Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 1, A-Amer) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BUYUK



LAROUSSE • •



••



SOZLUK VE ANSİKLOPEDİSİ 1. CİLT



A — Amerika



i M illiy e t



Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem FİLA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedia AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abt»as ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattin BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattin HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Sedal ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



önsöz Ansiklopedi dünya gerçeğini her alanda bütün yönleriyle anlamanın ve akıl almaz bir hız kazanan çağdaş gelişmeye ayak uydurmanın en geçerli aracıdır. Güvenilir, kolay anlaşılır, ama aynı zamanda yeni, güncel ve canlı olmalıdır. İnsanlar, ülkeler, olaylar, bilimler, sanat­ lar üzerine doğru ve eksiksiz bilgileri toplamak; bunları, anlamayı ve hatırda tutmayı kolay­ laştıran resimlerle, desenlerle, harita, çizelge ve grafiklerle tamamlamak kolay değildir; ge­ ne de asıl güçlük, bütün bu bilgileri taze, güncel ve canlı tutabilmektedir. Bu son çaba harcanmazsa, ansiklopedi kısa sürede işe yaramaz hale gelir; kitaplıklarda aldığı yeri hak etmez duruma düşer. Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk genel kültür ansiklopedisinin yayımı, yarım yüzyıl önce başladı. Adı önce İNÖNÜ ANSİKLOPEDİSİ’ydi, M illî Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanıyor­ du. 1950’de TÜRK ANSİKLOPEDİSİ adını alan eser gerçekten büyük ve değerli bir genel kültür ansiklopedisiydi. Ne var ki, beklenen etkiyi yaratmadı, umulan faydayı sağlamadı. Zi­ ra 33 cildin yayımı, 1943’ten 1984’e tam 41 yıl sürmüştü. Bu bir ansiklopedi için, daha yayı­ mı tamamlanmadan işe yaramaz hale gelmek demekti. Büyük ve genel kültür ansiklopedileri konusunda Türkiye’de asıl gelişme, 1969-1973 yıl­ larında, yani 5 yılda yayımlanan MEYDAN LAROUSSE’la gerçekleşti. Fransa’da Larousse Yayınevi, içinde tam bir sözlüğe de yer veren ilk büyük genel kültür ansiklopedisini “ XIX. Yüzyılın Evrensel Sözlüğü” adıyla 1866-1876 yıllarında yayımla-mıştı. 1878 ve 1888 yıllarında çıkarılan ek ciltlerden sonra bu ilk ansiklopedi rafa kaldırıldı. 1897-1904 yıllarında yayımlanan büyük kültür ansiklopedisinin adı “Yeni Resimli Larousse”tu; 1906 yılında bu­ nun ek cildi çıktı ve ömrü tamamlandı. Eser baştan aşağı yenilendi ve adı da değiştirilerek 1928-1933 yıllarında “XX. Yüzyıl Larousse’u” yayımlandı; araya ikinci Dünya Savaşı girdi ve ek cildi ancak 1953’te çıkarılabildi. 1960-1964 yıllarında yayımlanan “Ansiklopedik Bü­ yük Larousse” (M eydan-Larousse’un aslını oluşturan eser) yepyeni bir ansiklopediydi; 1968 ve 1975 yıllarında 2 ek cildi çıktı, ve o da arşivlerdeki yerini aldı. Nihayet sıra, 19821985 yıllarında yayımlanan Larousse’un son büyük kültür ansiklopedisine gelmişti: “Büyük Ansiklopedik Sözlük”. Türkçe olarak 1986-1989 yıllarında BÜYÜK LAROUSSE adıyla ya­ yımlanan eserin aslı buydu. Bundan öncekileri Fransa’da bile arasanız ancak büyük devlet kütüphanelerinde bulabilirsiniz; hatıra olarak saklanır, kitabevlerince satılmaz. Eskiyen bir ansiklopediden faydalanmaya kalkmak anlamsız, olanaksız, hatta tehlikelidir; insanı yanılta­ bilir. M lLLÎYET okuyucularına, sözlük ve ansiklopedi alanında evrensel şöhret sahibi Laro­ usse Yayınevi’nin elbette en son, en yeni, canlı ve güzel eserini vermek üzere harekete geçti. BÜYÜK LAROUSSE’un Türkçe yayımından bu yana henüz 3 yıl geçmişti. Gelişmeler pekala bir ek ciltte de verilebilirdi. Ama daha büyük bir titizlik gösterildi ve eser baştan so­ na, cilt cilt, sayfa sayfa, madde madde elden geçirilerek bütünüyle yenilendi. Böylece ansik­ lopedi alanında evrensel bir yenilik gerçekleşmiş ve adeta bir yılda yepyeni bir büyük genel kültür ansiklopedisi yaratılmış oldu. M illiyet’in sevgili okuyucuları böylesine değerli ve ben­ zersiz yenilikte bir eserin sahibi olmaya layıktırlar. BÜYÜK LAROUSSE gördüğünüz gibi, birinci hamur beyaz kâğıdı, 4 renkli baskısı ve özenli ciltleriyle kitaplıklarınızda alacağı yeri hak eder değerde bir eserdir. 1992 yılında Tür­ kiye’nin en güncel bilgi kaynağıdır.



M İL L İY E T



GENEL SÖZCÜKLER MADDE BAŞLARI Eşya adları, fiiller, sıfatlar, adıllar ve belirleyicilerden olu­ şan madde başlarının yanında aşağıdaki sıraya göre şu açıklamalar verilmiştir: —eklenme sırasında ortaya çıkan kuraldışı durumlar (ç, k, p, t ötümsüz ünsüzlerinden biriyle bitmesine karşın ünlüyle başlayan bir ek aldığında ötümsüzleşmeyen söz­ cüklerde: KAÇ, -çı, AHLAK, -kı, TOP, -pu, MİLLET, -ti; eklenme sırasında ses yitiren ya da ses türeten sözcük­ lerde: EMİR, -mri, HAK, -kkı; ünlü uyumuna aykırı ek seçen sözcüklerde: BASKETBOL, -ü); —sorunlu görülen sözcüklerin fonetik abeceye göre okunuşu (köşeli ayraç içinde); —dilbilgisel kategori (ad, sıfat, fiil vb.); —sözcüğün kökenini belirten etimoloji (ayraç içinde) [Arapça ve farsça kökenli sözcüklerin etimolojileri veri­ lirken arap yazısını türk yazısına aktaran çevriyazı işa­ retleri kullanıldı]. Eşyazımlı sözcüklerin ayrı madde başları, yani ayrı sözcükler olarak ele alınabilmeleri şu koşullara bağlan­ mıştır: —dilbilgisel kategorileri değişikse; —etimolojileri ayrıysa; —anlam ayrılıkları tamsa, yani herhangi bir karışıklığa, bir geçişime yol açmıyorsa (bu durumda, ikinci mad­ de başının öncekiyle aynı etimolojiye bağlandığı belir­ tilir).



—sıfatlar, belirteç olarak kullanmıyorlarsa ya da ada dö­ nüşmüş ayrı bir biçimleri vb. varsa. Fiillerin, gereğinde de sıfatların anlamları sözdizimsel kuruluşlarına göre ayırt edilir; her anlam için ayrı be­ lirtilen bu kuruluşlarda tümleçlerin türü ve biçimi üstüne de bilgi vardır. Bir fiil tümlecinin kullanımı isteğe bağ­ lıysa, bu tümleç ayraç içinde gösterilir. Öteki kategori­ lerde, belirli bir anlam farkı getirmeyen cümle kuruluş kalıpları tanımlamanın başına konmamıştır. Anlamların sıralanmasında ya kullanım sıklığına, ya cümle kuruluşlarının karmaşıklık derecesine ve tümleç­ lerin türüne (fiiller için), ya da geleneksel yönteme (ge­ nelden özele doğru) uyulur. Tanımlamaları izleyen örneklerde, dilin genel kulla­ nımı, alışılagelen cümle kuruluşları, yaygın sözcük öbekleşmeleri gösterilmiş, sözcüklerin kullanım değerleri belirlenmiştir. Dil düzeyleri (edebi, teklifsiz, argo, eski, şiirsel, yöresel, kaba, halk), sözkonusu genel bir anlam ise tanımlamadan ya da cümle kuruluşundan önce, bir deyimse, o deyimden hemen sonra verilmiştir.



çevriyazı işaretleri 0



I



a



b



z



I



a,e,i,



j



r



b



j



z



t



J



j



C?



MADDELERİN DÜZENİ



P



Sözcüklerin günlük dildeki anlamları maddenin başın­ da toplanır ve sıra numaralarıyla ayırt edilir. Deyimler ana maddenin içinde, abece sırasına göre ve tek nu­ mara altında verilmiştir. Belirli bir teknik ya da bilimsel etkinlik alanına giren anlamlar, sözcüğün genel anlamlarından sonra, baş­ larına ilgili dalın kısaltılması konularak verilir. Bunların dizilişinde de abece sırasına uyulur. Sözlük maddelerinde siyah bir baklavayla verilen ek maddelerin seçiminde şu özellikler aranmıştır: —fiiller, girişte belirtilenden ayrı çatıları varsa; —adlar, çoğulları ayrı_bir anlam taşıyorsa, ya da örne­ ğin sıfat vb. olarak kullanımları varsa;



L_>



t



Cj



ş



t



c



£



Ç



c



h



t



h



s



d



9



f



s



l< k,n,g



U*



Ş



J



I



(J*



ş



f



m



D f



z,d



0



n



\>



t



J



v,o,ö,u,ü,ü



&



z



t



c



-fe



h,e,a y.ı.i.T



ANSİKLOPEDİ AÇIKLAMALARI Ansiklopedi açıklamalarının amacı, sözcüklerin belirle­ diği “ nesneler” ya da kavramlar üstünde okuyucunun daha geniş bilgi edinebilmesini sağlamaktır. Birkaç satırı geçmeyen açıklamalar, sözcüğün tanım­ lanmasından sonra ayraç içinde, daha uzun açıklama­ lar ise başına —ANSİKL. kısaltması konarak verilir.



Aynı sözcüğün birkaç değişik yan anlamı varsa ve her yan anlam da ayrı bir açıklama gerektiriyorsa, her tanımlamanın sonuna ayrı bir açıklaması olduğunu gös­ teren “ Bk. ansikl. böl.” kısaltması konur. Bu durumda, her açıklamanın başında ilgili olduğu dalın kısaltması yer alır. Bu kısaltmalar da abece’ye göre sıralanmıştır.



ÖZEL ADLARIN SIRALANMASI Kişi, yapıt ya da kurum adları Büyük Larousse’ta önemli bir yer tutar. Bunları sıralamak için aşağıdaki kurallara uyulmuştur: 1.De, of, von, ‘s gibi soyluluköntakıları adın bir parça­ sı sayılmamalıdır: RUNDSTEDT (Kari Rudolf Gerd v o n )



GRAVENHAGE (’ s-) Buna karşılık Le, La, L ’, Du, Des, De (soyluluk öntakısı değilse), D ’, Della, Del, Dair, Da, Di, Dei, Degli, A, Auf, Am, An, Zum, Mac, Fitz, O ’, Van, Ter öntakıları, önün­ de bulundukları özel adın bir parçası olarak ele alınmıştır: A BECKETT (Gilbert Abbott) D ALL’ ABACO (Evariste) D’ ANN UN ZİO (Gabriele) DA PONTE (Lorenzo) DE GÖSTER (Charles) DE GASPERİ (Alcide)



DEGLİ ANTO N İ (Giovanni Battista) DEL COSSA (Francesco) DELLA ROBBİA (Luca) DE M İLLE (Cecil Blount) DES AUTELS (Guillaume) D İ GİACOMO (Salvatore) FİTZ - JA M E S (François, de -d ü k ü ) LA FONTAİNE (Jean d e ) M ACARTHUR (Douglas) O ’CONNELL (Daniel) VAN GOGH (Vincent). 2. Mac öntakısını alan özel adlar, özgün yazılışlarını (M\ Mc, Mac) korumakla birlikte gene de M ac’a göre sıra­ lanmıştır. M AC AR THU R (Douglas) M ACLAURİN (Colin) M C CLELLAN (George Brinton).



3. Anglosakson adlarında son ad esas alınmıştır: M İL L (John Stuart) Ayrıca, bir soyluluk unvanı almışlarsa, sıralandırmada gene de aile adları göz önünde tutulmuştur: DİSRAELİ (Benjamin), Beaconsfield kontu. 4. Japon adlarının sıralamasında aile adı öne alınmış, fakat yanındaki küçük ad ayraç içine konulmamıştır:



OŞİM A NAG İSA. 5. Roma tarihinde yer alan kişiler aile adlarıyla {gentile romen), ama kimi durumlarda da takma adlarıyla (cognomen) alınmıştır (Brutus, Cicero gibi). 6 . Kilise ulularının, papaların vb. adları çeşitli batı dille­ rinde değişik biçimler aldıkları için {Paul III, Paolo III, Paulo III) kilisenin resmi dili olan latincedeki ortak biçimleri (Paulus III) benimsenmiştir. 7. Aynı biçimde, kişi, ülke, kent vb. adları kural olarak özgün biçimleriyle verilmiş, bu arada türkçedeki yay­ gın kullanım biçimleri de göz önünde bulundurulmuş­ tur. Türkiye sınırları içinde bulunmayan, ancak türk tarihi



ile ilgili yer adları, kural olarak ait oldukları tarihsel dö­ nemdeki türkçe adlarıyla verilmiştir. MANASTIR, K E ­ FE gibi. 8 Soyadı kanunundan sonra soyadı almış olanlar, ku­ ral olarak soyadlarıyla verilmiştir. Ancak belli bir adla tanınanlar tanındıkları adla verilmiş, adlarının hemen ar­ kasından soyadları belirtilmiş, spyadlarından buraya gönderme yapılmıştır. AHM ET İZZE T PAŞ A soya­ dı Furgaç, FURGAÇ (Ahmet İzzet) - ARMET İZZET PAŞA; ORHAN KEM AL soyadı Öğütçü, ÖĞÜTÇÜ (Orhan Kemal) -» ORHAN KEMAL. 9. Türkçeye çevrilmemiş yapıtlar 'özgün adlarıyla alınmış, fakat ülkemizde yaygın olmayan dillerde (ör­ neğin norveççe) yazılmış yapıtların, ilgilenenlere bir kolaylık olmak üzere, başlıca batı dillerinden birindeki çevirisi verilmiş, bu da yapıtın adından sonra ayraç için­ de belirtilmiştir (örneğin fr. çev.). Buna karşılık, türkçe­ ye çevrilen yapıtlar türkçe başlığıyla alınmış, özgün adları da ayraç içine konmuştur.



.



GÖNDERMELER Göndermelerin iki işlevi vardır: 1. Bir sözcüğün, bir özel ad’ın çeşitli yazılışları arasın­ da, ya da aynı kişiye, aynı ülkeye vb. çeşitli dönemler­ de ve ülkelerde verilen değişik adlar arasında nasıl bir seçim yapıldığını, sözcüğün ya da özel ad’ın hangi bi­ çimiyle madde başı olduğunu okuyucuya belirt­ mek. 2. Ansiklopedi açıklamaları arasında ya da sonunda, tamamlayıcı yada ek bilginin hangi madde başlarında bulunabileceğini göstermek.



Göndermeler ya bir ok, ya da bir yıldızla belirtilmiş­ tir: oku izleyen KÜÇÜK KAPİTAL ile dizilmiş sözcük ya da deyim okuyucunun başvuracağı madde başıdır; aynı amaçla kullanılan yıldız ise, başvurulacak sözcüğün so­ nunda yer alır. Kırmızı kare, yanında bulunduğu metnin resimli ol­ duğunu gösterir. Kimi maddelerde rastlanılan ( -* Kayn.) gönderme­ si, her harfin sonunda yer alan kaynakçalar dizinine bakılabileceğine işarettir.



YAZIM LA İLGİLİ AÇIKLAMALAR Türkçenin yazımında, biçimsel düzeyde kalan işa­ retlerden, dilin söyleyişini kendi doğal oluşumuna bı­ rakmak amacıyla kaçınılmıştır. -^-k ve g ünsüzlerinden sonra gelen ince ve uzun oku­ nan a, u lar üzerine uzatma işareti konuldu: kâfir, rüz­ gâr vb. —eşyazımlı sözcüklerde, anlam ayrılığını belirtmek üzere aslı uzun olan sözcüğe uzatma işareti; aslı ayın ya da hamze ile yazılanlara ise kesme işareti konuldu: hala, hâlâ, halâ; asa, âsâ, a'sâ. —bugün kullanımı olmayan sözcüklerin yazımında söy­ lenişteki uzatmalar gösterildi: âb. — eski kitap adlarında doğru okunuşu sağlamak için gerekli görülen yerlerde uzatma ve kesme işareti kullanıldı: câmi üd-düvel, Es'ile-i gamize.



—arapça tamlamalarda tamlama takısı ikinci sözcüğe kısa çizgiyle bağlandı. Farsça tamlamalar, terimleşmiş olanlar ve kurum, kuruluş adları dışında, kısa çizgiyle gösterildi: acaib ül-mahlukat, abd-i âciz. —iki noktadan sonra küçük harf kullanıldı. —belirtisiz ad tamlamalarında tamlayan durumdaki özel adlar küçük harfle yazıldı. —İslam dünyasında yaygın arapça ve farsça özel ad­ lar türkçedeki söylenişlerine uygun biçimde verildi: Ah­ met (Ahmed), Necmettin (Necmeddin), Muhammet bin Abdullah (Muhammed bin Abdillah),/bn/ Sina (İbn Sina), —arapça özel adlarda ebu sözcüğü, kendinden sonra gelen adın başında belirtme edatı (-el) yoksa sözcük­ ten ayrı, varsa sözcükle bitişik yazıldı: Ebu Bekir. Ebulhasan (Ebu el-Hasan).



TÜRKÇENİN SÖYLENİŞİ dildeki sesler



ünlüler



a a e e e i i i 0 ö u



geniş geniş geniş geniş geniş dar dar dar dar geniş dar dar



Idnetik yazım



düz düz uzun düz kapalı düz açık düz uzun açık düz düz kısa düz uzun yuvarlak yuvarlak yuvarlak yuvarlak



örnekler



[U] [y]



açık, ara, bakmak, kar hâkim, hariç, hain, kâğıt, rüzgâr tencere, gem, nem ey, en, etmek, temel mezun, memur, temin ılık, ıslak, kıl, ısı iklim, ilmek, ince, bilgi mali, medeni okul, orman, konuk ölüm, örgü, bölüm, bölge uzun, bulgu, ulu, uzak kürk, ülkü, üşümek, üzüm



y



[j]



ey, yavaş, ayla, yalvarmak



kapantılı çift dudaksıl ötümsüz



[p]



perde, top, papatya, patlak



ü yen ünlü



art art ön ön ön art ön ön art ön art ön



[a ] [a :] [e ] m



[ £=] [> l [' ] [i: l (o ] [ö]



ünsüzler



kapantılı çift dudaksıl ötümlü kapantılı dişsil ötümlü kapantılı dişsil ötümsüz kapantılı artdamaksıl ötümsüz kapantılı öndamaksıl ötümsüz kapantılı artdamaksıl ötümlü kapantılı öndamaksıl ötümlü kapantılı dişeti damaksıl ötümsüz kapantılı dişeti damaksıl ötümlü daraltıcı dişdudaksıl ötümsüz daraltıcı gırtlak ötümsüz daraltıcı dişdudaksıl ötümlü daraltıcı art dişetsil ötümsüz daraltıcı art dişetsil ötümlü daraltıcı dişeti damaksıl ötümlü daraltıcı dişeti damaksıl ötümsüz yan art dişetsil ötümlü yan dişeti damaksıl ötümlü çarpmalı dişetsil ötümlü genizsil çift dudaksıl ötümlü genizsil dişsil ötümlü



bot, bağırmak, baba, taban ada', dolu, ad, adlı tek, etek, tütün, patlamak katı, ak, bakmak, akıl kedi, ekmek, kil, küçük galiba, gaz, galip gençlik, gelin, gülmek acı, civa, cesur açlık, çıra, ağaç, muhtaç fakat, fizik, şef, fes hâlâ, hediye, ahlak, hoş, hüküm vagon, av, vergi, vurmak sevmek, sormak, asker, kisve zelzele, ezmek, üzüm, yüz jandarma, jip, ajur şal, şema, şehir, aş, aşırmak kal, kel, elmalar lale, layık artık, park, ara, resim amca, mali, müjde, kamçı namus, ana, anlamak, nohut



[b ] [d ] [ t ] [k ] [c ]



[ g] [? ] [d j] [t/] [f ] [h ] [v ] [s ] [z ]



[3I m [ I] U ) [r l [m ] [n]



SES UYUM LARI Ünlü uyumları



Ünsüz uyumu



1. Büyük ünlü uyumu Bir sözcüğün ilk hecesindeki ünlü kalınsa sonraki ün­ lüler de kalın; inceyse, sonrakiler de ince olur: ayak, ba­ şarılı, dalgıç, bitişik, görgülü, vb. 2. Küçük ünlü uyumu Bir sözcüğün ilk hecesindeki ünlü düzse, sonraki ün­ lüler de düz olur: kedi, kayık, eylenmek, vb. Bir sözcüğün ilk hecesindeki ünlü yuvarlaksa, son­ raki ünlüler ya dar ve yuvarlak (u, ü) ya da düz ve ge­ niş (a, e) olur: bulut, görgü, kömür, kolay, körleşme, vb. (Yabancı dillerden aktarılan sözcükler bu kurala uyma­ yabilir.) Ekler sözcüğün son hecesindeki ünlüye bağlı olarak ve ünlü uyumlarına göre biçim değiştirirler. - leyin, -(i)mtrak, -ken, - (i)yor, -ki ekleri bu kuralın dışındadır.



1. Sözcük sonunda b, c, d, g, ötümlü ünsüzleri bu­ lunmaz. Sözcükler, bunların ötümlüleri olan p, ç, t, k ses­ leriyle biter. Ancak bu ötümlü ünsüzler eklenme sırasında iki ünlü arasında kaldıkları zaman ötümsüzleşirler: kitap/ kitabı, ağaç/ ağacı, kanat/ kanadı, sokak/ sokağı, vb. Yabancı dillerden aktarılmış kimi sözcüklerle, tek he­ celi kimi sözcüklerde bu uyumun geçerli olmadığı gö­ rülür. 2 . Ötümsüz bir ünsüzle biten sözcüğe gelen eklerin önsesleri de ötümsüz olur. Ünsüzle başlayan ekler, söz­ cüğün son ünsüzüne bağlı olarak biçim değiştirirler: ev­ de/sokakta, evden/sokaktan, geldi/gitti, gözcü/sütçü, bilgi/biçki, vb.



ÇEKİM EKLER! Ad ve fiillerle kullanılan ve ses uyumlarına bağlı olarak biçimlenen çekim ekleri aşağıda gösterilmiştir:



ADLA KULLANILAN EKLER Ad durumu ekleri



3-tekl.k. iyelikten sonra



yükleme d. yönelme d. bulunma d. çıkma d. tamlayan d.



-(n)-ı,-i, -u,-ü -(n)-a, -e -(n)-da, -de -(n)-dan, -den -(n)-ın, -in, -un, -ün



-(y)-i, -ı, -u, -ü -(y)-a, -e -da, -de, -ta, -te -dan, -den, -tan, -ten -(n)-ın, -in, -un-, -ün



ünsüzle biten sözcükler



ünlüyle biten sözcükler



-ım, -im, -um, -üm -ın, -in, -un, -ün -ı, -i, -u, -ü -ımız, -imiz, -umuz, -ümüz -iniz, -iniz, -unuz, -ünüz -ları, -leri



-m -n -sı, -si, -su, -sü -mız, -miz, -muz, -müz -nız, -niz, -nuz, -nüz -ları, -leri



İyelik ekleri 1. tekl.k. 2. tekl.k. 3. tekl.k. 1. çoğl.k. 2. çoğl.k. 3..çoğl.k.



Çoğul eki: -lar, - ler



FİİLLE KULLANILAN EKLER Fiil çekim ekleri KİŞİ EKLERİ



ZAMAN EKLERİ —Dİ (-di, -du, -dü, -tı, -ti -tu, -tü)



1. tekl.k.



2. tekl.k.



-m



-n



-ım,-im,-um,-üm



-sın,-sin, -sun, -sün|



-ım,-im,-um,-üm



-sın,-sin, -sun, -sün











-sın, -sin, -sun, -sün



3. tekl.k. —



1.çoğl.k.



2.çoğl.k.



3.çoğl.k.



-k



-nız,-niz, -nuz, -nüz



-lar, -ler



-ız,-iz, -uz,-üz



-siniz,-siniz, -sunuz,-sünüz



-lar,-ler



-lınvlim, -lum, -lüm



-sınız.-siniz, -sunuz, -sünüz



-lar, -ler



-ın -in, -un, -ün, -iniz, - iniz, -unuz, -ünüz,



-sınlar, -sinler, -sunlar, -sünler



—SA (-se) —R (ır,-ir, ur,-ür, -ar,-er —YOR (-ı, -i,-u,-ü, -yor) —ACAK (-ecek) -M A L I (-meli) - A (-e) Emir kipi



Ekfiil çekim ekleri



1.tekl.k. 2.tekl.k. 3.tekl.k. 1.çoğl.k. 2.çoğl.k. 3.çoğl.k.



Fiilimsi ekleri



-ım, -im, -um, -üm -sın, -sin,sun, -sün - (dır) -(y)-ız, -iz, -uz, -üz -siniz, -siniz, -sunuz, -sünüz -lar (dır)



-mak, -mek -ma, -me -ış, -iş, -uş, -üş



Adfiil



Sıfatfiil



-an, - en -ar, -er, -ur, -ir, -ur, -ür (olumsuzu -maz, -mez) -dik, -dik, -duk, -dük -mış, -miş, -muş, -müş -acak, -ecek -ıcı, -ici, -ucu, -ücü



Çatı ekleri



Edilgen ç. Dönüşlü ç. Ettirgen ç.



İşteş ç.



-I, -ıl, -il, -ul, -ül -n, -ın, -ın, -un, -un -r, -ır, -ır, -ur, -ur -dır, -dir, -dur, -dür -tır, -tir, -tur, -tür, -t -ş, -ış, -ış, -uş, -uş



Bağfiil



-a...-a, -e...-e -ıp, -ip, -up, -üp -arak, -erek -alı, -eli -madan, -meden -ken -ınca, -ince, -unca, -ünce



YAPIM EKLERİ FİİLDEN AD SOYLU SÖZCÜK TÜRETEN EKLER ek



örnek



-



A ACAK ACAN AĞAN AĞI ALAK ALGA AMAK AN ANAK ARAK ASI BAÇ



-



CA CAK



oy-a, kıs-a, sap-a, basıl-a yak-acak, gel-ecek, giy-ecek sev-ecen, iv-ecen dur-ağan, ol-ağan, küs-eğen yap-ağı, buk-ağı yat-alak, as-alak bit-elge, çiz-elge bas-amak, kaç-amak, tut-amak çarp-an, böl-en ol-anak, gel-enek, gör-enek tut-arak, es-erek kıy-ası-y-a, ağla-y-ası,.gül-esi ddam-baç (dolan-baç), saklam-baç (saklan-baç) sakın-ca, düşün-ce, eğlen-ce korun-cak, salın-cak bağla-ç, say-aç alın-dı, uy-du, kon-du tanı-dık, bil-dik dal-ga, bil-ge, yet-ke bur-gaç, kıs-kaç atıl-gan, sıkıl-gan, yapış-kan al-gı, çal-gı, at-kı dal-gıç, bil-giç, sor-guç dal-gın, bez-gin, seç-kin







-



Dİ DİK GA GAÇ GAN Gl GIÇ GIN



-



ek



örnek



I ICI İN INTI İŞ K L M MA MACA MAÇ MAK MAN MAZ MIK MIŞ NÇ R SAK SAL T TAY Tl V Y



yap-ı, asıl-ı, çiz-i, sor-u al-ıcı, ver-ici, gör-ücü yığ-ın, bas-ın, tüt-ün at-ıntı, üz-üntü yağ-ış, bul-uş, dik-iş ada-k, kork-ak, sığın-ak, çık-ık oku-l, çat-al, koş-ul düzle-m, topla-m, dön-em, kıy-ım bas-ma, çıkart-ma, kavur-ma bul-maca, kes-mece yırt-maç, bula-maç, de-meç çak-mak, ek-mek, ye-mek danış-man, say-man, göç-men aç-maz, çık-maz kıy-mık, kus-muk er-miş, geç-miş, doh-muş sap-ınç, ürk-ünç, gül-ünç oku-r, ak-ar, dön-er, gel-ir tut-sak uy-sal, gör-sel, işit-sel taşı-t an-ıt danış-tay, sayış-tay, kurul-tay karar-tı, ürper-ti, öden-ti öde-v, gör-ev, tür-ev dene-y, ol-ay, yat-ay



ADDAN AD SOYLU SÖZCÜK TÜRETEN



-



ek



örnek



ACAN ALAK AN AR CA CAĞIZ CAK Cl CIK CIL



baba-can koz-alak, kab-alak, civ-elek kız-an, bel-en, kök-en on-ar, üç-er, altı-şar bol-ca, kara-ca, çekme-ce, türk-çe adam-cağız, köy-ceğiz ılı-cak, yalın-cak, oyun-cak art-cı, demir-ci, ülkü-cü kapı-cık, söz-cük, kurt-çuk ön-cül, erkek-çil, et-çil, ot-çul ana-ç, kır-aç, top-aç göz-de, söz-de, yüz-de yor-dam, gün-dem, yön-tem arka-daş, öz-deş, yurt-taş boyun-duruk, çiğin-dirik yaz-ın, kış-ın, ilk-in tık-ır, pat-ır, küt-ür orta-k, baş-ak, ben-ek akşam-ki, sabah-ki, dün-kü nesne-l, öz-el, yer-el akşam-leyin, sabah-leyin benci-leyin







— — -



DA DAM DAŞ DİRİK İN İR K Kİ L LEYİN



-



EKLER



ek



örnek



Ll LIK MAN MSAR MSI MTRAK



para-lı, kent-li, köy-lü taş-lık, ağız-lık, yaz-lık, insan-lık koca-man, uz-man, köle-men kara-msar, iyi-mser, kötü-mser mavi-msi, sarı-msı, acı-msı kırmızı-mtrak, sarı-mtrak, moru-u-mtrak bir-inci, iki-nci, üç-üncü bu-ra, şu-ra, son-ra acı-rak, ufa-rak, az-rak,iç-rek yakın-sak, ırak-sak bitki-sel, kum-sal ağ-sı, erkek-si, çocuk-su var-sıl, yok-sul, diş-sil para-sız, dil-siz, ot-suz sarı-şın, ak-şın, kara-şın göl-et, öz-et, eş-it yargı-tay gıcır-tı, tıkır-tı, gürül-tü ad-ay, gün-ey, düz-ey iki-z, üç-üz



— NCI - RA - RAK - SAK - SAL - SI - SİL - SIZ - ŞIN —T - TAY - Tl - Y - Z



ADDAN FİİL TÜRETEN EKLER - A - DA - K -



boş-a-mak, kan-a-mak, tün-e-mek çıtır-da-mak, fısıl-da-mak, kıpır-da-mak aç-ık-mak, bir-ik-mek, geç-ik-mek, göz-ük-mek fış-kır-mak, püs-kür-mek koca-l-mak, az-al-mak, suç-la-mak, el-le-mek



KIR L LA



-



keder-len-mek, us-lan-mak, hoş-lan-mak başka-laş-mak, genç-leş-mek az-ımsa-mak, ben-imse-mek deli-r-mek, boz-ar-mak, göğ-er-mek su-sa-mak, önem-se-mek yan-sı-mak



LAN



- LAŞ - MSA - R - SA - SI



FİİLDEN FİİL TÜRETEN EKLER —A — ALA



yap-a-bil-mek, bak-a-kal-mak, düş-e-yaz-mak oy-ala-mak, serp-ele-mek



—I — MSA



kaz-ı-mak, sür-ü-mek an-ımsa-mak, gül-ümse-mek



Ö N EK DEĞERLİ SÖZCÜKLER ALT ART AS(T) AŞIRI BİR ÇİFT ÇOK DIŞ EŞ



— — — — — — — — —



altböiüm, altyapı, altyazı artdamak, artoda, artzamanlı askat, astsubay, asteğmen aşırıbellem, aşırıbesi, aşırıduyu bircinsten, biraşamalı, biryapımlı çiftayaklı, çiftküme, çiftparmaklı çokeşli, çokgözeli, çokuluslu dışbükey, dışderi, dışyüz eşanlamlı, eşcinsel, eşzamanlı



\RŞI _ KARŞIT _ ÖN ÖZ



_ -



TEK TERS ÜS(T) YARI



_ _ -



içderi, içgöç, içgüdü karşıdevrim, karşısav, karşıtutum karşıtuç, karşıtyanlı, karşıtyönlü öngörü, öngerilim, önseçim özeleştiri, özgeçmiş, özgüven tekbiçimli, tekbirimli, tekgözeli tersbakışım, tersbağıntı, terstürev üstderi, üsteğmen, üstyapı yarıgölge, yarıgeçirgen, yarıiletken



ÖZEL İŞARETLER Latin abecesi birçok ülkede kabul edilmiş, fakat kimile­ ri bu abeceye “ ayırtedici” diye nitelediğimiz özel işa­ retler eklemişlerdir. Bilimsellikle bağdaşmayacak birtakım fonetik yakış­ tırmalara sapmaktansa, her latin abecesi’nin kendine özgü ayırtedici işaretlerini vermeyi ve okuyucuya her terimi gerçek yazılışıyla sunmayı uygun bulduk. Bu işa­



retler, türkçedeki en yakın karşılıklarıyla aşağıda veril­ miştir. Latin abecesini kullanmayan rusça, yunanca, çince gibi dillerin yazımında, sözcükleri özgün okunuşlarıyla yazmak ilke olarak benimsendi. Bu dillerin abecesi üs­ tüne daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucular ilgili maddelerde gerekli açıklamaları bulabilirler.



Latin abecelerindeki başlıca ayırtedici işaretler



harf



dil



yaklaşık söylenişi



â â â â â â



almanca, İsveççe ve fince Slovakça macarca ve çekçe portekizce rumence danimarkaca, norveççe, İsveççe rumence lehçe arnavutça sırpça-hırvatça lehçe sırpça-hırvatça ve çekçe çekçe arnavutça çekçe portekizce lehçe fransızca fransızca çekçe ve macarca rumence lehçe lehçe İspanyolca çekçe



her’deki e a ile uzun e arası âdet'teki a geniz e'si uçaktaki u bol'daki o (ama uzun) örnekteki ö geniz o'su çoktaki ç ihtiyar’öak\ ti (yumuşak) yumuşak ç çoktaki ç diyar'daki d (yumuşak) ömürdeki ö potansiyeldeki iye kapalı geniz e'si geniz e'si nem 'deki e memur'daki e ilan'daki i uçaktaki u ing. we//'deki dudaksıl / kanyaktaki ny kanyaktaki ny kanyaktaki ny



â a Ç 6 6 c d’ e e e e i 6 \ î * h n h



harf



dil



Ö Ö 0 Ö Ö Ö t r



almanca, fince, macarca norveççe, İsveççe macarca macarca ve çekçe lehçe portekizce danimarkaca ve norveççe çekçe



s Ş Ş



sırpça-hırvatça ve çekçe rumence lehçe



t'



çekçe



P y u ü u° y



rumence almanca, macarca macarca macarca ve Slovakça çekçe çekçe



i



lehçe



2 z



lehçe sırpça-hırvatça ve çekçe



yaklaşık söylenişi



örnek 'teki ö örnek teki ö uzun ve kapalı ö Oğlak'taki o bu daki u genizsi o ömür’deki ö a rjild e k rj, marştaki rş şarkıdaki ş şarkıdaki ş şiardaki ş (yumuşak) tiyatro 'daki t (yumuşak) Fatsa’daki ts tüldeki ü tüldeki ü tufandaki u tufan'daki u kildeki i (ama uzun) jips'tekı j (yumuşak) jest'tek j jant'takı j



HARİTALARIN O KUN M ASI Genel haritalarda kentlerin konumunu gösteren işaretlerin bo­ yutu bu kentlerin ülke içindeki önem sırasıyla orantılıdır: ö



1. sıra







2. sıra



®



3. sıra







4. sıra



Bu işaretlerin renkleri nüfus ortalamasını gösterir: ülkeler mor kırmızı yeşil kahve



Türkiye =500 000’den fazla .= 100 000 ile 500 000 arasında = 50 000 ile 100 000 arasında = 20 000 ile 50 000 arasında



mavi mor kırmızı yeşil kahve O



=100 000’den fazla = 50 000 ile 100 000 arasında = 20 000 ile 50 000 arasında = 10 000 ile 20 000 arasında = 2 000 ile 10 000 arasında = 1 000 ile 2 000 arasında



Yukarıdaki işaretlerle herhangi bir yerleşme nicel ve nitel ola­ rak kesinlikle değerlendirilebilir. İşaretlerin renkli olması, nüfus dağılımının daha kolaylıkla izlenebilmesi içindir.



KISALTMALAR VE KONULAR Adli tıp Afr. mit. Ağ. yet. Ahi. Akad. Akışkan, mekan. Aktar. Akupunk. Akust. alm. Al. tak. Ambal. Anal. kim. Anat. Anayas. huk. Anestez. Anorg. kim. Ansikl. ansikl. böl. Antik. Antropol. ar. Arabac. Arıc. Arit. Arkeol. arrond. Asalbil. Ask. Ask. cez. huk. Ask. denize. Ask. havc. Ask. tar. Astrofiz. Astrol. Aşındc. Atç. Atom fiz. Avc. Ayakkc. Aydınlt. ay.y. ay.ypt. B. Bağc. Bağışıkbil. Bahç. Bakteriyol. Balıkç. Balis. Bank. Basın Bayınd. Bçç. Bel. Belgi. Berbl. Besi. Bes. san. Biçbil.



Adli tıp Afrika mitolojisi Ağaç yetiştirme Ahlak Akademi Akışkanlar mekaniği Aktarma ve depolama Akupunktur Akustik almanca Alet takımı Ambalaj Analitik kimya Anatomi Anayasa hukuku Anesteziyoloji Anorganik kimya Ansiklopedi ansiklopedik bölüm Antik çağ (antikite) Antropoloji arapça Arabacılık Arıcılık Aritmetik Arkeoloji arrondissement Asalakbilim Asker, askerlik, askeri Askeri ceza hukuku Askeri denizcilik Askeri havacılık Askeri tarih Astrofizik Astroloji Aşındırıcı Atçılık Atom fiziği Avcılık Ayakkabıcılık Aydınlatma aynı yer aynı yapıt Batı Bağcılık Bağışıklıkbilim Bahçecilik Bakteriyoloji Balıkçılık Balistik Banka, bankacılık Basın Bayındırlık Bıçakçılık Belagat Belgeleme Berberlik Beslenme Besin sanayisi Biçimbilim



Bilkur. Bilş. Bine. Birac. Bisikç. Bitki fizyol. Bitki patol. Biyocoğ. Biyokim. Biyol. bk. Bors. Bot. Boyac. Boyar mad. Böcbil. bsk. bsl. Bud. Bür. ger. Büyüc. c. Camc. Ceb. Cerr. Cerr. patol. Cev. hazl. Cez. huk. Cez. us. huk. Ciltç. Coğ. Çağ. sant. Çal. ekon. Çamaşır san. Çekird. fiz. Çelik san. Çev. mim. Çevrebil. Çiçekç. Çoc. bak. Çoc. hekim. D. Dağc. Dalga ve titr. Dantele. Değirmene. Demire. Deneys. ruhbil. Denizbil. Denize. Deniz huk. Deniz yap. dâp. Der. hast. Deric. deri. Dilbil. Dilbilg. Din Din tar.



Bilimkuram Bilişim Binicilik Biracılık Bisikletçilik ve motosikletçilik Bitki fizyolojisi Bitki patolojisi Biyocoğ rafya Biyokimya Biyoloji bak Borsa Botanik Boyacılık Boyar maddeler Böcekbilim baskı basılış Buddhacılık ya da budizm Büro gereçleri Büyücülük cilt Camcılık Cebir Cerrahlık Cerrahi patoloji Cevher hazırlama Ceza hukuku Ceza usul hukuku Ciltçilik Coğrafya Çağdaş sanat Çalışma ekonomisi Çamaşır sanayisi Çekirdek fiziği Çelik sanayisi Çevre mimarlığı Çevrebilim Çiçekçilik Çocuk bakımı Çocuk hekimliği Doğu Dağcılık Dalga ve titreşim Dantelcilik Değirmencilik Demircilik Deneysel ruhbilim Denizbilim Denizcilik Deniz hukuku Deniz yapıları departement Deri hastalıkları Dericilik derleyen, derleme Dilbilim Dilbilgisi Din Din tarihi



Diplom. Dişç. Dişç. cerr. div. Div. ed. Diyet bilg. doğm. doğr. Doğramac. Doğubil. Dokubil. Dökme. Dülg. düzenim. Dy. Eczc. Ed. Ed. sant. Eğit. Eğl. Ekmekç. Ekon. Eldivc. Elekt. Elektroakust. Elektromanyet. Elektron. Elektroradyol. Elektrotekn. El sant. Embriyol. Endokrinol. Esk. coğ. Esk. D. Esk. denize. Esk. kim. Esk. Mis. Esk. ölçbil. Esk. Rom. Esk. sil. Esk. Yun. Eşy. Etimol. Etnogr. Etnol. Etol. Ev ekon. Ev eşy.



Diplomasi, diplomatlık Dişçilik Dişçilik cerrahisi divan Divan edebiyatı Diyet bilgisi doğum, doğumu doğru Doğramacılık Doğubilim Dokubilim Dokumacılık Dülgerlik düzenleme Demiryolu Eczacılık Edebiyat Edebi sanat Eğitim Eğlence, Ekmekçilik Ekonomi Eidivencilik Elektrik Elektroakustik Elektromanyetik Elektronik Elektroradyoloji Elektroteknik El sanatları Embriyoloji Endokrinoloji Eski coğrafya Eski Doğu Eski denizcilik Eski kimya Eski Mısır Eski ölçübilim Eski Roma Eski silahlar Eski Yunan Eşya Etimoloji Etnografya Etnoloji Etoloji Ev ekonomisi Ev eşyası, ev gereçleri fars. farsça Fels. Felsefe Fıçıc. Fıçıcılık Filol. Filoloji Fişekç. Fişekçilik Fiz. Fizik Fizs. antropol. Fiziksel antropoloji Fizs. kim. Fiziksel kimya Fizs. mekan. Fiziksel mekanik Fiz, ted. Fizik tedavi Fizyol. Fizyoloji Fizyopatel, Fizyopatoloji



Folk. Foto. Fotogram. tr. G. Gastro. Gazete. Geleneks. giy. Geleneks. mim. Genet. Geom. Ger. day. Germ. mit. Gerontol. Gezbil. Giz. bil. Gökbil. Gök mekan. Gökölçm. Gölbil. Graf. Grafol. Graf. sant. Grav. Gün. enerj. Güz. sant. H. Halıc. Halk ed. Halk hek. Haritc. Hat. Havc. Hayvc. haz. Hematol. Hepatol. Heykc. Hırist. Hidr. Hidr. bağl. Hidrol. Hidr. pnöm. Hin. Homeopat. Huk. Hz. Isıbil. Is.il mot. Isıt, havld. İc. ifl. huk. içdekors. İçit san. ida. ida. huk. İğ. işi. Iklimbil. ikonogr. İkonol. ikt. ikt. düş. tar. İkt. tar. iletiş. ilkç. tar. ince marangl. ing. ins. bil. ins. paleont. inş. İ.O. İpekböcç. İpekç. İ.S. İskand. mit. İsi. isi. fels. İsi. huk. isp. istat. İştihkc. iş hek. iş huk. İşlem. İşi. ikt. iş örgüt. ital. İtfaiye. Jeod. Jeofiz. Jeokim.



VIII



Folklor Fotoğrafçılık Fotogrametri fransızca Güney Gastroenteroloji Gazetecilik Geleneksel giyim Geleneksel mimarlık Genetik Geometri Gereç dayanımı Germen mitolojisi Gerontoloji Gezegenbilim Gizli bilimler Gökbilim Gök mekaniği Gökölçüm Gölbilim Grafik Grafoloji Grafik sanatları Gravür Güneş enerjisi Güzel sanatlar Hicri Halıcılık Halk edebiyatı Halk hekimliği Haritacılık Hat sanatı Havacılık Hayvancılık hazırlayan Hematoloji Hepatoloji Heykelcilik Hıristiyanlık Hidrolik Hidrolik bağlayıcılar Hidroloji, hidrolik Hidrolik pnömatik Hinduizm Homeopati Hukuk Hazreti Isıbilim Isıl motorlar Isıtma ve havalandırma jora iflas hukuku İçdekorasyon İçit sanayisi jdare idare hukuku iğne işleri iklimbilim jkonografi jkonoloji iktisat iktisadi düşünce tarihi iktisat tarihi .İletişim jlkçağ tarihi ince marangozluk İngilizce insan bilimleri insan paleontolojisi İnşaat İsa'dan önce ipekböçekçiliği İpekçilik İsa'dan sonra İskandinav mitolojisi İslamiyet |slam felsefesi İslam hukuku İspanyolca İstatistik İstihkâmcılık |ş hekimliği İş hukuku jşleme İşletme iktisadı İş örgütlemesi İtalyanca İtfaiyecilik Jeodezi Jeofizik Jeokimya



Jeomanyet. Jeomanyetizma Jeomorfol. Jeomorfoloji K. Kuzey Kabuk1. Kabuklular Kad. doğ. Kadın-doğum Kad. hast. Kadın hastalıkları Kâğ. san. Kâğıt sanayisi Kamu mal. Kamu mâliyesi Kanserbii Kanserbilim Karb. kim. Karbon kimyası ve kömür Kardiyol. Kafdiyoloji Karş. anat. Karşılaştırmalı anatomi Kasapl. Kasaplık Katbil. Katmanbilim Katı. fiz. Katilar fiziği Katol. Katoliklik Kauç. Kauçuk ve elastomerler kayn. kaynakça Kaynakç. Kaynakçılık K.b.b. Kulak, boğaz, burun Kırs. inş. Kırsal inşaat kısalt. kısaltma Kibrç. Kibritçilik Kilitç. Kilitçilik Kim. Kimya Kim. müh. Kimya mühendisliği Kinezit. Kineziterapi Koop. Kooperatifçilik Koregr. Koregrafi Koşumc. Koşumculuk Kozmet. Kozmetik Kriminol. Kriminoloji Krist. Kristalografi Kronol. Kronoloji ktp. kütüphanesi Kur. tar. Kurumlar tarihi Kuşbil. Kuşbilim Kuşç. Kuşçuluk Kuyuc. Kuyuculuk Kuyumc. Kuyumculuk Küm. kur. Kümeler kuramı Kürkç. Kürkçülük lat. latince M. Miladi Mad. oc. Maden ocakları Mağarabil. Mağarabilim M ak. san. Makine sanayisi Mal. Maliye Mal. ikt. Mali iktisat Mant. Mantık Mantarbil. Mantarbilim Manyet. Manyetizma, manyetik Marangl. Marangozluk Marokene. Marokencilik Masonl. Masonluk Mat. Matematik Matbaac. Matbaacılık Mat.çözlm. Matematiksel çözümleme Maz. Mazmun mec. mecaz Med. huk. Medeni hukuk Med.us.huk. Medeni usul hukuku mes. mesnevi Metalogr. Metalografi Metalurj. Metalürji Meteorol. Meteoroloji Meyve. Meyvecilik Mis. Mısır, Mısır'a ait Mis. mit. Mısır mitolojisi Mil.muhs. Milli muhasebe Mim. Mimarlık Miner. Mineraloji Mit. Mitoloji Mobc. Mobilyacılık Mod. Moda Muhs. Muhasebecilik Mutf. Mutfak Müc. Mücevhercilik Mühürbil. Mühürbilim Müz. Müzik Nalbantl. Nalbantlık Nefrol. Nefroloji Niş. mad. Nişan ve madalya no. numara Nöroanat. Nöroanatomi Nörobiyol. Nörobiyoloji Nörol. Nöroloji Nöropsikol. Nöropsikoloji nüf. nüfus Nüfbil. Nüfusbilim Nük. müh. Nükleer mühendislik Nümism. Nümismatik



nz. Oftalmol. Olasıl. Opt. Org. kim. , orkestr. Ormanc. Orm. san. Ortaç, tar. Ortaç, uyg. Ortop. osm. Otele. Oto. Oy. ö. Öğr. öl. Ölçbil. Örg. örn. Örümc. Paleobot. Paleogr. Paleont. Parac. Parapsıkol. \Parf. Pastac. Patol. Patol. anat. Pedag. Pedol. Perspekt. Petrogr. Petrâkim. Petr. san. Plast. sant. Pnopnol. Polim. Postc. Prot. Protest. Psik. Psikan. Psikofizyol. Psikoterap. Pulc. Rad. Radiletiş. Radyo1. Radyotekn. Reanim. Reklamc. Res. Rom. Romatol. Rom. huk. Rom. mit. Rom. tar. Ruhbil. Ruhdilbil. Saatç. Sabunc. Sağl. kor. San. San. boyac. San. seram. Saraç. Savunm. Say. kur. Says. çözlm. Says. hes. Seksol. Semeiol. Sepetç. Seram. Sesbilg. Sey. oy. Sıh. tes. Siber. Sig. Sil. Sim. sim. Sine. Sirk Siyas. bil. Siyas. kur. Skolast. Soğut, san. sonr. Sos. antropol.



nazım Oftalmoloji Olasılıklar Optik Organik kimya orkestralama Ormancılık Orman sanayisi Ortaçağ tarihi Ortaçağ uygarlığı Ortopedi osmanlıca Otelcilik Otomobil Oyun önce Öğretim ölüm, ölüm tarihi Ölçübilim Örgü örneğin Örümceğimsiler Paleobotanik Paleografi Paleontoloji Paracılık Parapsikoloji Parfümcülük Pastacılık Patoloji Patolojik anatomi Pedagoji Pedoloji Perspektif Petrografi Petrokimya Petrol' sanayisi Plastik sanatlar Pnömoloji Polimerler Postacılık Protezcilik Protestanlık Psikiyatri Psikanaliz Psikofizyoloji Psikoterapi Pulculuk Radyo Radyoiletişim Radyoloji Radyoteknik Reanimasyon Reklamcılık Resim Roma, romalı Romatoloji Roma hukuku Roma mitolojisi Roma tarihi Ruhbilim Ruhdilbilim Saatçilik Sabunculuk Sağlık koruma Sanayi Sanayi boyacılığı Sanayi seramiği Saraçlık Savunma Sayılar kuramı Sayısal çözümleme Sayısal hesap Seksoloji Semeioloji Sepetçilik Seramik Sesbilgisi Seyirlik oyunları Sıhhi tesisat Sibernetik Sigortacılık Silah Simya simge Sinema Sirk Siyasal bilimler Siyasal kurumlar Skolastik Soğutma sanayisi sonra Sosyal antropoloji



Sos. bil. Spor Sterkim. Su işler. Su ür. kül. Su yapı. Sürüngbil. Süslem. sant. Sütç. Şapkac. Şarapç. Şarküt. Şehirc. Şekere. Şek. san. T. Tanı Tanrıbil. Tar. Tar. coğ. Tarım Tarım alet. Tarımbil. Tarım mak. Tarım san. Tarıms. ikt. Tarönc. Tasav. Taşbask. Taşoc. Taş oym. sant. Tavukç. Tayfölç.



Sosyal bilimler Spor, sporlar Stereokimya Su işleri Su ürünleri kültürü Su yapıları Sürüngenbilim Süsleme sanatları Sütçülük Şapkacılık Şarapçılık Şarküteri Şehircilik Şekercilik Şeker sanayisi Türkiye Tanı Tanrıbilim Tarih Tarihsel coğrafya Tarım Tarım aletleri Tarımbilim Tarım makineleri Tarım sanayisi Tarımsal iktisat Tarihöncesi Tasavvuf Taşbaskısı Taşocakları Taş oyma sanatı Tavukçuluk Tayfölçüm



tb. Ted. Teknol. Tek. res. Tekst. Tekton. Telekom. telm. Tem. parç. Termodin. Terz. Tez. sant. Tıp Tıp hidrol. Tıp tar. Tic. Tic. huk. Tiyat. Toksikol. Topbil. Topdilbil. Topogr. Topol. Topruhbil. Tuhf. Tur. Tuzc. türkç. Türkol. Tüt. TV. Ulaş. Ulaş. ekon.



tıpkıbasım Tedavi Teknoloji Teknik resim Tekstil Tektonik Telekomünikasyon telmih Temel parçacıklar Termodinamik Terzilik Tezhip sanatı Tıp Tıp hidrolojisi Tıp tarihi Ticaret Ticaret hukuku Tiyatro Toksikoloji Toplumbilim Toplumdilbilim Topografya Topoloji Toplumruhbilim Tuhafiyecilik Turizm Tuzculuk türkçe Türkoloji Tütüncülük Televizyon Ulaşım Ulaşım ekonomisi



Uluslarar. huk. Uluslarar. ikt. Urganc. Us. Uz. hayc. Ürol vb. vd. Verg. huk. \/et. Virol. Yağ. mad. Yahudi. Yakınç. tar. yaklş. Yapı Yapış. yay. Yazıtbil. Yenç. tar. Yerbil. yörs. Yumş. bil. yun. Yun. mit. Yun. tar. yüzölç.



yyyzZool. Zootekn. Zühr. hast. bil.



Uluslararası hukuk Uluslararası iktisat Urgancılık Usul Uzay havacılığı Üroloji ve benzerleri ve diğerleri Vergi hukuku Veterinerlik Viroloji Yağlı maddeler Yahudilik Yakınçağ tarihi yaklaşık olarak Yapı, yapıcılık Yapıştırıcı yayımlayan Yazıtbilim Yeniçağ tarihi Yerbilim yöresel Yumuşakçalar bilimi yunanca Yunan mitolojisi Yunan tarihi yüzölçümü yüzyıl yazma Zooloji Zootekni Zührevi hastalıklar bilimi



BÜ YÜ K LAROUSSE'A KATKIDA BULUNANLAR ABUDARAN (izak), ibranice danışmanı. ACUN (Ertuğrul), İstanbul Üniversitesi orman fakultesi'nde doçent. ADALI (Oya), Büyük Larousse sözlük bölümü yönetmeni. AKALIN (L. Sami),Boğaziçi Üniversitesi fen-edebiyat fakültesi'nde doçent. AKAMATU RUTA.japonca danışmanı. AKARSU (Bedia), felsefe profesörü, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakül­ tesi felsefe bölümü eski başkanı. AKMAN (Süheyl), İstanbul Teknik üniversitesi inşaat fakültesi'nde profe­ sör. AKMAN (Toygar), doktor, sibernetik uzmanı. AKSOY (Ayşe), doçent, İstanbul Teknik üniversitesi kimya metalürji fakültesi kimya mühendisliği bölümü başkan yardımcısı. AKSU (Samim), çevirmen. AKSÛT (Sadun), müzik uzmanı. AKTAŞ (Cemal), marangozluk uzmanı. AKTAŞ (Emrah), emekli assubay, silah uzmanı. AKTAŞ (Necati), Başbakanlık arşivler genel müdürlüğü'nde osmanlı ar­ şivi uzmanı. AKTUNÇ (Hulki), yazar. AKÜN (Ö. Faruk), makine profesörü, İstanbul Teknik üniversitesi makine fakültesi eski öğretim üyesi. AKYURT (Necati), ekmekçilik uzmanı. AKYÜZ (Levent), emekli hâkim albay. ALÇORA (Engin), Büyük Larousse dış siyaset bölümü yönetmeni. ALMAN ARKEOLOJİ ENSTİTÜSÜ (İSTANBUL). ALPAY (Meral), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’nde profesör. ALTINTAŞ (Ayten), İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa tıp fakültesi'nde yar­ dımcı doçent. ANAM (Mürşit), bengali dili danışmanı. ANILANMERT (Beril), seramik uzmanı, Mimar Sinan üniversitesi güzel sa­ natlar fakültesi'nde doçent. ARIBAŞ (Bülent), çevirmen. ARITAN (Turhan), İstanbul Teknik üniversitesi makine fakültesi’nde profesör. ARTÜZ (İlham), zooloji profesörü, su ürünleri uzmanı. ASILYAZICI (Hayati), tiyatro eleştirmeni. ASLIER (Mustafa), profesör, Marmara üniversitesi güzel sanatlar fakülte­ si dekanı. ATABEYOĞLU (Cem), spor yazarı, gazeteci. ATAK (Esen Demir), ziraat yüksek mühendisi, bağcılık uzmanı. ATEŞ(Toktamış), İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi uluslararası ilişkiler bölümü’nde profesör. ATEŞDAĞLI (Muazzez), afganca danışmanı. AVCIOĞLU (Kâmuran), İstanbul Üniversitesi fen fakültesi astronomi ve uzay bilimleri böl.ümü'nde profesör. AYBERS (Nejat), İstanbul Teknik üniversitesi nükleer enerji enstitüsü’nde profesör; Türkiye Atom enerjisi kurumu başkanı. AYTAN (Dündar), ciltçilik uzmanı. AZRAK (Ali Ülkü), İstanbul Üniversitesi'nde idare hukuku profesörü. BAĞDATLI (Selahattin), Büyük Larousse hukuk bölümü yönetmeni. BALAMAN (Ali Rıza), doçent, Kore Hankuk Üniversitesi yabancı diller okulu’nda konuk öğretim üyesi. BALEL (Mustafa), yazar, öğretmen. BAŞ (İbrahim), fıçıcılık uzmanı. BAŞBAKANLIK VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ. BATUHAN (Hüseyin), felsefe profesörü. BATUM (Süheyl), doktor, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesi'nde araş­ tırma görevlisi. BATUR (Sabahattin), müze ve kütüphane uzmanı. BAYDUR (Nezahat), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi'nde profesör. BAYINDIR (Abdülaziz), din uzmanı, İstanbul Müftülüğü arşivinde görevli. BAYKA (Mustafa), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü redak­ törü.



BAYSAL (Jale), profesör, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi kütüp­ hanecilik bölümü başkanı. BEYAZIT (Mehmet), yüksek mühendis, teknoloji uzmanı. BjÇER (Halis), grafik sanatları uzmanı. BjLİR (Ozcan Kandemir), terzilik uzmanı, moda muhabiri. BİNAN (Muhittin), İstanbul Teknik üniversitesi mimarlık fakültesi’nde pro­ fesör. BOLAYIRLI (Yusuf), yüksek mühendis, havacılık uzmanı, THY uçak ba­ kım başkanı. BORA (Aysel), çevirmen. BÖLER (Süleyman), veteriner hekim, Dericilik enstitüsü müdür yardımcı­ sı............. BÜYÜKTÜR (Ahmet Rasim), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi maki­ ne fakültesi termik anabilim dalı başkanı; SEKA genel müdürlük müşavi­ ri. CANDAN (Mazhar), yüksek kimya mühendisi, kuyumculuk uzmanı. CANPOLAT (Mustafa), Ankara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi türk dili profesörü. CEMGİL (Adnan), çevirmen. CENGİZ (Veysi), yüksek mimar, raportör, sanat tarihi uzmanı. CİNEMRE (Vural), balistik uzmanı. COŞ (Nezih), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü redaktörü. ÇABUK (Vahit), tarihçi. ÇAĞIN (Hüseyin Kemal), fotoğraf sanatçısı. ÇAĞRICI (Mustafa), Marmara üniversitesi ilahiyat fakültesi’nde yardımcı doçent. ÇAKIR (Ali Fuat), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi kimya-metalurji fa­ kültesi dekan yardımcısı. ÇALIŞKAN (Ali), nalbantlık uzmanı. ÇALKAVUR (Çağlar), ziraat yüksek mühendisi. ÇAMCI (İbrahim), ağaçişleri uzmanı, Haydarpaşa endüstri meslek lisesi'nden emekli öğretmen. . ÇAMUROĞLU (Reha),. Büyük Larousse tarih bölümü redaktörü. ÇAVUŞOĞLU (Ergin), İstanbul Teknik üniversitesi kimya-metalurji fakül­ tesi'nde profesör. ÇEDOMIR (Yovanovski), dericilik uzmanı. ÇELEBİ (Abdülmecid), kaynakçılık uzmanı, İstanbul Teknik üniversitesi makine fakültesi'nde yüksek mühendis. ÇEPEL (Necmettin), İstanbul Üniversitesi orman fakültesi'nde profesör. ÇEVİKER (Turgut), yazar. ÇİÇEKÇİLER (Ersin), Askeri müze doğu eserleri uzmanı. ÇİZER (Dursun), kilit uzmanı. ÇOLGAR (Bahadır), çevirmen. DEĞERLİ (Fikret), yardımcı doçent, İstanbul Teknik üniversitesi türk mu­ sikisi devlet konservatuvarı türk halk oyunları bölümü başkanı. DEMİR (Arzu), balerin. DEMİRAY (Güngör), Marmara üniversitesi eğitim fakültesi'nde öğretim görevlisi.. DEMİRCİOĞLU (Atillâ), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi'nde araştırma görevlisi. DEMjREZEN (Ahmet), nalbantlık, arabacılık uzmanı. DEMİRİZ (Hüsnü), istanbul'Üniversitesi fen fakültesi’nde botanik profe­ sörü. DENER (Melek), Büyük Larousse birleştirme ve eşgüdüm bölümü yönet­ meni. DENER (Sezer), bilişim uzmanı. DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI İSTANBUL DENİZ MÜZESİ. DERİN (F.Çetin), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölü ıü'nde öğretim görevlisi. DEVECİ (Turgut), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü redak­ törü. DEVLET OPERA VE BALESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ. DEVLET TİYATROLARI GENEL MÜDÜRLÜĞÜ.



DjLLİ (Hüsnü), çevirmen. DİNÇER (Yüksel), Yıldız üniversitesi mimarlık fakültesi şehircilik bölü­ münde araştırma görevlisi. DOĞU (Turhan), vergi hukuku uzmanı. ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI. ER (Cemal), eldivencilik uzmanı. ERDEMLİ (Atillâ), dağcılık uzmanı. ERDOĞAN (Tamer), Büyük Larousse tarih bölümü yönetmeni. ERFA (Rauf), İstanbul Üniversitesi orman fakültesi tütün eksperleri yük­ sek okulu müdürü.. ERGUN (Nurettin), İstanbul Üniversitesi fen fakültesi matematik bölümü'nde doçent. ERİNÇ (Sırrı), profesör, Büyük Larousse coğrafya bölümü yönetmeni; İs­ tanbul Üniversitesi deniz bilimleri ve coğrafya enstitüsü eski müdürü. ERK (Şevket), profesör, Yıldız üniversitesi temel bilimler fakültesi fizik bö­ lümü başkanı. ERKİN (Sermet), illüzyonist. EROL (Ayşegül), Büyük Larousse fen bölümü yönetmen yardımcısı ve redaktörü. EROL (Muhtar), yüksek makine mühendisi, demiryolu uzmanı, TCDD emekli genel müdürü. ERTEL (Mengü), grafik, afiş sanatçısı. ERTOP (Konur), Büyük Larousse edebiyat bölümü yönetmeni. ESEN (Nüket), Boğaziçi üniversitesi fen-edebiyat fakültesi'nde okutman. EVERGEN (Tayfun), yardımcı doçent, İstanbul Teknik üniversitesi maden işletmesi anabilim dalı öğretim üyesi. EVREN (Güngör), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi inşaat mühendisliği bölümü ulaştırma anabilim dalı öğretim üyesi. FERTEKLİGİL (Azmi), İstanbul Menkul kıymetler borsası başkan yardım­ cısı. „ ... . . . . . GENELKURMAY BAŞKANLIĞI ASKERİ MUZE VE KULTUR SİTESİ KO­ MUTANLIĞI. GENELKURMAY GENEL SEKRETERLİĞİ. GEZER (Hüseyin), Mimar Sinan üniversitesi güzel sanatlar fakültesi hey­ kel bölümü’nde profesör. GÖKÇÖL (Tanju),.çevirmen. GÖKNAR (Cem), İstanbul Teknik üniversitesi elektrik-elektronik fakülte­ si'nde profesör. GÖKTEKİN (Aytin), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi maden fakülte­ si petrol işletme anabilim dalı başkanı. GÖKTÜRK (Akşit), profesör, dilbilim uzmanı,İstanbul Üniversitesi edebi­ yat fakültesi İngiliz dili.ve edebiyatı anabilim dalı başkanı. GÖZÜKIRMIZI (Erbil), İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa tıp fakültesi nö­ roloji anabilim dalında doçent. GÜNTEKİN (Ela), çevirmen. GÜRDAL (Erol), İstanbul Teknik üniversitesi mimarlık fakültesi'nde doçent. GÜRELİ (Fjande), çevirmen. GÜRGEY (ismet), kimya profesörü, İstanbul Üniversitesi mühendislik fakültesi reaktör tasarı proses anabilim dalı öğretim üyesi. GÜRSES (Ali), ziraat yüksek mühendisi, böcekbilim uzmanı. GÜVEN (Kâmil), Büyük Larousse fen bölümü yönetmeni. GÜVEN (Kasım Cemal),İstanbul Üniversitesi eczacılık fakültesi'nde pro­ fesör. HANİOĞLU (Şükrü), İstanbul Üniversitesi siyasal bilimler fakültesi öğre­ tim üyesi. HARP AKADEMİLERİ KÜTÜPHANESİ. HAŞAN (Mahbub), bengali dili danışmanı. HEE SOO LEE, kore dili danışmanı. HİLAV (Seiahattin), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü yönet­ meni. HUŞ (Savni), orman ürünleri kimyası ve avcılık profesörü. HÜSEMOĞLU (Enver), Halkalı Zirai araştırma enstitüsü ve ziraat meslek lisesi müdürü.. İLAL. (Ersan), İstanbul üniversitesi'nde anayasa hukuku doçenti. İLGÜREL (Mücteba), profesör, Marmara üniversitesi fen-edebiyat fa­ kültesi tarih bölümü başkanı. İNAN (Mithat), öğretmen yarbay, askeri tarih uzmanı. İNSEL (Rıfat), dahiliye mütehassısı. İPEK (Merih), İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi'nde istatistik profesörü. İSKENDER (Kemal), Mimar Sinan üniversitesi güzel sanatlar fakültesi’nde araştırma görevlisi. İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ MÜDÜRLÜĞÜ. İSTANBUL BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYESİ KÜTÜPHANE VE MÜZELER MÜDÜRLÜĞÜ ATATÜRK KİTAPLIĞI. İSTANBUL BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI MUHSİN ERTUĞRUL TİYATROSU KİTAPLIĞI. İSTANBUL DEVLET OPERA VE BALESİ MÜDÜRLÜĞÜ. İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ. İSTANBUL TIP FAKÜLTESİ DEONTOLOJİ ANABİLİM DALI TIP TARİHİ BİLİM DALI BAŞKANLIĞI. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ DENİZ BİLİMLERİ VE COĞRAFYA ENSTİTÜ­ SÜ KİTAPLIĞI VE HARİTA KOLEKSİYONU. İŞGÜVEN (Hazım), emekli kurmay albay. İZ (Ahmet Doğan), otelcilik uzmanı. KARABACAK-ASILYAZICI (Güner), halk müziği sanatçısı, İstanbul Üni­ versitesi devlet konservatuvarı öğretim görevlisi. KARACAN (Nuri), iktisat profesörü. KARAÇAM (İsmail), Marnlara üniversitesi ilahiyat fakültesi’nde yardımcı doçent. KARAKAYA (Cenap), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü re­ daktörü. KARAKAYA (Fikret), müzik uzmanı. KARSLI (Muharrem), İstanbul Menkul kıymetler borsası başkanı. KAYA (Reyhan), doçent, Marmara üniversitesi güzel sanatlar fakültesi tekstil anasanat dalı başkanı. KAYAOĞLU (İ.Gündağ), antika bakır uzmanı. KAYTAZ (Yalçın), İstanbul Teknik üniversitesi maden fakültesi’nde yar­ dımcı doçent. KAZICI (Ziya), Marmara üniversitesi ilahiyat fakültesi'nde doçent. KIRKOĞLÜ (Serdar Rıfat), çevirmen. KOCAOĞLU (Timur), Marmara üniversitesi fen-edebiyat fakültesi'nde yar­ dımcı doçent. KOCAYUSUFPAŞAOĞLU (Necip),İstanbul Üniversitesi’nde medeni hu­ kuk profesörü. KORALTÜRK (Gülsen), Büyük Larousse arkeoloji ve sanat tarihi telif mad­ deleri redaktörü. KOZ (M.Sabri), halk edebiyatı uzmanı.



X



KUDRET (Cevdet), edebiyat tarihçisi, eleştirmen, Büyük Larousse ede­ biyat bölümü danışmanı ve yazarı. KUMBASAR (Işık), profesör, kristalografi uzmanı .İstanbul Teknik üniver­ sitesi maden fakültesi eski öğretim üyesi. KUMBASAR (Nahit), İstanbul Teknik üniversitesi inşaat fakültesi'nde pro­ fesör. KURDAKUL (Şükran), şair, yazar, edebiyat araştırıcısı. KURTULUŞ (Turan), saatçilik uzmanı. KURU (Baki), Medeni usul ve icra iflas hukuku profesörü. KUT (Günay), Boğaziçi üniversitesi fen-edebiyat fakültesi’nde doçent. KUT (Tahsin), İstanbul Teknik üniversitesi makine fakültesi ziraat makine­ leri biriminde doçent. KUT (Turgut), Büyük Larousse edebiyat bölümü redaktörü. KÜTAL (Metin), İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi’nde çalışma ekono­ misi profesörü. KUTLU (İhsan), sigortacılık uzmanı. KÜÇÜK (Cevdet), Marmara üniversitesi fen-edebiyat fakültesi tarih bölümü'nde doçent. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI. LAYOUNİ (Kamel), arapça danışmanı. LEE MEİ-HUEİ, çince danışmanı. Lİ Lİ ÇİNG, çince danışmanı. MADRA (Ömer), çevirmen. MAGAR (Zareh), diş hekimi. MAHİR (Banu), Topkapı sarayı müzesi kütüphane araştırmacısı. MAZLUM (Deniz), Büyük Larousse fen bölümü yönetmen yardımcısı ve redaktörü. MEE-HYANG-CHUN, kore dili danışmanı. MEHMETOĞLU (Mustafa), yunanca danışmanı. MİLLET KÜTÜPHANESİ (FATİH-İSTANBUL). MİMAR SİNAN ÜNİVERSİTESİ RESİM-HEYKEL MÜZESİ. MİROĞLU (ismet), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölü mü’nde doçent. MORAN (Berna), profesör, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi İngiliz dili ve edebiyatı eski öğretim üyesi. MUREİ (Mücteba), farsça danışmanı. NAZLI (Celal), şapkacılık uzmanı. NOMER (Ergin), İstanbul Üniversitesi’nde devletler hususi hukuku profe­ sörü. OĞUZ (Mustafa), Başbakanlık arşivler genel müdürlüğü'nde osmanlı ar­ şivi uzmanı. OKUR (Natali), rusça danışmanı. OMUR (Ozanay), doktor, Marmara üniversitesi güzel sanatlar fakülte­ si'nde öğretim görevlisi. ÖRMANLAR (Günnur), Büyük Larousse iktisat bölümü yönetmeni. OVESLATİ (Rauf), arapça danışmanı. ÖNCEL (Türkan), İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi maliye bölümü'nde profesör. ÖNEN (Aziz), sigortacılık uzmanı, Türk sigorta enstitüsü müdürü. ÖVÜNÇ (Turgut), profesör, Yıldız üniversitesi mimarlık fakültesi mimarlık bölümü başkanı. ÖZARSLAN (Saime), İstanbul Üniversitesi fen fakültesi’nde zooloji profe­ sörü. ÖZBEK (Sıddık), yüksek mühendis, Sümerbank Defterdar fabrikası mü­ dürü. ÖZBERKİ (Ayşe), çevirmen. ÖZCAN (Abdülkadir), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölü­ mü’nde doçent. ÖZÇELİK (Tahir), tiyatro eleştirmeni, Büyük Larousse tiyatro bölümü yö­ netmeni. ÖZDEMİR (Emin), Ankara Üniversitesi basın yayın yüksek okulu türk dili ve edebiyatı öğretim görevlisi; Türk dil kurumu terim kolu eski başkanı. ÖZDENİZ (Haluk Nur), denizcilik uzmanı, emekli deniz albay. ÖZGE (Nuran), terzilik uzmanı. ÖZGÜR (Ercan), Büyük Larousse osmanlıca bölümü redaktörü. ÖZTOKAT (Erdim), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi'nde okut­ man. ÖZTÜRK (Erdoğan), öğretmen, din uzmanı. ÖZTÜRK (İsa), Büyük Larousse biyoloji bölümü yönetmeni. PAKSOY (I. Ğünay), İstanbul arkeoloji müzeleri nümismatik uzmanı. PALA (İskender), doktor, türk edebiyatı uzmanı. PAMAY (Besalet), Orman yetiştirme ve çevre düzenleme profesörü; İs­ tanbul Üniversitesi orman fakültesi park-bahçe ve peyzaj mimarisi kürsü­ sü eski başkam. PINAR (Nedret), Boğaziçi üniversitesi'nde yardımcı doçent. RAİ (Kiyamuddin), afganca danışmanı. SAFÖĞLU (Recep), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi kimya-metalurji fakültesi metalürji mühendisliği, bölüm başkanı. SAHİLLİOĞLU (Halil), İstanbul Üniversitesi iktisat fakültesi iktisat tarihi pro­ fesörü. SARAÇ (Şevket), çevirmen. SARI (Recep), inşaat mühendisi, havacılık uzmanı; Havayolları inşaatı eski bölge müdürü. SAVCI (Mesut), profesör, İstanbul Teknik üniversitesi gemi inşaatı ve de­ niz bilimleri fakültesi gemi inşaatı anabilim dalı başkanı. SAVRAN (Sungur), iktisat doktoru. SELİK (Muzaffer), İstanbul Üniversitesi orman fakültesi’nde orman bota­ niği profesörü. SENEMOĞLU (Osman), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’nde yar­ dımcı doçent. SERDARÖĞLU (Ümit), arkeoloji profesörü. SERİ (Burhanettin), denizcilik uzmanı, emekli deniz albay. SERT (Mehmet), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü redaktö­ rü. SEZGİN (Orhan), kilit uzmanı. SOMER (Kenan), Büyük Larousse sosyal bilimler çeviri bölümü redaktö­ rü. SONTAŞ (Haşan Runa), tekstil mühendisi, Marmara üniversitesi güzel sa­ natlar fakültesi tekstil anasanat dalı öğretim üyesi. SOYKUT (Hulusi), camcılık uzmanı. SOYSAL (llhami), gazeteci, yazar, Büyük Larousse iç siyaset bölümü yö­ netmeni. SÖKMEN (Suphi), bale uzmanı ve öğretmeni. SÖZEN (Metin), İstanbul Teknik üniversitesi'nde mimarlık tarihi profesö­ rü; TBMM kültür-sanat genel danışmanı. SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİ MÜDÜRLÜĞÜ. SÜRÜR (Ayten), geleneksel giyim uzmanı, Trakya üniversitesi’nde doçent. ŞAMİLGİL (Erman), Yıldız üniversitesi, Kocaeli mühendislik fakültesi jeo­



fizik bölûmü'nde doçent. ŞANVER (Suade), emekli biyoloji öğretmeni. TAHÂN (Mehmet), şekercilik uzmanı, gıda teknoloğu. TANERİ (Semay), inşaat yüksek mühendisi, bayındırlık işleri uzmanı. TANINDI (Zeren), ciltçilik uzmanı. TANIŞALI (Vahap), sosyal antropolog, ayakkabıcılık uzmanı. TANÖR (Bülent), Anayasa hukuku doçenti, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesi eski öğretim üyesi. TANYOL (Tuğrul), müzik uzmanı. TEKİN (Şinasi), Harvard Üniversitesi’nde profesör. TEZCAN (Hülya), doktor, dokumacılık uzmanı, Topkapı sarayı kumaş sek­ siyonu şefi. TEZER (Tufan), çevirmen. THY UÇAK BAKIM BAŞKANLIĞI İNŞAAT AMİRLİĞİ. TOKMAKÇIOĞLU (Erdoğan), Büyük Larousse telif bölümü redaktörü. TOKMANOĞLU (Tahsin), İstanbul Üniversitesi orman fakültesi'nde jeo­ dezi ve fotogrametri profesörü. TOPKAPI. SARAYI MÜZESİ MÜDÜRLÜĞÜ. TOYDEMİR (Nihat), İstanbul Teknik üniversitesi mimarlık fakültesi’nde do­ çent. TUNALI (Gökçen), Büyük Larousse hukuk bölümü redaktörü. TÜNCER CTalatj, Yıldız üniversitesi Kocaeli mühendislik fakültesi'nde ma­ tematik doçenti. TUNÇDOĞAN (Teoman), Büyük Larousse coğrafya bölümü redaktörü. TUZCULAR (Aysel), eski silahlar uzmanı. TÜFEKÇİ (Nida), İ.T.Ü. Türk musikisi devlet konservatuvarı türk halk mü­ ziği bölüm başkanı. TURK STANDARTLARI ENSTİTÜSÜ. TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ MÜDÜRLÜĞÜ. TÜRKER (Şükrü), slav dilleri danışmanı. TÜRKİYE ORTADOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ. TÜRKİYE TURİNG VE OTOMOBİL KURUMU GENEL MÜDÜRLÜĞÜ. TÜRKKAN (Vedat), uluslararası binicilik hakemi. TÛRKOĞLU (Pakize), Marmara üniversitesi Atatürk eğitim fakültesi’nden emekli öğretim görevlisi. _ ULER (Yıldırım), Ankara Üniversitesi'nde idare hukuku doçenti. ULUSOY (Hale), Büyük Larousse halk sanatları yönetmeni. URAL (Merih), otomobil uzmanı.



URHAN (İrfan), zootekni uzmanı, ziraat yüksek mühendisi. ÜZMEN (Reşat), kimya nükleer mühendisi, TAEK Çekmece nükleer araş­ tırma ve eğitim merkezi nükleer yakıt teknolojisi bölüm başkanı. ÜLKER (Muammer), Süleymaniye kütüphanesi müdürü. ÜNALSIN (Selahattin), matbaacılık uzmanı. ÜNSAL (İstemi), İstanbul Teknik üniversitesi inşaat fakültesi'nde profe­ sör. VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ İSTANBUL VAKIFLAR BAŞMÜDÜR­ LÜĞÜ. VARDAR (Berke), dilbilim uzmanı, İstanbul Üniversitesi edebiyat fakülte­ si fransız dili ve edebiyatı anabilim dalı profesörü. YAFET (Benyamen), çevirmen. YAĞAN (Şahin), doçent, Marmara üniversitesi güzel ısanatlar fakültesi tekstil anasanat dalı öğretim üyesi. YALKUT (Aydın), Büyük Larousse askerlik maddeleri yönetmeni. YAVUZ (Hilmi), Mimar Sinan üniversitesi fen-edebiyat fakültesi’nde öğre­ tim görevlisi. YAVUZ (Yüksel), yüksek mühendis, İSKİ plan,proje, inşaat genel müdür yardımcısı. YAZANSOY (Cenap), hat sanatı uzmanı. YAZICI (Tahsin), fars dili ve edebiyatı profesörü, İslam ansiklopedisi yazı kurulu başkanı. YAZICIOĞLU (Turgut), beslenme ve gıda teknolojisi profesörü. YELMEN (Haşan), yüksek kimya mühendisi, dericilik uzmanı. YERGUZ (İsmail), çevirmen. YILDIRIM (Nuran), doktor, İstanbul tıp fakültesi'nde tıp tarihi okutma­ nı. YILDIRIM (Yusuf), halk edebiyatı uzmanı. YILDIZ (Doğan), spor uzmanı. YURDAKUL (Haşan Basri), havacılık uzmanı, emekli hava tümgeneral, THK eski başkanı. YÜCE (Nuri), İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölûmü'nde doçent. YÜCEL (Erdem), Ayasofya müzesi müdürü. YÜCEL (Tahsin), profesör, dilbilim uzmanı, İstanbul Üniversitesi edebi­ yat fakültesi batı dilleri ve edebiyatları bölüm başkanı. ZAİM (Feyza), Büyük Larousse sözlük bölümü yönetmen yardımcısı ve redaktörü.



G R A N D LAROUSSE'A KATKIDA BULUNANLAR ABAZOPOULOU (Françoise), Yanya Üniversitesi'nde (Yunanistan) öğ­ retim üyesi. ABELANET (Renö), tıp doktoru, Paris-V üniversitesi'nde patolojik anato­ mi profesörü. ABELES (Marion), etnoloji uzmanı, kitaplık ve arşiv görevlisi. ABERLEN (Jean), el sanatları ve yapım sanayisi mühendisi. ABONDANCE (Florence), Paris Konservatuvarı çalgı müzesi müdür yar­ dımcısı. ABOU,ZAHAB (Mariam), doğu dil ve uygarlıkları uzmanı. ABSİ (Elie), bilim doktoru, Bilimler akademisi ödülü sahibi. ADEŞ (Marie-Claire), siyasal incelemeler, basın ve halkla ilişkiler uzmanı. ADRİAN, sirk gösterileri uzmanı. AEBİSCHER (Verena), Paris-X üniversitesi'nde toplumruhbilimi öğretim üyesi. AGUESSE (Mathilde), psikiyatri uzmanı, klinik yardımcı hekimi. ALBİGES (Maurice), El sanatları ve yapım sanayisi okulu'nda öğretmen. ALEXANDRE (Egly), doğu dilleri uzmanı. ALİBERT (Guy), fen uzmanı. ALİNHAC (Georges), coğrafya ve harita uzmanı. ALLEGRE (Guy), psikofarmakolog, nörofizyoloji uzmanı. ALLEMAND (Evelyne-Dorothöe), sanat tarihi uzmanı. ALLİtRES (Jacques), bask dili uzmanı, Toulouse-ll üniversitesi'nde pro­ fesör. ALONSO (Jean-Michel), tıp doktoru, Paris Pasteur enstitüsü’nde araştır­ ma görevlisi. AMADOU (Robert), edebiyat doktoru. ANDREASEN (Uffe),jsanat uzmanı, yayımcı (Danimarka). ANSİAU (Böatrice), Ecole du Louvre eski öğrencisi. ARNALDEZ (Roger), Paris-IV üniversitesi’nde profesör. ARNOUD (Monique), Fransız doğu dil ve uygarlıkları enstitüsü’nde çince uzmanı. ARX (Brigitte d’), siyasal toplumbilim doktoru. ASTORKIA (Madeline), edebiyat öğretmeni, arşivci, eskiyazılar uzmanı. ATHANASSIOU (Cleopâtre), psikanalizci. AUBİN (Guy), eczacılık doktoru, Oröal kurumunda cilt biyokimyası araş­ tırma görevlisi. AUBjN (Marie-Christine), coğrafya uzmanı. AUBİN (Michel), Paris-IV üniversitesi’nde yugoslav dili ve edebiyatı pro­ fesörü. AUBİNEAU (Michel), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım ensti­ tüsü’nde öğretim görevlisi. AUGREAU (Patrick), saat tamircisi. AURAT (Jean-Louis), tarihsel anıtlar başmüfettişi. AUTESSERRE (Deniş), sesbilgisi doktoru, Provence Üniversitesi’nde öğ­ retim üyesi. AUTHİER (Andrâ), fen doktoru,. Paris-VI üniversitesi’nde profesör. AVENARY (Hanoch), Tel-Aviv Üniversitesi'nde müzikbilim profesörü. AVOUT (Françoise d'), tarih uzmanı. AYMONIN (Görard), biyoloji ve botanik uzmanı, Ulusal Biyoloji müzesi müdür yardımcısı. BABONAUX (Yves), edebiyat doktoru, Paris-I üniversitesi'nde profesör. BACCHUS (Michel), coğrafya uzmanı. BACHER (Françoise), edebiyat ve insan bilimleri doktoru, "Ecole pratique deş hautes 6tudes” de müdür yardımcısı. BACOUE-GRAMMONT (Jean-Louis), edebiyat doktoru, Doğu dilleri ve uygarlıkları ulusal enstitüsü’nde öğretim görevlisi. BAELDEN (Monique), Paris Üniversitesi'nde beden eğitimi profesörü. BALBİR (Nicole), Doğu dilleri ve uygarlıkları ulusal enstitüsü'nde profesör. BALİBAR (Françoise), bilim doktoru, Paris Üniversitesi’nde profesör. BALLE (Francis), Paris Üniversitesi’nde profesör,Fransız Basınenstitütüsü müdürü.



BALLE-DERİEUX (Marie), eczacı, biyoloji uzmanı. BANNEROT (Hubert), tanm mühendisi, Fransa Ulusal tanm araştırma ens­ titüsü'nde araştırma müdürü. BARB^RİS (Pierre), edebiyat doktoru, Caen Üniversitesi’nde profesör. BARBjER (Jacques), araştırmacı. BARBİER (Marie-France), gazeteci. BARİAND (Pierre), fen dotooru, Paris Mineraloji müzesi müdürü. BARNEVİLLE (François Brisout de), general. BARRE (Pierre), tarımsal araştırma uzmanı. BASŞEREAU (Dominique), tarım mühendisi. BATTİNİ (Jean), yarbay, hukukçu. BAUCHOT (Roland), fen doktoru, Paris-VII üniversitesi’nde karşılaştırmalı anatomi profesörü. BAUDOUİN (Nicolas), tarım mühendisi, at eğitimi uzmanı. BAUDRİMONT (Marielle), hekim nöropatoloji ve nöroanatomi uzmanı. BAYONOVE (Claude), tarımsal araştırma uzmanı. BEAU (Jacques), uzman mühendis, Paris Üniversitesi'nde öğretim üye­ si. BEAUCE (Alain), deprembilim doktoru. BEAUFORT (Louis de), tarihçi, askeri ressam. , BEAUMARCHAİS (Jean-Pierre), lise öğretmeni, Ecole Normale Supörieure mezunu. BEDİCAM (Jean-Marie), tıp doktoru, akciğer veremi uzmanı. BEER (Patrice de), hukukçu, Yaşayan doğu dilleri okulu mezunu, Le Moncfe yazarı. BEĞUİN (Michfele), coğrafya doktoru, haritacılık uzmanı, Paris Üniversi­ tesi’nde öğretim üyesi. BĞHAR (Henri), edebiyat doktoru, Paris Üniversitesi’nde fransız edebi­ yatı profesörü, Fransız dili enstitüsü müdürü. BELLONE (Roger), gazeteci, Photo-Cin&Revue'nün yazı işleri müdürü. BELTREMİEUX (Edouard), bayındırlık mühendisi, teknik kurullar üyesi. BENNİGSEN (Alexandre), Toplumsal bilimler yüksek okulu’nda incele­ meler müdürü. BENOİT (Marcelle), edebiyat doktoru, Paris Konservatuvarı’nda müzik öğretmeni. BERARDİNİ (Claude), Paris-Meudon gözlemevi'nde arşiv sorumlusu. BERDUCOU (Marie-Claude), Paris Üniversitesi arkeoloji fakültesinde öğ­ retim üyesi. BERGEAL (Liliane), gökbilim uzmanı. BERGUE (Anne), tıp doktoru, patolojik anatomi ve biyoloji uzmanı. BERLOÛUİN (Pierre), oyuncakçılık uzmanı. BERNİNGER (Eric), tarım mühendisi, tarımsal araştırma uzmanı. BERROİR (Andrö), Paris-VI üniversitesi’nde matematik profesörü, Fran­ sız bilimsel araştırma merkezi’nde dinamik meteoroloji laboratuvarı mü­ dürü. BERTAUD (Charles), bilim doktoru, Paris gözlemevi’nde gökbilim uzmanı. BERTRAND (Jean-Marie), Paris Üniversitesi’nde öğretim üyesi. BESANÇON (Jacques), edebiyat doktoru, Tours Üniversitesi’nde profe­ sör. BESSET (Jean), tarım mühendisi. BESSİERE (Jean), edebiyat doktoru, Amiens Üniversitesi'nde karşılaştır­ malı edebiyat profesörü. BHATTACHARYA (France), Doğu dilleri ve uygarlıkları ulusal enstitü­ sü'nde öğretim üyesi. BİANCHİ (Anne-Marie), karşılaştırmalı edebiyat doktoru, Grenoble Yabancı dil ve edebiyatlar üniversitesi’nde öğretim görevlisi. BİAYS (Pierre), edebiyat doktoru, Lille Üniversitesi’nde profesör. BjCHON (Claude), albay, Yüksek harp okulu eski profesörü. BİDAN (Pierre), tarım mühendisi, teknoloji profesörü. BLANC (Jean-Charles), çin tarihi doktoru, Yaşayan doğu dilleri okulu me­ zunu, etnolog. BLANGUERNON (François), tarım mühendisi.



BLONDEAU (Anne-Marie), '‘Ecole Pratique des hautes âtudes"de ince­ lemeler müdürü. BLONDEL (Nicole), Fransız anıtlar ve sanat zenginlikleri kurumu müdü­ rü. BOCH (Philippe), bilim doktoru, Ulusal sanayi seramiği yüksek okulu mü­ dürü. BOCKELEE-MORVAN (Andrö), tarım mühendisi. BOjSSAVY (Martine), yerkimyası doktoru. BOİSSELİER (Jean), Paris Üniversitesi’nde Güney ve Güney-Doğu Asya tarihi ve arkeolojisi profesörü. BOK (Julien), Paris Üniversitesi'nde profesör. BONİFAS (Jeannine), Ecole du Louvre mezunu, Ulusal seramik müzesi görevlisi. BONİN (Serge), "Ecole des hautes ötudes en Sciences sociales"de gra­ fik laboratuvarı öğretim üyesi. BONNAUD (Pierre), edebiyat doktoru, Clermont-Ferrand üniversitesi’ nde öğretim üyesi. BONNEFİLLE (Robert), fen doktoru, mühendis, "Conservatoire national des arts et mötiers"de profesör. BOONS (Jean-Paul), Fransız bilimsel araştırma merkezi'nde mühendis. BORDAS (Alain), matematik profesörü. BORDAS (Mirentchu), matematik profesörü. BORGET (Marc), doğa bilimleri uzmanı, Tarım araştırma enstitüsü’nde arşiv sorumlusu. BOSC (Görard), Fransa spor ve beden eğitimi enstitüsü'nde profesör, ulu­ sal basketbol takımı antrenörü. BOTTİNELLİ (Lucie), fizik doktoru, Paris-XI üniversitesi’nde başasistan. BOUBALS (Deniş), tarım mühendisi, Montpellier ulusal yüksek tarım okulu'nda öğretim görevlisi. BOUCHET (Denişe), psikanalizci. BOUE (Paul), Fransız atom enerjisi komisyonu’nda mühendis. BOUESSEE (Joel), VĞnerie dergisinin başredaktörü. BOUGLER (Jacques), tanm mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım ensti­ tüsü’nde konferansçı. BOUİLLON (Claude), L’Oreal şirketinin bilimsel araştırma yöneticisi. BOURCİER (Georges), Paris-X üniversitesi'nde öğretim üyesi. BOUREAU (Edouard), Paris-VI üniversitesi’nde paleobotanik laboratuvarı yöneticisi. BOUREL (Yves), sanat tarihi öğretmeni. BOURGEOİS (Jean-Paul), mühendis, Paris Madencilik okulu'nda öğre­ tim görevlisi. BOURNEUF (Jacques), hekim, Paris hastanelerinde yönetici. BOUVİER (Luc), felsefe öğretmeni. BOY DE LA TOÜR (Xavier), fizikçi, Fransız petrol enstitüsü’nde ekonomi bölümü yöneticisi. BOYELDİEU (Jacques), tarım mühendisi. Paris-Grignon ulusal tarım ens­ titüsü’nde konferansçı. BOYER (Jean-Claude), edebiyat doktoru, Paris-VIII üniversitesi'nde pro­ fesör. BOYER (Rögis), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi'nde görevli. BRASSEUR (Paule). tarih doktoru, Sosyal bilimler araştırmalan yüksek okulu’nda konferansçı. BREJON DE LAVERGNEE(Arnauld), müze yöneticisi, Louvre müzesi'nde sorumlu. BRETTE (Charles), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü'nde öğretim görevlisi. BRİSSEAU-LOAIZA (Jeannine), edebiyat doktorü, Pau Üniversitesi’nde profesör. BROSSARD (Yotande de), müzik tarihçisi, Paris Ulusal yüksek müzik konservatuvarı birincilik ödülü sahibi. BROUTİN (Yvonne-Elisabeth), etnolog, Fransız bilimsel araştırmalar merkezi’nde araştırmacı. BRUNET (Roger), edebiyat doktoru, Fransız bilimsel araştırmalar merke­ zi'nde araştırma yöneticisi. BRUNHAMMER (Yvonne), müze yöneticisi, Dekoratif sanatlar müzesi'­ nde görevli. BUİRA (Maria), roman filolojisi öğretmeni. Paris-lll üniversitesi'nde araş­ tırma görevlisi. . BURLET (Jean), mühendis, Kuzey-Fransa tekstil enstitüsü. CADİERGUES (Roger), Fransız ısıtma, havalandırma sanayi bilimsel ve teknik komitesi genel müdürü. CADİOT (Pierre), öğretim görevlisi, Paris-VIII üniversitesi’nde görevli. CADORET (Gaöl), mühendis. CALLİAS-BEY (Martine), mühendis, Fransa anıtlar ve sanat zenginlikleri uzmanı. CAMBRONY (Robert), Denizaşırı tarım hizmetleri mühendisi. CANAPA (Marie-Paule), doğu dilleri ve uygarlıkları uzmanı, Fransa bilim­ sel araştırmalar ulusal merkezi'nde araştırmacı. CANEİLL (Jacques), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım ensti­ tüsü’nde öğretim görevlisi. CANEVET (Corentin), Haute-Bretagne üniversitesi’nde (Rennes), coğrafya öğretmeni. CAPİLLON (Alain), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü’nde öğretim görevlisi. CAPPE (Danielle), felsefe öğretmeni, Clamart lisesi'nde görevli. CARDİNAUD-STEYAERT (Marie-Hölöne), edebiyat öğretmeni, Doğu dil­ leri ve uygarlıkları ulusal enstitüsü’nde konferansçı. CARDOT (Henri), mühendis, Patlayıcı madde imal ve denemeleri merkezi’nde yönetici. CARMİGNİANİ (Juan), tarihçi. CASALİS (Didier), felsefeci. CASALİS (Georges), tanrıbilim doktoru, Strasbourg Üniversitesi’nde gö­ revli. CASATİ (Louis), edebiyat öğretmeni. CASSİN (Jacques-Paul), tarım mühendisi, Meyve sebze araştırmaları ens­ titüsü’nde yönetici. CESARO (Pierre), hekim, nörofizyolog, Henri-Mondor hastanesi’nde kli­ nik şefi. CHABERT (Jean), mühendis, Mulhouse tekstil araştırmaları merkezi’nin yöneticisi. CHABRİER (Edith), rusça öğretmeni. CHABROLİN (Robert), tarım mühendisi, Tropikal tarım araştırmaları ens­ titüsü’nde görevli. CHAİLLER (Raymond le Saintonge), kilit uzmanı. CHALVİDAN (Pierre-Henri), hukuk doktoru, Paris-XII üniversitesi’nde ba­ şasistan. CHAMARAT (Josselyne), Fransız ulusal halk sanatları müzesi’nde görevli. CHAMBERT-LOİR (Henri), Fransız Uzak-Doğu okulu üyesi.



CHAMOUTON (Thierry), iktisatçı. CHAMPİON (Jean), tarım mühendisi, Meyve ve narenciye araştırmaları enstitüsü’nde görevli. CHARLET (Pierre), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü'nde öğretim üyesi. CHARRİER (Anne), klasik edebiyat ve coğrafya öğretmeni. CHARUEL (Marcel), Bıçakçılık ve sofra donanımları sendikasının sosyal işler komisyonu başkanı. CHATONET (Jean), hekim, Saint-Jacques hastanesi danışman hekimi. CHAUFFİER (Roland). Ulusal spor ve beden eğitimi enstitüsü’nde öğret­ men. t -' " CHAURAND (Jacpues), Paris-Xlll üniversitesi'nde öğretim üyesi. CHAUSSE (Vâronique);'Fransa anıtlar ve sanat zenginlikleri uzmanı. CHAVANON (Philippe), fizik doktoru, Nükleer fizik ve parçacıklar fiziği ulusal enstitüsü'nde mühendis_. CHEİLAN (Liliane), Provence Üniversitesi’nde (Aix-I), öğretim görevlisi. CHERBONNİER (Gustave), Doğa bilimleri ulusal müzesi’nde görevli. CHEVALLİER (François), hukuk doktoru, Paris-I üniversitesi'nde öğretim görevlisi. CHEVRİER (Jacques). modern edebiyatlar öğretmeni, Paris-XII üniversi­ tesi'nde görevli. CLAVAL (Paul), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi. CLEMENT (Olivier), Paris Saint-Serge ortodoks tanrıbilimi enstitüsü'nde öğretim görevlisi. CLEMENT (Olivier), su ürünleri yetiştirme ve kıyı düzenleme (C.T.G.R.E.F.) mühendisi. CLEMENT (Philippe), tarım mühendisi. CLOAREC (Gisöle), gazeteci. COGNY (Pierre), Mans, Edebiyat ve insan bilimleri fakültesi’nde profe­ sör. COLENO (Alain), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarımbilim ensti­ tüsü’nde profesör. COLİN (Lucette), psikopatolog, Paris Üniversitesi'nde öğretim görevlisi. COLLARDET (Jean), tarım mühendisi, Ormancılık yüksek okulu'nda pro­ fesör. COLLİNS (Bernard), Halkla ilişkiler servisi'nde müfettiş. COLSON (Dominique), ekonomi uzmanı. CONAC (Françoise), Fransız bilimsel araştırmalar merkezi’nde (C.N.R.S.) görevli. COOUAND (Roger), bayındırlık mühendisi. CORBİN (Jean), Saint-Louis kristal fabrikaları eski yöneticisi. CORDONNİER (Robert), araştırma görevlisi, Montpellier Ulusal tanm araş­ tırma enstitüsü, bitki teknolojisi merkezi yöneticisi. CORGANOFF (Georges de), tıp doktoru, deri hastalıkları uzmanı. CORNU (Jean), Equipe gazetesi eski yazarı. COUEDEL (Noel), İquipe gazetesi yazı işleri müdür yardımcısı. COUPEROT (Guy), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü’nde öğretim üyesi. COURANT (Christiane), fen doktoru, Arı ve toplumcul böcekler araştır­ ma merkezi'nde arşiv sorumlusu. COURTHİON (Pierre), sanat yazarı. COURTİNE-DENAMY (Syjvie), felsefe doktoru. COÜTY (Daniel), Rouen Üniversitesi’nde öğretim üyesi. COYAUD (Maurice), Fransız bilimsel araştırma merkezi'nde araştırma gö­ revlisi. CRESTOİS (Paul), eczacılık doktoru. CRİMAİL (Philippe), tıp doktoru, Montreuil Merkez hastanesi’nde kadın hastalıkları ve doğum şervisi şefi. CROÇHET (Bernard), Ecole du Louvre mezunu. CROİX-MARİE (Agnös), Bitkisel ve hayvansal yağlar araştırma enstitüsü'­ nde arşiv sorumlusu ve kütüphaneci. CROSSA-RAYNAUD (Patrice), tarım mühendisi, Tarım araştırmaları ulu­ sal enstitüsü yöneticisi. CRUMEYROLLE (Jean-Baptiste), Biyoloji enstitüsü araştırma görevlisi. CUİSENİER (Jean), Fransız bilimsel araştırma merkezi ve Etnoloji mer­ kezi yöneticisi. DACHARRY (Monique), edebiyat doktoru, Lille Üniversitesi'nde profesör. DALMASSO (frtienne), edebiyat doktoru, Paris Üniversitesi’nde profesör. DARD (Serge). tıp doktoru, Tıp fakültesi'nde klinik şefi. DEBERNARDY (Vâronique), tarih ve edebiyat uzmanı. _ DECROOCÛ (Daniel), fizik ve kimya doktoru, Louvain Üniversitesi’nde profesör. DEFOİLHOUX (Jean-Mıchel), Fransa'da Avusturya büyükelçiliği basın ata­ şesi. DEJEUX (Jean), edebiyat doktoru. DELEULE (Didier), Rennes Üniversitesi'nde felsefe profesörü. DELMAS (Jacques), fen doktoru, Tarım araştırmaları enstitüsü yönetici­ si. DELMAS (Jean), general. DELPİERRE (Madeleine), Moda ve giysi müzesi yöneticisi. DELVERJ (Jean), edebiyat doktoru, Paris Üniversitesi’nde profesör. DEMANEE (Lucien), Paris Bilimler fakültesi'nde görevli, Paris Maden oku­ lu'nda çğretim üyesi. DEMANEE (Michöle), Paris bilimsel araştırma merkezi’nde bilim arşivi so­ rumlusu. DEMANGE (Jean-Marie), fen doktoru, Biyoloji ulusal müzesi, zooloji laboratuvarı yönetici yardımcısı. DEMEİLLİERS (Agnös), Fransa Parfümcüler derneği üyesi. DENİZOT (Michel), fen doktoru, Languedoc Bilimler ve teknik üniversite­ si’nde.profesör. Montpellier Botanik enstitüsü yöneticisi. DERRİEUX (Rögis,) Nice Üniversitesi’nde öğretim üyesi. D^TRAZ (Claude), fen doktoru, Fransız bilimsel araştırma merkezi’nde araştırma görevlisi. DEVAUX (Yves), profesör ve yazar. DEVİLLE (Pascale), hukuk ve haberalma uzmanı. Bakanlıklararası yöne­ timsel haberalma merkezi'nde görevli. DEVİSME (Philippe), veteriner hekim. DE VOŞ (Luk), Anvers Üniversitesi'nde araştırma görevlisi. DEVRİES (Annik), müzikbilimci. DâZERT (Bernard), edebiyat doktoru, Paris Üniversitesi’nde profesör. Dİ CRİSTO (Albert), sesbilgisi uzmanı, Provence Üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. DOMART (Michel), tıp doktoru, Tıp fakültesi’nde klinik şefi. DOMENEGHİNİ (Jean-Baptiste), edebiyat doktoru. DONATİEN (François), edebiyat uzmanı. DOR (Joel), psikopatoloji ve psikanaliz uzmanı. DOURNON-TAURELLE (Geneviöve), Musöe de l'Homme’da müzik alet­ leri koleksiyonu görevlisi.



DREVON (Guy), Ecole polytechnique’te mühendis. DREYFUS (François-Georges), Strasbourg Üniversitesi’nde profesör. DUBOİS (Daniöle), ruhbilim doktoru. DUBOİS (Jean), Paris Üniversitesi’nde profesör. DUBOİS (Laurent), Paris Üniversitesi yunan filolojisi bölûmü’nde öğretim üyesi. DUBOİS (Pierre), edebiyat doktoru, Paris Üniversitesi'nde öğretim üye­ si. DUBOİS (Pierre-A.), Fransa Parfümcüler derneği üyesi. DUBUCS (Jacques-Paul), felsefeci, mantık doktoru. DÜCHENE (Michel), Paris tyaden okulu’nda profesör. DÜFLOS (Marie-Christine), Ecole du Louvre mezunu. DUFLOS-PRİOT (Marıe-Thöröse), toplumbilim doktoru. DUFLOT (Jean), uzman mühendis, Yüksek döküm okulu'nun müdürü. DUFOURCO (Norbert), müzik tarihçisi, Paris Saint-Merri kilisesi’nin org­ cusu. DUMAS (Armelle), tıp doktoru, psikiyatri hastaneleri yöneticisi. DUMAS (Jean-Charles), fen doktoru (çevrebilim), tarım mühendisi. DUMON (Roger), mühendis, Creusot-Louire derneği araştırma başkanı. DUMONT (Bernard-Louis), tanm mühendisi, Tarım araştırmaları enstitü­ sü’nde uzman. DUMOLİN (Philippe), Paris Maden okulu’nda araştırmacı. DUPAS (Alain), fen doktoru, Paris-IX üniversitesi'nde başasistan. DÜPOUX (Pierre), tıp doktoru, Tıp fakültesi cerrahi bölümü eski başkanı, Neuilly, hastanesi'nde cerrah. DUPUİS (Jacques), edebiyat doktoru, Paris-X üniversitesi'nde eski pro­ fesör. DURAND (Bernard), uzman mühendis, Fransa petrol enstitüsü araştır­ ma başkanı. DURAND (Marie-Jose), matematik profesörü. DÜREVİLLE (Robert), spor uzmanı ve Buz sporları federasyonu'nda yö­ netici. . DURLİAT (Marcel), Toulouse-Le Mirail üniversitesi'nde profesör. DUSCH (Raymond), Paris itfaiye örgütü genel müdürü. DUSSAİX (Olivier), Ulusal sendikalar odası genel sekreteri. DUTAİLLY (Henri), yarbay, tarih uzmanı, Fransız kara kuvvetleri tarih in­ celemeleri bölümü başkanı. DUTARTRE (Jean), mühendis, Tarım araçları inceleme merkezi’nde yö­ netici. DÜVELLE (Charles), müzikolog, Kültür ve iletişim bakanlığı müzik bölümü’nde görevli. DVORETZKİ (Robert), tekstil mühendisi, Fransa Tekstil enstitüsü araştır­ ma bölümü başkanı. EHRHARD (Thierry), tıp doktoru, tropikal bulaşıcı hastalıklar uzmanı. EHRMANN (Bruno), sosyoloji öğretmeni. EOCHE-DUVAL (Jacques), tarım danışmanı, hayvan yetiştiriciliğinde uz­ man. ESCHAPASSE (Maurice), güzel sanatlar uzmanı, Georges-Pompidou sa­ nat ve kültür ulusal merkezi’nde araştırmacı. ESCOBAR (Enrique), toplumbilim uzmanı. ESMEIN (Suzanne), sanat tarihçisi. ESPİNAY (Melçhior d’), tarihçi. EVENOU (Jeari), la Maison-Dieu dergisinin yöneticisi. EYROLLES-OUVARD (Christine), edebiyat doktoru. FABRE (Andrö), Doğu dilleri enstitüsü Kore kürsüsü'nde profesör. FACON (Patrick), tarih doktoru, Hava ordusu tarih araştırmaları bölümü yöneticisi. . FARDOULİS-VİTART (Anne), toplumbilimleri uzmanı, Musöe de l’Homme’da araştırmacı. FAVERJON (Philippe), edebiyat doktoru. FAYOLLE j(Rose-Marie), Doğu dilleri ve uygarlıkları enstitüsü mezunu. FELDER (Eric), maden mühendisi ve araştırmacı. FELS (Jacqueline de), doğu dilleri ve uygarlıkları uzmanı, Güney-Doğu Asya araştırmalar merkezi’nde araştırma yöneticisi. FENNER (Jocelyne), tarih uzmanı. FERCHAULT (Guy), felsefe profesörü, Versailles ve Saint-Maurdes-Fosses konservatuvarlarında öğretmen. FERRAS (Robert), edebiyat doktoru, Montpellier-lll üniversitesi'nde pro­ fesör. FERRİER (Jean-Pierre), Paris-ll üniversitesi’nde öğretim üyesi. FEUİLLET (Jack), Doğu dilleri (bulgarca) ve uygarlıktan enstitüsü'nde pro­ fesör. FjNANCE (Laurence de), Fransa eski anıtlar kurumu’nda yönetici uzman. FİNK (Mathias), fen doktoru, Paris-VII üniversitesi'nde öğretim üyesi. FİSCHER (Jean-Claude), fen doktoru, Doğa bilimleri müzesi’nde müdür yardımcısı. FLAMİON (Jean), Demiryolları kurumu müfettişi. FLEİSCHMANN (Ivo), Ulusal bilim araştırmaları kurumu’nda araştırmacı, Dcğu dilleri enstitüsü’nde öğretim görevlisi. FLEURİDAS (Claude), Ulusal spor enstitüsü'nde profesör. FLEÜRY (Andrö), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarımcılık ensti­ tüsü’nde konferansçı. FONTAİNE (Jean), edebiyat doktoru, ibla dergisinin yöneticisi (Tunus). FOREST (Jacques), £cole pratique des hautes etudes'de araştırma yö­ neticisi. FORGUE (Guy-Jean), Paris-lll üniversitesi'nde profesör. FORT, (Marcel), mühendis; şişe ve cam yapımı uzmanı. FORTİN (Maîe), tarih, coğrafya ve arkeoloji öğretmeni, Kolomböncesi ar­ keolojisi pzmanı. FOUCHECOUR (Charles-Henri de), Doğu dilleri ve uygarlıkları enstitü­ sü’nde profesör. FOURBET (Jean-François), tarım mühendisi, Tarım araştırmaları ulusal enstitüsü' nde, görevli. FOURNİER (Etienne), tıp doktoru, Fernand-VVidal hastanesi'nde hekim, Paris-VII üniversitesi tıp fakültesi’nde profesör. FREDERİC (Louis), tarihçi, etnolog. FREMONT (Armand), edebiyat doktoru, Caen Üniversitesi’nde profesör. FRİEDEL (Henri), doğa bilimleri profesörü. FROUARD (Jean-Pierre), sivil havacılık mühendisi. FUERXER (Pierre), telekomünikasyon uzmanı ve araştırıcısı. FUJİMOTO (Edwige), japonca ve rusça uzmanı. FUSİL (Jack), Pierre-et-Marie-Curie üniversitesi’nde (Paris-VI) başasistan. GAGNARD (Madeleine), edebiyat doktoru, müzikolog. GAGNEPAİNE (Bernard), Eski müzik araştırma kurumu’nda yönetici (Bel­ çika), Paris-IV üniversitesi'nde öğretim görevlisi. GAGNON (François-Marc), Montreal Üniversitesi’nde Kanada sanatı ta­ rihi profesörü. GAİGNARD (Romain), edebiyat doktoru, Toulouse-Le-Miraıl üniversite­



si’nde başasistan. GAİLLARD (Jean-Pierre), tarım mühendisi, Meyve ve narenciye araştır­ maları enstitüsü. GALMjCHE (Marie-France), dilbilim uzmanı. GALMİÇHE (Michel), Paris-X üniversitesi’nde asistan. GAMBLİN (Andrö), edebiyat doktoru, Lille-I üniversitesi’nde öğretim üye­ si. GARANGER (Josö), Paris-I üniversitesi'nde profesör. GARCİA (Henri), Equipe gazetesi yazıişleri müdürü. GARDAİR (Jean-Michel), edebiyat doktoru, İtalyanca agrejesi. GASC (Nadine), Arts Decoratifs de Paris müzesi tekstil bölümü sorumlu­ su. GATELLİER (Bernard de), hukuk doktoru, institut d ’Etudes Politiques (Lyon) mezunu. GATELLİER (Marie), sanat ve arkeoloji doktoru, araştırmacı. GATOUİLLAT (Françoise), Fransa sanat zenginlikleri ve anıtları genel muhafızlığı'nda yönetici teknisyen mühendis. GAUDEAUX (Jean-François), felsefe doktoru, toplumbilim uzmanı. GAUDRİAULT (Raymond), hukuk doktoru, genel müfettiş. GAUTHİER (Andrö), Müzikolog. GAUTİER (Paul), doğu dilleri doktoru, araştırma görevlisi. GAVALDA (Jean), tarım mühendisi. GAVİGNET (Louis), saatçilik ve mikroteknik inşaat profesörü. GENET (Jean-Phiippe), Paris-I üniversitesi’nde başasistan. GENNES (Pierre-Gilles de), Ecole Normale Supörieure mezunu. Üniver­ site agrejesi, bilimler doktoru, Enstitü üyesi, College de France’da profe­ sör, Paris Fizik ve kimya yüksek okulu müdürü. GEYSSANT (Jacques), üniversite agrejesi, Paris-VI üniversitesi’nde baş asistan. GHANASSİA (Jean-Pierre), tıp doktoru, tıp fakültesi eski klinik şefi, ClaudeBernard hastanesi'nde asistan hekim. GİACOMO (Mathee), Pariş-lll üniversitesi’nde başasistan. GİACOMO (Pierre), Caen Üniversitesi’nde profesör, Uluslararası ölçü ve tartılar bürosu müdürü. GİACOTTİNO (Jean-Claude), üniversite agrejesi, edebiyat doktoru, Marsilya-lll üniversitesi'nde profesör. GİAUME (Raymond), albay, Draguignan Topçu okulu müzesi sorumlu­ su. GİGNOUX (Philippe), Ecole Pratique des Hautes Etudes müdürü, eski İran dinleri profesörü, Studia iranica dergisi direktörü. GİLLİER (Pierre), tarım mühendisi. GjLSON (Hölöne), H.E.C.J.F. mezunu, C.I.M.A.B. başyazarı. GjRARD (Sylvie), edebiyat fakültesi mezunu. GİRAUD (Alexandra), tıp doktoru. GİRET (Andrö), petrografi doktoru, Paris-VI üniversitesi’nde asistan. GİTEAU (Madeleine), Ecole Française d'Extreme-Orient’da araştırma şefi. GLOVVİNSKİ (Roland), fen doktoru, Paris-VI üniversitesi'nde profesör, Eco­ le polytechnique’te konferansçı öğretim üyesi. GOASGUEN (Jean), Ordu sağlık kurumu’nda başhekim. GÖRSE (Solange), gazeteci. GOUBET (Andrö), Su ve yol işleri başmühendisi, Barajlar teknik komitesi başkanı. GOUJON (Paul)„ tarım mühendisi. GOUREVİTCH (Edouard), haham. GRAPPE (Andrö), felsefe profesörü. GRAPPİN (Pierre), Metz Üniversitesi’nde profesör. GRASSER (Renö), Kırsal bölge, su ve orman işleri mühendisi. GRELOU (Georges), üniversite agrejesi. GRESLOU (Martin), alman dili ve edebiyatı uzmanı. GRİBET (Marie-Françoise), edebiyat doktoru, Paris-VIII üniversitesi'nde öğretim görevlisi. GRjLLON (François), mühendis, maden konularında araştırmacı. GRİMAL (François), Paris-lll üniversitesi'nde başasistan. GRİSON (Pierre), bilimler doktoru, bahçe*mühendisi. GROSS (Maurice),. Paris-VII üniversitesi'nde profesör. GROSSO (Renö), Üniversite agrejesi, Avignon Üniversitesi’nde başasis­ tan. GROUCHY (Jean de), tıp doktoru, Araştırma merkezi (C.N.R.S.) müdü­ rü. GRUSŞ (Noö), edebiyat doktoru, yazar. GUALİNO (Jacques), £cole polytechnique mezunu, silah donanımı baş­ mühendisi. GUERAS (Roger et Emmanuel),şekerleme yapımcıları. GUERRA (François-Xavier), tarih agrejesi, siyasal bilgiler mezunu, ParisI üniversitesi’nde tarih başasistanı. GUETTAT (Mahmoud), müzikolog, etnomüzikoloji doktoru, Paris-IV ve Paris-X üniversitelerinde öğretim görevlisi. GUİBET (Jean-Claud), Louvain Üniversitesi fen doktoru. GUİLHAUMOU (Jacques), Fransız dili enstitüsü’nde araştırma görevlisi. GUİLLEMET (Serge), Genç körler ulusal enstitüsü’nde pedagoji müdürü. . GUİLLET (Alain), Araştırma merkezi (C.N.R.S.) belge ve dil laboratuvarı mühendisi. GUT (Agnes), yüksek öğrenim mezunu, doğu etüdleri doktoru. GUTHMANN (Claudine), fen doktoru, Paris-VII üniversitesi’nde başasis­ tan. HACHARD (Daniel), tiyatro ve sinema yönetmeni. HAKİM (Jacques), tıp doktoru, Paris-VII üniversitesi Xavier-Bichat fakül­ tesi hematoloji profesörü. HALFF (Bruno), üniversite agrejesi. HARANT (Yves), tıp doktoru, Paris hastaneleri eski hariciye uzmanı. HARİTSCHELHAR (Jean), edebiyat doktoru, Bordeaux-lll üniversitesi bask dili ve edebiyatı profesörü. HAROT (Renö), tarih yüksek öğrenim mezunu. HAUDRY (Jean), Lyon-lll üniversitesi'nde profesör, £cole Pratique des Hauts Etudes, bölüm IV araştırma müdürü. HAVARD.(Christian), üniversite agrejesi. HENNERİCK-LEGRAND (Monique), hukuk doktoru, avukat. HENRY (Jean-Loup), fen doktoru, Rennes-I üniversitesi Yerbilimler ensti­ tüsü’nde baş asistan. HERSKOVİTS.(Gilda), fen doktoru, ruhbilim uzmanı, psikanalizci. HERVE-BORDİER (Huguette), devlet denetimindeki müzik okullarında mü­ zik eğitimi profesörü. HESS (Remi), toplumbilim doktoru, E. -Delacroix de Drancy lisesi'nde öğ­ retmen, Paris-VIII üniversitesi öğretim görevlisi. HİERNAUX (Jean), tıp doktoru, fen doktoru, C.N.R.S. araştırma müdü­ rü. HOANG (Michel), etnoolg.



HODEİR (Marcellin), tarih uzmanı, hava kuvvetleri tarih servisi fotoğraf arşivi sorumlusu. HOFFMANN (Fernand), felsefe ve edebiyat doktoru, Luxembourg Üni­ versitesi'nde profesör. HUBERT (Michel), doğa bilimleri ulusal müzesi’nde baş asistan. HUBERT-RODİER (Jacques), tarih uzmanı. HUDELOT (Sylvie), edebiyat uzmanı. HUET (Philippe), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitüsü' nde başasistan. HUETZ DE LEMPS (Alain), edebiyat doktoru, Bordeaux-lll üniversitesi' nde profesör. HOUT (Jean-Lois) Paris-I üniversitesi'nde arkeoloji profesörü. HUSSONNOİS (Michel), doğa bilimleri doktoru, Fransa bilimsel araştır­ ma merkezi'nde araştırmacı. İBRAHİM (Amr Helmy), dil doktoru. JACOBS (Römi), müzikbilimci. JACQ (Christian), Eski Mısır araştırmaları doktoru. JACÛUARD (Albert), nüfusbilim uzmanı, Paris-VI ve Cenevre Üniversite­ si’nde profesör. JACOUELOT (Chantal de), tarih uzmanı. JACÛUES (Jean), mühendis doktor, Fransız bilimsel araştırma merkezi’ nde araştırmacı. JACOUİNET (Pierre), albay, Yüksek harp okulu’nda profesör. JAOUL (Martisce), ulusal müzeler müdürü. JARCZYK (Gvvendoline), edebiyat doktoru (felsefe). JAULİN (Pierre), tıp doktoru, Bichat hastanesi kan aktarım merkezi mü­ dürü. JAUNEAU (Roger), Paris-XIII üniversitesi'nde profesör. JEANDİN (Michel), Lyon Merkez okulu’nda mühendis. JOİN-LAMBERT (Patrick), veteriner doktor. JONSŞON (Einar), Paris-IV üniversitesi'nde asistan. JOUZİER (Xavier), tarım mühendisi, Süt endüstri ve ekonomisi yüksek araştırma enstitüsü müdürü. JULİA (İsabelle), Paris, Ernest-Höbert ulusal müzesi müdürü. KALİFA (Gabriel), tıp doktoru, elektroradyoloji uzmanı, Paris-V üniversi­ tesi'nde öğretim üyesi. KANNAS (Claude), edebiyat öğretmeni. KAPLAN (Jacob), Fransa hahambaşısı. KASİ (Nagapattinam Muragesam), Paris-lll üniversitesi’nde, Doğu dilleri ve uygarlıkları ulusal enstitüsü'nde öğretim görevlisi. KASPI (Andrö), edebiyat doktoru, Paris-lll üniversitesi'nde profesör. KASSAI (Georges), edebiyat doktoru, Fransız bilimsel araştırma merke­ zi’nde araştırmacı. KATZ,(Elie), keten üretimi ve kullanım derneğinde bölüm başkanı. KERLEO (Jean), Fransız Itriyatçılar birliği üyesi. KERNER (Samuel), yahudi dilleri ve edebiyatları doktoru. KİENER (Eric), tıp doktoru, Fransa akupunktur birliği'nde öğretim üyesi. KİHfyl (Alain), dil doktoru, Columbia Üniversitesi'nde öğretim görevlisi. KLEİN (Jean), Fransız bilimsel araştırma merkezi’nde araştırmacı. KOHLER (Deniş), Atina Üniversitesi’nde profesör. KOKKO-ZALCMAN (Anna), Doğu dilleri ve uygarlıkları enstitüsü’nde öğ­ retim görevlisi. KOLB (Jean), Mum ve cila üreticileri sendikası’nın başkanı. KOPEL (Joel), tıp doktoru, Saint-Joseph hastanesi’nde araştırmacı. KOPP (Marcel), Paris özel taşımacılık kurumu’nda müdür yardımcısı. KREMER-MARIETTİ (Angöle), felsefe doktoru, Amiens Üniversitesi’nde öğretim üyesi. LABELLE (Nicole), Ottawa Üniversitesi'nde müzik tarihi profesörü. LABOUREUR (Sylvain), coğrafya uzmanı. LACHARNAY,(Stöphane), Fransız Televizyonu'nda mühendis. LA COTARDİERE (Philippe de), fen yazarı. LACOUDRE (Anniek), tıp doktoru. LADMİRAL (Jean-Renö), felsefe doktoru, Paris-X üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. LAFFORGUE (Gilbert), tarih uzmanı, Paris-IV üniversitesi'nde öğretim üye­ si. LAGANE (Renâ), Paris-X üniversitesi’nde öğretim üyesi. LAGEAT (Yannick), Öermont-Ferrand-ll üniversitesi’nde öğretim üyesi. LAGİERE (Robert), tarım mühendisi, doğa bilimleri doktoru. LA GORCE (Jöröme de), Fransız bilimsel araştırma kurumu’nda araştır­ macı. LALANDE (Guy), tıp doktoru, Paris tıp fakültesi klinik şefi. LALOUETTE (Claire), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. LAMBERT (Georges), Ulusal spor ve beden eğitimi enstitüsü'nde profe­ sör. LAMBER (Jean), hukuk doktoru. LAMEYRE (Jean), doğa bilimleri doktoru, Paris-VI üniversitesi’nde pro­ fesör. LARBİER (Michel), tarım mühendisi, Ulusal tarım enstitüsü’nde araştır­ macı. LARRUE (Suzanne), edebiyat öğretmeni. LASSERRE (Guy), edebiyat doktoru, Bordeaux-lll üniversitesi’nde pro­ fesör. LASSERRE (Raymonde), mühendis doktor, Teknik deri merkezi'nde araş­ tırmacı. LAUNAY (Marc. B.de), felsefe profesörü. LAUTH (Jean-Pierre), gazeteci, Emballagps dergisinin yazı işleri müdü­ rü. LAUVERJAT (Jacques), hidrojeoloji doktoru, Paris-VI üniversitesi’nde öğ retim üyesi. LAVAL (Daniel), inşaat mühendisi, Ulusal köprü ve yol inşaatı okulu’nda profesör. LAZARD (Gilbert), Paris-lll üniversitesi’nde profesör. LE BERRE (Michel), etoloji doktoru, Lyon-I üniversitesi'nde asistan. LE BOURDİEC (Paul), edebiyat doktoru, Nice Üniversitesi’nde öğretim üyesi. LE BOZEC (Patrick), tıp doktoru, Saint-Cloud hastanesi’nde görevli. LECHEVALİER (Claude), coğrafya uzmanı, Paris-X üniversitesi’nde öğ­ retim üyesi. LE CLERC (Pierre), Nancy kimya enstitüsü'nde mühendis. LECLERE (Christian), Fransa bilimsel araştırma merkezi'nde mühendis. LE COCQ (Catherine), coğrafya uzmanı. LEDERER (Danielle), fen doktoru, Paris-VII üniversitesi’nde öğretim üye­ si. LEEMAN (Danielle), Paris X. üniversitesi'nde asistan. LEFEBVRE (Gilles), fen doktoru, Motor ve petrol ulusal yüksek okulu ve Paris kimya ulusal yüksek okulu’nda öğretim üyesi.



LEFEBVRE (Marc), tıp doktoru, Rothschild hastanesi’nde rümatolog. LEGAY (Jean-Marie), tarım mühendisi, Lyon-I üniversitesi'nde öğretim üye­ si. LEGRAİN (Michel), kilise hukuku doktoru, Paris katolik enstitüsü'nde rektör yardımcısı. LEHMAN (May-Brigitte), İskandinav dilleri uzmanı, Paris-IV üniversitesi' nde öğretim üyesi. LEMAIGRE-VOREAUX (Pierre), fizik doktoru, Uluslararası aydınlatma ko­ misyonu ^yönetici sekreteri. LEMAİRE (Andrö), tüycü. LEMBOURBE (Fernand), hukukçu, Para ve madalyalar kurumu müdür yardımcısı. LEMfrRER-RİTTER (Brigitte), psikanalizci, Paris-VII üniversitesi'nde öğ­ retim üyesi. LE MİRE (Pierre), Paris-I üniversitesi’nde kamu hukuku asistanı. LEMORDANT (Deniş), doktor eczacı, Marsilya eczacılık yüksek okulu’ nda asistan. LEMPEREUR (Emile), Valon dili ve edebiyatı uzmanı, yazar. LENY (Jean-François), Paris-VIII üniversitesi'nde öğretim üyesi. LEPRİNCE (Pierre), fizik doktoru, Fransız petrol enstitüsü iktisat müdürü. LEPVRİER (Claude), fen doktoru, Paris-VI üniversitesi’nde öğretim üye­ si. LERAT (Serge), edebiyat doktoru, Bordeaux-lll üniversitesi’nde öğretim üyesi. LEROY (Jean-Bernard), sivil havacılık mühendisi, Sular idaresi başmü­ hendisi. LESOUEF (Pierre), albay, Yüksek harp okulu, tarih bölümü başkanı. LESTRİNGANT (Frank), çağdaş edebiyat uzmanı, Haute-Alsace üniver­ sitesi'nde öğretim üyesi. LETESSİER (Jean), Ulusal spor enstitüsü müdürü. LEVANTAL (Christophe), hukukçu. LEVASSEUR-REGOURD(Anny-Chantal), Paris-VI üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. LEVİSALLES (Jacques), fizik doktoru, Paris-VI üniversitesi'nde öğretim



üvesi. LEVY-LEBLOND (Jean-Marc), fen doktoru, Nice Üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. LE YAOUANÛ (Jean), Tours edebiyat ve insan bilimleri yüksek okulu’ nda asistan. LİABEUF (Jacques), Fransız kahve ve kakao enstitüsü araştırma müdü­ rü. LİBERTALİS (Gisöle), Hukuk ve hukuk tarihi yüksek okulu mezunu. LİBBRECHT (Xavier), spor (biçicilik) muhabiri. LINCKELMANN (Françoise), Ecole du Louvre mezunu. LİVOİS (Pierre de), gemi inşa mühendisi. LİZET (Bernadette), çevrebilim doktoru. LOCHARD (Jean), haberleşme mühendisi, Fransız standartları enstitüsü eski başmühendisi. LOSSOUARN (Jean), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım ensti­ tüsü’nde asistan. LOSZYCER (Charles), gazeteci, polisiye roman eleştirmeni. LOUVEAUX (Jean), Ulusal tarım araştırmaları enstitüsü araştırma müdü­ rü. LUİZZA (Yvonne), modacı. MABİLLE (Gerard), Paris dekoratif sanatlar müzesi müdürü. MADEC (Anne), toplumbilim uzmanı, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü’nde asistan. MAHE (Jean-Pierre), Doğu dilleri ve uygarlıkları enstitüsü'nde ermenice öğretmeni. MAHEU (Pierre), el sanatları ve sanat mühendisi Durrschmidt kurumu’ nda danışman müdür. MAİLLARD (Jean), müzik eğitimi doçenti, Paris Üniversitesi’nde öğretim üyesi. MALAŞŞİGNE (Claude), doçent. MALDİDİER (Deniş), Paris-X üniversitesi'nde dil asistanı. MALGRANGE (Jean-Louis), fen doktoru, Paris-VII üniversitesi’nde öğre­ tim üyesi. MANCİNİ (Roland), müzikbilimci. MANİCHON (Hubert), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım ensti­ tüsü’nde asistan. MARCADE (Jacques), tarih doçenti, Poitiers Üniversitesi'nde öğretim üye­ si. , MARCADE (Jean Claude), Fransız bilimsel araştırma merkezi'nde araş­ tırmacı. MARCEL-DUBOİS (Claudie), Fransız bilimsel araştırma merkezi araştır­ ma müdürü. MARECHAL (Ernest), fizik doçenti, Paris-VI üniversitesi'nde öğretim üyesi. MARGARİTİS ,(Harry), müzik doçenti. MARİN-LAFLECHE (Andrö), tarım mühendisi, Ulusal tarım araştırmaları enstitüsü’nde araştırmacı. MARİON (Jacques), Orman geliştirme enstitüsü müdürü. MARRAST (Robert), Paris-lll üniversitesi araştırma ve öğretim biriminde öğretim üyesi. MARTEL (Jean), albay, Askeri müze eski müdürü. MARTENOT (Catherine) etnolog. MARTİN (Georges), tarım mühendisi, Araştırma enstitüsü yağ ve yağlı bitkiler araştırma bölümü müdür yardımcısı. MARTİN (Jean Pierre), edebiyat doktoru, Reims Üniversitesi eski tarih öğretim üyesi. MARTRES (Marie-Josephe), Paris-Meudon gözlemevi’nde gökbilimci. MASSON (Philippe), edebiyat doktoru, Denizcilik yüksek okulu öğretim üyesi. MASURE (Marie-Cöcile), ruhbilimci. MATHELİN (Marie), çince öğretmeni, Paris çağdaş sanatlar müzesi’nde uzman. MAUGEY (Pierrette), müzik yazarı. MAUREL (Marie Claude), edebiyat doktoru, Montpellier-lll üniversitesi' MAURİN (Gilbert), edebiyat doktoru. MAURY (Jean Pierre), Paris-VIII üniversitesi’nde asistan. MAYOUX (Sophie), edebiyat uzmanı, çevirmen. MAZOYER (Marcel), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü’nde öğretim üyesi. MECHLER (Pierre), fen doktoru, Paris-VI üniversitesi'nde öğretim üyesi. MEDARD (Louis), mühendis. MEGİE (Christan), tarım mühendisi, Pamuk ve yabani dokuma bitkileri araştırma enstitüsü dokümantasyon bölümü müdürü.



MEİLLON (Gustave), Doğu dilleri ve uygarlıkları profesörü, FransızVietnam enstitüsü’nürı müdürü. MEJANE (Jean), mühendis, Bilimsel araştırmalar ulusal enstitüsü'nde öğ­ retim görevlisi. MELCHjOR-BONNET (Alain), edebiyat öğretmeni. MELCHİOR-BONNET (Bernardine), tarihçi. MELLOR (Alec), avukat, tarihçi. MELOT (Michel), Bibliotheque national'de yönetici. MERİAN (Maurice), Fransa kiremitçiler ve tuğlacılar federasyonu’nda dış ilişkiler görevlisi. MERİNO (Josö), tarih doktoru, Fransız bilimsel araştırmalar ulusal mer­ kezi’nde araştırmacı. METZGER (Catherine), Louvre müzesi’nde yönetici. MEVEL (Pierre), kelt dili ve uygarlığı uzmanı. MEYNARD (Josette), mühendis, Tarım araştırmaları ulusal enstitüsü'nde asistan. MEYNET (Michel), iktisatçı, edebiyatçı, ulaştırma bakanlığı’nın deniz ba­ lıkçılığı bölümünde genel inceleme ve kaynaklar dairesi şefi. MİALANE (Pierre),. yazar, gazeteci. MİCHAUD-PRADEİLLES (Catherine), Paris konservatuvarı mezunu ve mü­ zik uzmanı. MİCHEL (Bernard), edebiyat doktoru, Poitiers üniversitesi’nde profesör. MİGEOT (Clarisse), hekim, Seine hastanesi’nde psikiyatri uzmanı. MOHEN (Jean-Pierre), Eski eserler ulusal müzesi'nde yönetici. MOİNDROT (Claude), edebiyat doktoru, Paris-VII üniversitesi’nde öğre­ tim üyesi. MOND (Georges), siyasal bilimler doktoru, Paris-ll üniversitesi'nde öğre­ tim görevlisi. MONNERET (Simon), felsefe doktoru, Paris-VIII üniversitesi’nde öğretim görevlisi. MONNERET (Sophie), sanat tarihçisi. MONNİER (Sabine), iktisatçı. MONNİER (Yves), edebiyat doktoru, Paris-XII üniversitesi'nde öğretim üye­ si. MONSENERGUE (Francis), gazeteci, Equipe dergisi yazı işlerinde gö­ revli. MONTHEİLLET (Frank), maden mühendisi, Madencilik okulu'nda grup şefi. MONZON (Suzanna), arkeoloji doktoru, Musöe de 1'Homme'da araştır­ macı. MORAND-FEHR (Pierre), Tarım araştırmaları enstitüsü'nde bölüm baş­ kanı. MORANDO (Bruno), fen doktoru, Boylamlar dairesi müdürü. MOREAU (Christian), hekim, Tours tıp fakültesi’nde klinik şefi. MOREAU (Jean-Paul), edebiyat profesörü, Amiens Üniversitesi’nde pro­ fesör. MOREAU (Michel), silah mühendisi, Silahlanma teknik merkezi'nde bö­ lüm şefi. MORİCHON (Jean Pierre), savunma bakanlığı hukuk işleri bölümünde karşılaştırmalı politika uzmanı. MORİSSET (Jacques), l ’AĞronautique ve l ’Astronautique dergilerinin ya­ zı işleri müdürü. MOURADİAN (Claire), tarihçi, Ecole polytechnique’te çevirmen. MOÜREAU (Magdeleine), hukuk doktoru, Fransız petrol enstitüsü’nde bö­ lüm şefi. MOUSSY (Claude), Paris-X üniversitesi’nde profesör. MULHERN (Sherill), etnolog. MYARD (Georges), kimya mühendisi. Dokuma sanayisi kimyacılar derneği’nin başkanı. NAAMAN (Abdullah), edebiyat doktoru, yazar, diplomat. NAKACHE (Danielle), hukuk ve basın uzmanı. NANTEUİL (Huguesde la Barre de), general, Askeri akademi’de öğret­ men. NARDİN (Catherine). iletişim bilimleri ve edebiyat uzmanı. NASLİN (Pierre), elektrik mühendisi, NATO’ya bağlı Savunma araştırma­ ları kurumu'nda bölüm şefi. NAUDO (Michel), zooloji uzmanı. Doğa bilimleri müzesi'nde öğretim gö­ revlisi. NAYAK (Anand), sanskrit sanatı uzmanı, Fribourg Üniversitesi’nde öğre­ tim üyesi. N'DİAYE (Francine), Musöe de l’Homme’da zenci Afrika bölümü sorum­ lusu. NİCOT (Jacqueline), fen doktoru. Doğa bilimleri müzesi’nde öğretim gö­ revlisi. NOEL (Marie-France), Ulusal müze’rıin halk sanatları kütüphanesi’nde yö­ netici. , NOETİNGER (Jacques), havacılık tarihi uzmanı, pilot. NOİN (Daniel), edebiyat doktoru, Paris-I üniversitesi'nde profesör. NORMAND (Gilbert), moda uzmanı. NOVAES (Simone), sanat tarihi uzmanı, Stanford Üniversitesi. NUSSBAUM (Louis-Frödöric), Asya uygarlıkları tarihçisi. OGUS (Arnold), sanayi mühendisi, fen doktoru. Paris temyiz mahkemesi'nde ve yargıtayda yetkili uzman. OİZON (Renö), edebiyat doktoru. OKADA (Amina), Doğu dilleri ve uygarlıkları enstitüsü'nde uzman. OLİVİERI (Christian), tarım uzmanı, Montpellier yüksek tarım okulu’nda öğretim görevlisi. ORANGE (Marc), Fransız bilimsel araştırma merkezi’nde (C.N.R.S.) mü­ hendis. ORCEL (Michel), felsefeci, Floransa Avrupa enstitüsü'nde araştırmacı. ORSİNİ (Löonarcf), tanm uzmanı, Laon tarım merkezi'nde laboratuvar mü­ dürü. PAGNEY (Pierre), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi’nde profesör. PAİN (Jacques), eğitim bilimleri doktoru, Paris-X üniversitesi’nde öğre­ tim görevlisi.» PALLİER (Ginette), edebiyat doktoru. Limoges Üniversitesi'nde öğretim üyesi. PALME (Dominique), Japon edebiyatı uzmanı, Paris-lll üniversitesi. PANSU (âvelyne), Sanat tarihi doktoru. PASSEK (Jean-Loup), sinema eleştirmeni. Georges-Pompidou sanat mer­ kezi'nde danışman. PASTOUREAÛ (Michel), paleografi uzmanı. Bibliotheque national'de yö­ netici. PATTE (Didier), hekim, Paris tıp fakültesi’nde klinik şefi. PAYEN (Jacques), Ulusal el sanatları oku!u'nd_a öğretim görevlisi. PEBAYLE (Raymond), edebiyat doktoru, Brest Üniversitesi'nde profesör. PECAUT (Pierre), tarım mühendisi, Tarım araştırmaları ulusal enstitüsü’­ nde araştırma yöneticisi.



PECHOUX (Pierre-Yves), Toulause-Le-Mirail üniversitesi'nde öğretim gö­ revlisi. PEDRONCİNİ (Guy), Paris-I üniversitesi’nde öğretim üyesi. PEİFFER (Jeanne), kültür tarihi doktoru. PELLERİN (Jacques), hukuk doktoru, Paris-ll üniversitesi'nde öğretim gö­ revlisi. PELLOSO (Pierre), mühendis, Paris-Val ve Marne üniversitesi’nde öğre­ tim görevlisi. PELOU (Pierre), kütüphaneci, Fransız belgecilik merkezinde görevli. PERA (Jean), bayındırlık mühendisi, Tünel incelemeleri merkezi'nde yö­ netici. PERELMAN (Marc), mimar. PERRİN-KİRCHENBERGER (Elisabeth), edebiyat doktoru. PETİT (MİCHEL), Paris-Grignon ulusal tarım enstitüsü’nde laboratuvar tek­ nisyeni. PETİT (Yvon), kürek antrenörü. PEYRADE (Jean), tarih öğretmeni. PEZEU-MASSABUAU (Jacques), edebiyat doktoru. PİCARD (Gilbert Charles), Paris-IV üniversitesi’nde öğretim üyesi. PİCARD (Olivier), Paris-X üniversitesi'nde öğretim üyesi. PİERRARD (Pierre), edebiyat doktoru, Paris katolik enstitüsü'nde öğre­ tim üyesi. PİERRE (Michel), Essone enstitüsü’nde öğretim üyesi. PİGELET (Philippe), Halk sanatları ulusal müzesi'nde anket yöneticisi. PLANHOL (Xavier de), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi'nde öğre­ tim üyesi. PLANÛUES (Pierre), mühendis coğrafyacı. PLANTAİN (Paul Henry), Fransız Hayvan ve bitki koruma kurumu'nda danışman biyolog. POGNAN (Marköta), edebiyat ve plastik sanatlar uzmanı. POİGNANT (Alain-François), bilim doktoru, Paris-VI üniversitesi’nde öğ­ retim üyesi. POjRİON (Daniel), Paris-IV üniversitesi'nde öğretim üyesi. POİSSON (Christian), mühendis, Kaynak enstitüsü'nde bölüm şefi. POİTRAT (Etienne), tarım mühendisi, Tarım bakanlığı "Düzenleme ve yöntemler” bürosu şefi. POKORNY (Annick), madenbilimci, Metz Üniversitesi. POKORNY (Jean), mühendis, Metz Üniversitesi. POLLET (Michel), tanm uzmanı. PONDE VASSALLO (Ligia Maria), Rio de Janeiro federal üniversitesi'­ nde (Brezilya) öğretim üyesi. PONS (Alain), Paris-X üniversitesi'nde felsefe öğretmeni. PONS (Xavier), edebiyat doktoru, Toulouse-Le-Mirail üniversitesi'nde öğ­ retim görevlisi. POPOVIC (Alexandre), Fransız bilimsel araştırmalar merkezi'nde (C.N.R.S.) araştırmacı. PORTES (Jacqûes), tarih doktoru, Paris-I üniversitesi'nde tarih asistanı. POSSEME (Evelyne), Paris dekoratif sanatlar müzesi'nde görevli. POUPfeE (Henri), Sanatlar ve meslekler ulusal konservatuvarı’nda öğre­ tim görevlisi. POURNOT (Joölle), nümismatik uzmanı. PRACHE (Anne), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi'nde görevli. PRADEL (Jean-Louis), sanat eleştirmeni ve öğretmen. PRALONG (Annie), sanat tarihi uzmanı, Tarihsel araştırmalar merkezi’ nde, araştırmacı. PRETOT (Xavier), hukukçu. PUJOLLE (Jean), Fransa Tele-yayın kurumu genel müdürü. PULVER (Elsbeth), edebiyat doktoru, Bern Lisesi'nde (İsviçre) öğretmen. PY (Claude), tarım mühendisi, Meyve ve narenciye araştırmaları enstitü­ sü’nde görevli. OUİLLİVIC (Anna), sanat tarihçisi. RAMA (Louis), Lyon Teknik deri merkezi’nde araştırma yöneticisi. RANDİER (Jean), açık deniz kaptanı, yazar, deniz tarihçisi. RAULET (Gerard), almanca öğretmeni. RECONDO (Jean de), Paris Tıp fakültesi'nde öğretim üyesi. REjN-NİKOLAEV (Nicole), edebiyat öğretmeni. REİNHORN (Marc), Paris-lll üniversitesi’nde.öğretim üyesi. REİTEL (François), edebiyat doktoru, Metz Üniversitesi’nde profesör. REVENU (Daniel), eskrimci. REVERCHON (Jacques), istatistikçi. RİBEYRE (Claude), tarım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü'nde asistan. RİCAU (Marcel), mühendis, Saint-Gobain Industries' nin eski yöneticisi. RIGAUD(Jean Philippe), Akitanya tarihöncesi yapıtları kurumu yönetici­ si. RİTA LOPES (Maria Teresa), Lizbon Üniversitesi'nde toplumsal bilimler öğretim üyesi. RIVEŞ-NİESSEL (Jean), albay, askeri incelemeler uzmanı. ROBİN (Sylvie), sanat tarihi öğretmeni, müze müdürü. ROCHE (Daniel), ruhbilim doktoru. ROCHE (Marcel), mühendis, Tarım ve besin endüstrileri ulusal yüksek okulu’nda öğretim görevlisi. ROCHETTE (Marguerite), modern edebiyatlar öğretmeni, Paris-XIII üni­ versitesi nde öğretim görevlisi. ROİRE (Jacques), kimya mühendisi. ROLFO (Dominique), bilgisayar uzmanı. ROOUES-CARMES (Claude), Besançon Üniversitesi’nde profesör. ROSSİ (Jean-Görard), felsefe doktoru. ROUBERTOUX (Pierre), edebiyat ve fen doktoru, Paris-Orsay üniversite­ si’nde öğretim görevlisi. ROUSSEAU (Jacques), mühendis, Fransa Chrysler Şirketi'nin başmühen­ disi. ROUSSEL (isabelle), Nancy-ll üniversitesi’nde öğretim görevlisi. ROUX (Bernard), tarım mühendisi, Ulusal tarım araştırmaları enstitüsü’ nde araştırmacı. ROUX (Jean-Paul), edebiyat ve insan bilimleri doktoru, Fransa bilimsel araştırmalar ulusal merkezi’nde (C.N.R.S.) araştırmacı. ROUX (Michel), Toulouse-Le-Mirail üniversitesi’nde asistan. ROZENBERG (Paul), Paris-VII üniversitesi'nde öğretim üyesi. RULLİERE (Gilbert), hukuk doktoru, Fransa bilimsel araştırma ulusal merkezi'nde (C.N.R.S.) araştırma yöneticisi. RUSSO (François), hukuk doktoru. RYBAK (Henryk), hekim. RYNGAERT (Jean-Pierre), Paris Üniversitesi tiyatro incelemeleri enstitü­ sü’nde öğretim görevlisi. SABATİER (François), Paris Üniversitesi’nde müzikbilim doktoru.



SAFFAR (Dominique), İktisadî bilimler uzmanı, Fransız Basın enstitüsü me­ zunu. SAGAY (Marte-Claude), almanca uzmanı, siyasal bilimler doktoru, İstan­ bul’daki Ecole française’de almanca öğretmeni. SAGNES (Jean), tarih doktoru, Perpignan Üniversitesi’nde öğretim üye­ si. SAGOT (Patrick), beden eğitimi öğretmeni. SAjNT-MİCHEL (Serge), Grafik sanatlar teknik lisesi’nde öğretmen. SAİSON (François), teknoloji mühendisi. SALAUN (Lydie), tarih uzmanı. SALGUES (Michel), Montpellier tarımbilim yüksek okulu'nda öğretim üyesi. SALKİN (Yves), general. SALLES (Catherine), klasik edebiyat uzmanı, Paris Üniversitesi’nde öğ­ retim üyesi. SAPİS (Jean-Claude), Ulusal tarım araştırma enstitüsü'nde (Montpellier) araştırma görevlisi. SASSİER (Yves), hukuk doktoru, Rouen hukuk ve İktisadî bilimler fakül­ tesi öğretim üyesi. SAUVANT (Daniel), tarım mühendisi. SCHÂERER (Kurt), edebiyat doktoru, Zürih Üniversitesi'nde öğretim üyesi. SCHNİTZLER (Marcelle), giyim uzmanı. SCHVVEİTZ (Adette), Fransız bilimsel araştırma merkezi'nde (C.N.R.S.) uz­ man, arşivci. SCRIBAN (Renö), fen doktoru, profesör, biyoteknoloji uzmanı. SEEBACHER (Jacques), Paris Üniversitesi’nde profesör. SERİER (Jean-Baptiste), tarım mühendisi. SERONDE-BABONAUX (Anne-Marie), edebiyat doktoru, Caen Üniver­ sitesi’nde profesör. SEURRE (Görard), çağdaş edebiyatlar uzmanı, lise öğretmeni. SİGAUT (François), tarım mühendisi, etnoloji uzmanı. SİLVY (Christine), La Miniöre biyoloji araştırma merkezi’nde arşiv sorum­ lusu. SjNDZİNGRE (Nicole), antropolog, toplumsal bilimler uzmanı. SİRDEY (François), mağarabilimci. SİRVEN (Pierre), coğrafya uzmanı, Ruanda Üniversitesi’nde öğretim üyesi. SOLAS (Renâ), El sanatları okulu’nda mühendis. SOTTON (Michel), kimya mühendisi, Fransa tekstil enstitüsü'nün laboratuvar müdürü. SOUCHAL (François), edebiyat doktoru, Lille edebiyat fakültesinde pro­ fesör. SOUCHİER (Bernard), fen doktoru, Nancy Üniversitesi’nde profesör. SOULEZ (Vöronique-Juliette), sanat tarihçisi, restorasyon uzmanı SOULEZ LARİVİERE (Furcy), Ecole polytechnique mezunu STEİN (Meir), Kopenhag Üniversitesi sanat tarihi öğretim görevlisi, Fran­ sız Sanat dostları derneği başkanı. STELLA (Gilbert), yapay çiçek ve bitki yapımcısı. STERKERS (Olivier), tıp doktoru. STİRNEMANN (Patricia), New York Columbia üniversitesi’nde felsefe dok­ toru. SUBLET (Jacqueline), Fransız bilimler araştırma merkezi’nde (C.N.R.S.) mühendis. SUDAKA (Charles-Michel), diş hekimi Paris-VII üniversitesi diş cerrahisi fakültesi'nde klinik şefi. c SUTTERLİN (Raymond), Ecole polytechnıque mezunu, mühendis. TABERNA (Pierre), Ulusal spor ve beden eğitimi enstitüsü’nde öğret­ men. TAGAUX (Marie-Josâphe), tarım mühendisi. TAİLLANDİER (Göröme) ruhbilimci ve felsefeci. TAİLLARD (Pierre), Besançon, Jules-Haag lisesi'nde saatçilik öğütme­ ni. TEİSSİER DU CROS (Josette), siyasetbilimci ve ruhbilimci TERRASSON (Jean-Claude), etnolog, felsefe doktoru. TERRIERE (Irânöe), din tarihçisi. THİBAULT (Pierre), Paris-X üniversitesi’nde öğretim üyesi. THİERRY (Solange), Ulusal biyoloji müzesi etnoloji laboratuvarında öğ­ retmen, Musöe de l'Homme ikinci yöneticisi. THİLL (Edgar), Ulusal spor ve beden eğitimi enstitüsü ruhbilim laboratuvarı sorumlusu. TİSSOT (Francine),.Guimet müzesi’nde görevli. TONDU (Görard), Ecole du Louvre mezunu. TOUCHARD (Robert), Tourny ve Mars derneği yöneticisi ve başkanı. TOUPET (Charles), edebiyat doktoru, Lyon-lll üniversitesi’nde profesör. TOURETTE-TURGİS (Catherine), eğitim doktoru, Paris-VIII üniversitesi’­ nde öğretim görevlisi. TRAMONİ (Jacques), edebiyat uzmanı. TRAN (Van Khâ), Fransız bilimsel araştırma merkezi (C.N.R.S.) yönetici­



si. Unesco Uluslararası müzik kurulu üyesi. TRANİE (Jean), yarbay, tarihçi. TREVELO-ATTANASIO (Joelle), Ulusal spor ve beden eğitimi enstitüsü öğretmeni. TRİCORNOT (Marie-Chantal de), Sanatlar ve halk gelenekleri müzesi’­ nde arşivci. TRİPET (Louis), iş örgütlenmesi mühendisi. TROGAN (Rosine), Carnavalet müzesi’nde görevli. TROPER (Michel), Paris-X üniversitesi’nde hukuk profesörü. TRUTTMANN (Philippe), yarbay, tarih doktoru. TRZNADEL (Jacek), Paris-IV üniversitesi'nde profesör. TURMEL (Françoise), doğa bilimleri profesörü. TURMEL (Jean-Marie), fen doktoru, Ulusal biyoloji müzesi müdür yardım­ cısı. TZORTZİS (Catherine), ruhbilimci, araştırmacı. UNGEREF (Catherine), tarih uzmanı. UZUREAU (Claude), tarım başmühendisi, Tropikal tarım araçları incele­ me ve deneme merkezi yöneticisi. UZZAN (Aldo), Yağlı maddeler enstitüsü genel müdür yardımcısı. VADOT (Robert), bayındırlık mühendisi, Bayındırlık okulu eski profesörü. VANDERMEERSCH (Bernard), fen doktoru, Paris-VI üniversitesi'nde öğ­ retim üyesi. VANNEY (Jean-Renö), edebiyat doktoru, Paris-IV üniversitesi’nde profesör. VAN SCHOUTE (Roger), Louvain Üniversitesi’nde profesör. VAYSSE (Jean-Marie), felsefe öğretmeni. VENDOME (Jean), mücevherci. VENNETİER (Pierre), edebiyat doktoru. Fransız bilimsel araştırma mer­ kezi'nde araştırma (coğrafya) yöneticisi. VENUAT (Michel), fen doktoru, Hidrolik bağlayıcılar sanayisi inceleme ve araştırma merkezi’nde teknik ilişkiler müdürü. VERDET (Jean-Pierre), bilim doktoru, Paris gözlemevi’nde gökbilimci. VERLAÛUE (Christian), edebiyat doktoru, Montpeflier-lll üniversitesi'nde profesör. VERLEY-REİCHEL (inös), etnoloji uzmanı. VERNE (Françoise), hukuk uzmanı, Ekonomi bakanlığı’nda şube müdü­ rü. VERNET (Jean), yarbay, tarih doktoru, Yüksek harp okulu eski öğretim üyesi. VEYSSİE (v *an-Jacques), fen doktoru. ViAT'E (Aun Jote), Mınevi ve siyasal bilimler akademisi üyesi. VİUAL (Jean-Paul), .spanyolca uzmanı. VİEl (Jean-Marlo• ‘atım mühendisi, Paris-Grignon ulusal tarım enstitü­ sü’nde öğretin üyesi. VİGNAL (Ma ■), e- Loiyat uzmanı. Vı 3NERO!: (Claudıne), tıp doktoru. VjLAjN (Jacques), Ulusal müzeler yöneticisi. Vİ'.EİN (Michel), iktisat uzmanı. VILARS (Jean), kimya mühendisi Kâğıt sanayisi teknik kurumu onur baş­ kam VİLLAİN (Jacques), Teknik araçlar müdürlüğü’nde görevli. VILLEMANT (Benoît), yerkimyası doktoru, Paris-VI üniversitesi'nde öğ­ retim görevlisi. VİLLENAVE (Jean-Pierre), şahincilik uzmanı. VVAGNER (Jacaues), tarih öğretmeni. VVASSERMAN (Michel), doğu incelemeleri uzmanı. VVATTEZ (Edouard), tıp doktoru, röntgen uzmanı, tıp fakültesi laboratuvarı eski yönetmeni. WEİLL (Claudie), Almanya üstüne incelemeler (tarih) doktoru. WEİSS,(Pierre), hukuk doktoru, edebiyat araştırmacısı. WERLE (Pierre), şapka yapımcısı. VVEULERSSE-BAUDRY (Delphine) °ar.s-VII üniversitesi'nde çin edebi­ yatı öğretim üyesi. VVİEDERKEHR (Anne-Marie), sanat tarihi dokturu. WİSZNİAK (Catherine), tarih ve coğrafya uzmanı. VVLODARCZYK (Andrö), Paris-VII: niversitesi’nde japon dili öğretim üye­ si. VVLODARCZYK (Hölöne), Dt ğu Ji'iv' .vgarlıkları enstitüsü'nde lehçe profesörü. WOL--F (J°an-Pierre), mühe ıdıs, 'ağlı maddeler enstitüsü müdürü. ZACrlARİ(Anton), Z a y -L Ür »ersites< tarih bölümü mezunu. ZALKl\lı (baha ve sen + ge>saha olmuştur Bu gelişmenin üçüncü kişi ad'lının yönel­ me durumu ekiyle oluşturduğu biçimden (a + n + ğa > ana) benzetme yoluyla or­ taya çıktığı sanılmaktadır. Üçüncü tekil ki­ şi adılının tarihöncesi dönemlerde a olduğu, daha sonra bunun yerini ol aldı­ ğı halde, anı (onu), an/rt (onun), arta (ona), andan (ondan) gibi çekimlerinde bu eski adılın kullanıldığı görülmektedir. OI> o gelişmesi ile bu çekimli biçimler de bu-



A HARFİNİN EVRİMİ



glifi



h



hieratikos



C,



X



*



f Byblos



Lenike



A R A



Thera yunancası



A



A A



Klasik yunanca



Latin arkaik biçimieri İ.Ö. VI. - İli. yy.



İtalyot ve etrüsk diiieri



AA



A Büyük A klasik latince .



günkü durumunu almıştır. XVI.. - XVII. yy.’larda meydana geldiği sanılan bu geiişme yazılı metinlerde ancak XIX. - XX. yy.’larda görülmektedir. Eski anadolu türkçesinde fert/r > tanrı 'Tanrı” olmuş­ tur. Bu gelişmenin bu sözcükle birlikte kullanılan yak, tacala gibi kalın ünlü bu­ lunduran sözcüklerin etkisi ile olduğu ile­ ri sürülmektedir. Bunun yanında din değişmesiyle sözcükte de bir değişme yapma gereksinimi duyularak Allah kav­ ramını karşılamak için sözcükte böyie bir değişiklik yapılmış olabileceği de akia gel­ mektedir. Eski türkçedeki kuyaş sözcüğü­ nün eski anadolu türkçesinde güneş biçimini almasında ise bir bulaşma sözkonusudur. Aynı anlamda kullanılan gün (güneş) sözcüğünün kuyaş'la bulaşma­ sıyla güneş biçimi ortaya çıkmıştır. Bütün bu gelişmeler, genellenemeyen gelişme­ lerdir. ığla- > ağla-, ığaç > ağaç gibi seyrek görülen ı> a gelişmesini de XIII. yy.'dan sonraki metinlerde görüyoruz. Yine eski anadolu türkçesinde Y ünsü­ zünün etkisiyle a > e gelişmesinin meyda­ na geldiği görülmektedir: ayıt-> eyit(söylemek), ay> ey gibi. a > ı gelişmesi,yazı dilinde faş>ftş"dış" sözcüğünde görülür. Bu sözcüğün bir tü­ revi olan taşık- da, taşık->çık- gelişmesi­ ne uğramıştır. Bu gelişmeyi XI. yy. metinlerinde görüyoruz. ikinci hecedeki dar yuvarlak ünlülerin düzleşmesiyle u > a gelişmesi görülür: ortu>orta, ordu> orda gibi. Bu gelişme geniş zaman ekinde de görülür: yat-ur> yat-ar, san-ur> san-ar gibi. Osmanlıca döneminde türkiye türkçe­ sinde arapça sözcüklerdeki ince L sesi­ ne özenme sonucu, şu iki sözcükte a > e gelişmesi görülür: alma> elma, ala> ela. Kıpçak, harezm ve çağatay lehçelerinde Y sesi yanındaki A’nın O'ya döndüğü gö­ rülmektedir: kavun > kovun, savur- >sovur-, tavar> tovar gibi.Çağataycada bu gelişmenin tersi de görülmektedir: soğuk> savuk, kov->kav- gibi. Yakut türkçesinde birinci hecede a > ı gelişme­ si görülür: yat->sıt-, yanak>smah, yazı “ o va "> sisi, saç-> ıs-, yaz- “ hatâ etmek" > sis- gibi. Çuvaş türkçesinde A ünlüsü daralarak U olur: a t> u t, ada> udi, as-> sus-, ya ş> s’ul,taş>cul, ak-> yuh-, sakal> suhal, sat->sut-, san->sun-, sarig “ sarı">sun gibi. Bu da­ ralmanın daha da ileri giderek a > ı oldu­ ğu görülür: kamış> lımıs, çağır->yıhır-, avuç>ıvıs, bal> pil, balçık>pılçık, al> ıl- vb. — Ask. Alay’ın simgesi. ]|A bombası, nük­ leer parçalanma bombası. — Biyokim. Yağda çözünen bir vitamin grubunu belirtir. — Ceb. A[J, n elemanın, p'şer p'şer alı­ nan düzenlemelerinin sayısı. — Çekird. fiz. Çekirdeğin kütle sayısını gösterir. — Hematol. Bir kan grubunun adı.\\Zaytf A, anti A antikorunun etkisiyle aglütinasyon yoğunluğu bakımından ayrılık göste­



Büyük A fırça yazısı İ S. I . yy.



av



Büyük kitap A'ları l —IV. yy.



— Mal. A cetveli, bütçe kanunlarında gi­ derlere ilişkin ödenekleri gösteren cetvel. (-»BÜTÇE.) — Müz. Kimi ülkelerde (Almanya, İngilte­ re) ut majör makamının altıncı notası olan la 'yı gösterir. || Bir partisyonda alto anla­ mına gelir. — Ölçbil. Amperin simgesi. — Pedol. Toprakların tüm yüzeysel kat­ larını belirtir; bitkisel döküntüler ve bitki kökleri (A ^ v e A, katları) ile toprağı sür­ me sırasında gömülen gübreler(Ap katı) bu katlan organik madde bakımından zenginleştirir. (A katlan kil, demir ve her çeşit mineral öğe bakımından yoksullaş­ mış olabilir [A 2 katı].) - - Spor. A takımı, takım sporlarında, bir kulüp ya da federasyonun seçkin oyun­ culardan oluşturduğu takım. — Termodin, Serbest enerjiyi gösterir. — Tic, A grubu hisse senetleri, sahibine, sağladığı haklar bakımından, öncelik sı rasına göre (A, B, C, ... vb.) gruplara ay rılan imtiyazlı hisse senetlerinin ilk grubu Bu grup hisse senetlerine gerek kâr da ğıtımı, gerek oy hakkı bakımından önce lik tanındığı gibi, bu senetler bazı durum larda öteki gruplardan daha yüksek oran­ da kâr payı alır, işletme tasfiye payları üzerinde de öncelik hakkına sahiptir, A ünl. 1. Bir cümleden önce, değişik duy­ guları belirtir: A! Ne güzel. A! Siz miydi­ niz? A l Bunu yapamazsınız. Aai Yeter ar­ tık. A a a! Ne giymiş. — 2. Konuşma sı­ rasında birdenbire anımsanan bir şeyi be­ lirtirken kullanılır: A! Söylemeyi unuttum, yarın size geleceğiz, — 3. Sevgi, şefkat göstermek; itiraz etmek, sitemde bulun­ mak, ayıplamak amacıyla, kişiyi gösteren sözcükten önce kullanılır:A iki gözüm! A canım! A sersem, sana kim dedi böyle yap diye! — 4. A ya da ya, çekimli bir fiil­ den sonra, sözü edilen eylem ya da du­ rumun olağan olduğunu, söyleyence umulduğunu, kesinlendiğini belirtir: in­ sandır şaşar a! Sen de bilirsin ya, bu bi­ zim işimiz değil! — 5. isteği güçlendirmek için (dilek kipi 2. teki, k’den sonra) (ses uyumuna bağlı olarak] kullanılır: Hadi gelsene! Otursanıza! a, adın simgesi. — A, — E. Yapım eki. 1. Ad soylu bir sözcükten fiil oluşturmakta kulla­ nılır: adamak (ad-a-mak), boşamak (boş-a-mak), tünemek (tün-e-mek), türemek (tür-e-mek) vb. —2. Fiilden ad türetmekte kullanılır:dıze(diz-e), doğa (doğ-a), oya (oy-a), süre (süre), yara (yar-a) vb. — 3. Fiilden fiil yapmakta kullanılır: dolamak (dola-mak), tıkamak (tık-a-mak) vb.



Klasik onsiyal IV. yy. Merovenj kitap yazısı, Luxeuil



kilise yazısı VIII. - XIII. yy.



Caroline küçük A



Benevento yazısı VIII. - XIII.yy.



Büyük Britanya küçük A VI. - X. yy.



ilk onsiyal -IV. yy.



ren A fenotipinin az rastlanır değişik biçimlerinin tümü. — Kâğ. san. Standartlaştırılmış bir kâğıt dizisini gösterir (AO, A1, A2, A3, A4).



Büyük Britanya büyük A VI. - X. yy.



u . (X* CC



Fransız batard. XV. — XVI. yy.



Gotik kitap yazısı XIII. yy.



d



İtalik kitap ve belge yazısı



d?



İşlek alman yazısı XVI. - XX. yy.



â



Aalst — A, — E. Bağfiii eki. 1. Yapım eki işlevini kazanmıştır. Fiilden ad türet­ mede kullanılır: Onu beş geçe (geçe), ona beş kala (kal-a) gelmek. Ge­ le (gel-e), atmak. Basılaya (basıl-a-y-a) vermek vb. — 2. Yeterlik, sürerlik, yakınlık kavramları içeren bileşik fiil­ lerin oluşumunda yer alır: yapabil­ mek (yap-a-bil-mek), görebilmek (gör-e-bil-mek), bakadurmak (bak-adur-mak), gidedurmak (git-e-durmak), düşeyazmak (düş-e-yaz-mak) vb.



 ünl.(ar., fars. S)Esk.Sözcük sonunda "ey” anlamı verir: Nedimâ, zahidâ, canâ. — .Dilbilg. Ünlüyle biten sözcüğe -y- ile bağlanır: Bakiyâ, Zatiyâ. —  (fars. -a-) Esk. Anlamı güçlen­ dirmek için yinelenen iki sözcüğü bağlamakta kullanılır: cûş-â-cûş, dem-â-dem, fevc-â-fevç, gûn-â-gûn, leb-â-leb. reng-â-renk vb.



Â, angström'ün simgesi.



a, aylık edebiyat dergisi.29 sayı yayım­ landı (ocak 1956-haziran 1960). Daha çok ikinci* Yeni edebiyat akımına bağlı ■yazarların ürünlerine yer verilen dergide varoluşçu, gerçeküstücü akımların tanıtıl­ masına da özen gösterildi. Yeni a adıyla yayımlandığı ikinci döneminde (nisan 1972-haziran 1974) özgür düşünceye, toplumcu anlayışa, toplum sorunlarına ağırlık verildi. A A a. (Havai kökenii söze.). Jeomorfol. Genellikle bozulmamış bazalt türünde de­ likli, köpüklü lav akıntısı. Â . A. Anadolu Ajansı'nın kısaltması. A A , Gauya’nın eski adı. A A , Fransa'da Flandre kıyısında ırmak. 80 km. Artois tepelerinden iner; SaintOmer'den geçer ve Gravelines’in aşağı­ sında Kuzey denizi’ne dökülür. A -A , güneş-tanrı Şamaş'ın karısı olan Mezopotamya tanrıçası. ÂÂ ya da AA. Tıp ve Eczc. Bir reçetede adları kaş işaretiyle birleştirilmiş eczaların eşit miktarda karıştırılacağım belirten işa­ ret. AABE N R AA - ABENRÂ. AA C H EN ya da AÇ K EN (Hans von ), alman ressam (Köln 1552-Prag 1615). Ünce Köln’de,, sonra İtalya’da (1574) öğrenim gördü; İtalya’da Tintoretto ve Veronese’yi inceledi. Prag’a yerJeşti (1596’ya doğr.) ve imparator Rudolf II von Habsburg hesabına çalıştı. B. Spranger İle birlikte alman maniyerizminin öncüsüdür (Paris'in yargısı, 1588, Douai müzesi). A A C H E N , Federal Almanya’da kent Rheinland-North VVestfalen’in güneyin­ de, Belçika ve Hollanda sınırları yakının-; da; 246 000 nüf. Kömür (taşkömürü veı özellikle linyit) yataklarının yakınında yer alan Aachen, bir yönetim, ticaret, kültür (yüksek okullar) ve kaplıca merkezidir. Ayrıca kentte çeşitli sanayi dalları (doku­ ma, demiryolu gereçleri, elektrikli gereç-i ler, lastik, besin) bulunur. • TARİH. Romalılar döneminde de kent olan Aachen, Charlemagne’ın uzun süre kaldığı yerlerden biriydi. Charlemagne kenti genişletti ve bir katedral yaptırdı, imparatorluk kenti Aachen, "Roma kralları” nın taç giydiği geleneksel yer ola­ rak kaldı; 1356'daki Altın yasasryla, imparator unvanı daha önce Frankfurt’ta seçilen adaylara Aachen’de verilmeye başladı. 1792 ve 1794’te Fransızlar tarafından alınan, Roer yönetim



bölgesinin merkezi olan, 1815'te Prusya'nın eline geçen kent, 1918’den sonra fransız-belçika birliklerince işgal edildi; kentin büyük bölümü ikinci Dünya savaşı’nda yıkıldı. Aachen’de Charlemagne ve Louis I birçok konsil düzenledi; Kutsal imparatorluk döneminde, kentte, 11 sinod ve 7 diyet toplandı. Ayrıca kentte im­ zalanan iki antlaşmayla (mayıs 1668 ve ekim 1748’de), intikal savaşı ve Avustur­ ya Veraset savaşları sona erdi. 1818'de Aachen’de toplanan kongrede, Fransa’ nın işgaline son verilmesine ve Louis XVIII yönetiminin Kutsal İttifak'a katılmasına ka­ rar verildi. • GÜZEL SANATLAR. En ünlü anıt, kated­ raldir. Mimar Metz’li Eudes’in Bizans geleneğine göre merkezi planda ve tribünlü olarak yaptığı Charlemagne’ın Pfalz capellasına (796-805), XIV. ve XV. yy.’larda gotik üslubunda büyük bir ko­ ro (ilginç heykeller) ve capellalar.eklendi. 1884 onarmalarında merkezi kubbenin mozaikleri tümüyle yenilendi. Sütun baş­ lıkları ve parmaklıklarıyla alttaki iki kat, ka­ pı sundurması ve bronz kapı kanatları karolenjler döneminden kalmadır. Hazine (kuyumculuk). Öteki yapılar: XIV.yy.’da, Charl.emagne'ın sarayının kalıntıları çev­ resinde yapılan ve birçok onarımdan sonra günümüze ulaşan belediye sarayı ("Taç Giyme salonu” nda A. Rethel'in fresklerinden parçalar); çok değişime uğramış ve onarılmış ortaçağ kiliseleri; mi­ mar Johann Joseph Couven'a (17011763) ya da oğlu Jakob’a mal edilen (1735-1812) yapılar (Altes Kurhaus, eski hamamlar). Müzeler: Suermondt (ortaçağ heykelle­ ri; Hollanda, flamand, alman okullarından resimler; sanat yapıtları); Couven (Jakob Couven’in yaptığı bir evde: Aachen bur­ juva yaşamının canlandırılması); eski bir şatoda (Burg Frankenberg) kentin tarihçesi; Yeni Galeri (çağdaş sanat). ®MÜZİK. Aachen VIII. yy.'dan başlayarak müzik yaşamının odağı olmuştur: Char­ lemagne, Schola Palatina'yı (saray oku­ lu) burada kurdu. Dodecachordon adlı yapıtında Glarean, aachenlı çoksesli müzik ustalarının adlarını sayar: Adam Luyr, Thomas Tzamen, orgcu Richard Mangon,çok geniş bir repertuvarı olan capella koro başkanı Jean Mangon. Köln’le birlikte Rhein Festivali’nin yeri ola­ rak seçilen Aachen’de XIX. yy.’ın en bü­ yük sanatçıları ve bestecileri, seslerini du­ yurdular. Katedralin müzik okulunda öğ­ retimin temelini gregoryen ilahileriyle Rö­ nesans’ın çoksesli sanatı oluşturur. Aachener Madrigalchor (Aachen Madrigal Korosu) ise Almanya’nın en ünlü topluluklarındandır. Aa©S«®m savaş» (1944). Siegfried hattına yanaşan 1. Amerikan ordusu (Hodges komutasında) 7 ekim 1944’te Aachen müstahkem mevkilerine saldırdı. 10’unda kuşatılan garnizon, ancak 21 ekimde, kanlı sokak çarpışmalarından sonra teslim oldu. Â A ¥4E S (Bertus), hollandalı yazar (Amsterdam 1914). Başlangıçta Criterium dergisinin eleştirel romantizminden etki­ lenerek şiirler yazdı. Sürekli olarak yolcu­ luk temasını işieyen yapıtlarında antik, egzotik, kutsal öğeleri (Het Koningsgraf, 1948; in den Beginne, 1949; Dooltocht Van een Griekse Held, 1965) bir araya getirdi. Bu da onu gitgide öyküye ve bağımlı gazeteciliğe (Capriccio italiano, 1957; Een lampion voon een blinde, 1973) yöneltti.



AACE8EN (Svend),lat. Sueno Agortfs, Danimarka’nın en eski tarihçisi (XII. yy. sonu).Yazdığı Danimarka tarihi 300 yılındanl 185 yılına kadar olan dönemi kapsar   K JA E R (Jeppe), danimarkalı yazaı



(Skive yakını, Jyliand, 1866-Jenle 1930). Şiirlerinde ve romanlarında (Vredens Born, 1904), hem doğduğu yere olan sevgisini hem de topluma bağlılığını dile getirir. AALBERSE (Petrus), hollandalı siyaset adamı (Leiden 1871-La Haye 1948). Ka­ tolik parti üyesiydi; çalışma bakanlığı (1918-1925) yaptı, ileri bir sosyal program tasarladı. Kadınlara oy hakkının verilme­ sini savundu ve bu hakkı 1919'da kabul ettirdi. A A L S C B C -> ALBORG.



A A LE N , Federal Almanya'da kent, Baden-VVürttemberg’de, Stuttgart’ın D.'sunda; 63 000 nüf. Makine yapımı. AALEN K A TI, jura sistemi katı. ( KATMANBİLİM.) & A L E N İY E M a. (Federal Almanya'da­



ki Aaien kentinin adından fr. Aalânien)[-* AALEN KATI.) AALE8UNÖ -



ÂLESUND.



ÂA LSM EER , Kuzey Hollanda'da kent, Haarlem denizi’nin doğu kıyısında; 20 300 nüf. XVI. yy.’dan kalma gotik kili­ se. Çiçek pazarı. ÂA LST, Belçika’da kent, Doğu Flandre yönetim çevresinin merkezi, Brüksel’in K.B.’sında; 81 000 nüf. Grote Mark! anıtsal bütünü; eski hastanede müze. Dokumacılık. Bk resim sayfa 4



imparatorluk döneminde Flandre’ın fief’i olan Aalst kontluğu, Waes ülkesi ile Aalst (imparatorluk döneminde Flandre’ın merkezi), Hulst, Axel, Bauchaut ve Assenede kentlerini kapsıyordu.



Aachen: Metz’li Eudes tarafından yapılan Charlemagne Pfalz capellasının (796-805)iç görünüşü



Aalto mek istedi, “ insan doğasına aykırı bir pürizm” i açıkça reddetmesi, Almanya'ya (Berlin, Hansa mahallesi, 1955-1957: Es­ sen operası, 1961-1964), İtalya’ya (Riola kilisesi, 1965) ve Yakındoğu'ya çağ­ rılmasını sağladı. Fransa’da, Bazochessur-Guyonne'da gerçekleştirdiği Louis Carre evinde (1956-1958) çevreyle ve araziyle bütünleşme, taşıyıcı yapıyı ve yüzeyleri, kıvrılan hacimlerin sürekliliğine uydurma isteği açıkça görülür. iç düzenlemelerinde de mimarlık ala­ nındaki organik anlayışını uygulayan Aal­ to, geleneksel gereçleri kullanmakla bir­ likte, mobilyayı bir sanayi ürünü olarak ele almaktan geri kalmadı. 1930’lu yıllarda, 0 zaman için yepyeni bir teknik olan, iri­ ce kayın ağacı katmanlarını üst üste ya­ pıştırma ve bükme tekniğine uygun mo­ bilya desenleri çizdi. Toplumsal çevreyi değiştirmek amacıyla, halkın, elişi mobil­ yalardan çok daha ucuza alabileceği fab­ rika ürünü mobilyalar üretti. Artık klasik­ leşmiş olan bu mobilyaların yarıdan faz­ lası bugün de üretilmektedir.



4



ÂALTONEN (Vainö), finlandiyalı heykel­ ci (Marttila, Turku yakınında, 1894-Helsinki 1966). Birçok büst (Sibeiius, Nurmi) ve resmi anıt yaptı. Bir süre kübizmden etki­ lenerek katı bir üslupla granit üstünde çalıştı. Â A M U ı Eski Mısırlıların, Asya’nın Mısır’a yakın bölgelerinde yaşayan sami kavimlerine verdikleri ad. ÂAMNÜPAS® A , birinci Ur hanedanının ikinci kralı (XXV. yy.). El-Ubeyd’de (Sü­ mer) Ninhursag tapınağını yaptırdı.



Aalst çan kulesi XV. yy. sonu



Alvar Aalto Helsinki’deki kongre evinin konser salonu (1962-1972)



AA LTO (Alvar), finlandiyalı mimar (Kuortane 1898-Helsinki 1976). Akademizmin yerini ulusal romantizmin aldığı Hel­ sinki'de yetişen Aalto, kuzeye özgü konut geleneğiyle ilgisini kesmeden, bir öncü rolü oynamayı başardı. Yapıtları her şeyden önce finlandiya sanatının dam­ gasını taşır: Viipuri kitaplığı (1927-1935), Paimio sanatoryumu (1929-1933), tiyat­ rolar (Turku, 1927), fabrikalar (Oulu, 1930-31); 1945'ten sonra kiliseler, okul­ lar, belediye sarayları; Helsinki kent mer­ kezinin düzenlenmesi, Kültür evi (19551958), Kongre evi (1962-1972). Paris (1937) ve New York (1939) ulus­ lararası sergilerindeki pavyonlarının başarısı üzerine, Harvard’da ders verme­ ye çağrıldı ve Massachusetts Institute of Technology’nin yatakhaneleri (Cambridge, 1947-48) kendisine sipariş edildi. Bu yapıtta, kütleleri dalgalandırarak “ ulus­ lararası üslup"a duyduğu tepkiyi göster­



 A R ya da A A R E , İsviçre'de ırmak, Ren’in kolu: 295 km. Havzası 17 600 km2, rejimi Alp tipidir. Grimsel’in eteğinde 1 879 m yükseltide doğar. İsviçre'nin başlıca ırmağı olan Aar, Bern’e kadar çok turistik (Meiringen, interlaken, Thun) bir Alp vadisinde akar. Aşağı kesiminde, Mrttelland’ın büyük bölümünü akaçlayarak Biel gölünü geçer ve Jura'nın eteğini boy­ lar. Irmağın bu kesiminde yapılan hidro­ elektrik santrallar, Biel, Oltan, Solothurn, Aarau kentlerinde sanayi tesisleri kurul­ masını kolaylaştırmıştır. Daha sonra baş­ lıca kollan Reuss ve Limmat’ı alan Aar, VValdshut’ın karşısında Ren’e kavuşur. A A R A U , İsviçre’de kent, Aargau kanto­ nunun yönetim merkezi, Aar ırmağı kıyı­ sında, Jura’nın eteğinde; 17 000 nüf. Kentin eski kesiminde güze! evler, eski anıtlar, müzeler. Hassas aletler yapımı. Dokumacılık. —Tar. XIII. yy.’ın sonunda, Aarau



Habsburg kontlarının ve Avusturya düklerinin eline geçti. Bunların aile şatoları, kentin birkaç km ötesindedir. Kent, 1415’te Bernlilere boyun eğdi. Zvvingli'nin öldüğü Kappel savaşı’ndan sonra, kâtotiklerle protestanlar arasında barış yapıldı (1531). Aarau 1803’te yeni kurulan Aargau kantonunun merkezi ol­ du. A A R S İR O , İsviçre’de (Bern kantonu) komün, Aar ırmağı kıyısında; 3 100 nüf. Gotik kilise, şeker fabrikası. AARE - a a r . AARESTSBUP (Emil), danimarkalı şair (Kopenhag 1800-Odense 1856). Büyük bir teknik ustalıkla yazdığı aşk şiirleri, ölümünden sonra arkadaşı VVİnther tara­ fından yayımlandı. AARG AU, İsviçre'de kanton, Ren-AarLimmat-Reuss ırmaklarının birleşme böl­ gesinde; 1400 km2; 464 600 nüf. (1985) [almanca korıuşalur]. Merkezi, Aarau. Kanton, 1803'te, çok çeşitli toprak parça­ larının birleştirilmesiyle oluşturuldu; güney kesiminde alçak sırtlar ve Mittelland’ın va­ dileri, kuzey kesiminde Juralar’ın ucu yer alır. Ilıman iklim ve alüvyonlu topraklar, vadilerde hayvancılık ve çok türiü tarım (meyve, sebze, tütün) yapılmasına olanak verir. Brugg'da güçlü bir İsviçre köylüle­ ri birliği vardır. Ama kantonun iktisadi ya­ şamında başlıca yeri sanayi tutar. Ulaşım yolları (demiryolu: Zürich-Basel ve ZürichBern; Zürich-Bern otoyolu), enerji kaynak­ ları (Ren ve Aar ırmakları üstünde baraj­ lar, iki nükleer santral), Zürich sermayesi ve dinamizmi birçok küçük kentte (Lenzburg, Brugg, Zofingenj sanayinin geliş­ mesini sağlamıştır; büyük makine yapımcısı Brown Boveri & Cie şirketinin merkezi Baden’dedir. Kantonun kentleri küçük olmakla birlikte, nüfus yoğunluğu ülke ortalamasının iki katıdır. A A R -S O T B A R D k ü tle s i, İsviçrejOrta Alpleri’nde, yükseltileri 4000 m'yi aşan birçok doruğu (Jungfrau, Mönch, Fiescherhorn, Aletschhorn ve kütlenin en yüksek noktası olan Finsteraarhorn) kap­ sayan billur kütle. Kütlenin buzulları (Aletsch, Grindelwald, Unteraar, Oberaar) Alpler’in en büyük buzulları arasın­ dadır. Bir su bölümü merkezi olan AarGothard kütlesinden Rhöne, Ren, Aar ve Ticino ırmakları doğar. Yüksek geçitler vadileri birbirine bağlar. Kütlenin içine so­ kulan modern yollar, turizmin gelişmesini sağlamıştır. A A R H U S ^ÂRHUS. AA R SC H O T, Belçika’da kent, Brabant'da, Louvain’in K.-D.'sunda, Demer ırmağı kıyısında; 26 000 nüf. X!V.-XV. yy.’lardan kalma kilise (mobilyalar, sanat eserleri). AASEÜ (ivar), norveçli dilbilimci ve şair (Volden, Sunnmare, 1813- Christiania, bugün Osio, 1896). Kendi kendini yetiş­ tirerek öğretmen oldu! Şiirler yazdı. Yap­ tığı pek çok yolculuk sırasında çeşitli lehçeleri inceledi ve bunlardan esinlene­ rek ortaya koyduğu iki yapıtıyla, landsmal ya da nynorsk denilen asıl norveç dilini ortaya çıkardı (Det norske folkesprog grammatik, 1848; geliştirilmiş yeni bası­ mı 1864; Ordbog över det norske fol­ kesprog, 1850; geliştirilmiş ve yeni bası­ mı 1873). A A T -»ATH. ab ya da gb, gökbilim biriminin simge­ si. ÂB a. (fars. ab). Esk. 9. 1. Su: "Âteş-i sûzân bulur gerçi sükûnet âbdan" (Alaattin Ali Fenari, XV.yy.). — 2. Deniz, ne­ hir, göl: “ Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın" (Yahya Kemal). 19. Tamla­ malar:— ! . Suyun sıvılık ve akıcılık özelliğine göre: âb-ı dide-icam, bardağın, kadehin gözyaşı; şarap. || Âb-ı engûr,



üzüm suyu, şıra, şarap. |)A>/ harabat, meyhanelerin suyu, şarap. \\Âb-ı haram, yasaklanmış su; şarap. ||Âb-ı işret, işret su­ yu; şarap. \\Âb-ı rez, âb-ı_rezan, asma kütüğünün suyu; şarap. |[Âb-ı şor ya da âb-ı şûr, acı su; gözyaşı. \\Âb-ı telh, acı su; şarap;_gözyaşı. ||Âb-ı yeh, eriyen buzun suyu.|[4b-/ zehre, safra suyu, safra; şarap; tan ağartısı. Âb-ı züial, berrak su: — 2. Suyun donma ve billurlaşma özelliğine' göre: ⣻öesfe,_donmuş su, buz, çiğ, do­ lu, billur, sırça|4b-ı füsürde, donmuş su, buz, dolu, kar; pelte; kılıç, hançer; billur, şişe.||7îb-ı hufte, uyuyan su, durgun su, donmuş su, buz , kar, dolu, kırağı, çiğ; billur, _tam, bardak, şişe; kınında duran kılıç.|(4b-/ huşk, billur; cam; bardak, şişe.|| Âb-ı müncemid, donmuş su, buz, kar, do­ lu, kırağı, çiğ; billursam; bardak, şişe; kılıç, hançer, kama.|\Âb-ı mürvârid, inci su­ yu; göze su inme hastalığı. — 3. Parlaklık verme özelliğine göre: âb-ı ahmer; kırmızı su, kırmızı şarap; kanlı gözyaşı.|[4b-ı ateş, ateş suyu; şarap.|[4b-ı ateş-fürûz, ateş gi­ bi parlayan su; şarap.||4iw ateşin, ateş gi­ bi su; şarap; kanlı gözyaşı.||Âb-ı ateşmizaç, ateş tabiatlı su; şarap.||Âb-ı ateşnâk, ateşli su, şarap.||4iw ateş-nümâ, ateş gibi su; şarap; kanlı gözyaşı.||/4ö-/ ateşpare, ateş parçası gibi su; şarap.|j/4b-/ ateş-sûz, ateş gibi yakıcı su, şarap.|4£w ateş-zâd, ateş doğuran su, şarap.fl/Sb-/ ateş-zede, ateşe vurulmuş,^ ateşten geçirilmiş su; kanlı gözyaşı.||^f)-/ âzer, ateş suyu; şarap.|[4b-/ âzer-âsâ, ateş gibi su; şarap; kanlı gözyaşı\\Âb-ı bade-rerık, şarap renkli su;kanlı gözyaşı ,\\Âb-ı- ciğer, ciğer suyu; gözyaşıjjÂİH ciğer-hûn,ke­ derden dökülen gözyaşı.|| Âb-ı çeşm, gözyaşı.||Âb-ı dehen, ağız suyu, salya! Ab-ı erguvani, erguvan renkli su;.şarapj Âb-ı eyyam, gök kubbesijl^b-/ güşâde, açılmış su;sulandırılmış şarap ya da rakı.|| Âb-ı hatır, hatır suyu, su güzelliği; güzel muhayyilejj/ÂİH hayat-ı lal, dudağın ha­ yat veren suyu.||Âb-/ hurşid, güneş ışığı; ebedi hayat veren su.|[4b-ı lal ya da âb-ı lali, parla_k kırmızı renkli su; şarap; gözyaşı.|| Âb-ı nâr, ateşin suyu; kırmızı şarap; kan; gözyaşı.|[4tw rengi)?, renkli su; şarap; gözyaşı.||Ât>-/ rûşen, yüzsuyu; ırz, namus, şeref, haysiyet.|[4t>-/ rû ya da rûy, yüzsuyu; ırz, namus, şeref, haysiyet! "Âb-ı rûyun dökme, halka olma kul" (Ahmedî; XIV.yy.).|[4b-ı siyah, siyah su; tu­ fan; şarap; karasu hastalığı.||£w surh, kırmızı su; şarap.|f4fcw şakayık, şakayık su­ yu; şarap; gözyaşıi\\Âb-j şengerfi, al renkli su; şarap; gözyaşı!Âb-ı yakut,, kırmızı şarap\\Âb-ı tılâ, altınsuyu, yaldız.|[4t)-/ zeh­ re, safra suyu, safra, şarap;tan ağartısı! Âb-ı zer, altın suyu; altın varak; safran su­ yu; altın renkli şarap.||Âtw zerd, şarı su; üzüntüden dökülen gözyaşı. — 4. işlevsel özelliğine göre: a. Yararlı: Âb-ı âbisteni, gebeliğe neden olan su, meni; bitkilerin yetişmesine neden olan su ve yağmur! Âb-ı adalet, doğruluğun, bolluk ve bere­ keti! Âb-ı âşâmi, içilir suj|£w bârân, yağan su, yağmur.||4i>-/ beka, âb-ı cavid, âb-ı câvidan, âb-ı cevânt, âb-ı hayvan, âb-ı hızır, âb-ı zindegâni, âb-ı zindegi, içene ölümsüzlük verdiğine inanılan su, bengisu.||/4ö-/ hayat-ı, fes/ıyerjnsana te­ selli veren ölümsüzlük suyu.||Atw hazan, sonbahar suyu; sonbahar yağmuru.[|Âb-r lutf, lütuf suyu, yağmur; lütufkârlık.j/4fc>-/ mafar,yağmur suyu.||Âtw neşaf.neşe su­ yu; meni, döl suyu.| Âb-ı nâfi,yararlı su; şarap.||Âiw püşt, döl suyu, meni, nutfe; murdar ilik.||'Âb-ışirin, tatlı su, şerbetjjÂb-ı tîğ, kılıcın suyu. b. Zararlı; Âb-ı tarab, şarap.||Âö-/ zehr, zehir suyu!(4/>/ zîr-i kâh, entrikacı, ikiyüzlü; dolap, hile, — 5. Diğerleri: âb-ı bün, ağaç köklerinde bu­ lunan zamka benzer bir nesne, ağaç karası.\\ b ü dane.su ve ekmek, rızk, kısmet.pb-/ kâr, işin suyu; başarı, refah.|| Âb ugil.su ve kil; dünya; fani vücut \\Âb-ı meleh, çekirge suyu.||A£w Meryem, Mer­ yem suyu, çeşmesi; doğruluk, iffet; şıra, şarap.||A£>-/ musaffa, temizlenmiş su, saf



su.|4b;/ sebük, hafif su; kolay hazmedilebilir şey.gAtw sükûn, durgun su (-* ABİSKUN).|/4f3-/ verd, gül suyu, gülab. — Coğr. Güney-batı Asya'da bazı akarsuları tanımlamada kullanılır: Pencab (Pencap), Duab, Murgab, Hoşab (Hoşap) vb. — ANSİKL. Ed. Divan edebiyatında ab, doğaya hayat vermesi,onu geliştirip güzelleştirmesi aynı zamanda yıkıp zarar verici olması özellikleriyle eie alınır. Akıcılığı ömre, kesintisiz ve dalgalı oluşu zincire ve sevgilinin saçlarına, parlaklığı ve duruluğu sevgilinin yanağına ve yüzüne benzetilir. Ateşi söndürdüğü için onunla bir arada bulunamaz. Sevgi­ linin yanağında birlikte olmaları (kırmızılık ve saydamlık) olağanüstü bir durumdur. Saydam oluşu nedeniyle" latif" sayılan su sürekli akması, kararsız oluşu, köşk ve sarayların kenarından geçmesi, selvileri sulaması, coşkunluğuna set vurulamaması, çıkardığı sesler ve dalga dalga akışı nedeniyle âşık, âşığın gönlü ve gözyaşı için bir benzetme öğesidir. Çok bulundu­ ğu için değeri az olan su emekle birlikte cömertliğin simgesi sayılır. Toprakta bu­ lunuşu alçakgönüllülük olarak ele alınır. Yansıtma yönünden su ile ayna benzer­ lik gösterir. Bu nedenle âyine-dâr, âyine-i âb, âyine-vâr deyimleri de kullanılır. İnci-ab ilişkisi, incinin denizde oluşması yüzünden kimi hayal ve tasarımlarda ele alınır. Kılıç, hançer ve peykân gibi çelik aletler sözkonusu olduğunda bunların bileşiminde bulunan suya da işaret edi­ lir. Ab üzerinde yürüme ya da gezme ke­ rameti Hızır'a, kimi ..aman da dervişlere özgüdür. ÂB a. (ar. cab). Esk, Ayıp, kusur. ÂB g ru b u , kan grubu. (AB grubu ev­ rensel alıcıdır.) AB A a. (ar.cabS). 1. Yünden, döverek ya da bastırarak elde edilen bir tür kalın, ka­ ba kumaş. (Günlük kışlık giyimde şalvar, mest, terlik, salta, yelek, cüppe, yağmurluk; asker giyiminde tozluk ve diz­ lik yapımında kullanılmıştır.) — 2. Aba, keçe, şayak gibi kalın kumaşlardan dikilmiş, uzun, yakasız üstlük: Aba altında er yatar (atasözü).— 3. Yörs. Çoban, de­ veci, göçerlerin giydiği uzun, yakasız üstlük; kepenek. — 4. Esk. Tarikat çevrelerinde dervişliğin simgesi sayılan ve dervişlerin elbise üstüne giydikleri, abadan yapılmış geniş kollu üstlük. — 5. (Bir kimseye) aba altından değnek, sopa göstermek, üstü kapalı bir biçimde karşısındakini korkutmak. |Aba giymek, dervişliğe girmek,derviş olmak (esk.). |j Abayı almak, üstlenilen bir sorumluluktan, bir yükten kurtulup ferahlamak. \\Abayı başkasına atmak, kendini kurtarmak amacıyla bir suçu başkasına yüklemek. || Bir yere abayı sermek, o yere kendi eviymişçesine, teklifsizce yerteşmek(tkz.). ||B/r kimseye abayı yakmak, ona âşık ol­ mak, tutulmak (arg.): Sonunda konakta­ ki kızların en küçüğüne abayı yakmış. || Abayı yaktı Fatma’nın, Fatmacığın bezi­ ne, dış görünüşüne, giyim kuşamına bakıp birine gönlünü kaptıran kimse için söylenir (arg.). — Oy. Aba atma, açık yerlerde, çok sayıda oyuncuyla oynanan oyun. (Bk. an­ sikl. böl.). || Aba dolambaç oyunu, aba at­ ma oyununun değişik bir türü. ♦ sıf. Abadan yapılmış kimi giyecekler için kullanılır: Aba terlik. Aba potur. —ANSİKL. Oy. içine aba.ceketgibi şeyler konarak ağırlaştırılmış bir bohçayla oynanır. Oyuncular iki gruba ayrılır, bir grup öbürünü omuzuna alır. OmuzdakiTer arasından seçilen ebe, bohçayı arkadaşlarına fırlatır. Bohça yere düşerse, gruplar yer değiştirir. Aba dolambaç oyunu‘ndaysa oyuncular yere oturur. Ebe ayakta ve halkanın dışındadır. Bohçayı halkanın içine girmeden yakalamaya çalışır. Bohçayı yakalatan ebe olur.



A B A a. (esk. türk. apa, anne). 1. Büyük kız kardeş, abla (çocuk dilinde ve belli yörelerde): Abam benden iki yaş büyük. — 2. Anne: Abam beni doğururken ölmüş. (Kimi yörelerimizde üvey anne, büyükanne, kaynana, yenge, teyze, ha­ la ve yetişmiş, erginlik çağına erişmiş küçük kız kardeş anlamında da kullanılmaktadır.)  B A ya da  B B İ g®Sü, tuzlu göl, Etyopya ile Cibuti Cumhuriyeti sınırında. Etyopya kesiminde Avaş ırmağını alır.  B A .. Tar. coğ. Anadolu’da Karia bölgesinde olduğu sanılan kent. || Çanakkale'nin Ayvacık ilçesi Baharlar köyünde bulunan bir yazıta göre, Lydia bölgesinde kent; Sardeis yakınında olduğu sanılıyor.  B A , Nijerya’da (imo eyaleti) kent, PortHarcourt’un K.-K.-D.’sunda;216 000 nüf. (1983). Ticaret merkezi. Dokumacılık, bi­ ra fabrikası.  B A , Hakas (Abakan) türkleri boyuna gi­ ren küçük bir oymak.(-* Hakaslilar .) AB  çoğl. a. (ar. acba). Esk. 1. Ağırlıklar, yükler. — t . Çift denk ya da sandıklar. — 3. Sorumluluklar. ÂB A a. (ar. eb’in çoğl. âba). Esk. 1. Ba­ balar. — 2. Atalar. — 3. ileri gelenler: "Hükm-i âbâ ile idelden takazâ-yı zuhûr" (Nevi, XVI. yy.). — 4. Âbâ-yı kenisâiye, kilisenin ileri gelenleri. ||Âbâ-yı manevi­ ye, manevi babalar, eğiticiler; şeyhler. || Âbâ-yı ulviye,’ yedi gezegen ya da do­ kuz gök. |[4bâ vü ecdat, geçmiş kuşaklar. A B  B sıf. ve a. (ar. cabeâb). Esk. Karnından konuşan adam için kullanılır. (XX. yy. başında "vantrilok" karşılığı ola­ rak kullanılmıştır.) ABACI a. 1. Aba yapımı, dikimi, satımı ile uğraşan kimse. — 2, Halk. Bedavacı, asalak. — 3 Abacı kebeci, uzak ya da yakın akraba, tanıdık (yörs.). ||Abacı, ke.beci (ya) sen neci?, “ Bırak ilgililer ■konuşsun, sana ne oluyor?" anlamında küçümseme yollu kullanılır (tkz.). A B A C I (Muazzez), türk ses sanatçısı (Ankara 1947). Müziğe, 1967 yılında An­ kara radyosunda başladı. Türk sanat müziğinin en sevilen icracılarından biri oldu. A B A C I (Panayot), türk viyolacı, yayımcı ve çevirmen (İstanbul 1924). Felsefe öğrenimi gördü; İstanbul Belediye konservatuvarı'nın keman bölümünü bi­ tirdi. İstanbul Şehir orkestrası'nda ve da-



Abacı kuk fakültesi’ni bitirdi. Siyasal Bilgiler fakültesi’nde asistan (1954), doçent (1958), profesör (1966) oldu. Siyasal Davranış kürsüsü başkanlığı, 1970 1971 ve 1977 - 1978 öğretim yıllarında Ankara Üniversitesi Basın - Yayın yüksek okulu müdürlüğü yaptı. 1978’de cumhurbaşkanlığı kontenjanından Cum­ huriyet senatosu üyeliğine seçildi. 1980’de üniversiteye döndü. Uluslararası Siyasi Bilimler derneği (IPSA) başkan yardımcılığı (1868-1970), Türk Sosyal Bi­ limler derneği başkanlığı (1978-1984) yaptı. Başlıca yapıtları: Kamuovu. Kavram ve etki alanı (1955), Üniversite öğrencile­ rinin serbest zaman faaliyetleri (1961), Batı Almanya 'daki türk işçilerinin sorunla­ rı (1964), Türk toplumunda kadın (1979), Women in developing world-evidence fromturkey( 1986).



Abadan; petrol rafinerisinden gene! görünüm ha sonra İstanbul Deviet opera ve bale­ si orkestrasında uzun yıllar viyola grup şefi olarak çalıştı, 1981 'de emekli oldu. 19541962 arasında Pirsos adlı rumca edebi­ yat dergisini çıkardı. Orkestra adlı müzik dergisini 1964’ten bu yana yayımlamak­ tadır. Birçok edebiyat yapıtını, türkçeden yunancaya ya da yunancadan türkçeye çevirdi. A B A C IL IK a. Abacının uğraşı.



Abadan Yavuz



olanları battaniye, omuz atkısı olarak, ya da yatak, yorgan sarmada kullanılır. Pamuklularından sofra örtüsü yapılır.) A B A D A N , 'İran’da (Huzistan) liman ken­ ti, Şattülarap adasında, Basra körfezi kıyısında; 296 000 nüf. Havalimanı. Tica­ ret merkezi. Kent, bir rafinerinin çevresinde gelişti; yapımına 1910'da başlanan ve dünyanın en büyük rafineri­ lerinden biri durumuna gelen bu rafineri, iran-lrak savaşı sırasında yandı (1980),



A B AC O , Bahama takımadalarında iki büyük.adanın, GreatAbaco ve LittleAba- g  B A D A N (Yavuz), türk hukukçu co’nun (Büyük Abaco ve Küçük Abaco) (Eskişehir 1905-Ankara 1967). İstanbul Hukuk fakültesi’ni bitirdi (1929). Heidelortak adı; 7 324 nüf. (1980). berg Üniversitesi’nde doktora yaptı. A B A C O (Evaristo Dal!’) -* DALL’ ABA­ İstanbul Hukuk fakültesi’nde doçent ve CO. profesör oldu (1942). Milletvekilliği ASâSSJ® a. Avrupa’nın ılıman ya da yaptı (1943-1946). Ankara Hukuk dağlık bölgelerindeki ormanlarda fakültesi’nde ve Siyasal Bilgiler fa­ yaşayan kınkanatlı böcek. (Koşarkınkakültesi'nde ders verdi. Siyasal Bilgi­ natlıgiller familyası.) ler fakültesi dekanlığına getirildi (1952). Başlıca yapıtları: Hukuk başlangıcı ve ta­ __ÂBAÇ (Nuri), türk ressam (İstanbul rihi (1935), Amme hukuku ve devlet na1926). Devlet Güzel Sanatlar akademisi zariyeleri (1952), Hukuk felsefesi (1954), mimarlık bölümü'nü bitirdi (1950). Bir sü­ Türkiye’de anayasa gelişmelerine bir re karikatür yaptı, sonra suluboya ve bakış (1959, B.Savcı ile), Mustafa Kemal yağlıboya resim çalıştı. Yurtiçi ve yurtdıve çetecilik (1964). şında çeşitli sergiler açtı. 1986’da yeni dönem resimlerinin yer aldığı İstanbul ÂBÂİBAN sıf. (fars. abadan). Esk. sergisiyle dikkati çekti. Aynı yıl 47. Dev­ Osmanlıcada etmek, olmak yardımcı fiil­ let Resim ve Heykel sergisi'nde ödül al­ leriyle kullanılır. Âbâdan etmek, bir yeri, dı. Daha önce 1981’de de aynı sergide bir şeyi şenlendirmek, bayındırlaştırmak, ödül almıştı. \\Âbâdan olmak, şenlendirilmek: ’ 'Ey rûy-ı zemtn bu ye'simizden sonra / İster viran ABA© -» ABAT. ol ister âbâdan o l" (Yahya Kemal). ÂBÂD çoğl. a. (ar. ebed’in çoğl. abad). ÂB ÂD A N 8 a. (fars. abâdan ve -J’öen aEsk. Ebedler, sonsuz gelecekler. bsdanîj.Esk. Bayındırlık, mamurluk. ABADAN a. Yünlü ya da pamuklu bir tür A B A D A N - UM AY (Nerm in),türk siya­ dokuma. (Yaklaşık dört metre kare boyuset bilimci (Viyana 1921). İstanbul Hu­ tunda.iki renkli küçük karelidir. Yünlü



Abaç Nuri Resim Heykelmüzesi



|



ASâfSİ a. (Devietabad [Hindistan] ken­ tinin adından). Hindistan'da yapılan bir tür iyi cins ipek kâğıt. (HİNT ABADİSİ de denir.)[Açık saman renginde, yarı mat olan abadinin ince ve kalın türleri vardır. Iran ve Çin’de de yapılan bu kâğıtlardan Çin abadisine hanbalık denir. Dayanıklı ve yazımı kolay olduğundan hattatlarca aranılan bir kâğıttı.] A B A M M EHM ET Ç ELEBİ, türk hu­ kuk bilgini (Amasya ? - İstanbul 1555). Öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Şey­ hülislam ibni Kemal'in (Kemalpaşazade) öğrencisi oldu. Fetva eminliği yaptı. Mecmua-ı fetava adlı bir yapıtı vardır. A B A D İY A (El-),esk Camot, Cezayir’ de (Eş-Şelif vilayeti) kent, Şelif vadisinde. Nüfusu yaklaşık 40 000 olan kent, 1980 ekiminde Eş-Şelif’e büyük zarar veren depremde yıkılmıştır. AB AD İY O TLAR , ataları Girit'te, ida dağının güneyinde yaşamış eski sarazen korsanları. Â B A E İT İS ya da A B B A İT İS . Tar. coğ. Anadolu’da, Mysia ile Phrygia bölgeleri sınırında, Simav, Gediz ve Emet sularının doğduğu dağlık kesim. ABAELARDUS



• ABEL.ARD (Pierre),



ÂSAENS. Tar, coğ. Urartu devletini oluşturan Nairi ülkelerinden. Asur kralı Tiglatpileser i’in (İ.Ö. 1116-1097) Doğu Anadofu’ya yaptığı seferlerde, öteki Nai­ ri prenslikleriyle birlikte ona bağlılık yemini etmek zorunda kaldı. Â B A Î a. Eskiden dokunan bir tür ipekli kumaş. (Kılaptan ve ipekle işlenmiş kalın ve iri desenlidir.) Â S /İİ -» ABBAİ. A B A İL A R D -» ABAELARDUS, A S A İK S tİ Tar. coğ. Van gölü kıyısında Urartu kenti. Sargon I zamanında Asurluların eline geçti (İ.Ö. 714). AB AJU R a.(fr. abat-jour). 1. Bir lam­ banın ışığını belli bir noktaya yöneltmeye ya da yumuşatarak yayma ya yarayan aygıt. (Bk. ansikl. böl.) — 2. , Üzeri siperlikti lamba: Başucundaki aba­ juru şöndür. — ANSİKL, Lambanın abajurla donatılma­ ya başlaması, Avrupa’da XVII. yy.’a rast­ lar. istenilen ışığa göre, abajur ışık geçir­ mez (kalın kâğıt, metal) ya da yarı say­ dam olabilir (cam, porselen, kumaş, ha­ sır), Abajurun biçimi ve malzemesi moda­ ya bağlı olarak gelişti: XIX. yy.'da opalin­ den yarı küresel abajurlar, 1900'de tavan askısı bakır abajurlar; 1930’lu yıllarda yu­ varlak lambalara takılan koni biçiminde abajurlar, 1950’li yıllarda silindir biçimin­ de abajurlar yapıldı. Çağdaş ışık'andtrma gereçlerinin geometrik biçimde oluşu, pleksiglastan, kalıba dökülmüş plastikten, lake sacdan, çelikten vb. abajurların ya­ pımına olanak verdi. ABAJURCU a 1. Abajur yapımı ve satımıyla uğraşan kimse. — 2. Aba/urcu



Abana



Z L E - rtS rttp u Z



şeridi, abajurcu harcı, kumaştan yapılan abajurların alt ve üst kenarlarına geçirilen süsleme şeridi. A B A K a. (lat.abacus; yun. abaks,-akos, hesap yapmaya yarayan levha'dan fr. abaque). Aritmetik hesap yapmakta kullanılan ve birçok devingen parça dizisiyle donatılmış düzenek. (Bk. ansikl. böl.) — Antik, içine ince kum konan tahta ya da madeni çerçeveli levha. Kum. tesviye edilir ve bu araç kumun üzerine şekiller çizmek için kullanılır. | Eski Yunan'da tapınaklarda yer alan ve üzerine sungu­ lar konan masa; Romalılarda büfe. — Mim. Bir ayak üzerindeki üzengitaşı gi­ bi, sütun başlığı çanağının üstünde yer alan ve yükleri karşılayan tabla. (Bk. an­ sikl. böl.) — Says. çözlm. Descartes abağı, grafik yolla cebirsel hesaplar yapmakta kullanılan ve dikgen bir konaca çizilmiş düzlemsel eğrilerden oluşan sistem.( Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Romalıların abağı, üstünde iki koşut oluk bulunan bir tabladır; bu olukların içine yerleştirilmiş taşların konu­ mu, uzlaşmalı işaretler yardımıyla birlik­ leri ve onlukları gösterir. Bilinmeyen bir zamandan beri Çinliler ve Tatarlar suvanpan denilen benzer bir alet kullanmaktadırlar. Bu alet ortaçağın so­ nuna doğru Moğollar tarafından Rusya' ya sokulmuştu; 1812’den sonra da Avru­ pa'ya yayıldı. Çin-Japon abağı, yatay bir kolla iki parçaya bölünmüş, üzerinde belirli sayıda demir çubuk bulunan uzunca bir çerçevedir; bu çubuklar üstünde kolun bir yanında birleri gösteren beş tane, öbür yanında da 5 birlik değerinde bir ya da iki yuvarlak topçuk dizilmiştir. Her çubuğun lopçukları hemen bir alttaki çubuktakinin on katı büyük birimleri gösterir. Çinliler ve Japonlar abakla, ba­ sit işlemlerin yanı sıra, kök alma işlemini de yapmaktadırlar; bu yöntemin tek sakıncası sağlamanın olanaksızlığıdır. — Mim. Dor üslubunda yalın ve çıplak olan abak, lon ve Korinthos üsluplarında yontulmuş, yani başlık tablası biçiminde silmelerle donatılmıştır. Klasik sütun başlıklarının bütünleyici bir bölümü olan bu tabla, ayrı bir öğe olarak da ele alınabilir (örneğin Ortaçağ'da). — Says. çözlm. Descartes abağı, bir T|< düzlemsel eğriler sistemidir. Bu sistem üç dikaçılı bir üçdüzlemliye aktarılmış üç bo­ yutlu uzayın (1) F(x, y, z) = 0 denklemiyle belirtilen bir yüzeyinin, denklemleri z = k olan düzlemlerle yaptığı arakesitlerin xOy düzlemi üstündeki izdüşümünü gösterir; bunların tümü xOy düzleminin kod da­ masında bir araya getirilmiştir, iki değiş­ kenin özel değerleri bilindiğinde, üçüncüyü karşılayan değer grafik yoldan belirlenebilir. Doğrudaş noktalı abak, her­ hangi üç C ! , C 2, C 3 eğrisindeki üç M,, M2, M3 noktasının bir doğru üstünde bulun­ masını zorunlu kılar; sözkonusu eğriler ise x, y, z değişkenlerinin değerlerini göste­ ren herhangi fv f2, f3 fonksiyonel ölçek­ lerini taşır; bu koşul gerçekleştiğinde üç x, y, z kodu arasında belli bir bağıntı el­ de edilir. C-,, C 2, C 3 koşut eksenler olursa, bu ba­ ğıntı 7,(x) + f2(y) = rij(z) biçimini alır. Bir yü­ zeyin (1) denklemi yukarıda belirtilen bi­ çimde yazılabilirse, bunu karşılayan Des­ cartes abağı bozunabilir. Eğrilerden yal­ nızca ikisi birbirine koşut eksenler, üçüncüsü bunlara göre eğik bir eksense, f,(x) g3(z) + f2(y). h3(z) =0 bağıntısıyla belir­ lenen N biçiminde bir abak elde edilir; bu bağıntıda f3 ve h3 keyfi- fonksiyon­ lardır. fSABAKA a. (tagalogca söze.). Filipinler’ de yetişen muz ağacı; manila keteni de­ nilen dokuma maddesinin elde edildiği bu ağacın meyvesi yenmez. (Bil. a. Mu­ sa textilis; muzgiller familyası.)



x



f, (X)



f3 İz )—; z = x + y



f 2 (y) = y



-9



-1 8



-9



-8



-1 6



-8



-7



-1 4



-7



-6



-1 2



-6



-1 0



-5



-8



-4



-6



-3



l\ T ~ 4 ~3 -2



\ M



-1



 B & K A N , Rusya'da ırmak, Batı Sibir­ ya’da, Altay dağlarının eteğinden doğar, Yenisey’in kolu (sol kıyıdan); 512 km. A B A K A N U L A R , bugünkü Hakaslar özerk bölgesinde yaşayan türk boylarına, eskiden verilen ad. Rusya'da, Abakan ve Yenisey ırmağı kıyılarında yaşayan bu boylara, günümüzde Hakaslar denmek­ tedir. (-> HAKASLAR.)



-2 -2



\



-1



M K



°1 ________ _ ° 3 -(-1 )



-(-2 )



-(-2 )



-,(-4 )



-(-3 )



-(-6 )



- (- 3 T >



-(-4 )



-(-8 )



* T —4 )



^ > n v ı ^ f-6 )



-



r f >



-(-5 ) -(-1 2 )



A B A K A N , Rusya'da kent, Sibirya'da, Abakan-Yenisey ırmaklarının kavşağın­ da, Hakaslar özerk bölgesinin başkenti; 1707’de Büyük Petro tarafından kuruldu; 154 000 nüf (1989). Sanayi merkezi.



-(-6 )



-



-(-7 )



-(-7 )



-(-1 4 )



-(-8 )



-(-1 6 )



-(-8 )



-(-9 )



-(-1 8 )



-(-9 )



-(-1 0 )



j (-2 0 )



-(-1 0 )



T



3



Z2



Descartes abak'ı (sayısal çözümleme) — ANSİKL. Abaka lifleri, önce suya bastırılıp sonra açık havada kurutulan yaprak saplarından elde edilir. 6 mm uzunluğunda liflerden oluşan ipliklerin bo­ yu 2 m’ye ulaşabilir. En ince iplikler, içteki yaprakların kılıfından (zarından) elde edilir ve hafif ince kumaşların yapımında kullanılabilir; kaba ipliklerse ip yapımında kullanılır. Bununla birlikte, günümüzde ip yapımında abaka lifleri yerine kimyasal lif­ ler kullanılmaktadır. A B A K A H A N (Moğolistan 1234Hamedan 1282), İlhanlI hükümdarı (12651282). Hulagu Han’ın oğlu ve ardılı. Babasının batı seferine katıldı. Horasan ve Mazenderan valisiyken babasının ölümü üzerine han oldu. Kura ırmağına kadar inen Altınordu kuvvetleriyle çarpıştı (1266). Çağatay hükümdarı Barak Han’ı Herat yakınlarında yendi (1270). Babasının, Mısır Memluklarına karşı başlattığı mücadeleyi sürdürdü. Elbistan yakınında memluk sultanı Baybars’a ye­ nilince (1277) Anadolu’nun bir bölümü Memlukların eline geçti. Bunun üzerine büyük bir orduyla Anadolu’ya yürüdü, ancak Baybars’ı bastıramadı, buna karşılık Kayseri’de müslüman din adamlarını cezalandırdı. Anadolu’yu yönetmekle görevlendirdiği selçuklu ve­ ziri Muinettin Pervane’yi öldürttü. Dönüş yolu üzerindeki Anadolu kentlerini yağmalattı. Kardeşi Mengü Timur komutasında Suriye’ye gönderdiği ordu Memluklara yenileli (1281).



 S A K A N O W İC Z (Magdalena), polonyalı kadın dokumacı (Varşova 1930). Resim ve heykel öğrenimi gördü; daha sonra kaba gereçleri dokuyarak ya da bir araya getirerek kendi yapıtlarını or­ taya koymaya başladı. Yaptığı “ duvar halısı heykelleri” , mekânı insanda tedir­ ginlik uyandıran bir güçle hareketlendirir. Uluslararası ünü olan Abakanowicz, Po­ lonya kumaş sanatı okulunun öncüsüdür. AB AK Ü S - ABAK. ABALE a. Tropikal Afrika’da yetişen ve essia da denilen ağaç. (Bil. a. Petersianthus macrocarpus"[ Abale, odunu ince dokulu sarımtırak pembeyle mora çalan kahverengi arası bir renkte, orta sert ve ağır bir ağaçtır; kaba yapı işlerinde ve kaplama tahtası olarak da ince maran­ gozlukta kullanılır. AS AL! sıf. 1. Aba giymiş. — 2. Abalı trenk, kurnaz, işini bilir (yörs.). AB AUM EM ELİLER çoğl. a. Bir patagyumu olan “ uçarmemeliler” takımı. (Diş­ leri, özellikle kesici dişleriyle bütün öbür memelilerden ayrıldığı için başlıbaşına bir takım olarak ele alınır.) [Bil. a. dermop TERA; eşanl. UÇARMAKİLER.j A B A L IO â L U (Nadir Nadi) NADİ ABAUOĞLU.



NADİR



A B A U O Ğ LU (Yunus Nadi) -> YUNUS NADİ ABAUOĞLU. A B A M A K g.f. Yörs. 1. Bir kimseyi, bir şeyi birine abamak, çirkin, kusurlu bir kızı o kimseyle evlendirmek, ona yamamak; kötü bir malı hileye başvurarak o kimse­ ye yutturmak: Ağa çirkin kızını kâhyasına abadı. Çürük sebzeleri alıcıya abamak. — 2. Bir şeyi (soyut) bir kimseye abamak, bir suçu, bir sorumluluğu o kimsenin üzerine yıkmak: Korkarım bu suçu sana abayacaklar. — 3. Bir kimseyi (bir işten) abamak, onu, bir işi gerçekleştirmekten alıkoymak, oyalamak: Beni işimden abama! AB AM O N Tİ (Giuseppe), İtalyan dev­ let adamı (Caggiano, Salerno yakınında, 1759-Napoli 1818). 1799 yılında Cisalpina cumhuriyeti direktuvar üyesi iken Avusturya-Rusya müdahalesinden sonra ölüm cezasına çarptırıldı. Cumhuriyet ye­ niden kurulunca bağışlandı (1801). ÂBAN a. (orta fars. aban, sular.). 1. Es­ ki İran’da kullanılan zerdüşt takviminde yılın sekizinci ayı (miladi takvimde 21 ekim-21 kasım arasına rastlar) ve her ayın onuncu günü. — 2. İran mitolojisinde, âban ayında olacaklara hükmeden tanrıçanın adı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL,Avesta (zerdüşt dininin kutsal kitabı) dilindeki karşılığı Apö’dur. Hint-lran dilinde, bu sözcük dişil sayılmış ve tanrıçalara Apâs denilmiştir. Avesta’da, Âban, Tanrı Ahura’nın eşleri olarak gösterilmiştir. Sular (âban) geçit ve yıkanma olanağı verdikleri için kutsanırdı. Avesta takviminde aylar haftalara bölünmediğinden her ayın her gününün bir adı vardı. Her âban gününde tanrıçalara tapınılırdı. A B A N A , Karadeniz bölgesinin batı bölümünde, Kastamonu’ya bağlı ilçe; 41-79 nüf. (1985), 33 km2; 10 köy. Mer­



Dor üslubunda bir şutun başlığının abak'ı



Abana kezi,Kastamonu’nun 117 km.kuzeyinde, Karadeniz kıyısında Abana; 2 764 nüf. (1985). iskele. Turizm. A B A N C A Y , Peru’da kent. And dağlarında, Apurimac ilinin merkezi; 17 300 nüf. A B AN D IR M AK -> ABANMAK. ABANDONE a. (fr. abandonner'den). Spor. Boks karşılaşmasında, boksör­ lerden birinin ya da bir boksör yardımcısının, karşı boksörün üs­ tünlüğünü kabul ederek karşılaşmayı bırakması. (Bu durumda yenilgiyi kabul­ lenen boksörün yardımcısı havlusunu ya da süngerini ringe atar'.) A B A N IK sıf. Abanmış olan. — inş. Abanık kemer ya da tonoz, mer­ diven kolu gibi bir öğeyi taşıyan, bakışımsız kemer ya da tonoz.\y\banık ke­ mer profil, bir rampayı taşımak üzere hazırlanmış madensel eğri. || Abanık par­ ça, eğik olarak konulmuş parça. A BANİ a.(fars. abanı). Esk. Sarıya çalan beyaz zemini üzerine açık turuncu ipek­ le süslemeler işlenmiş bez, kumaş. (Ağ BANİ, Ağ ABANİ de denir.)



—ANSİKL. Abanilerin edna ve âlâ olmak üzere İki türü vardı. Edna pamuktan, âlâ ise ipekten belirli ölçülerde ya da top ku­ maş halinde dokunurdu; belirli ölçüde olanlardan kuşak, sarık, başörtüsü, boh­ ça, yorgan yüzü vb.; top halinde doku­ nanlardan erkek gömleği, kadın giysisi ve hırka yapılırdı. İstanbul, Bursa, Bağdat, Halep ve Hindistan'da dokunan kumaş yapıldığı yere,desenine ve rengine göre adlandırılırdı. En bilinen türleri akçabeyaz, palamudi, Halep, Hint abanileriydi. Kimi zaman düz dokunur, üstü sonradan işle­ nirdi. Kadın giyimi için küçük ve geomet­ rik desenli dokunanları da olurdu.



Abanoz



♦ sıf. Bu kumaştan yapılmış giysi, boh­ ça, örtü vb. için kullanılır; A bani kundak. —Gel. giy. Abani sarık, osmanlı dönemin­ de tüccar ve esnaf sınıfından olanların kullandığı, abani kumaştan sarık. A B AN M A a. Abanmak eylemi. —Spor. Futbolda oyuncunun topa, her­ hangi bir teknik gözetmeksizin, olanca gücüyle, gelişine vurması. AB A N M A K gçz. f. 1. Bir şeye, bir şe­ yin üstüne abanmak, ağırlığını o şeyin üs­ tüne vermek, onun üzerine kapanmak; Masaya, masanın üstüne abanmak.— 2. Bir kimseye, b ir şeye abanmak, ağırlığı­ nı ona vererek ondan destek almak, ona yaslanmak: Bir kimsenin omuzuna aban­ mak. Kapıya abanmak. Sandalyenin ar­ kalığına abanmak. — 3. Tkz. Bir kimse­ nin üstüne abanmak, kötü bir niyetle onun üstüne çullanmak: Adam üstüne



abanmış, çantasını alıp kaçmış. — 4. Arg. Bir kimseye abanmak, geçimini onayükJemek, onun sırtından geçinmek: Yıllardır babasına abandı, iş güç tutmadı. ♦ abandırmak ettirg. f. 1. Bir kimseyi (bir yere) abandırmak, o kimsenin o yere abanmasına yol açmak; yüzüstü düşür­ mek, çöktürmek. — 2. Bir hayvanı (özellikle deveyi) abandırmak, onu yere çöktürmek; ıhtırmak. AB AN O (Pietro D’) - PİETRO D’ABANO. ÂBANO TERME, İtalya'da önemli kap­ lıca merkezi, Veneto'da, Padova’nın G.B.’sındaki Euganei tepelerinin.eteğinde; 13 700 nüf. Â B A N O VA K (Vilmos), macar ressam ve desenci (Budapeşte 1894-ay.y.1941). K. Ferenczy'nin öğrencisi oldu. Şiirsel ve kendine özgü bir tarzda portreler, taşra­ dan görüntüler çizdi. Kuşağının en iyi de­ sencilerinden biri sayılır. ABANO Z a. (yun. ebonos’dan). 1. Diospyros cinsinden abanoz ağaçlarının si­ yah renkli ya da siyah damarlı, ince dokulu, sert ve ağır odununa verilen genel ad. (Bk. ansikl. böl.) — 2. Bir pelesenk olmasına karşın, ince dokusu ve koyu renginden dolayı Dalbergia melanoxylon türünün odununa verilen ad. (Senegal abanozu, mozambik abanozu.) — 3. Yeşil abanoz, tropikal Amerika’da yetişen bir cins abanozun esmer zeytin renginde, ol­ dukça ince dokulu, çok sert ve çok ağır odununa verilen ad. Doğramacılıkta, ma­ rangozlukta, travers ve deniz taşıtları ya­ pımında, su içi işlerde ve mobilyacılıkta kullanılır. (Tabebuia cinsi; acemborusugiller familyası.) [Eşanl. İPE.] — ANSİKL. Abanoz,bıçakçılık,fıçıcılık,tor­ nacılıkta; oyun takımı (satranç, domino), büro eşyası, isteka, üflemeli çalgı, piya­ no tuşu, çekmece yapımında; ince ma­ rangozlukta ve kakmacılıkta kullanılır. Mo­ dern mobilyacılıkta, daha açık bir zemin üzerinde koyu kahverengi damarlarla be­ lirginleşen macassar abanozu dışında, abanoz kullanımı yaygın değildir XIII. yy.'dan bu yana, az bulunur ve değerli bir ağaç olarak kabul edilen abanoz, çekme­ ce, yazı takımı, bıçak sapı, dama, satranç yapımında kullanılmaktadır. Avrupa’da XIV. yy'da küçük mobilya yapımında aba­ nozdan yararlanılmaya başlandı. Önemli sayılabilecek abanoz mobilyalar, genel olarak ve yaygın bir biçimde, ancak XVI. yy.’ın sonunda ortaya çıktı, ince kaplama tahtası haline getirilen abanoz, değerli ve ustalıklı kaplamacılığı geliştirdi, bu da in­ ce marangozluğun başlangıcı oldu. Aba­ noz yazı masaları, XVII. yy. boyunca özel­ likle Fransa'da çok yaygındı. Bu masala­ rın en sadeleri tümüyle siyah, kabartma ve oymalarla kaplı, silmelerle bezeliydi; bazılarının kenarları fildişi ya da kalayla işli, akik süslüydü; ayrıca kapak ve çek­ mecelerin ince resimlerle süslenmiş olan­ ları da vardı. XVIII. yy.’da getirtilmeye başlanan maun ağacı abanozun yerini al­ dı ve abanoz artık yalnız kakmalarda zıh olarak kullanılır oldu. — Halk hek. Abanoz ağacının diospyros türlerinin dal ve gövde odunu haşlanarak dıştan, özellikle göz iltihaplarında, anti­ septik ve yara iyileştirici olarak kullanılır. Diospros lotus L. türünün odunundan (karahurma) elde edilen dekoksiyon kanı te­ mizler. Trabzon hurması da denilen Di­ ospyros kaki L. türünün meyveleri de peklik yapar. ♦ sıf. 1. Abanoz kerestesinden yapılan şey için kullanılır: Abanoz masa. — 2. Par­ lak siyah; çok sert: Abanoz saçlarını omuzlarına dökmüş bir kız. Tahtalar aba­ noz gibiydi. — 3. Abanoz kesilmek, si­ yahlaşmak; sertleşmek.||/4banoz yürekli, acımasız kimseler için söylenir: Abanoz yüreklinin biridir o, böyle şeylere üzülmez. ABANOZ a.(öncekiyle eş kökenli). 1. Si­ yah damarlı ya da siyah renkli odunu olan



birçok ağacın genel adı.,(Bk. ansikl. böl.) — 2. Yalancı abanoz, sarısalkım ağacı­ nın (cytisus) öbür adı. — ANSİKL. Abanoz ağaçları’nın çoğu di­ ospyros türüne girer. Ekvator Afrika’sın­ da, Madagaskar’da ve Güney-Doğu As­ ya’da yetişen kimi türlerinden kara kehri­ bar gibi som siyah bir odun elde edilir. Kimi türlerinin odunuysa az çok ayrık da­ marlıdır (mermer damarlı abanoz: coromandel abanozu, macassar abanozu). Abanoz sokağı, İstanbul Beyoğlu'nda sokak. Balo sokağı ile Sakızağacı caddesi arasındadır. Sokaktaki evler 1908'den sonra genelev olarak kullanıldı. 1948’de kapatılan evler 1958’de yeniden açıldı; 1967'de kapatıldı. Abanoz sokağı türk ya­ zınına da yansıdı (Ziya Osman Saba, Me­ sut insanlar fotoğrafhanesi "O sokak"; Nedim Gürsel, Kadınlar kitabı "O kadın” ; Cevdet Kudret, Sokak “ Hoş geldin Victory"; Naim Tirali, Yirmibeş kuruşa Ame­ rika “ Arka sokak” ). ABANOZGİLLER çoğl. a. Tropiklerarası bölgelerde yetişen ağaç ya da ağaç­ çıklar familyası. (Bil. a. ebenaceâe, 350 tür; familyanın başlıca cinsleri: koyena, euclea, maba, diospyros, tetraclis. Bazı türlerinden sert, çoğu siyah renkli, cilala­ maya elverişli bir odun elde edilir. Aba­ nozlar takımı.) ABANO ZLAR çoğl. a. Sıcak ülkelerde yetişen orman ağaçları takımı. (Bil. a. ebenales; başlıca familyaları: abanozgiller, sıtmaağacıgiller.) ABANOZLAŞMAK gçz. f. 1. Ağaç sözkonusuysa, uzun süre suda kalarak ya da bırakılarak sertleşmek, kararmak. — 2 . Bir kimse sözkonusuysa, güneşte çok ka­ larak kararmak; yanmak. ABANT ALASI a. Abant gölünde yaşa­ yan alabalık türü (Salmo trutta abanticus). [Alabalıkgiller familyası.] yA B A N T g ö lü , Karadeniz bölgesinin ba­ tı bölümünde tatlı su gölü. Bolu'ya 35 km uzaklıkta; 12,25 km2. Denizden yüksekli­ ği 1299 m. Kıyılarında yer yer turbalık. Tu­ rizm. ÂBAO ĞLU (Cihat), türk hekim (Konya 1914-istanbul 1979). İstanbul Üniversitesi Tıp fakültesi'ni bitirdi (1939). iç hastalık­ ları uzmanı olduktan sonra (1945) Şarayburnu Askeri hastanesi’ne atandı. İstan­ bul Üniversitesi Tıp fakültesi, dahiliye kli­ niğinde doçent (1947), profesör (1961) ve kürsü başkanı oldu (1973-1978). 19651968 arası dekanlık yaptı. Başlıca yapıt­ ları: Semptomdan teşhise (1952), Teşhis­ ten tedaviye (V. Aleksanyan ile 1953), Tıp­ tan damlalar (1972). ABAPO , Bolivya’da doğu Cordillera ya­ kınında yerleşme. Santa Cruz-Yacuiba demiryolu üstünde tarıma açılan bölge­ nin merkezi. ABÂPÛŞ a (ar. caba, fars.-pt7ş, giyen'den,caö3-p0ş).£s/r.1.Tarikata bağlı der­ viş. — 2. Rint. — 3. Fakir. ABAPUŞİ VELİ B A Lİ EFENDİ, mev levi tarikati önde gelenlerinden (XIV. yy.). Germiyanoğulları beylerinden Hızır Pa­ şa'nın oğlu. Beylik giysi yerine aba giy­ diğinden Abapuş (aba giyen) lakabıyla anıldı. Dedesi Süleymanşah, Sultan Velet’in damadıydı. Bu nedenle bütün aile­ si gibi o da mevlevi tarikatına girdi ve der­ viş oldu. Afyonkarahisar’ın ortasındaki dağda yaptırdığı hücreye çekildi. Burada tarikatını yaymaya çalıştı ve mevlevilerin Karahisar Çelebileri kolunu kurdu. ÂBÂR a. (fars. abar). Esk. Hesap defteri. ABARA a. Yörs. 1. Su değirmenlerinde, suyun akışını hızlandırarak basıncını ar­ tırmak amacıyla tahtadan yapılan, büyük huni biçimindeki su yolu, bir tür depo: De­ ğirmenin abarası. — 2. Tarlada suyu akıt­ mak için yapılan tahta oluk; saban demi­ ri ya da pullukla açılan su yolu: ikiabara



Abat da su sızdırıyor. Tarlaya abara çekip su bağladık. — 3. Saban demirinin tarla sü­ rülürken açtığı çizgi. — 4. Köy evlerinin tavanlarında iki direk arasında bırakılan boşluk. ABARAN, Ermenistan’da akarsu; uzunluğu 170 km. Alagöz (ermenice Aragats) dağının kuzey yamaçlarından do­ ğar; doğudan dolanarak batıya doğru akar ve başkent Erivan’ın güneyinde Aras Nehri'ne karışır.__________ ABARBANEL - ABRAVANEL, ABRABAn e l ya da A b a rb a n e l (Izak). AB AR C A (Lydia), amerikalı kadın dans­ çı (New York 1951). Juilliard School of Dance ve Harkness Ballet Sohool’da öğ­ renim gördükten sonra Dance Theatre of Harlem'e girdi (1968), bu toplulukta birin­ ci dansçı olarak oynadı. Uyumlu vücut öl­ çüleriyle, Agon (Balanchine) ve Bir fauna’nın öğledensonrası(Atternoonotafaun) [Robbins] gibi yapıtların ideal yorum­ cusu oldu. A B AR G İ, Şümerlerin Ur hanedanlığı kralı (yaklş. İ.Ö. 3500). Mezarı, İngiliz ar­ keolog Sir Leonard VVoolley tarafından, Ur kral mezarlarında yapılan kazılar sıra­ sında ortaya çıkarıldı (1926-1930). Bitişi­ ğindeki kraliçe Şub-ad’ın mezarında da kralın adı kazılı bir silindir bulundu. ÂBÂRGİR a. (fars. 3bar ve -gır'den 3bâr-gTr). Esk. Muhasebeci, hesap defter­ lerini tutan. ÂBARİS, kahramanlık çağında Yunanis­ tan’ı dolaştığı sanılan efsanevi İskit rahi­ bi. Mucizeler gerçekleştirdiği ve büyük bir salgın hastalığa son verdiği söylenir. A B AR İŞ , İ.Ö. III. ya da II. yy.’da yaşa­ mış kartacalı mimar. Dugga’da Numidia krallık mozolesini yaptı. ABARKO a. Tropikal Amerika (Kolom­ biya, Venezuela) ağacı. (Bil. a. Cariniana pyriformis.) [Abarkonun odunu yer yer morlu kırmızımsı esmer, yarı ince dokulu, yarı sert ve yarı ağır niteliktedir; yapı­ larda, gemi yapımında, kontrplak üreti­ minde kullanılır. Brezilya'da da buna ya­ kın bir tür vardır: Cariniana legalis.] ÂB AR N A . Tar. coğ. Orta Anadolu’da ilkçağ yerleşmesi. Kültepe (Kayseri) ve Alişar'da (Yozgat) bulunmuş, asur ticaret kolonileri çağından kalma çiviyazılı tablet­ lerde buradan, aynı adlı kumaşın do­ kuma ve ihraç merkezi olarak söz edilir. ABARTI a. Abartılarak ortaya konulan tutum, davranış. A B AR TIC I sıf. ve a. ABARTMACI’nın eşanlamlısı. A B A R T IC ILIK a. ABARTMACILIK'ın eşanlamlısı. ABARTILI sıt. 1. Ölçüsüzce büyütülmüş olan şey için kullanılır; mübalağalı. Abar­ tılı bir sevgi gösterisinde bulundu. (Eşanl. ABARTMALI )-2.Alışılmışın dışına taşan, aşırı, yadırgatıcı şey için VuWaru\\v..Abart­ malı jestler, mimikler. + be. Alışılmışın dışında, yadırgatıcı bi­ çimde: Ne kadar abartılı gülüyor. Rolünü çok abartılı oynuyor. A B AR TILM A K - ABARTMAK. ABAR TISIZ sıf., be. ABARTMASIZ’ın eşanlamlısı. ABAR TM A a. Aşırı önem verme, oldu­ ğundan büyük gösterme; mübalağa et­ me, mübalağa: Çok güzel olduğunu söy­ lersem bu bir abartma olmaz. Övgülerin­ de daima bir abartma sezerdim. — Ed. Anlatımı etkili kılmak için bir düşün­ ceyi ya da bir gerçeği aşırı büyütme ya da küçültme biçiminde uygulanan söz sa­ natı. (Eşanl. MÜBALAĞA.) [Bk. ansikl. böl.) || Birmetninokunuşundakulağa hoş gelmesi, dinleyeni etkilemesi için se­ si yükseltme, alçaltma, heceleri uzatma gibi gösterişli yollara sapma sanatı; yazar­



ken, bu olanakları sağlayacak sözcükler kullanma yolu. (Eşanl. TUMTURAK.) — ANSİKL. Ed. Eski türk destanlarında, halk edebiyatında doğayı daha canlı be­ timlemek, duyguları daha güçlü anlatmak için başvurulan abartma, Firdevsi ve onu izleyen İran şairlerinin etkisinde kalan di­ van şairlerince konuyu daha iyi anlatma amacının dışına taşırıldı. Bu edebiyatta abartma üçe ayrılıyordu: 1. Akia uygun sayılan ve benzerleri sık kullanılmış abart­ malar (-* TEBLİĞ); — 2. Akla yakın gö­ rünen ancak çok seyrek kullanılmış abart­ malar (-» İĞRAK); — 3. Akla yakın olma­ yan ve hiç kimse tarafından da kullanıl­ mamış olanlar (-* GULÜV). Nef’i başta ol­ mak üzere divan şairlerinin başvurduğu abartma yolu, tanzimat yazarlarınca divan edebiyatına yöneltilen ağır eleştiri konu­ larından biri oldu. Ancak bu edebiyatta Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan gibi şairler abartmaya sık sık yer verdiler. Doğal anlatım temeline yönelen günümüz edebiyatında abartma sık kullanılan bir sanat değildir. ABARTMACI sıf ve a. Bir şeyi olduğun­ dan büyük göstermeyi huy edinmiş kim­ se için kullanılır; mübalağacı. (Eşanl. ABARTICI.) AB AR TM A C ILIK a. Bir şeyi olduğun­ dan büyük gösterme eğilimi, tutumu; mü­ balağacılık. (Eşanl. ABARTICILIK.) A B AR TM A K g. f. 1. Bir şeyi abartmak, o şeye aşırı önem vermek, onu olduğun­ dan büyük göstermek: Birinin yanılgıları­ nı, bir girişimin güçlüklerini, bir durumun tehlikelerini abartmak. Hastalığını abart­ mak. Zenginliğini abartmak. — 2. Bir ha­ beri, bir iletiyi abartmak, o şeyi aktarırken ölçüsüz davranmak; mübalağa etmek: Haberleri abartarak vermek. — 3. Bir davranışı abartmak, o davranışı alışılmı­ şın dışına taşarak yadırgatıcı biçimde gerçekleştirmekıfl’/er/ abartmak. — Tiy. Bir rolü abartmak, etkilemede ve mimiklerde aşırılığa kaçarak, metne ek­ leme yaparak oynamak. ♦ abartılmak edilg. f. Abartmak eylemi­ ne konu olmak: Olay basına abartılarak yansıtıldı. ABARTM ALI sıf., be. ABARTILI’nın eşanlamlısı. ABARTMASIZ sıf. Ölçüsüz, aşırı, yadır­ gatıcı olmayan şey için kullanılır; mübalağasız.(Eşanl. ABARTISIZ.) ♦ be. inanılması güç de olsa gerçek ola­ rak; mübalağasız, hilafsız: Stadyumda abartmasız yüz bin kişi vardı. Â B A S , Lygkeus’un oğlu, Argosluların efsanevi kralı, Danae’nin dedesi ve Perseus’un atası. — Kâhin, öncekinin soyun­ dan, Melampus'un oğlu. A B A S C A L Y SOUSA (Jose Fernando), Concordia markisi; İspanyol gene­ ral (Oviedo 1743-Madrid 1827). 1804’ten 1816’ya kadar Peru genel valisi olan Abascal, bilgili yönetimiyle büyük başarı gösterdi ve bağımsızlık savaşları sırasın­ da, Peru’yu ispanya’ya bağlılığın simge­ si haline getirdi. ÂBÂSGLAR ya da A B A S K LA R , Abhazların atası olan kafkas halkı. Batı Kaf­ kasya’da, Kolhida'ntn kuzeyinde oturur­ lardı. Bizans kaynaklarında yurtlarından Abasgia diye söz ödilir. Absûa ya da Absne, güney kollarıysa Apsil diye adlandırı­ lan Abasgia halkı, 546’da hıristiyan, da­ ha sonra da müslüman oldu. Abasglardan günümüze birçok yapıt kalmıştır. Abask diye de bilinen günümüzdeki Abhazlar kendilerine Absua derlet. ABASI. Mit. Yakut Türkleri mitolojisinde, kötü ruhların adı. (Doğadaki tüm kötülük­ leri simgelediklerine inanılan abasılardan korunmak için kurbanlar sunulurdu), ü A B A S IY A N IK



(Sait Faik), türk öykücü (Adapazarı 1906-lstanbul 1954). Ortaöğ­



renimini Bursa Erkek lisesi'nde tamam­ ladı (1928). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü’nde okudu (1928-30). Yaklaşık üç yıl Grenoble’de (Fransa) dil ve edebiyat öğreni­ mi gördü. Bir süre babasının iş yerinde çalıştı. Öğretmenlik, gazetecilik yaptı (1940-42). Yaşamının kalan yıllarını, an­ nesinin sağladığı olanaklarla, Burgaz adasında geçirdi. ABD’deki Mark Tvvain derneği’ne "fahri üye” seçildi (1953). Ölümünden sonra, annesinin Darüşşafaka cemiyeti’ne bağışladığı Burgaz’daki evi SAİT FAİK MÜZESİ yapıldı (1964) ve adına bir öykü armağanı kondu (-* SAİT FAİK ÖYKÜ ARMAĞANI.). ilk yapıtlarında (Semaver [1936], Sar­ nıç [1939], Şahmerdan [1940]) Adapaza­ rı, Bursa’daki çocukluk ve ilk gençlik izlenimleri, anıları, Fransa'da kaldığı yıl­ lardan kaynaklanan yabancı çevre ve in­ san gerçeklerine dayanan hikâyeler yer alıyordu. Zaman zaman İstanbul’un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insan­ ların serüvenlerini, insan sevgisini anlat­ tı. Asıl ününü, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresinden kaynaklanan, rum balık­ çıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, do­ ğayı konu edinen hikâyeleriyle (Lüzumsuz adam [1948], Mahalle kahvesi [1950], Son kuşlar [1951], Kumpanya [1951], Havuz başı [1952]) yaptı. Türk edebiyatında olaya ağırlık veren, şaşırtı­ cı bir sonucu hazırlayan geleneksel hikâ­ ye modelini değiştirdi, ikinci basımı Birtakım insanlar adıyla yayımlanan Me­ darı maişet motoru (1940) ile Havada bu­ lut (1951) romanları, tema bakımından olduğu gibi birbirine eklenmiş hikâyeler dizisi oluşturmaları bakımından da öteki kitaplarının bir tekrarı görünümündedir. Kayıp aranıyor (1951) romanı ise yerleşik ahlak kurallarını tartışması, toplumun tür­ lü kesiminden insanları karşı karşıya ge­ tirmesi ve toplumdan kopmuş aydınları eleştirmesiyle dikkati çeker. Bilinçaltını di­ le getiren, çağrışımlarla gejişen, sağlığı­ nın bozulduğu son dönemlerdeki kendi tedirgin, yalnız dünyasını yansıtan hikâ­ yelerinde (Alemdağda var bir yılan [1954]) gerçeküstücü öğeler dikkati çeker. Andrö Gide, Georges Simenon gi­ bi yazarlardan çevirileri de vardır. Dergi­ lerde kalmış hikâyeleriyle röportaj, makale türlerindeki yazıları, kendisiyle ya­ pılan konuşmalar ölümünden sonra der­ lenerek yayımlandı (Az şekerli [1954], Tüneldeki çocuk [1955], Mahkeme kapı­ sı [1956], Açık hava oteli [1980]). Hikâye­ lerine yansıyan yaşama sevincini, insan sevgisini, avare bir aydının kentte hor gö­ rülen ezilmiş insanlara sevecen yaklaşı­ mını dile getiren, serbest nazımla yazılmış şiirleri Şimdi sevişme vakti (1953) kitabındadır. (-»Kayn.) A B A S K LA R - ABASGLAR. ABAŞİR İ, Japonya'da liman kenti. Hokkaido adasının kuzeydoğu kıyısında; 43 800 nüf. Balıkçılık ve konservecilik. ABAŞO sıf. Denize. Alt kısımda ya da aşağıda bulunan parça için kullanılır. || Abaşo seren, aynı direk ya da çubuk üze­ rinde bulunan iki serenden,.alttaki seren. ||Abaşo yakası, bir yelkenin alt yakasına verilen ad.\\Abaşo yelken, aynı direk ya da çubuk üzerine ve ana kare yelken al­ tındaki serene çekilen yelken: abaşo gab­ ya yelkeni, abaşo babafingo yelkeni. ABAT ya da AB AS sıf. (fars. âbâd). Esk. 1. Bir yeri abai etmek, eylemek, orayı ba­ yındır hale getirmek, şenlendirmek: “Kudret-i Mahmûd Han dünyâyı âbâd eyledi" (Pertev Paşa, XIX. yy.). — 2. Bir kimseyi abat etmek, eylemek, onu mutlu kılmak, neşelendirmek: "Yine lütfundur âbâd edecek bu kalb-i virânı" (Nev'i, XVI. yy.). — 3. Abat olmak, şenlendirilmek, ne­ şelendirilmek; "Biçâre harâbâtda âbâd olayın d ir" (Ruhi-i Bağdadi, XVI. yy.). — 4. Arapça ve farsça kimi sözcüklere ek-



tt n p r t Sait Faik Ara Güler arşivi



■lenerek yer adları yapar: harab-abat (vi­ ranelik; dünya), gam-abat (gamı çok olan yer; dünya), zuimet-abat (karanlık, kasvet­ li yer) vb. — Tar. Lale devrinde İstanbul'da kimi sözcüklere eklenerek semt, mesire yeri ve köşk adları oluşturuldu: Sadabat, Mihra­ ba?, Şerefabat gibi. A B A T E ya da ÂB B& TE (Nicolo Dell') -> DELL ’ABATE.



