bir altında b u l u n m a (el-Bakara 2 / 1 7 3 ;



bağlılık gösterdiği Hz. İbrâhim, Kâbe'yi



en-Nahl 16/106), şehid olma (Miftâhu kü-



inşa ettiği ve dolayısıyla Mekke şehrini



nûzi's-sünne,



s. 259), hastalık, musibet



kurduğu sırada Beytullah'ı m â b e d edi-



ve felâketlere m â r u z kalma (a.e., s. 148-



nenlere dua etmiş, kendi zürriyetinden



149, 463-465) gibi durumlarla, ayrıca şe-



daima n a m a z kılacak nesiller yaratma-



f a a t veya ilâhî lutufla (en-Nisâ 4 / 4 8 ; Yû-



sını rabbinden dilemiş, kendisinin, ebe-



suf 1 2 / 8 7 ; ez-Zümer 39/53) affedilece-



veyninin ve b ü t ü n müminlerin kıyamet



ği bildirilmektedir. Ancak burada affa



g ü n ü n d e bağışlanmasını niyaz etmiştir



konu teşkil eden uhrevî ceza olup beşe-



(İbrâhim 14/35-41). Bu uzun duanın son



rî hukukla ilgili sonuçlar, tövbe edilse



iki âyetinin (14/40-41), müslümanlar ta-



bile zarara uğrayan kişi tarafından af-



rafından namazın son r ü k n ü n d e selâm-



fedilmedikçe ortadan kalkmaz. Bazı gü-



dan önce genellikle okunması h e m tari-



nahlardan arınmanın bir yolu olan kefâ-



hî bir değer t a ş ı m a k t a h e m de evrensel



ret fakirleri doyurmak, giydirmek, kur-



bir din anlayışını yansıtmaktadır (konuy-



ban k e s m e k veya oruç t u t m a k l a nefsi



la ilgili hadisler için bk. Miftâhu



temizlemeyi amaçlar (el-Mâide 5/89, 95;



sünne, s. 202-203).



el-Mücâdele 58/3-4; bk. KEFÂRET). Günahtan sonra yapılan iyi ameller de o günahın m e n f i etkisini ortadan kaldırmaya yardımcı olur (Hûd 11/114; el-Furkân 25/70-71). Öte yandan günahın Allah'a karşı itaatsizlik anlamından doğan cezasının O'ndan başka hiçbir kimse tarafından affedilemeyeceği belirtilmiştir (Âl-i İmrân 3 / 129, 135; el-A'râf 7/149). Birçok âyet ve hadis, kişinin işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duyması-



künüzi's-



Adedü'l-kebâ'ir (Süleyma-



Gümüşhânevî'nin



(İstanbul 1268) adlı eser-



Günah kavramıyla ilgili yeni eserler arasında Francis T. Cooke'un "Sins a n d Their Punishment in islam" (MW, XXVIII 11938], s. 272-278); E. E. Elder'in "The Development of t h e Müslim Doctrine of Sins and Their Forgiveness" (a.g.e., XXIX 11939], s. 178-188); Georges C. Anavvati'nin "La notion de 'pĞchĞ original' existelle dans l'lslam" (St/, XXXI11970], s. 2940); Ralph Stehly'nin Un problöme de thâologie islamique: la dâfınition



des



fautes graves (Kabâ'ir) (REI, XLV 11977), s. 165-181); Cihat Tunç'un "Kelâm İlminde Büyük Günah Meselesi" (AÜİFD, XXIII 11978], s. 325-342); SadıkKılıç'ın da Günah



Kavramı



Kur'an'-



(Konya 1984); Os-



m a n Cilacı'nm "İlâhî Dinler Açısından Gü-



Günaha dair birçok eser kaleme alın-



nah Kavramı" (Diyanet Dergisi,



XXIV/4



mıştır. Bunlar genellikle konuyu kelâmî



(Ankara 1988], s. 41-49); Âdil Bebek'in



ve ahlâkî çerçevede ele alan, günahkâ-



Mâtürîdî'de



rın iman - küfür açısından d u r u m u n u in-



tezi, 1989, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü)



celeyen, g ü n a h t a n sakınmanın çareleri-



adlı çalışmaları zikredilebilir.



ni araştıran eserler niteliğindedir. Ebü'lHasan



el-Vâsıtî'nin



Kitâbü'l-Kebâ'ir



Günah



Problemi



(doktora



BIBLIYOGRAFYA: R â g ı b el-İsfahânî, el-Müfredât,



" z e n b " , "ha-



(Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed



ta 5 ", " d a l â l " , " z u l m " , "sû 5 ", " c â r i m " , " t ğ y " , "fısk",



Paşa, nr. 1603); Şemseddin ez-Zehebî'-



" h u b ş " , " f u h ş " , " f e s â d " , "srf", " z y ğ " , " k b r " md.-



ve'ş-şağâ'ir



nin Kitâbü'l-Kebâ'ir



(Beyrut, ts. IDârü



ihyâi't-türâsi'l-Arabî], trc. M. Enis Kamer,



leri; Ibnü'1-Esîr, en-Nihâye, nef",



"fuhş",



"hab",



"srf",



"zeyg",



"nkb"



284 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



" s û 3 " , " ğ a y " , "ce-



"hms", md.leri;



"şetat",



"fücûr", Lisânü'l-cArab,



GÜNAH "hbş",



"cnf",



"fhş",



"hvb",



"hns",



"ştt",



"srf", " z y ğ " , " r ı k b " m d . l e r i ; et-Ta'rtfat,



"fer",



"fücûr"



md.; Ebü'l-Bekâ, Külliyyât, s. 40, 41, 424, 567, 594; TehânevT, Keşşaf, I, 401, 507, 510; II, 938, 1132; Kâmus Tercümesi, III, 1457; VVensinck, el-Mu'cem,



"işm", "znb", "vizr", " c ü n â h " , " h û b "



m d . l e r i ; Kİ. F. A b d ü l b a k i , el-Mu'cem,



cih edilmesiyle insanın özgürlüğünü kul-



olarak rasyonel ve gönüllü hareket ede-



landığı zannedilebiiir.



bilen bir varlık olduğunu, akıl, duygu ve



VVilliam James'ten bu yana psikolog-



iradeyi kapsayan insan şuurunun dür-



lar insanı harekete geçiren motivasyon-



tüleri kontrol edebileceğini, hatta yön-



ları, dürtülerden veya ideallerden kay-



lendirebileceğini kabul eder.



"hata'",



naklanmaları açısından güçlü veya zayıf



Psikoloji, sıradan günahla marazî bir



" c ü r m " , " i ş m " , " z n b " , " v z r " , " c n h " m d . l e r i ; Sü-



olmak üzere ikiye ayırırlar. Buna göre



hal alan ahlâksızlık arasında ayırım ya-



kûn, Farsça-Türkçe



Lügat,



"günâh" md.; Müs-



dürtülerden kaynaklananlar güçlü, akıl



par. Buna göre g ü n a h yanlış bir duygu-



23,



ve şuurdan kaynaklananlar zayıf kabul



nun



"Se-



edilmiştir (Selbie, s. 229). Kuvvetli dür-



kontrol edilemeyen dürtüleri oluşturan



l â m " , 2 3 - 2 5 , " î m â n " , 1 4 4 , " ' İ l i m " , 15-16, " Z e -



tülere karşı koymak zordur; hatta düşü-



şuuraltı komplekslerinden kaynaklanır.



kât", 69;



nerek yapılan davranışlarda bile şuural-



Günahı



tından gelen bu d ü r t ü ve çağrışımların



ideale göre hareket etmemesi" şeklin-



etkisinde kalınabilir. Bunlara karşı koy-



de değerlendirmek m ü m k ü n d ü r . Buna



m a k kişilikte psikolojik çatışmalara yol



bağlı olarak h e m sıradan



açabilir. Bu da sonuçta iç sıkıntısı ve dep-



hem de marazî ahlâksızın ideal bilincine



resyona sebep olur ki klasik psikanalize



doğuştan sahip b u l u n d u ğ u n u da söyle-



ned,



I, 1 8 , 2 6 ; III, 2 9 7 , 4 4 6 ; IV, 3 5 7 , 3 5 9 , 3 6 0 ,



3 6 1 ; V, 2 5 1 , 2 5 2 , 2 5 6 ; B u h â r î , " V e ş â y â " , "Hudûd",



8, 44, " f t i ş â m " ,



15;



İbn Mâce, " Z ü h d " ,



Müslim,



29; Ebû



Dâvûd,



" V e ş â y â " , 1 0 ; T i r m i z î , " î m â n " , 11, " T e f s î r " , 35, "Şıfatü'l-kıyâme",



49, " H u d û d " ,



12,



2/ "Fi-



ten", 7; İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Esnâm, s. 19; Ezrakî, Ahbâru Mekke (Wüstenfeid), I, 120, 121, 123; Mâtürîdf, Kitâbut-Teuhtd, s. 361; a . m l f . , Te'vtlât,



H a c ı S e l i m a ğ a K t p . , nr. 4 0 , vr.



1 2 6 b ; Z e m a h ş e r î , el-Keşşâf



( B e y r u t ) , I, 2 4 4 ; İbn



ve'd-deuâ3



Kayyım el-Cevziyye, ed-Dâ'ü



(nşr.



M . A b d ü r r e z z â k er-Ravd), A m m a n 1 9 9 2 , s. 1 6 4 ,



177-179; Miftâhu



künûzi's-sünne,



s. 148-149,



2 0 2 - 2 0 3 , 2 5 9 , 4 6 3 - 4 6 5 ; T. I z u t s u , The



ture of the Ethical



Terms



Struc-



in the Koran, Tokyo



Kavramı,



Konya



Kılıç, Kur'an'da



Günah



1 9 8 4 , s. 1 3 7 - 1 4 3 , 1 6 0 ; G. C.



Anawati, " L a n o t i o n d e ' p e e h e o r i g i n a l ' existe l l e d a n s l ' I s l a m " , S t f X X X I (1970), s. 2 9 - 4 0 .



edilen



günahkârın



Freud'ün ortaya koyduğu bir ego savunma mekanizması olan yüceltme (sub-



m u n ya da süper egonun yasaklamaları sonucunda farklı kılıflara b ü r ü n ü p sosyal olarak kabul gören davranışlar biçi-



ken marazî ahlâksızlığı olan kimse buna muktedir değildir. Yani ideale göre hareket etmeyen marazî ahlâksızın iradesi g ü n a h a karşı koymak için yeterince güçlü sayılmaz. Günah



kendisiyle



beraber



suçluluk



duygusunu da getirir. Bunun gerçekle-



minde tezahür ettiğini ve dolayısıyla me-



şebilmesi için kişinin neyin doğru, neyin



A D İ L BEBEK



deniyetin bir yüceltme ü r ü n ü olduğunu



yanlış olduğuna dair dinî veya ahlâkî bir



ileri sürer. Aslında Freud g ü n a h diye bir



bilgisi olmalıdır. Değer yargıları oluştur-



PSİKOLOJİ. Günah bazılarına gö-



şey kabul etmez. Ona göre günahkârlık



m a k ve sorumluluğun farkına varmak



E







kabul



m e k gerekir. Ne var ki sıradan günah-



dırganlık ihtiva eden dürtülerin, toplu-



Sadık



doğru



ahlâksızlık,



kâr ideali bilinçli olarak yerine getirmez-



limation) teorisi, özellikle cinsellik ve sal-



183, 2 0 3 - 2 1 1 ;



"iradenin



marazî



dürtülerini farklı yönlere kanalize eder.



4 7 2 , 4 7 3 , 5 2 8 - 5 2 9 , 5 5 5 , 5 6 0 , 5 7 8 , 6 0 5 ; Vİ, 180-



C e v â d Ali, el-Mufaşşal,



iken



göre insan bu sıkıntıyı y a ş a m a m a k için



V,



1 9 5 9 , s. 2 5 0 - 2 6 1 ;



sonucu



re sadece seküler ahlâkla sınırlı iken ço-



duygusu, insanoğlunun zihnî bir yanıl-



insan benliğinin tabii bir gelişimidir. An-



ğ u n l u k için dinî bir mahiyet arzeder ve



m a ile oluşturduğu Tanrı imajının misil-



cak bunlar, insanın h e m mizacına h e m



mistik anlamıyla ruhun mükemmele doğ-



lemede bulanacağına inanarak kendisi-



de eğitimine bağlı olarak gelişir. Bir ço-



ru gelişimini engelleyen veya geciktiren



ni yapmaya zorunlu hissettiği ibadet ve-



cuk, henüz ahlâk şuuru edinmeden ön-



davranış



ya davranışları ihmal etmesi neticesin-



ce kötü bir eğitim sonucunda yalan söy-



ve



alışkanlıklardan



ibarettir



(Grensted, s. 130). Günahkârlık da böyle bir davranışta bulunduktan sonra hissedilen suçluluk duygusudur. Tövbe ise bu duyguyu hafifletme veya ondan sıyrılma mekanizmasıdır. Günah yalnızca teolojik değil aynı z a m a n d a



psikolojik



bir kavramdır. İnsanın gerek g ü n a h işlemesi gerekse işlediği g ü n a h sonucunda suçluluk duyması tabiidir.



de oluşan bir duygudur.



leme alışkanlığı kazanabilir. Bu durum-



Günaha sevkeden h e m dâhilî h e m de hâricî sebepler mevcuttur.



İnsanoğlu,



dürtüleri olan ve bu dürtüleri çevresi tarafından beslenen veya bastırılan bir varlıktır. Kişi gerek özel yaşantısında gerekse sosyal hayatta bazı ahlâkî-dinî kısıtlama ve emirlere, dürtülerini bastırarak ve onlara h â k i m olarak uyacağını



İnsan, günahın ana f a k t ö r ü n ü oluştu-



temelde kabul eder. Aksi halde sosyal



ran bazı behîmî arzulara sahiptir. Bu



hayat bir anarşi ortamı haline gelir. Fa-



da çocuğun yaptığı iş, ilâhî iradeyle çeliştiği için g ü n a h olarak nitelendirilebilir; f a k a t çocuk yaptığı şeyden dolayı suçlu değildir. Çünkü ahlâkî sorumluluk çağına erişmemiştir. Dolayısıyla insana suçluluk veya günahkârlık



duygusunu



şuurluluk kazandırır. Dinler ve özellikle İslâmiyet kişiye günahkârlık duygusundan kurtulmanın yolunu da göstermiş, ona tövbe imkânını sunmuştur.



arzuların bizzat kendileri g ü n a h niteliği



k a t insan bu olumsuz dürtülere her za-



Günahkâr olduğu hissine kapılan kim-



taşımaz. Meselâ açlık ve cinsellik dür-



m a n karşı koyamayıp boyun eğebilir. Ta-



se eğer tövbe yolunu tercih etmez veya



tüleri ahlâkî olarak n ö t r d ü r ; f a k a t açlık



bii bunu da kişinin h e m kendi karakte-



tövbesi neticesinde suçluluk duygusu-



d ü r t ü s ü aç gözlülüğe, cinsellik d ü r t ü s ü



rinin gelişimiyle hem de çevresinden ge-



nun hafiflediğini hissetmezse psikolojik



de şehvete dönüşebilir. İnsanı ilgilendi-



len etkilerle kuvvetlenen veya zayıfla-



rahatsızlıklara m â r u z kalır. Dinî kaynaklı



ren husus, bunları fazilet veya rezilet



yan dürtüleri belirler. Hisler, ihtiraslar



psikozların temel sebeplerinden



sayılacak noktaya getirmesidir. Esasen



ve çevre etkenleri onun aklına galip ge-



oluşturan bu hususun, Allah'ın sevgi-



onu hayvandan ayıran en önemli özellik



lebilir. Meselâ bir alkolik, içkinin kendi-



den ziyade cezalandırıcı y ö n ü n ü vurgu-



de budur. Burada kişinin "özgürlük duy-



sine zarar verdiğini aklı ile bilir a m a ira-



layan yanlış dinî eğitimden kaynaklan-



g u s u ' n u t a t m i n etmesi de söz konusu-



desi onu engelleyemez. Bununla birlik-



dığı söylenebilir. İslâm dini, günahlar için



dur. Faziletli kabul edilen davranışlar ye-



t e davranışçı psikolojinin



(behaviorism)



tövbe kapısının açık olduğunu ve insa-



rine süflî nefisten gelen isteklerin ter-



iddiaları bir yana, psikoloji insanın tabii



nın doğrudan Allah'la irtibat kurması-



birini



285 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNALTAY, Mehmet Şemsettin nın gerektiğini ısrarla vurgular. Çünkü



di. 1922 yılında Şer'iyye Vekâleti Tedkî-



ha sonra Sebîlürreşâd'da



Allah tövbeleri kabul edendir ve merha-



kat ve Te'lîfat Heyeti âzası oldu. 1924'-



leleri ve neşrettiği kitaplarıyla zamanın



m e t edenlerin en merhametlisidir (bk



te Dârülfünun



İlâhiyat Fakültesi dîn-i



modernist İslâmcılar'ı arasında yer al-



TEVBE).



İslâm tarihi ve fıkıh tarihi müderrisliği-



mıştır. Onun fikrî şahsiyetinin gelişimi



nin yanı sıra fakülte sekreterliğine ve



üzerinde, içinde yaşadığı olayların ve ye-



ertesi yıl da aynı fakültenin dekanlığına



tiştiği dönemin büyük etkisi vardır. Sal-



Psy-



getirildi (TBMM Sicil Arşivi, Dosya nr. 622).



tanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönem-



129-158;



1931'de Türk Tarih Kurumu'na üye se-



lerinde ilim ve siyaseti birlikte yürütür-



Wa-



çildi ve 1941'den itibaren ö l ü m ü n e ka-



Psychology



ken g ü n ü n şartlarına uyarak düşünce-



dar bu k u r u m u n başkanlığını yaptı. Bu



lerinde ve siyasî faaliyetlerinde farklı ve



arada Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih -



z a m a n z a m a n da birbirine zıt fikirle-



Coğrafya Fakültesi ve İstanbul Üniversi-



ri savunduğu görülür. Meselâ Meciis-i



BİBLİYOGRAFYA: W. B. Selbie, The



Psychology



of



Religion,



O x f o r d 1 9 2 4 , s. 2 2 6 - 2 4 4 ; L. W . G r e n s t e d , chology



and



God,



London



1 9 3 6 , s.



W. E. Oates, The Psychology



of Religion,



c o 1 9 7 3 , s. 2 1 1 - 2 1 5 ; G. E. Scobie, of Religion,



L o n d o n 1 9 7 5 , s. 8 3 - 8 5 ; C. B r y a n t ,



Depth Psychology



and Religious



Belief, London



1 9 8 7 , s. 2 0 - 2 9 ; Hayati Hökelekli, Din jisi,



Psikolo-



A n k a r a 1 9 9 3 , s. 2 7 3 - 2 7 7 ; S. F r e u d , " O b -



sessive A c t s a n d R e l i g i o u s Practices", ted Papers,



XIII, 3 2 5 - 3 3 1 .



ı—ı



YY r



Collec-



II, L o n d o n 1924, s. 28-29; A. La Coc-



q u e , " S i n " , ER,



ALIKÖSE



GÜNALTAY, Mehmet Şemsettin



n



(1883-1961) İlim ve siyaset adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin on dördüncü başbakanı,



^



çıkan maka-



tesi Edebiyat Fakültesi'nde ordinaryüs



Meb'ûsan 'da



profesör olarak ders verdi.



ye kanunu görüşülürken din, ahlâk, eği-



Dârü'l - hikmeti' 1 - İslâmiy-



İlmî faaliyetlerini devlet adamlığı ile



tim-öğretim ve dinî yayınlar konusun-



birlikte yürüten Günaltay, 1915'te İtti-



da İslâm'a uygun olan ve milletvekille-



hat ve Terakkî Fırkası'ndan Ertuğrul (Bi-



rinden büyük destek gören tezleri sa-



lecik) mebusu seçilerek meclise girdi ve



vunurken başbakanlığı sırasında b u n u n



Dârülfünun'un ıslahat çalışmalarında gö-



t a m aksi bir t u t u m l a Türk Ceza Kanu-



rev aidi; öğretmenlerin o g ü n k ü durum-



nu'nun 163. maddesindeki ünlü değişik-



larını dile getiren konuşmalar yaparak



liğin yapılmasına sebep olmuştur (aş.



bu konuda kanun çıkarılmasına yardım



bk.). Peyami Safa'ya göre birçok dinî ese-



etti. 1918'de Meclis-i Meb'ûsan idare



rin ve makalenin yazarı, din âlimi, şe-



memuru oldu; İttihat ve Terakkî ileri ge-



riatçı ve laiklik d ü ş m a n ı M. Şemsettin



d o ğ d u ; babası mü-



lenlerini sorgulayan komisyonda bulun-



Bey başka, eski Cumhuriyet Halk Parti-



derris İbrâhim Edhem Efendi, annesi Sâ-



du. Meclisin aynı yıl feshedilmesinden



si başvekili, inkılâpçı, laik ve bunlardan



liha Hanım'dır. Üsküdar Ravza-i Terakki



sonra nizâmnâme gereği iki yıl daha ida-



da fazla olarak din öğretimi aleyhtarı



Mektebi'ni, Vefa İdâdîsi'ni ve birincilik-



re m e m u r l u ğ u sıfatını sürdürdü. 1920'-



Şemsettin Günaltay başkadır; bu iki şah-



le Dârülmuallimîn-i Âliye'nin fen şube-



de Teceddüd Fırkası'nın kurucuları ara-



siyet yıllardan beri aynı vücutta birbi-



sini bitirdi (1905); bu arada özel olarak



sında, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hu-



riyle ihtilâfsız ve kavgasız yaşamıştır (SR,



Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi.



kuk Cemiyeti'nin İstanbul teşkilâtında,



IX/214, s. 221). Günaltay'm da içinde bu-



İstanbul Dârüşşafaka'da hendese mu-



arkasından da Kuvâ-yi Milliye içinde yer



lunduğu bir heyetçe yazılan ve 1931'den



Eğin'de



(Kemaliye)



allimliği, Kıbrıs İdâdîsi'nde m ü d ü r mua-



aldı. 1925'te İstanbul belediye encüme-



1950 yılına kadar okutulan tarih ders



vinliği ve müdürlük, 1909'da Maarif Ne-



ni âzalığına ve bir süre sonra belediye



kitapları, verdiği İslâm tarihiyle ilgili yan-



zâreti tarafından tabii ilimler o k u m a k



reis vekilliğine seçildi. Türkiye



Büyük



lış bilgiler sebebiyle şiddetli tenkitlere



üzere bir yıllığına gönderildiği İsviçre'-



Millet Meclisi'ndeki görevi ise 1923'te



m â r u z kalmış, Günaltay bu kitaplarda



nin Lozan Üniversitesi'nden d ö n d ü k t e n



Cumhuriyet Halk Fırkası Sivas mebusu



gerçekleri çarpıtmasından ve din öğre-



sonra da Midilli İdâdîsi'nde ve İstanbul



ve meclis başkan vekili olmasıyla baş-



timi hakkında sahip olduğu olumsuz gö-



Gelenbevi İdâdîsi'nde m ü d ü r l ü k yaptı.



ladı. Yedi d ö n e m üstüste Sivas, bir dö-



rüşlerinden dolayı çeşitli çevrelerce ve



1915'te Dârülfünun Edebiyat Fakültesi



nem Erzincan milletvekili seçildi. 15 Ocak



özellikle İbrahim Arvas tarafından ha-



medeniyet tarihi, 1917'de Süleymaniye



1 9 4 9 - 2 2 Mayıs 1950 tarihleri arasın-



karete varacak derecede eleştirilmiş, ko-



Medresesi dinler tarihi, 1919'da Dârül-



da t e k parti devrinin son h ü k ü m e t baş-



nu bir basın davası olarak mahkemeye



f ü n u n Edebiyat Fakültesi İslâm kavim-



kanlığını yaptı. İktidarın Demokrat Par-



intikal etmiştir (1959).



leri tarihi ve Süleymaniye Medresesi İs-



ti'ye geçmesinden sonra 1954'e kadar



lâm felsefesi müderrisliklerine tayin edil-



milletvekilliği görevine devam etti. 19581959 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul ii başkanlığında bulundu. 27



Mflr



Mayıs İhtilâli'nden sonra. Millî Birlik Ko-



•y



mitesi ile beraber kurucu meclisi meydana getiren Temsilciler Meclisi üyeliğine seçildi. 1961 seçimlerinde Cumhuri-



asssu



yet Halk Partisi İstanbul senatörü olarak yeniden meclise girdi. 20 Ekim 1961'de İstanbul'da öldü, vasiyeti üzerine An-



îi: stf



JHF



A



kara'daki Cebeci Asrî Mezarlığı'na gömüldü. Mehmet Şemsettin Günaltay



Günaltay,



dönemin



hâkim



cereyanı



olan pozitivist felsefe ve zihniyetin etkisi altında oluşturduğu bazı fikirlerine İslâm kaynaklarında temel aramaya çalışmıştır. Bu arada Gazzâlî'yi İslâm felsefesinin gelişmesini engellemekle suçlamış, ictihad kapısının kapandığı yolundaki kanaate şiddetle karşı çıkmış, bu kanaatin İslâm dünyasının gelişmesine engel teşkil ettiğini ileri sürmüştür. Tasavvuf mensuplarını, din adamlarını, tekke ve medreseleri de eleştirmiş, İslâmiyet'in akılcı bir din olduğunu,



İslâm düşüncesi ve tarihi üzerine bir-



m ü s b e t ilimlere ağırlık verdiğini, müs-



çok yayını bulunan Günaltay, 1327'den



lümanların geri kalmasından İslâmiyet'in



(1909) itibaren SiTÛt-ı Müstakim



değil bu kurumların sorumlu tutulması



ve da-



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNALTAY, Mehmet Şemsettin gerektiğini savunmuştur. Ayrıca Tanzimat aydınlarının radikal tavırlarıyla Türk toplumuna zarar verdiklerini, cahil gericilerle cahil ilericiler arasında fark bulunmadığını ifade etmiştir. Fen ve tabii ilimler öğrenimi gördüğü halde M. Şemsettin Günaltay Cumhuriyet devrinde daha çok tarihçi yönüyle tanınmıştır; eserleri ve konferansları da genellikle tarih üzerinedir. Tarihçiliğe Ziya Gökalp'le tanıştıktan sonra başlamış ve onun fikirlerinden etkilenmiştir. Batılı tarihçilerin metotlarını incelemiş, onların yorum getirerek tenkitli tarih yazdıklarını, buna karşılık İslâm tarihçilerinin doğrudan doğruya olayları vermekle yetindiklerini, yorum ve değerlendirmeleri okuyucuya bıraktıklarını, bu bakımdan müslüman müelliflerce yazılan tarih kaynaklarının daha sağlam ve güvenilir olduğunu söylemiş. Batılı tarihçilerin İslâm tarihçileri hakkındaki iddia ve ithamlarını reddetmiştir. Kuvvetli bir medrese öğrenimi gören, hem Doğu'yu hem Batı'yı yakından tanıma imkânı bulan ve birkaç dil bilen Günaltay düşünceleri, eserleri ve devlet adamlığıyla Cumhuriyet devrinde dindevlet ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynamış, özellikle başbakanlığı döneminde din. din eğitimi ve laiklik politikalannda gerçekleştirilen değişiklik ve yeni düzenlemelerde etkili olmuştur. Daha önce bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi'nin VII. kongresinde (Aralık 1947) alınan kararların uygulamaya geçirilmesini Günaltay hükümeti sağladı. 24 Ocak 1949'da meclise sunulan hükümet programında vatandaşın çocuğuna din bilgisi verme hakkını kullanabilmesi için gereken imkânlann hazırlanacağı açıklanıyor ve ihtiyarî din öğretimine başlanacağı belirtiliyordu (Arar, s. 205). Cumhuriyet dönemi hükümet programlarında ilk defa din öğretimine yer verilmesi halk tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. Önceki hükümet zamanında Millî Eğitim Bakaniığı'nca hazırlatılan, Nurettin Artam ile Nurettin Sevin'in birlikte yazdıkları Müslüman Çocuğunun Kitabı (Ankara 1948), ihtiva ettiği fahiş yanlışlıklar sebebiyle mecliste ve basında şiddetli tenkitlere uğramıştı. Günaltay'ın isteğiyle bu kitabın ilkokullarda okutulmasından vazgeçilerek yerine 1949-1950 ders yılından itibaren Ahmet Hamdi Akseki'ye yazdırılan kitapların konulması din öğretimi bakımından olumlu bir adım



teşkil etmiştir. Ayrıca 1949'da imamhatip kurslarının açılması ve Ankara Üniversitesi bünyesinde İlâhiyat Fakültesi'nin kurulması, bazı Türk büyüklerinin türbelerini ziyarete imkân veren 5566 sayı ve 1 Mart 1950 tarihli kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtının daha iyi hale getirilmesini amaçlayan 5634 sayı ve 23 Mart 1950 tarihli kanunun çıkarılması, seçim mevzuatının değiştirilerek tek parti devrinin kapanmasını sağlayan gizli oy-açık tasnife dayalı tek dereceli seçim sisteminin getirilmesi gibi önemli düzenlemeler de onun başbakanlığı zamanında gerçekleştirilmiştir. Fakat bu gelişmelere karşılık Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesinde dinî hayatı kısıtlayıcı nitelikte yapılan değişiklik de bu dönemde olmuştur. Mecliste cereyan eden müzakerelerde bu değişikliğe karşı en ciddi itirazlar Millet Partisi'nin meclis grubu başkanı Osman Nuri Köni'den gelmiş, birçok milletvekilinin de onu desteklemesine rağmen tasarı Başbakan M. Şemsettin Günaltay ile Demokrat Parti sözcüsü Mehmed Fuad Köprülü'nün görüşleri yönünde kabul edilmiş (16 Haziran 1949) ve bu madde, ancak kırk iki yıl sonra 12 Nisan 1991 tarihinde yürürlükten kaldınlabilmiştir. Eserleri. 1. Fennin En Son Keşfiyatmdan Telsiz Telgraf, Esîr, Mevcât-ı Esîriyye, Röntgen, Radyum, İyotlar, Elektronlar (İstanbul 1328). 2. Hurâfattan Hakîkata (İstanbul 1332). Sebîlürreşâd'daki bazı yazılarını ihtiva eden bu kitapta İslâmiyet'in ilerlemeye engel olmadığı, ancak sonradan karıştırılan hurafelerden arındırılması gerektiği görüşü üzerinde durur ve Asr-ı saâdet ile daha sonraki dönemleri karşılaştırarak Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği dinle bugünkü müslümanların dini arasında büyük farklar bulunduğunu söyler. 3. Târîh-i Edyân (İstanbul 1338). Bu eserinde din, dinlerin tasnifi ve din fikri üzerinde durduktan sonra tabii dinlerle (animizm, fetişizm, totemizm) Hinduizm, Budizm ve Taoizm gibi Uzakdoğu dinlerini inceler. 4. Mâzîden Atîye (İstanbul 1339). Türk tarihine ait yazılarının yer aldığı bu eserde İslâm'dan önceki Türkler'i ele almış, Ziya Gökalp'in de etkisiyle kurtuluşu İslâmlaşmak, muâsırlaşmak ve Türkleşmekte bulduğunu açıklamıştır. S. Zulmetten Nûra (İstanbul 1341). 1913'ten itibaren Sebîlürreşâd' da yayımladığı yazılarından oluşan bu eserde İslâm âleminin fikrî çö-



küşünün sebepleri ve kurtuluş yolları üzerinde durmuş, İslâm'ın üstünlüklerini anlatmıştır. Mehmed Âkif Ersoy'un övgüsünü kazanan eser halk arasında geniş ilgi görmüştür. Rıfkı Melül Meriç, Ankara İlâhiyat Fakültesi'ndeki derslerinde Hurâfattan Hakîkata, Mâzîden Âtiye ve Zulmetten Nûra adlı eserlerin Midilli İdâdîsi müdürü Orhan Bey'e ait olduğunu ileri sürmüştür [TDEA, III, 404). 6. İslâm'da Târih ve Müverrihler (İstanbul 1339-1341). İslâm tarihçileri ve eserlerini konu alan bu kitap, Yüksel Kanar tarafından sadeleştirilerek İslâm Tarihinin Kaynakları Târih ve Müverrihler adıyla yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 1991). 7. İslâm Târihi (birinci kitap, İstanbul 1338 r./ 1341). İslâm öncesi Arap tarihinden bahseder. 8. Felsefe-1 Ûlâ*. Eserin alt başlığı İsbât-ı Vâcib ve Ruh Nazariyeleri'dir (İstanbul 1339-1341, 1994). 9. Müntehab-ı Kıraat (İstanbul 1339 r./ 1923). 10. Müslümanlığın Çıktığı ve Yayıldığı Zamanlarda Orta Asya'nın Umumi Vaziyeti (Ankara 1933). 11. Mezopotamya Sümerler, Akadlar, Gutiler, Amürüler, Kassitler, Asurlular, Mittarüler, İkinci Bâbil İmparatorluğu (İstanbul 1934). 12. Suriye ve Palestin (İstanbul 1934). 13. İbrânîler (İstanbul 1936). 14. Türk Tarihinin İlk Devirleri, Uzak Şark, Kadim Çin ve Hind (İstanbul 1937). 15. Türk Tarihinin İlk Devirlerinden Yakın Şark, Elam ve Mezopotamya (İstanbul 1937). 16. La decadence du monde musulman est-elle â l'invansion des Seldjoukides (İstanbul 1937). 17. Dil ve Tarih Tezimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahlar (Hasan Tankut'la birlikte, İstanbul 1938). 18. Tarih: Lise I (İstanbul 1939). 19. Yakın Şark II: Anadolu, En Eski Çağlardan Akamenişler İstilasına Kadar (Ankara 1946). 20. Yakın Şark III: Suriye ve Filistin (Ankara 1947). 21. İran Tarihi: En Eski Çağlardan İskender'in Asya Seferine Kadar (I. c„ Ankara 1948). 22. Yakın Şark IV: Perslerden Romalılara Kadar-Selevkoslar, Nabatiler, Galatlar, Bitinya ve Bergama Krallıkları (1. bölüm, Ankara 1951). Türk Ansiklopedisi'nde müşavir ve yazar olarak çalışan Günaltay'ın Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd'dan başka Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi Mecmuası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Türk Tarih Kurumu Belleten, Düşünce ve İslâm dergilerinde de pek çok makalesi yayımlanmıştır.



287 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNALTAY, Mehmet Şemsettin BİBLİYOGRAFYA:



olarak başladığı kabul edilebilir. Bunun-



düzenin



T B M M Sicil Arşivi, D o s y a nr. 6 2 2 , A l b ü m sı-



la birlikte bilhassa soğuk kuzey iklimle-



Daha sonra Orta Krallık d ö n e m i n d e hü-



rinde güneşin hayat verici özelliği, bu



k ü m e t merkezinin Thebes'e taşınması



ra nr.



1 0 4 ; T C E m e k l i S a n d ı ğ ı Arşivi,



nr. 83-990-043; TC Devlet



Salnâmesi,



Dosya



İstanbul



Düşünce



Tarihi



Ra'nın, kült merkezi bu şehir olan Amon'la birleştirilmesine yol açmış, böylece



Türkiye'-



lıdır. Zihnî gelişmenin ileri basamakla-



Aşağı ve Yukarı Mısır'ın millî tanrısı ha-



(İstanbul 1966), İs-



rında güneşin semavî yönü takvim ve



line gelen Amon-Ra, tanrıların kralı ve



Eserleri, İstanbul



t a n b u l 1979, s. 3 8 8 - 3 9 1 ; 1. Arar, Hükümet



Prog-



ramları: 1920-1968, İstanbul 1968, s. 205; Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, İstanbul 1 9 7 3 , s. 12-19; Fahri Ç ö k e r , TTK cı



ue



Çalışmaları,



Ankara



Felsefe Hareketleri,



islamcılık



nın, Alacahöyük başta olmak üzere Ana-



aslında güneşin t a m zeval vaktindeki



Türk



dolu'nun ve Kafkasya'nın çeşitli arkeolo-



d u r u m u n u n sembolü olan g ü n e ş kur-



j i k merkezlerinde yapılan kazılarda ele



sunun tanrısı Aton'u, yani kavram ola-



Anka-



geçirilen Bronz Çağı'na ait çok sayıda



rak en güçlü güneşi t e k tanrı ilân et-



güneş kursunun güneş kültünde kulla-



ti ve Akhetaton ("Aton'un u f k u " ; bugün-



Fikir Hareketleri, Ankara 1989,



nıldığı bilinmektedir. Öte yandan arke-



kü Amarna höyüğü) adını verdiği yeni bir



oloji terminolojisinde "svastika" (gamalı



şehir kurarak idare merkezini oraya ta-



haç) denilen tarih öncesi bezeme motifi



şıdı; kendi adını da Akhenaton'a (Aton'un



Çağda



s. 1 7 6 - 1 9 4 ; N e ş e t T o k u , Türkiye'de



teryalist Felsefe (Spiritüalizm) İstanbul



Anti-Ma-



-İlk



Temsilciler-,



1 9 9 6 , s. 2 5 1 - 2 8 5 ; M e h m e d A k i f Er-



soy, " T e n k i d v e T a k r i z , Z u l m e t t e n N û r a " , X / 2 4 5 (1329), s. 187-188; TBMM



ûsan



Zabıt



Ceridesi,



Meclis-i



SR, Meb'-



Devre 3, İçtimâ 4, İn'ikad



5 8 , 2 7 Ş u b a t 1 3 3 4 (1918), s. 1 0 1 2 ; TBMM



Za-



de stilize edilmiş güneş kursudur. Sumerler'de güneş tanrısı, kült merkezi Larsa olan Utu idi ve ay tanrısı Nan-



D ö n e m VIII, C . 16, T o p l a n t ı 3, 4 9 ,



na'nın oğlu kabul ediliyordu. Her g ü n



Birleşim 2 2 , A n k a r a 1 9 4 9 , 5 0 , Ö . 1, s. 4 4 6 - 4 5 2 ;



d o ğ u ş u n d a n batışına kadar gökyüzün-



SR,



de dört fırtına ilâhı tarafından çekilen



bıt



Ceridesi,



I X / 2 1 4 ( 1 3 7 5 / 1 9 5 6 ) , s. 2 2 1 ;



"Şemseddin



G ü n a l t a y " , TD, X I I / 1 6 (1961), s. 1 2 5 - 1 2 7 ; Bildiriler,



N



babası



İstan-



İstanbul 1987, II, 403-



Keskioğlu v.dğr., S o n



lâm Dünyasında



da



İs-



Düşüncesi,



405; Osman



firavunların



larından IV. Amonofis (m.ö. 1363-1347),



Türkiye'de



ra 1 9 8 6 , s. 2 0 6 - 2 1 3 ; İ s m a i l Kara,



sayılmıştır. Yeni Krallık dönemi firavunt a h t a çıktıktan kısa bir m ü d d e t sonra



b u l 1 9 8 4 , s. 1 0 0 ; İ b r a h i m A g a h Ç u b u k ç u ,



Tarihinde



aynı z a m a n d a



nulmuştur. Tarih öncesi devirlerde gülojik malzemeden gelir. Kuzey Avrupa'-



Ama-



Geleceğiz,



falcılık alanlarında da uygulamaya koneş kültüyle ilgili bilgilerin çoğu arkeo-



Kuruluş



1 9 8 3 , s. 3 1 5 - 3 1 9 ;



T a h s i n B a n g u o ğ l u , Kendimize



Düşünce



edilmiştir.



anlayışlarını daha fazla etkilemiş olma-



Hayatları,



1933-36, IV, 1 4 9 0 ; H i l m i Ziya O l k e n ,



de Çağdaş



kabul



iklimlerde gelişen dinlerin g ü n e ş kültü



1925-26, s. 1 8 8 - 1 8 9 ; İ b r a h i m A l â e d d i n G ö v s a ,



Meşhur Adamlar:



koruyucusu



TTK



(1967), s. 2-6, 4 7 5 - 4 7 7 ; M . Şevki



Aydın, " M e h m e d Ş e m s e d d i n ' i n E ğ i t i m A n l a -



bir araba ile yol aldığına inanılırdı. Utu aynı z a m a n d a adalet tanrısı idi ve dü-



V, Kayseri



rüst insanların yardımcısı, kötülerin düş-



TA,



manı kabul ediliyordu; yeminler de onun



XVIII, 1 7 4 - 1 7 5 ; K e m a l K a r p a t , " T ü r k l e r (Cum-



adı üzerine edilirdi. Utu, benzer fonksi-



yışı", EÜ İlahiyat



Fakültesi



Dergisi,



1 9 8 8 , s. 2 3 7 - 2 5 2 ; " Ş e m s e d d i n G ü n a l t a y " , h u r i y e t Devri)", İA, XII, 4 0 3 ; " G ü n a l t a y " , III, 4 0 4 - 4 0 5 .



TDEA,



rri İSİİ



R



yonlarla ve Ş a m a ş (Ar. şems) adıyla Sâmî Akkadlar'a, gelişen Mezopotamya uy-



K Â M İ L ŞAHİN



GÜNEŞ



N



I. DİNLER TARİHİ II. KUR'AN ve HADİS III. ASTRONOMİ IV. EDEBİYAT



hizmetkârı) çevirdi. Ancak diğer tanrılara t a p ı n m a yasaklanıp Aton devlet zoruyla hâkim kılındığı için halk tarafınd a n benimsenmedi. Sonuçta A m o n - R a rahiplerinin başlattığı kanlı bir ayaklanm a ile tarihin belgelerle tesbit edilebilen bu ilk monoteizmi ortadan kaldırıldı ve yine eski düzene dönüldü. Mısır'da güneşin değişik isim ve sıfatlarla da olsa daima en önemli tanrı d u r u m u n d a bulunması, hayat vericiliğinin ve kozmogonideki yerinin yani sıra firavunların babası sayılmasının da etkisiyledir.



garlığı aracılığıyla da Anadolu'da oturan



Eski İran dininin bir t a r a f t a n Grek ve



ve Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititler'e



Roma, diğer t a r a f t a n Hindistan'ın Ve-



geçmiştir.



dalar dönemi diniyle etkileşimi söz ko-



Eski Mısır'da güneş kültüyle ilgisi bu-



nusudur-, bu d u r u m g ü n e ş kültü alanın-



lunan tanrıların kozmogoni ile de yakın-



da da kendini göstermektedir. Eski Hint



dan ilgili oldukları ve yaratılışta önemli



ve İran metinlerinde "gök" anlamına ge-



rol oynadıkları görülür. İlk kozmogoni,



len Varuna ve "gün ışığı, aydınlık" anla-



güneş tanrısı A t u m ' u yaratıcı tanrı ve



mına gelen Mitra isimleri ortaktır. Aves-



onun kült merkezi Iunu (Heliopolis; ge-



ta'da güneş hvar adını alır. Yasta'da (VI,



I. DİNLER TARİHİ



niş bilgi için bk. AYNİŞEMS) şehrini de ya-



VII) özel bir güneş k ü l t ü n ü n olduğu bi-



Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde k ü n e ş



ratılış yeri olarak göstermektedir. Da-



linmektedir. Bu, Bundahışn (V. 1-7) ve



ve Kıpçak Türkçesi'nde kuyaş şeklinde



ha sonra panteonda güneşle ilgili baş-



Sâyast lâ-Sâyast'ta (XXI, 1-7) çeşitli açı-



söylenen kelimenin aslı k ü n (gün) olup



ka tanrıların da ortaya çıktığı görülür.



lardan dile getirilir. Fakat eski İran'ın en



dünyanın kendi etrafında bir defa dönü-



Bunların en önemlileri güneşin sabah,



önemli güneş kültü tanrı Mitra etrafın-



ş ü n ü n aydınlık kısmı ile (kündüz/gün-



öğle ve akşam görünümlerini temsil eden



da teşekkül etmiştir. Zerdüşt öncesi dö-



düz; karanlık kısmı t ü n / d ü n ) onu aydın-



Amon, Ra ve Ptah üçlüsü idi. Horus da



n e m d e kutsal antlaşma ve ışığın tanrısı



latan gök cismine verilen addır (Clauson,



şahin şeklinde bir g ö k tanrısıydı ve göz-



olarak bilinen Mitra, Avesta'da savaşçı



s. 725, 729, 734).



lerinden biri güneş, diğeri ay olarak te-



bir tanrı k o n u m u n d a görülür ve bir ilâ-



lakki ediliyordu. Uzun Mısır tarihinde za-



hi ona adanmıştır (Yasta 10). Zerdüştî takviminin yedinci ayında kutlanan Mih-



L



J



İnsanlık tarihinde güneş kültüne tarih öncesi devirlerden itibaren rastlanmak-



m a n z a m a n Aşağı veya Yukarı Mısır'ın



tadır. Kendisine tapılan bir nesne olarak



yükselmesi y a h u t birleşmesi gibi siyasî



ricân bayramı da onun adına düzenleni-



güneş, zamanla gelişen din sistemleri



sebeplere bağlı olarak bazı tanrıların da-



yordu. Ahamenî metinlerinden anlaşıl-



içinde soyutlaşmak suretiyle sembolik



ha fazla ö n e m kazandığı ve bazan da



dığı kadarıyla Ahura Mazda ve Anahita



bir kavram haline gelmiştir. Başlangıç-



birbirleriyle özdeşleştikleri görülür. Ön-



ile birlikte Mitra'ya da



t a güneşin hayat bahşedici özelliği ve



ce Eski Krallık döneminde Ra, Heliopolis'-



Mitra, Kuşan İmparatorluğu d ö n e m i n d e



tapılmaktaydı.



sonraları zamanı tesbit etmekteki ya-



te Atum'la Ra-Atum şeklinde özdeşleş-



Mioro adını almış ve sikkelerde bir gü-



rarlılığı göz önüne alındığında güneş kül-



tirilerek ilk varolan t a n n sayılmış ve hem



neş ilâhı olarak tasvir edilmiştir. Temel-



t ü n ü n değişik coğrafyalarda eş zamanlı



yer hem de g ö k tanrısı olarak kozmik



de ışığın tanrısı olan Mitra hızlı atlarıyla



288 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNEŞ her g ü n güneşi çekmekteydi. B ü t ü n bu



seksen kara parçasını, seksen adayı ve



risinden intikam



özelliklerinin dışında bereketin ve refa-



8 milyon tanrıyı yaratmışlardır. Onlar tan-



yakarılırdı.



alınacağında



güneşe



hın da tannsıydı. Herodot, İranlılar'ın yer-



rıların ve insanların atalarıdır; ülkeyi ve



Belli başlı yerli Roma tanrıları arasın-



yüzü, ateş ve su gibi güneş için d e kur-



b ü t ü n bitki çeşitlerini yaratan evrensel



da güneşe rastlanmamaktadır. Roma di-



ban kestiklerini nakleder [Tarih,



çifttir. Başlangıçta



s. 71).



gök-baba,



ni, başta Grek dini olmak üzere eski Ak-



Yine eski İran'da rahipler dışındaki in-



İzanami de yer-ana olarak telakki edil-



İzanagi



deniz dinlerinden ve özellikle eski İran'da



sanların da güneş doğarken, öğle vakti



mişti. Daha sonra anlatıma göre İzana-



ortaya çıkmış olan Mitraizm'den önem-



ve öğleden sonra olmak üzere g ü n d e üç



m i ateş tanrısı Kagutsuchi'yi dünyaya



li ölçüde etkilenmiştir. Persler'in Mitra



defa dua etmeleri istenirdi. Mitraizm'in



getirmiş, o da İzanami'nin ö l ü m ü n e ve



(yenilmez güneş) ibadetinden son dere-



zamanla İran topraklarının dışına taşa-



Yomi'ye (öteki dünya) gönderilmesine yol



ce hoşlanan Romalı askerler, onu Tuna



rak özellikle Roma ve Anadolu'da mis-



açmıştı. Bunun üzerine İzanagi Yomi'ye



nehrinden Britanya'ya kadar b ü t ü n im-



tik bir kült sistemi geliştirdiği görülür



gitmiş ve İzanami'yi geri getirmeyi ba-



paratorluk topraklarına yaymışlardır. Her



(1-1V. yüzyıllar arası; aş. bk.).



şarmıştı. Dönüşte ilk işi temizlenmek ol-



ne kadar Mitraizm ilk defa milâttan ön-



Hindistan'da güneşle ilgili kültler ol-



m u ş , gözlerini ve b u r n u n u temizleme-



ce 67'de Roma'ya ulaşmışsa da yayılma-



dukça yaygındır. Her Hindû günlük faali-



sinden güneş tanrıçası Amaterasu, ay



sı milâttan sonra II. yüzyılda, eğitimli sı-



yetine güneşe dua ederek başlar. Bunun-



tanrısı Tsuki-Yomi ve şiddetli fırtına tan-



nıfların onun cazibesine kapılmasından



la birlikte Hinduizm içerisinde bağımsız



rısı Susano-wo d o ğ m u ş t u r . Gökyüzü ve



sonra olmuştur. Mitra'nm



bir güneş dininden söz edilemez. Ancak



yeryüzünü



bölgesi



kerler arasında çok sevilmesinin sebep-



Hint tanrılarından Varuna, Mitra, Surya,



Amaterasu'ya, gece bölgesi ay tanrısı-



leri askerlerin cesaret, itaat, açıkgözlü-



Savitri (Savitar), Vişnu, Dyaus



güneşle



na, okyanuslarla gizli varlıklar bölgesi



lük, başarı ve kendine güvenini sembo-



d o ğ r u d a n veya dolaylı olarak irtibatlan-



de Susano-vvo'ya tahsis edilmişti. Milât-



lize etmesidir. Diğer t a r a f t a n 270'lerde



dırılmıştır. Rig Veda'da güneş Surya adı-



tan önce 660'ta başa geçen ilk Japon im-



imparatorluğun bu inancı sahiplenmesi



nı alır; ayrıca başka pek çok isimle de



paratoru Jimmu-Tenno, Amaterasu'nun



de onun yayılmasını hızlandırmıştır. Mit-



zikredilir. Agni ve İndra ile birlikte Ve-



doğrudan torunu



düşünülmüş,



ra'nın Roma dünyasına cazip gelmesi-



dalar'ın üç b ü y ü k tanrısından biri olan,



böylece güneş tanrıçası J a p o n dinindeki



nin diğer bir sebebi ise onun sır ve hik-



Rig Veda'daki on ilâhinin kendisine adan-



diğer tanrıların başı ve m i k a d o (impara-



m e t karışımı görüşlere sahip olmasıdır.



dığı Surya, özellikle Kuzey Hindistan'-



tor) sülâlesinin de atası kabul edilmiş-



Bu görüşler, ruhun ölümsüzlüğü ve yedi



da yaygın bir ilâh haline gelmiştir. Ku-



tir. İnanışa göre Amaterasu insanların



gezegen sahası boyunca yükseldiği inan-



zeyde Kuşanlar'ın idaresi



müddetince



işlerini, özellikle m i k a d o n u n refah ve



cı üzerinde yoğunlaşmıştı.



tanrı Surya etrafında Saura Hinduizmi



idaresini gözeten genel bir inâyete sa-



Roma'da ü s t ü n l ü k sağlamasıyla Hıristi-



kaplayan



aydınlık



olarak



Romalı as-



Mitraizm'in



adını alan özel bir mezhep gelişmiştir.



hiptir. Şinto öğretisine göre, sembolü



yanlığın yükselişi arasında sıkı bir ben-



XV. yüzyıldan sonra etkinliğini kaybe-



ayna olan Amaterasu göklerde görüle-



zerlik bulunmaktadır. Mitra'nın da bir



den bu mezhebin temeli, kutsal kitabı



bilen ve yeryüzünde bilinip saygı duyu-



kayadan veya Hz. îsâ gibi m a ğ a r a d a bir



Samba Purâna'ya göre Surya veya gü-



lan en büyük gerçektir.



bâkireden d o ğ d u ğ u , mûcizeler göster-



neşin yüceltilmesine dayanıyordu. Hindistan'da diğer bir Vedalar dönemi güneş tanrısı Savitri veya Savitar'dır. Bazan Surya ile özdeş kabul edilen bu tanrı Vedalar'da hayatın kaynağını meydana getirir. Hinduizm'deki üç büyük ilâht a n biri olan Vişnu da tasavvura göre hareket halindeki güneştir. Güneşle ilişkili bir başka tanrı ise g ö k tanrısı Varuna'nın gözü olduğuna inanılan Mitra'dır. İkisinin birlikte gökyüzünde zafer arabaları s ü r d ü ğ ü , 1000 altın sütunu ve 1000 kapısı olan g ö k saraylarında yaşadığı kabul edilir.



Grek dininde Apollo ile Helios g ü n e ş tanrısı olarak kabul edilmişlerdi. Özellikle Apollo, babası baştanrı Zeus'la karşılaştırılan ve kendisine içten duygularla ibadet edilen büyük bir tanrıydı. Bu tanrı güneşin ısıtıcılığının, aydınlığın, mûsiki, kehanet, tıp ve okçuluğun tanrısı, sığırların koruyucusu, aklî ve fizikî yeteneklerin sağlayıcısı olarak biliniyordu; ay ve av tanrıçası Artemis de onun ikiz kız kardeşiydi. Olimpos tanrılarından olmayan diğer güneş tanrısı Helios, güneşin ulûhiyyeti değil doğrudan kendisidir; Selene ile (ay) Eos da (şafak) titan-



"Tanrıların yolu" anlamına gelen Ja-



lar soyundan gelen bu tanrının kız kar-



ponlar'ın yerli ve millî dini Şintoizm'de



deşleridir. Önemli tanrılar arasında yer



Amaterasu güneş tanrıçası olarak düşü-



alan Helios'un d o ğ d u ğ u yerden başla-



n ü l m ü ş ve kendisine ibadet edilmiştir.



yarak dünyayı çevreleyen Okyanus ırma-



İlk defa VII. yüzyılda yazıldığı kabul edi-



ğı üzerinden batış yerine doğru gökyü-



len Japon kozmogonisi, ülkenin ve in-



zü boyunca bir saltanat arabasını sür-



sanlarının yaratılışını, iki kutsal



kitap



d ü ğ ü , karanlık saatlerde de altın bir ka-



Kojiki ve Nihongi'de kaydedilen ilâhî çift



yık içinde Okyanus'un



derinliklerinden



İzanagi ve İzanami mitine dayandırmak-



başlangıç noktasına, yani d o ğ d u ğ u yere



tadır. İnanışa göre aslında kardeş olan



doğru gittiği kabul edilmiştir. Mezopo-



İzanagi ve İzanami "göğün yüksek düz-



tamya'da olduğu gibi Grek dünyasında



l ü ğ ü ' n d e n yere inmişler ve birleşerek



da güneş üzerine yemin edilir, ayrıca bi-



diği, daha sonra Ahura Mazda'nın onu hakikat ve aydınlık tanrısı, arkasından da yüce varlığın güneş tanrısı haline getirdiği, nihayet g ö ğ e yükseldiği ve orada ölümsüzler arasına karıştığı, ayrıca kendisine inananlara yardım etmeye ve onları kutsamaya her an hazır olduğu inancı benimsenmişti. Mitraizm'deki bu hayatın son olmayıp sonsuz



mutluluk



veya acı dolu bir hayata geçiş olduğu, mahşer g ü n ü Mitra'nın çağırmasıyla ölülerin kabirlerinden kalkacağı, dünyada iyilik yapanların g ö ğ e yükseleceği, kötülerin ise karanlıklar bölgesine atılacağı yolundaki inançlar da Hıristiyanlık'takilerle benzerlik taşıyordu. Aynı şekilde hıristiyanlardan önce Mitraistler'de haftanın ilk g ü n ü pazardı ve 25 Aralık da Hz. îsâ'dan önce Mitra'nın d o ğ u m g ü n ü idi. Mitraizm, IV. yüzyılın sonlarında diğer putperest kültlerle birlikte şiddetle yasaklanmış, Hıristiyanlığın Roma'ya h â k i m olmasının ardından da t a m a m e n ortadan kalkmıştır. Aztek kozmogonisine göre insanlığın yaratılışı, her biri büyük bir tanrı tara-



289 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNEŞ fından idare edilen beş d ö n e m e ayrıl-



literatürde ise bazan "sıcaklık" anlamın-



lanıldığı görülür. Romanesk sanatta za-



maktadır. 1. Jaguar Güneşi. Bu d ö n e m i n



daki h â m m â h kelimesine de rastlanır.



m a n a h â k i m olan Hz. îsâ zamanı belir-



nezaretçi tanrısı, sonunda kendini gü-



Yahudi geleneğine göre güneş, mevsim-



leyen güneşle özdeş t u t u l m u ş ve bir gü-



neşe dönüştüren Tezcatlipoca idi. Onun



lerin düzenlenmesi ve g ü n ü n aydınlatıl-



neş diski halinde tasvir edilmiştir. Hıris-



z a m a n ı n d a jaguarlar insanları ve yeryü-



ması için Allah tarafından yaratılışın dör-



tiyan ikonografisinde Hz. îsâ ve azizle-



z ü n ü imar eden devleri yemişlerdir. 2.



düncü g ü n ü n d e meydana



rin başında bulunan hâlenin kökeni de



Rüzgâr Güneşi. Kasırgaların dünyayı tah-



(Tekvîn, 1/14-19). Güneşi yapan ve ha-



bazı uzmanlarca aya, bazılarınca güne-



rip ettiği ve sonunda insanların maymu-



zırlayan Allah (Mezmur, 74/16) ona emir



şe bağlanmaktadır.



getirilmiştir



na d ö n ü ş t ü ğ ü bu devrin nezaretçi tan-



verir, o da itaat eder (Eyub, 9 / 7 ) ; ay-



Bazı araştırmacılar, Câhiliye dönemi



rısı Ketzalkoatl'dır. 3. Ateş Yağmuru Gü-



rıca görevini y a p m a k suretiyle Allah'a



dininin temelde yıldızlara t a p m a k olduğ u n u ve b ü t ü n tanrı isimlerinin özde Ay



neşi. Nezaretçi tanrı Tlaloc'tur. Y a ğ m u r



hamdetmiş olur (Mezmurlar, 148/3). Gü-



tanrısı Tlaloc'un dünyaya ışık verdiği bu



neş sonunda kararacak (İşaya, 1 3 / 1 0 ;



(baba), Güneş (anne) ve bunların kızları



d ö n e m bir ateş yağmuruyla sona ermiş-



Hezekiel 3 2 / 7 vd.), f a k a t Allah'ın hâki-



Zühre'den (Venüs) meydana gelen se-



tir. 4. Su Güneşi. Su tanrıçası Chalchiuhtli-



miyeti



yedi



mavî üçlüye (trinity, teslîs) irca edildiğini



cue'nin nezaret ettiği d ö n e m i n sonun-



k a t daha fazla parlayacaktır (İşaya, 3 0 /



söylemektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ge-



da bir t u f a n gelip insanları balığa dö-



26; Enoch, 93/16). Bu ifadelerden, er-



ce ve gündüz, g ü n e ş ve ay O'nun alâ-



n ü ş t ü r m ü ş t ü r . S. Hareket Güneşi. Aztek-



ken yahudi düşüncesinde güneşin sade-



metlerindendir. Eğer Allah'a ibadet et-



ler'in de yaşamış olduğu son kozmik dö-



ce bir gök cismi olarak algılandığı anla-



m e k istiyorsanız güneşe de aya da sec-



başladığında



şimdikinden



nemin adı dünyayı sona erdirecek olan



şılmaktadır. Eski Ahid'de güneş, özel-



de etmeyin; onları yaratan Allah'a sec-



zelzeleyi haber vermektedir; nezaretçi



likle Filistin'deki güneş kültleri hakkın-



d e edin" (Fussılet 4 1 / 3 7 ) denilmek su-



tanrı güneş tanrısı Tonatiuh'tur. Her dö-



da bilgi verilirken geçer. Buna göre böl-



retiyle Câhiliye Arapları arasında güneş



nemin sonunda t a m a m e n yok edilen ve



gede Beth Şemeş (Yeşu, 15/10; I. Samuel,



kültünün



ardından daha yüksek bir derecede ye-



6 / 9 ) ve En Şemeş (Yeşu, 1 5 / 7 ; 18/17)



(Cevâd Ali, VI, 51, 55). Tedmûr kitabelerinde erkek olarak geçmesine r a ğ m e n



mevcudiyeti



belirtilmektedir



niden yaratılan insanların yaratılış ama-



gibi önemli güneş kültü merkezleri var-



cı, insan yüreği yedirerek g ü n e ş tanrısı-



dı. Yahudilere bu kült kesinlikle yasak-



Câhiliye Arapları güneşi dişi kabul et-



nın kuvvetini tazelemektir. Bu yüzden



lanmış (Tesniye, 4 / 1 9 ) ve güneşe kulluk



mişlerdi. Maînliler, Hadramutlular, Ka-



Aztekler savaşta ele geçirdikleri düş-



edenin taşlanarak öldürüleceği bildiril-



tabânlılar ve Sebeliler arasında güneşin



manlarının yüreklerini güneşe



takdim



miştir (Tesniye, 17/3-5). Bununla birlik-



bir tanrıça ve ay tanrısının kızı olduğu-



ederlerdi; böylece yaptıkları savaşlara



t e Yahuda Kralı Manasse bu kültü res-



na inanılırdı. Arabistan'da güneş kültü-



da meşrûluk kazandırmış oluyorlardı.



men kabul etmiş (II. Krallar, 21/3, 5), Kral



n ü n ne z a m a n başladığı bilinmemekte,



Yoşiya ise yasaklayıp ortadan kaldırmış-



ancak Câhiliye dönemi



tır (II. Krallar, 23/5, 11). Ancak Hezekiel'in



sıkça rastlanan A b d ü ş e m s adından İs-



günlerinde dahi bu kültün yahudiler ara-



lâmiyet'in çıkışına kadar yaygın biçimde



Eski Türk dininde güneş kültü mevcutsa da güneş kozmogonide yer tutm a m ı ş , sadece gök tanrı inancına dayalı sistemin önemli bir parçasını oluşturm u ş t u r . Hunlar'dan itibaren kutsal kabul edilen güneş dişi, ay ise erkektir. Güneş ve ay insanın ölümlü



olmasına



karşılık ebedîdir; ancak kendilerine ait güçleri yoktur, güçlerini ve ışıklarını tanrıdan alırlar. Altay Türkleri, güneşin kırıntılarından yaratılan ve insanlara daim a iyilik getiren tanrı Suyla'ya da çok ö n e m verirlerdi. Sibirya



kavimlerinden



Ostyaklar güneşe ve lekelerine bakarak fal açarlardı. Şamanlar üzerlerine ay ile güneşi temsil eden yuvarlak levhalar takarlardı ki bunlar da sihir amacıyla kullanılmaktaydı. Marco Polo'nun seyahatnâmesiyle Oğuznâme'deki



ifadelerden



anlaşıldığı kadarıyla güneş bayraklarda a m b l e m olarak da resmediliyordu (Roux, Türkler'in ve Moğolların



sında mevcudiyetini s ü r d ü r d ü ğ ü görül-



devam ettiği anlaşılmaktadır (ayrıca bk.



mektedir (Hezekiel, 8/16). Rabbinik ge-



ARAP [İslâm'dan Önce Araplar'da Din]).



lenekte güneşin nasıl yaratıldığıyla ilgili pek çok rivayet nakledilmiştir. Bunlara göre güneş ve ay eylülün 28'inde yaratılmış, başlangıçta ikisinin hacmi iken sonradan ayınki



eşit



küçültülmüştür.



Önce güneş Ya'küb'un h â m î yıldızıydı, f a k a t daha sonra Allah güneşi Esav'a, ayı Ya'kûb'a uygun gördü. Cehennemde kötüleri yakacak olan ısının kaynağı da



BİBLİYOGRAFYA: C l a u s o n , Dictionary, d o t o s . Tarih



s. 7 2 5 , 7 2 9 , 7 3 4 ; Hero-



(trc. M ü n t e k i m Ö k m e n ) ,



1 9 7 3 , s. 7 1 ; Ş e h r i s t â n î , el-Milel



232; G. L. Berry, Religions



istanbul



(Kîlânî), I, 230-



of the World,



ke, Ten Great Religions,



New York 1896, s. 96-



9 8 ; S. M a t h e w s - G. B. S m i t h , A Dictionary



Religion



and



Ethics,



30-33, 120-121, 133-134, 1 3 9 , 2 2 9 - 2 3 0 , 2 7 2 , 301, 318, 410, 413, 429-432, 449,



4 8 2 ; G. W . G i l m o r e , " L i g h t a n d D a r k n e s " ,



şükran" günü vardır. Son olarak 18 Mart 1981'e rastlayan bu g ü n d e Allah'ın gü-



461-462,



ire des



religions,



Paris 1 9 4 9 , s. 1 1 7 - 1 4 1 ; a.mlf.,



Patterns



in



Religions,



dis edilir.



1 9 7 6 , s. 2 3 1 - 2 3 3 , 3 4 3 ; a . m l f . , Histoire



yances



Yeni Ahid'de güneşle ilgili inançlar ge-



Güneşin sembolik hayvanı ise kartaldı.



Güneş yalnızca bir gök cismidir ve herhangi bir kutsiyete sahip değildir (Mat-



Comparatiue



et des idees religieuses,



London des



349, 390-391; A. Schimmel, Dinler Giriş,



1 6 2 , 167-168, 1 7 9 , 1 8 9 , 1 9 3 ; O. J . W i s e m a n , "Babylonia",



NBD,



s. 1 2 3 - 1 2 4 ; J . S. W r i g h t ,



"Divination",



a.e„



s. 3 2 0 - 3 2 1 ; K. A. K i t c h e n ,



ta, 13/43; Vahiy, 6/12). Bazan da ö l ü m ü sembolize etmek için kullanılmıştır (Mat-



Teğnri adıyla varlığını s ü r d ü r m ü ş t ü r .



ta, 27/45-56; Markos, 1 5 / 3 3 ; Luka, 2 3 /



1 2 2 3 ; H. R i n g g r e n — A. V. S t r ö m , Religions



44-49). Fakat Ortaçağ



Mankind(trc.



güneşin Hz. îsâ'nın sembolü olarak kul-



Tarihine



A n k a r a 1 9 5 5 , s. 2 5 , 3 4 , 5 4 - 5 7 , 152-159,



yine de Türkçe Maniheist metinlerde Kün



ikonografisinde



cro-



Paris 1983, II,



likte g ü n e ş dinî önemini yitirmiş, ancak



ve heres kelimeleri kullanılır; rabbinik



a.e.



s. 260; D. Saurat, A History of Religions, London 1934, s. 86 vd.; M. Eliade, Traite d'histo-



neşi yaratması ve güneşin bereketi tak-



leneksel yahudi görüşü doğrultusundadır.



İbrânîce Eski Ahid'de güneş için şemeş



of



London 1921, s. 13-14,



sekiz yılda bir defa kutlanan



"güneşe



New



Y o r k 1 8 7 3 , s. 2 4 , 3 6 - 4 0 , 5 3 , 5 6 - 5 8 ; J . F. Clar-



güneştir. Ayrıca Yahudilikte her yirmi



Eski Dini, s. 106).



Türkler'in Maniheizm'i kabul edişiyle bir-



onomastiğinde



" E g y p t " , a.e., s. 351-352; T. C. Mitchell, " M o o n " , a.e., s. 8 4 1 - 8 4 2 ; W . J . C a m e r o n , " S u n " , a.e., s. of



N . L . i e n s e m ) , Philadelphia 1 9 6 7 ,



s. 3 4 , 56-58, 134, 2 3 4 , 2 9 4 , 305-306, 3 4 5 , 409-



290 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNEŞ 411; H. J. Schosps, An Intelligent Guide to the Religions of Mankind, London 1967, s. 53, 91-



II. KUR'AN ve HADİS



bir olaydır; daha önce uzayda m u t l a k



Yeryüzündeki hayatı ve ilk dönemler-



bir karanlık h ü k ü m sürüyordu. Konuy-



Worship,



den beri insanları birçok b a k ı m d a n et-



la ilgili âyetlerde karanlığın aydınlıktan



1 9 6 9 , s. 15-28, 3 7 - 3 9 , 7 5 ; N. S m a r t ,



kileyen güneş, Kur'ân-ı Kerîm'in üzerin-



önce zikredilişi bu gerçeğin bir ifadesi



de en çok d u r d u ğ u iki g ö k cisminden



sayılabilir. Meselâ, "Hamd gökleri ve ye-



biri olup (diğeri ay) Allah'ın üzerine ye-



ri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var



min ettiği nesneler arasında yer alır; bu



eden Allah'a mahsustur" (el-En am 6 / 1 )



yeminin geçtiği 91. süre onun adını ta-



meâlindeki âyet ile, "Göklerle yer bitişik



şımaktadır (eş-Şems). Güneş Kur'ân-ı Ke-



bir halde iken... " (el-Enbiyâ 21/30) me-



rîm'de



otuz bir defa şems, bir defa da



âlindeki âyetin tefsirinde Abdullah b. Ab-



" g ü n d ü z ü n işareti" anlamında âyetü'n-



bas ilk önce ortada yalnız karanlığın bu-



nehâr adıyla anılmıştır (el-İsrâ 17/12).



lunduğunu söyler (bk. es-Sâbûnî, 11, 506).



el-Mufaşşal,



9 4 , 1 1 7 - 1 2 3 , 1 3 4 - 1 3 7 ; C e v â d Ali,



VI, 51, 55; F. H. Hilliarad, How London



The Religious Expehence



Men



of Mankind, New York



1 9 6 9 , s. 3 3 , 9 1 , 1 8 5 , 2 8 6 - 2 8 7 , 2 9 3 - 2 9 9 ,



310,



3 1 7 - 3 2 0 , 3 2 5 - 3 2 6 , 3 3 3 - 3 3 4 ; a . m l f . , The Religions,



L o n d o n 1 9 8 9 , s. 1 8 2 - 1 8 5 ,



G. v a n d e r L e e u w , Le 6 1 ; DCR, ğü,



World's



religion,



193-199;



Paris 1 9 7 0 , s. 55-



t ü r . y e r . ; A z r a E r h a t , Mitoloji



Sözlü-



İ s t a n b u l 1 9 7 2 , s. 1 6 8 ; S. M o r e n z ,



Egyptian



Religion



(trc. A n n E . K e e p ) , N e w Y o r k 1 9 7 3 , s.



16-30, 43, 66,



116-118,



144-145,



163,



174-



1 7 9 , 2 4 3 - 3 4 4 ; İ s m a i l Raci a l - F a r u k i , " T h e A n At-



Güneşin ışık kaynağı, ayın ise yalnızca



İşık veren kütlelerin bu d u r u m a gelişini



of the World, Mcmillan 1974,



parlak olduğunu ifade e t m e k için bun-



a n l a t m a k için âyetlerde "ca'l" (yapma;



ların farklı kelimelerle nitelendirildikleri



yaratma, yoktan var etme) fiili, "mevcut



c i e n t N e a r E a s t ; M e s o p o t a m i a " , Historical



las of the Religions



s. 3 , 1 0 - 1 1 ; S. L a u c h i l i , " A n c i e n t G r e e c e R o m e " , a.e.,



World's



s. 4 1 ; G. P a r r i n d e r , Worship



Religions,



and



in



the



London 1974, s. 40; T. Ling,



görülür. Güneş hakkında gösterici (mub-



bir m a d d e ve nesneye belli şekil ve ni-



sıra), ziyâ ve yanıp parlayan bir lamba



telikler kazandırma" anlamıyla kullanıl-



İs-



(sirâcün vehhâc) veya sadece lamba (sirâc)



mıştır. Buna göre yukarıdaki âyette yer



t a n b u l 1 9 7 8 , s. 12-13, 17-18, 2 5 ; G. C. V a i l l a n t ,



gibi benzetmeler yapılmış ve bu kelime-



alan "önceleri göklerle yerin birleşik t e k



Aztecs of Mexico, London 1978, s. 52, 176-180, 191-192; M. Bucaille, Kitâb-ı Mukaddes, Kur'an



lerin bir kısmı bazan t e k başına zikre-



bir kütle olduğu" ibaresiyle, "gök adala-



dilmiştir (el-İsrâ 17/12; el-Furkân 2 5 /



rın (galaksi) başlangıçta kızgın birer gaz



61; en-Nebe' 78/13). Bunun yanında sa-



bulutu iken (nebülöz) zamanla yıldızların



dece aydınlık oluşu veya parlak kılındığı



ateş t o p u şeklinde yoğunlaşması üzeri-



Ta-



belirtilmiştir (Yûnus 10/5; el-Furkân 25/



ne b u g ü n k ü duruma geldikleri" ilmî tes-



100-



61,- Nûh 71/16). Güneş için değişik sı-



bitinin dile getirilmiş olduğu düşünüle-



A History of Religion



East and West, Mcmillan



1 9 7 4 , s. 1 - 2 ; B e h ç e t N e c a t i g i l , Mitologya,



ve Bilim



(trc. S u a t Y ı l d ı r ı m ) , İzmir 1 9 8 1 , s. 5 4 ;



J . C h e v a l i e r — A . G h e e r b r a n t , Dictionnaire symboles,



P a r i s 1 9 8 2 , s. 8 9 1 - 8 9 6 ; E k r e m Sa-



rıkçıoğlu. Başlangıçtan rihi,



des



Günümüze



Dinler



İ s t a n b u l 1 9 8 4 , s. 2 7 - 2 8 , 7 1 , 7 4 - 7 5 ,



102, 121; Şaban Kuzgun, islâm



Göre Hz. ibrahim



Kaynaklarına



ve Haniflik, Ankara 1985, s.



fatlar seçilmesi, onun çeşitli d u r u m ve



bilir. Tek başına güneşin aydınlatma ni-



işlevlerini açıklamak amacıyla, meselâ



teliği anlatılırken de daima ca'l fiilinin



Dic-



yanıp parlayan bir lamba veya bir çera-



kullanıldığı görülür. Bazan da, "Allah gö-



tionary of Religions, London 1988, tür.yer.; M. M. Şerif, islâm Düşüncesi Tarihi, İstanbul 1990,



ğa benzetilmesi, enerji kaynağının ken-



ğ ü n gecesini karartıp aydınlığını ortaya



di içinde bulunduğunu anlatmak için ola-



çıkardı" (en-Nâziât 79/29) âyetiyle, "O



bilir. Hz. Peygamber'in bazı hadislerin-



-karanlıkları- yarıp sabahları çıkarandır"



29-49; İnancı,



Hikmet



Tanyu,



Türkler'de



Tek



Tanrı



İ s t a n b u l 1 9 8 6 , s. 1 5 6 ; J . R. Hinnells,



c . I ; B a h a e d d i n Ö g e l , Türk



Mitolojisi,



İstanbul



1 9 9 1 , II, 4 7 - 5 1 ; H. B i e d e r m a n n , Dictionary



of



Symbolism,



de cehennemle güneş arasında benzet-



(el-En am 6/96) meâlindeki âyette oldu-



N e w Y o r k 1 9 9 2 , s. 3 3 0 - 3 3 2 ; Şina-



si



"Kur'an'daki



meler yaptığı



ğ u gibi güneşin adı anılmadan aydınlat-



Gündüz,



Sâbiîler'in



Kimliği



Ü z e r i n e B i r T a h l i l D e n e m e s i " , Türkiye



ler Tarihi Araştırmaları sun



I.



Sempozyumu,



Sam-



1 9 9 2 , s. 4 3 - 8 1 ; G ü n a y T ü m e r -



Abdur-



r a h m a n K ü ç ü k , Dinler



Tarihi,



A n k a r a 1 9 9 3 , s.



89, 107; M. Fatih Keşler, Kur'an'da ve



Din-



Hıristiyanlar,



Roux, Türklerin



Yahudiler



Meselâ,



m a olayına dikkat çekilir.



diğer kısmımı yiyor' diye şikâyette bulundu. Yüce Allah da onun biri yazın, öteki kışın o l m a k üzere iki defa nefes al-



Kur'an'da diğer gök cisimlerinin olduğ u gibi güneşin de hareketlerine yer ve-



A n k a r a 1 9 9 3 , s. 4 4 - 4 8 ; J - P .



masına izin verdi. Mâruz kaldığınız en



rilmiş ve bu hareketlerden "sibâha" (yüz-



ve Moğollar'ın



şiddetli sıcaklarla, sizi en çok ü ş ü t e n



me) ve "cerâ" (akma) fiilleriyle bahsedil-



zemheri işte budur" (Buhârî, "Bed'ü'l-



miştir. İki âyette geçen sibâha fiilinin



halk", 10; Müslim, "Mesâcid", 185; İbn



her iki yerde de felekle birlikte kullanıl-



"Sun",



Balaban, IX, 277, nr. 7423) şeklindeki söz-



dığı görülür: "O geceyi, g ü n d ü z ü , güne-



of



Eski Dini (trc.



A y k u t Kazancıgil), İstanbul



1 9 9 4 , s.



a.mlf., " T u r k i c Religions",



ER,



C h a l l a y e , Dinler



görülmektedir.



"Ateş (nâr) rabbine, 'Benim bir kısmım



Tarihi



103-109;



XV, 87-94;



F.



(trc. S e m i h T i r y a k i o ğ l u ) ,



İ s t a n b u l , ts., s. 1 0 1 - 1 0 2 ; T. H. G a s t e r ,



leriyle Resûl-i Ekrem'in, "güneşte de-



şi ve ayı yaratandır. Her biri bir felekte



and Religions,



London 1951, tür.yer.;



vamlı surette hidrojen gazının helyuma



yüzmektedir" (el-Enbiyâ 21/33); "Ne gü-



A n . Pa., " A z t e c " , EBr.,



II, 9 3 7 - 9 3 9 ; D a v i d Car-



d ö n ü ş t ü ğ ü ve bu sırada ortaya enerji çı-



neş aya yetişebilir ne de gece g ü n d ü z ü



karken bu gazın devamlı surette azaldı-



geçebilir. Her biri bir felekte yüzmekte-



ğı" gerçeğini a n l a t m a k istediği düşünü-



dir" (Yâsîn 36/40). Bu âyetlerde felek ile



42-46;



lebilir. Yazın sıcak günlerinde öğle na-



gökyüzü (veya gök cisimlerinin yörünge-



XIV, 1 3 2 - 1 4 3 ; F.



mazının serinlik çıkıncaya kadar erte-



leri; bk. FELEK) kastedilmekte ve ayla



lenmesini tavsiye ederken de Hz. Pey-



güneşin burada birbiriyle yarış içinde ol-



gamber'in yine böyle bir benzetmesiyle



m a d a n -birer gemi gibi- kendi rotala-



karşılaşılmaktadır (bk. Müslim, "Mesâ-



rında yüzdükleri bildirilmektedir.



IDB,



IV, 4 6 3 - 4 6 5 ; E. R. P i k e , Encyclopedia



Religion



r a s c o , " A z t e c R e l i g i o n " , ER,



II, 2 3 - 2 9 ; T h o r k i l d



J a c o b s e n , " M e s o p o t a m i a n R e l i g i o n s " , a.e.,



IX,



4 4 7 - 4 6 6 ; G h e r a r d o G n o l i , " M i t h r a i s m " , a.e., IX, 5 8 0 - 5 8 2 ; S. Y o u n g ,



" S t a r s " , a.e„



J e a n R h y s B r a m , " S u n " , a.e.,



XIV,



von Oefele, " S u n , M o o n a n d Stars tory)",



ERE,



Moon



a ı ı d S t a r s ( P r i m i t i v e ) " , a.e.,



(Introduc-



XII, 4 8 - 6 1 ; E. N. Fallaize,



S. H a g a r , " S u n , M o o n a n d S t a r s



"Sun,



XII, 6 2 - 6 5 ; (American)", and



cid", 180). Kur'an'da cennetin mutedil



Cerâ fiili ise güneşin ve diğer gök ci-



S t a r s ( B u d d h i s t ) " , a.e„



XII, 7 1 - 7 3 ; M . A . Can-



iklimi anlatılırken de şems kelimesi "ha-



ney, " S u n ,



Stars (Hebrew)",



simlerinin büyük çaplı dairevî hareket-



raret" anlamında kullanılmıştır (el-İnsân



leriyle ilgili olmalıdır. Bu konuda beş ay-



a.e.,



XII, 6 5 - 7 1 ; E . J . T h o m a s , " S u n , M o o n



Moon



and



a.e„



XII, 8 0 - 8 3 ; A . S. G e d e n , " S u n , M o o n a n d S t a r s (Hindu)",



a.e„



XII, 8 3 - 8 5 ;



M. Anesaki,



"Sun,



76/13).



M o o n a n d S t a r s ( l a p a n e s e ) " , a.e., XII, 8 8 .



S



AHMET



rı âyet b u l u n m a k t a ve bunların yalnız birinde (diğer dördü er-Ra'd 1 3 / 2 ; Lok-



GÜÇ



Işık kaynağı olan gök cisimlerinin ya-



mân 3 1 / 2 9 ; Fâtır 3 5 / 1 3 ; ez-Zümer 3 9 /



ratılışı şüphesiz ki sonradan vuku bulan



5) sadece güneşin hareketi söz konusu



291 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNEŞ edilmektedir: "Güneş kendisi için belirle-



Kur'an'da ve hadislerde kıyamet sıra-



İslâmiyet güneşe, Allah'ın varlığının bir



nen yerde akar. İşte bu azîz ve alîm olan



sında vuku bulacak olaylar anlatılırken



belgesi ve insanlığın hizmetkârı (er-Ra'd



Allah'ın takdiridir" (Yâsîn 36/38). Mü-



güneşten bahsedilir. Bazı müfessirler,



1 3 / 2 ; İbrâhim 14/33; en-Nahl



fessirler b u âyete z a m a n ve m e k â n açı-



"Güneşle ay bir araya getirildiği z a m a n "



Lokmân 31/29) olmaktan başka bir gözle bakmamıştır.



16/12;



sından o l m a k üzere iki ayrı yorum ge-



(el-Kıyâme 7 5 / 9 ) meâlindeki âyeti gü-



tirmişlerdir. Mekânı esas alanlara göre



neşle ayın ve dolayısıyla dünyanın çar-



g ü n e ş belli bir noktaya kadar, zamanı



pışması şeklinde yorumlamışlardır. Bir



esas alanlara göre ise belli bir sürenin



hadiste de güneşin arza çok yaklaşa-



23, "Tefsîr", 3 6 / 1 ,



sonuna kadar akıp gitmesine devam ede-



cağı ve o sırada insanlardan ter boşa-



9 , " K ü s û f " , 1, 6 ; M ü s l i m , " M e s â c i d " , 1 8 0 , 1 8 5 ,



BİBLİYOGRAFYA: B u h â r î , " B e d ' ü ' l - h a l k " , 4 , 1 0 , " T e v h î d " , 22''Fiten", 25, " E n b i y â 5 " ,



3,



cektir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu



lacağı ifade edilmektedir (Buhârî, "En-



" î m â n " , 2 4 8 , 2 5 0 , " K ü s û f " , 1 0 ; İ b n M â c e , "Fi-



ikinci görüşü benimsemiş, f a k a t hare-



biyâ 3 ", 3, 9; Hâkim, IV, 571). Adını güne-



t e n " , 3 2 ; Nesâî, " K ü s û f " , 10; İbn Kuteybe,



ket için ayrı ayrı z a m a n süresi tayin et-



şin kıyamet günündeki halinden



miştir. Bir kısmına göre bu, âlemdeki



Tekvîr sûresinde ise güneşin



mevcut düzenin bozulmasına kadar ge-



tortop edileceği bildirilmektedir (et-Tek-



X X I , 7 ; H â k i m , el-Müstedrek,



çecek olan zamandır; bazıları ise güne-



vîr 81/1).



el-Esmâ5



şin akıp gitmesini yıllık veya g ü n l ü k hareketi olarak anlamışlardır (İbn Kuteybe, s. 365; Beyhakı, s. 393-394; Zemahşehrî, V, 96; Ebüssuûd, VII, 168; es-Sâbûnî, III, 163). Herhalde güneşin bu tayin edilmiş akıp g i t m e hareketiyle Herkül t a k ı m yıldızına doğru gidişi, yani Samanyolu içerisindeki saatte 72.000 k m . hızla 2S0



alan



dürülüp



Güneş, gökteki belirli düzenin bozulmasına kadar olan sürede b ü t ü n seyir ve dönüşlerini hiç şaşmaz bir şekilde ve ince bir plan dahilinde



sürdürecektir.



sîru



garibi'l-Kur'ân



Beyrut 1 3 9 8 / 1 9 7 8 , beyân



IV, 5 7 1 ; Beyhakı',



ve'ş-sıfât,



Kahire 1358, s. 393-394;



Z e m a h ş e r î , et-Keşşâf



( n ş r . M . M u r s î Â m i r ) , Ka-



hire



1 3 9 7 / 1 9 7 2 , V, 9 6 ;



mesîr, ğayb,



Zâdü'l-



İ b n ü ' 1-Cevzî,



Mefâtîhu'l-



VII, 19; Fahreddin er-Râzî,



T a h r a n , ts., ( D â r ü i - K ü t ü b i ' l - i l m i y y e ) , X X ,



7 1 , 1 6 7 - 1 6 8 ; K u r t u b î , el-Câmi\



X , 9 ; XI, 2 8 6 ;



XIII, 6 5 ; X V , 2 8 ; E b ü ' l - B e r e k â t e n - N e s e f î , sîr,



etmektedir" (er-Rahmân 55/5) meâlin-



IV, 4 5 4 ;



açıklamaktadır.



Câmi'u'l-



s. 3 6 5 ; T a b e r î ,



( B u l a k ) , XII, 1 2 ; XVII, 1 7 - 1 9 ; X I X , 1 9 - 2 0 ;



"Güneş ve ay bir hesaba göre hareket deki âyet bu d u r u m u



Tef-



( n ş r . S e y y i d A h m e d Sakr),



K a h i r e , ts. ( D â r u



Garâ'ibul-Kur'ân



Nîsâbûrî,



Câmi'u'l-beyân



(Taberî,



|Bulak| i ç i n d e ) , XVII, 1 9 ;



Balabân, el-İhsân



Tef-



İhyâi'l-kütübi'l-Arabiyye),



bi-tertibi



Şahîhi



İbn



İbn



Hibbân



hesaplanan



Güneşle ayın hareketleri insanlık için bi-



bir d ö n ü ş ü kastedilmiştir. Abdullah b.



rer takvim oluşturmuş ve İslâmiyet'te



IX, 2 7 7 ;



İ h y â i ' t - t ü r â s i ' l - A r a b î ) , VII, 1 6 8 ; M . Ali e s - S â b û -



milyon yılda t a m a m l a d ı ğ ı



(nşr. K e m â l Y û s u f el-Hût), Beyrut Ebü's-Suûd,



Tefsîr,



Mes'ûd, İkrime ve Abdullah b. Abbas gü-



belli bazı ibadetler z a m a n a bağlı oldu-



neşin söz konusu hareketiyle ilgili âyeti,



ğ u için Kur'an özellikle bu hususa dik-



"Güneş hiç d u r m a d a n ve herhangi bir



k a t çekmiştir: "Biz geceyi ve g ü n d ü z ü



164; M. Bucaille, Tevrat,



gevşeklik göstermeden devamlı surette



birer delil olarak yarattık ve rabbinizin



rîm



bir tarafa doğru akıp gider" şeklinde an-



nimetlerini aramanız, ayrıca yılların sa-



239, 248.



lamışlardır. Böyle m â n a verildiğinde âyet,



yısını ve hesabını bilmeniz için gecenin



"Düzenli seyreden güneşi ve ayı size fay-



karanlığını silip yerine g ü n d ü z ü n aydın-



dalı kıldı..." (İbrâhim 14/33) âyetiyle de



lığını getirdik" (el-İsrâ 1 7 / 1 2 ; ayrıca bk.



uyum içinde olmaktadır (İbnu 1-Cevzî, VII,



Yûnus 10/5).



19; Kurtubî, XV, 28; es-Sâbûnî, III, 163).



nî, Muhtaşaru



Tefsiri



1407/1987,



B e y r u t , ts.



(Dâru



İbn Kesîr, Mekke, ts. (el-



M e k t e b e t u I - F a y s a l i y y e ) , II, 5 0 6 - 5 0 7 ; III, 163ve Bilim



Inciller,



Kur'ân-ı



Ke-



(trc. S u a t Y ı l d ı r ı m ) , İ z m i r 1 9 8 1 , s. m TTL



CELÂL YENIÇERI



III. ASTRONOMİ Güneşin yere göre görünür hareketi-



Ay ve güneş tutulması (husûf ve küsûf)



ni en iyi biçimde açıklayan ilk önemli



Güneşin akıp gitme hareketiyle ilgili âyet



eski çağlardan beri kehanete dayalı yo-



teori, m i l â t t a n önce II. yüzyılda yaşamış



hakkındaki Hz. Peygamber'in açıklama-



rumlara tâbi t u t u l m u ş t u r . Hz. Peygam-



ünlü bilim adamı Hipparkhos tarafından



sı ise şöyledir: "Resûl-i Ekrem -etrafın-



ber bunlara sadece birer tabii g ö k olayı



ortaya atılmıştır. Hipparkhos,



dakilere-, 'Bu güneş nereye gidiyor bili-



şeklinde bakmış ve ilim dışı yaklaşımla-



hareketlerini açıklamak için Aristo'nun



yor m u s u n u z ? ' diye sordu. Oradakiler,



ra şiddetle karşı çıkmıştır. 9 (630) yılın-



evren modeline uygun bir sistem geliştir-



'Allah ve resulü bilir' dediler. Bunun üze-



da ölen oğlu İbrâhim'in defni sırasında



miştir. Aristo'nun evren modeli şöyledir:



rine Peygamber şu açıklamada bulundu:



güneş tutulunca bazı kimseler b u n u Câ-



Yer evrenin merkezinde ve hareketsiz-



güneşin



'Güneş arşın altındaki belli yerine kadar



hiliye dönemi inanışlarıyla y o r u m l a m a k



dir; güneş dahil b ü t ü n gök cisimleri ye-



gider ve orada secdeye kapanır. Secde



istemişler, Resûl-i Ekrem ise insanları



rin etrafında dairesel olarak dönerler ve



d u r u m u n d a iken ona, yüksel ve geldi-



bu tabii olay karşısında onun yaratıcısı



hızları sabittir. Ancak yapılan gözlemler,



ğin yerden geri d ö n denilir-, o da geri



olan Allah'ı teşbih etmeye ve iki rek'at



gezegenlerin m u n t a z a m bir hızla hare-



d ö n ü p doğu tarafından doğar. Sonra arş



küsûf namazı kılmaya davet etmiştir (Bu-



ket etmediğini ve ayrıca yerden uzak-



altındaki belli yerine varıncaya



kadar



hârî, "Küsûf", 1,6; "Bed 5 ü'l-halk", 4; Müs-



lıklarının sürekli değiştiğini göstermek-



akıp gider. Orada secdeye kapanır ve



lim, "Küsûf", 10; Nesâî, "Küsûf", 10; ayrı-



teydi. Dolayısıyla gözlemler Aristo'nun



bu halde iken ona, yüksel ve geldiğin



ca bk. KÜSÛF).



temel prensipleriyle uyuşmuyordu. Hip-



yerden geri dön denilir; o da geri dön ü p d o ğ d u ğ u yerden tekrar doğar ve bu şekilde akıp gitmesine, insanlar Allah't a n k o r k m a d a n her istediklerini yapar hale gelinceye kadar devam eder. Nihayet yine arşın altındaki belli yerine vardığı z a m a n ona, yüksel ve batıdan d o ğ denilir; o da batısından döner" (Buhârî, "Bed'ü'l-halk", 4, "Tevhîd", 22-23, "Tefsîr", 3 6 / 1; Müslim, "îmân", 250).



"Gökte burçları var eden, onların içinde bir sirâc (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah yüceler yücesidir" (el-Fur-



parkhos dış merkezli (eksantrik) bir sist e m kullanarak aradaki uyuşmazlığı ort a d a n kaldırmaya çalıştı.



kân 25/61) meâlindeki âyette güneş ve



Hipparkhos tarafından ileri sürülen ve



ay gökteki burçlar sistemine nisbet edil-



daha sonra Batlamyus'un geliştirdiği bu



miştir. Bazı müfessirler, âyette geçen



teoriyi İslâm astronomları olduğu gibi



"sirâc" kelimesini güneş yerine öteki par-



kabul etmişlerdir. Buna göre güneş ger-



lak yıldızlardan biri olarak yorumlamış-



çekte kendi mümessel yörüngesinde de-



lardır (Taberî, XIX, 19-20; Kurtubî, X, 9;



ğil bu yörünge ile aynı düzlemde bulu-



Nesefî, IV, 454).



nan dış merkezli bir yörünge, yani "mer-



292 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



GÜNEŞ kezi kaymış" bir daire (feiekü'l-hârici'l-



ca tesbit edilebilen güneşin yerden görü-



50", 26'lık değere çok yakın bir şekilde



merkez, dış merkezli daire, eccentric) üze-



len hareketi ( P ) ; a < 180° için p = a + y



51" olarak hesaplamıştır.



rinde bir yıllık sürede



a > 180° için p = a - Y olmaktadır.



dolanmaktadır;



Zamanın ölçülmesini, güneşin bir yıl



bu daire güneşin dış merkezli yörünge-



süresince dış merkezli kendi yörüngesi



sidir. Buna göre güneş bir yıl boyunca



boyunca



"r" yarı çaplı bir daire çizer, yer ise bu



dolanımı



ile d o ğ u d a n



batıya



doğru olan günlük hareketi tayin etmek-



Apoje



merkezden "e" kadar bir mesafede bu-



tedir. Güneş bir yılda burçlar kuşağının



lunur (şekil 1). Burada önemli olan yerin



on iki burcunu kateder ve tekrar başlan-



merkezden



kaydırılacağının,



gıç sayılan Koç noktasına (nuktatu l-i'tidâl,



yani dış merkezliliğin (eccentricity) hesa-



ilkbahar noktası, vernal point) geri döner.



ne kadar



bıdır. Hipparkhos, bu yörüngenin mer-



Batlamyus, bu hareketin miktarını 365



keziyle yerin merkezi arasındaki mesa-



g ü n 5 saat 55 dakika 12 saniye, Bettânî



feyi mevsim farklarından faydalanarak



de 365 g ü n 5 saat 4 6 dakika 24 saniye



hesaplar ve bunu, yörüngenin yarı ça-



olarak verir; gerçek miktar ise 365 g ü n



pı her biri " p " ile ifade edilen altmış bi-



5 saat 4 8 dakika 46 saniyedir.



rim kabul edildiğinde 2,5 P olarak verir.



İslâm astronomları, güneş tutulmala-



Bu değeri Batlamyus 2 P 29", Bettânî



rının başlangıç ve sürelerini tayin e t m e



2,08 p , M u h a m m e d b. Mûsâ el-Hârizmî



usullerinde güneşin paralaksı, görünür



ise 2,16 p -2,33 p olarak vermektedir.



büyüklüğü, yere olan uzaklığı gibi konularda



Yerin merkezden ne kadar kaydırıla-



Batlamyus'un



görüşlerini



be-



nimsemişlerdir.



cağının tesbiti için kullanılan bu yöntemde dönence noktalarının kesin biçimde



Evrenin merkezinde yerin değil güne-



belirlenebilmesi çok zor olduğundan da-



Böyle bir dış merkezli sistemde güne-



şin bulunduğu düşüncesi Copernicus ta-



ha başlangıçta işin içine hata giriyordu.



şin hareketi bakımından iki nokta mey-



rafından ortaya konulmuştur. Gerçi Co-



Başka bir yöntem de geliştirilemediği



dana gelir. Bunlardan biri güneşin yere



pernicus'tan çok önce, Grek astronomu



için bu uygulama XVI. yüzyıla kadar sür-



en yakın olduğu "perije noktası" (hadîd),



Samoslu Aristarkos da (ö. milâttan önce



dü. Copernicus (ö. 1543) ve Tycho Brahe



diğeri de en uzak olduğu "apoje nokta-



230) güneşi merkez alan bir sistem öner-



(ö.



hesaba



s ı d ı r (eve). Batlamyus apoje noktasının



miş, ancak bunu o d ö n e m d e hâkim olan



katmayan ve "üç gözlem noktası yönte-



sabit olduğunu kabul etmiş, İslâm astro-



Aristo fiziği sebebiyle kimseye kabul et-



mi" adı verilen yeni bir usul geliştirdi-



nomları ise bu fikre karşı çıkmışlardır.



tirememişti. Copernicus'a göre evrenin



ler. Ancak b u n u n İslâm dünyasında çok



Bu noktanın hareket ettiğine ilişkin ilk



merkezi güneştir; yer de dahil olmak



önceleri Bîrûnî(ö. 1061 i?]), Nasîr'üddîn-i



verileri Bettânî'nin (ö. 929) bulduğu söy-



üzere b ü t ü n gezegenler onun çevresin-



Tûsî, Müeyyedüddin el-Urdîve Nizâmed-



lenirse de Ferginî (ö. 861'den sonra) Ce-



de, ay ise yerin çevresinde döner. An-



din en-Nîsâbûrî gibi ilim adamları tara-



vâmicu



cak Copernicus'un güneşin



fından kullanıldığı bilinmektedir. Takıy-



apojenin hareketinden bahseder ve bu



ilişkin



yüddin er-Râsıd da (ö. 1585)



Sidretü'l-



noktanın yılda 36" katederek ekliptiğin



farklı değildir.



adlı eserinde, gök cisimlerinin



kutupları etrafında batıdan doğuya doğ-



1601), dönence noktalarını



mürıtehâ



Cilmi'n-nücûm



eserinde



yörünge elemanlarını hesaplamak için



ru d ö n d ü ğ ü n ü



bu üç noktalı yöntemi uygulamış ve Co-



doktrinlerinden birine karşı çıkış olan



pernicus ile Tycho Brahe'nin çalışmalarını daha ileri götürerek dış merkezlik değerini 2



P



1



0' 34" 6" 53



ıv



41



v



8



VI



şek-



linde vermiştir. Bu değer Copernicus'ta 1 P 56', Tycho Brahe'de ise 2 P 91 2" 24"1'tür. Bu sistemde birincisi, dış merkezli dairenin merkezinden bakıldığında gü-



belirtir.



adlı



eJ-Mecisü"'nin



bu görüş diğer İslâm astronomları tarafından da benimsenmiş ve daha sonra Batı'ya geçmiştir. Apojenin yıllık hareketini Copernicus 24", Tycho Brahe 45" ve Takıyyüddin er-Râsıd da 63" olarak tesbit etmişlerdir; gerçek değer ise 61 "'dir. İslâm astronomları, gece-gündüz eşit-



sı, ikincisi, güneşin yerden bakıldığında



liği zamanının geriye kayma (precession of



görülen hareketiyle oluşan fi açısı, üçün-



the equinoxes) miktarını da oldukça doğ-



cüsü, güneşte birleşen bu iki görüş hat-



ru bir şekilde belirlemişlerdir. Konuya



tının meydana getirdiği



ilişkin ilk bilgileri verenler Mâşâallah b.



üzere üç açı ortaya çıkmaktadır (bk. şekil). Bunlardan V



açısına "güneş düzel-



timi" (ta'dîlü'ş-şems, equation of sun) de-



Eserî ile (ö. 815) Fergânî'dir. Mâşâallah b. Eserî M a ' r i f e t ü hareketi!-eflâk



hareketine



Batlamyus'unkilerden



Güneşe ve güneş sistemine ait kanunları tesbit eden Johannes Kepler'dir (ö. 1630). Kepler, Tycho Brahe'nin dikkat ve özenle topladığı gözlemlerine ait verilere dayanarak tekrar tekrar yaptığı hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde m u n t a z a m hızlarla döndükleri temel prensibini terketmiş ve aşağıdaki üç kanunu ortaya koymuşt u r ; 1. Gezegenler güneşin çevresinde



neşin ortalama hareketiyle oluşan °), sahile = sahile ( = js&«), habeşe = hebeşe (jue, = hâ/cîm : harşâ' = cerşâ' (di^- = ehamme = ecem333



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂ me = tefeşşeha = tefeşşece (güî = hâ/gayn : hazrame = gazrame = i o , ^ ) , vehar = vegar (= j> 3 jij), leteha = letega ( & = hâ/kâf: harafe = karafe (o/ = tij»), safh = safk (JÜ* j i e = ) ; hâ/kâf : sefeha = sefeke (= çahadese = kedese ( ^ ^ r = j**»); hâ/ fâ : dehara = defera (ya = cehale = cefele (j«> = J » ) ; hâ/dâl: ahlese = edlese ( j J i i = ,jJb-i). leteha = letede (= jûJ), mâha = mâde (au = ^u); hâ/zâl: harâ = zerâ ( ^ j = vSj»); hâ/râ : şerraha = şerrara - j-p), hatee = ratee (=u=üj); hâ/lâm : habece = lebece ( g j = temeyyeha = temeyyele ( j ^ j = hâl mîm : hatede = metede (m* = JU»), kerdeha = kerdeme = hâ/sâ :



yanılarak ileri sürülmüştür (İbn Cinnf, s.



hanâ = senâ = nekaha = nekase = hâ/sfn : mâha = mâse (= c u ^ u ), halee = selee (îı_>= Sc>); hâ/şin : istevhâ = istevşâ ( ^ j î - t = ^ j i - i ) , hâ/zâd : hacâ = zacâ (Ui> = t » ) , hafef = zafef (^asja = ._»»•); hâ/tâ : ferşeha = ferşeta (iJaijj = issiji); hâ/vâv: nakh = nakv ( 5öi), zabh = zabv = hâ/yâ : şerraha = şerrâ = ç j i ) , secîha = seciyye =



140;



Bir başka dönüşüm de lafzf hafiflik için, mahreç yakınlığı veya sıfat benzerliği sebebiyle "hâ"nın diğer boğaz harfleriyle oluşturduğu idgam ilişkisinde görülür. Boğaz harfleri içinde mahreci ağza uzak olanın yakın olana idgamı esastır; dolayısıyla hâ ile ayın daima "hâ"ya idgam edilir ( , ( + , £+1 ' libtbsl •)• dehale = degale ( J c i = hâ/hâ : halhâl = helhâl (jı«ik = Jiafc»-), ıtrahamme = ıtrahemme = hâ/bâ : vesiha = vesibe ( ^ 3 = ^ 3 ) ; hâ/tâ : mehane = metene ( j * = hâ/şâ : nekaha = nekase (oü = jja), nahîr = nesPr (^ii = jm) •, hâ/cîm : hazeme = cezeme (pjkş- = pj3-), halea = celea = hazl = cezl [Ji=r=Jj>): hâ/sîn : meleha = melese (jJs = {U), halceme = selceme ( = f ^ > fosdLv), tehalhale = teselsele (= j s J » j - j L i ) : hâ/şîn : habraka = şebraka ( j ^ Jj*i = ). hacevcâ = şecevcâ ); hâ/ayn : hadefe = adefe ( öoc=), mahn = ma'n = hâ/fâ: neteha = netefe ( j i = tehâveza = tefâveza = j^jisû): hâ/kâf : hamme = kamme = habea = kabea (pj = : hâ/kâf : habene = kebene ( j Ş = j-s-), tehavvefe = tekevvefe (03» •JjG =), imtehha = imtekke(«itai = çi»ı); hâ/mîm : hazeka = mezeka ( j > = J>>); hâ/nûn : meteha = metene ( ^ = £u>), ahfeka = enfeka ( J & = Jj&ı); hâ/vâv :



nakh = nakv ($» = {«>); hâ/yâ : nakh = naky ( cs «i=e«), cahh = cahy Bunların dışında "hâ"nın kalın harflerden (hurûf-ı isti'lâ) olması sebebiyle ondan önce gelen "sîn"in "sâd"a dönmesi câiz, hatta "hâ"ya yakınlığı nisbetinde gerekli görülmüştür = ^ < ÇJL> = ÇL.) ( M ü b e r r e d , 1, 225; İbn Y a î ş , X , 51; R a d P e l -



EsterâbâdP, 111, 239). Ancak "sîn"in "hâ"dan ve diğer kalın harflerden sonra gelmesi halinde bu dönüşüm söz konusu değildir. Klasik Arapça'da ve Tiiimsân, Bağdat gibi bazı yörelerde konuşulan günümüz Arapça'sında hâ ve gayn harflerinin birbirine idgam edildiği görülür ( t t+1 < = < - £ + £ ) ( M a r ç a i s , s. 2 6 ) . Sîbeveyhi



bunu câiz görmekle birlikte idgam etmemenin daha uygun olacağını söyler (elKitâb, IV, 451). £ < - £ + t v e t



t



+



&



tarzındaki idgam ise Müberred'e göre câiz, Sîbeveyhi'ye göre câiz değildir (el-Mukfedai», l, 208-209). Çoğunluğun aksine bazı nahivciler t ^ t + c v e t ^ t + â idgamlarını da geçerli görmektedirler (ibn Usfûr, II, 684). Hâ ile ilgili fonetik değişikliklerden biri de bazı dörtlü formlardaki çift hâ harflerinden birinin düşmesidir (behha + behha



fiilinin b a h b a h a



şeklini a l m a s ı g i b i ; a.g.e., 11, 627; S a f e d î , s. 27).



Ana Türkçe'de h ve h gibi h sesi de yoktur. Ancak bu sesin h ile birlikte VIII. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsça'nın etkisiyle ve özellikle k (ka) sesinin değişime uğraması sonucunda ortaya çıktığı görülür (kangı > hangi, kağan > hakan gi-



bi). Bugün ise Türkiye Türkçesi'nin İstanbul ağzında h sesi yoktur ve Arapça, Farsça kökenli veya bu diller aracılığıyla alınmış kelimelerin başında ve sonunda bulunan "hâ'Tar bazan "hâ"ya (harfta > harita, h a b e r > h a b e r , te'rPh > tarih g i b i ) ,



bazan da "ka"ya dönüşmüştür (halffe > kalfa, h â y g e n e > k a y g a n a , m a t b a h > m u t -



fak gibi); ortadaki "hâ"lar ise daima hâ ile telaffuz edilmektedir ( â h i r > âhir, a h l â k >



ahlâk gibi). Buna karşılık Anadolu ağızlarının pek çoğunda ve ÂzerP Türkçesi'nde kelime ister Türkçe ister yabancı kökenli olsun, hece sonlarında ve iki ünlü arasında yer alan "ka"lar ha şeklinde söylenmektedir ( ç o k > ç o h , s o l a k > s o l a h , s o k a k > s o h a h , arka > a r h a g i b i ) . Ayrıca



yine halk ağızlarında Arapça kökenli kelimelerdeki "hâ'Tarın da eğer ünlüler kalınsa "hâ"ya dönüştüğü görülür (ah-



BİBLİYOGRAFYA



:



Lisânü'l-'Arab, " h â " ' m d . ; J . A Turkish and English Lexion, İstanbul



1 9 7 8 , s. 7 4 8 - 7 4 9 ,



W.



Redhouse,



İ s t a n b u l 1 8 9 0 ->



817-818;



Halil



b.



Ahmed, Kitâbü'l-Hurûf [Şe/âşetii kütiib fi't-hurûf i ç i n d e , nşr. R a m a z a n A b d ü t t e v v â b ) ,



el-Kitâb



1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. 3 7 ; Sîbeveyhi. düsselâm



M.



Hârûn),



Kahire



1403/1983,



4 4 3 - 4 4 4 , 4 5 1 ; E b û M i s h a l el-A'râbî,



Nevâdir (nşr.



Kahire (nşr. Ab-



İzzet H a s a n ) . D ı m a ş k



IV,



Kitâbü'n1380/1961,



s. 8 , 1 3 , 1 9 , 2 5 , 8 0 , 8 5 , 9 2 , 1 0 3 , 3 6 5 , 4 0 3 ; İb-



Kitâbü'l-Kalb ue'l-ibdâl



nü's-Sikkft, Haffner),



K a h i r e , ts.



(nşr.



A.



(Mektebetü'I-Mütenebbî),



s. 2 9 , 3 0 - 3 2 ; M ü b e r r e d .



el-Muktedab



(nşr. M .



A b d ü l h â l i k A d î m e ) , B e y r u t 1 3 8 2 / 1 9 6 3 , 1, 1 9 2 , 1 9 4 - 1 9 5 , 2 0 7 - 2 0 9 , 2 2 5 ; II, 1 1 1 ,



1 4 0 ; 111, 4 6 ;



el-lbdâl ue'l-mu'âkabe ue'n-nezâ'ir



Zeccâcî,



(nşr. i z z e d d i n et-Tenûhf), D ı m a ş k



1381/1962, Kitâbü'l-Ibdâl



s. 5 3 , 9 1 ; Ebü't-Tayyib el-Lugavî,



(nşr. İ z z e d d i n et-Tenûhf), D ı m a ş k 1 3 7 9 / 1 9 6 0 , I, 98,



157,



213-215,



3 5 2 ; İbn Cinnî,



262-272,



330-342,



343-



Sırru şına'ati'l-i'râb (nşr.



Hasan



e l - H i n d â v î ) . D ı m a ş k 1 4 0 5 / 1 9 8 5 , s. 4 6 - 4 7 ,



60,



Mehâricü'l-hurüf



62, 180, 183-184; İbn Sînâ,



(nşr. Pervîz N . H a n l e r î ) , T a h r a n 1 3 3 3 , s . 1 4 , 2 5 , 3 8 , 4 5 ; İbnü'l-Bâziş,



el-İknâ\



1, 1 7 4 - 1 9 3 , 2 1 1 ,



Kitâbü'l-Hurûf (Şe/âşetii kütiib fi'I-hurûfıçinAs, nşr.



2 5 7 - 2 5 8 ; A h m e d b . M u h a m m e d er-Râzf,



Ramazan Abdüttevvâb),



Kahire



1402/1982,



Beyrut, ts. (Âlemü'l-kUtüb), X , 5 1 , 129, 137-138;



124,



E b û Ş â m e el-Makdisî,



me'ânî min Hf^i'l-emâni



128-



İbrâzü'l-



(nşr. İ b r â h i m



İvâz), s. 7 4 8 - 7 5 2 ; İ b n Usfûr.



Atve



ei-Mümti' fl't-taş-



rî/ (nşr. F a h r e d d i n K a b â v e ) , B e y r u t



1407/1987, Şer-



II, 6 2 7 , 6 6 9 , 6 8 3 - 6 8 4 ; R a d î e l - E s t e r â b â d î ,



hü'ş-Şâfiye rut



s.



Şerhu'l-Mufaşşal,



1 3 6 , 1 3 9 - 1 4 4 , 1 5 1 ; İ b n Yaîş,



(nşr. M . N û r e l - H a s a n v.dğr.), Bey-



1402/1982,



III, 2 1 4 - 2 1 9 , 2 3 0 , 2 3 9 ,



2 5 1 , 276-278; Safedî,



250-



Gauâmidu'ş-Şıhâfı



(haz.



i s m a i l D u r m u ş , d o ç e n t l i k t a k d i m tezi, 1992), D o kuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, s. 2 7 ;



en-Neşr, 1, 2 4 , 3 8 - 3 9 ; S ü y û t î , elMüzhir, 1, 4 6 6 , 5 5 2 - 5 5 4 ; W. M a r ç a i s , Le dialecte arabe parie Tlemcen, P a r i s 1 9 0 2 , s . 2 6 ; N a i m H â z ı m O n a t , Arapça'nın Türk Diliyle Kuruluşu, İ s t a n b u l 1 9 4 4 , I, 9 9 , 1 1 7 , 1 1 9 - 1 2 0 , 1 2 1 , 3 6 0 ; W . L e s l a u . Manual of Phonetics, İbnü'l-Cezerî,



A m s t e r d a m 1 9 5 7 , s. 3 2 9 ; N . T o m i c h e , Le



par-



ler arabe du Caire, P a r i s 1 9 6 4 , s. 3 2 ; H . B l a n c , Proceedings of the Intern Conference on Semitic Studies, J e r u s a l e m 1 9 6 5 , s. 1 7 ; S . Mosc a t i . An Introduction to the Comparatiue Grammar of the Semitic Languages Phonoiogy and Morphology, W i e s b a d e n 1 9 8 0 , s . 384 2 ; İsmail K a r a ç a m , Kur'ân-ı Kerîm'in Faziletleri ue Okunma Kaideleri, İ s t a n b u l 1 9 8 4 , s. 198-208, 218, 223, 227-229, 242, 244,



245-



ed-Dirâsâtü'ş-şautiyye 1inde 'ulemâ'i't-tecvîd, Bağ249, 385;



Ganim



K a d d û r î el-Hamed,



d a d 1 4 0 6 / 1 9 8 6 , s. 1 9 2 - 1 9 3 , 2 5 7 , 4 7 7 - 4 7 8 ; H . Fleisch,



Traite de philologie arabe,



1 9 8 6 , I, 5 9 , 2 1 4 , 2 3 6 ; a . m l f . , " K M " , IV,



927-928;



J.



Cantineau,



Beyrut



El2



"Esquisse



(Fr.). d'une



Bulletin de la societe de linguistique Paris, XL11I, P a r i s



phonologie de l'arabe classique",



1 9 4 6 , s. 1 0 4 - 1 0 5 ,



113-114,



parlers arabes du Horan,



116;



a.mlf.,



Les



P a r i s 1 9 6 4 , s. 3 2 ; H .



B a u e r , " H â " , İA, V / l , s. 1.



m a k > a h m a h , s a h r â > sahrâ, s a h û r > sahur g i b i ) .



H



İSMAIL D U R M U Ş



335 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂ r



n



HÂ (*) Arap alfabesinin yirmi altıncı harfi.



^



Arap elifbâsında hurûfü'l-hecâ tertibinin kullanılmaya başlanmasından önceki halinde ve diğer Sâmf alfabelerde beşinci harf olduğundan ebced sistemindeki sayı değeri beştir (bk. EBCED). Halk arasında adı "he" olan ve Türkçe'de diğer "hâ"lardan ayırt edilmesi için "güzel he" de denilen harfin Halil b. Ahmed'e göre anlamı "ceylân yanağındaki beyazlık"tır (Kitâbü'lHurûf, s. 47); İbrânfce'deki adı olanhîise "şebeke, ağ" anlamına gelir. Ana Sâmîce'den gelen h sesi bütün Arap lehçelerinde ilk haliyle kalmış, ancak Akkadca'da h ile birlikte "h"ya, Maltızca'da hemzeye veya "h"ya dönüşmüştür. Buna karşılık Ârârnfce ve İbrânfce'de h, Amharaca'da da hem h hem h "h"ya dönüşmüşlerdir. Harfin şeklinin. Batı dillerindeki "E" harfi gibi Mısır hiyeroglif ve Sfnâ rumuzlarında görülen "ellerini başına doğru kaldırmış insan" figüründen geliştiği kabul edilir (bk. HARF) Boğaz harflerinden olan hâ, gırtlağın ağza en uzak kısmını teşkil eden bölgesinden (aksa'l-halk, esfelü'l-halk, hançere, larynx) çıkar. Hemze ve elifin de aynı bölgeden çıktığını göz önünde tutan dil ve kıraat âlimleri, bu üç sesin ağza yakınlık dereceleri meselesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Halil b. Ahmed'e göre ağza en uzak olandan başlamak üzere boğaz harflerinin sıralanması hemze, hâ, ayn, hâ, gayn, hâ; Sîbeveyhi'ye göre hemze, hâ, elif şeklindedir. Ahfeş el-Evsat hemzenin mahreci konusunda onlara katılmış, fakat hâ ile elif hususunda ikisinin aynı yerden çıktığını ileri sürerek onlardan ayrılmıştır. İbn Cinnf ise Ahfeş'e itiraz edip Sîbeveyhi'nin görüşünü isabetli bulmuş ve, "Eğer öyle olsaydı 4)Uj > J3L.J örneğinde görüldüğü gibi elif hemzeye değil "hâ"ya dönerdi" demiştir (Sırru şırıâ'ati'l-i'râb,



s. 46). Bu-



nunla birlikte dil ve kıraat âlimleri hemzenin ağza daha uzak, "hâ"nın ise daha yakın yerden çıktığında birleşmektedirler. Hâ sesini belirleyen başlıca sıfatlar "hems, rihvet, hafâ, terkık, infıtâh, istifâl ve ısmât"tır. Buna göre hâ, mahrece yüklenmeden ve di! damağa yapıştırılmadan çıkan, ses ve nefes akışı kesintisiz ve sızarak devam eden ince, yumu-



şak, hafif ve sadasız bir soluk sesidir. En belirleyici özelliği yumuşak ve sızıcı (hems ve rihvet) olmasıdır. Bu bakımdan hâ sesine benzemekle birlikte ondan daha yumuşak ve incedir. Ayrıca hâ hems, rihvet, hafâ gibi zayıflık belirten sıfatları kendinde topladığı için "ei-hurûfü'l-mehtûte"den sayılmıştır (İbn Cinnf, s. 64; İbn Usfûr, 11,676). İbn Sfnâ'ya göre hâ ve hemze seslerinin oluşumu nicelik ve nitelik bakımından birbirine benzemekteyse de "hâ"da havanın hapsedilmesi tam değildir; hava mahrecin sadece yanlarıyla hapsedildiğinden ve çıkış yolu kapanmadığından ortaya doğru kaymaksızın mahrecin yanlarına eşit şekilde sürtünerek sızıntı biçiminde dışarı çıkar. Hâ sesi havanın hava içine veya yine onun gibi engelleyici olmayan bir cismin içine kuvvetle girmesi sırasında meydana gelen sese eş değerlidir (Mehâricü'l-hurûf,



s. 13, 25, 38,



45). J. Cantineau'ya göre hâ sesi, sadasız sızıcı-sürtünücü bir gırtlak ünsüzü (spirante glottale sourde) olup Latin, İngiliz ve Alman alfabeierindeki h gibidir ve genellikle kelime başlarında sadasız, sesliler arasında veya bir sesliyle temas halinde sadalı telaffuz edilir (Bulletin, XLIII, s. 107). Hâ harfiyle, isim soylu kelimelerin sonuna eklenen "yuvarlak tâ" (5) arasındaki ilgi temas edilmesi gereken önemli meselelerden biridir. Müzekkerlik-müenneslik, müfredlik-cemîlik, ivaz-bedel, mübalağa, masdariyet, nisbet, nakil, hırfet, ta'rîb vb. halleri belirtmek üzere bu tür kelimelerin sonuna eklenen tâ harfine yazılışına göre "bitişik tâ" (et-tâü'i-merbûta) ve "yuvarlak tâ" (et-tâü'i-müstedfre) denildiği gibi anılan fonksiyonlarına göre "tâü't-te'nîs, tâü'l-vahde, tâü'I-mübâlağa, tâü'l-masdar, tâü'l-hırfe" vb. adlar da verilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olanı tâü't-te'nfstir ve buna vakıf halinde "hâ"ya dönüşmesi sebebiyle Basra okuluna mensup dilciler tarafından "hâü't-te'nfs" denildiği de görülmektedir (mes e l â bk. Lisânü'l-cArab, " h â " ' m d . ; S î b e v e y h i , 111, 220; İ b n ü ' l - B â z i ş , i, 314, 492;



Radf el-Esterâbâdf, II, 277; ). Çünkü bu harfin aslı konusunda dilciler ihtilâf etmişlerdir. Basralı dilciler kelâmda vasıl halini esas kabul etmekte, bu durumda harf tâ olduğu için de aslının tâ olduğunu, ancak vakıf halinde "hâ"ya dönüştüğünü söylemektedirler (Müberred, I, 60). Nitekim fiillerin baş ve sonlarına eklenen dişillik takısının tâ olması da bunu kanıt-



lamaktadır. Küfe okuluna mensup dilciler ise kelâmda vakıf halini esas kabul etmektedirler. Vakıf halinde bu harf hâ olduğuna göre aslı "hâ"dır; ancak vasıl halinde "tâ"ya dönüşmektedir. Ebû Ali elFârisîde bu görüştedir (et-Tactîka, 1, 383). Bir başka görüşe göre de tâü't-te'nfs, vakıf ve vasıl halinde daima tâ olarak telaffuz edilen ve "et-tâü'l-meftûhe, et-tâü'l-mecrûre ve et-tâü't-tavfle" adları verilen "tâ"dır. Hâü't-te'nîs ise vakıf halinde "hâ"ya dönüşen tâü't-te'nîstir (Abbas H a s a n , IV, 236).



"Tâ"dan "hâ"ya geçiş, Mağrib ülkelerinde Doğu Arap ülkelerinden daha erken bir zamanda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu harfi ihtiva eden kelimelerin bir kısmı Farsça'ya tâ telaffuzuyla girmiştir. Hâ sesi daha sonra Arapça'nın bütün lehçelerinde kalktığından harfin imlâdaki varlığı sadece tarihî bir değer olarak sürmektedir. Nitekim konuşma dilinde meselâ ÜJ kelimesinde "lugah" yerine "luga" şeklinde vakıf yapıldığı gibi vasıl halinde de "el-lugatü'I-fushâ" yerine "elluga'l-fushâ" telaffuzu tercih edilmektedir. Arapça'da tâ ve hâ harflerinin konuşma dilinde gerçek fonetik değerlerini yitirerek önündekileri fetha ile vokalize eden bir seslendirici işlevini görür hale gelmeleri, bu harflerin Türkçe ve Farsça'daki fonksiyonları ile uygunluk arzetmektedir. Yine aslında yuvarlak tâ ile (s) yazılırken Kur'an'da açık tâ ile (o) sona erdirilen , Cmm gibi kelimelerde kurrânın çoğu hâ şeklinde vakıf yapmakta, vakıf halinde hâü't-te'nfsten önceki harfi imâleli bir şekilde telaffuz etmenin de Araplar'ca tabii karşılandığı belirtilmektedir (İbnü'l-Bâziş, I, 314). Yine bütün Arap lehçelerinde tâü't-te'nîs vakıf halinde "hâ"ya dönüşürken sadece Tay kabilesi lehçesinde aynen kalır ve açık tâ "hâ"ya dönüşür. Bundan başka, genellikle kelimelerin vakıf halindeki son harekesini belirginleştirmek için getirilen ve "hâü'l-vakf, hâü's-sekt, hâü's-sükût, hâü'l-istirâha" denilen sükûnlu bir hâ çeşidi bulunmaktadır. İlk ve son harfleri illet harfi olan fiillerin (iefif-i mefrûk) emr-i hâzırlarının tekil eril kipinde tek harfe düşmesi ve kelimenin de en az iki harften meydana gelmesinin zaruri olması sebebiyle kelimenin sonuna vakıf halinde bu nevi bir hâ eklenmesi gerekli görülmüştür (meselâ [ ^ j ] . ^ [ J s ] ' ^ L s ^ ] ' * 5 gibi). Yine sonu illet harfi olan fiillerin emirleri ve meczum rnuzârileriyle (meselâ o_£i, - c » ^



336



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂ 4ioi ) mebnî isim ve harflerde (meselâ 4j j t 4j i t 4Â*J" i 4*ft> ı 03A) hâü'l-vakf getirilmesi yaygındır. Bunlardan son harfi düşen meczum muzârilerle emirlerde bu tür "hâ"nın getirilme sebebi konusunda ihtilâf edilmiştir. Dilcilerin çoğunluğuna göre bu harf son harekeyi belirginleştirmek, bazılarına göre de düşen harfi karşılamak (ta'vfz) için getirilir; Sîbeveyhi ise son harfin düştüğünü belirtmek amacıyla eklendiği kanaatindedir (el-Kitâb, IV, 159). Yine bu nevi kelimelerden, harf-i çerle mecrur soru "mâ"sına (u), elifin düşmesi dolayısıyla kelimenin sonuna eklenen "hâ"lar da (meselâ A* < *- c + ], m a ' =



miyâh ( 0 u>= »u} vb.). "Hâ"nın diğer harflerle meydana getirdiği başlıca dönüşümler de şunlardır; hâ/hâ : feriha = ferihe = mezeha = mezehe (= o o>), kedeha = kedehe (oar = ^^r), bedeha = bedehe (OJO = ^JO), melîh = melîh (**io = ç4o); hâ/hâ : hevâ' = havâ' (»ij* = ) , tahâ = tahâ (Ukb = hâ/tâ : hibriye = tibriye (iİJj = i!_)ts>); hâ/cîm :



hâse = câse ( ^ b - ^ ^ u , ) , hevâ = cevâ ( B e y r u t ,



t s . ( D â r u İ h y â i ' t - t ü r â s i ' l - A r a b î ) , I, 2 0 5 ; H a s k e f î ,



ed-Dürrü'l-müntekâ fî şerhi'l-Mültekâ rahman



Şeyhîzâde,



I, 2 0 6 ; H a r a ş î ,



(Abdur-



Mecma'u'l-enhur



içinde),



Şerhu Muhtasarı Halli, II,



177; İbn Âbidîn.



Reddü'l-muhtâr



167,



( K a h i r e ) , II,



Ceuâ-



2 9 6 - 2 9 7 ; M u h a m m e d H a s a n en-Necefî,



hirü'l-kelâm fi şerhi Şerâ'i 'i'l-lslâm, (Dâru



İhyâi't-türâsi'l-Arabî),



B e y r u t , ts.



XV,



174-177;



Mahmud Bey, Risâle fı'l-mekâyîs ue'l-mekâytli'l-ameliyye bi'd-diyâri'l-Mısriyye (trc. Zîver E f e n d i ) , İ s t a n b u l 1 2 9 0 ; Ali P a ş a M ü b â r e k , el-



Mîzân



fi'l-akyise



Kahire



ue'l-mekâyîl



ue'l-euzân,



1 3 0 9 / 1 8 9 2 , tür.yer.; A b d ü l k â d i r



tîb, Takdîrü'l-euzân



el-Ha-



Hnde'l-müslimîn,



Bulak



1 3 1 2 -> D ı m a ş k 1 9 8 4 ; G. C. M i l e s , Early



bic Class Weights and Stamps,



Ara-



New



York



1 9 4 8 , s. 4 - 6 , 8 ; i b r â h i m S ü l e y m a n el-Âmilî,



el-



Euzân ue'l-mekâdlr, B e y r u t 1 3 8 1 / 1 9 6 2 , t ü r . yer.; B. Kisch, Scales and Weights: A Historical Outline, N e w H a v e n 1 9 6 5 , tür.yer.; C e v â d Ali, el-Mufaşşal, B e y r u t 1 9 8 0 , VII, 6 2 8 - 6 2 9 ; M . N e c m e d d i n el-Kürdî, el-Mekâdîrü'ş-şer'iyye ue'l-ahkâmi'l-fıkhiyyeti'l-müte'aUika bihâ |baskı yeri y o k ) ,



1404/1984



(Matbaatü's-Saâ-



de), tür.yer.; M u s t a f a ez-Zehebî, dirhem



ve'l-mişkâl



beyânü



ve'r-rıtl



"Tahrîrü'd-



ve'l-mikyâl



mekâdîri'n-nüküdi'l-mütedâvile



Mışr", en-Nükûdü'l-'Arabiyye



ue llmü'n-nümmiyyât



(nşr.



1990,



Anistas



( Ö z e l ) , II, 1 7 3 - 1 9 5 ;



el-Ker-



İslâm'da



(trc. A c a r S e v i m ) ,



t ü r . y e r . ; A b d ü l h a y el-Kettânî,



bü'l-idâriyye



ve bi-



ve'l-lslâmiyye



m i l î ) , K a h i r e 1 9 8 7 , s. 8 4 - 8 5 ; W . H i n z ,



Ölçü Sistemleri



JA,



İstanbul



et-Terâtî-



M . H . Sau-



musulmanes",



X V (1880), s . 2 5 6 - 2 5 7 ; a . m l f . ,



"Materiaux



p o u r servis â l ' h i s t o i r e d e l a n u m i s m a t i q u e et



el-Kâmûsü'l-muhİt, " h b b " , " m k k " Keşşaf, 1, 1 7 6 , 2 7 4 , 4 6 6 , 5 0 0 ; VVensinck, el-Mu'cem, " h a b b " , " h a b b e " m d . leri; M . F. A b d ü l b â k i , el-Mu'cem, "habb",



d e l a m e t r o l o g i e m u s u l m a n e s " , a.e.,



s . 3 7 4 , 3 8 8 - 3 9 1 , 4 1 0 - 4 1 8 ; IV (1884), s. 2 9 6 -



" h a b b e " m d . l e r i ; E b û D â v û d , " B ü y û c " , 8 ; Ne-



m i s q a l s et les d i r h e m s a r a b e s " ,



E b û Ubeyd,



el-Emuâl (nşr.



1 9 7 8 , s. 4 5 2 - 4 5 3 ; M a k d i s î ,



" E t ü d e m e t r o l o g i q u e et n u m i s m a t i q u e sur les



matiçue,



M u h a m m e d Amâre),



Zambaur,



K a h i r e 1 9 8 9 , s. 6 2 6 ; B e l â z ü r î ,



Fütüh,



Beyrut



III (1884),



3 0 0 ; VIII (1886), s. 4 8 8 ; J . A . D e c o u r d e m a n c h e ,



277;



es-Stre2, s.



XII,



Paris



"Habbe",



1908, İA,



Reuue numis-



s. 2 0 9 - 2 3 9 ;



V/l,



s. 2-3;



E . V. a.mlf.,



" H a b b a " , El2 ( İ n g . ) , III, 1 0 - 1 1 .



Ahsenü't-tekâsîm,



s. 6 5 - 6 6 , 1 8 2 , 2 4 0 , 4 1 7 ; H â r i z m î ,



Mefâtîhu'l-



M



L



Mütedârik, mütedânî v e muhdes adlarıyla da bilinen A r a p aruz bahirlerinden biri (bk. MÜTEDÂREK).



j



HABER



F



n



( Ji*dl)



Duyularla algılanıp nakledilen söz veya yazının içerdiği bilgi.



j



(Bu-



l a k ) , I, 5 2 1 - 5 2 3 ; B u h û t î , 2 2 9 ; a.mlf.,



i



HABEB



Şubhu'l-



Kalkaşendî,



m d . l e r i ; Ttehânevî,



5 4 ; İbn H i ş â m ,



r



el-lzâh ue't-tibve'l-mîzân (nşr. M.



yân fî ma'rifeti'l-mikyâl İbnü'l-Uhuvve,



^



Ibnü'r-Rifa,



rûzâbâdî,



sâî, " B ü y ü " ' ,



(bk. İHBÂR).



el-



A h m e d el-Hârûf), D ı m a ş k 1 4 0 0 / 1 9 8 0 , tür.yer.; hisbe



HABBERENÂ



K a h i r e 1 9 4 6 , s. 1 6 - 1 7 , 1 9 - 2 0 ;



m a t i q u e et de la m e t r o l o g i e



" h b b " md.; Feyyûmî.



"drh",



fi talebi'l-hisbe,



r



Nihâyetü'r-rütbe



vaire, " M a t e r i a u x p o u r l ' h i s t o i r e d e l a n u m i s -



BİBLİYOGRAFYA : bâhu'l-münîr,



K a h i r e 1 3 4 2 B e y r u t , ts. ( D â r ü ' l - K ü t ü -



b i ' l - i l m i y y e ) , s. 1 0 5 ; Şeyzerî, İbn H a z m ,



Uzunluk ölçüsü olarak habbe arşının (zirâ) askatı olarak kullanılmaktaydı. Şöyle ki: 1 arşın = 6 kabza (1 kabza = 4 parmak) = 24 parmak, 1 parmak -ki Mısır örfünde buna kırat da denilir- = 6 (yahut 7) arpa habbesi kabul edilmiştir. Burada standart kabul edilen arpa vasat olanıdır ve arpaların karınları biri diğerinin sırtına gelecek biçimde enine ve yatay konmalıdır. Arpanın daha standart hale getirilmesi ve miktarı konusunda çelişkiye düşüldüğünde başvurulacak bir esas olması için de yanyana konmuş 6 (bazılarına göre 7) katır kılı kalınlığında olan arpanın esas olduğu ifade edilmiştir. Şer'î arşının bu şekilde arpa ve katır kılı ile tesbitini Gazzâlî yapmıştır (bk. İbnü'lUhuvve, s. 88). Şer'î arşının 46,2 cm. olduğu bilindiğine göre 1 arşın 24 x 6 = 144 arpa, 1 arpa 46,2:144 = 0,320 cm. eder. M. Necmeddin el-Kürdî şer'î arşının uzunluğunu 48 cm. olarak bulmuştur. Buna göre 1 arpa 48:144 = 0,333 santimetredir.



Lisânü'l-'Arab,



'ulûm,



ŞÜKRÜ Ö Z E N



Sözlükte "bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak" mânasına gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir. Terim olarak "geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak bir olayı bildiren söz, mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan söz" gibi farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu tanımların ortak noktaları haber konusunun duyularla algılanabilir olması, vahye dayanmışsa geleceğe de ait olabileceği hususlarıdır. Doğru veya yanlış oluşu, gerçeğe uyup uymaması haberin konusuna göre değişir. Bazı hususların doğruluğunu, bazılarının yanlışlığını onaylamak gerekli iken bir kısım haberlerin yanlış veya doğru olma ihtimali mevcuttur (aş. bk.). Kur'ân-ı Kerîm'de hubr masdarı iki âyette, haber de iki ve cemi a h b â r üç âyette geçmektedir. Esmâ-i hüsnâdan olup "her şeyin iç yüzünden haberdar olan" mânasına gelen habîr ise kırk dört âyette yer almakta, bir âyette "bilen, vâkıf olan" anlamında kula nisbet edilm e k t e d i r (bk. M. F. A b d ü l b â k i ,



el-Mu'-



cem, "lıbr" md ). Yine haber mânasına gelen nebe' kelimesi çoğul sigasıyla (enbâ') birlikte yirmi dokuz âyette yer almakta, kökünü oluşturan nübûet ile (nübüvvet) bundan türemiş fiiller elli altı, nebi kelimesi de cemî sigalarıyla (nebiyyûn, enbiyâ) seksen yerde geçmektedir (bk. a.g.e., "nb'e" md.). Râgıb el-İsfahânî



nebe' kavramının, "mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihtimali bulunan söz" mânasmdaki haberden üç bakımdan farklı nitelik taşıdığını söyler: Önemli ve etkili bir olayı konu edinmesi, kesin bilgi içermesi, en azından zann-ı gâlib durumunda bulunması. Aslında nebe' derecesindeki bir haberin gerçeğe aykırı olmaması gerekir. Bundan dolayı nebe'



346 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER Kur'an'da hem "ilim" hem de "haber" anlamında kullanılmıştır (Râgıb el-İsfah â n î , el-Müfredât, " n b ' e " m d . ; krş. E b ü ' l Bekâ, s. 8 8 6 ) .



Hz. Peygamber'in Allah'tan vahiy yoluyla aldığı haberlerden oluşan Kur'an, insanların işlediği bütün fiillerin kaydedildiğini ve bunların âhirette kendilerine bildirileceğini açıklayarak haberin gerçeğe uygun olması gerektiğine işaret etmiş ( e t - T e v b e 9/94; M u h a m m e d 47/21;



el-Hucurât 49/6), insanın ibret alması için geçmiş milletlerden ilâhî emirlere uyanların veya uymayanların âkıbetlerine dair haberleri nakletmek suretiyle hakikatin keşfedilmesinde haberin oynadığı role dikkat çekmiştir. Böylece onu önemli bir bilgi kaynağı kabul etmiş, özellikle gayba dair haberlerin sağlam bir kaynağa dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır (M. F. A b d ü l b â k i , el-Mu'cem, " n b ' e " m d . ) .



Haber ve nebe' kelimeleri hadislerde de yer almıştır (bk. W e n s i n c k , el-Mu'cem, " h b r " , "nb'e" m d . l e r i ) . Duyular âlemiyle



ilgili olarak haberin verdiği bilginin çok defa gözleme dayanan bilgi kadar kesin olmadığını belirten Hz. Peygamber (Müsned, i, 215), kendisine Cebrâil vasıtasıyla sabah ve akşam semadan haber geldiğini açıklamıştır (a.g.e, III, 4; B u h â r î , " E n b i y â 3 " , 1, İbn M â c e , " M u k a d d i m e " ,



11). Hadislerde belirtildiğine göre yahudiler gayba dair sordukları bazı haberleri kendilerine bildirmesi halinde onun nübüvvetine inanacaklarını vaad etmişlerdir. Bundan, onların gayba ilişkin haberleri bilmenin nübüvvet alâmetlerinden birini teşkil ettiği kanaatinde oldukları anlaşılmaktadır (Müsned, I, 2 7 4 ) .



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, gerekli şartları taşıyan haberlerin insana ait bilgi kaynaklarından birini oluşturduğunu kabul eder. Ona göre haber, duyularla ve akıl yürütmekle ulaşılması mümkün olmayan bilgileri elde etmek için başvurulması zorunlu bir kaynaktır. Haberin geçerli olabilmesi için gerekli görülen şart, haber verenlerin belli bir sayıya ulaşmasına veya haberin bazı vasıflar taşımasına bağlı değildir; insanın bir konuda bilgisizliğini ve şüphesini giderip onda yeni bilgi meydana getirmesi haberin bilgi vasıtası olması için yeterlidir. Kişinin bu tür bilgisi, bir konuyu ardarda destekleyen haberlerin sağladığı zaruri bir sonuç niteliğindedir (İbn Fûrek, s. 18). Eş'arrnin, bu sözleriyle mütevâtir haberi kastettiği anlaşılmaktadır. Kelâm ilmi açısından duyular ve akıl ile birlikte haberin vazgeçilmesi imkânsız üç temel bilgi kaynağından biri olduğu hususunda hemen hemen bütün âlimler



ittifak etmiştir. Konuyu epistemoloji açısından ele alan, haberin doğruluk ve yanlışlık bakımından incelenmesine ilişkin yöntemlerden bahseden ilk kelâm âliminin Vâsıl b. Atâ olduğu nakledilir ( E b û Hilâl ei-Askerî, s. 255). E b û Mansûr



olan, muhatabın buna inanması değil, fiilen gerçeğin böyle olmasıdır. Bunun için de haberin duyuların algısına dayanması gerekir. Mu'tezile âlimlerinden Nazzâm'ın, haberin doğruluğunu haber verenin inancına uygun olması şartına bağladığı nakledilmişse de bu görüş itibar görmemiştir (Leknevî, s. 38).



el-Mâtürîdî'ye göre haberin bilgi kaynağı olduğunu inkâr etmek sonuç itibariyle çelişkiye götüreceğinden imkânsızdır. Doğru haber kelâm literatüründe iki Aslında kişinin haberi inkâr ettiğini söykısımda ele alınmıştır: 1. Haber-i Mütelemesi, kendisine ait bir görüşü başkavâtir. Yalan söylemek üzere ittifak etsına haber vermesinden başka bir şey melerini aklın imkânsız gördüğü bir topdeğildir. Ayrıca insan, adına ve soyuna luluğun verdiği haberdir. Meselâ geçmiş varıncaya kadar kimliğine ait bütün bildönemlerde yaşayan milletlerle çeşitli gilerle çevresinde yer alan çeşitli varlıkülke ve şehirlerin varlığı mütevâtir halara ilişkin bilgilerinden başka, akıl yoberle bilinir. Bir haberin mütevâtir sayıluyla bilinemeyen ve kendi duyularının labilmesi için bazı şartlan taşıması zaruri ötesinde vuku bulan olaylara ait bütün görülmüştür, a) Haberin, yalan üzere itbilgileri ancak haber vasıtasıyla öğrenetifak etmeleri aklen imkânsız görülen ve bilir. Özellikle sağlık için faydalı veya zafarklı zümrelerden oluşan bir topluluk rarlı olan gıdaları denemek yahut akıl yütarafından, haber konusunun oluştuğu rütmek suretiyle öğrenmek hayatî tehlidönemden itibaren kesintisiz olarak her keler taşır. Bunların dışında çeşitli sanat devirde nakledilmesi, b) Haberi nakleve mesleklere dair bilgiler de haber yoden ilk topluluğun habere konu olan olaluyla öğrenilir (Kitâbü't-Teuhîd, s. 7-8,yı duyularıyla idrak etmesi ve bu toplu26-27). Mu'tezile âlimlerinden Kâdî Abluğun yaptığı gözlem sonunda her türlü dülcebbâr haberin kesin bilgi kaynağı şüpheden kurtulup kesin bilgiye ulaşmaolabilmesi için haberi veren kişinin o kosı. c) Haberi veren topluluğun yalan söynuda zaruri bilgiye dayanması ve habelemesini gerektirecek sebeplerin bulunrin dörtten fazla kişi tarafından nakledilmaması. d) Mütevâtir haberin aklın immesi gerektiğini ileri sürmüştür (el-Muğ- kânsız gördüğü bir bilgiyi ihtiva etmenî, XV, 333). Mâtürîdîâlimlerinden Ebü'lmesi. Mütevâtir haberi nakledenlerin Muîn en-Nesefî haberin ve haberleşmemüslüman olmaları ve adâlet vasfını tanin insanı hayvandan ayıran temel özelşımaları ise şart değildir. Zira burada liklerden biri olduğunu söyler. Zira insan esas olan husus, haberi veren topluluhaber sayesinde bilmediği pek çok bilğun yalan söylemek üzere ittifak etmegiye ulaşabilmektedir. Bu bakımdan hasini aklın imkânsız görmesidir. Mütevâberi inkâr etmek işitme duyusunu ve ditir haberi nakleden topluluğun sayısı kolin varlığını reddetmek anlamına gelir. nusunda dörtten 300'e kadar farklı raBu durumda da insanla hayvan arasında kamlar ileri sürülmüşse de âlimlerin çobir fark kalmaz (Tebşıratü'l-edille, I, 16). ğunluğu sayı belirlemenin bir esasa daSelefî temayülü ile tanınan İbn Hazm, iki veya daha çok kişinin ayrı ayrı verdiği haberi insanın dikkate alması gerektiğini belirtir. Ona göre duyuların ötesinde vuku bulan bütün günlük olayların yanı sıra beşerî tecrübenin tamamını ihtiva eden tarihin esasını ancak haber vasıtasıyla bilmek mümkündür (el-Faşl, I, 41, 42). İbn Teymiyye haberi akıl ve duyuların dışında üçüncü bir bilgi kaynağı olarak kabul etmesine rağmen, onun akıl ve duyuların ortak faaliyeti sonunda meydana gelen birleşik bir bilgi olduğunu söyler (Der'ü te'aruz, I, 179).



Kelâm âlimleri haberin bilgi kaynağı olabilmesi için onun doğruluğunu temel şart kabul etmişlerdir. Nitekim müteahhir dönemden itibaren bu şartın vurgulanması amacıyla "haber-i sâdık" (gerçeğe uygun haber) t e r k i b i ş ö h r e t b u l m u ş t u r .



Haberin gerçeğe uygunluğunda esas



yanmadığı ve dolayısıyla isabetli olmadığı kanaatindedir. Gazzâlî'nin de belirttiği gibi mütevâtir haberin bilgi ifade etmesi, ekmeğin açı doyurması ve suyun susuzu kandırması gibi tabii ve zaruri bir şekilde oluşur (el-Müstaşfâ, 1, 138). Bazı Şiî âlimleri, benimsedikleri rivayetleri kesin bilgi statüsünde göstermek amacıyla mütevâtir haberi kendi içinde üç kısma ayırmışlardır: a) Mütevâtir-i lafzî. Aynı veya eş anlamlı lafızlarla nakledilen haberler. Bu tür haberlerin mevcudiyeti tartışma konusu olmakla birlikte geçmiş nesillerden yazılı metinler halinde intikal eden bilgilerin lafzan mütevâtir kabul edilmesi gerekir, b) Mütevâtir-i mânevî. Nakledilen bilginin farklı lafızlarla ve az çok değişiklik gösteren bir tarzda aktarıldığı haberler. Mütevâtir haberin en yaygın olanı budur, c) Mütevâtir-i icmâlî. Büyük bir topluluk tarafın347



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER dan nakledilmesine rağmen fazla miktarda mâna farklılıkları içeren haberler. Belli bir konuda genel kanaat uyandıran bu tür haberler, daha ziyade delil oluş niteliğini güçlendirmek amacıyla tevâtür statüsüne alınmakla birlikte çoğunluğun tasvip ettiği mütevâtir haber türü değildir (Seyyid Hâşim el-Hâşimî, IV/4, s. 5152).



Kâ'bî, Ebü'l-Hüseyin el-Basrî, İmâmü'lHaremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî, Seyfeddin el-Âmidî gibi Mu'tezilî ve Sünnî kelâmcılar mütevâtir haberin istidlâlî, dolayısıyla nazarî bilgi ifade ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bunların dışındaki İslâm âlimleri ise mütevâtir haberin zaruri ve kesin bilgi kaynağı olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Zira âlimlerin çoğunluğuna göre mütevâtir haber, akıl yürütmeyi bilen veya bilmeyen herkeste bilgi meydana getirmekte ve bu bilginin kesinliği konusunda kimsede herhangi bir şüphe uyanmamaktadır. Mu'tezile'den Nazzâm ise mütevâtir haberin verdiği bilginin kesinlik arzetmediği görüşündedir. Zira mütevâtir haberi nakleden topluluk fertlerden oluşmaktadır ve her ferdin yanılması veya yalan söylemesi mümkündür (Bağdadî, s. 11; Ebû Rîde, s. 16).



2. Haber-i Resûl. Nübüvveti mûcize ile kanıtlanmış peygamberin verdiği haberden ibaret olup bu tür haberin kaynağını oluşturan kişinin gerçek peygamber olup olmadığını akıl yürüterek kanıtlamak gerektiğinden haber-i resûl ile zaruri değil istidlâlî veya iktisabî bilgi meydana geldiği ve bunun kesinlik açısından zaruri bilgiye benzediği kabul edilmiştir (Mâtürîdî, s. 8-9; Teftâzânî, s. 19). İbn Tteymiyye



peygamberin verdiği haberin sadece bir nakil değeri taşımayıp, doğruluğuna ilişkin aklî delilleri de ihtiva ettiğini belirterek kesin bilgi meydana getirdiğini vurgulamıştır (Der'ü te'âruz, I, 199). Haber-i resûlün doğruluğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla birlikte peygambere aidiyetinin kanıtlanması önemli görülmüştür. Bu sebeple kelâm âlimleri sabit oluşu açısından haber-i resûlü üç kısma ayırmışlardır: a) Mütevâtir haber. Yalan söylemek üzere ittifak etmelerini aklın imkânsız gördüğü ashap topluluğunun Hz. Peygamber'den duyup tâbiîn nesline, aynı şekilde onların tebeu't-tâbiîne, bunların da daha sonraki nesillere aynı lafızlarla rivayet ettiği haberlerle, yine sahâbîlerin Hz. Peygamber'de müşahede ettikleri ve aynı şartlarla aktardıkları davranış ve olaylardır. Resûl-i Ekrem'e söylemediği sözü isnad edenlerin cehennemlik olduğu konusundaki hadisle (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "kzb" md.) farz na-



mazların ve rek'atlarının sayısına, namazın rükünlerine dair hadisler bu türe ilişkin örnekler arasında zikredilir, b) Müstefîz haber. Tevâtür derecesine ulaşmayan sahâbîlerin Hz. Peygamber'den naklettiği rivayetin tâbiîn, tebeu't-tâbiîn ve daha sonraki nesiller tarafından tevâtür derecesinde nakledilmesiyle oluşan haberden ibarettir; "meşhur haber" diye de bilinir. Şefaat, mest üzerine meshetmeye dair hadisler bu konudaki örnek-



ğunu nakleden haberler örneğinde görüldüğü gibi duyular ve akıl vasıtasıyla imkânsız olduğuna hükmedilen muhale dair bilgiler. 3. Herhangi bir yerde bir insanın öldüğünü ve bir ülkenin ekonomik durumunun iyi veya kötü olduğunu bildiren haberler ki bunlar aklen imkânsız görülmeyen bilgilerdir (et-Temhîd, s. 160-



dülcebbâr, Şerhu'l-üşûli'l-hamse, s. 768769; Gazzâlî, el-Müstaşfâ, I, 140-144; Sef-



rüş çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.



162).



Kaynaklarda yer alan bilgilerden kelâm âlimlerinin doğru haberin kesin bilgi lerdendir (İbn Fûrek, s. 23; Bağdâdî, s. 13, kaynağı oluşturduğu noktasında ittifak 204). c) Âhâd haber. Ashaptan son nesettikleri anlaşılmaktadır. Bu âlimler arale varıncaya kadar tevâtür derecesine sında, daha çok haberin kapsamı ve buulaşmayan râvilerin rivayetiyle sabit olan na bağlı olarak çeşitli bakımlardan gruphaberdir (haber-i vâhid). Resûl-i Ekrem'landırılması konusunda farklı görüşlerin den nakledilen haberlerin çoğu bu türileri sürüldüğü görülmektedir. Gazzâlî'den olup daha çok amelî ve ahlâkî konunin de belirttiği gibi (el-'lktişâd, s. 253) lara dairdir. Sübût açısından kesin olmahaberin bir olayı görmeye ve işitmeye yan bu nevi haberler akaid konularında kesin delil teşkil etmez (et-Ta'rîfât, "hbr" dayanması gerektiği dikkate alınırsa akıl yürütmek suretiyle üretilen bilgileri onun md.; Mâtürîdî, s. 9; Bağdâdî, s. 13; ). Dakapsamına alan ve buna göre bilgileri ha çok Hanefî - Mâtürîdî âlimlerinin yapgruplandıran görüşlerin isabetli olmadıtığı bu üçlü tasnif diğer âlimler tarafınğını söylemek gerekir. dan haber-i mütevâtir ve haber-i vâhid olmak üzere iki grup halinde ele alınır. Haber konusunda âlimler arasında Çünkü netice itibariyle müstefîz haber tartışılan hususlardan biri de Hz. Peyde haber-i vâhid grubuna girer. Yalnız gamber'in verdiği haberlerin aklın ışığınonun tâbiîn neslinden itibaren şöhret da yorumlanıp yorumlanmayacağıdır. bulması, ashap kademesindeki sayı yeSelef âlimlerine göre peygamberin verditersizliğini gidermemekle birlikte âlimği haber aklın ışığında te'vil edilmemeli, lerce hüsnükabul gördüğünü gösterir (bk. akıl onu aynen kabul etmelidir. Zira peyHABER-i V Â H İ D ) gambere inanmak demek verdiği haberin doğruluğunu benimsemek demektir. Kelâm âlimleri haberi başka türlü Ayrıca bu âlimlere göre Resûl-i Ekrem'in tasniflere de tâbi tutmuşlardır. Meselâ verdiği haberlerin hiçbiri akla aykırı dedoğruluğu bilinen, yalan olduğu bilinen ğildir; haberin sübûtu kesin ise buna ayve doğru veya yalan olduğu bilinmeyen kırı olan ve akıl adına ileri sürülen bilgilehaberler gibi. Tevâtür yoluyla nakledilen rin yanlış olması gerekir (İbn Teymiyye, haberlerle Allah'ın ve peygamberin verDer'ü te'âruz, l, 116; V, 255-257, 339). Didiği haberler, ümmetin ittifak ettiği hağer âlimlerin çoğunluğu ise peygamberberler, istidlâl yoluyla üretilen ve tevhid, den nakledilen ve müteşâbih grubuna adalet, nübüvvet gibi konularda ortaya giren haberlerin aklın ışığında te'vil edilkonan bilgiler birinci grubun örneklerini mesinin gerektiğini kabul etmiştir (bk. teşkil eder. Bu bilgilere aykırı düşen haT E ' V İ L ) . İslâm âlimleri, Resûl-i Ekrem'berler de yalan olduğu kesinlikle bilinen den tevâtür yoluyla gelen haberleri inkâr haberleri oluşturur. Doğru veya yalan oledenlerin tekfir edilmesi gerektiği husuduğu bilinmeyen haberler ise her iki yösunda ittifak etmişlerdir. Selefiyye ile dine ihtimali bulunan ve hakkında kesin bir ğer Sünnî kelâm ekollerine mensup bazı hüküm verilemeyen haberlerdir. Tevâtür âlimler, peygambere atfedilen meşhûr derecesine ulaşmayıp âhâd statüsünde ve âhâd haberleri inkâr edenlerin de tekkalan haberler bu türdendir (Kâdî Abfir edilebileceğini ileri sürmüşse de bu göfârînî, 1, 13-14). Bâkıllânî gibi bazı kelâmcılar haberi gruplandırırken değişik bir yöntem uygulamışlardır. Buna göre haber üç kısma ayrılır: 1. Duyuların ve pratik akıl ilkelerinin ispat ettiği vâcibe dair haberler. Kâinatın varlığından ulûhiyyet ve nübüvvet konularına kadar duyu ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler bu türün örneklerini oluşturur. 2. Ölülerin konuştuğunu ve iki zıddın bir arada bulundu-



Gerek tevâtür yoluyla gerekse peygamberin bildirmesiyle sabit olan doğru haberi bilginin kaynaklarından biri olarak kabul eden İslâm âlimleri, varlık ve olayların yorumuna ilişkin mâkul bir sistem kurmaya çalışan düşünce ekolleri arasında epistemolojik açıdan en kapsamlı yaklaşımı gerçekleştirdikleri gibi hakikati kavrama noktasında da en isabetli yolu



348



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD seçmişlerdir. İnsanın evrenin geçmişi, geleceği ve üzerinde yaşadığı dünyanın hâlihazır durumu ile orada meydana gelen olaylar hakkında bilgi edinmek için haberden başka bir kaynağa sahip olmadığı açıktır. Bu sebeple nübüvveti güçlü aklî mucizelerle sabit olan son peygamberden gelen sağlam haberleri dikkate almak, gerçeği kavrama amacı taşıyan her insan için en isabetli davranıştır.



HABER-İ VÂHİD (jks-ljJl^sdf)



^



Mütevâtir derecesine ulaşmayan haber.



|



"Bir" anlamındaki Arapça vâhidin haber kelimesine muzaf kılınması (haberü'lvâhid) veya sıfat tamlaması şeklinde kullanılmasıyla (haberün vâhidün) ortaya çıkmış olup "bir kişinin diğer bir kişiden nakBİBLİYOGRAFYA : lettiği haber" demektir. Vâhid kelimesiR â g ı b e l - İ s f a h â n î , el-Müfredât, " l ı b r " , " n b ' e " nin çoğulu olan âhâdla beraber bulundum d . l e r i ; et-Ta'rîfât, " h b r " m d . ; E b ü ' l - B e k â , eZKülliyyât, s. 3 7 0 , 4 1 4 - 4 1 6 , 8 8 6 ; VVensinck, el- ğunda ise (haberüî-âhâd, ahbârü'l-âhâd) "birMu'cem, " h b r " , " n b ' e " , " k z b " m d . l e r i ; M . F. den fazla kişinin rivayet ettiği haber" anA b d ü l b â k i , el-Mu'cem, " h b r " , " n b ' e " m d . l e r i ; lamına gelir. Ancak bunlar, usul kitaplaMuuatta', " Ş ı y â m " , 11; Müsned, 1, 2 1 5 , 2 7 4 ; rında çoğunlukla birbirinin eş anlamlısı III, 4 ; B u h â r î , " E n b i y â " ' , 1; M ü s l i m , " î m â n " , olarak kullanılmakla beraber hadisin â2 7 8 ; İbn M â c e , " M u k a d d i m e " , 11; H a y y â t , elIntişâr, s. 1 1 3 ; E ş ' a r î , Makâlât ( R i t t e r ) , s. 4 4 4 ; hâd vasfını taşımasının onun her zaman M â t ü r î d î , Kitâbü't-Teuhîd, s. 7 - 9 , 2 6 - 2 7 ; E b û haber-i vâhid olduğunu göstermeyeceği Hilâl el-Askerî, el-Euâ'il, B e y r u t 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. de söylenmektedir. Bundan dolayı hadis2 5 5 ; Bâkıllânî, et-Temhîd ( E b û R î d e ) , s. 160çiler, usulcüler ve fakihler tevâtür derece164; İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât, s. 1719, 2 3 ; K â d î A b d ü i c e b b â r , Şerhu'l-Clşûli'l-hamsine ulaşmayan bir haberi "âhâd haber" se. s. 7 6 8 - 7 6 9 ; a . m l f . , el-Muğnî, XV, 3 1 9 , 3 3 3 , kabul ettikleri için haberi nakleden râvi 3 3 8 ; X V I , 9 - 1 3 ; B a ğ d â d î , U ş û l ü ' d - d î n , s. 1 1 - 1 4 , sayısının bir, iki, üç veya daha fazla olma20-21, 2 0 4 , 217-218; İbn H a z m , e ( - M â m ( n ş r . sı arasında fark yoktur. Haber-i infırâd A h m e d Ş â k i r ) , K a h i r e , ts. ( M a t b a a t ü ' l - â s ı m e ) , I, 9 3 - 9 7 ; a.mlf., el-Faşl ( U m e y r e ) , I, 4 1 - 4 2 ; da denilen haber-i vâhid Hz. PeygamberGazzâlî, el-İktişâd (nşr. İ b r a h i m A g â h Çuden rivayet edilen hadisler, sahâbe ve tâb u k ç u - H ü s e y i n A t a y ) , A n k a r a 1 9 6 2 , s. 194biînden nakledilen haberler için kullanıl1 9 5 , 2 5 3 ; a . m l f . , el-Müstaşfâ, I, 1 3 2 - 1 4 4 ; Nemakla birlikte hadiste ve diğer İslâmî ilimsefî, Tebşıratü'l-edille ( S a l a m e ) , I, 1 6 - 1 7 ; E b û S e l e m e es-Semerkandî. Cümelü uşüli'd-dîn lerde zikredildiğinde daha ziyade Resûl-i (nşr. A h m e t S a i m K ı l a v u z ) , İ s t a n b u l 1 9 8 9 , s. 8Ekrem'den rivayet edilen hadisler akla 9; F a h r e d d i n er-Râzî, el-Mahşûl, s. 3 2 3 - 3 2 9 , gelir. Hadis ilminde, haber-i vâhid için bu 387-403; İbnü'l-Esîr. Câmi'u'l-uşül (nşr. Abgenel tarifin dışında özel olarak sahih ve d ü l m e c i d S e l i m - M . H â m i d el-Fıkî), B e y r u t 1 4 0 0 / 1 9 8 0 , 1, 6 6 - 6 8 ; İ b n K u d â m e , Ravzatü'nhasen haberin tarifine denk tanım da nâzır, R i y a d 1 4 1 5 / 1 9 9 4 , s. 3 4 7 , 3 5 6 - 3 5 7 ; İ b n yapılmaktadır. Buna göre haber-i vâhid, Teymiyye, Mecmü'atü'r-resâ'il, IV, 1 6 9 - 1 7 0 ; mütevâtir sünnetin dışında kalan ve Rea . m l f . , D e r ' ü te'âruzi'l-'akl ue'n-nakl (nşr. M . sûlullah'tan itibaren adâlet ve zabt sıfatR e ş â d S â l i m ) , |Riyad] ts. ( D â r ü ' l - K ü n û z i ' l - e d e biyye), I, 1 1 6 , 1 7 2 , 1 7 9 , 1 9 9 ; V, 2 5 5 - 2 5 7 , 3 3 9 , larını taşıyan bir veya iki yahut tevâtür 345; Teftâzânî. Şerhu'l-'Akâ'id (nşr. Ahmed derecesine ulaşmayan sayıda sahâbenin, H i c â z î es-Sekkâ), K a h i r e 1 4 0 8 / 1 9 8 8 , s. 1 7 - 1 9 ; daha sonra tabiînin ve tebeu't-tâbiînin C ü r c â n î , Şerhu'l-Mevâkıf, s. 5 5 6 - 5 5 7 ; S ü y û t î , Katfü 'l-ezhâri 'l-mütenâşire fı 'l-ahbâri 'l-mü- rivayet ettiği, metninde şâz ve illet buteuâtire (nşr. H a l î l M u h y i d d i n el-Mîs), B e y r u t lunmayan ve zann-ı gâlib ile (râcih) sabit 1 4 0 5 / 1 9 8 5 , n â ş i r i n girişi, s. 5 - 6 ; S e f f â r î n î , Leolan habere denir. Bir habere rivayet yoluâmihı'l-enuâri'l-behiyye, B e y r u t , ts. (el-Meklarının çoğalması sebebiyle "meşhur" det e b e t u ' l - i s l â m î ) , I, 13-17; Z e b î d î , Laktü'l-le'âli'l-mütenâşire fı'1-ehâd.îşi'l-müteuâtire (nşr. nilse bile bu haber âhâd olmaktan çıkmaz. M . A b d ü l k â d i r A t â ) , B e y r u t 1 4 0 5 / 1 9 8 5 , s. 202 1 ; Âlûsî,



Rühu'l-me'ânî,



XXII,



110;



Leknevî,



Haber-i vâhid etrafında yapılan tartış-



Zaferü'l-emânî fi Muhtaşari'l-Cürcânî, Âzammalar sebebiyle bu terim mahiyet ve kavg a r h 1 4 1 5 / 1 9 9 5 , s. 3 8 ; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 3 0 , 3 1 , 5 7 - 5 8 ; Elmalılı, Hak Dini, VII, ram bakımından tarih içinde iki defa anNazmü'l-mütenâşir miBeyrut 1403/1983, s.



5340-5341; Kettânî, ne'l-hadîşi'l-müteuâtir, 16;



Hasan



Mine'l-'Akide ile'ş-şeure,



Hanefî,



B e y r u t 1 4 0 9 / 1 9 8 8 , IV, 2 1 1 - 2 1 5 ; E b û R î d e ,



Min



Şüyûhi'l-Mu'teziie İbrâhim b. Seyyâr enNazzâm, K a h i r e 1 9 8 9 , s. 1 6 ; M e h r î H a s a n E b û Sa'de, el-İtticâhu'l-'aklî fı müşkileti'l-ma'rife "mde'l-Mu'tezile,



Kahire 1413/1993, s. 137-



1 4 6 ; Seyyid H â ş i m e l - H â ş i m î , " D i r â s e haberi'l-mütevâtir",



Türâşünâ, IV



havle'l/3,



Kum



1 4 0 9 , s. 3 7 - 6 7 ; I V / 4 (1409), s. 5 1 - 5 2 .



S



Y U S U F ŞEVKI Y A V U Z



lam değiştirmiş, ilk zamanlar "bir veya birkaç kişinin haberi" anlamına gelirken daha sonra "mütevâtir seviyesine ulaşmayan haber" mânasında kullanılmıştır. Terimin ikinci tanımı, haber-i vâhidlerin dinde delil olup olmayacağı hususuyla ilgili olup fıkhın tedvin edilmeye başlandığı 11. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında vehim, şek, zan ve yakin gibi aklî konuların İslâm toplumunda yayılmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır.



Bir kişinin getirdiği haberle amel edildiğini gösteren örneklerin bulundüğu Asr-ı saâdet'te (Buhârî, "Ahbârü'l-âhâd", 1-6) haber-i vâhid kavramıyla ilgili tartışmalar ve onunla amel etmeme diye bir mesele yoktu. Resûl-i Ekrem gerek ibadetlerde ve İslâm'ın temel rükünlerinde gerekse idareciliğiyle ilgili durumlarda bir kişinin getirdiği habere göre icraatta bulunmuştur. Onun ramazan hilâlini gördüğünü söyleyen sahâbîye, "Allah'tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah'ın resulü olduğuma şehâdet eder misin?" diye sorup olumlu cevap alması üzerine sahâbînin haberine güvenerek, "Ey Bilâl, insanlara haber ver, yarın oruç tutsunlar!" demesi (Dârimî, "Şavm", 6); Kubâ Mescidi'nde Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılmakta olan müslümanların kıblenin Kâbe yönüne çevrildiğini bildiren kişinin haberine güvenerekKâbe'yeyönelmeleri (Buhârî, " A h b â r ü ' l - â h â d " , 1; Şâfiî, er-Risale,



s. 406-408); Hz. Peygamber'in Mus'ab b. Umeyr'i Medineliler'e, Muâz b. Cebel'i Yemen'e, Dihye b. Halîfe'yi Rum Meliki Herakleios'a, Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî'yi İran Kisrâsı II. Hüsrev'e (Pervîz), Amr b. Ümeyye ed-Damrryi Habeş Meliki Necâşî'ye, Hâtıb b. Ebû Beltea'yı İskenderiye Meliki Mukavkıs'a, Alâ b. Hadramî'yi Bahreyn Valisi Münzir b. Sâvâ'ya göndermesi gibi uygulamalar (İbn Hişâm, IV, 590, 594-596, 600, 607) haber-i vâhide olan güveni göstermektedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem'in elçilerini, emirlerini, kadılarını ve zekât memurlarını çeşitli bölgelere şifahen tebliğde bulunmak veya mektup ulaştırmak yahut dinî hükümleri icra etmek üzere teker teker göndermesi, bu kişilerin gönderildiği toplulukların tebliğ edilen emirleri şâhid istemeden kabul etmeleri (Şâfiî, er-Risâle, s. 415-418); Hz. Peygamber'in Arap kabilelerinden gelen ve bazan birer kişiden ibaret olan elçilere İslâm'ı tebliğ ettikten sonra onlara öğrendikleri şeyleri kabilelerine öğretmeleri için tavsiyelerde bulunması; içkinin tamamen haram kılındığını bildiren âyetin (el-Mâide 5/90-91) nâzil olduğunu bir sahâbînin haber vermesi üzerine orada bulunan ashabın hemen içki küplerini sokaklara dökmeleri (Buhârî, " A h b â r ü ' l - â h â d " ,



1; Ş â f i î , a.g.e., s.



408-410); Resûlullah'ın Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ı Necranlılar'a yollarken, "Size emin bir adam gönderiyorum" diyerek tâlimatmı bildirmesi (Buhârî, "Ahbârü'lâhâd", 1) gibi bir dizi uygulama, haber-i vâhidin Hz. Peygamber zamanındaki kavram ve mahiyetini göstermekte ve 349



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD tek kişinin getirdiği haberin kabul edilmesindeki esas kriteri belirlemektedir. Bu kriter, haber getiren kişinin zabt sıfatı ve dinde güvenilir olup olmamasıyla ilgilidir. Dolayısıyla haberi getiren kişi sözüne ve zabtına güvenilir bir kimse ise bu haber kabul edilmekte, aksi halde, "Fâsık bir kimse size haber getirdiği zaman onun doğruluğunu araştırın" ( e l Hucurât 49/6) meâlindeki âyet gereğince haberin araştırılması zaruri olmaktadır. Hz. Peygamber döneminde uygulanan bu yöntemle binlerce insanın tevâtür derecesine ulaşmayan haberlere güvenerek İslâmiyet'i kabul etmesi de onların haberde tevâtür şartını aramadıklarını göstermektedir. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra, ashap arasında haber-i vâhidin doğrudan kabul edilip edilmemesine yönelik değişik uygulamalar görülmekle beraber temel prensip haberi getiren kimsenin doğru ve emin bir kişi olması, naklettiği haberde bir hata yaptığına veya vehmettiğine dair karine bulunmaması, haberin sübût ve delâlet bakımından kendisine tercih edilebilecek bir başka nassa ters düşmemesidir. Hulefâ-yi Râşidîn'in farklı uygulamalarına örnek olarak, bir ninenin Hz. Ebû Bekir'den torununa ait mirastan hisse istemesi üzerine Mugire b. Şu'be'nin Hz. Peygamber'in nineye mirastan altıda bir hisse verdiğine dair haberine Ebû Bekir'in şâhid istemesi, onun da Muhammed b. Mesleme'yi şâhid göstermesi; Hz. Ömer'in Mescid-i Nebevî'yi genişletme teşebbüsü esnasında Abbas'ın evini istimlâk etmek istemesi üzerine çıkan tartışmada Übey b. Kâ'b'ın Resûl-i Ekrem'in bir hadisini hatırlatarak yaptığı işin usulsüz olduğunu hatırlatması (İbn Sa'd, IV, 21-22) ve Hz. Ali'nin hadis rivayet eden kişilere yemin teklifinde bulunması gibi olaylar zikredilir. Ancak bu uygulamaların sahâbe arasında her zaman görüldüğünü söylemek mümkün değildir. Nitekim bu üç halifenin, bir kişinin Hz. Peygamber'den olan rivayetini şâhid, beyyine ya da yemin istemeden kabul ettiklerini gösteren örnekler de bulunmaktadır. Enes b. Mâlik ile Berâ b. Âzib'in Resûlullah'tan rivayet ettikleri, her şeyi bizzat kendisinden değil bazı hususları ashabından duyduklarına ve hiçbir zaman yalan söylemediklerine dair sözleri (İbn Adî, 1, 164; Hatîb, s. 386), onların birbirlerine güvenleri sebebiyle bir tek kişinin getirdiği haberi de kabul ettiklerini göstermektedir. Ancak bu durum, ashabın her haber-i vâhidi şâhidsiz benimsediği



anlamına gelmez; sahâbîler zaman zaman şâhid isteme yoluna da başvurmuşlardır. Onların şâhid isteme, yemin ettirme gibi uygulamaları, tek kişinin getirdiği habere güvenmemeleri sebebiyle değil râvinin muhtemel zabt kusurunu bertaraf etmek içindir. Nitekim Hz. Ömer de Mugire b. Şu'be'den bu amaçla şâhid istemiş-



b. Atâ'nın kullandığı terminolojiyi takip ettiğini düşündürmektedir. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf, haber-i vâhid kavramını zikretmeksizin âmmenin rivayetine aykırı olarak bir tek kişinin rivayetinin kabul edilemeyeceğini belirtmişler ve meselâ istiskâ* sırasında Hz. Peygamber'in namaz kıldığına dair haberi şâz olarak de-



ti (el-Muuatta\ " İ s f f z â n " , 3). A n c a k Hz.



ğerlendirmişlerdir ( Ş e y b â n î , el-Mebsût, 1, 398-399; Ş â f i î , el-Öm,V11, 307, 308).



Osman'ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkan fitne hareketleri üzerine insanlar arasındaki güvenin kısmen kaybolmaya başlaması, bazı siyasî ve itikadî fırkaların kendi fikir ve görüşlerini desteklemek amacıyla Hz. Peygamber adına hadis uydurmaya kalkışması, İslâm âlimlerini Resûl-i Ekrem'den nakledilen her haberin râvisini hem zabtı hem de dinde güvenilirliği açısından araştırmaya sevketmiştir. Haber-i vâhidin dinde delil olup olmadığına dair görüşlerin, I. (VII.) yüzyılın sonlarına doğru itikadî mezheplerin ortaya çıkması ve fıkhın II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında tedvin edilmeye başlanmasıyla birlikte zuhur ettiğini söylemek mümkündür. Haber-i vâhidin "bir kişinin rivayet ettiği haber" anlamında kavram olarak kullanıldığına dair ilk bilgiler Ebû Hilâl elAskerî'nin el-Euâ'ilînûe görülmekte (s. 255) ve bu eserde ilk defa Vâsıl b. Atâ'nın (ö. 131/748) hakikatin dört şekilde bilineceğini söylediği, bunların kitap, üzerinde icmâ edilen haber, aklın hücceti ve ümmetin icmâı olduğu ve yine onun haberi hâs ve âm olmak üzere ikiye ayırdığı belirtilmektedir ( a y r ı c a bk. S ü y û t î , el-Vesâ% s. 116; Ali S â m î e n - N e ş ş â r , I, 395). Vâsıl



b. Atâ, insanı gerçeğe ulaştıran bu dört şeyin dışında kalanların dinde delil teşkil etmeyeceğini söyler. Ona göre üzerinde icmâ edilen haber mütevâtir haber (haber-i âm), üzerinde icmâ edilmeyen haber ise haber-i vâhiddir (haber-i hâs). Vâsıl b. Atâ'nın kastettiği haber-i vâhidin sözlük anlamı itibariyle tek kişinin getirdiği haber olduğu, Mu'tezile âlimlerinden Ebü'IHüseyin el-Hayyât'm, "Biz âdil bir kişinin verdiği haberin ilim gerektirmediğini savunuruz" (el-İntişâr; s. 55) şeklindeki açıklamasından da anlaşılmaktadır. Sahih olma şartını taşıyan haber-i vâhidin dinde delil olduğunu söyleyen Şâfıî ise bu terime haber-i hâs adını vermekte (er-Risale, s. 359) ve zaman zaman haber-i vâhid tabirini bir kişinin bir kişiden naklettiği haber anlamında kullanmaktadır ( m e s e lâ bk. a.e., s. 383-384, 386, 387). Ancak Şâfıî'nin eserlerinde haberi haber-i hâs ve haber-i âm diye ayırması, onun Vâsıl



Bu tartışmaların Mu'tezile ile birlikte başladığı göz önüne alınırsa burada sadece bir kişinin rivayet ettiği haberin söz konusu olduğu, azîz ve meşhur gibi haber çeşitlerinin ise bunun dışında tutulduğu anlaşılır. Bundan dolayı haber-i vâhidi reddeden Mu'tezile ile onu şartlı olarak kabul eden Şâfıî'nin kastettiği mâna aynı olup bunu tek kişinin rivayet ettiği haber şeklinde değerlendirmek gerekir. Fakat haber-i vâhid denilince sadece bir kişinin rivayeti şeklindeki sözlük anlamı değil, genellikle bir veya birden fazla kişinin naklettiği mütevâtir seviyesine ulaşmayan haber akla gelmektedir. Hadisçiler, usulcüler ve fakihler de yaptıkları değerlendirme ve tartışmalarda genellikle bu mânaya göre hareket etmektedirler. Meselâ Hatîb el-Bağdâdî, "mütevâtir haberin şartlarını taşımayan haber" diye zikrettiği haber-i vâhidin râvileri çok olsa bile kesin ilim ifade etmeyeceğini ileri sürmekte ve onu sadece bir kişinin naklettiği haber olarak değerlendirmemektedir (el-Kifâye, s. 32). Gazzâlî de beş veya altı kişilik bir topluluğun naklettiği haberi haber-i vâhid saymakta, haber-i vâhidlerin kesin ilim ifade etmeyeceğini söylemekte ve sağlamlığı kesinlikle bilinen hadislerin mütevâtir olmaları sebebiyle haber-i vâhid sayılmayacağını belirtmektedir (el-Müstaşfâ, 1, 145).



Haber-i vâhid râvilerinin sayısına, zan ifade edip etmemesine, makbul ve merdud oluşuna göre kısımlara ayrılır. Râvilerin sayısı bakımından meşhur, azîz ve g a r f b diye üç kısma ayrılan haber-i vâhidde meşhur terimi her tabakada üç veya üçten fazla râvisi olan, fakat mütevâtir derecesine ulaşmayan hadisi ifade eder. İlk zamanlarda iki veya üç tariki bulunup da sonradan şöhrete ulaşan haberlere de meşhur denmektedir. Ancak fakihler, ilk asırda bir tarikten geldiği halde sonraki asırlarda meşhur olan haberlere "müstefîz" demişlerdir. Azîz, her tabakada râvi sayısı ikiden az olmayan hadistir. Garîb ise senedinin herhangi bir tabakasında tek bir râvinin rivayet ettiği haber olup buna "ferd-i nisbî" de denmekte, hadisi



350



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD Hz. Peygamber'den rivayet eden sahâbînin veya sahâbîden rivayet eden tâbiînin tek kalması da "ferd-i mutlak" tabiriyle ifade edilmektedir ( İ b n H a c e r , Nuhbeti'l-fîker, s. 3 4 - 3 7 ) .



Şerhu



Kesinlik derecesine göre haber-i vâhid zan ifade etmeyen ve eden şeklinde ikiye ayrılır. Zan ifade etmeyen haber-i vâhid, her türlü ihtimalin eşit olarak bulunması sebebiyle biri ötekine tercih edilemeyen haber; diğeri ise insanın gönlünde kesin olmamakla beraber iki ihtimalden birinin diğerine tercih edildiği haberdir. Bu tür haberleri üç veya dörtten fazla kişiden oluşan bir cemaat naklediyorsa bunlara "müstefîz meşhur" adı verilir (Âmidî, 11, 31). Haber-i vâhid makbul, merdud ve meş-



kûk diye de gruplandırılır. Makbul, adâlet ve zabt sahibi râvilerin baştan sona muttasıl isnadla rivayet ettikleri, illetli ve şâz olmayan haberlerdir ki bunlar "sahîh lizâtihî, sahîh ligayrihî, hasen lizâtihî, hasen ligayrihî" kısımlarına ayrılır (Tâhir elCezâirî, s. 212). Merdud ise makbul haberin şartlarını taşımayan (İbn Hacer, Şerhu Nuhbeti'l-fıker, s. 3 7 - 3 8 ) veya sü-



bûtunun tam olduğuna dair bir delil bulunmayan haberlerdir (Tâhir el-Cezâirî, s. 212). Zayıf olarak da anılan bu haberler senedin ve metnin durumuna göre mürsel, münkatı', mu'dal, muallak, müdel-



ies, muharref, musahhaf, şâz, muztarib, maklûb, müdrec, muallel, münker,



metruk kısımlarına ayrılır. Meşkûk haber, sübûtu konusunda deliller arasında bir tercih yapılamayan rivayetlerdir (a.g.e., ay.).



Haber-i vâhidin ilm-i yakın ifade edip etmediği, dolayısıyla dinde delil olup olmayacağı hususu mezhepler arasında tartışmalıdır (aş.bk.). Hadis kitapları içinde sadece Buhârî'nin el-Câmihı'ş-şaMhlnde, doğruluğuna güvenilen bir kişinin verdiği haberin dinde delil olduğunu belirtmek amacıyla altı bab ve yirmi iki hadisten meydana gelen bir bölüm bulunmaktadır ( K i t â b ü A h b â r i ' l - â h â d , Bâbü mâ câ3e f î icâzeti haberi'l-vâhidi'ş-şa-



dûk...). Buhârî bu bölümün ilk babına ezan, namaz, oruç, ferâiz ve ahkâm konusunda, doğru sözlülüğüyle tanınan bir kişinin verdiği haberle amel etmenin câiz olduğunu kaydetmekle başlamaktadır. İbn Hacer el-Askalânî, onun bu hususu bab başlığında zikretmesinin sebebini açıklayarak birden fazla râviden nakledilmediği sürece haberi hüccet kabul etmeyenlerle haber-i vâhidin râvisinin üç



veya üçten fazla olmasını şart koşanların görüşlerini reddettiğini belirtmektedir (Fethu'l-bârî, XIII, 196). Bedreddin el-Ay-



nî ise Buhârî'nin bab başlığında haber-i vâhidin ezan, namaz, oruç, ferâiz ve ahkâm gibi amelî konularda geçerli olabileceğini söylemekle onun itikadî hususlarda delil kabul edilmeyeceğini ortaya koymak istediğini ileri sürer (cümdetü'lkârı, XX, 188). Buhârî, bir tek kişinin verdiği haberin dinde delil olabileceğine dair bazı âyetlerden misaller verir ve Hz. Peygamber'in emîrleri çeşitli yerlere birer birer tayin etmesinin de bunu gösterdiğini belirtir ( B u h â r î , " A h b â r ü ' l - â h â d " , 1).



Haber-i vâhidin kesinlik ifade ettiği görüşünü reddeden Hatîb el-Bağdâdî, doğru veya yalan olma ihtimalinden dolayı sağlamlığı bilinmeyen haberlerle, Resûl-i Ekrem'den şer'î ahkâm konusunda ihtilâflı olarak nakledilen hadisler hususunda tevakkuf edilmesi gerektiğini söyler (el-Kifâye, s. 52, 53-55, 6 5 ) . Bununla be-



raber sika bir râvinin başka bir sika râviden naklettiği haberi kabul ederek onunla amel edilmesi gerektiğini belirtir. Haber-i vâhidle doğru haber aktarımının mümkün olduğunu aklî yoldan izah etmeye çalışan İbn Hacer el-Askalânî'ye göre doğru sözlü bir kimsenin verdiği haberin gerçeği yansıtması kuvvetli bir ihtimaldir. Dolayısıyla genel maslahat, nâdir olan mefsedet endişesinden dolayı terkedilmez. Nitekim bir kişinin şahitliği tek başına katiyet ifade etmediği halde ahkâma temel teşkil eder (Fethu'l-bârî, XIII, 198).



Hadisçiler, güvenilir ve âdil bir râvinin rivayet ettiği haber-i vâhidi prensipte kabul etmekle beraber haberin Kur'an'ın muhkem nassına, mütevâtir sünnete, icmâa, akla, tarihen sabit olmuş hâdiselere, tecrübe ve müşahedeye aykırı olmaması gerektiğini belirtirler (Hatîb, s. 432; İ b n ü ' I - C e v z î , 1, 106; İ b n K a y y i m e l C e v z i y y e , s . 6 7 - 7 6 ; a y r ı c a b k . Ertürk, s. 52-96).



ettiği, dolayısıyla dinde delil olduğu ve onunla amel edilmesi gerektiği konusunda İslâm âlimlerinin çoğu ve özellikle hadisçiler ittifak etmişlerdir. Hadis külliyatının hemen tamamını meydana getiren haber-i vâhidlerin dinî konularda, bilhassa itikadî meselelerde delil olamayacağını söylemek tarihî gerçeklere aykırı düşmektedir. Zira Hz. Peygamber'in sünneti İslâm ümmeti tarafından dinin ikinci kaynağı olarak kabul edildiğinden ona ait her söz ve davranış titizlikle kaydedilmiştir. İslâm âlimleri ve özellikle muhaddisler, Resûl-i Ekrem hakkındaki en küçük ayrıntıları bile tesbit ve muhafaza etmeye çalışmışlardır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminde kısmen başlayan hıfz ve kitâbet safhalarından sonra tedvin ve tasnif devirlerinde büyük bir hadis koleksiyonu meydana getirilmiş, bu derleme ve tasnif sürecinde hadislerin sened ve metinleri inceden inceye tetkik edilerek sahih ve zayıf hadisleri birbirinden ayırmak için büyük gayret gösterilmiştir. Bununla beraber tasnif edilen eserlerdeki hadislerin tamamının sahih ve makbul olduğunu söylemek mümkün değildir. Nitekim bazı musannifler zayıf kabul ettikleri hadisleri de eserlerine almışlar ve bunlardaki zayıflığın sebebini kaydetmişlerdir. Tirmizî el-Câmicu'ş-şahîh'inde hadislerin sağlamlık durumunu, râvilerin güvenilirliğini belirtmiş (meselâ bk. Tirm i z î , " Ş a l â t " , 5, " î m â n " , 17, " İ s t i ' z â n " ,



21), Ebû Dâvûd da es-Sünenlnde buna benzer açıklamalar yapmıştır (Çakan, s. 79-84). İbn Mâce'nin es-Sünen'inde de zayıf hadisler bulunmaktadır (İbn Mâce, Sünen, nâşirin m u k a d d i m e s i , 11, 15191520).



Hadis âlimleri, sahih hadisi zayıfından ayırırken sadece âhâd haberlerle bunların râvilerini konu almışlar, "sahih hadis" sözüyle de âhâd hadislerin sahihlerini kastetmişlerdir. Güvenilir rivayetleri bir araya getirme gayretinin ürünü olan Kütüb-i Sitte ile İ m a m Mâlik'in



el-Muvat-



İmam Mâlik, Medine ehlinin ameline ters düşen haber-i vâhidlerin Hz. Peygamber'e nisbet edilemeyeceğini söylemekte, buna gerekçe olarak da onların amelinin bin kişinin bin kişiden rivayeti sayıldığını ileri sürmektedir. Ona göre Medineliler'in ameline aykırı olan haber-i vâhide meşhur rivayete ters düşmüş olacağından itibar edilmez (Sâlim A l i e l -



ta\ Ahmed b. Hanbel'in ei-Müsnedî ve Dârimînin es-Sünen'i gibi eserlerdeki rivayetler âhâd hadislerden ibaret olup bunların tamamı için sahih demek mümkün değildir. Hadis kitaplarında mevcut rivayetler değerlendirilirken genelleme yapmak yerine araştırma sonucunda her bir rivayet için ayrı ayrı hüküm vermek daha isabetli bir yoldur.



B e h n e s â v î , s . 152).



Haber-i vâhid konusunda geniş bir literatür bulunmaktadır. Haber-i vâhid ve onunla ilgili meselelerin müstakil baş-



Sonuç olarak güvenilir bir yolla rivayet edilen haber-i vâhidin ilm-i yakin ifade



351



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD iıklar altında genişçe yer aldığı klasik döneme ait kitaplar arasında Şâfiî'nin el-Üm adlı eseriyle ( B u l a k 1321-1326; ö z e l l i k l e eserin son kısmında bulunan "Cimâcu'lc i l m " b ö l ü m ü ; bu b ö l ü m M u h a m m e d A h m e d Abdülazîz tarafından müstakil olarak y a y ı m l a n m ı ş t ı r , B e y r u t , t s . ) , er-Risâle-



sini (Kahire 1399/1979), İbn Hazm'ın elİhkâm ( K a h i r e 1970), Seyfeddin el-ÂmidTnin el-İhkâm ( K a h i r e 1968), Ebü'l-Hüseyin el-Basrî'nin el-Muctemed (Dımaşk



1964) ve Hatîb el-Bağdâdînin el-Kifâye (Beyrut 1986) adlı eserlerini saymak gerekir. Son dönemlerde ise Abdülazîz b. Râşid'in Reddü şübühâti'l-ilhâd can ehâdîsi'l-âhâd ( B e y r u t 1981), M u h a m m e d Mübârek es-Seyyid'in Dirâse fî haberi'lâhâd ( K a h i r e 1986), Ali O s m a n Koçkuzu'nun Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikat ve Teşri Yönlerinden Değeri ( A n k a r a 1988), S ü h e y r R e ş â d Mühennâ'nın Haberü'l-vâhid fi's-sünne ve eşeruhû fi'l-fıkhi'l-İslâmî (Kahi-



re, ts. |Dârü'ş-şürûkl), Ahmed Mahmûd Abdülvehhâb eş-ŞinkHfnin Haberü'l-vâhid ve hücciyetühü ( y ü k s e k l i s a n s t e z i , 1397/1977, Kısmü'd-dirâsâti'1-ulyâ eş-şer'iyye bi-Külliyeti'ş-şerîa v e ' d - d i r â s â t i ' l - İ s l â m i y y e , C â m i a t ü M e l i k ) , Abdullah b. Ab-



durrahman el-Cebreyn'in Ahbârü'l-âhâd fi'l-hadîşi'n-nebevî (yüksek lisans tezi, 1987, C â m i a t ü İ m a m M u h a m m e d b. S u -



ûd) adlı eserleriyle James Robson'ın "Traditions from Individuals" (JSS, IX (1964], s. 327-340), Talât Koçyiğit'in "Ahâd Haberlerin Değeri" (AÜİFD, X I V |1966|, s.