ÂB ATE dİ T lv o ii, İtalyan şair (XIII. yy.) Aşkı tanımlayan bir diyalog yazdı ve bu yüzden Giacomo da Lentini’yle araların­ da bir tartışma oldu. A B A T ! (Megliore degli), İtalyan şair (Flo­ ransa XIII. yy.); Sicilya okulundandır. ÂB A TO N . Esk. Yun. Biggeh adasında Osiris tapınağı. A BATTUTA bel. (ital. söze.). Müz. Da­ ha serbest bir bölümden sonra baştaki tempoya dönülmesi gerektiğini belirtir. ÂB Â U J-TO R N A , Macaristan'da, Do­ ğu Slovakya ovasında eski comitat. Â B A Y (İbrahim), Kunanbayoğlu diye bilinir, çağdaş kazak-türk şiirinin kurucu­ su (Semey Palat 1845-Abay 1904). Med­ resede ve rus okullarında yetişti. Doğu (türk, İran, arap) ve Batı (rus ve avrupa) şair ve yazarlarının yapıtlarını incele­ di. Lermontov, Puşkin, Byron ve Goethe’nin etkisinde şiirler yazdı, onların şiirlerini kazak tûrkçesine çevirdi. Yapıtlarında (li­ rik ve öğretici şiirler, taşlamalar) Kazak Türklerini aydınlatıcı, öğrenimin önemini belirten konular yanında aşk, doğa güzel­ likleri gibi konuları işledi. Derebeylik ge­ leneğini eleştirirken halkı öğrenmeye ve birleşmeye çağırdı. Çağdaş şiir anlatım yollarıyla birlikte halk şiir1kaynağından da yararlandı. Şiir ve düzyazıları (Kara söz­ ler) birçok kez basıldı (1922-1970), Şiir­ lerinden birkaçı türkçeye çevrildi. Kazaktürk yazarı Muhtar Avezov* dört ciltlik ır­ mak romanında Abay'ın yaşamını konu alır (1949-1959). A B A Y A , Etyopya’nın güney-batısında göl. Yükseltisi 1 400 m’yi aşan tektonik bir çukuru kaplar. Alanı 1 250 km2. AB A Y E V S K İ - ABAY. ABA Y İ sıf. (ar. cabaDve-i’den.caba;,ı). Esk. El dokuması yün giysi ve hayvan örtüsü için kullanılır. Abaza d e s ta n ı, XVII. yy. halk şairleri­ nin, vezir Abaza Mehmet Paşa’nın (öl. 1634) adı çevresinde yarattığı destan. Pa­ şanın, padişah Genç Osman’ın (Osman II) ölümünden Yeniçerileri sorumlu tutma­ sını ve Murat IV’e başkaldırmasını anlatır. ( -* Kayn.) A B A Z A HAŞ AN PA ŞA , türk vezir (?Halep 1659)’. Kapıkulu süvarilerinden. Karahaydaroğlu ayaklanmasının bastırıl­ masındaki yararlığı dolayısıyla Yeni il voy­ vodalığına atandı (1648). Ocak ağalarının baskısıyla görevden alınınca ayaklandı; Kastamonu’yu yağmaladı. Sivas valisi ipşir Mustafa Paşa ile birleşti. Üzerine gön­ derilen Karaman beylerbeyi Katırcıoğlu’ nu Aksaray yakınlarında yendi, ipşir Mus­ tafa Paşa'nın sadrazamlığı sırasında (1654) binlerce sipahiyle İstanbul’a gitti. İpşir Mustafa Paşa'nın idamından sonra (1655) Anadolu'ya çekildi. Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa'nın sert yönetimin­ den kaçanları çevresinde topladı. Erdel seferi için yapılan çağrıya uymadı, Köprülü’nün azlini istedi. Anadolu’da celali is­ yanlarının en büyüğünü başlattı. Üzerine gönderilen Muıtaza Paşa'yı Ilgın yakınla­ rında yendi (1658). Kışı geçirmek üzere Antep’e çekildi. Bir tertiple Halep'e geti­ rilerek otuz kadar adamıyla birlikte öldü­ rüldü. ( ^ Kayn.) A B A Z A HÜSEYİN PA ŞA - HÜSE YİN PAŞA, Abaza.



AB A Z A KESİM ! a. Murat IV dönemi vezirlerinden Abaza Mehmet Paşa’nın (öl. 1634), erkek giyimine getirdiği yeni biçim. Abaza Mehmet Paşa’nın kaftan, cepken, kavuk ve sarıklarında yaptığı değişiklikler, başta Murat IV olmak üzere saray ve var­ lıklı kişiler çevresinde beğeni kazandı, moda oldu. Bu modaya uygun giysiler abazalı kavuk, abaza kesimi kaftan, abaza kesimi cepken diye anıldı. At takımla­ rına da uygulanan benzer kimi değişiklik­ lere abaza tarzı raht dendi. A B A Z A M EHM ET PAŞA, türk vezir (?-!stanbul 1634). Celali Canbulatoğlu’ nun hazinedarlığını yaptı Canbulatoğlu' nun bozgununda (1607) yakalandıysa da Yeniçeri ağası Halil Ağa’nın (Paşa) iste­ ğiyle bağışlandı. Halil Ağa’nın kaptanıderyaiığında derya beyi oldu. Maraş (1617), Erzurum (1621) beylerbeylikleri­ ne atandı. Osman ll’nin ölümünden so­ rumlu tuttuğu yeniçerileri her rastladığı yerde öldürdü. Hükümete ve yeniçeri ocağına meydan okuyarak, Erzurum san­ caklarına kendi adamlarını atadı; halktan vergi topladı. Otuz bin kişilik bir kuvvetle Sivas’ı ele geçirdi, Ankara’yı kuşattı. Üze­ rine gönderilen Çerkez Mehmet Paşa'ya yenildi; Erzurum’a çekildi. Kuşatma zor­ lukları karşısında bağışlandı ve Erzurum beylerbeyliğine atandı. Ahıska seferi sıra­ sında bölgeye gelen Dişlek Hüseyin Pa­ şa komutasındaki kuvvetlerden kuşkulan­ dı. Bir baskınla Dişlek Hüseyin Paşa'yı ve ordusundaki yeniçerileri öldürdü. Erzu­ rum'u kuşatan eski koruyucusu sadrazam Halil Paşa’ya karşı koydu. Ancak, yeni sadrazam Hüsrev Paşa’ya teslim olmak zorunda kaldı (1628). Bağışlanarak Bos­ na valiliğine atandı (1628). Bir süre son­ ra Tuna komutanlığıyla Vidin valiliğine ge­ tirildi. Lehistan’a akın yaptı. Yeniden ayaklanacağı söylentilerinin yayılması üzerine idam edildi. (-* Kayn.) A B A Z A ZE M M E T PAŞA, türk vezir (?-Sinop 1771). Hekimoğlu Ali Paşa’nın yanında yetişti. Genç Ali adlı eşkıyanın ce­ zalandırılmasındaki başarısı dolayısıyla padişah silahşörlüğüne atandı (1746). Maraş beylerbeyi oldu. Rusların kuşattı­ ğı Hotin kalesini ve savunucularını kur­ tardı. Bu başarısı üzerine vezirlikle ödül­ lendirildi. Yenilgiyle sonuçlanan Kartal muharebesinde (1770) sağ kola komuta etti. Silistre valiliğine getirildi. Bir süre son­ ra Köstendil’e sürüldü. Kefe valiliğiyle bir­ likte Yenikale ve Rubat'ın muhafazasıyla görevlendirildi. Yenikale’nin Rusların eli­ ne geçmesinden sorumlu tutularak idam edildi. (-> Kayn.) AB A Z A ŞEYHİ - ABDÜRRAHİM EFEN­ Dİ, Seyyit. A B AZAC A a. Kuzey kafkas grubuna (abasg-kerket) giren bir dil. Adige, ubıh, abhaz bu grubun üç temel ağzıdır. — ANSİKL Abazacanın baştıca özellikle­ ri şunlardır: • Sesbilgisi. 1. 56 değişik ses içerir; ün­ süz grupları oldukça boldur. 2. ğ (hı), k (ka), ğ (ga), ğ (ğı) gibi gırtlak ve damak ünsüzleri yaygındır. — 3. s, z gibi ıslıklı ve ş, S gibi fışıitılı ünsüzler çok kullanılır. — 4. ilk heceden sonra geniş-yuvarlak (o, ö) ünlüler de görülür. • Biçimbilim. 1. Sözcüklerin cinsiyeti yok­ tur. — 2. Tanımlık olarak “ a” öneki kul­ lanılır. — 3. Adlar, önek biçiminde iyelik ekleri alır; durum eki, yalnız tekil üçüncü kişide kullanılır. — 4. Kişi adılları, tekil üçüncü kişide erkek ve dişi için ayrı ayrı­ dır. — 5. Sözcüklerin birçoğu bileşik ya­ pılıdır. • Sözdizimi. Cümleler “ özne + tümleç + yüklem” kuruluşunda; ad ve sıfat tamla­ maları da "tamlayan + tamlanan" kalıbındadır. A B A Z A LAR, Abhazlara türkçede veri­ len ad. Özellikle Kuzey Kafkasya'da ya­ şayan müslüman Abhazlar bu adla anı­ lır. Etnik yönden Abhazlara bağlı olmak­



la birlikte, günümüzde ayrı bir ulus sayı­ lır. Kuzey Kafkasya'da, Karaçay-Çerkez özerk bölgesinde yaşarlar. Yaklaşık 29 000 nüf. (1979). Tümü Sünni müslümandır. 1864’teki rus işgalinde bir bölü­ mü (yaklş. 400 000) Anadolu'ya göç etti. Kendi abeceleri yanında kimi sesler için kabartay abecesini kullanır, abhazcanın dört lehçesinden biri olan ve türkçede abaza dili denen dili konuşurlar (.-* AB­ HAZLAR). ABAZAN a. Arg ■ 1. Uzun süre cinsel ilişkiden uzak kaldığı için aşırı istek için­ de bulunan kimse. — 2. Aç, yoksul. -—3. Abazan kalmak, uzun süre cinsel ilişkide bulunmamak. ABAZÂMUIC a. Arg. Abazan olma du­ rumu; bu durumdaki kimsenin niteliği. A B A Z İ a. (fr. abasie). Nörol. Hareket ve duyu sinirlerinde belirgin bir bozukluk ol­ madığı halde yürümede güçlük çekilme­ si ya da hiç yürüyememek. ABSA a. (Baba anlamında aramca söze.). Doğu Kilisesinde piskoposlara ve­ rilen unvan. A B B A (Giuseppe Cesare), İtalyan ya­ zar (Cairo Montenotte, Savona, 1838Brescia 1910). Yapıtlarında, garibaldici bir militan olarak yaşadıklarını anlattı (Da ûuarto ai Volturno. Noterelle d i uno dei Mille, 1891). AB BA D İ (Emir Kutbettin Ebu Mansur Muzaffer bin Ebüihasan ei-Mervezi), İslam din bilgini (Merv ?-Ahvaz, Asker Mükrem 1152). Merv’den Bağdat'a gitti. Orada verdiği vaazlarla büyük ün yaptı. Bu konudaki ünü, bazı atasözlerine yan­ sıdı. Abbasi halifesi Muktefi’nin (11361160) ilgisini çekip güvenini kazandı. Ha­ life tarafından Selçuklu sultanı Sencer'e el­ çi olarak gönderildi. Dinsel konularda bağnaz değildi. Şarap içmenin haram ol­ madığını kanıtlamak için bir risale yazdı. ABBADİE (Antoine THOMPSON D'),tran­ sız gezgin (Dublin 1810-Paris 1897). Kar­ deşi ARNAUD (Dublin 1815-Urrugne, Basses-Pyrönöes, 1893) ile birlikte 1838’den 1848'e kadar Etyopya’yı ince­ ledi. Ülkenin on paftalık haritasını yaptı (1862-1869 arasında yayımlandı). Ambar­ ca üstüne dilbilimsel incelemeleri de var­ dır. AB BA D İLE R ya da ABBADOÜULLARS,XI. yy.’da Sevilla'da hüküm süren arap hanedan. Kurtuba Emevi halifeliği­ nin emirliklere (Tavaifi Müluk denir) böiünmesi üzerine ortaya çıkan bu devlet, atalarından biri olan Abbad’ ın adıyla anı­ lır. ilk abbadı hükümdarı, 1023'ten 1042'ye kadar saltanat süren Ebu ElKazlm Muhammed bin Abbad oldu. Onun ardından, El-Mutadid diye anılan oğlu Abbad başa geçti (1042-1069); Ab­ bad, babasının Endülüs'teki küçük ber­ beri hanedanlarına karşı yürüttüğü savaşı sürdürerek krallığının topraklarını önemli ölçüde genişletti. El-Mutadid’in oğlu olan ve El-Mutemid diye anılan üçüncü abbadi kralı Muham­ med bin Abbad 1069’dan başlayarak hüküm sürdü. Ispanya'daki müslüman emirlerin en güçlüsüydü; iktidarını iberik yarımadasının büyük kesimine yaydı. Ama kastilyalı Alfonso Vl'ya haraç öde­ mek ve bu kralın girişimlerine karşı koy­ mak için, Fas murabıt sultanı Yusuf bin Taşfin’den yardım istemek zorunda kal­ dı; Seviila krallığı’nı ele geçiren Yusuf ta­ rafından Fas’a sürüldü ve 1095’te orada öldü. ABBADO (Claudio), İtalyan orkestra yö­ neticisi (Milano 1933). 1958’de Kusevitskiy, 1963’te Dimitri Mitropulos ödüllerini kazanan sanatçı, Salzburg’da çalıştı; da­ ha sonra Milano scala’sı müzik yönetici­ liğine getirildi. 1978'de Londra Senfoni orkestrası’nın baş yöneticisi oldu. Günü­ müzde Milano scala'sının müzik yönet­ meni, Viyana Devlet operası’nın seçici



Abbas Efendi yönetmenidir (1986). ABBAG N ANO (Nicola), İtalyan filozof (Salerno 1901). Varoluşçu felsefeyi be­ nimsedi; Esistenzialismo positivo (1946) ve Possibilitâ e libertâ (1956) adlı yapıtla­ rında gerçek dünyanın, eylem ve tutku­ larımızın dünyası olduğunu savundu. Â B B Â İ ya da A B A İ, Etyopya’da ırmak. Mavi Nil'in yukarı kesimini oluşturur. Ta­ na gölünden çıkınca, Etyopya kütlesinde, yatağına derinlemesine gömülür (çavlanlar). Önemli hidroelektrik tesisler (Fincar santralı). Â B B A İT İS . Tar. coğ. - ABAEİTİS. ABBAS a.(arcabbâs, arslan). 1. Esk. Sert tavırlı, çatık kaşiı kimse. — 2. Abbas yol­ cu, gitme zorunluluğunu; ölümün yakın­ lığını belirtmek için kullanılır. AB BA S, selçukiu vali (?:? 1147). Rey emiri Cevher’in kölesiydi. İsmaililer tara­ fından öldürülen efendisinin yerine Rey valisi oldu (1140). Onun öcünü almak amacıyla binlerce ismailiyi öldürttü. Sul­ tan Mesut’u devirmeye çalıştıysa da ba­ şarılı olamadı, öldürüldü. A B B A S (Tufargarslı Âşık denir), azeri halk şairi (Tufargan XVI. yy. sonu-? XVII. yy. başı). Yaşamına ilişkin biigiler, Tufarganlı Âşık Abbas ile Gülgez peri hikâyesi'ne dayanır. Kimi şiirlerinde çağının olaylarını, osmanlı-iran savaşlarını ve bunların yol açtığı kötü yönetimi dile ge­ tirdi. Dönemindeki ve sonraki aşıklarca usta kabul edildi. Yaşamına ilişkin halk öy­ küsü, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’da yaygındır. (-» Kayn.) A B B A S i B üyük (Herat 1571Mazenderan 1629), Iran şahı (15871629). Safevi hanedanından Sultan Mu­ hammet Şah'ın oğlu ve ardılı. Babası Mu­ hammet Şahin durumu sarsılınca, koru­ yucusu Mürşit Kulu Han tarafından Kazvin’de tahta çıkarıldı (1587). Bir süre son­ ra Mürşit Kulu Han’ı öldürüp baskısından kurtuldu. Özbeklere karşı harekete geçe­ bilmek için OsmanlIlarla bir-barış antlaş­ ması yaptı; Azerbaycan ve Luristan’ı on­ lara bırakmaya razı olmuş göründü (1590). Özbekleri Herat yakınında ağır bir yenilgiye uğrattı(1598), Herat ve Meşhed’i geri aldı. Batıya dönerek OsmanlIlarla sa­ vaştı. Tebriz yakınında Sufyan'da Osman­ lIları yendi (1603), Azerbaycan ve Tiflis’i geri aidi. Sürüp giden savaşlar sonunda OsmanlIlarla Serav antlaşmasını yaptı (1618). Daha sonra 1623-1624’te Os­ manlIların elinde bulunan Bağdat’ı, şiilerin kutsal kentleri Kerbela ve Necef’i, Mu­ sul’u ele geçirdi. Ancak, Osmanlı imparatorluğu'nakarşı Avrupa’nın ittifakını sağ­ layamadı. 1621’de türk-hint hükümdarı Cihangir’den Kandahar'ı aldı. Gürcistan’ da yerli bir prens bırakmak zorunda-kaidı. Ingilizlerin yardımıyla Portekizlilerden İran körfezindeki Hürmüz adasını aldı ve karşı kıyıda Bender Abbas limanını kur­ du. Geniş bir imparatorluğu tartışmasız bir biçimde yöneterek İsfahan’ı başkent yaptı. Burayı görkemli anıtlarla süsleye­ rek güzelleştirdi. Yollar, köprüler, kervan­ saraylar yaptırdı. Ordusunu İngiliz Sherley kardeşlerin yardımıyla yeniden örgüt­ ledi. Osmanlı ordusunu örnek alarak gür­ cü ve ermeni devşirmelerden oluşan tüfenkçi birliklerini kurdu. Şahseven adıyla bir hassa ordusu oluşturdu. Doğu Anadolu, İran ve Azerbaycan Türkleriyle Türkmenler arasında yaygın ki­ mi halk hikâyelerinde doğrulara yardım eden, kötüleri cezalandıran bir kahraman olarak canlandırılır. Kişiliği şii, alevi top­ luluklarının edebiyat ürünlerine (örneğin Şah* Abbas Nağılı, Tufarganlı* Abbas Nağılı gibi halk hikâyeleriyle Köroğlu’nun Azerbaycan çeşitlemesinde vb.) adaletli bir padişah olarak yansıdı. Öte yandan ki­ mi halk şairlerinin (örneğin Pir Sultan Ab­ dal) yapıtlarında da kurtarıcı ve sahipzaman niteliğinde gösterildi. Sünni çevrele­



rin ürünlerinde (örneğin Kayıkçı* Kul Mustafa ve Genç Osman hikâyesi) ise OsmanlIların düşmanı olarak görünür ve nasıl yenilgiye uğratıldığı uzun uzun an­ latılır. A B B A S 51, Safevi hanedanından İran şahı (1633-1667). 1642’den 1667’ye ka­ dar hüküm sürdü. Kandahar’ı Moğollardan geri aldı. Fransız gezginleri Chardin veTavernier’ye karşı iyi niyetli, hıristiyanlara hoşgörülü davrandı, ülkesinin Os­ manlIlarla ilişkilerini düzeltti. A S M S İ l i (1731-1736), Tahmasp ll'nin oğlu ve Safevi hanedanından son İran şa­ hı (1732-1736). Nadir Şah tarafından tah­ ta çıkarıldı, daha sonra yine onun tarafın­ dan tahttan- indirildi. A B B A S (Ferhat), Cezayirli siyaset ada­ mı (Taher 1899-Cezayir 1985). Setif’te ec­ zacılık yaptı, 1938’de Cezayir halk birli­ ği ’ni kurdu; 1943'te, transız sömürgecili­ ğine karşı suçlama niteliğindeki cezayir halkının bildirisini yayımladı, 1946’da Ce­ zayir bildirgesi demokratik birliği partisi’ ni kurdu; bu parti Fransa'ya bağlı federe bir Cezayir öneriyordu, ikinci kurucu mec­ lise, sonra da 1948’de Cezayir kurucu meclisine seçilen Abbas, ayaklanmanın başlaması üzerine Kahire’ye gitti. 1958’den 1961 ‘e kadar Cezayir Cumhu­ riyeti geçici hükümeti başkanlığı yaptı, 1961’de geçici hükümetin dışında bıra­ kılan Abbas, bağımsızlıktan sonra Ceza­ yir ulusal kurucu meciisi’ne Setif milletve­ kili seçildi (eylül 1962) ve meclis başkanı oldu, ama Ben Bella'nın köktenci girişim­ lerine karşı çıktığı için ağustos 1963’te is­ tifa etmek zorunda kaldı. Ulusal kurtuluş cephesinden atılan Abbas, tutuklanarak temmuz 1964’ten haziran 1965’e kadar hapis yattı. Â B 1 & S Â Ğ A , darüssaade ağası (?Mısır 1671). Mehmet IV’ün annesi Hati­ ce Sultanin zenci ağalarından. Muhlis Ağa’nın ölümü üzerine, darüssaade ağa­ sı oldu (1668). İstanbul’da birçok çeşme, hamam, okul ve cami yaptırdı. Görevinden ayrıldıktan sonra gönderildiği Mısır’da öl­ dü. Beşiktaş’da yaptırdığı caminin bulun­ duğu semt, onun adını taşır. A B B A S BİN AB D Ü LM U TTALİP, Peygamberin amcası, Abbasi hanedanı­ nın atası (?-Medine 652). Zengin bir tüc­ cardı. Müslümanlığı benimsememesine karşın Peygamberin düşmanlarına katıl­ madı. Ebu Talip ölünce Peygamberin ko­ ruyuculuğunu üstlendi. Ancak Bedir savaşı’nda (623) müslümanlara karşı savaş­ tı; tutsak oldu, fidye vererek kurtuldu. Mekke’ye döndükten sonra Peygamber ve medineiilerle ilişkisini sürdürdü. Aslın­ da müslüman olduğu, Medine’ye gitmek istediği, Peygamberin isteğiyle Mekke’ de kaldığı söylenir. Mekke üzerine yürü­ yen Peygamber’e, müslümaniığını açığa vurarak kentin dışında katıldı (630). Mek­ ke müslümanların eline geçtikten sonra eski işi şikayet (hacılara su dağıtma gö­ revi) kendisinde bırakıldı. Peygamberi parasal yönden destekledi. Ömer döne­ minde (634-644) ganimetlerden pay aldı; buna karşılık Medine’deki bir mescitin ge­ nişletilmesi için evini verdi. A BBAS BÎH AM R, abbasi komutan (?Rakka 918). Abbasi halifesi Mutezit tara­ fından Yemame ve Bahreyn valiliğine atandı. Karmatilerin ayaklanmasını bas­ tırmakla görevlendirildi; yenildi, tutsak ol­ du (900). Halifeye haber götürmesi için sağ bırakıldı. Döndükten sonra ününü yi­ tirdi. A B B A S SİN EBULFUTUH, fatımi ve­ zir (?- 1115-? 1154). ibniMasal’ın vezirli­ ğine karşı ayaklanan üvey babası ibni Sallar’ı destekledi, ibni Sallar vezir olun­ ca Suriye’deki Askalan garnizonu komu­ tanlığına atandı. Oğlu Nasi'rettin Nasr ile anlaşarak üvey babasını öldürttü; vezir ol­ du (1153). Daha sonra halifeyi de öldür-



terek cinayeti halifenin akrabalarına yük­ lemek istedi. Halkın tepkisi karşısında Su­ riye’ye kaçtı. Franklar tarafından öldürül­ dü. Â B B J4İ BİN IL -A H N E F (Ebülfazl), arap şair (? 750-Basra 808 ?). Ağıt şairi olarak tanınır. Bağdat'ta büyüdü, şiire gençliğinde başladı. Harunurreşit’in sara­ yına kapılandı, nedimlerinden oldu. Nük­ teleriyle halifenin beğenisini kazandı. Ho­ rasan ve Ermenistan seferlerinde halife­ nin yanında bulundu. Birçok gazelinde ve içinde aşk duygularını da dile getirdiği ağıt türündeki şiirlerinde, Ömer Bin Ebi Rebia gibi, Hicaz şairlerinin etkisi görülür. Bulunduğu çevre gereği, Harunurreşit ve sarayındaki kadınların hoşlanacağı şiirler yazdı. Bu özellikleri nedeniyle şiirleri dö­ nemin ünlü şarkıcısı İbrahim ei-Mavsilî ta­ rafından bestelenip söylendi. El-Abbas’ın aşk duygularını da içeren ağıtları yalnız, ca Irak’ta değil, müslüman Ispanya’sın­ da da yeni bir çığır açtı. Şiirleri önce Zunbur, ardından da Ebu Bekir es-Sulî tara­ fından bir araya getirildi..Bunların büyük bir bölümü İstanbul’da basıldı (1880).



11



ABBAS SİN M BM U H , abbasi komu­ tan (?-Menbiç 838). Halife Memun’un oğ­ lu. Elcezire (Mezopotamya) valiliği yaptı. BizanslIlarla savaşlarda ün kazandı. Mutasım'ın halifeliğine karşı, hilafet davasın­ da bulunmaya kışkırtıldıysa da kabul et­ medi. Mutasım’a karşı hazırlanan suikast girişiminden sorumlu tutuldu, hapsedildiği Menbiç’te öldü. ABBAS BİN Mİ33.&.S bir; And? W» Haris® fefn  b d K a ys, arap şair (VI. yy.’ın ilk yarısı) Muhadramun kuşağı şa­ irlerinden. Süleym kabilesinden ve ünlü kadın şair el-Hansa'nın üvey oğlu. Aile­ ce Dimar adlı bir puta tapıyorlardı. Söy­ lentiye göre, bir gece Abbas bin Mirdas’ ın rüyasına giren put, artık değerini yi­ tirdiğini, Hz. Muhammet'e inanmak ge­ rektiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Mu­ hammet’in Mekke’yi fethetme hazırlıkla­ rında bulunduğu bir sırada Medine’ye git­ ti. Müslümanlığı benimseyerek kabilesine döndü ve putu yaktı. 900 kişiyle Mekke’ nin fethine ve Huneyn’deki savaşa katıl­ dı. Savaştan sonra payına düşen ganime­ ti az bularak bu düşüncesini yazdığı bir hicivde dile getirdi ve payının artmasını sağladı. Yeniden kabilesinin, bulunduğu yere döndü. Halife Ömer döneminde de (634-644) yaşadığı anlaşılan Abbas, bu dönemde Basra yakınlarına yerleşti. Sık sık Basra’ya gelerek hadisler nakletti. Muhâcât (Hicivleşme) ve Yemen seferi için söylediği Kaside'si ünlüdür. Şiirleri, leh­ çe özelliklerini yansıtması bakımından önem taşır. Şair olduğu kadar savaşçılı­ ğıyla da tanınmıştır.



ABBAS BİN MUHAMMET, abbasi komutan (738-? 802). Halife Ebülabbas es-Saffah ve Ebu Cafer el-Mansur’un kar­ deşi. Malatya’nın ele geçirilmesine katıl­ dı (756). Elcezire (Mezopotamya) valiliği­ ne atandı (759-772). 775’te halife Mehdi’ nin Anadolu’ya gönderdiği ordunun ko­ mutanı olarak büyük başarı kazandı.



ÂBB&S BİN VELİT, emevi komutan (?-Harran 750). Halife Velit l’in oğlu. Bi­ zanslIlarla yapılan savaşlarda ün kazan­ dı. Velit'in halifeliğinin ilk yıllarında, am­ cası Mesleme ile birlikte Kapadokya’nın önemli kalelerinden Tuvana’yı ele geçir­ di (707). Bir yıl sonra Yalvaç’ı aldı. Irak va­ lisi Yezit bin Muhallebin ayaklanmasını bastırdı. Velit II halife olunca, halifelik da­ vasında bulunan kardeşi Yezit’e biat etti. Mervan II tarafından hapsedildiği Har­ ran'da öldü. A B B A S B&BMOİ (Abdül-Baha), bahai hareketinin kurucusu Bahaullah’ın büyük oğlu (Tahran 1844-Hayfa 1921). Babasıy­ la birlikte İran'dan Bağdat’a sürüldü. Bu­ rada Bahaullah’la kardeşi Mirza Yahya Subhi Ezel arasında önderlik konusunda anlaşmazlık çıktı, Osmanlı devleti her iki-



Büyük Abbas Bir minyatür detayı BibliothĞque nationate, Paris



Abbas Efendi sini de önce İstanbul'a sonra Edirne’ye gönderdi. Anlaşmazlıkları sona ermeyin­ ce Bahaullah Akkâ’ya, Mirza Yahya Subhi Ezel de Kıbrıs’a sürüldü. Bütün bu sürgünlerde Abbas Efendi babasının ya­ nındaydı. Babası ölünce, taraftarlarının büyük bölümü kendisine bağlandı. 1908 meşrutiyetine kadar hapiste kalan Abbas Efendi, 1910’da Avrupa ve Amerika’yı içi­ ne alan büyük bir propaganda gezisine çıktı. Başta New York, Los Angeles olmak üzere, birçok amerikan kentini, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi avrupa ülkeleri­ ni dolaştıktan sonra Akkâ’ya döndü (1913). Birinci Dünya savaşı sırasında, OsmanlIlara karşı tutumu nedeniyle İngil­ tere tarafından kendisine asalet unvanı verildi. Daha çok babasının düşünceleri­ ne dayanarak yazdığı eserleri arasında, Risale-i medeniyye; gezilerini anlattığı Ma­ kale-! şahsi seyyah; Risale-i siyasiyye ve ilk babiler ile bahailerın yaşamöykülerini an­ lattığı Tezkiret ül-vefa anılabilir. Kimi ya­ pıtları İngilizceye çevrildi. A B B A S H A L İM P A Ş A , mısırlı prens (Kahire 1866-ay.y. 1934). Halim Paşa'nın oğlu, sadrazam Sait Halim Paşa’nın kar­ deşi; İsviçre'de öğrenim gördü. Hıdiv Tevfik Paşa’nın kızıyla evlendi (1895). Meşrutiyetten önce Şurayı devlet üyesiy­ di. Kardeşinin sadrazamlığı sırasında Bur­ sa valisi, nafıa nazırı (1915) oldu. Müta­ rekeden sonra İngilizlerce Malta’ya sürül­ dü. Serbest bırakılınca önce İstanbul’a, sonra Mısır’a gitti. A B B A S H İL M İ PA ŞA , Abbas Hilmi i de denir (? 1813-Benha, Mısır 1854), Mı­ sır valisi (1848-1854). Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu, Tosun Paşa’nın oğlu. Amcası İbrahim Paşa’nın ölümü üzerine Mısır valiliğine atandı.Dedesinin başlattı­ ğı reformlara karşı çıktı; danışmanları geri gönderdi. OsmanlIlara yaklaştı. Fransız­ ların Süveyş’e kanal açılması önerisini ge­ ri çevirdi. İskenderiye-Kahire demiryolu­ nun yapımı için ingiliziere izin verdi. Dev­ let harcamalarını kıstı, vergileri indirdi. Kı­ rım savaşına, OsmanlIlar safında çarpış­ mak üzere birlikler gönderdi (1853). Çer­ kez köleleri tarafından öldürüldü.



Abbas Hilmi Paşa T.T. Otomobilkurum



A B B A S H İL M İ P A ŞA , Abbas Hilmi II de denir (İskenderiye 1874-Cenevre 1944), Mısır’ın son hıdivi (1892-1914). Hı­ div Tevfik Paşa’nın oğlu. Batıda eğitim gördü. Mısır’ı ingilizlerin etkisinden kurtar­ maya çalıştı; milliyetçileri destekledi. Os­ manlI yanlısı bir tutum izledi. Birinci.Dûnya savaşı başladığında tedavi için İstan­ bul’da bulunuyordu. Bir bildiri yayınlaya­ rak, Mısır ve Sudanlıları, Osmanlılar ya­ nında, ingiliziere karşı savaşmaya çağır­ dı. İngiltere, Mısır’ı koruması altına alın­ ca görevinden uzaklaştırıldı (19 aralık 1914). Mısır 1922’de İngiltere’nin koruma ve desteği ile bağımsız olunca, amcası Hüseyin Kâmil, sultan unvanıyla yerine geçirildi. Mısır’a girmesi yasaklandı. İsviç­ re’de yaşadı. Türkiye, hıdivliğini, Lozan antlaşmasına kadar tanıdı (24 temmuz 1923). A B B A S K U LU a ğ a , azeri tarihçi,şair ve yazar (Bakü 1794-Hicaz 1846). Bakü hanları soyundan Mirza Mehmet ll’nin oğ­ lu. Arapça ve farsça öğrendi. Tiflis'te rus ordusunda görev aldı (1820). Görevi ge­ reği Kuzey Kafkasya, Rusya, Ukrayna, Letonya ve Polonya’da bulundu. Yazıla­ rıyla cehalete ve boş inançlara karşı çık­ tı. En önemli kitabı farsça Gülistan-ı İrem' dir (1841). Bu yapıtında Şirvan ve Dağıs­ tan'ın tarih, coğrafya, etnoloji ve kültür özelliklerini anlattı. 1846’da hacca gider­ ken, İstanbul'da bir süre kaldı. Arapça Esrar-ül-melekut adlı astronomi kitabını sultan Abdülmecit’e sundu. (Kitap daha sonra türkçeye çevrilerek basıldı [1846j.) Şiirlerinde Kutsi mahlasını kullandı. AB B A S M İR Z A Kaçar, (Nava1789Meşhed 1833). İran Kaçar hanedanı veiiahtı (1799-1833). Feth-Ali Şah'ın oğlu. Babası tarafından saltanat naibi atandı.



Küçük yaşta, iki yardımcı verilerek Azer­ baycan valiliğine getirildi. Gürcistan için Ruslarla savaştı. Gülistan antlaşması'yla Bakü, Şirvan ve Gürcistan’ı Ruslara bırak­ tı (1813). OsmanlIların iç karışıklığından yararlanarak Anadolu’ya yürüdü. Cebbarzade Celalettin Paşa’yı yenerek Van, Bitlis, Muş'u aldı (1821). Ancak, ordusun­ da baş gösteren salgın hastalık yüzünden durakladı. Erzurum antlaşması’yla aldığı yerleri geri verdi (1823). Gence (1826) ve Abbasabat'ta (1827) Ruslara yenildi. Türkmençay antlaşması’nı yaptı, Aras'ın kuzeyini Ruslara bıraktı (1828). Daha son­ ra Doğu’ya yöneldi. Meşhet, Kebuşan, Serahs'ı aldı. Ülkesine batılı düşüncele­ rin girmesini sağladı. Yönetim, ordu ve mâliyede yenilikler yaptı. Avrupa’ya ilk kez öğrenci gönderdi. A B B A S M OLLA, Mirza Abbas da de­ nir, azeri halkbiiimci (18707-1920). Öğret­ men ve din adamı. Azerbaycan halkbili­ mini inceledi, geniş malzeme topladı. Bunlardan, yalnızca yas törenlerinde söy­ lenen ağıtların bir bölümünü yayımladı (Arvad ağısı, 1918). Gence isyanı sırasın­ da öldü. A b b a s n a ğ ılı, İran şahı Abbas l'in ki­ şiliğinden kaynaklanan azeri halk öykü­ sü (-* Şah A bbas Nağili)(| Azeri haik ozanı Tufarganlı Âşık Abbas’ın düzenle­ diği türkülü halk öyküsü (-»TUFARGANLI ABBAS NAĞILI). ÂE3B&S VE Sİ8I EFENDİ, Kambur Vesirrs de denir, türk hekim ve gökbilim­ ci (?- İstanbul 1761). Bursalı Ali Münşi ve Ömer Şitai’den tıp, Ahmet el-Mısri’den gökbilim, yanyalı Esat Efendi’den fizik, Kâtipzade Mehmet Ref'i'den hat dersleri aldı. Mesleğini Fatih, Sultan Selim Çarşı­ sındaki dükkânında (muayenehane) yü­ rüttü. Saray hekimliği de yaptı. Galata’da toplanan yabancı hekimlerle ilişki kurdu, latince ve fransızca öğrendi. Yapıtlarında bu hekimlere yaptırdığı çevirilerden de yararlandı. Batı etkisine açık olmakla bir­ likte ibni Sina tıbbına bağlı kaldı. Batı tıp kitaplarından yaptığı bir derleme olan, ya­ zarın yeni ve eski tıpla ilgili kuralları içe­ ren, Kitâb-ı düstûr-ı Vesim fi't- tıbbil-cedîd ve’i-kadîm adlı kitabı XVIII. yy. osmanlı tıb­ bının en önemli yapıtlarındandır. Macar hekim Georgios’tan çevirdiği Vesiletülmetâlib fi ilm i't-terâkib adlı kodeksinden başka bu konuda, Tıbb-ı cedîd-i tkimyevi (Kimyasal bakımdan yeni tıp) adlı bir yapıtı daha vardır. Gökbilim alanında da Nehc ül-buluğ fi şerhi zîci uiuğ (1745) adlı bir kitap çevirdi. A B BA S&B AD , İran'da menzil, SiyahKuh’ta (Karadağ), Varamin’in 92 km güney-doğusunda. Safeviler döneminde, İsfahan'dan Mazenderan bölgesindeki kalelere giden kral yolu üzerindeydi ve kervansaraylarıyla ünlüydü. A B BA SE, Mısır'da birçok yerin adı. En önemlisi Mısır’ın ilk kenti olan, Tolunoğullarının kurduğu, Eyyubiler döneminde ge­ lişen El-Abbase’dir. ABBA SE, abbasi halifesi Mehdi'nin kı­ zı, Harunurreşit'in kız kardeşi,??-? 825). Güzelliği, şairliğiyle ün yaptı. Üç-kez ev­ lendi. Bir söylentiye göre, Abbase ve ve­ ziri Cafer Bermeki ile birlikte olmaktan hoşlanan Harunurreşit, ikisinin nikâhlanmasını buyurdu; ancak kendisinin olma­ dığı yer ve zamanlarda bir araya gelme­ lerini yasakladı; bu yasağa karşın bir ço­ cukları olunca Cafer'i öldürttü. Abbase’ nin yaşamı Doğu’da ve Batı’da yazarla­ ra esin kaynağı oldu; Corci Zeydan'ın Ab­ base, Aime Giron ile Albert Tozza’nın Les nuits de Bagdad (Bağdat geceleri), Cat­ herine Hermary-Velle’in le Grandvizir de la nuit (Gecelerin veziri)'bunların en ün­ lüleridir. ABBASİ a.(ar. 0abbSsJ Abbas’a ait). Nûmism. İran şahı Abbas I döneminde bas­ tırılan para.



—ANSİKL. Safevi hükümdarı Şah Abbas döneminde (1587-1629) altın ve gümüş olarak bastırılan abbasiler, XX. yy. başla­ rına değin kullanıldı. Paraların ön yüzün­ de şii inanışının simgesi olan “ Ali veliyyullah” ve 12 imamın adı, arka yü­ zünde şahın adı, sikkenin basıldığı yıl ve yeri yazılıydı. Altın ya da gümüş abbasi­ ler 9,330 ya da 7,776 gr ağırltğındaydı. Gümüş abbasiler 200, altınlar 2 000 di­ nar değerindeydi. 1629-1642 arasında tüm abbasiler 7,776 gr; 1642-1666 ara­ sındaysa, altınlar 7,776 gr, gümüşler 9,330 ya da 7,7-76 gr basılmıştı. Süleyman I döneminde (1666-1694) bi­ ri 200 dinar, öbürü 250 dinar (büyük ab­ basi ya da penc-şahi) değerinde 2 tür ab­ basi vardı. 1687-1688’deki sikke bunalı­ mında, altın ve gümüş abbasilerin ağırlı­ ğı 7,387 gr’a düştü. Bu düşüş sonraki yıl­ larda da sürdü. Osmanlı padişahı Ahmet III dönemin­ de (1703-1730), Kafkasya ve Azerbaycan alınınca, Tiflis, Tebriz ve Revan’da osmanlı sultanı adına bastırılan sikkeler de abbasilere benziyordu. Abbasinin değe­ ri Nadir Şah döneminde (1735-1747) 4,665 gr’a düştü. Bu dönemde rupi (na­ diri) denilen, 2,5 abbasi değerinde yeni bir birim kullanıldı. İran'da Feth-Ali Şah döneminde (1796-1834) abbasi sikkele­ rin basımından vazgeçildi. A B B A S İ, Emevilerin yerini alan halife hanedanı. ( - ABBASİLER.)



AB B A S İ R a b fn can i, Ebüiablsas ya da E bu  bcfu iia h , Iranlı şair (X. yy.). Semerkant dolayında Rabincan’da doğ­ du. Samani tıükümdarlarından Nasr bin Ahmet (saltanatı: 914-942) ve Nuh (943954) dönemlerinde yaşadı. Şiirlerinden ran edebiyatı için çok önemli kimi parça­ lar (Nasr bin Ahmet’in tahta çıkışı ve ölü­ mü üstüne) günümüze gelebilmiştir. »ABBASİLER, Emevilerin yerini alan ha­ life hanedanı (Bağdat 750-1258; Mısır 1261-1517). Hanedan, adını Peygam­ berin amcası Abbas bin Abdülmuttalip' ten alır. Bu soydan gelenler önce Ali ve soyunu desteklediler. Ali’nin halifeliğine karşı çıkan Muaviye, Emevi hanedanını kurunca, Emevilere karşı olanlar Ali'nin çocuklarının çevresinde toplanarak mü­ cadelelerini sürdürdüler. Ali’nin torunu Haşim, halifelik hakkını Abbas soyundan Muhammet bin Ali'ye bıraktı. Haşim’in ölümünden sonra Emevilere karşı müca­ deleyi Muhammet bin Ali yönetti. Kendi­ ne propaganda merkezi olarak Kufe’yi seçti. Ebu Ikrime’yi propaganda için Ho­ rasan’a gönderdi. Kısa sürede Horasan, Toharistan, Sogd gibi Türklerin de bulun­ duğu ülkelerde Abbasi yanlıları çoğaldı. Muhammet bin Ali’nin ölümünden (742) sonra yerine geçen oğlu İbrahim, çok iyi bir örgütçüydü. Emevilere karşı çıkış ha­ reketini yürütmesi için Horasan’a gönder­ diği Ebu Müslim, elverişli durumdan ya­ rarlanarak ayaklandı. Kısa sürede bölgeyi emevi yanlılarından temizledi, Rey’e yö­ neldi. Karşısına çıkan emevi kuvvetlerini yendi; Nihavend'i ele geçirerek Irak’a yaklaştı. Doğuda bu olaylar olurken İbra­ him, son emevi halifesi Mervan II tarafın­ dan tutuklandı ve öldürüldü. Öldürülme­ den önce, yerine küçük kardeşi Ebülabbas’ın geçmesini vasiyet etmişti. Mervan II kuvvetlerinin Zap ırmağı yakınlarında yok edilmesi üzerine, sonradan kendisi­ ne es-saffah (kan dökücü) lakabı verilen Ebülabbas, Kufe’de halife ilan edildi. Mer­ van II Mısır'a kaçarken öldürüldü. Ebülab­ bas dönemi (750-754), Emevi hanedanı­ nın yok edilmesi ve karşı koymaların acı­ masızca bastırılmasıyla geçti. Ebülabbas’ın yerini alan halife Mansur (754-775), iktidara geçmesinde etkili olan Ebu Müs­ lim'i idam ettirdi. Horasan’da, Mezopo­ tamya'da haricilerin, ravendilerin çıkart­ tığı ayaklanmaları bastırdı. Halifelik baş­ kentini Haşimiye’den yeni yaptırdığı Bağ-



Abbasiler batıya göç etmesiyle artması, yalnızca Abbasi devletinin değil, bütün Ortadoğu’ nun görünümünü değiştirdi. Selçukluların güçlü merkeziyetçi yönetimi, o döneme değin bağımsız yönetilen yerlerin birço­ ğunda, halifenin etkisinin ve saygınlığının artmasını sağladı. Büyük Selçuklularla, koiları ve bunların parçalanması sonucu ortaya çıkan atabeylikler dönemlerinde, bir ölçüde feodal yanı da olan toplumsal ve ekonomik bir düzen kuruldu. Şii kımıl­ danmalara karşı, siyasal ve ideolojik sa­ vaş açıldı. Bir yandan şii devletler ortadan kaldırılırken, bir yandan da sünni inanç­ ların yerleşmesini sağlamak amacıyla medreseler kuruldu. Şiiliğe karşı alınan önlemler haşhaşiler"'in ortaya çıkmasına yol açtı. Bu oldukça güçlü tepkiye karşı Şiilik, Safeviler dönemine (1502-1736) de­ ğin İran'da önemli bir rol oynamadı. Ha­ life Nasır (1180-1225), Irak Selçukluları­ nın güçten düşmesi, Mısır ve Şam Eyyubilerinin bütün olanaklarıyla haçlılarla uğ­ raşması ve doğuda Harizmşahların moğol tehdidi altında bulunmasından yarar­ lanarak, halifeliğe eski gücünü kazandır­ maya çalıştı. Ancak, önemli bir başarı sağlayamadı. Nasır’dan sonra gelen ha­ lifeler güçsüz kişilerdi. Son halife Mustasım (1242-1258), moğol hükümdarı Hulagu Han tarafından öldürtüldü. Böylelik­ le Bağdat abbasi hanedanı son buldu (1258). Abbasilerin iktidara gelişiyle imparator­ luğun ekonomisi caniandı. Bunun sonu­ cunda, savaş peşinde koşan arap halkın yerini, mülk sahipleri, devlet görevlileri, sanatçılar, asker-yöneticiler, edebiyatçı­ lar, tüccar ve bilginler aldı. İslam kentle­ ri, kültür ve ticaret merkezleri durumuna geldi. Abbasilerin halifelik konusunda, Emevilerden farkları, halifeliğin tanrı ta­ rafından kendilerine verildiğine inanma­ ları ve İslamlığa onlardan daha bağlı ol­ malarıdır. M ısır A b b a sile r! (1261-1517); Bağdat halifeliğinin ortadan kaldırılışı sırasında 35. halife Zahirin oğlu Ahmet, Mısır’a kaçmayı başardı ve Mustansır unvanıyla halife ilan edildi (1261). Mısır Memlukla­ rı, halifelere aylık bağladıkları gibi onlar­ dan ferman aldılar, adlarına sikkeler bas-



artti. Mütevekkil (847-861) Memun'un res­ mileştirdiği mutezile inançlarını yasaklaya­ rak (851) sünnet ehli halkın hoşnutsuzlu­ ğuna son verdi. Mûtevekkil'in ölümünü iz­ leyen dokuz yıl içinde (861 -870) dört ha­ life değişti. Başkentteki karışıklık, eyalet­ lere de sıçradı. Halife Mutemit dönemin­ de (870-892), devleti kardeşi Muvaffak yönetti.. Muvaffak, halifeliğin eski saygın­ lığını kazanabilmesi için çaba gösterdi. Zenciler ayaklanması bastırıldı (883). Mutemit’ten sonra sırasıyla halife olan Mutezit (892-902) ve Müktefi (902-908) yete­ nekli yöneticilerdi. Dönemlerinde halifelik İran ve Mısır’da bir ölçüde ağırlık kazan­ dı. Müktefi, halifeliği güç durumda bıra­ kan Karmatiler ayaklanmasını bastırdığı gibi, Bizans'a karşı düzenlenen seferler­ de de başarılar elde etti. X. yy.’ın başla­ rında Magrip'te ismailiyeden bir kol Tu­ nus'ta Fatımi devletini kurarken Suriye ve Irak'ta Hamdani (929), İran’da Büveyhi (932) devletleri kuruldu. Halife Mukîedir’in (908-932) ölümünden sonra Bağdat’taki karışıklık doruk noktasına-ulaştı. Kahir (932-934) ve Razi (934-940) dönemlerin­ de Abbasi halifeliği yalnızca bir addan ibaretti. Sonunda, Büveyhilerden Muizzüddevle. Bağdat'a girerek yönetimi eli­ ne aldı (945). Bu tarihten sonraki abbasi halifelerinin işlevi, İslam ülkelerindeki din­ sel nitelik taşımayan devletlerin bağımsız­ lıklarının yasallığını onaylamaktan öteye geçmedi. Muizzüddevle, şii olduğu hal­ de, çoğunluğu sünni halkta tepki yarat­ mamak için halifelik makamına bir şiiyı ge­ tirmeyi düşünmedi. Halife için asıl tehlike, Mısır’ı ele geçiren, aşırı şii Fatımilerdi. Fatımiler, Abbasilerin yalnızca adı kalmış olan halifeliklerini tanımayıp, kendileri bir halifelik oluşturup, Abbasilerle savaştılar. Halife Kaim Biemrıllah1n(1031-1075) gizli çağrısıyla Selçuklu hükümdarı Tuğrul, Bağdat'taki Büveyhi egemenliğine son verdi (1055). Sultanlığı halifece onaylanan Tuğrul Bey, Büveyhilerin tersine, sünni ol­ duğu için halifeye büyük saygı gösterdi. Abbasiler, Irak, Ahvaz ve Fars’ta ege­ menliklerini yeniden kurma olanağını bul­ dular. Ancak, daha Mutasım döneminde (833-842) halifelik yönetiminde güç ka­ zanmış olan türk nüfusun Selçukluların



dat’a taşıdı. Mehdi (775-785) acımasız davranışlarıyla tanındı. Bizans’a karşı ba­ şarılı seferler düzenledi. Aşırı şii Mukanna'nın başlattığı ayaklanmayı bastırdı. Ül­ kesine yeni yollar yaptırdı ve posta örgü­ tünü düzene soktu. Döneminde ticaret ve sanayi gelişti. Mehdi'nin oğlu Harunurreşlt dönemi (786-809) Abbasilerin en par­ lak dönemi oldu. Harunurreşit, Yahya bin Halit el-Bermeki'yi tam yetkiyle vezirliğe getirdi. Yahya, iki oğluyla birlikte impara­ torluğu bir hükümdar gibi yönetti. Çıkan ayaklanmalar bastırıldı, Bizans’a karşı se­ ferler düzenlendi. Harunurreşit sanatçı­ ları ve bilginleri korudu.Sarayının bin bir gece masallarına konu olan görkemi yüz­ yıllar boyu anıldı. Bağdat, saraylar, gör­ kemli yapılar ve kışlalarla süslendi. Hu­ kuk, maliye ve yönetim konularında bü­ yük gelişme sağlandı.Ölümünden sonra oğulları arasındaki halifelik kavgasında Emin’i (809-813) İraklılar, Memun'u (813833) İranlIlar destekledi. Memun’un sava­ şı kazanması İranlIların Araplara karşı za­ feri biçiminde yorumlandı. Başta Irak ol­ mak üzere imparatorluğun çeşitli bölge lerinde çıkan ayaklanmaların büyük bö­ lümü bastırıldı. Yalnızca Babek ayaklan­ ması sürdü. Memun’un 827’de mutezile görüşünü resmileştirmesi, sünnet ehli ara­ sında tepki uyandırdı. Memun, Beytûlhikme adıyla bir felsefe ve bilim kurumu oluş­ turdu. Yunanca, süryanice, farsça ve sanskritçe bilim ve felsefe yapıtlarını arapçaya çevirtti, imparatorluğun çeşitli yer­ lerinde yerli hanedanların kurulup güçlen­ mesini önemsememesi, devlet bütünlü­ ğünün giderek zayıflamasına yol açtı. Ha­ life Mutasım’ın (833-842) Tûrklerden bir koruma gücü oluşturması, askeri gücün Tûrkierin elinde toplanmasına neden ol­ du; halifenin etkin gücü azaldı. Mutasım, başkenti Bağdat’tan Samarra'ya taşıdı. Mutezit’in halifeliğine kadar (892) burası başkent kaidı. Yıllardan beri süregelen Babek ayaklanması bastırıldı. Ancak, bu halifenin de mutezile inançlarını savunma­ sı, arap askerleri yerine türk ve berberi as­ kerlerden yararlanması, iyi karşılanmadı. Bizans'la yapılan savaşlardaysa başarıiı sonuçlar alındı. Vasık döneminde (842847) Türklerin başkentteki gücü daha da



13



VIII.VE IX. YY.’DA jnedik



ABBASİLER h a z a r la r



VIII. yy. sonu b u lg a r la r



MAVERAÜNNEHİR



/ '



Buhara



)erbent



İstanbul Palermo Ankara O(Ankyra)



Kayravan,



'Amorion



Malta



AZERBAYCAN



838



Musul CEZİRE



Trablusgarp



A fe .



, Fustat



Herat eandahar



^Nehavend Bağdat



IR^ K



0



O Isfahan



o



ISFAHAN



^



İskenderiye



3 HORASAN



ReV ° PıEY A — ^-8yŞ3bU' C İB A L ^ A -



şamara Ç ) FİLİSTİI Kudüşv



i^



GÜRCAN



£ ! lan ' aecbİs' /



870



SİSTAN



AHVAZ



V



O



S r®



KIRMAN



msurah MEKRAN



749’a doğru Abbasi kuvvetlerinin hareket bölgesi Harunurreşit zamanında abbasi halifeliğinin sınırları



YEMAME



Harunurreşit döneminde eyaletler



I A ^



Bağdat, 762'de kuruldu, abbasi halifeliğinin başkenti



O



Şamara, aktarım başkenti (836-892)



IX. yy. ortalarında durum T ffğjT1 Ai:>t:)as'lere doğrudan i — — i bağlı bölgeler. Vasailar: tahiriler (830-873)



Çarpışmalar



YEMEN



Z



Büyük Zap çarpışması (750)



f f i l karmatiler (X. yy. sonu) Toplumsal ayaklanmalar



■ i



IX. yy.'da müslüman donanmasının saldırıları



Abbasiler tırdılar, hutbeler okuttular. Ancak, onları yönetime karıştırmadılar. Bunlardan yal­ nızca Müstain (1406-1414), Çerkez Mem­ lukları döneminde çıkan bir ayaklanma­ da mısır sultanı olarak tanındıysa da, kı­ sa süre sonra sultanlıktan ve halifelikten uzaklaştırıldı. 1394’te osmanlı padişahı Bayezit I Mısır abbasi halifesinden ken­ disine sultan unvanı verilmesi dileğinde bulundu. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı alarak Mütevekkili halifelik­ ten uzaklaştırdı ve Mısır Abbasi haneda­ nına son verdi (1517).



14



ABBASİ HALİFELERİ (Bağdat)



Ebulabbas (750-754), Mansur (754-775), Mehdi (775-785), Hadi (785-786), Harunurreşit (786-809), Emin (809-813), Memun (813-833), Mutasım (833-842), Vasık (842-847), Mütevekkil (847-861), Muntasır (861-862), Müstain (862-866), Mutez (866-869), Mühtedi (869-870), Mutemit (870-892), Mutezit (892-902), Müktefi (902-908), Muktedir (908-932), Kahir (932-934), Razi (934-940), Müttekı (940944), Müstekfi (944-946), Muti (946-974), Tai (979-991), Kadir (991-1031), Kaim (1031-1075), Muktedi (1075-1094), Mustazhir (1094-1118), Musterşit (11 İS­ l i 35), Raşit (1135-1136), Muktefi (11361160), Mustencit (1160-1170), Mustazi (1170-1180), Nasır (1180-1225), Zahir (1225-1226), Muntansır (1226-1242), Mustasım (1242-1258) ABBASİ HALİFELERİ (Mısır)



Abbeville kültürü iki yanlı taş alet



Abbeville Saint- Wulfran kilisesinin (XV.-XVI. yy) anacephesinde taçkapılar



yaka:



Mustansır (1261-1261), Hakim (12611302), Müstekfi(1302-13401. Vasık(13401341), Hakim (1341-1352), Mutezit (13521362), Mütevekkil (1362-1377), Mutasım (1377-1377), Mütevekkil (ikinci kez, 13771383), Vasık (1383-1386), Mutasım (ikin­ ci kez, 1386-1389), Mütevekkil (üçüncü kez, 1389-1406), Müstain (1406-1414), Mutezit (1414-1441), Müstekfi (14411451), Kaim (1451-1455), Müstencit (1455-1479), Mütevekkil (1479-1497), Müstemsik (1497-1508), Mütevekkil (1508-1516), Müstemsik (ikinci kez, oğlu Mütevekkilin tam yetkiii temsilcisi olarak 1516-1517), Mütevekkil (ikinci kez, 15171517). [-» Kayn.] AB BA SİYA N ya da ÂBBASİYUM çoğl. a. (ar. ‘ abbasi ve fars. - an, ar. -u n '. dan AbbSsiyân ya da Abbâsiyün). Esk. Abbasi halifeleri, Abbasiler.



günümüze ulaşmamış birçok kent, köy, semt ve mahaiienin ortak adı. AS3ASSO S, Tar. coğ. A.nadolu’nun Phrygia bölgesinde kent. Roma konsülü Manlius Vulso’nun Galatlar'a karşı düzen­ lediği seferde (İ.Ö. 189) adı geçer. Amorion’un batısında olduğu sanılıyor. AB SA TU C C İ, Zicave (Korsika) köken­ li aile. En ünlüleri: JACOUES PlERRE. ge­ neral (Zicave 1723-Ajacio 1813). Korsi­ ka'da Paoli’yle savaştı, Louis XVI döne­ minde tugay komutanlığı yaptı.-CHARLES, Jacques Pierre’in oğlu (Zicave 1771 Hunningue 1796), tümen komutanıydı; Almanya'dan geri çekiliş sırasında Moreau tarafından Huningue'i Avusturyalılar'a karşı savunmakla görevlendirildi (1796), bir çıkış sırasında ağır yaralandı; — Jacûues PlERRE Charles, bir öncekinin yeğeni (Zicave 1792-ÖI. 1857), Temmuz Monarşisi döneminde Korsika, II. Cumhu­ riyetle ise Loiret milletvekilliğine seçildi; Louis Napoleon Bonaparte’ın adalet ba­ kanı oldu. A3BAYE -> MANASTIR. Â 3 B Â Z a(fars. ab ve -baz dan âbbâz). Esk. Su cambazı. ABBE (Cleveland), amerikalı meteoro­ loji uzmanı ve gökbilimci (New York 1838VVashington 1916). Cincinnatti gözleme­ vi müdürü (1868), sonra VVashington üni­ versitesi'nde meteoroloji profesörü (1886) olarak çalıştı. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde kurduğu meteoroloji servis­ leri ve geliştirdiği hava tahmin kuramıyla tanındı. ABBE (Ernst), alman fizikçi ve sanayici (Eisenach 1840 -Jena 1905). Jena üni­ versitesi nde kuramsal fizik profesörlüğü (1870) ve gözlemevinde müdürlük yaptı. 1875’te, bir optik araçlar şirketinin kuru­ cusu olan Kari Zeiss’la ortaklık kurdu ve onun ölümünden sonra şirketin yönetimini ele aidi Optik aygıtların ve merceklerin geliştirilmesi üzerinde durdu. Klasik mik­ roskop kuramını ona borçluyuz; 1877’de kırınım yasalarını uygulayarak mikrosko­ bun ayırma gücünü hesapladı ve bu de­ neyde daldırmalı objektif kullandı. 1889'da, Schott'un ürettiği yeni mercek­ lerden yararlanarak ilk apokromatik ob­ jektifi gerçekleştirdi. Abbe sinüsleri bağın­ tısı adı verilen merkezleşmiş sistemlerin geometrik sapınçsızlık koşulunu ortaya koydu ve kırılmaölçeri icat etti. A b b e götü -*



aba.



■ ABBEVİLLE, Fransa'da, Picardie’de, Somme arrondissement'inin merkezi, A B BA SİYE , Kuzey Afrika'da (Cezayir, Somme ırmağı kıyısında, Amiens'in 46 Mısır) ve Ortadoğu’da (Suriye), kimileri km K.-B.’sında; 25 988 nüf. Mekanik (musluk fabrikası), besin (şeker fabrikası) ve dokuma (giyim) sanayii. A b ö svü le k o n fe ra n s la r:. 1918’de Abbeville’de itilaf devletleri temsilcileri arasında biri 25 martta, öbürü 2 mayıs­ ta yapılan iki konferans. Bu konferanslar sonunda, tüm batı cephesi komutanlığı­ na transız generali Foch getirildi. ■ ABBEVİLLE KÜLTÜRÜ a. (öz. a. Abbeville'den). Tarönc, Yontma taş ça­ ğının ilk evresinin kültürü. Sanayisi, iki ya­ nı yontulmuş taş aletler ve kaba parçalı avadanlıkla belirginleşir (Abbeville kültü­ rü, Acheul kültürü öncesi dönemde yer alır.) [Abbevİlyen de denir.) —ANSİKL. Abbeville kültüründe sert vu­ ruşlarla yontulmuş iki yanlı taş aletler dü­ zensiz sivri köşelidir. Bu aletlerin biçimi genellikle yapıldıkları ilkel çakmaktaşı yumrucuğuna bağlıdır. Sap bölümleri ço­ ğunlukla korunur. A b b e y T he a tre, 1904'te Dublin’de ku­ rulan tiyatro. Parnell’in ölümü ve D. Hyde’ın gaelce yazdığı oyunların başarı­ sı üzerine, miss Hornıman adlı bir Yeats hayranı, tiyatroyu, Fays kardeşlerin yeni



kurdukları topluluğa bağışladı. Abbey Theatre, kısa sürede İrlanda tiyatrosunun yeniden doğuşunu sağladı, İrlanda dava­ sından yana, sansüre karşı ve şiirsel ger­ çekçiliğe yönelik bir tiyatro durumuna gel­ di. Burada Yeats, Lady Gregory, Strindberg, ibsen, Shaw gibi yazarların oyun­ ları sahnelendi. Synge'in Babayiğit (The playboy of the western world) [1907] ad­ lı oyunu, büyük tepkilere yol açtı. Tiyat­ ronun yöneticiliği 1909’da Yeats'dan Lennox Robinson’a geçti. Topluluk, 1916 ayaklanmasını destekledi. O'Casey'in ba­ şarısıyla kapanmaktan kurtulan Abbey Theatre 1924'te devletten yardım görme­ ye başladı ve eski etkinliğini yitirdi. 1951'de yanan bina, 1966’da yeniden yapıldı ve İrlanda ulusal tiyatrosu oldu. Â S B S A Y E ffiK ilS S iû, İtalya’da, Lom-



bardiya’da kent, Milano'nun G.-G.-B.'sında; 27 000 nüf. Cephesini Bramante'nin yap­ tığı (1497) Santa Maria Nuova kilisesi. Ka­ rayolu kavşağı. Â B B İA T İ (Franco).italyan müzik eleştir­ meni (Verdello. Bergamo 1898). LaScala dergisini yönetti (1949). Storia della musica'yı (5 cilt, 1939-1946) yazdı. ÂBBOT (Charles Greeley), amerikalı ast­ rofizikçi (VVİlton, New Hampshire 1872VVashington 1973). 1907’den 1944’e ka­ dar VVashington’da Smithsonian institution astrofizik gözlemevini yönetti.Güneş tayfında enerji dağılımını saptayan ve gü­ neş değişmezinin değerini belirleyen ilk bilim adamı oldu. Â b b o ts fo rd , Tweed’in sağ kıyısında, Melrose yakınında sir VValter Scott için yaptırılan küçük şato. Scott, yapımına 1812’de başlanan bu şatoda öldü (1832). Romancının bazı eşyaları bu şatodadır. AB BO TT (Sır John Caldwell), kanadalı siyaset adamı (Saint-Andrd-d’Argenteuil 1821-Montröal 1893). 1849’da Birleşme bildirisini imzaladı, 1857’den 1874'e ka­ dar Avam kamarası'nda milletvekili, 1887'de senato üyesi, Muhafazakâr parti'nin lideri oldu. Canadian Pacific Railway’i (Kanada Pasifik Demiryolları) yönetti (1880-1887), Montreai belediye başkan­ lığı (1887-1889) ve 1891-92 arasında baş­ bakanlık yaptı. A B B O T T (Lyman), amerikalı rahip ve gazeteci (Roxbury 1835-New York 1922). Sosyal Protestanlığın temsilcilerindendi. Darvvin’in düşüncelerinden etkilenerek yazdığı The evolution of Christianity (1892) adlı yapıtında Incil’in,Kilise’nin ve hıristiyan toplumunun değişmesi gerek­ tiğini savundu. Amerikan kamuoyunun başkan VVİlson'un savaş kararını destek­ lemesinde etkili oldu (1917-18). A 8 BOTTABAD, Pakistan’da kent, islamabad’ın K.'inde; 28 000 nüf. Â B B K A C C ÎA V A C C A (Meo), İtalyan şair (Pistoia, XIII. yy.'ın ikinci yarısı). Guittone d’Arezzo'nun görüşlerini benimsedi.



A B B T (Thomas), alman yazar (Ulm 1738-Bückeburg 1766). Yurtseverliği öven yazıları (Vom Tode fürs Vateriand 1761) ve sezgisel Tanrı sevgisine daya­ nan denemeler yazdı. ABBUD (İbrahim), sudanlı general ve si­ yaset adamı (Sinkat 1900). 1956'da su­ dan ordusunun başkomutanı olan Abbud, 1958’de iktidarı ele geçirdi ve par­ lamenter rejime son verdi. Güneydeki halkların ayaklanması üzerine 1964’te si­ vil ve askeri görevlerinden ayrılmak zo­ runda kaldı. ABBU Ş - APPU ABC,Torcuato Luca de Tena y AlvarezOsorio tarafından kurulan ve 1 Ocak 1905’ten beri Madrid’de yayımını sürdü­ ren monarşist eğilimli günlük İspanyol ga­ zetesi 200 000 basan gazete (pazarları 370 000), aynı zamanda Sevilla ABC'sini denetiminde bulunduran “ Prensa



Espanola” grubunun malıdır. Okuyucu­ sunun önemli bir bölümünü büyük ve or­ ta burjuvaziyle toprak sahipleri oluşturur. Liberal eğilimli, tutucu ve sağ yanlısı bir gazete olan ABC, carlosçuları destekle­ miştir. A .B.C . ü lk e le ri, 1905’e doğru, Güney Amerika'nın en ileri üç ülkesi Arjantin, Brezilya ve Şili’nin Latin Amerika’da söz sahibi olmak ve ABD’nin etkisini denge­ lemek amacıyla oluşturduğu topluluk. Bu ülkeler 1915’te kendi aralarında karşılıklı saldırmazlık paktı imzaladılar. ÂBÇfift a. (fars. abçin). Esk. Ölü kurula­ mada kullanılan peştemal, bez. ÂBDa.(ar.cabd).Esk. 1. Kul. —2. Köle: "Aslı pâke lûtf edersen abd olur." (Ha­ lim Efendi XIX.yy.).—3 -Kimi erkek adları­ nın oluşumunda Tanrı’nın sıfatlarıyla bir­ likte yer alır: Abdülcelil, Abdurrahman vb. —4, Abd-i âciz, konuşma ve yazı dilinde saygı ve alçakgönüllülük belirtir: Abd-i âcizleri. Abd-i âciziniz vb. — isi.huk. Abdi atik, özgürlüğüne kavuş­ muş köle. (Bk. ansikl. böl.) |j Abdi dâi, kaçma kastı olmadan yolunu kaybederek sahibinin evine dönemeyen kolej Abdi mahcur, evlenme ve borçlar hukukuyla ayni haklara ait tasarrufları yapmaktan menedilmiş olan köle. (Böyle bir kölenin yapacağı nikâh, alım, satım, ödünç ve re­ hin, sahibi tarafından onaylanmadıkça geçersizdir.)||Abd/ me'sûr, düşmana esir düşmüş köle, jjA bdi me'zûn, ticaret yap­ masına açıkça ya da dolaylı izin verilen köle. (Böyle bir köle ticaret hukukunun kapsamına giren tüm işlemleri yapmaya yetkilidir. Az miktarda hediye verebilir ve kendine ikramda bulunana ikramda bu­ lunabilir. Ancak ödünç veremez, bağışta bulunamaz ve kefil olamaz. Efendisinin onayı olmadan evlenemez. Köleye izin verilmesi ve bunun hukuksal sonuçları İs­ lam hukukunda ayrı bir bölüm oluşturur.) [-> KİTAB ÜL-ME’ZUN-j



—AnsIkl. Müslümanlık da.musevilik gibi, kölelik kuruntunu kabui ederek yasal say­ mıştır. Araçlarda erkek kölelere abd de­ nildiği gibi memluk da denirdi. Hz. Mu­ hammet’in arap kabileleriyle yaptığı sa­ vaşlarda tutsak edilen erkek, kadın ve ço­ cuklar fidyei necat(kurtarmalık) verilmez­ se köle durumuna düşerierdi. İslam hu­ kukunda, köleler sahiplerinin malı sayılır­ lar. Hiçbir hakka sahip değillerdir, satıla­ bilir, alınabilir, hibe edilebilirler. Kazanç­ ları da sahiplerinindir. Bir erkek köle, iki kadın köleyle (maliki mezhebinde dört) nikâhlanabilir. Ancak, bunlardan doğacak çocuklar da sahiplerinin kölesi olurlar. Bir köleyi yalnız sahibi azat edebilir. Sahibi, bir köleye “ ben öldükten sonra özgür­ sün” derse, artık bu sözünden dönemez. Azat edilmiş bir köleyi öldüren kişinin yü­ kümlendiği diyet (kan parası), kölenin eski sahibine ya da mirasçılarına ödenir. Öz­ gür kılınmış bir köle öldüğünde, mirası es­ ki sahibine, o da ölmüşse mirasçılarına kalır. A B D A o va sı -> ABDE ovası. ABDAL a. (ar. bedii’in çoğl. abdal), t. Gezgin dervişlere eskiden verilen ad: Ab­ dal tekkede, hacı Mekke’de (atasözü). 2, Davul ya da zurna çalarak herkesi eğ­ lendirmeyi sanat edinmiş çingene: Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz (atasözü’ —3 .Üstü başı perişan,kılıksız, dilenci: Abdala "kar yağıyor" demişler, "titremeye hazırım" demiş (atasözü). — Ed. Kimi derviş şairlerin adlarının ba­ şına ya da sonuna getirilerek mahlas ola­ rak kullanılır: Abdal Musa, Pir Sultan Ab­ dal, Kaygusuz Abdal, Genç Abdal vb. — Tar. Rum abdalları, Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında Anadolu ve Rumeli’ de İslam dininin yayılması için çalışan der­ vişlere verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) — Tasav. Dünyanın manevi düzenine yön vermeleri için Tanrı’nın görevlendir­ diğine inanılan kişiler. (Bk. ansikl. böl.)



—ANSİKL.Tar. Başlangıçta siyasal ve top­ lumsal nitelikli Babai ayaklanmasının te­ meli olan görüşler, Anadolu ve Rumeli’­ de, Rum abdaliarı (Abdalan-ı Rum) tara­ fından yayıldı ve sürdürüldü. Bu terim Yesevi, Kalenderi, Hayderi gibi tarikat men­ suplarını, Baba Resul isyanına katılan türkmen babalarını kendi bünyesinde eri­ ten Babai geleneğine bağlı dervişleri kap­ sar. Rum abdallarının en ünlüleri, Geyikli Baba, Abdal Musa,Kumral Abdal, Abdal Murat vb'dir. ilk Osmanlı padişahları on­ lara birçok ayrıcalık tanımış, ancak hare­ ketlerini de yakından izlemişlerdi. Rum abdalları arasında şiilik düşüncesi ve inancı da yerleşti (XIV.yy.). Hacı Bektaş müritlerini belirtmek için Hacı Bektaş velayetnamesi'nde “ abdal" terimi kullanıl­ mıştır. Şair Vahidi'ye göre (XVI.yy.) Rum abdalları sırtlarında tennure, yalınayak, başı açık gezerlerdi. Bellerinde yün örgü kuşak, omuzlarında Ebu Müslim nacağı, ellerinde Baba Şüca çomağı taşırlardı. Tef ve kudüm çalarlardı. Nergisi, abdalların “ dört vuruş’'anlamına gelen "çardarb" (saç, sakal, kaş, bıyıklarını tıraş etme) uy­ gulamasını sürdüren aleviler olduklarını ve Hacı Bektaş’ı pir tanıdıklarını anlatmış­ tır. Kendilerine Seyit Gazi Yetimleri adını veren abdallar, her yıl muharrem ayında, merkezleri olan Seyitgazi ilçesindeki Se­ yit Battal Gazi tekkesinde toplanırlar, es­ ki türk şamanları gibi ateş çevresinde dö­ ner, çalgı çalarlardı. XV. yy.'dan başlaya­ rak abdal tekkeleri, topluluk ve gelenek­ leri bektaşilik içinde erimiştir. —Tasav. Tasavvuf inancına göre Tanrı, halkın tanımadığı bazı sevgili kullarını gö­ revlendirmiştir. Bu görevlendirilmiş ermiş­ lere *Ricâl ül-gayb denir. Abdallar yedi ya da kırk kişidir. Abdallarla ilgili hadisle­ re medreseli bilginler karşı çıkarken, mu­ tasavvıflar bunları savunmuştur. Hz. Ali' den kaynaklandığı ileri sürülen bir hadi­ se göre abdalların kırkı da Şam’da bulun­ maktadır. Kimi mutasavvıflar (ibn Arabi) abdal sayısını yedi olarak kabul etmekte, bunların her birinin bir iklimde (bölge) gö­ revlendirildiklerini söylemektedirler. İslam ve Türk ülkelerindeki halk söylentilerinde geçen yedi abdal, yedi yıldızdaki tanrısal gizi belirler. Tasavvufa göre abdalın özel­ likleri az konuşmak, az yemek, halktan ay­ rı yaşamaktır. Görevleri insanlara yardım etmek, yağmur yağdırmak, İslama savaş kazandırmak, afetleri önlemektir. Abdal ile ilgili hadislerde, onların bu aşamaya na­ maz ve oruçla değil, iyilik ve cömertlikle ulaştıkları belirtilir. Birbirlerinin yerine geç­ tikleri, diledikleri an, kendi yerlerine birini bedel bırakarak istedikleri yere gidebildik­ leri söylenir. Abdal sözcüğü XII. ve XIV yy.’da “ abid, zahit, veli, sofu, derviş" anlamla­ rında kullanılmıştır. Kalenderi dervişleri arasında cezbe halinde bulunan meczubiara da serseri derviş anlamında abdal denilmiştir. Abdal, arapça “ mecnun, meczub, divane", türkçe “ tilbe" (deli) sözcükleriyle eşanlamlı olarak kullanılmış­ tır. Sonraki yüzyıllarda türkçede “ ahmak, şaşkın" anlamında kullanılması da bunun sonucudur. Osmanlı kaynaklarında XV.yy.’dan başlayarak abdal, “ ışık, torlak, hayderi, kalenderi” terimleri birbirinin ye­ rine kullanılmış, bu da tarih araştırmala­ rında karışıklıklara yol açmıştır. A B B & M ü rk halk şairi (XVII.yy.). Hangi dönemde yaşadığı, Şam valisi Küçük Ah­ met Paşa (öl. 1636) için yazdığı şiirden çı­ karılmıştır. Yeniçerilik ve bektaşilikle iliş­ kisi olduğu da şiirlerinden anlaşılır. Şiirle­ ri XVII.yy'ın ünlü âşıklarıyla aynı yaz­ mada kayıtlıdır. Araştırmalar, Anadolu ve Azerbaycan'da aynı mahlaslı birden çok âşık bulunduğunu gösterir. (-> Kayn.) A b d a l befeçi ya da Ç ivi b a skın ı, bir karagöz oyunu. Kabadayı Tuzsuz Deli Bekir'den iş isteyen Karagöz mahallenin bekçiliğine getirilir ve Hacivat’ın yardımıy­ la mahalleye yeni taşınan genç bir kadı­ nı ve cariyesini gözetlemeye başlar. Ka­



dınlar “ çivi” parolasıyla eve erkek almak­ tadır. Karagöz de eve girmek ister ama parolayı unutur, bir türlü söyleyemez. So­ nunda eve girer, sarhoş olur, taşkınlıklar yapar. Tuzsuz Deli Bekir gelip tümünü da­ ğıtır, Karagöz dayak yemekten zorlukla kurtulur. A B D A L DAVULCULARI, Anadolu’ nun çeşitli yörelerinde yaşayan, geçimle­ rini davul zurna çalarak sağlayan göçe­ be topluluk. Kırşehir'in Abdallar köyü hal­ kını bu topluluk oluşturur. ABDAL DÜZENİ a. Türk halk müziğin­ de bir düzen. Sazın ait ve orta teli la, üst teli sol sesine çekilerek karar sesi güçlen­ dirilir. Bu düzen özellikle Ankara ve Kır­ şehir yöresinde yaygındır. Bozlaklar bu düzenle çalınır. (-* BOZLAK.) AK SA L HAVASI a. Abdalların davul zurna eşliğinde oynadığı bir halk oyunu. Güney Anadolu’da, özellikle Muğla’nın Fethiye ilçesinde yaygındır. AB D A L K & m ŞEldSİ - KARA AB­ DAL.



A b d a l m asa lı, namusun değeri ve ev­ lat sevgisi temasını işleyen türk masalla­ rından biri. Abdalın biri, bir gün bir kapıyı çalar. Kocası evde olmadığı halde kapı­ yı açan kadın, abdala yiyecek, içecek ve­ rir. Abdal bununla yetinmez, daha ileri gider. Kadının direnmesi üzerine de be­ şikte yatan çocuğu boğazlar. Kadın ev­ lat acısının verdiği güçle abdalı öldürür, kocası gelince de olanı biteni anlatır. Bir­ likte abdalın ölüsünü dışarı taşımak ister­ ler, bir türlü kaldıramazlar. Bunun üzerine hırkasını çıkarırlar. Hırkayı çıkarınca ab­ dalın cesedi, yerinde bir yığın altın bıra­ karak gözden kaybolur. Karı-koca zengin olur, mutlu bir hayat sürerler. Masalın Er­ zurum varyantında ise beşikteki çocuk canlanır, beşik de som gümüşe dönüşür. A B D A L K U S A , Abdal Musa Sultan da denir, Anadolu erenlerinden (XIV. yy.). Horasan erenleri ya da Rum abdallarının ileri gelenlerindendi. Azerbaycan’da (yan­ lış olarak Horasan’da diye bilinmektedir) Hoy kentinde doğdu. Osmanlı devletinin kuruluş döneminde (1299-1359) kırk erenle bir­ likte Anadolu’ya geldi. Orhan Bey’in Bur­ sa fethine katıldı ve yeniçeri örgütünün kuruluşuna yardımcı oldu. Sonra Teke ili­ ne (Antalya ve yöresi) gitti. Elmalı yakının­ da Tekeköy’de yerleşti. Burada günümüzde de var olan zaviyeyi yaptır­ dı. En büyük hizmeti manevi gücü ile lürkmenlerin birleşmesine yardımcı ol­ masıdır. Abdal Musa'yı bektaşilerle birlikte ale­ viler de benimsemiştir. Bektaşiler, onu Hacı Bektaş Veli'nin halifesi saymakta ve bu tarikattaki on iki makam sıralamasın­ da yer alan "ayakçı” makamını, "Abdal Musa postu” olarak anmaktadır. Aleviler de onun adına törenler düzenler ve kur­ banlar keserler. Abdal Musa’nın olduğu sanılan Bekta­ şi derleme ve cönklerindeki şiirlerin ona ait olmadığı anlaşılmıştır. Abda! M usa v e la y e tn a m e s i, yaza­ rı ve yazılış tarihi .belli değildir. Dil özellik­ lerine bakılarak XV. yy.’da yazıldığı ileri sürülüyor. Küçük bir yapıt olan Abdal Mu­ sa velayetnamesi, Abdal Musa'nın doğu­ muyla başlar, Teke yöresine gelişi ve buralara yerleşmesi sırasında gösterdiği kerametler sıralandıktan sonra halifeleri­ ne icazet vererek onları çeşitli yerlere gön­ dermesiyle sona erer. Velayetname ’nin bugüne kadar iki yazma nüshası görül­ müş, ayrıca değişik zamanlarda iki kez yeni harflerle yayımlanmıştır. (-» Kayn.) A b d a l o ğ la n , ortaoyunu tiplerinden. Budala, yaygaracı, sırnaşık, küfürcüdür. Özürlü olduğundan mahalleli tarafından korunur, davranışları hoş görülür. ’ Denyo, *Denilo da denir. oyuırsy, Orta Anadolu’da yaygın



Abdal oyunu seyirlik bir köy oyunu. Ağaç dallarından bir korkuluk yapılır, ona ceket ve şapka giydirilir. Bir oyuncu karşısına geçip kor­ kulukla konuşmaya başlar. Bir başkası da öküz olur. Korkulukla oyuncu arasında Öküz yüzünden kavga çıkar, boğuşurlar. Korkuluk bozulunca oyun biter.



16



A B D A LLA R , Türkiye, Azerbaycan, İran, Afganistan, Türkmenistan ve Çin Türkistam'nda yaşayan türk asıllı bazı etnik toplulukların adı. i.S. V. ve VI. yy.'da Orta Asya'daki türk kökenli Akhun ya da Eftalitler Abdal adıy­ la da anılıyordu. 495-525 yıllarında Pencab’ı işgal eden Eftalitler, bir imparator­ luk kurmuşlardı. 563-567'de Sasanilerin müttefiki olan Göktürkler tarafından ege­ menliklerine son verildi. Eftalitlerin düzenli bir devlet kuruluşuna ve yasalara sahip oldukları, o dönem Bizans kaynaklarında belirtilmiştir. Çin kaynaklarında da bunla­ rın âdetlerinin Göktürklere benzediği be­ lirtilir. Eski İran kaynakları da Eftalitleri türk olarak adlandırmıştır. Büyük bir olasılıkla Eftalitler, Abdal adını bu devleti kuran ka­ bile ya da soyadından almışlardır. Bugün de Anadolu’nun çeşitli yörele­ rinde kendilerine Abdal adını veren gö­ çebe alevi toplulukları yaşamaktadır. Anadolu Abdallarının bir kısmı gezici der­ viş topluluklarıydı. XVIII. yy. başlarında türkmen aşiretleri arasında Abdallu, Kö­ çek Abdallu denilen türkmen oymakları yer alıyordu. Bugün de Anadolu'nun ki­ mi yerlerinde Abdallar genellikle düğün­ lerde çalgıcılık, türkücülük yaparlar.



Abdi XVI. yy, divan şairi Milet kütüphanesi



A B D A L O N Y M O S (fenike dilinde Abd-ojunim), Sidon (bugün Sayda) kralı (öl. I.Û. 312). Soylu bir aileden olduğu halde yoksul düştü, çobanlık yaptı. Tyros (Sur) kuşatmasında gösterdiği yararlıklar nedeniyle (İ.Ö. 332), Büyük İskender’in is­ teğiyle, Straton’un yerine kral oldu. İsken­ der'den sonra çıkan karışıklıklar sırasında Gazze savaşı'ndaöldü. Alman bilim ada­ mı Volkmar von Graeve, İstanbul Arkeo­ loji müzelerinde bulunan İskender Lahdi’ndeki kimi kabartmalarla Abdalonymos'un yaşamı arasında ilişki kur­ muş, ünlü lahdin ona ait olduğunu saptamıştır. Kral, lahdin kabartmalarında, İskender’le birlikte pers giysileri içinde be­ timlenir. Abdalonymos, çoban kral olarak yazın dünyasına da geçmiştir.



dâr). Esk. I.Taze ve sulu meyve için kul­ lanılır.—2.Renkli, parıltılı mücevher için kullanılır: "Dizin dizin güher-i âbdâtı mı diyelüm"(Ahmet Paşa,XIV.yy.).—3.Gü­ zel, nükteli, ince ve hoş anlamı olan şiir, söz için kullanılır —4.Keskin, parlak kılıç, hançer vb. için kullanılır: "Ayîneveş elin­ de o şemşîr-i âbdâr" (Baki, XVI. yy.). ÂBDÂR - TAŞTDÂR. ABDE yada A B D A o v a s ı,Batı Fas'ta bölge. Atlas okyanusu kenarında, Tensift uvedi'nin kuzeyinde. Burası kumul köken­ li kumtaşları ve kabuklarla kaplı bir ova­ dır. Çukur alanlarda zengin topraklar (tir'ler) tarıma olanak verir (buğday, arpa, mısır); kumlu tepeler hayvancılık için kul­ lanılır (davar, deve).Nüfus, sarnıçları olan büyük çiftliklerin çevresinde toplanmıştır. Tek önemli kent, Safi'dir. AB D EL-MALİK(Enyer),mısırlı toplum­ bilimci (Kahire 1924). ilk çalışmaları ulu­ sal sorun ve Mısır'da sosyalizm üzerineydi (Egypte, societâ militaire, 1962; Çağdaş arap düşüncesi,bağımsız­ lık,sosyalizm [Materiau pour l'ötude de la pensee arabe contemporaine: I’Egy­ pte, 1964]Jdeologie et Renaissance nationale; l ’Egyptemodeme,1969). Ulusal hareketleri, emperyalizmin toplumbilimi­ ni, özellikle de toplumsal gruplarla sınıf­ lar ve kültürlerle uygarlıklar arasındaki etkileşimi inceledi. Gitgide dünyaya da­ ha çok açılma sürecine giren bir ortam­ da, toplumlar arasındaki ayrımları çözümlemek için özgüllük kavramından yararlandı ( la Dialectique sociale, 1972). ÂBDENDÂN sıf. (fars. abdendan ). Esk. 1 .Şaşkın, saf.—2. Aciz, çaresiz. ABDERA. Tar. coğ. Trakya'da yunan kolonisi, Ege denizi kıyısında, Nestos (bu­ gün Mesta) ırmağının ağzı yakınında. Klazomenaililer tarafından kurulan, Demokritos, Anaksarkhos ve Protagoras’ ın doğdukları yer olan Abdera, ünlü bir felsefe okulunun, atomcuların merkezi ol­ du. ispanya’nın güney kıyılarında Kartacalılar’a ait bir ticaret limanı da (bugün Adra) aynı adı taşıyordu. ABDERHALDEN (Emile), isviçreli fizyo­ log (Oberuzwil), Saint-Gall kantonu 1877-Zurich 1950). Enzimler, vitaminler ve hormonlar hakkında incelemeler ya­ yımladı. ABDEST, - ti -> APTES. ABDESTÂN ya da AB D ES TD Â N a (fars. Sbdestve-dSn'dan, SbdestdSn). Esk. Abdest alınan ibrik, su ibriği. ABDESTHANE - APTESHANE. ABDESTLİK -> APTESLİK. ABDİ sıf. (ar. cabd ve -r’den cabdî). Esk. Köleye ait, ona yaraşır. A B D İ, türk divan şairi (XVI. yy.).Yaşamı konusunda bilgi yoktur. 1429’da Murat II ye sunduğu 4877 beyitlik Camasbname *' siyle tanınır.Yapıt, büyük bir olasılıkla farsçadan çevrilmiştir. Halk deyimlerine geniş yer verilerek yalın bir dille yazılmış bu mesnevide Danyal Pey­ gamberin oğlu Camasb’ın masalsı serü­ venleri, yılanlar padişahı Şahmaran*’la ilişkisi, evrenin sırlarını bilen, bütün ilaç­ ları tanıyan bir hekim olmayı nasıl başar­ dığı anlatılır.(—► Kayn.) A B D İ, türk divan şairi (XVI.yy.). Yaşamıy­ la ilgili bilgi yoktur. Ancak, Niyazname-i Sa'd ü Hüma adlı 1071 beyitten oluşan mesnevisini 1545'te, Manisa’da Şehzade Selim’e sunduğu bilinir. Nüzhetname-i Abdi (ya da Gül ü nevruz) adlı bir başka mesnevisi de vardır. (-» Kayn.)



 S S N a. (fars. Sb ve - darı'dan ab­ dan). Esk.A. Su k a b ı 2 .Göl.—3.Bah­ çe sulamaya yarayan süzgeçli kowa. -Tıp. Esk. Mesane. ÂBDÂR sıf. (fars. Sb ve - dar'dan, âb-



A B D İ (Abdullah), türk divan şairi (istanbul?-Bursa 1667). Tophane Kılıç Ali Pa­ şa Camisi imamı Mehmet Efendi’nin oğludur. Medrese öğrenimi gördü. Şey­ hülislam Ahizade Hüseyin Efendi'den mülazemet aldı. Safayi tezkıresi'nde Di­



vani olduğu kayıtlıdır. (-* Kayn.) AB D İ (Abdullah), Himmetzade, türk mutasavvıf, şair (İstanbul 1640- ay.y. 1710). Bayrami şeyhlerinden Himmet Efendi’nin oğludur. Babasının ölümün­ den sonra, onun yerine Yenibahçe tekke­ sine şeyh oldu (1683). Viyana bozgunu üzerine Davutpaşa camisi’nde bir cuma vaazında Mehmet IV’ü, yüzüne karşı eleş­ tirmiş olmasıyla da ünlüdür. Divan ve halk şiiri yolunda yapıtları vardır. Hz. Muham­ met ’in yaşamıyla ilgili Gencine-i icaz ad­ lı yapıtı yazdı. Bir şairler tezkiresi olduğu kaynaklarda belirtiliyorsa da bu yapıt, gü­ nümüze ulaşmamıştır. Sülüs ve nesih tipi hatta ustaydı. (-> Kayn.) A B D İ (Abdullah), türk divan şairi (İstan­ bul?- ay.y. 1761/62). Şair ve şehreminliği ruznamçecisi Feyzullah Efendi’nin oğludur. Sadaret kethüdalığında bulun­ duktan sonra babasının görevine atandı (1758). Şiirlerini, Nedim'in açtığı yolda sürdürdü. A B D İ, türk halk şairi (XVIII.yy.). Âşıkla­ rın "kalem şuarası” zümresindendir. Şi­ irlerinden, bilinmeyen bir nedenle üç yıl Mekke’de sürgün kaldığı, 1752’de bura­ da bulunduğu anlaşılmaktadır. Aruz ya da heceyle yazdığı şiirlerinin çoğunda İs­ tanbul özlemini dile getirmiştir. İstanbul’­ un doğal güzelliklerini, tarihsel değerini konu alan, aruzla yazılmış bir destanı, o dönemin yaşama biçimini, gelenek ve gö­ reneklerini, giyim kuşamını yansıtması ba­ kımından önemlidir. Divan şairi Nabi’den etkilendiğini belirten Abdi’de, Aşık Ömer ve Gevheri’nin etkileri de göze çarpar. (-> Kayn.) A B D İ Ş a rk lk a ra h ls a rlı, türk divan şairi (Şarkikarahisar?- ay.y. 1884). Öğre­ nimini İstanbul’da yaptı. Kaymakamlık, mutasarrıflık görevlerinde bulundu. Şar­ kikarahisar bidayet ceza mahkemesi başkanıyken öldü. Bosna'da görevli olduğu sırada yönetimin bozukluğuyla ilgili göz­ lemlerini Nevpeyda adlı yapıtında dile ge­ tirdi. Asır gazetesinde yayımlanan bu yapıtı, Nutk-ı bi-perva ile akl-ı dânâ adıy­ la basıldı (1870). Bir divan oluşturan, aruz ölçüsüyle yazılmış şiirleri yanında he­ ce ölçüsüyle şiirleri de vardır. Tuhfe-i Veh­ bi'yi örnek tutan ve Erzurum ağzının özelliklerine değinen bir yapıtı da olduğu bilinir. (-> Kayn.) A B D İ B E Y ,Küpeli Çavuş da denir,sa­ ray musahibi (?-? 1883). Enderun'da ye­ tişti. Selim III ve Mahmut II dönemlerinde saray musahibiydi. Kendisi gibi musikişi­ nas olan arkadaşı Hayali Sait Efendi’yle yaptığı şaka ve oyunlarla ün kazandı. A B D İ BİN ŞABAN, türk ciltçibaşı (XV yy. ortaları-Xvl. yy.).Muratlll,Mehmetllve Ahmet I dönemlerinde saray nakkaşhanesinde ciltçilik yaptı. Özellikle, içleri saz üslubunda bezenmiş şemse ve köşebentli, anıtsal ölçülerde cilt yapımında ustay­ dı. Kullandığı kalıplar bugüne değin, klasik üslupta çalışan türk ciltçilerine ör­ nek oldu. En önemli yapıtları Hünername (Cilt I ve II) ve Siyer-i Nebi'dir (altı cilt). A B D İ ÇELEBİ Sarhoş, türk divan şai­ ri (?-? 1621). Divanı hümayun,kâtipliği yaptı. Sadrazam Sinan Paşa'nın maiye­ tinde bulundu. 1593’te AvusturyalIlara karşı yapılan sefere katıldı. Yanık kalesi­ nin ikinci kez alınmasıyla sonuçlanan bu seferi Zafername-i Kal'a-i Üstüvar (ya da Yanık kale fetihnamesi)adın\ taşıyan gazavetnamesinde konu edindi. Yapıt fars­ ça düzyazıyla yazılmış bir girişten sonra 317 beyitlik bir manzumeden oluşur. (-* Kayn.) A B D İ EFENDİ Hacı (Mühürdar), türk devlet adamı (İstanbul 1699- ay.y. 1764) Divanı hümayun kaleminde yetişti. Sad­ razam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın mühürdarlığını yaptı. Patrona Halil ayaklan­ masında (1730) bir süre gizlenmek zorun­



Abdullah da kaldı. Üç kez reisülküttaplık (17531755, 1757-1758, 1763-1764) ve başdefterdarlık (1761-1763) yaptı.



bir divanda topladı. Attar'ın Pendname' sini, türkçeyeçevirmiştir, (-»ABDİ Paşa



ABD* EFENDİ, türk tarihçi (XVIII.yy ). Yaşamına ilişkin kesin bilgi yoktur.Tarih-i sultan Mahmut Han bin sultan Mustafa Han ya da Abdi tarihi adıyla bilinen yapı­ tında Patrona* Halil ayaklanmasını göz­ lemlerine dayanarak anlatır.



A B D İ PAŞA, türk vezir (? - Hotin 1722). Ağa Abdurrahman Paşa’nın yetiştirmesi. Kapıcılar kethüdası (1693), çavuşbaşı (1695) oldu.Zenta savaşı’nda gösterdiği yararlıktan ötürü vezirliğe yükseltilerek TCmefi valiliğine atandı (1698). Çeşitli eyaletlerde valilik yaptı. Pasarofça antlaş­ ması görüşmelerini yürüten kurulda bu­ lundu. Hotin valisiyken öldü.



A B D İ EFENDİ B asm acı ' BASMACI ABDİ EFENDİ



VAKAYİNAMESİ.)



A B D İ EFENDİ A b d ü rre z z a it --> AB DÜRREZZAK ABDİ EFENDİ.



AB D İ İPE KÇ İ -



İPEKÇİ (Abdi).



Abdi İp e k ç i Barış ve D o stlu k Ödü­ lü , Abdi ipekçi’nin anısı için Türkiye'de ve Yunanistan'da ortak bir çalışma çer­ çevesinde iki yılda bir verilmekte olan ödül. Yunanlı mühendis ve yazar Andreas Politakis'in Milliyet gazetesiyle işbirli­ ği sonucu uygulamaya konuldu. Türk ve yunan halklarını düşün ve sanat yoluyla birbirine yaklaştırmak, kültür ve sanat zenginliklerini kaynaştırarak iki ulus ara­ sında kalıcı bir barışı sağlamak amacını güder. Ödül törenleri bir dönem Atina’da, ertesi dönem İstanbul’da düzenlenir. birincilik ödülü alanlar 1980 araştırma 1982 öykü şiir röportaj resim heykel afiş 1986 kısa film röportaj şiir 198$ araştırma senaryo karikatür afiş 1990 köşe yazısı öykü röportaj fotoğraf Abdi



İp e k ç i



İbrahim Çamlı Muzaffer Abayhan Ali Cengizhan Yaşar Miraç Erhan Akyıldız Aydın Ayan Can Erçin Sadık Karamustafa Neşet Kırcalıoğlu Cengiz Çandar Behçet Aysan Bedriye Aksakal Feride Çiçekoğlu Hakan Boyar Özcan Çalışkan Ayseli Uluata Semra Topal C. K. Gürses Faruk Ertunç



Sanat



Y a rışm a sı,



Abdi ipekçi’nin anısı için kurucu ve yöne­ ticilerinden olduğu Milliyet Sanat dergi­ since her yıl değişik sanat dallarında dü­ zenlenen yarışma. birincilik ödülü alanlar Yavuzer Çetinkaya 1980 röportaj Hulki Aktunç 1981 roman oyun Vüsat O. Bener Tunoer Cücenoğlu Selahattin Ganiz -. 1982 grafik Güney Bülent Özgören 1983 fotoğraf 1984 kitap kapağı Hakkı Mısırllöğlu Atila Özer 1985 karikatür 1986 film eleştirisi Haldun Armağan 1987 ed, eleştirisi Zehra ipşiroğlu 1988 karikatür Mehmet Zeber 1989 deneme Kemal Gündüzalp 1990 fotoğraf Tuğrul Çakar 1991 ütopya — A B D İ PA Ş A (Abdurrahman), türk dev­ let adamı, vakanüvis ve şair (Anadoiuhisarı, İstanbul ? - Sakız 1692). Enderun’ da yetişti. Sarayda çeşitli görevlerde bu­ lundu. 1663'te döneminin tarihini yaz­ makla görevlendirildi. Bu görevi yapan­ lara "şehnameci” denilirken ilk kez “ vakanüvis” unvanını aldı. Nişancılık (1669), kubbealtı vezirliği, valilik, muha­ fızlık yaptı. Vakayiname'si 1648-1682 yıl­ ları olaylarını kapsar. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın emriyle hazırladığı ka­ nunname [Tevkii Abdurahman Paşa Ka­ nunnamesii) devlet teşrifat ve teşkilatıyla ilgilidir. Abdi mahlasıyla yazdığı şiirlerini



A B D İ PA ŞA K ik i, türk vezir (? - Halep 1788) Mardin’deki Kiki aşiretinden,oldu­ ğundan "kiki” lakabıyla anılır. Kapıcıbaşı oldu. Beylerbeyi rütbesiyle Anadolu’ nun çeşitli vilayetlerinde valilik yaptı. Ve­ zirlikle Diyarbakır valiliğine atandı (1781), Mısır valiliğine getirildi (1787). Bu görev­ den azledildikten sonra gittiği Halep'te öl­ dü.



ÂBDUCTOR sıf. (lat.,sözc.).Orta çizgi­ den uzaklaştıran (kas). ( - UZAKLAŞTIRICI.) Â 8 PUH (Muhammet) -> MUHAMMET ABDUH. ABDULLAH K irim i, türk hattat (Kırım, ?-lstanbu! 1590). Yaşamına ilişkin bilgiler azdır; ancak, Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı Kuran’m (Topkapı sarayı kü­ tüphanesinde) kitabesinden, baba adı­ nın ilyas plduğu, lakabını doğduğu yerden aldığı biliniyor. Şeyh Hamdullah'ın torunu Derviş Mehmet'ten sülüs ve nesih yazı öğrendi. Özellikle Kanuni dönemin­ de ünlenen sanatçının, nesih, sülüs ve muhakkak yazılarda başarılı yapıtları var­ dır. Müziğe ilgi duyan ve tambur çalan Ki­ rimi, Emir Buhari camisi yakınında gömülüdür.



A B D İ PAŞA K o ca , türk vezir (? - Silistre 1789), Enderun’da yetişti. Has odaya girdi. Mirimiran rütbesiyle Köstendil’e gönderildi. Vezirliğe yükseltildi (1762), Boğdan seraskerliğine atandı (1769). Ösmanlı-rus savaşı sırasında azledildi (1772). Çeşitli eyaletlerde valilik yaptı. Hattat olan Ali Paşa’nın İsparta’da yap­ tırdığı camide ievhaları vardır. A B D ! PAŞA Ç e rkez, türk vezir (?İstanbul 1880). Sadrazam Hüsrev Paşa nin kölelerinden. Askerlik mesleğine gir­ di. Yunanlılarla yapılan muharebelere ka­ tıldı. işkodra mutasarrıflığına atandı (1858). Karadağlılarla yapılan savaşta (1862), ordunun bir koluna komuta etti. Şurayı devlet (1871) ve tanzimatı askeri­ ye üyeliklerinde bulundu. Manastır vali vekilliği, Yanya valiliği yaptı.



'



.



A bd! P a çc va ka y in a m e s i, Abdur­ rahman Abdi Paşa tarafından yazılan ve 1648 ile 1682 arasındaki olayları kapsa­ yan vakayiname. Vakayiname, Mehmet IV’ün tahta geçmesiyle başlar. Olaylar kronolojik bir sıraya göre anlatılmıştır. Tek ciltlik yazma eser Mehmet IV’e sunulmuş­ tu. XVII. yy. başında Etienne Roboly ta­ rafından fransızcaya çevrildi. İstanbul ve Avrupa kitaplıklarında çeşitli yazma nüs­ haları bulunur. ÂB D İAS ya da OBADYA, on iki küçük peygamberden biri. Olasılıkla İ Û. V. yy'da yaşamıştır. Edomlular’ın çektiği sıkıntıları ele alarak Yehova’nın adaletini ve gücü­ nü yüceltti.



P» ' Abdi İpekçi Sanat Yanşması töreni (1986)



la *



' »



ÂBDİH a. (fars. abdih). Esk. incelik ve güzellik veren süs. ASD İM t a. Güney Afrika’da kışlayan ve büyük ölçüde çekirge tüketen Afrika ley­ leği (Plecorhynchus abdimii). A B D İO Ğ LU , Adana’nın Yüreğir ilçe­ sinde Yakapınar bucağına baölı köy; 2 452 nüf. (1990). ABDİYET a.(ar.‘ abdve -fyef’ten ’abdiyet). Esk. Tanrı'ya kulluk etme, kulluk. A B D O M İN O -G E N İT A L sıf (fr. abdomino-gbnital'den). Karına ve cinsiyet organlarına ilişkin. (Büyük ve küçük abdomino-genital sinir,bel sinir ağının dal­ ları olarak karna, cinsiyet organlarına ve uyluğa duyu sinir dalları ve dalcıkları veA B D O M IN O - P E R İN E A L sıf (fr abdomino-pĞrinĞaTden). 1. Karınla (ab­ domen) ve perineyle (apış arası) ilgili olan. — 2 . Âbdomino-perineal ameliyat, rektu­ mun tümüyle kesilip çıkarılması. Ameliyat iki aşamalıdır, ilkin karın kısmında, sonra apış arasında yapılır. A BDO N, İsrail yargıçlarından biri (İ.Ö. XII. yy.).



Abdullah Kırımi’den bit nesih hat örneği ABDULLAH (Şeyh Muhammet), hintli si­ yaset adamı (Savra.Srinagar yakınında, Keşmir 1905- ay.y. 1982). 1932’de Keş­ mir Müslüman konferansı’nın kurucusu, 1947-1948 arasında geçici hükümet baş­ kanı oldu; 1948’den 1953’e kadar Cammu-Keşmir hükümetinin başbakan­ lığını yaptı ve ülkesinin Hindistan’dan ta­ mamen bağımsız olmasını savundu. Birçok kez tutuklandı (ağustos 1953-ocak 1958; nisan 1958-nisan 1964; nisan 1965-ocak 1968). Başında bulunduğu Keşmir için halkoylaması cephesi’nin, 1971 mart seçimlerinde kendi adaylarını ileri sürmek istemesi üzerine ocak 1971’de ülke dışına çıkarıldı',1972 hazi­ ranında ülkesine dönmesine izin verildi. Şubat 1975’te yeniden başkan oldu. A b d u l l a h (Ahmet), komorlu siyaset adamı (Anjouan, bugün Ndzuani, 1919 Moroni 1989). Komor adaları demokratik partisi lideri. Tek yanlı olarak takımadanın bağımsızlığını ilan etti ve devlet başkanı oldu (1975). Bir ay sonra iktidardan uzak­ laştırıldı; ancak ülkede yapılan anayasa referandumunda kazandığı başarıdan sonra geri döndü ve Komor federal İslam



cumhuriyeti’nin ilk başkanı oldu (ekim 1978). A B D U L L A H (Mekke 1882-Kudüs 1951),Maveraiürdün emiri(1921 - 1949), Ürdün kralı (1949 -1951). Hicaz kralı Hüseyin bin Ali'nin oğlu. Birinci Dün­ ya savaşı'ndan sonra, İngiliz tasarısına göre kendisi Irak kralı, kardeşi Faysal da Suriye kralı olacaklardı; ancak, 1920’de İrak kralı ilan edildikten sonra, 1921'de kardeşi Faysal'ın Irak krallığına getirilme­ si üzerine İngiliz mandası altındaki Maveraiürdün emirliğiyle yetinmek zorunda kaldı. 1944'ten başlayarak, İngiltere’nin desteğiyle, Maveraiurdün, Filistin, Su­ riye ve Lübnan’ı içine alacak Büyük Su­ riye devletini kurmayı amaçladı. Öteki Arap devletlerinin muhalefeti ve Sovyetler Birliği’nin karşı çıkması üzerine, bun­ dan vazgeçmek zorunda kaldı. Tasarı er­ telendi ve Ingiltere’yle yapılan bir anlaş­ ma sonunda Abdullah, 1946'da, bağım­ sız olan ve bir anayasaya kavuşan (tem­ muz 1946) Maveraiürdün’ün kralı ilan edildi. 1949'da Haşimi Ürdün krallığı adı­ nı alan Maveraiürdün, Filistin'in Arap­ ları barındıran bir bölümünü de, kendi topraklarına kattı (1950). Saltanatı boyun­ ca Ingiltere’nin desteğinden yararlanan Abdullah, 1948’de bu devletle bir ittifak antlaşması imzaladı ve İngiltere'den pa­ rasal yardım sağladı. Kendisini Filistin da­ vasına ihanet etmekle suçlayan Fiiistinlilerce, 20 temmuz 1951’de Kudüs'te Mes­ cidi Aksa'ya girerken öldürüldü. Yerine büyük oğlu Tallal geçti. AB D U LLA H AĞ A Şehlevendim, türk besteci (1775 ?-1826). Besteci Kö­ mürcü Hafız Mehmet Efendi'nin kardeşi. Enderun'da yetişti. Hanende (ses sanat­ çısı) olarak saray fasıllarına katıldı. Güzel yüzlü ve düzgün yapılı olduğundan Şehlevendim takma adıyla tanındı. Otuza ya­ kın yapıtı günümüze kalmıştır. ABDULLAH AĞA, Paşa Çırağ: da de­ nir, darüssaade ağası (? - İstanbul ?). Başmusahiplik, hazinedarlık yaptı. Abdülmecit döneminde darüssaade ağalığına ge­ tirildi. Azledildi (1840). Beylerbeyi’nde bir çeşme yaptırmıştır. AB D ULLAH A M A S I, türk hattat (XIV.XV.yy.’lar). Yaşamına ilişkin bilgi yoktur, ancak amasyalı olduğu, Şeyh Hamdullah ile aynı yıllarda yaşadığı ve 80 yaşların­ da öldüğü'sanılıyor. Rum diyarının yedi üstadı diye nitelenen hattatlardandır (di­ ğerleri Şeyh Hamdullah, Şeyhzade Mus­ tafa Dede, Celal bin Muhittin, Celal bin Cemalettin, Karahisar Molla Ahmet, Şerbetçizade İbrahim). Molla Şems ve Mus­ tafa Dede ünlü öğrencileridir. AB D ULLAH A Z M İ EFENDİ, soyadı Torun, türk siyaset adamı(Eskişehir 1869istanbul 1937). Din ve hukuk öğrenimi gördü, ikinci meşrutiyette üç dönem Kü­ tahya mebusluğu yaptı (1908-1919). Son Osmanlı meclisi mebusanı'na Eskişehir mebusu seçildi (1920). Meclisi mebusan' ın İngilizlerce dağıtılması üzerine Ankara' da toplanan TBMM'ye katıldı, ikinci Fev­ zi Paşa ve Hüseyin Rauf Bey kabinelerin­ de şeriye vekilliği yaptı (1922). ikinci dö­ nem TBMM'de Eskişehir milletvekili ola­ rak bulundu (1923-1927). AB D U LLAH BEY Köse Mihal - KÖ­ SE MİHAL. ABDULLAH BEY K. E, Mammeıs c h m k R -> m a c a r l i A b d u l l a h b e y .



ABDULLAH BEY D ünfeade - DÜRRİZADE ABDULLAH BEY.



ABDULLAH BEY (Binbaşı), türk asker (? - Ankara 1921). Harp okuiu’nu bitirdi, çeşitli cephelerde çarpıştı. Kurtuluş savaşı’nın ilk yıllarında Kütahya bölge komu­ tanıyken, Çerkez Ethem ile birlikte isyan etti. Daha sonra Ankara'ya geldiyse de, isyancı sayılıp, Ankara istiklal mahkeme­ si kararıyla idam edildi.



A b d u l l a h b î n a b b a s , arap fıkıh bilgini ve ilk müfessir (Mekke 619-Taif 688). Hz. Muhammet'in amcasının oğlu. Peygamber, seferleri ve soyağacı (ensab) ile Kuran tefsirinde yararlandığı es­ ki arap şiiri hakkında bilgi topladı. Bu alanlardaki geniş bilgisi nedeniyle, Hibr ül-ümmet (ümmetin bilgini) sanıyla anıldı. Kendisine atfedilen Kuran tefsiri ve fıkıh­ la ilgili fetvaları günümüze kadar gelmiş­ tir. İslam ordularının Mısır ve İran seferle­ rine katıldı. Halife Osman döneminde Hac emirliğine, Ali döneminde de Basra valiliğine | atandı. Halife Ali'nin yanında, Cemel vakası ve Sıffin savaşı'na katıldı. Halife Ali ile arası açılınca Mekke'ye dön­ dü (658). Bir süre sonra, Basra'ya gitti. Devlet hâzinesine ait parayı kendi hesa­ bına Basra’dan Mekke'ye getirmesi do­ layısıyla eleştirilere uğradı. Muaviye’nin halifeliğini kabul etti. Yezit'ln İstanbul se­ ferine katıldı (669). Sonra Hicaz’a döndü, Abdullah bin Zübeyr’in halifelik iddiasına karşı çıktı. Bu yüzden bir ara hapsedildiyse de kurtulup Taife gitti ve orada öldü. A b d u l l a h b în a s d u r r a h m a n CELVETİ, celveti tarikatı şeyhi (?- İstan­ bul 1750). İstanbul’da Hamza Paşa camisi'nde imamlık yaptı. Karacaahmet'te gömülüdür. AB D ULLAH BİN ABD Ü LM E LİK, emevi komutan (? 680-Hire 750). Halife Abdülmelik’in oğlu. BizanslIlarla savaştı (700). Muhammet bin Mervan ile birlikte Ibni Eşas ile savaşan Haccac’a yardım etmekle görevlendirildi(701).Deyı ülcemâcim görüşmelerine katıldı. Sonra Bi­ zanslIlarla savaştı, Masisa’yı (Misis) aldı (703). Abdülaziz bin Mervan’ın ölümü üzerine Mısır valiliğine atandı (704). Ön­ cülünün atadığı memurları görevden al­ dı. Divan toplantılarında arapçayı zorun­ lu kıldı. Kötü yönetimi nedeniyle azledil­ di. Devletin malını kendi çıkarları için kul­ lanmakla suçlandı (713). Abbasiler döne­ minde Hire'de öldürüldü. A b d u l l a h b İn â b d ü l m u t t a LİP, Hz. Muhammet’in babası (Mekke ? - Medine [Yesrib] 570). Kureyş kabilesi­ nin önde gelenlerinden Abdülmuttalip'in onuncu oğlu. Abdülmuttalip, on oğlu dün­ yaya gelirse bunlardan birini tanrıya kur­ ban edeceği yolunda adakta bulunmuş­ tu. Dileği gerçekleşince, kurbanı belirle­ mek için çekilen kura Abdullah’a çıktı. Ba­ bası onun yerine 100 deve kurban etti. Amine binti Vehb ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Muhammet dünyaya geldi. Ticaret gezilerinden birinde Medine’de (Yesrib) hastalanarak öldü. Öldüğünde 25 ya da 27 yaşında olduğu söylenir. Hz. Peygam­ berin doğumundan önce mi, sonra mı öl­ düğü kesinlik kazanmamış olmakla birlik­ te, doğumundan kısa bir süre önce öldü­ ğü kabul edilir. A B D U L L A H B İN A H M E T SİN H A N B E L (Ebu Abdurrahman), hanbeli mezhebi fıkıh bilgini (? 828-Bağdat 903). Mezhebin kurucusu Ahmet bin Hanbel’ in oğlu. Babasının naklettiği hadislere ye­ nilerini ekleyerek Müsned adıyla bir ara­ ya getirdi. Ayrıca onun Kitab üz-zühd adlı yapıtına eklemeler yaptı. AB D U LLAH BİN Â L İ, abbasi komu­ tan (? 712-Basra 764). ilk abbasi halifesi Ebülabbas es-Saffah ve halife Ebu Cafer Mansur’un amcası. Son emevi halifesi Mervan ll'nin kesin yenilgiye uğratıldığı savaşta komutandı. Şam'ı ve Filistin'i al­ dı. Emevilere kaşı zalimce davranışları Suriye'de ayaklanmaya neden oldu. Bu ayaklanmayı bastırdıktan sonra, Suriye’ ye vali atandı. Halifelik iddiasında bulun­ du. Komutası altında tutamayacağını an­ ladığı Ebu Müslim yandaşı 17 000 askeri öldürttü. Bizans’a karşı hazırlanmış kuv­ vetlerle Ebu Müslim’in üzerine yürüdü. Nusaybin yakınlarındaki savaşta yenilin­ ce Basra valisi olan kardeşine sığındı.



Kardeşinin ölümünden sonra yedi yıl ha­ pis yattı. Kasten götürüldüğü, çökmekte olan bir evin enkazı altında kalarak öldü. AB D ULLAH İRİN A M İR , arap komu­ tan ve vali (? 626-Mekke 680). Halife Os­ man’ın amcasının oğlu. Basra valiliğine getirildi (649). İran'ın büyük bir bölümü­ nü ele geçirdi. Horasan ve Sicistan'ı al­ dı. Osman’ın öldürülmesi üzerine, öcünü almak için halife Ali'ye karşı Ayşe’nin ya­ nında yer aldı ve ona parasal destek sağ­ ladı. Ayşe, Cemel vakasında yenilince Şam'a kaçtı. Muaviye tarafından yeniden Basra valiliğine getirildi (662), 665’te gö­ revinden alındı. ABDULLAH BİN HAŞAN,Abduüah-t Matız da denir, haseni koluna bağlı aievilerin önde gelenlerinden (Medine 706Irak 762). Babası Hasan-ı Müsenna, an­ nesi de Hüseyin’in kızı olduğundan, ona “ halis Abdullah” anlamına "Abduliah-ı Mahz” denilmiştir. Bu bakımdan gerek emevi, gerek ilk abbasi halifesi es-Saffah tarafından saygı gördü. Ancak, abbasi halifesi el-Mansur döneminde (754-775) oğullan Muhammet ve İbrahim halifelik davasına kalkıştıklarından, Abdullah aile­ siyle birlikte Medine'de hapsedildi (758). Halife tarafından Irak’a götürüldü, orada öldü. ABDULLAH BİN HASIM , arap komu­ tan ve vali (?-? 692). Sahabeden sayıldı­ ğında on sekiz yaşındaydı. Abdullah bin Amir’in Horasan seferine katıldı (651), Basra valisi oldu, Belh ve Sistan’ın fethiyle görevlendirildi, iki kez Horasan valiliğine atandı (661-665, 683-691), Yezit döne­ minde (680-683) halifelik iddiasıyla ayak­ lanan Abdullah bin Zübeyr’in yanında yer aldı. Abdülmelik’in para karşılığında ken­ disine katılma önerisini reddetti. Bunun üzerine başlayan savaşta yenildi, savaş alanında öldü. ABDULLAH BİN İBRAHİM II , (?-? 903) aglebi emiri (902-903). Babasının verdiği komutanlık görevlerini başarıyla yerine getirdi. Sicilya valiliğine atandı (900). Palermo ve Reggio’yu aldı. Baba­ sı tarafından tahta çıkarıldı (902). Oğlu Ziyadetullah tarafından öldürtüldü. AB D ULLAH BİN İSKENDER şeybani Özbek hükümdarı (Miyankai’da Afarinkent 1533’e doğr. -Semerkand 1598). ilk önce Buhara hâkimi (1557) olan Abdul­ lah, burayı babası adına yönetti, babası­ nın ölümü üzerine tahta çıkarak (1583) Belh'i, Semerkand’ı, Taşkent’i, Badahşan’ı, Horasan’ı, Gilan’ı ve Harizm’i ege­ menliği altına aldı. Becerikli bir yönetici ve maliyeci olan Abdullah, halk yararına iş­ ler yaptırdı. Belh valisi olan oğluyla ara­ sında bir anlaşmazlık çıktı. Bu anlaşmaz­ lıktan yararlanarak baskın yapan göçebe­ lerle vuruşurken öldü. AB D U LLA H BİN M A H M U T ELN âK K A Ş , türk nakkaş (XIV. yy.). Anado­ lu ahşap işçiliğinin özgün örnekleri sayı­ lan üç yapıtta imzasına rastlanır. Bunlar­ dan ilki Ankara Etnografya müzesi’ndeki bir sandukadır (1350). Kastamonu Eligüzel camisi’nin kapısındaki (1356) "Amel-i Abdullah bin Mahmut el-Nakkaş elEngüriye” yazıtından sanatçının ankaralı -olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü yazıt, Kastamonu'nun Kasaba köyündeki Mah­ mut Bey camisi kapısındadır (1366). Sa­ natçının yapının öbür ahşap bölümlerin­ de de çalıştığı sanılıyor. A B D U L L A H



S İM



MESUT



-



İB N İ



MESUT.



ABDULLAH BİN M EYM UN ELK A D D AH , karmati-ismaili inancının ku­ rucusu ve Fatımi hanedanının atası oldu­ ğu öne sürülen kişi (Vlli.yy.’ın ikinci yarı­ sı). Göz doktoru (kaddah) olduğu sanılan babası, on iki imamın beşincisi Muham­ met el-Bâkır; kendisiyse, altıncı imam Cafer-es Sadık’ın arkadaşı olarak bilinir. Her ikisi de halife Ali’yi tanrılaştırır. Türlü



din ve mezhepleri inceleyen Abdullah, kendine özgü bir inanç sistemi ortaya koydu. Aşırı şii (gulat) kollarından karmati ve ismaili fırkalarının ve Fatımi haneda­ nının kurulmasında etkili oldu. Ayrıca batınilik akımının doğmasında da önemli ro­ lü olduğu söylenir. ABD ULLAH BİN M U H AM M ET (? 844 - ? 912). Endülüs emevi hükümdarı (888-912). Kardeşi el Munzir'in ölümü üzerine tahta çıktı. Baskıcı yönetimi ülke­ de karışıklıklara yol açtı. Üç kardeşini, iki oğlunu öldürttü. Ülke, çeşitli kesimler ara­ sında savaş alanı durumuna geldi. Baş­ kent Kurtuba ile çevresi dışında deneti­ mi yitirdi. Kurtuba hıristiyanlarınca da des­ teklenen rakibi Ömer bin Hafsun ile so­ nuçsuz savaşiar yaptı. A B D U L L A H B İN M U H A M M E T E T -T E A Ş İ, sudanlı Mehdi’nin halifesi (1850’ye doğr.-Kordofan 1898). Babası ve ailesiyle Hicaz’a göçerken, yolda ba­ bası ölünce, henüz mehdiliğini ilan etme­ miş Muhammet Ahmet’e sığındı. Onun sağ kolu oldu. Muhammet Ahmet meh­ diliğini ilan edip ingilizlere ve Mısır yöne­ timine karşı halkı ayaklandırınca, onun tüm savaşlarına katıldı. Mehdi tarafından halife ilan edildi. Hartum bölgesini ele ge­ çirdi. Muhammet Ahmet’in ölümü üzeri­ ne (1835), ayaklanan Sudanlıların başına geçti. Yönetiminin sınırlarını genişletti. İn­ giliz sömürge ordusunun Lord Kitchener komutasındaki saldırıları karşısında Atbara ve Omdurman savaşlarında yenildi (1898). Kordofan'a çekildi ve burada ya­ nında kalmış adamlarıyla sonuna kadar savaşarak öldü. Sudan ayaklanması son buldu. Ülke yeniden İngiliz sömürgesi ol­ du. AB D U LLAH BİN M U STAFA, türk tezhip sanatçısı (XVIII.yy.). Yaşamına iliş­ kin bilgi yoktur, ancak tezhiplediği bir Kuran'dan (1711), XVIII.yy.’ın ilk yarısında yaşadığı anlaşılmaktadır. Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi’nde bulunan ve onun imzasını taşıyan üç Kuran’da, XVII.yy. tezhip sanatıyla ilgili özellikleri sür­ dürdüğü görülür, AB DU LLAH BİN ÖMER, ikinci halife Ömer’in oğlu (Mekke 609-ay.y.693) Ba­ basıyla birlikte müslüman oldu. Medine’ ye babasından önce gitti. Hendek (627), Mute (628) savaşlarında, Mekke'nin alı­ nışında (629) bulundu. Yalancı peygam­ berler Müseylime ve Tuleyha bin Huveylit ile yapılan savaşlara; Mısır (639-641), Nihavent, Cürcan (650), Taberistan, Bi­ zans seferlerine katıldı. Kendisine üç kez halifelik önerildiyse de kabul etmedi. Yük­ sek ahlakı ve dindarlığıyla örnek müslü­ man sayılır. Hadis nakletme konusunda­ ki titizliği de başlıca özelliklerinden biriy­ di. AB D U LLAH BİN REVANA, arap ko mutan, sahabeden (? - Mute 629). Hz.Muhammet'in savaşlarına katıldı. Ce­ saretiyle ün kazandı. Bedir seferine giden Peygamber tarafından Medine’nin yöne­ timiyle görevlendirildi. Peygamber'in va­ hiy kâtiplerindendi. Mute savaşı'nda şehit oldu. AB D U LLAH BİN Ş a d , arap yönetici ve komutan (? - Eskalan ya da Remle 676/677). Halife Osman’ın sütkardeşi. Emeviler’inönde gelenleri arasında yer al­ dı. Asıl işi maliyecilikti. Peygamber'in va­ hiy kâtipliğini yaptı. Bir ara İslamlıktan döndü ve vahyi, kendi dilediği gibi bozup değiştirdiğini övünerek söylediği için Hz. Muhammet'in öfkesini çekti. Öldürülmek­ ten Osman'ın araya girmesiyle kurtuldu, yeniden İslamlığa döndü. Halife se­ çilişinde Osman’ı destekledi. Mısır'ın fet­ hine katıldı. Osman döneminde Mısır va­ liliğine getirildi (645/646). Başarılı yöneti­ miyle Mısır'ın, mâliyesini düzeltti, gelirini artırdı. Müslümanlarla Sudan arasındaki ilişkileri düzene soktu. Bizans'ın Afrika eyaletlerine başarılı akınlar düzenledi;



Kartaca’yı aldı (647/648). Zatu’us-Savari deniz savaşında Bizans donanmasını ağır yenilgiye uğrattı. Halifeye karşı başlatılan ayaklanmalarda Osman’ı destekledi ve ona yardım etmek için Mısır'dan ayrıldı. Yolda halifenin öldürüldüğünü öğrenince Muaviye’ye katıldı. Siftin savaşından ön­ ce öldü. ABDULLAH BİN SEBE,İbnü%»vda, ibni Hasb, ibni Vehb de denir, Şiiliğin kurucusu olduğu söylenen yahudi kökenli din adamı (Yemen ?-?). Halife Osman dö­ neminde müslüman oldu. Halk arasında Osman’a karşı beliren hoşnutsuzluktan yararlandı. Aşırı bir Ali yanlısı olarak onu tanrılaştırdı. Ali’nin ölmediğini, günün bi­ rinde yeryüzüne döneceğini ileri sürdü. Eldeki bilgiler kişiliği ve düşüncelerine açıklık getirecek düzeyde değildir. Öne sürdüğü tüm görüşlerin kendisine ait olup olmadığı belirlenememiştir, inançlarını sürdüren aşırı şiilere (gulat) sebeiye,» sebaiye ya da bunların bozulmuş şekli olan sebebiye ve sebayiye adı verildi. ABDULLAH BİN SELAHATTİN, türk tarihçi (XVI. yy.). Murat III için Futuh elsultan Murat fi bilad el-Yemen ya da eiFutuhat el-Muradiyye adlı arapça bir dün­ ya tarihi yazdı. Yaratılıştan 1595'e kadar olan dönemi ele alan yapıtta Yemen’in fethine özellikle geniş yer ayrılmıştır. Ay­ rıca, Esna el-metalib fi'l- coğrafiyye adlı bir yapıtı daha vardır. ABDULLAH BİN SEYY İT HAŞAN HAŞ İM İ Yedikuleli, türk hattat (Yedikule, İstanbul 1-ay.y. 1731). imrahor camisi’nde eğitim gördükten sonra, babasının yerine imam oldu ve ölümüne değin bu görevde kaldı. Ünlü hattat Hafız Osman' ın öğrencisi oldu (1686-1690). Kırk ayda icazet almakla ün kazandı. Altı tür yazıda da başarılı olan ve pek çok öğrenci ye­ tiştiren Seyyit Haşan, sarayın hat hocalı­ ğına getirildi. Ahmet lll’ün isteğiyle 24 Ku­ ran ve Osmanzade Taib Efendi’nin Meşarik-i Şerif çevirisini yazdı. Ayrıca bin kadar enamı, evradı, kıtaları, murakkaları ve Peygamber'in yüksek nitelikleriyle il­ gili yazıları (bilye-i şerife) vardır. Kuran­ larını döneminin ünlü ustaları Ali Üsküdari ve Hezarfen Mehmet Efendi (Bursalı) tezhipledi. Yapıtlarının çoğu Nuruosmaniye kütüphanesi’ne bağışlandı. ABDULLAH BİN TAHİR, abbasi dev­ let adamı ve komutan (? 798-Horasan 844). Halife Memun’a önemli hizmetler­ de bulundu. Onu, Emin'e karşı yürüttü­ ğü mücadelede destekledi. Rakka ile Mı­ sır arasındaki bölgeye, daha sonra da Mı­ sır’a vali atandı (822). Mısır’daki karışık­ lıkları bastırdı. Kardeşi Talha bin Tahir ölünce, onun yerine Horasan valiliğine getirildi (828). Taberistan bölgesinde çı­ kan ayaklanmayı bastırarak ülkede düze­ ni sağladı. Görevini, halife Mutasım ve Vasık dönemlerinde de sürdürdü. Sanatçı ve bilginleri korudu. ABDULLAH S in Y A S İN , İslam bilgin ve komutan (?-? 1059), Eğitimini Fas'ta gördü. Sanhaca Berberilerinin önderi Yahya bin İbrahim'in çağrısı üzerine, İs­ lam dinini yaymak amacıyla onlara katıl­ dı. Bazı arkadaşlarıyla Senegal ırmağı karşısındaki bir adaya geçti. Burada ribat denilen bir müstahkem mevki kurdu. Bir tür üs olan ribat’tan çıkarak İslamlığı ya­ yan din savaşçılarına, bu addan esinle­ nilerek Murabitun (Murabıtlar (Ribat’ta oturanlar]) denildi.Murabıtların önderi sa­ yılan Abdullah bin Yasin, Atlas okyanu­ su kıyılarında giriştiği fetihler sırasında sa­ vaşırken öldü. ABDULLAH » İN YUSUF K e s te ll, türk dilbilgini (Nazilli, Kestel XVI.yy.). En ünlü yapıtı Mjrkat-ı Kesteli adlı arapçatürkçe sözlüktür. 1533-34 yıllarında yaz­ dığı, Mirkat üt -lüga ya da Kestel! lügati adlarıyla da bilinen yapıtını, Cevheri’nin Sıhah, Firuzabadi'nin Kamus adlı sözlük­ lerinden toplam 30 000’ın üstünde sözcü­



ğü derleyerek oluşturdu. ABDULLAH BİN ZÜBEYR,, arap ko­ mutan (Medine 622-Mekke 692). Hicre­ tin birinci yılında Medine’de doğan ilk ço­ cuk olmasıyla tanınır. Babası Peygam­ ber'in halasının oğlu, kendisi lEbubekir’ in torunu ve Ayşe’nin yeğenidir. Babasıy­ la birlikte Yermuk savaşına (635) ve Mı­ sır’ın,Kuzey Afrika’nın fethine katıldı. Ho­ rasan seferinde bulundu (651). Kuran’ın derlenmesiyle görevlendirilen kurulda yer aldı. Hilafet kavgalarında Osman’ı savu­ nanlar arasındaydı. Cemel vakası’nda (656) teyzesi Ayşe’nin piyade kuvvetleri­ ne komuta etti. Muaviye'den sonra oğ­ lu Yezit’in halifeliğine karşı çıktı. Ali’nin oğ­ lu Hüseyin ile Mekke’ye kaçtı. Üzerine gönderilen kardeşi Amr bin Zübeyr’i yen­ di ve öldürttü. Hüseyin'i Mekke'den uzak­ laştırarak Irak’a gitmek zorunda bıraktı. Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesi üze­ rine Mekke'de halifeliğini ilan etti. Önce Mekke, sonra bütün Hicaz halkı tarafın­ dan halife tanındı. Yezit'in gönderdiği kuvvetlerce Mekke’de kuşatıldı. Yezit'in ölümü üzerine kuşatma kaldırıldı. Bu du­ rumdan yararlanarak halifeliğinin tanın­ ması için Suriye, Irak, Orta Arabistan’a el­ çiler gönderdi. Yandaşı Dahhak el-Fihri ile kardeşi Musab Irak'taEmeviler'e yenilin­ ce, etkinliği Mekke ile sınırlı kaldı. Emevi halifesi Abdülmelik’in Haccac komutasın­ da gönderdiği orduya karşı altı ayı aşkın Mekke'de direndiyse de kuşatma sırasın­ da öldü, Mekke düştü. ABDULLAH BİRADERLER, Türkiye' de fotoğrafçılığın kurucusu sayılan iki kar­ deş. Asıl adları Vichen ve Kevork’tur. Beyoğlu'nda Tüne! yakınlarında bir fotoğraf atölyesi açtılar (1858). Kısa sürede, baş­ ta Saray olmak üzere İstanbul'un seçkin çevrelerinde ün yaptılar. Önce Abdülaziz (1861-1876), sonra Abdulhamit II (18761909) kendilerine ressamı hazreti şehriyari (padişah hazretlerinin ressamı) unva­ nını verdi. Müslüman olarak Abdullah Bi­ raderler adı altında etkinlik gösterdiler ve uzun yıllar alanlarında rakipsiz çalıştılar. ABDULLAH B İK R İ EFENDİ, türk devlet adamı (İstanbul?- ay.y. 1798). Devlet hizmetine sadaret mektubi odasın­ da başladı. Mühimme yazıcısı (1768), başhalife (1775), sadaret mektupçusu (1778), beylikçi (1784), reisülküttap (1790) oldu. Selim lll’e islah-ı um un dev­ let ve asker adlı layihasını sundu (1792). Ziştovi (1791) ve Yaş(1792) antlaşmaları görüşmelerinde Osmanli devletini temsil etti. Dönüşünde rütbesi indirildi. Mustafa lll'ün kızı Beyhan Suitan'ın kethüdası ol­ du (1794). Kısa bir süre sadaret kethüdalığında bulundu. AB DULLAH BOSNEVİ, bayramiye tarikatı şeyhi (Bosna ?-Konya 1644). Bos­ na'da başladığı öğrenimini İstanbul’da ta­ mamladı. Arapça öğrendi. Medrese kö­ kenli olmakla birlikte daha çok tasavvuf­ la ilgilendi. Bursa’ya giderek melami şeyhlerinden Haşan Kabaduz’dan el al­ dı. Şam, Mısır velHicaz'a gitti. Dönüşün­ de Konya’ya yerleşti. Bayramiyenin bir kolu olan hamzaviye melamileri arasında halife ya da şeyhliğe yükseldi. Muhiddin Arabi’nin Fusus ül-hikem adlı yapıtına yazdığı şerhle ün kazandı. Altmışı bulan yapıtlarının en ünlüsü bu şerhidir. Sadet­ tin Konevi’nin yanına gömüldü. A B D ULLAH BU H ARİ, türk minyatürcü (XVIII.yy.),Geleneksel minyatür tekni­ ğinden, batı resim geleneğine geçiş dö­ neminin son minyatûrcülerinden. imzalı ve tarihli yapıtlarından, özellikle 17351745 arasında verimli olduğu biliniyor. Bk resim sayfa 20



Tek figür, çiçek ve manzara çalışmaları vardır. Üslubundan, üçüncü boyutu ara­ yan denemelere giriştiği de anlaşılır. Ya­ pıtlarının çoğu, İstanbul üniversitesi ve Topkapı sarayı müzesi kitaplıklarındadır.



Abdullah Cevdet S g « i i m



Abdullah Buhari’den bir minyatür



adıyla türkçeye çevirdi. Tartışmalara yol açan bu yapıt yasaklandı, 1911 'de İstanbul'a döndü, içtihat evi'ni kurdu; içtihafı yeniden yayımlamaya başladı. Cenevre’ de başlattığı Kütüphanei içtihat dizisini özellikle Gustave Le Bon çevirileriyle sür­ dürdü. Meşrutiyet döneminin Shakespeare hayranlarından biri olarak Julius Caesar (1908), Hamlet (1908), Romeo ve Juliet {1909), Macbeth (1909), Kral Lear (1917), Arıtonius ve Cleopatra (1921) adlı oyunlarını türkçeye çevirdi. Dine karşı tu­ tumu nedeniyle ve meşihatın şikâyetleri sonucu dergisi sık sık kapatıldı. İttihat­ çılarla arasını dûzeltememesi ve tehditler karşısında yayımına ara verdiği (1911) dergisini mütareke koşullarında yeniden çıkarmaya başladı (1918). İngiliz muhip­ leri cemiyeti nin kuruluşunda görev aldı. Cumhuriyet döneminde, mütarekedeki tutumu nedeniyle devlet işlerinde çalışma­ sı yasaklandı. Ancak biyolojik-materyalist yayımlarını sürdürmekte ve dergisini çı­ karmakta bir zorlukla karşılaşmadı. Siyasal düşünceleri bakımından tam batılılaşmayı, Batı’yı tüm kurumlarıyla be­ nimsemeyi savundu. Le Bon aracılığıyla, siyasal ve toplumsai seçkinlik kuramları­ nın Türkiye’de tartışılmasında baş rolü oy­ nadı. Kırkı aşkın yapıtının yanı sıra ede­ biyat, tarih, psikoloji, sosyoloji, eğitim alan­ larındaki çevirileriyle batı kültürünü tanıt­ maya çalıştı. Başlıca yapıtları: Masumiyet (1895), Kahriyat (1899), iki emel (1900), Uyanınız! Uyanınız! (1907), Ciharı-ı İsla­ ma dair bir nazar-ı tarihi ve felsefi (1922), Mükemmel ve resimli adab-ı muaşeret rehberi (1927), Karlı dağdan ses (1931), Düşünen musiki (1932). [~>Kayn.]



AB D ULLAH CEVDET,türk düşün ve siyaset adamı (Arapkir 1869-lstanbul ■ AMuSias» Ç avuş, Narnık Kemal’in Va­ tan yahut Silistre oyununun kahramanla­ Topkapı Sarayı kütüphanesi 1932). Mamuretûiaziz (Elazığ) Askeri rüşrından. Biraz saf, yurtsever,. gözûpek bir tiyesi'ni, Kuleli askeri tıbbiye idadisi’ni. halk adamı tipidir. Sık sık "Kıyamet mi ko­ Mektebi tıbbiyei şahane’yi bitirdi (1894). par?” demesiyle dikkati çeker. Yurtsever­ Tıbbiye öğrencisiyken sonradan ittihat ve lik, vatan uğruna savaşma ve ölme konu­ terakki cemiyeti adını alan ittihadı osmani larının İşlendiği oyunda tek güldürme cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı öğesidir, (1889).0 dönemde egemen olan biyolojikmaddeci düşünceleri üstü kapalı biçim­ ABDULLAH ÇELEBİ, türk şehzade (? de anlatan yazı ve şiirler yayımla­ 1457-Manisa 1483). Bayezit tl’nin oğlu. dı Cemiyet in etkinlikleriyle ilgili ola­ Saruhan sancak beyliğinde bulundu. rak birçok kez tutuklandı. Geçici gö­ Cem olayından sonra Konya valisi oldu revle gönderildiği Diyarbakır’da ve (1481). Amcası Sultan Mustafa'nın kızı Adapazarı’nda politik çalışmasını sür­ Bülbül Hatun ile evlendi. Bursa’da Murat dürdü, yeniden tutuklandı, Trabiusgarp’a H’nin türbesinde gömülüdür. sürüldü (1895). Fizan’a gönderilmek üzeAB D ULLAH ÇS.LESİ Çlvlzade • «, reyken Tunus yoluyla Paris’e kaçtı (1897). ÇİVİZADELER. T; Ahmet Rıza Bey ile ilişki kurdu, Meşveret | ve Mechvsret Supplâment Françaıs'ae ABDULLAH EFEMBİ Uşakizade. türk X makaleler yayımladı. Yeniden çalışmala­ kazasker (? 1657 - İstanbul 1726). Nakibülrı ra başlayan Cenevre Jön türklerine katıleşraf (1719), iki kez Rumeli kazaskeri ® dı (1897). Osmanlı gazetesinin redaktör­ (1719,1726) oldu. Vebadan öldü. Şiirle­ lüğünü yaptı. 1898 de parasal sıkıntılar rinde Nesib mahlasını kullandı. yüzünden Saray ile anlaştı. Aldığı parayı Cemiyet'in amaçları doğrultusunda kul­ A E B Ü L L â H EFEHDİ K â tip , türk ke­ mankeş (XVII. yy.). Okçular şeyhi oldu. landığı, siyasal çalışmalarını sürdürdüğü Okmeydanı'nda 915,5 gezlik (604,5 m) anlaşılınca aylığı kesildi. Cemiyet ile hü­ bir rekor kırdı. Okmeydanı’ndaki düzen­ kümet arasında yapılan yeni bir pazarlık sizliği gidermek amacıyla hazırladığı Atı­ sonrasında Viyana sefareti doktorluğunu cılar kanunnamesi’ni padişah Mehmet kabul etti (1899). Ancak muhalif Osmanlı IV'e sundu. gazetesindeki yazılarını gizlice sürdürdü. . 1903’te muhalefete devam ettiği için seABDULLAH IFE M D İ. Rodoslzade, »au.ıan w*uş fjrie aras, açıldı, sefirin başvurusu üzeri türk tarihçi ve hattat (? - İstanbul 1705). ne Avusturya’dan sınır dışı edildi. Cenev­ Enderun’da yetişti. Divanı hümayurt'da re'de içtihat dergisini yayımlamaya baş­ görev yaptı. Mevkufa! kalemi amiriyken ladı (1904). Yokluğunda kalebentliğe ilmiye mesleğine geçti. Müderrislik, kadı­ mahkûm oldu (1904). Ethem Ruhi iie bir­ lık yaptı. İstanbul kadılığına atandı (1704). likte Osmanlı ittihat ve inkılap cemiyetini 1688-1692 dönemini kapsayan Vakıat-ı ..kurdu; Osmanlı gazetesini yayımladı. 8aseferi Sultan Süleyman adlı bir tarih yaz­ sımevinde Sultan aleyhine müstehcen bir dı. Aynı zamanda tanınmış bir hattattı. yapıtı bastığı gerekçesiyle, osmanlı hü­ AB D ULLAH EFSMSİ Ebezade kümetinin baskısıyla İsviçre'den sınır dı­ Ebezade A b d u lla h efendİ . şı edildi (1904). Basımevini Kahire’ye ta­ şıdı ve yayımlannı orada sürdürdü (1905). AB DULLAH EFENDİ Tosuftztsde Osmanlı hanedanına karşı yayımları bü­ TOSUNZADE ABDULLAH EFENDİ. yük tartışmalara yol açtı. Bu dönemdeki ü m u \ x m BFgN Bİ Paşmakçızads yazılarında Prens Sabahattin grubunun bazı görüşlerini benimsedi. Meşrutiyetten - * PAŞMAKÇIZADE ABDULLAH EFENDİ. sonra, ittihatçılarla da arası iyi olmadığın dan hemen yurda dönmedi. Reinhardt A b d u l l a h E f e n d İ Y M iiş u M riı, Dozy'nin Peygamberin yaşamını maratürk şeyhülislam (Yenişehir, Mora ? - İs­ zi psikolojiye göre anlatan Essai sur i'hist n i r o H o / ’/ c / a m r ç m p 'in i T a r i h - i is l a m iv e t tanbul 1743). ilköğrenimini tamamladık­



tan sonra İstanbul’a geldi. Şeyhülislam Çatalcaiı Ali Efendi’ye bağlandı. Öğreni­ mi sonunda müderris oldu. Süleymaniye darûlhadisi’nde müderrisken mevleviyet payesine yükseldi. Halep’ (1704), Bursa (1711) kadılıklarında bulundu. Fıkıhtaki geniş bilgisi dolayısıyla fetva emini atan­ dı. Ordu kadısı olarak Mora seferine ka­ tıldı. Anadolu kazaskerliğine getirildi (1716), bir süre sonra azledildi. Rumeli kazaskeri ve Nevşehirli İbrahim Paşa'nın yardımıyla şeyhülislam oldu (1718). Lale devri boyunca bu görevde kaldı. İbrahim Müteferrika’nın başvurusu üzerine basımevinin kurulması ve dinsel olmayan ya­ pıtların basılması için fetva verdi (1727). Basımevi açıldıktan sonra düzelti işleri için ulemadan dört kişiyi görevlendirdi. Pat­ rona Halil ayaklanması (1730) sırasında Ahmet lll'ün tahttan indirilmesinden yana olduğu için azledildi, Bozcaada'ya sürül­ dü. Bağışlandı, hacca gitti. Dönüşünde İs­ tanbul dışındaki çiftliğinde oturmasına izin verildi. Fetvaları Behçet ül-fetava maannukul adı altında toplanmıştır, (-> Kayn.) ABDULLAH EFEUBİ isazade, türk ta­ rihçi (İstanbul ?- Edirne 1750). Medrese öğrenimi gördü. Çeşitli yerlerde kadılık yaptı. Rumeli kazaskeri payesini aldı. Me­ dine kadısı oldu. 1655-1691 arasındaki oiayiarı kapsayan bir osmanlı tarihi yaz­ dı. AB D ULLAH EFENDİ T a ta re tk TATARCIK MOLLA ABDULLAH EFENDİ.



A m U L L A H EFEMÖİ DürrizatSe (Se­ yit) - DOrrİzade Seyit A b d u lla h Efendi. AM öSfah k A m h ı n , (kur. 1888). İnebolulu Abdullah Efendi'nin, İs­ tanbul'un Galata semtinde açtığı ilk türk lokantası. O dönemde Türkier lokanta ve içkili yer işletmediğinden bir süre Viktorya lokantası adıyla hizmet verdi. Türklere de içkili yer açma izni verilince Abdullah Efendi lokantası adını aidi (1890). Türk mutfağını temsil eden ye­ mekleri ve hizmetiyle kısa sûrede ünlen­ di. Kurulduğundan bu yana, birçok yerli ve yabancı devlet adamı ve ünlü kişinin ağırlandığı bir uğrak yeri olmuştur. A b d u tta it E fo n til'n ln rü y a la n , Ah­ met Hamdi Tanpınar’ın öykü kitabı (1943). Kitaba adını veren öykünün kah­ ramanı Abdullah Efendi’nin, basit görü­ nüşü ardında karmaşık bir ruh yapısı gizlidir. Biri sıradan, içe dönük, korkak ve siiik, öteki hükmetmeyi seven, alaycı ve kibirli iki kişiliği vardır. Öykü bu farklı kişi­ likler arasındaki çatışma üzerine kurul­ muştur. Freudçu anlamda içgüdülerin simge­ si id iie denetim mekanizmasının simgesi üstben arasındaki çatışmayı, kişilik bu­ nalımını, geniş bir hayal gücüyle süsleye­ rek verir. Gerçekle düş'ün sürekli olarak birbirine karışması, kahramanların dış dünyayı zengin imgeler aracılığıyla değiş­ tirmeleri bu kitaptaki öteki öykülerin de genel niteliğidir. (-> Kayn.) AB DULLAH I . İ L - « A L İP , fas şerifi (? 1527-? 1574). Sadi hanedanı hüküm­ darı. Muhammet eş-Şeyh-el Mehdi’nin oğlu. Magazan’ı (bugün Tit) işgalden kur­ taramadığı gibi Penon de Velez'i ispanyollar'a bırakmak zorunda kaldı. Marakeş’te bayındırlık alanında büyük et­ kinlik gösterdi. A e e U L L A M EL-M URTAZA, fas şe­ rifi (? 1729-71757). Filali haneçjanı hüküm­ darı. Zenci kölelerden oluşan muhafız birliğiyle (El Barakır) Atlas dağlan Berberiler'i arasında kurduğu denge, Fas’a uzun sûre egemen oirnasını sağladı. ÂHBÜİUslHi EKSA R İ. Ebu İnmaU IM D M ı b in Muhammat «NEnsar! •İ-H e ru v l, iranlı din bilgini, mutasavvıf, şair ve hatip (Herat 1006- ay.y 1089). Öğrenimini, ünlü hanbeli din bilgini ve mutasavvıflarının yanında tamamladı. Dö-



Abdullah Paşa yalısı neminin inanç akımlarından mutezile ve eşariyeyi ağır biçimde eleştirdi, inanıp doğru bulduğunu açıkça söylemekten ka­ çınmadı. Bu yüzden türlü kovuşturma ve iftiraya uğradı. Ailah'ı cisim olarak kabul etmekle (mücessimeiik) suçlandı. İran edebiyatında uyaklı düzyazının (se­ ci) öncülerinden sayılır. Not ettiği her bil­ ginin belleğinde kaldığını söyleyen, güçlü biı hatiplik yeteneği de bulunan Ensari, yazmak yerine, anlattıklarının başkaları ta­ rafından yazıya aktarılmasını yeğlemiştir. Bu yolla saptanarak günümüze kadar ge­ len yapıtları şunlardır: Arapça: Menazilüs-sa'irin İle’l-Hakk(İs­ mail Ankaravi’nin Mirhaç ül-fukara'sı bu yapıta dayanılarak yazılmıştır.),Zemm G. kelam ü ehlihi. Farsça: Menazil üs-sa’irin' in çevirisi olan Sad meydan, Takat üssufiye (Cami'nin Nefahat ül-üns'ür\ûn esa­ sını oluşturmuştur), MCınacaat ya da ilahiname.(Sinan Paşa’nın Tazarruname'si bunun türkçe bir taklididir.) ABD ULLAH E S -S E L İM ESSABBAH (Kuveyt 1895 • ay.y 1965), Ku­ veyt emiri (1950-1965). Hükümdarlığı dö­ neminde emirlik bağımsızlığa kavuştu (28 haziran 1961). Ölümünden sonra yerini kardeşi Sabbah es-Selimes-Sabbah aldı. ABDULLAH HAM Dİ 3 E Y Muhsinzade, türk hattat (İstanbul 1832- ay.y. 1899). Hafız Mehmet Efendi'den sülüs ve nesih yazı öğrendi. Ünlü hattat Kazasker Mus­ tafa izzet Efendi'nin en başarılı öğrenci­ lerinden oldu. Ali Mahvi Efendi’den farsça öğrendi. Sadaret mektubi kalemi'ne me­ mur oldu. Mecidi nişanıyla ödüllendirildi. Şevki Efendi'nin ölümünden sonra Men­ şei küttabı askeri yazı hocalığına getirildi (1877). Reis ül-hattatin unvanını aldı. İstanbul Hırkai şerif camisi ve Hacıköçek camisi’yle yanında bulunan çeşme üzerindeki yazıları ünlüdür. Eyüp Sultan türbesi yakınında gömülüdür: AB DU LLAH HAM, iranlı saray ressa­ mı, nakkaşbaşı (yaklş. 1770-1850). Yaşa­ mına ilişkin bilgi yoktur. Şah ailesinin portreleriyle,Tahran'daki Negarestan ve Kerec’deki Süleymaniye saraylarının du­ var resimleriyle ünlüdür. Daha çok yağlı­ boya çalışmıştır, A b d u ila h Han b s n d i, Orta Asya’da, Semerkand yakınında tarihsel baraj. Bu­ hara emiri Abdullah Han II (1557-1598) yaptırdı (yaklş. 1580). Baraj gölünün uzunluğu 1,5 km, genişliği 75-125 m; ba­ raj kemerinin uzunluğu 73 m, yüksekliği 14,5 m, genişliği altta 15,3 m, üstte 4,5 m'dir. A b d u lla h Han m e d re s e s i, Orta As­ ya’da iki medrese. 1. Buhara'daki med­ rese, Buhara emiri Abdullah Han II (1557-1598) tarafından yaptırıldı (1588-1590). Önceki medreselerden farklı plandaki yapı, ustalıkla işlenmiş oymalı kapılarıyla ünlüdür, —2. Hive’deki med­ rese, Hive hanı Kutlumurat inak Han'ın oğlu Abdullah Han adına yaptırıldı (1855). AB D U LLAH HEREVİ Ş ih s b e ttin , heratlı hattat (XV. yy.).Cafer-i Tebrizi’nin önde gelen öğrencilerinden.Tımur’un sa­ ray atölyesine girdi. Hattatlığının yanı sıra müzehhip olarak da ünlendi.Herat, Semerkand,Meşhed'de çalışan sanatçı, Timurlu dönemi yapılarındaki anıtsal ya­ zıtlarıyla adını duyurdu. Kadı Ahmet, Herat'taki birçok yapının girişinde onun yazıtı bulunduğunu bildirir. Daha sonra Sultan Şahruh'un isteğiyle, Abdullah Ensari'nin türbesindeki yazıtları gerçekleştirdi (1425-1426). Leningrad’da bulunan bir yazmadan çalışmalarını 1472-1477 ara­ sında da sürdürdüğü biliniyor. A B BU LLAH -I MAHİC - ABDULLAH BİN HAŞAN. AB D U LLAH İLA H İ-! SİMIAVİ, nakşibendi şeyhi (Simav ?- Vardar 1491). İs­ tanbul'a delerek Zevrek medresesinde



öğrenim gördü. Dönemin din bilginlerin­ den Ali Tusi’yie birlikte İran'da Kirman'a gitti. Bir süre bu bilginden ders gördü. Bir ara bunalım geçirerek tüm kitaplarını bı­ rakıp Semerkand'a, oradan da Buhara' ya gitti; daha sonra yeniden Semerkand'a döndü. Burada nakşibendi tarikatının ön­ de gelenlerinden Übeydullah Ahrar'ın is­ teğine uyarak Simav'a geldi. Simav’da karışıklık çıkınca İstanbul’a gitti. Zeyrek camisi'nde vaizlik yaptı. Evrenoszade Ahmet Bey’in çağrısına uyarak Vardar’a yerleşti. Ölünceye kadar burada kaldı. ABDULLAH KAAAYiaİlM, gazneii komutan (XI. yy.). Sultan Mesut dönemin­ de saları gaziyan rütbesine yükseldi. Dandanakan savaşı'na katıldı (1040); yenilgiden sonra Sultan Mesut'a bağlı ka­ lan birkaç kişiden biriydi. ABDULLAH LA M İ türk siyaset adamı (İstanbul 1873-Suriye 1936). Sad­ razam Kâmil Paşa'nın oğlu. Galatarasay sultanisi'ni, Mektebi mülkiye'yi bitirdi (1896). Şurayı devlet’te çalıştı. Mütareke yıllarında ticaret ve ziraat nazırlığı, İstan­ bul valiliği, maliye nazırlığı yaptı. Kurtuluş savaşı'ndan sonra Suriye'ye gitti.



A b d u ll a h p a ş a Köprülümde KÛPRÛLÜZADE ABDULLAH PAŞA.



A b d u l l a h P a ş a Muhsinmde, türk sadrazam (?-Tırhala 1749). Darphane eminliği yaptı. Edime* vakası’nda(1703) ayaklanmacılar tarafından başdefterdarlığa getirildi. Sadrazam Çorlulu Ali Paşa' ya damat oldu. Mısır'da ayaklanan Kaytas Bey’i cezalandırdı. Rumeli beyler­ beyliği ve Mora seraskerliğine (1716), ve­ zirlikle Vidin kalesi muhafızlığına (1717) atandı, iki kez yeniçeri ağası oldu (1718, 1730), Bender muhafızıyken sadrazam­ lığa getirildi (1737). Bu görevde ancak dört buçuk ay kalabildi. Daha sonra çe­ şitli yerlerde valilik yaptı. Tırhala valisiyken öldü. ABDULLAH PA ŞA N a ili -



NAİLİ



A b d u l l a h Pa ş a .



ABDULLAH PA ŞA Ç e te c i, türk ve­ zir ve hattat (Çermik, Diyarbakır? - ay.y. 1760). Genç yaşta katıldığı İran savaşla­ rındaki kahramanlığıyla ünlendi. Beyler­ beyi rütbesiyle Sivas valiliğine atandı (1739). Vezirliğe yükseltildi (1744). Diyar­ bakır, Sivas, Erzurum, Rakka, Adana, Faş (Poti), Anadolu, Trabzon, Halep ve Şam valilikleri yaptı. Şam valiliğine ek olarak Hac emirliği ile görevlendirildi (1757). Ha­ cılara saldıran arap eşkıyaya karşı yürüt­ tüğü mücadele ününü artırdı. Askerliğin yanı sıra celi yazı sanatında da ustaydı. Erzurum ve Diyarbakır’daki camilerde ya­ zılarından örnekler bulunmaktadır. Enhar ül-cinan fi ayat il-kuran ve tertib-i ziba ad­ lı iki yapıtı vardır. ABDULLAH p a ş a (Seyit), türk sadra­ zam (?-Ha!ep 1761). Enderun’da yetişti, kapıcıbaşı oldu. Aydın’da ayaklanan Sarıbeyoğlu’nu cezalandırdı (1738). Kıbrıs, Aydın valiliklerine getirildi. Sadrazam ol­ du (1747). Azledilerek (1749) Rodos'a sü­ rüldü; bağışlandıktan sonra, Mısır, Diyarbakır, Halep valiliklerinde bulundu, ABDULLAH PA ŞA B o s ta n c ıü M i -* B o s ta n c ib a ş i



A b d u l l a h Pa ş a .



ABDULLAH PAŞA, türk vali (?1795 İstanbul 1856). Cezzar Ahmet Paşa’nın oğlu. Sayda valiliği yaptı (1815-1820). Şam valisi Derviş Paşa ile anlaşfnazlığa düştü, görevden alındı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın aracılığıyla yeniden aynı gö­ reve getirildi. İbrahim Paşa komutasında­ ki Mısır kuvvetleriyle Akkâ kalesi önünde altı ay savaştı. Sonunda teslim olmak zo­ runda kaldı. ABDULLAH P A f A (Ferik), türk harita­ cı, asker (İstanbul ?-Erzurum 1874). Harbiye'yi bitirdi. Sultan Abdülmecit’in emriyle Necef ve Kerbela’nın haritalarını



çıkarttı. Harbiye'de topografya dersleri verdi. Moltke’nin İstanbul, Bursa, Edirne ve Anadolu haritalarının taşbaskılarını yaptı. Kırım savaşı'na katıldı. Doğubeya­ zıt yakınlarındaki Kazlıgöl sınırlarının be­ lirlenmesinde çalıştı. Hanya komutanlığı­ na atandı. Bir süre askeri şûra üyeliğin­ de bulundu. Erzurum'da bulunan IV. or­ duda görevlendirildi. ABDULLAH PAŞA, Mekke şerifi (Mek­ ke 1821-ay.y. 1877). Meclisi valayı ah­ kâmı adliye üyeliğine getirildi (1855), Babası ölünce, Abdülmecit tarafından Mekke şerifliğine atandı (1858). Osmanlı devleti ile işbirliği yaparak, Mekke, Taif ve Cidde’de telgraf hatlarının kurulması, yö­ netimle ilgili yeni düzenlemelerin yerleş­ mesi için çalıştı. ABDULLAH P A Ş k türk asker ve devle! adamı (Trabzon 1846-izmir 1937). Galatasaray sultanisi’ ni, Harbiye'yi bitirdi. 1877-1878 OsmanlıRus savaşı’na katıldı. Hicaz fırkası kur­ may heyetinde görev aldı; Abdülmuttalip ayaklanmasını bastırdı, ingilizleri izlemek amacıyla, gizli görevle Mısır’a gönderildi. Harbiye’de öğretmenlik yaptı. Goltz Paşa’nın tercümanı, sonra yardımcısı oldu. Anadolu’daki ermeni ayaklanmalarını bastırmakla görevlendirildi. Musul valiliği­ ne atandı. Orada Puşter aşiretinin taşkın­ lıklarını bastırdı, ikinci Lahey konferansı'na askeri temsilci olarak katıl­ dı. Müşirliğe yükseltildi (1904), mabeyn müşirliğine getirildi, ikinci meşrutiyetin ar­ dından IV.ordu müşirliğiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı Rütbesi ferikliğe indirildi. (1911). Balkan savaşı’nda Doğu ordusu' na komuta etti. Yenilgi üzerine emekliye sevk edildi. Mütareke yıllarında ikinci Ah­ met Tevfik Paşa kabinesinde harbiye na­ zırlığı yaptı. (-> Kayn.) A b d u lla h Paşa ya lısı, Şerifler Yalı Köşkü de denir, İstanbul Boğaziçi'nde, Emirgân'dadır. Yanındaki Harem yalısıyla birlikte yapıldı (1782); 1850-1860 arasın­ da tümüyle yeniden düzenlendi, eski ya­ pılar topluluğundan yalnızca Yalı Köşkü selamlığı kaldı. Hamidiye camisi'nin ya­ nındaki yalı, Emirgân'ın en eski yapılarındandır. Bostancı defterlerindeki kayıtlara göre (1791 -1810) ilk sahibi Hazinei hüma­ yun başyazıcısı Feyzibeyzade Mehmet Bey olmalıdır. Bir süre de Şerif Abdülillah Paşa nin yazlık konağı olan yapı, son yıl­ larda Şerifler Yalısı olarak tanınır. Köşkün yanındaki büyük yalının sahil yolu geniş­ letirken yıkılmasıyla (1940’tan az önce), köşk ve divanhane arasındaki bağlantı kopmuştur. Bu değişikliklere karşın, İstan­ bul'daki sivil mimarinin önemli örneklerin­ den olan köşk ve divanhane XVjll. yy. ortaları tasarım özelliklerini taşır. Ön so­ fadan, mermer döşeli fıskiyeli orta şahı­ na varılır. Burada salon üç yönde



Abdullah Paşa yalısı (Emırgân-istanbul)



Abdullah Paşa yalısı



22



genişler. Alçı ve ahşap üzerine tezhip iş­ leriyle yer yer özgünlüğünü koruyan ocaklı oda, döneminin az rastlanır beze­ me örneklerini sergiler. AB D ULLAH HAKSİZ P A ŞA , türk as­ ker ve dilci (? 1818-lst 1878}. İstanbul Maçka kışlasında Avrupa askeri örgütü örnek alınarak kurulan taburdan yetişe­ rek çavuş oldu (1834). Askeri bilimler, özellikle topçuluk öğrenimi için gönderil­ diği (1838) Berlin’de altı yıl kaldı. Dönü­ şünde topçu ve istihkâm sınıflarını Batı orduları düzeyine getirme yolunda çalış­ tı.Hassa topçu mirlivası oldu (1868) Darı şurayı askeri üyeliğinde bulundu (1874). Abdullah Ramız Paşa, özellikle arapçafarsça dil kurallarını öğretme amacına yö­ nelik, fiil çekimlerine ağırlık veren, herke­ sin anlayabileceği bir şekilde hazırladığı Kavaid-i osmani (1866) ile Lisan-ı Osma­ n'ının kavaidini havi emsile-i türkî (1866) adil türk diline ilişkin yapıtlarıyla tanınmış­ tır. Ayrıca Mecmua-i hiüemat-ı topçuyan (1869) adlı bir kitabı vardır. ABDULLAH R AM İZ PA ŞA Kirim in, türk devlet adamı (Kırım 1765-Yergöğû 1813). Babasıyla birlikte İstanbul’a gitti (1775). Medrese öğrenimi gördü. Müder­ rislik, naiplik yaptı. Ordu kadısı olarak Mı­ sır’a gönderildi. Mülkiye mesleğine geçti, ruznamçei evvel, başmuhasebeci oldu. Humbarahane ve Mühendishane nazırlık­ larında bulundu. Kabakçı Mustafa ayak­ lanmasından (1807) sonra Alemdar Mustafa Paşa'nın yanına gitti. Selim lll’ü yeniden tahta çıkarmaya çalışan ve Rus­ çuk yaranı denilen yenilikçi grupta yer ai­ di. Selim lll'ü yeniden tahta çıkarmak üzere İstanbul'a yürüyen Alemdar Mus­ tafa Paşa'nın yanında bulundu (1808). Selim lll’ün ölümü, Mustafa IV’ün tahttan indirilmesi, Mahmut li’nin tahta çıkmasıyla sonuçlanan olaylar sırasında önemli gö­ revler üstlendi. Kaptanıderyalığa getirildi (1808), Bahriye'de disiplini sağladı. Alem­ dar vakası (1809) adı verilen yeniçeri ayaklanmasında Kadı Abdurrahman Paşa’yla birlikte sarayın savunmasında gö­ revlendirildi. Ayaklanma bastırılamayınca Rusçuk’a kaçtı. Bir süre Rusya’da yaşa­ dı. Bağışlandığı bildirilince ortaya çıktı. Sonrada boynu vuruldu.(-> Kayn.) ABDULLAH Ş İR A Zİ, iranlı minyatür ressamı ve tezhip sanatçısı (XVI. yy.). Safevi hükümdarı Şah Tahmasp’ın yeğeni olan Meşhed valisi İbrahim Mirza’nın em­ rinde yirmi yıl çalıştı. Bir kaynağa göre, İbrahim Mirza Kazvin’de öldürüldükten sonra (1577), kısa bir süre Şah İsmail II’ nin saray atölyesine girdi. Bir başka kay­ naktaysa, Meşhed’e döndüğü, koruyucusu İbrahim Mirza'nın türbesinde bekçilik yaptığı yazılıdır. Şiraz’la bağlan­ tısına karşın, Tebriz'de eğitim gören sa­ natçının üslubu, Şah Tahmasp atölyesi ressamlarına yakındır. En güzel minyatür­ leri, Cami’nin, VVashington Freer Galiery’ de bulunan Heft evreng adlı eserinin kopyasındadır. Lake tekniğinde de usta olduğu bilinmektedir. ABDULLAH ŞÜKRÜ, türk matematik­ çi (XIX. yy.). Bahattin Amili’nin Teşrih Cıleflak'ini Tavzih ül-idrak adıyla şerh etti (1857). Bu yapıtı Tenkih üi-eşkâl adlı ya­ pıtında irdeledi. Yapıtlarını arapça yazdı. A b d u lla h üs-S agir, Abdüihak Hamit Tarhan'ın dört perdelik manzum oyunu (1919). Aruzla yazılmış olan bu tarihi dramda, Endülüs müslümanlartnın halifesiyken ispanya kralına yenik düşen Ab­ dullah üs-Sagir’in, Karoiina adlı fahişeyle bir kır kulübesine sığınıp, yaşamını sür­ dürmesi anlatılır. Konusu ve kurgusu ol­ dukça basit, dili de öteki oyunlarına göre oldukça yalın olan yapıt, yazarın Nazife (1876) adlı oyunuyla benzerlikler taşır. (-> Kayn.) ABDULLAH VASSAF EFENDİ, türk şeyhülislam (Akhisar 1662-istanbul .1761). İstanbul’da ünlü hoca Kara Halil Efendi’



nin derslerini izledi, imtihanla müderris ol­ du (1669). Selanik (1724), Mısır (1724) kadılıklarında bulundu. Fetva eminliğine getirildi (1733). Caferi mezhebini tartış­ mak üzere İran'a gönderilen bilim kuru­ lunda yer aldı (1736). Dönüşünde Anadolu kazaskerliğine atandı (1741), kı­ sa süre sonra azledildi, iki kez Rumeli ka­ zaskeri oldu (1748, 1752). Şeyhülislamlığa getirildi (1755). Yaşlılığı nedeniyle görevden alındı. Bursa’ya sür­ gün edildiyse de, bağışlanarak İstanbul' da oturmasına izin verildi. Şiirlerinde Abdi ve Vşssaf mahlaslarını kullandı. Aynı zamanda talik yazıda usta bir hattattı. Fet­ vaları Fetavayı Vassaf adı altında toplan­ dı. AB D ULLAH Z Û H TÜ , türk hattat (? Mısır 1879). 1835'te ailesiyle birlikte Kûtahya'ya, bir sûre sonra da İstanbul’a yer­ leşti. Raşit Efendi ve Kazasker Mustafa izzet Efendi’den sülüs ve nesih yazı öğ­ rendi. Nuruosmaniye mektebine, Mühendishanei berri hümayun’a yazı ve resim hocası olarak atandı. Abdüimecit döne­ minde, Medine-i Münevvere’de peygam­ berin mescit ve yapılarının yazılarını yazmakla görevlendirildi. Abdüimecit’in ölümünden sonra işine son veriiince, Hı­ div İsmail Paşa tarafından Mısır hattatı ola­ rak görevlendirildi. Mısır’da yetişmiş ünlü hattatların çoğu onun öğrencisi oldu. Mı­ sır kâğıt paralarının yazılarını yazdı. Celi ve sülüs yazı düzenlemeleriyle ün kaza­ nan sanatçı, karakalem resim ve fotoğraf konularında da becerikliydi. Mısır’da, imam-i Şafii türbesi yakınında gömülü olan Abdullah Zühtü’nün, İstanbul Arke­ oloji müzesi kütüphanesi'nde bir Kuran’ı, Matbaai Osmaniye’de basılmış bir enamı bulunmaktadır. ABDULLAH ZÛHTÜ, Baba Zühiü de denir, türk gazeteci, yazar (İstanbul 1896-ay.y. 1925). Galatasaray lisesi'ni bi­ tirdi (1890), çeşitli gazetelerde çalıştı. Bi­ rinci meşrutiyetin ilanından sonra Yeni gazete'yi çıkardı (1908). İngiliz yanlısı tu­ tumu tepkilere yol açtı, ittihat ve Terakki’ ye de karşı olduğundan, Babıâli baskını üzerine gazetesini kapattı (23 aralık 1913). ikdam. Ali Kemal’in ayrılmasıyla da Sabah gazetelerinde başyazarlık yap­ tı. Ahmet İhsan (Tokgöz) ile Le Soir adlı fransızca gazeteyi çıkardı. Damat Ferit hükümetince Matbuat Umum müdürlüğü'ne getirildi (1920), üç ay sonra istifa etli. Türkiye’de ilk polisiye roman yazar­ larından biri olmasının yanı sıra, sohbet yazıları, öykü ve çevirileriyle de tanındı. Türk-Yunan savaşı sırasında yayımladığı Şanlı asker adlı yapıtı (1899), dönemin or­ tamını yansıtmadaki başarısıyla geniş il­ gi gördü. Başlıca yapıtları: Güller dikenler (1898), Rehgüzar-ı matbuatta (1898), Yandım aman kantosu (1899), Bahr-i Müncemid-i Cenubîde (1906), Devlet-i Osmaniye ve 1314 muharebesi (1897; Süleyman Tevfik ile). ABDURRAHM AN, türk saat ustası (XVII. yy. ikinci yansı). Yaşamına ilişkin bil­ gi yoktur. Valide Turhan Sultanin, Abdur­ rahman imzalı bir saati olduğu belgeler­ den biliniyor. Sanatçının imzalı bir saati de, Topkapı sarayı müzesi’ndedir. ABDURRAHM AN (?1790’a doğr. Meknes 1859), Peygamber sülalesinden gelen fas sultanı (1822-1859). Mulay Sü­ leyman'ın ardılı. Cezayir'in Fransa tarafın­ dan işgalinden sonra (1830), bu ülkenin bir bölümünü yönetimi aitına almaya ça­ lıştı. Emir Abaülkadir'i destekledi, fakat İsli savaşı’nda Bugeaud tarafından yenilgiye uğratıldı (1844). Tanca antlaşması gere­ ği emir Abdülkadir’i yasadışı ilan etmek zorunda kaldı. Emiri Doğu Fas'tan kov­ du (1847) ve Lamoriciöre'e teslim olma­ ya zorladı. 1856 İngiliz- fas antlaşması’nı imzalayarak İngiliz mallarının Fas’a girme­ sini sağladı. ABD U R R A H M A N



(Tuanku), Negri



Sembilan sultanı (Sri Menanti 1895 - Ku­ ala Lumpur 1960). 1957’de, bağımsızlı­ ğın hemen ardından,Hükümdarlar kurulu’nca Malezya’nın ilk yüce başka m(Yang di-Pertuan Agong) seçildi. AB D U R R A H M A N (Tunku). malezyalı prens (Alor Star 1903-Kuala Lumpur 1990). Kedah sultanının oğlu. 1951'de,malezya halkının temsilcisi United Malays TJation^TOfğahization'üh(UMNÖj başka­ nı oidu.Malaylar'ın siyasal önceliklerini sa­ vunmakla birlikte, 1953'te Çinlilerin ve Hintlilerin başlıca partileriyle, ittifak adı ve­ rilen bir koalisyon kurdu, ittifak, 1955’te yapılan ilk genel seçimi kazandı. Bundan az sonra, komünist gerilla lideri Çin Peng ile, ayaklanmayı sona erdirmek için bu­ luştu. Bu girişimi başarısızlıkla sonuçlanın­ ca Londra ile bağımsızlık konusunda gö­ rüşmelere oturdu ve 31 ağustos 1957'de bağımsızlık ilan edildi. Tunku Abdurrah­ man, daha sonra 1959, 1964 ve 1969 se­ çimlerini art arda kazandı. 16 eylül 1963’te Endonezya ile tam "çatışma" du­ rumundayken Malezya yarımadasını, Sin­ gapur’u ve Sabah ile Saravak devletleri­ ni içeren Malezya devletinin, Borneo’da kurulması sırasında meclise başkanlık etti. Singapur, bu yeni devletten 9 ağustos 1965’te ayrıldı. Mayıs 1969 seçimlerinin ardından Çinliler’e ve Hintliler'e yönelik ayaklanmalar baş gösterince Abdurrah­ man, iktidarı başbakan yardımcısı Abdürrezak'a bıraktı; Abdurrahman'ın 1970 ey­ lülünde istifasından sonra da yerine Abdürrezak geçti. ABDURRAHMAN A B D İ PAŞA, türk vezir, Budin eyaletinin son valisi (? - Budin 1686). Yeniçeri ocağında yetişti. Ye­ niçeri ağalığına yükseldi (1668). Köprüiüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın Lehistan, Gi­ rit seferlerine katıldı. Özellikle Kandiye’ nin alınmasında yararlık gösterdi; vezirlik rütbesi aldı. Bağdat (1674), Mısır (1676), Bosna (1681) valiliğine, Kameniçe muha­ fızlığına (1682), Budin valiliğine (1683) atandı. Macaristan serdarlığına getirildi (1684). Aynı yıl Halep valisi oldu, ikinci kez Budin valiliğine atandı (1685). 90 000 kişilik Haçlı ordusunun kuşattığı Budin’i 16 000 askeriyle 78 gün savundu (1686). Bu savunma sırasında şehit düştüğünde 80 yaşlarındaydı. Macarlar, daha sonra Abdi Paşa’nın vurulduğu yere taş bir anıt diktirdiler. ABDURRAHM AN A Ğ A Küçük, da­ rüssaade ağası (? - İstanbul 1727). Sara­ yı atik ağalığı yaptı. Edirne * vakası (1703) sırasında ayaklanmacılar tarafın­ dan darüssaade ağalığına getirildi. Edir­ ne’de Valide Gülnuş Emetullah Sultanin hareketlerini gözetlemekle görevlendiril­ di. 1704’te azledildi. ABDURRAHMAN BİN AVF, sahabe­ nin ileri gelenlerinden (? - ?652). Cennet­ le müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere) biri. Kureyş kabilesindendir. Habe­ şistan ve Medine göçlerine katıldı. Başta Bedir olmak üzere birçok savaşta Pey­ gamberin yanında bulundu. Dumat ulCendel’i aldı ve yendiği emirin kızıyla ev­ lendi. Ticaret yaparak büyük servet sahi­ bi oldu. Halife Ömer'in ölümünden son­ ra Osman’ı halife seçen altı kişiden biriy­ di. Kendisine de önerildiği halde halifeli­ ği istemedi. ABDURRAHM AN I I BİN HAKEM (Tuleytule [Toledo] 792 - KurtubafCordoba] 852). Endülüs emevi hükümdarı (822-852). Endülüs’ün doğusundaki böl­ geyi topraklarına kattı. Tuleytule'deki ayaklanmayı bastırdı. Hıristiyanlara, Berberiler’e.Beni Kasiler’e karşı başarılı sa­ vaşlar yaptı. Normanlar in denizden yap­ tıkları saldırıları önledi. Bayındırlık işleriy­ le uğraştı, sanatçıları korudu. Abbasi soy­ lularına özgü yaşam biçiminin benimsen­ mesine öncülük etti. ABDURRAHMAN BİN H A L İT , arap komutan (? - 666/7). Halit bin Velit’in oğ­



lu. Babası gibi yetenekli bir komutandı. On sekiz yaşındayken BizanslIlar la yapı­ lan Yermük savaşı'na katıldı. Siftin savaşı'nda Muaviye tarafını tuttu. Araplar'ın Anadolu'ya yaptıkları akınlara katıldı. Hu­ mus valiliğine atandı. Suriye Arapları ara­ sında Muaviye’nin ardılı olarak görülme­ ye başladı. Bu nedenle Muaviye tarafın­ dan zehirletilerek öldürüldüğü söylenir. ABDURRAHMAN V BİN HİŞAM , endülüs emevi halifesi (1023-1024). Kurtuba'da halife ilan edildi ve el-Mustazhir lakabını aldı. Halife olduğunda henüz bu­ luğa ermişti. Halifeliği kırk yedi gün sür­ dü. Kurtuba halkı tarafından azledildi ve yerine geçen Muhammet III elMüstekfi'nin emriyle öldürüldü. ABDURRAHMAN I BİN M UAVİYE (? 731-Kurtuba 788), Endülüs Emevi dev­ letinin kurucusu (756-788). Emevi halife­ si Hişam'ın torunu. Soyunun Abbasiler ta­ rafından kılıçtan geçirilmesi (750) sırasın­ da Kuzey Afrika’ya kaçtı; oradan da ispanya'ya geçti. Karışıklıklardan yarar­ lanarak Endülüs Emevi devletini kurdu. Kurtuba'yı başkent yaptı, ispanya’ya sal­ dıran Charlemagne'ın ordularını yendi (788). Güçlü ve adaletli yönetimiyle say­ gınlık kazandı. Abbasi halifesi Mansur kendisine Kureyş Şahini sanını verdi. Berberiler’in bağımsızlık girişimlerini, arap soyluları arasındaki çekemezliği önledi. Kurtuba’daki ünlü camiyi yaptırdı. ABDURRAHMAN i l i BİN M UH AM ­ MET (890'a doğr. - Kurtuba 961), endü­ lüs emevi hükümdarı (912-961). Kurtuba' nin birinci halifesi. Topraklarında birliği ye­ niden kurdu ve ispanya’da otoritesini güçlendirdi: Güney Endülüs'teki isyancı arap derebeylerini egemenliği altına aldı (Bobastro'nun alınması, 928); 939’da Leon kralı Ramiro II tarafından Simancas hendeğinde ağır bir bozguna uğratıldı. Buna karşın yine de, yarımadanın kuze­ yindeki hıristiyan prensleri geri püskürt­ tü. Fatımi halifelerine karşılık, halife (929), emirülmüminin ve en-Nasır lidinillah un­ vanlarını aldı. Fatımiler’i Kuzey Afrika'dan kovmaya girişti (Septe'nin ele geçirilme­ si, 931) ve yükselen otoritesinin Fas’ın ku­ zeyindeki ve Mağrib’in merkezindeki yerli prensierce de tanınmasını sağladı; ama 958-959’da Fatımiler’denCevher'in karşı saldırısı sonunda Abdurrahman'ın elinde yalnızca Septe ile Tanca kaldı. Bunlar ge­ çitlerin denetimi'bakımından önemli yer­ lerdi. Halifelik unvanı, müslüman Batı’nın başkenti durumuna getirdiği Kurtuba’nın biçim değiştirmesi, kentin yakınlarında Medinet üz-Zehra krallık konutunun kurul­ ması, sarayın buraya yaydığı zenginlik, vakıfları (Kurtuba tıp okulu, Avrupa’da ilk tıp okulu) Abdurrahman lll’ün hükümdar­ lığı döneminin önemini göstermektedir. ABDURRAHMAN IV BİN M UH AM ­ MET EL-M U RTAZA (? - ? 1018), en­ dülüs emevi halifesi (1018). Kurtuba’daki bir karışıklık sırasında Valancia’ya çe­ kildi, Ali bin Hammut’un öldürülmesinden sonra halife ilan edildi. Ziriler’in egemen­ liğindeki Gırnata’yı kuşattı. Yenilince adamları tarafından terk edildi. Guadix’e sığındı, öldürüldü. ABDURRAHM AN SİN M U H A M ­ MET BİN A L İ BİN A H M ET ELB İ S T A M İ » BİSTAMİ.



ABDURRAHMAN BİN NASR ELŞEYZERİ, Suriyeli yazar (?-?). Salahattin Eyyubi döneminde (1174-1193) yaşa­ dı, Çoğu kaynakta “ Şeyzeri" yerine yanlış olarak "Şirâzî" diye gösterilir. Kaynaklar­ da, Taberiye’de kadı ya da Halep’te dok­ tor olduğu gibi farklı bilgilere rastlanır. En Nehc ül-meslûk fi siyâset il-mülûk, Ravzat ül-kulûb ve nüzhet üt-muhibb ve'lmahbûb.Hulasat ül-kelâm fi fe'vili ahlâm ile, erkek ve kadın cinsel sorunlarıyla ilgi­ li bilgileri ele aldığı El-Tzâh fîesrâr in-nikâh adlı kitapları vardır.



ABDURRAHMAN BİN ÖMER ES SUFİ, iranlı gökbilimci (Rey 903-ÖI.986). Özellikle durağan yıldızlar üzerinde çaiıştı. Hocası Ebûlfazl Muhammet bin el Hüse­ yin iie birlikte Dinever ve İsfahan’a gitti. Büveyhiler’denAdududdevle’nin hizme­ tine girdi. Günümüze kadar gelen yapıt­ larından en önemlisi Kitabu süver ilkevakib issabite'dn. Kitapta, burçların yu­ nan verilerine ve arap söylentilerine gö­ re sınıflandırılmasını yapmış; bu veri ve söylentilere, eleştirel bir yaklaşımla ken­ di gözlemlerini de eklemiştir. Kitap, Doğu’da yüzyıllar boyu klasik niteliğini yitir­ mediği gibi Batida da tanınmıştır. Abdur­ rahman bin Ömer, Batı’da "Azophi" (essufi) adıyla anılır. Günümüzde, Ay’ın kra­ terlerinden birine Azophi adı verilmiştir. Doğu’da kendisinden yararlanan gökbi­ limciler arasında Birunî ve Uluğ Bey de vardır. Ayrıca ünlü arap denizci Ahmet bin Macit ve kozmografya yazarı Zekeriya el-Kazvini’nin yapıtlarında da adı ge­ çer. Eseri, Description des âtoiles fixes par Abd al Rahman al-Sufi adıyla fransızcaya çevrilmiştir (Petersburg, 1874). Bu yapıtı dışında, usturlabın kullanılmasıyla ilgili Kitâb Cıl-amel bii-astorlab; gökküresinin kullanılması hakkında Kitâb ül-amel bii-kûrötil-felekiyye; gökbilim konusun­ da Kitâb ül-medhal fi Hm il-ahkâm adlı ya­ pıtları da vardır. ABDURRAHMAN BİN TOGÂN YÖ ­ RÜK, Selçuklu emir (XII. yy.). Irak Selçuk­ lu sultanı Gıyasettin Mesut tarafından hacip atandı. Sultana karşı düzenlenen ayaklanmanın elebaşlarından Rey valisi Abbas ve Fars hâkimi Boz Aba ile birleş­ ti. Azerbaycan ile Arran’da yönetimi ele geçirdi. Gıyasettin Mesut’u sarayda göz­ altına aldı. Ancak, sultan adamlarına giz­ lice buyruk vererek Abdurrahman’ı öl­ dürttü. ABDURRAHMAN CAM İ



* CAMİ AB



DURRAHMAN.



ABDURRAHMAN ÇELEBİ Gümüşlüoğlu, türk mutasavvıf ve şair (? - Amas­ ya ?). Ösmanlı padişahı Çelebi Mehmet döneminde (1413-1421) yaşadı. Şiirlerin­ de Hüsami mahlasını kullandı. Amasya yakınlarında Yakup Paşa zaviyesinde gö­ mülüdür. ABDURRAHMAN DURSUN BEY, türk siyaset adamı (Zile 1872 - ?). Edebi­ yat ve felsefe okudu. Öğretmenlik yaptı. Sivas kongresine Çorum delegesi olarak katıldı, ilk TBMM’ye Çorum milletvekili se­ çildi. ABDURRAHMAN EFENDİ Müeyyetzade, türk kazasker, şair, hattat (Div­ riği 1456-istanbul 1516), Amasya valisi şehzade Bayezit’in yanında bulundu. Hakkında idam fermanı gönderildiyse de Bayezit tarafından korundu. Bir süre Şiraz’da yaşadı. İstanbul’da müderrislik, ka­ dılık yaptı. Anadolu, Rumeli kazaskeri ol­ du. Çaldıran seferine katıldı. Hatemi mah­ lasıyla türkçe, arapça, farsça şiirler yaz­ dı. Usta bir hattattı. ABDURRAHMAN EFENDİ, türk ya zar (XVI.yy.).MİIas kadılığı sırasında Mu­ rat lil'ün isteği üzerine Ahmet b. Ali b. Ah­ met Nurettin İbni Zünbül’ün Et-Kanun fi'dDünya adlı astronomi kitabını Acaib üluzma adıyla arapçadan tûrkçeye çevirdi (1575). ABDURRAHMAN EFENDİ Hüsamzade -» H u s a m z a d e A b d u r r a h m a n EFENDİ.



ABDURRAHMAN EFENDİ Seyrekzade,nakibüleşraf (İstanbul ?-ay.y. 1674). Bağdat ve Medine’de kadılık yaptı. Ana­ dolu payesiyle nakibüleşraf oldu (1648). ipşir Mustafa Paşa olayında şeyhülislam Ebu Sait Efendi’nin (1655) idam edilme­ sini önledi. Çınar * vakasında (1656) ka­ pıkulu süvari ağalarıyla yeniçerilerden ya­ na çıktı, Mudanya'ya sürüldü. Yeniden Medine kadılığına getirildi. Anadolu ka­



zaskeri atandıysa da (1669) iki ay sonra azledildi. Nesih ve talik yazıda usta bir hattattı. ABDURRAHMAN EFENDİ Nefeszade, türk bilgin ve şair (Ankara ?-1696). Genç yaşta İstanbul'a gitti. Süleymaniye darülhadisi müderrisi oldu. Nakibüleşraflığa getirildi(1688). İstanbul ve Rumeli pa­ yelerini aldı. 1690’da azledildi. Türkçe, arapça, farsça şiirler yazdı. ABDURRAHMAN S M îA F İK İ, eme­ vi vali ve komutan (? - Poitiers yakınında 732). 721 ’de yaklaşık iki ay Endülüs’ü yö­ netti. 730’da ikinci kez Endülüs valisi ol­ du. Hıristiyanlara karşı düzenlediği sefer sırasında Aquitaine dükü Eudes’i yendi; Loire’a doğru ilerledi. Ancak, Poitiers ya­ kınında Charles Martel tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Müslümanlar savaş alanında aralarında Abdurrahman’ın da bulunduğu birçok ölü bırakarak Narbonne’a çekildiler. Bu yenilgiyle müslümanların Avrupa içlerine ilerleyişi durdu. Sa­ vaşın yapıldığı yere İslam tarihçilerince Balat üş-Şüheda (şehitler yolu)adı verildi. AB DURRAHM AN EŞREF, Kıbrıs Mollası da denir, türk bilgin ve şair (Mer­ zifon? - İstanbul 1748). Kazasker Musta­ fa Efendi'nin oğlu, ünlü divan şairi Ne­ dim’in amcası. Medrese öğrenimi gör­ dükten sonra ilmiye mesleğine girdi. Uzun süre Kıbrıs kadılığında bulundu­ ğundan Kıbrıs Mollası diye tanındı. 1738'de yazdığı Tezkiret ül-hikem fi tabakat ûl-ümem adlı bir ciltlik ansiklopedik ya­ pıtı ünlüdür; Mısır’da (Bulak 1836) ayrı, İstanbul’da Şemsettin Sıvasi’nin Menakıbı imam-ı Azam adlı yapıtının kenarına ba­ sıldı. Ayrıca, Uyun ül-ulum; Mir'at üs-safa; ilm ül-ahlak; Şerh-i muamma-yt sagir-i Mevtana Cami adlı yapıtları vardır. ABDURRAHMAN FEHMİ EFEN­ Dİ, türk yazar (Manastır ? - Urfa 1904). Manastır’da başladığı öğrenimini İstan­ bul’da tamamladı. Arap, fars edebiyatla­ rını ve fransızcayı öğrendi. Diyarbakır va­ liliği yaptı. Fransızcadan genişleterek çe­ virdiği İslam uygarlığıyla ilgili Medresetül-Arab (1887), edebiyat kurallarını açık­ ladığı Tedrisat-ı edebiye (birinci cilt 1885) adlı yapıtları vardır. ABDURRAHMAN FEVZİ EFENDİ, türk dilci (Kütahya 1802 - İstanbul 1864). 1829’da İstanbul'a gelerek imamzade Esat lEfendi'den ders gördü.İstanbul mü­ derrisi oldu (1834). Mektebi harbiye’de arapça öğretmenliği yaptı (1835-1863). 1847’de yazmaya başladığı, 25 yılda ta­ mamladığı Mikyas ül-lisan ve kıstas ülbeyan adlı yapıtı, Tanzimat döneminde yazılan ilk türkçe dilbilgisi kitabıdır. (Kita-, bı Ali UlviElöve bugünkü dile çevirdi,TDK yayımladı [1942].) ABDURRAHMAN G A Z İ,Abdurrahman Alp de denir, türk komutan (? - Es­ kişehir 1329). Ertuğrul Gazi'nin yanında yetişti. Osman Gazi ve Orhan Gazi döne­ mindeki savaşlara katıldı. Kocaeli ve çev­ resinin alınmasında önemli rol oynadı. Bi­ zans imparatorunun iznik’in yardımına gönderdiği kuvvetleri Yalakabat (Yalova) yakınlarında yenerek buranın ele geçiril­ mesini sağladı. Kartal yakınındaki Aydos kalesinin fethi sırasında (1326) ünlendi. Söylentiye göre, kuşatma sırasında ken­ disine âşık olan kale komutanının kızının yardımıyla kaleye girmeyi başardı. ABDURRAHMAN H A LA Y I a. Sivas yöresinde yaygın, halay türü bir erkek oyunu. Adını Abdurrahman adlı bir tütün kaçakçısından alan oyunda, kaçakçılar­ la jandarma arasındaki mücadele canlan­ dırılır. ABDURRAHMAN H A N (1844-1901), afgan emir (1880-1901).ön dokuz yaşın­ dan başlayarak Dost Muhammet'in mi­ rasçılarının kardeş kavgalarına katılan Ab­ durrahman Han, Kabil’i ve Gazne'yi ele geçirdi (1866), ama çok geçmeden rus



Abdurrahman Han topraklarına sığınmak zorunda kaldı (1868). Sonuçta, ingilizler’ İn Kâbil'i ele ge­ çirmelerinin hemen ardından, İngiliz des­ teğiyle tahta çıktı; İngiliz himayesini kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum Abdur­ rahman Han'ın Paçtular'ın topraklarında hak iddia etmesine ve Hindistan sınırın­ da güvensizlik durumunu sürdürmesine engel olmadı. Afganistan sınırlarının be­ lirlenmesi ve Kâfiristan'ın din değiştirerek (Nuristan oldu) Afganistan’a katılması Ab­ durrahman Han döneminde gerçekleşti. A b d u r r a h m a n H İ b r İ , türk tarihçi (Edirne 1604-ay.y. 1659). ilköğrenimini Edirne'de tamamladı. İstanbul'da tanın­ mış müderrislerden ders aldı. Edirne'de, Dimetoka’da müderrislik yaptı. Edirne ta­ rihine ilişkin Enis ül-müsamirin adi; yapı­ tıyla ünlüdür. Bilgin ve şair olarak da ta­ nınan Abdurrahman Hibri'nin öteki yapıt­ ları: Hadaik Ot-cenan, Defter-i ahbar, Tarih-i feth-i Bağdat, Tarih-i feth-i Revan. Menasık-i mesalik. (-» Kayn.)



24



ABDURRAHM AN



Abdurrahman Şeref Dergâh arşivi



Abdurrahman Nurettin Paşa



LAHİ



EFEKCİ



dit birlikleri oluşturdu. Anadolu beylerbeyi oldu (1807). Rumeli'deki karışıklıkları bas­ tırmak ve burada Nizamıcedit birlikleri oluşturmakla görevlendirildi. Ancak bu, yeniçeriler arasında huzursuzluğa yol açınca yeniden Konya valiliğine gönde­ rildi. Mahmut II döneminde orduda yapı­ lacak düzenlemelerle ilgili olarak İstan­ bul'a çağrıldı (1808). Yeni kurulan Sekbanıcedit'in komutanlığına getirildi .Alemdar * vakası adı verilen yeniçeri ayaklanma­ sında Saray’ı savundu •Ayaklanmacılar üstünlük kazanınca Aiaiye’ye kaçtı. Üze­ rine gönderilen kuvvetlerce Alaiye’de ku­ şatıldı. Altı ay kadar direndikten sonra oğullarıyla birlikte öldürüldü. &3BU3KAHMAİIE SÜREYYA Mirduhlzade, türk dilci ve yazar (Bağdat ? - İstanbul 1904). Bağdat ve İstanbul'da arapça ve farsça eğitimi gördü. Ceride-i askeriye gazetesinin başyazarlığını yap­ tı. Lizbon’da Doğu dilbilimcileri kongresi'ne katıldı (1890). Yapıtlarından: Mizan ül-belaga (1885) ve Sefine-i belagat (1885), Osmanlı edebiyatı kurallarına iliş­ kindir. “ Talikat-ı belagat-ı osmaniye" (1882), Cevdet Paşa'nın Belagat-ı Osma­ niye yapıtının eleştirisidir. Ayrıca, Tunus­ lu Hayrettin Paşa’nın felsefe ve siyasetle ilgili arapça ünlü yapıtını Mukaddime-i akvam ül-mesalik fi m arifeti ahva ilmematik (1879) adıyla türkçeye çevirdi.



Hocazaae, türk siyaset adamı, müderris (Kilis 1875 - ? 1930). Medrese eğitimi gör­ dü. Evkafta memurluk ve müderrislik yap­ tı. 1920’de toplanan ilk TBMM’ye Gazi­ antep milletvekili olarak katıldı. ABDURRAHMAN M Ü N İR EFENDİ, türk tarihçi (? - ? 1742). İstanbul kadıla­ rından şair Abdüllatif Razi Efendi’nin oğ­ lu. Fihrist-i düvel adlı yapıtı yaratılıştan Ah­ «ABDURRAHMAN ŞEREF, türk tarih met III dönemine kadar uzanan bir dün­ çi ve siyaset adamı (İstanbul 1853-ay.y ya tarihidir. 124 İslam devletinin kuruluş 1925). Mektebi sultam'yi bitirdi. Mahreçı ve yıkılışlarını konu edinen yapıt, bu dev­ aklam’da, Mektebi sultani'de, Darülmuletlerin hükümdarlarının yaşamöykülerini aliimin'de, Mektebi mülkiye'de hocalık de verir. yaptı. Mektebi mülkiye (1878), Mektebi sultani (1895) müdürlüklerine atandı, ikin­ ABDURRAHMAN N A F İZ PA ŞA -* ci meşrutiyet'ten (1908) sonra Ayan mec­ Nafİz Paşa . lisi üyesi, defteri hakani nazırı, posta, tel ­ ABDURRAHMAN NESİP EFENDİ, graf nazırı, iki kez maarif nazırı oldu.Lütfi türk şeyhülislam (Üsküp 1842 - İstanbul Efendi'nin yerine vakanüvis atandı 1913). İstanbul'da kadı yetiştiren Muallim(1909). Saltanatın kaldırılmasına kadar sü­ hanei nüvvab'da okudu.Çeşitli devlet hiz­ ren bu görevi sırasında Kanuni esasi'nin metlerinde bulundu. Temyiz üyeliği, Mı­ yeniden yürürlüğe girişiyle (1908) Meh­ sır kadılığı yaptı. Dokuzuncu Sait Paşa hü­ met V'in ölümü (1918) arasındaki döne­ kümetinde şeyhülislam oldu (1911). Altı min olaylarını yazdı. Tarihi osmani encüay kadar sonra hükümetle birlikte istifa etti meni'nin (Cumhuriyet'ten sonra Türk ta­ (1912). rihi encümeni) başkanlığını yaptı. Mond­ ABDURRAHMAN NURETTİN P A ­ ros mütarekesi'nden sonra Ahmet izzet ŞA, türk sadrazam (Kütahya 1833 - İstan­ Paşa kabinesinde evkaf nazırlığı ve pos­ bul 1912). Özel öğrenim gördü, aşar me­ ta telgraf nazır vekilliği, Ali Rıza Paşa ka­ murluğu, kaymakamlık yaptı. Prizren, Tu­ binesinde Şurayı devlet başkanlığı, Salih na, Ankara, Diyarbakır, Bağdat valilikle­ Hulusi Paşa kabinesinde maarif nazırlığı rinde bulundu. Umurı nafıa komisyonu yaptı. Cumhuriyet döneminde İstanbul üyeliğine atandı. Sadrazamlığa getirildi milletvekili seçildi (1923). Kızılay başkan­ (mayıs 1882). Mısır'daki Arabi Paşa ayak­ lığına getirildi. Çoğu ders kitabı niteliğin­ lanması sırasında padişahla anlaşmazlı­ deki yapıtlarının yanı sıra Tarihi osmani ğa düştü, istifa etti (temmuz 1882). Kas­ encümeni mecmuası'nda (Cumhuriyet' tamonu, Aydın, Edirne'de valilik yaptı. ten sonra Türk tarih encümeni mecmua­ Adliye nazırı oldu (1895). Yaklaşık on üç sı) makaleler yazdı, vakanüvis Lütfi Efen­ yıl süren bu görevi sırasında adliye örgü­ di'nin Tariö’inin sekizinci cildini yayımla­ tünde önemli düzenlemeler gerçekleştir­ dı. Başlıca yapıtları: Tarihi devtet-i Osma­ di. ikinci meşrutiyet'ten sonra adliye na­ niye (iki cilt, 1893, 1896), Sultan zırlığından alınarak Meclisi vükela'ya ge­ Abdülhamid-İSani’yedair(Fi\meX Refik ile tirildi. isteğiyle emekli oldu. Abdülhamit birlikte, 1918), Tarih musahabeleri (1929). H'nin ayan üyeliği önerisini rahatsızlığını [ - Kayn.] ileri sürerek geri çevirdi. (-* Kayn.) ABDURRAHMAN VE FİK , soyadı Sa­ ABDURRAHMAN PA ŞA , türk devlet yın,türk maliyeci (Gözleve, Kırım, 1857adamı (? - ? 1573). Divanı hümayun ka­ Istanbul 1956). Özel eğitimle yetişti. Ma­ leminde yetişti. Rüstem Paşa’nın tezkireliye nezareti müsteşarı oldu. Maliye mek­ tebinde hocalık yaptı. Ahmet Muhtar Pa­ ciliğini yaptı. Mısır ve Rumeli tımar defter­ şa, Kâmil Paşa; Mütareke yıllarında da darı oldu; Bursa, Maraş, Bağdat beyler­ Ahmet Tevfik Paşa kabinelerinde maliye, beyliğinde bulundu. iaşe nazırlıklarında bulundu. Yapıtları: Te­ ABDURRAHMAN PA Ş A Sarıahkalif kavaidi, Tarih-i mali. metefendizade, türk matematikçi (Ma­ raş ? -ay.y. 1736).Maraş valisiyken öldü­ ABDURRAHM ANLAR, Antalya'nın rüldü. Yapıtları: Hülasat ül-hesap, Bahai- Serik ilçesi Gebiz bucağına bağlı köy; y'e şerhi. Müiteka şerhi, Dürer haşiyesi. 2 203 nüf. (1980). Belediye. PTT. ABDURRAHMAN PA Ş A (Kadı), türk devlet adamı (Alaiye, bugün Alanya, 1761’denönc. -ay.y.1809). Medrese öğ­ renimi gördü, ilmiye mesleğine girdi. Kay­ seri kadısı oldu. Bir ayaklanma sonucu öl­ dürülen amcasının öcünü almak için ka­ dılıktan ayrıldı. Ayaklanmacıları cezalan­ dırdı, Bozkır maden eminliğiyle Alaiye ve İçel mutasarrıflığına atandı. Konya valili­ ğine getirildi (1803). Konya’da Nizamıce-



ABDUSENS a (lat abducens) Gözü dış yana döndüren sinir (kafa çiftlerinin 6. çif­ ti); omurgalılarda gözün dış doğru kası­ nın siniridir. ABDUSSAMET ŞİR A Zİ, İranlI minya­ tür ressamı, hattat, saray nedimi (Şiraz 1517?-? 1605'ten önce), ilk sanat eğiti­ mini Tebriz'de Şah Tahmasp saray atöl­ yesinde yaptı. Kâbil'de Hümayun'un em­ rine girdi (1549). Ekber döneminde (1556-



1605) saray sanatçılığının yanı sıra nedimlık görevinde de bulundu. Çalışmala­ rını 1600 yıllarına değin sürdürdüğü, Ci­ hangir’in tahta çıkışından önce (1605) öl­ düğü sanılıyor. Afganistan ve Hindistan' da yaptığı minyatürleri, Şah Tahmasp atölyesi ressamlarının üslubuna bağlıdır. Hat sanatında da usta olan sanatçı, Hümayun’ca, Şirin-kalem unvanıyla onurlan­ dırıldı. AfitDÜL BEY asıl adı Abdullah Hüa nü.Fraş e ri, arnavut milliyetçisi (Fraşeri, Yanya, 1839-istanbu! 1892). Şemsettin Sami'nin ağabeyi. Osmanlı - Rus savaşı (1877-1878) sonunda Epir'in Yunanis­ tan'a. işkodra çevresindeki kimi yerlerin Sırbistan ile Karadağ’a verilmesi tasarısı­ na karşı çıktı. Berlin kongresi’ne katıldı. Dönüşünde oluşturduğu müfrezelerle Yunanlılar'a karşı savaştı. Arnavutluk'un ba­ ğımsızlığını savunan Prizren birliği’nin ku­ rulmasına öncülük etti. Örgütün Güney Arnavutluk’a ilişkin anayasasını hazırladı. Arnavutluk'u birleştirmeyi amaçlayan Debre toplantısında Osmanlılar'a da sal­ dırmayı önerdi, önerisi benimsenmedi. Prizren'e giren osmanlı kuvvetlerince tu­ tuklanarak İstanbul'a götürüldü (1881). Ömür boyu kalebentliğe mahkûm edildi. Bağışlanarak (1886) şehremaneti üyeliği­ ne getirildi. Latin harfleriyle bir arna­ vutça abece düzenledi. ABD Ü LAH A T NU R İ, halvetiye tarikat şeyhi (Sivas 1595 - İstanbul 1651). Abdülmecid-i Sıvasi'nin yeğeni. Öğreni­ mini İstanbul’da tamamladı. Halvetiye ta­ rikatına girdi. Tarikatını yaymak için bir sû­ re Midilli'de bulundu. İstanbul'a dönüşün­ de Mehmet Ağa tekkesi şeyhliğine geti­ rildi. Daha sonra Fatih, Bayezit ve Ayasofya gibi camilerin vaizliklerinde bulun­ du. Yirmiyi aşkın eserinden başlıcaları: Şerh-i erbeiniyyat, Riyaz ül-ezkâr, Te'dib ül-mütemerridin, Risale fi cevazid-devran is-sufiyye. Risale fi't-tac, Risale fi subüti tayyil-mekân li-evliya il - ümmeti, Meratibu marifet ir-Rahman. AB D Ü LALA BİN M USHİR ED -D İM E Ş K İ, arap hadis bilgini (Şam 757-Bağdat 833). Hadis bilgisi dışında, tarih, megazi (savaş destan ya da öykü­ leri), Araplar'ın savaş günleri (eyyam ülarap) hakkında geniş bilgisi vardı. Kuran'ın mahluk (yaratılmış) olduğunu kabul etmediği için abbasi halifesi Memun ta­ rafından hapsedildi ve hapiste öldü. AB D Ü LALİ B İN PU LA D ŞA H , mi­ mar (XV. yy. sonu - XVI. yy. başı) Bursa şeri sicillerine göre 1490’da Bursa'daki Koza Han’ı yaptı. A B D Ü LALİ EFENDİ (Şeyh), türk bes­ teci (? -1590?) Hace takma adıyla da ta­ nınan Abdüikadir Meragi ile Itri arasındaki dönemin en büyük bestecisi sayılır ve Ha­ ce/ Sani (ikinci üstat) diye tanınır. Haya­ tıyla ilgili bilgi yoktur. Günümüze farsça sözlü dört yapıtı ulaşabildi. AB D Ü LALİM n a s r u l l a h h a n , Kamer, Hint tezkire ve tarih yazarı, dilbi­ limci (Horçe?-ay.y. 1881). Babası Hakim Ömer Han Ahmedi Hışgi'nin ölümü üze­ rine Nizamabad’da amcası Feth Han'ın yanına gitti. Öğrenimini burada tamam­ ladı, Hindistan'daki İngiliz yönetiminde görev aldı. Daha sonra Haydarabad ni­ zamının hizmetine girerek ceza yargıçlı­ ğı yaptı. Doğu türkçesi dilbilgisine ait Yumn-i ezferi, dört yüz hint şairinden söz eden Gülşen-i hemişe bahar ve Tarih-i Dekkan başlıca yapıdandır. AB D Ü LALLAM F E Y İZ H A N , tatar dilci ve yazar (XIX. yy.). Tatar tiline gisgaca sarf (1887) adlı küçük dilbilgisi kitabıyla Rusya Türkleri'nin ekonomik ve sosyal sorunlarını anlatan Muharrik ül-efkâr adlı iki yapıtı vardır. A B D Û LA Z İZ (cebel), Suriye'de dağ sı­ rası, Güneydoğu Toros dağları önünde­ ki bölgede, Cezire'de; Balık ile Habur



Abdüiaziz bin Musa bin Nuseyr ırmağının yukarı çığırı arasında, Suriye ovasına doğru yükselen kireçtaslı bir kıv­ rımdır. AB D Ü LAZİZ Mektubtzade, türk biyog­ rafi yazarı (İst. 1801 -ay.y. 1862). Şey­ hülislam mektupçusu Mustafa izzet'in oğludur. Müderrislik, kadılık ve evkaf mü­ fettişliği görevlerinde bulundu. Halveti ta­ rikatına 'bağlı olduğundan Üsküdar'da Hüdai dergâhına gömüldü. Taşköprüzade’nin Şakayık un-numaniye'sinden ya­ rarlanarak Teracim-i ahval-i ulema ve meşayih adını taşıyan özeti yazdı. Müstakimzade'nin Devhat ül-meşayih adlı şeyhülislam biyografileri kitabına 1832-1862 yıllarını kapsayan bir zeyl (ek) yazdı. Bu zeyl, Münih'in, Müstakimzade' nin kitabına yazdığı zeylin zeylidir. Ayrı­ ca, Yıldırım Bayezit dönemine kadar gelen bir osmanlı tarihi vardır. A B D Ü L A Z İZ (İstanbul 1830 -ay.y. 1876), türk padişah (1861-1876). Mahmut H'nin Pertevniyai Sultan'dan olan oğlu. Doğu kültürüyle yetişmişti; batı kültürünün de yabancısı değildi. Şehzadeliğinde ol­ dukça serbest yaşadı; daha çok güreş, binicilik, cirit, av gibi sporlarla, müzik ve resimle uğraştı. Devlet yönetimiyle ilgilen­ mesine izin verilmedi. Ağabeyi Abdülmecit'in aksine sağlıklı ve gösterişliydi. Tanzimatın getirdiği batılı yaşam biçimine kar­ şı oluşu, tutucu çevrelerin kendisine umut bağlamalarına neden oldu. Abdülmecit' in ölümü üzerine 25 Haziran 1861 'de tah­ ta çıktı. İlk olarak mali sorunlara karşı ön­ lem almak zorunda kaldı. Maliye teşkilatı bozuk, devlet gelirlerinin toplanması dü­ zensizdi. iç ve dış borçlar çok artmış, kar­ şılıksız para basılması devlet borçlarını daha da yükseltmişti. Sadrazamlığa geti­ rilen Fuat Paşa maliye nazırlığını da üst­ lenerek gerekli düzenlemelere girişti. Dü­ zenli yıllık bütçeler hazırlanmaya başlan­ dı (1862), değerini yitiren kâğıt para (ka­ ime) tedavülden kaldırıldı (1862). Savur­ ganlığa karşı önlemler alındı. Padişah da Saray'ın giderlerini kısmak, cariyelerin sa­ yısını azaltmak zorunda kaldı. Hassa hâ­ zinesinin gelirinin üçte birini devlet hâzi­ nesine bırakacağını açıkladı, yeni vergi­ leri onayladı. Abdüiaziz, batılı ülkelerin baskıları kar­ şısında Tanzimat hareketini sürdürdü. Bu­ nu göstermek için de muhafazakârların sevmediği, yenilikçi Fuat Paşa'yı sadra­ zamlığa getirdi (1861). Reform siyasetini, birbiri arkasından sadrazamlığa atadığı Fuşt ve Âli paşalarla sürdürdü. Ali ve Fuat paşaların yönetimde etkili ol­ dukları bu dönemde Osmanlı devleti önemli iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Tan­ zimat ve Islahat fermanlarıyla yetinmeyen azınlıkların istekleri giderek arttı. Avrupa devletleri de bu istekler doğrultusunda, Osmanlı devleti üstündeki baskılarını yo­ ğunlaştırdılar. Batılı devletlerin kışkırtma­ larıyla Lübnan'da Maruniler ile Dürziler arasında yeniden çatışmalar çıktı; Rusya, Balkanlar'daki Slavları kışkırttı. Bağımsız­ lığı amaçlayan Karadağlıların ayaklanma­ sı bastırıldı (1862). Osmanlı devletinin Ka­ radağ'da aldığı önlemlere Fransa ve Rus­ ya karşı çıkınca uygulama durduruldu (1864). Bundan cesaret alan Sırplar ve Romenler de bağımsızlık için harekete geçtiler. Romanya'nın birliği ve Carol'un prensliği kabul edildi (1866). Sırbistan ka­ lelerindeki osmanlı askeri çekildi (1867). Girit'in Yunanistan’a katılma isteği kabul edilmedi. Sadrazam Âli Paşa’nın hazırla­ dığı nizamnameyle Girit için özel bir yö­ netim öngörüldü (1867). Abdülaziz'in, Mı­ sır'a, bu eyaletin bağlılığını güçlendirmek amacıyla yaptığı ziyaret (1863) beklenen sonucu sağlayamadı. Mısır valisi İsmail Paşa'nın isteği doğrultusunda valiliğin ba­ badan oğula geçmesi P.aouı edildi; Mısır valilerine Hıdiv unvanı verildi (1867). Böylece Mısır hıdivleri kendi içişlerinde tam yetkiye kavuştular. 1873’te çıkarılan bir fermanla da bu hakları onaylandı. Rum ortodoks kilisesinden ayrılarak ulusal ki­



liseleri çevresinde toplanan Bulgarlar da bağımsızlığa giden yolda önemli bir adım atmış oldular. Maliye, yönetim, eğitim, hukuk alanla­ rında yeni düzenlemeler yapıldı. Bunların bir bölümü Avrupa devletlerine verilen ödünlerdi. Fransa ve İngiltere ile imzala­ nan ticaret antlaşmalarıyla bu devletlere, kapitülasyonlara ek, ticaret ayrıcalıkları verilmiş oluyordu. Ticaret ilişkilerinin ge­ liştirilmesi için Londra ve Paris sergileri­ ne de katilindi. Paris sergisi dolayısıyla Abdüiaziz Paris, Londra ve Viyana’yı kap­ sayan bir Avrupa gezisine çıktı (1867). Ti­ careti bahriye kanunu, vilayet nizamna­ mesi çıkarıldı (1864). Fransız dâpartement sistemi temel alınarak yapılan vila­ yet nizamnamesi yönetim örgütünü yeni­ den düzenliyordu. Eğitim alanındaki ye­ niliklerin ilki.fransızca eğitim yapan Gala­ tasaray sultanisinin açılması oldu (1868). Eğitim alanında yeni düzenlemeler geti­ ren Maarifi umumiye nizamnamesi yayım­ landı (1869). Bunu askeri idadi ve rüşti­ yelerin açılması, Tıbbiyei mülkiye mekte­ binin öğrenime başlaması izledi. Ordu için yeni silahlar alındı, donanma güçlen­ dirildi. Rumeli ve Anadolu demiryolları ya­ pılmaya başladı. Tuna ve Dicle'de gemi işletmesine girişildi. Şurayı devlet kuruldu (1869). Mahkemeler yeniden düzenlene­ rek bağımsızlıkları tanındı. Türk medeni kanunu sayılabilecek Mecelle’nin yayım­ lanmasına başlandı (1868). idarei Azizi­ ye adıyla bir denizyolları işletmesi kurul­ du. Boğaziçinde gemi çalıştırmak üzere de Şirketi hayriye'ye imtiyaz verildi. Öte yandan meşrutiyet yanlısı Yeni Os­ manlIlar muhalefeti ortaya çıktı. Eleştiriler, giderek güçlenen basına da yansıdığın­ dan, hükümet Kararname/ Âlı denilen san­ sür kanununu çıkardı (1867). israf ve sefahata eğilimli padişah, alınan mali önlem­ lerin sağladığı geçici ferahlıktan cesaret alarak harcamalarını geniş ölçüde artırdı. Saray halkı yine kalabalıklaştı (5 500 kişi kadar). Avrupa'dan alınan borçlarla, sa­ raylar, köşkler yapılmaya, kadınlara ve yakınlara ihsanlar yağmaya başladı. Bu­ na ek olarak iç ve dış sorunların çoğal­ ması da mali darlığı doruğa ulaştırdı. Av­ rupa’daki siyasi gelişmeler devleti zor du­ ruma düşürdü: Osmanlı devletini reform­ lar konusunda destekleyen Fransa, Prus­ ya’ya yenilince (1870), Rusya bundan ya­ rarlanmak üzere harekete geçti ve Paris antlaşmasının (1856) bağlayıcı hükümle­ rini tanımadığını ilan etti. Âli Paşa'nın ölümü (1871) ile Abdüla­ ziz'in saltanatının ikinci dönemi başladı. Bu dönemin sadrazamları arasında Mah­ mut Nedim Paşa ile Mithat Paşa dikkati çeker. Dış siyasette Rusya yanlısı bir tu­ tum izleyen Mahmut Nedim Paşa, padi­ şahın keyif ve hevesine kayıtsız şartsız teslim oldu. Saray'ın istediği parayı yetiş­ tirebilmek için her çareye başvurdu. So­ nunda dış borçların faizinin, yarısını na­ kit, yarısını da yeni hisse senedi çıkara­ rak, borcu borçla ödemek zorunda kal­ dı. Böylece devletin iflasını ilan etmiş olu­ yordu (1875). Tanzimat geleneğine aykı­ rı olarak sürgünler, aziller yeniden başla­ dı. Sadrazam, rus elçisi ignatiyev’in oyun­ cağı durumuna geldi. Bu sırada Rusya, Balkan uluslarını kışkırtmayı sürdürüyor­ du. Hersek'te başlayan ayaklanma, Bos­ na’ya da yayıldı (1875.) Sırplar ve Kara­ dağlılar ayaklanmaya yardımcı oluyorlar­ dı. Rus yayılmasını durdurmak isteyen Avusturya başbakanı kont Andrassy'nin ıslahat layihası da ayaklanmayı durdura­ madı. Ayaklanma Bulgaristan'a da sıçra­ dı (1876). Selanik’te çikan olaylarda iki ya­ bancı konsolos öldürüldü. (-* SELANİK VAKASI.) İstanbul'da meşrutiyet yanlısı Mithat Paşa yandaşlarının kışkırtmalarıy­ la ayaklanan medrese öğrencilerinin bas­ kısı üzerine padişah, Mahmut Nedim Paşa’yı azletti, yerine Mütercim Rüştü Paşa' yi sadrazamlığa getirdi. Hükümette görev alan Mithat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, şeyhülislam Hayrullah Efendi ve



sadrazam iç ve dış durumu gözönünde tutarak, Abdülaziz'in halini uygun buldu­ lar. Şeyhülislamın kaleme aldığı hal fetva­ sında, Abdülaziz'in siyasetten anlamadı­ ğı, devlet malını israf ettiği ve dengesiz olduğu ileri sürülüyordu. Bu sırada batılı devletler de ağır koşullar içeren Berlin memorandumu'nu hazırlamışlar ve BabI­ âli’ye vermeyi kararlaştırmışlardı. Buna fır­ sat kalmadan Abdüiaziz 29-30 mayıs 1876 gecesi tahttan indirildi; yerine Mu­ rat V çıkarıldı. Abdüiaziz önce Topkapı sarayı'na, da­ ha sonra kendi isteğiyle ile Feriye sarayı na götürüldü. Sakalını düzeltmek baha­ nesiyle aldığı ucu sivri bir makasla kol da­ marlarını keserek intihar etti (4 haziran 1876). Yandaşlarıysa Abdülaziz'in öldü­ rüldüğünü ileri sürdüler. Abdülhamit II, üç yıl sonra kurdurduğu Yıldız mahkemesin de dönemin ileri gelenlerini Abdüiaziz' in ölümünden sorumlu tutarak yargılattı. Başta Mithat Paşa olmak üzere, o döne­ min ileri gelenleri suçlu bulunarak mah­ kûm edildiler. Ancak mahkemeye sunu­ lan kanıtların uydurma olduğu savı, gü­ nümüze değin, aydınlanmadan sürdü. ( - Kayn.) AB D Ü LAZİZ BİN ABDÜLVAHHAB, iranlı minyatür ressamı (XVI. yy.). Safevi hükümdarı Şah Tahmasp döneminde (1524-1576) yaşadı, iranlı Kadı Ahmet, sanatçının keşanlı olduğunu, saray atöl­ yesinde çalıştığını yazar. îylustafa Âli ise, isfahanlı olduğunu bildirir, iki yazar da ce­ za olarak sanatçının burnunun kesildiği­ ni belirtirler, imzasını “ Behzat'ın öğrencisi Abdüiaziz" diye atmasından anlaşıldığı gibi, kişisel üslubu Behzat’a yakındır. Topkapı sarayı müzesi kütüphanesinde bulunan bir albümdeki tek figür çalışma­ larında, ince bir çizgi üslubu gözlenir. New York metropolitan museum'da bu­ lunan Houghton şehnamesi’nde de imzalı minyatürleri vardır. A B D Ü L A Z İZ BİN A H M E T ELH ELV AN İ (Şemsüleimme Ebu Muham­ met) fıkıh bilgini (Buhara ?- Keş 1056). Yetenekli bir bilgindi. Fıkıhla ilgili elMebrut-,fıkhın dalları hakkında en-Nevadir, el-Fetava adlı yapıtlarıyla Ebu Yusuf'­ un Edeb ül-kadı adlı yapıtı hakkında şer­ hi vardır. A B D Ü LAZİZ BİN EUHASAN (Mara keş 1878 ya da 1881-Tanca 1943), 1894'ten 1908’e kadar Fas sultanı. Mulay Hasan'ın oğlu olan Abdüiaziz, 1900'e kadar mabeynci Ahmet bin Musa tarafın­ dan yönetildi. 1901 'den başlayarak savaş nazırının ve bir grup avrupalının etkisi al­ tına girdi. Değişik düşünceleri, modern­ leşme eğilimi ve reformları, hoşnutsuzluklara ve rugi Buhamaranın ayaklanmasına yol açtı. 1903’te nazırını uzaklaştırmak zorunda kaldı. Elcezire söz­ leşmesi Abdülaziz'i halkın gözünden da­ ha da düşürdü; ağustos 1908’de kardeşi Mulay Abdülhafız tarafından tahttan indi­ rildi. A B D Ü L A Z İZ BİN M ERVAN, emevi vali (?-704). Emevi halifesi Mervan l'in oğlu. Babası tarafından Mısır valiliğine atandı. Babasının ardından halife olan kardeşi Abdüimelik döneminde de aynı görevde kaldı. Mısır'ı yirmi yıl başarıyla yönetti. A B D Ü LA Z İZ BİN M UHAM M ET (?Deriye 1803), Vahhabi hükümdarı (1765-1803). Orta Arabistan’daki Vahhabi devletinin sınırlarını Kerbela’ya kadar genişletti. Kerbela'yı yağmalatmasına kı­ zan bir şii tarafından namaz kılarken öl­ dürüldü. A B D Ü LA Z İZ BİN M USA BİN N U ­ SEYR, ispanya fatihi Musa bin Nuseyr’ in oğlu ve Şam halifeleri hesabına Endülüs’ün ilk arap valisi. Got Theotemir ile bir antlaşma imzaladı. 716'da Sevilla' da (Işbiliye) öldürüldü.



Abdüiaziz Topkapı Sarayı müzesi



Abdülaziz'in tuğrası



Abdülaziz III bin Suud 26



m AB D Ü LA Z İZ i l ! BİN SUUD (Riyad lanınca İstanbul kadılığında, Anadolu ÂBPÜ L££İS£&R BİN  L İ, türk min­ 1880’e doğr. - ay.y. 1953), Suudi Arabis­ kazaskerliğinde bulundu. Yaşamının son yatür ressamı (XIII. yy. ilk yarısı). Musul’­ dönemini Eyüp'te geçirdi. Mezarı, bura­ da yaşadığı sanılan sanatçının imzasına, tan kralı (1932-1953). 1902'de Necit emiri olarak babası Abdurrahman’ın yerini al­ da yaptırdığı okul ve kaienderhanenin İstanbul Topkapı sarayı müzesi kaplığın­ bahçesindedir. Yetim mahlasıyla dinida bulunan Dioskorides’in (I.S. I. yy.) De dı. Aynı yıl, İhvan (kardeşler) adlı örgüt tasavvufi şiirler yazdı. Yapıtlarından aracılığıyla ülkenin dokuz bölgesini ken­ Materia medıca adlı yapıtının arapça çe­ Menakıb-ı metamiye-i bayramiye'de ba­ virisi Kitab ül-haşâ'iş'te rastlanır. Üslubu, di yetkisi altında birleştirdi ve başkent Ri­ basının anne tarafından büyükbabası simetrik görüntüleriyle, İslam geleneğine yad’!, bin Raşitierden (Necit’in denetimini Mesnevi şarihi Sarı Abdullah Efendi’nin bağlı özellikler yansıtır, Suudiler'e karşı ele geçiren aile) geri aldı. 1913’te Hasa'yı ele geçirdi. Birinci Dün­ kendi dönemine kadar gelen melami ulu­ AEDÜLCEBBAR M UTEZİLİ Kadifya savaşı sırasında, Mekke şerifi Hüse­ larını konu edindi. Basılı olan bu yapıtta kudat, fıkıh bilgini (Hamedan ?-Rey yin'e karşı savaşa girdi, bin Raşit'lerin Sarı Abdullah Efendi'nin Meslek ül-uşşak 1025), Öğrenimini Bağdat'ta yaptı. Arap gücünü kırdı, sonra 1924'te Hüseyin’i kasidesine yazdığı zeyl ile Sergüzeşt ri­ dili ve edebiyatıyla İslam dini alanında ün­ Mekke'den, 1925 aralığında da Hüseyin' salesi de yer alır. Ayrıca bu kaside için bir lü bir bilgin oldu. Görüşlerinde Mutezile in oğlu Ali’yi Cidde'den kovdu; ocak şerh de yazdı. Tasavvuf konularını nakeğilimi bulunmasından ötürü "Mutezile şıbendilik görüşleriyle ele alan Mebde ve 1926'da Hicaz kralı, 1932‘de de Suudi görüşlü" anlamına, “ Mutezili" lakabıyla Arabistan kralı oldu.Haşimi krallıklarından mead adlı bir yapıtı vardır Gazali'nin anıldı. Bir süre Bağdat'ta ders verdi, ibn ve Yemen'den toprak istediğini açıkça Kimya-yı saadetin, A&dülkerim-i Cilî'nin Abbad'ın çağrısıyla Rey'e gitti. Görevi ve belirtmesine karşın, bu ülkelerle barış için­ Tercüme-i hakikat ül-yakin ve zülfet ütfıkıhtaki uzmanlığı nedeniyle "kadılar de kaldı. Devletini, yönetimini ve ordusu­ tem kini ile insan ül-kâm il'ini, Hace kadısı" anlamına Kadilkudat" diye de nu çağdaşlaştırmaya özen gösterdi. Yakub-i Çerhi'nin Risalet ül-ünsiye'sini ve anıldı. Ölünceye kadar Rey'de kaldı. Baş­ Ülkenin petrol zenginliklerinin amerikan Risalet ül-muradiye'sini türkçeye çevirdi. lıca yapıtları: Tesbitü dela'il in-nüşirketleri tarafından işletilmesi sayesinde büvve, Mebsut ve el-Muhit. Büyük ha­ ABD Ü LBA Kİ AR İF EFENDİ, türk ka­ Abdülaziz, dünyanın en zengin kişilerin­ cimli olan bu yapıtlar, şafii fıkhının ünlü zasker, şair ve hattat (İstanbul 1633- ay.y, den biri oldu, ülke de yepyeni bir görü­ kaynak kitapları arasında yer alır. : 1713). Medrese eğitimi gördü. Müderris­ nüm kazandı. Dış politikada krai, ABD ile lik yaptı. Selanik, Bursa, Mısır, İstanbul ka­ İngiltere arasında dengeyi korumaya ça­ A B D Ü LC E LİLÇ E LE B İ -LEVNÎ. dılıklarında bulundu (1681-1702). lıştı. Maskat sultanlığı (Bureymi vahası) Anadolu, Rumeli kazaskerlikleri yaptı ABDÛLCELİLZADCLER, Celllller de konusundaki bir anlaşmazlık kralın İngil­ (1702-1711). Dervişane, âşıkane şiirler denir, Musul dolaylarında aile. XVIII, ve tere’ye karşı çıkmasına yol açtı. Abdülayazdı. Talik yazıda usta bir hattattı; birçok XIX. yy.'da vali ve mutasarrıf olarak böl­ ziz’in ardılı, 1932'de vâris olarak belirle­ öğrenci yetiştirdi. Başlıca yapıtları: Divan geyi yönettiler. Ailenin ilk ünlü kişisi, bey­ nen oğlu Suud oldu. (Mustafa lll'e sunulmuştur), Siyer-i Nebevi lerbeyi rütbesiyle Musul valiliğine atanan A B D Ü LA Z İZ ÇELEBİ, türk müzik ku­ (Peygamberin hayatını anlatır, damadı İsmail Paşa'dır. Bu aileden gelen valiler ramcısı (XV. yy.). Abdülkadir Meragi’nin Abdülaziz III Bin Suud Abdurrahim Faiz Efendi tarafından taözellikle İran ile yapılan savaşlarda başarı küçük oğlu. Tek nüshası Nuruosmaniye . marnlandı.), Menahic ül-usulid-diniyye ila gösterdiler. Aileden yetişen ünlü kişiler: kütüphanesi'nde bulunan Nekavet ülMevakif il-Yakiniyye (Kelam ilmine ilişkin), Hacı Hüseyin Paşa, Gazi Mehmet Emin Edvar adlı kitabını Fatih Sultan Mehmet’e Miracname (Manzum olarak miraç olayı­ Paşa, Mahmut Paşa, Sadullah Paşa, sunduğu sanılmaktadır, nı anlatır), Mahfe ve nekre,(Fazıl Ahmet Mahmut paşazade Abdurrahman ve ço­ Paşa'nın Uy var ve Kandiye fethini man­ cuk sahibi olmadan ölen Musul valisi Yah­ A B D Ü L A Z İZ EFENDİ Hekimbaşı zum olarak anlatır ) ya Paşa, -HEKİMBAŞI ABDÜLAZİZ EFENDİ.  B B Ü LB A K İ NAŞİR S I D I (Şeyh), ■ AR D Ü LEZE L PAŞA, türk komutan A B D Ü L A Z İZ EFENDİ Hoeazads, türk niüzikbilimci ve besteci (1765-1821). türk kazasker (İstanbul ?-ay.y. 1618). Şey­ (Hadım, Konya, 1831 - Pınartepe, AlasonYenıkapı mevlevihanesi şeyhi Ebubekir hülislam Hoca Sadettin Efendi’nin oğlu. ya, 1897). On altı yaşındayken er olarak Dede'nin oğlu. Arapça, farsça, müzik ku­ orduya katıldı. On iki yıi kaldığı Arabistan’ Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı ramı ve ney öğrendi. Ağabeyi Ali Nutki (1595-1601). Bursa, Galata, İstanbul kada çeşitli askeri görevlerde bulundu, su­ Dede’nin ölümü üzerine, uzun yıllar neydılıklarında, Anadolu ve Rumeli kazas­ baylığa yükseldi. Kırım savaşı’nda, Kara­ zenbaşılık yaptığı Yenikapı mevlevihanekerliklerinde bulundu, Rumeli kazasker­ dağ, Girit ayaklanmalarında yararlık gös­ si'nin şeyhi oldu (1804). Burada yetiştir­ liğinden emekliye ayrıldı (1615). Aziz terdi. Sırplarla yapılan Aleksinaç (1876) diği öğrenciler arasında İsmail Dede ya da Azizi mahlasıyla şiirler yazdı. ve Osmanlı-Rus (1877-1878) savaşların­ Efendi de vardır. A/asrrtakma adıyla yaz­ da ün kazandı, Plevne savunmasındaki AB D Ü LA Z İZ EFENDİ Karaçelebtadığı şiirlerini bir divanda topladı. Ali Nut­ kahramanlığı madalyayla ödüllendirildi. de - KARAÇELEBİZADE ABDÜLAZİZ Eki Dede’nin başlatıp kendisinin sürdürdü­ Hicaz ve Anadolu'da çeşitli görevlerde FENDİ. ğü Defter-i dervişan, mevlevilik ve müzik bulundu. Mirlivalığa yükseldi (1887). Türktarihi açısından önemli bir kaynaktır. Ah­ Yunan savaşı’nda Milona geçidine taar­ A B D Ü LA Z İZ EFENDİ Suphlzsde, met Eflaki’nin ünlü yapıtı Menakıp ulruz eden kuvvetlerin başında savaşırken türk hekim (?-1736-istanköy 1782-83). arifin ’ i, Terceme-i Eflaki adıyla farsçadan şehit düştü, Abdülhamit l'in hekimbaşısı. XII. yy.'ın ün­ çevirip Selim lll'e sundu. Kendi geliştirdiği lü hekimi Herman Boerhaave’in Âphorisbir tür ebcet notasını, yine Selim lll'e sun­ ABDÜLFETTAH EFENDİ, türk hattat mi kitabını, Avusturya elçiliği çevirmeni (Sakız 1814 - İstanbul 1896). Hüsrev Pa­ duğu Tahririye adlı kitabında açıkladı. Thomas von Herbert ile biriikte, Kıtaat-ı şa tarafından İstanbul'a getirildi. Sülüs, Tedkik u tahkik adlı yapıtındaysa, 136 Nekave fi Tercümeti Boerhaave adıyla celi, nesih, talik, divani ve rika öğrenerek makam ve 21 usulün açıklamasını verdi. çevirdi (? 1771). Gerard van Svviten'in icazet aldı. Seraskerlik dairesinde arap­ Kendinden sonra pek kullanılmamış ye­ açıklamalarından yararlandığı çeviride, ça, farsça, matematik okudu. Hüsrev Padi bileşik makam (dilaviz, dildar, gülruh, tıp literatürümüzde ilk kez Wi!!iam Harhisarkürdi, ruhefza, naz, niyaz) ve şirin ad­ şa'nın divitdarlığına atandı (18Ö1). Süb­ vey’in kan dolaşımını buluşundan söz etti. yan alayı hocalığı ve tabur kâtiplerine ri­ lı bir usul (44 zamanlı, 22 vuruşlu) bulan Farsçadan iki astroloji kitabı, italyancadan ka dersi vermekle görevlendirildi. Sada­ Abdülbaki Dede’nin günümüze gelebilen bir tarih kitabı çevirdi. Ahlak hakkında bir tek bestesi Acembuselik mevlevi ayini1 ret mektubi kalemine girdi (1839), Ana­ kitabı ve bir de musiki mecmuası vardır. dolu ve Rumeli'de çeşitli devlet görevle­ dir. Birkaç bestesi günümüze kadar ulaştı. rinde bulundu. Hace ve ser-hace rütbe­ A B D Ü LB A K İ SADİ EFENDİ, türk ta­ leri yanı sıra, Mecidi ve Osmani nişanla­ A B D Ü LA Z İZ H A N , Astırhan hanı rihçi, şair (Van?İstanbul 1748). ilk İran* rıyla ödüllendirildi. Sikkezenbaşı oldu Abdülezel Paşa (7-1680). Şeybanilerden sonra han seçi­ sefaretnamesi’nin sahibi Ahmet* Dürri (1857), filigran yapımını öğrenmek üzere len Nezir Mehmet Han’ın oğlu. Babasının Efendi'nin kardeşi.Divan kâtipliği yaptı. Viyana ve Paris'e gönderildi (1869). Sü­ yerine hükümdar oldu (1645). Ölümün­ Yaşamının sonlarına doğru Hotin’de (Po­ lüs, celi, talik yazılarda usta olan sanatçı­ den sonra yerini kardeşi Subhan Kulu lonya) şıkkı sani defterdarıydı. Mahmut nın Bursa Ulu Cami mihrabı yanlarındaki Han aldı. l'in emriyle Idris-i Bitlisi'nin kuruluştan Bave kapı üstlerindeki yazıları önemlidir. İs­ A M û la s is Han m edrese»!, Buhara' yezit II dönemi sonuna kadar Ösmanlı tanbul’da, Sultan Mahmut türbesi bah­ da medrese (XVII. yy.).Orta Asya türk mi­ devletini konu alan Heşt * bihişt adlı fars­ çesinde gömülüdür. marlığının en iyi örneğidir. Mimar ça tarihini Kitabü sıfat üs-Samaniye fi ABDÜLFETTAH PA Ş A Hscn, türk Mimhakan bin Hoca Muhammet Emin’in evsaf-: kayasırat ül-Osmaniye adıyla türk­ kaptanıderya (? - Sakız 1702), 1695’te kaeseridir (1652), bitkisel bezemelerin­ çeye çevirdi. pudane oldu, Mezomorto Hüseyin Paşa’ deki aşırılıkla dönemin özelliğini yansıtır. AMNHcanbas, çizgi roman kahramanı. nın ölümü üzerine kaptanıderyalığa geti­ Aziz Nesin'in yazı, Turhan Selçuk'un çiz­ AB D Ü LAZİZ MECDİ EFENDİ! - TOrildi (1701). Hastalığı nedeniyle emekliye gileriyle Milliyet gazetesinde doğdu LUN. ayrıldı (1702). Bahriyenin yenileştirilmesi­ (1957). Metinleri bir sûre Rıfat İlgaz da ne ilişkin kanun, kaptanıderyalığı döne­ A B D Ü L 8 A K İ Lalizade. türk mutasav­ yazdıMan sonra Turhan Selçuk çalışma­ minde uygulamaya konuldu. vıf ve şair (İstanbul?- ay.y 1746). Melami­ larını yalnız sürdürdü. Daha sonra Cum­ liğin önde gelenlerinden Lali Şeyh ASDÜLSÂFFAB E F IN D İ K irim i, kı­ huriyet ve yeniden Milliyet'te yayımlandı. Mehmet’in oğludur. Sadrazam Şehit Ali Ayrıca, aylık dergi olarak otuza yakın se­ rımlı tarihçi (? - 1744'ten sonr.). Kırım ha­ Paşa nın hocasıydı. Onun Ölümünden nı tarafından sürüldüğü Soğucak’ta yaz­ rüveni kitaplaştı. 1972'de Dostlar tiyatro­ sonra bir ara Limni'ye sürüldü, daha son­ su tarafından çalgılı güldürü oyunu biçi­ dığı ümdet ül-ahbar adlı yapıtıyla tanınır. ra sürgün yeri Bursa'ya nakledildi. Bağış­ minde sahneye de aktarıldı. 1744'te yazılan yapıtın ilk bölümünde on



Abdülhamit I iki hayvanlı eski türk takviminden söz edi­ lir. ikinci bölümde, Cucilerin, Kırım Han­ lığının ortaya çıkışına kadar olan tarihi an­ latılır. Üçüncü bölüm, kuruluşundan, ken­ di dönemine kadar olan Kırım Hanlığı ta­ rihini içerir. Yapıt 1924'te basıldı. (-* Kayn.) ABD ÛLO ANİ (Muhammet bin AHVCT. — denir), Cezayirli devlet adamı (Gfıazaout [el-Gazavet] 1927), Cezayir halk partisi üyesi (1943) olarak Cezayir halk, ayaklanmasına katıldı. Bağımsızlıktan 1974’e değin meslek yaşamını orduda sürdürdü ve albaylığa yükseltildi (1969). 1965'tö H. Bumedyen'in hükümet darbe­ sini destekleyerek Devrim konseyi'ne gir­ di. içişleri bakanlığına atandı (1974), 1979 martında başbakan oldu, 1980 ocağına kadar içişleri bakanlığı görevini de üstlen­ di. AB D Û LBA N İ A â A , darüssaade ağa­ sı (İstanbul 1839-?). Hamdi Paşa tarafın­ dan Saray’a hediye edildi. 1861'de ha­ remi hümayuna girdi. Darüssaade ağalı­ ğına yükseldi. Vezir rütbesi aldı. Tümü basma olan 291 kitabını vakfetti. Bunlar Fatih kütüphanesi ile birlikte Süieymaniye kütüphanesi’ne nakledildi (1956). AB DÛLO ANİ BİN İSM AİL İ N M âBULUSİ, arap mutasavvıf, kelamcı, şa­ ir ve gezgin (Şam 1641 - ay.y. 1731). Köklü bir öğrenim gördü. Kadiri ve nakşi bendi tarikatına girdi, ibn Arabi gibi ünlü sofile­ rin yapıtlarını inceledi ve bu alandaki bil­ gi ve görgüsünü artırmak amacıyla Suri­ ye’yi dolaştı. Ülkesi dışındaki ilk gezisini İstanbul'a yaptı (1664). Arkasından sıra­ sıyla Lübnan ve yöresini (1688), Filistin’i (1689), Mısır ve Hicaz’ı (1693) gezdi. İs­ tanbul dışındaki bütün bu gezileriyle ilgili kitaplar yazdı. Risaleleriyle birlikte yapıt­ larının sayısı iki yüzü aşar. Bunlar, tasav­ vuf, şiir ve gezi olmak üzere üç alanla il­ gilidir. Tasavvufla ilgili yapıtlarının çoğu, ünlü sofilerin yapıtları hakkında şerhlerdir. Bu şerhlerinde İspanya-Magrip ile iranAnadolu tasavvuf akımlarının etkisi görü­ lür. Magrip tasavvufunda Ebu Medyen' in, Anadolu tasavvufunda da Aziz Mah­ mut Hüdayi'nin etkileri daha belirgindir. Şerhleri dışında mevlevi tarikatı ve semain mübah olduğu hakkında da risaleleri var­ dır. Şiir alanında, Divanüd-devavin adlı dört ciltlik divanının yalnız ilk cildi basıl­ mıştır. Divanı, genellikle Hz. Muhammet’i öven şiirleri içerir. Gezi kitaplarında, gez­ diği ülkelerin topografyası ve mimari ya­ pıtları hakkında çok az bilgi vardır. Buna karşılık, bu kitaplar, döneminin dinsel ve kültürel yaşamıyla ilgili önemli belgeleri içerir. Bu üç tür yapıtın dışında, dönemin doğaüstü düşünce ve batıl inançlarını da yansıtan Tesir ül-enam fi tabir il-menam adlı rüya tabirnamesiyle, tütün içmenin mübah olduğu yolunda bir risalesi vardır. AB DÜLO ANİ EFENDİ, türk besteci (öi, 1730?). Gülşeni tarikatındandı. Günü­ müze ulaşabilmiş tek yapıtı, ünlü MahfeI sürmesi'dir. Baştan sona saba makamın­ da bestelenmiş olan bu yapıt teşbih adlı dinsel müzik formunun başlıca örneği sa­ yılır. ABDÜLHADf (Avni), füistinli siyaset ada­ mı (1889-1970). Nabulus'ta nüfuzlu bir ai­ leden olan Abdülhadi, milliyetçi arap bir­ liği "el- Fetet"in (1911) kurucularındandır; Birinci Arap kongresi'nin (Paris 1913) ör­ gütlenmesine katıldı. 1919-20'de Şam’da emir Faysalın sekreterliğini yaptıktan son­ ra, Maveraiürdün emiri Abdullah'ın hiz­ metine girdi. Filistin'e dönünce (1924), Fi­ listin ulusal eyleminin en gözde yönetici­ lerinden biri oldu. 1932'da Bağımsızlık partisi'ni (İstiklal) kurttu; bu parti arap bir­ liği ülküsünü benimsedi, Arap Yüksek komitesi’ne katıldı (1936) ve filistin ayaklan­ masını destekledi (1936-1939). 1945'te, Arap Yüksek komitesi'nin üyesi oldu; Emin el-Hüseyni ile arasında çıkan anlaş­ mazlıktan sonra Komiteden çıkarıldı.