125-142), Muhammed Suâd Celâl'in "Haberü'l-vâhid ve'l-kıyâs" (Mecelletü'l-Ezher; XLVIII/5 |Kahire 1976], s. 698-704), Abdül-



kâdir Şener'in "İmam Şâfiî'ye Göre Haber-i Vâhid" (Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu (16-18 Eylül), İ z m i r 1985, s. 2 8 7 - 2 9 3 ) , M u h a m m e d



Abdullah AVîza'nın



"el-Menhecü'n-ne-



b e v î f î kabûli a h b â r i ' l - â h â d " (Dirâsât, X1II/1 | A m m a n 1986], s. 8 9 - 1 0 3 ) v e " İ h t i c â c ü ' ş - ş a h â b e b i - h a b e r i ' l - v â h i d " (a.e.,



XIll/l (19861, S. 67-87), Ahmed Hasan'ın "Haber-i Vâhid k î Şer'î H a y s i y e t " (Fikr ü Nazar, XXIII/1 | İ s l â m â b â d 1985), s. 3 5 4 ) ve " H a b e r - i V â h i d k î S ı h h a t k e y L i y e y R â v î k e y Ş e r â ' i t " (a.e., XXVllI/2



11990], s. 3-78), Abdürraûf Müfdî'nin "Menâhicü'l-Culemâ3 fî işbâti'l-ahkâm b i - h a b e r i ' 1 - v â h i d " ( M e c e l l e t ü 'l-Buhüşi7İslâmiyye, sy. 27 ( R i y a d 1990], s. 2 8 7 - 3 4 0 )



adlı makaleleri haber-i vâhid konusunda yapılan çalışmalar arasında zikredilebilir.



BİBLİYOGRAFYA



Hadisciler Arasındaki Münakaşalar, Ankara



:



Lisânü'l-'Arab, "vhd" md.; et-Ta'rîfât, "hbr" 1 9 8 4 , s. 2 4 4 - 2 5 1 ; Mehdîb. Tümert, m d . ; el-Muvatta', " İ s f f z â n " , 3; D â r i m î , " Ş a v m " , 6; B u h â r î ,



Sünen



"Ahbârü'l-âhâd",



(nşr.



1413/1992, 1520;



M.



Fuâd



nâşirin



Tirmizî,



1-6; İ b n



Abdülbâki),



mukaddimesi,



"Şalât",



5,



Mâce,



İstanbul II,



"îmân",



1519-



17,



t f z â n " , 2 1 ; Ş e y b â n î , el-Mebsût(nşr.



"İs-



Ebü'l-Vefâ



e l - E f g â n î ) , B e y r u t 1 4 1 0 / 1 9 9 0 , i, 3 9 8 - 3 9 9 ; Şâ-



el-Üm, V, 2 5 0 - 2 7 7 ; VII, 3 0 7 - 3 0 8 ; a . m l f . , Cimâ'u'l-'ilm (nşr. M . A h m e d A b d ü l a z î z ) , B e y r u t 1 9 8 4 ; a . m l f . , er-Risâie, s. 3 5 9 , 3 6 9 - 3 7 1 , 3 8 3 -



fiî,



3 8 4 , 3 8 6 , 3 8 7 , 4 0 6 - 4 1 0 , 4 1 5 - 4 1 8 ; İbn H i ş â m ,



es-Sîre2, IV, 5 9 0 , 5 9 4 - 5 9 6 , 6 0 0 , 6 0 7 ; İ b n S a ' d . et-Tabakât, IV, 2 1 - 2 2 ; H a y y â t . el-İntişâr, s. 4 5 , 5 5 ; İ b n A d î . el-Kâmil, I, 1 6 4 ; E b û Hilâl el-Askerî, el-Euâ'il, B e y r u t 1 4 0 7 / 1 9 8 7 , s. 2 5 5 ; Ebü'l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu'temed, II, 5 4 1 - 6 6 3 ; İ b n H a z m , el-İhkâm (nşr. A h m e d Şâkir), K a h i r e 1 9 7 0 , 'Uddetü'l-uşül



I, 1 0 7 - 1 3 4 ; E b û C a ' f e r et-Tûsî, (nşr. M . M e h d î N e c e f ) ,



|baskı yeri yok|,



(Matbaatü



Seyyidi'ş-şühedâ),



Abdülber,



Câmi'u beyâni'l-'ilm



1983



I, 2 8 6 - 3 8 8 ; (nşr.



İbn



Abdur-



r a h m a n M . O s m a n ) , M e d i n e 1 9 6 8 , II, 4 2 ; H a t î b ,



el-Kifâye



(nşr. A h m e d



Ömer



Hâşim),



Beyrut



1 9 8 6 , s. 3 2 , 5 2 - 5 6 , 6 5 - 7 2 , 3 8 6 , 4 3 2 ; P e z d e v î ,



Kenzü'l-uüşûi, ri'l-kebîr (nşr.



el-üşül,



II, 3 7 1 - 3 7 7 ; Serahsî.



Şerhu's-Siye-



K a h i r e 1 9 5 4 , I, 3 2 2 - 3 3 2 ; a . m l f . ,



S e l â h a d d i n el-Müneccid).



re 1 9 7 1 , II, 4 7 9 ; G a z z â l î ,



el-Müstaşfâ



Kahi-



| b a s k ı yeri



ve t a r i h i yok), (Dârü'l-Fikr), I, 1 4 5 ; İbnü'l-Cevzî,



el-Mevzû'ât



(nşr.



Abdurrahman



M.



Osman)



[baskı yeri yok|, 1 4 0 3 / 1 9 8 3 ( D â r ü ' l - F i k r ) , I, 1 0 6 ;



Mefâtihu'i-ğayb, X I , 152el-İhkâm, II, Nevevî, Şerhu Müslim, 1, 6 2 ; İ b n el-Cevziyye, el-Menârü'l-münîf (nşr.



F a h r e d d i n er-Râzî,



1 5 3 ; XVI, 2 2 7 ; XXVIII, 120; Â m i d î , 30-118; Kayyim



A b d ü l f e t t â h E b û G u d d e ) , H a l e p 1 9 8 3 , s. 6 7 - 7 6 ; İ b n H a c e r . Fethu'l-bârî, 1 9 6 - 1 9 8 ; a.mlf.,



B e y r u t 1 4 0 8 / 1 9 8 8 , XIII,



Şerhu Nuhbeti'l-fiker



(nşr.



N û r e d d i n Itr), B e y r u t 1 9 9 3 , s. 3 4 - 4 0 ; A y n î , ' U m -



detü'l-kârî, Kahire 1954, XX, 188-189; Tecrid Tercemesi, I, 1 0 1 - 1 1 3 , 2 7 8 - 2 8 1 ; VI, 3 6 3 ; Süy û t î , Tedrîbü'r-râuî, s. 3 6 8 - 3 6 9 , 3 7 5 ; a . m l f . . elVesâ'il fî müsâmereti'l-evâ'il (nşr. E b û H â c e r M. Z a ğ l û l ) , B e y r u t A h m e d et-Tehânevî, (nşr. A b d ü l f e t t â h



1406/1986,



s.



Zafer



Kavâld fî 'ulûmi'l-hadiş



Ebû



Gudde).



Beyrut



1 9 7 2 , s. 3 1 - 3 4 ; E m î r e s - S a n ' â n î , kâr



116;



1392/



Tavzîhu'l-ef-



(nşr. M . M u h y i d d i n A b d ü l h a m î d ) ,



Medine,



ts. ( e l - M e k t e b e t ü ' s - S e l e f i y y e ) , s. 2 6 - 2 8 ; A b d u r b . C â d u l l a h el-Bennânî, Hâşiyetü'l'allâme el-Bennânî 'alâ Şerhi Cem'i'l-eevâmi',



Abdülmecîd



el-



en-Neccâr,



[Beyrut| 1 4 0 3 / 1 9 8 3 , s. 3 0 9 -



M u s t a f a Saîd el-Hın, Eşerü'l-ihtilâf frlkavâ'idi'l-uşûliyye fî ihtilâfi'l-fukahâBeyrut



314;



1 4 0 6 / 1 9 8 5 , s. 4 1 0 - 4 2 1 ;



es-



M u s t a f a es-Sibâî,



Sünne ve mekânetühâ fı't-teşrfi'l-İslâmt, Beyr u t 1 9 8 5 , s. 1 6 7 - 1 8 6 ; S u b h î e s - S â l i h , Hadîs İlimleri ve Hadîs İstılahları (trc. M . Y a ş a r Kand e m i r ) , A n k a r a 1 9 8 6 , s. 1 2 4 , 2 6 8 - 2 7 0 ; M . T â h i r



Cühüdü'l-muhaddişin fi nakdi metni'l-hadîşi'n-nebeuiyyi'ş-şerîf, T u n u s 1 9 8 6 , s. 4 3 5 - 4 4 0 ; M . E d î b Sâlih, Lemehât fî uşüli'lhadiş, B e y r u t 1 4 0 9 / 1 9 8 8 , s. 9 3 - 1 0 2 ; Ali O s m a n Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vâhitlerin İtikat ue Teşri Yönlerinden Değeri, Ank a r a 1 9 8 8 ; İ s m a i l L. Ç a k a n , Hadîs Edebiyâtı, el-Cevâbî,



İ s t a n b u l 1 9 8 9 , s. 2 5 - 2 6 , 7 9 - 8 4 , 9 9 ; S â l i m Ali eiBehnesâvî,



es-Sünnetü'l-müfterâ 'aleyhâ,



h i r e 1 4 0 9 / 1 9 8 9 , s. 1 4 7 - 1 8 5 , 3 5 8 - 3 6 0 ; Ali T â h â , veyt



Difâ' 'ani's-sünneti'n-nebeviyye,



1990,



s.



râ'izü 'l-uşül,



13-29; Beyrut



Murtazâ



el-Ensârî,



1411/1991,



I,



Ka-



İzziyye KüFe-



205-228;



Hadis Terimleri Sözlüğü A n k a r a , 1 9 9 2 , s. 7-8; M . N â s i r u d d î n El-bânî, Hadis Üzerine Selefi Bir Yaklaşım (trc. M e h m e t Kub a t ) . K o n y a 1 9 9 2 , s. 7 8 - 1 0 6 ; Ali T o k s a n . Delil Olma Yönünden Sünnet, K a y s e r i 1 9 9 4 , s . 1 7 3 - 2 4 4 ; İ s m a i l H a k k ı Ü n a l , İmam Ebû Hanife'nin Hadis Anlayışı ue Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, A n k a r a 1 9 9 4 , s. 1 3 3 - 1 7 1 ; M a h mûd Ebû Reyye, el-Edvâ' 'ale's-sünneti'l-Muhammediyye, B e y r u t , ts. ( M ü e s s e s e t ü ' l - A ' I e m î ) , s. 3 6 3 - 3 7 9 ; M u h a m m e d e l - K e t t â n î . Cidâlü'l-'aki ve'n-nakl fi menâhici't-tefkîri'l-İslâMücteba



mî,



Uğur,



D â r ü l b e y z â , ts., s. 3 3 6 - 3 5 8 ;



Mustafa



Er-



Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin De-



türk.



ğerlendirilmesi



( d o k t o r a t e z i , 1995), M ü S o s y a l



B i l i m l e r E n s t i t ü s ü , s. 5 2 - 9 6 ; G . H. A . J u y n b o l l , " K h a b a r a l - W a h i d " , El2 ( i n g ), IV, 8 9 6 . B



MUSTAFA ERTÜRK



• K E L Â M . Kelâm ilminde daha çok Hz. Peygamber'e atfedilen haber-i vâhid üzerinde durulur ve bunun akaid konularında tek başına kesin delil teşkil edip etmeyeceği hususu tartışılır. Bu konudaki tartışmalar I I . ( V I I I . ) yüzyılın başlarına kadar uzanır.



rahman



Kaynakların belirttiğine göre Hâricîler'in haber-i vâhidi reddederken ileri 1 3 2 ; T â h i r el-Cezâirî, Teucîhü'n-nazar, B e y r u t , sürdükleri delilleri iki noktada toplamak ts. ( D â r ü ' l - M a ' r i f e ) , s. 3 3 , 3 5 - 3 7 , 2 1 2 ; M u h a m mümkündür. 1. Bazı haber-i vâhidler m e d E b û Z e h v , el-Hadîş ue'l-muhaddişün, Kur'an'a aykırı hükümler taşımaktadır. K a h i r e 1 3 7 8 / 1 9 5 8 , s. 2 5 - 2 7 , 2 7 7 - 2 8 3 ; a . m l f . , Meselâ zina eden kadına ve erkeğe ceza Mekânetü's-sünne fı'l-İslâm, Beyrut 1404/ 1 9 8 4 , s. 13-18, 3 3 - 3 9 ; H â ş i m M a ' r û f el-Hüolarak Kur'an'a göre yüz değnek vurulseynî, el-Meuzü'ât fı'l-âşâr ve'l-ahbâr, Beyrut ması gerekirken (en-Nûr 24/2) bazı sa1 9 7 3 , s. 5 0 , 6 9 - 8 3 ; Ali S â m î e n - N e ş ş â r , el-Felhâbîlerce nakledilen âhâd haberlerde bu sefefi'l-İslâm,K a h i r e 1 9 7 7 , I, 3 9 5 ; R ı f a t Fevzî suçu işleyen evlilere Resûl-i Ekrem'in A b d ü l m u t t a l i b , el-Medhal ilâ teuşikı's-sünne, recm cezası uyguladığı bildirilmektedir. K a h i r e 1 9 7 8 , s. 2 2 0 - 2 2 6 ; a . m l f . , Tevşîku'ssünne fi'l-karni'ş-şâni'l-hierî, Kahire 1400/ Eğer recm meşrû bir ceza olsaydı âhâd 1 9 8 1 , s. 8 8 - 1 1 7 , 3 2 1 - 3 4 2 , 3 9 1 - 4 1 3 ; C e m â l e d haberle değil mütevâtir haberle sabit din el-Kâsımî, Kavâldü't-tahdîş, Beyrut 1399/ olurdu. Zira hayatî önem taşıyan hukukî 1 9 7 9 , s. 1 4 7 - 1 5 0 ; Kasbî M a h m û d Z e l a t , elKurtubî ue menhecühü fi't-tefsîr, K a h i r e 1 3 9 9 / bir meseleye ait hükmün haber-i vâhide dayanılarak belirlenmesi mâkul değildir. 1 9 7 9 , s. 3 8 2 - 3 8 4 ; T a l a t K o ç y i ğ i t , Hadis Tarihi, A n k a r a 1 9 8 1 , s. 1 8 1 - 1 9 9 ; a . m l f . , Kelamcılarla 2. Hz. Peygamber'e atfedilen âhâd haB e y r u t , ts. ( D â r ü ' l - K ü t ü b i ' l - i l m i y y e ) ,



II,



131-



352



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD berler ashab arafindan aynı lafızlarla yazılıp nakledilmemiş, aradan yirmi otuz yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra sözlü olarak rivayet edilmiştir. Ayrıca belli bir konuda Resûl-i Ekrem'e atfedilen ve biri diğerine muhalif olan âhâd haberlerin bulunduğu ve sahâbîlerin birbirini tenkit ettiği de bilinmektedir (Fahred-



İbn Mes'ûd'dan nakledilen ayın yarılması (inşikâku'l-kamer) mûcizesiyle ilgili âhâd haber de asılsız olmalıdır. Çünkü bu kadar önemli bir hadisenin tevâtür derecesine ulaşıp tarihe geçmesi, ayrıca müslümanlar tarafından kâfirlere karşı delil olarak kullanılması gerekirdi (Fahreddin



d i n e r - R â z î , el-Mahşûl, 11/1, s. 4 8 2 - 5 0 1 ) .



Ali el-Cübbâî, Kur'an'a aykırı olmamak şartıyla âhâd haberlerin zan ifade edeceğini ve bu zannın kuvvetli hale geldikten sonra ilim meydana getirebileceğini kabul etmiştir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, XV, 330). Bununla birlikte âhâd haberlerin akaid konularında değil amelî konularda delil olabileceğini de belirtmiştir. Mu'tezile'nin müteahhir âlimlerinden Kâdî Abdülcebbâr'a göre tek râviye dayandığından haber-i vâhidin yalan veya yanlış olma ihtimali vardır. Bu sebeple akaidde delil kabul edilemez. Bu tür haberlerin akaid konularında delil olabilmesi için akla, Kur'an'a ve sahih sünnete uygunluk şartlarını taşıması gerekir. Kulların fiilleri ve rü'yetullah meselelerine dair örneklerde olduğu gibi eğer bunlardan birine aykırı düşerse reddedilir veya mümkünse te'vile tâbi tutu-



Mu'tezile âlimlerinin haber-i vâhide bakışları bazı noktalarda Hâricîler'in anlayışına yakındır. Bu âlimler usûlü'd-din konularında haber-i vâhidin tek başına delil kabul edilemeyeceği görüşündedir. Vâsıl b. Atâ'nın, haberin bilgi kaynağı olabilmesi için sübût ve mâna itibariyle incelenmesi gerektiği ilkesini benimsemesinden sonra bu ekole bağlı âlimler, genellikle haber-i vâhidin bilgi kaynağı kabul edilebilmesi için çeşitli şartlar ileri sürmüşlerdir. Mu'tezile'nin ikinci kurucusu sayılan Amr b. Ubeyd bilginin kaynağı olarak öncelikle akla, daha sonra mütevâtir habere güvenilmesi gerektiğini söylemiş, haber-i vâhide bilgi kaynağı nazarıyla bakılamayacağını savunmuştur. Her ne kadar bazı Sünnî kaynakları, Amr b. Ubeyd'in, sübût açısından kesinlik taşısa da Hz. Peygamber'e isnat edilen ve kendisi tarafından akla aykırı görülen bütün haberleri reddettiğini kaydederse de bu görüşün ona mal edilmesi isabetli görünmemektedir. Zira Amr b. Ubeyd'in naklettiği çeşitli rivayetler mevcuttur. Onun haber-i vâhidi reddedişi, sübût açısından böyle bir haberi güvenilmez bulmasına bağlıdır (Âişe Yûsuf el-Menâî, s. 85-86). Ebü'l-Hüzeyl elAllâf, Kur'an'a ve akla aykırı olmasa bile haber-i vâhidin delil olabilmesi için her nesilden en az dört râvi tarafından nakledilmesini şart koşmuştur. Nazzâm ise bazı durumlarda mütevâtir haberin reddedilmesinin mümkün olması gibi karinelere bağlı olarak haber-i vâhidin kesin bilgi ifade etmesinin de mümkün olacağını söylemiştir. Ona göre, meselâ ağır hasta olduğu önceden bilinen bir kişinin ölümü haber-i vâhid yoluyla öğrenilirken cenaze hazırlıklarının müşahede edilmesi bu haberin kesin bilgi ifade etmesini sağlar ( K â d î A b d ü l c e b b â r , el-Muğrıî, XV,



392). Nazzâm, Hacerülesved'in cennetten dünyaya indirilmiş beyaz bir taş olduğunu ve müşriklerin günahları sebebiyle karardığını nakleden rivayetin akla aykırı göründüğünden dolayı reddedilmesi gerektiğini söyler. Eğer böyle olsaydı onun müminlerin itaatlerinden sonra beyazlaşması icap ederdi. Yine ona göre



e r - R â z î , el-Mahşûl, \V\, s. 475, 4 7 9 ) . E b û



lur ( a . m l f . , Tabakâtü'l-Mu'tezile, s. 193194; Şerhu'l-üşuli'l-hamse, s. 770;). So-



nuç olarak Nazzâm dışındaki Mu'tezile âlimlerinin, haber-i vâhidin zannî bilgi ifade edebileceği, bundan dolayı da onun akaid konularında delil olamayacağı görüşünü benimsedikleri söylenebilir (Kâdî A b d ü l c e b b â r , el-Muğrıî, IV, 225; İbn Hazin, I, 118-119; İ b n R ü ş d , s. 102).



İmâmiyye Şîası, Mu'tezile'ye yakın görüşleri benimsemekle birlikte bu mezhebe bağlı bazı âlimler, teyit edici karineler bulunduğu takdirde âhâd haberlerin ilim ifade edebileceğini kabul etmişlerdir (Âişe Yûsuf el-Menâî, s. 122). Ehl-i sünnet âlimlerinin haber-i vâhid konusundaki görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: Mâtürîdiyye'nin kuruluşuna öncülük eden Ebû Hanîfe, Kur'an'a aykırı bilgiler ve hükümler ihtiva eden âhâd haberlerin reddedilmesi gerektiğini söylemiştir. Zira Hz. Peygamber'in Kur'an'a ve akla aykırı bir beyanda bulunması imkânsızdır. Bu temel ilkeyi kabul etmek peygamberi tasdik etmenin bir gereğidir. Ayrıca Kur'an'a ve akla aykırı olan haber-i vâhidin reddedilmesi Resûl-i Ekrem'i yalanlamak anlamına gelmeyip ona bu isnadı yapan kişinin sözünün kabul edilmemesi demektir. Böyle bir davranış, Hz. Peygamberi Kur'an'a muhalif davranmış gibi göstermekten



tenzih etmek için de gereklidir (el-'-Âlim ue'l-müte'allim, s. 3 1 - 3 3 ) . E b û Hanîfe'nin



itikadî görüşlerini sistemleştiren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, haber-i vâhidin Resûl-i Ekrem'den gelen gerçekleri mütevâtir gibi belgeleyemediğini söyledikten sonra râvilerin durumlarının incelenmesi, haberin açık naslarla karşılaştırılıp muhtevasının değerlendirilmesi gibi ilmî faaliyetlerin yürütülmesi neticesinde ortaya çıkacak kanaatle hareket edilebileceğini belirtmiş, fakat bütün bunlara rağmen bu tür haberlerin gerçeği tam yansıtamayacağının ilke olarak benimsenmesini istemiştir (Kitâbü't-Teuhîd, s. 9). Ebü'l-Muîn en-Nesefî ise kabir azabı gibi âhiret hallerine dair âhâd haberlerin yaygınlık kazandığı için istidlâlî ilim ifade ettiğini kabul etmiştir (Tebşıratü'l-edille, II, 763). Son dönem kelâm âlimlerinden İzmirli İsmail Hakkı haber-i vâhidi, ilk üç asırda güvenilir fakat tevâtür derecesinin altındaki râviler tarafından nakledildiği halde daha sonraki asırlarda yaygınlık kazanan hadisler anlamında kullanmış ve bunlardan sahih kabul edilenlerin sadece zannî bilgi ifade ettiğinden akaid konularını kanıtlamak için kesin bir delil teşkil edemeyeceğini söylemiştir (Yeni İlm-i Kelâm, I, 30). Ancak aynı dönemde yaşayan Elmalılı Muhammed Hamdi gibi âlimler âhâd hadisleri akaid konularında da kesin delil olarak kullanmışlardır (DİA, XI, 6 2 ) . Eş'ariyye'ye mensup âlimlerin haber-i vâhid konusundaki görüşleri Mâtürîdiyye'ye oldukça yakındır. Ebü'l-Hasan eiEş'arî, haber-i vâhidin amelî konularda kesin delil olarak kabul edilmesi gerektiğini söylediği halde akaid alanındaki değerine temas etmemiştir (İbn Fûrek, Mücerredü'l-Makâlat, s. 23). Bununla birlikte onun kelâmî görüşlerini ihtiva eden el-Lümac adlı eserinde itikadî meseleleri âhâd haberlerle deliilendirmediği görülmektedir. Her ne kadar Ehl-i sünnet'e intisap ettiği ilk yıllarda kaleme aldığı elİbâne adlı eserinde bazı âhâd haberleri kullanmışsa da bunları ilgili konudaki âyetleri teyit edici mahiyette zikretmiş olup itikadî esasları tek başına haber-i vâhide dayandırmamıştır. Eş'arî'yi takip eden âlimlerden İbn Fûrek, isnad açısından sahih görülen âhâd haberlerin galip zan ifade ettiğinden akaid alanında kesin delil teşkil edemeyeceğini belirtm i ş (Müşkilü'l-hadîş, s. 12; Y a v u z , s. 9 4 ) ,



Bâkıllânî de bu tür bir haberin ilim ifade etmediğini, ancak râvisi güvenilir olup daha güçlü bir delil ile çatışmadığı tak353



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD dirde ameli gerektirebileceğini söylemiştir (et-Temhîd, s. 164). Abdülkâhir el-Bağdâdî, bunlara ilâve olarak haber-i vâhidin ihtiva ettiği bilgilerin akla aykırı olmaması gerektiğini ve akaidle ilgili bu tür haberlerin akla uygun bir şekilde te'vil edilebileceğini ileri sürmüştür (Uşû-



mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının haberiyle rabbimizin kitabını ve Hz. Peygamber'in sünnetini terketmeyiz" dediği de bilinmektedir. Bundan dolayı ashabın naklettiği âhâd haberler ulûhiyyet konuları dışında zannm yeterli olduğu fıkhî alanda delil olarak kabul edilebilir. 3. Salü'd-dîn, s. 2 2 - 2 3 ) . hâbîler, Resûl-i Ekrem'den naklettikleri âhâd haberleri ondan duydukları lafızGazzâlî, beş veya altı râviden nakledillarla değil muhtevayı ifade eden farklı se bile bir topluluğun kesin bilgi ifade lafızlarla aktarmışlardır. Çünkü sahâbîler etmeyen haberlerini haber-i vâhid olarak Hz. Peygamber'den duyduklarını yazmakabul etmiş ve bunu fıkhî konularda yemışlar ve aradan uzun zaman geçtikten terli delil saymıştır. Ona göre, Hz. Peysonra rivayette bulunmuşlardır. Bu hugamber'in ashaptan bir kişiyi müslüman sus da haber-i vâhidleri oluşturan lafızgruplara elçi olarak göndermesi haber-i ların bizzat Resûl-i Ekrem'in sözleri olma vâhidin amelî konularda delil olduğunu ihtimalini zayıflatmaktadır. 4. Muhadkanıtlamakla birlikte Allah'a ve peygamdisler âhâd haberleri değerlendirirken bere iman gibi dinin aslını teşkil eden kobunları nakleden râvilerin siyasî ve itikanuların ispat edilmesi için yeterli değildir dî görüşlerini dikkate alıp sübjektif dav(el-Müstaşfâ, I, 145, 148, 151). E b û Bekir ranmışlar, meselâ Şiî ve Mu'tezilî âlimİbnü'l-Arabî ise sahih olmak şartıyla halerce nakledilen rivayetleri muteber sayber-i vâhidin ihtiyaç duyulan bütün dinî mamışlardır. Bu tutum âhâd haberlerin ve dünyevî konularda delil olabileceği göobjektifliğine gölge düşürmektedir, s. rüşündedir (Ahkâmü'l-Kur'ân, 11, 579, Bilindiği üzere mülhidler pek çok haber 586). Bununla birlikte akaide dair sahih uydurup Peygamber'e isnat etmişler ve olmayan âhâd haberler de vardır. Kadebu metinleri hadis derlemesi yapan kimre dair konularla ilgilenmeyi yasaklayan haberler bunlardandır (el-cAuâşım, s. 190). selere nakledip kabul ettirmişlerdir. Her ne kadar Buhârî ve Müslim gibi muhadHaber-i vâhidin akaid alanında kesin disler dikkatli davranmaya çalışmışlarsa delil teşkil edemeyeceği meselesi üzerinda onların hatadan korunmuş olması söz de en çok duran Eş'ariyye âliminin Fahkonusu değildir. Âhâd haberler hakkında reddin er-Râzî olduğunu söylemek mümhüküm verilirken bu hususun da dikkate kündür. Ona göre akaide ve özellikle uiûalınması gerekmektedir (Fahreddin erhiyyete ilişkin meselelerde haber-i vâhiRâzî, Esâsü't-takdîs, s. 2 1 5 - 2 1 9 ) . Eş'ariydin delil olamayacağını gösteren güçlü ye'nin müteahhir âlimlerinden Adudüdkanıtlar mevcuttur. 1. Bütün âhâd hadin el-îcî ile Seyyid Şerîf el-Cürcânî Râzî'berler zannî bilgi ifade ettiğinden zan nin görüşlerine katılmakla birlikte (etmertebesinde bir delil oluşturabilir. KurTa'rifât, " h b r " m d . ; Â l û s î , X X V I , 146) Tef'ân-ı Kerîm'de zanna uymak daima tentâzânî, tıpkı ince iplerin birleşerek güçlü kit edilmiş, bunun hakikat açısından hiçbir halat meydana getirmesi gibi aynı bir değer taşımadığı bildirilmiş ve Allah mânaları yaklaşık olarak nakleden âhâd hakkında zannî bilgiye dayanmak yasakhaberlerin de kesin delil teşkil edebilelanmıştır ( b k . M . F. A b d ü l b a k i , el-Mu ceğini ileri sürmüştür (Şerhu'l-'Akâ'id, s. cem, " z n n " m d ). 2. Haber-i vâhidlerin is18). Buna rağmen Teftâzânî. deccâle ilişnad zincirinde yer alan en önemli râvi askin rivayetlerde olduğu gibi akaide dair hap neslindendir. Muhaddislerin nakletâhâd haberlerin mâkul bir şekilde te'vil tiğine göre ashaptan bazıları diğerlerini edilebileceğini de söylemiştir (Şerhu'ltenkit etmiş, Hz. Peygamber'in sözlerini Makâşıd, V, 3 1 7 ) . yanlış anladıklarını veya öğrettiği bilgileSelefıyye'ye bağlı âlimlerin haber-i vâre aykırı rivayetlerde bulunduklarını söyhide bakışları diğer Sünnî âlimlerin çolemişlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer, ğunluğuna göre oldukça farklıdır. Aralaölüye, onun ailesinin arkasından ağlamarında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla sı yüzünden azap edildiğine dair bir habirlikte büyük çoğunluk, ümmet tarafındis nakledince Hz. Âişe bunun Kur'an'a dan sahih kabul edilen âhâd haberlerin aykırı olduğunu, zira orada bir kişinin işmânen mütevâtir hükmünde olup akaid lediği günahtan ötürü diğer bir kişinin konularında da kesin delil teşkil edebilesorumlu tutulmayacağının bildirildiğini ceği görüşündedir. Selefiyye'nin öncüsü (el-En'âm 6/164) hatırlatmıştır. Ayrıca asolan Ahmed b. Hanbel teslimiyetçi bir habın, Fâtıma bint Kays'm naklettiği bir anlayışla ashap, tâbiîn ve tebeu't-tâbiîn rivayet hakkında, "Doğru mu yoksa yalan



tarafından nakledilen âhâd haberlerin, ister akaide ister fıkha ve ahlâka dair olsun kesin deli! kabul edilmesi gerektiğini söylemiş, sahih yolla gelen bu haberleri dikkate almayan Cehmiyye ve Mu'tezile'yi şiddetle eleştirmiştir. Onun er-Red cale'z-zenûdıka



ve'l-Cehmiyye



adlı



eseri bunu açıkça göstermekte, hakkında yapılan çeşitli araştırmalar da bu görüşü teyit etmektedir (Ebû Zehre, s. 237). Akaidde yer yer aynı çizgiyi takip eden İbn Hazm'a göre, muttasıl bir isnadla Resûl-i Ekrem'e ulaşan ve sahih görülen âhâd haberleri kabul etmek dinin aslındandır. Zira Kur'an'da âhâd derecesindeki haberler yeterli bulunmuş (bk. et-Tevbe 9/122), ashabın bir kısmı her zaman Hz. Peygamber'in yanında bulunamadığı için dini âhâd haberler vasıtasıyla diğer sahâbîlerden öğrenmiş, bizzat Resûl-i Ekrem de bu tür haberlere itibar etmiş, dini tebliğ amacıyla gönderdiği elçiler sayı bakımından haber-i vâhid derecesinde kalmıştır. Bütün bunlar, sahih olan âhâd haberlerin kesin deliller arasında yer aldığını gösterir (elİhkâm, I, 87-105). İbn Akıl ve İbnü'l-Cevzî gibi Selef âlimleri ise haber-i vâhid konusunda Sünnî kelâmcıların çoğunluğuna ait görüşü paylaşmışlardır (İbn Teymiyy e , MecmCfu fetâvâ, XIII, 351).



Müteahhir Selef hareketinin en önemli temsilcisi sayılan Takıyyüddin İbn Teymiyye, muhaddislerin sahih kabul ettiği âhâd haberlerin bütün âlimler nezdinde olmasa bile hadis uzmanları nezdinde en azından mânaca mütevâtir sayıldığını belirterek akaidin her meselesinde kesin delil teşkil ettiğini savunmuş ve hadis otoritelerinin değerlendirmelerini âhâd haberlerin kesin bilgi kaynağı oluşunda önemli bir karîne olarak görmüştür. Ona göre sahih bir yolla sabit olan hiçbir haber-i vâhid akla aykırı değildir. Akaid konularında akla aykırı görülerek reddedilen haber-i vâhid sahih yolla sabit olmuşsa aklî bilginin doğruluğu tartışılmalıdır. Bu sebeple, "Akl-ı vâhide dayanılarak sahih olan haber-i vâhid reddedilemez". Ancak apaçık aklî ilkeye aykırı bilgiler ihtiva eden haberlerin uydurma olduğunda şüphe yoktur. Esasen İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sahih olan âhâd haberlerin bütün dinî konularda kesin delil teşkil ettiğini kabul etmiştir. Âhâd haberleri sadece ehl-i bid'ata mensup olanlarla Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî, Fahreddin erRâzî ve Seyfeddin el-Âmidî gibi Sünnî kelâmcıların zannî delil kabul ettiğini ileri süren İbn Teymiyye Eş'ariyye çoğunlu-



354



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD ğunu kendi görüşüne yakın bulmuştur (Mecmû'u fetâüâ, V, 156; XIII, 351; XVIII, 41; a.mlf., D e r ' ü te'âruz, 1, 148, 175, 195-



196; VII, 315). Selefıyye'nin son temsilcilerinden olan Cemâleddin el-Kâsımî, akaide dair âhâd haberleri nakledenlerin müslümanlara aynı zamanda namazı, zekâtı ve diğer şer'î hükümleri de rivayet eden kimseler olduğunu, bunlardan akaide ait olanlarını reddetmenin diğer şer'î hükümleri reddetmek anlamına geleceğini ve dolayısıyla bütün şeriatı iptal etmek gibi tehlikeli bir sonuç doğuracağını söylemiştir. Ona göre aklın, âhâd haberlerin içerdiği bilgilerin mahiyetini anlayamaması onları reddetmek için yeterli sebep değildir (Târîhu'l-Cehmlyye ue'l-Mıftezi-



le, s. 49-50). Çağdaş âlimlerden Reşîd Rızâ, Selefıyye'nin haber-i vâhid konusundaki tutumunu yumuşatmaya çalışmış ve âhâd haberlerin kesin bilgi ifade etmediğini belirterek Sünnî kelâmcıların çoğunluğuna yaklaşmıştır (Tefsîrü'l-menâr, I, 136; III, 292). Ona göre Hz. Peygamber'e ait olduğu kesin bir şekilde tesbit edilemeyen haber-i vâhide dayanılarak itikadî hüküm ortaya konamaz. Ayrıca âhâd haberin, râvilerin lafızlardan anladıkları mânaların nakledilmesinden oluşması da bunu gerekli kılar. Nitekim Selef âlimlerinin, "zarûrât-ı dîniyye" dışında Ehl-i sünnetten farklı itikadî görüşleri benimseyen fırkaları tekfir etmemesi de bu esasa dayanır. M. Reşîd Rızâ, hadis otoritelerince sahih görülen akaide dair âhâd haberleri benimsemekte bir sakınca bulunmadığını kabul etmekle birlikte metin ve sened açısından problemli, Allah'ın yaratıklar hakkındaki umumi kanunlarına aykırı veya delâlet ve sübût itibariyle kesin naslara zıt olan âhâd haberlerin zındıklarca uydurulduğuna hükmedip reddedilmesi gerektiğini de belirtmiştir (a.g.e., I, 134-136; III, 317; VII, 602; IX, 507; X , 3 6 4 - 3 6 5 ) .



Yukarıdaki bilgilerden anlaşıldığına göre kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, haber-i vâhidin sadece zannî bir delil teşkil edebileceği, zannî delilin ise akaid konularında tek başına yeterli olamayacağı hususunda ittifak etmiş ve haber-i vâhide dayanarak verilen hükümleri benimsemeyenleri İslâm dışı kabul etmemiştir. Aslında Ehl-i sünnet'le ehl-i bid'atın âhâd haberlere bakışı arasında önemli bir fark yoktur. Selefıyye'nin çoğunluğu haber-i vâhidin akaidde de kesin delil olabileceğini ileri sürmüş, ancak onun hadis otoritelerince sahih görülmesini şart koşmuş, bu arada zındıklar-



ca uydurulan kaynaklara geçmiş âhâd haberlerin bulunduğunu da kabul etmiştir. Seief âlimlerinin haber-i vâhidin kabulü konusunda ileri sürdükleri delillerin, iyi incelendiği takdirde iddialarına dayanak teşkil etmediği görülür. Meselâ İbn Hazm'ın Kur'ân-ı Kerîm'den gösterdiği delil (et-Tevbe 9/122), haber niteliğinde aktarılan bir bilgiyi ifade etmeyip savaşa katılmayan bir grubun dinde uzmanlaşması ve savaştan dönenleri dinî eğitime tâbi tutması meselesini konu edinmiştir. Hz. Peygamber'in elçiler vasıtasıyla dine davette bulunması ve ashabın bazı dinî hükümleri birbirinden öğrenmesi, haber-i vâhidin akaid alanında bağımsız delil olarak kullanılmasına delil teşkil etmez. Sonuç olarak hadis mecmualarında yer alan âhâd haberlerin tamamının sahih kabul edilmesi mümkün olmadığı gibi Kur'an, sahih sünnet, İslâm'ın genel kuralları ve apaçık aklî ilkelerle çelişmeyen, ayrıca isnad açısından problemli olmayan âhâd haberlerin reddedilmesi de mümkün değildir. Zira sadece âhâd yolla sabit olduklarından dolayı bunların kabul edilmemesi, Hz. Peygamber'in Kur'an'da yer alan çeşitli konular hakkında herhangi bir açıklama yapmadığı anlamına gelir ki böyle bir anlayışın ilmî dayanağı yoktur. Buna göre, hiçbir tasnife tâbi tutmadan bütün âhâd haberleri toptan reddeden hadis münkirlerinin bu tutumunun isabetsiz olduğunu ve bunun İslâm âlimlerinin çoğunluğunca benimsenen anlayışla bağdaşmadığını söylemek gerekir. BİBLİYOGRAFYA :



et-Ta'rîfât, " h b r " yât, s. 4 1 4 - 4 1 7 ; M .



el-Külliyel-Mu'cem,



m d . ; Ebü'l-Bekâ, E Abdülbâki,



" z n n " m d . ; B u h â r î , " A h b â r ü ' l - â h â d " , 1-6; E b û Hanîfe,



el-'Âlim ue'l-müte'allim (nşr. M . Z â h i d imam-ıAzam'm Beş



el-Kevserî, trc. M u s t a f a Ö z .



el-Mahşül,



1 9 6 8 , s. 1 0 2 ; F a h r e d d i n er-Râzî,



1, s. 4 7 5 - 5 0 1 ; a . m l f . , Esâsü't-takdîs



II/



(nşr. Ah-



m e d Hicâzî es-Sekkâ), K a h i r e 1 9 8 6 , s. 2 1 5 - 2 1 9 ; a.mlf.,



et-Erba'în



(nşr. A h m e d H i c â z î es-Sekkâ),



Rauzatü'n-nâzır, s. 3 6 2 - 3 6 4 ; İ b n Tteymiyye, Mecmü'u fetâüâ, III, 3 7 9 - 3 8 0 ; V, 1 5 6 ; XIII, 3 5 1 ; XVIII, 4 1 ; a . m l f . , Der'ü te'âruzi'l-akl ue'n-nakl (nşr. M . K a h i r e 1 9 8 6 , II, 2 5 1 - 2 5 2 ; İ b n K u d â m e ,



Reşâd Sâlim),



Riyad



1 9 8 9 , I, 1 3 7 ,



148,



1 7 5 , 1 9 5 - 1 9 6 ; VI, 2 2 7 ; VII, 3 1 5 - 3 1 6 ; 'Ak'ıdeti't-Tahâviyye,



s.



339-341;



Teftâzânî,



Şerhu'l-'Akâ'id, s.



18; a.mlf.,



Şerhu'l-Makâşıd



(nşr. A b d u r r a h m a n



Umeyre), Beyrut



317; Beyâzîzâde, İşârâtü'l-merâm, Seffârînî,



150,



Şerhu'l-



1 9 8 9 , V,



s. 46, 55;



LeuâmFu'l-enuâri'l-behiyye,



Beyrut, Rü-



t s . ( e l - M e k t e b e t ü ' l - İ s l â m î ) , I, 1 7 - 2 0 ; Âlûsî,



hu'l-me'ânî, lâm,



Yeni İlm-i Ke-



X X V I , 1 4 6 ; İzmirli,



Fecrü'l-İslâm,



I, 3 0 , 3 1 , 5 7 ; A h m e d E m î n ,



Kahire



1928,



s.



Tefsîrü 'l-menâr,



211-212,



218;



Reşîd



Rızâ,



I, 1 3 4 - 1 3 6 , 1 3 8 ; II, 1 3 6 ,



139;



III, 2 2 0 , 2 9 2 , 3 1 7 ; VII, 6 0 2 ; I X , 5 0 7 ; X ,



364-



3 6 5 , 6 0 2 ; X I , 3 6 5 , 4 5 6 ; M . E b û Z e h r e , İbn



Han-



bel, K a h i r e 1 9 8 1 , s. 2 3 6 - 2 3 7 ; K â s ı m î , Târîhu'lCehmiyye ve'l-Mu'tezile, B e y r u t 1 4 0 1 / 1 9 8 1 , s. 4 9 - 5 0 ; R i f a t Fevzî A b d ü l m u t t a l i b , Teuşîku'ssünne



fı'l-karni'ş-şâni'l-hicrî,



1 9 8 1 , s. 1 1 2 - 1 1 3 , Subhî,



Kahire



148-149; A h m e d



F î Hlmi'l-kelâm,



Beyrut



229-231; Hasan Hanefî,



1400/



Mahmûd



1405/1985,



I,



Mine'l-'aklde ile'ş-şeu-



re, B e y r u t 1 9 8 8 , IV, 2 1 7 ; Y u s u f Şevki Y a v u z , İs-



lâm Akaidinin Üç Şahsiyeti, 94;



a.mlf.,



"Elmalılı



İ s t a n b u l 1 9 8 9 , s.



Muhammed



Hamdi",



DİA, XI, 6 2 ; Â i ş e Y û s u f e l - M e n â î , Uşülü'l-'aklde beyne'l-Mu'tez'ıle ue'ş-Şfati'l-İmâmiyye, D e v h a 1 4 1 2 / 1 9 9 2 , s. 8 4 - 8 9 , 9 2 , 8



122.



Y U S U F ŞEVKI Y A V U Z



• F I K I H . Doğruluğu bilindiği için Hz. Peygamber'in sözü kendisini şifahen dinleyenler açısından hüccet kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem'den doğrudan işitmeyip ondan gelen haberlere rivayet ve nakil yoluyla muttali olan kişiler yönünden ise durum farklıdır. Hz. Peygamber'in sözü sonraki nesillere râviler aracılığıyla ulaştığından bu ulaşmanın şekli ve haberin muhtevasının bilgi ve amel bakımından değeri üzerinde titizlikle durulmuştur.



Rivayet açısından haber, ilk dönemler-



Eseri i ç i n d e ) , İ s t a n b u l 1 9 9 2 , s. 3 1 - 3 3 ; H a y y â t , den itibaren çeşitli ayırım ve tanımlara el-İntişâr, s . 4 5 ; M â t ü r î d î . Kitâbü't-Teuhîd, s. tâbi tutulmuşsa da çoğunluk tarafından 9 ; B â k ı l l â n î , et-Temhîd ( E b û R î d e ) , s . 1 6 4 , 167-



haberin ilk planda mütevâtir ve âhâd şeklinde iki ana bölüme ayrılması benima . m l f . , Müşkilü'l-hadîş, H a l e b 1 4 0 2 / 1 9 8 2 , s. senmiş ve bu ayırımda tevâtür derecesi1 2 ; K â d î A b d ü l c e b b â r , Tabakâtü'l-Mu'tezile (Fazlü'l-i'tizâl ue tabakâtü'l-Mu'tezile i ç i n d e , ne ulaşmamış haberler haber-i vâhid olanşr. F u â d S e y y i d ) , T u n u s 1 9 7 4 , s . 1 9 3 - 1 9 4 ; rak adlandırılmıştır. Buna göre meselâ a . m l f . , Şerhu'l-üşüli'l-hamse, s . 7 7 0 ; a . m l f . , beş veya altı kişinin naklettiği haber de el-Muğnî, IV, 2 2 5 ; XV, 3 3 0 , 3 6 1 , 3 9 2 ; X V I I , haber-i vâhid grubunda yer alır. Bu sebep3 8 5 ; B a ğ d â d î , üşûlü'd-dîn, s. 1 3 , 2 2 - 2 3 ; İ b n le müstefîz haberin mütevâtir ve âhâd H a z m , el-İhkâm (nşr. A h m e d Ş â k i r ) , K a h i r e , t s . arasında ayrı bir kısım olduğunu savu( M a t b a a t ü ' l - Â s ı m e ) , I, 8 7 - 1 0 5 , 1 1 8 - 1 1 9 ; Gazzâlî, el-Müstaşfâ, I, 1 4 3 - 1 5 5 ; a . m l f . , el-lktişâd, nanlar varsa da çoğunluk bunu haber-i vâs. 2 0 9 ; Nesefî, Tebşıratü'l-edille, II, 7 6 3 ; E b û hid kapsamında değerlendirmiştir. Esas Bekir İbnü'i-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, K a h i r e , olarak Hanefî usulcülerinin bölümlemesi t s . ( M a t b a a t ü î s â e l - B â b î ) , II, 5 7 9 , 5 8 6 ; a . m l f . , el-'Auâşım, B e y r u t 1 9 8 5 , s. 1 9 0 ; S â b û n î , el-Bi- de şekil ve muhteva açısından böyle olmakla birlikte (Cessâs, II, 37) genelde yine dâye, s. 5 2 ; İ b n R ü ş d , el-Keşf'an menâhici'ledille (Felsefetü İbn Rüşd i ç i n d e ) , K a h i r e 1 3 8 8 / onlar tarafından söz konusu edilen ve 168; İbn Fûrek



Mücerredü'l-makâlât,



s. 23;



355



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD yaklaşık olarak müstefîz habere tekabül eden meşhur haberin hangi kısımda yer alacağı tam bir açıklık kazanmamıştır. Meselâ Hanefî usulcülerinden Alâeddin es-Semerkandî, meşhur haberin hükmü konusunda Hanefî imamlarından bir rivayet bulunmadığını, bundan dolayı sonraki Hanefî hukukçularının bunun hükmünde ihtilâf ettiklerini belirtir [Mîzânü'l-uşûl, II, 633-635). Meşhur haber, râvi sayısı ve rivayet bakımından tevâtür derecesine ulaşmaması yönüyle cumhurun bölümlemesindeki haber-i vâhid kapsamında, fakat Kerhfnin mest üzerine mesh ve recm gibi bazı konulardaki haberleri "sahihliği istidlâl yoluyla bilinen mütevâtir haber" diye nitelendirmesi, Cessâs'ın meşhur haberi mütevâtirin iki kısmından biri sayması, yine Hanefî usulcülerinin hem meşhur hem de mütevâtir haberi içine alacak biçimde kullandıkları "ma'ruf haber" ve "sâbit haber" nitelemesi ve ikisi arasında tahsis ve takyid açısından fark gözetmemeleri sebebiyle mütevâtir haber kapsamında değerlendirilebilir. Bununla birlikte sonraki dönem Hanefî usulcüleri arasında meşhur haberin mütevâtir haberle haber-i vâhid arasında bir mertebede değerlendirilmesi yaygınlık kazanmıştır (bk. MEŞHUR). Bu üçlü ayırımdan sonra Hanefî usulcüleri haber-i vâhidi "mütevâtir ve meşhurun altında olmak üzere bir veya birkaç kişi tarafından nakledilen, şeklen ve mânen şüphe taşıyan bir bağlantı ile Hz. Peygamber'e ulaşan haber" diye tanımlamışlardır. Şekil bakımından şüphe haberin Resûl-i Ekrem'e ulaşmasının kesin olarak sabit olmaması, mâna yönünden şüphe de ümmetin bu haberi yaygın biçimde kabul etmemiş olmasıdır. Hanefîler ile cumhur arasında haber-i vâhidin tanımına ilişkin yaklaşım farklılığının etkileri ve sonuçları, haber-i vâhidi kabul ölçülerinde ve hukukun sistemleştirilmesinde ona atfettikleri değerde değişik boyutlarda gözlemlenebilir. Haber-i vâhidin inanç ve davranışı belirlemede hüccet olup olmadığı konusu etrafında geniş tartışmalar olmuşsa da bunlar arasında haber-i vâhidin özellikle şer'î-amelî konulardaki değeri, diğer bir ifadeyle müctehid açısından değeri konusu ayrı bir önem taşır. Hâricîler'in genel olarak sünnetle, dolayısıyla haber-i vâhidle amel etmediklerine dair rivayetler bulunmakla birlikte haber-i vâhidle amel konusunun hangi tarihte veya hangi dönemde yaygın bir



problem haline gelip sistematik biçimde tartışılmaya başlandığı tam olarak bilinmemektedir. İbn Hazm'ın, sika bir kişinin Hz. Peygamber'den naklettiği haberin kabul edileceğinde ümmetin icmâı bulunduğuna ve Ehl-i sünnet, Havâric, Şîa ve Kaderiyye gibi fırkalar haber-i vâhidi kabul üzere iken 100 (718-19) yılından sonra Mu'tezile kelâmcılarının çıkıp bu husustaki icmâa muhalefet ettiklerine dair beyanı (el-İhkâm, I, 114) bu tartışmanın II. (VIII.) yüzyıldan itibaren başladığı izlenimini veriyorsa da birçok usulcünün, haber-i vâhidle amel etmenin gerekmediği şeklindeki görüşü bazı Râfızî gruplarına atfetmesi ( m e s e l â bk. C ü v e y n î , I, 6 0 0 ) ,



bu konudaki tartışmaların daha önceki bir zamanda ortaya çıktığını göstermektedir. Şâfıî'nin haber-i vâhid konusun a özellikle er-Risâle,



Cimâcu'l-cilm



ve



İhtilâfü'l-hadîş adlı eserlerinde geniş bir yer ayırması, îsâ b. Ebân ve Osman b. Saîd ed-Dârimî'nin Bişr b. Gıyâs el-Merîsî'ye ahbâr konusunda reddiye mahiyetinde eser kaleme almaları, II. yüzyılın sonlarından itibaren konunun hemen bütün yönleriyle tartışıldığını ortaya koymaktadır. Bu arada Hanefî ekolünün haberlere ilişkin görüşlerinin bu tartışma ortamının sonucunda esas itibariyle îsâ b. Ebân tarafından sistemleştirildiğini, Kerhî ve Cessâs tarafından bazı ekleme ve düzeltmelerin yapıldığını da belirtmek gerekir. Haber-i Vâhidin Bilgi Değeri. Haber-i vâhidle ilgili tartışmaların özünü haber-i vâhidin ilim ve amel yönüyle değeri oluşturmaktadır. Usulcülerin çoğunluğu haber-i vâhidin bilgi kaynağı olmadığı görüşündedir. Bu görüş dile getirilirken kullanılan, "Haber-i vâhid bilgi gerektirmez" (haberü'l-vâhid lâ yûcibü'l-ilm) ve, "Haber-i



vâhid bilgi ifade etmez" (haberü'l-vâhid lâ yüffdü'l-ilm) şeklindeki kalıplarda kelime seçiminin altında ince üslûp ve anlayış farklarının yattığı düşünülebilirse de bunun tesbitinin kazandıracağı pratik bir fayda yoktur. Haber-i vâhidin bilgi gerektirmemesinin anlamı, haberin yalan olmasının veya haber hususunda vehme düşülmüş bulunmasının mümkün oluşudur. Bu noktada -mürsel haberin ne bilgi ne de amel gerektireceği şeklindeki azınlık görüşü hariç tutulursa- mürsel ile müsned arasında fark yoktur. Bu görüşün daha kapsamlı formülasyonu, "Haber-i vâhid bilgi gerektirmez, zan gerektirir" ve "Haber-i vâhid bilgi gerektirmez, amel gerektirir" tarzındadır.



Literatürde karşılaşılan ve farklıymış gibi görünen bu iki formülasyonun ilk bakışta anlattığı şey zan-amel bağlantısı, daha doğrusu zannın ameli gerektireceği hususudur. Hanefî usulcüleri bu noktayı, "Haber-i vâhid bilgi değil amel hakkında muteberdir; çünkü haber-i vâhid galip zan bilgisi gerektirir ve galip zan bilgisi şerT hükümlerde amelin vâcipliği için yeterlidir/şarttır" diyerek açıklamışlardır ( E b û S â l i h M a n s û r e s - S i c i s t â n î , s. 113;



Pezdevî, II, 695). Gerek Pezdevî'nin galip zan bilgisini, "içinde düzensizlik (ıztırâb) taşıyan ve dolayısıyla tatmin edici bilgi seviyesinin altında bulunan bir tür bilgi" şeklinde açıklaması (a.e., II, 695), gerekse şârih Abdülazîz el-Buhârfnin, "Haber-i vâhid bilgi gerektirmese de kalbin ameli olan itikadı gerektirir" demesi, galip zannın tekabül ettiği muhtevanın açılımı olarak değerlendirilebilir. Genel olarak Hanefî, Şâfıî, Mâlikî mezhepleriyle Mu'tezile ve Hâricîler haber-i vâhidin bilgi gerektirmeyeceğini, Zâhirîler ise gerektireceğini ve bir kısım hadis ehli de bazı haber-i vâhidlerin bilgi gerektireceğini ileri sürmüşlerdir. Cüveynî cumhura nisbet edilen, "Haber-i vâhid bilgiyi gerektirmez, ameli gerektirir" şeklindeki kanaatin tesâhül olduğunu belirtmektedir. Ona göre kesin olan husus, haber-i vâhidin bilgi gerektirmediği gibi ameli de gerektirmemesidir; çünkü eğer haber-i vâhidle amel etmenin vâcipliği kesin biçimde sabit olsaydı "amelin vâcipliği bilgisi" sabit olurdu ve bu da haber-i vâhidin bir tür bilgiye götürmesi anlamına gelirdi ki bu yaklaşım tutarlı değildir; zira özü itibariyle zannî olan bir şeyin kesin bilgi gerektirmesi imkânsızdır. Bu bakımdan haber-i vâhidle amel konusu, haber-i vâhidin özüne değil haber-i vâhidle amelin vâcipliğini gerektiren delillere dayanmaktadır ve esasen bu tartışma lafzî bir tartışmadır (el-Burhân, I, 599). Ebû Süleyman el-Hattâbî, Hüseyin b. Ali Kerâbîsî ve Hâris el-Muhâsibî, âdil bir kişinin -Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar- kendi denginden naklettiği haberin hem bilgi hem de ameli gerektirdiği görüşündedir. Bu görüşü benimseyen İbn Hazm, İbn Huveyzmendâd'm bunu İmam Mâlik'ten naklettiğini belirtmiştir (el-lhkâm, I, 119).



Bu konuda Ahmed b. Hanbel'den nakledilen iki farklı rivayetten birincisi çoğunluğun görüşüne uygun olup haber-i vâhidin bilgi gerektirmeyeceği, ikincisi ise karîneli haber-i vâhidin bilgi gerektirece-



356



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD ği yönündedir. Karîneii haber, birçok râvinin rivayet edip ümmetin yaygın olarak benimsediği ve râvinin doğruluğuna dair karinelerin bulunduğu haberdir ki bu takdirde karîneii haber-i vâhid, esas itibariyle mutlak haber-i vâhid mefhumunun dışında kalmakta ve büyük ölçüde, belki de bütünüyle müstefîz/meşhur haber içeriği kazanmaktadır. Bu bakımdan Nazzâm, Cüveynî, İbn Berhân, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Cemâleddin İbnü'IHâcib ve Beyzâvî gibi birçok usulcü, mutlak/karînesiz haber-i vâhidden farklı olarak karîneii haber-i vâhidin bilgi ifade edeceğini, Bâkıllânî gibi bir kısım âlimler ise bu tür haberin bilgi ifade etmesinin imkânsız olduğunu, Gazzâlî gibi bazıları da bunun imkânsız görünmemekle birlikte vukuunun kesin olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel gibi bazı hadisçilerin görüşü olarak nakledilen, "Amel ancak bilgi kaynaklı olabilir" sözü iki şekilde anlaşılmıştır. Birinci anlam -lâzımın nefyinden hareketle-, "Haber-i vâhid bilgi gerektirmediğine göre onunla amel etmek gerekmez" şeklinde, ikinci anlam ise -melzûmun sübûtundan hareketle-, "Haber-i vâhidle amel etmek gerektiğine göre haber-i vâhid bilgi gerektirir" şeklindedir. Hadisçilere nisbet edilen, haber-i vâhidin bilgi gerektirdiği yönündeki görüşü Gazzâlî, onların maksadının haber-i vâhidin amel etmenin vâcipliği bilgisi gerektirmesi olabileceğini söyleyerek te'vil etmiş ve ayrıca zannın ilim (bilgi, bilme) olarak adlandırılabildiğine, bu sebeple hadisçilerden bazılarının haber-i vâhidin "zâhir bilgi" meydana getireceğini söylediklerine işaret ettikten sonra bilgi için zâhir ve bâtın diye bir şey olmayacağını, dolayısıyla bunların zâhir bilgi dedikleri şeyin zan olduğunu belirtmiştir. Aynı şeklinde İbn Hazm da, "Haber-i vâhid zâhir bilgi ifade eder" şeklindeki görüşü mâkul olmayan bir anlayış olarak niteler ve, "Biz, bâtın olmayan zâhir bilgi ve zâhir olmayan bâtın bilgi bilmiyoruz, aksine her bilgi teyakkundur ve yakine dönüşmemiş zan asla bilgi değildir" demektedir (a.g.e., I, 127128).



İbn Hazm, haber-i vâhidin bilgi gerektirmediğine dair öne sürülen, haber-i vâhidde yalan, yanlışlık ve vehmin mümkün olduğu şeklindeki gerekçenin esasen doğru olduğunu, fakat Allah'ın bazı haberleri bu nitelikten berî kıldığı hususunda bir "zarurî-hissî burhan" veya bilgi ge-



rektirecek biçimde nakledilmiş bir "nas türünden naklî-zarurî burhan" bulunması durumunda, bu haber için artık yalan ve vehmin söz konusu olamayacağını, nitekim hakkında delil bulunduğu için Hz. Peygamber'in sözünde yalan ve vehmin mümkün olmadığında bütün mezheplerin ittifak ettiğini belirtmiş ve, "Eğer biz şeriat ahkâmı konusunda Resûl-i Ekrem'e ulaşan haber-i vâhidde yalan ve vehmin mümkün olmadığına dair bir delil bulabilirsek bizim sözümüz doğru olur" demiş, delil olarak da haber-i vâhidin vahiy olduğu, vahyin de Allah tarafından korunduğu ve bu korumanın sika kişilerden dinî konularda yapılan rivayetleri de kapsadığı görüşünü ileri sürmüştür (a.g.e., 1, 120, 122, 128).



Haber-i vâhidin bilgi gerektireceği görüşünde olanlar da aksi görüşe sahip bulunanlar da birtakım aklî ve naklî delillerle tezlerini güçlendirmeye çalışmışlardır. Haber-i Vâhidle Amel. Dünyevî işlerde, fetva ve şehâdet konularında haber-i vâhidle amel etmenin câiz olduğunda görüş birliği mevcuttur. Tartışma konusu olan husus, haber-i vâhidin şer'î-amelî konularda müctehidler açısından hüccet olup olmadığıdır. Usulcülerin çoğunluğunun haber-i vâhidin bilgi ifade etmeyip zan ifade ettiği görüşünde oldukları yukarıda belirtilmişti. Bu sebeple onların, bilgi gerektirmediği halde hangi gerekçeye dayanarak haber-i vâhidle amel ettikleri hususu ayrı bir önem taşımaktadır. Bunun için de haber-i vâhidle amelin aklî ve sem'î gerekçelerine geçmeden önce haber-i vâhidle amel etmenin hukuk mantığı bakımından teorik çerçevesini oluşturan zan-amel ilişkisine, diğer bir ifadeyle zannın fer'î hükümler açısından değeri konusuna temas edilmesi uygun olur. Şer'î hüccetler kitap, sünnet ve icmâdır. Bunlardan çıkarılmış anlam demek olan kıyas da dördüncü hüccet olarak adlandırılmaktadır. Özellikle Hanefî usulcüleri tarafından sistemleştirilerek ifade edilen, genel hatlarıyla diğer ekollerin çoğunluğu tarafından da benimsenen anlayışa göre şer'î hüccetler, "bilgi gerektiren" (mûcib) ve "bilgi ihtimali bulunan" veya "zıddının doğruluğu da mümkün görülen" (mücevviz) olmak üzere iki kısma ayrılır. Bilgi gerektirmeyen kısma mücevviz denilmesinin sebebi bununla sadece amelin vâcip olmasıdır. Bilgi gerektiren şer'î hüccetler Allah'ın kitabı, Hz.



Peygamber'in ağzından duyulan söz, ondan tevâtür yoluyla nakledilen haber ve icmâdır. Bilgi gerektirmediği halde ameli gerektiren hüccetlerin başında haber-i vâhid ve kıyas gelmektedir. Hanefîler, te'vil edilmiş âyet ve tahsis görmüş âmmı da bu kısma dahil etmişlerdir. Bir şey hakkında haber-i vâhid ve kıyasın gereğine göre hüküm vermek hakikat yönünden değil galip zan yönündendir (Cessâs, el-Fuşûl fı'l-uşûl, I, 166).



Şâriin, şer'ini bilgi ve amelle mükellef olunan ve sadece amelle mükellef olunan şeklinde ikiye ayırmasında bir imkânsızlık yoktur. Bu suretle Hz. Peygamber'den doğrudan işiten için hem bilgi hem de amel gerekli iken bu imkâna sahip olmayanlara bilgi değil amel gerekir. Amel, haberi nakleden kişi Allah katında yalancı olsa bile haber hakkındaki doğruluk zannına bağlanmıştır. Kıyas sonucunda oluşan zan -kabul edenler açısından- bir şâhidin sözü ve davalının yemininden oluşan zan veya davalının yeminden kaçınması durumunda davacının yemininden hâsıl olan zan da böyledir. Şâfıî, "Kitapla ve ihtilâf olmadan herkes tarafından kabul edilen sünnetle hükmettiğimizde zâhirde ve bâtında hak ile hükmettik deriz; infırâd tarikiyle rivayet edilen sünnetle hükmettiğimizde ise zâhirde hak ile hükmettik deriz. Çünkü hadisin râvisinin yanlışlık yapması mümkündür" diyerek bu ayırım ve anlayışa işaret etmektedir (erRisâle, s. 599; a y r ı c a bk. s. 4 6 0 - 4 6 1 ) .



Diğer bazı şeyleri alâmet kıldığı gibi şâriin galip zannî hüküm için alâmet yapması câizdir. Nitekim şahitlerin şahitliğine dayanarak hüküm verme, fetvaya göre hüküm, gözle görülmediği zaman kıbleye yönelme gibi hususlar bu düşünce ile temellendirilmektedir. Eğer bu alâmetlere, meselâ şahitlerin şahitliğine dayanarak hüküm verilmeyecek olsa haksızlıklar giderilemez ve haklar alınamaz. Hatta bazı âlimler, zann-ı galibin şer'de hüküm için alâmet kılınmasının aklen vâcip olduğu, aksi takdirde pek çok hükmün Hz. Peygamber'in şifahen görüşmediği kişilerden düşeceği görüşündedirler ( İ b n R ü ş d , ed-Darûri fî uşûti'l-fıkh, s. 71).



Şer'an muteber olan her zan şer'î bir asla dayandığı için muteberdir (Şâtıbî, IV, 63). Haber-i vâhidle amel etmenin vâcip oluşu da doğruluğunun zannedilmesi durumunda amel etmeyi gerektiren kesin bir delille bilinmektedir. Bu durumda tıpkı iki kişinin şahitliğiyle veya davalının 357



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD yeminden kaçınması durumunda davacının yeminiyle hüküm vermenin gerekli oluşu gibi haber-i vâhidle de hüküm vermek gerekir. Bir kişinin haberi ve iki kişinin şahitliği meselesinde biz bunların doğruluklarını bilmekle değil doğruluk zannmın oluşması durumunda amel etmekle mükellefiz. Her iki halde de zan oluşmaktadır ve bunlarla amel etmek mümkündür. Bu durumda bir kişinin haberi ve iki kişinin şahitliği yalan bile olsa biz doğru davranmışızdır. Buna karşılık sadece bir kişinin şahitliğine dayanarak amelde bulunacak olursak bu tek kişi doğru söylemiş bile olsa biz hatalı davranmış oluruz. Bu yaklaşım biçimi, "Zandan kaçının; bazı zanlar günahtır" (el-Hucurât 49/12); "Şeytan size kötülüğü, çirkinliği ve Allah katında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder" (el-Bakara 2/169); "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme" (İsrâ 17/36); "Biz bildiğimizden başkasına şahitlik etmedik" (Yûsuf 12/ 81); "Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın; yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz" (el-Hucurât 49/6) meâlindeki âyetlerin muhtevasının haber-i vâhidle ameli geçersiz kıldığı şeklindeki itirazı da bertaraf etmiş olmaktadır. Çünkü haber-i vâhidle amel edildiğinde zan ile değil icmâ yönünden elde edilen bilgi ile amel edilmiş olmaktadır. Bilgi gerektirmeyen bir şeyle amel etmenin dayanağı, zann-ı galibe ittibâ ile mükellef tutulmanın aklen imkânsız olmaması gibi, kulların da yararına olacağı düşüncesi ve fürû' konularında zannın bir anlamda bilgi yerine konulmuş bulunmasıdır. Şer'î hükümlerde zanna dayanmayı câiz görmeyen Zâhirî ekolü zan ifade ettiği gerekçesiyle kıyası reddetmiş, fakat haber-i vâhidin zanla ilişkisini koparmaya çalışarak bilgi gerektireceği tezini savunmuş, böylece kendi içinde tutarlılığını korumak istemiştir. Usulcüler haber-i vâhidle amel konusunu tartışırken bu hususta genel anlamda Hz. Peygamber'e uymayı ve itaat etmeyi emreden âyetleri gerekçe olarak göstermemişlerdir. Bunun genel sebebi, haber-i vâhid meselesinin daha geniş bir muhteva ile tartışma konusu edilmesi, özel sebebi de haber-i vâhidin Resûl-i Ekrem'e nisbetinde şüphe bulunduğu için ona uyma emrini içeren âyetlerin kapsamına girmemesidir. Öte yandan haber-i vâhidle amel konusuna delil olabilecek hadisler de kısır döngü endişesiyle gün-



deme pek getirilmemiştir. Bundan dolayı haber-i vâhidle amel konusunun usulcüler tarafından "câizlik" ve "vâciplik" açısından ele alınıp tartışıldığı görülür. Haber-i vâhidle amelin aklen câizliğini savunanlara göre, doğruluğu hususunda zann-ı gâlib oluşması halinde haber-i vâhidle amel -iki zıddın bir araya gelmesi gibi- bizzat imkânsız bir duruma yol açmadığı gibi bir mefsedete de yol açmaz. Hiçbir aklî maslahatla çelişmediğine göre ve maslahat olması da mümkün olduğuna göre haber-i vâhidle amel aklen mümkündür. Galip zan maslahatın gerçekleşmesinin bir alâmetidir. Öte yandan haber-i vâhiddeki yalan ve hata ihtimali onunla amel edilmesine, mefsedet ihtimali de zann-ı gâlibe dayanmaya engel değildir. Bütün haber-i vâhidleri kabul etmek veya hepsini reddetmek uygun olmayacağına göre galip ve râcih olanla amel etmek gerekir. Böylece, "Tek kişinin haberiyle amel gerekliyse ayırım yapmadan her tek kişinin haberiyle amel edilmelidir" şeklindeki karşıt gerekçeye de cevap verilmiş olmaktadır. Çünkü her haber-i vâhidle değil sıhhat şartlarını kendinde toplamış haber-i vâhidle amel edilmektedir. Haber-i vâhidle amel etmenin aklen vâcip olduğunu ileri süren usulcüler ise gerekçe olarak kitap, icmâ ve mütevâtir sünnet gibi kesin delillerin sayısının çok az olduğunu, sadece bunlara itibar edilip haber-i vâhide itibar edilmeyecek olursa pek çok hükmün çözümsüz kalacağını, ayrıca râvinin doğru söylemiş olmasının mümkün oluşu sebebiyle haber-i vâhidle amel etmenin daha ihtiyatlı bir yol olacağını ileri sürerler. Ancak her iki gerekçenin de fazla tutarlı olmadığı söylenebilir. Haber-i vâhidle amelin lüzumuna gerekçe gösterilen şer'î delillere gelince bunların başında sahâbe icmâı iddiası yer alır. Konuyu inceleyen usulcüler, bu husustaki en kuvvetli dayanağın sahâbe icmâı olduğunu söylemektedirler. Onlar karşılaştıkları olaylarla ilgili hükmü Allah'ın kitabında arıyorlar, orada buna dair bir belirleme yoksa hemen sağlam ve güvenilir kişilerin rivayetlerine dayanıyorlardı. Ancak bazıları zâhir adâletle yetinmeyip râviye yemin ettirme ve şâhid isteme gibi hususları ilâve ederken bazıları râvi araştırmasına pek önem vermiyordu. Onların bir kısım haberleri reddetmeleri ise haberin reddini gerektiren ârızî sebepler yüzündendir ve onların bu tavrı haber-i vâhidle amel prensibinin geçersizliğini



göstermez. Gazzâlî, haber-i vâhidle amel konusunda temel gerekçenin sahâbe icmâı olduğunu savunduğu için sahâbenin haber-i vâhidle amel ettiğine dair pek çok örnek zikretmiş (el-Müstaşfâ, 1, 148150), her biri tek tek mütevâtir olmasa bile bunların toplamı ile bilgi oluşacağını söylemiştir. Hz. Peygamber'in civar bölgelere tek kişileri idareci, kadı, zekât memuru ve elçi olarak göndermesi de bu konuda gerekçe gösterilir. Resûl-i Ekrem bu tek kişileri zekât toplamak, anlaşma yapmak ve şer'î hükümleri, helâl-haramın ayrıntılarını tebliğ etmek üzere göndermiş, bunların Hz. Peygamber'in emirlerini nakletmeleri âhâd yolla olmuştur. Bu kişiler için ismet söz konusu olmadığına göre her birinin haberi zannîlik özelliği taşımaktadır. Rivayetin fetvaya kıyas edilmesi de bu konuda delil olabilir. Her ne kadar müftünün verdiği fetvanın zan kaynaklı olması muhtemelse de avamın müftüye uyması ve onu tasdik etmesinin vâcip olduğunda icmâ vardır. Hakkında şüphe duymadığı bir haberi nakleden kişinin tasdik edilmesi ise evlâdır. Haber-i vâhidle amelin gerekli bulunduğuna birçok âyetin dolaylı olarak delâlet ettiği ifade edilirse de bunlar arasında özelikle, "Onların her kesiminden bir grup, dinde (dinf ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve geri döndüklerinde kavimlerini ikaz etmek üzere geride kalmalıdır" (etTevbe 9/122) meâlindeki âyetin konuyla daha yakın bir ilgisi kurulabilir. Genel olarak haber-i vâhid fürû' konularında hüccet sayılmakla birlikte İslâm hukukçuları arasında ayrıntıda bazı görüş farklılıkları bulunmaktadır. İbadet gibi şüphe ile düşmeyen hususlarda, yalan ihtimalinin bulunmamasına değil doğruluk ihtimalinin ağır basmasına itibar edildiği için öngörülen vasıfları taşıyan haber-i vâhidin hüccet sayılacağı genel kabul gördüğü halde had cezaları gibi şüphe ile düşen hususlarda haber-i vâhidin hüccet olup olmadığı tartışmalıdır. Ebû Yûsuf haber-i vâhidin bu konularda da hüccet olduğu görüşündedir. Cessâs da bunu tercih etmiştir. Haber-i vâhidin hüccet olabilmesi için haber-i vâhidde doğruluk tarafının ağır basmasına itibar edilir. Haber-i Vâhidin Kabul Şartları. Habe-



rin sıhhati ve kabul edilebilirliğiyle onun doğruluğunun kesinliği aynı şey değildir. Bundan dolayı özellikle haber-i vâhidin kabulü ve onunla amel edilebilmesi için



358



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD öngörülen sıhhat şartlarını tamamlamış haber, doğruluğu yani Hz. Peygamber'e nisbeti kesinleşmiş haber değil, ekollerin amel edilebilirlik bakımından öngördükleri sıhhat şartlarını taşıdığından onlar açısından hüccet olma hüviyetini kazanmış haberdir. Haber-i vâhidin kabul edilebilmesinin bazısı râvide, bazısı haberin içeriğinde, bazısı da bizzat haberin kendisinde olan birçok şartı vardır. Burada genel olarak haber-i vâhidle amelin şartları üzerinde durulacak ve bu çerçevede fıkıh mezheplerinin görüşlerinin ve genel yaklaşımlarının aktarılmasıyla yetinilecektir. İslâm hukukçuları prensip olarak haber-i vâhidlerin hüccet olduğunu, yani şerT kaynak değeri taşıdığını kabul etmektedirler. Ancak onların birçok hadisle amel etmedikleri de bilinen bir husustur. Meselâ İbn Hazm, Hanefîler'in ve MâliMler'in amel etmeyerek terkettikleri hadis sayısının 2000'den fazla olduğunu söyler (el-lhkam, II, 5). Şu halde İslâm hukukçularının hadisleri kabul ve red hususunda dayandıkları birtakım gerekçeleri olmalıdır. İslâm hukukçuları ve hukuk ekolleri, haber-i vâhidin kabulü ve onunla amel edilmesi konusunda bulundukları çevreye, sahip oldukları hukukî anlayışa veya hukuk mantığına göre çeşitli şartlar ileri sürmüş ve bu yönde birtakım prensipler ortaya koymuşlardır. Bununla birlikte hukuk ekolleri şu durumlarda haber-i vâhidin reddedilmesi gerektiği görüşünde birleşirler: 1. Aklın muktezâsına aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez; çünkü şer' aklın mümkün gördüğü şeyleri getirir. 2. Kitap ve mütevâtir sünnetin muktezâsına, birinin ispat ettiğini diğeri nefyedecek biçimde aykırı olan haber-i vâhid kabul edilmez; zira bu durum onun ya mensuh ya da asılsız olduğunu gösterir. 3. İcmâa aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih iken aksi yönde ümmetin icmâ etmesi câiz değildir. 4. Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi sadece bir kişinin rivayet etmesi veya tevâtür ehlince rivayet edilecek türden bir olayı bir kişinin rivayet etmesi makbul değildir. Hanefî usulcüleri, haber-i vâhidle amel konusunda katılmadıkları iki uç görüşü ve kendilerinin bu ikisi arasında orta yolu bulduklarını şöyle ifade etmişlerdir: "Âhâd haberleri toptan reddeden hücceti iptal etmiş ve şüphe ile amel etmiş olur. Bu şüphe de kıyas ve hüccet olmayan 'istishâbü'l-hâl'dir. Kitaba muhalif haber-i vâ-



hidlerle amel eden ve bu haberlerle neshi câiz görenler ise yakini iptal etmişlerdir. En doğrusu, âlimlerimizin bunlardan her birini yerli yerine koyan görüşüdür". Haber-i vâhidin yerli yerine konması da şöyledir: Haber-i vâhidin kitaba nisbetle üç türlü durumu olup a) Kitaba uygunsa kabul edilir; b) Kitaba aykırı ise reddedilir; c) Kitapta olmayan bir husus içeriyorsa neshe varmayacak bir tarzda amel edilir. Serahsî buna bağlı olarak bid'atlann ve keyfî görüşlerin, haber-i vâhidlerin kitap ve meşhur sünnete arzedilmemesinden kaynaklandığını belirtir (el-üşûl, I, 367368). Hanefî usulcüleri haberlerde biri maddî (zâhir), diğeri mânevî (bâtın) olmak üzere iki çeşit kopukluğun (inkıta) varlığından bahsetmişlerdir. Maddî inkıtâın şümulüne genel anlamda mürsel hadisler girmektedir. Hanefîler, prensip olarak hadislerin senedindeki maddî inkıtâa fazla önem vermemişlerdir. İmam Şâfiî ve Şâfıî usulcüleri, özellikle senedin sıhhatine ve muttasıl olmasına aşırı önem verdikleri için bazı istisnalar hariç mürsel hadislerle amel etmemişlerdir. Bu tavır, Ebû Hanîfe ile Şâfıî'nin hadis anlayışları arasındaki temel farklardan birini teşkil etmektedir. Mâlikî ekolünde, senedi sahih olan haber-i vâhidle amel için sadece Medine ehlinin ameline aykırı olmama şartı öne sürülmüş, Hanbelî ekolünde ise senedin sıhhati dışında herhangi bir şart koşulmamıştır. Bu bakımdan Mâlikî ve Hanbelî ekolleri prensip olarak mürsel haberle amel etmişlerdir. Mânevî inkıtâ (anlam kopukluğu), haberin kendisinden daha kuvvetli bir delile muarız olması ya da râvideki bir kusur sebebiyle meydana gelir ve muâraza sebebiyle inkıtâ, râvideki kusur sebebiyle inkıtâ olmak üzere iki kısma ayrılır. Râvideki kusur sebebiyle inkıtâ mestûr, fâsık, akıllı çocuk, ma'tûh, müsâhil ve sâhibü'l-hevânın rivayet ettiği haberler açısından söz konusu edilmiştir (bk. R Â V İ ) . Daha kuvvetli bir delille muâraza sebebiyle olan mânevî inkıtâ ise genelde haber-i vâhidin kitaba ve mâruf sünnete (usul) aykırı olması, umûmü'l-belvâda vârit olması ve aralarında tartıştıkları bir konuyu ilgilendirdiği halde ashabın ihticâc etmemiş bulunması durumlarında söz konusudur. Haberin hükmünün sübûtuna engel olan bu durumlarda haber-i vâhid hükümden düşer ve reddedilir. Ancak bu red, her zaman hadisin tamamen amelden düşürü-



lerek terkedilmesi anlamına gelmez. Haberle kitap arasının telif edilebildiği durumlarda bu nevi haber-i vâhidlerle kitaptaki hükmün aslını değiştirmeyecek tarzda kitabın hükmü kadar kuvvetli olmayan bazı hükümler ispat edilmektedir. Haber-i vâhidin kitaba ve mâruf sünnete muhalif olması durumunda reddedilmesi, onun kendinden üstün şeyler karşısında düşük ayarlı (müzeyyef) bir konuma düştüğü gerekçesiyledir. Hanefîler'in bu yaklaşımı haber-i vâhidlerin kitaba arzı meselesiyle yakından ilgilidir. Resûl-i Ekrem'in hadisler konusunda dikkatli davranmayı öğütleyen bazı sözleri ve Hz. Ömer, Hz. Ali gibi ileri gelen bazı sahâbîlerin hadis rivayeti konusundaki titizliği arz prensibinin zeminini oluşturur. Haber-i vâhidin kitaba arzı ve kitaba aykırı olanlarla amel edilmemesi yönünde sahabenin bazı uygulamaları bulunmakla birlikte bu düşünceyi sistemleştirip kıstas ve prensip haline getirenler Hanefî hukukçularıdır. Nitekim Ebû Yûsuf, Kur'an ve mâruf sünnetin imam ve önder yapılıp bu ikisine tâbi olunmasını, Kur'an ve Sünnetteki açık olmayan şeylerin de bu ikisine kıyas edilmesini önermektedir. Dolayısıyla haber-i vâhidin kitap karşısındaki konumu sözüyle aynı zamanda mâruf haber karşısındaki konumu da kastedilmiş olmaktadır. Cessâs, "Size rabbinizden indirilenlere uyun" (el-A'râf 7/3) meâlindeki âyetin her hâlükârda Kur'an'a uymanın vücûbuna ve Kur'an'ın hükmüne âhâd haberlerle itirazın câiz olmadığına delâlet ettiğini söylemiş ve bunu şu şekilde açıklamıştır: "Kitaba uyma emri tenzil nassı ile sabit olmuştur; haber-i vâhidin kabulü ise böyle değildir. Bundan dolayı Kur'an'ın haber-i vâhid sebebiyle terkedilmesi câiz olmaz. Çünkü kitaba uymanın lüzumu bilgi gerektiren bir yolla sabit olduğu halde haber-i vâhid sadece amel etmeyi gerektirir. Dolayısıyla kitabın haber-i vâhid sebebiyle terkedilmesi ve haber-i vâhidle kitaba itiraz edilmesi câiz değildir. Bu da âlimlerimizin haber-i vâhidlerde kitaba muhalefet edenin sözünün makbul olmayacağı şeklindeki görüşünün sahih olduğunu gösterir" (Ahkâmü'l-Kur'ân,



IV, 2 0 1 ) " . C e s s â s , "Pey-



gamber size ne verirse onu alın" ( e l Haşr 59/7) meâlindeki âyetten hareketle haber-i vâhidlerin kitaba arzının gerekmediğini ileri sürenlere karşı da arz prensibinin, Resûl-i Ekrem'in söylemiş oldu359



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD ğuna yaMnî kanaat getirmedikleri haberler (âhâd haberler) hakkında geçerli bulunduğunu, bir hüküm getirme hususunda sünnetin de tıpkı Kur'an gibi olduğunu, bu sebeple de tevâtür yoluyla sabit olan haberlerle kitabın birbirini tahsis ve neshinin câiz bulunduğunu söyleyerek cevap vermiştir (a.g.e., IV, 201).



Hanefî usulcülerinin haber-i vâhidin kitaba arzı konusundaki bir dayanağı da -hadisçiler tarafından sened ve muhteva yönünden tenkit edilen-, "Benden sonra hadisler çoğalacak; siz bunları Allah'ın kitabına arzedin, ona uygun olanları alın, aykırı olanları reddedin" meâlindeki hadistir ( E b û Y û s u f , s. 25; Ş â f i î , s. 224; E b û A l i e ş - Ş â ş î , s. 280; İ b n H a z m , II, 76-82, 198; S e r a h s î , I, 3 6 5 ) .



Şafiî'nin, haber-i vâhidin kitaba arzediimesinin gerekli olmadığına dair birçok gerekçesi yanında, özellikle bir haberin hem kitaba muhalif olup hem de sıhhat şartlarını kendinde toplamasının mümkün olamayacağını söylediğini belirtmek gerekir. Buna göre bir haber sıhhat şartlarını taşıyorsa sahihtir, dolayısıyla onu kitaba arzetmeye gerek yoktur; sıhhat şartlarını taşımıyorsa sahih değildir ve kitaba arzedilmesine yine gerek yoktur. Haber-i vâhidin umûmü'l-belvâ bir konuda vârit olması ve sahâbe tarafından nazarı itibara alınmamış bulunması durumlarında reddedilmesi ise haber-i vâhidin, kasten ya da gafleten yalan töhmeti var sayımıyla düşük ayarlı sayılacağı veya -daha olumlu bir yaklaşımlasıhhat bakımından kendisinden daha kuvvetli bir hadise muarız olması sebebiyle zayıf sayılması anlamını taşır. Hanefîler, usulcülerin çoğunluğundan farklı olarak umûmü'l-belvâda vârit olan haberi mânen münkatı' sayarak ihticâca uygun görmemişlerdir. Umûmü'l-belvâ, genel olarak bütün toplumu ilgilendiren ve herkesin karşı karşıya kalıp hükmünü bilmeye gerek duyacağı var sayılan hususlardır. Her ne kadar bazı usulcüler Ebû Hanîfe'ye nisbet etse de (Cüveynî, 1,665) umûmü'l-belvâda vârit olan haber-i vâhidle amel edilmeyeceği görüşü, ilk Hanefî imamlarından bu yönde sarih bir açıklama bulunmadığı halde Hanefî usulcülerinden Ebü'l-Hasan el-Kerhî tarafından ortaya atılmış ve sonraki Hanefî usulcüleri tarafından yaygın biçimde kabul görerek ekolün görüşü haline gelmiştir. Kerhî'nin öğrencilerinden olan Ebû Ali eş-Şâşî, bu konuyu "Haber-i vâhidin zâ-



hire muhalif olması" başlığı altında ele alarak (et-üşûl, s. 284, 384) böyle bir haberle amel edilmeyeceğini ileri sürmüş ve haberin zâhire muhalefet şekillerinden biri olarak da I. ve II. yüzyıllarda belvânın umumi olduğu konularda haberin yaygınlık kazanmamasını göstermiştir. Çünkü bu dönemde yaşayanlar sünnete uyma hususunda kusurla itham edilemeyeceklerine göre şiddetli ihtiyaç ve umûmü'I-belvâya rağmen haberin yaygınlık kazanmaması onun sahih olmadığını gösterir. Şâşî'nin, "Umûmü'l-belvâda vârit olan haber-i vâhidin terkedilmesi, haberin re'y ve kıyas sebebiyle reddedilmesi değil aksine tutunacağımız hadislerin tercihidir" (a.g.e., s. 385) şeklindeki değerlendirmesi de haberin umûmü'l-belvâda vârit olması ile kitaba aykırı bulunmasının hadisin reddi açısından eşit sebepler olmadığını göstermektedir. Kitaba aykırı haber telif imkânı yoksa doğrudan reddedilir; bu konuda başka haberlerin desteğine ihtiyaç yoktur. Halbuki umûmü'lbelvâda vârit olan haber reddedilirken o konuda çoğunlukla başka haberlerin desteğine ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer Hanefî usulcülerinin umûmü'lbelvâda vârit olmuş haber-i vâhidi red için öne sürdükleri gerekçe şudur; Hz. Peygamber ihtiyaç duydukları şeyleri insanlara açıklamakla emrolunmuş ve onlara kendilerinden sonra ihtiyaç duyulacak şeyleri nakletmelerini emretmiştir. Olay, belvânın umumi olduğu bir konu ise Resûl-i Ekrem'in bunu herkese açıklaması, ashabın da bunu yaygın olarak öğrenip nakletmesi kuraldır. Onlardan yaygın nakil olmadığına göre haber unutulmuş veya neshedilmiştir. Nitekim haberin halef arasında ortaya çıktığı andan itibaren nasıl yaygınlık kazandığı görülmektedir. Bu bakımdan eğer öncekiler arasında da sabit olsaydı yaygınlaşırdı ve bir kişi onu tek başına nakletmezdi. Hadisenin yaygınlığına rağmen hadisin şâz kalması güvenilmezlik ve inkıtâ bulunduğunu gösterir. Çünkü cinsel organa dokunma meselesinde olduğu gibi eğer dokunmakla abdest bozulsaydı, birçok insanın bilmeden namazlarının bâtıl olmaması için Hz. Peygamber bunu birkaç kişiye söylemekle yetinmeyip yaygınlık kazanmasını sağlamak için tevâtür veya şöhretin gerçekleşeceği sayıdaki kişilere bildirip ona yaygınlık kazandırırdı. Kur'an'ın naklinin mütevâtir olması, bey', nikâh, talâk vb. hususlarla ilgili haberlerin yay-



gınlık kazanması bundan dolayıdır. Böyle bir haber eğer yaygınlık kazanmamışsa söz konusu hüküm unutulmuş ya da neshedilmiştir ve haberde bir güvenilmezlik ve inkıtâ var demektir. Nitekim Râfızîler'in, Hz. Ali'nin imâmeti hususunda nas bulunduğu iddialarını içeren sözleri de bu gerekçeyle reddedilir. Çünkü imâmet işi herkesin ilgilenmesi sebebiyle belvânın umumi olduğu bir konudur. Böyle bir nas sabit olsaydı yaygın şekilde nakledilirdi. Hanefîler'in umûmü'l-belvâ gerekçesiyle amel etmedikleri hadisler arasında, Resûl-i Ekrem'in namaza besmele ile başladığı haberiyle (Tirmizî, "Şalât, 67) onun rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini omuz hizasına kadar kaldırıp tekbir aldığına dair haber de (Buhârî, "Ezân", 84) gösterilmektedir. Diğer mezheplere mensup usulcülerin çoğunluğuna göre, bir haberin umûmü'lbelvâda vârit olması o haberin hüccet sayılmasına engel teşkil etmez ve böyle olan haber-i vâhidler makbuldür. Çünkü âdil kişinin naklettiği doğruluğu mümkün olan her haberin tasdik edilmesi gerekir. Meselâ cinsel organa dokunmakla ilgili hadisi âdil bir kişi nakletmiştir ve doğru söylemiş olması mümkündür. Bu haberin asılsız, nakleden kişinin de yalancı olduğu kesinlikle söylenemez. Ancak bir kişi, meselâ bir valinin pazarda öldürülmesi, bir vezirin azli, cuma günü camide cuma namazı kılınmasına engel teşkil eden bir olayın meydana gelmesi veya güneş tutulması yahut büyük bir yıldızın düşmesi gibi yaygınlık kazanmaması âdeten imkânsız olan bir şey naklederse durum değişir. Çünkü bütün bu olaylar hemen yaygınlık kazanacak türde olaylardır ve bunların gizli kalması mümkün değildir. Aynı şekilde Kur'an hakkında da haber-i vâhid kabul edilemez. Hz. Peygamber'in Kur'an'ı yaymakla mükellef olduğu ve herkese duyurmaya itina gösterdiği bilinmektedir. Esasen Kur'an'ın yaygınlık kazanmasına ve nakline dair çok güçlü sebepler vardır. Zira Kur'an dinin aslıdır; bir sûreyi veya bir âyeti tek başına rivayet eden kişi kesinlikle yalancıdır. Usulcülerin çoğunluğu, prensip olarak bu konuda Hanefîler'e oldukça yakın bir görüşe sahip olmakla beraber bunlar umûmü'l-belvâ sayılabilecek meselelerin tayininde farklı görüş ortaya koymaktadırlar (bk. UMÛMÜ'l-BELVÂ). İbn Rüşd'ün, umûmü'l-belvâ ile Medine ehlinin amelinin aynı cinsten olduğuna işaret etmesi



360



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD (Bidâyetü'l-müctehid, I, 137, 190), İ m a m



Mâlik'in Medine ehlinin ameline uymayan hadisleri reddetmesinin arkasında Hanefîler'in mânevî inkıtâ anlayışına benzer bir hukuk mantığının yattığı şeklinde bir açıklamayı da mümkün kılmaktadır. Bir haber, ihtiva ettiği hüküm bakımından sahâbe döneminde tartışma konusu edilen bir meseleyle ilgili olduğu halde sahâbe arasında o haberi gerekçe gösteren bulunmamışsa bu durum, söz konusu haberin sonraki râvilerin yanılgısından kaynaklandığı, mensuh ve netice itibariyle de düşük ayarlı olduğu anlamına gelir. Çünkü sahâbe dinin naklinin ilk halkasını teşkil eder. Bu sebeple onların bildikleri bir şeyi sakladıkları ya da hücceti terkedip hüccet olmayan bir şeye dayandıkları düşünülemez (Serahsî, 1, 369). Râvinin rivayet ettiği habere aykırı fetva vermesi veya aykırı davranması durumunda Hanefî usulcülerine göre o haberle amel edilmezken diğer mezheplere mensup usulcüler, bunun hiçbir etkisi olmayacağını ve haberle amel edileceğini ileri sürmüşlerdir. Kerhî, şeyhin bir hadisi unutmasının o hadisi boşa çıkaracağını söylemiş, şeyh hadisle amel etmeyince şeyhin fer'i olan râvi de o hadisle amel edemez şeklinde mantık yürütmüştür. Haber-i Vâhidin Kitap Karşısındaki Ko-



numu. Haber-i vâhidin kitap karşısındaki konumu -haber-i vâhidin kitabın umum ve zâhiriyle husus ve mutlakına aykırı olması durumunda- genellikle "Haber-i vâhidle tahsis" ve "Nas üzerine ziyade" başlıkları altında ele alınmış ve nesh açısından değerlendirilmiştir. Usulcülerin çoğunluğu haber-i vâhidle tahsisin câiz olduğunu söylerken Hanefiler bunu prensip olarak reddetmiş, fakat bazı kayıtlarla mümkün olabileceğini söylemişlerdir ( C e s s â s , el-Fuşûl fı'lu ş û l , 1, 142-207; Ş î r â z î , s. 132-135). Ha-



ber-i vâhidle tahsis konusunda Hanefîler ile cumhur arasındaki görüş farklılığı, bir ölçüde haber-i vâhide atfedilen değerle ilgili görülebilse de aslında ekollerin âmmın delâletinin kesin olup olmadığı yönündeki kanaatleriyle ve tahsise yükledikleri anlamla ilgilidir. Hanefî usulcülerinin çoğunluğuna göre âmmın delâleti kesindir ve tahsis nesih konumundadır. Çoğunluğu teşkil eden diğer usulcülere göre ise âmmın fertlerine delâleti zannîdir ve tahsis nesihteki gibi hükmün kaldırılması değil beyandır (bk. ÂM; NESİH; TAHSİS).



Hanefıler'e göre kitabın hâs, âm, nas ve zâhiri yakin ifade eden yolla sabit olduğu ve haber-i vâhidin Hz. Peygamber'e ulaşmasında şüphe bulunduğu için haber-i vâhidle tahsis ve neshedilemez. Diğer bir ifadeyle yakın ile sabit olan bir hususun şüphe taşıyan bir şey karşılığında terkedilmesi câiz değildir. Kitaba aykırı haber-i vâhidin ifade ettiği mâna bakımından nas olması dikkate alınmaz; çünkü metin asıi, mâna ise fer'dir. Kitabın metni, sübûtunda şüphe bulunmaması sebebiyle sünnetin metninden üstündür. Bundan dolayı mânaya gitmeden önce metnin sübûtu açısından tercih yapmak gereklidir. Bunun için haber-i vâhidin kitabı neshi söz konusu edilemez. Ancak haber-i vâhid, ameli gerektirdiği için kitapta açıkça belirtilmeyen bir hususta aralarında nesih söz konusu olmayacak şekilde kabul edilip onunla amel edilebilir. Meselâ namazda kıraat, "Kolayınıza geleni okuyun" (el-Müzzemmil 73/20) âyetiyle farz kılınmıştır. Namazda özellikle Fâtiha'nın okunmasını öneren, "Fâtiha'yı okumayanın namazı yoktur" (bk. Tirmizî, "Şalât", 69) meâlindeki hadis ise haber-i vâhiddir ve âyet üzerine bir ziyade içermektedir. Nas üzerine ziyade ise nesih olup haber-i vâhid ile câiz olmaz. Hanefîler bu durumda, söz konusu haber-i vâhidle Kur'an'daki hükmü tamamlayıcı bir tarzda amel edilebileceğini söylemişler ve namazda Fâtiha okumanın hükmünü -âyetin farziyet hükmüyle çelişmeyecek ve onu tamamlayacak biçimde- vâcip olarak belirlemişlerdir. Bunun anlamı Fâtiha terkedildiği zaman namazın aslına bir zarar gelmemesidir. Kitabın hâs ve nas ifadeleri delâlet ettikleri anlam (medlul) hususunda kesin oldukları için zannî olan haber-i vâhid yüzünden terkedilmeyeceği, aksine haber-i vâhidin terkedileceği açıksa da haber-i vâhidin kitabın âm ve zâhiri karşısındaki durumu tartışmalıdır. Umum ve zâhirin yakin değil zan ifade ettiğini savunan usulcülerin çoğunluğuna ve bu görüşe katılan bazı Semerkantlı Hanefî âlimlerine göre kitabın umumunun haber-i vâhidle tahsisi ve kitabın zâhirinin haber-i vâhidle teâruzu câizdir. Bu şekilde hem kitap hem de haberle amel edilmiş olunur. Şâfıî'ye göre umumun delâleti kesin olmayıp ihtimalli olduğundan ilmi değil ameli gerektirmektedir. Kitabın âm ve zâhirini kati sayan Hanefıler'e göre kitaba muârız olan haber-i



vâhide itibar edilmez. Çünkü kitap kati, haber ise zannîdir. Dolayısıyla zannî olan haberle kitap neshedilmez ve ona ziyade yapılmaz. Meselâ Hanefîler'e göre, kesildiği sırada kasten besmele çekilmeyen hayvanın yenilmesi câiz değildir. Bu konuda, "Kesilirken Allah'ın adı anılmayan şeyleri yemeyin" (el-En'âm 6/121) meâlindeki âyeti esas almışlar ve aksi yönde vârit olan, "Keserken Allah'ın adını ansın veya anmasın müslümanın kestiği helâldir" (Zeylaî, IV, 183) hadisini ve benzeri hadisleri bu âyetin umumunu tahsis edecek kuvvette görmemişlerdir. ŞâfıîIer'e göre ise hayvanı keserken besmele çekmek sünnettir ve kasten besmelesiz kesilen hayvanın yenilmesi helâldir. Şâfıîler bu konudaki hadislerin âyeti tahsis ettiği kanaatindedirler. Haber-i vâhidle kitap üzerine ziyade, müstakil bir ziyade olmayıp mevcut nassa bir cüz veya şart ziyadesi mahiyetinde ya da mefhûm-i muhâlefeti kaldıracak mahiyetteki ziyadedir. Nas üzerine ziyade konusu, haber-i vâhidle kitabın hâssı ve özellikle mutlakı arasında çatışma bulunması durumunda söz konusu olur. Hanefîler, mutlakla amel imkânı varken ona haber-i vâhidle ziyade yapılamayacağı görüşündedirler. Meselâ abdest âyetindeki yıkama ve mesh bilinen bir fiile mahsus lafızlardır. Bundan dolayı abdestin cevazını niyet ve besmeleyle ilişkili kılmak hâs lafızla amel etmemek anlamına gelir. Hanefîler nas üzerine yapılacak bu nevi bir ziyadenin neshedildiği, Şâfıîler ise neshedilmediği görüşündedirler. Ayrıca Hanefîler, hükmün vasfının neshini de nesih çeşitleri arasında sayıp bunu nassa ziyade olarak yorumlarken Şâfiî, hükmün vasfının neshinin ammın tahsisi kabilinden olduğunu ileri sürmüş ve hükmün vasfının haber-i vâhid ve kıyasla neshedilebileceği görüşünü benimsemiştir. Hanefîler'Ie cumhur arasındaki bu görüş ayrılığının sonucu abdestte niyet, besmele, tertip ve peşpeşelikle (muvâiât) celde cezasına sürgün ilâvesi, şahid ve yeminle hüküm, tavafın cevazının tahâret şartıyla, rükû ve secdenin cevazının "tuma'nine" ve ta'dîl-i erkân şartıyla kayıtlanması gibi meselelerde kendini göstermektedir. Bazı zâhirîler hariç tutulursa usulcülerin çoğunluğu, haber-i vâhidle âyetin veya mütevâtir haberin neshinin aklen câiz olsa bile şer'an imkânsız olduğu görüşündedirler. Şâfiî, mütevâtir ve âhâd 361



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABER-İ VÂHİD arasında ayırım yapmaksızın ikisiyle de Kur'an'ın neshedilemeyeceğini, İbn Hazm ise yine aralarında ayırım yapmaksızın her ikisiyle de neshedilebileceğini savunmuştur ( E b ü ' l - H ü s e y i n e l - B a s r î , 1, 398400; İ b n H a z m , IV, 107-114; Ş î r â z î , s. 264-265; K e l v e z â n î , II, 382-384; III, 150). Haber-i Vâhid - Kıyas Çatışması. H a -



ber-i vâhid kıyasa (kıyâsü'I-usûl) aykırı olduğunda hangisine öncelik verileceği hususu usulcüler arasında tartışmalıdır. Bu konuda mezhep imamlarının kanaatlerine ilişkin nisbetler ve değerlendirmeler farklı ise de haberin kıyasa takdim edileceği görüşü çoğunlukla Ebû Hanîfe, Şâfıî ve Ahmed'e, kıyasın habere takdim edileceği görüşü de Mâlik'e ve bazı Mâlikî usulcülerine nisbet edilmektedir. Sicistânî ve Pezdevî gibi birçok Hanefî usulcüsü haber-i vâhidin kıyasa takdim edileceği görüşünü Hanefîler'e, kıyasın haber-i vâhide tercih edileceği görüşünü de Mâlik ve Şâfıî'ye nisbet etmiştir (Sic i s t â n î , s. 149; P e z d e v î , III, 6 9 6 ) . Mâlikî



usulcüsü Karâfî ise muhtemelen Fahreddin er-Râzî'yi taklitle kıyasın haber-i vâhide takdim edileceği görüşünü Mâlik'e nisbet ederek kendisi de bu görüşü benimsemiş ve bu konuda Hanefî ve Mâlikî mezhebinde iki görüş bulunduğuna işaret etmiştir (Şerhu Tenkihi'l-fuşûl, s.



problemi mâna rivayetiyle yakından ilgilidir. Bu iki konu arasındaki bağlantıdan hareketle râvinin fıkhını dikkate almayanların mâna rivayeti konusunda katı ve titiz oldukları söylenebilir. Nitekim Şâfıî'nin konuya ilişkin bazı ifadeleri, bir yönden mâna ile nakilde bulunmayı ağır şartlara bağladığı izlenimini, bir yönden de mâna ile nakilde bulunanlar için fıkıh şartını koştuğu izlenimini vermektedir (er-Risâle, s. 4 6 0 - 4 6 1 ) . Gazzâlî ise hadisi



mâna ile nakletmenin, hitabın vâki oluş yerlerini ve lafızların inceliklerini bilmeyen kişilere haram olduğunu söyledikten sonra istinbat ve anlama bakımından farklılık söz konusu olmayacak biçimde mâna ile nakil yapılabileceğini ve mâna rivayetinin bir nevi istidlalle değil kesin biçimde anlaşılan haberler için geçerli olduğunu belirtmektedir ki bu anlayış îsâ b. Ebân'ın anlayışından pek uzak değildir. Çünkü hadisin mâna ile naklini câiz görüp hadisin anlamını kavramak demek olan fıkhı şart koşmamak mâkul görünmemektedir. Aynı şekilde Mâlik'in bu şartı dikkate aldığı ifade edilmektedir. Kıyas-haber-i vâhid çatışmasında râvinin fakihliği şartının kıyasın takdim edilmesini gerektirip gerektirmeyeceği konusu, gerek mezhepler arasında gerekse Hanefî mezhebi içerisinde tartışmalı olsa da iki haber-i vâhid arasında çatışma olduğunda râvisi fakih olanın haberinin tercih edileceği genelde kabul



387-388). İbn Hazm, kıyasın haber-i vâhide tercih edileceği görüşünü Mâlikî usulcülerinden Ebü'l-Ferec el-Kâdî ve edilmektedir ( K a r â f î , s. 3 6 9 - 3 7 0 ) . Ebû Bekir el-Ebherî'ye nisbet etmiş, bu Kerhî'nin yaklaşımını esas alan diğer ikisinden önce bu görüşte olan birini duymadığını söylemiştir (el-lhkâm, VII, bir grup Hanefî usulcüsü ise râvinin adâlet ve zabt sahibi olması ve rivayetinin 54; a y r ı c a bk. H a t î b e l - B a ğ d â d î , I, 133). kitap ve mâruf sünnete aykırı olmaması Klasik dönem Şâfıî-Mu'tezilî usulcüleşartıyla haber-i vâhidin kıyasa takdim rinden Ebü'l-Hüseyin el-Basrî, haber-i edileceği görüşünü benimsemiştir. Bu vâhid-kıyas çatışmasında tercih yolunun grupta yer alan Serahsî, "Kıyastaki ihtiictihad olduğunu, kıyasın emâresinin râmal ve şüphe haber-i vâhide göre daha vinin adâletinden kuvvetli olduğuna kafazla ve belirgin olduğu, dolayısıyla da kınaat getirilmesi durumunda kıyasa giyas haber-i vâhidin altında bulunduğu dileceğini; ikinci kuşak Hanefî fakihi îsâ halde kıyasla amel etmek gerekiyorsa b. Ebân da râvisi zabt sahibi ve fakih haber-i vâhidle öncelikle amel etmek olan haberin kıyasa takdim edilmesi gegerekir ve haber-i vâhidi bırakıp kıyasa rektiğini, böyle olmaması durumunda tergitmek tutarlı değildir. Hakkında nas bucihin içtihada kalacağını ileri sürmektelunmayan konularda kıyasla amel sahâdirler. benin ittifakıyla sabittir. Haber-i vâhid ise kıyastan daha kuvvetlidir. Çünkü haîsâ b. Ebân'm yaklaşımını esas alan ber-i vâhidle amel edildiğinde Hz. PeyEbû Zeyd ed-Debûsî gibi birçok Hanefî gamber'in sözüyle amel edilmiş olunusulcüsü, haber-i vâhid-kıyas çatışmasımaktadır. Şu var ki haber-i vâhidde şüpnı genelde râvinin fakihliği konusuyla birhe vardır ve bu şüphe onun Resûl-i Eklikte ele alarak fakih râvinin haberinin kırem'e ulaşması yolundadır. Kıyastaki şüpyasa uygun olsun aykırı olsun kabul edilehe ve ihtimal ise kendisiyle amel edilen ceğini, fakih olmayan râvinin ise sadece anlamdadır. Gerek kıyasla gerekse hakıyasa uygun rivayetinin benimseneceber-i vâhidle amelin yolu galip re'y olduğini öne sürmüşlerdir. Râvinin fakihliği



ğuna göre kıyasla amelin câizliği haber-i vâhidle amelin evlâ olduğuna delildir" diyerek hem haber-i vâhidle amelin gerekliliğini kıyasla amelin gerekliliğine dayandırmakta, hem de çatışma durumunda haber-i vâhidin kıyasa takdim edileceğini ifade etmektedir (el-Uşûl, 1, 3 2 7 - 3 2 8 ) .



Aralarındaki çatışma biri diğerinin tahsis edilmesini gerektirecek biçimde ise haber-i vâhidle kıyasın tahsis yoluyla uzlaştırılması mümkündür. Asıl tartışma ikisinin birbirine bütünüyle aykırı olması durumundadır. Bu noktada haberle teâruz edecek kıyasın ne tür bir kıyas olduğunun tesbiti önem kazanmaktadır. Usulcülerin bu yöndeki beyanlarında tam bir açıklık yoktur. Fahreddin er-Râzî, kıyas işleminin yapılabilmesi için aslın hükmünün sabit ve bu hükmün bir illetle muallel olması, bu illetin fer'de bulunması gerektiğine işaret ettikten sonra haberle teâruz eden kıyasın çerçevesini çizmeye çalışır. Buna göre bu üç hususun ya hepsi kati ya hepsi zannî ya da bir kısmı kati bir kısmı zannî olur. Birinci durumda kıyasın habere takdim edileceğinde, ikinci durumda da haberin kıyasa takdim edileceğinde pek ihtilâf yoktur. Üçüncü durumun ise birçok kısmı olabilir. Bunlardan biri, asıldaki hükmün sübût delilinin kati olup bu hükmün illetinin şu veya bu illet olmasının ve bu illetin fer'de bulunmasının zannî olması durumudur ki haber-i vâhid-kıyas çatışmasında kastedilen bu gibi durumlardır. Bazı usulcüler de haberle kıyasın teâruzunun sadece illetin zannî bir asıldan istinbat edilmiş olması halinde gerçekleşeceğini söylemişlerdir ( h a b e r - i v â h i d i n kıyasa v e y a kıyasın h a b e r - i v â h i d e t e r c i h e d i l e c e ğ i g ö r ü ş ü n d e o l a n l a r ı n g e r e k ç e l e r i için bk. E b û S â l i h M a n s û r e s - S i c i s t â n î , s. 149; K a r â f î , s. 3 8 7 - 3 8 8 ; Ş e h â b e d d i n e z - Z e n c â n î , s. 363-364).



Mezhep imamları ve usulcülerinin haber-i vâhidleri kabul için öngördükleri şartların muhtevasına dayanılarak onların özelde haber-i vâhidlerin Kur'an ve sabit sünnet karşısındaki konumuna, genelde ise sünnetin teşrf politikasındaki yerine ilişkin kanaatlerine dair ipuçları yakalanabileceği söylenebilir. BİBLİYOGRAFYA : Ebû Yûsuf, er-Red 'ala Siyeri'l-Euzâ'ı, hire, ts., s. 2 4 - 2 5 , 3 1 ; Şafiî, 369-371,



383-384,



Ka-



er-Risâle,



401-461,



s. 2 2 4 ,



467-468,



469,



5 9 9 ; E b û Sâlih M a n s û r b . İ s h a k es-Sicistânî, el-



Gunye ft uşûli'l-fıkh el-Bûrnû),



(nşr. M . S ı d k î b. A h m e d



|baskı yeri yokl,



1 9 8 9 , s. 2 8 ,



112-118, 1 4 9 ; E b û Ali eş-Şâşî,



el-üşûl,



38,



Beyrut



1 9 8 2 , s. 2 3 , 2 9 - 3 3 , 1 3 1 , 2 8 0 , 2 8 4 , 3 8 4 , 3 8 5 ;



362



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ EYALETİ C e s s â s , Ahkâmü'l-Kufân h â v î ) , IV, 2 0 1 ; Uceyl C â s i m



a.mlf.,



Neşemi),



(nşr. M . S â d ı k K a m -



r



. . . .



el-Fuşûl fı'l-uşûl



(nşr.



HABERU'1-AHAD



Küveyt



142-



(bk. HABER-i VÂHİD).



1985,



I,



n ^



2 0 7 ; II, 3 7 ; III, 6 3 - 1 4 2 ; E b ü ' l - H ü s e y i n el-Basrî,



el-Mu'temed,



B e y r u t 1 9 8 3 , I, 3 9 8 - 4 0 0 ; II, 92-



1 3 3 ; İbn H a z m ,



el-İhkâm



(nşr. A h m e d



Şâkir),



B e y r u t 1 9 8 3 , I, 1 0 4 - 1 3 8 ; II, 5 , 7 6 - 8 2 , 1 9 8 ; IV, 1 0 7 - 1 1 4 ; VII, 5 4 ; ue'l-mütefakkih



Hatîb el-Bağdâdî,



(nşr.



İsmâil



rut 1 9 8 0 , I, 1 3 2 - 1 3 7 ; Bâcî, 3 3 0 - 3 4 8 ; Şîrâzî,



et-Tebşıra,



el-Fakih



ei-Ensârî),



Ihkâm s.



Bey-



r



.



HABEŞ EYALETİ Osmanlılar'ın, Doğu Afrika'da 1555'te kurdukları eyalet.



n



^



(Türkî), s.



132-135,



264-



XVI. yüzyıldaki en geniş sınırları Mısır hududundan Doğu Afrika'daki Mombadevî, Kenzü'l-oüşûl, İ s t a n b u l 1 3 0 7 , II, 6 9 5 ; III, sa'ya kadar uzanan ve bugünkü Sudan'ın 6 9 6 , 7 3 6 - 7 3 7 ; Serahsî, el-Uşûl, I, 2 3 8 - 2 7 9 , bir kısmı ile Cibuti, Eritre, Etiyopya ve So3 2 1 - 3 8 1 ; Gazzâlî, el-Müstaşfâ, I, 1 4 5 - 1 5 5 , mali'yi içine alan bu idarî bölge, Osman1 6 9 ; K e l v e z â n î , Temhld fi uşüli'l-fıkh (nşr. M ü fîd M . E b û A m ş e ) , C i d d e 1 9 8 5 , II, 3 8 2 - 3 8 4 ; III, lılar'ın Doğu Afrika'da ulaşabildikleri en 3 5 - 1 0 5 , 1 4 7 - 1 5 1 ; A h m e d b . Ali b . B u r h a n elson sınırlar olma özelliği gösterir. OsB a ğ d â d î , el-Vüşül ile'l-uşûl (nşr. A b d ü l h a m î d manlılar'ın stratejik önemi büyük olan A. E b û Z ü n e y d ) , R i y a d 1 9 8 3 - 8 4 , II, 1 5 0 - 1 5 2 , bu kesime yönelik ilgileri, 1517'de Mı156-181, 192-195; Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü'l-uşül, Bağdad 1987, II, 469, 471, sır'ın ele geçirilmesinden sonra başla6 3 3 - 6 3 5 , 6 5 5 , 1 0 1 1 - 1 0 1 6 ; İ b n R ü ş d , Bidâyemıştır. Söz konusu bölge, Hint Okyatü'l-müctehid, I, 1 3 7 , 1 9 0 ; a . m l f . , ed-Darürî fî nusu ile bilhassa Kızıldeniz sahillerini uşüli'l-fıkh (nşr. C e m â l e d d i n A l e v î ) , B e y r u t elinde bulunduran Osmanlılar için doğu ti1 9 9 4 , s . 7 0 - 7 2 ; F a h r e d d i n er-Râzî, el-Mahşûl, caretinin kontrolü açısından büyük önem 11/1, s. 5 0 7 - 5 6 1 , 6 1 9 - 6 2 6 ; İ b n K u d â m e . Rauzatü'n-rıâzır, s. 5 2 - 5 6 ; Zeylaî, Naşbü'r-râye taşıyordu. Bu sıralarda müstemlekeci [baskı yeri yok|, 1 3 9 3 / 1 9 7 3 (el-Mektebetü'l-lsbir güç olarak ortaya çıkan ve Habeşisl â m i y y e ) , IV, 1 8 3 ; Ş e h â b e d d i n e z - Z e n c â n î , Tat}tan'ı efsanevî kayıp hıristiyanların ülkesi rîcü'l-fürû' 'ale'l-uşûl (nşr. M . E d î b S â l i h ) , olarak gören Portekizliler, Habeş hükümB e y r u t 1 9 8 2 , s. 6 2 - 6 7 , 3 2 6 - 3 2 9 , 3 6 3 - 3 6 5 ; Karâfî, Şerhu Tenkihi'l-fuşûl fi'l-uşûl, K a h i r e darlarını çeşitli yollarla razı ederek sa1 9 7 3 , s. 3 5 6 - 3 5 8 , 3 6 9 - 3 7 0 , 3 7 2 - 3 7 3 , 3 8 7 hillerde bazı üsler kurmuşlar, doğu tica388; Hillî, Mebâdi'ü'l-uüşûl ilâ Hlmi'l-uşül retini ele geçirmeye çalışmışlar ve mis(nşr. A b d ü l h ü s e y i n M . Ali el-Bakkâl), T a h r a n yoner teşkilâtlarıyla Habeşistan'da Hıris1 4 0 4 , s. 2 0 3 - 2 1 2 ; A b d ü l a z î z e l - B u h â r î , Keşfü'lesrâr, II, 6 9 0 - 7 1 1 ; 111, 7 2 8 - 7 3 8 ; Ş â t ı b î , el-Mu- tiyanlığı desteklemeye başlamışlardı. HaVâfakât, III, 1 1 - 1 8 ; IV, 6 3 ; M o l l a H ü s r e v , Mir- beşistan topraklarında yaşayan müslü5âtü'l-uşûl (İzmirî, Hâşiyetü'l-Mifât İçinde), İsman topluluklar da buna karşı varlıklat a n b u l 1 3 3 9 , II, 2 1 9 ; İ b n ü ' n - N e c c â r , Şerhu'lrını sürdürme mücadelesi veriyorlardı. Keukebi'l-münîr (nşr. M u h a m m e d Z ü h e y l î 2 7 1 , 298-320, 3 2 6 - 3 3 0 ; Cüveynî,



el-Burhân,



I,



3 6 4 , 4 2 6 - 4 2 8 , 5 8 3 - 6 1 1 , 6 2 4 , 6 6 5 , 6 6 6 ; Pez-



Nezîh



Hammâd),



Dımaşk



1980,



11, 3 5 8 - 3 7 7 ;



Kızıldeniz'in her iki sahiline yerleştikten ve Yemen beylerbeyiliğini kurduktan sonra Osmanlılar Doğu Afrika'da cereH a s a n M . M a k b û l î e l - E h d e l ) , B e y r u t 1 9 8 6 , s. yan eden olaylarla daha yakından ilgilen1 0 1 - 1 1 0 ; Ali O s m a n K o ç k u z u , Riuâyet İlimlemeye başladılar. Osmanlı donanması rinde Haber-i Vahitlerin İtikat ue Teşri Yönlerinden Değeri, A n k a r a 1 9 8 0 ; R ı f a t Fevzî Ab- 1525'te Portekiziiler'in kurduğu üsleri dülmuttalib, Tevşîku's-sünne fi'l-karni'ş-şâortadan kaldırarak bütün bu sahilleri hâni'l-hicrî, K a h i r e 1 9 8 1 , s. 8 8 - 1 1 7 , 3 2 1 - 3 4 2 , kimiyeti altına aldı. Yemen beylerbeyi 3 9 1 - 4 1 3 ; A b d ü l k â d i r Şener, " i m a m Şâfıî'ye vasıtasıyla Güneydoğu Habeşistan'da hıG ö r e H a b e r - i V â h i d " , Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu 16-18 Eylül, ristiyan Habeş melikine karşı mücadele İ z m i r 1 9 8 5 , s. 2 8 7 - 2 9 2 ; İ s m a i l H a k k ı Ü n a l , eden müslüman Harar Emîri Ahmed elİmam Ebü Hanife'nin Hadis Anlayışı ue Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, A n k a r a 1 9 9 4 ; Mücâhid'e silâh yardımı yapıldı. Osmanlılar, Habeş vilâyetinin hâkimi olarak taHabil Nazlıgül, Şafiî'nin Hadis Kültüründeki Yeri ( D o k t o r a tezi, 1995), A ü S o s y a l B i l i m l e r nıdıkları Ahmed el-Mücâhid'i desteklerE n s t i t ü s ü ; S ü h e y r R e ş â d M i h e n n â , Haberü'l-uâken Portekizliler de Habeşistan melikine hid fi's-sünne ue eşeruhü fi'l-fıkhi'l-lslâmî, destek ve yardımda bulunuyorlardı. AhK a h i r e , t s . ( Ş ü r û k u ' l - K a h i r e ) ; M u h a m m e d Abdullah Üveyde, " İ h t i c â c ü ' ş - ş a h â b e b i - h a b e r i ' l med el-Mücâhid'in 1543'teki savaşta ölv â h i d " , Dirâsât, X I I I / 1 , A m m a n 1 9 8 6 , s. 67dürülmesi Habeşistan'da İslâmiyet'in ya8 7 ; a.mlf., " e l - M e n h e c ü ' n - n e b e v î fî kabüli yılışını sekteye uğrattı. O sırada başka a h b â r i T - â h â d " , a.e., XII1/1 (1986), s. 8 9 - 1 0 3 ; yerlerde meşgul olan Osmanlılar bu meH. Y u n u s A p a y d ı n , " H a n e f i H u k u k ç u l a r ı n H a dis Karşısındaki Tavırlarının Bir Göstergesi sele ile ilgilenemediler. Ancak Portekiz O l a r a k M a ' n e v i i n k ı t a A n l a y ı ş ı " , ECI İlâhiyat tehlikesinin artması üzerine 1550'lerFakültesi Dergisi, sy. 8 , K a y s e r i 1 9 9 2 , s. 159den itibaren mücadele yeniden başladı. Pîrî Reis ve Şeydi Ali Reis idaresinde girişilen iki deniz harekâtı başarısızlıkla soH H . Y U N U S APAYDIN Teysîr, B e y r u t 1 9 8 3 , III, 8 1 - 1 0 1 ; E m î r e s - S a n ' â n î , Icâbetü's-sâ'il şerhu Buğyeti'l-'âmil (nşr. H ü s e y i n b . A h m e d e s - S e y â g i Emîr Pâdişâh,



nuçlandı. Osmanlı yönetimi hem doğu ticaretinin Portekiziiler'in eline geçmesini önlemek, hem de Habeşistan'da gelecekleri tehlike altında bulunan müslümanlara yardım etmek konusunda alınacak tedbirleri görüşmek üzere bölgeyi çok iyi tanıyan Yemen Beylerbeyi Özdemir Paşa'yı İstanbul'a çağırdı ( N i s a n 1 5 5 4 ) . Yapılan görüşmeler sonunda Özdemir Paşa Habeş seraskerliğine getirilerek sefere çıkmakla görevlendirildi. Mısır'a dönüp hazırlıklara başlayan Özdemir Paşa, asker temini konusunda büyük zorluklarla karşılaştığından harekâta ancak 155S ortalarında başlayabildi. Nil nehri vasıtasıyla güneyden Habeşistan'a ulaşmaya çalıştıysa da tabiat şartları buna izin vermediğinden geri dönmek zorunda kaldı. Durumu merkeze bildirerek öncelikle Habeş eyaletinin kurulmasını sağladı ve henüz tam olarak fethedilmediği halde 15 Şâban 962 (5 Temmuz 1555) tarihinde resmen kurulan Habeş beylerbeyiliğine getirildi. Maiyetindeki çoğu tüfekli 4-5000 askerle 1555 yılı sonbaharında harekâta başlayan Özdemir Paşa'nın ilk hedefi, Osmanlılar'ın 1520'lerden beri bir ticaret kolonisi bulundurdukları, Habeşistan'ın denizlerle bağlantısını sağlayan en önemli limanlardan biri olan Masavva' oldu. 2 Nisan 1557de Masavva' şehri alındıktan sonra yine önemli bir liman olan Arkiko (Harkiko) ele geçirildi. Masavva' Limanı'nı kontrol eden Dehiek ve ona bağlı adalar esasen Osmanlı hâkimiyetindeydi. Yemen beylerbeyiliğinden alınarak Habeş eyaletine bağlanan bu adalar askerî harekât sırasında önemli üs vazifesi gördü. Habeşistan sahillerini fiilen Osmanlı idaresine alan Özdemir Paşa harekâtının ikinci safhasında Tigre eyaletine yöneldi. Osmanlı ordusu 1558'de bölgeye hâkim oldu. Harekât sırasında Habeşliler'ce kutsal sayılan Debra-Damo'daki manastır tahrip edildi. Özdemir Paşa'nın kumandanlarından biri Buri yarımadasını fethetti. Debârvâ (Debaroa, Davâro) ve çevresi 1559'da Osmanlı hâkimiyetine alındı. Burada müstahkem bir kale, büyük bir cami ile birçok mescid inşa edildi ve ülkenin iç kesimlerine yapılacak askerî harekât için üs haline getirildi. Bölgede yaşayan pek çok hıristiyan ve putperest Habeşli İslâmiyet'i kabul etti. Özdemir Paşa buradan, kuzeydoğuda çok ârızalı ve sıcak bir bölge olan Becâ (Beja) kabilelerinin bulunduğu yöreleri de fethetmek üzere harekete geçti. Fakat iklim 363



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ EYALETİ şartlan ve arazinin durumu yüzünden pek çok askeri gibi kendisi de hastalandı. Harekâttan vazgeçilerek Debârvâ'ya dönüldüyse de Özdemir Paşa yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak burada vefat etti (1560). Bölge halkı ve askerleri üzerinde efsanevî bir nüfuza sahip olan Özdemir Paşa, Habeşistan Krallığı içindeki karışıklıklardan da faydalanarak beylerbeyliğinin sınırlarını genişletmiş ve bugünkü Eritre ile Etiyopya'nın kuzeybatı bölgesini ele geçirmişti. Özdemir Paşa'nın vefatı Osmanlı kuvvetleri arasında karışıklığa yol açtı. Eyalet başsız kaldı. İçeride duruma hâkim olan Habeşistan Krallığı'nın baskısının artması üzerine Osmanlılar'la onların müttefikleri olan yerliler, Tigre ve diğer bölgelerden sahile doğru çekilmeye başladılar. Habeş ordusu, Özdemir Paşa'nın müstahkem bir şehir haline getirdiği Debârvâ'yı ele geçirerek tahrip etti. Osmanlı kuvvetleri, Masavva' ve Arkiko'da tutunmaya çalışırken Özdemir Paşa'nın oğlu Osman Paşa Habeş eyaleti beylerbeyiliğine tayin edildi (1561). Babası ile birlikte bu ülkede bulunduğu için bölgeyi ve halkını iyi tanıyan Osman Paşa'nın tayini ordunun ve mahallî idarecilerin mâneviyatı üzerinde müsbet tesir yaptı. Osman Paşa, önce babasının zamanında ele geçirilen toprakları geri almak için harekete geçti. Debârvâ ve çevresini Ocak 1562'de tekrar Osmanlı hâkimiyetine aldı. Kendisine katlan Habeş kuvvetlerinin de yardımı ile Tigre topraklarında bulunan Enderta mevkiinde Habeşistan Kralı Minas'ı büyük bir yenilgiye uğrattı (20 Nisan 1562). Kısa sürede, babasının zamanında ele geçirilen toprakların tamamını geri aldığı gibi daha önce fethedilmemiş olan yerlerde de Osmanlı yönetimini tesis etti. Bu arada Habeş eyaletinin kuzeybatı taraflarında yaşayan ve Func Sultanlığı'na bağlı olan Arap kabileleri Osmanlı hâkimiyetini tanımayarak eyalet merkezi Sevâkin'i muhasara altına aldılar. Beylerbeyi Masavva'da bulunduğundan buraya müstakil bir sancak beyi gönderildi (1564). Bir emniyet ve idarî tedbir olarak beylerbeyinin merkezde bulunmadığı zamanlarda Func Arapları'nı takip ve kontrol etme görevi Sevâkin sancak beyine verildi. Az bir kuvvetle kısa zamanda eyalette hâkimiyeti sağlayan Osman Paşa'nın görev süresi 16 Ocak 1568'de sona erdi. Özdemiroğlu Osman Paşa'dan sonra Habeş eyaleti beylerbeyiliğine Hüseyin Paşa tayin edildi. Onun zamanında Ha-



beş eyaletinde bulunan Osmanlı kuvvetleri gerek asker gerekse top ve cephane bakımından desteklendi. Habeş Krallığı bu sırada güneydeki Galla kabileleriyle uğraşmaktaydı. Hüseyin Paşa'nın Habeş eyaletinde herhangi bir faaliyeti olmadı. Azledilince yerine İskender Paşa oğlu Ahmed Paşa getirildi (3 Aralık 1570). Bu esnada Mısır ve civarında hüküm süren kıtlık yüzünden Habeş eyaleti karışıklığa sürüklendi. Ahmed Paşa bütün gayretine rağmen askerin mevâcibi ve erzakı konusundaki şikâyetleri gideremedi. Kendi isteğiyle beylerbeyilikten ayrıldı ve yerine Rıdvan Paşa getirildi (2 Mart 1573). Bölgeyi iyi tanıyan Rıdvan Paşa'nın göreve başlar başlamaz ilk işi çeşitli sebeplerle mağdur edilen eyaletteki görevlilerin mağduriyetlerini gidermek oldu. Ulûfelerini alamayanların ulûfelerini ödedi. Erzak ve cephane temini için Yemen ve Mısır beylerbeyileri nezdinde teşebbüse geçti. Yemen'de İmam Mutahhar isyanının ortaya çıkardığı karışıklıklar yatıştırılıp sükûnet sağlandıktan sonra Habeş eyaletine geniş ölçüde yardım ve takviye yapılmaya başlandı. Aynı şekilde Mısır'dan da darpzen ve şakaloz topları istendi (BA, MD, nr. 24, s. 301). Rıdvan Paşa zamanında, Habeşistan ordusu tarafından 1574'te Debârvâ'ya ve Arkiko Limanı'na yönelik iki önemli askerî harekât geri püskürtüldü. Rıdvan Paşa'nın azlinden sonra tayin edilen Mustafa Paşa'nın zamanında herhangi önemli bir hadise olmadı. Onun vefatının ardından (1576) eyalet bir süre beylerbeyisiz kaldı. Mısır'ın güneyindeki Circe'nin sancak beyi olan Süleyman Bey Habeş eyaletine tayin edildiyse de görevi başına gitmediğinden azledilerek yerine kardeşi Ahmed Paşa getirildi (25 Haziran 1577). Ahmed Paşa, Rıdvan Paşa'nın ayrılmasından sonra elden çıkmış olan Debârvâ'yı tekrar geri aldı. Şehrin etrafına bir sur ve içine de bir beylerbeyilik sarayı inşa ettirdi. Civarda bulunan Hamâsen (Hammas), Râye, Aşele (Atşeme) gibi kabileleri itaat altına aldı. Ele geçirdiği Bûr, Hindiye (Hindibe), Matrer vilâyetlerini Habeş eyaletinin sancakları haline getirdi (Seyyid L o k m â n , vr. 83 a b ). Ayrıca merkezden izin alarak Habeşistan kralına karşı mücadele eden Yeşhak'ı ateşli silâhlarla destekledi. Habeş Kralı Şartsa Denge! Portekizlilerden yardım istedi. Aynı zamanda Yeşhak'ı "deniz eyaletleri hâkimi" (bahr-nagaş) olarak tanıdığını bildirip onu kendi tarafına çekmeye çalıştı. Yeşhak Osmanlılar'm kazanacağından emin ola-



rak bu teklifi reddetti. Fakat Portekizliler'den büyük yardım alan Habeş ordusu ateşli silâhlar bakımından Osmanlı ordusundan çok üstündü. Osmanlı kaynaklarında Ahmed Paşa Muharebesi olarak geçen (BA, KK, Ruûs, nr. 239, s. 121) meydan savaşı, Tigre toprakları üzerinde Addi Karro denilen yerde yapıldı (1579). Habeş Kralı Şartsa Dengel'in bizzat yönettiği Habeş ordusunun saldırısıyla başlayan savaş Osmanlılar'm yenilgisiyle sona erdi. Ahmed Paşa pek çok eyalet ileri gelenleriyle birlikte bu savaşta şehid oldu. Yeşhak da otuz kadar Türk süvarisiyle birlikte esir alındı ve öldürüldü. Debârvâ'yı ele geçiren Şartsa Dengel şehrin surlarıyla camisini yıktırdı. Sahile doğru çekilen Osmanlı kuvvetleri bazı yerlerde dar sahil şeridine sıkışıp kaldılar. Masavva' Kalesi'ni koruyan 100 askerden kırkı savaşta şehid düştüğü için şehir korumasız kaldı. 13 Aralık 1579'da Habeş beylerbeyi olan Hızır Paşa, kendi adamlarından başka 300 tüfekçi, 100 atlı ve bir miktar cephane temin ettikten sonra Yemen'den Bayram Bey idaresinde gelen 200 kişi ile birlikte Masavva' ve Arkiko'ya yönelik Habeş baskısını bertaraf ettiği gibi Arkiko'yu da kurtardı. Hızır Paşa'nın dirayetli idaresi sayesinde kısa zamanda Masavva' ve civarı Habeş kuvvetlerinden temizlendi. Debârvâ hariç diğer yerler tekrar ele geçirildi. Hızır Paşa, askerlerden ve aşiretlerden oluşturduğu 7000 kişilik bir kuvvetle kendisinden çok üstün bir Habeş ordusunu Debârvâ önlerinde yenerek Tigre bölgesini tekrar Osmanlı idaresine kattı. Bu başarısından dolayı beylerbeyilik üzerinde bırakıldığı gibi istediği hususların yerine getirilmesi için Mısır beylerbeyine emir verildi (BA, MD, nr. 48, s. 209, hk. 585). Bu sırada Habeş Kralı Şartsa Dengel'den karşılıklı görüşme konusunda ilk mektup geldi. Hızır Paşa'dan sonra Habeş eyaletine tayin edilen (21 Aralık 1582) Mustafa Paşa zamanında Habeşistan Krallığı ile diplomatik ilişki kuruldu. Kral Şartsa Dengel, ülkesinin bazı yerlerinde çıkan isyanları bastırmada Türk askerlerinden de faydalandı (Budge, II, 368-369). Fakat Habeş kralının askerini devamlı toplu halde tutması Mustafa Paşa'yı kuşkulandırdı. Nihayet bu dostluk 1589'da sona erdi. Mustafa Paşa'nın yerine Habeş beylerbeyiliğine getirilen Hüdâverdi Paşa zamanında saldırıya geçen Habeşistan kralı yenilgiye uğradı ve bir kısım adamları esir alındı. XVI. yüzyıl sonlarına doğru eyalette ciddi herhangi bir olay meydana gelmedi.



364



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ EYALETİ Habeş eyaletinin Osmanlı hareket ve malzeme merkezlerinden uzak oluşu yanında topraklarının genişliği askerî harekâtı güçleştirmekteydi. Eyalete asker veren başlıca kaynak Mısır'dı. Daha sonra Yemen eyaletinden de asker sağlandı. Fakat genelde her türlü ihtiyaç Mısır'dan temin ediliyordu. Eyaletin çeşitli yerlerinde kale ve garnizonlar kurulmuş olup bunların başında Sevâkin, Masavva' ve Debârvâ geliyordu. Habeş eyaleti sahillerini Portekizliler'e ve 1578'den sonra İspanyollar'a, Hollandalılara ve İngilizler'e karşı korumak için karakol hizmeti gören gemiler kullanılıyordu. Fakat eyaletten elde edilen gelirler bu kadar masrafı karşılayacak durumda değildi. Asker ve memurların maaşlarının zamanında ödenememesi idarede büyük bir zaafa yol açıyor, görevlerini yapmakta isteksizlik göstermelerine sebep oluyordu. Habeş eyaletinin en büyük gelir kaynağını Masavva', Sevâkin ve Beylül gibi limanlarda alınan gümrük gelirleri teşkil ediyordu. Bu limanlardan yapılan esir ve baharat ticareti önemli yer tutuyordu. 0 civarda bulunan bazı askerin ulûfesi baharattan alınan rüsûmdan ödeniyordu. Habeş iskelelerinin bir yıllık gümrük geliri yaklaşık 15.000 fılori civarında idi (BA, MD, nr. 42, s. 179, hk. 326). Genellikle iltizama verilen liman gelirleri hiçbir zaman eyaletin giderlerini karşılayacak seviyeye ulaşmadı. Habeş eyaleti sâlyâne ile idare edilmekteydi. Bu usulün uygulandığı yerlerde bütün gelirler defterdar tarafından toplanır, sâlyâne ve askerin ulûfesi eyalet gelirinden ödenirdi. İlk beylerbeyi Özdemir Paşa'ya beylerbeyilik sâlyânesi olarak on dört defa 100.000 (1.400.000) akçe ödenmesi kararlaştırılmıştı. Bu para Mısır eyaleti hazinesinden verilecekti (BA, KK, Ruûs, nr. 213, s. 212). Daha sonra bu miktar az bulunduğundan o sırada Yemen'e bağlı olan Dehlek adaları idarî bakımdan Habeş eyaletine bağlanarak 9 kese olan günlük geliri de beylerbeyilik tahsisatına dahil edildi. Fakat bir süre sonra bu miktar indirildi. Özdemiroğlu Osman Paşa zamanında eyalet malî sıkıntı içinde bulunduğundan sâlyânenin 150.000 akçesinin Mısır'dan, 150.000 akçesinin Yemen'den temin edilmesine karar verildi (BA, MD, nr. 5, s. 536). Eyalet Hüseyin Paşa'ya 1567'de on defa 100.000 (1.000.000), Rıdvan Paşa'ya da 1573te on iki defa 100.000 ( 1.200.000) akçeye tevcih edildi. Bu miktar 1582'ye kadar değişmedi. Gelirleri beylerbeyilik



sâlyânesini dahi karşılayacak durumda olmayan Habeş eyaletine Mısır eyaleti hazinesinden devamlı yardım yapılıyordu. Eyaletin başına getirilen beylerbeyiler buraya yakın idarî bölgelerde hizmet etmiş kimselerden seçiliyordu. Yeni bir beylerbeyi tayin edildiği zaman bir tâlimat da Mısır beylerbeyine gönderilirdi. Bu tâlimatta, Habeş beylerbeyine asker yazımında ve diğer konularda yardım edilmesi istenirdi. Belgelerden tesbit edilebildiği kadarıyla eyaletin ilk sancağı Sevâkin'dir. Habeş eyaleti kurulmadan önce Mısır'a bağlanan, ilk sancak beyi olarak Abdülbâki Bey'in tayin edildiği (10 Nisan 1554) Sevâkin şehri aynı adı taşıyan bir adanın üzerinde bulunuyordu. Habeş eyaleti kurulunca Sevâkin yeni eyaletin merkez sancağı yani eyalet merkezi oldu. Daha sonra Func Devleti'ne bağlı Arap aşiretlerinin baskıları artınca burada yeni bir idarî düzenlemeye gidilerek Sevâkin'e beylerbeyiden başka ayrı bir sancak beyinin tayinine karar verildi (1563). Belgelerde Akik ile Arkiko sancaklarının adları da sık sık geçmektedir. Bundan başka Şam'a, Akkele, Guzâi, Dabbe, Karbariye'den oluşan bir sancağın adına rastlanır. Bûr, Matrer (?), Hindiye adlı memleketler de ayrı birer sancak olarak teşkil edilmişti. Serâi ve Andia'nin yine ayrı birer sancak olduğu anlaşılmaktadır. Habeş beylerbeyi Rıdvan Paşa, eyaletini idarî ve iktisadî bakımdan Mısır'a bağımlılıktan kurtarmak için Mısır'ın güney kısmının Habeş eyaletine bağlanmasını istedi. Mısır'ın Saîd vilâyetini oluşturan bu topraklar Habeş eyaletinin erzak ihtiyacını karşılamaktaydı. Habeş eyaletini kendine yeter duruma getirmek için Saîd vilâyetinde hububat üreten belli başlı köylerin Habeş eyaletine bağlanması kararlaştırıldı. Bu yerlerin idarî bakımdan bağlı olduğu İbrim sancağı 26 Temmuz 1573'te Habeş eyaletine dahil edildi (BA, KK, Ruûs, nr. 222, s. 17; nr. 224, s. 41).



İbrim sancağı 13 Şubat 1584'te ayrı bir eyalet olarak teşkilâtlandırıldıysa da 26 Aralık 1584'te tekrar sancak haline getirilerek Habeş eyaletine bağlandı. Eyalet teşkilâtında bulunması gereken iki önemli unsurdan biri kadılık, diğeri de malî teşkilâttı. Habeş beylerbeyiliği kurulur kurulmaz buraya Abdülvehhâb adlı bir kadı tayin edildi (30 Kasım 1555). Daha sonraki yıllarda Habeş eyaletinin merkezi değiştirildiği halde kadılık hep Sevâkin şehrinde kaldı. Eyaletin



malî işleriyle ilgilenmek üzere bir de "nâzır-ı emvâl" görevlendirildi. Bu ülkeye sevkedilen askerin ve diğer memurların her türlü para harcamalarını kontrol eden bu teşkilât mahiyet itibariyle defterdardan farklı idi. İlk defa 17 Kasım 1555'te Ahmed Bey nâzır-ı emvâl tayin edildi (BA, KK, Ruûs, nr. 214, s. 13). Habeş eyaletinin sınırları belirlendikten sonra eyalette yaşayan halkın vergi bakımından sınıflandırılması yapılarak buraya da bir defterdar tayini öngörüldü. İlk defterdar Özdemiroğlu Osman Paşa zamanında 1565'te gönderildi (BA, KK, Ruûs, nr. 74, s. 563).



Habeş eyaleti en geniş sınırlarına 15601578 yılları arasında ulaştı. Eyaletin sınırları, Mısır hududundaki Vâdîhalfâ'dan Re'süasîr (Guardafui) burnuna kadar bütün Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahillerini içine almaktaydı. Fakat Habeş eyaleti için yapılan savaşlardan elde edilen tecrübe, bu ülkede daha fazla yayılma imkânı bulunmadığını ve 1578'de ulaşılan sınırın âzami sınırlar olduğunu gösterdi. Nitekim 1579'da Osmanlılar'm yenilgisiyle sonuçlanan Addi Karro Savaşı'nın ardından eyalet topraklarının bir kısmı Habeşistan Krallığı'nın eline geçti. XVII. yüzyılda Habeşistan kralları ile Habeş eyaleti beylerbeyileri arasındaki ilişkiler savaş durumundan diplomatik bir safhaya intikal etti. Her iki taraf da barışın devamını istiyordu. Bunun sebebi ellerinde bulundurdukları limanları faal bir durumda tutmaktı. Habeş beylerbeyileri, eyaletlerindeki limanların gümrük gelirlerinin düşmesini önlemek için yeni tedbirler aldılar. Habeşistan'a gidecek tüccar ve mallarına gümrük resmi karşılığında geçiş izni verdiler. Buna mukabil Habeşistan Krallığı'nın yarattığı fiilî durumu kabul ederek Tigre üzerinde hak iddiasından vazgeçtiler. Osmanlılar'm nüfuzu sahil kısmında varlığını korurken iç kısımlarda yavaş yavaş zayıfladı. Bu yüzden XVII. yüzyılda Habeş eyaletinin sınırları giderek daraldı. Tigre elden çıkarken bir aralık eyalet merkezi olan Debârvâ da Habeşistan kralının eline geçti. Habeşistan ile Masavva' arasında önemli bir ticaret merkezi olan Debârvâ ülkenin iç kesimlerine gidenlerin uğradığı bir şehirdi. Habeşistan'a gitmek isteyen bir kimsenin Habeş beylerbeyinden izin alması gerekiyordu. Bu tarihlerde Avrupa'nın denizci milletleri Habeşistan ile iktisadî ilişki kurmaya çalışıyorlardı. Bu konuda en faal olan Hollanda, Habeşistan ile bir antlaşma imzalamak istediyse de başa365



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ EYALETİ ramadı. Habeşistan'a girmek isteyen Portekiz ise "îsâ Cemiyeti" adlı misyoner teşkilâtından faydalanmaya çalıştı. Kızıldeniz ve Masavva' yolu ile gönderdiği misyonerlerle bu ülkedeki teşkilâtını genişletti. Cizvit papazları, Habeş Kralı Susenos'u (1607-1632) Katolik yaparak bundan istifade ettiler. Habeş kralı, ülkesine gelmek isteyen papazlara izin verilmesi konusunda Habeş eyaleti beylerbeyi ile antlaşma imzaladı. Fakat ondan sonra gelen Kral Fasiladas bu misyonerlerden hoşlanmadı. Onlara tebaasını ayaklandıracak kişiler gözüyle baktı. Misyonerlerin ülkesine girişlerini önlemek için Habeş beylerbeyi ile antlaşma yaptığı gibi ülkeye yerleşmiş olan misyonerleri de çıkardı. Böylece ilk defa Habeşistan ile Osmanlı yönetimi ortak bir düşman karşısında birleşmiş oldular. XVII. yüzyılda Habeş eyaletinin idarî durumunda önemli değişiklikler oldu. Eyalete tayin edilen beylerbeyilerin bölgeye yakın yerlerde hizmet edenlerden seçilmesi usulüne son verildi. Yüzyılın başında beylerbeyiler Mısır'daki sancak beylerinden seçilirken daha sonra dergâh-ı âlî kapıcıbaşılarından ve diğer görevlilerden seçilmeye başlandı. Ayn Ali Efendi, XVII. yüzyıl başlarında Habeş eyaletinin Cidde ve Sevâkin'den ibaret olduğunu kaydetm e k t e y s e d e (Kavânîrı-i Âl-i Osman, s .



8) resmî kaynaklar bunun daha sonra gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Nitekim 1623-1624 yıllarında Habeş eyaleti beylerbeyi Sevâkin'de oturuyordu (The Journey of Francisco Machado and Bernardo Pereira, s . 191-192). Evliya Çelebi'-



nin bu ülkeye geldiği 1672'de beylerbeyi eyalet merkezi olan Masavva'da ikamet etmekteydi. Sevâkin ise beylerbeyi kaymakamının oturduğu ikinci bir eyalet merkeziydi (Seyahatname, X , 9 3 9 - 9 4 3 ) .



Habeş eyaleti XVII. yüzyılın ortalarından itibaren merkezin ilgisini kaybetmeye başladı. Devlet adamları nezdinde eyaletin önemi giderek azaldı. Yüzyılın sonlarında ise eyalet malî bakımdan tam bir gerileme dönemine girdi. Habeşistan kralının Kızıldeniz sahilindeki Beylül ve Hint Okyanusu sahilinde bulunan Zeyla' gibi limanlar vasıtasıyla doğrudan doğruya ticarî ve siyasî ilişkilere girmesi, eyalet gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturan gümrük gelirlerinin azalmasına sebep oldu. Beylül ve Zeyla' limanları, mânen Yemen imamına bağlı Şiî müslüman emirlerin yönetiminde bulunuyordu. Eyaletin güney kısımları da 1698'den itibaren mahallî âmillerin yönetimine terkedil-



meye başlandığından gümrük gelirleri daha da düştü. Bu sırada Masavva' ve civarının idaresi mahallî âmillere bırakıldığı için beylerbeyi de artık Sevâkin'de o t u r u y o r d u ( E b û B e k i r b. B e h r â m II, vr.



91 a ). Ayrıca bu tarihten sonra Habeş eyaletinin artık müstakil olarak değil başka bir idarî birlikle birleştirilerek idare edilmeye başlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ekim 1701'de Rumeli beylerbeyiliği pâyesiyle o sırada Cidde sancağı mutasarrıfı ve Mekke-i Mükerreme şeyhülharemi olan Süleyman Paşa'ya bu görevlerine ilâve olarak Habeş beylerbeyiliği tevcih edilmişti (BA, MD, nr. 112, s. 37). Bu usulün yerleşmesinden sonra beylerbeyiler Medine'de oturmaya ve Habeş eyaletini de bir vekil (mütesellim) vasıtasıyla idare etmeye başladılar. Bu durum Habeş eyaletinde idarenin tamamen mahallî unsurların eline geçmesine sebep oldu. Sonunda da burada görev yapan asker ve memurlar yerlilerle evlenerek ayrı bir sosyal sınıf oluşturdular. Eyaletin gelirleri XVIII. yüzyılda daha da düştü ve giderleri dahi karşılayamadığından önemi azaldı. Bunda, Osmanlı Devleti'nin başka yörelerde başka meselelerle uğraşmak zorunda kalmasının, Habeş eyaletinin mahallî yöneticilerin idaresine terkedilmesinin de rolü olmakla beraber kıtalar arası ticaretin gelişmesinin ve sömürgeci tüccar devletlerin tesiri de olmuştur. Nitekim Osmanlı tüccarlarının tekelinde bulunan Kızıldeniz, XVIII. yüzyılda yavaş yavaş kapalı bir deniz olmaktan çıkarak milletlerarası ticarete açıldı. Buraya İngiliz ve Hollandalılardan sonra Fransızlar da ilgi duymaya başladılar. Habeş eyaleti bu yeni ticarî gelişmelerden büyük zarar gördü. Eyaletin iki önemli limanı Sevâkin ve Masavva'ın gelirleri bir hayli düştü. Masavva', Habeşistan'ın çıkış kapısı olmasına rağmen ülke içindeki karışıklıklar Habeşistan ile Masavva' arasındaki ticareti engelledi. XIX. yüzyıl başlarında da mahallî idareciler tarafından yönetilen Habeş eyaletinde sembolik de olsa bir kaymakam bulunuyordu. Bu yerler hâlâ Cidde sancağı ile birlikte bir beylerbeyinin uhdesine tevcih edilmekteydi. Fakat Mısır'da idareyi ele alan Kavalalı Mehmed Ali'nin Kızıldeniz'e doğru Sudan topraklarına yayılması, resmen ve fiilen hâlâ Osmanlı Devleti elinde bulunan Sevâkin ve Masavva' limanlarının önemini yeniden arttırdı. Bu iki liman 1846'da Mehmed Ali Paşa'ya sâlyâne olarak verildi. Habeşistan ile ticaret antlaşması imzalamış bulu-



nan İngiltere, Mehmed Ali Paşa'nın Masavva' ve Sevâkin limanlarından ticaret yapmasına engel olacağı endişesiyle buna karşı çıktı. Nihayet Mehmed Ali'nin ölümünden (1849) sonra Sevâkin ve Masavva' limanlan Hicaz valisinin kontrolüne verildi. Bu sırada bu iki limanı ele geçirmeye çalışan Habeşistan kralı Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti aleyhine tahrik ediyordu. İngiltere Bâbülmendep'i ele geçirdiği gibi Fransa da kendine uygun bir yer için firsat kollamaktaydı. Osmanlı Devleti ise sömürgeci devletlerin bölgeye yerleşmesini diplomasi yoluyla engellemeye çalışıyordu. Habeş eyaleti dahil Bâbülmendep'e kadar olan toprakların kendi mutlak hükümranlığı altında olduğunu savunuyordu. Bu düşüncelerle Masavva' ve Sevâkin'in yönetimi 1865'te Mısır Hıdivi İsmâil Paşa'ya verildi. Bu limanların Mısır'a bağlanmasıyla birlikte Mısır ve Habeşistan arasında yeni bir ilişki dönemi başladıysa da 1869'da Süveyş Kanalı'nın açılması bütün siyasî dengeleri değiştirdi. Osmanlı Devleti'nin artık bu bölgede fiilî varlığının söz konusu olmadığına inanan İngiltere, Kızıldeniz ve Aden'in rakip bir devletin eline geçmesini önlemek için Mısır'ın bu bölgelere yerleşmesini olumlu karşıladı. Mısır ile 1877'de yaptığı bir antlaşmaya göre bu ülke, Osmanlı hâkimiyetini kabul etmek şartıyla Re'sühâfûn sahiline kadar genişleyebilecekti. Osmanlı Devleti, İngiltere'nin bütün teminatına rağmen onun niyetinden şüphe ediyordu; bu yüzden 1877 antlaşmasını tasdik etmedi. Gerçekten de İngiltere, Mısır'a ait Süveyş Kanalı hisse senetlerini ele geçirdikten sonra Mısır'ı kendine tâbi bir duruma getirmeye çalıştı. Mısır'ı bir sıçrama tahtası olarak kullanıp Habeşistan eyaleti topraklarına yerleşmeyi planlıyordu. Nitekim İngiltere'nin saldırgan tutumu, Almanya ve Fransa ile birlikte Hidiv İsmâil Paşa'yı azlettirmesi (1879) Mısır'da Urâbî Paşa ayaklanmasına sebep oldu. İngilizler bu isyan sonrasında Mısır'ı işgal ederken (11 Temmuz 1882) bir taraftan da Sudan, Somali ve Kızıldeniz sahillerine yerleşmeye başladılar. Osmanlı Devleti, işgal edilen yerlerde diplomatik yollardan hak iddiasında bulundu ve Zeyla' ile Masavva' arasındaki sahilde tekrar idaresini tesis etti (1884). Bu yeni idarenin yönetimini Mısır hidivliği üstlenecekti



( B A , Mısır İradeleri, nr. 1218).



Fakat Mısır'ın malî sıkıntı içinde bulunması yüzünden buranın Yemen vilâyeti tarafından idaresine karar verildi (1885). Ancak Fransa'nın Zeyla' yöresini işgal et-



366



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ el-HÂSİB mesi bu yönetimi sona erdirdi (1888). Bundan sonra bölge dört muhafızlık şeklinde idare edilmeye başlandı. Habeş eyaletinin iki önemli limanı olan Masavva' ve Sevâkin birer muhafızlık olarak teşkilâtlandırılıp Mısır'a bağlandı. Bu tarihlerde İngiltere, İtalya'nın dikkatini Avrupa'dan Zeyla' ve civarına çekmeye çalışıyordu. Kızıldeniz sahillerinde İtalya'ya yer verilmesinin Mısır için korkulacak bir şey olmadığını Mısırlı idarecilere de inandırmıştı. İtalya, İngiltere'nin de desteğiyle 1884'te Assab'ı, 1885'te Osmanlı bayrağının dalgalandığı ve Mısır askerinin de bulunduğu Masavva'ı ele geçirdi. Osmanlı Devleti'nin protestosu üzerine işgalin geçici olduğunu açıkladı. Bölgede önce Mısır-İtalyan ortak idaresi kuruldu ve buraya Mısırlı bir vali tayin edildi. Fakat bu ortak idare çok kısa sürdü. Zamanın uygun olduğu anlaşılınca İngiltere Sudan'da, İtalya da Kızıldeniz'in Habeşistan sahillerinde himaye idaresi kurdular (1888). İtalya'yı Nil'in kaynaklarından ve Sudan'dan uzak tutmaya çalışan İngiltere onu Somali'ye doğru genişlemesi için teşvik ediyordu. İtalya da 1893'ten itibaren Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahillerinde Re'süasîr burnuna kadar bir himaye bölgesi oluşturdu. İngiltere Sudan ve Mısır'a yerleşirken İtalya da bugünkü Eritre, Cibuti ve Somali bölgelerine yerleşti. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Devleti diplomatik yönden protesto etmekten başka bir şey yapamadı. Bununla beraber durumu hiçbir zaman kabul etmedi. Mısır, Sudan ve Kızıldeniz sahillerinin hukuken kendisine ait olduğunu her vesileyle dile getirdi. Bu arada Sudan'da İngiliz yönetimine karşı Mehdî Muhammed Ahmed'in, Somali'de İtalyan yönetimine karşı Mehdî Muhammed b. Abdullah Hasan'ın yönettikleri direniş hareketleri ortaya çıktı. Dinî temele dayalı bu direniş hareketleri başarıya ulaşamamakla birlikte dikkat çekici bir mücadelenin başlangıcını oluşturdu. Bölgede yaşayan müslümanlar, sömürgeci devletlerin baskıları karşısında bir ümit ışığı olarak hep Osmanlı Devleti'ni beklediler. Osmanlılar da hiçbir zaman onları unutmadılar. Nitekim bundan sonra I. Dünya Savaşı yıllarında Habeşistan ile sıkı münasebetler kurdular. Osmanlılar, Sevâkin'den Somali'ye kadar Kızıldeniz'in batı sahilini kendilerine bağlı topraklar olarak kabul ediyorlardı. Hatta iyi münasebetler çerçevesinde, deniz sahilinde Zeyla' ile Belhar arasında bir yerle Harar vilâyetinin doğu sınırından sahile



kadar 120 km. uzunluğunda, 40-50 km. genişliğindeki bölgenin Habeşistan'a verilmesi kararlaştırılmıştı. 1917de ise bu münasebetler tamamen kesildi.



(u^jbüljjio-)



Ahmed b. Abdillâh el-Mervezî (ö. 250/864'ten sonra)



BİBLİYOGRAFYA : BA,



MD,



HABEŞ el-HÂSİB



1



Astronomi



nr. 5, s. 5 3 6 ; nr. 7 , s. 7 2 , 5 5 0 ; nr. 14,



s. 6 6 3 ; nr. 2 4 , s. 3 0 1 ; nr. 4 2 , s. 1 7 9 , h k . 3 2 6 ; nr. 4 7 , s. 3 2 6 ; nr. 4 8 , s. 2 , 5 , 2 0 9 , h k . 5 8 5 ; nr. 1 1 2 ,



L



v e matematik bilgini.



_l



Türkistan'ın Merv şehrinde doğdu. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Öms. 41; nr. 236, s. 188; nr. 239, s. 121; BA, Mısır İradeleri, nr. 791, Lef, 1, 5, 13, 25; nr. 1218; nr. rünün büyük kısmını Bağdat'ta geçirmiş, Abbâsî halifeleri Me'mûn ve Mu'1 3 2 7 ; nr. 1 3 3 7 , Lef, 3 , 4 ; nr. 1 3 8 6 , Lef, 4 ; BA, Mısır Mühimmesi, nr. 1, s. 63-65; BA, Nâme-i tasım-Billâh dönemlerini görmüştür. BuHümâyun Defterleri, nr. 5 , s. 3 6 9 - 3 7 0 ; BA. rada uzun süre kalmasından dolayı BağYEE, Ks. 3 9 , nr. 2 1 3 0 , Zrf. 1 2 9 / 1 1 8 ; BA, İbnüdâdî nisbesiyle de anılır. Habeş onun adı l e m i n - D a h i l i y e , nr. 2 6 9 5 ; BA, İrade-Hariciye, mı lakabı mı olduğu kesin olarak bilin15 R e b î ü l e v v e l 1 3 3 0 ; Asafî, Şecâatnâme, İÜ K t p . , TY, nr. 6 0 4 3 , vr. 34"; Seyyid L o k m a n , memekte, belki fazla esmerliğinden doZübdetü 't-teuârîh, T İ E M , nr. 1 9 7 3 , vr. 70 b -71», layı bu şekilde tanındığı tahmin edilmekb b b b 7 3 " , 7 6 ' , 8 3 " , 84», 88», 8 9 » , 9 2 , 9 4 ; Âlî Mustedir. Hâsib lakabı ise onun matematiktafa, Künhü'l-ahbâr, N û r u o s m a n i y e K t p . , nr. çiliğiyle ilgilidir. 829-864 yılları arasında 3 4 0 9 , vr. 1 2 8 » " ; K u t b ü d d i n M e k k î , el-Berku'lYemâni fi fethi'l-'Oşmâni, R i y a d 1 9 6 5 , s. 39- Bağdat'ta astronomi gözlemleri yaptığı 4 3 , 1 1 9 - 1 2 0 ; Âlî, Ahbârü'l-Yemânî, Süleymabilinmektedir. Yüz yılı aşkın bir süre yan i y e K t p . , H a m i d i y e , nr. 8 8 6 , vr. 41 b -44», 56", b 58 , 59»; Ayn Ali, Kauânîn-i Âl-i Osmân, s. 8-9; şamış (İbnü'n-Nedîm, s. 384) ve muhtemelen 864-874 yılları arasında vefat etPeçuylu İ b r â h i m , Târih, I, 3 2 - 3 3 ; K â t i b Çelebi, Cihannümâ, s. 5 1 5 , 5 4 9 - 5 5 0 ; Evliya Çelebi, miştir (Suter, s. 13; Sarton, 1, 565). İbnü'lSeyahatname, X , 9 3 9 - 9 4 3 , 9 5 0 - 9 5 2 , 9 5 7 ; Sü- Kıftî'den öğrenildiğine göre oğlu Ebû Caheylî, Târîh-i Mekke-i Mükerreme, B u r d u r Bulfer de astronomi bilgisi ve aletlerinin yag u r o ğ l u K t p . , nr. 8 4 1 , vr. 4 9 " , 50»-», 51"; E b û Bekir b . B e h r â m , Tercüme-i Atlas-ı Kebîr, K ö p r ü - pımcılığıyla ünlü bir kişidir. s. 3 7 ; BA. K K , R u û s , nr. 7 4 , s. 5 6 3 ; nr. 2 1 3 , s.



2 1 2 ; nr. 2 1 4 , s. 13, 2 4 ; nr. 2 2 2 , s. 17; nr. 2 2 4 ,



Kaynaklarda, İslâm astronomi âlimi ve matematikçilerinin ilk neslinden olan Habeş'in ilmî hayatının başlangıç döneB u r c k h a r d t , Trauels in Nııbia, L o n d o n 1 8 1 9 , s. 3 9 0 - 4 0 1 ; W. C. Plovvden, Trauels in Abyssinia, minde Hint matematik ve astronomi L o n d o n 1 8 6 8 , s. 3 5 4 - 3 5 5 ; M e h m e d M u h s i n , modelini takip ettiği ve hazırlamış olduAfrika Delili, K a h i r e 1 3 1 2 , s. 1 9 7 - 1 9 9 ; E. A. ğu ilk zîcde Sindhind (Siddhanta) geleneWalis B u d g e , A History ofEthiopia, Nubia and ğini esas aldığı belirtilmektedir (İbnü'lAbyssinia, L o n d o n 1 9 2 8 , I, 3 2 8 - 3 4 1 , 3683 6 9 ; II, 3 4 7 - 3 4 9 , 3 6 0 - 3 7 2 , 4 0 0 - 4 0 2 , 4 2 1 , Kıftî, s. 117). Halife Me'mûn'un himayesin4 2 8 - 4 2 9 , 4 5 9 , 5 2 2 - 5 2 5 , 6 0 3 - 6 1 3 ; The Jourdeki astronomi gözlemcileri grubunda ney of Fransisco Machado and Bernardo Pereira, 1623-1624 (trc. ve e d . C. B. B e c k i n g h a m - fiilen bulunup bulunmadığı kesin olarak bilinememekle beraber onların çalışmaG. W. B. H u n t i n g f o r d ) , L o n d o n 1 9 5 4 , s. 1911 9 2 ; F. A l v a r e z , The Prester John of the Indies, larını yakından takip ettiği, vardıkları soL o n d o n 1 9 5 8 , I, 5 4 , 1 1 4 - 1 1 7 ; II, 4 1 8 - 4 1 9 ; H. nuçları kendi gözlem sonuçlarıyla birleşSalt, A Voyage to Abyssinia, ete. in the Year tirip test ettiği ez-Zîcü'l-mümtehcm'm1809 and 1810, L o n d o n 1 9 6 7 , s. 2 0 4 - 2 0 5 , dan anlaşılmaktadır. Habeş bu eserinde 4 9 6 ; J . Bruce, Trauels to Discouer the Source oftheNile: 1768-1773, N e w York 1 9 7 2 , III, 2-5, ve daha sonraki çalışmalarında Hint ast19-20, 2 4 ; C e n g i z O r h o n l u , Osmanlı İmpararonomisi yanında Grek astronomisini de torluğumun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, iyi bildiğini kanıtlamış ve yer yer dışına İ s t a n b u l 1 9 7 4 ; a . m l f . , " H i n t K a p t a n l ı ğ ı v e Pîrî çıkmakla birlikte zîclerini Batlamyus moR e i s " , TTK Belleten, X X X I V / 1 3 4 (1970), s. 2352 5 4 ; A b d u r r a h m a n Şeref, " Ö z d e m i r o ğ l u O s m a n deline göre düzenlemiştir (Tekeli, V, 614). P a ş a " , TOEM, IV (1329), s. 1 2 9 0 ; el-Fevâidü'lAraştırmalarının sonraki meslektaşları muadde li-nizâmi hükümetibenderi Cidde (nşr. arasında güçlü yankılar uyandırdığı anlaİ. H a k k ı U z u n ç a r ş ı l ı , TTK Belleten, X X V I / 1 0 1 şılmaktadır. Habeş'in Bağdat'ta otuz beş (1962] i ç i n d e ) , s. 1 5 1 - 1 6 2 ; R i c h a r d P u n k h u r s t , yıl süre ile gözlemler yaptığı yolundaki " T h e H i s t o r y o f Fire-arms in E t h i o p i a Prior to t h e N i n e t e e n t h C e n t u r y " , Ethiopia Obseruer, bilgiyi bugüne ulaştıran Ebü'l-Hasan İbn X / 3 , A d i s a b a b a 1 9 6 8 , s. 2 0 2 - 2 2 5 ; A . Baldaccı, Yûnus, Zîcü'l-Hâkimi'l-kebîr adlı ese" H a b e ş - E y â l e t i " , İA, V / l , s. 3-6; E. L i t t m a n , rinde onun Venüs ve Merkür'ün enlem" H a r a r " , a.e., V / 2 , s. 2 2 5 - 2 2 6 ; E. U l l e n d o r f f lerine ilişkin tesbitlerini eleştirmişse de v . d ğ r . " H a b a ş h " , El2 (ing.), III, 2-8; D a v u t D u r s u n , " E r i t r e " , DİA, X I , 3 0 2 - 3 0 4 ; L e v e n t Özdaha sonraki birçok müellifin kendisini övt ü r k , " E t i y o p y a " , a . e . , XI, 4 9 1 - 4 9 6 |bu m a d güyle andığı görülür (EP (İng.], III, 8-9). d e , C e n g i z O r h o n l u ' n u n b i b l i y o g r a f y a d a belirMeselâ Ebû Nasr İbn Irâk, bu zîc hakkınt i l e n e s e r i n e d a y a n ı l a r a k C e v d e t K ü ç ü k tarafınl ü K t p . , nr. 1 7 3 , II, vr. 91», 93», 94»; A b d ü l k e r î m b. A b d u r r a h m a n ,



Târth-i Mısır,



Süleymaniye



K t p . , H e k i m o ğ l u Ali P a ş a , nr. 7 0 5 , vr. 10 b ; J . L.



dan hazırlanmıştır!



jg



C e n 0 İ Z



0 r h o n l u



da Risâle fî Berâhîrıi



a'mâli



cedve-



367



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABEŞ el-HÂSİB



eserinde Habeş el-Hâsib'in usturlap üzerinde azimut halkalarının gösterilişi konusundaki iki yöntemini incelemiştir



ya başlar, öğle vaktinde doruk noktasına varır; daha sonra tedricî olarak azalır ve güneş akşam saatinde ufuk noktasında kaybolur. Şu halde güneşin yüksekliği doğuşundan itibaren geçen vakit, yani bu sürede geçen saat miktarıdır (bk.



( B e r g g r e n , VIII. 2 3 - 3 0 ) . İbn Irâk'ın ünlü



MMMA, XXXII/2, s. 2 4 4 ) .



li't-takvim



fî Zîci Habeş el-Hâsib adıyla



bir risâle kaleme almış (Sezgin, VI, 243), ayrıca Devâ'irü's-sümüt



fi'l-usturlâb adlı



öğrencisi Bîrûnî de Habeş'ten "hakîm" diye söz ederek ez-Zîcü'l-mümtehan'ma atıflar yapmakta ve "rü'yet-i hilâl" meselesinin çözümüyle ilgili olarak bu zîci Bettânfnin ünlü zîciyle birlikte anmaktadır (et-Âşârü'l-bâkıye, s. 196-198). Bîrûnfnin ez-Zîcü'l-mümtehan'a gösterdiği il-



gi bundan ibaret kalmamış, ayrıca hakkında Tekmîlü Zîci Habeş tehzîbi acmâlihî mine'z-zelel



bi'l-cilel



ve adıyla



müstakil bir eser yazmıştır. Doğrudan doğruya Habeş el-Hâsib'in çalışmalarından faydalanılarak hazırlanmış olan bir zîc de ( B i b l i o t h e q u e N a t i o n a l e , A r a b , nr.



2486) Cemâleddin Ebül-Kâsım b. Mahfûz el-Müneccim el-Bağdâdfye ait olup 684 (1285) tarihini taşımaktadır (Dalen, s. 153).



Habeş'in en göz alıcı başarısı, trigonometrik fonksiyonları küresel astronominin problemlerine uygulamasında görülür. Bu çalışmalarında, İslâm trigonometri tarihinde ilk defa sinüs (ceyb mebsut) cetvellerini hazırlayan Hârizmî'yi takip ederek 0 = 0; 0°, 0; 15°, 0; 30°, 0; 45°, 1; 0°.,. 90; 0° değerleri için sinüs cetvelleri oluşturmuş, bu arada sinüs ile "versine"i birbirinden ayırmak için de ilk defa "ceyb ma'kûs" terimini kullanmıştır. Ayrıca onun daha önce versine için "ceyb menküs" terimini kullanan Hârizmî'den daha ileri giderek bunların arasındaki ayırımı da açık biçimde ortaya koyduğu görülür. Buna göre eğer A90° ise versine = 60 p + cos A ve aynı şekilde eğer A sinüs ve eğer A = 90° ise versine = sinüs'tür (Tekeli, V, 612). Sarton, günümüzde tanjant karşılığı kullanılan "zil" (umbra versa) teriminin de Habeş'e ait olduğunu ve tanjant tablolarını ilk defa onun hazırladığını söylemektedir (Intro-



Eserleri. 1. ez-Zîc



calâ



mezhebi's-



Sindhind. Sâlih Zeki'nin bu isimle tanıttığı eser, Habeş'in Siddhanta



Brah-



magupta adlı Hint astronomi-matematik klasiğine dayanarak hazırladığı ilk astronomi cetvelidir. 2. e z - Z î c ü ' l - m ü m tehan. En meşhur eseri olup Me'mûn döneminde yapılan (yahut şahsen yaptığı)



gözlemlere dayanılarak Batlamyus modeline göre tertip edilmiştir. Bîrûnî ve hocası İbn Irâk bu zîc üzerine incelemeler yapmışlardır (yk. bk.). 3. ez-Zîcü'dDımaşkî. Sâlih Zeki ez-Zîcü'l-mümte-



han ile aynı eser olduğunu söylemektedir. Ancak Süleymaniye Kütüphanesi'nde ( Y e n i c a m i , nr. 784/2, vr. 6 9 b - 2 2 9 a ) ve



Berlin Königlichen Bibliothek'te (nr. 5750) kayıtlı bulunan iki nüshasından, içinde ezZîcü'l-mümtehan'a çeşitli göndermeler yapılan ilkinin XIII. yüzyılda istinsah edildiği anlaşılmaktadır. Bu zîcin dayandığı astronomik ve matematik kurallarla parametrik değerleri inceleyen Benno van Dalen'a göre Yenicami nüshasının büyük bir bölümü Habeş'in orijinal zîcinden aktarılmıştır ( Ancient and Medi-



Tables, s. 153-157).



Bu nüsha üzerinde inceleme yapan Marie-Therese Debarnot da aynı sonuçlara varmıştır ( A Vo/ume of Studies, s. 35-69).



Berlin nüshası ise ilkinden daha mütecânis bir metindir [El21İng]. m, 8). 4. e z Zîcü'ş-şağir. Zîcü'ş-şâh



adıyla da anı-



lan eser günümüze gelmemiştir. İsmi, Pehlevî dönemi astronomi yöntemlerine göre hazırlandığını akla getirmektedir. 5. ez-Zîcü'l-Me'mûnî. Sâlih Zeki, zamanımıza ulaşmayan bu eserin ez-Zîcü'dDımaşki gibi ez-Zîcü'l-mümtehan'\a



ay-



nı eser olduğunu düşünmektedir. 6. Kitâbü



cAmeli'l-usturlâb.



İbnü'n-Ne-



dîm, Endelüsî ve İbnü'l-Kıftî'nin zikrettiği kitap herhalde Risâle fî usturlâbi'l-kürî ( S ü l e y m a n i y e Ktp., A y a s o f y a , nr. 1654/3, vr. 1 0 0 b - 1 0 5 b ) ve el-cAmel bi'l-ustuılâbi'l-kürî ve 'acâ'ibüh ( T S M K , III. A h -



med, nr. 3475/2, vr. 79 a -89 a ) adları altında bugüne ulaşan eserlerle aynı olmalıdır. 7. Kitâb fî ma'rifeti'l-küre



ve'l-camel



bi-



hâ. Kürenin tanımı ve astronomik rasatlarda kullanımı üzerine kaleme alınmış kısa fakat yoğun bir çalışma olup İslâm dünyasında bu konuda telif edilen ilk eserlerdendir. Tenkitli neşri R. Lorch ve P. Kunitzsch tarafından yapılarak İngilizce'ye çevrilmiş ve bir incelemeyle birlikte yayımlanmış ( " H a b a s h a l - H â s i b ' s B o o k o n t h e S p h e r e and It's U s e " , Zeitschrift für Geschichte der Arabisch-tstamischen Wissensehaften [nşr. F u a t S e z g i n ) , II |Frankfurt



1985|, s. 68-98), ayrıca Adnân Ali Kermûş el-Ferrâcî tarafından bir başka ilmî neşri daha yapılmıştır ("Fî ma'rifeti'l-küre ve'lb i h â l i - H a b e ş bin ' A b d u l l a h el-Hâsib". MMMA, XXXI1/2 [ K u v e y t 1988], s. 2412 6 5 ) . 8. Macrifetü keyfiyyeti'î-erşâd ve'l-'amel bizâti'l-halak. "Zâtü'l-halak"



camel



Habeş el-Hâsib'in ez-Zlcü'd-Dımaşkiadil



eserinin ilk sayfası



(Süleymaniye Ktp., Yenicami, nr. 784/2)



^»puiii^y •



^Yi _j^^yu



adlı astronomi aletinin nasıl kullanılacağını anlatan eserin iki nüshası bilin-



^.ty-ıurJ^iV» ı^ t ^ * 4 AA



U',



mektedir ( T S M K , III. A h m e d , nr. 3475/2, vr. 8 9 a - 9 7 b ; S ü l e y m a n i y e Ktp., A y a s o f y a , nr. 1654/4, vr. 105 M 0 9 " ) .



Bunlardan başka çeşitli kaynaklarda Kitâbü'l-Eb''âd ve'l-ecrâm (Bîrûnî'nin Tahdîdü nihayati'l-emâkin a d l ı k i t a b ı n d a s e k i z d e f a a d ı g e ç e r ; b k . S e z g i n , V, 276), Kitâbü'd-Devâ'iri'ş-selâşi'l-mümâsse ve keyfiyyeti'l-evşâl, Kitâbü'rRahâ'im ve'l-makâyîs, Kitâbü cAmeli'ssutühi'l-mebsûta ve'l-kâ^ime ve'l-mâ-



duetton, I, 565).



Habeş el-Hâsib, güneşin ufuktan yükselişini gözlemleyerek vakit tayini için yeni bir yol bulmuş ve bu yol kendinden sonra gelen astronomlar tarafından da kullanılmıştır. Bu yönteme göre güneş doğuş esnasında ufuk çizgisi üzerindedir ve yüksekliği sıfır olup sonradan artma-



aeuat Astronomical



İAU



*tUi',',L



•-K



X-.



î\;



^



.



OvjiU/i^,



•: ? ; . ^



î - î~,



3 îîe



ve'l-münharife gibi eserleri de zikre-



dilmektedir ( İ b n ü ' n - N e d î m , s . 384; S a î d e l - E n d e l ü s î , s. 140-141; İ b n ü ' l - K ı f t î , s. 117; Keşfü'z-zunûn, II, 968; S â l i h Z e k i , s. 156-157; S e z g i n , V, 2 7 5 - 2 7 6 ; V I , 173175).



368



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎB b. ABDÜLMELİK r



BİBLİYOGRAFYA :



Fî Ma'rifeti'l-küre ue'l-'amel A l i K e r m û ş el-Ferrâcî, MMMA



H a b e ş el-Hâsib,



bihâ (nşr.



Adnân



|Küveyt], X X X I I / 2 |1988], i ç i n d e ) , s.



rûnî,



( killcJlkUC



241-265;



el-Fıhrist ( T e c e d d ü d ) , s . 3 8 4 ; BîTahdîdü nlhâyâti'l-emâkln U-taşhîhi me-



İbnü'n-Nedîm,



sâfâtl'l-mesâkin



(nşr. M u h a m m e d b . Tâvit et-



Tancî), A n k a r a



1 9 6 2 , s. 101, 122,



181,



190,



el-Âşârü'l-bâlfiye 'ani'l-kurûni'l-hâliye (nşr. C. E. 199, 2 0 2 , 205-206, 2 3 5 , 2 4 5 ; a.mlf.,



S a c h a u ) , L e i p z i g 1 8 7 8 -> L e i p z i g 1 9 2 3 , s. 1 9 6 ,



Tabakâtü'l-ümem, Ihbârü'l'ulemâ\ s. 1 1 7 ; Keşfü'z-zunûn, II, 9 6 8 ; S u t e r , Die Mathematiker, s. 1 2 - 1 3 ; S â l i h Z e k i , Âsâr-ı Bakiye, İ s t a n b u l 1 3 2 9 , I, 1 5 6 - 1 5 7 ; C. A . Nallino, 'İlmü'l-felek târihuh Hnde'l-'Arab fı'l-kurûni'l-uustâ ( R o m a 1911), B e y r u t 1 9 9 3 , s. 2 4 8 2 4 9 ; B r o c k e l m a n n , GAL, I, 2 5 0 ; Suppl., I, 3 9 3 ;



. . . . HABÎB b. ABDULMELIK



i



)



Habîb b. Abdilmelik b. Ömer b. Velîd b. Abdilmelik b. Mervân el-Mervânî



( ö. 162 / 778-79 [?])



Endülüs Emevî Devleti'nin kurucusu I. Abdurrahman'm kumandanlarından Tuleytula valisi. J L



1 9 7 , 198; Saîd el-Endelüsî,



B e y r u t 1 9 8 5 , s . 1 4 0 - 1 4 1 ; İbnü'l-Kıftî.



Sarton, Introduction, Sezgin,



GAS,



"Habash



1, 545, 550, 565, 667;



VI, 1 7 3 - 1 7 5 , 2 4 3 ; S e v i m Tekeli,



al-Hasib, A h m e d



ibn Abdallah



Emevî halifelerinden Velîd b. Abdülmelik'in soyundandır. Emevî hânedanına son veren Ebü'l-Abbas es-Seffâh'ın Emevî ailesi mensuplarına yaptığı zulümden kurtulmak için İspanya'ya kaçan Habîb. Abdurrahman b. Muâviye'nin yanına gitmiş ve onun en büyük destekçilerinden biri olmuştur.



al-



Abbâsîler'in hilâfeti ele geçirmesinden sonra zaten karışık olan Endülüs'te istikrar bozulmuş, Mudarîler ile Yemenliler Survey of Ms. İstanbul Yeni Camii 784/2, F r o m D e f e r e n t t o E q u a n t " , A Volume of arasında büyük bir mücadele başlamış Studies in the History of Science in the ve bu mücadele ülkeyi sıra ile yönetmek Ancient and Medieual Near East in Honor of şeklindeki bir anlaşma ile sonuçlanmıştı. E.S. Kennedy ( e d . D . A. K i n g - G . S a l i b a ) , N e w Anlaşmaya göre Endülüs'ü ilk olarak MuY o r k 1 9 8 7 , s . 3 5 - 6 9 ; A y d ı n Sayılı, The Obseruadarîler idare edecekti. Mudarîler'in reisi, tory in İslam, Ankara 1988, s. 57-60, 65-69, İfirîkıye fâtihi ve Kayrevan'ın kurucusu Uk75-81; a.mlf., " H a b e ş el-Hâsib'in 'el-Demişkf be b. Nâfi'in dördüncü kuşaktan torunu A d i y l e M a r u f Zic'inin M u k a d d e m e s i (Arapça olan Yûsuf b. Abdurrahman el-Fihrî idi. M e t i n v e T e r c ü m e ) " , DTCFD, XIII/4 (1955), s . 1 3 3 - 1 5 1 ; B . v a n D a l e n . Ancient and MediaeYûsuf valilik süresinin bitmesine rağmen ual Astronomical Tables : Mathematical and yönetimi elinden bırakmadı ve KayslıParameter Values, N e d h e r l a n d s 1 9 9 3 , s. 153- lar'ın liderini de yanına alarak Yemenli1 5 7 ; C. S c h o y , " B e i t r a g e z u r a r a b i s c h e n Trigoler'e baskıyı arttırdı. Bu sırada İspanya'n o m e t r i e " , ISIS, V (1923), s. 3 9 2 ; E . S. Kenya geçen Abdurrahman ed-Dâhil zulüm nedy, "Parallax Theory in Islamic A s t r o n o m y " , gören Yemenliler ile Kureyşliler'in tabii lia.e., XLVJ (1956), s. 4 2 - 4 3 ; J . L. B e r g g r e n , deri oldu. Tuleytula'da (Toledo) bulunan " H a b a s h ' s A n a l e m m a for R e p r e s e n t i n g AziYûsuf Abdurrahman'ı önce tanıdı, ancak m u t h C i r c l e s o n t h e A s t r o l a b e " , Zeitschrift für Geschichte der Arabisch - islamischen Wissen-daha sonra isyan etti. Habîb b. Abdülschaften, VII, F r a n k f u r t 1 9 9 1 - 9 2 , s . 2 3 - 3 0 ; W . melik de Abdurrahman ed-Dâhil ile Yûsuf Hartner, " H a b a s h al-Hasib al-Marwazi", El arasındaki savaşta Abdurrahman'ın Benî ( İ n g . ) , III, 8 9 . , j p g Ümeyye'den oluşan süvari birliklerini sevk ve idare etti. Habîb, süvari birliğini Yûsuf r ~ı el-Fihrî kuvvetlerinin sağ kanadına ve HABEŞİSTAN merkezine hücuma geçirdi. Yûsuf'un önde gelen adamlarından Kinâne b. Kinâ(bk. ETİYOPYA). L _ı ne, Abdurrahman b. Yûsuf ve Cevşen b. Sumeyl savaş meydanında öldürüldü, Yûr HABHÂB suf yaralı olarak kaçıp kurtulabildi. Böylece Endülüs Emevî Devleti'nin temelleri (bk. EBU AKIL el-ENSARI). atılmış oldu (15 Mayıs 756). M a r v v a z i " , DSB, Debarnot,



V, 6 1 2 - 6 2 0 ;



Marie-Therese



"The Zîc of H a b a s h



al-Hasib:



A



2



H S A N



r



A Z L I O



1



HABITIYYE (Çkubüf)



İslâm akaidine aykırı bazı inançlanyla tanınan A h m e d b. Hâbıt'ın



(o. 232/846-47) görüşlerini benimseyenlere verilen ad (bk. AHMED b. HÂBIT).



L



L U



Habîb b. Abdülmelik, EmeVî hânedanının yıkılmasından altı yıl sonra İspanya'da kurulan Endülüs Emevî Devleti'nin mimarları arasında yer almış, Abdurrahman ed-Dâhil'i desteklemesinin karşılığını da Tuleytula ve çevresine vali tayin edilmek suretiyle almıştır. Valiliği müddetince Endülüs'ün doğu bölgesi uzun süre sükûnet içinde yaşamıştır.



Miknâse Berberîleri'nden Şakyâ b. Abdülvâhid, 151'de (768) Tuleytula'nın kuzeydoğusunda Vâdilhicâre (Guadalajara) bölgesinde isyan etmişti. Şakyâ Berberîler'den oluşan bir ordu topladı ve Abdurrahman ed-Dâhil ile savaşmak üzere harekete geçti; dağlık bölgede emin bir yer seçerek oraya çekildi. Tuleytula Valisi Habîb, Hz. Osman'ın soyundan gelen Süleyman b. Osman b. Mervân'ı Şakyâ'nın üzerine gönderdi. Ancak Süleyman Şakyâ karşısında başarılı olamadı ve yakalanarak öldürüldü. Şakyâ kazandığı bu başarıdan sonra Kuriye (Coria) bölgesini istilâ etti; bu arada üzerine gönderilen birkaç birliği de bozguna uğratınca Abdurrahman'ın emirliği için büyük tehlike haline geldi. Bunun üzerine Abdurrahman Habîb'i bu görevden alarak isyancı Berberîler'le 156 (773) yılına kadar bizzat kendisi meşgul oldu. İbnü'l-Esîr. Habîb b. Abdülmelik'in Emîr Abdurrahman'ın kumandanlarından biri iken devletin hazinesini çalmaya teşebbüs ederek Abdurrahman'a ihanet eden Sülemî ile karşılaştığı sırada bir siyahi köle ile mübâreze ederek yaralandığını ve öldüğünü (162/778-79) nakleder (el-Kâmil, VI, 59). Ancak diğer kaynaklarda Habîb'in bu tarihte öldüğünü doğrulayan rivayetlere rastlanmamaktadır. Abdurrahman ed-Dâhil'in, Habîb b. Abdülmelik'in cenazesinde bulunduğu ve ölümüne çok üzüldüğü kaydedilir. Emîr Abdurrahman'ın 172'de (788) vefat ettiği dikkate alınırsa Habîb'in bu tarihten önce öldüğü anlaşılır. Süleyman, Mübârek, Ömer, Ebân, Cebbâr ve Velîd adlarında altı oğlu olan Habîb, Kurtuba ve Reyye'de Habîbîler adıyla meşhur ailenin de atasıdır. Endülüs Emevî Devleti'nin önemli şairlerinden Bişr b. Habîb ve Saîd b. Hişâm ile Kurtuba kadılığı yapan İbrâhim el-Kureşî ve fakih Abdurrahman b. Yahyâ, Habîb b. Abdülmelik'in soyundan gelmektedir. BİBLİYOGRAFYA :



Kudâtü Kur-



M u h a m m e d b . Hâris el-Huşenî,



tuba



(nşr.



İbrâhim



el-Ebyârî),



Cemhere,



1 4 1 0 / 1 9 8 9 ; İbn H a z m ,



bâr Mecmû'a, s. mil,



Kahire-Beyrut



Ahel-Kâ-



s. 89-90;



8 1 - 8 2 , 1 0 2 ; İbnü'l-Esîr,



V, 6 0 5 ; VI, 9 - 1 0 , 5 7 - 5 9 ; İ b n ü ' I - E b b â r ,



Tekmile



et-



(nşr. A. Bel - İ b n E b û Ş e n e b ) , C e z a y i r



1 9 2 0 , s. 2 5 4 ; M a k k a r î ,



Nefhu't-tîb,



5 5 - 2 5 9 ; IV, 1 3 6 ; İ b n S a î d e l - M a ğ r i b î , I, 6 2 ; II, 1 0 ; İmâdüddin,



II, 1 0 3 ; III,



el-Muğrib,



Ziriklî, el-A'lâm, II, 1 7 1 ; S â b i r M . Endülüs Siyâsî Tarihi (trc. Y u s u f



Y a z a r ) , A n k a r a 1 9 9 0 , s. 8 2 ; E . T e r e s , " H a b î b b . c



A b d a l - M a l i k " , El2 ( i n g . ) , III, 1 1 - 1 2 . B



NADIR ÖZKUYUMCU



369



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎB el-ACEMÎ r



~ı H A B Î B el-ACEMÎ (^MBIİU^».)



İbn Hacer'e göre Habîb sika bir hadis



Ebû Muhammed Habîb b. îsâ b. Muhammed el-Acemî el-Fârisî



râMSİdir (Tehzîbü't-Tehzîb, II, 189). H a s a n - ı



(ö. 130/747-48!?])



L



Basralı zâhid.



naklarda 113 (731), 120 (738), 125 (743) ve 130 (747-48) olmak üzere farklı tarihler verilmektedir.



J



Aslen İranlı olan ailesi ve hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Ebü'l-Feyz elMenûfî kaynak göstermeden onun bir melik oğlu olduğunu kaydeder (Cemheretü'l-evliyâII, 85). Sûfîliğe yönelmeden önce ticaretle meşgul olan ve tefecilik yapan Habîb'in, alacağını tahsil etmeye gittiğinde borçlu ödeme yapamazsa o kişiden ayrıca ayak kirası aldığı rivayet edilir. Söylendiğine göre yemek yiyeceği bir sırada kendisinden sadaka isteyen dilenciyi sert bir şekilde azarlamış, bu esnada karısı yemeğin kan kesildiğini söyleyince Habîb yaptığına pişman olarak dürüst bir tüccar olmaya ve tefeciliği bırakmaya karar vermiştir. Menkıbeye göre Habîb yoldan geçerken oyun oynamakta olan çocukların, korkarak kendisinden kaçmaları üzerine son derece üzülmüş ve Hasan-ı Basrî'nin meclisine giderek tövbe etmiştir. Attâr, Habîb el-Acemî'nin gündüzleri Hasan-ı Basrî'den ilim tahsil edip geceleri Fırat kenarında yaptırdığı zaviyede ibadetle meşgul olduğunu, Kur'an'ı doğru okuyamadığı için kendisine "Acemi" nisbesinin verildiğini kaydeder. Rivayete göre Habîb namaz kılarken âyetleri yanlış telaffuz ettiğinden Hasan-ı Basrî onun arkasında namaz kılınamayacağını düşünmüş; ancak rüyasında, kılmış olduğu bütün namazların Habîb'in arkasında kılacağı namaz hürmetine kabul edileceği, çünkü dili düzeltmekle kalbi düzeltmek arasında büyük bir fark bulunduğu kendisine bildirilerek uyarılmıştır. Bu rivayet, bâtını zâhirden üstün tutan tasavvufî anlayışın ilk karakteristik örneklerinden biri olması açısından önem taşır. Öte yandan, İmam Şâfıî'nin muhalefetine rağmen Ahmed b. Hanbei'in Habîb'i sınamak maksadıyla ona fıkhî bir soru sorduğu ve aldığı cevaptan dolayı hayrete düştüğü, her iki imamın da kendisini takdir ettiği söylenir.