1949’daÜrdün'e yerleşerek diplomatlık mesleğini sürdürdü. Senatör (1955-1958), dışişleri ve adaiet bakanı oldu (1956). A B O 0 L H A K H A M İT - TARHAN (Abdülhak Hamit). Â B & Ü tLM m S$8 U J t Btürk hekim, bi­ lim adamı,şair (İstanbul 1786-ay.y. 1853). Divanı hümayun hocalarından Mehmet Emin Şükûhi Efendi'nin oğlu. Süleymani ye medresesinde öğrenim gördü. Uç kez hekimbaşı oldu (1833,1841,1847), Mek­ tebi tıbbiye nazırlığı (1836), Maarif mecli­ si üyeliği ve karantina idaresi başkanlığı yaptı. Anadolu ye Rumeli kazaskeri pa­ yeleriyle reis ûl-ulema unvanını aldı (1852). Nazırlığı sırasında Tıphane ile Cerrahhaneyi birleştirdi, disseksiyon ve otop­ si izni çıkarttı (1841), Çiçek aşısının zorun­ lu olmasını sağladı. Mahmut II döneminin kimi olaylarını anlattığı Tarih-i liva ve Mah­ mut ll'nin hastalığına ilişkin gözlemlerini yazdığı Ruzname'si yayımlanmadı. Kar­ deşi Mustafa Behçet Efendi ile yazmaya başladıkları Hezar esrar adlı yapıtı oğlu Hayrullah Efendi tarafından tamamlana­ rak yayımlandı (1866). Usta bir divan şa­ iri olarak da tanınır. Şiirleri yayımlanma­ dı. A B S Ü LH & LfK U H f l t l , türk devlet adamı (İstanbul 1836-ay.y. 1912).Tarihçi Hayrullah Efendi'nin oğlu. Harbiye mektebi'nde, Paris'te Mektebi osmani’de oku­ du. Binbaşı rütbesiyle askerlik mesleğine girdi (1854). Mülkiye sınıfına geçti (1858), Babıâli tercüme odasında çalıştı. Çeşitli yerlerde mutasarrıflık, valilik yaptı. Bulga­ ristan komiserliğinde (1896), iki kaz Tah­ ran sefirliğinde bulundu, İkinci meşrutiyet'ten sonra Ayan meclisi üyesi oldu. A B D Ü LKA LİM - KARAYAZICI. Â B B Û LH A Ü M Â Ğ A , türk besteci (1710? - 1790 ya da 1720? - 1802). Ya­ şamıyla İlgili bilgi azdır. Suzidil makamını buldu. Dindışı formlarda yapıt bıraktı. Gü­ nümüzde ulaşabilmiş on yedi yapıtından en ünlüleri: Hicaz beste (Olmada diller rübude gamze-i cadusuna), suzidil beste (Hıraman ol çemenlerde gel ey serv-i re­ vanim), suzidil yürük semai (Ne ol peri gi­ b i bir dilrüba görülmüştür). & B 8 Û U IA Ü M ÇELEBİ, türk musa­ hip (Kastamonu? - Şam 1518). İstanbul' da ünlü hoca Alaettin-i Arabi'den ders gördü. Bilgisini artırmak için Suriye, Mı­ sır ve İran’a gitti. Selim l’in (Yavuz) şeh­ zadeliği sırasında hocası, padişahlığında da musahibi oldu. Devlet adamlarının söylemekten çekindikleri bazı sorunların padişaha iletilmesine aracılık etti. Yavuz' un İran ve Mısır seferlerine katıldı. Dönüş­ te yolda öldü. Şiirlerinde Halimi mahlası­ nı kullanmıştır. AB DÛLHALİM E F IN D İ, türk devlet adamı (?-? 1880). Evkaf nezaretinin çe­ şitli kalemlerinde çalıştı. İki kez Evkaf ma­ liye dairesi müsteşarlığına getirildi (1871, 1875). Sadık Paşa kabinesinde evkaf na­ zırlığı yaptı (1878). ABD Û LH ALİM SiKENDİ, türk şehza­ de (İstanbul 1895 - Fransa 1923). Abdülmecit’in torunu, Süleyman Efendi'nin oğ­ lu, Askeri okulda okudu. Balkan savaşı’ na katıldı; Çatalca muharebelerinde ya­ ralandı. Saltanatın kaldırılmasından son­ ra Fransa'ya gitti. AB R Ö LH A Ü M EFENDİ Ahlaute AHİZhûE ÂBDÜLHALİM Ef endi .



 B D Ö ü İA Ü M M lM D U M , türk edebiyfeı tarihçisi, oyun yazarı, şair (İstanbul 1868-ingiltere 1904), Hukuk öğrenimi gördü, Hariciye nezaretinde kâtiplik yaptı. Mizan gazetesine yazılar yazdığı sırada Abdülhamit yönetimine karşı çıktığı için Trablus'a sürüldü. Daha sonra geldiği İz­ mir’den Fransa’ya kaçtı (1900). Güç koijlla r içinde yaşadığı İngiltere’de öldü; cenazesi, isteği üzerine, bir süre bulun­



duğu Tunus’a götürüldü. Türkiye'de "Edebiyat tarihi” diye adlandırılan ilk yapıt (Tarih-i edebiyat-ı Osmaniye, 1888) onundur. Bu kitabında eski edebiyatın ni­ teliklerini özetledikten sonra eski (Sinan Paşa, Fuzuli, Neti, Koçi Bey, Nedim, Ragıp Paşa, Galip Dede, Koca Sekban ba­ şı) ve yeni yazarlar (Akif, Pertev ve Reşit paşalar; Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hamit ve onu izleyenler) ele alı­ nıyordu. Fransızca ilk türk şiiri antolojisini (Anthologie de Tamour turc, Paris, 1905) Edmond Fazy ile birlikte o hazırladı. Şiir­ leri, oyunları da (Bedriye, Nalan) vardır.



27



ÂgDĞ LNAlJiS M UAZZAM (Tuanku), Kedah sultanı (Alor Star 1927). 1970’ten 1975'e kadar Malezya yüce başkanı (Yang di-Perîuan Agong). k m d m tk ü m P â Ş A (Prens Meh­ met), türk vezir ve müzikçi (Kahire 1830Istanbul 1894). Kavalajı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu. Mısır valisi İsmail Paşa'nın is­ teği doğrultusunda Mısır valiliğinin baba­ dan oğula geçmesi kararlaştırılınca (1866) valilik.hakkını yitirdi. İstanbul'a yer­ leşti, vezir rütbesi aldı. Klasik türk müziği yapıtlarını notaya aldırdı. Bu derleme son­ radan dağıldı. AB D Ü LH AM İT I (İstanbul 1725- ay.y. 1789), türk padişah (1774-1789). Ahmet lll’ün Rabia Şerrrıi Sultan’dan olan oğlu, Mustafa lll’ün kardeşi. Mahmut I, Osman III, Mustafa lll’ün 43 yıl sûren saltanat dö­ nemlerini sarayda kapalı geçirdi. 49 ya­ şında tahta çıktığında, Osmanlı devleti bir yandan Rus savaşı, çeşitli eyaletlerdeki ayaklanmalar, öte yandan da mali sıkın­ tılarla bunalmış durumdaydı. Abdülhamit I Rusiara karşı bir başarı sağlamadan barışa yanaşmak istemiyor­ du. Ruslar üzerine gönderilen kuvvetler Koziuca'da yenilince, Rusların ağır barış koşullarını kabul etmek zorunda kaldı; Kü­ çük Kaynarca antlaşması imzalandı (21 temmuz 1774). Antlaşmaya göre Kırım, Kuban, Bucak yalnız mezhep işlerinde halifelik makamına bağlı kalmak üzere bağımsız oluyor; Yenikale, Kerç, Azak, Kılburun, Büyük ve Küçük Kabartay Rus­ ya’ya veriliyordu. Ayrıca, Rusya’ya türk topraklarındaki.ortodokslar üzerinde bir tür koruma hakkı tanınıyordu. Avusturya bu durumdan yararlanarak Boğdan bey­ liğine bağlı Bukovina'yı işgal etti (1775). Bu arada karışıklıktan yararlanarak Bas­ ra’yı kuşatan İran'a savaş açıldı (1776). İran'da başlayan taht kavgasından yarar­ lanan OsmanlIlar, Basra'yı geri aldılar. Saltanatının başında ağır koşullarla ba­ rışı kabul eden Abdülhamit I, savaş sıra­ sında çıkan ayaklanmaları bastırmak, as­ keri kurumlan düzenlemek, yenilerini kur­ mak zorundaydı. Ayaklanmalara karşı kaptanıderya Cezayirli Haşan Paşa’dan, Islahat işlerinde de sadrazam Halil Hamit Paşa'dan yararlandı. Cezayirli Haşan Pa­ şa Suriye, Mısır, Mora'daki ayaklanmaları bastırdı. Donanmadaki düzsnin bozulma­ sından yararlanarak Anadolu halkını ra­ hatsız etmeye başlayan levent teşkilatı kaldırıldı (1776). özellikle Halil Hamit Pa­ şa’nin çabasıyla sürdürülen ıslahat, daha çok askeri alanda etkili oldu, Rumeli ve Kafkaslar’daki kaleler güçlendirildi, sürat topçuları çoğaltıldı, lağımcı, humbaracı ve topçu Ocaklarının ıslahı için Fransa’dan uzmanlar getirtildi. MCıhendishanei berrii hümayun açıldı, tımarlı sipahinin donanı­ mını düzenlemek için bir nizamname ha­ zırlandı. Yerli malı kullanma zorunluğu ge­ tirildi. Terk edilmiş durumdaki İbrahim Müteferrika basımevi canlandırıldı. Yeni­ çerilere cülus bahşişi verme geleneğine son verildi. Islahat hareketlerini yürüten sadrazam Halil Hamit Paşa, padişahı in­ dirip yerine veliaht Selim'i çıkartmaya ça­ lıştığından azledilip sürüldü; sonra idam edildi. Küçük Kaynarca antlaşmasından son­ ra Kırım'ın bağımsızlığı sözde kalmıştı. Rusiar kendi yandaşları Şahin Giray’ın



Abdülhamit ı Topkapı Sarayı müzesi



Abdülhamit l’in tuğrası



Abdiilhalik Nasuhi



han olmasını sağladılar. Bu yüzden iki devlet arasındaki anlaşmazlık savaş nok­ tasına kadar geldi. Sonunda, Fransa’nın aracılığıyla Aynalıkavak tenkihnamesi im­ zalandı (10 mart 1779). Buna göre Kırım bağımsız kalacak, Ruslar askerlerini çe­ kecek, OsmanlIlar da Şahin Giray'ın han­ lığını tanıyacaklardı. Ruslar'ın Kafkaslar' dan güneye doğru yayılmasından kaygı­ lanan Abdülhamit I, Kafkasya’daki bazı kavimleri türk etkisi altına almaya çalıştı. Bu amaçla gönderdiği Ferah Ali Paşa ba­ şarılı çalışmalar yaptı. Kırım'da Rus yan­ lısı Şahin Giray’a karşı başlayan ayaklan­ madan yararlanan rus mareşali Potemkin, Kırım'ı işgal etti. Daha sonra da Kırım’ın Rusya'ya katıldığını açıkladı (1784). Or­ dudaki düzensizlik nedeniyle Abdülhamit I, yeni bir savaşa girmekten çekiniyordu. 1786'da sadrazamlığa getirdiği Koca Yu­ suf Paşa Ruslar İle savaşılmasından ya­ naydı. İngiltere ile Prusya da BabIâli'yi Ruslara karşı kışkırtıyordu. Osmanlı dev­ letinin paylaşılması konusunda anlaşan (Grek projesi) Rus çariçesi Katerina II ile Avusturya imparatoru Joseph ll'nin Kı­ rım'da buluşmasına, Babıâli tepki göster­ di. Rusya'ya bir ültimatom verilerek Kırım geri istendi. Olumlu yanıt alınamayınca Rusya’ya savaş açıldı (1787). Abdülhamit I, barış yanlısı olmasına karşın, olupbitti­ yi kabul etmek zorunda kaldı. Avusturya da savaş ilan etmeden osmanlı toprakla­ rına saldırdı. Avusturya cephesinde Ko­ ca Yusuf Paşa başarılı oldu. Şebeş yakın® larında kuşatılan imparator Joseph II ko­ mutasındaki avusturya kuvvetleri bozgu­ na uğratıldı. Ancak, Ruslara karşı aynı ba­ şarı tekrarlanamadı. Hotin, Yaş kaleleri Rusların eline geçti. Ûzi kalesi kuşatıldı. Sağlığı giderek bozulan padişah, Ozi ka­ lesinin Rusların eline geçtiğini bildiren sadrazam yazısını okurken felç geçirerek öldü. Abdülhamit I, başarısızlıklarına karşın, iyi niyeti ve reformcu çabalarıyla tanınır. Devlet işleriyle yakından ilgilenir, her ko­ nuda düşüncelerini yazarak vezirlerine bildirirdi. Sadrazamlığa atadığı kişilere ge­ niş yetkiler vererek gerekli ıslahatın yapıl­ masına çalıştı. Beylerbeyi'nde annesi Rabia Sultan adına bir cami, mektep, Emirgân'da karısı Hümaşah Sultan ile oğlu Mehmet için cami, çeşme, Bahçekapı’da bir imaret, sebil, kütüphane ve türbe, Me­ dine'de de bir medrese yaptırdı. Bahçekapı’da günümüzde, 4. Vakıf hanın bu­ lunduğu yerin karşısında, kendi yaptırdı­ ğı türbede gömülüdür. ( -> Kayn.)



Abdülhamit H’nin tuğrası



IABDÜLHAM İT II (İstanbul 1842-ay.y 1918), türk padişah. (1876-1909). Abdülmecit'in Tirimüjgan Kadın'dan olan oğlu. Tanzimat'ın batılılaşma ortamı içinde ye­ tişti. Saray halkı bu zeki, ama içine kapa­ lı şehzadeyi pek sevmezdi. Amcası Abdûlazız’in Mısır ve Avrupa gezilerine katıldı. Borsa oyunlarıyla ilgilendi, emla­ kini yönetti. Tahta çıktığında oldukça bü­ yük bir kişisel serveti vardı. Telaşlı ve kuşkucuydu. Kendisinden önce iki padi­ şahın tahttan indirilmesi tedirginliğini ar­ tırmış, hal edilme korkusu, saplantıya dönüşmüştü. Hastalık derecesine varan güvensizliği nedeniyle tümüyle anlamsız işler yaptığı olurdu. Devlet işleriyle yakın­



dan ilgilenir, geç saatlere kadar çalışır­ dı. Bütün önemli kararları tek başına alırdı. Güçlü bir belleği vardı, insanları kendisine bağlamayı bilirdi. Usta bir ma­ rangozdu; zamanının önemli bölümünü sarayın marangozhanesinde geçirirdi. Batı müziğine düşkündü. Sekiz kadını ve beş ikbalinden on yedi çocuğu oldu. Meş­ rutiyet yanlısı Mithat Paşa ve arkadaşla­ rıyla anlaşarak tahta çıktığında (31 ağustos) Bosna, Hersek, Bulgar ayaklan­ malarına Sırbistan ve Karadağ savaşları da eklenmişti. Bu ayaklanmaları destek­ leyen Rusya Şark meselesi’ni kendi çıka­ rına göre çözmek için fırsat koiluyorau. Abdülaziz'in son yıllarında Mahmut Ne­ dim Paşa’nın aldığı dış borçlarla ilgili ka­ rarın Avrupa'da yarattığı olumsuz etki silinmemişti. İstanbul'daki siyaset ve ay­ dın çevrelerinde anayasa! ve meşruti bir yönetime geçilmesi tartışılıyordu. Sırplar karşısında sağlanan askeri başarılara kar­ şın, Rusların savaşa son verme konusun­ daki ültimatomunu Babıâli kabul etmek zorunda kaldı. Sırbistan ile ateşkes imza­ landı. Bu arada anayasanın hazırlanma­ sı için oluşturulan komisyon,çalışmalanna başladı, istifa eden Rüştü Paşa'nın yeri­ ne Mithat Paşa sadrazamlığa getirildi (19 aralık 1876). Dört gün sonra Paris antiaşması'nda imzası bulunan devletler Bal­ kanlardaki durumu görüşmek üzere İstanbul’da toplandı (Tersane konferan­ sı). Aynı gün osmanlı anayasası (Kanuni esasi) ilan edildi (23 aralık 1876). Anayasa'nın Tersane konferansı’na yetiştirilme­ sinin amacı Balkanlar'daki azınlıklara verilecek ayrıcalıklar konusundaki aşırı is­ tekleri engellemekti. Ancak, büyük dev­ letler Anayasa'yı ciddiye almadılar ve Osmanlı devletini Balkanlar'da önemli ödünler vermeye zorlayan bir program sundular. Osmanlı hükümeti Tersane konferansı’nın kararlarını reddetti. Abdül­ hamit ll'nin isteğiyle sorun olağanüstü bir mecliste yeniden görüşüldü ve bir kez da­ ha reddedildi. Karar Tersane konferansı’ nın son toplantısında (20 ocak 1877) ilgili devletlere bildirildi. Büyük devletlerin el­ çileri, yerlerine birer işgüder bırakarak İs­ tanbul’dan ayrıldılar. Konferansın dağılmasının ardından Ab­ dülhamit II, Mithat Paşa'yı azletti ve Anayasa'nın ünlü 113. maddesine dayanarak yurt dışına sürdü. Ancak, Kanuni esasi ­ ye karşı çıkmadı. Seçimleri yaptı ve mec­ lisi topladı (19 mart 1877). Rusya'nın savaş açmasını engellemek isteyen İngil­ tere'nin girişimiyle hazırlanan Londra pro­ tokolü mebusan ve ayan meclislerinde görüşülerek reddedildi. Bunun üzerine Rusya, Osmanlı devletine savaş açtı (24 nisan 1877). Savaş, Osmanlı devleti aley­ hine gelişti. Ruslar doğuda Erzurum’a, batıda Edirne'ye kadar geldiler (-* DOKSANÜç HARBİ). Abdülhamit II ateşkes is­ temek zorunda kaldı. Rusların öne sürdüğü barış koşullarının mecliste görü­ şülerek bir karara varılmasını istedi. An­ cak meclis böyle bir sorumluluğu almak istemedi. Anayasa gereğince seçilen ikin­ ci meclis 1878 ocak başlarında toplandı. Mecliste yenilginin gerginliğiyle başta sadrazam olmak üzere devlet adamları sert biçimde eleştirildi, yenilgiye neden olan komutanların yargılanmaları istendi. 31 ocak 1878'de Ruslarla mütareke im­ zalandı. Ardından Abdülhamit II, Anayasa'nın kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclisi mebusanı süresiz tatil etti (13 şubat 1878). ingilizlerin donanma­ larını Marmara'ya sokmaları üzerine Rus­ lar Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar ilerledi, imzalanan Ayastefanos antlaşmasıyla (3 mart 1878) Karadağ, Sırbistan ve Roman­ ya’ya tam bağımsızlık ve toprak veriliyor; Tuna'dan Ege'ye uzanan ve Makedon­ ya’yı da içine alan bir Bulgaristan kabul ediliyordu. Bosna-hersek'e, Girit’e, Ermenilerin de bulunduğu vilayetlere ayrıcalık veriliyor; Kars, Ardahan, Batum, Sayezit Rusya’ya bırakılıyor, ağır savaş tazmina­ tı yükleniliyordu. Ayastefanos antlaşma­



sı'™ çıkarlarına aykırı bulan Ingiltere’nin girişimiyle Berlin’de yeni bir kongre top­ lanması kararlaştırıldı. Bu arada Kıbrıs’ın yönetimi Berlin kongresi'nde yapacağı yardıma karşılık geçici olarak İngiltere'ye bırakıldı (4 haziran 1878). Berlin antlaş­ ması (13 temmuz 1878) Ayastefanos ant­ laşması'™ batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda değiştirdi. Osmanlı devleti ağır savaş tazminatı yanında büyük top­ rak kayıplarına uğradı. Antlaşma, Osman­ lI devletinin parçalanmasını çabuklaştıran birçok sorunu da birlikte getirdi. BosnaHersek'in yönetimi Avusturya’ya bırakıl­ dı (1879), Fransa Tunus'a el koydu (1881), ingilizler Mısır’ı işgal ettiler (1882). Abdülhamit II Meclisi mebusan’ı tatil et­ tikten sonra devlet yönetimini yavaş ya­ vaş tekeline aldı. Kişisel konutu Yıldız sarayı’nı devlet yönetiminin de merkezi durumuna getirdi. Çevresinde bir dizi özel danışma komiteleri oluşturdu. Saray'da oluşmaya başlayan yüksek ulema, bürok­ rasi ve paşalar aristokrasisini rütbeler, ma­ aşlar, ihsanlarla kendisine bağlamayı başardı. Sadrazam ya da başvekil sanıy­ la atadığı hükümet başkanlarını, Kanuni esasi ile tanınan yetkileri yanında gele­ neksel yetkilerinden de yoksun kıldı. Du­ rumunu sağlamlaştırınca Mithat Paşa’yı Abdülaziz’in öldürülmesinden sorumlu tu­ tarak Yıldız sarayı'nda kurdurduğu özel mahkemede yargılattı. Mithat Paşa’nın sürgün edildiği Taif'te öldürülmesine göz yumdu. Murat V'i yeniden tahta çıkarmayı amaçlayan Ali Suavi'nin darbe girişimi; aynı amaca yönelik Kleanti Skalieri-Aziz Bey komitesinin açığa çıkarılması hal edil­ me korkusunu artırdı. Sıkı bir istibdat re­ jimine yöneldi. Geniş ,bir hafiye örgütü oluşturdu. Kadrolarını büyük bir gönüllü­ ler ordusunun oluşturduğu bu örgütün asıl hedefi, sadrazam, şeyhülislam, nazır, paşa, genç öğrenciler gibi padişahı dü­ şürebilecek konumdaki kişilerdi. Basına uygulanan sansür gülünç boyutlara ulaştı. Abdülhamit'ın dış siyasetinin temel amacı var olan durumu korumak, yeni ça­ tışmalardan kaçınmaktı. Fransızların Tu­ nus'ta, ingilizlerin Mısır'da yarattıkları olupbittileri kabul etti. Ancak Girit’teki ayaklanmaya yardım eden Yunanistan’a savaş açtı (1897). Berlin konferansından XX. yy. başlarına kadar herhangi bir dev­ letle sürekli anlaşma yoluna gitmedi. Bü­ tün yabancı devletlere aynı güvensizlikle yaklaştı. Emperyalistler arasındaki çeliş­ kilerden zekice yararlandı. En tehlikeli devlet saydığı İngiltere’nin karşısına Mı­ sır'da Fransa'yı, Basra körfezinde Alman­ ya’yı çıkardı. Fransa ve İtalya'yı Kuzey Afrika'da karşı karşıya getirdi. Balkan devletlerinin Osmanlı devletine karşı bir­ leşmelerini önlemek için aralarındaki an­ laşmazlıklardan yararlandı. Rusya ile yeni bir çatışmaya girmekten özellikle kaçın­ dı. Batılı devletlerin hıristiyan azınlıklarla ilgili olarak Osmanlı devletine baskıları za­ man zaman diplomatik bunalımlara ve gerginliklere yol açıyordu. Abdülhamit II bazı konularda geriledi (Makedonya ve Lübnan’da), Ermeni sorunundaysa diren­ di. Berlin antlaşması’nın Ermenilerin de oturduğu vilayetlerde ıslahat yapılmasına ilişkin hükümlerini, Ermeniierin hiçbir yer­ de çoğunlukta olmadığını belirterek uygu­ lamadı. Filistin sorununda da aynı biçimde davrandı. Siyonistlerin Filistin'de devlet kurmak için yaptıkları para öneri­ sini geri çevirdi. XX. yy.'ın başlarında git­ tikçe güçlenen Almanya’ya yanaştı. Almanya ile iktisadi işbirliğinin ülkeyi güç­ lendireceğini umuyordu, iktisadi düzey­ de başlayan ilişkiler Osmanlı impara­ torluğumu Almanya'nın siyasal etkisine sokan gelişmelerin başlangıcı oldu. Tanzimat’ın Osmanlıcılığına karşı İslamcı­ lık siyasetini benimsedi. Özel önem ver­ diği halifelik kurumunu bir dış siyaset aracı olarak kullandı. Bu yolla imparator­ luğun İslam öğelerinin Osmanlı devletine bağlılığını güçlendirmeye çalıştı, İslamcı­ lık siyasetinin Batılı devletlerin kışkırttığı



Abdülkadir bin Muhittin Araplar arasındaki ayrılıkçı eğilimleri etki­ sizleştireceğine inanıyordu. Bu amaçla Arap eyaletlerinin ulema ve memurlarını yüksek rütbelere yükseltti ve kişisel hiz­ metine aldı. Arap eyaletlerindeki tekke ve zaviyelere ayrıcalıklar tanıdı, para yardı­ mı yaptı. İstanbul'da topladığı tarikat ön­ derlerine geniş olanaklar sağladı. Avrupa’dan alınmış yöntemlerle değil, ge­ leneklere ve şeriata dayanarak ayakta du­ ran bir düzene kavuştuğuna inanan halk, Abdülhamit II rejiminin asıl dayanağını oluşturdu. Çoğu AvrupalI devletlerin işga­ linde bulunan İslam ülkelerinde halifenin saygınlığı arttı. Avrupa diplomasisinin, Abdülhamit H'nin halifeliğinde gizli bir guç yattığı sanısına kapıldığı zamanlar oldu. Abdülhamit II dış borçların daha fazla art­ mamasına, var olanlarının düzenli biçim­ de ödenmesine özen gösterdi. Ancak, sürekli para sıkıntılarından kurtulmak için, kendisinden önceki padişahlar ölçüsün­ de olmamakla birlikte o da istikraz yap­ mak zorunda kaldı. Dış borçların ödenmesi için kurulan Düyunu umumiye idaresi (1881) ülkenin belirli gelirlerine el koyarak tüm iktisadi yaşama egemen ol­ du. Ülkedeki yabancı sermaye yatırımla­ rı arttı. Fransız, İngiliz ve Alman sermayesiyle Anadolu ve Rumeli’de de­ miryolları yapıldı. Bağdat demiryolu için Almanya’ya imtiyaz verilmesi ingilizlerin ve Fransızların tepkisiyle karşılaştı. Tanzimatla başlayan yeni düzenleme­ ler Abdülhamit II döneminde de sürdü. Rüştiye ve idadiler yaygınlaştırıldı. Hukuk mektebi, Sanayii nefise, Ticaret mektebi, Darülfünun açıldı. Polis örgütü batılı ör­ neklerine göre yeniden düzenlendi. Emekli sandığı kuruldu. Ceza usulü ve Ti­ caret usulü kanunları çıkarıldı. Aralarında Colmar von der Goltz'un da bulunduğu alman askeri uzmanların yardımıyla ordu­ nun yenileştirilmesine çalışıldı. Abdülhamit II rejimi baskıcı yöntemle­ rine, görünüşteki durgunluğuna karşın yeni bir muhalif kuşağın doğmasını engel­ leyemedi. Siyasal düzeyde başkaldırı, genç kuşak arasında ve bir aydın hare­ keti olarak ortaya çıktı. Yüksek öğrenim kurumlarında özellikle Tıbbiye ve Harbiye'de gizli cemiyetler; çoğunluğu subay­ lardan oluşmakla birlikte, sivilleri de içine alan gizli komiteler kuruldu. Avrupa'ya ka­ çan muhalifler Paris'te, Cenevre’de mer­ kezler oluşturdular. (-*JÖN TÜRKLER.) 1908 haziranında, Manastır ve Selanik' teki birlikler Abdülhamit II rejimine karşı ayaklandılar. Saraya Kanuni esasi’nin yü­ rürlüğe konmasını isteyen telgraflar yağ­ maya başladı. Abdülhamit II bu durum karşısında Kanuni esasi'yi yürürlüğe koy­ mak zorunda kaldı (23 temmuz 1908). Yeni meclis 17 aralık 1908’de Abdülha­ mit II tarafından açıldı. Mecliste çoğunlu­ ğu ele geçiren ittihat ve Terakki fırkası’nın komitacı yöntemlerinin yarattığı tepki Meş­ rutiyet karşıtı "31 mart * vakasfna yol açtı. Rumeli'deki kuvvetlerden derlenen Hareket ordusu İstanbul’a yürüyerek ayaklanmayı bastırdı. Ayastefanos'ta top lanan Ayan ve Mebusan meclisleri Abdül­ hamit ll'nin tahttan indirilmesine karar verdi (27 nisan 1909). Abdülhamit II ya­ kınlarıyla birlikte Selanik’teki Alatini köş­ küne yerleştirildi. Balkan savaşı sırasında Selanik’in savunulamayacağı anlaşılınca İstanbul'a getirildi. Kalan yaşamını Bey­ lerbeyi sarayı'nda tamamladı. Karaciğer kanserinden öldü. Cenazesi hükümdar­ lara özgü törenle Divanyolu'ndaki Mah­ mut H türbesine gömüldü. ( -> Kayn.). A B D Ü LH A M İT BİN EBÜLHADİD, (izzet'in Ebû Hamld b. Hibetullah elMeda'inı), Mutezile kelamcısı ve yazar (Medayin 1190-? 1258). Bağdat'a gide­ rek iyi bir öğrenim gördü, ünlü bilginler­ den dil, dilbilgisi ve kelam dersleri aldı. Çeşitli görevlerde bulundu. Bağdat Mo­ ğolların eline geçince, NasıreddinTusı ta­ rafından buranın kütüphanelerinde görevlendirildi. Şerhu Nehc il-belaga, el-



Felek üd-dâ'ir, İbn Sina'nın Ocuze’sinin şerhi, mensur ve manzum şiir, kelam, ta­ rih metinlerinden seçmeleri içeren elAbkariy ül-hassan başlıca yapıtlarıdır. A B D Ü L H A M İT B İN V A S İ B İN T Ü R K (Ebu'l-fazl Muhammet),ibn Türk de denir, türk kökenli matematikçi (Maveraünnehr, Hottal ?-? IX. yy.'ın ilk yarısı?). Cebir konusunda çağının ilerisindeydi. Yapıtlarından büyük bir çoğunluğu günü­ müze kadar gelemedi. Adları bilinen ya­ pıtları şunlardır: matematikle ilgili Kitâb ül-câmi’ fi'l-hisâb (altı kitaptan oluşan bu yapıtın yalnızca Kitab ül-cebr ve Vmukabele adını taşıyanı ve Aydın Sayılı. tarafından Logical necessities in mixed eçuations by Abd al-Hamid ibn Turk and the algebra of his time [Ankara, 1967] adıyla yayımlandı); matematik işlemlerin­ den söz eden, Kitab Cıl-muâmelât; ölçü­ mü içeren; Kitab ül-mesâha. AB D Ü LH A M İT BİN Y A H Y A , arap yazar (öl. 750'ye doğr.). Arap mektup edebiyatının yaratıcısıdır. Yapıtlarında Yu­ nan ve İran etkisi görülür. A B D Ü LH AM İT



ÇELEBİ



-



LÂRİ



EFENDİ.



A b d ü lh a m it düyarfcan, Nahıt Sırrı Örik’in romanı (ilk basımı Sultan Hamid düşerken adıyla, 1957; sadeleştirilmiş ikinci basımı, 1976). II. Meşrutiyetin ila­ nından Hareket ordusu’nun Yeşilköy'e gelişine kadar geçen dönemde bazı ta­ rihsel kişileri ve üst düzeyde bir osmanlı devlet adamının ailesi çevresindeki olay­ ları ele alır. Düşüş adıyla Kemal Bekir’in oyunlaştırdığı yapıt, bu sanatçıya Anka­ ra Sanatsevenler derneği’nin en iyi oyun yazarı ödülünü kazandırdı (1977). AB D Ü LH AM İT HAN (Mevtana), bengalli siyaset adamı (Tangari, Hindistan [bugün Bangladeş] 1883 ya da 1889Dakka 1976).Avami Müslüman birliği'nin kurucuları arasında yer aldı. Ancak birli­ ğin izlediği batı yanlısı siyaseti protesto et­ mek için örgütten ayrıldı. Bunun üzerine, 1954'ten beri yeraltında etkinlik gösteren Pakistan komünist partisi üyeleriyle birlik­ te Ulusal avami partisi'ni kurdu, daha sonra da bu partinin komünist Çin yanlısı kanadının başına geçti. Mart 1971 'de As­ sam, Meghalaya ve Tripura’nın dağlık bölgelerinde, köylülerden oluşan bir par­ tizan ordusu kurdu. Mart 1973’te, bağım­ sız Bangladeş'te yasa! ilk seçimler için yürütülen kampanya sırasında Abdülha­ mit Han "islami sosyalizm" temeline da­ yalı eşitlikçi bir toplum kurulmasını savundu ve Avami birliği'nin kötü yöneti­ mini eleştirdi; ancak kendi partisi seçim­ lerde yalnızca bir sandalye kazanabildi. Abdülhamit Han 1974'te tutuklandı, son­ ra serbest bırakıldı. A B D Ü LH A M İT LAHUR İ, Hin-Türk imparatorluğu tarihçisi (7-1654), Şah Ci­ han döneminin (1628-1658) resmi tarih' olan Padşahname'yi yazdı. Yapıt her biri on yıllık olayları içeren üç ciltten oluşur. Şah Cihan'ın otuz yıllık saltanatının ilk yir- 1 mi yılını kapsayan iki cildi kendisi, kalan on yıllık dönemin olaylarını içeren son cil­ diyse öğrencisi Muhammet Varisi tarafın­ dan yazıldı. Padşahname, ayrıca . dönemin devlet adamları, hekimleri, şa­ irlerine ilişkin bilgiler de içerir. AB D Ü LH A M İT ZEHRAVİ,arap milli­ yetçisi (Hama1871-Şam 1916). Din eğiti­ mi gördü, fıkıh ve felsefede uzmanlaştı. Hama'da Abdülhamit II yönetimine karşı bir dergi yayımladı, Mısır’a kaçtı (19021908), meşrutiyetin ilanı üzerine Hama mebusu seçildi (1908). Hürriyet ve İtilaf fırkası'na katıldı, fırkanın sözcülüğünü yaptı (1911). Paris'teki Arap kongresi'ne başkanlık etti (1913). Ayan üyeliğine ge­ tirildi (1913). Birinci Dünya savaşı'nda, ay­ rılıkçılık güttüğünden Aliye* Divanı harbi'nin kararıyla idam edildi. AB D Ü LH AY CELVETİ, türk tasavvuf



şairi (?-? 1705 ya da 1706). Saçlı İbrahim Efendi'nin oğlu. Celvetiye tarikatının şeyh­ lerinden. Şiirleri bir araya toplanmadı. Asıl ününü çoğu bestelenen ilahileriyle yaptı. Ayrıca İmam Busiri’nin Kaside-i Bürde yapıtını manzum olarak çevirdi. Ayrıca Fatiha tefsiri vardır.



29



A B D Ü LH A Y M USAVVİR (Hoca Abdülhay), minyatür ressamı (XIV. yy. sonuXV. yy. başı). Önce Celayirli sultanı Üveys bin Hasan'ın (1356-1374) sarayında ça­ lıştı ve onun tarafından eğitildi. Daha son­ ra sultan Ahmet bin Üveys (1382-1410) döneminin ünlü sanatçısı Şemsettin'in öğ­ rencisi oldu. 1393’te, Timur'un Bağdat'ı işgalinden sonra Semerkand'a götürüldü, ölümüne değin orada yaşadı. Topkapı sa­ rayı müzesi’nde bulunan bir albümdeki imzalı minyatürü, geç celayirli, erken timurlu saray üslubundadır. Kimi eski kay­ naklarda, sanatçının mürekkep resimleri yaptığına ilişkin bilgiler vardır. ABDÜLİLAH (Taif 1913;Bağdat 1958). Hicaz emiri Ali'nin oğlu, Ürdün kralı Ab­ dullah ile Irak kralı Faysal l'in yeğeni. 1939-1953 arasında Faysal II adına Irak kral naipliği yapan Abdülilah, İngiltere’nin müttefiki olduğu için, Raşit Ali'nin 1941'deki hükçmet darbesiyle ülkeden kovuldu. Ancak, İngiliz müdahalesi sonu­ cu yeniden iktidara geldi ve 1943'te Mih­ ver devletlerine karşı savaş açtı.1953’ten sonra da Faysal ll’nin başdanışmanı ola­ rak görev yaptı; cumhuriyeti kuran ve Abdülkerim Kasım'ı da iktidara getiren 14 temmuz 1958 darbesi sırasında kral Faysal'la birlikte öldürüldü. A B D Ü LK A D İR , Ankara valisi Ab­ dülkadir diye bilinir, türk yönetici (? 1881-Ankara 1926). Harbiye'yi bitirdi. Balkan komitacılarıyla çatışmalarda yarar­ lık gösterdi. Gizli ittihat ve Terakki cemiyeti'ne girdi; cemiyetin fedaileri arasında yer aldı. 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket ordusu'na katıldı (1909).Balkan savaşı’nda Çatalca savunmasında bulun­ du. Birinci Dünya savaşı’nın son yılların­ da Musul vali ve komutanlığına atandı. Mütarekeden sonra İngilizlerce tutuklan­ mak istenince Anadolu’ya geçti. Ankara valiliğine getirildi. Önce Ankara'da son­ ra İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’yı hedef alan suikastin örgütlenmesine katıldı. Su-_ ikast girişimi açığa çıkarılınca İstanbul’da' saklandı. Bulgaristan'a kaçmak isterken yakalandı, istiklal Mahkemesi kararıyla idam edildi. A B D Ü L K A D İR BİN M E L İK Ş A H BEDAUNİ - BEDAUNİ. ABD Ü LKA D İR BİN M UHAM M ED EL-KUREYŞİ (Muhittin Ebu Muham­ met), mısırlı yazar. Hanefi hadis ve fıkıh bilginlerinin yaşamöykülerini yazdı. Baş­ lıca yapıtları: el-inaye fi tahriri hadis ilhıdaye, et-Tahavi'nin Meani'l-asar şerhi, Tertibu tezhıb i!-esma ve'l-lugat, el-Bustan fi feza 'it İn-Nu'man.el-Cevahir ül-mudiye fi tabakat il-hanefiye. A B D Ü L K A D İR BİN M U H İT T İN , arap emir (Maskara yakınında [bugün Muaskar] 1808-Şam 1883). 1832'de Araplar'ın sultanı ilan edilen Abdülkadir, Fransızlar'a karşı babasının başlattığı ve 1847’de biten kutsal savaşı (cihat) sürdür­ dü. 1833'te Oran önünde başarısızlığa uğradı, buna karşın 1834'te general Desmichels ile, ülkenin batısında egemenli­ ğini' kabul ettirme olanağı sağlayan bir antlaşma yapmayı başardı. Ama anlaş­ mazlık yeniden ortaya çıktı.1835’te Abdül­ kadir general Trözel’i Makta'da büyük bir yenilgiye uğrattı. Mareşal Clauzel tarafın­ dan yönetilen fransız karşı saldırısı, emirin başkenti olan Maskara'nın, sonra da Tlemsen'in işgal edilmesiyle sonuçlandı. Yine de sınırlı işgal politikasına bağlı ka­ lan Bugeaud 1837'de Tafna antlaşmasıy­ la, Abdülkadir'in Oran iline ve Cezayir ili­ nin kıyı dışındaki bir bölümüne sahip ol­ masını kabul etti. 1839'da Orlöans dü-



Abdülkadir Bin Muhittin



Abdülkadir bin Muhittin 30



kü, Konstantin kentini Demir Kapılar gegidiyle Cezayir’e bağlayınca Abdülkadir Fransa'nın Tafna antlaşması’nı çiğnediği­ ni ileri sürdü ve cihat ilan ederek ansızın Mitica’ya saldırdı. Kont Valöe birkaç yer­ de Abdülkadir'i yenilgiye uğrattıysa da, Fransızlar’ınbütünCezayir’i işgal etmele­ ri, özellikle, aralık 1840’ta genel valiliğe getirilen Bugeaud'nun saldırıları sonunda gerçekleşti. 1843’te ailesinin Aumale dü­ kü tarafından ele geçirilmesi Abdülkadir’e büyük bir darbe oldu. Kabileler boyun eğdiler. Abdülkadir Fas’a doğru çekildi. Ama müttefiki olan fas sultanı Abdurrahman'ın 1844'te isli savaşı'nda bozguna uğramasından ve sultanın 1846'da Ab­ dülkadir’e karşı aldığı düşmanca tavırdan sonra Abdülkadir, Sidi-Brahim'de (1845) son bir başarı sağladıysa da aralık 1847’de general Lamoriciöre'e teslim ol­ mak zorunda kaldı. 1852’ye kadar Fran­ sa’da gözaltında tutulduktan sonra, Bursa’ya (1853), sonra da Şam’a (1855) çe­ kildi. Bugün bağımsız Cezayir Cumhuriyeti'nce ülkenin en büyük kişilerinden biri ola­ rak kabul edilen emir Abdülkadir'in kül­ leri 1966'da Şam’dan getirilerek Cezayir yakınında el-Aliye mezarlığındaki "şehit­ ler bölümü” ne gömüldü. A B D Ü L K A D İR B İN Ö M ER ELBA Ğ D AD İ, arap dilbilimci (Bağdat 1621-Kahire 1682). ilköğrenimini Bağ­ dat’ta yaptı, arapçanın yanı sıra farsça ve türkçe öğrendi. 1638’de Şam’a giderek arapçasını ilerletti. Kahire’ye geçti (1640), Ezher’de ünlü bilgin Hafaci’den dinsel ve yabancı kökenli bilimleri öğrendi (1659). Hafaci ölünce zengin kitaplığı Abdülkadir'e kaldı. İstanbul'a gitti (1667). Aynı yıl Kahire’ye döndü, Mısır valisi Kethüda İb­ rahim Paşa ile tanıştı ve büyük saygı gör­ dü. Paşa azledilince onunla birlikte Edirne’ye geldi. Köprülü Fazıl Ahmet Pa­ şa ile tanıştı, ibn Hişâm'ın Bânat Su'âd kasidesi için yazdığı şerhi ona ithaf etti. Başlıca yapıtları: Hizânet ül-edeb, Serhu, Sevâhid ve Lugat-ı Sahnâme (farsçatürkçe)dir. A B D Ü LK A D İR ÇELE Bİ EFENDİ H a m ld i, türk şeyhülislam (? - Bursa 1548). Hamidli (Ispartalı) olduğundan Hamidi, mevleviliğinden ötürü de Çelebi di­ ye anılır, ilmiye mesleğine girdi, çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1520’de Bursa, 1522'de İstanbul kadılığında bu­ lundu. Aynı yıl Anadolu kazaskerliğine getirildi. On dört yıl kaldığı bu görevde dürüstlüğüyle tanındı. Rakiplerinin etkisiy­ le azledilerek emekliye ayrıldı. Emekliliği sırasında hacca gitti. 1542’de şeyhülis­ lamlığa getirildi. Rahatsızlığı yüzünden üç ay sonra bu görevinden ayrıldı. Kına kul­ landığı için soyundan gelenlere Kınalızade denilmiştir. Fetava-yı kadriyye adlı ya­ pıtı, fetvalarını içerir. AB DÜ LKADİR EFENDİ (Topçular kâ­ tibi), türk tarihçi (XVI-XVII.yy.). Yaşamına ilişkin bilgiler kendi yapıtına dayanmak­ tadır. Topçu ocağında yetişti. 1595’te top­ çular kâtibi oldu. Eflak seferine (1595) ka­ tıldı; Eğri, Haçova savaşlarında (1596), Budin savunmasında (1601), IstoniBelgrad’ın geri alınmasında (1602) bulun­ du.Kuyucu Murat Paşa'nın ve Murat IV' ün İran seferlerine katıldı. 1591-1644 yıl­ ları olaylarını kapsayan Tevarih-i al-i Os­ man ya da Vekayi-i tarihiye adıyla bilinen yapıtında ordunun beslenme ve donanı­ mı ile başta top olmak üzere savaş gereç­ leri hakkında bilgi verir; katıldığı savaşla­ rı gözlemlerine dayanarak anlatır. ABDÜLKADİR EFENDİ Ramazanzade — RAMAZANZADE ABDÜLKADİR EFEN­ Dİ.



AB D Ü LK A D İR EFENDİ (Seyit), türk siyaset adamı (? 1851-Diyarbakır 1925). Abdülhamit ll'nin baskıcı yönetimine karşı çıktı. 1908 meşrutiyeti'nden sonra ayan üyesi oldu. Mütareke döneminde Kürdis-



tan Teali cemiyeti'ni kurdu (1918). Damat Ferit Paşa'nın ilk kabinesinde Şurayı dev­ let başkanlığı yaptı (1919). İngiliz ajanı Novvill’le işbirliği yaparak Sivas1kongresi’ ni dağıtmak istedi. Şeyh Sait ayaklanma­ sı (1925) sırasında yakalandı. Şark istik­ lal mahkemesi kararıyla idam edildi. AB D Ü LKA D İR EFENDİ (Mehmet), türk şehzade (İstanbul 1878-Sofya 1944). Abdülhamit ll’nin ikinci oğlu. Osmanlı ha­ nedanının yurt dışına çıkarılmasından sonra Macaristan’da ve Bulgaristan’da yaşadı, ikinci Dünya savaşı sırasında Sof­ ya’da öldü. (-» Kayn.) A B D Ü LKA D İR G EY LAN İ, G İLAN İ ya da C İL A N İ, Muhittin Ebu Muham­ met bin Ebû-salih Cengidost da denir, kadiri tarikatının kurucusu, hanbeli mez­ hebi kelamcısı, vaiz, sufi (Gilan 1077/78 - Bağdat 1166). Bağdat’ta hanbeli fıkhı ve hadisle ilgili alanlarda öğrenim gördü. Sonradan tasavvufa eğilim gösterdi. Ta­ rikat hırkası giyerek sufiler arasına katıl­ dı. Elli yaşındayken başladığı vaizliğiyle ünü İslam ülkelerine yayıldı. Geylani'ye Gavs-i azam (en büyük yardımcı), Bazullah (Allahın doğanı) gibi unvanlar verildi. Ayrıca fetva, tesfir, hadis ve fıkıh alanla­ rında da tanındı. Vaizliğindeki başarısı, birtakım yahudi ve hıristiyanın müslüman olmasını sağladı. Kendisi için Bağdat'ta Halbe kapısı dışında bir tekkeyle binalar yapıldı. Kurduğu tarikat, oğullan ve oluş­ turulan vakıflar sayesinde varlığını koru­ du. Ancak bu tarikatın merkezi Xll!.yy.’da Moğol!ar,XVI. ve XVIII.yy.’larda da Safeviler tarafından ortadan kaldırıldı. Osman­ lIların Bağdat’ı alması üzerine, eskisinden daha görkemli bir biçimde canlandırıldı. Yıkık olan türbesi, Kanuni Sultan Süley­ man tarafından, 1535’te yeniden yaptırıl­ dı. Abdülkadir Geylani'nin bilinen yapıt­ larının hemen hepsi, dinsel öğüt, hutbe, ahlak ve tasavvufla ilgilidir. Bunlar arasın­ da ei-Gunye li-talibi tarik il-hakk, Fütuh ulgayb anılmaya değer. A B D Ü LKA D İR İSFAHANI, türk mi­ mar (XV.yy.). Yaşamına ilişkin bilgi yok­ tur. Ankara'da, Tabakhane mahallesi, Kahkaha sokaktaki Abdülkadir İsfahanı (Tabakhane) mescidinin mimarı olduğu sanılır. Yapı, düzeyli taş-tuğla işçiliği ve mihrabıyla Ankara’nın,XV.yy.’da yapılmış önemli mescitlerindendir. A B D Ü LK A D İR K E M A L İ -* ÖĞÜTÇÜ (Abdülkadir Kemali). AB D Ü LKA D İR M ERAOİ, Hace İbn ül-Gaybi de denir, türk müzikbilimci ve besteci (Meraga, Azerbaycan 1360 ? Herat 1435). ilk derslerini, tanınmış bilgin ve müzikçilerden olan babası Gıyasettin Gaybi’den aldı. Daha sonra dönemin ün­ lü öğretmenlerinden müzik, edebiyat ve hat sanatının inceliklerini öğrendi. 1377’de Celayirli hükümdarı Hüseyin’in düzenlediği bir beste yarışmasını kazan­ dıktan sonra Saray’a alındı. 1393’te Bağ­ dat’ı alan Timur, aralarında Abdülkadir' in de bulunduğu birçok bilgin ve sanat­ çıyı Semerkand’a götürdü; Abdülkadir, Timur’un baş müzikçisi oldu. Bir ara bi­ lim ve sanat adamları, yarı deli oğlunun ahlakını bozdukları gerekçesiyle Timur’ un hışmına uğradılar. Bunlar arasında Abdülkadir de vardı. Ancak kendini ba­ ğışlatmayı başardı. Daha sonra gelen Timurlu hükümdarlarının da koruma ve desteği altında yaşayan Abdülkadir, bir veba salgınında öldü. Safiyüddin Urmevi'den sonraki türk müziği kuramcılarının en önemlilerinden olan Abdülkadir ku­ ramsal yapıtlarında, bir yandan var olan makam, usul ve çalgılar üzerine bilgi ve­ rirken, bir yandan da müzikle ilgili kendi buluşlarını açıklar: Zübdet ül-edvar, Fevaid-i aşere, Cami ül-elhan, Kenz ülelhan, Makasıd ül-elhan, Şerh ül-kitab üledvar. Abdülkadir’in bini aşkın bestesin­ den günümüze ulaşabilen olmamıştır. An­ cak, daha sonraki bestecilerce XV.yy. türk



müziği biçeminde bestelenmiş kırk dola­ yında yapıt Abdülkadir’e mal edilmiştir. Bugün, bu olağanüstü güzel yapıtlar, ger­ çek bestecileri belirlenemediğinden ve açık bir biçem birliği gösterdiklerinden tek bir bestecininmiş (Abdülkadir'inmiş) gibi ele alınırlar. (-* Kayn.) ABD Ü LKA D İR PA ŞA , türk kaptanıderya (XVII. yy.). Kaptanıderya Hüsam Beyzade Ali Paşa’nın oğlu. Cezayir Bey­ lerbeyliği rütbesiyle kaptanıderya oldu (1661). Aynı yılın sonlarında görevden alındı. Rodos, Kıbrıs, Sivas valiliklerinde bulundu. 1678’de ikinci kez Rodos valisi oldu. Kaptan Mustafa Paşa’nın İzmir’de ölümü üzerine donanmayı İstanbul’a ge­ tirdi (1680). Koyunadaları deniz savaşına katıldı (1695). ABDÜLKADİR ŞEYHİ EFENDİ, türk şeyhülislam (İstanbul 1514-ay.y.1594). Unlü mutasavvıf Şeyh Kerim Hacı Efen­ di’nin oğlu olduğundan Şeyhî diye anılır. Dayısı Ebussuut Efendi’den ders gördü. Gelibolu Sarıca Paşa ve İstanbul Süleymaniye medreselerinde müderrislik yaptı. Şam (1566), Mısır (1566), Bursa (1568), İstanbul (1569) kadılıklarında bulundu. Anadolu, ardından Rumeli kazaskerliğine getirildi (1570). Emekliye ayrıldı (1573). Yeniden Süleymaniye darüihadis’ine mü­ derris atandı (1583). Şeyhülislam oldu (1587). Beylerbeyi* vakası sırasında gö­ revden alındı (1589). A B D Ü L K A D İR -İ BELHİ Gufam-ı Ka«flr, türk mutasavvıf,şair (Belh 1839istanbul 1923). Belh'te hükümdarlık etmiş Burhanettin Kılıç, Şah Haşan, Şah Hüse­ yin’in soyundan mutasavvıf Seyit Süley­ man’ın oğlu. 300 kadar müridiyle Belh’ ten ayrılan babasının yanında İran ve Irak’ı dolaştı, Konya (1860) ve Bursa’da (1864) bulundu. Padişah Abdülaziz’in çağrısı üzerine İstanbul'a gelen ve Eyüp Nişancası'ndaki Şeyh Murat dergâhına şeyh olan (1868) babası Süleyman Efen­ di’den sonra bu makama geçti (1878), ölümüne değin bu makamda kaldı. Nak­ şibendi ve hamzavi inancına bağlıydı. Farsça manzum olarak tasavvuf öğretisi­ ni konu edinen Esrar üt-tevhid adlı kitabı Nazım Paşa tarafından türkçeye çevril­ miştir. Sünuhat-ı ilahiye, ilhamat-ı Rabbaniyye, Şümus-ı envar, Şems-i rahşan gi­ bi farsça yapıtları da vardır. Divan-ı Belhi adını taşıyan büyük hacimli divanında türkçe, farsça, Çağatayca tasavvuf içerikli şiirleri yer alır. AB D Ü LK A H İR CÜRCANİ, Ebu Be­ kir bin Abdurrahman, İran asıllı arap dil­ bilimci, retorik ve edebiyat kuramcısı (Cürcan ? - ay.yA 078). Öğrenimini ülke­ sinde yaptı. Arap dilbilgisini konu alan Kitab ül-cümel ve Mi'e amil (ya da el-Evamil ül-mi'e) ve edebiyat sanatlarına, kuram­ larına ilişkin Delail ül-icaz ve Esrar ülBetaga adlı kitaplarıyla tanınır. Özellikle son iki kitabı kendi alanlarında çok önemli sayılır. Bunlardan Esrar ül-Belaga, H. Ritter tarafından Die Geheimnisse der Wortkunst adıyla almancaya çevrildi. Â B DÜLKAYSLÂR, Doğu Arabistan'­ da Bahreyn bölgesinde eski bir arap ka­ bilesi. Rebia kabilelerinin bir koludur. Ka­ bile adını Kays denilen bir puttan alır (Abdülkays, Kays’ın kulu anlamına gelir). Bu kabileden olanlara Abdi, seyrek olarak da Abkasi denir. Kabilenin en önemli kolları Labu ve Afsa'dır. Atsalar da Şam ve Lukayz gruplarına ayrılır. Abdülkayslar sık sık Iran kıyılarını yağmaladıkları için, Sasanilerden Şapur 11(310-379) tarafından ağır biçimde cezalandırıldılar, bir bölümü de Persis'e yerleştirildi. 630'da islamiyeti kabul ettiler. İran’da Fars bölgesinin alın­ masına katıldılar. Zübeyr ve Muaviye ile savaşlarında halife Ali’nin yanında yer al­ dılar. Haricilere karşı yönetimi destekle­ diler. Abbasiler döneminde Karmati ayak­ lanmalarına katıldılar.



Abdüllatif Suphi Paşa A B D Ü LK A Y Y U M N A Ş İR İ, Kazan Türklerinden dilci ve yazar (Kazan, Svyajsk 1825-74902). Kazan'da medre­ se eğitimi gördü, rusça öğrendi (18411855). Rus okullarında öğretmenlik, Ka­ zan üniversitesi’nde öğretim üyeliği yap­ tı. Kazan lehçesini ulusal dil durumuna getirmek için çaba gösterdi. Türkler için Rusça-tatarca sözlük (1878) ve Rusça gramer (1890) kitaplarını yazdı. Tatar ma­ sallarını ve türkülerini derledi. Takvimsalnameler yayımladı (1871-1897). Kırk vezir (1865), Ebu A li Sina hikâyesi (1881) Kâbusname (1882) gibi osmanlıca yapıt­ ları, Kazan türkçesine çevirdi. Yapıtların­ da Doğu ve Batı türkçesi karışımı, açık, yalın bir dil kullandı. Başlıca yapıtları: Ce­ vahir ül-hikâyat, Fevakih ül-cülesa, Kazan Tatarlarının eski inanışları ve halk falları, Coğrafya-i kebir (3 cilt).



islam (? - Edirne 1494).-Rumeli’de devşirildi. Murat II döneminin ünlü bilginlerin­ den Mehmet Ağa'nın yanında yetişti. Şehzade Mehmet'e (Fatih) hediye edildi. Mevlana Tusi, Mevlana Fahrettin elAcemi'den ders aldı. İstanbul'un fethin­ den önce müderris oldu. Kazaskerliğe getirildi (1458-1466). Molla Gürani’nin ölümü üzerine şeyhülislam atandı (1488). Mezarı Edirne’de yaptırdığı sıbyan mek­ tebi yakınındadır. ABDÜLKERİM EFENDİ Buhurlzade, türk besteci (1698 7-1778).Dinsef'yapıtler besteledi. Sünbüli tarikatına girdi. Kocamustafapaşa dergâhında zakirbaşılık yaptı. Daha sonra Eyüp’te Şah Sultan tek­ kesi şeyhi oldu. Kemter takma adıyla ila­ hiler de yazdı. Günümüze ilahi biçimin­ de beş yapıtı kaldı.



Moskova kenti ve yetimhaneleri, kış bah­ çeleri, Rusya’daki para ve banknot siste­ mi, sefaretnamenin ilgi çekici sayfalarını oluşturur. (-» Kayn.)



31



ABD Ü LKE R İM R U H İ EFENDİ, türk mutasavvıf, şair (İstanbul 1840-Bursa 1905). Bir süre Enderun'da eğitim gördü, oradan ayrılarak tütüncülük, arzuhalcilik gibi işler yaptı. Rifai tarikatı halifesi oldu. Seyyit Muhammet Nur’a bağlanarak melamilik öğretisini benimsedi. Evrenle Tanrf nin bir bütün olduğunu, birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunan görüşleri yüzünden Bursa’ya sürüldü (1900), bu­ rada öldü. Seyyit Muhammet Nur’un Ni­ yazi şerhi' ni tamamladı. Melamilikle ilgili Şehadet ül-Hakk adlı bir yapıt ve bu gö­ rüşü savunan şiirler yazdı.



A b d ü lla tif ya da A b d ü ttif (Villa), Ce­ zayir’de sanat incelemeleri merkezi. ABD Ü LKE R İM (Muhammet bin), rifli rnA B DÜLKERİM NAD İR P A Ş A Ç ırXVIII. yy.'dan kalma bir konutta kurul­ p a n lı, türk komutan (Çırpan 1807kabile reisi (Ejdir, Yukarı Rif, 1882-Kahire muştur (1908). Rodos 1883). Asakiri mansurei muham1963). Uriyagel kabilesi reisinin oğlu. Memediye’ye girdi, mülazım oldu. Öğrenim lilla kadısıyken, Fas'ta bağımsız bir prens­ AB D Ü LLATİF B H İT A İ, sindhi şair ve için Viyana’ya gönderildi (1835), miralay lik kurma hayaline kapıldı. 1914'te İspan­ sofi (1689-1752). Mistik bir anlam kattığı rütbesiyle döndü. Darı şurayı askeri üye­ 35 ezgiden oluşan halk destanları derle­ yolların desteğiyle Almanya ile ilişki kur­ du ve asi Abdülmelik'e silah sağladı. Fa­ si oldu (1846). Askeri mektebler nazırlığı­ mesi Sahcu Risâlo'nun yazarıdır. kat 1915'te, general Lyautey’in isteği üze­ na atandı (1847). Valilik, Bahriye nazırlı­ A B D Ü LLATİF EFENDİ, türk yazar ve rine ispanyollar tarafından Melilla'da tu­ ğı, serdar-ı ekremlik yaptı. Kırım savaşı'dilci (İstanbul 7 - Mekke 1688). Mevlana' tuklandı, On bir ay sonra serbest bırakı­ nda Anadolu ordusuna komuta etti. Gümnin Mesnevi'sini, Letaif-i manevi adı altın­ lınca, 1919’da Ejdir'e yerleşti ve ispanyolrü’ye ilerlerken geri çekilmesi yüzünden da yorumladı. Letaif ül-lüga adında bir lar’a karşı direnişi örgütleyen babasına azledildi. Bulgar ve Sırp ayaklanmalarını sözlüğü vardır. yardım etti. Babasının ölümünden sonra bastırmakla görevlendirildi. Aleksinaç Ispanyollar'a karşı cihat açtı. 1921 'de ge­ müstahkem mevkiini ele geçirmesi ünü­ ABDÜLLATİF E L- BAĞDADİ (Mu vafneral Silvestre'e karşı Enuvel'de önemli nü artırdı. 1877-1878 Osmanlı-Rus sava­ fakuddin Ebu Muhammet Abdüllatif Bin bir başarı kazandı. Ancak bu başarı, Ejşında Rumeli ordusu komutanlığına geti­ Yusuf), arap bilgin ve düşünür (Bağdat dir’de kurduğu hükümeti yabancı devlet­ rildi. Rusların Tuna’yı geçmelerini önleye­ 1162- ay.y. 1232). Döneminin geçerli bil­ lerin tanımasına yetmedi. 1924'te İspan­ medi. Gerekli önlemleri almadığı savıyla gilerini (fıkıh, hadis, dilbilgisi) edindi, ibni yolların kıyıya doğru çekilmesinden ve ra­ azledildi, divanı harbe verildi. Savunma­ Sina felsefesi, doğa bilimleri ve simya ile kibi Resuli’nin 1925’te tutuklanmasından sı hükümeti güç duruma düşürdüğünden uğraştı. Mantığın ve özellikle tasımın, sağ­ yararlanarak, Fez ve Taza'yı ele geçirmek yargılanmasından vazgeçildi:Önce Midil­ lam ve yeni bilgiler vermediğini ileri sür­ istedi. Bu amaçla transız bölgesinin ku­ li'ye, sonra Rodos'a sürüldü. (-> Kayn.) dü. Gözleme dayanan kuşkucu ve eleş­ zeyine saldırdı (—RİF savaşı).1925 ilkbahar tirici bir görüş benimseyerek, alışılagelmiş ABDÜLKERİM PAŞA Yahnikapan, ve yazında gerçekleştirdiği şiddetli saldı­ bilim anlayışına karşı çıktı ve bu bakım­ türk vezir (7 - 1625). Medrese öğrenimi rılar, güçlükle durdurulabildi. Fransa ile dan etkili oldu, ilkçağ kuşkucu düşünür­ gördü. Defterdar Ekmekçizade Ahmet ispanya arasında ortak bir tutum sağla­ lerine, İslam dünyasında ilgi duyulması­ Paşa’nın yardımıyla maliye mesleğine mak için antlaşma imzalandı. na ön ayak oldu. Başlıca yapıtları: hadis geçti. Şıkkı sani defterdarı oldu. BaşdefUcda'da yapılan barış görüşmeleri so­ konusunda Garib ul-hadis; edebiyata iliş­ terdarlığa getirildi (1618), bu görevden nuçsuz kaldı (mart 1926); genel bir kin Şerhu nakd iş-şi'r li-Kudame; mantık azledildi (1619). ikinci kez başdefterdar fransız-ispanyol saldırısı karşısında Abve felsefe sorunlarını ele alan el-Cami üloldu, vezirliğe yükseltildi (1625). Sipahi­ dülkerim mayıs 1926'daFransızlar’ateskebir fi'l-mantık ve’t-tabi'i, Havaşi ala ki­ lerin ayaklanması nedeniyle aynı yıl ve­ lim oldu; Röunion adasına sürüldü. Da­ tab il-Burhan li-Farabi, Makale fi'l-medinet zirlikten azledildi. Servetini açıklaması için ha sonra Abdülkerim kendini Fransa'ya il-fazile; tıp konusunda Makale fi hakikat yapılan işkence yüzünden öldü. naklettirmeyi başardı (1947), oradan ka­ id-deva; ve'l gaza, Makale fi' t-teeddi bi çarak Kahire'ye sığındı ve Fransa’ya karşı A B DÜLKERİM P A ŞA , türk kaptanısinaat it-tıbb; topografyaya ve Mısır’a iliş­ yeniden mücadeleye başladı. Kahire'deki derya (?-Rodos 1760). Donanmadan ye­ kin El-ifade ve'l-i'tibar. Bu sonuncu yapıt, Kuzey Afrika kurtuluş komitesi'ne başkan tişti. Kapudane, mirimiran rütbesiyle kaplatinceye, almancaya ve fransızcaya çev­ oldu. rilmiştir. tanıderya oldu (1759). Donanmayı istanABD ÜLKER İM BE Y, türk nişancı (Bo­ köy’de demirlediği sırada, kürek mah­ AB D Ü LLA T İF İz z e ttin , Firiştezade lu ?-istanbul 1717). Divanı hümayun ka­ kûmlarının bir gemiyi ele geçirerek kaç­ ya da Firişteoğlu, İbni Melek de de­ maları yüzünden ;dam edildi. leminde yetişti. Üç kez reisülküttaplığa nir, türk din bilgini (7 - 7 1394). Tire’de ya­ getirildi (1704, 1706, 1712). 1713'te az­ ABD Ü LKE R İM PAŞA, türk komutan şadı. Aydınoğlu Mehmet Bey'in medre­ ledilerek Bolu'ya sürüldü. (7 1878-istanbul 1923). Birinci Dünya sasesinde müderrislik yaptı. Tasavvufla da ilgilendi.Din bilgini Abdülmecit FirişteoğABDÜLKERİM. BİN ABDURRAH­ vaşı’nda kafkas cephesinde II. Kolordu komutanlığına atandı. Sarıkamış yenilgi­ lu’nun kardeşidir, iki kardeşin de birer MAN H AR İZM İ, iranlı hattat ve şair (Şisinin ardından rus kuvvetlerini Malazgirt’ sözlüğünün bulunuşu, birbirleriyle karış­ raz ? - ? 1486-87). Yazıları benzeştiğinden tırılmalarına yol açmaktadır. Abdüllatif'in çoğu kez kardeşi Abdürrahim ile birlikte te yendi (1915). Kafkasya'da kurulan Gür­ Kanun-ı lugat-i ilahi adında arapça-türkçe anılır. Bunda, iki kardeşin de hattatlığı ba­ cistan'ın temsilciliğini yaptı. Mondros mütarekesi’nden sonra İstanbul'a gitti. Diva­ manzum bir sözlüğünden başka, Şerh-i balarından öğrenmiş olmalarının payı var­ nıharp jüyeliği, başkanlığı yaptı. meşarik-ı şerif (Meşarik ul-envar şerhi) ile dır. 10,11,12 yaşlarında yazdığı imzalı ya­ el-Vikaye gibi fıkıhla ilgili öteki birkaç ya­ zılarından örnekler, Leningrad ve İstan­ A b d ü lk e rim Paşa s e fa re tn a m e s i, pıt üzerine yazdığı şerhleri de vardır. bul kitaplıklarındadır. Bunlar sanatçının Mehmet Emin Nahifi* tarafından kaleme çok küçük yaşta yetkinliğe ulaştığını gös­ alınan ve Abdülkerim* Paşa’nın Rusya' üAB D Ü LLATİF SU P H İ PA ŞA , türk terir. Abdülkerim, Akkoyunlu sultanı Yadevlet adamı (Tripolis, Mora, 1818ya elçilik göreviyle yaptığı yolculuğu kup (saltanatı 1478-1490) döneminde (1775-1776) konu edinen sefaretname. istanbul 1866). Abdurrahman Sami PaTebriz’de bulundu. Yapıtlarında Hûda, Mehmet Emin Nahifi, Küçük Kaynarca şa’nınoğlu. Mora ayaklanması sırasında Padişah, Zürafa gibi adlar yanında, el Haantlaşması (1774) uyarınca Rusya’ya el­ babasıyla birlikte Mısır’a gitti. Kavalalı rizmi mahlasını kullandı. Mehmet Ali Paşa’nın özel kaleminde kâ­ çi olarak gönderilen Abdülkerim Paşa'nın tiplik yaptı. 1849’da İstanbul'a gitti. Mec­ yolculuğunu ve resmi görüşmelerini ka­ ABD ÜLKER İM C ELVETİ, celvetiye lisi maarifi umumiye (1849), Meclisi valaleme almakla görevlendirilir. Yazar, impatarikatı şeyhi (İstanbul ?-ay y. 1689). Aziz yı ahkâmı adliye (1854) üyeliklerine atan­ ratoriçe Katerina, rus elçisi General RepMahmut Hüdai’nin halifesi Şebinkarahidı. Evkafı hümayun (1861) nazırı oldu. nin gibi tarihsel kişileri tanıtır; elçilik kuru­ sarlı Veliyettin'in oğlu. Din ve tasavvuf öğ­ Maarif nazırlığına getirildi (1867). Şûrayı lunun Moskova’da katıldığı törenleri ba­ renimini tamamladıktan sonra, Laleli ya­ devlet başkanlığı (1868), vezir rütbesiyle le ve opera temsillerini, imparatoriçenin kınındaki Ahmet Ağa camisi'nde vaizlik Suriye valiliği (1871), ikinci kez Şûrayı sarayında düzenlenen maskeli baloyu, yaptı. Başlıca yapıtları: Tefsir-isure-i Yu­ devlet başkanlığı (1873) yaptı. Evkaf, ma­ havai fişek gösterisinin, isyancı Pugaçev' suf, Cami ûl-ehadis it-envariye fi ahbar ifarif, maliye, ticaret nazırlıklarında bulun­ in öldürülmesi dolayısıyla düzenlenen do­ Mustafaviye, Hadis-i erbain fi faza'il isdu. Devlet adamlığının yanı sıra bir yan­ nanma ve şenlikleri anlatır. Rusya’daki şelat ala’n-nebi, Risale fi hakki devran-i dan da nümismatik ve tarihle ilgilendi, ibni türk müslüman tutsakların geri verilmesi sufiye zübdet ül-ahbar vei-asar. Haldun’un tarihinin bir bölümünü Miftah konusunda Abdülkerim Paşa'nın girişim­ ül-iber (1860) adıyla türkçeye çevirdi. Bu­ ABD ÜLKER İM EFEND İ,türk şeyhül­ leri, türlü teşrifat sürtüşmeleri yanında,



Abdülkerim Nadir Paşa



Abdüllatif Suphi Paşa



Abdüllatif Suphi Paşa 32



na Tekmilet ül-iber (1862) adıyla bir açık­ lama yazdı. Uyun ül-ahbar fi’n nukuti ve’l asar (1862) adlı yapıtında islamda sikke tarihinin başlangıcını konu aldı. Hakaik üt ■kalem fi tarih ül-islam adlı İslam tarihinin birinci cildi 1880’de yayımlandı. (-» Kayn.)



ABDÜLLEZİİ ya da KAÜ5BÜLEZK



m m ır n m



a. (ar. habb ül-lezız, tatlı tane). Akdeniz bölgesinde kumluk yerlerde yetişen, 1060 cm yüksekliğinde, çok yıllık otsu bitki. (Toprak altındaki küçük yumruları [15 mm] eskiden baş ağrısına, idrar yolları ve safra kesesi hastalıklarına, egzamaya kar­ şı kullanılırdı. Bil. a. Cyperus esculentus; cyperaceae familyası.) [Eşanl. YER BADE­ Mİ.] S Â B D Ü L M E C İT (İstanbul 1823ay.y. 1861), türk padişah (1839-1861). Mahmut ll’nin Bezmialem Sultan’dan olan oğlu. Batı kültürüyle yetiştirildi, iyi fransızca konuşur ve batı müziğinden hoşlanırdı. Babası gibi yenilik yanlısıydı. Tahta çıktığında(1 temmuz);Mısır sorunu Nizip ye­ nilgisiyle (24 haziran 1839) çıkmaza gir­ miş durumdaydı. Babasının cenaze töreni sırasında başvekil Mehmet Emin Rauf Paşa’dan padişahın mührünü zorla alan, Meclisi valayı ahkâmı adliye reisi Koca Hüsrev Paşa, kendisini sadrazam ilan et­ tirdi (2 temmuz 1839). Henüz Nizip boz­ gunundan haberi olmayan padişah, so­ runu çözmek için orduya ve donanmaya jb harekâtı durdurmaları için emir gönderI di. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’yı bağış1 ladığını ve anlaşmak istediğini bildirmek ^ üzere Köse Akif Efendi’yi Mısır’a yolladı. ;5. Bu arada düşman saydığı Hüsrev. Paşa’ ® nın sadarete gelmesinden korkan kaptanıderya Ahmet Fevzi Paşa, donanmayı Mısır’a götürüp, Mehmet Ali Paşa’ya tes­ Abdülmecit lim etti (3 temmuz 1839). Nizip yenilgisi­ Atatürk kitaplığı nin haberi İstanbul’a ulaştı. İngiltere, Fran­ sa, Rusya, Avusturya ve Prusya, verdik­ leri ortak bir notayla Mısır sorununun ken­ dilerine danışılmadan çözülmemesi™ is­ tediler (27 temmuz 1839). Bu nota kabul edildi. Böylece Osmanlı imparatorluğu i Avrupa devletlerinin bir tür güdümü altıj na girmiş oldu. Londra ve Paris’te, Osj manii devletindeki ıslahat hazırlıkları ko­ nusunda görüşmelerde bulunan hariciye [ nazırı Mustafa Reşit Paşa, bir ıslahat prog­ ramının gerekliliğine padişahı inandırdı. Hazırlanan Gülhane hattı hümayunu (Hat­ tı Şerif ya da Tanzimat fermanı) Mustafa Abdülmecit' in tuğrası Reşit Paşa tarafından okundu (3 kasım 1839). Tanzimat dönemini açan bu bel­ geyle, yargılamasız kimsenin cezalandırılamayacağı, mal ve mülkünün zoralımı­ na gidilemeyeceği ilkesi getiriliyor, dev­ letle birey arasındaki ilişkileri düzenleye­ cek yasaların çıkarılacağı açıklanıyordu. Tanzimat fermanı’nın uyandırdığı olumlu hava Mısır sorununun çözümünü kolay­ laştırdı. İngiltere’nin önerisiyle, beş büyük devlet Londra’da bir araya geldiler. Mı­ sır valisini destekleyen Fransa dışlanarak, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra antlaşması imzalandı (15 temmuz 1840). Mısır valiliği veraset yoluy­ la Mehmet Ali Paşa'ya bırakılarak, ele ge­ çirdiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alındı. Aynı devletlerin, aralarına Os­ manlI devletiyle Fransa’yı da alarak im­ zaladıkları Boğazlar sözleşmesi ile (13 temmuz 1841) Osmanlı devletinin boğaz­ lar üzerindeki egemenliği tanındı ve bo­ ğazlar yabancı savaş gemilerine kapatıl­ dı. Tanzimatın öngördüğü ilkeleri uygu­ lamak için Meclisi âlii tanzimat kuruldu (1853). Her eyaletten, yörelerinin gerek­ sinmelerini bildirmek üzere ikişer temsil­ ci İstanbul’da toplantıya çağrıldı. Merkez­ den her bölgeye gönderilen imar meclis­ leri çalışmaya başladı. Maliye, Fransa’da­ ki örgütlenme temel alınarak düzenlendi. Mali yetkiler, idare amirlerinden alınarak defterdarlara verildi. Vergilerin saptanma­ sı vilayet meclislerine, toplanması da muhassıl adı verilen vergi memurlarına bıra­ kıldı. iltizam yöntemi kaldırıldı. Aşar, her



yerde eşit olarak alınmaya başladı. Hıristiyanlardan alınan vergilerin toplanma­ sında patrikhanelerin aracılığı kabul edil­ di. Ticaret meclisleri kuruldu. Fransız ce­ za kanunu çevrilerek uygulamaya konul­ du. Meclisi maarifi umumiye toplandı (1845). ilk idadi'\er açıldı. 1847’de Mekâtibi umumiye nezareti kuruldu. 1848’de ilk muallim mektebi, aynı yıl Harbiye’de kurmay sınıfı, 1850’de Darülmaarif adı ve­ rilen lise, 1851'de ilk bilim akademisi sa­ yılan Encümeni daniş açıldı. 1846’da Da­ rülfünun binasının temeli atıldı. Askerlik yasası çıkarılarak (6 eylül 1843) kura yön­ temi benimsendi, askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı. Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme çabaları, karşılaşılan tepkiler dolayısıyla istenilen sonucu vermedi. Ab­ dülmecit zaman zaman tutucuları görev­ lendirmek zorunda kaldı. Olanaksızlıklar nedeniyle yeniden iltizam yöntemine dö­ nüldü. 1840'ta kaimei mutebere adıyla ilk kâğıt para.çıkarıldı. Devlet ıslahat işleriyle uğraştığı sırada İngiltere ve Fransa’nın çı­ kar çatışmaları ve kışkırtmalarıyla Suriye ve Lübnan'da Dürziler ile Maruniler ara­ sında olaylar çıktı (1845). 1848 ihtilalleri sırasında Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macar yurtseverleri Türkiye'­ ye sığındı. BabIâli’nin, Avusturya ve Rus­ ya'nın baskı ve tehditlerine karşın sığınan­ ları geri vermemesi Avrupa’da Osmanlı devletinin saygınlığını yükseltti. EflakBuğdan’a da yansıyan ayaklanma, Rus­ larla yapılan Balta limanı anlaşmasıyla (1 mayıs 1849) geçici olarak sonuca bağlan­ dı. Bir süre sonra ortaya çıkan kutsal* yer­ ler sorunu, Osmanlı devleti ile Rusya’yı savaşa sürükledi. Kudüs’teki katolikleri korumak için başvuran Fransa’ya karşı, Rusya da Ortodoksların haklarını korumak için harekete geçti. BabIâli’ye verdiği bir nota ile ortodokslara geniş haklar tanın­ masını, bunların koruyuculuk hakkının da kendisine verilmesini istedi. Osmanlı hü­ kümeti bunu kabul etmeyince de EflakBuğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Abdül­ mecit, Rusya'ya savaş açtı (4 ekim 1853). Osmanlı devleti, müttefikleri İngiltere, Fransa, Piemonte ile birlikte Kırım savaşı'nı kazandı. (-> Kirim Savaşi.) Yalnız, Paris’te imzalanacak barış antlaşmasın­ dan önce padişah, Tanzimat fermanı’nı tamamlayan Islahat fermanı'nı ilan etmek zorunda bırakıldı (18 şubat 1856). Azın­ lıklara, savaştan önce Rusların istediğin­ den daha fazla haklar veren bu belge, Paris antlaşması’nı (30 mart 1856) imza­ layan İngiltere, Fransa, Rusya, Avustur­ ya ve Piemonte tarafından senet kabul edildi. Böylece, bir iç sorun olan ıslahat konusunda yabancılara müdahale hakkı tanınmış oldu. Buna karşılık Osmanlı dev­ leti imzacı devletlerin güvencesi altında bütünlüğünü koruyor ve Avrupa devlet­ leriyle eşit haklara sahip sayılıyordu. Siyasi buhranları bu şekilde atlatan Ab­ dülmecit, yeniden ıslahat işlerine döndü. 1856’da askerlik teşkilatı yedi ordu esası üzerine kuruldu ve hıristiyanlar da aske­ re alınmaya başlandı. Maarifi umumiye nezareti kuruldu (28 nisan 1857). Avru­ pa’ya öğrenci gönderildi (1857). Mülkiye mahreç mektebi (1859), Telgraf mektebi (1860) gibi bazı meslek okulları açıldı. Ye­ ni toprak kanunu (Arazi kanunnamesi) ya­ yınlandı (1857). Devletin gelir ve giderle­ ri bir bütçeye bağlandı. Tersane yeniden düzenlendi. Abdülmecit, çeşitli toplulukları eşitlik il­ kesi içinde ve Osmanlılık düşüncesi çev­ resinde birleştirmeye çalıştı. Fakat, özel­ likle gayri müslimlerde uyanan ve batılı devletlerce desteklenen ulusçuluk duygu­ ları böyle bir birliğin kurulmasını olanak­ sızlaştırıyordu. 1856 ıslahat fermanıyla gayri müslimlere verilen geniş ayrıcalık­ lar, müslümanların tepkisine yol açtığı gi­ bi, gayri müslimler de askere alınma ka­ rarına karşı çıktılar. Osmanlı toplumu ye­ niden huzursuz bir ortama sürüklendi. Cidde'de (1857), Karadağ'da (1858)



olaylar çıktı. Avrupa devletleri olayların bir avrupa komisyonunca denetlenmesini is­ tediler. Abdülmecit’in savurganlığından, Avru­ pa devletlerinin devletin iç işlerine karış­ masından hoşlanmayanlar, padişahı ve hükümet erkanını öldürüp Abdülaziz’i tah­ ta çıkarmak için örgütlendiler. Kuleli’ va­ kası olarak bilinen bu örgütlenme, bir ih­ bar üzerine dağıtıldı (14 eylül 1859), ön­ derleri cezalandırıldı. Bu sırada mali du­ rum da çıkmaza girmişti. Savaş gider­ lerini karşılamak üzere ağır koşullarla alı­ nan dış borçların hâzineye büyük yükü yanında padişahın ve Saray'ın sorumsuz harcamaları da durumu gittikçe ağırlaştı­ rıyordu. Devlet Kırım savaşı sırasında ilk kez dışarıdan borç almak zorunda kalmış­ tı (24 ağustos 1854). Bunu ikinci (1855), Üçüncü (1858), dördüncü (1860), borç­ lanmalar izledi. Beyoğlu sarraflarından alı­ nan borçlar da 80 milyon altın lirayı aştı. Bunlar için rehin verilen mücevherlerle borç senetlerinin bir bölümü yabancı tüc­ car ve bankerlerin eline geçti. Durumu sert biçimde eleştiren sadrazam Ali Paşa azledildi (18 ekim 1859). İngiltere, Fran­ sa, Avusturya, Prusya ve Rusya Babıâli’ ye bir nota vererek, Islahat fermanı’nda sözkonusu. edilen reformların gerçekleş­ tirilmesini istediler (ekim 1859). Bunların sağlanması için ayrı ayrı müdahalede bu­ lunacaklarını da belirttiler. Nitekim Rusya ilk adımı atarak, Bosna-Hersek ve Bulga­ ristan'daki Hıristiyanların durumunu ulus­ lararası bir kurulun incelemesini istedi. Bu sorun çözülmeden, Lübnan olayları yeni­ den alevlendi (1860). Ardından Şam ola­ yı patlak verdi. Hollanda ve Amerikan konsolosları bu karışıklıklar sırasında öl­ dürüldü (1860). Hariciye nazırı Fuat Pa­ şa, olağanüstü komiser olarak Lübnan’a yollandı. Fransa, Beyrut’a asker çıkardı. Sonunda Lübnan ayrıcalıklı sancak duru­ muna getirildi (9 haziran 1861). Abdülmecit, babası gibi tüberküloza yakalanmıştı. Sağlığına dikkat etmesi ge­ rekirken, sefahate dalmıştı. Alkol koma­ sına girerek Ihlamur Köşkü'nde öldüğün­ de (25 haziran 1861) 39 yaşındaydı. Abdülmecit’in tahta çıkışı sevinç uyan­ dırmış, fakat içkiye ve kadınlara düşkün­ lüğü, özel eğlenceleri, savurganlığı so­ nunda halkın sevgisini kaybetmişti. Tali­ hi, Mustafa Reşit,Mehmet Emin Âli, Fuat paşalar gibi devlet adamlarına rastlamasıydı. Saltanatı sırasında en çok tutucu­ ların muhalefetiyle karşılaştı. Aracısız hal­ kın dertlerini halkın kendi ağzından din­ leyen ilk padişahtır. Tanzimat’ın uygula­ masında karşılaşılan güçlükleri yerinde görmek amacıyla yurt gezilerine çıktı. 1844'te İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibo­ lu, Çanakkale, Limni, Midilli, Sakız'ı ziya­ ret etti; 1846'da Silistre’ye kadar uzanan bir Rumeli gezisi yaptı. Her yıl Meclisi valayı ahkâmı adliye'yi bir nutukla açması, onun parlamenter sisteme olan yakınlığı­ nı gösterir. Dışardan aldığı borçların bir kısmıyla saray ve köşkler yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı 1853) Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Mecidiye Camisi (1849), Teşvikiye Camisi (1854), dönemi­ nin başlıca yapıtlarıdır. Bezmiâlem valide sultan Gureba hastanesi’ni yaptırdı. (184546). Yeni Galata köprüsü de aynı tarihte hizmete girdi. ( -* Kayn.) ABDÜLMECİT BİN NASUH, zeyniye tarikatı şeyhlerinden (Tosya ? - ay.y 1565). Aynı tarikata bağlı ve birtakım ya­ pıtları bulunan TosyalI şeyh Nasuh’un oğ­ lu. Tümü tasavvufla ilgili olan yapıtlarının başlıcaları: Tezkiret ül-üli'l-elbâb, el-Havf ve'l-hüzn ve manzum Kıyafetnâme'dir. AB D Ü LM E C İT EFENDİ, son türk ha­ lifesi (İstanbul 1868-Paris 1944). Abdülaziz’in Hayranıdil Kadın’dan olan oğlu. 33 yıl süren Abdülhamit II döneminde sıkı bir denetim altında yaşadı; yabancı dil öğ­ rendi, güzel sanatlarla, özellikle resimle (,Haremde Beethoven. Saraylı hanım vb.) uğraştı. Vahdettin’in Mehmet VI adıyla



tahta çıkması üzerine veliaht oldu (1918). Kurtuluş savaşı yıllarında, Anadolu’daki ulusal harekete karşı çıkmamakla birlik­ te, açık bir yandaşlık da göstermedi. Öte yandan oğlunu Vahdettin’e damat yapa­ rak Saray ile yakınlığını sürdürmeye ça­ lıştı. TBMM, saltanatı kaldırınca, o da ve­ liahtlık sıfatını yitirdi (1 kasım 1922). Hali­ fe sıfatını koruyan Vahdettin’in yurt dışı­ na kaçması üzerine, TBMM'nin aldığı ka­ rarla halifeliğe getirildi (18 kasım 1922). Halifei müslümin sanıyla yetinmeyerek im­ zalarında Hadim ül-haremeyn sıfatını da kullanmaya, cuma selamlıklarında Fatih Sultan Mehmet gibi kaftan giyip sarık sar­ maya başladı. Bu davranışlarıyla siyasal etkinliğini artırmaya yöneldiği izlenimini yarattı. Cumhuriyetin ilanından sonra, ha­ lifeliğin kaldırılması, Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkartılmasına ilişkin yasa hü­ kümleri uyarınca ailesiyle birlikte İsviçre'­ ye gönderildi (3 mart 1924). Ekim 1924'e kadar İsviçre'de Leman gölü kıyısındaki Territet kasabasında oturdu. Daha sonra Nice'e (Fransa) yerleşti. Para sıkıntısı için­ de yaşadı. Paris’te bir cami avlusuna gö­ müldü. Cenazesi Türkiye’ye getirilemeyince 1954’te Medine'ye götürüldü. (-* Kayn.) ABD ÜLM ECİT FİRİŞTEOĞLU -> Fi Rİş t e o ğ l u (A b d ü lm e c it).



ABDÜLMECİT SlVASİ, halveti tarikatı şeyhlerinden (Zile ? - İstanbul 1639). Eğ­ ri seferinde Mehmet lll’ün beğenisini ka­ zanan Şemsettin-i Sıvasi’nin yeğeni ola­ rak İstanbul’a çağrıldı. Bir süre Ayasofya Camisi vaizliğini yaptı, sonra da darüssa­ ade âğası Mehmet Ağa’nın yaptırdığı tek­ kenin şeyhliğine atandı. Ayrıca birçok ca­ mide yine vaizlik görevinde bulundu. Eyüp Nişancası’ndaki türbesine gömül­ dü. Şiirde Şeyhi mahlasını kullanan Abdülmecit’in Şerh i mesnevi, Divan-ı ilahi­ yat, Şerh-i cezire-i mesnevi gibi yapıtları vardır. A B D Ü LM E LİK , fas sultanı (15761578). Muhammet el-Şeyh’in oğlu ve Ab­ dullah l’in kardeşi. Abdullah I ölünce (1574), yerine oğlu Muhammet elMütevekkil sultan oldu. Ancak, amcası Abdülmelik, bir ayaklanmayla sultanlığı ele geçirdi. Muhammet el-Mütevekkil, Portekiz'e sığındı (1575). Portekiz kralı Sebastiao, Muhammet el-Mütevekkil'i yeni­ den sultan yapmak amacıyla Abülmelik’in üzerine yürüdü. Abdülmelik'in komutasın­ daki Fas kuvvetleri Kasrelkebir’de (Alcaçar-Ouivir) Portekizlileri yendi (1578). Üç krallar savaşı da denilen bu savaş so­ nunda, Mütevekkil öldürüldü, Portekiz kralı Sebastiao ortadan kayboldu. Abdül­



ni’yi ve Ebu Sait’i Fergani'nin yardımıyla da Büveyhoğullarından Ruknüddevle’yi yendi. Çevgan oynarken atından düşerek öldü. AB D Ü LM E LİK BİN ÖMER, emevi emiri (öl. 777). Kendisini işblliye valiliği­ ne getiren Abdurrahman l’in kuzeni ve generali. A B D Ü LM E LİK 19 BİN ZEYDAN, (XVI.-XVH.yy.) Marakeş sadi sultanı (16301635). Babası Zeydan’ın ölümünden son­ ra saltanat sürdü. Ancak, Türklerin, Hıris­ tiyanların ve din adamlarının etkisinde kal­ dı. AB D Ü LM U H Yİ ÇELEBİ İz n ik i, türk nişancı (?-? 1592). İznik’teki çiftliğinden ötürü izniki diye anılır. Reisülküttab (1580), Anadolu defterdarı (1582), nişancı (1583) oldu. Anadolu beylerbeyliği rütbe­ siyle nişancılıktan uzaklaştırıldı (1588). Ye­ niden nişancılığa getirildi (1589).



melik ise savaştan az sonra öldü. ABD Ü LM E LİK BİN MERVAN (Medi­ ne 646-Şam 705), emevi halifesi (685705). Halife ıMervan'ın oğlu Muaviye’nin torunu. On yaşındayken halife Osman’ın , öldürülmesine tanık oldu. On altı yaşında ■Muaviye tarafından Bizans’a karşı gönde­ rilen kuvvetlerin komutanlığına atandı. Halife Yezit'e karşı ayaklanma başlayana değin (682) Medine’de kaidı. Babası ölünce halifeliğe getirildi (685). Önce Bi­ zans ile süren savaşı sona erdirdi. Irak ve Hicaz'daki ayaklanmaları bastırmak için harekete geçti. Musab bin Zübeyr’i yene­ rek Kufe’yi ele geçirdi. Mekke’de halifeli­ ğini ilan eden Abdullah bin Zübeyr’in üze­ rine Haccac bin Yusuf'u gönderdi. Mek­ ke’ye girerek Abdullah'ı öldüren Haccac'ı, Hicaz valiliğiyle ödüllendirdi (692). Daha sonra İran'da ayaklanan haricileri el-Muhalleb komutasında gönderdiği kuv­ vetlerle sindirdi (697). Sicistan valisi Ab­ durrahman bin Eşas'ın ayaklanmasını bastırdı (702). İslam ülkesinin tümüne egemenliğini kabul ettirdi;Isınırlarını ge­ nişletmeye başladı. Bizans ile yapılan sa­ vaşlarda başarı kazandı. Kuzey Afrika'da­ ki seferleri Kartaca’ya kadar uzandı. Ül­ kenin ekonomik ve siyasal yaşamına yö­ nelik önemli yenilikler gerçekleştirdi. İran ve Bizans paralarının yerine, arapça ya­ zılı ilk paraları bastırdı. Farsça, yunanca, süryanicenin yerine de arapçanın resmi dil olmasını sağladı. Yönetimle ilgili işlere Arapların öncelikle alınmalarına önem ver­ di. Kuran’a harekeleri koydurtarak daha rahat okunmasını sağladı. Kudüs'teki Kubbet üs-Sahra'yı yaptırdı. ABD Ü LM E LİK BİN M UHAM M ET ŞİR A Zİ (Ebülhüseyin) arap astronom. Yaptığı çalışmalarla XIII. yy.’ın başların­ da üne kavuştu. Apollonios'un Conica' sının çevirisini gözden geçirdi. Muhtasar kitab ül-Mecisti'yi (Ptolemaios'un Almagesf’nin özeti) yazdı; bu yapıt Durret üttac adıyla farsçaya çevrildi.



ABDÜLM UTTALİP BİN HAŞİM , Hz Muhammet’in dedesi (7 500 7 - Mekke 579). Haşimoğullarındandır. Mekke’de egemen olan Kureyş kabilesinin başkan­ lığını yaptı. Babasız ve annesiz kalan Hz. Muhammet’i büyüttü. Çevresinde saygın­ lık uyandıran bir kişiliği vardı. İslamlıktan önce de tek Tanrı inancını sürdürenler­ dendi (Hanifler). A3D Ü LM Ü M İN BİN ABDULLAH (7 1568-7 1598), şeybani hükümdarı (1598). Abdullah bin İskender'in oğlu. Ulug Tac savaşına (1582), Herat kuşatmasına ka­ tıldı. Veliahtlığa getirildi. Horasan'ın büyük bölümünü ele geçirdiyse de sonunda Şah Abbas'ın kuvvetlerine yenildi. Babası ölünce hükümdar oldu. Kötü yönetimi yüzünden öldürülünce, Şeybani haneda­ nı da son buldu.



ABDÜLM ELİK II BİN NUH Ebül Fevaris, (X.yy.) son samani hükümdarı (şubat-ekim 999), Tahttan indirilen kardeşi Mansur ll'nin yerine hükümdar oldu. Gazneli hükümdarı Mahmut’a Merv yakının­ da yenildi. Bunun üzerine Horasan’ı Gaznelilere bırakarak Buhara’ya çekiidi. Karahanlı İlek Han, Abdülmelik ll’yi koruma bahanesiyle Buhara'ya gelerek Abdülmelik’i ve Samani hanedanının üyelerini Özkent'e götürdü. Abdülmelik hapiste öldü. AB D Ü LM E LİK I BİN N UH BİN NASR (7.944 - 7 961), samani hüküm­ darı (954-961). On yaşında tahta çıktı. Abbasilerin Horasan valisi Ebu Aliyi Çagag S I * !|. ®



AB D Ü LM Ü M İN BİN A L İ (Tlemsen 1094-Sali 1163), Muvahhitler hanedanı­ nın kurucusu (1130-1163). Muvahhitler devletinin temellerini atan ibni Tumert'in dostu ve komutanıydı, ibni Tumert ölün­ ce yerine geçti. Murabıt hükümdarı Taşfin bin Ali’yi Tlemsen yakınında yendi. Tlemsen, Fas ve Septe'yi ele geçirdi. Baş­ kentleri Marakeş’i alarak Murabıtlar dev­ letini ortadan kaldırdı. İslamların egemen­ liğindeki ispanya topraklarını ele geçirdi. Doğu'ya yöneldi, Cezayir'deki Beni Hammat yönetimine son verdi. Tunus'ta Zirilerin yerini alan Normanları yendi. Böylece, Muvahhitler devletinin sınırları­ nı Mısır’dan AtlasOkyanusu’na, ispanya içlerine kadar genişletti. Birçok yeni kent kurdurdu, eskilerini onarttı. İslam dünya­ sında ilk kadastro örgütünü oluşturdu. AB D Ü LM Ü M İN BİN M UHAM M ET, türk minyatür ressamı (XIII.yy.). Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğdu; belgelerden Konya’da yaşadığı biliniyor(Xlll.yy.'ınilk yarısı). Topkapı Sarayı müzesi kütüphanesi'nde bulunan Varka vîı Gülşah adlı selçuklu mesnevisinin resimlerini çizdi. Üslubu, kökleri Uygur-Orta Asya resmine dayanan geleneksel selçuklu resminin özelliklerini yansıtır. AB D Ü LM Ü N İM Â M İL İ, iranlı gökbi­ limci (XVI.yy.).Talımasp I onu İsfahan’da bir gözlemevi kurmakla görevlendirdi. 1560'ta adı belli olmayan, ancak bilgin­ lerin Kitab-ı talim-i alat-i zic diye adlandır­ dıkları kitabı yazdı. Kitabında, İskenderi­ ye, Meraga, Semerkand gibi yerlerde da­ ha önce yapılmış gözlemevlerini anlattı. ABDÜLVADİLER, XIII. yy.'dan XVI. yy.’a kadar Tlemsen’de hüküm süren Berberi Beni Zeyyan (ya da Zeyaniler) hanedanı. Abdülvadiler, 1337'deİlemsen’i alan Fez Merinilerine karşı savaştılar. Ebu Hammu II Musa ile bir süre yeniden iktidar oldu­ lar (1359'dan 1389'a değin). Tlemsen Krallığı art arda Merinilerin, Hafsilerin, İspanyolların ve sonunda, 1550'de Türklerin egemenliğine girdi.



Abdülmecit Efendi = Haremde Beethoven Resim Heykelmüzesi



Â3D Ü LV A H A P (Muhammet), mısırlı



şarkıcı, besteci ve ut sanatçısı (Şarkıyye ili 1906’ya doğr.).Şair Ahmet Şevki'nin şi­ irlerini besteledi, sanatının bu dönemin­ de klasik arap müziği kalıplarına bağlı kal­ dı. 1933’te ilk kez bir müzikli filmde rol al­ dı. Sonra, sanatına, Avrupa’ya özgü ez­ gi ve orkestra öğeleri kattı. Bu çizgide çağdaş arap müzikçilerinin öncüsü oldu. A B D Ü LVA H AP EFENDİ Yaşincizade (Seyit), türk şeyhülislam (İstanbul 1759- ay.y. 1833). Seyit Bilal soyundan Osman Efendi'nin oğlu. Ayasofya Camisi'nde yasin okuyan seyit Mustafa Efen­ di’nin torunu olduğundan Yasincizade, soyu Hüseyin’e dayandığından Seyit di­ ye anılır. Babasından ders gördükten sonra Enderun’a girdi. Dönemin bilginle­ rinden Palabıyık Mehmet ve Gelenbevi İs­ mail efendilerden ders aldı. Çeşitli med­ reselerde müderrislik yaptı. Selanik kadı­ lığına atandı. Biladı erbaa rütbesine yük­ seldi (1810). Elçi olarak İran’a gönderil­ di. Görevindeki başarısı nedeniyle önce Mekke, sonra İstanbul payesi verildi. Ana­ dolu kazaskerliğine (1816), nakibüleşraflığa (1817). Rumeli kazaskerliğine (1819) getirildi, iki kez şeyhülislam oldu (18211822, 1828-1833). Hulasat ül-Burhan fi itaat üs-sultan (1831) adlı yapıtında sul­ tanlarla ilgili hadisleri açıkladı. (-*Kayn.) A B D Ü L V A H İT (Er-Reşit) (? 1218Marakeş 1242), Muvahhitler devleti hü­ kümdarı (1232-1242). Babasının yerine tahta çıktığında Muvahhitler devleti kar­ gaşa-içindeydi. Mehdi döneminin (11211128) kurumlarını yeniden oluşturmaya çalıştı. Hanedan içi çatışmaları, Merinilerin güçlenmesine neden oldu. Marakeş’teki sarayının sarnıcında boğularak öldü. A B D Ü LV A H İT BİN M U HAM M ET CÜZCAM ! ( Ebu ubeyd), iranlı bilim adamı (? 980-? 1037). ibni Sina'nın öğ­ rencisi, Hocasının ölümünden sonra ge­ ometriyle ilgili Risale der hendese'yi yaz­ dı. Gökkürelerinin düzeniyle güneş tutul­ maları üzerine bir inceleme risalesi hazır­ ladı. ibni Sina’nın ölümünden sonra, onun yapıtlarını bir araya getirdi. AB D Ü LVA H İT BİN SELİM , türk mi mar (XIII. yy.). Selçuklu dönemi mimarlartndandır. Mevlana Celalettin Rumi’nin türbesinde (1273) bulunan sandukadaki yazıtta adına rastlanır. Mevlana’nın baba­ sı Sultan ül-Ulema Bahaettin’in mezarı üs­ tündeki ceviz sandukanın tasarımını Abdülvahit bin Selim yaptı; Hümamüttin Mu­ hammet bin Künnak el-Konevi ağaca iş­ ledi. Üstün bir sanat ürünü olan sandu­ kanın yazıtında, Abdülvahit bin Selim’in mesleği de “ el mimar” olarak belirtilir. Türbenin ilk mimarı Bedrettin-i Tebrizi ile birlikte çalıştığı sanılıyor. ABD Ü LVA Sİ, türk şair (XV. yy.). Yaşa­ mıyla ilgili bilgi yoktur. Tek yapıtı Dasitan-ı İbrahim Nebi(Hali/nâme*) adlı mesnevidir. ABD Ü LVA Sİ CEBELİ im a m Bediü z -Z a m a n A b d ü iv a s ! isin Abdüicam i-S G a rc is ta n i-I C e b e li, iranlı şair (Garcistan 7-1160). Garcistanlı Ali yanlısı bir ailenin oğlu, iyi bir edebiyat öğrenimi gördü. Harizm hükümdarı Tuğ­ rul Tekin ile Behramşah bin Mesut Gaznevi hakkında kasideler yazdı. Sonra Sel­ çuklu sultanı Sencer’e kapılandı. Şiirlerin­ de edebiyat sanatlarına büyük ölçüde yer vermiş XII. yy. İran şiirine bir söyleyiş ye­ niliği getirmiştir. Divanında arapça ve fars­ ça mülemma beyitlere sık rastlanır. Di­ vani basılmıştır (Tahran, 1339-1340 h.ş./1960). ABDÜNNAFİ İFFET EFENDİ Ramazanzade -» R am azanzade A b d ü n n a fİ İFFET EFENDİ.



ABDÜRRAHİM BİN ABDÜLKSRİM E L -K A Z V İN İ, iranlı gökbilimci (?-? 1617). Yaşamı hakkında bilgi yoktur. Gökküreyle ilgili, astronomi cetvellerinden söz eden Ez-zic fi'l-felek ve durağan yıl­ dızlarla ilgili Risale fi'l-kevakib is-sabite ad­ lı yapıtları vardır.



ABDÜRBAHIİM BİN M U HAM M ET, gazneli sultanı Muhammet'in oğlu (Xi. yy.). Babasıyla kardeşlerinin Dandanakan savaşı’nda (1040) yenilerek Hindistan'a kaçarken tuisak ettikleri amcası Sultan Mesut’a işkence yapmalarına karşı çıktı. Daha sonra öldürülen babası Mesut'un öcünü almak için Mevdut, tüm kardeş­ lerini öldürdü, ancak Abdürrahim’in ca­ nını bağışladı. A BDÜRRAHİM DEDE Hafız Şeyda, türk besteci (İstanbul 1732?- ay.y. 1800). Genç yaşta kör oldu. Galata Mevlevihanesi’nde müzik ve ney öğrendi. Yenikapı Mevlevihanesi'nde kudümzenlik, Üskü­ dar Mevlevihanesi'nde kudümzenbaşılık yaptı. Aynı zamanda güç geçkilere meraklı bir hanende olduğundan Hafız Şeyda di­ ye tanındı. Şiir ve güfte de yazdı. Günü­ müze sekiz yapıtı gelebildi. Başlıcaiarı: Irak Mevleviayini, rast yürük semai (Bir yüzden id i yâr ile üsiub-i mahabbet). ABDÜRRAHİM EFENDİ Sarıbabazade, Abaza Şeyhi de denir, bayramiye tarikatı şeyhi (Kayseri ?-istanbul 1638). İbrahim Tennuri’nin torunlarından. Os­ man ll'nin öldürülmesi üzerine ayaklanan Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmet Pa­ şa, Abdürrahim Efendi Kayseri’ye gelin­ ce ona bağlandı ve onun etkisiyle ayak­ lanmada direndi. Ayaklanma bastırılınca, Abaza Mehmet Paşa’nın bağışlanmasıy­ la ilgili görüşmelere katıldı. Görüşmeler olumlu sonuçlanınca Kayseri’deki tekke­ sine döndü. Abaza Mehmet Paşa’nın öl­ dürülmesinden (1634) iki buçuk yıl son­ ra İstanbul’a geldi. Padişah kendisine Üs­ küdar’da bir konak verdi. Gördüğü rüya­ ları padişaha anlatan Abdürrahim Efen­ di, bir seferinde, yeniçerilerin padişaha zarar vereceklerine, onların ortadan kal­ dırılmaları gerektiğine dair gaipten haber aldığını söyledi. Padişah, bu haberin ye­ niçerileri ayaklandırabileceğini düşünerek onu idam ettirdi. Abdürrahim Efendi, Abaza Mehmet Paşa’ya olan yakınlığı ne­ deniyle daha çok "Abaza şeyhi” olarak tanındı. ABDÜRRAHİM EFENDİ,türk şeyhül­ islam (Adana ?-Belgrad 1656). Süleymaniye, Yenişehir, Sultan Ahmet Darülhadisi’nde müderrislik yaptı. İstanbul kadısı ol­ du (1639). Murat IV tarafından Anadolu kazaskerliğine atandıysa da kısa süre sonra azledilerek Edirne’ye sürüldü. Ba­ ğışlanınca İstanbul’a döndü, Rumeli sad­ rına yükseldi. Şeyhülislam oldu (1647). Sultan İbrahim'in tahttan indirilmesi, son­ ra da öldürülmesi için fetva verdi (1648). Sadrazam Kara Murat Paşa'nın etkisiyle Mehmet IV tarafından azledildi (1649), Mekke’ye sürüldü. Bağışlanarak önce Kudüs, sonra Üsküdar kadılığına getiril­ di. Ağalar* saltanatına son verilmesi üze­ rine Belgrad kadılığıyla İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Dönemindeki bilim adamla­ rına değer veren Abdürrahim Efendi, ün­ lü bilgin Kâtip Çelebi'ye ilgi göstererek ikinci halifeliğe yükselmesini sağladı. ■ ABDÜRRAHİM EFENDİ Menteşezade - * MENTEŞEZADE ABDÜRRAHİM EFEN­ Dİ.



ABD Ü R R A H İM EFENDİ (Seyit), Selimmcllazade, nakibüleşraf (Bursa ?İstanbul 1841). Bursa Hançeriye medre­ sesine müderrislik yaptı. Saraybosna, Sof­ ya, iki kez de İstanbul kadılığında bulun­ du. Arif Hikmet Bey'in yerine nakibüleş­ raf oldu (1834-1838). ABDÜRRAHİM EFENDİ (Hayri), türk şehzade (İstanbul 1894-Paris 1952). Ab­ dülhamit ll’nin beşinci oğlu. Almanya’da eğitim gördü. Birinci Dünya savaşı’nda Galiçya ve Filistin cephelerinde bulundu. 1919’da İstanbul hükümetince Anadolu’­ ya gönderilen Heyeti nasihalardan birin­ de görev aidi. Osmanlı hanedanının üye­ leri yurt dışına çıkarılınca Paris’e yerleşti, orada intihar etti.



ABDÜRRAHİM H A N , Han Mirza da denir, Hint-Türk imparatorluğu devlet adamı, şair (Lahor 1556-Delhi 1627). Karakoyunluların Baharlı boyundan. Küçük yaşta alındığı Ekber Şah’ın sarayında özenle yetiştirildi. Ekber Şah’ın Gucerat seferine katıldı (1573). Gucerat valisi ol­ du (1576). Şehzade Selim’e atalık atandı (1582). Muzaffer Şah Gucerati’nin ayak­ lanmasını bastırdı; Han-ı Hanan unvanıyla ödüllendirildi (1583). Dekkan’daki karışık­ lıkları bastırmakla görevlendirildi (1595). Ekber Şah'ın yerine geçen Cihangir dö­ neminde de bu görevini sürdürdü. Ayak­ lanan Nekabet Han'ın üzerine gitmeye hazırlanırken öldü. Rahimi mahlasıyla arapça, farsça, hintçe, türkçe şiirler yaz­ dı. öaburrtame'yifarsçayaçevirdi. Bilgin­ leri, sanatçıları korudu. ABDÜRRAHİM KAR AH İS AR İ, türk mutasavvıf, şair (Afyonkarahisar XV. yy.). Varlıklı bir ailedendi. Mutasavvıf Şeyh Akşemsettin’e bağlandı, İstanbul’un fethine katıldı. 40 yaşlarındayken Afyonkarahisar’da Gedik Ahmet Paşa medresesinde ders vermeye başladı. Burada kendi adı­ nı taşıyan bir cami yaptırdı, bir vakıf kur­ du. Öldüğünde 80 yaşını geçmişti. Tasav­ vuf içerikli ve büyük oylumlu Vahdetname (1460) adlı yapıtında evrenin yaratılı­ şından başlayarak İslam inançlarını ve dinsel söylenceleri anlatır. Tanrısal aşk, evren-Tanrı birliği (vahdeti vücut) temala­ rını, yalın ve içten bir anlatımla işler. Bu­ nun yanı sıra İstanbul’un fethi sırasında yazdığı halveti tarikatıyla ilgili Münyet ülebrar ve gunyet ül- ahyar; Kaside-i Bürde çevirisi vardır. Risale fi eşvat it-saat 1457’de İznik'te arapça olarak yazılmış­ tır. (-♦ Kayn.) A B D Ü R R A H İM K Ü N H İ DEDE (Şeyh), türk besteci (İstanbul 1769- ay.y. 1831). Yenikapı Mevlevihanesi'nde yetiş­ ti. Önce burada kudümzenbaşılık yaptı; ağabeyi Abdülbaki Nasır Dede’nin ölümü üzerine şeyh oldu. “ Künhi" takma adıy­ la şiirler yazdı; kendi bulduğu anberefşan makamında bir peşrevle bir saz semaisi besteledi. Günümüze gelebilmiş en önemli yapıtı Hicaz mevlevi ayini'dir. ABD Ü R R A H İM İ&UHİP EFENDİ (Seyit), türk devlet adamı, sefaretname yazarı (İstanbul ?- ay.y. 1821). Divan ka­ leminde yetişti. Nişancılık göreviyle olağa­ nüstü büyükelçi olarak Paris'e gönderil­ di (1806). Elçiliği Selim III, Mustafa IV, Mahmut II dönemlerini kapsadı. Altı yıllık elçiliği sırasındaki gözlemlerini yazdı, gö­ reviyle ilgili belgeleri bir yapıtta topladı. Ül­ keye döndükten sonra defter eminliği (1812). Tabhanei amire nazırlığı (1819) görevlerine getirildi. Ayrılışından İstan­ bul’a dönüşüne kadar gördüklerini anla­ tan kitabı Küçük sefaretname diye adlan­ dırılır. Avrupa uygarlığının kendi ülkesine ve daha önceden anlatılmış olanlara gö­ re taşıdığı ayrılıklar, Paris'te gezdiği okul­ lar, mahkemeler, kitaplıklar, basımevleri, pasaport uygulaması, telgraf, teleskop gi­ bi yenilikler üzerinde durur. Büyük sefa­ retname adını taşıyan ve resmi belgele­ re yer verdiği yapıtındaysa imparator Napoleon ile fransız başbakanları Talleyrand ve Champagny, Paris’e gelen rus başba­ kanı Romantzoff, rus elçisi kont Tolstoy vb. ile yaptığı görüşmelerle ilgili bilgiler dikkati çeker. ABDÜRRAHİM NİZAM ETTİN Merz ifo n lu , türk mutasavvıf. (?-Merzifon 1446). Sarı Danişment'in oğlu. Zeyniye tarikatı kurucusu Zeynettin-i Hafi’ye bağ­ landı. Tasavvuf alanında kendi kendini yetiştirdi, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dolaştıktan sonra ömrünün geri kalan bö­ lümünü Merzifon’da geçirdi. Şiirlerinde ” Ruhi” ya da "Rumi" mahlaslarını kullan­ dı. Başlıca yapıtları: Işk-name, Divançe, irşad üi-Enam. ABDÜRRAHİM T İR S İ, türk mutasav­ vıf, şair (Tirşe, İznik ?-iznik 1519). Eşrefoğlu Rumi'nin yanında yetişti. Onun ölü­



münden sonra Eşrefiyye dergâhı postnişini oldu. Şiirlerinde Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumi etkisi görülür. Kaynaklarda adına rastlanan Divan'ı bulunamamıştır. Kimi şiirleri bestelenip, tekkelerde ilahi olarak okunmuştur. ABDÜR RAZIK (Mustafa), mısırlı filozof (Kahire 1882- ay.y. 1947). Muhammet Abduh'un öğrencisi ve öğretilerinin sürdürücüsü. Kahire üniversitesi’nde İslam felsefesi tarihi dersleri verdi. Kendine öz­ gü çerçevesi içinde ele aldığı İslam felse­ fesinin evrimini yunan düşüncesine bağ­ layan geleneksel yoruma başvurmadan araştırmaya yöneldi. ABDÜRREŞİT BİN ABDÜLGAFUR T A T T A V İ, iranlı sözlükçü (Hindistan; Tatta-Sind-?-?1660). Hint-Türk imparato­ ru şah Cihan’ın sarayına kapılandı. Ha­ zırladığı arapçadan arapçaya, Munteha'l Lügat-i Şah-Cihanı (ya da Reşidi arabi ve farsçadan farsçaya Ferheng-i Reşidi ya da Reşidi-i Farsi) adlı iki sözlüğü de Şah Cihan’a sunmuştur. Bunlardan bi­ rincisi, Firuzbadi'nin el-Kamus ül-muhit ve Cemal Kuraşi’nin Surah min Sihan'ından, İkincisiyse, Ferheng-i Cihangiri ve Ferheng-i Surun'den yararlanılarak hazır­ lanmıştır. ABDÜRREŞİT BİN M AH M U T (? 1023-71053), Gazneli sultanı (10501053). Sultan Mahmut'un oğlu. Bahaüddevle Ali bin Mesut’tan sonra hükümdar oldu. Selçuklularla Saffarilere karşı büyük başarılar kazanan komutanı Tuğrul tara­ fından tahttan indirildi, ailesiyle birlikte öldürtüldü. ABDÜRREŞİT İB R A H İM , türk fikir adamı ve yazar (Sibirya 1853-Japonya 1944). Rusya müslüman Türklerini'toirleştirme çabalarıyla tanındı. Rusya'daki Türkleri Türkiye'ye göç etmeye özendir­ di. Bu girişimlerinde büyük ölçüde başa­ rı sağladı. Siyasal etkinliklerinden ötürü Japonya'ya geçmek zorunda kaldı. Bu­ rada Büyük Asya adlı derneği kurdu, ikin­ ci meşrutiyet'te İstanbul'a geldi. Basiret gazetesinde yazıları çıktı, ikinci Dünya savaşı'ndan önce Japonya’ya dönerek ora­ da yerleşti, islamiyetin yayılmasına çalış­ tı . Atem-i İslam ve Japonya 'da intişar-ı İs­ lam adlı iki ciltlik kitabı basılmıştır (19121914). A b d ü rre z z a k , iranlı sofi şairlerden Attar’ın Mantıku’t-tayr adlı yapıtının türkçe çevirisindeki bir öykünün kahramanı. Ya­ pıtın farsça aslında bu kahramanın adı Şeyh San’an’dır (-* Şeyh San’an Hikâye­ si). ABD ÜR REZZAK, İran’da, safevi dö­ neminde yaşamış iki sanatçının adı.-AB­ DÜRREZZAK, minyatür ressamı (XV. yy.). XV. yy.’ın ikinci yarısında Herat’ta etkinli­ ğini sürdürdü. Nizami'nin British Museum'da bulunan ünlü Hamse 'sindeki Mi­ raç sahnesi minyatürü, üslubuyla Herat minyatür okulunun kurucusu Behzat’tan ayrılır.-ABDÜRREZZAK,hattat(XVI. yy.sonu, XVII. yy. başı). İsfahan'da Safevi hü­ kümdarı Şah Abbas l’in (1581-1629) sa­ rayında çalıştı. Ünlü sanatçı Mir imad’ın (öl. 1615 ya da 1618) yeğeni ve öğrenci­ siydi. ABDÜRREZZAK, malezyaiı siyaset adamı (Pekan 1922-Londra1976). 1955’te Tunku (prens) Abdurrahman’ın kabinesi­ ne girdi. Sadık yardımcılığını yaptığı Tunku'nun eylül 1970’teki istifasına kadar dı­ şişleri, içişleri, savunma, ulusal ve kırsal kalkınma bakanlıklarıyla başbakan yar­ dımcılığını birlikte üstlendi. Mayıs 1969'da etnik ayaklanmalar başgösterince, tam yetkiyle hareket başkanlığına getirildi. Başkan olarak olağanüstü durumu kaldır­ dı, parlamentoyu göreve çağırdı Malayların iktisadi hayata daha büyük ölçüde katılmasını öngören "yeni iktisat siyaseti” ni ortaya attı. Daha sonra hükümet ko­ alisyonunu genişletti; bu koalisyon Ulusal Cephe adıyla 1974 seçimlerini kazandı.



ABDÜRREZZAK A B D İ EFENDİ, türk tuluat ve ortaoyunu sanatçısı (İstan­ bul 1835- ay.y. 1914). Oyunculuğa, Zu­ huri kolunu yöneten Kavuklu Hamdi’nin çırağı olarak başladı. Bir süre Küçük İs­ mail ile çalıştı. 1895’te Muzıkai hümayun'a alındıysa da bir nüktesi yüzünden Saray'dan çıkartıldı (1898). Kavuklu Ham­ di’nin ölümü üzerine (1911), bir süre Handehanei osmani kumpanyası’nı yönetti. Ölümüne değin sahnede kaldı. (-» Kayn.) AB DÜRREZZAK BAHİR EFENDİ, türk devlet adamı, tarihçi (İstanbul 7-ay. y. 1860). Mustafa Reşit Paşa'nın yanın­ da Paris’e gitti. Nafıa meclisi başkâtipli­ ği, dahiliye kâtipliği yaptı. Risale-i sagire adlı sefaretnamesinde Avrupa’nın zengin­ leşmesinin nedenleri, kültürü, sosyal yar­ dım kurumlan üzerinde durur, Paris ve çevresini tanıtır. Zübdet ül-vekayi ve’lhakayık adlı yapıtında 1805-1832 yılları olaylarını anlatır. 1845-1846 yıllarında Pa­ ris’ten gönderdiği yirmi iki mektuptan olu­ şan bir Mecmua’st vardır. ABD Ü R R E ZZAK BA H İR F A Ş A , türk devlet adamı (İstanbul 1730-Urfa 1780). Sadaret mektupçusu, reisülküttap oldu (1772). Bükreş barış görüşmelerine osmanlı temsilcisi olarak katıldı; Rusların öne sürdüğü ağır koşullar üzerine antlaş­ mayı imzalamadan döndü. Azledilerek (1774) Kütahya'ya sürüldü. Defterdar eminliğine atandı. Küçük Kaynarca antlaşması’nın yeniden ele alındığı Aynalıkavak kasrı’ndaki görüşmelere katıldı, ikinci kez reisülküttaplığa getirildi (1779). Aydın, Rakka, Urfa’da valilik yaptı. Mecma uluhud adlı yapıtında yabancı devletlerle yapılan antlaşmaları topladı. A B D Ü R R E Z Z A K K E M A L E T T İN BİN IS H A K , iranlı tarihçi (Herat 1413ay.y 1482). Hindistan(1441-1444)veGilan’da (1446) elçilik yaptı. Hüseyin Baykara döneminde, Şahruh’un hankâhının mütevellisiyken öldü. Matla us-sadeyn ve mecma ül-bahreyn adlı farsça tarihiyle tanınır. Yapıtta, İlhanlI hükümdarı Ebu Sa­ it’in doğumu (1304/1305) ve tahta çıkışı­ na kısaca değindikten sonra, 1317-1471 arasındaki olayları aktarır. 1426-1427’ye kadar olan bölümde Hafız Ebru'nunZüödet üt-tevarih adlı yapıtından yararlanmış­ tır. ÂBDÜSSABUR (Salah), mısırlı şair (Zagazig 1931). Lirik (En-nasti biladi. 1957), dramatik (Me’sat el Hallaç, 1965) ve eleş­ tiri türünde (Ve tebka'l-kelime, 1969) ya­ pıtlarıyla serbest nazmın başlıca temsilci­ lerinden ve çağdaş arap şiir dilinin en önemi' kuramcılarından biridir. ABDÜSSELAMOTU > ADAMOTU. ABDÜSSELAM SAHNUN - SAH NUN ABDÜSSELAM BİN SAİT.



ABDÜSSETTAR EFENDİ, türk fıkıh bilgini (Kırım ?-Taif 1887). İstanbul’daki yükseköğrenim kurumlarında uzun yıllar fıkıh dersleri verdi. Başlıca yapıtları: Şerhu kavaid il-mecelle, Medhal-i fıkıh, teş­ rih ül-kavaid il-külliye fi ahkâm il-feriyet il-a meliyet. AB D Ü TT İF - ABDÜLLATİF. ABE ünl. Yörs. Senlibenli konuşmada karşıdakinin dikkatini çekmek amacıyla (daha çok Rumeli ağızlarında) kullanılır: Abe kardeş, buraya bak! ABEBE BİKELA -B İK İL A ABECE a. (türk yazı dizgesinin ilk üç har­ fi a, b ve c ’nin birleşmesinden oluşan sözc.[Eşanl. ALFABE J.1. Saymaca bir sı­ ra içinde dizilen ve bir dilin seslerini yazı­ ya aktarmak için kullanılan yazılı işaretler dizgesi, bu işaretlerin tümü. (Bk. ansikl. böl. Dilbil.) —2. Okuma ve yazma öğre­ niminde kullanılan abeceyle ilgili ilk bilgi­ leri içeren kitap. (Bk. ansikl. böl. Eğit.) — Bilş. Bir bilişim sisteminde kullanılan ka­ rakterlerin ve bazen bunlara eşlik eden kodların tümü.



—Graf. sant. Çelik çubuklar üstüne ka­ bartma olarak kazılmış zımba takımı.(Takım, abecenin tüm harflerinin yanı sıra, metinlerin oluşturulması için gerekli ra­ kamları ve çeşitli işaretleri de içerir.).—Bu zımbaların izini taşıyan dişi matrislerin tü­ mü. — iletiş. Telgraf ya da veri abecesi, abe­ ce telgrafı kodu ya da bir veriler kodu ta­ rafından oluşturulan uzlaşmalı eşleme. (Eşleme alfasayısal karakter takımıyla kod birleşimleri kümesi ya da bu karakterleri gösteren işaret öğeleri grubu arasında kurulur.) [Eşanl. a l f a s a y is a l KOD.) (Bk. ansikl. böl.) — Müz. Abece notası, bir müzik ıskala­ sındaki yedi sesi abecenin ilk yedi harfiy­ le belirtme sistemi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Dilbil.ideografi yazısından abe­ ce yazışına geçiş uzun bir evrimin sonu­ cudur. ilkinde, yazı işareti, biçimbirimi ya da bir sözcüğün tümünü (birinci eklem­ leme birimi) karşılarken, öbüründe sesbirimini ya da sesbirimler dizisini, yani an­ lamdan yoksun bir ikinci eklemleme biri­ mini karşılar. Demek ki, burada sözkonusu olan, söyleyişi, telaffuzu, temel sa­ yılan birtakım seslere indirgemek için gi­ rişilen önemli bir soyutlama çabasıdır. Gerçi hiyeroglif ve çiviyazısına dayanan yazı sistemlerinde kavramsal değerlerinin yanı sıra sesçil değer taşıyan işaretlere de (hece, ünsüz) yer veriliyordu. Örneğin çiviyazısında, özellikle asur-babil yazısında hece varlığı 500 işareti aşıyordu. Bunun­ la birlikte, mısırlı ve mezopotamyalı yazı­ cılar, sesçil değerli bu işaretleri yeterli bul­ madıkları gibi sistemli bir biçimde kulla­ namadılar. Bu tutuculuk kuşkusuz top: lumsal nedenlere bağlıydı. Merkezileşmiş büyük imparatorlukların yazıcıları, dış dünyayla sınırlı ilişkileri olan, ayrıcalıklı, seçkin bir topluluk oluşturuyordu; uzun çabalar sonunda yönetimi, bilim ve dini tekellerine almışlardı. Abece yazısının, ge­ nelleştikten sonra bile, hıristiyanlık çağı­ na kadar kullanılan hiyeroglif ve çiviyazılarının yerini alamadığı unutulmamalıdır. Abece yazısının, Suriye-Filistin bölgesin­ de, İ.Ö. XVII. ve XIV. yy.’larda, eski yazı­ nın güzelliğini umursamayan ve kullanış­ lı, basit bir yazı sistemine gereksinim du­ yan ticaret sitelerinde oluştuğu sanılır. Ki­ mi yazı girişimleri (Babil'de bulunan me­ tinler) işaretlerini mısır hiyerogliflerinden, kimi de mezopotamya çiviyazısından al­ mışlardır: Ugarit’te bulunan ve XIV.,XII. yy.’lardan kalma otuz kadar işareti içeren abeceler bu türdendir. Sonraları, İ.Ö. 1100 yıllarına doğru, bütün Batı abece­ lerinin doğrudan atası olan 22 harflik ye­ ni bir abece, fenike abecesi ortaya çıktı. Ahiram kralının mezarındaki yazılardan da anlaşılacağı gibi, fenike abecesinin Babil’de hazırlandığı kuşkusuzdu. Bütün bu abecelerde hecenin ünlü öğeleri he­ saba katılmadan yalnızca ünsüzleri kay­ dediliyordu. Bu sistem, ünlü tema'sının, sözcüğün cümle içinde oynadığı role gö­ re önceden belirlenmesi nedeniyle, söz­ cüklerin çoğunlukla üç ünsüz sesten oluş­ tuğu sami dillerine uyabilirdi. Fenikeliler yazılarını bütün akdeniz havzasına, VIII. yy.'da Kıbrıs ve Kartaca’ya, VII. yy.'da Malta'ya, sonraları kartaca kolonileri sa­ yesinde Kuzey Afrika, Sardunya ve ispanya’ya yaydılar. Abece, ortaya çıktıktan hemen sonra ayrımlaşmaya, Suriye-Filistin bölgesinde yaşayan ya da bu bölgeyle ilişkileri olan halkların konuştuğu değişik sami dilleri­ ne göre çeşitlenmeye başladı. Nitekim, 1. binyılın başından bu yana, değişik abe­ ce yazıları saptanmaktadır; 29 ünsüz harf içeren Güney-Afrika abecesine İ.Ö. X. yy.'dan hıristiyanlık çağına kadar uzanan dönemde rastlanmıştır ve bu abece, Etyopya hece yazısının kaynağı olmuştur (İ.S. IV. yy.); eski ibranice abecesi İ.Ö. VI. yy.'a kadar kullanılmıştı ve hıristiyanlık ça­ ğının başlangıcından kalma paralar üze­ rinde tekrar ortaya çıktı. Şam krallığında, fenike yazı sistemin­



Abece 36



Âbel Niels Henrik



den kalkarak İ.Ö. IX. yy.’da hazırlanan aram abecesi çeşitli abecelere kaynak ol­ du, aramcayla birlikte Asur imapatorluğunun her tarafına yayıldı, Akamanışlar yö­ netiminde yaygınlaşarak çiviyazısının ye- ■ rini aldı. Bu abecelerin değişik uyarlama­ ları sonucunda da kare biçiminde İbrani yazısı (İ.Ö. III. yy.) ileride arapçaya dönü­ şecek olan nabatçafi.Ö. ii. yy.) bunun ya­ nı .sıra da palmyra ve Süryani abeceleri (İ.Ö. I. yy. i.S. I. yy.) doğdu. Bunlar İran ve orta asya yazılarının kaynağıdır: pehlevi abecesi,avesta abecesi, sogd abece­ si (i.S. I. yy.), manici yazısı (IV. yy.),ken­ disi de moğol (XIV. yy.) ve mançu (XVII. yy.) yazılarının kökeninde olan uygur abe­ cesi (IX. yy.). Ermeni ve gürcü abeceleri, (V. yy.) harflerinin biçimini pehlevi abece­ sinden ve ünlüleri yazma fikrini Yunanlı­ lardan almıştır. Arap abecesinin, bütün Hindistan yazılarının kaynaklandığı brahminin modeli olması da olasıdır. Fenike abecesinden gelen (Kadmos miti) ve kullanımı İ.Ö. IX. yy.’ın başlarına kadar uzanan eski yunan abecesi yazıda ünlülere de yer vermesi bakımından önemli bir ilerleme sayılır: Yunanlılar iki dil arasındaki ortak sesler için fenike abece­ sindeki işaretleri benimsemekle kalmadı­ lar, kendi dillerinde karşılığı olmayan baş­ ka işaretleri de dillerine uyarladılar. Birçok antik abecenin (iberya yarımadası, Ana­ dolu), kipti (İ.S. II. yy.) ve got (VI. yy.) abe­ celerinin ve çeşitli çağdaş abecenin (rus, bulgar, sırp vb.) kökeninde bulunan kiril abecesinin dayandığı glagol yazısının kaynağı sözü edilen bu yunan abecesi­ dir. Latin abecesi de, Etrüskler aracılığıyla eski yunancadan doğmuştur. Soluklu ün­ süzü olmadığından latin abecesi kimi simgeleri|atmış(4>, e, x),F’yi göstermek için digammayı ve V’nin simgesi olarak upsilonu (7) kullanmıştır. Romaıkilisesi tara­ fından benimsenen, imparatorluğum çö­ küşünden sonra da yaşayan ve bütün dünyaya yayılan latin abecesi, küçük de­ ğişikliklerle ve ayırıcı işaretlerin eklenme­ siyle türk yazılarının (1928’de Atatürk dev­ rimi) ve vietnam yazılarının (quöc-ngu) la­ tin harflerine dönüştürülmesinde, zenci Afrika’nın henüz yazılmamış dilleri için ya­ zı sistemleri ya da çevriyazı sistemleri (çince için pinyin) oluşturulmasında kul­ lanılmış, son olarak da uluslararası fone­ tik abecesinin temelini oluşturmuştur. Latin asıllı türk abecesi oluşturulur­ ken latin abecesinde bulunan ancak türkçeye uymayan kimi sesier atıldı. Türkçeye özgü kimi sesler için de (ç,ğ, ı,ö,ş gibi) yeni biçimler bulundu. Böylece yeni bir türk abecesi oluşturuldu. (-* TÜRKÇE.) — Eğit. Türk okullarında latin asıllı türk abecesinin kullanılması, Milli eğitim ba­ kanlığı bünyesinde kurulan bir encüme­ nin çalışmaları sonunda ilk abecenin ha­ zırlanmasıyla ve 1 kasım 1928’de çıkarı­ lan yasayla gerçekleşti, — iletiş.iletimde en çok kullanılan tel­ graf yada veri abeceleri,Uluslararası te­ lekomünikasyon birliği’nce (UTB), bunlar­ dan biri de Uluslararası normalizasyon örgütü’nce normlaştırılmıştır. Değişken uzunlukta işaret öğelerinden yararlanan ve güvenlik nedeniyle en azın­ dan yer değiştiren servislerde kullanılan mors* abecesi dışında, UTB, başlıca özellikleri aşağıda verilen momentli* beş kod abecesini normlaştırmıştır. uluslararası abece no 1 2



moment kod birleşimleri sayısı sayısı 32 5 32 5



3



7



35



4 5



6 7+ 1



128



—Müz. Eski Yunanlılar, diatonik, kroma­ tik, anormonik denilen müzik dizilerinin seslerini kesin biçimde belirtmek için abe­ ceye dayalı bir notalama sistemi yarattı­ lar. Bu sistem Martianus Capella ve Boetius tarafından yeniden kullanıldı (VI. yy.), ama isidoroıde Sevilla’nın (VII. yy.) abe­ ce sistemini bildiğini gösteren kanıt yok­ tur. Boetius ya da onu yorumlayanlardan biri sesölçer (monocorde) denilen aletle saptanmış sesleri belirtmek için harfleri kullandı; Ortaçağ'ın kuramcı keşişleri de bu yöntemi benimsediler; org borularını ve diatonik ıskalanın notalarını latin abe­ cesi harfleriyle göstermeyi sürdürdüler, ilk biçimde A harfi bizim ut (do) notasına kar­ şılıktı; amaX. yy.’dan başlayarak, Odon de Cluny'nin kitabında A, bizim la nota­ mıza karşılık düştü. Guido d’Arezzo ile bir­ likte (XI, yy.) harflerin, yerlerini dizek üze­ rine konan işaretlere bırakmaya ve bildi­ ğimiz nota adlarını almaya başladığı gö­ rüldü: ut, re, mi vb. Abece harfleri tümüy­ le ortadan kalkmadı; kimi zaman çizgisiz neuma’ların yanı sıra kullanıldı ve onların açıklanmasını sağladı, portede “ notaların" yerlerinde göründü (XI. yy.’dan XIV. yy.’a kadar). Sonra tablaturalarda yer aldı; sonunda germen ve İn­ giliz ülkelerinde, modern ıskalanın nota­ larına adlarını verdh ABECESEL sıf. 1.Abeceye ilişkin; abe­ ce sırasını izleyen: Abecesel d/z/n.(Eşanl. ALFABETİK) -2. Abecesel yazı, İngiliz­ ce gibi, her sesbirimini bir ya da birçok grafik işaretle kaydeden yazı. (Buna kar­ şılık türkçenin yazısı fonetiktir.) ÂBECHE, Çad’da kent. Ouaddaî yöne­ tim bölgesinin merkezi;25 600 nüf. Tica­ ret merkezi. A BECKETT (Gilbert Abbott), İngiliz mi­ zahçı (Londra 1811-Boulogne 1856). Punch dergisinin önde gelen yazarların­ dan biriydi. Comic history of England (1847-48) adlı bir yapıt ve sık sık oyna­ nan birçok başarılı komedi yazdı. ÂS E D (Mehmet Ali), türk asıllı Suriyeli devlet adamı (Şam 1867 -Cenova 1939). Abdülhamit ll’nin tahttan inişine kadar Os­ manlI imparatorluğunun VVashington bü­ yükelçiliğini yaptı. Lozan antlaşması’nda Suriye uyrukluğunu seçti. Fransa, Millet­ ler cemiyeti’nde Ortadoğu ülkeleri man­ dasını elde ettikten sonra 1922’den 1931 ’e kadar, Şam’daki Suriye hükümet­ lerinde birçok kez bakanlık yaptı. Suriye mâliyesini düzenledi, birçok sanayi şirketi kurdu. Batı ülkelerinin (özellikle İsviçre ve Fransa) yasalarından büyük ölçüde esin­ lenerek yasaları değiştirdi, yargılarını yön­ temlerini düzeltti ve ülkeye bir danıştay kazandırdı. 1925-26’da, Havran dürzilerine boyun eğdirmek amacıyla onlarla gö­ rüşmelere girişen general Sarrail’a yar­ dımcı oldu. 1932’de birinci Suriye mecli­ since ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bir ana­ yasa hazırlattı ve Fransa ile görüşmeler­ den sonra Suriye'nin bağımsızlığını ilan etti. 1938’de cumhurbaşkanlığını bıraktı. Â 8 ED (Raşit), türk besteci (Vaharan, Ce­ zayir, 1905-istanbul 1968). Zeki Üngör'den aldığı keman derslerinden sonra, müzik öğrenimini Paris konservatuvarı'nda sürdürdü. Bu okulu 1936’da birinci­ likle bitirdi, yurda döndü. İstanbul bele­ diye konservatuvarı’nda armoni öğret­ menliğine başladı. Konuk şef olarak bir­ kodun türü ve uygulamalar



eşzamanlı telgraf için, Baudot adı verilen kod teleyazıcılarca teleks ağı tarafından gerçekleş­ tirilen ritimsiz telgraf için değişmez oranlı hata algılayıcılı yinelemeli kod: uzak mesafeli radyo iletişimde kullanılan duraklamalı ritimsiz telgraf için her birleşimde 3 Z elemanı ve 4 A elemanı mültipleks eşzamanlı telgraf için telgraf ve ritimsiz ya da eşzamanlı veriler iletimi için hata algılayıcılı yinelemeli kod.



çok kez, İstanbul şehir orkestrası’™ (bu­ günkü İstanbul devlet senfoni orkestrası) yönetti. Başlıca yapıtları: Mi minör senfo­ ni, yaylı çalgılar için kuartet, koro ve or­ kestra için üç parça: Fırtınadan sonra , uyku dede, bahar. ABESSE çoğl. a. (ar,'abid'in çoğl. 'ade­ de). Esk. 1. ibadet edenler, tapanlar. —2. Abede-i esnâm, abede-i evsân, puta ta­ panlar. ABEGG (Richard), alman kimyacı ve ba­ loncu (Dantzig 1869 -Köslin, bugün Koszalin, 1910). 1899 dan sonra Breslau üni­ versitesi'nde profesörlük yaptı. Yayınım hızı,donma noktası ve elektrolitlerin çözün­ mesi üstündeki çalışmalarıyla tanınır. ÂBEK a, (fars. Sbek). Esk. J . Sulu şey­ ler. —2. Cıva —3. Çıban,"sivilce. ABH KOSO, japon yazar (Tokyo 1924). Şiir, oyun (Tomodaçi, 1967) ve romanla­ rında, ülkesinin halk mitoslarını batı yazı türleriyle (polisiye roman ve bilimkurgu) bağdaştırdı ve insan kimliği üzerine araş­ tırmalara girişti (S. Karuma-şi no hanzai, 1951; Suna no onna, 1962; fanin no kao, 1964; Moetsukita çizu, 1967; Hako otoko, 1973). Â B EL (1218-1252), Danimarka kralı (1250-1252). Babası Valdemar ll'den Slesvig’i yurtluk olarak aldı; burayı baba­ sından miras kalmış gibi düşünerek ken­ disinden önce kral olan kardeşi Erik’e (1241-1250) karşı mücadeleye girişti, onun öldürülmesinde etkili oldu. Kısa sü­ re sonra kendisi de öldü. Abel’ın Slesvig üzerindeki hak iddiası, Danimarka’yı bü­ yük ölçüde sarsan hanedan çatışmaları­ na yol açtı. Â B EL (Cari Friedrich), alman müzikçi (Köthen 1723-Londra 1787). Viyola di gamba'nın son büyük ustalarından biri olan sanatçı, 1762’de Londra’da, bir dizi konser düzenlemek için (Bach-Abel kon­ serleri ) J.C. Bach ile birlikte çalıştı. Her tür­ de çalgı müziği yapıtı besteledi. ÂBEL (Katharina), Orsich kontesi, avusturyalı kadın dansçı (Viyana 1856-Baden, Viyana yakınında, 1904). XIX.yy. sonların­ da en beğenilen viyanalı kadın dansçılar­ dan biriydi. Â B E L (Niels Henrik), norveçli matema­ tikçi (Finnay adası 1802-Arendal 1829). Abel, henüz öğrenciyken 5’inci derece­ den denklemlerin çözümü problemiyle il­ gilendi; İtalyan Rönesansı matematikçi­ lerinin, 3’üncü ve 4'üncü dereceden denklemlerin köklerini, denklem katsa­ yılarını taşıyan kök işaretleriyle gös­ termelerinden bu yana bu problemin çö­ zümü bulunamamıştı. Galois'nın çalışmalarına yön veren yöntemlerle, 5’inci dereceden genel denklemi kök işa­ retiyle çözmenin olanaksızlığını kanıtladı. Öğrenimi sırasında yaptığı Berlin ve Pa­ ris yolculuğunda, çağının ünlü matema­ tikçileriyle karşılaştı ve çözümlemenin temel sorunlarıyla ilgilendi. Özellikle, ırak­ sak serilerin kötü kullanımına karşı çıktı ve ikiterimliler serisinin yakınsama bölgesini titizlikle inceledi. Abel, 4’üncü dereceden bir çokterimliyi P(f) ile göstermek üzere u (z) -



1— biçiminde yazılan elip­ se V P (f) tik integraller kuramında köklü değişiklik­ ler yaptı; bu amaçla integrallerin z=z(u) ters fonksiyonlarını inceledi ve değişke­ nin karmaşık değerlerini göz önüne aldı. Araştırmalarını j R (z,u) dz biçiminde gös­ terilen Abel integrallerine değin genişlet­ ti; bu gösterimde R (z,u), herhangi bir cebirsel bağıntıyla birbirine bağlı olanz ve u nun oransal bir kesiridir. Avrupa’da bilimsel yaşamın dışında kalan Abel, ve­ reme yakalandı ve sefalet içinde öldü. Â b e l d e n k le m i, her kökü,ötekilerden herhangi birine bağlı olarak oransal bi­



çimde ifade edilebilen denklem. (Bu denklemlerin çözümü, daha küçük dere­ celi denklemlerin çözümüne indirgenebi­ lir). Abe! fo n k s iy o n u , 2p kez dönemli ve p, karmaşık değişkenli analitik fonksiyon. (Bu tür fonksiyonlar, x i u = j* R [t,y(tj]. df yardımıyla ifade etmeye dayanan “ evirtim" problemlerinin çözümünde or­ taya çıkar.) A b e l g ru b u



• GRUP.



A b e l h a lk a s ı ->



h alka.



A b s l In fe g ra ll, y,x in bir P (x,y) = 0 çokterimli denklemiyle tanımlanmış cebir­ sel bir fonksiyonu ve R (x,y) oransal bir fonksiyon olmak üzere]* R [t,y(f)]. df biçiminde verilen integral. (Bu integral, eliptik integrali genelleştirme çerçeve­ sinde Abel ve Jacobi tarafından incelen­ miştir.) A b e l le m m a s ı y a da y a rd ım cı t e ­ o re m i. Mat. çözlm. Değişkenin bir z» değeri için yakınsak bir (a n /1) tam serisi­ nin, modülü Zoinkinden küçük her z için mutlak yakınsak olduğunu ifade eden yardımcı teorem. A B E L (sir Frederick Augustus), İngiliz kimyacı (Londra 1827-ay.y.1902). Sir Andrevv Noble ile patlayıcı maddeleri in­ celedi ve nitroselülozu kararlaştırma ola­ nağı veren işlemi buldu. Ayrıca, ateşlenme noktalarını belirleme ilkesiyle, bu belirlemede kullanılan aleti ona borç­ luyuz. Gun cotton (1866) ve The modern history of gunpowder (1866) adlı yapıtla­ rın yazarıdır. A b e i d e n e y i. Fişekç. Patlayıcı madde­ lerin kararlılığını ölçen pek çok deneyden biri. A’BEL sıf. (ar. a ’bef). Esk. Gürbüz insan,besili hayvan, çok sert taş için kullanılır. ♦ a. Kayalık dağ. AB E LA İR A (Augusto), portekizli yazar (Coimbra 1926). Gerçekçiliğin alaycı bir anlatımla süslendiği romanlarında dikta­ tör Salazar’ın zulmüne uğramış kuşağının korkularını, öfkelerini dile getirdi. ABALAR® (Pierre) ya da A B A E ­ LARDUS, fransız skolastik filozof ve tanrıbilimci (Nantes yakınında Le Pallet, 1079-Chalon-sur-Saöne yakınında SaintMarcel manastırı, 1142). Babası Pallet’li bir soyluydu, onu askerlik mesleğine yö­ neltmek istedi, ama öğrenme tutkusuyla yanıp tutuşan Abölard, alacağı mirastan vazgeçerek Paris’e gitti. Orada, Guillaume de Champeaux’nun öğrencisi Oldu, ardından, “ tümeller tartışması "nda ona karşı çıktı. Guillaume, “ gerçekçi” felsefeyi savunuyordu. Abölard ise bunu, "adcı" bir mantıkla, yani tümellerin kendi başla­ rına var olmadıklarını, ancak kendilerine bir ad verilen zihin kurgularının (kavram­ ların) var olduğunu ileri sürerek yanıtladı. 22 yaşındayken Melun’de, bir okul açtı. Burada Corbell'de ve daha sonra bir di­ yalektik okulu açtığı Paris’te, Sainte Geneviöve tepesinde dersler verdi. Tanrıbilimde de ün kazanmak istedi; Laon'a gitti; orada kentin rahipler meclisi başkanı Anselmus’un öğrencisi oldu. Ye­ ni hocasıyla da arası açılınca Paris'e dön­ dü; felsefe ve tanrıbilim dersleri verdi (1113-1118). Piskoposluk kurulu üyesi Fulbert'in yeğeni Hâloise ile bu sırada karşılaştı ve ona delice tutuldu. Fulbert, Abölard'ı ’ hadım ettirdi, ama ayrı düşen iki sevgilinin yazışması, özellikle 1129'dan sonra sürüp gitti. Abölard, izleyicilerinin çağrısı üzerine halka açık derslerine yeniden başladı: Theologia summi boni'de (bu yapıt, De unitate et trinitate adıyla da tanınır) öne sürdüğü savların Soissons konsilince (1121) yakılmaya mahkum edildiğini gö­ rünce çok acı çekti. Amansız düşmanları yüzünden Provins'te manastırdan manas­ tıra dolaşmak zorunda kaldı; Nogent-sur-



Seine'de'Paraclet manastırını kurduktan sonra Bretagne’da Rhuys yarımadasında Saint-Gildas’ya yerleşti. Aziz Bernard ta­ rafından Sens konsilinde (1140) yeniden mahkûm ettirildi. Papaya başvurmak üze­ re Roma’ya gitmek istedi; ama yolda bit­ kin düştüğünden yolculuğu sürdüremedi. Pierre le Vönörable, onu, Cluny manastı­ rına aldı ve Bernard ile barışması için gö­ rüşmeler yaptı. Abölard, son yapıtını burada yazdı: Dialogus inter phitosophum, judaeum et christianum. ÂB E LL (Kjeld), danimarkalı yazar (Ribe 1901 - Kopenhag 1961). bir süre tiyatro dekoratörlüğü yaptı; sonra, Enkeni Spej/ef (1934) adlı baleyle adını duyurdu Melodien der Blev ile (1935) büyük bir başarı kazandı. Özgürlük idealini savunurken opera ve sinema dilinden de yararlandı, bu yolla dram tekniğini yenilemeye çalış­ tı (Anna Sophie Hedvig, 1939; Silke borg, 1946, Skriget, 1961). ABELLEŞTİRM E a. (Niels Henrik Abel'in adından fr. abelisation). Bir gru­ bu abelleştirme, bir G grubunun değişti­ reni ya da birinci türevi C olmak üzere, G den G nin benzer yapılı G/C abel gö­ rüntüsüne geçme. ABELYA a. (özel a. Abei Clark'tari). Himalaya dağlarında, Çin’de, Japonya'da ve Meksika’da yetişen ağaççık. (Meksi­ ka'da yetişen çok güzel çiçekli bir abelya türü [Abelia floribunda] çiçeklerinin güzelliğinden dolayı sera ve fidanlıklarda süs bitkisi olarak yetiştirilir.) ABELYEN sıf. (Niels H enrik Abel'in adından fr. abölienJ.Ceb. DEöiŞMELİ'nln eşanlamlısı. ÂBEM AKÎLER ya da  8 N A & İİE R , Maine kıyısında (Kuzey Amerika) yaşayan algonkinler ailesinden göçebe kızılderililer. XVIII. yy.’dan başlayarak fransız sö­ mürgecileri tarafından, Fransızlar’ın ingilizlere karşı giriştikleri savaşta kullanıl­ dılar. ÂBENDAM a. (fars. ab ve endam'dan Sb-endam).Esk. Güzel vücut, güzellik. ABEN EZRA - İBNİ EZRA. AB EN H U M iY  , ispanya'da arap soylu (1520-1569). Ailesi, 1492'de Granada'nın düşüşünden sonra katolik oldu, kendisi de Femando de Cordobay Valor adını aldı. 1568’de Mağribliler Felipe ll’ye karşı ayaklanınca Humeya hıristiyanlığı bıraktı ve kral seçildi. Küçük bir orduy­ la Alpujarras’lara yerleşti, bir süre İspanyol ordusunu güç durumlara soktu. Sonunda yenildi ve bir komplo sonucun­ da boğularak öldürüldü. ABENO , Japonya'da eski Settsu ilinde ova. Özellikle Oda Nobunaga’nın Hongan-cı şatosunu kuşatması (1576-1580) ve leyasu’nun Osaka seferi (1615) sırasında birçok çarpışmaya sah­ ne oldu. A S i N © HİRAFU, japon general. 658’de Ebisuslara, sonra da Kore'de (661) korsanlara karşı açılan bir seferi yö­ netti. Silla Krallığı karşısında Kudara Krallığı’ na yardım etmek amacıyla düzenlenen başka bir seferin başında bu­ lundu. ÂBENRA ya da A&BEMRAA, Dani­ marka’da kent, Sönderjylland yönetim bölgesinin merkezi, Jutland’ın güneydo­ ğusunda; 21 000 nüf. Eski evler, küçük müzeler. Besin sanayisi. ABENSBERO, Federal Almanya'da (Bavyera) kent. Regensburg’un G.B.’sında;5 000 nüf. Ortaçağ'dan kalma sur. Napolöorı 20 nisan 1809'da Avustur­ y a lIla rı burada yenmişti. A B E O K U T A , Nijerya'da kent, Ogün eyaletinin merkezi, Ogün ırmağı kıyısında Lagos’un K.’inde; 377 000 nüf. (1991). Ticaret Merkezi.



ABEO NA, yolcuları koruyan Roma tan­ rıçası. ABER (ar. caber). Nuh’un ikinci kuşak­ tan erkek torunu. A B iR A N T sıf. (fr. abârrant). Biyol. -* SAPKIN.



ABERASYON a. (fr. aberration). -» SA­ PINÇ.



ABERAT çoğl. a. (ar. ’abre'nin çoğl. caberât). Esk. Gözyaşları. ABERCORN, iskoçyalı Hamilton* aile­ sinden kişilerin taşıdıkları baron (1603), sonra kont (1606), marki (1790) ve dük (1868) unvanları. ABERCROMBİE (Lascelles), İngiliz ya­ zar (Ashton-upon-Mersey 1881-Londra 1938). Yeni romantik bir şair olan Abercrombie, George dönemine yeni bir hava getirmeyi denedi (Emblems oflove 1912). Fakat dramlarında (Deborah, 1912; The sale of St. Thomas 1930) ve eleştiri de­ nemelerinde (Thomas Hardy, a critical study 1912; An Essay towards a theory of art 1922) Victoria dönemi önyargıları­ nın izlerini taşır. ABERCROMBY (sir Ralph), İngiliz gene­ ral (Tullibody, Clackmannanshire kontlu­ ğu, 1734-Ebukir 1801). Hollanda’da Fransızlara karşı çarpıştı ve 1797-1798’de İrlanda kuvvetlerine komuta etti. Ama asıl, fransız ve İspanyol sömürgelerinden çoğu­ nu fethettiği Antiller’de (1796-1797) ve Ebu kir koyunda gerçekleştirdiği başa­ rılı çıkarmayla Mısır’da ün kazandı (1801). Bu çıkarmadan kısa bir süre sonra öldü­ rüldü. A B E R D M E , Büyük Britanya’da Waies’de kent. Merthyr Tydfil’in G.-D.'sun­ da; 39 000 nüf. Elektrik gereçleri yapımı. ABERDARE, Kenya’da sıradağ. Kenya dağının B.'sında.Ulusal park. ABERDÂRE (Henry Austin BRUCE 1 — baronu), İngiliz siyaset adamı (Duffryn, Glamorganshire, 1815-Londra 1895). Duffryn ve Aberdare’de (güney VVales) ai­ lesinden kalma topraklarda kömür bulun­ ması ona büyük bir servet kazandırdı. Parlak bir parlamento yaşamı sürdürdü; 1873-1874’te Konsey başkanı lord oidu. 1874'te liberal hükümet düştü. Bundan sonra toplumsal ve ekonomik sorunlarla, özellikle de Batı Afrika sorunlarıyla yakın­ dan ilgilendi; 1882’de, sonradan Royal Niger Company adını alan National African Company’nin yöneticiliğini yaptı. ÂBERDEEN, Victoria’nın banliyösü, Hongkong adasının güney kıyısında. Â B E R D E iN , Kanada’da Keevvatin’de (K.-B. toprakları) göl. Thelon ırmağıyla Ba­ ker gölüne boşalır. ABERDEEN, Büyük Britanya’da liman, iskoçya’nın K.-D,'sunda (Grampian), Ku­ zey denizi kıyısında, Dee ırmağının ağ­ zında; 216 000 nüf. XV.yy.’dan kalma katedral, çeşitli anıtlar. Müzeler. Uluslara­ rası havalimanı ve helikopter limanı. Pet­ rol şirketlerinin merkezi ve Kuzey Denizi’ndeki petrol işletmelerinin başlıca üssü. Kuyu açma gereçleri yapımı. Kim­ ya ve dokuma sanayileri. Balıkçılık ve konserve fabrikaları. — Tar. Kent,XII.yy.’dan başlayarak önem Bk. resim sayfa 38



kazandı. 1179'da Aslan VVİlliam kente bir krallık fermanı verdi. O tarihten XIV.yy.'a kadar kralların oturduğu kentlerden biriy­ di. 1494’te bir üniversite kuruldu. ABERDEEN, iskoçyalı Gordon* ailesi üyelerinin taşıdığı kontluk ünvanı (1682). Bu unvan 1916'da Âberdsen and 7bmair markisi biçimini aldı. ÂBERPEEN (George GORDON, 1. -kon­ tu) - GORDON.



görmeyen Abdullah bin Ümm-i Mektum adında biri girerek: “ Ya Muhammet, Al­ lah’ın sana öğrettiği bilimden sen de ba­ na öğret” der. Bu sözü birkaç kez tekrarlar. Ancak, sözünün kesilmesine kı­ zan Hz. Muhammet, yüzünü ekşitip sırtı­ nı döner. Hz. Muhammet’in bu davranışı, Allah tarafından hoş karşılanmaz. Allah bu nedenle Abese suresini indirerek Hz. Muhammet'i kınar; hangi durum ve ko­ şulda olursa olsun, bir istekte bulunana karşı güleryüz göstermesi yolunda O'nu uyarır. ASESSEM be. (ar,‘abeşen). Esk. Boşuna, boş yere. ABESBYAT çoğl. a. (ar. 'abeş’in çoğl. "abeşiyy5t).Esk. Boş ve işe yaramaz şey­ ler, akla ve sağduyuya aykırı düşünce ve hareketler; saçmalıklar. A B ES KU N . Tar. coğ. — ABİSKUN. AB ES LİK a. Akla ve sağduyuya aykırı; yararsız, yersiz olma durumu; bu durum­ daki şeyin niteliği; saçmalık: Bu düşünce­ nin abesliği apaçık ortada. Sorularının abesliği bu konudan habersiz olduğunu gösteriyor. A b e s -m u k tc b e s ta rtış m a s ı, ses ve yazım yönünden hangi sözcüklerin uyaklı



Aberdeen petrol limanı



M s m m m (George GORDON.4,-kontu) Gordon . ABERDEEN M İO T E W S (John Campbel] GORDON, 1.—markisi) -* GORDON. S A b e rd e e n - An g u s ya da A n g u s ırkı (iskoçya limanı Aberdeen ile iskoçya'da idare bölgesi Angus'tan), siyah renkte, or­ ta boyda et sığırı ırkı. (Ingiltere, Arjantin ve ABD’de çok beslenir.)



ABERTİLLERY, Büyük Britanya’da kent. VVales'in G.'inde; 25 000 nüf. Me­ talürji. ABERYSTW YTH, Büyük Britanya’da VVales’de Cardigan koyu kıyısında kent; 12 000 nüf. Kaplıca merkezi. Üniversite (Wales Ulusal kitaplığı buradadır). ABES sıf. ve a. (ar. ‘abes). 1. Akla ve sağduyuya aykırı olan; yersiz, gereksiz sayılan şey için kullanılır; saçma: Abes so­ rularla konuyu dağıtmak. Abes bir teklif. Çocuklardan böyle zor işleri yapmalarını beklemek abestir.- 2 . Abesle uğraşmak, boş, yararsız işlerle uğraşarak vakit kay­ betmek: Proje imzalanmadan uygulama­ ya geçmek abesle uğraşmaktan başka b ir şey değildir. || Abesle iştigal etmek, abesle uğraşmak (esk ). — Fels.



> SAÇMA,



—Mant. Abese irca, saçmaya indirgeme­ nin eski terimi. ♦ be. Yersiz, gereksiz: Bu teklif bana abes görünüyor. Bu durumda ona ne yapması gerektiğini söylemen abes kaç­ tı. ABESAN * İb s a n A b e se s u re s i, Kuran'ın 80. suresi. 42 ayettir. Mekke’de inmiştir. “ Yüzü buruş­ turmak, ekşitmek" anlamına, abese söz­ cüğüyle başladığından bu adla anılır. Sahha ya da sefere suresi de denir, iniş nedeni şöyle açıklanır: Hz. Muhammet, bir gün Kureyş kabilesinin önde gelenle­ riyle müslümanlığa girmeleri için bir ko­ nuşma yaparken içeriye gözleri



AB E TOMOCİ, japon yazar (Okayama 1903 - Tokyo 1973). İngiliz romantiklerin­ den çeviriler yaptı. Bunlar üzerine eleşti­ rilerle düşünsel gelişimini yansıtan romanlar yazdı. (Fuyu no yado, 1936). Daha sonraki yapıtlarında bağımlı bir ya­ zar olarak izlediği yolu anlattı. ABETONE geçidi,İtalya’da geçit. Ku­ zey Apennin dağlarında, Toscana ile Emilia bölgelerinin sınırında, 1 388 m. yakınındaki Abetone köyü, bir sayfiye ve kış sporları merkezidir (1 388-1 940 m yüks ); 850 nüf. A B E T Z (Otto), alman siyaset adamı (Schwetzingen, Mannheim yakınında, 1903-Langenfeld 1958). Fransa'daki res­ mi görevi haziran 1940'taki FransaAlmanya mütarekesinden sonra başladı. Ribbentrop tarafından, Paris’teki alman işgal makamları nezdinde büyükelçi sıfa­ tıyla görevlendirildi. Bu görevinde Abetz, “ resmi bir işbirliği” için uygun bir ortam hazırlamakla yükümlüydü; Darlan ve Laval ile dostluk kurdu, onların yanında Hitler rejimi ideolojisinin bir çeşit resmi söz­ cüsü oldu. Fransa’nın kurtuluşundan az sonra bir fransız askeri mahkemesince tu­ tuklandı ve yargılanarak yirmi yıla mah­ kûm olduftemmuz 1949)1954’te serbest bırakıldı ve Almanya'ya döndü. ABG ABES -> ARCHABİS. ÂBGÂH a. (fars. ab ve gâh'dan câb -gah).Esk. Suyun biriktiği yer, havuz. —Anat-Esk. Karın boşluğu.



ABERLİ (Johann Ludvvig), isviçreli res­ sam, desinatör ve gravüroü (VVİnterthur 1724-Bern 1786). Freudenberger ve Lory’den önce, asitle gravür yapma tek­ niğini iik kullanan sanatçı oldu. İsviçre’­ nin doğal güzelliklerini resmetti. ABERNETHY (John), İngiliz cerrah (Londra 1764-Enfield, Londra yakını, 1831). Kimi anevrizma olaylarında, dış uy­ luk atardamarının bağlanmasını ilk kez gerçekleştirdi. ABERSEE -> SANKT VVOLFGANG.



kımından da katkısı oldu. Karşıtları, tartış­ ma boyunca, kişilikleri konu edinir, yersiz sataşmalara başvururken R. Ekrem so­ ğukkanlı, nesnel, bilimsel tutumuyla dik­ kati çekti,



ABG AR, birçok Edessa kralının adı (j.Ö.ll.yy.-İ.S. Ill.yy.). Eusebies, Abgar V (I.S.I.yy.’da) ile Isa arasında bir mektup­ laşmadan söz eder. Gerçekliği tartışmalı olan bu mektuplar eski hıristiyan kuruluş­ larını kiliseye dayandırma isteğini ortaya koyar. Gerçekte, Edessa krallığının hıristiyanlığa geçişi Abgar IX'un hükümdarlı­ ğı döneminde, İli. yy.’ın başında gerçek­ leşti. Aberdeen - Angus ırkı



sayılacağı konusunda türk yazarları ara­ sında çıkan ve yeni bir şiir beğenisinin yerleşmesine temel oluşturan tartışma (1895). Divan ve tanzimat şairleri sözcük­ lerin uyaklı sayılabilmesi için arap abece­ sine göre yazımlarındaki benzerliği (son harf ve harekelerin aynı olmasını) zorun­ lu sayıyorlardı. (-* UYAK.) Malumat der­ gisinde Haşan Asaf adlı gencin Burhan-ı kudret adlı şiiri yayımlanırken derginin ya­ zarlarından Mehmet Tahir'in eklediği eleş­ tirel not, uyakla ilgili geleneksel görüşü değiştirecek bir tartışmayı başlattı. M.Tahir sözkonusu şiirde “ zerre-i nurundan iken muktebes (bir yerden alınmış) /Mihr ü mehe etmek işaret abes (saçma)’’ di­ zelerinin, son sözcükleri arap abecesine göre iki ayrı harfle (se ve sin'le) yazıldığı için,uyaklı sayılamayacağını ileri sürdü. Yanıt veren H. Asaf kendisini savunurken Recaizade Ekrem’in “ Kafiye sem (kulak içindir, basar (göz) için değildir" sözünü anarak onu tanık gösterdi. Tartışmaya R.Ekrem de katıldı; uyakta yazılış biçimi­ nin değil ses değerinin gözetilmesi gerek­ tiğini belirtti; arap şiiri kurallarına göre yapılan uyakların artık bırakılması düşün­ cesini savundu. R.Ekrem’in görüşleri doğrultusunda ürün veren Edebiyatı ce­ dide şairleri "kulak için uyak” uygulama­ sını sürdürdüler. Türk abecesinin benimsenmesinden sonra “ göz için uyakkulak için uyak” ayrımı geçerliliğini bütü­ nüyle yitirdi. (-* u y a k .) Abes-muktebes tar­ tışmasının, uyak konusu dışında türk edebiyatına eleştiri türünün gelişmesi ba­



ÂBGÎNE a. (fars. ab ve g/ne'den âb-gîne). Esk. 1. Billur, cam. —2. Kadeh.sürahi, şişe. —3. Ayna. —4. Elmas. —5._Kılıç, hançer, bıçak. —6. Şarap. —7. Âşı­ ğın gözyaşı. —8. Sevgilinin elmas gibi sert kalbi: "Gehîâhen olur geh âbgîne" (Şeyhi, XIV. yy.). ÂBGÎR a. (fars. Sb ve -gir'den abglr). Esk. 1. Su biriken yer, çukur. —2. Doku­ macı fırçası. ÂBGİR - ÂBKÛR. ÂBGÛN sıf. (fars. âb ve gün 'dan ab -gun).Esk. 1._Su renginde, suya benzer, —2. Mavi: "Âbgûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem" (Fuzuli, XVI. yy.). ABH s is te m i. Hematol. A, B, AB ve O kan grubundan olanları belirleyen ve her kanda her zaman bulunan antijen mad­ delerin tümü. A B H A ya da EBHE, Suudi Arabistan’­ ın G.-B.'sında kent, Asir eyaletinin mer­ kezi. Kervanların toplanma yeri. Taraçalanmış yamaçlarda tarım (tahıl, meyve). D.'sunda havalimanı. A b h a ya g lri, Sri Lanka’nın eski başkenti Anuradhapura’da, kral Vattagamani Abhaya’nın (I.Û. I. yy.) yaptırdığı ünlü ma­ nastır. Mahayana buddhacılığının adada­ ki merkezi oldu. A B H AZC A, Abhazistan Özerk Cumhuriyeti’nde, yaklaşık 80 000 kişi tarafından konuşulan, Kuzey Kafkasya dili. A B H A Z İS T A N ya da A B H A Z Y A , Gürcistan’ın kuzeyinde, Karadeniz kıyı­ sında, Gürcistan'a bağlı ülke ve özerk



Abîd cumhuriyet. 8 700 km-'; 537 000 nüf. Başkent : Suhumi (121 000 nüf.) Ülkede nüfusun çoğunluğu Gürcü'dür (% 44). Ondan sonra Abhazlar (% 17), Ruslar (% 16) ve Ermeniler (% 15) gelir. Abhazistan Batı Kafkasların güneyinde ve ku­ zey rüzgârlarına kapalı, yumuşak iklimli ve bol yağışlı bir ülkedir. Bu nedenle yarı tropikal-tarım bitkileri üretimine elverişli­ dir: turunçgiller, çay, tütün, üzüm, vb. Karadeniz kıyısında da plajlar ve dinlen­ me siteleri yaygındır. — Tar, Abhazistan İÛ I yy'da bağımsız krallıkken VI. yy'da Bizans egemenliğine girdi. Yüzyılın sonunda özerk hale geldi, 978'de bir Gürcü prensliğine dönüştü. XV. yy'da bağımsız oldu. XVII. yy'da bir kısmı İslamlaştı. 1814’te Rusya'nın eline geçti. 1921'de sovyet yönetimi kuruldu ve Gürcistan’a bağlandı. İ931'de özerk cumhuriyet oldu. SSCB dağılırken Abha­ zistan da Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan etti (1992) ve ülkede iç savaş başla­ dı.



A B H A Z L A R , Abhazistan'da yaşayan Kafkasya kökenli yerli halk. Yklş. 92 000 nüf. Çoğunluğu Hıristiyan, bir bölümü Müslümandır. Müslüman Abhazlara Tür­ kiye’de Abaza denir. Müslüman Abhazlarıri bir kısmı XIX. yy’da, Rus işgali üzeri­ ne Anadolu’ya göçtüler.



ABHER a. (ar. "abher). Esk. 1. Nergis; yasemin; zerrinkadeh çiçeği.—2. Dolu kap. ASHERİ sıf. (ar. cabher ve -i’den abhefi)E s k . Nergizimsi, nergis kokulu. ÂBHEST a. (fars. âbhest). Bozulmuş meyve, özellikle kavun, karpuz için kulla­ nılır. ÂbMdham't® yada ftfohidSıamma (özel öğreti ya da son öğreti anlamında palı dilinde söze.), theravada buddhacılığının kutsal öğretisinde üçüncü (ve so­ nuncu) “ sepet" (pitaka). [Sutta-pitaka öğ­ retisi üzerine yedi hazırlık ve yorum kita­ bından oluşur.] ABHİNAVAG U PTA (öl. 1014'e doğr.), Keşmir sivacı okuluna bağlı ozan ve filo­ zof. AB H İN A Y Â , sanskritçe sözcük, hindu dansında bedenin ve yüzün anlatımına verilen ad. Â B H ÎZ a. (fars. ab ve hiîz'den ab-hJz.) Esk. 1. Dalga, suyun kabarması; sel, tu­ fan. —2. Su kaynağı. —3. Su kaynakla­ rının bulunduğu yer. —4. Kanal. Â B H LA K H O N İA . Tar. coğ. Arap coğ­ rafyacı idrisî'ye (XI.yy.) göre, Küçük As­ ya'nın bölgelerinden birinin adı. ÂBHOSffi a.(fars. ab ve (tord, içme’den, ab-hord).Esk. 1. Su içme. —2, Su içen kimse. —3. Su içilen kap. —4. içecek ve yiyecek. —5. Günlük kazanç, rızk, kıs­ met. ÂBHOR9E sıf. (fars. ab ve horde, içmiş' ten ab-horde).Esk. 1. Su içmiş, su almış. ♦ a. iltihaplı, sulu yara. ABH ÛST a (fars. ab ve hust, ada'dan, âb-hüsf).Esk.Su içindeki küçük kara par­ çası, adacık. ÂB I MÜRGÂN a. (fars. ab ve mürğan'dan ab-ımürğan, kuşların suyu).Şİraz civarında efsanevi bir pınarın adı; suyu nereye götürülürse götürülsün içinden çı­ kan sığırcık kuşlan orada bulunan çekir­ geleri yer. ■ AB IH AY AT a. (fars. ab ve ar. hayât'tan âb-ı hayat). Esk. 1. Söylencelere göre, in­ sana ölümsüzlük sağlayan su; bengisu: "Efendi umma sen âb-ı hayât-ı bâdeden hisse" (Nazif Haşan Dede, XIX. yy.). —2. Abıhayat gibi, ince, güzel söz; ferahlatan, canlılık veren içecek için kullanılır. —3. Abıhayat içmiş, ilerlemiş yaşına rağmen dinç görünen.



-ANSİKL'. insanı ölümsüzlüğe kavuştur­ duğuna inanılan pınar,ırmak vb. türünde sular. Birçok ulusun efsanelerinde deği­ şik biçimlerde yer alır. Yunan mitologyasında Tanrıça Thetis, Akhilleus’u ölümsüz kılmak için Styx ırmağında yıkamıştı. Roma’da Jüpiter’in su perisi Juventa'yı bir abıhayat çeşmesi haline getirmesiyle ilgili bir efsane vardı. Ortaçağ Avrupa’sında gezgin şövalyelerin dünyayı dolaşarak abıhayat çeşmesini arayışları öykülerde anlatılır. Kuran’da Kehf suresinde Hz. Mu­ sa’nın iki denizin birleştiği yerde (Mecma ül-Bahreyn), pişirilmeye hazırlanan bir ba­ lığın suya düşünce canlandığı, aynı su­ dan içmiş olan Hızır*’tn da ölümsüzlüğe eriştiği konu edinilir. İslam inancına göre Hızır ile birlikte ilyas'a da abıhayat, ölüm­ süzlük kazandırmıştır, inanışa göre bu iki peygamberden iiki karada, İkincisi deniz­ de güç.durumda kalanların yardımına ko­ şarlar. İslam dünyasında zülkarneyn un­ vanıyla anılan Makedonya kralı İskender’­ in abıhayatı bulmak için karanlıklar ülke­ sine (Zulemat) yaptığı yolculuk, Nizami’nin Iskendername*sinde, Aii Şir Nevai’nin Sedd-i İskender'i'sinde, Ahmedi, Ah­ met Rıdvan vb.’nin mesnevilerinde anla­ tılmıştır. Bu yapıtlara göre abıhayatı bul­ mak için İskender'in yaptığı yolculuğa Hı­ zır da katılır, karanlığın içinde şebçerağ* ile ışık saçarak yol gösterir. Kendisi ön­ den giderek abıhayatı bulur.ve bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşur. Ancak İs­ kender’e haber vermek üzere işaret ko­ yacağı sırada çeşmenin yok olduğunu görür. Söylence.bir yandan evrensel bir özlemi dile getirirken bir yandan da insa­ noğlunun hiçbir şekilde ölümsüzlük kaza­ namayacağı yolunda gerçekçi bir sonu­ ca ulaşmış olur —Ed, Çivan edebiyatında abıhayat, özel­ likle hayatın uzamasına sevgilinin katkısı dolayısıyla leb ile birlikte kullanılır. Bu maz­ munun.tanrısal bilgi, manevi feyiz ve neşe, aşk ve bilgelik, kavuşma, söz ve şiir, şarap, arı su gibi anlamları yaygındır. A s im i (ab-ı hi), Amüderya nehrinin, kimi eski kaynaklarda rastlanan adı.. ÂBSSC sıf. (ar. abık). Esk. Kaçak, kaçan, a. Cıva —isi. huk. Sahibine itaat etmeyerek kaçan köle. Kaçan kölelerle ilgili hukuki düzen­ lemeler Isiam hukukunun ayrı bir bölümü­ nü oluşturur. ( -»KİTAB ÜL—âBIK.)



ASIKEVSER a.(fars ab ve ar. Kevser’­ den, ab-ı kevser). Esk. Kevser, cennette bulunduğuna inanılan ırmağın adı:“Âbıkevser ırmağından içerken / Susuz pınar­ lardan kandırdı beni" (Karacaoğlan, XVII.yy). A3!K E¥SE R a. (öncekiyle eş kökenli). Müz. Türk müziğinde, XVII. yy.'dan ön­ ce kulanıimış bir bileşik makam. Günümü­ ze örneği gelmemiştir. Âİ53L&Y H A N , Abalay da denir, (? 1711 - ? 1781). Orta cüz kazak hanı (17711781). Ebul Membet Han'ın ölümü üze­ rine han seçildi (1771). Ülkesini Ruslara, Çinlilere ve Buhara ile Hive hanlıklarına karşı ustaca savundu. Kalmuk işgalcile­ rine karşı kazandığı başarılar sonunda kendisine Batır unvanı verildi. ÂSİREVÂN a. (ar. ab fars. revân 'dan ab-ı revân). 1. Akarsu —2. Nehir. —Ed. Divan şiirinde sevgilinin saçı,yana­ ğı, gözyaşına ilişkin benzetme öğesi. Sev­ gilinin saçı, “ akarsu” gibi uzun ve dalga­ lıdır. Yanakla ilişkili benzetme ise berrak­ lığı ve parlaklığı dolayısıyladır.Bu bakım­ dan aynayla da ilgi kurulur:Âb-ı revan ce­ maline âyinedârdır. Gözyaşıyla âb-ı re­ vân arasındaki ilişkiyse ikisinin de akıp git meşindendir. ÂBIRÛ ya da ÂBIRÛY a. (farsça. ab ve rü, rûy‘dan ab-ı ru, rüy). Esk. 1. Yüzsuyu: "Allah yolunda sarf ide gör âb-ı rûyin/"(İzzet Paşa,XIX.yy.)— 2. Gurur,şeref, onur.—3.Âbırû dökmek,yalvarıp yakar­



mak, "Âb-ı rûyun dökme hâke maslahat bitsün diyü" (Nevi, XVI.yy.). Â B IŞ G A NOY&Sti, İlhanlI komutan (XIII-XIV. yy.). Anadolu’daki Baltu Noyan ayaklanmasının bastırılmasında görev al­ dı (1296). Selçuklu sultanı Alaettin Keykubat lll’ü denetlemekle görevlendirildi. Konya’ya kaçmak isteyen sultanı yakala­ yarak Gazan Han’a gönderdi. AB! a. Ağabey sözcüğünün günlük ko­ nuşma dilindeki biçimi. (Ağabey sözcü­ ğündeki Ğ söyleyişte kaybolur, kendin­ den önce ve sonra gelen A ünlüleriyle birleşerek uzun okunan bir a’ya dönüşür. Konuşma dilindeki bu değişim, yazı dilin­ de de gösterilmeye başlanmıştır.) Â s i sıf. (ar. abı). Esk. Çekinen, sakınan; tiksinen; nazlanan kimse için kullanılır. Â 68Î sıf. (fars. ab ve i’den abi).Esk. 1. Suyla ilgili,suda yaşayan ve oluşan. —2. Açık mavi, a. Ayva. ABSA, ikinci Yuda kralı (İ.Ö. 913-911). İsrail kralı Yeroboam I ile savaştı ve Bünyamin kabilesi’nin topraklarını onun elin­ den aldı. h A B İC A H ,



Fildişi Kıyısı’nın başkenti; 2 500 000 nüf. XX. yy’ın başında kurul­ du. 1934’te Bingerville’in yerine, sömürBk. resim sayfa 40



genin yönetim merkezi oldu. 1950’de Vridi kanalının açılmasıyla bir deniz limanı haline geldi ve bu küçük sömürge kenti, Afrika’nın büyük kentlerinden biri oldu. Kentte ayrıca bir üniversite, ulusal müze, borsa ve uluslararası bir havalimanı (PortBouet) vardır. Â B İC H (VVİlhelm Hermann), alman yer­ bilimci (Berlin 1806 - ’Graz 1886). Kafkas­ ya, Doğu Anadolu ve Batı İran’ın yerbilimsel yapısı, özellikle yanardağları, göl­ leri, depremselliği ve yeraltı zenginlikleriy­ le ilgili birçok araştırması ve yayını vardır. Bunlardan Ağrı dağı, Van gölü ve Doğu Anadolu ile ilgili inceleme ve yayınları Türkiye’nin yerbilimine ilişkin önemli bil­ giler içerir. &BİCH a. (yerbilimcisi H .Abich’in adın­ dan). Mineralleri toz haline getirmeye ya­ rayan küçük çelik havan. Â B İG (uved e!-) Fas'ta ırmak, Büyük ve



Abıhayat Topkapı Sarayı kütüphanesi



A B İD BİN EL-ABRAS,cahiliye döne­ mi şairlerinden (? - VI. yy.). Yalnızca, enNâbiga ez-Zübyâni'nin çağdaşı olduğu ve Hire sarayında yaşadığı bilinmektedir. Kral Münzir tarafından öldürüldü. Şiirlerin­ de kıvrak bir dil, canlı ve betimleyici bir anlatım görülür. Divan'ı basılmıştır (Leiden, 1913). A B İD E L-8U H A R İ, Fas imparatorluğu’nda sultan Mulay İsmail (1672-1727) tarafından örgütlenen, yalnızca zenci kö­ lelerden oluşan imparatorluk muhafız as­ kerlerine verilen ad. Kuran üzerine değil de alt hadis dergisinden biri olan Sahih-i Buhar!üzerine and içtikleri için bu adı alır­ lar. (Abîd, abd’ın [köle’nin] çoğuludur). ÂBİDAN çoğl. a. (ar.'ab/cf ve fars. -ân'dan c'abidSn). Esk. İbadet edenler. ÂB İDÂNE be. (ar. ' âbid ve fars. -âne’d e n ,' âbid-Sne). Esk. ibadet edene yakışırcasına; kulcasına. ÂB İD AT çoğl. a. (ar. abide'nin çoğl. Sbidat). Esk. Anıtlar: âbidat-ı atîka (eski­ den kalma anıtlar), âbidat-ı islamiyye (İs­ lam uygarlığı anıtları), âbidat-ı kadîme (ilk çağlardan kalma anıtlar) vb. —Dilbilg. Bu çoğul aslında evâbid iken osmanlıcada âbidat olarak kullanılmıştır.



Abican: kentten bir görünüm.



Orta Atlas dağlarında, Umer-Rebia’nın kolu (sol kıyıdan), yaklaşık 180 km. ( -» BİN EL VİDEN.)



A B İD , türk halk şairi (Kayseri XIX. yy. sonu-? XX. yy. başı). Aşıkların "kalem şuarası" zümresindendir. Gezici âşıklık geleneğini sürdürdü, gittiği yerdeki âşık­ larla atışmalar yaptı. Koşma ve semaile­ riyle dikkati çekti. Birinci, Dünya savaşı’ndan bir süre önce öldü.



Abidei Hürriyet



ÂBİDE a. (ar. abid. ebedi olan’ın dişi. âbide). 1. Kalıcı yapıt; anıt: Hürriyet Abi­ desi. Göktürk abideleri. Bizans ve Selçuk­ lu abideleri. Divanü lügat it-'türk, türk dili abidelerinden biridir.—2. Bir şey abidesi, belirtilen özelliğiyle vurgulanan bir yapıt ya da kimse: Makalesi bir ukalalık abide­ si. Adam bir aptallık abidesi. Â ’BİDE çoğl. a. (ar.'abd’ın çoğl a"bide). Esk. Köleler, kullar.



A b id e i H ü rriy e t, İstanbul’da anıt, Şişli’nin kuzey-batı’sında, Hürriyeti Ebediye tepesindedir. 31 Mart (13 nisan 1909) ge­ ricilik ayaklanmasının bastırılması sırasın­ da, Hareket ordusu’ndan şehit olanların AB ÎD çoğl. a, {ar.’ abd'ın çoğl. cabîd). anısına, özgürlük savaşımının simgesi Esk. Kullar, köleler. olarak dikildi. 1909 nisanında açılan ya­ rışmaya, başta Kemalettin, Vedat, KonsÂB İD a. (ar.'Sbid). Esk. Mesel, söz ve mantık oyunlarıyla karşıdakini yanıltma, tantin Kiryakidi, Alâxandre Vallaury ve Muzaffer Bey olmak üzere, dönemin ün­ yanıltmaca. lü mimarları katıldı; birinciliği Muzaffer ÂBİD, ÂBİDE sıf. ve a. (ar. "ibadet’len Bey kazandı. Muzaffer Bey (öl. 1920), anı­ câbıd, dişi, "abide). Esk. 1. Tapan, Allah’a ' tı dikine bir top namlusu biçiminde tasar­ kulluk eden.—2. Kendini adayan,kul olan: ladı. Anıtın kaidesinde, burada gömülü şehitlerin adları yazılıdır. Mermer anıtın ' 'Dil ü can âbid olmuşdur dutar anlara karşu rû. "(Mecmuat ün - nezair, XV.yy.). öbür yüzlerinde Sultan Reşat’ın tuğrası, “ Tarih-i istirdad-i Hürriyet, 10 temmuz —3. Sohr."Bugün şol mâh-ıtâbânun yü1324” , "Timsâl-i meşrutiyet, 12 temmuz zin gör zahir ey âbid" (Mecmuat1325", giriş kapısı üzerinde "Makber-i ün-nezair, XV.yy.). şüheda-yı hürriyet" yazıları vardır. 23 ÂB İD a. (fars. "abîd). Esk. Kıvılcım. temmuz 1911 de, Enver Paşa’nın da ka­ tıldığı bir törenle şehitler buraya nakledil­ di; daha sonra Talat Paşa ve Mithat Paşa’nın kemikleri de buraya getirildi. Mah­ mut Şevket Paşa’nın, Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan türbesi de bura­ dadır (1913). ABİDELEŞMEK gçz. f. Anıt niteliği ka­ zanmak; ölümsüzleşmek: Yapıtlarıyla abi­ deleşmek. Bir toplumun gönlünde abide­ leşmek. ❖ a b id e le ş tirm e k ettirg. f. Yüceltmek, ölümsüzleştirmek: Bir sanatçıyı,bir devlet adamını abideleştirmek. ABİDEVİ sıf. (ar. âbidevi).Abide niteli­ ğinde olan. ÂB İD İN çoğl. a. (ar. "ab/din çoğl.'abıdin). Esk. ibadet edenler. A B İD İN BEY, türk siyaset adamı (Ma­ nisa 1890- İzmir 1926). Hukuk mektebi’nde okudu, ittihat ve Terakki cemiyeti’ne girdi, ikinci dönem TBMM’ye Saruhan milletvekili seçildi (1923). Terakkiperver cumhuriyet fırkası’nın kuruluşuna katıldı (1924). İzmir’de Mustafa Kemal Paşa'yı hedef alan suikast girişiminden ötürü is­ tiklal mahkemesi kararıyla idam edildi. A B İD İN NESİM İ, soyadı Fatinoğlu,



türk siyaset ve fikir adamı (İstanbul 1909-ay.y. 1991). İstanbul Erkek lisesi ve Yüksek mühendis mektebi’ni bitirdi. Mü­ hendis mektebinde talebe cemiyeti yö­



netim kurulu başkanlığı, Milli Türk talebe birliği genel sekreterliği yaptı. Toplumcu görüşü savunan yazıları Yeni yol, Yeni ses dergilerinde yayımlandı. Talha Balkı ile birlikte çıkardığı Yeni yol dergisi Sıkıyö­ netimce 3. sayısında kapatılınca Abidin Nesimi, Bilecik’e sürgün edildi. Sürgün­ den sonra Baştan, M illi mücadele ve ken­ di çıkardığı Beşer adlı dergilerde yazdı. Beşer dergisindeki yazılarıyla ilgili dava­ lar, 1950 genel affıyla düştü. 1960’tan sonra Aziz Ziya, Mihri Belli, Fehmi Yazıcı ile birlikte Yeni yol ve Yeni yolda. Yeni dünyada ve Birlik dergilerini çıkardı. Ya­ pıtları:. Türkiyenin tekâmül hamlesinde Zi­ ya Gökalp (1939), Sosyalistlere açık mek­ tup (1969), Marksçı açıdan kapitalizmin analizi (1975), Türkiye’de sosyalizmin te­ orik sorunları (1976), Nazım Hikmet mi, Benerci mi? (1977), Yılların içinden (1977), Devletin politikası, TKP'den anı­ lar ve değerlendirmeler (1979). A B İD İN PA ŞA , türk devlet adamı, ya­ zar (Preveze 1843-istanbul 1906). Kay­ makamlık, mutasarrıflık, valilik, borsa ko­ miserliği yaptı. Vezir rütbesiyle Hariciye nazırlığına atandı (1879). Adana (1880), Sivas (1885), Ankara (1886), Cezair-i Bahr-i Sefit valiliklerinde bulundu. Yemen ıslahatını görüşmek için çağrıldığı Yıldız sarayı’nda öldü. Yunanca şiirleri İstanbul ve Paris’te yayımlandı. Mevlana’nın Mesnevi'sini türkçeye çevirdi ve ilk cildini yo­ rumladı. Yapıtları Tercüme ve şerh-i mesnevi-i şerif (altı cilt), Alem-i islamiyeti müdafaa, Meali-i islamiye. AB İD İN E - DİNO (Abidin). ABİDOS. Tar. coğ. Anadolu’da ilkçağ kenti. — ABYDOS. ABİETACEAE a. Bot. Çamgillerin bilim­ sel adı. AB İETAT a. (fr. abietat'tan). Org. kim. Abietik asitin tuzu ya da esteri.(Bazen sa­ bunlara az miktarda sodyum abietat ka­ tılır.) A B İE T İK sıf. (fr. abiĞtiqueteri). Org. kim. Abietik asit, kolofanın başlıca bile­ şeni ve formülü C,gH2g- C02H olan asit. (Abietik asit, çam oleoreçınesinin kolofana dönüşmesi sırasında levopimarik* asi­ tin izomerleşmesinin son ürününü oluşturur. Açık formülü düzgün bir diterpenin* formülünü karşılamaz.) ABİETOFORMOFENOLİK sıf. (fr abı etoformophenolique'ten). Abietik asitle tepkimeye girerek değişikliğe uğramış bir fenol formaldehit reçineye denir. —ANSİKL. Abietoformotenolik reçineler, bir fenol-formaldehıt reçine kolofanla eritile­ rek elde edilir. Tepkimede abietik asitte­ ki çift bağın rol oynaması olasıdır. Serbest kalan işlevsel asit grupları boyalarda topaklaşma olaylarına neden olur; dolayı­ sıyla bu asit grupları istenen asit indisini elde etmek için bir polialkolle esterleştirilir. Esterleştirme reçinenin yağlardaki çözünürlüğünü artırır. Abietoformofenolik reçineler boya ve verniklerde bağlayıcı olarak kullanılır, ABİETOGLİSEROFTALİK sıf. (fr abiĞtoglycârophtalique\en). Ftalik grupların bölümsel biçimde kolofanla yer değiştire­ rek oluşturduğu gliseroftalik reçineye de­ nir. Boya ve vernik sanayisinde kullanılan abietogliseroftalik reçineler gliseroftal re­ çinelerinden daha çok çözünür. Ftalik gruplarının bazıları hem kolofan, hem de sıvı yağlarla yer değiştirirse, daha çabuk kuruyan ama suya karşı daha duyarlı olan oleoabietoftalik reçineler elde edilir. ABİETOM ALEİK sıf.(fr abiĞtomaleique' ten). Ftalik grupların bölümsel olarak maleik ve kolofan gruplarıyla yer değiş­ tirdiği gliseroftal türünde bir reçineye de-



Abiye nir.(Abietomaleik reçineler boya ve ver­ nik sanayisinde kullanılır. Maleik anhidrit terpenlerle birlikte kullanılarak benzer ürünler elde edilir.) ABİETUM a. Alman ormancı H. Mayr’ ın sınıflamasına göre, kuzeyde kutup çev­ resi ormanlarında ya da yüksek dağlar­ da, en üst orman kuşağı tipi. Tip ağacı göknar (abies) olduğundan kuşağa bu ad verilmiştir. Abietum kuşağı, Türkiye'de 1000-2 400 m arasında bulunur;Toroslarda bunu Abies cilicica (Toros göknarı); Uludağ ve Köroğlu dağlarında A. bornmülleriana (Uludağ göknarı); Karadeniz dağlarında A. nordmanniana (Doğu Ka­ radeniz göknarı) belirler. Bu göknarlara sırasıyla sedir, karaçam, ardıç, sarıçam ve ladin türleriyle bazı kesimlerde kayın, kızılağaç ve titrek kavak katılır. A B İK O , Japonya'da, Honşu adasında kent, Tokyo'nun K.-D.'sunda; 120500 nüf.



A B İL A , Eski Suriye'de, Antilübnan dağ­ ları eteğinde kent, Abilene tetrarşisinin başkenti. S Â BİLD G AA R D (Nicolai Abraham), danimarkalı ressam ve mimar (Kopenhag 1743-Frederiksdal 1809). Ülkesindeki ye­ ni klasik ressamların en ünlüsüdür. Bir sü­ re İtalya'da kaldı, 1788'de Kopenhag akademisi'ne öğretim üyesi olarak atan­ dı;. daha sonra buranın müdürü oldu. Thorvaldsen, C.D. Friedrich vd.’ni etkile­ di. Christiansborg sarayı için yaptığı (ve yangında yok olan) konusunu tarihten alan (Kopenhag müzesi) taslaklarında ro­ mantizmi haber veren bir bakış sezilir. ÂBİLE a. (far. âbile). Esk. 1. Sivilce. — 2. Su kabarcığı: "Penbelü dâğlarum zînet idüb âbileler" (Nev'i, XVI. yy.). AB İLEN E, eski Suriye'de tetrarşi; baş­ kenti Abila, Antilübnan’dadır. i.S. 37'den (Herodeslerin egemenliğine geçtiği tarih) önceki tarihi pek bilinmiyor, i.S. 100'de Roma’nın Suriye eyaletine bağlandı. A B İL E N E , ABD’de (Teksas) kent. Dal­ las'ın B.’sında; 106 650 (1990).



A B İL İA N İK H İ. Tar. coğ. Doğu Anado­ lu'da, Kars yöresinde küçük bir bölge ve burada Urartu egemenliğinde yaşamış bir beylik. Soğanlı ile Yahniler (Arpaçay) arasındaki yörede oturur, hayvancılık ve tarımla uğraşırlardı. A B İM İL K İ, Tir kralı (İ.Ö. XIV. yy.). Tel elAmarna’da bulunan mektuplarında, Mı­ sır ile ittifakını ve Sıdon ile çatışmasını an­ latır. ABİNG DO N, Büyük Britanya'da kent, Thames ırmağı kıyısında, Oxford'un aşa­ ğısında; 19 600 nüf. 675’te kurulan bir manastırın çevresinde gelişmiştir. (Gotik dönemden kalıntılar.) ABİR a. (ar. ’ abır). Eskiden beyaz san­ dal, sümbül kökü, kırmızı gül, turunç ve iğde çiçekleri gibi kokulu maddelerin miskle karıştırılıp dövülmesinden yapılan, güzel koku: "Bûy-ı abîr ü anber ile doldu her taraf" (Baki, XVI. yy.). ABİS a. (lat. abyssus\ yun. abyssos, dipsiz’den fr. abysse). Okyanuslarda 2 000 m’den derin dipler. -ANSİKL.Okyanus yüzeyininlOO'de 80’e yakını (yeryüzünün yarıdan fazlası) abis­ lerle kaplıdır. Abislerin özellikleri, önce sondajla (dipten örnek getiren sondaj kepçeleriyle), sonra doğrudan ulaşılarak (Piccard batiskafı, 1953) ve denizaltı film ve televizyon çekimiyle belirlendi. Biyolojik bakımdan abisteki koşullar ye­ raltı sularındaki koşulları andırır: 600 m'den derinde tam karanlık (dolayısıyla "üretici” lerden, yani alg'lar gibi klorofilli bitkilerden tam yoksunluk) ve beslenme açısından, ışık alan yüzeysel sulardaki kaynaklara tam bağımlılık. Bu bağımlılık, abisteki hayvanları üç türlü beslenmeye yöneltir: az derinde yaşayan canlı avları



yakalamak için biraz yukarı çıkmak, “ hiç durmadan yağan kar gibi” (R. Carson) di­ be doğru düşmekte olan ölü varlıkları ge­ çerken kapmak, dibe ulaşan artıkları ya da dipte yaşayan canlıları (bentos) yaka­ layıp yemek. Abis balıklarının çoğunda ağız, gövde­ ye göre oldukça büyüktür; bazılarınday­ sa yukarıya dönüktür (saccopharynx). Abislerin karanlık oluşu buradaki kör ya da tersine çok iri gözlü türlerin çok olu­ şunun nedenidir. Bu canlıların birçoğun­ da, hatta kendileri kör olsa bile, görebi­ len avları çeken (ışık saçan) organlar var­ dır. Dipte yaşayan canlılar büyük derin­ liklerdeki ince unsurlu çamura batmamak için uzun bacak ya da geniş yassı taban gibi özel organlara muhtaçtır. Abislerde hiçbir şey hızlı değişmez ve koşul sürek­ liliği gösteren böyle bir ortama uyarlan­ mış hayvanlar hızlı basınç, sıcaklık ve tuz­ luluk değişikliğine pek dayanamazlar. Mil­ yonlarca yıldan beri yüzeyde kaybolmuş pek çok yaratık, yeryuvarın ve biyolojik evrimin dışında kalarak hâlâ abislerde ya­ şamaktadır. Abislerde yumuşak yaratıkların çoklu­ ğu ve balık iskeletlerinin kırılganlığı, de­ rin sularda kalker oranının çok düşük ol­ ması yüzündendir. Bireylerin birbirinden ırak olması erkek ve dişinin karşılaşması­ nı güçleştirdiğinden, dişinin üzerinde asa­ lak yaşayan "cüce erkek” li türler ortaya çıkmıştır. Doğurgan ya da çabuk gelişen türle­ rin çokluğu, kendi yumurtalarını kuluçkalayan ya da herhangi bir biçimde koru­ yan türlerin varlığı da bu yüzdendir. Abislerin faunası çeşitlidir: abislerde he­ men hemen bütün hayvan şubeleri ör­ neklerine rastlanır; ne var ki abislerin biyokütlesi, yüzey sularının yaşamaya da­ ha elverişli kesimlerine oranla yaklaşık 100 kat daha azdır. Buradaki canlılar ara­ sında yerellik derecesi de oldukça yük­ sektir, yani bütün dünyada abislerdeki ya­ şam koşulları, hemen hemen aynı oldu­ ğu halde, türlerin büyük bir bölümü ok­ yanusun yalnız bir bölgesine özgüdür.



ın öldürülmesinden (1264) sonra atabeyliğe getirildi. Gerçekte, yönetim İlhanlI hü­ kümdarlarının gönderdiği şahnelerin elin­ deydi. Hulagu Han'ın oğlu Mengü Timur ile evlendirildi. Mengü Timur’un ölümün­ den sonra Şiraz'a giderek yönetimi ele al­ dı. Bu durum karışıklığa yol açınca Argun Han’ın buyruğuyla Şiraz'dan çıkartıldı.



41



 8 İŞEİSU, Byblos kralı (İ.Ö. XIX. yy.). Mısır'ın vasaliydi. Mezarı soygunculara zengin bir Mısır ve Fenike eşyaları kolek­ siyonu sağladı. ÂBİŞMOR a. (fars. âbişfror). Esk. 1. Ya­ lak.—-2. Su bardağı—3. Günlük yiyecek, rızk.—4, Dinlenmek için kısa bir durakla­ ma. ÂSİŞTpÂM , ÂBİŞTGEH ya da  B İfTENGÂH a. (fars. abişt ve gah'tan abiştgah.abiştgeh ya da Sbiştengâh). Esk. 1. Gizli yer, gizlenecek yer.— 2.Aptesane. AESIT EFEÜDİ (Mehmet), türk şehzade (İstanbul 1904 - ?). Abdülhamit ll’nin oğ­ lu, Tahttan indirilen babasının yanında Selanik'e gitti (1909). Balkan savaşı sıra­ sında, babasıyla birlikte İstanbul’a getiril­ di. Mütareke yıllarında Harbiye'de okudu. Osmanlı hanedanının Türkiye’den çıkarıl­ ması üzerine Fransa'da yerleşti (1924). Paris'te hukuk öğrenimi gördü. Arnavut­ luk kralı Ahmet Zogo'nun kız kardeşiyle



ÂBİS sıf. (ar. ‘abis). Esk. Saygısız; alay­ cı. A B İS A F İ -> ALPSOFU. A B İS İN Y A , coğrafyacıların XIX. yy.’a kadar Etyopya kütlesindeki (Tigre, Belgamerder, Gocam ve Çoa illerini kapsayan) yüksek platolara verdikleri ad. AB İSKO , İsveç’te (Norrbotten) kış spor­ ları merkezi, Laponya’da (380-1 000 m yüksl.), Tornetrâsk gölünün batı kıyısında. Narvik demiryolu hatlıyla ulaşılır, biyoloji araştırmaları merkezi, ulusal park. A B İS K U N ya da ABESKUN, Hazar denizinin eski adlarından; farsça "ab-ı sü­ kûndan bozmadır. A B İS K U N sufasi ¥« keratS, İran'da, Hazar denizinin G.-D.'sunda küçük bir ada, bu adada ortaçağ limanı ve ticaret merkezi; Cürcan eyaletinde, Cürcan ırma­ ğının ağzında. IV.-X. yy.’lar arasında böl­ genin önemli merkezlerinden olan kentin güçlü bir kalesi ve büyük bir camisi var­ dı. X. yy.’da rus korsanlarının akınlarıyla yıkıldı, moğol istilasından sonra önemini yitirdi. Arap tarihçi Hamdullah Müstevfi (ölm. 1350), adanın ve kentin sular altın­ da kaldığını yazar. ABİSTEN, ÂBİSTÂN, ABİSTE ya da ÂBİST. sıf. (fars. abisten, abistan, abiste ya da âbist). Esk. 1, Gebe, yüklü. —2. Bulunduran; saklayan, içine alan.



evlendi. Zogo’nun krallığı süresince, Arnavutluk’un Paris maslahatgüzarıydı. Türkistan'da bağımsız bir türk devleti kur­ maya çalıştı. Â B İT PA ŞA , türk komutan (İstanbul 1844 - ay.y. 1916). Harbiye’yi bitirdi (1867). Girit olaylarında görev aldı. Hari­ ta çıkarma göreviyle Bingazi’ye gönde­ rildi. Yemen'deki İbni Ahit ayaklanması­ nı bastırmakla görevlendirildi. İstanbul Feshane fabrikasomüdürlüğü, askeri ida­ di tarih öğretmenliği görevlerinde bulun­ tu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı’nda, Silistre’de Selami Paşa komutasındaki fır­ kanın kurmay başkanlığını yaptı. Bir jur­ nal sonucu Abdülhamit II tarafından Ker­ kük’e, ardından Halep’e sürüldü. İHtinci meşrutiyet'ten sonra İstanbul’a döndü. Harbiye nezareti muhakemat dairesi baş­ kanlığına getirildi. ABİTİBİ, Ouöbec (Kanada) ilinin batı­ sında yönetim birimi, Ontario sınırında (merkez Amos). Özellikle Noranda ve Rouyn’da maden (altın, bakır, çinko, gümüş, kurşun) ocakları ve orman işletmeleri.



ÂBİSTENGÂH a. (fars. abisten ve gah 'tanabistengah). Esk. 1. Rahim, döl yata­ ğı. —2. Dünya, âlem. ÂBİSTENİ a. (fars. abisten ve -"'den, abistenJ). Esk. Hamilelik, gebelik.



A B İT İB İ, Kanada’da göl. Ouebec ve Ontario’nun sınırlarında; 915 km2. Gölden doğan Abitibi ırmağı, kuzeye akarak, Ja­ mes koyuna dökülmeden önce Moose ır­ mağıyla birleşir.



A B İŞ H ATU N , salgurlu soyundan fars atabeyi (?-Ucan, Azerbaycan 1287). Ata­ bey Sad bin Ebubekir’in kızı. Selçuk Şah'-



ABİYE sıf. (fr. habilIĞ), Zarif, bir törene, toplantıya uygun giyim için kullanılır; Abi­ ye bir elbise. Abiye bir kıyafet.



Nicolai Abraham t Culmin'in hayali annesine görünürken (1794'e doğr.)



ÂBİYE sıf. (ar. ab/ye). Esk. Yüzünü ör­ ten utangaç kadın ya da kız için kullanı­ lır. A B İYO D (uved el-), Cezayir'de ırmak. Aures kütlesinde; Cebel Şelia’nın eteğin­ den doğar, vahaları suladıktan sonra gü­ neye doğru şot Melhir'de kaybolur. ÂBKÂM E a. (fars. ab ve karne'den 5bkâme).Bir tür katık. Yoğurt, süt, ekmek ku­ rusu, üzerlik tohumu ve sirkeyle yapılır. İs­ fahan’dan yayıldığı bilinen bu yiyecek, dereotu, yarpuz ve fesleğenle de yapılır. Arapça m errî adıyla bilinir. Bezirgan aşı da denir. AB KA R I sıf. (ar. cabkani, Yemen'de bu­ lunduğuna, içinde cinlerin oturduğuna inanılan Abkar kentinin adından). Esk. Çok güzel, ince ve ustalıkla işlenmiş ku­ maşlar için söylenir: abkari donlar geyüp (Behçet ül-hadaik, XIII. yy.). A B K A Y K , Suudi Arabistan’da, Hasa’da kent. Sayda’da (Lübnan) Akdeniz’e ulaşan Trans Arabian petrol boru hattı (ya da Tapline) ile Basra körfezi kıyısındaki Res Tennure ve Dammam'a ulaşan bo­ ru hatlarının birbirinden ayrıldığı petrol merkezi. ÂBKEND a. (fars. abkend). Esk. 1. De­ re, su geçidi. —2. Havuz ÂBKEŞ sıf. (fars. abvekeş'ten ab-keş). Esk. Su çeken. ♦ 1. Süzgeç. —2. Saka, sucu. —3. Ka­ deh sunan kişi. —4. Şarap tiryakisi. ÂBKÜR ya da ÂBGİR a. (fars. ab ve -kür ya da -gır 'den Sbkür, abgfı). Esk. Su biriken çukur, lağım çukuru; göl. ABLA a. 1. Kendinden küçük kardeşi olan kız kardeş: Ablalar kardeşlerini se­ ver ve korur.—2 .Yaşça küçük kardeşe göre bu kimse; kardeşin bu kimse için kullandığı sözcük: Ablana selam söyle. Ablam benden iki yaş büyüktür—3. Bir kimsenin saygı ve sevgi belirtmek ama­ cıyla, kendisinden yaşça ablası olacak ka­ dar büyük akraba ve yakınları için kul­ landığı sözcük (genellikle adla birlik­ te): En çok elif ablayı severim. —4. Bir kimsenin ablası olacak yaştaki kadın­ lar için kullandığı genel sözcük: - Anne, bir abla seni görmek istiyor.—5. Bir kim­ seye göre meslekte daha eski, okulda ileri sınıfta olan kadın ve kızlardan söz eder­ ken kullanılır: Okulu başarıyla bitiren ab­ lalarınız basket takımındaki yerlerini de si­ ze bıraktılar. —6. Tkz. Erkeklerin genel yer­ lerde kadınlara seslenirken kullandıkları sözcük: Yol ver de geçeyim abla! Abla, domates de vereyim mi? ABLACI a. Arg. Eşcinsel kadın; sevici. A B LA C ILIK a Arg. Ablacı olma duru­ mu; sevicilik. ABLAK sıf. (ar. eblak, alaca'dan). 1. De­ ğirmi, dolgun ve yayvan yüz için kullanı­ lır: Ablak yüzlü bir çocuk. — 2. Yörs. Budaksız, düzgün ağaç gövdesi için kulla­ nılır. AB LAKÇ A sıf. Ablağa yakın, ablak gi­ bi. A B LA LIK a. 1. Abla olanın durumu, ni­ teliği: Ablalık kolay değil. Böyle ablalık ol­ maz. —2. Bir kimseye ablalık etmek yap­ mak, onu abla gibi gözetmek, korumak: Bana bir ablalık ediver de şu pantalonumu ütüle. Bana yıllarca ablalık yaptı. AB LATİF a. (U.ablatif).-> ÇIKMA DURU­ MU.



AB LATİVUS (lat. söze.). -» ÇIKMA DU­ RUMU.



ABLAUT a. (al. söze.) Sesbil. ÜNLÜ ALMAŞMASI’nın eşanlamlısı. ABLEFARİ a. (fr. ablöpharie). Gözkapa­ ğının doğuştan ya da sonradan olan yok­ luğu. ABLESİM O V (Aleksandr Onisimoviç), rus yazar (1742-1783). Oyunlarıyla o dö­



nemde çok tutulan operakomik türünün en başarılı örneklerini verdi ve yapıtların­ da halk şarkılarına geniş yer ayırdı. ABLİ a. Denize. 1. Gemilerde.bumba ya da yarım serenleri sancak ve iskeleye prasya etmeye ya da sabit tutmaya ya­ rayan donanım. (Bumba ve yarım seren­ lerin cundalarından geçirilerek iskele ve sancaktan kullanılır.) —2. Abliyi bırakmak, kaçırmak, ne yapacağını bilemez duruma gelmek; soğukkanlılığını yitirmek, ipin ucunu kaçırmak (arg.). AB LU K A a. (orta hollandaca blochuus, küçük tabya, ital. blocatto, bloke edilmiş’ten). 1. Bir kenti, bir limanı, bir mevziyi, bir ülkeyi, dışarıyla her tür ilişkisini kesmek amacıyla kuşatma. (Bk. ansikl. böl. Ask. tar., Uluslarar. huk.). - 2. (Bir limanı, bir ülkeyi) denizden abluka etme, herhangi bir geminin, denetimden geçmeden giriş ve çıkışını engelleme eylemi. (Bk. ansikl. böl. Ask. tar.,Uluslarar.huk.)||/4ö/ukafttosu, ablukayı uygulayan deniz kuvvetle­ ri. || Abluka battı, abluka edilen liman ya da bölgenin sınırları. || Abluka ilanı,ablu­ kanın bütün devletlere duyurulma­ sı. || Abluka kaçağı, abluka hattını aşan. || Abluka kuvveti, ablukayı uygula­ yan silahlı kuvvetler, || Ablukayı bozmak, zor kullanarak abluka hattını yar­ mak. || Ablukayı kaldırmak, abluka karar ve uygulamasını sona erdirmek. —3. Bir yeri abluka etmek; ablukaya, abluka altı­ na almak, o yeri askeri ya da siyasal amaçla kuşatmak. —4. Bir kimseyi ablu­ kaya, abluka altına almak, o kimsenin serbest hareket etmesini engellemek. —ANSİKL. Ask. tar. "Abluka” terimi kuşatı­ lanın tüm iletişim yollarını kesmeyi amaç­ layan hazırlık harekâtını belirtmek için “ kuşatma” sözcüğünün eşanlamlısı ola­ rak sık sık kullanıldı. Deniz ablukası yel­ kenli gemiler zamanında, bir filo tarafın­ dan yapılırdı. Gözetleme amacıyla açık denizde dolaşan filo, limandaki hareket­ leri izlemek için de birkaç firkateyni liman çevresinde görevlendirirdi. Günümüzde kıyı bataryaları, denizaltılar, hava kuvvet­ leri ye mayınlama, yakın ablukayı olanaksızlaştırmaktadır. Bir savaş limanındaki hareketleri gözetleyebilmek için denizal­ tılar ve uçaklar kullanılmaktadır. Birinci Dünya savaşı sırasında alman li­ manları, bir yandan Pas de Calais'nin gözetlenmesi, öte yandan da Norveç ve Iskoçya arasında sürekli dolaşan hücum­ botlar ve oluşturulan mayın tarlalarıyla ab­ luka altına alındı ye Atlas okyanusu ile bağlantısı kesildi; İkinci Dünya savaşı’nda, Norveç ve Fransa kıyılarının Mihver kuvvetlerince işgal edilmesinden sonra, Müttefikler, Almanya’nın kullandığı ve et­ kin bir kabotajla birbirlerine bağlı bu li­ manları abluka altına alamadılar. Gerek­ tiğinde müdahale etmek için düşman sa­ vaş araçlarının ya da deniz kuvvetlerinin, Atlas okyanusu’ndaki hareketlerini uzak­ tan izleme yolunu seçtiler, ikinci Dünya savaşı'ndan sonra abluka yeniden siya­ sal baskı aracı olarak kullanıldı;önce Sovyetlerin 1948-49’da Berlin'de, kentin ba­ tı kesimlerinin karayolundan ikmalini en­ gelleyen ablukası; sonra Amerikalıların 1962'de Küba bunalımındaki hava-deniz ablukası; Amerikan donanmasının 1972'de de Kuzey Vietnam limanlarına girişi yasaklayan ve mayınlayan abluka­ sı gibi. Amerikalılar, bu ablukayı ancak 27 ocak 1973’te ateşkes antlaşmasından sonra kaldırdılar. Türk Silahlı kuvvetleri'nin gerçekleştirdi­ ği Kıbrıs Barış harekâtı'ndan (20 temmuz 1974) sonra, Yunanistan ile Kıbrıs Rum yönetimi, Birleşmiş Milletler; ABD, Fran­ sa ve İngiltere'ye başvurarak Türkiye'ye karşı abluka ilan edilmesini istediler. Bu girişim, ancak ambargo uygulamasına yol açarak, ABD'nin NATO çerçevesi için­ de Türkiye’ye yapmakta olduğu askeri yardımın durdurulması sonucunu doğur­ du. — Uluslarar. huk. 1909 Londra bildiri­



si ile desteklenen 1856 Paris bildirisi, fiili abluka kuralını yani ablukanın, abluka al­ tındaki kıyıya giriş-çıkışı gerçekten önle­ meye yetecek güçte savaş gemileriyle ya­ pılması gereğini öngörür. Ablukanın esası tarafsızlık kavramında aranmalıdır. Sava­ şan devletlerden birine yiyecek, para ya da mal göndermek, bu devlete savaşı sürdürme olanağı sağlar ve abluka altı­ na alan devlet, tarafsız devletlere karşı düşmanca davranmadan, abluka altında­ ki bölgeyle tarafsız devletler arasındaki bağlantıyı fiilen engelleyebilir. Bununla birlikte, I. ve II. Dünya savaşlarında müt­ tefikler, "Almanya’nın ablukası" olarak adlandırılan ve alman deniz ticaretine am­ bargo koyan eylemlerini, hukuk açısından abluka değil, savaş kaçağı ilkesine dayandırmışlardır. ABM a. (ing. AntiBallistic Missile’in kısalt­ ması). Nükleer ya da adi patlayıcı taşıyan savunma füzesi; düşman balistik füzesini yok etmeye ya da etkisiz kılmaya yarar. \\ABM ağı, savunma füzelerinin konumlan­ dırma alanlarını birleştiren sistem. —ANSİKL. ABDveSSCB’de1950’li yılların ortalarına doğru stratejik balistik füzelerin ortaya çıkması, kent ve sanayi merkezle­ rinin yanı sıra bu füze depoları için de bü­ yük ölçüde tehlike yaratıyordu. Amerika­ lılar ve Sovyetler bir ABM savunma siste­ minin kurulmasını aynı zamanda tasarla­ dılar. Sorunun bu biçimde ele alınması, saldırı füzesinin başlığını havada yok ede­ bilecek ya da bazı alt bölümlerini işlevsiz kılacak bir önleme füzesinin tasarlanma­ sını ve gerçekleştirilmesini gündeme ge­ tirdi. Böyle bir görevi başarmak için, ön­ ce saldırı füzesinin başlığını saptamak, kimliğini belirlemek, sonra da önleme fü­ zesini ateşleyerek öngörülen önleme nok­ tasına kadar güdümle ulaştırmak gereki­ yordu. ABD’de ilk ABM füzesi çalışmaları, ter­ monükleer patlayıcıyla donatılmış “ Nike Zeus" füzesavar programı çerçevesinde 1956'da başladı. 1969'da Kvvafalein (Marshall adaları) atış alanından fırlatılan bir "Nike Zeus" füzesi, ABD’nin batı kı­ yılarından ateşlenen kıtalararası balistik bir füzenin başlık katını yakalamayı başar­ dı. Ne var ki, aynı dönemde saldırı füze­ lerinin, hedef alanına sızmayı kolaylaştı­ racak yardımcı gereçlerle donatılmaya başlanması .savunma çabalarını karmaşık­ laştırıyor ve özellikle saldırı başlığıyla al­ datıcıyı ayırt etme zorunluluğu doğuyor­ du. Öte yandan önlemenin etkili olması için hem yüksek, hem alçak uçuşlarda gerçekleşmesi zorunluydu. Nitekim atmosfer^dışı önleme için 500 km erimli “ Spartan” ve atmosfer içi önleme için 40 km erimli "Sprint*” ABM füzeleri bu amaçla yapıldı. "Sprint” özellikle, atmos­ fere giriş sırasında aldatıcıların frenlenme­ si nedeniyle gerçek başlığı kesin olarak ayırt etme olanağı bulunur bulunmaz ha­ rekete geçecekti. 1967'de ABD savunma bakanı Robert McNamara, on beş büyük amerikan ken­ tini sovyet füzelerine karşı korumak için “ Sentine!" füzesavar ağının kurulmasına karar verdi. Ne var ki karar amerikan ka­ muoyunda tepkiyle karşılandı. Bunun üzerine, başkan Nixon 1969’da, bu ağın yapımından vazgeçildiğini, yerine kıtala­ rarası "Minuteman” füzelerinin on iki de­ po alanını korumak için "Safeguard" ağı­ nın kurulacağını açıkladı. Her depo ala­ nında, PAR (Perimeter Acquisition Ra­ dar) yakalama radarlarına bağlı “ Spartan" füzelerinin yanı sıra MSR (Missile Site Radar) izleme ve güdüm radar­ larına bağlı "Sprint" füzeleri bulunacak­ tı. 26 Mayıs 1972'de ABD ve SSCB, SALT I antlaşmaları çerçevesinde füzesa­ var savunma sistemlerini iki konumlandır­ ma alanıyla sınırlandırmayı kabul etti; bunlardan biri başkenti, öbürü bir strate­ jik füze depo üssünü koruyacaktı. 3 tem­ muz 1974'te imzalanan yeni antlaşma, 100 füzesavarı aşmama koşuluyla bir tek



konumlandırma alanı açılmasına izin ve­ riyordu. ABD'nin ilk ABM füze konumlan­ dırma alanı, 1 ekim 1975'te Kuzey Dakota’da Grand Forks’ta hizmete girdi; ama hemen ardından Kongre, bakım giderle­ rinin aşırılığı nedeniyle üssün kapatılma­ sına karar verdi. Bütçeden kaynaklanan bu kapama nedenine, ABM savunma sis­ teminin gerçekten etkili olup olmadığı kuşkusu da eklendi; çünkü saldırı başlık­ ları gittikçe artmış, çok başlıklı füze kav­ ramı (MRV ve MIRV) ortaya çıkmış, sa­ vunma sistemine karşı önlemler alınmıştı (aldatıcılar, radar algısını azaltma, vb.). 1975 yılı sonundan bu yana ABD’de hiç­ bir ABM savunma sistemi çalışmamakta­ dır. SSCB’de ise Moskova çevresinde dört üsse dağılmış "Galoş” tipi 64 füzesavardan oluşan bir ağ hizmette tutulmak­ tadır.



 B N  K sıf.(fars. ab ve nâk'tan Sb-nSk). Esk. 1. Sulu. —2. Islak, nemli. AB N AK İLE R - ABENAKİLER. ÂBNAM E a. (fars. ab ve name'den abnâme). Ed. Divan edebiyatında suyu ko­ nu edinen yapıt; nesibi âb ya da bunun eşanlamlıları olan kasidelere verilen ad. —ANSİKL. Yenişehirli Avni’nin Bahariye mevlevihanesine su getirilmesini istemek için Abdülhamit ll’ye sunduğu manzum ve mensur yapıt bir âbname'dir. Necati ve Ahmet Paşa’nın ab redifli kasideleri, Fuzuli'nin su kasidesi türün örneklerin­ de ndir.



ABNER, Saul'ün generallerinden (İ.Û. XI. yy.).Saul’ün ölümü üzerine işboşet’i destekledi, ama sonunda Davut’la birleş­ ti. Kendisini rakip olarak gören Yoab ta­ rafından öldürüldü.



ÂBNÛS a. (fars. abnüs). Esk. 1. Abanoz ağacı. —2. Abnüs ok, divan şiirinde sev­ gilinin kirpiği için kullanılır.



ÂBNÛSİ sıf. (fars, abnus ve ı den, a bnusî) Esk. 1. Abanoz gibi; sert, siyah — 2. Abanozdan yapılmış eşya için kul­ lanılır. ^ a. Abanoz işiyle uğraşan kimse, abanozcu.



O A B O , Turku'nun İsveççe adı.



ABO s is te m i. Hematol. A,B,AB ve O kan grubundan olanları belirleyen alyu­ varlardaki antijen maddelerinin tümü.



A B O B A -P L İS K A ,



B ulgaristan'da, Şumnu yakınında yerleşme. Omurtağ Han zamanında (814-831), Bulgar Türkleri devletinin merkezi. (Omurtağ Han’ın burada birçok yapı yaptırdığı biliniyor.)



ABOBRA a. 4-5 m boyunda, çokyıllık, tırmanıcı süs bitkisi. (Anayurdu Arjantin’ dir; kabakgiller familyası.) ABOİSSO, Fildişi Kıyısı’nın G.-D.’sunda kent. Dep. merkezi; 11 800 nüf. Aboisso döp.’ı 5 800 km2; 128 000 nüf.



ABO M ASİT a. (fr. abomasite). Vet. Şir­ den (abomasum) iltihabı. ABO M EY, Benin’de kent. Zu dep’ının merkezi ve eski Abomey Krallığı’ nin baş­ kenti; 41 000 nüf. Üniversite. Eski Gezo ve Gle - Gle saraylarında tarih müzesi. —Tar. XVII. yy.’da Aca soyu tarafından kuruldu. Fransız egemenliğine değin Da­ homey’deki güçlü Fon Krallığı'nın baş­ kentiydi.



hizmete vb. abone olmak, oçu sağlayan kişiyle,kuruluşla anlaşmak. —4. Bir yere abone olmak, o yerin gediklisi olmak, ora­ ya sık sık gitmek; dadanmak: Seninki kah­ veye abone oldu, yine oradadır. A B O N E L İK a. Abone olma durumu. ♦ sıf. Say. sıf. + abonelik, bir yeri, kayıt­ lı olan abone sayısıyla belirtmek için kul­ lanılır: On bin abonelik santral. a. (fr. abonnement). 1 . Bir ticari kuruluş ya da kamu kuruluşuyla müşterileri arasında, ürünlerin ya da hiz­ metin düzenli biçimde sağlanması için ya­ pılan anlaşma: Havagazı, elektrik, su



abonmanı. Tren, otobüs abonmanı. Ga­ zete, sinema, tiyatro abonmanı. —2. Abon­ man kartı, aboneliği gösteren kart. |[Abonman kredisi, küçük çiftçilerin topluca, yı­ lın belli zamanlarında tarımsal kredi kurumlarından, çoğunlukla borçlarını öde­ mek için aldıkları işletme kredisine halk arasında verilen ad. — Huk. Abonman sözleşmesi, taraflardan birinin edimini sürekli olarak yerine getir­ meyi, buna karşılık diğer tarafın ücreti bir anda ya da belirli aralıklarla ödemeyi üst­ lendiği sözleşme. (Bk. ansikl. böl.) — Sig. Abonman poliçesi, yıl içinde si­ gortalı değerlerin artış ya da azalışlarına göre değişen rizikolar için teminat veren ve primi yıl sonunda ayarlanan poliçe. —ANSİKL. Huk. Abonman sözleşmeleri iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Ta­ raflardan biri, bir mal ya da hizmet sun­ ma,diğer taraf da bu mal ya da hizmetin karşılığını ödeme yükümlülüğü altına gi­ rer. Tarafların edimlerini yerine getirme­ lerindeki süre, bu tür sözleşmelerin belir­ gin özelliğidir. Mal ve hizmet sürekli ola­ rak sunulduğu halde bunların karşılığı bir kerede ya da belirli zaman aralıklarıyla ödenir. Abonman sözleşmelerinin özel hukuk alanındaki tipik örneği, gazete ya da dergi gibi belirli zaman aralıkları için­ de çıkan yayınlar için yapılan sözleşme­ lerdir. Kamu hukuku, özellikle idare hu­ kuku alanındaki bellibaşlı abonman söz­ leşmeleri, elektrik, havagazı, su, telefon vb. hizmetler için kamu tüzel kişileriyle bu hizmetlerden yararlanan kişiler arasında yapılan sözleşmelerdir. A lflO N U T E İK N 6 S . Tar. coğ. Anado­ lu’nun Paphlagonia bölgesinde ilkçağ kenti. Karadeniz kıyısında, Sinop’un do­ ğusunda. Kâhin Asklepios ve sahte pey­ gamber paphlagonialı Aleksandros bura­ da yaşamıştı. Daha sonra ionopolis adı­ nı aldı. Bugün inebolu.



ABOO ya da ABUU ya da ABOV ünl. Halk. Şaşma ve korku anlatır: Aboo, in­ san değil, sanki dev! Aboo! Daha iki sa­ atlik yol var. ABORDA a. (ital. abbordo, çarpma). 1, Denize, Bir geminin başka bir gemiye, bir rıhtım ya da iskeleye bordasını vererek yanaşması. —Z.Abordamevkii, birgeminin bordasını vererek yanaşacağı rıhtım ya da iskeledeki yer. |\Aborda olmak, bir gemi için bordasını vererek yanaşmak.



A B0RİG SNLER, efsaneye göre, Orta İtalya’nın en eski halkı; meyve toplayıcılı­ ğı yaparlardı. Latinus’un egemenliği altı­ na girdiler.



ABGSA a. Denize. Gemide hareket ha­ linde bulunan bir halatın ya da zincirin, bir an durdurulması için verilen komut. (De­ mirleme işlemlerinde, demir zincirinin bosaya vurulması için kullanılır.)



ABONE a. (fr. abonne) 1. Bir ücret kar­ şılığında, bir ürünün, gazetenin, tiyatro­ nun vb. ya da bir hizmetin belirli bir süre alıcısı olan kimse: Gazetemizin on bin



 B © ¥ -* ABOO.



abonesi var. Telefon abonelerinin listesi. (Eşanl. SÜRDÜRÜMCÜ.)\\Abone numara­ sı, bir kimseye abone olduğunu göster­ mek üzere verilen numara. ||Abone ücre­ ti, abone olunan bir hizmet için önceden



ABRA a. Yörs. 1. Terazinin kefelerini denklemek için hafif gelen kefeye konu­ lan ağırlık. —2. Bir kabın boş durumda­ ki ağırlığı; dara: Bir kabın abrasını almak. — 3. Bir değiş tokuşta üste verilen şey.



(gazete, dergi vb.) ya da sonradan (su, havagazı vb.) ödenen para. — '2.ABONMAN’ın eşanlamlısı: Aboneyi kesmek.



Aboneyi yenilemek.—3. B ir gazeteye,bir



ABOU -



Eb u .



A S R A a. Avrupa kıyılarında çamur için­ de yaşayan ikiçenetli yumuşakça (Semelidae familyası.) [Kabuğu oval, yassı, be­



yaz, oldukça dayanıksız; ayağı uzunca, sifonları ince uzundur.] (Eşanl. SYNDESMİA.)



AB R A, •Altay şamanlığında efsane yara­ tığı. Yeraltındaki Tengiz’de (büyük deniz) yaşadığına inanılan timsahı andıran bir canavar.



ÂB R AB ÂN EL (Isaac) - ABRAVANEL, ABRABANEL ya da ABARBANEL (Izaak).



ÂBRÂH ya da ÂBRÂHE a. (fars. ab ve râ/ı’dan, abrah). Esk. Su yolu, kanal. AB R AH A M (Kari), alman hekim ve psi­ kanalizci (Bremen 1887-Berlin 1925). 1904’ten başlayarak Burghölzli’de (Zürih psikiyatri hastanesi) E. Bleuler ile çalıştı. 1906’da onun başasistanı oldu. C.G. Jung ile burada tanıştı ve onun sayesin­ de Freud’un kuramlarını öğrendi. 1907’de de Freud’la tanıştı. 1910’da Uluslararası psikanaliz derneği’nin ilk kolu olan Berlin psikanaliz derneği’ni kurdu. 1924’te bu derneğin başkanı oldu. Kari Abraham, psikanaliz akımının, Viyana dı­ şında yaygınlaşmasında ve tutunmasın­ da en çok katkısı bulunanlardan biridir. Psikanaliz kuramını, klinik sınırlar ve ge­ rekler içinde tutmaya çalıştı. Kurama çok yönlü ve zengin katkılarda bulundu: Kıs­ mi nesne kavramını ortaya koyması, içe atım ve alma süreçlerinin tanımlan­ ması, üreme öncesi evrelerin incelen­ mesi. M.Klein’ın çalışmaları üzerinde bü­ yük etkisi oldu. Freud’a yazdığı çok sayı­ daki mektuplarının (1907-1926) dışında, Traum und mythus (1909), Versuch ei-



ner Entwicklungsgeschichte der Libido auf Grund der Psychoanalyse seeliseher störungen (1916) gibi çok sayıda yapıtı ve makalesi, ayrıca kişiliğin oluşumuna ilişkin birçok psikanaliz incelemesi (1925) vardır.



AB RAHAM ECHELLENSİS > İBRA HİM BİN DAVUD EL-BAKILLANİ.



ABRAHAM o va la rı, Ouebec’te SaintLaurent’a egemen plato. 13 eylül 1759’da burada yapılan savaş, Kanada’ da fransız egemenliğine kesin biçimde son verdi. Fransız generali Montcalm ve İngiliz generali VVolfe, burada yapılan sa­ vaşta öldüler.



ABRAHAM PAŞA, ermeni kökenli türk devlet adamı (? 1833-? 1918). Mısır va­ lisinin sarrafının oğlu. Mısır hıdivi İsmail Paşa’nın İstanbul kapıkâhyalığı görevin­ de bulundu ve Mısır’a ilişkin ayrıcalıkla­ rın genişletilmesinde hıdiv ile Babıâli ara­ sında aracılık yaptı. Birinci meşrutiyet’ten sonra Abdülhamit II tarafından ayan üye­ liğine atandı, ikinci meşrutiyet dönemin­ de de ayan üyesiydi. Zenginliğiyle ünlü­ dür ve İstanbul’da gösterişli bir yaşam sürmüştür.



ABRAHAM S (Peter), İngilizce yazan güney afrikalı yazar (Johannesburg 1919). Teli Freedom (1954) adlı büyük öl­ çüde özyaşamına dayanan yapıtında, melezliğin sorunlarını inceledi ve kendi­ sini yirmi yaşında ülkesinden ayrılmaya iten nedenleri açıkladı. Başlıca romanla­ rı: Song of the city (1945); Mine boy (1946); The path of thunder ( 1948); Wild conquest (1950); Returnto Goli’de(1953) Güney Afrika’daki çeşitli ırktan topluluk­ ları birbirine düşman kılan çatışmaları ser­ giledi. Değişik kaynaklardan esinlenerek yazdığı This Island, now'da (1966), Jama­ ika’da bir diktatörlüğün çöküşünü anlat­ tı, mit ile gerçeği, günümüzle geçmişi bir araya getiren Wreath for Udomo'de (1956) yoksulluk, kabilecilik ve avrupalı azınlığın istekleriyle karşı karşıya kalan ro­ man kahramanının Afrika’ya düşsel dö­ nüşünü çizdi. Irk ayrımı sistemiyle iyice yıpranmış bir toplumun bilinçli ve idealist bir tanığı olan Abrahams, Güney Afrika edebiyatının öncü yazarlarından biridir.



ABR AK AD AB R A a. Eski çağlarda ki­ mi hastalıkları geçirdiğine inanılan sihirli sözcük.



Abrakadabra —ANSİKL.Sihirliabrakadabra sözcüğünün bir özelliği de sıtma nöbetlerine iyi gelme­ siydi. Ill.yy.’ın başlarında yaşayan hekim ve şair Serenus Sammonicus'e göre, bu etkiyi elde etmek için sözcüğün harfleri aşağıdaki biçimde sıralanmalı ve bir kâ­ ğıda yazılarak boyuna aşılmalıydı: ABRAKADABRA BRAKADABR RA KA DA B A KA DA KAD A



44



ABRAKSAS a. (yun. söze.), t . Gnostik filozof Basileides’e göre yeraltı dünya­ sının demiurgos’u. Bu sözcüğü Basileides’in mi bulduğu, yoksa başkasından mı aldığı bilinmiyor (horoz kafalı, bacakları­ ysan biçiminde bir erkek büstü olarak temsil edilir). Bu ad ve görüntü, bazen ay­ rı ayrı, bazen birlikte muskaların üstünde sıksıkyer alır. —2. Üzerinde gnostik yazı­ lar kazılmış taş. —3. Üzerine büyülü yazılaryadaAnubisgibiözellikle mısır ikono­ grafisinden alınmış şekiller kazılı taş. AB RAM AK g.f. Bir tekneyi abramak, sert deniz ve fırtınalı havalarda, ortamdaki değişken koşullara ve dalgalara göre bir tekneyi doğru ve güvenli biçimde yönet­ mek. AB R AM O V (Fyodor Aleksandroviç), Sov­ yet yazar (Verkola.Arkhangelsk bölgesi 1920 - Leningrad 1983). Kolektifleştirme döneminin romanları üzerine bir tez hazır­ ladı. 1949’da, görenekleri eleştiren yazıla­ rıyla dikkat çekti. Pryaslin(t 958-1973) ad­ lı üçlemesi, denemeleri, Pelageya (1969) ve Atka (1972) adlı anlatılarında, savaş sı­ rası ve sonrasında, kuzeydeki kırsal bölge­ lerin güç koşullarını yansıttı ve köylünün ik­ tisadi ve manevi sorunlarını dikkatli bir bi­ çimde ele aldı. AB R AM O VA (Anastasya ivanovna), sovyet kadın dansçı (1902), Moskova Bolşoy tiyatrosu bale okulu’nda Aleksandr Gorskiy ile Vasiliy Thomirov’un öğrencisi oldu (1910-1917). Bolşoy balesi’nden hiç ayrılmadı (1918-1948). Moskova sovyet dans okulu'nun yarattığı üslubun ilk tem­ silcisidir. A BRAM O VİÇ (Şalom YAKOV, Mendel Moşe Sefarim — denir), yiddiş dilinde ve ibranice yapıt veren rus yazar (Kopil, Minsk ili 1835 - Odesa 1917). Halk diliy­ le yazan Abramoviç, çağdaş İbrani ede­ biyatının kurucularından biridir; Doğu Av­ rupa’daki gettoların güç ve renkli yaşa­ mını anlatmak için halk dilini, yiddişi seçti (Kitsur masus Bünyamin haşlişi, 1878).