Basrî, İbn Şîrîn, Ebû Temîme el-Huceymî ve Bekir b. Abdullah'tan hadis rivayet etmiş, kendisinden de Süleyman et-Teymî, Hammâd b. Seleme, Ca'fer b. Süleyman ve Mu'temir b. Süleyman rivayette bulunmuşlardır. Buhârî de el-Edebü'lmüfred



(I, 366) ve



et-Tûrîhu'l-kebîr'de



bir hicviye sebebiyle takibata uğrayınca İstanbul'a giderek Osmanlı tâbiiyetine geçti (1867). Âlî Paşa ile tanıştıktan bir müddet sonra Ahmed Vefik Paşa'nın yardımıyla Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi Farsça ve Arapça hocalığına tayin edildi. Ayrıca Dârüşşafaka'da da ders verdi. Özellikle Farsça'ya vukufu ve bu dille yazılmış kitaplar hakkındaki geniş bilgisiyle tanındı. Yirmi beş yıl Osmanlı Devleti kadrolarında çeşitli görevlerde bulunan Habib Efendi, bir süre Maarif Nezâreti Encümen-i Teftîş ve Muâyene âzalığı yaptı. 1 Mayıs 1894'te Bursa'da vefat etti ve Pınarbaşı Mezarlığı'na defnedildi.



(II, 326) ondan bahsetmiştir. İbnü'l-Cevzî, hadis râvisi olan Habîb'in başka bir kişi olduğunu söylüyorsa da (Ştfatü'ş-şafArapça ve Fransızca bilen Habib Efenue, III, 321) bu bilgi başka kaynaklarca di, başta Çağatayca olmak üzere çeşitdoğrulanmadığı sürece ihtiyatla karşıli Türk lehçelerine de vâkıftı. Kendisine lanmalıdır. Fransa hükümeti tarafından akademi niHabîb'in tasavvuf tarihi açısından asıl şanı, Paris Asya Cemiyeti âzalığı ve fahrî önemi, zühd döneminden sonraki asırmuhabirliği unvanı verilmiştir. larda teşekkül eden tarikatların silsileEserleri. Habib Efendi'nin en önemli lerinde Hasan-ı Basrî'den sonra yer aleseri Türkçe olarak yazdığı Hat ve Hatmış olmasıdır. Bu silsilelerde Dâvûd ettâtân'dır (İstanbul 1305). Eser İranlı ve Tâî onun müridi olarak görülür. NakşiTürk hattatların biyografıleriyle hat sabendiyye, Kâdiriyye, Mevleviyye gibi bünatına dair çeşitli bilgi ve metinlerden yük tarikatların silsilelerinde yer alması meydana gelmiştir. Haklarında bilgi vermenkıbelerinin günümüze kadar ulaşdiği kişilere dair Arapça, Farsça ve Türkmasını sağlamıştır. çe şiirlerle zenginleştirilmiş olan eserin BİBLİYOGRAFYA: bir özelliği de İbnü'l-Bevvâb'ın hatla ilgili B u h â r î , el-Edebü'l-müfred (nşr K e m â l Y û s u f Arapça el-Kaşîdetü 'r-râ'iyye 'sinin metel-Hût), Kahire 1 3 8 8 / 1 9 6 8 , 1, 366; a.mlf., etni ve Türkçe şerhiyle (s. 45-47), MuhamTârihu'l-kebîr, 11, 3 2 6 ; Serrâc, el-Lümae, s. med b. Hasan es-Sincârî'nin Bid'atü'l2 2 2 ; Dûlâbî, el-Künâ ue'l-esmâ'. Beyrut 1 9 8 3 , el-Cerh ue't-ta'dii, III, 112; Kitâbü't-teuuâbîrı, B e y r u t 1 9 8 4 , s. 2 0 0 vd.; E b û N u a y m , Hilye, VI, 149-155; Kuşeyrî, er-Risâle, II, 6 8 7 , 7 2 0 ; Hücvîrî, Keşfü'lmahcûb (Uludağ), s. 1 8 3 vd.; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, IV, 32-38; A t t â r , Tezkiretü'l-euliyâ



mücevvid



Makdis,



135 beyitlik Arapça manzum risâlesini (s. 278-285) ihtiva etmesidir. Eserin sonunda ayrıca bazı meşhur müzehhip ve mücellitler hakkında bilgi verilmiştir.



(trc. S ü l e y m a n Uludağ), İstanbul 1984, s. 96-



102; İbnü'l-Cevzî, Şıfatü'ş-şafue, Zehebî,



Mîzârıü'l-iHidâl,



III, 315-321;



I, 2 1 2 , 4 5 7 ;



a.mlf.,



Allâmü'n-rıübelâ', VI, 143; İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü'l-euliyâ', s. 182-186, 493, 504, 513, 521, 528; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, 11,



et-Tabakât, I, 6 7 ; M ü n â v î , el-Keuâkib, I, 100; Ma'sûm Ali Şah, Tarâ'ik, II, 75189; Şa'rânî,



78; Ebü'l-Feyz el-Menûfî, Kahire



1967, II, 8 5 vd.;



Cemheretü'l-euliyâ', Ali S â m î



en-Neşşâr,



Neş'etü'l-fıkri'l-felsefî fi'l-lslâm, Kahire 1978, III, 155-161; E l b â n l , Silsiletü'l-ehâdîsi's-sahîh a , Beyrut 1 9 8 5 , I, 7 2 1 .



r



fî "ilmi'l-hat



Hat ve Hattâtân'm baş taralında hat-



tın ortaya çıkışı, gelişmesi, özellikle Arap hattının menşei ve çeşitleri anlatılmış, bu sanata hizmet ederek onu geliştiren üstatların şeceresi verilmiştir. Eserin iki bölümden meydana gelen biyografi kısmı İran ve Osmanlı hattatlarına ayrılmış, ilk bölümde bilhassa ta'lik, ikinci bölümWwm



E r h a n Y e t İ K



n H A B Î B EFENDÎ



(1835-1894) Hat ve Hattâtân adlı eseriyle tanınan İran asıllı edebiyatçı. ^



Habîb'in diğer bir özelliği de yaygın kanaate göre duaları kabul edilen bir kişi olmasıdır (İbnü'l-Mülakkın, s. 182). Attâr bu konuda çeşitli menkıbeler zikreder İsfahan yakınlarındaki bir köyde doğ(Tezkiretü'l-euliyâ, s. 98). Habîb'in eşi du. İsfahan, Tahran ve Bağdat'ta öğrenim gördükten sonra Tahran'a döndü. Amre de dönemin kadın zâhidlerindenSipehsâlâr Mehmed Han'a yazdığı siyasî di. Habîb el-Acemî'nin ölümü için kay-



ve uşûlih



adlı



li, 9 5 ; İbn E b û H â t i m ,



Habib



j



Efendi



L



370 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABİB KARAMÂNÎ de sülüs ve nesih yazan hattatlara geniş yer verilmiştir. Ancak Osmanlı hattatlarıyla ilgili bilgilerde yer yer yanlışlıklar vardır. Türkçe ve Farsça şiirler de yazan Habib Efendi'nin manzumelerinin büyük bir kısmı Ahter gazetesinde yayımlanmıştır. Ders kitabı mahiyetindeki Farsça eserleri ise şunlardır: Düstûr-ı Sühan ( İ s t a n b u l 1 2 8 9 ) , Düstûrçe (İstanbul 1293, d i ğ e r b a s k ı l a r ı için b k . Ö z e ğ e , I, 270), M ü n t e h a b â t - ı cUbeyd-i Zâkânî ( İ s t a n b u l 1303), Beıg-i Sebz ( İ s t a n b u l 1304, 1312), Debistân-ı Fârisî ( İ s t a n b u l 1308), Rehnümâ-yı Fârisî (İstanbul 1309), Hulâşa-i Rehrıümâ-yı Fârisi ( i s t a n b u l 1309), Müntehabât-ı Gülistân ( İ s t a n b u l 1309), Rehber-i Fârisî ( İ s t a n -



bul 1310). Habib Efendi ayrıca Moliere'in L e misanthrope adlı piyesini Merdüm-gürîz (İstanbul 1286), James Morier'in Aventures d'Hajji Baba d'Ispahan adlı romanını Hâcî Bâbâ-i İşfahânî ( K a l k ü t a



1905), Rifâa et-Tahtâvî'nin G. Depping'den çevirdiği Kalâ'idü'l-mefâhir iî garibi cavâ'idi'l-evâ'il ve'l-evâhir adlı eserini Garâ'ib-i 'Avâ'id-i Milel ( İ s t a n -



bul 1303) adıyla Farsça'ya tercüme etmiş, Ebû İshak Hallâc Şîrâzî'nin Dîvân-ı ( İ s t a n b u l 1302) ve N i z â m e d d i n



Et'ime



Mahmud Kârî'nin Dîvân-ı Elbise'sini de (İstanbul 1303) neşretmiştir. BİBLİYOGRAFYA



:



Ferheng-i Fârsî, V, 454; Sefernâme-i Hâcî Pirzâde (nşr. H â f ı z F e r m â n f e r m â l y â n ) , T a h r a n 1343



hş.,



II, 9 5 - 9 8 ;



LHP,



Brovvne,



IV,



450;



Son Hattatlar, s. 1 1 , 8 3 4 ; a . m l f . . Son Asır Türk Şairleri, III, 472; Türkiye'de Basılmış Farsça Eserler, Çeviriler ve İran'la İlgili Yayınlar Bibliyografyası, Ankara 1971, s. 2 3 , 3 6 ; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, 1, 3 9 9 ; Yahyâ-yı Â r y a n p û r , Ez Sabâ tâ Nîmâ, Tahİbnülemin,



r a n 2 5 3 5 ş ş „ I, 3 9 5 - 4 0 2 ; C e m ş î d - i



Melikpûr,



Edebiyyât-ı tiümâyişî der İrân, Tahran 1363 h ş . , 1, 1 1 2 - 1 1 4 ; M . E m î n - i R i y â h î , Zeban u Âdâb-ı Fârsî der Kalemrü-yi'Oşmânt, Tahran 1 3 6 9 h ş . , s . 2 5 6 - 2 5 7 ; a.e.: Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı (trc. M e h m e t Kanar), İstanbul Bâmdâd,



1995,



s.



266-267;



Şerh-i Hâl-i Ricâl-i İrân,



h ş . , I, 3 1 3 - 3 1 4 ; C h r i s t o p h e Balay, persane en Diraspora; İstanbul



Les iraniens d'lstanbul (ed. Zarinebaf), Efendi",



Paris



Maârif,



1993,



s.



Mehdî-yi



Tahran 1371 "Litterature



1865-1895",



Th. Z a r c o n e - F.



177-180;



"Habîb



I V / 9 7 , İ s t a n b u l 1 3 2 9 , s. 2 8 9 ;



" H a b i b E f e n d i " , TA, XVIII, 2 6 2 . A U



ALPARSLAN



r



HABİB K A R A M A N I



1



( ö. 902 / 1496) L



Anadolu'da faaliyet gösteren ilk Halveti şeyhlerinden.



J



Niğde yakınlarındaki Ortaköy kasabasında doğdu. Anne tarafından Hz. Ebû Bekir, baba tarafından Hz. Ömer soyundan geldiği rivayet edilir. O dönemde Niğde Karaman vilâyetine bağlı olduğu için Karamânî nisbesiyle tanınmıştır. Ailesi ve hayatının ilk dönemleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Lâmiî'nin, "Rum'dan Seyyid Yahyâ hazretlerine vardıkta akaid şerhi okurmuş" şeklindeki ifadesinden zâhir ilimlerini tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Habib Karamânî'nin, Haivetiyye tarikatının pîr-i sânîsi Yahyâ-yı Şirvânî'ye intisap etmek için memleketinden ayrılarak Şirvan'a gittiği tarih belli değildir. Lâmiî'nin verdiği bilgiye göre Şirvan'a vardığında Seyyid Yahyâ'nın dervişleriyle karşılaşmış, onlara, "Şeyhiniz bana bir günde mevlâmı gösterebilir mi?" diye sorunca şeyhin kıdemli müridlerinden Hacı Hamza Efendi'den şiddetli bir tokat yiyerek yere düşmüştür. Durumu öğrenen Yahyâ-yı Şirvânî onu huzuruna çağırıp, "Dervişler gayretli olur, aldırma" diyerek gönlünü almış ve kendisini dervişliğe kabul etmiştir. Habib o gün şeyhin kendisine, "Git şu pencerenin yanında dur, bu gece rüyanda ne görürsen gel bize anlat" dediğini, bu söz üzerine gidip pencerenin önüne oturduğunu nakleder ve o anda şeyhte fâni olduğunu kastederek, "O geldi biz gittik" der. Habib Karamânî on iki yıl şeyhin hizmetinde bulunduktan sonra ondan hilâfet aldı. Akşemseddin ile (ö. 863/1459) tanışarak sohbetlerinde bulunduğuna göre (Lâmiî, s. 577) 1450-1455 yıllarında Anadolu'ya dönmüş olmalıdır. Bir süre ikamet ettiği Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî'nin kabrini sık sık ziyaret eden Habib Karamânî bir yere yerleşmeyip hayatını Aydın, Kayseri, Konya ve Karaman gibi şehirlere seyahatlerle geçirdi. Lâmiî Çelebi onunla Konya'da tanıştığını söyler. Kayseri'de Akşemseddin'in halifesi İbrâhim Tennûrî ve Nakşibendî şeyhlerinden Emîr Efendi ile görüştü. Üç defa hacca gitti. Mekke'de Zeynî şeyhlerinden Abdülmutî Efendi ile sohbet etme imkânı buldu.



cak kayınpederiyle aralarında önemli bir anlaşmazlık çıkınca İskilip'ten ayrılıp Amasya'ya gitti. Şeyh Yavsî ile Habib Karamânî arasındaki anlaşmazlığın "dervişlik kuvvetiyle" halledildiğini söyleyen Lâmiî Çelebi bu anlaşmazlığın sebebi konusunda bilgi vermez. Şeyh Yavsrnin vakfını evlâdiyelik olarak kurduğunu, Habib Karamânî'nin ise "erbâbiye" olarak kurmasını istemesi yüzünden aralarının açıldığı rivayet edilir. Habib Karamânî İskilip'ten ayrıldıktan sonra gittiği Amasya'da bir zâviye kurarak ibadet ve ilimle meşgul olmaya başladı ve bu şehirde vefat etti. Türbesi Mehmed Paşa İmareti içindedir. Yahyâ-yı Şirvânfnin beş meşhur halifesinden biri olan Habib Karamânî pîrdaşları Şükrullah Alâeddin er-Rûmî, Dede Ömer Rûşenî, Muhammed Bahâeddin Erzincânî ile birlikte bu tarikatın Anadolu'da yayılmasında önemli rolü olan bir sûfîdir. Ancak tarikat daha çok Pîr Muhammed Erzincânî ve halifeleri vasıtasıyla devam etmiştir. Evliya Çelebi'nin, Habib Karamânî'nin türbesinin Çankırı'nın Kurşunlu kasabasının Karacalar köyünde olduğunu söylemesi yanlıştır. Kaynaklarda Habib Karamânî'nin Kitâbü'n-Mesâyih adlı bir eseri olduğu kaydedilmekteyse de nüshasına rastlanamamıştır. Habib Karamânî İskilip'te cami, medrese. zâviye ve kütüphane gibi birçok vakıf kurmuştur. Bunların başında 881 (1476) yılında yaptırıp vakfettiği Tâbakhâne mahallesinde bulunan Şeyh Habib Camii gelmektedir. Caminin vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'ndedir ( V G M A , M ü c e d d e d A n a d o l u , X V I I I , nr.



604, sıra 248, s. 227-229). 370 m 2 'lik bir alanı kaplayan caminin önündeki medrese binaları 1925'ten sonra yıktırılmıştır.



Habib Karamânî'nin Mehmed



r



L



HABİB b. EVS (bk. EBÛ TEMMÂM).



Habib Karamânî, İskilip'te Şeyh Yavsî Efendi'nin kızı ve Ebüssuûd Efendi'nin kız kardeşi Rukıye Hatun ile evlendi. An-



Pasa imareti'ndeki mezar tası Amasya



371



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABİB KARAMÂNÎ



r



I



'--.V* » -



' . 'J



V/J-r •"'Â" ı ".'-'-O,... o.' '.iiiVı'f"^



- *



' • \\-f- '



ı.'ı.' i V n



• .



,



L



«^isias®;



Habib Karamânî vakfiyesinin ilk sayfası (VGMA, Mücedded Anadolu, XVIII, nr. 604, s. 227)



Caminin yanında kütüphane ve zâviye ile birlikte inşa edilen medresenin 1900 yılında altmış yedi talebesi bulunmaktaydı 1, 862).



(Salnâme-i Maârif-i ümûmiyye, BİBLİYOGRAFYA :



VGMA, M ü c e d d e d A n a d o l u , XVI, nr. 6 0 1 , s. 2 0 5 ; XVIII, nr. 6 0 4 ,



Defter,



VGMA,



sıra 2 4 8 ,



s.



227-229;



nr. 4 8 3 , sıra 5 2 8 ; V G M A , S i v a s



Sâlis M u h a s e b e , nr. 4 8 3 , sıra 5 2 8 , s. 4 9 ; VGMA, Esas



2 / 3 (226), sıra 229;



(228), sıra 2 2 9 ; VGMA, VGMA,



Defter, E s a s



VGMA, E s a s



Defter,



2/1 (224), sıra 3 2 9 5 ;



İ b n ü l e m i n - E v k a f , nr. 581;



2/5



nr. 4 2 0 , sıra 9 9 6 ; BA.



BA, C e v d e t - E v k a f ,



nr. 1009; TK, Defter-i Evkâf-ı Rûm, nr. 583, vr. 118"; BA, Cevdet-Maarif, nr. 1 1 7 7 ; BA, Çorum Tapu Tahrir Defteri, nr. 444, s. 72, 85, 90, 170; Lâmiî, Mefehât Tercümesi, s. 5 7 7 - 5 7 8 ; Taşköprizâde, eş-Şekâ'ik, s. 2 6 5 - 2 6 6 ; M a h m u d el-Kefevî, Ketâ'ibü a'lâmi'l-ahyâr min fukahâ'i mezhebi'n-Nu'mân el-muhtâr, S ü l e y m a n i y e Ktp., Hâlet Efendi, nr. 6 3 0 , vr. 4 5 6 " b ; Mecdî,



Şekâik Tercümesi, s. 2 8 2 - 2 8 3 ; Hoca S â d e d d i n , Tâcü't-teuârîh, II, 540-541; A t â î , Zeyl-i Şekâik, s. 6 2 , 6 3 , 7 6 , 2 4 8 ; C e m â l e d d i n Hulvî,



mezât-i Hulviyye



Le-



(haz. M . S e r h a n Tayşi), İstan-



SeyahatHediyyetü'l-ih-



bul 1 9 9 4 , s. 409-410; Evliya Çelebi.



name,



II, 177-178;



Nazmı,



uân, S ü l e y m a n i y e Ktp., Reşid E f e n d i , nr. 4 9 5 ,



Mir'ât-ı Kâinat, İstanbul 1293, II, 416; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 262; Osmanlı Müellifleri, I, 58; Salnâme-i Maârif-i Ümûmiyye (1316), I, 862-863; " A m a s vr. 1 4 3 b - 1 4 5 b ; Nişancızâde,



y a ' d a M e d f u n Şeyh Habîbî v e R u k i y y e Bacı H a t u n ' u n Müşterek Vakfiyeleri",



Çorumlu,



1/



12, Ç o r u m 1 9 4 5 , s. 148-153.



H



KÂMİL ŞAHİN



"1



HABİB el-MEKTUM



Muhammed el-Habîb b. Ca'fer el-Musaddak b. Muhammed el-Mektûm b. İsmâîl b. Ca'fer es-Sâdık (ö. 270/883 [?]) Ismâilîler'in gizlilik dönemindeki imamlarından.



J



Ca'fer es-Sâdık'm vefatından (148/765) sonra iki oğlu etrafında iki gruba ayrılan taraftarlarından Mûsâ el-Kâzım ve neslinin imâmetini benimseyenler İmâmiyye, İsmâil'in imâmetini benimseyenler de İsmâiliyye diye anılmıştır. İsmâil babasının hayatında öldüğü için mensupları, Mektûm diye anılan oğlu Muhammed'in (ö. 198/814 |?|) imâmetini ileri sürmüşlerdir. Muhammed el-Mektüm'dan itibaren, 297 (909) yılında Kuzey Afrika'da Fâtımî Devleti'ni kuran Ubeydullah elMehdî'nin ortaya çıkışına kadar geçen yaklaşık bir buçuk asırlık süre İsmâiliyye'nin gizlilik (setr) dönemini teşkil eder. Bu dönemdeki imamların kimler olduğu ve sayıları hakkında kaynaklarda farklı rivayetler vardır. Habîb el-Mektûm, bazı tarihçilere göre İsmâiliyye'nin gizli imamlar devresinde Muhammed b. İsmâil ve Ca'fer b. Muhammed'den sonra üçüncü imamdır ve Ubeydullah'ın babasıdır (Zehebî, XV, 141; İbn Haldûn, IV, 30-31). Bazı rivayetlerde ise özellikle Muhammed el-Habîb adına yer verilmeyip İsmâiliyye'nin imamlar silsilesi Muhammed b. İsmail'den sonra Abdullah (Ahmed el-Vefi), Ahmed (Muhammed et-Takl), Hüseyin (Abdullah er-Radf) ve Ubeydullah el-Mehdî olarak zikredilmektedir (Mustafa Gâlib, s. 148-157; Hasan İbrâhim Hasan, s. 78; Daftary, s. 551). İsmâilî müelliflerince benimsenen bu sonuncu silsiledir. İsmâiliyye imamlarının gizlilik döneminde takıyye*ye uyarak değişik isimler kullanmaları dikkate alındığında, Mehdî Ubeydullah'ın babası olduğu söylenen ve faaliyetlerinden bahsedilirken aynı dâîleri görevlendirdikleri belirtilen Hüseyin b. Ahmed ile Habîb el-Mektûm'un aynı kişi olarak kabul edilmesi her iki rivayetin uzlaştırılmasını mümkün kılacaktır. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Habîb el-Mektûm, III. (IX.) yüzyılın ortalarından sonra Hama yakınındaki Selemiye'ye yerleşmiş, dâîlerini buradan sevk ve idare ederek kendi soyundan gelmesi beklenen mehdî için taraftar



toplama faaliyetine girişmiştir. Habîb eiMektûm'un bazan tebdili kıyafet ederek dolaştığı, bu sırada kabiliyetli gördüğü kimseleri mezhebi yaymak için görevlendirdiği bilinmektedir. Kûfe'de rastladığı ve kendi tarafına çektiği İbn Havşeb ile Ali b. Fazl'ı 266 (880) yılında Yemen'e gönderdiği, İbn Fazl'ın davaya ihanet etmesine rağmen İbn Havşeb'in sadık kaldığı belirtilmektedir. Bu arada Mağrib'de İsmâilî hâkimiyetinin kurulmasını temin eden Ebû Abdullah eş-Şiî'nin, İbn Havşeb'in yanında yetiştirildikten sonra bu bölgede görevlendirilmesi Habîb el-Mektûm'un faaliyetleri arasında zikredilmektedir. BİBLİYOGRAFYA : el-Kâmil,



İbnü'l-Esîr,



A'lâmü'n-nübelâXV,



24-26;



Zehebî,



141-142; İbn



VIII,



Haldûn,



el-'İber, IV, 30-31; Makrîa", el-Hıtat, I, 160; Itti'âzü'l-fıunefâ' (nşr. H. Bunz), Leipzig 1909, s. 26-27; a . m l f . , el-Muk:affa'l-kebîr (nşr.



a.mlf.,



M. Ya'lâvî), Beyrut Brockelmann,



1407/1987,



s. 53-56; C.



İslâm Milletleri ve Devletleri Ta-



rihi (trc. Neşet Çağatay), A n k a r a 1 9 6 4 , s. 147; el-Kâmûsü'l-İslâmî, II, 3 3 ; M u s t a f a Gâlib, Târîhu'd-da'veti'l-İsmâ'îliyye, Beyrut 1979, s. 148-157; J . N. Hoilister, The Shi'a of india, N e w Delhi 1 9 7 9 , s. 209-210; Hasan Hasan,



Târihu'd-deuleti'l-Fâtımiyye,



İbrâhim Kahire



1981, s. 4 7 , 4 8 , 7 4 , 75, 4 0 1 , 4 0 3 , 4 8 7 ; Ziriklî.



el-A'lâm (Fethullah), VI, 7 0 ; F. Daftary, The Ismâ'ilis: Their History and Doctrines, Cambridge 1 9 9 2 , s. 5 5 1 .



r



H A S A N ONAT



HABİB b. MESLEME (



L



[Tl MU



o jjj v a ^



~l



)



Ebû Abdirrahmân (Ebû Mesleme) Habîb b. Mesleme b. Mâlik el-Fihrî (ö. 42/662) Suriye ve Anadolu fetihlerine katılan sahâbî.



610'da veya 620'de doğdu. Kureyş kabilesinin Fihr koluna mensuptur. Anadolu'ya yaptığı birçok akın sebebiyle Habîbü'r-Rûm diye de anılır. 8 (629-30) yılında müslüman oldu. Hz. Peygamber'le gazvelere iştirak etmek için Medine'ye gitti ve Tebük Gazvesi'nde bulundu. Ancak onun sahâbî olmadığını söyleyenler de vardır. Hâlid b. Velîd kendisini, Büsr b. Ebû Ertât ile birlikte Gütatü Dımaşk'ın bazı köylerine baskın yapmak için gönderdi. Habîb, 15 (636) yılında bir öncü süvari birliğinin başında Yermük Savaşı'na katıldı ve Suriye'nin önemli bir kısmını fethetti. Ayrıca İyâz b. Ganm ile birlikte An-



372 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎB e n - N E C C Â R takya'yı ikinci d e f a f e t h e t t i



m e barış i s t e m e k zorunda kaldı. Yapılan anlaşmaya g ö r e C e r â c i m e g e r e k t i ğ i n d e asker v e r m e y i , A m a n u s dağında v e Suriy e ' y e giriş çıkış noktalarına hâkim kalelerd e bulunduracağı



BİBLİYOGRAFYA :



(17/638) v e



Cürcüme şehri üzerine yürüdü. Cerâci-



kuvvetlerle



müslü-



manlara bilgi verip casusluk y a p m a k suretiyle yardımcı olmayı kabul etti. Aynı yıl S e l â m e t Geçidi diye d e anılan H a d e s Kalesi'ni, Malatya v e civarını ele geçirdi. 2 0 (641) yılında Hz. Ö m e r tarafından el-Cezîre'ye vali tayin edilen Habîb b. Meslem e , daha sonra Bâbülebvâb'ın f e t h i n d e Sürâka b. A m r ' a yardım e t m e k üzere g ö revlendirildi (22/642-43). Hz. Osman döneminde Suriye Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân t a r a f ı n d a n 2 4 yılı s o n u n d a



(Ekim



645) Doğu Anadolu'ya gönderilen Habîb



rivayet edilir. Kur'an'daki âyetlerin üslû-



Müsned, IV, 159-160; Dârimî, "Cihâd", 8, "Siyer", 43; İbn Mâce, "Cihâd", 35; İbn Sa'd, etTabakât, VII, 409-410; İbn Habîb, el-Muhabber, s. 294; Belâzürî, Fütûh (Rıdvan), s. 141, 152, 155, 189, 200, 201, 202, 203, 206; Dîneverî, el-Ahbârü 't-tıuâl, s. 170-174, 182; Taberî, Tarih (Ebü'1-Fazl), III, 396, 407; IV, 55, 156157, 162, 248, 263, 304, 307, 352, 421; V, 7, 11, 13, 18, 54, 71; Hâkim, el-Müstedrek, III, 346-347, 432; İbn Abdüiber, el-lstî'âb (Bicâvî), I, 320-321; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk (nşr. Ömer b. Garâme el-Amrî), Beyrut 1415/1995, XXII, 62-81; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 495, 497, 532, 535; III, 97, 133, 186, 287, 291, 294, 295, 321, 333, 354; a.mlf., Üsdü'l-ğâbe, I, 373375; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ\ III, 188-189; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 123, 153, 158, 160, 188, 258, 261, 262; İbn Hacer, el-lşâbe, I, 309; a.mlf., Tehzîbü 't-Tehzîb, II, 190-191; Bedrân, Tehzîbü Târihi Dımaşk, IV, 38-42; Mahmûd Şît Hattâb, "Habîb b. Mesleme el-Fihrî, fâtih u Şatra İrmîniyye", MMLADm., XUX/1 (1974). s. 34-58; H. Lammens, "Habib", İA, V/l, s. 9; J. W. Fück, "Habib b. Maslama", EF (Fr.), III, 13.



Bizans kuvvetlerine karşı başarılı oldu. Kâlîkalâ'yı (Erzurum) e m a n l a alıp birçok şehir v e



kasabayı



haraca



bağladıktan



8



r



.



HABİB



sonra Suriye'ye döndü (25/645-46). Daha



^ r )



L



olarak şu şehir halkını onlara anlat" m e âlindeki âyetle (Yâsîn 36/13) kıssa hatırlatılarak şehir halkının âkıbetinden ibret alınması ö ğ ü t l e n m e k t e d i r . Bu şehrin neresi olduğu, hadisenin ne zaman vuku bulduğu v e iman e t t i ğ i bildirilen şahsın kimliği konusunda hadislerde d e bir bilgi bulunmamaktadır. Kur'ân-ı K e r î m ' d e S e m û d kavmi ( H û d 11/67; el-Kamer 54/31), Medyen ehli (Hûd 11/94), Lût kavmi (el-Hicr 15/73) v e Ashâbü'l-Hicr (el-Hicr 15/83) gibi kavimlerin Allah'ın elçilerini dinlemedikleri için bir sayha ile helâk edildikleri belirtilmektedir. Yâsîn s û r e s i n d e s ö z konusu e d i l e n şehrin bu kavimlerden birine ait olup olmadığı bilinmemektedir. Müfessirlerin olayın m e y d a n a geldiğini söyledikleri Ant a k y a ' d a m i l â t t a n sonra 3 5 yılında bir d e p r e m olduğu bilinmekteyse d e bunun Kur'an'da anlatılan hadise ile ilgisinin tes-



Diğer t a r a f t a n t e f s i r kitaplarında elçileri bu şehre Hz. îsâ'nın gönderdiği rivayet J



edilir. Hıristiyan kaynaklarında Hz. îsâ'-



halkını



elçi yolladığına dair bilgi yoktur. Onun se-



(32/652-53). Ancak Habîb b. M e s l e m e ordunun sevk v e idaresini kendisi üstlen-



nın bilindiğini g ö s t e r m e k t e d i r . "Bir misal



bit edilmesi m ü m k ü n değildir.



İslâmî kaynaklara g ö r e Yâsîn sûresinde kıssası anlatılan kişi.



vâb'ın f e t h i n d e Selmân b. Rebîa el-Bâhilî'ye y a r d ı m e t m e k ü z e r e görevlendirildi







en-NECCAR



(jbdJI



s o n r a Hz. O s m a n t a r a f ı n d a n B â b ü l e b -



A S R İ ÇUBUKÇU



bu Hz. P e y g a m b e r zamanında bu kıssa-



nın tebliğ faaliyeti esnasında Antakya'ya Kur'ân-ı



Kerîm'de,



"karye"



m e k isteyince aralarında ihtilâf çıktı v e



Hakk'a d a v e t e t m e k için bir ş e h r e (Kar-



maya urûcundan sonra Kudüs'teki hıris-



Habîb'i destekleyen Suriyelilerle Selmân'ı



y e ) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir



tiyanlar tarafından bu ş e h r e gönderilen



üçüncüsünün gönderildiği, halkın bun-



Barnaba Tarsus'tan Saul'ü d e (Pavlus) ya-



d e s t e k l e y e n Iraklılar birbirlerini ölümle t e h d i t e t m e y e başladılar. 3 5 ' t e



(655)



Kınnesrîn valiliğine tayin edilen Habîb g ö -



lara karşı çıktığı, s a d e c e şehrin uzak bir



nına çağırmış, ikisi birlikte bir yıl süre ile



y e r i n d e n g e l e n bir kişinin i m a n edip on-



orada yeni dini yaymışlardır (Resullerin İş-



ları desteklediği v e bu kişinin, açıkça ifa-



leri, 11/22-26). Pavlus ile Barnaba Antak-



d e e d i l m e m e k l e b e r a b e r âyetin gelişin-



ya'da iken daha sonra Simun P e t r u s da



Hz. Osman'a y a r d ı m e t m e k ü z e r e Medi-



d e n anlaşıldığına g ö r e şehir halkı t a r a -



oraya g i t m i ş t i r (Galatyalılar'a Mektup, 2/



n e ' y e g ö n d e r d i . Vâdilkurâ'ya ulaştığında



f ı n d a n öldürüldüğü, onun imanı sayesin-



11). A n c a k Ahd-i Cedîd'de Kur'ân-ı Ke-



halifenin öldürüldüğü haberini alınca Dı-



d e c e n n e t e g i r d i ğ i , k e n d i s i n e kötülük



r î m ' d e anlatılan kıssaya b e n z e r bir olay



m a ş k ' a döndü. Habîb bundan sonra Mu-



e d e n şehir halkının ise bir sayha ile helâk



yer almamaktadır.



âviye ile b e r a b e r oldu v e onun Hz. Ali'ye



edildiği anlatılmaktadır



r e v e yeni başladığı sırada



Muâviye onu



g ö n d e r d i ğ i heyetin sözcülüğünü, Sıffîn'-



(Yâsîn



36/13-



29).



Ahd-i Cedîd'de sözü edilen A g a b u s ' u n (Resullerin İşleri,



11/27-28) Habîb



en-



Neccâr olduğu ileri sürülmüşse d e (İA, V/



d e Suriye ordusunun sol kanat kuman-



M ü f e s s i r l e r e g ö r e elçilerin adları Yu-



danlığını yaptı. 41 (661) yılında Muâviye



hannâ, Pavlus v e Şem'ûnü's-Safâ (Simun



1, s. 9) bunu ispat e d e c e k hiçbir delil yok-



Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya'-



tur (Ef



dır. Bunların tebliğini kabul e d e n



mü-



gili Ahd-i Cedîd'deki bilgi şöyledir: "O gün-



min kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb



lerde Yeruşalim'den A n t a l y a ' y a bazı pey-



Muâviye'nin istişare heyetindeki ö n e m -



b. İsrâil veya Habîb b. M e r T d i r . Tefsir ki-



g a m b e r l e r indiler. Bunlardan A g a b u s ad-



li kişilerden biri olan Habîb savaş teknik-



taplarında Habîb'in neccâr (dülger), ipek-



lı biri kalkıp bütün dünya üzerinde büyük



çi, kassâr (bez ağartan) veya ayakkabıcı ol-



bir kıtlık olacağını Ruh vasıtasıyla bildir-



duğu, günlük kazancının yarısını ailesine



di; bu da Klavdius'un günlerinde oldu" (Re-



t a r a f ı n d a n İrmîniye valiliğine tayin edildi v e burada v e f a t etti.



lerini iyi bilen cesur bir kumandandı, trm î n i y e ' d e kırktan fazla şehir v e kaleyi f e t h e t m e s i d e bunu göstermektedir. Ga-



|Fr.|, III/l, s. 12-13). Agabus'la il-



ayırıp d i ğ e r yarısını t a s a d d u k e t t i ğ i , cüz-



sullerin İşleri, 11/27-28). Ahd-i Cedîd'de



z a m hastalığına yakalandığı için şehirden



A g a b u s ' u n bu hadiseden sekiz yıl sonra



nimetlerin taksimine dair rivayet e t t i ğ i



uzak bir y e r d e oturup i b a d e t l e m e ş g u l



Kaysâriye'deki faaliyetinden d e bahsedi-



bir hadis A h m e d b.



Hanbei'inel-Müsned'i



olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da



lir (Resullerin İşleri, 21/10-11). Grekler,



ile (IV, 159-160) Ebû Dâvûd, İbn M â c e v e



iman e t m e y e çağırınca taşlanarak, linç



A g a b u s ' u n Hz. îsâ'nın seçtiği y e t m i ş şâ-



Dârimî'nin e s - S ü n e n ' l e r i n d e yer almak-



edilerek veya hızarla kesilerek öldürül-



kirdden biri olduğuna v e A n t a k y a ' d a şe-



tadır.



düğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü



hid edildiğine inanırlar ( D B , 1/1, s. 259).



373



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎB en-NECCÂR Ancak, Agabus şehid edilmişse d e nere-



y a n a ş m a d ı ğ ı için şehid edildi. Hz. Ebû



kim Hamit Araslı, Yavuz Sultan Selim'in



d e öldürüldüğü bilinmemektedir (E!21 Fr.J,



Bekir d e v r i n d e



Tebriz'i aldıktan sonra (920/1514) ailele-



III/l, s. 13).



sında M ü s e y i i m e üzerine gönderilen İs-



riyle birlikte İstanbul'a g ö t ü r d ü ğ ü 1700



l â m o r d u s u n d a Habîb'in annesi Ü m m ü



sanatkârın içinde Habîbî'nin d e bulundu-



ğının eteklerinde, aslı bir R o m a t a p m a ğ ı



U m â r e ile kardeşi Abdullah da y e r aldı.



ğunu ileri sürer. Ancak Eğridirli Hacı Ke-



iken Bizans d ö n e m i n d e kiliseye, İslâmî



Y e m â m e Savaşı'nda on bir yerinden ya-



mal'in 9 1 8 (1512) yılında tamamladığı Cû-



d ö n e m d e c a m i y e çevrilen v e aynı adı ta-



ralanan Ü m m ü U m â r e bir elini d e kay-



miu'n-nezûir'de



şıyan binanın altındaki üç m e z a r d a n biri-



b e t t i . A n c a k oğlu Abdullah, Vahşî b.



nin yer alması, onun il. Bayezid d e v r i n d e



nin ona ait olduğu ileri sürülmektedir.



H a r b ile birlikte M ü s e y l i m e ' y i öldürdü.



Anadolu'ya g e l m i ş olması ihtimalini güç-



A n t a l y a ' d a Habib Neccâr (Silpius) da-



BİBLİYOGRAFYA :



Hâlid b. Velîd kumanda-



lendirdiği gibi şöhretinin kendisinden ön-



BİBLİYOGRAFYA :



Taberî, Câmfu'l-beyân, XXJI, 155-162; Makdisî. el-Becf oe't-tânh, III, 130-131; Sa'lebî. 'Arâ'isü'l-mecâlis, s. 308-310; Fahreddin erRâzî, Mefâtîhu'l-ğayb, XXVI, 51-61; Âlûsî, Rühu'l-me'ânt, XXII, 220-228; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-beyân, İstanbul 1384, VII, 377388; "Habıbünneccâr", İA, V/L, s. 9-10; G. Vajda, "Habib al-Nadjdjar", EF (Fr.), IH/1, s. 12-13; E. Jacquier, "Agabus", DB, 1/1, s. 259. H



İbn Sa'd, et-fabakât, IV, 316; İbn Abdülber, el-İstfâb, I, 328; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, I, 443; a.mlf., el-Kâmil, II, 352; Zehebî, Tecridû esmâVş-şahâbe, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), I, 118; İbn Hacer, el-lşâbe, I, 306-307; II, 382; IV, 479; İsmail L. Çakan, "Abdullah b. Zeyd b. Âsim



, DİA,



I, 1 4 3 .



SÜLEYMAN ATEŞ



î~



G



SELMAN BAŞARAN



XV. yüzyıl A z e r î şairi.



Kaynaklarda



Habîbî'nin



Anadolu'daki



hayatı hakkında bilgi yoktur. Âşık Çelebi'nin onun için "seyahat-pîşe"



demesi



de (Meşâirü'ş-şuarâ, vr. 86 a ) yeterli ipucu v e r m e m e k t e d i r . Evliya Çelebi'nin Harak g ö s t e r m e s i



(ı^p-)



~l



ce bu ülkeye ulaşmış olabileceğini d e düşündürmektedir.



bîbî'yi Yavuz Sultan Selim'in nedimi ola-



HABÎBİ



r



Habîbî'nin birçok şiiri-



(Seyahatnâme,



I, 411),



Türk v e Fars edebiyatlarına büyük ilgi du^



yan padişahın Şah İsmâil'e karşı onu him a y e e t m i ş olabileceğini akla g e t i r m e k -



HABİB b. Z E Y D



tedir.



( .



Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Sâm Mirza, Azerbaycan'ın Bergüşâd kasaba-



Habîb b. Zeyd b. Asım el-Hazrecî



sında d o ğ a n v e fakir bir ailenin çocuğu



(ö. 11/632)



olan Habîbî'nin küçük yaşlarda çobanlık



M ü s e y l i m e t ü l k e z z â b tarafından şehid edilen sahâbî.



j



yaparken Akkoyunlu Hükümdarı Yâkub



Medineli ilk müslümanlardan olup ba-



ğ u n u anlayan sultanın onu himayesine



bası Z e y d b. Â s i m v e savaşlarda g ö s t e r -



alarak sarayında yetiştirdiğini nakleder



Bey'le karşılaştığını, zeki bir çocuk oldu-



diği yiğitlikle tanınan annesi Ü m m ü Umâ-



(Tuhfe-i



re d e sahâbîdir. Babası, annesi v e karde-



ise Habîbî'nin Yâkub Bey'in hükümdar ol-



şi Abdullah ile birlikte İkinci A k a b e Bia-



duğu 883'ten (1478) sonra Akkoyunlu sa-



Sâmî,



s. 340). Bu rivayet d o ğ r u



tı'nda bulundu. Başta Uhud v e H e n d e k



rayına girdiği v e bu sırada m u h t e m e l e n



o l m a k ü z e r e bütün g a z v e l e r e katıldı.



yedi sekiz yaşında bulunduğu g ö z önüne



Hz. P e y g a m b e r v e f a t ı n a yakın günler-



alınarak 8 7 5 (1470) yılı civarında d o ğ d u -



d e Habîb'i Müseylimetülkezzâb'a elçi ola-



ğ u kabul edilebilir. Sultan Yâkub'un sal-



rak g ö n d e r d i . M ü s e y i i m e ondan Resûl-i



tanatı d ö n e m i n d e Akkoyunlu sarayında



Ekrem'in peygamberliğini kabul e d i p e t -



bulunan Habîbî ilk şiirlerini bu sırada



m e d i ğ i n i ö ğ r e n m e k istedi. Habîb kabul



y a z m ı ş olmalıdır. Yâkub Bey'in ölümün-



ettiğini söyleyince, " B e n i m p e y g a m b e r l i -



d e n (896/1490), Şah İsmâil'in iltifatına



ğ i m e d e inanıyor m u s u n ? " d i y e s o r d u .



m a z h a r olup Safevî sarayına girdiği 9 0 7



Bunun üzerine Habîb sağır olduğunu v e



(1502) yılma kadar g e ç e n hayatı hak-



ne dediğini anlamadığını söyledi. Müsey-



kında kaynaklarda bilgi yoktur. Kendisi



iime sorusunu birkaç d e f a t e k r a r e d i p d e



d e şair olan Şah İsmâil'in (Hatâyı) ona " m e -



Habîb'den h e p aynı cevabı aldığı için onu



likü'ş-şuarâ" unvanını v e r m e s i n e bakıla-



organlarını t e k t e k k e s e r e k öldürdü.



rak bu süre içinde şöhretinin yaygınlık



Bazı rivayetlere g ö r e ise Habîb v e A b dullah b. V e h b e l - E s l e m î , Hz. P e y g a m -



kazandığı söylenebilir.



Tezkirelerde Yavuz Sultan Selim'in hükümdarlığı d ö n e m i n d e öldüğü kaydedilen Habîbî'nin (Latîfî, s. 127; Kmalızâde, I, 280) v e f a t tarihi bilinmemektedir. Evliya Çelebi onun Sütlüce'de C â f e r â b â d Tekkesi'ne defnedildiğini kaydeder (Seyahat-



nâme, 1, 411). Habîbî'nin b u g ü n e kadar herhangi bir eserine rastlanmamıştır. Yaşadığı d ö n e m deki yaygın şöhreti g ö z önüne alınarak Anadolu'ya g e l m e d e n ö n c e divan sahibi olduğu, Eğridirli Hacı Kemal'in nezâir'e



Cûmiu'n-



aldığı şiirleri bu divandan aktar-



dığı söylenebilir. Hacı Kemal bu şiirlerin bir kısmını Şeyhî, Safâî M u s t a f a Efendi, Nesîmî, A h m e d Paşa, Celâlî, Sâfî Must a f a Efendi, İbrâhim Bey, Ömerî, Hamdî, Halîlî, Adnî gibi Osmanlı v e  z e r î şairlerine nazîre olarak yazılmış gibi g ö s t e r m e k t e d i r . Habîbî'nin, bu şairlerden bazılarını daha Akkoyunlu v e Safevî sarayında iken tanıdığı v e şiirlerine nazîreler yazdığı t a h m i n edilmektedir. Köprülü ise bu şiirlerin nazîre olarak yazılmadığını, v e zin v e kafiye bakımından adı g e ç e n şairlerin şiirlerine benzediği için Hacı K e m a l



Habîbî'nin, li. Bayezid devrinin (1481-



tarafından nazîre kabul edilmiş olabile-



b e r ' i n V e d â h a c c m d a n sonra v e r g i t o p -



1512) sonlarında İran'dan Anadolu'ya gel-



ceğini ileri sürer (DEFM, VII1/5, s. 98). Fu-



l a m a k v e İslâm'ı t e b l i ğ e t m e k amacıyla



diğini söyleyen Kmalızâde Hasan Çelebi



zûlî'nin t a h m î s e t t i ğ i , "Ger senünçün kıl-



U m m a n ' a g ö n d e r d i ğ i A m r b. Â s ile bir-



(Tezkire,



1, 279) v e Âşık Çelebi



(Meşâi-



m a y a n ı çâk ey büt-i nâzük b e d e n " mıs-



likte bulunuyorlardı. Resûl-i



rü'ş-şuarâ,



vr. 86 a ) onun Anadolu'ya geliş



raıyla başlayan b e ş beyitlik gazeliyle yedi



v e f a t ı üzerine M e d i n e ' y e dönerken Mü-



s e b e b i hakkında bilgi v e r m e z l e r . Şah İs-



bentlik " D e d i m d e d i " müseddesinin bir



s e y i i m e ile karşılaştılar. Diğerleri kaçıp



mâil'in melikü'ş-şuarâ ilân ettiği, aynı za-



bölümü dışında t e z k i r e l e r d e şiirilerinin



kurtulurken Müseyiime, Abdullah b. Vehb



m a n d a Şiî olan bir şairin çok önemli bir



b u l u n m a m a s ı (bu iki şiir için bk. a.e.,



ile H a b î b b. Z e y d ' i esir aldı. A b d u l l a h



s e b e p olmadıkça kendi isteğiyle Sünnî Os-



V1I1/5, s. 125-126, 131-133), Osmanlı t e z -



onun p e y g a m b e r l i ğ i n i kabul e d e r g ö r ü -



manlı padişahının yanına gideceğini dü-



kire yazarlarının onun şiirlerini toplu ola-



n e r e k canını kurtardı; Habîb ise buna



ş ü n m e k mâkul g ö r ü n m e m e k t e d i r . Nite-



rak g ö r m e d i ğ i n i düşündürmektedir.



Ekrem'in



374



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎBULLAH HAN sonunda Habîbî'ye ait olduğu belirtilen



kerî akademiyle İngiliz-Hint kolejlerine



yan Habîbî'nin bu kaynaktan aldıklarıyla



bir kıta ile birlikte yayımlamıştır



benzer tarzda eğitim yapan



klasik Türk şiirine yeni bir duyarlık getir-



VII1/5, s. 106-133).



Âzerî araştırmacılar, halk şiirine ilgi du-



diğini kabul ederler. Âzerî Türkçesi ile yazıldığı için t e z k i r e yazarlarının " A c e m â n e üslûplu" diye nitelendirdikleri şiirleri sad e v e samimi bir ifade taşımaktadır. Canlı v e parlak mecazlarla âşıkane v e tasavv u f î - f e l s e f î m a n z u m e l e r d e yazan Habîbî'nin şiirlerinde y e r y e r Hurûfîlik'le ilgili m a z m u n l a r a da rastlanmaktadır. M . Fuad Köprülü Nesîmî, Hatâyî v e Fuzûlî arasında bir g e ç i ş dönemini temsil e d e n Habîbî'yi yaşadığı d ö n e m i n e n önemli  z e r î şairlerinden biri olarak kabul eder. Habîbî g e n i ş ölçüde N e s î m f n i n tesirinde kalmış, Şeyhî'den v e bir ölçüde A h m e d Paşa'dan da etkilenmiştir. H e m  z e r î h e m Osmanlı şiir geleneğine bağlı olan XV. yüzyıl şairlerinden Halîlî'nin d e şair üzerinde önemli etkisi vardır. Habîbî,  z e r î sahasında yetişen şairleri N e s î m î ' d e n sonra e n çok etkileyenlerden biridir. Onun şiirindeki e n önemli unsurlar aşk, âşık, mâşuk, harabat, m e y h a n e ,



okullarda İngiliz öğretmenler de istihdam



Eğridirli Hacı Kemai, Câmiu'n-nezâir, Beyazıt Devlet Ktp., Beyazıd, nr. 5782, tür.yer.; Sâm Mirza, Tuhfe-i Sâmî, Tahran 1313, s. 340; Latîfî, Tezkire, s. 127; Kmalızâde, Tezkire, I, 279280; Âşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ, vr. 86"; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 410, 411; Fâik Reşad, Târih-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, İstanbul 1913, s. 348; İsmail Hikmet | Ertaylan |. Azerbaycan Edebiyatı Tarihi, Bakü 1928, I, 239-245; a.mlf., "Habîbî", Hayat, 111/64, Ankara 1928, s. 4-5; 111/66 (1928), s. 6; 111/67 (1928), s. 5; M. Ali Terbiyet, Dânişmendân-ı Azerbâycân, Tahran 1314 hş., s. 112; Hamit Araslı. Orta Eserler Edebiyatı: Muhtasar Azerbaycan Edebiyatı Tarihi, Bakü 1943, 1,186-188; Muhammed Kulızâde, Azerbaycan Edebiyatı Tarihi, Bakü 1960, I, 340-347; S. M. Onullahî, XUI.-XV1İ. Asırlarda Tebriz Şehrinin Tarihi, Bakü 1982, s. 110; Halûk İpekten v.dğr., Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara 1988, s. 166; Selman Mümtaz, "Sultânü'ş-şuarâ Habîbî", Fukârâ Füyüzâtı, sy. 3, Bakü 1921, s. 31-35; SO, H (1928), s. 109; Köprülüzade Mehmet Fuat. "Habîbî", DEFM. VI/1 (1925), s. 71-77; V1II/5 (1932), s. 86-133; Kâmûsü'l-a'lâm, III, 1927; "Habîbî", TDEA, III, 441. H



bi t a s a v v u f î kavramlardır. Yer y e r A n a r



SASANİ Ç i N G i z SADIKOĞLU



HABÎBULLAH (ö. 1919)



fiyelerin d ü z g ü n olmasına dikkat e d e n



Afganistan emîri (1901 - 1919).



L



ediliyor v e dinî bilgilerin yanında edebiyat, c o ğ r a f y a , fizik, kimya, m a t e m a t i k , tarih gibi derslerle Farsça, İngilizce, Urduca v e bazı b ö l g e l e r d e Peştuca



okutuluyordu.



Ders kitaplarını hazırlamak için d e Dârü'tte'lîf adıyla heyetler oluşturan Habîbullah Han, hazırlanan kitapları t a ş b a s m a t e k niğiyle çoğalttırdı, ardından da Kâbil'de bir m a t b a a k u r d u r a r a k m o d e r n baskı tekniklerini ülkesine kazandırdı. Bu arada Cebelü's-Sirâc'da ilk hidroelektrik santralini faaliyete geçirirken t e l e f o n v e o t o m o bil gibi p e k çok ç a ğ d a ş yeniliği d e A f g a nistan'a getirdi; sağlık, yol v e su h i z m e t lerinde önemli başarılar e l d e etti. Ayrıca Osmanlı D e v l e t i ' n d e n subay, d o k t o r v e ö ğ r e t m e n isteyerek ülkenin gelişmesind e onlardan da faydalandı. Habîbullah Han, politikada ana hatlarıyla babasının uyguladığı İngiliz



yanlısı



siyaseti sürdürmekle birlikte başlangıçta, A f g a n i s t a n ' ı n İngiltere'nin himayesi altına girmesini b e l g e l e y e n 12 Kasım 1893 tarihli



antlaşmanın



bazı



maddelerinin



y e n i l e n m e s i n e karşı çıktı. Arkasından da



HAN



la b e r a b e r şiirin dış yapısına, özellikle kaHabîbî, n a z ı m t e k n i ğ i n e hâkimiyet bakı-



Habîbiye



okullarını kurdu. On iki sınıftan oluşan bu



BİBLİYOGRAFYA :



câm, Hz. Â d e m ' e secde, vahdete e r m e gidolu Türkçesi'ni hatalı olarak kullanmak-



(DEFM,



yirmi d ö r t ülkede elçilik açacağını v e artık İngiliz yardımı almayacağını açıkladı; ancak sonunda boyun e ğ e r e k antlaşmaj



mından Osmanlı şairlerinin seviyesine ula-



nın bazı küçük değişikliklerle yenilenmesini kabul e t m e k zorunda kaldı (21 Mart



şamamıştır. Çâkerî Sinan Çelebi, Sâfâyî



1 8 7 2 ' d e Taşkent'te d o ğ d u . 2 8 Eylül



1905). Bu antlaşmaya g ö r e İngiltere Ha-



Çelebi, Celâlzâde M u s t a f a Çelebi, Hayatî



1901 tarihinde veliaht ilân edildi v e üç



bîbullah Han'ı A f g a n i s t a n e m î r i o l a r a k



Çelebi v e Tutmacı gibi XVI. yüzyıl şairle-



gün sonra da babası Abdurrahman Han'ın



tanırken A f g a n i s t a n da dış işlerinde İngi-



rinin Habîbrye nazîre yazmaları, onun Os-



ölümü üzerine "Sirâcü'I-mille



ve'd-dîn"



liz himayesinin v e e k o n o m i k yardımları-



manlı sahasında belli bir ş ö h r e t e ulaştı-



lakabıyla A f g a n i s t a n emîri oldu. Bölge-



nın devamını kabul ediyordu. A n t l a ş m a -



ğını g ö s t e r m e k t e d i r . Ancak bu yüzyılda



nin v e dünyanın e n karışık bir d ö n e m i n -



nın yenilenmesinden sonra Hindistan g e -



Fuzûlî v e Bâkî gibi önemli iki şairin bu dö-



d e on sekiz yıl emirlik m a k a m ı n d a kalan



nel valisinin daveti üzerine bu ülkeyi zi-



n e m şairlerini derinden etkilemesi sonu-



Habîbullah Han, iç v e dış politikada çok



yaret eden Habîbullah Han gördüğü ilgi-



cunda Habîbî d e d i ğ e r şöhretler gibi t e -



önemli faaliyetlerde bulunmuş bir hü-



sirini kaybetmiştir.



kümdardır. Genelde babasının politika-



Habîbî üzerine ilk d e f a İsmail H i k m e t Ertaylan dikkatleri çekmiş v e şairin Azerbaycan'da y e n i d e n



tanınmasını



sağla-



mıştır. Daha sonra  z e r î a r a ş t ı r m a c ı l a rından S e l m a n M ü m t a z v e M . Ali Terbiy e t şairle ilgili ilk çalışmaları yapmışlar, son yıllarda da H a m i t Araslı ile M u h a m m e d Kulızâde bu konuda eserler yazmışlardır (bk. bibi.). Habîbî'nin şiirleri üzerinde en



sını sürdürmekle birlikte yaptığı bazı yeniliklerle ülkesini m o d e r n l e ş t i r m e v e kalkındırma yolunda ciddi adımlar attı. Babasının zamanında y u r t dışına kaçanlar için g e n e l af ilân e d e r e k onların A f g a n i s tan'a dönmelerini sağladı ve idarede yüksek mevkilere gelmelerine imkân verdi.



den etkilenerek İngiltere ile daha da yakınlaştı. Aynı yıllarda Ruslar da Orta Asya'da t o p r a k k a z a n m a veya en azından n ü f u z alanı e l d e e t m e çabası içinde idiler v e bu yüzden menfaatleri İngilizlerle çatışıyordu. Bu durumun tehlikeli boyutlara yaklaşması üzerine iki d e v l e t kendi arasında bir a n t l a ş m a i m z a l a d ı . 31 A ğ u s t o s 1 9 0 7 tarihli bu a n t l a ş m a ile Rusya A f g a n i s t a n ' ı n ü f u z alanı dışında



Bunlardan Nâdir Han g e n e l k u r m a y baş-



bırakacağına, İngiltere ise bu ülkeyi iş-



kanlığına tayin edildi. Muhammedzay kabi-



gal v e ilhaktan kaçınacağına, iç işlerine



lesinden Mahmud Tarzî ise t e r c ü m e dai-



karışmayacağına dair söz veriyordu. Ha-



geniş



resi başkanlığına getirildi; daha s o n r a



bîbullah Han İran'ı da İngiltere ile Rusya



araştırmayı Köprülü yapmıştır. Köprülü,



Habîbullah Han'ın emriyle on b e ş g ü n d e



arasında nüfuz alanlarına bölen söz ko-



şairin Câmiu



bir yayımlanan S i r c k ü 'I-ahbûr



nusu antlaşmaya karşı çıktı.



'n-nezâir'ûe



yer alan o t u z



sekiz gazeliyle FuzûlFnin t a h m î s e t t i ğ i



gazetesi-



ni çıkararak A f g a n milliyetçiliğinin geliş-



gazelini, İsmail H i k m e t Ertaylan'ın neş-



mesinde önemli rol oynadı. Diğer t a r a f -



I. Dünya Savaşı başladığında



İngilte-



rettiği " D e d i m d e d i " müseddesini, İstan-



t a n ülkesini modernleştirmeye çalışan Ha-



re'nin baskısıyla Afganistan'ın



tarafsız



bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüp-



bîbullah Han e ğ i t i m , askerlik v e endüstri



kalacağını ilân e d e n



hanesi'nde bulunan (nr. 1989) Âlî divanının



alanlarında önemli yenilikler yaptı. Bir as-



Habîbullah Han, Osmanlı Sultanı V. Meh-



(24 A ğ u s t o s 1914)



375



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎBULLAH HAN m e d ' i n halife sıfatıyla cihad ilân e t m e s i



ği, ebeveyninin kısa ömürlü olacağını ön-



c e h e n n e m halkından olasın. Zalimlerin



(14 Kasım 1914) karşısında zor d u r u m -



c e d e n sezdiği için ona bu ismi verdiği ile-



cezası budur' dedi. Nefsi kendisini kar-



da kaldı. A f g a n i s t a n ' ı İtilâf devletlerine



ri s ü r ü l m ü ş , ayrıca asıl adının başka ol-



deşini ö l d ü r m e y e yöneltti v e nihayet onu



karşı kendi saflarında s a v a ş a



sokmak



d u ğ u , hayatı bir n e f e s v e bir b u h a r gibi



öldürdü; böylece ziyana



için Kâbil'e g e l e n (Eylül 1915) K â z ı m Bey



ç a b u k b i t t i ğ i için daha sonra k e n d i s i n e



oldu. O anda Allah bir karga g ö n d e r d i .



v e O. von N i e d e r m e y e r



uğrayanlardan



başkanlığındaki



bu adın verildiği rivayet edilmiş, f a k a t bu



Karga ona, kardeşinin cesedini nasıl g ö -



bir O s m a n l ı - A l m a n heyetinin isteklerini



rivayetler kabul g ö r m e m i ş t i r . Kelimenin



m e c e ğ i n i g ö s t e r m e k için yeri eşeliyordu.



reddeden Habîbullah Han, İngilizler'e ken-



Akkadca'da " o ğ u l " anlamına g e l e n ablu/



'Yazık bana, şu karga kadar bile olmak-



dilerine karşı savaşa g i r m e y e c e ğ i g ü v e n -



aplu veya hablu/habaldan g e l m e ihti-



tan,



cesini verdi v e h e m e n arkasından da yıl-



mali daha kuvvetlidir (DB, I/l, s. 28; IDB,



âciz miyim!' dedi; sonunda da pişmanlık



kardeşimin



cesedini



gömmekten



lardan beri dile getirdiği t a m bağımsızlık



I, 4). İslâmî kaynaklarda Kâbil olarak g e -



duyanlardan oldu"



talebini tekrarlayarak o n l a r d a n bu ko-



ç e n k e l i m e n i n aslı ise, Tevrat'ın T ü r k ç e



H a d i s l e r d e d e , " H a k s ı z y e r e öldürülen



nuyu s a v a ş t a n sonra halledecekleri sö-



t e r c ü m e s i n d e Kain şeklinde belirtilmek-



hiçbir k i m s e y o k t u r ki onun kanından



zünü aldı. A n c a k m ü t a r e k e d e n iki ay



le birlikte İbrânîce'de Kâyin'dir. Tevrat'ta



 d e m ' i n birinci oğluna bir pay ayrılma-



s o n r a 2 0 Şubat 1919 günü Celâlâbâd'ın



Kâin adı ile "dünyaya g e t i r m e k , kazan-



sın. Zira cinayeti â d e t edenlerin ilki odur"



k u z e y i n d e kışlık sarayının



bulunduğu



m a k " anlamındaki k â n â k e l i m e s i n i n t ü -



denilerek bu olaya a t ı f t a bulunulmuştur



L a g m a n (Kal'atüssirâc) yakınlarındaki Ke-



revi olan kaniti y a n y a n a kullanılmıştır.



(Müsned,



legûş mevkiinde s e b e b i v e katili t e s b i t



E ğ e r Kâin'in kökü kânâ ise o t a k d i r d e



n â ' i z " , 33, " E n b i y â 3 " , 1, " D i y â t " , 2, "İ c ti-



e d i l e m e y e n bir suikast sonucu hayatını



Kâin "dünyaya getirilmiş, döl, çocuk" an-



şâm", 15; Müslim, " K a s â m e " , 27; İbn Mâ-



k a y b e t t i . Y e r i n e oğlu Emânullah g e ç t i .



lamına



kyn



ce, " D i y â t " , 1; Tirmizî, ' " İ l i m " , 14; Nesâî,



olması halinde " m a d e n işinde çalışan, de-



BİBLİYOGRAFYA :



mirci" anlamını i f a d e e d e r v e  r â m î c e ' -



W. K. Frazer-iytier, Afghanistan: A Study of Political Deuelopments in Central Asia, London 1950, s. 178, 179, 192, 194; Mohammed Ali, Afghanistan, Kâbil 1347/1969, s. 171-172; Abdülhay Habîbî, Târth-i Muhtaşar-ı Afganistan, Kâbil 1349/1970, II, 132-133; Asghar N. Bilgrami, Afghanistan and British India: 17931907, New Delhi 1972, bk. İndeks; G. P. Tâte, The Kingdom of Afghanistan, Karachi 1973, s 194; Stoddard, HâzirüVâlemi'l-İslâmî, II, 209-210; L. Dupree, Afghanistan, Princeton 1973, s. 430-440; M. Munn. Afghanistan, Quetta 1979, s. 250-256; Mehmet Saray, Dünden Bugüne Afganistan, İstanbul 1981, s. 123-132; a.mlf., Türk-Afgan Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 23-25; M. Halid Ma'aroof, Afghanistan in World Politics, Delhi 1987, s. 7; "Habîbullah Han", TA, XVIII, 263; Abdülvehhâb Tarzî, "Efganistan", İA, IV, 170; G. Scarcia, "Habib Allah Khan", El2 (İng.), III, 13; EBr., I, 244; ABr., X, 232; D. Balland, "Afghanistan", Elr., I, 554. g RECEp U s L U



HABÎBULLAH-ı



F



KANDEHÂRÎ



(bk. KANDEHÂRÎ, Habîbullah).



^



gelir. Kelimenin kökünün



^



deki kainâyâ ile A r a p ç a ' d a k i kayn kökleriyle birleşir. Bazı İslâmî kaynaklarda Kâbil adı Kayn veya Kâyin olarak g e ç m e k t e d i r (Taberî, Târîh, I, 137). Tevrat'a g ö r e (Tekvîn, 4/1-2) Kâbil Hz. Â d e m ile Havvâ'nın ilk, Hâbil ise ikinci



""



r



inancıyla Kabil'den daha iyi kurban takedildiğini i f a d e e t m e k t e d i r



(İbrânîler'e



Mektup, 11/4). Kilise babalarının çoğun-



rağın mahsulünden, Hâbil d e sürünün ilk



dan dolayı takdimesinin kabul e d i l m e -



doğanlarından v e yağlarından r a b b e tak-



d i ğ i n e inanır. Ayrıca Tanrı'ya p e k değerli



d i m e sunmuş, f a k a t rab Hâbil'in takdi-



olmayan şeyler t a k d i m e t t i ğ i için bunla-



mesini kabul e t m i ş , Kâbil'inkine b a k m a -



rın kabul edilmediği d e söylenmiştir. Tan-



mıştır. Buna ç o k ö f k e l e n e n Kâbil, rabbin



n'nın, Hâbil'in kurbanını kabul ettiğini



ikazına r a ğ m e n kardeşi Hâbil'i öldür-



nasıl bildirdiği m e s e l e s i n e gelince, T h e o -



müştür. Bunun üzerine rab Kâbil'in t o p -



dotion versiyonuna g ö r e bu, Hâbil'in tak-



rak t a r a f ı n d a n lanetlendiğini, yeryüzün-



dimelerinin s e m a d a n



d e kaçak v e serseri olarak yaşayacağını



kuşatılması suretiyle gösterilmiştir. Kili-



bildirmiş, ancak bu suç sebebiyle öldü-



s e babalarının çoğu da bu g ö r ü ş e katıl-



g e l e n bir



ateşle



r ü l m e ihtimaline karşılık k e n d i s i n e g ü -



maktadır. Bazıları ise takdimenin kabul



vence vermiştir.



edilmesinin alâmeti o l m a k ü z e r e Hâbil'in



Bundan s o n r a



Kâbil



Aden'in doğusundaki Nod diyarında ya-



mal v e mülkünün arttığını söylemişler-



şamıştır (Tekvîn, 4/1-24). Yahudi litera-



dir (DB, l/l, s. 28).



rülmüştür ( E J d . , V, 23).



şu şekilde



Hâbil'in ne kadar yaşadığı, evlenip evlenmediği, çocuklarının olup olmadığı gibi hususlarla ilgili Kitâb-ı



nakledilir:



Mukaddes'te



bilgi yoktur. Ahd-i A t î k ' t e yukarıda



söylenenlerin



dışında başka bilgi bulunmamasına kar-



beri g e r ç e k olarak oku. Hani her biri bi-



şılık Ahd-i Cedîd Hâbil'e oldukça g e n i ş



(bk. HÂNDMÎR).



j



r e r kurban sunmuşlardı da birinden ka-



y e r vermiştir. Kilise babaları Hâbil'i îsâ



bul edilmiş, ötekinden kabul e d i l m e m i ş -



Mesîh'in â d e t a bir benzeri olarak gör-



HÂBİL ve KABİL



n



ti. -Kurbanı kabul edilmeyen-, 'Seni öl-



müşler; mâsumiyeti, çobanlık yapması,



Hz. A d e m ile Hz. Havva'nın ilk iki oğlu.



|_



m e m e k t e , f a k a t Pavlus, Hâbil'in ihlâs v e



luğu, Kâbil'in Hâbil'e olan düşmanlığının



"Onlara  d e m ' i n iki oğlu hakkındaki ha-



Farsça umumi tarihi |_



Tevrat'ta Kabil'in takdimesinin rab t a rafından niçin kabul e d i l m e d i ğ i belirtil-



çok daha önceden m e v c u t olduğuna, bun-



isim v e r i l m e d e n



(ö. 942/1535-36)



"Tahrîm", 1).



çiftçi olmuş, bir m ü d d e t sonra Kâbil t o p -



Hâbil-Kâbil hadisesi Kur'ân-ı K e r î m ' d e iranlı tarihçi Hândmîr'in



I, 383, 430, 433; Buhârî, " C e -



o ğ l u d u r . Hâbil koyun ç o b a n ı , Kâbil ise



rak kavgasının s e b e p olduğu da ileri süHABÎBÜ's-SİYER



5/27-31).



d i m e t t i ğ i için onun takdimesinin kabul



t ü r ü n d e Kabil'in Hâbil'i ö l d ü r m e s i n e t o p r



(el-Mâide



_J



d ü r e c e ğ i m ' d e m i ş t i . 0 da, 'Allah s a d e c e



kıskanılması, Tanrı tarafından t a k d i m e -



müttaki olanlardan kabul eder. Andol-



sinin kabul edilmesi, ıstıraplı ölümü gibi



sun sen b e n i ö l d ü r m e k için b a n a elini



hususlarda îsâ'ya benzerliğini vurgula-



İslâmî kaynaklarda Hâbil olarak zikre-



uzatsan da ben seni ö l d ü r m e k için elimi



mışlardır. Bu meziyetleri sebebiyle îsâ



dilen kelimenin aslı İbrânîce Hebel'dir (He-



u z a t m a m . Ben âlemlerin rabbinden kor-



onu



vel) v e etimolojisi tartışmalıdır. Kelime-



karım. Ben dilerim ki sen b e n i m güna-



(Matta, 23/35). Pavlus da Hâbil'in ö f k e



nin "soluk, n e f e s , buhar" anlamına geldi-



hımı da kendi günahını da yüklenesin v e



sonucunda dökülen kanı ile îsâ'nın rab-



peygamberler



376



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



arasında



saymıştır



HÂBİL ve KABİL bin izzeti için dökülen kanını karşılaştırır



bil'in takdimelerini yedi; fakat Kâbil'in



karşısına çıkarak, " A t e ş kardeşinin kur-



(İbrânîler'e Mektup, 12/24).



takdimelerine dokunmadı. Bunun üzeri-



banını yedi, çünkü o ateşe tapıyor ve ona



Kabil Ahd-i Cedîd'de işleri kötü, şerirlerden olan (Yuhanna'nın I. Mektubu, 3/ 12), kötü insanların yolunda yürüdükleri kişi (Yahuda'nın Mektubu, 11), salih olmayan, samimiyetsiz bir insan (İbrânîler'e Mektup, 11/4) olarak gösterilmektedir. Kilise babalan Kabil'i iyi insanlara zulmeden, Tanrı ülkesiyle mücadele eden ve kötülük sembolü olan Bâbil'in kurucusu sayarlar (DB, il/l, s. 40).



ne Kâbil öfkelendi v e kardeşine kin duy-



hizmet ediyordu; sen de bir âteşkede



maya başladı. Diğer taraftan Hz. Â d e m



yap" demiş, Kâbil de İblîs'in dediğini yap-



Kâbe'yi ziyaret için M e k k e ' y e g i t m e y i



mıştır. Kâbil sonunda âmâ olan oğlu ta-



düşünüyordu. Yola çıkmadan önce oğlu



rafından öldürülmüştür. Çocukları oyun



Hâbil'i (veya çocuklarını) semanın, yerin



aletleri yapmışlar, çenk ve boru çalmış-



ve dağların himayesine bırakmak istedi;



lar, içki içmiş, zina etmiş, ateşe ve putla-



fakat onlar kabul etmediler. Bunun üze-



ra tapmışlar,



rine Hâbil'in korunmasını Kabil'den iste-



muşlardır (Sa'lebî, s. 33-36).



yince o bunu kabul etti. Bu rivayeti nakledenler, "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik; onu yüklenmekten ka-



Hâbil v e Kabil kıssası Kur'ân-ı Kerîm'-



çındılar, sorumluluğundan korktular; fa-



de özlü bir şekilde nakledilirken g e r e k



kat onu insan yüklendi; çünkü o çok za-



tarih ve tefsir kitaplarında, gerekse kı-



lim, çok cahildir" (el-Ahzâb 33/72) meâlin-



sas-ı enbiyâ türünden eserlerde ayrıntılı



deki âyetten maksadın bu hadise, ema-



olarak anlatılmaktadır. Bu bilgilere g ö r e



neti yüklenen insanın ise Kâbil olduğunu



Hz. Havvâ biri kız, biri erkek olmak üzere



söylerler.



her batında iki ve toplam yirmi batında kırk çocuk dünyaya getirmiş, sadece Hz. Şît t e k doğmuştur. İlk batında doğan çocuklar Kâbil ve Aklîmâ, ikinci batında doğanlar Hâbil ve Lebûda'dır. Hz. Â d e m ile Havvâ'nın ilk çocukları bir rivayete g ö r e cennetten yeryüzüne indikten 100 yıl sonra, başka bir rivayete g ö r e Kâbil ve ikizi cennette, Hâbil v e ikizi ise yeryüzüne indikten sonra doğmuştur.



nihayet tûfanda



boğul-



Tarih ve tefsir kitaplarında yer alan bu tür rivayetler genellikle yahudi ve hıristiyan menşelidir. Kâbil ile ikizinin cennette, Hâbil ile ikizinin yeryüzünde doğdukları, iki kızdan daha güzel olanı kimin alacağını tesbit için kurban takdim ettikleri, Hâbil'in öldürülmesiyle ilgili olarak Kabil'in İblîs'i örnek aldığı şeklindeki rivayetler Tevrat tefsirlerinde d e yer al-



Hz. Â d e m gidince Kâbil Hâbil'e, "Seni



maktadır. Apokrif kabul edilen, hem Sür-



öldüreceğim, çünkü Allah senin kurba-



yânîce hem de Arapça nüshaları bulunan



nını kabul etti, benimkini kabul etmedi;



"Hazineler Mağarası" (La caverne des tre-



üstelik sen benim güzel ikizimle de ev-



sors) adlı kitapta da aynı bilgiler bulun-



leneceksin" dedi. Hâbil ise bunda ken-



maktadır (DBS, 1, 112-113).



disinin bir suçu olmadığını, Allah'ın ancak müttakilerin takdimesini kabul ettiğini, yine de öldürmeye kararlı ise kendisine karşılık vermeyeceğini söyledi ve kardeşinin yanından



kaçtı.



Kâbil



onu



 d e m ile Havvâ'nın çocukları birbirle-



aramaya koyuldu. Nihayet bir gün Hâbil



riyle evlenmiştir. Ancak ikizlerin evliliği



uyurken Kâbil onu buldu ve bir taşla



yasak olduğundan her batnın erkeği bir



başına vurarak yirmi yaşındaki kardeşini



diğer batnın kızıyla evlenebiliyordu. Ev-



öldürdü. Bir rivayete g ö r e Kâbil karde-



lilik çağına geldiklerinde Hz. Â d e m Hâ-



şini nasıl öldüreceğini



bil'in ikizi Lebûda'yı Kâbil'le, Kabil'in ikizi



İblîs bir kuşun başını taşla e z m e k sure-



Aklîmâ'yı da Hâbii'le evlendirme husu-



tiyle ona yol gösterir. Ayrıca Kâbil, kar-



sunda Allah'tan emir aldı. Aklîmâ çok



deşi ilk öldürülen insan olduğu için ce-



güzeldi. Evlilik söz konusu olunca Kâbil



sedi ne yapacağını bilemez; onu yırtıcı



buna itiraz etti; kendi ikizinin diğerinden



hayvanlardan korumak için bir torba içi-



daha güzel olduğunu, ö t e yandan kendi-



ne koyarak bir yıl boyunca taşır. Sonun-



lerinin c e n n e t t e doğduklarını söyleyerek



da Allah iki karga gönderir.



Hâbil'in kız kardeşiyle evlenmesine karşı



hücum eden iki kargadan biri diğerini



çıktı. Bunun üzerine Hz. Â d e m Hâbil ve



öldürür ve toprağa g ö m e r . Bunu gören



bilemediğinden



Birbirine



Kabil'den "fönrı'ya birer kurban takdim



Kâbil, "Yazık bana, şu karga kadar olup



etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edi-



da kardeşimin cesedini bile g ö m e m e -



lirse



Hâbil-Kâbil kıssasına dair Tevrat'ta yer aian ayrıntılı bilgiler arasında tutarsızlıklar olduğu görülür. Meselâ Tevrat'a göre, Kâbil Hâbil'i öldürdükten sonra insanların kendisinden öç almasından korkmuş ve "Kim beni bulursa öldürecek" demiştir (Tekvîn, 4/14). Halbuki Ttevrat'ın aynı bölümünde, o sırada yeryüzünde yalnızca  d e m ve Havvâ ile oğulları Hâbil ve Kâbil'in mevcut olduğu kaydedilmektedir. Öte yandan yine Tevrat'ta Kâbil'in Nod diyarına gidip orada bir şehir kurduğu, torunlarından Tubal-Kâin'in tunç ve demircilikle uğraştığı, Kabil'in yeryüzünde medeniyeti



ilk başlatan



soyun



atası olduğu belirtilmektedir (Tekvîn, 4/ 16-22). Bu bilgiler de insanların yerleşik hayata geçip şehirler kurmalarının



ve



madenciliğin çok daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı gerçeğiyle çelişmektedir.



O



dim!" der. Kâbii Hâbil'i öldürünce yeryü-



dönemlerde kurbanın kabul edildiğinin



zü yedi gün boyunca sallanır ve daha



Tevrat'la ilgili tenkidî inceleme faali-



alâmeti semadan inen bir ateşin takdi-



sonra toprak Hâbil'in kanını emer. Allah



yeti ve ilmî araştırmalar, Hâbil-Kâbil kıs-



edilmeyen



Kabil'e, "Kardeşin Hâbil nerede?" diye so-



sasının birbirinden tamamıyla farklı iki



takdimeyi ise yırtıcı hayvanlar yiyordu.



rar; Kâbil, "Bilmiyorum, ben onun bek-



ayrı kaynak ve rivayetin bir araya getiril-



Kâbil, ziraat ürünlerinin en kötüsünden



çisi değilim" der. Bunun üzerine Allah,



mesiyle oluştuğunu ortaya koymuştur.



az bir miktar takdim etti. Ayrıca takdime-



"Kardeşinin kanı topraktan bana sesle-



Buna g ö r e kıssanın ikinci bölümü (Tek-



nin kabul edilip edilmemesinin önemli



niyor; kardeşini niçin öldürdün?" der; Ka-



vîn, 4/16-22), Kenî klanının erken tari-



bil de, " E ğ e r onu öldürdüysem kanı ne-



hiyle ilgili geleneğin bir parçasıdır. Bu



rede?" diye karşılık verir. Bundan sonra



bölüm, kıssada mevcut gelişmiş bir ce-



onun



haklı



olacağını



meyi yok etmesiydi; kabul



söyledi.



olmadığını ve kız kardeşinin asla başkasıyla



evlenemeyeceğini



düşünüyordu.



Hâbil ise sürüsünün en iyilerinden besili



Allah yeryüzüne kan e m m e y i yasaklar.



miyet, teşkilâtlı bir ibadet hayatı, Kâin'i öldürebilecek diğer insanlar ve onu ko-



bir koç ile süt ve yağ takdim etti; içinden



Bazı İslâmî kaynaklardaki rivayetlere



d e Allah'ın emrine boyun eğmeyi v e rı-



g ö r e Hâbil'in öldürülmesinden beş yıl



ruyacak bir klan gibi unsurlar sebebiyle



zâsını kazanmayı arzu ediyordu. Her iki



sonra Şît dünyaya gelmiştir. Kâbil ise



Âdem'in çocuklarından ziyade Kenîler'in



kardeş takdimelerini bir dağın tepesine



cinayetin ardından kız kardeşi Aklîmâ'yı



atasını ifade eder görünmektedir



koydular. Semadan bir ateş inerek Hâ-



da alarak A d e n ' e gitmiş, burada İblîs



sainte blble, s. 12). Ancak burada da ger-



(La



377



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂBİL ve KÂBİL çek dışı bilgiler m e v c u t t u r . Kenîler g ö ç e -



caya kadar topluluktan uzaklaştırılmış-



b e ya da yarı g ö ç e b e çadır halkı oldukları



tır. Onun suçu f e r d î değil kolektiftir. Kâ-



halde kıssanın bu b ö l ü m ü n d e Kenî klanı,



bil, topluluk yararına bir eylemi yerine



c o ğ r a f î konumu t e s b i t e d i l e m e y e n



bir



g e t i r e n din a d a m ı veya kutsal kişidir; bu



bölgenin (Tevrat'taki N o d diyarı) yerleşik



s e b e p l e d e dokunulmazlığı vardır. Tev-



halkı, bu klanın atası da bir k e n t kuru-



rat'taki kıssada Tann'nın bir taraftan Kâ-



cusu olarak g ö s t e r i l m e k t e d i r .



in'i lânetlemesi, d i ğ e r t a r a f t a n öldürül-



Yukarıdaki tenkitler ışığında T e v r a t ' t a y e r alan Hâbil-Kâbil kıssasının y o r u m u şu şekilde yapılmaktadır: Kıssada ziraatla m e ş g u l olan Kâbil'in hayvancılık yapan Hâbil'le çatışması s ö z konusudur. Bu ise t o p r a ğ ı işleyen çiftçi ile g ö ç e b e arasındaki mücadeleyi



çoban



göstermektedir.



Nitekim S ü m e r mitolojisinde aynı t e m a ya rastlanır v e Hâbil-Kâbil kıssası, çoban tanrı Dumuzi ile çiftçi tanrı Enkimdu'nun tanrıça İştar'ın sevgisini kazanabilm e k için yarışa girdiklerini, a r m a ğ a n l a r sunduklarını anlatan "Dumuzi ile Enkimd u " efsanesine b e n z e m e k t e d i r



(Hooke,



s. 145). Kâbil'in Hâbil'i öldürmesi ise dinî bir m e r a s i m i n uygulanmasıdır. Şöyle ki:



r



n



HABIR



( Allah'ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri. Sözlükte "bir nesneyi g e r e ğ i n c e



bil-



m e m e s i için koruyucu bir işaret koyarak



m e k için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç



kendi himayesi altına alması bu şekilde



yüzünden haberdar olmak" anlamına g e -



yorumlanmaktadır.



len hubr ( h ı b r e ) masdarından sıfat olup



Olayı



böyle



açıkla-



yanlara g ö r e Tevrat'taki Hâbil-Kâbil kıs-



"bilen, bir nesnenin m a h i y e t i n e v e iç yü-



sası, dinî amaçlı ö l d ü r m e v e bunun so-



züne vâkıf olan" d e m e k t i r . Kelimenin kö-



nucunda katilin sürgün edilmesini, g ö -



künde, bir şeyin asıl yapısını v e iç yüzünü



ç e b e topluluklarda kan g ü t m e



ö ğ r e n m e k için onu duyu organlarıyla al-



davala-



rının menşeini, son olarak da m e d e n i -



gılayıp d e n e m e k v e e l d e edilen bilgileri



yetin kaynağı hakkında en eski Sâmî ka-



akıl süzgecinden geçirip bir sonuca b a ğ -



vimler arasında m e v c u t birçok g e l e n e k -



lamak mânası bulunduğu gibi haber yo-



t e n s a d e c e birine ait olan soy ağacı liste-



luyla bilgi e d i n m e k m â n a s ı da vardır.



sini ihtiva e d e n bir rivayetler karışımıdır {a.g.e.,



s. 143-150).



Kitâb-ı M u k a d d e s ' t e v e Kur'ân-ı Kerîm'de



y e r alan bu kıssaya b e n z e r bazı



unsurların eski m e d e n i y e t l e r i n mitoloji-



Kâbil v e Hâbil, kendi kurban törenlerini



lerinde d e bulunması, bu kıssada anlatı-



yerine g e t i r e n iki topluluk türünü i f a d e



lanların e f s a n e v î olaylar v e kişiler oldu-



e t m e k t e d i r . Çiftçinin a d a ğ ı kabul edil-



ğunu g ö s t e r m e z . Aynı hadisenin uzun



memiştir. Bu da ürünün iyi o l m a d ı ğ ı bir



tarihî seyir içerisinde çeşitli ç e v r e v e kül-



yılı g ö s t e r m e k t e d i r v e k e f â r e t niteliğin-



t ü r l e r d e farklılık kazanması tabiidir v e



d e bir töreni g e r e k t i r m e k t e ,



toprağın



bu değişik varyantların t e m e l d e m e v c u t



kurban kanıyla sulanarak verimli kılın-



bir tarihî hadiseye bağlı olduğunu g ö s t e -



Şüphe y o k ki bu bilgi vasıtalarının hiçbiri Allah için söz konusu değildir. Ancak hadis olarak da rivayet edilen, "Hiçbir zam a n haber duyu seviyesinde bilgi sağlay a m a z " sözüne g ö r e (bk. Müsned,



1, 215,



271), Allah'a nisbet edilen " h u b r " kavramında, duyularla algılanmış gibi her şeyin gerçekliğinden v e genellikle insanlara gizli kalan iç y ü z ü n d e n haberdar olma m â n a s ı m e v c u t t u r . Habîr isminin "hab e r d a r e d e n " (muhbir) anlamına da g e l e bileceği kaydedilmektedir.



ması amaçlanmaktadır. Kâin'in Tevrat'ta



rir ki ilâhî dinlere g ö r e insanlığın başlan-



yer alan, "Tarlaya gidelim" ifadesi, Sümer



gıcı, söz konusu kıssa kahramanlarının da



masdarı, kırk d ö r t â y e t t e d e habîr ismi



Kur'ân-ı



Kerîm'de



bir



âyette



hubr



mitosunda çiftçinin çobanı tarlaya ça-



atası olan  d e m ile Havvâ'dır. Kıssanın



Allah'a n i s b e t edilmiştir (bk. M. F. A b d ü l -



ğırmasıyla aynıdır. Kâbil Hâbil'i öldürmek



Tevrat'taki şekli Kur'an'a g ö r e çok ayrın-



baki, el-Mu'cem,



suretiyle



tılıdır v e m u h t e m e l e n kutsal m e t i n yaza-



altı â y e t t e , Allah'ın, insanların yaptıkla-



amaçlayan kurban merasimini yerine g e -



rı ulaşıp derleyebildiği çeşitli rivayetleri



rı her ş e y d e n v e kıyametteki durumla-



tirmiş, ancak bunu y a p m a k l a kendini d e



v e farklı unsurları hikâyeye katmıştır.



toprağın



verimli



kılınmasını



m u r d a r e t m i ş v e murdarlığından arının-



Bir silsilenamede Hâbil ile Kabil'i gösteren minyatür (Derviş Mehmed,



Subhatû'lafybâr, Österreichische Nationalbibliothek Cod. AF, nr. 50, vr. 4 b 'den detay)



BİBLİYOGRAFYA : Müsned, 1, 383, 430, 433; Buhârî. "Cenâa iz", 33, "Enbiyâ 5 ", 1, "Diyât", 2, "İ'tişâm", 15; Müslim, "Kasâme", 27; İbn Mâce, "Diyât", 1; Tirmizî, "ilim", 14; Nesâî, "Tahrîm", 1; Taberî, Câmi'u'i-beyân (Bulak), VI, 119-129; a.mlf.. Tarih (Ebü'I-Fazl), 1, 137-145; Sa'lebî. 'Arâ'isü'i-mecâlis, s. 33-36; Elmalılı, Hak Dini, III, 1652-1656; E. Palis, "Abel", DB, 1/1, s. 2830; a.mlf., "Cain", a.e., Iİ/1, s. 37-40; L. Hicks, "Abel", 1DB, I, 4; a.mlf., "Cain", a.e., I, 482; J. Horovitz, Koranische Untersuchungen, Leipzig 1926, s. 131; H. Speyer, Die Biblischen Erzaehlungen im Qoran, Darmstadt 1961, s. 8488; La sainte bible, Paris 1961, s. 12; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyât, Ankara 1979, s. 272-278; M. Eliade, Histoire des croyances et des idees religieuses, Paris 1984, I, 180; J. B. Frey, "Adam (Livres apocryphes sous son nom)", DBS, I, 112-113; S. H. Hooke, Ortadoğu Mitolojisi (trc. Alâeddin Şenel). Ankara 1991, s. 143-152; J. Grattepanche, "Cain et Abel dans les legendes islamiques", Orientalia Loueniensia Periodica, XXIV, Leuven 1993, s. 133142; Ed.. "Abel", EJd., II, 58-59; N. M. Sarna v.dğr., "Cain", a.e., V, 20-25; M. Fishbane, "Cain and Abel", ER, III, 2-3. S



ÖMER FARUK H A R M A N



" h b r " md.). Habîr yirmi



rından haberdar olduğu mânasını i f a d e e t m e k t e v e daha çok müjdeleyici bir üslûp taşımaktadır. Beş â y e t t e , mışların



ihtiyacını



en



ince



"yaratılnoktasına



kadar bilip s e z i l m e z yollarla karşılayan" mânasındaki latif, yine b e ş â y e t t e



"gö-



r e n " mânasmdaki basîr, d ö r t â y e t t e "bütün emirleri v e işleri yerli y e r i n d e olan" anlamındaki hakîm, dört â y e t t e d e "hakkıyla bilen" anlamındaki a l î m ismiyle birlikte kullanılmıştır. Kelimenin bu kullanılışlarının mânasına zenginlik kattığı, onu pekiştirip açıklığa kavuşturduğu



görül-



mektedir. Hubr kökünden t ü r e m i ş çeşitli kelim e l e r hadislerde d e Allah'a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-Mu'cem,



"hbr"



md.). Habîr ismi esmâ-i hüsnâ listesine yer veren rivayetlerde g e ç t i ğ i gibi Mâce, "Ducâ"',



10; Tirmizî,



(İbn



"Da'avât",



8 2 ; ) başka hadis m e t i n l e r i n d e d e yer almaktadır ( M ü s n e d , 111, 17; VI, 221; Müslim, " C e n â ' i z " , 103). Kur'ân'da v e hadislerde Allah'a nisbet edilen isimler içinde ilim kavramını i f a d e



378



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABÎS e d e n birçok kelime bulunmaktadır. İlim



siri, bütün davranışlarına vâkıf bulunan



hoş, t e m i z " gibi anlamlara g e l e n v e kar-



sıfatının



bir



Cenâb-ı Hakk'a olanca samimiyetiyle gü-



şıtı olan tayyib kelimesiyle birlikte yer almaktadır.



İslâm



ilâhiyatında



büyük



Kur'an'da



venip t e s l i m o l m a k v e her şeyin O'ndan



habîr gibi bir mâna taşıyıp Allah'a ilim



g e l e c e ğ i şuuruna sahip olmaktır. Öyle ki



i z â f e e d e n kavramlardan biri d e " h a b e r



bu m e r t e b e y e erişen kul ihtiyaç v e di-



v e r m e k " anlamındaki t e n b i e kökünden



leklerini diliyle i f a d e e t m e z , s a d e c e kal-



inancı, kötü sözleri v e bayağı davranışları



t ü r e m i ş yirmi altı kadar fiil sigasıdır (bk.



binden g e ç i r m e k l e yetinir (et-Tahblr



fi't-



sebebiyle kendisinden n e f r e t edilen insanlar için d e kullanılmaktadır. " K ö t ü ka-



ö n e m taşıdığı bilinmektedir.



Habîs,



Kur'an'da



bazı



nesnelerdeki



pisliği v e iğrençliği i f a d e e t t i ğ i gibi yanlış



" n b ' e " md.).



tezkîr, s. 54). Gazzâlî ise habîr isminin bir



Ayrıca "hikâye e t m e k , anlatmak, h a b e r



y ö n t e m olarak kullanılmasını önerir. Mü-



dınlar (habfsât) kötü erkeklere, kötü er-



v e r m e k " anlamına gelen



kasas kökün-



min kul bu ismin ışığı altında kendi var-



kekler d e kötü kadınlara y a r a ş ı r "



den t ü r e m i ş on d ö r t kadar fiil sigası ile



lığını, özellikle psikolojik yapısını teşhis



Nûr 24/26) meâlindeki â y e t bunu g ö s t e r -



ahbâr, e n b â ' kelimeleriyle bağlantılı ola-



e t m e l i v e içinde barınan hayvanî duygu-



m e k t e d i r . Kur'an, Allah'a kulluk e t m e -



rak kullanılan vahy kökenli bazı fiiller d e



lara karşı c e p h e alarak onları y e n m e l i ,



yip bazı yaratıkları, bayağı varlıkları O'na



(evhâ, nûhî) haber niteliği taşıyan



ilâhî



hile v e tuzaklarından sürekli olarak ko-



ortak koşanları v e münafıkları



ilim kavramlarını i f a d e e t m e k t e d i r



(bk.



runmalıdır. Böyle kullar habîr ismini al-



v e habîs olarak nitelemiştir



M. F. Abdülbâki, el-Muccem,



a.g.e., " k ş ş " , " v h y " md.ieri). "İlmiyle h e r



m a y a bile lâyıktır (el-Makşadü'l-esnâ,



şeyi kuşatan, k u d r e t v e iradesiyle her



112).



ş e y e hâkim olan" mânasındaki m u h i t ismi, doksan dokuz ismi ihtiva eden esmâ-i hüsnâ cetvelinde yer almamakla birlikte habîr ismini destekleyici m a h i y e t t e sekiz â y e t t e zât-ı ilâhiyyeyi n i t e l e m e k t e ,



beş



â y e t t e d e fiil sigasıyla Allah'a nisbet edilm e k t e d i r (a.g.e.,



" h v t " md.).



Esmâ-i hüsnâyı kendine has bir yönt e m l e gruplandıran Gazzâlî, habîrle birlikte d ö r t ismin ilim kavramı e t r a f ı n d a halkaiandığını kabul etmiştir. Ona g ö r e alîm ismi mutlak m â n a d a ilme delâlet eder. Habîr, iimin duyularla algılanamayan bâtınî kısmını, şehîd d e algı alanına yönelik kısmını i f a d e e d e r . Hakîm bilineceklerin en şereflilerine yönelik iken muhsf, ayrıntıları sınırlı bulunan konuları aydınlatan bir isimdir



(el-Makşadü'l-esnâ,



s. 37, 173). Bütün bunlardan başka esmâ-i hüsnâ cetvelinde y e r alan, "ilmi v e m e r h a m e t i her şeyi kuşatan" anlamındaki vâsi' ismi d e habîr g r u b u içinde m ü talaa edilmelidir.



Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hbr" md.; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyyât, "hbr" md.; Kamus Tercümesi, "hbr" md.; Wensinck el-Mu'cem, "hbr" md.; M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem,"hbr", "hvt", "kşş", "nb'e", "vhy" md.leri; Müsned, I, 215, 271; III, 17; VI, 221; Müslim, "Cenâ'iz", 103; İbn Mâce, "Du'â 5 ", 10; Tirmizî, "Da'avât", 82; Zeccâc. Tefsîru esmâ'illâhi'l-hüsnâ (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk), Beyrut 1399/1979, s. 45; Zeccâcî, Iştikâku esmâ'illâh (nşr. Abdülhüseyin el-Mübârek), Beyrut 1406/1986, s. 127-128; Ebû Süleyman el-Hattâbî, Şe'nü'ddu'a' (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk). Dımaşk 1404/1994 ->• Dımaşk, ts. (Dârü's-Sekâfeti'lArabiyye), s. 63; Halîmî, el-Minhâc, I, 199-200; İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât, s. 53; Bağdâdî, el-Esmâ' ue'ş-şıfât, vr. 104b; Beyhatö, elEsmâ' ue'ş-şı/ai(imâdüddin), I, 90; Kuşeyrî, etTahbir fı't-tezkır (nşr. ibrâhim Besyûnî), Kahire 1968, s. 54; Gazzâlî, el-Makşadü'l-esnâ (Fazluh), s. 37, 112, 137, 173; Ebû Bekir İbnü'lArabî, el-Emedü'l-akşâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 67b-68b; Fahreddin er-Râzî, Leuâmfu'l-beyyinât, s. 255-256; Aclûnî, Keşfü'lhafâ', II, 236-238.



(Tl



y e r alır. Ebû Abdullah el-Halîmî v e onun



HABİS



görüşünü aynen aktaran Ebû Bekir el-



( i ^ y ı )



Beyhakı, söz konusu ismin bağlı bulun-



sıfatlar) grubundan saymışlardır hâc, 1, 199-200; el-Esmâ'



ve'ş-şıfât,



Ebû Bekir İbnü'l-Arabî ise



(el-Min-



Kur'an'daki



asıl kullanılış gayesinin insan fıtratına, ahlâka v e g e l e n e ğ e aykırı davranışların vicdanlarda m e y d a n a getirdiği tiksintiyi ifad e e t m e k olduğunu ortaya koymaktadır. İslâmiyet'e g ö r e varlıklar ya tabiatları veya nitelikleri dolayısıyla habîs sayılır. M e s e l â dışkı, idrar, a k m ı ş kan, leş v b . şeyler tabiatları itibariyle habîstir; soğ a n , sarımsak gibi m a d d e l e r ise asılları itibariyle t e m i z olmakla birlikte ç e v r e d e kileri rahatsız e d e n kokuları y ü z ü n d e n habîs sayılmıştır (bk. Müslim, "Mesâcid", 78). Aynı şekilde mal v e mülk e d i n m e aslen m e ş r û olmakla birlikte kazanç yol-



t a d ı r ( m e s e l â bk. e l - M â i d e 5/100; el-A'râf 7/157; Müslim, " M ü s â k â t " , 41; Ebû Dâvûd, " B ü y û c " , 38; Tirmizî, " B ü y ü " ' , 46).



hakkında kullanılan bir Kur'an tabiri. L



J Hubs (habâset) kökünden g e l e n habîs



kelimesi, genellikle " d e ğ e r s i z v e bayağı



durarak onu zâtî-sübûtî sıfatlar arasın-



oluşu sebebiyle hoşa g i t m e y e n



da zikretmiştir (el-Emedü'l-akşâ,



veya soyut varlık, d u r u m " şeklinde tarif edilmiştir (Râgıb el-İsfahânî,



Kur'an'da z i m m e t e geçirilen y e t i m malı Nisâ 4/2). Aynı m e c a z i kullanıma başka



"haberdar



N a s l a r d a Allah'a n i s b e t e d i l e n , y ü c e



n i t e l e n m e s i , bu k a v r a m ı n



â y e t l e r d e v e hadislerde d e rastlanmak-



e d e n " mânasını da g ö z ö n ü n d e bulun-



68 b ).



olan cinsî sapıklığın "habâîs" kelimesiyle



habîs kelimesiyle i f a d e edilmiştir (bk. en-



I, 90).



vr. 67 b -



Özellikle eski bir kavim arasında yaygın



n



aklın v e dinin benimsemediği şeyler



habîri teşbihi n e f y e d e n seibî isimler (veya



ayrıca m e c a z i olarak "inkâr mânası taşıyan s ö z " anlamına geldiği belirtilmiştir.



ları b a k ı m ı n d a n habîs olabilir. N i t e k i m



insan tabiatının hoşlanmadığı,



liklerinden kabul ettikleri için olmalıdır ki



sözün " e d e p dışı veya g e r ç e ğ e aykırı söz",



BEKIR TOPALOĞLU



Pis, iğrenç veya zararlı olduğu için



d u ğ u ilim sıfatını ulûhiyyetin t e m e l nite-



3/179; et-Tevbe 9/28). "Habîs bir söz, yerinbenzer" (İbrâhîm 14/26) ifadesinde habîs



BİBLİYOGRAFYA :



r



"neces"



(Âl-i İmrân



d e n sökülmüş habîs (verimsiz) bir ağaca



IFFL



Habîr Allah'ın zâtî isimleri g r u b u n d a



s.



(en-



somut



el-Müfredât,



"hbş" md.). Bu g e n e l anlamdan hareket-



yaratıcıyı niteleyip tanıtan v e dolayısıyla



le kelime kötü insan, kötü evlât, şer, kâ-



O'nu m â n e n insanlara yaklaştıran isim



fir, şeytan, bozuk iş, h a r a m , kötü koku-



v e sıfatların her biri m ü m i n üzerinde d e -



lu yiyecekler için d e kullanılmıştır (Lisâ-



ğişik etkiler yapar. Abdülkerîm el-Kuşey-



nü'l-'Arab, "hbş" md.; Tâcü'l-'arüs, "hbş"



rî'ye g ö r e habîr isminin kul üzerindeki t e -



m d ). Kur'ân-ı K e r î m ' d e daha çok "güzel.



BİBLİYOGRAFYA : Cevheri, eş-Şıhâh "hbş" md.; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hbş", md.; Lisânü'l-'Arab, "hbş" md.; Tehânevî, Keşşâf, I, 406; Tâcü'l'arüs, "hbş" md.; Wensinck, el-Mu'cem, "hbş" md.; M. F. Abdülbâki. el-Mu'cem, "hbş" md.; Müslim, "Mesâcid", 78, "Müsâkât", 41; Ebû Dâvûd, "Büyü"', 38; Tirmizî, "Büyû c ", 46; Fettenî, Mecma'u bihâri'l-envâr fî ğarâ'ibi'tterrzil ve letâ'ift'l-ahbâr(nşr. Habîbürrahman elA'zamî), Medine 1415/1994, II, 7-8; Âlûsî, Rühu'l-me'ânî, IV, 187; VII, 37; IX, 81;T. İzutsu. Kur'an'da Dinî ue Ahlâki Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz), İstanbul, ts., s. 308-310. H



M . ZEKI DUMAN



379



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂBİS b. SA'D HÂBİS b. S A ' D (»**-> o3, o * * ^ ) Habis b. Sa'd b. Münzir el-Cermî et-Tâî ( ö . 37/657 )



kaları r i v a y e t t e bulunmuştur. Dârekut-



162-163; Âlûsî,



nî'nin m e ç h u l * ve m e t r û k * dediği Hâ-



1153-1154).



Adı Hâbis b. Rebîa olarak da kaydedilmekle birlikte İbn Hibbân, Hâbis b. Sa'd ile Hâbis b. Rebîa'nın ayrı kişiler olduğunu belirtir (eş-Şikât, III, 94-95). Dımaşklılar'ın Y e m â n î nisbesiyle andığı Hâbis'in sahâbî mi, yoksa m u h a d r a m û n * dan mı olduğu konusunda ihtilâf vardır. İbn Sa'd ve Ebû Zür'a onu Dımaşk'a yerleşen sahâbîler arasında saymaktadırlar. Zehebî,



Mîzânü'l-ictidâl'Ğe



sahâbîleri



zikretmemekle birlikte eserine Hâbis'i almış v e sahâbî olduğu konusundaki g ö r ü şün zayıflığını belirtmişse d e (I, 428) el-



Kâşif(I, 135) ve Tecridi!



esmû'i'ş-şahâ-



be (I, 94) adlı kitaplarında onun sahâbî olduğunu söylemiştir. İbn Hacer, Hâbis'i el-İşâbe'ye



almakla beraber (1, 272), Tak-



nbü't-Tehzîb'öe



onun



muhadramûn-



dan olduğunu k a y d e t m i ş (I, 137), bü't-Tehzîb'de



Hablullah tabirinin Kur'an'ı i f a d e ettiğini belirten hadisler d e mevcuttur. Ni-



109).



t e k i m Hz. P e y g a m b e r , Allah'ın kitabının s e m a d a n arza uzatılan bir ip olduğunu,



Wensinck, el-Mu'cem, VIII, 51; Müsned, IV, 105, 109; İbn Sa'd, et-Tabakât, VII, 431-432; Buhârî, et-Târihu'l-kebîr, III, 108; Dîneverî, elAhbârü't-tıvâl, s. 171; İbn A'sem el-Kûfî, elFütûh, Beyrut 1406/1986, II, 397; İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve't-ta'dtt, III, 292; İbn Hibbân, eş-Şikât, III, 94-95; Ebû Nuaym, Ma'rifetü'şşahâbe, TSMK, Ahmed III, nr. 499, I, vr. 194»; İbn Hazm, Cemhere, s. 403; İbn Abdülber, elİstfâb, I, 359-360; İbnü'l-Esîr, üsdü'l-ğâbe, I, 375-376; a.mlf., el-Kâmil, III, 325; Zehebî, Mîzânü'l-i'tidâl, I, 428; a.mlf., el-Kâşifllecne), 1, 135; a.mlf., Tecrîdü esmâTş-şahâbe, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), I, 94; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 261; İbn Hacer. el-İşâbe, I, 272; a.mlf., Takrîbü 't-Tehzib, I, 137; a.mlf., Tehzibü't-Tehzîb, II, 127; Vefâ Fehmî es-Sindyûnî, Şi'ru Tay oe ahbâruhâ ft'l-Câhiliyye ue'l-İslâm, Riyad 1403/1983, II, 560-561; Fahreddin Atar, islâm Adliye Teşkilâtı, Ankara, ts. (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları), s. 69-70, 110, 1 4 9



'



E



SAFFET K Ö S E



r



T HABLULLAH



ereceğini,



onu t e r k e d e n i n ise sapıklığa düşeceğini, onda akla durgunluk v e r e n



tükenmez



hârikalar



bulunduğunu



(Müsned,



II, 3, 14, 17; Müslim,



ifade



etmiştir "Fezâ'i-



l ü ' ş - ş a h â b e " , 37; Ebû Dâvûd, "Fezâ'ilü'lK u r ' â n " , 1; Tirmizî, " M e n â k ı b " , 32;). Hz. Ali, İbn Mes'ûd, İbn A b b a s gibi sahâbîlerin görüşleri d e bu y ö n d e d i r ( m e s e l â bk. Tirmizî, " Ş e v â b ü ' l - K u r ' â n " , 14). Öte yandan bu tabir, Kur'an'ı da kapsayacak şekilde Allah'ın kulları için olan ahid v e güvencesi, Allah'ın dini, kulları için lütfettiği kurtuluş vasıtaları v e ihlâs olarak daha kapsamlı şekilde d e t e f s i r edilmiştir. Ayrıca Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde, "Habiullaha sarılın" buyruğunun ardından "Bölünüp parçalanmayın"



emrinin



y e r aldığı dikkate alınarak bu tabirle cem a a t , ü m m e t birliğinin veya bu birliği sağlayan bağların kastedilmiş olabilecedü'l-mesîr,



Genellikle Kur'ân-ı Kerîm'i ifade ettiği kabul edilen bir Kur'an tabiri.



nündeki kanaatini belirtmiştir (II, 127).



ona sarılan kişinin hidayete



ği d e ileri sürülmüştür (İbnü'l-Cevzî, Zâ-



(«İJIJO-)



d e sahâbî olmadığı y ö -



len Hâbis b. Sa'd, yine onun hilâfeti za-



II,



bis'in bir rivayeti A h m e d b. Hanbel'in



Tehzî-



Hz. Ebû Bekir devrinde M e d i n e ' y e g e -



18-19; Elmalık,



M ü s n e d ' i n d e b u l u n m a k t a d ı r (IV, 105,



BİBLİYOGRAFYA:



Sıffîn Savaşı'nda Muâviye'nin yanında yer alan kumandanlardan biri.



IV,



L



dûdî, I, 248). J



m a n ı n d a Dımaşk'a gitti. Rivayete g ö r e ,



Sözlükte "ip, b a ğ ; s e b e p , vasıta; da-



Hz. Ö m e r Hâbis'i Humus kadılığına tayin



m a r " gibi mânalara g e l e n habl kelimesi



e t m e k isteyince ona kadı olduğu z a m a n



m e c a z i olarak "ahid, z i m m e t , e m a n " an-



nasıl hüküm vereceğini sormuş, Hâbis ic-



lamlarında da kullanılmaktadır



tihad e d e c e ğ i n i v e maiyetindekilerle isti-



'Arab, "hbl" md., TâcüVarûs, "hbl" md.).



(Lisânü'l-



ş a r e d e bulunacağını söylemiş, Hz. Ö m e r



Habl Kur'ân-ı K e r î m ' d e ikisi çoğul (hi-



d e kendisini bu göreve tayin etmiştir. An-



bâl) o l m a k ü z e r e yedi y e r d e g e ç m e k t e -



cak Hâbis Hz. Ömer'in yanından ayrıldık-



dir. Bunlardan üçü "ip" (Tâhâ 20/66; eş-



tan az sonra bir rüyasını anlatmak üzere



Şuarâ 26/44; Tebbet 111/5), ikisi "ahid v e



geri dönmüş, rüyasında güneşin m e l e k -



z i m m e t " (Âl-i İmrân 3/112), biri d e "da-



lerden m e y d a n a g e l e n büyük bir toplu-



mar"



lukla birlikte doğudan, ayın da büyük bir



mıştır (İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün,



yıldız topluluğuyla birlikte batıdan geldi-



242). Âl-i İmrân sûresinin 103. â y e t i n d e



ğini söylemiştir. Hz. Ömer'in, kendisinin



g e ç e n "hablullah" ise bütün



hangi grubun yanında yer aldığını sor-



lerce m e c a z i bir i f a d e kabul edilmiş v e



ması üzerine ay ile beraber olduğunu be-



şöyle yorumlanmıştır;



(Kâf 50/16) m â n a s ı n d a



kullanıls.



müfessir-



Bundan



I, 432-433; Fahreddin er-Râzî,



VIII, 162-163; Kurtubî, IV, 158-159; Mev-



BİBLİYOGRAFYA : Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hbl" md.; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "hbl" md.; Lisânü'l-'Arab, "hbl" md.; Tâcü'l-'arûs, "hbl" md.; Müsned, II, 3, 14, 17; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", 37; Ebû Dâvûd, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 1; Tirmizî, "Şevâbü'lKur'ân", 14; "Menâkıb", 32; Yahyâ b. Sellâm, et-Taşârîf (nşr. Hind Şelebî), Tunus 1979, s. 314; Teberi, Câmi'u'l-beyân(Bu\ak). IV, 21; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), I, 450; İbnü'l-Ceva. Nüzhetü'l-a'yün. s. 242-243; a.m!f., Zâdü'lmesir, I, 432-433; Fahreddin er-Râzî, Mefatıhu'l-ğayb, VIII, 162-163; Kurtubî, el-Câmi', IV, 158-159; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, Kahire, ts., II, 83; Süyûtî, el-ltkân (Beyrut), I, 163; Âlûsî. Rûhu'l-me'ânt, I, 641; IV, 18-19; Elmalılı, Hak Dini, II, 1153-1154; Mevdudî, Tefhimü'l-Kur'ân (trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.), İstanbul 1986,1,248.



maksat



lirtmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Sen



Allah'ın kitabıdır. Kur'an, tıpkı derin bir



silinip y o k olanla berabersin" diyerek onu



çukura d ü ş m ü ş insana t u t u n u p kurtul-



tayin e t m e k t e n v a z g e ç m i ş t i r . Hâbis b.



ması için yukarıdan sarkıtılan ip gibi se-



Sa'd, S ı f f î n Savaşı'nda Muâviye tarafın-



m a d a n arza uzatılmış bir hidayet nuru-



da y e r alarak Tay kabilesinin



sancak-



dur. Başka bir açıklamaya g ö r e ise Kur-



tarlığını y a p m ı ş v e bu s a v a ş t a hayatı-



'an, insanın tehlikeli bir yolda yürürken



nı k a y b e t m i ş t i r ( R e b î ü l e v v e l 37 / Eylül



d ü ş m e m e k için t u t u n u p güvenlik içinde



657).



i l e r l e m e s i n i sağlayan bir e m n i y e t bağı-



İTİ



İM



_



~



M . ZEKI DUMAN



r



HABSİYYE



n



^



İran edebiyatında hapishane hayatını konu alan eserlerin ortak adı.



^



Nizâmî-i Arûzî, Çehûr



Makale



adlı ese-



Hâbis b. Sa'd, Hz. Fâtıma v e Ebû Be-



dır. Ona sarılan tehlikeden v e helâk ol-



rinde (yazılışı 551/1 156) Mes'ûd-i Sa'd-i



kir'den hadis rivayet e t m i ş , kendisinden



m a k t a n kurtulur, s e l â m e t e ulaşır ( Z e -



Seimân'ın (ö. 515/1121) hapiste bulun-



mahşerî, I, 450; Fahreddin er-Râzî, VIII,



duğu sırada yazdığı şiirlere habsiyye (ço-



d e Ebüt-Tufeyl. Cübeyr b. Nüfeyr ve baş-



380



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HABURMAN KÖPRÜSÜ ğulu habsiyyât) adını vermişti. Mes'ûd-i



n e hâtıraları, Nâzım Hikmet'in Dört



Sa'd-i Selmân'ın çağdaşı olan



pishaneden



Muham-



m e d b. Müeyyed'in hapiste iken yazdığı



f i z Çamlıbel'in Zindan



bir m e k t u b a da Risâle-i



bul 1967), A h m e d A r i f i n



Habsiyyât



de-



Duvarları



nilmiştir. Bu adın Mes'ûd'un şiirlerine ve-



Prangalar



rilen addan m ü l h e m olması



tila İlhan'ın Tutuklunun



mümkün-



Ha-



(İstanbul 1966), Faruk Na(İstan-



Hasretinden



(İstanbul 1968), A t -



Eskittim



(An-



Günlüğü



dür. Kırk yaşına kadar r e f a h içinde bir



kara 1975), adlı şiir kitapları. N â z ı m Hik-



hayat süren Mes'ûd-i Sa'd-i Selmân, bir



met'in Mapushane'den



ş ü p h e üzerine Gazneliler'den Sultan İb-



Mektuplar



Kemal



Tahir'e



(Ankara 1973) adlı eseri v e



râhim v e halefleri t a r a f ı n d a n birkaç d e f a



K e m a l Tahir'in Karılar



hapse atılmıştı. Şairin hapishanede yaz-



bul 1985) adlı romanı m o d e r n Türk e d e -



dığı v e bu d u r u m a d ü ş m e s i n e



biyatında hapishane hayatı hakkında ya-



sebep



olan d ü ş m a n l a r ı n ı , a n n e s i n e , b a b a s ı n a



resinde g e ç e n uzun geceleri, çektiği acıları etkili bir şekilde anlattığı şiirler, kendisinden sonra Felekî-i Şirvânî v e Hâkânî-i Şirvânî tarafından taklit edilmiş, b ö y l e c e İran edebiyatında " h a b s i y y e " adı verilen bir tür teşekkül etmiştir. Bu türün en güzel örneklerine, yeni İran edebiyatının tanınmış simalarından M e likü'ş-şuarâ Bahâr'ın şiirlerinde



rastla-



nır. Bahâr, siyasî düşüncelerinden ötürü düştüğü hapishanede Mes'ûd-i Sa'd-i Selmân'ın etkisini d e yansıtan m a n z u m e l e r y a z m ı ş t ı r . Onun bu konudaki e n ilginç eseri Kûrnâme-i



Zindan



adlı m e s n e v i -



sidir. Yine siyasî düşüncelerinden dolayı tutuklanan Alî-i D e ş t î ' n i n E y y â m - j bûs v e Büzürg-i Alevî'nin yı Zindan



Mah-



Varakpârehâ-



adlı eserleri bu türün güzel ör-



(İstan-



BİBLİYOGRAFYA



:



Nizâmî-i Arûzî, Çehâr Makale (nşr. M. M. Kazvînî), London 1910, s. 50-52; Mes'ûd-i Sa'd-i Selmân, Dîvân (nşr. Reşîd-i Yâsimî), Tahran 1330 hş., s. 1, 7, 19, 122, 124, 255, 360, 475, 493; Hâkânî, Dîvân (nşr. Ziyâeddîn-i Seccâdî), Tahran 1338 hş., s. 23-28, 60-62, 155-158, 173-174, 320-324; Bahâr, Dîvân-ı Eş'âr, Tahran 1344-45 hş., I-Iİ, tür.yer.; M. C. Mahcûb, Sebk-i Horasânî der Şi'r-i Fârsî, Tahran 1345 hş., s. 656-659; Esedullah Han Gâlib, Kıta 'ât (nşr. Gulâm Resûl-i Mihr), Lahor 1969, s. 184-192, 441-446; a.mlf., Kaşâ'id (nşr. Gulâm Resûl-i Mihr). Lahor 1969, s. 441-446; Ahmed Paşa, Dîvân (nşr. Ali Nihad Tarlan), İstanbul 1966, s. 82-85; H. Kamshad, Modern Persian Prose Literatüre, Cambridge 1966, s. 69 vd., 116119; F. Machalski, La litterature de Tiran contemporain, Wroclav-Warszava-Krakow 1967, II, 45, 48-51; Abdülhüseyn-i Zerrinkûb, Bâ Kârvân-ı Hülle, Tahran 2535 şş. [1976|, s. 83-95; İsmet Parmaksızoğlu, "Bir Türk Kadısının Esaret Hatıraları", TD, V/8 (1953), s. 77-84.



nekleri arasında y e r alır. Urdu dili şairle-



FFL



TAHSİN YAZICI



rinden Gâiib Mirza'nın da (ö. 1285/1869) t u t u k l u iken y a z d ı ğ ı birkaç



manzume



r



habsiyye niteliği taşır. Klasik Türk edebiyatında böyle bir t ü r bulunmadığı gibi bu türün ö r n e ğ i sayılabilecek e s e r d e yoktur. Bursalı A h m e d



Haburman Köprüsü- Çermik / Diyarbakır



zılmış eserler arasında zikredilebilir.



v e çocuklarına duyduğu ö z l e m i , içinde bulunduğu kötü şartları, hapishane hüc-



Koğuşu



^



HABURMAN



pı'nın kızı Zübeyde Hatun taralından kardeşi II. Kutbüddin İigazi'nin hükümdarlığı sırasında inşa e t t i r i l m i ş t i r . T^rih b o yunca çeşitli tamirler g ö r e n



köprünün



son esaslı o n a r ı m ı 1 9 2 7 yılında Ç e r m i k Kaymakamı H i k m e t Bey ile belediye başkanı Rifat Bey tarafından yaptırılmıştır. H a b u r m a n Köprüsü m u n t a z a m bir işçilikle k e s m e taştan inşa edilmiştir. Gülgün Tunç'un uzunluğunu 108 m., genişliğini 5,50 m . olarak g ö s t e r d i ğ i köprünün uzunluğunu C e v d e t Çulpan 106 m . olarak kaydeder. Ortada geniş açıklıklı (19,55 m.) büyük bir sivri kemer, yanlarda ise birer küçük k e m e r vardır. Ortadaki k e m e rin kilit taşına kadar olan yüksekliği 11,20 m . , d o ğ u d a k i küçük k e m e r i n 5 , 3 0 m., batıdakinin



açıklığı



ise 7,10 m . olarak



ölçülmüştür.



KOPRUSU



Diyarbakır-Malatya yolu üzerinde Artuklular tarafından XII. yüzyılda yaptırılan köprü.



lında, Artuklu Hükümdarı Necmeddin Al-



BİBLİYOGRAFYA



^



Paşa'nm " k e r e m " redifli kasidesi bir ölç ü d e habsiyye tanımına uymaktaysa da



Diyarbakır'a 9 0 k m . uzaklıkta Çermik



şair bu kasidede d u r u m u n d a n p e k şikâ-



ilçesinde, Haburman köyü yakınında Ha-



y e t e t m e m e k t e , daha çok Fâtih Sultan



b u r m a n suyu ü s t ü n d e inşa e d i l m i ş t i r .



M e h m e d ' i övmektedir. Baf kadılığına t a -



Ç e r m i k K ö p r ü s ü o l a r a k da anılan y a p ı



yin e d i l e n M â c u n c u z â d e M u s t a f a E f e n -



A r a p ç a kitâbesine g ö r e 5 7 5 (1179-80) yı-



:



Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığı, Ankara 1936, III, 250, 251; A. Gabriel, Voyage archeologique dans la Turquie orientale, Paris 1940, I, 258; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 49, nr. 26 (Çermik Köprüsü adıyla); Gülgün Tunç, Taş Köprülerimiz, Ankara 1978, s. 89; M. Fahrettin Kırzıoğlu, "Çermik Kasabası Üzerine Notlar", Kara-Amid Dergisi, 1/1, Diyarbakır 1956, s. 266-281. H



SEMAVÎ E Y Î C E



di g ö r e v yerine g i d e r k e n 1 5 9 7 ' d e Malta korsanlarına esir d ü ş e r e k zindana atılmış, buradaki hâtıralarını Bâzgeşt-i



kirî-i Malta



Sergüzeşt-i



Esîrî-i



adıyla m a n z u m olarak y a z m ı ş t ı r



Ha-



Malta (Par-



Haburman Köprüsü'nün rölövesi



maksızoğlu, V/8, s. 77-79). Edebî d e ğ e r i n d e n z i y a d e e s a r e t i n v e z i n d a n hayatının insanın ruh dünyasında



meydana



getirdiği hüznün ifadesi olarak d e ğ e r t a şıyan e s e r bu yönüyle bir habsiyye kabul edilebilir. N e c i p Fazıl Kısakürek'in " Z i n d a n d a n M e h m e d ' e M e k t u p " adlı şiiriyle Mustatili



Cinnet



(İstanbul 1955) adlı hapisha-



381



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB tinin bahşedebileceği maddî, mânevî ve (e*") Kutsal kabul edilen mekânları dinî maksatla ziyaret etme, İslâm'ın beş şartından biri.



^



Hac kelimesi İbrânîce'de hag şeklindedir: "bayram" anlamına gelen bu kelime "bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak" mânasındaki hvg kökünden türemiştir,



bitkilerle beslenirler, uzun yolculuk es-



ahlâkî faydaları elde etmektir (DBS, VII,



nasında tövbe ederler, hac mahallerine



567). Kişinin, ister kendi ülkesinde ister-



vardıklarında ise yıkanıp temizlenerek ta-



se başka y e r d e olsun, kutsal bir mekâna



pınağa girerler, evlerine dönünceye ka-



veya m â b e d e yaptığı seyahatten ibaret



dar ibadet ve riyâzete devam ederlerdi.



olan hac esnasında sarfedilen gayrete



Hinduizm'de de hac ibadeti vardır. Hint



karşılık bedenî bir rahatsızlığın gideril-



yarımadasının Aryalar'ca istilâsı ve Hin-



mesinden ebedî hayatın kazanılmasına



dû tapınaklarının inşası ile birlikte ziya-



kadar birçok fayda ümit edilebilir



(ERE,



X, 12).



ret edilecek yerlerin sayısı da artmıştır. Ortaçağ'lara doğru hac için uzak yerlere



(bk. BAYRAM). Hac veya hag çok eski bir



Kabileci, millî ve evrensel dinlerin hep-



g i t m e k gelenek halini almıştı. Güneyde



Sâmî tabir olup {ERE, 1, 668) İbrânîce'-



sinde kutsal kabul edilen mekânlar ve bu



Comorin körfezi, doğuda Orissa, batıda



den başka Ârâmîce'de ve Sâbiî dilinde de



mekânların ziyareti söz konusudur. Yakın-



Kathiavar v e Himalayalar azizlerin inzi-



bulunmaktadır. Kelimenin asıl anlamının



doğu'da, milâttan önce II. binyıldan itiba-



vâya çekildiği yerler olduğu için hac me-



"bir şeyin etrafında dönme, dolaşma ve



ren hac yerleri özellikle vahalarda ve şe-



kânlarıydı. Yıkandıktan sonra hac göre-



hir kültürünün bulunduğu yerlerde te-



vini ifa e t m e yanında kutsal mekânın çev-



şekkül etmiştir. II. binyılın üçüncü çeyre-



resinde dönmek de (tavaf) haccm unsur-



halka oyunu" olduğu, daha sonra bayram mânasını kazandığı belirtilmektedir (DBS, VII, 583). Arapça'da "gitmek, yönelmek; ziyaret e t m e k " anlamlarına g e len hac kelimesi, fıkıh terimi olarak imkânı olan her müslümanın belirlenmiş zaman içinde Kâbe'yi, Arafat, Müzdelife ve Mina'yı ziyaret e t m e k ve belli bazı dinî, görevleri yerine g e t i r m e k suretiyle yaptığı ibadeti ifade eder. Bu ibadeti yerine getirenlere Arapça'da hâc (çoğulu huccâc), Türkçe'de hacı denir.



ğinde Babilonya'da Nippur, Asur'da Ni-



larından biriydi. Hinduizm'de Benâres'i zi-



nova bu türden ziyaret yerleriydi. Mari



yaret e t m e k ve Ganj nehrinde yıkanmak,



tabletlerinden öğrenildiğine g ö r e milât-



ölümden sonra yeniden dünyaya gelişte



tan önce XVIII. yüzyılda Harran'daki Sin



daha mutlu olma ümidini vermektedir.



ve Qatna'daki Belit-Ekalli tapınakları meşhur ziyaretgâhlardı. Bronz çağı boyunca Byblos'taki Baaltis Tapınağı, Mısır'dan gelen önemli miktardaki takdimeyi kabul etmişti. Sumerler'de Nippur'daki Enlil, Sâmîler'de Ninova'daki İştar şöhret kazanmıştı ve Sümerler döneminden itibaren



A ) İslâm'dan Önceki Dinlerde Hac. Hac-



hac için kutsal sayılan güzergâhlar mev-



cın temelinde ulûhiyyetin herhangi bir yer-



cuttu. Babilonya'da Esagil ve Marduk zi-



de tecellisi inancı yatmaktadır. Dinlerde



yaret edilen ilâhlardı (DBS, VII, 568).



kutsal kabul edilen yerlerin aslında m e -



Budizm'de hac ziyareti, Buda'ya ait mekânlarla ondan kalanların bulunduğu yerlere yapılır. Buda, müridlerinden Ananda'yı görevlendirerek cesedinin küllerinin stupalarda (Budan'dan geriye kalanların korunduğu yerler) saklanmasını istemiş, ölümünden sonra Buda'nın külleri önce sekize bölünmüş, daha sonra iki stupaya daha bölünerek on stupada saklanmıştır. Kral Aşoka kutsal e m a n e t haline



kân olma açısından diğer yerlerden farkı



Hititler'de kral, baş rahip sıfatıyla her



gelen bu stupalan açmış ve küller kırk se-



yoktur. Ancak burada ulûhiyyetin tecelli-



yıl kış mevsiminde krallığın büyük ibadet



kiz parçaya ayrılarak her biri bir stupaya



si, inançla ilgili bir olayın vukuu veya bu-



merkezlerini ziyaret ederdi. Bu ziyaret es-



konmuştur. Buda'nın cesedinin külleri dı-



ranın dinî bir şahsiyetle bağlantısı m e -



nasında h e m güzergâh h e m d e ifa edile-



şında Budist gelenek yine ona ait iki mi-



kânı diğer yerlerden farklı kılmakta, kut-



cek merasimler ayrıntılı olarak düzenlen-



rasa daha sahiptir. Bunlardan biri, Bu-



sallaştırmaktadır. Böyle bir mekânın esra-



mişti (a.e., VII, 570).



da'nın kullandığı sadaka kabı gibi eşyalar



rengiz oluşu ve korkutucu vasfı da bir kut-



Eski Çin'de bilinen ilk hac merkezleri



sallık unsurudur. Kutsal mekân insan ta-



T'ai-shan, Hua-shan, Heng-shan, Non-yu-



rafından seçilmiş değil keşfedilmiştir. Din-



shan ve Sung-shan adlarını taşıyan beş



dar insan için homojen olmayan kutsal



dağdı. Hem Taoistler hem de Budistler



veya onun bulunduğu yerlerde bıraktığı izler ve işaretler, diğeri ise heykeller ve aslında gerçek külleri kapsamayan stupalar gibi adakvarî hatırlatıcılardır.



mekânda diğerlerinden nitelik bakımın-



bu dağların üzerinde tapınaklar inşa et-



Budizm'de hacla ilgili en eski belgeler



dan farklı bölümler bulunmaktadır. Bu bö-



tiler; buralar zamanla oldukça önemli



Kral Aşoka'nın fermanlarıdır. Aşoka, tah-



lümler genelde çit, duvar veya taşlarla ay-



hac merkezleri oldu. Bunların yanında Bu-



ta geçişinin onuncu yılında "dharmayât-



rılır. Bu ayırma işi o bölgede sadece bir



dizm yeni büyük hac merkezleri oluştur-



râ" (doğruyu, gerçeği bulmak için yapılan



kutsallık tezahürünün olduğunu göster-



du. Bu yerler Buda ve Bodhisatvalar'a



yolculuk) yaparak Buda'nın aydınlanmayı



mez; kutsal olmayanı kutsal olandan ayır-



vakfedilen P'u-t'o-shan, Chiu-hua-shan,



elde ettiği yere yani Bodhi Gaya'ya (Bodh



dığı gibi kişiyi herhangi bir tedbir alma-



Wu-t'ai-shan v e 0-mei-shan gibi manas-



Gayâ, Buddh Gaya, Buddha Gaya) gittiğini



dan içeriye girmenin tehlikesinden de ko-



tır ve mâbedlerdi. Bunların en önemlisi.



söyler. Aşoka'dan günümüze kadar Bod-



rur. Zira bu alana girmenin özel usulü ve



Kuzeydoğu Çin'de bulunan ve beş tepeyi



hi Gayâ Hindistan'da Budistler'in en önem-



pek çok kuralı vardır. Mâbedin veya evin



kapsayan Wu-t'ai-shan mâbedidir. Yüz-



li hac yeridir. Bunun dışında hac için ziya-



eşiğinin önemi de buradan kaynaklanmak-



yıllardan beri buraya yalnız Çin'den değil



ret edilen yerler Nepal'deki Siddhartha



tadır (M.Eliade, Le sacre et le profane, s.



Japonya, Moğolistan, Mançurya, Orta As-



Gautama (Buda'nın doğum yeri Lumbi-



25-26; a.mlf., Traite d'histoire des religions,



ya ve Hindistan'dan hacılar gelmektedir.



ni), Buda'nın ilk vaazını yaptığı Benâres ya-



s. 315-318).



Sonbaharda gerçekleştirilen hac sırasın-



kınlarında bulunan Sarnath'daki Geyik Par-



da kırmızı veya sarı elbise giyen hacı



kı (Isipatana) ve Buda'nın Nirvana'ya ulaş-



adayları buhur çubukları ve kâselerini



tığı yani öldüğü yer olan Utar Pradeş'teki



taşıyarak on-on beş kişilik gruplar halin-



Kuşinagara'dır. Fakat bu yerlerin hiçbiri



de sessizce meditasyon yaparlar, sadece



Budistler nezdinde Bodhi Gaya kadar an-



Kutsal mekân kavramı ve bu tür yerlerin ziyareti tarih boyunca bütün inançlarda mevcut olmuştur. Kutsal mekânları ziyaretin sebebi o mekânın kutsiye-



382



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB lamlı değildir. Zira Bodhi Gaya Budizm'in



m e k İslâm öncesi Araplar'mda da vardı



dığının bulunduğu Silo'da her yıl rabbin



doğuşunu temsil eder. Bunun dışında



(DBS, VII, 577).



bayramı olmakta (Hâkimler, 21/19), genç kızlar orada bağlar içinde dans e t m e k t e



Hindistan'dan Sri Lanka'ya kadar Buda'-



Tevrat, bütün yahudi erkeklerini yılda



dan kalan şeyler ve onun ziyaret ettiğine



üç defa Kudüs'te Yahve'nin huzurunda bu-



(Hâkimler, 21/21), Elkana her yıl kurban



lunmaya mecbur ediyordu (Çıkış, 23/14,



kesmek üzere oraya çıkmakta idi (I. Sa-



Buraları ziyaret edenler üç grupta topla-



17; 34/23); bunlar Fısıh (Paskalya = maya-



muel I). Silo'daki ibadet Filistîler'in (Filist-



nabilir. Birinci grup bu yerlerdeki esraren-



sız ekmek), Şavuot (Pentekost = haftalar)



ler) burayı yıkmalarına kadar sürdü.



giz, sihri gücü elde e t m e k isteyenlerdir.



ve Sukkot (çardaklar) bayramlarıydı (Tes-



Krallık döneminde iki tür ziyaret yeri



İkinci grupta aydınlanmaya giden yolda,



niye, 16/16-17; İL Tarihler, 8/13). Bu üç es-



vardı; bunların ilki Beyt-el ve Dan gibi



kendilerini Buda'ya yöneltmede bu ziya-



ki hasat bayramı İbrânîce'de "hag" adıy-



eski mezbahlar, diğeri ise ahid sandığı ve



reti bir basamak olarak görenler yer alır.



la anılıyor ve "hag ham-massöt, hag haq-



m â b e d sebebiyle Kudüs'tü. Hz. Süley-



Üçüncü gruptakiler ise bu ziyaretle bir de-



qasîr, hag ha asîf" diye adlandırılıyordu.



man'ın mâbedi tamamlamasından son-



ğ e r kazanmak isterler. Bu dünyada Bu-



Yahudilik'te klasik düzenlemede hag ke-



ra da üç bayram kutlaması başlamıştır (I.



da'ya yönelmekle başlayan hac, en yük-



limesi hacla dinî bayramı birbiriyle bağ-



Krallar, 9/25).Yeroboam'ın sözleri de Ku-



sek noktasına Dharma'yı doğru anlamaya



lantılı kılmaktaydı. Temel dinî bayramlar



düs mâbedinin hac yönünden önemini



götüren derunî hac ile ulaşmaktadır.



ibadet yerleriyle irtibatlı olduğundan dinî



vurgulamaktadır



bir seyahati de ihtiva ediyordu. Esasen



düs'ün çekiciliği ve peygamberlerin ayrı-



inanılan yerler hac merkezleri olmuştur.



Japon inançlarına g ö r e dağlar tanrıla-



(I. Krallar, 12/27). Ku-



rın yurdudur ve bundan dolayı dağ t e p e -



geleneksel hac İbrânîce'de '"aliyyah le-



lıkçı mezbahlara karşı tavır almaları, iba-



leri yüzyıllardır hac yeri olmuştur. Milât-



regel = yürüyerek çıkmak, g i t m e k " diye



detin merkezîleşmesini hazırlayan önemli



tan sonra VIII. yüzyıldan itibaren de Bu-



adlandırılmaktadır.



gelişmelerdi; ancak bunun için krallık oto-



dist ibadet mekânları olarak dağ tepeleri



millet olmalarından itibaren kurumlaş-



ziyaret edilmiştir. Japon geleneğinde hem



mış ve erkeklerin üç bayramda Kudüs'e



Şinto'ya hem Budizm'e ait çeşitli hac yer-



gitmeleri istenmiştir.



leri vardır. Japonlar'ın junrei dedikleri hac, çeşitli yerlerdeki ziyaret



merkezlerinin



Hac,



yahudilerin



Yahudilikteki hac mekânlarını üç grupta toplamak mümkündür. 1. Kudüs ve



ritesine de ihtiyaç vardı. Bu sebeple Hezekiel, Vill. yüzyıldan itibaren halkı görkemli bir Fısıh (Paskalya bayramı) için Kudüs'e çağırdı (II. Krallar, 23/22; II. Tarihler, 30/13). Asıl reform ise Tesniye'nin 621 'de bulunmasının ardından Kral Yoşi-



belli bir sıra iie gezilmesini ifade e t m e k -



çevresinde oluşmuş, tarihî özelliğe sahip



tedir. Bir diğer hac şekli ise sadece bir tek



ve Kitâb-ı Mukaddes'in tarihi içinde orta-



y e r e yapılan hacdır, lse'deki tapmak Şin-



ya çıkan mekânlar. 2. Genelde Celîle'de bu-



toizm'in en yüce ilâhına adanmış Şinto



lunan, Talmud ve Kabala'da adı geçen bil-



hac yeriydi. Japonya'daki Budist hac m e -



gelerin mezarları. 3. Diaspora (Filistin dı-



Yahudilik'te en eski kanunları oluştu-



kânlarının çoğu Budist keşiş ve zâhidleri-



şında yahudilerin yaşadıkları yerler) bil-



ran Elohist ve Yahvist ahid kanunu üçiü



nin zühd hayatı yaşadıkları yerlerdir.



gelerine ve azizlere adanan İsrail'in çe-



bir kutlama zorunluluğu getirmiştir: "Yıl-



şitli bölgelerindeki merkezler.



da üç kere bana bayram (hag) edecek-



Helenist-Roma dönemine kadar Mısır dininin her devresinde hac ibadeti mev-



Mûsâ şeriatı öncesinde yaşamış önemli



cuttu. Belli başlı hac yerleri Delta'daki De-



kişilerin başlarından geçen olaylarla ilgili



du veya Busiris ile (Osiris'in evi) kedi başlı



olarak Eski Ahid'de zikredilen yerler da-



tanrıçanın tapınağının bulunduğu yine



ha sonra İsrâil dini için özel mekânlar ol-



Delta'daki Bubastis idi. Herodot, Bubas-



muştur. Hz. İbrâhim zamanında Şekem



ya tarafından yapıldı. Kudüs'ü ziyaret mâbedin yıkılışından sonra bile devam etti (Yeremya, 4/15).



sin... Senin bütün erkeklerin yılda üç kere Rab Yahova'nın önünde görünecektir" (Çıkış, 23/14, 17). Hac emri sadece erkeklere yönelik olmasına rağmen tıpkı Silo ziyaretinde olduğu gibi haccm ailevî bir karakter arzetmesi tabiidir.



tis'e büyük bayrama gelenlerin sayısının



(Tekvîn, 12/6), Beyt-el (Tekvîn, 12/8; 13/3),



yaklaşık 700.000 olduğunu söylemekte-



Hebron veya Mamre (Tekvîn, 13/18; 18/1),



Bu üç bayram arasında en önemlisi öy-



dir. Bunlardan daha önemlisi, Yukarı Mı-



Beer-şeba (Tekvîn, 21/33), Beer-lahay-roi



le görünüyor ki Sukkot bayramıdır. Elka-



sır'da Osiris'in başının bulunduğu Abdu



(Tekvîn, 16/14); Hz. İshak döneminde Be-



na bu bayramda Silo'ya çıkıyordu. Bu bay-



(Abdias) idi; burada Osiris'in esrarı kutla-



er-şeba (Tekvîn, 26/23-25); Hz. Ya'küb dö-



ram, yahudi tarihçisi Joseph'e kadar İb-



nıyor ve bu yerin ziyaret edilmesiyle öbür



neminde Peniei (Tekvîn, 32/30), Beyt-el



rânîler'in en büyük ve en kutsal bayramı



dünyadaki mutluluğun elde edileceğine



(Tekvîn, 28/16-22; 35/6-15) ve Şekem (Tek-



olarak devam etti. Bayramın temel mera-



inanılıyordu. Daha sonra A m o n vahası



vîn, 33/20) bu yerlerdendir. Bunlar genel-



simi olan çardak kurulması ancak esaret



(şimdiki Siva) önemli bir hac yeri oldu.



de yüksek bölgeler, su kaynaklarının bu-



sonrasında başlamıştır (Nehemya, 8/17).



Ptolemeler döneminde ise Serapis kültü



lunduğu ağaçlık yerlerdi. Diğer taraftan



Haccın ifa edildiği bu üç bayramda eli



revaç bulmuş ve Memphis'teki ziyaret-



büyük şahsiyetlerin mezarları da (Hz. İb-



boş gidilmeyeceğinden rabbin verdiği be-



râhim, Sâre, İshak ve Ya'küb'un Hebron'-



rekete g ö r e herkesin elinden geldiği ka-



daki mezarları gibi) ziyaret edilmekteydi.



dar takdime getirmesi de emredilmekte-



gâh önem kazanmıştı. Suriye'de Byblos, Aphaka, iyr. Heliopo-



dir (Tesniye, 16/16-17). Hacılar gerekli tak-



lis (Ba'lebek) ve özellikle Hierapolis önemli



Hâkimler döneminde Ken'ân diyarının



hac merkezleriydi. Bilhassa Romalılar dö-



fethiyle birlikte yerleşik hayat başlamış,



dimeleri genellikle kendileri getiriyorlar-



neminde çok sayıda yabancı uzak ülkeler-



mevcut sunaklar çeşitli roller üstlenmiş,



dı; fakat mâbedin kurban temini husu-



den buraları ziyarete geliyordu. Hac iba-



mahallî ve kabilevî olarak, ayrıca kabi-



sunda tıpkı esaret sonrasında olduğu gi-



deti esnasında Hierapolis'e gelen her er-



leler arası ve bütün milletçe ziyaret edi-



bi ticarî bir teşkilâta sahip bulunduğu an-



kek şehre girmeden önce saçlarını ve kaş-



len yerler olmuştur; ancak gerçek an-



laşılmaktadır (DBS, VII, 587).



larını kesmek zorundaydı. Belirli bir tapı-



lamda haccın ifa edildiği ilk yer Silo'dur



Bâbil esareti sonrasında mâbedin ye-



nağın veya kutsal taşın etrafında dön-



(Yeşu, 18/1; Hâkimler, 18/31). Ahid san-



niden inşası üzerine hac 513 yılı Fısıh bay-



383



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB ettiği Filistin'e, ikinci olarak da hıristiyan



ramıyla tekrar başladı (Ezra, 7/19). Stık-



yeniden inşası için duaları da eklemişti.



kot bayramı görkemli bir şekilde kut-



1211 yılında Batı Avrupalı 300 rabbi hac



manastır hayatının



landı (Nehemya, 8). Hacla ilgili şer'î ku-



için Filistin'e gelmişti.



olan Mısır'a kadar uzanır.



(monastisizm)



beşiği



rallar ve bunlara uymanın önemiyle hac-



Günümüzde yahudiler belli günlerde



Eski İsrail'de ve ilk devir Hıristiyanlı-



cın takvâ yönü (Mezmurlar, 120-134) za-



bu tür yerleri ziyaret eder, bu ziyaretle-



ğ ı n d a haccın anlamı aynıdır. Ancak İsrâ-



manla daha çok ön plana çıktı.



rin şans getireceğine, talihsizliklere iyi ge-



iloğulları için bu mâbedi senede üç d e f a



Çıkış ve Tesniye'de umumi tarzda yer



leceğine inanırlar. Hac mahallerinde dua



ziyaret şart iken Hz. îsâ bunu m â b e d e



alan hukukî şekiller gelenekçe detaylan-



edilir, adaklar adanır, bazan da istekler



son yaptığı ziyaretle yerine getirmiştir.



dırıldı ve Mişna'da toplandı. Hac mecbu-



kâğıda yazılıp bırakılır. Ağlama duvarı ve-



Dolayısıyla hıristiyan haccı kolektif bir gö-



riyeti sadece erkeklere yönelikti; kadın-



ya Süleyman Mâbedi'nin batı duvarı dı-



rev olmaktan çıkıp dindarlığın ferdî ihti-



lar, köleler, sakatlar, körler, hastalar, yaş-



şındaki ziyaret merkezlerinde



yaçlarını yerine g e t i r m e k için yapılan bir



lılar. bön ve saf olanlar, yetim ve öksüzler,



yalvarılıp şefaatçi olmaları istenir.



azizlere



seyahat olmuştur.



çok küçük çocuklar bu yolculuktan muaf



Yeni Ahid'de haccm önemi ve anlamı



Hıristiyanlık'ta bir kimsenin hac yap-



tutulmuştu (Mişna, Hagiga i, 1). Luka İn-



pek açık değildir. Luka İncili'ne g ö r e Hz.



ması için hayatında herhangi bir muay-



cili'nde belirtildiğine g ö r e (2/42(çocuklar



îsâ on iki yaşında iken ebeveyniyle birlik-



yen zaman yoktur. Ancak Kudüs'e gidiş



ancak on iki yaşına girdiklerinde ve anne-



t e Kudüs'e mâbedi ziyarete gitmiştir. Si-



genellikle geç yaşlarda



lerinden ayrılabildiklerinde (Mişna, Suk-



noptik İnciller, Hz. îsâ'nın sadece bir de-



tedir. Kudüs'e varan kişi artık hayatında



ka II, 8) bu yolculuğa katılabilmekteydi-



f a Fısıh bayramında hac için Kudüs'e git-



önemli bir işi yerine getirdiğini hisseder.



ler.



tiğini belirtirken (Matta, 21/1-11, 15-17;



Hz. îsâ'nın ölüp dirildiği yere bakınca ken-



Markos, 11/1-10; Luka, 19/28-40) Yuhan-



disi de Kudüs'te ölmeyi arzular. Erme-



na İncili'ndeki ifadelerden Hz. îsâ'nın hac



nice "mahdesi" kelimesi "ölümü ve aynı



Bu tür bayramlarda halk bir ay öncesinden eğitiliyor, bayrama on beş gün kala sürülerin onda biri ayrılıyor, vergiler toplanıyor v e m â b e d hazinesinden bayram boyunca müşterek harcamalar için gerekli pay ayrılıyordu. Hacıların güvenliği ve ihtiyaçları için hazırlıklar yapılıyor, şehir meydanı ve sokaklar düzenleniyor, yollar düzeltiliyor, kuyular temizleniyor, köprüler onanlıyordu. Milâttan sonra 70 yılında mâbedin yıkılışından sonra mâbedle ilgili hac artık yapılmadı; ancak yahudilerin kutsal topraklara yönelik ziyaretleri devam etti. Geçmişle ilgili hâtıralar, o topraklara yeniden d ö n m e özlemi, yahudi büyüklerinin oralardaki kabirleri yahudileri o bölgeye çekiyordu. Kudüs'te Süleyman Mâbedi'nden geriye kaldığına inanılan "ağlama duvarı" önemli bir ziyaret mahalli oldu. Kudüs'ün dışında kalan başlıca ziyaret yerleri şunlardı: Zebulun'un Sidon'da, Rabbi (Haham ? ) Meir'in Tiberias'da (Taberiye), Simeon ben Yohai'nin Merom'da, Peygamber Hoşea'nın Safed'de, P e y g a m b e r Sa-



merasimlerine düzenli olarak katıldığı anlaşılmaktadır (2/13; 6/4; 7/2; 10/22; 11/55). Hıristiyanlık'ta, Hz. îsâ'nın son Kudüs yolculuğu ile Tann'nın şehrine eskatolojik haccını gerçekleştirdiğine v e Tann'nın krallığını başlattığına inanılır. İlk hıristiyanlar Yahudilikte olduğu gi-



gerçekleşmek-



zamanda Kudüs'te Paskalya bayramında yakılan kutsal ateşi gören kimse" anlamındadır ve Kudüs haccından dönen kimseye bu sıfat verilmektedir. Rus hacıları da Kudüs'e beyaz kefen götürür, Hz. îsâ'nın vaftiz olduğu Ürdün nehrinde bu kefenlerine sarınarak yıkanırlar. Diğer doğu hı-



bi Kudüs'teki mâbedi ziyaret ediyorlardı



ristiyanları ise beyaz kefenleri Hz. îsâ'nın



(Resullerin İşleri, 2/46; 3/1). Bununla bir-



çarmıha gerildiği cuma günü onun me-



likte kilise yeni bir tapınak yapmak isti-



zarına koyarlar. Genelde gruplar halinde



yordu. Epiphane'ın bildirdiğine göre İmpa-



Kudüs'e gidip dönen hacılar, dönüşlerin-



rator Hadrianus 130 yılında yaptığı seya-



de bu görevi tamamladıkları için kilisede



hatte Kudüs'te her şeyin yıkılmış oldu-



şükran duaları yapar, Kudüs'ten getir-



ğunu, sadece birkaç ev ile Hz. îsâ'nın se-



diklerini dağıtırlar.



maya urûcundan sonra şâkirdlerin top-



Hac bir hıristiyanın kurtuluşa ermesi,



landıkları evin yerinde küçük bir kilisenin



ilâhî varlıkla t e m a s kurması ve dolayısıy-



bulunduğunu görmüştü. Bu küçük kilise



la hac beldesinde tabiat üstü güçten inâ-



daha sonra hacıların ziyaret ettikleri Sion



y e t elde etmesi anlamını taşır. Bununla



kilisesi oldu. 216'dan itibaren genellikle



beraber hacca g i t m e d e n inâyete ermiş



o topraklarda bulunan Origene'in naklet-



kimseler de vardır: bu durumda hac bir



tiğine g ö r e Beytülahm'daki îsâ'nın doğ-



şükran sunma yeri olur. Bundan dolayı



duğu mağara, çarmıha gerildiği Golgot-



lutuf arayan hacının yolculuğu ve şükran



ha mevkii ziyaret mahalliydi.



sunmaya giden hacının yolculuğu olmak üzere iki türlü hac yolculuğu vardır. Her



muel'in Nebi SamvH'de, Rahel'in Beytü-



Kudüs'e yapılan haccın gelişmesinde di-



lahm'da, Dâvud'un Kudüs'te, Nahum'un



nî zorunluluktan ziyade Konstantin'in (1.



iki durumda da önemli olan, kişiyle Tanrı



Musul civarında, Ezra'nın Bassorah ya-



Konstantinos) etkisi önemli bir rol oynadı.



arasında azizler vasıtasıyla gerçekleşen



kınlarındaki Kurna'da, Hezekiel'in Babi-



Konstantin'in Kudüs'ün çeşitli yerlerinde



münasebettir.



lonya'da, Daniel'in Kerkük'te, Ester ve



başlattığı kilise yapımı, birçok hıristiyanı



Mordekay'm Hemedan'da ve Yeremya'-



îsâ'nın doğup yaşadığı ve çarmıha geril-



nın Fustat'ta bulunan kabirleriyle Kar-



diği yerleri g ö r m e y e teşvik etti. Kudüs'e



mel tepesindeki İlya mağarası.



yapılan haccın yanı sıra türbeleri, hatta



Yahudilikte hacla ilgili esaslar din âlimlerince tesbit edilmiş ve Mişna'da ayrı bir bölüm olarak yer almıştır. Rabbi Yohanan ben Zekkay haccı teşvik etmiştir. Mâbed olmayınca kurban işi kalkmıştı; fa-



manastırlarda yaşayan rahipleri ziyaret de bir tür hac olarak mütalaa ediliyordu. Diğer bir hac şekli de azizlerin v e şehidlerin mezarları üzerine yapılmış kiliseleri ziyaret etmekti.



Hıristiyanlara g ö r e azizlerin öldükten sonra cesetleriyle t e m a s eden elbiseleri de kutsal sayılmaktadır. Yeni Ahid'de belirtildiği üzere Tanrı Aziz, Pavlos'u kullanarak çeşitli mucizeler meydana getirmiştir: "O derece ki, hastalara onun bedeninden mendiller veya peştemallar götürülürdü ve onlardan hastalıklar gider ve kötü ruhlar çıkardı" (Resullerin İşleri, 19/



kat duaya ö n e m veriliyordu. Rabbi II. Ga-



Doğu Hıristiyanlığı'ndaki haccın kökleri



12). Azizlerin cesetlerinden veya elbise-



maliel. Paskalya merasimlerine Kudüs'ün



ilk olarak Hz. îsâ'nın doğup misyonunu ifa



lerinden kalan parçaların (relic) bulundu-



384



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB ğu mezarlar veya kiliseler de hıristiyanlar-



zarı ile İspanya'da Santiago de Compos-



du Bac ise yılda 1 milyon kişi tarafından



ca tedavi, rehberlik veya affolunma mer-



tela'daki Büyük Ya'küb'a atfedilen mezar



ziyaret edilmektedir. Roma'ya yapılan hac-



kezleri sayılarak hac maksadıyla ziyaret



en çok ziyaret edilen yerlerdir.



ca gelince buraya en çok kutsal yıllarda gi-



edilmektedir.



İkinci tür hac merkezleri M e r y e m ' e at-



dilmektedir.



Hıristiyanlığın ilk devirlerinde bu dine



fedilen kutsal mekânlardır. XII. yüzyıldan



Amerika kıtasında Katolikler'in pek çok



inananlar Filistin'i bir büyük kutsal e m a -



sonra Hz. Meryem'le ilgili iki çeşit hac ye-



ziyaret mahalli bulunmaktadır. Buradaki



net (relic) şeklinde düşünmüşlerdi. Zira ta-



ri gelişti ve günümüze kadar devam etti.



en eski hac mekânı muhtemelen, Domi-



rihî bir gerçek olarak îsâ Filistin ile fizikî



1. "Siyah Meryem Ana" da denilen mûci-



nik Cumhuriyeti'ndeki Santo Cerro'da bu-



temasta



bütün



zevî heykele veya tabloya saygı üzerine



lunan Hz. M e r y e m ' e ait yerdir. Geleneğe



bölge kutsal topraklar diye adlandırıl-



kurulan hac yerleri (bunların renklerinin



g ö r e Christoph Columbe 1490'larda bu-



mıştı. Tabii ki îsâ'nın vaftiz edildiği Ür-



siyah olması, uzun yıllar düşmanların eli-



raya, yerlilere karşı kazanılan zaferin şük-



dün nehri ve çarmıha gerildiğine inanılan



ne geçmesin diye toprak altında saklan-



ran nişanesi olarak bir haç dikmişti. Ame-



Golgotha tepesi gibi bazı yerlere diğerle-



mış olmalarına bağlanabilir; yerlerinin de



rika'ya gelen göçmenler ve misyonerler



rinden daha fazla kutsallık atfedildi.



çoğunlukla rüya ile papaz, rahibe veya



hac olayını her yere yaymışlardır. Yeni dün-



halktan birine bildirilmiş olduğuna ina-



yanın en meşhur hac mekânı, yılda 14 mil-



bulunmuştu.



Böylece



İmparator Konstantin'in annesi Helena'ya rüyasında "gerçek haç"ın yerinin bil-



nılır). Bu türün önemli örnekleri şunlar-



dirildiği, daha sonra onun bu haçtan bazı



dır: Chartes le Puy ve Rocamadour (Fran-



parçaları bulduğu yolundaki iddia sebe-



sa), Montserrat ve Guadaiupe (İspanya),



biyle IV. yüzyılda Filistin'e giden hacıların



Mariazell (Avusturya), Einsiedeln (İsviçre)



sayısında önemli bir artış oldu. O dönem-



ve Czestochovva (Polonya). Bu beldeler Or-



de hacıların en çok r a ğ b e t ettiği bir baş-



taçağlardan beri ziyaret edilmektedir. 2.



yon ziyaretçisiyle Nuestra Senora de Guadalupe'dir. Efsaneye göre 9 Aralık 1531 'd e M e r y e m Ana, bugünkü Mexico City'nin eteklerindeki Tepeyac denilen bölgede Juan adındaki bir Meksikalı köylüye görünmüştür.



ka "relic" de Herod'un sarayının kalıntı-



Hz. Meryem'in görülmesinin ve seçtiği bir



Amerika'daki hac merkezlerinin oluş-



ları arasında bulunduğu ileri sürülen Hz.



kimseye bir mesaj vermesinin söz konu-



masında XVI ve XVIII. yüzyıllarda bu kıta-



Yahyâ'nın başı idi.



su olduğu yerler. Hz. Meryem'in çeşitli yer-



ya göç eden İspanyollar-Portekizliler ve



Filistin'in müslümanların eline g e ç m e si üzerine bu defa Avrupa'da hac merkezleri ortaya çıkmaya başladı. Roma'da iki büyük havârinin (Petrus ve Pavlus) ve imparatorluğun hıristiyanlara karşı baskısının sonucunda şehid edilen azizlerin cesetlerinin Avrupa topraklarında bulunması dolayısıyla burası diğer merkezlere g ö r e öne çıktı. İspanya'da Santiago de Compostela'da havârilerden Büyük Ya'küb'a atfedilen mezar önemli bir hac merkeziydi. Ayrıca bu havârinin, ölümünden (veya şehid edilmesinden) on beş asır sonra İberya yarımadasının yeniden f e t hi sırasında Katolikler'in yanında yer alarak müslümanlara karşı savaştığına inanılmış ve bu sebeple kendisine "müslüman cellâdı" (muslim slayer) denilmiştir.



lerde görünmesi daha çok XIX ve XX. yüz-



Fransızlar'ın hac telakkileri etkili olmuş,



yıllarda olmuştur. Bu yerlerin en önemli-



XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa'nın diğer



leri Paris'te Rue du Bac (1830), Fransa'da



bölgelerinden gelen göçlerle birlikte türbe



La Salette (1846), Lourdes (1858), Pont-



ve hac merkezleriyle ilgili âdet v e telakki-



main (1871), Pellevoisin (1876); Portekiz'-



lerde farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bazı du-



de Fâtima (1917); Belçika'da Beauraing



rumlarda yerlilerin kutsal saydığı m e -



ve Banneux'dür(1932). Hz. Meryem'le il-



kânlar da hıristiyanlaştınlmıştır. Yeni dün-



gili diğer bir çeşit hac merkezi de onun



yadaki merkezlerin çoğu Hz. Meryem'in



Nâsıra'da (Nazareth) yaşamış olduğu evin



görünmesiyle ilgilidir. Heykeller bugün bu-



mûcizevî olarak bugün İtalya'da Ancona



lundukları yerlere ya ilk dönemlerdeki mis-



yakınındaki Loreto'ya ve İngiltere'de Nor-



yonerler tarafından veya esrarengiz kişi-



folk yakınındaki Walsingham'a melekler



lerce dikilmiştir.



tarafından taşınması suretiyle ortaya çık-



Hıristiyanlığın Anadolu topraklarında



tığına inanılan mukaddes evlerdir (Holy



da ziyaret yerleri vardır. Bu mekânlar Hı-



House, Santa Casa).



ristiyanlık tarihi ve önemli şahsiyetleriyle bağlantılıdır. Pavlus'un misyonerlik gezi-



Hıristiyanlık'ta hac önceleri, günahkâr-



leri esnasında dolaştığı yerler bugün ba-



ların günah çıkarma sonucunda günah-



zı hıristiyalarca ziyaret edilmektedir. An-



larına bir kefâret olmak üzere bu dünya-



Kudüs, Roma ve Santiago d e Compos-



takya bu yerlerden biridir. Pavlus, Petrus



da takdir edilen bir çeşit ceza idi. Buna



tela olmak üzere dünyada üç hac merke-



ve Bamaba burada Hıristiyanlığı yaymış-



göre, bugünkü modern ulaşım araçları-



zini "mukaddes sene" dolayısıyla ziyaret



lar, milâttan sonra 252-300 yılları ara-



nın bulunmadığı bir d ö n e m d e kıldan ya-



edenlere Katolik kilisesince e n d ü l j a n s *



sında bu şehirde on kilise toplantısı ya-



pılmış bir gömlek giyerek Santiago'ya ka-



verilmektedir. Dolayısıyla mukaddes se-



pılmış ve ilk dönemlerde Antakya kilisesi



dar yürümek, A'râf'ta (Purgatory) çekile-



ne ilân edilen yıllarda (meselâ Santiago



beş büyük kilise arasında yer almıştır. Di-



cek azap kadar meşakkatli sayılmış ol-



için, Aziz Ya'küb'a hıristiyan takviminde



ğ e r bir kutsal mekân da Efes'tir. Pavlus



malıdır. Modern çağdaki ulaşım kolaylık-



Efes'te kalarak Hıristiyanlığı yaymaya ça-



ları haccın daha kolektif bir görünüm ka-



lışmış, havâri Yuhanna ise burada yaşa-



zanmasına yol açtı. Günümüzde Avru-



mış ve ölünce buraya defnedilmiştir. Hz.



ayrılan gün olan 24 Temmuz eğer pazar gününe rastlarsa o yıl mukaddes kabul edilir) bu yerlere giden hacı sayısında belirli bir artış gözlenmektedir.



pa'da hac maksadıyla en çok ziyaret edi-



Meryem'in de Yuhanna ile birlikte Efes'e



len yer Güney Fransa'daki Lourdes'dur.



gelerek burada yaşadığı yolunda bir kanaat vardır; ancak bu zayıf bir ihtimaldir.



Avrupa'da bilinen ilk hac yerleri, azizle-



Tıbbın tedavi edemediği hastalıkları neh-



re ait kutsal eşya ve kalıntıları ihtiva eden



rin kenarında yapılmış özel banyoları ile



E f e s ' t e bulunan ve Hz. M e r y e m ' e nisbet



mezarlardır. Bu tür ibadet XIII. yüzyıla



iyileştirdiğine inanılan bu yeri yılda yak-



edilen ev günümüzde bir hac mekânıdır.



kadar piskopos, daha sonra da papa ta-



laşık 5 milyon kişi ziyaret etmektedir.



Hıristiyanlar buradaki kutsal sudan içer



rafından meşrû sayılmıştır. Bu kutsal me-



İkinci sırayı, yılda 4 milyon kişiyle Porte-



ve dua ederler. Papa VI. Paul 1967de, Pa-



kânlar arasında, Roma'daki Petrus'un me-



kiz'deki Fâtima almaktadır. Paris'teki Rue



pa II. John Paul da 1979'da burayı ziya-



385



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB ret etmişlerdir. Öte yandan D e m r e d e (An-



ilgili m u k a d d e s yerleri g ö s t e r e n melekle-



mış v e oğlu Hz. İsmâil'i orada bırakıp Fi-



talya) hıristiyanlarca St. Nicholas'nın (San



rin rehberliğinde haccetmiştir (Hamîdul-



listin'e d ö n m ü ş t ü r ; o tarihten sonra g e -



Nicoia, Aya Nikola, Noel Baba) yaşadığı v e



lah, s. 123-127). Hz. Şît'in peygamberliği



len p e y g a m b e r l e r v e ü m m e t l e r i d e Kâ-



defnedildiği yer olarak ziyaret e d i l m e k -



sırasında onardığı Kâbe, Nûh tûfanının



be'yi ziyaret etmişlerdir.



tedir. Burada IV. yüzyılda Myra (Demre) pis-



arkasından uzunca bir süre kumlar altında



koposu olan St. Nicholas'ya ait bir kilise



kalmış ve nihayet Hz. İbrâhim ile oğlu İs-



Mekke'yi



bulunmaktadır. Diocletien zamanında öl-



mâil tarafından eski temelleri bulunarak



olan İyâd, Katûrâ v e Cürhümlüler'i bura-



dürülen v e Rus, Yunan v e Sicilya halkla-



yeniden inşa edilmiştir. "Bir zamanlar İb-



dan çıkarınca Kâbe yönetimini d e ele g e -



rının, çocukların v e denizcilerin koruyucu



râhim, İsmâil ile b e r a b e r beytin t e m e l l e -



çirdiler. Putperestlik Huzâalılar'ın beş asır



azizi olarak kabul edilen Nicholas'nın ke-



riniyükseltirken..."(el-Bakara 2/127) meâ-



süren hâkimiyetleri döneminde ortaya çık-



mikleri XI. yüzyılda Güney İtalya'dakı Ba-



lindeki â y e t bu inşaata işaret e t m e k t e -



tı v e yaygınlık kazandı. Hz. P e y g a m b e r ' i n



ri'ye nakledilmiştir.



dir. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. İbrâhim'e, "İn-



beşinci batından dedesi olan Kusay b. Ki-



BIBLIYOGRAFYA :



sanlar arasında haccı ilân e t ki g e r e k yaya



lâb zamanında Kâbe muhafızlığı yeniden



M. Eliade, Traite d'histoire des religions, Paris 1949, s. 315-318; a.mlf., Le sacre et le profane, Paris 1965, s. 25-26; Francis Johnston, The Wonder of Guadalupe: The Origin and Cult of the Miraeulous image of the Blessed Virgin in Mexieo, Rockford-Illinois 1981, tür.yer.; P. Marnham, Lourdes: A Modern Pilgrimage, St. Albans-Herefoıdshire 1981; Ali Murat Yel, Pagar Uma Promessa: An Anthropological Study of the Catholic Pilgrimage to Fatima (doktora tezi, 1995), London School of Economics; S. Coleman - J. Elsner, Pilgrimage Past and Present in the World Religions, London 1995; Sh. Safrai - Y. Glikson - S. Hyman, "Pilgrimage", EJd., XIII, 510-519; J. A. VVharton, "Pilgrimage", IDB, III, 814-815; A. J. VVensinck, "Hadjdj". EP (Fr.), III, 33-35; Th. Nöldeke, "Arabs (ancient)", ERE, I, 659-673; T. G. Pinches, "Pilgrimage (Babylonian)", a.e., X, 12-13; A. S. Geden, "Pilgrimage (Buddhist)", a.e., X, 13-18; L. D. Agate, "Pilgrimage (Christian)", a.e., X, 18-23; X. Popper, "Pilgrimage (Hebrew and |ewish)", a.e., X, 23-24; W. Crooke, "Pilgrimage (Indian)", a.e., X, 24-27; M. Anesaki, "Pilgrimage (Japanese)", a.e., X, 27-28; A. D. "Pelerinages et lieux sacres", EUn., XII, 729-734; E. Turner, "Pilgrimage: An Overview", ER, XI, 328-330; P. A. Sigal, "Pilgrimage.- Roman Catholic Pilgrimage in Europe", a.e., XI, 330-332; M. L. Nolan, "Pilgrimage: Roman Catholic Pilgrimage in the New World", a.e., XI, 332-335; S. F. Aivazian, "Pilgrimage: Eastern Christian Pilgrimage", a.e., XI, 335-338; Ch. F. Keyes, "Pilgrimage: Buddhist Pilgrimage in South and Southeast Asia", a.e., XI, 347-349; H. Eiki, "Pilgrimage: Buddhist Pilgrimage in East Asia", a.e., XI, 349-351; E. Bernbaum, "Pilgrimage: Hbetan Pilgrimage", a.e., XI, 351-353; S. M. Bhardvvaj, "Pilgrimage: Hindu Pilgrimage", a.e., XI, 353354; J. Henninger - H. Cazelles, "Pelerinages dans l'ancient orient", DBS, VII, 567-584; M. Join-Lambert, "Pelerinages en Israel", a.e., VII, 584-589; Cl. Kopp, "Pelerinages aux lieux saints anterieurs aux Croisades", a.e., VII, 5896 0 5



'



H



Huzâa'ya m e n s u p Yemenli



bedeviler



Amâlika'nın



kolları



olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yor-



Hz. İsmâil'in ahfadına intikal etti. Câhili-



gun argın develer üzerinde kendilerine ait



y e döneminde Mekke şehir devleti on üye-



birtakım yararları yakından



görmeleri,



li bir meclis tarafından idare ediliyor, ay-



Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kur-



rıca d ö r t yabancı kabile d e hac y ö n e t i -



banlık hayvanlar üzerine belli günlerde Al-



m i n e katılıyordu. Resûl-i Ekrem'in m e n -



lah'ın ismini anmaları (kurban kesmele-



sup olduğu Hâşimîler r i f â d e * , s i k â y e * v e



ri) için sana ( K â b e ' y e ) gelsinler. Artık on-



K â b e eminliği, Benî A b d ü d d â r K â b e v e



dan h e m kendiniz yiyin h e m d e yoksula,



Dârünnedve'nin anahtarlarının m u h a f a -



fakire yedirin; sonra kirlerini gidersinler,



zası, Benî Nevfel hacılara harcanmak üze-



adaklarını yerine getirsinler v e o eski evi



re toplanan vergilerin idaresi, Benî S e h m



tavaf etsinler" ( e l - H a c 22/27-29) emrini



K â b e ' y e yapılan adakların m u h a f a z a s ı v e



v e r m e s i n d e n , insanları hac y a p m a k üze-



Benî Kinâne d e haccın d a i m a aynı m e v -



re M e k k e ' y e d a v e t e d e n ilk p e y g a m b e r i n



s i m e rastlaması için takvimde yapılan n e -



İbrâhim olduğu anlaşılmaktadır. Hz. İb-



s î ' * ile m e ş g u l olurlardı. Benî Gavs ile



râhim haccın menâsikini t e s b i t e d e r e k



Benî A d v â n ise A r a f a t ' t a v e M ü z d e l i f e ' d e



Kâbe'nin her yıl ziyaret edilmesini sağla-



hacılarla ilgilenirlerdi.



Hac ibadetinin yapıldığı yerleri gösteren genel plan



ÖMER FARUK H A R M A N



B) İslâm'da Hac. İslâmî kaynaklara g ö re haccın Hz. Â d e m dönemine kadar uzanan bir g e ç m i ş i



zaptedip



vardır. Bir kısmı İsrâili-



yat'a dayanan bazı rivayetlere g ö r e Kâbe'yi önce melekler tavaf etmiş, daha sonra da Hz. Â d e m Allah'ın emriyle Mekke'ye giderek Arafat'ta Hz. Havvâ ile buluşup kendisine Beytullah'ın etrafındaki hacla



386



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB İslâm'ın doğuşu sırasında Kâbe'yi ta-



Tefsirlerde, "Onlar bir kötülük yaptıkları



vaf, umre, A r a f a t ve Müzdelife'de vakfe,



zaman, 'Babalarımızı bu yolda bulduk, Al-



verdi. Hz. Peygamber 9 (631) yılında Hz. Ebû Bekir'i hac emîri olarak görevlendir-



kurban kesme gibi âdetler devam ettiril-



lah da bize bunu e m r e t t i ' derler. De ki,



di ve ona y e m e k için bir miktar m a l z e m e



mekte, hac putperest gelenekleriyle birlik-



Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bil-



verdi. Vedâ haccında ise bu işi bizzat ken-



t e sürdürülmekteydi. Umre, nesî' yoluyla



mediğiniz



söylüyorsunuz?"



disi üstlenmiş, dolayısıyla vefatından son-



hurma mevsimine rast getirilen receb



(el-A'râf 7/28) meâlindeki âyetin Kâbe'yi



ra yerine gelen halifeler de bunu bizzat yü-



ayında yapılır, Kâbe'nin ziyaret edilmesi ve



çıplak tavaf edenlerle ilgili olduğu belir-



rütmüşlerdir.



Safâ ile Merve arasında yedi defa koşul-



tilmektedir. Eğer hille mensubu, üzerin-



ması ile tamamlanırdı. Müşrikler, haccı



dekinin dışında sırf Kâbe'yi ziyaret sıra-



şeyleri



mi



her yıl bahar mevsimine denk düşürmek



sında kullanmak amacıyla daha önce gi-



için iki veya üç yılda bir tekrarlanan nesî'



yilmemiş başka bir elbise getirmişse ta-



ile ayların yerlerini değiştirdiklerinden tö-



vafını onunla yapar, sonra çıkarıp orada



renler, asıl zamanı olan zilhicce yerine baş-



bırakır ve "lekâ" denilen bu elbiseye el



ka aylarda yapılır, ancak yirmi dört yılda



sürülmez, çürümeye terkedilirdi. Temiz



bir gerçek zilhicceye rastlardı. Hacı aday-



elbise bulamamış hilleye mensup



ları, hac mevsiminin başlatıldığı ayın ilk



dınların da avret mahallerini elleriyle ka-



günü ihramlı olarak Ukâz panayırına, yir-



patarak çıplak katıldıkları tavaf bittikten



mi gece burada kaldıktan ve alışveriş yap-



sonra Safâ ile Merve arasında sa'y ya-



tıktan sonra Mecenne panayırına ve on ge-



pılırdı. Arkasından tanrı îsâf'ın putunun



ce de burada kaldıktan sonra arkasından



(heykel) yanında kurbanlar kesilir, kanın-



gelen ayın hilâli ile birlikte Zülmecâz pa-



dan



nayırına giderler ve burada sekiz gece ka-



kurban kesenler bu etlerden yemezlerdi.



lıp terviye günü Zülmecâz'dan ayrılarak



Daha sonra her kabile hangi tanrı için ih-



Kâbe'nin



duvarlarına



ka-



sürülürdü;



a r e f e günü Arafat'a çıkarlardı. A r e f e gü-



rama girmiş ve telbiye getirmişse onun



nü "hille"den olanlar (Kureyş ve müttefik-



putunu ziyaret eder, yanında tıraş olur ve



leri dışındaki kabileler) Arafat'ta, "hums"



ihramdan çıkardı. Câhiliye Arapları Kâbe



sınıfından olanlar ise (hac ve Kâbe ile ilgili



dışında Lât, Menât, Uzzâ v e Zülhalesa gi-



çeşitli imtiyazlara sahip Kureyş ve müt-



bi tanrıların tapınaklarını, ileri gelenlerin



tefiklerinden meydana gelen kabileler)



kabirlerini ve dikili taşları da (ensâb) tavaf



Harem bölgesi içindeki Nemîre'de hazır



eder ve buna "devâr" derlerdi (İbnü'l-Kel-



bulunurlar ve güneş ufka yaklaşıncaya ka-



bî, s. 39).



dar buralarda kalıp sonra Müzdelife'ye akın ederlerdi. O g e c e Müzdelife'de geçirilir, ertesi gün fecirden önce vakfeye başlanıp güneş yükselinceye kadar devam edilir, arkasından da Mina'ya doğru harekete geçilirdi; A r a f a t ve Mina günlerinde alışveriş yapılmazdı. Mina'da yerine getirilmesi gereken, üç gün müddetle şeytan taşlama ve ayrıca kurban kesme menâsiki tamamlandıktan sonra çeşitli toplantılar düzenlenir, şiirler okunur ve kabileler atalarıyla övünürlerdi. Bu âdet, "Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah'ı zikredin" (el-Bakara 2/200) meâlindeki âyetle kaldırılmıştır.



Mekke'nin fethinden sonra Kâbe'nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrâhim'in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tam a m e n temizlenmiştir. Hums mensupları kendilerine birtakım imtiyazlar tanıyıp, "Biz ehl-i Haremiz, Kâbe'nin bakıcılarıyız" diyerek Arafat'ta vakfe yapmazlardı. Ancak, "Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah'tan m a ğ f i r e t dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir" (el-Bakara 2/ 199) meâlindeki âyetle bu ayrıcalık kaldırılmıştır. Arafat ve Mina'daki ticaret yasağı da, "Rabbinizden -ticaret yaparak- rızık aramanızda size herhangi bir günah yoktur" (el-Bakara 2/198) meâlindeki âyetin inzali üzerine son bulmuştur. Hacdan önce kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırlar ise bir m ü d d e t daha devam etmiş, ancak II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru çeşitli sebeplerle bunlardan vazgeçilmiştir. İslâmiyet'in doğuşundan sonra hille ehli Safâ ile Merve arasında yapı-



Hacılara su ve y e m e k ikram e t m e âde-



lan sa'y vecîbesini, burada bulunan putla-



ti (sikâye, rifâde) çok eski devirlerden beri



ra karşı yapıldığı, dolayısıyla Câhiliye âdet-



devam ediyordu. Câhiliye döneminde ri-



lerinden olduğu ve hac menâsikine gir-



f â d e geleneğini sürdürebilmek için önce-



mediği gerekçesiyle yerine getirmiyor-



leri halktan vergi toplanırdı; daha sonra bu



lardı. Bunun üzerine, "Safâ ile Merve şüp-



işi şeref kazanmak isteyen zenginler üst-



hesiz Allah'ın şiârlanndandır. Her kim hac



lendi. İlk defa deve etinden yemek yaptı-



veya umre yaparak Beytullah'ı ziyaret



rıp hacılara dağıtan kişinin A m r b. Luhay



ederse Safâ ile Merve arasında tavaf (sa'y)



olduğu rivayet edilir; onun hacılara elbi-



yapmasında bir günah yoktur. Kim gö-



se dağıttığı da bilinmektedir. Kusay za-



nüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Al-



manında Kâbe yakınlarında, civardaki tat-



lah -onu- bilir, karşılığını verir" (el-Baka-



lı su kaynaklarından develerle getirilen su-



ra 2/158) meâlindeki âyet indi ve böylece



ların muhafaza edildiği deriden yapılmış



sa'yin hac menâsikinden olduğu açıkla-



su depoları vardı. Z e m z e m Kuyusu Hz.



narak bu hususta zihinlerde beliren şüp-



Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib ta-



heler giderildi. Kâbe'yi çıplak tavaf e t m e



rafından tekrar açıldıktan sonra sik%e gö-



ve hille mensupları tarafından Harem sı-



Ziyaretçiler Mina'dan Mekke'ye geldikle-



revi t a m a m e n buradan sağlanan sularla



nırları içine sokulan yiyecek ve içeceklerle



rinde şehir halkının evlerinde kalır ve buna



yerine getirildi. Abdülmuttalib develerini



koyuna getirilen yasak ise, "Ey Âdemoğul-



karşılık onlara bazı hediyeler verirlerdi. Câ-



sağar ve bunları bal ile karıştırıp z e m -



larıl Her mescide gidişinizde elbiselerini-



hiliye devrinde Araplar Kâbe'yi ellerini bir-



zemle beraber hacılara dağıtırdı; üzümle



zi giyin. Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyi-



birine kenetleyerek (Taberî, âyette de işa-



z e m z e m i karıştırıp dağıttığı da olurdu.



niz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De



ret edildiği üzere [el-Enfâl 8/35] el çırpıp



İslâmiyet'in zuhuru sırasında sikâye ve



ki; Allah'ın kulları için yarattığı ziyneti (el-



ıslık çaldıklarını söylemektedir



[CâmFu'l-



rifâde işini Ebû Tâlib yürütüyordu; ancak



bise) ve güzel (helâl) nzıkiarı kim haram kıl-



beyân, IX, 240-241]) ve humsa mensup



daha sonra malî durumu bozulduğu için



dı! De ki; Onlar dünya hayatında -inanma-



iseler elbiseleriyle, hilleye mensup iseler



küçük kardeşi Abbas'a bıraktı. Abbas bu



yanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıya-



-tavafı günah işledikleri elbiselerle yap-



görevi Mekke'nin fethine kadar kesintisiz



m e t gününde ise yalnız müminlere ait-



mak istemediklerinden- e ğ e r humstan



sürdürdü; fethin arkasından Resûl-i Ek-



tir"



rem kısa bir süre için sikâye ve rifâdeyi on-



lerle ve Hz. Peygamber'in hicretin 9. yı-



dan aldıysa da daha sonra yine kendisine



lında verdiği. "Bu yıldan sonra hiçbir müş-



birinin elbisesini ödünç olarak veya para ile alamazlarsa çıplak tavaf



ederlerdi.



(el-A'râf 7/31-32) meâlindeki âyet-



387



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB rik hac yapmayacak, kimse Beytullah'ı çıp-



8 , 9 ve 10. yıllarının ileri sürüldüğü görü-



haccın hicretten önce farz kılındığını sa-



lak tavaf etmeyecektir" (Buhârî, " H a c " ,



lür. Kurtubî, bunun 5. yılda vuku buldu-



vunanlar da bulunmaktadır. Ancak 9. yıl-



67, "Şalât", 10, "Cizye", 16, " M e g â z î " , 6 6 )



ğuna dair bir rivayeti kaydettikten sonra



da farz kılındığı görüşünün daha kuvvetli



emriyle ortadan kaldırıldı.



9. yılı benimseyen âlimlerin görüşlerine



olduğu anlaşılmaktadır; Byhârî, Nevevî,



Haccın, muhtemelen Hz. İbrâhim'den



katılmıştır. Câbir b. Abdullah tarafından



İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye



beri yerine getirilen bir ibadet olması do-



nakledilen ve Hz. Peygamber'in üç defa



bunu benimsemişlerdir. Nitekim Buhâ-



layısıyla müslümanlara ne zaman farz kı-



hac yaptığını, ikisinin hicretten önce, bi-



rî'nin delil getirdiği, "Ona yol bulabilen-



lındığı konusunda görüş birliğine varıla-



rinin hicretten sonra olduğunu haber ve-



lerin Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın in-



mamıştır; kaynaklarda hicretin 5, 6, 7,



ren hadise (Tirmizî, " H a c " , 6) dayanarak



sanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âi-i İmrân 3/



Mekke'nin genel görünüşü



388



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB 97) meâlindeki â y e t o yıl nâzil olmuştur



den v e haccın belirli günlerinde cinsel iliş-



(Buhârî, " H a c " , 1). Müslim'in rivayet e t -



kiden, ayrıca günah sayılan davranışlardan



m e n yerine getirilmeli, hayatta kalınıp kalınmayacağı bilinmeyen daha sonraki bir



tiği Câbir b. Abdullah hadisinde yer alan,



sakınan kimsenin annesinden d o ğ d u ğ u



yıla bırakılmamalıdır. İ m a m Şâfıî ile Ha-



"Resûlullah -Medine'de- dokuz yıl haccet-



gün gibi günahlarından arınmış olarak



n e f î imamlarından M u h a m m e d ise ileri-



m e d e n bekledi; sonra onuncu s e n e d e Al-



memleketine döneceğini söylemiştir (Bu-



d e yerine g e t i r m e y e a z m e d i l m e s i v e e d a



lah elçisinin hacca gideceğini halka ilân et-



hârî, " M u h ş a r " ,



"Hac",



imkânının elden çıkması gibi bir endişe-



tirdi" şeklindeki ifade de (Müslim, " H a c " ,



438). Bir başka hadiste d e şöyle denilmek-



nin bulunmaması şartıyla haccın tehir edi-



147) bu görüşü doğrulamaktadır. Bu son



t e d i r ; "Hac ile umreyi birbirine ekleyin.



lebileceğini söylemişlerdir. A n c a k bu iba-



açıklamada da belirtildiği ü z e r e Hz. Pey-



Çünkü bunlar körüğün demir, g ü m ü ş v e



detin bir an ö n c e ifa edilmesi sünnet sa-



g a m b e r ' i n İslâmî usullere uygun olarak



altının kirini gidermesi gibi fakirliği v e gü-



yılmış v e bu husus ihtiyata daha uygun



bu farzı yerine g e t i r m e s i , Mekke'nin f e t -



nahları giderir. Makbul bir haccın karşılığı



görülmüştür.



hini (8. yıl) değil yukarıdaki âyetin nüzû-



ancak c e n n e t t i r " (Tirmizî, " H a c " , 2). Hac



lünü takip e d e n hac mevsiminde yani 10.



kadınlar için en güzel cihad kabul edilmiş-



yılda vuku bulmuştur (bk. VEDÂ HACCl).



tir (Buhârî, " C e z â ' ü ' ş - ş a y d " , 26). Ashap



Haccın kökeninin Hz. İbrâhim'e dayanması v e uzun tarihî g e ç m i ş i sırasında içine ancak İslâm'ın gelişiyle



temizlene-



bilen çeşitli şirk unsurlarının karışması, bazı şarkiyatçıların ileri sürdüğü gibi bu ibadetin İslâm dışı t a p ı n m a âdetlerinin bir d e v a m ı olduğunu g ö s t e r m e z . Çünkü



9-10; Müslim,



d ö n e m i n d e n z a m a n ı m ı z a kadar



Hac eda edilişi bakımından ifrad, temettü' v e kırân şeklinde üçe ayrılır. İfrad haccı, u m r e yapmaksızın s a d e c e hac m e n â -



geçen



sikini yerine g e t i r m e k suretiyle ifa edilir.



süre içinde bütün âlimler, gücü yeten kim-



T e m e t t ü ' haccında u m r e yapıldıktan son-



senin ö m r ü n d e bir d e f a hac yapmasının



ra ihramdan çıkılır, ardından aynı d ö n e m -



f a r z olduğu hususunda ittifak etmişler-



d e tekrar hac için ihrama girilerek hac m e -



dir. Buna g ö r e hac ibadeti kitap, sünnet



nâsiki e d a edilir. Kırân haccında ise ihra-



v e icmâ ile sabit olan e n kuvvetli farzlar-



m a girerken h e m u m r e y e h e m d e hacca



dan biridir.



niyet edilir v e aynı ihramla her iki i b a d e t



İslâm dininin pratik hükümlerini, müs-



yerine getirilir. Bunların f a z i l e t bakımın-



İslâmiyet'in



lümanların f e r d î davranış v e sosyal iliş-



dan sıralanışı Hanefîler'e g ö r e kırân, t e -



teşkil e t t i ğ i t e v h i d dininin bir farizasıdır.



kilerini "ibâdât", " m u â m e l â t " v e "ukübât"



m e t t ü ' , ifrad; Mâlikîler'e g ö r e ifrad, kı-



hac da namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak gibi son aşamasını BIBLIYOGRAFYA : Buhârî, 'îmân", 1, 2, "Hac", 1, 67, "Şalât", 10, "Cizye", 16, "Meğâzî", 66; Müslim, "îmân", 19-22, "Hac", 147, 412, 438; Tirmizî, "Hac", 6, "îmân", 3; İbn İshak, es-Sîre, s. 6, 71-100; İbnü'l-Kelbî, Kitâbü'l-Esnâm, s. 27-28, 39; İbn Hişâm, es-Sîre2, 1, 120-121, 136-142, 199-203; İbn Habîb, el-Muhabber, s. 178-181; Ezrakî, Ahbârıı Mekke (Melhas), 1, 31-351; Fâkihî.Ahbâru Mekke (nşr Abdülmelik b. Abdullah), Mekke 1407/1986-87, 1, tür.yer.; Taberi, Târîh (Ebü'IFazl), IX, 166-167, 553, 613; a.mlf., Câmtu'lbeyân, IX, 240-241; Nüveyrî, fiihâyetü'l-ereb, I, 308-312; J. Henninger - H. Cazelles, "Pelerinages dans l'ancient orient", DBS, VIII, 84; Şevki Dayf. el-'Aşrü'l-Câhilî, Kahire 1965, s. 92-95; Cevâd Ali, el-Mufaşşal, VI, 347 vd.; Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ue Câhiliye Çağı, Ankara 1971, s. 113-120; Muhammed Hamidullah, "islâm'da Hac" (trc. M. Akif Aydın), İTED, VIII/1-4 (1984), s. 123-162; R. Firestone, "Abraham's Association with the Meccan Sanctuary and the Pilgrimage in the Pre-Islamic and Early Islamic Periods", Le Museon, CIV/3-4, Louvain 1991, s. 359-387; A. J. VVensinck - J. Jomier, "Hadjdj". EP (İng.), III, 31-37; Th. Nöldeke, "Arabs (ancient)", ERE, I, 668. m m



ABDÜLKERİM ÖZAYDIN



olarak üç başlık altında ele alan fıkıh ki-



rân, t e m e t t ü ' ; Şâfıîler'e g ö r e -aynı yıl hac-



taplarında hac n a m a z , oruç v e zekâttan



cın arkasından u m r e y a p m a k şartıyla- if-



sonra dördüncü sırada y e r alır v e " K i t â -



rad, t e m e t t ü ' , kırân; Hanbelîler'e g ö r e ise



b ü ' l - H a c " başlığı altında incelenir. An-



t e m e t t ü ' , ifrad, kırân şeklindedir. Bu g ö -



cak hac ibadeti, g e n e l d e Hz. P e y g a m -



rüş ayrılığının kaynağı, Hz. P e y g a m b e r ' i n



b e r ' d e n v e ashaptan rivayet edilen naklî



yaptığı haccm e d a şekli konusundaki ri-



delillere, özellikle d e uygulama örnekle-



vayetlerin farklılığıdır. Bazı rivayetlerde



rine dayandığından v e nesilden nesile bu



onun ifrad haccma niyet e d e r e k ihrama



şekilde aktarılarak d e v a m e t t i ğ i n d e n f a -



girdiği belirtilirken bazılarında t e m e t t ü '



kihler v e mezhepler arasındaki görüş fark-



veya kırân haccına niyet e t t i ğ i kaydedilir.



lılıkları, haccın ifa şeklinden ziyade bu ibad e t içinde y e r alan v e " m e n â s i k " terimiyle ifade edilen çeşitli davranışların fıkhî hükmü v e d e ğ e r i konusunda y o ğ u n laşır. Buna g ö r e haccm, kişiye f a r z oluş şartlarının g e r ç e k l e ş t i ğ i yıl içinde h e m e n eda



edilmesinin



gerekip



gerekmediği,



yani haccı tehir e t m e n i n câiz olup olmadığı, haccın f a r z i y e t , e d a v e



geçerlilik



şartları, vâcip v e sünnetleri, ihlâllerin müeyyidesi gibi hususlarda kaynaklarda g ö rüş farklılıkları y e r almaktadır.



Haccın Şartlan. Hacla ilgili şartlar, haccın f a r z olmasının, edasının v e sıhhatinin şartları o l m a k ü z e r e üç g r u p t a e l e alınır, a) Bir k i m s e y e haccın f a r z olması için onun m ü s l ü m a n , âkil, bâliğ v e hür olması, ayrıca hac görevini y a p m a imkânına sahip bulunması gerekir. Bu son şart, hac yolculuğuna çıkacak kişinin gidip dönünc e y e kadar, h e m kendisinin h e m d e bakmakla yükümlü olduğu kimselerin sosyal seviyelerine uygun b i ç i m d e geçimlerini sağlayacak malî g ü c e v e hac için yeterli



Ömründe bir d e f a hac yapan müslüman



z a m a n a sahip olması anlamına g e l m e k -



bu farzı yerine g e t i r m i ş olur. Ebû Hanîfe,



tedir. Hanefî, Şâfıî v e Hanbelî fakihleri,



Ebû Yûsuf, Mâlik v e A h m e d b. Hanbel,



M e k k e civarında yaşayan müslümanların



kendisine hac f a r z olan müslümanın bu



ulaşım masrafları g ö z ö n ü n d e bulundu-



Hacla İlgili Fıkhî Hükümler. Kur'ân-1 Ke-



ibadeti önündeki ilk hac m e v s i m i n d e e d a



rulmaksızın hac yükümlülüğü taşıdıkları-



rîm, yoluna gücü yetenlerin hac görevini



e t m e s i g e r e k t i ğ i , bir sonraki yıla tehiri-



nı söylerler. Mâlikîler ise f a z l a zorluk çek-



ifa etmesinin Allah'ın insanlar üzerinde bir



nin günah olduğu, hatta bu ibadeti uzun



m e d e n yürüyerek hacca gidebilecek kim-



hakkı olduğunu b e l i r t m e k t e (Âl-i İmrân



süre geciktiren müslümanın şahitliğinin



seleri, dünyanın n e r e s i n d e yaşarlarsa ya-



3/97), Hz. P e y g a m b e r d e haccın İslâm'ın



kabul edilmeyeceği görüşündedirler. Çün-



şasınlar hac mükellefi kabul ederler. A n -



b e ş şartından birini teşkil ettiğini haber



kü bu fakihlere g ö r e haccın bir d e f a tehi-



cak bu görüşün, seyahatlerin çok d e f a yü-



v e r m e k t e d i r (Buhârî, " î m â n " , 1, 2; Müs-



ri büyük g ü n a h sayılmazsa da bunda ıs-



rüyerek yapıldığı bir d ö n e m e ait olduğu-



lim, " î m â n " ,



nu b e l i r t m e k gerekir.



19-22; Tirmizî, " î m â n " , 3).



rar edilmesi f ı s k * olarak değerlendirilir.



Ebû Hüreyre'nin rivayet e t t i ğ i bir hadis-



Ayrıca farzların edasında ihtiyatlı davra-



b ) Haccın edasının, yani b i z z a t mükel-



t e Resûl-i E k r e m , Allah rızâsı için hacce-



nılmalıdır; bunun g e r e ğ i olarak hac he-



lef t a r a f ı n d a n ifa edilmesinin f a r z olması



389



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB için fıkıh kitaplarında şu şartlar öngörül-



getirmesi gerekli olduğundan bunlar yer-



bir engelinin bulunmaması. Hacca git-



müştür: 1. Sağlıklı olmak. Ebû Hanîfe'ye



lerine vekil g ö n d e r m e l i veya g ö n d e r i l m e -



m e k isteyenin, hac m e v s i m i n d e tutuklu



v e Mâlik'e g ö r e sağlıklı o l m a k haccın far-



sini vasiyet etmelidirler. İ m a m Mâlik'e gö-



olması veya y ö n e t i m i n haccı yasaklaması



ziyet şartlanndandır. Bu sebeple haccı biz-



re d e bir kimse sakat olmakla birlikte baş-



gibi. 4. Seferîlik hükümlerinin uygulan-



zat eda e d e m e y e c e k derecede sürekli bir



kasının yardımıyla hac görevini yerine ge-



dığı bir m e s a f e y i k a t e d e c e k kadınların



hastalığa m ü p t e l â olanlara v e yaşlılara



tirebilecek durumda ise kendisine hac farz



yanlarında kocalarının veya mahremlerin-



hac f a r z değildir, dolayısıyla yerlerine ve-



olup bu şekilde bir yardımla hac ibadeti-



kil (bedel) g ö n d e r m e l e r i d e g e r e k m e z .



ni b i z z a t yapmalıdır. 2. Yol güvenliğinin



Hanefîler'den Ebû Yûsuf v e M u h a m m e d



bulunması. Hanefî v e Hanbelî m e z h e p l e -



ile Şâfıî v e Hanbelî hukukçularına g ö r e ise



rinde tercih edilen görüşe g ö r e takip edi-



haccın f a r z i y e t şartlarının g e r ç e k l e ş m e s i



lecek yolun güvenli olması edanın şartla-



halinde, fiilen hac y a p m a y a e n g e l teşkil



nndandır. Mâlikî v e Şâfıîler ise bunu hac-



e d e c e k t a r z d a bir hastalığı veya sakatlığı



cın f a r z oluşunun şartları arasında sayar-



bulunanlarla yaşlıların da bu farzı yerine



lar. 3. Haccın yerine g e t i r i l m e s i n d e ârızî



den bir erkeğin bulunması. H a n e f î m e z hebine g ö r e bu imkâna sahip olmayan kadınların hac yolculuğuna çıkmaları câiz değildir. Şâfıî fakihleri, bu konuda yol güvenliğini esas aldıklarından kadınların kendi aralarında bunu sağlayacak şekilde bir grup oluşturmalarını yeterli görürler. Bazı âlimler, kadınlardan hiç olmazsa birinin mahreminin yanında bulunmasını zaruri g ö r ü r s e d e m e z h e p t e tercih edilen görüşe g ö r e buna da g e r e k yoktur (Remlî, ili, 251). Bu m e z h e p t e hâkim olan görüş, kadınların güvenli bir g r u p oluşturabilmesi için en az üç kişi olmaları gerektiği, bu sayıya ulaşmamaları halinde kendilerine haccın edasının f a r z olmadığı yönündedir. Bununla birlikte iki kadının, hatta kendisini güvenlik içinde hissediyorsa t e k başına bir kadının bile f a r z olan hac veya adak haccı için yola çıkması câiz görülmüş, ancak nâfıle hacca izin verilmemiştir. Mâlikî m e z h e b i n e g ö r e d e güvenli bir g r u p içind e hacca g i t m e imkânı bulan kadına hac f a r z olur. Kocası veya m a h r e m i yoksa, yahut bunlar ücretle d e olsa kendisiyle hacca g i t m e k t e n kaçınırlarsa böyle bir grupla hacca gider. Grup içinde başka kadınların bulunması şartı, ilk kaynaklarda açık bir şekilde i f a d e edilmediği için t e r e d d ü t konusu olmakla birlikte M u h a m m e d b. A h m e d ed-Desûkı, m e z h e p t e esas alınan g ö r ü ş e g ö r e bunun ş a r t koşulmadığını söyler (Haşiye,



II, 10). s. Kocasından bo-



şanmış veya kocası ö l m ü ş kadınların dinen evlerinde beklemeleri gerekli olan süreyi (iddet) t a m a m l a m ı ş bulunmaları. Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe g ö re bu husus e d a için şarttır. Diğer m e z hepler bunu haccın f a r z oluşunun şartları arasında sayarlar. Ayrıca Hanbelîler'e g ö r e kocası ölen kadınların iddeti haccın f a r z oluşuna e n g e l s e d e b o ş a n m a iddeti e n g e l değildir. Bu şartları taşıyan her müslümanın bizz a t hac yapması, bunlardan herhangi bii «İÜ-jU



rine sahip olmayan kimselerin ise b e d e l g ö n d e r m e l e r i veya b e d e l gönderilmesini



^



Sultan Mehmed İCİn hazırlanan hac vekâletnamesi (TSMK, Hazine, nr. 1812)



vasiyet e t m e l e r i g e r e k i r (bk. BEDEL). c) Haccın dinen sahih olabilmesi için şu d ö r t şartın g e r ç e k l e ş m e s i icap e d e r : 1. Müslüman v e akıllı olmak. 2. Hac yapmak niyetiyle ihrama girmek. Normal hayatta helâl olan bazı fiiller ihramlı için yasak hale



390



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB gelir. Kılık kıyafet, cinsî hayat v e avlan-



nâfile ibadet sayıldığından sonradan şart-



rirken bir kısmında sıraya uymayı da ilâ-



mayla ilgili o l m a k ü z e r e üç g r u p t a topla-



lar oluştuğu takdirde tekrar hacca git-



v e ederler. Yine bu âlimlere g ö r e sıraya



nabilen bu yasakların ihlâli, yasağın çeşidi-



m e s i gerekir.



uyma hariç farzların hepsi rükündür. Sı-



ne v e ihlâl ediliş tarzına g ö r e değişen ceza-



Haccın Farzları, Vacipleri ve Sünnet-



ranın da rükün olduğunu söyleyenler bu-



ları gerektirir. Bu cezalar kurban kesmek,



leri. Hanefıler'e g ö r e haccın ihram, Ara-



lunduğu gibi ş a r t olduğunu söyleyenler



sadaka v e r m e k v e oruç t u t m a k t a n iba-



f a t vakfesi v e ziyaret tavafı olmak ü z e r e



rettir. Cinsî hayatla ilgili yasağın ihlâli bazı



üç farzı vardır. Hac, bu farzların sıraya uy-



durumlarda haccın bozulmasına da sebep



g u n olarak yerine getirilmesiyle eda edi-



olur (bk. BEDENE; DEM; FİDYE; HEDY; İH-



lir. Hanefî fakihleri bunlardan ihramı şart,



RAM). 3. Haccın farzlarını özel vakitlerin-



diğerlerini rükün yani aslî unsur olarak ka-



d e vardır. Hanbelîler'de ise değişik bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan birine g ö r e haccın rükünleri A r a f a t ' t a vakf e v e ziyaret tavafından ibaretken bir diğ e r i n e g ö r e ihram da rükünler arasında y e r alır. Başka bir g ö r ü ş bunlara sa'yi d e



d e yerine g e t i r m e k ; yani ihrama g i r m e ,



bul ederler. İhrama girildikten sonra iki



v a k f e d e bulunma ve ziyaret tavafı gibi hac



rükün eda edilmedikçe hac t a m a m l a n m a z



menâsikinin her birini kendi hususi zama-



v e dolayısıyla ihramdan çıkılmaz. Buna gö-



Haccın vâcip sayılan birtakım menâsiki



nında y a p m a k . 4. Haccın farzlarını belir-



re A r a f a t ' t a vakfenin zamanını geçiren



daha vardır ki bunların terkinden dolayı



lenmiş mekânlarda (vakfeyi Arafat sınır-



k i m s e o yıl hac y a p m a imkânını kaybe-



hac geçersiz olmaz. Ancak meşrû bir ma-



ları içerisinde, tavafı Kâbe'nin etrafında)



der, daha sonra y a r ı m bıraktığı haccını



z e r e t yokken terkedilen her vâcip için ke-



y a p m a k . Kendisine hac f a r z olmayan hür



kazâ e t m e s i gerekir. Mâlikîler'e g ö r e bu



f â r e t ö d e n m e s i gerekir. Meşrû m a z e r e t -



v e bâliğ bir müslüman bu şartları yerine



üç f a r z yanında sa'y d e farzdır v e dördü



ler yaşlılık, aşırı zayıflık, bayılma ve kadın-



g e t i r e r e k hac yaparsa haccı ileride f a r z



birden haccın rükünlerini oluşturur. Şâfiî



lara ait bazı haller gibi beşerî gücün sınır-



olabilecek asıl hac yerine geçer. Fakat he-



âlimleri, bu d ö r t f a r z a saçları kısaltmayı



larını aşan engellerdir. Hanefî m e z h e b i -



nüz bâliğ o l m a m ı ş çocuğun y a p a c a ğ ı hac



veya tıraş e t m e y i , rükünleri yerine geti-



ne g ö r e haccın vâciplerinden bazıları şun-



ilâve e d e r v e rükünleri d ö r d e çıkarır.



Tavaftan bir görünüş



391



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB lardır: 1. Mekke'ye geliş istikametlerine



cemrelere taş atmak ve taş atılan günle-



g ö r e belirlenen yerlerde (mfkât) veya bu-



rin gecesini Mina'da geçirmek, ihram-



Yapılması sevap olmakla birlikte terke-



ralara g e l m e d e n önce ihrama girmek. 2.



dan çıkmak için saçları kesmek yahut kı-



dilmesi herhangi bir cezayı gerektirme-



Safâ ile Merve arasında sa'y etmek. 3.



saltmak ve bunların uygulamasına yöne-



yen hacla ilgili birtakım menâsik daha var-



Arafat'tan Müzdelife'ye hac emîrinden



lik bazı hususlardır. Genelde her iki teri-



dır. Sünnet kabul edilen bu menâsikin eda



sonra hareket etmek. 4. Müzdelife'de vak-



mi aynı anlamda kullandıklarından farz-



edilmesi hac ibadetinin kâmil bir şekilde



f e d e bulunmak. 5. A r e f e günü akşam ve



vâcip ayırımı yapmayan Şâfiîler ise hac ko-



yerine getirilmesini sağlar. Haccın aslî sün-



yatsı namazlarını Müzdelife'de yatsı na-



nusunda vâcip terimine farklı bir anlam



netleri şunlardır: 1. Kudüm tavafı. Mek-



mazının vaktinde c e m e d e r e k kılmak. 6.



yüklerler (Büceyrimî, II, 382). Onlara gö-



ke dışından gelenlerin zaman geçirme-



Cemrelere taş atmak (şeytan taşlamak). 7.



re haccın aslî vâcipleri, hac mevsimi içinde



den Kâbe'yi tavaf etmeleri Hanefî, Şâfiî ve



İhramdan çıkmak için saçları tıraş et-



ve mîkâtta ihrama girmek, şeytan taş-



Hanbelî mezheplerine göre sünnettir. Mâ-



m e k veya kısaltmak. 8. Mekkeli olmayan



lamak, Müzdelife'de gecelemek, t e ş r î k *



likîler ise bu tavafı vâcip kabul ederler. 2.



veya Mekkeli hükmünde sayılmayanların



günlerinde geceyi Mina'da geçirmek, ve-



Hac hutbeleri. Hac ibadeti esnasında ha-



vedâ tavafı yapmaları. Ayrıca A r a f a t vak-



dâ tavafı yapmaktır. Hanbelî mezhebine



cılara yapacakları ibadetler hakkında bil-



fesiyle ziyaret tavafının ve yukarıda sayı-



g ö r e de haccın vâcipleri mîkâtta ihrama



gi v e r m e k amacıyla hutbe okunur. Zilhic-



lan bazı vâciplerin uygulanışıyla ilgili birta-



girmek, A r a f a t vakfesini güneş batımına



ce ayının yedinci günü Mekke'de Harem-i



kım vâcipler daha vardır ki Ali el-Kârî bun-



kadar devam ettirmek, Müzdelife'de g e -



ş e r i f t e okunan ilk hutbede haccın hüküm-



ların tamamının otuz beş olduğunu söy-



celemek, teşrîk günlerinin gecesini Mi-



leri hakkında, arefe günü Arafat'ta Nemî-



ler (el-Meslekü'l-mütekassıt,



s. 24-25). Mâ-



na'da geçirmek, şeytan taşlamak, ih-



re Mescidi'nde ikindi ile cemedilerek kılı-



likîler, haccın terkedilmesi ceza kurbanı



ramdan çıkarken saçı kesmek veya kı-



nan öğle namazından önce cuma hutbe-



(hedy*) gerektiren fiillerini "vâcib" (Desû-



saltmak, vedâ tavafı yapmaktan ibaret-



sinde olduğu gibi iki bölüm halinde oku-



kı, II, 21), "es-sünenü'l-vâcibe" (İbn Cüzey,



tir. Bunların dışında haccın, menâsikinin



nan ikinci hutbede bilhassa A r a f a t vak-



s. 134) ve "es-sünenü'l-müekkede" (İbn



edası esnasında yerine getirilmesi gere-



fesi ve onu takip eden menâsik hakkında, Hanefîler'e g ö r e kurban bayramının



Ferhûn, II, 381) gibi terimlerle ifade eder-



ken fer'î vâcipleri de vardır. Bunlar ihra-



ler. Bunlar mîkâtta ihrama girmek, ta-



mın, tavafın, sa'yin, Arafat'ta vakfede bu-



vâf-ı kudüm, Müzdelife'de gecelemek,



lunmanın vâcipleriyle Müzdelife'de ve Mi-



na'daki vâcipler şeklinde özetlenebilir.



ikinci günü, Şâfıî ve Hanbelîler'e g ö r e ise birinci günü öğle namazından sonra Mi-



Arafat'tan bir görünüş



392



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB nünün a r e f e günü olduğunu söyledikleri



na'da okunan üçüncü hutbede hacılara,



Bunlardan başka hac menâsikinin eda-



cemrelere taş atma ve Mina'da gecele-



sına bağlı birtakım fer*î sünnetler de var-



kaydedilmektedir



m e hakkında bilgi verilir. Şâfiî ve Han-



dır. Bunlar ihramın, tavafın, sa'yin sün-



Kurtubî, VIII, 68,70). Üçüncü bir gruba gö-



belîler'e göre müstehap olan dördüncü



netleri, Arafat ve vakfesinin, Müzdelife



re hacc-ı ekber gününden maksat sade-



hutbe bayramın üçüncü günü Mina'da



ve vakfesinin sünnetleri, Mina'nm ve şey-



ce bir gün olmayıp hac günlerinin tamamı-



öğle namazının ardından okunur; bu hut-



tan taşlamanın sünnetleri, z e m z e m l e il-



dır. Nitekim Arapça'da yevm kelimesi "za-



be hacıların bundan sonra yapacakları



gili sünnetler şeklinde gruplandırılabilir.



man" veya "günler" anlamında da kulla-



ibadetlere dairdir. 3. Arefeden bir gün ön-



Hacc-ı Ekber. "Daha büyük, en büyük



ce, sabah namazından sonra Mina'ya git-



hac" demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan



mek ve geceyi orada geçirip a r e f e günü



"hacc-ı ekber günü" (et-Tevbe 9/3) ifade-



sabah namazı ile birlikte Mina'da beş va-



siyle neyin kastedildiği hususunda farklı



kit namaz kılmak. Bunun sünnet oldu-



görüşler ileri sürülmüştür. Aralarında Hz.



ğunda bütün mezhepler görüş birliği için-



Ali, İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve Ebû Hü-



dedir. 4. Bayram gecesini Müzdeiife'de ge-



reyre gibi sahâbîlerin de bulunduğu bazı



çirmek. 5. Bayram günlerinin gecelerini



âlimlere göre bundan maksat kurban kes-



Mina'da geçirmek. Hanefıler'e g ö r e sün-



m e (bayram) günüdür (Buhârî, "Cizye", 16,



net olan bu husus diğer üç m e z h e b e gö-



"Tefsîrü'l-Kufân", 9/4; Aynî, XII, 247; İbn



re vâciptir ve mazeretsiz terkedilmesi ha-



Hacer, XVII, 200). Hz. Peygamber'in Ve-



linde fidye ödenmesi gerekir. 6. Tahsîb.



dâ haccı sırasında bayram günü cemre-



Hac menâsikinin eda edildiği son durak



ler arasında durarak, "Bu hacc-ı ekber gü-



olan Mina'dan Mekke'ye dönüşte Muhas-



nüdür" dediği rivayet edilir (Buhârî, "Hac",



(İbn Atıyye, VIII, 128;



nılmakta ve meselâ günlerce süren Sıffîn Savaşı'na "yevmü Sıffîn" denmektedir. Dördüncü bir görüşe göre ise hacc-ı ekber günü ziyaret tavafının yapıldığı gündür. Ziyaret tavafı genellikle bayramın birinci günü yapıldığına g ö r e bu yorum birinci görüşle birleşir. Hacc-ı ekber gününden maksadın, Resûl-i Ekrem'in haccettiği gün olduğu şeklindeki görüşle "hacc-ı asgar"ın ifrad haccı, hacc-ı ekberin kırân haccı olduğu görüşü de pek isabetli görülmemiştir. Bütün bunların delillerinden ve ayrıntılarından şöyle bir sonuç çıkarılabilir; Hacc-ı ekberden maksat mutlak hacdır, "ekber" sıfatı haccı umreden ayır-



sab (Ebtah) denilen vadide bir müddet din-



132; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 66; İbn Mâ-



lenerek öğle, ikindi, akşam ve yatsı na-



ce, "Menâsik", 76). Öte yandan Hz. Ömer,



mazlarını kılmak Hanefîler'e göre sünnet,



Hz. Osman ve bir rivayete g ö r e İbn Ab-



Diğer taraftan özellikle halk arasında,



diğer mezheplere g ö r e müstehaptır.



bas gibi bazı âlimlerin hacc-ı ekber gü-



arefe günü cumaya rastlayan haccın hacc-ı



mak için kullanılmıştır.



Müzdelife'den Mina'va bir bakış



393



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB ekber olduğu şeklinde yaygın bir kanaat



hacca niyet edilirken onu kolaylaştırması



ZÜUİULEYFE O MEDİNE



vardır. Kaynaklarda böyle bir isimlendir-



için Allah'a dua edilmesi dikkat çekicidir.



m e y e rastlanmamakla birlikte (Âlûsî, X,



Telbiye, " L e b b e y k A l l â h ü m m e



47) bazı âlimler, a r e f e gününün diğer gün-



lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-



lere g ö r e bir üstünlük taşıdığı, o gün ya-



h a m d e ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk, lâ şe-



pılan duanın daha faziletli olduğu şeklindeki rivayetlerle ( e l - M u u a t t a " H a c " , 245246; Tirmizî, " D a ' a v â t " , 122) c u m a gü-



•-«



% «



\ RABIGTO O



• O



t ™?o



Hil bölgesi Harem bölgesi



lebbeyk,



rike lek" sözlerinden oluşur. Telbiye ile birlikte hacı adayı ihrama girmiş v e hac yasakları başlamış olur (bazılarına g ö r e ise



nünün faziletine dair rivayetlere (Buhârî,



niyetle ihrama girilmiş olur). Bundan son-



" C u n f a " , 6, 19; Müslim, "Cum c a", 18, 26)



ra bayramın birinci günü A k a b e c e m r e -



v e Hz. P e y g a m b e r ' i n haccı sırasında are-



KARNÜLMENÂZL İ o.:.



f e gününün cumaya rastlaması gibi sebeplere dayanarak iki mübarek günün bir



• MEKKE



araya geldiği böyle bir haccın daha m a k bul olacağını söylemişlerdir (İbn Kayyim



MN İA O ARAFAT MÜZOEF itE 0 E DAETÜ UBN O /icr.-.L'j



Cemâa ayrıca, "Günlerin en faziletlisi cumaya rastlayan a r e f e günüdür; bu, cudan daha üstündür" (İbnü'l-Esîr, X, 168)



m e s e l â bir grupla karşılaşınca, vasıtaya binerken veya inerken, yokuş çıkarken veya inerken çokça t e l b i y e d e bulunulur v e her defasında üç kere tekrarlanır; arkasından Hz. P e y g a m b e r ' e salâtü s e l â m



el-Cevziyye, I, 12-13; İbn Cemâa, 1,94). İbn



m a g ü n ü n e d e n k g e l m e y e n y e t m i ş hac-



sine t a ş atıncaya kadar çeşitli vesilelerle,



getirilir v e Allah'a dua edilir. Erkekler yüksek sesle t e l b i y e d e bulunurken kadınlar seslerini yükseltmezler.



Harem bölgesi ve ihrama girilen yerler



İhramlı iken erkeklerin elbise g i y m e -



meâlindeki bir hadisi d e bu konuda delil



siyle ilgili yasak yanında güze! koku sürün-



g ö s t e r i r k e n İbn Kayyim bu rivayetin aslı



m e k , saça veya sakala y a ğ s ü r m e k , tıraş



bulunmadığını belirtir.



o l m a k veya vücuttan kıl k o p a r m a k , tırnak kesmek, avlanmak, avcıya yardım et-



H a c c m Eda Edilişi. Fıkıh kitaplarında



önünde bulundurulmalıdır. Uçakla yapı-



farz, vâcip, sünnet v e müstehaplarıyla,



lan yolculuklarda daha çok havaalanında



m e k , cinsî m ü n a s e b e t t e b u l u n m a k ya-



âdâb v e hikmetiyle ilgili olarak y e r alan



hazırlanan mekânlarda, kara yoluyla ya-



saktır v e bu yasakların ihlâli kurban kes-



hüküm v e öneriler g ö z önünde tutuldu-



pılan haclarda ise mîkât mahallerinde,



m e , sadaka v e r m e , hayvanın değerini taz-



ğunda haccın, hazırlık v e yolculuk saf-



meselâ Türkiye'den gidenler



Medine'de



min e t m e gibi çeşitli kefâretleri g e r e k -



hasından başlayarak çeşitli bölgeleri zi-



ihrama girmektedirler. Önce M e d i n e ' y e



tirir. A r a f a t vakfesinden önceki cinsî m ü -



y a r e t e v e oralarda belli şekil şartlarını v e



giden



n a s e b e t haccın bozulması sonucunu do-



ibadetleri yerine g e t i r m e y e kadar uza-



edecekleri z a m a n M e d i n e ' d e veya en g e ç



ğurur. Harem bölgesi içinde avlanmak ve-



nan bir dizi fiilden oluştuğu görülür. Bü-



M e d i n e çıkışına yakın Zülhuleyfe



(Ebyârıali)



ya bitkileri koparmak ise ihramlı olsun ol-



tün bu fiillerin belli bir sıraya g ö r e icra edil-



denilen yerde ihrama girerler. İhrama gi-



mesiyle hac ibadeti t a m olarak yerine g e -



rilmeden önce tırnaklar kesilir, saçlar kı-



tirilmiş olur.



saltılır, vücut temizliği yapılır v e gusledilir.



a ) Hacca g i d e c e k kişi bir t a r a f t a n g e rekli hazırlıkları yaparken d i ğ e r t a r a f t a n günahlarına tövbe eder, üzerinde kul hakkı varsa bunların sahipleriyle görüşüp helâlleşir, borçlarını öder. Eş d o s t v e akrabaları ile vedalaşır; özellikle anne v e babasının rızâsını alır. Yolda v e hac süresinc e kendine y e t e c e k m a d d î imkânları hazırlar. Hac ibadetini usulüne uygun şekild e ifa edebilmesi için tecrübelerinden faydalanacağı kişilere başvurur, bu arada ilim adamlarından v e kitaplardan f a y d a lanır.



hacı adayları M e k k e ' y e



hareket



Bundan sonra erkekler iki parçadan meydana gelen v e birine "izâr", diğerine "rid â " denilen bir örtü ile örtünürler. İzârı bellerine sararak vücudun ait kısmını, ridâyı da omuza alarak vücudun üst kısmını örterler. Ayaklarına da ayağı büyük ölçüde dışarıda bırakan v e ön tarafı kapalı olmayan terlik giyerler. Kadınlar ise bütün vücudu ö r t e n normal elbise giyerler. Ancak yüzlerini örtmemeleri g e r e k t i ğ i hususunda fakihler arasında g ö r ü ş birliği vardır. Eldiven kullanmaları konusu ise ihtilaflıdır.



masın herkese yasaktır. c) Hacı adayı M e k k e ' y e varıp yerleştikt e n sonra m ü m k ü n s e



guslederek



he-



m e n Mescid-i Harâm'a gider, tercihen Bâbüsselâm'dan girer v e



Hacerülesved'in



bulunduğu köşeye yönelir. İmkân varsa ellerini Hacerülesved'in üzerine koyar v e elleri arasından bu taşı öper, yüzünü sürer. Bunu yapamazsa uzaktan ellerini kaldırıp Hacerülesved'e d o ğ r u d ö n m e k suretiyle onu selâmlar (istilâm) v e tavafa başlar. Hacerülesved'e el s ü r m e k veya yaklaşmak amacıyla başkalarını rahatsız e t m e k d o ğ r u değildir. İstilâm her d ö n ü ş t e tekrarlanır. Tavaf esnasında telbiyede bulunulmaz, ancak dua edilir. Tavaf sırasın-



b ) G ü n ü m ü z d e hac için yola çıkanların



Bu hazırlıklardan sonra hacı adayı iki



da Hicr denilen kısmın gerisinden dolaşı-



bir kısmı doğrudan Mekke'ye, bir kısmı



rek'at n a m a z kılar; ardından ifrad haccı



lır. Kâbe'nin e t r a f ı n d a bir d e f a d o l a ş m a -



da önce Medine'ye, daha sonra Mekke'-



yapacaksa hacca, t e m e t t ü ' haccı yapa-



ya "şavt", yedi d e f a dolaşmaya " t a v a f "



y e gitmektedir. M e k k e ' y e ihramsız giril-



caksa umreye, kırân haccı yapacaksa hac-



denir. Bu tavaf ifrad haccına niyet e d e n -



m e d i ğ i için d o ğ r u d a n buraya gidenlerin



ca v e u m r e y e niyet e d e r e k dua eder, p e -



ler için kudüm, diğerleri için u m r e t a -



takip e t t i ğ i yola g ö r e m î k â t * olarak b e -



şinden t e l b i y e * d e bulunur. Niyet esna-



vafıdır. Eğer ardından sa'y yapılacaksa ta-



lirlenmiş yerlerde (Zülhuleyfe, Cuhfe, Zâ-



sında m e s e l â ifrad haccına niyet e d e n ki-



v a f esnasında erkekler, vücutlarının üst



tüırk, Karnülmenâzil, Y e l e m l e m ) ihrama



şi, "Yâ Rabbi! Hac y a p m a k istiyorum. Onu



kısmını ö r t m e d e kullandıkları ridâyı sağ



girmeleri gerekir. Evde ihrama girilebilir-



bana kolaylaştır v e benden kabul e t " diye-



koltuk altlarından g e ç i r e r e k sağ o m u z l a -



s e d e bu d u r u m d a hac yasaklarının o an-



bilir. T e m e t t ü ' haccına niyet e d e n "hac"



rını açıkta bırakırlar ki buna " ı z t ı b â ' " d e -



dan itibaren başlayacağı v e özellikle uzun



yerine " u m r e " , kırâna niyet e d e n d e "hac



nir. Bu üç şavttaki biraz hızlıca v e çalımlı



yolculuklarda sıkıntıya düşülebileceği g ö z



v e u m r e " der. Meşakkatli bir i b a d e t olan



yürüyüşe " r e m e l " adı verilir. Iztıbâ' v e re-



394



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB mel Hanefîler'e g ö r e sadece arkasından sa'y yapılacak tavaflarda sünnettir. Bunun dışında gerek tavaf esnasında g e rekse başka zamanlarda omuzlar örtülür. Tavaf sonunda yine Hacerülesved istilâm edilir ve mümkünse makâm-ı İbrâhim'in arkasında, e ğ e r izdiham varsa başka bir yerde iki rek'at tavaf namazı kılınır, dua edilir. Ardından Z e m z e m Kuyusu'nun bulunduğu bölüme geçilerek zemz e m içilir ve yine dua edilir. d) Hacı adayı umreye niyet etmişse veya haccın sa'yini yapmak istiyorsa Kâbe'nin hemen yakınında bulunan Safâ'ya çı-



Makâm-ı ibrâhim



kar ve sa'ye başlar. Sa'y, çevreye göre küçük birer tepecik görünümünde olan Sa-



Kâbe'ye döner, ellerini duada olduğu gibi



yılırlar; Hanefîler'e g ö r e ayrıca hac için



fâ ile Merve arasında gidip gelmek sure-



kaldırıp Allah'a hamdeder, tekbir ve teh-



kudüm tavafı ve sa'y yaparlar. Bunlar da



tiyle yapılır; bu mekâna " m e s ' â " (sa'y ye-



lîlde bulunur, Hz. Peygamber'e salâtü se-



kalan günlerini ihramlı olarak geçirirler.



ri) denir. Günümüzde Safâ ile Merve ve



lâm getirir, yine dua eder.



Namazlarını mümkün olduğunca Mescid-i



bunların arası iki katlı kapalı bir alan haline getirilmiş olup izdiham dolayısıyla bir



Temettü' haccı y a p m a k isteyenler, ih-



Harâm'da kılar ve nâfıle tavaf yaparlar.



rama girerken umreye niyet ettikleri için



e ) Temettü' haccı niyetiyle başlangıçta



sa'yden sonra erkekler saçlarını tıraş ede-



umre için ihrama giren ve sa'yden sonra



rek veya biraz kısaltarak, kadınlar da saç-



ihramdan çıkan kimseler, zilhiccenin se-



larının ucundan bir miktar keserek ih-



kizinci günü veya daha önce yeniden hac



ramdan çıkarlar. Yeniden ihrama girin-



için ihrama girerler. "Terviye günü" deni-



İşaretli bölüm bitince tekrar normal yü-



ceye kadar ihram yasaklarına riayet etme-



len bu gün, sabah namazından sonra Mi-



rüyüşe geçilir ve meyilli bir alandan son-



leri gerekmez. İfrad veya kırân haccına



na'ya gidip öğleden itibaren orada beş va-



ra Merve'ye varılır. Bu yürüyüş bir şavt-



niyet edenler ise ihramdan çıkamazlar.



kit namaz kıldıktan sonra ertesi gün Ara-



tır. Tekrar Merve'den Safâ'ya da aynı şe-



İfrad haccına niyetlenenler kudüm tava-



f a t ' a g e ç m e k sünnettir. Ancak zamanı-



kilde gelinir. Böylece dört gidişle üç geliş



fını ve haccın sa'yini yapmış olarak ve ih-



mızda bunun uygulanması aşırı izdiha-



toplam yedi şavt eder v e sa'y Merve'de



ramlı vaziyette günlerini geçirirler. Sa'yi



ma sebebiyet verdiğinden genellikle hacı



sona erer. Sa'y yapan kimse, g e r e k Safâ



daha sonraki bir zamana bırakmaları da



adayları doğruca Arafat'a götürülmek-



ve Merve'ye çıkınca gerekse yürüyüş esna-



mümkündür. Kırân haccına niyet eden-



tedir. Hacı adayları arefe gününü Arafat'-



sında dua eder. Safâ ve Merve'de durup



ler ise umre için tavaf ve sa'y yapmış sa-



ta çadırlarda geçirirler. Öğle vakti girince



kısım hacılar üst katta sa'y etmektedir. Sa'ye Safâ'dan başlanır, hafif meyille düz kısma varılır, burada işaretli bölümde koşar gibi gidilir, bu gidişe "hervele" denir.



öğle ve ikindi namazları cemedilerek kılınır. Günümüzde Nemîre Mescidi'nde kılınan namazdan önce hutbe okunur ve müminlere haccın bundan sonraki kısmı hakkında bilgi verilir. Vakitlerini ibadet, zikir Seytan taslamadan bir görünüş



ve dua ile geçirmeleri tavsiye edilir. Çünkü Arafat duaların en çok kabul edildiği yerlerden, arefe günü de en makbul olduğu zamanlardandır. Akşam güneş battıktan sonra Müzdeiife'ye hareket edilir. f ) Vasıtalarla veya yaya olarak Arafat'tan ayrılan hacılar, akşam namazını Müzdeiife'ye varınca yatsı ile birlikte cemederek kılarlar. Geceyi burada geçirip sabah namazını eda ettikten sonra Mina'ya doğru yollarına devam ederler. Müzdeiife'deki vakitlerini de dua ve zikirle geçirirler, bu arada cemrelere atmak üzere küçük taşlar toplarlar. Kurban bayramının birinci günü Mina'ya varan hacılar kendileri için hazırlanan çadırlara yerleşirler. Aynı gün yapacakları işlerden biri Akabe cemresine taş atmaktır. İfrad haccına niyet edenler bundan sonra, t e m e t t ü ' ve kırân haccına ni-



395



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB



Safâ ile Merve arasında sa'y yapan hacılar



y e t e d e n l e r ise kurbanlarını da kestikten



tekbir getirilir. Geceleri Mina'da kalmak



sonra tıraş olarak veya saçlarını kısalta-



bazı âlimlere g ö r e sünnet, bazılarına g ö -



rak ihramdan çıkarlar. Hacı kafilelerinin



re vâciptir. Bayramın üçüncü günü c e m -



bir an ö n c e ihramdan çıkmak için d o ğ r u -



relere t a ş atan hacılar, m e z h e p l e r ara-



ca A k a b e c e m r e s i n e y ö n e l m e l e r i büyük



sındaki görüş farklılığına g ö r e güneş bat-



izdihama s e b e p olmakta, z a m a n z a m a n



m a d a n veya ertesi gün fecir d o ğ m a d a n



ölümlerle sonuçlanan facialar m e y d a n a



Mina'dan ayrılırlarsa taş a t m a işini bitir-



gelmektedir.



miş olurlar. Bu süreden sonraya kalanlar



Akabe cemresine taş attıktan veya kur-



ise dördüncü gün d e üç c e m r e y e sırayla



ban kestikten sonra tıraş olarak yahut sa-



yedişer t a ş atar v e M e k k e ' y e dönerler.



çını kısaltarak ihramdan çıkan hacı için as-



M e k k e ' d e bir süre kalan hacılar z a m a n



lında ihram yasaklarının t a m a m ı sona er-



z a m a n t a v a f yaparlar. H a n e f ı l e r ' e g ö r e



m e z . Cinsî m ü n a s e b e t yasağı ziyaret ta-



ziyaret tavafından sonra yapılacak her



vafı yapılıncaya kadar sürer. İhramdan çık-



tavaf v e d â tavafı yerine g e ç e r s e d e son



m a konusunda mezhepler arasında farklı



tavafın ardından Mekke'de uzun süre ka-



görüşler vardır. Birinci veya ikinci gün, hat-



lındığı takdirde ayrılmadan önce tekrar ta-



ta üçüncü g ü n ziyaret t a v a f ı için Mekke'-



vaf yapılması müstehaptır. Diğer m e z -



ye gidilip haccın rüknü olan bu tavaf yapı-



h e p l e r e g ö r e ise v e d â tavafı M e k k e ' d e n



lır v e böylece ihram yasaklarının hepsi kal-



ayrılış sırasında yapılır.



kar. Daha ö n c e sa'y yapılmamışsa t a v a f tan sonra sa'y yapılır. Bayramın ikinci v e üçüncü günleri sırayla üç c e m r e y e yedişer t a ş atılır. Taşlar b e s m e l e ile atılır v e



BIBLIYOGRAFYA : Tehzîbü'l-luğa, "hcc" md.; Lisânü'l-Arab, "hcc" md.; el-Muuatta', "Hac", 245-246; Buhârî, "Cum'a", 6,19, "îmân", 1, 2, "Muhşar", 9-



10, "Hac", 1, 91, 132, "Cezâ'ü'ş-şayd", 26, "Cizye", 16, "Tfefsfrü'l-Kufân", 9/4; Müslim, "Cum'a", 18, 26, "îmân", 19-22, "Hac", 310, 412, 438; İbn Mâce, "Menâsik", 3, 76; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 66; Tirmizî, "îmân", 3, "Hac", 2, 6, "Da'avât", 122; Dârekutnî, Sünen, Beyrut, ts. (ÂlemüT-kütüb), II, 278, 285; Ezraki, Ahbâru Mekke (Melhas), I, 179-181; Serahsî, Mebsût, IV, 2-192; Gazzâlî, İhya' (Beyrut), I, 265-267; İbn Atıyye, el-Muharrerü'l-uecîz, Muhammediye 1395-1408/1975-87, VIII, 128; Kâsânî, BedâY, 11, 118-128; Mergînânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, 1, 183; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müetehid |baskı yeri yok) 1985 (Dârü'l-Ma'rife), I, 318; İbnü'l-Esîr, Câmhı'l-uşûl (nşr. Muhammed Hâmid el-Fıkl), Beyrut 1400/1980, X, 168; ibn Kudâme, el-Muğnî, III, 159-591; Kurtubî, el-Câmi', VIII, 68, 70; Nevevî, Şerhu Müslim, VIII, 172; a.mlf., Kitâbü'l-Izâh fı menâsiki'l-hae ve'l-'umre, Beyrut 1414/1994; İbn Cüzey, el-Kauânînü'l-fıkhiyye, Tunus 1982, s. 134; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, Beyrut 1973,1, 12-13, 171-247; İbn Cemâa, Hidâyetü's-sâlik (nşr. Nûreddin ltr), Beyrut 1414/1994, I, 94; İbn Ferhûn, İrşâdü'ssâlik ilâ ef'âli'l-merıâsik (nşr. Muhammed b. elHâdi - Ebü'l-Ecfân), Kartaca 1989, 1-11, tür.yer.; İbn Hacer, Fethu'l-bârî (Sa'd), XVII, 200; Aynî, 'Umdetü'l-kân, Kahire 1392/1972, XII, 247; İb-



396



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB nü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî), II, 317-473; III, 2-97; Remlî, Nihâyetû'l-muhtâc, Kahire 1389/1969 Û Beyrut 1404/1984, III, 233-371; Ali el-Kârî, el-MeslekCı'i-mütekassıt fi'l-menseki'l-mütevassıt, Mekke 1319; Buhûtî, Keşşâfü'l-kınâ', II, 375-533; Haraşî, Şerhu Muhtasarı Halîl, II, 280-396; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, HCıccetullâhi'l-bâli-ğa, Beyrut, ts. (Dârü'I-Ma'rife), II, 56 vd.; Büceyrimî, Tuhfe, II, 382; DesûM, Haşiye cale'ş-Şerhi'l-kebîr, II, 10, 21; Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, X, 47; Zühayiî, el-Fıkhü'l-islâmî, III, 7, 118-120; Nûreddin Itr, el-Hac oe'l-'umre fı'l-fıhhi'l-lslâmî, Beyrut 1404/1984; a.mlf., "el-Müfâdale beyne'l-ifrâd ve'1-kırân ve't-temettu' fı'l-hac", Mecelletü'l-Bahşi'l-''ilmî ue't-türâşi'l-İslâmî, IV, Mekke 1401/1981, s. 41-50; a.mlf., "Mâ Hüve'l-haccü'l-ekber", Mecelletü Külliyyeti'd-dirâsâti'l-lslâmiyye ue'l-'Arabiyye, sy. 3, Dübey 1931, s. 25-38; Abdullah b. Câsir, Müfidü'l-enâm ve nûrü'z-zalâm (i tahrîri'l-ahkâm li-hacci Beytitlâhi'l-harâm, Riyad 1412/1992; Hüseyin b. Muhammed Said Abdülganî, İrşadü 's-sârî ilâ menasiki'l-Molla 'Aliyyi'l-Kârî, Beyrut, ts.; Muhammed Hamidullah, "İslâm'da Hac" (trc. M. Akif Aydın), İTED, VI1I/1-4 (1984), s. 123-162; A. J. Wensinck, "Hacc", İA, V/l, s. 12-16; a.mlf., "Hadjdf', EP (İng.), III, 31-33; "Hac", Mu.F, XVII, 23-84. H



SALIM ÖĞÜT



Haccın Hikmeti. Hac, belirli fiillerin sad e c e Allah rızâsı için yapılmasından oluşan bir ibadettir. Kur'ân-ı K e r î m ' d e hac ibadetinin muhtelif safhaları h e m şeklî



m e t i , Allah'a yönelmiş insanla Allah ara-



h e m d e m â n e v î v e ruhî yönlerden tasvir



sında kul-rab ilişkisinin insanın kendi ha-



(Müslim, " î m â n " , 137-140) kıblesini oluş-



edilerek çeşitli yararlarının bulunduğu be-



yatı v e ayrıca içinde bulunduğu ü m m e t



turan m ü b a r e k mekânı g ö r m e k , orada başta Hz. M u h a m m e d o l m a k ü z e r e g e ç -



sonra en faziletli i b a d e t sayılan namazın



lirtilir ( m e s e l â bk. e l - H a c 22/28-33). Böy-



üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Gazzâ-



lece insanlar, haccın hikmetlerini kavra-



iî'nin ifadesiyle hac dinin k e m a l e e r m e s i



miş p e y g a m b e r l e r i n



maya v e g e r e k f e r t g e r e k s e ü m m e t ola-



v e teslimiyetin t a m a m l a n m a s ı d ı r



verdikleri mücadeleleri hatırlamak, asır-



rak onu lâyıkı veçhile ifa edip âzami ölçü-



1, 314).



d e hikmetlerini g e r ç e k l e ş t i r m e y e teşvik edilir.



gerçekleştirdiği bir i b a d e t olan hac insanın bütün varlığını ilgilendirir v e bu haliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir. Diğer yükümlülükler gibi hac da insan merkezli ve hayırların



ta-



hakkukunu h e d e f alan bir ibadettir. Bu bakımdan onun hikmetlerini üç noktadan hareketle t e s b i t e t m e k



mümkün-



dür. Bunlardan birincisi, Allah'ın insanlara bazı şeyleri yapmalarını e m r e t m e s i v e bunların yerine getirilmesi suretiyle kendilerine lutufta bulunmasıdır. İkincisi haccı gerçekleştiren insanın ona hazırlanırken, menâsikini ifa e d e r k e n v e ibadetini tamamladıktan sonra kendi kabiliyetine g ö r e e l d e edebildiği olumlu sonuçlar, üçün-



hak din



uğrunda



lar boyunca birçok müminin n a m a z , dua



Hac ibadetinin f e r t v e m ü s l ü m a n t o p lum açısından sağladığı m â n e v î kazanç-



Müminin h e m malı h e m d e bedeniyle



insanın ihtiyaç duyduğu



(İhyâ',



ların kişiden kişiye, t o p l u m d a n t o p l u m a v e devirden devire farklılık arzettiği g ö rülür. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Her insan niyetine, iradesine v e yeteneklerine bağlı olarak hacdan farklı nasipler elde edebileceği gibi hiç nasip almadan bu seyahatten dönenlerin bulunması da m ü m kündür. Çünkü hac dış görünüşü itibariyle sembolleri andıran, g e r ç e k t e ise çeşitli ruhî e ğ i t i m l e r i sağlayan birbirinden



v e niyazlarına sahne olan m â n e v î a t m o s f e r d e y a ş a m a k ister. Hac bu açıdan tarihin yeniden yaşanmasının v e m ü c e r r e din müşahhas hale gelmesinin vasıtası olmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de Kâbe'den "Allah'ın evi" diye söz edilir ( e l - H a c 22/26). Bütün benliğiyle Allah'a bağlanan



mü-



min O'nun evini ziyaret e t m e y i en büyük m â n e v î zevk olarak telakki eder. Aslında d i ğ e r i b a d e t l e r d e olduğu gibi hacda da kulluk sınavı (ibtilâ), h e m bu ibadetin amacını h e m d e anlamını oluşturur. Genellikle insanlar emir v e yasakların hikmetleri-



farklı davranışların t o p l a m ı n d a n ibaret-



ni ancak g e r e ğ i gibi onları yerine getir-



tir. Bazıları için şeytan t a ş l a m a çok şey



dikten sonra farkederler. Bu farkediş ya



ifade ederken bazılarına tavaf, bazılarına



bizzat



A r a f a t , bir g r u b a da hac esnasında kuru-



makta veya başkalarının hayatı incelendi-



lan insanî ilişkiler daha anlamlı gelebilir.



ğinde görülmektedir. Hacda önemli olan,



Haccın "kast v e y ö n e l m e " şeklindeki ke-



s a d e c e bir fiilin yapılması değil onun özel



kendi



hayatlarında



ortaya



çık-



cüsü d e bu ibadeti sadece Allah rızâsı için



l i m e anlamıyla oynadığı m â n e v î rol ara-



bir amaçla, yani Allah'ın emrine uymak ni-



yerine g e t i r e n t e k t e k insanların iradele-



sında ilişki vardır



yetiyle yapılmasıdır. Bir fiilin bu niyetle



rinin v e tesir alanlarının dışında haccın bü-



Şöyle ki; Müslümanlar ömürleri boyunca



tün ü m m e t e sağladığı faydalar v e onları



g ü n d e b e ş d e f a Kâbe'ye y ö n e l e r e k na-



ulaştırdığı yüksek seviyedir. Haccın hik-



m a z kılarlar. Her müslüman,



(krş. Zebîdî, IV, 298).



imandan



gerçekleştirilmesi onu i b a d e t haline g e tirir (krş. İbn Receb, s. 21-22). Şu halde hac ibadetinin t e m e l gayesi v e hikmetle-



397



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB rinden biri insanların Allah'ın emri g e r e -



sında da bir ilişki vardır. Burada özellikle



nelen insan daha bu dünyada, hiçbir yar-



ğince yurtlarını, ailelerini ve dostlarını,



belirtilmesi gereken husus, haccın ger-



dımcının bulunmadığı şartlarda O'nun



mallarını t e r k e t m e y e , bazı arzularına



çekleştirildiği mekânla Hz. Peygamber'in



huzurunda durmanın mânasını, makam,



karşı koyup sıkıntıları göğüslemeye ha-



ve ilk müslümanların yaşadıkları mekânın



servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek



zır olduklarını göstermeleridir



aynı olmasıdır. Mümin hac esnasında,



değerinin hesaba çekileceği zaman orta-



Resûl-i Ekrem'in ve ashabının bulunduğu



ya çıkacağını anlar; üstünlüğün sadece



coğrafî mekânla karşılaşmakta, Kur'an'-



takvâda olmasının ne d e m e k olduğunu



da "Allah'ın koyduğu dinî işaret ve nişan-



kavrar. Hac esnasında çeşitli münase-



Hac belli bir zamanda ve belirli mekânlarda gerçekleşen bir ibadet olduğu için müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu, dünyada her şeyin belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır. Vakfe, tavaf, sa'y vb. hac menâsikinin yerine getirilmesi, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan müslümanların göz-



lar" (şeâirullah) olarak tavsif edilen (el-Ba-



betlerle yapılan dualar, sadece Allah'a



kara 2/158; el-Hac 22/32, 36) bu mekân-



teslim olmanın ve bunu söz ve davranış-



larda bulunarak o dönemin mânevî ru-



larla yaşamanın özlü bir ifadesidir. Özel-



hundan nasip almaktadır.



likle telbiye çok anlamlıdır; "Buyur Alla-



Diğer taraftan hacca giden her müslü-



lerini ve gönüllerini Arafat, Kâbe, Safâ-



man, ihrama girerken büründüğü esvap-



Merve gibi "ilâhî semboller" olarak nite-



la kabre girerken bürüneceği kefenin ben-



lendirilen (el-Bakara 2/158) mekânlara



zerliğinin şuurunda olarak artık bir bakı-



hım, buyur! Davetini duydum, sana yöneldim. Şerikin yok Allahım! Emrine uydum, kapına geldim. Hamd sanadır; nim e t senin, mülk senindir. Şerikin yok Allahım!". Nihayet orada kesilen kurban,



çevirmelerini sağlamakta ve f o r m e l bir



ma dünya dışı bir düzene ayak uydur-



anlaşma olmaksızın bütün müslüman-



duğunu hissetmekte ve bunun etkilerini



müminin sırf Allah istediği için malından



ları aynı zaman ve mekân içinde mânevî



duymaktadır. İhram, sözlük anlamının



vazgeçebildiğini belirtmesi ve bizzat ken-



bir ittifak anlayışına ulaştırmaktadır.



da çağrıştırdığı gibi sadece zahirî bir kı-



dini dahi Allah yolunda kurban edebi-



y a f e t değişikliği değil insanın yaşama ve



leceğini fiiliyle göstermesi açısından mâ-



davranış biçiminin köklü bir değişikliğe



nidardır.



Bilhassa tasavvufta hacca hazırlık safhası bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir; şu farkla ki hac iradeye bağlı iken ölüm insanın beklemediği, belki de iste-



uğraması demektir. Nitekim ihramlı kişi,



Hac esnasında hiçbir şeye zarar ver-



bu kıyafeti taşıdığı süre içinde başka za-



m e m e k esas olduğundan insanın çevre-



manlarda kendisine meşrû olan bir dizi



mediği bir anda gerçekleşebilir. Hac iba-



siyle ilişkisinde son derece dikkatli davran-



davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu



detinde kişi çevresinden ve arzularından



ması gerektiği ortaya çıkar. Bu hususta-



p r o g r a m dışı hayat, kişinin alışkanlıkla-



uzaklaşacağı, ölmeden önce bir anlamda



ki titizliğin ölçüsü, Kur'ân-ı Kerîm'deki ya-



rından ve bağımlılıklarından kurtulma-



ölümü yaşayacağı için önemli bir irade eg-



saklardan ve bu yasakların çiğnenmesi



sına ve kendisiyle hesaplaşmasına imkân



zersizi yapmakta ve ilâhî iradeye boyun



halinde verilecek cezaları bildiren âyetlerin



tanıyan önemli bir fırsattır. Bu esnada ya-



e ğ m e y e hazır olduğunu kendine telkin et-



açık üslûbundan anlaşılmaktadır (bk. el-



pılan her ihlâl ya bir kefâretle karşılanır



mektedir. Bu duygunun belirtilerini özel-



Bakara 2/158, 196-200; Âl-i İmrân 3/96-



veya haccın bozulmasıyla sonuçlanır ki bir



likle hacca ilk defa gidecek olanlarda göz-



97; el-Mâide 5/2, 95-96; el-Hac 22/26-29,



anlamda dünya-âhiret bütünlüğünü canlı



lemek mümkündür Bundan dolayı hac-



33-34). Özellikle bitki ve hayvan türünden



bir şekilde yaşamak demektir (Ali Şerîa-



ca hazırlanan mümin dinî, ahlâkî ve hu-



canlılara karşı gösterilmesi gereken has-



tî, s. 23-24; Karaman, III, 25).



sasiyet, kişiye başka zamanlarda kaza-



kukî mahiyette hak ilişkisi içine girdiği herkesle helâlleşir, borçlarını öder, bak-



Kâbe ve çevresi için kullanılan " h a r e m "



makla yükümlü olduğu insanların nafaka-



tabiri, bölgedeki bütün ilişkilerin Allah'ın



larını ayırır v e ondan sonra yola koyulur.



emir ve yasaklarına saygı esasına g ö r e



Haccın farziyetini belirten âyette ona güç yetirmekten söz edilir (Âl-i İmrân 3/ 97). Bunun anlamı, insanın hac için gerekli olan bütün imkânlara kavuşması, şartların da bunu kolaylaştıracak bir durumda bulunması demektir. Söz konusu âyet, dolaylı olarak haccın ifasını sağlayacak her türlü vasıtayı hazırlamaları için müslümanları uyarmakta, gerekli tedbirleri almalarını bir vecîbe olarak onlara yüklemektedir. Bu sebeple tarih boyunca hac yollarının güvenliğini temin e t m e k ve haccın yapılacağı mekânların hizmetkârı olmak müslüman devlet adamları için büyük bir şeref telakki edilmiştir. Bu şartlar bir bakıma, Allah'a teslimiyetini göst e r m e k isteyen müslümanın kendini bu amaca yönelik olarak hazırlaması gerektiğini de ifade etmektedir.



düzenlendiğini, başta insan olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara kadar bölgedeki bütün varlıkların ilâhî koruma altına alındığını ifade eder. Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu verir. Sa'y, müslümanın sırf Allah istediği için katıldığı bir yürüyüş-



namayacağı ölçüde bir duyarlılık sağlar. Bunun yanında öfkelenmemek, kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlâkî davranışlar da haccı gereği gibi yerine getirenlerin elde edecekleri mânevî kazançlar arasında yer alır. Sonuç olarak hac esnasında müslüman daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanî ve ahlâkî özellikler kazanır; sahip bulunduğu olumlu niteliklerde ise daha çok sebat ve güç kazanır. Hac müminin kendi kendisinin farkına varma sürecidir.



tür; müslüman bu sayede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve duyguları ta-



Hacdan dönen mümin, İslâm'ın ilk mu-



şıyanlarla beraber koşmanın ne d e m e k



hatapları olan ve hayatlarını ona vakfe-



olduğunu farkeder. Sa'y sırasında "her-



den Asr-ı saâdet müslümanlarının yaşa-



v e l e " denilen çalımlı ve hızlı yürüyüş, ni-



dığı yerleri gezerek, Peygamber'i kitap-



y e t ve duygu bütünlüğü ile kaynaşmış



lardaki bilgilerle tarihî bir şahsiyet olarak



ü m m e t ruhunun azametini yansıtır. Ara-



tanımanın ötesinde sanki onu bizzat gö-



f a t ' t a diğer müminlerle bir arada bulu-



rerek imanını ve ikrarını tazelemiştir. Re-



nan, kıyafetiyle artık bu dünyayı terket-



sûl-i Ekrem'in yaşadığı yerleri ve kabrini



tiğini gösteren mümin, haşir ve hesaba



ziyaret etmiş, tebliğ vazifesini başarıyla



çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşa-



yerine getirdiği mekânlarda peygamber-



Müminin hac esnasında elde ettikle-



yarak sorumluluğun ve hesaba çekilme-



liğine bir daha şehâdet etmiştir. Aynı za-



riyle orada gerçekleştirdiği menâsik ara-



nin idrakine varır. Arafat'ta rabbine yö-



manda dünyada mevcut çok çeşitli ırk-



398



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB lan, bunların konuştuğu dilleri g ö z l e m i ş , ancak bu farklılıkların, s a d e c e insanların birbirlerini tanıyarak iletişim kurabilmeleri için (el-Hucurât 49/13) Allah tarafından birer a l â m e t olarak yaratıldığının şuuruna varmıştır. Bunun yanında insanlar arasındaki bu farklılıkların birlik v e beraberliği engellemediğini, m e v c u t farklılıklarla birlikte Allah'a teslim olmanın her türlü vahdetin esasını oluşturduğunu f a r k e t miştir. Böylece dünyasının sınırları g e nişlemiş, c o ğ r a f î bilgileri nazarî boyutlarını aşmış, yer küresinin muhtelif b ö l g e lerinde yaşayan yüz binlerce insanla bir arada bulunmuş, en olumsuz şartlarda bile insanların birbirine m ü s a m a h a g ö s t e r m e s i n i n ne d e m e k olduğunu



bizzat



t e c r ü b e e d e r e k anlamıştır. İslâm âlimlerinin biyografileri incelendiğinde onların hac seyahati esnasında d i ğ e r birçok âlimle tanıştığı, bu vesile ile çeşitli fikir v e e s e r l e r d e n h a b e r d a r olduğu, birçoğunun ilmî hayatında g e l i ş m e ler m e y d a n a geldiği görülür. Kitap bası-



BİBLİYOGRAFYA :



106'da (725) haccetmişlerdir; Hişâm'dan



Müslim, "îmân", 137-140; Gazzâlî, İhyâ', Kahire 1967, I, 313-355; İbn Receb, CâmiVl'ulûm, Kahire 1987, s. 21-22; Ali el-Kârî, el-Meslekü'l-mütekassıt bi'l-menseki'l-müteuassıt, Mekke 1319, tür.yer.; J. M. Abd-el-Jalil, Aspects interieurs de l'lslam, Paris 1949, s. 117-127; Elmalılı, Hak Dini, i, 533; Ali Şerîatî, Hac (trc. Fatih Selim), İstanbul 1980, s. 23-24; Ebrahim M. A. El-Khouly, "İslam and the Pillars of its Faith", islam and Contemporary Society (ed. Salem Azzam), London 1982, s. 47-61; Ziauddin Sardar. Islamic Futures, London 1985, s. 280-304; Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1992, 111, 19-29; Zebîdî, İthâfü 's-sâde, IV, 266-460; J. Obert Voli, "Muhammad Hayya al-Sindi and Muhammad ibn Abd al-Wahhâb: An Analysis of an Intellectual Group in Eighteenth-Century Madina", BSOAS, XXXVIII/1 (1975), s. 32-39; a.mlf., "Hadith Scholars and Târiqahs: An Ulama Group in the 18th Century Haramayn and their Impact in the Islamic World", JAAS, XV/3-4 (1980), s. 264-273; Musa K. Yılmaz, "Haccın Hikmetleri", Diyanet Dergisi, XXVI/ 3, Ankara 1990, s. 47-68; Ömer İbrâhim, "Mesîretü'l-hacc ve te'şîruhâ eale't-tetawuri'l-İslâmî fı'l-karneyni't-tâsi' caşer ve'l- c işrîn fî İndûnesyâ", St.l, III (1996), s. 157-186.



mının v e iletişim imkânlarının çoğaldığı g ü n ü m ü z d e d e hac seyahatinin bu ilmî



H



TAHSIN GÖRGÜN



sonraki E m e v î halifelerinin hiçbiri hacca g i t m e m i ş t i r . Abbâsîler'den hacca g i d e n ilk halife 140 (758), 1 4 7 ( 7 6 5 ) , 1 4 8 ( 7 6 6 ) v e 152 (769) yıllarında hacceden v e 158'd e (775) hac yolunda ölen Ebû Ca'fer elMansûr'dur. Mehdî-Billâh iki d e f a , Hârûnürreşîd ise dokuz veya on bir d e f a hacca gitmiştir. Hârûnürreşîd bunların b e ş veya altısında hanımı Zübeyde'yi, birinde d e oğulları Emîn ile M e ' m û n ' u yanında g ö t ü r m ü ş , 173 (790) yılındaki haccını da yaya olarak gerçekleştirmiştir. Hârûnürreşîd'den sonraki halifeler (Fatımî halifeleri d e dahil) d e v l e t m e r k e z i n d e n uzun süre



ayrılmayı



göze



alamadıkları



için



hacca g i t m e m i ş l e r d i r . Abbâsîler d ö n e m i n d e haccı etkileyen faktörlerin başlıcaları iç karışıklıklar, dış tehditler, bedevilerin çapulculukları, iktisadî sıkıntılar, susuzluk v e aşın sıcaklarla sağlık problemleriydi. Defalarca hac kervanlarını y a ğ m a l a y a n Karmatîler, 3 1 7 ' d e (930) Mekke'ye girip çok sayıda hacıyı katl e d e r e k Hacerülesved'i yanlarında götürmüşlerdi. Bedeviler ise çeşitli hediyelerle



fonksiyonu önemini korumaktadır.



gönülleri alınmadığı veya kafileler askerî



Kur'ân-ı K e r î m ' d e İslâmiyet'in bütün



Tarihçe. Hac Mekke'nin f e t h i n d e n ön-



birliklerle korunmadığı sürece saldırıyor



dinlere galip g e l m e s i amacıyla insanlığa



ce farz kılınmakla birlikte müşriklerle iliş-



v e malları g a s b e d i p hacıları öldürüyorlar-



gönderildiği ifade e d i l m e k t e d i r (el-Feth



kilerin iyi olmaması sebebiyle müslüman-



dı; 8 5 8 ' d e ise (1454) Batı Afrika'dan g e -



48/28). H e m e n



mensup



lar ancak f e t i h t e n sonra hacca gidebildi-



len bütün hacı adaylarını rehin almışlar-



olan, fizyonomileri, psikolojik y e t e n e k l e -



ler. Hz. Peygamber'in katılmadığı bu hac-



dı. Bu saldırılar bazan idare tarafından



ri, sosyal konumları v e c o ğ r a f î bölgeleri



da müslümanların yanında Arabistan'ın



verilen rüşvetlerle savuşturulur, hacılar-



farklı bulunan



bütün ırklara



katıldığı



çeşitli bölgelerinden g e l e n müşrikler d e



dan da güvenlikleri için sabit bir miktar



hac ibadeti günlerinde M e k k e v e Medi-



birçok insanın



vardı. Hz. P e y g a m b e r fetih yılında bir hac



para alınırdı. Hacılar M e k k e ' d e d e hırsız-



ne'yi dolduran kalabalıkları



seyretmek,



emîri tayin e t m e m i ş , Mekke Valisi A t t â b



lık v e cinayet gibi tehlikelerle karşı karşı-



bu s a y e d e birlik içinde çokluğun v e çok-



b. Esîd bu görevi yerine getirmiştir. Fethi



ya kalabiliyorlardı; ayrıca hac emirleriyle



luk içinde birliğin tecellilerine muttali ol-



takip eden yıl Hz. Ebû Bekir hac emîri ola-



M e k k e şerifleri arasındaki anlaşmazlık-



mak, g e r ç e k t e n İslâm'ın a z a m e t v e m ü -



rak görevlendirilmiş v e müşriklerin M e s -



lar onlar için tehlike teşkil edebiliyordu.



kemmeliyetini m ü ş a h e d e e t m e sonucu-



cid-i Harâm'a yaklaşamayacağı



(et-Tevbe



nu doğurmaktadır.



Bundan dolayı bütün İslâm ülkelerinden



9/28), kadın veya erkek hiç kimsenin çıp-



her yıl hacca gidildiği s ö y l e n e m e z ; bazan



Hac sırasında dünyanın her t a r a f ı n d a n



lak tavaf yapamayacağı gibi hususları teb-



Irak v e Suriye, bazan da Mısır hacı aday-



K â b e ' y e g e l e n müslümanlar, aralarında



liğ e t m e k vazifesi ise Hz. Ali'ye verilmiş-



ları bundan m a h r u m kalmışlardır. A b b â -



ö n c e d e n yapılmış herhangi bir anlaşma



tir. Hicretin 10. yılında hac görevini ifa



sî halifeleri, hacıların yol güvenliğini s a ğ -



olmaksızın aynı fiilleri aynı şekilde ger-



e d e n Resûl-i E k r e m ' d e n sonra g e l e n ha-



lamak için büyük organizasyonlar kurmuş-



çekleştirirler. Böylece müslümanlar, bir-



life v e hükümdarlar da ya bizzat kendile-



lardır. Horasan'dan v e diğer uzak yerler-



birlerinden habersiz olarak aynı ideallere



ri hacca g i t m e k yahut e m î r tayin e t m e k



den gelen hacı adayları şevval ayında Bağ-



yönelik bir g a y r e t içinde bulunduklarını



suretiyle hac kafilelerinin bu vecîbeyi hu-



dat'ta toplanır v e burada düzenlenen bir



f a r k e d e r l e r ; bu arada kendileri dışında



zur içinde yerine getirmelerini sağlamış-



t ö r e n l e yola çıkan kafileyi bir askerî birlik



milyonlarca insanın aynı amacı paylaş-



lardır. Hz. Ebû Bekir v e Hz. Ömer, halife-



korurdu. Kafileler Küfe, N e c e f , Kâdisiye



tığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın



liklerinin ilk yılında hac emîri tayin e d i p



gibi e t r a f ı hurmalıklarla çevrili y e r l e r e v e



neresinde yaşarlarsa yaşasınlar,



bütün



ertesi yıl b i z z a t hacca gitmişler, Hz. Os-



büyük şehirlere uğrar, Fırat nehrini sallar-



müslümanların aynı d e ğ e r l e r e sahip ol-



m a n halifeliğinin ilk v e son yılları hariç



dan yapılmış bir köprü üzerinden g e ç e -



dukları v e bu değerlerin kendileri için or-



her yıl haccetmiş, Hz. Ali ise iç karışıklık-



rek Arabistan çölüne iner, sonra Necid



t a k bir z e m i n oluşturduğu g e r ç e ğ i n i or-



lar sebebiyle hilâfet yıllan içinde buna hiç



yaylalarını g e ç i p Hicaz dağları istikame-



taya koyar. Hacca giden m ü s l ü m a n bir



firsat bulamamıştır. Muâviye, ilki 4 4 (665)



t i n d e yol alırdı. Hârûnürreşîd'in



ailenin f e r d i , bir köyün, bir kasabanın ve-



yılında o l m a k ü z e r e birkaç d e f a , Abdül-



Zübeyde



ya bir şehrin sakini v e bir devletin vatan-



melik b. M e r v â n 7 5 ' t e (695), I. Velîd 91



Bağdat-Mekke



daşı olarak ülkesinden ayrılır, bir ü m m e -



(710) v e 9 5 ' t e (714), Süleyman b. Abdül-



yol daha sonra Nizâmülmülk v e Adudüd-



tin f e r d i olarak m e m l e k e t i n e döner.



melik 9 7 ' d e (716), Hişâm b. A b d ü l m e l i k



devle tarafından da tamir ettirilmiştir. Yol



3



milyon



dinar



karısı



harcayarak



yolunu yaptırmıştı;



bu



399



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB boyunca inşa ettirilen büyük su d e p o l a n



örnek olmuştur. Afrika'nın



m ü s t a h k e m kalelerdeki askerlerin g ö z e -



da bu ibadeti yerine g e t i r e n hükümdar-



timi



atlı



lar vardır. Doğu Afrika sahillerinde bulu-



refakatinde halifenin mü-



nan Kilve'nin üç sultanı. Hasan b. Süley-



altındaydı.



muhafızların



Kervanın



başında



doğusunda



messili yer alır, bunu hacı grupları takip



m a n , Tâlût b. Hüseyin v e Hüseyin b. Sü-



ederdi. Eşraf, zengin tüccarlar, asil ka-



leyman bunlar arasında yer alır. Hârûnür-



dınlar lüks tahtırevanlarla giderlerdi. Ge-



reşîd'in annesi Hayzürân, karısı Zübey-



celeri esirler tarafından taşman m e ş a l e -



d e , Nâsırüddin b. Hamdân'ın kızı Cemîîe,



lerle çöl yıldızlı bir gökyüzünü andırırdı.



Nûreddin M a h m u d Zengî'nin karısı ile İl-



Hac kafilesi suyun bulunduğu y e r l e r d e



hanlı Hükümdarı Abaka Han'ın kızı da



konaklardı. Konak y e r l e r i n d e genellikle



hacca giden m e ş h u r kadınlardan bazı-



kervanın g e ç e c e ğ i günleri bilen bedeviler



larıdır. Endülüs E m e v î hükümdarları ise



tarafından koyun, hurma, y a ğ v e m e y v e



devamlı şekilde hıristiyanlarla savaş ha-



satılan küçük pazarlar



kurulurdu. 1004



linde oldukları için kendileri hacca git-



yılında hacılar susuzluktan ölüm tehlikesi



medikleri gibi halka da izin v e r m e d i l e r ;



atlatmışlar, 1 0 1 1 ' d e d e bir bardak su



âlimler d e cihadın hacdan daha büyük



2 0 0 d i r h e m e satılmıştı. 1 0 1 2 ' d e ise Kar-



ö n e m taşıdığını, böyle bir z a m a n d a altı-



matîler sarnıçları tahrip edip



kuyuları



nın yurt dışına çıkarılmasının uygun olma-



doldurdukları için 1500 kişi susuzluktan



dığını söylediler; bu s e b e p l e çok az sayı-



ta'ü yecibü en tuşahhaha fı't-târih : Cezîretü'l-cArab, Kahire 1409/1989, II, tür.yer.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü'l-idâriyye (Özel), I, 147, 154, 192, 193, 309; 11, 75, 141, 261; III, 117-118, 230; Ebü'l-Hasan Ali en-Nedvî, Rahmet Peygamberi (trc. Abdülkerim Özaydın), İstanbul 1992, s. 359-366; Mehmet Apaydın, Resûlullah'ın Günlüğü, İstanbul 1995, s. 137; Suraiya Faroqhi, Hacılar ue Sultanlar: 15171638 (trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995; Aly Mazaherî, "Ortaçağ'da Mescitler, Ramazan ve Hac" (trc. Bahriye Üçok), ACIİFD, X (1962), s. 8289; İsmail Cerrahoğlu, "Kur'ân-ı Kerîm'de Hac", Diyanet Dergisi, IX/102-103, Ankara 1970, s. 361-371; Bedri Muhammed Rehd, "Târîhu ümerâTl-hac", el-Meurid, IX/4, Bağdad 1981, s. 179-210; H. Möhring, "Mekkawallfahrten orientalischer und afrikanischer Herrscher im Mittelalter", Oriens, XXXIV, Leiden 1994, s. 314-329. E



ABDÜLKERİM ÖZAYDIN



ölmüştü; 1014'te susuzluktan v e sıcak-



da Endülüslü haccedebilmiştir. Bu bilgi-



Osmanlı D ö n e m i . Osmanlılar, 1 5 1 7 ' d e



t a n ölenlerin sayısı d a h a da f a z l a y d ı .



lerin ışığında Hârûnürreşîd'den sonra Mı-



Hicaz'ın yönetimini M e m l ü k l e r ' d e n dev-



B a ğ d a t ' a d ö n ü ş t e hacılar bizzat halife-



sır, Suriye v e Irak gibi A r a p yarımadasına



ralmakla bütün İslâm dünyasını ilgilen-



nin katıldığı büyük bir t ö r e n l e karşıla-



k o m ş u ülkelerin hükümdarlarının istis-



diren hac organizasyonunun sorumlulu-



nırdı.



naî olarak hac farizasını yerine getirdik-



ğunu da yüklenmiş oldular. Başşehir İs-



leri söylenebilir. Afrika'daki bazı hüküm-



tanbul Haremeyn'e çok uzak, fakat deniz



Hârûnürreşîd'den sonra da hacca gitm e y e niyet edip bunu açıklayan, fakat gid e m e y e n hükümdarların yanında bu farizayı yerine getirebilen hükümdar ve emir-



darlar hariç hiçbir hükümdar yabancı ül-



ve karayoluyla bağlantılı idi; bu bağlantıda



ke topraklarından g e ç e r e k hacca g i t m e -



resmî Şam v e Kahire güzergâhları ön pla-



miştir.



na çıkıyordu. İstanbul-Kahire hattında de-



ler d e vardır. Meselâ Ağlebîler'den II. İb-



Ortaçağ'da hac birçok âlim v e edibin



râhim, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey v e Se-



m e s l e k hayatlarının başlangıcını oluştur-



lâhaddîn-i



gideceklerini



muştur. V (XI) v e VI. (XII.) yüzyıllarda Nî-



ilân ettikleri halde çeşitli s e b e p l e r l e bu-



şâbur'da genellikle m ü d e r r i s v e kadılar



na m u v a f f a k olamadılar. Buna karşılık Su-



görevlerine başlamadan önce M e k k e ' y e



leyhîler'den Ali b. M u h a m m e d



Eyyûbî



hacca



455'te



giderlerdi. Bu kişiler için hac, İslâmî ilim-



(1063), Nûreddin M a h m u d Z e n g î 5 5 6 ' d a



lerin merkezini ziyaret e t m e k v e İslâm



(1161), Eyyûbîler'den



el-Melikü'l-Muaz-



hukuku veya hadis araştırmalarını yerin-



z a m îsâ 6 1 1 ' d e (1215), Resûlîler'den Ye-



d e s ü r d ü r m e k anlamına geliyor, m e m l e -



m e n meliki el-Melikü'l-Mansûr Nûreddin



ketlerine döndüklerinde d e kendilerine



Ömer 631'de (1234), Eyyûbîler'den Kerek



bir saygınlık kazandırıyordu.



hâkimi el-Melikü'n-Nâsır Selâhaddin Dâvûd 6 5 3 ' t e (1256) v e Eyyûbîler'in H a m a meliki meşhur âlim Ebü'l-Fidâ 703 (1304), 713 (1314) v e 719'da (1320) hacca gitmişlerdir. Kâbe'ye ilk d e f a mahmil v e örtü g ö n d e r e n (664/1266) M e m l û k Sultanı 1. Baybars da ava çıkar gibi görünerek Suriye'den M e k k e ' y e h a r e k e t e t m i ş v e hac görevini yerine getirip (1269) Kerek'e dönmüştür.



Muhammed



b.



Kalavun



712



(1313), 719 (1320) v e 732'de (1332), Sultan Kayıtbay da 884'te (1480) haccetmişlerdir. Kahire'de M e m l û k hâkimiyetinde yaşayan A b b â s î halifelerinden Hâkim-Biemrillâh Mısır'dan hacca giden (697/1298) ilk A b b â s î halifesidir. Y e m e n hükümdarlarından el-Melikü'l-Mücâhid Ali b. Resûl 7 4 2 (1342) v e 752'de (1352) hacca gitmiştir. Ayrıca Mali'nin ilk m ü s l ü m a n hükümdarı B a r m a n d a n a hac farizasını ifa e t m i ş v e kendisinden



sonraki



hükümdarlara



BIBLIYOGRAFYA : Harbî. Kitâbü'l-Menâsik ue emâkini turukilhac ue me'âlimi'l-Cezire (nşr. Hamed el-Câsir), Riyad 1401/1981; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 84; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, I-XII, tür.yer.; İbn Kayyim el-Cevziyye,Zâdü'l-me'âd, Beyrut 1973,1, 171-247; Fâsî, Şifâ* ü'l-ğarâm (nşr Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Beyrut 1405/1985, II, 449 vd.; Makrîzî, ez-Zehebü'l-mesbük fi zikri men hacce mine'l-fıulefâ'i ue'l-mülûk (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire 1955; Şâmî, Sübülü'l-hüdâ ue'r-reşâd (nşr. Mustafa Abdülvâhid v.dğr.), Kahire 1410/1990,1, 163-247; İbrahim Rifat Paşa, Mifâtü'l-Haremeyn, II, 295-308; M. M. Ahsan, Social Life Under the Abbasids, London 1979, s. 279-282; Ahmed er-Reşîdî, Hüsnü'şşafâ ue'l-ibtihâc bi-zikri men uülliye imârete'lhâc (nşr. Leylâ Abdüllatîf Ahmed), Kahire 1980; Ahmed Ömer ez-Zeylaî, Mekke ue'alâkâtühe'lhâriciyye: 301-487 h„ Riyad 1401/1981, s. 81151; Seyyid Abdülmecîd Bekir, el-Melâmihu'lcoğrâfiyye li-dürûbi'l-hac, Cidde 1401/1981; Buhûsü'l-mü'temeri'l-coğrâfiyyi'l-lslâmiyyi'leuuel, Riyad 1404/1984, V, 209-313; Cemal Abdülhâdî M. Mes'ûd - Vefâ M. Rifat Cum'a, Ah-



nizyolu ö n e m kazanırken Ş a m ' d a n itibaren g ü n e y e yönelen İstanbul-Mekke kervan yolu uzun olmakla birlikte elverişli bir g ü z e r g â h ı takip e d e r e k Hicaz'a ulaşıyordu. Bunlardan başka Y e m e n ' d e n başlayan diğer bir r e s m î hac yolu daha var idiyse d e hakkında yeterli bilgi yoktur. Basra'dan Hicaz'a d o ğ r u Arabistan yarımadasını d o ğ u d a n batıya aşan kervan yolu ise Osmanlılar'la Safevîler arasındaki siyasî ihtilâflardan dolayı p e k işlek d u r u m da değildi (aş. bk.). Bu arada M a ğ r i b ' d e n v e Arabistan yarımadasının çeşitli yerlerinden yola çıkan bazı hacı adayı grupları da herhangi bir r e s m î kervanın himayesi olmadan M e k k e ' y e kendi başlarına gidiyorlardı. Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra hacca deniz yoluyla gidip g e l m e k daha da kolaylaştı. Kızıldeniz üzerinden vapurla Cidde'ye g i d e n hacı adayları bir iki gün dinlendikten



sonra d e v e



veya



eşek kervanlarıyla Mekke'ye hareket ediyorlardı. II. A b d ü l h a m i d d ö n e m i n d e askerî nakliyatın yanı sıra hac yolculuğunu kolaylaştırmak



amacıyla



Hicaz



demir-



yolu yaptırılmışsa da 1 9 0 8 ' d e M e d i n e ' y e ulaşan hattın daha sonra M e k k e ' y e v e oradan da Cidde'ye kadar uzatılma planı, imparatorluğun dağılış sürecinde Türkler aleyhine kışkırtılan bedevilerin saldırıları yüzünden gerçekleştirilememiş, Medine'ye gelen trenler d e daha çok asker v e m ü h i m m a t taşımıştır.



400



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB Memlükler devrinde XV. yüzyılın başla-



ları ise sonlarda giderlerdi. Kervanın en



zira da iki deve ayrılmıştı. Padişah adına



rına kadar Kahire'den kalkan kervanların yeterince düzenli ve disiplinli olmayışı, özellikle dar geçitlerin aşılması sırasında



yetkili kişisi emîr-i hac idi; arkasından



sadakaların fakir hacı adaylarına dağıtıl-



kethüdâsı gelir, önemli kararlar ona da-



ması görevi başka bir nâzırın uhdesin-



nışılarak alınırdı. Ayrıca yolculuk sırasında



deydi. Bu nâzırla imam ve müezzinlere



büyük kargaşaya yol açıyordu. Hacı adaylarının artması sebebiyle 1400'lü yıllar-



askerlerin



güvenliğini



birer deve verilmişti. Şam kervanında



sağlayan bedevîlere yapılacak ödemeler-



ayrıca kendilerine beş deve tahsis edilen



dan itibaren sistemli bir yürüyüş zorunlu hale gelmişti. Ancak getirilen sistem, zenginlerin kervanın önünde veya ortaların-



den de o sorumluydu (bk. EMÎR-I HAC)



bir artçılar grubu ile padişahın hediyele-



Hac emîrinin ikinci önemli yardımcısı kâ-



rini Haremeyn halkına dağıtan başka bir



tibiydi. Hukukî davaların çözümlenmesi



da yani emin bir yerde, yoksulların ise tehlikeli olan sonlarda yolculuk etmelerini



emin ve bir subaşı bulunur, bu eminin



için de bir kadı ile yardımcıları bulunur-



dışındaki görevliler genellikle Şam eşra-



du.



fından seçilirdi.



öngörmekteydi. Kervanı korumakla yükümlü bulunan askerî birliğin kumandanı, Kahire'den beş menzil uzaklıktaki Ac~ rud'da görevini teslim alır, yolcuların yerlerini de o belirlerdi. Burada yorucu çöl



dışında



hacıların



Şam kervanı da Kahire kervanına ben-



İstanbul, Şam ve özellikle Kahire'de



zer durumdaydı; fakat bu kervan hak-



hacca gidiş ve dönüş sırasında halkın da



kında Memlûk dönemine ait ayrıntılı bil-



seyredebildiği çeşitli törenler yapılırdı.



gi yoktur. Ancak Osmanlı döneminde bel-



Kahire'deki törenler, burada on yıl kadar



yolculuğu başlamadan önce kervan büyüklüğüne göre katar denilen çok sayıda alt gruplara bölünür, en başa aşılacak çöl



gelerin yardımıyla yeni bilgilere ulaşıla-



kalmış olan Evliya Çelebi tarafından canlı



bilmektedir. Osmanlılar Memlûk modeli-



bir şekilde tasvir edilmiştir



ni takip ettikleri için eski uygulamaların



me, X, 422 vd ). Merasimin en önemli anı-



güzergâhını iyi bilen bedevî kılavuzlar yerleştirilir, onları sakalar ve ileri gelenlerle surre* takip ederdi. Mekke ve Medine halkına, ayrıca hacı adaylarına yardımcı olan bedevilere dağıtılmak üzere götürülen surreyi askerler korurdu; askerler arasında topçular da bulunur ve hemen surrenin yanında yol alırlardı. Kervan masraflarının karşılandığı diğer para sandığından, ok ve yaylarla silâhlanmış keskin nişancılar ve meşaleciler sorumluydular. Değerli mallar taşıyan tüccarlar genellikle hazinelerin yakınında, sıradan hacı aday-



sürdürülmüş olduğu düşünülebilir. Elde



nı, hac emîrinin genellikle askerî eğitim



edilen bilgilere göre, bu hac kervanında



ve resmigeçitler için kullanılan Karamey-



(Seyahatna-



görevli devlet memurlarına develer tah-



dan'a gelmesi oluştururdu. Bu sırada



sis edilir, bunların sayısı kişinin rütbesine



mehter çalar, yeniçerilerle diğer asker-



göre değişirdi; meselâ 1046 (1637) yılın-



ler kumandanları selâmlar ve hac emîri



da emîr-i hacca sekiz, kethüdâsına iki



Mısır valisini ziyaret ederdi. Daha sonra



deve verilmişti. Asker ve memurların bi-



hac yolculuğu için götürülecek toplar mey-



nek hayvanlarının bakımından mîrâhur,



dana getirilir, bu arada sancak-ı şerifle



malî işlerden bir eminle yardımcısı ve



mahmil-i şerif bir deve üzerinde dolaş-



levazımdan yine bir eminle iki yardım-



tırılırdı. Resmî konuklar huzurunda vali



cısı sorumluydu. Hukukî meseleleri kadı



hac emîrine yolculukta kendisine gere-



ile nâzır karara bağlardı. Bir kâtibi bu-



kecek para ile bedevîlere ve Haremeyn



lunan ve görevleri tam bilinmeyen nâ-



halkına dağıtılacak surreyi alıp almadığını sorar, o da, "Bir habbe ve cübbe kalmadı" diyerek eksiksiz teslim aldığını bildirirdi. Mısır valisi bu konuşmaları bir kadıya tescil ettirdikten sonra besmele



Harlrî'nin el-Makamât vr. 94', 95*)



adlı eserinde hac kervanını gösteren minyatürlü İki sayfa (Bibliotheque Nationale, MS, A, nr. 5 8 4 7 ,



ile yerinden kalkarak mahmil devesini tekbirle meydanda dolaştırır, bu sırada askerler yüksek sesle gülbank çekerlerdi. Vali, mahmili hacı adaylarının sağ salim gidip gelmeleri temennisiyle hac emîrine teslim eder, deveyi bir defa da onun dolaştırmasından sonra kervan yola çıkardı. Kervanın uğurlanışı sırasında yapılan törenler hacıların uzun bir süre ayrı kalacakları, belki de hiç dönmeyecekleri memleketleriyle olan bağlarını vurgulamakta, ayrılığın zorluğunu nisbeten hafifletmekteydi. Kervan hacı adaylarının alışverişi için Müzeyrib menzilinde uzunca bir süre kalır, böylece hem gecikenlerin kervana katılmaları sağlanır hem de unutulan eşyalar yolculara ulaştırılabilirdi. Fakat asıl alışveriş, uğurlama töreninden önce 23 Şevval günü Kahire'de kurulan pazarda yapılmış olurdu. Sultan Baybars zamanından (1260-1277) beri uyulan bir geleneğe göre bu tarihten beş on gün önceden kira ile tutulan dükkânlarda giyecek, yiyecek ve içecek satılırdı.



401



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB Hacı adaylarının hac farizasını rahat



susunda yolsuzluk yapılması her zaman



bir şekilde eda ettiklerine dair merkeze



mümkündü. XVII. yüzyıldan itibaren dev-



lında orada 80.000 erkek, 2000 kadın ve 1000 de çocuk bulunduğundan söz eder.



müjdecibaşılar geldiği gibi zaman zaman



letin hazinesi büyük hediyelere elverme-



Ancak Mekke'deki bu mevcutlara sadece



Mekke şerifi de hacıların hac farizasını ra-



diğinden kervandaki yüksek rütbeli ricâle



Kahire ve Şam kervaniarıyla gelen hacı-



hatlıkla yerine getirdiğini beyan eden bir



bu tür ihsanlar yapılmaz olmuştu. Dönüş



lar değil değişik yollardan gelen Hint, Af-



mektup yollardı (Emecen, TED, sy. 14, s.



yolculuğunda hac emîrinin isteği üzerine



gan, Afrikalı hatta Uzakdoğulu hacılar da



111). Hacılar dönüşlerinde yine büyük tö-



destek kervanları tarafından yiyecek, yem



dahildi; ayrıca Medineli, özellikle de Mek-



renlerle karşılanırlardı. Evliya Çelebi buna



ve binek hayvanı temin edilir, hacılar da



keliler'in varlığı unutulmamalıdır.



da şahit olmuş ve gördüklerini aynı canlı



bunları kendi paralarıyla satın alırlardı.



üslûbuyla anlatmıştır (Seyahatname, X,



XVI. yüzyılda Şam destek kervanlarına



tuğu "rûznâmçe" adlı kayıtlardan yap-



442 vd.). Hac emîri, Kahire'den önceki



"istikbâl", mensuplarına ise "karşıcı" de-



tıkları günlük işler hakkında bilgi edinile-



son menzilde karşılamaya gelenlerle as-



nilmekteydi. Şam defterdarına, kervana



bilmektedir. 1001 (1593) tarihli rûznâm-



kerî yetkililer için bir ziyafet verir, ayrıca



erzak tedariki hususunda m e r k e z e sor-



çede her harcama için emri veren yetkili-



burada havai fişek gösterileri yapılırdı.



maksızın fazladan para harcama yetkisi



nin görevi kayıtlıdır. Kervan görevlileri ara-



Ertesi gün merasimle şehre girilir ve bu



verilmişti.



sında genellikle para yerine mühürlü kâ-



Hac kervanının malî yöneticilerinin tut-



Yorgun hacılar dönüş yolunda hırsızla-



ğıt parçalarının dolaştığı anlaşılmakta-



en önde olurdu. Valinin askerleri Nâsır-



rın ve yağmacı bedevilerin tehdidi altın-



dır. Kervana mal taşıyan bazı kimseler de



kapısf nm önünde hacıların dönüşünü bek-



da bulunuyordu; bu bakımdan muhafız-



kadının tasdiki bulunan bir belgeyi yanla-



lerdi. Mahmili vali bizzat karşılar ve ör-



ların onlara karşı dikkatli olması gerekir-



rında getiriyorlardı. Herhangi bir yolsuz-



tüsünü öper, hac emîrini de kaftanla tal-



di. Yolculukta bir başka önemli meseleyi



luk durumunda hac kervanının hesapla-



tif ederdi. O g e c e mevlid okutulurdu.



de ölen hacıların metrükâtı teşkil etmek-



rını bizzat padişah kontrol eder, böyle bir



teydi. Ölen kişinin mirasçısının bulunma-



şey ispatlanırsa sorumlu m e m u r d a n za-



sırada kafiledeki ileri gelenlerle mahmil



Genelde her hacı adayı kendi ihtiyacını kendisi karşılamakla yükümlü iken durumu iyi olmayanların bakımını hac emîrinin adamları üstlenirdi; ayrıca asker ve memurların ihtiyaçları da devlet tarafından karşılanırdı. Bunun için Kiler-i Hâss-ı Hacc-ı Şerîf adıyla bir büro kurulmuştu



ması metrükâtına el konulmasına yol



rarı karşılaması istenirdi. Yolculuk sıra-



açıyordu. Zaman zaman gelen şikâyet-



sında yapılması gereken ek harcamalar



ler üzerine, hacıların vasiyetle mülkünün



sebebiyle bazan kervanın nakit parası bi-



sorumluluğunu üstlenecek bir vekil bı-



ter, bu durumda yeni harcamalar hacı-



rakmalarına izin verilmişti. Eğer hacı bir



lardan ve tüccardan tahsil edilir, bazan



vekil bırakmadan ölmüşse Mısır kerva-



da tüccardan borç alınırdı; 1067 (1657) yı-



nında mülkü hazineye kalıyor, Şam ker-



lında borçlar 23.000 e s e d î * y e ulaşmıştı.



v e 1047 (1638) yılında bu iş için 100 deve



vanında ise mülkünün sorumluluğunu ay-



tahsis edilmişti. Hac kervanları, bazan



nı köy veya kasabadan bir hemşehrisi üst-



yabancı müslüman hükümdarların yar-



leniyordu; ancak böyle biri yoksa mülk yi-



dım etmesine rağmen sık sık su sıkıntısı



ne hazineye kalıyordu. Bununla birlikte



çekerdi. Dönüş yolculuğu için gereken yi-



zaman zaman hazine memurlarının vâki



yecek, mola yerlerini korumak amacıyla



olabilecek suistimaliyle



yapılmış çöl kalelerinde saklanırdı. Ancak



için hacıların arkadaşlarını gizlice defnet-



böyle yerler her zaman yağmacı bedevi-



tikleri de oluyordu.



lerin tehdidi altındaydı. XVI. yüzyılın so-



karşılaşmamak



Kervan yönetiminin karşılaştığı önemli güçlüklerin başında yeterli sayıda deve bulabilme meselesi gelirdi. Yolun uzunluğu çok sayıda deveyi gerektirmekteydi. Sadece resmî görevliler için 600'den fazla deveye ihtiyaç vardı. Hacı adayları ve tüccarlar develerini kendileri temin ederlerdi. Şam kafilesine katılacak de-



Osmanlı döneminde hacı adaylarının



veler genellikle bedevilerden sağlanırdı.



sayımı yapılmadığından bu hususta ke-



Ancak kabileler arasındaki çatışmalar işi



sin bir şey söylemek güçse de bazı hacı-



tehlikeye düşürebilir, bu durumda



ların ve seyyahların verdikleri bilgilere da-



devlet kendi resmî develerini kiralama



yanarak birtakım rakamlar ileri sürmek



yerine satın alma yoluna gidebilirdi. 111.



mümkündür. Cezerî, 1279'da Kahire ve



yordu. Her mola yerinde fakir ve güçsüz-



Murad zamanında (1574-1595) Şam hac



Şam kervanlarında 40.000'er, XIV. yüz-



ler için özel çadırlar kurulur v e padişah



kervanına deve tedariki için bir vakıf ku-



yılda yaşayan Veronalı Jacobo, çölde rast-



adına sıcak y e m e k çıkarılırdı. Ayrıca yok-



rulmuş ve 600 kadar deve bağışlanmış-



ladığı bir hac kervanında yaklaşık 17.000



sa da Şam eyaleti maliyesi, bu durumun



nunda Şam kervanında fakir hacı adaylarına altmış deve ayrılmıştı; bunların yirmisi başta peksimet olmak üzere yiyecekleri, kalanlar da âcil durumlarda güçsüz hacı adaylarını taşımakta kullanılı-



da



sullara zaman zaman nakit para veya gi-



kişi bulunduğunu yazmakta, 1580 yılma



hayvanlara bakmak için gerekli paranın



yecek vb. verilir, ölenleri de kefenlenerek



ait anonim bir eserde d e yalnızca Mısır



uzun süre bağlanmasına yol açacağını



defnedilirdi. Fakir hacılara yapılan yar-



kervanında 50.000 kişinin mevcut oldu-



öne sürerek karşı çıkmış, vakfın ömrü de



dımlar genellikle bu iş için kurulmuş va-



ğu kaydedilmektedir. Bu yüzyıllarda hac



pek uzun olmamıştı. Deve sahipleri için



kıflardan sağlanırdı. Meselâ Memlûk Sul-



kervanlarındaki deve sayısının ise 11.000



devletten çok sivil müşteriler cazipti. XVI.



tanı Kansu Gavri'nin (1501-1516) bu amaç-



ile 64.000 arasında değiştiği anlaşılmak-



yüzyılda devlet para yerine timar, zeâ-



la kurduğu vakıf 1580'li yıllarda dahi faa-



tadır. Ancak bazı zengin hacıların yanında birden fazla deve bulunabileceğinden



m e t gibi dirlik teklifi yapmış, fakat bu



liyetini sürdürmekte ve fakirlere düzenli olarak on iki yük peksimet temin etmek-



hayvan sayısına bakarak hacı sayısını be-



teydi. Ancak merkezî hükümet, muhte-



lirlemek mümkün değildir. Adı bilinme-



mel suistimalleri önlemek amacıyla bu



yen Portekizli bir müellife g ö r e XVI. yüz-



tür kuruluşları sürekli kontrol e t m e k zorundaydı. Özellikle yüksek rütbeli devlet ricâline tahsis edilen binek hayvanları hu-



yıl sonlarında Arafat'ta 200.000 insan, 300.000 de hayvan vardı. Mekke'yi ziyaret eden İspanyalı bir müslüman 1807 yı-



pek kabul görmemişti. Deve sahipleri kira ücretlerini genellikle peşin alırlardı, ancak bu onların daha sonra borç adı altında başka para almalarına engel olmazdı; bununla birlikte yine d e çok d e f a umdukları kazancı elde edemezlerdi. Karşılaştıkları en büyük tehlike ise bu uzun



402



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB yolculukta hayvanlarının ölmesiydi; zira



bulunmuşlardı. Bunlardan özellikle Şam



ölen hayvanın yerine yenisinin sağlan-



kervanının



sırasında



ları padişahın hâkimiyetini de meşrülaş-



ması gerekiyordu. Deve sahipleri ayrıca,



(1757) gerçekleştirilen sonuncusu pek çok



tırırdı. Hac kervanına yapılmış ve karşılı-



resmî görevlilere e m a n e t ettikleri hay-



hacının hayatına mal olmuştu.



ğını bulmamış her saldırı, hükümdarın



dönüş yolculuğu



di. Hacıların güvenli bir yolculuk yapma-



vanlara devletin yük sınırını belirtmesine



Hac kervanının güvenliği için güzer-



hacıların hâmisi olduğu gerçeğini tehli-



rağmen aşırı yükleme yapıldığından ve on-



gâhta bulunan bedevilerden de faydala-



keye düşürebilirdi. Onun için h ü k ü m e t



lara kötü davranıldığından yakınırlardı.



nılır ve onlara yaptıkları yardımlar, kafi-



kuvvetleri de bedevîlere şiddetle karşılık



Bu durumda işe yaramaz hale gelen de-



leye getirdikleri su ve yiyecekler için res-



vermekten geri durmazdı. Ancak 1800'lü



venin bedeli yine sahibinden



istenirdi.



mî ö d e m e (surre) yapılırdı. Ancak zama-



yıllarda çıkan Vehhâbîlik hareketi sırasın-



XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir devenin



nında gerçekleştirilmeyen veya yetersiz



da hac yollan çok daha ciddi biçimde teh-



fiyatı 60-70 altındı. Bazı deve sahipleri



kalan ödemeler bedevîlerin kervana sal-



likeye düşmüş, hatta bazan kapanmış-



hayvanlarını resmî görevlilere



vermek



dırmasına yol açabilirdi. Dolayısıyla bu işe



tır.



istemeyince buna zorlanırlardı ve onlar



ödenek ayrılmasını, alınan hizmetin kar-



da develerini v e r m e m e k için hac emîrine



Hem dinî hem de siyasî bakımdan böy-



şılığını vermek kadar kervanı bedevî sal-



rüşvet dahi teklif ederlerdi. Hacılar baş-



lesine hayatî önem taşıyan hac güvenliği



dırılarından korumanın bir yolu olarak da



konusu,



ta kervan kumandanı olmak üzere dev-



değerlendirmek mümkündür. Şam ve Mı-



savaşlarının dağdağasında bile ihmal edil-



1683-1699 Osmanlı-Avusturya



let görevlilerinden her zaman şikâyet et-



sır eyaletlerinin malî kayıtlarından hac ker-



memiş, Haremeyn'e yapılan harcamalar-



m e hakkına sahiptiler; fakat g e n e l d e bu-



vanlarına yapılan resmî harcamalara dair



da kesintiye gidilmemiştir. Hac emîri ken-



nun pek yararı olmazdı.



bilgi edinilebilmektedir. Ancak çok geniş



disine ayrılan parayla çeşitli mallar satın



Yavuz Sultan Seiim'den itibaren "hâdi-



topraklara yayılmış Osmanlı Devleti'nin



almak zorundaydı ve bundan m u h t e m e -



mü'l-Haremeyn" unvanını alan Osmanlı



değişik kesimlerinde farklı sikkeler kul-



len büyük kârı olurdu. Bununla birlikte



padişahlarının önemli görev ve sorumlu-



lanılması, pratik amaçlarla hazırlanan ve



gerçek nakliye harcamalarının da az ol-



luklarından biri, Suriye ve Arabistan çöl-



bazan bütçe olarak da adlandırılan kayıt-



madığı g ö z ardı edilmemelidir. Zira çöl-



lerini aşarak yaptıkları uzun yolculukta ha-



lardaki harcamalar hakkında kesin hük-



deki uzun yolculuk sırasında pek çok deve



cıların güvenliğini sağlamaktı. Yemenli ve



m e varılmasını engellemektedir. Bunun-



ölmekte, yerlerine yenilerinin sağlanması



Basralı hacılar, Osmanlı hükümetinin de-



la birlikte bu verilere dayanarak 1596 -



gerekmekteydi. Gemi kazaları da sık oluyordu ve tamamen ormansız bir yerde ge-



netiminden çok uzak bölgelerden g e ç e -



1615 yılları arasında Mısır eyalet bütçe-



rek yolculuk ederlerdi. Hacıların güven-



sinden yılda bedevîlere 5100-5800, Şam



mi inşası çok pahalıya çıkıyordu. Hac için



liğinin sağlanması, sadece büyük askerî



eyalet bütçesinden ise 9057-11678 altın



yılda yaklaşık 300.000 ile 385.000 altın



birlikler bulundurmakla mümkün olabili-



arasında ö d e m e yapıldığı tesbit edilmiş-



yordu. Hac kervanlarına ya bir yeniçeri bö-



tir (Faroqhi, Hacılar



lüğü veya timarlı sipahi birliği eşlik eder-



61). Bedevîlere surre ödemelerinin mik-



di. Askerlerin kullandığı silâhlar arasında



tarını, çölün yanı sıra Mısır ve Suriye'nin



yer alan ve fazla büyük olmayan toplar



ekilebilir bölgelerindeki siyasî durum da



at veya develerle taşınırdı. Bedevîlerin



etkilerdi. Ancak asıl miktar yapılan pazar-



en güçlü silâhı tüfekti; ateşli silâh taşı-



lıklar sonunda ortaya çıkardı. Devlet adına



maları yasaklanmış



rağmen



pazarlığı Mısır ve Şam hac emirleri yapar,



olmasına



ue Sultanlar,



s. 60-



bunları kaçak olarak Avrupa devletlerine



bedevîleri ise Mekke şerifleriyle sıkı iliş-



sattıkları tahıl karşılığında temin eder-



kisi bulunan kabile reisleri temsil eder-



lerdi. Kanünî Sultan Süleyman devrinin



lerdi. Bu pazarlıklar bazan çok çetin olur,



sonlarında Şam kervanına yaklaşık 150 ye-



hac emîri bedevî ailelerinden rehineler



niçeriyle 100 sipahi refakat ediyor ve teh-



alabilir, herhangi bir çatışma çıkarsa bun-



likeli durumlarda bu sayı arttırılabiliyor-



ları öldürtebilirdi. Kervanın güvenliğini



du. Bu askerlerin disiplin altında tutula-



sağlamayı taahhüt eden bedevilerin, özel-



bilmesi bazan problem teşkil ederdi; çün-



likle surrenin zamanında ödenmediği dö-



kü yollarda, özellikle kervana yiyecek t e -



nemlerde sözlerinden döndükleri de olur-



dariki sırasında gelirlerini arttırmaya ça-



du. Böyle durumlarda hac emîri İstan-



arasında harcama yapılıyordu. Bu rakamlar, büyük savaşlar sırasında yapılan harcamaların yarısı veya üçte ikisi demekti. Halbuki Haremeyn ve civarındaki bölgeler, Cidde gümrük gelirlerinin şeriflere tahsis edilmeyen cüzi kısmı dışında Osmanlı hazinesine hiç gelir sağlamamaktaydı. Buna rağmen padişahlar v e Dîvân-ı Hümâyun üyeleri Haremeyn'le ilgili harcamaların kısıtlanması yolunda teklifte dahi bulunmamışlardır. Hac için yapılan devlet harcamalarının yaklaşık üçte biri Mısır kaynaklarından sağlanırdı. Sadece XVII. yüzyıl sonlarındaki savaşlar sırasında hac bağlantılı harcamalarda kısıtlamaya gidildiği tesbit edilebilmektedir. Hatta 1683'ten sonra hac kervanlarının düzenli finansmanının n e r e d e y s e imkânsız hale geldiği olmuştur. XVIII. yüzyıl başların-



lışıyorlardı. En çok yaptıkları, erzak te-



bul'dan şiddetle tekdir edilirdi. Bazı bede-



miniyle görevli bedevîleri soymak veya ta-



vî liderleri, normal tahsisatları dışında



Osmanlı idarecileri hac güzergâhının de-



şıdıkları erzakı ucuza alıp yüksek fiyatla



hil'at ve çeşitli nişanlarla da ödüllendiri-



netimini yeniden sağlamaya giriştikleri



hacılara satmaktı. Mısır ve Şam askerleri



lirdi.



arasındaki rekabet de büyük karışıklığa yol açabiliyordu.



Çöldeki birçok konak yeri, kervanın su



da, uzun savaşların bitmesinden sonra



zaman, sadece hanların ve istihkâmların yeniden inşası değil Suriye'deki idarî ya-



XVII-XVIII. yüzyıllarda



ihtiyacını sağlayan kuyu ve sarnıçları ko-



pının dahi yeniden kurulması gerekmiş-



hac kafilesinin güvenliği için "çerde" adı



rumakla yükümlü küçük karargâhlar ta-



tir.



altında teşkil edilen özel bir hafif süvari



rafından savunulurdu. Özellikle kurak dö-



birliğinden faydalanılmış, XIX. yüzyılın ikin-



nemlerde bu çok önemli bir görevdi. Çün-



Önemli bir mesele de hacıların Mek-



ci yarısından itibaren ise güvenlik hizme-



kü bedeviler de bu sulara sahip çıkarlar,



ke'de kalacağı yerlerin hazırlanmasıydı.



ti Şam'daki düzenli orduyla sağlanmıştır.



hatta bu yüzden çatışmalar meydana ge-



Genellikle en fakir bir hacı adayının bile



Bedeviler 1630, 1670 ve 1750'li yıllarda



lirdi. Osmanlı m e r k e z î idaresinin onayı



hanlardan birine yerleştirilmesi lâzımdı.



hac kervanlarına çok şiddetli saldırılarda



alınmadan yeni çöl kaleleri inşa edilemez-



1556 yılında, geceyi dışarıda veya Mes-



403



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB cid-i Harâm müştemilâtında



geçirecek



Kutsal toprakları ellerinde tutan Os-



Bâbür Şah, Kuzey Hindistan'da kontro-



hacı adayları için bir barınak ve güçsüz



manlı padişahları, s a d e c e kendi ülkele-



lü eline aldıktan sonra Hicaz işlerine yakın ilgi göstermeye başladı. Onun oğlu Hü-



kimselerin



kirletme-



rinden değil Batı Afrika'dan Çin'e ve Uzak-



meleri için de yakın bir y e r d e h a m a m ya-



Mescid-i



Harâm'ı



doğu adalarına kadar uzanan kesimden,



mâyun Şah Kanûnî Sultan Süleyman'a



pılması emredilmişti. Hac mevsiminde nü-



özellikle İran'dan ve Hindistan'daki Bâbür-



gönderdiği bir mektupta, Hicaz'da Os-



fusu birkaç kat artan Mekke'nin sokak-



lü imparatorluğunun topraklarından ge-



manlı padişahı ile buluşmak ve Safevî-



larının temizlenmesi de önemli bir prob-



len hacı adaylarının da bu ibadeti rahat



ler'e karşı ortak bir sefer başlatmak is-



lemdi. Çünkü zamanında kaldırılmayan



ve güvenlik içinde yapabilmelerini sağla-



tediğini yazmıştı. Hümâyun'un oğlu Ek-



birikmiş pisliklerin bir su baskınında şeh-



mak zorundaydı; nitekim bu konuyla il-



ber Şah önceleri hac işleriyle yakından il-



rin en alçak yerinde bulunan Mescid-i Ha-



gili pek çok padişah fermanı bulunmak-



gilenmiş, hatta fakir hacı adaylarının hazineden bir miktar para alabileceklerini



râm'a dolma tehlikesi vardı; nitekim 1577



tadır. Bununla birlikte, başta İran şahı ol-



yılında Mescid-i Harâm'da büyük bir te-



mak üzere bazı müslüman hükümdar-



ilân etmiş ve Mekke'de hacılar için bir han



mizliğin yapılması zorunlu olmuştu. Dî-



lar zaman zaman Mekke'de çıkan olayları



yaptırmışsa da (Evliya Çelebi, IX, 772-773)



vân-ı Hümâyun'dan gönderilen yazılarda



açıkça veya gizlice desteklerlerdi. Osman-



daha sonra İslâmiyet'ten sapınca hacla



lı Devleti'nin İran'la savaştığı yıllarda bu



ilgili görüşünü değiştirmiştir. İnançlı ol-



halkın çöplerini şehrin dışında bu iş için ayrılmış yerde toplamasının sağlanması istenmiştir. Osmanlı hükümeti, hac ibadetinin sağlıklı bir ortamda ve huşû içinde yapılabilmesi için büyük gayret gösterirken Mekke'de oturan İranlılar'ın akşamları Mescid-i Harâm avlusuna kadınları, çocukları, döşekleri ve beşikleriyle gelmeleri yöneticileri zor durumda bırakıyordu. Bu arada polisiye tedbirler alınması, özellikle Safâ ile Merve arasındaki gidiş gelişlerin halledilmesi gerekiyordu. Zira bu iki mevki arasındaki yol uzunca bir süreden beri bir ticaret sokağına dönüşmüştü v e satıcı tezgâhları yolu daraltıyordu. Osmanlı yetkilileri sadece yeni dükkân açılmasını yasaklayabilmişler, yolun yalnız hacı adaylarına tahsisi ancak XX.



ülke hacı adaylarının Osmanlı topraklarına girmesi yasaklanır, barış zamanlarında ise serbest bırakmakla beraber giriş çıkışları kontrol altında tutulurdu. Osmanlı olmayan, fakat belli bir toplumsal konumu bulunan hacı adaylarına ise işlerini kolaylaştırmak amacıyla yol emri verilir ve bu belgede, geçecekleri yerlerdeki yöneticilerden bu kişilere yardımcı olmaları istenirdi. Meselâ



1565'te İran



Şahı 1. Töhmasb'ın ve 1574'te Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah'ın zevcelerine böyle bir yol emri verilmişti. Başka ülkelerin sefâret heyetleri de resmî görevle hacca gittiklerinde yine yol emri gereğince bazı imtiyazlara sahip olurlardı. 979'da



(1572)



Hükü-



Özbek elçisinin Mekke'ye güven içinde



metin mücadele e t m e k zorunda olduğu



gidip gelebilmesi için gerekli tedbirler



bir başka husus da kurulan pazarlarda



alınmıştı.



yüzyılda



gerçekleştirilebilmiştir.



duğu yıllarda Mekke şerifini bağımsız bir hükümdar gibi görmesi ve iki zevcesinin Mekke'ye giderek uzun süre orada kalıp halka aşırı gösterişli sadaka dağıtması Osmanlı hükümetini kaygılandırmıştı. Hindistan'dan Mekke'ye son derece fakir kimseler de gelir, hatta bunların bir kısmı geri dönmezdi. Özellikle III. Murad zamanında Hintli hacıların gecelerini



Mescid-i



Harâm'da geçirmeleri, bazılarının da yakında bir mahalle oluşturmaları Osmanlı hükümetini zor durumda bırakmıştı. Çünkü o dönemde ele alınan şehir merkezinin yeniden inşa edilme tasarısı, Mescid-i Harâm'dan belli uzaklıktaki konutların yıkılmasını öngörüyor ve bu bölgeye Hintli hacıların mahallesi de giriyordu. Mahalleden yayılan pis kokunun Mescid-i Harâm'ı etkilemesini engellemek için onların şehrin uzak bir yerine nakledilmeleri



hacıların paralarını çalan yankesicilerdi.



Osmanlı padişahları, devlet merkezin-



gerekiyordu; ancak bu hususta neler ya-



Zorunlu ihtiyaçlar için gerekli olan paza-



den ve savaşlar sırasında Avusturya ile



pıldığı ve buna karşı nasıl tepki gösteril-



rın Mescid-i Harâm'dan uzak bir yere ku-



İran sınırlarından uzaklaşmamak için hac-



diği bilinmemektedir. Öte yandan Os-



rulması emredilmiş, ayrıca yiyecek ve çay,



ca gidememişlerdir; fakat hânedanın ka-



manlı Devleti, Hintli hacıların Mekke'ye



kahve gibi şeyler satan geçici dükkân-



dın üyeleri arasındaki hacıların sayısı ol-



gidiş ve dönüşlerinde Hindistan'ın batı



ların da yolları kapatmayacak şekilde açıl-



dukça fazladır



(Selânikî, II, 669). 980



kıyılarındaki bazı limanlarda hâkimiyet



ması için tedbirler alınmıştı. Böylece Os-



(1573) yılındaki hacda Osmanlı hânedanı



kurmuş olan Portekizliler'den yüklüce



manlı hükümeti, iyi düzenlenmiş bir hac



II. Selim'in kızı Şah Sultan'la temsil edil-



bir para verip yol izni almaları mecbu-



şehrinin oluşturulması amacıyla azamî ça-



mişti. Şam valisine v e hac emîrine gön-



riyetiyle de ilgilenmek zorunda kalmıştı.



bayı göstermiş v e şehrin alt yapısına kü-



derilen fermanda, sultan v e maiyetinin



Bu mecburiyete uyulmadığı takdirde ha-



çümsenmeyecek miktarda yatırım yap-



şeref misafiri oldukları bildirildiği halde



cı gemileri her an bir saldırıyla karşılaşa-



mıştır. Hac organizasyonunun bir uzan-



Şah Sultan'ın gerekli malzemenin ücreti-



bilirdi; onları korumak için bir donanma



tısı olarak Osmanlı döneminde Kâbe de



ni kendisinin ödemesi ilgi çekicidir. Os-



hazırlanması ise çok büyük bir masrafa



zaman zaman onarılmış, IV. Murad dö-



manlı tebaasından bazı hatırlı hacı aday-



bağlı idi. Bu s e b e p l e Hint mihraceleri



neminde (1623-1640) duvarları taş taş sö-



larının masrafları hazineden karşılanırdı.



XVI. yüzyılda padişahla iş birliği yapma



külerek orijinalitesine dokunulmadan ye-



Meselâ 1702 yılında hacca giden padişah



girişiminde bulunmuşlar, hatta bu mü-



niden inşa edilmiştir. Aynı şekilde Os-



imamı Sâlih Efendi'ye 15 kese akçeden



nasebetle hacıların korunmasına yönelik



manlılar Medine'de d e özellikle Mescid-i



başka arpalık olarak Manisa kazası tev-



olarak Osmanlı savaş gemilerinin Hint



NebevFde imar faaliyetlerinde bulunmuş-



cih edilmiş, Mısır'a gitmesi için de bir ge-



Okyanusu'na



lar, ayrıca irili ufaklı birçok cami, med-



mi sağlanması yönünde gümrük emini-



için Akdeniz'le Kızıldeniz'i birleştirecek



kolaylıkla



ulaşabilmeleri



rese vb. tesisler yapmış ve bunlar için



ne emir verilmişti (Defterdar Sarı Meh-



Süveyş Kanalı'nın açılması g ü n d e m e gel-



gelirleri yüksek vakıflar kurarak hacıların



med Paşa, s. 745-746). Mühimme ve ruûs



mişti. Ancak Kıbrıs için Venedik'le yapı-



dinî vecîbelerini kusursuz biçimde yerine



defterlerinde sıkça rastlanan kayıtlardan



lan savaşa öncelik verilmiş ve Hint Okya-



getirebilecekleri bir ortam oluşturmaya



devlet görevlilerinin hacca gitmesinin res-



nusu'ndaki Osmanlı varlığı asgari seviye-



çalışmışlardır.



mî izne bağlı olduğu anlaşılmaktadır.



de tutulmuştur.



404



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB Osmanlı idaresi daima, Şiî hacıların im-



İranlı hacılar M e k k e ' y e yaptıkları yol-



paratorluk topraklarında şah t a r a f t a r l a -



culuğu, N e c e f t e Hz. Ali'nin v e Kerbeiâ'-



rıyla ilişki kurmalarından kaygı duymuş-



da Hz. Hüseyin'in kabirlerini ziyaret e d e -



tur. Nitekim 976 (1568-69) yılında Doğu



rek tamamlarlardı. Irak'ta bulunan bu şe-



Anadolu'daki yetkililerden m e r k e z e , Mek-



hirlerin İran'a olan coğrafî yakınlığının da



ke'ye ziyaret izni verilen Safevî Veziri Ma'-



tesiriyle buralardaki İranlı sayısı genel-



s û m Sultan'ın bölgedeki Şiî tekkeleriyle



likle Mekke'dekinden daha fazla idi. XVI.



ilgilendiği v e dervişlere bazı g ö r e v l e r ver-



yüzyılda Osmanlılar'ın. İranlılar'ın N e c e f



m e y e uğraştığı haberinin g e l m e s i üzeri-



v e Kerbelâ'ya girmelerini e n g e l l e m e d e ba-



ne bu hacı adayının yağmacı bedevî kılığı-



şarılı olamadığı anlaşılmaktadır. Hatta Ka-



na girmiş kişilere öldürtüldüğü görülmek-



nünî Sultan Süleyman zamanında bazıla-



tedir (Kütükoğlu, s. 11-12). İranlılar için



rı ev, arazi satın alıp N e c e f v e Kerbelâ'ya



en uygun hac g ü z e r g â h ı B a ğ d a t ' t a n Bas-



yerleşmişlerdi; fakat daha sonra Osmanlı-



ra'ya v e oradan Hicaz'a giden yoldu. An-



İran savaşı çıkınca kaçmışlar, mülklerine



cak Osmanlı hükümeti İranlı hacıların res-



d e el konulmuştur. Barış d ö n e m l e r i n d e



mî Şam, Kahire v e Y e m e n güzergâhlarını kullanmalarını zorunlu tutmuş, Basra ileri gelenlerinin hac kervanı hazırlama isteklerini geri çevirmiştir. Basra yolunun kapatılmasında s a d e c e İranlı Şiîler'in değil Osmanlı Devleti'ne karşı Portekizliler'i destekleyen Basra, Lahsâ v e Bahreyn'deki



Safevî hükümdarları N e c e f ve Kerbelâ'daki türbeler yanında Haremeyn'e d e bağışlarda bulunmuşlar, ancak Osmanlı padişahları da a r m a ğ a n gönderdiklerinden yapılan bağışlar bazan r e k a b e t e v e sürt ü ş m e l e r e s e b e p olmuş, çok d e f a yabancı bağışlara izin verilmemiştir.



şeyhlerin d e rolleri olmuştur. Bununla bir-



XVI. yüzyılda Orta Asya'daki hanlıkla-



likte Lahsâ'nın 1554 yılında beylerbeyilik



rın hacı adayları genellikle Buhara v e Se-



haline getirilmesinden sonra bu şeyhle-



m e r k a n t ' t a n yola çıkıp Hazar denizi kıyı-



rin İran'a veya Portekiz'e karşı Osmanlı tarafına çekilebilmesi için Basra güzergâhının yeniden açılması g ü n d e m e geldi. Hükümetin bu hususta tedbirli davranmasının e n önemli s e b e b i , Basra körfezi kıyılarındaki Râfizîler'in hacı adayları arasına karışmaları endişesiydi. Bununla birlikte yol 981 (1573-74) yılında açıldı; böylece Basra'dan gelen v e güvenliklerini bazı



larına gelirler, Astarhan'da mola verdikt e n sonra Kırım topraklarında ilerleyerek Karadeniz'in kuzeyindeki K e f e v e Özi gibi Osmanlı limanlarından deniz yoluyla İstanbul'a g e ç e r v e Şam'a g i d e c e k hac kafilesine katılırlardı. Astarhan



1557'de



Rus Çarı IV. İvan t a r a f ı n d a n zaptedilince hacı adayları zor d u r u m d a



kalmışlardı.



Bunun üzerine bütün müslümanların hâmisi sıfatıyla d ö n e m i n Osmanlı Padişahı



bedevîlerin sağladığı anlaşılan hacı aday-



II. Selim, Hîve hanının da teklifiyle bura-



ları doğrudan Mekke'ye ulaşabildiler. An-



ya bir s e f e r düzenlemiş, f a k a t şehir kur-



cak bu yol birkaç yıl sonra Osmanlı-İran



tarılamamıştı. Orta Asyalı hacı adayları



savaşının başlaması üzerine t e k r a r ka-



arasında çok sayıda dervişle A h m e d Ye-



patılmıştır. Bu durum g ü m r ü k gelirlerinin



sevî'nin v e Hz. Ömer'in soyundan geldik-



azalmasına s e b e p olmuştur. Daha son-



lerine inanılan kişiler d e bulunur, büyük



raki yıllarda Lahsâ üzerinden g e ç e n Bas-



ilgi v e saygı görürlerdi. Bu d u r u m Os-



ra hac yolunun yeniden açıldığı, ancak za-



manlı-SafeVî çatışmasının bir uzantısı şek-



m a n z a m a n yine kapandığı anlaşılmak-



linde ele alınabilir. Orta Asyalı hacılar, Mek-



tadır (Evliya Çelebi, IX, 702). Ö t e yandan



ke'ye giden en kısa yolun kapatılması se-



Basra-Mekke güzergâhının



bebiyle tehlikeli yerlerden g e ç m e k zorun-



kapatılması



İranlı casusların Osmanlı Devleti sınırla-



da kaldıkları kuzey güzergâhını kullanı-



rından girmesini ö n l e y e m e m i ş , bazı Sa-



yorlardı. Bu y ü z d e n Orta Asya'dan hacca



fevî ajanları sınır boylarındaki kumandanlar v e Mekke'deki hacılar arasında probl e m çıkarmaya d e v a m etmişlerdir. Bununla birlikte İranlı hacıların hukukunun korunduğu, hatta bunun için g e r e k t i ğ i n d e zecrî t e d b i r l e r alındığı bilinmektedir. Meselâ 1694 yılında İran'dan g e l e n hacı adaylarına eziyet edildiği v e kendilerinden fazla ü c r e t alındığı g e r e k ç e s i y l e hac e m î ri A s s a f Paşa i d a m edilmiş v e alınan paralar geri verilmişti (Defterdar Sarı M e h m e d Paşa, s. 478).



gitmeyi genellikle çok dindar kişiler v e dervişler g ö z e alabiliyorlar, Osmanlılar da bunları İranlılar'a karşı Sünnîliğin kahramanları olarak görüyorlardı. Kuzey Afrikalı hacı adayları Kahire kervanına katılırlar v e sahillerden yola çıkanlar, özellikle XVII. yüzyılda Malta korsanlarının saldırılarına karşı daha güvenli olan Fransız veya İngiliz gemilerini tercih ederlerdi. Bunun dışında Kuzey Afrika'yı batıdan doğuya aşan bir d e kervan yolu vardı



Kahire'de bir süre dinlendikten sonra hac kervanına katılırdı. BIBLIYOGRAFYA : Selânikî, Târih (ipşirli), I, 64, 75, 385, 408; il. 669, 849; Hoca Sâdeddin. Tâcü't-teuârih, tür.yer.; Abdurrahman Hibrî, Mertâsik-i Mesâlik (nşr Sevim ilgürel, TED, sy. 6 |1975|I. s. 111-128; a.e., ( TD, sy, 30 1197611, s. 55-72;sy. 31 (1978), s. 147162; Eyyûbi Efendi Kanunnâmesi (nşr Abdülkâdir Özcan), İstanbul 1994, s. 38; Evliya Çelebi. Seyahatnâme, IX, 565 vd., 702, 772-773; X, 422 vd.; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (nşr. Abdülkâdir Özcanl, Ankara 1995, s. 24-25, 84, 478, 509 vd., 579. 676, 699, 730, 745-746, 777, 780, 782; Silâhdar, Târih, 1-11, tür.yer.; a.mlf., Nusnetnâme, 11/1, s. 83-84, 137138; Râşid, Târih, l-V, tür.yer.; Çelebizâde Âsim, Târih, İstanbul 1282, tür.yer.; D'Ohsson. Tableau general, II, 85 vd.; III, 262; Teşrlfât-ı Kadime, s. 13-14, 26-27; Mir'âtü't-Haremeyn, 1/2, s. 861-862; III, 234-242; M. Emin el-Mekkî, Hulefâ-i İzâm-ı Osmâniyye Hazarâtının Haremeyn-i Şerifeyn'deki Âsâr-ı Mebrûre ve Meşkûre-i Hümâyûnları ve Menâs'ık-i Hacc-ı Şerif, İstanbul 1318, s. 100, 102, 117 vd.; J. Jomier. Le mahmel et la caravane egyptienne des pelerins de la Mecque (Xllf-XXe siecles). Kahire 1953, tür.yer.; Emel Esin. Mecca the Blessed Madinah the Radiant, London 1962, tür.yer.; a.mlf,. "The Renovation Effected in the Ka'bah Mosque by the Ottoman Sultan Selim II (974-82/1566-74)", RHM, XII/39-40 (1985), s. 225-233; S. J. Shaw, The Financial and Administrative Organization and Deuelopment of Ottoman Egypt, 1517-1798, Princeton 1962, tür.yer.; a.mlf., The Budget of Ottoman Egypt (1005-1006), Paris 1968, tür.yer.; Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve İdil Boyu, Ankara 1966, s. 77, 78, 94-95, 100 vd., 150, 160, 166; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1972, tür.yer.; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul 1974, s. 4, 97; M. Yakub Mughul. Kanuni Devri Osmanlıların Hint Okyanusu Politikası ve Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri (1517-1538), İstanbul 1974, tür.yer.; Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi Fetvaları İşığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 64-65; Hulusi Yavuz, Kâbe ue Haremeyn İçin Yemen 'de Osmanlı Hakimiyeti (1517-1571), İstanbul 1984, s. 133-135, 162163, 179, 181 vd., 194-197; Suraiya Faroqhi, "Ottoman Documents Concerning the Haj] during the Sixteenth and Seventeenth Centuries", La vie social dans les provinces arabes â l'epoque ottoman (ed. Abdeljelil Temimi), Zaghouan 1988, III, 151-164; a.mlf., "Anatolien Townsmen as Pilgrims to Mecca", Rencontres de l'ecole du Louvre, Süleyman le Magnifıque et son temps, Paris 1992, s. 309326; a.mlf.. Hacılar ve Sultanlar (1517-1638) (trc. Gül Çağalı Güven), İstanbul 1995; F. Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (trc. Mehmet Ali Kılıçbayl, İstanbul 1989, 1, 107, 111112, 171; A. Latif Armağan, Osmanlılar Zamanında Hac Yolu ve Menziller (yüksek lisans tezi, 1990), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, nr. 87/1803; Münir Atalar, Osmanlı Devleti'nde Surre-i Hümâyun ve Surre Alayları, Ankara 1991, tür. yer.; a.mlf., "Hac Yolu Güzergâhı ve Masrafı (Kara Yolu, 1253/1837)", Otam, sy. 4, İstanbul 1993, s. 43 vd.; a.mlf.. "Emîr-i Hac", DİA, XI, 131-133; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siya-



v e bu g ü z e r g â h t a n g e l e n hacı adayları



405



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB SUUDİ ARABİSTAN HAC ARAŞTIRMA M E R K E Z İ N İ N KA V !TLAR:NA GÜRE 1968 - 1987 YİLLAR ARASINDA ÇEŞİTLİ ÜLKELERDEN HACCA GİDENLERİN SAYISIN; GÖSTEREN TABLO 1387



1388



1389



1390



I39I



1392



1393



1394



I395



1396



1397



! 398



I399



1400



I40İ



1402



1403



1404



I405



1406



1407



ÜLKELER



1968



I969



1970



I97I



1972



1973



1973



I974



1975



I976



1977



I978



I979



I980



I98I



I982



I983



1984



I985



1986



I987



Afganistan



5.841



8.744



9.125 13.663 10 744 17.447



6.220



6 299



5.800



8 308



6.590



8.241



990



4.336



2.356



4.206



Almanya



7



9



3



7



13



30



A m e r i k a Birleşik D e v l e t l e r i



80



392



388



268



716



557



Avustralya



22



19



2.269



4,374



4 603



33!



86'



111



62



84



469



83



647



857



833



992



1.250



r



4



227



338



347



2



4



Arjantin



5.338



9033



27



33



59



71



118



159 11



9



1.470



2.073



2.490



3,;09



3,036



3.673



3 477



1



16



14



1



11



6



19



24.226



22.188



15.057



13 631



17.644



Avusturya 1.974



2 573



Bahreyn



1.940



2.418



2.287



2 056



3.022



1 928



1.989 •}



12



2



6.595



5.187



2.921



3.580



3.490



5.815



7.990



479



351



Belçika Bangladeş 164



• Benin



214



356



468



475



2.217



2.265



Birleşik A r a p Emi rl i kl eri



Bruney



7.435 10.522; 11 296 12,258



527



419



545



205



550



611



711



3.422



3.857



4.196



3.560



5.183



5.245



5.374



1



4



8



3.473



431



111



20 l



420



398



3



Brezilya



3



. Bulgaristan



726



574:



5.083, 5.812



6.396.



1.027



3! 421



7!



3



447! 5.048



1.911



1.895



167



148



201İ



2



6



425'



431



6.549



6 261



16.



21



21



2.695



2.954



3.253



664 :



822



976



30-



187



117



3



3



4



2



Burma



8



10



74



156'



Burundi



4



4



8



7



3.936



4.663



7.053



8.537



2,273



3,065



4.271 i 2.034



8.894 25.864 22.945 49.025 55.010 34,851 53.230 29.899 27.115 34.638 37,590 40.400



Cibuti Cad



'



4.806



4.002



2,798



4.921



965



1.392



590



511



991



453



1.720



3.259



4.785



655



"l



Çekoslovakya



394



632



2.207! 2.628!



32.232' 22.845! 27.890 1.045



649



2.370



3.164



60; 2 17.569 17.062 10.615! 14.633 22.753 22.659



Endonezya Etiyopya



2.329



Fas;



: 8,202



1.840



2.349; 2.955



2.317



2.843



:



Filipinler :



. Filistin



.



:



3.659



1.889



2.246



614



597



683!



4.072



2.823



1.765=



780



536'



496!



302



•346



276 : 248



567



997



1.121



346



408



1.167



1.165



1.771



36



30



42



916



1.129



1.268



8



14



9



. Gine : : .



1.796



1.094



1.569



1.952



915



1.543! 1.510;



784



997



1.699



1.836



1.851



1.955



2.629



2.526



1.575



1.323



1.424



1.992



7,259



6.751



5.585! 3.680:



5.468:



2.340-



3.317



2,657!



2.567



4



1



4



642



492



521



467!



455



510!



807



162



142



502



556



795



563



3



90



15



285



379



363



389



316



379



597



590



667



237



466



478



458



295



518;



402



443



860



1.135



1.105



2.703



3.107



2.982



1.228



763



2,573 :1.616



1.786



2.630



2.168



1,810



2.802



988



986



1.334



1.244



2.098



1.726



573



696!



786



1 784:



510'



411



83



172



280



1



410



516



662



507



476



425!



1.329



1.454;



337 :



1.058



508



658



990



1.066



2.746



2.413



4.710



4.430



3.671



851



1.094



l



1



302



1.765!



970



2.498



2.329



1



2



5



8.669!



7.544



6.852



7.225



33.691



39.344



40.854



637



2.959



2.840



2.015



1.815



1.264



765



60.358



2.046



2.496



3.389



5.508



7.792



2.599



3.961 1



123



2.285



834



30 701



1.434



497



759



30 1.090!



357



514 '



..•;':



16 1.050



656



372



1.426!



901



1.154



341!



;i:333



1.072 i



947



22.912! 29.334



1.445



;Hoilanda:: ingiltere



769



1.564



596



487



1.032



1.248



15



42



2



3



7.721 14.701 10.0-19 10.500



1.496 :



1.391



10:



2



9.085! 10.255



15.826 16.154 16.057! 16.470 16.657 18.306 19.879 21.874 18.863 17.510 21.113 20.233 24.863 21.081 26.280, 26.229



Hindistan



3.159



2.596



1



:



41



637



Güney Kore ! : Güney Y e m e n



1.418



33



7



901



1580



2.267



26



1.556; 1.135



221



838



Cine Bissau : G ü n e y Afrika:



1.033:



15



39 1.452



150 :



497



1.026



21



Cana



1.310



930



Gabon Gambia



-i



5



11



.Fransa;.



444 1.720;



9.449 10.943! 10.640 15.463 22.425 14.923 26.632 16,176 15.044 22.674 26,166 25.148 25.667 21.113: 18.806! 22.309; 21.569! 22.935



Finlandiya .



611 2.730;



4.068 68.872 55.617 25.654 35.703 72.527 43 723 74.741 69.002 57.478! 54.899- 40.928! 41.965' 59.172: 57.519



Fiji A d a l a r ı Fildişi Sahili



8



28.093! 29.675



4



C i n Halk C u m h u r i y e t i Danimarka



13 4.407



500,



6:



1.947



8, 4.561



5.982



Burkina Faso



Cezayir



5.430



1.053



1.628



1.254



1.187



29



74



49



53



71



757



1.309



1 652



1.772



2.259



78;



30.886



60!



67!



2.650: 2.324!



2.555



32.563 122: 3.108



797



125



125!



214:



3.164



3.336



4.059



Irak: •/> '



19.475 24İ857 24.902! 19.482 17.628 24.681 35.567 58983 10.368 49.703 36.942 68.650 99.470 57,221 40.877! 23.179! 21.178



iran



22.903 13.642 15.132! 48.367 30.299 45.298 57.230 57.314 74.095 39.296 34.930 48.268 74.963 10.539 75.391 89.503! 103.043 154.958 152.227 150.249 157.395 :



i. trSancia.. 5



ispanya ;... i s v e ç



:



isviçre T :::;-;;:. İtalya Japonya



; ;



!



106



123



200



196



1



1 4



:



1



2



24.276! 33,856



14,551 29.522



7



2



:6



3



3;



2!



1



14



7



52



2



29



45



9



8!



68



4



9



7



10



; 2



8



5



! 12



5!



12



26!



34



27



31



2



1



1



2



8!



3



8



46



2



1:



24



7



10



406



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)







!



4



3



5



15



12



13



26



59



: 6



7



1



1



HACB



ÜLKELER



1387



1338



1389



1390



1391



1392



1393



1394



1395



1396



1397



1398



1399



1400



1401



1402



1403



1404



1405



7



1968



1969



1970



1971



1972



1973



1973



1974



1975



1976



1977



1978



1979



1980



1981



1932



1983



1984



1985



1937



Kamboç



80



80



80



1



4



Kamerun



631



1.263



1.244



808



916



1 751



2.245



4 422



1005



779 22



81



52



77



Katar



2.017



1.690



1.131



1.392



1.216



1.346



1.008



962



974



847



1.139



1182



398



Kenya



355



326



333



467



500



734.



865



531



598



12



Kanada



K o m o r Adaları 18



Kongo/Zaire



7



33



7



20



44



Küveyt



8 733



6 684



6.935



3 072



8 370



8.094



Liberya



33



43



126



85



60



39



10.444



16.565



13.547



11.835



16 861



23.774



30.705



3.563:



3.901;



4.570;



6 712



6.715;



5 355



Lübnan



6.404:



6 514



916



Mısır



7.134



6 591 1 010İ 12.413



477:



448;



Nijer Nijerya



52 2.633 10790



205



291



348



386



4/7



1.118



1437!



1.000 :



949



1.125



1.201



Pakistan



877



1 099



732



71



703



770



725



973



522



475



167



279



313



27



347



387



153



269



163



249



132



18



15



44



8



13



11



14



3



2



2



1



2



1



1



5.264



6 558



9.417



10.15!



7 887



8 303



6.963



124



130



5



12



73



121



75



20.823



13.441



14 509



23.864 4 997



88i



4 903



3.187



5 918



5 407



61



98



30



7



174



30.715



52.718



18.057



20.770



32 915



35.347



42.757



24 859



17.787



28.936



9.525



1208



1 069



3.315



6 648' 10.678



S 777



9.800



1723



9.781



6.483:



3 862



4.293



12



22



24



16



15



12



26



1!)



144



13



278 :



349



476



516



461



757



25.277



25 473



46.



4 372 128!



10.361



10.650



10.395



12.983



15.366



15.735



3.573



4 278



6.756



9.511



14 846



22 704



25.013



24.749



24.415



26.043



1.123



1.226



1.569



1.729



2.628



2.719



2 073



2.740



2.765



3.397



3.192;



3068



3.007:



2.861



2.151



2.103



2.092;



2.167-



10.875



11.490



29 171



39.606



36.452



89 617



51230



28 045



30.951



41 823



48.297



66.106



83.907



98.408



121 178



133.071



130 372



93 606



97 216



867



956



1 677



914



1654



1.084



572



1577



1.241



1.064



1.198



47



180



10



18



5



7



7



6



59



26-



25



26



724;



792:



2.810



1



3 26



7.030



685



2 854



4 501



2.003



51 764



92.593



66.873 104.577



56.842



57 269



3 206



3.978



18



29



2.454



1.827



950;



1.455'



1.559!



1 25



23.



3.623



678



1 335



1 227



1 005



1 465



863



81 128



76.153:



23.655



25.945



29.899



20.737:



3.235.



17



32



19



36



262



151



229:



359



277



323



390



361



621



437



639



643



470



304



255.



210



202



207;



391



27 402



28.535



38 256



23.344



89 373



60.688



66 534



45.027



48.327



47.591



61924



74.296



78.624



69.343



72.844.



34.724



91.872



87 389



92.305



93.013



3; 29



41



51



79.



56



61



8



4



4



47



10



10



2



9



16



14



13



14



12



6



1



7



14:



3



6



16



16



23



28:



32



10:



12 15



31



16



30:



20



19



14



16



16



5.083



4.213;



2.486



2.501:



3 119; 1657



12 :



5



Ruanda 23



Rusya 2011



2 076



2.097:



2 422,



2.569!



Seylan/Sri Lanka



462:



450



472



152



40



Singapur



158:



255 :



391



404!



370İ



2 199



1.517



1.457



190'



Sudan



1 7



15



Romanya



Somaii



18.035; 21.649: 20 495: 14.365



1.502



2 719:



3 233;



3.403



3.832



4.118



20 4825



25



28



26



3.939



4 231



4.437:



20 4.237;



:



14.521



12.814



Tanzanya



579 :



392



Tayland



1 538'



2 399!



22.383 309 i



Tayvan



6



8



8:



Togo



62 i



50:



94;



331 4.981;



544:



126



407



976



594



520



728



836



714



1.031



1.314



1.152



434



731



1.175



1838



2.490 :



3 103



2323



2.998



29.047 :



2 942 :



2.373



3.090İ



2 032



2.842



3.767



3.112



7.508



4 786



5 419



12.934



5 101



5.271



2.483



5 072



7 475



3.510



4.487



4.886



24.209 41.652



32.353



38.831



49.072



25.331



28.724



28.784;



24



38



53



10.448



17 408: 19.799



1.312



961



2.057;



3.107;



31 583



31 230



24446



24.829



645



580



591



1086



800



727



3.456



654



192



233



421



1906



22.073! 25.635



26.933;



Türkiye



56 138! 61.969! 35 999; 37 547



41998. 51.055



2,016! 56.578



45427



11 143i



15.803



53 14.972'



960



1192



1.115



1 030.



1 074



1052



937



787



2.978İ



2.753!



1 888;



2.273



2.610İ



2.677:



1.685;



2 405İ



6



30



36



123



73



114



230



832



876



30



160



318



417:



473!



218;



251



635İ



331



259!



285



250:



222!



7.538



7.914



13.269: 23.922i 27.235; 36.258: 106.045 136.115 137.291



91.497



18 161 i



185 :



4.207;



7.500; 10.126!



8.168; 10.785



7.683



8.971



42 8.051 :



29.969; 15.177



82 9.144;



68 : 9.558;



34.043; 37.042



88



78.



69



124.



135



129



6.887!



6.997:



9.645;



8.660İ



12.491;



12.557



43.788:



41.853-



36.057



41.693'



54.624



118;



188;



348 i



400!



408İ



1,951;



760!



856!



2.774İ



3.107



3.031



2.491



4.621



2889!



1.060:



1.082!



142;



14



56;



Umman



2.586:



-1.617;



1.826:



1.569:



2.262:



3.518;



3.384



3.403



3.377



2.251



2.429



3.944:



5.070



5.544:



7.940;



9.475;



9.954



10.636



10.962



12.804



12.114



Ürdün



4.448;



5.179!



6.376: 10.909! 15.933! ;25.819! 12.851; 19,391



17.331



23.427



14,211



31.811; 31.936; 29.020; 25,229; 25.429;



16.409:



15.674!



14.532



17.165!



21.748İ



4



Yemen



31.483: 51.577



60.250İ 54.082İ 75.557 113.899; 61.110



54658İ 50.269;



4



4.



22 :



10:



4



79.347 123 825İ 89.869! 67.540İ 57.085İ 63.241; 110,473!



Yukarı Volta Yunanistan Zambiya



2 65.279! 6



Yeni Zelanda Yugoslavya



94!



96.711



Uganda



Venezueia



!::



18.729!



95



11: 140:



69 1.349



1.015:



27.890



999



100



11: 111



Trinidad Tunus



17



954



29.004; 29.506! 33 222; 42.084



2.448;



3.442:



1.069



67:



42 339 27.045! 31.777



4263!



16



761



Surinam Suriye



1.633



129



Rodezya / Zimbabve



Senegal



1.243!



78.043:100.300



Polonya Portekiz



1 259 :



319



16.177. 24.135: 35 187. 4 4 0 6 1 : 48 981: 38.869



163: 25.052



3 1 233



633



Norveç Orta Afrika



1190



998!



94;



2.058



133



944



332',



8.353



416!



79



136



1 288



8 808



5 270



Mozambik Nepal



112 1 307'



1971



76:



22 6.236



55 1 926



747



4'



Mali



S3



3 1 379



3



Maldivier



Moritanya



1 531



590



Maiavi



Malezya



1414



131



1



K u z e y Kıbrıs T ü r k C u m h u r i y e t i



Libya



990



1:317!



1.554;



259!



1.184: :



183;



:



1.517;



2.211İ



2.734;



ıs!



630 :



540:



869;



1.117;



347İ



223İ



23Sİ : : 286;



2,077!



1845



1,048;



1.311



1576



1540;



1.809



175



487!



144 4



390i



855.



1.115.



953;



1.320i



1.260;



899;



.995;



868;



1995



1588:



2.969-



1.853:



3.669:



1.629.



197



314:



298!



301İ



29Sİ



254İ



256İ



99



9



18



57



37



40



23



1.545



66 O;



5 41:121 6



344!



6 43.512! 4



61.416 7



603.



769!



914



189!



135:



159!



164



37



64



55



50



619



407



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB si Münasebetleri (1578-1612), İstanbul 1993, s. 11-12; UfukGülsoy, Hicaz Demiryolu. İstanbul 1994, s. 41-44, 242-244; J. Souvaget, "Les caravanserails syrieııs du hadjdj de Constantinople", Al, sy. 4(1937), s. 98-121; Halil İnalcık, "Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve DonVolga Kanalı Teşebbüsü", TTK Belleten, sy. 46 (1948), s. 349-402; Mustafa Cezar "Türk Tarihinde Kervansaray", TTK Bildiriler, VIII/2 (1981), s. 932; G. Veinstein. "Les pelerins de la Mecque â travers quelques inventaires apres



yoktu. O yıllarda Hicaz'a g i t m e k için üç



deces ottomans (XVII°-XVIIIC sieclesl", Reuue



de



yolun güvenliğini t e h d i t ediyordu. İkin-



bir komisyon tarafından belirlenen 6 Ni-



l'occident musulman et de la mediterranee, sy. 31, Aixen-Provence 1981, s. 63-71; a.mlf.. "Les pelerins de la Mecque â travers quelques actes du Qâdî de Sarajevo (1557-1558)", Turcica, XX1-XXIII, Paris 1991, s. 473-494; VVilliam R. Roff. "Sanitation and Security the Imperial Powers and the Nineteenth Century Hajj", Ar.S, VI (1982), s. 143-160; Sanjoy Subrahmanyam, "Persians Pilgrims and Portuquese: The Travails of Masulipatnam Shipping in the Western Indian Ocean, 1590-1665", Modern Asian Studies, 111, Cambridge 1988, s. 503-530; Feridun M. Emecen, "Hicaz'da Osmanlı Hakimiyetinin Tesisi ve Ebû Nümey", TED, sy. 14 (1994), s. 87-120; M. Fuad Köprülü. "Berîd", İA, II, 546; "Emîrüihacc", a.e.. IV, 263; Mehmet İpşirli, "Çerde", Dİ A, VII, 392-393.



cisi, Süveyş Kanalı'ndan g e ç e r e k Cidde'-



san 1953 tarih v e 4/531 sayılı kararnâ-



H



ABDÜLKADİR



ÖZCAN



nomik g ü c ü n d e d e g e l i ş m e kaydedildi-



yol bulunuyordu. Birincisi Suriye-Filistin-



ğinden hac v e u m r e ibadetini yerine g e -



Ürdün yolu idi. Fakat 1. Dünya Savaşı sı-



t i r m e k isteyenlerin sayısı arttı. Bunun



rasında tahrip olan Hicaz demiryolu he-



üzerine vatandaşların isteklerine cevap



nüz tamir edilmediği için kamyonlarla çö-



verebilecek şekilde hacla ilgili birtakım dü-



lü aşmaya çalışanlar büyük güçlüklerle



z e n l e m e l e r yapıldı. Bakanlar kurulu hac-



karşılaşıyordu. Ayrıca bölgenin yabancı



ca g i d e c e k kişilere yolculukları sırasında



işgalinde bulunması v e Filistin'de yahu-



yardım e t m e k amacıyla, esasları ilgili ba-



diierle Araplar arasında çıkan olaylar bu



kanlıkların temsilcilerinden oluşturulmuş



y e giden d e n i z y o l u idi v e h e m emin h e m



m e y i y a y ı m l a d ı . " H a c Maksadıyla Suudi



ucuz plduğu gibi aynı z a m a n d a s a d e c e



Arabistan'a Gidecek Olanların Seyahatle-



on gün sürüyordu. Üçüncüsü ise hava yo-



rine Müteallik Esaslar" başlığını taşıyan



Ürdün'de



bu k a r a m â m e beş bölüm v e yirmi üç mad-



ikmal y a p m a k suretiyle Cidde'ye ulaşabi-



d e d e n oluşuyordu. Birinci bölüm, hacıla-



liyordu (Dönmez, 1/4, s. 64). Yıllar süren ya-



rın istirahatlerinin t e m i n i için ilgili kuru-



luydu. Uçaklar Lübnan veya



saktan sonra binlerce müslüman değişik



luşların iş birliği yapması, ikinci bölüm



yollardan hacca gitti. Ancak devletin ne gi-



p a s a p o r t işlemleri, üçüncü bölüm seya-



dişlerde ne d e hac sırasında hiçbir düzen-



hatin hangi vasıtalarla gerçekleştirilece-



l e m e d e bulunmaması büyük sıkıntılara



ği, dördüncü bölüm v e f a t edenlerle ve be-



s e b e p oldu. Dönüş yolculuğundan sonra



şinci bölüm sağlık işleriyle ilgili hüküm-



g a z e t e l e r e intikal e d e n haberlere g ö r e



leri içeriyordu



Türkiye'nin Cidde konsolosu hacılarla il-



25 Haziran 1953). Hacla ilgili bu ilkkarar-



(Resmi



Gazete,



sy. 8441,



g i l e n m e m i ş v e onları pasaport kontrolü



n â m e , 11 Haziran 1955 tarih v e 4/5269



için uzun süre bekletmişti. Ayrıca kolera



sayılı kararnâmeyle yürürlükten kaldırıl-



ku-



salgını dolayısıyla karantinaya alınan ha-



dı v e yerine "Hac Maksadıyla Suudi Ara-



rulduğunda halk iktisaden zayıf durumda



cıları günlerini doldurdukları halde bir-



bistan'a Gidecek Olanların Seyahatlerine



olduğu için hacca gidenlerin sayısı bir



kaç gün daha alıkoymuş v e kendisine ya-



Müteallik Yönetmelik" konuldu (Resmi



hayli azdı; ayrıca t e k parti d ö n e m i n d e di-



pılan müracaatları da Türkler'le konuşa-



zete, sy. 9162, 16 Haziran 1955). Y ö n e t m e -



nî e ğ i t i m e v e ibadetlere ö n e m verilme-



mayacağını bildirerek geri çevirmişti (Tun-



likte gidiş dönüşlerin s a d e c e deniz v e



mesi bu hususta önemli rol oynadı. Başa



ca, i/15, s. 237). Hicaz'a hacı g ö n d e r e n



hava yoluyla yapılacağı, karayolunun ka-



g e l e n h ü k ü m e t l e r iktisadî d u r u m u ileri



bütün ülkeler, birtakım d ü z e n l e m e l e r l e



palı olduğu i f a d e ediliyor, d i ğ e r hususlar



sürerek halkın bu konudaki



vatandaşlarının huzur ve güvenini sağla-



aynen korunuyordu. Sekiz yıl yürürlükte



Cumhuriyet D ö n e m i . Cumhuriyet



isteklerini



Ga-



geri çevirdiler. Çok az sayıda Türk vatan-



dığı halde bunu y a p m a y a n t e k



devlet



kalan bu yönetmelik d e 23 Şubat 1963



daşı, seyahatle ilgili g e n e l hükümlerden



Türkiye idi (Öz, 1/2, s. 17). Hacıların g ü m -



tarih v e 6/1485 sayılı kararla iptal edildi



faydalanarak ikinci bir ülke üzerinden hac



rük kapılarında v e Hicaz'da



v e yerine getirilen yeni yönetmelikle kara-



v e u m r e ziyaretlerini gerçekleştirebildi.



kötü m u a m e l e l e r karşısında hükümetin



yolu serbest bırakıldı



1946'da çok partili d e m o k r a t i k s i s t e m e



ilgisiz kalması muhalefetin büyük tepkisi-



11.361, 21 Mart 1963). Daha sonra 8 Ocak



gördükleri



(Resmi



Gazete,



sy.



geçildikten sonra Cumhuriyet Halk Par-



ne yol açtı. Basında tenkitler yapıldı v e



1968 tarih ve 6/9347 sayılı kararla bazı



tisi iktidarı ağır eleştirilere uğradı; eleş-



suçluların cezalandırılması istendi. Hü-



maddeleri değiştirilerek İçişleri, Dışişle-



tirilerin başında lâikliğin eksik v e yanlış



k ü m e t herhangi bir kovuşturmada bu-



ri, Maliye, Bayındırlık, Sağlık, Gümrük,



uygulanması geliyordu. Hükümetin laik-



lunmadığı gibi ertesi yıl da döviz yoklu-



Ulaştırma, Turizm, Köyişleri bakanlıkları



liği dinsizlik olarak anladığı, anayasaya ay-



ğunu ileri sürerek hacca gidişi yeniden



v e ilgili Devlet bakanlığı ile Kızılay'ın iş



kırı biçimde halkın inanç hürriyetini kısıt-



yasakladı;



baskıları



birliği yapmaları h ü k m e bağlandı. 8 Ey-



ladığı, müminlerin dinî vecîbeleri yerine



sonucunda 1949'dan itibaren tekrar ser-



lül 1974 tarihinde ise 7/8984 sayılı ka-



g e t i r m e s i n e yardım e d e c e k din görevli-



best bırakmak zorunda kaldı. Aynı yıl bazı



rarla y ö n e t m e l i k t e yeni bir d ü z e n l e m e



lerini yetiştiren okulları kapattığı v e hac-



g a z e t e l e r i n hacca muhabir g ö n d e r m e l e -



yapılarak Hac Komisyonu'na Diyanet İş-



ca g i t m e k isteyenlere e n g e l l e r çıkardığı



ri büyük olay yarattı. Yeni



fakat



muhalefetin



adına



leri Başkanlığı da dahil edildi v e arka-



adına Hik-



sından İçişleri, Dışişleri, Sağlık bakanlık-



Sabah



ileri sürülüyordu. Bu eleştiriler karşısın-



Murat Sertoğlu'nun, Hürriyet



da Cumhuriyet Halk Partisi, iç t ü z ü ğ ü ile



m e t Feridun Es'in ve Vatan



adına Sinan



larıyla Diyanet İşleri Başkanlığı v e Kızılay



programında bazı değişiklikler y a p m a k zo-



Korle'nin hacca g i t m e s i halk tarafından



temsilcilerinden oluşan bir Dâimî Hac Ko-



runda kaldı ve halka yaklaşmak için bir di-



iyi karşılandığı halde Cumhuriyet



m i t e s i oluşturuldu



Halk



zi p r o g r a m ı yürürlüğe koydu; bir t a r a f -



Partisi'ni tutan bazı gazeteler tarafından



tan din e ğ i t i m i v e r e n okullar açılırken bir



dini istismar olarak değerlendirildi (Eşref



t a r a f t a n da hacca gidiş s e r b e s t bırakıldı



Edib, III/61, s. 181).



(İA, XI1/2, s. 403).



14 Mayıs 1950'de yapılan seçimleri De-



Halkta büyük sevinç uyandıran toplu



(Resmi



Gazete,



sy.



15.051, 3 Kasım 1974). Hac yolculukları 1950-1979 yılları arasında yukarıda belirtilen yönetmeliklerle, İçişleri Bakanlığı'nın



koordinatörlü-



m o k r a t Parti'nin kazanmasından sonra



ğ ü n d e v e ilgili kuruluşların iş birliği içe-



1947'de



dinî inanç v e ibadetler konusuna t a m bir



risinde yürütüldü. Fakat başvuru sahip-



çıktı; ancak herhangi bir organizasyon



serbestlik getirildi. Öte yandan halkın eko-



lerinin pasaport, sağlık raporu, döviz v e



halde hacca g i t m e izni ilk d e f a



408



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB İlgili mevzuatta topluca hacca g i t m e



Başkanlığı ile Turizm ve Tanıtma Bakan-



kalmaları



olayının seyahat olarak tanımlanması ve



Iığı'nı karşı karşıya getirdi. Hac seyahati



şikâyetlere sebep oluyordu. Öte yandan



buna dayanan seyahat acentelerinin hü-



düzenleyen şirketlerin denetiminin Diya-



hacı adayları gidiş ve dönüşlerinde özel se-



kümet nezdindeki girişimleri, zamanın



net İşleri Başkanlığı'na verilmesine karşı



yahat acentelerinin insafına terkedilmiş-



hükümetinin de serbest rekabeti des-



çıkan Turizm ve Tanıtma Bakanlığı yetki-



ti ve şirketler arasındaki rekabetten bü-



tekleyen tutumu 1988 yılında hac orga-



lileri, bu görevin 1618 sayılı seyahat acen-



yük zarar görüyorlardı. Bu arada kendi-



nizasyonunu yeniden gündeme getirdi.



teleri kanununa göre kendilerine ait olduğunu. Diyanet İşleri Başkanlığı ise bu



vize alma işlemleri için günlerce daire kapılarında beklemek zorunda



lerine hac ibadetiyle ilgisi bulunmayan



Bakanlar Kurulu, 16 Kasım 1988 tarih ve



yerler ziyaret ettiriliyor, kiralar pahalı ol-



88/13.495 sayılı kararla Hac Komisyo-



seyahatin bir ibadet niteliği taşıdığını ve



duğundan Mekke'de ev tutulmuyor, has-



nu'nun uygun göreceği "A" grubu seya-



bu görevin 633 sayılı kanuna göre kendi-



taların tedavisi için tedbir alınmıyor ve



hat acentelerinin de hac seyahati düzen-



lerine verildiğini savunuyordu. Bu tartış-



kaybolanlarla ilgilenilmiyordu; en önem-



lemesine izin verdi (Resmi



malarla, Diyanet İşleri Başkanlığı



lisi de din rehberi verilmiyor, bu yüzden



20.026, 21 Aralık 1988). Fakat bu ikili uy-



ziyaret tavafı gibi farzları dahi yerine ge-



gulama ortaya çeşitli problemlerin çık-



Diyanet Vakfı yıpratılmaya çalışıldı. An-



tirmeden yurda dönenler oluyordu. Hac



masına yol açtı ve özellikle Hac Komis-



cak sonuçta Hırizm ve Tanıtma Bakanlığı



yonu'nun birliğini bozarak Diyanet İşleri



devreden çıktı ve hac-umre organizasyo-



ve umre düzenlemelerindeki bu aksaklıkları tesbit eden Diyanet İşleri Başkan-



Gazete, sy.



ve



onunla iş birliği içinde bulunan Türkiye



lığı, 1977 yılından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı'nın da katkısıyla hac organizasyonlarına başladı. İlk iki deneme, çözümün böyle bir rekabet ortamında gerçekleştirilemeyeceğini ortaya koydu. Bunun



Suudi Arabistan Hac Araştırmaları Merkezi kayıtlarına g ö r e 1965-1995 yılları arasında kara, d e n i z ve hava yoluyla hacca



üzerine Bakanlar Kurulu, 26 Nisan 1979



gidenlerin sayısını g ö s t e r e n tablo



tarih ve 7/17.439 sayılı kararla organizasyonun tamamını Diyanet İşleri Başkanlı-



YILLAR



Kara



Deniz



Hava



TOPLAM



ğı'na verdi. Başkanlık bu görevi, 26 Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı Diyanet İş-



1384/1965



68.387



131.815



83.117



283.319



leri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hak-



1385/1966



101.732



101.406



90.980



294.118



kındaki Kanun'un birinci maddesine gö-



1386 /1967



re yapacaktı (Resmi Gazete, sy. 16.635, 12



1387/1968



115.339



83.984



119.184



318.507



Mayıs 1979). Bu karara dayanılarak çıka-



1388 / 1 9 6 9



150.792



94.248



129.744



374.784



rılan yönetmelik yürürlüğe konuldu (Res-



1389/1970



170.331



90.992



144.972



406.295



mi Gazete, sy. 16.650, 29 Mayıs 1979). Böy-



1390/1971



138.060



84.547



208.663



431.270



lece hac işleri, 1979'dan 1988'e kadar Tür-



1391 / 1 9 7 2



141.658



99.022



238.659



479.339



kiye Diyanet Vakfı'nın iş birliğiyle Diyanet



1392/1973



179.517



137.187



328.478



645.182



1393 / 1 9 7 3



120.235



130.567



356.953



607.755



1394 / 1 9 7 4



277.748



177.390



463639



918.777



1395 / 1 9 7 5



284.960



113.374



496239



894.573



1396/1976



263.383



80.906



374.751



719.040



1397 / 1 9 7 7



214.206



63.663



461.450



739.319



den oluşan Hac Komisyonu'nun başkan-



1398/1978



255.637



68.791



505.808



830.236



lığına, 12 Haziran 1980 tarih ve 8/1024



1399/1979



282.177



66.648



513.695



862.520



sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Diyanet



1400 /1980



190.048



50.552



572.292



812.892



İşleri başkanı getirildi (Resmi Gazete, sy.



1401 /1981



173.476



56.668



649.224



879.368



17.018, 15 Haziran 1980). Hac Komisyonu,



1402 / 1 9 8 2



174.395



55.735



623.425



853.555



hac ve umre yapacaklar için her türlü sağ-



1403 / 1 9 8 3



218.538



61.371



724.002



1.003.911



lık ve güvenlik önlemlerini almak ve uy-



1404/1984



168.520



52928



698.223



919.671



gulamakla yükümlü idi. 1979-1988 yıl-



1405/1985



157.658



48.800



645.303



851.761



1406/1986



157.951



41.380



657.387



856.718



1407 / 1 9 8 7



224.515



41.585



694.286



960.386



1408 /1988



204.348



42.452



. 515.955



762.755



1409 / 1 9 8 9



195.950



43.948



534.662



774.560



1410 / 1 9 9 0



181.382



43.971



601.883



827.236



larının tek tip kıyafet giymeleri ve kur-



1411 /1991



70.403



39.945



609.754



720.102



banlarının da İslâm Kalkınma Bankası



1412 / 1 9 9 2



154.488



50.004



806.945



1.011.437



mezbahalarında kestirilerek açlık çeken



1413 / 1 9 9 3



131.779



52.003



809.031



992.813



müslüman ülkelere gönderilmesi



1414/1994



118.201



40.060



837.350



995.611



1415 / 1 9 9 5



97.670



31.015



912.518



1.041.203



İşleri Başkanlığı tarafından yürütüldü. Devlet bakanı ve başbakan yardımcısının denetiminde Diyanet İşleri başkanı, İçişleri, Maliye, Sağlık, Gümrük, Ulaştırma ve Turizm bakanlıklarının müsteşarları ile Dışişleri Bakanlığı ve Kızılay temsilcilerin-



ları arasında bütün işlemler hacı adayları adına tek elden ve müftülüklerdeki hac ve umre bürolarınca yürütüldü. Gümrük giriş çıkışları ve hac sırasındaki konaklama ve sağlık meseleleri yine aynı kurum tarafından çözümlendi. Hacı aday-



landı.



sağ-



409



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB nu haien yürürlükte olan 26 Nisan 1979



getirilmesi g e n i ş bir z a m a n dilimini kap-



Hacla ilgili literatürün önemli bir bölü-



tarih. 7/17.439 sayılı Bakanlar Kurulu ka-



sayan v e içinde birçok ibadeti v e davra-



münü, haccın fıkhî hükümlerini haccın



rarı ve bu karara ek olarak yayımlanan yö-



nış biçimini barındıran hac asıl Hz. Pey-



âdâb, erkân v e hikmeti, tarihçesi v e hac



netmelikler çerçevesinde Diyanet İşleri



gamber'in uygulaması v e hadisleriyle be-



mekânlarının fazileti d e dahil birçok yö-



Başkanlığı'nın uhdesinde kaldı. Bugün hac



lirginleşmiş, hadis mecmualarında genel-



nüyle ele alan, ç o ğ u belli bir fıkıh m e z h e -



v e u m r e ziyaretleri Diyanet İşleri Başkan-



d e " K i t â b ü ' l - H a c " veya



"Kitâbü'l-Me-



bi disiplini içinde yazılmış eserler teşkil



lığı ile, onun d e n e t i m v e gözetimi altında



nâsik", kısmen de " e l - c U m r e " , " e l - M u h -



eder. Bunlar arasında, klasik d ö n e m f a -



bakanlıklar arası Hac Komisyonu'nun uy-



şar", " C e z â 3 ü ' ş - ş a y d " gibi başlıklar altın-



kihlerinden İzzeddin İbn Abdüsselâm'ın



gun g ö r d ü ğ ü " A " grubu seyahat acente-



da toplanan hadisler, haccın fıkhî hüküm-



Kitâbü'l-Muhtaşar



leri tarafından düzenlenmektedir ve bun-



lerinin yanı sıra hac literatürünün d e ana



(Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr.



ların dışında hiçbir kişi veya kuruluş hac v e



m a l z e m e s i n i oluşturmuştur.



u m r e seyahati düzenleme yetkisine sahip değildir.



Hacla ilgili fıkhî hükümler fıkıh (fürû) kioruç v e z e k â t t a n sonra dördüncü sırada



da İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları Kon-



ele alınmış v e Zeyd b. Ali'nin



f e r a n s ı n d a kabul ettirdiği bir karara g ö -



M u h a m m e d b. Hasan eş-Şeybânî'nin el-



re Hac'da kota uygulaması başlatılmıştır.



Cûmi'u'ş-şağir,



Mecmûcu,



el-Câmi'u'l-kebir,



İ m a m Şâfiî'nin el-Üm



el-



gibi ilk dö-



Halen Türkiye'nin kotası nüfusuna oran-



Hucce,



la 6 0 . 0 0 0 ' d i r v e müracaatlar bu sayı da-



n e m fıkıh eserleriyle başlayan bu gele-



hilinde kabul e d i l m e k t e , Hac Komisyonu



nek daha sonraki d ö n e m l e r d e d e d e v a m



t a r a f ı n d a n Diyanet İşleri Başkanlığı ile



etmiştir. A n c a k ilk e s e r l e r d e konuların



" A " g r u b u seyahat acenteleri



arasında



m e s e l e c i bir t a r z d a incelenmesine karşı-



paylaştırılmaktadır. 1979'dan itibaren de-



lık fıkıh mezheplerinin doktrinlerinin geliş-



niz yoluyla hac v e u m r e seferleri kaldırıl-



m e s i n e paralel olarak ileriki d ö n e m l e r d e



mış, bir engel bulunmamakla birlikte son



daha sistematik şekilde v e m e z h e p disip-



yıllarda karayolu da terkedilerek havayo-



lini içinde incelendiği görülür.



luna ağırlık verilmiştir.



Ali Ulvi Dönmez, "Hac İçin Bilinmesi Elzem Bilgiler", SR, 1/4 (1948), s. 64; Ömer Tunca. "Hac Yasaklanabilir mi?", a.e., 1/15 (1948). s. 237; Eşref Edib, "Hacca Giden Türk Gazetecileri", a.e., 111/61 (1949), s. 181; Talat Vasfi Öz, "Hac Hatıraları", İslam'ın Nuru, 1/2, İstanbul 1951, s. 17; 1/6(1951),s. 17; Resmi Gazete, sy. 8441, 25 Haziran 1953; sy. 9162, 16 Haziran 1955; sy. 11.361, 21 Mart 1963; sy. 15.051, 3 Kasım 1974; sy. 16.635, 12 Mayıs 1979; sy. 16.650, 29 Mayıs 1979; sy. 17.018, 15 Haziran 1980; sy. 20.026, 21 Aralık 1988; Kemal Karpat, "Türkler ( C u m h u r i y e t Devri)", İA, XII/2, s. 403-404. H



KEMAL GÜRAN



Literatür. Kur'ân-ı K e r î m ' d e



İslâm'ın



d ö r t t e m e l ibadetinden namaz, oruç v e



hac







menâsiki'l-



(Kahire 1282; Mekke 1316; Beyrut



1994) ve



Kitâbü'1-lcâz



îi'l-menâsik



(nşr. Hüseyin İsmâil, Beyrut 1989), Takıyyüddin İbn Teymiyye'nin



Menâsikü'l-hac



(Mecmû'atü'r-resâ'ili'l-kübrâ



içinde, Kahi-



re 1323), İbn Kayyim el-Cevziyye'nin nâsikü'l-hac



Me-



(nşr. M. Hüseyin



ve'l-hımre



Afîfî, Riyad 1400/1980), İzzeddin İbn Cemâa'nın Hidâyetü's-sâlik



ilâ



bi'l-erbah



Nûreddin ltr,



fi'l-menâsik(nşr.



mezâhi-



I-II1, Beyrut 1994), Burhâneddin İbn Ferhûn'un İrşâdü's-sâlikilâ



efâli'l-menâ-



sik (nşr. M u h a m m e d Ebü'l-Efcân, I—II. Kartac 1989) adlı eserleri sayılabilir. İbn Cemâa'nın eseri, d ö r t Sünnî fıkıh m e z h e b i nin m u t e b e r kaynaklarına g ö r e mukaye-



Siyer kitapları, Hz. Peygamber'in haya-



BIBLIYOGRAFYA :



menâsiki'l-hac



1800), Nevevî'nin el-îzâh



taplarının ibadetler bölümünde namaz,



Suudi Arabistan'ın 1 9 8 7 ' d e A m m a n ' -







seli olarak k a l e m e



alınması,



İbn



Fer-



tının çeşitli safhalarında Kâbe v e Kâbe'-



hûn'un eseri Mâlikî fıkhı içinde y e r alan



deki uygulamalara dair m â l u m a t verirse



görüşler arasında tercih v e t e n k i t t e bu-



d e hacla ilgili bilgiler daha çok Vedâ haccı



lunması, ayrıca hac ibadetiyle ilgili döne-



ile bundan ö n c e Hz. Ebû Bekir'in başkan-



mindeki bid'atlara, örf v e â d e t l e r e t e -



lığında yapılan hac münasebetiyle kayde-



m a s e t m e s i , Ali el-Kârî'nin d e Rahmetul-



dilir. Vedâ haccına dair özellikle İbn Kesîr es-Sîretü



'n-nebeviyye'tie,



Cevziyye Zâdü'l-mecâd'da



İbn Kayyim elv e Şâmî



Sübü-



lah es-Sindî'nin yazdığı



Lübâbü'l-menâsik'ine



el-Meslekü'l-mütekassıt



fi'l-



adlı şerhi (Bulak



menseki'l-mütevassıt



etraflı bilgi ver-



1288; Kahire 1303, 1319; Mekke 1319; Bey-



mişlerdir. Târih kitaplarında Mekke v e yö-



rut, ts.) H a n e f i m e z h e b i içinde çok itibar



resi anlatılırken bu arada hac uygulama-



g ö r m e s i y l e dikkat çekerler. Fıkhî a h k â m



ları, hacıların güvenliği için alınan tedbir-



ağırlıklı olarak hac konusunu ele alan, bir



ler, yapılan düzenlemeler hakkında mâlu-



kısmı önceki d ö n e m l e r d e yazılmış kitap-



m a t verilir. Müstakil olarak haccı veya hac



ların şerh v e hâşiyesi, bir kısmı aynı za-



lü'l-hüdâ



ve'r-reşâd'da



ibadetinin herhangi bir yönünü ve hac m e -



m a n d a d ö n e m i n d e hac konusunda el ki-



kânlarını e l e alan eserlerin sayısı da ol-



tabı m a h i y e t i n d e olan v e sayıları yüzleri



dukça fazladır.



bulan eserler arasında da şunlar sayılabi-



z e k â t t a n m ü c m e l ifadelerle v e ana hat-



Hz. P e y g a m b e r ' i n hicretin 10. (632)



larıyla söz edilmesine karşılık haccın da-



yılında ashabıyla birlikte y a p m ı ş olduğu



ha ayrıntılı şekilde anlatıldığı v e muhtelif



hac (bk. VEDÂ HACCI), başka açılardan ol-



âyetlerde hikmeti, ihtiva ettiği alt ibadet-



d u ğ u kadar ü m m e t i n bu ibadeti ö ğ r e n -



lerin ifa şekli, hac yasakları, haccın cereyan



m e s i v e ifa e t m e s i yönüyle d e m o d e l t e ş -



ettiği mekânların tarihçesiyle ilgili önemli



kil e t t i ğ i için ayrı bir ö n e m taşımış v e Re-



bilgi v e hükümlerin yer aldığı görülür (bk.



sûl-i Ekrem'in bu haccını konu alan müs-



el-Bakara 2/125-128, 158, 189, 196-203,



takil e s e r l e r yazılmıştır. Bunlar arasında



217; Âl-i imrân 3/96-97; e l - M â i d e 5/1-2,



İbn Hazm'ın (Beyrut 1966), Ebü'l-Fidâ İbn



95-97; et-Tevbe 9/1-3, 19; el-Hac 22/25-



Kesîr'in (nşr. Mustafa Abdülvâhid, Beyrut



37; el-Fetih 48/25-27). Aynı şekilde t e f s i r



1986) v e Kandehlevfnin



kitaplarında bu âyetlerin açıklanması mü-



Haccetü'l-vedâc



(Beyrut



1971)



adlı eserleriyle



Nâsı-



nasebetiyle haccın tarihçesi, ifa şekli v e



rüddin el-Elbânfnin Haccetü'n-nebl



bu ibadetin yapıldığı m e k â n v e b ö l g e l e r







hakkında ayrıntılı bilgi verilir. Ancak yerine



1403/1983, 6. bs.) adlı kitabı sayılabilir.



revâhâ



canhü



Câbir



ke-



(r.a.) (Beyrut



lir; M u h a m m e d b. M ü k e r r e m el-Kirmâ-



nî, Kitâbü'l-Mesâlik



fi'l-menâsik



(Mil-



let Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 698; Süleym a n i y e Ktp., Süleymaniye, nr. 610, Serez, nr. 779; Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 819); Şehâbeddin Fazlullah b. Hasan et-Tûribiştî, nâsik



fî Hlmi'l-menâsik



Matlabü'n-



(Süleymaniye



Ktp., H e k i m o ğ l u Ali Paşa, nr. 389); İbn Balabân,



cUmdetü's-sâlik



fi'l-menâsik



( S ü l e y m a n i y e Ktp., Mihrişah Sultan, nr.



133); İbn Acâ, 'Umdetii'n-nâsik nâsik



fi'l-me-



( S ü l e y m a n i y e Ktp., A y a s o f y a , nr.



1333); Abdurrahman-ı Câmî, Kıtâb-ı



Me-



nâsik-i Hac (Risâle der Menâsikü 7-hac)



410



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB (Nuruosmaniye Ktp., nr. 3646, Süleyma-



sâlik ilâ ahkâmi'l-menâsik



niye Ktp., Ayasofya, nr. 1181. 4206, 4207



/1974); Ahmed Abdülgafûr Attâr,



(Riyad 1394 Ahkâ-



(müellif hattı|, 4208, Cârullah Efendi, nr.



mü'l-hac



1682, Fâtih, nr. 4044, 4045, Hekimoğ-Ju



nebîve



Ali Paşa, nr. 660, Pertevniyal Sultan, nr.



Serî Muhammed Abdülhâdî,



642); Muhammed b. Muhammed el-Hat-



hac ve'l-cumre



tâb el-Mâlikî,



re 1984); Cemâleddin Muhammed,



tâc li-beyârıi



Hidâyetü's-sâliki'l-muhefâli (fıcli)'l-muctemir



hâc (Brockelmann, GALSuppi, İbn Hacer el-Heytemî,



ve'l-



III, 1294);



Menâsikü'l-hac



(Kahire 1323); Hatîb eş-Şirbînî, kü'l-hac



Menâsi-



(Kahire 1311); Rahmetullah es-



Sindî, Bidâyetü's-sâlik







nihâyeti'l-me-



nâsik (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 832), Cem'u'l-menâsik



(Gü-



ve nefu'n-nâsik



müşhânevî'nin Câmi'u'l-menâsik



calâ



ah-



ve'l-cumre







ahkâmi'l-menâsik



(Süleymaniye Ktp., Murad Buhârî, nr. 120); Muhammed Abdürraûf el-Münâvî, İthâfü 'n-nâsik



bi-ahkâmi'l-menâsik



(Süleymaniye Ktp., Musallâ Medresesi, nr. 1988); Şürünbülâlî, Kitâbü'l-Hac lûğu'l-ereb



ve bu-



(Süleymani-



li-zevi'l-kurab



ye Ktp., Hacı Beşir Ağa, nr. 214/14); Abdülganî en-Nablusî, Tuhfetü'n-nâsik







(Süleymaniye



Ktp.,



Çelebi Abdullah Efendi, nr. 385) ve



el-İb-



beyâni'l-menâsik tihâc



(Süleymaniye



bi-menâsiki'l-hac



Ktp., Esad Efendi, nr. 3607, Çelebi Abdullah Efendi, nr. 385); Dâyezâde Mustafa Efendi,



Câmihı'l-menâsikli'r-râğıbi'n-



nâsik (Âtıf Efendi Ktp., nr. 769); el-Emîrü'l-Kebîr,



(Kahire



Menâsikü'l-Emir



1281); Ahmed b. Ömer el-İslâmbûtî, Tuhfetü'n-nâsik



(Dı-



fî beyâni'l-menâsik



maşk 1303); İbrâhim b. Ali es-Sekkâ, Me(Kahire 1332); Ahmed Ziyâ-



nâsikü'l-hac



eddin GümüşhâneVî,



Câmfu'l-menâsik (İstanbul 1289);



'alâ ahseni'l-mesâlik



Fevzi Efendi, cfyânü'l-mesâlik







beyâ-



(İstanbul 1307, 2. bs.); Ab-



ni'l-menâsik



dullah İbrâhim el-Ensârî, el-İrşâd ilâ menâsiki'l-hac



(Devha, ts.); Mu-



ve'l-iHimâr



hammed b. Şâmis el-Betâşî,



İrşâdü'l-



hâ^r fî ahkâmi'l-hâc



(Kahire



ve'z-zâ'ir



1405/1985); Abbas Kerrâre el-Mısrî, e d Dîn



ve'l-hac



hle'l-mezâhibi'l-erba'a



(Mısır 1947, 1948, 1951, 1966); Abdülazîz Muhammed es-Sellâm, sâlik



Evdahu'l-me(baskı yeri



fî ahkâmi'l-menâsik



yok, 1395); Nûreddin Itr, el-Hac re fi'1-fıkhi'1-İslâmî



(Beyrut 1969, 1984);



Abbas Abdullah Fidâ, ve'l-cumre bevi



ve'l-'um-



Menâsikü'l-hac



ve ziyâretü' 1-Mescidi'n-ne-



(baskı yeri yok, 1972); Abdülazîz



Muhammed es-Selmân,



Evçlahu'l-me-



Beyti'llâ-



Muhsin et-Tabâtabâî el-Hakîm, hacc'ına



cUmdetü'n-nâsik



nürü'z-za-



li-hacci



(Riyad 1412/1992, 3. bs.) ;



hi'l-harâm



bul 1289); Sünbül Sinan,



(Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1469/1,



fuka-



Fetâva'l-hac



b. Câsir, M ü f î d ü ' l - e n â m ve



(Mirza Hüseyin'in



(Süleyma-



4; Reşid Efendi, nr. 1000/9, 1012/5; Esad



el-



(Kahire 1990); Abdullah b. Abdurrahman lâm fî tahrÎTİ'l-ahkâm



el-Kavlü'l-az-



(Kahi-



inde



mîn Muhammed b. Sâlih,



Nûh b. Mustafa ei-Amâsî, har fîbeyâni'l-hacci'l-ekber



niye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1782/



(Kahire 1988); İbn Usey-



hâfl-Mâlikiyye



(Sü-



fî istilâmi'l-haceri'l-esved



leymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 2 i 29);



Ahkâmü'l-



(Kahire 1986); Ali Ab-



dülâl Abdurrahman, el-Hac



lü'n-nâsik



Serez, nr. 1032); Hüseyin b. Ali el-Menzilî,



hacceti'n-



fi'l-fıkhi'l-İslâmî



Hac ve ahkâmüh



seni'l-mesâlik adlı eseriyle birlikte, İstanMenâsikü'l-hac



min



(Mekke 1397/1977); Ebû



cumretih



ecved



Delî-



Mertâsikü'l-



ta'lik, nşr. Muhammed Kâzım



et-Tabâtabâî, Kum 1416).



Efendi, nr. 1633/5); Şeyhzâde Mehmed Emîn Üskûbî, Risâle-i



Hac



cani'l-ğayr



(Süleymaniye Ktp., Giresun Yazmaları, nr. 3628 [müellif hattı]); Hüseyin el-Kudsî es-Sâdâtî, mi'l-hac



Delâletü'l-hayr



calâ



ahkâ-



(Süleymaniye Ktp.,



cani'I-ğayr



Esad Efendi, nr. 3779); Nu'man b. Ahmed Hamdî Sivâsî,



Risâle



fi'l-hacci'l-ekber



(Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5437); Nûh el-Metrûkî el-Çerkesî el-Kafkasî, Risâle fî mes'eleti



(Süleymaniye



mîkâti'l-hac



Ktp., Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 1219). Haccın hikmetleri, taşıdığı ferdî ve içti-



Hac ibadetinin özellikle fıkıh mezhep-



maî faydalar hacla ilgili kitaplarda ele alın-



leri ve fakihier arasında doktriner tartış-



makla birlikte Gazzâlî'nin



malara konu olan yönlerinden, alt ibadet



(nşr. Mûsâ Muhammed Ali, Beyrut, ts.),



ve uygulamalarından birini veya birkaçını



Şehâbeddin el-Maktûl es-Sühreverdî'nin



inceleyen risâle türündeki eserler de hac



Hikmetü'n-nâsik



literatürü içinde önemli bir yer tutar. Bü-



maniye Ktp., Ayasofya, nr. 1136), Şah Ve-



yük bir kısmı yazma olan bu tür için şu ör-



liyyullah ed-Dihlevî'nin



nekler verilebilir: İbn Hacer el-Askalânî,



meyn (Brockelmann, GALSuppi,



et-Tetebbıf



Yunus Vehbi Efendi'nin



Dürerü'l-hikem



fî esrâri menâsiki'l-hac



ve'l-Beyti'l-Ha-



li-şıfati't-temettuc



bi'l-hac



(Köprülü Ktp., Fâzıl Ahmed



ile'l-cumre



Paşa, nr. 1591); Molla Lutfî, Risâle fî tefsiri kavlihî



(Sü-



te'âlâ "ve etimmü'l-hac"



Esrârü'l-hac



(Süley-



fi'l-menâsik



Füyüzü'I-HareII, 615),



râm (İstanbul 1318, 1320), Nûreddin b. Civanhân Sâhib'in



Âdâbü'l-Haremeyn



leymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2844/



(Bombay 1309), Fazlullah Muhammed Hü-



2); Emîr Pâdişâh, Risâle fî beyâni



seyin'in el-Hac



hacce'l-mebrür



enne'l-



yükeffirü'z-zünûb



sâle fî tekfıri'l-hacci'ş-şağâ'ire



(Ri-



ve'l-kebâ'i-



hareke



ve Ibâde



ve si-



yâse (baskı yeri ve tarihi yok |Lecnetü Mescid-i İmam Rızâj), Ali ŞerîatFnin TahHac (Tahran 1369 hş.;



re) (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 1658, Çe-



lilî ez Menâsik-i



lebi Abdullah Efendi, nr. 392; Köprülü



İng. tercümeleri: Hajj, trc. Somayya-Yaser,



Ktp., Fâzıl Ahmed Paşa, nr. 182; Beyazıt



Bedford 1978; trc. Ali Behzadnia-Najla



Devlet Ktp., Bâyezid, nr. 7920); Ali el-Kâ-



Denny, Zürich 1980; trc. Laleh Bakthlar,



rî, Risâle fî beyâni'l-hacci'l-mebrür



Tahran 1988; Türkçe tercümesi: Hac, trc.



tahkiki'1-hilâf



eş-Şeyh



Fatih Selim, İstanbul 1980; Alm. tercü-



ve'l-Emîr



mesi, Hadsch, Bonn 1983) adlı eserleri



beyne'l-İmâm



İbn Hacer el-Mekkî Bâdişâh el-Buhârî



eş-Şâff'ı el-Hanefî



fîenne'lem lâ (Bu-



hac hel yükeffirü'l-kebâ'ire lak 1287), Risâle callika



ve



bi'l-hac



fi'd-dekâ'iki'l-müte(Kayseri Râ-



ve esrârih



şid Efendi Ktp., nr. 690), Risâle fî



enne'l(Kayseri



hac farzun ve sebebühü'l-Beyt Râşid Efendi Ktp., nr. 690),



(Bulak 1287), Ri-



evfer fi'l-hacci'l-ekber sâle fî beyâni eşhüri'l-hae



el-Hazzü'l-



mes'eleti't-temettuc







(Süleymaniye Ktp., Bağdatlı



özellikle bu konuya ağırlık vermektedir. Ayrıca Şemseddin İbn Irâk'ın tü'ş-şekaleyn



Hidâye-



ilâ fazli'l-Haremeyn



(Sü-



leymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2844/ 2), Muhammed Şâkir b. Bedreddin Ahmed es-Sirhindî'nin meyn



Hasenâtü'l-Hare-



(Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud



Efendi, nr. 2848, Esad Efendi, nr. 1393), İbn Allân el-Mekkî'nin



el-'Alemü'I-müf-



red fî fazii'l-haceri'l-esved



(Âtıf Efendi



Vehbi Efendi, nr. 2101; İÜ Ktp., AY, nr.



Ktp., nr. 2813), Baldırzâde Mehmed Efen-



1525), Beyânü't-temettu'



di'nin Fezâil-i



Beyânü







eşhüri'l-hac



(Âtıf Efendi Ktp., nr. 2824),



li'l-mukim



ffli'l-hayr



menhacce sâle fi'l-hac



izâ dehale



cani'l-ğayr cani'l-ğayr



Mekke



(Bulak 1287), Ri(Süleymaniye



Haremeyn



(Süleymani-



ye Ktp., Esad Efendi, nr. 3563/1), Ali el-Kârînin Risâle fî fezâîli'l-Ka'be zili'l-hac



ve



menâ-



(Süleymaniye Ktp., Esad Efen-



di, nr. 1581), Fevzi Efendi'nin



Bâbü'l-hac



ve'l-'vmre



1003, 1049); Abdullah Bosnevî,



Ktp., nr. 209) adlı eserleri gibi haccın ve



el-Yedü'l-



ve fezâ'ilühümâ



(İzmir Millî



Ktp., Fâtih, nr. 5336, Yazma Bağışlar, nr.