Abramoviç Şalom Yakov



ABRAM O W İTSCH (Ruth), alman asıllı kadın dansçı ve eğitmen (Halle 1907 Varşova 1974). Mary VVİgman'dan ders alan sanatçı, nazilerden kaçıp önce Po­ lonya’ya (bu ülkede Ruth Sorel adıyla ta­ nındı), daha sonra Güney Amerika'ya sı­ ğındı. Montreal’de bir okul kurdu ve Var­ şova’ya döndükten sonra kendini öğret­ menliğe verdi. Serbest dans ile akademik dansı bağdaştırma denemeleri ve akro­ batlık öğelerinden yararlanmasıyla mo­ dern dansın gelişmesinde etkili oldu. ABR AM S (Creighton VVİlliams), amerikalı general (Springfield, Massachusetts 1914 - VVashington 1974). West Point me­ zunu ve zırhlı birlikler uzmanı olan Abrams, 1944’te general Patton'un III. ordu­ sunda kurmay subay olarak görev yaptı, daha sonra Bastogne savaşı’na katıldı. Kore savaşı'nda zırhlı ordunun kurmay başkanı olan Abrams, 1968’de Vietnam orduları başkomutanı general VVestmoreland'in yerine geçti; 1971-1974 arasında da kara kuvvetleri kurmay başkanlığı gö­ revini yürüttü. 1979’da hizmete sokulan orta tip amerikan tankına onun adı veril­ di. A b ra m s İğ n e s i, deri yoluyla plevra bi­ yopsisi yapmaya yarayan, 3 mm çapın­ da kalın iğne.



ÂBRÂNE a. (fars. ab ve rane'den abrane). Esk. Su yollarına ve borularına ba­ kan uzman. ABRANTES, Portekiz’de kent. Estramadura'da, Tajo ırmağının sağ kıyısında egemen bir noktada; 11 000 nüf. Ortaçağ'dan kalma şato ve başka anıtlar. ABRANTES d ü kü - JUNOT. ABRAŞ ya da EBRAS sıf. ve a. (ar. ebraş’tan). Cüzam hastalığına tutulmuş kim­ se için kullanılır. — Dilbil. Aslı ebras olan sözcüğün arapçadan yapılan çevirilerde genellikle ab­ raş' la karşılandığı görülür. — Din. Kuran’da İsa’nın bu hastalığı bir mucizeyle iyileştirdiği anlatılır: "Sen iznim­ le, çamuru kuş biçimine sokmuş, ona üflemiştin de, iznimle kuş olmuştu; abraşı, anadan doğma körü, iznimle iyi etmiştin.” (Maide suresi, 109-110) ABRAŞ ya da EBREŞ sıf. ve a. (ar.ebreş). 1. Alaca renkli. — 2. Değişik renkte benekleri olan at için kullanılır: Abraş at. —3. Yörs. Çilli, çopur yüzlü, sarı saçlı, açık renk gözlü kimseler için söylenir. — Tekst, ipliklerin boyanması ve mordanlanmasındaki farklılıklar nedeniyle, doku­ malarda çoğu kez enine şeritler biçimin­ de görülen renk değişikliği, açık ya dakoyu lekelerJÇözgü ipliği abraşı, ipek ku­ maşlarda, dokuma sırasında belli miktar­ da çözgü ipliğinin solması ya da lekenlenmesinden kaynaklanan özür. — Zodtekn. Atın derisinde, özellikle ba­ şın ve bacakların alt kısmında, gözlerin ve cinsel organların çevresinde oluşan ve buralarda pembemsi ve tüysüz lekeler bi­ çiminde görünen pigment yokluğu. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. A t için b u ru n , kulak, ç e n e g i­ bi s ıra d a n a n a to m ik işa retle re g ö re a b ra ş le kelerin in ö n e m i b ü y ü k tü r. B u nlar k ü ç ü k ­ s e , ata abraş benekli, a b ra ş y e rle rin ü z e ­ rin d e k o y u le k e le r v a r s a , b u n la ra damar v e b ö y le s i a b ra ş a damarlı abraş d e n ir.



ABRAVANEL, AB R AB AN EL ya da AB ARBANEL (izak), Don İsaac Abravanel de denir, yahudi asıllı devlet ada­ mı, filozof ve Kutsal kitap yorumcusu (Liz­ bon 1437-Venedik 1508). Portekiz kralı Alfonso V'in hazinedarlığını yaptı. 1483’te ülkesinden kaçıp ispanya’ya sığınmak zo­ runda kaldı; orada Aragon kralı Fernando’nun hizmetine girdi. 1492'de, Yahudileri ispanya’dan kovan fermanın çıkarıl­ masını engellemek istedi,ancak bunu ba­ şaramadı. Napoli'ye geçti ve orada da saray görevlerinde bulundu. Birtakım olaylar yüzünden 1503'te Venedik’e sı­ ğınmak zorunda kaldı. Eski Ahit’in bölüm­ leri üzerine önemli yorumlar yapan Abravanel, bu yorumlarında Musa bin Meymun'un felsefi düşüncelerini anımsatan görüşler ortaya koydu. Daha çok İbranî Leon adıyla tanınan oğlu Yuda Leon (Liz­ bon 1460-ay.y, 1520), doktor,şair ve filo­ zoftu; platoncu bir gizemciliğin izlerini ta­ şıyan dialoghi d ‘A more'y\ yazdı; büyük yankı uyandıran bu yapıt birçok dile çev­ rildi. A B R A V A Y A -> MARMARALI (Samuel) ABRAVAYA.



ABREAKSİYON -> DIŞATEPME. ABRETTENE. Tar. coğ. Anadolu’da, Mysia bölgesinin güneyine verilen ad; coğrafyacı Strabon, buranın Zeus Abrettenos’un kutsal alanı olduğunu yazar. ABREU (Joâo CAPİSTRANO DE), brezilyalı tarihçi ve denemeci (Maranguape, Cearâ 1853-Rio de Janeiro 1927). 1500 1800 yılları arası Brezilya’sını geniş biçim­ de anlatan Capitulos de histöria colonial (1907) adlı yapıtın yazarı. A B R IL (Pedro SlMON) -* SlMON ABRIL.



ABRIŞ a Sil. Menzil atışlarında kullanı­ lan bir tür idman oku. (Öbür oklardaki gi­ bi eşit aralıklarla ve birbirine koşut olarak yapıştırılmış üç parçalı yelek yerine, bu okta, tek ve uzun bir parça tüy, helezon biçiminde sarılmıştır. Yeleğin bu özel bi­ çiminden ötürü, ok havada dönerek ağır ağır gider. Bu oka, ibriş, Ebruş, Ebruveş de denir.) A b rik o s s o ff u ru , deride, solunum ve sindirim mukozalarında, hipofizin arka lo­ bu üzerinde bulunabilen, tanecikli görü­ nüşte hücrelerden oluşan, az görülür, teh­ likesiz ur. (En sık görüldüğü yer dil üstü­ dür. Ufak boyda, sarımtrak gri renkte yü­ zeysel bir düğüm şeklinde ve siğil görü­ nümündedir). [Eşanl. RABDOMİYOM GRANÜLOSELÜLER.]



ABRİLE a. Denize. Kabasorta donanımlı yelkenli gemilerde, tirinket ve mayistra yelkenlerini istinga etmek için verilen ko­ mut: Abrile tirinket, abrile mayistra,vb. ÂBRİZ a. (fars. abve-rlz’den âb-riz).Esk. 1. Tuvalet, ayakyolu. — 2. ibrik. — 3. Oturak, lazımlık. ÂBRÎZCİ a. (ar. abriz’den). Kur. tar. Os­ m anlI s a ra y ın d a p a d iş a h ın le ğ e n v e ib rik h iz m e tin i g ö re n le re v e rile n ad. (Ibrikçi ya d a ibriktar da d e n ir.)



ABROMA a. (fr. a. yokluk eki ve yun. broma, besinden). Soymuk lifleri çuval ve ip yapımında kullanılan çokyıllık çalı. (Anayurdu tropikal Asya'dır; sterculiaceae familyası.) AB R O N İÂa. Bot. Kumminesinin bilim­ sel adı. ABROSTOLA. Tar. coğ. Anadolu'da, Phrygia bölgesinde yerleşme, Sakarya ır­ mağı kıyısında, antik Pessinus ile Amorion arasındaydı. ABRU EFENDİ (Sahak), ermeni kökenli türk devlet adamı (İzmir 1823-istanbul 1900). Babıâli Tercüme kalemi'nde çalıştı. Mabeyn baştercümanı, Hariciye nezare­ ti umumi kâtibi oldu. Şurayı devlet üyeli­ ğine atandı. Voltaire, Machiavelli, JeanBapthiste Say'dan çeviriler yaptı. ÂBRÛD a. (fars. abrnd). Esk. Sümbül, ni­ lüfer. ABRUS a. (lat. abrus; ar. abruz). indonezya’da yetişen, ince saplı, çoğunlukla sarılgan, beyaz ya da pembe küçük çi­ çekli ağaççık. (Kelebekçiçekligiller famil­ yası.) — ANSİKL. Abrus precatorius'un kökleri hafif meyankökü tadındadır; büyük kara benekli, parlak kırmızı, pürüzsüz tohum­ ları tespih ve kolye yapımında kullanılır, ama zehirlidir.



ABRAVİ a. Şanlıurfa yöresinde oyna­ nan halay türü halk oyunu. Genellikle ha­ layların sonunda oynanır. Hızlı lorke de denir. ABRAXAS a. Tırtılı frenküzümü yaprak­ ABRUZZİ a Abruzzi bölgesinde konu­ larını kemiren kelebek. (Bil. a. Abraxas şulan bir Güney İtalya lehçesi. grossulariata; pulkanatlılar takımı; geon A B R U Z Z İ, Orta İtalya’da bölge. Aquimetridae familyası.) la, Chieti, Pescara ve Teramo illerini kap­ ABRAZYO N a. (fr. abrasion) -* AŞIN­ sar ; 10 794 km2 ; 1 218 000 nüf. (1990). MA. Yönetim merkezi: Aquila. Bölge özellikle yükselmiş, kıvrılmış ve kırılmış kalkerler­ ABRE a. (ar. rabre). Esk. Gözyaşı. den (sözgelimi Gran Sasso) oluşmuştur. A-bre S ü le ym a n Ağa, Balkan TürkleKarst şekillerinin bulunduğu ve sık sık depremlerden etkilenen bu yer şekilleri ri, özellikle de Pomaklar arasında yaygın olan bir türkü. Bu türkü eşliğinde kızlı er­ geniş çöküntü alanlarını (Aquila, sulmona, Fucino gölü) çevreler. Dağların doğu­ kekli oynanan, karşılama türü halk oyu­ sunda alçak ve düz bir kıyıyla sınırlanan nuna da aynı ad verilir.



k illi-ku m lu te p e le r uzanır, iklim o ld u k ç a serttir.



Abruzzi, yoksul, hatta kimi bakımlar­ dan geri bir bölgedir. Gerek tarım, ge­ rek hayvancılık gerilemektedir. Sanayi çok az gelişmiştir. Birkaç büyük sanayi te­ sisi de (Bussi’de, Vasto'da), bölge dışın­ dan gelen sermayeyle (Fiat) kurulmuştur. Otoyol yapımı, kıyıda ve Abruzzi Ulusal parkı’nda (1923’te,oluşturulan 30 000 hektarlık bu-parkın büyük bölümü Aquila iiindedir) turizmi geliştirmiştir. Dağlar, kıyıya ve kentlere yönelen göçler yüzün­ den tenhalaşmaktadır. Ama bu bölgede gerçek bir bölgesel merkezin olmayışı da sıkıntı yaratmaktadır. A B R U ZZİ (Luigi Amedeo Di SAVOİA,— dukası), İtalyan kâşif, dağcı ve denizci (Madrid 1873-Villagio Duca degli Abruz­ zi, İtalyan Somalisi, 1933). Savoia-Aosta dukasının oğlu. Alaska’da Saint Elias da­ ğına (5489 m)ilk o tırmandı, sonra Cagni ile Kuzey Kutbu’na yaptığı bir gezi sıra­ sında, Franz-Jozef takımadasını gezdi (1899-1900). Ruvvenzori kütlesine gitti. 1906’da Marguerite doruğuna (5119 m) çıktı, sonra, Karakurum’daki Baltaro bu­ zulunun yukarı havzasını dolaştı. K2’yi fet-



şinin, bir dağ ve bir ırmağın adı. Asıl Abslar, Necd'in en geniş vadisi olan VadiRumme’nin orta bölümünde otururlardı. Komşu kabilelerle sık sık savaştılar. Bir at yarışında dürüst davranmayan Zübyaniler ile savaşları,İslamlığın ilk yıllarına ka­ dar sürdü. Ama bu savaşlarda çoğu kez yenildiler ve başka yerlere göç etmek zo­ runda kaldılar. Islamiyeti geç kabul eden Abslar, Peygamberin ölümünden sonra, yalancı peygamber Tuleyha’ya katıldılar. Abslara, Muaviye ve Abdülm'elik dönem­ lerinde de rastlanır. XIX. yy.’ın ilk yarısın­ da el-Harra adasının karşısındaki Cebel Harsani bölgesinde yaşıyorlardı. A B S (Hermann Josef), alman maliyeci (Bonn 1901). 1945'te III. Reich’ın teslim olmasından sonra, “ bloke paralar'' uzma­ nı oldu. Hjalmar Schacht’ın maliye öğre­ tisine karşı çıktı. Almanya’nın ekonomik kalkınması için çalıştı. ABSÂL, A B S Â İÂ N a. (fars. absa/, 5bsâlan). Esk. Park, bahçe, koru. ABSALO N, danimarkalı başpapaz ve devlet adamı (Fjenneslev, Soröyakınında, 1128-Sorömanastırı 1201). Paris’te öğre­ nim gördü, önce Roskilde nisko



t lt



; r p A



'



'



- Vî / '



" T -



-v- v ' - ^



M



' : > rf*» . " ; -........... •



S fc 'f * - - ' - • : m , :* ,



*







. .







'



.. . -



i



. . ‘ i. '



■ ■ ***:



-



-



*



. - * £ ■



-



.



santeizm), büyük toprak mülkiyetinin ege­ men olduğu tarımsal toplumların bir özel­ liğidir. Büyük toprak sahibi kişilerden pek çoğu kentte ya da yabancı ülkelerde ya­ şayıp, çoğu kez tarımla ilgisi olmayan mesleklerde çalışırlar. Böyle olduğu hal­ de topraklarının ekonomik ve sosyal de­ netimini ellerinde bulundurmak isterler. Topraklarına sürekli bir statüden yararla­ nan çiftçiler yerleştirmekten kaçınan bu toprak sahipleri, bunun yerine işletme şef­ leri ya da kâhyalar kullanırlar. Tarımsal et­ kinlikler, ücretli işçilerce, geçici statüdeki küçük çiftçilerce ya da yarıcılarca gerçek­ leştirilir; üretim işlerinin düzenlenmesi de kâhyalar aracılığıyla sağlanır. Kâhya top­ rağın gelirini toplayan bir kişiden başka bir şey değildir. Absanteizm Latin Ameri­ ka’da yaygınlığını koruyan bir yöntemdir ve Avrupa’da, özellikle Ispanya’nın güne­ yindeki büyük malikânelerin bulunduğu bölgelerde buna hâlâ rastlanır. Türkiye'de çiftçilik yapmayıp, toprağı­ nın tümünü kiraya ya da ortağa vererek kentlerde yaşayan toprak sahibi ailelerin sayısının gözardı edijemeyecek kadar çok olduğu söylenir. DİE, 1970 Tarım Sa­ yımı ve DPT, 1973 Gelir Dağılımı verileri­ ne göre, nüfusu 10 000'den yüksek ilçe ve kentlerde yaşayan 173 551 toprak sa­ hibi hane bulunduğu, bunlardan 100 000’e yakın bölümünün topraklarının tü­ münü kiracı ya da ortakçı işletmesine ve­ ren “ absentee” toprak sahibi olduğu so­ nucu çıkmaktadır. ABSAROKA KAKSE, ABD’nin B.’sında (Montana ve VVyoming, Kayalık Dağlar'da) sıradağlar. Granite Peak’te-, yük­ seltisi 3 916 m. Yellowstone havzasının üzerinde yükselir.



ABSE (Dannie), İngiliz yazarı (Cardiff 1923). Neoromantik şiirler ve radyo oyun­ ları yazdı; yapıtlarında yoksul çevrelerde hekimlik yaptığı dönemle ilgili yaşantıla­ rının ve Beckett’in etkisi duyulur (A small desperation, 1968; Collected poems, 1977).



- ir -



•:'** *> % •. -



-
YÜKLEME'- DURU­ ce - Partido demoerâtio nacional iken MU. 1941 ’de bunu değiştirerek günümüzdeki adını aldı. Eylemini, milliyetçi ve reformcu AÎ5S [es] a. (ing. sözc.).Teniste, hızlı, iyi bir ideolojiyle önemli bir tarım reformu yönlendirilmiş ve rakipçe karşılanamayan programına dayandırdı. Cumhurbaşkan­ servis atışı. lığına sırasıyla Römulo Gallegos (1947), A ’CEB sıf. (at.caceb, tuhaftan acceb). 1. Römulo Betancourt (1948-1958), Raül LeÇok garip, çok tuhaf. —2. Aceb ül-acaib, oni (1964-1969) ve Carlos Andrâs Perez’ aşırı ölçüde şaşırtıcı ve gülünç olan. in (1973-1979) seçilmelerini sağladı. A C E D AB İYE, Libya'da yerleşim mer. ACCİPİTRİDAE a. Zool. Kartalgillerfakezi, Sirenayka’da, Bingazi'nin G.'inde; milyasının bilimsel adı.



100 500 nüf. (1985). ÂCEH, Endonezya'da, Sumatra adasın­ da bölge. Adanın K. ucunda; J>5 392 km2; 2 920 500 nüf. (1984). Yönetim merkezi Banda Aceh. Hemen kıyıda yükselen sarp dağlık (2 785 m) bir yöredir. G.-D.’da kıyı ovaları uzanır. Pirincin yanı sıra, tica­ rete yönelik bazı ürünler (hindistancevizi, karabiber, karanfil, küçük hindistancevi­ zi ağaçları) yetiştirilir. Petrol ve doğal gaz yatakları.



51



ACEH s u lta n lığ ı, Sumatra’nın (Endo­ nezya) kuzeyinde eski sultanlık. Portekiz­ liler Malaka’yı aldıktan (1511) sonra, bir­ çok müslüman etkinliklerini özgür kalmış bir merkeze aktarmayı yeğlediler. Bu ak­ tarım üzerine sultanlığın limanı büyük bir önem kazandı. XVI. yy. boyunca ve XVIII, yy. başında Aceh sultanları, öbür Ma­ lezya kentlerinin yardımıyla Malaka’yı ye­ niden ele geçirmeye çalıştılar; hatta 1563’te Kanuni’nin desteğini istediler. Aceh kenti İskender Muda döneminde (1607-1636) karabiber ticaretinin önemli bölümüyle minangkabau ülkesinin altın yataklarını denetimi altında tuttu. Böyle­ ce en parlak dönemine ulaştı. Birçok ta­ nınmış yabancı, İskender Muda’nın sara­ yına uğrayıp onu ziyaret ederdi; bunlar-’ dan Augustin de Beaulieu (1620), ziyareti üstüne bir anlatı bıraktı. XIX. yy.’a değin Sumatra’nıri en önemli gücü olan Aceh, Hollanda ile uzun bir çatışmaya girmek zorunda kaldı. 1873’te başlayan ve otuz yıl süren bu çatışma sömürgeci devletin başarısıyla sona erdi Aceh, Endonezya’ nın bağımsızlığından (1945) bu yana da, birçok kez ayrılıkçı girişimlerde bulundu. ACEHLER ya da AÇEHLER , eski Aceh (Sumatra) sultanlığında halk. Dilleri Endonezya dil öbeğindendir. Tarımcı ve balıkçı olan Acehler kadın tarafının köyün­ de (karıyerli) yaşarlar. Bu köyler kazıklar üzerine kurulmuştur. Bazen kast düzeni­ ne çok yaklaşan siyasal toplumsal örgüt­ lenmeleri, İslam yasalarının etkisi altında­ dır.



A’CEL sıf. (ar. accel). Esk. Çok acele, çok acil. ACELE a. (ar. racele). 1. Bir şeyi yap­ makta gösterilen telaş: Acelesinden şap­ kasını unuttu. Acele ile çıktı. Aceleyi hiç sevmem. Daha hava kararmadı, acelen ne? — 2. Acele etmek, çabuk davran­ mak: Acele etmezsen treni kaçıracaksın. —3. Bir işi yapmakta acele etmek, o İş için erken davranmak: Sevinmekte, kız­ makta, evlenmekte acele etmek. — 4. Acele acele, oldukça çabuk, hızlı hızlı: Ö nüm dekilerden b iri acele acele yürüyordu. || Acelesi var (yok), bir kimse­ nin çabuk davranma zorunda olduğunu (ya da olmadığını) belirtir: Acelem var he­ men gideceğim. Acelen yoksa biraz da­ ha bekle. |j Acelesi yok, bekleyebilecek bir işi, durumu gösterir: Acelesi yok, sonra



Accra kent merkezinden bir görünüm



.......



acele ödersin. || Aceleye gelmek, bir iş sözkonu­ su olduğunda, zaman darlığı yüzünden o iş için yeterli özeni gösterememek: Bu çeviriler aceleye geldiğinden istediğim gi­ bi olmadı.\\ Bir şeyi, aceleye getirmek, bir şeyi kısa sürede, özensiz yapmak: Gerekli özeni göstermemiş, bu yazısını aceleye getirmiş\\ Aceleye getirmek, zaman yeter­ sizliğinden karşısındakini aldatacak biçim­ de yararlanmak; el çabukluğu yapmak: Manav aceleye getirip çürük domatesle­ ri de araya sıkıştırmış. ♦ sıf. 1. Telaşla, ivedilikle yapılan; çabuk yapılması zorunlu olan şey için kullanılır; ivedi, acil: Acele işe şeytan karışır (atasö­ zü). Acele bir işim var, hemen gitmeliyim. — 2. Telefon, telgraf vb. sözkonusu ise, bunlara belli bir öncelik tanındığını gös­ terir. —Huk. A cele işlerde el koyma - > e l k o y m a . || Acele itiraz - » İT İR A Z . || Acele kamulaştırma -» K A M U L A Ş T IR M A . ♦ be. Bir eylemin geciktirilmeden ve ça­ buklukla yapılması gerektiğini belirtir; der­ hal, hemen, tez: Acele gel! Bu mektubu acele gönderin.



52



ACELECİ sıf. ve a. Bir işi yapmakta, bir



gisiyle Azerbaycan'a ait olan ve Doğu Anadolu’da da söylenen genellikle ci­ naslı bir mani türü. —Kur. tar. Acem çadırı, osmanlı sultan­ larının atlı gezilerinde (binişi hümayun) kullanılan çadır. (Öteki çadırlarla birlikte mehterhanede saklanırdı.) —Süslem. sant. Acem işi yazma, duvar süsleme amacıyla yapılmış kalıp işi yaz­ ma. (Bu yazmalarda, açık krem zemin üzerine karakalem siyah, kırmızı, mavi, sarı ve yeşil renkler kullanılır; figüratif ve yazılı olur. 1.20 x 4 m ya da 1.10 x 3 m boyutlarındadır. İstanbul, Edirnekapı’da yapılırdı.) ACEM a. Müz. Türk müziğinde bileşik makam. Bayati makamına yakındır. On­ dan ayrılan yönü, acem perdesinden ya da dolaylarından başlaması ve çargâh (do) perdesi üzerindeki çargâh dörtlüsü­ nü sık sık kullanmasıdır.



'ı çargâh dörtlüsü



- * M E N G İT .



A. em



Atatürk kitaplığı



—Geleneks. giy. Acem külahı, eskiden kullanılan bir tür başlık. (Siyah kuzu deri­ sinden yapılır, tepesi sivri olurdu.) —Halk ed. Acem koşması, anadolulu âşıkların düz ya da cinaslı olarak söyledi­ ği, Azerbaycan’a özgü bir ezgiyle okunan koşma türü. |j Acem manisi, biçim ve ez­



ACEM HALAYI a. Bir halk oyunu. Gü­ ney Anadolu’da oynanır. Davul, zurna eş­ liğinde ağırdan başlayıp hızlanarak süren, bağımlı bir oyundur. Gelin alayı da denir. A ce m ve A ra p d e fte r d a r lığ ı. Kur.tar. Doğu Anadolu ve Suriye’nin mali işlerini yürüten defterdarlık (XVI. yy.).Selim I döneminde buraların alınmasından



i uşşak dörtlüsü



buselik beşlisi



acem makamı



işin gerçekleşmesini beklemekte telaşa ACEM a. Müz. Türk müziğinde, tiz sekiz­ varan bir çabukluk, sabırsızlık gösteren lideki fa sesinin adı. (Orta sekizlideki fa' kimse için kullanılır; ivecen, telaşlı, sabır­ nin adı acemaşiran 'dır.) sız: Aceleci bir insan. Ne kadar aceleci­ sin. işin uzaması onu daha da aceleci ya­ TAcem , karagöz oyunu tiplerinden. İran pıyordu. ya da Azerbaycan'dan gelmiştir; varlıklı♦ sıf. Bu kimsenin davranışı için kullanı­ dır. Eğlenceden, dalkavukluktan hoşlanır, mlın Aceleci adımlarla ilerlemek. bol para dağıtır. Abartılı konuşur, şiire düşkündür. Kimi kez okuduğu farsça be­ ACELECİLİK a. Bir işi yapmakta, bir yitlere Karagöz'ün aynı uyak ve ölçüyle işin gerçekleşmesini beklemekte aceleci, verdiği uydurma yanıtlar, oyunun güldü­ sabırsız davranma; bu davranış içindeki rü öğelerinden birini oluşturur. kişinin tutumu; ivecenlik: Acelecilik çoğu durumlarda, kazalara yol açar. Bütün ACEM A LİS İ, Acem Isa da denir. İran bunlar aceleciliğin yüzünden başımıza asıllı türk mimar (Tebriz?- ? 1539). Yaşageldi. ACELELEŞTİRMEK g.f. Bir işi acele­ leştirmek, ona hız vermek, acele yapılma­ sını sağlamak; hızlandırmak, çabuklaştır­ mak, ivedileştirmek. ACELETEN be. (ar. 'ace/e'den ’aceleten). ivedilikle, çarçabuk. ! ACEM a. (ar Cacem, yabancı). 1. Araplar’ın Arap olmayanlara verdikleri ad. —2. iranlı. — 3. İran'ın fars ırkından olmayan yerli halkı —4,Azerbaycan'daki şii Türk­ ler. —S.İran ülkesi; Acemistan. —6. Acem arslanı, yalancı kahraman (acem bayrağının üzerindeki aslan resmini anış­ tırarak). || Acem bahçesi, İran'ın yüksek duvarlarla çevrili, ortası havuzlu, güllerle bezenmiş ünlü bahçelerineTürkler’ce ve­ rilen ad. (Halk öykülerinin, divan edebi­ yatının yaygın motiflerindendır.) |jAcem çapkını, kentin çevresini dolaşmak.için ki­ ralanan at (esk.). || Acem kaması, ince keskin kama. || Acem kılıcı, iki yanı da kes­ kin kılıç. || Acem kılıcı gibi, karşıtlarının ya­ nı sıra yandaşlarına da zarar vererek, on­ ları da kırarak, || Acem mübalağası, pa­ lavrası, mübalağa ve palavranın aşırılığı­ nı göstermek için kullanılır. —Berbl. Acem tıraşı, başın yalnız arkasın­ da saç bırakıp, tepe ve yanlardaki saçla8 rı tıraş ederek oluşturulan saç biçimi, g —Ciltç. Acem kösteği, eski yazmalarda, 3 dikildikten sonra kitabın arkasına yapıştı^ rılan, tıraş edilmiş ince deri bant. —El. sant. Acem işi, renkli ipekle işlenen, altın ve gümüş boncuklarla bezenmiş dö­ şeme işlemesi. (Yatay yönde çok ince ipekle işlenir, üzeri ince sırmayla örülür, eş ya da değişik renk sırmayla motif bağ­ lantıları yapılarak altın ya da gümüş bon­ cuklarla zenginleştirilir.) || Acem topağı



isülküttap oldu (1704,1711, 1713). Defter eminliği, darphane eminliği, şıkkı sani defterdarlıklarında bulundu. ACEM DÜZENİ a. Türk halk müziğin­ de bir bağlama düzeni. Alt ve orta teller ana düzendeki gibi akort edilip üst tel fa sesine yükseltilir. Kontrol edildiğinde or­ ta teldeki iki fa sesi ve alt teldeki fa, üst telle uyumlu olmalıdır. Üst teldeki re se­ siyle orta tel, /a sesiyle alt tel aynı sesi ver­ melidir. Karar sesi orta teldeki fa sesidir. Kervan adlı parça bu düzenle çalındığın­ dan kervan düzeni de denir.



sonra, bu bölgelerin mali işlerini yürütmek için Halep’te bir defterdarlık kuruldu. Ku­ rulduğu kentin adına bağlı olarak Halep defterdarlığı da denirdi. XVI. yy. sonla­ rında Halep, Şam, Trablusşam, Diyarba­ kır ve Erzurum defterdarlıklarına ayrıldı. Bunlar kenar defterdarlıklar adıyla da anı­ lırdı. (-* DEFTERDARLIK.) ACEMAŞİRAN a. Müz.Türk müziğinde bir göçürülmüş (şed) makam. Dizisi, çar­ gâh makamının dizisi, acemaşiran perde­ si üzerine taşınarak (şeddedilerek) elde edilrhiştir. Seyir özellikleriyle mahur ma­ kamına benzer. Bu makamda, her dö­ nemde, dinsel ve dindışı formlarda çok sayıda yapıt bestelenmiştir. çargâh dörtlüsü



çargâh beşlisi



acemaşiran makamının dizisi



ACEMAŞİRAN a Müz. Türk müziğin­ de orta sekizlideki fa sesinin adı. (Tiz se­ kizlideki fa ise acem’dir.)



acemaşıran



acem



ACEMBAZİRKEŞİDE a. Müz. Türk müziğinde XVI. yy.'dan bu yana kullanıl­ mayan bir makam. Günümüze ulaşabil­ miş örneği yoktur. ACEMBORUSU a. Sarı-turuncu renkte borumsu çan biçiminde büyük çiçek açan tırmanıcı ağaççık. (Anayurdu Ame­ rika’dır. Türkiye’de de süs bitkisi olarak yetiştirilir. Bil. a. bignonia. Acemborusugiller familyasının örnek tipi.)



mına ve yapıtlarına ilişkin bilgiler yetersiz­ dir. iranlı olduğu, Selim l’in İran dönüşü onu İstanbul'a getirdiği sanılmaktadır. Mi­ marlığını yaptığı söylenen yapıların, da­ ha sonra Sinan tarafından onarılması, bazı kuşkulara yol açmışsa da, yapım ta­ rihleri, üslupları ve yapı teknikleriyle, ona ait olduğu bilinen yapılar vardır. Gebze’ deki Çobanmustafapaşa külliyesi, İstan­ bul Sultanahmet meydanındaki ibratıimpaşa sarayı bunlar arasındadır.



ACEMBORU3UGİLLER a. Acembo­ rusu, katalpa, tik ağacı, jakaranda, sarı peroba ve borulu hanımeli gibi sıcak böl­ gelerde yetişen ağaççık ya da ağaçları kapsayan bitki familyası. (Acemborusugiller familyasında 700’ü aşkın tür vardır.) ACEMBUSELİK a. Müz. Türk müziğin­ de bileşik makam. Acem makamının, bu­ selik dörtlüsü ya da beşlisiyle sona eren biçimidir. Az kullanılmıştır. çargâh dörtlüsü



bayati dizisi



buselik, dörtlüsü



ACEM SEKİR EFENDİ, türk reisülkütACEMCE a. Farsça. tap (Şirvan ?- İstanbul 1723). Eğitimini Mı­ sır’da tamamladı. Reisülküttaplığa getirildi ■AC E M H Ö Y Ü K, Niğde ilinde höyük. Aksaray ilçe merkezinin 18 km kuzey­ (1690). Azledilerek (1694) Elbasan sanbatısında, Melendiz çayının suladığı ovacakbeyliğine gönderildi. Üç kez daha re-



■nın ortasında. Asur ticaret kolonileri çağı­ nın önemli merkezlerinden. —Arkeol. Akkad ve Hitit yazılı kaynakla­ rında adı geçen Asur ticaret kenti Puruşanda’yi ortaya çıkarmak amacıyla, 1962’den beri Prof.Dr.Nimet Özgüç baş­ kanlığında sürdürülen kazılarda, ilk tunç çağın son evresinde başlayan bu yerleş­ me alanı bulundu. Aşağı kent ve höyükte yürütülen kazılarda Asur ticaret kolonile­ ri çağına ilişkin dört yapı katı saptandı. Bu katlarda, Sarıkaya sarayı, Hatipler sara­ yı, evler, damga ve silindir mühürler (bul­ la), çeşitli bezeme ve biçimlerde çanak çömlek, kumaş izleri, boncuklar, altın süs eşyası, tanrı-tanrıça-kız çocuğu betimli kurşun heykelcik, fildişi yapıtlar ve oyun tahtası gibi önemli buluntular ortaya çıka­ rıldı. Bunlar o dönemin kültür yaşamında Anadolu dışı (Mısır, Suriye, Mezopotam­ ya) etkileri yansıtan buluntulardır. Hele­ nistik ve Roma dönemlerinden ise birer yapı katı saptanmıştır. ACEMIRAK a. Müz. Türk müziğinde XVII. yy.'dan önce kullanılmış bileşik ma­ kam. Günümüze örneği ulaşmamıştır. ACEMİ sıf. ve a. (ar. acemi, yabancıyla ilgili). 1. Bir işte, bir uğraşta gerekli usta­ lığı, beceriyi kazanmamış, kazanamamış kimse için kullanılır; deneyimsiz, toy, be­ ceriksiz: Acemi yüzücüler bu tarafa ayrıl­ sın. Yıllardır araba kullanıyor ama hâlâ acemi. —2. Bir işin, bir aracın acemisi, o işi yapmakta, o aracı kullanmakta dene­ yimsiz olan kimse: Ben bu elektrikli dak­ tilo makinelerinin acemisiyim. |j Bir yerin acemisi, o yerin yabancısı: Verdiğin ad­ resi bulamaz; buranın acemisidir. || Ace­ mi çaylak, deneyimsiz, beceriksiz bir kim­ seye takılmak için söylenir. —Ask. Acemi er, askerlik yükümlülüğü­ nü yerine getirmek üzere silah altına alın­ mış, deneyimsiz, eğitilecek er. (45 gün ya da üç-dört ay sürecek bir temel eğitimden geçirilerek savaşacak düzeye getirilir.) —Ask. denize. Acemi denizeri, deniz kuv­ vetlerinde temel askerlik eğitimi görme­ miş deniz eri. —Kur.tar. Acemi ağa, sarayın harem hiz­ metlerini yapan zenci hadım ağalarından bir bölümünün rütbesi. (Bunlar "en aşağı” denilen rütbeden başlayıp acemi ağalığa yükselirlerdi). || Acemi cariye, sa-, raya yeni alınan cariyelere verilen ad. (Bunlara önce saray gelenekleri, okuyup yazma, yeteneklerine göre çeşitli işler öğ­ re tilird i.) || Acemi ocağı -»ACEMİ o c a ğ I . || Acemi oğlanı -> ACEMİ Oğ l a n i . A ’CEMİ sıf. ar. a'cem ve/"den accem'i). Esk. 1. iranlı. —2. Acemce. —3. Dilsiz, dil bilmeyen. —4. Yabancı. ACEMİ BİN EBUBEKİR, Azerbaycan­ lI mimar (XII. yy.), ildeniz atabekleri’nin kurduğu Nahçıvan mimarlık okulu üyesi. Ortaçağ İslam mimarlığının ilk anıtların­ dan olan Nahçıvan’daki Yusuf bin Kuseyyir’in Atababa türbesi ile Mümine Hatun’un Atabek türbesi onun yapıtıdır. Bunlar, kule biçimi türbelerin ilk örnekleri olmalarıyla da mimarlık tarihi açısından önemlidirler. Bugüne ulaşmayan Nahçıvan’daki Ulu (Cuma) Cami de onundur. A c e m i kış la s ı, İstanbul’da kışla. Şehzadebaşı ile Vezneciler arasındaydı. Fa­ tih Sultan Mehmet döneminde acemi oğlanlar için yaptırıldı. Kethüda ve çavuş daireleri denilen karşılıklı iki sıradan olu­ şuyordu. Kethüda dairesi on altı, çavuş dairesi on beş odaydı.Yeniçeri ocağı’nın. kaldırılmasından (1826) sonra kurulan Asakiri Mansurei Muhammediye’nin ace'mi eğitimleri de bir süre burada yapıldı. A c e m i o ca ğ ı. Ask. tar. Osmanlı devle­ tinde, Yeniçeri ocağı’na alınacak erlerin yetiştirildiği kurum. Acemi ocağı’nın ku­ ruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, Murat I döneminde Edir­ ne’nin alınışından sonra kurulduğu sanı­ lır. Ocak, ilk olarak Gelibolu’da kuruldu. Gelibolu ağası ocağın başıydı. Emrinde



sekiz çorbacı bulunurdu, Gelibolu ağası kıdem sırasına göre bunlardan atanırdı. Acemilerin yetişmişleri, Yeniçeri ocağı’na gönderilir, Acemi ocağı’nda boşalan yer­ lere de türke verilmiş olanlar alınırdı. (-»ACEMİ OĞLANI.) İstanbul’un fethinden sonra, İstanbul’da da Acemi ocağı kurul­ du. Gelibolu’daki ocak devam ettiyse de, önemini yitirdi. İstanbul’daki ocak, otuz bir Orta’dan oluşmaktaydı. (-> ACEMİ KIŞ­ LASI.) Acemi ocağı’nda her bölüğün çor­ bacı ya da yayabaşı denilen bölük komu­ tanları vardı. Disiplin işlerine ise Meydan kethüdası denilen bir subay bakardı. Ace­ mi ocağı’na önceleri pençikoğlanı deni­ len tutsaklar alınırdı. (-» PENÇİK.) Anka­ ra savaşı’ndan sonra (1402), ocağın ge­ reksinimi devşirme yoluyla karşılandı. 1582’de kanunsuz olarak dışardan adam alınmaya başlandığından ocağın disipli­ ni bozuldu. Daha sonra ölen ya da emek­ liye ayrılan yeniçerilerin çocukları kuloğlu adıyla ocağa alındılar. Devşirme yön­ teminin gevşemesyle şehirli çocukları da Acemi ocağı’na alınmaya başlandı. 1826’da Yeniçeri ocağı ile birlikte Acemi ocağı da kaldırıldı. ACEMİ OĞLANI a. Osmanlılar’da Ye­ niçeri ocağı için yetiştirilmek amacıyla Acemi ocağı'na gönderilen tutsak ve dev­ şirmeler. Acemi oğlanlarına Torba oğla­ nı ya da Şadi de denirdi. Tutsak ve dev­ şirmeler önce, bir türk ailenin yanına ve­ rilirdi. Burada toprak işleriyle uğraşır, türkçeyi, türk-islam geleneklerini öğrenirlerdi. Buna, türke vermek denilirdi. Acemi oğ­ lanı, türk-islam geleneklerini öğrendikten sonra Acemi ocağı’na döner ve Yeniçeri ocağı için askerlik eğitimi görürdü. Gerek­ tiğinde saray, çeşme, köprü ve hastane gibi kamusal yapıların yapımında çalışır, saraya odun çekilmesinde ya da gemiler­ de görev alabilirdi. Acemiler, bu görev­ lerini ocak ağasının denetim ve gözetimi altında yaparlardı. Yemekleri ocakta pi­ şer, ulufeleri de her üç ayda bir Acemi ocağı kışlasında dağıtılırdı. Yasa gereği, kendilerine yılda iki kat elbiselik çuha ile sivri uçlu sarı serpuş verilirdi. A ce m i o ğ la n ia r m e k te b i, Osmanlı devletinde, hıristiyan köylerinden, her kırk evden bir kişi hesabıyla devşirilen ço’ cukların devlet hizmetlerinde görevlendi­ rilmek üzere, "saray acemileri" adıyla eğitildikleri, kışla niteliğindeki okul. Eğitim enderun idadisi düzeyindeydi. Acemi oğ­ lanlar mektebi olarak kullanılmak üzere Manastır’da, Edirne’de ve İstanbul’da (Eski Saray ile Yeni Saray’ın yanı sıra Ga­ latasaray, Atmey.danı, Şehzadebaşı’nda) kışlalar yapılmıştı. Sayılarının dokuz bin kadar olduğu sanılan acemi oğlanların, öteki askerlerden ve halktan ayırt edilmesi için özel giysileri vardı, (-»iç O ğ l a n i .) ACEMİCE sıf., be. Tecrübesizce, bece­ riksizce: Acemice işler, arabayı çok ace­ mice kullanıyor. ACEMİLEŞMEK gçz.f. Deneyimli bir kimse sözkonusu ise, bu işte şu ya da bu nedenle bocalamak, beceriksizlik göster­ mek: Şöyle yap, böyle yap dedikçe iyice acemileşiyordum. AC E M İLİK a. 1. Deneyimden, ustalık­ tan yoksun olma durumu; bu durumdaki kişinin davranışı; tecrübesizlik, toyluk, ca­ hillik, beceriksizlik: Acemiliğinden araba­ yı ağaca bindirdi. Bir gazetecinin acemi­ lik yılları. Acemiliğimde çok kumaş ziyan ettim. Yazarın acemiliklerini yansıtan ilk ki­ tabı. —2. Acemilik çekmek, yeni bir işe, yere alışmanın güçlüğünü, sıkıntısını çek­ mek: İlk günlerde çok acemilik çektim. Acemilik çekiyor, kentte kaybolurum di­ ye yerinden kıpırdıyamıyordu. —Cez.huk. Meslek ve sanatta acemilik, belirli bir meslek ve sanatla uğraşan kişi­ nin, gerekli bilgi ve beceriden yoksun ol­ masından doğan kusurluluk türü, (Mes­ lek ve sanatta acemiliğin sözkonusu ola­



bilmesi için o kişinin belirli bir meslek ve sanatla uğraşmaya yetkili olması gerekir.) —Kur.tar. Saraya alınan cariyelerin ilk hiz­ met dönemi. || Hazine, kiler, seferli koğuş­ ları iç oğlanlarına, odalarına yeni alındık­ larında verilen para. || Silahtarlığa, çuha­ darlığa, bostancılar kethüdalığına atanan­ lara ilk gereksinmelerini karşılamak üze­ re verilen para.



Acemhöyük (Aksaray-Niğde)



ÂCEM İSTAN a. (ar. Cacem ve fars. - istan’dan 'acemistan). Esk. İran ülkesi.



ACEM İYAN çoğl. a. (ar. 'acem i' nin çoğl.cacemiyan). 1. Deneyimsizler .toylar. — 2 . İra n lIla r. ACEMİYYE (EL-) a. (ar. e-l-acemiyye, yabancı). Reconquista’dan sonra ispanya’da-kalan müslümanların konuştuğu arap harfleriyle yazılan bir roman dili (ço­ ğunlukla da castilla dili). [El-Acemiyye, geleneksel İslam öykülerinden oluşmuş bir edebiyatın dilidir.] ACEMKÂRİ sıf,(ar. 'acem, fars. -kâr ve -i’den, 'acemkâriy Esk. Acem işi, acem yapısı, acem stili: "... hatt-ı acemkâri bir divan-ı kebiri..." (i.Mahmut Kemal inal). ACEMKÜRDİ a Müz. Türk müziğinde bileşik makam. Acem makamının, kürdi dörtlüsüyle sona eren biçimi. XX. yy.’da en çok kullanılan makamlar arasındadır. çargâh beşlisi



çargâh dörtlüsü



uşşak dörtlüsü



acemkürdi makamı



ACEMLALESİ ya da GÜNEŞTOPU a. Tüysüz ve mavimsi yeşil renkte, bir ya da çok yıllık otsu bitki. (Sarı, turuncu ya da beyaz renkte büyük tek çiçekler açar; yapraklan karşılıklı dizili ve çok ince par­ çalıdır. Kuzey Amerika’da 15 türü bulu­ nur; Eschsoltzia californica ve bunun pek çok çeşidi açık alanlarda kolayca yetişti­ rilebilir. Gelincikgiller familyası.) ACEMLEŞMEK gçz.f. Bir kimseden, bir topluluktan söz ederken, zamanla, kendi kültür özelliklerini yitirerek, İran kültür ve uygarlığı içinde erimek; iranlı gibi davran­ mak, kendini iranlı gibi hissetmek. A C iM Ü Y E G Â H a. Müz. Türk müziğin­ de bileşik makam. Bayatı makamına, ye­ gâh (re) perdesi üzerine taşınmış buselik dizisinin eklenmesiyle elde edilmiştir. Çok az kullanılmıştır.



f



1 ---------



m



çargâh dörtlüsü



1 * uşşak dörtlüsü



1-------- 1— ---------- —



1 ı-----------------------’



---------- ----------i---------------------



r1 -



-



1



acemperest 54



aceras



dayanır. Sözleşmenin yazılı olması şart lan eski borsa düzeninde önemli bir ara­ ACEMPEREST sıf. (ar. Cacem, fars. pedeğildir, ancak uygulamada yazılı sözleş­ cı türüydü. Fransız sisteminden alınmış ol­ rest, tapan'dancacemperest). İran kültü­ me kullanılır. Acenta belirli bir yer ya da makla birlikte, bu sistemden bazı yanla­ rüne hayran olan kimse için kullanılırdı. bölgede tekel hakkına sahiptir. Acentalık, rıyla farklıydı: örneğin, borsa acentası ya­ —Ed. İran şairlerini örnek alan, onların et­ sürekliliği olan bir faaliyettir. Acentanın bu nında ikinci derece aracılık rolü oynayan kisinde kalmış türk divan şairlerine veri­ niteliği Türk Tic. k.'nun 116/1 .maddesin­ cober, kulisiye, banker gibi başka aracı len ad. de "meslek edinmek” deyimi ile dile ge­ türleri de vardı. Acenta, tüccar sayılmaz, —ANSİKL. XIII.yy.'da İran şiirinin biçim, tirilmiştir. Acenta, çalışma alanı içinde her portföy işletemezdi. Teminatları bireysel­ içerik, dil bakımından etkisi altında olan türlü ihbar, ihtar ve protesto gibi hak ko­ di. Fransa’daki gibi, ortak bir teminat yön­ divan şairleri, şiirlerinde zamanla özgün, ruyan açıklamaları müvekkili adına yap­ yerli öğelere daha geniş yer verdiler. An­ temine de bağlı değildi. maya ve bunları kabule yetkilidir(TürkTic. Ülkemizde borsa acentalığı, 1447 sa­ cak şiirlerini İran şairlerinin yapıtlarını ha­ k. md. 119/1). Acentanın müvekkili adı­ yılı yasayı kaldıran 91 sayılı kanun hük­ tırlatan bir ses zenginliğiyle beslemeyi da­ na sözleşme yapabilmesi için onun yazılı münde kararnamenin yayımlanması ve ima bir üstünlük saydılar. izni gerekir. Yetkisi olmadığı halde mü­ yürürlüğe girmesiyle 1985’te sona ACEMPERESTİ a. (ar, 'acem, -peresi vekkili adına sözleşme imzalarsa, müvek­ erdi. ve /'den €acemperesti). Esk. Acemkilinin durumu öğrenir öğrenmez, diğer Bununla birlikte, borsa sistemimizde perestlik: "Acemperesti-i Rum'un imale tarata sözleşmeyi kabul etmediğini bildir­ uzun süre önemli bir yer tutan borsa devrinde" (Yahya Kemal). mesi gerekir. Aksi halde sözleşmeyle acentasının halen Fransa’da uygulanan bağlanmış olur. “ Acenta fiilen aracılıkta ACEMPERESTLİK a. Esk. Sanat ve biçimiyle temel özellikleri şunlardır: bulunduğu işlemlerden ya da aracılıkta edebiyatta İran hayranlığı, İran taklitçiliği. - borsa acentası, bir bakanlık memuru' bulunmamakla birlikte bölgesi içindeki ki­ dur; gerçek bir mülkiyet hakkı sorumlu­ ACEMRAST a. Müz. Türk müziğinde bir şilerle müvekkili arasında doğrudan doğ­ luğu taşır, bir yeterlik sınavı geçirir, Mes­ bileşik makam. Günümüze ulaşabilmiş ör­ ruya yapılan ve kendi tekeline giren işlem­ lek odası’nın onayını alır, kendinden ön­ neği yoktur. lerden dolayı ücret isteme hakkına sahip­ ceki görevlice önerilir, sonra Maliye baACEMUŞŞAK a Müz. Türk müziğinde tir (Türk Tic. k. md. 128). kanlığı’nın bir kararnamesiyle atanır; XVII. yy.’dan bu yana kullanılmayan bir - borsa acentası, bir tacir'dir, bu sıfatla gö­ ACENTALIK ya da ACENTELİK a bileşik makam. Günümüze örneği ulaşa­ revi, gerek kendi, gerek başkaları adına Bazı özel sorunlarla uğraşan, özellikle ara­ mamıştır. ticari işlemler yapmaktır. Ticaret sicili’ne cılık hizmetleri gören ticari ya da idari ku­ kayıtlıdır, icra ve iflas kanununa tabi­ ruluş; bu kuruluşun yer aldığı bina ya da ACEMZADE ' HÜSEYİN EFENDİ. dir; • binalar. ACEMZEMZEME a. Müz. Türk müzi­ - borsa acentası, bir kefil-komisyoncu'dur, ACEP b. (ar. Caceb). 1. Acaba: "Seyrağinde bir bileşik makam. Muallim İsmail yani kendisine tevdi.ve emanet edilen iş­ ni'ye aceb n'olmuş/Derunu derdile dol­ Hakkı Bey (1866 - 1927) tarafından bu­ lerin iyi bir biçimde sonuçlandırılmasın­ muş " (Seyrani, XIX.yy.) —2. Yoksa. lunmuştur. Acemaşiran makamının saba dan sorumludur. Bu garantiyi sağlamak —3. Kimbilir. —4. Nasıl, nasıl da. dörtlüsüyle sona eren biçimidir. Bağım­ için, borsa acentaları birbirleriyle dayanış­ sız makam olarak çok az kullanılmışsa da, ma içinde çalışırlar ve Borsa acentaları sıt. Tuhaf, garip, acayip: "Bir acep acemaşiran makamındaki birçok yapıtta birliği’ne üye olmak zorundadırlar. Arala­ devrindeyiz Galib ki bezm-i âlemin / Bârastlanan bir çeşni kimliği taşır. rında ortak bir fon kurmuşlardır; bu fon, desinde rûh yok, câmında safvet her acentanın yıllık cirosu üzerinden öde­ kalmamış" (Şeyh Galip, XVIII.yy.). diği ödentilerle beslenir. Ayrıca, her acen­ ÂCERACEAE a. Bot. Akçaağaçgillerin ta, göreve başlarken, devlet hâzinesine bilimsel adı. bir kefalet akçesi yatırmakla yükümlü­ dür. Vî ACERAS a. Soğanlı otsu bitki. (Çiçeğin­ acemaşiran dizisi de, kenarları kırmızı,sarımtırak yeşil renk­ Borsa acentaları yaptıkları işlemler üze­ te, dört loplu uzunca bir taçyaprak bulu­ rinden kürtaj ücreti (dellaliye) alırlar. Dev­ ace m ze m ze m e m akam ı nur; bakıldığında asılmış bir adamın kol let hesabına borsa vergisi toplarlar. Ken­ ve bacaklarını andırır. Yeşil orkide de de­ di aracılıklarıyla alınıp satılan hisse sene­ ACEMZİRKEŞİDE a. Müz. Türk müzi­ nir. (Bil. a. Aceras antropophora; salep­ di ve tahvillerin, yararlanılması mümkün ğinde XVI. yy.'dan bu yana kullanılmayan giller familyası.) ve itiraza uğramamış kıymetler olduğunu bir makam. Günümüze ulaşabilmiş örneği garanti ederler. ACERATHERİUM a. Gergedana ben­ yoktur. Ülkemizde 91 sayılı kanun hükmünde zeyen, ama boynuzu bulunmayan fosil kararname ile getirilen yeni borsa düze­ A CENG, çinoede ya cing, reçineyle sı­ memeli hayvan. (Avrupa'da Oligosen' ninde borsa acentası kurumu kaldırılmış vanmış bir tahta çubukla çalınan Kore kiden Miyosen’e kadar yaşamıştır; tekparve üç çeşit borsa üyeliği oluşturulmuştur: tarası. Yedi teli olan ve her teli, hareketli maklılar takımı.) bir eşiğin üzerinden geçen bu çalgı, sa­ 1. Aracı kurumlar (Borsa bankerliği ku­ ACERBİ (Giovanni), İtalyan yurtsever yumları): Aracı kurumlar en az 200 milyon ray müziğinde kullanılırdı. (Castelgoffredo, Mantova.- yakınında, lira sermayeli (A kategorisi), ya da 50 mil­ ACENTA ya da ACENTE a. (ital. agen1825 - Floransa 1869). Garibaldi tarafın­ yon lira sermayeli (B kategorisi) olarak te). 1. Ticari konularla ilgili belirli işleri üst­ dan, Binler’in Sicilya seferinde genel le­ Sermaye piyasası kurulu'nun izniyle ku­ lenen ve genellikle de aracılık yapan kişi vazım sorumlusu görevine getirildi, 1867 rulurlar. —2. Bankalar. —-3. Borsa komis­ ya da kuruluş; temsilci: Her kentte bir sa­ Roma seferinde de etkin rol oynadı. yoncuları. Bankalar ve (A) kategorisi ara­ tış acentamız, ayrıca bir bakım servisimiz cı kurumlar ikinci el piyasadaki işlevlerin­ var. Bankanın yabancı ülkelerde 20 ka­ ACERBO (Giacomo), İtalyan tarımbilimden başka, ihraç edilen menkul kıymet­ dar acentası var. —2. Acentadan çıkma, ci, siyaset adamı (Loreto Aprutino 1888leri pazarlama (Undervvriting) yetkisine de yeni, hiç kullanılmamış taşıt için söylenir. Roma 1969). 1921 ’de milletvekili seçildi, sahiptirler. (B) kategorisi aracı kurumlar —Bors. Borsa acentası, resmi olarak gö­ “ Roma’ya yürüyüş” ün (1922) ardından ve borsa komisyoncuları birinci el piyasa’ revlendirilmiş, aracılık imtiyazı olan ve yal­ meclis başkanlık müsteşarı oldu ve ilk fa­ da satış yükleniminde bulunamazlar. Ger­ nızca müşteri ad ve hesabına aracılık ya­ şist yasaların çıkarılmasında rol oynadı. çek kişi olarak borsa komisyoncuları sa­ pan borsa üyesi.(Bk. ansikl. böl.) 1926-1928 arasında Millet Meclisi başkan dece Borsa'da alım satım yapabilir­ —Tic. Tekacenta, belli bir bölgede, müş­ yardımcılığı, 1929’dan 1935’e kadar ta­ ler. teri çevresini genişletmek için girişimler­ rım bakanlığı ve 1943’te maliye bakanlı­ Yeni aracılık sisteminin başlıca özellik­ ğı yaptı. Büyük konsey’in (Gran consigde bulunmaya, bir markayı tanıtmaya yet­ lerinden biri, her üç sınıftan borsa üyele­ kili tek kişi. lio) 1943 tarihli oturumunda Mussolini rinin hem müşterileri, hem de kendi nam —Tic. huk. Acenta, ticari mümessil, ticari aleyhinde oy kullandı. 1945’te otuz yıl ve hesaplarına işlem yapabilmeleridir. vekil, satış memuru ya da müstahdem gi­ ağır hapis cezasına mahkûm edildiyse de Sistemin diğer önemli bir özelliği de bi tabi sıfatı olmadan, bir sözleşmeye da­ sonra bağışlandı. statü olarak, borsadave aracılık rolün­ yanarak, belirli bir yer ya da bölgede, bir ACERENTOMON a. Protura takımın­ de bankaların ön plana geçmiş olması­ ticari işletmeyi ilgilendiren sözleşmelerde dan çok ilkel böcek. (Trake solunum sis­ dır. sürekli aracılık etmeyi ya da bunları o iş­ temi, gözleri ve duyargaları yoktur.) Aracıların borsa üyeliğine Sermaye pi­ letme adına yapmayı meslek edinen kişi ACERİNA a. PLATİKA nın eşanlamlısı. yasası kurulu izin verir. Üyeler, giriş öden­ (TürkTic. k.md.116).[Bk. ansikl. böl.])(4/atisinden başka, grup ve sınıflarına göre cı acenta, temsil ettiği ticari işletmeye ara­ AGERRA, İtalya'da kent. Campania'da, değişen miktarlarda bir teminat yatırmak­ cılık yapan, onunla diğer tarafı bir araya Napoli’nin K.-D.'sunda; 30 800 nüf. la yükümlüdürler. getirerek sözleşme yapılmasına katkıda bulunan acenta. \\Seyahat acentası, kâr ACET (Erdal), türk yüzücü (Adana Borsa üyeleri, müşterilerine yaptıkları 1941). Adana Demirspor kulübü’nde ye­ aracılık hizmeti karşılığında, özel tarifesi­ amacıyla turistlere turizmle ilgili hizmetler tişti. Kelebek, sırtüstü ve karışık dalların­ sunan ticari kuruluş \\Sigorta acentası, si­ ne göre bir kürtaj ücreti alır, kendi port­ da Türkiye rekorları kırdı. 1962-1972 ara­ gorta sözleşmelerinin yapılmasına aracı­ föyleriyle ilgili işlemlerde ise fiyat farkın­ sında, hem yüzme hem de sutopu milli ta­ dan faydalanırlar. lık eden kişi \\Temsilci acenta, ticari işlet­ kımlarında yer aldı. Manş denizi’ni 9 Sa­ —Tic. huk. Acenta, tacir yardımcılarından me adına sözleşme yapma yetkisine sa­ at 12 dakika (1976) ve 9 saat 04 dakika­ hip olan acenta. biridir. ( - TACİR' YARDIMCILARI.) Acenta lık (1977) derecelerle geçti. Napoli-Capri bağımsız bir tacir yardımcisıdır ve kendi-, —ANSİKL. Bors. Borsa acentası, ülkemiz­ Maratonu’nda üçüncü oldu (1976). si de tacirdir. Acentalık bir sözleşmeye de 1447 sayılı yasayla 1929 yılında kuru­



acı ACETABULARİA a. (lat. acetabulum, kâse, çanak). Denizlerde bulunan kireç­ leşmiş, şemsiye biçiminde suyosunu. (An­ cak yaşam çevriminin bir bölümü süresin­ ce tek bir dev çekirdek içerir; bu neden­ le acetabularıa, çekirdek kalıtımı üstüne önemli araştırmaların yapılmasında kulla­ nılır.) ■ ÂCEVEOO (dom Jerönimo), Portekiz Hindistan'ı genel valisi (1612-1617). Ma­ dagaskar adasının iç bölgelerinin keşfe­ dilmesini sağladı. Lizbon’da hapishane­ de öldü. A ’CEZ sıf. (ar. a’cez). Esk. Çok âciz, çok güçsüz. ACEZE çoğl. a. (ar. °aciz'in çoğl. 'ace­ ze). Esk. 1. Zavallılar, düşkünler, güçsüz­ ler. —2 Aceze-i eytam, düşkün ve korun­ masız olan yetimler. |jAceze-i müslimin, kimsesiz, zavallı olan müslümanlar. ACHARD (Franz Kari), fransız kökenli al­ man fizikçi ve kimyacı (Berlin 1753Kunern, Silezya, 1821). 1747’de Marggraf’ın bulduğu pancardan şeker elde et­ me yöntemini sanayiye uyguladı (1796). ACH ARD (Marcel), fransız oyun yazarı (Sainte -Foy- les-Lyon 1899-Paris 1974). Hafif komediler (Jean de la Lune, 1929; Patate, 1957) ve müzikal güldürüler [la Polka des lampions, 1961) yazdı. 1959’da Fransız akademisi üyesi oldu. Aşkacısı(Le mal d’amour, 1957-1958), Aptal kız (L’idiote, 1961-1962) gibi bazı oyunları türkçeye de çevrilerek oynandı. ■ ACHATİNELLİDAE a. Hawaii adala­ rında, karada, ağaçların üstünde yaşayan akciğerli yumuşakça familyası. - ANSİKL.Achatinellidae familyasındaki yu­ muşakçalar yalnız Havvaii adalarında bu­ lunur. Başlıca cinsi achatinelle, yalnız nemli bölgelerde yaşayan çok değişik bi­ çimlerde, parlak renkli kırk kadar tür içe­ rir. Bunların hepsi, gece dolaşır, genellik­ le, pek geniş olmayan tek bir vadiden iba­ ret dar bir alanda bulunur. Bu özellik, tür­ lerin çeşitlenmesini inceleme açısından achatinellidae familyasını ilginç kılar.



achatinellidae AC H ATİNİDAE a. Tropikal Afrika'da yaşayan, akciğerli, iri kavkılı, karındanbacaklı yumuşakça familyası. —ANSİKLBaşlıca cinsi,ağaçlık bölgelerde bulunan, iri, uzunca, oval kavkılı türleri içeren ve yaşadığı yerlerde eti yenen achatinadır (Achatina achatina, A. marginata). Bazı türleri (A. panthera) Madagas­ kar’a,Reunion adasına ve Mauritius ada­ sına, Hindistan’a (Kalküta yöresi) ve Ok­ yanusya’nın bazı adalarına götürülmüş ve oralarda yaşamaya uyarlanmıştır; ne var ki bu hayvanlar oralardaki tarım bitkileri için zararlı olmaktadır. Achatinidae famil­ yasının başka cinsleri de vardır: Afrika’­ nın ekvator bölgesindeki ağaçlık ve çalı­ lık yörelere özgü limicolaria, yalnız batı Af­ rika'da bulunan lignus, kavkısı sola sarımlı columna (Prens adası). ACKEAMPONG (ignatius Kutu), ganalı devlet adamı (Kumasi 1932 - Accra 1979). Aşanti kabilesinin katolik bir üyesi olan Acheampong, Nkrumah’ın devrilme­ sinden sonra yüksek askeri görevlerde bulundu. K.A. Busia'nın sivil hükümetini deviren darbenin (13 ocak 1972) hazır­ layıcısı olarak Ulusal yenileme konseyi başkanı oldu. Sonraki yıllarda ülkenin ik­ tisadi durumu kötüye gittikçe rejimi gitgi­ de sertleştirdi. Mart 1978’de, seçilmiş temsilcilerle orduyu, başlıca devlet organ­



larıyla organik olarak birleştiren bir yasa tasarısını halkoylamasında güçlükle kabul ettirdi. 5 temmuz 1978’de yakın çevresin­ ce görevden alındı (general VVilliam Fred Akuffo iktidara geldi); haziran 1979’da yüzbaşı J.Rawlings'in gerçekleştirdiği darbe sonunda kurşuna dizildi. ACHEBE (Chinua), nijeryalı yazar (Ogidi, Onitsha yakınında, 1930). ibo kabile­ sinden olan Achebe, İngilizce yazan afrikalı romancıların en tanınmışlarından biridir. Yazdığı roman dörtlemesi Afrika ile Batı’nın tanışmasının bir görüntüsünü ve­ rir. Bu görüntü, XIX. yy.’.ın ikinci yarısın­ da misyonerlerin kıtaya gelişleriyle başlar (Things Fail A p a rfın konusu budur, 1958), A Man of the People'da (1966) alaycı bir biçimde yansıtılan 60’lı yıllardaki bağımsızlığa kavuşma ile son bulur. Ara romanları No Longer at Ease (1960) ve Arrow of God (1964) geleneksel toplu­ mun avrupalı kurumlarla karşılaşması so­ nucu çözünmesini ve gelenek ile çağdaşlık arasında kalan yeni kuşakların karşılaştığı güçlüğü yansıtır. Achebe’nin Biafra savaşı ertesinde yayımlanan Girls at kVa/" (1971) adlı öykü kitabında, kişile­ re bakış açısını belirginleştiren acılı alay yeniden gözlenir. Ayrıca, bir şiir kitabı (Beware Soul Brother 1972) ve Afrika’da ya­ zarın işlevini sergilemeye yönelik birçok deneme (Morning yet on Creation Day 1970) yayımlamıştır. ÂCHENC - AÇING.



ACHENSEE, Avusturya’da (Tyrol) göl, innsbruck’un K.-D.’sunda, yüksekliği 929 m. Kıyılarında Achensee ve Pertisau tu­ rizm merkezleri yer alır. Balıkçılık, hidro­ elektrik santralı. ACHENW ALL (Gottfried), alman iktisat­ çı (Elbing 1719- Göttingen 1772), istatis­ tiğin kurucularındandır. ACHERONTİA a. Zool, ÖLÜBAŞKELEBEK'in bilimsel cins adı. A C H E S M (Edward Goodrich), amerikalı kimyacı (Washington 1856 - New York 1931), Edison'la birlikte çalıştı, ya­ pay grafitin hazırlanması konusunda bir yöntem ortaya koydu ve 1891’de karborundumu buldu. ACHESON (Dean), amerikalı siyaset adamı (Middletown, Connecticut, 1893SarıdySpring, Maryland, 1971). Avukat­ lık yaptı. Demokrat parti’ye girdi. 7 ocak 1949’da başkan Truman’ın dışişleri baka­ nı oldu, ikinci Dünya savaşı ertesinde Amerika Birleşik Devletleri dış politikası­ nı belirleyen kişilerden biriydi. UNRRA (United Natıons Relıef and Rehabılitation Administration) ve Marshall Planı'nin ateş­ li savunucusu olarak Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerden yanaydı, ancak dünyanın soğuk savaşa kaydığı sırada bunun ola­ naksızlığı anlaşıldı. Kasım 1950'de, onun girişimiyle Birleşmiş Milletler Genel kurulu’nda "Barışın korunması için birlik" ka­ rarı (Acheson kararı da denir) alındı; bu kararla, barışın tehlikeye düştüğü durum­ larda Genel kurul’un yetkileri genişletil­ mekteydi; çoğunluk sağlanamaması ya da "veto" kullanılması gibi durumlarda ise felce uğrayan Güvenlik konseyi’nin yerini genel kurul alabilmekteydi. Ache­ son ocak 1953’te görevinden ayrıldı. ACHEUL KÜLTÜRÜ a. (öz. a. SaıntAcheul'den). Yontmataş çağının ilk ev­ resinin genel sanayi görünümü. Üçüncü buzullaşma çağına (Riss) rastlayan bu sa­ nayi abbeville sanayisinin yerini almıştır. Başlıca özelliği de özenle yapılmış, kimi­ leri badem biçimindeki çift yüzlü taşlar, kazıyıcılar, bıçak ve çivi biçiminde düzel­ tilmiş taş parçalarından oluşan avadan­ lıktır. (Eşanl. AŞOLEEN, AŞÖLEYEN.) —ANSİKL.Acheul kültürü yontmataş çağı­ nın ilk evresinin en iyi bilinen kültürüdür. Büyük bir olasılıkla ikinci (Mindel) ve üçüncü (Riss) buzullaşma çağları arasın­



daki dönemden başlayarak tüm üçüncü buzullaşma çağı boyunca gelişti ve dör­ düncü (VVürm) buzullaşma çağında son buldu. Acheul kültürü ve yerel değişke­ leri Avrupa’dan Hindistan’a kadar her yerde ve Afrika anakarasının da hemen tümünde belgelendi. Acheul kültürünü daha önceki yontma­ taş kültüründen ayıran özellik, taş yontma tekniklerinde görülen belirgin gelişmedir. Vurgu taşı kullanılmakla birlikte, nesnele­ rin ustaca yontulmuş olması, odun ya da geyik boynuzundan yapılmış yumuşak bir vurucunun da kullanıldığını gösterir, iki yüzlü taşların biçimi daha düzgün ve siv­ ri köşeleri de kıvrıntılı değil,çoğu kez düz­ dür. Bu iki yüzlü taş sanayisi ilk acheul kül­ türünden son acheul (ya da MİCOOUE) kültürüne değin gelişti. Orta acheul kül­ türündeyse LEVALLOİS tekniği ortaya çıktı, iki yüzlü taşlar düzeldi ve son evrelerin­ de temrenimsi biçimler aldı. Kazıyıcılar, kalemler gibi yeni aletler bulundu. Birçok acheul kültürü yerleşim alanında yapılan yeni kazılar, yadsınamaz bir alan örgüt­ lenmesinin varlığını ortaya çıkardı. A C H İLL adası, İrlanda Cumhuriyeti'nin batı (Connacht ili) kıyılarında ada. Turizm. Ashiü® k ir iş i. Anat. Baldır kaslarını (baldır üçbaşlısı) topuk kemiğine bağla­ yan kiriş. Â C H İLLİN İ (Alessandro), İtalyan hekim ve filozof (Bologna 1463 - ay.y. 1512).Humani corporis anatomia (1516), Annotationes anatomiae (1520) adlı yapıtların ya­ zarıdır. Â C H İLLİN İ (Claudio), İtalyan şair (Bo­ logna 1574 - ay.y. 1640). Marini’nin üs­ lubundan esinlenerek Rime e prose adlı yapıtını yazdı (1632). Benzetme ve eğre­ tilemeler yönünden aşırılıklara kaçtı. Manzoni, onun Sudate o fochi, a prepararmetalli adlı sonesinin gülünç yönlerini I promessi sposi (XIX. böl.) adlı kitabında ortaya koydu. A C H İM , Almanya'da kent. Aşağı Sak­ sonya'da, Bremen'in güneydoğu banli­ yösünde; 27 600 nüf. ACHLEİTNER (Friedrich), .avusturyalı yazar (Schalohen 1930). Asıl mesleği mi­ marlıktı. Viyana grubu’na girdi. Somut şiir, metin kurgusu ve innviertel lehçesi kulla­ nımını karıştırarak deneysel bir biçim uy­ guladı (Hosn rosn baa, 1959; Prosa, Konstellationen, Montagen, Dialektgedichte, Studien, 1970). ÂCH TER BERö (Gerrit), hollandalı şa­ ir (Langbroek 1905 - Oud Leusden 1962). Protestan eğitiminin etkisiyle önce döne­ minin gerçekçilik anlayışına karşı çıktı (DĞpart (fr.çev. J.1931; Eilandder seele, 1939). Ama giderek sanatında tüm ağır­ lığı kendi kişisel dramına (cinayet ve akıl hastanesine kapatılma) ve bu dramı yen­ me çabasına .verdi. Bu çabayı simgeleş­ tirmek için ana tema olarak aldığı Orpheus temasını (Eurydice [fr. çev.],1944), biryandan serbest koşuğu bırakıp gelenek­ sel sone biçimine yönelerek, öte yandan, önce anlatımcı bir bakışı ve teknik-bilimsel bir anlatımı (Osmose [fr. çev.j, 1940; Cryptogames [fr. çev.],.1946-1961), son­ ra Kierkegaard’ın etkisi'altında bir mutlak arayışını (Livre d'oubli [fr.çev.],!961) be­ nimseyerek daha da derinleştirdi. ACHTERNBUSCH (Herbert), alman yazar ve sinemacı (Münih 1939). Hem ro­ manlarında hem filmlerinde düşsel bir hava ve ortam, biçimsel arayışlar ege­ mendir (Das Andechser Gefühl, 1974; Servus Bayern, 1978; Das Komantsche, 1979). ACI sıf. ve a. (acımak'tarı act-g ) acı). Keskin, sert, yakıcı tat ve bu tattaki şey için kullanılır: Biberin acısından gözlerim yaşardı. Soğanı doğradıktan sonra yıka­ yıp acısını alın. Bu portakalların tadı acı. —Eczc.Tedavide iştah açıcı,sindirimi ko­ laylaştırıcı olarak kullanılan ve aynı za­



55



Chinua Achebe



acı 56



Acıbakla çiçeği



manda tonik etkisi olan centiyan ve kına­ kına gibi bitkisel maddeler. ♦ sıf. t . Sert, içe işleyen rüzgâr ya da so­ ğuk için kullanılır: Acı poyraz. Acı soğuk. —2.Kulaktırmalayantiz ses için kullanılır: Acı fren.Acı çığlık. —3. Acı kahve,alçak­ gönüllülükle, ikramın değerini azaltmak için kullanılır: Bir acı kahvemizi İçmez mi­ siniz? Bir fincan acı kahvenin kırk yıl hatı­ rı vardır (atasözü).|| Acı kuvvet, bir kimse­ nin karşı durulması zor, fiziksel gücünü belirtmek için kullanılır: Acı kuvvetiyle bü­ tün rakiplerini yendi. \\Act sarı, koyu ton­ daki kirli sarı. ||Ac/su, içilecek nitelikte ol­ mayan su. \\Acı yeşil, koyu öd yeşili. ■ — Meyve. Acı çürüklük, elmada, Glomerella cingulata türü mantarın yol açtığı hastalık. Meyvenin kabuğunda esmer le­ keler biçiminde beliren çürüklük, giderek meyve dokusunun derinliğine iner. Böy­ lece, meyve acılaşır ve zamanla mumyalaşarak düşer. ACI a. (öncekiyle eş kökenli). 1. Dışar­ dan gelen bir etkiyle bedenin herhangi bir yerinde duyulan sızı: Kapıya sıkışan par­ mağımın acısı günlerce geçmedi. Acıdan kaskatı kesilmiş bir yüz. Hastalığı sırasındaçok acı çekti.—2.Katlanılması güç bir durum; üzüntü, keder: Karısının ölümün­ den büyük bir acı duydu. Eski bir acıyı tazelemek. Çocukluğunda çektiği sıkıntı ve acılar onda derin izler bırakmış. — 3. Ölüm, yas: Allah başka acı göstermesin. Kocasının acısını görmüş bir kadın. Acı­ nızı paylaşır, başsağlığı dileriz. Çocuğununacısına dayanamadı.—4.Acı görmüş, yaslı, üzüntülü: Yüzünde acı görmüş bir insanın ifadesi var. ||Ac/s/ çıkmak, yaşa­ nan bir güçlüğün daha sonra olumsuz so­ nuçlarını görmek, yaşamak: Dünkü uyku­ suzluğun acısı bugün çıkıyor. |jAc/Sf içi­ ne, yüreğine çökmek, işlemek, fiziksel ya da ruhsal bir acıyı şiddetle, derinden duy­ mak, yaşamak: Ayrılığın acısı şimdiden içime çöktü. \\Acısını çekmek, geçmişte yapılan yanlış bir işin, üzücü sonuçlarını görmek: Okulu bırakma, bunun acısını iş ararken çok çekersin. || Acısını çıkarmak, gereğince yapıldığına inanılmayan bir şe­ yi, sırası gelince, fırsat düşünce gerçek­ leştirmek; telafi etmek: Bütün kış erken kalkışının acısını tatilde öğlene kadar uyu­ yarak çıkarıyordu. || Acısını (bir kimseden) çıkarmak, acıya neden olan kişiden o şe­ yin öcünü almak. ||Acısını bir şeyden, baş­ ka birinden çıkarmak, öfkesini, öfkeye ne­ den olanın dışındaki bir şeye yöneltmek, hırsını ondan almak: Çocuğa duyduğu kızgınlığın acısını oyuncaklardan çıkardı, oyuncakları paramparça etti. Başarısızlı­ ğının acısını benden çıkarma. ||Acısını içi­ ne, bağrına basmak, gömmek.üzüntü ve acılara sızlanıp yakınmadan sessizce kat­ lanmak. — Nörobiyol. Ac/ duyumu azlığı, acının al­ gılanmasında ve tepki uyandırma gücün­ de azalmayla belirgin durum. (Eşanl. HiPOALJİ.)[Bk. ansikl. böl.] — Psik. Manevi acı, bedenin belli bir bölümündeki bir acı algısını karşılamayan ve sinirsel çöküntü durumlarında görülen ruhsal acı duyma durumu. ♦ sıf. 1. Üzüntü veren,düş kırıklığı doğu­ ran durum, davranış için kullanılır: Okulu bırakmanın acı pişmanlığı. Acı bir aldanış.Hataların acı sonuçları. —2. Acı çeken bir insanın dışa vuran durum ve davranı­ şı için kullanılır; dokunaklı, kederli,elem­ li: Acı bir gülüş. Acı bir ifade. Acı bir inilti. —3. Ölümle, yaralanmayla, felaketle so­ nuçlanan kötü bir olay, bu olayı ileten ha­ ber için kullanılır; elim, feci: Acı bir kaza. Acı bir olay. Acı haber tez yayıldı. —4. Üzücü, kırıcı, yaralayıcı söz için kullanılır: Acı bir sitem. Acı eleştiriler yöneltti. Acı bir kalemi var. —5. Acı acı, bir kimsenin, bir hayvanın acı çektiğini; üzücü, tehlikeli bir durumun varlığını belirtir biçimde. Acı acı bağırmak. Acı acı gülmek. Sirenler acı acı ötüyor.\\ Acı tatlı, hem hoş hem hüzünlü: Acı tatlı anılar. —Bine. Acı damak, yalnız binek atlarına



vurulan ve ağızlığın ortasına damağa de­ ■AC IB AK LA a. Yıllık ya da çokyıllık otsu bitki. (Yaprakçıklardan oluşan bileşik yap­ ğecek biçimde eğrilik verilen zincirli kan­ rakları yıldız biçiminde, çiçekleri dik sal­ tarma türü. kım görünümündedir; kimi türleri be. 1. Konuşma sözkonusu olduğun­ kendiliğinden yetişir; kimi türleri de yeşil da üzücü, kırıcı, yaralayıcı biçimde: Acı gübre ve süs bitkisi olarak ya da tohum­ konuşmak. Dost acı söyler (atasözü) —2. ları için yetiştirilir. [Bil. a. lupinus. Kelebek(Bir kimseye) acı gelmek, bir durum sözçıçekligiller familyası.]) [Eşanl. LÜPEN, konusuysa,bir kimsede üzüntü yaratmak. YAHUDİ BAKLASI.] —ANSİKL. Nörobiyoi. Acı duyumu azlığı —ANSİKL. Acıbaklanın köksisteminde çok doğuştan veya edinsel olabilir. Hayvan­ sayıda yumrucuk bulunur. Bitki, gelişmek lar üzerinde yapılan deneylerde ya da kli­ için Rhizobium lupini adlı bakterinin ortak­ nik muayenelerde ilaç (ağrı dindirici) ve­ lığına muhtaçtır; bu bakteri kirece çok du­ rilerek ya da acı algılanmasını yok edici yarlı olduğu için acıbakla da kireç sinir lezyonları yaratılarak ve deriye, de­ sevmez. Acıbakla, bazı fakir toprakları iyi­ rin dokuya (akupunktur) ya da sinir siste­ leştirmek için, özellikle yeşil gübre olarak mine elektrikle uyarma teknikleri uygula­ yetiştirilir. Bitki ve iri tohumu, tehlikeli bir narak acı duyumu azlığı sağlanabilir. Be­ alkaloit (lupinin) içerir; bunun için acıbakyinde, özellikle beyin kökünde, elektrikle layı ve tohumunu hayvanlar yiyemez, an­ uyarmanın aşırı ölçüde acı duyumu azlı­ cak bu alkaloitten arındırılmış olan bazı ğı yarattığı bölgeler vardır, (rafe çekirdek­ çeşitleri hayvanlarca yenebilir. Bu çeşit­ leri ve sylvius kanalı çevresindeki boz lerden proteince zengin ve hayvan bes­ madde). Kimi psikolojik teknikler de ba­ lemede kullanılabilir bir tohum elde edilir. zen acı duyumu azlığı yaratabilir. Türkiye’de kaynatılarak yenen meyvesi, "termiye” adını alır; tarım alanlarında ve A C ; GÖLLER, Mısır’da tuzlu göller, fidanlıklarda yeşil gübre, park ve bahçe­ Aşağı Mısır'da, ismailiye’nin güneyinde. lerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Süveyş kanalının geçtiği bu göller, Eski— Halk hek. Acıbaklanın olgun tohumları çağ’da Kızıldeniz ile Nil arasında kurul­ (termiye) kaynar suda haşlanarak yenin­ muş dolaysız bir ırmak ulaşımının ce idrar artırıcı, kurt düşürücü ve kuvvet kalıntılarıdır. verici etki yapar. A c! tü tü n , Necati Cumalı’nın romanı ACIBAL a DELİBAL’ın eşanlamlısı. (1974). Ege bölgesindeki tütün ekicileri­ nin sorunlarını konu edinir. 1950’de yö­ A CIBALIK a. Zool. GÛRDEK’in eşanlam­ netime gelen iktidar, seçim sürecinde lısı. sağladığı destek karşılığı tüccarın çıkarı­ ACICA sıf. Biraz acı; oldukça acı tat ve nı kollamış ve alacağı tütüne düşük fiyat bu tattaki yiyecekler için kullanılır: Acıca saptamıştır. Üreticiler bir süre boykotu bir çorba. Bu yemek biraz acıca. dener, ancak sonunda istenen fiyattan sa­ tış yapmak zorunda kalır, içlerinden an­ ACICEVİZ a. Kuzey Amerika’da yeti­ cak biri, kasaba meydanında ürününü ya­ şen, cevize yakın, güzel görünüşlü ağaç. karak direnişini belirtmiş olur. Yapıt, top­ (Bazı türlerinin kerestesi [hikori ağacı], ba­ lumsal olaylarda bireysel direnişlerin ye­ zı türlerininse [Carya paçan] cevizleri de­ tersizliğini vurgularken dönemin uluslara­ ğerlidir. Türkiye’de park ve bahçelerde rası olayı Kore savaşı’nın kasabadaki süs ağacı olarak yetiştirilir.) [Cevizgiller fa­ yankılarını, yerel yaşama ilişkin görünüm­ milyası.] leri, kadın-erkek, doğa-insan ilişkilerini A C IÇ A Y , akarsu. Kızılırmak’ın önemli gerçekçi çizgilerle yansıtır. bir kolu. Tatlısu ve Terme çaylarının bir­ ACIAĞAÇ a. Odunu halk hekimliğinde leşmesiyle oluşur. Suları geçtiği topraklar­ kullanılan Surinam acıağacı ile Jamaika daki kaya tuzunun ve jips yataklarının acıağacının ortak adı. etkisiyle acıdır. -ANSİKL.Surinam acıağacı (Ouassia amaAC IÇ A Y , akarsu. İran'da Doğu Azer­ ra ya da Ouassia surinamense) Guyana’ baycan’da doğar, Tebriz’den geçerek da yetişen bodur bir ağaçtır; odunundan Urmiye gölüne dökülür. Jipsli topraklar­ çıkarılan özüt çok acıdır, kuvvet şurubu dan geçtiğinden suyu acıdır. ve iştah açıcı olarak kullanılır. Jamaika ACIÇİĞDEM a. Bot. Bir çiğdem türü acıağacı (Picraena ya da Picrasma excel(ıCoichicum autumnale) ve bunun yumru sa) dal ucunda yeşilimsi salkım çiçekli, soğanı ya da tohumu. zeytinsi meyveli büyük (10-15 m) bir —Halk hek. Kurutulmuş olgun tohumları ağaçtır. Çok acı olan odunu çoğu zaman ve soğanı, idrar artırıcı, terletici, iç sürdüSurinam acıağacı yerine kullanılır. Bu ne­ rücü ve romatizma ağrılarını dindiricidir. denle buna yalancı acıağaç da denir. AnÇok zehirli olduğu için hekim denetimi ge­ til adalarında ve Guyana'da yetişen reklidir. Eskiden, halk arasında, haricen başka türleri de vardır. Her iki acıağaç da romatizma ağrılannı dindirmek için kulla­ simarubaceae familyasındandır. nılırdı. Bunun için bir tutam acıçiğdem to­ ACÎÂYST a. Güney Anadolu bölgesin­ humu, iki üç diş sarmısak ile havanda de doğal yetişen hayt ya da hayıt (Vitex dövülür, elde edilen sulu karışım bir tül­ agnus- castus) çalısının halk arasında kul­ bende emdirilir, bu tülbent ağrıyan yere lanılan bir başka adı. ( -> HAYIT.) sarılırdı. (Eşanl. GÜZÇİĞDEMİ; MAHRUT; SÜRİNCAN.) ACIBADEM a. Badem ağacının bir tü­ rü (Prunus amygdalus ya da Amygdalus ACIDAŞ a. Karşısındakinin acısına ortak communis var. amara) [-*■BADEM] ve bu­ olan kimse, hemdert. nun ezildiğinde koku çıkaran acı tohumu. ACIDU LEK a. Bot. EŞEKHIYARI’nın —Halk hek. Acıbademde bulunan gliko­ eşanlamlısı. zitin (amigdalin) parçalanmasıyla oluşan siyanhidrik asit zehirli bir maddedir. Ba­ A C IF IN D IK ya da GÜVERCİNAĞAdemin acılığı buradan gelir. Kurutulmuş C! a. Kışın yapraklarını döken küçük acıbademler yumuşatıcı, öksürük kesici, ağaç ya da çalı; iki türü, Kuzey Amerika idrar artırıcı ve kurt düşürücü olarak etki­ ve Japonya kökenlidir. (Amerika acıfındılidir. Günde 4-6 tane yenebilir. Fazlası ğı [Hamamelis virginiana] sonbahardan tehlikelidir. (20 tanesi öldürücü olabilir.) kış başına kadar açan demet halinde top­ lu sarı çiçeklerinin güzelliğinden dolayı AC IBADEM , İstanbul’un Kadıköy ilçe­ bahçelerde yetiştirilir. Yaprakları ile ka­ si kuzey-doğusunda semt; Küçükçamlıbuklarından damar hastalıklarına iyi ge­ ca’nın güney-batısında. Geçmişte bahçe len ve kozmetik sanayisinde de geniş içinde konaklardan oluşan semt, şimdi ölçüde kullanılan bir madde elde edilir.) sürekli yerleşim merkezlerindendir. Hatip Paşa Konağı (Çamlıca Kız lisesi), Acıba­ [Acıfındıkgiller familyası.] dem camisi (Abdülhamit II dönemi), Acı­ badem çeşmesi ve Namazgâhı (1844). Acıbadem Nişantaşı (Mahmut II dönemi) bu semtin belli başlı osmanlı yapılarıdır.



ACIFINDİKGİLLER a. Almaşık yaprak­ lı, dörtlü tipte çiçekli, kapsül meyveli ağaç ve ağaççıklar familyası. (Meyvesi iki çe­ netle açılan ve sert besidokuiu iki tohum



içeren bu bitkiler Asya, Güney Afrika ve Kuzey Amerika'nın ılıman ve astropikal bölgelerinde yetişir. Yüz kadar türü içe­ ren familyanın en iyi bilinen iki cinsi açı­ tındık [hamamelis] ile sığla ya da günlük ağacıdır \)iquidambar].) ®ACIG Ö L,



Nevşehir’de il merkezinin güneybatısında ilçe; 26 048 nüf. (1990). 12 köy. Merkezi Acıgöl-, 6 489 nüf. (1990). Yörede ingiiiz Arkeoloji Enstitüsü adına ian Todd’un yaptığı araştırmalarda (1964-1966), yenitaş döneminden iğdeli Çeşme höyüğü saptandı. Ayrıca hitit ka­ ya yazıtı vardır.



AC IG Ö L, Anadolu'da dışarıya akışı bu­ lunmayan, suları genellikle sodalı kimi göllerin adı. 1. Afyonkarahisar ile De­ nizli illeri sınırında tektonik bir çukurda oluşmuş sığ göl; 155 km2; denizden yük­ sekliği 836 m. Yazın gölün alanı daralır, tuzlu alan ortaya çıkar. IV. zamanda ala­ nı geniş, derinliği 25 m idi. —2. Konya’ da, Karapınar ilçesinin doğusunda derin krater gölü. —3. Nevşehir’in 40 km G B.'sında küçük krater gölü. AC IIR M A K a. Suları acı olan bazı akar­ suların adı.1. Hafik güneyinde, Kuru gö­ lün doğusunda Acıırmak. —2. Tecer dağı kuzeyinde Acıırmak. A C IK a. (acımak1tan acı-ğ >acık). Esk. Acı, dert ıstırap: "Kalmadı ol acık ile öl ağızda dadımız ” (Divan-ı Türkî-i Basit, XVI. yy.). AC IK AR A a. Yörs. Tarım. Göller yöre­ sinde yetişen, küçük yuvarlak ve sık ta­ neli bir çeşit ekşi üzüm. AC IKARPU Z a. Karpuz cinsinden bir bitki türü (Citrullus colocyrıthis) ve bunun küçük, portakal biçimindeki, sarılı yeşilli meyvesi. —Halk hek. Kurutulmuş meyveleri eski­ den beri tedavide kullanılır, iç sürdürücü ve idrar artırıcı etkileri vardır. Afyonkeş­ lerde görülen kabızlığa karşı çok etkilidir. Bugün özellikle veteriner hekimlikte müs­ hil olarak tercih edilir. [Eşanl. EBUCEHİLKARPUZU.]



A C IK A V A K a. Ormanc. Bigadiç yöre­ sinde, dağkavağına ya da titrekkavağa (Poputus trempla) verilen ad. AC IK AV U N a. Bot. EŞEKHlYARI’nın eşanlamlısı. A C IK IL M A K - ACIKMAK. AC IK LI sıf. 1. Acıma duygusu uyandı­ ran; kendisi için üzüntü, acıma duyulma­ sını isteyen kimsenin tutum ve davranışı için kullanılır, üzücü, hazin: Acıklı bir ba­ kış, gülüş, ses. Acıklı iniltilerle ağlamak. Kadıncağızın acıklı bir görünüşü vardı. Acıklı mektuplar yazarak bağışlanmasını diledi. —2. Acı, üzüntü veren, iç sızlatan şey için kullanılır; dokunaklı, koygun, hü­ zünlü: Acıklı bir şeyler anlatmak. Acıklı bir şarkı. Bu çok acıklı bir öyküdür. Film çok acıklıydı —3. içeriği acı olaylara dayalı anlatılar için kullanılır; trajik: Acıklı bir pi­ yes, öykü, roman, film. —4. Bir çabanın boşa gitmesiyle ortaya çıkan durumu alaylı bir biçimde belirtmek için kullanılır; gülünç, komik: iki saat bekledikten son­ ra, sıra tam bize geldiğinde bilet bitti. Ha­ limiz çok acıklıydı. —5. Acı görmüş kim seler için kullanılır; yaslı, kederli: Acıklı başta akıl olmaz (atasözü). ACIKLI-GÜLDÜRÜ a. Acıklı ve güldürülü öğelerin birbirini izlemelerinden mey­ dana gelen ve neşeli bir şekilde sona eren oyun türü. XVI - XVIII. yy.'larda, Aris­ toteles’in katı kurallarına karşı bir yenilik olarak ortaya çıktı ve gelişti. Acıklı güldürü'nün ilk örneğini Robert Garnier, Bradamante adlı yapıtıyla verdi (1582). Daha sonra Lope de Vega, Corneille, Massinger, G.B. Guarini gibi yazarlar da türün belli başlı temsilcileri arasında yer aldılar. Elizabeth çağının birçok İngiliz yazarının, hatta Shakespeare'in acıklı güldürüyü anımsatan yapıtları vardır. Almanya'da



ise Hebbel ve Lessing bu türün önde ge­ len kuramcılarıdır. (Eşanl. TRAJİ-KOMEDİ.) AC IK M A K gçz. f. 1. Yeme gereksinimi duymak; açlık duymak: Bütün gün ağzı­ na bir lokma koymamış, çok acıkmıştı. —2. Ed. Bir kimseye, bir şeye acıkmak, ona karşı şiddetli bir gereksinim, büyük bir istek duymak: Aslı'ya acıkan Kerem. Sevgiye, şefkate acıkmak. ♦ a c ık ılm a k edilg. f. Acıkma eylemine konu olmak: Kahvaltıdan yeni kalktık, bu kadar çabuk acıkılır mı? ♦ a c ık tırm a k ettirg. f. Bir kimseyi acık­ tırmak, sözkonusu bir kimse ise, bir baş­ kasının aç kalmasına neden olmak; yeme gereksinimi doğuran bir neden ise, ona büyük bir iştah vermek: Acındırırsan ar­ sız olur, acıktırırsan hırsız olur (atasözü). Dağ havası insanı acıktırır. Gezinti çocuk­ ları acıktırdı. ACIKÖ K a. Halk hek. Loğusaotunun (Aristolochia hirta) kurutulmuş köklerin­ den dövülerek elde edilen toz. Acıkök to­ zu içinde yağ, acı madde, tan in, nişasta, şeker, boya maddeleri ve rezin bulunur; biraz şap ile karıştırılıp yara iyileştirici (si­ vilce, basur ve çıban) ve kan temizleyici olarak kullanılır. Uzun zaman kullanılırsa zehirlenme yapabilir. AC IK TIR M AK -» ACIKMAK A C ILA N M A K gçz.f. 1. Tatça acı duru­ ma gelmek; acılaşmak. —2. Üzülmek, kederlenmek. ACILAŞM A a. Acılaşmak eylemi. —Bes. san. Yağ içeren besinlerde görü­ len, kötü tat ve koku, bazen de renk de­ ğişikliği biçiminde ortaya çıkan bozukluk. —ANSİKL. Acılaşma enzimsel ve kimya­ sal olabilir. Yağlı maddedeki enzim ya da mikroorganizmalar, lipitleri hidrolizleyerek kötü kokulu yağ asitlerini açığa çıkarır ya da doymamış yağ asitlerini yükseltgeyerek peroksit, aldehit ve ketonlar oluşturur­ lar. Kimyasal yükseltgenme de, etkisini, doymamış yağ asitleri üzerinde gösterir. Oksijen, kimi madenler, ışık ve ısı, bu yükseltgenmeyi kolaylaştırır. Yağlardaki acı­ laşma, fenol bileşikleri ve tokoferoller gibi yükseltgenme önleyicileriyle yavaşlana­ bilir.



ona yakın, hoşgörülü, sevecen davran­ mak; onun için endişe duymak; ona kıyamamak; merhamet etmek: Böyle canilere acımamalıdır. Suçlu manKemede "acıyın bana" diye ağladı. Çoluk ço­ cuğuna acımasam m ahkem elerde süründürürdüm onu. —2. Bir kimseye, bir hayvana acımak, onlar için üzülmek: Aç insanlara acımak. Zehirlenen köpek­ lere acımak. Çok acıdım, genç yaşta öl­ dü. —3. Bir şeye (somut) acımak, onun gördüğü zarardan dolayı üzülmek: Kırı­ lan antika vazoya çok acıdım; genellikle olumsuz cümlelerde, o şeyi gereken öze­ ni göstermeden ya da kısıtlı, cimrice kul­ lanmak: Arabasına hiç acımaz. Parasına acımamış, evini çok güzel döşemiş. Ya­ ğa acırsan güzel yemek yapamazsın. —4. Bir şeye (soyut) acımak, yitirilen ya da boşa giden bir şey için üzülmek; yan­ mak: Emeklerine, gençliğine, vaktine acı­ mak. —5. Acıyorum sana, bir başkasının yaptığı işi küçültücü, tiksindirici bulan kim­ senin, onu aşağılamak amacıyla kullan­ dığı söz: Para için bu kadar alçaldın demek, acıyorum sana!



AC ILA ŞM AK gçz. f. 1. Tatça acı duru­ ma gelmek. —2. Ses sözkonusu ise, üzüntüyü, hüznü yansıtır duruma gelmek: Yoksul geçen çocukluğunu anlatırken se­ si gittikçe acılaştı. —3. Konuşma sözko­ nusu ise, giderek kırıcı bir nitelik kazan­ mak. ACILI sıf. 1. içine acı tat katılmış yiyecek ve içecek için kullanılır: Acılı turşu suyu. —2. Üzüntülü, sıkıntılı: Onlar çok acılı günlerdi. —3. Bir yakınının ölümünü gör­ müş kimse için kullanılır; yaslı, kederli: Acılı bir kadın. —4. Acılı gicili, acısı ve ba­ haratı çok olan yemek için kullanılır (halk): Acılı gicili yemeklerden hoşlanmam. ♦ a. Acısı çok olan kebap: Ver bir acılı! A C ILIK a. 1. Tat bakımından acı olma durumu; acı tat: Bu yemekte bir acılık var. ilacın acılığı hâlâ ağzımdan gitmedi. —2. Burukluk, dokunaklılık: Gurbeti tüm acılı­ ğıyla yaşamak. Gülümsemesinde biracı­ lık vardı —Mutf. Yemeklere konan acı biber, ba­ harat ve soslarla sağlanan acımsı tat. ||Bayatlamış yağlardaki acımsı tat. —Şarapç. Acılık ya da acılaşma hastalı­ ğı, şarapta laktik asit bakterilerinin neden olduğu bozukluk. (Bu bakteriler gliserolü parçalayarak akroleine dönüştürür ve şa­ rap acılaşır.) ACIM A a. insanı, başkasının acıları, mut­ suzlukları, güçsüzlükleri karşısında üzül­ meye, başkasına yakınlık göstermeye, hoşgörülü davranmaya iten duygu; mer­ hamet: Mutsuz insanlara acıma duymak. A C IM AK gçz. f. 1. Bir kimseye acımak,



♦ acındırmak ettirg. f. Kendine (bir kimseyi) acındırmak, başkalarında, çıka­ rına kullanabileceği bir acıma duygusu uyandırmaya çalışmak: Kendine açındı­ rarak işlerini yürütebileceğini sanmak. Kendine acındırmak gibi kötü bir huyu vardır. ♦ acınmak, açınılmak edilg. f. 1. Bir kimseye, bir şeye acınmak,açınılmak, onu acıma konusu yapmak: Böylesı adam­ lara hiç acınır mı? —2. Acınacak, acı -



Acıgöl hitit kaya v2'



Acıgöl (Karapınar-Konya)



nılacak, bir kimsenin, bir şeyin acıma uyandıran, düşkün, perişan ya da yıkık, harap durumu için kullanılır: Acınacak du­ ruma düşen bir kimse. Bir zamanların zengin, görkemli, ihtişamlı konağı şimdi acınacak durumda. ♦ acınmak dönşl. f. Yörs. Bir şey için yanmak, yakınmak: Gelin alayının arka­ sından “ Kızım, kızım!" diye acındı, ağla­ dı. AC IM A K gçz. f. 1. Bedenin bir bölümü sözkonusu ise, orada fiziksel bir acı duy­ mak: Kolu, bacağı acımak. —2. Yiyecek, içecek sözkonusu ise, bozularak tatça acı duruma gelmek; acılaşmak: Yağı, tuzla­ yıp da sakla, yoksa acır. Testinin dibinde kalan su acımış. ♦ acıtmak ettirg. f, 1. Bedenin bir yeri­ ni acıtmak, o yerin acımasına neden ol­ mak: Ayakkabı ayağımı acıtıyor. —2. Bir yiyeceği içeceği acıtmak, acılaşmasına yol açmak. A c ım a k, Reşat Nuri Güntekin’in romanı (1928), Annesine ve kendisine kötülük et­ tiği sanısıyla babasınadüşman kesilen; bu nedenle, acıma vehoşgörü duygularından yoksun, katı bir kimliğe bürünen; ilkokul öğretmeni olarak gittiği bir taşra kasaba­ sında öğrencilerine ve çevresine karşı da bu tutumunu sürdüren Zehra; ölen baba­ sının anı defterini okuduktan sonra, anne­ sinin uygunsuz tutumu yüzünden babası­ nın türlü felaketlere uğradığını, kızını kur­ tarmak için evden uzaklaştırıp yatılı öğret­ men okuluna verdiğini öğrenmesi üzerine, acımayı ve bağışlamayı da öğrenir. Konu­ su ve'işlenişi bakımından ağır bir melod­ ram havası taşıdığı için halk arasında tutu­ lan roman, TV dizisi haline de getirilmiştir (1985). ACIM ARUL a. Sapının alt kısmı batıcı tüylü, sarı çiçekli, beyaz sütlü, ikiyıllık ot­ su bitki. (Yol kenarlarında taşlık yerlerde biter. Kurutulmuş sütü Avrupa ülkelerin­ de laktukaryum, Türkiye'de marul yağı di­ ye bilinir, uyutucu ve uyuşturucu olarak halk hekimliğinde kullanılır.) [Bil. a. Lactuca serriola ya da virosa; bileşikgiller famil­ yası.] ACIM ASIZ sıf. ve a. 1. Eylemlerine, yar­ gılarına duyguları ve insancıl kaygıları ka­ rıştırmayan, yakarmalara duyarsız kimse için kullanılır; katı, merhametsiz, gaddar: Acımasız bir yönetici. Acımasız bir adamı Acımasız baba, yaramazlık yapan oğlu-1 nu fena dövdü.Acımasız! Zavallı'adamı mahvetti. —2. Değerlendirmelerinde hiç­ bir hatayı, boşluğu göz ardı etmeyen kim­ se için kullanılır; katı, insafsız: Acımasız bir eleştirmen. ♦ sıf. 1. Acımasız kimsenin yargısı, tutu­ mu için kullanılır; insafsız: Acımasız bir ka­ rar, ceza. Acımasızbireleştiri. —2. Ed. Bir tasarımı katı bir kesinlikle gerçekleştirdiği izlenimini veren şey için kullanılır: Gerçek­ ler acımasızdır. Acımasız doğa. AC IM AS IZC A be. Acıma duygusun­ dan yoksun olarak; insafsızca, zalimce, gaddarca: Doğayı acımasızca kirletiyo­ ruz. isyanı acımasızca bastırdılar. AC IM AS IZLIK a. 1. Acımasız olma du­ rumu; acımasız kimsenin yargısının, tutu­ munun niteliği; merhametsizlik, insafsız­ lık, gaddarlık: Acımasızlık insanın öteki duygularını da yok eder. Dinamitle balık avlamak, acımasızlıktır. Tarihte acımasız­ lığıyla ün yapmış bir hükümdar. —2. Ed. (Birşeyin) acımasızlığı, o şeyin acımasız­ ca gerçekleştiği izlenimini veren durumu: Karakış bütün acımasızlığıyla devam edi­ yor. Yılların acımasızlığı, yüzünde derin iz­ ler bıraktı. ACIMSI sıf. Acıya çalan, acıya benzer tat ve bu tattaki yiyecekler için kullanılır: Greyfurtun acımsı tadı. Dünden kalma acımsı bir çay getirdi. (Eşanl. ACIMTIRAK.) AC IM T IR A K sıf.ACIMSI'nın eşanlamlısı.



ACIN be. Esk. Aç olarak, açlıkla, açlık­ tan: ‘ 'Meseldir çok yimeğin imtilası./Acın ölmekten artıktır belası " (Çengname, XV. YY-)A C IN D IR M A K - ACIMAK. A Ç IN IL M A K - ACIMAK. A C IN M A K - ACIMAK. ACIOT - DÖVULMÛŞAVRATOTU. A C IP A Y A M , esk Garbikaraağaç, Ak­ deniz bölgesi, Antalya bölümünün KB.'sında Denizli'ye bağlı ilçe; 69 446 nüf. (1990); 1 925 km2; 2 bucak, 50 köy. Mer­ kezi Denizli’nin 60 km G.-D.'sunda Acı­ payam: 8 054 nüf. (1990). A cıpayam ta rım iş le tm e s i, Tarım letmeleri genel müdürlüğü'ne (TİGEM) bağlı kuruluş. Denizli’nin Acıpayam ilçe­ sinde Tarım bakanlığı'na bağlı bir hara olarak kuruldu. 1957’de Devlet Üretme çiftlikleri genel müdürlüğü’ne, 1983'te bu kuruluşun yerini alan TİGEM'e bağlandı. 2 482 ha arazi varlığı olan işletmede, 1 374 ha alanda sulu tarım yapılmakta­ dır. Başlıca etkinlikleri arasında yem bit­ kileri ve tohumluk üretimi,damızlık büyük­ baş ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği, ta­ vuk ve yumurta üretimi sayılabilir. ÂC IP AY AM LI (Orhan), türk antropolog ve halkbilimci (Acıpayam, Denizli, I922). Ankara üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi’ni bitirdi. Profesör oldu (1965). Dil ve Tarih Coğrafya fakültesi antropo­ loji bölümü başkanı (1985) olarak görev yaptı. Türk folkloruna ilişkin makaleleri ve derlemeleri yayımlandı. Başlıca yapıtları: Türkiye'de doğumla ilgili âdet ve inanma­ ların etnolojik etüdü (1961); Zenaat terim­ leri sözlüğü -(1976); Halkbilim terimleri sözlüğü (1978). ACIPENSER a. Zool. Mersinbalığının bilimsel cins adı. ACIPENSERIDAE a. Zool. Mersınbalığıgiller familyasının bilimsel adı. ACIPENAR, Aksaray ilinde merkez il­ çeye bağlı bucak; 11 450 nüf. (1990). 15 köy. Merkezi Acıpınar, 1 332 nüf. (1990). A C İR A K sıf. Yörs. Acımsı, acımtırak. ACIRGA a. Yörs. Yaban turpu A C IR L I, esk. Derizbin, Mardin’in Mid­ yat ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 3 757 nüf. (1990). PTT. A C IS A K IZ a.Ormanc. Kızılçamdan(Pınus brutia) reçine üretimi yapılan bölge­ lerde, “ çamsakızı” ya da “ reçine"ye halk arasında verilen ad. A C IS IZ sıf.1. İçine acı tat katılmamış yi­ yecek, içecek için kullanılır: Acısız bir ke­ bap.—2 . Üzüntüsüz, sıkıntısız. ACISU a. Hidrol. içerdiği çözünmüş mi­ neral tuzları yüzünden tadı hafifçe tuzlu ya da acı olan suların adı. —ANSİKL. Acısu kütleleri genellikle çe­ şitli ortamlarda oluşabilir. Bunların başlıcaları akarsuların denize ulaştığı ağızlar­ da, iç akıntıların güçsüz olduğu haliçler­ de, denizle bağlantısı zayıf olan lagünler­ de deniz suyuyla tatlı suyun karışmasıdır. Bu farklı ekolojik ortamlarda uyum sağ­ lamış güncel ya da fosil artığı organizma­ lar yaşar. Kıyıdan uzak kimi göllerin, akar­ suların ve kaynakların suları da acıdır. Bu, çoğunlukla akarsuların aktığı ya da kay­ nakları besleyen yeraltı suyunun süzüldüğü topraklarda kayatuzu ve jips gibi olu­ şukların bulunmasından ileri gelir. Kimi göl sularının acılığının nedeni, çözünmüş sodadır (Van gölü, Acıgöl vb.). Suyun bu özelliği acısu, acıçay, acıırmak, acıgöl, acıpınar gibi coğrafya adlarına yansır. Kızılırmak’ın antik adı da (Halys: tuzlu ırmak) sularının bu özelliği ile ilgilidir. ACISU a. Kayatuzu ve jips oluşukları içe­ ren topraklardan geçtikleri ve buralarda­ ki kaynaklar ve yeraltı sularıyla beslendik­ leri için suları acı olan kimi akarsulara ve­



rilen genel ad. Türkiye'de bunlara en çok Sivas ve Çankırı bölgelerinde rastlanır. Başlıcaları: Zara’nın güney-doğusunda Çengelli dağından inerek Kızılırmak'a ka­ rışan Acısu; Şarkışla’nın batısındaki Acısu; Nevşehir batısındaki Acısu; Ulaş gü­ neyinde Teke köyünden gelen Acısu. ACITKA N sıf. Esk. Çok acıtan, çok acı veren; “ Gayette sancısı çok ve acıtkan yara" (Et-Tuhfet üs-Seniyye, XVI. yy.). AC IT M A K -»ACIMAK ACIYONCA a. Bot. SUYONCASI’nın eşanlamlısı.



ACİB sıf. (ar. ’acib) Esk. Şaşırtıcı, alışıl­ mışa aykırı, acayip: "Saç sakal karmaka­ rışık, şekli acîb I Bakışı, söyleyişi, tarzı garib" (Sümbülzade Vehbi, XIX. yy.). ACÎBÂNE be. ve sıf. (ar. ’acib ve fars. -ane'den ’acibsne). Esk. Hayret verici,şa­ şılacak şekilde. ACÎBE a. (ar. Caclbe). 1. Hiç görülme­ miş, alışılmamış şey. —2. Aclbe-i hilkat, yaradılıştan anormal, hilkat garibesi. ACİDALİA a. (lat. Acidalia, Venüs'ün la­ kabı). Kendisi ağaçlıklarda, tırtılı ise kekik, yabani mercanköşk ve merkep ketesi üs­ tünde yaşayan kelebek. (Pulkanatlılar ta­ kımı, geometridae familyası.) ACİDANTHERA a. Afrika'da (Etyopya ve Cap bölgesi) yetişen ve Avrupa’da süs bitkisi olarak kullanılan çokyıllık bitki. (Süsengiller familyası.) A cid T e s t (The Electric Kool-Aid Acid Test), Tom VVolfe’un romanı (1968). Bu düşsel destanın öğeleri büyük amerikan simgeleri (kovboy ve uzam), eski bir oto­ büs ve beat generation temsilcilerinin (Ken Kesey, Neal Cassidy) yaşamöyküleridir (underground ve uyuşturucu); Ginsberg, Beatles’lar, Vietnam, Berkeleyzen gibi, 60'lı yılların egemen imgeleri de bu destanda yer alır. ACİL sıf. (ar. tacele'den cScit). 1. Derhal önlem almayı, ivedilikle yerine getirilme­ yi gerektiren şey için kullanılır: Acil bir olay. Acil vaka. Acil durumlarda yapıla­ cak işler. Acil tedbirler almalıyız. Bu, acil bir ihtiyaç değil. — 2. Acil şifalar dilemek, hasta bir kimseye en kısa sürede sağlığı­ na kavuşması dileğini iletmek. —Ted. Acil servis, hastanelerde, du­ rumları hemen tedavi gerektiren hastala­ rın kabul edildiği servis. || Acil durum, acele tıbbı ya da cerrahi müdahaleyi ge­ rektiren hastalık durumu. —ANSİKL. Ted. Elde bulunan araçlara ve süreye göre acil durumun değerlendiril­ mesi büyük önem taşır. Bazı durumlarda hasta uzman bir kuruma gönderilmeyi bekleyebilir, ama bazı durumlarda derhal müdahale gerekir. ÂCİL sıf. (ar. ecel, vade'den âcil). Esk. Zamanı gelince yapılacak olan, vadeye bağlı, ertelenmiş. ACİLÂNE be.(ar. "âcil ve fars.-âne den Cacilane). 1. Aceleyle. —2. Aceleci kim­ selere yakışır şekilde. ACİLEN be. (ar eacil‘den Câcilen). Acil olarak,geciktirmeden, ivedilikle: Babası hastalanmış, acilen gitmesi gerekti. ACİLEN be. (ar. ecel'den acilen). Esk. Er ya da geç, sonradan, günü geldiğin­ de yapılmak üzere. ACİLİUS a. (lat. Acilius, romalı bir aile­ nin adı). Geniş ve elipsimsi gövdeli kın­ kanatlı böcek. (Acilius sulcatus durgun sularda çok görülür; dytiscidae familya­ sı.) ACIN sıf. (ar. racin). Esk. Hamur haline getirilmiş, yoğrulmuş. ♦ a. Hamur, macun. ÂCİN sıf. (ar. acin). Esk. Rengi, tadı de­ ğişmiş, bozulmuş pis su. ACİNETA a. (yun, akinetos, hareketsiz’ den). Amerika’nın sıcak bölgelerinde ye­



Acolman manastırı tişen ve birkaç türü seralarda süs bitkisi olarak yetiştirilen orkide. ■AC İN E TİA a. (öncekiyle eş kökenli). Bir yere tutunarak yaşayan kirpikli protozoer takımı. (Kimi bilginler bunları sınıf sa­ yar.) —ANSİKL. Acinetia takımındaki protozoerlerin yetişkinlerinde kirpik yoktur. Çeşitli biçimde sıralanmış, emici, çukur doku­ naçları vardır; bölünme eşitsiz ve çoğu zaman karmaşıktır; bölünme sırasında meydana gelen kirpikli tomurcuk'kısa sü­ ren özgür bir yaşama evresinden sonra, türe özgü elverişli bir yere tutunur, kirpik­ lerini yitirir ve erişkin hale dönüşür. Çok elverişsiz koşullarda bütün halde­ ki birey dokunaçlarını soğurabilir, tutun­ maya yarayan iskelet bölümlerini yerinde bırakarak kirpikli göçmen biçimine girer ve daha elverişli bir bölgeye gidip orada bir yere tutunur. Bazı iç tomurcuklanma durumlarında, tomurcuğun dışan atılması bir doğurma niteliğindedir (tokophrya, acineta). Tatlı ya da tuzlu sularda değişik nesne­ lere tutunarak yaşayan bu havyancıklar çoğunlukla dışasalaktırlar ya da zehirli sal­ gılar salarak felç ettikleri başka protozo erleri avlar ve avlarını hızla “ emerler". Eşeyli üreme, bütün kirpiklilerde oldu­ ğu gibi, kavuşma yoluyla olur. Biyolojile­ ri açısından çok özgün olan bu takımın üyeleri, uzun süre öbür kirpiklilerden ay­ rı sınıflandırıldılar,sonra günümüzde hiç­ bir üyesi bulunmayan holotricha (çevrekirpikliler) arasına sokuldular, şimdi de hypostoma grubunda yer almaktadırlar. A C İP ROSİDİ,endonezyalı yazar (Cativangi, Cava, 1938). 15 yaşında yazma­ ya başladı. Değişik türde ve çok sayıda yapıt verdi: şiirler (Fefe, 1956; Lettred'amour d'Endac Rasidin, 1960; Serpentet Brume, 1973), romanlar ( Voyage de noces, 1958), oyunlar (Masyitoh, 1969), eleştiriler ve denemeler (Ouand est nee la littörature indonĞsienne? 1964; la Litterature soundanaise contemporaine, 1966; Precis d'histoire de la litterature indonesienne, 1969; Ouelçues probiemes des musuimans indonâsiens, 1970), an­ tolojiler (Jakarta dans la poesie indonesienne, 1972; Merbleue, ciel bleu, 1977). Ayrıca yayımcılık yaptı, dergilerdeki ya­ zılarıyla dikkati çekti. En iyi ürünleri olan ' öykülerinde belli bir özlemle çocukluğünun geçtiği toprakları anlattı (Annöes mortes, 1955; En famille, 1956). Anadilinde de (Batı Cava) önemli çalışmalar yaptı. ÂCİR sıf. (ar. adı). Esk. Bir şeyi kiraya veren. —jsl. huk. Mecelle’nin 409. maddesinde “Âcir, icareye veren kimsedir, müıkâri ve mûcir dahi denilir." biçiminde tanımlan­ mıştır. Mecelle’nin 446. maddesinde bu hakkı kullanabilecek kimsenin nitelik ve yeterliği ise şöyle belirtilir: "Âcir, icar ede­ ceği şeyin mutasarrıfı ya da mutasarrıfın vekili ya velisi ya da vasisi olmak lazım­ d ır." AC İR E ALE, İtalya’da kent, Sicilya’nın doğu kıyısında, Etna yanardağt’nın ete­ ğinde; 49 500 nüf. Madensuları, turunç­ giller. ÂCİYO RİZİAC UM , Tar. coğ. Anado­ lu’da, Galatia bölgesinde, Roma yolu üzerinde ilkçağ yerleşmesi. Ankara’nın Kalecik ilçesinde, Kalecik'in biraz kuzey ya da K.D.’sundaydı. A C İV İK A , caynalarla aşağı yukarı aynı zamanda, Gosala Maskariputra tarafın­ dan kurulan bir tarikatı belirten sanskritçe sözcük. Bu tarikat, tam bir gerekircili­ ği savunur. Tüm evren ve yeniden doğuş­ lar niyati ile (sanskritçe: kural, yazgı) be­ lirlenmiştir. Acivikadan, temel yasada Asoka söz etmiş ve öteki pek çok elyazmasında ve tamul yapıtlarında aynı ad yer almıştır. Bu tarikat, Hindistan'ın güneyin­ de XIV. yy.’a değin varlığını sürdürdü. ACİYO. Bank.-» ACYO.



AC İZ ya da ACZ, -czl a.(ar. Cacz). Esk 1. Güçsüzlük, düşkünlük, yetersizlik, be­ ceriksizlik: Acz içinde olmak. Acze düş­ mek. Aczini izhar etmek. —2. Acz-i ik­ dam, uğraşıp da bir şey yapamama. —ic. ifl. huk. Aciz, bir kişinin vadesi gel­ miş olan (muaccel) borçlarını ödeyeme­ yecek durumda olması.(Bk. ansikl. böl.) -ANSİKL. Aciz (iflas dışında) borç öde­ meden aciz vesikasıyla gerçekleşir ve borçlu yalnızca elinde aciz vesikası bulu­ nan alacaklıya karşı borcunu ödemekten aciz durumundadır. Buna karşılık, iflas et­ miş olan borçlu (müflis), ticaret mahkeme­ sinin iflas kararını verdiği andan başlaya­ rak tüm alacaklılarına karşı aciz durumun­ da sayılır, iflasa tabi bir borçlu, aciz du­ rumunda bulunduğunu bildirerek iflasına karar verilmesini ticaret mahkemesinden isteyebilir. || Aciz sebebiyle mirastan çıkar­ ma -* MİRAS. || Aciz vesikası, haciz ya da iflas yolu ile yapılan icra takibinde alaca­ ğını tümüyle alamamış olan alacaklıya ic­ ra ya da iflas dairesince verilen belge (Ic. ifl. k. md. 143 ve 251). [Alacaklıya veri­ len bu belge alacağı ortadan kaldırmaz, daha da sağlamlaştırılmış olur. Örneğin alacak zarr>anaşımına uğramaz; ayrıca bu belge alacaklıya alacağını kanıtlama­ da kolaylık sağlar. Bu belgeyi gösterme­ si alacağını kanıtlaması için yeterlidir.] A C İZ ya da ACZ a. (ar. 'acz). Esk. 1. Bir şeyin son bölümü. —2. Arka taraf, kal­ ça kısmı. — Ed. Beyitte ikinci dizenin son parçası.



ÂC İZ sıf. (ar. 'aciz). 1. Bir görevi, bir so­ rumluluğu yüklenmek, gerçekleştirmek için gerekli güç, yetenek bilgi ve beceri­ den yoksun kimse ya da topluluk için kul­ lanılır; iktidarsız, güçsüz, beceriksiz: Âciz bir baba. Âciz b ir hükümet. —2. Koruya­ nı olmayan kimse için kullanılır; zavallı, düşkün, yoksul: Kimi kimsesi olmayan âciz bir adam. —3. Bir şeyi yapmaktan âciz, bir eylemi yapacak durumu, yetene­ ği, becerisi olmayan kimse için kullanılır: Konuşmaktan âciz bir insan. Kendini ida­ reden âciz biri. —4. Bir kimseyi âciz bı­ rakmak, o kimseyi çaresiz, güçsüz duru­ ma getirmek: Bu çocuklar, beni âciz bı­ raktı. jj Âciz kalmak, bir şeyin üstesinden gelmeye gücü yetmemek; çaresiz kal­ mak: Oyunları karşısında âciz kalıp işi bı­ raktım. ♦ âcizleri, âciz bendeleri çoğl. a. Ya­ zı ve konuşmalarda kendinden söz eder­ ken alçakgönüllülük ve saygı göstermek için "ben" yerine kullanılır. Â CİZAN çoğl. a. (ar. 'âciz'in çoğl. 'âci­ zsin). Esk. Âcizler, güçsüzler. ÂCİZANE be. (ar. 'âciz, fars. -ane’den 'âcizane). Esk. Yazı ve konuşmalarda, kendisinden söz eden kimsece, saygı ve alçakgönüllülük göstermek için, “ âcizle­ re yakışacak biçimde” anlamında kulla­ nılır: Ettiğimiz duaları âcizane, hakirane sana yolladık, kabul eyle Yarabbi. Ben­ deniz âcizane, bu yazıyı yazmıştım. Â C İZ ! a. (ar. 'âciz ve fars.fdenTâc/zıj. Esk. 1. Kabiliyetsizlik, beceriksizlik. —2. Alçakgönüllülük. ÂCSlfYtsT a. (ar. 'âciz ve -iyyet’ten 'âciziyyet). Esk. 1. Yeteneksizlik, bece­ riksizlik. —2. Yoksulluk, alçakgönüllülük. ÂCSZÜK a. 1. Güçsüzlük, iktidarsızlık, beceriksizlik: Acizliğinden haksızlıklara ses çıkaramıyor. Olayların önlenmesinde gösterilen âcizlik. —2. Düşkünlük, yoksul­ luk. ACKER (Hans), alman cam ressamı (ülm 1380 ? - belgeler 1461 ’e değin uza­ nıyor). Güçlü kişiliğine karşın uzun süre tanınmadı; yapıtları da Lukas Moser’inkilerle karıştırıldı. Geç gotik çağ vitraycılığının başyapıtı olan Ulm katedrali Bessereı capellası vitraylarının ona ait olduğu anlaşılmıştır.



ÂCKERM ANN (Frans), XIV. yy.'da Gent(Gand) kentinin bağımsızlık savunu­ cusu (Gent 1325/1330-ay.y. 1387). Philipp van Artevelde ve Pieter van den Bossche ile birlikte, Flandre kontuna karşı Gent kentinin direniş önderlerinden biri ol­ du. 1381 mayısında Gent komutanlığına getirildi. Savaş sırasında kentin besin ve cephane gereksinimini sağladı. Diplomat olarak Ingiltere’den yardım istedi, deniz­ de 1385’te, stratejik konumlu ekonomik bir merkez olan Damme’ı baskın yoluyla ele geçirdi; ancak Fransa-Bourgogne it­ tifakı karşısında burayı bırakmak zorun­ da kaldı. Flandre kontu sanını alan Bourgogne dükü ile yeniden barış yapı lınca, Gent’e çekildi ve orada öldürüldü.



59



acinetia larvası hızlı başkalaşım sırasında



ÂCKERM ANN (Konrad Ernst), alman tiyatro oyuncusu (Schvverin 1712 - Ham­ burg 1771). 1755’e doğru Königsberg’ de, Almanya’daki ilk özel tiyatroyu yönetti. 1765’te Hamburg Ulusal tiyatrosu’nun kuruluşuna önayak oldu. Burada Lessing’le birlikte ilk kez, ulusal alman tiyat­ rosunu oluşturma deneylerine girişti. AGKERMANN (Rudolph), İngiliz uyru­ ğuna geçmiş alman sanayici (Stollberg, Saksonya, 1764-Londra yakınında Finchley 1834). Londra’daki basımevinde gravürler ve resimli kitaplar bastı. Sulubo­ ya ve renkli taşbaskıda uzmanlaştı. Özellikle Rovvlandson’la çalıştı. Repository ofArts, Literatüre and Fashions adlı tutulan bir magazin yayımladı (18091828). ACKERM ANN (Rosemarie), doğu almanyalı atlet (Hoyersvverda 1952). 1976 Olimpiyat şampiyonu. Yüksek atlamada 2 m’yi aşan ilk kadın atlettir (1977). Â C K LİN S , Bahama takımadalarında ada. ACM AEİDAE a. Kavkı biçimi bakımın­ dan koni kabuklu salyangozlara benze­ yen, ama ayrıntı niteliğinde bazı anatomi özellikleriyle onlardan ayrılan, denizde ya­ şayan, karındanbacaklı yumuşakçalar fa­ milyası. (Acmaea cinsi, Büyük okyanus’ ta Endonezya denizlerinde bulunur. Lottia cinsi, Amerika’nın batı kıyılarında es­ mer deniz yosunları arasında yaşar. Üçüncü Zaman katmanlarından başlaya­ rak fosillerine rastlanır.) A Ç M A N , Birleşik Arap Emirlikleri’nden biri, Basra körfezi kıyısında, Dubai’nin K.-D.’sunda, 260 km2; 64 000 nüf. Baş­ kenti Açman. ACM ER -ECMİR. ACMER, 1956'da lağvedilen eski Hint eyaleti. ÂCââONİA ^AKMONİA. ACN a. (ar. Cacn). Esk. Macun haline ge­ tirme, yoğurma. A C 0C H Ü D İİD Â E a. (yun. a, yokluk öneki ve kokhlidion, helis biçimindeki kavkı’dan).Karındanbacaklı, arttansolungaçlı, kavkısız, kalkansız, taraksız, ama rinoforlu ve radulalı çok küçük (birkaç mi­ limetreyle yaklaşık 3 cm arası) yumuşak­ çalar familyası. (Bunlara bütün denizler­ de, kaba kumlar arasında, çoğunlukla ha­ liçlerde rastlanır.) ACOELA a.(yun. a, yokluk öneki,ve koilos, oyuk’tan iat. söze.). Sindirim aygıtı boşluksuz bir özekdokudan oluşan yassısolucanlartakımı. (Convoluta cinsi, kum­ sallarda, ortakyaşar zooklorellaları barındırır.) ACOLHUAS, Meksika’nın eski halkı; Acolhuacan krallığını kurdular (XIII. - XV. yy.);daha sonra Tepanekler’in egemenli­ ğine girdiler, bir süre sonra Tepanekler de Aztekler'in egemenliğine girdi. A co lm a n m anastırı, Meksika’da, Mexico’nun 38 km K.-D.’sunda manastır (1539-_1560). Augustinusçular’ın ön ayak



yetişkin acinetia (tutunma sapıyla birlikte)



Acolman manastırı 60



olduğu mimari üslubun örnek yapılarındandır. Cephe, plateresco üslubundadır. Ana şahında ve çeşitli avlularda yağlıbo­ ya resimler bulunur. ÂCÖİŞİ&IL&İR ya da ÂKÖÜSÂLâlt, New Mexico’nun orta kesiminde Kızılde­ rili kabilesi. 2 000 kişi kadar oldukları sa­ nılan Acomalar, bir keresa lehçesi konuşurlar. Dıştan evlenmeye, anasoyluluğa ve anayerliliğe dayanan her klanı, egemen soyun en yaşlı kadınının amcası ya da babası yönetir. Klan aynı zaman­ da, atalar kültürünün ve çeşitli dernekle­ rin (özellikle büyücülerin dernekleri) çerçevesini oluşturur. Acomalar, tarım (mısır, fasulye), avcılık ve el sanatlarıyla (dokumacılık, sazlardan sepet vb. örücü­ lüğü) geçinirler. ÂCO NCAGUÂ, Şili'de yönetim bölge­ si. Valparaiso, San Antonio, ûuillota, Petorca, San Felipe, Los Andes illerini ve Pasqua (Paskalya) adasını kapsar. Yüzöl­ çümü 16 640 km2; nüfusu 1 128 000. Yö­ netim merkezi Valparaiso. ACONGAGUA, uzun süre And sıra­ dağlarımın en yüksek noktası sayılan do­ ruk (6 959 m). Arjantin’de, Şili sınırı yakınında. Bolivya’daki Ancohuma doru­ ğunun yükseltisinin 7 000 m’yi aştığı sa­ nılmaktadır. Volkanik kökenli; basık biçimli bir kütledir.



Aconcagua’ya ilk kez, isviçreli rehber Matthias Zurbriggen, 1897 ocağı’ndatek başına kuzey yamaçtan tırmandı. Tırman­ ması daha güç olan güney yamaç, 1954 şubatında R. Ferlet yönetimindeki bir fransız ekibince aşıldı. Dağa tırmananlar arasında güney yamaçtan başka yollar iz­ leyen bir Arjantin ekibi (1966), uluslara­ rası bir ekip (1966) ve bir İtalyan ekibi (1974’te R. Messner yönetiminde) sayıla­ bilir. ACO NİT a. Bot. Boğanotunun bilimsel adı. ACORUS a. (yun. akoros). Göllerde, ba­ taklıklarda ve ırmaklarda yetişen Asya kö­ kenli bitki (Avrupa’ya XVI. yy.'da getirilmiştir, ama orada yetişenler kısırdır, ancak bitkiden alınan parçalarla çoğaltı­ labilir). ACO STA (Josö de), İspanyol Cizvit mis­ yoner ve doğabilimci (Medina del Campo 1540’a doğr.-Salamanca 1600). Çok genç yaşta İsa birliği'ne giren Acosta, 1575’ten 1581’e kadar Peru’daki cizvitlerin bölge başkanı oldu, ispanya'ya dö­ nünce başka yapıtlarının yanı sıra Historia



natural y moral de las indias adlı kitabını yazdı (1590). ACOSTA(Gabriel DA COSTA.Urie! d ’— denir), portekizli soylu (Porto 1585-Amsterdam 1640). Yahudilikten dönme katolik bir ailenin çocuğu olan Acosta, atalarının dinini yeniden benim­ semek üzere Amsterdam'a kaçtı. Burada, incil’i inceleyerek birtakım görüşlere ulaş­ tı. Bu görüşlerle Hollanda’daki dindaşla­ rının yahudi inançlarını karşılaştırdı, yahudi geleneğinin kimi yanlarını reddet­ meye yöneldi. Dindaşlarının zulmüne uğ­ rayan Acosta, geride Exemplar humanae vitae başlıklı bir özyaşamöyküsü bıraka­ rak intihar etti. Yaşamı birçok edebiyat ya­ pıtına konu oldu; bunlar arasında Kari Gutzkow’un bir dramı da yer alır (Uriel Acosta , 1847). A.C.P. Biyokim. ACYL - CARRİER - PROTEİN’in kısaltması. ACOUAPENDENTE (Girolamo FABRİCi D ), İtalyan hekim (Aquapendente, Viterbe,1533 - Padova 1619). Falloppio’nun yanında yetişti; onun yerine Padova .üniversitesi’nde anatomi profesörü oldu, günümüze kadar korunmuş olan bir ana­ tomi anfisi yaptırdı. Dolaşım sistemi ve özellikle de toplardamar kapakçıklar üs­ tüne yaptığı çalışmalarla ünlüdür (1603). VVİlliam Harvey, Padova’da onun öğren-



çişiydi. &&QUÂ - TOFANÂ a. (ital. acqua, su ve Tofana, kadın adı’ndan). XVI. ve XVII. yy.’da İtalya’da ün yapan zehir. (Herhal­ de bir arsenikli anhidrit eriyiğiydi.)



AO 0Uİ TERME, İtalya’da kent, Picmonte’de, Alexandria’nın güneyinde; 22 000 nüf. Kükürtlü madensuları ve mine­ ralli sıcak çamurlar.Romalılar’dan kalma yıkıntılar. XI. yy.’dan kalma katedral. 1796’da Bonapart’ınAvusturyahlar’a karşı zaferi. A C R ü CAS ya da AKRAG AS.Tar coğ. Agrigento'nun yunanca adı.



ve Kanada’da kullanılan, 40,47 ar ya da 4 046,87 m2’ye denk düşen tarımsal yü­ zölçümü birimi. A C R I, Brezilya'da eyalet; yüzölçümü 153 000 km2; nüfusu 412 000. Merkezi Rio Branco. And dağları’nın eteğinde, Peru ve Bolivya sınırlarında. Geleneksel ekonomi, doğal olarak yetişen kauçuk ağaçlarından elde edilen kauçuğa daya­ nır. Amazon bölgesini aşan karayollarının yapımı, bölgeyi dışa kapalılıktan kurtar­ mış, özellikle Sao Paulollu yatırımcılar, Amazon bölgesinde kurulan işletmelere tanınan vergi bağışıklıklarından yararla­ narak, sığır yetiştirilen büyük çiftlikler kur­ muşlardır. Rio Branco - Cruzeiro do Sul karayolunun aştığı topraklar, günümüz­ de, hızlandırılmış bir kalkınma programı­ nın (Polamazonia) kapsamına alınmıştır. Programın amacı, kauçuk ağaçlan dike­ rek kauçuk üretimini artırmak, tarım ve or­ man işletmelerini yenileştirmektir. — Tar. Acre yöresi, altın, petrol ve kömür bulunmasından, özellikle de kauçuk işlet­ melerinin hızla zengin olmak isteyen bir kalabalığı çekmesinden sonra, çevrede­ ki devletlerin ilgisini toplamıştı. 1867’de Brezilya hükümetince Bolivya’ya bırakıl­ dı. Ancak,özellikle Brezilyalıların yaşadık­ ları bölgede, İspanyol serüvenci Luis Galvez'in önderliğindeki bir ayaklanma sonu­ cunda bağımsız bir cumhuriyet kuruldu



(1899). General Velasco 1901’de ayak­ lanmayı bastırdı ve bölge kaynaklarının işletilmesi bir İngiliz - amerikan kuruluşu­ na bırakıldı. Brezilya asker yığarak ve Bo­ livya’ya 50 milyon franklık tazminat öde­ yerek Acre’nin kurtarılmasını sağladı (1903). ÂC R İ, İtalya’da kent; Calabria’da, Sila’ da; 21 000 nüf. ACRİLAN a. (tesc. edil.ad).Tekst. Akrilik ipliklerin ve elyafın ticari adı. ACEİS a. Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu kısmında yaşayan kurbağa. (Erke­ ğinin çınlayan ötüşünden dolayı cırcır kur­ bağa da denir. Tür adı Acris gryllus. Ağaçkurbağasıgiller familyası.)



ÂCRASİEAE a. Bazen kökbacaklılardan biriymiş (myxamoeba) gibi çıplak, öz­ gür hücre görünümünde olan, bazen ki­ ryACROCERKALUS a. Bütün Avrupa’ misi sütuncuk, kimisi sporlar üretmek üze­ .da ve Batı Asya’da su kıyılarında yaşa­ re hücre yığınları (pseudolasmodium) yan, kahverengi - kızıl tüylü ötücü kuş. (Si­ oluşturan protistler sınıfı. (Acrasieae bu nekkapangiller familyası; boy 14-18 cm.) yüzden hem kökbacaklılar arasında, hem -ANSİKL. Acrocephalus cinsi kuşlar ka­ mantarlar arasında sayılabilir [ sütuncumışların arasında yuva yapar; böcekler­ ğun selüloz çeperi, yozlaşan somatik öğe­ le, kimileyin de kurbağa ve balık yavru­ lerle üretken öğeler arasında iş bölümü larıyla beslenir. Türkiye’de görülen türle­ yapar].) ri arasında palearktik bölgede yuva ya­ ACRE a. (ing. söze.). İngiltere, Amerika pan, Orta ve Güney Afrika’da kışlayan çil



acting - o ut ardıcı (Acrocephalus arundinaceus), ba­ taklık ardıcı (A.palustris), sazlık ardıcı (A.scirpaceus), su ardıcı (A.paludicola) ve funda ardıcı (A. schoenobaenus) sayıla­ bilir.



AÇTA a. (lat. söze.). Esk. rom. 1. Kurul­ tayların tutanakları. (Açta senatus‘\er Sezar’dan başlayarak herkese açık tutuldu.) —2. Açta diurna, başlıca olayların Roma1 da ilan edilen özeti. ||Acfa prinetpis, impa­ rator kararlarının resmi yazımı. AeS® 0 poffl«eiijss® a e d is, Papalığın resmi bülteni; PiusX'ün başlattığı (29 ha­ ziran 1908) bu yayın, papanın elinden çıkmış çeşitli belgeleri ayda iki kez kamu­ oyuna duyurur. A ç ta c o n c llio ru m , Hıristiyan konsillerinin tutanakları. Bu tutanakların en eksik­ siz derlemesi, Mansi tarafından yayımla­ nan Sacrorum conciliorum nova et amplissima collectio'üur (1759-1798).



ASROSMÖHÜ3 a. (yun. akrokhordon, saplı siğil). Güney-Doğu Asya ve Avust­ ralya'da yaşayan, doğurarak üreyen su yılanı. (Ancak iki türü içeren acrochordidae familyası suyılanıgillere benzer.) « » c i n y s a. Amerika’nın tropiklerarası kesiminde yaşayan, ön ayaklan çok uzun, elitraları kırmızı ve kurşuni lekeler­ le süslü tekeböceği. (Tür adı Acrocinus longimanus. Kınkanatlılar takımı; tekeböceğigiller familyası.)



ÂCROCOMİâ a. Büyük boylu, ortası şişkin kongövdeli amerika palmiyesi. (Ki­ mi türlerinde, gövde dikenlerinin uzunlu­ ğu 5 cm’ye ulaşır. Birçok türü tropikal ya da Akdeniz tipi iklimlerde yetişir. Meyve­ sinin etli kısmından zeytinyağına ve ba­ deminden koprah yağına benzer bir yağ elde edilir. Paraguay, başlıca üretici ülke­ dir.)



ACRSIÜYODEÂ a. Ötücü kuşlar alttakımı. (Bunların göğüs gırtlağının karma­ şık bir kas düzeni vardır: kasların 5-7 çifti solukborusu yaylarına yapışıktır.) ÂCRÖN.Rom.mit.Sabinler’in kaçırılma­ sından sonra Romulus ile savaşan sabin kralı. ACRONYCTA a. Parlak renkli kıl tutam­ larıyla süstü, tırtılı genellikle ağaçlar üstün­ de yaşayan gece kelebeği. (Acronycta psi başlıca türlerinden biridir. Pulkanatlılar takımı; noctuidae familyası.) ACROP6 RA a. Mercan kayalıklarının oluşumuna katılan başlıca madrepor cins­ lerinden biri. Vücudu, kitinli bir kese içinde bulunan ve 3-S çift göğüs eklentisi olan saçakbacaklı kabuklular ta­ kımı. (Bu takımdaki kabuklular, yumuşakçaların kavkısına oyulmuş odacıklarda ya da mercanlar içinde yaşar.)



ACRYDİDAE a. Zool. Çekirgegiller fa­ milyasının bilimsel adı.



Act ©f Settlement, İngiliz parlamen­ tosunca haziran 1701 'de kabul edilen ve tahtın protestanlara geçmesini güvence altına alan yasa. 1701’de VVİlliam III ağır hastaydı ve vârisi de yoktu. Yerini alacak olan Anne ise son çocuğunu da yeni kay­ betmişti. Bu durumda tahtın geleneğe gö­ re, dar bir katoliklik anlayışına sahip oldu­ ğu halde, Jacques Stuart’a geçme tehli­ kesi vardı. Bunun üzerine Avam kamarası'nın Whig çoğunluğu, hemen bir protestan vâris seçilmesini önerdi. Bu önerinin gerekçesi, VVİlliam ya da Anne’ın vârisle­ ri olmadığına göre tahtın nasıl olsa Jacques l’in torunu Hannover seçmeni Sophia’ya ve onun protestan vârislerine ge­ çeceğiydi. Yasa her İngiliz kralının anglikan kilisesine bağlı olmasını gerekli gö­ rüyordu. Tahta geçen yabancı bir hüküm­ darın İngiliz politikasını etkilemesine kar­ şı da birçok önlem alınmıştı.



■ACYAEA a. Nemli ormanlarda yetişen küçük bitki. (Yaprakları mürver yaprakla­ rına benzer ve üzümsü siyah meyveleri oldukça zehirlidir. Kökünden çıkarılan bo­ yalı sıvı, bazen homeopatide kullanılır. [Bil a.Actaea alba ya da A.pachypoda; düğünçiçeğigiller familyası).) ACTAEON a. (yun. aktaios, kıyı yakının­ da yaşayandan.) Bütünüyle kavkısına çekilebilen karındanbacaklı deniz yumuşakçası. (Kavkısı sarmal, söbe, ince, kırışıklı biçimdedir; kavkı ağzı kılıç gibi kıvrık boy­ nuzsu bir kapakçıkla örtülüdür. Bütün de­ nizlerde yaygın pek çok türü bilinir; bun­ lardan Actaeon tornalis türü Atlas okya­ nusu, Akdeniz ve Manş denizinde bulu­ nur. Actaeon cinsi opisthobranchia takı­ mından actaeonidae familyasının örnek ti­ pidir, Tebeşir devrinden beri fosillerine rastlanır.) A.C.T.H. (ing. Adreno-Cortico-TrophicHormone sözcüklerinin baş harfleri). Böb­ reküstü kodeksinin kortizol salgısını kont­ rol eden hipofiz hormonu. (Eşanl, KORTİKOSTİMÜLİN, KORTİKOTROFİN, KORTİKOTROP HORMON.)



—ANSİKL. A.C.T.H., 39 aminoasit halkalı bir zincirden oluşan bir polipeptittir. bu halkaların ilk 24 tanesi bütün türlerde öz­ deştir ve biyolojik işlevlerden sorumludur. A.C.T.H. salgısı üç çeşit düzenleme et­ menine bağlıdır: geriye doğru düzenle­ me (negatif feed-back); uyku-uyanıklık nö­ betleriyle uyumlu düzenleme; herhangi bir tehlike (şok, yanık, kanama) [Selye uyarı sendromu] sonucu ortaya çıkan dü­ zenleme. A.C.T.H. 'nin aşırı salgılanması hiperkortisizme yol açar (Cushing hastalığı). Hi­ pofiz urları A.C.T.H. düzeyini yükseltir. A.C.T.H. salgısının tek başına yetersizli­ ği enderdir. Olsa da hipofizin tüm yeter­ sizliğiyle birlikte görülür (Sheehan send­ romu). Bununla birlikte uzun zaman kortikosteroit tedavisi sonucu meydana çıka­ bilir. Sentezle elde edilen A.C.T.H. bazı ro­ matizma şekilleriyle alerjik tepkilerin teda­ visinde yararlı olabilir. Böbreküstü bezi­ nin iyi çalışıp çalışmadığını anlamak için de kullanılır (Thorn testi). ACTİAS a. Sıcak ve ılıman bölgelerde yaşayan, arka kanatları kuyruk gibi uza­ nan ve birçok türünün tırtılı ipek yapan ke­ lebek. (Puîkanatlılar takımı, saturnidae fa­ milyası.) ACTİNARİA a. Dokunaçlarının ve karın bölmelerinin sayısı 6’nın katlarına eşit olan knidliler takımı. (Takımda ya denizşaka­ yığı gibi iskeletsiz, yalnız yaşayan türler ya da ister yalnız -fungia- ister meandrina ve madreporlar gibi koloni halinde yaşayan ve kalkerli polipöbekleri salgılayan türler yer alır.) [Hexacorallia sınıfı.] ACTSMUsBİBES, a. Zool. Trakeleri zehir çengellerine bağlı akar takımı. — ANSİKL, Bu büyük takımdaki akarların kimileri tam asalak, kimileri tam özgür, ki­ mileriyse yaşamlarının yalnızca bir bölü­ münde asalaktır.Bu akarlara tatlı sularda, denizlerde ya da karada yosunların, yer­ deki bitkisel organik maddelerin arasın­ da, vb. yerlerde rastlanır. Thrombididae



ve erythreidae familyalarından olanlar yavruyken erişkin eklembacaklılarda asa­ lak yaşar, erişkin çağlarında etçil besle­ nirler. Thrombicülidae familyasındakilerin kurtçukları, memelilerde, kurbağalarda, ender olarak da akreplerde asalak yaşar­ ken, erişkinleri özgür bir yaşam sürer. Hydracnella cinsinden erişkinler, tatlı su­ lardaki küçük eklembacaklıları avlar; ama, yumurtaların çatlamasından sonra, kurtçuk sudan ayrılarak uçan bir böceğe yerleşir. Tarsonemidae, tetranyehidae, tendipalpidae ve eriophyidae familyalarındakiler bitkicildir. Bdellidae familyasın­ dan olanlarsa, tersine az önce adı geçen familyalardaki akarları yiyerek beslenen etçil türlerdir. Demodex folliculorum, in­ sanın derisinde ve kimi memeli hayvan­ ların postlarında, syringophilidae ve harpyrhynchidae familyasındakiler kuşların tüylerinde, derisinde, vb. yerlerde yaşar, ACTİNELİA a Zool. Işınlıların ilkel bir ti­ pini içeren takım. (En ilkel türlerinde, kar­ makarışık sıralanmış 500’e yakın ışınsı iğ­ necik; gelişmiş türlerinde başka ışınlılarınkinden farklı olarak, bakışımlı biçimde sı­ ralanmış 18-32 ışınsı iğnecik bulunur.)



61



ASYİNS-OUT[aktinaut]a.(ing. sözcük­ ler). Psikan. Eylemsel tepki biçiminde or­ taya çıkan bastırılmış dürtü etkilerine bağlı olan itkisel, ama rastlantısal davranış. (Eşanl. EDİME-GEÇİŞ, DIŞA VURMA, EYLE­ ME VURUMJ — ANSİKL. Freud bu terimi, psikanaliz uy­



gulaması çerçevesi içinde, hem eylemsel tepki olarak kendini gösteren bastırılmı­ şın geri dönüşünün gerçekleşmesini, hem de aktarımla ilişkisini belirtmek için kullan­ dı. Freud’a göre hasta, tedavi boyunca sözel olarak simgeleştiremediği dürtüsel tasarımları ve bilinçdışı fantazmaları “ edimleştirme"ye yönelir. Bu durumda, eylemsel tepki, "kendini hatırlama dürtüsü"nün yerine geçtiği ölçüde, bastırımın belli bir bölümünün kalkmasına yol aça­ bilir. Bundan ötürü, tedavi etkinliğiyle doğrudan ilintili olmasına karşın acting -out,tedavi süresi içinde olduğu gibi, dı­ şında da kendini gösterebilir. Tedavinin harekete geçirdiği bastırılmış dürtüsel et­ kilerin ya da bilinçaltı çatışmaların geri gelmesi, tedavi süresince bunları simge­ sel olarak belirtemeyen hastayı, yine bun­ ları tedavi dışında "edimleştirme"ye sü­ rükleyebilir ve bu da, hastanın hatırlaya­ madığı eski durumların ve davranımların kalıplaşmış bir biçimde ve çoğunlukla o anda ortaya çıkmasına yol açar. Acting-out'ın tanımlanması bir anlam be­ lirsizliğine yol açmış ve bu kullanım, karı­ şıklığı gittikçe artırmıştır. Buna karşı bir ön­ lem olarak kimi yazarlar, tedavi süresi için­ de ortaya çıkan itkisel bir edimi belirtmek için acting in terimini kullandılar ve bunun, tedavi dışında gerçekleşen acting-out'ın karşıtı olarak kabullenilmesi gerektiğini söylediler. Bu anlam belirsizliğinin bir baş­ ka yanı da, acting-out’ın edime-geçiş ve edime-geçişin de acting-out ile eşanlam­ lı sayılmasında kendini gösterdi. Nitekim psikiyatrideki anlamıyla edime-geçiş, kli­ nikte bu terimin çoğunlukla şiddet taşı­ yan, saldırgan ve hatta suça götüren belli birtakım itkisel ve psikopatolojik edimleri (suikastlar, kaçıp-gitmeler, intiharlar, vb.) belirtmesine karşın, bir tür acting-out'ın eşanlamlısı olarak kullanılması, bunun ör­ neğidir. Lacan, acting-out ile ec'ime-geçiş ara­ sındaki ayrımı, hastanın bu iki çeşit itki­ sel eylem tepkisini gösterdiği durumdaki yapısal karşıtlığa dayandırır. Lacan'a gö­ re edime-geçiş, hastanın, a nesnesiyle kökten özdeşleşimine ve dolayısıyla, ya­ sa kurucu olarak kabullenilen babanın is­ teği ile karşı karşıya gelmesine dayanır. Lacan, bu son iki koşulun birleşmesin­ de, edime-geçişin yapısının ta kendisini bulur ve bu durumda, tat alma nesnesi kazançİLçıkacak biçimde kendisini yitiren hastanın, “ sahneden kaçtığını", “ sahne­ nin dışına düştüğünü" ve kaçıp-gitme ya



çiçekli dal



acting - out da intiharda görüldüğü gibi edimegeçişin çoğunlukla çarpıcı bir kopuş ni­ teliği taşıdığını ileri sürer. Buna karşılık acting-out'ın, hastanın, bir başka kılığa girmiş isteğinden bir şeyler dile getirerek kendini hasta (özne) olarak ortaya koyup ötekine başvurması demek olduğunu söyler. Bu durumda hasta, yoksun oldu­ ğu a nesnesinin ne olduğunu Ötekine göstermektedir. Bundan ötürü acting-out, temeli bakımından, tıpkı hastalık belirtisi gibi bir "gösterim” dir, ama belirti kendi kendine yettiği halde acting-out’ın has­ taya (özneye) gereksinimi vardır. AC YİN İA a. Zool. Denizgülünün bilim­ sel adı. ACTİNİSTE â a. Günümüzdeki latimeria'ya benzeyen saçakyüzgeçli balıkları içeren takım. (Actinistia takımında, latimeria’dan başka, devon devrinden bu ya­ na bilinen çeşitli fosil balıklar yer alır.) ACTİNOCEPH&ÜBAE a. Daha çok böceklerde asalak yaşayan gregarina fa­ milyası. Bu sporlu hayvancıkların başlıca özelliği, tutunma aygıtında değişik sayı­ da çengel bulunmasıdır. A C T İN O O E M S a. Nautilus tipi kafa­ da nbacaklı yumuşakça. Kavkısı sarmal­ sız, sifonu tespih biçimindedir. (Ordivices devrinden silures devrine kadar fosil.) (ACTİNOUON a. Autun’da (Fransa) permiyen tabakada bulunan labyrinthodonta grubundan amfibyum fosili. (Yaklaşık 1 m boyundaki Actinodon frossardi'rıin kafatası üç köşe, yassı, kocaman ve çok iyi kemikleşmiş durumdadır. Eryopsidae familyası.) ACTİNOMYCETALES a. Difteri, lepra (cüzam) ve tüberküloz (verem) basilleri gi­ bi mantar miselyumunu andırır biçimde dallı saçaklı görünümde olan bakteriler takımı.



Actinodon fosili



gaçları kapaklı, iskeleti kemikli balıklar alt­ sınıfı. (Kemikli balıkların büyük çoğunlu­ ğunu içeren bu altsınıf, kemikleşme aşa­ maları göz önüne alınarak üç üsttakıma ayrılır: chondrostei, holostei, teleostei.) ACTİNOSPHAERİUM a. Zool. Tatlı sularda yaşayan ve 500’e yakın çekirde­ ği, birçok da zonklar keseciği bulunan iri güneşhayvancığı. ACTİNOSPORİDİA a. Zool. Yersolucanlarında asalak yaşayan, uçlarında ya­ kıcı kapsüllere benzer zehirli üç kapsülü bulunan sporlu hayvan. ACTİNOTRİCHA a. Işık vurduğu za­ man kabuğu çiftkırılma gösteren akarlar üsttakımı. — ANSİKL. Zool. Actinotricha üsttakımındaki akarlar, polarlanmış ışıkta bakıldığı zaman, kabuğunun dış tabakasının çiftkırılma ve bireksen göstermesiyle, iyotlu iyodürle boyandığında, özellikle kılların ve keliser uçlarının esmerleşmesiyle tanınır­ lar. Akarların en kalabalık üsttakımını oluş­ turan actinotricha üç takıma ayrılır: Actinodidea takımında olanlar (tarsonemus, eriphyes, bdella, tetranychus, thrombicula, arachnurus, vb.) genellikle, ilk eklenti çiftine (zehir çengelleri) bağlı tra­ kelerle solunum yaparlar; Sarcoptiformes takımında olanların trakeleri yoktur, bunlar deri solunumu ya­ parlar (acarus, alloptes, analges, sarcoptes, vb.); Oribates takımındakilerin derileri bir zırhla kaplı olduğundan, bunlarda trake organları değişiktir. Bütün bu hayvanların son derece has­ sas kıl duyargaları vardır ve bacakları sa­ bit kalça plakalarıyla gövdeye bağlıdır.



ACTİNÖPHRYS a. Zool. Tatlı ve tuzlu sularda yaşayan büyük çekirdekli, zonk­ lama kesesi çıkıntılı, küresel güneş hay­ vancığı.



ACTİONES ARBİTRARİAE a (lat sözcükler). Rom. huk. Yargıcın, davalıya belirli bir karşılığı davacıya vermesini ve bunu yerine getirmemesi halinde davalı­ ya para cezası verilmesini emrettiği da­ va türleri. A c tio n fra n ç a ls e (/'), Fransa'da Dreyfus* aleyhtarı dergi; 1899’da kurul­ du, C.Maurras’ın girişimiyle 1908’de gün­ lük gazeteye dönüştü ve milliyetçi-dincikralcı bir hareketi başlattı. Demokrasi ve sosyalizmin devleti yıprattığını savunan C.Maurras, katolik geleneğine bağlı bir monarşinin kurulmasını istiyordu. Özellikle gençlerin desteklediği hareket, katolik çevreler üstündeki olumsuz etkisi yüzün­ den papalıkça mahkûm edildi (1926), et­ kinliğini yitirir gibi oldu, ama 1933’te, 1935’te ve Petain'in Almanlarla işbirliği döneminde (1940) yeniden canlandı, ga­ zetenin kapatılmasıyla da 1944'te son buldu. ACTİON PAİNTİNG [akjanpentin] a. Güz. sant. (Eleştirmen Harold Rosenberg’e mal edilen, eylem resmi anlamın­ da amerikanca deyim). Soyut anlatımcı­ lığın, özel olarak da Jackson Pollock’ın re­ sim yapma tarzı. (Deyimde "resim yapma” eyleminin vurgulanması, fizik ve ruhsal tepkilerin doğrudan ortaya dökül­ mesine öncelik tanındığını gösterir.)



ACTİNOPODA a. Eşeysiz gelişme ev­ relerinde (trofozoit) özgül yalancıbacaklar çıkaran protozoerler sınıfı. — ANSİKL. Actinopoda sınıfındaki protozoerlerin hemen hepsi engin denizlerde yaşar. Bunlarda vücut küre biçimindedir ve birkaçı dışında hepsinin mineral bir is­ keleti vardır; iskeletler çok güzel ve süslü özgül biçimler gösterir (yalın ya da süslü, birbirine yapışık ya da ayrı iğnecikler, in­ ce gözenekli kabuklar ya da çanlar). Actinopoda sınıfı başlıca üç altsınıfa ay­ rılır. Acantharia ve radiolaria sınıfından olanlar hep denizde ve enginlerde, he/iozoa sınıfından olanlar denizde ya da tatlısularda, serbest ya da bir yere tutunmuş olarak yaşamlarını sürdürürler. ÂCTİN 0PTER Y G İİ a. Yüzgeçleri ışın­ sal kılçıklı, altçenesi hiyositılik askılı, solun­



ACTİO N RESEARCH a. (ing. söze.). Topruhbil. Belirli bir değişiklik tasarımını göz önünde tutan inceleme. Bu inceleme, ele alınan doğal ortama kuramsal bilgiler aktarır ve kuramsal bir bilgi üretimine gö­ türen genellemelere yol açabilecek bilgi­ ler sağlar. —ANSİKL. Action research, eylem süreci­ ne, araştırmayı ve dolayısıyla kuramsallaştırmayı sokar. Bunu da, bürolarda, atölyelerde, okullarda, evlerde, vb., ya da temel ve tanı gruplan içindeki oluşum du­ rumlarında, yani grubun deneyimlerinin, bu grup içindeki yaşanmış davranışların ve evrimsel bir sürecin incelenmesini ola­ naklı kıldığı yerlerde gerçekleştirir. Acti­ on researeh’in amaçlan şunlardır: 1. öğretim ya da reklamcılıkta eylemin et­ kilerini denetim altına almak. (Bu durum­ da incelemenin ereği, bir eylemin amaç­



ACTİNOPHRYDİA a. Daha çok tatlı sularda yaşayan ışınbacaklı güneşhayvancıkları takımı. — ANSİKL. Actinophrydia takımındaki hayvancıkların (eşeysiz gelişme halindey­ ken) mineral iskeletleri olmadığı gibi mer­ kezi gövdeleri de yoktur. Gövde küre bi­ çimindedir ve bu gövdeden her bir yön­ de ışınsal eksenbacaklar çıkar; eksenbacaklar ya tek orta çekirdeğin yakınından başlayarak ya da ektoplazmayla endoplazmanın bitiştiği çevresel noktalardan başlayarak dışarıya uzanır (actinosphaerium. 400 fim). Yoğun endoplazmada bir ya da birçok çekirdek bulunur; kofullarla dolu olan ektoplazma yakaladığı avları (protozoer, omurgasız küçük hayvancık­ lar) yutup sindirir ve osmoz dengesini sağlamaya katılır. Sitoplazma bölünmesi ille de çekirdek bölünmesini izlemek zo­ runda değildir, hatta normal tek çekirdekli türlerde bile. Eşeyli üreme karmaşıktır ve otogaminirn yani kendi kendini dölleme­ nin klasik örneğini oluşturur.



larına varıp varmadığını saptamaktır.); 2. belli bir ereğe göre, çeşitli eylem bi­ çimleri arasında en iyi olan davranışı seç­ mek; 3- yada, bir topluluğun ya da grubun göz önünde tuttuğu amaca ulaşma yolu­ nu bulmak.(Bu durumda action research, toplumsal çatışmaları çözmeye [ayrımlar, önyargılar gibi] ya da kimi davranışların değişikliğe uğratılmasına yönelir.) Action research kavramı, ilk olarak, 1930’iarın sonlarında Kurt Levvin’in çalış­ malarıyla ortaya çıktı. Lewin'e göre toplumruhbilim, toplumsal değişiklikler yap­ mak isteyen (karar veren ve eylemde bu­ lunan sorumlular, işletmelerin başında bu­ lunanlar, hükümet sorumluları, militanlar, vb.) ama çoğunlukla etkili olamayan kim­ seleri ele alır ve onlara yardımcı olabilir. Toplumruhbilim, onlara, başka türlü elde edemeyecekleri bir olanağı, yani belli bir­ takım süreçleri gözlemleme, ölçme ve kavrama olanağını sağlayacaktır. Action research, yalnızca bir eylemi en iyi biçimde yürütmenin etkili yollarını gös­ termekle kalmaz, aynı zamanda bilgi üre­ timinin pratiğinde de yer alır, ilkeleri ve yasaları açıkça ortaya koymak için genel­ leştirilmeye elverişli bilgiler edinmeye yö­ nelerek, kuramsal bir bilginin üretilmesi­ ni de sağlar. AC T İU M , Yunanistan’da burun, Arta Körfezi’nin girişinde.İ.Ö.2 eylül 31 'de Octavianus, bu burnun açıklarında, Antonius ile Kleopatra'nın donanmasına karşı Agrippa sayesinde kesin bir zafer kaza­ narak tüm Roma’da egemenlik kurdu. ACTON (sir John Francis Edward), İn­ giliz kökenli napolili devlet adamı (Besançon 1736- Palermo 1811). 1785 yılında Napoli kralı Ferdinando IV’ün başbakanı ve kraliçe Maria-Carolina’nın gözdesi olan Acton, Napoli’ye İngiliz etkisini sok­ tu ve İtalya'da Fransızlara karşı koydu. Fransızların Napoli’ye girdikleri 1798 ve 1806 yıllarında, iki kez ülkesinden ayrıl­ mak zorunda kaldı. ACTON (John Emerich DALBERG, 1 baronu), İngiliz katolik tarihçi ve gazeteci (Napoli 1834 - Tegernsee 1902), Sir John Acton'ın torunu. Bağımsız düşünceleriy­ le dikkati çekti ve piskoposlukça sık sık eleştirildi. Dostu Döllinger 1870’tedin de­ ğiştirdiğinde, kendisi Roma’ya bağlı kal­ dı. Ateşli bir liberal, Gladstone’ın sırdaşı ve Cambridge üniversitesi profesörü (1895) olan Acton, "Cambridge Modern Flistory” koleksiyonunun hazırlanmasın­ da çalıştı. ACTO PAN, Meksika’da (Hidalgo eya­ leti) köy, Pachuca’nın kuzeybatısında; 2100 nüf Augustinus mezhebi rahiplerinin 1546’da kurdukları manastır, büyük kilisekale; Kızılderililere ayrılmış dua yeri (capilla da indios) Rönesans üslubunda re­ simlerle süslenmiştir. Manastır merdiven­ lerindeki süslemeler ilginçtir. Otomi halk sanatı müzesi. A c to r’s S tu d io , amerikan tiyatro oku­ lu, Robert Lewıs, Harold Clurman, Cheryl Cravvford ve Elia Kazan tarafından 1947’de New York’ta kuruldu. R. Lewis’ in gidişinden sonra okulun yönetimini "Group Theatre"ın eski müdürü Lee Strasberg üstlendi. Oyuncu yetiştiren bu okul, Stanislavskiy’in ilkelerinden esinlen­ di ve gerçek'i, anlatım'da aramaya yöne­ len bir yöntem ortaya attı, Actor’s Stu­ dio pek çok amerikalı oyuncunun oyun biçimi üzerinde belirleyici etki yaptı.(Marlon Brando, James Dean, Marilyn Monroe, Montgomery Clift, Paul Newman, Rod Steiger, Steve McQueen, Caroll Ba­ ker, Eli VVallach gibi oyuncular bu okulun derslerini şu ya da bu ölçüde izlemişler­ dir.) A c tu s tra g ic u s s (Gottes Zeit İst die aller beste Zeit, — denir), J.-S. Bach'ın 1707’ye doğru yazılmış, solocular, koro, bekli iki flüt, iki viola da gamba için kan­



Açana tatı. Konusu, insanın ölüm karşısındaki tu­ tumudur.



gibi tüketilirse de daha çok turşu yapımın­ da kullanılır.



ACUDOĞU (Ratip Aşir), türk heykeltıraş (İstanbul 1897 - ay.y. 1957). Sanayii nefi­ se mektebi âlisi heykel şubesi’ne girerek İhsan Bey'in (Özsoy) öğrencisi oldu (1918). 1920-1925 arası ve 1925’te Mü­ nih ve Paris'te heykel atölyelerinde çalış­ tı. Yurda döndükten sonra çeşitli liseler­ de resim öğretmenliği yaptı. Cumhuriyet kuşağının ilk heykeltıraşlarından olan sa­ natçı, klasik anlayışta, duygulu ve plastik düzeyi yüksek heykeller yapmıştır. Başlı­ ca yapıtları: Kubilay anıtı (Menemen), İnö­ nü anıtı (Erzincan), Atatürk anıtı (Ankara Ziraat fakültesi), Atatürk heykeli (Bolu).



ÂC U TC (Giovanni) - HAWKWOOD SİR JOHN. ACUZ ya da ACUZE sıf. ve a. (ar. cacü z,cacuze). 1 .Yaşlı,huysuz geçimsiz ka­ dın; kocakarı: Yaşlandıkça acuze oldu çıktı. Bu acuze kadından çektiklerimi an­ latamam. —2. Büyücü, hilebaz, arabo­ zan, ihtiyar kadın; cadıkarı. —3. Dünya. —Dilbilg. Türkçede daha çok acuze bi­ çimi kullanılır.



ACÛ L, -lü sıf. ve a. (ar. eacüt). Esk. işini ivedilikle, sabırsızlıkla yapan kimse için kullanılır; aceleci, ivecen, tezcanlı: "Hep müteenni... Biraz acûl olsa!" (Tevfik Fik­ ret, XIX.yy.). Acûl bir adam. ACÛLÂNE be. ve sıf. (ar. Cacul ve fars. -â/te'den ’acütâne). Esk. Acele edene yakışır şekilde, çabuk çabuk. ACULEATA a. Zool. iğneliler alttakımının bilimsel adı. AC ULLÜK a. Acelecilik, ivecenlik, tezcanlılık. ACUN a. (sanskrit. acun). DÜNYA'nın e şanlam lısı.



A C U N (Mihran), yayımcı (Talaş, Kayse­ ri , 1870-istanbul 1936). Kasbar kitabevi’nde çalıştı. Türkiye'de yayımcılığın başlan­ gıç evresinde kendi adına bir basımevi kurdu. Çeviri ve telif yayınlar yaptı. Cihan basımevi’ni açtı (1907), bir yıl sonra da Ci­ han (2 sayı) ve Karakuş Ezop (1 sayı) ga­ zetelerini çıkardı. Bu gazeteleri uzun ömürlü olmadıysa da, basım ve yayıne­ vinin yönetimini yaşamının sonuna dek sürdürdü. AC U N A (Hernando DE), İspanyol yazar (Valladolid 1520-Granada 1580). Diplo­ mat ve asker olan Acuna, serbest nazımlı bir trajedi yazdı: Contienda de Ayax Telamonio. 1553’te, Olivier de La Marche’ ın Korkusuz Charles onuruna yazdığı le Chevalier delibere (1483) şiirini ispanyolcaya çevirdi (El caballero determinado). A C U N A (Cristöbal DE), İspanyol cizvit misyoneri (Burgos 1597-Lima 1675’e doğr.).1639’da Napo'ya indi, sonra Ama­ zon’a, Parâ’ya uzandı, yolculuk anıların­ da Amazonya üstüne bol bilgi verir. ACUNER (Ekrem), türk asker ve siyaset adamı (Sivas 1916). Harp okulu'nu, Harp akademisi'ni bitirdi. 27 Mayıs hareketini gerçekleştiren kadro içinde yer aldı. Milli birlik komitesi üyesi oldu, komitenin ge­ nel sekreterliğini yaptı. 1961 Anayasası gereğince Cumhuriyet senatosu tabii üye­ siydi (1961-1980). 27 Mayıs sonrası Türk silahlı kuvvetleri bünyesindeki hemen her harekete adı karıştı. 12 Mart muhtırası ve­ rildiğinde cuntacılık savıyla dokunulmaz­ lığı kaldırılmak istendi, bu istek senatoca reddedildi. 1980 müdahalesi sonrasında kesilen siyasi faaliyetler yeniden başladı­ ğında politikaya girmedi. ACUNER (Semahat), türk heykeltıraş (Amasya 1927). Güzel sanatlar akademesi heykel bölümü’nü bitirdi (1959). Öğre­ nimi sırasında Prof. Belling, Hadi Bara ve Zühtü Müritoğlu’nun öğrencisi oldu. So­ yut çalışmalarıyla tanındı. Beyazıt meyda­ nındaki Turan Emeksiz anıtı en bilinen ya­ pıtıdır. ACUR a. Sürüngen gövdeli, yıllık otsu bitki ve bu bitkinin hıyara benzer, ama on­ dan daha sert etli uzunca meyvesi. (Ka­ bakgiller familyası.) —ANSİKL. Acur (Cucumis melo var flexuosus) sarı çiçekli, sürünücü, almaşık yapraklı bir bitkidir. Meyveleri 20-100 cm boyunda, üzeri hafif tüylü, boyuna oluk­ lu, beyazdan koyu yeşile kadar değişen renklerde, 3-6 cm çapında düz ya da eğ­ ridir (yarım halka biçiminde). Tazesi hıyar



ACYL CARRİER-PROYEİN a. (ing. sözcükler). Biyokim. 86 aminoasit ile tiyol fonksiyonlu fosfopantetein denen bir prostetik grubu içeren heteropeptit. (Ona tiyol radikali ile bağlanan yağ asitlerinin biyosentezinde yer alan gerçek bir koenzimdir. Kısaca A.C.P. olarak gösterilir.)



sul duruma düşmek: Savaştan sonra bin­ lerce kişi aç açık kalmıştı. || Aç biilaç, yok­ sulluk, sefalet, çaresizlik içinde: Aç biilaç sokakta kalmak. || Aç gezmek, yoksulluk, sefalet içinde gün geçirmek, yaşamak: Bir yıl aç gezdikten sonra boyun eğip baba­ sının teklif ettiği işi kabul etti. || Aç kalmak, yoksulluk ve sıkıntıya düşmek. || Aç susuz, aç çıplak, yoksulluk ve sıkıntı içinde: Aç susuz geziyor. Babalan ölünce çocuklar aç çıplak ortada kaldılar.



63



-A Ç - -ç AÇ A C AK a. 1. Kutu, şişe, konserve vb. açmaya yarayan aygıtlara verilen ad: Şişe, konserve açacağı. Açacağın ye­ rini biliyor musun? —2. Kitap açacağı, ağaç, kemik, fildişi vb.’den yapılan ve kâ­ ğıt kesmeye ya da bir kitabın yaprakları­ nı ayırmaya yarayan keski.



ACYO a. (ital. aggio, artık değer). Ban­ kalarca alınan masraf ve ücretlerin tümü. — ANSİKL. Başlangıçta, acyo sözcüğü, ■ AÇALYA ya da AÇELYA a. (lat. azamadeni paraların itibari değeriyle gerçek !ea\ yun. adzaleos, kuru'dan). Değişik değeri arasındaki farkı belirtmek için kul­ renklerdeki bol çiçeklerinden dolayı çok lanılıyordu. Daha sonra bir ticari senedin beğenilen küçük ormangülü. (Bil. a. Rhoitibari değeriyle, bunu vadesinden önce dodendron indicum; 10 tür; fundagiller fa­ nakde çevirmek isteyen senet hamiline milyası.) banka tarafından ödenen tutar arasında­ AÇAN a. Geom. Bir (I, f) yayının açanı, ki farkı belirtmek için kullanıldı; yani iskon(l,7)’yi açılan olarak kabul eden (I, p) ya­ to tutarına tekabül ediyordu. Bugün, Is­ yı. (Bk. ansikl. böl.) konto koşulları ile eşanlamda kullanılmak­ —ANSİKL. Geom. Bu kavramı somutlaş­ tadır. tırmak için (l,f) görüntü eğrisinin bir nok­ ÂCYOTAJ a. (fr. agiotage, borsa oyu­ tasına esnek olmayan bir ip bağlanır ve nu). Huk. Devlet tahvilleri, kambiyo ve sürekli gergin tutularak, bu eğri çevresin­ menkul değerler üzerinde yapılan spekü­ de ipin doğrusal kısmı eğrinin teğetiyle latif işlemler. çakışacak biçimde çevrilir: ipin herhangi — ANSİKL. Acyotaj, tahvil ve benzeri bir noktasının geometrik yeri, göz önüne menkul değerlerin yasal olmayan yollar­ alınan eğrinin açanıdır. Bu el işlemi, ku­ la borsadaki değerlerini yükseltip düşü­ ramdaki gibi, açanların kendi aralarında rerek çıkar sağlamaktır. Ancak bu terim koşut eğriler olduğunu gösterir. Sözkonu­ yasat olarak yapılan borsa işlemleri için su kuram aşağıdaki özelliğe dayanır: ipin de kullanılır. eğriye teğet olduğu nokta, karşılık olan Borsalarda yapılan spekülatif işlemler, noktada her an açanın eğrilik merkezidir. özellikle iktisadi ve mali bunalım dönem; Bir çemberin açanı, çember üzerinde lerinde yaygınlaşır. kaymadan yuvarlanan bir doğrunun bir noktasının geometrik yeri olarak da elde A C I - ACİZ. edilebilir. (Açanlarla, dolayısıyla açılanlarla ilgili örnekler için ZİNCİR EĞRİSİ’ , ÇEV­ A C Z İ M USTAFA AĞ A Mürftzade, RİM’ EĞRİSİ.) türk mutasavvıf, şair (Edremit 1805-ay.y. 1866). Edremit yöresinde yaşayan MüritA Ç A N A (Tel) ya da A L A LA N . Arkeol. zade adlı derebeyi ailesindendi. Voyvo­ Anadolu’da höyük. Hatay’ın Reyhanlı il­ dalık görevinden alınan ve öldürtülen ba­ çesi, Amik ovasında. Yörenin tarihsel kat­ bası Ali Ağa’nın yerine geçti. Daha son­ manlaşmasını vermesi ve Girit - Mykenai ra, Midilli'de kadiri tarikatı ileri gelenlerin­ - Hitit kültürleriyle ilişkileri aydınlatması açı­ den Dombayzade Ali Efendi’ye ve İstan­ sından önemlidir.Tel Açana,başkenti Halbul’da Kuşadalı İbrahim Efendi’ye bağ­ pa (Halep) olan Yamhad krallığına bağlı landı. Edremit’e dönerek mürit yetiştirdi, yerel bir beyliğin merkeziydi. Burada Britasavvuf içerikli şiirler yazdı. Divan'ı ölü­ tish museum adına, Sir Leonard VVoolley münden sonra oğlu tarafından Tayyarzabaşkanlığında yapılan kazılarda (1936de Ahmet Ata Bey'in önsözüyle bastırıldı 1939), İ.Ö. 3400-1194 arasına tarihlenen (1873). 17 kültür katı saptandı; ikinci Dünya saAÇ, -çı, -cı sıf. 1. Yeme gereksinimi du­ vaşı'ndan sonra çalışmalar türk arkeologyan insan ya da hayvan için kullanılır: Kaç larca sürdürüldü. gündür aç, yiyecek bir lokma ekmeği bi­ Höyük özellikle saray, tapınak ve sa­ le yok. Kışın dallarda titreşen aç serçeler. vunma yapılarıyla ilgi çekti. VII.katmanda­ Aç ayı oynamaz (atasözü). —2. Hiçbir ki Yarim-lim sarayı (İ.Ö.1800), düz setler şeyle yetinmeyen, açgözlü kimse için kul­ üzerine kurulmuş resmi, yaşama ve yö­ lanılır: Her gördüğünü isteyen aç bir ço­ netim bölümleri, çok katilliği, kabartma cuk. —3. Ed. Bir şeye aç, o şeyi özlem­ tekniğinde ortostatlarla bezeli dışa taşkın le, tutkuyla isteyen kimse için kullanılır; su­ temelleri, ahşap hatıllarla desteklenmiş samış: Sevgiye, şefkate aç bir çocuk. kerpiç duvarlarıyla, Girit saray mimarlığı­ —4. Aç karnına, hiçbir şey yemeden, aç­ nı andırır. Benzer yapı özellikleri IV.katken: Bu ilacı sabahları aç karnına içecek­ mandaki Nigmepa sarayı'nda da uygu­ siniz. || Aç kurt gibi, aç kurtlar gibi, engel­ lanmıştır (İ.O. 1500-1400). lenmesi güç, aşırı bir istekle: Sofraya ko­ Kazılarda ayrıca aynı yerde üst üste ya­ nulanları aç kurt gibi yedi bitirdi. Yeme­ pılmış 17 tapınak ortaya çıkarıldı. XIV.katğe aç kurt gibi saldırdı. mandaki en eski tapınağın planı tümüyle saptanabildi. Hititler’in Halep’e değin in­ ■# sıf. ve a. 1.Yoksul, düşkün kimse, top­ dikleri dönemde yapılan III.katman tapı­ luluk için kullanılır: Açları doyurur, öksüz­ nağında (İ.Ö. 1358-1285) hitit etkisi belir­ leri giydirirdi. Tok açın halinden anlamaz gindir. Boğazköy metinlerini andıran bir (atasözü). —2.Aç acına, aç olarak: Gün­ bilicilik yazıtı, aslan bezemeli mızrak ucu, lerce aç acına dolaştı. |jAcından ölmek, hitit mezar taşı, aslan biçiminde sütun ka­ çok acıkmak: Bütün gün bir şey yeme­ ideleri de bu etkiyi kanıtlayıcı buluntular­ dim, acımdan öleceğim. dır. II. katmandaki tapınağın planı ötekiler­ den ayrılır. Burada kapılar bir eksen üze­ # be. t . Aç olarak: Bu kadar zaman aç rinde art arda dizilidir. durulur mu? Aç yattığım geceler uyku tut­ Tel Açana’da gömme geleneklerini ay­ mazdı. Aç bırakma hırsız edersin, çok dınlatıcı buluntular da ortaya çıkarıldı. söyleme arsız edersin (atasözü). —2. Aç Kent alanı içinde, evlerin yakınında ya da açık kalmak, evsiz barksız kalmak, yok­



Ratıp Aşir Acudoğu bronz baş



Açalya



Açana altında mezarlar bulundu. Ölüler çoğunlukla doğrudan toprağa gömülüydü. Yal­ nızca V. katmanda bir tabut bulundu. Tel Açana Deniz Kavimleri göçü sıra­ sında yıkıldı (yaklş. İ.Ö. 1200). [-» Kayn.]



64



AÇAR a. Esk. 1.Anahtar.—2.Doğramacı ya da saatçi tornavidası. ♦ sıt. ve a. 1.Katılmış, karıştırılmış. —2. iştah açıcı salata, turşu ya da içki vb. için kullanılır. A Ç B A (Melih), türk boksör, yönetici, ha­ kem (İstanbul 1910-ay.y. 1988). Boksa Galatasaray lisesi’nde başladı (1924). 1930’dan sonra Türkiye’nin en iyi boksör­ leri arasında yer aldı. Yüksek öğrenim için gittiği ABD'de dünyanın en büyük amatör boks şampiyonası sayılan Altın Eldi­ ven'de 66 kilo dünya birincisi oldu (1940). İki dönem boks federasyonu başkanlığı yaptı (1942-1946,1947-1949). Ayrıca ba­ şarılı bir boks hakemi olarak yurt içinde ve yurt dışında kendisini kabul ettirdi. AÇELYA - AÇALYA. AÇEVELE a. Denize. Suda yüzdürüle­ rek çekilen ya da herhangi bir yere ası­ lan bir cismin (şamandıra, bidon, sandal, vb.) sağa sola çarpmasını önleyen dona­ nım. \\Açevele gönden.pupasına seyirler­ de, bumbası olmayan yelkenlerin iskota yakasını dışarıya doğru açmaya ya da bir tekneyi kıyıdan uzaklaştırmaya yarayan gönder. AÇGÖZLÜ sıf. ve a. 1.Kendisine gere­ kenden çok daha fazlasını isteyen; doy­ mak bilmeyen kimse için kullanılır; tamahkâr, haris.—2. Açgözlü daya (dadı) çocu­ ğu. açgözlü kimse, özellikle çocuk için kullanılır. ♦ sıf. Bir kimsenin, sahip olma tutkusu içinde bulunduğunu belli eden davranışı için kullanılır: Açgözlü bakışlarla etrafı sü­ züyordu. AÇGÖZLÜLÜK a 1. Açgözlü olma du­ rumu; açgözlü kişinin özelliği; tamah, ta­ mahkârlık: Açgözlülüğün sonu böyledir işte, elindekileri de yitirirsin. Pastanın tü­ münü büyük bir açgözlülükle yedi, bitir­ di. —2, Açgözlülük etmek, yapmak, bir şeye karşı doymak bilmeyen bencil bir is­ tek duymak; tamahkârlık etmek: Açgöz­ lülük etme, tatlıdan biraz da kardeşine ayır.



yaka açılan



AÇI a 1. iki doğrunun ya da iki düzle­ min kesişimi. (Bk. ansik. böl. Ölçbil.) —2. Bakış, görüş yönü, olayları anlama, ele alma biçimi; bakım, yön: Bir konuya değişik açılardan bakmak. Bir romanı toplumsal, psikolojik vb. açıdan değerlen­ dirmek. Olaya birde bu açıdan bakmalı­ sınız. — Anat. Vücudun az ya da çok düzgün



açı biçiminde olan kısmı (örneğin dudak açısı, göz açısı). || Açı atardamarı, burun -çene oluğunu izleyerek gözün iç açısın­ da, göz atardamarının bir dalı olan burun atardamarıyla ağızlaşan atardamar. || Açı bölgesi, gözün iç açı bölgesi. | Açı top­ lardamarı, göz üst toplardamarıyla yüz toplardamarını birleştiren toplardamar.! Görme açısı, bakılan nesnenin uçların­ dan çıkan ışınların gözün görme merke­ zinde oluşturduğu açı. (Bakılan nesnenin büyüklüğüyle doğru, göz-nesne arası uzaklıkla ters orantılı olan bu açı, görme keskinliğini ölçmeye yarar.) \\Optik açı, iki gözün birlikte aynı noktaya (açının tepe­ si) yöneltilmesi sırasında, göz eksenlerin­ ce oluşturulan açı. || Yüz açısı -> Yüz. — Ask. Yürüyüş açısı, yürüyüş yönüyle manyetik kuzey arasındaki açı. (Lambert sapmasını ve açıklık açısını ekleyerek ha­ ritaya göre hesaplanan bu açı, pusula üzerinde okunur ve birliğin ilerleyişinde bir denetleme öğesini oluşturur.) [Eşanl. MANYETİK SAPMA- AÇISI.]



— Balis. Ölü açı, atış ya da gözetleme­ nin, doğal ya da yapay bir ekranla engel­ lendiği arazi parçası. |[Yan açısı, hedefle bir tevcih noktası arasındaki doğrultu sap­ ması. \\Yükseliş, nişangâh, toprak, varış, düşüş (hedef), çıkış, yükseklik, atış açısı, bir mermi yolunu tanımlamakta kullanılan verilerin tümü. — Bot. Iraklık açısı, bulundukları dal ek­ senine dik bir düzlemde yer alan iki ardı­ şık yaprağın "dikey" bakışım düzlemle­ rinin oluşturduğu açı. — Böcbil. Kınkanat açısı, kınkanatlı bö­ ceklerde, elitranın ön kenarının omuz dü­ zeyiyle yaptığı açı. (Bu açı sınıflandırma­ da kullanılır.) — Deneys. ruhbil. Açı yanılsaması, optik -geometrik yanılsama. Bu yanılsama, dar açıların olduğundan büyük, kenarlarının­ sa daha kısa, geniş açıların olduğundan dar, kenarlarınınsa daha uzun sanılması­ dır. — Denize. Yaka açısı, yelken köşe yaka­ larının, kenar yakalarıyla yaptığı açı. (Yel­ ken tipi ve biçimine göre, bu açıların de­ ğerleri değişir.) — Elektrotekn. Elektriksel açı, çok kutuplu bir makinede, kutup çiftlerinin sayısıyla, eksenden geçen iki yarıdüzlemin oluştur­ duğu geometrik açının çarpımı. —Esk. istihke. Savunma hattı tahkimatı­ nın çıkıntı ya da girintisi. || Koltuk açısı, bir burcun cephesiyle buna bitişik yanı ara­ sındaki açı. ]| Koltuk savunma açısı, bir bur­ cun her iki cephesi arasındaki açı. \\Makasvari açı, iki komşu burcun cepheleri­ nin uzantısı arasındaki açı. |Ö/ü açı, bir burcun iki cephesinin uzantısı arasındaki açı. ]|Savunma açısı, bir burcun yanıyla komşu burcun cephe uzantısı arasındaki açı. ||Yan açısı, bir burcun yanıyla perde hattı arasındaki açı. — Geom. Bugünkü “ açı kesmesi" ya da “ bir açı kesmesinin ölçüsü" kavramları için eskiden kullanılan terim. || Bir D doğrusuy­ la bir d' yarıdoğrusundan oluşan bir ikili­ nin açısı, [ a; a + ü) çifti (a ve ü önceki gibi tanımlanır). || Bir D doğrusuyla bir P düzle­ miçiftinin açısı, D de bulunan d ve P de bu­ lunan d ' yarıdoğru çiftinin küçük açısı. || Bir d yarıdoğrusuyla bir Pdüzleminden oluşan çiftin açısı, d ' yarıdoğrusu P içinde oldu­ ğuna göre, d ile d ' yarıdoğru çiftinin küçük açısı.|| D ve D' doğru çiftinin açısı, D ve D' de bulunan d ve d ' yarıdoğru çiftinin kü­ çük açısı. || D veD' doğruikilisininaçısı, [a; a + s] çifti; buradaa, sırasıyla D ve D deki d ve d ' yarıdoğru İkilisinin açısı, 5 da doğru açıdır. || iki düzlemden oluşan çiftin açısı, her bir düzleme dikgen iki doğrudan oluşan çiftin açısı. || Vektör çiftinin açısı, bunla­ rın sırayla doğurduğu vektörel yarıdoğru çiftinin açısı. (Önceki kavramlar afin uzay­ lara genişletilir; göz önüne alınan afin uzay altkümeleri yerine, buna eşlik eden vektör uzayının, kendilerine bağlı altkü­ meleri konur.) || Vektör İkilisinin açısı, bu vektörlerin doğurduğu vektörel yarıdoğ-



ru İkilisinin açısı. \\Yarıdoğru çiftinin açısı, sonlu boyutlu herhangi bir vektör uzayının içerdiği vektörel yarıdoğruların kümesi üze­ rinde bu uzayın izometrileri yardımıyla ta­ nımlanan eşdeğerlik sınıfı. (Bk. ansikl. böl.) || Yarıdoğru İkilisinin açısı, vektör düzlemi­ nin içerdiği vektörel yarıdoğruların kümesi üzerinde vektör düzleminin doğrudan izo­ metrileri yardımıyla tanımlanan eşdeğer­ lik sınıfı. (Bk. ansikl. böl.) — Havc. Hücum açısı -» HÜCUM. || Ko­ num açısı, uçağın profil kirişiyle boyuna ekseni arasındaki açı. || Sıfır kaldırma açı­ sı, aerodinamik kuvvetlerin bileşkesi rüz­ gâr doğrultusunu aldığında ve sürüklemeyle çakıştığında, kaldırmanın sı­ fır olduğu hücum açısı. || Uçuş açısı, uça­ ğın boyuna ekseniyle yörünge ekseni arasındaki açı. — Havc. ve Denize. Bota açısı, uçak ya da geminin izlediği rota iie kuzey doğrul­ tusu arasındaki açı. — Mad. oc. Arın kazısı açısı, çıkarma, ko­ parma, kazma açıları, mekanik kazı ma­ kinelerinin başlıklarında yer alan kazmala­ rın biçim ve konumunu belirleyen açı. || Et­ ki açısı, bir yeraltı üretim boşluğunun etki­ si altında kalarak oluşan toprak yüzeyi açı­ sı. ( -> YÜZEY ALÇALMASI*.) —Sine. Karşı açı, karşıt açılı planların dö­ nüşümlü olarak kullanımına dayanan sine­ ma ya da televizyon anlatım tekniği. (Bu yöntem, karşılıklı konuşmayı filme alırken sık sık kullanılır.) — ANSİKL. Geom. • Yarıdoğru İkilisinin açı­ sı. Bu kavramı tanımlamak için bir P Eukleides vektör düzleminde bulunan vektö­ rel yarıdoğru İkilileri göz önüne alınır. Bu İkililerin kümesi üzerinde şu bağıntı tanım­ lanır: (d,d') ve (d,, d[) İkilileri verildiğinde P düzleminin f (d) - d‘ ve f (d,) = d,' olacak biçimde aynı f doğrudan izometrisi varsa, ikili bağıntılıdır. (Böyle bir izometrinin tek olduğu bilinmektedir; bu, düzle­ min bir dönmesidir.) Bu bir eşdeğerlik ba­ ğıntısıdır, böylece elde edilen eşdeğerlik sınıflarına "yarıdoğru Misinin açısı” denir. (d,d') İkilisinin açısı (d,d') ile gösterilir. Çi­ zimde, her yarıdoğru İkilisinin açısı düzlem­ sel bir dönmede değişmez kalır, r düzlem­ sel dönmeyi gösterdiğine göre, do, P de bulunan bir yarıdoğru ve r(do) = c($ ol­ mak üzere, (d,d') nın,bütün (d0, cQ İkilile­ rin kümesi olduğu ispat edilir. Buradan,® düzlemsel dönmeler kümesinden, üzerine (®,o) değişmeli grubu yapısının taşınabil­ diği yarıdoğrular İkilisi açılarının A kümesi üstüne uygulamanın örteniiği çıkar. Böy­ lece tanımlanan toplama Chasiesbağıntı­ sı’nı gerçekleyecektir: (ö!d') + ( nin azalan olduğu kabul edilirse (bir açının kosinüsü düşüncesinin anımsanması), A üzerinde bir tümel sırala­ ma tanımlanmış olur. Buna karşılık .4 üze­ rinde her yerde tanımlı bir toplama düşü­ nülemez; yarıdoğrular İkilisi kavramının ce­ birsel kullanımı daha elverişlidir. — Ö lç b il.» Açıların ölçümü. Y a y g ın açı öl­ ç ü b irim le ri ç e m b e r y a y la rın ın ( - Y A Y ) ö lç ü lm e s in d e k u lla n ıla n la rın ayn ıd ır: dere-



ceyle altmışta birlik askatları dakika ve sa­ niye, grad'la onda birlik askatları ve radyan. Kâğıt üstünde açılar iletkiyle ölçülür. Jeodezi ve gökbilimde teodoiit ve bölüntülü dairekullanılır. Laboratuvardaysa açı­ ölçerden (gonyometre) yararlanılır. • Uzay açıların ölçümü -* UZAY. AÇICI sıf. Açan, açılmasını sağlayan: İş­ tah açıcı ilaçlar. Renk açıcı maddeler. ♦ a. Açma işinde kullanılan aygıt; açma işi yapan kimse. — Al. tak. Rulo halinde teslim edilen kimi ürünleri (kablo, kâğıt, karton) istendiğin­ de açmaya yarayan aygıt. — Verg. huk. Gümrüğe gelen eşyaların zor açılabilen ambalajlarını (sandık, çelik kuşaklı bagajlar vb.) açarak denetlenme­ sini sağlamakla görevli kimse. — Kâğ. san. Lif açıcı, kâğıt hamuru ya da kâğıt balyalarını parçalayarak bir sıvıda lifli katı asıltı hazırlamaya yarayan aygıt. (Lif açıcı güçlü karıştırma sistemiyle do­ natılmış bir teknedir. Karıştırıcının kanat­ larının itmesiyle tekne suyunda oluşan şiddetli burgaçlar lifli maddelerin parça­ lanmasına yol açar.) — Tekst. Yünü, pamuğu ya da ipek dö­ küntülerini açmaya,yani balya içinde sı­ kışma nedeniyle topaklanmış elyafı çözmeye ve temizlemeye yarayan maki­ ne. |l Açıcı işçi, tekstil maddelerini açan işçi. || Yün ipliği açıcısı, yün artıklarını aç­ mak için karde yün iplikçiliğinde kullanı­ lan makine. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Yün ipliği açıcısı, bir besleyici tablayla besleyici silindirlerden ve sert eğik dişlerle donatılmış üst üste iki büyük tam­ burdan oluşur. Makineye yüklenen bir mik­ tar madde tamburlar tarafından işlendik­ ten sonra çıkarılır ve makine yeniden dol­ durulur. Bu makine verimi yüksek olmasa da elyafı iyi açar. A Ç IK sıf. t. Kapalı, katlı, örtülü, sarılı, bağlı durumda olmayan; açılmış olan şey için kullanılır: Açık pencereden içeri birkelebek girdi. Kapı açık, girin. Masanın üzerinde açık bir defter var. Yol açık, ra­ hatça gidebilirsin.—2.Tartışmaya yol aç­ mayacak, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar belirgin ve kesin olan şey için kul­ lanılır; aşikâr, bariz, net: Bu konuda yasa son derece açıktır. Onun bu akşam ge­ lemeyeceği çok açık. Bu kızarıklar has­ talığın en açık belirtisidir.—3 .Etkinliğini sürdüren, çalışır durumdaki kurum ve ku­ ruluş için kullanılır: Pazar günleri açık bir mağaza bulmak neredeyse olanaksız. Müze bayram süresince açıktır.—t Kolay anlaşılan, kavranan söz ya da yazı için kullanılır; sarih, aydınlık: Açık bir anlatım. Açık bir metin.—S.Görevlisi bulunmayan makam ve görev için kullanılır; boş, mün­ hal: Üç açık kadromuz var. Bakanlıktaki açık müsteşarlıklara atamalar ya p ıld ı.S . Engebesiz, çıplak, geniş düzlük içirt kul­ lanılır: Açık arazide çalışmak —7-Gizlisi saklısı olmayan kimse için kullanılır: Açık bir insan.— 6 . Bir şeye (soyut) açık,o şeyi benimsemeye hazır, onu önyargısız hoş­ görüyle ele almaya yatkın kimse, toplu­ luk için kullanılır: Eleştirilere açık bir insan. Yeniliklere açık bir toplum. İlerlemelere açık bir kafa —9. Bir topluluğa açık, yal­ nızca o topluluktaki bireylerin yararlana­ bileceği, katılabileceği toplantı, yer, hiz­ met için kullanılır: Basına açık bir toplan­ tı.—10. Bir kimseye açık,onun rahatça gi­ rip çıkmasına izin verilen yer için kullanı­ lır: Evimin kapısı her zaman sana açıktır. —11.Cinsellikle ilgili çağrışımlar uyandı­ ran; cinsel ya da çok kaba betimlemeler­ le utanma duygusunu yaralayan anlatı için kullanılır; erotik, pornografik, müsteh­ cen: Açık bir roman. Filmin en açık sah­ nesi.Açık fıkralar anlatmayı sever.—12. Renk özelliği belirgin, koyu olmayan şey; siyahtan çok beyazla yakınlığı bulunan renk için kullanılır; Açık mavi, Açık renk. —13. Bulutsuz,aydınlık bir hava, gökyü­ zü için kullanılır: Açık bir gökyüzü. Bugün hava açık.—14. Bedenin örtülmemiş bö­



lenmesine gerek bırakmaz.) lümü; boynu ve omuzlan örtmeyen giysi —Cilt. Açık sırt, kartona tutturulduktan son­ için kullanılır; dekolte: Başı, göğsü açık. ra sırt kenarına takılan sabit kapak sırtı. Açık bir elbise —15.iyileşip kapanmayan, ( Bu parça,kitap açıldığında sırttan ayrıla­ kanayan yara vb. için kullanılır: Açık ya­ bilmesi için, formaların sırtına değil, sırt ra, çıban.—16-Boş, doldurulmamış olan kartonuna tutturulur.) yer için kullanılır: Kâğıtta açık yer kalma­ dı— 17. Aralıklı; Açık adımlarla yürümek. —C-oğ. Açık tarlalar,Avrupa’da yüzyıllar­ dan beri uygulanan ve özellikle ortaçağın —18. Rüzgâra, fırtınaya vb. açık,ondan et­ kilenen yer için kullanılır: Fırtınaya açık sa­ feodal yapısına uygun arazi işleme biçihil.—19. Açık adres,semt, mahalle, sokak, mi.(Köy!ü!ere ait dağınık ve çitlerle ayrıl­ mamış toprakların [open fields], büyük numara vb. bilgilerin eksiksizce belirtildiği adres. |jAçık ağızlı, salak, sersem, aptal arazi sahiplerininkılerle birlikte işlenmesi, görünüşlü kimse için kullanılır: Adam da tarlalarda dönüşümlü olarak ekim yapıl­ açık ağızlının biriymiş. j|Açık alınla, onur­ ması ve otlakların ortak kullanımı, bu sis­ la, övünç ve başarıyla: Çok şükür bugü­ temin ana özellikleridir.) ne değin girdiğimiz her işten açık alınla —Çev. mim.Açık alan, insanların yaşantı­ çıktık. J|(Bir kimseye) açık bono, kart, çek larının önemli bir kısmını sürdürdükleri ve vermek, o kimseye bir konuda sınırsız yet­ kapalı (mimari) mekânlar dışında kalan ki tanımak. ||Açık elli, cömert: Açık ellinin küçük, büyük alanlar ya da açık yüzey­ biridir, para tutmaz.\\ Açık fikirli, yenilikleri ler ya da yapı kütleleri arasında kalan benimsemeye yatkın, hoşgörülü, liberal boşluklar. kimse için kullanılır: Arap alfabesini bırak­ — Denize. Serbest, geniş, kapalı olmayan mamızı savunan açık fikirli kişilerden biri ver tanımı için kullanılır, jj Açık demiryeri, de oydu. |l Açık hava, yapı dışındaki yer, bir limanla korumaya alınmamış, her tür­ dışarı: Açık havada yürümek, sinirlerini lü doğa etkilerine açık demiryeri. |j Açık yatıştırmıştı. II Açık hava oteli, geceyi deniz, çevresi kara parçalarıyla kapalı ol­ sokaklarda geçirenlerin yatıp uyu­ mayan büyük deniz. || Açrft gemi, güverdukları yerlere verdikleri ad (tkz.). | Açık tesiz gemi, jj Açık koy, rüzgâr ve dalgala­ imza, bir kişinin ad ve soyadını okunur bi­ ra karşı korunaksız, güvensiz koy. j] Açık çimde gösteren imza. j|Açık kapı bırak­ liman, doğa etkilerine karşı korunması ol­ mak, üzerinde görüşülen bir sorunu, ge­ mayan ve açık denize kıyısı bulunan li­ rektiğinde yeniden ele alma olanağı bıra­ man. karak son sözü söylemekten kaçınmak, — Dy. Açık işaret, “ serbest yol” bildiren kestirip atmamak: İyice düşünmeleri için mekanik demiryolu işareti. \\Açık vagon, bir açık kapı bırakıp üç günlük süre ver­ kötü hava koşullarından etkilenmeyecek mişti onlara. |jAçıkkapı bırakmamak, bir malların taşınmasında kullanılan çatısız' iş ya da konunun gerektirdiği her türlü ön­ vagon. \y\çık yol, eskiden, işaretleri ancak lemi önceden almış olmak: Sakın, hiçbir trenler yaklaşırken açılan kapalı yol düze­ açık kapı bırakmayın, her şeyi tamamla­ ninin tersine, hiç sefer yapılmadığında bi­ yın. ||Açık saçık, insanı utandıran, söz ve le işaretleri sürekli açık duran bir demir­ anlatım; göreneğe ters düşecek ölçüde yolunun işletme düzeni. açık giyim için kullanılır: Açık saçık bir fık­ — Ed. Açık eğretileme, bir varlığı kendi ra. Açık saçık bir giysi: açık saçık biçim­ adı yerine herhangi bir bakımdan benzede: Açık saçık konuşmak. Açık saçık gi­ tiidiği başka bir nesnenin adıyla anma bi­ yinmek. ||Açık seçik, kolay anlaşılan, açık çimindeki edebiyat sanatı. (Esk. istiare-i ve net anlatım için kullanılır: Açık seçik bir musarraha) [Bk. ansikl. böl.] |jAçık hece, anlatımı var: açık ve net olarak: Açık se­ bir sesliden oluşan ya da sesliyle biten he­ çik anlatmak. \y\çık teşekkür, bir kimseye ce. "Açı” (a-çı) sözcüğünde birinci hece olumlu, yararlı, gönül alıcı bir davranışın­ bir sesliden oluşan, ikinci hece ise sesliy­ dan ötürü duyuru biçiminde edilen teşek­ le biten açık hecedir. Aruz vezninde imakür. leliler ve mısra sonundakiler dışında açık —Ask.Açık arazi,düşman tarafından sü­ heceler kısa hece değerindedir. Örn. rekli olarak gözetlenebilen arazi. ||Aç/k "Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün” (- - / —'•/ ateş, sipere girmeden gizlenmeden açı­ —I—) vezniyle yazılmış "Hüsnün katında lan ateş.|)Açı/< ordugâh, birliklerin açık ha­ doğmaduğa döndü her biri " (Baki) dize­ vada geçici olarak kamp kurması; kamp sinde "ka, da, ma, dü" şeklindeki açık yeri. ||Aç/kşe/ı/ri, tahkim edilmemiş ya da heceler kısadır; "ğa” hecesi imaleli oldu­ savaşta savunulmasından vazgeçilmiş ğu, "ri” hecesi de dize sonunda olduğu kent. için, uzun hece değerindedir. |[4çık mek­ tup, kamuoyunun bilgi edinmesini ve des­ — Bank. Açık avans — AVANS. ||Aç/k ke­ tek olmasını amaçlayarak, iletişim araçları falet, rehin ya da ipoteğe dayanmayan yoluyla daha çok toplumsal ve siyasal ko­ kefalet, jjAçık kredi, bir bankanın bir müş­ nularda, yetkili kişilere seslenen, mektup teriye genellikle kısa vadeli olarak verdi­ türünde yazı. ği avans para. ||Açık piyasa işlemleri, pek — Eğit. Açık havapkulu, derslikleri ve öte­ çok ülkede merkez bankasının, menkul ki bölümleri, çocukların açık hava ve gü­ kıymetler alımı ve satımı yoluyla para pi­ neşten yararlanmalarını sağlayacak bi­ yasasını etkileme tekniği. (Bk. ansikl. böl.) çimde, özel olarak yapılmış okul. —Bine. Açık dörtnal, atın üç tür yürüyü­ şünden biri olan dörtnalın düzenli, ama — Elekt. Açık devre, bir kesintisi olan, do­ hızlandırılmış biçimi, jjAçık manej, bir ya­ layısıyla elektrik akımı geçemeyen devre. nı kısa, diğer yanı uzun, binicilerin atları­ — Elektrotekn. Açık devre uzaklığı, bağ­ nı çalıştırması amacıyla hazırlanmış, ze­ lantı açıkken, mekanik bir bağlantı aygı­ mini kumlu ya da çimli, sınırları belli dik­ tının uçları arasında kalan yalıtım uzaklı­ dörtgen biçiminde açık alan. |jAç/k yürü­ ğı; ayırıcılarla ilgili güvenlik yönergeleri­ yüş, atın adımlarını uzatması. ne uyar. |j Açık makine, devingen ya da —Bors. Açık pozisyon, vadeli piyasada fi­ gerilim altındaki bölümleri özel korunma yatların yükseleceği beklentisiyle menkul öğelerinden yoksun olarak yapılmış ma­ kıymet satın alan bir borsa muamelecisikine. nin, fiyatların düşmesi üzerine düştüğü — Fels. Descartes’da, insanın doğruluğu durum. (Bunun tam tersi durumda, vadeli (hakikati) kavramasını olanaklı kılan koşul­ piyasada fiyatın düşeceği beklentisiyle sa­ lardan biri için kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) tış yapan bir borsa muamelecisı de fiya­ |j Leibniz'e göre, "tasarımlanan şeyi ba­ tın yükselmesi üzerine açık pozisyonda­ na tanıtmak için yeterli olan” bilginin özel­ liği (örn. bulanık ya da seçik olabilecek dır. Her iki durumda da, .uğranılacak za­ bir rengin bilinmesi). [Möditation sur la rar sigorta ettirilebilir.) —Böcbil. Açık dolaşım,böceklerin kan do­ connaissance] — Folk. Açık dizi, oyuncuların, arada laşım tarzı. (Bu sistemde kan vücuttaki ge­ açıklık bırakarak oluşturdukları dizi. (Açık niş boşluklardan geçer, vücuttaki sırt da­ oyun da denir.) || Açık halka dizilişi, oyun­ marının büzülüp genişlemesi kanın olduk­ cuların arada açıklık bırakarak oluştur­ ça yavaş bir şekilde, ama sürekli olarak dukları halka dizilişi. karışmasını sağlar. Trake solunumu da — Geom. Açık parça, uç noktaları ya da kanın oksijen taşımak gibi bir görev yük­



sınırı kaldırılmış eğri, yüzey ya da afin uza­ yın bağlantılı parçası. (Böylece, daire, yu­ var, açı kesmesi, doğru parçası, yarıdoğru, afin yarıuzay, vb.'nin açık olduğundan söz edilir.)[Bk. ansikl. böl.] —Hidr. Açık akış, borulardan serbestçe ve özellikle hiçbir engel olmaksızın (vana, musluk, vb.) geçen akış türü. — H u k . Açık artırma, alıcı o lm a k isteyen h e rk e s in g ö z ü ö n ü n d e a ç ık ç a p e y s ü rü ­ le re k (fiyat ö n e rile re k ) y a p ıla n v e en y ü k ­ se k fiyatı v e re n kişiye m a lın satılm a sıyla so n u ç la n a n satış y ö n te m i. (E şanl. ALENİ MÜZAYEDE.)[Bk. ansikl. b ö l.] || Açık celse -> CELSE. || Açık eksiltme, b ir m a lın alım ı ya d a b ir h iz m e tin g ö rü lm e s i iç in b a ş v u ­ rulan v e en d ü ş ü k fiy a tı v e re n le an laşm a il­ kesine da y a n a n satış yöntem i.(Bu yöntem de te k alıcı v e ç o k s a y ıd a satıcı b u lu n u r.) || Açık imza, b ir b o rc a y a d a ya p tırıla c a k b ir işe karşılık, b o ş b ir k â ğ ıd ın a ltın a atı­ la n im za.(B E Y A ZA İMZA d a d e n ir.)[A ç ık im za, b u k â ğ ıd ı d o ld u ra c a k k iş iy e g üve n ild iğ in i g ö s te rir ]



— Isıbil. Açık devre, termik santralda bir soğutma devresi türü; bu devrede su bu­ harı, ısısının tümünü bir ırmağın ya da de­ nizin suyuna bırakır. (Sözkonusu teknik yalnızca büyük debili ırmaklarda kullanı­ lır.) — ikt. Açık ekonomi, uluslararası ticari iliş­ kileri bulunan ekonomi. (Bir ekonominin açıklık derecesi, ülke ihracat değeri­ nin gayrisafi yurt içi hasılaya bölümüyle elde edilebilir; bu oran ne kadar büyük­ se, ekonomi o kadar açıktır.) || Açık işsiz, iş bulamayan ve kendine iş bulunması için ilgili mercilere başvuran kişi. || Açık iş­ sizlik, az gelişmiş ülkelerde gizli işsizliğin karşıtı olarak kullanılan terim. |JAçık ka­ pı politikası (ing. open-door policy), güm­ rük duvarları rejiminin karşıtı olan serbest ticaret uygulaması. || Açık pazar, çok sa­ yıda üreticinin, ürününü satmak için birbiriyle serbestçe yarışabildiği ülke ya da bölge. (Açık pazar terimi, "serbest piyasa" terimi yerine kullanıldığı gibi,ya­ bancı üreticilerin mallarını serbestçe sa­ tabildiği piyasa anlamına da kullanı­ lır.) | Açık ticaret bilançosu, bir ülke itha­ latının ihracatını aştığı durum. || Açık uç­ lu yatırım ortaklığı, menkul kıymet borsalarında aracılık eden bir tür kuruluş. (Bir katılma belgesi karşılığında küçük tasar­ ruf sahiplerinden topladığı fonları, portföy çeşitlendirmesi yöntemiyle çeşitli pay se­ nedi ve tahvillere yatırarak, ortakların tek başlarına gerçekleştiremeyeceği en az riskli ve en yüksek kârlı seçenekleri uygu­ lar.) — Kamu mal. Açık bütçe politikası, eko­ nomik durgunluk ortamında, devletin tam istihdamı sağlamak için yararlandığı bir ekonomi politikası. (Bk. ansikl. böl.) || Açık finansman, bir iktisadi durgun­ luk döneminde, iktisadi etkinliği can­ landırmak için hükümetin normal gelirle­ rinden (topladığı vergilerden) daha fazla harcama yapması.(Aradaki fark, bütçe açığıdır.) — Mad. oc. Açık işletme, maden filizi ne olursa olsun toprak yüzeyinden başlaya­ rak yürütülen işletme.||4ç/k taşocağı işlet­ mesi, yüzeydeki toprak örtüsü kaldırılarak açılan taşocağı. (Bk. ansikl. böl.) — Mak. san. Açık depo, genellikle atmos­ fer basıncı altında olan ve içinde bir em­ me basma pompa bulunan küçük depo. — Mant. Açık formül, {yüklemler mantı­ ğında) serbest (bağsız) değişken içeren formül. — Manyet. Açık manyetik devre, bir çe­ kirdek aralığı bulunan ferromanyetik dev­ re. —Mat. çözml.Aç* fonksiyon, kendi tanım bölgesinde, her x elemanına, y= f(x) bi­ çiminde bir bağıntıyla tanımlanmış bir gö­ rüntüyü eşlik ettiren fonksiyon; sözkonu­ su bağıntıda f (x), x değişkeni üzerinde yapılacak işlemleri belirten bir ifadedir. — Org. kim. Açık zincir, iki ayrı ucu olan karbon zinciri.



— Petr. san. Açık deniz teknolojisi, deniz­ de petrol aramaya, kuyu açmaya ve üre­ time, özellikle platformlara özgü teknik­ ler. —Seram. Açık pişirim,tarihöncesi çağlar­ dan beri uygulanan ilkel fırınlama türü. (Bu yöntemde, seramikler koruyucu ol­ maksızın doğrudan alev ve ısıyla temas­ tadır. Seramikler güneşte kurutulduktan sonra, aralarına dal parçaları, saman, ta­ laş konularak dizilir, üstleri de kuru ot ve yapraklarla örtülüp bir baca açıklığı bıra­ kılır; alttah ateşlenir.) — S e s b ilg . E k le m le m e s i b ü y ü k b ir aç ık lı­ ğı g e re k tire n ü nlüle r için kullanılır.(ge/’d e ki [e], g ö z ’de k i [ce] g ib i.) [ K arşt. KAPALI]. ||Açık hece, b ir ü n lü y le so n b u la n he c e .



— Sig. Açık teminat, bir tür reasürans söz­ leşmesi olup, buna göre reasürör, sigor­ tacının sözleşme çerçevesi içinde dilediğince kendisine devredebileceği riskleri kabul etmeyi taahhüt eder. (Bu durumda, işlem sigortacı için ihtiyari, reasürör için zorunludur.) — Spor. Hem amatörlere, hem profesyo­ nellere açık bir spor yarışması için kulla­ nılır: Açık turnuva. ||Açık oyun, hücumun ağırlık taşıdığı oyun. — Tıp. Açıkkalp ameliyatı -* kalp. || Açık yara, henüz kapanmamış yara, işle­ yen yara. — Tic. Açık bütçe, gideri gelirini aşan büt­ çe. (Bütçesi açık veren işletme zarar eder; bu zarar, kâr ve zarar hesabında borç ba­ kiyesi olarak yer alır.) ||Açık hesap, satış anında senede bağlanmayan normal ti­ cari alacak hesabı. ||Açık keşide, poliçe­ nin geçerli olması için, poliçede bulunma­ sı zorunlu öğelerden bir kısmının doldu­ rulmadan keşideci tarafından imza edile­ rek lehdara verilmesi. (Aynı şey, borçlu­ nun bir bonoyu gereği gibi doldurmadanlehdara vermesi durumunda da geçerlidir.) — Tic. huk. Açık bono -» BONO. ||Açık ciro -» CİRO. || Açık çek -» ÇEK. \\Açık po­ liçe -» POLİÇE. ||Açık sermayeli ortaklık, ortaklık sermayesi yeni hissedarların ka­ tılmasıyla ya da tersine kimi hissedarların ayrılmasıyla değişen ortaklık. (Kimi ülke­ lerde görülen bu ortaklık türü, Türk huku­ kunda düzenlenmemiştir.) ||Ha/ka açık anonim ortaklık, ortak sayısı sınırlandırıl­ mamış, sermayesi küçük paylara bölün­ müş, hisseleri kolaylıkla devredilebilen çok ortaklı bir anonim ortaklık türü. — Topogr. Açık poligon geçkisi, bir ana poligon geçkisi üstüne bağlanan ve bili­ nen hiçbir nokta üstünde kapanmayan poligon geçkisi. — Topol. Topolojik bir (E, £ ) uzayı üze­ rinde tanımlanan, ts topolojisinin elema­ nı. (Bk. ansikl. böl,)iy\çık olmak, bir topo­ lojik uzayın bir parçası sözkonusuysa, bir açık oluşturmak. Bir E, topolojik uzayın­ dan başka bir E2 uzayı içinde doğru ta­ nımlanan bir f uygulaması sözkonusuysa, E,'in her açığının f aracılığıyla elde edi­ len görüntüsü için, E2’nin bir açığı bulun­ mak. |y\çık örtûlüş, bir topolojik uzayın bir parçasının, yalnızca bu uzayın açıklarıy­ la örtülüşü. — Tur. Açık bilet, satınalma sırasında kul­ lanım tarihi boş bırakılan, ancak hareket gününün işlenmesiyle geçerlik kazanan tren ya da uçak bileti. — Tüt. Açık tütün, kurutma işlemi sarart­ ma evresinde durdurulmuş, koku ve tat verilmiş (amerikan tipi) ya da verilmemiş (İngiliz tipi Virginia tütünü) tütün. — Uluslarar. huk. Açık deniz, denizin, kı­ yıdan uzakta kalan ve bir devletin iç su­ ları ya da karasularına girmeyen bölümü. — Zootekn. Önden (ya da arkadan) açık (ya da çok açık), dört bacaklı hayvandan, özellikle attan söz edilirken, ön (ya da ar­ ka) bacakların aşağı ucu denge çizgisi­ nin dışında olmak. (Tersi kusur: önden [ya da arkadan] kapalı.) ♦ a. 1. Bir kurum ya da kuruluşta boş olan yer, görev: Memur açığı. Kadro, kontenjan açığı. —2. Bir yerin kendine



göre uzağı; denizin kıyıya göre, kıyıdan uzak kesimi; engin: Açıktan geçmek. Ge­ mi açıkta demirledi. Açıklara sürüklemek. —3. Giderle gelirin eşit olması için gelire eklenmesi gerekli miktar: Bütçe açığı. Veznedar, açığını maaşıyla kapattı. —4. Bu eksiklikten doğan mali durum: Açığı olmak. Sosyal sigortaların açığı. —5. Ku­ sur, suç, zaaf, eksiklik: Senin açıklarını ka­ patmaya çalışmaktan bıktım. En küçük bir açığımı yakalasa işten atardı beni. —6. Açıkta, açık havada: Açıkta dolaşma. Hayvanlar açıkta geceliyor. —7. Açık ver­ mek, gelirle gider eşitliğini tutturamamak; gizlemek istediği bir şeyi farkına varma­ dan karşısındakine sezdirmek: Konuşma­ nın sonuna doğru açık verdin, gerçek ni­ yetin belli oldu. || (Bir kimseyi) açığa çıkar­ mak, o kimsenin işine ya da görevine son vermek, onu kadro dışı bırakmak. || Açı­ ğa çıkmak, bir durum sözkonusuysa, başkalarınca anlaşılmak: Soruşturma so­ nucunda suçu onun işlediği açığa çıktı. || (Bir şeyi) açığa vurmak, gizlediği bir duy­ guyu açıklamak, belli etmek: Aşkını açı­ ğa vurmak; sözkonusu bir davranışsa, bir niteliğin belirtisi olmak: Bu sözleriyle bil­ gisizliğini açığa vurdu. ||Açığı çıkmak, bir sayım, soruşturma vb. sonucunda, açığı olduğu anlaşılmak: Açığı çıkan ambarcı­ nın işine son verdiler. || (Bir kimseyi) açık­ ta bırakmak, işine, görevine son vermek: işyerini kapayınca bizi açıkta bıraktı; ev­ siz barksız kalmasına yol açmak: Deprem yüzlerce aileyi açıkta bırakmıştı. || Açıkta kalmak, işsiz; barınaksız kalmak: Beledi­ ye'de bütün kadrolar dolmuş, biz açıkta kalmıştık. Çadırlar yetişememiş, birçok aile açıkta kalmıştı; başkalarının yararlan­ dığı bir olanaktan yararlanamamak: Her­ kese kömür dağıtılmış, biz yine açıkta kalm ıştık.l Açıktan açığa, gizlemeden, açık­ ça, göz göre göre: Adam açıktan açığa rüşvet istedi benden. || Açıktan almak, söz­ konusu bir taşıt ya da sürücüyse, virajı, dönemeci geniş bir kavis çizerek geç­ mek: Virajı açıktan almak. — Çekird. fiz. Kütle açığı, bir atomun ku­ rucu parçacıklarının kütleleri toplamıyla bu atomun kütlesi arasındaki fark. (Bu açık, atomun oluşum enerjisini kendi öğe­ lerine dayanarak kütleyle enerjinin eşdeğerliği formülüne göre gösterir.) — Denize. Açığa almak, bir gemiyi bulun­ duğu mevkiden ya da kıyıdan uzaklaştır­ mak. \\Açıkta eğlenmek, bir gemi için, kı­ yıdan uzakta ya da liman dışında yatma­ dan (demirlemeden) beklemek, zaman geçirmek. — Fiz. ve Kim. Açığa çıkarmak, kimyasal ya da nükleer bir tepkimede belli bir enerji vermek. — Kimyasal bir tepkimede bir gaz üretmek. ||Açığa çıkma, kimyasal ya da nükleer bir tepkime sırasında enerji oluşumu. — Kimyasal bir tepkime sırasın­ da bir gazın çıkışı. — Huk. Açık maaşı, görevden uzaklaştı­ rılan memurlarla açığa alınan askeri per­ sonele ödenen ve görev süresi içinde ve­ rilen maaştan daha az olan maaş. ||4ç/ GÖREVDEN* UZAK­ LAŞTIRMA. )]



— Kim. Açığa çıkarmak, uçucu bir ürü­ nü tutunduğu ve oluştuğu ortamdan ayır­ mak. — Pedol. Bir toprağın doyma açığı, bir toprakta değişim yetisinin doyması için eksik kalan kalsiyum, potasyum ve mag­ nezyum miktarı. ||S/r toprağın su açığı, yağmur suyuyla akaçlanmış bir toprağın giderek kuruması; toprak fizyolojik bakım­ dan kuru olduğunda (bitkilerin sürekli sol­ ma noktası), su açığı en yüksek değere ulaşır.



- Tic. Hesap yılı sonunda, ticari işletme­ lerin sonuç hesabında görülen toplam za­ rar. (Bu zarar, muhasebede, kâr ve za­ rar hesabının borçlu bakiye vermesiyle kendini gösterir.) — Uluslarar. ikt. Döviz girişleri, döviz çı­ kışlarını karşılamakta yetersiz kaldığında, ödemeler bilançosunda ya da onun öğe­ lerinden birinde ortaya çıkan eksi değer. ♦ açıklar çoğl. a. Denizin kıyıdan uzak kesimi: Marmara açıklarında bir gemi battı. —Tar. telm. Açıklar livası. Açık denizler­ de sefer yapan gemiciler "açıklar ağası" denilen nehir gemisi kaptanlarını köşeye atılmış, işsiz güçsüz bırakılmış kimseler sayarlardı. Bu yüzden eşanlamda üreti­ len “ açıklar livası" deyimi, “ işinden ay­ rılmış, işten atılmış kimse" anlamını ka­ zandı. ♦ be. 1. Gizlisi saklısı olmaksızın, içten­ likle; korkmadan, çekinmeden: Benimle



açık konuş. Böylesi konularda açık ol­ mak. düşündüklerimizi söylemekten ka­ çınmamak gerekir. Açık söylemek gere­ kirse, tutumunuzu beğenmiyorum. —2 . Açık açık, gizlemeksizin, olduğu gibi, iç­ tenlikle: Her şeyi açık açık anlatın. \\(Bir şeyden) açık durmak, (o işe) karışma­ mak: Aman, o işten açık dur, karışma. |j Açık oynamak, hile ve düzene başvurma­ mak, art niyeti olmamak: Açık oynayaca­ ğınızı bildikleri için size güvenleri tamdır. — Denize. Açık düşmek, herhangi bir ne­ den ya da etken sonucu bir gemiden ya da istenilen bir mevkiden uzakta kalmak. ||Açık geçmek, bir gemiden, bir mevkiden ya da kıyıdan uzak geçmek. I|/M noktayı "n " derece açık tutmak, tehlikeli bir böl­ geden geçerken, geminin tehlikeye uzak ya da yakınlığını denetlemek amacıyla bu bölgedeki belirgin iki nokta arasında, gü­ venlik nedeniyle n derecelik bir açı bırak­ mak.



— Spor.Aç/k düşmek, yağlı güreşte, bir pehlivanın kendi hatası ya da rakibinin oyunuyla sırtüstü yere gelmesi.(Bu şekil­ de göbeği yukarı bakınca [göbeği yıldız gördü de denir] yenik düşmüş sayılır.) — ANSİKL. Bank. Açık piyasa işlemleri, ekonominin ihtiyaçlarına koşut olarak bankaların likidite hacmini düzenlemek, arz ve talep yoluyla belirlenen para piya­ sası faiz haddini etkilemek amacını güder. Menkul kıymetler alımı, ekonomide likidi­ te miktarını artırır; satışıysa para arzının kısılmasına yol açar. Merkez bankası, çe­ şitli göstergeler yoluyla piyasanın gerek­ sinmeleri ve borçluların ödeyebilecekleri faiz hakkı konusunda bilgi almakla yeti­ nir, açık piyasa işlemleri yapmaz. Ancak bu işlemlere başlayabilmek için gerekli hazırlıklar sürdürülmektedir.



— Çev. mim. Açık alanlara, kent bilimin­ de ve çevre mimarlığında, "serbest alan” , bitkilerle donanımlı olanlarına da “ yeşil alan" denir. Açık yeşil alanlardan fonksiyonlarına göre, toplum ya da özel ve tüzel kişiler yararlanır. Açık yeşil alan gereksinimi; kentlerin dengeli ve organik bir yapı gösterebilme­ leri, onların yeter sayıda, genişlikte ve uy­ gun dağılışta açık yeşil alanlara sahip ol­ malarına bağlıdır. Bu nedenle, koşullara göre değişmek üzere, kent planlamaların­ da kişi başına en az 20-30 m2 yeşil alan düşmesi üzerinde durulur. Ülkemiz kent­ lerinde kişi başına düşen açık ya da yeşil alan miktarı çok düşüktür; örneğin Anka­ ra’da 2,50 m2/ kişi, İstanbul’da 4,50 m2/ kişi ve İzmir'de 3,0 m2/ kişidir. Diğer kent­ lerimizdeki değerler farklı değildir. Buna karşın batı ülkelerinde açık/yeşil alan mik­ tarı 18 m2 / kişi (Varşova) ile 80 m2 / kişi (Stockholm) arasında değişir. Türkiye'de imar yönetmeliği, aktif yeşil alan kriterini en az 7 m2/kişi olarak benimsemiştir; bu nedenle, en az 20 m2/ kişilik yeşil alan ge­ reksinimi karşılanamamıştır. - E d . Açık eğretileme,benzetme öğele­ rinden (-* BENZETME) yalnızca "kendisi­ ne benzetilen"in kullanıldığı bir eğretile­ me türüdür.) -» EĞRETİLEME, KAPALI EĞ­



RETİLEME.) Örneğin “ Bir hilal uğruna ya-



rap ne güneşler batıyor” (M.A. Ersoy) di­ zesinde “ asker, kahraman” yerine "güneş" sözcüğü kullanılarak açık eğre­ tileme yapılmıştır. Bu örnekte “ benzeyen" öğesi yoktur; yalnız "kendi­ sine benzetilen” e yer verilmiştir. “ Benze­ yen” , "benzetme yönü” , "benzetme edatı" kullanılmamıştır. Bunlar kullanıla­ rak “ güneş gibi parlak, kudretli asker" yo­ lunda bir anlatıma başvurulsa, benzetme sanatı yapılmış olacaktı. Divan edebiya­ tındaki mazmunlar (-> mazmun) genellik­ le birer açık eğretilemedir. Örneğin "ah eylediğim serv-i hıramanın içindir / Kan ağladığım gonce-i handanın içindir” (Fu­ zuli) beytinde “ serv” sözcüğü sevgilinin boyu anlamında, "gönce” ise sevgilinin dudağı anlamında kullanılmış birer maz­ mundur. Edebiyat sanatları bakımındansa bunlar açık eğretilemelerdir. — Fels. Descartes şöyle yazar: “ Dikkatli bir zihine sunulan ve besbelli olan algıya açık diyorum; nitekim gözlerimizin önünde ol­ duğu, onları iyice etkilediği ve gözlerimi­ zin onlara bakar durumda bulunduğu za­ man, nesneleri açıkça gördüğümüzü söy­ leriz; ve onu gerektiği gibi göz önüne alan kimseye açıkça görünenden başka bir şe­ yi kendinde içermeyecek kadar belirgin ve başka şeylerden farklı olan algıya da, seçik diyorum” (Felsefenin ilkeleri, 45). —Huk.Türk hukukunda iki türlü açık artır­ ma yöntemi vardır: ihtiyari açık artırma ve cebri açık artırma, ihtiyari açık artırma­ da satıcı malını kendi isteğiyle artırmaya çıkarır ve satış sözleşmesi satıcının ihale­ si ile tamamlanır (Borçlar k. md. 225/2). ihtiyari açık artırmada, satıcı ihaleyi yapıp yapmamakta serbest olma hakkını saklı tutabilir ve önerilen fiyatı yeterli bulmaz­ sa malını satmayabilir. Cebri açık artırma ile satışta borçlunun haczedilen ya da if­ las masasına giren malları, onun isteği­ ne bakılmaksızın yetkili memurlarca artır­ maya çıkarılır. Bu satış, artırma memuru­ nun ihalesi ile tamamlanır (Borçlar k. md. 225). Cebri açık artırmada, sürülen en yüksek pey yasanın aradığı koşullara(ic. if.k. md. 115 ve 116)uygunsa artırmayı yapan yetkili memur, en yüksek pey sü­ rene ihaleyi yapmak zorundadır. — Kamu mal.Klasik iktisat kuramında büt­ çe denkliği esastır. Ekonominin bütünü için toplam talep yetersizliği ve buna bağlı olarak yaygın işsizlik sözkonusu değildir. Çünkü her arz kendi talebini yaratır. Her zaman, üretilen mal ve hizmetlerin değe­ rine eşit bir satın alma gücü oluşur. Eko­ nomide görülen ekonomik dalgalanma­ lar kısa süreli ve geçicidir. Devlet müda­ halesine gerek kalmadan piyasanın yapı­ sındaki istikrar sağlayıcılar kendiliğinden dengeyi sağlar. Oysa 1930'larda başgösteren durgun­ luk ve işsizlik bütün sanayileşmiş ülkele­ re yayılmıştır, dış ticarette koruyucu poli­ tikalar, sıkı para politikası ve üretim azal­ masının yol açtığı vergi gelirlerindeki dü­ şüş bütçe açıklarını doğurmuş, bu bütçe açıklarını gidermek için hükümetler ka­ mu harcamalarını azaltmıştır. Bu ise işsiz­ lik ve durgunluğu daha da artırmıştır. Bu dönemde ekonominin makro düzeyde iş­ leyişine yeni bir görüş ve analiz tekniği getiren J.M. Keynes’in General Theory'si, durgunluk ve işsizliğin yaygın olduğu bir ekonomide devletin ek kamu harcamaları yaparak gelirleri artırabileceğini ortaya koymuştur. Böylece bütçe, ekonomik durgunluk ortamında makro-ekonomik bir işlev kazanmıştır. Modern bütçe kuram­ ları içinde açık bütçe politikası başlıca devri bütçe kuramı ve telafi edici bütçe kuramı’yla açıklanmaktadır. Devri bütçe kuramında, bütçe denkli­ ği bir yıl için değil bir konjonktür dönemi için geçerlidir. Bir konjonktür dönemi bir­ birini izleyen enflasyonist ve deflasyonist eğilimleri içerir. Konjonktürün daralma dönemlerinde milli gelir ile birlikte vergi gelirleri de azalır. Giderlerde aynı miktar­



da bir kısıntı yapılmazsa otomatik olarak bütçe açıkları ortaya çıkar. Konjonktürün genişleme aşamasında ise vergi gelirle­ rindeki artış, harcamaların aynı düzeyde tutulması durumunda bütçe fazlası oluş­ turur. Bir konjonktür döneminde refah dö­ nemindeki bütçe fazlası atıl bir fonda sak­ lanarak toplam talebin azalmasına yar­ dımcı olurken, konjonktürün daralma dö­ nemindeki bütçe açıklan toplam talebi ar­ tırarak konjonktür dalgalanmalarını yumu­ şatıcı etki yaparlar. Bu yaklaşımda bütçe denkliği terk edilmiş değildir. Ancak denk­ lik bir yıl için değil, 8-10 yıl gibi bir kon­ jonktür dönemi için sözkonusudur. Telafi edici bütçe kuramı, gelişmiş ül­ kelerde üretim etkenlerinin piyasa güçle­ rine göre kullanımının tam istihdamı sağ­ lamadığı, ekonomide yapısal bir durgun­ luğun bulunduğu düşüncesinden hareket eder. Bu durgunluğun önlepmesi için, bütçenin sürekli açıkla bağlanması gere­ kir. — Mad.oc. Yüzeyde bulunan ve çok de­ rinde olmayan cevher yataklarında üre­ tim genellikle açık işletme biçiminde ya­ pılır. Bununla birlikte yüzlerce metre de­ rinlikte açık işletmelerin gerçekleştirilme­ sini ekonomik olarak sağlayan, şantiye araçlarının gelişmesi ve güçlerinin artması olmuştur (birkaç metre küpten yüksek sı­ ğalı kovaları olan mekanik kepçeler, bü­ yük draglaynlar, dik rampalara tırmana­ bilen, büyük kasalı ağır kamyonlar, bul­ dozerler, dikine geniş lağım delikleri açan ağır sondaj makineleri, vb.); örneğin Utah’daki (ABD) Bingham büyük bakır maden ocağının kazı boşluğu 800 m’ye iner. 1940'tan bu yana açık işletmeler dünyada çok gelişmiştir; maden filizi üre­ timi günde 200 000 tona ulaşan en bü­ yük ocaklar açık işletme biçimindedir. Üretim sınırı, "örtü kaldırma oranı” adı ve­ rilen ve filize ulaşmak için kazılan verim­ siz malzemenin yüzdesine dayanır. Çok değerli ürünler için (uranyum, kömür) ör­ tü kaldırma oranı % 30’a varabilir. Bugün dünyada metal filizlerinin °/o 50'sinin ve ametal filizlerinin °/o 85’inin açık işletme­ lerden elde edildiği sanılmaktadır. Açık iş­ letmeler iki büyük tipe ayrılır: basamaklı kraterler ve açık ocaklar. Birinci tipte, iş­ letme 10 ile 20 m yüksekliğinde basa­ maklar halinde yapılır. Bir basamağın arın kazısı, basamak kenarına koşut ve yak­ laşık 200 mm çapında, kenardan birkaç metre uzakta açılmış, geniş ve dik lağım delikleriyle gerçekleştirilir. Bu delikler, ba­ samak düzlüğünde hareket eden özdevingen sondaj makineleriyle açılır. Delme işlemi ya bir çelik halata bağlanmış bir matkabın darbeleriyle ya da üç konik dişli bir matkabın dönme hareketiyle yapılır. Deliklerdeki sondaj döküntüleri kaşıkla ya da sondaj çubuğunun içine hava üflene­ rek temizlenir. Tonlarca patlayıcı doldu­ rulmuş bu lağım deliklerinin atımı sonu­ cunda on binlerce ton toprak kopar. Pa­ letli büyük bir mekanik kepçe, kazılmış basamak tabanında, otuz metre genişli­ ğindeki banket üzerinde hareket eder ve bir buldozerle ya da lastikli yükleyiciyle kazılmış ürünün kamyonlara ya da va­ gonlara yüklenmesini sağlar. Kamyonlar ya da vagonlar kazı boşluğu kenarından helis biçiminde ya da çok dar bir rampay­ la doğal toprak düzeyine çıkar. Ocağın önemine göre, mekanik kepçe kovaları­ nın sığası 1,5 ile 20 m3, kamyonların fay­ dalı yüküyse 30 ile 2001arasında değişir. Yüzey örtüsünün onlarca metre altında hemen hemen yatay bir katmanda çalış­ mak sözkonusu olduğunda, örtü kaldır­ ma işlemi dev mekanik kepçelerle ya da draglaynlarla yapılır. (Sığası 140 m3 ’e ulaşan mekanik kepçeler vardır.) Kazılan toprağın taşınmasında kamyonlar kullanıl­ maz. Draglaynın dev kolu kazılan topra­ ğı doğrudan doğruya işletmenin öbür ya­ nına döker; bu alandaki toprak daha ön­ ce küçük mekanik kepçelerle kaldırılır. Kazı boşluğu, koşut olarak uzanan bir ki­ lometreden uzun bir dilim biçimindedir;



açık dilimin kenarlarından biri dekapajı yapıl­ mış topraktan, diğeriyse dökülmüş top­ raktan oluşur. Açığa çıkarılan katman da­ ha küçük boyutlu makinelerle dilimin di­ binden kazılır. Yumuşak ve kalın filizler için döner kepçeli ya da kovalı ekskava­ törler kullanılır. Bu makineler 50 m yük­ sekliğinde basamak alnı elde etmeye, günde 50 000 ile 200 000 m3 filiz üret­ meye ve 500 m derinliğe kadar inmeye olanak verir. Bu tip açık işletmede, ma­ den filizi genişliği 3 m’ye varan ve saatte 40 000 t sığalı basamaklı konveyörlerle taşınır. Açık işletmeler, patlamaların ve maki­ nelerin gürültüsü, toz, moloz yığınları, kazı boşlukları ve toprağın geçici olarak çorak­ laşmasıyla ciddi zararlara yol açar. Bu­ nunla birlikte bu zararlar zamanla gideri­ lebilir. işletme sonunda kazı yeri ve de­ likleri döküntüler ya da suyla doldurarak kraterleri yeniden düzenleme olanağı ço­ ğu kez vardır; örtü kaldırma uygulanan açık işletmelerde, üretim ilerledikçe arka­ da kalan arazi eski durumuna getirilebilir ve toprak birkaç yılda tarıma açılabilir ve ağaçlandırılabilir: Köln bölgesindeki lin­ yit işletmeleri bu yolla yılda 400 h arazı işlemektedir. Birçok ülkede kazılan alanların yeniden düzenlenmesi işletme izni için artık zorun­ lu koşul olmuştur.



68



başkanınca, Cumhuriyet senatosu üyeli­ ğine atandı (1961 - 1968). A ç ıkb a ş, Ahmet Mithat’ın ilk oyunu (1874). 4 perdelik bir töre komedisidir. Oyunun baş kişisi Hüsnü Bey tipinde, Tanzimat sonrasının alafrangalık özentisi alaya alınır. (-» Kayn.) AÇIKÇA be. Dolambaçsız, net, açık ola­ rak: Derdini açıkça anlatmak. Bir daha geç kalmamasını açıkça belirttim. AÇIKÇASI bağ. Yer aldığı cümlenin açık ve kısa olarak belirtilen bir sonuç ol­ duğunu gösterir: Açıkçası, seni görmek istemiyor. Açıkçası, şirketin durumu kötü­ ye gidiyor. A Ç IK Ç I a. Bors. -DÜŞÜŞE OYNA­ YAN.



AÇIKGÖZ sıf. ve a. 1. Bir işi kolay yap­ ma ve yürütme yollarını bulan kimse için kullanılır; becerikli: Tuttuğunu koparan açıkgöz bir adam. —2. Fırsat ve olanakrı, çıkarını sağlayacak biçimde değerlen­ dirmesini bilen kimse için kullanılır; kur­ naz: Savaş yıllarında zenginleşmiş açık­ gözlerden biriydi. AÇIKG Ö ZLÜK ya da AÇIKGÖ ZLÜ­ LÜK a. 1. Açıkgöz olma durumu; açık­ göz kimsenin özelliği; beceriklilik, kurnaz­ lık: Her işi açıkgözlükle halledeceğini san­ ma. Açıkgözlüğüyle övünmek. —2. Açık­ gözlük etmek, işini kolayca yürütmek; fır­ satlardan çıkar sağlayacak biçimde yarar­ lanmak. ■ A çıkh a va tiy a tro s u , İstanbul'da, Har­ biye ile Dolmabahçe arasındaki sırtlarda, antik tiyatrolara öykünülerek yapıldı. 9 ağustos 1947'de açıldı. Yaklaşık 4 bin kişi alabilen tiyatroda ilk olarak Kral Oidipus trajedisi oynandı. Ancak konumunun ve çevresel koşuliarın elverişsizliği yüzünden günümüzde tiyatrodan çok.başka türden toplu gösteriler için kullanılmaktadır. ■2 | 3 ış g'



Açıkhava tiyatrosu



— Topo\.»Birkaçaçık örneği."! ° v (a,b)e İR2 içinja,£>[ aralığı İR nin bir açığıdır; 2° vn t N* ve v (a„, t>„)



€İR2 için f ]



]a„,bn[ tuğlası, IRn nin bir açığıdır; 3° Bir metrik uzayın her açık yuvarı bir açıktır; 4° F bir topolojik (E, ts) uzayının bir par­ çası ise, F nin bir açığı, E nin bir açığının F üzerindeki izidir. • Açıklar elde etmenin başka yolları: 10 Açıkların sonlu her kesişimi bir açıktır; 2° Açıkların sonlu ya da sonsuz her birleşi­ mi bir açıktır; 3° arasıyla topolojik E/uzayı içinde bulunan A, açıklarının I I



A,



çarpımının, Fi E, nin boş olmayan bir açığı olması için gerek ve yeter koşul A, nin E, nin bir açığı olduğu sonlu sayı­ daki / indisleri dışında, A,= E, ifadesinin gerçeklenmesidir. Öte yandan, bir açı­ ğın, noktalarından her biri için, bir dolay olduğunu belirtmek gerekir. Simgelemeler, örnekler ya da tamam­ layıcı özellikler için -* kapali, iç. A Ç IK A U N (Mehmet Cevat), türk diplo­ mat (İstanbul 1898 - Sapanca yakınları 1970). Galatasaray lisesi'ni, Cenevre Hu­ kuk fakültesi’ni bitirdi (1921). Dışişleri bakanlığı'na girdi. Lozan delegasyonunda sekreter olarak görevlendirildi(1923).Dışışleri bakaniığı hukuk danışmanı, Hatay olağanüstü delegesi (1938) oldu. Mosko­ va büyükelçiliğine atandı (1942). Dışişle­ ri genel sekreterliğine getirildi (1943). Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün Adana’ da Churchill, Kahire'de Churchill ve Roosevelt ile yaptığı görüşmelerde bulun­ du (1943). Londra (1945 - 1952), Roma (1954-1961) büyükelçiliği yaptı. Cumhur­



A Ç IK H A V A C ILIK a. Res. Açık mekânlara ilişkin sahnelerin, doğal ışık oyunlarını da az çok gözeterek sunulması. (Bu sözcük, özellikle XIX. yy.’ın ikinci yarışm­ da resim sanatındaki bir yönelimi belirtir; bu yönelim gerçekçilik, gündelik yaşamı resimleme anlayışı ve izlenimcilik arasın­ da yer alır. (Fransa [Bastien-Lepage, Roll], İtalya, Almanya ve Orta Avrupa’da, Rusya, İskandinavya, ABD, vd. ülkelerde pek çok örneği vardır.) AÇIKKALPLİ sıf. ve a. AÇlKYÜREKLİ’nin eşanlamlısı.