411



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB hac mekânlarının faziletini konu alan ki-



Haccın tarihçesi, hac mekânları, hac



taplar da bu grubun başka bir türünü



yolları, hac yolculuğu esnasındaki konak-



Menâsik-i



oluşturur.



lama yerleri ve tarihî seyir içinde hac uy-



Şerîf Muhammed Sâdık, Mâder-i



gulamasının değişik yönleriyle ilgili bilgi



yâ: Haremeyn



Hazırlıktan başlayarak geri dönüşe kadar hac yolculuğunu anlatan ve hac ibadetinin çeşitli safhalarında yapılması sünnet veya müstehap olan duaları derleyen eserler hac rehberleriyle birlikte hac literatürü içinde ayrı bir yer işgal e t m e k t e olup hem Hz. Peygamber ve sahâbeden rivayet edilen dua formlarını tesbit, hem de hac rehberi görevi ifa etmeleri bakımından pratik bir önem arzederler. Bunlar arasında Rahmetullah es-Sindî'nin Kitâbü



Edciyeti'l-hac



(Mekke



ve'l-hımre



1319), Kutbüddin en-Nehrevâlî'nin EdHyetü'l-hac



(Kahire 1288; Mekke



ve'l-'umre



1319), Şemseddin M u h a m m e d b. Abdurrahman es-SehâvFnin el-İbtihâc



bi-ezkâ-



(nşr. Ali Rıza b. Abdul-



ri'l-müsâfiri'l-hâc



lah, Medine 1993), Ebü'l-Azâim Muhamm e d Mâzî'nin Edlyetü ve'l-cumre



menâsiki'l-hac (Kahire



ve'z-ziyâre



1977),



Muhammed Abbas Fâris'in Ed"iyetü



(Medine, ts.), A h m e d Re-



nâsiki'l-hac şid'in



me-



Hacca



Müteallik



Dua



Risûlesi



(Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 449) adlı eserleriyle İbn Âbidîn'in Buğyetü'n-nâsik edHyeti'l-menâsik İbn Âbidîn



(Mecmû'atü



fî resâ'Üi



içinde, İstanbul 1325; Beyrut,



ts. |Dârü İhyâi't-türâsi'l-Arabî]) adlı risâlesi sayılabilir.



ve Meşkûre-i Hacc-ı



veren eserler hac literatürünün başka bir



Baldırzâde



türünü oluşturur. Bu türe dair şu eserler



Mekke



sayılabilir: Ezraki, Ahbâru



(nşr F.



Mekke



Wüstenfeld, 1-111, Göttingen



1275/1858;



Mehmed



ve'l-ibtihâc



Menâsik



rate'l-hâc



turuki'l-hac



ve



(nşr. Hamed el-Câ-



me'âlimü'l-Cezîre



ed-Dîn



bi-zikri



rîzî, ez-Zehebü'l-mesbük



cîc



hâcce



mine'l-hulefâ'



(nşr.



ve'l-mülük



ve



târîhu'l-



(Kahire men



1384,



Hüsnü'ş-şafâ vülliye



imâ-



Kahire 1980); Seyyid Abdülmecid Bekr, elMelâmihu'l-coğrâfiyye



men



Mü-



(nşr. Leylâ Abdüllatîf Ahmed,



sir, Riyad 1401/1981); Tâkıyyüddin el-Makfî zikri



Târîh-i



(Ankara 1972); Abbas



Emirleri



1968); A h m e d er-Reşîdî,



ke 1407/1986-87); Ebû İshak el-Harbî, elve emâkinü



Efendi,



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i kerreme



Kerrâre el-Mısrî,



dülmelik b. Abdullah b. Dehîş, 1-V1, Mek-



Dün-



(İstanbul 1324);



(TSMK, Revan Köşkü, nr. 20/11);



Haremeyni'ş-şerîfeyn



(nşr. Ab-



ve



(İstanbul 1318);



Târihi



1979); Fâkihî, Ahbâru



Mekke



Hümâyunları Şerîf



nşr. Rüşdî Sâlih Melhas, 1-11, Beyrut 1399/



li-dürübi'l-ha-



(Cidde 1401/1981); Âmine Hüseyin



Muhammed Celâl, Turuku'l-hac



ve



me-



Cemâleddin eş-Şeyyâl, Kahire 1955); Tâ-



râfikuhü



kıyyüddin el-Fâsî, el-cİkdü's-semîn



lükî (doktora tezi, 1408, Câmiatü Ümmi'l-



fî tâ-



(nşr. M. Fuâd Sey-



rîhi'l-beledi'l-emîn



manlılar



1969) ve Şifâ'ü'l-ğarâm



Menziller



bi-ahbâri'l-be-



(nşr. Ömer Abdüsselâm



ledi'l-Harâm



Tedmürî, 1-11, Beyrut 1405/1985); Necmeddin İbn Fehd, İthâfü'l-verâ' (nşr. Fehîm



Ümmi'l-kurâ



fi'l-Hicâz



fi'l-bş-ri'l-Mem-



kurâ, Mekke); A. Latif A r m a ğ a n ,



yid v.dğr., I-VI1I, Kahire 1378-1388/1958-



Zamanında



Hac



Os-



Yolu



ve



(yüksek lisans tezi, 1990, İÜ



Sosyal Bilimler Enstitüsü). Hac ibadeti müslüman milletlerin ede-



bi-ahbâri



biyatına çeşitli yönleriyle akseden önemli



Muhammed



bir konudur. Türk edebiyatında divan şi-



Şeltût, I-1I1, Mekke 1403/1983); Abdülkâ-



irinde ve bilhassa dinî ve tasavvufî edebi-



dir b. Muhammed el-Cezîrî,



yatta bir mazmun ve remiz olarak yer alan



râ^di'l-munazzama



Dürerü'l-fe-



fî ahbâri'l-hâc



ve



hac için müstakil eserler de kaleme alın-



(nşr. Ha-



mıştır. Bu arada hac ibadetinin cereyan



med el-Câsir, Riyad 1983); Kutbüddin en-



ettiği Mekke ve Harem-i şerif ile civarın-



Nehrevâlî,



tarîki



Mekkete'l-mu'azzama el-İ'lâm



bi-aclâmi



(Kahire



lâhi'l-Harâm



Hac rehberleri, literatürde yer alan fık-



rûre



Emin, Menzil-i



1305);



Hacc-ı



Bey ti'1-



daki Arafat, Mina, Müzdelife gibi önemli



Mehmed



mekânlar, buralardaki çeşitli ziyaret yer-



(TSMK,



leri, ayrıca Medine ve Mescid-i Nebevî;



Şerife



hî tartışmalara girmeksizin belli bir mez-



Hazine, nr. 446 |müellif hattı]); İbrâhim



Uhud, Bedir, Hendek savaşlarının cere-



hebin görüşü ve mevcut tecrübe birikimi



Hanîf b. Mustafa el-İstanbûlî,



yan ettiği mahaller; Mescid-i Kubâ, Mes-



esas alınarak yazılan, hacı adaylarına bu



lü'l-Haremeyn



ibadeti ifa hususunda yardımcı olmayı



li, nr. 220); Ahmed b. Zeynî Dahlân,



amaçlayan, genelde hac ibadeti esnasın-



lâşatü'l-kelâm



da yapılacak duaları da kapsayan eserler



ledi'l-Harâm



olup bir nevi hac ilmihalleridir. Her dönem-



Eyüp Sabri Paşa,



de bol örneklerine rastlanan bu türe Ab-



Mir'âtü



dülvehhâb Mazhar'ın Mürşidü'l-hâc



'âtü Medîne



(Ka-



(Süleymaniye Ktp., Lâle-



tü'l-Baki' gibi ziyaret mekânları da .anla-



ümerâ'i'l-be-



tılmıştır. Bu eserlerin bilinen en eski örne-



(Kahire 1305; Mekke 1311);



ği, XIII. yüzyılın tanınmış sûfîlerinden Ah-



fî beyâni



Mekke



Mir'âtü'l-Haremeyn: (1, İstanbul 1301), M i r -



(II, İstanbul 1304),



el-Adevî'nin Delîlü'l-hac li'l-vâridi külli



fec



ilâ Mekke



Delîlü'l-hac



ve'1-Medine



min



(Bulak 1329), Dâvud Sabri Sü-



leyman'ın Mürşidü'l-hâc



fî tatbiki



me-



(Bağdad 1963), Hâdî-i Tabâ-



nâsiki'l-hac



tabâî'nin Delîlü'l-hac Hâfız Dâvud'un



(I-li, Necef 1386),



Rehber-i



Hac



1317, 1319), Hüseyin Pertev'in



sâfetü'l-fec



ve



Menâzil-i



(Tire, Necip Paşa Ktp., nr.



279); Kays ed-Dâvûdî,



Menâzilü'l-hac



(Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1827); Şemseddin



Muhammed b. A h m e d el-



(Aydın



Müezzin, Menâzilü'l-Haremeyn



Delîlü'l-



leymaniye Ktp., Dârülmesnevî, nr. 133);



(Sü-



hac (İstanbul 1325), İsmail Hakkı'nın(Div-



Muhammed Edîb b. Muhammed,



rikli) Delîlü'l-hâc



cetü'l-menâzil



fî menâsiki'l-hac



tanbul 1325), Eyüp Sabri Paşa'nın letü'l-menâsik Yeprem'in



Hac



(İsTekmi-



(İstanbul 1292), M. Saim ve



Kurban



1965), İrfan Yücel'in Hac



(İstanbul



Rehberi



me-



(Süleymaniye Ktp., Yahyâ



Tevfik, nr. 1457/1); Halîl b. Ali, Haremeyn



Mir'âtü



(III, İstanbul 1306); Şeyh



Cezîreti'l-Arab



el-Hâc İbrâhim, Menâzilü'l-hac



(Kahire 1349),



(An-



kara 1988) adlı eserleri örnek verilebilir.



(İstanbul



Tahsin, Coğrafya câziyye



ve Evsâf-ı



1232);



ve Târîh-i



İzâm-ı



Haremeyn-i



Osmâniyye Şerîfeyndeki



BehHasan



Hıtta-i



Haremeyn



Hi-



(İstanbul



1297); Muhammed Emîn el-Mekkî, fâ-yi



cid-i Cum'a, Mescid-i Kıbleteyn ve Cenne-



Hu-



hire 1347), Muhammed Hasaneyn Mahlûf M u h a m m e d Sâdık Paşa'nın



Menâzi-



Hule-



Hazerâtmm Asâr-ı



Meb-



med Fakih'in hacca gidip döndükten sonra kaleme aldığı Kitâbu eidi'ş-Şerîfe



Evsâfı



Mesâ-



adlı manzum eseridir (bk.



DİA, II, 67). Hac ibadeti mensur eserlere de konu olmuş, "menâzil-i hac" ve "menâsik-i hac" adı altında iki türün doğmasına vesile olmuştur. Ancak bunların edebî bir d e ğ e r e sahip olduğu söylenemez. Morali Bahtî'nin Manzüme



fî Menâsiki'l-Hac



(Süley-



maniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 123) ve Na'lî M e h m e d Efendi'nin Manzüme nâsiki'l-Hacc'ı



der M e -



ise (Köprülü Ktp., Hâfız



A h m e d Paşa, nr. 334) İslâmî Türk edebiyatının didaktik eserleri arasında yer alır. Bu türdeki en meşhur eser, Abdurrahman Gubârî'nin 968'de (1561) telif ettiği Menâsikü'l-hac



adlı mesnevidir (bir nüs-



hası için bk. Millet Ktp., Manzum, nr. 820). Edirne Müftüsü Fevzi Efendi'nin



412



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



îyânü'l-



HACB



Z e m z e m Kuyusu'nun girişi ve Kabe'den bir görünüş



Seyahatnameler.



adlı eserinin sonundaki şiirler



biyatta hac konusunda yazılmış müstakil



Kur'an v e



SÜnnet'-



arasında Hz. P e y g a m b e r ' e hitaben yazıl-



m a n z u m e l e r ayrı bir g r u p teşkil e d e c e k



t e k i s e y a h a t l e ilgili t e ş v i k l e r



yanında



mış m a n z u m bir arzuhal d e bulunmakta-



kadar çoktur. Yûnus Emre'nin, "Allah evi



s ü r a t l e g e l i ş e n f e t i h l e r sonucu



dır. Buhârî Mukarriri Bekir Sıdkı'nın otuz



ziyârettir ben ona v a r m a k isterim / Mu-



dünyasının g e n i ş bir c o ğ r a f y a y a yayıl-



beyitlik Menâsik-i



de



hammed'in güzel nûrun g ö z ü m l e g ö r m e k



ması, İslâm ülkelerini v e bunları birbirine



(İstanbul 1329} bu t ü r e bir örnek teşkil



i s t e r i m " mısraları ile başlayan b e ş beyit-



bağlayan yolları t a n ı m a ihtiyacını doğur-



lik şiiri bunların ilk örneği kabui edilebilir.



du. Siyasî, idarî, askerî v e ticarî s e b e p -



mesâlik



Hac



Manzumesi



eder. Mensur v e m a n z u m sîrelerde d e Hz. P e y g a m b e r ' i n Vedâ haccını anlatan bölümlere v e bu arada menâsik-i hacca dair bilgilere y e r verilir. Özellikle m a n z u m sîrelerdeki bu bölümler hac edebiyatının didaktik örnekleri arasında zikredilebilir.



Birçok mutasavvıf şair tarafından kalem e alınan bu tür şiirler, aynı zamanda zilhicce ayında t e k k e l e r d e hac ilâhisi olarak o k u n m a k ü z e r e bestelenmiştir.



İslâm



lerle birlikte ilim tahsili v e hac görevini yerine g e t i r m e



arzusunun



doğurduğu



bu ihtiyaç, erken zamanlardan itibaren bir s e y a h a t n â m e literatürünün oluşmasına z e m i n hazırladı. Seyahat intihala-



Türk dinî edebiyatının ansiklopedik m a -



Hacıları u ğ u r l a m a v e karşılama t ö r e n -



hiyetteki eserlerinde d e hac üzerinde du-



leri için, ayrıca hacca gidişi teşvik a m a -



itibaren başlamakla birlikte bunlar m ü s -



rulduğu görülür. Yazıcıoğlu M e h m e d Efen-



cıyla d e s t a n v e ilâhiler k a l e m e alınıp bes-



takil olmayıp tarih v e c o ğ r a f y a y a dair



di'nin Muhammediyye



telenmiştir. îlâhî-yi



e s e r l e r i n içinde y e r almıştır. Müstakil



adlı eserindeki



Hüccâc



(Millî Ktp.,



rının k a l e m e alınması III. (IX.) yüzyıldan



Cönk, nr. 108) bu türden bir eserdir. Cönk



eserlerin ancak V. (XI.) yüzyılda yazılma-



şeklinde basılmış Mekke



adlı bir



ya başlandığı g ö r ü l m e k t e d i r (başlangıç-



lıklı bölümler buna örnek olarak gösteri-



m e c m u a d a (İstanbul 1317) "Kâbe İlâhisi",



tan g ü n ü m ü z e kadar yazılan seyahatnâ-



lebilir.



" M e k k e İlâhisi", " Z e m z e m İlâhisi", "Ara-



melerin bir listesi için bk. İbn Sûde, II,



f a t İlâhisi", "Vedâ İlâhisi", " M e d i n e İlâhi-



333-337; A h m e d Ramazan A h m e d , s. 17-



si" gibi başlıklar altında birçok ilâhi y e r



20).



" H a c c e t ü ' l - v e d â ' " ile A h m e d Bîcan'ın Envârü'l-âşıkin'indeki



"Faslün fi'l-hac" baş-



Hacca dair m a n z u m ilmihaller d e kalem e alınmıştır. Bu tür eserlere Şir'âti'l-İslâm



adlı bir kitap



Tercüme-i (İstanbul



1293) ö r n e k verilebilir. Eski v e yeni e d e -



İlâhisi



almaktadır.



Meşhur c o ğ r a f y a c ı Ya'kübî (ö. 292/905 H



RAHMI YARAN



| ? |) Kitâbü'l-Büldân'da,



K û f e ' d e n Me-



413



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB med el-Fâsî, Rabat 1968, nşr. Ahmed b.



dine ve Mekke'ye ulaşan yol güzergâ-



İranlı şair ve seyyah Nâsır-ı Hüsrev, hac



hındaki konak yerleriyle Mekke ve Mes-



niyetiyle Merv'den başlayıp yine orada so-



cid-i Harâm'a dair kısa bilgilere yer ver-



na erdirdiği, yaklaşık altı yıl sekiz ay sü-



İbn Rüşeyd, doğum yeri Sebte'den



miştir. İbn Hurdâzbih el-Mesâlik



ren (23 Şâban 437-26 Cemâziyelâhir 444/5



(Ceuta) yola çıkarak 683-686 (1284-1287)



ve'l-



ve Kudâme b. Ca'fer



memâlik'te bü'l-Harâc'üa,



Kitâ-



çeşitli şehirlerle Mekke



Cedv, Kostantîne, ts.).



Mart 1046-23 Ekim 1052) yolculuğunu



yılları arasında gerçekleştirdiği hac se-



Farsça kaleme aldığı Sefernâme



adlı ese-



saca zikrederken İbn R ü ş t e e l - A c l â k u ' n -



Fransızca tercümesiyle birlikte yayımla-



yahatini Mifü'l-'aybe bimâ cümica bitûli'l-ğaybe fi'l-vicheti'l-vecîhe ile'lHaremeyn Mekke ve Taybe adlı ese-



bazı önemli şehirlerle Mekke



nan eserin (Paris 1881) daha sonra çeşitli



rinde anlatmıştır (nşr. Muhammed el-Ha-



arasındaki yol güzergâhı yanında Mekke



neşirleri yapılmıştır (Muhammed Debîr-i



bîb İbnü'l-Hûce, II, Tunus 1402/1982; III,



ve Kâbe tarihi, Kâbe ve Mescid-i Harâm'ın



Siyâkî'nin neşri özellikle anılmalıdır: Tah-



Tunus 1981; V, Beyrut 1408/1988). Eserin



ve Medine arasındaki konak yerlerini kınefîse'öe



rinde anlatmıştır. Ch. Schefer tarafından



özellikleri. Zemzem Kuyusu, Harem ve hac



ran 1354, 1363, 1369 hş.).



Sefernâme'yi



V. cildi Haremeyn, Kahire ve İskenderiye'-



menâsikinin ifa edildiği diğer mekânlarla



Yahyâ el-Haşşâb Arapça'ya (Kahire 1945),



ye ayrılmıştır. İbn Rüşeyd, 684'te (1286)



Medine ve Mescid-i Nebevî hakkında ol-



W. M. Thackston İngilizce'ye çevirmişler-



yerine getirdiği hac ziyareti sırasında gi-



dukça ayrıntılı bilgiler vermiştir. İstahrî



dir (New York 1985). Bu seyahati sırasın-



diş ve dönüşte Medine'de üçer gün, Mek-



da Anadolu, Suriye, Lübnan, Mısır, Su-



ke'de ise dokuz gün kalmıştır. Medine



İbn Havkal



Mesûlikü'l-memâlik,



Şûre-



tü'l-arz (el-Mesâlik ve'l-memâlik) ve Makdisî Ahsenü't-tekösîm'de



ülkelerin an-



latımına Mekke'nin kıble olarak taşıdığı önem sebebiyle Arap yarımadasıyla, bu bölgeye de Mekke ile başlamışlar; Mekke, Kâbe, Mescid-i Harâm, Harem ve hacla ilgili diğer mekânlarla Medine hakkında



özet



bilgiler



vermişlerdir.



Ubeyd el-Bekrî el-Mesâlik lik'te



Ebû



ve'l-memâ-



İbn Rüşte gibi nisbeten tafsilâtlı



mâlumat verirken Mekke'ye dair konularda daha çok Ezrakı'nin Ahbâru



Mek-



dan ve Kuzey Afrika'yı da dolaşan Nâsır-ı



hakkındaki kısa intihalarından sonra bu-



Hüsrev 438



(1047), 439, 440 ve 442



rada tanıştığı âlimlerle ilgili ayrıntılı bilgi



(1051) yıllarında olmak üzere dört defa



veren İbn Rüşeyd Mekke'ye varışından



hacca gitmiştir. Çok kısa süren ilk üç hac



itibaren haccın eda edilişi, buna dair fıkhî



ziyaretinden sadece ikincisinde Medine



hükümler ve hac menâsikinin ifa edildiği



ve Mescid-i Nebevî hakkında özet bilgi



yerler hakkında siyer ve Mekke tarihi ki-



veren müellif, Mekke'de altı ay mücâvir



taplarından aldığı mâlumatı kaydeder. Da-



kaldığı son haccı sırasında haccın eda edi-



ha sonra diğer şehirlerde olduğu gibi bu-



lişi, Mekke, Kâbe, Mescid-i Harâm, hac gö-



rada tanıştığı âlimleri anlatır, aralarında



revinin ifa edildiği diğer yerler ve içtimaî hayatla ilgili intibalarıni anlatmıştır.



ke'sine dayanmıştır. İdrîsîde(ö. 560/1165)



Bugüne ulaşan meşhur hac seyahat-



Mekke ve çevre-



namelerinin çoğu Batı İslâm dünyasına



siyle Medine hakkında kısa bilgilerle ye-



mensup âlimler tarafından kaleme alın-



Nüzhetü'l-müştâk'ta tinmiştir.



mıştır. Bunlardan İbn Cübeyr'in



er-Rih-



Asıl hedefleri coğrafî mâlumat vermek



le'si tam bir hac seyahatnâmesi olup bu



olan bu âlimler yanında İslâm dünyasını



türün ilk ve en hacimli örneklerinden bi-



gezip görmek ve hac görevini ifa etmek



ridir. İlk defa VVilliam VVright tarafından



isteyen seyyahlar da vardır. Esasen he-



yayımlanan eseri (Leiden 1852) daha son-



geçen sohbet ve tartışmaları zikreder. Eser bu özelliğiyle geniş bir fehrese (bernâmec) mahiyetindedir. Kasım b. Yûsuf et-Tücîbî de Sebte'den hareketle 696 (1297) yılında ifa ettiği hacca dair intibalarıni ve'l-iğtirâb'üa



Müstefâdü'r-rihle



anlatmış, kitabın günü-



müze ulaşan Mısır-Mekke kısmı Abdülhafîz Mansûr tarafından neşredilmiştir (Tunus 1395/1975). İbn Rüşeyd gibi Tücîbîde gezip gördüğü yerlerde tanıştığı ve fay-



men bütün seyahatlerde hac temel ve



ra M. J. de Goeje (Leiden-London 1907)



ortak âmil olarak görülmektedir. Özel-



ve H. Nassâr (Kahire 1374/1955) neşret-



kaleme aldığı Bernâmec



likle Batı İslâm dünyasından Doğu'ya ya-



miş, ayrıca İtalyanca, İngilizce ve Fransız-



de (nşr. Abdülhafîz Mansûr, Tunus 1981)



pılan yolculukların en önemli sebebini



ca'ya çevrilmiştir (El2 [İng.j, 111. 755). İbn



bu bilgiler önemli yer tutmaktadır. Tücî-



hac ve ilim tahsili teşkil etmiştir (bu ko-



Cübeyr,



Muharrem



bî'nin haccın ifası sırasında şahit olduğu bid'atları, hacıların örf ve âdetlerini zikre-



19 Şevval 578-22



dalandığı âlimlerden söz etmekte, ayrıca adlı eserinde



nuda kaleme alınan seyahatnâmelerin



581 (15 Şubat 1183-25 Nisan 1185) tarih-



bir listesi için bk. Hâlid b. fsâ el-Belevî,



leri arasında gerçekleştirdiği, Gırnata'-



dip tenkit etmesi bu seyahatnâmenin dik-



nâşirin mukaddimesi, 1, 72-79). Klasik



dan (Granada) başlayıp yine orada tamam-



kat çeken yönlerinden biridir.



dönem hac seyahatnameleri bazan yıl-



ladığı seyahati sırasında Mekke'de sekiz



larca süren yolculuklar boyunca, başta



ayı aşkın bir süre kalmış; Mekke, Harem,



Mekke ve Medine olmak üzere gezilip



Kâbe, haccın ifa edilişi, çevredeki ziyaret



görülen yerlerle ilgili coğrafî ve tarihî



yerleri, içtimaî hayat ve hacılarla ilgili göz-



mâlumat yanında içtimaî, iktisadî ve kül-



lemlerini günlük şeklinde ve ayrıntılı bir



türel hayata dair intibaları ihtiva etmeleri, İslâm dünyasının değişik yörelerin-



tarzda anlatmıştır. Beş gün kaldığı Medine ve çevresi hakkında da bilgi vermiştir.



den gelen hacıların örf ve âdetlerini, bu



İbn Battûta, hac niyetiyle doğum yeri olan Tanca'dan yola çıkmış ve yaklaşık otuz yıl süren (Receb 725-Zilkade 754/Haziran 1325-Aralık 1353) seyahatiyle ilgili intibalarıni, kısaca Rihletü



İbn Battûta



di-



ye tanınan Tuhfetü'n-nüzzâr



fî g a r â î -



v e Cacâ 'ibi'l-esfâr



adlı eserin-



bi'l-emşâr



arada bilgi mübâdeleierini yansıtmaları,



Ebû Muhammed el-Abderî, 25 Zilkade



de toplamıştır. İlk defa Ch. F. Defremeıy



çeşitli tarihlerde haccın eda edilişi sıra-



688 (10 Aralık 1289) tarihinde Mağrib'-



ve B. R. Sanguinetti tarafından Fransız-



sında görülen uygulamalar ve özellikle



den (Fas) çıktığı hac yolculuğu sırasında



ca tercümesiyle birlikte yayımlanan ese-



Kâbe ve Mescid-i Harâm'la çevredeki di-



gördüğü yerlere dair coğrafî bilgileri, sos-



rin (I-1V, Paris 1853-1859) daha sonra çe-



ğer ziyaretgâhlarda tarih boyunca mey-



yal hayat ve özellikle ilim ve kültür haya-



şitli baskıları yapılmış, son olarak da Ali el-



dana gelen değişiklikler hakkında bilgi



tıyla tanıştığı ulemâ hakkındaki intibala-



Müntasır el-Kettânî tarafından yayımlan-



vermeleri bakımından büyük önem taşı-



rıni er-Rihletü'l-Mağribiyye



mıştır (I-II, Beyrut 1395/1975, 1979, 1981,



maktadır.



hatnâmesinde toplamıştır (nşr. Muham-



adlı seya-



1985). Tuhfetü'n-nüzzârçeşM



414



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



Doğu ve



HACB Batı dillerine t e r c ü m e edilmiştir



(El2



1 İng.}, III, 736). Bu seyahati sırasında Kuzey Afrika, Mısır, Suriye, Haremeyn, Ye-



ve icâzet aldığı âlimleri ve tasavvuf eh-



Türkiye ve Hicaz hâtıralarına yer veren



lini anlatmıştır.



müellif III. cildi tanıştığı ulemâya ayır-



Evliya Çelebi



Seyahatnâme'smin



IX.



mıştır.



men, Güney Afrika sahilleri, İrak, İran,



cildini



1935), 12 M u h a r r e m



Moritanyalı âlim M u h a m m e d Yahyâ b.



Anadolu, Kafkasya ve Uzakdoğu'yu dola-



1082 (21 Mayıs 1671) tarihinde İstanbul'-



M u h a m m e d ei-Velâtî de altı yıl üç ay sü-



şan ibn Battûta 726 (1326), 727, 728,



dan başladığı hac yolculuğuna ayırmış, yol



ren (7 Receb 1311-6 Şevval 1317/14 Ocak



729, 732 ve 749 (1349) yıllarında olmak



boyunca uğradığı yerler yanında Medine



1894-7 Şubat 1900) hac yolculuğuyla il-



üzere altı defa haccetmiştir.



727-730



ve Mekke ile buralardaki ziyaret yerleri,



gili hâtıralarını



(1327-1330) yılları arasında mücâvir ka-



içtimaî hayat, dinî yapılar, Mescid-i Ne-



adıyla kaleme aldığı bir kitapta topla-



(İstanbul



er-Rihletü'l-Hicâziyye



lan İbn Battûta hac ve Haremeyn'e dair



bevî, Kâbe, Mescid-i Harâm, hac menâ-



mıştır (nşr. M. Hâccî, Beyrut 1990). Velâ-



intibalarıni ilk haccı sırasında anlatmakta,



sikinin icra edildiği yerler ve haccm ifa



tî, 1313 (1896) yılında ifa ettiği hac fari-



Mekke ve Medine ile çevresindeki ziyaret



edilişiyle ilgili etraflı bilgi vermiştir.



zası vesilesiyle Mekke'de bir ay, Medi-



yerleri, Mescid-i Nebevî, Kâbe, Mescid-i Harâm, hacla ilgili uygulamalar, Mekke ve Medine'deki sosyal hayat, buradaki yöneticiler ve tanınmış âlimler hakkında bilgi vermektedir.



Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî evliyâ ve ulemâ ile görüşmek, ölenlerin kabirlerini ziyaret e t m e k ve hac farizasını yerine g e t i r m e k üzere 1 Muharrem 11055 Safer 1106 (2 Aralık 1693-25 Eylül 1694)



ne'de dört ay kalmış ve buradaki ziyaretlerini günlük şeklinde çok kısa olarak anlatmıştır. Mısır'da



1318'de



(1901) mahmil ku-



mandanlığı yapan, 1320(1903), 1321 ve



Hâlid b. îsâ el-Beievî, doğum yeri olan



tarihleri arasında Suriye. Mısır ve Hicaz'a



1325 (1908) yıllarında hac emirliği göre-



Gırnata'ya bağlı Kantûriye'den başlayıp



yaptığı yolculuğuyla ilgili izlenimlerini e i -



vinde bulunan İbrâhim Rifat Paşa, hac yol-



yine orada tamamladığı ve yaklaşık beş yıl



Hakîka ve'l-mecâz fi'r-rihle ilâ bilâdi'ş-



culuklarına ait izlenimlerini daha sonraki



süren (Cemâziyelevvel 735 - Zilhicce 740/



Şâm



adlı seyahat-



yıllarda tarihî, coğrafî ve dinî bilgiler de ek-



ve Mışr



ve'l-Hicâz



Ocak 1335 - Haziran 1340) hac seyahati-



nâmesinde toplamıştr. Ahmed Abdülme-



leyerek Mir'âtü'l-Haremeyn



ni Tâcü'l-mefrık



cîd Herîdî tarafından Dârü'l-kütübi'l-Mıs-



lâtü'l-Hicâziyye



adlı eserinde anlatmıştır (l-ll,



riyye'de (Coğrafya, nr. 344) mevcut nüsha-



hü'd-dîniyye



nşr. Hasan es-Sâih, Muhammediye, ts.).



sı esas alınarak tıpkıbasımı yapılan ese-



Kahire 1344/1925). Hac kafilesinin güzer-



Meşrık



fî tahliyeti



culemâ'i'l-



evi'r-raha-



ve'l-hac ve meşâHru-



adıyla yayımlamıştır



(l-ll,



737'de (1337) hac farizasını ifa eden Be-



rin (Kahire 1986) üçüncü bölümü Hare-



gâhı, Haremeyn'deki hac menâsikinin ifa



levî, Medine ve Mekke ile buralardaki zi-



meyn hâtıralarına ayrılmıştır.



Nablusî,



edildiği mekânlarla diğer ziyaret yerleri



y a r e t yerlerine dair intibalarıni yer y e r



günlük şeklinde kaydettiği kendi müşa-



hakkında mâlumat veren müellif, Hare-



hedeleri yanında daha önceki seyahat-



meyn'de içtimaî ve iktisadî hayat ve hac-



edebî bir üslûpla ve ayrıntılı olarak kayd e t m e k t e , bu arada görüşüp faydalandığı ulemâyı tanıtmaktadır. VIII. (XIV.) yüzyıldan sonra Kuzey Afrika'dan ve özellikle Endülüs'ten hac ve ilim tahsili maksadıyla Doğu'ya yapılan seyahatlerde bir azalma görülmektedir. Bunun başlıca sebebi cihada öncelik verilmesi ve ulemânın bu konudaki telkinleridir (Ahmed Ramazan Ahmed, s. 320). Kalesâdî, Gırnata'ya bağlı Besta'dan (Baza) 840 (1436) yılında başladığı, on beş yıl kadar süren hac yolculuğuyla olarak kısaca Rihletü'l-Kaleşâdî anılan Temhîdü't-tâlib



ve



râğib ilâ cfle'l-menâzil



ilgili



adıyla münteha'r-



ve'1-menâkıb'i



nâmelerden, tarih, coğrafya, tabakat, ha-



la ilgili bilgilere geniş yer ayırmış, ayrıca



dis ve fıkıh kitaplarından da faydalana-



Arap yarımadasının tarih ve coğrafyası



rak Mekke ve Medine ile çevresindeki zi-



ile İslâmî fetihlere de t e m a s etmiştir. Bu



yaret yerlerinden, buradaki bazı örf ve



arada müellifin çektiği çok sayıda f o t o ğ -



âdetlerden, görüşüp sohbetlerde bulun-



raf da tarihî belge olarak büyük önem ta-



duğu ulemâdan söz etmiştir.



şımaktadır. Mısırlı yazar M u h a m m e d Le-



Cezayirli âlim Hüseyin b. M u h a m m e d el-Versîlânî Nüzhetü'l-erızâr mi't-târîh



ve'l-ahbâr



Rihletü'l-Verşîlâniyye



fî fazli



cil-



adını verdiği,



er-



diye tanınan ese-



rinde (nşr Muhammed b. Ebû Şeneb, I-II, Cezayir 1908) 1179 (1765) yılında çıktığı hac yolculuğunu anlatmaktadır. Şahsî müşahedeleri yanında daha önceki seyyahlardan ve özellikle Ayyâşî'den nakillerde



bîb el-Betenûnî, hidiv 11. Abbas Hilmi'nin 1327 (1909) yılında gerçekleştirdiği hac yolculuğunu, onun emriyle Hicâziyye



er-Rihletü'l-



(Kahire 1328, 1329) adlı bir ki-



tapta anlatmıştır. Betenûnî yolculuk boyunca uğradıkları yerlerin coğrafyası, tarihi, tarihî eserleri ve hac menâsikiyle ilgili etraflı bilgi vermiş, esere harita ve resimler eklemiştir.



bulunan Versîlânî, tanıştığı ulemâ ve me-



Avrupalı seyyahların Arap yarımada-



şâyih hakkındaki mâlumat yanında hacla



sına yönelik ilk seyahatlerinin XVI. yüz-



ilgili fıkhî bilgiler de verir. Eserin büyük



yılda başladığı görülür. Bunların bir kısmı



bir bölümü Haremeyn'e dair intihalarına



şahsî merakla bu yolculuğa çıkarken ço-



ayrılmış olup burada Mekke'ye nisbetle



Kalesâdî 8S1 (1447) yılında ifa ettiği hac



ğu bölgeyi tanımak için özel görevle gön-



Medine ve çevresine dair daha fazla mâ-



ve umreden de kısaca bahsetmektedir.



derilmiştir. Bu seyyahlardan sadece bir



lumat bulunmaktadır.



kısmı Haremeyn'i ziyaret edebilmiş, bun-



kaleme almıştır (nşr. M. Ebü'l-Efcân, Tunus 1398/1978). Bu eser de müellifin tanışıp ilim tahsil ettiği ulemâdan bahsetmesi sebebiyle bir f e h r e s e özelliği taşır.



Tunuslu edip ve yazar M u h a m m e d b.



lar da gayri müslimlerin Mekke'ye girme-



di-



Osman es-Senûsî, İtalya ve Türkiye üze-



si yasak olduğundan ya müslüman kı-



y e tanınan eserinde (I-ll, Fas 1306, 1318;



rinden gerçekleştirdiği hac seyahatini (7



lığına girerek veya İslâmiyet'i kabul ede-



Rabat



Receb 1299-26 Rebîülevvel 1300/25 Mayıs



rek bu ziyareti gerçekleştirmiştir. Bu sey-



1882 - 4 Şubat 1883)



er-Rihletü'l-Hicâ-



yahların ilki, İtalyalı paralı bir asker olan



leştirdiği hac yolculukları vesilesiyle Fas-



ziyye adlı eserinde anlatmıştır (I-III, nşr.



Ludovico di Varthema'dır. Aralık 1502'-



Mekke kervan yolu üzerindeki şehirleri,



Ali eş-Şenûfî, Tunus 1396 - 1398/1976-



de Venedik'ten yola çıkan Varthema İs-



buralardaki içtimaî hayatı, görüşüp ders



1978). Eserin I. cildinde İtalya, II. cildinde



kenderiye, Kahire, Beyrut, Trablus ve Ha-



Ebû Sâlim el-Ayyâşî



Mâ'ü'l-mevâ^d



adını verdiği, er-Rihletü'l-'Ayyâşiyye 1397/1977)



1059 (1649),



1064



(1654) ve 1076 (1666) yıllarında gerçek-



415



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB lep üzerinden Şam'a varmış v e burada ta-



Almanya'da v e İngiltere'de şarkiyat tah-



(London 1881) adıyla kitap haline getiren



nıştığı bir hıristiyan m ü h t e d i vasıtasıyla



sili g ö r e n v e A r a p ç a ö ğ r e n e n İsviçreli Jo-



Keane, hacıların dinî s a m i m i y e t i n d e n v e



hac kafilesine eşlik e d e n askerî birliğe ka-



hann Ludvvig Burckhardt, m e r k e z i Lond-



bunun m e y d a n a getirdiği derin mânevi-



tılmıştır (Nisan 1503). Varthema, Avrupalı



ra'da bulunan Association f o r P r o m o t i n g



yattan çok etkilenmiştir (Bidweil, s. 128).



bir m ü h t e d i olarak Yûnus adıyla hac ka-



t h e Discovery o f t h e Interior Parts of A f -



filesinde yer almış, hacdan sonra Cidde ve



rica t a r a f ı n d a n Fizan üzerinden Sahrâ'-



A d e n üzerinden Uzakdoğu'ya g i t m i ş v e



nın güneyine doğru bir keşif gezisiyle gö-



1508 yılında Avrupa'ya dönmüştür. Se-



revlendirilmiş, Arapça konuşması v e müs-



yahat intibalarıni Itinerario co di Varthema



Ludovi-



lüman kimliği edinmesi amacıyla Suriye'-



( R o m e 1510; trc. J. W. Jo-



y e gönderilmiştir. Halep'te Kur'an v e fı-



de



nes, The Trauets of Ludovico di Varthe-



kıh dersleri alan Burckhardt, keşif gezisi



ma, nşr. G. P. Badger, London 1863) adlı ki-



için Kahire'ye kadar gitmişse d e Sahrâ se-



tabında toplayan V a r t h e m a , kısa bir sü-



ferini g e r ç e k l e ş t i r e c e ğ i güvenilir bir ker-



r e kaldığı Medine v e Mekke'de yörenin to-



van bulamadığından hac yolculuğuna çık-



p o g r a f y a s ı v e müslümanların



ibadetle-



m a y a karar vermiştir. Bu arada müslü-



rinden çok çevrede gördüğü ilgi çekici şey-



m a n olduğunu da ilân e t m i ş v e T â i f ' t e



leri anlatmıştır. Eser, Joseph Pitts'in



A



M e h m e d Ali Paşa'nın huzurunda dinî ko-



True and Faithful Account of the Religion and Manners of the Muhamma-



nularda sorulan sorulara verdiği cevap-



dans ı (Exeter 1704) yayımlanıncaya ka-



lül 1 8 1 4 t e M e k k e ' y e varan Burckhardt



dar yaklaşık 2 0 0 yıl boyunca bu konuda



burada v e daha sonra gittiği M e d i n e ' d e



bir Batı dilindeki t e k kitap o l m a özelliğini



birkaç ay kalarak tekrar Kahire'ye dön-



korumuştur.



müştür. Burckhardt'ın seyahatiyle ilgili iz-



larla şüpheleri ortadan kaldırmıştı. 8 Ey-



lenimlerini anlattfğı Travels



in



Arabia



XVI v e XVII. yüzyıllarda Haremeyn'i g e -



( L o n d o n 1829, 1968; W e i m a r 1830), ben-



zen bazı Avrupaiılar'a rastlanmakla bir-



zeri kitaplar içinde en d o ğ r u v e t a r a f s ı z



likte bunların hiçbiri V a r t h e m a kadar bil-



bilgi v e r e n eserdir. Daha sonra Richard



gi toplayabilmiş değildir (Trench, s. 20-



Francis Burton tarafından da incelenen



25; Bidwell, s. 118-120). Deniz seyahat-



e s e r d e düzeltilmesi g e r e k e n hiçbir şeyin



lerine meraklı İngiliz Joseph Pitts kor-



bulunmadığı t e s b i t edilmiştir



sanlar tarafından esir alınarak Cezayir'-



s. 55).



(Bidwell,



d e iki d e f a satılmış v e ikinci sahibinin baskısıyla



söyle-



İngiliz seyyahı Sir Richard Francis Bur-



miştir. Daha sonra satıldığı efendisiyle



müslüman



olduğunu



ton Oxford'da Arapça öğrenmiş, daha son-



birlikte m u h t e m e l e n 1 6 8 5 yılında hacca



ra Royal Geographical Society tarafından



gitmiştir. M e k k e ' d e hürriyetine kavuş-



Arabistan'ın doğu v e orta bölgelerinin ha-



masına r a ğ m e n t e k r a r Cezayir'e d ö n e n



ritasını çıkarmakla görevlendirilmiş, Arap-



Pitts burada yedi yıl kaldıktan sonra İz-



ça'yı daha iyi ö ğ r e n m e s i için d e A r a p ül-



mir'e, oradan da 1693 yılında



İngilte-



kelerine gönderilmiştir. Bu ülkelerde ön-



re'ye gitmiştir. Pitts, yukarıda adı g e ç e n



c e İranlı bir asilzade, ardından bir derviş



kitabında hac menâsikiyle ilgili d o ğ r u bil-



v e nihayet A f g a n asıllı bir İngiliz doktoru



gi v e r m e s i n e r a ğ m e n hâtıraları yaban-



kimliğiyle dolaşmış, Ezher'de derslere de-



cılara karşı ön yargılı tipik İngiliz tavrını



v a m etmiştir. Buradan hac yolculuğuna çı-



yansıtır (Bidwell, s. 27).



kan Burton 25 Temmuz 1853'te Medine'-



Seyahat intibalarıni bir kitapta toplayan Avrupalı seyyahlardan biri d e kimliği t a m olarak bilinmeyen D o m i n g o Badia y Lebiich adlı İspanyol'dur. Domingo Valencia'da A r a p ç a ö ğ r e n m i ş v e İspanya hükümeti veya daha kuvvetli bir ihtimalle Napolyon adına bu seyahati yapmıştır. Bir prens kisvesi altında Ali Bey adıyla Tânca'dan yola çıkan (Haziran 1803) D o m i n g o



ye, 13 Eylül'de M e k k e ' y e v a r m ı ş v e hac ibadetini bir m ü s l ü m a n gibi y e r i n e getirdikten sonra Kahire'ye, daha sonra da İngiltere'ye dönmüştür. Yolculuk intibalarıni



Pilgrimage



to al-Medina and Meccah



(I-II, L o n d o n 1855) adlı e s e r i n d e son d e rece ayrıntılı v e kendinden önceki seyyahlardan daha heyecanlı bir şekilde anlatmıştır.



2 3 Ocak-2 M a r t 1 8 0 7 tarihleri arasında



Bir İngiliz rahibinin oğlu olan John Fıyer



M e k k e ' d e kalmış v e oldukça itibar gör-



K e a n e Hintli m ü r e t t e b a t l a birlikte g e m i



müştür. Onun s e y a h a t n â m e s i (Trauets



of



görevlisi olarak çalışmış, Cidde'de Hindis-



Ali Bey, MI, London 1816, 1907; Reading



tanlı bir prensin m a i y e t i n e girip M e k k e ' -



1993), Batı'da M e k k e ile ilgili olarak kale-



y e gitmiştir. Buradaki intibalarıni



m e alınan ilk s i s t e m a t i k rapor özelliğini



Months in Meccah: An Account of the Muhammedan Pilgrimage to Meccah



taşır.



Six



Hollandalı müsteşrik Christiaan SnouckHurgronje, haccın Endonezyalı hacılar üzerindeki tesirleri v e bunun Hollanda sömürg e y ö n e t i m i aleyhine d o ğ u r d u ğ u sonuçlar hakkında araştırma y a p m a k üzere g ö revlendirilince, A r a p ç a pratiğini



ilerlet-



m e k v e bu arada Endonezya hacılarıyla ilişki kurmak üzere Cidde'de beş ay, Mekke'de d e altı ay kalmıştır. 1885 yılında Abd ü l g a f f â r adıyla gerçekleştirdiği bu ziyar e t sırasındaki müşahedelerini anlattığı Mekka



(I-II, La Haye 1886-1889) adlı ese-



rinin 1. cildi M e k k e tarihiyle ilgili mâlumatı, II. cildi d e Mekke'deki içtimaî hayata dair izlenimlerini ihtiva etmektedir. Geniş muhtevası ile Batı dünyasında İslâm'ın dinî m e r k e z i hakkındaki h e m e n h e m e n en önemli kaynak sayılan bu eserini kalem e almadan önce Snouck-Hurgronje doktora tezini d e



( H e t Mekkaansche



Fest,



Leiden 1880) hac üzerine yapmıştı (XIX. yüzyılda Haremeyn'i ziyaret e d e n d i ğ e r Avrupalılar için bk. Bidwell, s. 137). BİBLİYOGRAFYA :



Hâlid b. îsâ el-Belevî, Tâcü'l-mefrık (nşr. Hasan es-Sâihl, Muhammediye, ts. (Sunduk ihyâi'ttürâsi'l-İslâmî), nâşirin mukaddimesi, I, 72-79; İbn Sûde, Deltlü mü'ernhi'l-Mağhbi'l-aksâ, Dârülbeyzâ 1960-65, II, 333-370; Ahmed Ebû Sa'd, Edebü'r-rihlât, Beyrut 1961, s. 17-20, 108-127, 165-219; 1. Krachkovsky, Tâhhu'l-edebi'l-cuğrâfiyyi'l-''Arabî (trc. Selâhaddin Osman Hâşim), Kahire 1963-65, I, 155-168, 199-200, 259-261, 298-302, 356-358, 367-368, 383, 421-433; II, 731, 765-767; Zekî M. Hasan. er-Rahhâletü'lmüslimûn fi'l-'uşûri'l-vüstâ, Beyrut 1401/1981, s. 5-14, 35-45, 56-57, 70-88, 132-171; Nikola Ziyâde, el-Cuğrâfiyye ue'r-rahalât Hnde'l-'Arab, Beyrut 1982, tür.yer.; Hamed el-Câsir, Eşherü rahalâti'l-hac, Riyad 1402/1982; Hüsnî Mahmûd Hüsejyin, Edebü'r-rihle Hnde'l-'Arab, Beyrut 1403/1983, s. 5-53; R. Trench. Arabian Trauellers: The European Discovery of Arabia, London 1986; Hüseyin M. Fehîm, Edebü.'r-rihalât, Kuveyt 1409/1989, s. 89-115; B. D. Metcalf, "The Pilgrimage Remembered: South Asian Accounts of the Hajj", Müslim Travellers (ed. D. F. Eickelman), Reading-Berkshire 1990, s. 85-107; R. Bidvvell, Traoellers in Arabia, Reading - Berkshire 1994; Ahmed Ramazan Ahmed, er-Rihle ue'r-rahhâletü'l-müslimûn, Cidde, ts. (Dârü'l-Beyâni'l-Arabî), s. 7-20, 51 vd., 239-251, 319-395; Seyyid Hâmid en-Nessâc, Mişuâru kütübi'r-rihle, Kahire, ts. (Mektebetü Garîb), tür.yer.; Atiyye Avde Ebû Serhan, "Eşerü'r-rahhâleti'l-müslimîn fî ta'rîfı'l-mücteme c âti'l-İslâmiyye", Faysal, sy. 25, Riyad 1979, s. 31-34; A. Miquel. "ibn Battûta", EP (İng.), 111, 735-736; Ch. Pellat, "ibn Djubayr", a.e., III, 755; I. R. Netton, "Rıhla", a.e., VIII, 5 2 8



-



416



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



S



AHMET ÖZEL



el-HÂC ÖMER



r



~ı el-HÂC



HAMMÛDE



kezi Hamdallahi'ye gitti. Ancak Hamdaila-



Ri-



hi'ye ulaştığında şeyhinin v e f a t e t t i ğ i n i



sâle fî ba'zi'l-meşâyih ve Risâle fi'l-kıb-



v e Hicaz'da y a ş a y a n Şeyh M u h a m m e d



Ebû Muhammed Hammûde b. Abdilazîz et-Tûnisî (ö.1202/1788)



le adlı eserleri de kaleme almış v e Ebû Ab-



el-Gâlî'ye v e r i l m e k ü z e r e k e n d i s i n e bir



dullah es-Senûsî'nin



el-cAkidetü'l-vüstâ



m e k t u p bıraktığını ö ğ r e n d i .



(es-Senûsiyyetü'l-vüstâ)



adlı eserine hâşi-



Tunuslu devlet adamı, tarihçi v e şair.



y e yazmıştır ( A h m e d Abdüsselâm, s. 291).



( öi^»- jrbsll)



^



el-Hâc H a m m û d e kelâmla ilgili olarak



^



İbn Abdülazîz diye tanınan el-Hâc Hammûde'nin hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Umus'ta d o ğ d u ğ u , Z e y t û n e M e d r e sesi'nde babasından, ayrıca Hanefî m ü f tüsü M u h a m m e d b. Hüseyin Bayram, Mâlikî m ü f t ü s ü M u h a m m e d el-Mâkûdî, Kâsım el-Mahcûb v e Şeyh M u h a m m e d gibi âlimlerden d e r s okuyarak yetiştiği, daha sonra kendisinin d e aynı m e d r e s e d e ders verdiği bilinmektedir. 10 T e m m u z 1705'te iktidarı ele geçi-



A h m e d Abdüsselâm - Abdürrezzâk



1782) inşâ divanı reisi (vezir) olarak g ö r e v



H r



yaptı v e onun takdirini kazandı. Cezayir v e



ulemâ ile g ö r ü ş m e fırsatı bulan el-Hâc H a m m û d e , Ali Bey'in oğlu v e halefi, aynı zamanda kendi öğrencisi olan H a m m û d e



kıh gibi dinî ilimler yanında şiir v e e d e b i y a t t a da t e m a y ü z e t m i ş bir âlimdir. Eserleri.



el-Hâc



önemli eseri olan Târîhu'l-bâşı)



Hammûde'nin



en (et-



el-Kitâbü'l-Bâşî



1190'da (1776-77) t a m a m -



lanmış olup Hafsîler, Dayılar, Murâdîler



el-HÂC Ö M E R



n



L



Ticâniyye tarikatı şeyhi, Batı A f r i k a ' d a Tekrûr İslâm Devleti'nin kurucusu.



dığı Sokoto'da on ay kaldı. Daha sonra Fizan ü z e r i n d e n K a h i r e ' y e ulaşan el-Hâc Ö m e r ' e m a d d î d e s t e k verildi v e b u r a d a r e s m î m a k a m l a r t a r a f ı n d a n ağırlandı. 1827'de M e k k e ' y e vardığında, Ticâniyye tarikatının pîri Seyyid A h m e d et-Ticânî'nin otuz yıldan fazla h i z m e t i n d e bulunan ve tarikatın Hicaz vekili tayin edilen Şeyh M u h a m m e d el-Gâlî ile buluştu. Hacdan sonra şeyhin ikamet ettiği Medine'ye gittiler. Ertesi yıl ikinci d e f a haccederek tekrar M e d i n e ' y e geldi. Bir m ü d d e t sonra hanımı ve yeni doğan kızıyla birlikte Kahire'ye gitti. Ardından gerçekleştirdiği Kudüs v e Suriye ziyaretinden sonra Kahire'y e döndü. Kahire'de çeşitli âlimlerle ilmî tartışmalarda bulunan el-Hâc Ömer, 1829 yılında üçüncü d e f a hacca gittiğinde Şeyh



Ömer b. Saîd b. Osman el-Fûtî et-Tûrî el-Kidivî (ö. 1 2 8 0 / 1 8 6 4 )



derildi. 1 7 6 8 ' d e hacca giden v e oradaki



sürdürdü. el-Hâc Hammûde, kelâm v e fı-



A T İ l l a ÇETİN



( y^çbdl )



Konstantine şehirlerine elçi olarak g ö n -



(1782-1814) görevini



el-Huleyvî),



Tunus 1993, s. 289-303; Rene Basset, "el-Hâcc Hammûde", İA, IV, 231-232; a.mlf., "al-Hâdjdj Hammüda", El2 (İng ), III, 38.



kî'nin oğlu Ali Bey (Paşa) zamanında (1759-



el-Hâc Ömer'in başkanlığındaki kervan Bobo Dioulasso yoluyla Yukarı Volta'yı (bugünkü Burkina Faso) v e Kong'u aşarak var-



BIBLIYOGRAFYA : A. Rousseau, Annales turıisiennes, AlgiersParis 1864; Hediyyetü'l-'ârirın, i, 338; Hasan Hüsnî Abdülvehhâb, el-Müntehabâtü't-Tûrıisiyye li'n-nâşi'eti'l-medresiyye, Tunus 1337, s. 155-159; Mahlûf, Şeceretü'n-nûr, s. 364; Brockelmann, GAL, II, 609; Suppl., II, 688; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'ellifin, IV, 82; Ziriklî, el-'Alâm, II, 282; Fikrî Zekî el-Cezzâr, Medâhilü'l-mü'eUifîn ue'l-a'lâmi'l-'Arab hatta 'âm 1215-1800, Riyad 1413/1993, II, 952; Ahmed Abdüsselâm, el-Mü'errihûne't-Tûnisiyyûn (trc.



rip Tunus beyi olan Hüseyin b. Ali et-Tür-



Paşa devrinde d e



başka



el-Ecvibetü't-tevhîdiyye'den



M u h a m m e d el-Gâlî t a r a f ı n d a n halife t a yin edildi v e Batı Afrika'da irşad faaliyetiyle görevlendirildi. el-Hâc Ömer 1830'da Kahire'den ayrılarak Fizan üzerinden Bornu'ya ulaştı. AnJ



cak Kadiri tarikatına mensup Bornu Emîri



1796 veya 1794 yılında Senegal'de Tek-



M u h a m m e d el-Emîn el-Kanemî onun g e -



rûr (Tukulör) kavminin yaşadığı Futa Tbro'-



lişinden tedirgin olmuştu. Emîr kendisi-



da Podor yakınlarındaki Halvar'da doğdu.



ni, muhalifi olan Osman b. Fûdî'nin (Os-



Ömer Tâl olarak da tanınır. Kâdiriyye tari-



man dan Fodio) oğlu v e halefi M u h a m m e d



katına m e n s u p olan babası Saîd Osman'-



Bello'nun ajanı olarak görüyordu. İki emîr



dan Kur'an, A r a p ç a v e d i ğ e r dinî ilimleri



arasındaki gerginlik, Ömer'in öldürülme-



ö ğ r e n d i . Bölgedeki ilim m e r k e z l e r i n e se-



sinin düşünülmesine kadar vardı. Volof,



y a h a t e d e r e k çeşitli âlimlerden d e r s aldı.



Bornu, Mâsînâ v e S e g u ' d a da kendisini



1814 yılında bugünkü Gine Devleti'nin Fu-



öldürmek isteyenler oldu. Bornu, Sokoto,



ta Calon bölgesindeki Satina'ya yerleşti.



Gobir, Z a m f a r a , Katsina v e Morlar ile Tlı-



rih yanında edebî, fikrî, iktisadî, içtimaî



Burada hayatına yön v e r e c e k olan tasav-



aregler'in t a m a m ı Kadiri tarikatına men-



v e kültürel gelişmelere d e yer verilmiştir.



v u f î düşüncelerini d e r i n l e ş t i r m e y e çalış-



sup olduklarından onu b ö l g e l e r i n d e iste-



Müellif, önceki dönemlerin tarihini yazar-



ta. Timbo bölgesinde irşad faaliyetinde bu-



miyorlardı. Fakat el-Hâc Ömer Bornu'dan



ken İbn Haldûn, Vezir Serrâc, İbn Ebû Dî-



lunan Ticânî halifesi A b d ü l k e r î m b. A h -



ayrılmaya hazırlanırken emîrin tavrı bir-



nâr v e d i ğ e r bazı müelliflerin eserlerini



m e d e n - N a g e l ' e intisap etti.



den bire değişti v e onunla dost olup, ken-



v e Hüseynîler'in tarihini ihtiva e t m e k t e dir. Özellikle Hüseyin b. Ali devrinin ayrıntılı olarak e l e alındığı kitapta siyasî t a -



kaynak olarak kullanmıştır. Kitabın, Oruç Reis v e Barbaros Hayreddin Paşa'nın savaşları hakkındaki bölümü Houdas tarafından yayımlanmıştır (Chrestomatie



magh-



rebine, Paris 1891, s. 14-96). M u h a m m e d Mâdûr'un neşrettiği



el-Kitâbü'l-Bâşî-



nin (Tunus 1390/1970), Fransızlar'ın 1770'teki Tunus seferiyle ilgili bölümü Rousseau ( A l g i e r s 1849), M u r a d Bey'in



1112'de



(1700) Cezayir v e Konstantine'ye yaptığı s e f e r l e ilgili kısmı da J. A . Cherbonneau t a r a f ı n d a n Fransızca'ya t e r c ü m e edilmiştir (JA (Temmuz 1851), s. 36-55).



Şeyhi Abdülkerîm ile birlikte hacca gitm e k isteyen Ömer, kendilerini maddî açıdan d e s t e k l e y e c e k z e n g i n bir m ü s l ü m a n bulmak amacıyla Fransızlar'ın hakimiyetindeki St. Louis kasabasına g i d e r e k tüccarlarla görüştü. 1825 yılının son ayların-



disini kızıyla evlendirdi. Ö m e r bu değişikliğin A h m e d et-Ticânî'nin k e r â m e t i sayes i n d e o l d u ğ u n u kabul e t t i . A n c a k e m î r Ticânîliğe karşı olan m e n f i tavrından vazgeçmedi. 1 8 3 2 yılı başında daha ö n c e kaldığı So-



da, aralarında küçük kardeşi v e kendi ha-



koto'ya g e l e n el-Hâc Ömer,



nımının da bulunduğu bir grupla birlikte



Bello'nun himayesini kazandığı gibi e m î -



Muhammed



hac maksadıyla yola çıktı. A n c a k aniden



rin kızı ile, onun ölümünden sonra da di-



hastalanıp g e r i d ö n m e k zorunda kalınca



ğ e r kızı ile evlendi. Burada bir yandan t a -



şeyhi ile buluşamadı. Bir süre sonra t e k -



rikatı y a y m a y a çalışırken bir yandan da



rar yola çıkarak v e onu bulmak için önce



devlet idaresinde v e Sokoto ordularıyla sa-



Futa Calon'a, oradan da Mâsînâ'nın m e r -



vaşlara katılarak askerî konularda t e c r ü -



417



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



el-HÂC ÖMER be kazandı. Bir m ü d d e t sonra da Hcânî



tedirgin etti. Ömer'in Senegal müstemle-



Orta Sudan ile Atlas Otyanusu arasın-



hareketinin yaygınlaşmasının ancak fiilî ci-



ke valisiyle görüşerek asayişi ihlâl edecek



da kalan, ticaret kervanlarının geçtiği böl-



hadla mümkün olabileceği görüşüne var-



davranışlardan kaçınacağına dair temi-



gedeki Karta'yı ele geçirip bir İslâm devle-



dı. Emîrin ölümünden bir yıl kadar sonra,



nat vermesi Fransızlar'ın endişelerini gi-



ti kuran el-Hâc Ömer'in Batı Afrika'da güç-



muhtemelen iç mücadelelerden uzaklaş-



derdi. Fransızlar'la mücadele e t m e zama-



lü bir müslüman lider olarak ortaya çıkma-



mak ve cihad düşüncesini fiiliyata geçir-



nının henüz gelmediğine inanan el-Hâc



sı Fransızlar'ı endişelendirdi. Ömer'in varlı-



mek için ailesiyle birlikte Sokoto'dan ayrı-



Ömer, önce Batı Afrika'nın putperest halk-



ğını hem sömürgelerinin geleceği h e m



lıp d o ğ d u ğ u topraklara d o ğ r u yola çıktı



larını müslümanlaştırmayı, daha sonra



de hıristiyan misyonerlerinin faaliyetleri



(1838). Sokoto'daki ikameti ona tarikatı-



da bir İslâm devleti kurmayı planlıyordu.



açısından tehlikeli görüyorlardı.



nı yayma, yönetimde tecrübe sahibi ol-



Bu düşüncelerini gerçekleştirebileceği yer



ma, bölgedeki fakihlerin cihad ve İslâm



olan Futa Toro'ya gelerek bölgedeki tari-



devletinin teşkilâtlanması üzerine yazdık-



kat şeyhlerini ve kabile reislerini ziyaret



larını okuma imkânı sağladı.



etti. Thiam ve 1^11 kabilelerini barıştırdı.



el-Hâc Ömer önce Hamdallahi'ye gidip



Binlerce müslümanın âdeta sürgündeki



Şeyh Ahmed'in yanında dokuz ay kaldı. Bu



lideri olarak kabul edilmeye başlanması



süre içinde kendisine bağlı bir c e m a a t



üzerine, bazı husumetlere sebebiyet ve-



oluşturdu. Uğradığı yerlerde pek çok kişi



rebileceği düşüncesiyle altı ay sonra bura-



kendisine intisap ediyor, maddî iktidar pe-



dan ayrılıp Futa Calon'un doğusunda Tam-



şinde olduğunu düşünen bazı emirler ise



ba kralının kontrolündeki Dingiray'a yer-



el-Hâc Ömer 25.000 kişilik bir ordu ile. bugün Mali Cumhuriyeti'ne ait Medine yerleşim bölgesindeki Fransız Kalesi'ne saldırdı (1857). Ancak Senegal valisinin emrindeki Fransız ordusu yardıma gelince oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Malam'ı almak için yeniden saldırıya geçtiyse de tekrar geri çekildi ve doğuya yöneldi.



onun bölgelerine g e l m e s i n d e n tedirgin



leşti (1848). Kendisiyle birlikte gelenlere



Bu cihad hareketleri sırasında Dingiray,



oluyordu. Nitekim Ömer, Nyemina'da Ni-



"muhâcir", burada kendisine yardımcı



Bure, Segu, Karta ve Mâsînâ fethedildi.



j e r nehrini geçtikten sonra bu emirlerin



olanlara da "ensar" adı vererek buraya yer-



el-Hâc Ömer, 1856-1859 yılları arasında



kışkırtmasıyla Segu'nun putperest Bam-



leşmesine dinî bir mâna kazandırdı. Aske-



Fransız karakol ve müstahkem kalelerine



bara Kralı tarafından yakalanarak hapse



rî yerleşime müsait bir yer olan Dingiray'-



hücum ederek zaman zaman başarılar el-



atıldı. Ancak kısa bir süre sonra kral kız



da kaleler ve istihkâmlar inşa e t t i r e r e k



de etti. 1857'de Fransızlar'ın koruduğu



kardeşinin tavsiyesine uyarak onu serbest



muhtemel savaşlara hazırlanmaya baş-



Haso'yu aldıysa da onların üstün savaş



ladı.



gücü karşısında geriledi. Medine'ye yaptı-



bıraktığı gibi maddî yardımda da bulundu.



ğı akınlarda başarısız olunca yeniden teş-



Müridleri ve ailesiyle birlikte 1840'ta Fu-



İki yıl kadar süren bu hazırlık dönemin-



ta Calon'daki Timbo'ya giden el-Hâc Ömer,



den sonra Eylül 1852'de fiilî cihadı başlat-



Almami (imam) Yahyâ tarafından pek iyi



ma konusunda mânevî işaret aldığını söy-



karşılanmadı. Ömer, Yahyâ'nın ölümün-



leyerek h a r e k e t e g e ç t i . Müridlerinden



den sonra oğlu Ömer ile yeğeni Ebû Bekir



oluşturduğu ordunun ilk hedefi Dingiray'-



arasında çıkan iktidar kavgasını, idareyi



ın kuzeyindeki Calonkadugu Krallığı oldu.



üçer aylık süreler halinde münâvebeli ola-



Tamba Kralı Yimba'nın Dingiray'a saldır-



rak üzerlerine almaları şartıyla yatıştırdı.



ması üzerine (Ekim 1852)ona karşılık ve-



Fakat kısa zaman sonra Ebû Bekir'in el-



rerek Tamba'yı kuşattı. Altı ay kadar sü-



Hâc Ömer'e olan yakınlığı sebebiyle Ömer



ren kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi



anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine el-Hâc



ve kralı hâkimiyeti altına aldı. Buraya müs-



Ömer müridieriyle birlikte l i m b o yakınla-



lümanları yerleştirdi. Ardından Batı Su-



1857'den itibaren müslümanların dinî



rındaki Cegunko'ya gitti ve bir cami inşa



dan'a yöneldi. İdarenin el değiştirmesiyle



kurumlarına müdahele e t m e y e başlayan



ederek irşad faaliyetine başladı. Burada-



müslümanlar Dingiray'a g e l m e y e , bura-



Fransız valisi St. Louis'de dinî eğitim izni-



daki putperestler d e müslüman olmaya



ni kısıtladı ve Fransız okullarına devam



ki beş yıllık ikameti sırasında bir yandan müridlerinin eğitimiyle uğraşırken bir yan-



başladılar.



dan da daha önce yazmaya başladığı, Ti-



1854 bir cihad yılı oldu; Yelimane, Bam-



câniyye tarikatı ve cihad hakkındaki dü-



buk v e Farabanna ele geçirildi. el-Hâc



şüncelerini ihtiva eden



Ömer, bir Bambara Krallığı olan Karta'yı



Kitâbü'r-Rimâh



kilâtlanmak için doğuya doğru çekildi. Fakat Fransızlar bu defa onun çekildiği yerleri ateşe verdiler. el-Hâc Ömer Fransa'dan silâh alamayınca onların Senegal nehri boyunca kurdukları ticaret merkezlerine saldırdı ve St Louis'deki Fransız sömürg e s i n d e bulunan müslümanları isyana teşvik etti. Fransızlar da Senegal nehri boyunca



ileri karakollar



kurdular



ve



Ömer'in muhaliflerine destek verdiler.



e t m e mecburiyeti getirdi. İslâmî hayata yapılan bu müdahaleden sonra Fransızlar'ı destekleyen bölgenin müslüman idarecilerinden bir kısmı el-Hâc Ömer'in tarafına geçti. Müslüman halk da kendilerine



adlı eserini tamamladı (Eylül 1845). el-



mağlûp ederek İslâm devletini kurdu (11



Hâc Ömer'in ilk askerî harekâtı da Cegun-



Kasım 1854). Yerli halkın aşırı tepkisine



ko'ya yerleştiği bu d ö n e m d e gerçekleşti.



rağmen putları ve bazı tapınakları orta-



el-Hâc Ömer, 1846 yılında yeni mürid-



dan kaldırarak camiler inşa ettirdi ve İslâ-



ler edinmek ve Batı Afrika'da uyandırdığı



m î kuralları uygulamaya başladı. Aynı yıl



1860 yılının ortalarında el-Hâc Ömer'in



tesiri g ö r m e k amacıyla Yukarı Senegai'-



Fransızlar'ın St. Louis'den Futa Toro'ya



kuvvetleri Niamina'ya ulaştı. Burada giri-



deki Futa Toro'ya doğru yola çıktı. Sene-



doğru ilerlemeleri üzerine Futa, Trarza,



şilen mücadeleden sonra 1861 başların-



gal ile Gambia'yı dolaştı. Uğradığı yerler-



Valato ve Podor'un yerli idarecileri Ömer'-



da bir başka Bambara Krallığı olan Segu'-



de vaazlar vererek müslümanları cihada



le birlikte Fransızlar'a karşı mücadele et-



ya girilerek Segu'nun animist krallığı orta-



çağırdığı gibi bölgedeki putperestleri de



m e y e başladılar. Bu teşebbüs neticesin-



dan kaldırıldı. Ancak Mâsînâ Emîri Ah-



İslâm'a davet etti. Gambia üzerinden ku-



de bir ortak ordu oluşturulması kararlaş-



med, yıllardan beri



zeyde Kayor'a, oradan da kuzeybatıdaki



tırıldıysa da bu düşünce yerel idarecilerin



sürdürdüğü mücadeleler sırasında ken-



Podor'a ulaşan el-Hâc Ömer'in bu seyaha-



iktidarlarını kaybetme endişesi yüzünden



disine biat eden bölgelerden birinin de



ti Senegal'deki müstemlekeci Fransızlar'ı



gerçekleşmedi.



Segu olduğunu belirterek kendi himaye-



yapılan çağrıya uyarak Fransızlar'ın baskısına rağmen ürünlerini tarlalarda bırakıp göç etti (1859).



418



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



putperestlere karşı



el-HÂC ÖMER sindeki bu b ö l g e y e Ömer'in saldırmasını



et-Ticânî'yi uyanıkken v e rüyada görebil-



que Nationale, MS, Arabe, nr. 5432, 5684).



doğru bulmadı. Bunda tarafların bağlı ol-



diğine, muhataplarına m â n e n etki e d e -



12. Hâdiyetü'l-müznibîn



ilâ keyfiyye-



duğu tarikatların da etkisi vardı; zira Ömer



rek onları hidayete eriştirdiğine dair riva-



ti'l-halâş



(Bibliotheque



bir Ticânî şeyhi, A h m e d ise Kâdirî idi.



y e t l e r müridleri arasında yaygındır.



min huküki'llâh



N a t i o n a l e , MS, Arabe, nr. 5573). 13. Ecvibetü



mesâ'il.



(Bibliotheque Nationa-



el-Hâc Ö m e r 1 8 6 2 ' d e Mâsînâ'nm mer-



Eserleri. el-Hâc Ömer, y o ğ u n m ü c a d e -



kezi Hamdallahi'yi ele geçirip savaşta ölen



lelerle geçen hayatı boyunca aynı zaman-



le, MS. Arabe, nr. 5559, 5608, 5716). Çeşit-



Ahmed'in yerine kendisini emîr olarak ilân



da birçok eser telif edebilen ender bir şah-



li m e s e l e l e r e dair görüşlerini ihtiva e d e n



e t t i y s e d e b ö l g e d e asayişi sağlayamadı.



siyettir. Ticâniyye tarikatının âdâbını v e



eser bir müridi tarafından düzenlenmiş-



Hâkim olduğu devletin sınırları g ü n e y d e -



fıkhî meseleleri ihtiva e d e n eserleri, böl-



tir.



ki Dingiray'dan batıdaki Karta'ya, d o ğ u -



genin Fransızlar t a r a f ı n d a n işgal e d i l m e -



da Segu'ya, oradan Mâsînâ'nın kuzeydo-



sinden sonra Paris'e g ö t ü r ü l e r e k Bibliot-



ğusundaki Hnbüktü'ye kadar uzanıyordu.



h e q u e Nationale'e konmuştur (Willis, s.



BİBLİYOGRAFYA : el-Hâc Ömer el-Fûtî, Beyân mâ oaka'a ilâ ce qui



est arriue



Vo-



:



(trc. S i d i M o h a m m e d



Ma-



Bu arada bölgedeki bazı küçük emirlikler



199-200). Belli başlı eserleri şunlardır: 1.



hibou -



Ömer'e karşı birleşmeye başladılar.



Tezkiretü'l-müsterşidîn ve felâhu't-tâ-



Marty, Etudes sur l'lslam au Senegal, Paris 1917, I, 81-90; J. S. Trimingham, İslam in West Africa, Oxford 1959, s. 97-98; a.mlf., A History of İslam in West Africa, Oxford 1970, s. 160-165; Jamil M. Abun-Nasr, The TijaniyyaA Sufı Order in the Modern World, London 1965, s. 106-128; A. S. Kanya-forstner, The Conquest of the Western Sudan, Cambridge 1969, s. 5279; C. Moussa Kamara, La uie d'el Hadji Omar, Dakar 1975; B. G. Martin, Müslim Brotherhoods in Nineteenth - Century Africa, Cambridge



Özel-



(Dakar, ts.). M e d i n e ' d e 1 2 4 4 ( 1 8 2 8 -



likle Tînbüktü'de, başarılarını h a z m e d e -



libîn



m e y e n Şeyh Sîdî A h m e d e l - B e k k a y ona



2 9 ) yılında telif edilmiştir. 2.



karşı oluşan m u h a l e f e t t e etkili rol oynu-



ğâfilîn.



yordu. 1 8 6 3 ' t e kendisine karşı g e n i ş bir



yazılmış olup A r a p ç a tenkitli m e t n i C.



isyan hareketi başlatılınca el-Hâc Ömer,



Gerresch-Dekais



o ğ l u A h m e d ' i S e g u ' d a b ı r a k a r a k isyanı



tercümesiyle



Tezkiretü'l-



1828-1831 yıllarında M e d i n e ' d e tarafından



birlikte



Fransızca



yayımlanmıştır



b a s t ı r m a k ü z e r e ordularının başına g e ç -



("Tadira al Ğâfılîn, ou un aspect pacifi-



ti. Sekiz ay kadar süren bu mücadeleler



que pas connu de la vie d'Al-Hâjj c Umar",



sırasında en önemli adamlarını kaybetti



Bulletirı de l'institut forıdamental d'Afr'ı-



v e D e g e m b e r e ' d e bir m a ğ a r a y a saklana-



que noire, XXXIX/4 |Dakar 1977], s. 890-



rak y a r d ı m b e k l e m e k zorunda kaldı. An-



930). 3. Tefsîru Lübâbi't-te'vîl



cak mağaranın bulunduğu alan ateşe ve-



ni't-tenzîl.



fî me'â-



rilince el-Hâc Ö m e r yanarak öldü (14 Şu-



olup Ali b. M u h a m m e d el-Hâzin'in



bat 1864). Bazı müridleri onun ölmediği-



bü't-te\îl



ni, m e h d î olarak geri döneceğini ileri sürdüler. Y e r i n e g e ç e n oğlu A h m e d el-Kebîr



Makâşıdü's-seniyye li-külli muvaffak mine'd-du'ât ila'llâh mine'r-râ'î ve'r-



el-Medenî (Ahmed Tali), bir süre sonra ba-



rafyye.



basının muhalifi Bekkay'ı ortadan kaldıra-



l i o t h e q u e Nationale, MS, Arabe, nr. 5485,



1245'te (1830) telif edilmiş Lübâ-



adlı eserinin şerhidir. 4.



el-



1251'de (1835) yazılmıştır (Bib-



rak Hnbüktü'yü d e devletinin sınırları içi-



5573, 5605, 5608). S. Rimâhu



ne aldı. el-Hâc Ömer'in kurduğu devlet,



hîm hlâ nühûri hizbi'r-recîm.



Fransızlar'ın 1 8 9 3 - 1 8 9 4 yıllarında bölge-



(1845) yılında telif edilen eser, Ali Harâ-



yi ele g e ç i r m e s i n e kadar varlığını sürdür-



zim'in Cevâhirü'l-me'ânî



müştür.



emârıî fî feyzi Sîdî Ebi'l-cAbbâs



el-Hâc Ömer'in gerçekleştirdiği başarının ardında halkın Fransızlar'a karşı duyduğu hoşnutsuzluğun payı olmakla birlikt e esas olarak Ticâniyye tarikatından kaynaklanan cihad ruhunun v e i d a r e d e aristokrasiye m e y d a n vermemesinin etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca yoğun şekilde köle ticaretinin yapıldığı b ö l g e d e kölelere hürriyet vaad etmesi, özellikle putperestler arasında kendisine karşı teveccühün artmasını sağlamıştır. Bu açıdan onun hareketi, Fransız s ö m ü r g e c i l i ğ i n e karşı Batı Afrika'nın hürriyet mücadelesi



olarak



da değerlendirilmiştir. El-Hâc Ömer'in Batı Sudan'da bir İslâm devleti kurma düşüncesi h e m e n h e m e n gerçekleşmiş, ancak bütün Yukarı Senegal'i kaplayan bu m ü c a d e l e kalıcı bir teşkilâtlanmaya dönüşememiştir.



hizbi'r-ra-



ve



1261 bulûğu'l-



et-Ti-



cânî adlı eseriyle birlikte basılmıştır (Kahire



1310, 1319). 6 .



mu'tekıdi



fî ehli'llâh.



Süyûfü's-sa'îdi'l(Bibliotheque Na-



tionale, MS, Arabe, nr. 5401, 5651, 6108) 1 2 6 2 ' d e (1845) yazılmıştır. 7.



tü's-sacâde li-ehli'z-zu'f



Sefîne-



ve'rı-nicâde



( B i b l i o t h e q u e N a t i o n a l e , MS, A r a b e , nr. 5485). 1268'de (1852) kaleme alınan eser, Endülüslü mutasavvıf Ebû Z e y d Abdurrahman b. A h m e d el-Fâzâzî'nin 3idü'l-cişrîniyye



hammed



el-Kaşâ-



fîmedhi Seyyidinâ Mu-



adlı eserinin şerhidir. 8.



ilâ Muhammed



Risâle



(Bibliothe-



el-Kânemî



q u e N a t i o n a l e , MS, A r a b e , nr. 5693).



Şerhu Levâkıhi'l-envâr







9.



tabakâti'l-



ahyâr. (Bibliotheque Nationale, MS, Arabe, nr. 5681). A b d ü l v e h h â b eş-Şa'rânî'nin eserinin şerhidir. 10. Beyân







vaka'a.



S. M. Mahibou v e J. L. Triaud tarafından ü z e r i n d e g e n i ş bir a r a ş t ı r m a y a p ı l a r a k



K e r â m e t sahibi bir evliya olduğuna ina-



Arapça aslı v e Fransızca tercümesiyle bir-



nılan el-Hâc Ömer'in çok sağlam bir kişiliği



likte yayımlanmıştır (Voilâ ce qui est ar-



v a r d ı . Hz. P e y g a m b e r ' i v e şeyhi A h m e d



riue, Paris 1983).



11. KaşâM



(Bibliothe-



lean



- L o u i s Triaud),



Paris



Î983;



P.



1978, s. 68-98; a.mlf., "Notes sur Toriğine de la tariqa des Tiğaniyye et sur les debuts d'alHâğğ Umar", REI, XXXVII/12 (1969), s. 267290; J. R. VVillis, "The Writings of al-Hâjj Umar al-Füti and Shaykh Mukhtâr b. Wadicat Allah: Literary Themes, Sources and Influence", Studies in West African Islamic History, London 1979, s. 177-210; a.mlf., İn the Path of Allah: The Passion of al-Hajj 'Umar, London 1989; a.mlf., '"Umar Tal", The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World, Oxford 1995, IV, 265-266; P. B. Clarke, West Africa and islam, London 1982, s. 131-137; L. Brenner, West African Sup, London 1984, s. 18-23, 50-52, 66-70; M. Hiskett, TheDeuelopmentofİslam in the West Africa, London 1984, s. 227-233; D. Robinson. La guerre sainte d'Al-Hajj Umar, Paris 1988; a.mlf., "Umar Tal", ER, XV, 122123; J. Jolly, Histoire du continent africain, Paris 1989, I, 175-176; M. R. Lipschutz - R. K. Rasmussen, Dictionary of African Historical Biography, London 1989, s. 240-241; General History of Africa VI (ed. |. F. Ade Ajayi), California 1989, s. 611-635, 643-652; E. Fallot, "Le Senegal: (2) lalutte contre El Hadj Omar", Bulletin de la societe de geographie de Marseille, VI, Marseille 1882, s. 227-238; J. Salenc, "La vie d'Al Hadj Omar, traduction d'un manuscrit arabe de la zaouia tidjaniya Fez", Bulletin du comite d'etudes historigues et scientifiques de l'Afrique occidentale française, Paris 1918, s. 405-431; H. Monit, "AlHajj Umar, mission et guerre sainte en Afrique occidentale", Les africains, II, Paris 1978, s. 239-261; J. Hunwick, "In the Path of Allah, The Passion of al-Hajj Umar. An Essay into the Nature of Charisma in islam", IJMES, XXIII/ 4 (1991), s. 672-676; a.mlf., "Sufısm and the Study of islam in West Africa: The Case of Al-Hajj Umar", Isl., LXXI/2 (1994), s. 308-328; J. C. Froelich, "al-Hâdjdj 'Umar", EP (İng.), III, 38-39; a.mlf., "Hamâliyya", a.e., III, 107-108; M. Deiafosse, "Tekrûr", İA, XII/1, s. 143-144. H ^ ıslı ZEKERIYA KURŞUN



419



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HAC SÛRESİ sanları Allah yolundan saptırmak ve hac-



^



tedir. Haccın en önemli hedeflerinden birinin tevhid inancını yaşatmak ve bu inanç etrafında insanları kaynaştırıp toplum barışını sağlamak olduğuna dikkat çekilmektedir.



yevî ve uhrevî faydalarla kurban konusu



Adını, Allah'ın Hz. İbrahim'e Kabe'nin ziyaret edilmesiyle ilgili emrini ihtiva eden



Hac sûresi dört bölüm halinde ele alınabilir. Birinci bölümde (âyet 1-24} bütün insanlara Allah'tan korkmayı ihtar



27. âyetindeki "hac" kelimesinden alır. Âyet sayısı ihtilâflı olmakla birlikte genel-



eden bir emirle söze başlanır ve kıyametin korkunç bir sarsıntıyla kopacağı



üzerinde durularak asıl amacın kalpler-



likle kabul edilen Kûfeliler'in tesbitine göre yetmiş sekiz olup (Muhammed Tâhir b. Âşûr, XVII, 183} fâsıla*sı ( j o • £ . o • *



haber verilir. O gün korkudan her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutacak, her g e b e kadın çocuğunu düşüre-



nır (âyet 32). İyilerin kötülere karşı mü-



o < ı « . J > j » i j » < j ) harfleridir. Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu hususunda ihtilâf



cek ve insanlar sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi görüneceklerdir (âyet 2). Da-



zulme uğrayan müminlerin kendilerini



edilmiştir. Tâmamının veya 19-21, 19-22, 39-41. âyetler dışındaki kısmının Mekke döneminde nâzil olduğuna dair rivayet-



ha sonraki âyetlerde bir kısım insanların bilgisizce Allah hakkında tartışmaya girişmesi v e şeytana uyup yoldan çıkması



ler yanında 52-53. âyetler dışındaki bölümünün yahut hepsinin Medine döneminde indiğine dair rivayetler de bulunmaktadır (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 401-402; Süyûtî, el-İtkârı, I, 28, 32, 33, 37, 83). Cumhurun görüşüne g ö r e ise bu sûrede Mekkî ve Medenî âyetler karışıktır. Mevdûdî, sûrenin gerek üslûbu gerekse ele aldığı konular itibariyle ilk bölümünün (âyet 1-24) Hz. Peygamber'in Mekke hayatının son döneminde, öteki bölümünün ise (âyet 25-78) Medine döneminin ilk yıllarında nâzil olduğu sonucuna varır v e hem Mekkî hem de Medenî sûrelerin özelliklerini taşıdığını söyler (Tefhîmü'l-Kurârı, III, 309).



kınanır. Allah'ın ölüleri dirilteceğinde şüphesi olanlara bir insanın yaratılışındaki aşamalar hatırlatıldıktan sonra bunun kâinat hadiselerinde de sürekli olarak gerçekleştiğine dikkat çekilir. Ölü toprağa yağmurla hayat veren Allah'ın hak olduğu v e üstün kudretiyle ölüleri dirilteceği kesin biçimde ifade edilir. Bir bilgisi, bir rehberi ve vahye dayalı aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde sırf Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayan inkârcılara, hem dünyada rezil olacakları hem de âhirette yakıcı bir azaba uğrayacakları ihtar edilir. Bunun yanında iman edip iyi davranışlarda bulunan kimselere cennete girecekleri müjdelenir. Bir insanın kendi inancını kâr ve zarar hesabı üzerine kurmaması gerektiğine işaret edildikten sonra (âyet 11), bu açıdan bakıldığında bile hiçbir zarar veremeyen v e herhangi bir fayda sağlayamayan putlara tapmanın anlamsızlığına



H A C SÛRESİ



F



( gpsJI



)



Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi ikinci sûresi.



^



n



Sûrede Allah'ın birliği, kıyametin kopacağı, öldükten sonra dirilmenin ve Allah huzurunda hesaba çekilmenin kesinliği vurgulandıktan sonra dinin özünden v e haccın amacından sapmalar kınanmaktadır. Çünkü Mekke müşrikleri, Hanîf dininin tevhid ilkesinden olduğu gibi haccın gözettiği kutsal amaçlardan da uzaklaşmışlar, onu bir çeşit toplu eğlenceye, festivale ve panayıra dönüştürmüşlerdi. Sûrede ele alınan konular bu yönleriyle en çok Mekkeliler'i ilgilendirir v e büyük bir kısmının Mekke'de nâzil olduğu görüşüne kuvvet kazandırır. Sûrenin üslûbu, muhtevası, konuları işleyiş tarzı, fâsılalarında sert harflere yer verilmesi gibi özellikler de onun Mekkî sûrelere benzediğini göstermektedir (Abdullah Mahmûd Şehhâte, I, 243), Sûrenin adını aldığı 27. âyetle daha sonraki birkaç â y e t t e hac ibadetinin amacından, bazı ilke v e menâsikinden bahsedilmektedir. Bu âyetler haccın farz kılınışını değil Hz. İbrâhim zamanında



cı engellemek suretiyle küfür ve zulümde ileri gidenlerden söz edilir. Kâbe'nin yapılışında gözetilen tevhid akidesi gibi kutsal amaçlar ve haccın sağladığı dünele alınır. Allah'ın koyduğu kurallara ve yasaklara



saygılı davranmanın



önemi



de takvâyı pekiştirmek olduğu vurgulacadelesi olmasa yeryüzündeki mâbedlerin yıkılıp yok edileceği, bundan dolayı ve inançlarını savunmak için savaşabilecekleri bildirilir. Bu bölüm, bütün işlerin sonunun Allah'a ait olduğunu vurgulayan bir âyetle sona erer. İkinci bölümde yer alan 30-32. âyetler, Kur'an'ın öngördüğü iman ve ahlâkın en mühim terimlerinden olan "takvâ" kavramına açıklık getirmesi



bakımından



özel bir önem taşır. Burada Allah'ın kanunlarına saygılı olmak, putperestlikten uzaklaşmak, yalancı şahitlikten kaçınmak, tevhide bağlanmak ve İslâm'ın alâmetleri olan temel değerlere tâzim göstermekten söz edildikten sonra, "Bunlar kalplerin takvâsındandır" denilmekte ve böylece takvâ kavramının, "Allah tarafından konulan din ve ahlâk kurallarına gönülden saygı gösterme" anlamına geldiği bildirilmektedir. Aynı yaklaşım, sûrenin bu bölümünde yer alan, "Kurbanlarınızın etleri de kanları da Allah'a ulaşmaz; fakat O'na sizin takvânız ulaşır" meâlindeki 37. âyette de görülmektedir. Medine'de nâzil olduğu anlaşılan 39. âyetle müslümanlara ilk defa müşriklere



dikkat çekilir (âyet 12); Allah'a güven-



karşı silâhlı mücadeleye girişmelerine



menin ve O'na sığınmanın önemi vurgulanır (âyet 15). Allah'ın Kur'an'ı âyetler halinde indirdiği; O'nun müminler, yahudiler, Sâbiîler, Mecûsîler v e müşrikler



izin veriliyordu. 40. âyette ise müslü-



hakkında kıyamet günü ayrı ayrı hükümler vereceği; ay, güneş, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi akıl ve şuurdan mahrum bütün yaratıklar Allah'a secde ederken insanların bir kısmının inkâra kalkıştığı ve bu yüzden azabı hak ettiği anlatılır. İnkârcı grubun cehennemde karşılaşacağı çetin azap tasvir edilirken müminlerin cennette çeşitli nimetlerle mükâfatlandırılacağı hususu tekrar edilir. Bu bölüm müminler hakkındaki, "Onlar sözün en güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna iletilmişlerdir" meâlindeki âyetle son bulur.



hangi kutsal amaçları gerçekleştirmek



Sûrenin ikinci bölümünde (âyet 25-41)



için ortaya konmuş olduğunu belirtmek-



inkâr edenlerden, inkârla yetinmeyip in-



manların mescidleriyle birlikte manastırlar, kiliseler ve havraların da dokunulmazlığına işaret edilmektedir. Üçüncü bölümde (âyet 42-57) Hz. Peyg a m b e r ' e karşı inkârda direnen müşriklerin durumu ele alınır. Fakat bunun yalnızca son peygamberle ilgili bir mücadele olmadığı, Hz. Nûh'tan beri bütün peygamberlerin buna benzer direnişlerle karşılaştıkları anlatılır. Eski beldelerin inkâr, kötülük ve zulüm yüzünden yıkıldığı, gezip dolaşanların yeryüzünün birçok yerinde hâlâ görülen o harabelerden ders almaları gerektiği hatırlatılır. Hiçbir peygamberin kötülerin şerrinden v e şeytanın vesvesesinden uzak kalmadığı, ancak bu kötü tesirlerin Allah'ın yardımıyla etkisiz hale geldiği bildirilir. İlim ehlinin esasen Kur'an'ın Allah katından



420



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



H A C SÛRESİ g e l m i ş bir hakikat olduğuna inanacakları



bir sinek bile y a r a t m a y a güçlerinin yet-



nakledilmiştir: Ukbe diyor ki: Hz. Pey-



v e onların hidayete erdirilecekleri ifade



m e y e c e ğ i şeklinde putperestleri aşağı-



g a m b e r ' e , "Ey Allah'ın resulü! Hac sûre-



edildikten sonra c e h â l e t e dayalı inkârın



layıcı bir ö r n e k verilir. Bu âyetler, hicret



si, içindeki iki s e c d e ile mi d i ğ e r sûrelere



tehlikeli v e çıkmaz yol olduğuna işaret



öncesinde M e k k e müşriklerine yapılan



üstün kılınmıştır?" d i y e s o r d u m . Resû-



edilir. Bu bölümün son iki âyetinde in-



son ihtarlar gibi g ö r ü n m e k t e d i r .



lullah, " E v e t , o s e c d e l e r i y a p m a y a c a k



Câhil



karcılarla iman ehlinin durumları v e akı-



insanlara bilgi v e akıl y ü r ü t m e yoluyla



olanlar onları okumasınlar" dedi



betleri şöyle haber verilir: "O gün mülk



yapılabilecek



ned, IV, 151, 155; Ebû Dâvûd, "Sücûdü'l-



Allah'ındır. O insanlar arasında



hüküm



verir. Bu hüküm g e r e ğ i iman edip iyi



olmayacağı



bir tebliğin



artık faydalı



görüldüğünden,



öldürülen



Kur'ân",



(Müs-



1, Tirmizî, "Cum c a", 54). Sözü



v e hicrete zorlanan müslümanların bun-



edilen iki s e c d e 18 v e 77. â y e t l e r d e g e ç mektedir. Ancak 77. âyetteki s e c d e ihti-



davranışlarda bulunanlar naîm cennet-



dan böyle savaş yoluyla haklarını koru-



lerindedir. İnkâr edip âyetlerimizi yalan-



yacakları ilân edilir. Allah'ın kadrini v e



lâflıdır. İbn A b b a s ' t a n , s û r e d e bir veya iki



layanlara gelince onlar için de alçaltıcı bir



kudretini idrakten âciz olan müşriklerin



s e c d e bulunduğu y ö n ü n d e farklı rivayet-



azap vardır" (âyet 56-57).



Allah'a inananların haklarını da g ö z e t e -



ler gelmiştir (Süyûtî,



m e y e c e ğ i anlatılır. Daha sonra m ü m i n -



VI, 4). Hanefîler v e Mâlikîler'e g ö r e sûre-



Dördüncü bölüm (âyet 58-78) sûrenin



ed-Dürrü'l-menşûr,



lere Allah'a s e c d e e t m e y i , rükû e t m e y i ,



nin s a d e c e 18. â y e t i n d e s e c d e vardır. Şâ-



birbirlerine iyilik yapmayı, Allah yolunda



fîîler'le Hanbelîler ise her iki secdeyi d e ka-



g a y r e t g ö s t e r i p cihad e t m e y i e m r e d e n ,



bul e d e r l e r (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr,



vaad e d e n âyetlerle başlar. Hakka t a -



müslümanların Allah tarafından bu işler



454; Kurtubî, XII, 1, 98). Bunun yanında,



panlarla bâtıla uyanların bir tutulmaya-



için seçilmiş olduğunu, Allah'ın



cağı vurgulanır. Allah'ın her ş e y e gücü-



z o r a k o ş m a d ı ğ ı n ı , a n c a k m ü s l ü m a n ol-



kitaplarında yer alan



nün y e t t i ğ i hatırlatılır. Bundan ş ü p h e



manın, İbrâhim dininden sayılmanın g e -



Hacer, 111, 136; Beyzâvî, II, 114) v e Hâc



edenlerin g ö k l e r d e v e y e r y ü z ü n d e O'nun



reğinin bunları y a p m a k olduğunu bildi-



sûresini okuyan kişinin p e k çok hac v e



kudretini



olaylarına



ren âyetlerle d e v a m eden sûre, "Artık na-



u m r e y a p m ı ş gibi ecir kazanacağını ifa-



dikkat e t m e l e r i istenir v e ilâhî kudretin



mazı kılın, zekâtı verin, Allah'a sımsıkı sa-



d e eden hadisin m e v z û olduğu kabul edil-



kevnî delillerinden bazı örnekler verilir.



rılın, sizin yâriniz O'dur; O ne güzel yâr, ne



miştir (İbnü'l-Cevzî, el-Meuztfât,



Birinci b ö l ü m d e dile getirilen,



g ü z e l yardımcıdır" öğüdüyle sona erer.



241 ; Zerkeşî, I, 432; İbn Hacer, III, 136).



bir özeti gibidir. Bu b ö l ü m Allah yolunda öldürülen veya g ö ç e zorlanan, açlık v e yokluk çeken insanlara Allah'ın yardımını



sergileyen



kâinat



Allah'ın



her ş e y e kâdir olduğuna v e kendisinden



S û r e d e i f a d e edilen iman, şirk, ibadet,



başka ilâh bulunmadığına delâlet e d e n



cihad gibi konuların üç ana



tevhid g e r ç e ğ i (âyet 6 ) burada yeniden beyan edilir: "Böyledir. Çünkü Allah hakkın t a kendisidir. O'nun dışında taptıkları ise bâtılın t a kendisidir. Gerçek şu ki Allah uludur, büyüktür. Görmedin mi ki Allah g ö k t e n y a ğ m u r indirdi d e bu s a y e d e yeryüzü yeşeriyor. Gerçekten Allah çok lutufkârdır, her şeyden haberdardır. Göklerde v e y e r d e ne varsa O'nundur. Hakikaten yalnız Allah zengindir, ö v g ü y e lâyıktır" (âyet 62-64). Allah'tan başka tapınılan putların hepsi bir araya g e l s e dahi



onları



Übey b. Kâ'b'dan rivayet edilip bazı t e f s i r (meselâ



bk. İbn



I, 239-



Hac sûresi üzerinde şu çalışmalar yapılmıştır: A h m e d Hüsâmeddin,



Hücce-



anlatıldığı görülür. Bunlar hicret, savaş



tü'l-hücec



(İzmir



v e hacdır. Her üçünde d e insanın yerini



1333); Hüseynî M u h a m m e d Ebû Ferha,



çerçevede



fî tefsiri sûreti'l-Hac



Tefsîru



şitli z a h m e t l e r e katlanması,



râhim ed-Desûkı Hamîs, Min



insanların



sûreti'l-Hac



(Kahire 1970); İb-



yurdunu t e r k e d i p uzaklara g i t m e s i , çe-



reti'l-Hac



d e r birliği ise millet v e ü m m e t olmanın,



m e d Desûkı, Tefsîru



bir t o p l u m haline g e l m e n i n t e m e l şartı-



re 1987).



dır. Müslümanlar, müşriklerden g ö r d ü k leri zulüm v e haksızlık, uğradıkları can v e mal kaybı, çektikleri sıkıntı v e çile sonunda hicret etmeseydi aralarındaki sevgi v e dayanışma bu kadar güçlü olmayaliği e t m e s i , daha ö n c e birbirine d ü ş m a n olan kabilelere m e n s u p



bulunmalarına



r a ğ m e n onları bir c e m a a t haline getirmiştir. Hz. P e y g a m b e r klasik anlamda bir d e v l e t kurmak isteseydi Hâşimî sülâlesinin g ü c ü n e d a y a n m a k zorunda kalacaktı. Halbuki Resûl-i E k r e m , inanç v e kültür t e m e l i üzerine kurulan yepyeni bir ü m m e t m e y d a n a getirmiştir. Sûre, kökenleri farklı insanların ü m m e t o l m a k için nelere sahip bulunmaları v e neler yapmaları gerektiği konusunda â d e t a gündem



belirlemektedir.



Hicret



bir



önce-



sinde i n m e y e başlayan sûre, m ü s l ü m a n ları güçlü bir birlik oluşturmaya v e onları hicret sonrasında ortaya çıkacak devletin kuruluşuna hazırlar gibidir. Sûrenin f a z i l e t i hakkında



Esrâri



sû-



(Kahire 1986); Seyyid Muham-



kader birliği e t m e s i söz konusudur. Ka-



caktı. İnsanların Allah yolunda kader bir-



Hac sûresinin muhakkak hattıyla yazılmış ilk âyetleri



V,



sûreti'l-Hac



(Kahi-



BIBLIYOGRAFYA : el-Muuatta', "Kur'ân", 13; Müsned, IV, 151, 155; Ebû Dâvûd, "Sücûdü'l-Kufân", 1; Tirmizî, "Cum'a", 54; İbnü'l-Cevzî, Zâdü't-mesîr, V, 401402, 454; a.mlf., el-Meuzû'at (nşr. Abdurrahman M. Osman), Medine 1386/1966, 1, 239241; Kurtubî, el-Câmi\XII, 1, 98; Beyzâvî, Enüârü't-tenzît, İstanbul 1314, II, 94-114; İbn Kesîr, Tefsîrü't-Kur'ân, V, 400; Zerkeşî, el-Burhân, I, 432; İbn Hacer, el-Kâfı'ş-şâf fî tahrîci ehâdîşi'l-Keşşâf (Zemahşerî, el-Keşşâf içinde). Kahire 1373/1953, III, 136; Süyûtî, ed-Dürrü'lmenşür fi't-tefsîr bi'l-me'şûr, Beyrut 1403/ 1983, VI, 3, 4; a.mlf., el-ltkân (Bugâ), I, 28, 32, 33, 37, 83; Şevkânî, Fethu'l-kadîr, III, 434; Âlûsî, Rühu'l-me'ânî, XVII, 109-213; Muhammed Tâhir b. Âşûr, Tefsîru't-tahrîr ve't-tenuîr, Tunus 1984, XVII, 179-353; Elmalılı, Hak Dini, IV, 3379-3425; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu (İstanbul 1943), İstanbul 1980, s. 393403; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kurân (trc. Muhammed Han Kayanı v.dğr.), İstanbul 1968, III, 309358; Seyyid Kutub, Fi Zilâli'l-Kur'ân, Beyrut 1405/1985, IV, 2404-2447; Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ue makâşıdühâ fı 'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kahire 1986, I, 243-249; Zuhûr Ahmed Azhar, "Hac", ÜDMİ, VII, 925-



ashaptan



Ukbe b. Â m i r e l - C ü h e n î ' d e n şu hadis



H



E M Î N IŞIK



421



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACAMAT da bir tedavi m e t o d u haline gelmiştir



Genel tıp kitaplarında fasd v e hacama-



( iobödl)



(İbn Ebû Usaybia, I, 6). Grekfılozof-heki-



ta ayrılan özel bölümler yanında konuyla



Sağlığı koruma veya tedavi amacıyla kan alma.



mi Empedokles'ten (ö. m.ö. 435) itibaren



ilgili müstakil eserler d e k a l e m e alınmış-



XIX. yüzyılın ortalarına kadar t a b â b e t t e



tır. Bunlar arasında Hipokrat, Galen, İbn



HACAMAT



r



^



1



^



Kelimenin asiı Arapça h i c â m e ( t ) olup " e m m e k " anlamındaki



h a c m kökünden



gelir; hacamat yaptırmaya ihticâm, bu işi m e s l e k edinen kişiye haccâm, kullandığı f a n u s v e bardak gibi aletlere d e m i h c e m ( m i h c e m e ) denir. Bu y ö n t e m l e kan alm a k yahut vücudun istenen y e r i n e kan t o p l a m a k için, küçük bir fanus t e r s tutularak içine süratle sokulup çıkarılan bir alev vasıtasıyla havası boşaltıldıktan sonra vücuda kapatılmakta, böylece kanın, üzerindeki hava basıncının azaldığı o kesime hücum etmesi sağlanmaktadır. Eğer a m a ç s a d e c e kan t o p l a m a k değil kılcal damarlardan kan almaksa fanus, o kesim bir bıçakla çizildikten sonra kapatılır v e bu d u r u m d a kan iç basıncın etkisiyle kolaylıkla dışarı çıkar, yani f a n u s tarafından e m i l m i ş olur. Bu işlemlerden birincisine "kuru hacamat", ikincisine "kanlı hac a m a t " denir. Ancak T ü r k ç e ' d e h a c a m a t



hâkim olan hümoral patoloji teorisine gö-



Mâseveyh, Ali b. Rabben et-Taberî, Buh-



re, dış dünyanın yapı taşları sayılan d ö r t



tîşû' b. Cibrâîl, Huneyn b. İshak, İbn Mâs-



unsura (toprak, su, hava, ateş) karşılık in-



se, İshak b. İmrân, Kustâ b. Lûkâ, Ebû



san vücudunda da dört sıvı (kan, balgam,



Bekir M u h a m m e d b. Zekeriyyâ er-Râzî,



sarı safra, kara safra) bulunmakta ve bun-



Fârâbî v e Ali b. A b b a s el-Mecûsî'nin



ların d e n g e halinde olması sağlığı, den-



Ki-



genin bozulması ise hastalığı meydana g e -



tâb (Risâle) fi'l-faşd, Kitâb (Risâle) fi'lhıcûme, Kitûbü'l-Faşd, Kitâbü'l-Hicâ-



t i r m e k t e d i r (bk. AHLÂT-ı ERBAA). Hİpok-



me gibi adlarla kaleme aldıkları eser v e



rat v e Galen (Câlfnûs) gibi Eskiçağ'ın ünlü



risâleler sayılabilir



hekimleri bu teoriyi benimsediklerinden



448). H i s b e * ile ilgili e s e r l e r d e d e haca-



onları izleyen İslâm hekimleri d e dahil bü-



matçıların bulundurmaları g e r e k e n alet-



tün dünya asırlarca hastadan kan almayı en güvenilir tedavi yöntemi diye kabul etmiştir. Klasik t a b â b e t t e h e m e n her hastalığın kandan kaynaklandığı kanaati hâkim olduğu için tedavi sırasında akla derhal kan almak geliyor v e ilk önce bu yola başvuruluyordu.



Bu y ö n t e m i n



özellikle



XVII. yüzyılda çok yaygın uygulandığı, bu y ü z d e n yetkililerce her hekimin kan alma usulünü bilmesinin şart koşulduğu görülmektedir.



denilince akla daha çok ikincisi veya atar



Eski t a b â b e t t e h a c a m a t y a p m a k için



v e toplar damarlardan fazla miktarda kan



insan vücudunda on dört bölge, f a s d yön-



alınması g e l m e k t e d i r ki bunun adı A r a p -



t e m i y l e kan almak için d e o t u z ile kırk üç



ça'da fasddır; bu işi yapana d a f a s s â d adı



arasında d a m a r t e s b i t edilmiştir. Klasik



verilir. Türk halkı arasında kuru h a c a m a t



tıp kitaplarında hangi b ö l g e d e n veya da-



için "şişe ç e k m e " tabiri kullanılır.



m a r d a n kan almanın ne gibi hastalıklara



(bk. Sezgin, III, 444,



ler ve tıbbî ölçüler çerçevesinde uymaları gereken esaslar ayrı bir bölümde ele alınmıştır (bk. İbnü'l-Uhuvve, s. 247-253; Şeyzerî, s. 89-97). BİBLİYOGRAFYA : Lisânü'l-'Arab, "hem", "fşd" md.leri; Kâmus Tercümesi, "hacm", "faşd" md.leri; Şerefeddin Mağmûnî, Kâmûs-i Tıbbî, "saignee", "scarification" md.leri (II, 941, 952); Ebü'l-Kâsım ezZehrâvî, et-Taşrîf li-men 'aceze 'arıi't-te'lîf (nşr. Fuat Sezgin), Frankfurt 1406/1986,11, 536-544; İbnü'n-Nedîm, el-Fıhrist, s. 104, 411, 412; İbn Sînâ, el-Kânûn fı't-tıb, Bulak 1294,1, 204-213; Abdüllatîf el-Bağdâdî, et-Tıb mirıe'l-Kitâb ve'sSünne (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), Beyrut 1406/1986, s. 41-48; İbn Ebû Usaybia, 'CJyûnü'l-enbâ', s. 1, 6, 33; İbnü'l-Uhuvve, Me'âlimü'l-kurbe ft ahkâmi'l-hisbe (nşr. M. Mahm û d Ş a ' b â n - S ı d d î k A h m e d f s â ) , K a h i r e 1 9 7 6 , s.



iyi g e l e c e ğ i n e dair ayrıntılı bilgiler, hatta



247-253; İbn Kayyim el-Cevziyye,



Genellikle kuru hacamatın amacı kılcal



bu iş için uygun olan m e v s i m l e r l e gün v e



nebevî



damarlardaki kanın o bölgeye akışını sağ-



saatler v e r i l m e k t e , meselâ e ğ e r âcil bir



lamak, böylece yakın bir bölgedeki kana-



durum söz konusu değilse mevsimlerden



mayı d u r d u r m a k veya vücudun o kısmını



ilkbaharla sonbahar tavsiye edilmektedir.



Ukde), Kahire 1410/1990, s. 38-49; Şeyzerî, Nihâyetü'r-rütbe fî talebi'l-hisbe (nşr. es-Seyyid Bâz el-Arînî), Kahire 1365/1946, s. 89-97; Taşköprizâde, Meuzûâtü'l-ulûm, 1, 376; Hüseyin Remzi. Târîh-i Tıb, İstanbul 1304,1, 39; a.mlf.. Tıbb-ı Nebevî, İstanbul 1324, s. 10-11, 69-70; Mehmed Hâfız, Kavârıînü'l-cerrâhîn, İstanbul 1289, s. 2-4, 36-39; Gâlib Atâ, Tıp Tarihi, İstanbul 1341/1925,1, 16, 23, 32, 50, 77-79, 108, 194; Osman Şevki |01udağ|, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbet Tarihi, İstanbul 1341/1925, s. 32-33; Feridun Nâfız Uzluk, Genel Tıp Tarihi, Ankara 1958, s. 71; Sezgin, GAS, III, 444, 448; Bedi N. Şehsuvaroğlu, Eczacılık Tarihi Dersleri, İstanbul 1970, s. 59, 75, 95, 126-127; Cihat Abaoğlu, Teşhisten Tedâviye, İstanbul 1975, s. 208, 409-410, 460, 861; Muzaffer Aksoy, Hematoloji, İstanbul 1975, I, 723, 747; Ayşegül Demirhan, Kısa Tıp Tarihi, Bursa 1982, s. 27, 43; Bülent Berkarda - N. Orhan Ulutin, Kan Hastalıktan, İstanbul 1983, s. 110-112; Abdullah Köşe. Hadîslerde Flebotomi (yüksek lisans tezi, 1984), Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 42, 4346, 47-48, 49-50; Mahmûd Nâzım en-Nesîmî, et-Tıbbü'n-nebevî ve'l-Hlmü'l-hadîş, Beyrut 1407/1987, III, 91-103; Muhtâr Sâlim, etTıbbü'l-İslâmî beyne'l-'akide ve'l-ibdâ', Beyrut 1408/1988, s. 361-365; M. A. J. Beg, "Faşşâd, Hadjdjâm", El2 Suppl. (İng.), s. 303-304; W. Floor, "Bloodletting", Elr., IV, 315-316.



ısıtmak, yahut özellikle bazı cilt hastalık-



İbn Sînâ'ya g ö r e kan almak için en uygun



larında derideki kan deveranını arttıra-



vakit ayın ortasındaki gündüzün ikinci v e



rak t e d a v i y e katkıda bulunmaktır. Bu



üçüncü saatleridir (el-Kânûn fit-t'b, I. 212);



y ö n t e m d e n m o d e r n tıpta da iç organla-



Zehrâvî ise bu konuda vakit tayinine g e -



ra olan kan hücumunu a z a l t m a k için fay-



rek olmadığını söyler (et-Taşrîf, II, 541).



dalanılmış, fakat sonraları bundan vazgeçilmiştir. Yerini uzun süre önce sülük koym a y a bırakan kanlı h a c a m a t ise bugün halk arasında da genellikle t e r k e d i l m i ş durumdadır.



En eski d ö n e m l e r d e n g ü n ü m ü z e kadar, s e b e b i bilinsin veya bilinmesin, birçok rahatsızlığın tedavisinde f a s d v e hac a m a t y ö n t e m l e r i y l e ya da sülük kullanm a k suretiyle hastalardan kan alınmış-



Tıp tarihinde kan alma y ö n t e m i y l e t e -



tır. A n c a k tecrübelerin artması, hasta-



davinin ilk d e f a n e r e d e v e ne z a m a n baş-



lıkların s e b e b i v e tedavi şekliyle ilgili bilgi



ladığı konusunda kesin bilgi yoktur. An-



v e imkânların d e ğ i ş m e s i y l e bunun yan-



cak bugün d e bazı ilkel t o p l u m l a r d a g ö -



lışlığı ortaya çıkmış v e sonuçta kan alma-



rüldüğü gibi eski M e z o p o t a m y a , Mısır v e



nın s a d e c e bazı hallerde uygun olacağı



diğer Ön Asya uygarlıklarında birçok has-



anlaşılmıştır. Bugün modern tıpta da ge-



talığın b e d e n e giren cinler v e kötü ruhlar



rekli durumlarda kan alma (phlebotomy)



t a r a f ı n d a n m e y d a n a getirildiğine inanıl-



yoluna gidilmekte, g e r e k koruyucu hekim-



dığı v e hastalığın g e ç m e s i için bunların



likte g e r e k s e bazı hastalıkların t e d a v i -



sihir-büyünün yanı sıra kan alma yoluyla



sinde bu usul geçerliliğini belli ölçüde d e



vücuttan



bilin-



olsa s ü r d ü r m e k t e , ancak bu iş için daha



mektedir. Zamanla bu tür düşüncelerin



kolay v e daha sağlıklı olan şırınga ile doğ-



yerini t e c r ü b e y e v e bilimselliğe bırakma-



rudan damara g i r m e m e t o d u tercih edil-



sıyla hastalardan kan alma g e r ç e k anlam-



mektedir.



çıkarılmasına çalışıldığı



422



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



(nşr. Â d i l e l - E z h e r î - M a h m û d



H



et-Tıbbü'nFerec el-



A B D U L L A H KÖŞE



HACAMAT •



F I K I H . H a c a m a t ı n Hz. P e y g a m b e r



araştırmalar



ışığında



değerlendirilme-



h a c a m a t yaptırmadıklarını



i f a d e eder-



zamanında da sağlığı k o r u m a v e bir t e -



sinden d e ilgi çekici sonuçların çıkacağı



ken bunu hacamatın oruçluya sıkıntı ve-



davi m e t o d u olarak uygulandığı, b i z z a t



anlaşılmaktadır.



receği



hususuna



bağlamaktadır



(Ebû



Dâvûd, " Ş a v m " , 30). Birinci hadisi esas



kendisinin h a c a m a t yaptırdığı, hatta haca-



Hz. P e y g a m b e r ' i n , kendisine h a c a m a t



m a t teşvik ettiği bilinmektedir. H a c a m a t



uygulayan v e aynı z a m a n d a bir köle olan



alan Hanbelîler'e g ö r e h a c a m a t



o d ö n e m d e uygulanan en iyi t e d a v i m e -



Ebû Taybe'ye bir ö d e m e d e bulunduğu bi-



bozar. Fakat çoğunluk bu hadisin nes-



totları arasında sayan (Buhârî, " T ı b " , 13;



linmektedir



orucu



(Buhârî, "Büyû c ", 39, "Tıb",



hedildiğini ileri s ü r e r e k hacamatın orucu



Müslim, " M ü s â k â t " , 62, 63) Resûl-i Ek-



13). Enes b. Mâlik, h a c a m a t ücretinin he-



b o z m a y a c a ğ ı n ı belirtir. Buna r a ğ m e n bu



rem'in v e ashabının g e n e l olarak ağrıya



lâl olup olmadığına dair bir soruya bu



âlimler d e oruçluya sıkınt verebileceğin-



v e baş ağrısına karşı (Buhârî, " T ı b " , 15;



olayı naklederek cevap v e r m i ş t r (Müslim,



d e n h a r e k e t l e hacamatın iftardan son-



Ebû Dâvûd, " T ı b " , 3) b a ş , o m u z , b o y u n



" M ü s â k â t " , 62). Onun rivayetinde yapı-



raya bırakılmasını tavsiye ederler.



damarları, kalça v e ayağın üstünden haca-



lan ö d e m e n i n ü c r e t olup olmadığı açıkça



m a t y a p t r d ı ğ ı (Buhârî, "Tıb", 14, 15; Ebû



belirtilmezken İbn A b b a s bu olayda Re-



Dâvûd, "Menâsik", 35, "Tıb", 4, 5; Tirmizî,



mat



sûl-i Ekrem'in ü c r e t ödediğini k a y d e d e -



" Ş a v m " , 32, " T ı b " , 12, 14, 15; Ebû Dâ-



Hz. P e y g a m b e r ' i n ihramlı iken hacayaptrdığı



bilinmektedir



(Buhârî,



" T ı b " , 12; İbn Mâce, " T ı b " , 21), h a c a m a -



rek, " E ğ e r haram olsaydı P e y g a m b e r ver-



tın akla v e hafızaya k u v v e t verdiğini söy-



vûd, " M e n â s i k " , 35); bundan dolayı ih-



m e z d i " der (Buhârî, "Büyû c ", 39, "İcâre",



lediği (İbn Mâce, " T ı b " , 22) rivayet edil-



ramlının h a c a m a t yaptırması câiz görül-



18; M ü s l i m , " M ü s â k â t " , 66). Öte yandan



mektedir.



müştür. H a c a m a t t a n ö n c e vücudun ilgili



Resûl-i Ekrem'in kan bedelini yasakladığı



Bazı h a d i s l e r d e p a z a r t e s i , salı v e y a



(Buhârî, "Büyû c ", 25, 113) v e hacamatçı-



p e r ş e m b e günleri, ay içinde d e on yedi,



nın kazancının pis olduğunu söylediği (Ebû



on dokuz v e yirmi birinci günler h a c a m a t



Dâvûd, " B ü y ü " ' , 38; Tirmizî, " B ü y û c " , 46)



yapılması tavsiye edilmiş



r i v a y e t e d i l m e k t e d i r . Bazı âlimler, ilk



" T ı b " , 5; Tirmizî, " T ı b " ,



(Ebû



Dâvûd,



12; İbn Mâce,



hadisteki



kan



bedelini



doğrudan



kan



kısmının tıraş edilmesi halinde bazı âliml e r e g ö r e tıraşla ilgili g e n e l hükümler g e çerli iken bazılarına g ö r e bu konuda özel ruhsat s ö z konusu olup f i d y e g e r e k m e z v e y a m i k t a r t e s b i t i n d e bu durum hafifletici s e b e p olarak değerlendirilir.



" T ı b " , 22), ayrıca vücudun hangi b ö l g e



s a t ş ı karşılığında alınan ücret olarak, ba-



v e damarlarından kan alınmasının uygun



zıları da hacamat ücreti olarak yorumla-



olacağına ilişkin bazı bilgilere v e uygula-



mışlardır. Hadisi rivayet eden Ebû Cühay-



konusunda m e z h e p l e r i n kanamayla ilgili



m a örneklerine y e r verilmiştir (Ebu



Dâ-



f e ' n i n h a c a m a t y a p a n bir köle satın aldığı



görüşleri geçerlidir. Kanamanın abdesti



vûd, " T ı b " , 5; İbn M â c e , " T ı b " , 21). İbn



v e onun hacamat aletlerini kırdığı, bu dav-



b o z d u ğ u n u söyleyen Hanefî, Hanbelî v e



ranışının sebebi sorulunca da bu hadisi ri-



Zeydî âlimlerine g ö r e kanlı h a c a m a t ab-



vayet ettiği (Aynî, 'CJmdetü'l-kân,



desti bozar, Şâfiî v e Mâlikî m e z h e p l e r i n e



Kayyim el-Cevziyye, hadislerde



mevcut



t a v s i y e v e bilgilerin, d ö n e m i n d e k i



tıp



IX, 287-



âlimlerinin tesbitleriyle u y u m içinde bu-



288; İbn Hacer, IX, 165, 300-301) dikkate



lunduğunu, m e s e l â bu âlimlerin kanaati-



alınırsa e n azından ravinin y o r u m u n u n



n e g ö r e ayın h a r e k e t i n e bağlı olarak kan



bu i s t i k a m e t t e olduğu düşünülebilir.



basıncının arttığını, ay ortası ile onu t a -



Bu farklı rivayetler karşısında ashaptan



kip e d e n haftanın h a c a m a t için e n uygun



itibaren değişik ictihadlar ortaya çıkmış-



z a m a n olduğunu, âcii durumlar hariç bu



tır. Bazı âlimler Hz. P e y g a m b e r ' i n yasak-



z a m a n dilimi içinde h a c a m a t y a p m a n ı n



lamasını, h a c a m a t ı n daha ziyade köleler



daha faydalı olacağını söyler ( e t - T ı b b ü ' n •



t a r a f ı n d a n icra edilen v e sosyal



nebevî,



s. 42, 45). Buhârî'nin yukarıdaki



statü



açısından düşük sayılan bir m e s l e k olu-



hadisleri zayıf bulduğu için e s e r i n e alma-



şuna bağlayarak hür kişilerin h a c a m a t -



dığını k a y d e d e n İbn H a c e r v e Aynî gibi



t a n ü c r e t almasının câiz olmadığını söy-



âlimler ise h a c a m a t için belli bir z a m a n ta-



lerken bazıları da yasağın sebebini, ha-



yininin s ö z konusu olmadığını belirtirler (Fethu'l-bâri,



XXI, 266-267;



'ümdetü'l-kâ-



oluşuna bağlar. Bir g ö r ü ş e g ö r e ü c r e t



rî, XVII, 374-375). Ayın kendi y ö r ü n g e s i üzerindeki çeşitli konumlarına g ö r e d e n i z l e r d e , h a t t a karalarda v e a t m o s f e r d e m e d v e



c a m a t ı n müslümanlar arasında ücretsiz yapılması g e r e k e n bir h i z m e t v e g ö r e v



cezir



olaylarının m e y d a n a geldiği, bunun da yeni ay v e dolunay d ö n e m l e r i n d e e n yük-



alınması ö n c e l e r i y a s a k k e n



sonradan



s e r b e s t bırakılmıştır; bir başka g ö r ü ş e g ö r e ise hadisteki yasak onun h a r a m old u ğ u n u değil t e n z î h e n m e k r u h olduğunu g ö s t e r m e k t e d i r .



s e k s e v i y e y e ulaştığı bilinmektedir. Gü-



Hadis kaynaklarında, Resûl-i Ekrem'in



n ü m ü z d e yapılan bazı araştırmalar ayın



h a c a m a t yapanın da yaptıranın da oru-



insan vücudu ü z e r i n d e d e b e n z e r etkiler



cunun bozulacağını söylediği



meydana getirdiğini, dolunay günlerinde



" Ş a v m " , 32; Ebû Dâvûd, " Ş a v m " ,



vücuttaki h o r m o n v e sıvı d e n g e s i n d e d e -



Tirmizî, " Ş a v m " , 60), kendisinin oruçlu



ğ i ş m e l e r g ö r ü l d ü ğ ü n ü , kadınlardaki do-



iken hacamat y a p t r d ı ğ ı (Buhârî, " Ş a v m " ,



(Buhârî, 29;



ğ u m v e â d e t g ö r m e kanamalarının daha



32, "Tıb", 11; Ebû Dâvûd, " Ş a v m " , 30),



şiddetli olduğunu ortaya koymuştur. Bu



h a c a m a t ı n orucu b o z m a y a c a ğ ı n ı



s e b e p l e h a c a m a t için belli z a m a n dilim-



ettiği (Ebû Dâvûd, " Ş a v m " , 31; Tirmizî,



ifade



leri tavsiye e d e n hadislerin hadis t e k n i ğ i



" Ş a v m " , 24) şeklinde farklı rivayetler y e r



açısından i n c e l e n m e s i yanında yeni ilmî



almaktadır. Enes b. Mâlik, oruçlu iken



H a c a m a t n abdesti b o z u p b o z m a d ı ğ ı



g ö r e ise b o z m a z . BİBLİYOGRAFYA



:



el-Muuatta', "İstPzân", 10; Buhârî, "Şavm", 32, "Tıb", 11-15, "Büyü"', 25, 39, 113, "İcâre", 18; Müslim, "Müsâkât", 62, 63, 66, "Selâm", 71; İbn Mâce,"Tlb", 20, 21, 22, "Hcârât", 10; Ebû Dâvûd, "Şavm", 29, 30, 31, "Menâsik", 35, "Tıb", 3, 4, 5, 11, 12, 14, 15, "Büyü"', 38; Tirmizî, "Şavm", 24, 60, "Tıb", 12, 21, "Büyü 1 ", 46; Nesâî, "Menâsik", 92, 93, 94, 95; Şâfiî, el-Üm, II, 83, 174; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 209; İbn Hazm, el-Muhallâ, I, 255; V, 203; VII, 255-258; Serahsî, el-Mebsût, 1, 83; III, 57; Mergînânî, el-Hidâye, İstanbul 1986,1, 122, 162; III, 239; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 175; III, 36-37; VI, 121-123; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbü'n-nebeuî (nşr. Âdil el-Ezherî-Mahmûd Ferec el-Ukde), Kahire 1410/1990, s. 38-49; Ahmed b. Yahyâ Mehdî-Lidînillâh, el-Bahrü'zzeöftâr, San'a 1409/1988,1, 86-87; II, 253; İbn Hacer, Fethu'l-bârî (Sa'A), IX, 165, 300-301; X, 25-26; XXI, 266-267; Aynî, Şerhu'l-Kenz, Kahire 1304, I, 83; a.mlf., 'Umdetü'l-kârî, Kahire 1392/1972, IX, 287-289; XVII, 374-375; İbnü'lHümâm, Fethu'l-kadîr (Bulak), II, 64, 232; Teerid Tercemesi, VI, 216, 278, 381; XII, 81; Remlî, Nihâyetü 'l-muhtâe, Kahire 1389/1969 Beyrut 1404/1984, III, 182; Derdîr, eş-Şerhu'l-kebîr, I, 123, 518; II, 58; Muhtâr Sâlim, et-Tıbbü'ltslâmî beyne'l-'akide ue'l-ibdâ', Beyrut 1408/ 1988, s. 361-365; Abdülhay el-Kettânî, etTerâtîbü'l-idâriyye (Özel). II, 326-328; "Hacâme", Mv.F, XVII, 14-18; Mustafa Reyhanlı, "Ayın Esrarlı Gücü", Sur, XI1I/142, İstanbul 1988, s. 46-47; Mehmed Refiî Kileci. "Dolunay ve Oruç", Zafer, XVIll/207, Adapazarı 1994, s. 6B



M A H M U D RIDVANOĞLU



423



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACB HACB



1



(v^JI) Bir mirasçının, ölen kimseye kendisinden daha yakın mirasçı bulunması sebebiyle miras hakkından mahrum olmasını ifade eden terim. ^ Hacb (hicâb) sözlükte "örtmek, engel olmak" anlamına gelir. İsim olarak hicâb (örtü, engel) kelimesinin Kur'an'da muhtelif âyetlerde yer almasına karşılık hacb, yalnız ashaptan nakledilen bazı haberlerde çeşitli fiil kalıplarıyla ve terim anlamında geçmektedir (Buhârî, "Ferâ'iz", 7; Dârimî, "Ferâ'iz", 9, 29, 41). Ölen kimseye yakın hısımlığı mirasçılık sebebi kabul eden hukuk sistemlerinde uzak hısımların yakın hısımlar tarafından mirastan mahrum bırakılması sistemin mantığı gereğidir. Bu husus İslâm miras hukukunda da kısmen mevcut olmakla birlikte ölenin birinci dereceden yakınları olan çocukları, eşi, annesi ve babası hiçbir zaman mirastan bütünüyle mahrum bırakılmaz.



kın bir hışmın girmesi düşünülemez; bu



hisse alır; birden fazla olurlarsa üçte bir



sebeple de bunlar için hacb-i hırmân söz



hisseyi paylaşırlar. Ölenin evlâdı varsa an-



konusu olmayıp ancak hacb-i noksândan



ne bir kardeşler mirastan bütünüyle mah-



söz edilebilir. Meselâ ölenin kızları onun



rum olurlar (en-Nisâ 4/12). Ölenin dede-



birinci dereceden kan hışmı (ölene en ya-



si babasına, ninesi de annesine kıyas edil-



kın mirasçı) olduklarından bunların pay-



diğinden ölenin evlâdı yoksa ninesi üçte



ları daha yakın mirasçı bulunması sebe-



bir hisse alırken kalanı dedesi alır. Ölenin



biyle azalmaz. Ancak kızların iki ve daha



evlâdı bulunduğu takdirde dede ve nine-



fazla olması durumunda hisselerine dü-



nin hisseleri altıda bire düşer. Eğer öle-



şen pay bölüşüm sebebiyle azalır. Buna



nin babası varsa dedesi, annesi varsa nine-



göre ölenin bir kızı, anne veya babasın-



si mirastan bütünüyle mahrum olur.



dan kalan malın yarısını aldığı halde iki veya daha fazla kız üçte iki hisseyi paylaşır. Böylece tek kızın payı başka kızların bulunmasından dolayı azalmış olur (enNisâ 4/11). Yine ölenin oğlu ile birlikte mirasçı oldukları takdirde oğul iki hisse alırken kızlar birer hisse alırlar (en-Nisâ 4/11). Ölenin evlâdı yoksa karısı terekenin dörtte birini alırken evlâdının bulunması halinde hissesi sekizde bire düşer. Bunun gibi kadın öldüğünde eğer evlâdı yoksa kocası terekenin yarısını, evlâdı varsa dörtte birini alır



(en-Nisâ 4/11).



Ölenin evlâdı bulunmuyorsa annesi terekenin üçte birini, babası da kalanı alır-



İslâm miras hukukunda mirasçılar, mu-



ken ölenin evlâdı varsa anne ve baba al-



ayyen pay sahipleriyle (ashâbü'l-ferâiz*)



tıda birer pay alırlar (en-Nisâ 4/11). Bu-



bunlar paylarını aldıktan sonra kalan kıs-



nunla birlikte aynı seviyedeki mirasçıla-



mı alan fürû, usul ve usulün fürûu şek-



rın, meselâ evlâdın birden fazla olması du-



lindeki yakın kan hısımları (asabe*) ol-



rumunda bu sınıfta yer alan mirasçı-



mak üzere iki kategoriye ayrılır. Muay-



lardan her birine düşen payın azalması ta-



yen pay sahibi olan mirasçıların, ölen kim-



bii bir sonuç olup hacb kavramının dışın-



seye kendilerinden daha yakın bir hış-



da mütalaa edilirken ölenin evlâdının bu-



mın bulunması durumunda ya miras pay-



lunması sebebiyle eşinin ve ebeveyninin



ları azalır veya tamamen mirastan mah-



miras paylarının azalması hacb-i noksân



rum kalırlar. Mirasçının mirastaki payı-



olarak nitelendirilir. Çünkü evlât, her ne



nın azalmasına hacb-i noksân, mirastan



kadar grupları farklı olsa da eşe ve ebe-



tamamen mahrum olmasına da hacb-i



veyne göre ölene daha yakın sayılmış ve



hırmân denilir. Asabe sınıfına giren mi-



bundan dolayı diğerlerinin payında azalt-



rasçılar ise ölene kendilerinden daha ya-



maya gidilmiştir.



kın bir asabenin bulunması durumunda mirastan bütünüyle mahrum kalırlar. Bu grubun mirasçılığında usul, ashâbü'l-ferâizden artan kısmın belirli bir sıra içinde ölene en yakın mirasçılara kalması olduğundan daha yakın bir asabenin bulunması durumunda diğerleri hacb-i hırmân ile mahrum olurlar. Baba ve babanın babası olan dede bu kuralın dışında kalır. Baba, hem asabe hem de ashâbü'lferâiz sınıfına girdiğinden ölenin mirasçıları arasında oğul veya oğul oğlunun bulunması sebebiyle asabelik sıfatını kaybettiğinde de ashâbü'l-ferâiz sıfatıyla bütünüyle mirastan mahrum kalmaz ve altıda bir hisse alır (en-Nisâ 4/11).



Ashâbü'l-ferâiz sınıfından ölene nisbeten uzak olan oğul kızı, öz ve baba bir kız kardeşler, anne bir kız ve erkek kardeşler, dede ve nineler duruma göre kısmen veya tamamen mirastan mahrum olabilirler. Meselâ bir oğul kızı, ölenin kızı bulunmadığı takdirde malın yarısını alırken bir kızla ancak altıda bir hisse alabilir. İki veya daha fazla kız bulunduğu takdirde mirastan bütünüyle mahrum olur. Bu husus hadisle sabittir (Buhârî, "Ferâ'iz", 8,



Muayyen pay sahipleri paylarını aldıktan sonra kalan kısmı alma durumunda bulunan mirasçılar (asabe), esas itibariyle belirli bir pay sahibi olmadıklarından ölene kendilerinden daha yakın bir asabe bulunmadığı takdirde kalanı alırlar, aksi halde mirastan bütünüyle mahrum olurlar. Diğer bir ifadeyle asabeler için hacb-i noksân söz konusu olmaz; ya mirasçı olur, kalanı alırlar, ya da daha yakın asabe tarafından hacb-i hırmân ile mirastan bütünüyle mahrum edilirler. Oğullar için Kur'an'da muayyen bir pay belirtilmemiş olması oğulun (en-Nisâ 4/11), ölenin evlâdı bulunmadığı takdirde annenin üçte bir hisse alacağı belirtildiği halde babanın hissesinin belirtilmemiş olması da babanın (en-Nisâ 4/11) asabe olarak kalanı alacağını ifade etmektedir. Diğer taraftan hadiste, "Pay sahiplerine paylarını veriniz. Kalan miktar ölene en yakın erkek hışma aittir" (Buhârî, "Ferâiz", 5,1,9,



11; Müslim, "Ferâ'iz", 2, 3, 4; İbn



Mâce, "Ferâiz", 10; Ebû Dâvûd, "Ferâiz", 7) denilmesi, asabeler için ya mirasçı olup kalanı alma veya daha yakın bir asabe bulunduğu takdirde mirastan



bütünüyle



mahrum olma sonucunu doğurmaktadır. Zeydiyye mezhebi dışında kalan Şîa mezhepleri asabe müessesesini kabul etmezler. Bu sebeple ölenin kardeşi, amcası veya amca çocuklarının mirasçı olabilmesi için ölenin kız evlâdı dahi olmamalıdır. Eğer ölenin kızı varsa erkek kardeşleri, kardeş çocukları, amcaları ve amca çocukları asabe olarak mirastan pay alamaz. Bu durumda kız önce muayyen payını alır, kalanı da red suretiyle (kalan kısmı alacak mirasçı bulunmadığı gerekçesiyle) ayrıca alır.



12-, Tirmizî, "Ferâ'iz", 4; İbn Mâce, "Fe-



Zevi'l-erhâmın mirasçılığını kabul eden



r â i z " , 2). Aynı durum, öz kız kardeşlerle



fakihlere ve hukuk ekollerine göre bu



beraber bulunan baba bir kız kardeşler



grup da kendi içinde asabede olduğu gi-



için de söz konusudur. Öz kız kardeşin



bi ölene yakınlık derecesine göre birta-



yanında baba bir kız kardeşin durumu



kım sınıflara ayrılır ve daha yakındaki bir



İslâm miras hukuku sisteminde ölenin evlâdı, eşi ve ebeveyni onun en yakınları



kızla birlikte bulunan oğul kızma kıyas



mirasçı diğerini mirastan mahrum bıra-



edilmiştir. Ölenin evlâdı bulunmadığı tak-



kır. Meselâ kızın kızı varken oğlun kızının



sayıldığından bunlarla arasına daha ya-



dirde anne bir kardeş tek ise altıda bir



kızı mirasçı olamaz (bk. ZEVİT-ERHÂM).



424



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACCÂC b. ERTÂT BİBLİYOGRAFYA :



f e t v a v e r m e y e başlaması sebebiyle ken-



Dârimî, "Ferâ'iz", 9, 29, 41; Buhârî, "Ferâ'iz", 5, 7, 8, 9, 11, 12; Müslim, "Ferâ'iz", 2, 3, 4; İbn Mâce, "Ferâ'iz", 2, 10; Ebû Dâvûd, "Ferâ'iz", 7; Tirmizî, "Ferâ 3 iz", 4; Küleynî, el-CJşûl mine'lKâfî, Tahran 1391/1972, VII, 96; Ebû Ca'fer etTûsî, Tehzıbü 'l-ahkâm, Tahran 1390, IX, 274; Cürcânî, Şerhu'l-Ferâ'izi's-Sirâciyye, İstanbul 1322; Abdürrahîm Kişkî, el-Mîrâşü'l-mukârin, Kahire 1380/1961; M. Cevâd Mağniye, Fıkhü'lİmâm Ca'fer eş-Şâdık, Beyrut 1966, VI, 221; Ebü'l-Yakzân Atiyye el-Cübûrî, Hükmü'l-mirâş fı'ş-şerfati'l-İslâmiyye, Bağdad 1969, s. 153159; Bilmen, Kamus2, V, 207-406; Ali Himmet Berki, İslâm Hukukunda Ferâiz ue intikal (s. nşr. İrfan Yücel), Ankara 1986, s. 138-142; Karaman, İslâm Hukuku, I, 385-438; Hamza Aktan, Mukayeseli İslâm Miras Hukuku, İstanbul 1991, s. 106, 152, 153, 173, 174; Muhammed Ebû Zehre, Ahkâmü't-terikât ue'l-meuârîş, Kahire, ts. (Dârü'l-Fikri'l-Arabî). H



r



HAMZA



AKTAN



H A C C Â C b. ERTÂT ( ötkjî ^



"1



)



sîr, Hişâm b. Urve gibi kişilerden hadis



katıldığı toplantıların tabii başkanı olurdu.



nakletmiş, tedlîs yoluyla hadislerini rivayet



Bu büyüklük d u y g u s u onu t o p l u m d a n ,



e t t i ğ i muhaddislerin sayısının on yedi ol-



özellikle d e camiden v e c e m a a t t e n uzak-



duğunu kendisi söylemiştir. "Sen bana



laştırmıştır. Halkla birlikte b u l u n m a m a k



bir k i m s e d e n hadis nakletmişsen bu ha-



için c u m a namazına dahi g i t m e d i ğ i , "Ce-



disi o kişiden bizzat nakletmekte bir mah-



m a a t l e n a m a z kılmayı t e r k e t m e d i k ç e ki-



zur g ö r m e m " dediği



şi ahlâkî olgunluğa ulaşamaz" dediği nak-



Bu sebeple İbnü'l-Mübârek, Yahyâ el-Kat-



ledilmiştir. Fakirlere selâm v e r m e y i bile



tân, Yahyâ b. Maîn, A h m e d b. Hanbel v e Nesâî başta o l m a k ü z e r e



davranışlarından dolayı pişmanlık duy-



övgüyle b a h s e d e n âlimler d e onu müdel-



Bu gururuna r a ğ m e n



Haccâc iyi bir



âlim, ilim adamlarının kendisinden övgüyle söz e t t i ğ i bir muhaddisti. A t i y y e el-Avfî, A t â b. Ebû Rebâh, Nâfı', A m r b. Dînâr



ve



Şa'bî



gibi



âlimlerden



hadis



rivayet e t m i ş , hocalarından Mansûr b. Mu'temir,



akranlarından



İbn



İshak v e



(Hammâd b. Zeyd



ile Hammâd b. Seleme), Abdullah



b. Mübâ-



rek v e diğerleri kendisinden rivayette bu-



Enes b. Mâlik gibi bazı sahâbîler hayatt a iken d o ğ d u ; ancak onlarla g ö r ü ş e m e diği için t e b e u ' t - t â b i î n d e n sayıldı. Küçük yaşta fıkıh ö ğ r e n d i ğ i v e iyi yetiştiği için on altı, bazı rivayetlere g ö r e ise yirmi altı yaşlarında K û f e ' d e f e t v a v e r m e y e başladı. "Büyük fakih", "Irak m ü f t ü s ü " gibi unvanlarla anıldı. Kabiliyeti v e zekâsı s e b e biyle A b b â s î Halifesi Ebû Ca'fer el-Mansûr onu yanına aldı. Hendese d e bilen Haccâc, B a ğ d a t şehrinin kuruluşu v e ulucaminin inşasında mimar olarak görev aldı. Daha sonra Mansûr kendisini Basra kadılığına getirdi. Abbâsîler döneminin ilk Basra kadısının Haccâc olduğu söylenir. Bazı kaynaklarda Haccâc'ın K û f e ' d e d e kadılık yaptığı v e orada Ömer b. Abdülaziz'in oğlu Abdullah'ın zabıt kâtipliğini ifa e t t i ğ i kaydedilmektedir.



lunmuşlardır. Şu'be b. Haccâc hadis ö ğ r e n m e k isteyenlerin ona gitmesini tavsiy e e t m i ş , Süfyân es-Sevrî kafasındaki bilgilere onun kadar sahip olan başka bir âlim g ö r m e d i ğ i n i söylemiş, H a m m â d b. Z e y d ise onu hadiste Süfyân es-Sevrî'den daha üstün t u t m u ş t u r . A h m e d b. Hanbel, Bezzâr v e Hatîb el-Bağdâdî gibi âlimler Haccâc'ı hadis hâfızı kabul ettikleri gibi İbn Ebû Necîh K ü f e âlimleri içerisind e onun gibisinin bulunmadığını, A t â b. Ebû R e b â h da onun ilimde K ü f e g e n ç l e rinin efendisi olduğunu söylemiştir. Devrinde p e k çok kişi ondan faydalanmak için Küfe Mescidi'nde ve evinde düzenlediği ilim meclislerine katılmış, talebeleri sorularına c e v a p alabilmek için kapısının önünde bazan sabahlara kadar beklemişlerdir. Haccâc'ın hadislerin yazılmasına karşı çıktığı, t a l e b e l e r i n e



Haccâc önceleri m a d d î sıkıntı çekmiş, yıllarca câriyesinin dokuduğu şeyleri satıp geçimini sağlamıştır. Ebû Ca'fer ei-Mansûr'un kendisine sahip çıkmasından sonra hayatı d e ğ i ş m i ş , iddia edildiğine g ö r e Halife Mansûr'un onu oğlu M e h d î ile bir-



kendisinden



lis olarak nitelendirmişler v e hadislerini



d u ğ u belirtilmektedir.



es-San'ânî, Hammâdeyn



J



nakledilmektedir.



d o ğ r u bulmayan Haccâc'ın sonraları bu



yân es-Sevrî, A b d ü r r e z z â k b. H e m m â m



Basra v e K ü f e kadısı, muhaddis. L



râhim en-Nehaî, Zührî, Yahyâ b. Ebû Ke-



d e k e n d i s i n e saygı g ö s t e r i l m e s i n i ister,



Şu'be b. Haccâc başta olmak ü z e r e Süf-



Ebû Ertât Haccâc b. Ertât b. Sevr en-Nehaî (ö. 145/762)



hiç hadis d u y m a d ı ğ ı İkrime, Mekhûl, İb-



dini çok beğenirdi. Bulunduğu meclisler-



hadis yazanlardan



ihtiyatla karşılamışlardır. Ebû Hâtim erRâzî v e İbn H u z e y m e , Haccâc'ın " h a d d e s e n â " v e " a h b e r e n â " gibi hadisi bizzat kendisinin duyduğunu g ö s t e r e n lafızları kullanarak rivayet e t t i ğ i hadislere g ü v e nilebileceğini, böyle olmayan rivayetlerinin delil olarak kullanılamayacağını söylemişlerdir. Haccâc'ın rivayetleri



konu-



sunda daha ağır ithamlar da yapılmış, onun çok hata yaptığı, lafızları değiştirdiği, hadise aslında bulunmayan sözler ilâve ettiği, hâfızasının zayıf olduğu ileri sürülmüş, A h m e d b. Hanbel'in, onun ner e d e y s e ilâvesiz bir t e k hadisi bile bulunmadığını söylediği rivayet edilmiştir. Bu ithamları dikkate alan İbn Sa'd, İbn Maîn, Nesâî v e Hatîb el-Bağdâdî



Haccâc'ı



zayıf sayarken A h m e d b. Hanbel, Dârekutnî gibi âlimler d e onun rivayetlerinin delil olmayacağını ileri sürmüşlerdir. İbnü'l-Medînî v e Yahyâ b. Saîd el-Kattân Haccâc'dan bir t e k hadis bile y a z m a m ı ş , Zâide b. Kudâme'nin onun hadislerinin t e r k e d i l m e s i kanaatinde olduğu rivayet edilmiştir.



Ancak



İbnü'l-Mübârek,



İbn



Mehdî, İbn Maîn v e A h m e d b. Hanbel'in d e aynı k a n a a t t e olduğuna dair rivayeti Z e h e b î aşırı b u l m u ş v e âlimler hakkında daha ölçülü o l m a k gerektiğini belirtmiştir. İbn A d î d e Haccâc'ın müdellis olduğunu, hadiste bazan hata yaptığını, fakat hiçbir z a m a n yalan r i v a y e t t e bulunmadığını, Yahyâ b. Saîd el-Kattân'dan başka



uzak durmalarını öğütlediği, derslerinde



hiç kimsenin onun hadislerini terketmedi-



hadis yazanları ikaz ettiği, hatta mecli-



ğini söylemiştir.



sinden çıkardığı söylenmektedir. Ona göre hadis yazarken her an hata yapılması, meselâ Ömer yerine A m r yazılması m ü m kündür.



6 0 0 kadar hadis rivayeti bulunan Haccâc'ın hadislerine Buhârî dışındaki tüb-i



Sitte



Kü-



müellifleri i t i m a t e t m i ş , Bu-



hârî ise onu zayıf sayarak kendisinden ha-



likte g ö n d e r d i ğ i Horasan'dan kırk d e v e



Haccâc b. Ertât'ın hadis ilmindeki üs-



yükü eşya v e y e t m i ş köle ile dönmüştür.



tünlüğüne r a ğ m e n t e d l î s * yaptığı v e m e -



di elinde bulunan Şahîh-i



Asmaî, Basra kadıları içinde ilk d e f a onun



selâ zayıf, hatta m e t r û k olarak bilinen



hasının " c ltk" b ö l ü m ü n d e onun bir hadisinin "muallak" olarak nakledildiğini belirt-



dis nakletmemiştir. Ancak İbn Hacer, kenBufıâıî



nüs-



rüşvet aldığını ileri sürmüştür. Kibar, gü-



M u h a m m e d b. Ubeydullah el-Arzemî'den



zel giyinmeyi seven, tartışma yapılan top-



duyduğu hadisleri A m r b. Şuayb'dan nak-



miştir. Müslim ise Haccâc'ın rivayetlerini



luluklardan uzak duran Haccâc b. E r t â t



lettiği, Mücâhid v e İbn Şihâb ez-Zührî ile



bazı hadisleri d e s t e k l e m e k ü z e r e " m ü -



aşırı d e r e c e d e gururluydu. M u h t e m e l e n



karşılaşmadığı halde onlardan r i v a y e t t e



t â b i ' " v e "şâhid" olarak zikretmiştir. Dâ-



asil bir aileye m e n s u p olması, g e n ç yaşta



bulunduğu bilinmektedir. Kendilerinden



rimî ile İbn Hibbân da Haccâc'ın hadis-



425



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACCÂC b. ERTÂT lerine eserlerinde y e r v e r e n müellifler-



s a ğ k a n a t k u m a n d a n l ı ğ ı n a Haccâc el-



Benî Süleym topraklarında altın m a -



dendir.



Himyerî getirildi. Taraflar Dûlâb'da şid-



denleri bulunan Haccâc oldukça zengin-



Kaynakların çoğu, Haccâc'ın Mansûr'-



detli bir savaşa giriştiler (65/685). Müs-



di. Hz. P e y g a m b e r ' i n huzuruna çıkarak



un halifeliği d ö n e m i n d e 145 (762) yılın-



lim b. Ubeys ile Hâricî lideri Nâfi' b. Ezrak



Mekkeli tüccarların elinde v e oradaki ka-



da R e y ' d e v e f a t ettiğini k a y d e t m e k t e d i r .



savaşın başında öldürüldü.



İbnü'l-Esîr,



rısının yanında bir hayli ticaret malı bu-



Onun Horasan'da öldüğünü söyleyenler



Müslim'in ölümünden sonra Basraiı kuv-



lunduğunu, bunları alıp M e d i n e ' y e getir-



yanında 147 (764), 149 (766) veya 150



vetlerin başına Haccâc el-Himyerî'nin geç-



meyi düşündüğünü, ancak bunu yapa-



(767) yıllarında v e f a t ettiğini ileri süren-



t i ğ i n i söyler. M ü b e r r e d ise R e b î ' el-Ec-



bilmesi için M e k k e ' d e kendisi aleyhinde



ler d e olmuştur.



z e m ' i n k u m a n d a y ı e l e aldığını v e yirmi



konuşması



g ü n kadar savaştıktan sonra onun da öl-



E k r e m ona izin verince M e k k e ' y e gitti.



BİBLİYOGRAFYA



:



İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 359; Yahyâ b. Maîn, et-Târîh, II, 99-100; Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (Ömerî), s. 369, 414, 421; a.mlf., et-Tabakât (Zekkâr), I, 390-391; Ahmed b. Hanbel, el-cllel (Koçyiğit), I, 167, 298; II, 222; Buhârî, ed-Du'afâ' (Zâyed), s. 100-102; a.mlf., et-Târîhu'l-kebîr, II, 378; İclî, eş-Şikât, s. 107-108; Taberî, Târîh (Ebü'l-Fazl). VII, 618; Ukaylî, ed-Dutafâ\ 1, 277-283; İbn Ebû Hâtim, el-Cerlı ve't-ta'dil, III, 154-156; İbn Hibbân, Kitâbü'l-Mecrühin, I, 225-228; İbn Adî, el-Kâmil, II, 223-229; İbn Şâhîn, Târîhu esmâ'i'ş-şikât, Beyrut 1986, s. 102; İbn Mencûye, Ricâlü Sahihi Müslim, 1, 153-154; Hatîb, Târîhu Bağdad, I, 70; VIII, 230-236; İbnü'l-Cevzî, ed-Du'afâ', I, 191-192; Nevevî. Tehzîb, 1, 152-153; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 54-56; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâVII, 68-75; a.mlf., Tezkiretü'l-huffâz, 1, 186-187; a.mlf., Mîzânü'l-i'tidâl, 1, 458-460; İbn Hacer, Tehzîbü 't-Tehzîb, II, 196-198; a.mlf., Ta'rîfü ehITt-takdîs bi-merâtibi'i-mevşüfîne bi't-tedUs, Beyrut 1987, s. 125; Süyûtî, Tabakâtü'l-huffâz (Lecne), s. 87-88; Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb, s. 72; G. H. A. Juynboll, Müslim Traditiorı, Cambridge 1983, s. 182-184.



1X1 IFFIL







SELMAN BAŞARAN



r



n HACCÂC



el-HİMYERÎ



( ıSj^aaJf ç l ş o J I ) Haccâc b. Bâb el-Himyerî (ö. 6 5 / 6 8 5 )



söyledi.



Resûl-i



düğünü, daha sonra da Haccâc'ın Basralı-



Hz. P e y g a m b e r ' i n Hayber üzerine yürü-



lar tarafından zorla kumandanlığa getiril-



düğünü haber almakla birlikte Hayber'in



diğini kaydeder. Haccâc el-Himyerî bu sa-



fethedildiğini henüz bilmeyen Mekkeliler



v a ş t a Hâricîler t a r a f ı n d a n öldürülmüş-



yenilgiye



BİBLİYOGRAFYA



:



Taberî, Târîh (Ebü'l-Fazl), V, 613-614; Eş'arî, Makâlât (Abdülhamîd), I, 157-158; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Beyrut 1406/ 1986, III, 1224-1261; Yâküt, Mu'cemü'l-büldân (nşr. F. Wüstenfeld), Tahran 1965, II, 622-624; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 194-195; Ziriklî, elA'lâm, II, 174; J. VVelIhausen, İslâmiyetirı İlk Devrinde Dinî - Siyasî Muhalefet Partileri (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1989, s. 49. H



r



NADIR ÖZKUYUMCU



. .



(



kılıçtan



geçirildiğini,



ber halkının onun Mekkeliler tarafından öldürülmesini istediklerini anlattı. Müslümanların H a y b e r ' d e satılacak mallarını alabilmek için paraya ihtiyacı olduğunu söyleyerek alacaklarını tahsil etti. Haccâc'ın verdiği haberler başta A b b a s b. A b d ü l m u t t a l i b o l m a k ü z e r e müslümanları çok ü z d ü ğ ü n d e n Abbas'la gizlice g ö rüşerek meselenin iç yüzünü ona anlattı. ne'ye gitti, burada kendisine bir ev, ay-



jrlâestJI)



rıca bir mescid yaparak şehre yerleşti.



Ebû Kilâb el-Haccâc b. İlât b. Hâlid es-Sülemî Sahâbî



uğrayıp



Hz. M u h a m m e d ' i n esir alındığını, Hay-



Üç gün sonra da M e k k e ' d e n ayrılıp Medi-



H A C C A C b. ILAT



ı



Haccâc'dan bilgi almak istediler. Haccâc da H a y b e r ' d e müslümanların büyük bir



tür.



Haccâc'ın M e k k e ' d e n getirdiği malların zekâtını verdiği v e böylece Benî Süi



leym madenlerinin zekâtını ilk d e f a onun ödediği



Ebû M u h a m m e d , Ebû Abdullah kün-



belirtilmektedir.



Hz.



Peygam-



ber'in v e f a t ı n d a n sonra Haccâc Humus'a



yeleri v e Fihrî, Behzî nisbeleriyle d e anı-



g i d e r e k oraya yerleşti. Hz. Ömer, hilâfeti



lır. Haccâc'ın İslâmiyet'i kabulüyle ilgili



zamanında çeşitli bölgelere haber gönde-



olarak kaynaklarda



şu rivayet yer



al-



maktadır; Aralarında Haccâc'ın da bu-



Abdullah b. Zübeyr'in kumandanlarından.



gerektiğini



r e r e k en



seçkin



adamlarını



kendisine



yollamalarını istediğinde Suriyeliler ona



lunduğu Benî Süleym kabilesinden bazı



Haccâc'ı gönderdiler. Haccâc'ın Hz. Ömer



kişiler M e k k e ' y e giderken geceleyin ko-



devrinde



(634-644) v e bazı



rivayetlere



nakladıkları bir vadide Haccâc'dan n ö b e t



g ö r e hilâfetinin ilk yıllarında v e f a t e t t i ğ i



Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bil-



tutmasını istediler. Haccâc cinlerden Al-



belirtilmektedir.



gi yoktur. Abdullah b. Zübeyr ile Emevî-



lah'a sığınarak n ö b e t e başladığı sırada



Haccâc'ın oğullarından Muarrız'ın Ce-



ler arasında başlayan hilâfet m ü c a d e l e -



birinin, "Ey cin v e insan toplulukları! Gök-



mel Vak'ası'nda öldüğü, d i ğ e r oğlu A b -



sinde M e k k e ' d e halifeliğini ilân e d e n A b -



lerin v e yerin çerçevesinden çıkıp git-



dullah'ı Muâviye'nin Humus'a z e k â t âmi-



dullah'a biat e t m i ş v e onun safında y e r



m e y e gücünüz yetiyorsa g e ç i n " (er-Rah-



li tayin e t t i ğ i , yakışıklılığıyla tanınan bir



almıştır.



mân 55/33) meâlindeki âyeti okuduğunu



diğer oğlu Nasr'ın da bazı fitnelere sebep



Ahvaz'da Hâricîliğin propagandasını ya-



duydular. Â y e t olduğunu bilmediği bu



olabileceği düşüncesiyle Hz. Ö m e r dev-



pan Nâfi' b. Ezrak kendisine biat e t m e -



sözleri e z b e r l e y e n Haccâc M e k k e ' y e gi-



rinde s ü r g ü n e gönderildiği



y e n l e r e karşı zalimce davranıyor v e ço-



dince geceleyin başlarından g e ç e n olayı



dir (İbn Hacer, VI, 485-486).



cuklarını ö l d ü r ü y o r d u ; b i a t e d e n l e r d e n



anlattı v e ezberlediği âyeti okudu. Ku-



d e haraç alıyordu. Nâfi', Hâricîliği Sevâd'ın



reyşliler, bu sözleri Hz. M u h a m m e d ' i n



her tarafına y a y m a y a çalıştı. A n c a k onun



kendisine vahyedildiğini ileri sürerek oku-



faaliyetlerinden endişe duyan halk Ahnef



d u ğ u n u söylediler. Bunun üzerine Medi-



b. Kays'a başvurarak Hâricîler'den şikâ-



ne'de olduğunu öğrendiği Resûl-i Ekrem'i



y e t ç i oldu. A h n e f ' i n i s t e ğ i ü z e r i n e A b -



g ö r m e k ü z e r e yola çıkan Haccâc, onun



dullah b. Zübeyr'in Basra valisi Abdullah



Hayber Gazvesi'nde bulunduğu sırada ya-



b. Hâris el-Hâşimî, Müslim b. Ubeys'i Hâ-



nına g i d e r e k kendisiyle görüştü v e müs-



ricîler'le savaşa m e m u r etti. Hâricîler'in



lüman oldu; Hayber'in f e t h i n e d e katıl-



üzerine yürüyen



dı.



Müslim'in



ordusunda



bilinmekte-



BİBLİYOGRAFYA :



Müsned, III, 138-139; Vâkıdî, et-Meğâzî, II, 702-705, 799, 819; 111, 896; Abdürrezzâk esSan'ânî, el-Muşannef, V, 466-469; İbn Hişâm, es-Sîre2, III, 359-361; İbn Sa'd, et-Tabakât, IV, 269-271; İbn Abdülber, el-lstî'âb, I, 344-346; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, I, 456-458; İbn Hacer, e/-/şâbe(Bicâvî), II, 33-35; IV, 641; VI, 485-486; Koksal, İslâm Tarihi (Medine), VII, 121-122, 225-234.



426



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



W



M . YAŞAR KANDEMIR



HACCÂC b. YÛSUF es-SEKAFÎ



r



Okuma y a z m a bildiği, küçük y a ş l a r d a H A C C Â C b. Y Û S U F b. MATAR (j-ia» cy.



CH e ^ * )



Me'mûn döneminin ö n d e gelen Süryânî mütercimlerinden.



L



Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Kûfeli olduğu (İbnü'l-Kıftî, s. 46) Hârûnürreşîd, Emîn, Me'mûn ve Mu'tasım'm halifelik yıllarında (786-833) B a ğ d a t ' t a yaşadığı bilinmektedir. Me'mûn'un ilmî v e felsef î kitaplar t e m i n e t m e k ü z e r e Bizans imparatoruna g ö n d e r d i ğ i b e ş kişilik h e y e t t e Haccâc da bulunuyordu (İbnü'n-Nedîm, s. 243). Öklid'in Elements



hareketlerinde bulundular. Üç ay sonra is-



rılıncaya kadar babasının yanında karde-



t e d i ğ i 5 0 0 0 kişilik yardım kuvvetinin g e l -



şiyle birlikte çocuklara Kur'an ö ğ r e t t i -



mesi v e Mekke'yi kuşatma izninin verilm e s i üzerine şehri kuşattı v e mancınık-



ği rivayet edilir.



J



adlı ünlü kitabı-



Muâviye b. Ebû Süfyân'ın iktidarı e l e geçirdiği yıllarda dünyaya g e l e n Haccâc onun saltanatı d ö n e m i n d e yetişti. M e n sup olduğu Sakif kabilesiyle Ümeyyeoğulları (Emeviler) arasında Câhiliye dönemine kadar uzanan dostça ilişkiler bulunuyordu. Emevîler'e muhalif olan Abdullah b. Z ü b e y r Hicaz'da halifeliğini ilân e d i n c e Ümeyyeoğulları ile Sakifliler bölgeden ayrılmaya başladılar. Haccâc babasıyla bir-



adıyla ilk d e f a Arap-



likte m u h t e m e l e n bu d ö n e m d e T â i f t e n



ça'ya çeviren kişidir. Bu eseri ö n c e Hârû-



Dımaşk'a göç etti. EmeVî saltanatı 11. Mu-



nürreşîd, daha sonra M e ' m û n için iki de-



âviye'nin çok kısa süren halifeliğinin ardın-



f a t e r c ü m e e t m i ş , bunlardan birincisine



dan yıkılmak ü z e r e iken ailenin b ü t ü n



"el-Hârûnî", ikincisine "el-Me'mûnî" denil-



mensupları v e Sakifliler'in ileri gelenleri



nı Uşûlü'l-Hendese



miştir; kaynaklar "el-Me'mûnî'nin daha



Câbiye'de toplanarak halifeliğe kimin g e -



başarılı v e kullanışlı olduğunu bildirmek-



tirileceğini v e ona kimin halef olacağını



tedir



Batlam-



tartıştılar. Yûsuf b. H a k e m ile oğlu Hac-



yus'un e J - M e c i s f î ' s i n i d e ilk çevirenler



câc'ın da katıldığı bu toplantı sonunda



arasında y e r almıştır v e Süryânîce'den



özellikle Sakifli Ubeydullah b. Ziyâd'ın



yaptığı çalışmasını 829-830 yılları arasın-



teşviki v e bazı Emevîler'in desteğiyle E m e -



da tamamlamıştır (Sarton, I, 562). İbnü'n-



vî iktidarında kan d e ğ i ş i m i s a ğ l a n a r a k



Nedîm, bunlardan başka onun Aristo'nun



Ümeyyeoğulları'nın büyüğü Mervân b. Ha-



da Arapça'ya çevirdiği-



k e m ' e biat edildi. Emevîler'in yeniden ül-



(a.g.e.,



Kitâbü'l-Mir'ût'm



s. 265). Haccâc,



ni yazmaktadır (s. 252); ancak Aristo'nun



keyi kontrol altına almaları önemli ölçüde,



bu adla anılan bir kitabı yoktur.



aralarında Haccâc ve babasının da bulunduğu Sakifliler'in Emevîler'e verdikleri bu



BİBLİYOGRAFYA : İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist (Flügel), s. 243, 244, 252, 265, 268; İbnü'l-Kıftî, Ihbârü'l-'ulemâ', s. 46; İbn Ebû Usaybia, 'üyûnü'l-enbâ', s. 270; Suter, Die Mathematiker, s. 9; Brockelmann, GAL, 1, 211; Suppl., !, 363; Sarton, Introduction, 1, 562; A. Mieli, La science arabe, Leiden 1966, s. 85; Sezgin, GAS, V, 225-226; Ömer Ferruh, Târîhu'l-'ulûm Hnde'l-cArab, Beyrut 1977, s. 127128; H. Necîb Abdurrahman, Dirâsât fi târihi'l'ulûm Inde'l-'Arab, Musul 1977, s. 17. H



MAHMUT KAYA



d e s t e k sayesinde gerçekleşti. Böylece iktidara g e l e n Mervân, Mısır'da oturan Sakifliler'in d e desteğini k a z a n m a k için Yûsuf b. H a k e m v e Haccâc'la birlikte oraya gitti. Mısır'ın kontrol altına alınmasından sonra da onları m u h a l e f e t i n m e r k e z i durumundaki Hicaz'a gönderdiği orduya dahil etti. Bu ordu Abdullah b. Zübeyr'e bağlı kuvvetler tarafından kılıçtan geçirildi. Haccâc v e babası canlarını zor kurtardılar.



F



H A C C Â C b. Y Û S U F es-SEKAFÎ



Haccâc, M e r v â n ' ı n ö l ü m ü n d e n s o n r a halife olan oğlu Abdülmelik tarafından Ab-



Ebû Muhammed el-Haccâc



dullah b. Zübeyr'in kardeşi v e Basra Vali-



b. Yûsuf b. el-Hakem es-Sekafî



si Mus'ab b. Zübeyr'e karşı düzenlenen



(ö. 9 5 / 7 1 4 ) Zalim lakabıyla meşhur Emevî valisi.



s e f e r e artçı birlikleri kumandanı



olarak



tayin edildi. Haccâc'ın E m e v î devlet haya^



larla taşa tuttu. Altı buçuk aydan fazla süren kuşatma sonucunda şehirde yaşanan büyük açlık İbn Zübeyr'in adamları arasında ç ö z ü l m e y e s e b e p oldu. İbn Zübeyr d e yaptığı bir huruç hareketi sırasında öldürüldü (1 Ekim 692; daha geniş bilgi için bk. ABDULLAH b. ZÜBEYR b. AVVÂM). Böylece Hicaz, Irak v e Mısır'da dokuz yıl hüküm süren v e E m e v î Devleti'ne zor günler yaşatan Abdullah b. Zübeyr'in hilâfetine son verilmiş oldu. Haccâc gösterdiği bu başarıdan sonra Hicaz, Y e m e n v e Y e m â m e valiliğine getirildi. Üç yıl bu g ö r e v d e kaldıkt a n sonra Halife A b d ü l m e l i k ' i n kardeşi Bişr b. Mervân'ın ö l ü m ü ü z e r i n e (694) stratejik önemi yanında isyan merkezi haline gelen İrak'a vali tayin edildi. Burada E m e v î l e r ' e karşı isyan halinde olan Hâricîler küçük askerî birlikleriyle Emevî ordularını m a ğ l û p ediyorlar, Hz. Ali t a r a f tarları da yöneticileri



uğraştırıyorlardı.



Haccâc, Irak'ı çok s e r t tedbirler alarak idare etti.



Onun, seleflerinden Ziyâd b.



Ebîh'in tutumundan daha s e r t olan bu tavrını, K û f e ' y e girdiği z a m a n b e s m e l e siz o k u d u ğ u , A r a p e d e b i y a t ı n d a ö n e m l i bir yeri bulunan meşhur hutbesinde görm e k mümkündür (bu hutbesi v e diğer hitabeleri için bk. A h m e d Z e k î S a f v e t , Cemheretü



hutabi'l-'Arab,



11, 287-300).



İrak'ta Emevîler'e muhalif olan her hareketi kanlı bir şekilde bastıran Haccâc'ın bu çok s e r t y ö n e t i m i n d e n kaçanlar ya silâha sarılıp muhalif h a r e k e t l e r e katılıyor ya da Hicaz Valisi Ömer b. Abdülazîz'e sığınıyorlardı. Bu durum, daha sonra Haccâc'ın Ö m e r b. Abdülazîz ile sürtüşmesine v e Ö m e r b. Abdülaziz'in M e d i n e valili-



n



( LS aâİJI ^ J l j ş i j j j ç-btaeJI)



man Arafat dağına kadar sokularak tâciz



Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlediği ve T â i f t e n ay-



tında etkin bir şekilde rol alması bu olaydan itibaren başlar. Mus'ab'ın ortadan kal-



ğinden azledilmesine s e b e p olmuştur. Haccâc, 6 9 7 yılında yetkileri daha da arttırılarak bütün doğu illerinin valiliğine tayin edildi. Onun valiliği sırasında Hâricîler'in İran'daki, Mutarrif b. Mugire'nin Medâin'deki, Şebîb b. Yezîd'in Musul'daki v e A b d u r r a h m a n b. M u h a m m e d b. Eş'as'ın Horasan'daki isyanları bastırıldı.



41 (661) yılında T â i f t e d o ğ d u . Babası



dırılmasından sonra (691) Haccâc, İbn Zü-



Yirmi yıllık İrak v e doğu illeri valiliği sıra-



Yûsuf b. Hakem, annesi Küfe Valisi Mugı-



beyr'le m ü c a d e l e için Hicaz'a gönderilen



sında Haccâc'ın karşılaştığı en ciddi probl e m , İbnü'l-Eş'as'ın k e n d i s i n e v e E m e v î



re b. Şu'be'nin eski karısı Fâria bint H e m -



2 0 0 0 kişilik ordunun başına getirildi. Ka-



m â m ' d ı r . A n n e v e baba t a r a f ı n d a n Sakif



rargâhını d o ğ u m yeri olan T â i f t e kuran



Devleti'ne karşı başlattığı isyandır. Hac-



kabilesinin Ahlâf koluna mensuptur. Eme-



Haccâc M e k k e ' y e g i d e n yolları k e s e r e k



câc bir E m e v î ordusunun Horasan bölge-



vîler'e sadakatle bağlı olduğundan "Kü-



ş e h r e g ı d a sevkiyatını e n g e l l e d i ; ayrıca



sinde Türkler tarafından kılıçtan geçiril-



leyb" (köpek yavrusu) lakabıyla da tanınır.



g ö n d e r d i ğ i küçük m ü f r e z e l e r z a m a n za-



mesi üzerine özellikle Emevîler'e muhalif



427



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACCÂC b. YÛSUF es-SEKAFÎ kimselerden teşkil e t t i ğ i v e Tâvus adını



Abdülazîz şükür secdesine gitmiş v e İbrâ-



verdiği 20.000 kişilik bir orduyu Türkler'-



him en-Nehaî sevincinden ağlamıştır. Öte



le savaşmak üzere yola çıkardı (699). A m a -



yandan kaynaklarda onun Kur'an ehline



cı, Türkler'den intikam almanın yanı sıra



çok c ö m e r t davrandığı, mala m ü l k e düş-



rejim karşıtı Iraklılar'ı iç politikadan uzak-



kün olmadığı, ö l d ü ğ ü n d e s a d e c e bir kı-



laştırmaktı. Ancak kendisinden n e f r e t



lıç, bir a t e y e r i , bir m u s h a f , bir rahle v e



eden ordu kumandanı İbnü'l-Eş'as v e e m -



3 0 0 d i r h e m para bıraktığı kaydedilmek-



rindeki ileri gelen askerlerle arasında an-



tedir.



laşmazlık çıktı. İbnü'l-Eş'as, Haccâc'ın kendisini g ö r e v d e n a l m a k i s t e m e s i üzeri-



Haccâc'ın Abdülmelik b. Mervân'ın muvafakatiyle yaptığı işler arasında Arapça'-



ne isyan etti. Irak ve Horasan'daki bazı şe-



nın r e s m î m u a m e l e l e r d e k i kullanımının



hirleri ele g e ç i r e r e k buralara yönetici t a -



y a y g ı n l a ş t ı r ı l m a s ı , Irak'ta Farsça tutul-



yin etti. Haccâc'a y e Emevî Devleti'ne çok



m u ş divan defterlerinin Arapça'ya çevril-



zor anlar yaşatan İbnü'l-Eş'as, 701 yılında



m e s i v e A r a p para s i s t e m i n e g e ç i l m e s i



Deyrülcemâcim v e Meskîn'de üst üste



başta gelir. Haccâc, o g ü n e kadar Bizans



iki büyük bozguna uğratıldı v e daha son-



v e Sâsânî sikkesi şeklinde basılan parala-



ra sığındığı y e r d e Haccâc'ın adamlarına



rın üzerine "bismillâh-el-Haccâc", bazıla-



teslim edildi. İbnü'l-Eş'as'ın Haccâc'ın elin-



rına da "Allâhu ahad, Allâhü's-samed" iba-



d e ö l m e k yerine intihar e t m e y i



tercih



e t t i ğ i rivayet edilir.



relerini yazdırdı. Bu işin başına S ü m e y r adlı bir yah udiyi getirmesinden dolayı Sü-



Bütün gücünü Emevî saltanatının ayakta kalması için harcayan Haccâc, y i r m i b e ş yılı aşkın bir m ü c a d e l e d e n sonra Küf e ile Basra arasındaki kendi kurduğu Vâsıt şehrinde öldü (Ramazan 95 / Haziran 714). Mezarının tahrip edilmesi ihtimaline karşı sapa bir y e r e g ö m ü l e r e k üzerinden akarsu geçirildi. Haccâc'ın elinden tutanlar v e onu destekleyenler Emevîler'in



meyriyye diye anılan sikkelerin üzerindeki bu ifadeleri ulemâ hoş karşılamamış v e sikkelere



"ed-derâhimü'l-mekrûhe"



adını v e r e r e k tepkisini g ö s t e r m i ş t i r . Ancak bu paralar t e d a v ü l d e kalmış v e E m e vî e k o n o m i s i n i n istikrara k a v u ş m a s ı n a y a r d ı m etmiştir. Haccâc, A ş a ğ ı Fırat v e Dicle bölgesindeki toprakları sulayan kanallara büyük ö n e m v e r m i ş , eskileri t a mir ettirirken ayrıca yenilerini açtırmış,



Mervânî koludur. Bu sebeple Ehl-i beyt'in



bataklıkları kurutarak t a r ı m arazisi hali-



a m a n s ı z düşmanı olan E m e v î l e r ' e daima



n e g e t i r i p buralara, U m m a n ' d a n çağırdı-



sadık kalmış, Hz. Ali soyundan olan hanı-



ğı çiftçiliği iyi bilen bazı Ezd kabilesi men-



mını A b d ü l m e l i k b. Mervân'ın



suplarından öğrendiği en çok verim alına-



b o ş a d ı ğ ı için kendisine " n â s i b î "



emriyle (Ehl-i



bilecek bitkileri ektirmiş v e t a r ı m d a üre-



beyt'e muhalif) denilmiştir. Haccâc E m e -



timi arttırmak için köylerden şehirlere gö-



vîler'in muhaliflerine karşı çok sert v e acı-



çü önlemiştir. Hububat alım satımında



masız davranmış, aralarında Enes b. Mâ-



t e k tip ölçü (es-sâuî-Haccâciyye) kullanılma-



lik'in d e bulunduğu pek çok kişiye zulmet-



sını sağlamış, posta teşkilâtına da çekidü-



miş, m e ş h u r muhaddis v e müfessir Saîd



zen vermiştir.



b. Cübeyr dahil binlerce kişiyi öldürtmüş, kendisine yeminle biat ettirmiş, yeminle-



Haccâc'ı zalim, cebbar v e kan dökücü



rinden dönenlere m ü r t e d muamelesi uy-



gibi sıfatlarla z e m m e d e n Z e h e b î onun



gulamış, m ü s l ü m a n oldukları halde m e -



Kur'an'a çok h ü r m e t ettiğini ( A ' l â m ü ' n IV, 343), Sicistânî ise hâfızları



vâlîden haraç v e cizye almıştır. Esmâ bint



nübetâ',



Ebû Bekir es-Sıddîk, oğlu Abdullah b. Zü-



toplayarak Kur'an'ın harfleriyle ilgili çeşitli



beyr'in öldürülmesinden sonra yanına g e -



çalışmalar y a p t ı r d ı ğ ı n ı , ayrıca m u h t e l i f



len Haccâc'a, "Resûl-i Ekrem S a M f t e n bir



sûrelerde g e ç e n on bir kelimenin imlâsı-



yalancının, bir d e bozguncunun çıkacağı-



nı belirli bir kıraate g ö r e t e s b i t ettirdiği-



nı haber vermişti; gördük ki yalancı Muh-



ni v e kendisinin d e her g e c e Kur'ân-ı Ke-



t â r es-Sekafî imiş, bozguncu da sensin"



rîm okuduğunu söyler ( İ b n Ebû



demiştir (Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe",



s. 49-50, 1 17-120). Haccâc'ın, Ziyâd b.



229; Tirmizî, "Fiten", 44). Haccâc, Saîd b.



Ebîh'in Irak valiliği d ö n e m i n d e başlatılan



Cübeyr'i öldürttükten birkaç ay sonra ken-



Kur'an'ın harekelenmesi v e noktalanma-



BİBLİYOGRAFYA : Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", 229; Tirmizî, "Fiten", 44; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 87-88; V, 228-229, 543; Zübeyrî, Nesebü Kureyş, s. 8283; İbn Abdülhakem, Fütûhu Mışr (Torrey), s. 109; İbn Kuteybe, el-Ma'ârif (Ukkâşe). s. 225; 357, 359, 395-398, 445, 548; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 80, 97, 393, 416, 420-421, 536; a.mlf., Ensâb, V, 132-135, 357-360, 368; Ebû Zür'a ed-Dımaşki, Târih (nşr. Şükrullah b. Ni'metullah el-Kücânî), Şam 1980,1, 700; Müberred, el-Kâmil (nşr. Naîm Zerzûr v.dğr ), Beyrut 1987, 11, 280; Ya'kübî, Târih, II, 256; Taberî, Târih (de Goe(e), II, 182, 217-220, 406-409, 460-461, 472, 476, 482, 579, 830-831, 844, 863, 10431058, 1104-1105; İbn Ebû Dâvûd, Kitâbü'l-Meşâhif (nşr. A. leffery), Leiden 1937, s. 49-50, 117-120; İbn Abdürabbih, el-%dü'l-ferîd, V, 35; Cehşiyârî, el-Vüzerâ' ue'l-küttâb, s. 38; Mes'ûdî, Mürûeü'z-zeheb (Abdülhamîd), III, 78; Ebü'lFerec, Târîhu muhtaşari'd-düuel (nşr. A. Sâlihânî), Beyrut 1890, s. 195; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 29-54; Zehebî, A'lâmü'n-nübelâ', IV, 343; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 329, 334-336, 337, 352; IX, 124-125, 128-129; J. VVellhausen, Arap Deuleti ue Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, bk. İndeks; Abdurrahman Çetin, Kur'an İlimleri ue Kur'an-ı Kerim Tarihi, İstanbul 1982, s. 144, 152; Ziriklî, el-Allâm (Fethullah), II, 168; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâ'ili'l-'Arab ficuşûri'l-'Arabiyyeti'z-zâhire, Beyrut, ts. (elMektebetü'l-ilmiyye), s. 141 vd.; a.mlf., Cemheretü hutabi'l-'Arab fî 'uşûri'l-'Arabiyyeti'zzâhire, Kahire 1381/1962, II, 287-300; Dırâr Sâlih Dırâr, el-Haccâc İbn Yûsuf es-Sekafi, Beyrut, ts. (Darü'l-Mektebeti'l-hayat); A. Dietrich, "Al-Haccâc b. Yûsuf'un Terceme-i Haline Dair Bir Kaç Mülâhaza", İTED, 11/1 (1956-57), s. 147-155; a.mlf., "al-Hadjdjadj b. Yûsuf", EP (ing ), III, 39-43; Zakariyau I. Oseni, "An Examination of al-Ha]jâj b. Yusuf al-Thaqafi's Majör Policies", İS, XXVlI/4 (1988), s. 317-327; a.mlf., "A Study of the Relationship Between al-Hajja] ibn Yusuf al-Thaqafl and the Marvvânid Royal Family in the Umayyad Era", Hl, X/3 (1987), s. 15-27; Ahmet Lütfi Kazancı, "Haccâc b. Yûsuf es-Sakafı", Uludağ Üniuersitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV/4, Bursa 1993, s. 117-127; H. Lammens, "Haccâc", İA, V/l, s. 18-20. m . İSÎİ İRFAN AYÇAN



r



di ölümünü isteyecek kadar büyük ruhî



sı işini sürdürdüğü v e bunun için Nasr b. Âsım'ı görevlendirdiği bilinmektedir (bk.



nılmaz m i d e ağrıları v e e l e m içinde öl-



A R A P |Yazı]). Aynı z a m a n d a ünlü bir ha-



müştür. Ölüm haberini alan âlimler ona



tip olan Haccâc'ın çok fasih v e beliğ bir dili



r a h m e t d i l e m e m i ş l e r ; Hasan-ı Basrî, "Al-



vardı; Irak'a vali tayin edildiğinde okudu-



lahım, onu ortadan kaldırdığın gibi sünne-



ğu hutbe A r a p edebiyatının örnek metin-



tini d e kaldır" diye dua e t m i ş , Ö m e r b.



leri arasında y e r alır.



1



Medyeniyye'nin Ebü'l-Haccâc Yûsuf b. Abdürrahim el-Mağribî'ye



Dâvûd,



sıkıntılara m â r u z kalmış, sonunda daya-



„ HACCACIYYE (ii-lşüd!)



(ö. 642/1244)



nisbet edilen bir kolu (bk. MEDYENİYYE).



r



i HACCÂM (bk. HACAMAT).



L



428



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



J



HÂCE-İ CİHÂN



r



^ .



n



HACCAVI



"1



ki tercih edilen görüşlere yer verir. Buhûtî bu eseri de er-Ravzü'l-mürbic



H A C E ALI E R D E B I U



adıyla şer-



hetmiştir (Dımaşk 1304; Hindistan 1305; Ebü'n-Necâ Şerefüddîn Mûsâ b. Ahmed b. Mûsâ el-Haccâvî el-Makdisî (ö. 9 6 8 / 1 5 6 0 ) ^



Hanbelî fakihi.



Kahire 1324, 1348, 1352; nşr. A h m e d Mu-



M u h t e m e l e n 8 9 5 ( 1 4 9 0 ) yılında Filistin'in Nablus şehrinin Hacce köyünde doğ-



man Ava d, Beyrut 1405/1985). receli dinî okullarda



d e bazı şeriat fakültelerinde d e r s kitabı olarak okutulmaktadır. 3.



kih fi'l-fıkh



şeklinde yanlış kaydetmiştir. Yaşadığı dö-



med



n e m d e Şam'da Hanbelî mezhebinin y e g â -



Yahyâ el-Cürdî, Kahire 1412/1992). İbn



calâ



Havâşi't-Ten-



mezhebi'l-İmâm



Ah-



(nşr. Yahyâ b. A h m e d



b. Hanbel



ne müftüsü olduğu gibi bölgede fıkıh ala-



Kudâme'nin el-Muknf



nında herkesin başvurduğu bir f e t v a mer-



eddin Ali b. Süleyman el-Merdâvî tara-



cii idi. Şehâbeddin A h m e d b. M u h a m -



fından el-İnsâf



m e d es-Sâlihî eş-Şüveykı, Ebû H a f s Nec-



ne'l-hilâf



meddin Ömer b. İbrâhim es-Sâlihî, Ebü'l-



müellife ait et-Tenkihu'l-müşbi'



Berekât



rîri ahkâmi'l-Muknic



Mu-



h a m m e d el-Ukaylî gibi hocalardan fıkıh



leddin M u h a m m e d b. H a m z a el-Hüseynî'den icâzet aldı (931/1525). Emeviyye Camii'nde v e bazı m e d r e s e -



adlı e s e r i n e Alâ-



fî ma'rifeti'r-râcih



mi-



adıyla yapılan şerhin y i n e aynı fî



tah-



adlı ihtisarının hâ-



şiyesidir.



yanında çeşitli dersler okudu. Ayrıca hadis derslerini takip e t t i ğ i Seyyid K e m â -



Hindistan'da hüküm süren bazı d e v l e t l e r d e yüksek m e v k i sahiplerine verilen unvan.



er-Ravzü'1-mürbi'



mış olup Brockelmann bu nisbeyi Hucâvî



b.



HÂCE-i CİHÂN



Zâdü'l-



Suudi Arabistan'da orta de-



du. Bu s e b e p l e Haccâvî nisbesiyle tanın-



Ahmed



J ~1



Kahire 1954; nşr. M u h a m m e d Abdurrah^



müstaknic,



Muhibbüddin



(bk. ERDEBÎLÎ, Alâeddin).



L



h a m m e d Şâkir ve Ali M u h a m m e d Şâkir,



L



J Bu unvan m u h t e m e l e n ilk d e f a , Delhi'-



d e hüküm süren Muizzîler'den Sultan Muizzüddin Keykubad devrinde



(1287-1290)



Hâce Hatîrüddin'e verilmiştir (Yahyâ b. A h m e d es-Serhendî, s. 50). Hatîrüddin, Halacîler'den Celâleddin II. Fîrûz Şah döneminde d e aynı unvanı kullanmıştır. Hâce-i cihân, Tuğluklu Sultanı M u h a m m e d b. Tuğluk zamanında (1325-1351) vezir-



Kaynaklarda HaccâvTnin Haşiye



cale'l-



l e r e verilen "sadr-ı âlî" unvanının yerini almıştır.



FürûŞerhu'l-Müfredât, Şerhu Manzûmeti'l-âdâb li'bni Müflih, Şerhu Manzûmeti'l-âdâbi'ş-şer'iyye li'l-Mer-



mı isimlerinden çok bu unvanla meşhur



adlı eserleri k a l e m e aldığı da kay-



olmuştur. Alâeddin Halacî ve halefleri za-



dâvî



dedilmektedir. Son eser,



Hindistan tarihinde birçok d e v l e t ada-



Hediyyetü'l-



manında Sîrî kûtvâli olarak h i z m e t e d e n



cârifîn'de



A h m e d Ayaz, M u h a m m e d b. Tlığluk'un



Tarif, Ş e m s e d d i n er-Racîhî, Ebû Bekir b.



(II, 481) Şerhu Kaşîdeti'd-dâliyye li-Şemsiddîn el-Merdâvî adıyla



Zeytûn ed-Dımaşki es-Sâlihî, Şehâbeddin



kaydedilen e s e r l e aynı olmalıdır.



cihân unvanıyla vezir tayin edilmiştir. Tuğ-



lerde



ders



veren



Haccâvî,



aralarında



oğlu Yahyâ el-Haccâvî ile Ş e m s e d d i n İbn



A h m e d el-Vefâî el-Müflihî, İbrâhim b. Mu-



BİBLİYOGRAFYA:



h a m m e d el-Ahdeb es-Sâlihî v e Ebü'n-Nû-



Haccâvî, Hauâşi't-tenk'ıh



1 3 2 5 ' t e t a h t a g e ç m e s i ü z e r i n e hâce-i lukluiar'dan III. Fîrûz Şah ile Ebû Bekir Şah



(nşr. Yahyâ b. Ahmed



dönemlerinde ş a h n e * olarak g ö r e v yapan



reyn Osman b. M u h a m m e d b. İbrâhim gi-



Yahyâ el-Cürdî), Kahire 1992, nâşirin mukaddi-



Melik Server, Fîrûz'un oğlu M u h a m m e d ' i



bi âlimlerin bulunduğu birçok öğrenci ye-



mesi, s. 29-42; Buhûtî. er-Rauzü'l-mürbi'



(nşr.



M. Abdurrahman Avad), Beyrut 1985, nâşirin



tiştirdi. Haccâvî 17 Rebîülevvel 9 6 8 (6 Aralık



mukaddimesi, s. 7-8; Gazzi, el-Keuâkibü's-sâ'ire, III, 215-216; İbnü'l-İmâd, Şezerât (nşr Ab-



1560) tarihinde Şam'da v e f a t e t t i v e Kâ-



dülkadir el-Arnaût), Beyrut 1993, X, 472; İbnü'l-



siyûn civarına defnedildi. Onun ölüm t a rihi İbnü'l-İmâd tarafından 2 2 Rebîülevvel 960 (8 Mart 1553) olarak kaydedilmiştir (Şezerât, X, 472). Eserleri. 1. el-İknâc



li-tâlibi'l-intifâ'



Gazzi, en-Ma'tü'l-ekmel



(nşr. M. Muti" el-Hâfız -



1 3 9 4 ' t e Nâsırüddin M a h m û d t a r a f ı n d a n "sultânü'ş-şark" unvanıyla Kanpûr valili-



Muhammed eş-Şattî, Muhtaşaru Tabakâti'l-Hanâbile, Beyrut 1986, s. 93-94; Hediyyetü'l-'ârifin, II, 481; Brockelmann, GAL, I, 503; Suppl., I, 688; II, 447; Zirikiî, el-A'lâm, VIII, 267; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'elliftn, XIII, 34-35; Sâlim



(I-IV. Kahire 1351). Hanbelî m e z h e b i n d e



Ali es-Sekafî, Mefâtihu'l-fıkhi'l-Hanbeli yeri yok], 1 3 9 8 / 1 9 7 8



ri sahih görüşlerden d e r l e n e n e s e r m e z -



riyye), II, 190; M. Muhammed Şerrâb, Mu'cemü büldânî Filistin, Dımaşk-Beyrut 1987, s. 290; Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 200. ı—i



nü'l-İmâd'a g ö r e kitap, nakillerin e l e alı-



(baskı



(Metâbiu'l-Ehrâmi't-ticâ-



nıp değerlendirilmesi v e ihtiva e t t i ğ i m e -



Lt,t~>



konu-



sunda g ö r ü ş birliği içindedir. Hacerülesved'i istilâm ederken tekbir getirilmesi d e aynı g e r e k ç e ile



ve v e f â e n bi-ahdike ve'ttibâan li-sünneti



(Buhârî, "Hac", 62)



m ü s t e h a p sayılmıştır. Fakihlerin çoğunluğuna göre, tavafın her şavtında yapılan istilâm esnasında tekbir getirilirken eller havaya kaldırılır, Mâlikî m e z h e b i n e g ö r e ise bu gerekli değildir. Ö p m e veya el ile dokunma suretiyle istilâm e t m e imkânı bulunamadığı veya bunun zor olduğu durumlarda uzaktan işaret e d e r e k istilâm yapılabilir. Bunu yaparken avuç içleri Hacerülesved'e doğru kaldırılır ve sanki taşa dokunuyormuş gibi hafifçe hareket ettirilir. Bu hareketin ardından tekbir getirilerek avuç içi öpülür.



^JLJJ "Allah'ın adıyla. Allah en büyüktür. Allahım! Sana inanmamın, kitabını tasdik etmemin, ahdine vefa göstermemin ve peygamberin Muhammed'in sünnetine uymamın bir işareti olarak (Hacerülesved'i istilâm ediyorum]").