AÇIK KA LP LİLİK a. AÇlKYÜREKLİLİK'in eşanlamlısı,



AÇIKLAM A a. 1. Açıklamak eylemi: Bir bilinmeyeni, bir sorunu, bir kavramı açık­ lama: Bakanın bu konuyu basına açıkla­ ması bekleniyor. —2. Yetkili bir kişi tarafından bir soruyu, sorunu ya da ko­ nuyu ayrıntılı bir biçimde aydınlatmak, kavranmasını sağlamak amacıyla verilen bilgi; beyanat, demeç, izahat: Konuşma­ cıların gecekondu sorunu üzerindeki açıklamaları gerçekçiydi. Son düzenle­ melerle ilgili açıklamalar çok çelişkili. —3. Bir metnin bütününü ya da öğelerini aydınlatmaya yönelik çözümleme; yorum, tefsir: Kuran'm türkçe açıklaması. —4. Gizli olan ya da gizli kalması gereken bir bilgiyi, bir haberi duyurma; ifşa: Gazete­ nin kaçakçılıkla ilgili açıklaması büyük şaşkınlık yarattı. —5. Anlaşılmadığı ya da yanlış anlaşıldığı düşünülen bir davranı­ şın, bir sözün kapalı kalan yönlerini aydın­ lığa kavuşturma amacıyla verilen bilgi; tavzih: Bu konuda yeni bir açıklama bek­ liyorum. Akşamki davranışınla ilgili açık­ lamaların beni doyurmadı. —6. Açıklama yapmak, açıklamada bulunmak, bir soru­ yu, bilinmeyen bir şeyi, bir olgunun, du­ rumun nedenini ayrıntılı bir biçimde orta­ ya koymak; bilgi vermek, izah etmek, iza­ hat vermek, tavzih etmek: Bakan son ata­ malar konusunda açıklama yapmaktan kaçındı. Son çıktığı gezi hakkında geniş



açıklamalarda bulundu. — Bilş. Bir programın içinde yer alan ve yalnızca program okuyucusunu aydınlat­ mayı amaçlayan açıklayıcı metin. (Açık­ lamalar algoritma üzerinde etkisizdir ve derlemede ortadan kalkar.) — Bür. ger. Bir kart üzerindeki delgilerin, aynı kart ya da bir başka kart üzerinde anlaşılır bir dile çevrilmesi. — Dilbil. Bir ad ya da adıla, açıklama, ni­ teleme amacıyla bir sözcük ya da cümle ekleme yöntemi; bu biçimde eklenen söz­ cük ya da cümle. (Bk.ansikl. böl.)||Bir söylemde, temaya yeni bir öğe, yem bir bilgi katan bölüm. (Hint - avrupa dillerin­ de, açıklama ile yüklem çoğunlukla birbi­ rinden ayırt edilemez.) [ Karşıtı TOPİK. ] — Fels. Toplumsal inanç açıklaması, Rousseau’ya göre, toplum dışına itilme tehdidi altında yasaları kabul etme. (Bk. ansikl. böl.) — Haritc. Bir haritanın açıklaması, hari­ tanın kapladığı yüzey dışında yer alan bil­ gilerin tümü. — Huk. Mahkeme kararlarının yeterince açık olmaması ya da çelişik hükümler ta­ şıması durumunda tarafların başvurusu üzerine anlaşılması zor hükümlere ilgili mahkemece açıklık getirilmesi ya da hü­ kümlerdeki çelişkinin giderilmesi (Huk. us. muhakemeleri k. md. 455; ida. yargılama us. k. md. 29). [Eşanl.TAVZİH.] ]|Açıkla­ ma hakkı, bir yapıtı kamuoyuna sunma hakkı. (Eşanl. UMUMA"ARZ SELAHİYETİ.) [Bu hak, yalnızca yapıt sahibine aittir: "Bir eserin umuma arz edilip edilmemesini, yayımlanma zamanını ve tarzını münha1 sıran eser sahibi tayin eder. ’ ’ (Fikir ve sa­ nat eserleri k.md.14/1).] — Mant. Bir kavramı açıklama, bu kav­ ramla, tam eşdeğerli bir başka kavramı gösterme. (Bk. ansikl. böl.) ♦ açıklamalar çoğl. a. Bir kitapta ayrı bir bölümde verilen ek bilgi, bu bilgilerin yer aldığı bölüm. —Tiyat. Bir tiyatro yapıtı metninde kişile­ rin sözleri dışında kalan işaretlerin (sah­ neyle ilgili bilgiler, kişilerin adları, oyun metninin bölüm işaretleri, vb.) tümü. — ANSİKL. Dilbil. Açıklama, genellikle ko­ nuşma dilinde bir duraklamayla, yazıiı an­ latımda bir virgülle belirginlik kazanır (En sevdiğim kente, İstanbul'a gidiyoruz.). Ni­ telenen bir addan ya da adıldan sonra gelen bir ad (Selim III, Osmanlı padişa­ hı), bir adfiil (Bir tek şey istiyorum, gitmek.) açıklama olabilir. — Fels. J.-J. Rousseau şöyle yazar: "Öy­ leyse bir salt toplumsal inanç açıklaması vardır: bunun maddelerini egemen var­ lık (hükümdar), dinin dogmaları gibi de­ ğil de, toplumsallık duyguları olarak sap­ tar; bu duygular olmadıkça, iyi bir yurt­ taş ve sadık bir insan olmak olanaksızdır. Egemen varlık hiç kimseyi onlara inanma­ ya zorlamaz, ama bunlara inanmayan bir kimseyi de devletin dışına sürebilir. Bu işi de, o kimse dinsiz olduğu için değil, top­ lum yaşamına ayak uyduramıyor ve ya­ saları, adaleti yürekten sevmede ve ge­ rektiğinde, ödevi uğruna yaşamını hiçe saymada yetersiz kalıyor diye yapabilir. Ancak, herhangi biri herkesin önünde bu dogmaları kabul ettikten sonra onlara inanmıyormuş gibi davranırsa, bu kimse­ nin ölümle cezalandırılması gerekir; suç­ ların en büyüğünü işlemiştir o ve yasalar önünde yalan söylemiştir" (Toplum söz­ leşmesi, 4,8). —Mant. Carnap’a göre, "açıklama, an­ lamı kesin olmayan, bilim öncesi bir kav­ ramın, yani açıklanan'ın , anlamı kesin olan yeni bir kavrama, yani açıklayan'a dönüştürülmesi demektir; açıklanan, an­ lamı tam-belirli deyimlerle dile getirilemez­ se de, biçimsel olmayan aydınlatmalar (ing, expfanation) ve örnekler yardımıyla olabildiğince anlaşılabilir bir biçime sokul­ malıdır ” (Logical foundations ot Probability, 2). Eskiden beri tartışılan bir sorun, açık­ lamaların doğruluğu sorunudur; açıklan­



açıklık ması istenen kavramın anlamı belirsiz ol­ duğuna göre, elde tartışma götürmez bir ölçüt yok demektir. Genellikle bir açıkla­ ma, sezgisel olarak açık görünen durum­ lar için geçerli ise iyi bir açıklama sayılır; geçerliliğini böylece kanıtlamış bir açıkla­ madan, tartışmalı durumlar için de bir ka­ rar verme ölçütü sağlanması beklenir, ö r­ neğin, açıklanması istenen kavram bir fonksiyonun sürekliliği kavramı olsun. Bu­ rada açıklanan, kalemi kaldırmadan eğ­ risini çizebileceğimiz y = f (^biçiminde­ ki her fonksiyonla doğrulandığı söylenen sezgisel niteliktir. Pek bilinen modern açıklayan iseşöyledir: eğer bir fonksiyon, tanımlama alanının her noktasında sürek­ liyse, ayrıca tanımlama alanının x0 Ştbi herhangi bir .noktasında sürekli olması için her bir e için x-x0 < 6 içerir j f(x) - f(x0 ) \ < t ’yi geçerli kılan bir 6 'nin var olması yetiyorsa, o fonksiyon sürekli bir fonksi­ yondur. Modern süreklilik kavramının sez­ gisel süreklilik kavramının uygun bir açık­ layanı olarak sıkı biçimde tanıtlanamaz, çünkü eski kavram sıkı tanıtlamalara ko­ nu olamayacak kadar belirsizdir. Gene de bu aydınlatmanın basit eğriler için geçerli olduğu kanısına varılabilir, şöyle ki: bir eğ­ rinin eski anlamda sürekli olduğundan emin olduğumuz her yerde onun yeni (modern) anlamda da sürekli olduğu ka­ nıtlanır. Eğer durum bilim-öncesi (sezgi­ sel) kavram yardımıyla sorunu çözmemi­ ze olanak vermeyecek kadar karmaşık­ sa, bu durumda yeni kavramdan yarar­ lanabiliriz. Böylece açıklama kavramının, Kant’ın söylemek istediği gibi, bir kavram­ da öttük bir biçimde bulunan nitelikleri aç­ maktan (yani belirtik bir biçime sokmak­ tan) ibaret olmadığı, dolayısıyla açıklama­ nın kuralcı bir yönü de olduğu anlaşılı­ yor. A Ç IK LA M A K g.f. 1. Bir soruyu, bilin­ meyen bir şeyi (bir kimseye) açıklamak, bir kimseye o şeyi gerekli ayrıntıları, ana öğeleri belirginleştirerek anlatmak, o kim­ senin o şeyi anlamasını sağlamak; bilgi vermek; aydınlatmak, izah etmek: Yapı­ tın amacı insan gerçeğim açıklamaktı. Başbakan yeni para politikasını ayrıntıla­ rıyla açıkladı.—2. Bir şeyi, başka bir şeyle açıklamak, onun nedenini ortaya koymak: Elmanın yere düşmesini yerçekimiyle açıklamak.—3. Bir sonucu (topluma, biri­ sine) açıklamak, kamuoyuna, ilgililere so­ nucu bildirmek; duyurmak; ilan etmek: Sı­ nav sonuçlarını, kazananları, kaybeden­ leri açıklamak. Yargıç, kararını açıkladı. —A.Bir şeyi(topluma, birisinejaçıklamak, gizli olan ya da gizli Kalması gereken bir bilgiyi, bir haberi açığa vurmak; duyur­ mak, ifşa etmek: Polis katilin kimliğini açık­ lamadı. Gizli bir ilişkiyi basına açıklamak. —$.8irşeyi açıklamak,anlaşılmadığı yada yanlış anlaşıldığı düşünülen bir davranı­ şın, bir sözün iyi ya da doğru anlaşılma­ sını sağlamak; tavzih etmek, tasrih etmek: Niçin gelmediğini açıklamaktan özenle kaçınıyor. Daveti reddediş nedenini açık­ lamadı. Sözlerinle yazıların arasındaki çe­ lişkiyi nasıl açıklayacaksın? Bu sözlerle ki­ mi kastettiğini açıkla.—6. Bir metni,bir ya­ zarı, sanatını açıklamak, metnin ayrıntılı bir yorumunu yapmak, yazarın sanatının amacını, yönelişlerini ortaya koymak, çö­ zümlemek; yorumlamak, tefsir etmek. # açıklanmak edilg. f. Açıklamak eylemi­ ne konu olmak. Kan davası, toplumsal baskıyla açıklanabilir. Sınav sonuçları açıklandı. Ziyaretin iptal nedeni henüz açıklanmadı. Açıklanması güç bir durum. ♦ açıklatmak ettirg. t.Birşeyiaçıklatmak, bir kimsenin, o şeyi açıklamasını sağla­ mak. AÇIKLANAN a. Mant. Açıklama sonun­ da aydınlanması beklenen kavram. AÇ IK LAN M AK -»AÇIKLAMAK. AÇ IKLAR AĞASI Ask. tar. Tuna'da iş­ leyen ve “ üstü açık" denilen gemilerin bakım ve donanımından sorumlu kaptan­



lara verilen ad. AÇ IKLAŞM AK gçz. f. Rengi açık hale gelmek. ♦ açıklaştırmak ettirg.f. Bir şeyin ren­ gini açıklaştırmak, koyuluğunu gidermek, açmak. AÇIK LAŞTIR M AK -AÇIKLAŞMAK. A Ç IK LA T M A K - AÇIKLAMAK. AÇIKLAYAN a. Mant. Açıklama sonun­ da elde edilen kavram. A Ç IK LA Y IC I sıf. Bir sorunu, bir konu­ yu açıklığa kavuşturan, aydınlatan şey için kullanılır: Açıklayıcı bilgi. Konferans­ tan sonra konuyla ilgili açıklayıcı bir film gösterilecek. A Ç IK L IK a. t . Açık olma durumu; açık olan şeyin niteliği: Yakanın açıklığını ör­ ten bir eşarp. Demokrasi, bir açıklık reji­ midir. Havanın açıklığı. Bir filmin, bir fıkranın açıklığı. Açıklık koyuluk derece­ leri. —2. Kesin, açık olan, kolaylıkla an­ laşılabilen şeyin niteliği: Bir anlatımın açıklığı, Bir düşüncenin açıklığı. —3. iki şeyi birbirinden ayıran uzaklık; aralık, boş­ luk, mesafe: Binalar arasında belli bir açıklık bırakıldı. —4. Geniş, boş alan: Ço­ cuklar evlerin arasındaki açıklıkta oynu­ yorlar. —5. Bir şeye açıklık getirmek, tartışmalı bir konuyu, bir sorunu aydınlı­ ğa kavuşturmak; açıklık kazandırmak: Tü­ züğün bu maddesi siyasal suç konusuna açıklık getirmektedir. || Açıklık kazanmak, açıklığa kavuşmak,sözkonusu belirsiz, ka­ palı bir konu, bir sorun vb. ise açık, anla­ şılır duruma gelmek. || Açıklık yer, geniş, düz, boş yer; kır || (Bütün, olanca vb.) açıklığıyla, hiçbir şey gizlemeden; apaçık: Gerçeği olanca açıklığıyla ortaya koymak. Suçlu, dayı bütün açıklığıyla anlattı. — Bayınd. Art arda gelen iki mesnedin (kirişte) ya da iki ayağın (köprüde) birbiri­ ne bakan yüzleri arasındaki uzaklık |j Ha­ reketli köprü açıklığı, kimi hareketli köprülerde, gemilerin geçmesine olanak vermek için konsol biçiminde yer değiş­ tiren açıklık. (Örneğin, inip kalkan Scherzer köprülerinde açıklık, uzantısı olan dişli bir parçanın yerde yuvarlanmasıyla yük­ selir ya da alçalır; bir ya da iki açıklıklı dö­ ner köprülerde açıklık ya da açıklıklar düşey bir eksen çevresinde dö­ ner.) || Köprü açıklığı, köprünün art arda gelen iki dayanak arasında kalan bölü­ mü. |! Mesnet açıklığı, art arda gelen iki mesnedin merkezleri arasındaki uzaklık ya da bir kemerde ankastrelik merkezle­ ri arasındaki aralık. — Dy. Açıklık mastarı, bir demiryolunda rayların hat genişliğini denetlemek için kullanılan gabari. — Fels. Descartes’a göre, açık bir algı­ nın niteliği. (Açıklık, Descartes'a göre, ge­ nellikle seçiklikle birlikte bulunur.) — Foto. Bir objektifin göreli açıklığı, mer­ ceğin yararlı çapının odak uzaklığına ora­ nı. (1:n biçiminde belirtilir.) *s—Harita. Açıklık açısı, bir haritanın doğ­ rusal yön açısı; açı izdüşüm ordinatları ek­ seni doğrultusundan başlayarak saat ibresi yönünde hesaplanır. (XA,YA,XB, ve Yb koordinatlarının bilinen iki noktası A ve B olursa, AB doğrultusunun G açıklık açı­ sı aşağıdaki bağıntıyla verilir:



— Havc. Kanadın açıklık oranı, kanat açıklığının ortalama derinliğine ya da bu açıklığın karesinin kanat yüzeyine oranı. (Bk. ansikl. böl.) || Kanat açıklığı, bir ka­ nadın düşey bakışım düzlemine dik ola­ rak ölçülen boyutu. (Bk. ansikl. böl.) — Huk. Kamuya ait işlerin halkın bilgisi içinde yapılması ilkesi. (Eşanl. ALENİYET.) [Halkın kamu kuruluşlarına güvenini sağ­ lama amacına yönelik olan bu ilke, dev­



letin tüm görevlerinde geçeriidir. Ancak yasalarla bu ilkeye kimi sınırlamalar geti­ rilebilir.] || Duruşmanın açıklığı, yargıla­ manın herkese açık olması. (Duruşmala­ rın bir kısmının ya da tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlakın ya da kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıl­ dığı durumlarda karar verilebilir [Anaya­ sa md. 141 ].) || Meclis görüşmelerinin açıklığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ge­ nel kurulundaki görüşmelerin açık olarak yapılması. (Türkiye Büyük Millet Meclisi, içtüzük hükümlerine göre kapalı oturum­ lar yapabilir; bu oturumlardaki görüşme­ lerin yayımı Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına bağlıdır [Anayasa md, 97].)|| Ta­ pu sicilinin açıklığı, tapu kütüğündeki ka­ yıtların herkese açık olması. (Tapu kütü­ ğü herkese açıktır, ilgisi olduğunu kanıt­ layan herkes, önemli saydığı başlıca say­ faların belgeleriyle birlikte kendisine gös­ terilmesini ya da bunların birer örneğinin verilmesini isteyebilir [Türk Med. k. md. 928]). — Isıbil. Pencere açıklığı, çekmece ayak­ larının, buharın silindire girmesini sağla­ yan pençeleri ya da delikleri açma derecesi. (Genişleme ne kadar büyükse, açıklık o kadar küçüktür. Bununla birlikte açıklık ne kadar genişse, çekmece avansı da o kadar büyüktür.) — inş. Bir yapıda iki dayanak noktası arasındaki mesafe. — Bir kirişin, keme­ rin, döşemenin ya da tonozun dayanak noktaları arasında ölçülen yatay boyut. — Bir duvar içine gömülmüş bir parça­ nın serbest bölümünün yatay boyutu. — Çevreyi görmek için bir duvara açı­ lan delik. || Düğümlerarası açıklık, çelik çatılı bir yapıda, iki çıta ya da bir çıtayla kalkan duvarı saçağı arasında kalan uzaklık. || Kiriş açıklığı, iki ana kiriş arası­ na yerleştirilen kirişleme. j| Makas ara açıklığı, iki çatı makası arasında kalan uzaklık.jl Parmaklık açıklığı, iki taş taban ya da akroter arasında yer alan tırabzan ayaklarının tümü. || Tonoz açıklığı, iki pe­ kitme kemeri arasında kalan tonoz par­ çası. — Kad. hast. Dölyatağı boyun-kıstak açık­ lığı, dölyatağı boynunun iç deliğinin anor­ mal ve zamansız açılması. (Bk. ansikl. böl.). — Mad. oc. Bir şantiyenin cidarlara dik olarak ölçülen boyutu. \\Eşdeğer açıklık, havalandırmada ince bir cidarda bırakı­ lan dairesel açıklık yüzeyi. (Bu yüzeyin ha­ va geçişine karşı gösterdiği direnç, göz önüne alınan ocak direncine eşdeğerdir.) — Metalurj. Bir yüksek fırının alt bölümün­ de açılmış delik. — Opt. Aynaların ve dürbün mercekle nin yararlı yüzeyi, yani bu camların ışık ışınlarına açılan yüzeyleri. (Optik aletlerin açıklığı, bir yandan ışıldama güçlerini, öte yandan da ayırma güçlerinin sınırını be­ lirler. Çok büyük açıklıklar, sapınçların or­ taya çıkmasına yol açar.) || Açıklık çapı, dairesel olduğunda bu yüzeylerin ça­ pı. || Bir merceğin göreli açıklığı, açıklık çapının odak uzaklığına oranı. (Merceğin sapınçları bu sayıyla artar. Kimi kez, bu oranın yarısına açıklık oranı denir.) || Bir mikroskop objektifinin sayısal açıklığı, n U ifadesi; n cisimle objektif arasındaki or­ tamın kırılma indisini, U ise gelen deme­ tin en büyük eğimli ışık ışınının objektifin ekseniyle yaptığı açıyı gösterir. (Bu sayı­ sal açıklık olabildiğince büyük olmalıdır, [genellikle 1,4’e ulaşır], çünkü onun de­ ğeri aletin ayırma* gücünün değerini belirler.) ■ — Ormanc. Bir ormanda ağaç bulunma­ yan yer. —Oto. Dingil açıklığı, bir taşıtın uç din­ gillerinin eksenlerini ayıran uzaklık. |j Ön tekerleklerin açıklığı, önden çekişli otomo­ billerde ön tekerleklere ilerleme yönünde verilen ıraksaklık. (Bu açıklık ilerleme sı­ rasında tekerleklerin koşutluğunu sağla­ mak için gereklidir. Tersine, çekişli olmayan ön tekerlekler arasında kapanık-



açıklık açısı



Iık denilen bir daralma görülür.)



20 hatta 25'in üstüne çıkar; nakliye uçak­ larında kanat açıklık oranı 6 ile 10, sesüstü savaş uçaklarındaysa 2 ile 3 arasında değişir. —Kad. hast. Dölyatağı boyun-kıstak açık­ lığı. gebeliğin gelişimini tehlikeye sokan bir durumdur. Çünkü böyle bir açıklık, dölyatağını kilitleme görevini yerine geti­ remez; oysa yumurtanın dölyatağında ka­ labilmesi bu kilitlenme olmadan olmaz. Zor bir doğumdan ya da bir düşükten ileri gelen travma, açıklığın en sık görülen ne­ denidir. Açıklık, gebelikten öhce, boyun­ dan 7 mm’den kalın çapta madeni bujilerin kolay geçmesine, histerografiye, dölyatağı içine önceden sokulup sonra içi sıvıyla doldurulan bir baloncuğu çekip çı­ karmak için harcanan çekme gücüne ba­ kılarak belirlenebilir. Gebelik sırasındaysa açıklık, dölyolunun parmakla muayene­ siyle saptanabilir. Tedavi, boyun iç deli­ ğine normal çapını yeniden sağlamayı öngörür. Bunun için, mukoza altına ge­ çirilen ve düğüm yapılarak sıkılan bir nay­ lon iplikle boyun kısmını “ büzmek” gerekir. Bu iplik 38 haftanın sonunda ya da doğum başlangıcında kesilir. AÇIKLIKÖ LÇER a. Bir mikroskobun açıklığını ölçmeye yarayan aygıt. (Eşanl. APERTOMETRE.)



bir otomobilin ön tekerleklerinin açıklığı — Radyotekn. Bir antenin açıklığı. ışıyan açıklık, en büyük ışıma yeğinliği doğrul­ tusuna dik olan ve yöneltici bir anten ya­ kınında bulunan düzlemsel yüzey parçası; parça içinden ışıyan gücün he­ men hemen tümü geçer. — Res. Pergel açıklığı, pergelin iki kolu arasındaki uzaklık. — Sesbilg. Bir ünlünün eklemlenmesin­ de çenelerin birbirinden uzaklaşma dere­ cesi. || Ünlü ya da ünsüz sessel bir birimin çıkarılışı sırasında eklemleyiciyi eklemle­ me yerinden ayıran mesafe. — Tekst. Açıklık mastarı, -tarağın kenar­ larını uygun biçimde açık tutabilmek için el dokumacısının kullandığı tahtadan par­ ça. | Gücü gözü açıklığı, gücülerdeki ara­ lık ya da açıklığın yanı sıra boş bırakılan ve kullanılmayan gücü gözleri, yani nireler. || Tarak diş açıklığı, bir dokumacı ta­ rağının dişleri arasında kalan aralık. (Eşanl. TARAK DİŞ BOŞLUĞU'.) —ANSİKL. Havc. Sonlu kanat açıklığı, uç­



ları profilli bir kenarla son bulan belli bo­ yutlarda bir uçak kanadının belirgin niteliğini verir. Sonsuz kanat açıklığı, son­ suz uzunlukta ve her yanında aynı profili olan ideal bir kanadı belirtmekte kullanı­ lır. Sözkonusu durumu yaklaşık olarak gerçekleştirmek için havatünelinde kanat uçlarına, kanat açıklığına dik konumda iki büyük levha yerleştirilir ve ölçümler kanat merkezinde yapılır. Bu teknik adı geçen profil için ortalama bir kaldırma katsayısı elde etmeyi sağlar. Gerçek kanatla son­ suz açıklıklı kanat çevresindeki hava akış­ ları çok farklıdır; dolayısıyla, gerçek kanadın uç kenarlarında burgaçlar orta­ ya çıkarak kaldırma gücünü düşürür ve sürüklenmeyi artırır. Açıklık, yalnızca ka­ nadın boyutlarını belirler, oysa açıklık ora­ nı onun aerodinamik niteliklerini ortaya koyar. Kanadın açıklık oranı onun aerodina­ mik niteliklerini belirtmede önemli bir et­ kendir; çünkü aerodinamik sürüklenme­ nin karşıtkaldırmayı oluşturan bölümünü yani indüklenmiş sürüklenmeyi hesapla­ mada doğrudan doğruya yer alır. Kana­ dın hücum açısı büyük olduğunda, açıklık oranıyla ters orantılı olan indüklenmiş sü­ rüklenme büyük bir değere ulaşır. Bunun­ la birlikte, açıklık oranı büyük, daha güçsüz, ama daha etkili bir kanat çizerek bu değeri küçültme olanağı vardır; bu et­ kililik kanat ucunda ortaya çıkan burgaç­ ların öneminin azalmasından kaynaklanır. Yalnızca planör kanatlarının açıklık oranı



AÇIKOTURUM a. Çeşitli sorunların, dinleyiciler, izleyiciler önünde tartışıldığı toplantı. —ANSİKL. Açık oturumu yöneten kişi, tar­ tışılacak konunun sınırlarını belirledikten sonra, o konuyla ilgili çeşitli görüşleri sa­ vunacak olan konuşmacıları tanıtarak on­ lara söz verir. Yönetici, kurallara uymayan konuşmacının sözünü kesebilir. Gereki­ yorsa toplantının sonunda sonuçlan özet­ ler. Türkiye’de özellikle 1960'tan sonra öğrenci dernekleri, sendikalar, siyasal ku­ ruluşlar, sanat örgütleri çeşitli konularda sık sık bu tür oturumlar düzenledi; radyo ve TV’de bu nitelikte görüşmeler yayın­ landı. Kimi dergi ve gazetelerde, iki ya da daha çök kişinin katıldığı tartışmalar, ön­ ce ses alma aygıtıyla saptanmakta, son­ ra yazıya dökülerek “ açıkoturum" adıy­ la yayımlanmaktadır. A ç ık ö ğ re tim fa k ü lte s i, Anadolu üniversitesi’nin (Eskişehir) dokuz fakültesin­ den biri. 20 temmuz 1982’de kuruldu. Gö­ revi, merkezi yüksek öğretimi ülke çapın­ da yürütmek, eğitim teknolojisi ve uzak­ tan eğitim olanaklarıyla (radyo, televizyon, programlanmış ders kitapları vb.) geniş kitlelere yükseköğretimde fırsat eşitliği sağlamaktır. Fakültenin uzaktan öğretimin yanı sıra, geleneksel türde öğretim yapan bölümleri de vardır. Eğitim süresi dört yıl­ dır. Diploması, yasal olarak benzeri kuru­ luşların diplomasına denktir, iki anabilim dalı; iş idaresi ve ekonomi dalları vardır. Özgün eğitim bölümleriyse şunlardır: si­ nema ve televizyon, basım ve yayımcılık, eğitim iletişimi ve planlaması, iletişim sa­ natları. A çıksö z, Kastamonu’da yayımlanan günlük gazete. Hüsnü (Açıksöz), Ahmet Hamdi ve Tahir (Karaoğuz) tarafından ku­ ruldu. 15 temmuz 1919’da iki sayfa ve haftalık olarak çıkmaya başladı. Kurtuluş savaşı'nı destekledi. Gazetenin yazarları arasında İsmail Hakkı (Uzunçarşılı), İsmail Habib (Sevük), Arif Nihat (Asya), Orhan Şaik (Gökyay), Talat (Onay) gibi düşün ve edebiyat adamları vardı. Zaman zaman ücretsiz olarak dağıtılan gazetenin kimi sayılarında halk, silah eğitimine çağrılıyor­ du. 1921 ’de, cumartesi dışında her gün çıkmaya başladı. 1931'de kapandı. Hüs­ nü Açıksöz, 1937’de Doğrusöz adıyla ye­ ni bir gazete çıkardı. Onun ölümüyle (1939) el değiştiren gazete, yerel düzey­ de 1972'ye değin yayımını sürdürdü AÇ IK S Ö Z (Hüsnü), türk gazeteci (Edir­ ne, Kırcaalı, 1894 - İstanbul 1939). Lise öğrencisiyken, Birinci Dünya savaşı'na katıldı. Kurtuluş savaşı yıllarında arkadaş­ larıyla birlikte Açıksöz gazetesini çıkardı



(1919). 1927’de gazetenin sahipliğini üst­ lendi. Açıksöz'ün kapanmasından (1931) sonra Doğrusöz'ü- yayımlamaya başladı (1937). Aynı yıl milletvekili seçilerek par­ lamentoya girdi, istiklal harbinde Kasta­ monu (anı) ve Başefendi (oyun) adlı ya­ pıtları vardır. AÇ IK SÖ Z (isfendiyar), türk futbolcu (Kastamonu 1929). Futbola, Galatasaray lisesi'nde öğrenciyken başladı. 19481958 arası Galatasaray takımında oyna­ dı. 18 kez milli takımda yer aldı. AÇIKSÖ ZLÜ sıf. ve a. Bir konuda dü­ şüncelerini saklamadan, açıkça söyleyen kimse için kullanılır; açıkyürekli, içten: Ya­ lan söyiemek açıksözlü bir insana yakış­ maz. Açıksözlü olmak. AÇIKSÖ ZLÜ LÜK a Açıksözlü olma durumu; açıksözlü kişinin özelliği; açıkyüreklilik, içtenlik. AÇ IK TA N be. 1. Emek ve para harca­ madan, havadan: Bu para bana açıktan geldi. Açıktan para kazanmak. —2 Sıra ve aşama gözetilmeden yapılan atamayı belirtir: Açıktan tayin. —Bors. Açıktan satış, elde mevcut olma­ yan, fakat ileride daha uygun fiyatla sa­ tın alınabileceği tahmin edilen menkul kıy­ metlerin şimdiki fiyatlarla vadeli satışı.(Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Türkiye'de, 1985 yılı sonunda kaldırılan eski borsa sistemi içinde yer al­ mış bulunan vadeli işlem yöntemi, pratikte uzun zamandan beri bırakılmıştı. Yeni ku­ rulan İstanbul Menkul kıymetler borsası’ nda da başlangıçta işlemlerin sadece pe­ şin esasına göre yapılması kabul edilmişti. Ancak gelişmelerin doğuracağı ihtiyaca göre ileride vadeli işlemlere de geçilebi­ lecektir. AÇIKTOHUMLULAR a Bot Yumurta cıkları, sonra tohumları, kapalı tohumlu bitkilerde olduğu gibi önce bir yumurta­ lık içinde, sonra kapalı bir meyvede de­ ğil, az ya da çok açık pulcuklar üzerinde bulunan tohumlu bitkiler. (Açıktohumlular bir altşube oluştururlar.) [Eşanl. GYMNOSPERMAE.] —A nsikl . Alt tebeşir dönemindeki çok



zengin ve çok çeşitli fosil bir floranın ka­ lıntıları olan bugünkü açıktohumluların he­ men hemen hepsi ağaçtır. Bunlarda ham besisuyu halka benekli trakeitlerde dola­ şır, yapraklar genellikle her mevsimde vardır ve çoğunlukla iğne ya da ibre bi­ çimindedir. Açıktohumluların birçok türü reçinelidir. Erkek ve dişi çiçekler ayrı yer­ lerdedir. Açıktohumluların döllenmeleri çok değişiktir ve bu özellik kimi botanik­ çilerse onları alt bölümlere ayırmakta kul­ lanılır. Natris denilen grupta (gingko) çi­ çektozu, çiçektozu kesesinin iç çeperine tutunur, sonra cücüklenerek kirpikli iki spermatozoit verir; bunlar yüzerek oosfer­ lere ulaşırlar; vektonatris denilen grupta (sikas, zamia) çiçektozu cücüklenerek bir çiçektozu borusu oluşturur; bundan da hemen oosferlerin yanı başında kirpikli iki anterozoit doğar; vektris grubunda çiçek­ tozu borusu doğrudan yumurta hücresi­ ne ulaşır ve bazen bir yıl sonra (çam) kapalıtohumlu bitkilerdeki kadar küçük spermatozoitler oluşturur. Bununla birlikte, hatta bazı üstün yapılı olanlarında bile, döllenme daima "basit"tir, yani sadece besidokusu bulunmayan yumurta hücre­ lerini etkiler, besidokusu görevini haploit bir endosperm üstlenir. Birçok yumurta hücresi döllenmiş olsa bile, olgun tohum daima bir tek bitki taslağı içerir, fazla bit­ ki taslaklarının dumura uğraması kuraldır. Açıktohumlularda çeneklerin sayısı deği­ şik olmakla birlikte çoğunlukla ikiden faz­ ladır. AÇIKTO HUM LULUK a Bot Yumur­ tacığı çıplak olan bitki türlerinin özelliği. (Tozlaşmadan sonra tohumu saran pul­ cuklar, onu kapalı hale getirecek şekilde sıkışır ve böylece açıktohumluluk "ödünlenmiş" olur.)



AÇ IKYÜREKLİ



sıf. ve a. İkiyü zlü lü k te n k a ç ın a n , ö z ü sözü bir, d ü rü s t kim s e iç in k ullanılır. (Eşanl. AÇIKKALPLİ.)



AÇIKYÜREKLİ LİK a. Açıkyürekli olma durumu; açıkyürekli kimsenin özelliği; açıksözlülük, dürüstlük: Her şeyi tam bir açıkyüreklilikle anlattı. Açıkyürekliliği ona çok dost kazandırdı. (Eşanl. AÇIKKALPLİLİK.)



A ç ıl s u s a m a ç ıl, A li Baba ve kırk ha­ ram/fer masalındaki hazine saklı mağara­ nın kapısını açmak için, masal kahramanı Ali Baba'nın rastlantı sonucu duyup söy­ lediği tılsımlı söz. istenileni elde etmek, bütün kapıları açmak, engelleri geçmek için kullanılır. AÇ ILA BİLİR sıf. Açılma olanağı bulu­ nan. —Geom. Bir doğrucunun her noktasında teğet düzlemi aynı olan düzenli bir yüzey için kullanılır. (Bu yüzeyin vektörel denk­ lemi v re I için[ g(f), g(t), Y'(Z>) ailesi bağlı olmak üzere, m = f (f) + u.g (t), [(f,u) elx İR] ile gösterilir ve uygulanabilir yüzeyin özel bir halidir. Koni ve silindir yüzeyleri açılabilir yüzeylerdir; tersine düzlem olma­ yan bir konoit yüzeyi açılabilir yüzey de­ ğildir.) —Mat. çözlm. Laurent, Taylor vb. serileri gibi tam seri biçiminde bir açılım kabul eden fonksiyon için kullanılır. AÇILAN sıf. Fiz. ve Kim. eşanlamlısı.



iRAKSAK'ın



♦ a. Geom. Afin düzlemin verilen bir eğ­ ri yayının normalleri ailesinin zarfı. (Bir dışçevrim eğrisinin ya da bir iççevrim eğri­ sinin açılanı, genellikle benzer bir eğridir. Bir düzlem eğrinin açılanıysa, eğrilik mer­ kezlerinin kümesidir.) AÇILGAN sıf. Bot. Olgunlaşınca belirli çizgiler boyunca açılan kapalı organlar için kullanılır. AÇ ILIM a. Açılmak eylemi. — Ed.ve Sant. Genişleme, yeni boyutlar kazanma: Türk romanında yeni açılımlar. —Geom. Açılabilir bir yüzeyin, bir izometri ile elde edilen, düzlemdeki görüntüsü. —Mat.çözlm.Bir fonksiyonun x0 dolayın­ da n inci basamaktan sınırlı açılımı, f nin a0 + a .!(x -x 0) + ... + a „ ( x - x 0)" + (X



x0)n • k ( x )



biçimindeki ifadesi; burada t , I gibi x0 ın dolayında tanımlanan (x 0 dışta bırakıla­ bilir) veîim t ( x l ^ 0 bağıntısını gerçek» — »o leyen bir fonksiyondur. (Bk. ansikl.böl.) || Bir fonksiyonun sonsuzun dolayında n inci basamaktan sınırlı açılımı, f nin a, an f ( x ) 3o + h ... H------- 1------X



x"



x"



X2 x 2p cos x = 1 — — + ... + ( —1)p ••-------



2!



bağıntısını gerçekleyen bir fonksiyondur, (a, Ter açılımın katsayıları olmak üzere P(x) = a0 + ^ 4j • x ’ i 1 ile tanımlanan P çokterimlisine bu açılımın düzgün kısmı denir.) || Bir fonkisoyun tam seriye açılımı, belirli bir bölgede toplamı­ nı, gözönüne alınan fonksiyonun oluştur­ duğu tam seri. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Mat. Çözlm. Bir fonksiyonun sı­ nırlı açılımı, eğer varsa, tektir; dolayısıyla onu elde etmek için kullanılan yönteme bağlı değildir. Böylece Maclaurin formü­ lüyle aşağıdaki açılımlar elde edilir: 2 n X X X e ' - 1 + — + — + ... + — + x n • f.(x), 1! 2! n!



t ı/: + x 2p* 2- k(x ).



m



m i m - 1)



1!



2!



(1 + x ) m = 1 + — • x + ----------------- x 2



m i m - 1)...(m - p + 1) + ... + --------------------------------------x p Pİ + x p • f (x),



bu açılımlarda yer alan m herhangi bir de­ ğişmezdir. • Birkaç özellik. —p tane f fonksiyonu,Odolayında n inci basamaktan ve düzgün kısmı Pk olan sıp



nırlı açılımlar kabul ederse, ^ a k ■fk k =1 fonksiyonu da 0 dolayında, düzgün kısp



mı ^ a k ■PfcOİan sınırlı bir açılım kabul k- 1 eder ve p tane o yere uymak: Bu elbise seni açtı. Kırmızı perdeler odayı çok açtı. —27. Kapalı, katlı bir nesneyi açmak, o nesneye özgü, o nesne aracılığıyla yapı­ lan eylemi gerçekleştirmek: Bu gece bir şişe şampanya açalımyiçelim). Ben o çar­ şafları daha hiç açmadım (kullanmadım). Mektupları açmak (okumak), müdür yar­ dımcısının göreviydi. —28. Esk. Fethet­ mek, zaptetmek: "Orhan Gazi ile atası birleşip iller açmaya başladılar" (Oruç Bey Tarihi,XV. yy.).—29. Aç ağzını, yum gözünü, b/r kimseyi şaşırtmak amacıyla gözünü yumdurarak ummadığı bir şeyi yedirmek isteyen kişinin söylediği söz. |[ Açtı ağzını yumdu gözünü, öfkeyle ağ­ zına geleni söyledi. — Ask. ilerleyen bir birliğin hareket ve manevra serbestliği kazanabilmek için ast birliklerini araziye dağıtması. |j Birlikler ya da personel arasındaki aralıkların açılma­ sını sağlamak. — Ask. denize. Geçit açmak, mayınlan­ mış bir bölgeden geçiş güvenliğini sağ­ lamak için, mayın tarama gemileriyle, bölgenin bir kısmını tarayarak güvenli bir kanal açmak. — Bank, ve Muhs. Bir kimseye bir hesap açmak, o kimseyi ticari ilişkilere girilecek biri olarak deftere geçirmek. j|Birisine bir kredi açmak, o kişinin belirli bir tutardan yararlanmasına, bunu dilediği gibi kullan­ masına olanak vermek. — Berbl. Saçların rengini açmak, bir renk açma işleminden geçirerek saçların ren­ gini daha az koyu hale getirmek. (Eşanl.DEKOLORE" ETMEK.) — Camc. Kabartıyı açmak, el camcılığın­ da kabartı biçiminde üflenmiş camı tü­ müyle açılıncaya kadar büyük uvreye tutmak. — Ciltç. Kırma işleminden sonra, bir for­ manın katını ya da katlarını isteka yardımıy­ la kesmek. (Forma içine bir ek yerleştirmek için yapılır.) — Denize. Ara açmak, birbirine yakın seyreden iki gemi için çatışmayı önleme tüzüğü gereğince, gerekli manevrayı ya­ parak birbirlerinden uzaklaşmak. || iyi yel­ ken açmak, seyre çıkacak yelkenli bir gemi için, yelkenlerini en iyi kullanacak bi­ çimde toka etmek. || Lombar açmak, es­ ki savaş gemilerinde top namlularının önünde bulunan lombar kapaklarını aç­ mak. || Palangayı açmak, minde olmuş bir palanganın vefasını uzatmak, yani pa­ langa sistemini oluşturan birbirine çok yaklaşmış makaraların arasındaki halat donanımını işleterek açmak. (Palangayı tramola etmek de denir.) || Rüzgârdan aç­ mak, büyük fırtınaya yakalanan gemi için fırtınanın hareket yönünü dikkate alarak, fırtına merkezinden uzaklaşmak. || Yelken açmak, yelkenleri açarak hareket etmek. — Deric, Sepilenmiş derileri, bir açkı ale­ tiyle değişik yönlere kuvvetle çekerek yu­ muşatmak. — Dy. Bir işareti açmak, “ açık işaret” ko­ numuna getirmek. — Ekmekç. ve Pastac. Hamur açmak, hamuru oklavayla yayarak yassılaştırmak, inceltmek. — Eldivc. Eldivenleri, nemlendirdikten sonra, bir maşayla genişletmek. — Elekt. Bir devreyi açmak, akımın geç­



mesini sağlayan iletken bağlantıları orta­ dan kaldırmak. — Geom. Bir yüzeyin açılımını belirlemek. — Kâğ. san. Döküntü açmak, kullanıla­ mayacak kadar kusurlu kâğıdı yeniden hamur haline getirmek. — Kuyumc. Çekiçle örste genişletmek. — Kürkç. Boyuna açmak, ham bir kürkü genişliğine karşıt olarak boyunu uzatmak için işlemek. (Bu işlem sonunda derinin toplam yüzeyi hemen hemen aynı kalır.) — Marangl. Kordon açmak, gövdesi se­ çilen profile uygun bir alet kullanarak el­ le kordonlar yapmak. (Tığın kesme açısı, aletin ancak itilerek çalıştırılmasına olanak verir.) — Matbaac. Harfler ya da sözcükler, sa­ tırlar ya da satır grupları arasındaki boş­ lukları, aralar ya da satır araları ekleyerek büyütmek. \\Harflerin arasını açmak, diz­ gide, her harf arasına fazladan bir boş­ luk yerleştirmek. — Mat.çözlm. Bir fonksiyonu seri biçim­ de açmak, belirli bir bölgede, göz önüne alınan fonksiyonu toplam kabul eden tam seriyi oluşturmak. — Oy. Briçte, deklerasyonları başlatmak. Pokerde ele para koymak. || Satrançta, bir temel taktiği belirleyecek ilk hamleleri yapmak. |j Elini açmak, kâğıdını açmak, elindeki bütün kâğıtları/yüzleri görülecek biçimde masanın üzerine bırakmak, ser­ mek. — Seram. Çömlekçilikte, işlenen maddeyi merkezden çevreye doğru yaymak. — Sil. Emniyeti açmak, atıştan önce, bir ateşli silahın namlusuyla mekanizması arasındaki kilidi açmak. || Tapayı sıfırda aç­ mak, kısa mesafeden ateş etmek için top mermisinin tapasını sıfıra getirmek. — Tekst. Yünü, pamuğu açmak, balya içinde sıkışmış elyafı birbirinden ayırmak, çözmek. — Terz. Bir elbisede, bir oyuğu ve özel­ likle bir yakayı makasla genişletmek. |jD/'kişi açmak, bir kumaşın tersinden,dikişin kenarlarını ütüyle bastırarak birbirinden ayırmak. ♦ açmak ya da açılmak dönüşl. f. 1. Çiçek sözkonusuysa, olgunlaşmak: Bah­ çedeki güller açmadan soldu. Bahar gel­ di, çiçekler açıldı. —2. Hava sözkonusuy­ sa,giderek bulutsuz,güneşli duruma gel­ mek: Yağmurun ardından hava açtı. ♦ açılmak edilg. f. 1. Açmak eylemine konu olmak: Tıkanan borular açıldı.Bah­ çeye bir kuyu açılacak. Belediye’de boş kadrolar için sınav açılıyor. Kardan kapa­ nan yol bugün yeniden trafiğe açıldı. —2. Bir etkinlik sözkonusuysa,- başlamak: Radyo saat 5 'te açılır. Televizyon açıldı mı? ♦ açılmak dönşl.f. 1. Çekingenliği, sıkıl­ ganlığı, sıkıntısı, tutukluğu ortadan kalk­ mak: Durgun, içine kapanık bir çocuktu, okula başlayınca biraz açıldı. Dışarı çık, açılırsın. Boksörler ancâtf. ikinci rauntta açıldılar. —2. Sırrını, üzüntüsünü bir baş­ kasına söylemek; anlatmak: Birine açıl­ mak, içini dökmek istiyordu. İnsan ancak yakınlık duyduğu birine açılabilir. —3. Gelirini aşan oranda harcama yapmak; borçlanmak: Bu ay fazla açıldık, bakalım bütçeyi nasıl denkleştireceğiz. —-4-Hasta bir kimse sözkonusuysa, kendine gel­ mek, iyileşir gibi olmak: İlaçları aldıktan sonra ateşi düştü, biraz açıldı. —5. Bir ye­ re açılmak, somut bir şey sözkonusuysa, o yerle bağlantısı bulunmak: Köşkün gi­ riş kapısı salona açılıyordu. Nehrin deni­ ze açıldığı yerde büyük bir delta oluşmuştu. Anayola açılan sokak. —G.Bİr yere (doğru) açılmak, bir gemi, filo vb. sözkonusuysa, o yere gitmek üzere yol­ culuğa başlamak: Dünyanın yuvarlak ol­ duğunu kanıtlamak için gemileriyle batıya doğru açıldılar —T.Denizde, gölde vb. kıyıdan uzaklaşmak: Fazla açılma! Deniz birden derinleşiyor. Sandalla açılmak. —8-Sis, duman sözkonusuysa, yoğunlu­ ğunu yitirmek, görüş uzaklığı artmak: Sis açıldıktan sonra trafik normale döndü.



AçOk



sin sayılan vergi hâsılatı toplamı arasın­ bir erkekle toplumca hoşgörülmeyen bir daki fark. ilişki içinde olduğu söylentisi yayılmak: O — Oy. Satrançta karşı tarafça tehdit edi­ kadının köyde birçok erkekle adı çıkmış­ len taşın, şahın bazen de vezirin önünde tı. || Adı çıkmak, kötü olarak tanınmak; olması durumunda bir başka yere hare­ hak etmediği bir üne kavuşmuş olmak: İn­ sanın adı çıkacağına canı çıksın (atasö­ ket edememesi; dama oyununda, rakibi zü). Onun adı çıkmış bir kere, yoksa hiç­ pusuya düşürerek daha fazla taşını almak bir şey bilmez. fl Adı bir şeye çıkmak, ger­ ya da damaya çıkmak amacıyla rakibe taş vermek. çekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi —Sey.oy. Açmaz vermek, anahtar ver­ tanınmak: Adı deliye, beleşçiye çıkmak, mek 'in eşamlamlısı. || Adı çıkmış dokuza, inmez sekize, bir kimsenin iyi ya da kötü ününü değiştirme­ ■ A Ç O K (Anadolu Çocuk oyunları kolu), nin güçlüğünü belirtmek için söylenir. 1973-1974 yıllarında Cemal Ünlü, Ümit \\ Adı duyulmak, ünlenmek: Adı yeni du­ Denizer ve Turgut Denizer tarafından ku­ ruldu. Oyunlarını yurt içinde ve yurt dışın­ yulan bir ozan, j| Adı geçen, anılan, sö­ zü edilen: Yazıda adı geçen kaynakların da sahneledi. Keloğlan 1977'd© yılın tümü deyeni. Adı geçenin tüm mallarına oyunu seçildi. Yetişkinlere yönelik Ferhat el konulmasına karar verildi. ||, Adı geç­ ile Şirin oyunu da aynı yıl ismet Küntay mek, anılmak, sözkonusu edilmek. || Adın ödülünü aldı. Topluluğun oyunlarında ile bin yaşa, hoşa giden, güzel, çarpıcı bir geleneksel motifler önemli bir yer tutar. söz söyleyenler için "yaşa, var ol" anla­ —9- Dar, sıkı, küçük bir şey sözkonusuy­ Â Ş 0 K A - A şoka mında söylenir: Hay adınla bin yaşa, ne sa, genişlemek, bollaşmak: Ayakkabıla­ güzel söyledin! |j Adı kalmak, yalnızca âÇOSSgS -> ASOR. rım bir süre sonra açıldı da rahat ettim. adıyla anımsanmak: Kendi gitti adı kaldı —10. Bedenin eklemli bir bölümü ya da A Ç T S U Ü ftS C - AÇMAK. yadigâr. || Bir şeye adı karışmak, uygun­ eklemli mekanik bir araç sözkonusuysa, suz bir iş ya da olayla ilgisi bulunduğu AÇÜCAR (P âod8)ya da P A N BS bir çalışma sürecinden sonra tutukluğu söylenilmek: Altın kaçakçılığına onun da ,Rio de Janeiro'da Guanabageçmek: Piyanoyu mükemmel bir biçim­ adı karışmıştı, j Adı (bile) okunmamak, bir ra koyu girişinde granit kaya; 395 m. de çalabilmek için önce parmakların açıl­ kimseye hiç değer verilmemek, ona sıra ması gerekir. Motor 500 km‘den sonra ÂÇ W â®@ ŞA -> A şvaghoşa . gelmemek: Böyle bir işte onun adı bile açıldı.—t i . Sözkonusu kumaş vb.ise,yıp­ AD a. 1. Bir varlıklar ya da nesneler sını­ okunmaz. |j Adı kötüye çıkmak, kadın ranmak, erimek; dikiş ise, sökülmek: Pan­ sözkonusuysa, iffetsiz olarak tanınmak. fını belirtmeye, adlandırmaya ve öteki sı­ tolonumun dizleri açıldı, yamarsan biraz II Adı sanı, bir kimsenin kimliği, soyu sonıflardan ayırmaya yarayan sözcük, söz­ daha giyebilirim. Fermuarın dikişi açılmış, cük öbeği ya da sözkonusu sınıfın bir bi­ pu: Önce adını sanını sor, sonra içeri at. diker misin?—12. Kalabalık sözkonusuy­ rimini, bir bireyini belirtmeye, adlandırma­ Adı sanı belli olmayan biri. || Adı üstün­ sa, bir şeyin,bir kimsenin geçişine olanak ya ve ötekilerden ayırmaya yarayan söz­ de, adından da anlaşılacağı gibi: Adı üs­ sağlamak; dağılmak: Açılın bakan geli­ cük, sözcük öbeği; isim: Odunsu bir ya­ tünde biçerdöver bu! || Adı var, haksız yor! Çevresinde biriken kalabalık açılınca, pısı olan bitkilere genellikle ağaç adı ve­ ve yersiz bir üne sahip olanlar için söyle­ hasta biraz ferahladı. —13. Bir şeye (so­ nir: Adı var ama, tek bir kitabı yok; ger­ rilir. Bu ağacın adı okaliptüs. —2. Bir ni­ yut) açılmak, o şeyi anlamaya, tanımaya teliğin karşılığı, göstereni olarak düşünü­ çekte var olmayan, sait düşgücûyle zihin­ çalışmak, onunla ilişki kurmak: Batıya açı­ len sözcük: Babasının adına layık olmak. de yaşatılan şeyler için kullanılır: Cinin de, lan pencere. Ekonomide, kültürde vb. dı­ perinin de adı var, kendi yoktur. |j Adımı Bu tür bir davranışa tek bir ad verilebilir; şa açılmak. —14. Bir şeyden bir şeye korkaklık. -—3. Bir kenti, bir ülkeyi, bir ör­ güveç koy ama, ocak üstüne koyma, (soyut) açılmak, o şeyden kalkarak baş­ "beni güç işleri yapan biri gibi tanıt, an­ gütü, bir kurumu vb. belirten ve bu yolla ka bir görüşe, düşünceye yönelmek: Ulu­ onların tanınmalarını, diğerlerinden ayrıl­ cak o tür işleri bana verme" anlamında saldan evrensele açılmak —15. Kirinden kullanılır. |j Adına gölge düşürmek, adını malarını sağlayan sözcük, sözcük öbeği: arınmak, temizlenmek; görünür hale gel­ lekelemek, kendisinin ya da bir yakınının Bu kasabanın, bu fabrikanın adı nedir? mek: Yıkan da elin yüzün açılsın. saygınlığını sarsacak biçimde davran­ Posta dağıtıcıları hemen hemen bütün so­ —16. Gereksiz ayrıntılara girerek konuyu mak. || Adımız orospu, ekmeğimizi kuru kak adlarını bilirler —4. Soyadı na karşıt dağıtmak: Fazla açılma, sonra toparlayaolarak kişinin ilk adı; küçük ad: Adınızı, so­ yeriz, “ kazanç uğruna pis ve sıkıcı işlere mazsın. —17. Bir şeyin renginden söz katlanmamıza karşılık yine de yokluk ve yadınızı,büyük'harflerle yazınız. — S.Bir aederken .solmak: Perdelerin rengi açıldı. yoksulluk içindeyiz" anlamında söylenen ıleyi belirten,onu bir diğerinden ayıran ve —18. Açılıp saçılmak, kadından söz eder­ aile bireylerinin her birinin kimliğinin temel bir yakınma sözü. || Adın ne? - Mülayim ken, açıksaçık giyinmeye, serbest, hafif-, öğesini oluşturan sözcük; soyadı, lakap: Ağa. - Sert olsan ne halt edersin?, sertlik­ meşrep davranmaya başlamak, Velioğlu adı bana yabancı gelmedi. —6. le ya da sert bir kişilikle bir şey elde edi­ — Denize. Denize açılmak.demir yerin­ ilk ad ve soyadının birleşmesinden olu­ lemeyeceğini belirtmek için şaka yollu kul­ den, limandan ya da kıyıdan ayrılmak, lanılır (tkz.). j| Adını ağzına almamak, bir şan bütün: Adınızı sol üst köşeye yazınız. uzaklaşmak. kimse ya da şeyden hiçbir biçimde söz —7. Bir yazıyı, yazının bir bölümünü, bir — Folk. Açılıp kapanan halka, halka dizi­ edebiyat ya da sanat yapıtını, bir yayını etmemek: Bir daha onun adını ağzına al­ lişiyle oynanan oyunlarda, oyuncuların ile­ vb. belirtmeye yarayan sözcük, sözcük madı. |j Adını ağzına aptesle almak, onu ri ya da geri hareketiyle büyüyüp küçülen saygıyla anmak. |j Adını almak, sözkonu­ öbeği, cümle: Bir romanın, şiirin, şarkının, halka. filmin adı. Bir televizyon programına gü­ su bir kimse ya da şeyse, ona bir kimse­ — Sesbıl. Bir ünlüden söz ederken, dili zel bir ad bulmak. —8. Ün, nam -.Son ya­ nin adı verilmek ya da başka bir adla anıl­ ağız boşluğuna iterek,bir tınıdan ötekine mak: Dedesinin adını aldı. Urfa özel bir pıtıyla adını ölümsüzleştirdi. Adı duyulma­ geçmek. (Örn. [e] açılarak [e]' ye dönü­ mış bir şair, iyi bir ad bırakmak. —9. Bir yasayla Şanlıurfa adını aldı. |j Adını an­ mamak, bir kimşenin ya da bir şeyin sö­ şür.) bilim ya da sanat dalında başarılı, ünlü ki­ zünü etmekten kaçınmak: O günden bu şi: O bu konuda tek addır. —10. Bir şey ♦ açtırmak ettirg. f. t.B ir şeyi açtırmak, bir kimse adına, o şeyin, o kimsenin yet­ yana oğlunun adını bile anmamıştı.|| Adı­ o şeyi bir başkasının açmasını sağlamak: kisiyle, onun yerine; namına, hesabına, nı bağışla, adınızı bağışlar mısınız, ince­ Kendisi birkaç gündür hasta, dükkânını likli biçimde ad sorma durumunda söy­ temsilen: Çoğunluk adına konuşuyorum. çırağına açtırıyor. Bozulan kilidi, çilingire lenir (halk.). || Adını koymak, bir maiın fi­ Törene başbakan adına başkan yardım­ açtırdılar. —2.Bir şey açtırmak, o şeyin yatını ya da yapılacak bir işin karşılığını, cısı katıldı. —11. Bir şey adına, o şey için, açılmasını sağlamak: Sebzeleri sulamak bir şeyin niteliğini belirlemek: Önce adını onun yoiuna, onun uğruna: Dostluğumuz için bahçeye bir kuyu açtırdım. koy, ikimizin de işine gelirse anlaşırız. adına, istifa etmeden biraz daha düşü­ AŞİÜAZ a. 1.Tedirginlik, huzursuzluk, || Adını (defterden) silmek, bir kimseyle nün. Özgürlük ve bağımsızlık adına veri­ bunalım yaratan, içinden çıkılması zor, sı­ len savaşlar. —12. (Bir kimseye, bir şe­ olan ilişkisini kesmek: Arkadaşlarımın ara­ kıntılı durum; çıkmaz: Bu açmazdan na­ ye) ad koymak, vermek, onları adlandır­ sında artık öyle biri yok, ben onun adını sıl kurtulacağımı bilemiyorum. —2. Sat­ mak: Çocuğa ad koymak. Kitaba ad koy­ defterden sildim. || Adını taşımak, bir baş­ ranç ve damada oyunculardan birini zor mak. Köye ad koymak. || Bir kimseye ya kasının adıyla anılmak: Babasının, koca­ duruma sokan oyun. (Bk. ansikl böl.) —3. sının adını taşımak. || Adını vermek, bir da şeye ad takmak, bir kimseyi ya da bir Arg. Hile, dalavere, oyun. —4. Açmaza kimsenin adını bildirmek, ihbar etmek: Bi­ şeyi, belirli bir özelliğinden ötürü o adla düşmek, gelmek, çözümü oldukça güç, ze, hırsızlığı birlikte yaptığın arkadaşının adlandırmak: Ona şişko adını takmıştık. karışık bir durumun içine girmek: Bir aç­ || Ad yapmak, isim yapmak, bir alanda, adını vermek zorundasın; birisi tarafından maza düştüğümü geç anladım; tuzağa gönderildiğini söylemek: Benim adımı bir konuda bilgi ve becerisiyle ünlenmek. düşmek (arg.). ver, sana boş bir oda bulurlar. || Adıyla |j Adı batası, batasıca, "adı anılmasın, sanıyla, "en belirleyici özelliği ya da — Denize. Açmaz halatı, gemilerin abor­ yok olsun” anlamında söylenen ilenme ünüyle" anlamında kullanılır: Bana adıy­ da oldukları yerde sahilden esecek bir sözü: Bu adı batası yerden kurtulamadık la sanıyla Topal Osman derler. rüzgârla rıhtımdan açmaması için, pala­ işte. |[ Adı belirsiz, adı bellisiz, adı anılmak mar ve pürmeçe halatlarına ek olarak ge­ istenmeyen ya da inançlar açısından sa­ — Dilbil. Bir türü ya da bir tür örneğini miden kıyıya dikine verilen halat. kıncalı görünen şeyin yerine söylenir (cins adlar), tek bir kişiyi ya da belli bir var­ — Mal. ikt. Bütçe açmazı, hazine özel he­ (yörs.).|| Bir kimseyle adı çekilmek, onunla lığı (özel adlar) adlandıran ve cümlede öz­ sapları da dahil olmak üzere, izin verilen adı çıkmak (yörs.). || Bir kimseyle adı çık­ gül sözdizimsel işlevler sağlayan (özne, kamu harcamalarının tümüyle, girişi ke­ mak, bir kız ya da kadın sözkonusuysa, tamlayan vb.) sözcüklerin oluşturduğu dil-



‫ا‬UJABY '3 ‫؟ل‬B 6 ‫ ﻻ‬lg ıp |l‫ ؛‬B |‫ﻻ‬B ‫ ﻻ‬B p JB |BSSIY n g -‫؛‬UJ٨ BY ‫ ﻻ‬6 ‫ل‬6 ‫؛ل‬٩ ‫ا‬Y s a ‫ﻻ‬3 |‫ا‬P 3 z ş s B P ‫|اﻻ‬JB BSSIY - ‫ل‬3 ٩ ‫ﻟﻼ‬66٨8 ‫' ه‬3 p ^uJ‫ا‬Ja ‫ا ﺑﺪ‬-‫ﻻ‬6 ‫اؤﻻل‬. ٠ ٢ ٠ ‫ا‬3 ‫ ج‬6 ‫ج؛ﺳﺎ‬



U\,JIA ^P -J 9 d w v 7 ‫أ ا ﻳ ﺎ‬



'6 ‫ اﻻﻟﻠﻼ‬3 ‫ص‬0 '6 ‫ﻟﻼ‬٨68 3 ‫ص‬0 ' ‫ إ‬- '6 ‫ﻟﻼ‬٨65 ‫ا‬٨ ‫ ﺟ ﺢ‬- ‫ ا‬¥‫ ﻗﻞ‬-‫ﻻ‬0 ‫ل‬ 6 ‫ ﻻ‬0 -‫ل‬1‫ا‬ -‫ﻻا‬6 ‫ اﻻ‬B ‫ ﻻ‬lg B 3 E |‫ا‬J ‫ا‬p ‫ ﻻ‬B |BZ 33 ‫ ﻻ‬1‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬6 ‫ﺣﻼا|اﻟﺔح‬ ‫ل‬6 ‫ص‬1|‫ل‬6٨ ‫ا‬٨ 3 ‫ ﻻ‬6 ‫' ﻟﻼ‬3 ‫اﻻ‬٠ 8 3 3 ‫ل‬JB JBZ 3٨ ‫|اد‬3 0 ‫|وﻻ؛ﻟﺤﺞ‬٨0 ‫ة‬ ‫ ﻻ‬1‫ ﻻ‬6٨٨64 ‫!ل‬٩ l|JBJBZ '8 ‫ ﻻ‬1٠ -6 3 6 ‫ا‬zn s Jn z n q 3 p 0 ‫ ﻻ‬n ın u Jş e B p 6 ‫ اﻻ‬٠ -6 3 8 ٨ 6 |‫ﻻ‬0 4 3 ‫ﻻال‬ıpB |3 ٨ 3 ‫ ﻻ!ﻻ‬3 ‫ا‬0 -‫ﻻ|ال‬1٠6‫ه‬ B|PB BY ‫ ؛‬B q 2 3 ‫ﻻﻟﻼ‬3 |٨ ^ |1‫ اداﻻ ﺣﺞ‬YBUJ -.‫ ل‬٠ ‫ ﻻ ﻹ‬3 ? 0٨9 ٩ "‫ „ﺟﻠﻤﺠﻼ‬٠ ‫ا‬٢,‫ ا‬0 ^ ‫ا‬٨ ‫ ﻷا؛ا‬-‫ﻻال‬6 ‫ا‬ -YB ‫ ﻻ‬AEY ‫ ﻻ‬B p ‫ ﻻ‬l3 ‫ ﻻ‬B ‫ ﻻ ؛ ﻻ‬٠ ‫ ﻻ‬9 |‫ ه‬٠ 6 ٩ ‫ال‬٩ ‫ﺟﺤﺎ‬١ ٩



B P ‫اﻻ‬SBJB ‫ ^اج؛‬6 ‫ا‬9 ٧ -‫ﻻال‬6 ٧ ‫ل‬8 ‫ ﻻا‬6 ٨ ‫؛ل ﻻ‬٩ ‫ ﻻ‬6 ‫ﻟﻼا‬ -n p 8 |‫ﻻ‬a z ç a p ‫؛ﻻ‬J 3 Z 0 YBJB ‫ا‬YesBA 3 p Ja 0 ‫ا‬3 J -٨ 3 ‫ﺟﺞ|ا د‬٩ 3 ٠ 8 ‫|ؤﻻ‬3 6 ^‫ج‬UJ‫ﻻ‬،YB S U B P P V ٠ ‫^اﺟﻢ!ل‬9 ‫!ا!ﻟﻠﺪا‬٨ ‫ﺟﻞ^!ج!ﻻا‬



Y 3 J 3 p ‫ا‬ß a p ‫ل‬3 ‫ص‬3 ‫ ﻻ‬3 |3 6 ‫ اااج^أﻻ‬B p B '3 ‫ د‬3 ‫ﻟﻼ‬ -‫ ﻻ‬3 |‫؛!ا‬3 ‫ل د‬6 ^ 6 ‫ ﻻ‬B ‫ ﻻ‬aY 33 ‫ل| ى ﻻ ﻻ‬8 |٧‫إﺑﻤﺘﺎ|وﻗﺎل‬3 ‫ل‬0 ;‫ا‬0 >1 3 ‫ى‬2 £ ‫ ﻟ ﻼ‬9 ‫ ﻻ‬9 3 -‫ﺟﻞ‬86 3 ٠ !‫ ؛‬3 ٩ 1‫ل‬6 ‫ﻻا‬6 ٠ -6 ‫ﻟﻠﻼ‬6 ‫ ﻣﺠﻼ!اﺟﻼ‬,,‫م!ج‬,.‫ ةاﺣﻤﺎﺟﺎ‬0 ‫ ﻻ أ‬B p JB ‫ا‬Y n ‫ﻻ‬ -‫ ه‬Y '3 ٩ 3 '‫ﻻاﻻﻻﻻاﻻل‬٩ ‫ج|ﺣﻠﺪج‬1‫ ة ج‬٩ 6 ‫ ﻻ ه‬3 ٠ ‫د‬ ٠‫ل؛األ‬Y 3 UJ3 A 3٨ :‫ﻟﺠﻼﺟﺠﺎﻣﺎل‬0 ‫ ا‬E q B p ^PJ^|^J -9٨ ‫ ^!ﺳﺎ؛‬3 ‫ﻟﻠﻼ‬3٨ -‫ﻷل‬B 3٨ ‫ اﻻ‬g B 3^Y ‫ﻻﺟﺢ!ﻻاﻻ‬ -‫ﻻ‬B |JB |B n p 6 3٨ ^3 |‫!ﻻﺟﺎﺟﻞ اﻟﻢ! م؛‬٨ Z 3 Y ‫ﺣﺪا ﻻه‬ ‫ ا‬156



6 ‫ا ^ ﻻا ﺟ ﺠ ﺎ ﻻ ة ﻻ‬0 ‫ل' ج‬6 ‫ ا ا ﻻ‬5 ‫ ﻻا ﻻا )ا‬Y sq ş 6 6



‫ال‬1>‫ا‬0 ‫ ﻻ‬B Z a 6 ‫ ﻻ‬1٠6^ ‫ ه‬65 ' ‫ د‬1‫ا‬6 6 ‫ ﻻ‬1 ٠ 6 3 ٩ 3 ٠ . 3 ٠ ‫ د‬6 ‫ ﻻ‬0 -‫ﻻال‬3 ‫ا ا أ‬SBUJABY ‫ ﻻ‬6 6 ‫ ﻻ ه‬3 ٠ ‫ه‬ ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻻ ﻻ ﻻ‬٠ ‫ ﻻ‬٨ ‫ ﻻﻻ‬3 ‫اا‬6 ‫!ل‬٩ '‫ ﻻﻻﻻ‬6 6 ‫ ﻻﻟﻼ‬3 ‫ ﻻ ح‬6٨ 3 ٩ ‫ﻟﻼ‬3 ‫ل؛‬3 ‫ا^ ﻻ‬SalJB ZBd ‫ ﻻ‬3 ٨3 ^‫ﻻ ا‬



‫ ا‬0 3 ‫ ه‬-‫وال‬



^ 6 3 6 ‫ﺟﻼا‬6 ‫ د‬6 ‫ص‬1‫ل‬6 |‫ﻻ‬Y 3 q a e 6 9 ‫ﻟﻞ‬3 ‫ب>!ق!اﺟﻞ'ةﻻل‬ 3 ‫ﻻل‬6 6 ‫ ﻻ|؛‬6 ‫ |ﻻ‬j n ‫ ﻻ‬٠ Y .,‫ ﻻا‬Y 3 q ç e 6 ,, ‫ ﻻ‬3 |‫دا‬33 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ ﻻ‬1‫ل‬6 |‫ﻻ‬6 ‫ف‬1‫ ﻻ‬1‫ل‬6 |‫ اا^!ﻻ' ﻻ!ﻻ ﻻ|ﻻ‬6 ٠ ‫ ﺿ ﻼ‬3 ‫ل‬ -‫ ؟‬6 3 ‫ ﻻﻻ‬3 ^ 3 ‫ ﻻ‬3 |3 ‫ ة‬BUJA‫ ه‬Y ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬8 ‫ﻻل‬8 3 ‫ ﻻ‬3 ‫ﻻ‬ 7 ٠ ‫ ﻻ ﻻ ﻻﻻا‬6 3 ‫ ﻟ ﻼ‬3 |3 ‫ل‬٨3 ‫ ه‬1|٠ 6 ٩ 3 ٠ 3 ‫ ﻻ‬3 |3 ‫ة‬ -‫ا؛)اﻻ|ال‬٠ 3 ‫ﻻ‬ 3 ‫ ﻻ‬3 ٨ !‫ ﻻ‬,,‫|ﻻا‬3 6 ‫ج|ل‬6 „ '‫ﻫﻠﺔج‬٨ ‫ج|؛ﺟﻠﻼا‬0 ‫ ﻻ د‬٨ ‫ ﻻ‬٨ -٠ ٩ ‫ال اﻻواﻻ‬٩ Yn 3 ٠ ‫ ه‬-JI ‫ﻻ‬B |YB ‫ ﻻ‬A B Y ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻا؛ا‬6 ‫اﻻ‬ ‫ﻻا‬٨ 6 3 ‫ ﻻ ىا ﻻ‬3 |3 6 ..‫^ﻟﻼح‬9 ‫ال‬٩ ‫ ﻻ‬٧ „ -‫ﻻ|ال‬3٨ |‫ﻻ‬6 ‫ ﺣﺠﻼ|ﺳﺎاج‬6 ‫ﻻ‬



‫اا‬6 ‫ ة‬6 ‫ ﻻ‬6 ‫ل‬6 ^ ‫ ﻻ‬0 0 ‫ا د‬1‫ ة‬-‫ل‬1‫ﻻ‬



-186‫ﻟﻠﻼ‬68 3 ٨ 3 ‫!ا‬6 ‫ال‬٩ n |Yn 3 ß ‫ ^ﺣﻠﺠﺎ|اﺟﺎ ه‬6 ‫ل‬6 ‫د‬ 3 P Z 0 S . ٠ ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻫﻪ‬YB 3 B ^ p '‫ ﻻاﻻ‬8 |‫ا‬6 ‫ ﻻ‬6 ٨ 6 ‫ﻟﻼ‬ ‫ ؛ ح‬8 ٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫ ﻻ‬3 ‫' د ه‬8 ‫ﻟﻼ‬6 |٠ 6 ٨ ‫ ﻻ‬BY ‫ ؛‬E q ‫!ل‬8 -‫ل‬٠ ‫ﻻ‬ ٩ ‫ل‬6 |‫ا ﺣﻼ‬٩ !6 ‫ ة‬6 ‫|ﻟﻼ‬6 ‫ا‬، 6 ‫ل‬6 |‫ﻹ‬٠3 ‫ د ه‬3 ٨ ‫ ﻻ ﻻا‬1‫ح‬ -6 ‫اﻟﻼ‬6 ‫ ﻻا د‬3 ٠ 3 ٩ ‫ل‬3 ‫س‬3 |3 ‫ 'ﻟ ﻼ‬6 ‫ ﻻ ﻻ‬BUJBZ |‫ﻻ!ﻟﻼ‬ -‫ل‬6 |‫ل‬1‫ ؛‬1|6 ‫ د‬3 ٨ 3 ‫ﻟﻠﻼ‬3 ‫ةﻻﻻل‬8 4 ‫ ﻟ ﻼاا؛ا‬Y 3 J 3 JÇ 6 ^3 !‫ل!ﻻ‬3 |‫ا‬3 ‫ﺳﺎ‬2 ‫ﻟﻼﻻاﻻﻻ ﺑﺎا‬d 0 6 ‫ا‬S 3 Y ‫ ﻻ‬6 ٩ ‫ل‬٩ '‫ل‬3 ‫ ﻻ‬3 \ 9 iB f \a ٠ ‫ ﻻ‬٠ ‫ ا‬٠ ‫ﻟﻼ‬0 6 ‫ ﻻاﻻ‬6 ٨ ‫اا‬٨ 3 (-٩ ٨ ‫ ﻻ ﻻ‬٠ ‫ﻻﻻ‬ '‫ ا ﻻا؛‬a Ja Y S B 6 ^ 8 ‫ ﻟ ﻼ‬3 ‫ﻻا‬٠ 6 3 0 3٨ ‫ﻟﻼ‬6 ‫ل‬٨ 6٩ ‫ل ﻻ|ﻻا‬6 ^ ‫ ﻻ ﻫﻠ ﻶ ﻻ‬٩ ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻻ‬..‫ ﻣﺢ^اا‬٧ ..-‫ل‬0 |‫ل؛ل‬ -3٨ 1‫ ﻻ‬1‫ ﻻ‬8 ‫ ﻻﻻﻻ‬٠ 8 ‫ ﻻﻻﻻ‬٠ ‫ل' ﻻ ^ ﻻ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬6 ^ ‫ ﻟﻠ ﻼا‬3 8‫ﻻ‬ ‫ا!ﻣﺢ‬٨0 ‫ال‬٩ ‫ا‬Y a p 3 J 0 A ‫ ﻻ‬٠ ‫ ﻻ‬3 ‫ د ه‬YB 3 E g . ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬6٨ ‫ﺣﻼ‬٨0 ^ ‫ل‬6 |‫ﻻ‬6 !٩ ‫ا‬6 ‫ل‬6 ‫ ؛‬6 ٨ '‫ﻟﻼا‬3 ٨6 ‫ﻻ‬ -‫ ﺑﺮﻻ‬6 ‫ ﻻ ه‬3 ٠ ‫ د‬3 ٨ ‫ ﻻ ﻻا‬n sn J ٠ Y ‫ ﻻﻻ‬٠ 1‫ ﻻ‬6 '‫ل‬3 |8 | -‫ا‬6 ‫ ﻻ‬6 ٨ 6 ‫ﻟﻼ‬6 ‫ ؛‬6٨ ‫ ﻻﺟﻼ‬30 ‫ ه‬3 ‫ ﻟ ﻼ‬3 |3 ‫ل‬٨ 3 ‫|ا ه‬٠ 6 ٩ 3 ٠ 3 ‫ ﻻ‬3 ‫ا‬Yİ ||9Z |3 3 6 ‫ه‬



‫ ﻟﺤﺠﺄ|ﺣﻼال‬3 ‫ ﻻ‬3 p Z ‫ ﻻ‬UJ‫ﻻﻻ‬



-B ٠ 6 ‫ ﻻ‬ıJB |l(‫ﻻ‬Bzn ‫ ﻻا؛ا ﻻ‬6 ‫ اﻻ‬n g -‫ ﻻﻻا‬3 8 ‫ﻻاﻟﻼ‬3 ٩ ‫ا‬3 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ اﻻ‬٠ ‫ اﻻﻻ‬Y ! 0 ‫ ا|!؛‬8 ‫ اﻻﻻ‬36 ‫ل‬6 ‫ا‬٠ 3 3 8 ‫ا‬3 6 ‫ﻻ|ﻻ‬ -‫ﺟﺎ‬٩ 3 ٨ ‫ﻟﻼ‬3 |‫ „ ج‬3 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻا‬6 |‫ﻻ‬6 |‫اﻻ|ﺣﺠﻞ‬6 ‫ د‬٨ ‫ل‬6 | -‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬9 |‫ﻻا‬3 ‫ل‬٠ 0 ‫ﻻ‬B P ‫اﻻ‬JE ‫ا‬YE ‫ ﻻ‬ABY ‫ﻟﻼ‬6 ‫! ﺀ‬- ‫ﺣ ﻼ ﻻا‬ -BY 7 ‫|ا‬3 )‫ا‬٧ ‫!ل‬٩ ‫ اج|ﺟﺴﺎا‬6 ‫ ﻻ‬6 ‫|ﻟﻼ‬6 ‫ ﻻ‬6 '6 |‫ﻻ|اﻹ‬6 ‫ﻟﻼ‬ -‫|ﻻ‬5 ‫ ﻻ ﻟﻼﻻ‬6 ‫ ؛‬6 |‫ﻻ‬1‫ ة‬٨6٨ YBJBAB |‫؛‬Bq ‫ ﻻ‬6 ‫ﻻ‬.-٨٨ -|||٨ ‫ا‬٩ !6 ‫ا‬33 ‫ل!اﻟﻼ‬3٨ ‫ﻻ|ﻻ|ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬B H z ‫ا‬6 ‫ ﻻ‬3 ‫د‬ 3 .‫ ﻻ' د!ﻟﻼﻻداﻻ‬6 ‫ا‬3 ٠ ‫ ﻷﻻا|ﻻ‬6 ,‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ ج‬6 ‫ |ﻻ‬:‫ﻻﻟﻼا‬3٨ ‫ل‬6 ‫ﻻا‬6 ٨ ‫ ﻻﻻ‬٠‫ل‬6 |‫ﻻ‬6 ‫ﺟﻼا‬٨ 3 J 8 Z ‫ ^ﻻ||ةﻻﻟﻼج^ ﻻ‬63 -‫ ﻻﻻ‬٨ 0 ٩ |‫ل‬6 |‫ﻟﻼ‬6 ‫ ؛‬6٨ ‫ا‬YBJ ‫ ﻻ‬OS ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ ﻻ ﻻ‬٩ 6 ‫ ﻻ‬6 ‫ل‬6 |



-UBUBZBY J3 |J3 ،BZ 'UBdBA J3 |‫؛‬l l|JBJBA ‫اداﻻ‬ nsn|n 'AE„njnx -ipjiiiAbs IUJBPB unAoq BJ uas UBIYIPIB lUtpE y s ٥js 6 YB3 UB ı-‫ ؛‬ı>| -np -‫ل‬,‫ااا ﻫﺎا‬6 ‫ اا‬aiYilllgA U3 ||j3 is ‫ ؟‬PB 6 ‫ﻻ‬3 ‫ﻻا‬3 ٨ ' ipjBA -٥Y IUIPB IISB 'UJBY BP b A ‫؛‬Aaq Aaq 'apug pjsıspe Y l !-‫؛‬Ç!٨ J‫؛‬q epAB Bp b A bi‫ ؛‬baes d||36 bui‫ ؛‬b A ‫ ؛‬3q ua 'J‫؛|؛‬J3A PB ‫ال‬٩ ‫ا‬3‫ة؛‬36 Egnroi usgap ‫ﻻا‬IPJIIIUBU- 3٨ ‫ ؛‬auıgaja6 ısauJta YEq IUIPB u‫؛‬u|‫؛‬,x -‫؛‬PJBA Iwaup J‫؛‬q u Ab UIPB 3P.J8|YJ٠İ -‫؛‬YS3'BUJA٠Y PVYI. 3 — ،-!y 3 ١Y 3 YI1 3 AI 'ıy a iY 3 w n yna ٠ ) J‫!|؛‬A!J8 Y3 ٥|3 | Ya Y!|9 ^‫ ؛‬1. 9 A |J3 |Y3 ujnjnp 'PB 3 P 0 İYJ ‫ل‬3 ‫اااﻻ‬٩ 3 ‫ا‬b u b A ub A u e p b u j 3 6 ‫ ؛‬bu Aey 3 iY ‫|؛‬J|q B|ununq :‫ل‬3 ‫اااﻻ‬٩ 6 ‫ا‬Bp b p i Abs y .A 0 nq YOi J3 IY3 nq :jı-‫ ؛؛‬ıuj|iuB||nY ‫! اﺟﻼﺳﺎا‬UJ -‫؛‬ps ap Y3 ٥ ‫ اداﻻ‬٠‫)ﻻﻻ‬٠٩ J3 |UJ|٥‫؛‬q IIY3 um nq ngnpuns upaiYpazps 'uapuiJaiYPpjpe‫ا‬٨9 ‫ اﺟﺎ‬iuAb 3 |A|jaiY3 UJ‫؛‬Yspjanip uae! Y8 ٥ J3 IY3 ' -inY٠٩ ‫اااةا؛ﻻاﻻاا؛‬٩ apjallip ‫|؛‬w ‫!؛؛‬i ‫؛‬g PB £ -JIPJBA !yj!YS٥ ulUBSUBunA !YSS 'g ‫ﻻاﻻ‬33‫ااﻻ‬6‫ ا‬:J!‫!؛‬gap 3‫ل‬ -pe au‫؛‬s36z‫؛‬p !jaiYS UJ‫؛‬ujnjnp'ısiABS Y8٥ u!u!J3|Uj‫؛‬P V Z BPBSZISUBJJ !YS8 'g BP Ya٥ BSUBunA !YS3 '8 spaijUYSUBS :J^!gap- 3‫ل‬ -a6 3J3IIİP isiAbs ujnjna -J!p!|aq iubAeiujbj ıuaq ap waq 'n|nga٥ '‫؛‬I!‫؛؛‬p ujaq BpuEUJ BZ iuAb !Y3UJ-‫؛‬Y3S i٧njB-'(!uaA 'uEp.snA au) Bp,UJnJBAOU 33U-‫؛‬JB|‫!ﻻ‬٠3‫ﻟﻼ‬9 ‫ ا ا ا ﻗ ﺎ‬0 Y3 UJ!U3P٧‫؛‬Y3İ J‫؛‬q u !J3|!j٥631BY |3S!6|!q IIP uajalspe YI|||YJB} 3A UBJYPY- ‫ال‬٩ '‫ل‬9‫داﻟﺪاا‬ -‫؛‬q ‫ؤاااا‬3‫ د‬U3|!J3A ıpB ujnjna -jnjnı‫ ؛‬n|a IU lSBw6ipEJBd- ‫ﻻﻻاﻻ‬3‫اداﻟﻼا‬٩ UJ‫؛‬Z‫؛‬P pB ap |W -‫؛‬PB '!q!6 ıSBUjjnı YS٥‫ ؛‬n|a ıuıSB٧j6!pBJBd ‫ﻻﻻ!ﻻ‬3‫اداﻟﻼا‬٩ ‫ )ااا‬U‫؛‬tu،Y3d PV ,- UJ!YS٥ ٠ -qA 1‫|؛‬UB3 + ] '[j!|!qB|!ABSî] '[pB SU|3 +] :‫ﻻ|ل‬6 |‫ﻻاﻟﻼ‬ -B] 3 |A‫!؛‬3 UJ3 p I3 I11UBJ J‫؛‬q zbujiuAb U3 p٧ ‫؛‬J3 | -J‫؛‬q j ‫؛‬٥UJB|| q UB|. YBUJ|IIBY EAsujBiujnjaA UB 8 A YEUJBldBS- ‫!اﺟﺆ!ﻻااﺟﻼ‬٩ |asuj ‫؛‬z|pzçs ‫ا‬٨3 ‫؟ل‬JBIPB 3 pu ' 6 ‫؛‬s |6 |‫؛‬qi!p |asıu!ıajn jB|jnjn -)‫؛‬n|a ،IUIS E jb J|q BPUISBJB IPB su ‫؛‬BIPB |3 Zp (jBIIBJniAI 3 ٥BYJ,q^ UBIPB BYJBUJ u b AiSe i ,)BJnm ‫ﻻﻻا‬8 | -Ylliazp ‫س‬UipB su (9 ‫|؛‬sp 3 |Y!I|SZÇ 3 A IJB 3 JE|J1|B- "PB J3 A UB|B !3 lA3 |JI|3 q UBpusA 31٥ ‫ا‬3 ‫؛‬٨3 |‫اال‬Jiq U9 J\)SI)9 A J9 />/J0 )B)V() 3 ٩ 91/101> ‫ اداﻻ‬YBUJjnlânia ،IUIS J‫؛‬q Bp b A (zBLudeA Apq 9 İA v OJlgipiUB) UJIU9 ,3 ‫ اة‬- ybujjiiSbi -|‫؛‬JBY nunupA Y٠٥J!٩ ‫ ؛ا‬٨‫!ﻟﺞ‬٩ Y3 )jıq 'Y3 UJ U!|3 q (o ssB .y Jiq -) ‫؛‬J3 |3 US3 U 3 |Aa3 auı‫!؛‬g a p zn p (J9 IJ9 İ/V) ‫ﻻ‬3 ‫ا‬3 ‫اا‬BpjBlUjnjnp 6 !‫ﺳﺎ‬ -‫؛‬Y JBIPB |3 ZO J!|!qBAB٧j|a u^3 Y ‫؛‬luap nq |UBUJBZ jap 'JlUlS !YEPUISBJB ISIJOBaiBY JB pB |3 ZŞ '3 |A-‫؛‬S|J٥6 3 )BY JBIPB su ‫؛‬YI|J(3 3 ‫؛‬q Blunung -JIPJE|‫؛‬IUJUEZEY Y!|31‫؛‬٧ ‫اﻻ‬6 ‫اال‬3 ٩ B|A|JB|BUJB٧J|B ıa ‫؛‬Aa|ji|aq Jiq 'biAisew |izbA Y0 ٨nq U!PBq ‫ ؛‬Bq 'JBIPB |8 Z . -Z9 UJJ3 A 3 Z iq iuiujiubi UB|. J"‫؛‬q 9 |A‫؛‬S!puâY U‫؛‬U‫؛؛؛‬Y Y'l1‫؛‬ -JBY Bunq :(n/un a,A,ja,.،pa٧JOY 3 Jp; ,luop p o ) J!J8 )SÇ6 !}3 JB-‫ |؛‬U3 jj!|3 q ‫ال!ﻻاا‬٩ nq 3 Z|q aİYniztK 'JipBpunujnjnp ‫ال!ﻟﺪا‬٩ J‫|؛‬q |3 SUja YnA- '‫؛‬sage ja y -jn‫ ؛‬n|٥ UBPJBIPB uBdBA aujjapupe 3 J3 |3 usau Y31 '‫ﻻﻟﻼاؤ‬9 ‫ا!ﻻ‬YBJ 9 ٩ B-|٠ UJBl 'U Bpnj^ p 'as ‫ ؛‬B|J٠6 3 )BY PB |3 Z٥ ‫ل‬3 ‫ذﻻ‬ap ap ٠6 ‫؛‬o ‫؛‬Aa|j‫|؛‬aq U3 jnı‫ ؛‬nuap 3 ‫اﻗﻼ‬ -As |u!j3 |3 ej 3 pu٠e UIJBIPB nq SA uapa Y‫؛‬l -‫؛‬3 YBJ6 |٥ nıunjaz BJBIPB su ‫؛‬jaiYHiazo nq 3 JIUB|WIUBJ E|AlSBUJ٧n|nq UlUlgEUBIB UJ:!‫؛‬ -Igap J!q ibsiAb s 9 A (su!3 ) u!zauj‫ !؛‬g3 p J‫؛‬q 3 SUJ|‫؛‬٥‫؛‬q apu ‫؛‬J3 |3 g ç ‘ısije 6 aiBY PB SU!3 -,.JBIPB I9 ZŞ., u b Ab |i‫ ؛‬jby ıAaj|q J!q 3 ZŞ YSl B3 ZIUIBA 3 A ..JBIPB su!3 .. :J!1Y!I|3 ZŞ| nq BP ubjijSeiujijAb ijbipb uBABSdBY ‫اﻻا‬،‫ﻻا‬ -IS J3 |A3 j ‫؛‬q J‫؛‬q ٧n١nq :J!P!JS|3 UJJ3 ٥‫ ؛‬BUJ||A b A 3 A 3 UJ3 -|‫؛‬ıua6 J!q U3 IYIH3 ZÇ y bu b ‫اﻻ‬,,|JE PB w٧Bisqns,. 'BJIS iubA uiuijbiyi|I|YJB3 -(jipjSYSB J‫؛‬q,J‫؛‬p ‫؛‬pU313 # j،jdBSEY Jiq o ) J3 |J!|!qBiB|UB sp ‫د!ﻟﻼا‬ -‫؛‬q J‫؛‬q IBSIIUBISBJ '!‫اد!ﺳﺎاﺟﻞ‬٩ PE ıZBg (np/nj rıpıo ZVA3 3 Jiq ,،pusz ön BpBUlil)BÖ-) ‫ل‬3 ‫|!ﻻ‬ -‫؛‬q 3 U3 |YnA ‫ل؛ﻻا‬3 ‫ا‬٨3 ‫ ا؛ا‬uips 'jaiYPazps |UJ|Y ‫ﻻ‬3 ‫؛ااﻻا‬3 ‫ﻻ‬BUISBJB JBIIB.IS YI 3 ٨||‫؛‬JBY Bung J||U3 piB B|AlSEUJ|IUB||nY ybjbio )BJIS UipB g |‘ ‫|؛‬Z‫؛‬SJ3 J3 A |YBJYBUJB|I‫ ؛‬JBY (İ9 Jiq Y'3 U" ٧ -٧Bq^ uBiujnjnp»Bq u '‫؛‬٠Y suB.feyj IJBI/(Yn dnısrı ‘(>/9 iujoB Jiq LU9 J>i) iuijeiijuijAb yusjft'deA J,،q AS'^ ‫ﻻ‬3 ‫!ﻫﺎﻟﻼا‬٩ ‫؛‬UJİY ‫؛‬Y3 p 3 ٥Yni ZŞS YB3 UV -JI|B js A j 3 |Yn٥ze u b Ai-‫ ؛‬bi (‫ﻻ‬3 ‫ا‬ -33 SJ8 P BUJJIJ‫ ؛‬B|I‫ ؛‬JBY) ‫ﻻﻻا‬3 |‫|اﻻا‬٧ng|Yn 3 ٩ a A BP BPUISBJB ..JBIPB IBJIS.. :JI|IJipue|pu IS YBJEia ,.JBIPB (|juB-‫؛‬sqns,. JBIPB uajpe



A9 |‫؛‬s u z o J!q 'BUJBIUJBI Jiq BSZIU BA|- 3 ‫ اﻫﺎﻻﻻ‬3 3 ‫ اﻻس‬a٨ ٧B|iuB||n^ 8 t١١‫|؛‬.jıq a A -‫؛‬3 ‫؛‬As|j ‫|؛‬3 q ‫ال‬٩ ' 3 ‫ ﻻ ﻻ‬3 „ 3 ‫ ﻟﻪ‬J- 3 3 ‫؛‬J3 )SŞ6 >‫ااا‬ _Y !‫!؛‬g s p ^OİJ!q BpUJlUBlinY ' 3 ‫؛اأﻟﻠﻼ‬8 |‫ﻷ‬0 6 3 | -EYllE ,BS^IIUBUJ n q 'U !‫؛‬JBY a u ‫؛‬S9 UJue|^3 ) -s a p 8 ‫ﻻ‬8 ‫)ا‬٠ ‫ اه‬as٨a | 0 |‫ ؛‬3 su j| ı a٨ |٥ ‫؛‬g -‫ل‬3 ‫ا!ﻟﻼا‬ -aq ‫؛‬U|J3 |Y!||3 ZP IBSIUBIJSBJ u!J8 |eppBw a٨ ‫ﻻﻻا‬3 ‫!داﻟﻼا‬٩ ‫ ؛‬،n |0 u!ja,ausau 'as: ..JBIPB JB IS-,. :‫ااﻷال‬JBipe ınAos,,) iuijbiijbjb A uiz.,) 3 ٩ lajlupiz usp u eA 310 '(,,JBIPB ınuJOS.,) IJBI٧B|UB٨ABq' -YYJBA lYBpEgep '‫ ﻻ‬3 ‫ ^ا؛!ا‬u b p u b A J-‫؛‬q '!J3 |9 US3 U i|Y‫|؛‬3 i!U.Z3 UJ‫ ؛‬ig 3 p JBIPB u B is q n s !!( ‫ﻫﻠﻼل‬YBJEIO JIUIS J 6 ‫؛‬q ‫ ؛‬nuj ‫ ؛‬n |0 UBP.JBIPB UBP.JBIPB 1E)IS., 3 ٨ (‫؛‬,,tUEJSq٠S p q UJSlApS 1I|(nw ٠ ‫ ؛‬JE^ 3 U‫؛‬YU|||!،) IPB YSU 3 |3 6 U3 '‫ ؛‬jaA Bp.lJEg ElAllldsA IIPB|3 ‫ ا‬٠‫ ﻻ ﻗ ﺔ‬١ 3 ŞU U O S ‫؛‬BJ ١3 ‫ةﻋﺢ؛ق‬٧‫ق‬S J(E U JU JE Jg 0 ٦X JinBUj V'|!qüa unu,) 0 |3 3 ٧ B ٦ 9 ٨‫ —؛‬S N V jaA ı^sa u b iisu b A B|Aıuffi|uB WB) IJB|U. a٨ U3 J3 A 8 U|J3 |^H|3 Ze ٧ !U|S3 JA3 ‫؛‬Ae u BS Bp b A 3 J.1 I.Y J!q lUipE ',IS U8J3A PV 3 0 6 -



‫دل ﻻ‬



lavAos



٠



,p s A o s II -pE U8 |‫؛‬J8 A UBPUIJBJB) IS‫ ؟‬qE q SA SUUE 3 A|‫؛؛‬y y s ٥J3 6 je q "pe z o II (gg p w Y- '3 ‫ | ﻻا د؛‬٦‫ ) ا‬PB UB|IUB||n^ ‫ اداﻻ‬YBUJ jiAb U3 p j 8 |3 3 jıa -|‫ ؛؛‬jazu aq nua 3 A YBUJ IIUBI lA3 UJ-)8 |‫؛ !؛‬JB3!1 J ‫؛‬q '،ps 9LU13IİI II IY Bq 3 UJ3 )SI |U^-‫؛‬S3 ^U 3 |UÇ u n u jn jn p '^ A a p u -‫|؛‬Bq ısaıuııpa dsEÖ uıuıpB 'luisBUJUBidBS u n u jn jn p YBJBjnA ‫ ؛‬Bq aAaiiJs^pBUJ ‫؛اﻻاﻻ‬ -IY UB |٥ nu.^ BÇ||ZBUJ‫ ؛‬E|UB ip e '،SBUJunj OY U IPV II- (9 ‫ة‬-‫' ﺳﻼ‬Y -ps „ ١٠‫ل‬0 ‫؛ ) ا‬S3 W|!J!1 -‫!؛‬g s p E|AlJBJBY 3 UJ3 ^qBUJ uıuıpsAos 8 A uıuıpB '‫ ^ا؛اﻻاﻻ‬sp u n u jn jn p ıSBUJun|nq ‫ل‬3 ‫ا‬ -u apau MYEq 'atuj.،;â.،fep P V II ( ip q «.،s UB -^g) Y .o zp s u b Ab jb A b Abujiiubi 8 A b Abu jji Ab - ‫ﻻ‬3 ‫اﻻﻻﻻ‬٩ ‫ال‬.٩ ‫ﻻ‬3 ‫ ﻷا؛اا‬-^- nq -paiAl pB٧ 0 US|IJ3 A aAı‫ ؛‬ı^ uaııpa Z‫«؛‬BA '‫؛‬PBZIJIB^ 1S ‫؛‬- JIH



I0٩)



,Y.'SUB -^g) -BUJUIİB^ UBJYBUJUB IUIJBIPB nio 8 A ^IIJBA ‫؛‬A3 UBUJ 'UEa Ab p '!^l‫؛‬q 'UBSU! !‫' اواس‬BS U BPP۴ I|-('|pq 7Y/SUB Ma)^،Btij٧ BUJJipuBipB |A|‫!؛‬Y J‫؛‬q 'buj A o y P V Yl٥ 3 -ıp٧B|n 6 An BP BP.BÜJ a y YBJB|i٧B||nY IPB U.I.SU 0 Y !Yi '!ujsıupA aıusm uE] J!q J3 zu aq B ung !٩ ‫ا‬s p ---,, 6 U|UJ3 U0 P ngn|uaqYJE- ‫اﻻ‬,--'X,, :npjnun|nq ıpB un u o UBUJEZ J3 q 3 p j 8 |a6 |3 q lEsnuj BX -qA - -!pA-‫؛‬s o 6 j v .s 3 q!qBj B ja y ' b ١ :‫ﻻا‬ -BY‫ ؛‬Bq u٧B|S0 J0 qda 'Bp.BpBds :‫؛‬P! uoq Y JB '!‫!؛‬Y nq UB|B jaA Bpuı ‫ ؛‬Bq uıuaısıı !lijsaj a p ' BI.S0 |8 ٥ .‫؛‬aqd|3 ٥ ' ٥ i6 jb A- (BP.BU!1٧ ٧B|i٧B||nx YEJE XI|||A 'U 3 |!J3 A ıpB B||A aA|0 3 6 J31SÇ 6 y !‫؛‬0 U0 JY ıpB ■sniBJisıBeuı U9J|0 dA P V II UBUJBJpBY .g n p jp s - ‫ﻻ‬3 ‫ اا‬ıuıgıp|B UBpua IUIPB 8 A ‫؛‬gipjaıspB YBJBI. isiB u b ( -‫؛‬Bq ununAtK UIUEPSUBP Jiq Bp b A u!ua |‫؛‬q EY J-‫؛‬q '‫ ﻻاﻻ‬J 6 !|9 ‫؛‬q :nsnonjnY ‫؛‬A3 UBS.3 Y٥٥ ZB U!U8 t!S 0 9 A UB|IUBS |g|pJ3 A lUlpB aAai YS 3 -|S J!q 'UBUJBJPBY USJSA p ^ -un٨ ١Y 8 U JU 3 „ 3 '‫؛؛‬. -A 3 uap.AS) ji|WB||nY ‫ اداﻻ‬Y 0 .ZÇS uBinjnı -‫ ؛‬n p U B P P E ‫!ل‬٩ '3 UJ3 J . , u e p p v II(ISVMVI f i a v z!s ‫؛‬Ay!! 3 a 7S V „ V 1 „ V İ a v ‫ا‬, ‫ا ! ﻻإا‬ -3 3 ٠ ) -J!|‫؛‬qB|IUB||nYYBJB|0 ,,UBUE|UJEJ., 3 ٨ ..u e Ae |w b i ,, J3 |‫؛‬SUJ!|!!J ' 3 |J3 |Y٠3 Z(K n|Aas ,,PB u n in q 3 pa٥ Y J٠ i -J!uap ..UBUB|UJBJ 3 U!S!3 U!Yİ ',.U e AB|UJB1.. B pB ‫ ا‬3 ‫ل!ﻻ‬ -‫؛‬q BPUISBUJBIUJEJ pB UB‫ ؛‬n |0 UBppB !Yl -q٨ 'n sn jq q n s 'ısıdEY 3 ٥qBq 'ıqB ‫؛؛‬Y ‫اﻻ‬,‫ااا‬3 -.،٩ -J!|8 q n u n gn pıa 1|B 3 UJ!Y Bp b A sAau '‫ﻻ!ﻻ‬ -aUsSu j ‫؛‬q 'u ,A 3 ‫ ؛‬J‫؛‬g ıga٩g Ynazps UE‫؛‬ -n |٠ B|AısBUJB|UJBi a p u |٥ ! |SIY‫ ؛||؛‬YI|SA| ıpB J|q 6 Y‫ ؛‬Bq Uips J!q 'ıseu ıeıu ıeı P V II -‫ا!ﻻال‬ a q U3 IY03 ZOS UJ. 1 ‫؛‬/YBpuıSıp |!!1 ')/nozos n A o s P V - ١-(‫؛‬J٠AnAn5ısıp3Yuıui3idBY,J ‫؛‬Y S Ü ٧B^n|0 UBPPB Y ^ o ‫ﻻ‬3 ‫ا‬e ju o s u b p u ji |iA 3 6 b A J -‫؛‬٠ v s p b A .،e q p P tz'q ||-‫ا‬٩ ‫ا‬YI|-I3 ٠) 6 ) g e p '(Y ‫|؛‬-‫؛‬٥-) ‫ اي‬:‫!ل؛ﻻاا‬٩ I|UJB|UB YŞ٥PY u s UB|. PB 3 A UB|BY sA!J3 6 BJUOS UBlYipilJB 3 A jaıdBA u .g n o zp s J!q OY |J3 |Y3 UJ!Y9 ٥ P Y P V II -qA YB-jnp '!I-A9 'Y-',-‫ ؛‬s q :PB ‫ﻻاا؛‬ -‫ااا‬3 ‫ل‬٠) A iys ujıdsA uspupaiYOY |3 |‫ )اا‬SA PB '‫؛‬s s p A p g p v II w n y n a ٠ m n ı n p p v II qq -,Y.'SUB 'Yg |-)) -٠ ‫ﻻﻻ‬,‫ ﻻ‬٩ J3 |W|٥ ‫؛‬q IIYS uas n g n pu n s UIIIPE BpBA u ıp B J!q ' 3 p j 3 -| -IIP nYP٩ |٧ 3 6 '‫ اداﻻ‬YSUJli!|sq IU‫؛‬J3 |A3 |‫| ؛؛‬3 S -!6 |‫؛‬qi!p u!u!g3 qo PB ',UJ,Y3 ٥ P V II ipuBS -‫ اﻻ‬J‫؛‬q !A| -jaz Y٥s ,s e u ja ıA g Z ‫؛‬UISUBY‫؛؛؛‬B ٥ Y٠ ۵ :3 ‫ ﻻاا‬u b Ae u j |o ٠ 0 ‫| )ااا‬W3 |y p A 'ısaiLuno P V II ( ıe q -,Y.'SUB 'Yg ) -‫؛‬J . 6 3 JBY |ası6 |!q



‫‪3 ٨‬ﻝ! ‪0 |0‬ﻝ| ‪6‬ﻝ‬ ‫ﻻ‪! '( ٩ ٨ ٠‬ﺟﻠﺤﺈ!ﺓﺍ!ﺝ؛ ‪ 0 ٧‬ﺍ ‪9‬ﺓ! ‪ ٧‬ﻡ ‪9‬ﺍ ‪!٩‬ﻝ ‪ e q‬ﺝ ‪nJn ٨‬‬ ‫ﱃ ‪|9‬ﺃ|>ﺍ ‪-9‬‬ ‫) ‪ 0 8‬ﺟﺪﺡ| ‪0 ٨‬ﻻ ‪9‬ﺇﻟﻼ ‪9‬ﺍﺃ^ﺍ ‪ 9‬ﻝ ‪.‬ﺍ ﺩ ‪ 6‬ﺃ ﺩ ‪ 0‬ﻻ ‪9‬ﺍ‬ ‫‪ 0 |0‬ﺓ‪0 .‬ﻝ ‪0‬ﻝ| ‪6‬ﻝ‪ ٩ :‬ﺃﻟ ﺪ ‪ 0 ۴‬ﺩ ‪ 6 |0 6‬ﻻﺍ ‪ 6 |6 6‬ﻻ| ‪6‬ﻝ‪ 1‬ﺃﺩﺍﻻ‬ ‫|ﺓﻝ' ﺇ ‪0‬ﺍﺣﻞ|‪!٩ 1‬ﻝ ‪ 0 ٩‬ﺃ ‪ 0‬ﻻ ‪ ٠ 9 ٨‬ﻻ ﺓ ^ ‪!٩‬ﻝ ‪110‬‬ ‫ﺣﺎ ‪9 |٧‬ﻝ!' ‪٩‬ﺍ| ‪ 6‬ﺃ ﻻﺍ ﻻ ‪ 0 ٩‬ﺡ ‪ 9‬ﻻ ‪ 08 9‬ﺍ‪|0١‬ﰝ‪ 8 1٧15‬ﺡ ‪-6‬‬ ‫‪ 9‬ﳊﺪ|ﺣﻞ‪6 |0 1‬ﻝ ‪۴‬ﰿ ‪ 8‬ﺣﻼﺡ ‪ ٧‬ﺳﺎﻗﺎﺓﻝ ‪٩‬ﺍﻝ ‪ n a‬ﺡ ‪-10 ٩‬‬ ‫| ‪9‬ﻝ|‪! ٠‬ﺍ>ﻝ؛ ‪ 8‬ﺓ ‪٩ !٩‬ﺃ| ‪6‬ﺍ ﲧﺠﺎ ‪ 9‬ﻟ ﻼ ﺡ )ﺍ ‪ ٧‬ﺇ ‪0‬ﻟﻼﺍﰗ ‪ 0 ٨‬ﻻ(‬ ‫‪.‬ﺃ ﻻﺍ ^ ‪89‬ﺍﻟﻼﺍ ‪ ٧‬ﺩﺇ ‪>|.9 ' 9‬ﺃﻻ|ﺃﺍ> ‪0 9 ٨‬ﻝ ‪ 0‬ﻻ ‪٩ 92‬ﺍﺣﻞ ‪-٧‬‬ ‫‪ ٨‬ﺝ‪ 18٧‬ﺡ ‪٩‬ﺃﻝ ﻻﺍﺃ ‪| 9‬ﺃ^ ﺍﺓﺟﺎ ‪ ٨‬ﺡ ‪٩‬ﺍﺍﺍﻝ‪ 0 ٠‬ﻟ ﻼ ‪ 9‬ﺟﺎﻷ‪0 ٠‬ﻝ ‪-9‬‬ ‫‪٩ ٩ ٧‬ﺍ?ﺍ| ‪9‬ﻻﻻ‪1‬ﻻ ﺍﺍ ‪6‬ﺍ|ﺃ ‪ 0 ٩ |0‬ﺝ ‪ 0‬ﺝ| ‪ ٩ ٧ 9‬ﺟﺒﺎ ﺡ‬ ‫ﻻ ‪ 6‬ﻳ ﺔ ‪ 0‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ ‪٢٦٩ 9 ٩‬ﺍ ‪ ٧ 0‬ﻡ ‪0‬ﻝ ‪0‬ﻻﺣﻞ‬ ‫‪٩ ٧ 9 ٩‬ﺍ ‪9 |8‬ﻝ( ﺍ| ‪|٧٢٦٩ 9‬ﺓﱀ ‪ ٩‬ﺟﺞ|‪ 9 1‬ﻟ ﺔ ﺇ ﺡ ‪^ 9 ٩‬ﺟﺎ ‪-9‬‬ ‫‪ 8‬ﺝ ‪! ٩‬ﻝ ‪3 0‬ﻝ ‪9‬ﻝ|ﺍﺍ ‪9‬ﻝ ^ ‪ ) nSOJpe‬ﻟ ﻠ ﻬ ﺈ ‪0 8 9‬ﻝ| ‪9‬ﻝ‪ ٠‬ﺱ ‪-0‬‬ ‫‪ ٩‬ﺡ ﺃ ‪| 0‬ﺇ ‪0‬ﻝ ‪9 3 0 6 |9‬‬ ‫ﻻ ‪9‬ﻷ ‪3‬؛| ‪9‬ﻝ ^ﲨﻞ ‪ 0‬ﺓ‪(٢١‬‬ ‫‪30‬ﻝ ‪9‬ﺇ|‪9 |1‬ﻝ ^ ‪٩ 6‬ﻝ ‪ 0‬ﺓ ‪ 8 0 ) 0‬ﺇ ﱂ‪٠0‬‬ ‫‪9 3 0 6 !٩‬‬ ‫‪ ٨ 9‬ﻻ ﻻﺍﺍ ﻻﺍ ‪ ٨‬ﺣﻠﺤﻼﺣﻞ ‪ n u n g 9 ٨‬ﳊ ﻞ ^ ‪^! ٧ 9‬ﺍ!ﺓﺝ‪-‬‬ ‫^ ‪٩ 9‬ﻝ ‪0‬ﺍﺓﻝ‪0 ,. 9 ٨ ..‬ﻹ ‪٩ 8 >| 9‬ﻝ ‪|0‬ﺣﻞ‪ ^ . ٠‬ﺓﺇ ‪ 6 9‬ﻫﻼ| ‪3‬ﻻ‬ ‫ﺍ ‪9‬ﻝ ^ ﻩ ‪ n u n p 0‬ﻹ ﺡ ‪ ^ 6 ٨‬ﻩ ‪ ٨‬ﺓ ﻻﺍ ﺣ ﻞ' ‪ ٠ ..‬ﺣﺎ‬ ‫‪٩‬ﺟﺎ!ﻝ ( ‪ ٨‬ﺍﻻ‪٩ -0٨808 ٠9‬ﻝ ‪ ٠‬ﺇ ‪ ٨ 8 9‬ﻩ ‪^ |9 ٧‬ﺣﺎ ‪ 0 6 9‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪٩ I0 u .p u e .jn u 0‬ﺃﻝ ﺝ‪٧ ،‬ﺍﺅﺍﺡ ‪ ٧‬ﻡ‪ 1‬ﻟ ﺴﺎ ﺡ ‪ ٨‬ﺓ ‪0 ٨‬ﺍ ﺣﺪ ‪-6‬‬ ‫‪٩‬ﺍ| ‪ ٩‬ﺍ ﻻﻟ ﻼ| ‪9‬ﻻ ‪ ' BpUI . lpU .IB 8^ 9‬ﺇﺍﻝ| ‪9‬ﻟﻼ ‪3 ٩ 9‬‬ ‫‪ ٩‬ﺓ ‪ ٩‬ﻫﺆ ‪|9 6‬ﺍﻝ ‪ 9 ٨‬ﺓ ﻻ ^ ‪9‬ﻝ ‪ 0‬ﺩ ‪ 6 | 0 6‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ^ﺃﺟﺎ| ‪-9‬ﻻﻻ‬ ‫‪ ٨‬ﺡ ‪ ٩‬ﺡ ‪ ^ . .‬ﻻ‪08 .. 13‬ﺡ ‪0 9 ٧ 0‬ﱀ ‪ | ٧‬ﺓ ^ ‪|3‬ﺟﺠﺢ ‪?9‬‬ ‫‪ ٩‬ﺓ ‪ 9 ٨ ٠ ۴ ٠ ,.‬ﻭﺍﻻﻭﻝ ﺡ(ﺣﻼ‪ ٠‬ﺍ ‪ ٠ .0208‬ﺍ ﺇ ‪9‬ﻟﻼ ‪3 |!8‬ﺍ‪.‬‬ ‫‪٩ 9 9 ٩‬ﺍ| ‪!٩ 9‬ﺍﺱ ‪٩ ۴‬ﺍﻝ ﺝ ‪٩ ٨ 9‬ﺍﻝ )‪.,‬ﻟﻼ ‪ 9 ٩ 0‬ﻻ ‪٩‬ﺍ‪.٠8‬‬ ‫ﻷ ﺩ ‪ ٩ 9‬ﰗ|‪ JB .p s 920 '^ 1|1‬ﻻ ﻻ ‪ ٧ ٨ 0 9 ٩‬ﺓ ‪٨‬ﺓﻝ ‪-|9 ^ 9‬‬ ‫‪||9 ٩‬ﺍ ﺇﺍ ‪9 |٩‬ﻝ ‪٧ 8 3‬ﺍ ‪ 8‬ﻻ‪1٩‬ﻻﻝ‪ -‬ﻙ ‪ 8 ^ 8‬ﺃ‪ ٠‬ﻻ| ‪ 6‬ﻻ ^ ‪-00919‬‬ ‫ﻟﻼ ‪ 9‬ﻻﺍ ‪0‬ﻝ| ‪9‬ﻝ ‪ 8 ٩ 8 ٨‬ﺍﺅﺩﺍ| ‪9‬ﺩ ‪6‬ﺍ ‪٩‬ﺍ ‪ 6‬؟ ﺓ ‪ 0‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ ‪9 ٩‬‬ ‫ﱃ ‪9 |۴ |8 9‬ﻝ' ‪30‬ﻝ ‪9‬ﻝ|! ^ ‪٩ 8‬ﻝ ‪8 |0‬ﻝ' ﺓﻝ ‪ 0‬ﺇ ‪0 8 9‬ﻝ| ‪9‬ﻝ'‬ ‫‪ 8 ٨‬ﻟ ﻼ ‪ ٨‬ﺍﻟ ﻼﺍ ﻻ ‪٨ 6 ٩ 8‬ﺣﻼﺍﻝ' ‪ 0‬ﻟ ﻼ ‪ 9‬ﺟﺎ ﻻ ‪98‬ﻝ ‪.8 9 ٩‬‬ ‫ﺍ ‪ 0 6 9‬ﻻ ﺩ ‪ 8 9‬ﺍﺍ ‪8 |0‬ﻝ ‪ ^ 8‬ﺍ>ﺓﺍ ‪٩ 9 | 0 ٩‬ﺍ| ‪9 |٠‬ﻻ‬ ‫‪9 6 '.. 9 3‬ﻝ ‪ ^ 9‬ﺓ ‪ 8 ٩ ,, 9‬ﺝ^ ‪8 |8‬ﻝ‪1‬ﻻ ‪ 6 ..8 3‬ﺩ ﻻ‪٩ 1‬ﺍﻝ \)‪-2‬‬ ‫ﺇ ‪ 0‬ﺇ ‪^ ٧ 8 |0‬ﺃﺟﺎ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ' ‪6‬ﺣﻞ ‪ . ^ 9‬ﺃ ‪ 9‬ﻻ ‪٩‬ﺍ ^ ‪٩ ٧ 9‬ﺍ| ‪ 9‬ﻻﻻ‪-‬‬ ‫‪1٩‬ﻝ‪|1‬ﻟﻼ‪0 . ٢٦٩ ' 189‬ﻝ ‪٩‬ﺍﻝ ‪ 1٧18‬ﺇ| ‪8‬ﻻ ‪٩‬ﺍﻟﻠﻼ ‪ 8 ٩ 8 ٨ 8‬ﺝ|‪1‬‬ ‫‪٩‬ﱂ ‪ |9 ٧ 0 ٨ 8 9‬؛ ‪8‬ﺇ ‪ 0 6 3‬ﻻﺍ ‪9‬ﻝ ‪|8 ٩‬ﺍ ‪6 9 ٩ ٧‬ﻝ ‪ 0‬ﳚ ﻻ ‪-‬‬ ‫‪ 6‬؟ ‪ 8‬ﺇ ‪3‬ﻝ ‪٩ ٧ 3‬ﺍﻝ ‪0‬ﻝ ‪ ٧‬ﻭ^ﺍﺍﻝ ﻝ‪٨‬ﺃ ‪ 9 |۴ |8 9‬ﻻ ﻻ' ‪-0٨808‬‬ ‫‪1٩‬ﻟﻠﻼ ‪ ٧1 ٧8‬ﻻ ‪ 9 ٩ 9‬ﻻ|ﺃ ‪ 0 6‬ﺩ ‪٩‬ﺍﻝ ﺍﺝ ‪ 0 ٩ |0‬ﺝ ‪ 0‬ﻻ ‪0‬‬ ‫‪ 0 |0‬ﺝ‪ 0 .‬ﺝ ‪ 82 0‬ﻯ‪ 0 ٩ ٠٧8‬ﺩ| ‪٩ 9‬ﺍﻝ ‪ 8 ٩ ٧ 8 |8‬ﺓﺍ ‪٧‬ﺍﺯﺍ ‪-٧ 6‬‬ ‫‪ 8 ٩‬ﺍ ‪ 9‬ﻝ^ﺍ ‪ 0 |0 ٩ 9 ٩‬ﻻ ‪٩ 6‬ﺃ| ‪ 9‬ﺩ ‪ 9 ۴‬ﺇ ^ ‪^ ٧ 9‬ﺍﺟﺎ| ‪9‬ﻝ ‪٧ 9 ٩‬‬ ‫^ ‪ 9‬ﻻ ‪٩‬ﺍ ‪ 18‬ﻻ‪1‬ﺇﺍ ‪ 8‬ﻻ‪1٩‬ﻝ‪ | 1‬ﻻ ‪8‬ﺍ ‪8‬ﻝ‪ 920 1‬ﻷ ﻻ ‪ 9 9 ٩‬ﻵﺍ ‪9 ٩‬ﱂ ‪8‬‬ ‫‪ ٧‬ﺍ' ‪1٧18‬ﻝ| ‪8‬ﻻ‪ 1٩‬ﻻ| ‪3 |9 ٧ 8 9 ٧ ^ 8 3 8‬ﻝ' ‪ 9 6‬ﻟ ﺪ ‪^3‬ﻝ ‪' 9‬‬ ‫ﺓ ‪ 8 0‬ﺩ ‪-0‬ﻫﻞ ‪ 89.0‬ﺩ ‪ 0‬ﻻ ‪8 ^ |3‬ﻝ ‪0 6 9‬ﻝ؛ﺍ ‪9‬ﻝ ‪ ٩ 8‬ﻝ ‪2٠‬ﺍ‪-‬‬ ‫ﱃ ‪3 6 6‬ﺍﺍﻟﲆ ‪۴‬ﺍ!ﻝ‬ ‫| ‪8‬ﻟﻼ ‪1٩‬ﻝ ‪0 ٩‬ﻝ ‪0‬‬ ‫‪ 0‬ﺍ ﺩ ‪|٢٦^ . 0‬ﺍ‪1٧8‬ﻟﻼ‪٩ ٩ 8 8 |٨1‬ﺍ ‪ 2‬ﺍ ﻻﺃ ﻻﺍ ‪ 8‬ﺩ‪٠ 9 ٨ ^ 1‬ﺓ ‪ 8‬ﺝ‪-‬‬ ‫ﻝ ‪8 9 3 9‬ﺍ ‪٧‬ﺍ ﺝ ‪ 0‬ﺓﺍ ‪9‬ﻻﻝ ‪ ٧‬ﻻﺍ ‪ 6‬ﺩ ' ‪0‬ﺍ ‪٩ 8‬ﺍ| ‪ ٩‬ﺍﺟﺄ ‪ 8 9 3 ٧‬ﺡ‬ ‫^ﺃ( ‪8 ٨‬ﻝ ‪ ٩‬ﺍﻟ ﻼﺍ ‪ 8 |٨‬ﺍ ‪8‬ﺇﺍ ‪8 ٩ ٩‬ﻟﻼﺍﻻ ^ ‪8‬ﻟﻠﻼ ‪ 8‬ﺝ‪٠9٩ ^ 1|^ 1‬‬ ‫) ‪ 9 ٨‬ﻻﺍ ‪9‬ﻝ| ‪ 9‬ﺍﺍﺍﺝ ‪ ١‬ﺍ' ‪٩‬ﺟﺎﺍ ‪9‬ﻻ ‪| 19‬ﺍﺝ^ﺍ' ‪ 8 3 ٧‬ﻻ ‪3 |3‬ﻝ| ‪ 9‬ﺍ|ﺍﺝ‪-‬‬ ‫‪9 ٩‬ﻝ ‪|9 3 9‬ﺍ ‪9 ||3 ٨ .9 3‬ﻝ ‪|9 ٩ 3 ٩‬ﺍﻝ| ‪ 9‬ﻻ ‪ 9‬ﻻ ‪ 0‬ﺩ ‪ 0‬ﺍ ﺩ ‪0‬ﻝ‬ ‫‪ 0 ٩‬ﺩ| ‪٩ 9‬ﺃﻝ ‪٢٦9‬ﻝ ‪ ' 8 ٩ 8‬ﺍ ‪ 0٩0١‬ﻻ ‪ 0 ٧ 0 8‬ﺩ ﻝ ‪8 ^ 8‬ﻟﻼ‪٠1‬‬ ‫‪0 ) 1 0 0 !٧‬ﺍ‪ ٧ 0 '/ 3,‬ﺟ ﻶ ‪ / 0‬ﻵ ‪0 3‬ﳗﺪ' ‪ ٧ 0‬ﺝ‪ /‬ﺭ‪/‬ﱂ‪,‬ﻭ‪(5‬‬ ‫|ﺍﺅﺍﻝ‪0 ٠‬ﻝ ‪ 9 ٧‬ﺟﺄ ‪9 ' ٧‬ﻟﻼ ‪ 9‬ﻻ ^ ‪ 9‬ﻻ ﺃ ‪ 8‬ﺇﺍ ‪8 ٩ ٩‬ﻟﻼ ‪٩ ٩ 8‬ﺃ ‪2‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪ 8‬ﺍ ﻻﺍﺇﺍ ﺡ ‪٩ ٧‬ﺍﻟﻠﻼ ‪ 0 8‬ﺍ ﺩ ‪9 |.0‬ﻻ ‪0‬ﻻ ‪٨ 0 ^ 8 ٨ 8‬ﻟﻼ ‪ 8 ٨ 8‬ﺩ‪٠8‬‬



‫‪٠‬‬



‫^ﺩ ﺝ ‪٧‬ﻝ‪//‬ﺩﺟﺞ‪5 /‬ﺍ ‪٧‬ﺍﺭ‪/‬ﺝ ‪ ٧‬ﻡ‪ /‬ﺳﺎﺝ‪/‬ﺟﺮ‪ 8 .‬ﺩ ﺍ ؛ ‪ 9 ٨‬ﻭﺃﺭﻻﺍﺍﺍ‬ ‫ﺍ ‪^ 9‬ﺍ ‪JB .BW JIpUei. IUIS 6‬ﺍ ‪٩‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪9 ٨‬ﻝ ‪ 8‬ﺍﺇ ‪ 9 9‬ﺟﺄﺃﺍﱃﺃ ‪9 ٩‬ﻝ ‪٧ ^ 9 3 9‬ﺍ ‪ ٧ 8 |8 88 89‬ﻻﺍ‪٠89‬‬ ‫‪٩ 6‬ﻝ ‪ 8 9‬ﺍ ﻻﺍ‪ 8 |.‬ﻻ ‪٩‬ﺍﻻ|ﱃ‪٧ 0 9 ٨ |0 ۴ 8 ٩ 8 ٨ 186‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪|9 ٩‬ﻭﻻ ‪ ٧‬ﺍ ﻻ ‪ 0 ٩ ..‬ﺝ ‪9‬ﺍ ﺍ ‪٩‬ﺍﺍﺩﻫﺪ|ﻫﻞ‪ ..‬ﺟﺎﻝ ‪8‬ﺍ ‪9‬ﻟﻼ ‪9٧189‬‬ ‫|ﺍﺝ ‪ 0 9‬ﺩﻟ ﻼ ﺡ ﻹ ‪ 0‬ﱀ|ﺍﻻﺡ ‪٩‬ﺣﺪﺣﻼﺍﻝ‪ :‬ﺍ ‪.9 ۴‬ﺍﻟﻼ ﻟﻼ ‪٠٩8‬‬ ‫‪ ٩‬ﺃﻟ ﺪ ‪ 0‬ﺝ‪6 ٧٢٦٧٢٦٩ ٠0‬ﺍ ‪٩‬ﺍ' ﺍﺍ^ ‪ 0 6‬ﺓ ‪ 9‬ﻩ ‪ 8‬ﻟ ﻞ ‪ 8‬ﻻ ‪٠|920‬‬ ‫| ‪ 9‬ﻻ ‪0 ٨ ٧ 1 ٩‬ﻝ‪ -٢٦٩‬ﺩ ‪ 8‬ﺝ ‪ 8 ٩‬ﺝ ‪ 8‬ﺍ ﻻ‪ 1‬ﺇﺍ ‪ 8‬ﻻ ‪٩‬ﺍﻟﻠﻼ ‪٧ ٧ 8 |8‬‬ ‫‪٩ 6‬ﻝ ‪ ٧ ) 9‬ﺃ ‪ ٩ ٠|9 8 ٧ 9 ٩ 8‬ﺍ ﻟ ﻺﺍ ﻻﺍ' ‪ 8 ٨ ٨ 8 ٩‬ﻻ ﻻ ﺍ ( ﺓ‪٧1‬ﺍﱂ‪-‬‬ ‫‪ ٧‬ﺍ' ﻻ ﻻ ‪٨ 8‬ﺍ| ‪9‬ﻻ ﺍﺝ| ‪٠ 9‬ﺍ ‪9‬ﻝ‪0 1‬ﻝ ‪٧ 0‬ﺍ ‪ 9‬ﻻ ﻻ ‪18‬ﻝ ‪ 88‬ﺍ ﻻ ‪8‬‬ ‫ﺍ|^ ﻻ ﻻ ‪٨ 8‬ﺍ ‪ U.Z1P ! 0 ٩ ٩ 8‬ﺩﺍ ‪ 9‬ﺩ ‪٩‬ﺃ ‪٩ ٩ 8 0 9‬ﺍ ‪2‬ﺍ‪٠‬‬ ‫‪ ٨‬ﺡ ‪٧‬ﺍﻝ ‪0‬ﻝ ‪ ٧‬ﻭ ﺟﺎ ﻻ' ﺍ ﺩ ‪ 0 ^ 8 ٨ 8 ٩ 0 9 ٩ .8 8‬ﻻ ‪0‬ﺍ ‪ 6‬ﻻ‬ ‫‪6 0 ٩‬ﻝ ‪ 0‬ﺩ ﻍ ﺓ ‪0‬ﻝ ‪6 0 § 0 ٩ |0‬ﺍ ‪٩‬ﺍ ‪ 9 ^ 0 6‬ﻻ|ﻻﺍ ‪ 9‬ﻯﻟ ﻶ ‪-8 ٩‬‬ ‫‪/‬ﺟﺮ' ‪ 18‬ﻻ‪ 1‬ﺇ| ‪ ^ 8 3 8 |٧1 ٩٧8‬ﻻ ‪9 ٧ 8 9‬ﺍ ‪9‬ﻷ ‪0 ٩ ٧‬ﺟﻞ ‪ 8 ٩ 0‬ﻻ‬ ‫ﰜ ‪ ٧‬ﻡ‪/‬ﻟﺮﻯﺝ‪-‬‬ ‫ﺍ ‪8‬ﻝ ‪ 8‬ﺍ ‪9 ٨‬ﺍﺱ ‪ 0‬ﻡ ‪ /‬ﺓ‪٧ ,‬‬ ‫ﺍ‪٧ 8 ^ 9 ) ٠9‬ﺓﺍ‪0 ٩ 7>/‬ﺍ (‬ ‫‪ 18‬ﻻ‪ 1‬ﺇ| ‪٩ ٧ 8‬ﺍﻻ|ﻟﻼ‪ 8 |0 1٧188‬ﻻ ‪^ 1|^ 8‬ﺍ| ‪ 8‬ﻻ ‪|٧ 9 2 0 ٩‬ﺍ ﺍ!ﺓ‪-‬‬ ‫‪0 8 ٩ 8 ٨‬ﺍ ‪8 |٨ 8‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪ 9 ٩ 0 ٩‬ﺟﺄﺟﺎ^ ‪ ٩‬ﺍﺩﺍﻟﻼ|ﻭﻝ ‪ 9‬ﺓ ‪0‬ﻝ ‪9‬‬ ‫| ‪٧ ٧ 9‬ﺍ ‪ 6‬؟ ‪ 8‬ﺍ ‪9‬ﻝ ‪1٨88 9 ٨ ٧ 9‬ﻟﻼ‪ 8 ٨ 1‬ﻝ‪ ٩ ٧ 8 |1‬ﺝ!ﺍ ‪ 9‬ﻷ ﻻ‬ ‫^ ‪٩ |9‬ﺍﻝ ‪|| 920‬ﺍﺟﺎﻻ ‪ 9 ٩‬ﺟﺎﺟﺎ^ ‪ 1٩‬ﺩﺍﻟ ﻼ‪-‬‬ ‫ ﺍ ﺓ‪ .‬ﺓ‪1‬‬‫ﻯ‪ ٩ './٧ .‬ﺩ ﺝ ‪ p e‬ﻣﺎ ﻯ ‪ ^ 9 ) 7٧‬ﺝ ‪ ٧‬ﺓ‪/‬ﻻ‪ /‬ﺑﺬﺍﻟﻼ•(‬ ‫ﺍﺣﻼﺍ|ﺣﻼ ﺩ ‪0‬ﻻﻝ ‪9‬ﻟﻼ‪ :‬ﺍﻭﻷﻟﻼ ‪٩‬ﺍﺍﺍﻻﺍ‪-Ip p e ıs ı 6|!q|l0 :‬‬ ‫‪ 18 0 ٩‬ﻻﺍ‪ 8 |.‬ﻻ‪1٩‬ﻟﻠﻼ ‪ ٧ 8‬ﺍ ﻻ ‪128٩‬ﻝ| ‪٧ 8‬ﻟﻼ ‪ 8 8‬ﺍﻻ ‪-|0 ^ 8 ٩‬‬ ‫ﻝ ‪9‬ﻟﻼ ‪8 |9 8‬ﺍ‪ 9 |,1٧‬ﻻ‪1٩‬ﺯﻟﻼ ‪ ٧ || -9‬ﱈ‪ /‬ﻯ‪ ٧ .‬ﺍ ﺩ ﻱ ‪/٧‬ﺟﺮﻯ‪:/‬‬ ‫^ ‪٧ 8 ||0‬ﺍ| ‪ 9 |9 6 8‬ﻻ ﺇ ‪ 0‬ﻻ ‪ 08‬ﺓ ‪9 |^ 0 3‬ﻻ ‪ ٢٦8‬ﻻ ‪ 8‬ﻻ ‪ 0 ٨‬ﻻ‪-‬‬ ‫ﺍﺍﱃ ‪٩ ٠9 ٩‬ﺍﻝ ‪ 88‬ﻻ ‪| 9 ٩ 8 ٩ 8 ٨ 8 « 8‬ﺍﻻﺍ ‪٩‬ﺍﻝ ^ ‪ 0‬ﻻ ‪8٩٢٦‬‬ ‫‪ ٠ ٠ ٧‬ﺍ ‪ „ ! 2‬ﺃ ‪udpuizip 9 ٨ pe \ 8 ) -8‬ﺍﻝ ‪٩‬ﺍ‪-‬‬ ‫ﻻﺍ ‪ 0‬ﻻ ‪ 9‬ﺝ ‪ 0‬ﳉﻻﻭﻝ‬ ‫ﻝ ‪8‬ﻟﻼ ‪ ٨ 8‬ﺇ ﺍ| ‪٩ 9‬ﻟﻼﻟﻼ ‪8 ٧ 8‬ﻝ ‪ 88‬ﺍﻻ ‪ 0 8 ٩‬ﺇ ‪0‬ﻝ‪8 |^ ٢٦٩‬ﻝ‪-1‬‬ ‫ﱃ ‪|۴‬ﺡ ‪٩‬ﺍﻝ|ﺃ^ﻝ ‪٧ ' 9‬ﻝ ‪8 |٩ 8‬ﻝ ? ‪ ٨8 ^ ٩‬ﻟ ﻼﺍ ﻻﺍ ﻻ ﻩ ‪-٩ 8‬‬ ‫‪|0‬‬ ‫‪ ٢٦٧‬ﻻ ‪OA|8 ^( ٢٦٩0 8 ٩‬ﻝ‪ -‬ﺑﺬ ‪89‬ﺍ ‪| ٧‬ﺍ ^ ^ ‪٧ 8 2 8‬ﻟﻼ ‪ 8‬ﻟ ﻼﺍﺝ‬ ‫‪ pJ .pUB .BZ.' 0 ٨ 0 ٩‬؛ ‪٩‬ﺍﻝ ^‪٢٦‬ﻝ ‪ 8‬؛ | ﺍ ^ ‪1. 9 ٨‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪08 6‬‬ ‫ﺍ ‪ 6‬ﺑﺎ |ﻵ‪٢٦‬ﺱ ﺍ ‪3 6 9‬ﺍ ‪ 3‬ﻷ ﻻ ‪0 9 ٩‬ﻝ‪٢٦‬ﻝ ‪ ٨ 8 ^ 0 ٩ ٧ 8‬ﻟ ﻼﺍ ‪.9 3‬‬ ‫‪٩‬ﺍ ‪ ٧ 0‬ﺡ ^ ‪٨ 8 ٩ 0 .0‬ﻝ ‪8 |٠٩٧8‬ﻝ ‪٧ ' ٧ 9 ٩ 2 0 ٨ 0 9‬ﺍ‪٠‬‬ ‫‪ U 0 . p 0 H‬ﺓ ‪8 6 ٨ 9‬ﻟﻼ ‪9 ٩‬ﻝ|ﺍﺟﺄ ‪٧‬ﺍ ﺍ ‪٧ 6‬ﺍﻟﻼ ‪8 |^ 1٩8‬ﻝ‪6 1‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪ ٧‬ﻟ ﻼ ﺡ'‬ ‫‪ 8 6 ٨ 9 ٩‬ﻻﺍ ‪9 ٩‬ﻝ ‪0‬ﺍ ‪8‬ﻝ ‪ 9 ٩ ٧ ٩ 6 ^ 8‬ﻻﺍ ‪٩‬ﺍ‪-‬‬ ‫^ ‪ 8‬ﺓ‪1٩|1‬ﺍ ‪8‬ﻝ‪ -‬ﻻ ‪! ٨ 8‬ﻻﺍ ‪8 ٩‬ﺍ^ﺍ ‪8 ٩ ٨ 0 8 ' 8 ٧‬ﺝ| ‪8‬ﻻ ‪' ٩ 0 9‬‬ ‫‪ 0 6‬ﺩ ﺍ ‪9 |0 ٩ ٨ 0‬ﻝ' ‪ 0 ٩‬ﻻ ‪^ 9 |٧ 3 ٩ 9‬ﺍ ‪٩‬ﺍﻝ ‪0 6 9 ٨‬ﻝ ‪0‬ﻝ ‪8‬‬ ‫ﻵ ‪ ٩ 0‬ﺩ ‪ 8‬ﺟﺎ ‪٧0 8 ٧ 8 ٩ ٧‬ﻝ ‪ 8 ٨ 8‬ﺝ ‪٩ 8‬ﺍ‪8 ٨ -‬ﻝ|‪^ 1‬ﺍﺍ ‪9 ٨‬‬



‫ﻟﻼ ‪8 8 ٨ 0‬ﺍﻝ ‪9 ٨‬ﻝ| ‪9‬ﻝ| ‪ 9‬ﺩ ‪٨ 9‬ﻻ|ﺍ ' ‪ 1‬ﺩﺍ ‪٩ 9 ٩ ٧‬ﺍﻝ ‪e p 8 Â‬‬ ‫‪ — M٢٦H‬ﺩ ‪0‬ﺍ ' ‪٧ 9 p ' ٧ B p ٨ 9UJ‬؛ ‪٩ 9 ٧ 'z‬ﺍﻝ ‪6‬ﺍ ‪٩‬ﺍ ^ ‪-e‬‬ ‫ﺃ ‪ ^ 9‬ﻻ ‪ 3 |3‬ﻻ ﻻ ‪9 ٨ 9‬ﻝ ‪ ٩‬ﺍﺟﺎ ‪pB -‬‬ ‫ﺩ‪ ٧ 1٧ ٧ 8 |1‬ﺍ^ﺍ ‪ B p eA 0‬ﺩ ﺩﺍﺑﺈ ‪ 9‬ﺍ> ‪0‬ﻝ ‪ 8‬ﺍ>ﺍ! ‪|8 ٩‬ﺍ ^ ﺩ‪1‬‬ ‫‪ n s n m e A B p v '3Z ‘ 0 9 !٧ 9٥‬ﺟ ﻬ ﺎ ﺩ ﺍ ‪8 ٩‬ﺍﺍ ^‪-‬‬ ‫‬‫^ ‪0‬ﻟﻠﻼ ‪ 0‬ﺝ| ‪8‬ﻝ ‪1٩‬ﻝ‬ ‫‪ 8 |٧ 0 ٩‬ﻻ ﻻ ‪J9Z0!8 9 p ٧‬ﻝ ‪8‬ﺟﺈ‪1‬ﻟﻠﻼ ‪ 8‬؛ ‪٧ 8 |٧ o As B.S‬‬ ‫‪z‬؛‪ J.UB.İSBJ 9 p ٧ .‬ﺝ ‪٨ 0‬ﱂ ‪9‬ﺇﺍ ‪9‬ﻝ ‪٧ 9 ٨‬ﻟﻼ ‪9‬ﻻ ^ ‪1|8‬ﺍ ‪8‬ﻝ '‬ ‫‪٧ 9 ٩ z o g Ab z o ^ 9 ^1 „9 Z 0 8 ٧ ٧ 8|epB z o q‬ﺍ‪-‬‬ ‫|ﺍ ‪e p ^ 0 ٨ 0 ٩‬؛ ‪ J9|9J‬ﺩ ‪٨ 9‬ﺍﻝ ‪9‬ﻝ ‪8 ٩ ^ 9‬ﻝ ‪ 9 ^ 9‬ﺇ ‪٧ 9 ٩ 9‬‬ ‫ﺝ ‪8 |٧ 0 0‬ﻝ ‪^ 8 3‬ﺍ| ‪0‬ﻟﻼ ‪9‬ﺇﻝ ‪0 9 ٨ 9‬ﺍ ‪ 8‬ﺝ ‪٩ 8‬ﺍ|ﺍﻝ ‪-e d e ). ٩‬‬ ‫‪ 8 p ٧ IS8JB 9 ٩‬ﺟﺎﺝ ‪-U0Z0 UlUIJBiepe z o q |0 ٧ 9‬‬ ‫‪ l6 i|^ 9 S ^ 0 il (6 j 9 ٩ s Ab ) ..B p‬ﺡ ‪0 9 9 ٨ 0‬ﱃ‬ ‫‪ 0‬ﻻ ‪٩ 8 |٧ 0‬ﺍﻝ| ﺍ ﺡ ‪U3U9|^0J0S 9‬ﱃ ‪ 8 8 8‬ﻻﺍ‪z o q - 18‬‬ ‫‪٩ w e q 9 p ٧ 0JS0‬ﺍﻝ ^ ‪8 ٩ 8‬ﻻ‪0 1‬ﺍ ‪0‬ﺟﺎ ‪0‬ﻝ ‪9 ٨ ٧ 8‬‬ ‫‪^ lAozoA ‘^ 0A‬ﺍﻻﺟﺎ ‪٩‬ﺃ ‪ ٩ e p eA‬ﺓﺍ ‪8 6‬ﺍﺍ ‪z ٩ ٧ e q‬؛ ‪٧‬‬ ‫‪i ٢٦Aoq ‘ı s e p e z n g -|iqz‬‬ ‫‪- 0٩ |٧ 8 !٧ 9 ٥‬‬ ‫‬‫‪P‬؛‪ 8J‬؛ ‪8 |838٩ 9 ٨‬ﻝ ‪( J0U 0|0q‬‬ ‫ﱃ ‪S9 !'|0 ^ 8 ٩ ٧ 8‬‬ ‫‪0S 0jdÇ ' ^ 8 ^ ٧ 8 .‬ﻟﻼ ‪8‬ﻝ ‪8 |8‬ﻝ‪٢٦^ ٠‬‬



‫‪9 6‬ﱃﺍ ‪٧‬ﺍ ‪-J..B J9A Bpuisepjoq ( de ^ 'epep ٧ ٧‬‬ ‫ﲆ ‪ ۴‬ﺍﺅﺍ ‪٧‬‬ ‫‪٩ oq !BJBS‬ﺍ ‪ 0 '^ 0‬ﺩ ‪ 0‬ﺝ ‪ lUIJSd 8‬ﺩﺍ ^ ﺍ ‪0‬ﻟ‬ ‫‪uuB.ideA 0‬ﺍ‪0‬ﺟﻞ‪0‬ﻝ ‪ 0٩‬ﺝ‪٩ 0‬ﺍ ‪ep b A 0 ^ 0‬ﻻ‪e -^ 8‬‬ ‫‪٧9 P ^s ٧‬؛ ‪3Z- 9‬ﺍﻝ ‪JS0 9p ٧ isi٢٧96 ^edo-‬‬ ‫‪-JI.IUB.‬‬ ‫ﱂ‪ ٠‬ﺩ‪M0Ao٩ 9 6 ^ 0‬ﻟﻼﺍﺍ ‪9‬ﻝ ﺍﺩﺍ ﻻ ^‪-|0‬‬ ‫‪ B p v ' 2‬ﺝ‪٩ ./‬‬‫‪( ۴ ٩ st/8 - g J (-ji.e j8 A ،/(/. je j8 | S O in 'i0 ٩‬‬ ‫‪ 8 ٩‬ﺝ|‪8 |0 1‬ﻝ ‪9 ٩ ^ 8‬ﻝ ‪ B pB‬ﺍ ﺩﺍ ﻻ ‪JBIUOJOS I0ÖZO‬‬ ‫| ‪ 9‬ﻻﺍ ‪ 9 ٩ (9‬ﺟﺄﺝ ‪ 9‬ﻻ ‪ 0 ^ 9‬ﻻ ‪ 0‬ﻻﺍﺍ ^ ‪3AlS٧ e i0 d |9‬‬ ‫ﱃ ‪۴ ٩‬ﺍ ﺍ| ‪9‬ﻝ‪-‬‬ ‫ﱃ ‪ 9 |٨ 3‬ﻝ ‪ 9‬ﻻ ‪ e 0 |8 .§ 8 ٩‬ﺝ‪1‬‬ ‫‪٧‬ﺍ ^ ﺍ| ‪9‬ﻝ| ‪3‬‬ ‫‪ e p b A z b UBp‬ﺩ ‪ b Ç||^8ZO ' 9 6 ^ 0‬ﺩ ﱃﺍﺝ ‪9 . ٠9‬ﺍ>‪-‬‬ ‫‪p9W 0|^0A‬؛ ‪B joA oq e p o q : j' 8 ٩‬ﻓﺎ>ﺡ ^‪JBIBJB-‬‬ ‫] ‪ ' JBpe^ 9|O.B ^138/0 (b A|BJ1S٢٦٨٧‬ﺩ ‪9‬ﺟﺄﻝ|ﺍ ‪-0 ٩‬‬ ‫‪q iJBiedJBd B je ^ o q‬؛‪٧ Bp..BJB^B٧ e.. J‬‬ ‫‪ ^ UB^!^ ' I٧ e 6 j0 B«B٩‬ﺍ ^ ‪ 9‬ﻟ ﻼ ﻻ ‪٧B|BpB] U B p‬‬ ‫‪ised ' (0‬ﻭﺟﺎﺟﺎ^ ^ ‪ 3 ۴‬ﻻﺍﺍ ﺍ ‪ 0۴‬ﻻﺍ ^' ‪BJSO.!^' -|0٨‬‬ ‫‪ e‬ﺍ‪ OS lueA J3 H ٠‬ﺍﺍ ‪ 9‬ﺩ ‪٨ 9‬ﻻ!ﺍ ‪jB d BJB-‬‬



‫‪vav‬‬



‫^‬



‫‪٠‬‬



‫) < ‪1!NV9dO‬‬ ‫‪٩‬ﺍﻝ|ﺍ ^ ‪) ٠UJB..BS^ J٠1‬‬ ‫‪ ep‬ﺩ ‪ 9‬ﻻ ‪٨ 9‬ﻝ ‪S9 j 6 u o ^ 3‬؛ )ﺍ ‪ 6‬ﻻﺍﻗﺞ ‪ ٧‬ﺍ ‪6 8‬ﺡ( ‪p‬؛‪J‬‬ ‫‪U!Z!P p B uiJB iuoq 9 ٨ jıp jB ٨‬؛ ‪1U -BW B|jıze٩‬‬ ‫ﻻ!ﻻﺍ ^‪u b A 9J^l|Jiq B|U0U٢٦9 J.UB..n‬؛ ﺍﺟﺎ ‪٨ 9‬ﺍ ‪9‬ﻝ‬ ‫^ ‪^ ^ ! UBÖJOUB eA uji‬؛ ‪ e A w‬ﺍﺍ ‪Z!P1 pB iu Ab 9‬؛‪-‬‬



‫‪'!Uizip pB uudfliSaiiq yuBÖJO‬‬



‫‪b 6jo‬‬



‫‪٠‬‬



‫_ ‪• * lN٧ 9 y ٥ N٧‬‬



‫‪٩ ^ ١u e 6 jo u ٧‬ﺍﺍ ‪9‬ﺟﺎ ^ﺍ ‪9‬ﺩﺍﻻ ‪z ١p p e‬؛ ‪ l ٧‬ﺏ‬ ‫‪-IpIldeA J9|9٧J31U9Z0P‬‬ ‫‪٩ BpUlSBUJ‬ﺍﻝ|ﺍﺟﺎ ‪U9A B|Ai 3B٧ JB ^BLUBlŞeS‬؛‬ ‫‪ lp|IJ‬؛ ‪||9Z0‬؛^| ‪٩ J9ZU9٩ 9‬ﺃ|‪9‬ﺟﺎﺱ‪9‬ﻻﻻ ‪ueiwiuej-‬‬ ‫‪0 ٨ 8 ٦‬ﺍ ‪8‬ﺍ ‪9‬ﻝ‪.‬ﺍﻻ ‪P p e‬؛ ‪IU!Z 6‬ﺍ ‪9 ٩‬ﻝ ‪ 9 6 ^ 9‬ﻻﺍﺝ| ‪-9‬‬



‫‪zoAo.Joq euo‬‬ ‫‪ııs۴ J 9 d .. ‘ ..i!S۴ tq.. B p b A., 6‬ﺍ ‪٩‬ﺍ ﺍ ‪ 9‬ﻻ ﻻﺍﺍ ‪9‬ﻻ‬ ‫ﱃ ‪S۴ J0P,, '..J is ^ o p jd .. UB|IUB||0 ^ 9 ^ 9‬؛‪..1‬‬ ‫‪3‬ﺍ‬ ‫ﺍ ‪ |6‬ﺃﻻ ‪J9|939J9p 9 iy ٧ 96i|9S ^0A l|^ je ٠‬؛ ‪٩ iAb l٧‬‬ ‫ﺩ ‪ 0 ۴‬ﻻ ‪9‬ﻟﻼﺍ‪٩ 1‬ﺍﻝ ‪9W JI9Z0P 9 6‬ﻻﻝ ‪٩‬ﺍ‪9 -‬ﺃﻝ ﻟﻼ ‪-9‬‬ ‫‪0‬ﺍ‪0‬ﺟﻞ‪0‬ﻝ‪0‬ﻝ ' ﺍ ‪ .^ 0 8‬ﺇ ‪u o s d u jo q i s e w o q i 9‬‬ ‫ﱃ ‪ 9‬ﺍﺍﻻﺍ‬ ‫‪Z1P p B 1 ۴ PZ0 W0U06 .ideA‬؛‪ ٧1٧1U‬ﺍ ‪9‬‬ ‫‪p p e‬؛ ‪z‬؛ ‪u‬؛ ﺓ؛ﺓﺍﻭﺳﺎﺍ ‪ipuB |iuiA eA 9 p . / 8 z i i 09‬‬ ‫‪U 0 .A .J 3 J 0 .J u q A UB|0 ijid e A ۴ ٩ ٠ 9 ٨‬؛ ‪٩‬ﺍﻝ‬ ‫‪0 ٨ B1‬؛ ‪OB9٨ J O ^ 'UOlAoO 'J9IS' 9 9‬ﻻ ‪|0 ٩‬ﺍ ‪ 9‬ﺃ‬ ‫‪ eA 9 ٩‬ﺟﺎﻻ ‪ 9 6‬ﻻ ‪9‬ﺍﺍ ‪9‬ﺟﺎﺍﻝ ‪٩‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪٩ Jtse|9‬ﺍﻝ ‪ u e p z e q‬ﻝ ‪0‬ﻝ ‪ 9‬ﻟﻼﺃﺝ ‪bu jji Ab UB.ZOİ-‬‬ ‫‪ UIUIZIP p e e j‬؛' ‪٩ BPJBIUBJO l|^JB /‬ﺃﻝ| ‪ 9‬ﺝ ‪ 9‬ﻻ ‪٩‬ﺃﻝ‬ ‫‪« 9‬ﺍ‪is iu b A u iu e w u e iw iu e j IJBIZOJ ZIS٧ B٨ - -‬‬ ‫‪ ) (L u n s o jjiu LunplOB '(^IJ0/|0S ,0‬ﻻﺍﺇ ﻻ ﻯ ‪9 p |9‬‬ ‫‪0‬ﺍ ‪ 0‬ﺟﺎ ‪0‬ﻝ ‪n ju n o n o u jiA LunplOB 9 3 9 |A o a 0 ٩‬‬ ‫‪IJBIpB 1!SB ^BJBAo ^ 0U0Ç03ZOS LunplOB BU‬‬ ‫‪uunufi,0‬ﻝ ‪0‬ﻝ ‪0 ٠1«9‬ﺍ ‪ uijB jis Jiq u e pueA 0 9‬ﻻ ‪-0‬‬ ‫‪٧ JI^9JIN ’!pJ9٧ 0 ^ B//-Bid U 9 p U 0 S 0 3 Z ^ B٧‬‬ ‫ﱃ ‪ 9‬ﺍ ‪9 ||6‬ﻝ ‪ in n - 9‬ﺍ| ‪ ٩ 9‬ﺍﺍ ‪je ip e 9 ٨ ٧ 9‬ﻟﲆ ‪٨ 9‬ﺍ‬ ‫‪٩ 1W9JSS‬ﺃﻝ ‪ ٠lp 9 U 9 p 0 !٧ 1Z!P pB‬ﻻ ‪0 ٩ ' 93‬ﻝ ‪ 0‬ﻻ‬ ‫ﱃ| ‪9‬ﻝ ‪B٩ B p UBL٧ 6 j 9 9 9 ٩‬‬ ‫ﺡ ‪0‬ﻻﻝ ‪۴‬ﺍ ‪ 0 ٩‬ﻻ ‪9‬‬ ‫‪w n jB J iiu d iiq B jd d d A !IB>IIV‬‬ ‫‪LuniBioujiA d!!qB iB 09 A IIB>IIV‬‬



‫‪9 y 38^ ly v ia v Ni.N٧‬‬ ‫‪٧ jo ٨ se.Od JBJJIU‬‬ ‫‪B.I0S ujoA se.O d .‬‬



‫‪y v ia v i>.3aznwnN 09‬‬ ‫‪٩‬ﺍ | ‪ 9‬ﺓﺃ ^ ‪:!JB.pe PJ9٨‬‬ ‫‪٩ U9J9JS06 IPISB B|pB‬ﺍﻝ ‪٧ e«B,lS 0 |0‬ﺟﻠﻼ ‪ 0‬ﺝ‬ ‫‪٩ IWB e q e p liJip e izeq 'B JB |Z0.9٨‬ﻭﺍﺍﻻ ‪9‬ﻻ ‪٩‬ﺍﻝ‬ ‫‪٩ epuı.ıdeA I|pe SHBjauiLU I٧ 6 d j BiydBJÖB‬ﺍﻝ‬ ‫‪IDS 'UBUJÖJ99 -Op|0 ۴ WJ1P٧ B|.IU1S BpUIJIB‬‬‫‪s e‬؛ ‪u !p 6‬ﺍﻝ ‪٩‬ﺍﺟﺎ ‪ ., IJB|ZOJ ٧ 0 .0 ٩‬ﻻﺍﻟﻞ ‪9 |9‬ﻝ ‪IpB ..‬‬ ‫ﺍ ‪ 0‬ﻻ ‪ 9 ٨ eJB|ZOJ ,.۴ W 9p ..J9||0AlJ٠I٨‬ﻻﺃ‪ .‬ﻭﺍﺃ‬ ‫ﱃ ‪.9‬ﺓ|ﺍﻻ ‪S9iyU0ZO٥‬؛ ^ ‪ BpU030U 0 |0‬ﺝ ‪ 6‬ﻻ ‪-0٩‬‬ ‫‪se (^٩0.|0S) ^l|OA٩٠l٨ '^ BUJBJUJ.U‬؛» ‪٩ 9‬ﺍﻝ‬ ‫‪ USB U9J 9 ٨‬ﻟﻼ ‪ 9‬ﺍ ‪6‬ﺍﺍ ‪- B. B|pB J!q ۴ 3 e .e s w u e -‬‬ ‫‪٩ ' IUIJB|ZO. |B .9٧ J 9|^!||9Z0‬ﺍ| ‪9‬ﺟﺎﱃ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ ‪6 9‬ﺍ‪-‬‬ ‫‪٩ o g Ji|iqe|iA es‬ﺍﺍ ‪ 6‬ﺍ ﻻﺍ ‪ 9‬ﻻ ﻻ ‪|JB|I^1B^ B3I|§B٩‬‬ ‫‪BpUlSBJB 0 ٨ e ٦‬؛ ‪s‬؛ ‪p u jo e g 9 ٨ J 9 J90 b3B ٨‬‬ ‫ﺍ ‪9‬ﺟﻼﻻﺍﱃ ‪ 8 9‬ﺍ ﻻ ‪ 9 ٩‬ﺍﺍ ^ ‪j9 |U 9 J 9 js p 6 e q e d‬‬ ‫‪ IBS‬ﺍﺍ ^ ‪9‬ﺍ ‪9‬ﻝ ‪p p B 'j!q u e u e A e p 9‬؛ ‪z‬؛ ‪u‬؛ ‪u‬؛ ‪-J9A u‬‬ ‫—‪>.‬ﺃﻻﺍ ‪ lUIZIp p B IBSBAlUI)I 9 0‬ﻟ ﺪ ‪eAujI -^ ^ 3‬‬



‫ﻝ ‪0 |0 1|6‬ﺟﻞ ‪0‬ﻝ ‪ 0 ٩‬ﺝ ‪ 0‬ﻻ ‪81٨6|0 ٩ ' 0‬ﺍ ‪ 0 ٩ 8 |٨‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ‬ ‫ﺡ | ‪٩‬ﺍﻝ ‪8 |8 0 |0‬ﻝ ‪6‬ﻝ‪-0 ^ ^ 0 ^ 0 ٩ 186‬‬ ‫‪08‬ﺍ ‪6‬ﻝ‪ 1‬ﻻ‪ 1‬ﻻ‬



‫ﻻ ‪6‬ل ‪ 6‬ﺟ ﻢ ‪6‬ل‪ 0 ^ 1‬ﻻ ‪ 0 80‬ﻻ ‪ ٩‬ة ‪ ٩‬ح ‪ zv‬ﻟﻰا||ا^ |> ‪6‬ل‪٠8‬‬ ‫‪6‬؟ﻝ ‪1|9 ٩ 9‬ﻝ| ‪ 9‬ﻻ ﻻﺍ ‪8 9‬ﺍ ‪9 6‬ﻝ ‪.^ 9‬ﺍ ﺟﺎ ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪ 0 ٨‬ﻻ ‪-0 ٩‬‬ ‫‪ ٢٦٩|0‬ﺝ ‪ 0‬ﻻ ‪ 0 ٩ 9 ٨ 0‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ ‪9‬ﺟﺎ‪ ^ 1|۴ 2 0 .‬ﺍ|^ ‪ 8 9‬ﺍ ﻻ ‪9‬‬ ‫‪ 9 ٩‬ﻻ| ‪6 |6 ٩ 6 9‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪ 8 ٩‬ﺍ>‪ 6.1‬ﻻ ‪ 6 ٩‬ﻻ|‪ 1‬ﺝ‪ 1‬ﻻ ‪٩ 6 8 6‬ﺍ ‪٩‬‬ ‫‪ 0‬؛ ‪ 8 9‬ﺍ ﻻﺍ ﻻ ‪٩‬ﺍﻝ ‪ 0 ٩‬ﺍ ‪ 0‬ﻻ ‪ 0 |0‬ﺝ‪0 .‬ﻝ ‪ ٩‬ﺝ ‪ 0‬ﻻ‪ 0 ٩ ٠0‬ﻻ ‪-9‬‬



‫|‪ 1‬ﺝ‪ 0 ^ 1‬ﻻ ‪ 0 8 0‬ﻻ ‪ ۴ ٩ . 9 6 3 ٠ 6 ٩‬ﺍ ‪8 | 8 ٩ 8‬ﻝ‪8 ^ 1‬‬ ‫ﱃ ﺓ ‪0‬ﻝ ‪ 0 ٨ -0 ٩ |0‬ﻻ ‪٧ 8‬ﺍ ‪8‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ' ^‪ 8.1‬ﻻ ‪ 6 ٩‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪0 ٩‬ﻝ ‪0‬‬ ‫ﻻﻻ ‪ 6‬ﺃ|ﺍﺝ^ﺍﻻ ﺍ ‪ 0‬؛ ‪ 0 ٨ -‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ| ‪ 6‬ﺟ ﲆ ﺡ|ﺍ ﺟﺎ ﻻ ‪0 ٩ 8 ٩‬‬ ‫ﻻ‪ 1‬ﻻ ﺩ ‪ 1 ۴ ٨ ۴‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪ 0 |0 ٩ 6 ٩‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪ 0 ٨‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪-6 |8 ٩ 8‬‬ ‫‪ 0 ٨ 0‬ﺟﻠ ﺪﺍ ﺓ |‪6 |^ 1‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ ‪ 9 ٩ 9‬ﻻ ‪ :0 ٩ |0‬ﺍ ‪0‬ﻝ^ ^‪6 | 1٨1‬ﻝ‪- 1‬‬ ‫‪02‬ﻟﻼ ‪ 0‬ﺩ ‪ 0‬ﺝ ‪ 0‬ﻻ| ‪ 06 6 |۴‬ﺩ ‪ 0 ٩ |0‬ﺝ ‪ 0‬ﺓ ‪0‬ﻝ ‪ 9 | 0‬ﻻ‬ ‫‪ 0 ٩‬ﺟﻠﻼ‪ 186‬ﻻ ‪0 ٨ 6‬ﺍ ‪ 8‬ﺩ ‪ 8‬ﻻ ﺣ ﺎ ‪ -‬ﺍ‪ 1٩6‬ﺟﻼﺍ ‪6 |6‬ﻝ‪ ٠‬ﺩ ‪-0‬‬ ‫‪ 0 |0 ٩‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪9 |٨ 9 ٩‬ﺍ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ | ‪ ٩ 9‬ﺍ ﻻ ‪٩ 9‬ﺍﻝ ‪٨ 6‬ﻝ‪ 1‬ﻻ | ﺍ ‪ 6‬ﺍ ﻻ‬ ‫‪٧‬ﺍﺓ| ‪ 9‬ﺍ© ‪\)\2] 9 ٨ ۴ 3‬ﻝ‪6 |08 &92٧‬ﻝ‪ 9 2 0 1‬ﻻ ﻻ ‪9 ٩‬‬ ‫‪8 ٨‬ﻝ ‪6‬ﻝ| ‪ 6‬ﻻ ‪6‬ﻟﻼ ‪ ٨ 6‬ﺣﻼ ‪ ٩‬ﻱ| ‪9 |9 6‬ﻻ ‪٩ 6 |6‬ﺍ| ‪ ٩‬ﺍ ﺟﺎﻻ ‪. 9 6 9‬‬ ‫ﱃ ‪ 9 ٩ '^ 6‬ﻻﺃ ‪ 9 |2‬ﻻ ﻻ ‪0 6 2 0‬ﻝ| ‪ 0‬ﺝ ‪ 0‬ﺍ|^ ‪ 89‬ﺃ ﻻ ‪ 9 ٩‬ﻻ‬ ‫ﻻ‪1‬‬ ‫ﻭﺍﻻ ‪ BU .JBI.Al . 6 >.‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪6 |^ 8 ٩‬ﻝ ‪9 6‬ﺟﺎﺍ ‪8 |^ 6 ٩‬ﻝ ﺍ ؛‬ ‫‪1٩6 .‬ﺟﲆ ‪6 |8‬ﻝ ‪ 6 |0 ٨ 8‬ﺩ‪.‬ﺍ; ‪9 ٩‬ﻝ ‪ 9 |٨ 9 ٩ ' 6 ٨ 8 ٩ 6‬ﺍ| ‪٠9‬‬ ‫ﻭﺍ‪ 9 ٩ .‬ﻻﺍ ‪ 0 ^ 0 ۴ ۴ ٩ 2‬ﻻ‪9 ،‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ ‪ 8 |8‬ﻻ ﻻ ‪ 9 6 6 ٩‬ﻻ‪ 1‬ﺝ‬ ‫‪6 >.‬ﻝ ‪0$ 6‬ﺍ ‪6‬ﻻ ‪ 0 ۴ 9 ٨‬ﻻ ‪ 0‬ﻻﺍﺍ ^ ‪0 ٩‬ﺍ ‪ 9 6‬ﻯ ﻝ ‪ 0‬ﻻ|‪٠6‬‬ ‫ﻝ ‪ 6‬ﺝ‪ 1‬ﻻ‪1|1٨‬ﻝ‪٠‬‬ ‫‪ 0 |0 ٩‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪9 ٩ 8 ٩ 6 ٩ 6‬ﻝ ﺍ^ﺍ ‪. 9 |٨ 9 ٩‬ﺍﻻ ‪ ^ 6 ٩ 0‬ﺍ ‪-٩ 0‬‬ ‫‪6‬ﻝ‪ 188‬ﻻ ‪0 ٩ 6 ٩‬ﺍ ‪0‬ﻻﱃ ‪٩ 2 9‬ﺍﻝ ‪6 ^ 6‬ﻝ ‪ 9 2 0 08‬ﻻ ﻻ ‪9 ٩‬‬ ‫‪٩ 6‬ﻝ ‪9 ٩ 9‬ﻝ ﺍ^ﺍ ‪ 9 |٨ 9 ٩‬ﺍ ‪6 9‬؛ﻯﺍﻝ ‪ -‬ﺡ ' |^ﺍ ‪ 9 |٨ 9 ٩‬ﺍ‬ ‫| ‪ 0‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ? ‪6 ^ 8 ‘29‬ﻝ‪ ٢٦٨08‬ﻻ ﻝ ‪8 ٩‬ﺍ ‪ 69٨٨‬ﺩ ﺍ ‪6 2‬ﺍ ‪ 8‬ﺍ ﻻ ‪9‬‬ ‫‪ ?9‬ﺓ‪٧1‬ﺍﻝ ‪0 |0‬ﺟﻞ ‪0‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ ‪!٩‬ﻝ ‪ ^ 6‬ﻟ ﺔ ‪ 920 0‬ﻻ ﻻ ‪-0 ٩ 9 ٩‬‬ ‫ﻻ‪8 1‬ﻝ ‪ 9 ٨ 0 .6‬ﻻ ‪٩‬ﺍ ‪٩‬ﻻﻝ‪^| ' 2 - -‬ﺍ ‪ 9 |٨ 9 ٩‬ﺍ ‪6‬ﻝ‪ 188‬ﻻ‪٠‬‬ ‫‪ 0 |0 ٩‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪ ٩ '?92‬ﻯ ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪6 |0 ^ 9‬ﻝ ‪ 0 ۴‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ| ‪ 8 6‬ﺩ‪٠‬‬ ‫ﻻ ‪ 0‬ﱃ| ‪6‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪ 8 ٩ 8‬ﺟﺎ‪1٩1‬ﻝ‪ ’ [ :‬ﻷ ‪6‬ﻝ ‪ 6 |086‬ﻻ ﺍ ﺩﺍ ﻻ ‪9 ٩‬‬ ‫ﱃ ‪ 0‬ﺍ>‪٠0‬‬ ‫ ‪ 0‬ﺍ ‪6 |8 0‬ﻝ ‪6‬ﻝ■ ‪ 6 |6 ٩ ٧ -^ 0 ٩‬ﻻ ﻻ ‪٢٦٩‬ﻝ‪٢٦‬‬‫ﻝ‪٢٦‬ﻻ ‪6‬ﻝ‪-‬‬



‫‪٨88 9 ٨ 1|6 ٨ 8 ٩‬ا ‪ 6 3‬ة‪٧1‬اﻻ‪٩ 1‬ال ‪ 0 |0 ^ 0 |0 |٩ 0 .‬ج‪٠0.‬‬ ‫‪|9 ٩ ? 9‬ال ‪6‬اﻻ| ‪9‬ج‪.‬اﻻ ‪3‬ا ^ ‪ 89‬ا ﻻ ‪٩‬ال ‪ 9‬ﻻ ‪ 8 6 0 ٩‬ﻟ ﻼا ‪9 ٨‬‬ ‫‪ 9 ٩ 2 0 ٨‬ﻻ' ‪6 ٩‬ج| ‪ 8‬ﻻ ‪ 6‬ا دا ‪^ 6‬ا ^ةل ‪9 ۴‬ل| ‪ 9‬ﻻﻻ‪6 ٩ 8 ٩ 1‬‬ ‫‪8‬ا ‪|2‬اﺟﺄ ﻻ ‪ 9 ٩ 9‬ﻻ‪ 2\72\ 9 |٨1‬د ص ‪ 6 |6‬ﻟ ﻼ ^ | ‪8‬ل ‪0 ٩ 9٨‬‬ ‫‪ 6 ٨ ٨ 6 ٩‬ﻻ ل ‪0‬و| ‪ 9‬ﻻ' ‪ 9 ٩‬ىﻻ ^ ‪ ٨ 8‬ﻻ ‪ 8 |^8‬ﻻ ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪9 .9 ٨‬ل‪٠‬‬ ‫‪6 |6 ٩ 6‬ل ا دا ﻻ ‪|9 ٩‬ال| ‪٨ 9‬أ ‪3‬ا ‪٩‬ال‪1|8 ٩ 8 ^ ?9292 :‬‬ ‫‪ -‬ع‪/٧ ٠‬ج ‪ 9 09 ٧‬ﻟﻠﻰ ‪ 9‬ﻻ ‪ 8‬ﻻ ‪ ^ 8 3‬د ‪ 0 ^ ^ 0‬د ‪۴‬‬



‫ﻝ ‪ ٧‬ﺍ ^ ﻻ ﻻ |‪6 |1‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪0‬ﻟﺔ ﻯﺍ ‪]? 92 )\ 0 ?9‬‬



‫‪.^98 ^ 0 ٨‬ﺍﻝ‬



‫ا ‪82٢‬ا>|‪1‬ا> ‪٨6 -‬ل‪..‬ا^ ﻻ ‪6 ٩ 6 ^ 9‬ل ‪^ 89‬ا ‪ 9 9 8 ٨‬ﻻ ‪-9 ٩‬‬ ‫‪ 6 ٨‬ﻻ ﺍ ‪6‬ﻝ ^ ﺡ ‪ 8‬ﻻﱃﺍﺝ‪1.‬ﻝ‪ ٠ ) -‬ﺩ ‪ 3‬ﻷ ‪ 3 ٦‬ﺝ؛ ﻷ ‪ ٦‬؛ ﻻ(‬ ‫‪ 6 |6 ٩ 8 8 0 6 6 ٩ 6 |8 0 9 ٨‬ﻻ( ‪ 9 ٩‬ﺟﺎﺝ ‪9‬ﻝ ‪ 0 0 2 0 ^ 9‬ﻻ‬ ‫ﱃ ‪) 9 ٩‬ﺑﺮ ‪6٨٨6‬ﺍﺍ‬ ‫‪9 ٩ 6 ^ ٩ ' 01‬ﻝ ‪ ٩ 0 0 2 0 6 ٨ 6 ٩ 8‬ﺍ ﺩ‪1‬‬ ‫‪6‬ﺃﺟﺎﻝ^ ‪ 9‬ﻻ ‪9 ٩‬ﺟﺎﺟﲆ ‪9 ٨ 9‬ﻝ ‪۴‬ﺍ ‪9 6‬ﻝ ‪ 8 ٩ ^ 9‬ﺝ ^ ‪8‬ﻝ ‪0‬ﻝ‪٠‬‬ ‫ﻝ‪9 0 ٠6‬ﻝ ‪ 6 ^ 9‬ﻻ ‪6 ۴‬ﻝ ‪۴ ٩ 6‬ﺃ ‪ 6 3‬ﻻﺍﺍ| ‪6‬ﻝ ؟| ‪9‬ﱃﺍ ‪٠9 ٩‬‬ ‫ﻻﺍ‪ 1‬ﻻ‪ 0 ٩ |0 1‬ﺝ ‪6 0‬ﺍ ‪٩‬ﺃ ^ ‪0‬ﻝ ‪ 0 6 . 0 9 ٠0٩0‬ﻻ ‪. 9 ٨ 8‬ﺍ ‪-0‬‬ ‫‪ 0 |0 ٩‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪ 0 8 .‬ﻻ ‪٠ 9 ٨ 6‬ﺍ ‪0‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪٩ ^ 0 ٨ 0 ٩‬ﺍﻝ ﺍ>‪-81‬‬ ‫‪6 |6 ٩ ٧‬ﻝ' ‪ 6‬ﻻ ‪6 ۴‬ﻝ ‪ 6 ٩ 6 ٨ 6‬ﺟﺎ‪ 9 ^ ٨1‬ﻻ ‪920‬ﻝ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ ‪9 ٩‬‬ ‫‪ 0‬ﻻ| ‪8‬ﻻ ﺩ ‪ 6 ٨ 6‬ﺝ ‪ ٨‬ﺡ ‪ 6 ٨‬ﺝ ‪ 6‬ﻻ ‪6 ^ 8‬ﻝ ‪6 |8‬ﻝ ‪ 6 ٩‬ﻻ‬ ‫ﱃ ‪ 6‬ﻻ ‪ 6 6 ٩‬ﻻ ‪6 ^ 6‬ﻝ ‪6 |6‬ﻝ ‪ 8 ٩ 8‬ﺝ|ﺍ ‪ 9 ^ ٨‬ﻻ' ‪ 9 ٩‬ﻻﺍ ‪2‬‬ ‫‪62‬‬ ‫‪ 26 ٠‬د ح ‪ ? 9‬ﺩ ‪ 9 ^ 0‬ﺓ ^ﺃ ‪٩‬ﺍﻝ‬ ‫^ ‪ | 6 ٩ 8 0‬ﺡ‪ 1‬ﻻ ﺩ‬ ‫ ﺡ‪ ) -‬ﲗﺪ ﺱ‪/‬ﺓ‪/‬ﺝ‪/‬ﺩ‪ j ^|lJAB->1l|>^Bzn< 0 0 0 9 /‬ﻻ‪٠‬‬‫ﻝ ‪ 9 ٨ 9‬ﺩ ‪0‬ﻝ ‪0‬ﻟﻼ ‪ 9 ٩ 9‬ﻻ ﺩ ‪0‬ﺍ ‪0 3‬ﺍ ‪ ٨ ^ 0‬ﺣﻞ ‪٩ 6‬ﺍﺍ‪1‬ﻝ‬ ‫ﺍ؛ﻻﻭﻝ ‪ ٩‬ﺍ ﻻ‪81٩‬ﺍ ‪ 8‬ﻻ ‪٨ 9 3‬ﺃ ‪ 2‬ﺍ ﺩ ‪ 9 ٩ 98‬ﻻﺍ ‪ 020 9 ٩ 2‬ﻻ ﺓ‪٠0‬‬ ‫^‪ 1‬ﺩ‪ 1‬ﺩ ‪6 6‬ﻻ|ﱃ‪ 1‬ﺝ ‪| 0‬ﺡ ‪٩‬ﺍﺍ‪1‬ﻝ ‪0 9 ٨‬ﻝ ‪ ٩ 6‬ﺡ ﺩ ‪ 0‬ﺝ ‪٩ 8 |6‬ﺍ‪-‬‬ ‫ﺍﺍ| ‪6‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪08‬ﻝ ‪ ٩ 9 |^ 0‬ﺃ ﺅﺍ ‪ 0 ٩ 0‬ﻻ| ‪ 6‬ﻻ ﻻ ‪ 920‬ﻷ ﻻ ‪٩ 9 ٩‬ﺍﻝ‬ ‫ﱃ ‪ 6 ٩ ^ 1٩6‬ﺩ ‪ 8 ٨‬ﻻ| ‪6‬ﻝ ) ‪ 0‬ﻟ ﻼ ﺳ ﺎ ﻻ‪ JB .UB.lA) 1 ۴ ٠‬ﻻ‪-‬‬ ‫ﱃ ‪9 |29‬ﻭ‪٩ 9 :‬ﺍﺍ ‪ 6‬ﺍ ﻻ ‪8 |0‬ﻝ ‪0 ' ۴‬ﻟﻼ ‪٠|0‬‬ ‫ﻻ ‪6 6 |86 9‬ﺍﻝ ‪9‬‬ ‫‪08 8 9‬ﻝ ‪|^ 9‬ﺍ ‪0 ٩‬ﻝ ‪9 ٩ 0 3 0‬ﺟﺎ| ‪٩‬ﺃﻝ ‪6 |6 ٩ 6 9 ٨‬ﻻ ‪ ٧‬ﺍﺩﺍ‪٠‬‬ ‫|‪٢٦‬ﻟﻼ ‪ 8 ٩‬ﺝ ‪ 6 ||0 ^ (• ۴ . ' 6‬ﻻ‪|1٩6‬ﺍﻝ| ‪9‬ﻝ' ‪2‬ﻟﻞ{‪ 0 2‬ﻻ| ‪8‬ﻝ‬ ‫ﺩ ‪ 0‬ﻻ ^ ‪ 0 ٩ 0‬ﺩ ‪ 0 |0‬ﺩ ‪| 8‬ﻻ‪ 21‬ﺍ ^ﺍ ﺩ ‪ 6‬ﺓ ﺩ‪1‬ﺝ|‪6 | 1‬ﻝ ) ^ ‪٠٩8‬‬ ‫ﺍ؛ ‪6 ٨‬ﻝ ‪٩‬ﺍﻝ‪ -‬ﺡ ‪ 0‬ﺩ ‪ 0 |0‬ﺍﺩﺍ ﻻ ‪٢٦٩‬ﻝ ‪0‬ﻟﻼ ‪ 6‬ﺩ ﻻ‪ 9 ٩ 1‬ﺟﺎ| ‪٩‬ﺍﻝ‪:‬‬ ‫‪ 8 ٨ 6 ٩‬ﺩ ‪ 0 |0‬ﺩﺍ ‪8 ٩ 6 6‬ﺍ ‪6‬ﻝ ‪6 6‬ﺃﻷﺟﺎﻻ ‪ ^ 9 ٩‬ﺩ ‪ ۴‬ﺝ ‪-^ 9‬‬ ‫ﱃ ‪9 |۴ 3‬ﻝ ﺍ ﺩﺍ ﻻ ‪٩ 6 |86‬ﺍﻝ ‪ 9‬ﻻ ‪ 9 ٩ |9 6‬ﺟﺎﺍ ‪٩‬ﺍﻝ‪:‬‬ ‫‪6‬ﺍ ‪0‬ﻝ ‪0‬‬ ‫|‪ 1‬ﺟﺎ ﻻﺍ ﻻ ‪ 0 3 0‬ﻻ ‪ . 6 ٩ 6‬ﺍ ﺍ ‪0‬ﺍ ‪6‬ﻝ ‪ ۴‬ﻝ ‪ 6 2 0‬ﺟﻼﻻﻝ ‪ 6‬ﺝ‪ ٩1‬ﺍ‪.‬‬



‫أ دا ‪ 0‬د ‪ 6‬ﻻ ‪ ٩‬اﻟ ﺪ ‪٩ ۴‬ﻟﻺذ ‪ 2ik\\? ^ 9 '^ 9‬ﻻ ‪٩‬ا ‪ 6 8‬ا‪٠٩‬‬ ‫‪0 ٩ 0 .‬ﻟﻼ‪^ ٠‬ح ‪..6 ٧‬ا ﻟﻼ ‪ 9‬د ‪ '9٨‬دا د ‪^ 9‬ا ‪0 ^ '(02 0‬ج| ‪6‬ل'‬ ‫ﻝ ‪6 |6‬ﻝ ‪ 6 ٩‬ﻻ ‪|^ 620‬ﺍ ﻹ' ‪٩‬ﺍﻝ^ﺍ ‪٩ |9 8‬ﺍ ‪0 ٩ 8 6‬ﻝ| ‪ 8‬ﺭ) ‪0 ٩ 8‬ﻝ‪-‬‬ ‫ﺍ ‪ & ٠‬ﺍ ﺍ ‪ ٧ 0 6‬ﺍ> ‪ ı| IJAB-)^ı|)^Bzn^( 6 9 0‬ﺝ ^ ‪-6 ^ 6‬‬ ‫‪ 0 6 6 ٩‬ﺩ| ‪٩ 6 |0 0‬ﺍ|ﺍﻝ‬ ‫ﱃ ‪.^ 9 ٩ 9‬ﺳﺎﺍ ‪9‬ﻟﻠﻼ ‪ 9‬ﻻ| ‪9‬ﻝ ‪ 0‬ﺍ ‪۴‬ﺍ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ ‪ 9 ٩‬ﻻ ‪6 ٩‬ﻝ‬ ‫|ﺃﻝ| ‪9‬‬ ‫‪ 9 6‬ﻻ ‪٢٦^ |9‬ﻝ ‪ |8‬ﺩ ‪ 0‬ﺡ ‪0‬ﻝ' ‪ 6‬ﻻ ﻻﺍ > ‪٩ 0 ٩‬ﺃ| ‪ 9‬ﺟﺎﻟﻼﺍ ‪٠9٩‬‬ ‫‪ 9 ٨‬ﺅﺍ ‪0‬ﻝ ‪ 6‬ﺓ‪٧ .‬ﺍ ‪٩ ٧‬ﺍ| ‪9‬ﺟﺄﱃﺍﻻﺃ ‪9 ٩‬ﺍﺃﻝ| ‪ 9‬ﺩ ‪ 9‬ﻻ ‪ ٩‬ﺍ ﺩ ‪٩‬ﺍﻝ‬ ‫ ‪ ٧‬ﻵ ‪ 8‬ﺃ ﻷ ‪ 9 ٦‬ﺍ ﺩ ‪ -|0‬ﻩ ‪ 9‬ﺟﺄﺟﺎ^ ‪6 |6 ٩ 6‬ﻝ‪ 1‬ﻻ ‪ 0 6 .‬ﻻ ‪8‬‬‫ﺓ‪1‬ﻝ| ‪6‬ﻝ ‪ 8‬ﺍﻵ ‪8‬ﻝ< ‪6‬ﺍﺍ ‪-9 6 |0 ٩‬‬ ‫‪8‬ﻝ ‪ 6‬ﺩ ﺍ ﳌ ﺄ ﺟ ﺎ ﻻ ‪ 6 9‬ﺩﻻﺍ ﱃﺍﺝ ﺩ ‪6 ||0‬ﻝ‪ 18 1‬ﻻ‪1‬ﻝ| ‪ 6‬ﺩ ‪ 6‬ﻻ' ﺍ‪٠6‬‬ ‫‪٩‬ﺍﻝ ^ ‪8‬ﻝ ‪ 6‬ﺩ ‪ 0 |0‬ﻻ ‪| 920 ' 6 ٩‬ﺍﺍ^| ‪٩ 9‬ﺃﻝ ^ ‪ ٨ 8‬ﺝ ‪^ 6‬ﺍ ‪6‬‬ ‫‪ 9‬ﻻ ^ ‪ 0‬ﺩ ‪٩ BA. B j 6 .d O . ^ 0‬؛ﻝ؛ﻟﺪﺍﺍ‪ | | -‬ﺩ ‪0‬ﺭ‪ ٤‬ﲨﺠﺞ‪'/‬‬ ‫‪ 0 ٩‬ﺩ ‪ 0‬ﻻ ‪ 6 3‬ﺓﺍﻝ ‪6‬ﺍ ‪ ٧ 6‬ﺳﺎﺍﺝ ﻝ ‪6‬ﻝ ‪9 ||98‬ﻝ ‪ 9 ٩‬ﻻ ‪ 0 |0‬ﺝ ‪ 6‬ﻻ‬ ‫|ﺍ^| ‪ ٩ 9‬ﺍﻻﺟﺎ^ ‪ 9 2 0 ٩‬ﻻ ‪BlA .JBI.dBA 0 8 ^ 6 ^| 6 9 ٩‬ﻝ‬ ‫ ﺝ ‪٩ 9‬ﺃﻝ‪ ٠3‬ﺓ ‪8 |^ 8 ^ 0‬ﻝ| ‪ 6‬ﺡ‪ 1٧1‬ﻻ ﺡ ‪ 9 6 9 ٨ ٧ 6 ٧‬ﻻ ‪9‬ﺍ‪-‬‬‫ﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪٩‬ﺍﻝ ﺩ ‪9‬ﺟﺄﺍ ﻭﺀﺍ‪-.‬‬ ‫‪ 9 ٩‬ﺩ ﺡ | ‪8‬ﻝ‪ 1‬ﻻ‪ 1‬ﺓﺍ ‪ ٩ 0 8 ۴ 3‬ﺡ ﻫﺎﺟﺄﻝ ‪9‬ﻝ ‪ ٩ ^ 9‬ﺓ‪1‬ﻝ|‪٠6‬‬ ‫ﱃ‪6٩0‬‬ ‫‪ ‘B p B J ^ ZnA .3 6 .8 6 9‬ﺩ‪ 1‬ﻝ^|ﻟﻼ‪ 1‬ﺝ ‪0 ٨‬‬ ‫ﱃ ‪-0‬‬ ‫‪٩‬ﺍﺟﺄ ﰊ| ‪ 0‬ﻟ ﻼ| ‪ 9‬ﻻ ﻻ ﺩ ‪6‬ﻝ‪1٩‬ﻟﻼ ‪3‬ﺍ ﺍ ‪ 89‬ﺍ ^ ‪9‬ﻝ!ﻻﺍﻻ ﺍ ‪0‬‬ ‫^ ‪ 628‬ﻻﺍ ﺩﺍ ‪ 1^ 6 6‬ﺝ ^ ‪ 6‬ﻻ ‪ 6 |^ 1٩6 1.6^ 9 ٨‬ﻻ ﻻ ﺍﺝ| ‪ 9‬ﻻ‪-‬‬ ‫| ‪ 0‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ﺍﻭﺓﺍﺓﺍﺟﻼ ‪ ٧‬ﺩ ‪ 6‬ﻻﺍ ﺓ‪1‬ﻝ ‪ 6‬ﻻ ‪9 9 |۴‬ﻝ ‪6٩٢٦٩‬ﻝ‬ ‫ﻻ ﻻ‪ .‬ﻝ ‪ 6 ٩ |6‬ﻝ ‪ 9‬ﺡ ^ﺍ ‪0‬ﻝ ‪ 9 ٨‬ﺩ ‪٠0٩ Bpu .JB.BUiq . 1 ۴‬‬ ‫ﲨ ﺞ‪٩ ٠‬ﺍﻝ ﻻ ‪9 9 |^ 0‬ﻝ‬ ‫ ﻵ ‪ ^ 0‬ﻟﻼ ‪٠٩0‬‬‫‪ ٩‬ﺍ ﻟ ﺪ ‪6 ٩ ^ 0‬ﻝ ‪ 0 |0 ٩ |98‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ﺍ‪ ^ BJdO‬ﻙ ‪ 6‬ﻟ ﺪ ‪8 6‬ﺍ‪-‬‬



snbiieqojoE a n



‫فﺀﻋﺎ‬٠‫ﺀﺀ‬



JiAei



(‫ا!؛‬6‫ﺑﻼداﻻ‬eiAies 0) ‫ﺀﺀا ﺳ ﻢ‬



-UB nAixlws) J|q ‫ﻻ‬6 ‫ ) ؛ ا ا ﻫﺎ‬6١‫ ا‬3‫ﻻ ؛اﻻ‬0‫اﻻ‬0,‫ﻟﺞ‬ -٥ißuB(apoui nxuq6nq B|‫ ؛‬Bq ‫ داﺣﻮا(؛‬bAbpo BpuuB|‫ ؛‬xs3 us(|Eq UI.'AA 'IIAX) J!pusp٧!|3 ‫ل!ﻻ‬3 ‫ﻻﻟﻼا‬- uspiisq Ziq '0!ßBpv'1^!SNV (8 isBiJBd' ..‫؛‬znu) U3||j|pus|sss S|Apg 'B ٠ ‫ﻻﻟﻼ‬3 ‫ ل‬USPII



‫د ﻻاﻻ‬



sq |U |-|IJIp U S p ^ BlAodlilS) JlgB6 -JBd Jig zn،M '('3Z^ 1.1!) 'sq O j . v a v



'B٥ JBd niodujsj JlgB 'lisjps BS -IX '!|X!|US)‫ | ؛‬BqBp UBpogBpv 'ZPIAI '(!SSUJ -linipx unu,oıöepe '|BJ|) 'B O A İ 3 |O V aV ')N 3XVA0 . 3 . I . V . V -npjnunxop IUJI‫؛‬ ;UBX xa٥ ı x n : B psA xad| USP‫؛‬XS3 '‫|ال‬ -IUB BIPB'nq ‫ اداﻻ‬ıgıp|iuB||nx x b jb |o ' ui6Ab A SA ngnpunxop BpuıjB|^6za ) ‫؛‬ıxBpuıgB3 3 -nq s p i Bb p v 'Ji|i٧B||nx ‫ اداﻻ‬xaujupjpq usx J6XI٥- Uj|A|B UipBX |8SXS٧S||BgBXOS 'sp ٧ s g 'j|p!|!Bz‫؛‬٥ ZBAsq su!jszp opjog -jnunx op iuji-‫ ؛‬ijbx x ^ ı ıure٠xnuJBd Bp e A n|xnuj Ed '|BUJ3-)‫؛‬Sd JP) J‫؛‬g '،UBpuipB UlUlgBS nq s p i Bb p v u -!,‫؛؛‬B a a j o v a v ' (ıusp٠ ipusisu ') qBS B|A|JB|SUBP uıu,BA0x‫ ؛‬nj)s BsAsy ISIJ ٠EJ!5XSAAundBi jp٧KX3|V3|Xl||3Z0SA|S 3s j ٥ x U‫؛‬.U3U0٧AB٨ A‫!|؛‬BP.0E6، zsx sb ٨ I! '!s3|Eq S)B^ ıgıpreA U!.A|XSA0XS0|A| !‫ﻻ‬ g|zp)A|) 'npjoA ‫؛‬j ‫)؛‬x3J3B !J33aq J‫؛‬q |3SX!Z!J p jB|unq 'jo AiSbj ujsuo UB|Ujn‫ ؛‬nAn ‫ ؛‬njnp A UJIPB ‘ıa\,şpod ■JB|,IBBS '3puJ|i|q nq E |٠ ip B ıSBUJUBinBAg 'jpu3SU)‫؛‬u8q spsi ‫؛‬q X!‫؛‬B|X BJUSS BqBp 'PPIPJOB 3pj3|3JBq EX SA BpjB|OU!ZBB |‫ل‬3 |33 ‫ﻻ‬b AB)J0 0 'l)XI٥ ı)q ‫؛‬jB) UIXBA BqBp ang،)Bq٥j3 e afiB p v IPISU.A SUJ Z|)0J3 spj8|S|Bq- ‫ ؛‬B p g s i |UJ|X BDEq :ıp٧B| -‫؛‬Bq BABUJinın) ‫ﻻاا‬. ‫ﻻا‬6‫ق‬B|A..ısıxJB^ x 3‫ ؛‬..e sp sjp s BSIX 'SÖBpe XBJB|0 ISBlXOU xnj o p uıgıiJBAnp X|jg 'ipuBZ^ x!|3)!٧ J‫؛‬q ısıA BlUJBUJB) SlApUJpi PIOJ- ‫؛‬XBp,SfiBpB ‫ﻻ‬1‫ﻻ‬1‫ه‬ -SUBP X3XJ3 3|| S ^ n j sjaıiBg 'IP|BX XBJB|0 i3iAı‫ ؛‬J!q |AS (6 |‫ ؛؛‬U٠ XJ3 sp SU!A :np|nq ,ap,xnsp s p s s d IUIUJBPB UJB) aBeps :(n nğrı>ı 06-) ‫ق)ا‬9„ 3 ‫ﻟﺪ‬Apgpipaup u|u.Bd^ 36 -|)3 ‫ ك‬Sn|JB|A| SUBP ‫؛‬11X1 'dpjpj ‫ ؟‬B ‫؛‬AS|‫ |؛‬XI|I3 -UJIPJBA‫ اداﻻ‬ısBUJ|٥ i|٧^ Eq Bpnuox nq ulu ı٥ uBp -‫ ؛‬Bq (jnı‫ ؛‬nuj|0 uaupBd U!U.A٧UB3 ‫؛؛‬apjBX ZIX 'iteuBp UBPBJIS nq ‫ﺟﺎ؛‬3 ‫؟ﻟﻼ‬ JS|SS|3 BISSJSPİ Piup) sp jsupBd (UIPBX BP b A) X3XJ3 J|g 'ipjBAnp U)|U|SX3JS6 BU isbixou x b u b Ab p J!q 8|X!||3U3B- ‫ اداﻻ‬XBUJ dBA |JS|U|JUJ31 Xipisn Bpunon xBujiBd ı٥-SUBP zıp|ix 'ipuBWEuABX uspu|ssajp ‫ ؛‬pp I^UBP ‫( داﻻ‬SÖBPB im i 'npjoAnAox b Ab JO- ‫ﻻﻻا‬3 |‫)ا‬BUJBlgBS 3٨ ‫؛‬AsBuSp SA BUJUBI BUBS bsziuib A 'jo Aiuj(-|nx !uısspApB uıuı٥ l-‫ ؛‬B ) UJB|UB J ‫؛‬q Bpi)B|UB XI٠EJBaJOX spjai UJSUOP 0 BUJB 'npgap 3}q!jB) USXJS x٥٥aps|Bq X|SB|X aBaps !‫ ا>ا‬3‫' ا‬1X ‫؛‬- SNV Jiuap BP o isv av ) pujp|gq XI! upu)' z — JB|BUJJI ,xnsp sp S B ٥)‫ ؛‬I|B nioduJSi J lg B uB|idBA ‫ اداﻻ‬X3uuıı^‫|؛‬a6 pgnıupBzpp SA ‫؛‬AsBuap !xapu!jS|iaxajBq uuB|ifeuBp B P U IS B P O SA Epunura s js a ' '‫ل‬68 ‫ل‬0 ‫ﻻ‬ (UBD O lg E P E '|B)I " o z o s -jj) 'B a o v a v '‫؛‬U|J8|SUJ|pjSA sASUJ3| ٧0 -3 | ‫ ؛‬i u s 6 u u B i n u B j g ‫؛‬XBpunsn^jp-Asznx un.jnsv 'pupapB upipq BJUOS BqBp i 2 0 8 ) ıp j^ q lABuffi^O)') ‫؛‬Bjsa sp.sA ‫؛‬j r ç upipg ‫اا؛)أ‬6 ‫ د‬BABUJjngnABX aupop6 ‫؛‬X s s n.jnsv BJUOS uspu|UJ3٧0P xi|d|Bu- ‫ﻻ!ﻻ‬ -‫؛‬ssu u v 'i|ipjB SA nigo ‫اﻻ‬.٨ PBPV -‫؛‬SUJ3‫ج‬ '(28Z-018) III IJBJju-pspv ıp jıis6 iJE|XBjdo) nq Bpunuos SA 3 |3 ‫!ﻻ؛)ا‬BJBI 6 -‫؛‬BABS n|joz ı‫|( ؛‬JBX SJSIIUJBJV !XBp.jnqB SA s p s B ı^ xi|Çep !XBpuBsngop-Asznx - un.jnsv (688-2،6) II IJBJju-pBpv



(ll)BX BUIJB|XBjdO) BJUOS BqBp 'ip|B BUI' B ıgııusuısBs|- 8 ‫ﻟﻶ‬AsxiP nq | 0 ‫؛‬ııdB J3|J3) -٥nut» E|A٧B^Bq ı|ss uB٧B‫ ؛‬JBX B.)Bq|BB!u BH (SZ2l-Z0£،)l !JBJ!U-PBPV-'!PB UIU-



uBpujpxpq jnsv ip ‘|H V U |N a v a V 'igBUldBi sn -sz '‫؛‬ZSXJSUJ xn |S0d 0 ۴ |d IUJSUOP s٧Bz!g 'BpuiuiXBA pAox niABqBJBX xsa 'UBXIP -BJB» iigBq BuigBonq raxjauj '|S8٥||‫ل‬8 ‫ا‬0‫د‬ -IPS uiu.BPBdsi '!)USX gB٥xi! apu‫؛‬saB|oq Bipisid 'Ep,n|0pBuv (to3 I t j ’ v a v a v



6/ __________________________



'ip u E ^ x X'IuiBAbs xpApq Bp.jnsv aixil



-|S Z 0 SA IPIIPS |n q ^ X B JB |0 IJUEI J|q IIUJSUO Bp.BAujBlOdOZSIAI njgop 3,0002 '٥ '| ip -|٧ıpuB|pB X B JB |0 (|lAu‫؛‬q '! ) P B P B H EJuos jE||iAu|q ıı ııı) nppv S3UÇ SA) ‫ داا)اا‬bAbi JOspuissBigq sAuns B|XI|ISB|0 xoAng 'ISIJjnulgBA SA B U ip i) U!JS||WES " a v a v - ٠ J||IUB||TO| ‫ اداﻻ‬٠x||UBSU, n UB)



BSI ‫ ' ؛‬3 3



‫ﺟﻼ' اﻻ‬p e P j B



'JB ) ')IS a v ) 3 . . .



' ipilJIldJBS BUISBZ



lunio 33 - 3).58 2 ‫! ا‬٥nS S||JSISAo 3|!8 UBUB X3WX!P Zg6 BgnıunSo -‫' ؛‬xBUJjnx 0|duJ0X d|Bu)) 3 ,‫ﻻ‬3 ‫| ﻳ ﻼ‬S3||B oAujibp uodB ‫ ؛‬J‫؛‬q ‫ا‬0‫ﻻااال‬3 ‫ﻻ‬b p .'AA 'Iix ‘ l ö v a v 0



ub Ab u Ao



J-‫؛‬u s p BP iAböbpb ıqqıı mu ' ‫'ة‬/‫ ﻻ‬-BJB|U^ JI|IUB||II٩ ٩‫)؛‬d3S ‫)؛‬UB BpulJ B|XIP)SB4 ZBgoq SA u n jn q 'ısiJEAn '|3|J-‫؛‬P u3|)3AAnx 'n sn jn p ıo s z b 6 UBi^BJdBA- ‫ ؛‬mu - injnjn^ 3P36|ŞB uiuiAb İ b p v xaq '^|BHJ!l!ps s p is xu a j IJBS' ^‫|دا‬B 6 UBPJOUJ dE § -JipBUJBAoq IIUBPJOUJ- ‫ﻻاا‬8 ‫ا‬ -upA BUJEA٥q Vı/oaını ‫؛‬ssppBU j jsA o g ' ‫اال‬ -,UB||nx BpuıSBUJUEAoq lEgop upupA XBJ E|0 b Sb A B p b A PJPX 'ISSpApB SA IJBMBJdBA upupjpi - ‫ وج‬0 /‫ — ا ﻻ‬B/A/B5 3UJTO|0a



SipuiA 'S' b )b 6 j .،a ' ‫' ج‬B0B٧ aqja/\ s '(lAEİBpB !‫ﺣﺎ‬9 ‫د‬ -‫ دا‬xpApq) BSOiuamo] ‫(' ج‬ıgB|nxıAB ' iAb S BpB X-‫|؟‬UJ) BSJB)^ S '(lUBgAsj pnx) s/;n BOiıımıı 'S '(nu)n^) BqtnBOjqoıp s '(lAsi BPB piupA) sıdoıpjdB s - :‫ﻷ‬3 |‫ل‬iAb Sb p b (0 63l|‫؛‬Bq U|6Ae A sp.sA|XJPi B^‫؛‬Bq UBpjBI ung - '‫ﻻااال‬8 ‫اا‬BJB|0 A s i UEyBjdBA unu^ ^0 nq 'su -‫؛‬Sap.sA|XJPi' JsAs',eu.،3w٥ ')‫؛؛‬ıısA 0q Bp.n|0pE٧v ılBg-Asupg SA i)Eg 'JB٥B| ^3 ‫ د؛د‬BPBJE J|3pu|6u3J XB |٨3 ‫؛‬q IS.9-2 (‫ﻻأ‬3 02 ‫ال ا‬0‫ د‬us Aoq) J|P!Xiq J‫؛‬q spupujpu pjpB I|Bİ (eqoıuj s) iAb İ b p b niopEuv ji|iuB||nx BP'



UIUB|B !ABPS -) ‫ ^وا‬U B p gB İ XII U ByBjdBA J!||J'!)‫|)!؛‬SA 3pj3|3^)Bq BS|0 Bp ZB S p.sA X J P i 'jnun|nq XBJB|0 !UBqBA Bp.JB|UBX|BgSA B dnjAV B P O 'J!W‫؛؛‬a|J|٩ Uj|a p ٧ |٥!q LU‫؛‬X IBS !)EA^|Bq '3WU3J !ABU) Bp b A js u j 'iziujJIX B|xn|ung0٥- ‫ل‬3 |^3 ‫ ه! د‬jp iy E J d B A ‫|ا‬6 ‫د‬ -JBd BP b A ı!SBq |||Z!P I|XI|I‫ ؛‬JBX s jp B sup j ٦X -P) ‘(SHBupjJJO BIMBS) iAb İ b p v ‫؛‬- S N V gq 7Y،S،JB 'XEg] (' isb A iiujb ، JS|||B|]' BqEqi||Bq :jpı os^ a p js|sB |W UJP) UBUJI|ISA XB3is) '!Xliq ‫ااﺳﺎﺟﺎ‬.‫ د‬BP b A ns)0 'U6٥B x s i !٥ s p u ıu ııiıa x i |‫ ■؛‬e g 'B I A V ٥ V a V Aox ' ‫ج|ا‬٠٩ BU ıgB3nq x -!٥)3UJqaiAj 'IS3‫ |؛‬I BsngBlA) !ZBg u ı.suqı» b B j b u b i s „ B S U jnj ' A v i v a y jnp|0q xad ' ‫ﻻ‬3 ‫ا‬ -٧nq BpuuB|EXBqE) ussoAild|uiB l!S0٠ ‫؛‬xsp uiAsupB UlU.BAsny '!XBP.UB)S!JB3E|A| '!XEpuıSBZABq b u b A -|٨ 'JB٤b A (pio B ie jv '!Z|U s p JBZBH 'Z -‫؛‬USPBJBX) B pjBins n|zn)ZB !X - BpUlZgB UIJB|XBUJJI 'JB|BU3BpV '1X|SNVisb A iiujbj)' 3BP!!PJB3) B‫ د‬XB ‫ ؛‬n ‫ﻻ‬JnA ^|X8‫ﻻ‬8‫؛ د‬XI UBp ISIX s upzn!(-ABX J!q js z u s q sA3UX3) SA nu٠ ‫!؛‬X X!‫ ؛‬ıd6A ' u b Ab Sb A s p z ‫؛‬E V N . V B V ' u3٥ J|P3)X3UJ3UJU||!q IJB|XipB٧Ao |OJ') s u BpUISBUJ‫ ؛‬B|l|XJB) SA BpuiSBUJ‫ ؛‬B|UnB |0 uiJB|)SB|q0J)iJ3 Bp BSJoApupjpB |q|B ‫ ؛‬IUJ JBA |J8|AS-|‫ !؛‬u٧B|X٠3BpB nq u sipjgB SpiA BS x -‫؛؛؛‬Çap s p u ‫؛‬g ‫|؛‬i X iu ja x ) '|‫؛‬xa ‫ ؛‬n g n p jn ) -‫ ؛‬n|0 u٧B|)SB|qoj)|js B )‫ ؛‬BA ‫ ؛ا)اا‬3 ‫ د‬UB|0 ‫ ؛‬IUJ uB|d٠ı 8U -‫؛‬u|U|S9J3pq u)P|nx!)3j IX S3J٨3 ٥‫؛‬ BP b A J‫؛‬- q iBbobpb !SBiq0Ji٧3 io ibu jsh e,X،3epBUB3JS)x, 'X'3B PBj،q iBipbivb SbA١٠l 3 v a v B' uıuasiUiX :BPB XP٥0X X٥٥ ' ‫ﻻل‬3 ‫ اد‬jS||B |‫؛‬q BpuiJB|nuox 3UJ8|8J4PUJ SA BUJB|JBqB '‫؛‬JS|jp) llg ‫ ؟‬x 'IUJ ıdBA d a xxajp u j '|J3|X-‫|؛‬S1|U ui)B))Bq 'UE||EJ nx ıZBAxi|B|S3u ')IdBA :jn-‫ ؛‬n|0 usp u jpıoq I)|B SA z o u o '!)IdBA ( s ) 9 ، 10) U|U.‫؛‬U|AZE» ‫؛‬-IUBSEH 1-pBUj‫ ؛‬١٠4 ٠ u ı- | n ‘ JIIAI ٩ ٠ p y j|pspu.|sauBqdp)px s Aiubuj Asi' PS ısBpspu !XI B|Aisizb A|S u iu ijbzba 'J-|)‫؛؛‬UJ USIUSZPP biA isbjis 3 3 sq B 3J|XZ3) ıgıp|B JSA U|J|B‫ ؛‬JBPBX 0 ‫ ﺣﺎﻣﻢ‬٨BS !xa U|||J‫؛‬U!SSJ!X ZS) uj||Bg 'JIIIUBJ ıuijE|)idBA 'J!u-‫؛‬pa nu٥x ‫؛‬U‫؛‬J3|Px A3 ujb ‫ ؛‬b A U!J3|J!B‫ ؛‬ua ‫)!؛‬sA s p u d i A 99 xBJBAEi||‫ ؛‬Bq UBpui|iA )2Z )/02Z ، UB|0 ‫؛‬w ‫؛)؛‬q U‫؛‬U‫؛‬S3J‫؛‬XZ8) U‫؛‬.U‫||؛‬UJ3 )8Ujqs|A| 'UJ BS aoBZBzjım '(V 8 Z ،-£ 8 Z )) ISSJMZS) JSI-



-JIB‫؛‬



u i .ui As s p h



z ııu e y ' ٠ , ٠ ، " ٠ ı - q ٠ p y iJB||Ejnx n 6 j o 6 ‫|؛‬JB |B U JB



n B A n 0 A |B|!q - ‫!اا‬6 ‫ اا‬B |x i|JB q ‫؛‬x S A ) 8 X B Z 8 N >/‫د( ﻳ ﺔ‬0‫ل‬0 ‫ ﻫ ﺔ‬0 ‫ س‬ı q e p e u d \i3 ja $ B > n w S A q e p e JB) B ‫ اأ‬٠ ' j j t l 3 ٤ v n f l v a v



d|N -



B p u n s n g o p A s u p 6 u n .jn d ‫)؛‬u a x g B i | x s a 'e A e u js ® 's p z p u j p u



n g - n p ıo - ‫ ﻻا‬Jiq ^0 ‫ﺟﺎﻟﻼاا‬BJUOS s j n s BSI 6 ٩ ^ ' ٩ B P ٧ -ip A B p U lU B U JB Z ‫ل‬3 |‫ﻟﻼا‬6 ‫ ج‬B A j s p s u j -os J B d (IJB ‫ ﻻ‬3 IB‫ﻻا‬ E p .E A u٠ jB‫ ﺀ‬lo0g§o0Z2S lA a‫ﯮ‬ v a>‫ﯪ‬ v 0 PO3-‫ﻫﻠﻘﺎﺟﺨﻼﺑﺬ‬ : l ‘٠‫ﻻ‬ -p B ig lp jS A SUIJS||3|)aU0A U Sl s p u 36 ‫ ؟‬٧ ‫؛‬U !U J3 U 0 P II ı|U J E 4 |P p q v U 3 |!j3 p B J E |E p B 8 3 U J 0 9 6 ‫)؛‬3 u p A lX IS BJUOS U B p U lA B |٥ P . 1AI ‫ا‬£ ' U IU I S E q ‫ ا‬٠‫د‬٠ |‫|ل‬٠٠ ٠ ‫ ا‬٠‫ • ﻻ‬p v P B U 3 |‫؛‬J3 A B JB IZ B S ||S3J 3 U ıq | B A b u ')BAB^ s p u -‫؛‬S 3 j ‫ ؟‬A j ı q s ‫| ؛‬jı>| S X -‫؛‬II3Z0 'n i o p E u v ‫' اه‬B



n ş n a n a



v a v



٨ x j ('A A ‫؛‬e z 3 u - u n -)B nuJ33|A |) ..! ٧a q ‫ ؟‬UJ9p-P B UJ0p-0 ٩ 3 ‫ ؛ ؛ ؛‬U9ZJ3S JOJOPIO., :j b |I3UB ٩ b A ‫؛‬j b i u e u j Ş p . ‫ل‬/‫ﻟﺬة‬ I P j B '■‫ﺣﺎ‬0 ‫ د‬u n u , o p e , 3 6 ) 'B ' ‫ﺟﺎ‬0 ‫ د‬. y a



ipB|UjıABAd|A3 ' | -u a zp p IU!sappBynpt ı-qezv u ‫؛‬,٨8 i U3Z(Xİ Ab n Jld eA - ‫ﻻااﺟﺎ‬0^‫؛‬ISBX 6٩‫؛‬PUSS ‫ل‬3 ‫اا‬33 ‫ا‬ -a z B g SA|XJ01 (0961-/961) IPIldas ıımaA SIIIUJ a b i b h dH O 'itdBA ogoijpppuj UIA(BA |3Us 6 'ogoijpppuj - ‫ﻻ‬3 |‫ اة‬IZBA 3pU|J3|31 -azB S ‫ﻻاﻻ‬6‫ د‬IUSA 'S3‫ ؛‬dsx3 ‫؛‬USA 'ssjds^ a '‫' دﺟﻼ؛ﻻ‬snin ' ş ، ipB | ‫ ؛‬Bq 3g|||33١3ZBg ep,UE)B/\ E P ٧ I||A 2^ 6 1 'ipj|liq ‫؛‬n x |u ,|S 3 ٠ e، xnxnH |nquBis! '(266، |nquB)S-|-) 261 s o p o y ) I33JSZB6 >‫ﻻ‬0‫ (' ل‬uBsq ‫ )؛‬y a v '(^ £ £) ‫؛‬s p s i BU O IUIJB|XBJ 3 (1 d o ) 'J 8 p ٧ 3XS| XBOUE 'IP IPIPU -‫ ؛‬U B D PB ) U B p UIJBJB) S 0JB p İ0 S X !d 'n p -|٥ |« S 8İ||B JX B|JB a ı . v v e ' . ' | ' ‫ ؛ ؛‬s p jB X Z ) X u n . s ٠ 3 ‫؛‬٠ ٠ y ‘ ! j p p z s s U 3 P 3 3 U 0 IUI!' ‫ ؛‬IX ,٥ b A b p o U IU lg l| l3 B q p p n q U B X!J3U JB 3 A ‫ا دا ﻻ‬ -|d d ! q :i h i s u e A n u n p n u jn w n | d o ı J|q n g n p U 3 U J 3 6 3 U |g ||U S M A 3 S S A UJI|I)EX 'B p u is 0 |B A d o ıo U J || !q s jA 3 i n q 'U B r e A e A u n o m



-



2 ^ 1 ) IUBUJOJ u ı.A a | x n y ) ' ٧ '(PUBISI)* P V ISBUJ)|BSIX U|.)،SB >l!JO)SOJ ip U iz o u a p v ı u -‫؛‬x o A ıg SA UJ ‫؛‬X ' 6 ‫ل‬٠ . . a v 3 3 B ،)U B jn B BPV 'B 'lig ) '3 p ') XJO U 3 !-|‫؛‬J ‫؛‬l ‫ )|؛‬3 A ‫ اداﻻ‬s p s E P J B IB J S S x n g o s S A u ^ ı ı s A B p u lJ B ig B p B A ıq u J 0 |0 ١ı 'B v a v JIPB)XBW ||ABS l a u i B j g o j d U ip ') BX



^11 'B P V U B |0 n is o p u ı. 3 g B q q B g S A !s -



J lp ip B UIUIZIX u n . u o j A g -3 )U 0 X 8 3 B |3 A O ٦ p j.ı 'B P V ) Ji ) ‫ ؛‬ı w ٧B |JEAn 3U|J3|UJ ‫؛‬U ‫؛‬S X 8 J 8 6 u ı u ٧B |U JB j 60 J d UJSISIS S A E U J E in B J!q- -An b |A isi A b |0 ٥ ‫ ! ؛‬W ‫ ||؛‬s 6 U 3 J S ٥ | j !p i !p



J S |3 X || ‫! اداﻻ‬w ! i s u s p U lU B U lB Z B p u iS B J IS B U JB |n 6 A n S A !u ıııs u g A ‫ل!ﻻ‬3 ‫)^اﻻاا ^ا‬ı n 3 ‫ ؛‬٠ x p n g '! p u M W | u s q X B J B !|'|0 ‫؛‬IIP EUJBIUJEJ B o j d JJB P U E JS B p u n u o s 'A A 'X X ( 'q ٨- ' ‫ﻻ‬3 ‫ا‬ -)S A A n x B JE X a a v ) 3PJ8|3UJ13 |‫ ؛؛‬x n A p q ‫ذا)اا‬ -S A IPUBIUJIUB) B p . 6 / 6 ) U B p u iJ B lB l q E 3 ٥ -‫ا‬٩ 4 3 ‫| ا‬3 U J ‫!|!؛؛‬q ZISUBJJ ‫؛‬IIP B P V '1 X | S N V ‫؛‬IIP BU JB |U JBj 60 J d A s z n p i s n S lU lU B IJB A n b u i u j i z b A U !JS|SJS 1S|S‫ﻻ‬6 ‫| اذ‬6 ‫ د‬B p u B U J B Z X 3 İ J S 6 S A UIJB|UJI|IZb A |3 ‫ ﻻا‬3 ‫ ا‬s p u j a q 3 U ‫؛‬S 3 U JU 3 |‫ !؛‬U ‫؛‬J 3 |‫؛‬J S A IBS - ' ‫ ؛‬lig '، U B p . e p v 'B z o ) 'B v a v



iA b s u j s h



J|p s)X 3 U J|3 u p A



b u u b iu b B j.



iB



j b A S A B JB |W J 0 )JB|d ISBJBJB|Sn|n U BISIUBU n A 'u s ^ J n u n A K n u n io A - 3 ‫ﺟﻼا‬0‫ل‬3 A 06 |‫ ؛‬j ٠ i Jll ‫ ؛‬IUJBUJBUB|g ٥ 6 ‫ ﻣ ﻼ‬6 |‫^ﻻ‬B p B p u n s n u o 6 UBIIOA u jp z p d u n u n j o s n g 'J|P S )X 3 U JJ0 S



‫ﻻ‬3 ‫! اا‬u | ^ M | ! q ^ ! ^ p S JŞ 6 3 U ‫؛‬J3|X!||8Z‫| ؟‬،BJ g o o U |13|Z|U3P U n u n q ‫ن‬ ‫ا‬6‫ل‬ -n x J ‫؛‬q i s u s B S A x s ) E p u ıS B U j ٧E )d B S U |u ‫؛‬g -‫ﻻ !؛|ا‬U B |n SB JB X 's A '3 6 ‫'؛‬ X JO Z IU.!S3UJ ‫ ؛‬J3|]3||HA 3 |Z 9 S n x n x n y Z|U3 ٥ ) ‫ ؛‬IUJ - ‫ ؛‬j | g 2 8 6 1 u s A ^ u i | u s q IUISBUJ|IJBXI٥ |3 8 | ٠‫ ﻟﻼا‬UIUIJB|nSBJBX J ip B ) X B W U n A ^ |U ، 2 ‫؛‬g ‫؛‬l X 3 J e 6 ISEU 1|0 u n B A n s A s B u s p U B |n jn x 8 ‫اا‬ ISBUJ ‫ ؛‬٧ B (|E ‫ ؛‬U B g U B Z O , B p u n u n q 'ISBUJ id B A s j g B S JS ,3 ^ Î eö>ıeu UIUISBUJJIPUEI |٧ B q K B |-JIUIS ı g i )‫؛‬x 'u B p u n g n p i . Z iu s p J|q l| B d E X ٧B A 3 6 3 B a j A B 'lu ıg E o E A B U JB iO d iu ٧ B q ^ , B i ı x u i u i j E i b p b 3 6 3 ' u E |C |-e s B u ı g i ıs ilu B z n |B g o p u n u . n io p B u v 's A ‫؛‬X J P Z 1‫؛‬ -JB X B u n g J ‫؛‬P 3 )X 3 U JJ0 S ‫ﻻ‬3 ‫ اا‬n u n g n p lo s p -‫؛ اداﻻ‬S|^)SA x !l ٧ 3 w s B s !P ٧ 3 X u lU B u jB in g A n n q S A - ‫؛‬u !g 3 3 3 ||q B U B in B A n B p B J B iB p E



o !ß e p e



‫'ا‬Jn‫ج‬n|0 uepepe 6 ‫ة‬f i l 0٩ ‫ ح‬: ‫اأإ ا ا‬۴



٠1‫ م‬٧1|8 9‫ل‬9^ ‫ ة‬6 ‫ﻻ‬9^ ٨‫ ﻻدا‬9‫ﺟﻞ‬0 9٩ ‫ﻻ‬.‫ا‬٩9 ‫ﺑﺨﺎ‬9 ‫ﻟﻼ‬ ‫ ى‬8 6 ‫ا ا‬٢١٩٧8‫ا‬$‫ ا‬- / 6 8 ‫!ل!ا ا‬9 ) 1‫ﺟﺔول ﺣﻤﺤﻠﺪا‬٨ ‫ﻻل ة؛‬0‫ل(‘ ل‬9٨ ‫ ﻻ‬3 ) „ - ٠ ٧



S‫ا‬p‫ﻻ‬9qn٨ -uejs.1 ‘9pu ‫؛‬s96|oq ejeujje ^ . ٠ ٢ ٦ ٧ ٠ ٧ ٠ -S!.ıp|ije^ 9٧‫؛‬ijed U9٨n9 ‫؛‬tygAunqwns ‘^ eje^ ı5 ı§je^ 9٧ ‫؛‬j9^9 jeq n|OS Uiuepo ‫^؛‬9 pu‫؛‬٥ ! dHO .!Pl‫ ^؛‬s ‫ ^أاا‬9٨ -‫أ‬9‫ ﻟﻼا|ا‬J‫؛‬UJZ| U9pu^9 JS!| dHO 9pU‫؛‬J9|UJl^ S 696 L ?٨ ٠lp 5961‫؛؛‬١١eje۴ g ‫ أﴽأ‬3‫أا‬5‫ ﻻا‬9‫ﻻاا ﻻإ‬ -‫ح‬٩ (056 ‫ا‬- 6 ‫ ا‬۶6‫ ا ﻻ ^ )ا‬٩٧ ‫ا‬٨‫ح‬٩ (6۶6 ‫ا‬- 8 ۶6 ‫)ا‬ 9A‫؛‬٠eiAJ ‘(8 ^ 6 ‫ ﻻ ا‬٣ 6 ‫ا )ا‬9^ 9‫ إ‬9٨ ^ 9‫ﻟﻼل‬6‫ة‬ ' ( ‫ ) ا د ر‬LUuei (056 ‫ ا‬٠‫ * ح‬6 ‫ )ا‬IPII^ ‫ﻹااا‬ -9٨ ‫ ا‬9 ‫ ﻟﻼااا‬J‫؛‬UJZ| (6‫ ع‬6 ‫ا‬- 0‫ح‬6 ‫^ )ا‬IJdeA ı. ı.ue eq n.njn^ W^-‫؛‬19U9P epu.i. i|٧^ 9A e٩ ‫|؛‬B٨ ١ ‫ ﻟﺪااأ‬9 ‫ ﻻ‬ep.Aej^iAes 9٩ (8‫ ة‬6 ‫؛ )ا‬pjwq ‫ﻻ؛‬٠!٩ . ‫ ح‬9 ‫ﻟﻼ‬9Aı^ ın^ ( ‫ ا‬06 ‫ ا‬J!IÜZ|)lUJepe j^eA -‫؛‬i39A s 9٨‫|؛‬ew ‫ﻻل‬0‫ا( ‘ ل‬9^ ٨‫ — „ ) ة‬٠ ٧ ٠‫ ة‬٧ ‫ ا‬1



>‫ ا‬f



٧٦٧٠٧



-(0 ۶ 6 ‫ )ا‬JnuidLu auaiAdp ujapofii :ijideA .(856 ‫ ا‬- ‫ ا‬8 6 ‫ اﻟ ﻼا ﺣﻤﺎ)ا‬٨‫ ة‬٨ \UgisBnujodLU ‫رور‬ -L٧U! isbAis IJdeA (‫ دح‬6 ‫ ا‬٠996‫ )ا‬ı.ııaAn ‫ااﻟﻼ‬ -9‫(‘ ^ ل‬996 ‫ ا‬٠‫ ا‬96 ‫ )ا‬ı. ٠|ue^§eq ‫؛‬S9j ‫؛‬ep ‫ا‬9‫ﻻ‬ -0SJ9d ‫ إ‬9‫ا‬٨9 ‫ﻻاﺟﺎ‘ ه‬9‫ل‬9‫ا ة ^ ل‬9‫ﻻ‬ise^ ueg 96 ip9 j>j idBA ‘^ Ît x i 9ze6 JS9٩J9S ( ‫ ه‬5 6 ‫ا‬ ٠‫ ة ح‬6 ‫ )ا‬1PI‫ ^ ؛‬S ‫اا‬٩9٨ ‫ل‬9 ‫ ﻟﻼااا‬٠ g.dHO uep.n n«n-^ ٥ ٠ i^ n^ n^nq 9JBP1 9pu.iS9iin ‫ل‬9 ‫اا‬6 -|‫؛‬g ı^eAıs -npunjnq 9pu‫؛‬J9wnqnPniAJ ‫اوﻟﻌﺎ‬ -e‫| ؛‬9Z‫ ^ ؟‬٧e^ eq|I.i I|ue^ eq§eg 9٨ ‫اداؤاووا‬ (0860 ‫؛‬PJWd ‫ﻻا‬.!٩9 ‫ ح‬9‫ ﻻا‬9A٩ nw (806 ‫ﻧﺎ؛ ا‬ -‫اﻟﻼ‬٦ ) !3‫؛‬iauçA >‫ﻻ‬0‫ ا‬٠(0‫ل‬١‫ ا‬0‫ ج‬u^eg ) ٦ ٢ ٠ ٧ -!pj‫؛‬j!A ‫ ﻻااﻻا‬9‫ﻻ‬ep.-AA-.AX 0 je.ipeujjnp- ‫ﻻ‬U9W9 UJ9.Z1 9p 9 p9 96 ^ |.n nq ue.ueujn.snuj ‘J9.§9qeg >jeo٧ v np -‫ ﻫﺎ‬I. 6 UI.IS uueıueujn.nuj 'ipeuA. ‫ ﻟ ﻬﺎ‬J‫؛‬q UJ9U0 epje^ e٨ ٥ .1‫^؛‬epuıseje ue|ueA‫؛‬jsiJiq eg epeiueujnpnuj ueuninq epunsn IJ^ § eq uı.uejs-‫§؛‬9qeH epuiseje jeıııAznA -.AX IX -Jiue.jsej ^ejep ı. i|ueı.ns 9|A9Z euipe..U‫؛‬٨9 p nq epuueweuAe^ UJBIS.j9 ‫ ؛‬-‫؛‬P.J9J٧ 9p nwn. ^ J‫؛‬q '‫اا‬9 ‫ ﻻا‬0‫ ة‬nujQioq Jiq UIU 8 H .njSnuj.njn^ epunjsn ueı^ ejd . ju.u|1.ed uep A n j^ a ..- ‫ ا‬-‫( وورد‬JIBPB -je) ..IS ٦ ٧ ٠ ٢ (086 ‫■ )ا‬JQU ‫ ا‬V 80 ‫؛؛‬Z9^J9 UJ I. e3nq u^ eqeje^ ‘ ‫؛‬i p.S9٥ ‫؛‬6 -A^S9‘ zep ^ un.§n٠٨٠٠ ٥ ٠ ٧ ٢ ٠ ٧ -e- J9A ueuepe ^ ep٧ ٠ unAoy yiftBpv :ji.iue..n^ ‫ اداﻻ‬A9§ ue.uAe U9 IIP9 ıee٨: ^ IS.- eje ^ ^ ep٧ ٧ ٠ ٦ ٧ ٢ ٠ ٧ (086 ‫)ا‬ -.nu 6 ‫ ا‬padiiezv -^S9) ipfBpv). 8 6 ‫؛‬Z9^ -J9 ^ Ag^ 88 ‫(؛‬0^ ‫ ) ا‬..nu eiiZ 82 Meonq I..eq 9U‫؛‬S9٥ .‫ ﻻاﺟﺎ ؛‬un٠iç6 u‫؛‬g . ٠ ٦ ٧ ٢ ٠ ٧ ‫؟‬. zos ‘I|U^!N sjQA’f y n o o d ipfepv :‫ال‬1



-luenx ‫ ^ اداﻻ‬UJ‫ ^؛‬ue.٥ U ^nsnu٥‫؛‬U‫؛‬UJ9.A9 ^ eujepv.e— -‫ﻻرا‬.‫ ﺟﻢ‬BODJO unö ön Luau -٧ v :Ji.،ue..n^ ‫ أﻫﺎﻻ‬XUJ^ ue.. §ıuje^ ‫؛‬A9§ ‫ ه‬٠/‫ر ة و ^ و ﺣﻤﺠﺮدر‬.,‫ج‬٠‫ — ة‬BLUinun nunQnp -‫ م‬٠١١١ep v -JI.P ...9UJJI.96 9UIJ9A ‫ﺟﺎﻻا‬.‫ة ص‬06 Bp ‫ ور^ج‬UBSUI ipfBpv :Ji|iue||n^ ‫^اﻟ ﻌﺎ د ادا ﻻ‬ -ue.0 §iujepe ‫ ؛‬ep٧ ٠، . 9٨ -.IS n ٧ ٧ ٠ ٧ ٠J‫؛‬٠‫؛‬sa^ .. ٠‫ ^ ؛‬jsg^ ^ eAe,. ep eA jg.gj n.oß e -.٠٠^ J9|U9^!X 9 -J!.!J!P٧9|^9J .e x ٠ nA eAeujrunA ^9J9A-‫؛‬P ..^epnq 'xepe., 'jni ujipe -Hjnp 9pe.g٠‫ د‬6^ ‫ال‬٩ '9P٧1. ‫ ؛‬P.96 eu I.e ٥- Ji|iue٧ı e ٧i.e3eA- aujgjgA J٠w n x ٥ eixepe epui§eA ^n ٥nq- ‫ال‬٩ uue.z٩ '‫ال‬٩ ‫واﻻ‬ -e ^ n x ٥ ^ 9^ ‫ل‬٦X 9 epuiseje ^|BH‫؛‬SN٧ — -^eAeujgj euje.§e٩



nA- ‘‫ﻻ‬9^‫ل‬9‫ ص‬Jzgs ue^ n x ٥ ‫؛‬٧ n6n>4 -(uej q eAe )BPB ^jgj^.) -. 7 ‫ ة‬6 ٧ ٢ ٠ ١ ٠ ٢ ٦ ٧ ٢ ٠ ٢ (-‫ﻷل‬9٨ iqeje^ e j.x J‫؛‬q ‫؛‬A‫ ؛‬ue.٥ ‫ ا ح‬0‫ ا‬e.^0 luej. I٠ .‫؛‬.J9J9A ٠uej٥ .‫؛‬eppeuj njn* ) -ujgzn se 9٨ IZIUJJI^ .‫ ةا‬9‫أل د‬٩ ‫أ‬P9S ' n.^nqe^ uı.e 1.9^ ٠9pu‫؛‬uj‫؛‬٥‫؛‬IS iJ9|9٧e^ q epnujnA 9٨. ‘‫ ﻻ‬9‫ج‬ -iiaA ep.e^٨ ٧ Weje § -e . ٠ ٢ ٧ — ٠٢ -ıp.ıje^ 9٧ t٠9^9jeq ‫؛‬s‫؛‬qed .9A‫؛‬JJPH .!Pl‫؛‬d as- ‫ا‬.٩9٨.9 ‫ا‬.‫ ﻟﻼأ‬da uep,.nque.S| 9 P.0S6 L np-.٥ lue^eg .‫ ؛‬.nquejsi d a . (zv 6 ‫ ا‬886 ‫| )ا‬.PI‫؛‬٥ ‫^ااا‬9٨.9‫ا‬.‫ ﻟﻼأ‬J ^ ıje g -IJdeA ‫؛‬UJ -‫ﻻا‬9‫ ^ ^ ل‬ıısıpu9 qnuj ep.eAueuJiv -(5 ‫ ا‬6 ‫)ا‬ I^ e٨es ).ejep Aeqns ^9P9A9p.9|e^^eue^



(886 ‫ )ا‬ıpe‫ا‬Ae‫ ﻣ ﻮ ﻫﻼ‬٧ ‫ ﺟﻠﺪاواوﻻ‬9‫ل‬0‫ﺳ ﺔ ةا ج‬ -§6‫ ﻻأا‬6 ‫ﻻ‬ezo٦ ٩‫ح‬3‫ﻻ‬n 6‫ﻟﻼ‬nJnp nq 9٨‫د؟ل^ا‬ ep ‫ ا ة‬٩ ‫ﺣﺠﺎا ﻫ ﻰ ا‬٩ 6٨,6٨‫ﻻ‬6 ‫ﻟﻼ‬٠ ‫^ ﻻو ح ﻻ‬ ‫ﻻ‬6٩ ‫ﻻ‬.‫ﺟﺎ‬6٨‫ ه‬6٨‫ ح؛ﻻﻻدأ ه ؟ ﻻ‬npJns ‫ ﻻااﺟﺎ‬9‫ﻟﻼ‬ . 69 ‫اا‬0‫ﺀ‬٨9‫ﻻاا م‬6‫ﺣﻼ‬e‘ 0 ‫ ﻟ ﻶ‬n‫ا‬n‫ ا‬n‫ ﻻ‬n n‫ ^ﻟﻼ‬np ‫اﻻ‬9 p u٠9|e^ ep٧ ‫اﻻ‬J9|9 ‫ ؤ ﻻا‬nJ0 ß ‫ اا ﺣﻔﻠﺪا ﺣﺔا‬٧‫ح‬ ‫ﻻاﻻ‬9‫ ح‬1‫ ﺀ‬9 ‫ﻟﻼ‬9‫ﻻ‬9‫|أﻻ‬9٩ 1‫ ﺣﺞ‬0‫ اﻵﺟﺎح‬9W9 ‫ا‬٨9p ‫ا‬6 -‫ ﺣﻼ‬4 0 ‫ل‬0 ‫ل‬0 ‫ ﻻ‬ep‫ ﻻ‬ıse‫ﻻ‬J‫ ﻻ‬n|nq epewo‫^ ﻗﺎ! ﺟﺎ ﻻ‬ -9^ ٧ ‫ ةاﻻاﻻﺣﻼﻻا‬٧‫؛ةاج‬٩ ‫ ﺣﺎل‬٠6٨‫ﻻ‬6 ‫ﻟﻼ‬0‫ ﻻ‬٠٧‫ﻻﺣﺎة‬ - ^ ‫ أ ح‬٨‫ ل‬٠1‫ل‬1‫ ا>ﺟﻠﺞ‬9 ‫اﻻ‬59‫ﻷ|ﻻا‬9٨ ‫ل‬6‫ل‬ -٠ ‫ اد‬0٧ ‫( ^ ﺻﺎاﻟ ﺪا ﺟ ﺔا‬8‫ د‬8 ‫ )ا‬ep‫ ﻻ‬٠ıse‫ﺟﻠﻼ‬e‫ا‬J‫ﻻ‬e 5‫ ﻻ ه‬6‫ إ‬9‫ل‬56٨٧ *1‫ ﻵﺀ|م‬٠ 1|‫ج‬6٩ 9 ‫ااﻻ‬9 ‫ا‬٨9 p ‫اا‬٧‫ﻟﺪاج‬ -‫ج‬0 (0‫ح‬8 ‫ ﻻﻟ ﺔ )ا‬0‫ﻻ ة‬ep‫ ﻻ‬ıse‫ ﻟﺪا‬ue^ ^‫ ﻫﻞ„ا‬2‫ي‬ ‫ ﻻ‬1‫ﻻا‬6‫!ﺟﺎ‬٩ ‫ل‬1‫ ح‬-‫ اﻣﺎ‬1‫ ل‬0٨ 9 ‫ا‬6^ ‫ال‬٩ 9‫اﻻ‬J9Zn ‫ا>ﺣﻠﺔا‬ eu‫ﻻ‬e|‫اﻻ‬p| ‫ ه‬eAJnJsn٨ ٧ ‫ ة أ ﻟ ﻤ ﺎ‬9‫ ﻻااﺟﺎﻻ‬9 ‫ﻟﻼ‬ . 69 ‫اا‬٧‫ ةﻟ ﻼج‬0 ^ ‫ ﺣ ﺆ ا ﺣ ﻼ‬٩ ' ! ‫ل‬8‫—ﻟﻢ‬ ٠‫ ةا ﻣﺎ‬١‫ا‬ ‫ ﻻ‬e‫ا‬ns ٧ ‫آا‬6‫ل‬8٩ ‫ﻵاﺣ ﻼ‬ ‫ ﻻ ج‬. ‫ا د ة ا‬6 ٩ ‫ﻟﻼأل‬9 ‫ او' ه‬٨ ‫اﻻاﺟﺎ‬٩ ‫ﻻاﻻ اج‬ ٠eAAe|S06 nA 9٨ 6٨‫ ﻻ‬6‫ ﻻﻫ ﻼا‬9? ٠‫ ح‬/ 6 ‫ ا‬٠‫ ?ح‬٧ -npJ0AnJnı‫ج‬n|‫ل ه‬9 ^ ‫ د ؟ ل‬nun‫ ج‬n‫ ﻻا‬nÇo‫^اﻻ د‬ -‫ا‬6 ‫' ﺑﺎ‬9‫ﻻﻹ‬9^ ٠‫ دﺣﻼﺑﺎ س‬-ep‫ ﻻ‬n‫ ج‬n|unzn ‫ ا س‬5 ' ‫ا‬ ‫ ح ^ﻟﻨﺎح؛‬J‘ ٠0‫ا‬papJ9A ‫ ﺣﻜﺎا ﺟﺎ‬٨ ‫آﻻ‬0‫ال م !ﻟ ﺔ‬٩ ‫^اﻻ‬ . 9J9Zn ^ 9 ^ 9 ‫ أﻟﻼا‬6 6‫ ﻻ‬, 1^ ‫ س‬٩ ‫ ك‬6‫ﻟﻼال؛‬9‫ه‬ Jep 9٨ 1‫ ج‬1‫ ﺣﺈ‬1‫ د‬6‫ ﻻ‬٠186٨‫ه‬ ^ ‫ ة ﻟ ﺔ ﻟ ﺔ‬٨ IU.su ٠uezn uiu.uei.ep ٧ ‫ﺑﺎﻻ‬epunsn^ 9٧‫ج‬ -o p ‫ ﻻ ا ا ﻻ ا ﻻ ^ ﻟ ﻐ ﺎ‬9^ ‫ح‬٨‫ ﻟ ﺠ ﻪ‬0 1‫ ﻻ‬0‫اﻵ‬ epe 9pu 9٨‫ا‬J9zn ‫ﺑﻼ‬9‫ ﻻ‬eunı ٠‫ ل‬٦ ١ 0 ‫ ا‬١7٠ (I V >idujs9>i luiQepv II ( loq mtsuB •>.g -epe ‫ م ﻟﺪاﺣﺎاﻻا‬٧9>‫ دةا> ا‬٧ ‫ ﺑﻨﺎؤا' ة‬٠‫ ﺣ ﻼا ﻵ‬٧6 ‫ﻻ‬6‫ل‬ pe- ‫ﻻ‬9‫ﻷا‬ejernnxô ueAe^.j ^9XA 9٨‫؛‬A ep ‫ح^اﻻاﺣﻼ‬٨ u‫ا‬ueun‫ا‬nq e^epe ‘ue‫ ح‬ep٧ ٥p| ^ eA ue.eujje ^eje ٨9 J9|9X6 IIP!‘ ٨9 -‫^ال‬9‫ل‬96 ‫اﻟﻼﺟﺔا‬٠ ٧ ‫ا‬6‫ل‬epuı 9 9٨‫ج‬eq ٧ ‫ا‬٧ ‫ح^اا‬ ue^ ep eA ue.qeqæ- 9.‫؛‬JB uuei^ejAeq ٧ ‫أ‬٧ !‫ ^اج‬ueAep٧ - ‫ ﻻ ا ة‬e|nun|nq 6‫ ة ? ة ح‬ep ‫ﺟﺎاﻻﺣﻠﺢ‬/ 9٨ ^ ‫ ل‬8‫ا ا‬٩ ‫ا‬ı 6‫ ج‬ıpe‫ﻟﻼ‬euepe (-٩٨ Ulp ٠٧‫ ج‬U9 ‫؛|ﺘ ﺮ‬j‫؛§؛ﻘ‬ ‫ﺳ‬d7epamaoeAiA ‫ اا ك‬٠^ ‫ ا‬٦3‫ة‬u|eu ‫ ج‬ei^j ‫ﺪ ﺋ ﻸ‬ep ‫)ﺗ‬ >.9UJ9A ‘^‫ﻟﻼح‬6‫ ﻻ‬٨٠ ‫ﺳﺎﺣﻞ‬٩ ‘^ 9 ‫ل )اد^ا أد ﻻا‬9|9 ‫ج‬0 ‫ﻻ‬9‫ل‬ UISBJIS isenp jniuÇeA nsujnunA. U9U9P٠‫ا‬6 ‫ ج ^„ ﺣ ﻼ ا دأﻟ ﻶ‬٨ ٧ !٩ 9٨ ^‫اا‬9‫ﻻ‬0٨ 6‫ل‬6|‫ د‬6 1 ٧‫|؛‬i 99 9٥UJÇ٥ . . ‫ | ^ ؛‬lée‘ U9znp uuewnx٥ |‫ ﻛﺎ‬6٨‫!|ال ه ؟ ﻻ‬٩ ‫ ه| ح‬9٩ 9٩ ‫ ﻻﻻ‬9 |‫اداﻟﻼ‬٩ -٩٨ xepvVeueq ٠pJ9٨ ‫ا‬0‫ج‬Ipj٠١969U' . 0 J١٩‫؛‬J9A 9‫^ا|ﻻا‬9‫‘ اﻻاؤﺟﻠﺢ د‬6‫ﻟ ﻼا‬.‫ ﻟ ﺪ ا‬0 '6‫اال ه ^ ﻣ ﻼا‬٨9 ‫ﻟﻼ‬ 9‫ااﻟﻼا‬39^ ‘9 ‫أﻟﻼا‬6 ^ 6‫ل‬6 ‫ﻫﺎ‬ 6‫ د‬٠36‫ا‬3 iiuiQBpBiJUBi :^9|‫؛‬p ‘.aA‫؛‬N ‘Z— Cioq 7Y،S UB - g ) ■JBA LuiÇBpe z o jo q Jtq B À ,B qB g ■ ‘9‫^ﻟﻼ‬9 ‫ ^ د‬6٨‫ح‬-|9 ٧6٩ ‫ﻓﺤﻠﻼ‬6٨ ١‫ ا‬1٦|٧06 ٠‫ ة‬1‫ج‬ . ٩ ‫ا‬٩ ‫ا‬n 6‫ ج‬np|٠ 9٩ ‫ اداﻟ ﻼا ﻻ‬٩ ueqJn^ niai ■){BLUIO iQbpb ‫!ل‬yBLUBpByBpv :j 3 ‫؛‬z 9U- ‫؛‬A9§ ueiiuepe ‫؛‬ueiideA 9pu jee٨‫؛‬s9٨ '‫ ^إج‬1‫( اةاﺟﻠﻼا‬6‫ ة‬٠3‫ ة‬13) ‫ل‬9 |‫!ﻻ‬3‫ﻻل‬96 9‫ ﻻﻻ‬9٨ ‫ﻻﻻا‬6 ‫ ^ ا‬٩ ‫ ة‬٠‫ل‬0 ‫ا‬٧ ‫ا ﺣﺎةا‬٧ ‫ﻻ‬9 ‫ﻷ!ﻻ‬.. '(58 ٠٧‫|ﻻاﻟﺞ‬ -9‫ ﻟ ﺪ‬9‫ ه‬٥٧eu‫ ؛‬J‫؛‬q ‫ااأ‬9٩ ‘‫ اداﻻ‬1S9UJJI..96 9‫ﻻﻻ‬ . A٠ .‫؛‬p jiq '99p6j‫؛‬q ‫ا‬-|٧ ) 6‫ م‬٠٧0 1‫ﻟﻼ‬1‫ج‬9٩6 0٩ ٠‫ س‬1٩6٩6 ^ 6‫ل‬6 |0 9‫ا‬veze\\ ^ 0 ‫ ^اﻻا ﻫ ﻼ ح‬6٩ ‫اﻟﻼ‬٧‫ ^ﺣﻞ‬٠‫اﻟﻼ‬٩٩6 ‫ﻻ‬ uepiArç |0S epuisijeq -jnén٨e^ eA٠٥j9n٥ ٨3 ,, ..,(‫ د‬٠‫ل‬٩‫ ا ) ﻫ ﻮ‬٩ ‫ل‬6 ‫ ل^ﻹ‬٠ ^ ‫ ﻻ‬9٩٧ ‫ ؟‬6 ‫ال‬٩ ‫ﺣﻼ‬٨ A9٧n6 u-‫؛‬.p‫|؛‬٠pe||e٨ d ‫؛‬jeÇ‘ te6 uep٠e٠i٨٧ >‫وﻻ اﻵﺀر(اﺀ‬٨ ‫ ﺑﺎول‬0‫ ج‬0‫ا‬0‫ أ‬0١‫ا‘ ا‬٩ ‫ل‬9 |‫ااﻻل‬96 9‫ﻻﻻ‬ -٠p uepu.uei.ep s٥p9J3 ‫ح ا ا‬6 ‫ ا‬:ep.efa . ٨ 1٧1‫ل‬٠ ‫ ص‬٠ ‫ ﻣﺎة ل ^ا‬١‫ ا‬٥ ,. :‫ا|ال‬ZOS ٩9 9٩ ‫ﻻﻻ‬ IA ei enijses- ٠١‫ب‬6‫ اﻟﻼا‬ep.eAuedsj ٠ ٢ ٢ ٢ ٠ ٧ -9 |‫ا‬9٨6 ٠6‫ ح‬٧ ‫؛‬٧ ‫ ة ^ﻟ ﻮ ةا‬06 ‫ا‬3 9٨ ’58 ٧ ‫ ةاﻻا‬9‫ل‬ -ns ‫ا اﻻاﻟﺠﻼ‬٠‫ا‬٧ '-‫ د‬u‫ا‬u‫ا‬S9Jns ‫ل‬٩9‫ه‬ -luipueipe 9A!P ..‫؛‬.39A!e..i ue٥n., iq!6 ise 9٩ ,‫ﻻﻟﻼ‬9‫ ﺑﺆ‬l-‫ﻵ‬e.Jn‫ ﻷ‬-‫^ال‬9‫ل‬96 ‫ ﺧﻮاال؛اﺳﺎوةا‬9٧ ٠9p J -sn‫؛‬ep٧ epuiueA ueAe.§e٩ ‫ ى ﻻ‬9‫ﺑﺆاﻻا‬ ٠‫ﻻ‬9٨ ^ . ‫‘ ﻟ ﻌ ﺎ س‬uepun‫ ج‬np|0 zos ‫ال‬٩ ‫ﻻاﻟﻼأج‬ S9W U٥jA٨ .3 .9 ‫؛‬pJ‫؛‬lue... p٨9S 9٨. 9‫ ﻻﻻ‬9| . ٨ ‫ح‬.‫ااﺣﻴﺎ‬٧ ‫ح‬٩٧ ‫ ^ ا‬6٧ ‫ ا ﺟ ﻼ ا‬-‫ا‬٩ ‫ااال‬٩ ‫ح‬٨ ‫ادأﻻ‬ -ÜJ!S9^ ^|eq §‫ ﻻا‬nu. '!J9.9W٩9J uiuue 96. ^ e‫ةﻟﻼ‬e|n 9 ‫ ة ﻻاا ج‬e^ ‘ 9‫اﻟﻼ‬np٠n^ ٧ ‫آؤﺑﻮ‬٨ ‫ا‬٨ ‫ أ‬0>‫ا‬ ٠eujéi|eô eujje.jn^ 9٨ UBO0À9M ^pApq I.ıp ‫ل ا؟ل‬9٩ ٠9‫ ؟ل‬6 ‫ ﻻح‬13٧6‫ ا ﺣﺪ ﻻا ﻻ‬5‫ ﻟ ﻤ ﻶ ا‬٠٨ ‫اا؛‬٩ ‫ﻻو‬ jipueAn u u e ie ^ jnjng - (5 ‫ ا‬6 ‫( ا‬uojsn٥H . ٩٠ ‫ل‬6‫ا د ﺳ ﺎ‬٩ ‫أ‬6 1‫ ج‬1٩‫ﻻ‬6٠٩6 ‫ل‬6|٧6٨‫ﺣﻠﻪ‬4 ueujzn i.e^‫|؛‬J9uje epuiueie 9i9pe3puj e٠jB ‫ ^ اداﻻ‬9‫ااﻟﻼ‬٩9 ‫ ﻻ‬eqJn^ 93‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬6‫ |ا ح‬٧٠ ^ ‫ا ؟‬ uıöueA tyepuue.nAn^ ze6 -eweued 9٨ 9٨ ٠ 0 ^ -‫ال‬١‫ف‬1‫ ﺳ ﻼ‬U9 pU. U9.96 62X2 1^ 9 |0j.9d ‘(J‫؛‬٧9 p - p٠y ٠٦V3N ined) ٧ ‫ر‬٢ ٠ ٧ 6‫ ﻻااج‬6‫ ﻻا‬0‫ا‬80‫ ^ (‘ ﻻا‬9‫ )ﻻ‬٠ ‫ﻋﺎ‬٠ . ^ ep٧ - . ‫ا ة‬-‫ﻻا|ال‬٠ ‫ أﻻ‬٠ ‫ﺑﻤﻮو ة؛ﻟﺪاةواوﻣﺎ ﺟﺎ ل‬9‫ل‬٠٩ ٧ ‫اﺣﻼﺣﻼاﺣﻼ‬ !٧9zpp ‫ ك‬0‫ ا‬9٨ ‫ ﻻأﻻ‬9‫ل‬0 ‫ إ‬ng -‫ل‬9 |‫ل‬9٩9 i eutèi|e٥.‫ ؛‬p9|S^ !u!j9p‫؛‬S9i isujipjeA uiiej ^6‫اﺣﻞ‬٠ ‫ ةاإ‬9 ‫ح‬٩ ‫ ﻻ‬1‫ل‬9‫ا‬6‫ل‬9 ٠‫ ﺣﻠﻠﺪاﺣﺠﺤﻼاوﻻ‬0‫ل‬0‫ا‬ I.ipeuj . 9٨.٥ î.e q 9A9^9q 9٨‫ﻟﻪ‬9‫ﻟﻼاج‘ ﻟﻼ‬nJn 9٨^ ‘‫ ﻟ ﺢ‬٠ ‫ ﻻ ك‬9 |‫ﻻ‬9٨ ‫ﻻ‬9pJ9| -9‫ ة‬ugjg.e٧J9„e 9puj٧‫؛‬q J‫؛‬q JX|^n٧0J^ 9،9 -٨3 ٠‫اوﺟﺎﻻول‬٠ ‫ م‬٨9 ٨9 ^ 9 ‫ل‬9٨9 ‫ا‬٨‫^ووا ﺻﺎوﻣﺠﺄ‬ ' dcuaisaq lôfBpv MOLUl e |5|¥av . ‫ال ل‬٩ ‫ﻻ‬9٨6^ ٩ 9A‫ا‬P . ٠‫ س‬0‫ ﻻ ؟ ﻻ د‬8‫ﻛﺎ ﻻ! ‘ ح‬ -|٦WN0X f l i M n o v . v unpn‫ ﻻا‬Je ‘^ epnq ‫ ﺟﺎا‬9٨ ‘^ 9 p ,epe ^ epe٠ ‫ااﻻال‬nAodujg. J!q epuiseje ajuBpuB 9٩ -‫ﻷﻟﻼأﻻ‬9‫ ﻻ‬0٨ ‫ﺟﺎﻻ‬ng 6٩ ‫ل‬9 ‫ﻻ‬9 ‫ د‬95 ‫ﺣﺞ‬٩ ‫ال‬٩ ep -‫ﻻ‬1‫ل‬6‫ا‬6‫ل‬BpB^( 6 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬6|6 ‫ إ ه‬9 p‫اﻻ‬J9‫ اا‬o iu a i -np|0 léepweiue ui..$e٨eA ^ ٥٥٠, eUeu ‘UI. $e٨eA §e٨eA.. eiueujez ‫؛‬ıpjı.e . . ‫ إ ا‬6‫ ﻻ ه‬9^‫ل‬9 ‫ ﻻ‬1‫ ةﺑﺎ‬٩ ‫ ة‬8 9‫ ؟ل‬6 9 ^ ‫ ﻻ‬9 ۶6 ‫ال‬٩



08 ٠



oißepe



npjoAtp a|Aç: ..UEpBLUlidBA JB|BSB٨ ‫! ؛‬na n te a ıu o ^ -|pı|J!i-‫ |!؛‬a6 UBPUIJBJBJ IJB|،0Z0|‫؛‬، B iE iu ı p A y '‫؛‬saouo ‫ ؛‬OP nÇ 0|un،sn UIUBIO B ^ a -jaıopjps auo iuiujbjabx xnxnq | ‫ﺍ‬6 ‫ﺝ‬ -o p 0 ‫ﻝ‬UBpunq 'JBlUBUnABS IUIUJBJABX 0،0 XI|I|XBH -JipBlXBlUX|EX UEPBPO igBUEIO auq٧ 0‫ ؛‬0P n u n g n p p Z ix e q !ub A 'zsıa p pE uiuis ^ e A x i | ‫ ؛‬B«JnA J‫؛‬q ‫؛‬BuBqjaq 'B pujnj n p nq BUJV- -(، '‫ ' ا ج‬3A،a aa) ..UJ‫؛‬PJ3)S06 n ungnpıo ojox Bp uıuıgıpB|XBSBA '.,Aj unu n gn p jnA n q ununonAox bsb A- ' 0 ‫ﻝ‬UBP 0،0 unq 3A nungnpıo ijbibsbA xı ٥ B»jnA 'UIJBIBjnx n gp p io i|gBq u ı,U B A B U j/o-n/snıu |3 ‫ ﺍﺍ‬njsnujE u 'U!.Z،SJ3JBPB 3 ‫ ﺍﺍ‬.،،J3،EPB U0U,0J0X3||'A،,, :ja p a |A o ^ s ^ q o H ' -‫ﺍﺍﺍﻝ‬٩ 8 ‫ﺍ‬ -0 ‫ﻝ‬0‫ﻻ ﺫ‬3 ‫ ﺍﺍ‬n g n g |0 j3|uja|Aa un6An b Absb A UU8|IU6|Â0' ‫|؛‬،e|Bpv -jiub|xeu Aex UEPUJIJ Ab - ‫؛‬XBpuiSEJB l|XBq 3 ‫ ﺍﺍ‬ibsbA -|gl|l|UJB|UB IX‫ ؛‬BpE "ajç6 B .sa q q og uiuiluejabx |١3 (‫ " ا ﺀ‬A -Ab ) ,,j j !)X8J36 iu isbujib lAEd ‫ﺝ؛ﻝ‬BP BJUOS BqBp 3 ١q ‫؛‬e ngnpıo 30UÇ BqBp 'Bp uı.BJB، !X! ja q 3A jn p u jn jn p BIJO |XBPUISEJB dıAEX J‫؛‬q 3|İ JÇX J‫؛‬q ‫؛‬l|3q a p j3 |‫؛‬x ‫ ؛ ؛‬ü ‫ﻟﯫ ؛‬8 ‫!ﻻ ؛ﺍﺍﻟﻼ‬B|Abuj 6 - ‫ ؛‬B|UB l|XI|l‫ ؛‬JBX 'UE|0 -‫|؛‬،.,a|BpE 'ISEOBSIX JOAireA: 3 ‫ﺱ‬ 0 ‫ ﺓ‬S8|3،01S‫؛‬JV -JB|jn|0 ‫ ؛‬OUJUOP BUJnjnp J|q UB|0 ıSBWB|B)i0 X‫؛‬،3UJ،‫؛‬JB Uiq Abx - 3 ‫ ^ ﺍﺍ‬BZBX 'g 3 ‫ اا‬V 3A J‫؛‬J3A aA.g luıgıp E UBP.V'،3|BPB|- ‫؛‬0 ‫؛‬،|8ZOP 30a ١Açg -JBIJIU I|B- 3 |3 ‫ﺍ‬٩ ‫ﺍ‬6 ‫ ؛‬lujA spunujnjnp g - g 'g + V BJUOS UBpuBA|Z 3A JBJBZ 'Ja ' ||‫ |؛‬X ZEUJ su ouo zç 6 |u!j3|X3ua،3A U 6 |-‫؛‬J3|‫!؛؛‬X SA JIU . b Ab p bubjo J|q X!،3UJ،İJB İS|BPE n g ■Jnnsnuoxz -‫ ؟‬s (‫؛‬q ‫؛‬xi|ZiSJiq) apja|UJ!pa UBA 6 BUJUBABP BABUJ-‫ ؛‬B|UB l|X‫|؛‬l‫ ؛‬JBX BUJB ub A ı-‫ ؛‬Bj X!(S،!U |BSxnxnq Bp b A (‫ﺍ‬٩ ‫ﺍ‬6 ‫ﻻ‬3 ‫ا‬3 ‫ ؛ﻟﻼ‬3 ‫ا‬ -z ^ ‫ ؛‬ı،Bs) BpjE|i١uıgBq |BSxnxnq ‫ ﻳﺎﻻﺍﻟﻼﺍ ؛‬3 ‫ﺍ‬ X S İja 6 xsJsAa،sı '^ ) a p p E |3|i|azoa -؛‬aß auuaA UI.JBWW 3 ‫ ا‬.‫ع‬86 :‫؛‬p j ‫؛‬au 6 -‫ﻟﻼﻻ‬ui.JBUJiaa nsodoxs 3 ‫؛‬d ßBJd BpBjnq opupp BA.BAujaqog BJUOS '!PJ (186) ' |٥ -aß ||A znxop bpuiub A ununsodoxs|d‫ ؛‬Bq ßjnqapß B ^ 'Jjaqppv ua,3ß u3pa ,‫؛‬B Jiq doAoq i|BAujaqog ‫ ئ‬XSJOwpd uoßnq' 66 u a s n B q q ^y - -J ^ p bA,956) JIIIJIPUBIPB' ،BP XBJBIO p a q iv iiEAiuaqog -qoa I o -*



3



‫ *د‬8 ‫ د‬t



o



) *



M



lM 3 ^ » n w



JB|SEX 'J3|3|BPV xsg - ' ( ، # ? . ,



‫ﺟﺎ‬0 ‫ د‬UIUßß fsB j JE) - B ig o i i n v a v JIUElgBq BgninouoiBid BAnjfep u s p n j^ p 'isa ، ^ -‫ا‬UBP 3٠‫ ؛‬IUJ٧B|X٥ B apueaiuapaj! IIPB OS J3A/P ja juapos a a 'IIIIUEI3A ipjiA ai aA90U-‫؛‬JB| [ipuBlUJiABA B|AlSBlUB|UJI‫>؛‬B un.snu BduJBg IIBJBAON 3J,X-‫؛‬28.3 p p3 ٧a٨ ‫ ؟‬l l (‫ل‬3 |3 ‫ )ﻫﺞ‬IUIS.B/3J.JS ui.sapisixng BP BJB ncj 3A lUJBiiidBA xiJBUjaiBUj 3A ajas-‫ا‬UlJBldEJV 'PJBIBPV' 3 ٠٧6 ‫ا‬liX'lEuaiBUJ 0 3A (ozoiy -iiSB|op nA.nppBuv 3A |A.BX|J،V ٧B)S.Aaznx i !٧Eun٨ ' iA.b Aibii '‫؛‬,A.BAuBds BJUtre UBJXIjdBA Bp.KUEJd ' !٧!‫ا‬1‫!ل‬٧3 ‫ل‬0 ■(■AA MX) ،OZOIIJ ^MSBIOXS ‫ ﺃ؛ﺡ‬6 ‫ ﺍﻻ‬٠‫ ﺍ ﺍ‬. ‫ ﺍ ﺍ ﺍ‬٠ ‫ﺓ‬ a u v ٦ 3 H X 3 v BP ba a u n v a v IpApaA Bu^ninq uB|x‫؛‬puB||nx ١١IS ua uijB|id١١BdB١١ipdnjAB uap ‫؛‬,EUEIIK 6 ١٠nAng 3A ^ -AajoB un.snuBA ٧!٧!J3||Ujeß Bq 'Epui٤Eq -AA 'XIX 'nAox JEIEPV|IAB BU١ Aox Bpunon Aaznx uiu.BpuBiaz !ua٨ ' ‘ s p ٧ B|S| ،O Ab s ßui ‘ nA oi. u n v a v PB' ‫؛‬J3|X‫؛‬PJ3A 3u ‫؛‬z ‫؛‬uap 36 3 Bp.-AA 'XIX UlJBIIOBAjBjftjO ^ ‫ل‬0 ‫ ‘ ا‬، Z|U٠ P « „ ٠ ٠ ٠ (-uAb x . ) -JBl ٥EXJ -JB JBX‫؛‬q nsnjou UUBIBPE b p ٧ ijb|Ab zbA :JIP٧BPUIJB|XI|ZBA spzoß un.inquBisi 3١A‫؛‬X! XB٤nujnA 3A iJE|xi|UJEi 'U3|X!||3Z|UJ١ 0ß IBgop 'JB|BpB UBIIUB B١AipB „IJB|BpB" suaJd.. uapzoA nq 'igipüpa uoßjos u١u١‫؛‬ -‫؛‬X 01‫ ﻻ‬x٠٥J 0‫؛‬q apujLuauop suBZ١g n ، ‫ ؛‬n |0 JB|BpB 3|A١SaUJ٧ 0 IUIJS|UJISSX XBß|B U١U١A nuoAsajßsuBJi ajpuBy)) azoA ujiuiSb a٨ isBWB|‫ ؛‬Bq aAsujissxoA ٧ |٧ |Aazop z ‫؛‬uap SOUP ١|A 000 52 XI‫ ؛‬B|XB٨ -‫؛‬pj8 ١3dai (‫ﻻ‬8 ‫ﺓﺍﺃﺍ‬ -١ou jBAnx UBUIBZ‫؛‬j!g B١xn١u n ^ i ) UBPJBI ١٥uaj!p aA! -bAbx ٧3١^ J3Z0 (uai!xoA 3P٧ d s u s d ) ‫؛‬AazoA ujiuiSb Jiq ixbjSb A u^ oA -!١d 'JBiung -jb١j٠١uAb biibubx J‫؛‬q ‫ج‬IS Bqsp ١A.UJ 05 xoß jaA jaA 'usAawteß ١e ‫|؛‬u!jap uspiAix 3A JI١B jaA apupazo |،|3 ‫؛ ؛‬١3B^>X UJ 802) J)‫؛‬p ,3 d a jB ^x b p .bpbxo Aos ' ‫وا‬ -aA xssxnA ua UIJBIBPB UB|0 iseA،bj& x 10، Jiq ||aqaß٧ 3 jnixoA auj‫ ؛‬a|jaA 1IX3J0S (SOJ puBSN xsa) Bpu.lSEpBUB^AEp 3A (e Aisxoxss) 'BPBIJAIS -JIPIJBIBPB (s١Jd xss) XI‫؛‬ (EX BP b A a p y SA (osso ziuap '!jBid x s a Bt)' BPBISSB٨ ‫؛‬xsa) ISBPB japas- A0jpu٧ feuJX £' l ' '‫؛‬lOJd 'XS3) IIBUIX '(‫؛؛‬UJX 5' l 'uoß IlUB -xsa) zBßjng -fewx 8'2 '!XIBH -^ss-) ‫؛‬laqAaH '( w x ‫ 'ﺀ‬0d!X٧ Pd 'XS3) BpBX' 5 OAog ' biAisbjis xOixoAnq 'JB|UB١0 - 3 ‫ ﻣ ﻼ‬8 ‫ﺍ‬ -jaA IIXSJOS JBqiUlUBl BlAipB JE/BpB/،Z/)J ' 01 -UBpuiJBiXBJdo! Iixuaj IIZIX apaixJO 0(0) ' ‫ﻻ‬ -BjBpe suaJd apuuainp ijBg -JI، ‫ ؛‬IUJUB|BJIS B p u n s n jn j^p n^p-AajoB-iJEq-Aaznx BP uisiSjex ijb١iAix iB U B X -ttJB ^ UlußBpEUJ١١3 B ^ x 'JBIBPV BpEynAng !Z3XJ3١A -ijbA|



3 ‫ا‬36 ‫اﻻا‬8 ‫ا‬,,‫ﻟﺠﻞ‬،‫ﻟﻶ‬.،‫دﻻ‬3‫ „ م‬ua |‫؛‬j ‫؛‬l ‫ ؛‬a |‫؛‬3 p zp 3 |‫ا‬ d a BPUISBJB ? ‫' ﺑﺎ‬BJUOS 6 ‫ﺑﺎ‬6 ‫ ' ه‬IjdBl!^ J!q ^1‫ د‬6 ‫ﻻ‬6 ‫ ﻻاﻻﻻ‬٩ ‫ ؛‬3 ‫ﻻ‬UBgop BpUlSB^JB ٠ 6 '‫ﻟﻐﺎ؛‬ -3 |٩ ‫ ﻻا‬spu iu ja u pp ^! 6 ‫ ﻻ! ﻻاﻻ ' ^ ﻻﻟﻼ| ﻻ ؛‬6 ‫ك‬ -‫ﻻ‬0 ‫ل‬0 ٨ ‫ داا‬6 ‫ ﻻا‬P W 6 ) 6 / ‫\\دﻻ؟ةﺳﺎ‬١\\‫ >؛‬١‫ ﻷ‬١ ‫ة‬١\ ,,BJBjU BAaao u B jn g o o ‫ل‬6‫دوا‬6‫^ ا‬3‫ﻻ‬3‫ا‬36 ‫ا؛أ‬646‫ ﻻا‬d a p z a ııı 'u p 3٨ ‫ل‬0‫وﻻ' ا>?(اا‬،.. '(PIAI'9 ) ‫ واﻻا‬8 ‫ﻻاﻻ ﻻﻻﻟﻼاﻟﻼ‬,,.، 8 / -A a a q e p y ,, J‫؛‬q u6٨B|gBS ‫ل‬6 ‫ﻻا‬6 ‫ﻻ‬6 ‫ا‬0 ‫ا‬-‫ؤ‬3 3 ‫ل‬3 ‫!' ﻻاﺟﺎا‬UISEUJUnjO^ 3٨ ‫اﻻا‬83 ‫ ؛ ﻻا‬3 |‫ﻻ‬3 ‫ ﻟ ﺪ‬3 6 U ‫؛‬JS |^n |Jn6 zO 3٨ ‫ﻻ‬6 ‫| ﺑﺎ‬3 ‫ ﻻا‬3 ‫ ح(' ا‬PIAI) ‫ل‬0 ٨ ||6 ‫ل‬3 ٨ 6 0 ‫اﻻ‬8 ‫ل؛ا‬6 ‫ ﻻ‬, uıuaounSnpjaniB loi u b A BS - 3‫اد‬4 ‫ اﻻا‬3٨‫ﻻﻻا‬4 3٨ ? ‫ ﺑ ﺎ‬UBSU‫' ؛‬u a p a a p !0٧8j ‫؛‬u ‫؛‬ıa ٨‫؛‬s ٨Bq UESUİ. 'U3٨a ‫؛‬s ‫ﻟ ﻨ ﺎ ? ؛‬ -,6 6 ‫ﻻ‬،‫ ﺟﻼ‬،aAESaA ISBAlS İĞBpuBİBA ., '‫ ﻻا‬8 ‫ﻻ‬ i٩ b ٧ j e ‫ ؛‬b A .. 3 ‫ﻻم‬.،‫د‬.، a ıe zıu .،s b A،s J.،q jn p .. ‫ ؛ ﻻا ﻻ‬0 ‫ ﻻاﻻ ااﻻ ﻻ‬3 ‫ااﻻا‬٩ 6 ‫ا‬w n ,d o ı J 0 ‫؛‬q ‫ﺣﻞ‬6 ٨ ‫ﻻ‬ 3j p 6 BUJBJÖojd npJoAnunABS ‫ اداﻻ‬٠ g ٠ p



3106 3 ‫ﻻ‬ ‫ا‬8 3 0 0 ‫ح‬ ‫ﻻا‬ ٠ ‫ا‬٧ ‫ﻻ‬ ٠ ٧ ‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ 8) ‫ب‬ ‫ل‬ ! 3 ‫ه‬3 ‫ﻻ‬ ! ‫ ل‬IJUBldOJ ‫اﻻاﻻ‬13||‫ﻻا‬3 ٨ ‫ا‬3 |‫ ﻻااا‬S!JE٥ .(3 '(‫ا‬13||8 ‫ﻻ‬ 3| ‫ا‬ ! ‫ﻻ‬ 3٨ ‫ح‬ ‫و‬ ‫د‬ ‫!ا‬ ‫ج‬ ! | ‫د‬ 3 ‫ﻵا‬ ‫ا‬3 | | ‫^ا‬ ١ 10٨ 09, . ‫ﺢ‬ ‫ﻣ‬ ‫ﻻ‬ ‫|ا‬ ‫ا‬٨ -A aq ‫ ﻻ ﻻ ﻻ‬, 0 ‫اﺣﻼ‬6 ‫أ‬٨‫ل‬BP 0«3p 3 U3 g ‫ ل‬6 |0 |٩ 6 ‫ا‬ BpU.lABJBS (BAoqi|gBA U!U,UBSE٨ 0 ‫ا‬4 3 3 3 ٨ 0‫ج‬ 6 ‫ا ا‬٠ ‫ا‬ | ‫ﻼ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻶ‬ ‫ﺣ‬ ٩ 13p'pv ‫ا‬ ‫ا‬ ‫د‬ ‫ا‬ ‫؛‬ ‫ل‬ ‫ا‬ ٩ ‫ا‬ ‫ﻻ‬ ‫}ا‬ 3‫ﻻ‬ 0٨ ‫ﻻ‬ 38 ٩ ٠ ٨ ‫ﻻ‬ 3 ‫ﻼ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻻ‬ 0‫ا‬ 0 1|6 ‫ﺗﻤﺢ‬١ ‫ﻻ‬ ‫ﻻا‬ ‫اا‬3 ‫؛ا‬ ‫أ ا‬3 ‫ا‬ 8‫خ‬ ap'6 ‫ﻻ‬ ‫دا‬ ‫ا‬٠ ‫ا‬٠ 6‫ل‬ 0 ‫ا‬3 | . ’٠ , 3‫ا‬ ‫ذ‬ ‫|ا‬ ‫|ا‬ | ‫ﻻ‬ 8 ‫ا ا أ‬,|٠ ‫أ‬ ‫ ﻻاﻣﺎ‬1‫ ﻻ ^ج|م‬B p ‫ ﻻ‬lpB | ‫ ﻻ ﻻ | ﻻ‬0 ٠ ‫ﻻ‬



08 .‫)ا‬3 ‫ا‬



‫ل‬60١/,|6 ‫ﻻل‬0 ‫ ﻻ ة‬3 )‫ﻻب‬8 ‫ ﻻ ا‬8 '٠ 8 ‫ل‬٠ 8 ‫ل‬٠ ‫ ة‬1‫ﻟﻼاﻻ‬6 ‫ة‬ ‫ ؛‬٨ ‫ا‬0 ٩ ‫اح ﻟﻼا‬٨ ‫ ﺟﻤﺂ‬, .‫ ﺀﺣﺎﺟﺎ‬٧ ٨0 ‫ﻻ‬٨ 3 4 ‫اا‬٧ .. ^a p 3 ,0 8 6 ‫ ا‬3 /‫ اا‬١‫اﻻﺟﻖ‬.٩ ‫ ااج‬٨0 ‫ ﻟﻼح‬3 ‫؟|>ة‬1٨ (‫ل‬0١ -‫ ﻻا ﻻ؛‬0 ‫ل‬0 ^ 1‫ﺣﻞ|اﺟﺎﻻ‬٨ B P ‫ ﻻاﻻ‬EA ‫ﻟﻼ؛ﻻاﻻ‬3 ‫ ﻻا‬0٨ ‫ ة‬0 | -‫ا‬3 ٩ ‫ ﻻ |ا‬0 |0 ٢٦‫ا‬٢٦5٢١ 6 ‫ ﻻا‬6 |‫أ‬6 ‫ل‬6٨ ‫ال‬٩ ‫ﻻا‬3٨ ‫ﺟﺠﺎا‬٩ 3 ‫ﻟﻼ‬3 ‫ ا‬3 p a p !5 ‫ﻟﻼاﻻ‬a ‫ ﻻ‬OP ^0 ‫ﻻ‬0 )6 ‫ل‬6 ‫ |ﻻاة‬3٨ ‫ ؤ‬1‫ل!ﻻا ح|ﻟﺪا‬3٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫ ﻻ‬٠ |0 ‫ ذ‬0 0 ‫اا‬36 ‫اج‬6 ‫ة^ا اج‬3 ،٢٦$‫ﺀ‬٦ a p (0 ٩ ‫ ﻻ‬n ın sn 6 ‫ ﺳﺎ م‬0 ‫ه‬



٩ B p ,B s u E i0 |d '(13/e p v UBiezn lA izeja ı 8 A ٠ ،/،)/b A b y n a 0 ‫ اأ‬3 ‫ ا‬0 ‫ا‬٧ ! ‫^ ﻻ‬b p u .iAe j e s j e i b n n 3),^!P 3 U3 ٨ - '(‫ﻻا‬3 ‫ ﻟ ﻶ‬3 ‫ل‬0 ١ '٧ ) b p u i ,Ae j b s 3A ‫؛‬p a |3g BU3 !S :j !p .^ 3 p jg ‫ل‬٠ 6 ‫ ل؛‬U3 I. 8 A J3A ‫ﻻ‬0 ‫ ﻻق‬n



i 3 B p u ıiB |idB٨ )( ‫ ا ﻻ ا‬B P ıgıp 0



IJip٧E |UB3 ^BJB|-|0 ‫ﻟﻼ ﺳﺎﻻة‬B p u ip is UlUBI 0 SB Jiq 'BUISIUB UIU.B -‫؛‬3J BJ)S٧ ‫^؛‬UBUlŞlS B٩ ZBJ31 3 p u !j! BUISBJB UIUIlB|İinq U EpB 3٨ a z . ^BApoz - 3٨ ‫ ﻻ‬8 ‫ ااا‬٨ ‫ ح‬u a p u . z .A ıa A ‫اداﻻ‬ ‫ ﻻ‬6 ‫ ة ﻻا‬6 ‫ ﻻ‬u a p u u a w o iW W ‫ل!ﻻ‬9 |‫ﻹ‬3 ^‫ل‬3 -‫ﻻ|ال‬3 ‫ا‬ Sp6 ^BJB|0 l| gB٩ ‫؛‬ Zp 6 s p U SZBq '(aiAn |13 O l 'n s o ıq s j u . ı a B u E i d s -) ‫ﻻ‬6 ‫ل‬6 ‫ ^اااد )ﻻا‬B P bA



IZBJ31 3 PUII3 la iB P V Bl.SUBSSUpg l i u B|JSBJ- 3 ‫ ﺟﺎﻻ‬3 ‫ ﻟ ﻼ‬u n u n q 3 p u 0 ‫^؛‬S3 J) 3 ZU31!d



٩ 3 p U !S3S B p B3 i p ٧ ٧ ‫؛‬٩ B ||3٨ON BIJBIAI s Bp.BSU BJO y '([|3S B g ] '«3,B p B u n ,Sn٧ e,،BJd (u s n o o g ] ,Ş / A p uıu,BqaSiBg an m B Q ]: B p u ٧B|i|Bq JB٨ n p Izsq :jıp u ıp B ^ J‫؛‬q uB inj ٥ |||^ 3 p u !|3 3s A ٠ u ı٠ u ٠ıp B ? P .Ş e İ B P O j '‫ ^!؛)؛‬ja ıs p e 3 puiüuı٥ ıq isb S ijubj S ‫؛‬u i3 4 i I,laiBPV '‫ ﺟﺎ‬6 ‫ ﻻأ! ﻻ د‬6 ‫ ا!ﻻ‬6 ‫ ا‬3٨ ‫ ﻻ‬8 ‫؛ د ﻻ ﻻ‬p i ‫؛‬U3 | -a e w !s 3 ‫ا‬٨ ٠ ٨ ٠ ‫ ﻻ ﻻ؛ا‬JBBW 'a p u !s 3،3 ^ ‫ اةا‬6 ‫ﻻ‬ ‫ ﻻاﻻ‬3 ‫ل‬3 ‫ ا‬n Ç n p u n ,n q ‫اﻻاﻻ‬٩ ‫ا‬6 ‫ ا‬U. U .IP 'U ‫؛‬U!Z BJ3J- :‫ا‬0 ‫ ا‬1|1‫ أ‬8 ‫ ﻻ‬٠B !SE)S 0 4 A s d U. U. IP, BUIS



( | | ) iAbjbs



BUS!S



o ‫ ؛‬ojqı٧v



!‫ةاا‬9‫ اا‬٧!‫ﻻ‬,!‫ﻻ‬9‫ة‬٧9‫ ل‬0٦ 6



\\١ ‫ﻫﺈ\\ذ‬١ ‫ذ‬¥،‫ ةأةةﻫﻸة‬I ‫؛‬9U‫؟‬A ‫أع‬



I9I.PV



'(‫ل‬6 |.‫ل‬0 ‫أ‬6٦3 ‫ ة‬033 ‫ل‬



'‫ل‬3 |,‫ال‬٨ ‫ ﻻا‬0 ‫ ﻻا‬8 3 '‫اﺟﻞ‬.‫ال‬٨ ‫ل )ﻣﺼﺠﻠﻼ‬3 |3 ‫ ﻻا‬3 ^46٢‫ﻻ‬ :(!‫ل‬3 ‫!ا‬3 ‫!ا‬5 ‫ﻟﻼ‬3 ‫ل ا^ا ةاﻻ|إاﻻ ا‬3 ‫ ﺑﺎ‬6 ‫ﻻل‬0 ‫ ﻻ ة‬3 ‫ا‬. 0٨ '‫ل‬3 ‫ا‬3 ٨ ‫ا‬6 ٨ 0 ‫ل ؛‬8 ٠ 8 >| 3 , ‫ ا‬8 ‫ ﻻ‬3 ‫أ‬. 8 ‫ل' ا ج‬3 |‫ل‬0 ‫ أ‬8 ‫ﻻ‬ 3 ‫ ة‬JBpB ^ 3 ,0 ‫ ﻻ د‬3 P , 18 3 ٨ 3 ,‫ اﺟ ﺢ‬0 '1)‫ﺣﻞ‬1‫ اه‬6 -‫ل‬6٨ 8٨ ‫ل‬3 |‫ﻟﻼ‬3 ^8 ‫ل' ﺑﺎ‬3 ‫| ^ا؛اا‬3Zp :(‫ ؤﻟ ﺺ!ه‬6 ٩ '‫ل‬0 ‫ﺟﺎ‬3 6 0 ‫ ا' ئ‬0 ‫ ﻻة‬0 0 '‫ل‬0 ‫ ﻻ ة‬3 3 '8 ‫|ا‬٢‫(ﻻ‬s 10‫ا|ا‬p -3 6 '‫ل‬0 ‫ ا‬3 6 ‫ل ) ك‬3 |‫|ا‬٨3 ‫ل‬0 6 ^38 ^٠٨ ‫|ال|ا‬3 ٩ ‫ ﻻ‬3 | -‫ﻻا‬3 ٠ ‫!ﺟﺎﻟﺢ‬6 ‫ ﻟﺪاج‬:‫ل‬8 |‫ﻻ‬3 ‫ ؛اال‬3 ٩ 3 ‫ ﻟ ﺪ‬3 6 ‫اا‬3 ‫ا‬6 ٠ 6 6 ٠ ‫ ﻻاﻻ‬6 |6 ^□‫د‬٠٢٦11 ‫ا‬3 Zp 6 ‫ ﻻا‬0 ‫|> ﻻ‬٢٦4 ‫ ﻻ ﺳ ﺎ‬(8 5 /.’ ‫ „ )ﻷح'ﻟﺤﻼ‬- ‫ د‬0٨ -‫ا‬٠ 3 ‫ﻟﻼل‬3 ‫^ﻟﺪاﺟﺎﻟﻼﺟﻼ!ﺣﺎ‬٠ 4 3 |‫أ‬3 |6 ٠ 6 ‫ ﻻ‬E ‫ ﻻا‬BZ 2 ‫؛ﻻا‬6 ‫ﻻا‬3 ‫س‬٦‫ ا‬B p 04 ‫)ﻻ‬SBJB ‫ل‬6 |‫ﻻ‬68 ‫ اﻻ‬3٨ !‫اح‬٧ ‫ﻟﺪاج‬ -‫ل‬3٨ 3 ‫ااﻻ‬48 ‫ﻻ‬3 |‫أ‬3 ‫ ﻻ‬6 ‫ﻟﻼ‬3 '‫ ﺑﺎ ج!ﺣﺞ‬6 ‫|ا‬٧ ,, : ‫ل‬ ( 1‫ل‬ ٢ ٦ ٠ 3 |‫ﻻا‬8 ‫ ﻻ‬0 3 8 ‫اﻻ‬3 ٠ ‫ا‬B p B |3 |686٨ ‫ ﻻ‬6 ‫ل‬0 ٩ '‫ىال‬18



‫ﻼ‬ ‫ﺣ‬ ٨ ‫ﻻ‬ I‫ﻻ‬ BZ8 3 ‫ﻻ‬ 3| ! ‫ل‬ BJB 3 ٨ |‫ ؛‬BP‫ﻻ‬ B‫ا‬B٨ J٠ ßz٠ EZ33 ‫ﻻ‬ 3 ‫ﻻا‬ 3٨ 6‫ل‬ 6| ‫ﻻ‬ 0 ‫ل‬ ‫ﺎ‬ ‫ﻣ‬ 1‫ا‬ ^ ‫ﻞ‬ ‫ﺣ‬ ٠ 6٠ ‫ﻻ‬ 08٢ 1‫ﻻ‬ 0‫ﻹ‬ EZ33 ‫ل‬ 3| 3‫ا‬ 0^ 2 |‫ﻻ‬ | 6 ‫ل'د‬ ! ‫ﻻ‬ ! ‫ؤ‬ 3 ‫ ﻻ ﺀ ح‬1‫ل ^ﺣﻠﺠﺎح‬ 6| 6‫؟‬ 6٨ ‫ﻻا‬ 6^ ‫ة‬ ٠ 3 6٩ | ٨ ap 3 ٨ ‫؛‬BP‫ﻻ‬ E1E٨ ‫ا‬ ‫ﻻ‬ ‫؛‬ | 8٠ ‫ﻻا‬ -‫ﻻ‬٨ 66 ‫ال‬٩ '3 |0 ^ ‫ال‬3 - ‫ ﻟ ﻼ ة‬1‫ ﻻ‬6 ‫ﻳﺮ|ا^ ا‬6 ‫|ﻟﻼ‬0 ‫ ﻻ‬0 ^0 ٠ |686٨ 3٨3 8 ‫ اد ^اﻻا‬4 '‫ اﻫﺎﻻﻣﺞ‬B p ‫ﻻا‬6 ^‫؛‬6 ٩ ‫ا‬3 | -٨a p '0 >‫ا‬٢٦‫ال‬٢٦4 ‫ ﻻا‬6 |‫ﻟﻼةﻟﻼةج|ﻣﺎل |ح‬20٩ ‫|اﻫﺎ‬1‫ؤا‬3



! ^ ‫ﻹ‬ ‫ﻻ‬ ‫ﺎ‬ ‫ ﻻﺑ‬1‫ ﻻ‬٩ ‫ل‬6٠ ‫ا‬ 6| ‫ا‬ ' ٩ 3٨ ٩ ٨ 3 ‫ﻻا‬ '‫ل‬٠ )|٠ ‫ا' ﻹ‬ ‫ا‬٠ ٩ ‫ ﻻ‬3 ‫ ' ل‬186‫ﻻﻟﺪا‬6 |0 6 ٨ 0 ^6 ‫ل‬6 ‫ا‬0 ‫ ؛ا ا‬3 383 ‫ ﻟﻺ‬3 ‫ﺑﺎ‬



‫ﻻ‬ ‫ﻻا‬ 686٨‫ا‬3 ‫ا‬ 6٠ 6 6‫ا‬ ٨ 1‫ﻻا‬ ‫ﻻا‬ 6 ‫اا‬0 ^ ‫ﻻ‬ ‫ا‬6 ٨ 6٨ '‫ل‬ ‫ا‬ ٩ 6‫ﻼ‬ ‫ﻟ‬ ‫د‬ 6٨ 8٩ ‫ا‬ 1‫ا‬ -0‫ د‬٠ 0 ٠ ‫ال‬٩ ‫ ﻻا‬6 ‫ ﻻا ا‬3^3‫ل‬36 ‫ا‬86 ‫ داا ﻻا‬6٨ '^6 ‫ﻻا‬



'‫ ا‬6 ٢ ‫ﺲ‬ ‫ ﻟ‬isb S ijub i U3Z . P I3SU31A3 3A l a p p v



٧n٨Bi!d]'BPUUISIIAI IUJ3UOP i E ‫ ا‬6 0 ‫ ﻻ‬0 ‫ ا ﻻ‬-_ B '( ‫ا‬0 ‫ﻻ‬ 'l ' 2 ‫ﺪ‬ ‫ﺣ‬ ‫ﻻاأ‬ ',6 ,،‫ )ﺑﺪﺟﺔ‬,, lE lg B s ‫ح‬3 ٨6 ‫ا‬0 ‫ اأاﻻأ ﻻ‬٧ ‫ ﻻح‬Igeoap



d . ı . s a p 16- ‫ ؛اﻻااﻻ‬3 ‫ ا‬٠ p ı٠ p ı ٠s ? JOI nq '3٥ ‫ﻻ‬ 1‫د‬ 6‫ﻹ‬ ‫ﻻ‬ 6٩ | ‫ا‬ | ‫ل‬ | ‫ة‬ 6 ٠ ‫ﻻ‬ ٠ ‫ل‬ ‫ل‬ 3‫ﺎ‬ ‫ﺑ‬3 ٨ ٧ ‫ج‬ ‫ا‬ > ‫ا‬ ‫ا‬ | 713> ‫ﺎ‬ ‫ﺟ‬ ‫ا‬ ‫ا‬ 3٨ ‫ ﻻا‬٠ ‫م‬ ‫ا‬6 ‫؛ا‬ ‫؛‬ ‫ا‬3 ‫اةم|ا‬,‫ ا ا‬8 ‫ا‬6 ٠ ٧ ^‫| ا؛ﻻ‬ 3 ‫—ا‬ ıuıgi|iBA ıa|BpE 'B1B|U0 a p d n ٨n jo ١٠ ‫ ة‬. ‫ا‬ '‫ﻻال‬6 ‫ل‬6 ‫ ا‬6 ‫ل‬6 ‫ا‬0 ‫ ﻻ‬6 ‫ﻻ ة‬ ‫دا‬ ‫؛ا‬ ‫ه‬ ‫ﻻا‬ ‫ ﻻا‬-p B n q '‫ ^ا‬u ı ‫؛‬A a ٨a |A p s ‫ ﻻ‬3 ^‫ اﻟﻼا؛‬3 6 ‫اا‬JB|' 3 ٨ ııııp u B ٨B p BJB|iıuıÇBq p -‫^؟‬n^nq ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻻ‬3 ‫اا‬3 ‫ﻟﻼ‬ -a ٨o e (‫ ﻻ‬a p a ٩ E ‫ا ﻻ‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ 3^ ٠ 8 ‫ﻻ‬ ! , ‫ل‬ 3٩ ‫ﻻا‬ 66٨ 3‫ه‬ ) -a p u ! 3 ‫؛‬ja z n ‫ ا!ﻻاا‬3 ‫ ا‬٠ ‫ا‬3 ‫ل‬6 3 ‫ ' )ا‬luuaıiB apı ‫ ا‬3 ‫ا‬ ‫!ة!ﻻاﻻ‬٨ ‫ﺣﻤﺎج ﻟﺞ‬Ja|B p B ^ 4 ‫ ﻻ ﻣ ﺞ‬٠٦‫ ا‬0 ‫ج‬0 8 ‫ا‬٠ 6 ‫ﻻ‬



‫ل‬ ! ‫ا‬ ! ‫ﻻ‬ 3٠ , ,‫ل‬ ‫ﻻ‬ ‫ و‬-BPB 'n g o i j ‫؛‬X1B|A1 q a ٧B|UBSU|,, :jap 3|Ap٤ -٤٢٦‫ ﻟ ﻼا‬0٨0 ٩ ‫اﻻا‬٠ |٩ ‫ﻫﺎ‬6 ‫ا‬3 |‫ﻟﺞ‬6 ^ 6 ‫ل‬6 |‫ﻻ‬٩ 6 ٨ '‫|اﺣﺎ‬ -‫ا‬٨ ‫ا' ا‬1‫ ﺣﻤﺤﺎج‬٠ 6 ||۶ ‫ذا‬3 ٩ 3 ‫ ﻟ ﺪ‬3 ‫ ا ح‬, :‫ج‬3٨9 ‫ﻋﺬﺟﻼﻻح‬



06 ‫ﺟﺎﻻاﻻ‬3 ‫ل‬08 ‫ﺑﺎا‬6 ^ ',, ‫ل‬1‫ج^اﻻم‬٨ 13d (6 ‫داﻻﻻا‬ -6 >‫ ﻻ ا‬B p J B ‫ﻹا‬B S 8 A |33 ‫ م؛ﻻ‬6 |٨ 0 ‫ ة‬0 ‫ ﻟﻺ‬0 ^ ‫ ﺑﺎ‬6 ‫|ا‬٧ ) 6٨ ‫ ج‬٨ ^8 ‫ ا أ‬3 |6 ٠ ٧ ٠‫اﻻ‬l a |B p v 0 8 '‫ ﻻ‬183‫ ﻻا‬3 ‫ﻟﻤﺎ‬٠ ‫ل‬ -٠ ‫ ة‬3 ‫ا‬6 ٩ 8 ٨ ‫ا‬z ‫ا‬s 3 ٩ 3 ‫ﻟﻼ‬3 ‫ ا ﻻا‬3 ‫ا‬z ^6 ٠ 6 |3 ‫ﻻا‬3 ‫ﻻا‬ ‫ ﻻ‬3 ‫ا‬3 ‫ ؛‬، 0 6 ٠ ‫اﻻااﻻ‬6 4 (‫ل‬3 |‫ﻣﺎ‬3 ‫ﺣﺐ‬٨ e p B ^ ‫ل‬3 ٩ ‫ﻻ‬ -‫ ذ‬٠ ‫ ا ) ﻻا‬6 6 ‫ ﻻا‬33 ‫ ﻻ؛ل‬.. :3 ‫ م‬٧ !‫ا‬3 ٨ ‫" ج‬8 ‫!ﻻ!ﻻ‬83 ‫ل‬ -0 ‫ ة‬3 ٠ ‫!|ﻻا!ﺟﺎال ^ ؟ا‬z p s ٠ 3 (‫ﻻ‬6 ‫ ﻻا‬4 ‫ ' ﻻ ح‬0 ٠ ‫ﻻ‬ '‫ ﻻا‬6 ‫ ﻻ‬3 '3 ٠ ‫ا‬٠ ‫ﺲ‬ ‫ﻟ‬ ‘ |^E N ) 3 ٠ ‫ ﻻﻻ‬3 ‫ا‬3 ‫ل‬08 ‫؛ا)|ا‬3 ‫|ﻻ د‬,‫ﻻ‬6 ‫ﻟﻤﻞ‬1‫ﺧﻼ ﻵ‬٠ ‫ ﻻااﻻ‬6 ‫ذ‬٨ ‫ا ﻵة‬3 ‫ا‬6 ٠ ٧ : ‫ ا و ا‬.‫ ة‬0 ‫ﺣﻼ‬/‫اﻟﺞ‬



٠‫!|!ل‬٩ ‫ اح‬1٨68 (‫ﻻ‬3٢٦0‫ﻟﻢ )ﻻ‬،0 ‫ ﻻ ﺟ ﻤ ﻊ‬0 ‫ﻻاﻻ‬,X ‫ا‬0 J3E |a a 6 ٨ (3 6 6 0 ‫)ﻻل‬



a j!^3 i!N 'j ‫؛‬p ı ‫؛‬Ş a p Aa ‫ ؛ ﻻ خ ؛‬u a p u !s a g p 6 ٩ ıdB Aıs .



‫ال‬٩



u b Ab i . b s



3 p u ‫؛‬٨a z ٠ p ^n^nq



'‫ﻻ|اﺟﺎﻻا‬3 ‫ ﻻا‬٩a p U ! 3 6 3 ‫؛‬J3Z0 JIUIS ‫^ا‬8 ‫ل‬٠ UIJIUIS



Jiq '> 3 |BPB aj ٠ 6 B, XJB^ -، !Piıgap zısuııgBq ٧ 3 PU‫؛‬ J3 | ‫؛‬ ^ ‫؛‬ ‫؛‬ | !* IUIS | Bse A! s 3٨ ^ ‫ا‬ ‫ﻼ‬ ‫ﻟ‬ 0‫ﻻ‬ 0^ 3 ') 8| epe ap ‫ﻻ‬ ‫دا‬ ‫ ?ا‬iS x i b u i 3 ‫ﻻااأ‬ ‫ا‬٩ 6 ‫ﻻا‬ 6 ‫ﻻا‬ ‫ا‬e p 0 unsnjımgop- ‫؛‬ı^ sq ‫ل‬ ‫ا‬ ٩ ‫اﻻاا‬6 ‫ل‬uap.ıaBag Aatpsd O tfA zug ) ,.J-‫؛‬p ıg ‫؛‬ı^a ja 6 ‫ﻻ‬8 ‫ اااﻻا‬٨ ‫ا‬u B p u n q 8 B p n jg o p ' ^‫ا‬3 ‫اﻻ‬٩ jn p ı a 03|iqaua|Aps a ٨ la p p -n ııın ın p ^|ZIS)3|BPB 3٨ ‫ ؛؛‬J‫؛‬q 'na jn j I!p -np B g o p 8٨ ‫|!؛؛‬a 6 8 |‫؛‬p u ‫؛‬u !g ‫|؛‬u aiiJ3 6 a U iis p p ‫ ؛؛‬a ٨ ‫)اﻻ‬3٨٨ ‫ ' ﻻﻻ‬. 1.1‫ ؟‬U B p u n q '‫ﻻﻻ‬



-‫ ﻻﻻﻻ‬J0 A: ,.4 B g o ٥ ‫؛‬p 3 |٨0 ‫| ؛‬3 6 a H ‫ﻻل!ا!ا‬3 ‫ا‬ /‫ ﺣﻼﺳﺠﺊ‬/|‫ ﻋ ﻠ ﺔ‬٨ ‫ ﻻ‬،/ / ‫> ﺟ ﺴ ﻮ‬/ 6 ٠ ‫| ﻻ‬86 ‫ل‬6 ‫ﻻﻻ‬ 6| ‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ 8 ‫ل‬ ‫ﻻ‬ ‫؛أ‬ 0 ‫ﻻا‬ ‫ا‬0 0 ‫ﻻ‬ 0^ 30 3‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ 3| ‫ا‬ ‫ﻻ‬ ‫ﺎ‬ ‫ﺣ‬ 3‫ل‬ ‫ﺎ‬ ‫ﺑ‬ ‫ا‬ ‫ و‬I٧ ISBU1|I]B b u b A 3 6 ‫ال‬٩ ‫ﻟﻼاﻻاﻻ‬6 ‫ل‬٨ 6 ^ ‫ا‬٠ !‫ا‬33 ‫ح‬ ‫ﻞا‬ ‫ﺣ‬ | ٨ 6| 0 ‫|ا‬ ‫!ا‬ ‫؛‬ 3‫ه‬ ‫ااا‬6 | ‫ا‬3 ‫اا‬3 | ‫ح‬ 0٧ '‫ل‬ ٠ | ٠ ‫ل‬ ٠ 6 ‫ﻞ‬ ‫ﺣ‬ | -u o ‫ ﻻﻻﻻﻻﻻﻻ‬B g o p 'Uiaup ıg ıp ı , 4‫ ؛‬B j ‫!ﻻ‬.‫ا‬3 ‫ا‬ 80 ‫د‬ 0‫ﻵ‬ ‫ﺎ‬ ‫ﺣ‬ ‫ا‬ 3 3٨ ‫ل‬ 6| | 8 ٩‫ﻼ‬ ‫ﺟ‬ ‫ﻻ‬ ‫ﺎ‬ ‫ﻳ‬ ‫|ا‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻻااا‬ ‫ﻻا‬ 3 ‫ا‬ 6‫ﻞ‬ ‫ﺣ‬ ٨ -٨a p 1BJB |0 ‫ﻻاا‬6 ‫ ؛ ﻻ ا ا ؛‬3 ‫ﻻا‬3 ‫ ا د‬a j ç 6 ' 36 3 ‫اا‬3 6 30‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ 3| ‫ل‬ ٠ ‫ﻞ‬ ‫ﺣ‬ ٨ ‫ﻻ‬ ‫ﻻاا‬ ‫ه‬ 6‫ﻪ‬ ‫ﺣ‬ 40 ‫ل‬ ‫ا‬ 0‫ح‬ ٠ ‫ﻻ‬ ‫ا‬36 ‫ل‬ 6 ‫ل‬ 6 ‫ ا‬-8 H ‫ا|ﺣﺪ‬6 ‫ ا ؛ ا ﻫﺎﻻ‬6 ‫ ﻻ‬B‫ ؛‬ıAB|UB n q 'B |A iib |u e A ‫ﻻ‬ 0٩ ٢ ٦ 80| ٩ ‫ح‬ ‫اا‬ ( ٠ 6 ‫ة‬ ، ‫ﺮ‬ ‫ﺠ‬ ‫ﺟ‬ 3^ ‫ب‬ ‫ة‬ / ‫ﺞ‬ ‫ﻣ‬ ‫ا‬ ^ ‫ﻻ‬ ‫ا‬ . ‫ل‬ 3 ‫ ﻻا‬IOBz O '‫؛‬J3|3)3S|3| UI,XJB|٨| 3٨ ‫اﻻ‬, la B a H 1‫ ﻻﻟ ﻼأ؛اا‬3 ||3 ‫ﻟﻼ‬ ‫ﻼا‬ ‫ﺟ‬ ‫ﺎ‬ ‫ﺑ‬ ‫ﻻ‬ 3 ‫اا‬0 ‫ﻻ‬ ، 18600 ‫ح‬ 2‫ﻼ‬ ‫ﻟ‬ ‫ﻻ' ا‬ 6^ ‫أا‬6 ٨ )‫ا‬ ‫ﻹ‬ 83 ‫ﻞ‬ ‫ﻟ‬ ‫ل‬ ‫ا‬ ٩ ‫ﻻﻻﻻ‬,0 ||38 ‫ﻻ‬ 6‫ﻻ‬ '( ‫ل‬ ‫ا‬ ٩ 3^ ‫ل‬ 3 ‫ا‬ 83‫ة‬ ‫ﻻا‬ ‫ﺎا‬ ‫ﺟ‬ | ‫ﺢ‬ ‫ﻣ‬ ٧ -a p u ija z n 31 |‫|؛‬AB|UB ‫ ﻻﻻﻻﻻ‬B g o p n q , 4 31 ‫ح‬ 0‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ ٩ )٠ ‫ل‬ ٠ ٨ 6‫ل‬ 6 ‫ل‬ ! ٩ ‫ﻻ‬ ‫ا‬ , ‫ل‬ 3‫ل‬ ٠ ‫('ه‬ ‫ا‬86 ‫ﻻ‬ 3‫ل‬ 6 8٨ -‫؛' اج‬S llS lg p UB|^Bq ‫ ؛‬UBSU BlpnA 3٨ ‫ ؛‬lgllSEq ‫ﺎ‬ ‫ﻬ‬ ‫ﻤ‬ ‫ﺤ‬ ‫ﻟ‬ )٩ ‫ج‬ 3‫ل‬ ٠ ‫ل‬ ‫ا‬ ٩ ‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻻ‬ , 0‫ل‬ ‫ا‬ 0 ‫ا‬3 8 3 ‫ﻻ‬ ٨ ٧ ٠ < 6 ‫ ﻻا‬JlgE B |UB10 3 g a İ J 3 6 ‫ ﻻ ﺳﺎا ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬BSBA| 3 3٨ -0 ‫ )ﻻ‬1‫ ا‬1‫||ا ﺣﻼ‬٨ 8 ‫ ﻻﻻ‬6 ٩ ‫ﻻاﻻ ﻵ‬.‫ﻟﻼاﻻا‬3 ‫ا ﻻ‬ ( ٨ ٨ ‫ج‬ ) ‫ﻻ ﺣﻼاأا‬8 ٩ ٠ 0 3 |‫اا‬٨3 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬0 ‫ﻻاﻻ ا‬,‫ل‬3 ‫ﻻا‬6 ‫ ﻻ‬٧ -‫ﻻ‬ '(3 ‫ل‬٨ ‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻا ﻻ ) ا‬8 ٨0 ‫ ﻻ‬3 ‫ل‬0 ‫ ﻻا ﻻا‬0 ‫ ﻵا‬3 ٠ 3 ‫ ﻻﻻ‬٧



‫ﻻ‬٠



.‫ﻻل‬3 !‫' ﻫﻞ‬8 '،83 ‫ اأ‬٠ ) ‫ ا‬٢‫ﻻا‬8 11 8 ‫ا‬ 0‫د‬ ‫ﻻ‬ 6‫ل‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻻﻻ‬. 3 ٩ -‫ﻟﻼ‬0 |0 ‫ا د‬٨| :‫ل‬3 |‫ة‬٠8 6 0 |‫ﻻ‬1‫ أ‬1‫ ﻻ‬6 ‫ل‬8 ‫ ة‬3 ‫ ا ﻻا‬0 ‫ اﻟ ﺪ‬٩ ‫ا‬8 3 6 ‫ل اﻟﻼ‬3 |6 0 ٧ 6 0 ‫|ﻻ‬86 ‫ل‬6 ‫ل‬3 |,‫ﻻا‬3 0 ‫ل‬3 ‫ل‬3 ٠ ‫ﻫﺎ‬ (‫اﻻ ﺣﺄﻻ|أﺟﺎ‬,3 |‫ل‬6 ‫ﺑﺎ‬3 3 0 0 9 ) 6 0 ,’‫ ﻻ‬01‫ا‬6 ^‫ |ح‬3 ‫و خ‬ ‫ا‬ -8 ‫ا‬6 ‫ ل‬3 0 ,‫ا‬38١٠ ‫ل‬8 '‫اى‬0 ‫ل‬3 6 |3 0 ) 6 0 ‫ ﻻ ﻻﻻ‬0 |68



-‫ةﺟﻞ\اﻻ' وا‬١\‫؛‬١‫ ا ا‬١‫ ب‬Av 'V '3 UI.18Z .



n q n j ‫ﻻﻻ‬8 ‫ا‬



-‫ﻻ‬0 ‫ )ﺑﺪﺟﻼ‬.,JipZIS^JB) ‫ ﻻ‬3 « 3 ‫ﻟﻼ‬3 |٨0 ‫ ة‬lUlgipBUJ -‫ا‬0 ‫ ؛ا ا‬ijb A a o u p U3 p a u j 3 u ٧E |d B ٥ |‫؛‬z ‫؛‬٥ 3 J B p ٩ 3W1٠ S !-‫ﻻ‬3 ‫ اا‬ıuıgıpBUJ |0 ‫!ﻻ‬٨3 ‫ ؛‬J‫؛‬q sA E P E 'aoup UBpUllBI? |! -!p Z!S13,BPE 3٨ |13 u B p u iB | ? p jn A n q u b b i e s b A -b i i b s b A a ٨ ‫ ﻻ ﻻا ﻻ؛‬0 ‫ ﻻ‬b Ab p o . 1.10 u B p u n g ııp iB A JB | -u ın ın p ‫ا‬٠ 3 3 3 ‫اا‬٩ 3 ‫ ؛‬3 ‫ﻻا‬3 ‫ ا د‬U!J3 )EPE a o u p 3 6



28 __________________________



19 |e p e



uJB pe J iq u n ô /o ôiujyB Jiq ‫ﺟﺮﻣﻮ‬/./‫ ﺟﺠﺮ‬/٧ / ‫ ج‬// -llU B y n e a :^ 9 ^ ‫ل‬9 ‫ ﻷ ج؛ ﻻ‬9 ‫ ^ ا‬BJB|0 ‫ ﻟ ﻘ ﺎ أ‬6 >‫ ا‬b A i|U B^!|9p 9 ٨ - ٠s 9 ^ jg ^ 'B g n o o ٥ ■/‫ا و ﻻ م‬ -٨ ‫وﺟﻤﺠﺮﻻرج و‬./٩ ‫ د‬٧ /‫ج‬/‫ ر‬:^ 9 ^ ‫ل‬3 ' ‫ ﺀ‬- -‫ر‬/‫ ﺟﺪ‬/٧ ‫ج‬ BUJEpB ‫ ﻻ‬9 ‫ ا‬9 6 9 ‫ ﻻ‬0 ‫ﻻ‬0 ‫اﻻا‬.٩ ‫ل‬9 ‫ ه‬6 ‫ داﻟﻠ ﻼ‬6 ^ .‫ؤاﻻ‬ ‫ا‬ -‫ ﻻ ا د و ا‬/ ٤‫ ﻣ ﺠ ﻼ‬٧ :ji| i ٧ B||n^ !q!6 |ipB z ‫؛‬s 9 B |9 g ' ‫ح‬‫ ا!ل‬U dénp B uiéBq UJBPV :9SW 9 0 ‫؛‬ ٠siqB § ٠‫' ^أﺟﺄ‬A 9j!q :‫ ^أ‬9 ‫ ا‬nzps UBSUI)- - ٠2 b jb -) >‫ﻻ‬0>‫ ا‬٧ ‫ ﻻﻣ ﺞ‬/‫^ ﺟ ﻼﺟ ﻼ‬/ ‫ ﺟﻮﺟﺞ‬٠u n A n s ' ٧ ‫ﻣ ﺞ‬ -U lU B ysq ‫ و ر و‬/ UILUBPV (nzpSBJB) JlUBin ZBLLDjJOyf‘ ‫ ﺀ ﺟ ﺮ ﻻﻣ ﺠ ﻼ‬LUBpV :ue su! BpUJBI 6 UB- |9 ‫ ﻻ‬9 9 ٠‫ ا‬-(‫ ﻻ‬9 ٩٠‫ و ﻣ ﻮ ر ﻻ‬-‫ل‬B n v a v - ( 6 -‫ داا‬9 ‫ ة‬p!BO!J٧ 9 ‫ ﻷﻻ‬n p - 9 ٨ UIU.BpU!|0p -Jps LBUBLIBS BPUIJIB 1J9Ab S9٨ -0 9 0 ‫! د‬S9UUB ‫ ﻻ‬9 ‫ إأةاأ ل‬BJB^ 9 ٨ |0 ^ ‫| أ‬0 ‫ ا‬J!q ^ 6 n u o 'JBpB^ BUI||A 9 ‫ ح‬U B P.9L9 -||BJ^ p jB q 9 W 0 - | '( 9 ‫ ح‬Jg o p - - 9 9 ٠‫ ح‬a i v o i v a v (0 9



٠٧A i ٧ i N ٧ ٠



v n v a v



BPB |9 |!- ‘ ‫ق‬1‫ﻻا‬ -‫|اج‬9 ‫ ة‬lA! IJB|SB^ ‘ Z — ٠UB|0 l|!B|! 9|A9|BP ٧



nvav



-0 ^ 9 ‫ ﺟ ﺪأةأ ) ﺑ ﺬأ ا أ ة‬9 ‫ل‬0 6 ^ ‫ل‬01 ٠٦ ‫ ا‬٦ ٧ „



liv a v



- ‫( وج ؛ ا‬//‫ دﺟﻤﺞ‬U d p p IB p B



-JB) -‫ ا‬1‫ة‬



-‫ ﻻأل‬9 ‫ا‬ -U9Z0P ‫ ﻻ‬9 ‫ل‬0 ‫ ل‬J‫؛‬q b i A isbujiijb ^ uiJB|UB٨ ııq9d 6OBînLè9J0B Bp.JBUld^JI^ '9 p u n ٧ 0 UIJBZ^ 9UJ n q '||A J9H n p io w o 6 eulUBA U!U٠-‫؛‬S!UJ BO BéBdUJISB-^ ‫ ؛‬9 p ٠9UJjP3 -p p |0 U9P.9J JOJBZ - n p j ٥ A!|!p9 - ‫ اأ ﻻد‬B qB p ZB UBpuiLBJBj j9 |‫؛‬o !A9|z ! ‫ أ دأ ﻻ‬ig lp j ‫ ﻷﻻأ ؛‬9 |^ ‫ ^ ﻻاأ‬B fijn q B ^ 9 BJBZI^ 9U !q ^ ‫ ^؛‬BJ ‫ ﻻ‬9 ‫ ؤ‬9 ‫ل‬0 ‫ ^ ة‬B1٥ BUJ J B٥ B ١‫؛‬q ig ijd B A B p ٠0 B E 0 !q 9 -ipA isB jsn 9 p ‫ج!ﻻ‬9 ‫ل‬0 ‫ة‬ ‫ ﻻ‬9 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ل‬0 ^ 9 ‫|!|' ة ل‬p|B J9A BpuiSBJB|- BH l|Bp ٧ iJB|Bjsn ^n A n q ‫ ﻻ‬9 ‫ ؤأ ﻻ‬9 ‫ل‬0 ‫ ة‬i |Ş b A '^ b j b u iq9dèE q |iA!-BZB^ ^i|UB ٨ 8 ‫ ^ ا‬B p .JB uid^Ji p|IJip ٧ B|pB 9A |-‫؛‬p i u b i s v v o i e p ٠B ^‫ ؛‬J9W ٧ ‫ أدأ ﻻ‬B punA n g n p .0 B puigiiJigB OIH 0 5 L 9 ٨ o q - 8 6 ‫ ة}أ ' ا‬9 ‫ل‬٨٨9 N 0 6 B1.MJ0A ٠o B e o !q 9 ' ٠S!JBd '9pu!J9|L ٧ 9 UOLSOg ' b u b A ia ^ ‫ﺟﺎل|أ‬9 ‫د‬ u iu .b A٧ b u j !٧ -|}éB|l§JB^ B|AlJB|BLSn ‫ ج!ﻻ‬9 ‫ل‬ - n 6 i|Çb A ‫أ‬٩ ‫ا‬6 !|9J9p qn^ 9 ٨ BOO» I p Lnsn ٨ B|èBq B putuBA u n u .o ٥ ıı٧ - q 9 d nı ٧ n|!i ٧ B ٨ ٠BjèBA U !U !^ 9 U p p ‫ ؛‬n ٥ n ^ 9 ‫ج‬9 ‫ل‬0 9 - ( / ‫ ح‬6 ‫ا‬ ( ‫ ﺟ ﻰ‬-0 / 8 ‫ ' ا‬9UJI.P3 'ig B o n q !٥ ‫؛‬nA' B p ٧ JBA■ /‫ ؛ ﺟﻤﺠﻠﻢ‬0 ‫ ^ د‬y d d BpJILUZI z iy IIBPV :JI|lUB||n U ‫ أ دأ‬9SIU ‫ ؛‬UBpEpB :u b Ab Sb A BpBpB 9 6 |٧ 9 UB|0 UBpUI^IBq BP ٧ ' IS n v a v |• B 9٨ n p u n in q 9 p u j -‫§؛‬u ‫؛‬J 6 ‫؛‬q zisiJBéBq



‫ ^ أ د أ ﻻ‬9W19qi9J U 9p ‫؛‬U9A IÂ٠BÂ|BL| 9 P .8 8 Z :‫؛‬P l!^9 ٥ nquE}S| BOUIUIIB U 9gu!|9 IJBI|E ٠ Bq u n in q ^ - 9‫ ا‬. ^ / / ‫ ح‬/ / UBpuiLBJBL 9‫ ة ﻻ‬6‫ﻟﻼ‬ -JB 0 9 !S9J§!U3 -(BJUOS U 9 P .8 8 / ’10) ni|9 g o U!U ٠J 9 !p !a - 1‫ ا‬6 ‫ ادل‬٠S j ٠ ٦ V ٠ V p JB q ^O I ‫رﻻج ؛‬/ı٧ Bqjn>ı UIÔUZISJBIBPB 0 ‫!ل‬JBJ: 9 B^ ‘W 9|A9 u -‫ ؛‬Ab BgniJSOJOp 'B g n |n jg o ٥ - g - ripjüAïU B H B uA By ٧ ‫ ﻣ ﻮ‬٧ ,/‫ﺟﻤﺠﺮودﺟﻠﻢ ^ﻟﻤﺞ‬ ٠s b 6 ٨ b UlUBqBq ^ ‫ ﻻ ﻻ‬9‫ ؤا‬9 ‫ ﻟ ﻢ‬6‫ ﻻ‬-‫؛‬g ‫؛‬JZ١Si9 ١BpB UlUBZdQ ■>MZ!SldlBpB . ‫ ﻣ ﺞ ؛‬٧ /‫ ﻻا‬/‫ر‬/‫ ﻣ ﺠ ﺞ‬/‫^ ورج‬ : ٧ 9SUJ!lg!||9Z0 U ‫ ا أ ﻻ ' ؛‬9 ‫ ج‬UB|0 Z!SJ9|BpB g !H !s ^ 9 L9|BP٧ !' ٠‫ ا‬- 6 ١٠| ٦ z i s i 3 ٦ v a v -‫رﺟﻼرﻻﺟﻼ‬٨ ‫ ﻣ ﺞ‬٧ IZIS^BUJ: ZISPIBPV |0 llg B q 9 ‫ ﻷﻻ‬9 |9 ^ | ‫ ^ أ‬niLSOJOP 9 ٨ 9 q J9|Bp ٧ ٠ -UB|0 llè jB ^ BU 1S.B9P-! ‫؛‬Bp.UOJBId B A| 9 ٨ L9|Bp٧ -‫ ا ة‬9 3 lU dznp ./‫ ﺟﺰج‬٨ Jiq Z isjd/B p v JBJBy z is td is p v BZdo Z is jd /B p v :Ji|i٧ B||n ^ ‫ ا أ دأ ﻻ‬9 ‫ ج‬u b Abuj An 9 g -‫|؛‬Bq 'ggniLSOJOP ' B g n . n j^ a ^ Ji§9 9 ٨ g ' —



‫ ﻻورﻻو‬٤‫رﻻﺟﺮ‬



-



J iq Z is jd / B p v



J B p u jn y j



n q j f q ZISP IB PV :Ji|i٧ B||n ■^ ‫ أ دأ ﻻ‬è n .n jn ^ B p 9SUJ‫ ؛‬u b Ab u ju b j ٨ b p iii BAb s 9 ‫ل! ﻻ‬9 |9 ^ l .LIS z i s i s i v a v ^ Il ^ n in jg o p 9 ٨



bA



- BH



-‫ ﻻ‬9 ‫ل‬9 ٨ ‫ﻟﻼ‬9 ‫ ﻻ‬9J9|BpB 'UBdBJ 0 9 ‫ل‬9 | -BP ٧ ‫ و ج ؛‬-‫ وذ ﻣ ﻮ ر و ﺟ ﻲ‬٠ ‫ ﻻ رج‬9 ‫ ا‬٠‫ ﻣ ﻮ ر و ﺟﺪ‬SJBL 9 ٨ ‫د‬٠ ‫ ر'ﻋﻢ‬-je ) LIS l S 3 U 3 d l 3 ٦ V a V !‫اووا‬



-BpB 'I!p٧ ‫ و ة ؛‬٠( ilBUdd-IdlBPBj ‘‫ﻻ‬6‫ل‬,٤‫ﺟﺐ‬٧‫ك‬ -J9/BQB, -JB) -JISH V N S d lJ IV a V SJBJ9٨ (-٧ Ab ^ . ) - n p j o A ١ 909A!A B|J0Z u b p b Ab -I|^|BSBA IUIJB|BUJ|B ١ B0UBS 9|A!J9lA9q -9J UIJB|Bp0 ٨ A0 ٨ 9 ‫ﻟﻼ‬6 ‫ﻻ‬ ٠P|UB- î9 |B p B n g ^ ٥ 9pu!q!JBL 9 ‫ ا‬5 ‫ ا‬qBUJ 5 ‫ ^ ا‬BJB |0 ‫ أاأ‬6 ‫ أا‬A!S96!oq |9 ‫ إ‬6 |‫ إ‬3 ' 9 ‫ﻟﻼ‬6 ‫ ا ﻻ‬9 | -BpB ‫ ج^أ‬9 ‫ ﻻ‬U9U 9 ‫!|؛‬g -OpAniUJO^nA 9 ‫ ^ا‬9 ‫ﻟﻼ‬ -‫ل‬9 ٨ ‫ أ ﻻأ‬٠ 9 ‫ ﻟ ﻼ‬J 0 ‫؛‬q U!U9UJBUİ9|BPB 9 ‫ ﻻ‬9 ٨ 9 ‫إ‬ -s! 'ıpB ^ -‫؛‬PJ9|J‫؛‬J1٥ 9 6 9 ‫!ا! ﻻ‬0 ‫ ﺟﺄ‬9AA!jgé 'jn jn A ٧ BUJJ9L n q 'JB.ıpB^|-n p B^|Bq ^B JBjn^o 1JB ٠J9|9WBUJ9 -Ipj!|lJ9pUÇ6 BJBIIpB^ BpBJ§BJ| -ip jB |jn jn A n p - B p ٧ ‫ ﻻﻻا‬9 ‫س‬9 ‫ د‬9 ‫ أ‬9 ‫ ﻻ‬B ^ n ın j 0 ٨



-‫ج‬Jg|BpB Op 0٨ 1^0^ 10 ^6‫ل‬6٨6|‫ﻟﻼ‬1٨6٨ ‫ل‬9 |9‫ﻟﻼ‬ -B‫ﻻ‬Jg|BpB Bp 9 ‫ م‬٧1‫ل‬8 ‫ﺣﺒﺎاح ةاا>اةا‬٠ ‫م!ﺟﺤﺒﺎاﺣﻞ‬ -npJ0 An |0 ‫ااﻻﻟﻼاج‬6 6‫اإاﻻ‬6 ‫اأﻟﺪا‬9٧‫ﻣ ﻮ‬ gp ‫ﻻ‬0 ‫د!ا‬٩0‫ﻻ‬0٨ ‫^أ‬BPBJ‫ ة‬B1 ٧!‫اﺟﺎ‬٨9‫ م‬9 |^!‫ا‬9 ‫ا‬ - ‫ ا‬0 ‫ ﻻاﺀ ح‬6^‫ دا‬Jg|g ‫ﻻ‬JB‫ﻻ‬Lg|BpB ‫^ ادأﻻ‬9 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ا‬ -‫ا‬9‫ ﻻة‬9 ‫دأاأﺟﺄ‬9‫ل‬9 ‫^ أ‬lJB|^n |zns |0A '‫ا‬٨6٨‫ل‬6‫ ﻻد‬6 '‫اأ‬9٨‫ؤ‬0‫ل!'ل‬9‫ﻟﺔ!ا‬9٨ ‫ﻋﺔﺣﻤﺎﺟﺎ‬٨ ‫ﻣﺢ‬.‫اااﺣﻞ‬٧9‫ةﻟﻼ‬0 -ıpJ‫ﻻا‬B ||n^ ‫أ‬٧‫ﺟﻞ^أةا‬٨ nq ‫^ أدأﻻ‬6 ‫™ﻟﻼ‬.^ ‫^ا‬1‫ﻳﺎج‬ ‫ل‬9‫^ ﺑﺎ ﻫ ﺴﻠ ﺪا م‬B p ‫ﻻ‬n ‫ﻻ‬JnJnp ‫ ةا‬9 ‫ﻟﻼ‬9 ‫اﻟﻼ‬٠ ‫ﻻأ‬9‫ل‬ ٠0‫اﻻ ا‬JB‫|ا‬BJn^ 0٨ 6‫ ة‬6٨ ٩0 ^ 0‫ﻻ‬0‫ل‬9 pJg 0٨| -‫ﺟﻠﻼ‬٧0‫ ﻻﺟﺎ^اا^دا^اﺟﺎ م‬g p 9 ^6^|0 '‫ﻟﺠﺎاﻣﺎﺟﺎ‬8‫ة‬ ‫ﻻأﻻ‬9‫ل!ا‬0‫ا‬0 ‫ا‬zg ^Jg ^ ٠^‫ااال‬٧6>‫ ةاا‬8 ‫ ﻟ ﻢ‬8 ‫ا‬1٧٢١‫ل‬٢1‫م‬ 0‫ﺟﺎ‬0‫ﻻ‬6 ‫ج‬6 ‫ا‬Jg|g 0‫ ﻻ ة ﻻ‬ig ‫ا‬BpB ‫ﻻ‬6 ‫ا‬0 ‫ﻻا‬6 ‫ﻟﻠﻼ‬9‫إ‬ qB‫أؤ‬pBd ‫ل‬01 ‫ﺣﺄل‬-‫ﻫﻼ‬9 ‫ح ة‬.‫اااﺣﻞ‬٧9‫ةﻟﻼ‬0 ‫ ا ة‬٨‫اا‬6 ‫ﻻ‬ -6^ ‫ل‬6 ‫ ز|م‬۴ ‫ | د‬0 5 -‫ا؛م؛ل‬٧‫^ج‬0^ ‫ﻻ‬6‫ ال‬٠‫ﺟﺄ‬9‫ﻻ‬9|9 ‫ة‬ 6‫ﻻ د ا ^ ﺳ ﺎ‬6‫ ﺳﺎ‬9‫ل إ‬n g 01 -‫ل‬6 ‫•ل‬Jn>^- ٦ ‫ ﺳ ﺠ ﺄ ﻷ‬(-J‫ﻻأ‬g p 9 p ‫ﻟﻼﻷ‬L9 9‫ا‬BP٧ ‘0‫^ﻟﻼ‬0‫ا ﺑﺎ‬Bp ٧ |9 ' 1‫ﻻ‬6 ‫ﻟﻼا‬9‫ ﻣﺢ|ﺟﺎ إ‬٧ ) ‫ل‬9 |‫ﻟﻼ‬0^ ٠0‫ ب‬030 ‫ ﺟﺔﻻ‬6 ‫ ﻫﺎ‬1‫ﻣﺎ^|ﺣﻞ‬9 ‫اﻟﻼا‬٨‫ح‬٨ ‫ﻻ‬1‫ل‬9|‫ب‬9‫ة‬ -‫أ‬pBd ‫|> أدأﻻ‬91٧‫إال‬9 ‫ ة‬6 |0٨ ‫ﻻ‬9|‫ﻷدأ‬9‫ﻻ‬0٨ ‫ﻻ‬6‫ﻻ‬ -6 ||9^ 9‫ ا‬0‫ل‬0>‫ﻻﻻأ ا‬9 |٨9‫ل‬0‫ﻻ^ ة‬BAB‫ﻻا‬B |nßAn 1‫ل‬ -6 |‫ﻻ‬9‫ﻻ‬6>| ٠‫ﻻﺟﺮﻻج( وﺟﻼ‬-;9/‫ دﺟﻤﺞ‬u ^ p,^Lueu 3 ‫ل‬6‫ إ‬9٨ ‫ل‬9/‫ دﻋﻤﺞ‬-‫ل‬9 ) •9 3 ^ ٧ „ ‫ د‬3 ٦ ٢ ٠ ٧ -‫ﻧﺎﺟﻼ‬٧‫ﻣﺞ^ﻟﺞ‬ ./‫ﺟﻮر‬/‫ ^ ﺟﻤﺞ‬J^|!> ^ e p u n (? nJAng :‫^' ﺣﻤﺄا‬6‫ل‬6 ‫ا‬0 ‫ﺟﺎا‬9٩ 9‫ﻷﻻ‬9‫ا‬9^‫ ^ أا‬n |nJ‫ج‬BH^ o p 9٨ ٠9٩ -‫رﻻ‬/‫ﺟﺪ‬5 ! | } ^ | e p v ^JBJe>^ J! q !| i ^ | B p v :1 ‫ج‬0‫ل‬0‫ﺣﻤﺄا م‬ ‫؛‬JI|l‫ﻻ‬B|‫ا‬n ^ ‫ ا أدأﻻ‬9‫ﻻ ج‬9 ‫ا‬0 ‫ﻻ‬nßAn 9 ‫ﻻ‬9^9‫ل‬9‫ة‬ ‫ﻻ‬BP ‫ﻻ‬ISI‫ د‬B ^ n |nJ‫ج‬o p 9٨ ^ ' ‫ ح‬- ‫دﺟﺴﺞ‬/ - qBLUJıqı|i^ |B p v ^e q e q J ! q !|} e | e p v :‫ ﻗﺎ‬0‫ل‬0‫م‬ ٠‫ل؛ ﺣﻤﺄا‬1|1‫ﻻ‬6||9^ ‫ﻻ أدأﻻ‬JnJn^ Bp ‫ﻻ ^أؤأ‬6‫ﻻ‬6‫ل‬ -٨Bp ‫ااا‬6٨‫ ةج‬9‫ﻷﻻ‬9 ‫ا‬9^‫ؤ!ااأ^ أا‬n ^ 9 9٨‫ا‬nJ‫ج‬op '9‫ ﻻﻻه‬9 ‫اح أ|!ؤ^اا‬٨1‫ﺣﺆ^ﺟﺎﺟﻞ‬٩ '‫ ﻻﻣﺢ‬1‫ﺣﻠﺔااﺣﻞ‬٨ ‫ﻻ‬BAnp ‫ةا‬،6٨‫ ا ^ح‬BP ٧ ٠ |9 ‫ ا‬-‫ أ ﺟﺎز‬٦ ‫ د‬3 ٦ ٠ ٠ ٢



٠



| ‫ ﺀ||أ ^' ة ﺀ‬٧ ‫ ( و ة ؛‬/‫)ﺟﺮ‬/‫ﺟﺰ‬/‫ دﺟﻤﺞ‬U9p ‫دﺟﺮ‬/- ‫ ﻟ ﺔ‬6‫وﻟﻞب‬/‫ل دﺟﻤﺞ‬6) 6



-‫اﺳﺎح‬0 9٨



>‫ا‬9‫ل‬9 |0 ‫ﻻا‬8‫ ﺟﻤﺤﺎ‬٠9‫ ^ د‬٧ ‫وة؛‬-(‫ ج‬٧‫ﺟﺮﻻﺟﺮج‬/‫ﻻ دﺟﻤﻊ‬9 ٩ ‫ج‬٧‫رج ج‬١‫دﺟﻞ‬/- ‫ ﻟ ﺢ‬6‫ز‬ 9٨ ‫ ) & ■ د ﺟ ﻢ | ل‬-9٩ 3 « ٧ ‫ ﻻ‬٧ ‫ د ﻻ‬3 ٦ ٧ ٠ ٧ ‫إال‬9206 '‫ﻣﺤﺎﺟﻼأ‬9 '|‫ ﺀ‬٧ ‫ و ج؛‬-(‫ﺟﻤﻌﺠﺪﻻﻋﺮ‬., ^UBp ,‫ ي‬۴ ‫ | ةﻟ ﺔ‬BPBj\ 9٨\ 9 -‫ل‬6) ‫ ﻻ ج؛ز‬٢ ‫ د ﻻ‬3 ٦ ٧ ٠ ٧ -‫!|!ل‬٩6|0 -٩٨ 0‫ل‬0٩0 ‫أ ﻟﻼ‬٨9BZ9‫ ل^ د‬٢٦‫ﻟﺪاﺟﻠﻼ‬ 6‫ أدل‬٠‫أ‬٩ ‫ال ^ﺣﺄ‬٩82 ٠‫ل‬9 ‫ﻻا‬9‫!األ‬٩ n ‫ا‬n ‫ ؛‬o ٠‫ال‬٩1‫ى‬ ‫أ أ ؛‬39‫ل‬0‫ﻻ!ﻟﻼ ة‬9‫ﺟﻞ‬0 ٩9٩ ‫!ﻻ‬٨920٩ ‫ ﻻة‬9‫ﻻ ا!ة‬0 -‫^ال‬6 ‫ﻻا‬6 |‫ج‬6‫ﺟﺄﻻأ ة‬9 ‫|ﻟﻼ‬9‫^ج‬0٨ ٧‫أ‬٧!‫|ﺟﻞ‬٨‫ﺣﻮ‬٢‫ذزؤ‬ ‫أ|ﺟﺄ‬٩ ‫ ؛‬9‫ل‬9‫ل‬9٨ ‫ﺟﺄااﻟﻼ‬9 ‫ا أدأ‬9 ‫أةﻟﻼ‬٩ 9 |9‫ﻻ‬0‫ﻟﺢ‬9٩ ‫ﻻ‬6 |6 ٨9‫ل‬0‫ ة‬9٩‫ل‬9 ‫ﻻ‬9 ‫ ! د‬٩ nq 9٨ ^9 ‫ﻷةاأﻟﻠﻼ‬9٨ ‫اأ‬9‫ﻻ‬0‫ ﻟ ﺔ‬9٩ ‫ﻻ‬B |nAnp ‫أﻻ!ﻟﻼ‬5^9‫ل‬9‫‘ ة‬9٩ ‫ ةأﻻ‬9 ‫ﻟﻼ‬ -‫ا‬0‫ل‬0‫ ة‬٧‫ﻻﻻا‬9 ‫ﻻ‬9‫ أ ى‬٩ ‫إ‬9 ‫ا‬9٩6 '‫ دا‬6 ‫ﻟﻼ‬6 ‫ﻻ‬n |n ^o ‫ﺣﺠﺎﺣﻤﺎ‬٩ 9‫ااﻟﻼ‬9‫ﺟﻞ‬n |n ^o ^9S^ oA 0 ‫ل‬9 ‫ا‬6٩٧ ‫ د‬0 ‫ﻟﺺ‬6 ‫ا‬0 ‫ﺟﺎا‬6٩ 9‫أﻻ‬J9|9l |0^e ‫ ^ا‬n ^nq ‫ﻷ‬9 ‫ا‬9‫أل‬5 -‫ل‬9٨‫ﻻأ‬0 ‫ا‬0‫ا‬zn ^o ٨3‫ ا د أ و ه‬9٨ 6‫ل‬6^‫ﻻ‬٧ -‫ |ﺟﻠﺔﻻ‬٠9‫ﻻا اة ﻷﺑﺎ‬٨٧ -‫ ﺣﺎﻣﺎ‬1‫ ةﺗﺎا'ﻻ‬٢‫اا‬٢1>‫ا‬0)‫ا‬0$>‫ﺀا‬٦٨ \ d \ e p y 9‫ا‬٨9‫ﻟﻼ‬6 ‫ﻟﻼ‬6‫ل‬6 ^ 9٩ ‫ﻻ‬0‫^ﻟﻼ‬0‫ ﺑﺎ‬u n ‫ﻻ‬B^ 1|‫ى‬6‫ﻻ ^ا ة‬9A9|‫ﻻ‬9ZOP ‫ﻻ‬9٩ !٧9٨ 1‫ﻻ‬1‫ل‬9 |‫ﻟﻼ‬9‫ل‬ -n ^ ‫ا!ﻻا‬9‫ﺟﻞ‬0^9‫ ^ة‬0٨ 9٩٠‫ح‬8 6 ‫ ا‬np|nJn ^ 6 ‫ا‬ -٨‫ ﺟﻤﺎ‬n |n ^o ^9S^oA ^ 9 |‫ ة‬9 ‫ ا ﻟﻼ‬9|6٩٧ ‫ﻣﺢ‬.|٢٦٩ -‫ةﻻ‬1‫ أة‬6 ٩ .6 /6 ‫ ا‬،‫ ا‬١‫ ا ا‬١‫ال‬٠ ‫ ا ا‬0 ٠ ‫ ا ﺻﺎا ل‬٠ ‫ ا‬٠ ‫ م‬٧ (-‫ﻻ‬٨6‫ﺑﺬ‬ - ) 8.96 0/0 9٩٠/ / 6 ‫ا ا‬8 '6‫ ح‬% 9‫ ا‬٠‫ ح‬/ 6 ‫ا‬ ‫؛‬6.95 0/0 ‫ ة‬٩٠696‫؛ ا‬6 '‫ح‬5 % 9‫ل‬٠596‫؛ ا‬5 ' 58 0/0 9٩ . ‫ ا‬96 ‫ ا‬:‫ا‬٧‫ ﻟﺢ‬0 6٨0 |9‫ﻻ‬9‫ﻻ ة‬1 ‫ل‬6 ‫ا‬٨0 1‫ج‬1٩ -|9 9٩‫ل‬9|‫د!ﻻا‬9‫| ة‬9 ‫ﻻ‬9 ‫ ﺑﻼ!ﻻ ة‬6‫ و‬-‫ﺣﺎ‬6‫ل‬1٩ -‫ﻻ‬nJOZ ^6 ‫اﻟﻼ‬6 (08 6 ‫دج^ ا‬0 ‫ا‬7‫ل!ﻻأ)ح‬9 ‫ﻟﻼا‬9‫ﻻا‬0 ^‫دج‬0 ‫ا‬.٨‫ﻻ^ ﻟﺤﻠﺔ؟‬JnJnp ^‫ﻟﻼأ‬0‫ﻻ‬0^ 3 ٠‫ا‬٩ ‫ا‬6>‫ا‬ Bp ‫ﻻ‬n ‫ﻻ‬JnJnp ^9 ‫ﻟﻠﻼ‬9٨ ‫ل‬9 ‫ﻻا‬0٩0 9٩٧0‫ﻻ‬0‫ل ا‬9 ‫ا‬ ٠‫أ‬٧6٩ ‫ج‬6‫ ة‬n g n p |0 ‫ﺟﺎ‬6٧0 ٠9٩‫ل‬9 |‫ﻟﻼ‬9‫ﻻ‬0٩ 9‫ج‬ -9٩‫ا‬0 >‫ا‬6٧0 6‫ل‬9٩ ‫اﺣﻼح أ ^أ‬٧٠٨‫ﺣﺎ!ة‬٠‫ ﺑﻼ‬-n p |nq ‫ﺟﺎ‬6 ‫ﻻ‬B 0|6 ‫ﻻا‬B |nßAn ‫ل‬6٩6>| 9٨909‫ل‬9٩ ‫أل‬٩ ‫ﻻا‬1‫ﻟﻼ‬6 ‫ل‬6 0 ‫' دل‬9٩ ‫ﻻا‬9 ‫ﻻ‬n g n p 0٩ |0 ‫ل‬6٩ ‫ أﺣﺄ‬6‫ﻻ‬ -‫ﺟﺎ‬6٩ ^9‫ إ‬٥٧ ٧‫ | ة‬0 ‫ ^أ‬6 ‫ال د‬٩ ‫ج‬6‫ﻟﺔإول^ﺟﺢ ة‬ ( ‫ ا‬86 ‫^!ﻟﻼ ا‬9 9 ‫! )ا‬٩ |‫ا‬٩9٩‫ ة‬9‫ إ‬9٩ ٠٥٧ 9‫ ا ﻻاد‬٩ 9‫ﻻ‬9 ‫!ا‬٧6٩ ‫ﻟﻼ‬0‫ د‬-n p |nJnpJnp ‫وأ‬ -9 |^‫ل؛ﻻ|أ‬9 ‫ل!ﻻ‬9 |!^6٩ ‫ﺣﺔأ‬٨‫ ﺣﺄ‬-‫ا‬٩ ‫ﻻ‬1|6 6‫|ااﻻ‬9 90 -‫ﻻ‬9٨0‫ ج‬9^‫!ل|أ‬٩ 6 |٨‫ﻻ‬6 |‫ﻻ‬6^‫ج‬6٩ ‫ل!ﻻ‬9 ‫ﻻ!ا‬6‫^أ د‬ -9‫إ‬0 '|9‫ﻟﻼأل‬9‫ ا ه‬٩ 6 ٩ ‫ ة‬6‫ ه‬9٨ 1‫ﻻ‬6^‫ج‬6٩ |9 ‫ﻻ‬96 ٥٧ ٩086‫ا ا‬01٨3 ‫ا ﺣﺪﻻ )ا ح‬0‫ ا‬6‫ةاﻻ‬6 ‫س‬٨0^ |9 9‫إ!ﻟﻼ‬U 9٧0٨‫أ‬J9|J9٨٨n ^ ‫ﻟﺆأ ة!اﺟﺒﺎاا‬6‫ﻻ‬6 9٨ ‫ل‬9 |‫ا‬9٨6‫ﺟﺔ! د!ﻻ‬٨‫ ﻻ ةأ‬6٧6 ^9‫ل‬9٩ ‫ ة أ‬-‫أ‬٩‫ا‬96 9‫|أﻻ‬ -60 ‫ﻻ‬9‫ل‬0‫أل ة‬٩ ‫دأﻟﻼأ‬98 ٧‫أ‬٧‫أةأ‬٧‫ و‬٨ 9‫ﻷﻻ‬9‫ﻻ ا‬1‫ﻻ‬1‫ﻻ‬ -B^‫ج‬BqJnq ‫ﻻ‬Jn‫ﻻ د‬6^6‫ال‬٩ ‫أ‬٨9‫ل‬0‫ ة‬9٨ ‫ﻻ‬6 ‫ا‬0٩ ‫ةا‬ -9‫ل‬05 ٠‫أ‬٩9‫ﺟﻼا‬9 |^9‫ ﻟ ﺪ‬9 ‫!ل|أﺟﺄ ة‬٩ ‫ أج‬6٩ ‫ةاﻻ‬6‫ل‬6 !1 -‫ل‬6٩ ‫ﻹ‬0٨0٩ ‫ ﻻ د ﺀ ! ؛‬٧ -‫أ‬٩|!‫ا‬9 |‫ أ‬6٩ 6 ‫ﻻﻻ‬6 |‫ﻻ‬6^ -‫ة‬6٩ d H O 9٨ ٥٧ ^n q n w 9 ‫ﻻ‬J ‫أﺟﺄ‬٩‫ل‬9٨ BuıuB^ ‫ ة‬BqJnq ‫ﻻ‬Jn‫ د‬9 p ٠086‫ \ ) ا‬B X ‫أﻻ ا‬٠‫ﻻ‬9‫ل‬ -٨3 ‫ﻻ‬6‫ﻻ‬9‫| ﺑﺬ‬6‫ل‬9‫ﻻ‬9‫ ﻟ ﺔ‬0 ‫§ا>ﺣﻼا‬6٩ ٨6‫ﻟﻠﻼ‬9^|9‫ﻻ‬ -9 9 (6 /6 ‫ةاﻟﻼ ا‬6^ ‫ )ا ح‬np|nJn ^ ‫ﻷ‬9‫ﻟﻼ‬0^0 0 ^‫ا‬1



-UIZB ‫أل‬٩ d l e p u ıö g p u ig g js B p d S ^ 9 ٨ .1 -٧ ‫ ة ؤ ^ ح‬٩ |9 ‫ﻟﻼ!ل‬9 ‫ ه‬9U!J9Zn !S9W | ‫ ؛‬U9JJ9W 9 ٥



.



u 0 1 -‫؛‬u٠ dH 0 (6Z6u ‫س‬ !>‫ ^ا‬P i) ipuezB 9 dV BMJBJ ^ n ٨ n ٩ ‫؛‬U‫؛‬J8|LU‫؛‬60S s je ٧ B |idB ٨ (6 / 6 ‫ ا‬ie q n § ıpBMi٥ E I U I J B I H ‫ ﻟ ﺔا‬6 >‫ا‬ BuıSEW|iLBzn ‫ أأﻟ ﻼأ ﻻ‬9 ‫ ﻻ‬0 ٨ ‫ ' ﺟﺎ ^ا‬9 ‫ ^ ؛‬jn ı n jo ı u B > | § B q jn q i0 ' ‫ا‬9 ‫ﻟﻼ!ل‬9 ‫ ه‬lUB^Seq |9 ٧ 9ß dV ٧ 9 p 9 p p 9 J ıAeujjn>ı ß ٠ |e /! p a p a i u n i p u g js ! MBiu|iiBJdiA JB P M !-! ‫ ﺣ ﺠﺎ ﻻا ^ا‬dHO ' 9 ‫ل! س‬9 ‫ا‬9 ‫ ﻟ ﺔ‬9 ‫ ﻻ‬n jo s u g ß 0 ‫ ةا ﺟ ﻼ‬n u ٥ ^ ‫اﺟﻼ‬٨ ‫اح‬0 ^! ‫ ة ﻟ ﺞ‬٧ ‫ ة‬9 ٨ ‫ل‬0 ‫ل‬9 ‫ إ‬UBUEUJJI1 -p p jn p jp s ‫ل‬9 ‫ إ‬9 ‫ا‬ -e q n ^ J!q u n g o A ‫ ا>ﺣﻠﺔا‬a j a i u n i ‫ﺣ ﺠﺎ ﻻا ^اا‬ ٧ B|IJ٨ B U9p dHO UB|mn>. B |jB |z ıs ^ ı ٠ e q g p u -u !s!p ٧ 9 ^ B p u ı^ıp 9 ٨ !٥ ! s ip a w ‘dV



vz)



(



weje Le)



‫ا ى‬ n p j n S p ‫ اا‬9 ‫ﺳ ﺎ‬ -nq ^BJBdB ٨ !‫ال|!ج‬٩ ‫ اج‬LJBd W BJ^O W Q a!.91٨ ٠ 9JS9p!dOO 'dHO ueABigBS !U 9 ٨ ‫^!|! ﻻ!ﻻ‬9 ٨ -‫ ا‬9 ||!‫ ا ح ﻟﻼ‬UB|B^ Z !S ^ I ٠ B q d l |٧ AB U 9 p ٠d ٧ -jg p g q n p ٠٥ 9 ‫ل‬9 |‫ ﺟﺎ!ﻷ‬9 ‫ا‬p g s U B ^ B q |9 ٧ a ß 9 9 ٨ j a w n p e p u n q n jß SI|09UJ dV '9 p ^ 9 u d S ^ eulgiM B U P -OP n g •IPIUB^ d H ^ 9 ٨ 9 q d 9 9 !‫ اق‬9 ^ ‫ ا ا ل‬-‫ اا‬٧ B |n jn ^ B p u ıg i |٧ B ^ B q ‫ !ﻻ‬٠|9 ‫ﻟﻼ!ل‬9 ‫ ه‬- ( / / 6 ‫ ا‬z n u ju ‫ ا‬ipBUJBIB (2 n A o u a ٨ n ß ٠!‫ل‬9 ‫ س‬0 ‫ا‬ ‫ ؛‬UIZB n g n p jn ^ ‫أﻻ‬ ٠‫ أإ‬٨ 9 ‫ د‬lU B ^ B q |9U9ß u 3 ‫؛‬u.dH0 ‫اﺣﻼ‬nAo 0 >‫ ا‬0 ‫ ة‬٧ 9 9 ٩ ‫ل! ﻻ‬9 ‫ ﺟ ﺴ ﺎ ا‬/ / 6 ‫ ا‬.!W9U‫ ؟‬A !Ag^ın JBpB^ 9UU9|UJl69S / / 6 ‫ ا‬٠!‫ا‬0 ‫ ﻻا‬0 ‫ا‬ ^ ‫ ﻻ ح ^ا‬0 n a igiPHi^ U U d O O 9 ٨ d H W 'd S ^ eiAipB g q d g a ‫ ادأ‬9٨‫ ﻟﻴﺮاااأ‬-(5 /6 ‫ ا‬p e u j ‫>ﻋﺎ‬ip |BJ٨9p IJBPMI '^‫^اا‬6‫ﻻ‬gBS ng n pio Bj 0‫ ؛‬jig B ‫ﻻ!ﻻ‬ ٠d V e p u ig iiu e ^ e q ^ e q ‫اﻻ‬,‫ا‬9‫ﻟﻼ!ل‬9‫ ه‬٠9‫ ﻻد‬0‫ج‬ -n p u e p je p iw ‫ ؛‬B |A|SBİ11S! ‫أﻻ‬.‫أإ‬٨9‫ د‬lu a n g 3 uB ^B qS B q I ia w n w q H



O



d S lA Jd H O



٧B |n jn ^ ٠nj§np B u n w n jn p !LJBd ‫أ^!ﻻدأ‬ ٠d V 9 pu!J BqBp Z9^ J!q Bpuısı^JB^ d H O -9 ‫د!ﻟﻼا‬95 ‫ ح‬/ 6 ‫ ا‬ub Ab |BW٥u ‫ﻟﻼأﻻأ‬9‫ﻻ‬0٩ ‫أةﻻ‬/\‫ا‬ ‫ ا ح‬٠ IPJ9٨ UB^Bq nAo ٧9٨nß 9 ٨ 9‫ل‬9 ‫إا‬9 ‫^؟ﻟﻼ‬ -nq n isn ja iiq E d uB.n jn ^ BPUISBJUOS PB ٨ ? ! ' niR ri f O U V ( i S V d l l H l IdVkM Z I ٠ ) lp |B^ B p u n ja z ‫| ؛‬W^BMBZn UBpJBpMl B AEJiiqnw J-‫؛‬q ‫ﻻ‬9 ‫ل!ا‬BUlpB n p jo g p 9٨. ‫ ا‬/ 6 ‫ا‬



ueirt ‫اح‬



' n^nq dV



e I*ep٧ißii^ ٧9



UB^§Bq |9J-‫؛‬W 9Q -(‫ ه‬/ 6 ‫ ﻟ ﺢ| ا ^ ا‬٧ 8 ‫ل ) ا‬9 |‫ﺳ ﺎ أ‬ BUIJBIOJPB^ ‫؛‬qB d ‫ ؛‬BJ۴ W 9Q J9 |!|,d a t^S9 iZBq ‫ا>أ‬9 ٩ ‫ ا د! ﻻ‬d V ('!id V d ‫ دأ ﻻ‬٧ ‫ ﻷ ﻻ‬0 ^ 3 ‫ ه‬٠ ) -jB in p jn ^ (0 / 6 ‫؛ ) ا‬A ٠‫؛‬qB d ‫ ؛‬6 ‫ ؛ل‬0 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ل ه‬9 ‫ﻻ‬0 ‫ل‬ -BU9S 9 ٨ ‫ ^أ|أ‬9 ٨ ‫ إ‬9 ‫ ﻟﻼ!| ا‬UB|1JE u g p g BillSj 9 ٨ ^ -‫ د ا‬U 9 p ,d ٧ (6 9 6 ‫ ؛ ا‬e w n p |9 ‫ﻟﻼ؛ل‬9 ‫ ه‬-‫) ح‬ u g ^ jB jn ^ ‫ﺟﺄﻻأ‬9 ‫ أﻻ‬٩ 6 ^ ‫؛‬٨ iJ9|9An|ugA 9 ‫ ا‬9 ‫ﻟﻼ‬0 >‫ا‬ n q l^S9 ٠|9 ‫ﻟﻼال‬9 ‫ ه‬n § n p ‫ اأ‬9 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ؛‬0 |9 ‫ﻟﻼأل‬9 ‫ه‬ - ‫ ا‬9 3 U ‫؛‬p 9 p p 9 J ‫؛‬U!S9٥ n q 0 / 6 ‫ ا‬9 ‫أﻻ! ح‬٩ 9 ‫ا‬ -jg ilP B d jMBqnuj ‫ ؛‬9 ‫ ا‬d H O '1 9j9 |E qn uj 0 9 ٨ ‫! أ دأ‬P B d .n p jo A iu g js ‫ ؛‬iS B ^ in jn p jn p UIUIJBI -6 ‫ﻻاﻟﻼ‬6 ^ ‫ د ا‬٧ 9p !qB d u!u!j9|9An ijJBd ‫!' اﻵاﻻاأ‬s -9 ‫ﻷاﻟﻼ‬u o s BABWB.nßAn u ^ 0 P SJ91BUIW 9 ٨ B jß ٠ jd IPBd - '! ‫ ة‬9 ‫ﻻﻟﻼ‬9 ‫ ﻻا‬U 0 ‫؛‬J9|^!1Z‫؛‬S^ iAb SB U ٧E1' ‫ ؛‬Z1SJBJ‫ ؛‬S! .b s b A‫؛‬s ‫ ! ؛‬W 0U0 ۴ |BAS0S ٠JQ UBpB 9 U p ß U 9p ٧ nß e p e jq q n w |‫؛‬pJ9 ٨ 9 , ‫ا‬9 ‫ﻟﻼأل‬9 ‫ ه‬lU B ^ ß q |9 ٧ 9 ß d V lA B Jijqn w J‫؛‬q IJ B M lp B |J lp ‘OJBU0S 9 ٨ ‫ ^|أ‬9 ٨ ‫ل‬9 |‫ﻟﻼاا‬ !L d V ‫ ا‬/ ٠1P9UJ9A9|٧ o ‫ج!ﻻأ‬9 ‫ﻻﻟﻼ‬0 ‫ ^ا‬٧ !u!qBd 9JS9p n q ^ ' ٧ 9 |9ß UBWIEq '^B3U ٧ !P|9S ‫ ؛‬nA BP B qB p Aa ıgıp|B u !u .d ٧ 9 ٩ ‫ل! ﻻ‬9 ‫د! ﻟ ﻼا‬ -٠i p j 9S 6 9 6 L‫؛‬i9 ß BJBPIWI e ٧ l§Bq y d ] !A٠d ٧ ‫؛‬٥ 9S 5 9 6 L!J9|ÜJ ٠n p |٥ ٧ B ^B q is io w ip j b A B q §- ‫ا‬9 ‫ﻟﻼ!ل‬9 ‫ ه‬u B ^ B q |9 ٧ 9ß 'ıp|B jg A g p d ٧ 9 p u ‫؛‬L9UJn‫ ؛‬q ‫ ؟ ؛‬q o p § n w S | 0 UBP d l A . d l O - d l A I n g n p jn ^ -jB iz is u jig B q g ٨ u n u n i d n ß j n ijAb h Lens jp ie u g s z is w ig e g n p io n s n p - ‫اأ‬9 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ا‬ ‫ ا‬6 ‫ ^ﻻ‬n g n p jn 0 B jJ B .z is ^ ig B q ‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬,0 ‫ ﻻ‬0 ‫ ' | ﻻ‬9 ‫أﻻﺟﺄﻟﻼا‬J!q lg 6



-‫«ا‬9 ^ 0 ‫ا‬0‫ﻻد‬u 0‫؛‬u.d٧ '9‫ﻻد‬0 ٧‫ﻣﻮ‬٧‫د؛ﻟﺪااﺟﻞ؛‬8‫ج‬ L596 .‫؛‬j60S ‫ﻻ‬6^ ‫ ة‬g٧gß| 6٩ ‫أ‬.‫ا‬0‫ﻟﻼأل‬9‫ﻻ ه‬6 ‫ﻟﻼ‬ -Agios Lej^ou^gj '!sgjßua^ dV ue٧B|d0/ -!«gjos J g gie^g٨‫؛‬q ٥‫؛‬ß|‫؛‬g u!«9pBS isiowip jbA guqgA- ٠ ‫ى‬96 ‫^ ) ا‬OPIO B|Bd§0wnO ue Bq |g٧gß ngnjn^ BpBJB ng -ipi٧Ab ubw §-.1 -٠ np|0 JB|J1P|BS guqgiguBqgjBpi p o ‘dV ggzBß isiiubA dV '9٧‫؛‬zg^jg^ gugß dV ıp|B^ Bpunjaz ^gwg|S0gpß ‫ ة!ل!ؤأﻟﻼاﻻأ‬BUJ ubhb Ab - ‫ح‬9 6 ‫ ا‬ieqn§ zz ‫اأ‬9 ‫ﻟﻼ‬0^ 0‫ ﺑﺎ‬y\\ym JO- ٧‫؛‬9pBO0^ ||A uo B|A|J dHO U9pg٠ .٧|9 epiw -‫ ؛‬dV ueun٨BS nungnpio d a !|٠ 9 ‫داﺟﺎ‬ -SBJ!UJ u ‫؛‬u.da ‫ا‬1‫ﻟﺠﺎاةج‬B|JB|UJi|Bunq ^IS ^6 ٧gpgu ngniznsujnAn u!jg|!qBd UBJ!^IS g|A nı§n|0 ıgiMBpo jguJO^oq HBpuigi|UB^Bq-‫ة‬6٩ ‫ﻻ‬0‫ﻻ‬.0‫ﻻ‬ IQWSI lUB^Bq |9٧gß dHO 0٧1 npjn^ (uoAsiieo-^) !‫؛‬guJO^nq ^i|^eqo g٠ ! dHO Ip.e J9A ^BJB|0 !qBd !ou‫؛‬J!q Bpu.ns OLBugs jgAijnqujn^ g|iuı٥gs uB.idBA gjpß BUlSBsg ^niungod- '‫ﻻدأ‬٩‫ ا‬s!9pu٠ ‫|؛‬09w ‫إ‬9‫اأاا‬٨‫ ‘ ل‬٧gp٧ıjgıuj dV ejuos!٥gs ‫ ا‬9 6 ‫ا‬ IPIlßgs ^BJB|0 ujg.qujB LB zbA ^ ugA



_‫ ^ ﺟﺢ‬3 ‫؛‬.S‫؛‬JBd ' ‫ل‬6 |6 ‫ﻻا ؛ااﻻﻻ‬UB|B JsA Bpuu 6



B١١١٥B^ "'PZE^ n.jnBBre-.‫ ؛‬SN ins SJ3٨ ‫ﺍﻱ‬ P !S a p .‫ ﻻﻫﺎ‬ısBdJBd UB,S3 P Jiq (,3 ‫| اداﻻ‬B JB 3 n in a ju v - 3 ‫ل اا‬3 ‫ا‬.3 6 ‫ﻫﻼ‬ninBAnp UB|B 3 3 pBJ 3 |3 ‫؛‬i ‫؛‬q J‫؛‬q ‫ااا‬6 ‫ل‬namıdB 3 ٨) ‫ا‬١‫ا‬3 ‫ﻻﻻ‬3 ١‫ ا‬nB n p Ç ٥ p - ' 1^16 ‫ااﻻﻻاا ؛ ع?ا ؛‬b Ab ib u (u o ijb 6 ^ ‫ ؛‬uiq a y sp na 3‫ ؛‬3‫؛‬١SN ٥ 3‫؛؛؛‬n3‫ ؛‬B: sp nal 3 ,) ‫ ؛ | ؛‬UE^ E|JB|IEJB^BU 'npjn^ nunsBJ ‫؛‬BA -‫ وا‬l‫ !؛‬p u ‫؛‬p ZISUEJJ JipiJB ‫ ؛‬ZBS ^3 ‫ ؛ ؛‬IBIUEI JBJBA- ‫ﻻ‬3 ‫^ﻻا^ل‬3 ‫|! ا‬3 ,3 p S3 S^B٥‫؛‬Bp a u i L 3 ٨ ٠pB|Bq BP b A a p u a j 91 „S3 S E !g!P3 |3 !S3 q B lB P V UB|B" ‫ادا‬٩ UBpuiJB|BJSn ‫ﻻااا‬3 ‫ﻻ ؟ﻻ‬3 ununin^B ^‫؛‬zp u i SBJJV BP.'AA "IIIX "(isu e A "IIIX 'SBJJV) ‫اﻷ‬6 ‫ ؛‬XIBq !|3 !pjB 3



‫ا‬3 ‫ ا^اﻻ‬UI.'AA



id ‘aııeu El Sp



ebbA



n s s o o al W M H



jipjBA ıjıdBA J' ‫؛‬q IIPB [JBPBX 3 A.2 J 0 ‫ ؛‬U3 P,8 8 A) / lu e p v II -nuinjnp BiBBBiuninq UBSUI 3iX!|3i‫؛‬u U3U3JS‫ ؛‬Bpnu -٥^ J!q J!q '3 p ja ٨ ' 3 ‫ ا ؛ا‬J‫؛‬q ■nBnmoA ■‫ا‬،5‫ا‬/‫س‬ Luepv II ziuisiiBOBjnj Jiq ‫ةا‬3 ‫ﻻ‬73‫■ ي‬J/B3BX BUJJiAe x BJBPV Ş U İ\a S i l . "XBUJJiAb XLUBpv II 7oAiuJEXi:53q٥ i UJBPE I73q UEpuiX e-,٥ idASny :^BiBjnp XEzn UBPJBIUB 'XSUJ U!X3İ UE١XBW-‫ ؛‬B|I‫ ؛‬JEX B|JE|U. '^BUJEUJ ٠B‫ ؛‬IJB^ BUISBJB UUBIUBSU‫ ؛‬lXB|0p UE$UE‫ ؛‬n yELUBlllEyi aulöl LUBPV II '^B3J'|٥ ‫ ﻳ ﻞ‬٠‫ل‬3 ‫ة‬ Blissp 3 | ‫ ؛‬3 '^ 6 ‫اااﻟﻼ‬E g n n d a i 'hbluSijbh ^ 8 XBUIX"* 3 ‫ |ﺩ|ﻻ‬W B p v\\"JI ١‫ ؛‬IXIS iq ‫؛‬UJBPE 6 I . IBLUSnUO)! iq iß UUBPV "XBUJUB7 -ABP .iq.lß LUBPV :33 ‫ا‬٨‫' ا‬3 p u i !٥ !q ‫؛‬g ‫؛؛‬X3J36 :s p u jtfiq jiSeje A EUBSUI ',qjß lu e p v II '3S IUIX is p ip p '!|3A!qj3J '|!SE- ٠‫ج|ﻟﺪا!ج‬U3p3 6 |‫؛‬B J!q n|Xos d 'ipE,A8 UIBP^ II WHjßap UJEPE LU B S Z BijeS eq İĞİ n g :pzps igBpzpß 3٨ 1٧E UB|IUB||nX ‫ اداﻻ‬X3W3|U ‫؛‬S3X n|n ‫ ؛‬o^ Bp b A igi|iSB|٥ J‫؛‬i!@ap LUBPV II!q zn sB jn p ‘L٧ Jl|IUB|(nx EpUIWE|UE ^ U 1 ||Ab S UBpUJBpB" jiAbz nuqA ^l|UBSU! U3^J3P3 zqs uspss W!X J!q '("B ppa - ٠ LUBPV II npA rA oq UJBpE J!q X‫ ؛؛‬B|XeA 3 ‫ﺍ‬3 ‫|؛‬U3^‫؛‬p U3Aa(3JA3â ‫ل‬ ٧ :nAoq UBSUİ BWBIBPB 'BsAnsnu -٥xzşs XÜX3SX8A 'BpunXoq 'nAoq LUBPV II "X3UJU‫؛‬p3 XI|UEX‫ ||؛‬B lA sw inq XIIX‫؛‬S^ 3 J‫؛‬q 3.S3XJ34 ')laLuauiuaBaq Luepv II "(us‫؛‬ -np) 3A3SUJ‫؛‬X J‫؛‬q J3q !X B ix n n d B j J‫؛‬q 'EU



‫ﱂ ؟ﺍﻻﺍ؟ﻻ‬Ai m



ıseııadeo sjnooss-uog (6W I ) iJBzaiu uıu,B|sui|Bd0



buAzjejbx SB|031N .



uiepv 118



spupl ap nBajBqo S8(!!esi3٨ nqnjS |8‫|؛‬Â8p n ‫؛‬ot/ü) )jn١ ‫؛‬a p u ‫؛‬u.8‫!؛‬l ١ ‫؛‬duj ٧ 8‫ ا‬5‫ س‬١ ‫ ﻳ ﺄ‬8‫ ؛اﻟ ﻼﺑﺄ‬٠ ‫اا‬



P8qs‫؛‬6‫؛‬s p a q i ٦



- jusq 'laqjnj 'unAo BU®P& UJBPV "JBds(ipq '/)fisue xa >



l‫؛‬S3 ‫اا ؛اﻟﻼ ؛‬3 Su | 3 6 ‫؛‬q ‫؛‬z u b u b Ab p 3 ‫ﺟﺎﻻ‬3 ‫ﻻﻻا‬3 | -3 3 ‫ اﻻ‬uiulujsaj UBSUI J‫؛‬q ıŞııdBA u ngn aaS — XB 3 BUB|nßAn 1S31 '!isai UJBPV "Iiqqny (loq MISUB "xa ") J3 |i"‫؛؛‬x UB‫ ؛‬I‫؛‬3 p B٥‫؛‬uj3 ß x b j b u b Ae p 3 U!S 3 UJ-‫ ؛‬zq s |3 ‫ !؛‬- J!q 'ueiLuepeiujan "x n y a w y p a o ٠ 'auunpio UJBPVİI "(6 6 t PUJ x o i ) b u j j ö b x 3 J3 A J"‫؛‬q ZISSI Bp b A B gB p "BUJlBdBX 3 J3 A Jiq ‫؛‬A ‫؛؛؛‬x J‫؛‬q ‫اﻫﺎﻻ‬ XBUJIB J3 U3 S J‫؛‬q ‫ﻻا‬3 ‫ د‬B ٥xnxnq B P b A 3 6 b A‫ ؛‬EJEd 'BUJjip/BX tB B p v "Xnq "Z3 3 ' 3 ("JIUBZBX n u n A .K jn in q ngnazqs igipEJB 3 3 ‫ وﻻ‬UEPEUJEIUJBUJB) !U‫؛‬UJS3 y J3 Z ‫؛‬٥ ‫؛‬U!s a g e J-‫؛‬q U!U!UJS3 J UJBPE ‫ ؛‬IUJ|ISB 'naunAß u b Ab j b nenazqs b i ‫ ؛‬i|u b A J3 y ) nunAa EUJinq p s q pB q ngnazps J!q UB|B !Iisq - ipBq UBS 3 A XI! 'riunAo BLUSE UJBPV "Ao X3 UJ78A" ٥ 3 jp ß BUILUepV :XBJB|B unBAn 3 U‫ ^ ؛‬U3 ‫؛‬3 A U‫؛‬٠ X 'XBUJUBJABp|J3 37 -p ß e u im p v :X3 J3 ‫؛‬9 zp ß w ij Ab BPUISBJB JB.UBSU ‫' ؛‬37p ß BUIUJBPV II '1‫ ةذ ﻻ‬،‫ﻻأ‬3 ‫د‬tuip ،5 7BX - '‫ ؛‬iujA b s UEpuJBpe IUSS s p u s g :XSUJ J3 -‫؛‬s p ß jBqu! d!J3 A js g a p BUB :x sw u n ‫؛‬ -n p n un gn pia ‫ﻻااال‬3 ٨٠6 '‫؛‬spjn p 'ÜW3 PJ 3 unua ‘)jeujAes UBPUJBPB .،Aestpix 7® II "ZBZ q npuqp Bureps A3 EJUBS UEpBUBpBq!SA BAaa "U‫؛‬p3ZU3q EurepE 33U‫؛‬J‫؛‬JS3X ‫ﻻﺍ‬1‫ﺍ‬ -BXBS '،UldBS :XBUJUBIJBdBl d ‫؛‬U3 |J3 p 'XSUJ 3 zp p a K n u n J p e U3 XJ3 P 3 ZBS u a p A s |-‫؛‬ J‫؛‬q 'U3 P 3 SUJ1X J!q 'yawuop 'naujazuaq E i p v ١، "IPJB|ZBUJJBS A3‫ ؛‬J‫؛‬q EP dnAax



3 JJ.173X LUBpB nuo sp A g :xaujjsjspB iBAe s BUB 'XBUJAPX auuaA UJBPB .lAasuiix 7/g II



"‫؛‬pj‫؛‬EUISEJIS ujBpE uqBnq 6 '‫ﺍﺩ؛ﺍ‬J 4 ‫؛‬q una XBUJUBrex x i |ui 6 Ab s 'xbuji . J!U3 SUJ3 UÇ: U3 XA‫؛‬J‫؛‬q ZİSUJ3 UÇ "X8 UJ٥3 ß X8 U77lß BU



-ISBq .،SIX 'IBBptZ II "J‫؛‬U3p 3 ‫ د‬3 ‫ﻻج‬1!‫ ﻹ‬l|ldBA ‫اوا‬ ^ ٥٥ ' ‫|ا ؛ﻻاا ؛‬36 ^ 'IUBLUZB UBSUl 'UJBpV II EsAnsnuBxzps J3A" XBUJI. xi|BqB|Bx x٠٥ ‫؛‬q 'XBU7BU//E LUEPV ' 81— "X3WU3|U3Z np "XBW|IJBUB "x s w in is B B w n jn p jbjb A3 ‫ ' !؛‬3SJ3A J‫؛‬q 'As‫ ؛‬J‫؛‬q :XBUJI. ‫؛‬q ‫؛‬q K ip B ‫؛؛‬ ' XSUJilgs "asAsswix J!q nsnu٥x z ts ')/BUZ -,٥ LUBpv ' Z l - '^ 3 ‫)اﻟﻠﻼ‬3 ‫ ة‬BUJnjnp ‫ﻻا||ل‬ -bijbjb A 'JI|IUB||nx 'X3UJ3|U3znp BUB '‫ﻻ‬3 ‫ﻻﺀ‬ -،3iBBpB.،jaXj.,q '.،As‫ ؛‬Jig " 9 1 - "X3LU‫؛‬3 ‫؛‬q L|BS|- ‫ ^' ا ؛‬3 ‫اا ؛ااﻟﻼا‬3٨ '^ 3 ‫ﺟﺎاﻟﺪا‬BUB 3 '‫ل‬،3 ‫ﺑﺲ‬3



٠‫ﺩ‬



‫ﻝ‬



UJBPB lAsSUJIX J ig "‫ ﺍ ﻷ‬- ndnp BUlUlEpB ‫ﻟﻼ‬8‫ ﺍ‬Z‫؛‬Uj٤‫ﺳﺎﺍ ؛ „ ؛‬Z 6٨‫ﻻﺍ‬lS‫ﻻ‬E‫" ﺝ‬J3١‫؛‬q BpBJJEq m‫ ؛‬ZIU‫ ؛؛‬I ziuEsmjnq 1U111JBPV "ipAiuJEpB ‫ ﺍﺩﻻ‬BJBP sipusqnuj J,a^ nq B1B١ ‫^ ' ﻟ ﺪ‬ B sn 3‫ ا ؛ا‬B ' ub Abiub UBPUB 'unBAn 3 ‫ ا ؛‬J‫؛‬q



lUJBpB" ‫ ﺍﻧﺎﻻ ؛‬J ig )



'٠‫— ﺍ‬



"JnJnABaABpx



‫ﺍﺓ|ﻝ‬



-IUIX U 3 |nu ٠ ‫ ؛‬n p 3 jp ß 3J3A ‫؛‬e ‫؛‬p |3 ß 'EUIJBI - ‫ ؛‬IUBJABP ' 3 ‫ ﺃ ^ﺍﻻﺍﺍﺟﺎﻻ‬3 •٥ — 'JMdLUUqBp Bp



UJEpB B P U B IZ IuAb ' ‫ ^ ؛ ؛‬P XSUJiaß 313‫^!ﺍ‬ -A3U7 y a s y n A b b z iu /b X ‫ ﻻ‬8 ‫ﺍ ﻡ‬,‫ﺩﻻ‬3 ‫ ﻻ‬0 :‫^ ﺍﺍ ﻻ ﻯ‬ ‫ﻻﺍﺍﺍﻝ‬ix a jn A 'js q j. p '!iw s p j'a !' 3 ٨ ٠ 6 ■‫—ﻍ‬



3SJ8M)1٥-U3-XIV



nsopuoj unu.nss. 8 8| luepv



3 SW!X m ٧ n "UB|B 3 p !^٨ 3 Ul ^ 3 S^ n ٨ ■9 —



ISBUJBIBJOU eiureu v K IP ia p r e f



iliiia A UIBPB ‫ﻻ‬٠ ‫د‬.،‫ و‬B B p in ^ . n q jip jE ffix liM



1 » ; ‫؛‬, ' !



u m



t i ' u i ‫ ﺍ»)ﻝ‬0 “ ‫ﺍ‬



JW>I٠ ٠١٠١٩ ‫ﺍ‬٠‫ ﻻﺍ ﺍﻻ‬p u l



‫ ﺃﺍ ﲥ ﺖ‬٠ ‫ ﻳ ﺲ‬١‫ ﻷ‬٠ ‫ﺳ ﺄ‬



j a y f ‫}؟؛‬



^ ‫ اا‬٠١: ‫أ د ﻟ ﻬ ﻞ‬



U fs 1



١‫اب‬:‫ ؛‬i m



،BSJBA uiuiBptJ :B^JB nanAnjax '.1٧3 X،/3A L u e p v c i — "itBBpB + ‫ﻻﻻ‬3 ‫ﻟﻼ‬.،‫ ج‬jaioiS np 3U ‫ | ؛‬a d UlUElga B|ZIX UB٥B^ 'IJB|UJEpB E



-‫د‬١‫ ﻵ‬٠ ! ‫دا ؛ ة ة‬٠ ‫ ة‬٩ ‫ ا أ‬5‫اة‬٠‫ ااا‬، ‫ ؤ د ﻧ ﻮ ا‬¥ ٠٥



Xb S v - :3‫ ﻹاﻻأل‬ue Ab ip x dnAnjBx nua 'UB‫؛‬ ; ‫اا‬6‫! " د‬،' BuipB unuB 'E pungnjA nq unuB B p s U ٠-‫ ؛‬n 6 ie J‫؛‬q '‫ﻻﺍﻻ‬3 ‫ ^ﺍﻻﺃﻕ‬I ‫ ؛‬I V " g ١— ‫ﺍ‬١ -‫ﺃﺍﻵ‬03 ‫ ﺓ‬3 ‫ﺍﻻ‬٨ UJB‫ ؛‬١‫ ؛‬B n q BJBPB ‫ﻻﺍﻻﺍ‬BBÖ٩ 3 0



' ‫ة‬9 ٩9٩‫ل‬Z )،i ' l l - "uinjoXiJBUIBPBJ-،q 3 y e a e S iie i apuuaiS i AS :uispqBisniAi IBUJIP je A- '!|‫؛‬3BJZ‫؛‬q ' ‫|ا‬٨3 ‫دل‬3SU1: 6 ‫ ^؛‬UE‫ ؛‬I|Bİ 3p u -‫)؛‬3BJZ‫؛‬q un ‫ ؛‬n,n‫ ؛‬n^ 'u n a in jn ^ Jiq 'U‫؛‬U3S ٠‫" ﻷ ؛ ^ﺍﻟﻼ‬٠ ‫ ﺍ‬-



jo A ip q ‫؛‬A‫ ؛‬u s p z iq ‫ ﺍ ؛ﺍ‬n q JBj



UJBptJ :(^BJE|B in g a i 3|^l||3U3B -) ‫ل‬3 |3 ‫^اﻻاة‬ uainjqB B pnuo^ 'BpuB|B Jiq ‫ااا‬3 9 "6 — ‫ﻻﺀا‬



‫د‬



‫ااا‬،‫ ا‬٠‫• ة‬



٠‫( ■ ا ; ; ا ﺛ ﻘ ﻘ ﻐ ﺎ ة ﻏ ﻖ‬ ^ :■ :



‫ﺍ‬



‫ﺍ ﻝ‬



.



r j :3 .



‫ﻓ ﺸ ﻦ‬



-EpB ^(B H IIUEPE ‫ ؛‬B U B S lUJEpB ‫!ﺍﺍﻟﻼ‬3



UBJUBUiepB



‫ اداﻻ‬MB|SBJ BUJ|٥ ٧EpwnA|3)‫؛‬d3 UBABidBM igiajBqBM MIUJJsp Bpui3iBuB|‫؛‬Eq u:‫!؛‬p Jig (aunuewepe ‫ )ال‬-،IS N I I N V H V a V -‫ال‬،‫ﻟﻼااج‬3، -Sp6 !U!g333|!qBU61JIZBq Ab |٥m M٠٥ u sp u a -‫؛‬M|pB،U3d٠ ‫؛‬S‫؛‬٠ P|p UlUBlUBUJBpB B|A|SiAb nunS oiS nuop BUBIUBPJBPB Bpuigipillisi ' s p u !e !|‫؛‬jp j.lM woAujwniE) Jpz!|B،BM J) 3 ‫؛‬q uneAn U‫؛‬JS|JSPJ٠Z! nq uninq 'J3A3I43S s p J3|une u o s -JipiSIIJBJEM US U!J3|J3UJ٥Z! ni-‫ا‬0 ‫ﻫﻠﻼا‬، 9 ‫؛ د س ؛‬q!6 ıgıp|i‫ ؛‬B|UB s p u sp su j -3 ‫ﻻا‬٠ 9 ‫ د‬iBSidBA UEIUBUJBPB UB |٥ nsnu -- ٠M MBJSUJ s jp s unzn b p b A uj!m "lMISNV usqjBMSJ P!4 UB|S IUAb B|SBUJ-|3 ! ‫ ؛‬l|‫؛‬z ‫؛‬p UlUIJBIPJdlB uoqjB M 3A 9 ‫ ؛‬y 0 ‫ ﺗ ﺄ‬niniPJ ٥ d'P J|X -6J0 (. u e p p u B ju e w e p e -JJ) -B N V A N V W V a UlsSllUUBpt - !„‫ ؛‬MBIPBPV MBU1‫ ؛‬IMBIP„! I|B٥ S ،،،،MBtPBp،- e p v 'MB٠ ‫ ؛‬Solijes ،،،،MBtPBp‫؛‬ :jiliuBiinM ‫ اداﻻ‬MSUJJ!،‫ !؛‬M3d |W3|A3 J!q 'n u j n jn p J|q - ' ‫|اﺟﺎ‬3 ‫ ﻻ! أ‬J‫؛‬g -sq m ™ . „ v a v



MBUJ' -‫ ﻫﺎ‬nsnu.M Mepv -) Blips MBUiuepe ٠



ipBpB BUIMIBq ‫وا ﻻ؛‬ 3 ‫'ﺟﺎاﻹ‬ipnioAipB BiPBqBq iqB،‫؛‬Mng ‫ﻟﺺ‬-JBqil 'MBUJuns :MSUJJS UBgEUPB BUS 13 MBJBI'. ‫؛‬s ‫؛‬P!|3q uiuijbiiBAbs 'nunjnus uiiid b K 0 'MEIUBPB EŞn-‫؛‬n١ doı J‫؛‬q 's Assipim J‫؛‬q ilidsA J ig t — MEUJBpB Bu٧B‫؛‬Mn^ ٥ 1٧1P U3>I yeiuepe aAnmo Jiq '9٧■.،٠ ,s3tu 'BU ıue;BA luipuay :MBiPUBigEq 'MSUJJSA zqs-



8U|g333p3 ISlPZiq 'M3UJ13 ISUJZiq 3|A‫؛‬J3A zo J-‫؛‬q MOApq sAs‫ال ؛‬٩ ueiiAbs IBSIIIM Bp



Bfv \‫ل‬ ١ ‫ ؟اﻫﺔ‬١١٠‫'ل؛‬MBIPBPB sAssuiim liq 'aA s -‫ ؛‬I‫؛‬q ‫؛‬٧‫؛‬PU3M"1MBUJBpE ipnui Snio ueqjnyi iMSUJiajzsu :MSUJIS IBBA As'‫؛‬ Jiq ‫ﻻﻻاا ؛‬3 ‫ااﻻ‬Sips B3UBU 3٩‫ ؛‬Jiq !Iisq '3396 J!q lESinM B|A|3BIPB ‫؛‬S31PJ‫؛‬1‫ ؛‬MS٥J3B|3 ‫ﺟﺎ‬3 ‫ا‬ -IP JIQ )/BOJBpB As‫ ؛‬Jig' ، ، 6 N V M v a V -(‫[؛‬،A3İ-J-]' ،26 SSJOd ‫ )اج‬1P٧3|36٧3P B|Algl|JBSPJBJEM ‫ﻻ!ﻻ‬ -!UJ‫؛‬Asuap ‫ ؛‬BABS 'wzib Asos JSSUJ!A! (‫ ا ج‬6 ، [-A3S-J،] s،,03py 9JŞ/٧ d) !MSP٧ !JS|J!!‫؛‬ iiiirA iiBinini M٥5 -(‫؛‬U36jsg - ZZ8 ،26 ، ٠q '(USASIS||UJBPJSISIPV) jbzb A l|EpUB ISJBg) . „ 3 A 1 3 H . S N V A v w w a v -‫؛‬pjsispe mbjbA . m sAsupss B|A٧B‫| ؛‬ Bq IJB JidBA- ‫؛‬q ‫؛‬9Z ، ' [،696 ]) 6، ) '‫|؛ﻻا‬0 ‫ا‬6 ‫ﻻ‬٧ -‫ ة‬I|SB uiuijBjessJBM) uenr ٧٥0 '(‫؛‬9p.،pd/As (،96 ‫ج‬٥ lupsAiujiM،7 '(،96، :uinjqAunBzo)a,,as Ç4 BJBnpsdsj M!SB|M -!pssui-‫؛‬usq nunqni sn I3UJI1BIUB ui,ubw 6!M1A| 'II-‫؛‬,|31M||J B٥‫؛‬q ail ‫ا‬6 ‫ل‬033 ‫ د‬sp.JSAOUUEH (8Z61-OZ6،) II dBA- ‫ﻻ|اج!ﻻأ‬3 ‫اﻻا‬3‫ﻻ‬0‫ ﻟﻢ‬U!٧ .IS3|Bq J3APUUBH npuninq spupaiASJoO (896 ،-‫ ة‬9 6 ،) ‫|اﺟﺎ‬ -'



u s w is jS



3 |B q s p . u s u i s j g



ig lllS U J ip jB A u s u i i s i g o S|B q 3 p . J 3 A . U U B y -!113 6 ‫ل‬3 ‫ ا‬B p U .I S B J S d . EU b A ‫؛‬٨ S !S A S p ٧ .13 | -|B g p u B j g U ‫؛‬UISIMJBUJ S B A s n g '3 p ,) 3 || E g B ٧ i e ٧ o s n j | ' ‫ ﺟﺎ ﻻا‬3 ‫ ةا‬3 ‫ ﻟﻼ‬MI|I‫ ؛‬S U B P 'n p |٥ ‫؛‬S - ‫ا‬3 ‫ ﻻ‬3 ‫ﺟﻞ‬UI.SSIM B J٥ N 31.S|JBd 3 A BM SU 0 ‫![؛‬N



-٥s ‫؛‬S3W٥3 6 3 u ‫؛‬j ‫؛‬q j ‫؛‬q BpuEMaw ‫ﻻﻻ‬3 ‫ا‬3 ‫ أا‬٠^ ' ngniJnBzp WIIBIUB u sin JpB (‫ﺣﺎح‬6 ‫ ) ا‬epuu B|BWjıı-‫ ؛‬BJB Ml! !MepuiuBiB iSM Asy '(Z 9 6 l TOJ‫؛‬ng-S٥J J 3 d ‫ ؛‬spBd) 0 3 J0 ٨ bj6 ،0 6 3٨ ‫ا‬3 -|3 mAs 4 ZISUBJ) '(S36j٥ a g p u s y ) „ . o v jıpjBpıdBA U3A8|3P‫؛‬0W qAnBjnMUJtliq BSAiJBilidBA IIPB (8 0 6 ‫ﻻج ) ا‬.،‫ج‬4^ ‫ ةر‬Z681) 3 ،s g E W ) 9 1 0 3 ٨ s p s a j p i ‫ﺣﺪﻵ‬6 (9 8 8 ، \،0 ‫ ) ج‬3 ‫أا؛ج‬3 3 6 ‫اﻻا‬3 (ailOLU JIBİIO) UBIMI|I3|BÇ٥ P EpuiJBi' ،9 8 8 UBWSJ (o ، 6 ، 'is r u l s,) |BSwn|doı Bp b ASSJOJ' ،6 6 8 ، ‫| )اج‬3 q ‫؛‬JB، UB|٥ nope ‫ ؛‬np 3 ٨ zp s J!q unM‫ ؛‬nupA MBPO (02 6، A A b 03 s ،2 9 8 -‫؛‬JBd) jb z b A ZISUBJ( '(inBd) „ v a v ilMBJiq (6 8 8 ، ‘uaioisriLU un.p SJ|U3 A٢١٠S ‫ﻷ‬3 ‫ﻻا‬،3 ‫ا ه‬.، ‫' ا ة ﻵ‬s j ‫؛‬u 3 ٨nog١ pB|- s w s p s p imi ıgıpB|d ٥ ı IUIJB|I٧٧ |‫؛‬Bq 3A3UJJ3A SJSP Bpu.lJBAnjBAJSSUBM S‫)؛‬Bd MEJEAB|‫؛‬Eq UBp .6 ‫ ؛‬3U!J3zn iseujiimiA' ،8 ununSBJlBA ‫ !؛‬،IPB |BU٥ ‫؛‬،B N -3 ،،Ş Ş q i Bpuis BJIS WUASp 'IPIIİSS 3U.nsn،!،SU3 ZlSUBJd3 ) , ‫ ؛ ؛‬8 ‫ ' ا‬IPIIM znsuJOio lUlpB I.,3٠w SA IJ3|3|Bq ،IPB (91,8،) SJJBBb ‫ ؟‬S,qB،a 9, 3A !t,8،) 3„SS،3 'IPIBM s jp s unzn BpuuEn ، ) J3d3j 3 n b -‫؛‬BBiııdBA IIPB uj03-Bjad ٥ (‫ج‬9 8 ‫ا‬ ' ‫ ﻟﻬﺎ‬s!B،ş.f '!s) UJ،pABS,o)B.JMJ3Şd '(9 8 8 ، ' s p UO nB3wn(6uo ٦||‫؛‬،,S٥ d 3|) ،S،3B٩ EJE B s o d SB3UJn(e٧07 - '( ‫ ؛‬8 8 1 ‫ا‬3 |64 ‫ د‬OyĞO'-l (|3 ٧nq 'ipzBA bj Ab s m!j !| JBP|6 b q EpulSBJE jE BM- ‫ااا‬s!3U8jgo unu,n3!P !' 3 |3 ‫؛‬٥ g 'd 3A utu B43!3y V 'uıu,ıs ,‫؛‬0 U 3 g d 'n ig s UI.UJEPV s ‫؛‬n3 ٥٧ BA n ٠٦‫؛‬d -(988، A A e -8 0 8 ، s ‫؛‬jB d ) ‫؛‬S3q ZISUBJ، '،3qd|0pv) „ . o v (33 I11JBSS3J BJBZUBUJ s n '!١n ٢ :IWBSS3J J3|3UqBS u b p u j b ‫ ؛‬b A M0|un6 SA ‫ ' ؛‬BABS N 3 S 0 3 liqjBsssj uaisuqBS ‫ ؛‬EABS '(9 8 8 ، -s ، 8 l ) ZNV8d :‫ﻟﻼا‬6 ‫ﺟﺞ‬3 ‫ ل‬UEa Ab p '(‫ج‬6 8 ‫ا‬ -‫ ج‬، 8 ‫ ) ا‬oN N d g :JBinpis n s n s n o p j p s ‫ااﻻاﻻ‬ -BUBS ‫وﻻا‬wsq uiuuB|BqBq 'n 4 '!S!3U3jÇ٠| -‫ج‬٠ POP UI.WBPV- -ipBIJIZBq iuijbiub Asb j Map ununjnuBM. ‫؛‬UI|BJM 'LUBPV Maj.4!U0 lA٠ UB|d IPJBSSSJ Ab j b s BJSAABg (‫ ا ح‬8 ‫) ا‬ ٧B3 3ptU|ıpjıp٧B!٥ ‫؛‬q J|q nizo SA m‫؛؛‬b A |3 ‫؛‬z ‫؛‬p J‫؛‬٧B q‫ ؛‬n|0 u b p 6A،b j 6 o ،‫ |؛‬zpA nu PSOmAo UI-‫ ؛‬J3J3S sA sn y|EABS SA IPIIIBM 3٧ MBJB|٥ ILPBSSSJ IB SA ‫ ؛‬BAES (2 9 8 ، qiunpi IPJ0 N) i3 !MSBq!- 9 8 Z ، U3 6 ٧‫ ؛‬nsjpA B، 3٨ . ٠b j 6 'UJESSSJ UBUJ|B '(،433jq,v) „ . a np uninq EpiMIBM buisepj -‫ ؛‬B|ui6Ab A ‫داااج!ﻻ‬ -٧3A usABiJEAn BuııuıdBA ınu٥M!M!SB|M 3 ‫اا‬6 -‫ﻻﻻا اﻻ‬3 ‫ﻻا‬ununqnisp 3٨ ‫؛‬3duj٠d 3A ipjip UBAn imueA Jiq MnApq iqBliM- ‫؛‬ipe [8ZZLİ uBjidBA MilJEUiiiAj) s m i o a ii ip i v io sy./OM) ٧3A 3 |M3U3)s A J!-ipsiuszpp U3P‫؛‬q MnAnq Ajqijd „3is ٥ N 's s n o g U٥A s 'AspsisO ' uoi)



-S3 |p3 M 'POOMSJBH) IUIJE|OJB‫ ؛‬Zl|‫؛‬6 ٧ ! 111‫؛‬ -3 ‫ ﺓ‬M|3 ‫||؛‬3 Zp :ildeA BU!٩ M٥٥ Jiq Bp.BAi.MSI 3٨ Bjpu٥٦ 3 |‫ ؛( ا‬6Z ‫ ا‬Bjpuoi - oez ‫ ا‬Zp ,b 3 MJI>0 s i v r !SspjE^ -‫؛‬p3 |33 U! IU.iZBJES snuB!i3 | ^ ıa (ı!|ds up6 nq) ‫^؛‬Bp.oiB|Bds 3 |‫ ا‬n B S S S p O ig S I , ‫ ؛‬IUIJEIJIUB Ç b S^I! 9 7 ، 3 ٨ B S U B J J B P . e Z|B1! 3 ٨ -‫؛‬p j s p s IE 4 B A 3 S >‫ ا‬0 ‫ة‬ ،2 6



z، B j p u o i



- 8 2 Z ، ÂP|B3M J ‫^ )|>؛‬JOIBJO



3 p- 3 ٨ ‫ﻝ‬6 ‫ ﻻﺍﺍﻻﺍ‬l|EAtoMS‫ ﻻ(' ؛‬3 ٩ 0 ‫ „ ) ﻻ‬. a v ٠



-JipjBZ3 W ıÇıjdBZ 3 pu!s3 s!|!^ sjn ٠ 33 S-u٥ g >‫ﺍ‬0 ‫ﱄ‬ ٢» ‫ﺍ‬ 'BpuiUI^BZ AsUBfd ‫ ﺍﺩﺍﻻ‬BMSU‫|؛‬Bd0 BuAzjBl BM ISIJBM UI.SB|S!UB1S |BJMIJldeA- ‫ﻻﺍﺍﺍ‬3 ‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬3 -!٩ B,o ISSAp!PI ‫؛‬UJSPB^V 3 p.g 9 ^ t MBdUE s |A‫|؛‬3 mA34 dnje J!q UEJipuEAn m‫|؛‬ubjAb 4 J‫؛‬q MnApq BpulUEUJBZ ' ‫؛‬IPB ŞUJE43 U3 şq -‫ﺍ‬3 ‫ ﻫﻠﻬﻼﺍ‬npun|nq BpiMlBM BunuoAsBj٠ M9 p ııdBA uiu .Şb u . m 3 s!qn٠ s IMSP.SIBJBIA. 3 ٨ BUJPBqBM Mb 6 |B J‫؛‬٧ Bpzu٥ jq q ‫! ﺍﺩﺍﻻ‬S3 S!|‫؛‬M MninM unuBlE‫ ﺍﺍﺃ ؛‬3 JIPJEA 3 U 3 !‫ ؛‬3 pjEM ‫ﺍﺩﺍﻻ‬ nzn٨ B4 snunjdsN !MBP,S3 ||!BSJ3 ٨ 33 U0 ٧ -OP BA.BSUBJd -‫ﺍﺍ ؛]ﺍ‬6 ‫ ﺩ‬BpEjnq MBJBABjgn Bu.nsBiE)‫ ؛‬B|) 3 U!SS6 |pq J9 ^ u٥ ss٠ ‫||؛‬3 dj U.PJ U3 -‫ ؛‬J3 p ‫؛‬6 3 ٨ ‫ﺍ}ﺍﺍ‬BA.BUJBy B|AlSBJBd 6 ip٧ 3 M'ip|!qB|B ninpo ^‫ﺍ|ﺍ‬3 ‫ﻹ ﺍ^ﺍﻻ‬63 ‫ﻻ‬٧ J‫؛‬pjS‫؛‬3 -‫ﻻ‬3 ‫ ﲜﻞ‬uıuıSBqBq ‫ﺍ‬٩ ‫ﺍ‬unuo 3 ٨ 6 !‫ ؛‬spjBM ٧ ‫ﻻﺍ‬ -‫^ﺍ‬33 ‫ ﻻ‬8 ZZ ، S) 0 ‫؛‬goz - JB٥ ‫ ﺍ‬A3 UBN) ‫ﺍ‬3 |3 ^ -Asq ziSubjj '(u3 ‫!؛‬S B q ^ SB|٠ 3 ‫ "؛‬. . . » (N J‫؛‬P!S|3 |‫؛‬SW3 } ‫؛‬A‫ ﻻ ؛‬٨x ununqn||3 iMBp, AA |l sn Ab M.J 31M-‫؛|؛‬3 mAS4 'UJBPV -J|3 ‫؛‬p3 pu.!s u ٥ 6 nq -3 ZPUJ 3 jAn ٠ ٦ ‫ﺍﺍ‬3 ^‫ ﺩ‬IIPB (anb 34 E|) JllS yuil UBUEIJBUJSI UBPUIJBJ!BI IZIMJEUI jopBduJOd UI.UJBPV npu٥ MjA| 3 !S3 ٥ d



EUI^JBd UIU.iAbjK UJBpSlOd 3 ٨ ‫؛‬P|‫؛‬p3 3 A -‫؛‬UBpuijBJ psp 3 A.II yappsnd I|BJMBAsnj٥ ٨ x s -BI‫؛‬nqnjg' no٦ ‫؛‬A3 q^3 ‫؛‬X! USPJSUJJSUJ ‫؛‬IpB (3 SSB43 B.) A ‫ ؛‬/،3 A (3 q3 Şd B|) ،AB M ııdBA nunq™e |SxAaq IIPB -eg B3 ijA٧ (‫ﻭﺍﻭﺝ‬ -3 ٧ n]d3 N sp l!4 duJV.p ١3 3 4 ‫ ﻻﺍﻩ‬0 ‫( ﻯﻻ‬US BZ- ‫ﻻ؛ﻻ‬.3 ١‫؛‬q d u )v !j١ 3 ‫؛‬١s n u n id s N q'6 h ‫؛‬١s\ K IM13- ‫ﻟﻼﺍﻻﺍ‬J 3 9 ‫؛‬q ‫ﺍﻻ‬6 ‫ ^ﺍﺍﻝ‬X9 d 'BpunznABp 3 un،d 3 N ‫؛‬xep,S3 ||‫؛‬MI|J ESJ3٨ ،3 ‫؛‬q 3 ، U3 !lSBq 3 S SB-|٥ 3 ‫؛‬N !‫ ؛‬SpjBM BP.06 Z ، EJUSS ' 1‫ﺍﺍ ؛ﺃ‬8 ‫ﺩ‬ ‫ ﺍﺩﺍﻻ‬٠u-Ep.pno |3 m SUEŞP٥ ‫؛‬BS 'np ,٥ jpss.sjd 3 A,!W3 pBMV 3 ‫ﺍ‬.‫ ﺀ‬۶ ‫؛ ' ﺍﱀ‬ssAp ‫؛‬wsp BMV sp.ZEZL 'npjç 6 UJipJsA u9 pu-‫(؛‬BU‫؛‬p JEM 3Eu 6 -‫|؛‬٥ d 'IPIB^ EpEJS JBpB^ s.e e z ، 3 ٨ ‫ﺍﻻﺍ‬BA.Biuoy mbjbuezem nunsjnq 6 U|U,IS!W3 pBMB BSUBJd ' ‫؛‬P|B nupinpo Mil -‫ﺍ‬3 ‫!ﻻﻻ‬٩ 3 p|3 xA 3 q ‫ﺍﺝ‬,‫ﺓﺡ‬/ ‫' ﺍﺃ‬npı. ‫؛‬S|3 |9 MA34 ٧ n٧ nxnp 3 ‫ﺍﻻ‬8 ‫ﻟﻞ‬0 ٦ :‫ﺍﺟﺄﻣﺎﻝ‬3 ٧ ‫ﺟﻠﺞ‬z ) 0 ‫ ؛‬،z s ‫؛‬JBd-0 Z9 ، A3 UBN) u!,zy 38 s!3 !S aoovp SEqBg -(6 5 Z t s!JBd 00 Z ، A3 ٧ BN) |3 |SM! A34 ZISUBJ) '(P 3 qs-‫؛‬6 ‫؛‬o v " . „ (s paqwE ٦ JIJISUBA ‫ﻝ!ﻻﺍ‬3 |‫ﺍﺍ! ؛^ﺍ‬ E|A.s‫؛‬p .jsqoy BpuıAejes !MapdOdBN,op٧ unu.٠ |jB 3 ninoluv ' ‫ﻻﻻﺍ‬3 ‫ ﻩ ^ﺍ‬1‫ ﺩ‬ununuj ٠ 6 n|d٠ ı BAP-‫؛‬jnq '!٧ |WS|Z0 uiuijeiiiA ^ ‫ﺍ|ﺍ‬3 ‫ﻻ‬3 ‫ﻝ‬



.1



(iuiMb A sjpu -pjoipusjg) IS‫؟‬،K UI asnoid uoAg uauaiuaznp uapiuaA ‫ اداﻻ‬n f puepaqujnmjoN njfop S,،9Z، .U1٠ V ،jaqoy



BAE|S|U٥ j g B).MJ٥ A AA3N B p B JB ‫!ل‬٩ ' ‫ ﻻ! ﻻ‬3 ‫ﻻا‬



-‫ا‬3‫ﺟﻞ‬M٠٥J 0‫؛‬g -(826، 'b A|UJ0،!|em 'qsBsg 6 u ٥i )،bj B٥3j٠m 3A iJ subp I|BM‫؛‬J3UJB'(JIU s p - p je q a y sw vav pjE43-‫؛‬y )٠ „ ٠ a v IPBIUJiAb A JBldBlIM sp upspni BUJJIl-‫ ؛‬BJB SA 3‫ﻻا‬3|33‫' اﻻ‬3UJ3U3P UBUJSJ 'nMAp' '‫ ﺟﺎ!ل‬-|A3UiAb A (،8 6 ،) ngnp jnM Bp.inquBisi un.ujpAng JBZBN- ،■ ‫ ؛‬٠٠ ١ ‫ إ ا ا ا‬8 ‫ „ ا ا ا ا‬١ I|„UI . s ، ٠ A lu e p v -‫ل‬3 ‫ا‬33‫ اﻻ‬B|‫؛‬iMBq Jiq ‫؛‬İM3İJS6 ‫ﻻﻻا‬3 ‫ا‬ -SMI! MBI4B ‫؛‬IBM SA ‫؛‬jsimsusisB ibsjim 'ubuj qy -Jnjnpio nungnsoS Bp uipEM iJBinJ‫؛‬U3|AS BlUipBM isipoqisjp Bpunuss :J‫؛‬psp -‫ اداﻻ‬P!MipiSJEJBM BpuiSBJB UipBM !M! JBP٧ M310 'iJBin! 4‫؛‬q 'UJEPV!JsBinp Apy (688 ،) IUBUJSJ ‫اﻻ‬.‫ااﻫﺎ‬. sBjosg ‘a p a a lu a p 3 pj !'‫؛‬l‫ ؛‬J!q (J3IMI1U3İ 3A J3|M|3 ‫؛‬Z|٥ 'JBIBUjpBqBM l!،B4) IUISBUJ‫ ؛‬Asznp J I|B٥‫؛‬q ٥3S3Up 31.S!JBd '[U3 UIMBA (iAbjES‫؛‬P ‫([؛‬J31A ٧M3i M!|I3I|B4 BI!luiaiznp usApus^) 3U!g IB4- '!٧ ‫؛‬JJJ!A3U3P joabjB B|Aıgi|ui|BA (‫ ؛‬9 6 ، [‫ل‬3 ‫ ﻻا‬sn٧3[3p 3 ! 3 Ş snu3٨ /١،SA npndpj ZJUSO) ‫ﻻﻻ‬3‫اداﻻا‬٩ ı‫؛‬SEq ‫ ؛؛‬PJU3|٧ !٧spz S3‫؛‬u 3P 3A ubpuisb Auop J3|!M)ig- (‫ ا‬96 ،-886 ‫ا‬ 'nSB|ABi! ٧!U,‫؛‬S3ZnUJ SJABH '[|BU6|S 3 |] JSJB‫؛‬،) ni‫ ؛‬n٧0P Bgl|IJE |3SUJ!٥ !q SA 3g!|U‫؛‬S SM j(q igiiSBq jigB uijbiiBAbm- ‫ﻻ‬6 ‫ ﻟﻠﻼﻟﻠﻞ‬SA Bgi||BSjı٧B Jiq 91‫ د‬0‫ ة‬uBABinPjnA nununj



58 U jJ U B ip e



‫‪(sued 61‬ﻳﺊ‬ ‫‪٢ ٠ .‬‬



‫‪.‬‬



‫ا ل‪j ı p e ş u ı s ٧!٠0‬‬



‫‪apuiAazn^ un .u njg ufx 'Bpunsngop UIU‬‬ ‫‪EÂjafiN ( h d o o l a q . l i p v n v w v a v ،‬‬ ‫‪•unununAo/ipy‬‬ ‫‪ uçA :.jnu‬ﻟﻼ ‪9‬ل^‪-BJ ipB IUÂB (d J d p u n e o .N .‬‬ ‫‪1‬‬ ‫‪m‬ع ‪8‬‬ ‫‪ 0٨‬ﻻ ‪|3‬اﻟﻼ ‪0 0 8 29) s p n iu n io q 2‬‬ ‫‪ i |a 6 u u z ijn i‬؛ ‪!٩ i^ a p u iii Aazn^ı ■Jipap|aıu‬ل‬ ‫‪s ^ o q B p .iB p u n B S . N 3٨‬؛‪jip jB A ij b m b ib A i -‬‬ ‫أ ‪٠BJ|s ajB jB d I ) 3٨ '6‬ااةا؛ﻻاال‪|^ -‬؛‪d B p B i ^-UJ!U‬‬ ‫‪ J3 JB3‬اﻧﺎ ﻻ ]‪-o Au b u j 'J is iia ' isiJBpiuiq ) WIJB‬‬ ‫‪ b p ij Av -jiuBigBS u a p a jo A nq ' 6‬د ا ﻻ ا ‪ a ٨‬اا‪-‬‬ ‫^ ‪ 3‬ﻻاﻻ ‪ 6‬ﻻ ﻻ ‪٨3‬اﻻ ‪ 3 4‬ا ﻻ ﻹ ‪3‬ااا ‪ 3‬ﻻ ‪3‬ااﻻ ‪q‬؛‪n iu n io q J‬‬ ‫‪ 0٨ |3 S١3 U3|36 a ٨‬ﻻأ ‪3‬ﻟﻼا ‪3‬ﻻ ‪ JIPIUBIB 0 0٨ (3‬آ‬ ‫‪ B u n g‬ﻹ ‪6‬ﻟﺔاااﻹ' ‪ 0‬ﻻ ‪3‬ﻟﻼاا ‪ Jiq‬ﺣﺎﺟﺎل ‪3‬ااا^ ) ‪u ja p o u i‬‬ ‫‪ n g n iu n g o A‬د ‪0‬ﻹ ‪ 4‬ﻻ؛ﻻﻹاﻻل )^ﻟﻼج‪^ Xr 3 ٨ .‬ا؛ا(‪-‬‬ ‫ل ‪3 ٩ |0‬ا ‪3‬ل‪.‬اﻻ ‪3‬ا ‪ 6 3‬ﻫﺎ ل ‪3 |٠‬ﻻ ‪s n in u B p o iB id‬‬ ‫ل ‪lu ip B 3٨ 3 ٨3‬ل ‪ 3‬ﻻ ‪ BUIBPV 0٨‬ﻻ ‪3‬أاﻟﻼاﻻ ‪3 4‬ﻹا‬ ‫‪ nuÇP EJBIBUEA‬؛‪ A 'BP.'AA .XIX 'J|P 31>|3UJ‬؟'‬ ‫ ‪ES n j o 3|AlS|^l 3 Ep UIJE|UieuBA 'JE|UE^ J0‬‬‫‪JEIBUEAES IS٥ E g V 'JipiUE|E BllJBI U3|e 6 3 ٨‬‬ ‫‪ 'BnBUJBpv‬د ‪d o l ns u i Ş eujji EpiABS ^0‬‬



‫‪3‬ةﻹ|اﻹ ‪oPZ 3-) ' . 22‬‬ ‫‪ i Şb A iu iu‬؛ ( ‪ n ٧ jnA‬؛ ‪,jiiB - 0‬ااااﻹ ‪-IS EUJEIBPO‬‬ ‫‪ BUIU‬اﻻ ‪3‬ل‪paA ) UIUJIMI u B p n s -‬؛ ‪I BpAE 0 0 9‬‬ ‫‪ a n u a g e |jb |jb A dJES apA az‬د ‪ 0‬ﻹﻻﻻأﻻ ‪E|B-‬‬ ‫‪ n w u p s‬؛ ‪jeiÇe p j e u e A -n ^ 'B |Ae A U3|3s ^n ٨‬‬ ‫‪٧ E|o ^0 |q J!q' 6 a p u n is p‬ل ‪ 6‬ﻻاأاا ^ ‪٠‬ﻻ ‪8‬ا ‪8‬ل ‪3 A‬‬ ‫‪n |jn ||iq n in u o E |JB|l|EZEq n u jn io q Jig -Ep‬‬ ‫‪n‬؛! ‪ b Aj3‬اا ‪)٧ EPO 3‬ﻻﻹ ‪ 3 6‬ﻻﻟﻼ ‪4‬ﻻﻻ ‪3 ٨‬أا ‪UISBJE-‬‬ ‫‪0‬ﻻ‬ ‫و‪٠‬ﻷ‬ ‫‪0‬س« ا „ اد‘ ﻻاإ'ﻷ ‪3‬‬ ‫اا ‪٠‬ا ‪ 0‬ﻷ‬ ‫‪v-^ E|d‬‬ ‫‪: ^as^nA BP٠٧‬‬ ‫ذال’ (‬ ‫؛ ‪ 8 A jn‬ﻹاﻟ ﻶاا ‪٩‬ال ‪ ٧ j 0^ E|٥ JEq‬؛ ‪٩ BUiJB|n‬ااا‪-‬‬



‫‪unuo s3JA8٥‬؛ ‪-n|0 Eiuzpd Jiq uapauiujapu‬‬ ‫‪^TOJOS s a u j o j jiu E M o n u io i UBPUIUJSI‬؛['‬



‫‪tnzoq‬؛ ؟ ‪ M‬ةج‪٨‬ﺟﻼ‬ ‫‪IP.‬‬



‫‪٧jnA|8i!da XIIBUJ sajonq‬؛‪ng 4) -‬ﻻ ‪3‬ل ‪adaj 3‬‬ ‫‪ ;p Jig (ajsBiqo‬؛؛!‪ ujjapida 'a‬ﻹ ‪0‬ﻹ‪3‬ﻻاا ' ‪jd‬؛‪Z-‬‬ ‫« „ « ‪uEuuepe -JJ) -E I t w a n i -“ , .‬‬ ‫ﻟﻼ ‪6‬ﻻااﻻ ‪ ap‬ﻟﻼ!ﻻ‪٨3‬ا ﻻل‪3‬ا‪333‬ﻹ]ال (‬



‫‪ apuifeia JSpqaSu‬؛؛ ^ ‪iu iu jsi 0‬اﻻﻗﺎﻻﻟﺔا ‪63‬ﻹ' ‪٩ a p ı j ,..ı,sp -EPE‬‬



‫^ ‪JI|IUB||n‬‬



‫‪ ) 'e n s iu w‬ه ‪3‬ﻟﻠﻼا^‬



‫‪ ^i3 JBq٩‬؛| ‪J3‬؛ ‪ p a p‬؛؛؛ ‪٠ u‬اا‪-‬‬



‫ل ‪ 0 ٧‬ا ‪ 0‬ﻻ ‪ 0‬ﻻ ‪8٨‬ل ‪ a ^ 070٨‬ﻻﻻ^‪ı‬اﻻ ‪ p ^ 3٨‬اا؛اا ﺟﺎ‬ ‫_ ا ا ‪٨380 ^ -^3 4 ^|6‬ا ‪3 e‬ا ‪ 3‬ﻻ ‪a‬؛| ‪J3‬اﻻ ‪EPE a p‬‬ ‫‪ 0 ^8‬ﻻ ‪0‬ا ‪ 6‬ﻻااﻻ‪-‬‬ ‫‪ 8 8 4‬س ‪0 |6 ^|8‬اأ| ‪3‬ﻻ اد ‪3‬ﻻل‪8٨180٨!4 :‬ﻟﻼاﻻ ‪3٨‬‬ ‫ا ‪3 ٩ 3 ٩ 2 0 6 0‬ﺣﺎ ‪3 6‬ﻻا؛| ‪)3‬ا ‪3‬ا ‪||370‬ا„ ‪3‬ل ا ‪ 8‬؛‪1‬ل ‪0‬‬



‫ﻻح ا ‪ 0 (5 £ 6‬ﻻ ‪8 8 3‬ﻻ| ‪ 6‬أ‪،‬ﻻ‪ 1‬د‪ 1‬ة ‪0‬ﻻل ‪Ep 8 6 6‬ل‪-‬‬ ‫‪٨ ) ! " ٠ ٠ ٠‬ة| ‪8‬ﻻ ‪ '(0‬ال ‪|8‬ﻣﺢ ‪ ٧‬ل ‪ 3‬ى ﻟ ﻼ )ﻵ‪-60|0‬‬



‫‪08‬س ‪3‬ﻻال‪^83 :‬ا د ‪ 0‬ﻻ ‪8‬ﻻ|‪8 |1‬ل ‪ 3٨‬ﻷ ‪0‬ل ‪8 |||8 ٧‬ل' ﻻ||‬



‫ا ‪. 0 9 6‬ا ‪2‬ل ‪2 9‬‬



‫ه ‪3‬ﻹﻻ ‪5‬اﻻ ‪ 3‬ﻻ ‪3‬اﻹاا ‪3‬ل ‪ 3 4‬ﻻ ﻹﻻﻻﻻ‪41‬ﻻ‪:‬‬



‫ﺟﺎةاا^' ﺣﺒﺎﻻاح^اا^‪-‬‬ ‫‪ 3 « ٢ 0 ٠‬د ‪6 ) '6‬ل‬



‫‪ 8 .‬ﻣ ﺠ ﻼ‪ 31‬ﻷ ﻗﺔ‪>/‬‬



‫‪٧‬ﻹ؛ا‪-‬‬



‫ل ‪3 0‬ا ‪^3‬أﻻ^ ﺟﺢ ‪٧‬اﻟﺢ||ﺣﻞ اﻻﻻ‪ 17‬ﻻ‬ ‫ﻟﻼ‪H ٠‬ا ‪-p‬‬ ‫‪٨‬ﺻﺎ|ﺟﻼ ‪6‬ل‪ 186‬ﻻ ‪6 4‬ا ‪ ٨‬ﻻﻹ ‪38‬اأا‪ 18‬ح‬ ‫‪٩‬ﺣﻠﻞﺀ؛ح ‪ IS‬ﻻاﻻﻻ ‪ EP ^6 3‬ﻻا ‪0‬ﻻا ‪ a g 3٨ 6 3‬ﻻ ‪ a p‬ﻻ‪E‬‬ ‫ا ‪6‬ل| ‪ 8‬ﻹ ‪6‬ﻫﺎ‪6 1‬ل ‪8‬ﻻاا|ا ^ ‪83‬اﻟﻼ‪ -‬ا ل ‪ 3‬ﻻااﻻ ‪ 0‬ا| ‪0 ٦ 3‬ﻟﻼ‪-‬‬ ‫‪|٧‬ه| ‪ 3‬ﻻ‪.‬ﻻاﻻ ‪ 0‬ﻻ ‪|0 ٩ 8‬ﻻﻟﻼﻻﻻ ‪3٨ ' 3 4‬ل ‪3٨‬ل ‪ ٩‬ﻻ ‪-7‬‬



‫‪ .‬ه ‪u E A iE ii.m 3 N .S 3 B d - ٠ 113 « .‬‬ ‫‪ap‬‬



‫ه ‪ 8‬م ‪3‬ل ‪ Bpu .ueioj .EAu 488‬ﻻ ‪8‬ا ‪ 8‬ﻻ ‪4‬ا‬



‫‪ u e p u e s‬ﻹ ‪ 8‬د ح ‪pB ٧‬ا‪ B |A 6 1‬د ‪ - 9‬د د ‪ 0 P‬ﻻ ‪ 3‬ﻻا ﻻ‪-‬‬ ‫‪ 0 4‬ﻻ ﻻ ةا ‪0‬ﻟﻠﻼﻻةأﻻل ه ‪ ٨‬ﻻﻻ' اﻳﺎ‬ ‫‪80‬ل ‪ 4 8‬ﻻﻹة ‪8‬‬ ‫‪68‬ا ‪|6٨8 9‬ا ‪3‬ل ‪1 3٨‬ا ‪ 3‬اأ؛اﻟ ﻼ ‪6‬اة| ‪3‬ﻻ ‪ 0‬ة ‪ 3‬ﻻﻻ ‪٩ 3‬ال‬ ‫ﻹاﻟﻼ ‪3 4 6‬ﺟﺎف)!ﻟﻞ ‪ ٧‬ا ؛' ‪ OJOPıne‬ﻹ ‪8‬اا ‪٩‬اﻻا ا ‪ 0‬ﻻاﻻﻟﻼ‪-‬‬ ‫ﻹ ‪46‬ل ‪6‬ﻟﻼ ‪6‬ﻻا ‪ n p |0‬ج ‪ n ٨ 0‬ﻻﻻﻻﻻ ‪01‬ل ‪ ٠‬ﻻ ‪٩ 0‬؛ل‬ ‫ﻻ ‪٨8‬ا ﻹ ‪678‬ﻻس|ة ‪ ٨ 3٨‬ﻻ ‪3 3‬ا‪ 1‬ﻻا؛ ‪0‬ا ‪6‬ل ‪6‬ﻹ د‪ 1‬ﻹ ‪6‬ل‪:‬‬ ‫ﻻا ‪ 0‬ﻻ ‪4 ,3‬ال‪ nAo -‬ﻻ ‪ Bp‬ﻻ ‪٧‬ا ‪ 3 3‬ا ‪ 3‬ة ‪ 3‬ﻟ ﺪ ‪3‬ﻹ ‪٩‬أل ة|‪-‬‬ ‫‪|٨08 3٨‬ﻻ|ﻻﻹ ‪20‬ج ‪٧‬ااﺟﺎ ‪٧‬ا ‪3 ٧‬ال ‪ ٧‬ة‪ 6 |0 153‬ﻻ د ‪3‬اا‪-‬‬ ‫‪3 6‬ﻻد|اﺟﺎﻻاﻻ‬ ‫ﻻ ‪ 6‬ج ‪|3‬ةﻻ‪ -‬ﻟﻞ ‪ 0‬ﻻﻻ ‪.3‬ﻻﻻ‬ ‫‪6 4‬ﻹ!ﻻا ‪0‬ﻟﻤﻼﻻ‪ 3 6 £‬ااﻟﻼا ‪3‬ﻹ ا ‪5‬ا ‪3‬ل^ ‪3‬ﻻ ^ ‪ a‬ﻻ ‪p‬ا ‪٨ 0‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪ 6٨‬؛‪ 16‬ﻻ ‪6 |4 6‬ﻹ اا^ ‪ 3 |3‬ﻻﻻا ه ‪ 6‬ﻟ ﺪ‪}1‬ال ‪ 68‬ﻻ ‪6‬ل؛|‪ 18‬ﻻ‪-‬‬



‫ل|ﻻ ‪ 6‬ﻹ ‪6‬ل؛‪٩ 1‬ال ‪ nAES ZO‬ﻻ‪ J‬ﻻ ‪Jlp6 6 4 : 34 |3‬‬ ‫ﻹ ‪4 6‬اﻻا ‪ 6‬ﻻﻻ ‪ 3٨808 3٨‬أ ‪ 8 ٨ 3‬؛ ‪ 6‬ﻻا‪ 1‬ﻻ‪ 1‬ﻻ أ ﻻ ‪6 7‬ﻹ| ‪-6‬‬ ‫‪ np‬ج ‪ n‬ﻻ ‪ n 6‬؟ ‪3 3‬ﻟﻞ ‪ ^3 ٧‬اﺟﻠﺠﻞ‬



‫‪٧‬ﻟﻼ ‪ 6‬ﺗﻤﺎﻣﺠﻲ ‪',,3 ٧‬‬



‫ذﻻو ‪ JEpBX 0 ٩‬؛ ‪3 |3 3٨‬؛ااﻻ| ‪٩ 3‬أ|ال ‪٩‬ال ؛ ‪-|0 ٨3‬‬ ‫ﻟﻼ!؛ا!ل ة ﻻ ﻻ ‪ 3‬ﻻا ‪3 ٩ 6‬اﻹا ‪ JapJa a p‬ﻻاﻻ ‪ ap‬ﻹﻻ‪-‬‬ ‫أ ‪ 6‬ﻻ ‪ 333 |٧‬أ ‪.3‬اﻻ ‪6‬ﻻ| ‪ 0‬ﻻ د ‪ 0٨‬ﻻﻻﻻ ‪8 3‬ج|ل|ا^ ‪3٨‬ل‪-‬‬ ‫‪6‬؟ل ‪0‬ا ‪0 0‬ا ‪ 6‬ﻻ ‪ 8٨‬ة‪1٩6‬ل‪ 1|718‬ج‪ 1‬ﻻ‪٩ 1‬ال ‪ 6‬ة ‪Ep 6 ٩ 6‬ل‪-‬‬ ‫^ه|؛ ‪3‬ل ‪ ٨ 0 '3‬ﻻﻻﻻﻻ ‪ 3 ^ '6 4‬ﻻ‪p‬اﻻ ‪a ^8‬ل؛ا ‪ 0 4‬؛‪-‬‬ ‫‪٩ ap‬ال أ ‪ 8‬ﻷا؛ ﻻا ‪ 0 ^ 6‬ﻻ ‪0 0 5 0‬اﻻ‪ 1‬ﻻ؛ا ﻻ‬



‫ﺟﺎ‪-٢‬‬



‫‪ 6 4 Bp ٨0‬ﻻﻻﻻﻻ ‪ 468‬ﻻ ‪ 3 |3‬ﻻ ‪4‬اﺟﺎ ا|ﻹ ‪ 0 6‬ﻻا ‪3‬ل‪-‬‬



‫‪ nJOp‬ل ‪0٨ 0 ٧‬ﻹ ‪ 68‬يﺀ ‪6‬أﺟﺄا^ ‪٩‬ال ‪ 6٨‬داأ ﻟﻼا ‪0‬ا ‪-np‬‬ ‫‪٩‬ال ‪6‬ﻻا‪-‬‬ ‫ﻟﻼ ‪8 ^ 3 ٨ 3‬ل ‪8‬ل ‪3٨‬ﻻل‪ 0 ٨ 0 -‬ﻻ ﻻ ﻻ‬ ‫‪ JBJIlfep‬ﻻ ‪ ro np 3٨‬ﻻ‪ BpBA‬ﻻ ‪|3‬اﻻا ﺟﺎوﺟﺎ ‪ ٧‬ا د ‪-^3‬‬ ‫ﻻ؛ ﻹ ‪ 3‬ﻻ ‪4‬ا ‪6‬د|^ ‪ 0 |0 |208‬ج ‪٩ 3 |٨ 0‬ال اﻻواﻻ ‪6 ٩‬ج‪-‬‬ ‫ا ‪ 1٨6|86‬؛‪1‬ﻻ| ‪ 3٨‬دؤاال ‪ 3 ٧‬ﻻ ‪.3‬؛ﻻ ‪،64‬؛ال ‪3 ٧‬؛ل ‪3‬دااﺟﺎ‪-‬‬



‫ا ‪. 3‬ﻻﻻ ‪ 02‬ﻛ ﻚ ‪|3‬اﺟﺎﻻا' ‪٧‬ل ‪3‬اﻻ ‪.3 0‬ﻻاﻻ ‪J3 pJa‬ﻻ|ا|ا‪X‬‬ ‫|اﻻا ‪,3‬اﻻ ‪ 6‬ﻻا ‪3‬ل ‪7٠٨‬ا ‪ ٠‬ﻹﻻ؛ ﻹ ﻻ ‪ 3‬ﻻاﻻﺟﻼﻻﻻ' ‪0‬ل ‪0‬ﻻ‪-‬‬ ‫ﻹ ‪88‬ا ‪ Jnq‬ﻻ ‪ n‬ﻻ ‪٩ Bp‬ال ^ا؛ا ‪0‬ا ‪ 6‬ﻻ ‪٧‬ا ‪833‬ا ‪ '3‬ل ‪4‬ا‪-‬‬ ‫‪|apJad‬ا؛ ﻻا ‪ 6‬ﻻ‪7‬ﻻل ‪ 6 ٧‬ﻻاا[‪١‬اﻻ ‪ ٠‬ا ) ‪-٠٥ -(9 9 9 1‬‬ ‫„ ا ﻻ ا ‪ ٠‬ا ا ) ‪ ,‬ﺟ ﻼ‪.,٠‬ﻗﺠﻼﻟﻲﺀل ‪0‬ﻫﺞ(' ‪0 ٨‬اا ‪3‬ل ‪.3‬اﻻ' ‪9‬‬



‫‪3٨‬اا؛ااﻻاال‪٨8 |3 7 9 3 -‬ل ‪ 8‬ا ‪ 0‬ا ‪ 0‬ﻻ ‪ 6 4‬ﻻ ‪|٦6 8 4 8 4‬د‪-‬‬ ‫‪ 6 4‬دا د ‪ 8 ^3‬د ‪8‬ل ‪ 3 6 3٨‬ﻻ ‪||3‬ا^ا ‪ 3‬اا ‪٩ ٩‬ا ‪8‬ل ‪8 ٧‬د( ‪8‬‬ ‫ا‪ 1‬؛ ‪ 8‬ﻻ ‪ 3 ٩‬؛ ) ‪0‬ل ‪٨ 0‬ﺣﻞ ‪0‬أل ‪4 ٧‬ﺣﻞ ‪0 ٧‬اﻻ ‪ 08‬ﻻ ‪٩‬ح ‪6 4‬ل‪-‬‬ ‫‪|0٩‬ﻻﻻﻻل‪3 4 ^٧ -‬ﻻ| ‪|.7‬ﻻ ا‪|١‬م ‪ 3 |8 6 |0 ٩‬ﻻﻻ ‪-3٨ 3 4‬‬ ‫ل ‪ 3‬ﻻ ‪٩‬ال دا د ‪68 ^3‬د|ﻻاﻻ ‪ 30‬ﻻﻻ ‪٩ '6 4‬؛ل ‪6‬ل ‪6 4 6‬‬ ‫ل ‪3‬ﻻ^|‪.‬ا ﻫﺎد ‪3 |^3‬ﻻ د ‪ ^3‬ه ‪0 „ 0‬ل ‪ 0 ^ 3٨‬؛ أ ‪ 3‬ﻻ ‪-08‬‬ ‫‪ 2 9‬ﻟﻼ ‪0‬ل‬ ‫‪0٨‬ﺑﺨﺎ ‪0‬ل‪ :‬ﻟﻼ ‪٨ 6‬ا' ‪٩ '76٨3٩‬ﻟﻞ ‪٧‬ا ‪7‬ا‬ ‫ل ‪6 |^6‬ل| ‪ 4‬ا ﻛﺎ ‪ 3‬ﻻ ‪08‬ل ‪3‬ل' ‪ 68‬داا ‪4‬ال ‪ 3٨‬د ‪-0 ٩ ^0‬‬ ‫‪04‬ل‪ 0‬اﻟ ﻼ ﻻ؛ا ‪0‬ل‪ -‬ج ‪ 6‬دا ﻹ ‪0‬ل ‪3‬ال ‪ ٧‬ا ؛ ‪6‬ا ‪٩‬ا ‪4‬ال‪:‬‬ ‫‪ ٩‬اااا اداﻻ ‪ 1٩‬ﻻﺀ^ااﻻا ‪ 63،3‬ﻻ ‪3 |3‬ل ‪^ 0‬‬ ‫‪ 4‬ﻫﺎه ‪٨‬ا‬ ‫اﻻ ‪ 68‬ﻻ ‪ 4 0 3 0 ٨‬ﻻﻻ ‪ 6 0‬ﻻ ‪4‬اﻻل‪^|3 ٩ :‬ا ‪ 0 ٩ 3 4‬ﻻ ‪ 6 4‬ﻻ‬ ‫اا^| ‪ ٩1 3‬د ‪6‬ا ‪||6‬ا ‪4‬ال‪6 :‬؟ل ‪ 0‬ﻻ ‪ 0‬؛ ‪ 0‬ا^ا ‪٩ ||^6 3 8 ٩‬ال‬ ‫||^ ‪0‬ا ‪ 8‬ﻻ ‪٩‬ال ‪٩‬ا‪^1‬ا ‪4‬ال‪ -‬ل > ا ا ^ ‪ 1|6‬ﻻ ‪ 3 6 3٨‬ﻻ ‪-|3‬‬ ‫ ‪٧‬ﻟﻤﺞ|ﻹ ‪8 4 ٧ ٦‬ﻟﻼ ‪0‬اﻻ' ^‪ 176‬ﻹ ^ ‪ ' 01^0‬د ‪ 0‬اا ‪٨‬ا|‪-‬‬‫ﻻاا| ‪88٨‬ل(‬ ‫‪ BJ0 6 e ıp u e p ı 0 8‬ا ‪0‬ل ‪ ٧‬ﻻ ‪,8‬ا‪ :5‬د ‪6‬ااا ‪ 8 3‬ﻻ ‪6‬ااا ‪3‬ل ) ‪-6‬‬ ‫م ‪|8٨8‬ا ‪ ٠ ٩‬؛ اﻻ ‪ 8‬ﻻدا ‪6‬ل| ‪9 6‬ﻻا ‪0 0‬اح ‪٩ 0‬ا‪1‬ﻹا ) ‪9‬ا|'ح‬ ‫‪ ٠‬ه ‪ ٠ « ٠‬د ‪■8 3‬‬



‫ﻷ ‪ 0‬ﻹ‪1‬اﻻ ‪ 9‬ﻻ ؛‪>.-:،0 ،‬؛اةا‪. 1‬ا ‪3‬‬



‫|‪ 1‬ﻻااا ‪ 8‬ﻻ' د ‪٨ 3‬ل ‪ 3 4 3‬ﻹ ‪ 8٨8‬ل ‪673٧‬ﻻ ‪8‬ل| ‪8٨‬ل ‪4‬ال‪-‬‬ ‫‪ 8٨ 0٨‬ﻹ‪ 1‬ﻻ‪ 1‬ﻻ‪ ٠84‬ﻷ ‪3 4 3 |8‬ل ‪ 8 746٧‬ﻻ' ﻛﺎﻟ ﻼ|د ﻹ ‪-8‬‬ ‫‪|1‬د ‪ 3‬ذا' ج ‪8‬ﺟﻺ ‪830٩ 8٨8‬ج‪ 1‬ﻻ ‪6 ٩ 8‬ج|‪ 1‬ه ‪0‬ﻟﻼا ‪ 0‬ﻹ ‪-0‬‬ ‫‪8‬اﻻ ‪ 0 3 4‬ﻻ ‪ 6‬د ‪6‬ج ﻹ ‪6‬ا ‪83‬ا' ‪ 6 4 ٧‬ﻻ ‪. 6‬ﻻاﻻ د ‪ 3‬م ‪ 8 4‬ﻻ‬ ‫أ ‪٠‬ﻟ ﻼ ‪ ٠‬ﺀ ‪ 8‬ﻻ ‪' 8‬‬



‫ا ‪6‬ل‪0 3 -‬ج‪ -‬ﻷا|اﻹ‪0 ٩ 81‬ا ‪-3 6‬‬



‫ﻹ!ل ‪ 3 8٧‬اداﻻ ﻹﻻ|| ‪6‬ﻻ||اﻻ اﻻ ‪88‬ﻻ|‪1‬ﻹ] ‪ 6‬ﻻ ﻻ ‪8 7‬ﻹ‪-‬‬ ‫» ‪٠ ٠‬‬



‫« „‬



‫» „ ة‪،,‬‬



‫‪SJPA■ 7311111013630‬‬



‫ﻻ ‪ ٧164‬ا‪1‬ﻹ؛ ‪ 6‬ﻻﻻ‪6 1‬اة‪-‬‬ ‫اداﻻ ﻹﻻ|ا ‪6‬ﻻا|ال‪ :‬ى ‪ ٩‬ج ‪|٧‬ا^‪^ :‬ام ‪8‬س‪//‬ﻹ ج‪,‬و‪-3 5 ،‬‬ ‫ﻻ ‪ 3‬ﻹ ‪8‬ل؛اأ ‪0‬ا ‪6‬ل ‪6‬ﻹ ‪٠6 |370‬ﻻ| ‪3‬ل ‪6 3 4‬ا ‪٨‬ا| ‪ 3‬ﻻ ‪6‬ا ‪٨‬ةا‬ ‫‪ ٠‬ﺟﺎل‪ 9 ٨ -‬ة‪ ٠‬د ‪0‬ل؟‪ 0 3 -‬ﻻ ‪|3 4‬اﻹ ‪6 ٨3‬ا ‪8٨‬ا| ‪ 3‬ﻻ‪-‬‬ ‫اﻻ ‪68‬ﻻ||ج|ﻻا ‪8 .,' 1 3 3 0 6‬ﻻ| ‪8‬ل‪ 1٧‬ﻻ ‪ 8 4‬ﻹ ‪6 ||0‬ﻻ|||ل‪-‬‬ ‫وﻻﻻﻻﻹ ‪0‬ﻷﺣﻞ‪ :‬ﻹ ‪0‬ا ‪ 0 |0‬ج ‪ 3‬ﻹ ‪6‬ل؛‪||1‬ﻹ ‪3 ٨‬ﻟﻠﻼ ‪3٨3‬ل ‪ 3‬ﻹ‬ ‫| ‪ 8٨ 6‬ح ‪8 3 8‬ج|ﻻ ‪ 6‬ﻹ ‪3‬ﻻ ‪4‬ا ا ‪8‬ا ‪ 3‬ﺟﺎﻻا ‪3‬‬



‫ﻷ ﻻ‪-‬‬



‫‪ ^p u ^ q '^p u ^ s >|ı|U Jepv‬ﻹ ‪/ 8‬ﻻﻻ‪٩ .,-‬ال ا؛ا ‪07‬ل‪-‬‬ ‫‪'2‬‬‫ل ‪ 8‬ﻻ ‪3 70‬اااﻹا ‪ 3‬ﻻﻻ اﻻﻟﻼﻻ‪ :‬اﻻ ‪8 8‬ﻻااﻹ‬ ‫‪|٦ « . 0 .‬رل ‪ '6‬ا آ ﻻ ‪ 88‬ﻻاﻻ ‪ 0 111188600‬ا ﻻ؛اﻻ‪-‬‬ ‫ﻹﻻﻻﻻﻻ ‪ 8 ٩‬؛ ﻹ ‪4 6 6‬ا‪-‬‬ ‫* ﻵ‪ ٠‬ﻻ „ * ﻻ ‪ 4 -8 9‬ة|ﻹاا ‪3‬ﻹ ‪ 4 ٧‬ة ﻹا ‪0‬اﻻ ﻹ ‪-0‬‬



‫| ‪3‬ﻻ ‪٩‬ﻻ|ﻻﻻ ‪ 6‬ﻻ ‪٩‬ال ؛ ‪ 6‬؛ ﻹﻻ‪33٧1‬اﻻا اﻻاﻻ ‪0 ٨‬ل ‪4‬ﻻ‪-‬‬



‫اﻻ ‪ 63‬ﻻ ‪٨‬ا ‪3 ٨‬ﻻ‪ :‬اﻻ ‪ 68‬ﻻ ‪ UEJip.ES 8٨٨84 8‬ﻻ اداﻻ‬ ‫‪ I^ L U e p v |' 83‬ﻻ ‪8 ٨ 8‬ﻹ|ﻻ ‪ 0‬ا ﻟ ﺪ ‪3 0‬ﻻﻹ‪ — -‬ة‪ -‬ﻗ ﺔ‪،‬ا‬ ‫| ‪ 6‬ﻻ‪1‬ا‪1‬ل‪ 18 :‬ﻟ ﺠ ﻺ ﻹ ‪6‬ﻻا‪ ' 1‬اﻻ ‪ 63‬ﻻ‪08 '|13‬ﻹﻻ| ‪6 6‬ﻻ‪:‬‬ ‫‪0‬ﻻ| ‪8‬ل| ‪|0 6‬ﻟﻼ ‪ 6‬ﻹا ‪ 6‬ﻻ ‪0 4‬؛| ‪ 6‬ﻻ ‪ 6‬ﻻ ﻹ؛ﻻا ‪ 38‬اداﻻ ﻹﻻ|‪-‬‬



‫ﻻ ‪ 3‬ة ‪0‬ل ‪ 3‬د ‪ 3‬ا ج | ‪ -٨‬ﻟﻤﺔ‪4 .-‬ال‪-‬‬ ‫ﻹا‪1‬ﻻا‪-‬‬ ‫‪6 8٨‬ال ‪ ٧‬ا ‪6‬ﻻ ‪ 4‬ا''ﻹ!‪٧1‬اﻻ ‪ 3‬ة ‪0‬ل ‪'| 3‬ه‪-| -‬‬ ‫| ‪6‬ل ‪8‬ل ‪|88‬ﻻ ‪ 113 8 4‬ه ‪3‬ﻹا؛ل ‪3 |8 ٧‬ل ‪ 3‬ﻻ ‪ 3 4 3‬ﻻ ‪ 6 |0‬ﻻ‬



‫^)\^^^‪J ıq ) | ı o u J e p e n q ^|^ o q u e p u n g , , : M^ıuE‬‬



‫)‪( AAAX .iu .tsON‬‬ ‫‪ BAAB4‬ﻻ( ‪0‬ا ‪4‬ﻻ‘ ‪ ٩‬ا إ ‪0٩‬‬



‫‪. . .‬‬



‫« ‪ 1 1 3‬ة‪1‬ل‬



‫د ‪ 64‬ة‪973‬س ‪73‬ﻻ‪„ 7‬‬



‫‪ 8 3 ٨‬ا‪-‬اﻻةﺣﻼ|ةل| ‪3٨38‬ﻻ‪٠‬‬



‫‪0 8‬ﺣﻞ‪3٧‬ا^‪8‬اﻻ ‪ 38‬ﻻ؛‬ ‫ج؛؛‪/‬ﺟﺲ‪،‬ي‬



‫د „'‬



‫‪ -‬إ " ‪ ٧‬ة ‪6‬ﺟﺎاا^ ^ال ‪ ٧‬ة ‪:‬‬



‫ى ‪ 6‬ﻫﺔ‪,‬ﻻ ﺟﻤﺠﻼ‪ ^ 0 '٢ (31‬ل‪، 1( 1‬‬ ‫‪ JEPE‬ﻻ ‪ B3‬ج‪:ZI‬‬ ‫‪0 9‬ﺟﻞ^ؤ‪ 1‬ا ‪|٩‬ا‪£‬ﻻ|||ل‪:‬‬ ‫ا ‪ 8‬ﻻ ‪٩‬ال ‪3‬ل^ ‪^3‬ا ‪ 3‬ﻻ‬ ‫ا ‪ ٠‬ا " ه | ا ‪" 1 8‬ﻷ ‪ 9‬ﻻ ‪0‬اةاﻻ ‪38 9‬ال ‪ £ ٧‬ﻻ|'| ‪٨‬ا'|‪-‬‬



‫ى'‬ ‫ا ‪6‬ﻻااال‪ z ı 6 e ^ m p v 0 :‬د ‪J n p u n B 8 4‬ﺋﻲ ‪- ı) e A 8‬‬



‫‪6‬ا ‪ E|nAnp‬ﻻ ‪٩‬؛ل ‪3‬ل^ ‪^3‬ا ‪ 3‬ﻻ ‪ J3 p a ^3 708‬ﻻ اﻟﻢ‪-‬‬ ‫‪Z I 9 . 3 W .a W 8‬‬ ‫|ؤﺟﻼم‪1‬ح‪ 1‬ﻻج ‪38‬ال‪ ٠8٧‬ة ‪-٨3‬‬



‫‪091100111‬‬



‫< ‪ B O İ U B p V‬ج ‪ 0‬د‪1,‬ﴽ‪ JBpV-2 — -‬ﻻ ‪6‬ا ‪٩‬ا'‬ ‫‪ & ) 83‬ا ‪2‬‬ ‫ﻻ ‪^ '68٨080‬ا؛ا ج ‪٨6‬اﺟﺎ ‪ IUJIXBq‬ﻻ ‪Ep‬ﻻ^‬



‫‪{ u e p v‬‬



‫‪ ٠‬ه ‪3٩ ٠ 3 « ٠‬‬



‫ا ‪ -‬ح‪1‬ل أ ‪1^8‬ل ‪ '٧‬ا ‪8‬ل ‪-0 ^708 |8‬‬



‫| ‪8‬أ ‪ 8‬ﻻ ﻹ ‪18٩6‬أل ‪6 |6 ٧‬ل ‪8٨‬ل ‪4‬ا‪ ٧ -‬ﻻاا‪ 1‬ﻻ' ‪6‬ﻟﻺ ‪-6 0 |0 3‬‬ ‫‪ 8‬ﻻﻻ ‪ 8‬ا ‪6‬ل ‪،8‬اﻻ ‪4‬ﺣﻼ ‪ ٠‬ج‪41‬اﻻا ) ‪ 3 1‬ا ‪ 0‬ا ‪ -‬ا ‪ 8 (9 0‬ﻻ‪-‬‬ ‫ادﻻا ‪, 3‬ﻻ!ﻻ ﻻة! ‪٩‬؟|ﻻ‪ ٧1‬ﻻ ﻻ ‪ 3 4‬ه ‪ 6‬د ‪. 6٨‬ﻻاﻻ دل ‪6‬ا‬ ‫| ‪8‬ﻹ ‪٩‬ال ﻹﻻ| ‪|6 '3‬ا ^|ﻻ‪ 1‬ﻻﻻﻻ ‪ 3 4‬اﻻا ‪68‬ﻹ ‪ ٨84‬ﻹ ‪-|3‬‬ ‫> ‪0‬ا ‪3‬ﻹا اﻻ ل ‪٩‬ا ‪ -(3 4 .3‬اد ‪ 0‬ﻻا ﻹ د ‪ 8‬أ‪1‬اا' ﻹ ‪||8‬ﻻ' ‪٨‬ﻻ ‪6 ٨‬ل‪-‬‬ ‫‪٩‬ا| ‪ 3‬ﻻ ﻹﻻ| ‪٩ 3‬ادا‪٧1‬اﻻ ‪3 4‬ﻹا اﻵ؛ ‪ 6‬ﻻاﻻ ‪ 8‬ﻻ ‪٩‬اﻻ ‪4‬ال‬ ‫ل ‪4 3 3‬ا| ‪ 3‬ﻻ ‪ ٩‬ﻻ ‪8‬ﻻ|أ' ‪6‬ﻻﻻﻻل ‪ ٧‬ﻻ ‪ 87‬ﻹ ‪6 4 8‬ل ‪-3 |3 6‬‬ ‫ﻹا‪ 181٨‬ﻻ ‪4 8‬اﻹا| ‪ 3‬ﻻ ‪ ٩‬ﻻ ‪ ٠٨‬ﻹ ﻻ ‪0‬ل ‪8 6 ٧‬ﻻ|ا| ﻻ ‪8 3‬ا ‪-0‬‬ ‫‪ 3‬ﻻ ﻻ ‪ ٨ 3‬ه ‪ ٩ 0‬ﻟﻼ ‪ 6 4 .8 3‬ا ﻻ ﻻ ‪.6‬ﻻ|ﻻ ﻻ ‪ 8٧10‬ﻻ ‪6 ٨‬‬ ‫أ ‪ 1« 8‬ا | | ‪ ،‬ا |‬



‫ا ‪ ( 8‬د ‪ 8‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪ 3 -‬ة ﻹ ﻻ ‪0‬ا‪1‬أ‪-‬‬



‫‪ 0‬ﻻ ‪3‬ﻻا|إ ل ‪ ٨ 0 |0‬ﻻ ‪6‬ل‪ل ‪8‬ﻹ ‪-0‬‬ ‫‪ * « ٠ 0 .‬أ ‪ « 3‬أ ‪٧ ) 3 3‬ا ‪ ٩‬ة ‪ (٧‬ه ‪0‬ا ‪ 0‬ﻻ ‪|8 ٨‬ا ‪-3 4‬‬ ‫‪3٨‬ﻻ!)اﻻ ‪ 3‬؛ ‪ 6 ٨‬د‪81|1‬ا ‪4‬ال (‬ ‫؛‪ 11‬ﻹﻻ ‪ 8‬ا ‪6‬ا| ‪3‬ﻻ ‪0‬ﻷ ‪0‬ل‪ 10‬ﻻ ‪٩‬اﻹ ‪8 ٩‬ﻹ‪1‬؛اﻟﻼ|ا ‪4‬ال‪0 ) -‬اا‪-‬‬ ‫‪38‬ﻻا ‪6 ٨‬أ‪ :‬ﻟﻼ ‪ 3‬ﻻ ‪ 3‬ﻹ؛ ‪ ' 3‬ة ‪6‬ﻻ‪ ٠‬ى‪ 13‬ﻻ ‪-3 ٨ 2 9 6٨ 3 ٩‬‬ ‫) ‪0٠ (4 0‬ل‪٧1‬ﻻ|ﻻﻻ ‪4 3 4‬ا ‪4‬ل ‪6‬ا|‪ 0 4 1‬ج ‪ |8‬د؛ﻻﻹ ‪-16 0‬‬ ‫‪ « . . .‬ا د ‪) -8‬ال‪ -‬ﺟﻢ ‪ 8‬ﻻ اً'اج‪,‬ا ‪3‬ﻻ‪ ٧ : ٧ 7 -(.‬ة ‪’0‬ا‬



‫‪3٨‬ل‪ 0 ٦ 68‬ﻻ ‪4‬ل‪ '6‬ا ة ‪ ،‬ةا‪-‬‬ ‫ﻻ ‪ 6‬ﻻ| ‪6‬؛أ|ل ‪4‬ا )ج‪.,‬ةﻻﺀﻻﻻم ﻳ ﻞ ‪ 3‬ﻻ ‪ 4‬وﻻ ا‪ 61/‬ة ة‪01‬‬ ‫‪ ٩‬ا ه ‪ 8‬ج ‪ 8 4‬؛ ‪ 0 4‬ﻻ ‪ 6٨‬ﻻاﻻ ‪ 3 ٨‬اﻻ ‪ 68‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪٨ 0 ٩‬ﻻا| ‪6‬ل‪-1‬‬ ‫‪٩‬ﻻ ‪ 4‬ﻻﻟ ﻼﻟ ﻼ ﻻ ﻻ اد ‪3‬ل|ﺟﺎﻻا ‪ 37‬ﻻ ‪6‬اﻻ| ‪3‬؛اال ‪4‬اﺟﺎ ‪6‬ا‪-‬‬ ‫ﻹﻻل ‪ 4‬ﻻ ‪ 3٨‬ﻻ ‪8‬ا ‪8‬ا|ﻹا‪٩ 1‬ال د ‪ 6‬ﺟ ﻼ؛ا‪ 0٨ ٧1‬ﻻا ‪3‬ﻟﻼا ‪3 |٨‬‬ ‫دا| ‪ 3‬ﻻ ‪٩‬ال ‪ 4‬ﻻﻟﻼﻟﻼﻻ ‪3٨‬ﻻا ‪ 3 4‬ﻻ ‪6٨‬ل ‪ 6‬ﻻ أ ‪3٨‬ﻻا ‪ 3 4‬ﻻ‬ ‫ا ‪ 8‬؛أا‪ :‬ﻹأل ‪٧‬ا ‪6‬ﻻ| ‪6‬ل ‪ 0 1|٧‬ج ‪3‬ا ‪3‬ل ‪ 3 4‬ﻻ ﻹ ‪|6‬ﻹ ‪6‬ل ‪ 6‬ﻹ ‪-38‬‬ ‫ﻻ ‪83‬ﻟﻼا' ‪|3 6‬ا؛أل ‪٧‬ا اﻫﺎﻻ ‪6 3 4‬اأ ‪6‬ا ‪ 3 4‬ﻹ ‪6‬ﻟﻠﻼ ‪8‬؛|ﻹ‪-‬‬ ‫‪ 1‬ﻻا؛ ‪88‬ل ‪6‬ﻹل!|اﻹ ل ‪3‬ﻻﻹ| ‪3‬ل ‪ 8 4‬ﻻ ‪ 4‬ﻻ ‪87 7‬ل ‪٧‬أﻻ| ‪3‬ل(‬ ‫‪ 0‬ﻻ ‪ 6 ٨6‬ﻹ ‪ 4 ٨ 0‬ﻻ )ةا ‪٨‬ﺣﺒﺎ ‪٩‬ال ﻫﺎ ‪6 7‬ا ‪ 3 |٨‬د ‪٨3‬ل ‪3 |3‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪ 1136‬ﻻ ‪8 6‬ا ‪٩ 7‬؛ل ﻹ ‪6‬اا||ﻹ اداﻻ ‪ 3 4‬ه ‪70‬ﻻل ‪3 ٨ 3 |٧‬ل ‪ 3‬ﻹ‬ ‫ا ‪ 3‬ﻻﻻ ‪6٨‬ﻻ| ج|ل ‪ 6‬ﻻ ‪67‬ل ‪ 3٨ |٧‬ﻹا؛ا| ‪3‬ﻻ ‪ 08‬ﺣﻼﻹ ‪3 ٨‬‬ ‫ﻹ ‪ 3‬ﻻ ‪4‬ا ‪0٨‬اﻻﻻﻻ ‪٩‬ﻻ| ‪4‬ﻻ‪ 6 :‬ﻻﻻ ‪|3 4‬اﻹ ‪ 3‬؛ ‪3٨ 3٨ 8٨‬ل‪-‬‬



(SP.TO61) m m m m



piu n ioq J‫؛‬q w A p q SA JB|B|ABA 'jS M iisdsi ‫؛‬Aszn ^ ‫ ﺍﺭﺍﻻ‬-JipiSBAO UB4A33 ueiijAe ue p b i s p nq |- ‫ ﺍﺭﺝ‬zBgoq ‫ﻫﺎﺍﺟﺎ‬u iuigeiuji UB4A33 8 UE SA (ISEAO EUEpv) ISBllSp 6A0jn ^ n ٥ ‫؛‬ -n p e |je |uo Aa 0|e ıŞıpsı^OJOS ‫ ^ ﻭﺍ‬UBPJE|||A zpA UIUIJBMBWJI SnSJBl SA UB4A33 'UEqA ss 'iJB|E0i -|‫ ؛‬Eq uijBiung -jiiiAb A JB|EA0 E UEAE|dE|llUjqSA '^EOIS '^E ٥ ^ ‫؛‬U|S,Z2 % ^ i‫ ؛‬b w e A uiuiubib II 'sp A sun g -jn ‫ ؛‬n |0 usp UJOia-, ‫؛‬١١‫ ؛‬IWJBJ u E p u iw .q ‫ﻻ‬3 ‫ ^ﺍﺍﺍ‬3 ‫ ؛‬nznA JIU6Zn 3U--J3٨ ‫؛‬JS|3d81 *s s w A UI.JB|S0J0Z spAszn^ UEpuiJE|iAi^ ISBllSp BA0jn ^ n ٥ -ISESJOq 1SJE3I1 'IJEIEPO ISJEOIl '|S|Ae ٧ BS IEEJIZ -‫؛‬SSUJS^qBUJ SJEPI ٠ g SIISJSAIUP Ag^ ozz :^Bonq|s ß £1 8‫ ﺍﺍﺩ‬Z I (0 661 ) 10‫^ ﻻ‬BUBPV !zs ■916 051 JSUJ : UJ^ 82V 81 :(0661) ip u Z06 V86 t:‫ ﺍﺍ‬3pu ‫؛‬. S8ß|oq ZIIJSDSW '( 10) V r n n w JIJ‫| ؛‬IUJUB|UJIUEl UEpUIJEJBl JS UJ-‫^؛‬I|PE (8Z 8 IVO 8 I) SS^OJS UJB 84 ‫؛||؛‬٨ ١ 3A SUJBPV p s q o y I|EPUE|J '‫ ؛‬nujOJ puss ziqBu - ‫ ؛‬ba b A İM3J0S n g -jn |0 u spsu E&iuißAEq BUJBi^Ejnp nq :jEiJBdEA EUJ EMEjnp BP BPJBIEJB 'JB|JI|ISE^ zs^ o v Bpb A SE B P B ^B P ‫؛‬UEA *3|A‫؛‬JS|UJ!}‫؛‬J ‫؛‬p u s^ JE| -^ 1‫ ﻟ ﻶ‬1‫ﻝ‬EAb i JO EpuEUJEZ 8^ UBUJEZ 0 -JE^I٥ J‫؛‬٠ 3WU3 q |١ 3q EpjEIElSBq UE|0 l ٧ ‫؛‬S3^ l|^SJ0S BP b A I3‫؛‬٥ sß 3pu ‫؛‬13UJ3p S‫؛‬H UBAbi gBS- ‫ﺍ؛ﻻﺍﺍ‬3 |‫ ﺍ‬B|^ BpuiSBJE JEWOUIJE^ E|JB|^I٥ n x -^iiuißABq USJS EUOS UIZISUE dıAE-|‫ ؛‬Bq ٠١١o i s - « u i ٠ P V » * UIZISUE ‘ n i u . j p u s jn jo ^ nuo 3 |A|jsw -)‫؛‬٥ ^‫|؛‬d ‫ ؛‬ioiAb ib p ' ٩ ‫؛ﺍﺍﺍ‬ -JB^ Bunq 'JIUE|JEJb A UEpUlJBWipB ^sosA A ulUBAjnABd 'n |- ‫ ^؛‬nßz!usp unpnsnuo^z ujeSe A^bpo J‫؛‬q BpEjng) -ninßz ‫؛‬u sp Z‫؛‬S] 3 | -s ^ s ‫ ؛‬ub Ab ^ b A spunisn UB|٩ AB^ B٥ ٠ § nw nA- ‫؛‬i^BOBquBpuiJB^ uEJipuiJBq ٧ E|BAjn٨ -OTZ -(UEpUipE UI.SUJEPV|- Bd E w n|un fe ٥ g --3 ‫؛‬3UJ!|!qee٠ p -ßu!) -B V j s w v a v



JOApuJOJOA- ‫ﻝ‬ 3‫ ﺍﻉ‬uspupznA XIIZISUJBPV ٥ 13UJZ| -JOZ yiizisuiBpv :nÇn^oA !4 ' 13 -UJIPJEA b p b A •>‫ﺍ‬9 ١‫ﻻ‬E ) i n z i s N v a v - 3 E U J ^ ZJSUJBPV -^eujb E A ZJSUJBPV^ u jp e . ZJSUJBPV :JI|IUE||P^ ‫ ﺍﺩﺍﻻ‬n u jn j n p U-‫؛‬U3SW‫؛‬٧ IUIPB^ nq ISSUJ' X‫ ؛؛‬ZISIOUJIP ZISEOOX -sq '-،IS Z I S M V a V jb A Iuioeji



J|-‫؛‬q UBUIUBI 3|A‫؛‬Ç‫؛‬ı‫؛‬sp u « u JB p v '‫؛‬، -١١3٥l١U٩IS١‫ﺍ‬0‫ﺓ‬USpupzpA Xll‫؛‬MpUSSUJEpB Ujn،d 0، n g XI|I3WIZE|3W3U :‫ ﻻﺍﺍﻭﺍﺍﺟﺎ‬u ‫؛‬u SSUJ-‫ ^؛‬UEUEJAEP S |A ^ SA n u jn jn p BUJ|0 ‫؛‬١٠n OSPUSSUJEPV -B‫ ؛‬0 3 a N 3 s n v a v lOUJIZBISUJSUJI|IUE||n:^ ‫ « ﺍﺩﺍﻻ‬UJ!^ ubAbujib s A‫؛‬p p ‫؛‬3 ‫؛‬A s -‫ ؛‬J‫؛‬q ٥ ‫؛‬u sjsispß ^ I|ro u j« jn u jn spuiJEi' 4 - ‫ ؛‬IUBJABP SA !١١‫ ﺇﺍﺍ ؛‬-، IS | a a a N 3 S H v a v jipsw suJisupA nA,o-‫؛‬UJSIJEH pn،s 30UE٥ ‫؛‬js q U3P.ZZ61 ' boijAv -J‫(!|؛‬qE|iAES (£Z 6 l sisa u a o uBouauJV '(،Z 6 l ) BLßiag Big Z 9 6 l) UJBUJOO)' '(6961) UJBUJOO 3،BA.،J٥ onqnd EpuiSBJB iJEiiidBA jp q o UI.SUJEPV u b Ao^ 3A8U4BS IiidBA I|PB s q jn PUB uBipuairj is o d BP.996! -jnpnsnoujnjoA ‫؛‬A‫ ؛‬US unu.,nqn|S 0 J0|Ab ، . , !js q US1.S961 E pung n in id oi AuBduJ03 3‫ ﳗﻠﻶ‬، joiAb inBd ' iSibubs UE|0 ‫ ^ﺍ ؛ﺍﺍ؛ ﺝ؛‬J‫؛‬q ni٥ nß SA ‫ﻻ‬3 ‫ﺍ‬ XSUSISA ^‫ ؛‬JWSN) U^S] u nisn (£V61 ^JO٨ I^UBP UipB^ l|6^‫؛‬. . . JSUJE"'(uApjB3 ) S B p s iw s uspui^EA n u n g o i U !-‫؛‬J3|J3Z!٥ 3 ٥ js ß Ep.EdnjAV ^3JSß 's p .a g v ^SJ^ l٥ IPIB 3|3 USPİUSA- 33 - ‫؛‬U|J3|U3A0J3S Ul.UEUJ Eg s p .8 9 6 ! 'il (-‫| ؛‬E|6،sn 3P3UJ3|UJ!S3J IJB UEUJEJqe^ unisn - ‫؛‬q ‫؛‬ß (u jbpv bsbjez ) UBUJ IBS 3 |Aus-|‫؛‬ßz !٥ ‫ﺍ^؛ﺍﺍ‬1V61) 3 ^ ‫ﻝ‬ja s n ) 0٨ l3UBUJ0J‫؛‬ßz ‫؛‬٥ 1|6 ^ ‫ﻻ‬3 ‫|( ﺟﻼﺍ‬. . . ESN) S B jiiisub A i-‫ ؛‬٧ b nq|iAe ‫؛‬JS|UJnq B Iipe (0 V 6 t) ^S,,B^ 3،,UJ3S0Z 0، s p jn g |p 3 ١BJ،sni‫ ﺍ ﺟ ﺔﺍﺍ ' |؛‬١ BJJSIS 4ß ‫؛‬H 8 ‫ﺓ' ﻻﺍﻻﺍﻻ‬ -IBUBS -‫ «ﺍ‬3 ‫؛ ﻩ‬JSIUJSSJ BJBZUBUJ ZBUJ|n،nun uBpuiuji^Eq ^niungoA SA ujnAn ^SJSJ



SA- 1٧ 1‫ ^ ﺃ‬6‫ ﻻ‬EP Egl|l|JEAnp 16^ 6 ، ' 3 |^‫ ^|؛‬u!ss J‫؛‬q UJBI‫ﻝ؛ ﻻﺍ‬3 ‫ﺍ‬3 ^ ‫ ﺍﺍ‬UIUJI^B ng -ipsinßAn SWII ٠Z‫؛‬1‫؛‬iuiJE|UJEjn^ UIUJI^E n g n p jn ^ nunÇnı 1 n id o i - ‫ﻭﻻ‬-، 3w !|j ‫؛‬q EI.U01SSW (‫ ﻻ‬86 ‫ ' ﺍ‬BA|U ٠J0،‫|؛‬BX ASJSIUOPI -2061 0 « ‫ ؛‬3UBJd UBS) 1‫ ﻩ‬،6‫ﺟﻞ‬0 ‫ﺍ‬l ،0|6 ^‫؛‬. . . J3UJB -(|3s٧ v ) S B JI|B JSA- ‫؛‬J3|3UJ3|30U! !^spunisn J3| -٧ n n |E ^ P !|،!‫؛‬3 ‫ ﺩ‬SA IJB|EU^I|B٥ !‫!ﺍ‬6|‫ ﺍ‬3 ‫|!^ﺍ‬ -JSUJOZ‫ ؛^ ؛‬td o s p u ‫؛‬s ‫؛‬z ‫؛‬p |‫؛‬u s ،‫؛‬q 'n ‫ ؛‬n|nq (|1



a



-|0jp |q |UE|d SUJBPV) OUOJOZIEIB^ 3UJ3!٧ 3 J|q 1‫ﺍ‬1^ ‫ﺍ‬3 ^ 0 ‫ ' ﺩ‬SMIISZO BpuiSBJE IJEIEUJJIl - ‫ ؛‬EJB zisiAbs ^B p u n snu o ^ bAuji^ ^JUBßJO ipuBlE ^BJBIO 0J t^ 3 (OJd e A u j^ ^ iu b BjoSIOUIIII) BA.EUEqjn B p .6 1 6! n p j )‫ ؟‬UJ|U3J 6 -‫ ﺝ‬. BP.EAuBUJIV BJUOS 'BP.PJBAJBH SOU 0 lZ61 SIOUIIII 'u ß ) ‫(؛‬B dujB 43-6881 u o is o g I|E^|J3UJE '(js ß o y ) s n v a v iobAuji^



JIPIUJEPE u j -‫||؛‬q ^11 usAsiJiisq IUIJEI XWBzn ^ bjbjiiSbiiSjb ^ |U!J3|J|PB^ ‫ﻝ‬0 ٧ 0 ‫ﻝ‬٠ 6 A|J3|J|PB^ ^Blinuj UEUBldKSq SJ٠ ß BUIJEI|3 Abi 'UIJE|Zip|lA)- ‫ ' ﺍﺯ|ﻻﺍﺍ‬IllSUpA |U|A3UJ3|Z0ß S3d3! UOSIIM u ie a p BA.9V61 US1.E261| -(BUspESBd- 9A81 b A^b iu v ) |3UJ 9861 ‫!|؛‬q



-^‫؟‬B^|J3JJJB '(AaupAs|1 6 ‫ﻝ‬3 ‫ﺍﺍ‬8‫ﺩ‬



SNVaV



JipjEA IJE|EUJ-‫ ؛‬l|Bp SU nisn is.BdnjAv - ‫ ﺝ‬6 ‫ ﻩ‬6 ‫ ﻻ‬eoij Ab 'iiidBA J!q 0 \\‫ﻸ‬ ‫ﺟ‬ A18l



٠ ‫؛‬UJ0J.S31B1S p s



1 0 8 1 ‫ ؛؛‬٧ n 341



)8E81 UOI-O Ajoisjh '(8161 uoißu|qsB٨٨ sog) liqiJEi I|B^|J3 UJB '(Ajusg) S H V a V ipzBA UE|dE-| ٠‫ ﺍﺍ‬sunisn iquEi ui.SH^nqoBSSBpj 3„i||3ZO ٧ B|SA IldBA iuigi ^ ‫ ؛‬Bq Un.pB0J||By 3 |1!0 -Bd uo!un JBpB^ 6 .0681 US1.V881 jn p n i -‫ﺝ‬u i.su jB p vsiÄ JB jy S3|JB43 -(5161 UOI 0 ßuiqsBM -8881 u o is o g ) !dqiJBlSA lijESiiJ3W6 '(S|OUEJd S8|JB43) S l « v a v |-^1 I|B١ (2 881 ) 3 jn ‫ ؛‬EJ31‫ ؛‬١ | E3 ‫؛‬J01S‫ ؛‬H



‫ﺍ‬IS nuB U J



V



SA 0



VZ81 )) ‫ﺝ‬3 ‫ ﻭﻻ ﻳﺮﺟﻼ‬A qojE uow p u e Aobjoolu iJBiiidBA IIUJSUO US :npio J0S3)OJd SU: 3 0 ٧ n UBß|q3||AJ -(2061 ' b A|ujo،||B^||S3l|SJ3A spuE |p3y-'S£8l ' ' ‫ ﺯﺍ‬0 ‫ ﺳﺎ‬3 ٨ ' A qj3 ٥ ) ‫ﻭﺍ ﻻﻧﺎ‬ -El !|B‫ ! ؛‬. . . JSUJB '(lIEpiJS^ S3IJB43) S B ipuBlUJlAb A Soup B4BP JBiinuos - ‫؛ﺃﺍﺟﺎ‬6 |‫ ﻻ‬U!U.J3!J -‫ﻝ‬UBpugipBUJUllE 3}B^^|P Bpuiesi 3٨ ‘ 31 IJBlinuOS UIUIJE|EWJIl' ‫ ؛‬BJV IPJ3A 1‫ ﺝ‬6 ‫ ﻻ‬6|0 siuspiisq nunujnuo^ SA BUJBIIIUE^ ‫ﺍ‬٧ ‫ﺍﺍﺟﺎ‬ -JBA un.unidSN 'u!u3ß3Z8ß J|q ^Bzn B4BP jEidEssq igiidEA 3W|)j' ‫؛‬q Biunung -IldBA JE|EUJ‫ ؛‬l|Bi ‫ ^ ﺍﺩﺍﻻ‬EWBMlßE IJS|١١||ZISU3Znp | ‫ ؛‬UJ|U|A3p U|U|U3ß3Z8ß SpuBJ. Ep|sp ٧ UE iuAb bujb ' ijAb usp - .‫ﻝ‬3 ‫ﻟﻼ‬3٨ 8 ‫ ﺍ‬-،2681 3ßp|jqujB3-6181 '||BWUJ03 'JSESUBl) |3 -uj||!q‫ ؛‬0ß z‫!|؛‬S H V a V (ßu| '(4on٥ 3 U40٢



ipBuAoOJ sp uo w o zod uiuigi|ZEUj|‫ ؛‬nAn BUJEqEiv BJ^ 3P.3JA3U83 'IPIIJSPUOB BA.6jpuO ٦ B-|0 1‫| ﺩ‬Epo EpuiSEJIS 8 ‫ ؛‬EAES ٥ | ' SUJEpv UB|0 l‫ ؛‬JE^ 3 ‫|ﺍﺝ‬3 |0 ‫ ﺭﺯ‬-|SUj3l !.S113S|| 3 {1 npOBSSElAI 6P.01EU3S IBJSpsj ^BJBAe I- ‫ ؛‬Bq U 3p.888l j n p n if r j UI.SUJEPV Aou‫؛‬n o u oisog) IBUJOI 9881 d |P IIB^IJSUJB '(SIOJEJd S81JB43) S N V a V



‫ﻫﻼﻻ‬٢ '(A Ae - I I



u n p u n p q e p ı p B٧ISB^|I2E٨‫؛‬u ‫؛‬J3|4 ‫؛‬p |‫؛‬q SA ‫؛‬J3|36j!pnq ^‫|؛‬ZiSBJiÇBq 3W||j‫؛‬q B|.uos -‫ﻻﺟﻞ‬3A !PliJspupe 3 ٢ ‫ ﻻﻟﻶ‬3 ‫ا‬3 ‫ل‬6 ‫ﻻ‬s z z l ^ 0 3A V ZZl l، ‫ ؛‬SAsUJSpO lUlSBludO^ usp l|B٥ u -‫؛‬jiq j ‫؛‬q U‫؛‬U3٠ ‫؛‬١١‫ ^ ؛‬BJE٨B|doı 3pU ‫؛‬S3J٨a ٥ İU‫؛‬J3|3٨P !SiPBd 6 ‫؛‬4 M '!pj!«s |nqB^ I٧ıp -‫ﻻ‬s p s jp s BSI^ 3|A!13JBS33 ^ 3 ‫؛‬u s p s ^ 3A ‫؛‬s su js^sp n u j oı٥n6 BPBJIS ‫اﺟﺎ‬١>‫ ةاا‬JEIIZEUJ - ‫ ؛‬n ٨n B punsnuo^ J3|‫؛‬6J3A BpulSBJB ‫رورا‬ -s e j. ^ jç s 3 ‫ اا‬IPIİPS |nqB^ b A SJS1||6U| 3 ٨ s p .8 S ،l (9 2 8 İ A'A b ;5 £ Z 1 'SJJSS -0JB٩ npsBssBiA) [A3u -‫؛‬n ٠ unBnq] 33Ji٧‫(؛‬B jg A3p l|B lUJBpB|٠3 ^‫ ؛‬s n v a v (J8WB '(uq ٥٢ ^ Pis JSA BpuiJBS UIJB|UB|0 iSjB!3UJZ‫|؛‬EJ3p3، 3A ‫ داﺑﺨﺮا‬l‫ ؛‬JB^ 3U!S3UJ|‫؛‬J‫؛‬p u 3 | ٥Ç|6 Ult33Jn١١nq IZSJJJSUJ 3MIII8ZÇ 's u js p v IPIEZB ‫ا؛ﺟﺎ‬٧ ! ‫ ا ؛‬uspunzpA isbbjbbjb Abj 3 AE-^ ‫ﻻ‬3 |‫|اﻟﻼ‬1‫ج‬9 ‫؛‬USA ‫ ^؛‬BpuiSBJB UE|‫ ؛‬E٧jnA ^ 3 ‫ل‬3 ‫ ^' ة‬l|E,SEq ‫رؤ‬3 ‫ل‬9 ‫ ' ة‬ip' EJUOS EqE٥ bu Ao- ‫ ؛ ﻟ ﻬﺎ‬pAnq 3pu ‫؛‬S3|3pB3nw ^I|ZISW|Ç s q 3A ipBI.ES |U-‫؛‬J3|3UJ‫ ؛‬J!q|3 ‫ل!ﻻ‬3 ‫ﻻ‬3 ٨3 ‫ة‬ -pnA ‫ ^؛‬3pj8|96jnuJ0S 1310 3A S«3Snq3ES ٠SE‫؛‬N '!PJS1S06 '^I|JEJBA 3P3I3PE3PEJ l‫ ^ ؛‬JE 3A,3J3)|‫؛‬A Ae 22Z l uoisog) IIAJ ، £08 )- 6 ٧ 1 EPE i^ b AS ıp ip a u iB '.snEJES) s n v a v lldsA ^I|I3EJE EpuiSEJB İE|JE3 -i|EdnjAB ^ 1! 3|A 301‫؛‬j3 |‫|؛‬rç)sA u o d s r ^ bjb Ab , - ‫ ؛‬Eq uspuıııA 6091 ıp|B^ Ep.EAuodEp ^EJ E|0 UEUJ-‫ ؛‬IUBP ^! ‫ ^ﻻ‬3 ‫ ا‬u ‫؛‬Ç3p sAsounid '!p , i p s ISAEP e A.b ^ b s o UEPUIIEJEI nssAs une o g -ıp|E^ E punjoz ^EEJUlglS EUIUEUJ -‫ اا‬J‫؛‬q u nu .n ‫ ؛‬nA‫ ﺟﺴﺎﺍﺟﺎ ' ^؛‬3P.0091 ues!N 6 EAuodEp- J&5P3,V9S1'IU3X 'UJB4 0291 )-6 ٧ ‫؛||؛‬٥ ) ‫؛‬3Z‫؛‬u s p z ‫؛|؛‬6 u ‫ﻟﻼ (' ؛‬6 ‫ دﺻﻤﺎاا؛‬s n v a v -|‫؛‬q3J3A uos BPE4‫؛‬13‫ ؛‬١١E3UE sApıun^od nq 3A ıp|E 3 ‫ا‬uspupA J3q n u jn jn p nq Epuu 3 EiııdEA isso A oujeSe Azp aA- |3 ‫ ؛)!ل‬l(PE 3 |3 (8 9 6 1) ‫ﺟﻼد‬، ‫ ﻻ‬3 ,، 1‫ ج‬SUJUJOH,، 3A (‫ﻻ‬96 ‫)ا‬،‫ﻻﺟﻼ‬ -3JU.JEUJ ‫د‬AOUJBPV EpunsnuBS unu ، 3، 3 nq :([696l]s،JUJ.J،40)i)SJBS uspuıusA J3qiAsAdnıo ‫ اااﻻأاا‬3A I3EUJ‫ ؛‬E|^EP0 nq !‫؛ا! ج‬3 ‫^؛‬ -uiub Au o p J 3 ٥‫؛‬q ٤nuj^p ٥ 3A l|EdE^ EUJV ş j ş p o n 9 m :[£961] u sdıu eı (8961 )) -‫ ) دﻻﻻ‬IPISUOA Bqnpn J‫؛‬q ‫ا‬3 ‫اا‬3‫ ' ﺣ ﻞ‬Eq uıss ١١ sp 8A- 6 ‫ﺟﺎﻟﻼااااج‬i^ e Ais 3A |KUJn|doı J!q 6 ٩ ‫؛ﻟﺞ؛ﻻ‬1‫ج‬٩ b iib p (‫ ئ‬9 6 ‫] ا‬.'‫ ﻧ ﺠ ﻢ‬0,0 ‫ ﻟ ﺞ‬:[5 5 6 1] 6 u y -6uo٥3 ‫؟\' ﺍ‬Sfcv\ SUUBJBI jn « s 3 ،0Jd 3 J3A 3|Z! ! . iq 3 3 jg 'AOUJEPV (iSEUJUBI^ (, 3 UIIUEI U!.U- ‫ ^ ؟‬3UJ-UEUJEZ J‫؛‬q in u jo s 3 A |Ç -||| ‫ ﻭ ﺡ‬٨ ‫ ﻭ‬٩ U ‫؛‬U | ‫ ! ؛‬J3A ‫ ؛‬I|E ZÇS) U E |n q U 3 p!U 3 A



[3J3p!e !..JS iJsesp^E po„ EJUOS ([2 5 6 ı ^ aipojBd E, :[0 S 6 l] sJA n aou e n ‫ﻻدج‬3 ‫ل‬ ‫ﺩ ﺍ ﺝ‬3 3 ‫ ﳉ ﻻ ﻡ‬٠ ‫ )ﺍ ﺝ‬ip JB |JO A n ^tK 3 ‫ﻝ‬3 |3 ‫ ﻟ ﻶ‬3 ^ ‫ﺍ ؛‬ ‫ ^ﺟﻞ ؛ ﺍ ﺍ ﺍ „ ﺍ‬B P b A 6 ‫ﻝ‬8 ‫ ؛ ﺍﺍ‬6 ‫ﺟﻞ‬z 0 ‫؛‬s j ‫|؛‬3 q U J3 I1P



npitrunBurm ' „ ‫د‬0 ‫د‬3 ‫و‬ -qBqn٧U ',SEUJ،3J3A '‫ﻟﻼﻻ‬,‫ﺟﻼﺟﺢ‬، ‫ ﻷ ج‬0 ، '‫ ﳉ ﻻ‬0 ‫ﻝ‬ -n^uB^ 'n p uB SU l 'njojEiıOBp 'ISBUIISIE "nı ٠ UJE،3«npgE :JipJEA ipB |3J3A،-OUJSpB 'n 3 d SP.SA^JOİ ununioujBpB UB|uıp^ ^0 ٥ UBIPB s Aip nıo unOıs SP.JSMJOZ- ‫؛‬١١sg -ip Aio b i I|UJIS|IJ s p U|J3|030Anq- ١١٠١١■nq UBU ١nAnq B pgB İE iJO -ji|iuB||n^ -EZE^ un J!q J3q u s p ^ s s | ^ 0 ‫ د‬iAb |0P U3pU!J3|!^13 ‫ا‬3 ‫ﻻ‬ -ipe 0 3 .6 |3SU!3 SA ‫ا‬3 ‫أا ؛ااﻻ‬nonjnı' 6 ٨‫ ؛‬nAn S3!3 |'^ ‫ﺟﻼ‬6 0 ^ 0 ^ ‫ ؛‬n w n n jn ‫ ؛‬unu n iou j BPV -ipJJUE|dO) UEpuiUI^BA U-‫؛‬J3|J3A U3| -‫ ^؛‬IP ISBgEJEp s m ‫||؛‬3 ٧s 6 'u spjsp sA ZISSI l^lig -|PJ8|J0U0J0S ‫؛‬UJ34J3UJ niOUJEpB 33 -up U3P3UJI|6 3U‫؛‬U‫؛‬Ab ‫|؛‬SSpEUjnO J3|!A^n ٠A ipjlJipB - ‫اا‬3 ٨‫ﻻ‬3 ‫ ؛‬jJjapiB ‫ ' ا>اةاﻻاﺟﺎ‬je |Çes iuiseuj ^ p uıx ‫ ؛‬E ١0‫ ة‬saj٨aß u!eqep ap٧ ‫؛‬٠apj٩ -aß ‫^؛‬sa6‫ل‬٧‫ ى‬uap,056L 9H‫||؛‬9Zd ‘٠U9X n٥ -nuos J9|auj§!iaß ng -ij§B|n bA.bubpv >‫ﻟ ﺔا‬ -BßB l,JB|S٠J٥i BpUIJBIIlA l§B٨BS BAu OQ ‫دأ‬ -upig nioAjiujap ZBOIH ipuei.eq BUIUBUJ -‫؛‬٠B|An|oAj U1SJ9٨ ‫؛‬٠ep٠988 t ^ujap ‘jua ipjlpUBZB^ lUl.iiiazd -‫ ا‬nAoq n^uoßnq bA.bu^ ^٧9 BPV ^BJBUBiziq BJU^ U9P.056L QHinazqaujß‘‫|؛‬aß ng ipBißBq aAaujßiiaß Bpuisu bA lOUtyl Ul.-AA -XIX :euepv usAbu ^ b- ‫؛‬٧٠٩ 0‫ ح‬٠0 ‫ ح‬UBAnjo‘ nsn٠n٧^ ‫؛‬ui.iiiazd ‫ اأ‬BJ ^٧9 BJ J§-‫؛‬٠JB q iiiBq Bpo ajgs unzn|٠Bq buisiA 1^ |OS ui.uBqAas lAejnq- ٠njd٥ >i§Bieuj|B١١. uapuiujauop Buwy -jnjnj§n|0 LUjßapaA ٧i٧isii|^nA ßeqad l^ajlBp !>|apu!sajAaö -0 ‫ ل‬UB|٥ ^. iujbAbp bui. bujji UBqAas Bpn ٠i٧i^ p j٩ aß -Op luipis ٧ !٧ ‫ اأ‬BUBPV ^٧9 -‫ ﻵﻟﻼاﺟﺎال‬uBpByo uaujaq uaujaq BJ ^6 uos UBpUlUJldBA uiui-‫^؛‬BJBq UBqA^ 'IJB|UI SBq las u e ^ p UBP٧1٠I|ZB UIUI^JB) AaznpU٧U9^ BMBW tyBpuiSBJB ^opnp n٠np٠nj٩ -‫ ال‬-JB^e epu‫؛‬٥i ^ejeA J ‫؛‬q §‫؛‬uaß ‫ ؤ‬0 ‫اﻟﻼ‬0 ‫ﻟﻼ‬ ٠0ß ajjaw ßB‫ ؛‬j ‫؛‬q awoizop nq ‘I.BWJI uBq A ^ -J1P.W 82 apza^jaw i٠ -‫؛‬M ^ n A uap z -‫؛‬jnjßniuinjn^ apuaßi LUX ov- ua٥ ^‫اة ؤا‬ -^bA uapziuap ‘apuijazo ‫اﻻ‬٩ ٧BpJB|BßBJ BJ nß|Op ibAapib u ai^nA - 9‫ ىأ ﻻاا‬Jiq jijBq n j^ p BJBI.BP MapAazn^ uBpuiSBJiap BA jjn^nQ nßnpjn^np UIUUBMBUJJI uBqAao^ ubuA ^ ljuax BUBPV VAdVdOOO 9٨ ٠ 1(0661) '٠0‫ ﻻ‬05 ‫ ا‬9 ‫ ا‬6 :epuns.-٥٠ -^UJ 0 ٧ua^ ^!|BqB|B^ p uiu.aAw- ۶8fr UIU.BJB^UV -‫ل‬0‫ د‬-‫؛‬za^jauj U!U!|1 BUBPV ‫ﺣﻼ‬1‫ ح‬J9A b p b j is p UBpuiuji۴ q . ‫ ■ د د ا‬snjON * V N V a V ip٧B|ßBqB|A|JB||0A bjb^ Iiuaznp UB|0 ap Iiuaup ^1! -nfrjp-Aauno ajBJjs BA.n^pßuv n ^ a a٨ ‘‫‘ ا د‬II BJUOS U9P.056L Ip.i^e B|An٠٥Aj‫؛‬iu ap BP٧UB|||A i^babs BAuna- ‫ ﺣﺄﻻﻟﻶا‬ue.ßBp SOUBWV 9٨ ‫ل‬6£ 0‫ل‬0‫ د‬-^ . Jipiiwaup niunu ٠A uBUBzn bA.bAujbj^ oz||Mapuuazn JB aAqns uBp.nppBUV -a،N 9٨ ‫ ا د‬Ulli -JipBp BUBPV |S٠Z % >|i§bmbA. ٧ ‫ا‬٧ ‫ﻻ‬3‫ اقﺀ؛ا‬ijjsnpua Map.aAMJOi -JipjBA ap auBqwn^OP 9٨ auBqjlUJBj ^‫! ﻟ ﺪ ه‬٩ B3٧Ab apii -JipqaiiJjsnp ٠juaw -ua‫؛‬٥ ‘ajsaja^ ‘unq^ ٠‘(٠BA i^MJiq un) paiappBuj uisaq ‘Bwn^op n^nujBd‘ l.lldi ^nujBd‘ '‫ داوداو‬٧B|B3i|§Bg -‫؛‬pjajsdß aiu§‫|؛‬aß ^pAnq BJUOS U9p٠056t ٠‫||ﺣﻞ‬0^ uoAa|§!‫ﻷ‬9 ‫ا‬٧0‫ل‬I^WIJBJ aMiiiazo 0 ‘‫؛‬siJjsnp ua awa،§| -J-‫|؛‬9ß bA.bubpv ^BJB|0 I٥ ‫؛‬toß ٠1S‫ ^ ؛‬٧iq uo BpuiSBJis ipBSBq|1wijSj a٥ja nujBd aM!l٠9Zd ||A jay jipuapjain UB|B^ ß^ ^0 ‫ د‬ua L ß Bp bA 1M9J0S BUBPV IJPB ISIA-^ ٧ijai٧ ^ a|jaA d ‫|؛‬aß uapJ9|9ß B^^Bq BABjnq nonu^ isaujua^i diiiJU ^>|-



uiuis،3 u NO



/ — "— ‫ د‬٠٠' ‫ا‬ ٠9١‫ل‬ #



٠‫ل‬1



0001 M،



~~i Qfr i ٨3p | 1



٣٠١٣٠• njMWMl



٢



f



z



|g



N



‫'ا ? د‬٠ ‫ج‬ . 0



\\







i



‫ﻟﻰ‬١١ A



‫ﻻﻫﺎ‬٠٠‫ﺐ ﺋ ﻞ ; ادﻋﻬﺎ^ل‬ ‫ب‬ ‫ا‬Z 1



!



:



■ jO



‫ﻳ‬



0A



، N IS U l



snsyvi 3 ٠ ‫ ر‬٨ !NVWSO



S l/ zndiBA



3UZQ9



33 IU ‫؛‬



c



e|ÄBÄpB۵



‫ﺳ ﺪ‬ ‫ﻻ‬0 ‫؛اد‬3‫ ة ج‬8‫د‬



n n



IIUESJB^ 3|B*33 IU 9A



‫ل‬٠‫ﻟﺢ‬٠0‫ا د‬



٩



‫و‬..'



nijnsuBW



*



‫دو‬0‫ ة‬3‫ آ د' ﺟ ﻼﺋ ﺞ؛اﻻ‬. . . ٠ ٠ I J I U I S ‫اا ﻫ ﻮ‬ IJIUIS ‫اا‬



١0 ٨ 38NVdn.



IZ 3* J3 W ^ E3nq



K



‫ ة ا‬3 ١٠‫ ﺳ ﻮ ل‬3 ‫أ ه‬



٠



IZ 3 ..J 3 U J |1



vzyyw oi



-§‫؛‬iaA ٧ ‫ﻷ‬9 ‫ ا‬٧ 0 ‫ل‬IBSLUIJBJ 0 ٧ 9 ٧ 9 |‫ﺟﺄل‬8 ‫ د‬UBJ 9 ٨ JB ^9J9p -‫؛‬ß ‘lSBW|njn^ UIUIJB|UB|B ‫؛‬J^npua l٧ 9A ‘isBW|njnjn^ uiJBMiMBjBq ‘ISBWUIIB ‫ ﻻا‬9 |٧ 9 l§JB١٠ ٧ M§BJ ‘ISBUJ|ldBA u |BJBMI‫؛‬u -‫؛‬J9٠S‫؛‬S9J BWB|nS 9 ٨ ‫ﻻ‬6 ‫ ‘ أﻟﻼ‬٧ IJB||OA BpJBI A MBJUOS U 9P .056L 'ipeSeA !Uioajns ||- 9 ‫ﻟﻼ‬ -$ liaß iu Ab 9 p u ‫؛‬ß ‫ ^ ؛‬n iu o jn q J‫؛‬q ^ ‫ ﻟ ﻼا‬0 ‫ﻻ‬0 ‫د‬ ٩ 9 p u B|JB|BA0 nq ‫؛‬A9 ٧ n ß UIU.BUBPV ‘Bp Ab j b h ‫ و‬٨ ‫ ا د وا‬n p in jn ^ 9 ‫ﺟﻠﻼ‬9 ‫ﻻ‬i٧ 9 A 9 ٨ ‫د د‬ -‫ل‬٩ BPBJB ^ .'!P llJ lte ß bujb §b A >jl§0|jaA BP UBp U B ^ e^ M -JB|B٨٥ ' 0 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ص‬Jiq ٧ ‫ﻷ‬9 ‫ﻻ‬9 ‫د‬ -Q 9 -np ^ ‫ واﻷ؛اا‬3 p u ‫؛‬sauj^!|3ß UILUIJBJ ‘ ‫و ﺳ ﺎ‬ -٤ ip UBJJE B|Aisbujj^ b ,s ‫ ااﻟﻼاﻻا‬9 ‫ل‬0 ‫ﺳ ﺎ د‬ ٧ |§BABS ١ BpuisiJBA P ٧ M! unzn I^ 9 p ٠a a ٧ UI..AA .XIX jn ^ o ß UBPUIJ^ !١٠! UIUISBUJBIEJ -‫ ﻫﻞ‬3 ٨ ! ‫ ؛‬0 ‫ د‬٠n g JipdBA yjiJBi 9 p u ‫؛‬s ٠0 2 % ^ I§B|^b A u iu b ib ‫!اأ‬١٠3 -‫ا! ؤﻟ ﻼأؤاأ ل‬9 ‫| د ه ^ ة‬BWB 3W §3|3 ٧ MBUJ BpUJIJB^ JIJ&W|u Ab -ns 9 ٨ BWIJBJ IS.98 % ^ i§e^eA uiuuBMBjdoj II -‫أل‬ -!‫ل!ﺟﻞ!ل‬b p .b u b p v 9 p n ß 3 ٨ |0 ‫ ؛‬A n q !‫ل‬3 ‫ا‬٧ ‫ ﻟ ﻪ‬0 ‫ﻻﻟﻼ‬6 ‫؛ ا‬WM UBAb u A . |OJ ‫ ﻟ ﻼأ‬9 ‫ ﻻ‬0 3 p ٧ !J3JB٥ -‫ § ا؛‬u lp 9 ٨ ٥ 1‫؛‬u ٠9A !>jjni -‫ااﺟﺎل‬6 ‫^ ه‬BpuiJBip S jjjsnpua 3 W 3 !|§! ‫؛‬.g ‫ ا‬o/o ' ‫ﻻﻟﻼ‬6 ‫! ا‬.8 9 % ١٠‫§ا‬ ٠B|^b A u n u n g Jip ap unjsn ٧ |.lu ejo % ^ 0 Bsnjnu |9 ٧ 9 ß un sn .n u ٧ ‫ ا ا ة‬6 ‫( د‬g e % >‫ة ا ا‬ -b i ^ b A BpilA) JI|B iAb jis nounßn UBPUIWM Bq iziq Sijjb snjnu - ٠|| J!p3p ٧ !٠ !|3 i! u ‫ ا‬٧ 9 ^ n jn A t^ B p ٥ ‫ل‬3 ‫!ل‬٩ U spuiW M Bq ‫ﻻ‬9 ‫ ا‬٨9 ‫أى‬ 9 ٨ aAlUBUJSO) ijbiiAk sn,n ٧ ٠‫ ﺳ ﺔ ﻻ‬9 ‫ د‬.uez



MJiq ' WIM! '^ ‫ ﻻاا‬٨ ‫ ح‬nq ‫ل؛ ﻻ ﻣ ﻮ ^أ‬9 ‫ل ﻓ ﻮ ^ااا‬ep 9٨ uiseje - ‫ﻷ‬9 ‫ﻟﻼا‬٠ | ^ Aazn Aaunß 9٨>٠٧ ‫ ااا‬-JIU ezn apuiiBq J9,ßJ٠s‫؛‬A.w 000 e-OÖ9 z ‫ل‬9٨ ‫ل‬9٨ 9٨ i n . aupiqjiq 9p٧ n٧ •oA ٠٥- ‫‘ ﻻ‬B|AipB JB|S0J0± n ‫؛‬jB|ßBp jb ٥ ٠9S>inÄ ا‬1IZB١1J‫؛‬lU9a BpuiSp ZEJiq UIUIJIUIS I! 9٨ (‫ ﻟﻐﺎ‬I9\r ‫ )ح‬jsad J9I.9Z09 1. (‫ ﻟﻐﺎ‬650 ‫ ﻻ | د )ح‬٧ ‫ ﻟ ﺔ‬9‫ ﻻ‬epUISIJ Bq uniunioq nq ubAb -^ ^ 0٧ 0 .‫ د ع‬% ^ 1^ 1 -^b A uiuiJBMBJdoj ‫• اا‬J!p9ß|0q J‫؛‬q t^ 9 ß u 9 ‫ د د‬l|dB^ B|JB|ßBp ‫ ة ج|ا‬٩ auiwajsts ‫ج‬٠ ‫ل‬٠ ‫د‬



B S U E U IM f



-‫ ﻻ ه‬٠1P‫؛‬PB ^^) !‫ل‬3 ‫ ^! ﻻا! ا‬U 9 p u ‫؛‬J9|Z9XJ9^ 3 ‫د‬ . ٥ JI^ 9 p | 11 JB^BA g p j9 |9 ^ ^ 9 |J 9 A 0 . ‫ ا‬۶‫ ح‬% ‫ ا ة|؛‬a p ٧ )



^ ٧ 9 ‫؛‬Z 3 ^ J 3 W



I S . O/o ^ ! .