Tavafta başlama noktasını



lik anlamına işaret vardır



Süheylî, II, 273). olan



(Fâkihî, I, 85;



Süheylî, aslında beyaz



Hacerülesved'in



işlenen



günahlar



yüzünden karardığına dair hadisi



(Müs-



ned, 1, 307, 329, 373; Tirmizî, "Hac", 49) yorumlarken Hacerülesved'de saklı ahdin insanın tevhide dayanan aslî fıtratı olduğunu, her insanın bu ahd ve fıtrat üzere doğduğunu belirtir ve Hacerülesved'in kararması ile, ahde v e fıtrata aykırı davrananların bu ahdin mahalli olan kalplerinin kararması arasındaki benzerliğe dikkat çeker



( e r - R a u z ü ' l - ü n ü f ; 11,



2 7 5 ) . Hacerülesved'in K â b e ' d e meydana gelen yangınlar



(Ezrakî, 1, 65)



veya Câhi-



liye devrinde müşriklerin sürdükleri kan sebebiyle



(Fâkihî, 1, 92; Fâsî, I, 315)



karar-



dığına dair görüşler de bulunmaktadır. Abdullah b. Ömer'in naklettiğine g ö r e



gösterme



Hz. P e y g a m b e r bir defasında dudakla-



şeklindeki pratik faydası yanında Hace-



rını Hacerülesved'in üzerine koyarak uzun



rülesved'in bir d e sembolik anlamı olup



süre ağlamış, daha sonra dönüp Ömer'in



kaynaklarda bununla ilgili birçok rivayete



d e ağladığını görünce şöyle demiştir: "Ey



y e r verilir. Hz. Ali'den nakledildiğine g ö r e



Ö m e r ! Göz yaşlan burada dökülür" ( İ b n



Hacerülesved, bezm-i elestte Allah'ın bü-



Mâce, "Menâsik", 27).



tün insanlardan kendisini rab olarak ta-



Hacerülesved'le ilgili olarak, "Allah'a an-



Hz. Ömer'in d e



(bk. el-A'râf



dolsun ki senin zarar veya fayda v e r m e -



7/172) içinde taşımakta olup ondan, bu



yen bir taş olduğunu biliyorum; e ğ e r Re-



nımaları yönünde aldığı sözü



a h d e v e f a g ö s t e r e n l e r lehinde k ı y a m e t



sûlullah'ı seni istilâm ediyor g ö r m e s e y -



Tavafta izdiham olduğu zaman Hace-



günü şahitlikte bulunması istenecektir



dim ben d e seni istilâm e t m e z d i m " dedi-



rülesved'in öpülmesi veya ona dokunul-



(Ezrakî, I, 324; Süheylî, II, 273). İbn Ab-



ği bilinmektedir



ması için başkalarına eziyet edilmemesi



b a s ' t a n r i v a y e t edilen bir hadiste, Al-



(Buhârî, "Hac", 57; Müslim, "Hac", 249-250). Diğer bir rivayette



gerekir. Bu durumda uzaktan işaretle is-



lah'ın kıyamet günü Hacerülesved'i geti-



ise Hz. Ömer'in Hacerülesved'i



tilâm e t m e k daha uygundur. Çünkü Ha-



receği ve onun da hak üzere kendisini is-



ve, "Resûlullah'ı seni öperken g ö r m e s e y -



cerülesved'e dokunmak sünnet, başka-



tilâm e d e n l e r e şahitlikte bulunacağı be-



dim seni ö p m e z d i m " dediği



kaydedil-



(ibn Mâce, "Menâsik", 27; Tirmizî, "Hac", 113). Diğer bir hadiste de,



mektedir



(Buhârî, "Hac", 60).



Hz. Ömer



"Hacerülesved'e



rah-



yeni kurtuldukları bir d ö n e m d e Hacerü-



m a n ı n eline d o k u n m u ş gibidir" denil-



lesved'i istilâmı p u t p e r e s t l i k l e karıştır-



lirtilmiştir



K a n ü n î T ü r b e s i ' n i n g i r i ş c e p h e s i n d e k i k e m e r i n kilit t a ş ı n a yerleştirilen



ve



Hacerülesved



parçası



edilen siyah taş - S ü l e y m a n i y e / istanbul



olduğu



rivayet



dokunan



kimse



bu sözü, insanların putlara t a p m a k t a n



Müttakî



malarını ö n l e m e k ve bu iki davranışın



el-Hindî, XII, 219). Kütüb-i Sitte dışın-



m a h i y e t ve g a y e bakımından birbirinden



daki bazı hadis kitaplarında Hacerüles-



farklı olduğunu anlatmak için söylemiş



miştir



(İbn Mâce, "Menâsik",



öptüğü



32;



(Muhibbüddin et-Taberî, s. 281).



ved'in yeryüzünde Allah'ın sağ eli oldu-



olmalıdır



ğu, onun vasıtasıyla kulları ile musafaha



Tavaf esnasında



ettiği, Hacerülesved'e dokunanın Allah'la



nulması ve onun öpülmesi yönündeki ri-



(Heysemî, III, 242; Müttakî el-Hindî, XII, 215, 217), Hace-



vayetlerden, bu taşın kutsallığı veya Kâ-



biat etmiş olacağı



Hacerülesved'e



doku-



be'nin kutsiyetini temsil ettiği şeklinde



rülesved ve Rüknülyemânî'nin a h d e v e f a



bir sonuç çıkarmak ve bu uygulamayı



üzere kendilerini istilâm e d e n l e r e kıya-



bizzat Hacerülesved'e karşı bir saygı ifa-



m e t günü şahitlik e d e c e ğ i



(Heysemî, III,



desi olarak g ö r m e k d o ğ r u değildir. Hac



Müttakî el-Hindî, XII,



219) şeklinde



ibadetindeki birçok şekil ve m e r a s i m gi-



b i r t a k ı m rivayetler y e r almaktadır. Bir



bi bunun da Hz. İbrâhim'in v e Resûl-i



242;



434 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂCET PENCERESİ Ekrem'in hâtırasını canlandırma, haccı



hadislerde de yer almaktadır (bk. W e n -



sunda değişik görüşler ileri sürmüşler-



önemsemeyi ve Allah'ın bu konudaki em-



sinck,



dir. Bu namaz Hanefîler'e göre dört, Mâ-



rine boyun eğmeyi vurgulama, kulluk ve itaat gibi ruhî ve derunî halleri zâhirî bazı davranışlarla ifade etme gibi sembolik ve taabbüdî bir anlam taşıdığı söylenebilir. BİBLİYOGRAFYA



:



Müsned, I, 28, 307, 329, 373; III, 318; Buhârî, "Hac", 57-60, 62; Müslim, "Hac", 249250, 253, 254, 310; İbn Mâce, "Menâsik", 27, 32; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 46; Tirmizî, "Hac", 49, 113; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 209-210; İbn Sa'd, et-Tabakât, I, 145-147; EzraW, Ahbâru Mekke (Meihas), I, 62-66, 322-335; Fâkihî, Ahbâru Mekke (nşr. Abdülmelik b. Dihîş), Mekke 1407/1986, I, 81-149; Beyhakı, es-Sünenü'l-kübrâ, V, 79; Serahsî, el-Mebsût, IV, 49; Süheylî, er-Rauzü'l-ünüf, II, 270-275; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb, IV, 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 383-385; Nevevî, el-Mecmû', VIII, 32-36; a.mlf., Şerhu Müslim, IX, 16; Muhibbüddin et-Taberî, el-Kırâ' li-kâşidi ümmi'lkurâ, Kahire 1970, s. 278-296, 307-308; Nüveyrî, Nihâyetü'l-ereb, I, 314-316; XXV, 296304; Tücîbî, Müstefâdü'r-rihle ue'l-iğtirâb (nşr. Abdülhafîz Mansûr), Tunus 1395/1975, s. 271276; Heysemî. Mecma'u'z-zeuâ'id, III, 239-243; Fâsî, Şifâ'ü'l-ğarâm bi-ahbâri'l-beledi'l-hıarâm (nşr. Ö m e r A b d ü s s e l â m T e d m ü r î ) , B e y r u t 1 9 8 5 ,



I, 309-316; Aynî, 'Umdetü'l-kârî, Ka-hire 1392/ 1972, VIII, 82, 100; Muttaki el-Hindî, Kenzü'l'ummâl, XII, 214-219; Remlî, Nihâyetü'l-muhtâc, Beyrut 1984, III, 280-285; Haraşî, Şerhu Muhtasarı Halîl,. II, 325-326; Mir'âtü'l-Haremeyn, I, 13-14, 54-55; İbrâhim Rifat Paşa, Mir 'âtü'l-Haremeyn, I, 82-83, 132-134, 264, 304305; Cevâd Ali, el-Mufaşşal, IV, 54; VI, 436-437; Abdurrahman Bedevî, Mezâhibü 'l-İslâmiyyîn, Beyrut 1973, II, 136-141; Mahmud Esad, İslâm Tarihi, s. 111, 325-326, 330-331, 394-395; EsecS, İhbâru'l-kirâm bi-ahbâri'l-Mescidi'l-Ha(nşr. H â f ı z G u l â m M u s t a f a ) , K a h i r e



râm



1405/



1985, s. 60-114; Hüseyin b. Mahmûd Saîd Abdülganî, Irşâdü's-sârî ilâ menâsiki'l-Molla 'Alî el-Kârî, Beyrut, ts. (Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî), s. 8990; Saîd Bekdâş. Fadlü'THaceri'l-esued ve raakâmi İbrâhim ue zikru târîhihimâ ue atıkâmihime'1-fi.khiyye ue ma yete "allaku bihimâ, Medine 1416/1996; A. J. Wensinck, "Kâbe", İA, VI, 6; "el-Hacerü'l-esved", Mu.F, XVII, 104-108; "İstilâm", a.e., IV, 83-84; "Tavâf", a.e., XXIX, 1 2 9



r L



r



L



"



1 3 0



-



B



SALIM ÖĞÜT



el-Mu'cem,



Dört Sünnî mezhebe ve Ca'ferîler'e gö-



(bk. İHTİYAÇ).



J



likî, Hanbelî ve Ca'ferîler'e göre iki rek-



re müstehap olan hâcet namazının meşruiyetine dair şu hadis zikredilmektedir:



'attır. Şâfıî mezhebindeki meşhur görüş-



"Kimin Allah tarafından veya hemcinsi olan biri tarafından giderilecek bir ihtiyacı varsa usulüne uygun abdest alıp iki



yöndedir. İmam GazzâlTye ve Hanefî mez-



rek'at namaz kılsın, arkasından Allah'a hamdedip Peygamber'e salavat getirsin



mekruh vakitler dışında her zaman kılı-



ve şöyle desin: Halîm ve kerîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın rabbi olan Allah'ı yüceltir, âlemlerin rab-



nur ve istekler Allah'a arzedilir.



bi olan Allah'a hamdederim. Senden rahmetine ve affına ulaştıracak davranışlarda bulunmayı, her türlü iyiliği elde etmeyi, her türlü günahtan sâlim olmayı diliyorum. Bende bağışlamadığın günah, gidermediğin keder ve karşılamadığın rızâna uygun bir ihtiyaç bırakma, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah!"



(İbn Mâce, "İkâme", 189; Tirmizî, "Vitir", 17; H â k i m , I, 320). Ayrıca Resûl-i Ekrem, yanına gelerek kör olan gözlerinin açılması için dua etmesini isteyen birine usulüne uygun abdest almasını ve iki rek'at namaz kılıp şöyle dua etmesini söylemiştir: "Allahım! Rahmet peygamberi Muhammed vasıtasıyla senden diliyor ve sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! Bu ihtiyacımın giderilmesi için seninle rabbime yöneldim. Allahım, onun hakkımdaki şe-



faatini kabul et!" (İbn Mâce, "İkâme", 189; Tirmizî, "Da'avât", 118; Hâkim, 1, 313).



le Hanefi mezhebinde bir görüş de bu hebindeki başka bir görüşe göre ise hâcet namazı on iki rek'at kılınır. Bu namaz nabilir. Namazdan sonra hâcet duası oku-



BİBLİYOGRAFYA



:



Tehânevî, Keşşaf, I, 867; VVensinck, el-Mu'cem, "hvc" md.; İbn Mâce, "İkâme", 189; Tirmizî, "Vitir", 17, "Da c avât", 118; İbn Huzeyme, Sahîh



(nşr.



Muhammed



Mustafa



el-A'zâmî),



Beyrut 1395/1975, II, 225-226; Cezîrî, el-Mezâhibü'l-erba'a, I, 335; Hâkim, el-Müstedrek, I, 313, 320; Ebû Ca'fer et-Tûsî, en-Mihâye fi mücerredi'l-fıkh ue'l-fetâuâ, Beyrut 1400/1980, s. 142-143; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 'Ârizatü'l-ahuezî, Beyrut, ts. (Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî), II, 261262; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 769; Nevevî, elMecmû', IV, 55; Heysemî, Mecma'u'z-zeuâ'id, II, 278-279; İbn Nüceym, el-Eşbâh ue'n-nezâ'ir (nşr. M u h a m m e d M u t î ' e l - H â f ı z ) , D ı m a ş k



1403/



1983, I, 124-125; Buhûtî, Keşşâfü'l-kınâ', I, 443; Bahrânî. et-Hadâ'iku'n-nâdire (nşr. Muhammed



Takî



el-frevânî),



Beyrut



1405/1985,



X, 543-544; Derdîr, eş-Şerhu'l-kebîr (Desûkî Hâşiye 'aie'ş-Şerhi'l-kebîr içinde), Kahire 1303, I, 314; Zebîdî, Ithâfü's-sâde, III, 470-472; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr (Kahire), II, 28; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-ahuezî (nşr. Abdurrahman M. Osman), Kahire 1384-87/1964-67, II, 589-590; X, 22, 33-34; "Şalâtü'l-hâce" Mu.F, XXVII, 211£



EBUBEKIR SIFIL



Tirmizî, yukarıdaki birinci hadisi naklettikten sonra rivayetin "garîb" olduğunu ve isnadına yönelik tenkitler bulunduğunu kaydeder. Tirmizî şârihi Ebû Bekir İbnü'l-Arabî ise hadisin zayıf kabul edildiğini belirterek Allah'tan bir şey talep edecek kimsenin onu doğrudan iste-



r



yebileceğini ifade etmiş, ancak talepten



dua penceresi" gibi adlarla da anılan İslâm



önce sadaka vermesini ve tövbe etmesini öğütlemiştir ( c Ârizatü'l-ahuezi, II, 261262).



türbe mimarisine ait bu önemli unsura,



L



HACET PENCERESİ Türbelerin dış cephelerinde ziyaretçilerin önünde Fâtiha okuduğu pencere.



J



"Muvâcehe penceresi, niyaz penceresi,



Hz. Muhammed'in türbesi başta olmak üzere, mânevî huzurlarında edilecek du-



gösterilen



aların Allah katında makbul olacağına ina-



ikinci hadisin Tirmizî rivayetinde namaz



nılan din büyükleri ve velîlere ait türbeler-



Hâcet



HACET



"hvc" md.).



namazı



için



delil



kılma kaydı yoktur. Osman b. Huneyf'ten



de rastlanmaktadır. Türbeyi aydınlatmak



nakledilen ve Tirmizî'nin "hasen-sahih-



ve havalandırmak için düzenlenmiş pen-



garîb" olarak değerlendirdiği bu rivayete



cerelerden farklı olarak ziyaretle ilgili özel



HÂCET NAMAZI



göre Hz. Peygamber, kendisine gelen âmâ



bir fonksiyonu olan bu pencere birtakım



Bir ihtiyacın giderilmesi veya arzulanan bir hususun yerine gelmesi için kılınan namaz.



sahâbîye usulüne uygun abdest alıp dua



mimari ayrıntılar ve sembolik bazı unsur-



etmesini öğütlemiş, fakat bunun yanın-



larla da donatılmaktadır.



J



da herhangi bir namazdan söz etmemiştir.



İslâmî mezar yapılarının en eskisi ve en muteberi olan Hz. Peygamber'in türbesi,



Sözlükte "ihtiyaç duyulan şey" anlamı-



Bu rivayetler yanında diğer farklı bazı



Mescid-i Nebevî ile birlikte tarih boyunca



na gelen hâcet kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'-



rivayetleri de (bk. Heysemî, II, 278-279;



birçok onarım ve tâdilât geçirdiği için ilk



de bu anlamda üç âyette geçmekte ( Y û -



Z e b î d î , III, 471-472) esas alan mezhepler,



şekliyle günümüze ulaşmamışsa da bura-



suf 12/68; Gâfir 40/80; el-Haşr 59/9), ay-



hâcet namazının meşruiyetini kabul et-



da da cami harimine olduğu gibi dışarıya



rıca tekil ve çoğul (hâcât, havâic) olarak



miş, ancak kaç rek'at kılınacağı husu-



açılan hâcet pencerelerinin bulunduğu



435



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂCET PENCERESİ tahmin edilebilir. İlk yapıldığında Mescid-i Nebevî'nin güneydoğu köşesini teşkil eden türbe-i saâdet, daha sonra caminin güney (kıble) ve doğu yönünde genişletilmesi sonucunda dört taraftan harimle kuşatılmıştır. Böylece tamamen mescidin içinde kalan türbenin üç tarafı demir, kıbleye bakan ve "muvâcehe" denilen cephesi ise gümüş bir şebeke ile çevrilmiştir (Mir'âtü'l-Haremeyn, I, 545). Üstü bir kubbe ile örtülü olan (kubbe-i hadrâ) bugünkü türbenin kıbleye bakan cephesinde, aralarında kalın sütunların bulunduğu üç adet sivri kemerli açıklık sıralanmakta, bu açıklıkların alt kesimlerindeki şebekelerin üzerinde ikişer hâcet penceresi yer almaktadır. Türbede bulunan Hz. Muhammed ile Ebû Bekir ve Ömer'in kabirlerinin cami hariminden ziyaret edilebilmesi için tasarlanan bu ikili pencere grupları batıdan doğuya doğru "şebeke-i Resûlullah", "şebeke-i Ebû Bekir" ve "şebeke-i Ömer" olarak adlandırılmıştır. Hz. Peygamber'in kabri tam ortadaki şebeke hizasına rastlar. Günümüzdeki şekliyle Osmanlı barok üslûbunun izlerini taşıyan süsleme ayrıntıları, bu pencerelerin XVIII. yüzyılın ikinci yarısı içinde son şekillerini almış olduklarını göstermektedir. Pencerelerin dikdörtgen açıklıkları, beyzî madalyonlarla süslü gümüş kaplamalı sövelerle kuşatılmış ve küresel topuzu pirinç parmaklıklarla donatılmıştır. Parmaklıkların önünde yer alan şebekeler, istifli sülüsle yazılmış "Yâ Allah - Yâ Muhammed" ibarelerinin yer aldığı dilimli alınlıklarla taçlandınlmıştır. Alınlıkların tepelerinde birer alem, yanlarında da aynı dönemin buhurdanlarını andıran birer ayaklı vazo bulunmaktadır. İtinalı bir işçiliğe sahip şebekeler kendi içlerinde üç bölüme ayrılmıştır. Üstteki bölümde, ikili sıralar halinde düzenlenen sekiz adet kartuş içinde karşılıklı olarak istifli sülüsle yazılmış "Lâ ilâhe illallâhü'l-melikü'l-hakku'l-mübîn" ve "Muhammedün Resûlullah sâdıku'l-va'di'l-emîn" ibareleri bulunmaktadır. Şebekelerin ortalarındaki bölüm, uçları yapraklarla son bulan "C" kıvamlarının kesişmesinin meydana getirdiği bir kompozisyonu sergiler. Bu bölümde "C" kıvrımlarının arasına, ziyaretçilerin türbenin içine bakabilmesi için çelenkli çerçeveleri olan küçük yuvarlak menfezler yerleştirilmiştir. Şebekelerin en alt bölümleri ise bezemesiz pirinç levhalarla kaplıdır. Yalnız kabr-i saâdetin tam önünde yer alan ortadaki çifte hâcet penceresinin arasına ince uzun bir şebeke daha yerleştirilmiş, bunun üstüne madenî levha üzerine işlenmiş dokuz satırlık



bir kitâbe konulmuştur. Altında dört satır halinde, öbür şebekelerde de yer alan ve yukarıda zikredilen ajurlu ibare bulunur. Bunun da altında zemin seviyesine kadar diğer büyük hâcet pencerelerindeki şebekelerin benzeri tezyinî unsurlar taşıyan bir şebeke yer alır. Pencerelerin üzerine, Hz. Muhammed'in Allah katındaki yüce makamını belirten nesih hattıyla yazılarak pirinçten dökülmüş âyetlerin yer aldığı büyük levhalar asılmıştır. Kemerli açıklıkların bu levhaların üzerinde kalan kesimi, nisbeten yakın tarihli olduğu anlaşılan madenî kafeslerle kapatılmıştır. Sütunlarla bu kafeslerin arasında, benzerlerine Sultan Ahmed Camii'nde ve Bursa Murâdiye'deki Şehzade Mustafa Türbesi'nde rastlanan, XVI ve XVII. yüzyıllara ait sır altı tekniğinde Osmanlı çinileriyle kaplı yüzeyler seçilmektedir. Zamanında şebekelerin üzerinde bu çini kaplamanın devam ettiği söylenebilir. Hâcet pencerelerini ayıran iri kahverengi sütunların alt kısımları, yaklaşık 2 m. yüksekliğinde damarsız beyaz mermerden kılıflar içine alınmıştır. Barok üslûpta panolar halinde bölünen bu mermer kaplamanın yüzeylerini çerçeveleyen çubuklu taksimatın ortalarına renkli taşlardan kakmalar konulmuştur. Panoların üstünde ikişer ikişer sülüs hattıyla yazılmış Arapça beyitler ihtiva eden levhalar işlenmiştir. Türbe-i saadette bunların yanı sıra doğu duvarında Osmanlı döneminde yapıldığı bilinen, Mescid-i Nebevî'nin kapalı olduğu saatlerde gelen ziyaretçiler için düşünülmüş dış hâcet pencereleri de bulunmaktadır. Bu pencereler şebekelere bez bağlamak, mum yakmak gibi bâtıl inançlara engel olmak amacıyla Suûdî yönetimi tarafından bir duvar çekilerek kapatılmıştır. Bölgenin Osmanlı idaresinden çıkmasından sonra Medine'nin Cennetü'l-Baki' mezarlığında medfun bulunan Ehl-i beyt'ten bazılarıyla ashabın ileri gelenlerine ait türbeler, mimari özellikleri tesbit edilemeden Suûdîler tarafından yıktırılmış olduğundan bu yapıların bünyesindeki hâcet pencereleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Irak'taki önemli zi-



yaretgâhlarda (Bağdat'ta İmâm-ı Âzam ve Abdülkâdir-i Geylânî, Necef'te Hz. Ali, Kerbelâ'da Hz. Hüseyin türbeleri gibi) türbelerin tasarımına ve özellikle süsleme programlarına hâkim olan ihtişam ve zenginlik, altın ve gümüş şebekelerle donatılan hâcet pencerelerinde de gözlenmektedir.



İstanbul'daki bazı sahâbîlere atfedilen birkaç türbe dışında Anadolu türbe mimarisinde hâcet pencerelerine çoğunlukla velî türbelerinde rastlanmaktadır. Büyük velîler, bir tarikatın ya da tarikat kolunun kurucusu olan pîrler, pîr-i sânîlerie dönemlerinin ileri gelen şeyhlerine ait bu türbelerin hemen hepsi, ya bizzat o velî yahut vefatından sonra onun adına halifelerinden biri taralından kurulmuş olan bir tarikat yapısı veya külliyesinin bünyesinde yer almaktadır. Örneklerin çoğunda, namazların kılındığı ve tarikat âyinlerinin icra edildiği mekânlarla bütünleştiği gözlenen velî türbeleri tasarımları ve süslemeleriyle, Irak'ta, İran'da, Türkistan'da ve Hindistan'da bulunan emsallerine oranla çok daha mütevazi yapılardır. Anadolu Türk mimarisinde tarikat yapılarına hâkim olan bu "dervişâne sadelik" velî türbelerindeki hâcet pencerelerine de yansımıştır. Nitekim Anadolu'da, İstanbul ve Rumeli'de tesbit edilen çok sayıdaki velî türbesinin hiçbirisinde altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin bolca kullanıldığı gösterişli hâcet pencerelerine rastlanmamaktadır. Anadolu'nun en eski ve en önemli tarikat merkezlerinden Konya'daki Mevlânâ Külliyesi'nde, "kubbe-i hadrâ" olarak adlandırılan Mevlânâ Türbesi'nin güneyindeki iri payanda ile bunun batısındaki Hasan Paşa Türbesi'nin arasında kalan girintiye, XIX. yüzyılın sonlarında Mevlânâ neslinden gelen çelebilere mahsus bir ziyaret mekânı (çelebi odası) yerleştirilmiştir. Söz konusu odadan, kubbe-i hadrânın batısındaki kubbeli türbe birimine açılan ve "niyaz penceresi" olarak anılan hâcet penceresi dikdörtgen açıklıklı ve demir parmaklıklıdır. Pencerenin üzerinde çini kaplamalı, basık kemerli bir alınlıktan sonra kalem işi tekniğiyle resmedilmiş büyük boyutlu bir Mevlevî tacı görülmektedir. Tacın içinde, destarın üzerinde kalan sikke yüzeyine ta'lik hatla Mevlânâ'ya ithaf edilen Farsça bir dörtlük yazılmıştır. "Yâ Hazret-i Mevlânâ" ibaresinin altındaki dörtlükte yer alan şu ifade niyaz penceresinin sembolik içeriğini ortaya koyar: "Seninkinden başkasına yol bulamasın diye diğer bütün kapılar kapanmıştır garibe". Anadolu'dan diğer bir örnek olarak Ankara'da bulunan ve 1430'a tarihlenen Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi verilebilir. Bayramiyye tarikatının merkezi olan külliyede cami-tevhidhânenin kıble duvarına bitişik türbenin hâcet penceresi, mermer kaplı batı cephesinde türbe girişinin solunda



436



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂCET PENCERESİ



Eyüp Sultan Türbesi'nin hâcet penceresi



yer alır. Duvarların alt kesiminde bulunan ve ziyaretçilerin türbenin içini görebilecekleri yegâne açıklık olan bu dikdörtgen pencere mukarnasiı mermer sövelerle kuşatılmış ve topuzlu demir parmaklıklarla donatılmıştır. İstanbul'da bulunan örnekler arasında, şehrin dinî folklorundaki önemli yerinden ötürü öncelikle Eyüp Sultan Türbesi'nin hâcet penceresi üzerinde durmak gerekir. 49 (669) yılındaki Konstantiniye kuşatması sırasında şehid olan Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin kabri üzerine Fâtih Sultan Mehmed'in fetihten az sonra inşa ettirdiği bu yapı, günümüzde olduğu gibi Osmanlı döneminde de İstanbulluların hemen her vesile ile ve en çok ziyaret ettikleri türbedir. Hâcet penceresi, türbenin kıble yönüne I. Ahmed tarafından 1022 (1613) yılında eklenen ziyaret bölümünü avludan ayıran duvara, türbe girişinin tam karşısına yerleştirilmiştir. Pencerenin yer aldığı duvar, dönemleri ve imal yerleri



farklı olan (XVI -XVII. yüzyıl, İznik; XVIII. yüzyıl, Kütahya ve İstanbul/Tekfur Sarayı; X1X-XX. yüzyıl, İstanbul/Yıldız ve Avrupa) ve değişik kompozisyonları içeren çini panolarla kaplıdır. Pencereyi çerçeveleyen mermer sövelerden üstte yer alanı basık



kemer biçiminde yontulmuş ve ortasına yuvarlak bir rozet oturtulmuştur. Bunun da üzerinde Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye ithaf edilmiş ve istifli sülüsle kartuşlar içine yazılmış bir dörtlük bulunmaktadır. Pencere açıklığı küresel topuzları olan tunç parmaklıklarla donatılmış, bunların önüne pencerenin yarı yüksekliğine kadar gelen bir pirinç şebeke konmuştur. Şebekenin üst kesiminde basık kemerli bir dikdörtgen çerçeve içinde, üstte yıldızlarla kuşatılmış bir ism-i celâl, bunun altında istifli sülüsle yazılmış olan "Lâ ilâhe illallâhü'lmelikü'l-hakku'l-mübîn" ve "Muhammedün Resûllullah sâdıku'1-va'di'I-emîn" ibarelerini içeren iki kartuş yer alır ki bunun Mescid-i Nebevfdeki hâcet penceresi üzerinde bulunan ibare ile aynı oluşu dikkat çekicidir. Bu çerçevenin altında, ziyaretçilerin içeriyi görebilmeleri için küçük boyutlu dikdörtgen bir açıklık bırakılmış, bunlardan geriye kalan şebeke yüzeyi, birbirlerine teğet konumdaki dairelerin içini dolduran kıvrık dallarla bezenmiştir. Dairelerin ortalarında ve aralarında bulunan daha küçük dairelerin içindeki mühr-i Süleyman motifleri 1970'1İ yıllarda İsrail bayrağındaki yıldıza benzetildiğinden cahilce bir davranışla yok edilmiştir. Hâcet penceresinin iç yüzünde ise I. Ahmed tarafından yaptırıldığını belgeleyen bir kitâbe ile hicretten sonra Hz. Muhammed'in devesinin Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evine yakın bir yerde çökmesiyle ilgili rivayeti ifade eden bir ibare bulunmaktadır. Ayrıca ziyaret bölümünün avluya açılan kapısı üzerinden başlayan ve I. Ahmed'in bu bölümle birlikte yaptırdığı sebile kadar devam eden büyük boyutlu, istifli sülüsle yazılmış kitâbe. Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi'nin Ebû Eyyûb ei-Ensârî için kaleme aldığı Arapça bir methiyeyi ihtiva eder. Hâcet penceresinin ve sağındaki girişin önüne III. Selim tarafından, ziyaretçileri yağmurdan korumak amacıyla mermer sütunların ve kıvrımlı başlıkların taşıdığı ahşap bir saçak ilâve edilmiştir. İstanbul'da inşa edilmiş olan yüzlerce tekkenin büyük çoğunluğunda velî türbeleri ve bunlara ait hâcet pencereleri tesbit edilmektedir. Bu pencereler, türbenin konumuna göre tekkenin iç avlusuna veya doğrudan sokağa açılır ve türbede gömülü olan velînin kabrine bakar. Türbenin diğer pencerelerinden daha büyük boyutlu olarak tasarlanan hâcet pencereleri değişik bir malzemeden yontulmuş söveler, diğer pencerelerde bulunmayan ya da onlardakinden değişik türde bir kemer, yanlardan açıklığı kuşatan sütunçe-



ler, pencerenin üzerine yerleştirilen ve genellikle "Yâ Hazret-i Sultan Pîr" ibaresiyle başlayıp türbede yatan velînin adını veren sülüs yahut ta'lik kitâbeler, ziyaretçiye bir velînin huzurunda bulunduğunu hatırlatarak onu edebe davet eden bir beyit, velâyet, şefaat gibi kavramlara, kabir ziyareti gibi hususlara dair âyet ve hadislerin bulunduğu levhalar gibi farklı mimari özelliklere sahiptir. Birçok pencere de türbedeki velînin tarikatını temsil eden tâc-ı şerif kabartmaları ile taçlandırmıştır. İstanbul tekkelerinde tesbit edilen en dikkat çekici hâcet penceresi, XVI. yüzyılın sonlarında inşa edilen Yenikapı Mevlevîhânesi'nde türbenin avluya bakan kuzey duvarında bulunmaktaydı. II. Mahmud'un 1232 (1817) ve 1253 (1837) yıllarında yenilettiği, 1961'de bir yangın sonucunda tarihe karışan ahşap semâhâne-türbenin dikdörtgen şeklindeki hâcet penceresi iç içe iki silme çerçevesiyle kuşatılmış, bunların arasında kalan yüzey Konya'daki Mevlânâ Türbesi'ne ait fîrûze renkli çinilerle kaplanmıştır. Ahşap duvara kabaralı çivilerle tesbit edilmiş olan bu çiniler, büyük bir ihtimalle II. Mahmud'un aynı yıllarda kubbe-i hadrâda gerçekleştirdiği onarım sırasında sökülmüş olan eski çinilerdir. Pencerenin üstünde de ahşap bir çerçeve içinde sülüsle yazılmış kabir ziyaretine dair bir hadis yer almaktaydı. Bunun da üstünde muhtemelen Mehmed Reşad'ın onarımına ait demir iskeletli ve camekânlı bir sundurma bulunuyordu. Kuruluşu XVIII. yüzyılın sonlarına ait olmakla birlikte Kaptanıderyâ Ahmed Vesim Paşa tarafından 1289 (1872) yılında son şekliyle yenilenen Üsküdar Mevlevîhânesi'nde semâhânenin altında bulunan türbede, Yenikapı Mevlevîhânesi'ndekine oranla daha sıradan bir hâcet penceresi bulunmaktadır. Türbenin Doğancılar caddesi boyunca uzanan güney cephesinde sıralanan beş adet pencereden yanlardaki ikişer pencerenin üçgen kemerli olmasına karşılık ortadaki hâcet penceresi diğerlerinden daha büyük tutulmuş, sepet kulpu biçiminde bir kemerle taçlandırılarak önüne ziyaretçilerin içeriyi görebilmeleri için basamaklı bir sahanlık konulmuştur. İstanbul'da XVI. yüzyıl başlarında, Merkez Efendi lakaplı Şeyh Mûsâ Muslihuddin Efendi tarafından tesis edilen Merkez Efendi Tekkesi'ndeki hâcet penceresi değişik bir örnektir. Tamir edildiği II. Mahmud döneminde revaçta olan empi-



437



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HÂCET PENCERESİ re üslûbunun özelliklerini yansıtan Merkez Efendi Türbesi'nin batı cephesinde sıralanan üç adet yuvarlak kemerli büyük pencereden en güneyde yer alanı adı geçen velînin sandukasına bakmakta ve hâcet penceresi olarak kullanılmaktadır. Cephenin kısa tutulmuş olan saçağı bu pencerenin hizasında ileriye doğru genişleyerek bir ziyaret sakfı niteliği kazanmıştır. Tekkelerin faal olduğu dönemde bu sakfın altında Merkez Efendi Tekkesi postnişini ve dervişleriyle, bayram namazlarını burada eda etmeyi gelenek haline getirmiş olan Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi ve dedegânı arasında namazdan sonra bir bayramlaşma merasiminin icra edildiği bilinmektedir. Tarikatlar arasındaki samimi ve dostane yakınlığın güzel bir örneğini oluşturan bu gelenek sakfın ayrıntılarına da yansımış, ortasına Sünbüliyye'nin sembolü olan sümbül çiçekleriyle bezeli bir göbek yerleştirilmiştir. Bunun çevresine Merkez Efendi'ye ziyareti teşvik eden, "Bes tevessül sana bu türbe-i iksîr-i türâb / Bundadır sür yüzünü merkez-i kutbü'l-aktâb" beyti yazılmış, sakfın alemi ise Mevlevî tacı biçiminde yapılmıştır.



Y e n i k a p ı M e v l e v î h â n e s i ' n d e k i h â c e t p e n c e r e s i (M. Baha Tanman fotoğraf arşivi)



İstanbul Eyüp'te bulunan ve Halvetiyye'nin Sinâniyye kolunun pîr makamı olan Ümmî Sinan "tekkesi XVI. yüzyılın ortalarında kurulmuş, ancak tevhidhâne ile bunun kıble duvarına bitişik olan türbe II. Mahmud tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Pîr İbrâhim Ümmî Sinan ile daha sonraki tekke şeyhlerinin gömülü olduğu türbenin hâcet penceresi doğudaki Ümmüsinan sokağına açılır. Hâcet penceresi, dikdörtgen açıklıklı sövelerin çerçevelediği diğer pencerelerden farklı olarak duvara gömülü mermer dikmelerle kuşatılmış ve sepet kulpu biçiminde bir kemerle donatılmıştır. Pencerenin üzerinde günümüzde mevcut olmayan bir levhada, "Mürîd-i râh-ı Hakk'a kıblegâh-ı âşıkandır bu / Edeble gir gözün aç türbe-i Ümmî Sinan'dır bu" beytinin yazılı olduğu bilinmektedir. İstanbul Dolapdere'de yer alan Halvetiyye'den Hüsâmeddin UşşâM Tekkesi XVI. yüzyılın son çeyreğinde kurulmuş olup Uşşâkıyye'nin âsitânesi ve pîr makamıdır. XIX. yüzyıl sonlarında yeniden inşa ettirilen tekkenin türbesinde, Pîr Hüsâmeddin sokağı üzerinde sıralanan üç pencereden ortada bulunan tarikatin pîri olan Şeyh Hasan Hüsâmeddin Uşşâki'nin sandukasına bakmakta, hâcet penceresi olan bu açıklığın üzerinde Mehmed Rifat Mısrî'nin ta'lik hattı ile, "Yâ Hazret-i Pîr Sultan Hüsâmeddin Uşşâkî kuddise sırruhü'l-âlî" ibaresinin yer aldığı 1266 (1850) tarihli bir kitâbe bulunmaktadır. İstanbul Karagümrük'teki Halvetiyye'nin Cerrâhiyye kolunun merkezi olan Nûreddin Cerrâhî Tekkesi XVIII. yüzyılın başlarında tesis edilmiş, aynı çatı altında yer alan tevhidhâne ile türbe II. Mahmud'un 1252 (1836) tarihindeki yenilemesiyle bugünkü halini almıştır. Pîr Nûreddin Cerrâhî'ye ait sandukanın baş ucuna isabet eden ve Nûreddin Tekkesi sokağına açılan hâcet penceresi türbenin son yapısına göre daha eski olup Osmanlı barok üslûbuna has ince sütunçelerle kuşatılmış ve bir bileşik kemerle taçlandırılmıştır. Kemerin üzerinde uzanan 3 Şevval 1211 (1 Nisan 1797) tarihli kitâbede sülüs hatla pîrin adı yazılıdır. Nakşibendiyye'nin İstanbul'daki en eski faaliyet merkezlerinden olan, Fâtih Külliyesi yakınındaki Emîr Buhârî Tekkesi'nde (XVI. yüzyıl b a ş l a n ) Hâce Emîr Ahmedi Buhârî'nin kare açıklıklı, büyük boyutlu demir parmaklıklı hâcet penceresi 1197 (1783) tarihli manzum bir kitâbe ile taçlandırılmıştır.



N û r e d d i n Cerrâhî Tekkesi'nin hâcet penceresi



- Kara-



gümrük/istanbul



İstanbul Eyüp'te bulunan ve son dönem tekke mimarisi açısından ilginç bir yapı olan Şeyh Selâmî Efendi Tekkesi, 1213'te (1798) sadâret kethüdâsı Arabacızâde İbrâhim Nesîm Efendi tarafından Nakşibendiyye meşâyihinden İzmirli Şeyh Seyyid Mustafa Selâmî Efendi için yaptırılmış, XIX. yüzyılın sonlarında ihya edilmiştir. Dış görünümü ile döneminin ahşap konaklarını andıran tekkede tevhidhâne ile aynı kanadı paylaşan türbenin şadırvan avlusuna açılan hâcet penceresi, diğer pencerelerden daha büyük tutulmuş olan boyutları ve yuvarlak kemeriyle dikkati çekmektedir. BİBLİYOGRAFYA



:



Mir'atü'T Haremeyn, 1, 545; Gönül Öney, Ankara'da Türk Devri Yapıları, Ankara 1971, s. 114-116, 305, 383; Recep Akakuş, Eyyüb Sultan ve Mukaddes Emanetler, İstanbul 1973, s. 121,128,132; M. Baha Tanman, "Settings for the Veneration of Saints", The Dervish Lodge, Architecture, Art and Sufısm in Ottoman Turkey, Berkeley 1992, s. 139; a.mlf., "Emir Buharı Tekkesi", DBİst.A, III, 167; a. mlf., "Hüsâmeddin Uşşakî Tekkesi", a.e., IV, 105-106; a.mlf., "Merkez Efendi Külliyesi", a.e., V, 396-400; a.mlf., "Nûreddin Cerrahî Tekkesi", a.e., VI, 97-99; a.mlf., "Ümmî Sinan Tekkesi", a.e., VII, 336-338; a.mlf., "Üsküdar Mevlevîhânesi", a.e., VII, 348-349; a.mlf. - Ekrem Işın, "Yenikapı Mevlevîhânesi", a.e., VII, 476485



'



438



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



[71 M



M . BAHA TANMAN



HACI ACUS SÂLİM



r



n HACI (bk. HAC).



L



^



HACI A G U S SÂLİM



F



n



(1884-1954) Endonezyalı müslüman lider ve devlet adamı.



17 Ağustos 1945'te Endonezya'nın ba-



tur. Aynı şekilde müslümanların birliğine



ğımsızlığını ilân etmesinden sonra hükü-



de önem vererek bu uğurdaki çalışma-



m e t t e görev alan Hacı Agus Sâlim, Hazi-



larda aktif rol aldığı gibi, 1927'de Mek-



ran 1946-Temmuz 1947 tarihleri arasın-



ke'de düzenlenen hilâfet meselesiyle ilgili



da Dışişleri bakan yardımcılığı. Temmuz



II. İslâm Konferansı'na Endonezya müs-



1947-Aralık 1949 tarihlerinde de Dışiş-



lümanlarını temsil eden heyetin başkanı



leri bakanlığı yaptı. Bu arada, Hindis-



olarak katılmıştır.



tan'ın Delhi şehrinde düzenlenen Asya ^



Konferansı'na



(Mart



1947)



Endonezya



Cumhuriyeti heyetinin başkanı olarak ka8 Ekim 1884'te Batı Sumatra'daki Bukit-



tıldı. Konferanstan sonra birçok Arap ül-



tinggi şehrinin Kota Gedang kasabasın-



kesini ziyaret ederek Endonezya'nın Hol-



da doğdu. Dindar ve asil bir aileden gel-



landa'ya karşı verdiği bağımsızlık müca-



mektedir. İlk öğrenimini burada yaptı. Ca-



delesini anlattı ve hükümeti adına imza-



karta'da bulunan bir Hollanda sömürge



ladığı dostluk antlaşmaları sayesinde dev-



lisesini bitirdikten sonra Hollanda'nın Cid-



letin Mısır ve Suriye gibi ülkeler tarafın-



de Konsolosluğu'na memur olarak tayin



dan resmen tanınmasını sağladı. Birleş-



edildi. Cidde'de kaldığı süre içinde (1906-



miş Milletler'de temsilcilik görevi de ya-



1911) milletlerarası diplomaside edindi-



pan Hacı Agus Sâlim, bağımsızlık müca-



"İslâmî sosyalizm" kavramının



Endo-



nezya'daki ilk savunucularından biri olan Hacı Agus Sâlim, halkın refah ve mutluluğunu ön planda tutan sosyalist fikirleri İslâmiyet'in eşitlik, kardeşlik, yardımlaşma prensipleriyle pekiştirmeye çalışmış ve Sarekat İslam'ın sosyoekonomik alandaki programlarının hazırlanması sırasında Kur'an'ı temel kaynak kabul ederek politikalarının İslâmî özellikli olmasına ağırlık vermiştir. Teşkilâtın Marksist fikirlerden etkilenen sol kanadına men-



ği bilgi ve tecrübenin yanı sıra Mescid-i



delesi yıllarında (1945-1949) cumhuriyet



Harâm'da imamlık yapan amcası Şeyh



hükümetinin başşehri olan Yogyakarta'-



Ahmed Hatîb'den Arapça ve din dersleri



nın Hollanda kuvvetleri tarafından işgal



alarak İslâmî ilimlerdeki bilgisini arttırdı.



edilmesi üzerine (19 Aralık 1948) diğer



Cakarta'ya döndükten sonra bir süre halk



liderlerle birlikte tutuklanarak sürgüne



hizmetleri dairesinde çalıştı. Daha sonra



gönderildi. 27 Aralık 1949 tarihinde Hol-



doğduğu kasabada Hollandaca eğitim ve-



landa'nın Endonezya'ya bağımsızlık ver-



ren özel bir ilkokul açtı ve burada iki yıl öğ-



mesinden sonra ülkesine geri döndü ve



retmenlik yaptı. 1915'te Cava'ya döne-



hükümet danışmanı oldu. 1953'te gitti-



rek sömürge hükümetinden tekrar gö-



ği Amerika Birleşik Devletleri'nin Cornell



rev talebinde bulundu ve sivil polis mü-



Üniversitesi'nde misafir öğretim



fettişliğine getirildi. Endonezya'nın ilk mil-



olarak bir yıl süreyle Endonezya'da İslâm



lî hareketi sayılan Sarekat İslam'ın faali-



ve millî mücadele tarihi üzerine ders ve



Hacı Agus Sâlim, Sarekat islam'a gir-



yetlerini takip etmekle görevlendirildiği



konferanslar verdi. 1954'te Yogyakarta'-



meden önce, Hollanda birliği içerisinde



üyesi



sup liderleriyle ideolojik çatışmaya girdiği gibi "günahkâr kapitalizm" olarak nitelendirdiği Hollanda'nın ekonomik sömürüsüne de şiddetle karşı çıkmıştır. Aynı zamanda işçi haklarının önde gelen savunucularından olduğu için işçi hareketlerinde aktif rol almış, bütün işçi kuruluşlarını bir çatı altında toplamak gayesiyle 1919'da Persatuan Pergerakan Kaum Buruh adlı bir birliğin kurulmasını sağlamış ve genel sekreterliğini yapmıştır.



zaman teşkilâtın üst düzey yöneticileriy-



daki din öğretmeni yetiştiren bir yüksek



Endonezya'nın bağımsızlığını savunan Ne-



le tanışarak onlarla ilişki kurdu ve bir sü-



okula ( P e r g u r u a n Tinggi A ğ a m a i s l a m Ne-



derlandsch Indische Vrıjzinnigen Bond ve



re sonra da lider Hacı Ömer Said Cokro-



geri) profesör tayin edildi. 4 Kasım 1954'-



1917'den sonra komünist partisine dö-



aminato'nun tesiriyle vazifesinden istifa



t e Cakarta'da öldü; hayatının son yılla-



nüşen sosyalist görüşlü Indische Socieal



ederek aralarına katıldı (1915). Kısa za-



rında daha çok "büyük ihtiyar" lakabıyla



Democratische Partij gibi çeşitli teşkilât-



manda ikinci adam durumuna yükselen



anılıyordu. 27 Aralık 1961'de, Endonez-



lara üye yazılmış, Endonezya'da İslâmî



Sâlim daha sonra merkez kurul üyeliğine



ya'nın bağımsızlık mücadelesine yaptığı



modernizmin öncüsü olan Muhamme-



seçildi ve sömürge yönetimine karşı yü-



katkıları sebebiyle devlet başkanı Sukar-



diyye teşkilâtına da bir süre danışmanlık



rütülen politikanın oluşturulmasında ve



no tarafından millî kahraman ilân edildi



yapmıştı. Bu faaliyetlerinin yanı sıra özel-



programların hazırlanmasında önemli rol



ve adı Cakarta'da iken oturduğu cadde-



likle 1920-1930'lu yıllarda, aralarında Sa-



oynadı. 1921 'de Sarekat İslam'ın temsil-



ye verildi.



rekat İslam'ın yayın organlarının da bu-



cisi olarak Volksraad'a (halk meclisi) girdi. Ancak ileride Partai Sarekat İslam İndo-



lunduğu Batavieasch Cidde'de kaldığı yıllarda Ortadoğu ülke-



raca, Hindia



Ne-



Nieııv/sblad,



Baru, Fajar Asia,



Musti-



nesia'ya (PSll) dönüşecek olan teşkilâtın



lerinde gelişme gösteren modern İslâmî



ka adlı dergilerin editörlüğünü üstlen-



"hicret" adıyla bilinen sömürge hüküme-



fıkır ve akımlardan etkilenen Hacı Agus



miş ve Bandera



tiyle iş birliği yapmama, onlardan uzak



Sâlim, hem Batı eğitimi alması hem de



Duiaa islam gibi İslâmî dergi ve gazete-



durma politikasını benimsemediği için



dinî ilimlerde bilgi sahibi



olmasından



lerde yazılar yazmıştır. Yazılarının ve yap-



bu görevinden ayrıldı (1924). Kasım 1936'-



dolayı modern görüşlü bir müslüman li-



tığı konuşmaların önemli bir kısmı, öldü-



da da hicret politikasının başarısızlıkla



der ve Endonezya'nın ilk aydın âlimi ola-



ğü yıl Djedjak



Langkah



Hadji Agus



Sa-



sonuçlandığını ileri sürerek parti içinde



rak kabul edilir. Genç nesillerin dinî eği-



lim:



Kaıangan,



Utjapan



dan



sömürgecilerle iş birliğine taraftar olan



Pilihan



islam,



Pemandangarı,



tim görmelerine önem vermiş ve ülke-



Pendapat



Barisan Panyadar PSll (PSU'yi şuurlandır-



deki Hollanda sömürge okullarında oku-



karang



Beliau dari Dulu Sampai



Se-



ma hareketi) adıyla ayrı bir grup kurdu ve



yan öğrencilerin dine karşı ilgisiz kalma-



rak yayımlanmıştır (Djakarta 1954). Hacı



bu grup. Şubat 1937'de partiden atıl-



larını endişeyle karşılayarak 1925'te Jang



Agus Sâlim Hollandaca, İngilizce, Alman-



ması üzerine yeni bir siyasî partiye dö-



Islamieten Bond adlı müslüman gençlik



ca, Fransızca, Arapça ve Japonca'nın ya-



nüştü.



teşkilâtının kurulmasına ön ayak olmuş-



nı sıra biraz da Türkçe biliyordu.



adlı hacimli bir kitapta toplana-



439



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI ACUS SÂLİM BİBLİYOGRAFYA : Hadji Agus Salim. Djedjak Larıgkah Hadji Agus Salim: Pilihan Karangan, Utjapan dan Pendapat Beliau dari Dulu Sampai Sekarang (nşr. M o h a m m a d R o e m v.dğr.), D j a k a r t a



1954;



R. van Niel, The Emergence of the Modern Indonesian Ellte, The Hague 1960, s. 118-119, 134-135; S. Salam, Hadji Agus Salim: Hidup dan Pardjuangannja, Djakarta 1961; D. Noer, The Modernist Müslim Mouement in Indonesia 1900-1942, London 1973, s. 109-111, 116119, 122-126, 130-134, 142-148, 253-257, 312-313; Seratus Tahun Hajı Agus Salim (nşr. Hazil Tanzil), Jakarta 1984; Alfıan, Muhammadiyah: The Political Behauior of a Müslim Modernist Organization under Dutch Colonialism, Yogyakarta 1989, s. 116-119; Ensiklopedi Indonesia, Jakarta 1980, I, 113-114; "Agus Salim Hacı", ABr., I, 177-178. S



İSMAİL H A K K I GÖKSOY



r



n H A C I A H M E D EFENDİ



^ (bk. YOZGATLI HACI AHMED EFENDİ).



r



HACI ALI (bk. ALİ, Hacı).



L



r



HACI ALİ PAŞA



(ö. 1112/1700) Osmanlı sadrazamı.



L



Aslen Merzifonlu'dur. Altmış yaşlarında öldüğüne göre (Hadîkatü'l-uüzerâ,



s. 120)



1640 yılı civarında doğduğu tahmin edi-



Paşa, şeyhülislâm, nakîbüleşraf, kazas-



yıp sadece geçimi için Mihaliç ve Karesi



ker, ocak ağaları, divan mensupları ve öte-



arpalıklarının gelirini istedi. Yeni vezîriâ-



ki devlet ileri gelenleri tarafından karşı-



zam, yıllık geliri 15.000 kese civarında



landı. II. Ahmed de Mevlevî şeyhi kılığın-



olan bu yerlerin iradıyla geçinemeyece-



da bu karşılama törenini gizlice takip etti



ğini hatırlatınca böyle sefer vaktinde ha-



( S i l â h d a r , Târih, II, 640). Daha sonra sa-



zinenin darlığı sebebiyle bunun bile çok



raya giden yeni vezîriâzam, Has Oda Köş-



olduğunu söyleyerek kanaat edeceğini



kü'nde padişahla görüşerek ondan sadâ-



belirtti (Defterdar Sarı Mehmed Paşa, s.



ret mührünü teslim aldı. Dönemin ünlü



441). Aynı kanaatkârlığı daha önce Diyar-



şairlerinden Nâbî, Ali Paşa için yazdığı ka-



bekir beylerbeyiliği sırasında da göster-



sidesinde bu olay için, "Bir beşîr erdi be-



mişti. Malları müsâdere edilmeyen Hacı



şâretle dedi târihin / Ali Paşa'ya mübâ-



Ali Paşa'nın sadece atlarına el konuldu.



rek ede sadrı Mevlâ" beytiyle tarih düşür-



Emekliye ayrıldıktan sonra bir süre Kü-



müştür ( A n o n i m Osmanlı Tarihi, vr. 48 a ).



çükçekmece'deki çiftliğinde oturdu; da-



Hacı Ali Paşa 30 Haziran 1692 tarihinde Avusturya seferine çıktı. Bu sefer için gerekli masraflar, önemli ölçüde selefi Arabacı Ali Paşa'nın müsâdere edilen metrükâtından karşılanmıştı. Belgrad'da yapılan istişârî toplantıda uzun zamandan beri süren savaşlardan dolayı askerin yorgunluğu göz önüne alınarak karşı taraftan bir saldırı olmadan savaşa girilmemesine, ancak muhtemel bir kuşatmaya karşı Belgrad Kalesi'nin tahkimine ve müdafaa harbi yapılmasına, ayrıca yine muhtemel bir sefer için Tuna ve Sava nehirlerinin üzerine birer köprü kurulmasına karar verildi. Belgrad Kalesi'nin tahkiminden sonra Ali Paşa Edirne'ye döndü. Rahatsız olduğundan bu sefere araba ile gidip gelmişti. 0 yıl içinde her ne kadar savaş yapılmamışsa da Belgrad Kalesi'nin tahkimi ertesi yıl gerçekleşen Avusturya kuşatmasında işe yaramıştır.



lebilir. Hemşehrisi Kara Mustafa Paşa'ya



Bir müddet sonra, kendisinin t a m iti-



intisap etti ve onun yanında yetişti. Önce



madına mazhar olan Defterdar Cânib Ah-



silâhdarı, ardından kapıcılar kethüdâsı ol-



med Efendi'nin, aşırı vergi talebi yüzün-



du. Mustafa Paşa ile birlikte Viyana kuşat-



den halka zulmettiği gerekçesi öne sü-



masına katıldı ( 1 6 8 3 ) . Seferden döndük-



rülerek padişah emriyle görevden alınma-



ten sonra hacca gitti. 1685'te çavuşbaşı-



sına karşı çıkması azline yol açtı (20 R e -



lığa, bir yıl sonra vezirlikle Sakız ve 1688



ceb 1104/27 Mart 1693). Onun padişahla



yılı sonlarında Hanya muhafızlığına tayin



olan tartışmasını nakleden kaynaklara



edildi. 1690'da Erzurum beylerbeyiliğine



göre Ali Paşa, defterdar zulüm yapmışsa



getirildi. Bu görevi esnasında Anadolu'-



bundan kendisinin sorumlu bulunduğu-



dan cepheye asker şevkiyle görevlendi-



nu, gerçekten zulüm ve hıyaneti doğruy-



rildi ve aynı yıl içinde İstanbul kayma-



sa azl ile yetinilmeyip hemen katledilme-



kamlığına tayin edildi. Ertesi yıl Diyarbe-



si gerektiğini, ancak bunun doğru olma-



kir beylerbeyi olan Hacı Ali Paşa, doğru-



dığını, böyle garaz sahiplerinin sözleriyle



luk ve dürüstlüğü göz önüne alınarak 9



Hanya, ardından Kandiye muhafızlığına tayin edildi ve 12 Cemâziyelevvel 1112 (25 Ekim 1700) tarihinde burada vefat etti. Kantemiroğlu tarafından "Serpuşçu" (Osmanlı İmparatorluğu'nun



yeceğini söylemiş ve sadâret mührünü



Paşa'nın yerine vezîriâzamlığa getirildi.



II. Ahmed'e teslim etmiştir. Olaya şahit



Bu münasebetle söylediği, "Mukadder bu



olan Silâhdar Mehmed Ağa ise mührün



imiş, yoksa benim işim değil; yâ rab hayr



padişah tarafından istendiğini, Hacı Ali



eyle, halâs eyle!", sözlerinden (Anonim Os-



Paşa'nın ağlayarak af dilediğini belirtir (Târih, II, 6 9 5 - 6 9 6 ) . Yerine getirilen Bo-



Yükseliş ue



Çöküş Tarihi, III, 223, 228), fakat daha yaygın olarak "Çalık" lakabıyla da anılan Ali Paşa bir yıl sadrazamlık görevinde bulunmuş, devrin kaynaklarına göre doğruluk, mertlik ve dürüstlüğüyle temayüz etmiştir. Sadâreti sırasında öteden beri vezîriâzamlara verilmesi âdet olan câize ve hediyeleri almayıp hazineye aktarmasıyla da örnek davranış sergileyen Hacı Ali Paşa'nın oğlu Hüseyin Beyefendi ilmiye sınıfından yetişmiş, Süleymaniye medreseleri müderrisliğine ve Şam kadılığına kadar yükselmiştir ( Ş e y h î , II, 357). BİBLİYOGRAFYA : Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekâyiât



(haz. Abdülkadir Özcan), A n k a r a



1 9 9 5 , s.



347, 365, 389-390, 395, 421-422, 424, 430432, 440-442; Anonim Osmanlı Tarihi, Berlin Staatsbibliothek, nr. Hs. 216, vr. 22", 42b, 47» b, 48», 50», 53a-56»; D. Kantemir, Osmanlı İmparatorluğumun Yükseliş ue Çöküş Tarihi (trc. Özdemir Çobanoğlu), Ankara



1 9 8 0 , III, 2 2 3 - 2 2 8 ,



445; Hadîkatü'l-uüzerâ, s. 119-120; Silâhdar, Târih, II, 633, 639-640, 647, 694 vd.; a.mlf., Nıısretnâme, II, 42; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ, II, 99, 102, 117, 118, 218, 320, 357; Râşid, Târih, II, 104, 150, 188-189, 195-197; Sicill-i Osmânî, III, 523-524; IV, 808; Danişmend, Kronoloji, III, 473, 474, 476, 518-519; Uzunçarşılı, Osman/ı Tarihi, III/l, s. 548, 549-550, 552, 588; III/2, s. 436-440. m



hareket edilirse devlete hizmet edeme-



Receb 1 1 0 3 t e (27 Mart 1692) Arabacı Ali



manlı Tarihi, vr. 22 a ) bu makama fazla



ha sonra Bursa'ya yerleşti. 1698 yılında



İSKİ



ABDÜLKADİR



ÖZCAN



T



1



HACI ARİF BEY



(1831-1885) L



Türk mûsikisi bestekârı, hânende.



_l



istekli olmadığı anlaşılmaktadır. Mayıs ayı



zoklu Mustafa Paşa'nın ricası



üzerine



başlarında Edirne'ye gelen Ali Paşa, şeh-



1831 yılı sonlarında İstanbul Eyüp'te



tekrar huzura kabul edilen Ali Paşa'ya



re girerken vüzerâdan Defterdar Ali Pa-



doğdu. Asıl adı Mehmed Ârif olup Eyüp



nereyi isterse oraya tayin edileceği bil-



şa, Elmas Mehmed Paşa, Kaymakam Ali



Şer'î Mahkemesi başkâtiplerinden Ebûbe-



dirildiyse de mansıb talebinde bulunma-



kir Efendi'nin oğludur. Daha sıbyan mek-



440



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI ÂRİF BEY tebinde iken sesinin güzelliğiyle dikkati çekti ve mektebin ilâhicibaşısı oldu. Mûsikiye olan kabiliyetinin, komşusu bestekâr Şâhinbeyzâde Mehmed Bey tarafından anlaşılması üzerine ondan ilk mûsiki derslerini almaya başladı. Bu arada yine komşusu olan Hâfız Mehmed Zekâî Efendi'den bazı eserler meşketti. Mûsikide ilerleme kaydedince hocası Mehmed Bey onu Hammâmîzâde İsmâil Dede ile tanıştırdı. Ârif i çok beğenen İsmâil Dede kendisine bir müddet ders verdi. Mehmed Bey tarafından Muzıka-i Hümâyun'un Türk mûsikisi kısmına kaydettirilen Ârif Bey, aynı zamanda Bâb-ı Seraskerî Kalemi'nde kâtip yardımcısı olarak göreve başladı (1844). Muzıka-i Hümâyun'da Mehmed Bey'in meşklerine, ayrıca Hâşim Bey'in derslerine katıldı. Sarayda Sultan Abdülmecid'den yakınlık gördü ve yirmi yaşlarında ona mâbeyinci oldu. Bir müddet sonra Harem-i Hümâyun'daki cariyelere meşk hocası tayin edildi. Burada tanıdığı Çeşmidilber adlı câriyeye âşık olunca onunla evlendirildi ve saraydan uzaklaştırıldı. Ancak hanımının kendisini terketmesi üzerine tekrar saraya alındı ve yine câriyelere meşk hocası olarak görevlendirildi. Onun bu sıralarda kürdîli-hicazkâr makamında bestelediği, "Niçin terkeyleyip gittin a zâlim" mısraı ile başlayan şarkısı bu ayrılıktan duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. Hacı Ârif Bey'in bu görevi de âşık olduğu Zülfınigâr adlı câriye ile evlenmesi ve tekrar saraydan ayrılması ile son buldu. Yeni hanımı da bir yıl sonra veremden ölünce bu defa hissiyatını segâh makamındaki, "Olmaz ilâç sîne-i sad-pâreme" ve hicaz makamındaki, "Kamer-çehre perî-rû tende cânım" mısraları ile başlayan şarkıları ile ifade etti. Sultan Abdülaziz'in tahta çıkmasıyla (1861) tekrar Harem-i Hümâyun'daki serhânendelik ve meşk hocalığı görevine getirilen Hacı Ârif Bey, on yıl sürdürdüğü bu görevi sırasında da Pertev-



Hacı Ârif Bey



niyal Vâlide Sultan'ın nedimelerinden Nigârnîk adlı kıza âşık olunca vâlide sultan onları evlendirdi. İrâde-i seniyye ile ve 40 altın maaşla saraydan çıkarılan Ârif Bey, 1876 yılına kadar beş yıl süreyle Şûrâ-yı Devlet'te kâtiplik ve Beykoz'da maliye müdürlüğü görevlerinde bulundu. II. Abdülhamid tahta çıktığı zaman Zincirlikuyu'daki çiftliğinde münzevi bir hayat yaşamaktaydı. İran'ın İstanbul büyükelçisi Mareşal Muhsin Han 11. Abdülhamid'i bir ziyareti esnasında İran şahının Ârif Bey'i çok beğendiğini, daha önce şahın İstanbul'u ziyaretinde huzurunda Ârif Bey'in okuduğu Hâfız'a ait Farsça bir gazelin bestesini unutamadığını, şu sırada Osmanlı sarayında bir görevi bulunmadığından onu Tahran sarayına davet etmek istediğini ifade etti. Ancak II. Abdülhamid, Hacı Ârif Bey'i tekrar Muzıka-i Hümâyun'a alacağını söyleyerek buna izin vermedi. Hacı Ârif Bey'in, kolağası rütbesiyle yeniden Muzıka-i Hümâyun'a alındığı bu dördüncü devresinde öncekiler kadar ilgi gördüğü söylenemez. Bestekârla II. Abdülhamid arasında evvelki padişahlarla olduğu gibi samimiyet kurulamadığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında padişah birkaç yeni şarkısını bizzat Ârif Bey'den dinlemek istemiş, fakat bestekâr hastalığını iieri sürerek özür dilemişti. Padişahın bestekârı tekrar çağırtması üzerine de mâbeyinciye, "Sanatta irâde-i hümâyun olmaz" dedikten sonra II. Abdülhamid'in babasından ve amcasından daha fazla rağbet gördüğünü söylemişti. Bunun üzerine padişah bestekârın Muzıka-i Hümâyun'daki odasında hapsedilmesini emretti. Elli gün odasından çıkamayan Hacı Ârif Bey yeni bestelediği, "Ahteri düşkün garîb ü âşık-ı âvâreyim" mısraı ile başlayan nihâvend şarkısını hükümdarın huzurunda okuması için arkadaşı sermüezzin Rifat Bey'den ricada bulundu. Bunun üzerine cezası affedilen Ârif Bey miralay rütbesine yükseltildi. Bu olaydan sonra Muzıka-i Hümâyun'a nâdiren uğrayan Hacı Ârif Bey'in geçim sıkıntısı çektiği anlaşılmaktadır. Vefatından bir yıl kadar önce kalp hastalığına yakalandı. Kürdîli-hicazkâr makamındaki, "Gurûb etti güneş dünyâ karardı" mısraı ile başlayan şarkısını besteledikten kısa bir süre sonra 28 Haziran 188S tarihinde Muzıka-i Hümâyun'daki odasında vefat etti ve Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi Dergâhı'nın hazîresine defnedildi. Rauf Yektâ Bey ise onun Kuruçeşme'de bir arkadaşının yalısında vefat ettiğini kaydeder. Ârif Bey'in ne zaman hacca gittiği-



ne dair bir kayda rastlanmamıştır. İbnülemin Mahmud Kemal bestekârın seyyid olduğunu ileri sürer. Hacı Ârif Bey hiçbir sazı çalmasını, hatta nota yazısını dahi öğrenmediği halde bestekârlık dehası ile zamanının mûsikişinasları arasında müstesna bir yere sahip olmuştur. Hammâmîzâde İsmâil Dede'den sonra XIX. yüzyılın en büyük bestekârı ve özellikle şarkı formunda Türk mûsikisinin en önde gelen sanatkârı kabul edilmiştir. Şarkılarının çoğunun güftesi Mehmed Sâdî Bey'e ait olan Ârif Bey velûd bir sanatkârdır. Süratle beste yaptığı, hatta bir gecede sekiz şarkı bestelediği söylenir. Sultan Abdülaziz'in verdiği bir güfteye yedi ayrı makamda beste yapması da bu alandaki gücünün bir delilidir. Kuvvetli bir hâfızaya sahip olduğundan ezberinde binlerce eser bulunan Hacı Ârif Bey, aynı zamanda Türk mûsikisi tarihinin sayılı hânendeleri arasında yer alır. Sesinin güzelliği üstün mûsiki kabiliyeti ve sanat anlayışı ile birleşince ortaya müstesna bir icra üslûbu çıkmıştır. Okuyuşundaki güzel tavrı hocası Hâşim Bey'den aldığı söylenir. Hacı Ârif Bey, terkip ettiği kürdîli-hicazkâr makamı ve düzenlediği müsemmen usulüyle mûsiki nazariyatı sahasında da söz sahibi olduğunu ortaya koymuş, ayrıca Mecmûa-i Ârifî (İstanbul 1290) adlı bir de güfte mecmuası tertip etmiştir. Kendisine ait güftelerin de yer aldığı bu kitapta ellinin üzerinde makamdan 1000'den fazla eserin güftesini toplamıştır. Hacı Ârif Bey, Türk mûsikisinde "neoklasik" ve "romantik" denilen sanat akımının kurucusudur. Kendisinden önce neoklasik tarzda III. Selim, Hammâmîzâde İsmâil Dede, Şâkir Ağa gibi bestekârlar şarkı bestelemişse de Hacı Ârif Bey bu alanda çığır açmıştır. Ritim çeşitliliği, melodi renkliliği ve zenginliğiyle dikkati çeken şarkı bestekârlığındaki üstün seviyesiyle Hacı Ârif Bey bu formun gerçek anlamda ihya edicisi kabul edilmelidir. "Fasl-ı atîk" ve "fasl-ı cedîd" olarak ikiye ayrılan Muzıka-i Hümâyun'un fasıl takımındaki fasl-ı atîk kadrosunda yer alan ve saraydan ayrı kaldığı yıllarda da bu çalışmalarını devam ettiren Ârif Bey'in tesirinde kalmayan şarkı bestekârı yok gibidir. Bunlar arasında, aynı zamanda talebesi olan ve sanat anlayışının en güçlü temsilcisi kabul edilen Şevki Bey'in farklı bir yeri vardır. Ayrıca Kanünî Mehmed



441



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI ÂRİF BEY Bey, Mustafa Servet Efendi, Santûrî Ed-



sine yükseltildi. 1910 yılında tekrar Ye-



başlayan Dârülmûsikî-i Osmânî Cemiyeti'-



hem Efendi, Leon Hancıyan, Giriftzen



men'e gönderildiyse de oradaki isyan se-



nin kurucuları arasında yer almış ve Tepe-



Âsim Bey ve Lemi Atlı gibi musikişinaslar



bebiyle kısa sürede İstanbul'a dönmek



başı Tiyatrosu'nda Tanbûrî Cemil Bey,



da onun meşhur talebelerindendir.



zorunda kaldı. Nezâret muhasebesinde



Santûrî Edhem Efendi ve Ûdî Nevres gi-



Şiirle de uğraşan ve bir kısım bestele-



bir müddet başkâtiplik, ardından Galata



bi ünlü virtüozlarla konserler vermiştir.



rinin güftesini bizzat yazmış olan Ârif Bey



Postahanesi'nde veznedarlık yaptı. Bu



Bu arada birçok talebe yetiştirmiştir. Bun-



1000'i aşkın şarkı ile 100'den fazla ilâhi



sırada üçüncü defa Yemen'e gitti, ancak



lar arasında kanûnî İsmâil Zühdü, kanû-



ve diğer formlarda eser bestelemiş, an-



bu görevi de kısa sürdü ve Menâha'da ko-



nî Nâzım, kanûnî Reşad, kanûnî Tahsin,



cak bunlardan yaklaşık üçte ikisi notasız-



leradan öldü.



kanûnî Sâlim, kanûnî Fethi beylerle Fahri



lık yüzünden unutulmuştur. Bir tesbite



Türk mûsikisinin önde gelen kanun virtüozları arasında yer alan Hacı Ârif Bey, bestelediği eserlerle güçlü bir bestekâr



göre günümüze ulaşan eserleri kırk dört makamdan meydana gelmiş olup ( Ö z t u na, I. 103-108) bunlar arasında en çoknihâvend, kürdîli-hicazkâr, hicaz, suzinak, karcığar, uşşak, hicazkâr, muhayyer, hüzzam, rast, sabâ, ısfahan ve hüseynî makamlarının tercih edildiği görülmektedir. Suphi Ezgi'nin Hacı Ârif Bey külliyatı üzerinde tamamlanmamış bir çalışması vardır. BİBLİYOGRAFYA : Hacı Ârif. Mecmûa-i Arifi, İstanbul 1290; Ergun. Antoloji, II, 560-561; Ezgi, Türk Musikisi, i, 267; IV, 265-266; V, 431-434; Mahmut R. Gazimihal, Türk Askerî Muzıkaları Tarihi, İstanbul 1955, s. 100-101; İbnülemin, Hoş Sada, s. 66-72; Yılmaz Öztuna, Hacı Ârif Bey, Ankara 1986; Mehmet Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, Ankara (1986|, I, 246-253; Sadi Yaver Ataman, Mehmed Sadi Bey, Ankara 1987, tür. yer.; Rauf Yekta, "Bestekâr ve Hânende Hacı Ârif Bey Merhum", Şehbâi, sy. 39, İstanbul 1327, s. 294; a.mlf.. "Hacı Ârif Bey", a.e., sy. 53 (1328), s. 92-93; Ruşen Ferit Kam, "Hacı Arif Bey", Radyo, sy. 33, Ankara 1944, s. 8; Avni Önsan, "Ebedileşen Dehalarımız: Hacı Arif Bey", TMD, sy. 25 (1949), s. 2-3, 22-24; Burhanettin Ökte, "Büyük Bestekâr Hacı Ârif Bey", MM, sy. 190 (1963), s. 275-278; Eşref Edib, "Ârif, Bestekâr Hacı Ârif Bey", İTA, I, 503-507; Öztuna, BTMA, I, 96-109. m Iffll



r



BEKIR S İTKİ SEZGİN







H A C I ARİF BEY, Kanûnî



i



(1862-1911) Türk virtüözü ve bestekârı. L



_J



İstanbul Aksaray'da Hübyâr mahalle-



Bey (Kopuz) ve kendi oğlu Zeki Ârif Ataergin özellikle zikredilmelidir. Yılmaz Öztuna'nm tesbitine göre Hacı



olduğunu da göstermiştir. Mûsikiye, memuriyetinin ilk yıllarında aynı dairede bir-



Ârif Bey'den günümüze peşrev, saz semâisi, beste, semâi, marş, sirto ve şarkı



likte çalıştıkları kanûnî Sarı Ta\at Bey'den aldığı derslerle başladı. Birkaç yıl süren bu derslerin ardından kısa zamanda ken-



formlarında doksanın üzerinde eser ulaşmış olup bunlardan yetmiş tanesi şarkıdır. Ayrıca bazı taksimleri plaklara alınan



dini tanıttı. Hacı Kirâmî Efendi'den din dışı eserler meşketti. Yemen'de bulunduğu sırada da sazı ile meşguliyetini devam ettiren Ârif Bey kanunu mandalsız çalardı. Başlangıçta kolay olduğu için bu sazın mandalla çalındığını, ancak ilerlem e kaydedildikten sonra işin parmaklara dayandığını, bazı eserlerdeki seslerde ve özellikle şedlerde mandalın yetersiz kaldığını, bu sesleri bulmak üzere mutlaka tırnağı perdelerde kullanmak gerektiğini belirtirdi. Zira mandallı kanunun başlangıçta kolay olmasına rağmen daha sonra zorlaştığını, ilk zamanlarda güç olan mandalsız kanunun ise giderek kolaylaştığını söylerdi. Kanunu çok seri akort etmesi ve falsosuz sesler basması ile tanınan Ârif Bey bu sazı icrada yeni bir ekol meydana getirmiştir. Ayrıca bu sazda önemli bir merhale kabul edilen "fıskeli icra" şeklinin de ilk uygulayıcısı olduğu söylenmektedir.



Hacı Ârif Bey, o devirde unutulmaya yüz tutmuş makamlardan sultânîyegâhı canlandırmaya çalışmıştır. Sultânîyegâh peşrevi onun en tanınmış eserlerindendir.



Zekâi Dede, Bolâhenk Nûri Bey, Kaşı-



bir Türk mutasavvıfı tarafından kurulmuş



BİBLİYOGRAFYA : Deulet-i Aliyye-i Osmâniyye Salnâmesi (1315), s. 312; a.e. (1323 r.), İstanbul 1321, s. 552-553; a.e. (1325), İstanbul 1322, s. 602-603; İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 73-74; Mustafa Rona, Yirminci Yüzyıl Türk Musikisi, İstanbul 1970, s. 81-86; Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ue Edebi Hâtıralarım, İstanbul 1973, s. 72; Mehmet Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, Ankara, ts. (TRT Müzik Dairesi yayını),II, 56-57; Zeki Ârif (Ataergin), "Ârif, Kanunî Hacı Ârif Bey", İTA, 1, 507-509; Öztuna, BTMA, I, 94-96. m IFFL



r



NURİ ÖZCAN



H A C I B A Y R A M - ı VELİ



~l



(ö. 833/1430) Bayramiyye tarikatının kurucusu.



^



Anadolu topraklarında doğup büyüyen yarık Hüsâmeddin Efendi, Hacı Fâik Bey,



iik tarikat olan Bayramiyye'nin pîri Hacı



Yeniköylü Hasan Efendi, Lâmekânî Mus-



Bayrâm-ı Velî, XIV. yüzyılın ilk yarısında Or-



tafa Efendi gibi mûsikişinaslarla aynı mec-



han Gazi döneminde Ankara'da doğdu.



lislerde bulunup onlardan faydalanma



Taşköprizâde, Mecdî Efendi, Sarı Abdul-



imkânı bulan Hacı Ârif Bey, II. Meşruti-



lah Efendi ve İsmâil Hakkı Bursevî'nin



yet'in ilânından sonra Koska'da faaliyete



verdiği bilgileri aktaran Bursalı Mehmed



sinde doğdu. İlk öğreniminden sonra gir-



Tâhir'in risalesi (Hacı Bayrâm-ı Velî, İstan-



diği Koca Mustafa Paşa Askerî Rüşdiye-



b u l 1329) ve Mehmed Ali Ayni'nin Bursalı



si'nden mezun oldu. 1885 yılında Posta



Mehmed Tâhir'in eserindeki bilgileri aş-



ve Telgraf Nezâreti Muhasebe Müdürlü-



mayan hacimli kitabı ile (Hacı Bayrâm-ı



ğü'nde kâtip olarak g ö r e v e başladı. Bu



Velî, İ s t a n b u l 1343), Fuat Bayramoğlu'-



görevde iken 13 Kasım 1893'te kendisi-



nun bu iki kitabı temel almakla birlikte



ne sâlise rütbesi verildi. 1895'te eyalet



daha çok Hacı Bayram ailesi adına vefa-



Posta ve Telgraf Müdürlüğü başkâtibi ola-



tından sonra tesis edilen vakıflarla ilgili



rak Yemen'e tayin edildi. Hac farîzasım da



XVIII ve XIX. yüzyıl resmî belgelerini ihti-



yerine getirerek San'a'ya giden Ârif Bey



va eden ve dikkate değer bir gayret ürünü olan eseri (Hacı Bayram-ı Veli, Yaşamı-



burada altı yıl kaldıktan sonra İstanbul'a döndü. Posta ve Telgraf Nezâreti Tahrîrât-! Ecnebiyye Kalemi'nde başkâtip olarak çalıştı. 5 Mayıs 1905'te sâniye rütbe-



Kanûnî Hacı Arif Bey



Soyu-Vakfı, I-II, Ankara 1983) dışında, hakkında kaynakların tenkidine dayalı ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Hacı Bayrâm-ı



442



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACIBAYRÂM-lVELÎKÜLLİYESİ Velî'ye dair yazılan diğer kitaplar bu eserlerdeki sınırlı bilgilerin tekrarından ibarettir. Doğum tarihi, adı, ailesi ve hayatının diğer safhaları hakkında bilgi yoktur. Bursalı Mehmed Tâhir, Abdülkâdir b. Yûsuf elİsfahânî'ye ait 832 ( 1 4 2 8 - 2 9 ) tarihli vakfiyede Hacı Bayram'ın adının "Kutbü'l-eviiyâ eş-Şeyh el-Hâc Bayram b. Ahmed b. Mahmûd el-Ankaravî" olarak geçtiğini yazar (Hacı Bayrâm-ı Velî, s. 4). Mübârek Galib. Hacı Bayram'ın babasının ve dedesinin adını tesbit açısından çok önemli olan bu vakfiyenin vaktiyle yandığını söyler. Ancak daha sonra, ölümünden iki yıl önce Ankara'da kurulan bazı vakıflara şahitlik ettiğine dair Ramazan 831 (Haziran 1428) tarihli bir başka vakfiye daha tesbit edilmiştir. Ahmed Çelebi, İbn Mehmed Çelebi, Mecdüddin Ahmed b. Abdülhak, Abdülhak b. Ahmed ve Kadı Mehmed Celâleddin tarafından tesis edilen vakfın vakfiyesinin tesciline şahitlik eden on bir kişinin başında Hacı Bayram'ın adı "Kudvetü's-sâiikîn, kutbü'l-evliyâi ve'l-ârifîn, el-hâdî ilâ tarikı'l-Hakkı ve'l-yakin, vâkıf-ı esrâri'l-vâsılîn... Hacı Bayram b. Ah-



A b d u r r a h m a n el-Askerî'nin



adlı



Mir'itil'l-ışk



eserinde



Hacı B a y r â m - ı Velî h a k k ı n d a bilgi v e r e n bir sayfa (ismail E. Erünsal özel kütüphanesi)



İU'f



jlr^Jj.ö



J-J jJ-L^f 3



u• J-İJ.V.o üh-i-o-iılhiS îAf'-fjj' ->j J J J •-> ÇÜjCT t-



J



J'J jj.ı J jSıi j



Û^Cjuku J.İSJ s Ji J-Jjj, iaM-uj.oJjll'ü'.' '«J-F-» J J'^Lİ-J'J-J'-J.^I



->



j » "Jj3 J jj



''jZtfirŞ^



J J* >



o' IİI-.CPJ'J j l j j



J (,•-> - i •uİ'J j CJ U J J'O >j



j



L



JuAı^'j^J-JJI.jv'



t







j'i J J.f J'J



J j Ju'j ^^ j J gJ-jC* ^ j J j j j j V j ^ j Joj'^ıyjlj-^O , '-»-i 'JJ-J ÜJ^CI Ja 1



vJ o- j > .L/^LPJ-IÎj-J jJ^J ^ J'tJ^ : J iAr ^ JJ J



j.uJtr/j^îlÂî.'-'Ujj.iJ'J-'JJO



-> J



(^Jtf



«JÜ-JJ



U-J. t - j -J J J j.lJJ-J*—t



t-tyfJsJıfJhri



(-'çj^.Lr-JjJ .jrJ



t ^ j y ç ^ İ r J - c ^ v IİJ--J-/JÜ-J-0 U.JJJ J L* J^-n /j^e/JÖr.^JjJVAjjC JjJ J^^stjj j



. jJ V



l'ç J ^



^ J-^ •-* J • Ç J^- ç? U JJ, 1U~—C



'Jm j-J-j cVci." I J-o il'.üO-T'.y vKj-"' J V " j



*



J



'



•J-.4 • tj; JJJJ^J.ÇJ.» 4 U'.'ıi "-"JU-J-J J vo->-.j • . . ^J j v-f j•^ -• J . OıhJ.i-'i'j-j-jJİt; • /VİJ



ti,



.ı-'-'



r'j-f,. j



med b. Mahmûd..." şeklinde geçmekte-



dir (Bayramoğlu, i, 12, Ateş, s. 21). Bu ifadeden, Hacı Bayram'ın künyesi ve daha hayatta iken çok büyük mânevî nüfuza sahip olduğu da öğrenilmektedir. Mehmed Ali Ayni, "Bursalı Mehmed Tâhir'in ve Mecdî'nin verdiği mâlumata ve tahmine göre" Hacı Bayram'ın 753 (1352) yılında doğduğunu söyler (Hacı Bayrâm-ı Velî, s. 50). Bu iki eserde böyle bir bilgi bulunmadığı halde bu tarih bazı yazarlarca ( G ö l p ı n a r l ı , s. 33) Hacı Bayrâm-ı Velî'nin doğum tarihi olarak kabul edilmiştir. Fuat Bayramoğlu, soyundan gelenler arasında hazreti pîrin doksan yıldan fazla yaşadığına inanıldığını söyleyerek Hacı Bayram'ın 740 (1339-40) yılı dolayında doğmuş olabileceğini ileri sürer (Hacı Bayram-ı Veli, 1, 12). Yakın zamanda İsmail Erünsal tarafından ilim âlemine tanıtılan, Bayramî Melâmîleri'nden Abdurrahman el-Askerî'nin 957 (1550) yılında telif ettiği Mir'âtü'l-ışk adlı eserinde de Hacı Bayram'ın doksanı aşkın bir yaşta iken vefat ettiğinin bildirilmesi (vr. 80 a ) Bayramoğlu'nun tahminini teyit etmektedir. İsmâil Hakkı Bursevî, XVIII. yüzyıl başlarında telif ettiği Silsile-i Celvetiyye'de Hacı Bayram'ın babasının Koyunluca Ahmed diye tanındığını, Safıyyüddin ve Abdal Murad adlı iki oğlu daha olduğunu belirtir (s. 74). Bu bilgi sonraki çalışmalarda aynen tekrar edilmiştir. Âşıkpaşazâde'nin, "Rum'dan Şeyh Hacı Bayram vâki oldu. Bunlar duaları makbul azizler idi" (Târih, s. 201) ifadesi dışında XV. yüzyıl kaynaklarında Hacı Bayram'ın hayatı hakkında bilgi yoktur. XVI. yüzyıl müelliflerinden Lâmiî Çelebi, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin Ankara'da Çubuk suyu diye tanınan nehrin kenarındaki Solfasol (Zülfazl) köyünde doğduğunu, aklî ve şer'î ilimleri tahsil ettiğini, Ankara'da müderrislik yaptığını, daha sonra Somuncu Baba'ya intisap ederek kemalâtın en yüksek derecesine ulaştığını, çok etkili olan sohbetinin bereketi sayesinde birçok kimsenin yüce mertebelere vâsıl olduğunu ifade ederek bunlardan yedi kişinin ( Ö m e r



Dede, Akbıyık, Baba Nahhâs, İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Selâhaddîn-i Bolevî, Muslihuddin Halife) adını sayar (/Vefehât Tercümesi, s. 684). Bu isimler dışında yukarıdaki bilgileri aynen tekrarlayan Taşköprizâde Hacı Bayram'ın Ankara'da vefat ettiğini, kabrinin ziyaretgâh olduğunu, burada yapılan duaların kabul edildiğini ilâve eder (eş-Şekâ'ik, s. 55-56). Hayatı hakkında daha ayrıntılı bilgi, yine bir XVI. yüzyıl müellifi olan Mecdî'nin Şeküik



Tercümesinde bulunmakta olup (s. 77) Bursalı Mehmed Tâhir, Mehmed Ali Ayni ve Fuat Bayramoğlu'nun Somuncu Baba'ya intisabıyla ilgili verdiği bilgiler bu esere dayanmaktadır. Mecdî, Lâmiî ve Taşköprizâde'deki bilgiye ek olarak Hacı Bayram'ın Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'de müderris iken burayı terkedip Somuncu Baba'ya intisap ettiğini söyler. Mecdî'nin, "Târikat mensubu güvenilir kişilerden rivayet edilmiştir" kaydıyla naklettiğine göre Somuncu Baba, Şeyh Şücâüddin Karamânî'ye, "Ankara'da Hacı Bayram adlı bir müderris vardır, onu buraya davet et" diyerek kendisini Ankara'ya göndermiş, emri yerine getiren Şeyh Şücâüddin Hacı Bayram ile medresesinde ders verirken görüşmüş ve Şeyh Hamîd'in (Somuncu Baba) davetini bildirmiş. Hacı Bayram da, "Davete icabet lâzımdır" deyip Şeyh Şücâüddin ile birlikte Kayseri'ye gitmiştir. Şeyh Hamîd, zâhir ulemâsının ve bâtın erbabının ölülerinin mertebelerini kendisine gösterip hangisini tercih ettiğini sormuş, Hacı Bayram da bâtın erbabının hallerini tercih ettiğini söyleyerek müderrislikten ayrılıp tasavvuf yoluna intisap etmiştir (Şekâik Tercümesi, s. 77). Hacı Bayram hakkında eser yazan adı geçen üç müellif bu olayı tartışmasız doğru kabul etmişlerdir. Mecdî, "Bazı kitaplarda 833 senesinde fevt oldu deyü bulundu" diyerek ölüm tarihine ışık tutar. XVI. yüzyıl kaynaklarında Hacı Bayram hakkında verilen bilgiler bunlardan ibarettir. Bu kaynaklarda halifesi olarak tanıtılan müridlerine, Somuncu Baba'ya ve Akşemseddin'e dair bilgi verilirken Hacı Bayram'dan da bahsedilmektedir. Hacı Bayram'la ilgili yayınlarda, bu üç eserle XVII. yüzyılda yazılan Sarı Abdullah Efendi'nin Semerâtü'l-fuâd ve XVIII. yüzyılda yazılan İsmâil Hakkı Bursevî'nin Silsile-i Celvetiyye adlı kitaplarında verilen bilgiler esas alınmıştır. Abdurrahman el-Askerî'nin yeni bulunan Mir'âtü'l-ışk'ı Hacı Bayram'la ilgili çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ayrıca XV. yüzyılın sonlarında veya XVI. yüzyıl başlarında yazıldığı tahmin edilen Vilâyetnâme-i Sultan Şücâüddin ile XVI. yüzyılda telif edilen M e n â k ı b - ı Burhâneddin Eğridirî ve Menâkıb-ı Akşemseddin'de de Hacı Bayram'a dair bazı bilgilere rastlanmaktadır. Çocukluk ve gençlik dönemi hakkında bilgi bulunmayan Hacı Bayram'ın müderris olduğu yukarıda adı geçen kaynaklarda tekrar edilmektedir. Yıldırım Bayezid'in İsfendiyaroğuliarı üzerine çıktığı se-



443



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ fere askerleriyle birlikte müttefik ve rehine olarak katılan Bizans İmparatoru II. Manuel Palaiologos Ankara'da bir Türk müderrisin evinde bir ay misafir olarak kalmış, ev sahibi müderrisle aralarında yirmi altı oturum süren dinî tartışmalar cereyan etmiş, imparator bu tartışmaları diyaloglar şeklinde yazarak faydalanması için küçük kardeşi Mora despotu Theodor Palaiologos'a göndermiştir. Eski Yunanca metni Manuel II. Palaiologos Dialoge mit einem "Perser" (Wien 1966) adıyla yayımlanan bu tartışmaların 1391 yılı kış aylarında yapıldığına ve Osmanlı kaynaklarında yer almadığına dikkat çeken Fuat Bayramoğlu, adı zikredilmeyen bu müderrisin Hacı Bayrâm-ı Velî olduğunu ileri sürer. Bayramoğlu, İmparator Manuel'in 1392 Şubatında Yıldırım Bayezid'in ordugâhından kaçtıktan bir süre sonra, Yıldırım'ı beğenmeyen ve onu eleştiren müderrisin de görevinden uzaklaştırıldığını yazdığını bildirir ve Hacı Bayram'ın Mecdî'nin anlattığı şekliyle Hamîd-i Velî'ye intisabının bu olaydan sonra gerçekleştiğini söyler. Ancak Yunanca kaynakta müderrisin padişahı eleştirdiği için görevinden uzaklaştırıldığı ifade edilirken Mecdî, Hacı Bayram'ın davet üzerine Kayseri'ye giderek Hamîd-i Velî'ye intisap ettiğini yazar. Bayramoğlu iki rivayet arasındaki bu farkı göz ardı ederek İmparator Manuel'in adını vermediği müderrisin Hacı Bayram olduğunda ısrar eder (Hacı Bayram-ı Veli, I, 17-18). Hacı Bayrâm-ı Velî'nin adı, müderrisliği ve Hamîd-i Velî'ye intisabı konusunda Abdurrahman el-AskerTnin *Mir'âtü'l-ışk'mda orijinal bilgiler bulunmaktadır. Emîr Sikkînî ve Bünyâmin Ayâşî'den sonra Hacı Bayram'ın makamına geçen Pîr Ali AksarâyTnin mensubu olan müellif bir mecliste Pîr Ali'ye, Hacı Bayram evlâdının, "Müderris idi, medreseden geldi, derviş oldu" dediklerini hatırlatarak görüşünü sorduğunda Pîr Ali, "Belî, onların dahi sözü gerçektir, aşk medresesinin müderrisidür; 've allemnâ min ledünnâ' dershânesinin kûşenişînidir. Azizlerimiz bu fakîre böyle takrir ettiler deyü buyururlardı" diyerek (Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 302) Hacı Bayram'ın zahirî anlamda müderris olmadığını açıkça ifade eder. Ayrıca bu dönemi inceleyen eserlerde (Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisi I; Türkiye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler). Ankara'da Karamedrese diye bir medreseden söz edilmediği gibi, böyle bir medrese bulunmuş olsa bile Hacı Bayram'ın burada müderrislik yaptığı kanıtlanma-



dıkça Pîr Ali Aksarâyî'nin verdiği bilgiye itibar edilmelidir.



(Erünsal, Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 300, 301).



XVII. yüzyıl müelliflerinden BayramîMelâmî tarikatına mensup Sarı Abdullah Efendi Hacı Bayram'ın müderris olduğunu, ayrıca Yıldırım'a kapıcıbaşılık yaptığına dair bir rivayet bulunduğunu söyler ( S e merâtü'l-fuâd, s. 234). Mir'âtü'l-ışk, hem bu konuda hem de Hacı Bayram'ın Somuncu Baba'ya intisabı konusunda önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Abdurrahman el-Askerî, Yıldırım Bayezid'in kapıcıbaşısı olan Hacı Bayram'ın asıl adının Nûman olduğunu belirttikten sonra Anadolu'ya gelip Yıldırım'ın askerini târumar eden Timur'un Yıldırım'ı tutup hapsettiğini, Somuncu Baba'nın bu olaylar sırasında Bursa'dan göç ederek Adana'ya gidip Ceyhan nehrinin kenarındaki Sis Kalesi'nin dağ yamacında bir köyde Nebî Sûfî adlı bir alemdarın evinde ikamet ettiğini bildirir. Somuncu Baba'yı önceden tanıyan Hacı Bayram onun nereye gittiğini araştırır, "Arab evi"ne gittiğini öğrenince sarayda önemli bir protokol görevlisi olan kapıcıbaşı kıyafetini değiştirip tüccar kıyafetine bürünür, yanına aldığı beş altı hizmetkârıyla birlikte Somuncu Baba'yı bulmak için Diyârıarab'a gitmek üzere yola çıkar. Adana'ya ulaşınca bir dostundan Somuncu Baba'nın yerini öğrenir. Hizmetkârlarıyla o köye varıp Nebî Sûfî'nin evini sorar ve nihayet şeyhle mülâki olur, elini öper. Somuncu Baba Anadolu'nun durumunu sorar; o da Yıldırım'ın öldüğünü haber verir. Şeyh Hamîd ona, "Muradın nedir?" deyince Hacı Bayram kendisine hizmet etmeye geldiğini, başka muradı olmadığını söyler. Hacı Bayram, bu fetret zamanında kendisiyle birlikte bulunmasının zor olduğunu, dervişliğe hazırlanmak gerektiğini hatırlatan Somuncu Baba'ya, "Emrin neyse öyle olsun, rızâ senindir" der. Somuncu Baba ona yanındakilerin kim olduğunu sorar. Hacı Bayram bazılarının kulları, bazılarının da arkadaşları olduğunu söyleyince Adana'ya gitmesini, kullarının ve arkadaşlarının gönüllerini hoşnut ederek geri göndermesini, üzerindeki elbiseleri değiştirip dervişâne kisve ile dönmesini tavsiye eder. Akşam köye dönünce Somuncu Baba ona, "Adını da tebdil edelim" der. Birkaç gün sonra kurban bayramı olduğundan kendisine "Hacı Bayram" adını verir. Somuncu Baba bayram ertesi Hacı Bayram ile birlikte önce Şam'a, kısa bir süre sonra da Hicaz'a gider. Hac dönüşü Adana'ya uğrayıp Nebî Sûfî'yi de alarak Aksaray'a gelirler. Somuncu Baba bir yıl sonra Hacı Bayram'ı Ankara'ya gönderir



Abdurrahman el-Askerî'nin verdiği bu bilgiler ışığında Hacı Bayram'ın Somuncu Baba'ya, şimdiye kadar hiçbir delile dayanmadan ileri sürüldüğü gibi ( B a y r a m o ğ l u , I, 21), 1394 veya 1397yılında değil. Yıldırım Bayezid'in ölüm tarihi olan 13 Şâban 805'ten (8 Mart 1403) yaklaşık üç buçuk ay sonra (Haziran 1403) intisap ettiği, vefatında yaşının doksan civarında bulunduğu dikkate alınarak bu sıralarda altmış yaşlarında olduğu söylenebilir. Bu durumda Hacı Bayram'ın Somuncu Baba'nın vefatının (815/1412-13) ardından An-



kara'ya geldiği (Bursalı Mehmed Tâhir, s. 3), o zamana kadar şeyhinin yanından hiç



ayrılmadığı (Mehmed Ali Ayni, s. 67; Bayramoğlu, I, 22) şeklindeki görüşlerin doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Anadolu'da siyasî otorite boşluğunun yaşandığı ve halkın büyük sıkıntılar içinde bulunduğu Fetret döneminde Ankara'ya dönen Hacı Bayram'ın kaynaklarda bu yıllardaki faaliyetlerine ışık tutacak bilgi yoktur. Ancak mürşidi Somuncu Baba'nın yanından ayrılırken, "Sultanım, ne amel üzerine olalım, sanat bilmem ne işleyelim?" deyince, "Ekin ek, burçak ek" cevabını alması ve "Ankara'ya varıp burçak ekmesi" ( E r ü n s a l , Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, s. 302), Ankara'ya dönünce tekke ve zâviye inşa etmeyip çiftçilikle meşgul olduğunu göstermektedir. Bu yıllarda mânevî şahsiyetinin insanları giderek etkilemeye başladığı ve çevresinde bir derviş grubunun oluştuğu söylenebilir. Somuncu Baba'nın vefatı ve ertesi yıl Çelebi Mehmed'in Osmanlı tahtına geçişinin ardından bu etki daha da genişlemiş, II. Murad devrinde devleti rahatsız edecek kadar büyük boyutlara ulaşmış olmalıdır. XVII. yüzyıl müelliflerinden Sarı Abdullah Efendi Hacı Bayram'ın halkı dalâlete sevkettiği, saltanat davasına kalkışma ihtimali bulunduğu ileri sürülerek padişaha şikâyet edildiğini söyler (Semerâtü'l-fuâd, s. 235). Hacı Bayram'ın, 11. Murad'ın tahta geçişinden bir yıl önce aynı gerekçeyle idam edilen Şeyh Bedreddin Simâvî ile Konya'da buluşarak birlikte halvete giren Somuncu Baba'nın halifesi ol-



ması (Halil b. İsmâil, s. 87) bu şikâyetin gerçek sebebi kabul edilebilir. Hacı Bayram'ın II. Murad tarafından o dönemde devletin merkezi olan Edirne'ye çağrılmasıyla sonuçlanan bu olayı menkıbevî tarzda geniş olarak anlatan Sarı Abdullah Efendi (Semerâtü'l-fuâd, s. 235240) bunun hangi tarihte meydana gel-



444



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ diği konusunda bilgi vermez. Bir saray çavuşu Hacı Bayram'ı Edirne'ye getirmesi, muhalefet ederse tutuklanması tenbih edilerek Ankara'ya gönderilmiş, çavuş Ankara yakınlarına geldiğinde Hacı Bayram atına binerek çavuşu karşılamaya çıkmış, karşılaştıklarında ona nereye gittiğini sormuş, çavuş, "Hacı Bayram derler bir müddeî varmış, bazı fesâdâtı sultana arzolunduğundan onu Edirne'ye götürmeye geldim" deyince Hacı Bayram çavuşa aradığı kişinin kendisi olduğunu söylemiş, bu sırada onun mübarek yüzünde "nûr-ı Muhammedi'yi temaşa eden çavuş yaptığının büyük bir küstahlık olduğunu anlayarak kendisinden özür dilemiştir. Hacı Bayram çavuşla birlikte Edirne'ye giderken Gelibolu'da Muhammediyye müellifi Yazıcızâde Mehmed kendisine intisap etmiştir. Sarı Abdullah Efendi, Edirne'de Hacı Bayram'la görüşen II. Murad'ın, hakkında söylenenlerin iftira ve dedikodu olduğunu anlayarak kendisinden özür dilediğini ve büyük bir saygı gösterdiğini, ayrıca ondan Eskicami'de vaaz vermesini rica ettiğini, fakat Hacı Bayram'a yine de düşmanlık besleyenler olduğunu, hatta bir vezirin onu zehirlemeye kalkıştığını, vezirin kendisine sunduğu zehirli şerbeti, "Biz içelim, zararı başkasına olsun" diyerek içtiğini ve vezirin o anda düşüp öldüğünü kaydeder (a.g.e., s. 236-237). Hacı Bayram'ın Edirne'ye gidişi muhtemelen II. Murad'ın saltanatının ilk yıllannda (1421-1424) gerçekleşmiştir. Yanında Akşemseddin'in de bulunduğu. Hacı Bayram'ın II. Murad'a Akşemseddin'i kastederek İstanbul'un fethinin "köse"nin duasıyla Şehzade Mehmed'e nasip olacağını söylediği şeklindeki rivayet (Risâle-i Beşîr Çelebi, vr. 16a) doğru değildir. Çünkü Hacı Bayram vefat ettiğinde Fâtih Sultan Mehmed henüz doğmamış (d. 835/1432, Danişmend, I, 212) veya bir rivayete göre Hacı Bayram'ın vefat ettiği 833 (1430) yılında doğmuştu (İnalcık, s. 55-56). Akşemseddin'in menâkıbını yazan Enîsî de onun Hacı Bayram ile Edirne'ye gittiğinden sözetmemektedir. Fuat Bayramoğlu, hiç-



bir ciddi delil göstermeden onun Edirne'ye bir defa daha gittiğini ileri sürer. Sarı Abdullah'ın ve ondan naklen Mehmed Ali Ayni'nin, Akşemseddin'in İstanbul'un fethinde askerin mâneviyatını yükseltmek üzere Hacı Bayram tarafından gönderildiğini söylemeleri de asılsız bir iddiadır (Semerâtü'l-fuâd, s. 241; Hacı Bagrâm-ı Velî, s. 55).



kında araştırmalarda bulunan Fuat Bayramoğlu'nun bu konuda "en eski belge" dediği, düzenlenme tarihi belli olmayan, ancak Sâlih Baba'ya (ö. 1099/1687-88) kadar yürütüldüğünden XVII. yüzyılın sonları veya XVIII. yüzyılın başlarında hazırlandığı anlaşılan şecerede Hacı Bayram'ın



Ankara'ya dönüşünden sonraki dönemde Hacı Bayram'ın devletle ilişkileri konusunda bilgi yoktur. Ancak Bayramı dervişlerinin vergiden muaf tutulduğuna bakılarak tarikatın faaliyetlerini daha güven içinde sürdürdüğü söylenebilir. Bayramiyye tarikatı bu yıllarda Ankara ve çevresinde büyük bir yaygınlık kazanmıştı. Bayramîler'in vergiden muaf tutulmaları yüzünden Ankara ve çevresinde vergi toplanamaz hale gelindiğini öğrenen II. Murad'ın, Hacı Bayram'a kaç müridi olduğunu kendisine bildirmesini istemesiyle il-



cuğu olduğu görülmektedir. Ahmed Baba'nın 941 'de (1534) vefat eden oğlu Şeyh Edhem Baba vasıtasıyla devam eden şecere, daha sonra çeşitli tâli kollara ayrılarak günümüze kadar ulaştırılmıştır (Bay-



gili meşhur menkıbe (Sarı Abdullah Efendi, s. 240), Bayramiyye'nin bu yıllardaki yaygınlık derecesi hakkında fikir vermesi bakımından önemlidir. Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerini idrak eden ve kurduğu Bayramîlik tarikatıyla Anadolu'nun mânevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayrâm-ı Velî Ankara'da vefat etti; vefatından birkaç yıl önce yaptırılan ve kendi adıyla anılan caminin yanına defnedildi. "İrtihâlü'l-insân" terkibi ölümüne tarih düşürülmüştür. Kabrinin üzerine daha sonra inşa edilen türbe Ankara'nın en önemli ziyaretgâhıdır. Eski kaynaklarda Hacı Bayram'ın evliliği ve çocuklarına dair bilgi yoktur. Sadece Abdullah b. Veliyyüddin'in Menâkıb-ı Eşrefzâde'sinde(s. 35) Eşrefoğlu'nun Hacı Bayram'ın müridi ve halifesi olduğundan. Hacı Bayram'ın kızı Hayrünnisâ'yı onunla evlendirdiğinden bahsedilmektedir. Mir'âtü'l-ışk'taUi, "Sultânım, şimdi evlâdı böyle demezler" (Erünsal, Ekrem Hakkı AyuerdiHâtıra Kitabı, s. 302), ifadesinden Hacı Bayram'ın evlendiği ve çocukları olduğu anlaşılmaktadır. Hacı Bayram'ın soyu hak-



in acı B a y r a m - ı Velî adına d ü z e n l e n e n bir levha (Ankara Etnografya Müzesi, Envanter nr. 15361)



beş erkek (Ahmed Baba, Edhem Baba, Baba Sultan, İbrâhim ve Ali) ve üç kız ço-



ramoğlu, I, 85, 102-104). Tarikat silsilesi mürşidi Somuncu Baba, Ali Erdebîlî, Sadreddîn-i Erdebîiî vasıtasıyla Safeviyye tarikatının piri Safiyyüddîn-i Erdebîlî'ye ulaşan Hacı Bayrâm-ı Velî'nin ilk kaynaklarda halife tayin ettiğine dair bilgi bulunmadığı halde Akşemseddin'in menâkıbını yazan Enîsî onun Akşemseddin'e kısa zamanda hilâfet verdiğini söyler (Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 131). Sarı Abdullah Efendi ise Hacı Bayram'ın hayatta iken hiç kimseye hilâfet vermediğini, vefatından sonra "altı ne-



ferin (İnce Bedreddin, Kızılca Bedreddin, Uzun Selâhaddin, Akbıyık, Akşemseddin, Ömer Dede Bursevî) ortaya çıktığını yazar (Semerâtü'l-fuâd, s. 143-144). Sarı Abdullah Efendi'nin "halife" yerine "nefer" ifadesini kullanması önemlidir. Çünkü müellifin de mensup olduğu BayramîMelâmî geleneğinde hilâfet verme âdeti yoktur. Bütün tasavvufî neşveleri temsil eden deyimiyle bir "insân-ı kâmil" olan Hacı Bayrâm-ı Velî vefat ederken kime tâbi olacaklarını soran müridlerine, kendisinden duydukları maarif ve vahdet sırları bütün kemâlâtıyla kimde tecelli ederse onun sohbetinde bulunmalarını tavsi-



ye etmiştir (Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi'den naklen Sun'ullah Gaybî, Sohbetnâme, vr 39 a ). Onlara göre insân-ı kâmilin hakikati sadece bir kişide tecelli eder; gerçek halife de odur (Sun'ullah Gaybî, Bîatnâme, vr. 4 a ). Hacı Bayram ile Eşrefoğlu Rûmî arasındaki münasebet, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. XVI. yüzyıl kaynaklarında bu hususta bilgi bulunmamaktadır. Sarı Abdullah Efendi Eşrefoğlu Rûmî'den bahsederken Hacı Bayram'ın, meşrebini zühd ve riyâzete mütemayil gördüğü Eşrefoğlu'nu Kâdiriyye'den Hüseyn-i Hamevfye gönderdiğini ifade eder (Semerâtü'l-fuâd, s. 145). Sarı Abdullah Efendi ilk olarak yukarıda aktarılan bilgiyi verir. Eşrefoğlu'nun Hacı Bay-



445



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ ram'a intisap ettiği, on bir yıl onun imamlığını yaptığı. Hacı Bayram'ın, kızı Hayrünnisâ'yı Eşrefoğlu ile evlendirerek onu İznik'e halife olarak gönderdiği şeklindeki bilgiler sadece, 1228'den (1813) sonra telif edildiği anlaşılan Abdullah b. Veliyyüddin'in Menâkıb-ı Eşrefzâde'sme dayanmaktadır. Menâkıbnâmedeki bu bilgiler hiçbir tarihî tenkide tâbi tutulmadan Hacı Bayram ve Eşrefoğlu ile ilgili bütün yayınlarda tekrar edilmiştir. Eşrefoğlu'nun Müzekki'n-nüfûs, Tarîkatnâme ve divanında, Hacı Bayram'la ilgili en küçük bir işaretin dahi bulunmaması, aralarında şeyh-derviş ve kayınpeder-damat ilişkisinin mevcut olmadığı ihtimalini daha da güçlendirmektedir. Sâdık Vicdânî, adlarını vermeden Hacı Bayram'ın on dört halife bıraktığını söylerken Fuat Bayramoğlu, kaynaklarda Hacı Bayram mensubu olarak gördüğü herkesi bu sayıya ilâve ederek halifelerinin sayısını yirmi sekize çıkarmıştır (Hacı Bayram-ı Veli, i, 48-57). Ancak bunlar-



dan bir kısmının (İbnü'l-Mısrî, Elvân-ı Şîrâzî, Abdülkâdir-i Isfahânî, Bardaklı Baba, Baba Yûsuf Seferhisârî, Abdürrahim Karahisârî, Şeyh Şâmî gibi) Hacı Bayram'a mensubiyetleri bile şüphelidir. Son zamanlarda yapılan bir araştırmadan. Hacı Bayram'ın halifesi olduğuna dair yaygın bir kanaat bulunan Şeyhî'nin Emîr Sultan'a mensup olduğu anlaşılmıştır ( B i l g i n , s. 123-139). Kemal Ümmî ise Hacı Bayram'ın pîrdaşıdır. 11. Bayezid devri kazaskerlerinden İmam Ali Efendi'nin, Hacı Bayram'ın müridi olan babasından naklen Lâmiî'ye anlattıkları Hacı Bayram'ın kişiliğini tesbit açısından önemlidir. İmam Ali Efendi'nin babası, Akşemseddin'e, intisap etmesi için Hacı Bayram'ı tavsiye etmiş, fakat Akşemseddin, Hacı Bayram'ın nefislerini terbiye etmek için dervişleriyle birlikte halktan yardım toplamaya çıkmasını doğru bulmadığı için Zeynüddin el-Hâfî'ye intisap etmeyi tercih ederek Halep'e doğru yola çıkmıştı. Ancak rüyasında boynunda bir zincir bulunduğunu, zincirin ucunun da Hacı Bayram'ın elinde olduğunu gören Akşemseddin geri döner ve İmam Ali Efendi'nin babasına giderek rüyasını anlatır. Akşemseddin ile birlikte Hacı Bayram'ın bulunduğu yere gittiklerinde Hacı Bayram'ın köylüler ve birçok dervişle birlikte burçak imecesi yapmakta olduğunu görürler. Yemek vakti teknelerle yoğurt ve buğday aşı getirilir. Hazret herkese bunu bizzat dağıtır, köpeklere de bir miktar verir (Mefehât Tercümesi, s. 685). Bu olay son-



raki kaynaklarda (meselâ bk. Mecdî, s. 240; E n î s î , s. 130) daha farklı şekillerde anlatılır. Mecdî, Akşemseddin'in Hacı Bayram'ı müridleriyle birlikte orak biçerken bulduğunu, çarşı ve pazarda tabi, nakkâre, tuğ ve alemle dolaşarak fakirlere, muhtaçlara ve borçlulara yardım topladığını, onun maksadını anlamayan Akşemseddin'in dilencilik yaptığını sanarak intisap etmekten vazgeçtiğini söyler. Bu rivayetlerden, mürşidi Somuncu Baba'nın "burçak ek" tavsiyesine uyan Hacı Bayram'ın çiftçilik yapıp elinin emeğiyle geçindiği, halkla birlikte yaşadığı anlaşılmaktadır. Tabi, nakkâre, tuğ, alemin fütüvvet alâmetleri ve Ankara'nın o dönemde bir ahî merkezi olduğu, fütüvvetin melâmetle yakın ilişkisi bulunduğu hatırlanacak olursa Hacı Bayram'ın kişiliğini tesbit etmek daha da kolaylaşır. Hacı Bayram, melâmet neşvesini Anadolu'ya getiren mürşidi Somuncu Baba gibi tekke kurmamış, vakıf tesis etmemiş ve vakıf gelirleriyle geçinmemiştir. Tarikatlarda çok yaygın olan bu iki müesseseye rağbet etmemesi onun melâmet neşvesine sahip oluşuyla ilgilidir. Seyyid Nesîmî'nin Hacı Bayram'ı ziyarete gelmesi şahsiyetini tesbit açısından önemli bir olaydır. Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, bir dervişin, "Sultânım, Nesîmî diye biri geldi, bazı kemâlâtı var, meselâ 'ene'l-hak' demek ister" deyince Hacı Bayram'ın, "Yâ beyim, bu oturan kelle-i himâr mı?" diye cevap verdiğini söyler (bk. G a y b î , Sohbetnâme,vr. 18a). Hacı Bayram'ın bu cevabından, onun "ene'lhak" konusunda Nesîmî'den çok daha ileri noktalarda olduğu anlaşılmaktadır. İbrâhim Efendi'nin yukarıdaki ifadesinden Hacı Bayram'ın Nesîmî ile görüşüp görüşmediği pek anlaşılmıyorsa da Abdülbaki Gölpınarlı Nesîmî'nin Hacı Bayram tarafından kabul edilmediğini yazmış (/Yesimi, Usuli, Ruhi, s. 27), bu bilgi başka yazarlarca da tekrar edilmiştir (Nesîmî Dî-



vânı, hazırlayanın önsözü, s. 31). Vilâyetnâme'de Hacı Bayrâm-ı Velî'nin Sultan Şücâüddin'i ziyaret etmek istediği, müridlerinden bazılarının Şücâüddin gibi kaşı kirpiği yoluk bir kimseyi ziyaret etmesinin doğru olmayacağını söylemelerine rağmen onları dinlemeyip yanında müridleri olduğu halde Ankara'dan kalkıp Eskişehir tarikiyle şeyhin zâviyesine giderek Şücâüddin'in elini öptüğü, şeyhin Hacı Bayram'ı çok iyi ağırladığı, Hacı Bayram'ın üç gün, üç gece Şeyh Şücâüddin ile sohbet ettikten sonra Ankara'ya döndüğü rivayet edilmektedir.



MecdTnin, Şeyh Hamîd'in sohbetinde bulunduğunu, II. Murad'ın hayatını kurtardığı için Edirne'de adına bir mescid ve zâviye inşa edildiğini söylediği (Şekâik Tercümesi, s. 94) Şücâüddin Karamânîile Hacı Bayram'ı Ankara'ya davet etmek için gönderdiği Şeyh Şücâüddin'in aynı kişi olması mümkündür. Müridlerinin bile hoş görmediği "kaşı kirpiği yoluk" ( k a l e n d e rî) Şeyh Şücâüddin'in Somuncu Baba'nın Hacı Bayram'a gönderdiği kişi olması Hacı Bayram'ın meşrebini göstermesi bakımından önemlidir. Vilâyetnâme'de ayrıca Şeyh Şücâüddin'in Kemal Ümmî ve Seyyid Nesîmî ile münasebetlerinden söz edilmektedir. Hacı Bayram'ın Şeyh Şücâüddin ve Kemal Ümmî ile aynı mürşide mensup bulunması yakın çevresini belirleme açısından ehemmiyetli bir husustur. Şerîfîzâde Mehmed'in 1005 (1596) yılında kaleme aldığı Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridirî'de. Şeyhülislâm Berdeî adlı bir sûfînin Hoy'dan Anadolu'ya gelirken önce Ankara'ya uğrayıp Hacı Bayram'ı ziyaret ettiği. Hacı Bayram'ın onun geleceğini önceden haber verdiği anlatılmaktadır ki bu olay, onun Safeviyye tarikatının merkeziyle yakın ilişkisini sürdürdüğünü ve o bölgelerde de tanındığını ortaya koymaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî ile ilgili ilk kaynaklarda sohbetinin çok etkili olduğu söylenmekteyse de bu sohbetlerin muhtevası hakkında bilgi verilmemektedir. Vahdet neşvesinin en yetkin örneklerinden olan Fahreddîn-i İrâki'nin Lemcfât adlı eserini Türkçe'ye tercüme eden müridlerinden İnce Bedreddin eserin başında. Hacı Bayram'ın sohbetlerinde Lemacâfm rumuz ve esrarını anlattığını, dervişlerin birçoğunun Farsça ve Arapça bilmediklerinden dolayı üzülüp durumu kendisine bildirdiklerini ve eseri Türkçe'ye çevirmesi için kendisini zorladıklarını, bu durumu öğrenen Hacı Bayram'ın ona "kudret vere, kudret vere" diye hitap ettiğini, böylece tercümeyi onun himmeti berekâtıyla yaptığını anlatır (Tercüme-i Lemeât, vr. 2a~b). Hacı Bayram'ın sohbetleriyle ilgili bu ilk elden ve tek kaynağın verdiği bilgilerden onun Arapça ve Farsça bildiği, sohbetlerinin yüksek bir ilim ve irfan meclisi olduğu anlaşılmaktadır. Süleyman Kefevî, XVI. yüzyılın sonlarında kaleme aldığı Ketâ'ibü dlâmi'l-ahyâr adlı eserinde Hacı Bayram'ın vefatının ardından önde gelen iki müridi Akşemseddin ile Emîr Sikkînî arasında meşrep farklılığından dolayı bir soğukluk ortaya çıktığını, Akşemseddin'in Emîr Sik-



446



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ kînî'ye, meclislerine katılmadığı takdirde Hacı Bayram'ın taç ve hırkasını kendisinden alacağını söylemesi üzerine Emîr Sikkînînin bir ateş yakarak içine oturduğunu, taç ve hırkanın yanıp kendisine bir şey olmadığını anlatır (vr. 524 b -526 b ). Bu rivayet daha sonra Sarı Abdullah Efendi (Semerâtü'l-fuâd', s. 241 vd.) ve La'lîzâde Abdülbâki (Sergüzeşt, s. 18-19) tarafından da kaynak gösterilmeden bazı değişikliklerle anlatılmıştır. Müstakimzâde ise olayı Süleyman Kefevî'nin eserinden iktibas ederek yeniden ele almış (Risâle-i Melâmiyye-i Şüttâriyye, vr. 4 a vd.), Sâdık Vicdanî de bu kaynaklarda verilen bilgileri kendince yorumlamıştır (Tomar-Melâmllik, s. 35). Ketâîb'den daha önce kaleme alınan Mir'âtü'l-ışk'ta bu konuda farklı bilgiler bulunmaktadır. Eserde olayın. Hacı Bayram'ın vefat ettiği gece bazı dervişlerin Emîr Sikkînî'nin gönlünü kırmaları üzerine meydana geldiği, taç ve hırkanın kül olduğu, ancak kendisine ve Hacı Bayram'ın ona verdiği "ak çuka"ya bir şey olmadığı, bu olaydan sonra Emîr Sikkînî'nin taç ve hırka giymediği anlatılmakta ve en önemli nokta olarak da hadisenin bir tarafı olduğu rivayet edilen Akşemseddin'den söz edilmemektedir (vr. 80 b -81 a ). Hacı Bayram'ın vefatından sonra dervişlerinin bir kısmı ilâhî aşk, cezbe ve melâmeti temsil eden Emîr Sikkînfye; zühd, takvâ ve riyâzete temayülü olanlar da Akşemseddin'e tâbi olmuştur. Taç, hırka, tekke, evrad, ezkâr ve vakıf müessesesini kabul etmeyip tam bir melâmet kisvesine bürünen, sohbeti esas alan, vahdet-i vücûd neşvesini ve Ehl-i beyt muhabbetini ön plana çıkararak Emîr Sikkînî yolunu takip eden süfîlere Bayramî Melâmîleri adı verilmiştir. Bayramî Melâmîleri. Hacı Bayram'ın silsilesinin devletin önemli bir problemi haline gelmiş olan SafeVîler'e ulaşması, esnaf teşkilâtıyla yakın ilişkileri sebebiyle geniş halk kitlelerini etkilemeleri tehlikesi, resmî-Sünnî düşünceyle bağdaşmayan mehdî ve kutub inancı, vahdet-i vücûd ve Ehl-i beyt konusundaki görüşleri yüzünden XVI ve XVII. yüzyıllarda devletin sıkı takibatına uğramışlardır. Akşemseddin yolundan giden Şemsiyye tarikatı ise silsilelerinden Safeviyye'yi çıkararak (Enîsî, s. 140) devletle ittifak edip klasik Sünnî bir tarikat haline gelmiştir. Ankara'daki pîr makamını temsil eden şeyhler Şemsiyye hilâfetine sahip oldukları için devlet tarafından desteklenmiş, Hacı Bayram adına tesis edilen zengin vakıflar tasarruflarına verilmiştir.



İsmâil Hakkı Bursevî, Celvetiyye'yi Muk'ad Hızır Dede vasıtasıyla doğrudan Hacı Bayram'a bağlar (Silsile-i Celvetiyye, s. 76). Celvetî şeyhlerinden Yâkub Avfî de bu görüşü tekrar eder (Hediyyetü's-sâliktn, S. 4). Sade bir dille ve hece vezniyle yazılmış, vahdet neşvesini terennüm eden dört şiiri dışında Hacı Bayram'ın günümüze intikal eden eseri yoktur (şiirlerin karşılaş-



tırmalı metinleri için bk. Mazıoğlu, s. 103108). Ömer b. Mezîd tarafından 840'ta (1437) derlenen Mecmûatü'rı-nezâir'deki Bayram mahlaslı dört nazîre gazeli Fuat Bayramoğlu bir hüküm belirtmeden kitabına almıştır (Hacı Bayram-ı Ve11, II, 234-237). Hasibe Mazıoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin bunları zâhir ilimleriyle uğraştığı sırada yazmış olabileceği görüşündedir (/. Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri, s. 109-113). Bu şiirlerin ve yine Fuat Bayramoğlu'nun çok muahhar bir dönemde tertiplenmiş bir cönkte bulup yayımladığı tasavvufî muhtevalı beş gazelin ona ait olması pek mümkün görünmemektedir (a.g.e., s. 39-49). Hacı Bayram'a ait olduğu kaydıyla bazı yazma mecmualarda rastlanan ( m e s e l â



bk. Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 619, vr. 205a-206b; Hacı Mahmud Efendi, nr.



267, vr. 169 b -172 a ), dil ve üslûbundan XVII. yüzyılda veya sonrasında yazıldığı anla-



şılan iki mektup (çevriyazı metinleri için bk. Bayramoğlu, 11, 238-241) kesinlikle ona ait değildir. Enîsî'nin Akşemseddin'in eserleri arasında zikrettiği (Menâkıb-ı Akşemseddin, s. 131), adı Hacı Bayram'ın bazı sözlerinin şerhi olduğu intibaını veren Şerh-i Akvûl-i Hacı Bayrâm-ı Velî adlı eser, Akşemseddin'in Hall-i Müşkilât adlı eserinin bazı bölümlerinden ibarettir. BİBLİYOGRAFYA : Nesîmî Dîvânı (haz. Hüseyin Ayan), Ankara 1990, hazırlayanın önsözü, s. 16, 31; Ömer b. Mezîd, Mecmüatü'n-nezâir (nşr. Mustafa Canpoiat), Ankara 1982, s. 29, 275, 327, 362; Âşıkpaşazâde. Târih, s. 201; İnce Bedreddin. Tercüme-i Lemeât, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., ülucami, nr. 1715/1, vr. 2» b ; Lâmiî. Nefehât Tercümesi, s. 684-685; Abdurrahman el-Askerî, Mir'âtü'i-ışk, İsmail Erünsal özel kütüphanesi, vr. 80"-82b; Taşköprizâde. eş-Şekâ'ik, s. 55-56; Süleyman Kefevî, Ketâ'ibü a'lâmi'lahyâr, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 263, vr" 5240-526"; Latîfî, Tezkire, s. 215-217, 286; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 77, 94, 129, 240, 241; Mehmedzâde Şerîf, Menâkıb-ı Burhâneddin Eğridiri, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 4552, vr. 5' vd.; Derviş Ahmed, Menâkıb-ı Kemâl ümmî, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 1323, vr. 2"; Menâkıb-ı Hacı Bayram Sultan bâ Sultan Murad Gazi, Süleymaniye Ktp.,



Mihrişah Sultan, nr. 443, vr. 19 b -20'; Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, Divan, İÜ Ktp., TY, nr. 333, vr. 67, 98; a.mlf.. Müfîd ü Muhtasar, İÜ Ktp., TY, nr. 698, vr. 16'; Sarı Abdullah Efendi. Semerâtü'l-fuâd, İstanbul 1288, s. 143-144, 234-240, 241 vd.; a.mlf., Cevheretü'l-bidâye ve dürretü'n-nihâye, İÜ Ktp., nr. 175, vr. 161b164b; Halil b. İsmâil. Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Menâkıbı (nşr. Abdülbâki Gölpınarlı - ismet Sungurbey), İstanbul 1968, s. 87; İbn îsâ Saruhânî, Füsül-i Aşere, Nihat Azamat özel kütüphanesi, vr. 3b-4"; Evliya Çelebi. Seyahatname, II, 437; III, 31; Abdullah b. Veliyyüddin, Menâkıb-ı Eşrefzâde (nşr. Abdullah Uçman - Önder Akıncı), İstanbul 1976, s. 35; Sun'ullah Gaybî, Sohbetrıâme, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud, nr. 3137, vr. 18', 39"; a.mlf., Bıatnâme, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 3435, vr. 3'; Risâle-i Beşir Çelebi, TSMK, Hazine, nr. 1783, vr. 16" b; Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddin (haz. Ali İhsan Yurd-Mustafa Kaçalİn, Akşemseddin, Hayatı ve Eserleri içinde), İstanbul 1995, s. 129-149; İsmâil Hakkı Bursevî, Silsile-i Celuetiyye, İstanbul 1291, s. 73-75; La'lîzâde Abdülbâki, Sergüzeşt, İstanbul, ts., s. 14-18; Müstakimzâde, Risâle-i Melâmiyye-i Şüttâriyye, İÜ Ktp., İbnülemin, nr. 3755, vr. 1°10b; a.mlf., Risâle-i Tâciyye, İÜ Ktp., TY, nr. 6700, vr. 26b; a.mlf., Mecelletü'n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, vr. 177b; Ahmed Hasîb Efendi, Silkü'l-leâl-i Âl-i Osman, İÜ Ktp., TY, nr. 104, vr. 308"; Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 173b-175"; Yâkub Avfî, Hediyyetü'ssalikîn, İstanbul 1329, s. 4; Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1329; Tomar-Melâmîlik, s. 35; Mübârek Galib, Ankara, İstanbul 1341, s. 5; Mehmed Ali Ayni, Hacı Bayrâm-ı Veli, İstanbul 1343; Hüseyin Vassâf, Sefine, II, 251-253; Abdülbâki |Gölpınarlı|, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 33-39; a.mlf., Nesimi, Usuli, Ruhi, İstanbul 1953, s. 27; a.mlf., "Hacı Bayram-ı Velî", TDl. (Halk Edebiyatı Özel Sayısı), XIX/207 (1968), s. 384387; Danişmend, Kronoloji, I, 212; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 538; Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 55-56; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisi I; Türkiye'de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1983, i; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli, Yaşamı-Soyu-Vakfı, I-II, Ankara 1983; a.mlf., "Hacı Bayram-ı Veli Hakkında Yeni Bilgiler Bulunan İki El Yazması Eser", I. Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri: 8-9 Mart 1990, Ankara 1991, s. 37-54; İbrahim Ateş, "Hacı Bayram-ı Velî Vakfı ile İlgili Üç Yeni Belge", a.e., s. 21; Hasibe Mazıoğlu, "Hacı Bayram'ın Şiirleri ve Mektupları", a.e., s. 102113; İsmail Erünsal, "Yeni Bir Kaynağın Işığında Somuncu Baba", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 298-314; a.mlf., "Abdurrahman el-Askeri's Mir'atü'l-'ışk: A N e w Source for the M e l â m î M o v e m e n t in the Ottoman Empire during the 15th and 16th Centuries", WZKM, sy. 84 (1993), s. 95-115; Orhan Köprülü, "Velâyet-nâme-i Sultan Şücâeddin", TM, XVII (1972), s. 177-184; W. C. Hickman, " W h o was Kemal Ummi", Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, IV-V, İstanbul 1976, s. 57-79; Orhan Bilgin, "Şeyhî Hakkında Yeni Bilgiler", Türklük Araştırmaları Dergisi, sy. 7, İstanbul 1993, s. 123-139. j—,



ISKI



NIHAT AZAMAT



447



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ r



H



H A C I B A Y R Â M - ı V E L İ KÜLLİYESİ Hacı Bayrâm-ı Velî



(ö. 833/1430)



^tarafından Ankara'da kurulan külliye. ^



bağlantılı olmalıdır. Altında halvethâne-



yüzyıl başlarında şekillenmiştir. Bu arada



lerin bulunduğu bir mescid-tevhidhâne



Ankara'da Mimar Sinan'ın günümüze



ile bunun çevresinde zâviye ölçeğinde



ulaşmış tek eseri olan ve döneminin kla-



mütevazi bir tekkeyi oluşturan birtakım



sik üslûbunu yansıtan 973 (1565-66) ta-



birimlerin Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından



rihli Cenâbî Ahmed Paşa Camii ile Hacı



XV. yüzyılın ilk çeyreği içinde yaptırılmış



Bayrâm-ı Velî Camii arasında hiçbir ben-



Ankara'nın en muteber ziyaretgâhı olan



olduğu kabul edilebilir. Daha sonra aynı



zerlik bulmak mümkün değildir. Mimar Sinan'ın eserlerinin dökümünü veren tez-



Hacı Bayrâm-ı Velî'nin türbesini de bün-



yüzyılın ikinci çeyreğinin başlarında inşa



yesinde barındıran bu tarikat külliyesi,



edilen bugünkü cami ile birlikte, bu dö-



kirelerde Hacı Bayrâm-ı Velî Camii'nin adı



zaman içinde çeşitli onarımlar geçirip ek



nemde Hacı Bayrâm-ı Velî'nin çevresinde



geçmediği gibi bu iddiayı destekleyen



binalarla donatılan yapı topluluğu tarika-



oluşan kalabalık mürid topluluğunu he-



hiçbir belge de bulunmamaktadır. Diğer



tın âsitânesi ve pîr makamı olarak varlı-



saba katarak geniş kapsamlı bir tarikat



taraftan Ankara'nın Türk dönemine ait



ğını sürdürmüştür. Âsitânenin meşihatı



merkezinin mimari programında yer al-



bütün kitabelerini derlemiş olan Mübâ-



Hacı Bayrâm-ı Velî'nin neslinden gelen



ması gereken derviş hücreleri, selâmlık,



rek Galib'in kısmen okunabilen metnini



postnişinlerin tasarrufunda bulunmuştur.



mutfak-kiier-taamhâne birimleri, misafir-



verdiği Arapça bir kitâbede, yalnızca mi-



Külliyenin vakıfları ve iradı padişahlar, hâ-



hane, harem, hamam gibi diğer yapıla-



narenin Muhammed b. Ebû Bekir el-He-



nedan mensupları ve devlet ricâli tara-



rın da tasarlanmış olduğu söylenebilir.



medânî adında bir mimar tarafından ye-



fından yapılan ilâvelerle arttırılmış, Osmanlı Devleti'ndeki emsali içinde en geniş kapsamlı olan vakıflar arasına katılmıştır. Külliyenin bünyesinde yer alan Roma dönemine ait Augustus Tapınağı'nm (Augusteum) Bizans çağında kiliseye, Türk döneminde Akmedrese adıyla eğitim yapısına dönüştürüldüğü bilinmektedir. 1554 yılının Mart ayında Ankara'yı ziyaret eden Hans Dernschvvam tapınağın içinde on hücre bulunduğunu kaydetmektedir. 1832 dolaylarında yapıyı görmüş olan Charles Texier'nin seyahatnamesinde yer alan gravürde tapınağın birtakım binalarla kuşatıldığı, girişin iki yanında yükselen sofalarda da Osmanlı dönemine ait mezar taşlarının bulunduğu dikkati çekmektedir. XX. yüzyıl başlarına ait fotoğraflarda yapının içinde de bazı mezarların mevcut olduğu görülür. Bu tapınak, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin hemen yanı başında kurduğu tekkenin hazîresiyle kuşatılmış ve tesisin bir parçası haline gelerek günümüze kadar kısmen de olsa korunabilmiştir.



Hacı Bayrâm-ı Velî'nin vefatından sonra kabrinin üzerine bir türbe inşa edilmiş, zaman içinde türbe ile caminin doğu yönünde Augustus Tapınağı'nm içinde ve çevresinde, bir de külliyenin kuzeybatı yönünde iki hazîre teşekkül etmiştir. Türbenin kıble yönünde yer alan ve en azından Osmanlı döneminin sonlarında muvakkithâne görevini ifa ettiği bilinen yapının hangi tarihte, kimin tarafından ve ne amaçla inşa ettirildiği tam olarak belli değildir. Söz konusu yapı günümüzde Hacı Bayram Camii'ni Yaşatma Derneği olarak kullanılmaktadır. Külliyenin bünyesinde yer alan medresenin de kuruluş tarihi bilinmemektedir. Bu tesis, bir zamanlar Augustus Tapınağı'nm içinde faaliyet gösteren Akmedrese'nin devamı olmalıdır. Hacı Bayrâm-ı Velî Küliiyesi'nin kuruluşundan Cumhuriyet dönemine kadar geçirmiş olduğu değişimler ve onarımlar henüz bütünüyle aydınlatılmamıştır. An-



nilendiği belirtilmekte, ancak bu yenilenmenin tarihi tesbit edilememektedir. Kitâbenin tarihsiz olması ya da tarih ibaresinin okunamamış olması söz konusudur. Günümüzde nerede bulunduğu bilinmeyen bu kitâbe Mamboury, Akok ve Bayrak gibi bazı müelliflerce yanlış yorumlanmış, bütün caminin tasarımı kitâbede adı geçen mimara mal edilmiştir. Cami kitlesinden tamamen bağımsız olarak türbenin güneydoğu köşesinde yükselen minarenin, camiden kısa bir süre sonra inşa edilmiş olan türbeden bile daha sonra yaptınldığı anlaşılmaktadır. Bu arada Ekrem Hakkı Ayverdi'nin işaret ettiği gibi söz konusu minarenin sadece selâtin camilerinin minarelerine has bir ayrıcalık olan iki şerefe ile donatılmış olması dikkat çekicidir. Bu husus, Osmanlılar'ın Hacı Bayrâm-ı Velî'ye duydukları büyük saygı ile açıklanabileceği gibi minarenin bizzat bir padişah tarafından ilâve ettirilmiş olması ihtimalini de hatıra getirmektedir.



cak mevcut kitâbelerden, birtakım mi-



Caminin geçirmiş olduğu iki önemli ona-



mari ve süsleme özelliklerinden, ayrıca



rımdan ilki III. Ahmed döneminde, tek-



kaynaklardan bazı bilgiler elde edilebil-



kenin o tarihteki postnişini Şeyh Meh-



Külliyenin merkezini teşkil eden ve ay-



mektedir. Evliya Çelebi caminin Mimar



med Baba tarafından 1126 (1714) yılın-



nı zamanda tekkenin tevhidhânesi olarak



Sinan'ın eseri olduğunu söylemekte, aynı



da gerçekleştirilmiştir. Harimin batı yö-



kullanılan caminin kaynakların çoğunda



iddia Ch. Texier tarafından tekrar edilmek-



nünde çıkıntı yapan fevkanî mahfilin kıb-



831 'de (1427-28), bazılarında ise 828'de



tedir. Ernest Mamboury ile M. Orhan



le cephesindeki iki kitâbe tarafından bel-



(1425) inşa ettirildiği ileri sürülmektedir.



Bayrak ise yapının XVI. yüzyılda Sinan ta-



gelenen bu onarımın oldukça geniş kap-



Ancak binanın zemini altındaki halvethâ-



rafından onarıldığını ileri sürmekte, Mam-



samlı tutulduğu söylenebilir. Bu sırada



nelerin, caminin inşasından önce 1393



boury minarede gözlenen zarif oranları



harimin kuzeyindeki fevkanî mahfilin ke-



dolaylarında Ankara'ya dönerek irşad fa-



da ona mal etmektedir. Ancak caminin



merler üzerinde batıya doğru genişletil-



aliyetine başlayan Hacı Bayrâm-ı Velî ile



Mimar Sinan tarafından tasarlanmış ya



diği, ayrıca mihrabın, minberin ve harim-



ilk dervişleri tarafından kullanılmış olma-



da XVI. yüzyılda yenilenmiş olması imkân-



deki süslemenin de yenilendiği anlaşıl-



sı kuvvetle muhtemeldir. Bu durum, ay-



sızdır. Çünkü hemen bütünüyle tuğladan



maktadır. Külliyenin tarihçesiyle ilgili kay-



nı yerde bugünkü camiye göre daha ufak



inşa edilen cami Ankara'ya has mahallî



nakların bir kısmında caminin III. Musta-



boyutlu bir mescid-tevhidhânenin bulun-



bir mimari geleneğe bağlanmaktadır. Ay-



fa devrinde de (1757-1774) bir onarım ge-



ması gerektiğini düşündürmektedir. Kül-



rıca tasarımının ana hatları XV. yüzyılın



çirdiği ileri sürülmektedir. Ancak bu hu-



liyenin özünü teşkil eden tekkenin kuru-



ikinci çeyreğinin başlarında, yani Sinan'ın



sus ne belgeler ne de yapının mimari ve



luşu da Hacı Bayrâm-ı Velî'nin Ankara'ya



doğumundan en az elli yıl önce, mihrapla



süsleme özellikleriyle kanıtlanabilmiştir.



dönüşü ve "neşr-i tarîk"a başlaması ile



minber ve kalem işi bezemeleri ise XVIII.



İkinci onarım ise 1940-1941 yıllarında Va-



448



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ kıflar Genel Müdürlüğü tarafından ve mi-



Türbenin bünyesinde, asıl türbenin batı



yıkandığı bilinmektedir. Cenazeliği sınır-



mar Alâeddin Bey eliyle gerçekleştiril-



yönünde yer alan çatı ile örtülü bölümde



layan duvarın hizasında doğu yönünde,



miştir. Bu onarımda yapının planı ve üst



küçük bir kütüphanenin teşekkül ettiği



minarenin kaidesine bitişik küçük boyut-



yapısı büyük ölçüde korunmuş, ancak son



bilinmektedir. Tekkelerin kapatıldığı 1925



lu bir müezzin meşrutası yer almakta,



cemaat yerinde ve batı cephesinde deği-



yılını takip eden dönemde caminin batı-



bu hattı takip eden dar bir sokağın diğer



şiklikler meydana gelmiş, ayrıca cephe-



sındaki tekke birimlerinden harem bina-



(güney) yakasında da medrese bulunmak-



lerdeki doku ve ayrıntılar aslına sadık ka-



sı, cümle kapısı, Nezihe Hanım Çeşmesi,



taydı. Yine bu kesimde yaklaşık Hacı



lınmaksızın yenilenmiştir. Daha sonra



m e d r e s e ve hazîre ortadan kaldırılmış,



Bayrâm-ı Velî Türbesi ile aynı eksen üze-



1960'larda vuku bulan diğer bir onarım-



mezar taşları Ankara'nın diğer hazîrele-



rinde muvakkithâne, bunun da güney yö-



da da caminin giriş (kuzey) cephesinde



rine nakledilmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî Tür-



nünde Nezihe Hanım Çeşmesi yer almak-



yapının mimari kimliğine ters düşen ol-



besi'nde bulunan değerli ahşap kapılar



ta, çeşmeden sonra medreseyi batı yö-



dukça bilinçsiz değişiklikler yapılmıştır.



1932'de Ankara Etnografya Müzesi'ne ta-



nünde sınırlayan avlu duvarı uzanmaktay-



şınmıştır. Türbe 1947'de, Müzeler Genel



dı. Muvakkithâne ile çeşmenin önünde



Müdürlüğü ve Türkiye Anıtlar Derneği ta-



külliyenin cümle kapısının açıldığı küçük



Külliyenin diğer binalarının geçirmiş olduğu onarım ve değişimlere ilişkin şu tesbitler yapılabilmektedir: Texier'nin seyahatnamesinde yer alan bir gravürde, ca-



rafından arkeolog Mahmut Akok'un de-



bir meydan uzanmakta, bu meydanın



netimi altında esaslı bir onarıma tâbi tu-



karşı (batı) yakasında ise harem binası



minin batı yönünde tekke müştemilâtına ait yapının tepe pencerelerinde, aynı



tulmuş, içindeki ahşap aksam ve kalem



yükselmekteydi. Daha önceki harem bi-



işleri tamamen yenilenmiştir. Bu arada



nasının bu yapının batısında yer aldığı ve



yöndeki fevkanî mahfil çıkmasını taşıyan kaş kemerlerin benzerlerinin kullanıldığı dikkati çekmekte, bu husus binanın 1126 (1714) onarımı sırasında inşa edilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Diğer taraftan bugün mevcut olmayan cümle kapısının özellikleri 11. Mahmud döneminin (1808-1839) sonlarında veya Abdülmecid döneminin başlarında yenilendiğini gösterir. Tekke şeyhlerinin ikamet ettiği, halk arasında "şıh konağı" olarak anılan harem binasını en son ili. Mehmed Tâyyib Baba XX. yüzyılın başlarında yeniden inşa ettirmiş, ayrıca annesi Nezihe Hanım için bir çeşme yaptırmıştır.



türbenin batı yönünde yer alan ve zaman-



külliye arazisinin bu yönde Hükümet cad-



H a c ı B a y r â m - ı Velî K ü l l i y e s i ' n i n C u m h u r i y e t d ö n e m i n i n ilk y ı l l a r ı n d a ç e k i l e n b i r f o t o ğ r a f ı (Ankara



istanbul



Ankara,



1 9 9 4 , s. 8 7 )



:İ I?



• • - -şj



•i



'



-I



E?!3' • î a ! a-



la içi Hacı Bayrâm-ı Velî neslinden gelen



desine kadar uzandığı bilinmektedir. Ha-



postnişinlerin kabirleriyle dolan çatılı gi-



remin kuzey yönündeki bahçeyi sınırla-



riş bölümü de yıktırılmıştır. Böylece bir



yan duvarla Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi'-



yandan külliyenin en önemli iki binası olan



nin önündeki çatılı bölüm arasına külliye-



cami ile türbe ihya edilirken söz konusu



nin cümle kapısı yerleştirilmişti.



yapı topluluğunun diğer birçok unsuru tarihe karışmış, ayrıca son yıllarda gerçekleştirilen çevre düzenlemeleri sırasında külliyeyi kuşatan eski mahalle dokusunun son izleri de silinmiştir. Bugün Hacı Bayrâm-ı Velî Camii ve Türbesi ile muvakkithâne tarihî çevrelerinden tamamen soyutlanmış bulunmaktadır.



Cümle kapısından girildiğinde sağda Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi ile cami, karşıda caminin kitlesinden batıya doğru taşan fevkanî mahfilin altındaki kemerli geçitle solda (batıdan) buna bitişen, külliyenin imareti olması m u h t e m e l yapı görülmekteydi. Fevkanî mahfilin altındaki kemerli geçitten caminin kuzeyindeki



Bayrâm-ı



avluya ve hazîreye ulaşıldığı gibi, imaret



Velî Küliiyesi'ni oluşturan yapıların, Os-



olması muhtemel yapının arkasında yer



manlı mimarisinin erken dönemine ait



alan ve batıya doğru ilerleyen üstü açık



Külliyenin Yerleşimi.



Hacı



hemen bütün külliyelerde olduğu gibi her-



diğer bir geçide de varılmaktaydı. Bu ge-



hangi bir simetri eksenine riayet etmek-



çidin üzerinde imaretin sırasında tekke-



sizin ancak aralarındaki fonksiyon ilişki-



nin selâmlık dairesiyle birlikte muhteme-



leri doğrultusunda arsaya dağıldıkları göz-



len dervişler ve misafirlere mahsus ika-



lenmektedir. Fonksiyon şeması açısından



m e t birimleri sıralanmaktaydı. Şadırvan



bu yapı topluluğunun merkezini oluşturan



da bu yöndeydi. Külliyenin hazîresi iki bö-



cami arsanın doğu sınırında yer alır. Bi-



lüme ayrılmıştı. Daha büyük olan ve daha



nanın güneydoğu köşesi, yaklaşık 40 de-



eski tarihli mezarları barındırdığı anlaşı-



recelik bir açı ile Augustus Tapınağı'nın



lan bölüm cami ile Hacı Bayrâm-ı Velî Tür-



"pronaos"unu (ön revak) batı yönünde sı-



besi'nin arkasında (doğusunda), Augus-



nırlayan "ante" (köşe ayağı) duvarına sap-



tus Tapınağı'nm çevresinde ve içinde ya-



lanmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi



yılmakta, nisbeten yakın tarihli mezarla-



caminin mihrap duvarına bitişiktir. Kub-



rın bulunduğu diğer bölüm ise caminin



beli olan asıl türbenin batı cephesi boyun-



kuzeyinde yer almaktaydı.



ca uzanan ve bugün mevcut olmayan



Cami ve Halvethâneler. Caminin mi-



ahşap çatılı bölüm de kuzey yönünde ca-



mari özellikleri incelenirken 1940-1941



minin mihrap duvarı ile sınırlıydı. Aynı



onarımından önceki durumu esas alın-



bölüm, asıl türbenin güney duvarından



malıdır. Duvarların alt kesimi moloz taş,



sonra bir miktar daha ilerlemekte, bu



üst kesimi ahşap hatıllı tuğla örgü ile



yönde teşkil ettiği çıkıntı ile türbenin gü-



meydana getirilmiş, yapı alaturka kire-



neydoğu köşesinde yükselen minare ara-



mit kaplı bir kırma çatı ile örtülmüştür.



sında kalan saha bir duvarla güney yönün-



Binanın kuzeyinde enine dikdörtgen plan-



de sınırlandırılmış bulunmaktaydı. Cena-



lı (13,45 x 3,10 m.) kapalı bir son cemaat



zelik olarak kullanılan bu kesimde tekke



yeri bulunur. Üst katı fevkanî mahfil ta-



şeyhlerinin ve mensuplarının naaşlarının



rafından işgal edilmiş ve yapının kitlesiy-



449



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ



n



u n



s



ı



s—t



15) • a



D



_



Q - ~ -



fcl







I r ^



tL Hacı B a y r â m - ı



D







u n



e n



n £ l



Velî C a m i i ve Türbesi'nin planı (Ayverdi,



P — "



— n



Osmanlı Mi'mârisi



II,



rs. 3 9 1 )



le kaynaşmış olan son cemaat yerinin batı duvarında bir kapı, doğu duvarında caminin altındaki halvethânelere geçit ve-



sivri kemerli gösterilmiştir. Fakat sonradan bunlar da dikdörtgene dönüştürülmüştür.



ren diğer bir kapı, kuzey duvarında da



Kuzeydeki mahfillerin üzerinde yer



sivri kemerli dört pencere bulunmakta-



alan fevkanî mahfiller hem son cemaat



dır. Sivri kemerli pencereler 1940-1941



yerinin üstünde devam etmekte, hem de



onarımına aittir. Daha önce bu cephenin



batı yönüne doğru dikdörtgen planlı



nasıl olduğu tesbit edilememekte, ancak



(16,15 x 6,68 m.) büyük bir çıkma ile ge-



Texier'nin gravüründe bu yönde yuvarlak



nişletilmiş bulunmaktadır. Ayrıca zemin-



kemerli bir revak seçilmektedir. Son ce-



deki mahfillerin arasındaki kesintiye (gi-



maat yerinin doğu kesimindeki merdiven-



riş e k s e n i ) isabet eden küçük boyutlu bir



lerden biri fevkanî mahfile, diğeri halvet-



çıkma daha yapılmıştır. Mahfilleri taşı-



hânelere aittir. Son cemaat yerinin gü-



yan kare kesitli ahşap dikmeler nakışlı



ney duvarının ekseninde harime açılan



Bursa kemerleriyle kirişlere bağlanır.



dikdörtgen kapı, bunun yanlarında da



Batı yönündeki çıkma, cümle kapısıyla



aynı şekilde iki pencere yer alır.



son cemaat yerinin bağlantısını sağlayan



Kıble ekseninde gelişen dikdörtgen



geniş kaş kemerlere oturur. Fevkanî mah-



planlı (20,25 x 13,45 m.) harim, çatılı ca-



filin güney ve doğu duvarlarında ikişer



milerde emsaline az rastlanan geniş ve



adet, batı duvarında dört, kuzey duva-



ler şöyle özetlenebilir: Cephelerin malzemesi ve dokusu hemen tamamıyla değiştirilmiş, duvarların alt tarafı kesme taşla örülmüş, cephelerdeki bütün tuğlalar yenilenmiş, bu arada ahşap hatıllar iptal edilerek harimin güney ve batı cepheleriyle fevkanî mahfil çıkmasının güneye bakan cephesine üç sıra yeşil sırlı tuğladan meydana gelen hatıllar konulmuştur. Kitâbelerin üzerindeki kemerlerle bunların arasındaki "mâşallah" levhası da ortadan kaldırılmıştır. Bütün tepe pencereleri sivri kemerli ve alçı revzenli olarak yenilenmiştir. En önemli değişiklik ise fevkanî mahfil çıkmasının altındaki kemerlerin örülmesi ve bu kesimin harime katılmasıdır. Yapının dış görünümünü olumsuz yönde etkileyen bu tâdilât sırasında kemerlerin içine örülen duvarlarda birer dikdörtgen pencere açılmıştır. Ayrıca kuzey cephesine, kapalı son cemaat-yerinin önüne sivri kemerli ve kırma çatılı bir revak eklenmiş, doğu cephesindeki girişler de kesme taştan ve basık kemerli olarak yenilenmiştir. Gerek kuzeye eklenen revakta gerekse bu girişlerde birinci ulusal mimarlık üslûbunun izleri farkedilir. 1960'larda fevkanî mahfil, 1940-1941 onarımına ait sivri kemerli revakın üzerine doğru genişletilmiş, söz konusu revak cephe boyunca devam etmediğinden köşelere betonarme kolonlar dikilerek yapının kuzey cephesine son derece çirkin bir görünüm verilmiştir.



ferah bir mekândır. Harimi son cemaat



rında da yedi adet ikili pencere grubu



Güney ve kısmen batı cephelerine



yerinden ayıran kuzey duvarının önünde



teşhis edilir. Bütün bu pencereler dik-



1940-1941 onarımında konmuş olan sırlı



girişin iki yanında, zemini bir seki ile yük-



dörtgen açıklıklı olup ahşap pervazlarla



tuğla hatıllar dışında caminin cephelerin-



seltilmiş ve ahşap korkuluklarla sınırlan-



kuşatılmıştır. Batıdaki çıkmanın avluya



de teşhis edilebilen bezeme unsurları,



dırılmış bulunan iki mahfil uzanır. Batı-



bakan güney cephesinde çıkmayı taşıyan



mahfil çıkmasındaki çini yazılarla kitâbe-



daki müezzin mahfili olarak kullanılmak-



geniş kemerin iki yanında, caminin 1126



lerin arasında bulunan "mâşallah" levha-



tadır. Doğu ve batı duvarlarının alt kesi-



(1714) yılında Hacı Bayrâm-ı Velî'nin nes-



sından ibarettir. Cephelere hâkim olan



minde dörder pencere ile birer yan giriş



linden Şeyh Mehmed Baba tarafından



bu sadeliğe karşılık harimde oldukça zen-



vardır. Alt sıradaki pencereler kesme taş



tamir ettirildiğini gösteren iki kitâbe lev-



gin bir süsleme programı uygulanmıştır.



sövelerle çerçevelenmiş, demir parmak-



hası konmuştur. Sülüs hattı ile yazılmış



Harimdeki süslemeleri tavanlarda, kapı-



lıklarla donatılmış ve tuğladan sivri ha-



olan manzum kitabelerden sağdaki Türk-



larla pencerelerin çevresinde ve minber-



f i f l e t m e kemerleriyle taçiandırılmıştır.



çe, soldaki Arapça'dır. Kitâbeler tuğladan



de bulunan kalem işleri, alt sıradaki pen-



Güneyden kuzeye doğru batı duvarında



sivri kemerlerle taçlandırılmış, bu kemer-



cerelerin üst hizasına kadar duvarları



ilk iki pencerenin, doğu duvarında da ilk



lerin arasına tuğla bir çerçeve içine mer-



kaplayan çiniler ve mihraptaki alçı beze-



üç pencerenin üzerine ahşap pervazlı dik-



merden yuvarlak bir "mâşallah" levhası



me olarak üç grupta toplamak müm-



dörtgen tepe pencereleri yerleştirilmiş-



yerleştirilmiştir. Daha yukarıda yer alan



kündür.



tir. Güney duvarında mihrabın yanların-



pencere sıralarının arasında yeşil çiniy-



da da aslında aynı düzende ikişer pence-



le yazılmış celî-sülüs bir kelime-i tevhid



renin tasarlandığı, ancak türbenin inşa



çıkmanın bütün cephesi boyunca devam



edilmesi üzerine soldaki (doğudaki) pen-



etmekte, alt sıradaki iki pencerenin ara-



cerelerden alttakinin iptal edilerek bir



sında da aynı türde yazılmış olan" yâ ve-



nişe dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.



liyyellah" ibaresi bulunmaktadır.



Texier'nin gravüründe bu cephedeki tepe pencereleri diğerlerinden farklı olarak



Camide 1940-1941 onarımı sırasında ve daha sonra meydana gelen değişiklik-



Harimin ve mahfillerin tavanları ince çıtalarla karelere bölünmüş, harim tavanındaki karelerin köşelerine birer çiçek motifi barındıran küçük kareler konmuş, kuzey yönündeki mahfil çıkmasının tavanındaki karelerin merkezine de yaldızlı küçük yarım küreler oturtulmuştur. Alt sırada yer alan pencereler, harim tava-



450



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ kemerleri ve sivri külâhı olan köşk kısmı, köşkün altında kalan sivri kemerli geçit ve bunun üzerindeki dikdörtgen pano,



sıralanmaktadır. Çokgen mihrap nişi dört



tavanlarda ve pencerelerde bulunanların eşi olan nakışlı pervazlarla çerçevelen-



lu dikdörtgen yüzey, birbiri ardınca sıra-



miştir. Pervazların kuşattığı yüzeylerde yalancı kündekârî tekniğiyle meydana getirilmiş geometrik kompozisyonlar gö-



ile doldurulmuştur.



rülür. Kapının lentosunda sülüs hatlı zerendûd bir kelime-i tevhid, ajurlu palmet-



Hacı Bayrâm-ı Velî Camii'nin g ü n e y b a t ı d a n g ö r ü n ü ş ü Ankara



lerin kuşattığı yarım daire biçimindeki alınlığın ortasında da tuğra şeklinde istiflenmiş bir âyet bulunmaktadır. Köşkün altındaki geçitle dikdörtgen panonun üstlerinde kırık kaş kemerli kartuşlar içinde, beyaz zemin üzerine siyahla sülüs hatlı çeşitli dualar yer almakta, korkuluklar geometrik şebekelerden meydana gel-



nıyla kuzeydeki çıkmanın tavanı, ayrıca harimin, kuzey mahfilinin ve batıdaki



mektedir.



sıra mukarnas dolgulu kavsara ile son bulur. Nişin üzerinde kalan büyük boyutlanan palmetli kuşaklar ve âyet panoları Caminin zemini altında yer alan halvethâne (çilehâne) birimleri, hariminin tasarımı ve süslemeleriyle t a m a m e n cami mimarisinin çerçevesine giren bu yapının tekke mimarisiyle olan bağlantısını somutlaştırmaktadır. Son cemaat yerinin doğu kesiminde yer alan merdivenlerle önce bir tür mescid niteliğindeki mekâna inilir. Bu mekânın batı duvarından abdest alma mahalline, küçük bir mihrabın bulunduğu güney duvarından bu yönde uzanan dar bir koridora geçilmekte, koridorun solunda da ( d o ğ u s u n d a ) dört adet



Bazı kaynaklarda caminin kalem işleri



Harimin duvarları, alt sıradaki pencereleri taçlandıran âyet panolarının üst hizasına kadar sır altı tekniğinde kare çini levhalarla kaplıdır. En altta üç sıra lâcivert çini süpürgelik kısmını meydana getirmekte, bundan sonraki çinilerde içleri lâlelerle dolgulanmış dilimli şemseler görülmektedir. Kirli beyaz zemin üzerine soluk mavi ile resmedilen bu motifler, levhaların merkezine ve birleşme noktalarına gelecek şekilde yerleştirilmiştir. En yukarıda ise yine çiniden yapılmış lâcivert zemin üzerine beyazla sülüs hatlı bir âyet kuşağı uzanır. Bu çinilerden, harimin kuzeybatı köşesindeki müezzin mahfilinde yer alanların 1714 onarımı sırasında Kütahya'da imal edildiği anlaşılmakta, diğerlerinin Cumhuriyet dönemi onarımına ait olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim söz konusu mahfildeki çini yazı kuşağının sonunda, 1714 yılında ca-



XV. yüzyıla, bazılarında da XVI. yüzyıla



miyi tamir ettiren Şeyh Mehmed Baba'-



Afyon mermerinden, güney duvarı ise



tarihlenir. Herhangi bir kaynak gösteril-



ya ait olması muhtemel "ketebehû el-fakir eş-şeyh M e h m e d " imzası okunmaktadır. Ayrıca İbrahim Hakkı Konyalı, "Ha-



aynı renkteki kum taşından kesme iri



mahfil çıkmasının tavanlarındaki göbekler son derece itinalı kalem işlerinin süslediği pervazlarla kuşatılmıştır. Lâcivert, patlıcan moru, koyu yeşil, koyu sarı ve kırmızıyla renklendirilmiş, ayrıca yer yer yaldızlanmış olan bu bezemelerde hançer yaprağı, şakayık, hatâyî, karanfil ve birbirine düğümlenmiş rûmîli şemse gibi klasik Osmanlı üslûbuna bağlanan motifler kullanılmıştır. Harim tavanıyla kuzey mahfilinin tavanmdaki göbekler altıgen, batıdaki mahfil çıkmasının tavanındaki göbek ise dikdörtgen biçimindedir. Bunların içi kesişen kırık çizgilerin meydana getirdiği, çeşitli yıldızlardan ve çokgenlerden oluşan geometrik kompozisyonlarla doldurulmuştur. Kapılar ve pencereler sülüs hatlı zerendûd kelime-i tevhid ve âyet panolarıyla taçlandırılmıştır.



meden bunların, Mimar Sinan'ın dostu olan Ankaralı Nakkaş Mustafa'nın eseri olduğu ileri sürülmektedir. 1714 onarımında eklendiği anlaşılan batıdaki mahfil çıkmasının tavan göbeği söz konusu bezemenin aynı onarım sırasında yapıldığına işaret eder. Bunların yanı sıra tepe pencerelerinin çevresinde 1940-1941



san Geliboluvî" şeklinde bir çini ustası imzasının da bulunduğunu kaydeder.



halvethâne sıralanmaktadır. Bunlar, kenarlarının uzunluğu 1,10-1,20 m. arasında değişen, 1,30 m. yüksekliğinde, içinde ancak bir kişinin oturarak ibadet edebileceği küçük birimlerdir. Söz konusu halvethâneler, toprak kotunun altında yer alan ve en erken örneklerine Batı Türkistan'da Ahmed Yesevî'nin tekkesinde rastlanan "tahtanî" halvethânelerin geleneğine bağlanmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi, Kütüphane ve Minare. Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanı sıra kendisinden sonra gelen şeyhlerden sekiz kişinin gömülü olduğu asıl türbe kare planlı ( i ç t e n 6,70 x 6,70 m . ) ve kubbeli bir birimdir. Kuzey yönünde caminin mihrap duvarına bitişen mekân, diğer üç yönde yaklaşık 1 m. kalınlığındaki duvarlarla kuşatılmıştır. Girişin ve hâcet penceresinin yer aldığı batı duvarı beyaz



bloklarla örülmüş, doğu ( a r k a ) cephesinin alt kesiminde moloz taş örgü, 2 metreden itibaren de iki sıra tuğla ile bir sıra moloz taştan oluşan almaşık örgü kullanılmıştır. Kurşun kaplı kubbe, iki sı-



Alçı kalıplama tekniğiyle yapılmış ve



ra tuğla ve bir sıra kesme taşla örülmüş



pastel renklerle boyanmış olan mihrabın



olan sekizgen bir kasnak üzerinde yük-



malzemesi, âbidevî boyutları, oranları ve



selmektedir. Kare mekândan kubbeye



süsleme ayrıntılarıyla Ankara'ya has özel-



geçiş mukarnas dolgulu üçgen pandan-



likler sergilemekte, buna benzer örnek-



tiflerle sağlanmış, kasnağın içi prizmatik



lere Ankara'da XVII ve XVIII. yüzyıllara



üçgenler kuşağı şeklinde değerlendiril-



ait başka camilerde de rastlanmaktadır.



miştir. Kubbenin ağırlığı kuzeyde cami-



Tavana kadar yükselen mihrap yanlardan



nin mihrap duvarına bitişik olan bir sivri



ve üstten dört adet kuşakla çerçevelen-



kemerle, diğer üç yönde duvarların içine



miştir. En dıştaki kuşak yanlarda mukar-



gömülmüş olan aynı türde kemerlerle



Ahşap minber, klasik üslûbu yansıtan



naslı, üstte ise palmetlidir. İkinci ve dör-



zemine aktarılmaktadır. Mahmut Akok



tasarımı ve kalem işleriyle harimin süsle-



düncü kuşaklarda kırık kaş kemerli kar-



kuzeydeki kemeri, caminin yenilenmesin-



tuşlar içinde sülüs hatla kelime-i tevhid-



den önce cami harimiyle türbe arasında



ler, ikincisinde on köşeli yıldız geçmeler



mevcut bir açıklığın izi olarak yorumla-



onarımına ait diğer kalem işleriyle yaklaşık aynı üslûpta, ancak işçiliği çok daha basit olan kalem işleri bulunur. Aynı dönemde bu pencereler alçı revzenlerle donatılmış, ahşap kapı ve pencere kanatlarıyla mahfil korkulukları da yenilenmiştir.



mesine uyum sağlamaktadır. Sivri kemerli kapısı, üçgen yan yüzeyleri, dilimli



451



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ



Hacı B a y r â m - ı Velî T ü r b e s i ' n i n batı c e p h e s i



mıştır. Nitekim birçok başka tarikat yapısında da ibadet hacimleriyle türbeler arasında, dervişlerin velîlere olan bağlılığından kaynaklanan bu tür doğrudan ilişkilerin kurulmuş olduğu bilinmekte, mihrap duvarının hemen arkasındaki sandukanın Hacı Bayrâm-ı Velî'ye ait olması da bu ihtimali desteklemektedir. Ancak mihrap duvarının doğu kesiminde yer alan ve türbenin inşa edilmesi üzerine iptal edilerek nişe dönüştürüldüğü anlaşılan pencerenin mevcudiyeti, ayrıca mihrap duvarının ekseniyle söz konusu açıklığın eksenlerinin çakışmaması, gerek teknik gerekse estetik açısından bu var sayımı imkânsız kılmaktadır. Türbenin batı cephesi asimetrik tasarımı ile dikkati çeker. Giriş cephenin sağına kaydırılmış, hâcet penceresi de girişin simetriğini oluşturmayacak şekilde cephenin soluna yerleştirilmiştir. Girişi kuşatan dikdörtgen çerçeve cepheden hafifçe taşırılmış ve üç dilimli bir kemerle taçlandırılmıştır. Bu kemer, dört adet mermerle bunların arasında yer alan beş adet ok ucu biçiminde kırmızı taştan meydana gelir. Kapının basık kemerini teşkil eden dokuz adet mermerle kırmızı taş da geçmeli olarak örülmüştür. Türbenin girişinin ayrıntılarında birtakım tasavvufî sembolleri ifade eden üç, beş, dokuz gibi sayıların kullanılmış olması büyük bir ihtimalle tesadüf eseri değildir. Hâcet penceresinin dikdörtgen açıklığı mukarnasiı sövelerle çerçevelenmiş, mukarnasların arasındaki küçük yüzeylere birbirinden farklı yuvarlak rozetler ve yıldız motifleri kondurulmuştur.



Batı duvarının iç yüzünde girişle hâcet penceresi arasında bir niş, güney duvarının ekseninde dikdörtgen planlı mihrap nişi, aynı duvarın batı kesimiyle kasnağın batı, güney ve doğuya bakan kenarlarında sivri kemerli ve alçı revzenli tepe pencereleri yer almaktadır. Mihrabın beş sıra mukarnasla dolgulu kavsarası onarımda yenilenmiştir. Ahşap sandukalar zeminden 50 cm. kadar yükseltilmiş olan bir setin üzerinde sıralanır. Ön sıradaki dört sanduka arasında diğerlerinden daha yüksek tutulmuş ve bir Bayramî tacı ile donatılmış olan en soldaki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye aittir. Aynı sırada en sağda yer alan sandukanın baş ucunda, köşeleri mukarnaslar ve helezonî rozetlerle süslü, sütun başlığı görünümünde olan bir şâhidenin üzerindeki sülüs hattı ile yazılmış "târîh-i vefât-ı Edhem Baba, 941" (1534-35) ibaresinden, burada Hacı Bayrâm-ı Velî'nin torunu ve tekkenin postnişini Şeyh Edhem Baba'nın gömülü olduğu anlaşılmaktadır. Sandukaların baş uçlarında duran levhalar tekke ve türbelerin kapatılmasının ardından kaldırılmış, türbede kimlerin gömülü olduğunu bilenler de vefat ettiğinden sandukaların sahipleri unutulmuştur. Ancak Fuat Bayramoğlu, ön sıradakilerden birinin Hacı Bayrâm-ı Velî'nin oğlu Şeyh Ahmed Baba'ya, diğerinin de müridlerinden birine ait olduğunu nakletmektedir. Asıl türbenin önünde (batı y ö n ü n d e ) yer alan ve son onarımda ortadan kalkan bölüm, gerek Texier'nin gravüründe gerekse eski tarihli fotoğraflarda kısmen görülmektedir. Yaklaşık 3,70 m. derinliğinde olduğu anlaşılan bu birim türbenin batı (giriş) cephesi boyunca uzanmakta ve güneye doğru bir miktar ilerlemekteydi. Gravürde kesme taş örgülü olduğu görülen duvarların fotoğraflarda ahşap kaplama ile örtülmüş bulunduğu dikkati çeker. Batı ve güney yönlerinde dikdörtgen açıklıklı ve parmaklıklı geniş pencereler bulunmaktadır. Alaturka kiremitlerle kaplı olan ahşap çatısı kubbenin eteğinden başlamakta ve mihrap duvarının hizasına kadar ilerleyen geniş bir saçakla sona ermekteydi. Aslında türbenin giriş bölümü olarak tasarlanmış olması gereken bu mekâna daha sonra, muhtemelen asıl türbe hariminin dolmasını müteakip Hacı Bayrâm-ı Velî soyundan gelen âsitâne şeyhleri defnedilmiş, zaman içinde burası da türbeye dahil edilmiştir. Son olarak III. Mehmed Tayyib Baba'nın (ö. 1920) defnedildiği bu bölümdeki kabirler onarım sırasında başka yerlere taşınmıştır. Türbenin kapısı ile hâcet penceresinin



süslemesine gösterilmiş olan itina dikkate alındığında yapının giriş cephesini tamamen gizleyen bu bölümün sonradan eklendiği ortaya çıkar. Türbenin ahşap kanatlarına dair aşağıda temas edilen bazı gözlemler bu bölümün II. Bayezid dönemine ait olduğunu düşündürmektedir. Türbenin en ilginç bezeme unsurları, halen Ankara Etnografya Müzesi'nde teşhir edilen ahşap kapı kanatlarıdır. Bu kanatlardan biri batıdaki giriş bölümüne açılan dış kapıda, diğeri türbe harimine açılan iç kapıda yer almaktaydı. Dış kapıya ait olan kanatlarda düz yüzeyli derin oyma tekniğiyle, XII ve XIII. yüzyıllardaki Selçuklu ahşap oymacılığının özelliklerini devam ettiren bezemeler yapılmıştır. Türbenin mimarisi gibi II. Murad dönemine ait olduğu anlaşılan bu kanatlarda rûmîli kuşakların çerçevelediği yüzeylerin ortasına, rümîlerle dolgulanmış ve sa'lbeklerle donatılmış yuvarlak şemseler konmuş, bunların üstündeki dikdörtgen panolar içine Selçuklu neshiyle Hz. Peygamber'e ithaf edilen Arapça bir beytin mısraları yazılmış, şemselerin altında kalan dikdörtgen panolara da kûfî hatlı mısralar yerleştirilmiştir. Gerek hat panolarının gerekse binilerin zeminleri rümîlerle bezelidir. Ahşap bezemenin ara-



Hacı B a y r â m - ı Velî C a m i i ' n i n iç kapı kanatları nografya Müzesi, Envanter, nr. 80/4)



452



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



(Ankara Et-



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ camiye en yakın olan bir tanesi, gerek



sında d ö v m e demirden m â m u l kabara-



tasavvufa olan meyli ve tarikat ehline



lar ve pullar bulunmaktadır.



gösterdiği yakınlık bu ihtimali güçlendir-



Texier'nin gravüründe gerekse XIX. yüz-



İç kapıda duran kanatlar ise yalancı kündekârî v e ahşap üzerine kakma teknikleriyle meydana getirilmiş olup son



mektedir.



yılın sonlarına ve XX. yüzyılın ilk çeyreği-



derece ince bir işçiliğe sahiptir. II. Murad döneminden ziyade II. Bayezid dönemi-



besi ile Bursa Yeşilcami'deki kalem işleri



Türbenin içinde görülen kalem işleri 1947 onarımında, Konya'da Mevlânâ Türesas alınmak suretiyle tamamen yenilen-



nin özelliklerini sergileyen, Amasya'da II. Bayezid'in 891 ( 1 4 8 6 ) yılında tamamlanan camisinde benzerlerine rastlanan bu



miştir. Kubbeyi taşıyan kemerler yalancı



kanatların yüzeyi bezemesiz kayıtlarla üç panoya ayrılmıştır. Üstte yer alan enine



da kalan duvarların ekseninde stilize çi-



dikdörtgen panolarda, içleri ahşap kakmalarla bezeli dik hatlı küçük parçalardan oluşan bir çerçeve içinde, "İyi bilin ki



dolgulu kandil motifleri yer alır. Prizmatik



Allah dostları için korku yoktur v e onlar asla üzülmeyeceklerdir" meâlindeki âyet



süsleme



somaki boyama ile bezelidir. Ortasında mihrabın bulunduğu güney duvarı dışınçeklerle dolgulu serviler, yanlarda rûmî üçgenler kuşağındaki yüzeyler çerçeve içine alınarak içleri rûmîli ve çiçekli küçük unsurlarıyla



doldurulmuştur.



Kubbenin eteğinde alttaki çiçekli, üstte-



ne ait fotoğraflarda görülebilmektedir. Kuzeydoğu köşesi, fevkanî mahfil çıkmasını taşıyan geçidin güneybatı köşesindeki pâyeye bitişen bu yapının asıl fonksiyonu kesin olarak tesbit edilememiştir. Ancak son postnişin Şeyh Şemseddin Efendi'nin kardeşi olan Fuat Bayramoğlu, bu yapının tekkenin son faaliyet yıllarında tahıl ambarı olarak kullanıldığını, Hacı Bayrâm-ı Velî evkafından olan Hasanoğlan köyünden gelen hububatın burada depolandığını belirtmiştir. Bu bilgiden hareketle söz konusu binanın mutfak, kiler, ambar ve yemekhâne birimlerinden



( Y û n u s 10/62) sülüs hattıyla yazılmıştır. Ortada yer alan dikey konumdaki pano-



ki rûmîli olmak üzere iki kuşak arasında



lar kompozisyonun en girift ve bezemenin en yoğun olduğu bölgelerdir. Merkezdeki on köşeli yıldızlardan dağılan hatların kesişmesi sonucunda baklavalardan, beş kollu yıldızlardan v e kaz ayağı motiflerinden oluşan geometrik bir taksimat elde edilmiş, parçalardan bazıları ahşap kakma, bazıları da kemik kakma ile bezenmiştir. Bezemesiz olan kemik kakmaların merkezlerine küçük yeşim taşları kakılmıştır. Rûmîli b e z e m e dolgularının yanı sıra baklavalardan dördüne ahşap kakma tekniği ve ma'kılî hatla kelime-i tevhid yazılmıştır. En altta kalan kare panolar diğerlerine oranla daha yalın olup bunların yüzeyi, merkezdeki sekiz kollu yıldızdan dağılan bir geometrik kompozisyonla doldurulmuştur. Düşey çubuklarla bezeli biniler d e oldukça sadedir. Yatay kayıtlarda helezonî yivlerle süslü üçer adet bronz kabara görülür.



yuvarlak madalyonlar ve uçları yarım da-



Texier'nin gravüründe bu binanın kes-



ire kemerlerle son bulan dikdörtgen kar-



m e taş duvarlı ve üzerinin alaturka kire-



tuşlar birbiri ardınca sıralanır. Kartuşla-



mit kaplı bir kırma çatı ile örtülü olduğu



rın içine sülüsle "Lâ ilâhe illallâhü'l-meli-



görülür. Düşey eksenlere ikili gruplar ha-



birbirine düğüm motifleriyle bağlanan



nün kapısında, XV. yüzyıl sonlarına veya XVI. yüzyıl başlarına tarihlenebilen kanatların ise türbenin asıl girişi olan iç kapıda yer alması ancak şöyle açıklanabilir: Büyük bir ihtimalle II. Bayezid döneminde türbenin batısına mâlum giriş bölümü eklenmiş, bu arada türbe ile çağdaş olan kapı kanatları ek bölümün kapısına (dış k a p ı y a ) taşınmış, yerlerine yeni yaptırılan



linde yerleştirilmiş pencerelerden cami-



medün Resûlullah sâdıku'l-va'di'l-emîn"



y e bakan doğu cephesinde dört, güney



ibareleri yazılmış, madalyonların içine ise



cephesinde iki adet mevcuttur. Alt sıra-



kûfî ile altı defa tekrar edilen "Allah" ve



daki pencereler almaşık örgülü sivri ke-



"Muhammed" kelimelerinden oluşan bir



merler, daha dar olan t e p e pencereleri



kompozisyon konmuştur. Kubbenin yü-



ise kaş kemerlerle taçlandırılmıştır. Ek-



zeyinde, aralarında palmetler meydana



rem Hakkı Ayverdi'nin yayımladığı 1925'-



getiren tahrirli rûmîler, irili ufaklı şaka-



lere ait bir f o t o ğ r a f t a ise yapının cephe-



yıklar ve küçük çiçeklerden oluşan olduk-



sinde, zaman içinde vuku bulan onarım-



ça girift bir kompozisyon görülür. Kalem



lar sonucunda olumsuz değişimler mey-



işlerinde kullanılmış olan başlıca renkler



dana gelmiş olduğu dikkati çeker. Alt sı-



kırmızı, lâcivert, mavi v e beyazdır.



radaki pencerelere ahşap pervazlar ko-



Külliyenin küçük kapsamlı kütüphane-



narak kemer aynaları örülmüş, tepe pen-



si için bağımsız bir binanın tasarlanma-



cereleri de bütünüyle örülerek iptal edil-



dığı, kitapların türbenin batısındaki bö-



miş ve cephe sıvanmıştır.



lümde yer alan ahşap dolaplarda muhaKesme taş örgülü çokgen minare kai-



tacak herhangi bir belge bulunmamak-



desinin beş kenarı türbenin kitlesinden



tadır. Bunların, Ankara'nın geleneksel si-



dışarı taşmaktadır. Kaş kemerli minare



vil mimarisinde kullanılan kerpiç ve ah-



girişi batıya bakan kenardadır. Kaideden



şap gibi malzemelerle inşa edilmiş mü-



silindir biçimindeki gövdeye geçiş tuğla



tevazi yapılar olduğu tahmin edilebilir.



örgülü üçgen yüzeylerle sağlanmıştır. Gövdenin tuğla örgüsü içinde, bir tanesi iki ş e r e f e arasında olmak üzere toplam dört adet kesme taş hatıl görülür. Alttaki ikisinin yüzeyi üçgenlerle bezelidir. Kesm e taştan yalın korkulukların çevrelediği şerefelerin altında tuğladan testere dişi



padişah tarafından hediye edilebileceğini düşündürmektedir. Ayrıca türbenin güneydoğu köşesinde yükselen ve selâtin



kurşun kaplı ahşap bir külâhla son bulan



da II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiş olması da muhtemeldir. Bu hükümdarın



Bu yapının batısında kalan diğer tekke birimlerinin mimari özelliklerini aydınla-



kanatlar konulmuştur. İç kapıya konan kanatların ihtişamı bunların ancak bir



camilerinin minareleri gibi iki şerefeli olması ile dikkati çeken minarenin bu sıra-



lebilir.



kü'l-hakku'l-mübîn" ve k û f î i l e " Muham-



faza edildiği bilinmektedir. Türbe ile çağdaş olduğu anlaşılan kanatların sonradan eklenen giriş bölümü-



oluşan imaret bölümü olduğu ileri sürü-



dolgular bulunmaktadır. Koni biçiminde, minarenin ilk şerefeden yukarısı g e ç tarihli onarımlarda yenilenmiş olsa gerektir.



Muvakkithâne (İsmâil Fâzıl Paşa Türbesi). Planı ve kitlesiyle tamamen Osmanlı türbelerinin özelliklerini yansıtan muvakkithâne sekizgen planlı ve kubbeli bir yapıdır. Sekizgenin kenarları dışarıdan yaklaşık 2,50 m . uzunluğundadır. Duvarların kasetli almaşık örgüsü bir sıra kesme taşla üç sıra tuğladan oluşmakta, taşlar dikey konumdaki tuğlalarla kuşatılmış bulunmaktadır. Batı cephesinin eksenindeki basık kemerli giriş sivri kemerli bir nişin içine alınmıştır. Kıbleye bakan kenarda



batısında



sivri kemerli mihrap, bunun sağındaki (gü-



yer alan t e k k e birimleri içinde yalnızca



ney) kenarda bir dolap nişi, geriye kalan



Diğer



Birimler.



Caminin



453



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BAYRÂM-l VELÎ KÜLLİYESİ



Hacı Bayrâm-ı Velî Küliyesl'nln muvakkithanesi



rinde yer almaktaydı. Kapıyı yanlardan



yükseldiği seçilmektedir. E. Mamboury



kuşatan kare kesitli ahşap dikmelerin



çeşme cephesinde çini bezemenin bu-



üzerinde bir ahşap lento, bunun da üze-



lunduğunu kaydetmiştir. Bunlar büyük



rinde kavisli ve dalgalı bir saçak bulun-



bir ihtimalle, birinci ulusal mimarlık üs-



maktaydı. Açıklığın üst köşeleri çeyrek



lûbunun gelişmesine paralel olarak XX.



güneş motifleriyle dolgulanmıştı. Cümle



yüzyılın ilk çeyreğinde Kütahya'da üreti-



kapısının saçağı, İstanbul'da Bâb-ı Seras-



len ve klasik dönem Osmanlı çinilerinin



kerî'nin günümüzde m e v c u t olmayan



motiflerini tekrar eden çinilerden olma-



1827 tarihli Nizâmiye Kapısı ve Babıâli'-



lıdır.



nin Alay Köşkü'ne bakan 1259 (1843) yılında yenilenen



kapısındaki



saçaklarla



BİBLİYOGRAFYA :



ran duvara yaslanmakta v e cami-tevhidhânenin batısındaki fevkanî mahfilin al-



pilastrların üzerinde korint veya kompozit türde başlıkların yer aldığı, alınlığın iki yanında da üstlerinde küreler bulundu-



H. Dernschwam, istanbul ue Anadolu'ya Seyahat Günlüğü (trc. Yaşar Önen), Ankara 1992, s. 26; Ch. Texier, Asie mineure, Paris 1862, s. 482, 485, plan 47; Bursalı Mehmed Tâhir, Hacı Bayrâm-ı Velî, İstanbul 1341, s. 6; Mübârek Galib, Ankara, İstanbul 1925-28,1, İv. 22-30; II, 41; E. Mamboury, Ankara: Gülde touristique, Ankara 1934, s. 221-224, 246-248; İ. Hakkı Konyalı, Ankara Abidelerinden Karacabey Mamuresi, Vakfiyesi, Eserleri ue Tarihi, İstanbul 1943, 1, 48-49; a.mlf., Ankara Camileri, Ankara 1978, s. 39-43; Nurettin Can Gülekli, Ankara: Tarih ue Arkeoloji, Ankara 1948, s. 118; Oktay Aslanapa, Osmanlılar Devrinde Kütahya Çinileri, İstanbul 1949, s.70 vd.; Hamit Zübeyir Koşay Mahmut Akok, Ogüst (Augustus) Mabedi-Hacı Bayram Camii ue Türbesi Kılavuzu, Ankara 1956, s. 13-16; Tuncer Güven, Ankara'da Osmanlı Devri Mimari Anıtları (lisans tezi, 1969), İÜ Ed.Fak., s. 13-18, 35-36, 40; Semavi Eyice, "Ankara'nın Eski Bir Resmi", Atatürk Konferanstan IV, Ankara 1971, s. 61-124; Gönül Öney, Ankara'da Türk Devri Yapıları, Ankara 1971, s. 66-69, 114-116, 119; a.mlf., "Anadolu Selçuklu ve Beylikler Devri Ahşap Teknikleri: Die Holztechniken der Seldschuken und Beylikler Periode in Anatolien", STY, III (1970), s. 145-146; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi li, s. 232243; Türkiyede Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1972,1, 352-358, 435; Belkıs Birkaıı, Ankara Camilerinde Mihrablar (lisans tezi, 1972), iti Ed.Fak., s. 19-20; Gülizar Tezsüren, Ankara Camilerinin Minberleri (lisans tezi, 1972), İÜ Ed.Fak., s. 56-60; M. Orhan Bayrak, Türkiye Tarihî Yerler Kılavuzu, İstanbul 1979, s. 5657; Şerare Yetkin, "Kütahya Dışındaki Kütahy a Çinileri ile Süslü Eserler", Kütahya: Atatürk'ün Doğumunun 100. Yılına Armağan, İstanbul 1982, s. 90, 104; Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayram-ı Veli: Yaşamı-Soyu-Vakfı, Ankara 1989,1, 22, 91; a.mlf., "Hacı Bayrâm-ı Velî Camiine Dair", Ulus, Ankara 31.5.1949; Beyhan Karamağaralı, "Ereğli Şeyh Şihabü'd-din Sühreverdî Külliyesi Kazısı", VII. Vakıf Haftası: 5-7 Aralık 1989, Ankara 1990, s. 258, 268; a.mlf., "Hacı Bayram Zaviyesi", I. Hacı Bayram-ı Veli Sempozyumu Bildirileri : 8-9 Mart 1990), Ankara 1991, s. 91-101; İ. Ateş, "Hacı Bayrâm-ı Velî Vakfı ile İlgili Üç Yeni Belge", a.e., s. 2031; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, Ankara 1991, s. 50-53; a.e., Ankara 1994, s. 23-25; K. Alemdar, "Seyahatnâmelerde Ankara", Ankara Ankara, İstanbul 1994, s. 253, 256, 259-260; İsmail E. Erünsal, "Yeni Bir Kaynağın İşığında Somuncu Baba", Ekrem Hakkı Ayverdi Hâtıra Kitabı, İstanbul 1995, s. 304; Bahaeddin Ögel, "Selçuk Devri Anadolu A ğ a ç İşçiliği Hakkında Notlar", Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, Ankara 1957, s. 206.



tındaki kemerle yaklaşık aynı eksen üze-



ğu, kupa biçiminde süsleme unsurlarının



S



(İsmail Fazıl Paşa Türbesi)



büyük benzerlik göstermekteydi. Ancak Hacı Bayrâm-ı Velî Külliyesi'nin cümle kapısı İstanbul'daki bu örneklere göre bo-



beş kenarda ise duvarların alt kesiminde



yutları ve ayrıntıları ile çok daha müteva-



dikdörtgen açıklıkları m e r m e r sövelerle çerçevelenmiş, demir parmaklıklarla donatılmış v e sivri hafifletme kemerleriyle



zidir. Gerek bu benzerlik gerekse köşe-



taçlandırılmış birer pencere yer alır. Haf i f l e t m e kemerleri iki renk mermerle örülmüştür. Girişin bulunduğu kenarla bunun yanlarındaki kenarlar dışında kalanlarda sivri kemerleri içeriden kubbe e t e ğ i n e t e ğ e t olan revzenli birer t e p e penceresi bulunmaktadır. Kasnaksız. doğrudan duvarlara oturan basık kubbe dışarıdan kurşunla kaplanmış, içeriden duvarlarla birlikte sıvanmıştır. XX. yüzyılın başlarına ait fotoğraflarda kubbenin alaturka kiremitlerle kaplı, basık sekizgen prizma biçiminde bir çatı altına alınmış olduğu görülmektedir. Bu çatı muhtemelen XIX. yüzyıla ait bir onarımda konulmuştur.



veya Abdülmecid döneminin başlarında



Muvakkithânenin mimarisi v e özellikle içinde bir mihrap bulunması buranın aslında türbe olarak tasarlanmış olabileceğini, ancak bilinmeyen bir sebepten ötürü sonradan muvakkithâneye dönüştürüldüğünü düşündürmektedir. Bazı araştırmacılar tarafından XVIII. yüzyıla tarihlenen bu yapının başlangıçta devlet ricâlinden, Bayramiyye tarikatının mensubu veya muhibbi bir kişinin türbesi olmak üzere inşa ettirilmesi de ihtimal dahilindedir. Medrese. Hakkında hiçbir belge bulunmayan medrese Fuat Bayramoğlu'nun hatırladığı kadarıyla açık avlulu, basit bir yapı idi. Avlunun çevresinde ahşap dikmeli bir sundurma, bunun



lerdeki güneş motifleri, söz konusu kapının II. Mahmud döneminin sonlarında nihai şeklini almış olduğunu kanıtlamaktadır. Harem. Son dönem Ankara konaklarının özelliklerini gösteren harem binası, duvarları kesme taş örgülü bir zemin kata oturan hımış duvarlı iki kattan oluşmaktaydı. Eski fotoğraflarda yapının ancak doğu cephesi görülebilmekte, simetrik bir tasarımın hâkim olduğu bu cephenin gerisinde iç sofalı (karnı yarık) bir plan şemasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Zemin katın köşeleri çıkıntılı taşlarla örülmüş, doğu cephesinin eksenine dikdörtgen açıklıklı kapı ile bunun yanlarına basık kemerli ikişer pencere yerleştirilmiştir. Pencerelerin alt hizasında bulunan silme, kapı sövesine saplanmakta, kapının üzerinde, muhtemelen zemin katın eksenindeki taşlığı aydınlatan enine dikdörtgen bir t e p e penceresi bulunmaktadır. Birinci katın ortasında sofaya tekabül ettiği anlaşılan bölüm içerlek tutulmuş, yanlarına çıkmalı odalar yerleştirilmiş, bu kattaki dikdörtgen giyotin pencereler sürme kafeslerle donatılmıştır. Çıkmalar taştan konsollara oturmakta, cephe kısa bir saçakla son bulmaktadır. Duvarları sıvanmamış olan ve tavan arası gibi kullanıldığı bilinen ikinci kat yalnızca birinci kat sofasının üzerine isabet eder.



gerisinde



Nezihe Hanım Çeşmesi. Eski fotoğ-



de duvarları kerpiç ve üstleri çatı ile ör-



raflardan görülebildiği kadarıyla ampir (empire) üslûbunu yansıtan bu çeşmenin cephesi iki yandan pilastrlarla kuşatılmış



tülmüş hücreler sıralanmaktaydı. Cümle Kapısı. Doğu yönünde Hacı Bayrâm-ı Velî Türbesi'nin önündeki ahşap ek bölüme, batı yönünde ise harem bahçesini külliyenin ana avlusundan ayı-



ve basık kemerli bir alınlıkla taçlandırılmıştı. Yüzeylerinin karelere bölündüğü,



454



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



M . BAHA TANMAN



HACI BEKTÂS-ı VELÎ HACI BEKTÂŞ-ı VELÎ (ö. 669/1271 [?]) Bektaşîlik tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Türkmen şeyhi. L



?



V



J



itibarlı malzemesi haline getirmiştir. Bun-



Hacı Bektâş-ı Velî'nin şahsiyeti ve Bekta-



dan dolayı Hacı Bektâş-ı Velî problemini



şîliğin tarihçesi bakımından tarihî ger-



iyi anlayabilmek için hakkında bilgi veren



çeklerle menkıbelerin birbirine karıştığı



kaynakların mahiyetinden söz etmek ge-



değerli bir kaynaktır (bk. HACı BEKTAŞ



rekir.



VILÂYETNÂMESI).