11 n ^ ß



b A urenjnN



‫ ﻻ‬9 ‫ ا‬.٤ ‫) ا ر‬



‫ ا>!ة!(ل‬56 9٨ .‫ دﻟﻼة‬١)



JlpUI^BA BUIJB^ 1^1 UIUISBUJBIBIJO a A i^ jn i ٠nß n |٧ n ^ A snjON ٠J‫؛‬9 ß Bj§Bq p ٧ 9pJ9||i|٧ 9 ٩ Bq IZiy 9W ^ | UBp٧ IJB§‫|؛‬9 ß ‫ ﻫﻠ ﻼا ﻹ‬٧ ‫ ^ ه‬9 9 ٨ aLU‫ ؛‬j ٧ 9)i|9 ‫ ; ح ﻳ ﺎ ﻗ ﻞ‬n ‫ ؟‬٧ n |n ‫ ؟‬oA *isiAbs sn ‫ ؛‬Qü ٠ 1BUBPV Jlp٧ 9UJ9ß9 l^ l|^ l'z ‫؛‬l j ^ ^ u e u I B-^ ‫ أ ؛‬9 ‫ ﻻاا‬J‫؛‬q I^ B JB ^ ^ i ^ | ‫ ؛‬BZn u a p ‫ع‬ ZIU9Q JBße |OA BJB|^I|I|^JB| Bp'Hu. ^ >‫ ا‬0 ‫؛ ة‬ 5‫ ؛‬q ‫ ؛ ا ج‬1 ‫ م‬9 ‫ ﻟ ﺌ ﺪ‬٩ ‫ ﺑ ﺈ‬9 ‫ ة س‬0 |‫ ﻻا‬9 ‫ اد‬٠٢‫ | ت‬٢١‫ ة ﺟ ﺒ ﺎا‬٠‫ق‬



‫؛‬



‫اا‪٢‬ا>اﻻ' ﻫ ﺲ ﺀ‪|٧‬ا ‪١‬ﺣﺞ|‪٢١‬ن|ﻋﻞ‪1‬ﻻ‪!٩ ٧1‬ل و؛)‪9‬ج!ﻻاا‬ ‫‪ 0٩‬د‪0‬ا‪ 3‬اةل؛ﺑﺎة‪ (9‬ﻟﻢ‪ 6‬ة |‪3‬ا‪ ٨‬ﺋﻴﴼ آ ﺳﺎ د‪^٢٦‬اآ‪ ' ٢‬ﻟﻼ‪9‬ﻟﻼ‪-‬‬ ‫ل‪ 6‬ﻗ ﺞ )ج)ج)اﻻوﺟﻼ ‪ ٨‬ﺟﻮااﻻ|ﺳﺎق‪1‬؛ل ‪>٠‬ﺟﻼﻟﺐ‪9 ٧‬ﻻ‬ ‫)أ ‪ 5‬ﺣ ﺊ ‪ 9٨‬ﻟﻼ‪ 3‬و)‪ ^ 3‬؟ ا )‪ (8551‬ﻻ)ا ﺳ ﺪ ا‪9‬أ‬ ‫دﻻﻻﻻ ﻻ|ﻻ د ﻻا|ﺟ ﻞ؛ ﻫﺎ ‪6‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ﺀ ة م‪1‬ل‪ -‬ﻟﻤﺎاﻻ‪9‬ل‪ 9‬ةا‬ ‫)‪0‬ل‪0‬ا‪9‬ﻻ ااﺟﺠﻬﺠﺲ‪ 3)®/‬ةا‪ 3 !١‬ﺳ ﺎ ' ‪ '( 1051‬ة ا ‪-‬‬ ‫|‪9‬ﻻ ا|‪6‬ا د‪9‬ﻻا‪3‬اوا)' ﺑﺰ‪| 1‬ا سﺀ‪9‬ﻻ ‪ ! 3‬ا ا‪ 9٨‬م‪0‬ﻻ‪5‬ج‪.‬‬ ‫اا‪،‬ا‪9‬ﻻ ‪9‬ل‪ 159‬ﻻﺀ‪ 6 9‬ود‪0‬ا‪9‬ﻻ ‪ ٩‬؛ ‪ 9^ 6 9٨‬ﻻ‪،‬ا‪6‬؟ل‪-‬‬ ‫‪923٩‬ﻻا‪ 3|9‬ﻟ ﻮ‪ '3‬ﺑﺎﺣﺎح‪٨‬؛ ل‪ ٢1‬ﻻاا ‪ 9٨‬دا د‪9‬ال ﻟﻼ‪-0‬‬ ‫ةا‪٨‬ا‪ 9‬وال ™ل‪٨9٩‬ا ‪9‬ﻻﻣﺎﻻل‪ -‬د ﺟ ﻬﺎ‪ ١‬ﺟﻮاوﺟﻼا اﺟﻖ‬ ‫‪BJnl0‬ﻻ ﻻﻻوو‪-9‬‬ ‫‪ ٨06‬و‪9‬ﺟﺎ' ‪٨‬ﻻا>ة‪٠9‬ل‬ ‫)أ'‪ (60٠‬و‪0٨0‬ا> ^‪ 9‬ﻗﻼا‪ 3‬اﺟﺠﺎﺟﻼ' ^‪9‬ل‪ 9‬و|ﺟﻼ|‪1‬‬ ‫‪ 1‬س|‬ ‫‪' 1‬ا؛ﻻدج )‪($ 0 @\/‬‬ ‫ﻻ‪9‬ﻻاأﻻ ا|^ ‪ 6٨‬ة‪1‬ج‬ ‫‪32‬ﻟﻼ‪9‬ا‪)3‬ا‪ 9 |٨‬و‪0 9‬ةﻟﻼ‪9‬ﻻ|| ‪9‬ا^ا‪5‬اﻻا اج؛ا) ه‪-0‬‬ ‫اﻓﺪا|اﻻ|‪)9‬ا‪٨‬ا‪92 9‬ﻻ‪6‬ا ‪ 9٨‬س‪9‬س|ﻻال|‪ :0‬داﻻ! ‪-9٩‬‬ ‫ا ‪ ٨‬ﺟﻮ‪|1‬ﻟﻼ‪ 1‬؛ا‪90 )1‬ﻻاﺟﻞ ‪3‬ا‪٨‬ج‪- 4‬و‪٨9‬ج‪ 2‬أﺟﻖ‬ ‫ا‪ 9‬وا وه‪ ^ .‬دﻋﻰا‪ 1‬ذا ‪[1‬؛‪ 088‬س‪1359‬ا' ‪4‬ﺟﻼ' وة‪-‬‬ ‫وج‪٨‬اﻻوال|‪ ١|1‬دج|‪1‬ﻗﺴﺞ|ﺟﻞ| و‪|21‬ح‪ ٧‬و‪1‬ل|اﻟﻼاج' ﻻ‪9‬ﻻا‪-‬‬ ‫' و ‪0‬ﻻ ‪9‬ﻟﻼاﻻو‪9‬‬ ‫ﻟ ﻼ ة‪ 6‬و ^ وا| ﺟ ﻞ‪1‬‬ ‫)‪, 1‬و‪ ) 1‬د ؟‪ 9٨91‬ﻻ‪02‬ﻻ ‪٨‬ا||ﺟﻞ ‪909‬ﻻا‪9‬ﻻ ‪٠‬اﺟﻼ ﻻج‪-‬‬ ‫ﺳﻼ‪ 9‬وﺟﻠﻼ ‪6‬ج‪3‬اﻻ| ‪٨‬ﺟﻠﺠﻼ|ﺟﻞ ﻻﺟﻠﻼج‪2‬ﺟﻼ ‪||٠‬ج‪-‬‬ ‫‪ ٧‬أ ﻟ ﻊ ؛ ج ‪ ٨‬ا «اﻟ ﻮا )‪٧ (9881‬وﺟﻼج ‪ 9٨‬د‪-9)٨9‬‬ ‫‪ ٨‬ﺟﻼااﻟﻬﺎﺟﺎ ‪ euepv‬ﻻج)ج«‪.‬ﻻا ك ‪ 8‬ا (' ^‪49‬ﻟﻼ‪9‬ا‬ ‫ﻻج)ﻻﻻﻻ))‪9‬؛!أ‪,‬اﻻ اا^دﺟﺞ ﻻج|‪ 139‬ﻻاﻻ ‪9٨‬ﻻﻻ‪9‬‬ ‫ﻻ‪91‬ل| ‪9‬ﻻ ‪ 4 9٨‬ا ^ ل‪ ٨ 1‬ﺟﺔ‪1‬اوا‪٩ ٩٧ -‬ج‪3‬ا وج|ا(‪ 9‬ذا‬ ‫ﻻ‪3 9‬اﺣﺠﻼج|ا|ﺟﻞ و‪9٧0‬ﻻ‪ 1‬اﻻو‪9^ 9‬ﻻااﻻ ذ و ^‪-9‬‬ ‫ة‪ 0|?0‬و‪0‬ل ﻻﺟﺎ‪9‬ﻻ ) ﺀ ‪ 06‬ة‪3 0‬ج‪|٠‬ج‪4‬اوا)' ‪٨‬ا‪-‬‬ ‫‪٧0‬ﺟﻼ|ﺟﻼ ‪٨‬ﺟﻞﺀ| ع)دﻟ ﻼ ‪ 020‬ﻻ|ﻻﺟﻼﻻوج ‪ 9٨‬ﺣﺎ‬ ‫| ‪ 3‬ﻻوا ) ‪ '(-٨٨ |٨‬ﻫﺠﻮج ة‪ ٧0‬ﻟ ﺞ و ج واﻟﻼ‪ 6‬د ﻻ‪23‬‬ ‫ال‪ 4‬و‪6‬ل‪0)6‬ﻟﻼ|ﻻ‪!]3‬ﻻاﺟﻼ‪ 30‬ا أﺟﻠﺞ‪،‬اﻻوﺟﻼ ‪9٨‬ﻻا‪-‬‬ ‫ﻻاﺟﻼاﻻوج ‪ ٨‬ةةاا ﻫﺎ ﺟﺎ ﻟﺠﻼااج‪ ٧‬ﻻوووﻻ' وا‪2‬ج‪ ٧‬ة‬ ‫ﻟﻮج اﻻاﻫﺠﻠﺠﻞ‪0‬ﻟﺞ ﻻ ‪8‬وﻻ‪6‬ﻻ‪2 (881-٨11) 80‬ج‪-‬‬ ‫و‪ 5‬و‪1‬ﻟﻠﻼ‪6‬ج‪ 920 1‬ﻻﻻو‪9‬ﻻا ]ﺟﺔﻻ‪ 0‬ﺳ ﻼ‪ ,‬و‪0‬ل ﻻ ‪٠‬‬ ‫واﻻ ‪9‬ﻻ ‪0‬ﻻ‪ 3‬ﻻا|اةا' ‪٧‬وﺟﻼج ‪٨‬ج^‪ 1‬ﻻ‪ 1‬ﻻﻫﺞ' ج‪-٨9‬‬ ‫‪٧‬وﺟﻼج ‪ 9٨‬د‪٨9‬ل ‪9‬ج؛ﻻو‪ 9‬ا|^دﺟﺞ ﻻج|اﻻ)ا|ﺟﻞ|‪-‬‬ ‫ﻫﻮﻻ‪9‬ﻟﻼ|ﻻ‪ 9‬ا‪6‬ﻻ‪3|4‬ﻻوال!ا!ل‬ ‫^ﺟﻞ‪|1‬ﺟﻼ ﺟﺠﻼﺟﻞ|ج د‪٨9‬ﻻ|أ ‪9٨‬ل| ‪9‬؛ﻟﻼ‪9٨ '9‬ﻻ!اج؛‬ ‫‪3٨‬ل|‪9‬ﺟﺎل‪9٨ 4‬ل|‪3‬ﻻﻻو‪3‬ﻻو؛ل ﻻ‪0٨0‬ﻻل‪ 9‬ﺟﺪ|ﺟﺞ دا‪-‬‬ ‫‪ ١٦‬د‪ 9‬ة ‪٩9‬ج ‪ ٠‬ﻻ ؟‪ 0٨‬ج ‪ ' 0‬ل؛‪١‬ا‪\١١‬ال‪ \ 0‬ج‪ ٠‬و س ‪٦١١‬‬



‫| | ‪٦‬اا>• ‪٧‬وﺟﻼج‪.‬وج‪-‬‬ ‫‪٧ ٠‬ﻻﺑﺰ‪ 3‬ه ‪3٨ |٢0٦‬‬ ‫^و‪9٨٨‬ا|‪9‬ﻻ ﻻ‪9‬ﻻ«‪9‬ﻻ د‪9‬ﻻا|وا‬ ‫ا ‪ 6‬ﺟﺞ‪.‬و‪ 3‬ك)ﺟﻼج‪ 21‬ا؛‪6‬ﺟﺎ‬ ‫ج‪٨‬ﺟﻞ‪ 1‬ﻻﻫﺞ ‪5‬‬ ‫اﻟﻼ‪2‬ج|ﺟﻼج‪٧ ٧‬ﻻ^ج)ج اااج ‪٧‬ﺟﻠﻼ‪3‬ﺟﺎ و‪0‬ﻻ‪0‬ل‪9 |4‬ﻻ‬ ‫ﻟﺠﻼاﻣﺠﻞ‪1‬ﻻج ﻻ‪ 9‬و‪9‬ﻻ ‪0‬اوﻻ' ‪3 02‬ﻻ!ل‪ 4‬ا ‪ 6‬ﺣﺄ‪ ,‬و‪9‬‬ ‫وال‪3‬ﻻﻟﻼ ‪ 9‬ةا' ا؛‪6‬ﺟﺎ‪3‬ا|‪9‬ﻻﻻ ‪ 0‬ﻻ‪9‬ﻟﻼ|ا ^ج‪٩٨‬ج ﻻج‪-‬‬ ‫ا؛‪6‬ج| ‪9‬ﻻا اﻻوﻻ ﻟﻼأا؛ج ﻻﻻ‪9|}9٨٨‬ﻻﻻاﻻ ؛ا و و‪3‬ا‪3:‬‬ ‫اا „‪9‬ﻻ' ا ؤ وا وادا ‪9‬ﻟﻼا‪9‬ﻻأ د‪9‬ا‪9 |3‬ﻻ‪٨‬أ‪٧ 9‬وﺟﻼج‪٨.‬ا‬ ‫ج‪ 0‬ﻻﻟﺞ‪5‬اﻻوج ‪ 2‬ﺀ ﺟﻞ‪|3‬اﻻ ا ‪ 816‬ا و‪) 9‬ﻟﺠﻼة‪ 21‬وال‪-‬‬ ‫ﻻ‪٩ 9٨.9٨‬ﺟﺠﺎﺟﻼو|‪ -‬ﺣﺎﻻﻻ‪3‬ا ه‪ 0‬ﻻ‪٨‬ج ة ج‪٨‬ﺟﺆا‬ ‫‪ 9‬ﺟﻮوﺟﺄ ودﻻا ل‪0٨‬ا‪|٨3‬ج ﻻ‪9‬ﻻا |‪3‬اﺟﻼوﻻ| ‪« 9٨‬ج‪-‬‬ ‫ا ‪ 6‬ا ‪ IWBLUBP‬ا‪(625‬‬ ‫ﻫﺠﻘﺞ‪.‬ﻻاﻻ ‪ ı٥ıpjııde٨‬ﻻص‪9‬؟)‪9‬ﻻ وﺗﻤﺎﻟﺠﺞ)ج('‬ ‫^ ‪dE ٦sns) B) 3‬ﺟﻼا! ‪ ١ ۴‬ا ث | ' ق‪ ١٠‬؛‪ ١‬ﺳ ق؛ ﻻ س‪١‬‬



‫‪ 3‬ا ^ ا و ‪ ٨ uiu.BjEisniA‬ﺟﻮأاﻟﻮاﺟﺎ ﺑﺪﺟﺴﺠﺪج‪/‬د‪/‬‬ ‫‪٨1‬ع ‪ '( 0‬د و ﻻ اً ﺟﻠ ﺠ ﻸ و ﻻ ﺀ د ‪ .‬و ‪ 5 ، ) . ،‬ﺀأ (' ‪-٨BS‬‬ ‫)‪epn،))9» uesew) 3‬ﺟﻼﺀ‪ ' 855 ) ) '5،‬ﻻااﻻﺟﻞ‪39‬ا‬ ‫‪ UBS‬اؤ‪ 3‬ا‪ 04‬وج‪.‬ﻻاﻻ ‪٨‬ﺟﺔل‪ 1‬ﻟ ﻮ‪ 1‬ﻫﺎ ﺑ ﺮ ج ^ ﻻ ‪2‬؛واج‬ ‫اج)ا ﻻج|!ا ﻻ‪,٨3‬اﻻ ^‪S9 |0‬؛ ‪ ٩ ٧‬و س‪ 3‬و واﻻ ﻻج‪-‬‬ ‫‪) ILUELUBLI Oib a ) y e u j‬ا ﺀ‪,6‬ا(' ﻻﺟﻼاج‪2‬ﺟﻼ ‪٠‬ا‪-‬‬ ‫وﺟﻠﻮﺟﻼا‪ 1‬ﻻ‪1‬ﻻ ا‪9‬ﻟﻼ‪3‬اا‪9‬ﻻ ‪920‬ﻻﻻ‪٨ 9‬ﺟﺔ)|ﻻ|ﺟﻼ ‪-),‬‬ ‫ه ‪٦0‬‬



‫ﻻ د ا‪ ١١‬ا ﺣ ﻜ ﺎ د ‪ 4 2 3‬ﺟ ﻼ ‪ ١‬ا أ س(' ‪ 0 ،‬ﻟ ﻮ ج‬



‫‪ ٠oue2B4)Ey|n‬ﻻﺟﺎاا ﻻ‪.٨3‬اﻻ ‪ ٨‬ﺟ ﻸاﻟ ﻮاﻫﺎ ‪-nv‬‬ ‫‪٨‬ا( ‪) JipJBA‬اﺣﺎ‪ uiJBiung '(56‬واذاﻻوج ‪٨‬اﻻ‪9‬‬ ‫!اوواوا ﻟ ﺠﻠ ﺞ‪ 1٨‬ﻻ ‪4‬ﺟﻞ‪9‬ﻟﻼ ‪S9J!BP‬؛ ) ‪٨‬ج|>‪-BJBS (1‬‬ ‫‪ ISBJE‬ﻻوج ﻻﺟﻼاج‪2‬ﺟﻼ ‪ 3|٠0‬ﻻﺟﺎا| ‪.٨90‬اﻻ ‪٨‬ﺟﻮ‪-‬‬ ‫د!ﻻاا‪3‬ﻻ‪٨‬ا‪nin 'Jipi|dB 3^ 9‬ﺟﺪﻻ‫ ?ﻻﻻاﻻ ا‬620‫ ل‬ugJ ٨9٧00 ‫ا‬٨ gp ‫ ^ ﺟﺎ ﻻا‬6>‫ا‬ ^BdBpv n‫ ج‬npnJ0^ uiu.Bg ‫ﻻﻻ‬6 ‫ د‬-‫ﻟﻼﺣﻼا‬6‫ل‬ ‫ل‬1|6 >‫اﻻاﻻ ا‬.‫ح ﺳﺎاا‬٨ ‫اﺣﻠﻼ‬0‫ ك‬0‫ال ﻟﻼوح‬٩ ٠ ٧ ٠ ٧ ٠ ٧ -‫ا‬pUBZB^ ‫ ﺣ ﻼا‬٠‫ال ة ﻻ‬٩ ‫ا‬q g p g 0 ‫ا‬٨0 ‫ ﻻ‬0‫ ا‬0٩ ‫ ﻻ‬6 ‫ا‬0 ‫ا>اﻻ‬B q B p 8٨ (‫ﻻﻻ‬6 ‫)ﺑﺎ‬ ‫د ح|اؤﻟﺪا ﺣﺔا ﻻ ج‬ (9٩٨0 ‫ ا‬0 ‫ ﻻ ز‬٩ | -|0 ٠6‫ﻻ‬6 >|0 ،^-|0 ‫ﻻ‬٩ ‫ ^ )ا‬0 ‫ ﻻ د‬9 ‫ إ ﺀ ﻻ م‬8‫ ﻻأ‬6 ‫ﻻا‬ 0 ‫ دا ﺣ ﺰ ﻷ‬1‫ ج|ﺣﻼة‬BpUI|SB ^dBpB BpunuOS 6٩ ‫ ﻻ‬3 ‫ ﻻﺣﻼﻣﺎ‬1‫ ةا ﻻ‬6 |‫ ﻻا‬6 |‫ﻻ‬6 ‫ال‬٩ ^‫ ^ﻻا‬9 ‫ ا‬BqBp ‫ا‬٩ ‫أ‬6 .٠‫ل‬0‫ اا‬0^ ‫ زأ‬9 ‫ل‬9 ‫ ﺟﻮاا ﻷ|ﻟﺪا وةا ادأ ﻻ ة‬0 ٧ ‫ﻻ‬0٨ (-٩٨ ‫ ا د ا ا ز‬6 ‫ﺣﻞ‬٨ '^‫ اأ‬٩ ‫اﻻاﻻ )؛ ﺟﺎا‬٨0 ‫ل‬06 ‫ ﻳ ﻼ واا ﺳﺎ‬٨ 9٨ ‫ ﻻا‬0 ‫ا‬٩ 0 ‫أل ا‬٩ ‫اال|أ‬0 ٩ ,. ^ 6‫ل‬6٨6 |‫ ة‬6٩ ٧9٩ -‫ ﻻاأﻻ‬9 ‫ ﻻ‬0٩ 1.86٩٩6 '‫ل ز‬9 N 6٨ 0 ٩ |0 ^ ‫ اا‬1‫ ﻟ ﺔ‬٩ 6 ‫ ﻻ‬1‫ﻟﻼ‬6‫ل‬٨6 ^ ‫ ﺑ ﺎ ﺳ ﺎ س‬0 ‫ ﻻﻻ?أ‬01‫ ا‬٠٠UI.-AA-.IAX 6 ٩ . ‫ ﻻ ه‬6 ‫ل‬3 6 ‫ ﻟﺔﻟ ﻼا ﻻ‬seı! ueqJn ^ ٨6 ‫ ﻻ‬0 ٠‫ ﻻ‬0 ‫ل‬03 ‫ د أ‬1‫ ﻻا‬6 ‫ل‬٨6^ ٩6٩6 030 ^ 0 0 ( ‫|||ل‬٨ ) ‫ا‬٩ ‫ ﻻ‬6‫ﻟﻼ ^ ة‬6 ‫ ﻻا‬6 ‫ال‬٩ |9 ‫ ﻻ‬9 ‫ ة‬6٩6٩ ‫ ﻻ‬9 ‫ل‬ -9 ‫ ا د‬0 ‫ ﻻ‬0 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ﻻ ا‬0‫ل‬0‫ |ا‬0^ ‫اﺟﺎ‬٩ ‫أﻻ‬٩ ٠9‫أﻻ‬8‫ل‬9 ‫ ﻻ إ‬1‫ﻟﻼ‬ -6 ‫ا‬9 ^ ‫ ﺣ ﻼاﻣ ﺢ‬،‫ ^ اة‬9‫ل‬9٩ ‫ة ا‬ -‫ا‬٩ |96 6٧1‫ﻟﻼ‬ -6 ‫ ﻻا‬6 0 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ﻻﻻ إ‬9 ‫اا‬6 ‫اا‬٩ ubAbi . e s ‫اوﻻﻟ ﻼوة؛ﻻا‬ -93 ‫ اﻻ‬..٧ ‫ﻻ‬6 ‫ﻻاﺟﺎ‬6 ‫ل‬٨6٩ 9٨ ‫ﺟﺎإاﻟﻼ‬9 ‫ا‬٨ ‫ا‬,, ^ 6‫ل‬ -6 |0 |08٧0 ‫ ة‬0٩ ٠6‫ﻟﻼاﻻ‬6 |‫ﻻ‬6 ..‫أا!ﻟ ﻼ‬. 9 ‫ا‬٨ ‫ا‬.. '..‫وا‬ -6 ||6 ‫ل‬0^ ‫ إ‬9 ‫ل‬9‫ج‬60 ‫ ﻟﻼ‬٠1٦6‫ل‬06 ,, ^ 6 ‫ل‬6 |0 ‫ اأؤإا‬96 9 ٩ ‫ ﻻ‬0٨ ‫ ^ ا^أ‬6‫ل‬6 |0 ‫ا‬93‫ ﻻ‬0 ‫ ة‬0٩ 6‫ﻻل‬0‫ة‬ ' ‫ ز‬6 |٩6 93 ‫ ﻻ‬0 .0 3 ZOS^ 0 ‫ﻻ‬6 |0 1|‫ﻟﻼ‬6 ‫ا‬ -‫ﻻ‬6 ‫ ة‬0 9 ‫ا‬٨0 ‫ ج‬092‫ ؟‬5 ‫ ﺟﺪ‬٧٧0 ‫ﻻ ج‬9 |96 ‫ ﻻح‬1‫ﻟﻼ‬6 | -‫ ﻻ‬6 ..‫ ﺟﺄ‬9 ‫ ﻻ‬9 ‫ا‬9 ‫ ﻟ ﺔ‬6٩39 ,‫' ا‬,.‫ إ‬9 ‫ا‬6 ٩ 6 ., ٠93‫ ﻻ‬0 ^‫اا‬ ‫ ﺟﺄةاأ‬0٩ 9٩ ‫ أدا ﻻ‬1‫ا>اق‬6 ٧ ‫ا‬٩ ‫ﻻ‬6 ‫ ذ‬1‫ ﻻا‬6 ‫ ﺣﻼا‬٧ 0 .0 ‫د‬ ‫ ي‬08 ‫ﻻ‬9 ‫ل‬9 ‫ﻟﺤﻠﻼ ا د‬٨6^ |9‫ل‬0‫ اا‬0^ 9٨ |6٨805 ‫أل‬٩ ‫ﻟﻼ|ا‬9٧0 6٩٧ ‫ﺣﻞ|اﺟﺎ‬6٨0 ‫ك‬6‫ا^ ﺣﻞ‬3‫ ﻻا ح‬-‫ل‬6 ‫— ا‬ -‫ال‬٩ -‫ﻻ‬6 ٩ ‫ ﻻ‬1٩6٩6 ‫اﻻ‬59‫ص‬6 ^ 9 ‫!ﻟﻠﻼ‬٨9 ‫ و د‬٨ ‫ ا و‬٩ ‫ ^ا‬nz -0٨ ‫ ﻻ‬9^‫|ال‬S0.dE 6 '^‫ﻟﺪاح‬٧ ‫ﻻاﻻ‬٩ ‫ ^ ل‬1‫ ا‬6 ‫ ﻟ ﻼ ى‬6٧ ٩1‫ا‬S8.de 6 ‫ ﻻ‬9٩9 ‫اﻟﻠﻼ‬6 ‫ زا‬6٨ 6 ‫ ﻳﺎ‬6٩ ' ٧ ‫ ﺟﺎ‬9 ‫ ﻟ ﻼ‬0 -‫ل‬1‫اا‬٨ ‫ ^ ى ﺣﺬاﻟ ﻼا § ة ح‬٩6٨9 ‫ ^ ة‬0 ‫د‬ ‫ ﻻ‬6٨ ‫ة‬ 6 ‫ل‬6 |‫ ﻻ‬0٩ .6 ^ 6 . '‫ال‬٩ |‫ ﺟﺎ‬9٩ ٩6٧0 ‫ ^ ة‬6 ‫^ﻟﻼ‬6 ‫ل‬1٩ ‫ﻻاﺣﻼ‬٢١9 -‫ل‬6 ‫اﺟﺎ‬٧6 ‫ل‬٨6٩ ‫ﻻ‬9 |‫ﻷ‬9٨ ^ 1|‫ااﻷا ﺳﺎ ﺟﺔا ﺟﺞ‬ 9 6 9 ‫ ﻻﻻ‬9٨ 0٩ ‫ل‬9 ‫اا‬0٩6٩ ‫ ' ا‬ıqepe }^peqı -‫—اس‬ -‫ا‬5‫ﻟﻼ|ا‬6 |٧6 ‫ ؤ‬9 ‫اﻻ‬.‫ ﻻ‬3٦ -1 1 0 0 3 ‫ﺑﺮاﻟﻢ‬٨3٦٧ 1 ^ 3٦ ‫أ‬٧ 3٨ ‫ ل‬٧ ‫ ه‬٧ ٠‫ ىأ‬0 ^ 0 ‘‫ل‬ 9‫ﻞ(ا‬ ‫ﻟ‬0‫ل‬ 00 9٧ .‫وﺿﺎ‬/‫ ج‬9‫ ا‬/ 1 1 /‫ا> |اﺗﻤﺎﻣ ﺠﻮ‬nozos ‫ﺣﻼ‬٠‫ ^ﻻااﺣﻼا‬B PU .UJB.UB . ‫ ز‬6 ‫ا‬B punw nq ,.٩ 6 >‫ﻻ‬0‫ ا‬٠‫ ﻵ ص ' ^ ﻣ ﺠ ﻦ‬‫ د‬/‫ ة ﺳ ﺞ‬0٧0 >/ ٠)/9‫ ﺳ ﻼ‬/ ‫ ج‬٧ # ? euıqepv -‫ اداﻟ ﻼ‬٩ ‫ وﻟ ﻮ ﺣﺄﻟ ﻤﺎ ﺟﺎ‬6 ‫اﻻ‬٨‫!ل ﺟﺞ‬٩ ٠٤‫ر‬0 ‫ ا ج‬0 ‫ج‬٧/٩ - ‫ ^ ﻣ ﺞ‬1‫ > ا‬/‫ ﺳﻮ ﺳ ﺞ‬/‫ ا‬٩ ٧$> ‫ﻻ‬A d e p v ^ 9 :‫ةاذ ﺣﺔا‬ ‫ا‬6٨ ‫ ىا ه‬9.‫ ﻻ‬0٨ ‫ا‬0٨ ٠٧‫دج‬/‫ — ^( ﺟﺮ‬£ ’ A) de pV JIPJBA■/‫ وﻟﻤ ﺮ ﺟﻤ ﺠ ﻮ‬٧ .‫ ﺑﻠﻤﻮرةوى‬:UJBpJOA ٠‫ﻟﻼ‬9‫ا‬ -‫ﻻ‬0٨ ‘ .0 ‫ د‬٠‫ا ( — ة‬0٩ />//‫أج‬/‫ا> ج‬AıuJnıun^■ (9 /‫ل‬٩ ‫ ؛ ﻣ ﺞ‬/ '7‫ﻻ ﻣ ﺞ * ر ﺟ ﺮ د‬/)//‫ ج‬eqepe ‫ و‬٨ 7‫ﺗﻤﻶرأرج‬ :0 ‫ ﻻ‬0.0٩ ‫ل‬9 ‫ا‬9 ‫ل‬0 .٧ 9 ‫ ا ﻟ ﻼ ة ﻻ‬٧9٩ BpUJn|dO‫ د‬٠‫ا‬ (٠ - | . 0 ‫ا ﻻ د‬.‫ و ﻣ ﻮ و‬-‫ ل‬6 ) 6 ٠ ٧ ٠ ٧ -J‫ ا‬pgpu .‫ا‬sgz ٠0‫ ﻟ ﺤ ﻞ؛ة ﻟﺪا‬0 ‫ ﻻ‬0٨ ‫ا‬8^ 9.0^ ‫^ا‬.‫ا‬٩ un.uosuBpv ٩^ '‫\إﻷﻵا‬١ ‫ح‬9‫ ل؛ﺣﻼا‬9٩ ‫و‬9‫ااا‬.‫ﺣﻌﺎ‬. 59.‫ﻻ‬9‫ل‬ -۶ ‫ﻟﻤﺮ‬./‫ ا و ة م‬9‫األ‬6٧٧00 ‫ ^ ؟‬Jpu^Jdde Jnod ^ p An0 N ^ || ^ 0141901- ‫(ا‬89 / ‫ دﺟﺔ ) ا‬٧ ‫ج‬/‫ رع‬s^p ‫ا و ة‬ -/‫رو‬0‫ﺟﻞ‬٧ ‫د ا‬ ‫(ل‬/9/ ‫) ا‬ np ‫روررو‬ 9 ‫ﺟﺮ‬0 ‫ و‬// 0‫ةل‬/‫ب‬/ :1‫ل‬6 |.1‫ ﻻ‬6‫ د‬-|p B .JBSB . 1‫ﻻ ﺣ ﻼا ﻻ‬ ‫اﻻ‬٠‫ ﺣﻼ‬٨ ‫ال‬٩ ٨ g p 6 ^ 1 3 6 1 ^ 6 ‫ﺣﺎﻻا‬.‫ ﻻ‬6 1..‫ل‬6 . -1.‫ﻻ‬63 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ﻻ ا‬9 ‫اااﻻ‬٩ ' 9‫ ؟ ل‬BU .JB.BJIS 6 ‫ ﺟﺤﺎ‬٠ ‫م‬ u 9 U3.Jl.gq ^ 6 ‫ل‬6‫ ااﻻ‬6 3٧0 ‫ ﻻ‬zo6 0 0 ‫ﻟﻼ‬0 ‫ ل‬٧ ‫ﻻا‬ -‫ﻻ‬3 .‫||اﺟﺰ‬,, 9 ٩ |0 ‫ا‬53٨0 ‫ا‬5‫ﻟﻼا‬3٩6 ^ 6 ‫اااﺳﺎاول‬0 ‫ا|اﻻدﺀح‬٨ 86 / 1 ‫ ﺣﻖ|ﺣﻤﺎ‬٩ 3 U‫ا‬S^Z36 6 ‫ ﻟﻠ ﻼ‬1‫ﺟﻞ‬6 ‫ل‬6 ‫ ﻻ‬3‫ل‬08 ‫اا‬٨ ‫ج‬9٩ 3 ٩ .|663 ‫ ﻻ‬98 ‫ ﻻ‬3‫ ب‬6 ٩ ‫ ةا ﻻ‬6٨ ‫ﻟﻼا‬ -‫( دال‬9 0 8 ‫ ﻻة ؛‬6 ‫ ك‬- / ‫ ح‬/ ‫ ا‬33٧3٨0 ‫ﻫﻞ‬-‫ ﻻ‬9 -‫اﻵ‬٧ ) ‫ دأ‬٠ 6 ۴ ٩ Z ‫ا‬SUBJ. '(|3٩3 ‫ „ ) ^ا‬٠ ‫ „ ة‬٧ ٠ ٧ ‫ز‬٧ ٨ ٧ ‫ه‬ ٧٠ ٧٧٠٧٠٧



-‫ﻻ‬٩6٨ ^‫ل|ا‬3 (6٧3 ‫ ﻟﻼ‬3٨ 1.1|‫ا‬3‫ ﻻا‬1٩ -‫ل‬6٨ ‫ل‬0 ‫ ﻻ‬3 ‫ﻻﻟﻞ‬6 6 ‫ل‬.‫ة‬6‫ةأا>إ‬99 '^ 0 ‫ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬3 ‫ﻻﻟﻞ‬6 6 . -.31‫ل‬٩1‫ ' ز‬1‫ ز‬6‫ل‬1٩ 0 | ‫ ى‬. ‫ م‬. 3‫ا‬.‫ح‬9 6 ‫ ا‬-‫ا‬٩٨ ‫ا‬6 ‫ا‬56‫ﻟﻼ‬ -‫ل‬0 . ‫ ﻟ ﻼ‬1^ 6 . ‫ ة ﻟﺪا؛اا؛‬9^ 8 ‫ ا‬-‫اا‬٤‫ل‬6٨ ‫ ﻻ‬0 ^ ‫ ﻟ ﺢ‬6 |0 ‫ أ د‬. ٠6‫ ' ة‬1٩6٧٨0 ٩ 0 .6 ٩ ‫ ﻻ‬1‫ل‬6 |‫ﻟﻼ‬1^ 6 . ٨6 ‫ل‬656.6.6 ‫ة‬ ‘6 ‫ ﺣ ﺔ‬٩ ‫ س‬186>٠ ٠‫ ة‬6 ‫ ة ؛ ز‬39 3٩ ‫ل‬9 ..0 5 6 ‫ا ح ؟ ا‬ -§6٩ 3٩٧.03006 ‫ل‬6^ ٧ ٧ 6 |0٩.0 ‫ ي‬-(6 ‫ ح‬6 ‫وح ا‬ -‫ )ﺑ ﻼ * ح‬n3ioq.ni ^‫ل‬0. .(‫ﻻ‬339‫ „ | „ ) ﻷ‬٧ ٠ ٢



0‫ ة ا‬0٩ 9‫ﻻ‬9 6 9 ٩ , ‫ ا‬66 ‫ا‬- 066 ‫ ا‬0 9 95٨‫ ا‬٩ .95 ‫ ز‬0٨9 ‫ا‬6 ‫ﻻ اا‬9٩ ‫ا‬٧9٨6٩,686 ‫ا‬- 886 ‫ ا‬٠0‫ﻗﻞ‬0٩ 9٠6‫ اا‬-‫ ح‬Bpunuoz9S ۶86 ‫ا‬- 686 ‫ ا‬-‫ا‬PU9 |9 6 ٩ ‫ اا^ ^ ل‬6 ٩ ‫ ﻻ‬151‫ ﻟ ﺔ‬6>) (‫ﻻ‬6.5‫ﺣﻼ‬36 ^ ) ٩9٨‫ﻻ‬0٣ 9٨ (‫ ح‬٨‫ل‬6 jnqz.ES (0.53٨7 -‫ا‬٩6 ‫ ﻻ‬٨0 6٩٧ ,‫ا‬5 -Bdnv| 7 3 3 0 ‫ﻻ‬90 ‫!ﺟﺎﻻ‬٩ ‫ال‬6 0٩ ‫ل‬0٩ ^‫ اا‬6 ٩ ‫ﻻﻻ‬ -BIU0Z9S 6 /6 ‫ا‬- 8 /6 ‫ ا‬9٨ 9 /6 ‫ ا‬- ‫ ؟‬/ 6 ‫ ا‬90٧ .‫ا‬6 - ‫ ا اا‬9٨‫ل^ا‬0‫ل دا زا د‬6٩6١‫ ا‬3 |6٧ ‫ا‬. ^ 9‫ل‬٨9‫د‬ 00 ‫ﻻ‬.‫ا‬5060‫ ﻵ‬9٨‫ ﻹا‬0‫اا د‬٨ ‫ﻻا‬٨7 (6 / 6 ‫ا‬- ‫ ح‬/ 6 ‫)ا‬ ‫ ^ ة وا ﻣﺎ‬0٨ 9,6 ‫ ا ' اا‬-‫ا‬٩1!‫ل‬٨9 ‫ د‬BZBA9 q-n ‫د‬ ^unJnl 6‫ﻻل‬0 ‫ ﻻ ة‬9^‫ﻟﻞ‬9٨‫ا‬36 |-‫ﻻ‬65 93٧0 ‫ا‬6 ‫ﻻ‬9 ‫ل‬ 6 ‫ ﻟﻠ ﻼ‬0 ‫ ل‬-(np|nJn (. 99 6 ^ ^ 6 ‫ل‬6.0 ‫ ﺟﺎ ﻻا زا‬6 ‫ا‬0٩ -‫ل‬0. ٠6٩.6‫ﻻ‬6٩7 ‘ ٠ ٩ ٠ ‫ «ا‬١ JOdS . ll . P V



( 0 6 6 ‫ﻻ ﻻًا ) ا‬ 8 ۶ 9 ‫ ح‬:9 p .g q ‫ ﺟﺎا‬B u ig B o n q I|UBZB 6 ٩ ^ '‫؛‬s -9 ‫ ا ا د‬Z9^J9UJ ٧ ‫ا‬.‫ ا‬9 ‫ ‘ إ د‬m o o n v N v . v ip ilJ ld J B d BUISBZ30 ^ B p •! ‫ا‬٧ 9 ‫ﻟﻠﻼ‬J 3 ‫؛‬n ip g A q 9 ٨ ١‫ ادا ﻻ ز ﻻ‬UIUJJBJ lA ٠B d n j ٨ ٧ b p b u j b |i 6 j b A ٧ B|idB ٨ -!p .!jg p ٧ o 6 3 ‫ أ ﻻ‬٠ ‫ا‬.‫ ا‬.6 ٨ ٠B èB d BUBp ٧ ‫ ا‬6 ‫ ﻻا‬9 ‫ د‬U BpU ipjB u i Ab i o n p jn é n p B§B|9J ‫ ﻻﻻأ‬9 ‫ﻟﻼ‬0 ^ 0 ‫ ﺑﺎ‬I.UBUJ ISBW|IUB|.n^ 9U -s ٥ ‫؛‬qA 9|B 9 ٨ !^ ‫ل‬9 ‫ د‬B p u iu is u i Ab -Bq B d n j ٨ ٧ .0 ٠‫ ا>ةدﻻ‬9A.9A ‫|؛‬J9P ٧ 9 ^S B 0U ٠ABjÇn B ٠ l.ZISIJB§Bq BUJUBMBAe' ٠6 3 ‫ة‬ -n ٨ s!d !U9UJJ3 !^BP.BUBPV u B w n ^ ns ٥ d ٠ ‫؛‬٨ 3 p |U lfo œ p g 9|B q B p n u j BU Jnjnp UIU!J3|.3 B d n j ٨ ٧ u g A 3 ..n 6 jo iAb u j u b m b Av 9 ٨ ‫اا ﺟﺎآ‬ -6 ‫ د‬BAb UJIB ‫ ﻻا‬3 |‫ ﻻ‬0 ‫ﻷ‬0 |‫ إ‬0 ٨٨٢‫!^ ز‬. U3٨ n 6 9 3 ٧ ‫ د ا‬c A u ip ic s lé jc 06 ^ ‫ه‬.‫ ل‬0 ‫اا‬٧ ‫ ﻟ ﻠ ﻼ ه‬JC|UCLU 3 n is n ^ -|p|IUB 0A !p - . ٠‫ د‬6 ^ ‫ د‬6 ‫ا‬ UBPBJU3S 9 p u !|!p ^|B q ' ‫ د‬n |d o ı n q UBPUIJBMIP 06 UI.IS BJBlgBp - ‫ دا ^ا ن‬U9«U9^ ^BJBJBAn gAlp ..٥ B^ ‫ د‬6 ^ ٠‫! ا‬٧ !j!q j!q ‫ ز‬.‫ ح‬٩ U B w n s p w UIU.BU UB|ldB^ g g U B d 9 3 ٧ 0 'B P B ^U B I^ b Ab -Bp ٧ UBABlèBq B(Ais b ^ j ‫؛‬p i ٥ 9 ٧ ‫ﻻ‬9 ‫ا‬9 ‫اا‬6 ‫ب‬6 ‫ﻻ> ﻟﻼ‬0 ‫ا‬ ٧ ‫ﻻ‬3 ‫ اا‬٧ 3 ‫ﻟﻠﻼ‬3 -‫؛‬p |9 6 B U BpAguj B p .B U B p v 63 z iu !b A b ju o s u p B z n ^ o p !S!3UW '(UBS n ) g p u --|U 9 i ٠‫؛‬io A jjoq 'S!SI.W S 9 j ٨ 9 d 9 ٨ ٠u ‫؛‬z jg 's n s jB i ٠BUBP ٧ ‫ اا ز‬n.§ n|0 BPBUJ BéB - ‫ ‘ ا^ا‬b w u b m b Ab ueABjèBq BJU.S u n 6 J‫؛‬q UBpu. ISB^B٨ PEUJ I£n ^ B p ..n q u B .s ٠ -(6 0 6 ‫ ا‬UBSIU qz-pi) is b u j u b m b Ab ‫ ا‬٧ 9 ‫ةﻟﻠ ﻼ‬ 9pU!S9J ٨ 9 ٥ 9 ٨ ٥ q ٥ A B U B P V » BU Bp ٧ ٠ JlpB -. ‫ ز‬6 ‫ ^ دﺣﺎاؤﻟﻼ‬BJB.0 ^‫ ؛‬ég.J9A B p B jn q b u b A n q U 9 p ٠‫ ا‬8 6 ‫^!ﻟﻼ ا‬9 5 ‫ ' ح‬nSOJJBAu ‫ إ‬9 |٨ 9 ‫ ه‬٧ 9 |9 ‫ة‬ ‫ ا دا ﻻ‬b A b A.b u b p v u!Ç g p BJ|j g g u j n j b 3 z i ٧ B||lA- ‫ ز ﻻ‬tp U B d B ^ B p I.A !S9P9 6 ٨ ‫!؛‬p|!p9J -٨ 9 p B u ٠iÇi|UB‫ ؛‬B q ‫ ﺟﺎاا س‬3 ‫ ^اااأ‬9 ‫ ا‬٠5 9 6 ‫ ' ا‬ns ٠٥jjb A!j b u b p ٧ u g jp p jp s ‫ ﻻﻻا‬9 ‫ل ^ ا ﻻاا ز‬9 ٧ ‫ﺟﺎ‬ -9 p BUI||A ۶ 9 6 ‫ ا‬B|JB|I٥ 1BUBS UBUB.Çœ UBp u ٠u b |0 j ib A!j J!qg § |n q ٧ B is -| 9 ٨ ‫ إ‬9 ‫ا‬٨ 9 ‫ ه‬9 ‫اا ز‬ -|n p in jn ^ n s o jB A fl- 9Z ٥ ‫أل‬4 ‫ ﺟ ﺆ‬BUBPV ‫ ﺟﺎا‬6 ٩ 9AgA ‫؛‬p 9 |9 q 'B|A|JB|I^JB ^ ^ ‫ ^ ﻻا‬9 ‫ إ‬u n u .n Ş o ı JPPOUJ- ‫ا‬9 ‫ ﻻ‬9 ‫ ة‬ij b ٠o ,j jb A ‫؛‬İ ‫ ا‬9 ‫ا‬٨ 0 ‫ ه‬g p .8 9 6 ‫؛‬ -.p u B d B ^ BJUOS u g j^ n p io B§Bd b A i z -ip I٥ B|- (0 8 8 ‫ ا‬-8 ‫ د‬8 ‫ ) ا‬W 9 ٧ 0 P !9 P ٧ ‫ اأااﺟﺎ‬6 ٨ ٧ ‫ﻻا‬ ,٠b A B§Bd ‫؛‬Z Z9 ^ ^ ، ‫ ا « ‘ أ‬٠ ‫ ا ل‬8 ، ‫ ا ا‬B U B P V n s )٠n Ô |3 ı * n s o j٠٠A| ٠ | ٠ | A#P v u ı p ٧ ‫؛‬٣ ٧ ‫ ؛‬0 ‫ اأ ﻫﺎ‬-‫ ح‬9٧9‫ ة‬9P..66. 0p 9sA‫؛‬p 3SW٨.- 9.6.‫ اا‬- ‫ ا‬Ugp‫؛‬٧gA Z9^ ‫ ازا‬J‫؛‬q ep6J٧ 0.‫ ة‬0٩ 9٠6 ‫ اا‬-‫ ح‬ep٧n٧0Z9S ‫ا‬786‫ ا‬٠886 ‫ ا‬٠ıp -‫اا ﺑ ﺪ؛‬٨ 0 ‫ ا‬epBı.l ng ■(0Z61.2Z6Ö !PJ8S١١nA 3٧ .‫ ذ وا ة ه ا! ة ا‬0‫ د‬٠‫§ ا‬ep E3un.o nu٥A!dwB dnJ’6 ZBAg^ ‫أ‬6 ‫ اا‬gAiMJOi ‫ا‬.3٧ ‫( أ ز‬VS6.) ip UEZB^ . |oq.ni JO.BUJB gA٠np -MJ01!٥ nu٠A‫؛‬d^e§ 0Aı>.jnı ||A ‫ ا ؟‬Bp naunAo BplAes -undOjng ıpJ3٨ ^ ٠٥ BJBI lUMB. ‫ ﻻآاااأ‬np 9٨.0 ‫ د ا ا ا‬٩ BpuiJBiiBp ndol ns 9٨- İ9 ^ g^JZpA '|0٩ |^‫؛‬9ZO 'dnın|1^ ‫ ﻻزا‬3‫ل‬ 9B!P9٨ |-‫؛‬٨B ^ (0V6.) npınjn^ Bp.BUBpv UBpUl.EjB. ‫ل‬6 ‫ااﻓﺤﻼا‬6‫ د‬BpU٠IJBî٥A j!^9p ‫ا‬9‫ا‬٨9 ‫ ه‬، jo d ٠ j n q n ٠n ١٠,٠u ٠ . ٠ u s p ٧ -|lABUJjn. BpuSlp UI§6٨BS pJB§Ç٩ ‫؛‬A.gA^jnı ^gjgjns ‫ﻻ‬9‫؛ اا‬U!Ç‫|؛‬Z!SJ9J9A uiuj IUBUOP !jg^SB 'n u ç u ٠- ٠‫ا‬.‫ ﺣﺄاة‬0 9 ٨ 9 ‫إﻟﻼ‬BU 9 ‫ ا ز‬nAnugul ‫ !دا ﻻ‬isbuJ|i.b ^ B§B٨BS u !u .9A - ‫ ﻟ ﺰ‬0 ‫ د‬. limoj'nijO U9 |9 Ö bA.b u b p v 3 U!J9 Z 0 ‫ﻷ‬9 ‫ا‬9 ‫ﻟﻠﻼ‬٥ B U!U!S9 q d 3 3 |JBJB^ BUISBW 9 ٨ uB^.Bg J!q B|A|SBUJ|IJB^ b§b ٨ bs g p u!u٠gA - ‫ ﻟ ﺰ‬8 ‫ د‬B pu l§B٨BS BAuna ‫ ا‬3 ٧ ‫ ' | ز‬٧ ‫ﻻ‬3 ‫ أ ز‬. 9 . - İ 01AI (‫ ^ ح‬6 ‫ ا‬je q n ^ ‫ ا‬- >|BOO 0 ‫ ) ح‬8 ‫ ة س‬0 ‫ل‬0 6 ^ UBIldBA B p.B U B pv BpulSBJB IHMOJnMO IUB B q §B q 9 J9 î|lÖU - | 9 ‫ أا‬n٧ 0 ٧ l ‫ ا‬9 ‫ اةﻟﻼ‬ıuB^§Eq



jnqwn3 - 3٨ ‫ ﻟ ﺰ‬0‫ ذ‬٠ı٠ ٠ tu ،n |n q BU Bpv I.Ild B J -JlpJB٨



-‫ ز‬٧B٧ n|nq nuoA!S^3.o J!q^ ‫ﻻ‬9 ‫!اا‬3 ‫ ﺟﺎ‬3W9^ -qBW ‫ﻻ‬9 ‫ ؤ‬٧B|JB٨niBJ٥qB| 'nuoi' x!ll،!3 6PP BS SUEJ3.U0^ bgijAb u-‫؛‬ugznw jnjnı§n |0 jB.njun.nq U9|!pg 9p|9 UBPUIJBIIZB^ (sns ٠S -JBl) 9|n^n٠Z 09 ‫؛‬3d9.BJB^ (SI^ ‘(BUBp٧ U)‘‫؛‬SJ9^) 3d3.w wnA nunÇnıunÇod ٧ ‫ﻷ‬ -g.jgsg -J‫؛‬P9W9UJU91‫؛‬6J9S JBjıdBA ub Abs



٠n|^nd|9s 'SUBZ



!S0.ro. ^



euepv -dB^ !U!J9|^9U0P IIUBUJSO



-‫ ا‬9 ‫ اةا‬SBdB!g ٠A!sg ١^ ‫ إا ﻻا‬0 ‫ل‬UB|0 B q j o j 0 ‫ا>? ﺟﺎإ‬ uoAıııu 9 B pzB q I|JB^ 8 g j .^ 9 6 ‫ ا‬-S‫؛‬S9J UBinj n^ g p u -!٥ ! IUB|B ISB^!jqBJ 0 ‫ل‬٧ 0 ‫ د!ﻟﻼ‬BUBPV ، ٠٤٠v ٠l | | A i u i . i q i o . ‫ ا ا‬٠ „ BUBPV ( ' ‫ ﻟ ﻼاةﻻل‬٧ ‫ ة ا‬6 ‫ل‬ noioA ‫ ح‬è i^ |id B A ' 8 ۶ 8 6 5 ‫ ا ^ا ة‬6 ۴ ‫ ا ﻻاؤ‬9 ^9 9 UJB|dOJ BUB|B 9P .8 8 6 1 JlpBpUIJIB u!u gilSBdB^ nq - ‫اﻟﻼ‬٧ 6 ‫ اا‬0 ^ ٧ 9 ‫ ة‬9 ‫ ^ا‬9 ‫ ﻟ ﺪ‬9 6 ‫ ز‬6 ‫د‬



-uv -jnpngoA 1 0 ‫ ة‬isgysBdB^ |B٧ 6 ‫؛‬ujjgj '‫ا^اج‬6^-‫ ا ة‬٧ ‫ ا‬I PP Bp|iA isgjisBdB^ ïS?d UIU B.B UB|0 ^l٥B- 9‫ ﻻﻻ‬0 |‫ل‬0 ‫ س‬JBq ‫ ا د‬g|Aijg٠J9٠gs JBLj èip Z‫؛‬S9‫؛؛‬JBZ -|p|l٥B 9l9WZ‫؛‬q 9p.Z66 ‫)؛‬



-zg^J9iAJ!ı٧B|BB٨Bq B^.ı^Bzn LUM P g٧ g p u ‫ ؛|؛‬BUBPV ‘ lU e iB B A B J . B U B P V



-٧ NV٥ V!N3A f



‫ ا‬٠ ٠ ‫ ا‬٠ » ‫ ه‬BUBPV



j -‫؛‬pjgg 9S! OJOPOUJ! p ٠jgpg٨ ‫ﺟﺄﻟﻼم؛^ا‬ ‘ (‫ ح‬6 ‫ ا‬-‫ ة‬8 6 ‫ ) ا‬JB^nzJOQ ‫ ز ل‬6 ‫ ج‬OJOPOUJ ‫ ااﻹ‬-npun.nq Bpı^jB^ gu‫؛‬٨gs d!u!|S9UJ^ -‫ ^ﻻ! ف‬UIUIJBU^ ojjbA‫؛‬j gpgjpA gp 0 ‫ﻻ‬0‫ﻟ ﻶا‬ -jnj ı.ıpgıugzpp 'nsojjBAtï J9|٨g٥ BUBPV :‫أ‬



‫‪8‬م!|م!‪٨٧ -‬ﻻا ‪ |1٨‬ﺟﺄ وج‪7‬اﻟﺠﻼ‪,‬وج اﻻﻻﺟﻼ|وا‬ ‫ﻻا ‪ 6‬ﻻ ا ‪ 2 6‬ا ‪ ,‬و ‪ 3‬دﻻﻻ ‪6‬ﻻ ا ﻻ ‪3٨٨‬اا ‪3‬ل؛ﻻ ‪ 33‬اة ‪|86‬‬ ‫ﻻﻻ ‪3‬ﻻ ‪86‬ﻟﻪ‪3 |^3‬ة)اﻻا ‪3‬ﻻا ‪3‬ﻣﺎ■ ‪ ٧‬ﺀ ‪ 8‬ة ‪8 ?8‬ل‪/ 2 ' 1‬‬ ‫وا ﺀ ‪ !|٧ 8‬ك ‪60‬ا ﻛﺠﺆج‪.‬ﻻ‪1‬ﻻ ‪|8‬ﺀ‪1‬ﺟﺎ ‪0‬ﻻا ‪3‬ﻻا( ‪8‬ل ‪-08‬‬ ‫‪0٨ 3٨‬ل‪83‬أﻻ ‪8٨ 3‬ةﻟﻼ ‪٨8‬ا ا ‪38‬ﺟﻞ| ‪8‬أااﺟﻞ| ‪|3‬م‪-1‬‬ ‫وا ‪3‬اﻣﺎ‪ -‬ا> ‪3٨0‬ﻋﺎ اﻻح‪)8٩ .‬ا ‪6 3٨‬ود| ‪3‬ﻻﻻاﻻ ^‪3‬ﻻأ‬ ‫‪٧‬ﻻ‪7‬ج‪٨‬ﻻل ‪3 ٨ ٨ ٩‬؛ا ‪3‬ﻻﻻم ‪3‬ﻻ د‪ 3‬ﻟ ﺔ‪ 1‬ﻣﺪا ‪83‬ا‪-36 2‬‬ ‫ه ‪3‬ﻻ ‪ 3 3‬ا و ‪3‬ﻻا ‪ £ 2‬ﺳﺔااة ا ‪ . 0 2 6‬و ‪ 3‬ا‪3‬ﻻ)ا‬ ‫ﻟﻼح‪٨‬اج ا ‪6‬ح ‪ (٠‬ا ﻻ‪٨‬ﺟﻠﻤﺎ ح ‪3 « 3‬ل ‪ 3‬ا ‪0‬ﻻاﻻاﺟﻼا‬ ‫ﻟﻰ‪ ٧ 138‬ﻻ ^ ‪1‬ل } ‪8‬ل‪ 1،6‬ﻻم ‪8‬ﻻ ا ‪86٤‬ا ‪ 3‬و و ا ) ‪8‬‬ ‫از ‪0‬ﻻ‪0‬ا ‪ 0‬؛ ‪3٨68‬؛|‪.‬ﻻم ‪٧ 8‬م ‪ 8‬ﻻ ة ‪8‬ل|' ‪8٨8‬ﻹا ‪3‬ﻻ‪-‬‬ ‫|‬ ‫| ‪3‬ﻻﻻ د‪0‬ﺟﻼﻻ|ﻻﺟﻼ از‪ 8^ ) 8‬ا و ا ‪3‬ﻻ|ا ‪ ٨‬وا' ‪٢١‬ا‪88٢1‬‬ ‫ل ‪83‬اﻻ ‪ 3‬و و ‪ ٨‬و ا ه ‪8‬ﻷ‪06 8‬د| ‪0‬ل ﻣ ﻢ ‪ 3 '0‬ﻵ ﻻ ا ‪3‬ﻻ‪-‬‬ ‫ا ج‪ ٧‬ﻗﺞ‪٨‬ﺟﺔا‪.‬ﻻ‪3‬ا ‪ ٧8‬ﺳﺎوج ‪ ٧‬م ‪ 3‬ة ‪3‬ﻳﺮ ‪3‬ﻻ ‪٠0٨ 3٨‬‬ ‫م ‪١‬د‪1‬ﻻﻻا ‪8‬ج‪ ٨‬ج؛‪1‬ا د ‪ 0‬ا ة ﻻ و د ﺑﺎ ‪6‬ل ‪٩‬ا ‪3 3٨‬ج|‪-‬‬ ‫‪3‬ا| ‪)3‬ا‪،1‬ا)ا دا^ج)ﻣﺎ ‪6‬ا اﺟﻞ‪ 1‬؛‪1‬ا|‪ 1‬ااﺟﻠﻮﺟﻼ ‪)3‬دا| ‪3‬ﻻ‪-‬‬ ‫ﻷ‪3‬ﻻأ' ‪ ,,‬ة‪ ٢‬وا ‪ ..8‬م ‪3‬ﻻا| ‪3‬ﻻ ﻻا ‪3‬ول ‪ ^ 3‬ب&ل‪3‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪3 |3٩‬ﻣﺎ ‪0 3٨‬ل ‪ 6‬وا و اﻻوواوﻻ'‬ ‫ﺟﺎﻻح ‪٩‬ﺟﺠﺎا ‪٩‬ال ا‪١‬ﺟﺘﺞ ﻻا ‪3‬ل^ ‪?3‬ا ‪٨‬ﻣﺎ‪6981 ٠‬‬ ‫وﻻﻟﻼﻻاﻻﻻ ‪36 6‬ا!ﻻاوا ا ‪ , 2 9 8‬و ‪ 3‬ا‪2‬ﻟﻼال ة‪8‬ﻻ ‪-83‬‬ ‫‪3٩‬م‪|1‬ا^' ا د‪,‬ا ج‪ .‬م ‪ 3‬ﻻج‪ £ 81 '3٨ !4‬د‪ ,‬و ‪ ^ 3‬ج‬ ‫‪08‬ﻻل‪ 3‬م ‪ ٧ 6‬م ‪63‬ﺟﺔﺟﻞ| ‪3‬ﻣﺎﻻا ‪3‬اﻣﺎ' ‪ 691‬ج‪.‬م ‪3‬‬ ‫ﻻا ‪ 0‬ﻻم‪| 0 3‬وﺟﻼﻻوﺟﻼ ‪0‬ﻻ ‪ ٧ 33‬م ‪ 3‬ﻻةل ‪٨‬ﺟﺔ‪'1‬‬ ‫‪ 3٨‬اا ‪ 3‬دﺟﻞ^ة‪ ٦٨٢١‬ا ﺟﻞ‪83‬اﻻﻣﺞ ‪٩‬ال ‪3‬م ‪ 6 6‬؟ﻟﻮﻻو‪-‬‬ ‫ﻻ ‪0٨ 3‬ا ﺟﻬﺎ‪٧0 >| 1‬إإﻻ وﻻ|ﻻﻻوﺟﻼ ‪3٨‬ل' ﺟﺠﺎﺟﻞ‪٠‬‬ ‫وﺟﺎ)ج ا ﻻﻟ ﻮاا ﺟ ﻞ‪ 1‬ﺳﺢ‪6‬ل' ^ ‪ 9٨0‬ﻻ ‪!|36‬؛ﻻا ‪83‬ا‪-‬‬ ‫ﺟﻮ‪1‬ﺻﺞ ‪٩‬ال ا ‪ ٨0‬وو‪0٨ -‬ل‪ 8‬ا و‪٨‬اوا ‪3‬ﻻﻻاﻻ ﺑﺎ ‪3‬ل‬ ‫— د ا ﻵ ‪.-٨٨ -|٨‬م ‪ ٧ 6‬ﻣﺠﺔج ‪ 82‬ل داج‪6 |13‬ل‬ ‫اﺟﻞ|' وأﻻ| ‪3‬ﻻﻻا ‪ 3٨ 3‬س| ‪3٨ 33٧3‬ل| ‪3‬ﻻم!ل‪-‬‬ ‫ل ‪3‬ذ! ‪)١ 3٨‬ﺟﻠﺠﻮ ‪٧3‬ا‪ 7‬ا|‪٨‬ا‪|3‬ﻻوﺟﺎا ا ﺟﻠ ﺞ‪8‬ﻻ واج!‬ ‫ﻫﺠﻼ‪8‬ﻻ‪٨‬ﻻ ‪6 |٨0٩‬ﻻ' ^ ة ‪3٧3‬ج ‪ 6‬وا و د‪-٨3‬‬ ‫‪ 6‬وﻟ ﻮ و‬ ‫لﺀﺟﺔ ‪8‬ل|' م ‪3‬ةل ‪3‬ﻟﻼ| ‪3‬لﺀ ‪3‬ﻻ ‪ 1٩‬ﻟ ﺪ ‪3 >| ^0‬ت ‪2‬ﺟﻠﺠﻞ‬ ‫ه ‪3‬ﻟﻞ ‪3‬ﻟﻼ اﻻﻗﺠﺐ؛| و ‪ 32‬ﻻﻻو ‪٢١^ 3‬ل‪٢1‬ا‪ ٦‬ا ‪٧‬ﻣﺞ‪-‬‬ ‫واﻻج د‪ 1‬ا ا ا‬ ‫‪,000 52‬ا ‪|0 ٩‬ﺟﻼاج‪ ٨‬ﺣﻼﻻواﻻج ا ‪.3 8 6‬ل‪ 9 3‬اح‪-‬‬ ‫اال‪ 3‬ﻟﺠﺠﺎج|ﺟﻼ( ا‪3‬ﻻا| ‪ 3‬؛ ﻻا ‪4 3‬ا‪| 2‬ﺟﻼأ' أ ‪, 9£ 6‬ا ‪3‬‬ ‫ا ‪3‬ل' ‪3٨‬ﻻا' اﺟﻞ‪1‬ﻻاﺟﻞ^|ﺟﻞ|' ‪٨‬ج ‪06‬ﻻ ‪ 3 ٨‬ﺣﺞ‪1‬ل ‪٩‬ح‪-‬‬ ‫ﻻ ‪3‬ﻟﻼ!ﻻﺀ ‪ 3‬اﺟﻞ‪|0‬ﺟﻼد ‪3‬ذااا! ‪ 3‬ﻻ و ه‪8‬اﻻا ‪3‬ﻻ ‪) 3‬؛ ‪-3‬‬ ‫ةﻻا ‪|0‬ﺣﻠﺠﺎ ﺑﺎ‪1‬ةاج ا‪3‬ﻻ)ا ‪3‬؛اا‪ -‬دﻻﻻاوﻻل! ‪3٨‬ا م ‪-0‬‬ ‫‪32‬ﻻ ‪6‬اﻻ ‪٩‬ال‪1‬ﺟﻞ‪ 1‬ﻻا ج ‪٩‬ﻻاﻻج م ‪0‬ﻻ ‪ 6‬ﺻﺎ ‪3‬ﺳﻼ‪ 3‬اا ‪ . 9 ٠‬ةا ﻻ و ة‪:‬‬



‫ا ^ا ‪522‬‬



‫ا ‪3‬ﻻا أﺟﺎح ‪٢٦ . |0٩٧‬ﻻ ‪ 29 ،‬اس ‪ ٢١3. ٥‬ﻻوج؛ ‪٧‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪ ٠‬ج ‪ 1« « 7 » 3 0‬ﺟﺠﺎﺟﻞ‪٨‬ح ا|اﻻ!ﻻ ﻟﻼ ‪3‬ﻻ ‪?3‬ا‬ ‫‪8‬ﻫﺔ|وج ‪0 3‬اح؛ﻟﻼح إ‪1‬ﻟﺠﺠﺎ‪1‬ﻻ‪ 1‬ا ﺟﺪ‪1‬ل‪1‬ل‬ ‫ل ‪ 6‬ا ‪٢1٩‬ﻻاﺟﻞ‪86 1‬ﻻ ه‪٨3‬اﻻل ‪ ٨^ 3٨‬ا ^ ‪|0 3‬وﻻا‪-‬‬ ‫‪ 3‬ا ﻻا ‪ 3‬ا ‪ 3 ٨‬ذ‪3 0‬ﻻﻻﺟﻞ ‪ ٧‬وﺟﺔج ‪ 0‬ﻋ ﻮ و ‪ 3‬ج ‪٨‬ج‪-‬‬ ‫و ‪0‬؛|ﺟﻼﺣﻼ ‪٧‬ﻻﻻ' ‪0‬ﻻج ‪08‬ﻻ‪ 08‬ة ‪ ٨‬ج؛ﺣﻼا ‪3٨‬ل‪3‬ﻻ‬ ‫‪0‬ﺟﻮا| ‪3‬ل ‪ ٧‬و ‪8‬ك‪.8‬ﻻ؛ﻻ ‪٨‬ﺣﺔأ‪1‬ﺟﺎ ا ‪0‬ﻻ ‪0‬ؤﻻاﺟﻮﺣﻼ‬ ‫ج! ‪ 3 3٨‬ﻻ ^ ﻻ ﻻ ل‪ 3‬و و ‪3‬اﻻا ‪3‬ﺟﺎﻻا ‪٧‬وﺣﻼح‪٨ ,‬ج‬ ‫ﻻ و ج ﻫﺠﺠﻼا‪1‬ل ‪3‬ج' ‪3‬ﻻل ‪٢‬اج‪ 3‬ﺟﺎ ‪0‬ا ‪ ٠‬ﻻا ‪ 3‬ا ﻻا ‪-3‬‬



‫‪ n٩‬اﻻوﻻﻟﻔﺎج ‪٩‬ﺟﺠﺎا ‪0‬اﺟﻠﺤﺎ ‪٨‬ااوح ‪ 9‬واﻻ]ل‪6‬ا‪-‬‬ ‫ص ‪3‬ل ‪J٩EJ‬؛^‪ '..ISB‬ا ‪3|,686‬‬ ‫‪ 9 ،‬واﻻ ‪0‬اﺟﻼ ‪,.‬إد‪3‬‬ ‫ﻻا!ﻻ ﻟﺞ ‪ ٩‬ﻻاج‪8‬ا‪ 61 ',.‬د‪ . 9‬و ‪||||٨ 8‬ا ‪!S3)!SBdEX‬‬ ‫واﻻول‪8‬ااﻻا ^‪|SBdB!0 !S3٠‬ﺟﻼ‪..‬ﻟﻼ||ﻻا‪-‬ﻻه ‪-3P‬‬ ‫‪36 BUI^ ٢dB ٨ 1‬ةا|وا‪ 61 ٠‬د‪.£‬ا‪BP |I٨ ، 00 8‬‬ ‫اﺟﻞ‬ ‫ﻻج‪ ٧‬ى|ا‪ 0‬ا' ‪ 'UJ!J3Z٩‬ﻟﻞ‪3٠٨3‬ل ‪6‬ا ‪٩‬ااﺟﻼﻟﻞ‪6 1‬ﻟﺠﺪ‪-‬‬ ‫ا‪3‬ﻻاﻻ ‪ |3S36|oq‬و‪32‬ااااا ‪3‬ﻻﻻ‪6 3‬؟ل‪ 3‬و ةا ﻻ ج‪٠‬‬ ‫ﻻ ‪ UB|ldB٨‬اﻻﻟﻼ|ﻻةا ‪ '6‬ا ‪. 056‬و‪3‬ﻻ ‪ 'BJUOS‬وا‪-‬‬ ‫‪ E g‬؛‪6 uB١‬؛‪B' SB٩)٥‬؛‪UJIJBl 6 1‬ﻟﺠﺪ ‪-t o j 36|3 3٨‬‬ ‫ﻻﺟﺎاﻻا ^ ‪ eu.nıunjn‬وﺟﺠﺎا ‪) Sn١mn١١‬ا ‪ ۶6‬ﺀ('‬ ‫ﻻ ‪ » , ٠‬ﺍ ﺍ ﻻ ‪ ٠ ٠‬ﺍ ‪ ٠‬ﺍ ‪ ٠ ٠‬ﺃ ﺇ ﻭ ﻻ ﺍ ‪-o p IEJIZ 3 ٨‬‬ ‫‪ ٠ , B B J IZ U B Z i d v p v‬ﺍ ‪ ٠‬ﺍ ﺍ ‪٠‬ﻝﺀ ‪„ ٠ ٠ ٠ ٠‬‬



‫‪JipBWBUJdB٨‬‬‫‪ SVA ' 1‬اداﻻ ‪spqoıo BP JBISUBPPUJB3٨‬‬ ‫‪ J٩EJ‬؛ ^‪ IS ١0‬ﻻاﺟﺎ ‪١3J3ZP‬ا اﺟﺎ‪3‬ﻟﻼا‪83‬ا ‪a v UBP-‬‬ ‫ﻻج‪١‬اﻻا ﻟﺞ ‪٩‬ﻻاﺟﺎﺟﻞ؛ اا ‪3 3‬ا ‪ 3‬ا‪ ،‬ﻻا ‪3 ٥٨‬ا ‪0‬اال‪0‬ﻻاا‪١‬‬ ‫‪ !J3|!z‬ول‪3‬ااﻻااﻻ‪ 6 3‬د ) ا ‪ ٨‬ﺣ ﺴﺎ ‪0‬ﻻﺣﻞ‪1‬ﻻا' ‪-o a‬‬ ‫‪ B|UB‬؛‪ B|A|SBIİJ' 61‬د‪,6‬وج' ‪3 |3‬اﻟﻼااا ال‪3‬ﻻ ‪P!-‬‬ ‫ا و‪P|B lUipB‬؛ ‪ BSUEJ3‬ا|‪٨ 3‬ﺟﻮﻻج! وال )‪U3)Bd‬‬ ‫‪0‬ا‪6‬ﻻوال اﻻﻟﻼ|ﻻ؛ﻳﺞ ووﻻوداووواوو ‪ 3 ٨‬وﻻ ‪٠6‬ﻻ‪-‬‬ ‫‪ '!P‬ا ‪6‬ﻟﺢ ‪,9‬ا‪٩ s A . a a a i '3‬ﺣﺠﺎا' ‪ I3Z91‬اا؛اااﺟﺎ‬ ‫‪٨‬ج‪06‬ﻻ ‪ 0‬ﻻﺣﻠﺤﻮ!اﻻ‪ 3‬ا ^‪ 3A3(iSBd‬دواةا)اا‪-‬‬ ‫‪٨ nuoÖBA noıoA 001‬ﺣﻮج‪ ٩‬اا ﻵ‪ 3‬ا ‪ 3 ٨‬ا ‪009‬‬ ‫‪ 'ip‬ا‪-‬ل|ﺣﻼ و‪0‬ﻻ‪3‬ﻻااﻻو ‪36 '3‬ﻻا؛ا ‪3‬اا| ‪3‬ل‪ 3‬ا ‪EPIiA‬‬ ‫ا ‪ 9 6‬ﺀ‪.‬ا‪ 3 0 ,, '3‬ﻻااﻷ‪0‬ا ‪ 0‬اﺟﻮل؛اج‪E IUIPB|- .٠٢8‬‬



‫‪ ٠‬ة!‪ 3٨ '،‬ج' د‪٨‬ﺣﻼﺣﻼﻟﻼا؛ ‪٨‬ﺟﺔاا‪-‬‬



‫‪ -‬ﻻ ‪ .‬ﻻ ^ ‪ ۶١‬د س‪1‬؟ﻻا‬



‫ا‪٢٦‬ة' ‪B٩ 1961. 3P BUlUJidBA uo 6 b ٨‬؛|‪-ıpB‬‬ ‫؛‪ 3‬ﻣﻼا‪8‬ا‪-‬‬ ‫اج' ‪٨‬ج ‪06‬ﻻ ‪0‬ﻻﺟﻼﻻاا؛ا ‪3‬ﻻدا‪ 3‬ﻻﺟﻠﺠﻔﺢ‪ ٧‬اﻻوﻻ‪-‬‬ ‫ﺑﺪ ‪٠‬ةﻻ‪,,‬ﺟﻠﺞ ‪/depe|^0‬دﻻﺟﺎ ‪0‬ﺑﻞ اﺟﻼ‪depe 3،‬‬ ‫‪06‬ﻻ‪ E|Aıps ,.!SsAlOiB‬اﻻﻟﻼاوﻻ‪Bg -‬؛|‪-٥ı6٧B‬‬ ‫‪0‬ﻻﻻﻻ‪١‬ح ﻻ‪ ٨‬ﻻﻻااﻫﺎﻻو ‪ 0 3‬اﻻاﺟﺎ' ‪0‬ﻻح ﻻ ‪ ٨‬ﻻاﺣﺎ؛‬ ‫‪٠‬‬ ‫ﺠﺎ وا‪1‬س‪63‬وﺟﺔا‪ 3‬ﻣﻼاﺟﺎ‬ ‫ل ؛‪3‬ﻋ‬ ‫اﻻﻟﻼ|ﻻ؛ﻻ‪ -‬ا ‪ 96‬ا ‪ .‬و ‪ -Bpu.lJBZEdBpv ,.B٨ 3‬س‪ 3‬ا —ة'‪0‬ا‬ ‫د‪٢‬‬ ‫« ‪Bea 3A.a a 31 't e » « n , l '1٠«٠ «٠‬‬ ‫د‪0‬ﻻا‪8‬ﻻا ‪8‬اﻻ‪3‬ﻻا‪١'1٨8‬م‪٨3‬ا‪0٨7‬ﻻح ﺟﻮج‪3 3١0‬ا‪.‬‬ ‫‪ u o B b . I J B I B d B p v‬ﺍ ﺍ ﻻ ﺍ ‪ ،‬ﺍ ﺍ ﻟ ﻼ ؟ ‪ ٠‬ﺍ‪-‬‬ ‫ل' ‪3‬اإ‬ ‫‪!1‬ةاا‬ ‫‪ 1‬د وأ ا‪00‬؛وﻻاﻻﻻج ﺟﻮج‪6‬ا‪3 3‬اﻻ‬ ‫ااﻻ‬ ‫ل‪ 3‬ا‪ ٧‬د‪3‬ق‪/،/;،‬ﺟﺼﻞ;ج‪-‬‬ ‫‪ 1901‬ا‪ 3/‬ﻻاﻫﺠﻘﺞ'ل‪0/‬اا‪$‬‬ ‫‪1‬‬ ‫ﻻ ‪ '3‬و ج ؛ا ج وال ‪ 3١‬اﻻاج ‪ -٩٨ '3‬ﻻ‪٨‬ﺟﻼﺟﻼاﺟﺎ‪\/:‬ا‬ ‫ﻫﺎاا ‪٩‬ﺟﺠﺎج وال ا ‪|00‬ﻻ|ﻻﺟﻼﻻ ‪8٨‬؛ﺟﻼاج ‪٩‬اداﻟﺪاا‪-‬‬ ‫ل‪ 0‬ﺻﻼ;ﻻج‪ '8‬و‪،‬ل ﻳﻖ‪/‬ة ‪ 6‬م‪6‬ﻫﺎ‪ 3‬ورﻣﻤﺎوا' ‪٨ 0‬ج‪-‬‬ ‫ل ىﺟﺔ‪،‬د‪ ٢‬و‪٢‬ل‬ ‫‪/‬‬ ‫‪ " 1‬د ‪ ٨‬ﺟﻼﺟﻼاﺟﺎ ‪٨3‬ا ‪3‬ﻻاأ‪ — ٠‬ة' ج‬ ‫‪) '6‬ول' ج ‪٠‬ﺟﺔ‪3،‬ل' ﻻ‪٨‬ﺟﻼﺟﻠﻼﺟﺎ‪.‬اﺟﻼ(‬



‫ا و‪ 8‬و‪ b A 3٨ 3‬؛ ‪ JE^JBd‬ا و‪ 8‬ك‪8‬ا ول‪3‬اااوا‪-‬‬ ‫‪ Ub A‬وووﻻ ‪0‬اﺟﻠﺤﺎ ‪ l|SB|3UJ 'SB|3U1 Ep‬اﻻوﻻ‬ ‫‪ L Bp 31.58-686 88 602‬ا‪0‬ﻻﻻل؛‪ iBts‬ا‪ 0‬ئ‪ 3‬ا‪3‬ل‬ ‫»‪ssjps BAuBdBJB‬؛ ‪OOL 6‬وﻻ ‪0‬اﺟﻼاج ‪٩‬ﻻاج‪-‬‬ ‫اﺣﻮح‪8‬ا)‪83‬ا' ‪ BUOl 000 9 a p .086 ،‬ة|اﺣﻞ‪| 1‬ﻵ‬ ‫‪.‬اج ‪ 3pun6‬ا ‪UO 0] 008‬اﺟﻼ ‪ JBOUBd‬ا؛ا ‪3‬ﻻا‪3‬‬ ‫ل!ا‪6‬ةا ‪ V‬؛ اا‪ 3‬ا؛ وﺟﻼاج‪8‬ا اﺟﺎا|وا ‪١‬دﻻﻟﻼاﻻج‪-‬‬ ‫و‪6‬ﻻاﺟﺔا' ج‪ 3‬ا‪ 3‬ﻟﻮﺟﻼا' ‪e As BBJV‬ف‪ 3‬ا‪3‬ل ‪٠‬ﺟﻮ‪-‬‬ ‫دو ﻻا‪ 3٨‬ذ‪ 3‬ا‪3‬ل اج ‪٩‬ﻻاج|ﺟﻼ ‪.V‬؛‪ '،‬د د ‪tEBJIZ‬‬ ‫‪ '٢٥B 3A3W13|ip|٤I‬ﻷﻻوواﻻ؛ ‪3U!S3AbiUJK‬‬ ‫‪ ٠ * U B T B d B p v‬ﺍ ‪ ٠‬ﺩ » * ‪ ٠٠٠٠,٠٠ ,‬ا ‪,£56‬ا‪3‬‬ ‫‪ IJBO‬ول‪!١3‬ﻻاا ‪6ABA‬؛‪j٢pu -‬‬ ‫‪ BPB٨٥ 1‬و‪1‬وﻻ' ﻛ ﺎ ﺟ ﺎ د' ﻻااة‪1‬ل' ^‪UBdjS-‬‬ ‫ﻻااةاال‬ ‫‪ ٨ BUIJB|JBU BqBp 3٨‬و ا ^ ا ‪J3|J3A‬؛‪ 3U‬د ‪3‬اا|‪-‬‬ ‫ا‪3‬؛ﻟﻼ‪3|3‬ل' اح؛ا|ﻻاﺣﻞ ‪U3p3U‬؛‪ UIUBAO 3|A‬ا‪-3‬‬ ‫‪ ٨‬وا^اا!ل)اﻻاة‪ MBA 3٨.‬؛' ‪ ٠08‬ا ‪ 00‬اا؛ا!V‬و‪8‬ﻻال ( ‪3‬اﻻﻻ‪3‬ا‬ ‫ج|و‪0٨٨‬ﻻ| ‪6‬ﻻﻻ‪1‬ﻻ واﻻاﻻا‪83‬اى‪|0 3‬ﻻةﻟﻼﻻة ا‪ 3‬ا‪-‬‬ ‫‪ ٨bj b Ajbxbs 'spupszn !S36|W‬ﻻ‪8‬ول؛ﻻ!ﻻ‬ ‫‪ IJ‬ا| ‪٧8PBJB!nppBUV Asznx 'BpuiSBJB Z>١3‬‬ ‫‪iubujbs ‘ .S V A . l a v z v d v a v‬؛ و ‪8‬ﺟﺎج‪-‬‬ ‫ﻻ!ﻻ ‪J‬ﻻ ‪ J3‬ا‪Z3‬ا ‪npio‬‬ ‫وال ا|د‪ ٨3‬ا‪3‬ﻻ ‪ V961.31‬اﻻﻟﻼ|ﺟﻼ ﺟﺠﺎﺣﻞ‪ 6٨‬ا|ا‪-‬‬ ‫دﻻﻻاوﻻﻻ‪3٨‬ا ووﻻ ‪3‬ﻻا!ﻻو ‪ JllAJZ! 3‬اا!ﻻ‪٩ 3‬ﺟﺞ||‬



‫‪S8ZTİİI a6|٠q euepy‬؛‬



‫ﺍ‪٠٠‬ﺳﺬ‬



‫| ‪ 3‬ﻻواﺟﺎﻻو ‪ 8 3‬و ‪ 8‬ةا‪0٨88‬ﻻ ‪ 36‬ﻟ ﺪ ‪3‬ا| ‪3‬؛ال‪-‬‬ ‫| ‪3‬ل' ﺑﺮج)' ا ﺟﻠ ﺠﺎا‪3‬ﻻ‪ 8‬ا ؛ ا ﺳ ﺎ ﻛ ﻮ ﺟ ﻼ‪٨ |8‬اج ‪ ٨‬و ا ‪-‬‬ ‫ﺟﺎﻻ‪٨‬ﺣﺎا ‪ 3‬ﻻﻻ ﻻ!ا‪3‬ااﺟﺎﻻا ‪ n p‬ﻻا ‪ z n s 0٨‬ﻻو ‪ 3 3‬ااا‪-‬‬ ‫‪ A‬و ‪ Z‬و ﻻ ‪3 P‬ﻻ وﺟﺎ|ﺟﻠﻮﺟﺎا ا ‪8‬ىو| ‪8‬ل‪ 1‬ﺟﻼال‪1‬ل ‪3٨‬‬ ‫‪٨‬ج ‪٧‬ج؛ﻟﻼﺟﺎﺟﻞ وﻻل‪8‬ﻻ وﺟﺎ ‪6‬ج|ﺟﻞ‪ 1‬ﻻ ‪0‬ﻟﺠﻼا ) ‪(٥ ٥ ٥‬‬ ‫‪8٨‬ﻻ‪ 18‬ﻻا ‪|6‬ﺟﻠﻮﺟﻼ ا ج‪|۵‬ﻻﻟﻼﺟﺎ اداﻻ ‪٨‬ﺟﻮاا|د‪ :‬وﻻ‬ ‫‪0٨‬ﻻ' ‪3‬ﻻ ‪3‬ل!ا ا ‪0‬ﺟﻼ||ﺟﻞ|ﻻ| ‪3٨‬ﻻﻻ ‪36 3‬ااﺳﺎ ‪ 3‬ا ‪3 ٨‬‬ ‫‪ ٨‬و ا‪ 38‬ا ﻟﻞ‪ 3‬ا‪6‬ﻻ‪ ^ 8‬ا ‪ 836‬اﻻو ‪ 8 3‬و ‪ 8‬و ا ‪3 8‬‬ ‫اود{‬ ‫و ‪ 6‬ا^ ‪٨3‬ا ‪3‬ا ‪ 6 |0‬ﻟ ﺠﺎ ‪٩‬ال| ‪3‬؛ااﻻ|ﻻااج ‪ ٨‬و ا ‪-|3‬‬ ‫ا‪ 8‬ا ا ‪ 0‬واﺟﺪواد؛ﻻا!ﻻو‪ 3‬وﺟﺠﺎج ‪٧‬ﻻااج ﻟﺮﺣﻼﺟﺎةاﻫﻞ‬ ‫ا؛ ﻻوال ‪0‬ح ‪8٨ 3‬ﻟﻮ|ﻟﺪااﺻﺞ ‪ 36‬ﻟ ﺪ ‪3‬ا| ‪3‬؛ا!ل!ا!ل ) ‪0‬ل‪-‬‬ ‫ﻻﻻﻻو ‪8‬ﻻ ﻧ ﻮ ة ‪3‬وااال' ‪3‬ﻻ وﻻوﻻﻟﻌﺎوج ‪6‬ﻟﻶذاة' ‪ 3‬ا‬ ‫ااﺟﺎﻻو ‪٨ '3‬اﻻ ‪ 8‬وال ‪ 3‬ﻟﻼو‪3‬وﺟﻼج ﺟﻮﺟﺪ(اج‪-0٨8‬‬ ‫ج‪ ' 1‬ج|ﻫﺠﺎ ‪ 3‬ﻻاد ‪ 3‬و ‪8‬ﻻةا‪ 8‬اﻻ||ﺟﻼﻟﻼﺟﺎ ‪3 6‬ل ‪ 3‬ا ‪-‬‬ ‫‪٧‬ﺳﺎ ‪ 60‬اه ‪ 3‬ﻟﻼو‪3‬وﺟﻼ‪ ٨ 18‬و ا ة ا وال أ‪٨‬ﻻج‪-‬‬ ‫ا ‪83 3‬ج|ﺟﻼ‪8‬وا|ال'‬ ‫‪|0‬ج‪ 3‬ﺟﺎ ‪٩‬؛د!ﻟﻼو ‪ 3‬ةدا|ﻻاا؛ وال اﻟﺠﻼةا‪0‬ﻟﻼاﺟﺎول‪-‬‬ ‫اوﻟﻼا ‪0 3‬ﻟﺠﻼ|‬



‫ﻻ = ﻟ ﻤ ﺔ‪5‬‬



‫ﻻاة‪3‬ج وال‪ 3‬ﻻدةاو!ل ‪ 6 3٨‬و ‪ 8‬وا‪0٨36‬ﻻ' ووﻻوؤ‪-‬‬ ‫ﻻ| ‪36‬ل ‪3‬اا!ل؛ل ‪|٧‬د ‪ 8‬ا ال‪ 3‬ا‪8‬ﻻ‪|8‬ﺟﻠﻮج' ‪ ٨‬و ا ‪٨‬ﺟﺎ‪-‬‬ ‫ا ‪ 3‬واا ﻻ و‪0‬اوﻟﻼ| ‪3‬ﻻﻻا ‪ ٧‬ا‪3‬ل‪ 3‬اﺟﺠﻠﻢ(ا ‪|0‬ﻟﻼ‪8 |2‬ﻻ‪-‬‬ ‫ﻻﻗﻊ ‪ 3‬ﻻ=وال‪ 3‬ﻻد و ‪0‬اوﻻا| ‪3‬ﻻﻻاﻻ ‪ 3‬؛اا ‪x‬ج ‪١ 3٨‬‬ ‫ﻵ = ﻷ ‪ ' +‬ﻵ "‪ 3‬ﻵ ت ﻷ ‪ +‬ﻟ ﻤ ﻶ ‪ 3‬؛ااا!اا ‪3‬ﻻ'‬ ‫ﻻا ‪6‬؛|ج| ‪|0‬وﻻﺟﻼﻻو ‪|3 8‬و ‪3 3‬وا(ال‬ ‫ة‪ 3‬ا ‪3‬ﻻا ‪30‬وﺟﻼ‪ 18‬ﻵ ' ‪٩‬اﻟﻮاﻻﻻاﻻ ‪ 3‬؛ا ‪ 3‬ﻻ ا ا ا‪6‬ل‪-‬‬



‫ﺓ ﺍﺍ‪٨3‬ﻭﺍ‪-‬‬ ‫‪1‬ﻵ‬ ‫‪3‬‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻩ‪3‬ﻻﺍﻛﻮ‪8‬‬ ‫ﻻﺍ‬ ‫ﺟﺎ‬ ‫‪6‬‬ ‫ﻻ‬ ‫ﺱ' ﺍﺝ‪٨‬‬ ‫ﻻ‬ ‫ﻭ‬ ‫‪ ٨‬و ا ^ ا ‪3‬ﻻ ‪3‬ل‪1‬ا ﺟﺎاﺟﻼﻻا|ﻻ‪83 1‬ﺟﺎﺟﻞ‪3 ٠‬ﻻ وﻻ‪-‬‬ ‫ا ج‪٨‬ﻻﺟﺠﺎ ‪ 8 |٨‬وال د وا و ﻻ ﺟﻮﺟﻮاج‪0٨3‬ﻻﻻ ' ‪3‬ﻻ‬ ‫ع ‪٧‬ﻻ ‪|٧ 1 5 ٢‬ﻻاج؛ااوال ‪36‬ل!ااﻻا ‪٨‬ج و ‪ 8‬ﺟﺎ|ﻻا‬



‫و د ‪ ٧‬ﻷال‪('٧ ^١‬‬



‫ا‪ 9‬ا‬



‫ﺟﻼ» ا‪0٩ ',‬ا'[‬



‫‪ 3‬ﻟ ﻼو‪ 3‬وﺟﻼ‪ ٨ 3‬وا و ﻻ ‪٩ 3‬ﺟﺞ| ‪8‬ﻻﻻا ‪38‬ا' ) ‪3‬؛ﺟﻼا‪-‬‬ ‫و ج ج؛ﻻدح| ﺟﺎاﺟﻞ|ﻟﻼ| ﻫ ﺠﺎ‪٨8‬ج ‪ 83‬ا ‪٩‬أد!ﻻاو ‪ 3‬وال‬ ‫‪ 3 |3‬ا ا ﻻ ا ‪ P‬و ‪3Z‬ﻻ ‪3‬ﺟﺎﻻاﻻ^ ‪3‬ﻻ ﻻ ‪ 6٨‬ﻻﻻ ‪3‬ﻻ ‪3‬ل!| ‪٨‬ج‬ ‫‪ 13‬ﻫﺎ‪9 '1‬ال و ‪٨3‬ل‪3‬ﻻ؛ﻻ ‪٨‬ج ‪ B p‬و ‪3‬ﻟﻮﺟﻼ ‪6‬ا وال‬‫ ‪ 3‬و' ‪٦ ٠‬اد‪¥‬ﻻ‪¥ ٦‬اا ه‪ ,‬ﻻ‪ 1‬ﻻ ‪3‬ؤﺟﻼ|ﺟﻠﻼاا‪3‬ا'‬‫ؤ‪٨3‬ا ‪ ٩‬ج ؛ا ج وال ة‪ 3٨3‬ﻻ‪٨‬ﺟﻞ|ﺟﻼاج‪٠‬‬ ‫\‪uo‬ال‬ ‫‪ ٠ ٠ « , « " ,‬ج' )ال‪ieidepe\ 9 -‬‬ ‫ﻻ‪ ٢‬ﻻ ‪0‬ﻟﻼ ‪ 3‬ا ا ! و ا (‬ ‫ا ‪0‬ﻻا| ‪3‬داﻻو ‪ 3‬ﻟﺞ‪8‬ا|ﺟﻼ‪1‬ل' ﺗﻤﺎﻣﺠﺔ‪,‬وج ‪، 3‬ﺟﻼا!| ‪٨‬ج‪-13‬‬ ‫اﺟﺎﻻ‪1‬ج ا‪8‬اﻻاﺟﻼاﺟﻠﻮج‘ ‪0‬ت ‪|0‬اا‪١‬ﻻ| ‪0 0‬ﻻ ‪3‬ل‪3 0 ) ٨3‬‬ ‫‪ 3‬و ﻵﺟﻼاﺟﻼ‪.‬اﻻ و ﺣﺎ ج ‪ 6٧‬اد و و ﻻ ‪3‬ﻻاا ‪ 3‬ﻻﻻو ‪3‬ﻻ‬ ‫‪ ٨‬ﻻﻻوج ر ‪0‬ةاا ﻻ‪ 1‬ﺟﺎا' )ﻫﻮﺟﻮا‪3‬ل ‪30‬ا|اﻻ ‪ 3‬و د و ﻻ‪-‬‬ ‫ﻛﺎﻻج‪ ٧‬د ﻻ‪٨‬ا ‪3‬ل‪.‬ﻻ!ﻻ ‪0‬ﻻ‪3‬ﻟﻮاﺟﺎ ‪8‬ﻟﻲ ا> ‪ 0‬و‪ 3‬ا و ‪-0‬‬ ‫ةج| ج|ﺟﺎل؛ و ﻻ) ‪30‬اا ‪ ٨36‬ا؛ ‪6‬ﻣﺎل ‪3‬ﻻ وال و ‪ 8‬ﺳ ﺎ‬ ‫ج‪)-‬اﺟﺎ‪ ٨ pe -‬ﺟﺎاﻻ ‪3 ٨‬ﺗﻤﺎةا»' اﻻا‪-‬‬



‫‪B u vuk Larousse‬‬



‫‪،!٠٠٠٠‬‬



‫اﻻوواوﻻ'‬ ‫ش ‪3‬اﻻا ‪33‬ا‪..‬‬ ‫ﻻا ‪ 3‬وﺟﻼوا‪ ..‬م ‪8‬ﻻ „دﺟﻞ|ﻻا ﺟﻠﺠﻪ|ﺟﻼ ا‬ ‫ا ‪ (2‬ﻟﺠﻮﻻا ج‪ 3٨ ..13‬وال ﺟﻮ‪ ٢‬و ج ‪.,‬ل‪٨‬ا ‪0‬أ ‪0‬ل ا؛| ‪3‬ا‪-‬‬ ‫ا ‪0‬ل ول ‪3 )3‬ﻻ ‪ 9 ..‬ﺟﻮد‪ 3‬اﻟ ﺠﺎا ‪ 0‬ﻟ ﻮ )‪٨‬ج و ج ‪ 9‬ﺟﺔﺟﺎ‬



‫‪6‬ا‬ ‫________________________‬



‫‪s jd e p e‬‬



-‫ا‬Z 0 ‫؛‬S ^ 9 J 9 ß ‫ ﻻاﻻ‬9 ‫ أﻟﻼ‬n u n ß n p |0 JBA ‫ ﻻ‬1‫ل‬6 ‫ ا‬1‫ﻻل‬1‫ ج‬9 p u 8٩ ‫؛‬٠9î59|A og -J ^ p u 9 ‫؛‬٠ 9 p !|p UBPUISBU A d è B^§B ٩ . ^ ‫أل‬٩ ‫ﻟﻼأﻻ‬9 |٨ ‫ س‬9 ‫ﻻ‬ -‫؛‬J9 Z 0 IJBJJIUIS U1JB|.1UIS ‘IU9|A0S ‫ل‬9 ٩ ‫ااأج^اﻻ‬ 6 ‫ل‬6 ‫ ا‬1‫ ﻻإ‬1‫ ج‬6 ٩ ٠‫ ^ ^ا‬9 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ ه‬-‫أاال‬٩ 6 ‫ ﻻ‬6 ‫ ﻟﻼا‬1‫ إ ﺟ ﻼ‬۴ ‫ل‬ -B |0 IJIUIS Z!SU9Z0P ‫إإ‬٩ '‫ إج'! ج‬UIJBI.IUIS Z‫؛‬SU9Z O P 9 p (،7 ,e -) „ ‫ دا‬ÎU 9Z 0P BUJB :‫ااال‬٩ 6 ‫ ﻻ‬6 ‫ﻻاﻟﻼا‬ -B . ^B JB |0 I.IUIS ‫أل‬٩ ‫ ﻻﻻ‬9 |„ ‫|! دا‬٠M) UB U 9Z 0P |0 iju iß B q ^1JJ9UJ‫؛‬SB ‫ال‬٩ ٠9 J ٩ ß B u n g -(0 2 6 ‫ا‬ 'dBOIJBLUdqjByy B J U d L U B p u n j) Z ‫؛‬J ‫؛‬،‫؛‬٩ 9J s p ß iu is b u jjii § ijAb b u iu jb ja b ^ i. iu is . 9 - ‫واﻻ‬ -U!U.!^S^OJBJn ' B..IUIS 'lUIUJBJAB^ I.UI٠ B ٩ ^ ) \ 9 ٨ ‫اﻻ‬.‫ل‬9 ‫ ﻻ‬9 ‫ „ ^ا‬9 ٩ J0 N .^ eJB ٠0 ‫ ﺟﺎ‬9 ‫ ﻟ ﻼ‬0 U!U!S9UJ|‫؛‬J!J§9|^9 ٥ J 9 ß u lU JB jß o jd n q u b Abi -‫ د‬6 ‫ﻟﻼ‬٠isb A^9 u iu b Au o , 6 iAb w ijb z b iu . . . -‫ل‬9 ‫ا‬ -tp J ‫؛‬J § 9 |^ 9 ٥ J 9 ß ‫ﻟﻼاﻻا‬9 |‫ ا ة‬.. 6 ‫| اﻟ ﻼ‬6 ‫| ى‬9SUJ ‫؛|؛‬٩ -^ l|JBA . . ‫ال‬٩ ^ ٧ B |S n |n jn ^ , . (b j b Au ^ ( ! |9 s s n y ٠9 U IBS^IJUBUJ ‫؛‬J9A U lJB W IJB A inA OS §IUJUBSJB-^ ٠٥ ٠9 pJ9A ‫ ﻣﺎول‬UB|0 l|^BUB |0 ,, ' J9|JO ٧ O^OP U9 |‫؛‬٩ BUB|ßB ٩ n j o ß io p B § 9 (9 ‫ﻻ‬ -in . ) .. ‫ ادا ﻻ‬٨9Z UBpJBIBJBZUBUJ^ u e ^ i p i e ZISS.., -‫ ^ ادااﻟﻠ ﻼادإا ل‬B P B ٩ B P n u j n j n p 9 ٩ n q 'ISBUJI^ WBUB .0 ‫ ﻻﻻ|ﻟ ﻼﻫﺎ ﻻا‬p UIUJBJ!|9 9 6 ß ٠ j d - ‫ال‬٩ ‫ ^ |أل|ا‬l |J B n 9 ٨ ' ‫ ﻷﻻاﻻ‬9 |^ ‫ ^ﻻأ‬9 ‫ ا‬UlglJ -‫ ﻻ‬6 ‫ اا ^ ﻟﻼ‬6 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ل‬6 ‫إ‬٨‫ إ‬-‫ ^ال‬9 ‫ ^ ﻛ ﻞ‬BUJBUJjnun ‫ﺟﺎﻻا‬ -‫ دا ﺣﺎ‬b Ab ٧0 9 p o ٥ |9 P W 9 U 0 P §BP 0 ^ 0 ٨0 ٩ -‫ ج‬6 ‫ ^ د‬9 ‫ل‬9 ‫ ﻻ‬0 ‫ل‬0 ٩ 9 ‫ل‬9 ‫ اداﻟ ﻼا‬٩ ٠ 9 ‫ ﻻﻟﻼ‬9 ‫ ^ا‬9 ٩ 9 ٨ ‫دأل|ا‬9 ‫ د‬UBUJBZ ‫ﻟﻼأ‬1^ ٠‫ ﻻ‬1‫ ^اﻟﻼاﻻ‬UO^OP . 9 6 ‫دا‬ -p B 6 ‫ ﻟﻼ‬٧ -‫ل‬1‫ د‬6 ‫ ا‬J9M1II9ZÇ (n .§ n ٨ B ^ 6 ‫ ج‬1|^ ‫ دا‬6 BpUISBUJUnABS ,. ‫ دأ |اﺟﺄ‬٨9 ‫ال‬٩ ‫ ود؛ ﻻ وا‬6 9 | 9 ., u n .S 9 ٩ ٩ 0 H .OZOI!. z!|!ßu! IJBIBJUOS B ٩ B p ) ^ ‫ ﻟﻼا‬0 ‫ ﻻ‬BSBA| 0 ^ 9 9 ٨‫؛‬S B „B ٩ jIp p B J9J) 9 ٨ -‫أ‬٩ ^ BOUB 'UBIUJBJAB^ ‫ ﻷﻻ‬9 | ‫ﻟﻼ‬9 |^ 0 ٨ |‫ ﻻ ﻛ ﺎ‬٧ ‫اج‬ ‫ا‬٩ ‫أ‬٥ 0ß-ZlSJIUIS B p b A 6 ٥ U9JSI 9 ٨ ‫ د! ل‬9 ‫ ل‬z q IBSIJUBl) |9SUJ ‫!|؛‬qiJUBl ‫(؛‬j!p J9|A 9J !٩ B3ZIU|BA JB|U B|0 JBA ^BJB | 0 ^ 9 ‫ ﻟ ﺪ‬9 ‫| ) ة‬9SUJ!1!٩ ^ I|JB٨



' iß i |!٠p e u i.ü je!||!w I|.u je ٩^ ٠0



٦^!- S n v ٠٩٠w \V ‫؛‬s



-‫ ^ و ﻻ‬g j -(‫ ﻟﺠﺎ „ال‬6 ^ 9 ‫ د‬0 ‫ل‬0 ‫ ة‬n o u o j e i d B P b A ‫ ^ دا‬9 ‫ ﻟ ﺪ‬U 9 p 9 |n ٩ B 9 6 ^ ‫ أ‬6 ‫ل‬IJBIpB 0 |6 ‫و را ﻻ‬, -ZQ l ' ‫ﻷ‬9 | ‫ ﻷﻟﻼ‬9 ‫| إ‬9 ‫ ﻟﻼ‬0 ‫ ا‬٠n ٩ ) Z9UJ9ftp9 z o s UBp U IJB |^ n p |0 JBA- (‫ رو‬٧./) ^ BJB|0 ^ 9 ٥ J 9 ß ‫؛‬jnj ‫ ؛‬OA 1‫ ج‬1‫ﻻ‬B p u ié lp u 6 ٨!٩ !z UIJBIUJBJAB^ '9 J p ß 9A -‫؛‬J 9 J ^ ? n g -‫اا‬9 ‫ ﺑ ﻶ ل‬UB|0 UJBWIM ‫اا‬.‫ﻟﻼ‬6 ٩ ->‫ ا‬0 0 ‫؛‬S !.|‫ ؛‬S U J9 JB .I|§ B g -S|9g -B m ٠٠v IS.- UBUnABS l ß l |l . p v -B 9 ٨



٠



‫ أ|؛ﺻﺄﻻ‬B ß ! |l . p v -.IS ٠ ٥ ٠ ٢ •uiS



iii



9UJ‫؛‬٩ P V -.IS l a s i i i i i a a v !I



-‫ ا‬٧ ‫اا‬9 ٩ 9 ‫ اا‬-٩٨ w i ô r i ô ‘u r u o s '/‫ ﺟ ﻮ‬٧ ‫ و‬./‫ ﻻد‬/‫إد‬ - IS 9 ٩ 9 ‫ل ^ د‬0 ‫ ' ا‬iw e jA e ^ , .^ n |j o z ٠, ‫ و ﺟﺎ ﻻ‬٧ ‫ل‬0 ) -9 ‫ﻟﻼ‬9 |9 ‫| ا ﻻد‬٩UJB!|!9SUJ|.٧B UBUBABP b Ab UJJi èBJB - ‫ﻻ‬9 |‫ل‬9 ‫ل‬6 ‫ أج‬UBAB|lèJB^ IWBJAB^ 0 '^BJ B^|B^ U BP^BJA B^ Jig - -|‫ا‬٩ ‫ ﻫﺎا‬-ß l i f l i a a v



O .-p U J .) ‫ داﻟ ﻼا‬9 8 ‫ل‬9 |9 ‫ل‬ -Bp! t||B ٩ B ^ ) j ! ٩ b Ac٩ iui ٠ i|A e p e 9 ‫©اأﺟﺎﻻ‬٨ 0 ‫ ﻟﻼ ﺻﺎ؛خ‬9A ‫؛‬P 9 |9 ٩ 9A B p b A BUI٠ I|UB^§B ٩ ‫؛‬P -9 ‫ا‬9 ٩ ' 9 ‫ااﺟﺄﻻ‬S ! 9 ٨ 0 ‫ ^ | ؛‬UJ |9 ٧ 9 ß 11 §BpU B.B ٨ ‫ل‬9 ٩ ‫ﻻ‬6 ‫ا‬digB S 0 9 ‫ ﺟﺎﻻ‬1‫ل|اا‬9 .9 ٨ 9 ‫ ^' ﻵ ا | ﻟﻼ‬BJB |0 BpBS unBAn B JB ||n è o ^ I|I ^ A BpJB|BSBA 9 ٨ b Ab u v ( 2 l- p lU >i- ‫؛‬UJ‫ ^ ؛‬S ‫ ^أاا‬9 ٨ . 9 ‫ إأاا‬٨‫ا |ال ) إ‬٩ -BAO^ IUlßl|ABpB 9 ‫ || اﺟﺄﻻ‬٩ 9 ٨.9 || ‫ ؟ ' ﻻأ‬P BSBUJ -‫ ا‬0 ‫ ﺟﺎا‬9A 6 ٩ ‫ ^؛‬B d isb Ais ‫ال‬٩ '^ ‫ل‬0 ‫ل د‬UB 9 ٩|0 d ‫؛‬٩ BS 9 ‫ل|ا | أﺟﺎﻻ‬9 ‫ ا‬9 ٨ 9 ‫ دا |ﻟﻼ‬9 ‫ة‬ ٦ ^‫ ؛‬- SN V JB.JIUBJB ) 6 ‫ ج‬0 |‫ل‬٢1‫ﻟﻼ‬9 ‫! ﻟﻼ‬.SB JB|UB |0 1| 1‫ل‬ -9 pU I ٥ l B§B ٩ 9 ‫ل‬0 ‫ ج‬n g -J‫^؛‬lß 9 p BpUISBJB ||A ‫ أ^أ‬9 ‫أل اا‬٩ !S 9J0 S ^ i|A ß p v ) - n u jn j n p ‫ ^ا‬9 ‫ ﻻ د‬0 UBPUISBUJUBJB B ß n . j n w . w USB u n u n j n u j 9UJ .9 |A 9 p ‘iQ l/A B pB - ‫ر‬0 ‫ ^ورﻻ‬-^ - n q -BPI t^ ‫ ؛‬٦ Z 3 Z ^ N |‫ ﻓ ﺠ ﻼ‬3 ‫ ( ل‬l ^ />//s٧B -^ g ) ISBUJIO ABpB ‫ﻻﻻاﻻ‬ -‫ا‬٩ ‫ ﻻ‬6 ‫ا‬d 0 ‫؛‬٩BS 9U ‫؛‬٠ ‫|؛‬J9J9A 9 ‫ دااﻟ ﻼ‬9 ‫ ^ ة‬n y ‫ اادﻟ ﻼ ح‬6 ‫ د‬I.|A B|JIZB ٩ ‫ﺳﺎ؛ج‬ -‫ ﻻ‬9 ‫ااﻻ‬٧ BUB|nßAn' 1S9J0S 9 ٩ ‫ ادا ﻻ‬IJB|BWUBZ B^ UBAUn- ‫أل‬٩ BPIBP 0 B p b A ‫اﺟﻼ‬6 ‫ ةﻟ ﻼ‬1|6 ‫ د‬B p B p |- ‫ال‬٩ ‫||ا‬9 ٩ ٠9 ‫ل‬9 ‫ ة! ا‬٩ ٧BAi§B . ‫ﻷ‬9 |^ 9 ‫ ﻻ‬9 .9 ٨ in S o ^ i|^ 9 J 9 ß 9 ٨ ./‫ س‬/‫ل‬/‫ و ؤ‬y i/A B p v -‫ ﺟﺄا‬3 -^ 9UJJ ‫؛‬P



-‫اا‬٩ n u n ß n p |0 ABpB ^BJBdBA ‫ﻻ‬9 ‫ﻟﻼا‬9 ‫ ادا‬M9J ٠9 ß ‫ اداﻻ‬A9J٩ß ‫أل‬٩ ' UBAUn ‫ال‬٩ ">$ i B ä O ) f l٧l A b p v II Jip A s u o p /1- ./‫روة‬0‫) ة‬ftjABpB A e q n s jd p d A :1S9J0S 9UJ9U9P ( ' 6 ‫ﻻﻟﻼ‬6 | ‫ ﺣﺎل‬٩ ٠9 ‫ﻷ |ﻟﻼ‬ -l.§‫؛‬J9A ‫ ^أﺟﺎﻻاﻻ‬UB|0 ABpB 9ß9|S9U J ‫ال‬٩ ٠9 ٨ -9 Jp ß ‫ال‬٩ ' BUBAun ‫أل‬٩ ‘— is d jn s y iiA e p v 'Z n u jn jn p - 6‫اﻟﻼ‬Ab p v ‘ l -e 0 ‫ ا ﻷ‬٦ ‫ د‬٧ ٠ ٧ -‫ ^اؤا‬èlUJUBZB^ !‫ل‬9 |9 ‫ﻟﻼ‬ -9 |9 ‫ ﻻ‬- BpUIJBIIBp Jo d s 9|^l||9ZO J o d s ' 0 *-Q6DUJ ) JOIlpBd ‫؛‬s b Ai s ) -ABpB iß.pB.dB S B.un٠ -JBJB^ Z9^J9UJ 'UlUlPBd n jn ^ UJ1.9UÇA 9٨



‫ ﺣﺔا‬٨ ‫ ﺣﺎ‬9‫ ﻻ‬6٨6 ‫|ﻟﻼ‬lABpB ABPB 0 ‫اةﻟﺞ^اا‬ ‫ اةا‬٨‫ ة ح‬ABpB 1|>‫ا‬9 ‫ل‬Bp 96 ‫ﻟﻼاؤ‬9 ‫ﻟﻼ‬٧9 ‫ إا‬06 ‫ل‬0 9pU‫ا‬S9J٨9 ‫داﻟﻼ د‬95 ‫ال‬٩ ‘ lABpB Z^>^J^^Ai\\ -‫ؤا‬ -‫ ؤ ا>أ‬1‫ ﻻا‬6 ‫ﻟﻼ‬٧6 |٨6٧0 6 ‫ ج‬٠ ‫ ل‬٠ ‫ﻟﻼ‬9 ‫‘ ﺣﺔاا ﻟﻼ‬lAepB ‫آﻣﺮ‬٤‫ااﻵةورع‬٨‫ ﺻ ﺢ‬٧6 ‫ ﻻ‬٠ ‫ا‬٢١٩ ‫ ا؛ةإوﻋﻤﻮ‬1‫ ج‬1٩6‫ ا‬٩6 ‫ ة‬9 | - ‫ ﻻ ﻫ ﺎ ﻟ ﻼ‬0 '‫ا اد؛ ﻻﻣﻮ‬59 ‫ل‬٨9 ‫ ﻵاﻟ ﻼ د‬5 ‫ال‬٩ ‫ﻷﻻ‬9 |‫اا‬ -‫ل‬6 ‫ ﻫ ﺎ ك‬6٨ !5 ‫ ^ اداﻻ‬9 ‫أ|ﻟﻼ‬٩6 ‫ ﻫﺎ‬lABpB ‫^!|ا‬9٨ ‫ ا‬9 | -|‫|' ﻟﻼا‬ABPBABPV ' ‫ؤﺟﻼا‬3 ) !‫ا>!ة‬ ‫ﻻ‬9 |‫ﻻ‬9 ‫ ﻻ‬UBpUI 0 ‫ إ‬BJBJ 1‫ل‬6 |6 ^‫ ؤ‬Bp 6٩ ‫ﻻ‬6 ‫ﻻ‬ -٠ |٠٩ 9 ٩ ‫ﺟﺎﻻ‬9 ‫ اةإ‬9 ‫ داﻟﻠﻼ‬95 9٨ ‫اك‬٩‫ ه‬9 ‫ل‬9 ‫|ا^ا‬9 ‫إ‬ -‫ا‬٧ ‫ﻻ ^اا ﻹإ! ﺟﺎ‬،‫ ح^اﺟﻞ‬٨ 9٩٧ ‫د!ل‬98 ‫ال‬8 ٠>‫ا‬٢‫ ا‬٠‫— ي‬ ABpB ‫ ةﻟ ﻼا‬9 ‫ﻻ ل‬6 |٠ ‫ ﻻ‬٠5 6 ‫ ﻻ‬٠٨0 unu. lB. 9 S Bp ‫ د|اﺟﺎ‬9 ‫|^ ﻟﻼ‬6 ‫ إا‬UBpUI,BJBJ ٠‫ل‬0 ‫ ا‬6 ‫ل‬6 ‫ اﻟ ﻼد‬6 ‫ ﻻﻫﻼا‬.‫ دأﻟ ﻼا اداﻻ‬93 ‫ ا د‬6 ‫ل‬6٨ ٠// ٠‫ ﺟﻤﺞ‬٧ /‫ج‬٧‫ﻧ ﺮ و‬ ٧ /.‫ﺣﺠﺮ‬9 ‫ ج‬-‫ﻻﻫﻠﻼ‬ — -‫ دا‬٧9 ‫ﺟﻞ‬0 ‫ ؤ‬1‫ﻟﻼ‬6 ‫ ﻻﻟﻼ‬6 |‫ د‬٠٧ ‫ﻻ ﺟﻪ‬9 |‫ﻟﻼ‬9 |‫ال اق‬٨ -‫ﺟﺎﻻ ا>ة‬9 ^ >‫ﺣﺎ‬0٧6 ‘‫ق‬1‫|س‬1‫ ^ ض‬6 ‫|ﺟﻞ‬0 ‫أ‬0‫ دأ‬06 ‫ﻻج‬ -٠ ‫ﻟﻼ‬٠ ‫ل‬٠^ ‫ ﺟﺎإاﻟﻼ‬9 ‫ال‬٩ ‘‫ا‬0٧9 ‫ل‬ABpV 60 -١‫ ﺣﺎ‬3 — -^6 ‫ ^ اداﻻ اةإو ^اا ﻫﺎﻟﻼ‬9 ‫ د!|ﻟﻼ‬95 '^ 9 ‫ﻟﻼ‬ -‫ﻻ‬1|6 9٨9 ‫ ؟ل‬6 ٠6‫ﻻ‬6٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫أل‬٩ ٠‫رﻻﺟﻼ‬,ABPB (^ A 0 -9 ‫!ل ة‬3 ) 11 -^9 ‫ﻟﻠﻼ‬9 ‫ ﻻ‬0 ^ 6 ‫ ه|ة ل‬ABpB ‫ اداﻻ‬٨9‫ل‬ -‫ ؟‬6 ‫ال‬٩ '‫ ﻻ‬6٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫!د‬٩ ‫ا‬٨‫ ^اﻟ ﻼةو‬٥ ‘)\dujjdiso 6 ABpB!A^ SLU!)^J!g ٠ ۴ ٠ ‫ ﻻ‬9 ‫ﻻا‬9 ‫ﺣﺈ‬ABPB 06 ‫ﻻ‬6 ٩ ‫إاﻻ‬6 ‫ل‬6 ‫ج أ‬٠ ‫ا‬٠‫ل‬٠^ Bp ‫ ^اؤا‬0 ‫ ﻻ اداﻻ‬6٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫ال‬٩ ep ٨9‫ ؟ل‬6 ‫ال‬٩ '\Ab p b ‫ ا أ‬0 § 0 ‫ ا‬0 ‫ل‬0 )‫ر ا‬./٩ BpBAu !U!SU!g ٠‫ ع‬- J^ | I^!6 ^ UU^| J^ AA^ J06 ‫ﻻﺟﺮﺟﻼ‬9 ‫ ذ‬/٧٧ ‫ج‬/‫ج‬IJB|ABpB /(1 ٧ 3 ‫أ‬1‫أل‬9 ‫ل‬6 0 ./}‫اج‬ -ABpB ABqns )^^P^A 'lAepB ‫رج‬0 ‫ ﻻإ‬0 ‫ ة‬:\92 -‫ﻟﻼ‬6 ‫ ﻻ‬:‫ﻟﻼس‬٩ ‫ﻻ‬6 ‫ ﻻ‬٠ |٠٩ 9 p‫ﻟﻼاﻻ‬9 ‫ ﻻ‬0 P ^ ‫ ^ا ﻹا‬٩ '‫ ﻻ‬6 |0 9 ‫ ح‬9 ‫ااﺟﺎاﻻاﻟﻼ‬9٨ ‫ ^ ادأﻻ‬9 |39 ‫ال ﻟﻼ‬٩ -'٨9 ‫ ﻳ ﻞ‬0 ‫ال‬٩ '‫ ﻻ‬6٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫ ' ﺣﺎل‬2 - -/‫ م‬٧ ‫ر‬/‫ ج^ج ج‬٧ /‫ﺗﻤﻶﻣﺠﺼﺠﺮج‬ JBA ABpB ‫ د‬0 ‫ ادا ﻻ‬ı6 l|UB>^§Bq ^ Aıp^|^g -‫ﻻ‬ -‫ ﺟﻤﺞ^رج‬ı^BH wıABpB Qp u^q ‫ ا د و‬n g .‫ﺣﺠﺎ‬ -‫ﻟﻼ‬6 ‫؛ ﻻ‬93 ‫ ﻻ ^اﻟﻼ‬6 | 1‫ إ‬6 ^ 9 ‫ داﻟ ﻼ‬95 ' 6٨6 ‫ ة ﻻ‬:‫ﻻ‬9 | -‫اﻻ‬٩ |‫ا‬٩ 6 ‫ل‬6 |‫ﻟﻼ‬6 ^ 6 ‫ إ^ااأ ﻟﻼ‬9٨ ‫ﻻ‬BpUI‫ إ‬BJB‫ إ‬1‫^ﺣﺔ‬ -‫ؤ‬Bp 6٩ ‫ و ﺟﺎ ^وﻻم؛ﺟﺎ‬٠‫ أة‬٠٩ ٠‫ ﻻ‬6 | ‫اةإو^اا ه‬ -٩٨ ٠9٨9‫ل‬٩6 ‫اد‬٩ ‘6 ‫ ﻻ‬6٨ ‫ ﻻ‬٠ ‫ال‬9 -6 ٨ ٧ ٠ ٧ (-‫ل‬6 |‫ل‬٠‫ل‬٠ ‫ ة ا‬٠ ‫ا‬0 ‫ﻻ‬9 ^ ‫ ؟‬6 ‫ال‬٩ ^ 0 |‫ﻟﻼ‬01^ 1‫ ﺣﺎ‬9٨ ‫ل‬9 |‫|ال‬96 6٨6 ‫ل‬6 ‫ال‬٩ 9٩ ‫ اداﻟﻼاﻻ‬٩ ‫ﺟﺮ‬/ -‫ج‬٧‫ ﺟﻮﻻج‬29 ‫ﺟﺮﺟﺮ‬٧‫ ﻟ ﺪ‬/ ‫ل ر‬6 |‫ ﻻ‬٠ ‫ ح‬-‫ل‬1٩‫ل‬6٨ ٠٨6٩6 ‫ل‬0 ‫ ﻻ ا‬0 ) -‫اا‬9 ^ 9 ‫ﺟﻞ‬٩ |9 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ ﻻ ل‬1‫ ﻻ‬15‫ﻻ‬6٩ ‫ اة ﺣﺎ‬٩ ‫ د ( ﺑﺎ ؛ ﻻا‬2‫ د و ةي‬٠‫ﻻ‬٠ ‫ )ةﺟﻼ‬-6 ٠ ٨ ٧ ٠ ٧



-( ٨٨٠‫اا‬٨ ‫ ﻵ‬٠‫ إ أ ﺳ ﺎ‬٠4) ,. -٧‫ﻏﺞ‬٧‫ د‬0‫ر م‬9 ‫ﻻ ىﺟﺪ‬.‫ﺟﺎ‬ -‫ج ﻻور‬٧‫رﻻةوىرو ةج‬./‫رﻻج ﻻ‬//‫ \ ﻻ‬0 ABPV :‫ ^اﻻ‬,‫ا‬ -‫ﻻ‬6 ‫ﺟﻠﻼ‬0 ‫ه‬ -‫ﺟﻦ‬٨‫ دﺟﻤﺞ‬٠‫ )ﺟﻞ‬6 ‫ د‬3 ٨ ٧ ٠ ٧ (-٠٩ ‫ل‬٠ ‫ ﻻ‬٠^ ‫ ه‬٩ 9٩٠|6 ‫ ﻻ ة‬9 3 ‫وااوﻷ‬2 ‫ ه‬6 ‫ ﻻ‬Z9٩ - (3 ٠ |^ ٠ ‫ﻟﻼ‬6٩ 9٩ ٧ ‫ ةاا‬٠ ‫ ^ ﻟﻼ‬9 ‫ل‬٨9‫ة‬ ^ ‫ د ه‬9٨ 9 ‫ ^ ا ﻻد‬٠٥ ‫ ﻻ‬9 |‫إاﻻ‬96 ‫ ﻻ‬6 ٩ .‫ ﻻ‬6 ‫ أ‬8 ‫أ‬٩ ‫ﺑﺎ ﻻ‬ ٠ ‫ ﻫ ﻬ ﺞ‬٠‫ﻻ‬9 ٩ ‫^ا‬53 -(-‫د‬ZOS ‫ )ا ﻻة‬-6 ‫ د ا ه‬٧ ٠ ٧



1٩|6 ٨9‫؟ل‬6 6٩ ‫ﻻﻻ‬6 |‫ﻟﻼ‬1^ 6‫ ﻻد ﻟﻼا||ا ل‬9 ‫ ة‬9٨ ٥ ٧ ٠ ٩ ‫ااﻫﺎ‬6‫ ^ل‬1.6 ‫أ‬6 ‫ا‬٦ -‫ و ا‬A‫ ^أ‬JOzep‫ﻻﻻ‬e ‫ ﻻا‬٠ z -98 ‫ د‬96 ‫ا‬- 996 ‫ ا‬9٨ 996 ‫ا‬-‫ ؟‬9 6 ‫ ا‬٠‫ا‬٩ ‫ ﻻ ة‬٨0 60 -‫ﻻﻻ‬6‫ﻻا‬٩ 6 ‫ ا‬116 9٨ 0 ‫ د‬0‫ ﻟ ﺠ ﺔ‬6^‫ﻻ‬٧ -(886 ‫ﻟ ﺠﺎ‬ -‫ﻻ^ح‬٧ ) ٠‫ ا د‬0٩ ‫ ا‬٠‫ل^ إ‬0 ‫ (' إ‬٧‫ ة‬٧ 3 ) 3 ‫ ه‬3 ‫ د‬٧ ٠ ٧ -‫ال‬0 ‫ج‬٩ ‫ ﻟ ﺞ‬٠٩ 1‫ ﻻﺟﺢ‬٠5 8 .9 7 ٧9 ‫ و د‬6 1٩‫ج ج‬0 -‫اﻻ‬٧‫ﺟﺎج‬90 ‫ج‬0 ‫ج‬٨‫ ﺟ ﻼأا‬.‫ ة‬٠ ‫ل‬٠ ‫ﻟﻼ‬٠ ‫( ﺑ ﺎ‬0 6 6 ‫ إ' )ا‬0٧ 06 ‫ ﺟﺢ|ا‬٩ 6 ‫اﻻ‬0 ‫ د ج‬٠٩ ٠٨٠^ 0 ‫ د‬0 ‫ﺟﺎ' إز‬9 ‫د‬ -11 ١‫ ا‬1‫ ﺟ ﺪ‬٨٨٧ ‫ﻻأﻻ‬٠9|6 ‫إﻵ‬١‫إ‬6٧ ‫ د ج‬٠3‫ ه‬3 ‫ د‬٧ ٠ ٧ -‫ﻻ‬1‫ﻻ‬6 ‫ؤ‬6٨6 ‫ ج‬-‫ﻻ‬8٩ ‫ ﻻ‬1‫ل‬6 |‫ﻻ‬6 |6 ‫ ة د‬٨‫ﻟﻼ|أ ﻛ ﺎ‬9 ‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻ ؛ ﻻ‬.‫دةا‬ -‫؛ح‬٨68 ٠9 6٩٠ ‫ﻳؤﺎ‬٠‫|؛‬٠6٩ 1‫ﻟﻼ؟إﺣﻼا‬ ‫قﻵ ﻻ‬ ‫ﻹ‬٠ ‫إؤ؛‬9 ‫ﻟﻼ‬ (‫ﺑﻶﻟﻌﻞ‬866 ‫ )ا‬90‫ﺣﺤﺆﺑﻶة‬ 9 ‫ إ‬6٩6‫؟ﻻ‬18٠ - )\ ‫ ^ﻟﻐﺎ‬0 ^ ‫اﻻ‬٠‫ل‬68 ‫أ‬٩6 ‫ل‬6 ^‫ ﻻ‬0٨ ‫ إ‬٧ ' 9 ٩ ‫اﻻ‬.-‫^ﻟﻰ ج‬ 88 ‫|ح‬٨٢٦‫ا‬٠٨‫ﻻاﻻ ^ﺣﻠﺢ‬.6٨ ‫ ا ﺣﺈا‬0 ‫‘ ﺑﺬ‬3 ‫ ه‬3 ‫ د‬٧ 0 ٧



-‫ﻻال‬9٩ ..9٩9 ‫ إ‬6 ٩ 6 ‫ا‬. 9٩ 9 ‫ل‬9 ‫ا‬9٩9 ‫ ^ ا‬1‫ ﻻ‬6 ‫ ^ا إ‬9 ٩ ‫ ﻻ‬0 ‫ ﻻ‬0 ‫ل‬6 |‫ د‬6 ‫ﻟﻼ‬6٨ ‫ﻻ‬9٨9 | -‫ﻻ‬96 9٩ ‫ﻻﻻ‬9 ‫ا‬9 6 ‫ا‬0٩ ‫ﻟﻼ‬1‫ ؤاﻻ‬6 |6 ‫ ﻟﻠﻼ‬0 ‫ ﻻ‬9،١ 6 ‫ل‬6 ‫ا‬ -‫س‬0 >‫ﻷ^ ا‬8‫ل‬9 pZO^ ^6 ‫ﻟﻼ‬OUOß ‫ ﻻ د ﺀ‬٧ ‫ﻻا|ﻟﻼادوال‬ -‫ا|ج‬٠^ ‫ل( اﻫﺎﻻ‬9 |, 6 ‫ | ^ ل‬98 ‫ل )|ﻻ‬9 |9٩9 ‫ ﻻ إ‬6 ‫ل‬٠٩ 1٩ -‫ا‬9 p 292 6 ‫اﻻ‬J9 Z0 ‫ل‬9 |^ 0 ‫ﻻا‬0٩ ‫ ﻻاة‬96 ‫^أ‬9٩ ‫رال‬9 | -9 6 ‫ا‬0٩ ‫ ﻻ ا^|!ﻻاا‬6٨ ‫ﻻ ة‬9 ‫ا‬93 ‫ ﻻ‬0 ٠‫ ﻻﻻا‬9 ‫ ز‬٢١٩ 29 -‫|اﻻ‬8٧ ٩6 ‫ﻻ‬9 |‫ﻻ‬9٨ 9 ‫ل‬9 | ‫ ك‬9 ‫د او ﻵ ا‬،‫|ﻟﻼ‬6 ^ 6 ‫ﻻ‬6 ‫ﻻ‬6٩6 ‫ ﻻﻟﻼ‬1‫ج‬٧ 1‫ ﻟ ﻼ ﻫ ﻼه‬٠9٠ 2 ٠3‫ ه‬3 ‫ د‬٧ ٠ ٧



-‫! ة ا‬٩ ‫؛ إ ة‬JQIinsn ' ‫ل‬9 ‫ ^ا‬9 ٧9 ‫ ﻳ ﻞ‬J9|J9p ٧ ' 6 p e ٠?،0 . 1‫ج‬0 ‫أ ﻻ ة‬..‫ ) ا د ﺟﻤ ﺞ‬B ‫ ﺟﺎ‬0 ‫ ة‬i v a y WB^BJ U9|!p9 biAisiAb s 9P I9 e p u n a n u o s iw idjB ٥ ‫اوواﻻ‬ -u n ß ‫ ﺟﺄ‬9 9 9 ‫األ‬9 ‫ ة‬ZIB. ‘UlUBJBdBUB .BpUIJBI B ^ B |d B S 9 ^ Z-‫؛‬B* 9 ٨ ٠s ^ n IJBQ dBS9 ٩^ — -٠PB |>١S9 UI.,JB||ABS unßA n,. ‘d y jB A diOLU IIB P V II -ipe WS9 ui..JB|iA6s I ^ B BP - UIJBIBJB,, ‘d u iA e q s jriL u iie p v * s q .BINI.B.IS iAb s 9 ‫ ا و ة} اﻟﻠ ﻼ‬aAnzAdi l i g p v II‘ 0 -‫إ ةاا‬ - IS iAb s b jis ‘a A iq irij IIWPV y s g -ß |!٩ |!— a ٠B § n eA iz؛ ة؛‬J9 ß ‫؛‬p u b Ai^ bj



b u b Au b A



IpB IUAb 9 J p ß 9A9SL٧!>٠Jiq :J9|9SUJ!^ UB| . ‫!ل‬٩ IJBIPV -(‫ ﻻ‬6 ‫ إ‬.‫ ﻣ ﺠ ﺔ‬- 9 ٨ ‫د ﺟ ﻢ‬١‫ل‬B- (.0 ‫ غ‬٧ ٠ ٧ lu e f r js o io 'l u e . ٠0SJ!§9jn ٧ ' 1‫ ﻻ‬6 ‫ ج‬08 ‫دال‬9 ‫ ا‬IU' 0 | 'UBß ٥ SZBA9٩ ٠UBß ٠ S^B :JlpJBA ipB |9J9A -B ^ S lA ß ^ 0 ‫د‬ ^ 0 .9 d ^BJB ‫ د‬٩ 9Z 'J!p!6 || -JBdBA 9UJU9|J!| -9 ^ ‫ |ا‬٩ 9 ‫ ا‬ISB.ZBg -JIUI|B ^BJB|٥ dB .inß ep . eA I j ß dB ٩ ‫ ه ' ا‬9 p ٧ n ß BJUOS U9J^‫ ؛‬p|!J!J9ß 9 ٧ -!|z . l -JlpJBA B ٩ !‫ل‬9 |^!|9 ‫ ﻻ! ا‬J!I٠ ‫^؛‬pU 9|.9 ٨٨ n ٨ Bp9J!I.IJIpB JBJpl JI|IUB||n^ 9 p d|B ^ 9 ٨ ‫ﻻ‬UBPJB|I|JISIW ^Sg'IJBMBJdßA UB.njnj 9 ٩ n^ BJU .S U 9^!P|!S9^ W IP UJ-‫؛|؛‬P dlU B |d0 . 6 pJB ٩ B٩ U٠ S ٧ IUIUB٠٥ SBp٧ BH —|^- ۴ ٩ ISBAiIWBJ J9||!ß ۴ ٩ UJBZ ) :‫ل‬0 . e ilios -B -|ig ‘ 0 8 ) 1>‫ ا‬. I^BßOS UBdB 1٩ ‫ل‬9 |^ 9 ‫د‬ -‫ دا‬9 ٩ lU9d Bp b A un.B |£ ٠1٨BW 'ZBA9٩ ' U9J OS ^BJdBA U 9ld!p 'U ^ l.g A 9pU -‫؛‬J 9 |9 ß |0 q UB٧J1|1 u iu b Au o p ‫^؛‬s g B m v p o s v a v



ueOos



(‫اااة‬3 $!‫ﻟﺔ‬٩ )



.ueÇosepe ‫؛‬peepBÄ lüÉepe |,LjBS



|AB|§|BpB J!g -UB l ß l 9 Z p UI٧ I^|B٩ ٠‫ ح‬- n w n jn p lSl||9Z0 ' ٧ ‫ا‬٧ 9 ^ ‫ا‬0 ‫ال‬٩ ‫ ﻻ‬6 ‫ د‬0 ‫ا‬UBpJBIBpB Bp 0 BpB Jig ’ I -B M i n v s v a v b A u B jn j§ n |0



u ie A w s d y u i w 6 9 6 0 ) '( ‫ ح‬6 ‫ ا‬-۶ 9 6 ‫) ا‬ //'/ ifo io y s d le y ip a y v '( 5 5 6 0 Je /zo jA d u o y s d iJBMUBiSBq q n y '( 5 5 6 0 je iz o y s d iJBiyiBiSBq q n y - '(‫ ا‬7‫ ) ا ح‬iQhQb s q ru unQ no . 0 Ö '( 6 9 6 0 iJBiLUOjpuasBJBS :ueiJidBA B-



٧ 0A z!|BUB^!sd 9A.9A.-l|§Bg -!pj!J9ß !U!W9 ٨ 9J ٩ ß n q U! . - Ü 1 OPJOP ‫؛‬ß 9 p ( 2 Z 6 0 BAB٠ ٧ n |٥ ‫ ^|ا‬9 ‫ﻟﻼ‬IpUBJB 9 9 ٨ 9 ٧٠0 ‫ ة‬0 ‫ ﻟ ﺞ‬0 ^ !J.B A ^S d !S9J|0^e, dlj lS9J‫؛‬٧ q BJB!SJ9 ٨ ^ -٧ ٧ ( 6 0 n p i . J ٩ S9.0Jd * 6 (6 8 6 ‫ ا‬9 ‫ ة‬6 0 ip ٨ 9 Jp ß 9 p u -|B.‫؛‬ßlU ‫؛‬M OlBAwsd 9 ٨ ‫؛ا‬0 | 0 ‫ل‬0 ‫ﻻ‬ ‫ ااوﺟﺄ‬0 ^ 6 ‫ إ‬d l l S ‫؛‬JB٥ 9 ‫ل‬0 ‫ ا د ة‬٩ BJU.S ‫ ﻻ‬9 .٠ ٠ ‫اال‬ ١٩ 9 p ‫ ﻻﻻأ‬9 ‫ ﻟ ﻼا‬0 ‫ا‬0 ‫؛ا ة‬0 ‫؛‬0 ٠ ‫ ذ‬9 .9 S 9 ٨|9 . ‫؛‬s .9 . -lSJ9٨ ‫؛‬٧ n |n ٩ UBJS| -‫ا‬. ‫ج‬1‫ا‬6 ‫ د‬9pJ9|9UBJSB ٩ ‫وا‬ -9 ۴ B !^3pJ9|.U 9 ۴ |.‫§؛‬9 ۵ (2 8 6 0 ‫؛‬P |9S ۴ A 9 ‫ إ | اج‬٧ 9 ‫ د‬٠ ‫( ه‬9 ۶ 6 ‫! ) ا‬pj!ß ۴ ‫ |ة ل‬IUBJS!SB 0 IJBMI|BJSB٩ ٩ n j 9 ٨ J!u!s 9U.!S9UBISB٩ ‫وا‬ -٩ Bj!9 ۴ B inquB jsi -np|0 U 9 W § 9 .d (5 ‫ ح‬6 ‫) ا‬ ۴ ‫ل‬9 ‫ااال‬٩ 1٧ ,‫؛‬S9.|0 ۴ . dlj iS9.!SJ9٨ !٧ f ٦ inquB . ٠S| ( 0 6 6 0 !U٠IS^!I ‫ ة‬. 9 ٨ (‫ح‬8 6 ‫ ﺿﺎال ا‬1 -‫ح‬0 6 ‫ا‬ ‫أﻟﻼ ) ة! ل'ا‬۴ ٩ >‫ﻻ‬0 ‫ ا‬.(lJUiSBy) iv s v a v j 9 ٠ 9 .n A n g ٠‫— ع‬ ‫ل‬9 ‫ ^ا‬9 ‫ ﻟ ﺪ‬9 ^ ' 2 — ‫ل‬9 ‫ ؛ا‬9 ‫ ﻟﺪاﻟﻼ‬I ' ^ 9 >/‫ﻗ ﺔ‬ -(‫ ﺟ ﻮ ﻣ ﺠ ﺞ‬-‫ د ^ا‬UI.SBpBj-JB) B -‫ د ^ ا‬s y a v ipABpuisiAi-^ ‫ ﺟﺎ‬6 ‫ اﻟﻠﻼ‬jBJig 'B p u n i.A (ji^ b ٩ j b A!٥ ) BpILUV 9 ‫( اا‬Sg)9U 9l!|9W '!J9A ^ b u o ^ Bp^ b A,B|B٠٨٠ n .|٥ pB ٧ ٧ n ß o Q ‫ ؤ‬j e i . s y u y 0 0 ٠ ٥ ٢ ٠ -‫ﻻ‬9 |9 ‫ﻟﻼ‬9 ‫ا‬



-U9Z0P ( > i n i d ) UJIJBJ B|AB^B|ns 9pu ‫؛‬s ‫؛‬p ‫ ة ل‬٨٧1 ‫ „ | ﺀ‬٧ ‫ ة‬٨ ٧ ‫ د‬٧ ٠ ٧ B njß٥p|-BA B.ßßBiAj -JI|B٥ (‫ ﻟﻰ‬eA.-g (006 ‫ا ﺣﺪ ئ‬- 9 ‫ ة د‬0 ‫ا‬٩1‫ا‬١‫ ة إ‬٨ 9 pu.J9.9 S ٧ep (-.0 (w 9^z .-٥ --^- nsojB|d ‫ﺟﺎ‬6‫ﻟﻼا‬٠^ n|0 pB‫ﻻ‬٧ ‫أﻻ‬.‫ ا‬8‫ل‬6٩٨6 ‫اإﺣﻼا ح‬٢١‫ ة‬٠ |۴ |‫ﻟﻼ‬9 ‫ﻟﻼ‬ 9pu!A9٧0ß ٧!.J9(in ، ١H ٠ i n O ٠ ١٠V ٠ V ‫ااةال‬٨‫ ﺣ ﺤﺔاوم؛اﻣﺎ ل‬6٠ ‫ﻻ‬.‫ﻻ‬6 ‫ا‬٢٦‫ ^ا‬٢٦‫ ا د‬9 ‫ ج‬n |0 p dvzv ٠ u v a v -6 ‫ ﻻ‬٧ ‫ ﻫ ﻮ‬. 0 ‫ ا ا ج‬٠‫ ةا ة ;اﻟ ﻤ ﺎ‬3 ‫| م‬9 ‫آﻻ‬18 ^ 6٩ ‫ ﻻ‬1‫ل‬6 ‫ا‬ -‫ﺟﺆ‬٨‫ ة‬8‫ ﻻ‬6 ^ ‫ ﻵ‬- ٩6 ‫ل‬٧ ‘9 ^ ‫ ﻻ‬6٨٠ ‫ل‬0 >‫ ود؛ ﻣﺎ ا‬6 3IA٧٦|-) ‫ﻻ‬9 ‫ ا م‬6 6.8085‫ا‬٩6 ‫ل‬٧ ‫ا‬pA^ p‫أﻻ‬A9 Zn١‫ ﻻ ا‬1٧.6‫ا‬9 ‫د‬ ٠d v ٨ n -‫ ؤﺣﻼا‬z ! 3 ) -nuo§n ٩ ‫؛‬jd ^ ‫ ^ﻻ‬.UBUB 9 |9 -‫ ﻟﻠ ﻼة ﻻا‬9 ‫ﺣﻶ؛ﻻاﺣﻼﻻذﺀح' ة‬٨ 0 ^ 0 ^ ‫ا | ﻻة ^|أ‬٠|‫ج‬6٩ ٧ 0 ٧ 0 in d ^ B -j b A . B unA np ^ ‫ ﺣﻼ‬9 ‫ا‬9 ‫ال‬٩ ٠9 | 6 ‫ ﻻ‬1‫ج‬6 ‫ د‬٠٩ Z9^ J9 ‫دوة؛ ﻟﻼ‬،‫ أ‬1‫ج‬6 ٩ |0 0 ‫اﻻ‬,‫ ﻻ‬6 ‫ﻟﻼ‬ -^ 9ZQ :jiBAb || 1 ^ 0 ‫ د‬0^ UQJQA l ß e ٧ B|٥ .BUJB -BAlp٧ 9 |6 ^ ‫أل‬٩ ‫ ﻻ‬6 |0 ‫ﻟﻼا‬9 ‫ ﻻ‬0 ^‫اأ‬9 ‫ ا‬6 ‫ال‬9 p 8‫أﻻ‬s JBAn BJBlUJIUBIin-^ ‫ﺟﺎأ|ا‬9 ‫ د‬lUlUBßj. ^ ‫ ^إﻻ‬9 | 9 -9 6 ‫ا‬0٩ 9 ‫ﻻ‬9 6 6 ‫ﻟﻼﻟﻼ‬0 ‫ ' ﻻ‬Bp .ni. pBUV ٠ ‫ج‬0 ‫ه‬ J‫؛‬٧9 p.^9gdBpB)- g -‫ )إل‬-e i d v a v -‫ج‬0 ‫ د‬-‫ل‬6 ‫ ا‬٠٧ „ ‫ د د‬٧ ٠ ٧ ep ٧‫ د‬٧٠٧ ٥



-(‫ﻻ‬1‫ ح|د‬٨ ‫أل‬٩6 ‫اﻻ د‬٨‫ ة و‬٠ ‫)ﺑﺮ‬..‫دﺗﻤﺮ‬



-‫ة‬./‫وررﻻورى‬٨ ZBA^^ ‫ج‬٧ .٩ ٧‫ج‬٤‫ س‬J^q ZILUIl ‫ ﺟﺐ‬/‫^ﻻ‬/‫ﺑﺮج‬,, :‫^|ﺟﻞ‬1|‫ﻻ‬6^‫|اد‬6 '‫ل‬6‫ا‬



Bpf? 9 A- ٠



J!p -)‫^؛‬٥ Ö lUBI|UI.UUBüJp iubii-. ^ ‫ ؛‬٠٥ ٧ B|i٧ B„n u g ) -jiBAb ^ ‫ ^ ادا ﻻ‬9 ‫ﻟﻼ‬ -‫ ا د‬٧BJB|0 lu iu e ^ je z ^ n A n Bßi^ ‫ اﻟ ﻼﻫﺎ‬6 ‫ ﺑﺈ‬0



‫ة‬6



{dJiqujoidepe -‫ )إل‬-ß ] . . ia iio id v a v



8 J 1 9 L U 0 id e p e



addison hastalığı duğu ve Ockham’ın usturasına göre bun­ ların geçerliğinden söz edilemeyeceği gösterilmiş oluyor. Bu açıdan, Hilbert'in sonlulukçu girişimi de adcı programın bir çeşidi olarak görülebilir. Adcı görüşlerin fizik felsefesi ile ilişkisi hem daha dolaysız hem de karışıktır. Ad­ cılık, geleneksel olarak deneye güvenmiş ve söylemin araçlarına karşı kuşku duy­ duğunu belirtmiştir. Adcılık, bu anlamda, bilimsel gelişimin bütünleyici bir parçası­ dır. (Afyonun uyutucu etkisini, “ uyutucu bir kuvvet” in sözde varlığıyla kanıtlama­ yı reddetmek, adcılıktan esinlenen bir tu­ tumdur.) Ama, deneyin verilerinin aşılmaz olduğu düşüncesi, adcıların benimsedi­ ği bir düşüncedir. Nitekim, çağdaş bilgi­ nin, kuvanta mekaniği gibi en önemli alanlarından birinde bile deneysel bilgi­ de bir mutlaklık olmadığını söyledikleri (örneğin, Heisenberg'in kesinsizlik bağın­ tılarında olduğu gibi) halde, bu düşünce­ den vazgeçmezler. Çağdaş adcılık, kimi zaman, "araççılık” biçimine bürünür. Bu anlayışa göre bilimin görevi, gerçeğe iliş­ kin deneylerimizin tümünü, upuygun ve sistemli bir biçimde betimlemektir. (Nite­ kim kuvanta mekaniği, temel parçacıkla­ rın davranışını betimlemekten çok, bu davranışın bize sunduğu deneyi -ki, par­ çacıkların davranışını bozmaktadır- sis­ temleştirmemizi olanaklı kılar.) Bundan ötürü en tutarlı adcılar, kimi zaman görüngüselciliği (fenomenalizm) benimserler. Buna göre, fizik bilimindeki her önerme­ nin, duyum karmaşalarına ilişkin bir öner­ meye indirgenmesi gerekir. ADÇEKME a. Rastlantıya ve şansa bağ­ lı ayırmalarda başvurulan uygulama; ku­ ra: Öğretmen adaylarının adçekme işlem­ leri tamamlandı.



ADDERLEY (Julian.CannonbalI- de­ nir), amerikalı saksofoncu ve orkestra yö­ neticisi (Tampa, Florida,1928-Gary, indiana, 1975). Altosaksofon çalan sanatçı, 1950’lerin sonlarına doğru, gerek kendi beşlisinin başında, gerekse Miles Davis beşlisinde büyük bir üne kavuştu. ADDETMEK g.f. (ar cadd'den). Bir kim­ seyi, bir şeyi bir şey (olarak) addetmek, bir kimseyi ya da bir şeyi öyle görmek, ona şu ya da bu niteliği yüklemek; say­ mak, kabul etmek: Seni her zaman kar­ deş addetmişimdir. Bu cevabınızı red ad­ dediyorum. ♦ addedilmek ya da addolunmak edilg. f. Bir şey (olarak) addedilmek, ad­ dolunmak, bir kimse ya- da bir şey söz­ konusu ise, bir kimse ya da topluluk ta­ rafından öyle görülmek; ona şu ya da bu nitelik yüklenmek; sayılmak, kabul edil­ mek: Muvaffak olmuş addedilerek kendi­ sine mükâfat verilmiştir. ADDİNGTON (Anthony), İngiliz hekim (1713-1790). Georges III delirdiği zaman, kralın akli dengesi hakkında bilgi vermek üzere Lordlar kamarasına davet edildi. Iskorbüt hastalığını anlatan kitabı yapıtları­ nın en önemlisidir. ADDİNGTON (Henry). ıngiliz devlet adamı, Sldmouth vikontu (Londra 1757ay.y. 1844). Politikaya ikinci Pitt yandaş­ ları arasında başladı, ama katoliklere öz­ gürlük verilmesi sorununda Pitt'ten ayrıl­ dı ve bu görüşe karşı çıktı. Avam kama­ rası başkanı olduktan sonra 1801 ’de baş­ bakanlığa getirildi ve Amiens antlaşması görüşmelerini yürüttü. Ancak barışın korunamayacağını sezemedi; savaş yeni-



boyunca Akaki, Moco, Nazret'te toplan­ mıştır. Cibuti’ye giden demiryolu (1917'den bu yana Addis Abeba’ya bağ­ lanmıştır) ve Assab’a giden bir karayolu (bir hatla ayrılarak Cibuti’ye ulaşır), dış ül­ kelerle ulaşımı sağlar. — Tar. Menelik H’nin sarayı çevresinde kurduğu kent, 1899’da Entotto’nun yeri­ ne başkent oldu ve Çoa çevresinde oluş­ turulan devlet bütünlüğünün simgesi ha­ line geldi. 1896'da İtalya'yla antlaşmanın imzalandığı kente, 1917 de demiryolu ulaştı. 5 Mayıs 1936'da Badoglio komu­ tasındaki İtalyan birliklerinin işgal ettiği Ad­ dis Abeba’yı Cunningham komutasında­ ki İngiliz birlikleri kurtararak, Aosta duka­ sını kentten püskürttüler. (—» ETYOPYA.) Kent 1942’de yeniden, Etyopya hüküme­ tinin merkezi oldu.



93



A d d is Abeba ko n fe ra n sı, 22-25 ma­ yıs 1963’te afrikalı devlet ve hükümet başkanlarını bir araya getiren konferans. Sö­ mürgeciliğe ve ırkçılığa karşı tüm kıtanın birlik olmasını önererek Afrika birliği örgütü'nün kurulmasını sağladı. ADDİSON (Joseph), İngiliz yazar ve si­ yaset adamı (Milston, Wiltshire, 1672 Kensington 1719). Marlborough'un Blenheim’daki zaferini yücelten manzum bir yapıt (The Campaign 1704) yazdı. VVhig partisi’ne girdi. Bu partiden parlamento üyesi (1708), İrlanda kral naibi sekreteri (1709), devlet bakanı oldu (1717). Steele ile birlikte The Tatler (1709) ve tirajı 30 000’e ulaşan The Spectator (1711-1714) dergilerini çıkardı. Deneme örnekleri sa­ yılacak yazılarında, yer yer alaycı bir dil kullanarak, taşralı sir Roger de Coverley şahsında kusursuz centilmen tipini can-



Addaks



ADÇEKMEK gçz. f. Şansa dayalı ayır­ malarda, saptanmış olasılıklardan birini seçmek; kura çekmek: Genç hekimler, atanacakları yerler için adçektiler. ♦ adçektirmek ettirg. f. Birisine adçek­ tirmek, adçekme işini başkasına yaptır­ mak. ADÇEKTİRMEK -"ADÇEKMEK. ADDA, İtalya’da ırmak, Po ırmağının ko­ lu (sol kıyıdan); 313 km; havzası, yaklş. 8 000 km2, Alp dağlarından doğan Ad­ da, elektrik santrallarını beslediği Valtelina'nın sularını toplar; getirdiği alüvyonları Mezzola gölünü Como gölünden ayır­ mıştır. Como'yu aştıktan sonra Lombardia'da akar ve Cremona yakınında Po' ya kavuşur. — Tar, Adda, eskiden önemli bir stratejik çizgi oluşturuyordu; çevresindeki bölge­ de Theodorich, 490’daOdoaker'ı yendi; 10 mayıs 1796 Napoleon’un birlikleri, ır­ mağı Lodi köprüsünden aştılar. — Napolâon döneminde, İtalya krallığı'nda bir yönetim bölgesine (merkezi Sondrio'ydu) Adda adı verildi. ADDAKS a. Sarmal boynuzlu, beyaz postlu antilop. (Kuzey Afrika ve Arabis­ tan'ın yarı çöl kesimlerinde, yirmi başlık sürüler halinde yaşarlar. Tek türü Addax nasomaculatus, yaşamasına elverişli do­ ğal çevrenin daralması ve evcil keçilerin rekabeti yüzünden tükenme tehlikesi için­ dedir. Boynuzlugiller familyası.) ADD AM S (Jane), amerikalı kadın re­ formcu (Cedarville, illinois,1860 - Chica­ go 1935). Sosyal yardım kurumunun ön­ cüsü; 1889'da Chicago'da ilk sosyal yar­ dım kurumu olan Hull House'ı kurdu. Ka­ dınların oy hakkı ve barış için mücadele etti. 1915'te, Barış ve özgürlük için ulus­ lararası kadınlar birliği’nin başkanı oldu. 1931’de Nobel barış ödülü’nü aldı. Sos­ yal sorunlar ve sosyal yardım üzerine bir­ çok kitap yazdı (Democracy and Social Ethics, 1902). ADDEDİLMEK -* ADDETMEK. ADDEĞİŞİMİ



- MECAZI MÜRSEL.



den başlayınca, yetersizliğini anladı ve 1804'te istifa etti, 1812-1821 arasında Perceval ve Liverpool hükümetlerinde görev aldı. Bu kargaşalı yıllarda uygula­ nan baskı politikasında büyük sorumlulu­ ğu vardı. A D D İS A B E B A ya da A D B İS A B Â B A , Etyopya'nın başkenti ve Çoa ilinin merkezi; 1 495 300 nüf. Müzeler. Kent, yaklaşık 2 500 m yükseltide enge­ beli bir yerde Kurulmuştur. Yönetim, kül­ tür (üniversite) ve ticaret işleri ağır basar. Afrika birliği örgütü'nün ve B.M. örgütü' ne bağlı olan Birleşmiş milletler afrika eko­ nomik komisyonu'nun merkezleri burada­ dır. Sanayi, çalışan kent nüfusunun ancak onda birinin (küçük işletmelerde) uğraşı­ sıdır. (Dokuma, besin sanayileri; ayakka­ bı, bira, çimento fabrikaları, yapı gereç­ leri, lastik, eczacılık ürünleri yapımı.) Bu­ nun yanı sıra el sanatlan da yaygındır. Bü­ yük işletmeler asıl başkentin dışında, özel­ likle demiryolu ve güney-doğu karayolu



landırdı. Bu tipin öteki yüzünü, keyfi yö­ netime karşı özgürlük yanlısı kahramanı Cato (1713) adlı trajedisinde işledi. ADDİSO N (Thomas), İngiliz hekim (Long Benton, Newcastle-on-Tyne yakı­ nı, 1793 - Brighton 1860). On the constitutıonal and local effects of disease of the supra-renal capsules (1855) [Böbreküs­ tü bezleri hastalığının yerel ve yapısal et­ kileri] adlı yapıtında böbreküstü bezleri­ nin yavaş gelişen yetmezliğini ilk o tanım­ ladı (Addison hastalığı). Pratik tıp profe­ sörlüğü yaptı. Element of the practice of medicine (1839) [Pratik tıbbın öğeleri] adlı bir kitap yayımladı. A d d iso n h a stalığ ı, böbreküstü bezle­ rinin salgı yetersizliğinden ileri gelen has­ talık. (1855 yılında Thomas Addison ta­ rafından tanımlanmıştır.) Addison hastalığı, çoğu zaman her iki böbreküstü bezinin, verem nedeniyle kıs­ men ya da tamamen tahrip olmasına bağlıdır. Ender olarak, böbreküstü bezi-



Addis-Abeba Etyopya dışişleri bakanlığı



tesisleri (petrol rafinerisi, otomobil fabrika­ ları) özellikle Port Adelaide yakınında top­ lanmıştır. ADELAİDE Susa’lı - SAVOİA. ÂDELANTADO a. (isp. söze.). 1. ispanya’da, Ortaçağ'da, müslümanlarla sınır komşusu bölgelerin başına getirilmiş soy­ lulara verilen unvan. —2. Amerika'da, XVI. yy.’da, fetih seferlerinin önderlerine verilen unvan. (Bu unvan siyasal, askeri ve yargısal konularda krala çok geniş yet­ kiler de veriyordu. Bu görevler daha son­ ra, yavaş yavaş, kral naipleri ve audiencialar tarafından üstlenildi.) ADELBODEN, İsviçre’de (Bern kanto­ nu) Engstlingen vadisinin yukarı kısmın­ da (Bern Oberland’ı) yazlık yer ve kış sporları merkezi (1 400-2 300 m yüksl.); 3 300 nüf. ADELCRANTZ (Cari Fredrik), isveçli mimar (Stockholm 1716- ay.y. 1796). Stockholm krallık sarayını tamamlama ça­ lışmalarını yönetti, Küçük Tessin’in üslu­ bunda çeşitli saray ve konaklar yaptı, Drottningholm sarayı'nın yapımında ça­ lıştı (Çin pavyonu).



Adelaide kentten bir görünüm



nin kabuk bölümünde, nedeni bilinmeyen bir körelme sözkonusudur; özellikle anglo-sakson ülkelerinde görülen bu körelmenin bir özbağışıklık hastalığı olabi­ leceği üzerinde durulmuştur. Hastalık be­ den ve ruh yorgunluğu halinde sinsi bir başlangıç gösterir ve hızla ilerler. Bu bü­ yük yorgunlukla birlikte deride ve muko­ zalarda karakteristik bir pigment değişik­ liği, bir zayıflama ve atardamar basıncın­ da bir düşme görülür; derideki pigment değişikliği, özellikle açık kısımlarda ve normalde çok pigmentli olan bölgelerde görülür (melanodermi); derinin kararngşsı nedeniyle eskiden buna esmerleşme hastalığı denirdi. Mukozalardaki pigment değişikliği özelikle ağızda koyu gri-mavi lekeler şeklinde belirir. Bu belirtilere kılla­ rın azalması, cinsel bozukluklar (iktidarsız­ lık, libido kaybı), sindirim bozuklukları (kusmalar, yağlı ishaller) eklenir. Saldırı­ lara karşı vücudun direnci azalır. Biyolo­ jik yönden su ve sodyum kaybı ortaya çı­ kar, kanda sodyum düzeyi azalırken po­ tasyum düzeyi yükselir. Plazma kortizol düzeyi düşer. Kanda şeker azalır (hipog­ lisemi). idrar tahlili yapıldığında, böbre­ küstü bezinin kabuk bölümünden salgı­ lanan maddelerin ve bunların yıkım ürün­ lerinin (bazı androjenler, 17 ketosteroitler ve hidrokortizonun metabolitleri, 17 hidrokortikoitler) büyük ölçüde azaldığı an­ laşılır. ACTH iğnesi yapıldığı zaman (Thorn testi) böbreküstü bezi cevap ver­ mez, plazma ve idrar steroitlerinde artış görülmez. Addison hastalığı eskiden ölümcül bir hastalıktı. Günümüzde yaşam boyu sür­ dürülen bir hormon ikame tedavisi (korti­ zon, hidrokortizon ve gerekirse dezoksikortikosteron) ve buna ek olarak tuzlu bir yemek rejimi, bütün rahatsızlıkların orta­ dan kalkmasını ve normal bir yaşam ümi­ di sağlamaktadır. A ddlson-B ferm er ha stalığ ı -> BİERmer



hastalığı.



ADD İTİF -> KATKI MADDESİ. ADDOLUNMAK - ADDETMEK. AD-DRAKONES. Tar. coğ. Anadolu' da, Gümüşhane yöresinde eski bir konak yeri. Satala’dan (Sadak köyü), Nikopolis'e (Pürk köyü, Yeşilyayla) giden yol üzerin­ de olduğu sanılıyor. AD E (George), amerikalı yazar (Kentland, indiana,1866-ay.y. 1944). Masalla­ rı (Fables in Slang, 1899) halk dilinin kul­ lanımı ve köylü kahramanların gerçekli­ ğiyle dikkati çeker. ÂDE a. (ar. €adet). Dilbilg. Esk. “ Âdet"



sözcüğünün arapça tamlamalarda aldığı biçim: harikul-âde, alel-âde, fevkal-âde vb. ADEDEN be. (ar,cadeden).Esk. Adetçe, sayıca, miktar olarak. ADEDİ, A DE DİYE sıf. (ar. 'aded ve -/’ den, cadedi, dişi. cadediyye). Esk. Sayı­ sal, sayıyla ilgili. ADEDİYAT çoğl. a. (ar. cadedi'nin çoğl. cadediyyat). EskA.Adetle,sayıyla il­ gili şeyler. —2. Sayılan şeyler. —isi. huk.Adediyatı mütefâvite, sayılabi­ len,’ ancak birimleri arasında değer yö­ nünden birbirinden farklı olan şeyler. (Sa­ yı ile alınıp satılırlar. Örneğin, bir karpuz 1 000 TL ederken bir başkası 500 TL, bir ötekisi ise 300 TL edebilir. Çünkü arala­ rında değer bakımından fark vardır. Bu tür şeylerle ilgili kurallar, tanımıyla birlik­ te Mecelle’nin 148. maddesinde hükme bağlanmıştır.) || Adediyatı mütekâribe, sa­ yılabilen ve değer bakımından birimleri arasında önemli farklılık bulunmayan şey­ ler (her tür tahıl, yumurta, vb.). Bu tür şey­ ler sayılabilir ve birimleri birbirine benzer. Ayrıca çarşı ve pazarda aşırı fiyat farkı ol­ madan benzeri bulunabilir. Adediyatı mü­ tekâribe ile ilgili tanım ve hükümler, Mecelle’nin 147. maddesinde hükme bağ­ lanmıştır. ADEDİYE -> ADEDİ. ADEİMANTOS, İ.Ö. V. yy.' da yaşamış atinalı strateji uzmanı. Alkibiades’in dos­ tuydu. Peloponisos savaşı sırasında Philokles, lakedaimonlu tutsakların başpar­ maklarının kesilmesini önerince, bir tek Adeimantos buna karşı olduğunu söyle­ me cesaretini gösterdi. Spartalılar da Aigos-Potamos’da kazandıkları zaferden (İ.Ö. 405) sonra, yalnız onun canını ba­ ğışladılar.



ADEL sıt. (ar. a cdel).Esk. 1. En adaletli, çok doğru. —2. Adet ûl-adilin, adillerin en adaletlisi, Allah. ÂDELA a. (yun. adeios, karanlık).Avrupa'da yaşayan, parlak renkli, çok uzun duyargalı küçük kelebek. (Pulkanatlılar ta­ kımı, güvegiller familyası.) ■ AD E LAİD E, Avustralya'da kent, Güney Avustralya eyaletinin merkezi; 1 050 000 nüf. Kent, 1836-1837'de, Wakefield’in "Güney Avustralya birliği” ne bağlı protestan göçmenler tarafından kuruldu. İlk kenti içine alan günümüzdeki iş merkezi, Torrens ırmağının geçtiği parklarla çevri­ lidir. Konut semtleri kıyı ovasında iç kesi­ me doğru, Lofty dağının eteklerine ve Saint Vincent koyuna kadar uzanır. Sanayi



ADELER (Kurt SlVERTSEN, — denir), norveç kökenli danimarkalı amiral (Brevik 1622- Kopenhag 1675). Önce hollanda, sonra venedik donanmasında görev al­ dı, Türklerle savaştı(1651-1656). Dani­ marka'ya geri çağrıldı ve donanma ko­ mutanlığına getirildi. ADELFOFAJİ a. (fr. adetphophagie' den). Biyol. Kapalıtohumlu bitkilerle bir­ takım hayvanlarda (yer solucanı, yumu­ şakçalar, siyah semender, vb.) görülen ve ilk ya da en iyi gelişen embriyonun öbür embriyonları soğurarak büyümesine da­ yanan beslenme biçimi. (Örneğin bitki taslağı, besidokusunu özümler, dişinin vü­ cudunda ya da kozada açılan yumurta­ dan çıkan embriyon daha açılmamış olan yumurtaları özümler, vb.) ADELMEİD (931 'e doğr. - Seltz manas­ tırı, Alsace,999). İtalya kralı Lotario ll’nin (947-950), daha sonra da, 962’de impa­ rator seçilecek Otto l'in karısı oldu (951). Gelini Theophano’nun ölümünden sonra, torunu Otto lll’e naiplik etti (991-994). Cluny tarikatının Almanya’da yayılmasını destekledi. ADELİE a ra z is i, Antarktika kıtasının transız bölümü, Güney kutbuyla kıyı ve 136° 20'ile 142° 20'D. boylamları ara­ sında (Avustralya’nın güneyinde); Yakla­ şık 350 000 km2. 1840!ta araziyi bulan Dumont d’Urville, buraya karısının adını vermiştir. Güney yarıküredeki ve Antarktika'da­ ki transız topraklarının en büyük bölümü­ nü, oluşturan ve hemen hemen bütünüy­ le buzlarla kaplı olan Adelie arazisine, 1950'den sonra Paul-Emile Victor yöne­ timinde birçok bilimsel sefer düzenlenmiş, kıyının hemen açığındaki Coğrafya Nok­ tası takımadalarında da Dumont d'Urville bilimsel üssü (1952’de bir yangında ya­ nan Port-Martin üssünün yerini aldı.) ku­ rulmuştur. Sözkonusu üs, kıtanın iç kesi­ minde sürekli olmayan "Komutan Charcot" üssüyle bağlantılı olarak çalış­ maktadır, Kutup çemberinin ötesinde, ik­ lim doğal olarak son derece sert, sıcak­ lıklar hep 0°C’ın altındadır (-5 ile -60°C arasında değişir). A.DELÎY a. (fr. adelite'ter). Miner. CaMgAsö4(OH) formülünde, ortorombık bakışımlı doğal kalsiyum ve magnezyum arsenat. ADELOMİSET a. (yun. adelos, karan­ lık, belirsiz ve mykes, mantar'dan fr. adelomycete). Sistematik bir birim oluşturma­ yan basit mantarların (fungi imperfecti) bazılarına verilen ad. A d e lp h l, İngiliz edebiyat dergisi. J. Middleton Murry ile K. Mansfield’in yöne­ timinde, 1923’ten başlayarak, feminizmin



Âdem tepesi yeniden doğuşuna öncülük etti.



içindedir. (-* KIDEM, TEKVİN.)



ADELPHO İ sıf. (kardeşler anlamında yun. söze.). Sağlıklarında tanrılaştırılan Lagos kralı Ptolemaios II ve kız kardeşi Arsinoe H'nin dinsel törenlerdeki adı. (İ.Ö. 272/271 'den başlayarak, Theoi Adelphoi'ye [“ kardeş tanrılar"] bağlı bir papazın varlığı kanıtlanmıştır.)



ADEM (El). Libya'da (Sirenayka) yer­ leşme merkezi. Tobruk yakınında eski bir İngiliz hava üssü olan (1953-1970) El Adem, 1979'dan sonra sovyet yardımla­ rıyla, Libya hava kuvvetleri'nin başlıca deposu ve eğitim merkezi haline geldi. ÂDEM a. (ar. adem).Esk. 1. insan, insan­ oğlu, adam: "Bak Sitanbulun şu Sadâbâd-ı nev-bünyânına/Âdemin canlar katar âb ü havâsı canına" (Nedim, XVIII.yy.). —2. insanda olması gereken olumlu ni­ teliklere sahip kimse. —3. Âdem evladı, âdemoğlu.



ADELUNG (Johann Christoph), alman dilbilimci (Spantekow, Pomeranya, 1732Dresden 1806) Versuch eines Vollstandigen Grammatish -Kritischen Vörterbuch der Hochdeutschen Mundart'm (17741886) [Gramerli ve incelemeli edebi al­ manca sözlüğü] yazarı. Yazı dilinin ve mo­ dern almancanın yazım kurallarını belir­ lemede büyük etkisi oidu. Ömrünün son yıllarında, Dresden’de Saksonya seçici­ sinin kütüphaneciliğini yapan Adelung bu dönemde, dünyada bilinen tüm dilleri kapsayacak bir çalışmaya giriştiyse de yalnızca Asya dillerini içeren birinci cildi tamamlayabildi: Mithridates, oder Allgemeirıe Sprachenkunde (Mithridates ya da dünya dilleri tablosu). ADEM a. (ar Qadem). Esk. 1. Yokluk, hiç­ lik, ölüm: “ Sahm cennet görünür âdeme sahra-yı adem" (Akif Paşa, XIX.yy.). —2. Osmanlıcada çeşitli sözcüklerle birleşerek “ -sizlik" anlamı kazandırır: ade­ mi basiret, (basiretsizlik); ademi dikkat, (dikkatsizlik); ademi emniyet, (güvensiz­ lik); ademi imkân, (imkânsızlık); ademi mesuliyet, (sorumsuzluk); ademi müsa­ vat, (eşitsizlik) vb. — Huk. Ademi ifa, borcun yerine getiril­ memesi. (Borç hiç ya da gereği gibi yeri­ ne getirilmezse alacaklı, uğradığı zararı is­ temek ve sözleşmeyi bozmak hakkına sa­ hip olur. Borç, bir şeyin yapılması borcuy­ sa, alacaklı, masrafı borçluya ait olmak üzere borcun kendisi tarafından yerine getirilmesine izin verilmesini isteyebilir. [Borçlar k. md. 96, 97].) || Ademi kabul -> KABUL ETMEME. || Ademi merkeziyet -> YERİNDEN YÖNETİM. j| Ademi mesmuiyet -* DİNLENEMEZLİKjj Ademi mesuliyet -* SORUMSUZLUK. || Ademi selahiyet -> YET­ KİSİZLİK. || Ademi takip -"TAKİPSİZLİK, —isi. huk. Ademi ilme yemin, İslam mu­ hakeme hukukunda, tanığın bir olay ya da sorun hakkında bilgisi olmadığına iliş­ kin ettiği yemin. — Mant. Ademi tenakuziyet mebdei, çe­ lişmezlik ilkesinin eski adı. — Mat. Ademi tahavvül ya da tagayyür, değişmezliğin eski adı. — Tasav. Madde ve eşyanın var olmadan önceki durumu. (Eşanl. YOKLUK.) [Bk. an­ sikl. böl.] — Tıp. Ademi iktidar, erkekte cinsel gü­ cün yetersizliği ya da yokluğu. ( -» GÜÇ­ SÜZLÜK.) — Topbil. Adem-i merkeziyetçilik -» MİMERKEZİYETÇİLİK.



ade-



— Verg. huk. Ademi tahsis prensibi -» TAHSİS YAPILAMAMA KURALI. —ANSİKL. isi. fels. Adem, Aristoteles’de­



ki steresis (bulunmayış, yokluk) teriminin çevirisidir ve varlığın ya da varoluşun yok­ luğu anlamına gelir. İslam düşünürleri, varolmayanı ya da hiçliği, bu kavramın çerçevesi içinde ele aldılar. Özellikle de Stoa felsefesinin, hiçliğin varlığı konusun­ daki tartışmalarından etkilendiler. Mutezi­ le düşünürlerine göre hiçlik, bir şey'dir; soyut bir gerçekliktir ve olumluluk taşır. Dünyanın yaratılmasından önce Tanrı, ya­ ratacağı soyut gerçeklikleri biliyordu ve bilmesinden ötürü de bunların belli bir gerçekliği vardı. Ayrıca Tanrı, dünyayı ya­ ratarak bu soyut gerçekliklere varoluş ni­ teliği kazandırdı. — Tasav. Tasavvuf anlayışına göre, Al­ lah'ın varlığının bir başlangıcı yoktur. Onun dışındaki bütün varlıklar sonradan yaratılmıştır. Bu varlıkları yok edecek ve yeniden yaratacak olan da Allah’tır. Yok­ luk, Allah için hiçbir zaman düşünülemez, fakat yaratıklar için daima düşünülebilir. Varlıklar, bir varoluş ve yokoluş ikilemi



ÂDEM , kutsal kitaplara göre ilk yaratılan insan ve ilk peygamber. Kuran, Tevrat ve incil’de farklı anlatımlara konu olan Âdem'in, müslümanlıkta künyesi "Ebül beşer” (insanlığın babası), lakabı ise “ Safiyy-ullah” tır (Allah'ın seçtiği). Kuran'a göre Allah Âdem’i “ kumlu toprak ve pis kokan çamurdan” yarattı, sonra melek­ lere Âdem'in önünde secde etmelerini buyurdu. Bütün melekler bu emri yerine getirirken iblis (Şeytan) emre uymadı (Ba­ kara suresi, 36). Allah, Âdem’in eşi Hav­ va’yı Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratarak, onlara bir ağaç dışında cennet­ teki bütün ağaçların meyvelerini yiyebile­ ceklerini söyledi. Fakat, onlar şeytana al­ danarak yasak meyveyi yediler ve şey­ tanla birlikte cennetten çıkarıldılar (Âraf suresi, 6). Hıristiyan kaynakları Âdem’in cezalandırılarak Serendip (Seylan) adası­ na, Havva'nın ise Cidde’ye indirildiğinden söz ederse de Kuran’da buna ilişkin bir açıklama yoktur .Âdem ile Havva’nın di­ şi ve erkek olmak üzere yirmi kez ikiz ço­ cuğu oldu. Âdem, inanışa göre dünyaya indiğinin 960. yılının nisan ayının 6. cu­ ma günü öldü. Ebu Kubays dağı eteğin­ deki Hazineler mağarasına (Magarat elkünuz) gömüldü. Cennetten kovuluş şekli üzerinde hıristiyanlıkla müslümajılık ara­ sında önemli bir tartışmanın odak nokta­ sı olan Âdem, XIX.yy.'a kadar tarihsel bir kişilik olarak kabul edilirdi. — Ed.Âdem Peygamber'e dini ve dindı­ şı türk edebiyatında, Kuran’da anlatıldı­ ğı biçimiyle ya da tefsirlerdeki efsanevi ayrıntılarıyla geniş yer verildi. Bu peygam­ ber'in çamurdan yaratılması,öteki melek­ ler ona_ secde ettiği halde şeytanın etme­ mesi, Âdem’in Havva yüzünden cennet­ teki yasak meyveye el uzatması ve cen­ netten kovulmalarıyla ilgili telmihler yapıl­ dı. Divan ozanlarının tenasüp sanatı yapa­ rak yılan, şeytan, cennet, yasak meyve sözcükleriyle birlikte kullandığı Âdem adı "mutlak insan” anlamını da taşır. Başta Hz. Muhammet olmak üzere "eşref-i mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) olan insan soyu ortaya çıkarken Hz. Mu­



hammet’in nurunun (Nur-ı Muhammet) Âdem’in alnında yer alışı anlatılır. Acz ve kudreti kendisinde birleştiren âdem (in­ san) ile adem (yokluk) sözcükleri arasın­ da cinaslar kurulur: ilk yaratılan ve ilk al­ datılan insan olduğu için “ safiyullah” (Tanrı’nın temiz kulu); bütün insanların ba­ bası kabul edildiğinden de "ebülbeşer” diye anılarak istiare yapılır. Batı edebiyatında Âdem, bir günahkâr örneği olarak ortaya çıkar; ancak çek­ tiği vicdan azabı yine de insanlığın kurtu­ luşunun güvencesi olarak gösterilir. Âdem'in bu özelliğini Grotius'un Adamus exul (1601), G. Andreini’nin Adamo (1613), Van den Vondei’in Adam in Ballingschap (1664) ve Milton’ın Paradise Losf'ında (1667) görünür; imre Madach da onu Az ember tragediaja (1861) adlı yapıtında yeniden işler. Bu arada Âdem, çocuklarının başından geçenler (Klopstoek’un Der Tod Adams, [1758]; Gessner'in Der Tod Abels [1758]) ya da ro­ mantik başkaldırı (Byron'ın Cain'i [1821], Espronceda’nın El Diablo Mundo'su [1840]) üzerinde düşünen bir kişilik ola­ rak da ele alınmıştır. —ikonogr. -* HAVVA ve CENNET.



95



ÂDEM ÇELEBİ, türk halk şairi (XVIII. yy.). Aruz ve heceyle yazdığı şiirleri, Âşık Ömer’in etkisini taşır. Koşmalardan, ka­ lenderi, semai, satranç gibi aruzla yazı­ lan âşık şiiri türlerinden oluşan, düzenlen­ memiş bir Divan'ı vardır. ÂDEM DEDE, türk mutasavvıf, şair (An­ talya? - Kahire 1653). Antalya’da Çavuşoğulları ailesinden. Sipahi olarak Hotin se­ ferine katıldı. Seferden döndükten sonra Konya ve İstanbul’da ünlü meylevi şeyh­ lerinin yanında bulundu. Şeyhi İsmail Rusuhi'nin ölümünden sonra Galata mevlevihanesi postnişinliğine getirildi (1630), Hac yolculuğu sırasında Kahire'de ölü­ müne değin bu görevde kaldı. Mevleviler arasında hece vezniyle yazılan ilk şiir onundur. Bestelenmiş bazı şiirleri mevlevi tekkelerinde okunurdu. Adem k a sid e si, Akif Paşa'nın “ adem” redifli, felsefi içerikli kasidesi. Varlık ve yokluk kavramlarını karşılaştırır; insanın varlık dünyasının verdiği acıdan, ancak yokluğa ulaşarak kurtulabileceğini öne sürer, dünyanın ve ahiretin dışında mut­ lak bir yokluk arar. ADEM k ö p rü sü ya da RAM A k ö p ­ rü sü , Sri Lanka ve Hindistan arasında mercan kayalıkları dizisi. Efsaneye göre Rama’nın yaptırdığı bir yolun kalıntısıdır. ÂDEM te p e s i, Sri Lanka’da doruk, adanın güneyinde; 2 243 m; buddhacıların ve müslümanların önemli hac yeri. Bir kayanın üstündeki oyuğu, buddhacılar Buddha'nın, müslümanlar da Âdem’



Âdölie arazisi Dumont-d'Urville üssünde iyonosfer sonda füzesi fırlatma hazırlıkları



Adem tepesi in ayak izi sayarlar. ADEMÂBÂD a. (ar. cactem ve fars. abâd'dan, cadem-abâd). Esk. Yokluk di­ yarı, ölüm. ÂDEMBABA a. Arg. 1. Hapishanede geçimini haraççıların hizmetini görerek sağlayan mahkûm. —2. Afyonkeş. —3. Giyimi ve görünüşüyle yoksul, pis oldu­ ğu izlenimi veren turist. ÂDEMCE sıt. (öz.a. Âdem'den). Fels. Âdemce dil, Jakob Böhme ve Leibniz’e göre, Âdem’in yeryüzü cennetinde oluş­ turduğu sözcükler listesi. (Bu varsayım, bütün insanların, başlangıçta, aynı dili ko­ nuştuklarını öne süren bir yunan düşün­ cesinin ussal bir biçimde dile getirilişidir. Leibniz şöyle yazar: "Eğer, bu dile, katı­ şıksız haliyle hâlâ sâhip olsaydık ya da onu tanınabilecek ölçüde korumuş bulunsaydık, bu dilde, yâ maddesel bağlantı­ ların ya da Yaradana yaraşır, bilgece ve özgür bir kuruluşun bağlantılarının ne­ denlerini görmemiz gerekirdi" [insan zihni üzerine bir araştırma, 3, 2, 1]). ÂDEMCİ sıf. ve a. Âdemcilik yanlısı. ÂDEM C İLİK a. (öz. a. Âdem'den). Hırist. II. yy.'daki kimi din sapkınlarının öğ­ retisi. Bu kişiler, yaradılış anında Âdem’ in suçsuz olduğunu dile getirmek için, toplantılarına çıplak olarak katılırlardı. (Ev­ liliği yasaklayan bu kişilerde kadın ortak­ tı. Âdemcilik ile XII. ve XV.-XVI. yy.’ların kimi din sapkınlıkları arasında kurulan ya­ kınlıklar, sağlam bir temele dayanmaz.) ÂDEMELMASI a. Boynun önünde bu­ lunan çıkıntı; gırtlak çıkıntısı.



Aden kentten bir görünüm



lerce tepkiyle karşılandı. Sabahattin Bey’ in, bu görüşün azınlıklara özerklik verilme­ si anlamına gelmeyeceği yolunda açıkla­ masına karşın, devleti bölünmeye götü­ recek bir ilke olarak değerlendirildi. Sa­ bahattin Bey’in, özel girişimcilik (teşebbüsi şahsi) ilkesini benimseyen ittihat ve Te­ rakki partisi yönetimi, ademimerkeziyet il­ kesine şiddetle karşı çıktı. 1913’ten son­ ra ittihat ve Terakki partisi’nin iktidarı dö­ neminde muhalif partilerden (Osmanlı) Ahrar fırkası, Hürriyet ve itilaf fırkası ade­ mimerkeziyetçi görüşü programlarına al­ dılar. A d e m im ü d a h a le c ile r, 1902 Jön Türk kongresinde, yenileştirmenin yaban­ cı müdahale ve yardımıyla gerçekleşece­ ğini savunanlara karşı çıkan grup. Kong­ rede ermeni delegeleri, vaat edilen ısla­ hatın gerçekleşmesi için yabancı ülkele­ rin müdahalesinin şart olduğunu ileri sür­ düler. Prens Sabahattin Bey ve arkadaş­ ları da bu önergeyi desteklediler. Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları ise, yabancı mü­ dahalesine karşı çıktılar. Kongrede azın­ lıkta kalan ademimüdahaleciler, daha sonra Terakki ve İttihat cemiyeti'ni kurdu­ lar; Mısır’da Şurayı ümmet gazetesini çıkardılar. ÂDEMİYAN çoğl. a. (ar. âdemi'nin fars. çoğl. ademiyân). Esk. insanlar, âdemoğulları, adamlar. ÂDEMİYANE be. (ar. âdemi ve fars. âne'den, âdemiyâne). Esk. Erkekçe, mertçe. ÂDEMİYET a. (ar. âdem ve -/yef’ten ademiyet) 1. insanlık âlemi: “ Ne müm­ kün zuim ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet / Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyel­ ten (Namık Kemal, XIX.yy.).—2. insana yaraşır davranış; insanlık.



ADEMİ, ADEMİYE sıt. (ar. cadem ve -/'den cademi, dişi. ademiyye).Esk. Yok­ lukla ilgili, ölümle ilgili. ÂDEMİ sıf. (ar. adem ve -/'den, âdemi). ÂDEMOĞLU, a. insan türünün belirgin Esk. insanla ilgili. özelliklerini kendinde toplayan varlık; in­ ♦ a. Âdemoğlu, insan. sanoğlu. ADEMİM ERKEZİYETÇİLİK a. Prens ÂDEMOLLO (Alessandro), İtalyan gaze­ Sabahattin’in türk toplumu için öngördü­ ğü temel ilkelerden biri. Sabahattin’e gö­ teci, tarihçi ve sanat eleştirmeni (Floran­ sa 1826-ay.y. 1891). Birçok monografi re bütüncü, kamucu, her şeyi devletten yazdı; XVI. ve XVII. yy.’lardaki İtalyan topbekleyen, kaderine razı osmanlı toplumulumunu incelemeye ağırlık verdi. nun gelişebilmesi için bireyci bir yapıya geçmesi gerekiyordu. AdemimerkeziyetÂDEMOTU -> A D A M O T U . çilik (yerinden yönetim), bireyci yapıya ÂDEMZÂD a. (ar. adem ve fars. geçilirken devlet düzeninin yenilenmesin­ de temel ilke olacaktı. Yeni yetişecek bur­ -zâd’dan.âdem - zad). Esk. 1. Ademoğ­ lu, insan. —2. iyi insan. juva sınıfının girişimciliğini engellemeye­ cek bir yönetim biçimi, ancak, İngiliz - ADEN, ADİN, ADN ya da EDEN a (ar amerikan örneğine uygun, bir yerinden cadn).Esk. 1. Kutsal kitaba göre yeryüzü yönetim modeli olabilirdi. Uygulama için cenneti. — 2. Cennet: “Değil dürr-i aden öngörülen temeller şunlardı: ülkede uy­ rahşında derdir ya Resulallah” (Âşık gulanacak yenileştirme (ıslahat) bütün va­ Ömer, XVII. yy.). — 3. Adn-i âlâ, yüce tandaşları kapsayacak, yerinden yönetim, cennet. ||Aden bahçesi, cennet. ve yetki devri ilkeleri uygulanacak, seçim­ le gelecek belediye meclisi üyeleri yerel r;’AD E N , Güney Yemenin başkenti ve başlıca kenti, Aden körfezi kıyısında; 318 yönetimde söz sahibi olacak, vilayet mec­ 000 nüf. (1986). (Somali halkı Hintliler’iç lislerinde azınlıklar nüfusları oranında tem­ ve Levantenler’in yerli Araplarla karıştığı sil edilecek, osmanlı uyruklular arasında son derece kozmopolit bir halkı vardır.) ayrıcalıklı hiçbir grup bulunmayacak, jan­ Kent, volkanik iki yarımada arasındaki darma örgütünde her azınlık grubu, nü­ geniş bir koy kıyısında, Güney Arabistan’ fusu oranıpda yer alacaktı. Yalnız vali, ın en elverişli doğal limanının kenarında mutasarrıf, defterdar, mahkeme reisleri, kurulmuştur. Hem stratejik önemi vardır, savcılar merkezi yönetim tarafından ata­ hem de Hint adaları yolu üstündeki baş­ nacaktı. lıca uğrak yeridir. Ayrıca, bir petrol rafi­ Ademimerkeziyetçi görüş kimi JönTürk-



nerisi kurulmasıyla önemli bir sanayi mer­ kezi de olmuştur. Kentte kabotaj ticareti etkindir. — Tar. Liman çok eski dönemlerden bu yana, Kızıldeniz’e giren ya da çıkan ge­ milerin başlıca demirleme yeri olmuştu. XI.-XVI. yy.’lar arasındaysa, Doğu ile Ba­ tı arasındaki ticaretin başlıca antreposu durumuna geldi. 1839'da İngiltere, lima­ nı ele geçirerek bir açık pazar haline ge­ tirdi. Süveyş kanalının açılması (1869), Hindistan yolu üstünde zorunlu bir durak durumuna gelen Aden limanının trafiğini, büsbütün artırdı. Her iki dünya savaşı sı­ rasında Hint okyanusumda önemli bir stratejik üs olan Aden, İngiliz Ortadoğu komutanlığı’nın (Middle East Command) merkeziydi. 1967’de ingilizlerin çekilme­ siyle, Sovyetler'in kullandıkları ve geliştir­ dikleri bir deniz üssü durumuna geldi. ADEN (Abdullah Osman), somalili siya­ set adamı (Belet Uen 1908). Somali'nin bağımsızlığına kavuşmasından (1960) sonra cumhurbaşkanlığına seçildi ve 1967’ye kadar bu görevde kaldı. ÂDEN h im a ye İd a re si, Aden körfezi kıyısında, eskiden İngiltere'nin himayesin­ de olan topraklar. Aden kentini ele geçirdikten sonra, İn­ giltere'nin etkinliği giderek arttı; bu etkin­ lik bir bölümünü Sukutra adasının oluştur­ duğu Mahra Sultanlığı'na kadar yayıldı (1886). Aden ve yakın çevresi, 1937’de İngiliz imparatorluğunun sömürgesi duru­ muna geldi, himaye idaresinin yirmi ka­ dar küçük sultanlığı kapsayan geri kalan bölümüyse Doğu himaye idaresi (Hadramut bölgesi) olarak ayrıldı. Aden sömür­ gesi ve himaye idaresi, özerkliğe doğru ilk adımlarını, valinin yanında bir yasama meclisinin kurulmasıyla attı (1947). 1959’dan başlayarak meclis üyelerinin çoğunluğu seçimle işbaşına geldi. 1962’de, bir anayasayla özerk bir rejim kuruldu ve 1963’te yeni Aden devleti Gü­ ney Arabistan Federasyonu'nun üyesi ol­ du. 1964'te Londra’da düzenlenen bir konferansta en geç 1968’de bağımsızlık verilmesi öngörüldü. Ne var ki, eski sö­ mürgenin, temelde kentli olan halkı, feo­ dal şeyhlerin egemenliğindeki geniş bir siyasal topluluğa katılmaktan dolayı tedir­ gin oldu. Bu yüzden, federasyona karşı cephe alan çeşitli ulusalcı akımlar oluştu; aynı zamanda Aden yönetiminin yerini alan yerel yönetimler ortaya çıktı. Karışık­ lıklar ve terörizm eylemleri Londra'nın anayasayı askıya almasına yol açtı (25 ey­ lül 1965) ve başbakan Makkavî de dışarı kaçmak zorunda kaldı. Artık iktidar İngi­ liz yüksek komiserinin elindeydi. Ocak 1966'da, Makkavî’nin yönetiminde Front for the.Liberation ot Occupied South Ye­ men (işgal Altındaki Güney Yemenin Kurtuluşu Cephesi [FLOSY]) kuruldu. Bu örgüt, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne daya­ nıyordu. Örgütün karşısında, ingilizlerin iktidarı teslim etmeye çalıştıkları ve Güney Arabistan'ın büyük kesimini denetimi al­ tında tutan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNL) vardı, iki örgüt, eylül 1967’de silahlı ça­ tışmaya girdiler. Bağımsızlık 28 kasım 1967’de ilan edildi. Yeni devlet, Güney Yemen Halk Cumhuriyeti adını aldı.



adenomiyom ADEN k ö rfe z i, Hint okyanusu’nun kuzey-batı bölümü. Arabistan'ın güney kı­ yısıyla Afrika'nın Somali kıyısı arasında; Babülmendeb boğazıyla Kızıldeniz’e açı­ lır. Uzunluğu yaklaşık 900 km, genişliği 120 km kadardır. Çeşitli koylar (Cibuti gi­ bi) oluşturur. ADENA, Amerika Birleşik Devletleri’nde (Ohio), Steubenville’in G.-D.‘sunda köy. Bu yer,Birleşik Devletler’in K.:D.'sunun ta­ rih öncesi kültür evresine (İ.Ö. 1000-300) adını vermiştir. Burial mounds’un 700 yı­ lına kadar süren ilk dönemi, süslü mezar­ ların, ölü yakılan yerlerin ve kemikliklerin üzerinde yükselen çeşitli büyüklükteki tümülüslerle dikkati çeker. Tümülüslere en çok, Mississippi ve Ohio vadilerinde rast­ lanır. Buradaki küçük köy toplulukları, mı­ sır yetiştirmeyi, seramik yapmayı ve do­ kumacılığı biliyorlardı. Ölü gömme tören­ leri çok karmaşıktı ve cesetlerin yanına, kırıp parçaladıkları sunu eşyası koyuyor­ lardı. Cilalanmış taş gerdanlıklar, kabart­ malı taş pipolar, üzerine hayvan görün­ tüleri ya da geometrik şekiller yapılmış taş tabletler ve işlenmiş kemikler bunun ör­ nekleridir. ADENALJİ - BEZ AĞRISI. ADENANDRA a. Birkaç türü soğuk se­ ralarda yetiştirilen, idrar söktürücü ve uya­ rıcı etkiler taşıyan kokulu ağaççık. (30 tü­ rü bulunan bu cinsin anayurdu Güney Af­ rika’dır. Sedefotugiller familyası.) ADENANTHERA a. Tropikal ülkelerde yetişen ve tohumundan yağ elde edilen bitki. (Kökü, kusturucudur; yağı yemek­ lik olarak ve sabun yapımında kullanılır; baklagiller takımı.) ADENAUER (Konrad), alman siyaset adamı (Köln 1876-Rhöndorf, Rheinland VVestphalia, 1967). Rheinlandlı küçük bir burjuva ailesinin çocuğuydu; avukat, imparatorluk savcısı, 1906’da Köln bele­ diye başkan yardımcısı, 1917’de beledi­ ye başkanı oldu. Başkanlığı sırasında ba­ şardığı en önemli işlerden biri, Köln Üni­ versitesi’™kurmak (1919), diğeri de kenti nüfus ve ekonomi bakımlarından geliştir­ mek oldu. Rheinland’ın siyaset hayatın­ da önemli bir rol oynadı ve 1918 mütare­ kesinden sonra Müttefikler i ustaca İdare etti. 1928'den 1933'e kadar Prusya Dev­ let şûrası başkanlığını yürüttü ve alman katoliklerinin partisi Merkez*’ in yürütme kuruluna girdi. Bir demokrat ve hıristiyan olarak nazizme karşı çıktı, bu nedenle gö­ revlerinden alındı (1933); ardından hap­ se atıldı (1934 ve 1945). 1945'te yeniden Köln belediye başkanı olduysa da, ingilizler tarafından görevinden uzaklaştırıldı; ancak siyaset alanında yükselmeye de­ vam etti. Rheinland'da Hıristiyan demok­ rat partisi'nin (CDU) kurucu üyesi oldu, 1946'da İngiliz işgal bölgesinin tümünde bu partinin başkanlığına getirildi; 1949’dan başlayarak da partinin genel başkanı oldu.1948’de Müttefiklerin des­ teğinde oluşturulan kurucu parlamenter meclisin başkanıyken, 15 eylül 1949'da yeni Alman Federal Cumhuriyeti başka­ nı Theodor Heuss tarafından başbakan­ lığa (şansölyelik) getirildi. 1953’te partisi seçimlerden zaferle çıktı. Marxçılığın amansız düşmanı, devletleştirmelere kar­ şı, iktisat alanında liberal olan Adenauer, Almanya’yı Avrupa'daki eski konumuna kavuşturmak için bir yandan hızlı bir ikti­ sadi kalkınmayı gerçekleştirirken öte yan­ dan da ordusunu yeniden güçlü kılmak amacıyla çeşitli Batı devletleri arasında bir uzlaşma siyaseti yürüttü. Fransız-Alman uzlaşmasının ve Avrupa ekonomik topluluğu’nun yaratılmasının en etkin yandaş­ larından biri oldu. 1957’de partisi, onun sayesinde oyların ve sandalyelerin mut­ lak çoğunluğunu kazandı. Fakat Adena­ uer cumhurbaşkanı olmak yerine, başba­ kanlık görevini sürdürmeyi yeğledi. 1961 kasımında yeniden başbakan seçildi. Al­ manya’nın iktisadi kalkınmasını ve Avru­ pa Topluluğu ile bütünleşmesini sağlama



siyasetini sürdürdü. Fransa ile Elysee an­ laşması’™imzaladı (ocak 1963). Birkaç ay sonra Adenauer istifa etti ve yerini Ludwig Erhard’a bıraktı. 90 yaşında da CDU başkanlığından ayrıldı (mart 1966). Anıla r'ın yayımladı (1965-1968). ADENAZ a. (fr. adenase). Biyokim. Adeninin hidroliz yoluyla amin kaybetmesini ve hipoksantine dönüşmesini sağlayan enzim; hipoksantin de karaciğer tarafın­ dan ürik aside dönüştürülür. ADENEKTOMİ a. (fr. adenectomie). Cerr. 1. Bir ya da birkaç lenf bezinin ame­ liyatla çıkarılması. —2. Eşanl. ADENOİDEKTOMİ.



ADENET le Rol, brabantlı halk şairi (1240'a doğr. -1300'e doğr.). Henri III de Brabant dükünün, sonra da Gui de Flandre kontunun (1265’ten sonra) saz şairi oldu. Gui kontuna İtalya'da eşlik etti (bel­ ki “ saz şairlerinin kralı” adını da böyle al­ dı). Ayrıca, Philippe le Hardi’nın karısı Fransa kraliçesi Marie için şarkılar yazdı. ADENİLİK sıf. (fr. adenylipue). Org. kim. ve Biyokim. Adenılik asit, eşanl. ADENOZİN MONOFOSFORİK ASİT



ADENİLSİKLAZ a. (fr. adenylcyclase). Biyokim. Halkalı MPA’nın sentezini kata­ lizleyen zar enzimi. (Bu enzimin etkinleş­ mesi için adrenalin ya da glükagon gibi hormonların sitopiazma zarı üzerinde özel yerlere bağlanması gerekir. Glikojenin ya­ pımında, yıkımında ve yağların parçalan­ masında da bu enzimin rolü vardır.) A DENİN a. (fr. adenine). Org. kim. ve Bi­ yokim. Nükleik asitlerin bileşimine giren C5H5N5 formülünde pürik baz. (Adenin canlı hücrenin temel bileşenidir; biyokim­ yasal rolleri çok önemli olan adenozinin ve dezoksiadenozinin oluşumunda görev alır.) ADENİT a. (fr. adenite). 1. Lenf düğümü ya da bezi iltihabı. — 2. Akut mezenter adeniti, kıvrımbağırsak-körbağırsak böl­ gesindeki bağırsakaskısı lenf düğümleri­ nin iltihaplanmasıyla beliren ve akut apan­ disit iltihabına çok benzeyen hastalık. (AKUT MEZENTER ADENOLENFİTİ de denir.) — ANSİKL Adenit, lenf düğümünde son bulan lenf damarlarındaki bir iltihaptan doğar. Mikroplardan ileri gelebileceği gibi tepkisel de olabilir. Kimi genel hastalıklar­ da (melitokoksi, kızamıkçık, ikincil frengi, vb.) hep görülür. Akut, süreğen, irinli, irinsiz olabilir. Veteriner hekimlikte, kesilen hayvanla­ rın muayenesinde beslenme sağlığı açı­ sından adenitlerin araştırılması çok önem­ lidir, çünkü adenitlerin varlığı mikroplu bir hastalığın varlığını gösterir. Bu da ilgili böl­ genin karantinaya alınmasını gerektirir. ADENO-AKANTOM a. (fr. adenoacanthome). Üstderiyle bezdokusunu içeren çift kaynaklı ur oluşumu. (Adeno-akantomların kimisi tehlikesiz [ter bezlerinden gelişenler], kimisi tehlikelidir. Oluştukları başlıca yerler deri, dölyatağı ve yumur­ talıktır.) ADEMOCÂRPUS a. Güney-Batı Avru­ pa'da, Fas’ta ve Kanarya adalarında ye­ tişen salkım biçiminde sarı çiçekli ağaç­ çık. (Adenocarpus, ağaççık toplulukların­ da birinci sırada yer alır. Bazı türleri [A. parvifolius], Türkiye'de de yetişir. Kelebekçiçekligiller familyası.) ADENOFİBROM a. (fr. adenotibrome). Hücrelerarası bağ dokusu çoğalması ile salgıbezi epitelyum yapılarının çoğalma­ sından oluşan çiftdokusal tehlikesiz ur. ADENOFLEGMON a. (fr. adenophlegmon). Komşu hücre dokularına yayılan ve sınırları tam belirli olmayan lenf düğümü apsesi. ADENOGRAM a. (fr. adenogramme). Hematol. Bir lenf düğümünden ponksi­ yonla alınıp lam üzerine yayılarak boyan­ mış bir parçanın hücresel incelenmesinin sonucu. (Adenogram, normalde % 92-9*9



lenfosit, % 1-3 lenfoblast, % 1 plazmosit, % 3'ten az immünoblast ve çok az sayı­ da makrofaj içeren bir sinir düğümünün hücresel bileşimi hakkında bilgi verir. Bazı teşhislerin konmasına yarar.)



97



ADENOHİPOFİZ a. (fr. adenohypo physe).Hipofizin beyne ait olan arka bö­ lümüne (nörohipofiz) karşıt olarak hipofi­ zin iç salgıyla ilgili bölümü. (Eşanl. HİPOFİZ*Ö N LOBU.)



ADENOİDEKTOMİ a. (fr. adenoidectomie). Adenoit vejetasyonların ameliyat­ la çıkarılması. (Eşanl. ADENEKTOMİ.) Â D E N 0İD İT a. (fr. adenoidite'öen). Adenoit vejetasyonların iveğen ya da sü­ reğen iltihabı. ADENOİT sıf. (fr. adenoide'den). 1. Adenom görünümünde olan. — 2. Bez dokusuyla ilgili olan. — 3. Adenoit veje­ tasyon -* VEJETASYON.— 4. Adenoit yüz, ağzında adenoit vejetasyon (et) bulunan çocuklara özgü yüz (üst çene fırlak, ağız hep açık, damak sivri kubbe biçiminde). ABENOJtANSER a. (fr. adenocancer' den). Içsalgı bezleri epitelyomalarını, ya­ ni adenokarsinomları belirtmek için kulla­ nılan terim. ADENOKARSİNOM a. (fr. adenocarcinome'dan), içsalgı bezlerinin özek doku­ sundan ve silindirimsi örtü hücrelerinden doğup gelişen tehlikeli epitelyum uru. (Eşanl. BEZE KARSİNOMU, BEZE EPİTELYOMASI.)



ADENOLENFOSEL a. (fr. adenolymphocele'den). Lenf damarları varislerine verilen ad.(Eşanl.LENFANJİEKTAZİ[ kistik].) ADENOM a. (fr. adenonne'dan). Bir sal­ gı bezi dokusunda, o doku aleyhine geli­ şen tehlikesiz epitelyum uru. — A n s İk l . Çoğalma tek yönlü ve saf ola­ bileceği gibi (pankreas adenomu), baş­ ka dokularla karışık da olabilir (meme adenofibromu ve prostat adenomiyomu). [“ Prostat adenomu” deyimi yanlış bir de­ yimdir; çünkü adenom, prostat dokusun­ dan oluşmuş değildir; sadece prostatın içinde gelişir ve prostatı dışa doğru iter, öyle ki sonunda bu bezi kendisine gittik­ çe incelen bir kılıf haline getirir.] Bronşların içinde gelişen bronş adeno­ mu ya da epistom, günümüzde “ tehlike­ si az epitelyomalar” arasında sayılır; çün­ kü bu cins urlar oldukları yerde büyür, metastaz yapmazlar. Ur, ameliyatla alına­ rak iyileşme sağlanır. ADENOMATOZ a (fr adenomatose' dan). Poliendokrin adenomatoz, çoğu za­ man kromozom baskınlığına bağlı olarak otozomlarla geçen kalıtımsal hastalık. (Bk. ansikl. böl.) |\Akciğer adenomatozu, adenokarsinomun ender görülen oldukça özel bir türü, (ilksel bir ur olmasına rağ­ men, adenom doğasında olduğu için ba­ zı ikincil karsinomlardan ve atelektazi hal­ lerinde görülen adenoma benzer tepki­ melerden zorlukla ayırt edilir.) [Eşanl. BRONKO-ALVEOLER KARSİNOM.] || Koyun akciğer adenomatozu, virüs kökenli ko­ yun pnömonisi. (Hava peteklerinin çeper­ lerinde tipik adenoma benzer urlarla ken­ dini belli eder.) — ANSİKL. Poliendokrin adenomatozlar Werner sendromu (tip I ) [bunda bir pank­ reas içsalgı uru, bir hipofiz adenomu, bir paratiroit büyümesi vardır ] ile Sipple sendromunu(tip !l)[bunda tiroit bezi öze­ ğinde iki yanlı bir kanser, bir ya da iki feokromositom, bir paratiroit büyümesi var­ dır] içerir. Bunlardan başka da içsalgı bo­ zukluklarına rastlanabilir: böbreküstü bez­ lerinde hastalıklar ya da karsinoit tümör­ lerle beraberlikler gibi. ADENOMEKTOMİ a. (fr. adenomectomie). Bir adenomun ameliyatla çıkarılma­ sı. (Aslında bu terim, prostat bezi adenomlarının çıkarılması için kullanılır). ADENOMİYOM a. (fr. adânomyome). Kad. hast. Dölyatağı kasında yer alan ve



Konrad Adenauer (1-964’te)



adenomiyom çoğu zaman fibrom ile birlikte bulunan endometrium hastalığı çeşidi. (Eşanl. ENDOMETRİOZ [İÇ].) ADENOPATİ a. (fr. adenopathıe). Lenf bezlerinin baştan ya da sonradan olma her türlü (iltihap, enfeksiyon, ur) hastalığı ve bozukluğu. —A nsİk l . Adenopati iveğen ya da sü­ reğen, tek ya da birden çok olabilir. Ge­ nellikle lenf bezlerinin şişmesiyle belli olur. Bulunduğu yerler son derece çeşitlidir: çevre organlar (boyun, koltukaltı, kasık) [bu gibileri elle yoklanırsa belli olur], gö­ ğüs kafesi (göğüs radyografisiyle anlaşı­ lır); karın (elle yoklanarak pek anlaşılmaz, çoğu zaman bir hastalık [sindirim organ­ larında ödkesesinde ya da başkasında] nedeniyle karın açıldığı zaman, bazen de yalnız lenfografi yoluyla anlaşılır).



98



ADENOSTİL a. (fr. adenostyle). Bileşik­ giller familyasından bitki. (Birçok türü, süs­ lü yapraklarından dolayı bahçelerde ye­ tiştirilir. [Bil. a. adenostyles}.) ADENOVİRGZ a. (fr. adenovirose). Bir aden virüsün özellikle solunum yollarına yerleşerek buradayaptığı hastalık(trakeobronşit, akciğer-bronş hastalığı). Adenoviroz, akut yutak iltihabına, konjonktivite, bağırsakaskısı lenf bezleri iltihabına yol açabilir. Sıkgörülmekle birlikte tehlikeli de­ ğildir; amayeni doğmuş çocukta yada ba ğışıklığı azalmış kişilerde ağır görünümle re bürünebilir.



Clement Ader ın 1897 de tamamladığı Avion III Consemtcire national des arts etm&iers. Paris



ADENOVİRÜS a. (fr.adenovirus). insan­ da solunum yolu enfeksiyonlarına yol açan virüs. (Laboratuvarda deney hayvanı ola­ rak kullanılan kemirgenlerde kanser yapa­ bilecek gücü vardır.)



ADENOZİN a. (fr. adenosine). Org. kim. ve Biyokim. Adeninle D-ribozun yoğuşumu sonucunda oluşan, C10H13N5O4 formülünde pürinli nükleotit. (Bu nükleotitin fosforik asitle bileşimi adenilik asit ya da AMP’yi,verir.) —ANSİKL. Adenozinin monofosforik(AMP), difosforik(ADP) ve trifosforik(ATP) esterle­ rinin tuzları (5 ' karbon atomu üzerinden), biyokimyasal enerjinin taşınmasında temel bir rol üstlenir. Öte yandan adenozinin ve öbürnükleozitlerin"riboz" kısımlarının fos­ fat köprüleriyle birleşimi (3 ' ve 5 ' karbon atomları üstündeki diesterler) nükleik asit­ leri verir. Adenozin-monofosfatta (AMP) adenozi­



nin -CHj -OH grubunun yerini -CH2 -0P01-grubu, adenozin difosfatta (ADP) - CH2-O- P20|~ grubu ve adenozin trifosfatta (ATP) -CH2-0- P3 OŞ'grubu alır. A D E N O Z İN D İF O S F O R İK sıf (fr addnosine-diphosphorique). Biyokim. Adenözi'ndifosforik asit (kısalt. ADP), adenozinle iki molekül fosforik asidin birleşme­ sinden oluşan dinükleotit. ADENOZİNMONOFOSFORİK sıf (fr adönosine-monophosphorique). Biyokim. Adenozin monofosforik asit (kısalt. AMP), adeninlefosforik asidin birleşimindenoluşan ve başlıca metabolizma yollarının allosterik düzenleyicisi olan mononükleotit. (Eşanl. ADENİLİK asit.) || Halkalı adenozin



monofosforik asit (kısalt. 3 '5 ' halkalı AMP), bir zar enzimince (adenilsiklaz) ATP’den yapılan ve birçok hormonun işlevinde aracı olaraktemel rol oynayan halkalı mononük­ leotit. (-* Halkalı AMP.) AOENOZİNTRİFOSFAT yada ATP a (fr. adânosine-triphosphate). Adenozintrifosforik asidin esteri. ADEN O ZİN TR İFO S FA TAZ a (fr. adânosine-triphosphatase). Adenozin trifosforik asidin, adenozin-difosforik asit ve fosforik asit halinde hidrolizini katalizleyen enzim. A D E N O ZİN T R İ FOSFORİK sıf (fr adenosine-triphosphorique). Biyokim. Adenozintrifosforikasit (kısalt. ATP), ADP’ nin (adenozindifosforik asit) oksitleyici fosforillenmesiyle oluşan, enerjice zengin bağlı trinükleotit. (ATP.burada fosforilli ra­ dikal ve enerji taşıyıcı olarak çok önemli rol oynar.) ÂDEONÂ, yurtlarına dönen yolcuları ko­ ruyan Roma tanrıçası. ADEPHAGA a. (yun. adephagos, obur’ dan). Kınkanatlı böcekler alttakımı. (Genel­ likle böcek yiyerek beslenirler. Karın hal­ kalarının alt bölümü ve kanatlardaki damar düzeni özgül bir yapı gösterir; kurtçukları çok hareketlidir ve bunların bir ayağında iki tırnakçık bulunur.) [Karşt. POLYPHAGA.] ADER (Clement), fransız mühendis (Muret 1841 -Toulouse 1925). Daha gençliğin­ de hava yolculuğu sorunu kafasını kurca­ lamaya başlamıştı; önce, bir insanı kaldı­ rabilecek güçte bir uçurtma, daha sonra manivelalı ve kauçuklanmış tekerlekleri olan, teneke bir velosipet gerçekleştirdi. Ponts et Chaussees idaresinde çalışma­ ya başladı; 1870 savaşı sırasında kendi pa­ rasıyla bir balon yaptı.1876’da memurluk­ tan ayrıldı; elektrik alanındaki buluşları (mikrofon, tiyatrofon) kısa sürede başarı­ ya ulaştı ve bu sayede zenginleşti. Ardın­ dan havadan daha ağır araç yapımına gi­ rişti ve bütün bu çalışmaların sonucunda bir buhar motoruyla donatılmış Eole’ü ger­ çekleştirdi ve ona avion (uçak) adını ver­ di. 9 ekim 1890’da bu uçakla havalanıp kendi olanaklarıyla50 m kadar uçmayı ba­ sardı. Bu, havacılıktarihinde bir aşamadır ve uçakla yapılan ilk uçuş olması bakımın­ dan daönemlidir. 1897’de, dahagelişmiş bir uçak olan Avion III ile yaptığı deneme­ ler, devlet yetkililerinin ilgisini çekecek ka­ dar inandırıcı olmadı. Ader, çağdaşlarının ilgisizliği karşısında doğduğu kente çekil­ di. Daha sonraları kendisine "havacılığın babası” unvanı verildi. ADERANS a. (fr. adherence). Dy. Aderans ağırlığı, bir lokomotifin motris dingil­ lerince hatta aktarılan ve çekme kuvveti he­ sabında, aderans katsayısıyla göz önüne alınan yüklerin tümü. (Eşanl. YAPIŞMA.) ADERMİN a. (fr. adermine). B6vitamini­ nin öbür adı. (Eşanl. pİRİdoks İn .) ADEROMETRE a. (fr. adherometre). YAPIŞMAÖLÇER’in eşanlamlısı.



ADES, ADESE, (areades, dişi.cadese). Esk. 1.Mercimek.—2.Mercek; “ ...gözle­ rini bir dürbün adesesi gibi küçültüp..." (Hüseyin Rahmi Gürpınar). —3. Büyüteç, ADESAT çoğl. a. (ar. 'ades’in çoğl. 'adesât). Esk. 1.Mercimekler.—2. Mercek­ ler. —3.Büyüteçler. ADESİ sıf .(ar. rades ve /'den cadesi). Esk. 1. Mercimekle ilgili. —2. Merceğe benze­ yen. ADESSOS. Tar.coğ. G.-B. Anadolu’ da, Karia bölgesinde ilkçağ yerleşmesi; Alinda (Karpuzlu, Aydın) ile Mylasa (Milas, Muğla) arasındaydı. ADET a. (ar. ’aded’den). 1. Sayı; miktar: Yediği böreklerin adedini kendi de bilmi­ yor. —2.Birim olarak kabul edilen nesne­ lerden her biri; tane: Adetle satılan mey­ ve. Adedi 20 gram. Üç adet elma. —Dilbllg. Arapça tamlamalarda ADE (ca-



de) biçimini alan sözcük, kimi bileşik sıfat­ ların ya da belirteçlerin oluşumunda yer alır: aiaiade, harikulade, fevkalade, vb. —isi. huk. Adetlerin vakfı, İslam miras hu­ kukunda, mirasçıların paylarının oranında herhangi bir değişiklik yapmadan, pay tu­ tarlarını gösteren rakamları küçültmek için kullanılan yöntem,(Payların en büyük or­ tak bölene bölünmesiyle elde edilen sayı­ ya payların vakfı denir.) —Mat. Sayının eski adı. || Adedi asli, asal sayının eski adı. || Adedi ferd, tek sayının eski aö\.]\Adedi hakiki,gerçek sayının eski adı. |jAdedirütbiyye, sıra sayısının eski adı. ||Adedisiisitei alelvila,aritmetik dizisinin eski ad\.\\Adeditam, tam sayının eski aâ\.\\Adedi zevç, çift sayının eski adı. ÂDET, -ti a. (ar. cadet).1. Bir topluluk­ ta, bir toplumda aynı biçimde yapılagelen davranış, uyulması gerekli davranış kuralı; görenek Aöre.Atalardan kalma bir âdet. Düğün âdetleri. —2. Bir kimsenin sık tek­ rarlama sonunda edindiği davranış biçimi; alışkı, huy, alışkanlık: Geç kalma âdetin­ den vazgeçmelisin. Yüksek sesle konuş­ mak âdetiydi. Onda her söze karışmak âdeti var —3. Esk. Vergi, rüsum. —4. Bir şeyi âdet etmek, edinmek, o eylemi, dav­ ranışı alışkanlık, huy haline getirmek. —5. Âdet olmak, sözkonusu bir eylem, bir dav­ ranışsa, gelenek, alışkanlıkhaline gelmek: Buralarda da gelme para takmak âdet ol­ du. —6. Bir şey âdeti çıkarmak, bir eyle­ mi, davranışı, huy, alışkanlık haline getir­ mek: Şimdi de yaz_kış soğuk suyla yıkan­ ma âdeti çıkardı]] Âdet (olduğu) üzere, al ışıldığı, her zaman olduğu gibi: Âdet üzere sofradan kalkmadan önce dua edildi. j| Âdet yerini bulsun diye, gerekli ya da zo­ runlu olduğu için değil, yalnızca alışkanlı­ ğa dönüştüğü için: Adet yerini bulsun di­ ye iki üç lokma atıştırdık işte. —Huk. Âdet - ÖRF VE ÂDET. —isi. huk. Ayet ve hadislere aykırı olma­ mak koşuluyla âdet, bir hukuk kaynağıdır. Anlaşmazlıkların çözümünde örf ve âdet’e uyulur, ama ayet ve hadislere aykırı âdet­ ler kabul edilemez. —Kur. tar. Âdetiağnam, koyun ve keçiden alınan vergi. \\Âdetikemanbaha, yeniçeri­ lere son ulufe dağıtımı olan lezez maaşı ile birlikte verilen yay parası. \\ Âdeti nevruziye, düzenleyip padişaha sundukları tak­ vimlerden dolayı müneccimbaşılara padi­ şah tarafından verilen İhsan. ||Âdetizerpul, acemi oğlanlarına ayrıca verilen pabuç pa­ rası.



ÂDET, -ti a. (öncekiyle eş kökenli). Sağ­ lıklı kadında, belirli aralıklarla dölyolundan kan gelmesi şeklinde beliren,erinliktenmenopoza kadar süren fizyolojik olgu. (Eşanl. aybaşi .) |j Âdet devresi, kadında bir ay içinde düzenli olarak meydana gelen hor­ monsal değişikliklerin ve bunların ilgili or­ ganlarda yarattığı etkilerin tümü. || Âdet görmek,âdet kanaması başlamak.|[Âc/eften kesilmek-» menopoz. —ANSİKL. Âdet, üreme işlevinin başarıya ulaşmadığını gösterir. Çünkü döllenmiş yu­ murtanın yerleşip yuvalanacağı dölyatağı mukozasının dışarıya atılması demektir. Çoğu zaman yerel ve genel kimi belirtilere neden olur (memelerde ve kasıkta gergin­ lik, karakter değişiklikleri, vb.). Bu belirti­ ler kimi kez tam bir âdet öncesi sendromu görünümü alabilir. Aslında akıntı, kandan, sudan ve dölyatağı içzarı artıklarından iba­ rettir ve normalde 3-5 gün sürer. •Âdetdevresi. FSH ve LH hipofizhormon­ larının etkisi altındadır; bu hormonlar arabeyin kökenli etmenlerce uyarılır. Esas ha­ reket noktası LH’nın ani artışına bağlı ola­ rak devrenin 14. günü meydana gelen yu­ murtlamadır. Yumurtlamadan önce endo­ metrium (dölyatağı içzarı) yavaş yavaş ka­ lınlaşır, dölyatağı boynunun akıntısı gittik­ çe artmaya başlar. Yumurtlamadan son­ ra, yumurtayı içinde taşıyan folrkül, "sarı cisim" denilen ve progesteron salgılayan geçici yeni bir salgı bezine dönüşür. Döl­ lenmiş yumurtanın yuvalanması için gerek­ li endometrium salgısı değişikliklerini pro-



. gesteron sağlayacaktır. Yumurta döllen­ mediğinde, gereksiz yere hazırlanmış olan bu mukoza dışarı atılır ve âdet meydana gelir. Normal bir âdet devresi 28 gündür. — Folk. Âdet hali, geleneksel toplumlarda, kimi yasak ve sakınmaları da birlikte getirir. Bu durumdaki kadın tinsel olarak kirli sayıldığından loğusa ziyaretine, yeni doğmuş bebeği görmeye gidemez, ava gi­ decek erkeğin tüfeğini elleyemez. Bu ya­ saklara uymayan loğusaya ve çocuğa za­ rar geleceğine, avın verimsiz geçeceğine inanılır. Anadolu’da çok yaygın olan “ uğur kesme, sakal kesme” inanışı da bu anla­ yıştan kaynaklanır. Kadın yol boyunda bir erkeğin önünü, enlemesine kesemez. Âdet halinde olabileceği düşünülen kadı­ nın bu davranışıyla erkeğe uğursuzluk ge­ tireceğine inanılır. — İsi. Adet durumunda olan kadınlar İslam kurallarına göre namaz kılamaz, oruç tu­ tamaz, hacda tavaf edemez, camiye gire­ mez, Kuran’a el süremez. Bunun nedeni âdet halindeki kadının gayri tahir (temiz ol­ mama) kabul edilmesidir. Kuran, bu du­ rum süresince kadınların cinsel ilişkide bu­ lunmalarını da yasaklar. Âdet hali geçtik­ ten sonra mutlaka boy aptesi alınması ge­ rekir. Kanama süresi içinde kılınmayan na­ mazlar için kadınların herhangi biryükümlülükleri yoktur. Ancak, aynı sürede tutul­ mayan oruçların sonradan tutulması gere­ kir. İslam şeriatı .âdet halini 9-55 yaşları ara­ sında sınırlamıştır. Bu sınır dışındaki kana­ malar âdet hali sayılmaz. — Vet. Hayvanlarda âdet görme yoktur; bununla birlikte dişi köpekte, kızgınlık dev­ resinde kanla karışık bir akıntı görülür. ÂDETA be. (ar. €adetâ). Varsayılan bir du­ rumla yakınlık, benzerlik belirtir; sanki, he­ men hemen, neredeyse,basbayağı: Bu­ gün hava çok güzel, âdeta bahar. Görme­ yeli serpilmiş, âdeta genç kız olmuştu. —Bine. Atın en yavaş, doğal yürüyüşü. Bu yürüyüşte adımlar önce arka sağ ön sol, sonra arka sol on sağ düzeninde çapraz olarak gelişir. Âdeta’nın kısa,orta ve uzun olmak üzere üç hız biçimi vardır. Bir de top­ lu âdeta vardır ki, dizginler iyice kasılarak eğitim hareketlerinde atın art ayaklarını ka­ rın altına sürmesi için uygulanır. ÂDETARASI a. Âdetarası bunalımı, âdet devresinin tam ortasında, yumurtlama ev­ resinde görülen ve kasık ağrısıyla birlikte hafif bir kanama şeklinde beliren klinik sendrom. ADETÇE be. Sayı bakımından; sayıca, miktarca, adeden: Adetçe faik olmak. ÂDETEN be. (ar. cSdeten). Âdet oldu­ ğu üzere, basbayağı, âdet olarak. ÂDETÖNCESİ a. Adetöncesi sendromu, kadında âdetten önceki günlerde meydana gelen belirtilerin tümü. — ÂNSİKL. Adetöncesi sendromunda me­ melerde ağrılı gerilme, karında şişkinlik, le­ ğene kan oturması ve çeşitli sinirsel aksak­ lıklar (çabuk sinirlenme, baş ağrıları, hu­ zursuzluk) ortaya çıkar. Bazen bunlara ek olarak deri ve sindirim bozuklukları, ayrı­ ca net bir kilo artışı görülür. Sendromun ne­ deni, âdet devresinin ikinci yarısında, progesteron yetersizliğinden doğan folikülin artışıdır. Â D E T U L L A H a. Allah’ın kanunu. (-> SÜNNET.)



AD FİİL a Dilbil. Fiilin sayı ya da kişi belir­ tisi taşımadan durum ya da eylem belirten ad biçimi.(Bk.ans/W. böl. )\\Adfiil dönüştü­ rümü, birtümleyenin (bu tümleyenin öz­ nesi kalıpcümlenin öznesi, yadaedattümleci olduğu durumda) kalıp cümleye geçi­ rilmesiyle gerçekleşen dönüştürüm (örn. Çocuk geldi, annesi çok sevindiIÇocuğun gelişi annesini çok sevindirdi). \\ Adfiil tüm­ cesi, yüklemi adfiil olan bağımlı tümleyen tümcesi (örn. Çocukların bağırmalarını du­ yuyorum). [-> YANTÜMCE.] — A n s i k l . T ü rk ç e d e a d fiil, fiil k ö k ve g ö v ­ d e le rin e g e tirile n ü ç ayrı e k le yapılır: t.-m ekj-m ak. Bu e k le y a p ıla n adfiille r,



fiilin sözlüksel biçimidir. Fiilin karşıladığı işi, oluş, kılış ya da hareketi soyut olarak belir­ ten bu adfiile m a s t a r da denir. Bunlar ço­ ğul eki almaz, belirtili ad tamlamalarında tamlayan ya da tamlanan olarak kullanıl­ mazlar. Yönelme ve yükleme durumların­ da -me/-ma ekiyle yapılan adfillerle örtüşürler: gitmeyi (git-me-y-i, gitmek-i, gitme­ ği), gitmeye (git-me-y-e, gitmek-e, gitme­ ğe) gibi. —2 ,-me/-ma. Bu ekle yapılan adfiiller, fiilin belirttiği oluş, kılış,hareketten çok, o hareketle gerçekleşen işi adlandırırlar. Bu yönden -mek/-mak ekiyle yapılmış adfiillere oranla ada daha yakındırlar. —3 jş/-iş/-uş/-üş. Bu ekle yapılan adfiil­ ler, fiilin belirttiği hareketin ya da oluş ve kılışın yapılış biçimini gösterir. Âdfiiller cümle içinde adların bütün gö­ revlerini üstlenir. Cümlede adlar gibi özne ve yüklem olarak kullanılır: Kazanç/Kazan­ mak onu şımarttı. Yaşamı anlamlı kılan sev­ gidir/sevmektir. Adfiiller, adlar gibi durum eki alırlar: Anlatmaya çalışmak, Oturmak­ tan bıkmak, Anlaşmakta güçlük çekmek, Düşüşünü görmek, Yükselişine engel ol­ mak. -Mek/-mak ekiyle yapılanlar dışındaki ad­ fiiller, iyelik ve çoğul eki alırlar, tamlama oluştururlar: Gelmem, gelmen, gelmesi, gelişi. Söylemenin anlamı, Dağılışın ilkesi vb. Koşuşmalar ve bağırmalar sabaha de­ ğin sürdü. Adfiiller, fiiller gibi olumsuzluk ve çatı eki, tümleç ve nesne alırlar: Gereksiz sözden kaçınmak, istediğiniyapma, El sallayışvb. Üretici dilbilgisi bu olguları, ad­ fiil dönüştürümünün sonucu ol arak çözüm­ ler. Bu dönüştürüm öznesi, kalıp cümlenin öznesine ya da tümlecine eş olan bir tümleyeni ya da durum tümlecini kalıp cümle­ ye aktarır. Adfiil yapan bu ekler aynı zamanda ya­ pım eki işlevi de görür: ekmek, çakmak, dolma, kazma, asma köprü, buluş, bakış vb. ( - - - M A K , - M A , - İ Ş . ) A.D.H.gAnn Diüretik Hormon sözcükleri­ nin kısaltılması. (— VAZOPRESİN.) ADHÂ çoğl. a. (ar. adha). Esk. Kurban­ lar. ADHAM sıf. (ar. adham). Esk. iriyarı kim­ se için kullanılır. ADHATODA a. Ot ya da yarı çalı görü­ nümünde yüz kadar bitkinin cins adı. (Hin­ distan'ın, Güney Afrika'nın ve Güney Amerika’nın tropikal ve astropikal bölgelerinde görülen bu cinsin bazı türleri süs bitkisi ola­ rak yetiştirilir. Ayıpençesigiller familyası.) A DH ERBAL, kartacalı general. Drepanum’da roma donanmasını yendi (İ.Û. 249). ADHERBAL, Numidia kralı (İ.Ö.118’den 112'ye kadar), Micipsa'nın oğlu. Kardeşi Hiempsal ve kuzeni Jugurtha ile birlikte ba­ basının yerini aldı. Jugurtha Hiempsal’ı öl­ dürdü, Adherbal’ı Cirta kentinde kuşatıp ele geçirdi ve öldürttü. A d ıg ü ze l b a ra jı ve h id ro e le k tr ik s a n tra lı, Denizli ilinde Çal ilçesinin sı­ nırları içinde, Büyük Menderes nehri üzerinde 1976 yılında başlanıp 1989 yı­ lında tamamlanarak faaliyete geçirilen baraj ve santral. Taşkın kontrolü amacıy­ la da kullanılmaktadır. Göl hacmi 1 188 milyon m3; göl alanı 26 km2; sulama ala­ nı yklş. 95 000 ha; güç 62 MW; yıllık üre­ tim 280 milyon kVVsa. A D IL a. Dilbil. Daha önce belirtilmiş bir sözcüğe ya da dil dışı bir gerçekliğe da­ yanan ve sözdizimsel işlevleri adınkine özdeş olan sözcük. (Eşanl. ZAMİR.) || Adıl n'si, 3.kişi adılı, gösterme adılları ve 3.kişi iyelik ekiyle ad durumu ekleri arasına gi­ ren n ünsüzüne verilen ad: Onu (o-n-u), ona (o-n-a), bunda (bu-n-da), evinden (evi-n-den) örneklerinde olduğu gibi. —ANSİKL. Adıl terimi, cümlede adınkine özdeş işlevler (özne, tamlayan, tamlanan, tümleç vb.) yüklenen bir sözcükler sınıfı için kullanılır. Türkçede adıl işlevi gören



ekler de vardır: bir adı bir kişiye özgüleyen iyelik ekleri ve ilgi eki ki. Adların dil­ bilimsel işlevlerinin çözümlenmesi iki tür sözdizimsel-anlamsal işlev ortaya koyar. Kimi durumlarda, “ temsilci" denilen adıl­ lar, öncüllerinin yani yinelenmelerini ge­ reksiz kıldıkları sözcüklerin içerdikleri bil­ giyle bağıntılıdırlar; bu adıllar o sözcüğün belirtilerini üstlenirler: Senin kızlarınla BE­ NİMKİLER Tahiti'ye gittiler; ONLAR çok şanslı; kimi zaman işlevlerinin işaretlerini taşırlar; işte sana sözünü ettiğim/hoşlandığım/sevdiğim kız; kişiyle/kişi olmayan karşıtlığını ortaya koyabilirler: Tahiti’ye git­ mek, ah BU ne güzel hayal! Bu kızlar ara­ sında Ahmet'inKİ de var. Bütün bu kulla­ nımlar, adılların "yinelem eli” ve "göndergesel" işlevlerine bağlıdır. Baş­ ka durumlarda, adıllar söylemde daha önce anılan herhangi bir terime gönder­ me yapmazlar ya da bir önceleme yapar­ lar: KİM gelecek? ya da özel adlar gibi bu sözcükleri doğrudan karşılarlar ve gösterici bir işlev yüklenirler: SEN bu el­ biseyi görmüş müydün? BU beni çok ra­ hatsız ediyor. Biçimbilimsel ve anlamsal ölçütlere göre belirlenen yedi adıl katego­ risi (gösterme, belgisiz, soru, sayı, kişi, iyelik, ilgi) temsilcilik ve gösterme işlevle­ rini aralarında paylaşırlar. ADILLAŞM A a. Dilbil. Bir adılın bir ad dizimi yerine kullanılmasını sağlayan dö­ nüştürüm. ADIM a. 1.Yürümek ya da koşmak için bir ayağı diğerinden belli bir uzaklığa gö­ türme hareketi: Bir adım sağa, bir adım ileriye, bir adım öne atmak. Bahçeye doğ­ ru birkaç adım atmak. Adımlarını yavaş­ lat. —2.Yürüme sırasında iki ayak arasın­ da meydana gelen uzaklık: Bir kimseyi üç adım geriden izlemek. Evle okulun arası beş yüz adım kadar. —3.Bir süreçteki aşama ve evrelerden her biri; kademe, evre: Yazmanın üç temel adımı, konuyu seçme, sınırlandırma ve bilgi toplamadır. Her adımda yeni bir güçlükle karşılaştım. —4.Atılım, hamle: Cesur bir adım. —5.Say. sıf. + adım (genellikle bir, iki, üç), bir yerin yakınlığını vurgulamak için kullanılır; iki adım yer, yürüyüver. Düş­ man üç adım ötemizdeydi. —6.Adım adım, her bir aşamayı sırasıyla geçerek, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmadan; sü­ rekli, yavaş yavaş. Adım adım ilerlemek, yürümek. Adım adım izlemek. Bir kenti, bir yeri adım adım dolaşmak, gezmek, bilmek. |j Adım adım yer edeyim, gör sa­ na neler edeyim. “ Senin bulunduğun ye­ re bir kez yerleşeyim, sana neler yapaca­ ğımı ben bilirim" anlamında söylenir. |l Adım atmak, yürümek için gerekli ayak hareketini yapmak; bir işe başlamak, gi­ rişmek: Kapıya doğru birkaç adım attı, durdu. Bu mesleğe adım attığımda on se­ kiz yaşındaydım. // Bir yere adım, adımı­ nı atmamak, o yere gitmemek, bir daha ya da hiç uğramamak, girmemek: Beni öyle kırdı ki, evine yıllarca adım atmadım. Bu çocuk, onu tanımazdan önce meyha­ neye adım atmamıştı. || Bir yerden dışarı adım atmamak, oradan dışarı hiç çıkma­ mak. || Bir yere adım, adımını attırma­ mak, bir kimsenin o yere gelmesine ya da gitmesine engel olmak. || Adım başı, ba­ şına , başında, sık sık,birbirine yakın yer­ lerde: Adım başı bir tanıdığa rastlıyoruz. Bu sokakta adım başına bir kahvehane var. Adım başında değişikliklerle karşıla­ şıyoruz. |) Adım uydurmak, uyum sağla­ yabilmek, ayak uydurmak. Yeniliklere de­ ğişikliklere adım uydurmak |j Adımını at­ san para, her şeyin paraya dayandığını, parasız hiçbir şeyin yapılamadığını belirt­ mek için söylenir. || Adımını açmak, hız­ lanmak. || Adımını denk, tek at, birine dav­ ranışlarında dikkatli olması gereğini bildi­ ren uyarı: Adımını denk at, başına bir iş gelmesin. || Adımını geri almak, geri dön­ mek, caymak || Adımları geri geri gitmek, bir yere giderken isteksiz, ikircikli olmak. || Adımlarını seyrekleştirmek, hızlı hızlı yü­ rürken yavaşlamak. || Adımlarını sıklaştır­



adım



100



mak, yürüyüşünü hızlandırmak. —Al. tak. Testere dişi adımı, bir testere la­ masının ardışık iki dişi arasında kalan uzaklık. —Ask. Adi adım, birliğin rahat yürüyüşe geçtiğinde atılan doğal adım. || Bozuk adım, birliğin yürüyüş temposuna uyma­ yan adım. I| Kaz adımı, nazi birliklerinin, geçit törenlerinde dizlerini kırmadan attık­ ları adım. || Koşar adım, yürüyüş hızını belli bir tempoya göre artırmak amacıyla koşar biçimde atılan adım. (Bk. ansikl. böl.) || Sert adım, tören yürüyüşlerinde kalçadan ve ayâğın yere sertçe vurulma­ sıyla atılan adım. || Uygun adım, boyu yaklaşık yetmiş beş cm ve dakikada yüz yirmi kez olmak üzere, birliğin aynı anda attığı adım. (Bk. ansikl. böl.) —Elektrotekn. Bobinaj adımı, bir kesitin iki yanını içeren oyukları birbirinden ayı­ ran diş adımları sayısı. || Diş adımı, ardı­ şık iki diş üzerinde aynı konumda olan noktalar arasındaki çevrel uzaklık. || Geri adım, makine sargısının bağlantılarına ters yanda yer alan bobinaj adımı. || ileri adım, bir sargının bağlantılarıyla aynı yan­ da yer alan bobinaj adımı. || Kolektörde adım, bir kesitin başıyla sonunu ayıran kolektör lamalarının sayısı, jj Kutup adımı, ardışık iki kutup üzerinde aynı konumda­ ki noktalar arasında yer alan ve dış adım­ ları sayısıyla belirtilen çevrel uzaklık. —Geom. Bir çembersel helisin, doğuran­ larından herhangi biriyle ardışık arakesi­ tinin iki noktası arasındaki değişmez uzak­ lık. —Havc. Çevrimsel adım kumandası, he■ likopterlerde rotor* palalarının adımını dönme süresince değiştiren düzenek. (Pala havaya göre her zaman aynı göreli hızla dönmez. Yörünge üstündeki konu­ muna bağlı olarak, helikopterin genel yerdeğiştirme hızına göre kendi dönme hı­ zını azaltır ya da çoğaltır. Çevrimsel adım değişimi bu olayın rotorun her iki yarısı üs­ Abdülhak Adnan Adıvar tünde doğurduğu kaldırma dengesizliği­ Tıp tarihi miizesı ni yok etme amacı güder.) —Koregr. Dansçının ayaklarıyla yaptığı hareketlerin ortak adı. (Bu hareketler, yü­ rüyerek ya da yürümeyerek yerde yapı­ labileceği gibi, sıçrayarak ya da havada dönerek de yapılabilir.) [Bir koregrafi bi­ rimi olan adım, başka adımlarla birleşince, bir adım zincirlemesinin halkası olur. Adım olanakları hemen hemen sınırsızdır. Adımlar, eğer coupe, assemble, plie gi­ bi ayrı adları yoksa, ikinci bir terim ekle­ nerek belirlenirler (bourree adımı, bask adımı, kedi adımı).] || Bir ya da birkaç dansçının canlandırdığı yapıt bölüntüsü (ikili adım [pas de deux], dörttü adım [pas deçuatre]; tek bir dansçının adımına çeşitleme, ya da tek adım [pas seul] denir). || Arjantin adımı, öne ve arkaya yürüyerek yapılan hareket. (Tango’ya özgü olan bu adımda, her ölçü biri ağır, ikisi hızlı üç adımdan oluşur.) || Büyük ikili adım (grand pas de deux), klasik balelerde gelenek­ sel olarak yer alan bölüntü.(Genellikle, er­ kek başdansçıyla kadın başdansçı tara­ fından oynanır. Dört bölümü vardır: adage, erkek dansçının çeşitlemesi, kadın dansçının çeşitlemesi, coda.) |j Dörtlü adım, İngiliz kökenli dans. (Dörtlü adım bir Halide Edip Adıvar "çift” dansıdır; ritmi dört tempolu [onikiAra Gülerarşivi sekiz], her tekrarı da dört ölçülüdür, ilk iki ölçüde kavalye damının sağ elini tutar, her ikisininde serbest kalan elleri kalçalarındadır. Son iki ölçüyse, İskoç dansın­ da olduğu gibi, bir sağ, bir sol ayak üs­ tünde sıçrayarak oynanır.) || Veda adımı, operalara bağlı İtalyan bale okullarında (özellikle de Soala di Milano’da) yeni me­ zun olmuş ve okuldan ayrılacak genç dansçıların katıldıkları ilk genel gösteri. —Mak. san. Bir dişlide iki komşu dişin benzer profilleri arasında bulunan ve yu­ varlanma dairesinden ölçülen uzaklık (adım, modül ile irinin çarpımına eşittir). [Eşanl. h a t v e .] || Bir dişli düzeninin adı­ mı, küçük dişli ya da dişli çarkın iki ardı­ şık dişinin kenarortay düzlemleri arasın­ da kalan uzaklık. |j Bir somunun, bir vi­



danın adımı,



b ir d o ğ ru ltm a n ü s tü n d e , v i­ d a y iv iy le o n u n iki ard ış ık kesişim i arasın­ d a ö lç ü le n uz u n lu k . || Çapsai adım — m o d ü l . || Sızdırmazlık adımı, v id a y la s o ­ m u n a ra s ın d a sız d ırm a z lık s a ğ la y a n özel v id a adım ı.