Hacı Bektâş-ı Velî'yi ancak kendi zama-



Asıl adı Bektaş olup muhtemelen ölü-



nından epeyce sonra yazılmış ikinci dere-



münden sonra Hacı Bektâş-ı Velî diye şöh-



ceden kaynaklardan incelemek müm-



ret bulmuştur. XIII. yüzyıl Selçuklu Ana-



kündür. Bu kaynakların en eskisi, XIV.



dolusu'nda Babaî hareketinin lideri Baba



yüzyılın ünlü sûfîlerinden Âşık Paşa'nın



İlyâs-ı Horasânî'nin çevresine, XIV. yüz-



oğlu Elvan Çelebi'nin



yılda Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşuna, XVI.



siyye adlı menkıbevî aile tarihidir. Hacı



yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşî-



Bektâş-ı Velî'nin şeyhi olup 1239 veya



lik tarikatının teşekkülüne adı karışan



1240 yılında Selçuklu yönetimine karşı



Menâkıbü'l-kud-



Hacı Bektâş-ı Velî'nin, devrinin kaynakla-



Babaî İsyanı diye bilinen büyük sosyal ha-



rında hemen hiçbir iz bırakmadığına ba-



reketi gerçekleştiren Vefâî şeyhi Baba İl-



kılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir şöh-



yâs-ı Horasânî'nin torunu olan bu sûfî



rete sahip olmadığı söylenebilir. Öte yan-



şair, eserinde Hacı Bektâş-ı Velî'den kısa-



dan Yeniçeri Ocağı'nın ve Bektaşîliğin pîri



ca bahsetmesine r a ğ m e n çok önemli



kabul edilmesi ve Alevî-Bektaşî kesimin-



ipuçları verir.



de bir iman esası olan güçlü konumu onu



Hacı Bektâş-ı Velî hakkında ikinci kaynak, vefatından yaklaşık yüz yıl sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin torunu Ulu Ârif Çelebi'nin emriyle A h m e d Eflâkî tarafından kaleme alınan Menâkıbü'lcârifîn adlı Farsça eserdir. Dönemin Anadolu'su ve Mevlevîliğin tarihi bakımından çok önemli olan bu eserde Hacı Bektâş-ı Velî hakkında kısa bir pasaj vardır. Bu pasaj, hem onun sûfî kimliği hem de öteki kaynakları kontrol e t m e bakımından büyük değer taşır.



çözümlenmesi gereken tarihî bir problem haline dönüştürmektedir. Bu durum, hakkındaki yetersiz tarihî bilgilerle menkıbelerin yarattığı çift yönlü (tarihî-menkıbevî) şahsiyetinin birbiriyle uyuşmazlığından kaynaklanmaktadır. Menkıbevî Hacı Bektaş Rum abdallarının pîridir; Diyâr-ı Rûm'un (Anadolu) büyük evliyasındandır. Tarihî şahsiyetini menkıbevîleştiren anlaşılması ve tahlili güç bu dönüşüm süreci, onu daha XIV. yüzyıldan itibaren zamanımızda da bütün gücüyle varlığını koruyan çok önemli bir kültün, Anadolu'daki heterodoks Müslümanlığın merkez şahsiyeti yapmıştır. Mesele, Baba İlyas'ın sayısı oldukça fazla halifelerinin arasından yalnızca bu mütevazi Türkmen babasına nasip olması noktasında odaklanmaktadır. Ne Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ne Yûnus Emre ne de Anadolu'da yaşamış başka hiçbir sûfî onun kadar güçlü bir kutsallaştırmanın konusu olmuştur. Bu bağlamda, bugünkü Hacı Bektâş-ı Velî'nin tarihî Hacı Bektâş-ı Velî'nin ölümüyle doğduğunu söylemek tarihî bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî'yi bu iki paralel (yaşarken ve ö l d ü k t e n s o n r a k i ) kimliğiyle ele almak zarureti vardır. Ancak yaşadığı dönem ve çevreden hiçbir yazılı kaynak veya belge bugüne intikal etmediğinden onun tarihî hüviyetini belirleyebilmek mitolojik şahsiyetini tahlil etmekten çok daha zordur. Dönemin resmî kronikleri, hatta sûfî kaynaktan bile ondan bahsetmez. Bu bilgi kıtlığı, Hacı Bektâş-ı Velîyi Türkiye'de zaman zaman siyasî-ideolojik spekülasyonların



Aynı yüzyılda yaşayan Lâmiî Çelebi'nin Nefehât



Tercümesinde



üç dört cüm-



leyi geçmeyen ifadeleri Hacı Bektâş-ı Velî'nin mistik şahsiyeti hakkında dikkate değer kayıtlar ihtiva eder. XV. yüzyılın sonlarına ait bir başka önemli kaynak ise yine Baba İlyâs-ı Horasânî'nin soyuna mensup bir sûfî tarihçi olan Âşıkpaşazâde'nin Tevârîh-i



Âl-i



Osmân



adlı eseri-



dir. Burada müellifin büyük dedesinin halifesi olan Hacı Bektâş-ı Velî'ye dair aile içinden gelen şifahî bilgiler kaydedilmiştir. Bunlar, büyük bir ihtimalle tarihî Hacı Bektâş-ı Velî'yi anlatan gerçeğe en yakın bilgilerdir. Son olarak XVI. yüzyıldan Taşköprizâde'nin eş-Şekâ'iku'n-nu'mâniyye adlı eserini de kaydetmek gerekir. Hacı Bektâş-ı Velî bu kitapta diğer kaynakların aksine tam anlamıyla Sünnî bir velî olarak tanıtılır. Sonraki yüzyıllara ait bazı eserlerde de Hacı Bektâş-ı Velî'ye dair bilgilere rastlanır. Ancak bunlar esas olarak adı geçen eserlere ve özellikle Vilâyetnâme ve eş-Şekâ'iku'n-nıfmâniyye'ye dayanır.



reği içinde yazıya geçirilmiş olmakla beraber ihtiva ettiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektâş-ı Velî'nin yaşadığı dönemden iti-



Tarihî Hacı Bektâş-ı Velî. Hacı Bektâş-1 Velî'nin tarihî şahsiyeti ve Anadolu'ya gelmeden önceki hayatı hakkında Vilâyetnâme'de yer alan menkıbevî bilgiler dışında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak onun "Horasan erenleri" diye bilinen Kalenderiyye akımına mensup sûfîlerden biri, dolayısıyla Horasan Melâmetiyye mektebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple



baren mensuplarının arasında ağızdan ağıza dolaşarak XV. yüzyıla intikal etmiş-



XIII. yüzyılda Cengiz istilâsı sebebiyle Anadolu'ya vuku bulan derviş göçleri arasın-



tir. Ayrıca bu eserin Menâkıb-ı Hâce Ahmed-i Yesevî, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Ahî Evran ve M e -



da, aynı mektebe mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydan dervişlerinden biri olarak Anadolu'ya gelmiş



nâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî gibi XIII. yüzyıldan kalma yazılı kaynakları



olmalıdır. Burada bugüne kadar gözden kaçan önemli bir nokta, benzeri bütün



da vardır. Daha çok Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş veya sadece Vilâyetnâme diye tanınan bu eserin ehemmiyeti, Hacı Bek-



Türkmen şeyhleri gibi muhtemelen Hacı Bektâş-ı Velî'nin de kendine bağlı bir Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu'ya gelmiş



tâş-ı Velî'nin tarihî şahsiyetini tesbite yarayacak çok önemli veriler ihtiva etmesi-



olduğudur. Çünkü genellikle bu aşiretler (Dede Garkın'a bağlı Garkın aşireti örne-



nin yanı sıra Bektaşîlik ve Alevîlikte bugün de mevcut olan inançların çoğunun kaynağını oluşturmasından ileri gelir. Do-



ğinde olduğu gibi) başlarındaki şeyhin adıyla anılıyordu. Nitekim Osmanlı tahrir



XIV. yüzyıla ait bu iki kaynaktan sonra kronolojik olarak sırayı, Hacı Bektâş-ı Velî adına düzenlenmiş olup XV. yüzyılın son çeyreği içinde kaleme alındığı kesin gibi görünen Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî alır. Eser XV. yüzyılın son çey-



layısıyla bu çevrelerde yarı kutsal niteliği olan bir kitaptır. Ayrıca Hacı Bektâş-ı Ve-



defterlerine dayalı yeni bir araştırma, Hacı Bektâş-ı Velî'ye bağlı geniş bir Bektaşlı oymağının mevcut olduğunu ortaya koy-



lî'yi Ahmed Yesevî geleneğine bağlayan önemli metinleri içinde bulunduran eser,



muştur (Beldiceanu-Steinherr, sy. 81 |1991), s. 21-79).



455



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-ı VELÎ Hacı Bektâş-ı Velî muhtemelen aşiretiyle birlikte Anadolu'da yeni bir sûfî çevreye intisap etmiş olmalıdır. Bu çevre, onun içinden geldiği Yesevîlik ve Haydarîliğe çok benzeyen ve XIII. yüzyılda Anadolu'da önce ünlü Türkmen şeyhi Dede Garkın, sonra da onun halifesi Baba İlyâs-ı Horasânî tarafından temsil edilen Vefâîlik tarikatı çevresidir. Nitekim Âşıkpaşazâde'nin kaydından, Hacı Bektâş-ı Velî ve kardeşi Menteş'in Baba İlyâs-ı Horasânî'ye intisap ettikleri, Elvan Çelebi ve Eflâkî'nin ifadelerinden de Hacı Bektaş'ın halifelik makamına kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş'ın kardeşi Menteş'in 1239'da başlayan Babaî İsyanı'na iştirak ettiği ve Sivas'ta Selçuklu kuvvetleriyle yapılan muharebede öldürüldüğü, Hacı Bektâş-ı Velî'nin ise ya tasvip etmediğinden veya başka bir sebeple bu isyana katılmadığı hem Elvan Çelebi'den hem de Âşıkpaşazâde'den öğrenilmektedir. Fiilen katılmamış olsa bile isyan liderinin bir halifesi olduğundan isyanı takiben başlatılan tâkibattan kurtulabilmek için bir süre izini kaybettirmiş olmalıdır. Âşıkpaşazâde'ye göre Hacı Bektaş daha sonra Karayol'da (o z a m a n



Sulucakarahöyük, bugün Hacıbektaş) ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın Anadolu'nun Moğol hâkimiyeti altına girmesinden, yani yaklaşık 1250'lerden sonra olduğu tahmin edilebilir. Hacı Bektâş-ı Velî, Vilâyetnâme'den anlaşıldığı kadarıyla o zamanlar yarı göçebe Çepni oymağına mensup bir kolun



(muhtemelen kendine bağlı Bektaşlı kol u n u n ) yaşadığı bir yer olduğu için bu küçük Türkmen köyünü tercih etmiş olmalıdır. Muhtemel bir diğer sebep de Babaî İsyanı'ndan sonra Selçuklu merkezî yönetiminin gayri Sünnî (heterodoks) Türkmenler'e karşı takip ettiği politika sonucu olabildiğince gözden uzak bir yerde bulunma arzusudur. Ayrıca büyük şehirlerdeki Sünnî meslektaşlarının eleştirilerinden uzak kalmayı istemiş olması da düşünülebilir. Nitekim Mevlânâ'nın bile gıyaben tanıdığı bu Türkmen şeyhine hiç de iyi gözle bakmadığı bilinmektedir.



zer bir hayat tarzı süren, zaman zaman bugün bir ziyaret yeri olan yakındaki bir mağarada inzivaya çekilen, zaman zaman da köyün hayvanlarını otlatmak gibi oymağının günlük işleriyle uğraşan Hacı Bektâş-ı Velî'nin asıl tarihî rolü de burada başlamaktadır. Onun buradaki hayatı artık sadece Vilâyetnâme'den takip edilebilir. Vilâyetnâme onu, Baba Resul diye meşhur Baba İlyâs-ı Horasânî'ye değil Ahmed Yesevî'ye bağlar ve doğrudan onun halifesi olarak takdim eder. Halbuki Hacı Bektaş'ın Ahmed Yesevî'nin ölümünden en az bir yarım asır sonra dünyaya geldiği muhakkaktır. Bununla birlikte Vilâyetnâme'de Hacı Bektaş'ın halifelerinden bahseden kısımda Baba Resul'ün (veya Resul Baba) adına rastlanması, Hacı Bektaş'la Baba Resul arasındaki halifelik ilişkisinin büsbütün unutulmadığını göstermektedir. Ancak Hacı Bektaş Baba Resul'ün halifesi iken Vilâyetnâme bu ilişkiyi tersine çevirmektedir. Bu durumu, 1240'ta öldürülen Baba Resul'den sonra Anadolu'da Hacı Bektaş'ın mânevî nüfuzunun giderek üstünlük kazanmaya başlamasına paralel olarak ötekinin nüfuzunun giderek zayıflamasıyla açıklamak mümkündür. Vilâyetnâme böylece, XV. yüzyılda Anadolu'daki gayri Sünnî sûfî çevrelerde artık bir tek ismin. Hacı Bektâş-ı Velî'nin hâkim olduğunu da göstermiş olmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî, yine Vilâyetnâme'ye göre Sulucakarahöyük'te bir Türkmen şeyhi olarak bir yandan kendi cemaati içinde mürşidlik görevini sürdürürken bir yandan da bugünkü Ürgüp yöresindeki hıristiyanlarla sıkı ilişkiler geliştirip



onların ihtidâsına zemin hazırlamıştır. Ayrıca şamanist Moğollar'ın da Müslümanlığı kabul etmeleri için yoğun faaliyet göstermiş, halifelerini bu amaçla Anadolu'nun dört bir köşesine yollamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî'nin bu faaliyeti, gerek kendisinin yaşadığı dönemin sosyal şartlarının gerek kaynakların verdiği bilgilerin tahlilinin, gerekse Bektaşîlik ve Alevilîğin klasik tarihi ve aktüel çizgisinin tabii bir gereği olarak İslâm fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünnî bir anlayışı değil, Horasan Melâmetiyyesi'nin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayri Sünnî bir yorumunu yansıtmaktaydı. Bu yorum, muhtemelen, Türkmenler arasında hâlâ kuvvetle yaşamakta olan eski İslâm öncesi dinî-mistik inançlarla karışık yarı hurafevî bir İslâm anlayışının telkin ve tâlimini de ihtiva ediyordu. Bu anlayış, tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayanmakla beraber, aynı zamanda mühtedileri birden bire kendi kültür çevrelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet vermeden eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı (syncretique) bir İslâm anlayışıydı. Onun bu yönteminin Anadolu'nun müslüman ve gayri müslim toplumları arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığı söylenebilir. Nitekim bölge hıristiyanlarının da ona büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Öyle görünüyor ki Hacı Bektâş-ı Velî, zaman zaman bazı Moğol idarî otoritelerine karşı çıkmak durumunda kalmış olsa da Sulucakarahöyük'teki mütevazi zâviyesinde bu şekilde öm-



Bu dar çevre içinde cereyan eden hayat tarzı yüzünden Hacı Bektâş-ı Velî, Selçuklu başşehrinin veya önemli kültür merkezlerinin ilgisini çekecek ve dolayısıyla bu büyük şehirlerdeki tekkelerde yaşayan meslektaşları gibi zamanın belgelerinde iz bırakacak kadar şöhret yapmamıştır. Vilâyetnâme'ye göre Sulucakarahöyük'te tıpkı şeyhi Baba İlyas'ınkine ben-



456



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-ı VELÎ bulunduğunu açıkça g ö s t e r m e k t e d i r .



rünü tamamlamıştır. 691 (1292) tarihli



Âşıkpaşazâde, Hacı Bektaş'ın bir şeyh ola-



bir vakfiye kaydında kendisinden "mer-



cak ve bir tarikat kuracak durumda olma-



Kaynaklardaki bu kayıtlara



hum" diye bahsedildiğine göre ( B i r g e , s.



yıp kendini bilemeyecek kadar cezbe sa-



gerekirse, Hacı Bektâş-ı Velî'nin büyük



41) bu tarihten önce muhtemelen 669'-



hibi bulunduğunu kaydederken XV. yüz-



bir ihtimalle Yesevîlik ile Kalenderîliğin



da (1271) vefat etmiştir.



yıl müelliflerinden Emînüddin b. Dâvûd



karışımından oluşan Haydarîlik tarikatı-



Hacı Bektâş-ı Velî'nin nasıl bir sûfî kimliği temsil ettiği, hangi tarikat çevresine dahil olduğu, kendi adını verdiği yeni bir tarikat kurup kurmadığı, Bektaşîliğin onunla ilgisi gibi sorulara gelince, önce hariç yuka-



eş-Şekâ'iku'n-nıfmâniyye



rıda sayılan kaynakların hiçbirinin onu klasik anlamda Sünnî bir sûfî olarak görmediği özellikle vurgulanmalıdır. Kendini Hacı Bektâş-ı Velî'ye bağlayan Bektaşîliğin ve Alevîliğin gayri Sünnî yapısı da bunun en kuvvetli delilidir. Bektaşîliğin önceleri Sünnî bir tarikat olduğunu, fakat Balım Sultan tarafından bugün bilinen hüviyetine sokulduğunu ileri süren tezin ilmî ve tarihî hiçbir temeli yoktur. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Sünnî bir mutasavvıf olduğunu ileri sürenler onun nasıl bir sosyal tabanın mensubu bulunduğunu, bu tabanın sosyokültürel ve dinî yapısının karakteristiklerini hiç hesaba katmadan genellikle ona izâfe edilen Makâlât



adlı



esere dayanırlar. Bugüne kadar değişik araştırmacılar tarafından birkaç defa yayımlanmış olup tasavvufa yeni intisap



güvenmek



Fakih onun hakkında "meczûb-ı mutlak"



nın bir mensubu olarak Anadolu'ya gel-



tabirini kullanır. XVI. yüzyılda ise Vâhidî,



diği, daha sonra Baba İlyâs-ı Horasânî



hiçbir şeyin farkına varamayacak dere-



çevresine girerek Vefâîlik tarikatına inti-



cede meczup olan Hacı Bektaş'ın "bu hal



sap ettiği ve hayatının sonuna kadar da



ile âhirete irtihal ettiğini" yazar. Bu kay-



böyle yaşadığı söylenebilir. Bu durumda



nakların Hacı Bektaş hakkındaki mütala-



adını taşımasına rağmen Bektaşîliği ken-



aları gibi, Vilâyetnâme'ye



disinin kurmadığı muhakkaktır.



dayanan M.



Fuad Köprülü'nün Hacı Bektaş'ın İslâmî ilimlerde otorite olacak derecede âlim bir mutasavvıf olduğunu ileri sürmesi de kolay kabul edilecek bir fikir değildir. Eğer Hacı Bektaş gerçekten kendini bilemeyecek kadar meczup olsaydı nâme'de



Vilâyet-



anlatılanlarla bir ilgisi buluna-



mazdı. Öte yandan, onun gibi göçebe bir Türkmen şeyhinin ne böyle bir ortamda İslâmî ilimlerde otorite olacak bir ilmî seviyeye yükselme imkânını bulması, ne de böyle bir imkân bulduktan sonra bu çevrelere geri dönmesi pek kolay kabul edilecek bir şeydir. Ayrıca bir Türkmen şeyhinin âlim olması da gerekli değildir. Vilâyetnâme'nin



bu yoldaki ifadelerinin



Hacı Bektâş-ı Velî'yi yüceltmeye yönelik bir tutumun eseri olduğu söylenebilir.



Hacı Bektâş-ı Velî'ye başta



Makâlât



olmak üzere (bu eserin pek çok nüshası mevcuttur, meselâ bk. Süleymaniye K t p . , L â l e l i , nr. 1500) birtakım eserler izâfe edilir. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Kitâbü'l-Fevâid (İÜ Ktp., TY, nr. 55). 2. Nesâyih-i Hacı Bektâş-ı Velî ( H a c ı -



bektaş ilçe Halk Ktp., nr. 29'daki mecmua içinde). 3. Risâle (Staatsbibliothek, Marburg, MS, Or, Oct, nr. 3049). Bunların dışında Hacı Bektâş-ı Velî'ye 7e/sir-i Fâtiha, Şathiyye, Şerh-i Besmele gibi birkaç eser daha ma! edilirse de bunların onun tarafından yazıldığına dair hiçbir ilmî delil ortaya konulamamıştır. Menkıbevî Hacı Bektâş-ı Velî. Bektaşîlikten başka hiçbir tarikatın pîri bu de-



ortaya koyduğu bir



rece muazzam bir kültün, güçlü bir ima-



kitabı niteliğini taşıyan bu eserin muhte-



başka problem de Hacı Bektaş'ın İmâ-



nın ve kutsallığın konusu olmamıştır. He-



va kritiği yapılmamıştır. Makâlât



miyye mezhebine mensup olup olmadığı



men hiçbir tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı



de en kapsamlı çalışmayı gerçekleştiren



meselesidir. Vilâyetnâme,



Hacı Bektâş-ı



Velî'nin Bektaşîlikteki yeriyle karşılaştırı-



Esat Coşan bir tasavvuf edebiyatçısı gö-



Velî'yi İmam Mûsâ el-Kâzım soyuna nis-



lamaz. Tarihî Hacı Bektâş-ı Velî'nin men-



züyle eserin yalnız muhteva tasvirini yap-



bet etmek suretiyle hem onu bir seyyid



kıbeVî, hatta menkıbevîlikten de öte mito-



mış, tarihî tenkidine girişmemiştir. Hal-



yapar hem de böylece Şiî bir mutasavvıf



lojik Hacı Bektâş-ı Velî'ye dönüşerek böy-



buki klasik tasavvuf edebiyatında



Ma-



olarak takdim eder. Ancak Hacı Bektâş-ı



le bir kutsallık kazanması ve bir iman ko-



kâlât ve Vâridât adlarını taşıyan benze-



Velî'nin yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusun-



nusu olması hadisesinin nasıl meydana



ri eserlerin hemen hepsi daha sonraları



da İmâmiyye veya İsmâiliyye mezhebinin



geldiği ve hangi sürecin ürünü olduğu ve



anonim derleyiciler tarafından kitap ha-



mevcudiyetine dair herhangi bir ipucuna



bu sürecin nasıl gerçekleştiği gibi önemli



line getirilmiştir. Nitekim Makâlât'ta



da,



bugüne kadar rastlanmadığı göz önüne



soruların cevabı, Antalya-Elmalı yakının-



bu tür bir eser olduğunu açıkça gösteren



alınarak bu telakki, XV. yüzyıl sonlarında



daki Tekkeköy'de bulunan türbesinde



ibareler vardır (s. 14, 35). Dolayısıyla bu



Vilâyetnâme'nin



kaleme alındığı yıllarda



medfun Abdal Mûsâ'da düğümlenmek-



eserlerin asıllarından uzaklaşmaları ihti-



bu çevrelere artık nüfuz etmiş bulunan



tedir. M. Fuad Köprülü, XIV. yüzyılda Ha-



eden müridler için basit seviyede bir el üzerin-



Vilâyetnâme'rım



mali çok yüksektir. Hacı Bektâş-ı Velî'ye



İmâmiyye inançlarının bir etkisi olarak de-



cı Bektâş-ı Velî'nin Sulucakarahöyük'teki



izâfe edilen diğer eserler gibi



ğerlendirilmelidir. Bektaşîlik XVI. yüzyıl-



tekkesinden yetişen bu mühim şahsiyetin Hacı Bektâş-ı Velî kültünün yayılma-



Makâlât'ın olduğu



da bu etkileri almış olarak kurulduğun-



tarihen ispat edilmemiştir. Ayrıca Hacı



dan bugün Hacı Bektâş-ı Velî'nin böyle



sında nasıl büyük bir rol oynadığını orta-



Bektâş-ı Velî konumundaki konar göçer



bir kimliğe nisbeti Alevî-Bektaşî çevre-



ya koymuştur. Köprülü'nün incelemele-



bir Türkmen sûfîsinin bu tarz eserler ya-



lerce tereddütsüz kabul görmektedir.



da



onun



kaleminden



çıkmış



zıp yazamayacağı tartışılabilir. Öte yan-



rinden ve daha sonraki araştırmalardan



dikkatli bir tahlili.



çıkan sonuca göre yaşadığı dönemde pek



dan bu çevrelerdeki tasavvuf geleneği-



Hacı Bektâş-ı Velî'nin, hem Ahmed Yese-



tanınmayan bu mütevazi Türkmen şey-



nin yazılı eserlerden çok sözlü geleneğe



vî hem de Yesevîlik etkilerini geniş ölçü-



hini, gerek hayatta iken gerekse ölümün-



dayandığı bilinmektedir.



de taşıyan Kutbüddin Haydar gelenekle-



den kendi zamanına kadar geçen süre



rini sıkı sıkıya koruyan bir Haydarı şeyhi



içinde üretilen menkıbeler aracılığıyla yeni



Hacı Bektaş'm tasavvufî şahsiyetine



olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yan-



kurulmakta olan Osmanlı Beyliği başta



gelince, başta Âşıkpaşazâde olmak üze-



dan Elvan Çelebi, Ahmed Eflâkî ve Âşık-



olmak üzere bütün Orta ve Batı Anado-



re daha sonraki birtakım kaynaklar da



paşazâde'nin eserleri de onun Vefâî şey-



lu'da tanıtarak âdeta tekrar hayata ka-



onu meczup bir derviş olarak tanıtırlar.



hi olan Baba İlyâs-ı Horasânî'nin halifesi



vuşturan Abdal Mûsâ olmuştur. XIV. yüz-



Vilâyetnâme'nin



457



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-ı VELÎ yılın ilk çeyreğinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Tekkesi'nin şeyhi olan Abdal Mûsâ, beraberindeki bir kısım Haydarî dervişleriyle birlikte yeni kurulmakta olan Osmanlı Beyliği topraklarına gitmiş, orada Orhan Gazi'nin hizmetine girerek fetihlere katılmış ve başarılı olmuştur. Fakat onun gerçekleştirdiği asıl büyük iş, birlikte savaştığı Osmanlı gazilerine Hacı Bektâş-ı Velî'nin menkıbelerini anlatarak onu tanıtması olmuştur. Abdal Mûsâ bunu önce Bursa havalisinde yapmış, daha sonra buradan Bergama ve yakınlarına geçmiş, oradan da Antalya'ya giderek yerleştiği bugün Tekkeköy adını taşıyan yerdeki zâviyesinde sürdürmüştür. Bu süreç içinde menkıbeleşen tarihî ve efsanevî geleneklerin XV. yüzyılın son yıllarında yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret olan Vilâyetnâme çoğunluğu itibariyle bu mitolojik Hacı Bektâş-ı Velî'yi yansıtır. Ancak bu husus eserin tarihî hiçbir temeli bulunmadığı anlamına gelmez. Vilâyetnâme'de Hacı Bektâş-ı Velî'nin tarihî şahsiyetini aydınlatmaya yarayacak oldukça değerli ipuçları da vardır. Alevî-Bektaşî toplulukları bugün Hacı Bektâş-ı Velîyi Vilâyetnâme'nin takdim ettiği mitolojik çerçevede tanırlar. Vilâyetnâme'deki



Hacı Bektâş-ı Velî'-



nin en belirgin niteliği on iki imam soyuna nisbet edilmesi, yani Peygamber soyuna mensup bir seyyid olmasıdır. Babası İbrâhîm-i Sânî, İmam Mûsâ el-Kâzım neslindendir ve Horasan hükümdarıdır; dolayısıyla Hacı Bektâş-ı Velî bir şehzadedir. Küçükken önce ünlü sûfî Lokmân-ı Perende'nin, ardından onun tavsiyesiyle Ahmed Yesevî'nin yanında eğitilir. Daha o zamanlar birçok kerâmet göstererek herkesi hayretler içinde bırakır. Ahmed Yesevî'nin "nefes evlâdı" olan Kutbüddin Haydar'ı esir düştüğü Bedahşan ilindeki kâfirlerin elinden kurtarır. Daha sonra onun artık olgunlaştığını gören Ahmed Yesevî, kendisine halifelik sembolleri olan cihâz-ı fakrı (taç, şamdan, seccade, sofra ve alem) teslim eder, beline tahta kılıcını kuşatır ve Diyârırûm'u irşad etmekle görevlendirir. Önce Mekke'ye giderek hac görevini ifa eden Bektaş "hacı" unvanını alır. Dönüşte Necef'i ve Kerbelâ'yı ziyaret



leriyle dikkat çeker. Geçimini sağlamak için köyün sığırlarını güder. Bir müddet sonra bugünkü dergâhın yerinde ilk inziva mahalli olan Kızılca Halvet'i yapar. Hacı Bektâş-ı Velî artık kendini kabul ettirmiş ve mürid edinmeye başlamıştır. Ünü çabuk yayılır. Çevredeki velîler onu kıskanır ve çeşitli sınavlardan geçirirlerse de hepsini utandırır. Avucundaki yeşil beni göstererek Hz. Ali'nin mazharı olduğunu, yani onun kendi bedeninde zuhur ettiğini ispat eder. Böylece Rum'un en büyük evliyası olduğu anlaşılır. Hacı Bektâş-ı Velî buradaki ikameti esnasında Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî, Ahî Evran gibi büyük Rum velîleriyle yakınlık kurar; çevredeki gayri müslimlerle yakın ilişkiler içine girer. Tanıştığı Moğol otoritelerinden bir kısmının müslüman olmasını sağlar. Birçok halife yetiştirir; ölümünden az önce her birine icâzetnâmesini vererek Anadolu'nun bir yöresine yollar ve kendisi de kerâmetine yakışır bir şekilde vefat eder. Buraya kadar anlatılanlardan çıkan sonuca göre Hacı Bektâş-ı Velî'nin asıl şöhreti ve etrafında teşekkül eden muazzam kült onun vefatından sonra oluşmuştur. Bu kültün esas kaynağı da o zamanlar çok muhtemel olarak bir Haydarî zaviyesi olan Sulucakarahöyük'teki dergâhıdır. Bu tarihî hadise Hacı Bektâş-ı Velî kültünün önce, hayatta iken bizzat Hacı Bektaş'ın da mensubu bulunduğu Haydarî tarikatı dervişleri arasında ortaya çıkıp geliştiğini ve onlar vasıtasıyla her tarafa yayıldığını gösterir. Osmanlı gazileri aracılığıyla Hacı Bektâş-ı Velîyi tanıyan Osmanlı sultanları Yeniçeri Ocağı'nı kurarken gaziler arasında yaygın olan güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağlamışlar, böylece Hacı Bektâş-ı Velînin hâtırası Osmanlı topraklarında giderek gelişmek suretiyle büyüyüp ünlenmiştir. XVI. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise Balım Sultan, Haydarîlik'ten ayrılıp Osmanlı hükümet merkezinin desteğini de alarak Bektaşîlik tarikatını Hacı Bektâş-ı Velî'nin adına bugün bilinen şekliyle kurmuştur. Böylece Anadolu Türk gayri Sünnîliği, merkezine Hacı Bektâş-ı Velî'yi yerleştirerek teşekkül sürecini fiilen tamamlamıştır. BİBLİYOGRAFYA : Hacı Bektâş-ı Velî, Makâlât



(nşr. Esad Co-



edip Anadolu'ya geçer. Buradaki Rum



şan), İstanbul 1986, s. 17-61; Manakıb-ı



erenleri onun gelişinden haberdar olur-



Bektâş-ı



larsa da buna pek sevinmezler. Hacı Bek-



Gölpınarlı), İstanbul 1958; Elvan Çelebi, Menâ-



tâş-ı Velî, Çepni oymağına mensup konar göçer birkaç evin kışlığı durumundaki Sulucakarahöyük'e gelir ve Kadıncık Ana'nm evine misafir olur. Bu arada kerâmet-



Velî:



kıbü'l-kudsiyye, bü'l-'âriftn,



Vilâyet-nâme



Hacı



(haz. Abdülbâki



s. 169-170; Eflâkî,



Menâkı-



I, 381; Âşıkpaşazâde, Târih,



204-205; Vâhidî, Menâkıb-ı



s.



Şekâik Tercümesi, s. 44; Âlî Mustafa, Künhü'l-ahbâr, İstanbul 1286, V, 54 vd.; Evliya Çelebi, Seyahatname, I-11I; VI-VIII, tür. yer.; Derviş Burhan, Vilâyetnâme-i Hâcım Sultân: Das Vilâjet-nâme des Hâdschim Suttan (nşr. Rudolf Tschudi), Berlin 1914, s. 1-24; Köprülü, ilk Mutasauuıflar (istanbul 1919), Ankara 1966, s. 39-47; a.mlf., "Les origines du Bektachisme: Essai sur le d e v e l o p p e m e n t historique de l'hetereodoxie musulmane en Asie mineure", Extrait des actes du congres International d'histoire des religions, Paris 1926, s. 20-25; a.mlf., Türk Edebiyatı Tarihi (istanbul 1926), İstanbul 1980, s. 249-250; a.mlf., "Anadolu'da İslâmiyet", DEFM, 11/4-6 (1922), s. 405406; a.mlf., "Bemerkungen zur religiongeschichte Kleinasiens", MOG, II (1922), s. 203222; a.mlf., "Bektaşîliğin Menşeleri",' TY, II/8 (1341), s. 136-140; a.mlf., "Bektaş", İA, 11,461464; Hilmi Ziya [Ülkeni, Türk Tefekkür Ta-rihi, İstanbul 1934, 11, 255-262; a.mlf., "Hacı Bektaş-ı Velî", Mihrab, 11/15-16, İstanbul 1922, s. 515-530; J. K. Birge, The Bektashi Order of Dervishes, London 1937, s. 33-51; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1959, s. 238-239; a.mlf., "Bektaş", TA, VI, 32-34; E. Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1964, s. 298-301; Cl. Cahen, Pre Ottoman Turkey, London 1968, s. 354; a.mlf., " L e probleme du Shiisme en A s i e mineure pre-ottomane", Le Shiisme imamite, Paris 1970, s. 122 vd.; a.mlf., La Turquie pre-ottomane, İstanbul 1988, s. 334; Jr. S. Vryonis. The Decline of Medieval Hellenisme in Asia Minör, Los Angeles 1971, s. 369-381; H. J. Kissling, "Bektaş, Hacı", Biographisches Lexikon, München 1974, I, 170-171; İrene Meiikoff, "Un ordre de derviches colonisateurs: Les Bektashis", Memorial Ömer Lütfı Barkan, Paris 1980, s. 149-157; a.mlf., "L'Ordre des Bektaşis et les groupes relevant de Hacı Bektaş: Survol du probleme", Sur les traces du soufisme turc: recherches sur l'lslam populaire en Anatolie, istanbul 1992, s. 5-10; a.mlf., "Yunus Emre ile Hacı Bektaş", TDED, XX (1973), s. 29 vd.; Ahmet Yaşar Ocak, La revolte de Baba Resul ou la formation de l'heterodoxie musulmane en Anatolie au XIlle siecle, Ankara 1989, s. 87-96; a.mlf., "Anadolu Heterodoks Türk Sûfîliğinin Temel 'Kışı: Hacı Bektaş-ı Velî el-Horasanî ( 7 - 1 2 7 1 ) " , Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Velî Düşüncesinde Hoşgörü, Ankara 1995, s. 185-201; Ahmet T. Karamustafa, "Early Sufism in Eastern A n a tolia", Classical Persian Suftsm: from its Origins to Rumi (ed. Leonard Lewisohn), London 1993, s. 186-190; Martin van Bruinessen, " W h e n Haji Bektash stili Bore the Name of Sultan Sahak", Bektachiyya: Etudes sur /'ordre mystiques des Bektachis et les groupes se relevant de Hadji Bektach (ed. A. Popovic - G. Veinstein), İstanbul 1995, s. 117-138; Tevfîk Sincânî-Kâsım Ensârî, "Hâcî Bektâş-ı Velî v e Tarîkat-ı Bektâşiyye", Neşriyye-i Dânişkede-i Edebiyyât ve 'ülûm-ı İnsanî, XXVI1I/120, Tebriz 1977, s. 505-513; Mürsel Öztürk, "Hacı Bektaş-ı Veli", TTK Belleten, L/198 (1986), s. 885894; I. Beldiceanu-Steinherr, "Les Bektaşi la lumiere des recensements ottomans (XVe-XVie siecles)", WZKM, sy. 81 (1991), s. 21-79; R. Tschudi, "Bektâshiyya", EP (İng.), 1, 1161-1163; Hamid Algar, "Bektâs, Hâjî", Elr., IV, 116-122.



Hâce-i Cihân, Bib-



liotheque Nationale, suppl. turc, nr. 1585, vr. 72>; Lâmiî, Nefehât



Tercümesi,



s. 671-672;



Mecdî,



458



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



H



AHMET YAŞAR OCAK



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ HACI BEKTÂŞ-ı VELÎ



r



n



KÜLLİYESİ



de Bizans dönemine ait bir manastır ka-



Hacı Bektâş-ı Velî'nin ikamet ettiği bir



lıntısının üzerinde kurmuş olması bu ba-



hücrenin bulunduğu ileri sürülebilir.



kımdan muhtemel görünmektedir. An-



Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin doğu du-



cak külliyede Bizans mimarisinin özellik-



varına bitişik olan ve Kırklar Meydam'na



(ö. 669/1271[?] )



lerini yansıtan herhangi bir mekâna rast-



açılan Resul Bâlî'nin (ö. 6 7 7 / 1 2 7 8 - 7 9 [?])



türbesi etrafında teşekkül eden külliye.



lanmadığı gibi Hacıbektaş ilçesine dair



kümbeti de külliyenin en eski birimlerin-



Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektâş-ı Velî'nin



L



_I Bektaşîliğin "pîr evi" olan bu külliyenin



arkeolojik araştırmalar da henüz bu hu-



den olmalıdır. Remzi Gürses, Hacı Bek-



susu kanıtlayacak düzeyde bulunmamak-



tâş-ı Velî'nin halifelerinden Resul Bâlî'ye



tadır.



ait sandukanın "müteharrik" olduğunu,



tarihî gelişimi oldukça karmaşık bir yapı



Başlangıçta mütevazi bir kuruluş ol-



bunun altında dikdörtgen planlı bir mumyalığın içinde mumyalanmış bir cesetle ce-



arzetmektedir. XIII. yüzyılın ortalarından



duğu tahmin edilen ilk zâviyeden günü-



XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan



müze intikal eden tek unsur, Hacı Bek-



geniş bir zaman dilimi içinde teşekkülü-



tâş-ı Velî tarafından kullanıldığı rivayet



nü tamamlayan bu yapı topluluğu, he-



edilen ve mimari özellikleri de bu rivayete



Diğer taraftan Kızılca Halvet ile türbe-



men bütün unsurları ile günümüze inti-



uygun düşen Kızılca Halvet adındaki hal-



nin batısında, bu iki birim boyunca uza-



kal edebilen nâdir tarikat külliyelerinden



vethânedir. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'-



narak kuzeydeki Kırklar Meydam'na ge-



biri olarak Türk mimari tarihinde önemli



nin güney duvarına bitişik olan bu hal-



çit veren dikdörtgen planlı mekânın dış



bir yer işgal eder. Buna rağmen külliye-



vethâne ile türbeyi külliyenin çekirdeği



kapısında da çift başlı kartal kabartması



nin bazı birimlerinin inşa tarihleri, bâni-



olarak kabul etmek gerekir. Bir zâviye



yer alır. Ancak bu kapı, oranlan ve taş



lerinin kimliği ve zaman içinde geçir-



yalnızca halvethâneden ibaret olamaya-



süsleme ayrıntıları ile Hacı Bektâş-ı Ve-



dikleri değişimler yeterince aydınlatıla-



cağına göre vaktiyle bunun çevresinde



lî Türbesi'ne göre daha geç tarihli oldu-



mamıştır. Külliyenin gelişimini Bektaşî-



ibadet, sohbet, barınma ve iâşe ihtiyaç-



ğunu belli etmektedir. Kapının Selçuklu



liğin tarihçesindeki dört ana devre içinde



larına cevap veren birtakım birimlerin bu-



hânedanınm kesin olarak çökmesinden



incelemek mümkündür.



lunduğu kesindir. Ancak Kızılca Halvet dı-



(1308) az önceye veya Karamanoğulları'-



şında ilk zâviyenin mimari özellikleri tes-



nın erken dönemine (XIV. y ü z y ı l ı n ilk ya-



1. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Sulucakarahöyük'e Yerleşmesinden Balım Sultan'ın



bit edilememektedir.



Postnişin Olmasına Kadar Geçen Devre



Gerek tasarımı ile gerekse girişinde ve



(XIII. yüzyıl ortaları-XVl. yüzyılın başı). Ha-



külâhının eteğinde görülen taş süsleme-



cı Bektâş-ı Velî'nin, mürşidi Baba İlyâs-ı



leriyle tamamen Selçuklu üslûbunu yan-



HorasânFnin öldürülmesinden sonra o za-



sıtan Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin, pirin



manki adı Sulucakarahöyük olan Hacı-



vefatından az sonra XIII. yüzyılın son çey-



bektaş'a gelerek burada kendi adına bir



reğinin başlarında inşa edildiği söylene-



zâviye kurduğu bilinmektedir. Özellikle



bilir. Türbenin girişindeki kemerin üstün-



yabancı yazarlar, külliyenin Aziz Hara-



de yer alan stilize edilmiş çift başlı kar-



lambos (Charalambos) Manastırı'nın ye-



tal kabartması Selçuklu üslûbunu pekiş-



rinde kurulduğunu ileri sürerse de bu-



tiren bir unsur kabul edilebilir. Peygam-



sedin ayak ucunda 677 ( 1 2 7 8 - 7 9 ) tarihli bir şâhideyi gördüğünü bildirmektedir.



r ı s ı n a ) ait olması muhtemel görünmektedir. Söz konusu kapı ile girilen bu mekânın sağında ( d o ğ u ) Kızılca Halvet, solunda ise Hacı Bektâş-ı Velî'nin halifelerinden olduğu rivayet edilen Güvenç Abdal'ın kümbeti bulunur. Aynı mekânın kuzeyinde Kırklar Meydam'na açılan kapı Osmanlı dönemine aittir. Üzerindeki kitâbede bugünkü Kırklar Meydanı'nın 960 (1553) yılında inşa edildiği belirtilmektedir.



nun doğruluğu tesbit edilememiştir. Bu



berlerle şehidlerin vefat ettikleri yerde



Külliyenin ikinci avlusunda batı yönün-



görüşler, XVIII ve XIX. yüzyıllarda buraya



defnedilmeleri yanında bazı rivayetlere



deki kanadın merkezinde yer alan ve Bektaşî erkânında çok önemli bir yeri olan



uğrayan yabancı seyyahların Hacı Bektâş-ı



dayanan ve daha çok tarikat ehli tara-



Velî'nin türbesinin müslümanların yanı



fından benimsenen, kişinin yaşadığı veya



meydan evinin kapısı üzerinde külliyenin



sıra yerli hıristiyanlar tarafından da ziya-



öldüğü mekâna defnedilmesi geleneği



en eski tarihli kitâbesi bulunmaktadır. Ol-



ret edildiğini ve türbeyi Aziz Haralam-



dikkate alınarak Kızılca Halvet'in kuzey



dukça kötü bir hatla ve girift bir istifle



bos'un makamı olarak telakki ettikleri-



yönünde türbenin mevcut olduğu yerde



yazılmış bu Arapça mensur kitâbe araş-



ni nakletmesinden kaynaklanmış olmalıdır.



TyıamıuiUIMMKMSM^^



Müslüman Türkler tarafından fethedilen hıristiyan topraklarında, özellikle halk üzerinde büyük mânevî nüfuzu olan velîlerin türbelerinde ve tekkelerinde bu gibi devamlılıklara sıkça rastlanır. Çok d e f a bu devamlılığın altında, söz konusu velî-



Külliyenin Hacı



lerin bölgenin fethine ve müslümanlaş-



B e k t â ş - ı Velî



tırılmasına fiilen katkıda bulunmaları, tek-



Türbesi'ni



ke veya zâviyelerini bilhassa yerli halkın ziyaretgâhları üzerinde tesis etmeleri gibi gelenekleşmiş uygulamalar yatmakta-



v e Kırklar Meydanı'nı barındıran kısmının



dır. Hacı Bektâş-ı Velî'nin zâviyesini Ana-



giriş



dolu'da Ortodoks mistisizminin en yoğun



revakı -



biçimde yaşandığı Kapadokya bölgesin-



Hacıbektaş / Nevşehir



459



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ tırmacılar tarafından değişik şekillerde



yük bir ihtimalle bugünkü Kırklar Mey-



kânını" tesis etmesinden sonra Bektaşî-



okunmuştur. Bunların içinde en çok gü-



danı'nm işgal ettiği alanı da kapsayan es-



liğin bünyesinde, aralarında günümüze



ven telkin eden Halim Baki Kunter'e gö-



kisinden daha geniş bir yapı topluluğu-



kadar süren bir rekabetin gözlendiği iki



re kitâbenin tercümesi şöyledir: "Bu ima-



nun inşa edildiği anlaşılmaktadır. Çok sa-



kol ortaya çıkmıştır. Mücerred babaların



reti meşâyihin meliki, evliya soyu olan



yıda ziyaretçisi olan bir tarikat tesisinin



tasarrufundaki



Ahî Murad -devleti dâim olsun- yedi yüz



mimari programı ve fonksiyon şeması göz



pîr evindeki dedebabayı,



altmış dokuz senesi Ramazanının arife-



önüne alındığında, külliyenin günümüz-



köylülerin ve göçebelerin meydana getir-



sinde yaptırdı". Kunter de dahil olmak



de arzettiği üç avlulu yerleşimin bu ge-



diği Anadolu Alevîliği'ne bağlı Bektaşîler



üzere birçok araştırmacı burada



"Ahî



lişme sırasında şekillendiğini tahmin et-



ise Hacı Bektâş-ı Velî'nin neslinden gel-



tekkelerin



mensupları çoğunluğunu



Murad" olarak anılan bâninin, kitâbenin



mek mümkündür. Nitekim en azından



diklerini iddia eden ve pîr evinin dışındaki



verdiği 769 (1367-68) yılında Osmanlı tah-



ikinci avlunun XIV. yüzyılın ikinci yarısın-



konaklarında ikamet eden çelebileri tari-



tında bulunan 1. Murad Hüdâvendigâr



da teşekkül ettiği, burada bulunan 769



katın gerçek reisi olarak tanımaktaydı.



olduğunu iddia etmiştir. 1. Murad'ın fü-



(1367-68) tarihli meydan evinin varlığı ile



Kümbetinin kitâbesinde Balım Sultan'-



tüvvet ehli (ahî) olması, Ahîler ile XIV. yüz-



ortaya çıkmaktadır. İkinci avluyu kuşa-



dan tarihî gerçeklere aykırı olarak Hacı



yılda Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi'ne bağlı



tan kiler evi, aşevi, ekmek evi vb. diğer



Bektâş-ı Velî'nin torunu diye söz edilme-



olan Rum abdalları arasındaki ilişkiler ve



birimlerin yerinde de yaklaşık aynı ihtiyaç-



si, büyük bir ihtimalle Balım Sultan'ı bü-



ayrıca kitâbede bâninin adından sonra



ları karşılayan yapıların tasarlandığı söy-



tün Bektaşîler'in gözünde meşrûlaştır-



gelen "dâime devletühû" ibaresi bu görü-



lenebilir.



ma gayretinden kaynaklanmaktadır.



şü desteklemektedir. Ancak 1. Murad'ın, o tarihte Osmanlı sınırları dışında, Anadolu'daki en zorlu rakibi Karamanoğullan'nm topraklarında bulunan bir zâviyede kendi adına imar faaliyetinde bulunması garip görünmektedir. Bu dönemde Karamanoğlu tahtında 1. Murad'ın damadı I. Alâeddin Ali Bey bulunmaktadır. Kitâbede geçen "sülâletü'l-evliyâ" tabiri I. Murad'ın, Hacı Bektâş-ı Velî gibi VefâîBabaî kökenli olan Şeyh Edebâli'nin soyundan gelmesiyle açıklanabilirse de "me-



2. Balım Sultan'ın Postnişin Olmasından Bektaşîliğin Lağvedildiği Tarihe Kadar Geçen Devre (1501-1826). Bektaşîliğin ikinci pîri olarak kabul edilen ve 907 (1501) yılında 11. Bayezid'in desteğiyle Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi'nin meşihatını üstlenen Balım Sultan, zâviyenin mânevî nüfuzu altındaki yarı bağımsız derviş taifelerini belirli bir erkân ve merkeziyetçi bir idare çerçevesinde teşkilâtlandırmıştır.



likü'l-meşâyih" terkibine mâkul bir açık-



Balım Sultan'ın meşihatını takip eden



lama getirilememektedir. Ne kadar mü-



yüzyıllarda pîr evinin sahip olduğu iktisa-



tevazi olursa olsun bir Osmanlı sultanı-



dî gücü göstermek bakımından çoğu Ana-



nın yaptırdığı binanın kitâbesinde kendi-



dolu'da ve Rumeli'de olmak üzere 362



sinden "Ahî Murad" şeklinde söz ettir-



civarında köyün, çevrelerindeki on binler-



mesi de pek alışılmış bir uygulama değil-



ce dönüm tarım arazisiyle birlikte bu te-



dir. Bununla birlikte meydan evinin 769



sise vakfedilmiş olduğunu hatırlatmak ye-



(1367-68) yılında 1. Murad tarafından yap-



terlidir. Bunların yanı sıra Hacıbektaş ya-



tırıldığını kabul etmek şimdilik en doğru-



kınlarındaki Tuzköy'de bulunan ve Hacı Bektâş-ı Velî'nin bir kerâmeti sonucunda



su olmalıdır. A h m e t Yaşar Ocak'ın "Bektaşîliğin te-



bulunduğu rivayet edilen kaya tuzu ma-



şekkül devresi" olarak tanımladığı Hacı



deninin geliri de pîr evine aitti. Ayrıca pîr



Bektâş-ı Velî'nin vefatını takip eden dö-



evinin çevresinde, dervişler tarafından iş-



nemde ve özellikle XIV. yüzyılda Hacı Bek-



lenen geniş vakıf arazilerindeki bostanlar-



tâş-ı Velî kültü ve bu kültün kaynağı olan



la meyve ve çiçek bahçelerinin de önem-



zâviye Anadolu'nun tasavvufî hayatında



li bir gelir kaynağı teşkil ettiği bilinmek-



giderek önemli bir merkez haline gel-



tedir. Diğer taraftan Bektaşîliğe bağlı dev-



miş; Yeseviyye, Vefâiyye, Kalenderiyye,



let ricâli. Yeniçeri Ocağı ileri gelenleri, zen-



Bu gelişmelerin sonucunda Hacı Bektâş-ı Velî Zâviyesi, XVI. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyrekleri içinde birçok yeni yapıyla donatılarak tam teşekküllü bir tarikat külliyesine dönüşmüştür. Birçok kaynakta, Balım Sultan'ın vefatından sonra Anadolu'da yaşanan Sünnî-Alevî gerginliği sebebiyle Yavuz Sultan Selim tarafından kapatılan zâviyenin Kanûnî Sultan Süleyman döneminde 958 (1551) yılında tekrar faaliyete geçtiği ifade edilmektedir. Ancak külliyedeki kitabelerden bu iddianın doğru olmadığı, söz konusu süre içinde (1516-1551) birtakım önemli birimlerin inşa edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Dulkadıroğulları'nın Osmanlılar'a tâbi son emîri olan Şehsuvar Bey'in oğlu Ali Bey 925 (1519) yılında Balım Sultan Kümbeti'ni, 926 (1520) yılında da külliyenin bünyesindeki mescidi yaptırmıştır. Balım Sultan Kümbeti'nin iç kapısı üzerinde yer alan Arapça mensur kitâbenin tercümesi şöyledir: Bu mübarek kubbeyi (türbeyi), Şehsuvar Bey'in oğlu Emîr Ali Bey velîlerin kutbu, abdalların özü. Horasanlı Hacı Bektâş'm oğlu Resul Bâlî'nin oğlu Hızır Bâlî için -Allah kabrini nurlandırsındokuz yüz yirmi beş yılında yaptırdı. Bazı müellifler, mescidin yerinde Ak Cennet olarak anılan bir meydanın bulun-



Haydariyye gibi çeşitli tarikatlara bağlı



gin arazi sahipleri ve tâcirler de yaptıkla-



olan Rum abdalları ile Batı Anadolu'da,



rı bağışlarla bu gelire katkıda bulunmak-



Rumeli'de fetih ve kolonizasyon faaliyet-



taydı. Mevlevîliğin merkezi olan Konya



lerinin başını çeken Rum gazilerinin tâbi



Mevlânâ Külliyesi'nde olduğu gibi Bekta-



oldukları önemli bir tarikat merkezi nite-



şîlikte de bütün bu vakıf gayri menkulle-



liğine bürünmüştür.



rin gelirleri pîr evinde toplanmakta, bu-



diyye tarikatına devredilmesi üzerine şey-



rada postnişin olan ve Bektaşîliğin reisi



hülislâmlık makamının ısrarıyla 1250'de



Bu gelişmelerin zâviyenin mimari tekâmülüne de yansıdığını kabul etmek gerekir. Böylece XIV. yüzyılın başlarında veya ilk yarısında Kızılca Haivet'in, Hacı Bek-



duğunu, burada yeniçerilerin sefere çıktıklarında veya İstanbul'dan pîr evini ziyarete geldiklerinde törenlerin yapıldığını, mescidin ise II. Mahmud tarafından; Bektaşîliğin ilgası ve tekkenin Nakşiben-



kabul edilen dedebabanın tasarrufu al-



(1834-35) inşa ettirildiğini ileri sürmüş-



tında pîr evine bağlı zâviyelere ihtiyaçları



lerdir. Günümüzde büyük ölçüde kabul



ölçüsünde bölüştürülmekteydi.



görmekle birlikte bu iddia tamamen yan-



tâş-ı Velî Türbesi'nin, Resul Bâlî ve Gü-



Balım Sultan'ın ikinci pîr olarak tari-



lıştır. Çünkü mescidin tasarımı, basık



venç Abdal kümbetlerinin yanı sıra bü-



katı şekillendirmesi ve "mücerrediik er-



oranları, özellikle de ayrıntıları, Osmanlı



460



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ mimarisinin henüz klasik üslûbun tam



olması muhtemeldir. Ancak ikinci avlu-



li'de gâziyân-ı Rûm geleneğini sürdüren



olarak teşekkül etmediği devresine, yani



da, gerek doğu gerekse batı yönündeki



akıncı beylerinin Hacı Bektâş-ı Velî'ye olan



Mimar Sinan'ın Hassa başmimarlığı dö-



revakların tasarımı ve basık oranları, bu



bağlılıklarını devam ettirmeleridir.



neminden (i 538-1588) öncesine aittir. Ay-



tarihten daha sonraya ait olmalarına pek



rıca mihrabı, basık köşe trompları ve üç



ihtimal



Mey-



güneyindeki çamaşır evi ile küçük mih-



merkezli kemeriyle, uzun süre Memlûk



danı ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'ni ba-



man evi, ayrıca birinci avluda yer alan ek-



Devleti'ne tâbi olan ve Memlûk sanatının



rındıran yapının girişindeki üç kemerli



mek evi ile at evi de büyük bir ihtimalle



etkisinde kalan Dulkadıroğulları'nın bazı



revak da bunlarla aynı yıllara ait olma-



bu dönemde şekillenmiştir. Sonuç olarak



camilerindeki



lıdır.



Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi'nin XVI. yüzyı-



mihrapları



andırmakta,



mescidin önündeki son cemaat revakı iie Balım Sultan Kümbeti'nin girişindeki revakın aynı mimarın eseri olduğu ise ilk bakışta farkedilmektedir. Nitekim külliyeyi, tekkelerin kapatılması ile (1925) onarımın başlaması



(1958) arasındaki



dönemde



1948'de ziyaret etmiş olan Cevat Hakkı Tarım, "Aşevinin yanındaki Cuma Camii'nin kitabesi" başlığı altında günümüzde yerinde bulunmayan ve düzeltilerek aktarılan şu metni vermektedir: Benâ hâze'l-mescid fî eyyâmi suitâni'l-a'zam Selîm Şâh bin Bâyezîd Hân Ali bin Şehsuvâr



Bek fî sene 926" (bu mescidi Şehsuvar Bey oğlu Ali, Bayezid Han oğlu ulu sultan Selim Şah zamanında 926 yılında yaptırdı). Ayrıca ikinci avlunun doğu revakında, girişten ( g ü n e y ) itibaren birinci ve ikinci kemerin arasında ziyaretçilere hitaben kaleme alınmış 951



(1544-45)



tarihli,



"Ey günahkâr örtün yüzü kara / Ne yüzle hazrete karşı vara" beyti dikkati çekmektedir. Mermer bir levha üzerinde yer alan bu beytin sonradan buraya konmuş



bırakmamaktadır.



Kırklar



Külliye, XVI. yüzyılın ortalarında post-



Meydan evinin kuzeyindeki kiler evi,



lın üçüncü çeyreği içinde yaklaşık olarak



nişin olan Sersem Ali Baba'nın meşihatı



bugünkü şeklini aldığı söylenebilir.



sırasında (1551-1570) yoğun bir imar fa-



Külliyenin XVI. yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli onarımlar geçirdiği anlaşıl-



aliyetine sahne olmuştur. Külliyenin en önemli birimlerinden olan Kırklar Meydanı'nın girişi üzerinde yer alan Arapça mensur kitâbeden, "mescidü'l-mübârek" olarak anılan bu yapının 960 (1553) yılında Yâsinâbâd sancak beyi Murâd b. Abdullah tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. İkinci avluda yer alan Arslanlı Çeşme, çeşmenin sağındaki duvar pâyesinde yer alan manzum kitâbeye göre 962'de(155455) Malkoçoğullan'ndan Bâlî Bey'in adına yaptırılmıştır. Aynı şekilde aşevinin iç kapısında yer alan kitâbede bu bölümü de Malkoçoğlu Bâlî Bey'in 968 (1560-61) yılında yaptırdığı belirtilmektedir. Kitâbeleri Malkoçoğlu Bâlî Bey'in vefatından (1514) sonraya ait olan pîr evindeki bu hayrat, neslinden gelenler tarafından onun ruhu için yaptırılmış olmalıdır. Kitabelerin işaret ettiği önemli husus, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Rume-



Hacı B e k t â s - ı Velî Külliyesi'nin D e r g â h A v l u s u ' n d a n bir g ö r ü n ü ş



maktadır. Tesbit edilebildiği kadarı ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, 1019 yılının Muharrem ayında ( N i s a n 1610) Kırşehir Valisi Mirlivâ Ezrad (?) b. Ali tarafından gümüş kaplamalı kapı kanatları ile donatılmış, aynı yapının alemi 1028'de (1619) yeniçeri kethüdâsı Ali (?) tarafından yenilenmiştir. Ayrıca ikinci avlunun batısındaki revakta meydan evi girişinin önündeki pâyede yer alan Türkçe manzum kitâbede, 1238 (1822-23) yılında Sivaslı Seyyid Mehmed Nebî Dedebaba tarafından yaptırılan bir onarıma işaret edilmekte, ancak bu onarımın revaka mı yoksa meydan evine mi ait olduğu belirtilmemektedir. 3. Bektâşiliğin Lağvedilmesinden Tekkelerin Kapatılmasına Kadar Geçen Devre (1826-1925). II. Mahmud tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşîlik de lağvedilince, "kadîm" addedilerek yıktırılmayan diğer Bektaşî tekkeleri gibi pîr evi de Nakşibendiyye tarikatına devredilmiştir. V. Cuinet, XIX. yüzyılın sonlarında pîr evine bağlı 362 vakıf köyünden birçoğunu devletin çeşitli bahanelerle müsâdere etmesi sonucunda ancak kırk iki tanesinin kaldığını, bunlardan elde edilen gelirin dedebaba ve çelebi efendi arasında paylaştırıldığını, pîr evinin çevresindeki çiftliklerin gelirinin yanı sıra Düyûn-i Umûmiyye İdaresi'nin işlettiği tuz madeninden pîr evine yılda 1435 kg. tuz verildiğini bildirmektedir. F. W. Hasluck, tekkelerin son döneminde pîr evinin yıllık gelirini yaklaşık 60.000 sterlin olarak belirtmiştir. Bu dönemde pîr evi, eski zenginliğini epeyce kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ Osmanlı dünyasının en itibarlı tarikat merkezlerinden biriydi. Bektâşiliğin lağvedilmesinden sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi'ni meydana getiren birimler birçok onarım geçirmiş, ayrıca külliyenin birimleri arasına bazı yeni unsurlar da katılmıştır. Bunlardan tesbit edilebilenler şöylece sıralanabilir: Arslanlı Çeşme 1270'te (1853-54) yenilenmiştir. Onarım kitabesinde adı veril-



461



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ meyen hayır sahibinin Mısırlı Kara Fatma



şa'nın eşi Nazlı Hanım tarafından yaptı-



erzak evi de tekkelerin kapatılması ile ona-



Hatun / Sultan adında bir hanım olduğu



rılmıştır. Mehmed Esad Mucûrî adında



rımın başlaması arasındaki dönemde ta-



rivayet edilmektedir. Bu hanımın, üyeleri



bir hattatın imzasını taşıyan sülüs hatlı ki-



rihe karışmıştır. Külliyenin geniş kap-



içinde birçok Bektaşî muhibbinin bulun-



tâbenin üzerinde damla şeklinde istif-



samlı onarımına 1958'de Millî Eğitim Ba-



duğu Kavalalı Mehmed Ali Paşa hâneda-



lenmiş bir "mâşallah" ibaresi, bunun yan-



kanlığı tarafından başlanmış, 1959'dan iti-



nına mensup olması ihtimali vardır. Sü-



larında hicrî 1326 ve rûmî 1324 tarihleri



baren Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafın-



lüs hatlı ihyâ kitâbesinin metni Hilmî mah-



yer alır. Kitâbenin metnini yazan Remzî



dan devam edilmiş, büyük ölçüde aslına



laslı bir şaire aittir.



mahlaslı kişi, Üsküdar Mevlevîhânesi'nin



uygun biçimde tamir edilen külliye, An-



İkinci avlunun batı revakında girişten ( g ü n e y ) itibaren dördüncü ve beşinci ke-



son postnişini Ahmed Remzi (Akyürek) ol-



kara Etnografya Müzesi'nde bulunan öz-



malıdır.



gün eşyası ile tefriş edilerek 16 Ağustos 1964'te müze olarak ziyarete açılmıştır.



merlerin arasında yer alan kitâbe, söz ko-



Remzi Gürses, birinci avlunun Çatal Ka-



nusu revakın 1282 (1865-66) yılında Yan-



pı olarak anılan ve Cumhuriyet dönemi



Külliyenin Yerleşimi ve Fonksiyon Şe-



bolulu el-Hâc Türâbî Dedebaba tarafın-



onarımında yenilenmiş olan kapısının içe-



ması. Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi, eski Türk



dan yenilendiğini belgelemektedir.



riden bakıldığında birkaç metre kadar so-



saraylarında gözlenen üç avlulu bir yerle-



Türâbî Dedebaba'nın halefi olan Selâ-



lunda muhdes bir cümle kapısının yer al-



şim düzeni gösterir. Külliyenin barındır-



nikli el-Hâc Hasan Dedebaba da 1286'da



dığını, bu girişin avlu tarafındaki kemeri



dığı birimler, sahip oldukları fonksiyon-



(1869-70) aşevini ve önündeki revakı ta-



üzerinde "mimar Ali Rızâ 1340" (1921-



lara uygun biçimde bu avluların çevresi-



mir ettirmiştir. Girişten itibaren üçüncü



22) şeklinde bir kitâbenin bulunduğunu,



ne yerleştirilmiştir. İç düzenine âdeta as-



ve dördüncü kemerlerin arasında yer alan



ayrıca tekkelerin kapatılmasından az ön-



kerî bir disiplinin hâkim olduğu pîr evin-



onarıma ait kitâbede bu husus belirtil-



ce, son postnişin Yanyalı Sâlih Niyazî De-



de her ihtiyaç için bir birim düşünülmüş,



mektedir.



debaba'nın arzusu üzerine Çatal Kapı'nın



bu birimlere Bektaşîliğe has terminolo-



batı yönünde büyük boyutlu bir mihman



jiye uyularak "mihman evi, at evi, ekmek



evinin yapımına başlandığını, ancak tek-



evi" gibi isimler verilmiştir. Kendi içinde



kelerin kapatılması üzerine inşaatın ya-



birer "ocak" şeklinde teşkilâtlanmış olan



rım kaldığını bildirmektedir.



bu birimlerin başında "mihman evi ba-



Meydan evinin güney duvarına bitişik olan ve gerektiğinde muhabbet divanı olarak da kullanılan şeyh odasının kapısı üzerindeki "hû 1298" (1881) yazısı, II. Abdülhamid dönemine ait bir onarıma işaret ediyor olmalıdır. Aynı döneme ait diğer bir onarım da 1304 (1886-87) yılında mescidde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Bedri Noyan, Kırklar Meydanı'na girildiğinde solda yer alan ve sahibi bilinmeyen sekiz kabrin bulunduğu kısmı asıl meydandan ayıran sivri kemerin üstünde, "ta'mîr-i Sultân el-Gâzî Abdülhamîd-i Sânî 1311" şeklinde sıva üzerine yazılmış bir kitâbenin bulunduğunu bildirmektedir. Bu onarımda, Kırklar Meydanı ile bu mekânı kuşatan türbelerin duvarlarında ve örtülerinde dönemin zevkini yansıtan eklektik kalem işlerinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bütün bu bezemeler Cumhuriyet dönemindeki büyük onarımda ortadan kaldırılmış, yerlerine klasik Osmanlı üslûbuna uygun kalem işleri yapılmıştır. Külliyenin birinci avlusunda sağda ( d o ğ u ) yer alan Feyzi Baba ( Ü ç l e r ) Çeşmesi'nin, Tepedelenli Hacı Feyzullah Dedebaba'nın delâletiyle Sadrazam Halil Rifat Paşa'nın eşi Fatma Fikriye Hanım tarafından 1320 (1902) yılında yaptırıldığı kitâbesinde belirtilmektedir. Metni Kâmî'ye ait



4. Tekkelerin Kapatılmasından Külliyenin Müzeye Dönüştürülmesine Kadar Geçen Devre (1925-1964). Tekkelerin ve türbelerin kapatılmasından sonra Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi bir müddet Numune Ziraat Okulu olarak kullanılmış, tekke eşyasından bazıları derviş odalarında korumaya alınmış, bazıları da Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne teslim edilmiştir. Bu sırada Maarif Vekâleti Âsâr-ı Atîka ve Hars müdürü olan H. Zübeyir Koşay'm gayretleriyle tekkedeki eşyalar dağılmaktan kurtarılmış, bunlar arasında sanat değeri



de dervişler faaliyet göstermekte, bütün babalar pîr evinde postnişin olan dedebabaya tâbi bulunmaktaydı. Bektaşîliğe intisap etmek isteyen derviş adayları önce Hacıbektaş civarındaki pîr evine bağlı Hanbağı ve Dedebağı çiftliklerinde hizm e t ederler, burada ilk sınamaları geçebilirlerse at evinden başlamak üzere pîr evindeki hizmetlerine yükselebilirlerdi. Kuzey-güney doğrultusunda



uzanan



ve farklı eksenlere sahip olan bu üç avlu-



olanlar envanterleri yapılarak önce An-



dan güneyde yer alan ilki Nadar Avlusu



kara Kaiesi'ndeki bir depoya, Ankara Et-



adıyla anılır. Buraya güney yönündeki Ça-



nografya Müzesi'nin kurulması üzerine



tal Kapı'dan girilmektedir. Uzaktan ge-



de bu müzeye taşınmıştır. Bu arada şa-



len birçok ziyaretçinin ağırlandığı bu kül-



hıslara intikal eden bazı eşya satın alına-



liyede Nadar Avlusu, yolcuların ihtiyaçla-



rak müstakbel müzenin koleksiyonu ta-



rına cevap veren bölümlerin yanı sıra ba-



mamlanmaya çalışılmış, diğer taraftan



zı servis birimleriyle kuşatılmıştı. Aslında



külliyenin derviş odalarında bulunan, iç-



Çatal Kapı'nın batısında misafirlerin ba-



lerinde Bektaşîliğin tarihine ilişkin önemli



rındığı eski mihman evi, doğusunda eski



kaynakların yer aldığı kitaplar da kütüp-



at evi yer almaktaydı. A t evinin dışa ba-



haneler genel müdürü H. Fehmi Turgal



kan cephesinde zemin katta dükkânlar



tarafından tasnif edilerek Millî Kütüpha-



sıralanmakta, bunların arkasında ahırlar



ne'ye intikal ettirilmiştir.



ve çevredeki vakıf çiftliklerde kullanılan



olan kitâbe, Nevşehirli Mustafa Vasfî adlı



Tekkelerin kapatılmasını takip eden yıl-



bir hattat tarafından sülüs hattıyla ya-



larda külliye yapıları ihmale uğramış, iç-



zılmıştır.



bası, at evi babası, ekmek evi babası" diye anılan bir "baba" ile bunun maiyetin-



lerinden bazıları yıkılıp yok olmuştur. Kül-



tarım aletleri için ardiyeler, üst katta at evi babasına ve dervişlerine ait odalar bulunmaktaydı.



İkinci avlunun girişinde yer alan ve Mey-



liyenin girişinde inşaatı yarım kalan mih-



Tekkelerin kapatılmasından kısa bir sü-



dan Havuzu olarak anılan havuz, 1326



man evi önce ihaleye çıkarılarak satılmış,



re önce eski mihman evi ile at evi yıktırılarak at evinin bulunduğu yerde yeni bir



(1908) yılında yine Tepedelenli Hacı Fey-



ardından yıktırılarak yeri park haline ge-



zullah Dedebaba'nın delâletiyle Arnavut



tirilmiştir. Birinci avludaki at evi, ikinci



mihman evinin yapımına başlanmış, at



asıllı Bektaşîler'den Beyrut Valisi Halil Pa-



avludaki ekmek evi ve buna komşu olan



evi de Çatal Kapı'nın doğu yakasına ta-



462



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ şınmıştı. Ayrıca Çatal Kapı'nın yanında bir



rilmesine nezaret eden aşçı babanın oda-



reğinin sonlarında inşa edilmiş olan cümle



güvercinliğin yer aldığı bilinmektedir. Av-



ları da bulunmaktadır.



kapısının avlu tarafından görünüşünü bel-



lunun doğusunda fonksiyon bakımından



Dergâh Avlusu'nun güneydoğu köşe-



ikinci avludaki aşevine bağlı erzak evi, bu-



sinde revakın dibinde Arslanlı Çeşme, bu-



nunla aşevinin arasında da ekmek evi yer



nun üzerinde de Aşevi Köşkü yer alır. Çok



almaktaydı. Külliyenin fırını olan ekmek



fonksiyonlu bir birim olduğu anlaşılan Aşe-



evinin birinci ve ikinci avluya açılan birer



vi Köşkü'nde resmî konuklar ağırlanmak-



kapısı bulunmakta, ikinci avlunun batı-



ta, külliyede görevli babalar burada dinlen-



sındaki kitle içinde yer alan çamaşır evi



mekte, bazan da dedebaba çeşitli birim-



de Nadar Avlusu'na açılmaktaydı. Günü-



lerden sorumlu babaları burada toplaya-



müzde Nadar Avlusu'nda bulunan yegâ-



rak tekkeye ilişkin meseleleri görüşmek-



ne eski mimari unsur doğu duvarındaki



teydi.



Öçler Çeşmesi'dir.



Aşevinin kuzey duvarına komşu olan



Nadar Avlusu'nu kuzey yönünde sınır-



mescid, külliyede ikamet edenlerin ve ko-



layan duvarda Dergâh Avlusu ( M e y d a n A v -



nukların namazlarını eda ettikleri mekân-



l u s u ) adındaki ikinci avluya açılan Üçler



dı. Bu arada Dergâh Avlusu'nun doğu re-



Kapısı, bu kapının ardında da Meydan Ha-



vakında, güneyden itibaren ikinci pâye-



vuzu yer almaktadır. Dergâh Avlusu yan-



nin gerisinde Cumhuriyet dönemindeki



lardan (doğu ve batı yönlerinden) sivri ke-



büyük onarımdan önce Kahveci Baba (Ley-



merli revaklarla kuşatılmış, gerek ibade-



lek Baba) adında, gerçek adı ve kimliği unu-



t e gerekse külliyenin ve Bektaşîliğin yö-



tulmuş bir dervişin makamı bulunmak-



netimine ilişkin çeşitli birimler iki grup



taydı.



halinde bu revakların gerisine yerleştirilmiştir. Batıdaki grubun çekirdeği meydan evi ile buna bağlı muhabbet divanına, güneyi mihman evi ile çamaşır evine, kuzeyi ise kiler evine tahsis edilmiştir. Kiler evinin içinden geçilen ve avlunun kuzeybatı köşesinde bir çıkıntı teşkil eden mekân dedebabanın kışlık odasıdır. Bu oda ile kiler evinin üst katında külliyenin bütününe hâkim olan dedebaba köşkü yer alır. Doğudaki kanatta ise güneyden kuzeye doğru Arslanlı Çeşme, bunun üzerinde Aşevi Köşkü, aşevi ve mescid sıralanmaktadır. Dergâh Avlusu'nda bulunan meydan evi, Bektaşîlikteki on iki âyinden "bahçeden gül koklama" denilen ilk altısının icra edildiği mekândır. Burada yer alan ve birinci avludakine göre çok daha küçük kapsamlı olan mihman evi daha ziyade bir müracaat yeri olduğu gibi burada hatırlı ziyaretçilerin misafir edildiği tahmin edil-



Dergâh Avlusu'nun kuzeyinde mescidle dedebabanın kışlık odasının arasında yer alan Altılar Kapısı'ndan külliyenin mânevî bakımdan en önemli birimlerini barındıran üçüncü avluya geçilmektedir. Hazret Avlusu (Huzur Avlusu) olarak adlandırılan bu kısımda. Altılar Kapısı'nın karşısında Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, Güvenç Abdal ile Resul Bâlî'nin kümbetleri. Kızılca Halvet ve Kırklar Meydanı binaları bulunur. Kırklar Meydanı'nda "bahçeden gül koparma" âyini icra edilmekte, ayrıca yeni dedebabayı seçen büyük kurul da burada toplanmaktaydı. Söz konusu yapının giriş revakı altında, Kırklar Meydanı'nın doğu ve batı kesimlerinde birçok mezar yer almaktadır. Hazret Avlusu'nun doğu kesimi ise Balım Sultan Kümbeti ile hazîreye ayrılmıştır. Külliyeyi kuşatan arazinin kısmen has bahçe, kısmen de babaların barınmasına mahsus küçük evlere tahsis edildiği bilinmektedir.



geler. Bu fotoğraftan anlaşıldığı kadarı ile kesme taş örgülü olan kapı basık kemerlidir ve arkasında kubbeli bir sayvan bulunmaktadır. Sayvan hafif basık geniş bir kemerle kuzeye, daha dar ve alçak tutulmuş iki yuvarlak kemerle de yanlara açılır. Kemerler, ikisi kapı kitlesine dayanan dört adet kare kesitli pâyeye oturur. Büyük kemerin üzerinde silmelerle üçgen bir çerçeve yapılmıştır. Remzi Gürses'in sözünü ettiği "mimar Ali Rızâ 1340" kitâbesi herhalde bu çerçevenin içinde yer almaktaydı. Kapının cephesi silmeler ve küçük nişlerle hareketlendirilmiştir. Kubbenin eteğinde paimetlerden oluşan bir alınlık dikkati çeker. Kapının, kitâbenin işaret ettiği 1340 (1921-22) yılında birinci millî mimarlık üslûbunda inşa edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çatal Kapı. XVI. yüzyıl Osmanlı mimarisinin klasik üslûbunu yansıtan Çatal Kapı'da dışarıdan bakıldığında herhangi bir süsleme göze çarpmaz. Basık kemerli giriş sivri kemerli bir nişin içine alınmıştır. Kemerin üzerindeki boş kitâbe yuvasında, Bezmi Nusret Kaygusuz son iki mısraı Farsça olan şu kitâbenin yer aldığını nakleder: "Tâlib-i hubb-i hakîkat behreyâb-ı feyz olur / Bâb-ı Hak'tır Dergeh-i Sultân Bektâş-ı Velî / Mihr-i tevhîd-i hidâyet matlaıdır bu makâm / Sırr-ı envâr-ı Muhammed'le Alî'dir müncelî / Kâ'betü'l-uşşâk bâşed în makâm / Her ki nâkıs âmed încâ şod tamâm". İç kısımdaki kubbeli sayvanın yerini sivri beşik tonozlu bir eyvan almıştır. Eyvanın üzerini kesme taştan bir beşik çatı örter. Tekkelerin açık olduğu son yıllarda Çatal Kapı'nın yanlarında iki direğin bulunduğu, özel günlerde bunlardan birine Türk bayrağının, diğerine kırmızı, yeşil ve beyaz şal şeritlerden müteşekkil, üzerinde



mektedir. Doğrudan dedebabanın dene-



Bu arada Hacıbektaş'ın içinde ve yakın



timinde bulunan kiler teşbihler, buhur-



çevresinde Bektaş Efendi Türbesi, Balım



danlar, çerağlar, teberler, nefirler, keşkül-



Evi ( K a d ı n c ı k A n a E v i ) , Akpınar Çeşmesi,



ler, teslim taşları gibi önemli tarikat eş-



Günümüzde mevcut olmayan tekke ya-



Dede Pınarı, Z e m z e m Çeşmesi, Kara Hö-



yasının, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'ne ait



pılarından eski mihman evinin mimari



yük, Hırka dağı. Bey Döndü alanı, Balım



anahtarların muhafaza edildiği, türbe-



özelliklerini tesbit etmek mümkün de-



Buğdayı alanı, Dedebağı, Hanbağı, Çile-



darlık hizmetinin yanı sıra pîr evinin mu-



ğildir. Ancak kerpiç duvarlı, düz ahşap ça-



hâne, Beş Taşlar ( Ş â h i d t a ş ı ) , Selâm Ka-



hasebe ve levâzım işlerini üstlenmiş olan



tılı basit bir yapı ya da yapılar topluluğu



ya, A t Kaya, Delikli 'föş, Minder Kaya, Ku-



birimdi.



olduğu söylenebilir. Tekkelerin kapatıl-



lunç Kaya gibi bir kısmı fonksiyon açısın-



ması üzerine inşaatı yarım kalan yeni



dan külliye ile bağlantılı, bir kısmı da Ha-



mihman evi ise iki katlı olup zemin katı



cı Bektâş-ı Velî'ye ilişkin menkıbelerin hâ-



külliyenin önündeki çarşıya açılan dük-



Pîr evinin ana mutfağı olan aşevi külliyenin en önemli birimlerindendir. Gündelik yemeğin yanı sıra burada bulunan ünlü kara kazanda muharrem ayında aşu-



zülfıkar resmi bulunan tarikat sancağının çekildiği bilinmektedir.



tırasını yaşatan çeşitli yapılar, makamlar



kânlara, üst katı da misafir odalarına



ve tabii âbideler bulunmaktadır.



tahsis edilmişti. Halen mevcut olmayan



re pişirilmekteydi. Bu birimde aşevinin



Cümle Kapısı. Mahmut Akok'un yayım-



at evi Hacı Bektaş Müzesi'nde bulunan,



özel kileri, aşevi babası ile yemeğin pişi-



ladığı eski bir fotoğraf, XX. yüzyılın ilk çey-



XX. yüzyılın başlarında külliyenin yerleşi-



463



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ mini gösteren bir taş baskısı resmin ön planında görülmektedir. Günümüze ulaşmayan ve tek katlı, kerpiç duvarlı, iddiasız bir yapı olduğu anlaşılan erzak evinin planı da tesbit edilememektedir. Ekmek evinin iki girişinden biri Nadar Avlusu'na Üçler Çeşmesi'nin soluna ( k u zey), diğeri Dergâh Avlusu'na Arslanlı Çeşme'nin yanına açılmaktaydı. Bunlardan ikincisinin asıl giriş olduğu, diğerinin daha ziyade Üçler Çeşmesi'nden ekmek evinin ihtiyacı olan suyun temini için kullanıldığı bilinmektedir. Mahmut Akok'un kerpiç duvarlı olduğunu bildirdiği ve yıktırılmadan önce rölövesini aldığı ekmek evi kendi içinde iki kanada ayrılmaktadır. Arslanlı Çeşme'nin yanındaki kapıdan dikdörtgen planlı, karanlık bir geçit katedilerek fırının bulunduğu mekâna ulaşılır. Ahşap çatısını kuzey-güney doğrultusunda atılmış iki kemerin taşıdığı bu kanadın sağında ( g ü n e y ) Nadar Avlusu'na açılan kanat uzanmakta, üç adet kapı ile diğerine bağlanan bu kanatta teşhis edilen dikdörtgen planlı birimlerin un deposu ve ekmek evi babasının odası olduğu anlaşılmaktadır. Çamaşır evi, aynı zamanda tekkede ikam e t edenlerin gusülhâne ihtiyacını karşılamakta, belirli bir sıra takip edilerek haftanın her günü bir grup dervişe yıkanma ve çamaşır yıkama için tahsis edilmekteydi. Çamaşır evi kendi içinde iki birimden meydana gelir. Bir kapı ve bir pencere ile Nadar Avlusu'na açılan birim (6 x 3,50 m . ) asıl çamaşırhanedir. Batı duvarında çamaşır kazanının kaynatıldığı ocak, kuzey duvarında da iki nişle gusülhâne niteliğindeki diğer birime ( 3 x 2 m . ) açılan kemer yer almaktadır. Gusülhânenin batı duvarında küçük bir pencere vardır. Çamaşır evinde kullanılan su Üçler Çeşmesi'nden taşınmakta, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde borular döşenerek bu



Kesme taşla inşa edilmiş olan çeşmenin nişi iki kademelidir. Yanlardaki basık duvar pâyelerine oturan ve nişi taçlan-



solundan üçer basamakla avlu zeminine



dıran iki kademeli sivri kemer alternatif olarak kırmızı ve sarı taşlarla örülmüş-



sığ nişlerle hareketlendirilmiştir.



tür. Pâyelerin altında, merkezlerinde beş kollu yıldız kabartmaları bulunan kartuşlar dikkati çeker. Kemerin üzengi hizasında yer alan silme nişin cephesinde de devam etmektedir. Üç adet pirinç lüleden akan su önce yalakta toplanmakta, buradan da bir kanalla Dergâh Avlusu'ndaki Meydan Havuzu'na aktarılmaktadır. Kemerin aynasında kitâbe levhası, bunun altında bir mühr-i Süleyman kabartması, kemerin yanlarındaki yüzeylerin üst kısmında, kırmızı ve sarı taşlara yontulmuş örgü motifleriyle iki gülçe vardır. Saçak silmesinin altında uzanan zencirek kabartması da iki gülçe tarafından kesintiye uğratılmıştır. Çeşmenin tepesine alem olarak on iki dilimli, "Hüseynî" denilen türde bir Bektaşî tacı oturtulmuştur. Üçler Kapısı ve Meydan Havuzu. Nadar Avlusu'nu Dergâh Avlusu'ndan ayıran kesme taş örgülü duvarda kırmızı renkli taşlar, Üçler Kapısînın çevresinde yerini sarı renkli taşlara bırakmaktadır. Sivri kemerli kapının üzerindeki duvar üçgen bir alınlık meydana getirmekte, çift meyilli harpuşta hiç kesintiye uğramadan bunun üzerinde devam etmektedir. Kapının yanlarında kare biçiminde kırmızı taşlara on iki imamı remzeden on iki dilimli gülçeler işlenmiştir. Tâşların köşelerinde görülen çeyrek güneş motifleri, Üçler Kapısı'nın bu tür motiflerin yaygınlaştığı XIX. yüzyılın ikinci çeyreğinde veya az sonra elden geçirildiğini göstermektedir.



inilmektedir. Avluları ayıran duvarın Dergâh Avlusu'na bakan yüzü sivri kemerli Kareye yakın dikdörtgen bir alanı kaplayan Meydan Havuzu doğu, batı ve kuzey yönlerinde kesme taş duvarlarla kuşatılmış, ortasına kare biçiminde bir fıskiye çanağı yerleştirilmiştir. Tepesinde mermerden yontulmuş bir Hüseynî tacın bulunduğu üçgen alınlığın ortasında mermer kitâbe yer alır. Bunun üzerindeki kemerin tepesinde bir Hüseynî taç, kilit taşında Osmanlı arması, aynasında da "mâşallah" kabartması dikkati çeker. Dergâh Avlusu'nun Revakları. Dergâh Avlusu'nun doğu yönünde aşevinin önünde beş adet, mescidin önünde üç adet, batı yönündeki meydan evi - kiler evi dedebaba köşkü manzumesinin önünde de yedi adet olmak üzere sivri kemerlerden oluşan revaklar uzanmaktadır. Kesme taşla inşa edilen ve kare kesitli pâyelere oturan bu revaklarda üç, beş, yedi gibi Bektaşî sembolizminde önemli yerleri olan sayıların kullanılmış olması tesadüf eseri değildir. Arslanlı Çeşme. Fevkanî Aşevi Köşkü'nün altındaki eyvanda yer alan Arslanlı Çeşme enine dikdörtgen bir cepheye sahiptir. Dört kademeli olarak tasarlanmış olan çeşme nişi, sarı ve kırmızı renkli kesm e taşlarla alternatif olarak iç içe örülmüş altı adet sivri kemere sahiptir. Nişin merkezinde, çeşmeyi 1270 (1853-54) yılıda ihya eden Kara Fatma Hatun'un Mısır'dan getirttiği söylenen arslan heykeli yer alır. Batı sanatının etkisiyle anatomik ayrıntıları, özellikle yelesi ve pençeleri oldukça gerçekçi bir şekilde belirtilmiş olan



Üçler Kapısı'nın ardındaki sahanlığın önünde Meydan Havuzu'nu güney yönünde sınırlayan üçgen alınlık biçimindeki du-



ve Batılılaşma dönemi Osmanlı bahçele-



var yükselmekte, sahanlığın sağından ve



heykeli, bulunduğu külliye bağlamında



rinde benzerlerine rastlanan bu arslan



bölüme akarsuyun sağlandığı ve dönemi için modern sayılabilecek bir kazanın yaptırıldığı bilinmektedir.



Üçler Çeşmesi (Feyzi Baba Çeşmesi). Aslında yaptıran kişiden dolayı Fikriye Hanım Çeşmesi olarak anılması gereken bu çeşmenin mimari ayrıntıları, süslemeleri ve basık oranları, külliyenin birçok yapısı gibi XVI. yüzyılın ilk çeyreğine ait olması gerektiğini düşündürmekte, ancak 1320 (1902) tarihli kitâbesinde ihya edildiğine ilişkin bir kayıt bulunmaktadır. Şimdilik birinci millî mimarlık akımının etkisiyle tasarlanmış olması ya da mahallî ustaların



Külliyenin



kadîm inşaat usulleriyle çeşmeyi inşa et-



birimlerinden



tikleri ihtimalleri kabul edilebilir.



Üçler Çeşmesi



464



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ düşünülecek olursa "Allah'ın arslanı" Hz. Ali'yi temsil etmektedir. Heykelin tepesinde ise "yâ Ali" ibaresiyle zülfıkar tasviri bulunmaktadır. Arslanlı Çeşme'de de Üçler Çeşmesi'nde olduğu gibi üç lüle yer alır. Lülelerden biri arslanın ağzında, diğerleri kemerlerin üzengi hattının altında arslana göre simetrik konumdadır. Ayrıca çeşmenin cephesine, bir tür oniks olan Hacıbektaş taşından beş adet teslim taşı kakılmıştır. Bektaşîliğin amblemi haline gelmiş olan teslim taşları on iki köşeli olup on iki imama bağlılığı ifade eder. Diğer taraftan en dıştaki kemerin yanlarında yine on iki dilimli birer gülçe, tepesinde helezonî yivlere sahip bir kabara, bunun yanlarında geometrik geçmelerle dolgulu iki gülçe dikkati çeker. İstanbul'daki Süleymaniye Külliyesi ile çağdaş olan 962 (1554-55) tarihli bu çeşme, her ne kadar Osmanlı mimarisinin klasik dönemine aitse de Selçuklu ve Memlûk etkilerinin sezildiği bir taşra üslûbunu yansıtmaktadır. Asıl kitabesi çeşmenin sağındaki pâyenin üzerine taşınmış, ihya kitabesi ikinci kemere yerleştirilmiştir. Aşevi. Pîr evinin en itibarlı ocağı olan ve tarikat teşrifatında dedebabadan sonra ikinci sırada yer alan aşevi babasının denetiminde bulunan bu bölüm, fonksiyonel ve sembolik nitelikli mimari unsurların ilginç bir sentezini sunan tasarımı ile dikkati çeker. Aşevinin simetri ekseni üzerinde Dergâh Avlusu'nun doğu revakına açılan dış kapı, bunu takip eden iki koridor ve yapının doğu duvarında, Bektaşî tarikatı ile Yeniçeri Ocağı'nın alâmetlerinden olan kara kazanın yer aldığı ocak sıralanmaktadır. Dış kapı, ardındaki koridoru aydınlatan kemerli bir tepe penceresiyle, ikinci koridorun girişindeki kapı ise 968 (1560-61) tarihli inşa kitâbesiyle taçlandırılmıştır. Bu kapının yan sövelerinde, Bektaşî sembolizminde doğruluğu remzettiği söylenen birer servi kabartması, kitâbenin üzerinde de iki adet teslim taşı dikkati çeker. İkinci koridorun bitimindeki kapı ocakların bulunduğu ana mekâna açılmaktadır. Bu kapının da üzerinde bir teslim taşı bulunur. Ayrıca sağ sövesinin üst kesiminde Hz. Fâtıma'nın elini veya "hamse-i âl-i abâ"yı ifade eden bir el figürü yer alır. Bu koridorların sağında aşçı baba ile aşevi babasının odaları, solunda ise aşevinin özel kilerini teşkil eden iç içe iki birim yer alır. Dikdörtgen planlı (4 x 3 m.) olan aşçı baba odası beşik tonozla örtü-



lüdür. Kuzey duvarında koridora açılan kapısı, batı duvarında revaka açılan penceresi olan bu odada adı meçhul bir aşçı babaya atfedilen bir lahit bulunmaktadır. Aşevi babasının odası nisbeten büyük boyutları (6,75 x 4 m.) ve yemeklerin pişirildiği ana mekâna hâkim tasarımı ile farklılığını belli eder. Aşevinin diğer birimlerindeki gibi duvarlarında irili ufaklı birçok dolap nişinin sıralandığı bu mekânın kuzey duvarında girişi takip eden ikinci koridora açılan bir pencere, doğu duvarında ocakların bulunduğu asıl aşevine açılan bir kapı ile bir pencere bulunmaktadır. Böylece aşevi babasının bir yandan aşevine giren çıkanları, öte yandan yemek pişiren dervişleri oturduğu yerden görebilmesi sağlanmıştır. Batı duvarında, tavana bitişik iki adet ufak tepe penceresinden ışık alan bu odanın güney duvarında bir ocak yer alır. Tepe pencerelerinin altında iki dolabın arasında yuvarlak kemerli şamdan nişi (çerağlık) bulunmaktadır. Aşevinin bünyesinde yer alan kiler birimleri (6,50 x 3 m. ve 4,50 x 3 m.) et, yoğurt, süt gibi bazı ana gıda maddelerinin muhafazası için düşünülmüş bir tür soğuk hava depolarıdır. Kendi aralarında bağlantılı olan bu iki birim güney yönünde birer kapı ile koridorlara, doğuda genişçe bir kemerie ana mekâna, batı yönündeki bir pencere ile de avluya açılmaktadır. Söz konusu pencere ile birimleri ayıran kapı ve ana mekâna açılan kemer aynı eksen üzerinde sıralanmakta, böylece esasen az ışık aldığı için serin olan kilerlerde soğuk hava akımı sağlanmış bulunmaktadır. Doğuda yer alan birimin kuzey duvarındaki niş et dolabı olarak düşünülmüştür. Kare planlı (8,50 x 8,50 m.) olan ana mekânın ahşap tavan kirişleri, kuzeygüney doğrultusunda uzanan kesme taş örgülü geniş bir sivri kemerle takviye edilmiştir. Beşik tonoz örtülü aşçı baba odası dışında aşevinin barındırdığı bütün mekânlar ahşap kirişli düz damlara sahiptir. Aslında toprakla örtülü olan bu damlar, son onarımda özgün görünümleri korunarak betonarmeye dönüştürülmüştür. Duvarlar da sıvasız olan arka cephelerden görüldüğü kadarı ile moloz taşla örülmüştür. Ana mekânda bulunan yedi adet ocaktan üçü doğu, ikisi güney, ikisi de kuzey duvarına yerleştirilmiştir. Kesme taştan söveler ve sivri kemerlerle çerçevelenmiş olan ocakların en büyüğü doğu du-



varının eksenindeki kara kazan ocağıdır. Ocakların kare kesitli bacaları küçük beşik çatılarla donatılmış, ancak kara kazan ocağının bacası küçük bir kubbe ile taçlandırılmış, bunun üzerine de kırık olduğu için okunamayan bir kitâbenin yer aldığı silindir biçiminde bir sütun dikilmiştir. Bereketi ve bolluğu simgeleyen kara kazan muharremin on ikisinde, Kerbelâ şehidlerine mersiyeler okunarak pişirilen aşure için kullanılmaktaydı. Bedri Noyan hilâfet törenlerinde de bu kazanın kaynatıldığını belirtir. Remzi Gürses ise bu ikinci fonksiyon için kara kazan ocağının yanlarında yer alan ve "halife ocakları" olarak anılan ikişer ocağın kullanıldığını ifade etmektedir. Külliyenin günlük yemeği için geriye kalan iki ocaktan faydalanılmaktaydı. Bedri Noyan, aslında kara kazan ocağının üzerinde "Ali" yazılı bir levhanın bulunduğunu, batı duvarında ise Bektaşîler'ce kutlu sayılan geyik boynuzlarının ve keşküllerin asılı olduğunu bildirmektedir. Günümüzdeki teşhirde ise söz konusu ocağın üzerine bir çift geyik boynuzu asılmıştır. Kara kazan ocağına ilişkin ilginç bir husus da duvar içindeki bir boru tertibatı sayesinde yandaki ocakların ateşiyle ısıtılabilmesidir. Bu sebeple söz konusu ocağın, altında ateş olmaksızın kendi kendine kaynadığı yolunda bir rivayetin yaygınlaştığı bilinmektedir. Aşevindeki ana mekânın doğu duvarında kara kazan ocağının yanlarında iki adet dikdörtgen tepe penceresi vardır. Gerek bunların gerekse aşevi babasının odasındaki tepe pencerelerin altları, mekâna biraz daha fazla ışık sağlamak amacıyla şevli olarak tasarlanmıştır. Ocakların arasında ahşap kapaklı dolaplar, kuzey duvarındaki iki ocağın arasında bahçeye açılan ve babaların meskenlerine geçit veren küçük bir kapı, mekânın kuzeybatı köşesinde de bulaşıkların yıkandığı, tarikat terminolojisinde "ayakçık" tabir edilen niş yer alır. Tam ortada görülen mermer seki et doğrama, bunun önündeki mermer tekne de yağ süzme ameliyeleri içindir. Remzi Gürses, mermer sekinin üzerinde zincirle kemere asılı olan ve külliyedeki birimlere dağıtılan yemeklerin tartılmasına yarayan gülle biçiminde bir ağırlık taşının bulunduğunu bildirir. Aşevi Köşkü. Külliye müzeye dönüştürüldükten sonra Aşevi Köşkü müzenin idarî bölümlerine tahsis edilmiştir. Aşevi Köşkü'ne Arslanlı Çeşme'den itibaren ikin-



465



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ ci kapıdan girilmektedir. Bu kapının ardından iç içe iki birim yer alır. Penceresiz olan arkadaki birim bir tür ardiye olmalıdır. Avluya açılan bir pencerenin bulunduğu öndeki birimden merdivenle fevkanî köşke çıkılır. Mahmut Akok, üst kattaki duvarların aslında kerpiçle örülmüş olduğunu, onarım sırasında betonarmeye dönüştürüldüğünü bildirmektedir. Üst kat sofasının kuzeyinde aşevinin damına açılan kapı, doğusunda kahve ocağı olarak kullanılan birim, güneyinde misafirlere ikram edilen kuru yemiş türünden erzakın saklandığı küçük bir kiler odası, batısında da misafirlerin ağırlandığı, gerektiğinde babaların toplantı yaptıkları dikdörtgen planlı (7,50 x 4 m.) mekân yer alır. Divanhâne niteliğindeki bu mekânın batı duvarında avluya bakan dört adet dikdörtgen pencere, güney duvarının ekseninde bir ocak, kuzey duvarında da üç adet yüklük bulunmaktadır. Ocağın yanlarında, ayrıca doğu duvarındaki girişin yanında dolap nişleri sıralanır. Mescid. Üç birimli ve düz damlı bir son cemaat yeriyle kare planlı (10,75 x 10,75 m.) ve kubbeli bir harimden meydana gelir. Sıvasız olan arka cephelerin eski fotoğraflarında duvarların alt kesimlerin-



de moloz taş örgü, üst kesimlerinde ve kasnakta kesme taş örgü görülmektedir. Son yıllarda duvarların bütünü kesme taşla yenilenmiştir. Avlunun konumundan dolayı son cemaat yeri batı cephesinde yer almakta, gerek bu yönüyle gerekse yanlardan kapalı olması ile Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerine ait bazı mescidlerde görülen son cemaat yerlerini andırmaktadır. Buranın revakı açıklıkları farklı olan üç adet sivri kemerden oluşur. Sağdan sola doğru daralan ve en soldaki diğerlerinden daha alçak olan bu kemerlerin arasında kalker taşından sekizgen kesitli iki pâye yer almaktadır. Basık ve bezemesiz olan pâye başlıkları Osmanlı mimarisinde bilinen hiçbir başlık tipine benzemez. Son cemaat yerinin kuzeyindeki küçük eyvanın içinde yer alan merdiven, harimdeki trompların hizasında bulunan minare kapısına ulaştırır. Son onarımda yenilenmiş olan minare silindir biçiminde bir gövde, alt silmelerle dolgulanmış, çevresi kesme taştan basit korkuluklarla kuşatılmış bir şerefe, silindir biçiminde kısa bir petek ve koni biçiminde kurşun kaplı bir ahşap külâhtan oluşmaktadır. Herhangi bir süslemenin görülmediği minarenin basık oranları mescidin kitlesiyle uyumludur. 1304 (1886-87) onarımında bugünkü şeklini aldığı tahmin edilmektedir.



Hacı Bektâş-ı Velî Camii'nin son cemaat yeri - Hacıbektaş / Nevşehir



Harimin duvarlarında yer alan mimari unsurlar simetrik bir dağılım gösterir. Batı duvarının ekseninde basık kemerli giriş, güney duvarının ekseninde mihrap, doğu duvarının ekseninde zemini yükseltilmiş bir niş içinde vaaz kürsüsü, kuzey duvarının ekseninde de dikdörtgen planlı bir dolap nişi yer almakta, her duvarda bunların yanlarında ikişer adet dikdörtgen pencere bulunmaktadır. Bu arada dikkati çeken bir husus da mihrabın yanlarındaki pencerelerin sonradan örülerek nişe dönüştürülmüş olmasıdır. Bu mimari ayrıntı, Cevat Hakkı Tarım'ın metnini verdiği, halen yerinde bulunmayan kitâbenin işaret ettiği gibi mescidin 926 (1520), aşevinin ise 968 (1560-61) yılında mescidin mihrap duvarına bitişik olarak inşa ettirildiğini açıkça göstermektedir. Dikdörtgen planlı mihrap nişi üç merkezli bir sivri kemerle son bulmakta, nişin üst kısmında, köşelerde basık kemerli birer küçük tromp ortada birbirine kavuşmaktadır. Buna benzer ayrıntılara Memlûk ve bunun etkisinde kalan Dulka-



dıroğuiları mimarisinde rastlanır. Hiçbir sanat değeri olmayan ahşap minber, II. Abdülhamid veya Cumhuriyet dönemindeki onarımda konulmuş olmalıdır. Yapının mimarisiyle bütünleşen vaaz kürsüsü zemini yerden 1 m. kadar yükseltilmiş, dikdörtgen planlı, dilimli kemere sahip bir kavsarası olan, mihrap görünümlü bir nişin içinde çözümlenmiş, nişin alanı dilimli kemer biçiminde kâgir bir çıkma ile genişletilmiştir. Harimin kuzey duvarı boyunca uzanan iki katlı mahfiller, ince ahşap dikmelere ve yalın ahşap korkuluklara sahiptir. Mahmut Akok, yapının kuzey cephesinde bulunan üç adet payandanın, söz konusu duvarda gözlenen açılmaları önlemek amacıyla son büyük onarım sırasında yaptırıldığını kaydetmektedir. Harimi örten basık kubbe sekizgen bir kasnakla kuşatılmış ve sekizgen piramit biçiminde bir külâhın altında gizlenmiştir. Bazı kaynaklarda, kurşun kaplı olan ve kubbenin aşırı basık görünümünü bir ölçüde dengeleyen, ayrıca yakınındaki Balım Sultan Kümbeti ile Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin aynı biçimdeki külâhları ile uyum sağlayan bu külâhın II. Abdülhamid dönemi onarımında yapıldığı söyleniyorsa da mescidin ilk inşasına ait olması kuvvetle muhtemeldir. Kubbeye geçiş sivri kemerli tromplarla sağlanmıştır. Kasnağın beden duvarlarına paralel olan dört kenarında içeriden sivri, dışarıdan basık kemerlerle donatılmış birer pencere bulunmaktadır. Kubbede, tromplarda, bunların arasında kalan küçük pandantiflerde, mihrabın ve pencerelerin üstlerinde görülen klasik üslûptaki kalem işleri ve hat kompozisyonları son onarımda yenilenmiştir. Meydan Evi. Meydan evi ile buna bitişik olan diğer birimlerin (mihman evi ve kiler evi) avlu yönündeki doğu duvarlarında kesme taş, diğer duvarlarda moloz taş örgü görülmektedir. Meydan evinin önündeki sofanın kapısı dergâh avlusunun batı revakına açılır. Kapının dikdörtgen açıklığı, içeri ancak eğilerek (niyaz edilerek) girilebilmesi için açık tutulmuştur. Kapının üzerindeki lento sivri bir hafifletme kemeriyle taçlandırmıştır. Altında Yunanca yazılar bulunan bu devşirme lentonun ön yüzünde Selçuklu üslûbunu sürdüren geometrik geçmeler vardır. Söz konusu bezemenin yatay ekseninde sıralanan yedi adet çokgeni ve bunları kuşatan beş kollu yıldızları Bektaşî sembolizmine bağlamak mümkün-



466



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ dür. Lentonun üzerinde "Ahî Murad" adını ve 769 (1367-68) tarihini veren Arapça kitâbe uzanmakta, kemer aynasının tepe noktasında Hacıbektaş taşından yontulmuş bir teslim taşı görülmektedir. Kapının yanlarında bulunan iki pencere ile aydınlanan sofanın sağ kesimindeki girintiye bir ahşap seki yerleştirilmiştir. Korkuluklarla sınırlandırılmış ve bir dolap nişiyle donatılmış olan bu seki âyinlerden önce veya sonra dervişlerin oturup sohbet etmeleri, ayrıca meydan evinde görevli olanların geceyi geçirmeleri için düşünülmüştür. Sofanın güneybatı köşesindeki verev geçit, meydan evine bağlı kiler odalarının ve küçük mutfağın açıldığı "L" planlı koridora bağlanır. Bu koridorun sonunda has bahçeye açılan bir kapı bulunmaktadır. Söz konusu birimler, âyinlerden sonra meydan evinin güneyindeki muhabbet divanında kurulan sofralarda kullanılacak kap kaçağın saklanması ve yemeklerin hazırlanması içindir. Sofanın batı duvarındaki dikdörtgen kapıdan meydan evine girilir. Kare planlı (7,50 x 7,50 m.) olan ve geleneksel bir Türk odası şeklinde tefriş edilmiş bulunan meydan evi Bektaşî erkânında evreni temsil etmekte, bu bölümün içerdiği birçok mimari özellik ve bilhassa bindirme kubbe şeklindeki üst örtüsü bu "mikrokozmos"un unsurları olarak telakki edilmektedir. Alelâde bir mekânda tamamen fonksiyona veya süsleme arzusuna bağlanabilecek mimari unsurlar, burada Bektaşî âyinlerinde de ifadesini bulan birtakım tasavvufî ve kozmik sembollerin yansımaları olmaktadır. Bektaşî tekkelerinin çoğunda olduğu gibi doğuya açılan girişteki mermer eşik "rehber eşiği" adıyla zâhiri âlemle bâtınî âlemin sınırını temsil etmekte, ziyaretçiler bu eşiğe "niyaz ederek" üzerinden atlamaktadır. Girişi takip eden ahşap bölme, Osmanlı barokuna has birleşik bir kemerle mekâna açılmakta, üzerinde de aynı üslûpta dilimli bir hotoz yer almaktadır. Mekânı çepeçevre kuşatan, âyinlerde üzerine postların serildiği sedirler girişin bulunduğu yerde kesintiye uğramakta ve bu ahşap bölmenin konsollu raflarla donatılmış olan yan duvarlarına dayanmaktadır. Girişin tam karşısında "küre" olarak adlandırılan ve mekânı ısıtmanın yanı sıra Bektaşî sembolizminde "hamse-i âl-i abâ"nın ocağını temsil eden ocak yer alır. Âyinlerin başlangıcın-



da "çerağları uyandırmakla görevli olan çerağcı, meydan evinin kuzeybatı köşesinde oturan ve âyini yöneten mürşidden aldığı "delil" adındaki küçük mumu bu ocağın ateşiyle yakmakta, ardından mürşid postunun solunda yer alan taht-ı Muhammed'deki çerağları tutuşturmaktaydı. Üç basamaklı olan taht-ı Muhammed'in üzerindeki on iki çerağ on iki imamı, önünde yer alan ve "kanun çerağı" (Horasan çerağı) olarak anılan üç fitilli kandil ise Allah-Muhammed-Ali birlikteliğini ifade etmektedir. Meydan evinin has bahçeye bakan iki penceresi batı duvarında küre denilen ocağın yanlarında yer alır. Ocağın kesme taştan davlumbazı dilimli bir kaş kemere sahiptir. Duvarların aşağısı, sedirlerin arkasındaki minderlerin dayandığı 75 cm. yüksekliğinde ahşap kaplama ile kuşatılmış ve irili ufaklı yedi adet dolapla donatılmıştır. Bedri Noyan girişin sağındaki dolapta buhurdan, gülâbdan, çerağ türünden âyin eşyasının saklandığını belirtmekte, ayrıca tekkelerin açık olduğu dönemde meydan evinin duvarlarında bulunan levhalarının ve Bektaşîler'e has sembolik resimlerin dökümünü vermektedir (Hacıbektaş'ta Pir Eui ve Diğer Ziyaret Yerleri, s. 26-28). Meydan evinin örtüsünü oluşturan, Anadolu'da "kırlangıç kuyruğu" tabir edilen bindirme kubbe, ahşap kirişleri 45 derecelik açılarla iç içe giderek küçülen kareler teşkil edecek şekilde birbirinin üzerine bindirerek inşa edilmiştir. Söz konusu teknik bir yandan Orta Asya'da, öte yandan Anadolu'da Antikçağ'dan beri uygulanagelmektedir. Meydan evinin bindirme kubbesinde teşhis edilen yedi adet karenin, tasavvufta seyrü sülük aşamalarına tekabül eden yedi âlemi temsil ettiği ileri sürülmektedir. Meydan evinin güney duvarındaki kapıdan muhabbet divanına, bunun karşısındaki diğer bir kapıdan da kilerlerin ve küçük mutfağın önündeki koridora geçilmektedir. Dikdörtgen planlı (5,75 x 4,50 m.) muhabbet divanında batıya açılan iki pencere, ocak, dolap, gusülhâne gibi unsurlar yer almakta, üzeri küçük bir bindirme kubbe ile örtülü bulunmaktadır. Mihman Evi. Meydan evinin güneyinde çamaşır evinin doğusunda yer alan mihman evi, revaka açılan bir büyük birimle (6,25 x 3,25 m.) misafirlerin ağırlandığı iki mekândan meydana gelir. Güney duvarının üst kesiminde yer alan ve Nadar



Avlusu'na açılan iki küçük dikdörtgen pencere ile aydınlanır. Bir ocak ve altı nişle donatılmış olan bu birimin kuzeyindeki kare planlı küçük birim (3 x 3 m.) mihman evi babasının odasıdır. Revaka açılan bir pencereden ışık alan odanın batı duvarında ortada bir ocak, yanlarında raflı nişler yer almaktadır. Kiler Evi. Kiler evini teşkil eden dört birimden ilki, revaka açılan kapısı ve penceresiyle küçük bir sofadır. Dedebabayı ziyaret etmek isteyenlerin bekleme mekânı olarak da kullanılan bu sofa sedirlerle donatılmıştır. Sofanın batı duvarındaki kapıdan dedebabanın misafirlerini kabul ettiği dikdörtgen planlı (8 x 4,50 m.) odaya girilir. Bir tür divanhâne olan bu mekânın batı duvarındaki iki pencere arasında ocak, diğer duvarlarında dolap nişleri bulunmaktadır. Girişteki sofanın sağında yer alan kapı, bir kısmı kiler evinin özel mutfağı olarak düzenlenmiş olan diğer bir sofaya açılmakta, bunun batısında kiler evi ambarı, doğusunda da dedebabanın kışlık odası yer almaktadır. Kiler evi ambarı 8 x 6 m. boyutlarında, ikisi batıya, üçü kuzeye açılan toplam beş pencerenin aydınlattığı bir birimdir. Örtüsünü oluşturan ahşap kirişler, duvarların yanı sıra kuzey ve güney duvarlarındaki pâyelere oturan iki kemerle taşınmaktadır. Basık tavanlı küçük bir mekân olan kışlık odanın kuzey duvarındaki iki pencere Hazret Avlusu'na, güney duvarındaki diğer iki pencere ile bir kapı da Dergâh Avlusu'na açılır. Dedebaba Köşkü. Günümüzde kütüphane olarak kullanılan Dedebaba Köşkü kışlık oda ile kısmen kiler evinin üstünü işgal etmektedir. Dergâh Avlusu'nun batı yönündeki kitleyi meydana getiren birimlerden meydan evi ahşap bindirme kubbe ile, diğerleri (mihman evi, çamaşır evi ve kiler evi) ahşap kirişlerle örtülmüş, Cumhuriyet dönemi onarımında bunun üzerine kurşun kaplı bir kırma çatı inşa edilmiştir. Aynı hususlar Dedebaba Köşkü'nün örtüsü için de geçerlidir. Fevkanî konumu ile dedebabanın kendisi gibi külliyenin bütün birimlerine hâkim olan bu yapı dış sofalı (hayatlı) ve üç birimli bir köşktür. Aslında zemin kattaki kışlık odayı da köşkün bir parçası olarak kabul etmek gerekir. Duvarları kısmen moloz taş, kısmen kesme taş örgü ile meydana getirilmiştir. Dergâh Avlusu'ndan hareket eden ve bir sivri kemerle



467



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ taşınan iki kollu kâgir merdiven köşkün



yârırûm'a atılan ve Sulucakarahöyük'e



hayatına ulaştırır. Güney ve doğu yönle-



düşerek burada yeşeren ağaç olduğu ka-



rinde ahşap dikmelerle kuşatılmış olan



bul edilmektedir.



hayat günümüzde camekânlarla kapatı-



Giriş eyvanının doğu duvarının eksenin-



larak özgünlüğünü kaybetmiştir. Hayatın



deki kapı ikinci giriş bölümüne açılır. Ba-



batısında iki oda bulunmakta, sağdaki



sık kemerli kapı, alternatif olarak kırmızı



odadan dedebabanın külliyenin yöneti-



ve sarı renkli kesme taşlarla örülmüş bir



mine ilişkin toplantıları yaptığı geniş me-



dikdörtgen çerçeve ile sivri kemerli bir



kâna (7,75 x 4,25 m.) geçilmektedir. İç-



nişin içine alınmıştır. Dış çerçeve ile ke-



lerinde birer ocağın ve birçok dolap ni-



merin arasında kalan yüzey, ayrıca ke-



şinin bulunduğu bütün bu birimlerde ka-



merin aynası geometrik geçmelerle be-



pılar geometrik bezemeli ahşap kanatlarla, dikdörtgen açıklıklı olan pencereler ise sivri hafifletme kemerleriyle donatıl-



zelidir. Dikdörtgen alanın en üstünde ve kemer



Külliyedeki Balım Sultan K ü m b e t i



aynasındaki



bezemenin



içinde



üçer adet teslim taşı bulunmaktadır. Ka-



mıştır.



pının kesme taş söveleri takozludur. Basık kemerin yüzeyi şemse biçiminde taş



Türk sivil mimarisinin en köklü ve en



kakmalarla bezenmiştir. Bu kemerle siv-



yaygın tasarım şemalarından birini ser-



ri kemerin aynası arasında kalan yüzeye



gileyen köşkün mimari ayrıntıları klasik



tutulmuş, üzerine bir teslim taşı yerleş-



Osmanlı üslûbunu yansıtmaktadır. İnşa



tirilmiş, ayrıca kemerlerin arasına sivri



bozuk bir sülüsle Fetih sûresinin ilk âyeti



kemerli küçük nişler konarak cephe hare-



yazılmıştır. Âyetin yanlarında XIX. yüzyı-



tarihi tam olarak tesbit edilememişse de barok etkilerin ortaya çıktığı XVIII. yüzyıl



ketlendirilmiştir. Beyaz mermerden yon-



la ait olması muhtemel birer gül resmi



ortalarından daha eskiye ait olduğu ke-



tulmuş olan bodur sütunlar kare tabanlı



vardır.



sindir. Muhtemelen külliyede yoğun bir



kaidelere oturmaktadır. Aynı malzemenin



inşa faaliyetinin yaşandığı XVI. yüzyılın



kullanıldığı sütun başlıklarının alt ve üst



üçüncü çeyreği içinde inşa edilen köşk,



sınırlarında yaprak motifleri, köşelerinde



günümüzde sayıları çok azalmış bulunan



de volütler bulunur. Batılılaşma dönemi



Türk sivil mimari eserlerinin Batılılaşma



Osmanlı mimarisinin ürünü olan bu baş-



dönemi öncesine ait çok değerli bir ör-



lıklar, söz konusu bölümün XVIII. yüzyılın



neğidir.



ikinci yarısında veya XIX. yüzyılın ilk çey-



Altılar Kapısı. Kesme taşla inşa edilen Altılar Kapısı klasik Osmanlı üslûbunun



reğinde onarım geçirmiş olduğunu göstermektedir.



Kareye yakın dikdörtgen planlı olan (4,10 x 3,70 m.) ikinci giriş bölümünün yan duvarlarında, sivri hafifletme kemerleri bulunan dikdörtgen açıklıklı birer pencere yer alır. Mekânı örten basık çapraz tonozun merkezine 1,70 m. çapında küçük bir kubbe yerleştirilmiş, bu kubbenin eteği sekiz adet yarım kubbecikle kuşatılmıştır. Doğu duvarının orta-



özelliklerini yansıtır. Kırmızı renkte taş-



Tekkelerin faal olduğu dönemde bu



sında kümbet harimine açılan kapı yük-



lardan mâmul silmelerin meydana ge-



bölümde, mücerred derviş olmak iste-



selir. Geometrik geçmelerle bezeli dik-



tirdiği dikdörtgen bir çerçeve içine alın-



yenlerin belirli bir erkânla kulaklarının



dörtgen çerçeveler içinde yer alan kapı-



mıştır. Mermer söveler takozlarla dona-



delindiği bilinmektedir. Kemerli açıklık-



nın basık kemeri üzerinde içleri rûmîler-



tılmış, basık kemerin kilit taşı kırmızı, di-



lar demir parmaklıklarla donatılmıştır. Re-



le dolgulu şemseler sıralanmaktadır. Sö-



ğer taşları beyaz ve siyah mermerden



vakın zemini yükseltilmiş olan yan bi-



veler takozludur. Kemerin üzerinde ise



yontulmuştur. Kilit taşının tepesinde kır-



rimlerinde kime ait olduğu tesbit edile-



kümbetin inşa kitâbesi bulunur.



mızı bir teslim taşı mevcuttur. Bu kapı-



meyen iki adet kitâbesiz mezar bulunur.



Kare planlı bir cenazeiik (dışarıdan 7 x



nın gerisinde yer alan dikdörtgen planlı



Söz konusu revakın önünde solda silindir



7 m.) üzerine oturan asıl kümbet dışarı-



sofanın sağındaki girintide taştan bir se-



biçiminde, üzerinde istifli sülüsle bir bey-



dan sekizgen, içeriden kare (4,30 x 4,30



dir bulunmakta, sofa geniş bir sivri ke-



tin yazılmış olduğu mermer bir sütun



m.) planlıdır. Sekizgen prizmanın kenar-



merle Hazret Avlusu'na açılmaktadır.



dikkati çeker. Beytin ilk mısraı araştır-



ları 2,50 m., yüksekliği 6,25 metredir.



Balım Sultan Kümbeti. Koyu sarı renk-



macılar tarafından değişik biçimlerde



Mekânı örten kubbe sekizgen piramit



t e kesme taşlarla inşa edilmiştir. Asıl



okunmuştur. Ancak ikinci mısraın şu şe-



bi-çiminde bir külâhla sarılmıştır. Yerden



kümbetin batısında iki adet giriş bölümü



kilde olduğu anlaşılmaktadır: "Hâk oldu



1,60 m. yükseklikten başlayan üçgen pan-



yer alır. Bunlardan ilki enine gelişen dik-



ayaklarda çok şâh-ı felek-rif at". Bektaşî-



dantiflerle önce kareden sekizgene ge-



dörtgen planlı (7 x 3 m.) bir tür eyvandır.



ler'ce "binek taşı" olarak adlandırılan ve



çilmekte, kubbe 4,50 m. yüksekliğindeki



Kuzey ve güney yönlerinde 1 m. kadar



ziyaretçiler taralından kucaklanan bu ta-



sekizgen kasnağa oturmaktadır. Külâhı



yapı kitlesinden çıkıntı yapan bu bölümün



şın, 1526'da Osmanlı Devleti'ne isyan eden



taçlandıran alem, mermer bir kürenin



yanlan sağır duvarlarla kapatılmıştır. 1966



Şah Kalender, Genç Kalender, Kalender



üzerine oturtulmuş madenî bir güvercin



tarihli fotoğraflarda bu duvarların moloz



Çelebi lakapları ile tanınan şeyhin 1527'-



figüründen meydana gelir. Buradaki gü-



taş örgüye sahip olduğu görülmekte, son-



de katledildiği yere dikildiği yolunda bir



vercin figürü ile Hacı Bektâş-ı Velî'nin



radan kesme taşlarla yenilendikleri anla-



rivayet bulunmaktadır. Nitekim



Balım



Horasan'dan Anadolu'ya güvercin sure-



şılmaktadır. Kirişli düz bir çatının örttü-



Sultan Kümbeti'nin içinde de aynı kişiye



tinde geldiği yolundaki efsane arasında



ğü giriş eyvanının batı yönünde, yan du-



atfedilen bir kabir vardır. Ayrıca kümbe-



bir bağlantı olsa gerektir.



varlarla iki sütuna oturan üç adet sivri



tin önünde yer alan karadut ağacı da



Kümbetin batı duvarındaki giriş içeri-



kemer Hazret Avlusu'na açılır. Ortadaki



Bektaşîler arasında kutlu sayılmakta, Ah-



den sivri kemerli bir nişle kuşatılmış,



kemer diğerlerinden biraz daha yüksek



med Yesevî tarafından Horasan'dan Di-



güney ve doğu duvarlarına birer pencere



468



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ açılmıştır. Pencerelerin dikdörtgen açık-



Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'ni, Resul Bâ-



kalın bir kaval silmeden oluşan ağır gö-



lıkları mermer sövelerle kuşatılmış, de-



lî ve Güvenç Abdal Kümbetlerini, Kızılca Halvet'i ve Kırklar Meydam'nı Barındıran Bina. Külliyenin en eski birimlerini bünye-



rünümlü saçakla cephe son bulmaktadır.



sinde barındıran bu bina farklı tarihlere ait, çoğu farklı kotlar üzerinde yükselen



maklıklarla donatılmıştır. Ortadaki açık-



mir parmaklıklarla donatılmış ve sivri hafifletme kemerleriyle taçlandırılmıştır. Alternatif olarak sarı ve kırmızı renkli taşlarla örülmüş olan bu kemerlerden güneydeki yüksek tutulmuş, içine yerleştirilen mermer levhanın kemer aynasına tekabül eden üst kısmı damarlı rûmîler. alt kısmı da geometrik geçmelerle süslenmiştir. Kümbetin güneyinde sivri kemerli bir açıklıkla ana mekâna bağlanan, dikdörtgen planlı, yarım beşik tonozlu bir çıkıntı bulunmaktadır. Burada mevcut iki anonim kabirden büyük olanı Şah Kalender'e izâfe edilir. Ana mekânda ise Balım Sultan gömülüdür. Duvarlar pandantifler, kasnağın yüzeyleri ve kubbe Cumhuriyet dönemi onarımına ait XV. yüzyıl üslûbunda kaliteli kalem işleriyle bezelidir. Dulkadıroğulları'nın Osmanlılar'a tâbi oldukları son dönemlerine ait olan bu yapı, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde inşa edilmesine rağmen Selçuklu kümbetlerinin geleneğini sürdürmektedir. Balım Sultan Kümbeti Anadolu Türk mimarisinin son kümbet yapısı olarak değerlendirilebilir. Hazîre. Günümüzde Hazret Avlusu'nun güneydoğu kesimi alçak bir duvarla ayrılarak hazîreye tahsis edilmiştir. Remzi Gürses, daha önce avlunun hemen tamamının mezarlarla dolu olduğunu, sonradan bunların şimdiki hazîreye taşındığını belirtmektedir. Hazîrede tesbit edilen mezarlar içinde dört tanesi ( S e y y i d



Mehmed Baba, Seyyid Hacı Ali Baba, Hâkî Ali Baba ve Hasan Dede) XVIII. yüzyılın sonlarına ve XIX. yüzyılın başlarına aittir. Diğerlerinin hepsinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde v e f a t eden kişiler gömülüdür. Pîr evi niteliğindeki tarikat tesislerinde görülenin



yapıların birbirine eklenmesi sonucunda teşekkül etmiştir. Zaman içinde ne şekilde geliştiği henüz bütün ayrıntıları ile tesbit edilemeyen yapının işgal ettiği alan düzgün olmayıp en geniş yerinde boyutları 28,25 x 25 metreyi bulmaktadır. Eski fotoğraflarda, yalnızca giriş bölümünün güneye açılan revakında kesme taş işçiliğinin bulunduğu, diğer cephelerde moloz taş örgünün kullanıldığı, ancak köşelerin kesme taş sıraları ile takviye edildiği görülmektedir. Külliyenin diğer bazı yapılarında olduğu gibi sonradan moloz taş örgünün yerine kesme taş örgü yapılmıştır. Ancak bu arada, çepeçevre başka birimlerle kuşatılmış bulunan Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin t a m a m e n kesme taşla inşa edilmiş olduğu söylenebilir. Mekânların büyük çoğunluğu ahşap kirişlerle örtülmüş, bazılarında ahşap kubbelere yer verilmiş, bütün bu örtü unsurları, bu arada Güvenç Abdal Kümbeti'nin beşik tonozu da kırma çatılar altına alınmış, çatıların alaturka kiremit kaplaması son büyük onarımda kurşuna dönüştürülmüştür. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin sekizgen prizma biçimindeki kitlesi üzerindeki külâhla bu çatıdan taşar. Ayrıca söz konusu türbenin batısında yer alan ikinci giriş bölümünün ortasındaki küçük kubbeyi örten piramit biçimindeki küiâh da çatıyı delmektedir.



Kemerli açıklıklar, geçen yüzyılın sonlarına ait olduğu anlaşılan basit demir parlıkta da aynı türde bir demir kapı yer alır. İlk giriş bölümü, kendi içinde derinli-



ğine (kuzey-güney doğrultusunda) gelişen dikdörtgen planlı (6,50 x 3,74/4, 25/ 4,75 m.) üç birimden oluşur. Yapı kuzeye doğru alçalan bir yamaç üzerinde inşa edildiğinden



ortadaki kemere



tekabül



eden ve girişe ayrılmış olan birime basamaklarla inilmekte, dedebabalara ait kabirlerin bulunduğu açık türbe niteliğindeki yan birimler ise yüksekte kalmaktadır. Solda ve sağda altışar adet olmak üzere on iki kabir vardır. Pâyeleri kuzeydeki duvara bağlayan sivri kemerlerin karınlarında ve alınlarında yer alan klasik üslûptaki kalem işleri 1958'de başlayan onarıma aittir. Birimler çubuklu ahşap tavanlarla örtülüdür. Çubukları sınırlayan çıtalar kıvrımlı hatlarla bezenmiştir. Ortadaki birimin tavanı içinde sekiz dilimli bir ahşap kubbe yer alır. Kubbenin dilimleri aynı tür çıtalarla daha ince dilimlere ayrılmış, eteği de oymalı bir ahşap silme ile belirtilmiştir. İkinci giriş bölümüne açılan ve XIV. yüzyılın başlarına veya ilk yarısına ait olduğu tahmin edilen taçkapı bütünüyle mermerden yontulmuş ve herhalde bu yüzden Ak Kapı olarak adlandırılmıştır. Dış çerçeveyi oluşturan geometrik bezemeli kuşaklar, normal olarak taçkapı kitlesini yukarıdan da çevrelemeleri gerekirken



Hazret Avlusu'nun kuzey sınırında yer



üst kısımda kesintiye uğramakta ve yer-



alan ilk giriş bölümü yanlardan sağır du-



lerini iki sıra mukarnasiı bir silmeye bı-



varlarla kapatılmış, üç sivri kemerle gü-



rakmaktadır. Söz konusu durum, süsleme



neye açılmıştır. Kemerlerin pâyeleri ay-



ayrıntılarına çok özen gösterilmiş olan bu



rıca yanlardaki duvarlar, pâyelerin yük-



taçkapıda bir inşaî zorlamaya işaret eder.



sekliğine kadar siyah renkli taşlarla örül-



Yapının Osmanlı döneminde, muhteme-



müş. kemer yastıklarından itibaren sarı



len Kırklar Meydanı'nın inşa edildiği 960



aksine, Hacı Bektâş-ı Velî ve Balım Sul-



renkli taşlar kullanılmıştır. Ortadaki ke-



(1553) yılında geçirmiş olduğu tâdilât sı-



tan gibi tarikat büyüklerinin yakınına da-



mer sarı ve açık kırmızı renkli taşlarla



rasında taçkapı üstten kesilerek önün-



ha erken tarihte kimsenin gömülmemiş



örülmüş, bütün kemerlerin karnı siyah



deki ahşap tavanın yüksekliğine uydurul-



olması şaşırtıcıdır. Büyük bir ihtimalle, ba-



ve beyaz boyalı yüzeylere ayrılmıştır. Asıl



muş olmalıdır. Dikdörtgen dış çerçeve-



zı müelliflerin mescidin yerinde bulundu-



girişe tahsis edilen ortadaki kemerin üze-



nin içindeki nişin sivri kemeri mukarnasiı



ğunu ileri sürdükleri, yeniçerilerle ilgili ba-



rinde önce bir teslim taşı kakması, ar-



yastıklara oturur. Nişin yanlarında, mu-



zı törenlerin icra edildiği Ak Cennet adın-



dından yan yana sıralanan üç motif yer



karnas dolgulu kavsaraları ile yarım se-



daki meydan Yeniçeri Ocağı'nın ilgası üze-



alır. Bu motiflerden sağdaki bir hilâl, or-



kizgen planlı birer niş yer almaktadır.



rine fonksiyonunu kaybetmiş ve hazîre-



tadaki on iki hattan oluşan altı kollu bir



Basık kemerli kapının "S" profilli, ta-



ye dönüşmüştür. Ayrıca Altılar Kapısı'nı



yıldız, soldaki helezonî bir gülçedir. Ayrı-



kozlara sahip olan söveleri yıldızlı geo-



takip eden yolun solunda çelebilere ait geç



ca kemerlerin aralarına üçer adet kırmı-



metrik geçmelerle bezelidir. Sonradan bu



tarihli mezarlar sıralanmakta, Balım Sul-



zı taşın şaşırtmalı olarak yerleştirildiği



bezemedeki yıldızların içine Hacıbektaş



tan Türbesi'nin arkasındaki bahçede de



dikkati çeker. Revakın cephesi ortadaki



taşından mâmul on iki adet tesiim taşı



bazı mezarlar seyrek olarak yer almakta-



kemerin üzerinde üçgen bir alınlık mey-



kakılmıştır. Bunlardan yedisi sağ sövede,



dır.



dana getirmekte, içbükey bir silme ile



beşi sol sövededir. Son derece ince bir



469



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTÂS-l VELÎ KÜLLİYESİ işçilik sergileyen kemerin beyaz taşlan



ğıya doğru sarkmıştır. Küçük bir maz-



önünde birimin kuzeybatı köşesinde de



üst kısımlannda rûmîlerle bezenmiş, ara-



galdan ışık alan Kızılca Halvet'te çerağlık



bir sanduka vardır. Doğudaki birimin gü-



larına şemse biçiminde siyah renkli taş-



denilen türde, kandil veya mum koy-



ney duvarında Hacı Bektâş-ı Velî Türbe-



lar yerleştirilmiştir. Ayrıca kilit taşında



maya mahsus bir niş bulunmaktadır. Bu



si'nin girişi, kuzey duvarında türbe giri-



kandil biçiminde istiflenmiş "yâ Allah"



arada söz konusu mekânın doğu duva-



şiyle aynı eksen üzerinde, Bektaşîler ara-



ibaresi bulunmaktadır. Biri basık keme-



rında miğfer şeklinde bir çerağlığın yer



sında "medet-mürüvvet penceresi" veya



rin üzerinde, diğeri yukarıdaki sivri ke-



aldığı, burada toplanan isin ziyaretçiler



"niyaz penceresi" olarak anılan hâcet pen-



merin konsollarının hizasında olmak üze-



tarafından alınarak gözlere çekildiği bi-



ceresi yer almaktadır. Kırklar Meydanı'-



re iki adet geometrik geçmeli yatay süs-



linmektedir. Onarımda bu ilginç mimari



nm açık olmadığı zamanlarda Hacı Bek-



leme şeridi vardır. Yukarıdaki şerit taç-



unsur ortadan kaldırılmıştır.



tâş-ı Velî'ye dışarıdan "niyaz edilen" bu



kapının ekseninde kesilmekte, burada çift başlı bir Selçuklu kartalı kabartması bulunmaktadır. Armanın üzerinde, sivri kemerin aynası içinde günümüzde boş duran dikdörtgen bir levha dikkati çeker. Remzi Gürses burada bir kitâbenin yer aldığını ve tekkelerin kapatılmasından sonra yerinden kaldırıldığını nakletmektedir.



İkinci giriş bölümünün sol (batı) duva-



pencerenin yuvarlak kemeri yivlidir.



rındaki sivri kemer, içinde ancak bir kişi-



Kırklar Meydam'nı doğu ve batı yö-



nin namaz kılabileceği boyutlarda (2,25 x



nünde sınırlayan kemerlerin gerisinde



0,90 m.) bir birime açılmaktadır. Zemini



seki biçiminde düzenlenmiş iki türbe yer



yükseltilmiş olan bu birimin güney duva-



alır. Doğudaki sekide on, batıdakinde



rında Selçuklu üslûbunda mukarnaslı kü-



dört adet sanduka bulunmaktadır. Batı-



çük bir mihrap, doğu duvarında da iki



daki sandukalardan ilki Çelebi Cemâled-



adet çerağlık bulunur. Namazgâh diye



din Efendi'ye aittir. Tekkelerin kapatıl-



anılan söz konusu birim, ya halvethâne



masından sonra diğerlerinin kimlere ait



Birinci taçkapı ile Kırklar Meydanı'na



olarak ya da ziyaretçilerin namazlarını



olduğunu belirten levhalar kaldırılmış,



açılan ikinci taçkapının arasında uzanan



eda etmeleri için düşünülmüş olmalıdır.



günümüzde de bu hususu bilen kalma-



dikdörtgen planlı (7,50 x 3,80 m.) mekâ-



Kırklar Meydanı'na açılan ve üzerin-



nın örtüsü uçlarda iki sivri beşik tonozla ortada, bunların kuşattığı sekizgen kasnaklı 2,50 m. çapında küçük bir kubbeden meydana gelir. Basık sekizgen piramit biçiminde bir külâhla örtülü olan kubbeye geçiş prizmatik üçgenlerle (Türk üçgenleri) sağlanmıştır. Bu mekânı günümüzde ikinci giriş bölümü olarak adlandırmak mümkündür. Ancak doğusunda Kızılca Halvet'in, batısında yine bir halvethâne olması muhtemel mihraplı bir birimin yer aldığı bu bölümün başlangıçta (bugünkü Kırklar Meydanı'nm yapımından önce) alelâde bir giriş mekânı olmadığı, ibadetle ilgili bir ihtiyaca cevap verdiği ileri sürülebilir. Gerisinde Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin ve bunun güneyine bitişik Kızılca Halvet'in sıralandığı doğu duvarının önüne, ilk taçkapı gibi Selçuklu üslûbunda pahlı kaidelere ve mukarnaslı başlıklara sahip yarım sekizgen planlı iki pâye inşa edilmiş, mekânı örten beşik tonozların ve kubbenin ağırlığı, doğudaki birimlerin duvarlarını zedelemeksizin bu pâyelere oturan sivri



deki kitâbeye göre 960



(1553) tarihli



olan ikinci taçkapı, Osmanlı-Karamanoğlu karışımı bir taşra üslûbunu yansıtmaktadır. Bezemelerin malzemesi alçıdır. Mu-



mıştır. Doğudaki sekide bir, batıdakinde üç adet olmak üzere mazgal türünde kare tepe pencereleri yer alır. Kırklar Meydanı'nm yegâne büyük ışık menfezi hâcet penceresidir.



karnaslı dış çerçeveden sonra Karaman-



Günümüzde Kırklar Meydanînda Bek-



oğullan'nın son dönemlerine ait yapı-



taşîlikle ilgili çeşitli tekke eşyası teşhir



larda benzerleri görülen rûmîli ve şaka-



edilmekte, âyinler sırasında uyandırılan



yıklı bir şerit gelmekte, kapının basık ke-



ünlü "kırk budak şamdanı" da özgün ye-



meriyle kitâbe arasında da aynı türde bir



rinde doğudaki sekinin ortasında dur-



şerit uzanmaktadır. İçteki süsleme ku-



maktadır. Kırklar Meydanı'nm duvarla-



şağı diğerine göre biraz daha kısa tutul-



rında görülen kalem işleri. Cumhuriyet dö-



muş, yukarıda bu ikisinin arasında kalan



nemi onarımı sırasında XV ve XVI. yüz-



dikdörtgen yüzey rûmîli bir kompozis-



yıllara ait kalem işlerinin motifleri kulla-



yonla doldurulmuştur. Kitâbenin üzerinde



nılarak yapılmıştır. Binanın giriş bölüm-



şebekeli ve yaldızlı iki kabara bulunur.



lerinde, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nde,



Mahmut Akok'un 1959 tarihli rölövesin-



Resul Bâlî ve Güvenç Abdal kümbetlerin-



de, taçkapı ile beşik tonoz arasında ka-



de bulunan kalem işleri de aynı özellik-



lan yüzeyde görülen teslim taşının ona-



tedir. Kalem işleri son derecede özenli



rım sırasında kalem işleri altında kaldığı



bir işçiliğe sahiptir ve iyi kötü yapının üs-



anlaşılmaktadır.



lûbu ile uyum sağlamaktadır.



Kırklar Meydanı'nm boyutları, doğu ve



Gerek asıl Kırklar Meydam'nı oluştu-



batı yönlerinde kabirlerin sıralandığı se-



ran birimlerin gerekse doğu ve batıdaki



kiler hesaba katılmazsa 10,60 x 9 m. ka-



sekilerin tavanları süslü çıtalarla dikdört-



dardır. Mekânın kuzey ve güney duvar-



genlere bölünerek "çubuklu tavan" de-



larına oturan ve kirişleri taşıyan üç sivri



nilen türde tasarlanmış, her tavanın or-



kemerden batıdakinin açıklığı 6,70 m.,



tasına bir adet sekiz dilimli ahşap kubbe



diğerlerininki 8 metredir. Geniş kemer-



konmuştur. Bu tavanlarla kubbelerin ay-



lerle donatılmış bu tür mekânlara Kara-



rıntılan binanın girişinde görülenlerin ay-



manoğulları dönemine ait birçok camide



nısıdır. Her ne kadar daha sonra yenilen-



Küçük boyutlu (2,50 x 2 m.) ve beşik



rastlamak mümkündür. Kemerlerin ara-



dikleri ayrıntılarından belli olmaktaysa



tonozlu olan Kızılca Halvet "çile damı"



sında kalan iki dikdörtgen birim âyinlere



da çatı altında gizlenmiş bu tür ahşap



adıyla da anılmaktadır. Basık kemerli ka-



ayrılmış olan sahadır. Kırklar Meydanı'-



kubbelere XVI. yüzyılda özellikle cami-



pısı dikdörtgen bir silme çerçevesi içine



nm girişi bu birimlerden batıdakine açıl-



tekke türünde yapılarda rastlanmakta-



alınmıştır. Sövelerde ilk taçkapıdakilere



makta, hemen girişin yanından başlayan



dır.



benzeyen "S" profilli takozlar vardır. Ke-



ahşap parmaklığın gerisinde sekiz adet



merin kilit taşı yerinden oynayarak aşa-



sanduka sıralanmaktadır.



kemerlere aktarılmıştır. Bu ayrıntı, buranın Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi ile Kızılca Halvet'ten sonra inşa edildiğini gösterir.



Parmaklığın



Doğu yönündeki sekinin güney duvarında bulunan sivri kemer, Hacı Bektâş-ı



470 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTAŞ VİLÂYETNÂMESİ Velî Türbesi'nin doğusuna bitişik olan



altında bir cenazeliğin bulunduğu kesin



Resul Bâlî Kümbeti'ne açılır. Dikdörtgen



olarak bilinmediğinden Hacı Bektâş-ı Ve-



planlı (7,50 x 4,50 m.) olan bu birimde



lî'nin gömülü olduğu yapıyı türbe olarak



ön planda yer alan büyük sanduka Resul



adlandırmak daha doğrudur. Kare planlı



Bâlî'ye aittir. Bunun gerisindeki iki küçük



(4,50 x 4,50 m ) yapının kuzey duvarında



sandukanın ise kimlere ait olduğu bilin-



Diğer tarikat çevrelerinde meydana getirilen benzeri menâkıbnâmeierden farklı olarak Bektaşî geleneğinde daha çok vilâYerden 5,50 m. yükseklikten başlayan üçyetnâme veya velâyetnâme diye adlangen pandantiflerle kare alt yapıdan sedırılan ve hemen hepsi Bektaşîliğin ortakizgene geçilmekte, sekizgenin üzerine ya çıktığı XV. yüzyılın son çeyreğiyle XVI. kubbe oturmaktadır. Kubbeyi örten seyüzyıl başları arasında yazıya geçirilmiş kizgen prizma biçimindeki kurşun kaplı bulunan bir seri Bektaşî menâkıbnâmesikülâh ahşaptır. Türbenin Rum asıllı bir nin en tanınmışıdır. Bu tanınmışlık, ilk ustanın elinden çıktığı ve kubbesinin I. planda tarikatın pîri Hacı Bektâş-ı Velî'nin Murad tarafından yaptırıldığı yolunda hayatına hasredilmiş olmasından ve bu kanıtlanması mümkün olmayan rivayetsebeple de bir çeşit kutsallık kazanarak ler vardır. Türkiye'nin en çok ziyaret ediçok okunmasından ileri gelmektedir. Dilen velî türbelerinden bu mekânda yalğer vilâyetnâmeler içinde en fazla yazma nızca Hacı Bektâş-ı Velî'ye ait bir ahşap nüshası bulunanı ve bazan yalnızca Vilâsanduka yer almaktadır. yetnâme adıyla kastedileni de bu eserdir. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi'nm (VilâBİBLİYOGRAFYA : yetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, Menâkıb-ı Evliya Çelebi. Seyahatname, 1-111, tür.yer.; VIVIII, tür.yer.; Voyage du Sieur Paul Lueas {ait Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî) Türkiye'de ve en 1714 ete. par ordre de Louis XIV dans la Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphaneTurquie, Rouen 1719, I, 124; Cuinet, I, 340lerde değişik zamanlarda istinsah edilmiş 341; Ragıb Hulusi, "Bektaşîliğin Coğrafî Tevnüshaları bulunduğu gibi Anadolu'dan Balzii", Bektaşîlik Tedkikleri, İstanbul 1928, s. 3kanlar'a kadar Bektaşîliğin yayıldığı alan7; F. W. Hasluck, Christianity and İslam under larda hususi ellerde de birçok nüshası theSultans (ed. M. M. Hasluck), Oxford 1929, vardır. Ancak bunların içinde yazarının kaI, 83; II, 502-504; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri ue Babailer, Ahiler, Bektaşileminden çıkmış veya yazıldığı döneme ler, İstanbul 1948, s. 109-118; Bedri Noyan, Haait (1481-XVI. yüzyıl başları) bir nüshaya cıbektaş'ta Pir Evi ve Diğer Ziyaret Yerleri, İzhenüz rastlanmamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî mir 1964;a.mlf., Bektaşîlik Alevîlik Nedir, AnDergâhı'nın kütüphanesinde mevcut, XVI. kara 1987, s. 47; Remzi Gürses, Hacıbektaş yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen Rehberi, Ankara 1964; İlknur Demirbüker, Hacı manzum Vilâyetnûme dışındaki nüshaBektâş-ı Velî Külliyesi (lisans tezi, 1966), l(İ Ed. Fak; A. Dupront, "Pelerinages et lieux sacres", ların hemen hepsi XVII. yüzyılda ve sonMelanges en l'honneur de Fernand Braudel, rasında Bektaşî tekkelerindeki dervişler 111, methodologie de l'histoire et des sciences tarafından istinsah edilmiştir. Hacı Bekhumaines, Paris 1973, s. 190-206; A. Işık Dotaş Vilâyetnâmesi, XX. yüzyılın başınğan, Osmanlı Mimarisinde Tarîkat Yapıları: dan beri Bektaşîlik araştırmalarına paraTekkeler, Zauiyeler ve Benzer Nitelikteki Fülel olarak ilk elde dikkati çeken kaynak oltüvvet Yapıları, İstanbul 1977, s. 102-137; M. muş ve Georg Jakob'dan itibaren pek Orhan Bayrak, Türkiye Tarihi Yerler Kılavuzu, İstanbul 1979, s. 477-478; Suraiya Faroqhi, Der çok araştırmacı eser üzerinde çalışmıştır.



memektedir. Söz konusu kümbetin biri doğuya, diğeri güneye açılan iki mazgal penceresi vardır. Kırklar Meydanı'nın batısındaki sekinin güneyinde de Güvenç Abdal Kümbeti yer alır. Kare planlı (4,25 x 4,25 m.) kümbetin sivri beşik tonozu iki kemerle takviye edilmiş, doğu ve güney duvarlarına birer mazgal pencere açılmıştır. Yan yana yer alan üç sandukadan doğudaki Güvenç Abdal'a, diğer ikisi menkıbelerde "dünya güzeli" olarak anılan eşiyle bunun câriyesine izâfe edilir. Buraya doğudaki sekiden iki basamakla çıkılmakta, bu kot farkının alttaki cenazelikten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi'nin kapısı, Selçuklu üslûbuna bağlanan oranları ve süsleme programının yanı sıra taşıdığı bazı sembolik unsurlarla da dikkati çeker. Beyaz mermerden yontulmuş olan asıl kapı, 960'ta (1553) Kırklar Meydanı inşa edilirken ikinci taçkapıda bulunanların eşi olan, alçıdan mâmul, mukarnasiı, rûmîli, şakayıklı şeritlerle kuşatılarak büyütülmüş ve daha zengin bir görünüme kavuşturulmuştur. Palmetli bir taçla son bulan bu ek kısımda üç adet şebekeli ve yaldızlı kabara ile esmâ-i hüsnâdan bazılarının tekrar edildiği bir yazı kuşağı bulunur. Selçuklu dönemine ait mermer kapının dış çerçevesi geçmeli rûmîlerden meydana gelmekte, bunu iki zencirek kuşağı ile geometrik geçmeli bir kuşak takip etmektedir. Girift bir kompozisyona sahip olan birinci zencireğin arasında sağda üç adet balık motifi yer alır. Basık kemerli kapıyı taçlandıran mukarnasiı kavsara ile dikdörtgen çerçevenin arasına iki adet gülçe yerleştirilmiştir. Kemerin üzengi taşlan gülçeler, kilit taşı da rûmîlerle süslüdür. Kilit taşının üzerinde stilize edilmiş çift başlı kartal kabartması dikkati çeker. Kapının açıklığı iki sıra zencirekle kuşatılmış, sövelerin takozlarına ikişer güvercin kabartması kondurulmuştur. Bu kapının "gök eşik" olarak adlandırılan eşiği kutlu sayılmakta ve üzerine asla basılmadan niyaz edilerek atlanmaktadır. Her ne kadar mimari özellikleri bakımından tam bir Selçuklu kümbeti ise de



F



HACI BEKTAŞ V İ L Â Y E T N Â M E S İ n Hacı Bektâş-ı V e l î ' y e



( ö. 669/1271 [?]) dair rivayetleri ihtiva e d e n m e n â k ı b n â m e .



j



Kırklar Meydam'na açılan kapı, güney



duvarında bir pencere bulunmaktadır.



Bektaschi-Orden in Anatolien, Wien 1981, bk. İndeks; a.mlf., "The Tekke of Hacı Bektaş: Social Position and Economic Activities", IJMES, VII (1976), s. 183; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, II, 238; O. Sağdıç, Hacıbektaş Kılavuzu, Ankara, ts., s. 15-51; Bezmi Nusret Kaygusuz, Kurumuş Pınarj Baskı yeri ve yılı yok|, s. 100; Baha Said, "Sofıyân Süreği (Kızılbaş Meydanı)", TY, N/22 (1926), s. 325360; Hâmid Zübeyir [Koşay], "Hacı Bektâş Tekkesi", TM, II (1926), s. 365-382; a.mlf., "Bektaşilik ve Hacı Bektaş Tekkesi", TEt.D, X (1968), s. 19-26; Mahmut Akok. "Hacıbektaşi Veli Mimari Manzumesi", a.e., s. 27-57; Halim Baki Kunter, "Kitâbelerimiz-I", VD, II (1942), s. 432; M. Oluş Arık, "Erken Devir Anadolu-Türk Mimarisinde Türbe Biçimleri", Anadolu: Anatolia, XI, Ankara 1967, s. 57-100. fi



M . BAHA TANMAN



Eserin mensur, manzum veya karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır. Hangi tipin ilk yazılışın ürünü olduğu veya her birinin değişik yazılışları mı temsil ettiği, ayrıca yazarı ve telif tarihi gibi konular henüz aydınlığa kavuşmamıştır. Eric Gross'tan Bedri Noyan'a kadar eserin bütün nâşirleri ve Bektaşîlik üzerine çalışan araştırmacılar, mensur ve manzum nüshaların yazarı olarak ayrı ayrı Süflî Derviş mahlası ile bilinen Mûsâ b. Ali'yi ve XV. yüzyılın sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında yaşamış olan Firdevsî-i Tavîl'i (Uzun Firdevsî) kabul etmişlerdir. Bazı araştırmacılar da her iki tip vilâyetnâmenin yazarının Uzun Firdevsî olduğu üzerinde birleşmiştir. Nite-



471



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI BEKTAŞ VİLÂYETNÂMESİ kim nüshaların karşılaştırılması da bu gö-



kâfirlerle cihad eden bir gazi-velî hüviye-



rüşü teyit etmektedir. Çünkü bunlarda,



tiyle takdim ederken Anadolu'daki men-



değişik zamanlarda yapılan istinsahlar se-



kıbeler onu daha çok kerâmetleriyle gücü-



bebiyle ortaya çıkan kelime değişiklikle-



nü gösteren bir velî olarak tasvir eder.



ri, bazı kısımların birkaçında özetlenmiş



Esere genellikle dini tebliğ eden dervişle-



olması ve bölümler arası bazı takdim ve



rin havası hâkimdir. Nitekim Hacı Bektaş'-



H A C I BEŞİR A Ğ A



F



^



(bk. BEŞİR AĞA, Hacı).



r



H A C I E V H A D CAMİİ



n



İstanbul Yedikule'de XVI. yüzyıla ait cami.



^



tehirlerin bulunması dışında önemli bir



ın kendisi gibi halifeleri de ateşli birer din



farklılık görülmemektedir.



yayıcısı sıfatıyla görünürler.



Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi'nin yazılış tarihi konusunda çeşitli tahminler yü-



Eser, yalnızca menkıbelerine takılıp onu küçümseyen ve bu sebeple güvenilir bul-



Şehrin kuzeybatı köşesinde, Yedikule'-



rütülmekle birlikte eserin muhtevasına bakıldığı zaman Abdülbaki Gölpınarlı'nın 1481-1501 arasında yazılmış olabileceği



mayan bazı araştırmacıların düşündüklerinin aksine gerek Hacı Bektâş-ı Velî gerekse Bektaşîlik tarihi bakımından değerli



nin az yukarısında ve surların iç tarafında bulunmaktadır. Esasında tekke, hamam ve çeşmelerle birlikte küçük bir kül-



şeklindeki tahmini büyük ölçüde geçerlilik kazanmaktadır. Nitekim bazı parçala-



bilgiler ihtiva eder. Bu sebeple Hacı Bektâş-ı Velî'nin hayatı ve Bektaşîlik tarihi için



liye oluşturduğu ileri sürülen Hacı Evhad (Hacı Evhadüddin) Camii, Mimar Sinan tara-



rın muhtevası, bahsedilen veya atıfta bulunulan birtakım olaylar, çeşitli yer isimleri ve ayrıca birçok nüshada II. Bayezid'-



aslî bir kaynaktır. Orta Asya'da Ahmed Yesevî etrafında teşekkül edip Haydarîliğin kurucusu Kutbüddin Haydar'ın etrafında



fından 993 (1585) yılında inşa edilmiştir. Ayvansarâyî, kurucusunun Kasap Hacı Evhad adında bir kişi olduğunu kaydeder



den yaşayan bir hükümdar olarak söz edilmesi Gölpınarlı'nın haklılığını ortaya koymaktadır. Öte yandan Vilâyetnâme'nm, Hacı Bektaş'ın halifesi olarak kabul edilen Hacım Sultan'a dair vilâyetnâmeden daha sonra yazıldığı kesindir. Çünkü bu eserde Ahmed Yesevî'ye ait kısımlar Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi'ndeiûnden daha geniştir. Ayrıca Hacı Bektaş'ın halifelerinden söz eden metinde Hacım Sultanla ilgili bölümün Hacım Sultan Vilâyetnâmesi'nden özetlendiği anlaşılmaktadır.



oluşan menkıbelerle zenginleşen ve XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsının önünden kaçan Yesevî ve Haydarî dervişleriyle Anadolu'ya intikal eden gelenekleri de anlatan eser. Hacım Sultan Vilâyetnâmesi'nden sonraki bu konuda ikinci ve son metin olması itibariyle önemlidir. Bu kitap sayesinde Yesevîliğin gerçek mahiyetini, Yesevîlik'le Haydarîlik arasındaki bağlantıyı. Hacı Bektaş'ın tasavvufî kimliğini ve Bektaşîlik-Haydarilik ilişkisini daha iyi anlayıp yorumlamak mümkün olmaktadır.



ve caminin cümle kapısı üstünde bulunan, Azîzî mahiaslı bir şair tarafından yazılmış tarih manzumesinin kopyasını verir: "Hacı Evhad kim bu zîbâ câmii / Yaptı lillâh eyleyip bezl-i direm // Yaraşır ol sâhibü'l-hayra eğer / Âlemin cömerd kassâbı desem // Dedi târihin Azîzî-i hakîr / Hacı Evhad Câmii misl-i Harem 993" (1585). Hadîkatü'l-cevâmi'de bu tarih 9 8 3 (1575) olarak gösterilmiştir. Hacı Evhad'ın kabri kıble duvarı dışındaki hazîrededir. Hadîkatü'l-cevâmi'yazıldığında caminin avlusunda zâviye hücreleri bulunuyordu. Vakfın mütevellileri de kurucusu ile aynı meslekten kişilerdi.



Eser dikkatle incelendiğinde, kökü Orta Asya'da Ahmed Yesevî dönemine kadar uzanan şifahî rivayetlerin yanı sıra çoğu günümüze ulaşmayan Menâkıb-ı Hâce Ahmed-i Yesevî, Menâkıb-ı Lokmân-ı Perende, Menâkıb-ı Seyyid Mahmûd-ı Hayrânî gibi bazı menâkıb mecmualarının da kaynak olarak kullanıldığı, yazarın sözü edilen şifahî menkıbe ve rivayetleri çok iyi tanıyan bir çevreye mensup olduğu anlaşılır. Vilâyetnâme, Hacı Bektaş'ın İmam Ali er-Rızâ'nın soyundan bir seyyid ailesinin oğlu olarak dünyaya gelişini, Horasan'daki çocukluk ve tahsil devresini, Ahmed Yesevî'ye intisabını, onun yanındaki hayatını, Anadolu'ya gönderilişini anlatarak başlar. Daha sonra hacca gidişi, oradan dönüşte Suiucakarahöyük köyü-



ne (bugünkü Hacıbektaş kazası) yerleşerek burada dergâhını kurmasını, çevredeki Türkmenler ve gayri müslimler arasındaki faaliyetlerini, dönemin siyasî otoriteleri ve diğer sûfîlerle ahîler ve medrese mensuplarıyla münasebetlerini hikâye eder. Hacı Bektaş'ın vefatını da anlattıktan sonra halifelerinin gittikleri yerlerde İslâm'ı yayma faaliyetlerini naklederek son bulur. Vilâyetnâme'nm



başında yer alan ve



Horasan'da geçen olaylar, Hacı Bektaş'ı



Vilâyetnâme,



başta Eric Gross olmak



üzere (Das Vilâjetnâme



des Haggi



Bek-



tasch, L e i p z i g 1927) Sefer Aytekin (VilâHacı Bektaş Velî, A n k a r a , t s . )



Mimar Sinan'ın eserlerinin adlarını ve-



Abdülbaki Gölpınarlı (Vilâyet-nâme, Manâ-



ren çeşitli listelerde Hacı Evhad Camii de



yetnâme-i



kıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, İ s t a n b u l 1958) ve Bedri Noyan ( H a c ı Bektâş-ı Velî Velâyetnâmesi,



İlk Velâyetnâme,



Aydın



1986) tarafından yayımlanmıştır. Sonuncu eser Vilâyetnâme'nm



manzum bir



Hacı E v h a d Camii - Yedikule / i s t a n b u l



versiyonudur. Ancak bu kaynak eserin sağlam bir ilmî neşri henüz meydana getirilememiştir. BİBLİYOGRAFYA : J. K. Birge, The Bektashl Order of Deroishes, London 1937, s. 33-40; İrene Melikoff, "Recherches sur les composantes du syncretisme Bektachi-Alevi", Stud'ıa Turcologica: Memoriae Atexii Bombaci Dicata, Napoli 1982, s. 381, 389; a.mlf.. "Yunus Emre ile Hacı Bektaş", TDED, XX (1973), s. 29-31; a.mlf.. "Les origines centre asiatiques du soufısme anatolien", Turcica, XX, Paris 1988, s. 12-13; Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşî Menakıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983, s. 5-8; a.mlf., La reuolte de Baba Resul ou la formatıon de l'heterodoxie musulmane en Anatolie au XIII1 siecle, Ankara 1989, s. 15; C. Cahen, "Baba Ishaq, Baba Ilyas, Hadjdji Bektash et quelques autres", Turcica, I, Paris 1969, s. 53-64; M. Fuad Köprülü, "Bektaş", İA, 11,461. m İM



AHMET YAŞAR OCAK



472



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI EVHAD CAMİİ yer alır. Evliya Çelebi, XVII. yüzyıl İstanbul'unun vakıf binalarını anlatırken bu caminin de adını verir ve başka bir açıklama yapmaksızın sadece Mimar Sinan yapısı olduğunu bildirir. Tekke ile birlikte cami, Sultan Abdülmecid tarafından Nakşibendî şeyhi Hüsâmeddin Efendi'nin isteği üzerine 1267 (1 850-51) yılında tamir ettirilerek avlusuna yeni bir şadırvan yaptırılmıştır. Avlu duvarının Hacı Evhad sokağına açılan kapısı üstünde Sultan Abdülmecid'in tuğrası ile Mustafa Saffet Efendi tarafından yazılmış manzum kitâbe yer alır. Kitâbenin tarih beyti şöyledir: "Söyle ey Safvet leb-i ifrâd ile târîhini / Yaptı bu dergâhı muhkem hükm-i Han Abdülmecîd, 1267". Caminin kapısı üstündeki "mâşallah" yazısı ile 1313 (1895-96) tarihi, herhalde 1894 depreminin bıraktığı zararların giderilmesiyle ilgilidir. Cami, ünlü bir mimarın eseri olmasına rağmen 1930'lu yıllarda son derece harap bir durumda bulunuyordu. 1920'lerde bir yangın geçirdiği söylenirse de bu hususta kesin bilgi yoktur. Halil Edhem Bey'in İstanbul camilerine dair kitabında ibadethânenin bu durumunu gösteren bir fotoğrafı vardır. Semavi Eyice de 1941 1942 yıllarında Hacı Evhad Camii'nin bakımsız ve perişan bir harabe görünümünde olduğunu tesbit etmişti. Nafıa Gezer ile oğlu Rahmi Gezer ve gelini Emine Dürnev Hanım 1945 yılında camiyi tamir ettirmişlerdir. Bu hususu belirten Latin harfleriyle yazılı bir kitâbe son cemaat yeri duvarındadır. Hacı Evhad Camii, etraf) yeni bir duvarla çevrili bir avlunun içinde enlemesine dikdörtgen planlı bir binadır ve yine İstanbul'da Ramazan Efendi (Bezirgan), Şehremini'de Odabaşı, Çapa'da 1956-1957'de yıktırılan Kazasker Abdurrahman Çelebi, Tophane sırtlarında Başdefterdar Ebülfazl, Balat'ta Ferruh Kethüdâ camilerinin bir benzeridir. Bu yapıların hepsi Sinan tarafından inşa edilmiştir. Mimar Sinan 1588'e doğru öldüğüne göre Hacı Evhad Camii onun son eserlerindendir. Binanın duvarları iki sıra tuğla, bir sıra kesme taştan kuşaklar halinde örülmüştür. Kıble duvarında altta sivri boşaltma kemerli dikdörtgen, üstte alçı şebekeli daha dar pencereler bu cephe sathında âhenkli bir sıralanış gösterirler. Cümle kapısı mermer sövelerle çerçevelenmiş, üstüne de kitâbe levhası yerleştirilmiştir. Cami kitlesinin dışında ahşap direklere oturan, üstü kiremit örtülü bir son cemaat yeri vardır. Bugünkü biçimiyle burası eski temeller üzerine 1945 tamirinde inşa edilmiştir.



ğini bildiren bir kitâbe varsa da bunun sonradan konulduğuna ihtimal verilir. Bu hazîredeki taşların bir kısmı tekke postnişinleriyie yakınlarına aittir. Caminin XIX. yüzyılda yapılan şadırvanı on iki köşeli mermer bir hazneyi örten ve ağaç dikmelere dayanan altıgen piramit biçiminde ahşap bir çatıdan ibarettir.



Hacı E v h a d C a m i i ' n i n i ç i n d e n bir g ö r ü n ü ş



Eski fotoğrafta bu ahşap son cemaat yerinin olmadığı görülür. Mihrap alçıdan mukarnasiı olarak ihya edilmiş, ahşap minber ve mahfiller de 1945'te yapılmıştır. Eski fotoğraflarda cami dört duvar halindedir: bu yüzden de üstünün örtü sistemi bilinmemektedir. Bu tip camilerde çatı içine gizli ahşap bir kubbe bulunduğundan herhalde aslında burada da böyle bir kubbe vardı. Son tamirde harimin üstü düz. çıtalı (pasalı) bir tavanla örtülmüş, üstüne de kiremit kaplı bir çatı yapılmıştır. Bütünüyle kesme taştan olan minare âhenkli orantıları ve zarif ayrıntıları ile dikkati çeker. Gövde hafifçe pahlı, şerefe çıkmaları ise mukarnaslıdır. Gövde pahlarının kenarları kordonlar halinde olup bunlar şerefe altında sivri kemercikler, pabuç yukarısında altta tomurcuk kabartmalarla birleşirler. Caminin içinde bilhassa mihrapta çiniler vardı. 1941 'de bu çinilerden en küçük bir parça dahi kalmamıştı. Fakat duvarlarda çini karolarının harç üzerinde bıraktığı izler görülebiliyordu. Bunların, caminin inşa edildiği yıllarda en mükemmel örneklerini veren İznik çinileri olduğu tahmin edilmektedir. Buraya ait, üzerinde "resûlullah" yazısı bulunan bir çininin vaktiyle Evkaf Müzesi'ne götürüldüğü söyle-



nir (Mehmed Ziyâ, i, 75). Herhalde cami-



Bugün izi kalmayan tekke binası, eski fotoğrafından anlaşıldığı kadarı ile gösterişsiz tek katlı bir yapı idi. Bu hususta Baha Tanman yeteri kadar bilgi derlemiştir (bk. bibi.). Buna göre Encümen Arşivi'ndeki fotoğraflarda harap durumda olan derviş hücrelerinin moloz taş duvarlı olduğu, avluya bakan yönde ahşap direkli bir sundurmanın bulunduğu, kiremit kaplı bir beşik çatının bunları örttüğü görülmektedir. Günümüzde hücrelerin yerinde Sünbül Efendi Erkek Kur'an Kursu'nun Hacı Evhadüddin Camii şubesine ait tek katlı, betonarme binası bulunmakta, Komodor Zeki Işın sokağı üzerindeki arka cephede dikdörtgen açıklıklı pencerelerden bazılarının korunduğu gözlenmektedir. Tamamen ortadan kalkmış bulunan diğer tekke bölümlerinin de ( s e l â m l ı k , mutfak vb.) avlunun sınırında yer aldığı ve derviş hücreleriyle yaklaşık aynı özellikleri paylaştığı tahmin edilebilir. Tekkenin faal olduğu yıllarda cami tevhidhâne olarak kullanılıyordu. Avlu girişlerinin yanındaki çeşmelerden birinin yalnız haznesi kalmıştır. Diğer çeşmenin barok üslûbunda süslemeleri olan ayna taşı, bunun XVIII. yüzyıl ortalarından sonraki bir tarihte yapıldığını gösterir. Hacı Evhad Camii'nin yanında bulunan ve onun evkafından olduğu sanılan tek hamam, mimarisinden anlaşıldığı kadarı ile Mimar Sinan'ın yapısı değildir. Esasen Sinan'ın eserlerini bildiren listelerde de adına rastlanmaz. Ahşap soyunma yeri yakın tarihlerde betondan yenilenen hamamın sıcaklık bölümü, klasik Osmanlı hamamlarının aksine oldukça değişik ve intizamsız bir plan gösterdiğinden geç bir dönemde yapılmış olmalıdır.



nin ahşap aksamı, tavanı ve ahşap gizli kubbesi de evvelce muhteşem kalem işi nakışlarla kaplanmıştı. Kıble duvarı önündeki hazîrede birçok mezar vardır. Bunlardan Hacı Evhad'a ait olanı, iri yuvarlak mermer şâhidelerden ibaret olup üstünde kitâbe yoktur. Yanında bulunan yine iri ölçüdeki ikinci kabre işaret eden şâhideler de yazısızdır. Hazîrenin cadde kenarındaki duvarında Hacı Evhad'ın 993 (1585) tarihinde vefat etti-



Hacı E v h a d Camii'nin kitabesi



473



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI EVHAD CAMİİ BİBLİYOGRAFYA :



H



r



SEMAVİ E Y İ C E



H A C I FÂİK B E Y



""



(ö. 1891) Türk mûsikisi bestekârı, hânende. L



BİBLİYOGRAFYA :



Libadiye'deki köşkünde vefat etti ve Ka-



Sâî, Tezkiretü'l-ebniye, I, 12, 75; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 311; Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-ceuâmi', I, 85; a.e: Camilerimiz Ansiklopedisi (haz. ihsan Erzi), İstanbul 1987, I, 126; Mehmed Ziyâ, İstanbul ue Boğaziçi, İstanbul 1336, 1, 75; Halil Edhem |Eldem|, Hos mosçues de Stamboul (trc. E. Mamboury), İstanbul 1934, s. 97-99, rs. 57 (burada verilen bilgiler aynı kitabın Türkçe baskısında yoktur); Konyalı, Mimar Koca Sinan'ın Eserleri, s. 89-91; Tahsin Öz, İstanbul Camileri, Ankara 1962, I, 64; Semavi Eyice, İstanbul - Petit guide â travers les monuments byzantins et turcs, İstanbul 1955, s. 94, 95, nr. 143; a.mlf., "İstanbul Minareleri", Türk Sanatı Tarihi Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963, 1, 53; W. Müller - VViener, İstanbul Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 417; Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 278; Yüksel Yoldaş Demircanlı, İstanbul Mimarisi İçin Kaynak Olarak Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul 1989, s. 104; Fâtih Câmileri ve Diğer Târihî Eserler (haz. Fâtih Müftülüğü), İstanbul 1991, s. 105-106 (cami), 278 (tekke); A. Sâim Ülgen, Mimar Sinan'ın Yapıları, Rölöveler, Ankara, ts., II, İv. 181; A. Süheyl Ünver, "İstanbul Yedinci Tepe Hamamlarına Dair Bazı Notlar", VD, II (1942), s. 248 (krokisi), rs. 15-, M. Baha Tanman, "Hacı Evhad Külliyesi", DBİst.A, 111, 473-475.



J



İstanbul Üsküdar'da doğdu. Asıl adı Ahmed Fâik'tir. Hayatı ve tahsili hakkında yeterli bilgi yoktur. Küçük yaşta Enderun'a alınarak orada yetiştirildi. Mûsikideki ilk bilgilerini Enderun'da Dellâlzâde İsmâil Efendi'den aldı. Saraydan ayrıldıktan sonra Aksaray Kız Sanâyi Mektebi müdürlüğü görevinde bulundu. İbnülemin Mahmud Kemal ve Yılmaz Öztuna onun Haseki Hastahanesi'nde müdürlük yaptığını kaydederler. Gültekin Oransay ise bestekâr Hacı Fâik Bey'in, bu hastahanenin 1890-1909 yılları arasında müdürlüğünü ve başhekimliğini yapan bir başka Hacı Fâik Bey ile karıştırıldığını kaynak göstermeden söyler. Gerçekten Nimet Taşkıran'ın Hasekinin Kitabı adlı eserinden anlaşıldığına göre 1890-1909 yıllarında Haseki Hastahanesi müdürlüğü ve başhekimliği görevinde bulunan Hacı Fâik Bey adlı hekimin bestekârlıkla ilgisi yoktur. Ayrıca bestekâr Hacı Fâik Bey 1891'de v e f a t ettiğine g ö r e sözü



racaahmet Mezarlığı'na defnedildi. Dönemin meşhur neyzenlerinden Üsküdarlı Sâlim Bey Hacı Fâik Bey'in ağabeyidir. Devrinin önemli bestekârları arasında yer alan Hacı Fâik Bey, sesinin ve icrasının güzelliğiyle temayüz eden usta bir hânende olarak da tanınmıştır. Katıldığı mûsiki meclislerinde devrinin ileri gelen mûsikişinaslarıyla dostluk kurarak onlardan faydalanma imkânı bulduğu gibi zaman içinde bu mahfillerin değerli bir hânendesi oldu. Bilhassa Enderûnî Ali Bey ve Hacı Ârif Bey'le yakın dostluk kurduğu bilinmektedir. Hacı Fâik Bey'in, Türk mûsikisinin dinî ve din dışı pek çok formunda 600'e yakın eser bestelediği söylenir. Ancak günüm ü z e başta Mevlevî âyini olmak üzere tevşîh, şuğul, ilâhi gibi dinî eserleri yanında kâr, semâi ve şarkı formunda toplam 170 civarında bestesi ulaşabilmiştir. Onun büyük formlarda da başarılı olduğu dikkati çekmektedir. Bestelediği üç âyinden hüzzam âyini unutulmuş, ancak yegâh âyininin bir selâmı ile dügâh âyinin tamamı zamanımıza kadar gelmiştir. Bestelerinin yarıdan fazlasını teşkil eden şarkılarında Hacı Ârif Bey'in tesirinin hissedildiği söylenirse de üslûp sahibi bir bestekâr olduğu eserlerinde görülmektedir. Sadettin Nüzhet Ergun ise onun dinî eserlerinde şarkı tavrının hâkimiyetinden bahseder. Bilhassa dügâh makamındaki, "Pek sevdim efendim seni gayetle beğendim" mısraı ile başlayan kârı ile tanınan Hacı Fâik Bey'in bestelediği eserler arasında, "Merhabâ ey fahr-i âlem merhabâ" mısraı ile başlayan hüzzam ilâhisi, "Nihansın dîdeden ey mest-i nâzım" mısraı ile başlayan rast şarkısı ile Hacı Ârif Bey'in vefatı üzerine bestelediği, "Âteş-i sûzân-ı firkat yaktı cism ü cânımı" mısraı ile başlayan hümâyun makamındaki şarkısı meşhurdur. Aynı zamanda iyi bir neyzen ve giriftzen olan Hacı Fâik Bey'in şairliği de vardır. Fâik mahlası ile yazdığı şiirlerini topladığı bir eserine bugüne kadar rastlanmamışsa da bestelediği eserlerden güftesi kendisine ait olanların bir kısmı Fâikü'l-âsâr adıyla neşrettiği (İstanbul 1298) g ü f t e mecmuasında bulunmaktadır. Sa'diyye ve Mevleviyye tarikatlarına mensup olan Hacı Fâik Bey ayrıca birçok tale-



edilen görevlerle ilişkisinin bulunması mümkün değildir. Bir ara Hacca da gi-



be yetiştirmiştir. Bunlar arasında Hammâmîzâde Osman Bey, Sultan VI. Mehmed (Vahdeddin), Hacı Kirâmî Efendi, Lemi



den Fâik Bey, yakalandığı zatürre hastalığından kurtulamayarak 1891 yılı başlarında yaklaşık altmış yaşında Bulgurlu



Atlı, Hâfız Ahmed Nazif Efendi, Şeyh Edhem Efendi, Hâfız Mustafa İhsan Bey ve Şeyh Said Özok bilhassa zikredilmelidir.



Sicill-i Osmânî, IV, 4; Türk Musikisi Klasiklerinden İlâhîler (İstanbul Konservatuarı Neşriyatı), İstanbul 1931,1, 38-39, 44-45; II (1993), s. 114; Ezgi, Türk Musikisi, V, 447-448; Ergun. Antoloji, II, 401, 406, 512, 561-568, 638, 648, 724; İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 184; Şengel, İlâhîler, I, 138; II, 152; III, 24-25, 42-43; IV, 120-121; Töre, İlâhîler, V, 92-93, 104-105, 124-129; VII, 88-89; VIII, 20-21, 89; Mehmet Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, Ankara, ts. (TRT Müzik Dairesi Başkanlığı Yayını), I, 266-267; Ahmet Hatipoğlu, Besteleriyle Yunus Emre İlâhîleri, Ankara 1993, s. 75; Nimet Taşkıran, Hasekinin Kitabı, İstanbul 1972, s. 281, 303-305, 374, 377; Gültekin Oransay, "Yayınlanmış Türk Din Musikisi Sözlü Anıtlarının Ezgileyicileri", ACI İlâhiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sy. 3 (1977), s. 175; Avnî, "Bir Üstâz-ı Fenn-i Mûsiki", Tercümân-ı Hakikat, sy. 4046, İstanbul 24 Kânunuevvel 1307 r./5 Kânunusâni 1892; Öztuna, BTMA, I, 281-284. m IFFL



NURİ ÖZCAN



HACI GİRAY I



F



""



(ö. 871/1466) Kırım hanlığının kurucusu.



^



Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin soyundan gelmekte olup şeceresi tarihçiler tarafından farklı şekillerde kaydedilir. Leh kaynaklarının onu amcası Devlet Berdi ile (Birdi) aynı kişi olarak göstermesi tamamen yanlıştır. Kırım'ın bağımsızlığı için ilk mücadele Hacı Giray'ın dedesi Taştimur tarafından başlatılmıştı. Taştimur bu mücadelede kısa bir süre için başarılı olup adına para bastırmış ve bağımsızlığını ilân etmişti. Ondan sonra oğulları Gıyâseddin ile Devlet Berdi, Altın Orda'nın başşehri Saray'ı elinde bulunduran ve Altın Orda hanlığını kaybettikten sonra müstakil Kazan Hanlığı'nı kuracak olan Uluğ Muhammed'e karşı bu mücadeleyi sürdürmüşlerdi. Devlet Berdi, 830'da (1426-27) müstakil han sıfatıyla Mısır sultanına bir elçilik heyeti göndererek saltanatını meşrûlaştırıp iktidarını güçlendirmeye çalıştı. Devlet Berdi ve Gıyâseddin, atalarının yaptığı gibi girişilen mücadelelerde başarısızlığa uğrayıp Kırım'dan uzaklaştırıldıkları zaman Litvanya büyük dukasının yanına sığınıyorlardı. Leh kaynakları, Gıyâseddin'in burada dünyaya gelen oğlunun Hacı Giray olduğunu kaydeder. Bu kaynaklara göre Hacı Giray Litvanya'da Troki civarında doğmuştu. Ancak Gülbün-i Hânân gibi yerli kaynaklar, onun babası Gıyâseddin'in içinde büyüdüğü bir Giray kabilesi arasında doğduğunu nakleder ki bu rivayet daha doğru görünmektedir. Hacı Giray'ın Kırım Hanlığı'nı ne zaman ele geçirdiği kesin olarak bilinmemek-



474



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI GİRAY II tedir. Uluğ Muhammed Han'ın 1428'de Osmanlı Sultanı II. Murad'a yazdığı mektupta Saray'ın 1427'de zaptedildiği belirtilmektedir. Dolayısıyla Hacı Giray'ın, Uluğ Muhammed Han'ın 1428'de Saray'a yerleşmesinden bir veya birkaç yıl sonra Şirin kabilesinin beyi Tekine (Tekene) Mirza'nın yardımı ile Kırım Hanlığı'nı ele geçirdiği tahmin edilmektedir. O sırada batıya doğru göç edip Kırım civarında yerleşmiş bulunan ve Altın Orda Devleti siyasetinde önemli rol oynayan Şirin, Kongrat ve Barın gibi büyük kabilelerin kendisini desteklemiş olması da mümkün görünmektedir. Onun Kırım'a hâkim oluşu hakkında başka rivayetler de vardır. Buna göre Uluğ Muhammed ile Urus Han evlâdından Küçük Muhammed arasında devam eden savaşta Uluğ Muhammed'in Kuzey İdil havzasına çekilmesi üzerine Hacı Giray 1420'de Kırım'da hanlığını ilân etmiştir. Küçük Muhammed, Kırım'ı tekrar Altın Orda'ya bağlamak için Hacı Giray üzerine yürümüşse de yenilgiye uğraması üzerine Kırım ve civarı 1429'da Hacı Giray'ın hanlığını resmen tanımıştır. Öte yandan Hacı Giray'ın Litvanya büyük dukası Witold'un yardımı ile 1428'de Kırım'ı ele geçirdiği belirtildiği gibi Polonya Kralı IV. Kasimir'den gördüğü yardımla (Receb 853/Eylül 1449) Kırım'a hâkim olduğu da kaydedilmektedir. Ancak Hacı Giray'ın 1420'de hanlığı ele geçirmiş olması mümkün değildir. Ayrıca 1429'da amcası Devlet Berdi'nin Kırım'da han olarak bulunduğu da bilinmektedir. Hacı Giray adına 845te (1441) Solhat'ta (Eski Kırım), 847'de (1443) Kırkyer'de para basılması onun hanlığı geç tarihte ele geçirdiğini düşündürmektedir. Hacı Giray'ın hanlığının ilk yılları, Kırım limanlarını ellerinde tutan Cenevizliler'le mücadele içinde geçti. Önce vassâli olan Mengub Prensi Alexis ile anlaştı. Alexis 1433 yazında Cembalo'yu (Balıklava) aldı; kendisi de Kefe, Kerç ve Akkirman kalelerini hükümranlığı altında sayıp bu liman şehirlerinin gümrük vergilerini alma politikası takip ederek Cenevizliler'e karşı harekete geçti. Cenevizler, bu tehlikeyi atlatmak için Carolo Lomellino kumandasında 6000 kişilik bir orduyu Kırım'a gönderdiler. Carolo, Cembalo'yu geri aldıysa da Hacı Giray'ın üssü Solhat üzerine yürürken uğradığı âni saldırıda 6000 kişilik ordusunun tamamını kaybetti (Zilhicce 837/Temmuz 1434). Bu başarının ardından Hacı Giray Kefe'yi kuşattı; ancak gerekli ateşli silâhlar, top ve cephaneye



sahip olmadığından bir süre sonra kuşatmayı kaldırdı. Buna karşılık deniz ticaretinin, kontrolü altındaki Solhat, Kerç ve Akkerman limanlarından kendi gemileriyle yapılması için gayret gösterdi. Haziran 1454'te Hacı Giray, Fâtih Sultan Mehmed ile Kefe'yi almak için bir anlaşma yaptı. Elli altmış kadar kadırgadan oluşan Osmanlı donanması Kefe önlerinde demir atınca Hacı Giray 14 Temmuz 1454'te 7000 atlısıyla şehri karadan kuşattı. Şehir bir süre dayandı. Cenevizlilerim Osmanlılar'a 3000 altın, Hacı Giray'a da 1200 altın vergi ödeme teklifi kabul edilerek kuşatma kaldırıldı. Fakat daha sonra Cenevizliler, yerli Kırım aristokrasisinin de iş birliğiyle Hacı Giray'ı hanlıktan indirip oğlu Haydar'ı (Aydar) hanlığa getirdiler. Ancak Haydar birkaç ay dayanabildi ve Hacı Giray'ın baskısıyla kaçmak zorunda kaldı. Hacı Giray tekrar han oldu ve bundan sonra da Cenevizliler'le hep iyi geçindi. Litvanya ve Polonya ile iş birliğinde bulunma siyaseti takip eden Hacı Giray. 849'da (1445) Polonya Kralı IV. Kasimir ile ittifak anlaşması yaptı. Öte yandan Hacı Giray ile Saray'daki hanlar arasında daima anlaşmazlık ve düşmanlığın bulunduğu anlaşılmaktadır. Hacı Giray ile Uluğ Muhammed arasındaki münasebetler ise tam olarak bilinmemekle birlikte, Seyyid Ahmed Han ile Hacı Giray arasındaki ilişkiler tamamıyla düşmanca idi. Hacı Giray, sırf kendi istiklâlini muhafaza etmek gayesiyle Moskova knezi III. İvan ile sıkı bir dostluk kurmuş ve Moskova'yı Altın Orda tarafından gelecek herhangi bir tehlikeye karşı korumayı da üstlenmişti. 1465'te Seyyid Ahmed Han, Moskova üzerine bir sefer yapmak için Don nehri boyuna geldiğinde Hacı Giray'ın saldırısına uğradı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Hacı Giray'ın kurmuş olduğu Kırım Hanlığı, Doğu Avrupa ve Karadeniz siyasetinde önemli rol sahibi bir devlet haline geldi. 1465'te Papa II. Paulus, Antakyalı Louis'yi Hacı Giray'a elçi olarak gönderip İmparator III. Frederick idaresinde Osmanlılar'a karşı yapılacak Haçlı seferine onun da katılmasını istedi. Ancak Hacı Giray bunu kabul etmedi. Osmanlı hâkimiyeti döneminde Kırım, Osmanlılar'ın batıya karşı yaptıkları seferlerde önemli bir askerî destek kaynağı olma özelliği kazandı. 1466 yazının sonlarına doğru vefat eden Hacı Giray Bahçesaray'da Salacık mevkiindeki türbesine gömüldü. Arkasında hanlık için mücadele edecek sekiz evlât bı-



raktı. Onun hanlık merkezlerinden olan Kırkyer'de bir medrese yaptırdığı ve yine Kırım'da mescid ve medreseleri olduğu belirtilmektedir. Hacı Giray devrinde Kırım, Doğu Avrupa ile yapılan ticarî münasebetlerde önemli bir yere sahip bulunuyordu. Kırım yarımadasının güneyindeki Ceneviz ticarî kolonilerinde yaşayanlar han tarafından tayin edilen memurlara bağlıydılar ve bu memurlar gümrük vergilerini toplamakla görevliydiler. Kırımlılar hem deniz hem de kara ticaretiyle uğraşıyorlardı. Bu ticaretin içine Moskova, Kazan ve kuzeydeki diğer bölgelerden gelen kürk, balık, bal mumu, hububat ve Uzakdoğu'nun ipeği ve baharatı da dahildi. BİBLİYOGRAFYA : Ebülgâzî Bahadır Han, Şecere-i Türk, Kazan 1824, s. 96, 97, 100, 178; Müneccimbaşı. Sahâifü'l-ahbâr, II, 697-698; Abdülgaffar Kırımî, Umdetü't-tevârih (nşr. Necib Âsim, TTEM ilâvesi), İstanbul 1343, s. 259, 276; Halim Giray, Gülbün-i Hânân, İstanbul 1327, s. 3, 6; V. D. Smirnov, Krimskoe Khanstuo pod Verkhouenstuom Ottomanskoy Porti do Naçala XVIII. Veka, St. Petersburg 1887, 1, 218; A. K. Markov, Inventarniy Katalog Musul'manskikh Monet Imperatorskago Ermitaja, St. Petersburg 1896, s. 534; S. Lane-Poole, Düvel-i İslâmiyye (trc, Halil Edhem), İstanbul 1345, s. 367-372; A. A. Vasiliev, The Goths in- the Crimea, Cambridge 1936, s. 220; Hasan Ortekin, Kırım Hanlarının Şeceresi, İstanbul 1938, s. 3-10; Akdes Nimet Kurat, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde Altın Ordu, Kırım ue Türkistan Hanlarına Ait Yarlık ue Bitikler, İstanbul 1940, s. 62-80; a.mlf., IVXVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972, s. 207-211; Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş (İstanbul 1946), İstanbul 1970, I, 352355; Muzaffer Örekli, Kırım Hanlığının Kuruluşu ve Osmanlı Himayesinde Yükselişi: 14411569, Ankara 1989, s. 1-14; L. Colli, "Khadji Girey Khan i Ego Politika", Izvestiya Taur. ü Arkh. Komm., sy. 50, Simferopol 1913, s. 113121; Abdullahoğlu Hasan, "Ceneviz Menbalarına göre XV. Asırda Kırım Hanlığı", AYB, sy. 10 (1932), s. 336, 376; Halil İnalcık, "Hâcî Giray", İA, V/l, s. 25-27;a.mlf., "Giray", EP(İng.), II, 1112-1114; a.mlf.. "Hadjdjı Giray", a.e., III, 43-45. „ H® A H M E T M U T L U



r



HACI GİRAY II



(ö. 1100/1689) K ı r ı m hanı



(1683-1684).



^



1648 yılında doğdu. I. Selâmet Giray'ın torunu ve Kalgay Kırım Giray'ın oğludur. Boyunun kısalığından dolayı halk arasında "üzengisi uzun" lakabı ile anılır. Kırım



475



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI GİRAY II katı şeyhlerinden Abdüllatîf el-Kudsî'nin



Hanı Murad Giray ile kardeş çocuklarıdır.



Murad Giray'dan önce hanlık yapmış



Babasının vefatından sonra I. Selim Gi-



olan Selim Giray'ın oğulları kalgay Devlet



halifesi Tâceddin İbrâhim Karamânfye in-



ray Han ile birlikte Avusturya savaşlarına



Giray ile Azamet Giray da babaları Selim



tisap ederek sülûkünü tamamladı ve icâ-



katıldı. Gerek bu savaşlarda gerekse II.



Giray lehinde gizli faaliyette bulunmak-



zet aldı. Şeyhinin v e f a t üzerine (872/1467)



Viyana kuşatması sırasında cesareti ve



tan çekinmediler. Hassa kuvvetleriyle ka-



onun halifesi ve Zeyniyye tekkesi seccade-



atılganlığı ile dikkati çekti. II. Viyana boz-



pıkulu ve sekban askerini kendi tarafla-



nişini sıfatıyla faaliyet gösterdi. Çok sayı-



gununun ardından Budin'e çekilen Sad-



rına çekmeyi başardılar. Kırım kabile re-



daki müridi arasında Alâeddin Fenârî, Di-



razam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın



isleri Akkaya denilen yerde toplanıp is-



metoka kadısı Şücâ' Çelebi, Rüstem Halife,



yenilgiden sorumlu tuttuğu Kırım Hanı



yan edince Devlet Giray ile vezir Bahadır



Şeyh Kara Ali, Halim Çelebi ve İbrâhim Paşa gibi bazı âlim ve devlet adamlarını say-



Murad Giray'ı azletmesi üzerine hanlık



Ağa oraya gittiler. Âsiler Bahçesaray'a sal-



makamına getirildi (8 Şevval 1094/30 Ey-



dırarak hanın hazinesini ve mallarını yağ-



mak mümkündür. Bursa Zeyniyye tekke-



lül 1683). Selim Giray'ın oğlu Devlet Giray



maladılar. Hacı Giray isyanı başaramaya-



sinin aynı zamanda Hacı Halife Zâviyesi



veliaht (kalgay). A z a m e t Giray ise ikinci



cağını anlayınca saraydan kaçıp Mangub



olarak da tanınması onun bu tarikattaki



veliaht (nûreddin) oldu.



Kalesi'ne çekildi. Âsiler onu burada ku-



önemini gösterir.



Sadrazamın çadırında hanlık beratı verilerek Kırım hanı yapılan Hacı Giray'ın hanlığı kabul etmesi, diğer sultanlar ve kabile ileri gelenleri tarafından hoş kar-



şattılar. Bâbıâli'ye bir mektup yazarak Hacı Giray'dan memnun olmadıklarını ve Selim Giray'ın han olmasını istediklerini bildirdiler.



Babası ile birlikte Hacı Halife'nin sohbetinde bulunan Lâmiî Çelebi onu alçak gönüllü, güler yüzlü, cömert, ilim ve mârif e t ehli bir kişi olarak tanıtır (Nefehât Tercümesi, s. 556).



şılanmadı. Bunlar bir araya gelerek Hacı



İstanbul'da yeni sadrazam Kara İbrâ-



Giray'ı tanımamaya karar verdiler. Fakat



him Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'-



Hacı Halife mutedil bir tasavvuf anlayı-



bir süre sonra Kırım kabile aristokrasisi



nın bütün taraftarları gibi Hacı Giray'ı da



şına sahiptir. Tarikatta güzel sonucun iyi bir başlangıca bağlı bulunduğuna, ilk adı-



Murad Giray'ı tutmaktan vazgeçerek Hacı



hanlıktan uzaklaştırmak için fırsat kollu-



Giray'ın etrafında toplandı. Hacı Giray



yordu. Bundan dolayı âsilerin isteklerini



mını ciddi ve samimi bir şekilde atan tâli-



sadrazamın emriyle ordusundan bir kıs-



destekleyerek padişaha Hacı Giray'ı azlet-



bin sonunun iyi olacağına inanır. Şeyhlerinin kerâmet sahibi olduğuna inanmayı



mını Azamet Giray kumandasında Essek'-



tirdi ( H a z i r a n 1684) ve Selim Giray ikinci



t e bırakarak Kırım'a hareket etti. Yolda,



defa Kırım hanlığına getirildi. Hacı Giray,



müridler için şart koşmaz; onların şeriat



Leh kralı tarafından Kunicky idaresinde



Mangub Kalesi'ne gönderilen bir kapıcıba-



çerçevesinde Hakk'ın yolunu tuttuklarına



gönderilen ve Akkirman dolaylarına ka-



şı tarafından alınarak Rodos'a götürül-



inanmalarını yeterli görür. Aşırı zühd ha-



dar ilerlemiş olan Kazaklar'dan ve Boğ-



dü. Dokuz aylık Kırım hanlığı böylece so-



yatına taraftar olmayan Hacı Halife'ye gö-



danlılar'dan oluşan kuvvetleri yenilgiye



na eren Hacı Giray Haziran 1689'da Ro-



re sâlikin gayesine ulaşabilmesi için her şe-



dos'ta vefat etti ve buraya defnedildi.



yi ile Allah'a yönelmesi gerekir.



uğratarak kumandanını esir aldı



(1684



b a ş l a r ı ) . Bu başarısından dolayı kendisine bir hatt-ı şerif ile hediyeler gönderildi. Ayrıca onun Ukrayna'daki Kazak grupları ile başarılı mücadelelerde bulunduğu devrin kaynaklarında belirtilir (Defter-



dar Sarı Mehmed Paşa, s. 101, 104, 170). Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın idamından sonra (25 Aralık 1683) Hacı Giray mevkiini daha fazla koruyamadı. Hanların ihsanlarına ve özellikle Murad Giray ile Selim Giray'ın devamlı lutuflarına alışmış olan Kırım'ın ileri gelen idareci ve zümreleri Hacı Giray Han'ın bu durumu dikkate almaması yüzünden onun aley-



BİBLİYOGRAFYA :



H



r



hine döndüler. Halk üzerinde büyük tesiri olan mirzalar ve sultanlar da Hacı Gi-



Bursa Kadısı Kadızâde'nin kader ve ce-



Mehmed Giray Tarihi, Wien Nationalbibliothek, H.O. nr. 1080; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekâyiât (nşr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 101, 104, 170, 175; Silâhdar, Târih, II, 98-100; Râşid, Târih, 1, 423; Seyyid Mehmed Rızâ, es-Seb'u's-seyyâr fi ahbâri'l-mülûki't-Tâtâr (nşr. Kâzım Bek), Kazan 1248; Abdülgaffar Kırımı, Clmdetü't-teuârlh (nşr. Necib Âsim, TTEM ilâvesi), İstanbul 1343; Halim Giray, Gülbün-i Hânân, İstanbul 1287, s. 123-124; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, İH/2, s. 21-22; Halil İnalcık, "Hâcî-Giray II", İA, V/l, s. 27-28; a.mlf., "Hacı Giray II", TA, XVIII, 279.



^



H A L İ L İNALCIK



.



H A C I HALİFE (bk. KÂTİB ÇELEBİ).



~ı ^



tın alması ve özellikle eskiden beri Karaçi



F



H A C I HALİFE, Şeyh



^



(ö. 894/1489)



beylerine ait gelirlere el koyması huzursuzluğu arttırdı. Leh kralının ordusuna



^



Zeyniyye tarikatı şeyhlerinden.



karşı kazandığı zaferi müjdelemek üzere İstanbul'a gönderdiği veziri Bahadır Ağa da Hacı Giray'ın aleyhine dönünce bu hoşnutsuzluktan faydalanmak isteyen Selim Giray taraftarları harekete geçtiler.



onun bu mesele hakkındaki görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir. Hacı Halife, cebri tahkik ehlinin ve mukallidin cebri olmak üzere ikiye ayırır. Tahkik ehli emredileni yapma, yasaklananı terketm e esasına sarıldıktan sonra iradesini bırakarak her işini Allah'a havale eder. Mukallid ise tam aksine dinî emir ve yasaklar hususunda iradesini terkettikten sonra her işi nefsin arzusuna havale ederek keyfine göre hareket eder ve kendini mâzur gösterir ki bu küfürdür (Taşköprizâ-



de, s. 243). Lâmiî Çelebi, Hacı Halife'nin dervişlerinden birinin onun sözlerini derlediğini söy-



ray'ı paraya düşkün olmakla itham etmeye başladılar. Geliri çok bazı yerleri sa-



bir konusundaki sorusuna verdiği cevap



lüyorsa da eser hakkında herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Zeyniyye tarikatı silsilesinde önemli bir yeri bulunan Hacı Halife'nin kabri Bursa Zeynîler Mezarlığı'ndadır. Vefatından sonra müridlerinden Bolulu Çelebi ile Safıy-



Aslen Kastamonulu bir aileye mensuptur. Ailesinin veya kendisinin Bursa'ya ne



yüddin Mustafa halifeleri sıfatıyla Hacı



zaman gelip yerleştiği bilinmemektedir. İyi bir tahsil gördükten sonra Zeyniyye tari-



dürmüşlerdir.



Halife Zâviyesi'nde irşad faaliyetlerini sür-



476



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI HALİL PASA MEDRESESİ BİBLİYOGRAFYA : Taşköprizâde, eş-Şekâ'ik, s. 240-244; Mecdî, Şekaik Tercümesi, s. 245-258; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 556, 558; Süleyman Köstendilî, Bahrü'l-uelâye, Berlin Staatsbibliothek, nr. 1683, vr. 120b; Mehmed b. Sa'dî Zeynî, Bursa Vefeyâtı, Edirne Selimiye Ktp., nr. 2126, vr. 8"; Mustafa Kara, Bursa'da Tarikatlar ue Tekkeleri, İstanbul 1990, s. 108-109. MEHMET A K K U Ş



r



n



HACI HALİL A G A CAMİİ İzmir'e bağlı Kemalpaşa ilçesinde XIX. yüzyıl sonunda yapılmış camii.



^



Eski adı Nif olan Kemalpaşa ilçesinin gü-



lerin cinsi tesbit edilememektedir. Harim e girişi sağlayan kapının kemeri üstünde sekiz kartuş içine işlenmiş kitâbe bulunur. Bunun ortasında oval bir çerçeve içinde, örneği çok az görülen padişah tuğrası biçiminde istiflenmiş bir hadis yazılıdır. Köşesinde de caminin yapım tarihi olan "1311" yer alır. Dikdörtgen biçimindeki ana mekânın bütün iç aksamı ve örtü sistemi ahşaptır. Ancak burada bir köy camisi için oldukça iddialı bir plan düzeni uygulanmıştır ki Hacı Halil Ağa Camii'ni dikkat çekici yapan da bu özelliğidir. Harimin mihrap önündeki bölümü âdeta kare bir maksüre gibi altı direkle ayrılmıştır. Dışları sı-



mayan bir biçimde ana binaya bitişik mi-



valı ve boyalı olan bu direkler, kemerler ve gergi demirleriyle ana duvarlara bağlanmıştır. Desteklerin korint üsiûbundaki başlıkları alçıdandır ve yaldızla boyanmıştır.



nareden anlaşıldığına göre aynı yerde ev-



Ortadaki büyük bölüm, sekiz köşeli bir



neydoğusunda, eski Turgutlu yolunun 4 km. kadar güneyinde bulunan Yukarı Kızılca köyündedir. Camiye göre normal ol-



velce daha eski bir cami bulunuyordu. İzmîrî mahlaslı bir şairin düzenlediği, cümle kapısı üstündeki dört beyitlik kitâbesinde, "Kasr-ı âlî cennet içre işbu karye ehline/ Vere Hak hem Tâlib isminde olan mi'mârına / Söyle İzmîrî mücevher târîhin dört z a m m ile / Hoş yapıldı câmi-i zîbâ çalış ihyâsına, 1311" denilerek caminin Tâlib adında bir ustanın eseri olduğu ve inşa-



kasnağa sahip bir kubbe ile binanın kit-



ve son cemaat yeri kubbelerinde, XIX. yüzyılda çok yaygın olan Türk sanat geleneğine yabancı üslûpta kalem işi nakışlar göze çarpar. Her ne kadar örtü sistemi ahşaptan ise de Hacı Halil Ağa Camii planı bakımından dikkat çekicidir. Bu planın en uzak bir ön örneği (prototipi), bir dereceye kadar Edirne'deki 1445'te yapılan Üç Şerefeli Cami sayılabilirse de İzmir'deki Hisar Camii en yakın benzeridir. XIX. yüzyılda değişikliğe uğradığı bilinen Hisar Camii, Halil Ağa Camii'ni inşa eden mimara ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu cami, Osmanlı mimarlık tarihinin son safhasında bir yapı tipinin en geç örneğini teşkil eder. Caminin kıble duvarına bitişik olan minaresinin her yüzü kör kemerli sekizgen kaidesi, aynı yerde inşa edilmiş bulunan daha eski bir ibadet mahalline ait olmalıdır. Yuvarlak gövdeye geçişin organik bir biçimde olmayışı bu tahmini destekler.



lesine hâkimdir. İki yanlarda üçgen kubbeli bölümlerle harimin geri kalan kısmı



BİBLİYOGRAFYA :



beli bölümle son cemaat yeri arasında



Rahmi Hüseyin Ünal, "Yukarı Kızılca Köyü, Halil Ağa Camii", Ege Üniuersitesi-Sanat Tarihi Dergisi, Vıı, İzmir 1994, s. 211-215, iv. LXıı-



oval kubbeli üç bölüm oluşmuştur. Bu kıs-



LXIX.



örtülmüştür. Ayrıca ortadaki büyük kub-



NN „ İM



SEMAVÎ E Y I C E



mın içinde bir galeri halinde kadınlar mahfeli bulunmaktadır.



r



HACI HALİL P A Ş A MEDRESESİ ^



atın 1311'de (1893-94) gerçekleştiği be-



İki yanında birer sütunla çerçevelenen



lirtilir. Tâlib adındaki bu ustanın ayrıca



mihrap, taç kısmındaki bütün süs unsur-



Kemalpaşa merkezindeki Çarşı Camii'ni



ları antik sanatlardan alman motiflerle al-



1307'de (1889-90), aynı çevrede Parsa*-



çıdan yapılmıştır. Bunun benzeri mihrap-



daki (Bağyurdu) Çarşı Camii'ni de 1322'de



lar İzmir'de Başdurak, Kemeraltı camile-



(1904-1905) inşa ettiği Rahmi Hüseyin



rinde görüldüğü gibi aynı mimarın yaptı-



Ünal tarafından tesbit edilmiştir.



Haüliye Medresesi olarak da anılan eser,



ğı Kemalpaşa ve Bağyurdu Çarşı camile-



816-818 (1413-1415) yılları arasında Bey-



Yakın tarihlerde pek başarılı sayılama-



rinden de bulunmaktadr. Caminin içinde



^



Amasya'nın Gümüşhacıköy ilçesine bağlı Gümüş bucağında XV. yüzyıl başlarına ait medrese.



^



lerbeyi Hacı Halil Paşa tarafından inşa et-



yacak bir tamir gören cami, dikdörtgen



tirilmiştir. Amasyalı Kutlubeyzâdeler aile-



biçiminde bir plana sahip olup yüksekçe



sinden Kadı Ahmed'in oğlu olan Halil Pa-



bir bodrum üstünde bulunmaktadır. Bu



şa'nın 806'da (1403-1404) Çelebi Sultan



sebeple son cemaat yerine iki tarafındaki merdivenlerden çıkılır. Cepheleri sadece köşelerde muntazam işlenmiş taşlardan, esas yüzeyler ise aralarda tuğla ve kiremit kırıkları olan moloz taşlardan örülmüştür. Dış mimarisi bakımından âhenkli ve gösterişli bir ifadeye sahip değildir. Her cephede açılmış pencereler iki sıra halinde olup yarım yuvarlak kemerlidir. Ayrıca dış duvarlarda binanın inşası için kurulan iskelelerin delikleri görülmektedir.



Mehmed tarafından kasabadaki gümüş Hacı Halil A ğ a C a m i i ' n i n planı



madeni eminliğine tayin edildiği, medreseyi yaptırmaya başladığı, 816 (1413) yılında da beylerbeyi pâyesini aldığı bilinmektedir. Hacı Halil Paşa'nın medresesi için düzenlediği vakfiyenin aslı zamanımıza intikal etmemiş, ancak Şâban 1072 (Nisan 1662) tarihli bir mahkeme ilâmında, medresenin giderleri için Gümüş ve İskilip civarında birtakım arazilerin vakfedildiği belirtilmiştir.



Son cemaat yeri, ortadakilerden daha dar olmak üzere beş bölümlüdür. Bunlardan dördü manastır tonozu ile, ortadaki aynalı tonozla örtülüdür. Üstü kiremit kaplı bir çatıya sahip olduğu için bu tonozlar dıştan belirli değildir; iç yüzeyleri de sıvandığından kullanılan malzeme-



Muhtemelen bir deprem sonucunda medresenin avlusunu örten kubbe çökmüş, avlu ahşap direkli revaklarla kuşatılmıştır. Revaklann mimari özellikleri bu tâdilâtın XVIII. yüzyıldan geriye gidemeyeceğini göstermektedir. Osmanlı döne-



477



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI HALİL PAŞA MEDRESESİ minin sonlarında asıl fonksiyonunu kaybederek tekke gibi kullanıldığı anlaşılan medresenin avlusunda. Cumhuriyet döneminde bu yapıda ikamet ettiği ve irşad faaliyetlerini yürüttüğü bilinen, "Garip Hâfız" lakaplı Erzurumlu Gülzâde Şeyh İbrâhim Hakkı (Gül) Efendi'nin (ö. 1976) kabri bulunmaktadır. Günümüzde onarıma muhtaç durumda bulunan medrese bu sebeple daha ziyade bir ziyaretgâh niteliği kazanmıştır. Kareye yakın dikdörtgen bir alanı (yaklaşık 25 x 21 m.) kaplayan medrese, Türk İslâm mimarisinde "kapalı avlulu medreseler" veya "avlusu kubbeli medreseler" olarak adlandırılan tiptedir. Ortasındaki kare planlı (12,60 x 12,60 m.) ve kubbeli avlunun merkezinde dik açı ile kesişen iki eksene göre simetrik biçimde tasarlanmıştır. Doğu-batı doğrultusunda uzanan eksenin doğu ucuna dikdörtgen planlı giriş eyvanı, batı ucuna kare planlı ve kubbeli yazlık dershane eyvanı, kuzey-güney ekseninin uçlarına ise birinin kışlık dershane, diğerinin müderris odası olması muhtemel avluya kapalı, kare planlı ve kubbeli iki birim karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. İki eyvanla bu iki birim arasında kalan "L" biçimindeki dört kanada üçerden toplam on iki adet kare planlı ( 3 x 3 m.) ve kubbeli öğrenci hücresi konmuştur. Dershane eyvanı ile kuzey ve güneyde yer alan iki kapalı mekân aynı boyutlarda olup (4,25 x 4,25 m.) yapının cephelerinden 1 m. kadar çıkıntı teşkil etmekte, böylece medresenin planında gözlenen ve dört eyvanlı Selçuklu medreselerinden geliştirilmiş olan şema cephelere de yansıtılmış olmaktadır. Medrese girişinin bulunduğu doğu cephesiyle batı cephesi tuğla kasetli, kuzey ve güney cepheleri ise seyrek tuğla hatıllı moloz taşlarla örülmüştür. Yapının kö-



Hacı Halil Pasa Medresesi'nln avlusu - Gümüşhacıköy / Amasya



rildiği belirtilmekte, bâninin adı Hacı Paşa olarak zikredilmekte, ayrıca yapının inşaatında adları açıklanmayan bir kadı ile bir mimarın hizmet ettiği ifade edilmektedir. Söve başlığında da Hacı Halil Paşa'ya hayır dualar içeren iki mısra yer almıştır. Söve başlığı yenilenmiş olan batı penceresinin kemer aynasındaki harap kitâbede bâni için yapılmış Arapça bir dua görülür. Güney cephesindeki pencerenin kemer aynası ile söve başlığında da yine Halil Paşa'ya hayırlar dileyen Türkçe mısralar bulunmaktadır. Hacı Halil Pa$a Medresesi'nin planı



şelerinde, girişte ve çıkıntıların eksenlerinde yer alan kitâbeli pencerelerde almaşık örgüden kesme taş örgüye geçilmekte, avluya bakan cephelerde ise iri bloklar halinde kesilmiş kum taşının kullanılmış olduğu gözlenmektedir. Avluyu ve avlunun çevresindeki mekânları örten kubbeler tuğla örgülüdür. Basık kemerli giriş, biri kapının kemerine ve sövelerine teğet olan iki adet dikdörtgen göçertme ile çerçevelenmiştir. Kemerin üzerine, medresenin Hacı Halil Paşa tarafından 816 (1413) yılında yaptırıldığını gösteren Arapça mensur bir kitâbe yerleştirilmiş, ayrıca sövelere de bâniyi hayırla yâdeden dualar içeren Türkçe mısralar konmuştur. Gerek yer yer kırık olduğu için bütünüyle okunamayan bu kitabelerde, gerekse medresede mevcut diğer kitâbelerde yapının mimarisi gibi henüz Selçuklu etkisinden kurtulamamış, oldukça bozuk bir sülüsün kullanılması dikkat çekicidir. Diğer taraftan bazı kitâbelerde Türkçe'ye yer verilmiş olması XV. yüzyıl başları için istisnaî bir durumdur. Kuzey, batı ve doğu cephelerindeki çıkıntıların ortalarında yer alan dikdörtgen pencereler kaval silmeli çerçeveler içine alınmış ve sivri hafifletme kemerleriyle taçlandırılmıştır. Boyutları ve tasarımları ile birbirlerinin eşi olan her üç pencere de kitâbelerle donatılmış, batıdaki pencerede kemerin kilit taşı bir palmetle, güneydeki ise küçük bir kabara ile süslenmiştir. Muhtemelen medrese ile aynı zamanda yapılmış olan ahşap parmaklıkların görüldüğü kuzey penceresinin kemer aynasında yer alan Türkçe mensur kitâbede inşaatın 818 (1415) yılında biti-



Girişi takip eden eyvan, sivri kemerli bir nişin içine alınmış olan bir basık kemerle avluya açılır. Avluya girildiğinde sağda (kuzey) bulunan büyük odanın dikdörtgen açıklıklı kapısı, kaval silmelerin meydana getirdiği iki dikdörtgen çerçeve içine alınmış, sivri bir hafifletme kemeriyle donatılmış ve tuğla örgülü yüksek bir sivri kemerle taçlandırılmıştır. Tuğla kemerin aynasında, sepet örgüsü şeklinde düzenlenmiş tuğlalarla bunların arasındaki kareleri dolduran küçük kesme taşların oluşturduğu ilginç bir doku dikkati çeker. Hafifletme kemerinin aynasında ve söve başlığında Arapça dualar okunabilmektedir. Avlunun solunda yer alan büyük odanın kapısı da bu kapı ile aynı biçimde tasarlanmış, ancak burada yalnızca kemer aynasında bir hadis metnine yer verilmiş, söve başlığı kırık çizgilerin sınırladığı kaz ayağı motifleriyle bezenmiştir. Batıdaki dershane eyvanının avluya açılan sivri kemeri testere dişi biçiminde bir silme ile zenginleştirilmiştir. Ocaklarla donatılmış olan talebe hücreleri sonradan genişletildikleri anlaşılan, dikdörtgen açıklıklı birer mazgal pencereden çok az ışık almaktadır. Dershane eyvanına komşu olan iki oda dışında diğerlerinin avluya açılan kapıları dikdörtgen olup basit ahşap pervazlarla çerçevelenmiştir. Eyvana komşu olanların kapıları ise geçmeli taşlarla örülmüş basık kemerlere sahiptir. Kapıyı kuşatan dikdörtgen silme çerçevelerle bu kemerler arasında içleri, üç yönde gelişen çizgilerin kestiği altıgenlerle dolgulanmış dikdörtgen bezeme panoları yer almaktadır. Avluyu örten, günümüze ulaşmamış kubbenin 12,50 m. çapında olduğu anlaşılmaktadır. Kubbeye geçişi sağlayan tromplar muhdes revağın arkasında görülebilir. Üçgen biçiminde küçük taş konsollara oturan tuğla sivri kemerlere sahip olan bu trompların içleri, tuğla üzerine alçı uygulanması ile oluşturulan farklı



478



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI HAMZA BEY MESCİDİ ve TÜRBESİ dolgularla zenginleştirilmiştir. Güneydoğu ve kuzeydoğu köşelerinde bulunanlarda ise iki sıra halinde düzenlenmiş prizmatik üçgenler görülür. Kuzeybatı trompunda bir sıra prizmatik üçgenden sonra bir baklava kuşağı uzanmakta, güneybatıdakinde yine bir sıra prizmatik üçgeni trompun merkezinden dağılan prizmatik ışınlar takip etmektedir. Günümüzde avluyu kuşatan revak, her yönde üçer tane olmak üzere toplam on iki adet sivri kemerden oluşur. Ahşap tavanla örtülü revak, basit kare tablaları olan daire kesitli ahşap direklere oturmakta ve kısa bir saçakla son bulmaktadır. Hacı Halil Paşa Medresesi, Bursa'da 740 (1339-40) yıllarına tarihlenen Lala Şâhin Paşa Medresesi ile birlikte, kökeni Horasan yöresinin kadîm ev tasarımına dayanan ve Türk İslâm mimarisinde Osmanlı dönemine kadar yaygın biçimde kullanılmış olan kapalı avlulu ve dört eyvanlı medrese şemasının Osmanlı mimarisinde tesbit edilebilen iki örneğinden birini oluşturur. Osmanlı mimari geleneği başından beri, Anadolu Selçuklu döneminde en başarılı örneklerine şahit olunan bu medrese şemasına pek itibar etmemiş, muhtemelen avluyu genişleterek çevresine daha fazla öğrenci odası yerleştirmeye imkân verdiği için açık avlulu ve revaklı medreseleri tercih etmiştir. Bu bakımdan Hacı Halil Paşa Medresesi, Selçuklu geleneğinin, Osmanlı mimarisinin henüz olgunlaşma sürecini tamamlamamış olduğu ve hâlâ birtakım arayışlar içinde bulunduğu erken dönemi içindeki bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Bu medresenin bazı plan özelliklerini Merzifon'da Çelebi Sultan Mehmed'in aynı yıllarda (1414-1417) yaptırdığı medresede de gör-



Hacı Halil Paşa Medresesi'nin kitâbeli batı penceresi (M. Baha Tanman fotoğraf arşivi)



mek mümkündür. Her ne kadar bu yapıda artık kubbeli avlu yerini açık avluya terketmişse de Hacı Halil Paşa Medresesi'nin de aynı ekole bağlı bir mimar tarafından tasarlanmış olması muhtemeldir. Bu arada Hacı Halil Paşa Medresesi'nin küçük boyutlu, süslemesiz ve gösterişsiz girişi tasarımına hâkim olan Selçuklu geleneğiyle çelişmekte, esasen yapının dış cephelerinden çok avlu cephelerine özen gösterilmesi şaşırtıcı olmaktadır. Diğer taraftan, Menteşeoğulları'nın önemli mimari eserlerinden Söke'nin Balat köyündeki 1404 tarihli İlyas Bey Camii'nde görülen kaz ayağı motifleri ve çizgilerin kestiği altıgenlerle dolgulu dikdörtgen bezeme panolarının on yıl kadar sonra hemen aynen Hacı Halil Paşa Medresesi'nde kullanılmış olması, bir tesadüften veya etkileşimden öteye aynı taşçı ustalarının her iki yapıda da çalışmış olabileceğini düşündürmektedir. BİBLİYOGRAFYA :



Amasya



Tarihi, 1, 292; Ayverdi, Osmanlı



marisi II, s. 171-178; Türkiyede



Vakıf



Mi-



Abide-



ler ue Eski Eserler, Ankara 1972, I, 291-293; Metin Sözen, Türk Mimarisinin



Gelişimi



ve Mi-



mar Sinan, İstanbul 1975, s. 111; Yıldız Demiriz, Osmanlı Mimarisinde



Süsleme I: Erken De-



uir (1300-1453), İstanbul 1979, s. 566-569; Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, İstanbul 1984, s. 238; a.mlf., Osmanlı Devri Mimarisi, s. 33.



İM



P



İstanbul 1986,



i—i M.



BAHA TANMAN



HACI H A M Z A B E Y MESCİDİ ve TÜRBESİ



n



iznik'te XIV. yüzyılda yapılmış



L



ilk O s m a n l ı e s e r l e r i n d e n biri.



J



İznik'in merkezinde Ayasofya'nm karşısında, Lefkekapısı'na giden ana caddenin kenarında bulunuyordu. Evvelce kapısı üstünde yer alan dört satırlık kitâbesinde bu eserin 746 (1345-46) yılında Hacı Hamza b. Erdemşah tarafından vakfedildiği kaydedilmişti. Kitâbeyi ilk yayımlayan Franz Taeschner, kurucunun babasının adını Ardumşah (Ardunşah) olarak okuyup kelime üzerinde geniş açıklamalar yapmıştır. Aynı konuda çalışan Memduh Turgut Koyunluoğlu ile Ekrem Hakkı Ayverdi ise kelimeyi Erdemşah olarak okumuşlardır. Mescid girişinin 8-10 m. kadar uzağında bânisinin türbesi vardı. Bunun kitabesinden, Hacı Hamza b. Erdemşah'ın mescidin tamamlanışından az sonra vefat ederek 750 (1349-50) yılında bitirilen bu türbeye defnedildiği öğreniliyordu. Hacı Hamza Bey Mescidi, Osmanlı mimarisinin Osmanlı Beyliği'nin ilk merkezi



olan İznik'te meydana getirdiği ilk eserlerden olduğu için özel bir değer ve öneme sahipti. İstiklâl Savaşı sırasında bu tarihî kasabanın Türk ve Yunan kuvvetleri arasında birkaç defa el değiştirmesi, yakılması ve Türk eserlerinin Yunanlılar tarafından tahrip edilmesi felâketini bu binalar fazla zarar görmeden atlatmıştı. Nitekim Taeschner, 1927'de İznik'te yaptığı incelemeler sırasında mescid ve türbeyi görmüş, kitâbelerini de 1932'de yayımlamıştı. Fakat İznik Belediyesi, şehrin hemen her tarafı boş arsa halinde iken bu tarihî eseri 1930'lu yıllarda bütünüyle yıktırmıştır. Koyunluoğlu'nun yazdığına göre 1935'li yıllarda Hacı Hamza Bey Mescidi ve Türbesi'nin artık hiçbir izi kalmamıştı. Türbe kitâbesinde bu yapının mimarının Hacı Ali adında bir usta olduğu bildirilmişti. Mescidin de aynı mimar tarafından inşa edildiğine ihtimal verilir. Hacı Hamza Bey Mescidi'ne dair bilgiler 1935'lerde K. Otto-Dorn tarafından yeniden derlenmiştir. Böylece bu tarihî eser, birçok benzeri gibi geçmişin karanlıkları içinde bütünüyle kaybolup gitmemiştir. Koyunluoğlu'nun ve ondan naklen Ayverdi'nin mescid ve türbenin 1924'te yıktırıldığını yazmaları yanlıştır. Çünkü Taeschner bu eseri sağlam bir halde görebilmiş, hatta makalesinde mimarisini bir dereceye kadar tarif etmiştir. Hacı Hamza Bey Mescidi'nin aslında bir Bizans kilisesi olduğu yolundaki halk söylentisine inanmak zordur. Taeschner'in tarifi ve Otto-Dorn'un tesbit ettiği duvar kalıntıları bu küçük mescidde hiçbir Bizans izine işaret etmez. Mihrap nişinin girişin karşısında ve esas eksen üzerinde değil yan duvarda oluşu da bu hususta bir dayanak sayılmaz. Nitekim İznik'te Nilüfer Hatun İmareti'nin namaz mekânındaki mihrap da yan duvardadır. Taeschner'in tarifine göre mescid, erken Osmanlı yapı sanatı için tipik olan taş dizileriyle inşa edilmişti. Girişindeki (veya son cemaat yeri) duvarlar muntazam bir taş işçiliği gösteriyordu. Duvarlarda çok sayıda eski dönemlerden kalma işlenmiş taş devşirme malzeme olarak kullanılmıştı. Taeschner mescid kapalı olduğundan içine girememiş, yalnız batı cephesindeki pencerelerin nisbeten yeni olduğunu belirtmiştir. Kiremit kaplı kubbenin ne dereceye kadar eski olduğu hususunda ise bir fikri olmadığını belirtir. 1930'lu yıllarda henüz görülebilen kalıntılardan anlaşıldığı kadarı ile mescid kare planlı olup girişinde iki yanı duvarlarla kapalı bir son cemaat yeri vardı. Eski bir fo-



479



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI HAMZA BEY MESCİDİ ve TÜRBESİ t o ğ r a f t a bu bölümün dışarıya geniş bir



ve inşa tarihi dışında bir bilgi elde edile-



kemerle eyvan biçiminde açıldığı görülür.



memektedir. Türbe, eski bir fotoğrafta



Minaresi son cemaat yerinin sol duvarına



pek azı görülebildiği kadarı ile Selçuklu



bitişikti. İstanbul Üniversitesi Kütüphane-



kümbetleri gibi üstü taştan sivri bir kü-



si'ndeki Yıldız Sarayı albümlerinden birin-



lâhla örtülü bir yapı idi. Kare bir planı olan



de (nr. 90.761), testere dişi şeklinde tuğ-



ve belki de açık türbe şeklinde dört cep-



ladan çıkmalı şerefesi olan şaşılacak dere-



hesi açık bulunan türbenin giriş kısmında,



cede bodur minare görülmektedir. 1300



Taeschner'in İlkçağ'a ait devşirme malze-



(1882) yılına doğru çekildiği tahmin edi-



m e olduğunu zannettiği söveler kullanıl-



len bu fotoğraftan sonra minare yıkılmış-



mıştı.



tır. Nitekim Otto-Dorn'un yayımladığı es-



İznik'te bundan başka aynı hayratın ev-



ki bir resimde de minare yalnız temelle-



kafından olduğu söylenen büyük bir çifte



ri kalmış bir yıkıntı halinde görülmektedir.



hamam vardır (bk. HACı HAMZA HAMAMı).



Harim kısmına geçit veren kapının üstünde, herhalde Antik döneme veya Bizans çağına ait tepesi kemerli bir mermer



Taeschner, türbe ile mescid arasında eski bir çeşme ile çok sayıda mezar taşı



üzerine sülüs hatla yazılmış, günümüz-



tesbit etmiştir. Makalesinde bildirdiğine göre bu kabirlerden ikisi Hacı Hamza'nın



de İznik Müzesi'nde korunan dört satırlık



torunları Sinan b. Ahmed ile ( C e m â z i y e l â -



kitâbesi bulunuyordu. Son cemaat yeri-



hir 793/Mayıs 1391) Hatice'ye (Cemâziye-



nin üstü kiremit kaplı, çift meyilli bir ça-



lâhir 8 0 5 / 0 c a k 1403) aittir. Ayrıca kırık ve eksik bir şâhidede, 8 2 1 ' d e ( 1 4 1 8 ) vefat eden Şeyh Kutbüddin b. Mehmed adını veren bir kitâbe görülmüştür.



tı ile örtülmüştü. Hacı Hamza Bey Mescidi'nin harim kısmı hakkında yeterli bilgi yoktur. Ancak iki eski fotoğraf bu bölümü örten kubbenin biçimini belli eder. Türk mimarisinde görülmeyen bir şekilde bu kubbe kasnaksız olarak harimin üstünü kapatır. Taeschner de bunun orijinal olup olmadığı hususunda şüpheye düşmüştür. 1882'ye doğru çekilen fotoğraftan sonra, kiremit örtülü olan kubbenin kabuğu üzerinde dört pencere açılmış olduğu görülür. Mescid, buradaki cadde ve yaya kaldırımının yapılması sırasında zeminden oldukça aşağıda kaldığı için halk tarafından Çukur Cami olarak adlandırılmıştı. Mescidin yakınında Hamza b. Erdem-



A. Memduh Turgut Koyunluoğlu, İznik ue Bursa Tarihi, Bursa 1937, s. 161-162; K. OttoDorn, Das Islamische İznik, Berlin 1941, s. 1820, plan 6, İv. V/3 (kitâbe), VI/1, 2 (genel); Ayverdi, Osmanlı Mi'mârısi 1, s. 162-163 (mescid), rs. 219-221 (kitâbesiyle), s. 179 (türbe); a.mlf., "Orhan Gazi Devrinde Mi'mâri", AÜ İlahiyat Fakültesi Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, Ankara 1956, s. 121-122, rs. 12-15; Semavi Eyice. İznik: Tarihçesi ue Eski Eserleri, İstanbul 1988, s. 35; F. Taeschner, "Beitrâge zur frühosmanischen Epigraphik und Archâologie, Die Baugruppe Hamza Beg in iznik und ihre Inschriften, die altesten sicher datierbaren Baudenkmâler der Osmanen", İsi, XX/2 ( 1 9 3 2 ) , s. 109-116. r-ı LA



SEMAVI E Y I C E



Murad Hüdâvendigâr Hamamı olduğu göden yolun kenarında bulunan ve K. OttoDom tarafından bir tekke sanılarak böylece tanıtılan çifte kubbeli büyük binanın bir hamam olduğu tarafımızdan tesbit edilerek t a m planı çizilmiş ve bunun kaynaklarda adı geçen Büyük Hamam olduğu ortaya konulmuştur. Bu durumda Hacı Hamza Hamamı'nın tarih içindeki yeri tam olarak aydınlığa çıkmamıştır. Evliya Çelebi, 1058'de (1648) uğradığı İznik'te iki çifte hamamın olduğunu bildirir. Bütün Osmanlı dönemi boyunca çalışan bu hamam, 1930'lardan sonra Vakıflar İdaresi tarafından belediyeye satılmış, belediye bir süre burasını depo olarak kullan-



linde yazılmış, günümüzde İznik Müzesi'nde bulunan Arapça kitâbesinden bâ-



mı ise Hacı Hamza Hamamı'nın gerçekte rüşündedir. Ancak İstanbul kapısına gi-



BIBLIYOGRAFYA :



şah'a ait türbenin sülüs hatla üç satır ha-



Hacı Hamza Hamamı'nın planı (Ülgen, I, rs. 85-A)



F



HACI HAMZA HAMAMI



n



nisinin devrin ileri gelenlerinden olduğu İznik'te XV veya XVI. yüzyılda yapılmış çifte hamam.



mış, daha sonra tekrar işletilmeye başlanmıştır. Ancak 1987'de hamamın, dış yüzeyleri süslemeli mermer kurnaları yerlerinden söküldüğü gibi içinde de tarihî değerine uymayan müdahaleler yapılmış-



Hacı Hamza Bey Mescidi ve Türbesi'rıin yıkılmadan önce çekilen bir f o t o ğ r a f ı (İÜ Ktp., Albüm, nr. 90761)



Şehrin içinde Ayasofya ile Mahmud Çe-



tır.



lebi camileri arasında kalan alanda bulun-



Hacı Hamza Hamamı'nın önce erkek-



maktadır. Üzerinde bir kitâbe olmadığın-



ler bölümünün yapıldığı, bir süre sonra da



dan hangi tarihte ve kimin tarafından yap-



kadınlara mahsus kısmın ilâve edildiği A.



tırıldığı bilinmemekle beraber öteden be-



Saim Ülgen tarafından ileri sürülmüştür.



ri İznik'te ilk Türk eseri olan Hacı Hamza



Duvar örgüsünde belirli bir ekleme izi tes-



Bey Mescidi evkafından olduğu ileri sürü-



bit edilmedikçe böyle bir var sayımı kabul



lerek böylece adlandırılmıştır. Bu kasaba-



e t m e y e imkân yoktur. Ülgen'in, erkekler



da I. Murad'ın yaptırdığı bir



hamam



bölümüne nisbetle kadınlar kısmının da-



daha vardı. Bazı araştırmacılar, İstanbul



ha küçük oluşunu gerekçe olarak göster-



kapısına giden ana caddenin sol tarafın-



mesi de yeteri kadar inandırıcı değildir.



da mevcut, planı çıkarılamaz durumdaki



Pek çok çifte hamamda kadınlar kısmının



kalıntının Murad Hüdâvendigâr'ın hama-



daha küçük ölçülerde yapıldığı bilinmek-



mına ait olduğunu ileri sürerler. Bir kıs-



tedir.



480



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İBRÂHİM EFENDİ Hamamın erkekler kısmının girişi yan



hücreli düzenleme meydana getirilmiştir.



edildi. Bu görevde iken vefat ederek Edir-



cephede olan kare planlı bir soyunma ye-



Bu tipin örneklerine pek çok hamamda



nekapı Mezarlığı'na defnedildi. "Gitti İb-



ri (camekân) vardır. Bunun ortasında fıski-



rastlanır. İstanbul'da günümüzde mev-



râhim Efendi Cennet'e" (1306/1888) mıs-



yeli bir şadırvan bulunur. Yaklaşık çapı



cut olmayan Çukur Çeşme Hamamfnın



raı ile ölümüne tarih düşürülmüştür.



9,50 metreye yakın bir kubbe ile örtülü



kadınlar kısmı ile Saraçhanebaşı'ndaki İb-



Kaynakların çok zeki ve çalışkan, İslâm



olan bu büyük mekân, iki cephesindeki



râhim Paşa, halen mevcut olan Sirkeci'de-



kültürüne hakkıyla vâkıf bir kişi olarak



üç pencereden ve kubbe tepesindeki ay-



ki Hocapaşa ve Balat hamamları da aynı



tanıttığı Hacı İbrâhim Efendi'nin en önem-



dınlık fenerinden ışık alır. Kare mekândan



tipteydi.



li hizmeti Dârütta'lîm'deki başarılı çalış-



kubbeye geçiş, köşelerde içleri dilimli tromplarla sağlanmıştır. Trompların başlangıçlarında ise mukarnasiı pandantifler vardır. Dar bir kapı ile geçilen ılıklık, birçok hamamın aksine bir kemerle ayrılmış gösterişsiz iki küçük bölümden ibarettir. Burada solda iki göz halinde bir çift helâ olup bunlar dışarıya çıkıntı teşkil eder. K. Otto-Dorn'un kitabındaki planda bu elemanlar ve bu çıkıntı gösterilmemiştir. Hamamın sıcaklık kısmı, Türk mimarisinde çok eski bir g e l e n e ğ e dayanan dört eyvanlı tiptedir. Dört eyvanın köşele-



K. Klinghardt, Türkische Bâder, Stuttgart 1927, s. 50-52, rs. 57-59; K. Otto-Dorn, Das İslamische İznik, Berlin 1941, s. 89-95, rs. 39, 40, İv. 34, 35; İznik, İstanbul 1943, s. 32-33; Kemal Ahmet Aru, Türk Hamamları Etüdü, İstanbul 1949, s. 132-134; S. Yıldız Ötüken v.dğr, Türkiye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara 1986, IV, 202-204, 281-282, rs. 117-119; Semavi Eyice, İznik: Tarihçesi ue Eski Eserleri, İstanbul 1988, s. 45-47 ve 3 resim; a.mlf., "İznik'te Büyük Hamam ve Osmanlı Hamamları Hakkında Bir Deneme", TD, XI/15 (1960), s. 99120; A. Sâim Ülgen, "İznik'te Türk Eserleri", VD, I (1938), s. 68-69, rs. 85A-B, s. 86-87.



rinde her biri kubbe ile örtülü halvet hücreleri vardır. Bu kısmın alçak kubbesi de aydınlık fenerlidir.



H



r



SEMAVÎ E Y I C E



. .







^



(bk. HÂŞİM BEY).



^



r



H A C I İ B R Â H İ M EFENDİ



n



re planlı soyunma yerinin üstü yanındakine nisbetle biraz daha küçük bir kubbe ile örtülmüştür. Ilıklık tek kubbeli çok küçük bir mekândan ibarettir. Bu bölümle erkekler duvarı arasında kalan dar aralıkta tek gözden ibaret bir helâ yer alır. Bu-



(1826-1888) Arapça'yı kısa sürede öğretmek için açtığı Dârütta'lîm adlı mekteple ^ şöhret bulan dil âlimi. ^



nun karşısında da aynalı tonozla örtülü ve tek kurnalı bir halvet hücresi bulunur.



İstanbul Tophane'de doğdu. Hicaz Va-



Kadınlar kısmının sıcaklığı büyük değildir.



lisi Şerif Paşa'nın kâhyası İsmâil Efendi'-



Sadece üzerleri kubbeli iki halvet hücresi-



nin oğludur. Şerif Paşa'nın Hicaz valiliğine



ne sahiptir. Böylece erkekler kısmında



tayin edilmesi üzerine babası ile birlikte



klasik Türk mimarisinin çok tanınmış bir



Mekke'ye gitti. Orada zamanın meşhur



şemasının uygulanmasına karşılık bura-



âlimlerinden Muhammed Mahmûd eş-



da "E" tipi olarak adlandırılan çift halvet



Şinkitî'den Arap grameri, Arap edebiyatı ve belâgat tahsil etti. İstanbul'a dönünce Mektûbî-i Sadâret-i Âlî Kalemi'nde memuriyete başladı. Daha sonra sırasıyla Erzurum'da divan kâtipliğiyle Cem'iyyet-i



Hacı H a m z a H a m a m ı - i z n i k



yatı ve memuriyetleri sırasında Arapça öğretimi için harcanan zamanın fazla olduğunu, sürenin kısaltılabileceğini düşünmüş ve bu amaçla emekli olmadan önce Arapça sarfa dair Tafsîlü't-te'iîf zihi mesâili't-tasrîf



fî tav-



( İ s t a n b u l 1289) adlı



bir eser kaleme almıştı. Muallim Nâci, Abdurrahman Süreyyâ, Recâizâde Mahmud Ekrem, Kemalpaşazâde Said Bey, Ahmed Midhat, Abdülhak Hâmid, Ebüzziyâ Tevfik, Mustafa Reşid Bey ve Keçecizâde Mâcid Paşa ile dil ve edebiyat konularında tartışmalara girmiş, yazılarına imza koymaya cesaret edemeyen muarızlarından birçoğu bu tartışmaları hakarete dönüştürerek her vesileyle onun ihtiyarlı-



HACI HAŞIM BEY



Cephesi erkekler kısmından 5 m. kadar geride bulunan kadınlar kısmının ka-



malarıdır. İbrâhim Efendi, daha tahsil ha-



BİBLİYOGRAFYA :



Rüsûmiyye mümeyyizliği, Evkaf Nezâreti vâridat mümeyyizliği, Evkaf Meclisi İdare âzalığı ve son olarak da Evkâf-ı Hümâyun vâridat müdürlüğü görevlerinde bulundu. Gözlerinden rahatsız olduğu için 1882'de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Aynı yıl Horhor'da, Arapça'yı Türkçe yazılan gramer kitaplarıyla kısa sürede öğretmek üzere Dârütta'lîm adıyla rüşdiye seviyesinde iki yıllık özel bir okui açtı. Dârüşşafaka'da kitâbet ve belâgat, Mekteb-i Hukuk'ta belâgat-ı osmâniyye, ta'lîm-i hitâbet dersleri okuttu. II. Abdülhamid'in iradesiyle 1887'de Mekteb-i Mülkiyye'ye edebiyât-ı osmâniyye hocası olarak tayin



ğından, bunaklığından, körlüğünden söz etmişlerse de İbrâhim Efendi fikirlerini, yayımladığı makalelerde cesaretle savunmuştur. Arapça'nın kısa sürede öğrenilemeyeceği şeklindeki yaygın kanaatin yanlış olduğunu ileri süren Hacı İbrâhim Efendi bu dilin iki yılda öğretilebileceğini, iddiasının doğruluğunu ispata muktedir olduğunu savunmuş ve kimseden bir şey beklemeden bu hizmeti ifa edeceğini belirtmiştir (Türkiye Maarif Tarihi, III, 966). Dârütta'lîm'de, Arapça dil bilgisi kitabı olarak kendisinin yazdığı Sarf Tercümesi ile Nahiv Tercümesi adlı eserleri, metin olarak da Vâkıdînin Fütühüş-Şâm'mı ve Mâverdî'nin Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn'ini okutmuştur. İki yıl sonra gazetelere ilân vererek İstanbul ulemâsını mümeyyiz ve müşahit sıfatıyla imtihana davet etmiş, Ahmed Midhat, Ahmed Cevdet Paşa, Münif Paşa ve Mehmed Zihni Efendi gibi zamanın ileri gelen şahsiyetleri imtihanda hazır bulunmuş ve hepsi de takdirlerini bildirmişlerdir. Okulun öğrencilerinden Hersekli Hacı Mehmed Kâmil Bey, İmruülkays'm Mu'ailaka'smı Tercüme-i Muallakat-ı Seb'a adıyla ( İ s t a n b u l 1305),



Midillili Ali Fuad da (daha sonra Maliye vekili olan Fuat Ağralı) Ebü'l-Ferec İbnü'lCevzTnin Kitâbü'i-Ezkiyâ'sım Tuhfetü'lezkiyâ fî tercemeti Kitâbi'l-Ezkiyâ adıyla ( İ s t a n b u l 1308) Türkçe'ye çevirip yayımlamıştır. Birçok talebe yetiştiren Dârütta'lîm, Hacı İbrâhim Efendi'nin vefatm-



481 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İBRÂHİM EFENDİ BİBLİYOGRAFYA :



dan sonra Dârülilim ve Dârüttedrîs diye ikiye ayrılmış, sadece Arapça öğreten bir okul olmaktan ziyade daha üst seviyede öğretim yapan bir kurum haline gelmiştir. Hacı İbrâhim Efendi'nin özel bir okul açarak bir iki yıl içinde 500 kadar talebe toplaması İstanbul'da birçok özel okulun açılmasına vesile olmuştur. Dârütta'lîm, çocuklarını ilmiye kıyafetinin giyilmesinin yasak olduğu maarif okullarına yollamayan ve medreseye gönderme konusunda da tereddütleri olan ulemâ ailelerinin tercih ettiği bir eğitim kurumu niteliğini kazanmıştır. Hacı İbrâhim Efendi'nin Arapça'yı öğretmek için başlattığı bu çalışma



Hacı İbrâhim Efendi, Tafsîlü't-te'lîf fı mesâiti't-tasrîf, İstanbul 1289, s. 4-6; a.mlf.. Nahiv Tercümesi, İstanbul 1304-1306, s. 444-445; Stcill-i Osman'ı, 1, 165; Osmanlı Müellifleri, I, 287; Türkiye Maarif Tarihi, III, 956-995; Mücellitoğlu Ali Çankaya, Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Ankara 1954, I, 290; a.mlf.. Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, Ankara 1968-69, II, 993-996; Özeğe, Katalog, I, 325; II, 480; III, 1292; IV, 1532, 1636, 1645, 1800; Ali Kemal, Ömrüm (nşr. Zeki Kuneralp), İstanbul 1985, s. 99-103; M. Ekrem Üzümeri v.dğr. Türkiye Ansiklopedisi, Ankara 1956, III, 10; "Dârü'tta'lîm", TDEA, II, 200; "Hacı İbrahim Efendi", Büyük Larousse, İstanbul 1986, VIII, 4907; Kâzım Yetiş, "Abdurrahman Süreyya", DİA, I, 173; a.mlf., "Belâgat", a.e., V, 385; a.mlf.. "Belâgat-ı Osmâniyye", a.e., V, 388.



Türkiye dışında da tesirini göstermiş,



B



HULÛSI KILIÇ



Rusya müslümanları İstanbul'a talebe göndererek Dârütta'lîm ve Dârüttedrîs'-



H A C I İLBEY



F



t e okutmuşlardır. Bu arada Hacı İbrâhim Efendi ile dönemin yazarları arasında çıkan tartışmalar halkın dil ve öğrenim konularıyla daha yakından ilgilenmesine yol



açmıştır (bir okuyucu, iki yıl süren bu tartışmaların bir kısmını gazetelerden derleyerek iki cilt halinde toplamış ve Millet Kütüphanesi'ne hediye etmiştir (Mecmualar, nr. 336, 337|). Eserleri. 1. Tafsîlü't-te'lîf







tavzîhi



mesâili't-tasrîf (İstanbul 1289). 2. Hadîkatü'l-beyârı



( İ s t a n b u l 1298). Belâga-



ta dair olan eser sadece fesahati ve meânînin başta gelen konularını kapsamakta olup iki cüzü basılmıştır. 3. Temyîz-i



Ta'-



lîkât ( İ s t a n b u l 1299 r.). Abdurrahman Süreyyâ'nın, Cevdet Paşa'nın Belâgat-ı



Os-



mâniyye'sinin ilk cüzündeki ifade hatalarını Ta'lîköt-ı



Belâgat-ı



Osmâniyye



adıyla kaleme aldığı eserinde tenkit etmesi üzerine Cevdet Paşa'yı savunmak amacıyla yazılmıştır 4. Şerh-i Belagat



(İs-



t a n b u l 1301). Hacı İbrâhim Efendi, Mekteb-i Hukuk'taki belâgat-ı osmâniyye hocalığı sırasında yazdığı bu eserde Ahmed Cevdet Paşa'nın Belâgat-ı



(ö. 766/1365'ten sonra) Osmanlılar'm Rumeli fetihlerinde büyük hizmeti geçen Türk kumandanı.



^



Asıl adı bilinmemekte, Hacı İlbey'in ise



(bazı kaynaklarda Hacı ilbeyi) unvanı olduğu sanılmaktadır. Hakkındaki bilgiler XV ve XVI. yüzyıl kaynaklarına dayanmaktadır. Karesioğullarfnın nüfuzlu emirlerinden ve Dursun Bey'in veziri iken ( N e ş rî, I, 165) Orhan Gazi zamanında bu beyliğin kısmen Osmanlı topraklarına katılması sırasında Osmanlı hizmetine girdi. Karesi sancak beyliğine getirilen Şehzade Süleyman Paşa'yı Rumeli yakasına geçmeye teşvik ettiği gibi Gelibolu ve Trakya'daki fetihlerde önemli hizmetlerde bulundu. Birkaç koldan yapılan fetih harekâtında bu kollardan birinin kumandanlığını üstlendi. Gelibolu'nun kuzeydoğusunda ve Tekirdağ ilinin Şarköy kaza merkezi civarında eski bir kale olan Konurhisar'm zaptından sonra buranın muhafızı oldu.



Osmâniyye'-



Konurhisar bölgesini kendine üs ya-



sini şerhetmiş ve yine Abdurrahman Sü-



pan Hacı İlbey Malkara ve İpsala'nın fet-



reyyâ'nın eserinde sözü edilen tenkitleri



hinde önemli rol oynadı. Dimetoka, Hay-



(İs-



rabolu ve Çorlu taraflarına sürekli akın-



cevaplandırmıştır. 5. Sarf Tercümesi



tanbul 1304). 6. Nahiv Tercümesi (İstanbul 1304-1306, 1323). 7. Edebiyât-ı Osmâniyye (İstanbul 1305). Mekteb-i Mülkiyye'de okuttuğu edebî bilgilere dair ders



lar düzenledi. Süleyman Paşa'nın ölümünün (ö. 758/1357) ardından Orhan Bey'in Bizans İmparatorluğu ile barış yapmasından sonra başlayan gevşeme sırasın-



notlarından oluşan eserin beş cüzü ya-



da Lala Şâhin Paşa ve Evrenos Bey ile bir-



yımlanmıştır.



likte gerilemeyi önleyen beylerden biri



Hacı İbrâhim Efendi ayrıca Arapça ba-



de Hacı İlbey'dir. Edirne'nin muhasarası



zı edebî metinlerle bunların Türkçe ter-



sırasında Meriç nehri üzerinde çok ileri



cümelerini ihtiva eden Hikemiyyât-ı



Ara-



bir noktada bulunan Pythion'u ( B u r g o s ve-



biyye adlı aylık bir mecmua yayımlamış-



ya İlbey Burgosu) fethetti. Dimetoka ve



tır (sy. 1-3, İstanbul 1304).



Edirne'yi sıkıştırmaya devam etti; 1359 yı-



lında Dimetoka'yı alarak Edirne'ye güneyden, deniz yoluyla Enez üzerinden gelebilecek yardımı kesti. Daha sonra Murad Hüdâvendigâr, Lala Şâhin Paşa ve Evrenos Bey'le birlikte Edirne'yi sıkıştırmayı sürdürdü. Osmanlı kuvvetlerinin sol koluna kumanda eden Hacı İlbey, emrindeki öncü kuvvetlerle Edirne üzerine yürüyerek şehrin teslim olmasını sağladı. Osmanlı kroniklerine göre Hacı İlbey, müttefik Haçlı kuvvetlerini Sırp Sındığı adı verilen savaşta mağlûp etmişti. Söz konusu kaynaklarda 765 (1364) veya 766 (1365) yılında Macar Kralı I. Layoş'un kumandasındaki müttefik Haçlı kuvvetlerinin Edirne'yi geri almak üzere harekete geçtikleri, Edirne'de beylerbeyi olan Lala Şâhin Paşa'nın bu durum karşısında telâşa kapılarak bir yandan Bursa'daki Osmanlı padişahını durumdan haberdar ederken bir yandan da Hacı İlbey'i 810.000 kişiden oluşan bir kuvvetle düşman üzerine gönderdiği; Hacı İlbey'in çok hızlı hareket eden Haçlı kuvvetlerine Çirmen civarında Meriç nehrini geçmelerinden sonra yetişebildiği ve bir gece karanlıktan da faydalanarak Haçlı kuvvetlerine saldırdığı, büyük bir paniğe kapılan Haçlılar'ın bozguna uğradığı ve çoğunun öldürüldüğü kaydedilir. Ancak Osmanlı tarihlerinde "Sırplar'ın mağlûp edildiği yer" anlamına Sırp Sındığı denilen savaşla ilgili olarak Batı kaynaklarında herhangi bir bilgi bulunmamakta, sadece 1371'deki Çirmen Savaşı'ndan bahsedilmektedir. Muhtemelen Osmanlı kaynaklarında bu iki savaş birbiriyle karıştırılmıştır. Dolayısıyla Hacı İlbey'in bu savaşta oynadığı rol şüpheli görünmekte, 1371 'deki Çirmen Savaşı'na katılıp katılmadığı da bilinmemektedir. Fakat her şeye rağmen Hacı İlbey, efsanevî kimliğiyle Osmanlı tarih geleneğinde Rumeli'yi fetheden Osmanlı uç beyleri arasında önemli bir yere sahip olmuştur. BİBLİYOGRAFYA .Âşıkpaşazâde, Târih, s. 50, 53, 55; İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, II, 110, 162, 176, 198; Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osman, s. 22-23; Neşri, Cihannümâ (Onat), I, 165, 185, 193195, 199; Lutfî Paşa, Târih (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1341, s. 28, 30, 32, 34-35; Hoca Sâdeddin, Tâcü 't-tevârîh, I, 57, 70-72, 78-80; Hüseyin, Bedâyiu'l-vekâyi' (nşr. A. S. Tveritinovoy), Moskova 1961, vr. 47b-48b, 51", 53", 62a-63', 64"; Solakzâde. Târih, s. 22, 24-25, 29-32; Hammer (Atâ Bey), I, 191, 195, 212-214; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 124, 157, 159, 167-168, 568-570; a.mlf., "Karasi-oğullan", İA, VI, 333334; Danişmend, Kronoloji, I, 27, 39, 42-43; Halil İnalcık, "Hacı İlbeyi", TA, XVIII, 279.



482



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



ABDÜLKADİR ÖZCAN



HACI İLYAS CAMİİ



r



L



H A C I İLYAS CAMİİ



dört satırlık kitâbede caminin Selâhaddin adında bir kişi tarafından yaptırıldığı ya-



Ankara'da XVII. yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin edilen cami.



zılıdır. Bu zatın kim olduğu bilinmese de Evliya Çelebi Milas velilerini sayarken Selâhaddin Sultan adını zikretmektedir (Seya-



_l



hatname, I X , 210). İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu zatın caminin bânisi olabileceğini



Altındağ ilçesi Kırgız mahallesinde, Gü-



ileri sürer (Kitabeler; il, 156; a y r ı c a bk. lA, VIII, 313). Yapıda bundan başka biri son cemaat yerinin kemeri arasında, diğeri in-



ner sokağı ile Yeniay sokağının kesiştiği köşede bulunmaktadır. Üzerinde yapım tarihini belirtecek bir kitâbesi olmadığı



şa kitâbesinin üzerinde yer alan iki kitâbe farklı dönemlere ait tamirleri belirtmek-



için ne zaman inşa edildiği kesin olarak bilinmemektedir. İbrahim Hakkı Konyalı, Mübârek Galib'e dayanarak caminin vakıf



tedir. Bunlardan kapı üzerindekinde yapının 1272'de (1855-56) Hacı Ömer Ağazâde Hacı İsmâil Ağa, diğerinde ise 1920



Hacı ilyas C a m i i ' n i n i ç i n d e n bir g ö r ü n ü ş



kaydının Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde bulunduğunu bildirir. Cami karşısındaki



yılında Hacı Eminzâde Süleyman Bey tarafından ihya edildiği kaydedilmektedir.



çeşmenin kitâbesinde 1116 (1704-1705) tarihinin yer almasından hareketle mâbedin de aynı yıllarda yapılmış olabilece-



deliğiyle kıyaslanamayacak derecede bü-



Caminin harim kısmı dikkate değer bir



ği ileri sürülmüştür. Caminin girişi üs-



yük ve zengin tezyinattı bir mihrabı var-



mimari özellik göstermez. Dörtgen şek-



tündeki Kütahya çinisiyle üzerinde bes-



dır. Mihrap nişinin üstünde üç sıra halin-



lindeki bu mekânın üstü düz bir ahşap ça-



mele yazılı çini pano XVIII. yüzyıl başları-



de sûreler yazılmıştır. Bir dizi tomurcuk-



tı ile kaplanmış, üzerini kiremit örtülü bir kırma çatı kapatmıştır. Harim doğu,



na ait kabul edilirse de bunlar yeteri ka-



la taçlanan mihrabın bütününü yine üç



dar inandırıcı sayılmadığından yapının da-



sıra halinde bir şerit çerçevelemiştir. Bun-



batı ve güney duvarlarında açılan ikişer-



ha eski bir tarihte inşa edilmiş olması ih-



lardan en dıştaki ile içteki şeritler ara-



den altı pencere ile ışık almakta ve sade



timal dışı değildir.



sında güzel bir hatla yazılmış âyetler yer-



bir mihrabı bulunmaktadır.



Dış mimarisi bakımından son derece mütevazi olan cami taş temeller üzerine kerpiçten yapılmıştır. Üstünü kiremit kaplı ahşap bir çatı örter. Uzunlamasına dikdörtgen planlı yapının ahşap tavan kaplaması küçük karelere bölünmüş olup her karenin köşelerinde, üzerlerinde birer çiçek motifi bulunan daha küçük dörtköşe parçalar yer alır. Tavanın ortasında ise altıgen biçimindeki bir çerçevenin içi klasik Türk sanatında çok kullanılan girift yuvarlak motiflerle doldurulmuştur.



leştirilmiş, bu iki yazı şeridi arasında bulunan



Gerek zemindekilerin gerekse üstte kadınlar için yapılmış ahşap direkler üzerine oturan mahfillerinin korkulukları sanat bakımından dikkate değer bir özellik taşımaz. Ancak harimin girişi üstünde mavi zeminli, sarı kûfî yazılı bir çini pano dikkat çekicidir. Caminin mimarisinin sa-



ise



birbirine



Yapının bütün özelliği kuzey ve batı cep-



bağlanan



helerinde toplanmıştır. Son cemaat yeri-



girift bir kıvrım motifıyle doldurulmuş-



nin bulunduğu 15 metre uzunluğundaki



tur. Bütün bu yazılar ve süslemeler ka-



kuzey cephesi, kalın payelere ve gövdeleri



lıplama tekniğiyle alçıdan meydana geti-



devşirme olan sütunlara dayanan ortadaki



rilmiştir. Mihrap ve tavan bezemesinin



daha geniş sivri kemerlerle hareketlendi-



itinalı bir işçiliğe sahip oluşu, Hacı İlyas



riimiştir. Üç bölümlü son cemaat yerinin



Camii'nin mimarisinin bütün gösteriş-



üzeri de alaturka kiremit kaplı üç kubbe



sizliğine rağmen ilk yapıldığında şimdi-



ile örtülüdür.



kinden daha zengin bir görünüşü olduğuna işaret sayılabilir. Caminin sade minberi gibi minaresi de ahşaptandır.



Bu tavan göbeğinin üç sıra halindeki çerçevesi de çiçeklerle bezenmiştir.



kordon



Hacı ilyas C a m i i - Milas / M u ğ l a



BİBLİYOGRAFYA : Mübarek Galib, Ankara Mescidleri ue Camileri, İstanbul 1341, s. 42; Gönül Öney, Ankara'da Türk Deuri Dini ue Sosyal Yapıları, Ankara 1971, s. 69-70, 276-278 (res. 143-147), 364-365 (plan 35 ab ) ; Türkiye'de Vakıf Abideler ue Eski Eserler, Ankara 1972, I, 419; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, Ankara 1978, s. 44-46. [Tl



lifti



r



L



SEMAVI EYÎCE



H A C I İLYAS CAMİİ Milas'ta XIV. yüzyılda Menteşeoğulları döneminde yapılmış cami.



J



Muğla'ya bağlı Milas ilçesinin Hacı İlyas mahallesindeki bu mâbed ilçenin en eski camisidir. Cümle kapısı üzerinde yer alan kitabesinden anlaşıldığına göre yapı, Menteşeoğulları'ndan Şücâüddin Orhan Bey H a c ı ilyas



zamanında 730 Şâbanında (Mayıs-Haziran



Camii Hacettepe / Ankara



1330) inşa edilmiştir. Basık bir kemerin altında girift sülüs hatla yazılmış olan



483



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İLYAS CAMİİ Caminin diğer ilgi çekici kısmı olan mi-



kurucusu olduğu genellikle kabul edilir.



naresi bu bölgeye has, görüntü olarak



Edirne'de hayratı bulunan Hacı İvaz Pa-



minberi hatırlatan bir biçim arzetmekte-



şa'nın da aynı kişi olduğu sanılır.



dir. Milas'taki A h m e d Gazi Camii ile Pa-



İbrahim Hakkı Konyalı, Mübârek Galib'-



zar Camii'nde de görülen bu minare, ca-



den naklen Vakıflar Genel Müdürlüğü Ar-



minin batı duvarına bitişik yüksek ve üzeri



şivi'nde (nr. 2 2 4 , 2/1, 1862) yapıyla ilgili



açık, taştan yapılmış yirmi yedi basamak-



bilgi olduğunu söyler. XV. yüzyılın ilk çey-



lı bir merdiven şeklindedir. Bu merdive-



reğinde yapıldığı kabul edilen mescid



nin sonunda üç tarafl korkuluklarla çevrili



1963 yılında bir tamir geçirmiş, bu sı-



balkon biçiminde bir şerefesi olan minare,



rada yapıya ahşap bir minare eklenmiş-



yakın tarihlerde arkasına inşa edilen yük-



tir.



sek gövdeli, t e k şerefeli bir taş minare



Hacı İvaz Mescidi, Ankara'nın pek çok



sebebiyle terkedilmiştir. Son cemaat ye-



ibadet yeri gibi dış mimarisi bakımından



rinin doğu kemeri 1946 yılında duvar örü-



gösterişsiz bir yapı olup taştan bir temel



lerek doldurulmuş, geri kalan kısmı yakın



üstüne kerpiç duvarlı olarak yapılmış, üs-



bir tarihte metal doğramalı bir camekân-



tü kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtül-



la kapatılarak görünümü iyice bozulmuş-



müştür. Planı, kıble yönünde uzanan dik-



tur.



Hacı ivaz Mescidi'nin planı



dörtgen biçiminde olup dış uzunluğunun



tezyinattır. Son cemaat yerindeki mihrâ-



Sade bir taş ve tuğla duvar işçiliği gös-



17,50 m. kadar olmasına karşılık genişli-



biyelerden sağdakinde Türk sanatının



teren yapının içinde ve dışında süsleme-



ği yaklaşık 9 m. kadardır. Oldukça derin



klasik motifleriyle kaplanmış bir süsleme



ye rastlanmamaktadır. Yalnız harim ka-



olan son cemaat yeri, ikisi yan duvarlara



görülür. Sol mihrâbiyedeki bezemeler bo-



pısının dış duvarında çok kaliteli, damar-



bitişik, ikisi ortada dört ahşap direkle iki



zulduğundan buranın biçimi de değiş-



lı mermer kullanılmıştır.



bölüme ayrılmıştır. Son cemaat yeri ile ha-



miştir. Son cemaat yerinde mevcut ke-



BİBLİYOGRAFYA : Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, 210; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kitabeler, İstanbul 1929, II, 155-156; P. VVittek, Menteşe Beyliği (trc. Orhan Şaik Gökyay), Ankara 1944, s. 118, 132-133; Aşkıdil Akarca - Ttıran Akarca, Milas: Coğrafyası, Tarihi ue Arkeolojisi, İstanbul 1954, s. 9596, şekil 2, İv. 17; Ali Kızıltan, Anadolu Beyliklerinde Cami ue Mescitler, İstanbul 1958, s. 90, rs. 49, fotoğraf 68; Oktay Aslanapa. Yüzyıllar Boyunca Türk Sanatı (XIV. Yüzyıl), İstanbul 1977, s. 42-43, 181;amlf„ TürkSanatı, İstanbul 1984, II, 226, rs. 321; K. Ekrem Uykucu, Muğla Tarihi, İstanbul 1983, s. 76; Ara Altun, Ortaçağ Türk Mimarisinin Anahatları İçin Bir Özet, İstanbul 1988, s. 70, rs. 307; Hâfiz Kadri, "Menteşe İmaretine Ait Âsâr-ı Kadîme", TOEM, V/ 25 (1330), s. 58; Besim Darkot, "Milas", İA, VIII, 3 1 3



-



H



ENİS KARAKAYA



H A C I İVAZ M E S C İ D İ



r



Ankara'da XV. yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilen mescid. L



rimi ayıran duvara bitişik diğer dört direk-



merli pano gerçekten muhteşemdir. Ka-



le birlikte bu destekler son cemaat yeri



dınlar mahfilini, bir kısmı eksik olsa da



üstündeki mahfili taşımaktadır. Burada-



etrafı tomurcuklarla çerçevelenmiş se-



ki iki mihrâbiyeden soldakinin aslî biçimi



kiz şualı bir yıldız süslemektedir.



bozulmuştur. Harim ise 7 x 9 m. ölçüsünde bir mekândır. Bu dikdörtgen ibadet yerinin tam ortasında olan tek direkle yan duvarlara gömülmüş bir çift direk bu mekânı enlemesine iki bölüme ayırır. Dış mimarisi sade ve basit olan mesci-



yine alçı kabartma tekniğiyle yazılmış bir âyet iki defa tekrarlanmak suretiyle iki satır halinde mihrabı taçlandırır. Son derece zengin klasik Türk motifleriyle kap-



din iç unsurları zengin bezemelerle süs-



lanmış olan bu alçı süslemenin iki yerin-



lenmiştir. Son cemaat yerindeki tavan ki-



de, harim kapısı üstünde ve kadınlar mah-



rişleri ve bunları taşıyan konsollarla, An-



fili duvarındaki alçı kabartmaların göbe-



kara cami ve mescidlerinde görülen ah-



ğinde birer tabak gömülmüştür. Bu ta-



şap iç mimari unsurları geleneği burada



bakların motifleri ve teknikleri bakımın-



da uygulanmıştır. Tavanları taşıyan kiriş-



dan, henüz İznik çiniciliğinin bilinmediği



ler ve konsolların aralarındaki kare yüzey-



d ö n e m d e "Milet işi" denilen, fakat ger-



ler renkli kalem işi nakışlarla bezenmiş-



çekte İznik çini fırınlarında yapılan eser-



tir.



lerden olduğu açıkça bellidir. Tabak veya



Hacı İvaz Mescidi'nin bir diğer süsleme J



Mukarnaslı mihrap bütünüyle alçı kabartmalarla bezenmiştir. Ayrıca üstünde



unsuru alçıdan yapılmış olan kabartma



kâse kullanımı, XIV-XV1. yüzyıllarda çeşitli çevrelerde sevilen bir süsleme usulüdür, hatta bazı Bizans yapılarında da uygulan-



Samanpazarı'nda Uzunyayla ve Tilkicik



dığı görülür. Gönül Öney, bu tabaklardan



sokakları kavşağında bulunmaktadır. Halk



hareket ederek Hacı İvaz Mescidi'ni ta-



arasında Helvaî Mescidi olarak da anılır.



rihlemede tahmin yürütmüştür.



Mescidin, Çelebi Sultan Mehmed ile II.



BİBLİYOGRAFYA :



Murad dönemlerinin ünlü devlet adamı



göre Drakya'da Uzunköprü'yü yapan Hacı



Mescidi -



İvaz Paşa'nın Ankara'daki bu mescidin de



Mübarek Galib, Ankara Mescidleri ue Camileri, İstanbul 1341, s. 37; Gökbiigin, Edirne ue Paşa Liuâsı, s. 28-29 (İvaz Paşa'nın Edirne'deki Evkafı); Gönül Öney, Ankara'da Türk Devri Dini ue Sosyal Yapıları, Ankara 1971, s. 3133, plan 7, rs. 39-47; Türkiye'de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1972, I, 434-435; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, Ankara 1978, s. 53-55. (Tl



Ankara



IA1 S E M A V I E Y İ C E



ve mimarı Hacı İvaz Paşa tarafından yaptırıldığı ileri sürülmüştür. Yapının kitâbesi olmadığından bu hususta kesin bir şey söylemek mümkün değilse de Bursa'da Yeşilcami Külliyesi'ni, Dimetoka'da Çelebi Sultan Mehmed Camii'ni, bir ihtimale



Hacı ivaz



484 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İVAZ PA$A



r



HACI İVAZ PAŞA



(ö. 831/1428)



bıyla anılan Şehzade Mustafa kuvvetleri-



İvaz Paşa, bir veba salgını sırasında kar-



ni bölmek için önemli hizmetler gördü.



deşleri Hacı Şerefeddin Çırak ve Hacı Hay-



Sultan Murad ile amcası Şehzade Musta-



reddin Hızır ile birlikte 9 Zilkade 831 ( 2 0



fa kuvvetlerinin Ulubat nehrinin iki yaka-



Ağustos 1 4 2 8 ) tarihinde vefat etti. Meza-



sında karşı karşıya geldiği esnada burada-



rı Bursa'da Pınarbaşı Kabristanı'nın Kuz-



Tokat'ın Kazova (Kazâbâd) nahiyesinde doğdu. Ahî Bayezid b. İvaz Hüseyin'in oğ-



ki köprüyü yıktırıp emrindeki askerlerle



gunluk tarafındadır.



Gölbaşı mevkiini tutmak suretiyle bu kuv-



lu olup künyesi İmâdüddin'dir. Çelebi Mehmed'in Amasya sancak beyliği zamanın-



vetlerin Bursa'ya girmesini önledi. Fakat



Değerli bir devlet adamı olan Hacı İvaz Paşa aynı zamanda büyük bir mimardı.



da ona intisap etti ve timarlı sipahilerinden oldu. 1402'de Ankara Savaşı'na katıldı. Umur tarafından esir alınan Yıldırım



ziyade siyasî ağırlıklı oldu. Nitekim Şehza-



L



Osmanlı veziri ve mimarı.



Bayezid'in ölümünden sonra şehzadeleri arasında başlayan taht mücadelelerinde Çelebi Mehmed'i destekledi. Bir ara Kazâbâd subaşılığı yaptı ( 1 4 1 1 - 1 4 1 2 ) . Çelebi Mehmed'in Rumeli'de kardeşi Mûsâ ile mücadelesi sırasında Bursa subaşısı, bazı kaynaklara göre ise muhafızı oldu. Bu esnada Bursa Kalesi'ni kuşatan, hatta bir rivayete göre Yıldırım Bayezid'in mezarını açtırıp cesedini yaktıran ( D u k a s , s. 174), fakat Çelebi Mehmed'in Şehzade Mûsâ meselesini hallettiğini duyunca şehri ateşe vererek kaçan Karamanoğiu Mehmed Bey'e karşı Bursa Kalesi'ni savundu ( 1 4 1 4 ) . Müdafaadaki başarısından dolayı önce Bursa valiliğine getirildi, ardından da vezirlik rütbesiyle taltif edilerek merkeze alındı. Hacı İvaz Paşa'nın önemli bir hizmeti de Çelebi Sultan Mehmed'in ölümü üzerine, Amasya'da bulunan büyük oğlu Murad'ın (II. Murad) Edirne'ye gelinceye kadar geçen kırk günlük sürede bu padişahın ölümünün gizlenmesi sırasında oldu. Nitekim padişahın ağzından bir rivayete göre Karamanoğiu Mehmed, diğer bir rivayete göre ise İzmiroğlu Cüneyd üzerine sefer yapılacağını, bunun için ordunun Biga'da toplanması gerektiğini bildiren bir ferman yazdırmak suretiyle karışıklığı ön-



ledi (Âşıkpaşazâde, s. 94).



İvaz Paşa'nın bu sıradaki faaliyetleri daha de Mustafa'ya yazdığı bir mektupta ona olan sadakatinden bahsederek Rumeli beylerinin ve İzmiroğlu Cüneyd Bey'in kendisini terketmek üzere olduklarını bildirmek suretiyle onu tereddüde düşürürken Cüneyd Bey'e yazdığı diğer bir mektupta da soyu belirsiz birine vezir olmasının kendisine yakışmadığını, ondan ayrıldığı takdirde Aydın civarında hâkim olduğu eski yerlerin tekrar kendisine verileceğini vaad etti; bu arada eski beyliğinin yenilendiğine dair bir de berat gönderdi. Bu mektuplar bir yandan Şehzade Mustafa'yı telâşa düşürürken bir yandan da Cüneyd Bey'in ondan ayrılarak adamlarıyla birlikte Aydın iline kaçmasına sebep oldu ( E m e c e n , s. 122). Diğer taraftan eski akıncı beylerinden olan ve bir süreden beri Tokat'ta mahpus bulunan Mihaloğlu Mehmed Bey'in serbest bırakılarak bir gece Şehzade Mustafa ordusundaki Evrenos,



Diğer ülkelerden sanat ehlini Osmanlı ülkesine davet ederek özellikle çiniciliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Âşıkpaşazâde "Âl-i Osman kapısında paşalarda çinilerle şölen onundur" demektedir (Târih, s. 190). İvaz Paşa'nın mimar olarak Çelebi Sultan Mehmed adına imzasını attığı eserler arasında Bursa'daki Yeşilcami Külliyesi ile Dimetoka'daki camisinden başka Ulubat nehri üzerinde yeniden yaptırılan köprü ve Edirne'de Acemi Oğlanları Kışlası olarak kullanılan saray zikredilebilir ( G ö k b i l g i n , s. 119). İvaz Paşa ayrıca Hınca nehrinden Edirne'ye su nakletmeyi planlayarak bunun için Deliklikaya mevkiinde kuyular açtırmışsa da bu çabası bir sonuç



vermemiştir (Sehî, s. 58). Hacı İvaz Paşa'nın Kazzâziye (İmâdiye) adıyla bilinen Bursa'daki medresesi XVI. yüzyıl boyunca 40 akçelik medreselerden olmuş, daha sonra 50'liye yükselmiştir. Bursa-İnegöl arasında hanı ve çeşmesi, İnegöl'de mektebi, Derekızık köyünde de



Gümlü ve TUrahan oğullan gibi ünlü akıncı beylerine Mustafa'nın düzmece olduğunu söylemesi, bu akıncı beylerinin topluca II. Murad tarafına geçmesine ve Mustafa'nın kaçmasına yol açtı. O sırada II.



Hacı



Murad tarafına geçen, fakat ihanetleri



m e d r e s e s i n e ait v a k f i y e s i n i n b a ş kısmı ( U z u n ç a r ş ı l ı , TD, X /



yüzünden ikinci vezir Çandarlı İbrâhim Pa-



İvaz



Paşa'nın



Tokat



Beyobası'ndaki



mescid



ve



14 119591, S. 50)



şa tarafından öldürtülmek istenen Rumeli beylerinin ve maiyetindeki akıncıların affedilmesini de İvaz Paşa sağladı. Vezîriâzam Bayezid Paşa'nın Düzmece Mustafa tarafından öldürülmesinden son-



II. Murad'ın hükümdarlığı zamanında



ra Çandarlı İbrâhim'in vezîriâzamlığa ge-



da vezir olarak devlet merkezinde bulu-



tirilmesi üzerine (1421) İvaz Paşa da ikin-



nan İvaz Paşa, özellikle "Düzmece" laka-



ci vezir oldu. Ancak nüfuz rekabeti sebe-



î



,



biyle Çandarlı ile arası açıldı. Devrin ünlü âlimi Molla Fenârî de Çandarlı tarafını tutuyordu (Mecdî, s. 51). Bir suikasta uğramaktan korkan Hacı İvaz Paşa kaftanının altında sürekli zırh bulundurmaya başladı. Divan toplantılarına bile zırhlı olarak gelmesi muhalifleri tarafından ordu ile gizli ilişkiler içinde bulunduğu, padişaha suikast yapacağı ve tahtı g a s b e d e c e ğ i Hacı İvaz



şeklinde dedikodulara yol açtı. Bunun üze-



Paşa'nın



rine II. Murad İvaz Paşa'yı önce vezirlikten



Pınarbaşı



azletti, daha sonra da gözlerine mil çekti-



Kabristanı'ndaki m e z a r tası Bursa



rerek Edirne'den uzaklaştırdı (1424). Bursa'da mecburi ikamete tâbi tutulan Hacı



485



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İVAZ PA$A camisi olan İvaz Paşa'nın ayrıca Tokat'ta da camisi, medresesi ve mahallesi; Kazova'da mescidi, medresesi, zâviyesi ve hamamı bulunmaktadır. Bu medrese XVI. yüzyılda Sahn-ı Semân derecesinde idi. Hacı İvaz Paşa'nın bunlardan başka muhtemelen Edirne'de camisi, mahallesi ve sarayı vardı ( G ö k b i i g i n , s. 28, 119). İvaz Paşa inşa ettirdiği eserleri için dört vakfiye tertip ettirmiştir. Bunlardan ilk üçü Tokat'taki tesislerine, 1 Cemâziyelevvel 830 (28 Şubat 1427) tarihli dördüncü vakfiyesi ise Bursa ve civarındaki tesislerine aittir. Ayrıca her yıl Mekke ve Medine fakirlerine dağıtılmak üzere para da tahsis etmişti ( Â ş ı k p a ş a z â d e , s. 190). Hacı İvaz Paşa'nın Bâlî, Bekir, Mehmed, Mahmud ve Ahî Çelebi adlarında beş oğlu oldu. Bazı kaynaklarda



Vesîletü'n-necât



müellifi Süleyman Çelebi de İvaz Paşa'nın oğulları arasında zikredilmekteyse de ( L a t î f î , s. 2 4 5 ) bunun sağlam bir mesnedi



Mehmed devri ve kısmen de II. Murad



olarak tasarladığı bu yapılar topluluğunun



yoktur. Oğullarından Ahî Çelebi'nin (ö.



dönemindeki imar faaliyetlerinin büyük



gerçekleştirilmesi sırasında yalnız Osman-



1437) Atâî mahlasıyla şiirler yazdığı, Ana-



bir bölümünü mütevelli sıfatıyla organize



lı topraklarından değil İran'dan da kendi



dolu'da Türkçe gazellerle atasözü söyle-



etmiş, birçok esere de imzasını atmıştır;



sahalarında en mahir sanatçı gruplarını



me âdetini onun başlattığı kaynaklarda



ayrıca bazı eserlerin hem bânisi hem de



Bursa'ya topladığı anlaşılmaktadır. Hacı



zikredilmektedir (Sehî, s. 58).



mimarı olmuştur.



BİBLİYOGRAFYA: VGMA, nr. 591, s. 191-195; İstanbul'un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler (nşr. Osman Turan), Ankara 1984, s. 25; Dukas, Bizans Tarihi (trc. VI. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 174; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 85, 94, 97-98, 103, 190; Oruç b. Âdil, Târih (nşr. Atsız), İstanbul, ts., s. 72, 77, 79, 82; Neşrî, Cihannümâ (Unat), s. 519-523, 551, 557, 559-563, 576; Sehî, Tezkire, s. 58; Lutfî Paşa, Târih (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1341, s. 68; Latîfî, Tezkire, s. 245-246; Mecdî, Şekâik Tercümesi, s. 51; Hoca Sâdeddin, Tâcü't-tevârih, I, 319, 346; Atâî, Zeyl-i Şekâik, tür.yer.; Solakzâde, Târih, s. 125, 144, 150; Belîğ, Güldeste, s. 64-65; Şeyhî, Vekâyiu'l-fuzalâ, 1-111, tür.yer.; Hüseyin, Bedâyiü'l-vekâyi' (nşr. A. S. Tveritinovoy), Moskva 1961, vr. 144'-», 160" b , 162b, 170", 191"; Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn, s. 156; Hammer (Atâ Bey), II, 175, 176; Sicill-i Osmânî, III, 606; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 277, 350, 374, 383385, 397-398, 566-568; a.mlf., "Hacı İ v a z Paşa'ya Dâir", TD, X/14 (1959), s. 25-58; Gökbiigin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 28-29, 37, 119, 265; Baltacı, Osmanlı Medreseleri, s. 263-265, 566-567; Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 123-127, 198; Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hânedanlar, Ankara 1989, II, 663; Hasan Fehmi, "Sanat Tarihimize Ait Bazı Notlar", TM, II (1928), s. 398-401; Halim Bâki Kunter, "Kitabelerimiz", VD, II (1974), s. 439-441; Feridun Emecen, "Cüneyd Bey", DİA, vııı, 122.



rn IFFIL A B D Ü L K A D İ R



ÖZCAN



İvaz Paşa, Yeşilcami'ye eklediği hünkâr



Hacı İvaz Paşa'nın bânisi, aynı zaman-



mahfiliyle Osmanlı cami mimarisinde an-



da mimarı olduğu anlaşılan ilk eser, onun



cak XVII. yüzyılda ele alınacak olan hün-



Bursa'ya gelerek Osmanlı sarayının hiz-



kâr mahfili fikrinin de öncüsü olmuştur.



metine girmeden önce Ankara'da bulun-



Caminin mimari özelliklerinin yanında ona



duğu yıllarda inşa ettiği Samanpazarı



asıl şöhretini sağlayan çini kaplamaları,



semtindeki mesciddir. Bu yapı İvaz Paşa'-



bir mimar olarak Hacı İvaz Paşa'nın deko-



nın mimarlık alanındaki kabiliyetini orta-



rasyonla ileri seviyedeki ilgisini gösterir.



ya koyduğu ilk örnek olduğu gibi, son ce-



Çinici ustalarının ve nakkaşların ortaya çı-



maat mahallinde yer alan çiçek ve yap-



kardığı bu eserin asıl planlayıcısı Hacı İvaz



rak motifleriyle mescidin içinde duvarla-



Paşa'dır. Bu hususu, Yeşilcami'nin taç ka-



ra gömülü çini kâse ve tabaklar, sanatçı-



pısının iki yanındaki nişlerin üzerinde yer



nın dekorasyona ve süslemeciliğe olan il-



alan kitâbeye "râkımühû ve nâzımühû ve



gisinin de ilk örnekleri sayılmaktadır (bk.



mukanninü kavânînihî" şeklinde kaydet-



HACI İVAZ MESCİDİ).



tirmiştir. Hacı İvaz Paşa'nın bu külliye bün-



İvaz Paşa'nın Türk mimarlık tarihine geçen asıl faaliyetleri, 1402 yılından sonra ve özellikle Çelebi Sultan Mehmed dönemi eserlerinde kendini gösterir. Nitekim Bursa'yı kuşatan Karamanoğlu Mehmed Bey şehri ele geçirememesine rağmen büyük tahribata sebep olmuş, bu esnada Bursa muhafızı bulunan Hacı İvaz Paşa'nın şehri savunmada gösterdiği büyük gayretin yanı sıra daha sonra Bursa'nm imarı konusunda da etkin görev üst-



yesinde inşa ettiği ikinci yapı, Osmanlı türbe mimarisinin bir şaheseri olarak tanınan Çelebi Sultan Mehmed'e ait Yeşiltürbe'dir. Yapının zengin süslemeli ve geometrik geçmeli kapı kanatlarının üstünde yer alan beş satırlık kitâbedeki "biişâreti vezîri sâhibi't-tedbîr Hacı İvâz İbn Ahî Bâyezîd" ibaresi, yapının paşanın planlaması doğrultusunda inşa edildiğini gös-



termektedir (geniş bilgi için bk. YEŞİLCAMİ KÜLLİYESİ [Bursa]).



lenmiş, Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'-



Hacı İvaz Paşa'nın inşa ettiği önemli



daki imar faaliyetlerinde onun en büyük



bir yapı da büyük bir avlu etrafında iki kat-



yardımcısı olmuştur. İvaz Paşa, devrin en



lı ve seksen bir odalı İpek Ham'dır. Ayrıca



M İ M A R İ . Hacı İvaz Paşa, siyasî şöh-



önemli eseri olan Yeşilcami Külliyesi'nin



kendi mülkü olan bir arazi üzerinde, yapım



retinin yanında Osmanlı sanatna mimar-



hem inşaat mütevellisi hem de başmima-



masraflarını bizzat karşılayarak Bursa'nın



mühendis olarak da büyük e m e ğ i geç-



rı olarak görünmektedir. Onun mimari ve



Demirkapı semtinde Geyve Hanı'nı inşa



miş önemli bir şahsiyettir. Çelebi Sultan



dekorasyon yönünden t a m bir şaheser



etmiş ve Yeşilcami Külliyesi'nin vakfı ola-







486



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İVAZ PA$A rak hükümdara hediye etmiştir. Onun ta-



p



rafından yapıldığı kesin olarak bilinen bir diğer önemli eser, günümüzde Yunanistan sınırları içinde bulunan Dimetoka'daki Çelebi Sultan Mehmed Camii'dir (bk. DİA, VIII, 2 6 2 - 2 6 3 ) . Bu cami Hacı İvaz Paşa'nın 1419'da tasarımını yaptığı, aynı yıllarda Yeşilcami Külliyesi'nin yapımı devam ettiği için başında bizzat bulunamaması sebebiyle inşaatın yürütülmesini Togan b.



0



Abdullah adlı bir mimar vasıtasıyla gerçekleştirdiği bir yapıdır. Ancak yine de kendisini, caminin kuzey kapısı üzerinde



|



ı



malıdır. Efendisinin öldürülmesinden sonra yine Alâiyeli Koca Ebûbekir Ağa'ya intisap etti. Onun vezirlikle Cidde'ye tayininde (1721) kethüdâsı idi. Hac farizasını da bu sırada yerine getirdi. İvaz Mehmed Ağa, 25 Şâban 1143'te (5 Mart 1731) İstanbul gümrük eminliği vazifesine getirildi (BA, A . R S K , nr. 1571, s. 9). Daha sonra başbâki kulu olduğu da belir-



N



R



tilmektedir. 1733 yılı Ocağında çavuşba-



(1



şılık görevinde bulunuyordu (BA, A l i E m î rî, i. M a h m u d , nr. 65). Hekimoğlu Ali Paşa'-



D i m e t o k a ' d a k i Ç e l e b i S u l t a n M e h m e d C a m i i ' n i n kesiti



nın ilk sadâretinden azli ve Gürcü İsmâil



yer alan üç satırlık kitâbede "sanatında



Paşa'nın sadârete tayini sırasında vezir-



mahir bir üstat, mühendislerin iftihar et-



likle rikâb-ı hümâyun kaymakamlığına



tikleri, mimarların seçkini" şeklinde tak-



getirildi (12 T e m m u z 1735, B A , Atik Vüze-



dim etmekten geri durmamıştır.



râ Defteri, nr. 2, s. 40). Aynı yıl 25 Ekim'de Vidin Kalesi'nin muhafazası şartıyla Niğ-



Bu yapılar dışında Hacı İvaz Paşa'nın



dip görevden uzaklaştırılmasında, siyasî



doğrudan bânisi ve mimarı olduğu başka



sebeplerin yanı sıra inşa ettiği eserlerde



bolu sancağına tayin edildi. Bu görevde



eserler de mevcuttur. Bursa'nın İmadiye



sultanın adından çok kendi adını ön plana



iken özellikle Niş Kalesi'nin asker ve erzak



semtinde 1420 yılı dolaylarında inşa etti-ği



çıkarmasının ve kitâbelere kapıkulu hiye-



bakımından takviyesiyle buraya bir idare-



bilinen mescid, medrese ve mektep or-



rarşisi sınırlarını aşarak kendi adını met-



cinin gönderilmesi tavsiyesinde bulun-



ta ölçülerde bir külliye oluşturuyordu. Pa-



hiyelerle yazdırmasının da rolü olabilece-



duysa da sadâret kethüdâsı Osman Hâ-



şa ayrıca bu yapılara gelir sağlamak ama-



ğini kaydederler. Hacı İvaz Paşa, bir mi-



lisâ Efendi'nin Avusturya'nın ahdi bozma-



cıyla bir hanla bir çarşı yaptırmıştır. İma-



mar olarak Osmanlı mimarisinin erken dö-



yacağına dair itirazı sonucunda bu ikaz ve



diye'deki Hacı İvaz Paşa Külliyesi'nin İma-



nemine damgasını vurmuş bir şahsiyettir



tavsiyeleri dikkate alınmadı. Ancak 1737



diye (Tavukpazarı) Camii olarak da anılan



ve inşa ettiği eserlerle Türk sanatı tarihin-



Temmuzu sonlarında Avusturya ordusu



cami bölümü, hemen yakınındaki Hacı



de özel bir yere sahiptir.



İvaz Paşa (Sandıkçı) Hanı ile birlikte 19S7 yılında temellerine kadar yanmış ve daha sonraki yıllarda yeniden inşa edilmiştir. Külliyenin diğer parçalarından medrese ve mektep ise daha önce yıkılmıştı. Aynı şekilde 1957 yangınından etkilenen ve seksen dükkândan oluştuğu bilinen Hacı İvaz Paşa ( İ m a d i y e ) Çarşısı da halen mevcut değildir. Hacı İvaz Paşa'nın hayatının son yıllarında yapımıyla ilgilendiği öne sürülen bir başka mimari eser, Türkiye'nin en uzun kâgir köprüsü sayılan Trakya'da Ergene nehri üzerindeki Uzunköprü'dür. İnşasına II. Murad'ın emriyle başlanan ve ancak 1444 yılında tamamlanabilen köprünün yapımına karar verildiği yıllarda Hacı İvaz



BİBLİYOGRAFYA



Niş'i işgal edip Vidin'e doğru ilerlemeye başladı. Timok nehri üzerinde meydana



:



Memduh Turgut Koyunluoğlu, İznik ue Bursa Tarihi, Bursa 1935, s. 93-96, 123, 146, 175; Kâzım Baykal, Bursa ue Anıtları, Bursa 1950, s. 75-76, 106, 13.7-140; Süheyl Onver, Yeşil Türbesi Mihrabı, İstanbul 1951, s. 7-11; L. A. Mayer, Islamic Architects and Their Works, Geneve 1956, s. 75; İsmail Hakkı Balkas, Tarihte Ergene ue Uzunköprü, İstanbul 1958, s. 27-35; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisi II, s. 46-124, 244245, 289, 353; a.mlf., "Dimetoka'da Çelebi Sultan Mehmed Camii", VD, 111 (1956), s. 13-16; Cevdet Çulpan, Türk Taş Köprüleri, Ankara 1975, s. 98-105; Zeki Sönmez, Başlangıcından 16. Yüzyıla Kadar Anadolu Türk-İslâm Mimarisinde Sanatçılar, Ankara 1989, s. 423-451; Fr. Taeschner, "Preliminary Materials for a Dictionary of Islamic Artists", Al, V (1938), Suppl. 1, s. 5-8; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Hacı İvaz Paşa'ya Dair", TD. X/14 (1959), s. 25-58.



Paşa'nın vezirliğinin devam ettiği ve köp-



H



Z E K I SÖNMEZ



rünün kurulacağı sahayı tesbit edip ana plan şemasını belirlediği sanılmaktadır.



r



Ancak inşaatın başlamasından bir süre



kalmıştır. Köprünün korkuluk taşlarından



n



(ö. 1156/1743)



önce vezirlikten azledilmiş ve köprünün yapımında katkısı sadece fikrî düzeyde



H A C I İVAZ P A Ş A



L



Osmanlı sadrazamı.



_1



birinin üzerinde bulunan. Hacı İvaz Paşa'-



Belgrad yakınlarındaki Yagodina'da doğ-



nın adının teşhis edilmeye çalışıldığı kita-



du. Asıl adı Mehmed olup mühründe ba-



beyi yüzyıllardan beri çok aşınmış oldu-



basının adı Nâsırüddin olarak belirtilmiş-



ğundan doğru şekilde okumak mümkün



tir. 1689'daki Belgrad Seferi sırasında he-



değildir.



nüz küçük yaşta iken Alâiyeli Gül Yûsuf



gelen çarpışmada İvaz M e h m e d Paşa Avusturyalılar'ı durdurdu ( B A , MD, nr. 142, s. 291). Daha sonra 28 Ekim'de Krayova fethedildi. Bu başarıları üzerine ekim sonunda Vidin seraskerliğine getirilen İvaz Mehmed Paşa Avusturya kuvvetlerini takip ederek Fethülislâm Kalesi'ni geri almayı başardı. 1738 yılı baharında Adakale'nin kuşatmasına girişen Hacı İvaz Paşa, Mehâdiye'de baskına hazırlandığı haberini aldığı Avusturya ordusuna karşı yürüyüşe geçti. Mehâdiye Savaşı tam bir zaferle sonuçlandı. Bunun ardından yeniden Adakale'yi kuşattıysa da askerin hazırlıksız olduğunu görerek Fethülislâm'a çekildi. Fakat kendisinden habersiz kuşatmanın kaldırıldığını öğrenen Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa tarafından görevinden alındı. Çok geçmeden Avusturyalıların tekrar saldırıya geçmesi ve yeni tayin edilen seraskerin bu mevzide tutunamaması üzerine sadrazam Hacı İvaz Paşa'yı eski görevine iade etti (9 T e m m u z 1738). Bütün askerî erkânla Tuna'yı geçerek Mehâdiye Kalesi üzerine yürüyen İvaz Paşa kaleyi üçüncü defa alırken Adakale'yi de kuşattı. Adakaie 15 Ağustos'ta teslim oldu, bu arada Yenipalanka da fethedildi.



Bazı araştırmacılar, Hacı İvaz Paşa'nın



Ağa'nın hizmetine girdi. İvaz lakabıyla anıl-



Muhaliflerinin aleyhindeki çalışmalarını



11. Murad nezdinde siyasî itibarını kaybe-



ması bu hizmete veriliş şekliyle ilgili ol-



önlemek amacıyla İstanbul'a dönen Sad-



487



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI İVAZ PA$A razam Yeğen Mehmed Paşa bunu başa-



ları isyan edip esnafı ve halkı tehditle Ka-



ramayarak azledilince sadâret mührü 12



zancılardan Etmeydanı'na doğru ilerle-



Zilhicce 1151'de (23 Mart 1739) Hacı İvaz



mişler, ancak kolayca dağıtılmışlardı. Bun-



Paşa'ya gönderildi. Sadâret kaymakamı



dan iki hafta sonra alacağını isteyen bir



vezir Ahmed Paşa. 8 Nisan'da Edirne dı-



yeniçerinin borçlu yahudi tarafından zor-



şında buluştuğu İvaz Paşa'ya sancak-ı şe-



ba ilânıyla linç edilmesi olayı, bunu farklı



rifi teslim ederken yeni sadrazamın ota-



şekilde basit bir hadise olarak padişaha



ğında yapılan görüşmelerde barış girişim-



aktaran İvaz Mehmed Paşa'nın görev-



lerine güvenilmemesi ve Belgrad'ın geri



den alınması ile sonuçlandı (27 R e b î ü l -



alınmasına çalışılması kararlaştırıldı. Beigrad'a yürüyen Osmanlı ordusu, Hisarcık Boğazı'nda 22 Temmuz'da yapılan büyük çarpışmada sadrazamın gayretleriyle Avusturya kuvvetlerini bozguna uğrattı. Belgrad önlerine gelindiğinde Hotin'in ve ardından da Yaş'ın düştüğü



evvel 1 153/22 Haziran 1740). Sadrazamın azlinde son olayı iyice araştırmadan ve aslını öğrenmeden padişaha bildirmesinin, devlet işlerinde gevşek davrandığı iddialarının ve kızlar ağası Hacı Beşir Ağa'nın aleyhtar tutumunun etkili olduğu belirtilmektedir.



haberleri alındı. Buna rağmen girişilen



Hacı İvaz Paşa azledildikten sonra Mek-



kuşatmadan önce donanmanın Tuna sa-



ke şeyhülharemliği ve Habeş eyaleti ilâ-



hillerini tutması ve Hekimoğlu Ali Paşa'-



vesiyle Cidde sancağına tayin edildi. Bu-



nm da kuşatmaya katılması ordunun ce-



raya Mısır yoluyla gitmesi uygun görüldü-



saretini arttırdı. Bunun üzerine Fransa



ğünden kendisine bir kalyon sağlanıncaya



büyükelçisi M. de Villeneuve'in aracılığıy-



kadar Rodos'ta oturması bildirildi



la başlatılan barış görüşmelerinde sadra-



MD, nr. 147, s. 162, 194). Ancak İvaz Paşa,



zam Belgrad'ın hâlihazır durumu ile tesli-



daha önce Aiâiyeli Koca Ebûbekir Ağa'nın



mini şart koştu. Sonuçta, kırk güne yak-



kethüdâlığıyla bulunduğu Cidde'nin hava-



laşan kuşatmanın barış antlaşmasıyla bi-



sının kendisine yaramadığını bildirip baş-



tirilmesi kararlaştırıldı. 1 Eylül 1739'da



ka bir tarafa naklini istediğinden 31 Tem-



imzalanan ön mukaveleyle Belgrad'ın beş



muz 1740'ta kalesinin muhafazası şartıy-



güne kadar tahliyesi ve teslimi, taraflar



la Girit'te Hanya muhafızlığına gönderil-



arasında on gün içinde barış şartlarının



di. Burada beş buçuk ay kaldıktan sonra



(BA,



düzenlenmesi kabul edildi ve 7 Eylül gü-



1741 yılı Ocak ayı başlarında Selânik, Şu-



nü Belgrad tekrar geri alındı. 18 Eylül'de



bat ayı başlarında Bosna valiliğine geti-



Avusturya ile imzalanan yirmi yedi yıllık



rildi (a.y., nr. 147, s. 219, 327, 355). İki yıla



ve yirmi üç maddelik antlaşmaya göre



yakın Bosna'da bulundu; 1742 yılı Ağus-



Belgrad ve Şebeş Osmanlılar'a iade edi-



tos ayı ortalarında Karlı-ili sancağı ilâve-



lirken cephanelik, kışla, tabya gibi yeni te-



siyle Eğriboz muhafızlığına tayin edildiy-



sisler yıkılacaktı. Tlına ve Sava nehirleri



se de bu görev başkasına verildiğinden ey-



de iki devlet arasında sınır kâbul ediliyor-



lül ayı sonlarında Kandiye muhafızlığına



du (BA, HH, nr. 58471, 58472). Barış ara-



ve 16 Nisan 1743'te yeniden Hanya san-



yışlarını sürdüren Rusya ile de aynı gün



cağına nakledildi (a.y., nr. 149, s. 21, 57,



on beş maddelik bir antlaşma imzalandı.



160). Temmuz ayı başlarında da İnebahtı



Buna göre Hotin ve Yaş geri alınıyor, Azak



muhafızı oldu (a.y., nr. 150, s. 50); aynı yıl



Kalesi yıkılarak arazisi tarafsız hale getiri-



içinde vefat ederek burada defnedildi.



liyor, Rus savaş gemilerinin Azak ve Karadeniz'e girme yasağı devam ederken Büyük ve Küçük Kabartay topraklarının bağımsızlığı tanınıyordu ( B A , HH, nr. 58455,



58456-A).



BİBLİYOGRAFYA : BA, MD, nr. 142, s. 291; nr. 143, s. 172; nr. 147, s. 162, 194, 207, 219, 327, 355; nr. 149, s. 21, 57, 160; nr. 150, s. 50; BA, Tahvil Defteri, nr. 5, mükerrer s. 68; BA, Atîk Vüzerâ Defteri, nr. 2, s. 40, 43; BA, A.DVN Mühimme, nr. 950, 3. 12, 19-20; BA.A.RSK, nr. 1571, s. 9; nr. 1572, s. 95; BA, A.NŞT, nr. 1378, s. 16-17, 82; BA, HH, nr. 58455, 58456-A, 58471, 58472; BA, Ali Emîrî, I. Mahmud, nr. 65, 411, 432, 1141, 1152, 2025, 2061; BA, İbnülemin-Hariciye, nr. 1829; BA Cevdet-Hariciye, nr. 7184; 1730 Patrona İhtilâli Hakkında Bir Eser: Abdi Tarihi (nşr. Faik Reşit Unat), Ankara 1943, s. 49; Râgıb Paşa, Fethiyye-i Râgıb Paşa, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3655/11, vr. 13b-25a; Subhî, Târih, tür.yer.; a.mlf., Târîh-i Belgrad: Müzâkerât-ı Sulhiyye Târihçesi, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2100, tür.yer.; Seyyid Mehmed Hâkim. Târih, TSMK, Bağdad, nr. 231, il, vr. 344" 345b; Mustafa Münîf, Zafernâme-i Münîf: Fetihnâme-i Belgrad, TSMK, Hazine, nr. 1139, vr. 28b-36"; Musaffâ Mustafa, Sultan I. Mahmud Devri Vekâyi'nâmesi, TSMK, Revan, nr. 1324, vr. 2b-3" b, 4", 6"; Şem'dânîzâde, Müri't-teuârîh (Aktepe), I, 32, 39, 67-68, 74-84, 87-95, 97-98, 103; Hasîb Üsküdârî, Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 620, vr. 43b; Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn, s. 101; Nesih Kirmânî, Târihçe-l Osmârıî, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 1018, vr. 12", 82b; Hadikatü'l-vüzerâ, s. 65-68; Mehmed Şem'î, İlâveli Esmârü'ttevârîh maa zeyl, İstanbul 1295, s. 102; Manastır Vilâyeti Salnamesi (1308), İstanbul 1308, s. 69; Ahmed Refik |Altınay|, Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı: 1100-1200, İstanbul 1930 İstanbul 1988, s. 156; K. Mikes, Türkiye Mektubları: 1717-1758 (trc. Sadettin Karatay), Ankara 1944, II, 146, 151-153, 188; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, İV/2, s. 350-354; a.mlf., "Osmanlı Devleti Zamanında Kullanılmış Olan Bazı Mühürler Hakkında Bir Tetkik", TTK Belleten, IV/16 (1940), s. 514-515; T. Abdülbakioğlu, İvaz Mehmed Paşa (mezuniyet tezi, İ963), İÜ Ed.Fak., Tarih Seminer Kitaplığı, nr. 650, tür.yer.; Kemal Beydilli, 1790 Osmanlı-Prusya ittifakı, İstanbul 1984, s. 2; A. Z. Hertz, "The Ottoman Conquest of Ada Kale 1738", Ar.Ott., VI (1980), s. 151-210; A. H. de Groot, "Mehmed Pasha, c Iwad", E/2 (İng.), VI, 995. H



H A C I KILIÇ C A M İ !



r



n



ve M E D R E S E S İ



Kaynaklarda cesur, vefalı ve gayretli bir idareci olarak belirtilen Hacı İvaz Paşa genellikle "fâtih-i Belgrad" lakabıyla anılmak-



FIKRET SARICAOĞLU



I



Kayseri'de Sulçuklular dönemine ait külliye.



^



tadır. Sağlığında kendisine "evliya ağa" da denmiş, ölümünden birkaç yıl sonra ta-



Mevcut iki kitâbesine göre, 11. Keykâ-



Belgrad Seferi'nden başarıyla dönen



miri için açılan kabrinde cesedinin çürü-



vus'un



İvaz Mehmed Paşa i. Mahmud tarafın-



memiş olduğu görüldüğünden bu inanış



Ebü'l-Kâsım b. Ali et-Tûsî tarafından



dan iltifatla karşılandı. Ancak bir süre son-



halk arasında yaygınlaşmıştır. Oğulların-



647 (1249-50) yılında yaptırılmıştır. Kül-



ra İstanbul'da meydana gelen olaylar sad-



dan İbrâhim Beyefendi iki defa şeyhülis-



liyenin adının nereden geldiği bilinme-



razamı güç durumda bıraktı. İstanbul'da



lâmlık, Halil Paşa sadrazamlık yapmış, Ali



mekte, Hacı Kılıç'ın Ebü'l-Kâsım-ı Tûsî'-



sadrazam sarayının da etkilendiği yangın-



Bey sipahiler ağası olmuştur. Emin Beye-



nin lakabı olabileceği düşünülmektedir



lar, şiddetli kış şartlan, iâşe darlıkları u-



fendi adlı diğer bir oğlu da hâcegândan o-



mumi hoşnutsuzluğa yol açmıştı. 6 Hazi-



lan İvaz Mehmed Paşa'nın nesli "İvaz pa-



ran'da sipah pazarında bazı yeniçeri grup-



şazâdeler" olarak sürmüştür.



emriyle



Selçuklu



emirlerinden



(Gabriel, I, 52). Külliye cami ile medreseden oluşmaktadır. Her iki yapı da kesme taştan inşa



488



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI KİRÂMÎ EFENDİ meli bir bordür çevrelemektedir. Bun-



renin (ezan köşkü) çatıda iki portal ara-



ların yanı sıra mihrap duvarına üç, batı açılmıştır. Caminin içinde de dışında ol-



sında yer aldığı kabul edilebilir. Medresenin giriş eyvanının yanından çatıya çıkışı sağlayan merdiven de bu görüşü des-



duğu gibi özenli bir taş işçiliğiyle karşıla-



teklemektedir.



duvarına da iki adet mazgal



pencere



şılmaktadır. Kavsarası mukarnaslı olan



Anadolu'da, cami ve medresenin tek



mihrap nişi, geometrik örgülü yıldız geç-



yapıda birleştirilmesinin ilk örneğini teş-



melerden meydana gelmiş bir bordürle



kil eden Dânişmendliler'in Kölük Camii'n-



çevrilidir. Niş kemerinin köşe dolgula-



den sonra Hacı Kılıç Camii ve Medresesi



rındaki kaval silmelerden düğümlü geç-



daha gelişmiş bir örnektir. Fakat cami ile



m e motifi, Konya Alâeddin Camii'nin av-



medrese arasında bir bütünlük oluştur-



lu portaiindeki süslemeleri hatırlatmak-



ma isteği, bu deneme yapısının detayla-



tadır.



rında bazı aksaklıklara sebep olmuştur. BİBLİYOGRAFYA :



Caminin kuzey cephesinden üç kemer-



Halil Edhem [Eldem], Kayseri Şehri (istanbul



le medresenin avlusuna geçiş sağlanmıştır. Bu kemerlerden ortadaki, yandakilerden daha yüksektir. İki eyvanlı, avlusu revaklı tipte ve tek katlı olarak inşa edilen medrese, cami ile aynı eksen üzerinde yer almadığından kuzey-güney doğrultusunda değildir. Doğudaki giriş eyvanı ile batıdaki ana eyvan iki yapının birleştiği köHacı Kılıç C a m i i v e M e d r e s e s i - K a y s e r i



şededir. Ana eyvanın yanında kışlık ders-



1334; haz. Kemal Göde), Ankara 1982, s. 111120; A. Gabriel. Monuments turcs d'Anatolie, Paris 1931, !, 52-54, İv. VUI/2-K; Aptullah Kuran. Anadolu Medreseleri, Ankara 1969, 1, 7577; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri -Selçuklu ue Beylikler Deori /- Açık Medreseler, İstanbul 1970, s. 118-122; Gönül Öney, "Kayseri Hacı Kılıç Cami ve Külliyesi", 7TKBelleten, XXX/ 119 (1966), s. 377-387. m I®



ŞEBNEM A K A L I N



hane, doğu ve kuzey cephelerde de öğrenci odaları sıralanmaktadır. Bütün mekânlar beşik tonozla örtülü olup bunlardan



F



kışlık dershanenin tonozu diğer mekânlaredilmiş, caminin güney cephe duvar ör-



dan farklı biçimde avluya paraleldir. Oda-



güsünde devşirme malzeme de kullanıl-



larda birer ocak bulunmaktadır.



mıştır; medresenin duvarları geçirdiği onarımlarda tamamen yenilenmiş durumdadır. Yapı kompleksine destek görevi yapmak üzere caminin güneydoğu köşesinde silindir, medresenin kuzeybatı köşesinde kare prizma biçiminde iki kule bulunmaktadır.



L



H A C I KİRÂMÎ EFENDİ (1840-1909) Türk mûsikisi bestekârı ve hânende.



_J



Medresenin taçkapısı cepheden dışa



İstanbul'da Mevlevîhânekapı semtinde



taşkın ve yüksektir. Kavsarası mukar-



Rifâiyye'den Kılıççı Mehmed Efendi Der-



naslı portal nişinin cephesi, geometrik



gâhı'nda doğdu. Asıl adı Beşir olup bu is-



geçmeler ve geometrikleşmiş örgülü kû-



mi hiç kullanmadığı kaydedilir. Orta öğre-



fî yazı bordürleriyle bezenmiştir. Giriş



nimin ardından Bâb-ı Seraskerîde muhâ-



eyvanından ve cami içinden birer geçişi



sebat birinci şube mümeyyizi olarak gö-



olan cami bünyesindeki beşik tonozlu



reve başladı. Uzun yıllar devam eden bu



Cami mihrap duvarına dik beş nefe



odanın orijinal işlevi bilinmemekte, son-



görevi esnasında ayrıca birçok tekkede,



ayrılmış ve nefler, kare kesitli pâyeiere



radan 959 (1552) yılında camiyi tamir



özellikle İmrahor Tekkesi'nde müezzinlik



oturan sivri kemerli beşik tonozlarla,



ettiren Hüseyin Bey'in türbesi olarak dü-



ve zâkirlik yaptı. 1882'de surre emini Âsaf



daha yüksek olan orta nefm mihrap önü



zenlendiği görülmektedir. Külliyenin ku-



Paşa ve Abdüsselâm (Kovacı Şeyh) Tekke-



bölümü de pandantifli kubbeyle örtül-



rucusu Ebü'l-Kâsım b. Ali et-Tûsî'nin



si şeyhi Yahyâ Efendi ile birlikte hacca



müştür. Kayseri'de Ulucami ile Kölük ve



türbesi ise Tokat'tadır. Giriş cephesinin



gitti. Veliaht Mehmed Reşad Efendi'nin



Huand Hatun camilerinde de görülen bu



önüne, yakın tarihlerde yapıya bitişik ola-



müezzinbaşısı olduğu için 11. Abdülhamid



plan şeması. Hacı Kılıç Camii'nde medre-



rak inşa edilen minare kare kaideli ve si-



seyle kaynaştırılarak yeni bir deneme



lindirik gövdelidir. Kölük ve Huand Ha-



halinde uygulanmıştır.



tun camilerinde olduğu gibi özgün mina-



zamanında uzun süre etrafıyla irtibatı kesilerek yalnız başına yaşamak mecburiyetinde bırakıldığı söylenir. II. Meşrutiyet'in ilânından sonra Koska'da Dârül-



Caminin dışa taşkın ve yüksek cümle kapısı kavsarası mukarnaslı bir nişe sa-



mûsiki-i Osmânî'nin kurucuları arasında



hiptir. Taçkapı yüzeyini kuşatan



yer aldı ve öğretim kadrosuna girdi. Meh-



geo-



metrik geçmeler, Kayseri yöresi taş iş-



m e d Reşad tahta çıkınca kendisiyle olan



çiliğine özgü yüzeysel üslûpta işlenmiş-



yakınlığı sebebiyle hünkâr müezzini olma-



tir. Camiye ikinci bir giriş batı cephesin-



yı bekledi. Ancak bu görev başkasına ve-



den açılmıştır. Fazla derin olmayan sivri



rilince bazı ailevî meselelerin de yol açtığı



kemerli bir niş içindeki basık kemerli bu



ruhî buhran sonucu kendini asarak haya-



kapı bezemesizdir. Giriş cephesinde, taç-



tına son verdi. Mevlevîhânekapı'daki Bağ-



kapının iki yanında birer dikdörtgen pen-



datlı Tekkesi'nin hazîresine defnedildi.



cere yer almakta, ancak sağdakinin önü-



Hacı Kılıç



Devrinin tavır sahibi hânende ve tanbu-



nü sonradan yapılan minarenin kaidesi



Camii'nin



rîlerinden olan Kirâmî Efendi mûsikide-



kapatmaktadır. Diğer pencereyi yıldız geç-



t a ç kapısı



ki derin vukufu ile tanınmış, bestelediği



489



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI KİRÂMÎ EFENDİ Bustro köyü civarında kaçmayı başardı ve



eserler ve yetiştirdiği talebelerle kudre-



den kocası ile anlaşamayıp Avar sarayına



tini ortaya koymuştur. Mûsikiye dair ilk



sığınan annesi tarafından götürülen Mu-



Hunzak yakınlarındaki Tselmes'e yerleş-



bilgileri Hacı Fâik Bey'den aldı. Daha son-



rad burada akranı Avar prensiyle



bera-



ti. Kısa bir müddet sonra Hamzat'a karşı



ra Eğrikapı yakınlarında açmış olduğu



ber büyüdü. On dört yaşında evlendi. İlk



giriştiği hareketlerden dolayı affedilmesi



meşkhânede Bolâhenk Nûri Bey'den, ay-



ciddi savaş tecrübesini. Şubat 1830'da



için Şeyh Şâmil'e bir mektup gönderdi.



rıca TanbûrîAli Efendi, Nâfıa Nâzın Ferid



Kafkaslar'da Ruslar'a karşı cihad eden



Şeyh Şâmil isteğini kabul ederek kendi-



Bey ve Suyolcuzâde Sâlih Efendi'den çe-



Şeyh Gazi Muhammed'in Hunzak'a saldı-



sini Avaristan'a nâib tayin etti ( O c a k 1841).



şitli eserler meşketti. Sesinin pestçe ol-



rısı sırasında yaşadı. Avar hanının ölü-



Bu arada General Klegenau Hacı Murad'ı



duğu ve Hacı Ârif Bey'in sesine benzedi-



münden sonra idareyi ele alan karısı Ba-



kazanmaya çalıştıysa da başarılı olama-



ği söylenmektedir. Tekkelerdeki zâkirlik,



hu Bike'nin Ruslar'la iyi geçinmek iste-



dı. Bunun üzerine 2000 kişilik bir Rus bir-



durakçılık ve müezzinliği dışında fasılcılı-



mesi üzerine, büyük bölümünü ele ge-



liği Hunzak'tan Tselmes'e yürüdü (17 Ş u -



ğı iie de meşhur olan Hacı Kirâmî Efendi



çirdiği Hunzak'ı almak için harekete ge-



bat 1841). Rus kumandan General Baku-



Taşkasap'taki bir kahvehanede düzenli



çen Gazi Muhammed şiddetli bir dire-



nin'in ağır yaralandığı çarpışmalarda Rus-



nişle karşılaştı; birçok ölü ve yaralı bıra-



lar geri çekilmek zorunda kaldılar. Hacı



şekilde mûsiki meşketmiştir. Yetiştirdiği pek çok talebe arasında Hâfız Kemal, Hâfız Sâmi, Ahmet Avni Konuk, Mustafa Nezihi Albayrak, Suphi Ziya Özbekkan, Lemi Atlı, Fahri Kopuz, Abdülkâdir Töre, Âmâ Hâfız Hasan, Bahriyeli Şahap, Kanünî Hacı Ârif Bey ve Zeki Ârif Ataergin sayılabilir. Hacı Kirâmî Efendi'nin eserlerinden bir beste, bir ilâhi ve beş şarkının günümüze ulaştığı tesbit edilmiştir. BIBLIYOGRAFYA : Ergun, Antoloji, II, 467-468, 622, 632; Canlı Tarihler: Lem'i Atlı. Hatıraları, İstanbul 1947, s. 100; Ali Rıza Sağman, Meşhur Hafız Sami Merhum, İstanbul 1947, s. 131; İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 186; Bedii Seruer Reunakoğlu'nun Notları, Divan Edebiyatı Müzesi Ktp., nr. 182 (dosya); Mustafa Rona, Yirminci Yüzyıl Türk Musikisi, İstanbul 1970, s. 10-11; Mehmet Nazmi Özalp, Türk Musikisi Tarihi, Ankara, ts. (TRT Müzik Dairesi Başkanlığı Yayını), I, 89, 267; ıı, 13, 18, 28-29, 30; Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Hümayun ue Surre Alayları, Ankara 1991, s. 75; Sermet Muhtar Alus, İstanbul Yazıları, İstanbul 1994, s. 202-203; a.mlf., İstanbul Kazan Ben Kepçe, İstanbul 1995, s. 106; a.mlf., "Geçmiş Günlerin Hususi Hanendelerinden", TMD, sy. 10 (1948), s. 6; Rıdvan Lâle, "Üstad ve Maruf Bestekâr Zeki Ârif Bey", a.e., sy. 35 (1950), s. 9, 16; Hayri Yenigün, "Hacı Kirâmi Efendi", Musiki ue Nota Mecmuası, sy. 23 (1971), s. 21; Alâeddin Yavaşça, "Zeki Arif Ataergin-, II", Kök Dergisi, sy. 8, İstanbul 1981, s. 6; Vural Sözer, Müzik ue Müzisyenler Ansiklopedisi, İstanbul 1964, s. 166; Öztuna, BTMA, I, 446; Nuri Özcan, "Dârül-mûsiki-i Osmanî", DİA, Vııı, 553. G Nurİ özcAN



HACI MURAD



r



n



(1812-1852) Kuzey Kafkasya'da Ruslar'a karşı istiklâl mücadelesi veren Şeyh Şâmil'in en meşhur naibi. ^



karak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu çar-



Murad babasıyla iki kardeşinin öldüğü,



pışmada Bahu Bike'nin yanında yer alan



kendisinin de yaralandığı bu savaştan



Murad, Avarlar'ın Ruslar'a bağlılığını gös-



sonra Tioh'a giderek faaliyetlerine orada



termek için Gazi Muhammed'in mürid-



devam etti. 29 Kasım 1841'de Şeyh Şâ-



lerinin savaş alanında bıraktıkları bayrak



mil'in Avaristan seferine katıldı ve Rus-



ve flamaları toplayarak Tiflis'e gönderdi.



lar'a karşı girişilen mücadelede onun ya-



Gazi Muhammed'in Ruslar tarafından öl-



nında yer



dürülmesinden sonra (29 E k i m 1832) onun



tan'daki bütün Rus kaleleri ele geçirildi.



aldı.



Hunzak hariç



Avaris-



yerine geçen Hamzat, 25 Ağustos 1834'-



1846'da Kabartay bölgesine yönelik akın-



t e Hunzak'ı ele geçirip Bahu Bike'yi ve



lara da katılan Hacı Murad, Terek ırmağı



oğullarını öldürttü. Hacı Murad, Avar



kıyısında büyük bir Rus ordusunu boz-



prenslerini ortadan kaldırdıktan sonra ül-



guna uğrattıktan sonra Dağıstan'a dön-



kede tütün ve içki yasağı koyan, tütün



dü. Gimri'den hareketle Dağıstan'ın mer-



içtikleri için kendilerine de hakaret eden



kezi Temirhanşura'yı bastı, Rus garnizo-



Hamzat'ı ağabeyi Osman'la birlikte öl-



nunda yirmi askeri öldürdü. Ardından



dürmeye karar verdi. Hamzat'ı öldüren



Mehtule Hanlığı'nın merkezi Cengutay'a



Osman aynı anda yakalanıp katledildi (1



baskın düzenleyerek eski düşmanı Ah(Aralık



E k i m 1834). Hamzat'ın öldürülmesinden



med Han'ın dul karısını kaçırdı



cesaret alan Hunzak halkı Hacı Murad'ın



1846). Gergebil köyünde bulunduğu sıra-



etrafında toplandı. Hacı Murad Hamzat'-



da Rus ordusunun saldırısına uğradı ( H a -



ın müridlerini kılıçtan geçirerek Hunzak'-



z i r a n 1848); yoğun top ateşi altında 1000



ta duruma hâkim oldu.



kadar kayıp verdikten sonra geri çekilmek zorunda kaldı.



Daha sonra Avar hanlığına Mehtule Hanı Ahmed Han'ın getirilmesi Hacı Mu-



Hacı Murad'ın 1849'da küçük bir süva-



rad'ın hoşuna gitmedi. Hacı Murad Rus-



ri birliğiyle Temirhanşura'yı yeniden bas-



lar'ın Ahmed Han'a gösterdiği itibarı kıs-



ması onun Kafkasya'daki ününü daha da



kanırken Ahmed Han da cesaretiyle şöh-



arttırdı. Ocak-Şubat



ret kazanan Hacı Murad'ı kıskanıyordu.



otoritesini kabul ettirmek için Said Ab-



Öte yandan Hamzat'ın yerine geçen Şeyh



dullah ile birlikte Aşağı Çeçenistan'ın Yu-



1850'de, Şâmil'in



Şâmil'in gücü gittikçe artıyordu. Ahmed



karı Şunca bölgesine iki defa akın yap-



Han Ruslar'a, Şâmil tehlikesine karşı Hun-



tıysa da beklenen sonucu alamadı. Aynı



zak'a bir askerî garnizonun yerleştiril-



yıl içinde Doğu Gürcistan'a da bir akın



mesini teklif etti. Bunun üzerine Ruslar



düzenleyerek küçük Babaratminskaya Ka-



1837 yılı yazında Avaristan'a bir sefer dü-



lesi'ni ele geçirdi. Temmuz 1851'de Şeyh



zenlediler. Ahmed Han bu fırsattan isti-



Şâmil tarafından Hazar kıyılarındaki Kay-



fade ederek Hacı Murad'ın gizlice Şeyh Şâ-



tak ve Tabasaran halkını Ruslar'a karşı



mil'le ilişkide bulunduğuna dair Ruslar'a



ayaklandırmakla görevlendirildi. 500 ada-



şikâyette bulununca Rus garnizonu ku-



mıyla Çoha'dan (Chokha) hareket ederek



mandanı Lazeryef Hacı Murad'ı tutuk-



14 Temmuz'da Derbend ile Temirhanşura



Kuzey Kafkasya'da (Dağıstan) Avar Han-



ladı (13 K a s ı m 1840). Rus Generali Glege-



arasındaki Boynak'a (Buynak / Buinaki) gir-



lığı'nın merkezi Hunzak (Hunzafı) şehri ya-



nau. Hacı Murad'ın sorgulanmak üzere



di. Ertesi gün Karakaytak'ı geçerek Ta-



kınlarındaki Zai köyünde doğdu. Babası



Temirhanşura'ya getirilmesini emretti.



basaran'a ulaştı. Tarku Şemhali'nin kar-



Hitinav Mahomat (Küçük Muhammed),



Hunzak'ta on gün kadar bir topa zincir-



deşi Şahveli'yi öldürüp karısıyla çocukla-



annesi Fadimat'tır. Avar hanlarının ço-



lenmiş halde kaldıktan sonra Temirhan-



rını kaçırması bölge halkının tepkisine yol



cuklarına sütanneliği yapan ve bu yüz-



şura'ya doğru yola çıkarılan Hacı Murad



açtı ve Şâmil'e kadar ulaşan şikâyetlere



490



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI MÛSÂ CAMİİ sebep oldu. Ruslar 29 Temmuz 1851'de Kuyurih (Kuiarykh) yakınlarında Hacı Murad kuvvetlerine saldırdılar; bu saldırıdan Hacı Murad ve adamları kaçarak kurtulabildiler. Hacı Murad, General Argu-



tinsky'nin Kuşni'ye (Ghozhni / Khoshni) hücumu üzerine Avaristan'a çekildi (6 A ğ u s t o s 1851). Onun Avaristan'a dönmesinin hemen ardından Tabasaran'dan



gelen



bir heyet Şeyh Şâmil'e, Hacı Murad'ın bu bölgedeki hareketlerinden şikâyetçi olduklarını bildirdi. Bu olay Şâmil ile Hacı Murad'ın arasının açılmasına sebep oldu. Hacı Murad, oğlu Gazi Muhammed'i halef seçmesi dolayısıyla Şâmil'i eleştirmeye başladı. Şeyh Şâmil'in birçok zaferini kendisine borçlu olduğunu söyleyince Şeyh Şâmil muhaliflerinin de etkisiyle onu nâib-



maya karar verdi ve atla yaptığı bir akşam gezintisinde dört arkadaşıyla birlikt e kaçtı. Ancak Nuha'daki Rus kuvvetleri



H A C I M Û S Â CAMİİ Ankara'da XV. yüzyıla ait cami.



kumandanı Albay Korganof'un takibi sonucunda kıstırılarak arkadaşlarıyla bir-



L



likte öldürüldü (5 Mayıs 1852). Cesedi Nuha'ya getirilip halka gösterildi. Bir rivayete göre İlisu'da veya Kuzey Azerbay-



çükgelin sokaklarının kesiştiği köşede bu-



can'daki Kıpçak köyünde toprağa verildi. Kesik başı, Tiflis'te bulunan Kafkasya ge-



linmeyen yapının kitâbesindeki tarihi Mü-



nel valisi Prens Vorontsofa gönderildi. Prens Vorontsof un Hacı Murad'ın kesik başını görünce. "Yaşadığı gibi cesurca öl-



Konyalı 895 (1489-90), Gönül Öney ise 865



J



Demirtaş mahallesinde, Eskiyol ile Külunmaktadır. Yapılış tarihi kesin olarak bibârek Galib 825 (1422), İbrahim Hakkı (1460-61) olarak tesbit etmiştir. Kitâbede yapının Seyfeddin b. el-Hâc Mûsâ tara-



dü" dediği. Şeyh Şâmil'in de onun ölümünden sonra imzasını sol eliyle atmaya



fından yaptırıldığı bildirilir. Gönül Öney ca-



başladığı, sebebi sorulduğunda "Sağ kolum kırıldı" cevabını verdiği kaydedilir.



memekte, yapıya XVI1-XVI11. yüzyıl tarih-



minin XV. yüzyıl yapısı olduğunu kabul etlemesini yakıştırarak kitâbenin daha eski



yayılmaya başladı. Bunun üzerine Şeyh Şâ-



Hacı Murad'ın kızından olma torunu 1914 yılında Azerbaycan'a gelerek dedesinin defnedildiği yeri tahmini olarak belirledi ve üzerine bir mezar taşı koydu. Bu mezar taşı günümüzde Azerbaycan Tarih Müzesi'ndedir. Âzerî bilim adamları, 1957'de onun Tengit köyü yakınlarındaki kabrinin yerini kesin olarak tesbit ettiler. Hacı Murad'ın sefer nişanı, bayrağı, seccadesi, testisi, sefer yemek takımı ve ölümünden bir süre önce çekilmiş bir fotoğrafı Dağıstan Müzesi'nde korunmaktadır. Ünlü Rus yazarı L. N. Tolstoy, Hacı Murad



mil Çeçenistan'ın Avturi (Avtiri / Avtur) kö-



(trc. Cüneyd Emiroğlu, İstanbul 1972) adlı



ve caminin mimari karakterine uymayan



yünde nâibleriyle gizli bir toplantı yapa-



eserinde onun hayatını romanlaştırmıştır.



bir mahfil katı eklenmiştir.



likten azlederek yerine Avar hânedanının uzak bir akrabası olan Feth Ali'yi getirdi. Ayrıca mallarının müsâdere edilmesini emretti. Hacı Murad çeşitli akınlarda ele geçirdiği ganimeti teslim ederken kendi malını vermek istemedi. Durum silâhlı çatışma noktasına gelmek üzere iken geçici bir uzlaşmaya varıldı. Ancak bu arada Hacı Murad'ın elindekilerin hepsini kılıçla kazandığını, Şâmil'in bunları kılıçla geri alabileceğini söylediği şeklinde rivayetler



rak Hacı Murad'ı hiyanetle suçladı, nâibler meclisi de daha sonra gıyabında onu ölüme mahkûm etti. Hacı Murad, bir söylentiye göre toplantıya katılan bir nâibin uyarısı üzerine Vodveezhenskoye



(Chak-



heri) Kalesi'ne giderek Ruslar'a sığındı (25 K a s ı m 1851). Kale kumandanı Prens Vorontsof onu derhal Tiflis'e gönderdi. Bir rivayete göre ise Hacı Murad, karısının doğum yeri olan Aşağı Çeçenistan'daki Gehi köyüne giderken Şâmil'in emriyle Feth Ali'nin adamlarının sürekli ateş tâcizi altında girdiği ormanlık alanda yolunu kaybederek Rus askerlerinin eline düşmüş, bir esir muamelesi g ö r m e m e k için de gönüllü olarak Ruslar'a teslim olduğunu söylemişti. Hacı Murad'ın Şeyh Şâmil ile danışıklı bir şekilde Ruslar'a teslim olduğuna dair bazı görüşler de vardır. Tiflis'te Ruslar'ın gözetimi altında yaşamaya başlayan Hacı Murad, bir ara ailesini kurtarmak amacıyla Grozni'ye gittiyse de daha sonra Tiflis'e geri döndü. General Dolgorokof un Dağıstan'daki birliklerine katılmasına izin verilinceye kadar Nuha'ya (Nuka) gönderilmesini istedi. Bir sü-



BİBLİYOGRAFYA : Mirza Hasan Efendi, Âsâr-ı Dağıstan, Bakü 1903, s. 199-200, 208-210; İsmail Berkok, Tarihte Kafkasya, İstanbul 1958, s. 486-487; Şerafettin Erel, Dağıstan oe Dağıstanlılar, İstanbul 1961, s. 154-156; J. Sh. Curtiss, TheRussian Army ünder Nicholas I: 1825-1855, Duke University 1965, s. 164-167; Tarık Mümtaz Göztepe, Dağıstan Arslanı İmam Şamil, İstanbul 1971, s. 358-378; L. Blanch, Cennetin Kılıçları (trc. izzet Kantemir), İstanbul 1978, s. 237-249; Muhammed Hamid, imam Shamil: The First Müslim Guerilla Leader, Lahor 1979, s. 112126; M. Gammer. Shamil and the Müslim Resistanceto the Russian Conquest of the biorth Eastern Caucasus (doktora tezi, 1989), London School of Economics and Political Science, (Jniversity of London, s. 53, 65-66, 114-119, 129131, 154-158, 165, 194-197; J. F. Baddely, Rusların Kafkasya'yı İstilâsı ue Şeyh Şamil (trc. Sedat Özden), İstanbul 1989, s. 247, 272, 277, 282, 334-348, 398-401, 408-419; Kadircan Kaflı. "Hacı Murad", Resimli Tarih Mecmuası, sy. 21, İstanbul 1951, s. 993-996; Ahmet Canbek Havjoko, "Hacı Murad", Birleşik Kafkasya Dergisi, sy. 5, İstanbul 1965, s. 16-21; M. Rasih Savaş, "Efsaneleşen Kahraman Hacı Murad Yazısı Üzerine", Kuzey Kafkasya Dergisi, 1/7, İstanbul 1971, s. 1921; Ğunokue C. Özbay, "Hacı Murad", a.e., sy. 58 (1980), s. 8-13; "Hacı Murad", TA, XVIII, 280; "Hacı Murad", Azerbaycan Souyet Ansiklopedisi, Bakü 1987, X, 145.



re Nuha'da kaldı. Dağ hayatına ve ailesine duyduğu özlemin artması üzerine kaç-



MUSTAFA



BUDAK



bir binadan alınıp buraya yerleştirilmiş olabileceğini ileri sürmektedir. Fakat camideki klasik döneme işaret eden ayrıntı ve süslemeler bu görüşe katılmaya imkân vermez. Hacı Mûsâ Camii'nde kapının yanında bulunan ikinci bir kitâbe, yapının 1342 (1923-24) yılında evkaf idaresi tarafından tamir edildiğini bildirmektedir. Halen görülen üç kemerli son cemaat yerinin bu tamir sırasında ilâve edildiği kabul edilir. Buranın üstüne, üç pencereden ışık alan



Ankara'daki pek çok ibadet yeri gibi Hacı Mûsâ Camii de uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahiptir. İki pâyeye oturan üç sivri kemerli bir son cemaat yeri ile dışa açılan bina kesme taştan bir temel üzerine kerpiçten yapılmıştır. Üstünü kiremit kaplanmış ahşap bir çatı örter. Mimarisinin sadeliğine karşı Hacı Mûsâ Camii'nin oldukça zengin tezyinat unsurları vardır. Ahşap tavan karelere bölünmüş olup bunların köşelerindeki küçük parçaların üstleri birer çiçek motifiyle bezenmiştir. Bu pasalı tavanın kare panolarının her birinin içinde birer rozet bulunur. Tavanın etrafını ise klasik üslûpta renkli nakışlarla tezyin edilmiş bir kenar suyu çevreler. Ancak bu nakışların altında daha eskilerinin bulunduğu ve bugün görülenlerin g e ç bir d ö n e m e ait olduğu ileri sürülmektedir. T^van göbeği altıgen biçiminde renkli nakışlı üç çerçeve ile sınırlanmış, içinde geçmeli daireler halinde şebeke motifi işlenmiştir. Harime açılan girişin ahşap kapı kanatlan kendi türünde Türk sanatının en muhteşem örneklerindendir. Bu kanatların üst kısımlarında oyma olarak birer yazı, esas panoda ise çok girift



491 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI MÛSÂ CAMİİ rûmîlerden meydana gelen oyma süsle-



ğer bilmez idarecilerin kurbanı olarak cad-



m e görülür.



de genişletilmesi gerekçesiyle bazı kısım-



Caminin mihrabı alçı bezemelerle zen-



larını kaybetmiştir.



ginleştirilmiştir. Mukarnasiı nişin içinde-



Hacı Özbek Camii, aralarında tuğla ha-



ki panolar ve kavsaranın üstündeki yüzey



tıllar olmak üzere taştan karma malze-



klasik üslûpta kabartmalarla doldurul-



m e ile inşa edilmiştir. Caminin yapımın-



muştur. Üç şeritle çerçevelenmiş mihra-



da erken Osmanlı Türk yapı sanatında



bın etrafında güzel bir hatla yazılmış keli-



çok kullanılan, taşların aralarına dikine



me-i tevhidden başka birçok alçı kabart-



tuğla konulması tekniği uygulanmış, ke-



ma motif görülür.



merlerde son dönem Bizans yapı sanatın-



Hacı Ö z b e k Camii'nin planı



Hacı Mûsâ Camii'nin ahşap ve alçıdan



da yaygın olan bir küfeki taşı arasına üç



yapılmış süslemelerinden başka son de-



tuğla konulması suretiyle meydana geti-



rünüm almıştır. Girişin yeri değiştirilmiş



rece değerli yine ahşaptan bir de minberi



rilen örgü kullanılmıştır. Bu da bu İslâm



ve orijinal giriş pencere haline dönüştü-



vardır. Bazı parçaları, bu arada külâh kıs-



yapılarında yerli Bizanslı duvarcı ustala-



rülmüştür. Kitâbesi de bu esas yerinden



mı yenilenmiş olmakla beraber yan ka-



rının çalıştığını gösterir.



sökülerek mihrabın sağındaki pencere i-



natları ahşap geçmeli olarak yapılmış,



Cami kare planlı, içten ölçüleri yaklaşık 7,50 m. kadar olan bir ibadethânedir. İlk yapıldığında yanları duvarlarla kapatılmış, iki mermer sütuna dayanan ve üç kemerle dışarıya açılan bir son cemaat yerine sahipti. Fakat sokak genişletme gerekçesiyle bu orijinal son cemaat yeri şuursuzca ortadan kaldırılmıştır. 1935'li yıllarda henüz duran bu iki sütunlu son cemaat yeri ve üstü kısmen aynalı, kısmen beşik tonoz örtülü kâgir son cemaat yeri yıktırıldıktan sonra caminin başka bir cephesine uydurma bir son c e m a a t yeri inşa edilmiştir.



çine konulmuştur. A. Sâim Ülgen'in ma-



merdiven korkulukları da oymalarla süslenmiştir. Bütün bu süslemeleri XVI1-XVII1. yüzyıllara bağlamak isteyenlerin görüşlerine katılmak mümkün değildir. Caminin, son cemaat yerinin yan duvarına bitişik olan minaresinin kürsü ile pabuç kısımları kesme taştan, gövdesi tuğladan yapılmıştır. Bunun da geç dönemlerde yenilendiği anlaşılmaktadır. BİBLİYOGRAFYA : Mübârek Galib, Ankara Mescidleri ve Camileri, İstanbul 1341, s. 32-33; a.mlf., Ankara II: Kitabeler, İstanbul 1928, s. 24; Gönül Öney, Ankara'da Türk Devri Dini ve Sosyal Yapıları, Ankara 1971, s. 70-72, rs. 148-156, plan s. 366, nr. 36; a.mlf., "Anadolu Selçuklu ve Beylikler Devri Ahşap Teknikleri", STY, III (1970), s. 141-142; Türkiyede Vakıf Abideler ve Eserler, Ankara 1972,1, 368-370; İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, Ankara 1978, s. 47-48. H



SEMAVI E Y Î C E



P



H A C I Ö Z B E K CAMİİ



^



^



iznik'te XVI. yüzyılda yapılmış cami.



^



Şehrin Lefkekapısı'na giden ana caddenin kenarında, Eşrefoğiu Rûmî Külliyesi'nin hizasındadır. Üç satırlık kitâbesine göre Hacı Özbek b. Mehmed tarafın-



Hacı Özbek Camii'nin son cemaat yerine açılan ve yanda olan bir kapısı ile diğer iki cephesinde çifte penceresi vardır. Kapıya g ö r e ana eksen üzerinde değil yan duvarda olan mihrap esas biçimini kaybetmiştir. Üstü kiremit örtülü olan kubbe, eski bir fotoğraftan dört penceresi olduğu anlaşılan yüksekçe bir kasnağa oturur. Yakın tarihlerdeki tamirde biri hariç bu pencereler kapatılmış ve izleri de yok edilmiştir. On iki köşeli bu kasnağa harim mekânının karesinden geçiş "Türk baklavaları" denilen mimari unsurlarla sağlanmıştır. Caminin revakı kaldırıldıktan sonra dış mimarisi eskisinden çok değişik bir gö-



kalesinde adı geçen ve burada yayımlanan bir desenden, ayna taşının bir Bizans korkuluk levhası olduğu görülen camiye bitişik çeşmeden de ortada bir şey kalmamıştır. Türk sanat tarihi bakımından öncü durumundaki bu mimari eserin, esas biçimine ve duvar tekniğine uygun şekilde restore edilmeyişi yanında İznik kasabası içinde yapıya tarihî önemine uygun bir yer verilmeyişi de büyük bir kayıptır. BİBLİYOGRAFYA : Memduh Turgut Koyunluoğlu, İznik ve Bursa Tarihi, Bursa 1935, s. 162; K. Otto-Dorn, Das Islamlsche iznik, Berlin 1941, s. 15-18, Iv. 4-5, rs. 5; İznik, İstanbul 1943, s. 29, rs. 19; Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi I, s. 163-167, rs. 222231; a.mlf., "Orhan Gazi Devrinde Mi'mârî", ACI İlâhiyat Fakültesi Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, Ankara 1956, s. 119;Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami, Ankara 1964, s. 8-12; S. Yıldız Ötüken v.dğr., Türkiye'de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, Ankara 1985, IV, 204-206; Semavi Eyice, İznik, Tarihçesi ve Eski Eserleri, İstanbul 1988, s. 35; C. Gurlitt, "Die islamitischen Bauten von Isnik", OA, 111(191213), s. 57-58; A. Sâim Olgen, "İznik'de Türk Eserleri", VD, 1/1 (1938), s. 55-56, rs. 10-11 (Osmanlı döneminin kitâbeli ilk mimari eseri olduğundan Hacı Özbek Camii bilhassa Osmanlı sana-tına dair bütün yayınlarda yer alır; burada on-lara atıf yapılmamıştır), r—ı IFFIL SEMAVİ E Y İ C E



dan 734 (1333-34) yılında inşa ettirilen yapı, kitâbesi mevcut en eski Osmanlı



HACI P A Ş A



F



eseri olma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca bütün mimari özellikleriyle Türk yapısı olduğunu açıkça belli eden Hacı Özbek Camii'nin aslında bir Bizans kilisesi olduğu



n



(ö. 827/1424 [?]) Hacı Ö z b e k Camii - iznik / Bursa



Anadolu'nun İbn Sînâ'sı diye anılan hekim, kelâm âlimi ve müfessir.



yolundaki iddia vaktiyle İznik Rumları tarafından uydurulmuş bir söylentiden iba-



Esas adı Celâleddin Hızır olup 740'tan



rettir. Fetihten iki üç yıl sonra yapılarak



(1339) sonra doğduğu tahmin edilmek-



İznik'e müslüman Türklüğün ilk damga-



tedir. Aslen Konyalı olan Celâleddin Hızır,



sını vuran bu küçük eser, Kurtuluş Savaşı



tahsil için Mısır'a giderek Kahire'deki Şey-



günlerinde Rumlar'ın Türk eserlerine kar-



hûniyye Medresesi'nde ünlü Hanefî faki-



şı gösterdikleri inanılmaz tahrip hıncını at-



hi Ekmeleddin el-Bâbertî'den dinî ve aklî



latmıştı. Fakat 1950'li yıllara gelinceye ka-



ilimleri okumuş, keskin zekâsı ve çalış-



dar her tarafı boş arazi olan İznik'te de-



kanlığı ile hocasının takdirini kazanmış-



492 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI PAŞA tır (Taşköprizâde, eş-Şekâ'ik, s. 52). Buradaki başarılarıyla Anadolu'da da ismini duyurmuş, Anadolu'dan okumak için Mısır'a gelen Molla Fenârî, şair Ahmedî, Bedreddin Simâvî ve Müeyyed b. Abdülmü'min gibi kişiler ondan yakınlık görmüşlerdir. Hacı Paşa'nın ders arkadaşlarından biri de Seyyid Şerîf el-Cürcânî'dir (Halil b. İs-



mail, s. 20-23; Taşköprizâde, eş-Şe-kâ'ik, s. 48, 50). Hacı Paşa ve arkadaşlarının aklî ilimlerde hocaları olarak gösterilen mantıkçı Mübârek Şah (Taşköprizâde, eş-Şekâ'ik,



s. 52; a.mlf., Miftâhu's-sa'âde, 11, 288;



tib Çelebi, Süllemü'l-vuşûl, vr. 90a), 768'-



den (1367) sonra Memlükler'in tablhâne nâzırlığını yapan ve 778'de (1377) el-Melikü'l-Eşref in hac kafilesinde bulunan Emîr Seyfeddin Mübârek Şah et-Tâzî (ö. 780/



1378) olmalıdır (İbn Kâdî Şühbe, 111, 297, 510, 585). Çünkü Hacı Paşa ile arkadaşlarına Kahire'de yardım eden ve onları beraberinde hacca götüren kişi ondan baş-



rinin önsözünde yer alan, "Bu şerhi, şârihin kitaba yazdığı notlarla ve ders sırasında kendisinden dinlenmiş takrirlerle de süsledim" ifadesinden Kutbüddin etTahtânî'nin eserini bizzat ondan okuduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Hacı Paşa'nın ve Seyyid Şerifin, Mısır'a gitmeden önce Şam'daki Zâhiriyye Medresesi'nde Kutbüddin et-Tahtânî'den ders okumuş olmaları daha doğru bir tahmindir.



Kahire'de öğrenciliği sırasında tutulduğu ağır bir hastalık Hacı Paşa'yı tıpla meşgul olmaya şevketti. Dinî ilim tahsili Kâyanında tıp kitapları okuyarak ve Cemâleddin İbnü'ş-Şevbekî gibi hekimlerin bilgi ve tecrübelerinden istifade ederek kendini tıp sahasında da yetiştirince, Şifâ'ü'l-eskâm adlı eserinin mukaddimesinde bizzat belirttiği gibi el-Melikü'1-Mansûr Kalavun Bîmâristânı'nda tabiplik yapmaya başladı.



Onun tıp mesleğine yönelmesinde, öğrenciliği sırasında yardımını gördüğü Aykası değildir (Halil b. İsmâil, s. 24-25; Taşdınoğlu îsâ Bey'in teşviklerinin de etkili köprizâde, eş-Şeka"ik, s. 50, a.mlf., Mifta-olduğu söylenebilir. 1332 yılında Birgi'yi hu's-sa'âde, II, 288). Ancak Kahire'de zaziyaret eden İbn Battûta, Aydınoğlu Mehman zaman sıkıntıya düştüğü eserlerinmed Bey'in bir yahudi tabibine gösterdiden anlaşılan Hacı Paşa'nın onun adını ği büyük itibarın saray erkânıyla müslühiç zikretmemesi ve orada yazdığı ilk iki man âlimleri rahatsız ettiğini haber verkitabını ne ona ne bir başka destekçisine diğine göre (Rihle, s. 302), ilme ve özelithaf etmemesi dikkat çekicidir. Hacı Palikle tıbba büyük önem vermiş bir hâneşa'nın bir eseriyle aynı adı taşıdığı için yandanın mensubu olarak îsâ Bey'in bu teşlışlıkla onun sanılan Şerhu Tavâlici'l-enviki o günkü şartların da bir gereğiydi. vâr adlı kitabın (Hacı Selim Ağa Ktp., nr. Taşköprizâde'nin, "Mısır bîmâristânı ona 628, 629, 631; Süleymaniye Ktp., Şehid havale edildi ve Hacı Paşa burayı çok güzel idare etti" ifadesinden (eş-Şekâ'ik, s. Ali Paşa, nr. 1658; bk. Ünver, s. 9) dîbâce52) onun bu hastahanede başhekimlik sinde adı geçen vezir Şehâbeddin Mübâyaptığı anlaşılıyorsa da başka kaynaklar, rek Şah ise başka bir kişidir; çünkü bu kibu bîmâristânın başhekimleri arasında tap aslında Şerîf Burhâneddin el-İbrî'ye Celâleddin Hızır b. Ali adında birinden bah(ö. 743/1343) aittir. Taşköprizâde, mansetmemektedir. Kendisi de bu konuda tıkçı Mübârek Şah'ı Kutbüddin et-Tahtâbilgi vermediğine göre Taşköprizâde'nin nî'nin (ö. 766/1364) öğrencisi ve Kahire'bu ifadesi mübalağalı kabul edilmelidir. de müderris olarak tanıtmaktadır (Miftâc hu's~sa âde, 1, 299; II, 191-192, 288); fa- Fakat tıp alanındaki ehliyetini 771 (1370) yılında yazdığı iki kitapla ispat ettikten kat tarihçi İbn Kâdî Şühbe, Mübârek Şah sonra adı geçen hastahanede uzunca bir hakkında bu bilgiyi vermez. 763'te (1362) müddet hekimlik yaptığı muhakkaktır. Şam'a gidip ömrünün sonuna kadar orada ders verdiği bilinen Kutbüddin et-Tah-



tânfnin (İbn Kâdî Şühbe, III, 267-268; İbn Hacer, IV, 339; İbn Tağrîberdî, XI, 87; Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde, I, 298299), kendisinden ilim okumak isteyen Seyyid Şerife yaşlandığı gerekçesiyle ders veremeyeceğini söyleyip onu Şîraz'dan Mısır'daki öğrencisi Mübârek Şah'a gönderdiği yolundaki bilgiyi de doğru kabul etmek güçtür. Bunlardan anlaşıldığına göre Mübârek Şah müderris olmadığı gibi onların hocası da değildir. Halbuki Hacı Paşa'nın Şerhu Levâmfi'l-esrâr adlı ese-



zır, îsâ Bey tarafından Ayasuiuk kadılığına tayin edildi. Bundan sonra taşımaya başladığı Hacı Paşa unvanının kendisine Aydınoğulları'nın bir teveccühü olarak verildiği tahmin edilmekte (Ünver, s. 4), onun da bu lakabı çok sevdiği isminin yerine dahi kullanmasından (MecmaVl-enuâfm mu-



kaddimesi, vr. l b ; Tuhfetü'i-ebrâr'm ferâğ kaydı, vr. 324b) anlaşılmaktadır.



Kadılık görevi yanında Ayasuiuk ve Birgi medreselerinde hocalık, sarayda hekimlik yapan Hacı Paşa'nın bir Türk hekimi olarak hükümdardan ve saray erkânından çok itibar gördüğü ve halk tarafından sevildiği muhakkaktır. Onun Aydın ilinde telif ettiği bilinen yedi eserinde Aydınî nisbesini kullanmasından dolayı Aydınlı olduğu sanılmıştır (bk. T a ş k ö p r i -



zâde, eş-Şekâ'ik, s. 52). Kitâbü's-Scfâde ve'l-ikbâl adlı eserini yazdığı 800 (1398) yılında Ayasuluk'ta görevi başındaydı. Fakat aynı yıl içinde istinsah edilmiş bir Şifâ'ü'l-esköm nüs-



hasında (Konya Müzesi Ktp., nr. 6358) Konevî nisbesiyle anılmasına dayanarak îsâ Bey'in ölümünden sonra Aydınoğlu Beyliği'ndeki siyasî karışıklıklar yüzünden bu yıl sonlarında Konya'ya gittiği söylenebilir. Bundan sonraki hayatının uzunca bir dönemi hakkında daha az bilgi bulunmaktadır. Bu dönem içerisinde Konya'da istinsah etmeye başlayıp 29 Safer 818'de (10 Mayıs 1415) tamamladığı, hocası Ekmeleddin el-Bâbertî'nin Tuhfetü'l-ebrâr fî şerhi Meşâriki'l-erıvâr adlı



eserinin (Beyazıt Devlet Ktp., nr. 1132) ferâğ kaydında ve son kitabı olan M e c ma'u'l-erıvâr fî cemfi'l-esrâr adlı Kur'an tefsirinin mukaddimesinde kendisini Hacı Paşa b. Hoca Ali b. Murâd b. Hoca Ali b. Hüsâmeddin el-Konevî diye tanıtması onun aslen Konyalı olduğunun ke-



Hacı P a ş a ' n ı n m e z a r ı - B i r g i /



izmir



Hacı Paşa daha sonra Mısır'daki işini bırakıp Anadolu'ya gelmiştir. Bu gelişin sebebi, Anadolu'daki ilk görev yeri olan Ayasuluk'ta (Selçuk) yazdığı ve Aydınoğlu îsâ Bey'e ithaf ettiği Şerhu TavûlFi'lenvârve Şifâ'ü'l-eskâm adlı kitaplarının mukaddimelerinde, "îsâ Bey'in büyük himaye ve yardımlarıyla ilim tahsil ederek neşvünemâ bulduktan sonra yine onun devletinde şeref ve kabule mazhar olduğu" yolundaki ifadelerinden anlaşıldığına göre hâmisinden aldığı davettir. Bu davet üzerine Aydın iline giden Celâleddin Hı-



493 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI PAŞA sin bir delilidir (Hediyyetü'l-'ârifın, I, 345; Ünver, s. 3). En büyük eseri olan tefsirini II. Murad'ın tahta çıkışından (824/1421) sonra yazmaya başlayıp ona ithaf ettikten sonra çok sevdiği ilim beldesi Birgi'ye geri döndüğü anlaşılan Hacı Paşa kısa bir müddet sonra burada vefat etmiştir. Ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Süheyl Ünver, ne olduğunu açıklamadığı son buluşlarına göre onun 827 (1424) yılı civarında vefat ettiğine dair kanaatini belirtir (Hekim Konyalı Hacı Paşa, s. 31, 79). Hacı Paşa'nın Birgi'de Hıdırlık mevkiinde bulunan mezarının üstüne 1935'te mermerden bir âbide yapılmıştır. Eserleri. Daha çok tıp sahasındaki eserleriyle tanınan Hacı Paşa tefsir, kelâm ve mantık konularında da değerli çalışmalar yapmış, iki Türkçe tıp kitabı dışında kalan eserlerinin tamamını Arapça yazmıştır. 1. et-Tecâlîm fî 'ilmi't-tıb. Kahire'de telif ettiği bu ilk çalışmasını 7 Receb 771 (4 Şubat 1370) günü Emîr Şeyho Medresesi'nde tamamlamıştır. Önsözünde Hipokrat, Câlînûs, İbn Sînâ, Necîbüddin es-Semerkandî ve Alâeddin Ali b. Ebü'l-Hazm el-Karşî (İbnü'n-Neffs) gibi meşhur hekimlerin eserlerinden derlediği bilgilere hocalarının ve kendisinin tecrübelerini de ilâve ederek yazdığını söylediği bu kitabı dört bölüm halinde düzenlemiştir. Tıbbın esaslarından bahseden birinci bölümün ilk kısmında nazarî, ikincisinde uygulamalı tıp bilgileri verilir.



Hacı P a ş a ' n ı n



et-Te'âlim



lî'ilmi't-tıb



adlı e s e r i n i n ilk s a y -



f a s ı (Süleymaniye Ktp., Turhan Vâlide Sultan, nr. 258/1)



»SLiGsjiıhiiiı^^ıi^



üJa



ı&'J' JuŞHt



H a c ı P a ş a ' n ı n Şifa'ü'l-eskam



ue deuâ'û'l-âtâm



a d i l e s e r i n i n m ü e l l i f h a t t ı n ü s h a s ı n d a n ilk iki s a y f a ( T S M K , III. Ahmed, nr.



2070)



İkinci bölümün birinci kısmında yiyecek içeceklerden, ikinci kısmında basit ve birleşik ilâçlardan, üçüncü bölümde baştan ayağa kadar bütün organların hastalıkla-rı ile sebep, belirti ve tedavilerinden, dördüncü bölümde bir organa mahsus olmayan genel hastalıklardan bahsedilir. Müellif, kitabına "Vasiyyet" başlığını taşıyan bir sonsöz ekleyerek hekimlere dikkat etmeleri gereken hususlar ve hekimlik ahlâkı konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Eserin biri Süleymaniye Kütüp-



hanesi'nde (Turhan Vâlide Sultan, nr. 258/ 1, m ü e l l i f hattı), diğeri Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde (III. A h m e d , nr. 1947) muhafaza edilen iki nüshası bulunmaktadır. 2. el-Ferîde fî zikri'l-ağziyeti'l-müfîde. Tıbba dair pratik bilgiler içeren bir el kitabı olarak hazırlanan ve 20 Receb 771'de (17 Şubat 1370) Kahire'de Emîr Şeyho Hankahı'nda tamamlanan eser öncekinin özetidir. Üç bölüm halinde düzenlenmiş olup birinci bölümde tıp hakkında genel bilgiler verilir; ikincisinde yiyecek içecek ve ilâçların özelliklerinden, üçüncüsünde hastalıklarla sebep, belirti ve tedavilerinden bahsedilir. Kitabın bilinen tek nüshası yine müellif hattı olarak Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir (Turhan



Vâlide Sultan, nr. 258/2). 3. Şifa'ü'l-esUMUMU



•İUrtJ



kam ve devâ'ü'l-âlâm. Şifâ-yı Hâcı Paşa ve Kânûn-ı Hâcı Paşa adlarıyla da tanınan kitap. Aydın ilinde yazdığı tıp ko-



nusundaki en önemli eseri olup Anadolu Türk hekimleri arasında büyük ün yapmıştır. Bu konuda öğrencilerinden şair ve hekim Sinan Paşa bir methiye yazdığı gibi, Nev'îzâde Yahyâ Efendi Netâicü'lfünûn'unda (vr. 47) ve Ayaşlı Hekim Şâbân-ı Şifâî Şi/âiyye'sinde (vr. 3a, 15a b) bu-



na şahitlik etmektedirler (Ünver, s. 41-42). Hacı Paşa, Kahire'deki çalışmaları sırasında tıp literatürünü gözden geçirip özetlediği bilgilere hocalarının ve kendisinin tecrübe ve buluşlarını da ilâve ederek yazdığı bu eseri 782 yılının Ramazan ayı sonunda (Aralık 1380) Ayasuluk'ta tamamlamış ve Aydınoğlu îsâ Bey'e ithaf etmiştir. Kendi el yazısıyla olan nüsha Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır (III. A h m e d , nr. 2070). Sinan Paşa da yazdığı methiyeyi bu nüshaya eklemiştir. Eser Câlînûs ve İbn Sînâ yöntemiyle telif edilerek dört makale halinde düzenlenmiştir. Birinci makalede nazarî ve amelî tıp bilgileri verilir. Yiyecek içeceklerle basit ve birleşik ilâçlara ayrılan ikinci makalenin tamamı İbnü'l-Baytâr'ın el-Câmic li-müfredâti'l-edviye'sinden alınmış gibidir. Üçüncü makalede bütün organlara ârız olabilen hastalıkların, dördüncü makalede genel hastalıkların sebep, belirti ve tedavilerinden bahsedilir. Kendi içinde beş baba ayrılan dördüncü makalenin birinci babında ateşli hastalıklar, ikincisinde verem ve cüzzam, üçüncüsünde kırık, çıkık



494



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI PAŞA ve burkulmalarla çeşitli sebeplerden oluşan yaralar ele alınmıştır. Dördüncü babda bedenin görünen kısımlarının güzelliği ve temizliğiyle bunların korunması anlatılır. Beşinci babın konusu ise zehirler ve panzehirlerdir. Kitap, ölülerin muhafazası için bir tür mumyalama usulü hakkında açıklamalar ve deontolojik tavsiyelerle sona erer. Şifâ'ü'l-eskâm'm en önemli özelliği, içindeki bilgilerin açık ifadelerle verilmiş ve bu arada gereksiz ayrıntılardan kaçınılmış olmasıdır (Ünver, s. 45). Çok sayıda yazması bulunan eserin ( B r o c k e l m a n n , GAL, II, 302) İstanbul kütüphanelerindeki yirmiden fazla nüsha-



I®,



Celâleddin b. Mahmûd el-Alâî tarafından 810 yılının Zilhicce (Mayıs 1408) ayı başında istinsah edilen bir nüshasını gördüğünü haber verir ve eserin aynı yılda telif edilmiş olduğuna dair kanaatini belirtir (Hekim Konyalı Hacı Paşa, s. 31). Ayrıca daha birçok yazması bulunan eserin Sü-



£



leymaniye (Lâleli, nr. 1621, 1622; Fâtih, nr. 3543, 3544), Hacı Selim Ağa (Hüdâî Efendi, nr. 1739) ve Millet (Ali Emîrî, Tıp, J l ^ j a ^ ^ p U ^ o ^ ö T ^ j JLCİ



sından ikisi (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3667; Râgıb Paşa Ktp., nr. 956), Hacı Paşa'nın öğrencilerinden Yûsuf b. Muhammed b. Osman tarafından müellif hayatta iken istinsah edilmiştir. Bazı nüshalarda kitabın geniş bir fihristi de bulunmaktadır; bunların en güzeli ve belki de en eskisi otuz yedi sayfa olup Ebü'n-Nebât lakaplı Mustafa b. Muhammed b. Ayâsuluğî tarafından 903'te (1497) istinsah edilen nüshanın (İÜ Ktp., AY, nr. 3244) baş tarafındadır. Ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki üç nüshanın ( Y e n i c a m i , nr.



"



v^^^l^^^v^lİViûCdi



dadır (nr. 60; bk. Ünver, s. 34-36). 8. MecH a c ı P a ş a ' n ı n Kitâbü's-Sa'âde



ue'l-ikbâl



adlı e s e r i n i n ilk



s a y f a s ı ( T S M K , 111. A h m e d , nr. 2 0 5 0 )



920, 921; Reîsülküttâb Mustafa Efendi, nr. 731) baş tarafında da ilmî ve tarihî değeri olan birer fihrist bulunmaktadır. 4. el-Uşûlü'l-hamse. Kaynaklarda adı geçmeyen eser Süheyl Ünver tarafından ortaya çıkarılmıştır. Sağlığı korumak, mizacı düzeltmek ve başlıca hastalıkları ilâçla tedavi etmek için gerekli bilgileri veren kitap Ayasuluk'ta yazılmıştır. 788'de (1386) Süleyman b. Muhammed el-Konevî tarafından istinsah edilen tek nüshası Manisa İl Halk Kütüphanesi'ndedir (Ünver, s. 57). S. Kitâbü's-Sa'âde ve'likbâl. Ayasuluk'ta kadı iken 800 (1398) yılında Şifâ'ü'l-eskâm ı özetleyerek meydana getirdiği bu eser el-Kümmiyyü'lCelâlîve Künnâşetü'l-Celâl diye de tanınır (Keşfü'z-zunûn, 11, 1511; Osmanlı Müellifleri, III, 213). Kitabın planı Şifâ'ü'leskâm'm aynıdır; fakat bilgiler yaklaşık üçte bir oranında özetlenmiştir. Manisa İl Halk Kütüphanesi'ndeki iki nüshadan ( n r 1786, 1787) birincisi, eserin telif edildiği yıl Gıyâseddin Muhammed b. Abdüssamed b. Ali el-İsfahânî (Ünver, s. 55), Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde-



ki bir nüsha ise (İli. Ahmed, nr. 2050) 3 Cemâziyelâhir 912'de (21 Ekim 1506) II. Bayezid'in mütalaası için Abdullah b. Murad tarafından istinsah edilmiştir. Eserin Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde iki (nr.



4203; Veliyyüddin Efendi, nr. 2536), Sü-



nr. 61) kütüphanelerindeki nüshaları tarih bakımından en eskileridir. Eser, II. Bayezid devri tabiplerinden Sabuncuoğlu Şerefeddin'in öğrencisi Muhyiddin Me-hî tarafından manzum hale getirilmiştir. Onun 16 Muharrem 872 (17 Ağustos 1467) tarihinde tamamlayıp M üfîd diye adlandırdığı bu çalışma Nazm-ı Teshil adıyla da tanınmış olup Sabuncuoğlu'nun istinsah ettiği sanılan bir nüshası Ankara'da Millî Eğitim Bakanlığı Genel Kitaplığı'n-



leymaniye ( L â l e l i , nr. 1648), Nuruosmaniye (nr. 3063) ve Bursa İl Halk ( H a r a ç ç ı oğlu, nr. 1151) kütüphaneleriyle Manches-



macu'l-envâr fî cemî'i'l-esrâr. Kur'ân-ı Kerîm'in geniş bir tefsiri olup Hacı Paşa'nın en büyük çalışmasıdır. II. Murad'a ithaf ettiği (yk. bk.) ve on cildini tamamladığı bilinen eser, ilim ve âlimlerin önemine dair âyet ve hadisleri toplayan bir dîbâce ile başlamakta, daha sonra tefsire geçmektedir. Hacı Paşa hakkında yapılan araştırmalarda bu eserin yalnızca



ter'de (lohn Rylands Library, nr. 815) birer nüshası daha vardır. Kitâbü's-Sa'âde 913'te (1507) Türkçe'ye çevrilerek II. Bayezid'e sunulmuştur. Tercümenin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunmaktadır ( H a m i d i y e , nr. 1011). 6. Müntehab-ı Şifâ. Bazı nüshalarda Şifâ-yı Müntehab diye adlandırıldığı görülen kitap, müellifin yine Şifâ'ü'leskam'dan aynı planda yaptığı Türkçe bir özettir. Anadolu'da yazılmış ilk Türkçe tıp kitaplarından olan bu çalışma, diğer Türkçe kitabı Teshil ile (aş. bk.) muhteva bakımından benzerlik gösterir; fakat ondan daha önemlidir. Üç bölümden oluşan eserin birinci bölümünde iki bab halinde nazarî ve amelî tıp bilgileri verilir; ikinci bölümde yiyecek içecek ve ilâçlar, üçüncü bölümde hastalıklarla sebepleri, teşhis ve tedavi yolları anlatılır. Birçok nüshası bulunan eser, Zafer Önler tarafından yapılan bir araştırma ile birlikte Latin harfleriyle yayımlanmıştır ( A n k a r a 1990). 7. Teshil. Müntehab-ı Şifâ ile aynı tertip üzere yazılmakla birlikte ona göre biraz yüzeyseldir ve ayrıca bazı düzen değişiklikleri de gösterir. Süheyl Ünver, Hali! Edhem Arda'nın özel koleksiyonunda



Hacı P a ş a ' n ı n Mecma'u'l-enuâr



fîcemfn-esrâradh



tefsi-



r i n i n I. C i l d i n i n ilk s a y f a s ı ( S ü l e y m a n i y e K t p . , C â r u l l a h Efendi, nr. 9 4 )



495



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HACI PAŞA birinci ve ikinci cüzlerini kapsayan ilk cildinin zamanımıza ulaştığı belirtilmiştir



(Ünver, s. 63-65); Kâtib Çelebi de son cildini görmediği için eserden "çok ciltli, büyük tefsir" diye bahseder (Keşfü'z-zunûn., 11, 1598-1599). Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunan 1. cilt ( C â r u l l a h E f e n di, nr. 94) Kur'ân-ı Kerîm'in başından Âl-i İmrân sûresinin 91. âyetinin sonuna kadarki kısmın, yani yaklaşık ilk dört cüzün tefsirini, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde mevcut X. cilt de (AY, nr. 1794) Sebe' sûresinin başından Fussılet sûresinin sonuna kadarki kısmın tefsirini ihtiva etmektedir. 9. Şerhu esrâr fî şerhi Metâlfi'l-envâr.



Levâmfi'lSirâced-



din el-Urmevî'nin mantık konusundaki ünlü eseri Metâlihı'l-envâr'm Kutbüddin et-Tahtânî tarafından yapılmış şerhi olan Levâmicu'l-esrâr üzerine hâşiye mahiyetinde bir çalışmadır; Kâtib Çelebi, 784'te (1382) yazıldığını bildirir (Keşfü'zzunûn, II, 716). Mukaddimesindeki ifadesinden eseri, bizzat müellifinden okuyup aldığı notlan kendi şerhine ekleyerek yazdığı anlaşılan Hacı Paşa bu sebeple Kutbüddin et-Tâhtânî'nin öğrencisi olmalıdır. Kitabın İstanbul'da tesbit edilen dört nüshasından ikisi Süleymaniye



Kütüphanesi'nde (Mahmud Paşa, nr. 315; E r z i n c a n , nr. 86), diğerleri ise Beyazıt Devlet (nr. 3075/2) ve Râgıb Paşa (nr. 891) kütüphanelerinde bulunmaktadır. 10.



Hacı P a ş a ' n ı n Şerhu



Tauâli'i'l-enuâr



fi 'ilmi'l-kelâm



—Çı^lC,^ l i j İJJJU I-UJCJ



^



e^'ıjfLjy.0^1 U,l Ljüi^b^l^pii &



Uo)Jtfiü lil)>)>



frta



Şerhu Tavâlfi'l-erıvâr fî Hlmi'l-keiâm. Kâdî Beyzâvî'nin kelâm ilmine dair Tavâlihı'l-erıvâr adlı eserinin şerhi olup ismi yerine son cümlesinde geçen "Mesâlikü'l-keiâm fî mesâili'l-kelâm" ibaresiyle de anılır (Keşfü'z-zunûn, II, 1116). 781 yılı Saferinin (Mayıs 1 3 7 9 ) başlarında bitirilmiş ve Aydınoğiu îsâ Bey'e ithaf edilmiştir. Muhtemelen müellif tarafından yazılmış, 25 Zilkade 783 - 30 Rebîülâhir 784



(10 Şubat - 13 Temmuz 1382) tarihleri arasında huzurunda okunmuş bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir (Fâtih, nr.



3053). Ayrıca Millet (Ali Emîrî, Arapça, nr. 1272), Edirne Selimiye (nr. 1013) ve Amasya Beyazıt (nr. 571/2) kütüphanelerinde de birer nüshası bulunmaktadır (yk. bk.). Bunlardan başka basur hastalığına dair Risâle-i Bevâsîr ve insan organlarının seğirmelerinden çıkarılan tıbbî mânalarla ilgili İhtilâcnâme adlı Türkçe iki küçük risâlenin Hacı Paşa'ya ait olduğu ileri sürüimekteyse de ( Ü n v e r , s. 37) bunu doğrulayacak kesin deliller bulunmamaktadır. Kitâbü De'bi'ş-şâlihîn adlı Arapça bir eser ise Hacı Paşa'nın şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet makamları hakkında söylediği bir sözün izahı olması açısından onunla ilgilidir. Öğrencilerinden biri tarafından bir itiraza cevap niteliğinde hazırlandığı anlaşılan bu eserin nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'nde bulunmak-



tadır (Nurbânû Sultan, nr. 79/2).



a d l ı e s e r i n i n ilk v e s o n s a y f a l a n (Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 3 0 5 3 )



ıj^j,



ı'iZlltfiu'JLli'bL/Vtlti



fCK«&MHftfOMII«MlV mfHium â/âjfMlfffl'^ !««(»&(ÎVfffffi ttv,ıntn4ı«iiHnr£:tnlhmımc t&VpUtı#. Ctıınfıwit;



E b û Bekir fî



Jy K^y^j^J y



tahkiki'l-mebâhiş ue't-te'uîl



y^id i fi W



,.



0J



^ .-j^ai^li (i • --^o» di-j^Gc^^^îc^Jİİ -Şs •ÛJ v^^i-Jv m J^ı



el-Haddâd'ın Keşfü't-tenzîl



Cçcu^^



iî j j ü-ül^-iVc^



^i



U jtJ: lİSJ



^^



(i



-i li'ı



adlı



eserinin III. c i l d i n i n



o't&öi^ii/ife^ı.'ii ^ a s - ı c i r ^ d ü v i ç j s



J «C. ^Jiçjjl O j (^İJ



ilk iki s a y f a s ı (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 190)



552



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



Îİ,



C^v^l'



j



JjejC^Uİ^iİJj



HADDÂDÎ



Tuhfetü'l-lebîb



doğmuş olması veya demircilik yapması



şerhedilmiştir



1323; Kahire 1322; Delhi 1327; Lahor



sebebiyle Haddâdî nisbesini almış ola-



1328). 3. Sirâcü'z-zalâm



bedrü't-ta-



bileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır



m â m . Müellifin hocalarından Hâmilî'nin



(Haddâdî, el-Medhal, nâşirin mukaddi-



1332). 18. Râtibü'l-Kutb



el-



Eseri Alevî b. Ahmed b. Hasan



Haddâd.



Bâ Alevî Buğyetü evrâd



sındaki Kümis bölgesinde



yımlanmıştır ( İ s t a n b u l 1301, 1306, 1314,



bı-şerhi



adıyla



miyyeti'l-Habîb (Kahire



hâc'm muhtasarı olup iki cilt halinde ya-



Lâ-



Ebû Bekir b. Semît tara-



tü'l-cilmiyye. fından



ehli'î-Hbâdeti



ve'l-



Ali b. A h m e d b.



ve'l-fevâ'id,



Abdullah Bâ Sûdân da



Zahîretü'l-me'âd



adıyla şerhetmişlerdir [a.g.e., 11, 566).



kirâm



âli



Ebi



'Alevî



(baskı



yeri



yok|,



1402/



1982, II, 396-401; Abdullah b. Muhammed elKindî, Rihletü'l-eşuâkı'l-kauiyye ilâ mevâtıni's-sâdeti'l-'Aleuiyye



(Abdullah



m e d es-Sekkâf, Ta'iîkât



i ç i n d e ) , Ibaskı yeri yok|,



b.



Muham-



1405; Murâdî, Silkü'd-dürer, III, 91-93; Serkîs, Mu'cem, I, 189-190, 517, 1032; II, 1352; Brockelmann, GAL, II, 537; Suppi., II, 388, 566; Ziriklî, el-A'lâm, IV, 240; Kehhâle, Mu'cemü'lmü'ellifın, VI, 85; Habeşî, Fikrü'l-İslâmî fı'lYemen, s. 328-329; a.mlf.. Fihristi mahtûtâti ba'zi'l-mektebâti'l-hâşşa fı'l-Yemen, London 1994, s. 112, 157, 170-171, 182; M. îsâ Sâlihiyye, el-Mu'cemü'ş-şâmil li't-türâşi'l-'Arabiyyi'l-matbû', Kahire 1993, II, 167-168. H



r



MUSTAFA ÇAĞRICI



n



H A D D A D , E b û Bekir (ilösdl J%JÎ)



zuhrü'l-



mukledî



m e s i , s. 17). Ancak İbnü'l-Cezerî'nin bir



adlı manzumesinin



şerhidir



yerde onu Ebû Nasr el-Haddâd şeklinde



(Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 195, Lâleli, nr. 1051; ayrıca bk. Brockelmann, GAL 1, 646). 4.



en-Nûrü'l-müstenîr.



Hanefî fakihi. Yemen'de Zebîd'in bir köyü olan Abbâ-



diye'de doğdu. Haddâdî nisbesiyle de anılır. Babasından, ayrıca Ali b. Nûh, Ali b. Ömer el-Alevî ve Ebû Bekir b. Ali el-Hâmilî'den ders okudu. Kendisi de Zebîd'de birçok ilim adamı yetiştirdi. el-'A



kikul-Ye-



eserlerinin yirmi cildi bulduğunu kaydeder. Haddâd 6 Cemâziyelevvel 800'de (25 Ocak 1398) Zebîd'de v e f a t etti ve orada



şer-



I, 761). S. Keşfü't-tenzîl



tahkiki'l-mebâhiş



ve't-te'vîl.







Kur'ân-ı



Kerîm'in bir tefsiridir ( S ü l e y m a n i y e K t p . ,



985). Şevkânî, bu eserin kendi çağında Tefsîrü '1-Haddâd



diye meşhur olduğu-



nu yazmaktadır. 6. Şerhu



Kitâbi'n-Nafa-



kât (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3729/29). 7. Şerhu luğa.



Kaydi'l-evâbid



fi'l-



İsmâil b. İbrâhim er-Rabaî'nin ka-



sidesinin şerhidir (Keşfü'z-zunûn, II, 1367). 8. er-Rahîku'l-mahtûm. dü'l-evâbid



Fıkha dair Kay-



adlı eserin şerhidir



(a.g.e.,



Ali b. Hasan el-Hazrecî, el-'Uküdü'l-lü' lü'iyye(nşr. M. BesyûnîAsel), Kahire 1329-32/191114; II, 296, 316; Keşfü'z-zunûn, I, 446; II, 1367, 1488, 1631, 1868; Şevkânî, el-Bedrü't-tâli', 1, 166; Serkîs, Mu'cem, I, 746; Brockelmann, GAL, 1, 183; II, 241; Suppi, I, 296, 646, 761; II, 250, 985; îzâhu'l-meknûn, II, 7; Hediyyetü'l-'ârifin, I, 235; Ziriklî, el-A'lâm, II, 42-43; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'ellifın, III, 67; Sezgin, GAS, 1, 454; Habeşî, el-Fıkrü'l-İslâmî fi'l-Yemen, s. 208214; Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, İstanbul 1990, s. 89; el-tSâmûsü'l-İslâmî, II, 51. EBÛBEKIR SIFIL



r L



r



rak meydana getirdiği kitaba



Ebû Yahyâ Muhammed b. Süleyman elHayyât'ın derslerine katıldı ve ondan kıyarak Kur'ân-ı Kerîm'i defalarca hatmetti. Bu müddet zarfında Ebü'l-Kâsım Muhammed b. Muhammed el-Füstâtî, Ebû Saîd Ca'fer b. Muhammed es-Sahtiyânî gibi âlimlerden de faydalandı. 361 (972) yılında Mekke'de Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed ei-Belhî'den İbn Kesîr kıraatini okudu. Haddâdî Bağdat'ta Ebû Hafs el-Kettârâfî, Ebû Amr el-Ezdî, İbn Hayyeveyh Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Allâf ve en-Nâsih



ve'l-mensûh'un



müellifi Hi-



betullah b. Selâme gibi âlimlerden başta kıraat olmak üzere tefsir, Arap dili ve edebiyatı dersleri aldı. 372'de (982) Basra'da Ebû Bekir Ahmed eş-Şezâî'den Bezzî'nin rivayetini okudu. Kûfe'de Ebû Abdullah Ca'fer b. Muhammed el-Herevî ve Nîşâbur'da İbn Mihrân en-Nîsâbûrî'den ders aldı. Bunlardan başka Ebû Bekir Muhammed b. Ali'den Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'ın muhtelif kıraatlerini ve Halef b. Hişâm el-Bezzâr'ın tercih ettiği kıraati,



H A D D A D , Ebû H a f s (bk. EBÛ HAFS el-HADDÂD).



j



HADDADI



Kıraat, tefsir, Arap dili ve edebiyatı âlimi.



Ebû Ya'küb ed-DımaşkTden Ebû Ubeyd'in Fezâ'ilü'l-Kur'ânını,



Muhammed b. Ha-



san el-Kâdî'den İbn Kuteybe'nin bü'l-hadîş'ini,



Garî-



Halîl b. Ahmed el-Kâdî'-



den Ebû Hanîfe'nin el-Müsned'inı



Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed b. Ahmed el-Haddâdî es-Semerkandî (ö. 400/1010'dan sonra) L



kaynakların verdiği bilgiye göre müellif,



nî, Ebü'l-Kâsım ed-Darîr, Ebû Saîd es-SÎ-



BİBLİYOGRAFYA :



tib Çelebi, Birgivî'nin bu kitabı muteber



med b. İkbâl, eserdeki tekrarları çıkara-



fi'l-kırâ'âti's-



adlı eserinden nakilde bulunan



râat-i seb'ayı muhtelif rivayetleriyle oku-



yaptığı şerh olup



II, 1631). Ahmed b. Muham-



Haddâdî'nin el-Gunye sebc



B r o c k e l m a n n , GAL, II, 241; Suppi, II, 250,



sekiz cilttir (yazma nüshaları için bk. Brockelmann, GAL, I, 183; Sezgin, I, 454). Kâ-



fü'z-zunûn,



kuvvetlendirmektedir.



yirmi yıla yakın bir süre Semerkant'ta



Kudû-



olmayan eserlerden saydığını söyler (Keş-



II,



Ayasofya, nr. 190, Fâtih, nr. 396, 397, Esad Efendi, nr. 150, Lâleli, nr. 154, Süleymaniye, nr. 125, Musallâ Medresesi, nr. I9I0/II, Çorlulu Ali Paşa, nr. 29; ayrıca bk.



(tsolösdl)



rî'nin el-Muhtaşar'ına



(a.g.e.,



meşgul olması sebebiyle aldığı ihtimalini



hidir (a.g.e.,



defnedildi. Eserleri. 1. es-Sirâcü'l-vehhâc.



el-Haddâd şeklinde vermesi



daki Manzûmetü'n-Nesefiyye'smm



medî, Yemenli âlimlerden Hanefî mezhedâd olduğunu söyler. Şevkânî de onun



I, 556), bir yer-



de de oğlunun ismini Nasr b. Ebû Nasr 400), Haddâdî'nin bu nisbeyi demircilikle



mânî'nin müellifi Abdullah b. Ali ed-Dabine dair en çok eser veren kişinin Had-



anması (Gâyetü'n-nihâye,



Necmeddin en-Nesefî'nin hilâf konusun-



II, 1367).



Radıyyüddîn Ebû Bekr b. Alî b. Muhammed el-Haddâd (ö. 800/1398)



L



ve



fıkha dair Dürrü'l-mühtedî



Suppi,



BİBLİYOGRAFYA : Abdullah b. Alevî el-Haddâd, ed-Dürrü'l-manzûm li-zevi'l-'ukül ue'l-fühûm, Kahire 1302; Şillî, el-Meşra'u'r-reuî fi menâkıbi's-sâdeti'l-



ve



Haddâde'de



oku-



du. Ebû Sa'd Abdurrahman b. Muhammed el-İdrîsî ve İbn Mencûye el-İsfahânî'den hadis dersleri aldı. Muhtemelen Semerkant'ta vefat eden Haddâdî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilin_1



360'lı (971) yıllarda ilim tahsil ettiğine



memekte, ancak 400 (1010) yıllarında hayatta olduğu kaydedilmektedir.



el-Bahrü'z-



dair kaynaklarda yer alan bilgiler dikkate



Birçok âlimden istifade ederek kendini



zâhir adını vermiştir (a.e., II, 1631). 2. ei-



alınırsa IV. (X.) yüzyılın ikinci çeyreğinde



yetiştiren Haddâdî kıraat ilminde Semer-



Cevheretü



doğduğu söylenebilir. Rey ile Nîşâbur ara-



kant'ın şeyhülkurrâsı olarak tanınmış.



'n-neyyiıe.



es-Sirâcü



'1-veh-



553



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



HADDÂDÎ tefsir, Arap dili ve edebiyatı, hadis ve fı-



ve tefsir ilmine giriş diye takdim ettiği



kıh sahalarında da meşhur olmuştur. Ay-



bu eserini oğlu Muhammed



rıca zâhid bir kişi olduğu belirtilir.



lah'a ve bütün müslümanlara hediye, Al-



Haddâdî'nin talebeleri arasında sadece oğulları Ebü'I-Feth Nasr ile Muhammed Ni'metullah'ın isimleri zikredilir. Büyük oğlu Nasr babası gibi kıraat ilminde kendini yetiştirmiş, Semerkant'ta meşhur kıraat âlimlerinden Ebü'l-Kâsım elHüzelî'nin de aralarında bulunduğu birçok talebeye ders vermiştir. Eserleri. 1. el-Mûdıh



Ni'metul-



lah'ın kitabını yanlış yorumlayıp inkâra kalkışan sapık mezheplere karşı bir reddiye olarak kaleme aldığını söyler. Eserinde Arap dili, tefsir ve belâgat kurallarını açıklayan müellif, "bab" başlığı altında verdiği bilgileri birçok âyetle, bazı Selef âlimlerinin ve Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ,



likle Câhiliye şiirinden beyitlerle teyit et-



Haddâdî'nin, Kur'an'dan altmış iki sûreyi



mektedir. el-Medhal,



ele alarak bu sûrelerde geçen garib ke-



hem de konuları ele alış biçimi bakımın-



limeleri açıkladığı, açıklamalarını diğer



dan İbn Kuteybe'nin Te\îlü



âyetler ve şiirlerle delillendirdiği muhta-



Kur'ârı'ı



sar bir eserdir. Kitapta ayrıca bazı keli-



de İbn Kuteybe'nin tesirleri görülmek-



melerin nahiv tahlilleri yapılmış ve kulla-



tedir. Safvân Adnân Dâvûdî eseri bir giriş



nılışları örneklerle gösterilmiştir. Eser, Saf-



ve fihristlerle birlikte neşretmiştir



vân Adnân Dâvûdî tarafından



el-Mûdıh



maşk 1408/1988). 3. el-Ğunye



fi'l-kı-



(Dımaşk



râ'âti's-seb\



İbnü'l-Cezerî'nin



el-Gun-



fi't-tefsîr



adıyla neşredilmiştir



1408/1988). Z. el-Medhal Kitâbillâhi



li-Hlmi



t e'âlâ. Haddâdî,



tefsiri



el-Mûdıh'-



tan sonra kaleme aldığı (el-Medhal, s. 51)



Haddâdî, el-Medhal li-Hlmi tefsiri Kitâbillâhi te'âlâ(nşr. Safvân Adnân Dâvûdî), Dımaşk 1408/ 1988, nâşirin mukaddimesi, s. 17-26, ayrıca bk. s. 51, 99, 600; a.mlf., el-Mûdıh fi't-tefsîr (nşr. Safvân Adnân Dâvûdî), Dımaşk 1408/1988, nâşirin mukaddimesi, s. 10-12; İbn Mektûm, Zeylû'l-Kurrâ'i'l-kibâr (Zehebî, Ma'rifetü'l-kurrâ' |nşr. M. Seyyid Câdelhak] içinde). Kahire 1969, 11. 604-606; İbnü'l-Cezerî, Câyetü'n-nihâye, 1, 50, 105, 145, 198, 414, 556, 587; II, 149, 158, 258,335,400. r-,



Ahfeş el-Evsat, İbn Kuteybe, Müberred, Zeccâc gibi dilcilerin görüşleriyle ve özel-



liAlmi'l-Kur'ân.



BİBLİYOGRAFYA:



İM



r



tü'n-nihâye,



HADDÂDİYYE



hem yazılış amacı



(iiilIsJ! )



müşkili'l-



ile benzerlik arzetmekte ve eser-



ye fi'l-kıra'ât



olarak kaydettiği



(Dı-



(Gaye-



ABDURRAHMAN ÇETİN



Aleviyye tarikatının Abdullah b. Alevî el-Haddâd'a (ö. 1132/1720) nisbet edilen bir kolu (bk. ALEVİYYE; HADDÂD, Abdullah b. Alevî).



^



HADDESENÂ



n



r



I, 105) eserin günümüze ge-



lip gelmediği bilinmemektedir.



554



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Gelibolu-Haddesenâ Ankara : TDV, 1996. 14. c. (16, 554 s.)



(bk. TAHDÎS).