—Masonl. Rütbeye göre değişen tören yürüyüşü. —Metalurj. Karma kesimde istenen par­ çaları elde etmek için presin her darbe­ sinde metal bandın aldığı yol. —Nörol. Kaz adımı, bacakların ön-dış oy­ lum kaslarının felcinden ileri gelen yürü­ me bozukluğu. (Ayak, baldır üstüne kıvrılamadığından, ayak ucu yere takılmasın diye bacaklar diz bükülmeden aşırı ölçü­ de yukarı kaldırılır; bu bozukluk özellikle alkolik polinevritlerde görülür; kaz adımı yürüyüşü bazı atların tırıs denen yürüşüyünü andırır.) —Nük. müh. Heterojen bir nükleer reak­ tör ağında komşu hücrelerin merkezleri arasındaki uzaklık. —Oy. Adım atlamaca, bir çocuk oyunu. Oyuncular yere bir çizgi çizer, sol ayak­ larını bu çizgi üzerine koyup öbür ayak­ larıyla ileri sıçramaya çalışırlar. Tek adım­ da en uzağa sıçrayan oyunu kazanır. —Says çözlm.integralleme ad/m/,verilmiş bir fonksiyonun integralinin sayısal hesa­ bında ya da bir diferansiyel denklemin yaklaşık çözümünde kullanılan nokta ağı­ nın inceliğini değerlendirmeye olanak ve­ ren nicelik. —Sil. Tırtıl adımı, bir tankta art arda ge­ len iki baklanın eksenleri arasındaki uzak­ lık. —Spor. Alternatif adım, az eğimli parkur­ da yapılan kayakta, kayakçının normal olarak sol sopayla birlikte sağ ayağını, sağ sopayla birlikte sol ayağını ileri atma­ sıyla oluşan adım. |j Bağlantı adımı, artis­ tik patinajda, iki sıçrayış, iki yarım dönüş, vb. arasındaki adımlar dizisi. (Bu, artistik patinajın en önemli öğesidir; fıız, hafiflik, güç, ustalık, kayma özelliği, sanatsal duy­ gu vb.'nin bileşimini kapsar ve serbest hareketlerde puanlamanın temelini oluş­ turur.) || Paten adımı, çok eğimli parkur­ da yapılan kayakta, düz ya da hafif inişli alanlarda kaymayı hızlandırmak için vü­ cudun tüm ağırlığını bir bacağa verip öbür bacağı yukarı kaldırma. || Adım dö­ nüşü, yön değiştirmeyi sağlamak için ka­ yakları dönüşümlü biçimde sağa ve sola çevirme. |j Tek adım, üç adım —ATLAMA. —Taşoc. ve Mad. oc. Kazı makinesinin bir tek işlem çevriminde yaptığı iş. (Potkopaç makinesiyle kazı işlemi, alın boyun­ ca birbirini izleyen adımlarla gerçekleşti­ rilir.) —ANSİKL. Ask. Uygun adım'ın ilk uygu­ laması, eski Yunan ve Roma birliklerinde yapıldı. Boru ve trampet eşliğinde yapı­ lan bu yürüyüşte aynı ayağı aynı anda at­ ma zorunluluğu yoktu. Ancak XVIII.yy.’dan sonra, çeşitli devletlerin ordularında, za­ manımıza kadar gelen kural uygulanma­ ya başladı. Bu kurala göre, bir komuta ya da bandoya uyularak yürüyüşe sol adım­ la geçilir ve izleyen adımlar aynı anda atı­ larak birlik sağlanır. Koşar adım, kimi dev­ letlerin ordularında geçit törenlerinde, or­ dumuzdaysa eğitim amacıyla uygulan­ maktadır. Koşar adımda hız, dakikada yaklaşık 90 cm'lik 180 adım atılarak ya­ pılır. ADIM LAM AK g. f. Bir yeri adımlamak, o yeri eşit aralıklı adımlarla ölçmek; o yer­ de dolaşmak, gezinmek: Adımladım, 500 adım geldi. Sokakları adımlamak. A d ım la r, aylık düşün edebiyat dergisi. Behice Boran yönetiminde mayıs 1943'ten nisan 1944'e kadar 12 sayı ya­ yımlandı. Hümanizm, doğu-batı ve ulusal kültür sorunları çevresinde, çağdaş dü­ şün akımlarının tartışıldığı dergide Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Ağırnaslı, Muzaffer Şe­ rif, Behice Boran, Y.Kâzım Köni, Zeki Baştımar yazdılar. Ayrıca Rıfat İlgaz, Or­ han Kemal, Sabahattin Ali, Suat Taşer gi­ bi sanatçıların ürünlerine de yer verildi.



ADIML1 sıf. Mak. san. ve Sibern. Çoğun­ lukla elektriksel yapıda bir kumanda sin­ yali aldığında doğrusal ya da açısal bir koordinatın, adım adı verilen değişmez bir miktarda ilerlemesini sağlayan meka­ nizmaya ve buna denk düşen çalışma bi­ çimine denir. || Adımlı motor, adımlı çalı­ şacak biçimde ayarlanmış elektrik, hidro­ lik ya da pnömatik motor. — ANSİKL. Adımlı mekanizmalar yapmak için pek çok ilkeden yararlanılabilir. Bu mekanizmalardan en eskisi ve en çok bi­ lineni özellikle saatçilikte ve otomatik te­ lefonlarda (adımlı seçiciler) kullanılan eğ­ ri dişli çarktır; sözkonusu telefonlarda iler­ lemeyi bir elektromıknatıs sağlar. Adımlı elektromanyetik motorlardaysa belli sayı­ da sargı çifti vardır ve dönel bir armatü­ re, sayıları kadar açısal konum verirler. Bazı adımlı doğrusal mekanizmalar, elek­ tromıknatıs ya da hidrolik kriko yolları­ nın birikimiyle oluşan mekanik toplam al­ ma ilkesinden yararlanır ve yolların gen­ likleri kendi aralarında 2’nin ardışık kuv­ vetlerine benzer; dolayısıyla ikili sayı bi­ çiminde ifade edilen bir genliği otomatik olarak çözerler. AD IM LIK sıf. Say. sıf. + adımlık (küçük sayılarla birlikte), bir yerin küçüklüğünü, yakınlığını belirtmek için kullanılır: iki adımlık yerde dolanıp duruyoruz. Arabay­ la gitmeye ne gerek var, üç adımlık yer. ADIMSA YAR a. Ölçbil. Yayalar için yolölçer. ADIVAR (Abdülhak Adnan), türk siyaset ve bilim adamı, hekim (Gelibolu 1882istanbul 1955). Tıbbiye'yi bitirdi (1905), aynı yıl Avrupa'ya kaçtı. Berlin Tıp fakül­ tesi’nde iç hastalıkları asistanıyken Meş­ rutiyetin ilanı üzerine Türkiye'ye döndü (1909). Tıbbiye’de müderrislik, müdürlük yaptı. Hilaliahmer (kızılay) müfettişi olarak Trablusgarp savaşı’na katıldı, bu kuru­ mun genel sekreterliğini üstlendi. Birinci Dünya savaşı sırasında Sahra Sıhhiye umumi müfettiş muavinliği görevinde bu­ lundu. 1917’de yazar Halide Edip ile ev­ lendi. Son Osmanlı Meclisi mebusanı’na İstanbul milletvekili seçildi (1919). İstan­ bul’un işgali üzerine eşiyle birlikte Anado­ lu'ya geçti, ilk TBMM’ye katıldı. İstanbul hükümetince yokluğunda idama mah­ kûm edilen yedi kişi arasında yer aldı. Sağlık bakanlığı (1920-1921), içişleri ba­ kan vekilliği, Büyük Millet meclisi ikinci başkanlığı yaptı. Ankara hükümetinin İs­ tanbul temsilciliğine atandı (aralık 1922). Yeniden İstanbul milletvekili seçildi (1923). Terakkiperver cumhuriyet fırkası’ nın kurucuları arasında yer aldı (1924). Eşiyle birlikte Avrupa’ya gitti (1926). İzmir suikastı olayıyla ilgili olarak yokluğunda İstiklal mahkemesi’nde yargılandı, aklan­ dı. Paris’te Ecole des Langues Orientales Vivantes’da türkçe dersleri verdi (1929-1939).Osmanlı Türkleri’nde mate­ matik, doğal bilimler, tıp konularını ele al­ dığı La Science chez ies Turcs Ottomansi yayımladı (1939). Türkiye'ye döndü (1939).MİIIİ eğitim bakanlığı’nca yayımla­ nan İslam Ansiklopedisi' nin yayın kurulu başkanlığında bulundu (1939-1954). La Science chez İes Turcs Ottomans'ı Os­ manlI Türklerinde ilim adıyla yeniden yaz­ dı (1943, yeni basımı 1970), Faust, tahlil tecrübesi-Hüiasa (1940), Tarih boyunca ilim ve din (1944) yapıtlarını yayımladı. DP listesinden İstanbul bağımsız milletvekili seçildi (1946-1950). Milletlerarası Şark tet­ kikleri cemiyeti’nin kuruluşuna katıldı ve ilk başkanı oldu (1947). Makalelerinin bir bölümünü Bilgi cumhuriyeti haberleri (1945), Dur düşün (1950), Hakikat peşin­ de emeklemeler (1954) adlı yapıtlarında topladı. ADIVAR (Halide Edip), türk romancı (İs­ tanbul 1882- ay. y. 1964). Babası saray­ da kâtiplik görevi de yapmış bir devlet memuruydu. Adıvar’ın küçükken okudu­ ğu ilk kitaplar Battal Gazi, Ebu Müslim el -Horasani ve Hazreti Ali’nin cenkleri gibi



halk kitaplarıydı. Edip Bey kızını İngiliz ter­ biyesi ile büyütmek istediği için İngiliz mürebbiyeler tuttu ve onu Üsküdar’daki Amerikan koleji’nde okuttu. Yazar, Rıza Tevfik’ten fransızca ve doğu edebiyatla­ rını öğrendi. Özel ders aldığı matematik­ çi Salih Zeki Bey ile evlendi (1901). Oku­ duğu transız yazarlarından Alfonse Daudet ve Emil Zola'dan etkilendi, ikinci meş­ rutiyetin ilanı üzerine çıkmaya başlayan Tanin gazetesinde siyasal nitelikte yazılar yayımladı. Bir yandan da Resimli Kitap, Demet. Aşiyan gibi dergilere yazdı, kadın haklarını savundu. 31 mart ayaklanmasın­ da iki küçük oğluyla Mısır’a kaçmak zo­ runda kaldı. Dostu, yazar Isabel Frye'ın çağrısı üzerine İngiltere’ye geçti ve ora­ da Bertrand Russeil gibi ünlü kimi kişiler­ le tanıştı, aynı yıl (1909) İstanbul’a döne­ rek Salih Zeki’den ayrıldı. O yıllarda yaz­ dığı ilk romanları Raik'in annesi (1909), Seviyye Talip (1910) ve Handan (1912), kocası tarafından aldatılmış, terk edilmiş ya da kocasıyla uyum sağlayamamış ka­ dınları kanu edinir. Bunlar, bireysel sorun­ lar çevresinde dönen duygusal aşk ro­ manlarıdır ve yeni bir kadın kahraman ti­ pi getirmişlerdir: batı eğitimiyle yetişmiş kültürlü, duyarlı ama batılılaşarak yozlaş­ mamış bir türk kadını tipi. Seviyye Talip, Fiandan ve Kâmuran gibi roman kahra­ manları açık fikirli oldukları kadar namuslu ve şereflerine düşkündürler, ama içinde yaşadıkları toplumun değer yargılarını, ahlak anlayışını aştıkları da görülür. Herkes gibi düşünmek zorunluluğunu duy­ mayan ve sıradan insanlar olmayan kişi­ lik sahibi bu kadınlar, yazarın o yıllarda ideal saydığı türk kadınının imgesi, biraz da kendisidirler. Adıvar 1911-1912 yılla­ rında Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi türkçülerle dostluk kurdu ve Türk ocağı cemiyeti’nde çalıştı. Bu çalışmalar sırasın­ da yazdığı Yeni Turan (1912) bireysel so­ runlardan toplumsal sorunlara geçtiği ilk romanı oldu. Bir çeşit ütopya da sayıla­ bilecek bu yapıtta, türkçülüğü nasıl anla­ dığını, nasıl bir eğitim ve ne tür bir top­ lum düşlediğini anlattı. Bir yandan da Ev­ kaf okullarında öğretmenlik yaparken, Cemal Paşa’nın çağrısına uyarak, kuru­ lacak okullar işi için Suriye’ye gitti (1916). İstanbul’a döndükten sonra Dr.Adnan (Adıvar) ile evlendi (1917). Mütareke yıl­ larında İstanbul’da siyasal çalışmalarını sürdürürken, İzmir'in işgalini prot o için Türk ocağı’nın düzenlediği mitine ; ko­ nuştu. Sultanahmet meydanın, .ptığı coşkulu konuşma ününü yayg ştırdı. 1919’da Dr.Adnan ile birlikte Anadolu’ya geçerek katıldığı Kurtuluş savaşı’nda, on­ başı ve üstçavuş rütbelerini aldı. Bu ara­ da İstanbul'da kurulan sıkıyönetim mah­ kemesince Mustafa Kemal ve arkadaşla­ rıyla birlikte idama mahkûm edildi. Savaş yıllarında bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Eskişehir’de Kızılay hastanesi’nde çalıştı. Daha sonra Tetkiki mezalim komisyonu’nda görev aldı (1921-1922). Kurtu­ luş savaşı’nı konu edinen Ateşten göm­ lek (1923) ve Vurun kahpeye (tefrika 1923-24, ilk baskı 1926) romanlarında sa­ vaş sırasında Anadolu’da tanık olduğu kahramanlıkları, hastanelerin acıklı duru­ munu, gericilerin ihanetini, yine birer aşk öyküsü çevresinde anlattı. Bu romanların kadın kahramanları yüceltilmiş güçlü ki­ şilerdir, ama bireysel aşk sorunları içinde çırpınmazlar, yurdun kurtuluşu uğrunda ölürler. Savaştan sonra, Cumhuriyet halk fırkası’nın siyasal görüşlerine ve tutumu­ na karşı çıktı. Terakkiperver cumhuriyet fırkası’nı kuranlardan biri olan kocası Dr.Adnan Bey ile birlikte Türkiye’den ay­ rıldı (1926), Fransa ve İngiltere’de yaşa­ dı. Anılarının 1917 yılına kadar gelen bi­ rinci kısmı Memoirs of Halide Edip (1926) adıyla İngiltere’de yayımlandı (türkçe ya­ yımı: Morsalkımlı ev, 1963). Yıllar sonra bastırdığı anılarının ikinci bölümü (19181923 yılları) yine İngiltere'de yayımlandı: The Turkish Ordeal (1928; türkçesi: Türk­ ün ateşle imtihanı, 1962). 1928’deAme-



rika’da verdiği bir seri konferans sonra­ dan Turkey Faces West (1930) adıyla basıldı.Bu konferanslarda Türkler’in Anado­ lu’ya gelişinden Cumhuriyet dönemine kadarki tarihlerini, batılılaşma hareketle­ rini ele aldı. Amerika’ya ikinci kez çağrıl­ dı ve Columbia Üniversitesi’nde yine Tür­ kiye ve Türkler ile ilgili dersler verdi (1931). Yazdığı İngilizce kitapları ve ma­ kaleleri, çeşitli ülkelerde verdiği konfe­ ranslar, ününün Türkiye dışında da yayıl­ masını sağladı. 1935'te Hindistan'a çağ­ rıldı. Oradaki üniversitelerde verdiği (1935) ve Osmanlı imparatorluğu'nun do­ ğuşu, çöküşü, Kurtuluş savaşı, devrimler ve kültür konularını işlediği konferansla­ rıysa Conflict of east and west in Turkey (1935) adı altında topladı. İnside India (1937) bu gezinin ve ziyaretin ürünüdür. Ingiltere’deyken yazdığı The Clown and his daughter (1936) aynı yıl Sinekti bak­ kal adıyla Türkiye’de yayımlandı. Bu ro­ manda toplumsal, siyasal, dinsel sorun­ ları ele aldı ve bunları belli bir dünya gö­ rüşü açısından felsefi birdüzeyde anlattı. Bu romanda Batı-Doğu sorunsalı ana te­ madır ve yazara göre Batı’yı taklit eder­ ken kendi köklerimizden ve gelenekleri­ mizden kopmamamız gerekir. Siyasal ba­ kımdan da, devrim, köktenci değişimler getireceği ve toplumun temellerini sarsa­ cağı için zararlı sonuçlar verebilir. Doğru olan, gelenekçi bir tutumla evrime inan­ maktır. Sinekli bakkal 1942 Cumhuriyet haik partisi roman ödülü'nü aldı. Yolpalas cinayeti (1937) ve Tatarcık (1939) ad­ lı romanlarında komünizm ve faşizm gibi öğretileri eleştirdi.Eşi A.Adıvar ile birlikte Türkiye’ye döndüğünde (1939) İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü’nün başına getirildi. Bu dönem­ de düzenlediği Shakespeare seminerle­ rinde öğrencileriyle birlikte Hamlet (1941), Nasıl hoşunuza giderse (1943), Coriolanus (1945), Antonius ve Kleopatra (1949) oyunlarını türkçeye çevirdi. 3 ciltlik Ingi­ liz edebiyatı tarihi’ni yine bu yıllarda yaz­ dı. Gene bu dönemde yazdığı Sonsuz panayır (1946), Döner ayna (1954), Aki­ le hanımın sokağı (1958) gibi romanları daha önceki yapıtları kadar başarı kaza­ namadı. Demokrat parti listesinden ba­ ğımsız milletvekili seçildi (1950-1954). Bü­ tün yaşamı boyunca üzerinde durduğu ve konferanslar verdiği konuları Türkiye’ de Şark-Garp ve Amerikan tesirieri(t 954) adlı bir kitapta yeniden ele aldı. Yapıtla­ rında Türkiye’deki yüzeysel batı taklitçili­ ğini yerdi ve milli değerlere bağlı kalmak gerektiği düşüncesini savundu. Bireyin özgürlüğünü kısıtlayan öğreti ve rejimle­



T



re karşı çıktı, bireyciliğe, demokrasiye gelenekçiliğe ve evrime inancını tekrarla­ dı. Türkiye dışında romanlarından çok ta­ rihsel toplumsal ve siyasal yazılarıyla ta­ nınmış, yapıtlarından bazıları fransız, al­ man, rus, macar, fin, urdu ve sırp dilleri­ ne çevrilmiştir. A D IY A M A N (02), ü.-U. Anadolu Doigesinde il; 513 131 nüf. (1990). 7 871 km2; 9 ilçe; 15 bucak; 355 köy. Merkezi Adıyaman, 100 044 nüf. (1990). Gazian­ tep bölge idare mahkemesi’ne bağlı. Adıyaman toprakları, Güney-doğu Toroslar’ın batı kesimiyle dağların eteklerin­ den Fırat nehrine değin uzanan platola­ ra yayılır. Kuzeydeki çok engebeli kesim­ de, 2 500 m'yi aşan dağlar yükselir (Karlıkdağ 2 583 m, Akdağ 2 510 m). Yer yer seyrek meşe ormanıyla kaplı dağlar, do­ ğuda Fırat nehriyle derin boğazlar oluş­ turur. Dağların güneyinde Fırat’a doğru hafif bir eğimle alçalan ve genellikle boz­ kır görünümünde olan 600 - 800 m yük­ seklikteki yaylalar uzanır. Fırat nehri ile ku­ zeydeki dağlardan inen kollarıyla ilin ba­ tısında bir dizi gölün sularını boşaltan Ak­ su ırmağı, il topraklarından geçer. İlin G.D.’sunda geniş bir alan, tarihi Samsat ka­ sabası da dahil, G.-D. Anadolu Projesi (GAP) gereği boşaltılmaktadır. Adıyaman Eskimaiatya



il merkezi ilçe merkezi bucak merkezi il sınırı ilçe sınırı



E \



AKÇADA(



QYEŞİLYURT



L



Adıyaman’dan bir görünüm



Adıyaman il haritası a ü z



i



ğ



O



Gözeli



-



Doğanyol



PÜTÜRGE



O nüfuslarına | göre yerleşmeler



ÜT ' -



K



j ÇÜNGÜŞ



rfe < \P



£



Karlık d 2603/



Nurhak



ÇELİKHAN



Sincik



Nurhak



Taraksu



Damlacık



Dağ başı Bucak



Narince



SİVEREK /ncılar □



Bağ pır Su varlı



Çakırhüyük



?ekerli



SAMSA? îölcük



PAZARCIK



\D



ARABAN



BOZOVA j



esyükM fti eğrileri



A kziya re tJ



Adıyaman



102



ilinin nüfus yoğunluğu ortalama 56 kişiy­ le Türkiye ortalamasının altındadır. Baş­ ka bölgelere göç etmesine karşın ilin nü­ fus artış oranı oldukça yüksektir (Yaklş. %35). Köylerden kasabalara göç olmak­ la birlikte kentleşme hızı düşüktür. Halkın yaklaşık °/o 64'ü kırsal yerleşmelerde ya­ şar; tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Başlı­ ca tarım ürünleri, başta tahıl olmak üzere pamuk ve tütündür. Çok sayıda küçük­ baş hayvan beslenir, il sınırları içinde krom ve bakır yatakları vardır. Kâhta do­ laylarında petrol de üretilir. Kente ulaşım kara ve demiryoluyla sağlanır. MalatyaFevzipaşa demiryolu üzerindeki Gölbaşı istasyonu önemli bir ulaşım merkezidir. Karayolları, toprakların engebeli olması nedeniyle azdır. A D IY A M A N , esk Hısnımansur, Adı­ yaman ilinin merkezi kent. Malatya'nın 174 km G.'inde, Gaziantep’in 153 km K D.'sunda, Ankara'nın 769 km GD.'sunda; 100 044 nüf. (1990). • COĞRAFYA. Uzun süre, 10 000 dola­ yında nüfusu, elverişsiz ulaşım koşullarıy­ la yerel bir ticaret merkezi ve küçük bir kasaba olarak kaldı, il merkezi olduktan sonra nüfusu hızla artarak 50 000'i aştı vş orta büyüklükte bir kent görünümü ka­ zandı. Günümüzde karayollarıyla öteki bölgelere ve 66 km'lik bir yolla batısındaki Gölbaşı istasyonunda demiryolu şebeke­ sine bağlandı. • TARİH. Adıyaman'ın antik Perre* ken­ tinin yerine geçmiş olması olasıdır. Bölge­ ye i.0 .1650 - İ.Ö. 1340 arası Hititler ege­ mendi. Bunu, sırasıyla Hurri, Mitanni, Kummuh krallığı, Babıl, Urartu, Asur ege­ menlikleri izledi. Asur devleti yıkıldıktansonra, önce Med, sonra Perş egemenli­ ğine girdi. Pers egemenliği, İskender'in doğu seferine kadar (İ.Ö. 333) sürdü. İs­ kender'in ölümünden sonra Selefkiler’in payına düştü. Bölgede yönetim İ.Ö. 69 1.5. 72 arası Kommagene krallığındaydı. 1.5. 72’de imparator Vespasianus bölge­ yi roma topraklarına kattı. Adıyaman, VII. yy.’da İslam egemenliğine girdi ve İslam ülkesini Bizans’tan ayıran sınır bölgesin­ de yer aldı. Adıyaman’ın eski adı Hısnımansur’un bu kentte Abbasiler’e karşıkoyan emevi komutanı Mansur bin Cavene’den geldiği söylenir. Abbasi halifesi Harunurreşit kentin kalesini onarttı. Müs­ lümanlarla Bizans arasında birkaç kez el değiştirdikten sonra X.yy. ortalarında Bi­ zans'a geçti. XI. yy. sonunda Selçuklular’ ın etkisine girdi, kısa süre sonra Haçlılar’ ca istila edildi. XII. yy. ortalarında Selçuk­ lular tarafından geri alındı. Artuklular'ın, Eyyubiler’in eline geçti. XIII. yy. ortasın­ da Hulagu’nun saldırısına uğradı. Aynı yüzyılın sonlarında Memluklular’ın ege­ menliğine girdi. Adana merkezli bir bey­ lik kuran Dulkadiroğullar'ınca yönetildi. 1516'da Yavuz Sultan Selim, kenti Os­ manlI topraklarına kattı. Cumhuriyet dö­ neminde Malatya'nın bir ilçesiyken, 1 aralık 1954'te il merkezi oldu. • MİMARLIK. Kentin çekirdeğini oluştu­ ran Adıyaman Kalesi (Hısnımansur), eme­ vi komutanı Mansur bin Cavene tarafından yaptırılmıştır (VIII. yy.). Abba­ siler döneminde Harunurreşit kaleyi onartmıştır. Bugün oldukça yıkık durum­ dadır. Dulkadiroğulları zamanında Alaüddevle’nin yaptırdığı Ulu cami (Camii Kebir) 1863’te tümüyle yenilenmiştir. Os­ manlI döneminde yaptırılan Çarşı camisi (1557), Eski Saray camisi (1638), Kab ca­ misi (1768), Yeni Pınar camisi (1720) onarımlar nedeniyle özgünlüklerini yitirmiştir. • SANAT. Adıyaman müzesi. Adıyaman çevresinde yapılan kazı ve araştırmalar­ dan elde edilen buluntularla 1982’de açıl­ dı. Müzede Gritille höyük, Hayaz höyük, Horiskale, Tilla höyük, Samsat kazı bulun­ tuları, roma ve Selçuklu sikkeleri sergilen­ mektedir. A dıyam an ç im e n to sa n a yii m üessa s e s l, Türkiye çimento ve toprak sa­ nayii T.A.Ş’ne (ÇİTOSAN) bağlı kamu



kuruluşu. 1983’te Adıyaman ilinin Börke­ nek köyü yakınında kuruldu. Ön ısıtıcılı kuru sistem teknolojisiyle çalışan tesis, yıl­ da 590 bin klinker, 620 bin ton çimento üretebilecek kapasitededir. Fabrikada ya­ kıt olarak kömür; katık maddesi olarak tras ve cüruf kullanılır, TS 19-PÇ portland çimentosu ve TS 19-KPÇ katkılı portland çimentosu üretilir. Sermayesinin tamamı devletin olan kuruluşta 55 memur ve 249 işçi çalışmaktadır (1985). ADİ sıf. (arYâdı.) 1.Alışılagelene uygun olan; belirgin, seçkin hiçbir özelliği bulun­ mayan şey, kimse, için kullanılır; sıradan; Adi suçlu. Adi kumaştan yapılmış bir el­ bise. Her gün görülen adi olaylardan bi­ ri. —2 .Tiksinti uyandıran, utanma duygusunu inciten, yaralayan şey, kimse için kullanılır, bayağı: Adi emeller besle­ mek. Adi bir kadın. Çok adi tavırları var. —Bank. Adi çek — ÇEK. —Denize. Adi yeke, dümen basmak için adi dümenin boynuna geçirilen baston ya da boyunduruk biçiminde tek çubuktan oluşan basit yeke. (Genellikle, filika ve ta­ ife gibi küçük teknelerde kullanılır.) —Huk. Adi alacak -* ALACAK. | Adi faiz - FAİZ. || Adi kefalet -* KEFALET. || Adi kira, Borçlar kanunu'nun 248. maddesin­ de düzenlenen ve hasılat kirası karşıtı an­ lamında kullanılan kira.(-> KİRA.) || Adi ortaklık, iki ya da daha çok kişinin ortak bir amaca ulaşmak için emeklerini ve mal­ larını birleştirmeyi kararlaştırdıkları bir söz­ leşmeyle kurulan ortaklık. (Borçlar k. md. 520.)[Bk. ansikl. böl.] || Adi senet — SE­ NET. || Adi yargılama usulü ya da adi mu­ hakeme usulü, yasaların özel bir yargılama yöntemine bağlı tutmadığı tüm davalarda genellikle uygulanan yargıla­ ma biçimi.(Asliye hukuk mahkemelerinde uygulanan genel bir usuldür. En önemli özelliği yazılı olmasıdır. Bu usulde taraf­ lar iddia ve savunmalarını, yasanın ya da yargıcın belirlediği süre içinde bir dilek­ çeyle mahkemeye vermek ve karşı tara­ fa tebliğ ettirmek zorundalardır. Bu usulde, yasal yollara başvurma süresi, mahkeme kararının taraflara tebliğinden sonra işlemeye başlar.) || Adi zamanaşı­ mı, Türk Medeni kanunu’nun 638. mad­ desinde düzenlenen ve olağanüs­ tü zamanaşımı karşıtı anlamında kul­ lanılan zamanaşımı. ( -♦ ZAMANAŞI­ MI.)



—Kâğ. san. Adi ambalaj kâğıdı, eski kâ­ ğıttan yapılmış ambalaj kâğıdı ya da pa­ ketlemede kullanılan kaba kâğıt. —Muhs. Adi defter - DERER. —Tekst. Her kumaşın en düşük kalitesi­ ne verilen ad. (Edna da denir.) —ANSİKL. Huk. Adi ortaklıkların tüzel ki­ şilikleri yoktur. Bunun sonucu olarak ba­ ğımsız malvarlıkları da bulunmaz. Ortaklığa getirilmiş malvarlığı için iştirak halinde mülkiyet hükümleri uygulanır. Adi ortaklık sözleşmesi, şekle bağlı değildir. Sözleşmede aksi kararlaştırılmış olmadık­ ça ortakların kâr ve zarar paylan eşittir. Örtaklardan biri yalnızca emeğini ortaya koyuyorsa, zarara katılmayacağı, yalnız kârdan pay alacağı kararlaştırılabilir. Her ortak, ortaklığa nakit, alacak, mal ya da emek olarak bir sermaye koymakla yü­ kümlüdür, Ortaklık kararları oybirliğiyle alı­ nır. Aksi kararlaştırılmış olmadıkça ortaklık işlerinin yönetimi tüm ortaklara aittir. Hiç­ bir ortak kişisel yararı için ortaklığın ama­ cına aykırı ya da bu amaca zarar getirecek işler yapamaz. (Borçlar k.md. 526.) Tüm ortakların onayı olmadıkça or­ taklığa yeni bir kişi alınamaz. Bir ortaklık, Türk Ticaret kanunu’nda tanımlanan or­ taklıkların belirgin özelliklerini taşımıyorsa, adi ortaklık sayılır. Adi ortaklık, Borçlar ka­ nunu’nun 535. maddesinde sayılan ne­ denlerle de sona erer. A D İ BİN H A T İM ET-TAİ (Ebu Tarif), arap kabile reisi (? - Küfe 687). Cömertli­ ğiyle ün yapmış şair Hatim et-Tai'nin oğ­ lu. Babası gibi o da cömertliğiyle tanındı. Müslüman oldu (630). Kabilesinin sonra­



dan müslümanlıktan dönmesini önledi. Cemel vakası'nda halife Ali'nin yanında çarpıştı, Sıffin savaşı’nda sancaktarlığını yaptı. Ali'den sonra, onun yandaşı olarak Kûfe'de yaşadı. AD İ BİN M ÜSAFİR EL- H A K K A R İ, adeviye tarikatı kurucusu arap sufi (Baalbek, Beyt Far, 1072 - Laliş 1162). Akil ül-Menbici, Hammad ud-Debbas gibi dö­ neminin ünlü sufileriyle ilişkisi vardı. Za­ manının çoğunu çöllerde geçirdi. Uzak yerlere geziler yaptı. Musul yakınlarında, şimdi yezidilerin ziyaret yeri olan Laliş’e yerleşti. Burada bir tekke (1111) ile "Adeviye” adı verilen bir tarikat kurdu. Müridi olan ilk sufilerden biri olduğu söy­ lenir. inancı, şeriata tam uygundu ve ola­ ğandışı bir yanı yoktu. Mutezile akımına ve yeniliğin her türlüsüne karşıydı. Dinsel inançları bakımından imam Şafii’ye, ta­ savvuf bakımırıdansa Abdülkadir elGilâni'ye benzetilir. Şeyh Adi, sonraları yezidilerce benimsendi; düşünceleri, baş­ ka türlü yorumlanarak, sanki ayrı dine bağlı bir kişiymiş durumuna getirildi. A D İ BİN ZEYD, arap şair (Hira ? - ? 600). Sasani hükümdarı Husrev-i Perviz’e kâtiplik ve tercümanlık yaptı. Elçi olarak İstanbul’a, Bizans imparatoruna gönde­ rildi. Armağanlarla döndü. Lahmi hüküm­ darı Münzir, onu, oğlu Numan’ın mürebbiliğine atadı. Münzir ölünce, Numan'ın hükümdar olması için İran hüküm­ darının desteğini sağladı. Bu tutumuna kızan düşmanları kötüleyince Numan, bir vesileyle Adi’yi Sasani sarayı'ndan Hire’ ye getirdi, zindana attırdı ve orada öldürt­ tü. Adi, A'şâ, Nâbiga gibi kent yaşamını şiirlerinde yansıtan bir cahiliye dönemi şairidir. İslamiyet dönemi şairlerini etkile­ di. Şiirlerinin çoğunda şarap ve coşkuyu dile getirmiştir. Bunlar ancak parçalar ha­ linde günümüze ulaşabildi. Â D İ GRANTH -> G r a n th . ADİABENOS. Tar. Coğ. Güney-Doğu Toroslar’ın önûlkesinde Dicle ve Büyük Zap arasındaki bölgenin ilkçağ'daki adı. Önceleri Asur imparatorluğu'nun olan bölge, sonradan Persler’in eline geçti. İ.S. 40'a doğru Adiabenos kralı izates, yahudi dinini benimsedi. Annesi Helene beş oğluyla Kudüs’e gidip, "Krallar Mezarı” adı verilen bir mezar yaptırdı. 1863’te ora­ da Helene’nin lahti bulundu (günümüzde Louvre müzesinde). Parthlar’a bağımlı olan Adiabenos krallığı'nın, Marcus Aurelius döneminde Lucius Verus'un legatus’ları tarafından Roma himayesini kabul etmeye zorlandığı sanılmaktadır. Krallık sonradan yeniden Parthlar’a, daha sonra da Sasaniler’e boyun eğmiştir. ADİADOKOKİNEZİ a. (fr. adiadococinesie). Nörol. Almaşık hareketleri, örne­ ğin kukla oynatma hareketlerini hızlı yapamama hali. (Beyincik sendromunda görülür.) ADİAFOREZ a. (fr. adiaphorĞse). Ter­ leme yetersizliği ya da yokluğu. ADİANTUM a. Bot. BALDIRIKARA'nın bi­ limsel adı. ADİAPHORACI a. ve sıf. (yun. adiophora, farksız şeylerden). Melanchthon'un etkisindeki lutherci akımın üyesi. Bu gö­ rüşü benimseyenler, kimi katolik din ve ahlak kurallarının yerine getirilmesiyle ge­ tirilmemesi arasında bir fark olmadığını ileri sürüyorlardı. ADİCE sıf.ve be.Tiksindirici,utanma duy­ gusunu incitici, ahlaka aykırı şey, eylem için kullanılır: Adice tavırlar takınmak. Bir kimseyi adice aldatmak. ADİD, ADİDE sıf. (ar. ’adid, dişi, ''adi­ de). Esk. Çok, birçok, pek çok: Defaat-i adide (birçok kere), sinin-ı adide (birçok yıllar) vb. AD İD L İD İN İLLA H (Ebu Muhammet bin Yusuf el—) [? 1151 - ? 1171 ], on birin­



adile ci ve son fatımi halifesi (1160-1171). Ço­ cuk yaşta güçlü vezir Salih Talai’nin girişimiyle halife seçildi. Yönetimi sırasın­ da vezirlerinin etkisi altında kaldı. Eski ve­ zirlerden Şaver, yeniden vezir olabilmek için Franklar'ın Kudüs kralı Amaury l’den yardım istedi. Bundan yararlanan hıristiyanlar, ülkenin kirrii bölgelerini ele geçir­ diler. Adid, Mısır’ın hıristiyânların eline geçmesine engel olmak için Nurettin Zengi’ye başvurdu.Zengi'nin gönderdiği Selahattin Eyyubi bölgeye egemen oldu; hutbelerde Abbasi halifesinin adı okun­ maya bâşladı. Adid bir süre sonra ölün­ ce Fatımi devleti son buldu. A d le s e n d ro m u . Nörol. Işıkla uyarılma ve uzaklığa uyum sırasında, gözbebeği­ nin kasılmasında yavaşlama ve gerginlik­ le birlikte, bacaklarda aşil refleksinin etkisiyle kemik-kiriş reflekslerinin yok ol­ ması. AD İG E, İtalya’ nin uzunluk bakımından ikinci ırmağı (410 km). Hidrografik havza­ sının (12 200 km2) dörtte üçlük bölümü Alpler’dedir. Bu nedenle ilkbaharda su­ ları yükselir. Resia boyunda doğan Adige, Trentino'nun Alp kesimini baştan sona aşar, Verona'dan biraz önce ovaya girer. Sonra Adriya denizi’ne doğru akar. Çığırının son kesiminde, kendi alüvyon­ ları nedeniyle ovanın üstünde yükselir. — Tar.1805’ten sonra İtalya krallığı'nda bir Yukarı Adige yönetim bölgesi (merk. Trento) ve bir Adige yönetim bölgesi (merk. Verona) vardı. Trentino’yu oluştu­ ran Adige vadisi, uzun süre Avusturyalılar'ın elinde kaldı. Trentino, Saint-Germain anlaşması’nın imzalanmasından (10 ey­ lül 1919) sonra İtalya’ya geri verildi. 1939’da Yukarı Adige yönetim bölgesi nüfusunun almanca konuşan kesimi, Al­ manya’ya gönderildi. Trentino Yukarı Adi­ ge bölgesine, günümüzde bölgesel özerklik tanınmıştır. ADİG ELER -» ÇERKEZLER ADİGEY a. Yaklaşık 100 000 kişi tara­ fından konuşulan, batı çerkesçesi olarak da adlandırılan Kuzey-Batı Kafkasya dili. A D İG E Y ö z e rk b ö lg e s i, rusça Adigeyeskaya Avtonomnaya oblast, Rus­ ya Federasyonu toprakları içinde özerk bölge. Batı Kafkas dağlarının kuzeyinde; 7 600 km2; 417 000 nüf. Yön. merk. Maykop, 149 000(1089).



AD İL sıf. (ar. cadil). Adaletli, dürüst; Adil bir hükümdar. Çocuklarına eşit davranan adıl bir baba. Adil bir karar, tutum. Adil bir seçimle işbaşına geldi. — ikt. A dil fiyat, ahlaki bakımdan doğru olarak kabul edilebilecek bir fiyat. Bu te­ rimi ilk kez Thomas Aquinius kullandı. Ortaçağ'da avrupalı düşünür ve yazarlar, kıtlık dönemlerinde bir tacirin fiyatı yük­ seltmesini ve bolluk zamanında alıcıların daha düşük bir fiyat önermesini ahlaka aykırı buldular. Adil fiyatın, piyasa fiyatı gi­ bi kaynaklan belirleyici bir işlevi yoktur. — Kamu mal. Adil vergi, vergi adaletine uygun vergi.(Maliye kuramına göre ver­ gi adaleti, en azından şu iki ilkeye uyma­ yı gerektirir: 1. Eşit durumda olanlar eşit vergi ödemelidir (yatay vergi adaleti); — 2. Farklı durumda olanlar farklı vergi ödemelidir (dikey vergi adaleti). Artan oranlı gelir vergisi, her iki ilkeye de uygun olduğu halde, vasıtalı vergiler bu ilkelere uymaz.) ♦ be. Adalet ilkelerine bağlı olarak, ada­ letli: Adil davranmak. A D İL (EL) -> MELİKÜ’L-ADİL. A D İL (Selahattin), türk asker (İstanbul 1882-ay.y. 1961). Mühendishanei berrii hümayun’u (1900), Harp akademisi’ni (1902) bitirdi. Bükreş’e askeri ataşe atan­ dı (1910-1911). Trablusgarp, Balkan, Bi­ rinci Dünya savaşlarına katıldı. Çanakkale müstahkem mevki kurmay başkanıyken müttefik donanmalarının boğazdan geç­ me girişimini engelleyen topçu harekâtı­



nı yönetti (18 mart 1915). Milli mücadele'ye katılmak üzere Anadolu’ya geçti (1920). Adana cephesi komutanlı­ ğına getirildi. Sakarya savaşı’nda ikinci grup komutanı, Milli savunma bakanlığı müsteşarı o!du(1922).Kurtuluş savaşı’ndan sonra, İstanbul komutanlığı’na atan­ dı (1922). Müttefik kuvvetleri İstanbul’u terk edinceye kadar bu görevde kaldı (6 ekim 1923)i Tümgenerallikten emekliye ayrıldı. Ticaretle uğraştı; ilk kablo fabrika­ sını kurdu (1929). DP’den Ankara millet­ vekili seçildi (1950-1954). AD İL (Fikret) -»FİKRET ADİL. ADİL sıf. (ar. ''adil). Esk. 1. Eş, denk. —2. Benzer, akran. A D İL A L İ A T A LA Y - VAKTİ DOLU. A D İL BEY, Candaroğulları beyi (Kasta­ monu 1345- ay.y. 1371). Yakup Bey’in oğlu. Babasının ölümü üzerine beyliğin başına geçti. Adına sikke bastırttı. Söylen­ tiye göre, bir savaşta şehit düştü. Yerine Kötürüm Beyazıt diye tanınan Celalettin Beyazıt geçti. AD İL BEY, türk siyaset adamı (İstanbul 1865-? 1932). Babıâii’de yetişti. 31 Mart vakası’ndan sonra Ahmet Tevfik Paşa ka­ binesinde dahiliye nazırı oldu. Damat Fe­ rit Paşa’nın üçüncü kabinesinde de aynı görevi yürüttü. Anadolu’daki ulusal hare­ kete karşı çıktı. Sivas kongresi’ni engel­ lemeye çalıştı. Yüzellilikler listesine alınarak yurt dışına çıkarıldı. A D İL G İR A Y , Kırım veliahtı (? 1548-Kazvin 1579). Kırım hanı Devlet Giray'ın oğlu. Kardeşi Mehmet Giray’ın han­ lığı döneminde kalgay (veliaht) oldu. Osmanlı-iran savaşında, komutasındaki Kırım birlikleriyle Özdemiroğlu Osman Paşa’ya yardım etti. Birinci Şamahı savaşı’nda iranlılar’ın yenilmesinde büyük katkısı oldu (1578). Çekilen Safevi ordusunu iz­ leyerek başkomutan Oros Han’ı ordusu ve hâzineleriyle birlikte ele geçirdi. Ancak ikinci Şamahı savaşı’nı kazanan Safevi or­ dusunun Mirza Selman komutasındaki bir birliği, baskınla Adil Giray’ı tutsak etti, Kazvin’e gönderdi. Tutsak veliaht, Kazvin’de saray bahçesindeki bir köşkte kal­ dı. Söylentilere göre, şahın eşi ve kız kardeşleriyle ilişki kurduğunu sezen Sa­ ray muhafızlarınca, bu kadınlarla birlikte öldürüldü. Adil Giray'ın serüveni, Namık Kemal’in Cezmi romanına esin kaynağı olmuştur. A D İL G İRAY, Kırım hanı (? 1617 - Karinabat, Bulgaristan, 1672). Devlet Giray' ın oğlu. Babasının hanlığı sırasında Vize ve Rodos’a sürüldü. Babas' ölünce yeri­ ne han atandı (1666). Baskıcı yönetimi nedeniyle osmanlı padişahınca azledildi (1672). Karinabat’ta oturmaya zorlandı, orada öldü. A D İL HAN -»ADİl 'Şa h . a d İl



M u s ta fa



-



mustafa



a



-



DİL.



A D İL ŞAH ya da A D İL HAN (Yusuf) [? - 1510], Adilşahlar devletinin kurucu­ su (1489-1510). Behmeni hanedanı vezir­ lerinden Mahmut Gavan’ın kölesiydi. Onun hizmetinde emiriahurluğa yükseldi; Devletabad eyaletinin valisi oldu. Behmeniler’in çöküş döneminde bağımsızlığını ilan etti. Hükümdarlığı, müslüman Dekkan emirleri, hindu krallar ve Portekizlilerle sa­ vaşmakla geçti. Hanedanın müslüman ta­ rihçileri, Adil Şah'ın osmanlı padişahı Mu­ rat ll’nin oğ!u olduğunu, kardeşi Mehmet II tarafından öldürülmemesi için, annesi­ nin onu iranlı bir tacire verdiğini ileri sü­ rerler. Bu söylentinin Adil Şah'a asalet kazandırmak için uydurulduğu sanılır. Bu söylentiye göre Adil Han, İran üzerinden Hindistan’a giderek Mahmut Gavan’ın hizmetine girmiştir. A D İL ŞAH A fş a r (? - Meşhed 1748), İran şahı (1747-1748). Afşar hanedanın­ dan. Adı Alikulu Han’dı. Nadir Şah tara­



fından Meşhed valiliğine atandı (1737). 1747’de Nadir Şah’a başkaldırdı; Herat'ı aldı. Nadir Şah öldürüldükten sonra Meşhed’de, Adil Şah unvanıyla tahta çıktı. Na­ dirin soyundan tüm erkekleri öldürttü; yalnız torunu Şahruh'u bağışladı. Karde­ şi İbrahim'i, İsfahan’a vali atadı. Kendisi­ ni tahttan indirmek için plan yaptıkla­ rından kuşkulandığı yakın yardımcılarını idam ettirdi. Başkaldıran Kaçarlar’ı ezmek için Mazenderan’a yürüdü. Kaçarlar’ın önderi Muhammet Haşan Han’ı ele geçiremeyince, onun oğlu Muhammet’i (sonra Ağa Muhammet Han) yakalayarak hadım ettirdi. Başkaldıran kardeşi İbrahim Mirza ile yaptığı savaşta yenildi; tahttan indirilerek gözleri kör edildi. Nadir Şah’ın torunu Şahruh, İran tahtına geçince Adil i, Nadir Şah’ın haremindeki kadınlara tes­ lim etti; onlar da işkenceyle öldürdüler. ADİLANE be. (ar. cSdil ve fars. -âne’den, cSdilane). Esk. Adalete uygun olarak, hak­ ça, doğrulukla. AD İLC E Y A Z , Bitlis’e bağlı ilçe; Van gölü kuzeyinde; 26 980 nüf. (1990); 812 km2; 1 bucak, 25 köy. Merkezi, Bitlis’in, 91 km K.-D.'sunda Adilcevaz (esk. Arcığa, Arçike); 10 103 nüf. (1990). » TARİH. Önemli Urartu merkezlerinden olan Adilcevaz,İ.Ö. VII. yy.'da Asurlular’ ın eline geçti. Sırasıyla Pers, Makedon­ ya, Selefki, Parth, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, ilhanlı, Safevi egemenliklerinde kaldı; sonra Osmanlı topraklarına katıldı (1514). Birinci Dünya savaşı'nda Rus iş­ galine uğradı (1915). Yıkık bir durumda geri alındı (23 mart 1918). Cumhuriyetten sonra Bitlis’in Ahlat ilçesine bağlıyken. 1936’da ilçe oldu. • ARKEOLOJİ ve MİMARLIK. Kentin 6 km kuzeyindeki Kef Kalesi’nde Prof. Emin Bilgiç ve Prof. Baki Öğün başkanlığında yürütülen kazılarda (1964-1972), Urartu devletinin önemli bir ticaret ve yönetim merkezi ortaya çıkarıldı. Bir yazıta göre kale, Rusa II döneminde (i.O. 685-645) yaptırılmıştır, içinde çok odalı büyük bir saray, sarayın kimi bölümlerinde iki sıra halinde dizilmiş pek çok küp (pithos), hay­ van, bitki ve çok katlı, kuleli yapı kabart­ malarıyla bezeli büyük bazalt bloklar bulundu. Ayrıca tanrı Haldi’yi aslan, tan­ rıça Teişeba’yı boğa üstünde betimleyen kabartmalar ortaya çıkarıldı. Adilcevaz’ ın Durakbur mahallesinde yapılan kazılar­ da da (1971), doğal kaya oyuklarından ve kayalara oyulmuş basamaklı odalar­ dan oluşan zengin buluntulu mezarlar or­ taya çıkarıldı. Ahlat yolunda, Van gölüne uzanan kesimde de urartu kale kalıntıları vardır. Adilcevaz’ın batısındaki urartu ka­ lesinin, Selçuklu döneminde onarıldığını gösteren yazıtı bulunmaktadır. Kale sur­ ları içindeki Ulu cami (Mescid-i Kebir), ya­ pı özellikleriyle XV. yy.’a tarihlenir. Kale eteklerinde, Van gölü kıyısındaki Paşa ca­ misi (XV. yy.), içten dört sütunla dokuz bö­ lüme ayrılmış, kare planlı bir yapıdır. Birbirine koşut üç şahından oluşan Hüsrevpaşa kervansarayı'nin yalnızca kışlık bölümü sağlamdır. Bu yapıların yanı sı­ ra, bugüne ulaşmayan Hatuniye medre­ sesi ve Celalettinharzemşah türbesi' nden söz edilebilir. ADİLE, türk halk şairi (XIX. yy.). Şiirlerin­ den, Silifke yöresi Türkmen aşiretlerinden olduğu, az çok öğrenim gördüğü anlaşıl­ maktadır. Öteki kadın âşıklardan farklı olarak, beşeri aşk konularını işler. ADİLE a. ve sıf. (ar. eadillin dişi. cadi!e). Esk. Adaletli, doğru. — İsi. huk. Ferâizde, mirasçı payları (sehimlerin) toplamının ortak paydaya (mah­ rece) eşit olması. Örneğin bir kadın ölüp geriye kocasını, bir oğlunu ve bir kızını bı­ rakacak olsa, koca mirasın 1/4'ünü alır, kalan kısım da kızla oğul arasında ikili birli paylaştırılır. Buna göre oğlan malın 2/4'ünü, kız da 1/4'ünü alır ve böylece payların toplamı, paydaların toplamına eşit olmuş olur. Paylarda artma ya da ek­



103



Selahattin Adi!



silme olmadığı için, bu bölüşüme “ adile" denir. AD İLE H ATU N , Bağdat valisi Ahmet Paşa’nın kızı (XVIII.yy.). Babasının azatlı kö­ lesi Süleyman Paşa ile evlendi. Eşinin va­ liliği döneminde, Bağdat’a egemen olan Kölemenler arasında etkinlik kazandı. Eşi­ nin ölümünden sonra vali olan Saadettin ve Ali paşalara karşı kölemenlerle yeni­ çerileri ayaklandırdı; yakını Ömer Ağa'nın vezir rütbesiyle vali olarak atanmasını sağladı. Bağdat’ta kendi adına bir camiy­ le kervansaray yaptırdı. A D İL E N A Ş İT , soyadı Keskiner, türk. tiyatro ve sinema sanatçısı (İstanbul 1930 - ay.y. 1987). Babası ünlü tuluat sanatçısı; Naşit Özcan’dır. 1944 yılından başlaya­ rak İstanbul Şehir tiyatrosu'nda çocuk oyunlarıyla sahneye çıktı. Karaca, Gönül Ûlkü-Gazanfer Ozcan vb. topluluklarda çalıştı. 1961 yılında eşi ve kardeşiyle An­ kara’da kurduğu Naşit tiyatrosu bir yıl sonra kapandı. Yedi kocalı hürmüz, Hababam sınıfı, Şen sazın bülbülleri gibi mü­ zikli oyunlarda, Sefil Bilo, Renkli dünya, İşte hayat gibi filmlerde oynadı. Bu son filmdeki rolüyle 1976 Antalya film şenliğin­ de en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. AD İLE SULTAN, türk şair (İstanbul 1826-ay.y. 1899). Mahmut ll'nin Zernigar Kadın’dan doğan kızı. Tophane müşiri Mehmet Ali Paşa ile evlendi (1845). Nak­ şibendi tarikatına girdi, hayır işlerinde bu­ lundu. Osmanlı hanedanından, Divan'ı olan tek kadın şairdir. ADİLEŞMEK gçz. f. Kendini küçümse­ necek duruma düşürmek; küçülmek, al­ çalmak, bayağılaşmak: Öyle adileşti ki, artık hiç kimse onunla görüşmüyor. ♦ adileştirmek ettirg. f. Bir kimseyi adi­ leştirmek, o kimseyi alçaltmak; basit, ba­ yağı göstermek: içki ve kumar onu gittikçe adileştirdi. Bu makyaj, bu elbise bu tavırlar onu adileştiriyor. AD İLİK a. Adi olma durumu, adi olan kimsenin özelliği; basitlik, bayağılık, sıra­ danlık: ikiyüzlülük gibi bir adiliğe hiçbir za­ man düşmedi. A diliği her halinden bellidir. AD İLŞAH K A D IN , Mustafa lll’ün kadınefendisi (? - İstanbul 1804). Beyhan Sultan ile Hatice Sultanin annesi. Laleli' deki Mustafa III türbesi haziresinde gömü­ lüdür. Ölümünden sonra adına kızları tarafından bir okulla Şişhane'de bir mes­ cit ve bir cami yaptırıldı.



lemek, ziyan etmek, yok etmek. ADİM ARİ (Alessandro), İtalyan şair (Flo­ ransa 1580-ay.y. 1649). Sone derlemeleri (Polinnia, 1628; Ciio, 1639), Marino’nun yapmacıklı üslubunun kaba ve gülünç bir çeşitlemesidir. A D İM AR İ (Ludovico), İtalyan şair (Na­ poli 1644-Floransa 1708). Poesie sacre e morali adlı bir şiir kitabı, müzikli dramlar ve ölümünden sonra yayımlanan beş taş­ lama yazdı (1716). A D İN - > Aden. ADİNAM İ a. (fr. adynamie) Tıp. -* KUV­ VETSİZLİK. ADİPAT a. (fr. adipate ). Org, kim. Adipik asidin tuz ya da esteri. A D İP İK sıf. (fr. adipiçue). Org. kim. Adi­ pik asit, formülü HO—CO— (CH2)4 — CO—OH olan dikarboksilik asit. (Eşanl. HEKSANDİOİK.)||Adipik nitril, formülü N = C —(CH2)4 — C=N olan nitril. (Eşanl. ADİPONNITRİL.) — ANSİKL. Adipik asit, sanayide adiponitrilin hidrolizi ve özellikle sikioheksan ya da sikloheksanonun yavaş yükseltgenmesiyle hazırlanır. Heksametilendiaminle yoğuşması sonucunda, Naylon adıyla bilinen, poliamit 6-6 elde edilir. Adipik nitril, sanayide bütadien ya da akrilonitrilden elde edilir; hidrolizi yapıldı­ ğında adipik asit, hidrojenlendiğindeyse heksametilendiamin verir. Dolayısıyla Naylon yapımında ana aramaddedir. ADİPOKSANTOZ a. (fr. adipoxanthose). Vet. Etlerin muayenesi sırasında, kar­ kaslar üzerinde görülen tüm yağların, tekdüze bir biçimde sarı renkte olması. (Yaşlılıktan ileri gelen adipoksantoz ile hastalıktan [sarılık] ileri geleni karıştırma­ mak gerekir; bu son durumda etin satışı yasaklanır.) ADİPO LİZ a. (fr. adipolyse). LİPOLİZ’in eşanlamlısı. ADİPO NİTRİL a. (fr. adiponıtrıle’den) Org. kim. ADİPİK NİTRİL'in eşanlamlısı. ÂDİPOSİR a. (fr. adipocire). Tıp. Kadav­ raların çürümesi sırasında lipitlerin bozul­ ması sonucunda ortaya çıkan amonyaklı sabun. (Çoğu zaman cesedin soğuk su içinde, anaerop çürümeyi kolaylaştıran bir sıvıda [hela çukuru] uzun süre kalma­ sı ya da nemli ve soğuk bir toprağa, gö­ mülmesi sonucunda görülür.)



ADİLŞAHLAR, Hindistan'da Bicapur’ da kurulan İslam devleti (1489-1686). Behmeniler’in yıkılmasından sonra ba­ ğımsızlığını ilan eden Yusuf Adil Şah ta­ rafından kuruldu. (-» ADİL ŞAH.) Yusuf Adil Şah'ın şiiliği benimsemesi iç karışık­ lıklara ve sünni devletlerin düşmanlığına yol açtı. Adilşahlar XVII. yy. başlarına ka­ dar Dekkan'daki müslüman hanedanlar ve Hindular'laçarpıştılar. 1565’te komşu müslüman devletlerle birleşerek Vicayangar'daki hindu imparatorluğunu yendiler, başkentlerini işgal ettiler. Muhammet Adil Şah döneminde Delhi'deki Hint-Türk imparatorluğu’na bağlanmak zorunda kal­ dılar (1636). Bölgedeki etkilerini gittikçe yitirdiler. Maharatlar, bir ordularını tümüy­ le yok etti. Bunun üzerine başkentleri Bi­ capur saldırıya açık duruma geldi. Çocuk yaşta tahta çıkan (1672) İskender bin Ali döneminde Hint-Türk hükümdarı Evrengzib, Bicapur'u ele geçirerek Adilşahlar devletine son verdi. Adilşahlar, Bicapur’ da İslam mimarisinin görkemli binalarını yaptılar, şair,yazar ve bilginleri korudular.



ADİPOSİT a. (fr. adipocyte). Ağırlığının °/o 95’ine yakın bir yağ kofulu içeren ve yağ dokusunun yapıtaşını oluşturan, 10 ile 200 (im çapında yuvarlak hücre. — ANSİKL. Yağ dokusu biyopsisi, adipositlerin toplam miktarının ve ortalama hac­ minin, erkeğe göre kadında daha büyük olduğunu ortaya çıkardı; şişman bir in­ sanda ya normal miktarda büyük boy adiposit (hipertrofik şişmanlık) ya da fazla miktarda normal boy adiposit (hiperplosik şişmanlık) ya da ikisi birden bulunur (karma şişmanlık). Normal yetişkinde adipositlerin sayısı sabittir ve kişinin ağırlığındaki değişiklik­ ler hücre büyüklüğündeki değişikliklerle sağlanır, insan vücudunun % 15-25'i adipositlerdeki yağlardan oluşur. Adipositle­ rin büyüklüğüyle açken kanda bulunan insülin miktarı arasında bağıntı vardır. Adipositlerde gliserit biçiminde depo­ lanmış yağ asitleri, şekerlerden, aminoasitlerden ya da laktattan sentezlenir. Enerjiye çok ihtiyaç olduğu zaman or­ ganizma adipositlerdeki yedek yağları kullanır. Hidrolize uğrayan gliseritler ve açığa çıkan yağ asitleri kan plazmasıyla onu kullanacak dokulara (kaslar, yürek, böbrek) ve bir kısmı da beynin kullanabi­ leceği ketonlu maddelere dönüştürülür.



ADİM sıf. (ar. cadim). Esk. 1. Yok oJan, bulunmayan: adîm ül-imkân (imkânsız, olamaz), adîm ül-ihtimal (ihtimali olmayan, imkânsız). —2. Adîm ü heder etmek, ey­



ADİPOSO-GENİTAL sıf. (fr. adiposogenital). içsalgı bil. Şişmanlıkla cinsel ye­ tersizliğin (hipogonadizm) birlikte bulun­ duğu sendrom için kullanılır.



ADİLŞAHİ sıf.(ar.,farsTâtf/7şâb/ ).Kâğıtç. Özellikle XVII. yy. başlarında kullanılmış bir tür kâğıt.



— ANSİKL. Ailece şişmanlığa yatkınlıktan kaynaklanan ve bazen önemli dereceye varan bir kısım çocuk şişmanlıklarında cinsel organların gelişmesi duraklar. Bu­ rada genellikle bir ergenlik gecikmesi sözkonusudur. Bu "yalancı sendrom” (ya da distrofi) geçici ve işlevseldir; ağırlığın azal­ masıyla kaybolur. Bunu, daha seyrek gö­ rülen ve organik kusurdan ileri gelen Babinski-Fröhlich sendromuyla karıştırmamalıdır. ÂDİPOZ a. (fr. adipose). Patol. 1. Hüc­ re dokusunun aşırı yağ yüklenmesiyle be­ lirgin marazi durum. —2. Ağrılı adipoz, eşanl. DERCUM HASTALIĞI. — ANSİKL. Adipoz, adipositlerin hem aşırı yağ yüklenmesi hem sayıca artması hem de kümelenerek oluşturdukları lopçukla­ rın sayısının artmasıdır. Yerel ve sınırlıy­ sa bir yağ urudur (lipom); yaygınsa şişmanlığın yapı maddesidir. ADİPSİ a. (fr. adipsie). Tıp. Susama du­ yusunun azalması ya da bütünüyle yok olması. (Az çok uzun bir süre hiçbir şey içmeden durabilme, kimi kişilerde doğal bir yetenektir.) ÂDİRO NDACK d a ğ la rı, ABD’de küt­ le, New York eyaletinde. Adirondack dağları pek yüksek olmayan (Marcy do­ ruğunda 1 629 m), bakışıksız (doğuda, Champlain gölü- Hudson ırmağı oluğuna inen dik yamaçlar; batıda tatlı eğimli bir yamaç) bir kütle oluştururlar. Apalaş tek­ tonik hareketiyle çarpılmış eski aşınma yüzeyi, akarsu aşındırması (derin vadiler) ve buzullarla (sirkler, göller) yarılmıştır. Yerbilim açısından kütle, Kanada kalkanı'nın çıkıntılarından biridir. Adirondack dağları'nda başlıca gelir kaynakları or­ man (koruma altına alınmıştır) ve turizm­ dir (Lake Placid'de kış sporları). Â D ÎY Y A (sanskritçe söze.), veda tanrı­ ları. Adı “ ebedi" anlamına gelen tanrıça Aditi’nin oğulları. Başları Varuna’dır. Aditya aynı zamanda Güneş'in adlarından bi­ ridir. ADİUKRULAR, Fildişi Kıyısı'nın güney kesiminde halk; göl topluluklarının bir bö­ lümü. Yaklaşık 70 000 kişi olan Adiukrular, kva dil öbeğine bağlıdırlar: geçimlerini tarımdan sağlarlar, karmaşık bir yaş sınıf­ ları sistemine göre örgütlenmişlerdir. Akar tipindeki bütün toplumlarda (özellikle Agniler ve Bauleler) olduğu gibi aile reisliği ve miras, anasoylulukla- aktarılır. Â D İV AS İ (sanskritçe söze.), Hindistan' da kastlar halinde değil de, kabileler ha­ linde örgütlenmiş ve kültürleri hindu olmayan yerli halk. A D İY A B A TİK sıf. (fr. adiabatique'ten). Denizbil. Dip yakınında, su basıncının oluşturduğu hafif ısınma (1 °C’ın onda bir­ kaçı) için kullanılır. — Meteorol. Yükselen bir hava parça­ cığının sıcaklık değişimlerini gösteren eğ­ ri. (Bk. ansikl. böl.) — Termodin. Isı geçirmeyen, ısı alışveri­ şine engel olan. || Bir cisimler sisteminin çevreyle ısı alışverişi yapmadan uğradı­ ğı dönüşüm için kullanılır; böyle bir dö­ nüşümle ilgili olan. (Bk. ansikl. böl.). ||Adiyabatik eğri, termodinamik bir sistemin adiyabatik evrimini gösteren eğri. ||Adiya­ batik mıknatıslık giderme, ısıl olarak yalı­ tılmış bir cismin mıknatıslığını giderme. (Bu sürece sıcaklık düşmesi eşlik ettiğin­ den, çok düşük sıcaklık [0.001 K] elde et­ mede kullanılır.) — ANSİKL. Meteorol. Soğurma ve ışınım yüzünden doğan sıcaklık kayıpları ser­ best havada (3 000 m'nin üstünde) çok zayıftır. Öte yandan, hava kötü bir iletken­ dir. Dolayısıyla, sıcaklık değişimleri aşa­ ğı yukarı adiyabatiktir. Bu değişimler parçacıkların hareketsiz komşu parçacık­ larla ısı alışverişi yapmadan karşılaştığı yükselme ve alçalma hareketlerinden kaynaklanır. Kuru adiyabatik, doymamış bir hava parçacığının düşey hareketi sırasında sı-



Adler cakim değişimlerini veren bir eğridir. Ku­ ru parçacık yükselirken genleşme sonucu her 100 m'de 1°C soğur ve alçalırken sı­ kışma sonucu yeniden aynı oranda ısınır. Her 100 m'de 1 °C'lık bu değişim adiyabalik gradyan‘\ gösterir. Doymuş adiyabatik ya da psödoadiyabatik, doymuş bir hava parçacığının yük­ selme hareketi sırasındaki sıcaklık değişimlerini gösteren eğridir. Genleşme nedeniyle soğuma, su buharının yoğun­ laşmasına ve yoğuşma ısısının serbest kalmasına yol açar (gram başına 600 ka­ lori). Bu durumda dönüşüm tümüyle adi­ yabatik değildir ve sıcaklık azalması her 100 m'de 0,5 °C'a iner (psödoadiyabatik gradyan). Alçalma hareketi sırasında doymuş hava parçacığı, doymuşluğunu yitirinceye kadar psödoadiyabatik oranın­ da yeniden ısınır. Göreceli nemi 100’ün altına indiğinde parçacık kuru adiyabatiği izler. Öyleyse psödoadiyabatik dönü­ şümler tersinir değildir. Adiyabatik ve psödoadiyabatik, göz önüne alınan hava kütlesi miktarı ne olur­ sa olsun, değişmezleri verir; çünkü her iki olay da değişmez fizik yasalarını izler. Bel­ li bir bölgedeki hava kütlesinin nitelikleri­ ni veren hal eğrisiyle yukarıda betimlenen iki olayın karşılaştırılması, o bölgede ha­ vanın kararlılığı* ya da kararsızlığını be­ lirleme olanağını sağlar — Termodin. Adiyabatik sözcüğüne te­ mel anlamını vererek onu bilim diline ka­ zandıran R.E. Clausius’tur. Sadi Carnot ve Clapeyron, sözkonusu terime bugün­ kü anlamı verdiler: bir cismin ya da cisim­ ler sisteminin uğradığı her tür dönüşüm çevreyle hiçbir ısı alışverişinde bulunma­ dan gerçekleşiyorsa, bu cisim ya da ci­ simler sistemi adiyabatik bir işlem görmüştür. Tersinir ve adiyabatik bir dö­ nüşüm eşentropilidir, yani değişmez entropide oluşur. Bir diyagramda sistemin hali bir noktayla belirtildiğinde, eşentropili dönüşüm bir adiyabatik eğriyle gös­ terilir. (-» TERMODİNAMİK.) Kuramsal fizikte, bir etkileşim son de­ rece yavaş gerçekleştirilmişse, bunun bir adiyabatik etkileşim olduğu söylenir. AD İYAT çoğl. a. (ar. radiyyat) Esk. 1. Alışılmış şeyler, her zaman olan şeyler. --2 . Adiyat-ı umur, değersiz, günlük, ufak tefek işler. ADİYE sıf. (ar. "ad/'nin dişiAadiyye). Alı­ şılmış, bir üstünlüğü olmayan: eyyam-ı adiye, (alışılmış, herhangi bir özelliği ol­ mayan günler), vukuat-ı adiye (alışılmış olaylar). ADİYEN be. (ar. cSdiyen). Esk. Bayağı, her zamanki gibi, basbayağı. ADİYET a. (ar. cadi ve - iyyet'ten "âdiyyet). Esk. Adilik, aşağılık, bayağılık. ADİYÖ -*ADYÖ. Â D K Û - E d k u . A d k u ya da İDKU. ADI, a. (ar. radl).Esk. 1. Adalet, doğru­ luk: “Bir mahkemeden hakk u adle muva­ fık hükümler sudûrunu ümid etmek." (i. Mahmut Kemal inal). — 2. Adi ü dâd, doğ­ ruluk, adalet, “ Eğer bir padişah ola ki işi adi ü dâd ola" (Mecmuat ün-nezair, XV.yy.). —Din. Allah'ın adalet sıfatı. (Bak. ansikl. böl.) —isi. huk. Bir kişinin tanıklığının mahke­ mece geçerli sayılabilmesi için "adi” ol­ ması koşulu aranır. ( -»TANIKLIK.) || Adi ve makbul üş-şehade, adaletli ve tanıklı­ ğı geçerli bir kişi anlamında kullanılır. Ta­ nıklar bu ifade ile tezkiye edilir. (-> TEZ­ KİYE.) — ANSİKL. İslam düşüncesinin önemli bir



okulunu oluşturan mutezile felsefesinin dayandığı beş ilkeden bin. Onlara göre, Allah zorunlu olarak adildir. Ehli sünnet ise, Allah için hiçbir şekilde zorunluluktan söz edilemeyeceğini, O’nun, iradesinde kesinkes özgür ve kullarına karşı merha­ metinden dolayı da adil olduğunu savu­ nur.



ADLA çoğl. a.(ar.çW"ın çoğl. adla e).Esk. 1. Kaburgalar. — 2. Arapçada sayı kök­ leri. —Mat. Geometrik şekillerin kenarlan. ADLAMAK g. f. Esk. Bir kimseyi, bir şeyi adlamak, ona ad vermek: “Bunca dürlü hasiyet kim sadladuk / Değmesin bir künyet ile adladuk” (Mantıku’t-tayr, XIV. yy.). ♦ adlanmak dönşl. f. Kötü ün kazan­ mak; dile düşmek. ADLANDIRILM AK - ADLANDIRMAK. ADLANDIRM A a. Dilbil. Bir şeyi adlan­ dırma, ona ad verme eylemi. (Adlandırma, tanımlanmanın ters işlemidir: bir gerçekten ya da bir gösterilenler sırasından kalkarak, onları bir tek gösterene dönüştürmeye da­ yanır: “ sığır, dişi, genç” -» düve.) —Nöropsikol. Adlandırma bozukluğu, sözcük unutkanlığıyla beliren ve nesne­ leri, resimleri vb. adlandırmaya çalışırken ortaya çıkan bellek yitimi. ADLANDIRM AK g. f. 1. Bir şeyi adlan­ dırmak, yeni bir nesneye, duruma, akıma vb. ad vermek; ad koymak — 2. Bir şe­ yi (bir şey diye) adlandırmak, bir davra­ nışa, bir duruma vb. öznel bakış açısıyla bir nitelik yüklemek; onu o nitelikle an­ mak; nitelendirmek: Bu davranışını nasıl adlandıracağım, bilemiyorum. Onun bu davranışını ancak korkaklık diye adlandı­ rabilirim. ❖ adlandırılmak edilgin, f. Ad veril­ mek. ADLANM AK



ADLAMAK.



A d la r o k u lu , çincede ming-cia, çin dü­ şünce okulu (İ.Ö. IV. -III. yy ). Bu okulun iki büyük düşünürü, Huei Şi ve Gongsun Long dur. Okul adlandırmalarla gerçek­ likleri denk duruma sokmaya; adlandır­ maların eylemi yönlendirdiğini düşündü­ ğü için de bir siyasal düzenin egemen ol­ masını sağlamak üzere, bir söylem düze­ ni kurmaya çalıştı. Çağın tartışmacılarını, yani sofistlerini eleştiren bu okulun düşü­ nürleri, söylemin reformdan geçirilmesiy­ le, yaşamın, doğadaki ve toplumdaki ri­ timlerini akılla kavranabilir duruma getir­ meyi ve böylece insan davranışlarını, ku­ rulu düzenle uyum içine sokmayı amaç­ ladılar. ADLAŞM A a. Dilbil. ilkelden adlar sını­ fında yer almayan bir sözcüğün ad ola­ rak kullanılması. (Örneğin göğün mavisi tamlamasında mavi ağlaşmıştır, çünkü bir ad tamlaması içinde tamlanan durumun­ dadır.) ADLAŞM AK gçz. f. Dilbil. Sözkonusu bir sözcükse, ağlaştırma işlemine uğra­ mak. adlaştırmakettirg. f. Dilbil. Bir cüm­ lenin, bir sıfatın, bir ilgecin vb. adlaştırma işlemini gerçekleştirmek. ADLAŞTIK1C! a Dilbil. Bir sıfatın ya da bir fiilin ada dönüşmesini sağlayan ek. (Örn. -ım soneki [yapmak — yapım] ya da -lık soneki [büyük — büyüklük.].) ADLAŞTIRM A a. Dilbil. Bir cümleyi bir ad dizimi biçimine sokan dönüştürüm. —ANSİKL. Adlaştırma dönüşümü, cümle tipi bir kurucudan kalkarak ad dizimi tipi bir kurucu elde etmeyi ve onu başka bir cümle (ya da kalıp cümle) içine yerleştir­ meyi sağlayan bir işlemdir. Örneğin du­ varlar badanalandı cümlesinin ağlaştır­ ması duvarların badanalanması'nı verir. Bu gerekliydi cümlesine yerleştirilmesi de duvarların badanalanması gerekliydi cümlesini verir. Bu dizimin temel adının bir fiil kökenine (badanalan [mak] -> ba­ danalanması) ya da bir sıfat kökenine (iş­ ler yoğundur -* işlerin yoğunluğu) sonek almasıyla elde edildiği göz önünde bulun­ durulmalıdır. Kalıp cümle içinde bir ad diziminin ye­ rini tuttukları (ve ad dizimi işlevini yüklen­ dikleri) ölçüde, daha geniş bir anlamda adfiil ağlaştırmasından (h a v a ALMAK isti­ yorum) ve tümleyen ağlaştırmasından da



(YANILDIĞINI sanıyorum) söz edilebilir.



105



ABLÂŞTÎR M AK - ADLAŞMAK. ADLECTİO, seçme, seçim anlamında lat. söze.,antik Roma’da bir topluluğa gir­ meyi sağlayan listeye resmi olarak kay­ detme işlemi. Senatörler listesinin gözden geçirilmesine censorlar, sonra imparator başkanlık ederdi. Bu işlem eski quaestorlar, eski praetorlar arasından seçilen şö­ valyelere senatörlüğe yükselme olanağı sağlıyordu. ADLER (Christian), porselen ressamı (Triesdorf, Aşağı-Franken, 1786-Münih 1842). Nymphenburg imalathanesinin ustalarındandı. -ADLER (Victor), avusturyalı sosyalist (Prag 1852-Viyana 1918). Varlıklı bir tüc­ car ailedendi.Viyana Üniversitesi’nde tıp öğrenimi gördü ve Freud’un derslerini iz­ ledi. 1880’de Deutsch-nationaler Verein' ın (Alman Ulusal birliği) kurulmasına kat­ kıda bulunarak alman milliyetçilerinin sa­ fında siyasete atıldı, işçi hareketi militan­ larıyla, Kari Kautsky ile ve 1883'te de Engels ile tanıştı. 1886’da Sosyal-demokrat partiye girdi, partideki ılımlı ve radikal eği­ limleri marxçı bir programla birleştirmeyi başardı. Hainfeld kongresinde bu prog­ ramın benimsenmesi için çalıştı (1888 so­ nu). Bu tarihten ölümüne değin, özellikle sendika hareketleri içinde önemi gitgide artan Avusturya Sosyal demokrat partisi de birinci derecede rol oynadı. Partinin merkez yayın organı Arbeiterzeitungü (iş­ çilerin gazetesi) kurdu (1890); 1894’ten başlayarak bu gazete günlük olarak ya­ yımlandı. Oy haklarının herkese tanınması için çaba gösterdi, 1895'te kısmi, 1907’de tam bir başarı elde etti, fakat kendisi Viyana Reichsrat'ına sepilemedi, iktidarın yasal yollardan ele geçirilmesi yöntemlerini, giderek daha büyük bir ıs­ rarla savundu ve genel greve karşı çıktı. Viyana liberal burjuva çevrelerinin yahu­ di düşmanlığına karşı yaşamı boyunca savaştı. ADLER (Guido), avusturyalı müzikbilimci (Eibenschitz, bugün ivançice.Moravya, 1855-Viyana 1941). 1898'de Viyana’da, hocası Hanslick'in yerini aldı. Armoni ta­ rihi ve avusturyalı müzikçiler üzerine ya­ zılar yazdı. Denkmaeler* der Tonkunst in Österreich’ı (Avusturya'nın müzik anıtla­ rı) yayımladı. ÂDLER (Alfred), avusturyalı hekim ve ruhbilimci (Viyana 1870-Aberdeen 1937). 1902’de Freud'un öğrencisi oldu ve Salzburg'daki ilk psikanaliz kongresine katıl­ dı (1908). Psikanaliz akımından çok ça­ buk ayrıldı (1910). Freud'un cinsel dür­ tünün rolü konusundaki görüşlerini pay­ laşmıyor; bireyin ruhsal yaşamının, her­ kesin çocukluğunda yaşadığı bağımlılık durumundan kaynaklanan aşağılık duy­ gusu' ndan yola çıkılarak anlaşılabileceği­ ni düşünüyordu. Ona göre aşağılık duyğusu, çocuğu, öteki çocuklardan üstün görünmeye iten bir güçlülük istenciyle gi­ derilir. (Freud ise, aşağılık duygusunun, sık görülen bir belirti olduğunu; ama bu duygunun, bilinçdışı güdüleri gizleyen bir yapı taşıdığını belirtir ve bundan ötürü, derinlemesine irdelenmesi gerektiğini vur­ gular.) Adler, kendi araştırma grubunu kurdu ve kuramına, bireysel ruhbilim adı­ nı verdi. Başlıca yapıtları: Über den nervösen charakter (1912), Praxis undTheorie der individual Psychologie (1918), ie r Sinn des Leben (1933). ADLER (Max), avusturyalı filozof (Viya­ na 1873- ay. y. 1937). Otto Bauer ve Rudolf Hilferding ile birlikte, Avusturya marxçılığının başlıca temsilcilerinden biri. Avusturya sosyal-demokrasisinin sol ka­ nadına bağlı olmasına karşın leninciliği, siyasal strateji düzeyinde olduğu gibi ku­ ramsal düzeyde de reddetti. Yenikantçılık ile marxçılığı birleştirerek toplumbilimin bilimkuramsal sorunlarıyla uğraştı (Marxistiche Probleme, 1913; Das Soziologisc-



Victor Adler A. D. Goltz’un yapıtı Devletmüzesi, Viyana



Adler he in Kants Erkenntniskritik, 1924). Ayrı­ ca, marx felsefesinin Hegel'den kaynak­ lanan yanlan üzerinde önemle durdu.



106



■ ADLER (Friedrich), avusturyalı sosyalist (Viyana 1879-Zürich 1960). Victor Adler'in oğlu. 1914’ten önce Avusturya Sosyal demokrat partisi'nde sol kanadın lideri ve parti sekreteriydi. Ekim 1916’da, başba­ kan kont Stürgkh’ü öldürdü. Mahkûm ol­ du; 1918 mütarekesinde çıkarılan afla serbest bırakıldı. Avusturya Cumhuriyeti' nin kuruluş yıllarında etkin bir rol oynadı. 1923’te, Zürich'te, III. Enternasyonal'den kopan Sosyalist enternasyonal'in sekre­ terliğine getirildi. A d le r te p k im e s i, insan ya da hayvan kanı lekelerinin duyarlı ve özgün biçim­ de tanınmasını sağlayan kimyasal tepki­ me. ADLERCİ s. Ruhbil. Alfred Adler'in ku­ ramına ilişkin; Adler'in kuramından yana olan. (Bu kurama, BİREYSEL RUHBİLİM de denir.) ADLERCREU TZ (Cari Johan, —kontu), isveçli general (Kiala, Finlandi­ ya, 1757-Stockholm 1815). Finlandiyt’da Ruslar’a karşı direnerek 1808 seferince önemli bir rol oynadı; sonra, Adlersparre ile birlikte 1809 devriminin liderlerinden biri oldu. Kral Gustaf IV Adolf’u esir aldı ve 13 mart 1809’da şiddetli bir çarpışma­ dan sonra Stockholm’da düzeni sağlama­ yı başardı.



Friedrich Adler (1925-1930'a doğru)



ADLERSPARRE(Georg,-kontu),isveçli general (Myssjö, Jâmtland, 1760- Gustavsvik, Kristinehamn yakınında 1835). Al­ bayken, Finlandiya yenilgisinden sonra Gustaf IV Adolf’a karşı başlatılan ayaklan­ manın elebaşlarından biriydi. Stockholm üzerine yürüdü ve Adlercreutz kralı esir alınca, bir süre hükümette kaldı. Kültürlü bir kişiydi; tarihi yapıtlar yazdı. ADLGASSER (Anton Cajetan), alman besteci ve orgcu (inzell, Bavyera, 1729 - Salzburg 1777). Eberlin'in öğrencisi ve damadı. 1750’de Salzburg’da ilk saray orgcusu oldu. Senfoniler, sonatlar, kon­ çertolar ve özellikle Mozart’ın büyük de­ ğer verdiği dinsel müzik parçalan yazdı. 1767’de Mozart, Michael Haydn ve Adlgasser, Die Schuldigkeit des ersten Gebotes adlı dinsel operetin birer perdesini bestelediler. ADLI sıf. 1. Öz. a. + adlı, adında; ismet adlı bir genç. —2. Esk. Ünlü: Nice adlı beyler. —3 . (Bir şeyi) adlı adınca, adlı adı ile (söylemek), söylenmesi, adıyla anılma­ sı ayıp sayılan bir şeyi açıkça (söylemek): Her şeyi adlı adınca söyledikçe bizim yü­ zümüz kızarıyordu. || Adlı sanlı, ünlü, ta­ nınmış kimse için kullanılır. ADLİ sıf. (ar. eadl ve /"den cadli). Adaleti, adalet örgütünü ilgilendiren; onun yetki­ siyle yapılan şey için kullanılır: Adli bir olay, bir sorun. Adli soruşturma. —Huk. Adli hata, kesinleşmiş bir mahke­ me kararında yargıcın karara dayanak olarak aldığı maddi olayların gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda ya da bu olayları nitelemede yanılması. || A dli ida­ re rejimi, idari etkinliklerin özel yöntemle­ re ve ayrıcalıklara bağlı olmadığı sistem. (Bu sistem özellikle İngiltere ve ABD’de uygulanır, idari rejimin tersine, bu sistem­ de idareye herhangi bir ayrıcalık tanın­ maz. [Karşıt ani. İDARİ REJİM]) || Adli imti­ yaz -* KAPİTÜLASYON. || Adli istatistik, açı­ lan ve karara bağlanan davaları, suç ve suçluyla ilgili bilgileri yıllık olarak gösteren belge. || Adli merci, adalete ilişkin sorun­ ların çözümü için başvurulan mahkeme vb.resmi daireler. || Adli muamele, bir an­ laşmazlığın mahkeme önüne getirilmesin­ den son kararın verilmesine kadar, taraf­ ların ve yargıcın usule ilişkin olarak yap­ tıkları işlemler. (ADLİ İŞLEM de denir.) || Ad­ li müşavir, nezdinde askeri mahkeme ku­ rulan kıta komutanı ya da askeri kurum amirine hukuk işlerinde danışmanlık ya­



pan kişi. (Adli müşavirler askeri hâkim sınıfındandır. Kıta komutanı ya da askeri kurum amirleri adına soruşturma ve da­ va dosyalarını inceleme yetkileri vardır.) || Adli sicil, mahkûmiyet kararlarının işlen­ diği sicil. (Bk. ansikl. böl.) || Adli tasfiye-» TASFİYE. || Adli tatil, mahkemelerin her yıl 20 temmuzdan 5 eylüle kadar çalışmaya ara verdikleri dönem. (Adli tatilde, yasa­ larda açıkça belirtilen dava ve işler dışın­ da hiçbir işlem yapılmaz.) || Adli teşkilat -> a d a l e t * ÖRGÜTÜ. || Adli tevbih, hafif cezalı suçlarda, suçlunun özel durumu­ na ve suçun işlenmesindeki koşullara gö­ re, yargıcın ceza verme yerine, sözlü ola­ rak suçluyu uyarması (Türk Cez. k.md.26). || Adli yardım, haklı bir kişinin, yoksulluk yüzünden bir davanın gerektir­ diği harç ve masraftan bağışık tutulması. (ADLİ MÜZAHERET de denir.) —Adli evrak tebliği, tanık dinlenmesi ya da suçluların geri verilmesi vb. konularda ülkeler ara­ sında yapılan yardımlaşma. (Bk. ansikl. böl.) || Adli yardım bürosu, avukatlık ya­ sasına göre, adli yardım yapılacak kişile­ re gerekli yardımları yapmak üzere kurul­ muş büro. || Adli yargı, anayasa yargısıy­ la idari yargı ve askeri yargı dışında ka­ lan, adliye mahkemelerinin tüm yargı et­ kinliklerini kapsayan en geniş yargı ala­ nı. (Yargı etkinliğinin en önemli bölümü­ nü oluşturan adli yargı, ceza ve hukuk ol­ mak üzere iki bölüme ayrılır. Adli yargı­ nın en yüksek organı Yargıtay’dır.) [-»YARGI] || Adli zabıta, bir suç işlendikten sonra, sanığı ve suç delillerini araştırarak adli yetkililere yardımcı olan kolluk kuv­ veti (Bk. ansikl. böl. ) —Tıp. Adli tabip, mahkemelere bilirkişi olarak rapor veren, adli tıp konusunda uz­ man hekim. || Adli tıp, mahkemeleri tıp ve doğa bilimleri konusunda aydınlatan tıp dalı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Huk. Adlı sicil. Adli sicil kayıt­ ları Adalet bakanlığı tarafından tutulur. Türk mahkemelerince verilip kesinleşen mahkûmiyet kararları adli sicile işlenir. Bu­ nun dışında türk yasalarına göre, suç sa­ yılan bir fiilden dolayı türk vatandaşları hakkında yabancı bir devlet mahkeme­ since verilerek kesinleşen ve türk hükü­ metine bildirilen mahkûmiyet kararları da sicile işlenir. Mahkûmiyet kararlarının dı­ şında, şartla salıvermeye, tecile, affa (...) ilişkin kararlar da adli sicile geçirilir. Adli sicil kayıtları gizlidir. Bu siciller hakkında ancak, Cumhuriyet savcılıklarına, mahke­ melere ve hakimlere bilgi verilebilir (Adli sicil k. md.19). • Adli yardım, Türkiye, adli yardıma iliş­ kin çok sayıda iki taraflı sözleşmenin ya­ nı sıra, 1954 tarihli Hukuk usulüne dair sözleşme, 1959 tarihli Ceza işlerinde kar­ şılıklı adli yardım Avrupa sözleşmesi, 1965 tarihli Hukuki veya ticari konularda adli ve mahkeme dışı evrakın yabancı ül­ kelerde tebliğine dair sözleşme, 1974’te imzalanan Ceza koğuşturmalarının akta­ rılmasına dair Avrupa sözleşmesi ve Ce­ za yargılarının uluslararası değeri konu­ sunda Avrupa sözleşmesi ile 1977’de İm­ zalanan Adlı yardım taleplerinin iletilme­ sine ilişkin Avrupa sözleşmesi'ne taraftır. • Adli zabıta. Adli zabıtanın en yüksek amiri savcılardır. Adli zabıta, kamu düze­ ninin bozulmasını önleyen idari zabıtadan farklı olarak koğuşturucu ve ceza yargı­ lamasına yardımcı bir nitelik taşır. Türk hukuk sisteminde adalet örgütüne bağlı bir zabıta kuvveti bulunmadığı için, adli zabıta görevi genel zabıta görevlileri ta­ rafından yerine getirilir. (-> ZABITA.) —Tıp. Adli tıp, eskiden mahkemelere tıp ve doğa bilimlerine ilişkin raporlar vermek için kurulmuştu, ilk adli tıp kitapları mah­ kemelere verilen bu tür raporların derle­ meleriydi. Tıpta, doğa bilimlerinde ve sos­ yal bilimlerde ortaya çıkan gelişmeler, uz­ manların çok karmaşık alanlara müdaha­ le etmelerini gerektirdi. Diğer yönden, ka­ mu sağlığını düzenleyen yasa, tüzük ve yönetmeliklerin gelişmesi, adli tıbba da­ ha bütünsel bir tanım verme gereğini du­



yurdu. Fransız hekimi ve kimyacısı Orfila, 1830'larda, adli tıbbı hukukun çeşitli sorunlarını aydınlatan ve yasa koyucula­ rı bu çalışmalarında yönlendiren tıbbi bil­ giler bütünü olarak tanımladı. Bu, adli tıp düşüncesine pozitif bir değer vermek de­ mekti. Gerçekten alkolizm, uyuşturucu alışkanlığı ve akıl hastalıkları üzerindeki birçok çağdaş mevzuat, tıbbın ve adli tıb­ bın görüşlerini yansıtır. Günümüzde, tıb­ bın bazı dalları (özellikle travmatoloji, psi­ kiyatri, toksikoloji) adlı tıptan derin bir bi­ çimde etkilenmişlerdir. Bunun dışında, tüm tıp dalları bazı noktalarda adli tıbba başvururlar: gebeliğin sona erdirilmesi, baskılarla ya da zor kullanılarak değişime uğratılan hastalıklar, hekimlerin ve uz­ manların sorumlulukları gibi. Adli tıp ay­ rıca, hekimlerle hukukçuların bir araya gelmesine, tıp ve sağlıkla ilgili örgütlerin, sosyal sigorta kurumlarının, tıbbi yardım örgütlerinin kuruluşuna da yardımcı ol­ muştur. Ölüm olaylarının nedenlerini doktorlar saptarlar. Cinayet olaylarında, olay yeri­ ne giden ve cesede otopsi yapanlar, hü­ kümet tabipleri ya da uzman doktorlardır. Bütün bu durumlarda, görevli doktorlar, yargıcın belirlediği sınırlar içinde, incele­ melerini yapar ve adalete yardımcı olmak üzere bir rapor yazarlar. Türkiye’de adlı tıptan yararlanılmaya 1840 yılında başlandı. Cumhuriyetten ön­ ce, Mektebi fünunı tıbbiyei şahane’de ve Darülfünun Tıp fakültesi'nde adli tıp ders­ leri okutuluyordu. Meşrutiyetten sonra Sıhhiye müdürüyeti umumisi’ne bağlı ola­ rak tababeti adliye şubesi kuruldu. Ancak bu dönemde adli tıp görevlerini hükümet ve belediye tabipleriyle resmi kuruluşlar­ daki hekimler yürüttüler. Günümüzde tıp ve hukuk fakültelerinde adli tıp dersleri okutulduğu gibi mahkemelere rapor ha­ zırlayan bir Adli tıp kurumu vardır. Adli tıbbın alanına giren başlıca konu­ lar şunlardır: cesedin incelenmesi, ölüm nedenlerini saptama, müessir fiiller, öldü­ rücü ve yaralayıcı aletlerin incelenmesi, zehirlenme, gebelik, çocuk düşürme, ır­ za geçme fiilleri, akıl hastalıkları, alkolizm, uyuşturucu madde alışkanlıkları vb. A D Lİ, Bayezit II ve Mehmet lll’ün şiirle­ rinde kullandıkları mahlas; Mahmut ll’nin lakabı.(-» BAYEZİT II, MEHMET III, MAH­ MUT II.) A D Lİ HAŞAN EFENDİ Sümbüli, sümbüliye tarikatı şeyhi (iştip ?-istanbul 1617). İstanbul’da Sümbül Sinan dergâ­ hında yetişti. Haşan Efendi'nin yerine, ay­ nı dergâhın şeyhi oldu. Tergibat adlı bir yapıtıyla Divan'ı vardır. A d li tıp e n s titü s ü , İstanbul ve Anka­ ra üniversitelerine bağlı olarak 1983 te ku­ ruldu. Her iki kentte etkinliğini sürdüren bu yüksek öğretim kurumlarında lisansüs­ tü adli patoloji eğitimi verilir. A d li tıp k u ru m u , adalet işlerinde bilir­ kişilik görevi yapmak üzere kurulmuş, Adalet bakanlığına bağlı kurum. Adli tıp kurumu mahkemeler ve savcılıklar tara­ fından gönderilen Adli tıpla ilgili konular­ da bilimsel ve teknik görüşlerini bildirmek­ le yükümlüdür (Adli tıp kurumu k.md.2). AD LİBİTU M (İsteğe göre anlamında lat. sözcükler). Müz. Yorumu, icracının is­ teğine bırakılmış vokal ya da çalgısal bir bölümün karakteri. |j Bir bölümün tempo­ sunu belirlemede, icracıya tanınan özgür­ lük. AD LİS W İL, İsviçre’de (Zürih kantonu) kent, Zürih’in güneyinde; 15 900 nüf. AD LİTEM (bir dava için anlamında lat. sözcükler). Rom. huk. Belirli bir davaya ilişkin vekâlet, avans,vb. ADLİYE a. (ar. radli ve -iyye'den ’adtiyye). 1. Adaleti yerine getirmek, yasaları uygulamakla yükümlü devlet örgütü. —2. Bu örgüte ilişkin işlemlerin yürütül­ düğü resmi bina.



Adonis —Cez. huk. Adliye aleyhine cürümler, adalet örgütünü yanıltmaya, oyalamaya, ona zorluk çıkarmaya yönelik suçlar (Bk. ansikl. böl.) || Huk. Adliye encümeni, (Eşanl. adalet* KOMİSYONU). || Adliye mahkemeleri, adli yargı sistemi içindeki mahkemeler. ( -* ADLİ* YARGI, mahke­ me.) ||Adliye memurları, bağlı bulunduk­ ları mahkeme hâkiminin emrinde çalışan, yazı işleri müdürleri (başkâtipler), zabıt kâ­ tipleri, mübaşirler ve diğer memurlar. || Adliye vekâleti, (Eşanl. ADALET* BAKAN­ LIĞI). —ANSİKL. Cez. huk. Adliye aleyhine cü­ rümler, Türk Ceza kanunu’nda "Kanunen ifası lazım gelen bir hizmetten imtina” “ suçtasnii ve resmi mercileri iğfal” , "ifti­ ra", “ yalan şahadet ve yalan yere ye­ min", “ avukat ve davavekillerinin suistimali” ... gibi 282. ile 310. maddeler ara­ sında düzenlenmiş suçlardır. Bu suçların ortak özelliği, adalet örgütünü yanılgaya uğratmalarıdır. A d liy e c e rid e s i - a d a le t DERGİSİ. A d liy e d e rg is i - ADALET DERGİSİ. A d liy e m e s le k m e k te b i, yardımcı adliye personeli yetiştirmek amacıyla İs­ tanbul’da açıldı (1924). Okulun Müstantik (sorgu yargıcı), icra ve Zabıt kâtipliği bölümleri vardı. Adliye Meslek mektebi, 1929’da kapatıldı.. A d liy e n e z a re ti, Osmanlı devletinde batı anlayışına göre kurulan adliye örgü­ tünün bağlı olduğu nezaret (1868-1922). Mahmut II döneminde kurulan "Meclisi valayı ahkâmı adliye” , Adliye nezareti’nin kuruluşu yolunda ilk adımı oluşturdu (1837). Günümüzdeki Yargıtay ve Danış­ tay’ın görevlerini üstlenen bu kurum, ay­ nı zamanda yasa ve tüzükleri de hazırlı­ yordu, 1868'de Meclisi valayı ahkâmı ad­ liye, “ Şurayı devlet” ve "Divanı ahkâmı adliye” olarak ikiye ayrıldı. Aynı yıl "Di­ vanı ahkâmı adliye reisliği" adı "Divanı ahkâmı adliye nezareti" olarak değiştiril­ di. Reis unvanıyla bu kurumu yönetme görevine atanmış olan Cevdet Paşa, ad­ liye nazırı unvanını aldı. Yüksek mahke­ me niteliğindeki Divanı ahkâmı adliye, temyiz ve istinaf mahkemelerinden oluşu­ yordu. Cevdet Paşa, her iki bölümün baş­ kanı olarak, bakanlar kuruluna da katılı­ yordu. Divanı ahkâmı adliye üyeleri, hak­ larında mahkeme kararı olmadan azledilemez, padişah ve hükümet, Divan'ın .ka­ rarlarına karışamazdı. Böylece, yürütmey­ le yargı kuvvetleri birbirinden ayrılmış, yargının bağımsızlığı ve hâkim teminatı il­ keleri benimsenmişti. Şeyhülislamlığa bağlı olarak etkinliklerini sürdüren Şeriye mahkemeleri dışında kurulan mahkeme­ lere Nizamiye mahkemeleri adı verildi. Bu mahkemeler müslim ve gayri müslim halk için ortak mahkemelerdi. Şeriye mahkemeleriyle, kiliselerde kurulan ce­ maat mahkemeleri evlenme, boşan­ ma, miras gibi konularda çıkan anlaşmaz­ lıkları dinsel kurallara göre çözmeyi sür­ dürdüler. 1875'te temyiz mahkemesi baş­ kanlığı Divanı ahkâmı adliye nezareti’ nden ayrıldı. Adliye nezareti kurularak temyiz mahkemesi başkanlığı ve Ticaret nezaretine bağlı ticaret mahkemeleri de buraya bağlandı. 1877’de Hariciye nezareti'ne bağlı olan gayri müslim azınlıkla­ rın mezhep işleri de nezaretin görevi kap­ samına alındı ve adı Adliye ve mezahip nezareti oldu. 1916’da Şeriye mahkeme­ leri ile Eytam idaresi,şeyhülislamlıktan alı­ narak Adliye nezareti'ne verildiyse de 1918’de yeniden şeyhülislamlığa bağlan­ dı. Adliye nezareti, 1880‘den başlayarak haftalık Ceride-i mehakim, 1909’dan baş­ layarak on beş günlük Ceride-i adliye der­ gilerini çıkardı. ADLİYECİ a. Adliye örgütünde adalet işleriyle görevli kimse. ADLİYYE a. Nümism. Mahmut II döne­ minde (1808-1839) çıkartılan altın sikke; arka yüzünde yer alan sultanın Adlî mah­



lasından ötürü bu adla anıldı. 1 adliyye altını 12 kuruş, 1 adliyye nısfiyyesi (yarı­ mı) 6 kuruş, 1 adliyye altını rubbiyyesi (çeyreği) 2 kuruş 20 para (1 kuruş 40 pa­ raydı) değerindeydi. Atik (eski) ve cedit (yeni) olmak üzere iki tür adliyye altını var­ dı. Mahmut ll’nin tahta çıkışının 15. yılın­ da (1823) çıkartılan ilk adliyye altınları (atik adliyye) 19 mm çapında, 7 3/4 kırat (1,553 gr) ağırlığında, binde sekiz yüz otuz (19 29/32) ayarındaydı. Aynı tarihler­ de çıkartılan cedit adliyye altınları da ay­ nı çap ve ağırlıkta, 748 (17 30/32) aya­ rındaydı. ADLUNG (Jakob), alman müzik kuram­ cısı (Bindersleben 1699-Erfurt 1762). Erfurt'ta orgculuk yaptı. Anleitung zu der musikalischen Gelahrtheit (1758), Musica mechanica organoedi (1768) ve Musikalisches Siebengestim (1768) adlı ki­ taplarıyla tanındı. ÂDEETO S, Tesalya’da Phrai'nin efsa­ nevi kralı; Argonautlar’dan. Olympos'tan sürülen Apollon’a konukseverlik göster­ di. Apollon da, ailesinden biri kendini fe­ da ederse Admetos'un ölümsüz kılınaca­ ğına dair Parkalar’dan söz aldı. Bunun üzerine, karısı Alkestis kendini feda etti. ADMETOS, Moloslar’ın kralı. Kaçak Themistokles 472’de ona sığındı. Admetos, kişisel düşmanı olduğu halde yine de Themistokles'i teslim etmedi. ÂOMİRALTI a. (ing. admiralty'den). De­ nize. Admiraltı demiri, kollarıyla çiposu birbirine dik, tutma gücü yüksek bir de­ mir türü. (Sabit çipoluların istifi zor oldu­ ğundan çiposu hareketli olanlar yapılmış­ tır.) â B M İR A LT Y a d a ta n , Melanezya’da takımadalar, Yeni Gine’nin kuzeyinde; 2 100 km2;33 300 nüf.Başlıca adası,Manus. 1616’da Le Maire ve Schouten'in bulduğu adalar, 1885-1914 arasında al­ man işgalinde kaldı, sonra Avustralya mandasına verildi. 1942'de Japonlar’ın al­ dığı adaları, 1944’te Amerikalılar ele ge­ çirdiler. 1945’te Avustralya konfederasyonu’na bağlanan Admiralty adaları, günü­ müzde Papua Yeni Gine devletinin bir parçasını oluşturur. ÂDM İTANS a. (ing. admittance, kabul edilme’den). Akust, Akustik admitans, akustik empedansın evriği ya da bir dal­ ga yüzeyi arasından geçen akustik hız akı­ şının, bütün bu yüzeyde düzgün olduğu kabul edilen akustik basınca bölümü. —Elekt. Edilgin bir devreden geçen ya­ rarlı elektrik akımı değerinin, bu devrenin uçlarına uygulanan sinüzoidal .gerilimin etkin değerine oranı. (Bu oran, almaşık akımın, kendisine uygulanan elektromo­ tor kuvvetin etkisi altındayken sözkonusu devreden ne kadar kolay geçtiğini gös­ terir. Admitans, S] simgesiyle ve ohm bi­ rimiyle ifade edilen empedans'ırı tersidir. Admitans birimi, S simgesiyle gösterilen Siemens’tir ve 1 S 1 O dir.) |j Karmaşık admitans, modülü admitansa eşit olan karmaşık büyüklük; büyüklüğün argüma­ nı, akımın faz açısıyla gerilimin faz açısı arasındaki farka eşittir. A d nan M en d e re s h a v a lim a n ı, İz­ mir kentinin uluslararası havalimanı (1989 yılı boyunca, 20 226 iniş-kalkış, 1 570 254 yolcu, 29 060 ton yük kapasi­ teyle çalışmıştır). ABU -



ADEN.



A D N İ, Sadrazam Mahmut Paşa’nın şiir­ lerindeki takma adı. (-> MAHMUT PAŞA.) AD N İ RECEP DEDE, türk mutasavvıf, şair (Siroz ?- Belgrat 1688). Mevlevi tari­ katının ünlü şairlerinden Neşati ve Ağazade’nin yanında yetişti. Belgrad mevlevihanesi şeyhiyken öldü. Eserleri: Nahl-i fece///'(Mesnevi’den seçilmiş beyitlerden her birinin beşer beyitle yorumlanarak şerhi), Şerh-i kaside-i Örfi, Divan (bu ese­



rinde tasavvuf içerikli şiirlerini bir araya getirmiştir).



107



ADO a K İT İ, Nijerya’da kent, Oshogbo’nun kuzeyinde; 265 800 nüf. (1983). A DOLA, Etyopya’nın güneyinde yer. Al­ tın işletmesi. A D 0 L F VON N A S S A tl (1248 ya da 1255-1298), germen imparatoru. Habsburglar’ın egemenlik hırsına karşı alman bölgesel özerkliğini savundu. Yerine geç­ tiği Rudolf Linkine karşıt bir politika izle­ yerek imparatorluğun dikkatini yeniden Batı’ya yöneltti. Güzel Philippe'e karşı İn­ giltere kralı Edward I ile ittifak kurdu, imparatorluk tacına göz diken hasmı Albrecht von Habsburg’a karşı savaşırken öl­ dürüldü (Gölheim savaşı). A DOLE VON NASSAU (Biebich 1817Hohenburg 1905), Lüksemburg grandükü (1890 - 1905). Prusya, 1866’da Nassau’yu topraklarına katınca, Nassau dük­ lüğünden vazgeçmek zorunda kaldı; ikin­ ci dereceden kuzeni Hollanda kralı Willem III yalnızca bir kız çocuğu bırakarak ölünce de Lüksemburg grandüklüğüne atandı. ÂD O LF-FR ED R İK (Gottorp 1710Stockholm 1771), İsveç kralı (1751-1771). Holstein-Gottorp dükünün oğlu. 1727’de Lübeck piskopos prensi oldu. Rusya’nın etkisiyle 1743'te İsveç krallık prensi un­ vanını aldı. 1751’de tahta geçtiyse de, otorite sağlayamadı ve Prusya kralı Friedrich ll’nin kızkardeşi ve Şapkalılar* partisi’nin baş destekleyicisi olan karısı Luise Ulrike’nin etkisinde kaldı. Bu partinin Takkeliler* partisi ile çekişmesine seyirci kalmaktan başka bir şey yapamadı: Mec­ lis kararları, kendi imzası olmadan da, bir mühür basılarak onaylanabiliyordu. Hü­ kümdarlığının sonu, aynı zamanda "öz­ gürlük çağı” nın da sonu oldu; oğlu Gustav, tahta geçer geçmez krallık otoritesi­ ni yeniden kurdu. A d o n a is, Keats'ın ölümü üzerine Shelley'in yazdığı eleji (1821). Shelley'e göre Keats, yaşadığı dönemde küçümsenmiş, ama şiirleriyle yaşayacak güçlü bir şair­ dir: spenser dörtlüklerinden oluşan şiir, yeniplatoncu bir düşünceyi yansıtır. ADO N İ, Hindistan'da (Andhra Pradeş) kent, Bellary’nin K.-D.’da; 85 300 nüf. ADONİA a. (yun. söze.) Fenikeliler, Yu­ nanlılar ve daha sonra Romalılar’da Adonis’i anmak için yapılan törenler. ADO NİAS, Davut’un dördüncü oğlu. Üvey kardeşi Şelomo ile taht kavgasına tutuştu. Şelomo tarafından öldürtüldü. ADONİDOZİD a. (fr. adonidoside). Eczc. Adonis vernalis'ten (sarı kandamlası) elde edilen az zehirli heterozit. (Kardiotonik ve diüretik etki gösterir.) ADO NİS, 1936’da belçikalı gökbilimci Delporte tarafından keşfedilen Apollo* ti­ pi küçük gezegen (Günberi uzaklığı: 0,441 gökbirim; tahmini çapı 0,3 km). ADONİS a. Bot. Kandamlasının bilimsel adı. ADONİS a. Lycaena cinsinden parlak mavi renkli, gündüz kelebeği. (Eşanl. bel a r g u s .)



ADO NİS. Tar. coğ. Fenike’de ırmak, Byblos’un güneyinde. Kırmızı kumlar sü­ rükleyen suları, Adonis’in kanıyla bu rengi ilmiş sayılırdı. Günümüzde Nehr-lbrahim. ADO NİS (Fenike dilinde adon, senyör’ den), byblos’lu genç fenike tanrısı; avla­ mak istediği yabandomuzu tarafından öl­ dürüldü. Sevgilisi Aştar, onu kurtarmak için cehenneme indi. Adonis’in öyküsü­ ne, Temmuz (Babil), Osiris, Telibinu (Hi­ tit) ve Baal (Ugarit) mitlerinde rastlanır. Adonis öyküsü, bitkilerin hayat sürecini simgeler. Bu tapınmayla birlikte öykü de Kıbrıs yoluyla Yunanistan’a geçti ve şair Panyasis (İ.Ö. V.yy.) Adonis’in yaşamını



j



Adolf-Fredrik Lorens Pasch’ın yapıtı (ayrıntı) Gripsholm şatosu, İsveç



?
HAVA MEKTUBU.



A E R 0 J E L a (fr, aĞrogel'den).Fizs. kim. Kurutulmuş bir peltenin öğütülmesiyle el­ de edilen çok ince, katı ve gözenekli par­ çacıkların bir akışkanda, özellikle havada oluşturdukları koloidal asıltı. (Silis aerojeli kurutucu etken olarak kullanılır.)



AEROKLASÖR



a. (fr. abroclasseur' d e n ). TOZAYIRlCI’nın e şan lam lısı.



AERO&OLj a. (fr. aerocolie). Gerginliğe yol açacak derecede aşırı gaz birikimi. (Aerokoli, karın şişkinliğiyle belirir, buna bazen sindirim bozuklukları eşlik eder.)



AEROKOMDAfSSÖR a. (fr. aerocondenseur'öen). HAVALI YOĞUŞTURUCU’nun e şan lam lısı.



AEROLİK a. (fr. aerolique'ten). Sıkıştırıl­ mamış havanın borulardaki akışını ince­ leyen bitim. (Aeroliğe bağlı teknikler ha­ valandırma, havanın koşullandırması, toz giderme, kurutma ve pnömatik taşı­ madır.) AER O UT a. (fr. aerolithe ya da aerolife'ten). Özellikle silikattan oluşmuş bir tür göktaşı. AEROLOJİ a. (fr. aerologie’den). Ser­ best atmosferi, yani yeryüzü engebeleri­ nin etkisi dışındaki katmanları inceleyen bilim dalı; bu katmanlar 3 000 m ’nin üs­ tünde yer alır. —ANSİKL. Coğrafi etkenlerin önemi ne olursa olsun, büyük atmosfer hareketle­ rinin yüksek katmanlardan kaynaklandı­ ğı gün geçtikçe kesinlik kazanmaktadır. Dolayısıyla, uygulamadaki değişkenlerin (hava tahmini, hava taşıtlarının korunma­ sı) çağımızda aerolojinin gelişimini hızlan­ dırdığı kabul edilir. Ortaya çıkan sorunlar, her şeyden ön­ ce düşey yapıyla ilgilidir: yükseltiye göre basıncın, sıcaklığın ve kimyasal bileşimin dağılımı. Ayrıca bu öğelerin, belli bir yük­ seklikte yer alan yatay bir düzlem üstün­ deki dinamizmini bilmek önemlidir: farklı yüksekliklerdeki basıncı ve sıcaklığı gös­ teren haritalar günde birkaç kez çizilir; bunlar çağdaş tahminlerin temelini oluş­ turur. Aerolojide önce üçgenlemeyle he­ saplama, ses yayılmasında sapaklıkların gözlemi gibi dolaylı yöntemler kullanılmış­ tır, Ama dolaysız yolların gelişmesi (aerolojik sondajlar), son elli yılın temel buluş­ larını sağladı. Pahalı ve tehlikeli yöntem olan insanlı balonlarla yükselme, XX. yy.'a kadar sürdü: profesör Auguste Piccard’ ın, rus balonu Ossoaviakim'in (1934 te 22 607 m), amerikan balonu Expiorer 2 ’nin (1935’te 22 066 m) yükselişleri. Balon pat­ ladıktan sonra kendiliğinden paraşütle inebilen kaydedici aletlerle donatılmış



sondaj balonları, XIX. yy. sonunda tran­ sız fizikçi Teisserenc de Bort'a stratosferi keşfetme olanağını verdi. Bir teodolit ya da radarla gözlenen pilot balon, değişik yüksekliklerde rüzgâr hızını ölçmek için hâlâ kullanılmaktadır. 1927’de fransız fizikçi Robert Bureau’nun bulduğu radyosonda’ bütün dünyada aeroloji istasyonlarında bugün de yararlanılan bir alettir. Bu alet bir saatte, 30 000 m yükseltiye kadar at­ mosferin düşey kesitini elde etme olana­ ğını verir. Meteoroloji füzesi, ilk olarak 1937'de Auvergne'de, Banne d ’Ordanche’da kul­ lanıldı. Bu tür füzelerde yörüngenin so­ nunda bir miktar barut, paraşütle dona­ tılmış bir kaydediciyi fırlatır ve kaydedici iniş boyunca çalışır, ilk füzeler yalnızca 1 500 m ’ye ulaşıyordu, ikinci Dünya sa­ vaşı bu tip füzelerin gelişmesini sağladı: alman V 2 ’lerden sondaj füzeleri türetildi. ABD’de yapılan Aerobee ve Viking füze­ leri 300 km'yi aştı. Ancak atmosferin keşfi alanında en kayda değer gelişmeler, ya­ pay uydularla sağlandı. 1958’den bu ya­ na uydulardan alınan dolaysız veriler, on­ ların devinimleri incelenerek elde edilen­ ler, güneş ışınımı ve üst atmosferin yapı­ sı konusundaki bilgimizi şaşırtıcı boyutla­ ra ulaştırdı; özellikle üst atmosferde yataklanan yoğun radyoaktif ve elektromanye­ tik olaylara ilişkin veriler büyük ölçüde art­ tı. Öte yandan çok çeşitli aygıtlarla dona­ tılmış meteoroloji uyduları, 1960’tan beri Yer ve onu saran bulut örtüsünün fotoğ­ raflarını iletmektedir. Bu bilgiler bulut sis­ teminin gerçek yapısını ortaya çıkarmış ve dinamik meteorolojide büyük gelişmeler sağlamıştır. Değişik tipte radarlar (meteoroloji ve göktaşı radarları) ve radyoelektrik sonda­ lar da aeroloji araştırmaları için etkili araç­ lardır.



AERGLO JİK sıf. (fr. aerologique'ten). Atmosfer koşullarıyla ilgili. —Balis. Aerolo/ik düzeltmeler, bir silahın atış çizelgelerindeki öğelerde atış anında­ ki atmosfer koşullarına (sıcaklık, basınç, rüzgâr, vb.) göre yapılması gereken dü­ zeltmeler. AEROMONAS a. Aerop yaşayan, ge­ rekirse anaerop da yaşayabilen gram ne­ gatif bakteri. (Dış ortamda, özellikle suda ve toprakta çok yaygın olarak bulunur. Aeromonas türlerinin birçoğu, insan için hastalık yapıcı sayılır, bir kısmıysa balık­ lar için patojendir.) a. (fr. aeronome'dan). Aeronomi uzmanı.



m m o m iM i a. (fr. aeronomie' den). Yer’in ya da genel olarak gezegenlerin at­ mosfer özelliklerini koşullandıran fiziksel ve kimyasal olayları inceleyen bilim dalı. -ANSİKL. Eskiden üst atmosfer konusun­ daki bilgimiz kutup ışıklarının ya da kayan yıldızların gözlemiyle sınırlıydı; yüzyılımı­ zın başında Marconi'nin iyonosferi keşfet­ mesi, 1930 yılına doğru Chapman, Du-



00



ÂER N Mİ







(T s o o k m - 2 0 0 0 \



-



o CJ> 0



0 O



\



500 km - 7 5 0 K ) .



1er16



K)







zayıf gü n e ş -etkin liğ i ^



o ■ Kayn.). Afganistan, üç büyük müzik geleneği­ AFİFE K A D fN ,Mehmet IV'ün kadıneni yaşatan Hindistan, İran ve Orta Asya’ fendisi (XVII. yy ). Hürrem’den sonra osnın arasında kalır. Kullanılan çalgılarda ve manlı sarayında ikinci şair kadın sultan­ makamlarda, bu üç geleneğin izleri gö­ dır. rülür. Afganistan'a özgü başlıca çalgılar ÂFİL sıf. (ar. afif). Esk. 1. Batan güneş, Orta Asya lavtası dûtâr, eski İran'ın ve yıldız için kullanılır. —2. Kaybolan, görün­ arap ülkelerinin lavtası tanbur, Hintliler' mez olan. in surûd'una benzeyen rubâb,Türkiye’de olduğu gibi davul'un eşlik ettiği zurna ve



A F İL A K T İK sıf. (yun. a yokluk eki, ve



ötelemeler grubunu oluşturur.) || Afin uy­ gulama, E ve F vektör uzaylarına sırayla bağlanmış bir A afin uzayından bir B afin uzayına tanırfılanan

V„ . .







77 um



R ange



J r,



maden bölgesi



VN®



C K ru g e rsd o rp Randfontein 4 *



:. -yiK:-iG'«u-J AGÂH. AGEHİ - AGÂHİ. AGEHİ, asıl adı Mansur, türk şair, tarihçi (Vardar Yenicesi ?- İstanbul 1577). Piyale Paşa'nın yanında deniz seferlerine çıktı. Gelibolu'da müderrislik yaptı. Gemicilik terimlerini divan şiirinin geleneksel söz oyunlarıyla birleştiren kasidesiyle tanınır. Piyale Paşa aracılığıyla Kanuni Sultan Sü­ leyman’a sunduğu bu kaside sayesinde kendisine İstanbul’da şeref kadılığı veril­ di. Kasidesine Molla Mehmet Mısri, Za’fi gibi şairler tarafından yazılmış tahmisler vardır. Kanuni'nin Zigetvar seferini konu edinen Fetihname-i kal'a-i Sigetvar adlı gazavat kitabının tarihsel kaynak olarak değer taşımadığı ileri sürülmüştür. ( — Kayn.) AG EHİ, asıl adı Muhammet Rıza Erniyakbekoğlu, türk şair ve tarihçi (? 1809Hive, Kıyat köyü, 1874), Tarihçi Munis Harizmi'nin yeğeni. Şiirlerini Ta'viz üt ■âşıkin adlı divanda topladı. XIX. yy.’da Harizm’deki (Hive) olayları anlatan Rlyâz ûd-devte (1844), Zübdet üt-tevârih (1846), Câmi ûl-vakı'ât-ı sultanî (1857), Gülşen-ı devlet (1865), ikbâl-i firûzî (1872) adlı ta­ rih yapıtlarını yazdı. Ünlü türk ve İran ta­ rihçi ve şairlerinin yapıtlarını Çağatay türkçesine çevirdi. AGEL yada AG İL a. Arap erkek gi­ yiminde, kefiyenin kaymaması için başa geçirilen ayarlı çember. AGELAİ,ilkçağ’da Girit’te gençlik toplu­ lukları. On altıyla yirmi beş arasındaki üye­ ler, birlikte beden ve askerlik eğitimi gö­ rüyor ve hep birlikte yemek yiyorlardı.



■ AGELENA a. (yun. agele, sürü'den). Yerde, otlar ya da çalılar arasında yaşa­



yan ve orada huni biçiminde geniş ağlar ören külrenginde, iri örümcek. (Agelena türleri, bütün kuzey yarımkürede yaygın­ dır. Agelenidae familyasının örnek tipi.) AGELİİ (Johan Gustav), İvan Aguâli di­ ye de bilinir, isveçli ressam (Sala, Dalarna, 1869 - Barcelona 1917). 1890’dan sonra, çoğunlukla Fransa ve Mısır’da ya­ şadı. Paris’te bireşimcilik ve simgecilik akımları içinde yer aldı ve anarşist çevre­ lerle ilişki kurdu; din felsefesi konusunda incelemeler yaptı; yazılarıyla İslam kültü­ rünü yaymaya çalıştı. Küçük boyutlarda yaptığı resimlerle, İsveç’teki bireşimci re­ sim araştırmalarının öncüsü oldu. AGEN, Lot-et Garonne (Fransa) dep merkezi,Garonne ırmağının sağ kıyısında. Paris'in 609 km G.-G.B.’sında; 35 839nüf. AGENA, Erboğa*’nın (3yıldızına verilen ad. Kadiri 0,6.Tayf tipi B 1.Uzaklığı 190 ly. Agena, amerikan füzesi; birçok uydu fırlatıcısının sonuncu katı olarak kullanılır; bunlar: Thor-Agena, Atlas-Agena, Titan III A, B, C fırlatıcılarıdır. 1959’da hizmete gi­ ren Agena füzesinin üç türü vardır: A, B ve D. Agena yaklaşık 7 t’luk bir itme gü­ cüne sahiptir ve çoğunlukla ABD’nin ke­ şif uyduları için itme modülü olarak kulla­ nılır. Füzenin iticisi nitrik asit ve bakışım­ sız dimetilhidrazinle çalışır. Onarılarak pek çok kez kullanılabilir. AGENDE a. (lat. agenda, yapılacak iş­ ler). Lütherci Kiliseler'de dinsel ayin usul­ lerine ve derlemelerine verilen ad. (18211824 Prusya agendesi, protestanlarla lütherciler arasında “ Birlik” sağlama ama­ cını güdüyordu.) ÂGENDE sıf. (fars. agenden, doldur­ mak. tıkamak'tan agende). Esk. 1. Dolu, doldurulmuş, tıkalı (şeyler), —2. Âgendegûş, kulağı dolu, kulağına söz gir­ mez, söz dinlemez. ÂGENDEGÛŞ sıf. (fars. agende ve gOş kulak'tan âgendegûş). Esk. 1. Sağır. —2. Hayırsız, günahkâr; öğüt dinleme­ yen kimse. AGENEZİ a. (fr. agenösie'den). Biyol. Embriyon gelişimi sırasında bir organın oluşmaması. AGENİA a. Böcbil. Özellikle Akdeniz bölgesinde bulunan, siyah renkli küçük böcek. (Topraktan yaptığı yuvasını, ye­ mek için öldürdüğü örümceklerle doldu­ rur. Zarkanatlılar takımı, pompilidae famil­ yası.) AGENİASPİS a. Hyponomeuta tırtılla­ rında asalak yaşayan böcek. (P. Marchal, çokembriyonluluğu bu böceklerden Ageniaspis fusciollis’te keşfetti. Zarkanatlılar takımı, chalcididae familyası.) AGENOR. Yun mit. Mısır kralı, Poseidon ile Libye’nin oğlu, Belos'un kardeşi. Suriye’de hüküm sürdü, Kadmos, Phoiniks, Kiliks ve Europa'nın babasıdır. AGENTES İN REBUS, imparatorluk komiserleri anlamına gelen, resmi buy­ rukları iletmek ve illerden bilgi toplamak üzere Büyük Constantinus I tarafından atanan görevlileri belirten lat.söze.; bun­ lara çoğu zaman curiosi denilirdi. (IV. yy.'ın sonunda, askeri kurallara göre ör­ gütlenmiş gerçek bir gizli polis kuruluşu haline geldiler.) AG EO , Japonya’da kent, Tokyo'nun ku­ zey banliyösünde; 194 952 nüf, (1990). AGER PUBLİCUS, halka ait toprak an­ lamına gelen ve Roma’da kamu toprak­ larını belirten lat. söze. Fetihten sonra Ro­ ma, yenilenlere ait topraklara bütünüyle ya da kısmen el koyunca devlet geniş bir araziye sahip oldu ve bu topraklardan çe­ şitli biçimlerde yararlandı: bir bölümünü özel kişilere sattı; bir bölümünü de ko'oniler kurmak için ayırdı. Devletin elinde kalan topraklarsa ager publicus’u oluştur­ du. Tarıma elverişsiz >3 da kullanılmayan



bu toprakları devlet, oraya yerleşmek is­ teyenlere bırakıyordu. Yerleşenler, topra­ ğın sahibi olmuyor, yalnızca kullanma hakkını (possessio, zilliye! )elde ediyordu; böylece devletin mülkiyet hakkı da düşük bir vergi (veetigal) ödenmesiyle tanınmış oluyordu. Ne var ki, işletilmeleri sermaye gerektirdiğinden bu topraklar kısa zaman­ da zenginlerin eline geçti; bu durum on­ lara hayvan, bağ ve zeytin yetiştirmeye ayrılan latifundia'\arm\ genişletme olana­ ğını verdi. Bu siyaset ülkede dengesizliklere ne­ den oldu; en önemlisi silah altına alınabi­ lecek kadar varlıklı olan küçük toprak sa­ hipleri sayısının azalmasıydı. ilk kez bir ya­ sayla (İ.Ö. III.yy.'ın başı), possessio 'ya bir sınır konulmak ve fazla topraklar “ düşük fiyatla” yoksullara dağıtılmak üzere geri alınmak istendi. Ancak, yasa uygulana­ madı. Caıus Laelius Sapiens'in 140'taki girişimi de başarısızlığa uğradı. Durumun kötüye gitmesi üzerine, 133’e doğr. Tiberius Gracchus, 123'e doğr. da kardeşi Caius, sorunu kökünden çözecek bazı ta­ rım yasalarını oya sundular. Onların ba­ şarısızlığı durumu daha da kötüleştirdi; sorun, ancak Cumhuriyet'in son döne­ mindeki iç savaşlarla çözüme ulaştı. Top­ rakların özellikle Sylla ve Sezar tarafından müsadere edilerek küçük parçalar halin­ de emekli askerlere ve romalı yoksul pleblere dağıtılması İtalya’da küçük top­ rak sahipliğinin yeniden oluşmasını sağ­ ladı. A G E R S 0 , Danimarka'da küçük ada, Sjaelland adasının G.-B.’sında. Balıkçılık. Plaj yeri.



159



AGESANDRİDAS, spartalı amiral. İ.Ö 411 'de Eretria yakınında Atinalılar'ı yenil­ giye uğrattı ve Eğriboz adasının ittifaktan kopmasını sağladı. AGESİLAS I ya da A G E S İL A O S I, Sparta kralı(İ.Ö. X.yy.).Agesilaosll,Eurypontidler ailesinden geliyordu; İ.Ö. 399'dan 360'a kadar Sparta kralı oldu,



Agde burnunda Languedoc kıyı düzenlemesinden bir görünüm.



Lysandros sayesinde ağabeyi Agis ll'nin yerine geçti. Ufak tefek, çirkin ve topal ol­ duğu için önceleri pek sayılmayan Agesilas, becerikliliğiyle herkesin saygınlığı­ nı kazandı. Asya'da Persler’e karşı bir se­ fer düzenledi (396), ama Sparta, Atına ile Thebai'den oluşan bir birliğin tehdidiyle karşı karşıya kalınca geri çağrıldı. Birlik or­ dusunu Koroneia’da yenilgiye uğrattı (394), daha sonra da Mantinea bozgunu­ nun (362) ardından zor duruma düşen Sparta’yı kurtardı; ne var ki ülkesinin üs­ tünlüğünü yeniden sağlayamadı; bunun üzerine isyancı Mısırlılar'ın kralı Takhor' un hizmetine girdi, onu tahttan indirip ye­ rine Nectanebo'yu geçirdi. Dönüş yolcu­ luğunda fırtınaya yakalanarak öldü. ÂGESİLAS, Themistokles’in kardeşi. Kserkses’in yerine, yanlışlıkla Mardonios'u öldürdü. Ölüm cezasını büyük bir so­ ğukkanlılıkla karşıladığını gören Kserkses onu bağışladı. AG ESTA, İsveç'te yer, Stockholm'ün güney banliyösünde. 1963'te hizmete gi­ ren İsveç’in nükleer reaktörü burada ku­ rulmuştur. AGFACOLOR a. (tescilli ad). Agfa fir­ ması tarafından uygulanan bir renkli fo­ toğraf ve sinema filmi tekniği. (Bu teknik­ te, 3 kat emülsiyonlu bir film ve çıkarmalı sentez sistemi kullanılır.) AGGER [ ager], Antik Roma’da bir kamp ya da kenti korumak için az çok özenle yapılmış toprak ya da taş şev anlamına gelen latince sözcük. ("Servius Tullius" aggeri adıyla anılan, ama İ.Û. IV.yy.’a inen [378 ?] bir agger, 11 km boyunca Roma'yı kuşatıyordu. Sağlam bir duvara dayanan, yaklaşık 40 m yüksekliğinde geniş bir şev biçimindeydi. Duvarın önün­ de yakiaşık 15 rrrderinliğinde ve 36 m ge­ nişliğinde bir hendek vardı.) A G H İA TR İAD H A - Aya TR.ADA AG HİOİ THEODHOROİ, Yunanistan da petrol limanı; Korintos’un D.'sunda, Argosaronikcs körfezinin kıyısında. AG HİO N OROS - A y n a ro z AGHİOS NİKOLAOS ya da HAGİOS NİKO LAOS, Yunanistan'da kent. Girit' in doğusunda, Mirabello körfezi kıyısında, Lasithi nomosunun yönetim merkezi; 5 200 nüf. Turizm. AG İH R İN İO N , funanistan’da (Aitolia ve Akarnania nomosu) kent, Aghrinion gölünün K.-B.'sında: 31 000 nüf, A G İK -> AVRUPA GÜVENLİK VE İŞ­ BİRLİĞİ KONFERANSI. A G İL A , ispanya Vizigotları'nın kralı (549-555); got soyluları tarafından iktida­ ra getirildi, başkenti Barselona'dan Merida'ya taşıdı, ancak Baetica bölgesine egemen olamadı, Merida'da kendi as­ kerleri tarafından öldürüldü. AGİLOLFİNGER ya da AG İLU LF’ LAR, Bavyera düklerinin kurduğu ilk hanedan.533'te Bavyera’yı fethettiği söyle­ nen Agflulf adındaki frank ya da lombard savaşçısı tarafından kuruldu. AG İLULF, iombard kralı (590 - 616); 603'te imparator Phokas tarafından tanın­ dı. Hıristiyanlığı kabul etti; Friuli'nin 614'te Avarlar tarafından istilasına karşı koyma­ ya çalıştı, başaramadı. AG İLU LF’LAR - AGİLOLFİNGER. ÂGİN sıf. (fars. agiri). Esk. "Dolu" anla­ mı katarak kimi bileşik sözcüklerin oluşu­ munda yer alır: zehr-âgin (zehir dolu), vahşet-âgin (vahşet dolu) vb. AGİS l f Eurysthenes’in oğlu; sparta kral­ lık ailesi Agisler'in ilk kralı.Tarihten çok, mitolojiye mal olmuştur. AG İS II, İ.Ö. 427’den 398 e kadar Spar­ ta kralıydı; Eurypontıd ailesinden geliyor­ du. Nikias barışı'ndan (421) sonra spar­ ta birliklerinin başına geçti. Argoslular ta­



rafından tehdit edilen Epidauros'u des­ tekledi, Argoslular’ı yenilgiye uğrattı, son­ ra da hiç gereği yokken onlarla bir ateş­ kes imzaladı; ateşkes beklenmedik bir an­ da Argoslular tarafından bozuldu. Buna kızan Spartalılar evini yerle bir ettiler ve ona para cezası verdiler. Agis, Mantineia’ da Argoslular'ı yenerek (418) kendini to­ parladı ve daha sonra, Aigos-Potamos savaşı'nın (405) ardından Atina kuşatma­ sına katıldı. AG İS İÜ , İ.Ö 338'den 331'e kadar Sparta kralı; Eurypontidler ailesinden ge­ len Agis III, Arkhidamos lll'ün oğluydu. Persler'in yardımıyla Makedonya'ya kar­ şı savaştı; Girit'in büyük bir bölümünü Persler adına fethetmek için onların pa­ rasını ve gemilerini kullandı. 332'de Ma­ kedonya'ya karşı bir ayaklanmanın başı­ na geçerek Peleponisos’un büyük bir bö­ lümünü peşinden sürükledi. Megalopolis'te Antipatios tarafından yenilerek öldü­ rüldü. AG İS IV , 244'ten 241'e kadar Sparta kralı. Stoacı Sphairos'un etkisinde kala­ rak reformlara girişti; geleneksel yasaları ve eğitimi yeniden düzenlemek istedi, ama ihtiyarlar meclisinin, zengin toprak sahiplerinin ve dostu Leonidas’ın sert di­ renişiyle karşılaştı. Radikal (borçlan kal­ dırdı) ve yasadışı (Leonidas'ı dışladı) ön­ lemlere başvurdu; yokluğundan (Korinthos kıstağındaki askeri sefere katılmıştı) yararlanan rakipleri siteyi ele geçirdiler; dönüşünde, baştan savma bir yargılama­ dan sonra hücresinde boğduruldu. AGİSLER, Sparta’nin, kahraman Tlepolemos ile Herakles’in soyundan geldiğini öne süren kral ailesi. Agisler birinci Messinia şavaşı'nı yönettikten sonra Sparta’ da İ.Û. lil.yy.'ın ikinci yarısına kadar Eu­ rypontidler ile birlikte hüküm sürdü. En ünlüleri Kleomenes I ve III, Leonidas ve Pausanias’tır. ÂGİŞ sıf. (fars. agiş), Esk. 1. Sarkık, ili­ şik, yapışık. —2. Uzatılmış, asılı. AGİTATO bel. (telaşlı anlamında ital. söze.). Müz. Genellikle tempo belirtici bir terime eklenen ve o parça ya da bölümün fırtınalı ve kaygılı karakterde sestendirilmesi gerektiğini anlatan terim. (Tempoyu belirtmek için kullanılan bir terim olma­ makla birlikte agitato icra, oldukça hızlı­ dır.) AGİT-PROP a. (fr. agit [ationj ve prop [agande]’ın kısaltması). Özellikle Ekim devrimi'nden sonra, komünist partililerin, üretimin sekteye uğratılması, çalışmanın zaman zaman durdurulması, söylevler verilmesi ve broşürler dağıtılması yoluy­ la sosyalist fikirleri yaymak için kullandık­ lar: yöntem — ANSİKL. Ajitasyon ve propaganda gö­ revi, SSCB Komünist partisi Merkez komitesi'nin 1920’de kurulan bir bölümüne ve­ rilmişti. 1938’de partinin basın ve yayın kolu da bu bölüme bağlandı. Propagan­ da ve merkez bölümü, partinin yerel ör­ gütlerindeki agit-prop bölümlerinin çalış­ malarını yönetiyordu. Kamuoyunu, parti­ nin ulusa önerdiği hedefler çevresinde seferber etmekle görevliydi. Agit-prop ör­ gütünün çeşitli kesimleri, basın, yayın, radyo, TV, sinema, sanat, bilim ve eğitim­ le ilgili devlet kurumlarını kapsayan bir de­ netim yaparlardı. SSCB dağılıp komünist parti kapanınca Agit-prop da sona erdi. AG LAİA a. (mit. a. Aglaia'darı). Meyve­ si, odunu ve çiçekleri için yetiştirilen Ok­ yanusya ve Asya kökenli ağaç. (Aglaia odorata'nm çiçekleri Çin'de çaya koku vermek için kullanılır. Bu ağacın doğra­ macılıkta ve ince marangozlukta kullanı­ lan kırmızı-esmer iyi bir odunu vardır. Hin­ distan'da yetişen A. edulis'in meyveleri çok sevilir. Tespihağacıgiller familyası.) A G LA İA . Yun. mit. Üç Kharistes’den bi­ ri. AGLÂL çoğl. a. (ar. ğulTun çoğl. ağlâl).



Esk. Mahkûmların, delilerin boyunlarına ve bileklerine takılan demir halkalar, lale­ ler, kelepçeler, prangalar. AGLAOPE a. (yun. aglaops. güzel gözlü’den.) Meyve ağaçlarına zarar veren bir kelebek. (Tırtılları yaprakları kemirir. Zygaenidae familyası.) AGLASPİDA a. Xlphosura altsınıfına gi­ ren fosil kabuklular takımı. (Takım üyele­ rinin temel özelliği, karın kısmının on bir bölütlü olması, yanlarda gelişmiş gözler ve karında yürüme bacakları bulunması­ dır. Aglaspida takımı, Xiphosura altsınıfı­ nın bilinen en eski biçimlerini içerir.) AGLÂT çoğl. a. (ar. ğalat'ın çoğl. ağlat). Esk. Hatalar, yanlışlar. AGLAUROS. Yun mit. Kekrops’un kı­ zı. Athena tarafından Erikthonios’un be­ şiğini korumakla görevlendirildi, ama gö­ revini yapamadı. AGLÂZ sıf. (ar. ağla?). Esk. Çok kaba, çok çirkin. AGLEB sıf. (ar. ağleb). Esk. 1. En kuv­ vetli, daha kuvvetli: Agleb-i ihtimal. —2. Agleb-i zuhur, olağan. AGLEBİLER, Kuzey Afrika'da, adını 765'ten 767'ye kadar Kuzey Afrika valisi olan el-Agleb bin Salim'den alan arap ha­ nedan. Abbasi valisi İbrahim bin elAgleb'in kurduğu bu hanedan, 800'den 909’a kadar Abbasiler’in sözde egemen­ liği altında Kuzey Afrika’nın doğusunda­ ki (ifrikıye) hüküm sürdü, Sicilya’yı (827) ve Malta'yı (870) ele geçirdi. Başkenti Kayravan bu dönemde en yüksek aşa­ masına ulaştı ve ifrikıye çok etkin bir İs­ lam din bilimleri merkezi oldu: burada maliki mezhebi, daha yumuşak olan hanefi mezhebine üstün geldi. Son hüküm­ dar Ziyadetullah III, şiilerin üstesinden gelemeyeıek Mısır’a kaçtı, hanedanın yeri­ ni Fatımiler aldı. İslam sanatları tarihinde Aglebiler önemli bir rol oynadılar. Tunus’taki en gü­ zel anıtlar, başta Kayravan camisi olmak üzere, onların yapıtlarıdır. Başka dini ve askeri vakıflar (ribat) ve halk yararına yap­ tıkları çalışmalarla (büyük Kayravan ha­ vuzu), Aglebiler ülkede silinmez bir iz bı­ rakmışlar, Cezayir ve Sicilya’yı da etkile­ mişlerdir. AGLEBİYET a. (ar. ağleb ve -iyyeften ağlebiyet). Esk. En kuvvetli olma. AGLENUS a. (yun. aglenos, kör’den). Ağaç kırıntıları altında yaşayan kınkanat­ lı böcek. (Tür a. Aglenus brunneus. Colydiidae familyası.) AGLİA a. Güneşli havalarda ormanlar­ da hızla uçan ve tırtılı kaym, dişbudak, gürgen ve meşe ağaçlarının yapraklarıy­ la beslenen kelebek. (Tür a. Aglia tau. Pulkanatlılar takımı Saturniidae familyası.) AG LİBO L, Palmyra'da kutsanan ve ayırt edici özelliği, omuzları üzerine kon­ muş hilal olan ay tanrısı. AGLOMERA a. inş. Bir bağlayıcıyla atıl gereçler karışımının priz yapması ve sert­ leşmesi sonucunda elde edilen, düzgün geometrik biçimli, dolu ya da boşluklu ya­ pay inşaat gereci. — ANSİKL. inş. inşaatta kullanılan aglomeralar, çeşitli gereçler (kum, çakıl, kırmataş, cüruf, uçucu küller, puzolanlar, bit­ ki lif ya da artıkları) bir bağlayıcıyla (çi­ mento, kireç, alçı, organik reçine) karıştı­ rılıp kalıp içinde, tokmaklamayla, basınçla ve gereğinde titreşimle sıkıştırılarak elde edilir. En çok kullanılan aglomeralar, mı­ cırlı beton bloklar ve asmolenlerdir. AGLOS sıt. ve a. (yun. aglossos. dili olmayan'dan fr. aglosse). — Tıp. Doğuştan ağzında dil olmayan. AGLOSİ a. (fr. aglossie). Tıp. Dilin do­ ğuştan yokluğu. (Çoğu zaman alt çene yokluğu lagnati] ile birlikte görülür.) AGLOSSA a. Dili ve göz kapakları olma­



yan, bütün ömrü suda geçen kurbağa. (Bu grupta yalnızca dilsiz kurbağagiller fa­ milyası yer alır; başlıca türleri: Surinam kurbağası [Pipa pipa] ve pençeli Gap kur­ bağası [Xenopus laevisj.)



& G L Ü K 0 ÎI a. (fr. agiucone). Org. kim. Bir heterositin hidrolizi sırasında oluşan glusitsiz bileşik. (Adenin, adenosinin aglükonudur.) [Eşanl. AGLİKON.j AGLÜTİNAN sıf. (fr. agglutinant). Bağışıkbil. 1, Bakteri, hücre, antikor gibi özel antijenleri aglütinasyona uğratan madde­ lere denir. --2 . Aglütinan serom, doğal ya da edinsel olarak, bakteriler gibi bazı özel antijenleri aglütinasyona uğratabilen serom. (Tifolu hastaların kan seromu, tifo basillerin: aglütinasyona uğratır.) AGLÜTİNASYON a (fr. agglutination). Bağışıkbil. Antikorların (bazı immünoglobülin çeşitlerinin) özel antijene bağlanma­ sı ve böylece partiküllerin toplaşmasına yol açması (Bk. ansikl. böl.) — Kad. doğ. Dölyatağı boynu aglütinasyonu, daha önce oluşmuş anatomik bir doku bozukluğu olmaksızın, dölyatağı boynunun yumuşayıp incelmesinden sonra, boyun dudaklarının birbirine yapı­ şarak genişlemeyi durdurması. — ANSİKL. Bağışıkbil. Bakterilerin yüze­ yinde ya da kamçısında bulunan antijen­ lerin ilg ili antikorla karşılaşması aglütinasyon olgusunu yaratır. Yüzeyde­ ki antijene somatik antijen ya da O antije­ ni, kamçıdaki antijene H antijeni denir. O aglüiinasyonu yavaş, H aglütinasyonu hızlıdır. Aglütinasyon özgül bir olgudur; yani belli bir antikor, belli bir antijene, do­ layısıyla belli bir mikroba karşılık olur. Bu­ nun bazı mikroplu hastalıkların tanı ve tedavisinde büyük önemi vardır. Bunun­ la birlikte bir bakteri familyasının tümü, ay­ nı somatik antijeni taşıyabilir (salmonella). f-» ANTİKOR, SERODİYAGNOSTİK.J



AG LÜTÎNİN a. (fr. agglutinıne). 1. An­ tijene yapıştığı zaman onu taşıyan bakte­ riyi aglütinasyona uğratan antikor (immno-globülin). —2. Soğuk aglütinin, düşük sıcaklıkta (4° C-37° C) antijene da­ ha iyi yapışan aglütinan antikor. — ANSİKL. Aglütininler seramda, bulaşıcı hastalıklar sırasında doğal olarak, aşıla­ ma sonucunda yapay olarak bulunan an­ tikorlardır. Organizmada da doğal olarak bulunabilirler. Her antijenin özgül aglütinini vardır, ona karşı etki gösterir. Bazı özel antijenlere (örneğin alyuvarlara) kar­ şı etki gösteren ve mikroplarla ilintili olma­ yan aglütininler de vardır; değişik kan grupları arasındaki uyuşmazlığın nedeni bunlardır. iki çeşit aglütinin vardır: Düzenli aglüti­ ninler ve düzensiz aglütininler. Düzenli aglütininler A, B, O grubu bireylerin se­ rumlarında doğal olarak bulunur. Düzen­ siz aglütininler (Rh‘ grubu kişilerde bulun­ maz, ama bunlar Rh + kan alarak ya da bir Rh + dölüte gebe kalarak duyarlı ha­ le geldiklerinde ortaya çıkarlar. Bu aglütıninlerin varlığı dölütte, kan uyuşmazlığı­ na bağlı tehlikeli sonuçlara yol açar. a (fr. agglutinogene). Aglütinin denilen uygun antikorlar oluş­ masına neden olan ve bu antikorlarla ag­ lütinasyona uğrayan antijen madde. (Bu terim özellikle kan gruplarının antijenleri için kullanılır.)



ÂGMÂTİN a. (fr. agmatine). Biyokim. Ar-



İtalya'nın en büyük hipodromlarından biri kuruldu. Kaplıcalar. AG NATHÂ a. Zool. Çenesizler sınıfının bilimsel adı. AGNATİ a. (fr. agnathie). Tıp. Doğuştan alt çene kemiği yokluğu. AGNATİO a (lat. söze.).Kan bağına da­ yalı doğal bir hısımlık olan cognaf/o'nun tersine, aile reisliğine dayanan hısımlık bağı. AGNATUS a. ve sıf. Aynı baba soyun­ dan geldikleri için aynı aiieden sayılan ki­ şilere denir. — A ns İk l . Rom. tar. Roma'da aile, aynı aile reisinin egemenliği altınoaki aile bi­ reylerinin (agnatusların) bir araya gelme­ sinden oluşuyordu. Bir aileye evlenme ya da evlatlık (evlat edinilme) yoluyla girmek, aile reisinin egemenliği altına girmek ve aynı zamanda agnatusların (aile bireyle­ rinin) haklarını kazanmak demekti. Aile bi­ reyinin amancipatio yoluyla ya da başka bir ailenin evlatlığına girerek aileden çık­ ması da bu hakların kaybı demekti. Aynı aileden olan kişiler (agnatusiar) şunlardı: Aile reisinden olan çocuklar (ex justis nuptiis), aile reisi tarafından evlat edinilen (adoptio ve adrogatio) çocuklar ve onun egemenliğindeki karısı (in manu). Çeşitli insanlar arasındaki bu hısımlık bağı, aile reisinin velayet hakkı (babalık egemenli­ ği) sürdükçe ancak gizil olarak vardı, bu egemenlik ortadan kalktığı zaman hısım­ lık bağı, aile bireyinin kendi kanından mi­ rasçı bırakmadan ölümü halinde agnatus'a dahil herkese ab intestato mirasçılık (yasal mirasçılık) hakkı veriyordu. Bu­ nun dışında, agnatus’a dahil erkekler, kü­ çük çocuklar ve hatta ergen kadınlar üze­ rinde vesayet hakkına sahiptirler. Agnatio hısımlığı, kan bağına dayalı do­ ğal bir hısımlık olan cognatio hısımlığın karşıtıydı. (-> COGNATUS, COGNATİO.) AGNE. Tar. coğ. G.-B. Anadolu’da, Karia kenti; Knidos ile Physkos arasında ol­ duğu sanılıyor. AGNELLİ (Giovanni), İtalyan sanayici (VillarPerosa 1866-Torino 1945). 1899’da Fiat’ı kurdu, 1920’den sonra da işletme­ nin başkanlığını yaptı. AGNELLİ (Giovanni), İtalyan sanayici ve iş adamı (Torino 1921), öncekinin torunu. 1966’dan bu yana Fiat grubunun,ayrıca da birçok finans ve sanayi kuruluşunun başındadır—Kardeşi UMBERTO (Lozan 1934), G. Agnelli ile birlikte Fiat grubunu yönetmektedir.



AGNES DE MERAN, Fransa kraliçesi (öl. Poissy şatosu 1201). 1196’da danimarkalı Ingeburge’yi boşayan Fransa kralı Philıppe Auguste ile nikahlandı. Ama papa Innocentius'un baskısı üzerine, Philippe Au­ guste onu boşayarak ilk karısına döndü. AGNES SOREL -SOREL (Agnös).



Cremona ili) komün, Crema’nın, K.-B.'sında. Fransa kralı Louis XII, 14 mayıs 1509’da Venediklileri burada yendi.



AGNANO gölü, İtalya’da eski göl, Campi Flegrei’de, Napoli yakınında XIX yy.’ın ikinci yarısında kurutuldu ve yerine



A G N İ, ateş anlamına gelen sanskritçe sözcük; birçok ilahinin kendisine mal edil­ diği başlıca Rigveda tanrılarından biri için



ÂG N Â D ELL0, İtalya’ da (Lombardia,



AGNİLER ya da A N YİLER, Akan öbe­ ğinden halk. Nüfusu 200 000 kadar olan bu topluluk Fildişi Kıyısı’nın ormanlık güney-batı kesiminde yaşar. Çeşitli devlet­ lere (Sanvi, Morunu, Ndenye) ayrılmıştoplulukların oluşturduğu Agni toplumu bir . aristokrat sınıfı içerir ve reisliklere bölün­ müştür. Kralın, yüksek görevlilerin ve reis­ lerin emrinde eskiden kölelerden, günü­ müzdeyse tarım işçilerinden oluşan büyük bir işgücü vardır. Gana kökenli olan Agniler, anasoylu birtoplumdur. Ülkenin kuzey kesiminde yaşayan müslüman Murabıtlar ile çok eskiden beri ilişkide olmalarına kar­ şın Agniler’de geleneksel din hâlâ ağır ba­ sar. AGNODİKE, Antik Yunan’ın ilk kadın he­ kimi (İ.Ö. III.yy.). Tıp öğrenimini İskenderi­ ye’de yaptı. Hocası Herophilos’tan kadın ve doğum hastalıklarını öğrendi. Atina'ya döndü. Atina yasaları kadınların hekimlik yapmasını yasakladığından, çalışmalarını erkek kılığında sürdürdü. Hastalarını baş­ tan çıkardığı gerekçesiyle tutuklanınca, kimliğini açıklamak zorunda kaldı. Bu kez yasalara aykırı davrandığı için yargılandı. Hastaları başarılı bir hekim olduğunu ka­ nıtlayınca serbest bırakıldı. AGNOLETTİ (Fernando), İtalyan yazar (Floransa 1875- ay.y. 1933). Savaş anıları (Dal giardino all'isonzo, 1918) ve Pasooli etkisinde şiirleri vardır, ^AG NO N (Samuel Joseph CZACZKES,— denir), yiddiş diliyle ve ibranice yazan İs­ railli yazar (Buczacz, Galıçya, 1888Rehovoth 1970). Küçük bir avusturyamacaristan köyünde doğdu. Bu köy, onun için kuşakların uyuşmazlığı, dinsel değer­ lerle modern dünyaya yöneliş arasındaki karşıtlık üzerinde uzun uzun düşündüğü,



AGNES DE FRANCE, Anne denir, fransız prenses (1171-1220), Fransa kra­ lı Louis VI! ile Adele de Champagne’ın kı­ zı.1179’da Doğu imparatorugençAleksios II Komnenos (1180-1183) ile nişanla­ narak İstanbul’a gönderildi. Aleksios II’ nin öldürülmesinden sonra, onun katili olan imparator Andronikos I Komnenos (1183-1185) ile evlendirildi. Daha sonra Teodoros Branas ile evlendi.



AGNESİ (Maria Gaetana), İtalyan mate­ matikçi (Milano 1718- ay.y. 1799). Çağı­ nın çözümleme sonuçlan ve yöntemlerini bir araya getiren Istituzioni Analitiche adlı yapıtı, Nevvton'un akışkanlar yöntemiyle Leibniz’in diferansiyeller yöntemini birleş­ tiren ilk çalışmadır. Özgün buluşları olma­ sına karşın, ününü, daha önce Fermat ve Guido Grandi'nin incelediği kübik eğri denklemi x2y = a2(a—y)’ye borçludur.



ginınin karboksi! kaybetmesinden çıkan amin (6- guanidil a- butilamin); ringa balı­ ğının tohumunda, bazı kafadanbacaklılarda, süngerlerde ve çavdar mahmuzunda bulunur.



kullanılır. Agni, "rahip” ve "aracı” olarak kabul edilir; çünkü kendisine verilen kur­ ban sungularını tanrılara götürür ve insan­ lara "armağan’lar getirir. Gökte, güneş­ tir; havada şimşek; yerde de kurban 'ateş®



Samuel Agnon



ayrıcalıklı bir yer oldu (Bir gecelik misafir, 1930). 1907’den sonra Filistin’e gittiğin­ de ilk ibranice hikâyesi Agunot'u (1908) ya­ yımladı ve kullandığı takma ad 1924'te ya­ sal adı oldu. Tel Aviv’in kurulmasına katkı­ da bulundu (1935), bir süre için gittiği Al­ manya’da (1913-1924), avrupalı musevi topluluğunun bölünmekte olduğunu farketti ve bununlafilistinii öncülerin heyeca­ nını kıyasladı (Vayihi heakovlemişor, 1938; Etmol Şilşom, 1945.) Yapıtları günlük et­ kinliklere ışık tutacak değişmez örnekler ol­ du: hassidim geleneklerinden vazgeçmek­ sizin modern musevi bilincini tanımlama­ ya çalıştı (Kudüs masalları, 1959), [1966’da Nelly Sachs ile Nobel ödülü’nû paylaştı].



agnostisizm AGNOSTİSİZM a. (fr. agnosticisme). Fels. -



162



BİLİNEMEZCİLİK.



AGNOSTUS a. (yun. agnostos, bilinme­ yen). Çok küçük(8 mm), körtrilobit. (Karın kısmında yalnızca iki bölüt bulunur. En ilgi çekici özelliği bedeninin ön bölümüyle ar­ ka bölümünün birbirine çok benzemesidir. Fosiline cambria ve silures devri tabaka­ larında rastlanır.)



' « ’■



agonidae



agonum



î f “2 w



f.«y,nvi'



AGNOZİ a. (yun. agnosia, bilgisizlikken fr. agnosie). Nöropsikol. 1. Duyuların sağ­ ladığı bildirimleri tanıyamama rahatsızlığı. Bu rahatsızlık, beyin zarındaki bölgesel do­ ku bozulmasından kaynaklanır ve temel al­ gılamaları etkilemez. —2. Görsel agnozi, nesneleri, fizyonomileri, renkleri ya da gra­ fik simgeleri tanıyamama. (Görmede temel bir bozukluk ve yüksek zihinsel işlevlerde bir eksiklik olmadığı halde beyin sarsıntısı sonucunda ortaya çıkar.) —A n s Ik l . Agnozi biçimleri, duyuların ni­ teliğine (görsel, işitsel, dokunsal agnoziler) ya da tanınması gereken nesneye (beden­ sel agnozi yada azomalognozi, müzik ag­ nozisi ya da amüzi, vb.) göre birbirinden ayırt edilirler. Bu agnozilere yol açan be­ yin zarı doku bozukluğunun yeri, yu karda­ ki özelliklere bağlı olarak değişir. Görsel agnozilerin birçok çeşidi vardır: nesne ag­ nozisi, imge agnozisi, renk agnozisi, çeh­ re agnozisi ya da prozopagnozi, mekan­ sal agnoziler. Bu son grup, kendi arasın­ da da bölümlere ayrılır: tek yanlı mekân ag­ nozisi (mekânın bir bölümüne ve özellikle sol yanına dikkat edememe), topografik bellek kaybı (yerleri tanıyamama), topo­ grafik kavramları yitirme (yönünü saptayamama). Zamandaş agnozi (simültagnozi) ise, bir imgeyi veanlamınıtektekayrıntılar algılanabildiği halde, birlikte kavrayama­ madır.



AGNUS DEİ (Tanrı kuzusu anlamında lat. sözcükler). 1. Missa ayininde bu söz­ cüklerle başlayan yakarma. —2. Missa ayi­ ninde söylenen beş şarkıdan sonuncusu. (Kilise şarkıcısı ya da koro tarafı ndan söy­ lenen önerme tümcesine [Agnus Dei, qui tollis peccota mundi] cemaat, başlangıç­ ta üç kez [daha sonraları üçüncü kezinde yerini dona nobispacem almıştır] miserere nobis yanıtını veriyordu. Gregoryen ayinlerde, birinci ve üçüncü yakarma, ço­ ğu kez aynıdır.) A g o P a şa ’n ın H a tıra tı, Refik Flalıt Ka­ ray’ın mizahi öykü ve denemelerini derle­ yen yapıtı (1922). Kitaba adını veren öy­ küde "Ago Paşa" adlı papağan konu edi­ nilerek istibdat, ikinci meşrutiyet dönem­ leriyle Kurtuluş savaşı yıllarının siyasal slo­ ganları ele alınır; bütün bu dönemlerde güçlüden, yönetim örgütünden yana olan çıkarcıların tutumları eleştirilir. Damak zev­ kiyle (meyveler, yemekler) ilgili deneme­ ler yanında, insan hallerini (işrete, ikbale, parasızlığa, korkuya dair), insan ilişkilerini (dargınlığa, barışıklığa, misafirliğe, misa­ firlere dair) konu edinen yazılar yer alır. Ya­ pıt, mizah ustalığı yanında dilindeki yalın lıkla da dikkati çeker.



Deniz müzesi kiiluphanesı



AGOGE, hal ve gidiş anlamında ve spar­ ta gençliğinin eğitimini belirleyen yun. söz­ cük; bu eğitimin amacı disiplinli, acıya da­ yanıklı bir asker, uyumlu bir yurttaş yetiş­ tirmekti. AGOGİK sıf. (alm.sözc.). Müz. icra sıra­ sında geçici tempo değişikliği yapılacak yerleri belirler. (Bu terim H.Riemann tara­ fından önerilmiştir.) AG O LLİ (Dritero), arnavut yazar (Vlore 1931). Şair ve romancı olarak yapıtların­ da hem savaş dönemindeki Arnavutluk’



un toplumsal sorunlarını, hem de sosya­ list Arnavutluk’u tehdit eden engelleri, özel­ likle de bürokrasiyi ele aldı. A gon, G.Balanchine’in on iki dansçı için soyut balesi; müziği İ.Stravinskiy, aydınlat­ ması N.Porcher. Yapıt ilk kez 1957’de, New York City Center’da oynandı. Başrol­ ler: Diana Adams, Melissa Hayden, Todd Bolender ve Arthur Mitchell. AGONİDAE a. (yun. agonatos, eklem­ siz). Kuzey kutbu dolayındaki soğuk de­ nizlerde ya da derinlerde yaşayan, başı ve gövdesi bütünüyle kemikleşmiş plakalar­ la kaplı, iskorpit benzeri kemikli balıklar fa­ milyası. (Agom/scafaphracfustürüne Ku­ zey denizi’nin Avrupa kıyılarında rastlanır.) AGONİST sıf. (lat. agonista .oyunlarda sa­ vaşan, yun. agorasfes’den, fr. agoniste). Fizyol. 1. istenilen hareketi gerçekleştiren kasa denir. (Antagonist'e karşıt olarak). — 2. Agonist maddeler, etkileri ya da etkime biçimleri aynı olan maddeler. AGONOTHETES.Esk.Yun.Bir yarışma­ nın (agon) para ve gereç yönünden örgüt­ lenmesiyle görevli yüksek memur; bu me­ mur aynı zamanda harcamalardan da so­ rumluydu ve bazen bu harcamalara kat­ kıda bulunmak zorunda kalırdı. AGONUM a. Böcbil. Su kıyılarında ya da taşların altında yaşayan kınkanatlı böcek. (Tür sayısı pek çoktur; Agonum marginafumtürü akarsu kenarlarında çok bulunur. Kınkanatlılar takımı; Carabidae familyası.) AGOP G ü l l ü



güllü agop .



AGOP PAŞA, aile adı Kazasyan, erme­ ni kökenli türk nazır (İstanbul 1832-ay.y. 1891). Düzenli bir öğrenim görmedi. Ga­ lata Ermeni kilisesi tahsildarıydı. Daha son­ ra şehremini Server Paşa’nın daire müdür­ lüğünü yaptı. Şehremaneti ebniye mecli­ sine (imar meclisi) üye oldu. Galata voy­ vodası kaymakamlığı, Osmanlı bankası türkçe muhabere kalemi müdürlüğü gö­ revlerinde bulundu. Hazinei hassa müdür­ lüğüne getirildi (1879). Abdülhamit II, ça­



lışmasını beğendiğinden Hazinei hassa müdürlüğünü nazırlıkyaptı, Agop Paşa’yı da vezirliğe yükseltti. Maliye nazırlığına ge­ tirilen (1885) Agop Paşa, bu görevdeyken osmanlı mâliyesinde birçok yenilikler yaptı, bu arada çekle ödeme yöntemim başlattı. Papa Pius IX, kendisine SanctusGregorius nişanını verdi. AGORA a. (yurttaşlar meclisi, daha son­ ra halk meydanı anlamına gelen yun. söze.). Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydanı; yönetim, dinve ticaret merkezi. — A N S İK L . Agora, yunan sitelerinde top­ lumsal yaşamın yoğunlaştığı yerdir. Bu meydanlardan bazıları çok ünlüdür: Atina, Thasos ya da Miletos’taki hellenistik ago­ ralar gibi. Amerikalıların kazıları sonunda gün ışığına çıkan Atina agorası en tipik ör­ nektir. Akropolis’in, Aeropagos’un, Pnyks’in ve "Theseion” diye anılan Hephaistos tapınağının bulunduğu tepenin ya­ maçlarıyla sınırlanan ve Eleusis ile Akropolis’i birleştiren kutsal yolun (Panathenaia’nın izlediği yol) geçtiği geniş bir bölge­ de bir yapı topluluğu bulunuyordu: daire ve arşivleriyle meclis salonu ya da Bulevterion; senatörlerin oturduğu daire planlı Tholos; Metroon ile Ares ve Apollon Patroos tapınakları; aralarında oniki tanrı su­ nağının da bulunduğu birçok sunak; kla­ sik döneme (Stoa Basileia) ve hellenistik devre ait revaklar (onarılan Attakos reva­ kında kazı buluntuları korunmaktadır); bir roma odeonu, bir gymnasion ve Heliaia; strategosların oturduğu yapı; sitenin darp­ hanesi; kahramanların adlarını taşıyan ve duvarlarına kamu duyurularının asıldığı yerler; Pantainos kitaplığı. Biraz daha do­ ğuda yer alan bir roma forumu oldukça iyi korunmuştur. Agora önceleri halk toplan­ tıları için kullanılıyordu; Kleisthenes’ten sonra Ekklesia’daki toplantı yeri önce Pnyks’e, sonratiyatro binasına taşı ndıysa da, tüm yönetim etkinlikleri agorada kaldı.Stoaların ticari rolü ancak hellenistik dö­ nemde ortaya çıktı; dahaönceleri esnaf ve tüccarlar işliklerini barakalarda kuruyorlar­ dı.



Atina agorasının planı İ.Ö. II. yy.’da



^



K e p h a is to s ta p ın a ğ ı



A tin a -(Y erleşim



s



a la n ı>



A g o ra A k re g o lis A re o p a g o s



O Prtyks



^ O



500 m



1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16.



Z e u s s to a ’sı H e p h a is to s ta p ın a ğ ı, T h e s e io n de n ir, A p o llo n P a tro o s ta p ın a ğ ı M e tro o n s to a ’ sı B u le v te rio n T h o lo s M e rke z stoa H eliaia G ü n e y s to a ’sı D oğu s to a ’sı P a n ta in o s kita p lığ ı A tta lo s s to a 's ı P o ik ile s to a ’sı O n ik i ta n rı s unağı A re s ta p ın a ğ ı A g rip p a o d e o n ’u



Anadolu'daki önemli örnekler arasında Miletos, Smyrna, Priene, Pergamon, Aph­ rodisias, Magnesia e epi Maiandroı, Assos, Sardeis, Aizanoi, Ephesos, Perge, Side, Aspendos kentlerinin agoraları sayılabilir. AGORA a. Şekel’in yüzde biri değerinde­ ki İsrail parası. AGORAFOBİ a (fr. agoraphobie). Psik. Açık alanlardan ve kalabalık yerlerden korkma. Ayırt edici özelliği, geçilmesi ge­ reken bir açık alanın görüntüsünden ve ka­ labalığa karışma düşüncesinden kaynak­ lanan şiddetli bir boğuntu duygusudur. AGORAKRİTO& Parosslu, İ.Ö. V. yy. sonlarında yaşamış yunanlı heykeltraş. Phidias'ınöğrencisiydi. Ramnustapınağı için Nemesis’in mermerden dev bir hey­ kelini yaptı (420’ye doğr.). AGORANOMOS a (yun .söze.). Esk. Yun. Pazar yerlerinde polis işlevi gören yüksek görevli. —ANSİKL. Yazıtlar Argos, Atina, Delos, Aighina, Meghara, Paros, Miletos vd. kent­ lerde agoranomosların bulunduğunu gös­ terir, Papirüslerde, bunların Ptolemaios döneminde Mısır'da da bulundukları ya­ zılıdır. Atina'da, her kabileye birtane olmak üzere, on agoranomos vardı; bunlar her yıl kuraylaseçilirdi. Beşi kentte, beşi de Pire’de görev yapardı. Pazar yerlerinde dü­ zeni korumak ve küçükticari işlemlerde hi­ leyi önlemekle görevliydiler. Tahıl dışındaki tüm malları denetlemek ve yurttaşlara pa­ rasız olarak, yabancılara ve kentli olmayan Yunanlılar’a da belli bir ücret karşılığında, besin maddelerini Agora'da perakende satma izni verirlerdi. AGORDAT, Etyopya'nın (Eritrea) kuze­ yinde kent, Massauademiryolu ile Kassala'ya (Sudan’da) giden karayolunun ke­ narında. AGORESOS. Tar. coğ. G.-B. Anadolu' da Karia kenti; yeri bilinmiyor. AGOROT çoğl. a. AGORA’nın çoğulu. AGOSTİNİ (Ludovico), İtalyan hümanist (Pesaro 1536-Gradara 1609). Kutsal top­ raklara yaptığı bir yolculuk anlatısıyla bir toplumsal ütopya (I dialoghi dell'infinito) yazdı.Bu iki yapıt da 1957'de yayımlan­ dı. AG O STİNİ (Peter), ameri kalı heykeltraş (New York 1913). Çalışmalarında buruşuk yada kırışık biçimlerin (yastık kılıfları, kuru deriler vb.) alçıdan kalıplarını, yumurtaya da top gibi basit günlük eşyaları kullandı. Bu nesneleri birarayagetirirken, hem ken­ di aralarındaki bağıntıyı, hem de bu nes­ nelerle alçının donuk beyazlığı arasındaki karşıtlığı değerlendirdi. Oldenburg veSegal gibi sanatçıların “ pop art" anlayışı ve yorumlamalarının temelinde, Agostini’nin 1950'lerdeki özgün araştırmaları vardır. AG O STİNİ (Giacomo), İtalyan motosik­ let sürücüsü (Brescia 1942). 350 ve 500 cm3 kategorilerinde on beş kez dünya şampiyonu oldu. 300’den çok yarış ka­ zandı. AGOSTİNO Di DUCCİO, falyan hey keltraş ve mimar (Floransa 1418-Perugia 1481). Alberti ile birlikte Rimini'deki Malatesta tapınağında çalıştı ve buranın hey­ kel süslemelerini yaptı (1447-1454). Kap­ lama dekorasyon uzmanı (Perugia’daki San Bernardinocapellasının cephesi; Siena'daki San Domenico kilisesi'nin mihrap arkalığı) olan Agostino, XV. yy. seramiksanatının gelişmesinde büyük rol oynadı. AGOSTİNO Dİ G İO VAN N İ, sienalı heykeltraş ve mimar (adına 1310-1347 arasında rastlanır). 1330'a doğr., Agnolo di Ventura ile birlikte, Arezzo katedralinde, piskopos Guido Tarlati'nin mezarını yap­ tı; bu yapıt, ölünün kişi olarak betimlenmesi ve yüceltilmesi yönünden mezar heykel­ ciliğinde büyük bir ilerlemeyi gösterir. Agostino, Siena’da belediye sarayının ve katedralin yapımında da çalışmıştır.



AGOULT (Marie de FLAVİGNY, — konte­ si ), fransız yazar (Frankfurt-am-Main 1805Paris 1876). Soylu olmasına karşın yeni dü­ şüncelere açıktı. Evine romantik yazarları topladı.Daniel Stern takma adıyla roman­ lar (Neliaa, 1846), tarihsel incelemeler (Histoıre de la Rdvolution de 1848 [1848 devrımlnin tarihçesi] 1850-1853) yayımladı. Liszt ile olan çekişmeli ilişkisinden iki kızı olduıbiri £mileOllivier, öteki Richard Wagner ileevlendi. Evi imparatorluk dönemin­ de liberal muhalefetin buluşma yeriydi. AGOUT, Fransa’da ırmak, Massif Cent­ ral ile Albigeois’nın güneyinde, Espinouse'un kuzey yamacından doğar; 180 km.



rif olan Büyük cami (1648), Sikandara'nın banliyösünde bulunan Ekber (1613), itimadüddevle (1628) lahitleri ve özellikle Taç Mahal ünlüdür. AGRAB(Te/j, Dıyale vadisinde Mezopo­ tamya uygarlığı sit alanı. 1936-1937 yıl­ larında, bir araştırma ekibine başkanlık eden H. Frankfort kazılar yaparak burada, eski Hanedan dönemine ait sümer anıtları ortaya çıkardı. AGRADASYON a. (fr. agradation). Top­ rak içinde ayrışma sırasında minerallerin kristal yapılarındaki dolgu pekişme meka­ nizmalarını belirtmek için Millot'nun öner­



Agrâ: Moğol imparatoru



Ekber tarafından 1565le yaptırılanKızıl sur dan bir görünüm AGÖZİ a. (fr. agueusie'den). Tatma du­ yusunun belirgin ölçüde azalması. (Doğuş­ tan yada sonradan olabilir; koklama ya da tatma sinir yollarındaki [dil - yutak ve dil si­ nirleri] bir bozukluktan kaynaklanır.) AGPAİT a. (fr. agpai'te'ten). Petrogr. 1. Agapaitlik katsayısı 1'den büyük olan kayaç. (Bu özellik alkalice zengin mineralle­ rin bolluğu [aegırin] ve feldispatlara göre ferromagnezyumlu minerallerin daha geç kristalleşmesiyle açıklanır.) —2. Dar an­ lamda, silisle doymamış alkali kayaç (lüjavrit, kakortokit). AG PAİTLİK a. Petrogr. Agpaitlikkatsa­ yısı, bir kayaçın Na20 + K20/Al20 3 oranı. (Agpaitlik katsayısı 1’denbüyükolduğunda kayaça "hiperalkali", 1'den küçük ol­ duğundaysa “ aiüminli" denir.)



diği terim (1964); kısmi çözünmeyle bozul­ manın karşıtıdır. AGRAF a. (fr. agrafe'tan). 1. Bir giysinin iki parçasını birleştirmeye yarayan ve “ dişi” adı verilen bir halkaya ya da bir il­ meğe geçirilen madeni ya da plastik kan­ ca. (iplikle sarılmış olduğu ve kenara ters tarafından tutturulduğu için genellikle dış­ tan görünmez; bununla birlikte, parlak ma­ deni agraflar, açık olarak süs gibi kullanıl­ maktadır.)—2. Broş, iğne: Yakayı bir ag­ rafla tutturmak. —Cerr. Dujarieragrafı, bazı osteosentezlerde kullanılan küçük madeni çengel. |j Michel agrafı, iki ucu sivri olan ve yarala­ rın iki dudağını bitiştirmeye yarayan küçük madeni şerit.



AGR [ajesr] a.(ing. a[dvanced] g[as] [cooled] r[eactor] dan). Yakıtı az zenginleşti­ rilmiş uranyum, yavaşlatıcısı grafit ve so­ ğutucu akışkanı basınçlı karbondioksit ga­ zı olan nükleer reaktör. (İngiltere'de, ikişer AGR reaktörü olan iki elektronükleer sant­ ral vardır.) ÂG R Â , Hindistan'da (Uttar Pradeş eya­ leti) kent, Yamuna ırmağı kenarında; 899 195 nüf. (1991), Havalimanı; Hindistan’ın başlıca turizm merkezi. Gelişmiş el sanat­ ları (beyaz mermer üzerine işlenmiş Taç Mahal motifleri, halılar, altın ve gümüş iş­ lemeler) yanında modern sanayi kolları da kurulmuştur (ayakkabı, yün örtüler, pamuk ipliği, kimya sanayileri). —Güz. sant. Bir imparatorluk kenti olan Âgrâ, görkemli moğol anıtlarıyla önemli sa­ nat kentlerinden biridir; 1565'te bir kale olarak inşa edilen kentteki 500'e yakın, kır­ mızı kum taşından yapılmış ilkel binaların (Cihangir Mahal) çoğunun yerini Şah Ci­ han döneminde yapılmış beyaz mermer­ den binalar aldı; bu binalar, eğrilerin ege­ men olduğu zarif.oymalı yapılardı (Taç Ma­ hal, Müsemmem Burç,inci camisi, genel ve özel toplantı salonları); Delhi'deki cami kadar büyük olmamakla birlikte daha za­



—Dy. Bir onarım çalışması ya da kaza do­ layısıyla makas dilini olası iki konumundan birinde sabitleştirme olanağı veren düze­ nek. —Şarapç. Şişelere agraf vurma, şam­ panya ya da köpüklü şarap yapımında, şişeyetıpalanan mantarın üzeri ne agraf ge-



cerrahi agraf He bir yaranındikilmesi



agraf çirme işlemi. (Bu işlem, şişedeki mayalanma sırasında oluşacak basıncın, mantarı fırlatmasını önlemek için yapılır.)



164



AGRAFAJ a. (fr. agrafage). Cerr. iki do­ kunun birbirine kavuşturularak hızla dikimini sağlayan yöntem. || Agraf yardımıyla osteosentez yapma tekniği. A 6 IRAFİ a. (fr. agraphie). Ruhbil. -*YAZIYİTİMİ.



A S S A K , Tar.coğ. Doğu Anadolu’da Ani’nin (Kars. Arpaçay) güneyinde yerleş­ me; kilise ve yapı kalıntıları. A



g r a s



# -■ Z a g



reb.



AG RAMATİZM a. (fr. agrammatisme). -DİLBİLGİSİYITİMİ.



AGRANDİSMAN a. (fr. agrandissement, büyültme'den). Birfototipin büyütül­ müş baskısını elde etmek için yapılan iş­ lem; bu işlemle elde edilen baskı. AGRÂNDİSÖR a. (fr. agrandisseur. büyültücü’den). Agrandisman işlemiyle bü­ yütülmek üzere birfototipi duyarkatlı bir yü­ zeye yansıtan makine. (BÜYÜTÜCÜ de de­ nir.)



&GRÂNÜLER sıf. (fr. agranuiaire). Nöroanal.Agranülerkabuk, granüllü katman­ ların (2 ve4 sayılı katmanlar) piramidal hüc­ reli katman (5 sayılı katman) yararına köreldiği beyin kabuğu kısmı (örneğin motor kodeksin 4 sayılı Brodmann alanı). AGRANÜLOSİTOZ a. (fr. agranulocytose). Hemafol. Kanda nötrofil çok çekir­ dekli akyuvarların yokluğuyla ya da çok azalmasıyla belirgin (ortalama olarak mm3’te 300’den az) yapısal ya daçoğu za­ man edinsel hastalık. —ANSİKL. Yapısal olan biçimlerine az rast­ lanır. Genetik çocuk agranülositozunu (^KOSTMAN hastalığı) ve pankreas yet­ mezliği ile birlikte görülen agranülositozu {-^SCHWACNMAN hastalığı) kap­ sar. Edinsel olanlar daha sıktır ve başlıca nedeni amidopirin, fenilbütazon, fenotiazinier, fenindion.antimetabolitler gibi ilaç­ lardır. Agranülositozlar, akut ya da süre­ ğen olabilirler ve ağır enfeksiyon tehlikesi­ ne açıktırlar. Antibiyotiklerin meydana çık­ ması akut agranülositozların sonuçlarını değiştirmiştir. AGRAR çoğl. a. (ar. ğırre, mağrur’un çoğl. ağrar). Esk. Deneyimsiz, kolayca al­ danan kimseler. AGRARİZM a. (fr. agrarisme). Tarımı ve kırsal kesimi kendilerine özgü ve birbirine bağlı iktisadi ve toplumsal bütünler olarak gören ve açıklayan ideoloji. , . AgrıgentO 30' jSIuDu‘3CnaConcO'J a ce" ’ !Û V ;.v



ÂG RAVİÂD 9S a. (haksızlık kurbanları anlamına gelen isp. söze.) 1. ispanya’da XVIII. yy’ın başında, tahta geçen Bourbonıar a karşı olan soylulara, daha sonra da bütün siyasi muhaliflere verilen ad. —2,



•MUM*»



1827’de Fernando Vll’ye karşı ayaklanan koyu mutlakiyetçi Katalonyaiılar. AGREGA a. (lat. aggregare, toplamak’ tan aggregatum, fr. agregat). Harç ve be­ tondaki atıl bileşenlerin tümü (kum, ince malzeme, çakıl, kırılmış çakıl). [Bk. ansikl. böl.) |j Yuvarlak agrega. kimi betonlarda kullanılan, doğal biçimi yuvarlak alüvyon gereci. —Su yapı .Agrega parçalayıcı, bazı emici tarak gemilerinde, mafsallı kolun ucuna yerleştirilen düzenek; molozun katı asıltı durumuna getirilmesini kolaylaştırır, —ANSİKL. inş. ve Bayınd. Çakıl, ince ça­ kıl, kum gibi çimento dışındaki bütün katı bileşenler beton agregalarıdır. Betonun uygun nitelik göstermesi için özenle seçil­ miş bir granülometrisi (eşboyutlu ya da çokboyutlu) olması gerekir. Baraj gibi çok büyük yapılarda, çimentodan ekonomi sağlamak amacıyla (150 kg/m3’ten az) bo­ yutları 200 ve 250 mm’ye ulaşan agregalar kullanılır. Agregalarıntürü deönemli bir etkendir; bazı kalker agrega türleri daya­ nıksızdır; granit olanlar çimentoyla alkali tepkimesine girebilir, vb. Ayrıca agrega bi­ çimi ezilme dayanımında rol oynar; örne­ ğin yassı agregalar çok elverişsizdir ve bü­ yük ölçüde anizotrop betonlar verir. Doğal, yapay, hafif yadaağırtürlerin yanı sıra, ate­ şe dayanıklı olanlar da vardır. Yüzey etkileri (özellikle estetik etkiler) el­ de etmek için bazen gereç içindeki agregalardan yararlanılır (görünüragregalı be­ ton). Bu amaçla yüzey bölgesinin az çok kalın bir katmanı tümüyle kaldırılır (taşla­ ma, parlatma, merdaneleme, kumlama, yarma ya da patlatma, alevle ısıl işlem) ya da belirli bir yüzey bölgesi aşındırılır (su ya da asitle yıkama, beton prizini belli bir de­ rinliğe kadar geciktiren ya da önleyen bir katkı maddesi kullanma). AGREGAÖLÇER a. Bayınd. Huni çıkı­ şı ndaagreganın belli bir debiyle yadaağırlıkladüzenli ve sürekli akışını sağlayan ay­ gıtAGREGOMETRE a. (fr. agregametre' den). Hematol. Cam bir kapta hücrelerin, özellikle trombositlerin topaklanmasını ölç­ meye yarayan optik aygıt. AGREJE a. (fr. agrege). Kimi ülkelerde öğretim üyeliği sınavında başarı göstere­ rek, bu göreve yetkili sayılmış ya da sanı­ na, yeteneğine bakılarak öğretim üyeliği­ ne atanmış kimse. AGREMAN a. (fr. agrement). Uluslarar. huk. Ülkesine atanan yabancı birdiplomat için devletin verdiği onay. (Agreman alan diplomat “ persona grata” [makbul kişi] sa­ yılır.) AGRESİN a. (fr. agressine). Bağışıkbil. Hücre yutarlığı gibi, organizmanın koruma tepkilerini azaltan ya da yok eden ve has­ talık etmenlerinin daha kolay yayılmaları­ nı sağlayan, bağışıklık kaldırıcı madde (ör­ neğin, Gram negatif bakterilerin çeperle­ rindeki endotoksin ya da lipopolisakarit). AGRİANE. Tar. coğ. Anadolu’da, Kappadokia bölgesinde yerleşme; Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesi, merkez bucağına bağlı Çalışkan köyü (Muşalikalesi) yakının­ da. AGRİBE çoğl. a. (ar. ğurâb'ın çoğl. ağrlbe). Esk. Kargalar. AGRİCOLA (Cnaeus Julius), mmalı se­ natör (Forum Julii [ Frejus ] İ.S.40-ÖI.93). Cursus honorum'un ilk kademelerini aş­ tıktan sonra, Vespasianus döneminde Aguitania valisi ve 77’de, ölen bir konsü­ lün yerine konsül oldu. 77’den 84 yılına kadar Britanya’da görev yaptı, orada kentleşmeyi destekledi, adanın kuzeyine kadar barışı sağladı ve 83’te Kaledonyalılar’a karşı büyük bir zafer kazandı. Bu­ nun üzerine Domitianus tarafından geri çağırıldı; damadı Tacitus 98’de kaleme al­ dığı De Vlta Julli Agricola'öa Domitianus’ un Agricola’yı kıskandığı için geri çağırt­ tığını öne sürer.



AGRİCOLA (Roelof HUYSMANN, Rudo!f — denir), hollandalı bilgin ve filozof (Baflo, Friesland, 1443 - Heiderberg 1485). Heidelberg Üniversitesi’nde pro­ fesörlük yaptı. De inventione dialectica (1479) adlı yapıtında skolastik felsefeyi eleştirir. ÂG RİSO LA (Aiexander), alman ya da hollanda kökenli besteci (?-1446’ya doğr. - Valladolid 1506). Milano’da Sforzalar’a hizmet ettikten sonra, Mantova’da, Cambraı’de (1476) ve Floransa’da bulun­ du ve bir olasılıkla da Fransa'ya, Charles Vlll’in sarayına geçti. 1500’de Brüksel’ de, Güzel Philippe’in sarayında görev al­ dı. Missa, motet, fransız, flaman ve İtal­ yan şarkı türlerinde verdiği ürünler, ince­ liğiyle olduğu kadar kendine özgü süslü anlatımın zenginliğiyle de dikkati çekti. AGRİCOLA (Martin), alman müzik ku­ ramcısı ve besteci (Schwiebus, Sorau, 1486'ya doğru - Magdeburg 1556). Başlıca kitabı Musica instrumentalis deudsch'da (1529) ortaya koyduğu öğreti, Josquın Des Pres’nin görüşlerine yakın­ dır. AGRİCOLA (Georg BAUER, — denir), mineraloji uzmanı ve hekim (Glauchau, Saksonya, 1494 — Chemnitz 1555). Mi­ neraloji ve metalürji dallarında özgün ça­ lışmalar yaptı. En ünlü yapıtı De re metallica'da (Metal üstüne) [1556] yerbilim, madencilik ve metalürji konusunda o ça­ ğın bilgilerini yansıtır. ÂGRSCOLA (Johann SCHNEİDER ya da SCHNİTTER, — denir), lutherci tanrıbilimci (Eisleben 1494'e doğr. - Bertin 1566), Tanrının bağlayıcılığına sığınarak yasa­ lara karşı kayıtsız kalmayı savunuyordu. Alman atasözlerinden oluşan bir derleme­ nin de yazarıdır. Çoğu kez MAGİSTER İSLEBİUS (Eisleben’li üstat) olarak adlandı­ rılır. AGRİCOLA (Mikael), finii yazar ve Tur­ ku piskoposu (Pernaja 1510’a doğr. Kuolemajarvi 1557).Wittenberg’de Lutherile Melanchton’un öğrencisi oldu. Finlandi­ ya’da reformun öncülüğünü yaptı. Fince basılan ilk yapıtın (Abece kitabı, 1542) ya­ zarı olması ve Yeni Ahit'len yaptığı çeviri (1548) ona ” Fin edebiyatının babası” un­ vanını kazandırdı. AGRİCOLA (Georg Andreas), alman hekim (Regensburg 1672 - ay.y. 1738). Ağaçların, ağaççıkların ve bitkilerin çoğal­ ması üzerine yazdığı deneme zamanın­ da büyük yankılar uyandırdı ve birçok diie çevrildi. AGRİCOLA (Johann Friedrich), alman besteci ve müzik kuramcısı (Dobitschen 1720- Berlin 1774).J.-S. Bach’m öğrencisiyken, Friedrich ll'nin saray bestecisi (1751), sonra da krallık kilisesinin müzik yöneticisi olan sanatçı operalar, oratoryo­ lar, kantatlar ve çalgı müziği parçaları besteledi. A g r ic u ltu ra l A d ju s te m e n t A c t JAAAJ, 12 mayıs 1933’te, F.D.Roosevelt’in başkanlığa seçilmesinin yüz birin­ ci gününde kabul edilen ve tarım ürünleri fiyatlarının artırılmasını amaçlayan tarım yasası. AAA, çiftçilerin ekili alanları daralt­ ması halinde sübvansiyon alacaklarını ön­ görüyordu. 1936’da Yüksek mahkeme, yasanın belli başlı hükümlerini iptai etti. İki yıl sonra Kongre, Ânayasa’ya daha uy­ gun ikinci bir AAA kabul etti. AAA, New Deal reform yasalarının önemli bir parça­ sıdır. ÂGRİGENTO (1927’ye kadar Girgenti), İtalya’da kent, Sicilya’da, il yönetim merkezi, 50 500 nüf. Ticaret merkezi. Valle dei Templi’de (Tapınaklar vadisi) Eskiçağ sitesinin görkemli kalıntıları. Agrigento ili; 3 042 km2: 486 300 nüf. Adanın güney kıyısındayeralan il toprakları tam anlamıyla azgelişmiş bir alan görünümündedir: dü­ şük yıllık gelir, yoğun göç, işsizlik. Başlıca etkinliği tarım (bağlar, zeytinlikler, meyve



ağaçları) oluşturur. Kükürt işletmeleri güç durumdadır. • TARİH. Eskiçağdaki Agrigento (Akragas), eğimli bir platoda, modern kentin ku­ rulduğu akropolis ile deniz (Porto Empedocle) arasında yer alır. Sicaniler' in toprakları üstünde, İ.Ö. 583-579 arasın­ da, Gela'lı Rodoslulartarafından kuruldu. O dönemde Kartaca’ya şarap ve zeytin sa­ tan birtarım kentiyken, İ.Ö. VI. yy.'da zor­ ba Phalaris’e boyun eğmek zorunda kal­ dı; sonra Kartaca tehlikesi ortadan kalkar kalkmaz boyunduruktan kurtuldu. İ.Ö. V.yy.’da özellikle Theron döneminde, Siracusa ile kader birliği etti ve en parlak dö­ nemini yaşadı, nüfusu 50 000'i buldu. Himera’nınzaferiyle (İ.Ö. 480) zenginleşti, sa­ vaş tutsaklan tapınakların yapımında işçi olarak çalıştırıldı. Zeus Olympos'a adanan tapınak işte bu dönemde yapıldı. Kartacalılar'ın i.0.406’daki genel saldırısı sırasın­ da Sicilya’daki öbür yunan kentlerinin ya­ nı sıra Himilkon’un ele geçirdiği Agrigen­ to da yakılıp yıkıldı. Timoleon tarafından kalkındırılan kentin İ.Ö. IV. yy.'da nüfusu yeniden arttı. İ.Ö. III. yy.'da Kartacalılar ile Romalılar arasında bir çekişme konusu olan kent, 262'de Romalılar’ın eline geçti. 255’te Kartacalılar kenti geri aldılar. Ne var ki, birinci Pön savaşı sonunda kent yeni­ den roma egemenliğine girdi. İ.S. 829’da ispanya müslümanlarınca yakılıp yıkıldı. (Girgenti adı, mûslümanların kenteverdikleri Gergent adından geimedir). • ARKEOLOJİ. Zeus Olympos tapınağı, 113 m x 56 m'ye ulaşan taban boyutlarıy­ la, yunan dünyasının en büyük Dor yapı­ sıydı. Yarım gömme sütunlar (7x14) ve bunlarla almaşarak saçaklığı taşıyan atlantlarla (' 'telamonlar") bezenmiş bir sağır duvarlaçevriliydi. iç mekân, aynı genişlik­ te üç şahına ayrılmıştı. Bu yapı topluluğu büyük olasılıkla tamamlanamadı. "Herakles” , “ Hera Lacinia", "Concordia" tapı­ nakları diye anılan Dor yapı kalıntılarının yanı sıra, onarılmış Dioskurlartapınağı da Agrıgento’da yer alır. AGRİLLUM . Tar. coğ. Anadolu'nun Bithynia bölgesinde ilkçağ kenti. Bilecik.’ in 4 km G.-D.'sunda, Beşiktepe’deydi. XIX. yy. 'da Anadolu'yu gezen A. Körte kentten söz eder. AGRİLUS a. (yun. agros. tarla’dan). Uzun gövdeli, metal renkli, kınkanatlı küçük bö­ cek. (Buprestidae familyası.) — ANSİKL. Agrilisun larvaları ağaçların ka­ buğunun altında ya da odunsu bitkilerin saplarının içinde yaşar: bazen orman ya da meyve ağaçlarına büyük ölçüde zarar verir. Başlıca türlerinden Agrilus biguttatus mantar meşesine, A. derasofasciatus asmaya, A. sinatusarmuda, A. viridiska­ yına, A. chrysoderes ağaççileğine saldı­ rır. Bu cinsin bilinen iki bin türü vardır. AGRİON a. (yun. agrios. vahşi), ince ve silindirimsi gövdeli, parlak renkli küçük kızböceği. (Agrion su kenarında yaşar ve ya­ vaş uçar; suda yaşayan larvaları etçildir. Kızböcekleri takımı, agrionıdae familyası.) AGRİONİA a (yun. söze., vahşi anlamı­ na agrios'tan). Dionysos onuruna düzen­ lenen şenlikler. Boiotia'da başlatılan bu şenliklerde Dionysos'un arabası kaplanlar­ la çekilirdi. A G R İO N İD A E a. Kızböceklerinin Zygoptera alttakımından böcek familyası. (Bu böcekler eşit ve dibi ince, döllenme sı­ rasında dik ve birbirine yapışık duran iki çift kanatla öbür kızbüceklerinden ayrılır­ lar. Larvaların gövde bitiminde üç solun­ gaç bulunur Familyanın başlıca cinsleri calopteryx. lesles, platyenemis agrion)



larvaları, phryganes larvalarına asalak olan zarkanatlı küçük böcek, (Zarkanatlılar ta­ kımı, ichneumonıdae familyası.) AGRİ-POW ER a. (ing. sözcükler). Ba­ zı devletlerin, buğday gibi hayati önemi olan besin maddeleri bakımından ulus­ lararası ticarette elde ettikleri üstünlüğü siyasal amaçlarla kullanmaları. AGRİPPA (Menenius), İ.Ö.503'te Roma konsülü oldu, Pleb’in kutsal dağ’açekilmesi (İ.Ö.494) sırasında, Uzuvlar ve Mide ad­ lı mesel'i anlatarak uzlaşma çağrısında bu­ lundu. AGRİPPA (Marcus Vipsanius), romalı general ve siyaset adamı (İ.Ö.63-12). Apollonia’dan sonra (İ.Ö. 45-44) Octavianus' un yanından ayrılmadı ve onun adına Naulchus (İ.Ö. 36) ve Actium (İ.Ö. 31) deniz zaferlerini kazandı. Octavianus, Augustus olunca Agrippa'yı kızı Julia ile evlendirdi (23) ve ona prokonsül ımperium ü vererek kendine bağladı; daha sonra, 18'de roma egemenliğini beş yıllığına onunla bölüşe­ rek bir çeşit gerçek ortak naiplik yarattı; 17 yılında kendine halef kılmak amacıyla, Agrippa’nın iki eğlu, Caius ve Lucius'u evlat edindi. 13’te, Agrippa’ nın yetkileri beş yıl­ lık bir süre için yenilendi, imparatorun göz­ de danışmanı olarak Germenlerin tehdi­ di altındaki Galya, 20 yılından 19 yılına ka­ dar ona emanet edildi; bu ülkede Lyon üzerinden geçen ilk roma yolları şebeke­ sini yaptırdı; Roma'ya, bir imparatorluk başkentine yakışan görkemli bir görünüm kazandırdı: iki tiyatro, dört büyük revak, kendi adını taşıyan Roma'nın ilk büyük kaplıcaları ve başta Pantheon olmak üze­ re birçoktapınak onun eseridir. Augustus ona büyük bir dünya haritası hazırlama gö­ revini de verdi, ancak, bunu bitiremeden öldü. Yinede Augustus, bu harita taslağı­ nı Roma'daki Agrippa revağına astırarak halka sergiledi. AG RİPPA, yunanlı kuşkucu filozof (İ.S. I. yy. sonu,III.yy. başı). Ainesidemos, kuş­ kulanmamız için on neden bulunduğunu ileri sürmüştü; Agrippa. bu sayıyı beşe in­ dirdi. Kendisinden öncekiler doğruyu bu­ lamayacağımızı söylüyorlardı; Agrippa, bunun tersini kanıtlamaya çalıştı. AG RİPPA (Herodes) -»HERODES. AG RİPPA POSTUMUS, Agrippa ve Julia’nın son oğlu; babasının ölümünden sonra dünyaya geldiğinden "postumus" takma adıyla anılır. Dedesi Augustus tara­ fından İ.S. 4'te evlat edinildi, akli denge­ sizliği yüzünden Augustus tarafından bir adaya sürüldü veTiberius’un hükümdar­ lık döneminin başında onun emriyle öldü­ rüldü. AG RİPPA VON NETTESHEİM (He inrich Cornelius), hekim, filozof, simyacı ve hıristiyan kabalacı (Köln 1486-Grenoble 1535). Louise de Savoie'nın hekimiydi; Kari V'in tarihçisi oldu.Büyücülükle suçla­ narak hapsedildi ve sefalet içinde öldü. De occulta phllosophia(Gizli bilimler felsefe­ si) adlı yapıtı (üç kitap halinde yayımlandı; dördüncü kitap [1531 ], büyük bir olasılık­ la düzmecedir) önemli bilgiler içerir. Son yapıtı, De incertitudine et vanite scientia (Bilimlerin belirsizliği ve hiçliği [1530], kuş­ kuculuğu bakımından çelişkili gibi gözük­ mektedir. Gizli bilimlerin günümüzdeki kaypaklığı, bu yapıtta da görülür



Genç Agrippina Roma sanatı Carlsberg heykel müzesi. Kopenhag



(49), ona Britannıcus’un hakkını yiyerek oğlunu evlat edindirdi. Locusta’nın yardımıylaClaudius'u zehirledi ve Nercn'u tahta çıkardı (54). Neron, annesinin vesayetine katlanamayarak onu öldürttü Roma'da Capitolino müzesi’nde Oturan Agrippina adlı güzel bir antik heykel vardır. AGRİYUN(uved), Cezayir’de akarsu. Üç uvedin birleşmesiyle oluşur, Baborlar Kabiliyesi'nı bir dizi derin boğazla aşıp Bicaye körfezi’nedökülür. Hidroelektriktesis. AGROBAKTERYUM a. (fr agrobaetârium). Kesin aerobik yaşam süren gram ne­ gatif bakteri. (Bazı bitkilerde asalak ya da patojen olabilir, insanda kimi zaman rastlanabilirse de patojen olup olmadığı tartış­ malıdır.) AGROEİRÂ, ALLOEİRA ya da ATTALEİA. ' ar. coğ. Anadolu'da, Lydia bölgesinde antik kent. Manisa’nın Akhisar ilçesi, merkez bucağına bağlı Selçikli kö­ yünün 2 km G.-B.'sında, Koca Mezarlık ke siminde. Bergama kralları Attaloslar döne­ minde (İ.Ö. III,yy.) Attaleia adını aldı. AGROMYZA a. Çok küçük sikloraf sinek (Larvası çok çeşitli bitkilerde yaprakların ve sapların iç dokularını oyar. ikikanatlılar alttakımı.) AGRON, İ.Ö. III.yy.’ın ortasında bir dev­ let kuran illiryalı yağmacıların önceri. da­ ha sonra da kralı. Epeiros’un birçok kenti­ ni ele geçirdi, 231 'de Peloponısos’u talan etti, Aitolialılar’a karşı makedonyalı Demetrios ll’yi destekledi ve Aitolialıları Akarnania'da, Medion şehrinin kuşatmasını kal­ dırmaya zorladı; ama tam zafere ulaştığı sırada öldü (İ.Ö.230). AGROPYRUM a. Bot. Ayrığın bilimsel cins adı ÂGRO RGMANO, İtalya'da, Lazio’da bölge; Romaçevresindeki ovadan oluşur. Bir bölümü kentleşmiştir; geri kalan bölü­ mü, oldukça düşük verimli tahıi tarlaları ve otlaklarla kaplıdır. AGROS. Tar. coğ. Anadolu'da Phrygia bölgesinde ilkçağ yerleşmesi. Afyonkarahisar’ın, Sandıklı ilçesi, merkez bucağına bağlı Koçhisar köyü yakınındaydı. Şifalı su­ ları yüzünden Agros Thermon da denirdi



AGROSTEMMAa. Bot. Karamuğun bi­ limsel cins adı. AG RİPPİNA, Augustus' un torunu. Mar­ cus Vipsanius Agrippa ile Julia'nın kızı (İ.Ö. »AGROTİS a. Tırtılına “ bez kurt" denen 14-İ.S. 33). Livia’nıntorunuGermanicusile kelebek. (Pülkanatlılar takımı, noctuidaefaevlendi, ondan dokuz çocuğu oldu (Calimilyası.) gula üe genç Agrıppina bunlar arasında­ — A n s i k l A o r o tıs tırtılla rı g ü n d ü z ü b ıtkn edır; Germanıcus'ün Nülerini Antiokheıa’



oan Roma'ya getiril T De' us tara‘ ngan AGRİOTES a. Larvaları çoğu zaman ta­ Pancıaterıa adasına sürüldü (291 hıl, şekerpancarı, vb gibi tarım bitkilerine zarar veren küçük, külrenkli ekm kurdu. ti A G R İP P İN A G e n ç . germanicus 'eYaş(Başlıca türleri: Agdotes hneatus A. obsı Agr od na n - - z (I S ‘ 5-591 Cnce. Do­ Curus.A. sputator Kınkanatlılar tak mt elammuş Ahenobarbus ile evlendi, ondan Neterıdae familyası.) ronü dünyaya getirdi, sonra amcası impa­ rator Claudius ile üçüncü evliliğini yaptı AGRİOTYPES a. Avrupa'da yaşayan ve



ru ç o k z 3 'S r ;'G-



kiler oa'mıık. s, z e !e ro •' T^-r* .. t u ie r



A p 'c s : «



p ronuoa AGSÂM çoğ:



agşiye AGŞİYE ya da AĞŞİYE çoğl. a. (ar. ğışâ, örtü, zar'dan ağşiyej.Esk. Örtüler, zar­ lar.



166



AGU ya da AĞU ünl.1. Süt çocuğunun neşe ve sevincini belirtmek için çıkardığı ses. —2. Agu bebek, süt çocuğu; büyü­ düğü halde bebekliğe özenen, öyle dav­ ranan çocuklar için alay yollu kullanılır. AG U te p e s i, Togo'da dağ kütlesi, Lomö’nin K.-K -B.'sında, Gana sınırı yakının­ da. Ülkenin en yüksek doruğu (Baumann, 986 m) bu kütlededir. —Agu kenti'nde yağ fabrikası. AG U A , Guatemala'da yanardağ, baş­ kentin G.-B.'sında, 3 752 m. A G U A AM ARG A (vat del Charco del). Ispanya'da Alcaniz (Aragön) bölgesinde tarihöncesi mağara, içinde/duvar resim­ leri (yaralı bir yaban domuzunun izlenme­ si) bulunmuştur.



'



aguti



AGUADA KÜLTÜRÜ,a Arjantin’in K.D.'sunda i.S. 650 ile 850 yılları arasında gelişen kolomböncesi kültür. Burada ya­ şayan tarımcı köylülerin el işlerindeki us­ talıkları, uzmanlaşmış bir zanaatçı sınıfının bulunduğunu gösterir; ayrıca bazı mezar­ lardaki zengin eşyalar aşamalı bir toplum düzeninin ve insan kurban etme âdetinin varlığını düşündürtmektedir. Seramikte en çok rastlanan oyma ya da boyama süsleme motifleri kedi cinsleri ve savaşçı rahiplerdir. Alet ve takı yapımında bakır ve bronz kullanılmıştır. AG UADİLLA, Porto Riko'nun K.-B.’sında liman; 21 000 nüf. Tütün. AG U A SC A LİE N TE S, Meksika'da kent, Aguascalientes eyaletinin merkezi, orta yaylada, 1 800 m’yi aşkın yükselti­ de; 359 000 nüf. (1989). XIII. yy'dan kal­ ma barok üslubunda eyalet meclisi sara­ yı ve katedral. Kaplıcalar. Sayfiye yeri Metalürji. — Aguascalientes eyaleti, 5 589 km2; 430 000 nüf. A gua V e rm e lh a , Brezilya'da (Minşs Gerais) hidroelektrik santral, Rio Grande üstünde. AG UCUK a. 1. Süt çocuğu. —2. Agucuk bebek, agu bebek: Koskoca çocuk oldun, hâlâ agucuk bebek gibi ilgi bekli­ yorsun. —3. Agucuklar yapmak, süt ço­ cuğunun rahatını, sevincini göstermek için çıkardığı ses. I AGUESSEAU (Menri François D'), tran­ sız siyaset adamı (Limoges 1668-Paris 1751). Paris yüksek mahkemesinde sav­ cı yardımcısı (1690) ve sava (1700) oldu.



Henri François D ' Aguesseau ressamı belli değil (ayrıntı) XVIII. yy. Versailles şatosu 1717’de Adalet bakanlığına atandı. Uzun süre, Papa’ya karşı fransız katolikliğinin temsilcisi durumundaydı. Aynı zamanda Malebranche’ın izinden giden bir akılcı ve bir hümanistti. 1746'da Encyclopedie'nin yayımlanmasına izin veren belgeyi imza­



ladı. Hukukçu olarak yayımladığı yapıtları, yasaları birleştirme ve açıklığa kavuştur­ ma çabaları ve hukuku, törenin yerine ge­ çirme yolundaki birçok tasarısıyla fransız medeni kanunu’nun (Code civil) öncüsü sayılabilir. Law sistemine, sonra da Dubois'ya karşı çıktığı için iki kez bakanlık­ tan ayrılmak (1718-1720, 1722-1737) zo­ runda kalmıştı. Fleury’nin ölümünden (1743) sonra devletin en önemli kişilerin­ den biri oldu. 1750'de görevinden çekil­ di. A g u ila r, 1923’te, Madrid’de, Manuel Aguilar Munoz’un kurduğu yayınevi. An­ siklopedik, bilimsel ve teknik yapıtlar, ede­ biyat tarihiyle ilgili diziler ve gençler için kitaplar yayımladı. AGUİLARİT a. (fr. aguilarite). Miner. Do­ ğal gümüş sülfoseleniyür.



AGULAMA a. Agulama eylemi; anlam­ sız sözler. —Ruhbil. Yeni doğmuş bebeklerin çıkar­ dıkları sesler. —ANSİKL. Agulama, yaşamın ikinci ayına doğru kendiliğinden ortaya çıkar; her ço­ cukta aynıdır ve işitsel deneyimlerden ba­ ğımsız olarak oluşur. Nitekim, doğuştan sağır çocukların da agulaması bunu gös­ terir. Agulama, genellikle, dokuzuncu aya doğru sona erer. Bundan sonra, sırasıy­ la sesliler; dudaksıl, dişsil, son olarak da damaksıl ve boğazsıl sesler ortaya çıkar.



AGUİLERA M A L T A (Demetrıo), ekvatorlu yazar (Guayaquil 1905). Pasifik kı­ yıları yerlilerini konu alan ilk romanların­ da (Don Goyo, 1933; La İsla virgen, 1942) ve daha karmaşık bir yapısı olan öykülerinde (Siete lunas y si ete serpientes. 1970; El Secuestro del general, 1973), büyülü ve gerçeküstü bir evrenle günlük yaşamın gerçekliğini birleştirdi. Ayrıca birçok oyun yazdı: Lâzaro (1941), Sangre azul' (1948), Dientes blancos (1955), El tigre (1956).



ÂGUMG, Balı’de (Endonezya) yanar­ dağ, adanın en yüksek noktası; 3 142 m



AG ULAM AK gçz. f. Bebeğin agu sesi çıkarması. AeiSLLÂR -DAĞISTAN A G U » , üç Kasit kralının adı. Babll kralı Agum li, Marduk’u ve onun paredros'unu Babil’e geri getirdi (İ.Ö. 1571).



AGUSTt (ignacio), ıspanyol yazar (Llissâ de Vali 1913 - Barcelona 1974). Ön­ celeri katalonya dilinde masal ve şiirler (El Velero) yazdı, 1939’dan başlayarak cas­ tilla dilini kullandı. 1944’ten 1957’ye ka­ dar haftalık Destino dergisini yönetti. La cenıza fue ârbol genel başlığı altında, ka­ talonya burjuvazisini çizen bir roman di­ zisi yayımladı: Mariona Rebull (1943), El ViudoRius( 1944), Desiderio( 1957), El 19 de Julio (1965) ve Guerra civil (1972).



AGUİNALDO (Emilio), filipinli yurtsever' (imus 1869 - Manila 1964). 1896’da AGUSTİN COGAZZİ ya da CODAZIspanyollar'a karşı ayaklanan yurtsever­ ZÎ, Kolombiya’nın kuzey kesiminde kent, lerin başına geçti. General Blanco ayak­ Valledupar’ın güneyinde; 30 000 nüf. lanmayı bastırınca ispanyollar tarafından Hongkong'a sürgün edildi. 1898'de ÂûU Ş ya da ÂGUŞ a. (fars. Sğûş). Esk. Ispanya'ya karşı savaşan ABD ile ittifak 1. Kucak: "Yâr âguşunda yatsın cism ü kurdu. Amerikalılar Filipinler’i ele geçirin­ canın, duymasın" (Yenişehirli Avni, XIX. ce bu kez onlara karşı mücadeleye baş­ yy.). —2. Yatak. —3. Sığınılacak yer. ladı, ama 1901'de esir düştü. 1935 se­ —4. Âguş be âguş, kucak kucağa. || Bir çimlerinde başkanlığı kazanamadı; ikin­ kimseye âguşunu açmak, onu sevgiyle ci Dünya savaşı’nda Japonlarla işbirliği karşılamak, ona kucak açmak. yaptı. 1945'te hapsedildi. 1950’de baş­ kan Ouirino’nun çağrısı üzerine hükümet­ ' rAG UTİ a. (guarani dilinde söze.). Latin Amerika’nın nemli ormanlarında büyük te gğrev aldı. sürüler halinde yaşayan, ırı kobay boyun­ AGUİRRE (Lope DE), İspanyol fatih da kemirici. (Agutiler kolayca evcilleştiri­ (Ohate, Guipuzcoa ili, 1518’e doğr. - Barlir ve önemli bir et kaynağı oluşturur. Bil. quisimeto, Venezuela, 1561). Peru iç sa­ a. Dasyprocta aguti; dasyproetidae famil­ vaşında çarpıştıktan sonra, 1554’te, E! yası.) Dorado'yu (Altın ülke) aramak üzere Pe­ —Zootekn. Hayvanların tüylerindeki siyah ru'dan yola çıkan Pedro de Ursua'nın se­ ve kırmızı melaninlerin dağılımını denet­ ferine katıldı. Maranorı'dan inip Ama­ leyen ve hayvanın kıllarında ya da tüm zon’a ulaşınca Ursua’yı öldürttü ve kral postunda değişik renkli kesimlerin ortaya Felipe H'ye bağlılık yeminini bozarak Ferçıkmasına yoi açan allel genler dizisi. nando de Guzman’ı prens ilan ettirdi. AGYER sıf. (ar. ğayreî’ten ağyer). Esk. Aguirre komutasındaki birlik, sayısız güç­ 1. Çok gayretli -—2. Kıskanç. lükleri aşarak Atlas okyanusu'na ulaştı. Â û Y E Y A (S. H. VATSYAYAN.— denir), Venezuela’da çeşitli suçlar işleyen asker­ hindî dilinde yazan hintli yazar (Kasiya, leri bu arada Aguirre’yi de öldürdüler. De­ Pencab, 1911). Marxçı eğilimli ilericiliğe li diye adlandırılan Aguirre’nin serüven­ tepki olarak şiirlerinde “ deneycilik"i be­ leri kimi zaman güney amerika ulusal bi­ nimsedi. Freud ve Sartre’ın etkisini taşı­ lincinin.bir simgesi olarak gösterildi, bir­ yan öykülerinde ve romanlarında kahra­ çok edebi yapıta ve bu arada W. Hermanların psikolojik açıdan incelenmesine zog'un Aguirre der Zorn Gottes (1971) önem verdi (Sehara: ek civani, 1941: adlı filmine esin kaynağı oldu. Nadi ka dvip, 1951). AGUİRRE (Domingo DE), bask dilinde yazan, İspanyol rahip ve yazar (Vızcaya, ÂGYİEUS, yolların koruyucusu ApolOndârroa, 1864-Zumaya, Guipuzcoa, lon'un adı ya da takma adı. 1920). Basklar'ın ilk önemli romancısıdır AeYFSRHİOS, İ.Ö. IV. yy.’ın ilk yarısın­ (Kresala, 1906; Garoa, 1912). da yaşamış atinalı siyaset adamı. Bir de­ AGUİRRE (Josö Maria DE) - LİZARDİ. mokrat olan Agyrrhios, ellide birlik tarım vergisi kanununa işlerlik kazandırarak EkAGUİRRE Y LECUBE (Jose Antonio). klesia’da yer alan yurttaşlara günde üç bask siyaset adamı (Guecho, Bilbao ya­ obolos tazminat verilmesi demek olan kınında, 1903-Paris 1960). Önemli bir ma­ misthos ekklesiastikos'u oluşturmayı ve liyeci aileden gelen Aguirre, bask ka­ theorikon'u yeniden kurmayı başardı; tolik gençliğinin lideri, Guecho beledi­ bundan dolayı çok büyük bir ün kazandı. ye başkanı ve özerklikçi bask hareketinin ÂGYSîTİS a. (dilenci anlamında yun yöneticisi oldu; 1931 ve 1936’da bu ha­ söze.). Dilenci ve şarlatan Kybele rahip­ reketin temsilcisi olarak İspanyol meclisi lerine verilen ad. Cortez’e girdi. 1936’da Vizcaya'daki özerk hükümetin başkanı oldu, milliyetçi­ AĞ a. 1. Balıkları, hayvanları avlamak için lerin zaferinden sonra Amerika ve Avru­ ipleri çaprazlayarak yapılan örgü. (Bk. an­ pa’nın çeşitli ülkelerinde sürgündeki bask sikl. böl. Balıkç.) — 2. Çaprazlama örgü­ hükümetini temsil etti. lere verilen genel ad; file: Ağ ipliği. Top ağlarda. — 3. Tuzak Ağına düşmek. Ka­ AGUL a. Kuzey-doğu kafkas dili (lezgi der ağlarını örüyordu — 4. Bir şey ağı, grubu). Dağıstan’da yaklaşık 12 000 kişi ülkenin ya da coğrafi bir bölgenin her ta­ tarafından konuşulur.



ağ rafına yayılmış olan bağlantılar bütünü; şebeke: Karayolu, demiryolu, havayolu ağı, telefon ağı. — Anat. Damarların, sinirlerin, vb. ağız­ laşarak ya da birbirlerine dolaşarak mey­ dana getirdikleri karmaşık yapı. (Bk. an­ sikl. böl.) |! Ağ sinir sistemi, knidliler ya da yassısolucanlar gibi bazı hayvan şubele­ rinde görülen ilkel sinir sistemi tipi. (Bu sis­ temde nöronlar, örtü epitelyumunun di­ binde yer alır ve enine ya da boyuna özel bir yön almaksızın aksonlarla birbirine bağlı bulunur.) || Yetkin damar ağı. kan damarlarından bazılarının yolu üstünde yer alan ince damar ağı. (Eşanl. RETE MiRABİLİS.) [Bk ansikl. böl ] — Ask. Gizleme ağı. bir miğferi, bir sila­ hı, bir savaş araç ve gerecini, vb. gizle­ mek için kullanılan küçük dal ve bez par­ çalarını, vb. tutturmaya yarayan ağ. || Ot ağı, eyere takılan ve binicilerin, atlarının ihtiyacı olan otu taşımalarına yarayan ağ. — Ask. denize. Ağ gemisi, çelik engel ağ­ larını atıp toplamakta kullanılan yardımcı gemı.(Bk. ansikl. böl.) — Astrofiz. Güneş ağı, Güneş'in aşağı at­ mosferinin geniş dingin bölgelerinde özel­ likle güneş lekelerinden uzakta gözlenen, bitişik hücreler biçiminde motif. (Bk. an­ sikl. böl.) — Avc. ve Balıkç. Ağ atmak, balık avla­ mak için ağı suya salmak. || Ağ ayıklamak, ağ gözlerim ıçmdekılerden temizlemek | Ağa vurmak, balığın ağ gözüne takılma­ sı. |j Ağ çatmak, ağın boyutlarını küçült­ mek amacıyla ağ gözlerini küçültmek. (Bunun için sıradan bir göz alınır, üst sı­ radan bitişik ıkı göz ona yedirilerek üçü bir göz haline getirilir.) [Eşanl. DARALT­ MAK.] || Ağ çekmek, ağa yakalanan ba­ lıkları toplamak için ağı sudan çıkarmak



pılan ve az su çeken kayık. ji Ağ kurmak, vahşi bir hayvanı ya da bir kuşu yakala­ mak- için ağ yerleştirmek! Ağ kurşunu. ağları derinde ya da suyun dibinde tut­ maya yarayan zeytin biçiminde delikli kur­ şun parçası. || Ağ mantarı, ağın üst yaka­ sını suyun yüzünde tutmaya yarayan mantar parçası. | Ağ örmek, balık ağı yapmak. |] Ağ reisi, balıkçı teknelerinde ağın suya dökülmesi ya da sudan toplan­ ması için gerekli manevraları emreden gemi adamı. |j Ağ sermek, ağı tekneye çe­ kerek gözleri karışmayacak biçimde yay­ mak. II Ağ serpmek, serpme ağını sırta yerleştirip kurşunlu yakası açılacak biçim­ de hafifçe dönme verilerek savurmak. || Ağ toplamak, ağı sudan çekmek]] Ağ vinci, balıkçı teknesinde bulunan ve ağın sudan çekilmesine yarayan vinç. — Bağışıkbil. Antijenlerle birleşen antikor­ ların çökelınce oluşturduğu, gözle görü­ lebilen karmaşık yapı. || Jerne ağı kura­ mı. normalde, organizmada antikor ağla­ rının bulunabileceğini ileri süren kuram. Bu antikorlardan bazıları, dengeli oranlar­ da. başka antikorların antl-ıdiyotipılerini kapsar. (Bir antijen uyarısı, bu ağın den­ gesini bozabilir; bu da belli idiyotipileri içe­ ren antikorların oluşmasıyla açığa çıkar.) — Belgi. Belge ağı. belge ve bilgi değişi­ mini gerçekleştirebilmek için, bir anlaşma protokolüyle birbirlerine bağlanmış belge­ leme merkezleri topluluğu. — Bılş. Verileri işleme ya da bilgi alışveri­ şi amacıyla saysal bağlarla birbirine bağ­ lanmış bilgisayarlar kümesi. (Bk. ansikl. böl.) ]] Genel ağ. bir kamu kurumunca (PTT) kurulan bilişim haberleşme taşıyıcı­ ları. |ı Heterojen ağ, farklı tipten bilgisayar­ ların birbirine bağlanması sonucunda olu­ şan ağ. || YereI ağ. aynı yerleşim bölge-



balık ağları |l Ağ donatmak, balık tutmak için kıyıda ağ hazırlamak. |j Ağ dökmek, ağı tekne­ den av alanına salmak. || Ağ döşemek. ağı suyun dibine yerleştirmek. || Ağ gözü. ağı oluşturan gözlerden her biri. (Ağ göz­ lerinin büyüklüğü, ağ gerildikten sonra öl­ çülür; iki düğüm arasındaki uzaklık bü­ yüklük ölçüsüdür ve milimetre ile belirle­ nir. Balıkların ağdan kurtulmalarını önle­ mek İçin ağ gözleri balığın cinsine göre ayarlanır; henüz olgunlaşmamış balıkla­ rın gözden kaçıp kurtulması dikkate alı­ nır.)]! Ağ iğnesi, ağın dokunmasında kul­ lanılan iğ biçiminde tahtadan ya da plas­ tikten aygıt. || Ağ ipliği, ağ yapmakta kul­ lanılan iplik. (Keten, kenevir, pamuk ya da naylondan bükülmüş ince iplerdir.) |] Ağ kayığı, balık ağı dökmekte ve toplamak­ ta kullanılan, kıç üstü bu amaçla geniş ya­



sinde genel telefon şebekesini kullanma­ dan birçok bilgisayarın ve terminalin bağ­ lantısını sağlayan ağ. || Yıldız ağı. bütün bilgisayarları merkezi bilgisayara bağla­ yan ağ. — Coğ. Kent ağı, bir bölge, bir il ya da devlette, yerleşimleri, nüfus ve iktisadi ağırlıkları bakımından aralarında ilişkiler bulunan kentler bütünü. — Denize. Denizyolu ağı. denizleri ticari amaçla kullanmak için limanlar arası tra­ fiğe göre düzenlenmiş seyir yolları. |l Yal­ pa ağı. yelkenli gemilerde cıvadralara açı­ lan flok yelkenlerinde çalışacak personeli korumak için, cıvadra altına gerilen sağ­ lam ağ. — Dokubil. Malpıghı mukoza ağı. üstderınin derin tabakaları (Eşanl. MALPİGHİ MUKOZA CİSİMCİKLERİ ya da MALPİGHİ



MUKOZA TABAKASI.)



— Foto Ancak mikroskopla görülebile­ cek kırmızı, yeşil ve mavi saydam mad­ delerden oluşan tanecik ya da çizgiler mozayiğı. (Bunlar katmalı fotoğraf işlem­ lerinde ışığı süzmeye yarar.) — Geom. Bir düzlemin cebirsel eğrileri­ nin ya da uzayın cebirsel yüzeylerinin ai­ lesi; bu aile İR yi ya da bunun sonlu ya da sonsuz parçalarından birini tarayan iki X ve n parametresiyle ındislenmiştir. (Eğ­ rilerin ya da yüzeylerin X ile y ye bağlı denklemi birinci derecedense. ağ doğru­ saldır.) [Bk. ansikl. böl.] — Havc. Balonun kılıfını saran ve sepeti taşıyan halat örgü. |] Uçuş ağı. bir şirke­ tin çalıştığı hava katlarının tümü. — Hidrof Akarsu ağı. az ya da çok ge­ niş bir bölgeyi akaçlayan nehir ve kolları­ nın tümü. (Bk. ansikl. böl.) — İletiş. Eşzamanlı ağ. kilometrelik ya da hektometrelık dalga boyunda, aynı taşı­ yıcı frekansta yayın yapan ve aynı prog­ ramı yayınlayan radyo vericilerinin tümü. |j Kamu telgraf ağı. halka telgraf hizmeti sunmak için oluşturulan telekomünikas­ yon ağı. |! Radyo ya da televizyon ağı. ay­ nı programı yayınlayan vericilerin tümü; geniş anlamıyla bir kuruluşun, bir bölge­ nin ya da bir ülkenin bütün vericileri. |i Radyoelektrik ağı, yöneltici bir istasyo­ nun yetkisi altında düzenli haberleşen radyoelektrik istasyonlarının tümü. |j Sa­ yısal ağ. sayısal işaretler ileten telekomü­ nikasyon ağı. |; Telefon ağı. özellikle te­ lefon konuşmalarına ayrılan telekomüni­ kasyon ağı Telekomünikasyon ağı. belli sayıda yer arasında telekomünikasyon kurmayı sağlayan iletim hatlarının ve do­ nanımlarının tümü. || Uzaktan dağıtım ağı ya da ortak ağ. radyo ya da televizyon ya­ yınlarını çok sayıda kullanıcıya dağıtma­ ya olanak veren kablolar ve birleşik do­ nanımlar bütünü. || Veri ağı. bir veri ter­ minalleri kümesinin bağlaştırılmasın! sağ­ layan telekomünikasyon ağı. — Jeod. ve Topogr. Fizikse! olarak birbi­ rine bağlı, genellikle maddileştirilmiş ve kararlı arazi noktalarının tümü, (Gerçek­ leştirilen konumlama tipine göre çeşitli ağ türleri vardır: planımetrik ağlar ya da jeodezik ağlar, yükseltiölçüm ağları ya da nivelman ağları ve üç koordinatı saptanan uzaysal ağlar.) — Metalogr. Ferrit ağı. dönüşüm bölge­ sine değin ısıtılmış çeliklerin ferritik tane­ leriyle üst üste gelen donuk çizgi ağı.|[ Ka­ tılaşma ağı. çeliklerde katılaşma sırasın­ da beliren ve katılaşma eşsıcaklıklarını gösteren, birbirinden hafifçe farklı bileşim­ de metal çizgiler. — Mim. Kaburga ağı. bir sivri tonozda, bırbiriyle kesişen nervürlerin oluşturduğu karmaşık sistem. — Nük. müh. Çoğaltıcı ağ. bir nükleer re­ aktörün kalbinde, yakıtın ve öbür gereç­ lerin düzgün bir geometrik şekil oluştura­ cak biçimde düzenlenmesi; bu düzen so­ nucu kalp, hücre denilen, hemen hemen özdeş elemanter birimlerden oluşur. M— Opt. Birbirine çok yakın, eşit aralıklı bir dizi koşut çizgi taşıyan yüzey. (Bu çizgi­ ler bir düzlem [düzlemsel ağlar] ya da kü­ re kapağı üzerine [içbükey ağlar] çizilmiş olabilir.) [Bk. ansikl. böl ] || Kuşaklı ağ. kı­ rınımın incelenmesinde kullanılan bir tür ekran. (Ekranda art arda gelen saydam ve opak bir dizi eşmerkezli halka vardır; halkaları ayıran çemberlerin yarıçapları ardışık tüm sayıların kare köklerine göre değişir.) — Petr. san. Dağıtım ağı. bir merkezde toplanan gazı taşımaya ve hat çevresin­ deki kullanıcılara dağıtmaya yarayan ka­ nalların tümü. — Spor. Oyun alanlarını ortadan ikiye böl­ mek. kalelerin arkasına konularak kaleye giren topun takılıp kalmasını sağlamak amacıyla yapılmış örgü. (Futbol, hentbol, buz hokeyi ve sutopunda, kalelerin oyun alanları dışındaki bölümünde yer alır. Ka­ leyi geçerek içeri giren top. ağa takılır; böylelikle atılan gol. yapılan sayı, belirgin



167



ağ 168



R (I.



r?)



çember ağian



bir biçimde saptanmış olur. Tenis ve volanılacak avlanma yöntemine bağlıdır. Ör­ leybolde ise ağ, oyun alanını dikey ola­ neğin, ağ gözünün büyüklüğü hamsi rak iki eşit bölüme ayırır. Ağlar, jüt, kene­ ağında 7 mm, istavrit ağında 15 mm, pa­ vir, kendir ya da naylondan yapılır.) lamut ağında 33 mm'dir. Ağlar başlıca beş grupta toplanır: sade ağlar (sardal— Su işler. Ağ şebeke, bütün uçlarından ya, uskumru, torik-palamut, kalkan, kılıç, beslenen ve ana borulardan oluşan ağ; mevsim ağları, vb.), voli ve sürütme bağ­ d a l" şebekeler'den farklı olarak, ikincil ları (ığrıp, manyat, vb.), alamana ağlar; kollar ana borulardan çıkar ve birbiriyle (alamana, çakar, gırgır), difana ağları ya kesişir. (Ağ şebekeler, ağın bir bölümü­ da fanyalı ağlar (kefal ve lüfer ağı, tekir nün hizmet dışı kalması durumunda bile ağı, pisi ağı, vb.), sabit ağlar (çökertme, [boru çatlaması, onarım, vb.] su dağıtımı­ karne, vinter, serpme, vb.). nı aksatmaz.) — Bilş. Bir ağ, özel kullanıcıya, doğrudan — Tekst. Ağ örmek, ağın gözlerini oluş­ doğruya kendisine bağlanan bilgisayar­ turmak. — Zool. Örümceğin, avını yakalamak ya dan çok daha zengin ve daha çeşitli hiz­ metler verir; bu çeşitliliği ağ bünyesinde, da barınmak için karın kısmındaki ağ bez­ kendisine dolaylı ya da dolaysız bağlan­ lerinden salgıladığı kuru ya da yapışkan mış öbür bilgisayarlara erişim yoluyla el­ ipek ipliklerle oluşturduğu örgü. (Bk. ande eder. Böylece kullanıcı ortak veri ta­ sikl. böl.) banlarına, herhangi bir bilgisayarın özel — ANSİKL. Anat. Toplardamar ağları ara­ programlarına erişebilir ve öteki kullanı­ sında, dölyatağı toplardamar ağını, sper­ ma kanalları toplardamar ağını, çatı ke­ cılara, elektronik mesaj göndererek ileti­ miği arkası toplardamar ağını (santorini si­ şim kurabilir, ilk büyük bilişim ağı, 1968’de ABD’de, Savunma bakanlığı’nnir ağı), beyin yan karıncıkları toplarda­ mar ağlarını (korioid ağlar) sayabiliriz Sa­ ca kurulan ve özellikle çok sayıda ameri­ kan araştırma kuruluşunu bağlayan Arpayıca pek çok olan sinir ağları ya beyin net’tir. -omurilik sinirlerinden ya da otonom sinir sistemi sinirlerinden oluşur. Omurilik sinir­ ■ — Geom. Çember ağı önemli ağ türlerin­ den biridir; bu ağ, merkez denilen değiş­ leri omurilik kanalından çıktıktan sonra, mez bir noktanın bir düzlemin çemberle­ omurga boyunca dizili bir dizi ağ oluştu­ rine göre kuvveti p değişmezi olmak üze­ rur: bunlar yukarıdan aşağıya doğru bo­ re bu çemberler kümesidir. Merkezi I ve yun, kol, bel, kuyruksokumu ve edep si­ kuvveti p olan ağ, çoğu kez R(l,p) ile gös­ nir ağları'dır. Bu ağlardan çıkan sinirler, terilir. Bu ailenin üç çemberinin I kuvvet kol ve bacakların ve gövdenin hareket ve merkezi aynıdır, p nin işareti üç tip ağ be­ duyu sinirlerini sağlar. Vejetatif sistem si­ nirleri de, çoğunlukla vejetatif yaşam or­ lirler: p = 0 olduğunda, bir i noktasından ganlarına komşu çok sayıda ağlar mey­ geçen çemberlerin R(l,0) ailesi; p = f i ol­ duğunda bir r(l,r) çemberine dikgen R dana getirir. Başlıcaları şunlardır: kalp si­ (I,;2) çember ailesi; p= -r2 olduğunda bir nir ağı, çölyak sinir ağı, mide-dalak-karar(l,r) çemberini bir çap boyunca kesen ciğer sinir ağı, üst ve alt mezenter sinir ağ­ R(l, -r2) çember ailesi. C(, C'2' ve C'3',' ları, akciğer sinir ağı, böbrek sinir ağı ve denklemleri sırayla fı(x,y) = 0, f2(x,y) = güneş sinir ağı. • Yetkin damar ağı. Bir damarın (çoğun­ 0 ve f3(x,y) = 0 olan ve ağın aynı deme­ te bağlı olmayan üç çemberi olduğuna, lukla bir atardamar) daha küçük çapta C 2için (X,fğ = (oo,0)veC'3" için (X,/*) = birkaç paralel damara bölündükten biraz (0,o°) kabul edildiğine göre ağın her çem­ sonra bırleşerek başlangıçtaki damarı berinin denklemi (f, + Xf2+ ftf3) (x,y) = 0 meydana getirmesiyle oluşan bir damar ağıdır. Bu yetkin damar ağlarına balıkla­ biçimindedir. Küre ağları da vardır; bu ağlar kuvvet rın yüzme kesesinin çeperinde; balinagilekseni üçer üçer aynı olan E3 uzayı kü­ lerin, su samurunun, yüzgeçayaklıların, releridir; kuvvet merkezi dörder dörder dişsizlerin ve primatların yüzgeç ve ba­ aynı olan ise E3 küreleridir. caklarında ve omurga bölgesinde; etçil­ iki ağın bileşimi bir demettir. lerin ayak tabanı yumuşak kısımlarında, vb. rastlanır. Bu ağların işlevsel rolüne iliş­ — Hidrol. Akarsu ağı. iklime ve yağış mik­ kin bilgi azdır: suya dalan ya da ağaçlar­ tarına olduğu kadar toprağın türüne de da yaşayan hayvanlarda basınç değişik­ bağlıdır: toprak ne denli geçirimsizse, ağ liklerini hafifletme, kol ve bacakların uç kı­ o denli sık dokuludur (çok dallı ve saçsı sımlarının ısınması,- indirgemeye uğramış ırmak ağı). Ağın genel çizgisi jeolojik ya­ kanın, apne devrelerinde beyin dolaşı­ pının ve aşındırıcı eski etkenlerin (özellik­ mından uzak tutulması, suda yaşayan le buzulların) biçimlendirdiği engebenin memelilerde çevre organlardaki kan akı­ bir sonucudur. Ayrıca akarsuların etkisi, mının (soğukla karşı karşıya bulunan) ya­ birbirini izleyen farklı iklimlerde kendini vaşlatılması, vb. göstermiş ve ağlara bugünkünden çok — Ask. denize. Ağ gemileri çelik engel farklı özellikler kazandırmıştır. Ağın çizgi­ ağlarını taşır; savaş sırasında liman ağız­ leri, dandritik, balıksırtı dikgen, kafesli, yel­ larıyla önemli geçitleri bu çelik ağlarla ka­ pazemsi, ışınsal ve koşut biçimler alabi­ patarak düşman gemi ve denizaltılarının lir. Bu biçimlerin akarsu rejimi ve taşma geçişini engeller. Deniz kuvvetlerine bağlı üzerinde önemli etkileri vardır. (-> h a v ­ olan bu gemilerden barışta liman hizmet­ z a ). lerinde ve şamandıra atıp toplamada ya­ ■— Opt. İlk Fraunhofer ağları cam üzeri­ rarlanılır. ne elmasla çizilmiş çizgilerden oluşuyor­ du; Rovvland’ın metal ağlarıysa özel bir — Astrofiz. Güneş ağı. Ağlar ışıkküre ve alaşıma çizilmiştir ve yansımayla gözlenir. renkküre düzeylerinde gözlenir. RenkküÇizgiler arasındaki uzaklık, gözlenen ışı­ re düzeyinde ağ, taneciklerin* yan yana nımın dalga boyuyfa aynı büyüklük basa­ gelmesiyle oluşur. Hücrelerin boyutu mağını taşımalıdır. 1 000 ile 2 000 km arasında değişir ve X dalga boyunda tekrenkli düzlemsel davranışları altta yer alan hücre taşınımı tarafından denetlenir. Hücreler görünen bir dalga, N +1 çizgili ağ üzerinde i0 ge­ liş açısıyla ulaşırsa, iı, doğrultularında ışıkta Güneş kenarına yakın bölgelerde görülür; Güneş’in tşıkkürede oluşan tayf düzlemsel dalgalar biçiminde kırılır ve çizgileri ise diskin her yanında bu hücre­ aşağıdaki bağıntıyla gösterilir: lerin gözlenmelerini sağlar. Renkküre dü­ a (sin ı0 + sin //,) = kX, zeyinde ağ spikül* zincirleriyle birbirinden ayrılan daha büyük boyutta ilmiklerden, bağıntıda a ardışık iki çizginin uzaklığı yani süpertaneciklerden* oluşur. Bu ta­ (ağın adımı) ve k bir tam sayıdır (kırınım neciklerin çapı 5 000 ile 10 000 km ara­ basamağı). Öyleyse k nin her değeri için sında değişir. Renkküredeki ağ, özellikle /*, X dalga boyuna bağımlıdır. Karmaşık tekrenkli ışıkta, Ha,Ca+ tayf çizgilerinde bir ışıma, bir ağ yardımıyla birçok kırınım ve Güneş'in morötesi tayfında gözlenir. sistemine dağıtılır (her kırınım basamağı — Balıkç. Balık ağları çeşitli biçimde olur: için bir tane); dolayısıyla prizmalarda ol­ serpme, huni, torba, perde, vb. Biçimi ne duğu gibi, tayf ölçerlerde de ağlardan ya­ olursa olsun, ağın örgü ipi ve ağ gözü­ rarlanılır. a(sin /o + sin /*) terimi, ardışık nün büyüklüğü, avlanacak balığa ve kul­



iki çizginin kırınıma uğrattığı dalgalar ara­ sındaki yol tarkını gösterir, ilk ve son çiz­ gi tarafından kırılmış ışınlar arasındaki yol farkı, ağın genişliği I olduğuna göre şöyiedir: A = NAX = Na (sin /'o + sin ik) / (sin /0 + sin /*). Bir ağın ayırma gücü A/X = Nk, açısal dağılması da d/*/d \ = k la cos ik ile veri­ lir. Prizmaya oranla ağ, kırınım basamak­ larının çokluğu nedeniyle sakıncalıdır; bu olgu verilen bir basamakta ışıldama gü­ cünü azaltır ya da belli bir doğrultuda farklı basamaklardan çeşitli ışınımların üstüste gelmesine yoi açar; çoğu kez tekrenk üretici ya da filtre ile ışınımların ay­ rılması gerekir. Bununla birlikte ağın, git­ tikçe daha yaygın kullanımını açıklayan üstünlükleri vardır: açısal dağılımı 10 ile 30 kez daha büyüktür; ayrıca, /„ ile u arasındaki geometrik bağıntı, ayarlama­ ya başvurmadan kesin dalga boyu kar­ şılaştırmaları yapılmasını sağlar. Çağdaş ağların çoğu (düzlemsel ya da içbükey) ince alüminyum katmanıyla kaplanmıştır ve yansımada kullanılır. Bazısı saydam bir yüzeye kazılmıştır ve geçişte kullanılır. Ağ yapımında iki yol vardır: gravür ve holografi. Gravür ağlar, bir cam matrisin döküm yoluyla elde edilen kopyalarıdır; matris ise optik bakımdan parlak bir cam blok, ince bir alüminyum katmanıyla kap­ landıktan sonra çok duyarlı bir makiney­ le kazılarak hazırlanır. Gravür ağlarda ku­ sur, ağ adımının dönem hatasından kay­ naklanabilir ve parazit tayf çizgilerinin or­ taya çıkmasına yol açar (Hayalet tayf çiz­ gileri ya da Row!and gostları). Gravür sı­ rasında ilerleme kumandasında girişim yöntemlerinin kullanımı bu kusurdan ka­ çınma olanağı verir. Holografi ağları, bü­ yük uzamsal ayırma gücünde, ışığa du­ yarlı bir reçine üzerine aynı laserden çı­ kan iki dalganın verdiği girişim saçakları kaydedilerek üretilir (holografi teknikleri). Girişim yapan dalgaların düzlemsel ya da küresel olmasına göre düzlem ya da iç­ bükey ağlar elde edilebilir. Bu yöntemle, milimetre başına çok sayıda çizgi içeren (6 000 basamağında), dönemsel adım hataları yapmayan ve iyi bir ışık etkililiği sağlayan büyük boylu ağlar üretilir (200 mm'ye kadar). — Zool. Her örümcek türünün kendine özgü bir ağ biçimi vardır. Bunların meka­ nik özellikleri (gerginlik, esneklik, gereç­ lerde tutumluluk) incelendiğinde, bazıla­ rının kusursuz (araneus), bazılarınınsa ka­ rışık ve düzensiz olduğu görülür. Yine, ki­ mi ağlar her gün yeniden örülürken, ki­ mileri tüm etkinlik dönemi boyunca koru­ nur. AĞ a. Pantolon, don, şalvar vb. giyecek­ lerin apış arasına gelen yeri. Kimi yörele­ rimizde ağı neredeyse yere kadar uzanan şalvarlar giyilir. Ağı geniş bir don. — Çamaşır san. Özellikle bir pantolonun ya da bir donun apış arasına, rahatlık amacıyla konan eşkenar dörtgen biçimin­ deki ek parça. — Terz. Bir pantolonun ıç kısmında, orta dikişle her bir parçanın iki iç dikişinin ke­ sişme noktası. A S A . 1. Kırsa! kesimde geniş topraklan olan, sözü geçen, zengin kimse. ( —AĞA­ LIK.) — 2 . Kırsal bölgelerde saygıdeğer, yaşlı, kentlerde okur yazar olmadığı izle­ nimi veren saygıdeğer, yaşlıca erkekler için öze! adla birlikte kullanılan san. —3, Bu tür kimseler için genel yerlerde kulla­ nılan seslenme sözü. —4. Yetkisini ve gü­ cünü kendi çıkarı doğrultusunda kullanan kimselere suçlama yollu söylenir: Gece­ kondu ağası. Sendika ağası. —5. Yörs. Ağabey; büyük oğul: "rla n uruzun ağa­ sı, Bayındır Han güvegisi"(Oeüe Korkut, XIV.yy ). Ağam askerden döner dönmez ben gideceğim. —8 . Yörs. Erkek eş, ko­ ca: Ağamı yolladım Yemen eme, ayrı­ lık olur rnu taze gelme '(halk türküsü).—7. Esk. Efendi, büyük, amir. Zira kulluk-



ağacalık çu aç olsa ağasını şikâyet bednam eder (Kabusname XV.yy.). —8. Esk. Büyük ko­ naklarda çalışan hizmetlilerin başı. —Ask. ve Kur. tar. Osmanlı sarayında, yö­ netsel ve askeri örgütte çeşitli görevler için kullanılan san. |j Ağa arzı, yeniçeri ağasının ocağın işleriyle ilgili olarak sad­ razama yazdığı yazı. || Ağa babası, bevvabanı sofiyanı kule denilen Harem ka­ pıcılarının başı. || Ağa bayrağı, yeniçeri ocağında ağaya ait bayraklardan birine verilen ad. (Alay bayrağı biçimindeydi. Yarısı sarı, yarısı kırmızıydı ve üzerine Zülfikâr resmi işlenmişti.)! Ağa bölüğü. İstan­ bul ağasının (İstanbul acemi oğlanları ağası) odasına verilen ad. || Ağa bölükle­ ri -»YENİÇERİ. I Ağa çırağı, 1582'den başlayarak geleneğe aykırı biçimde ace­ mi ocağına alınanlara verilen ad. j| Ağa divanı, yeniçeri ağasının başkanlığında toplanan divan. (Bak. ansikl. böl.) j| Ağa gediklilen, yeniçeri ağasının on dokuz yardımcısına verilen ad. (Bak. ansikl. böl.) |j Ağa hasekileri, yeniçeri ocağının 14, 49, 66, 67. ortaları olan hasekilere verilen başka bir ad. || Ağa imamı, O C A K * İMAMlmın eşanlamlısı. j| Ağa kapısı -» AĞA KAPISI, j] Ağa kapısı şakirtleri, Ağa kapısı’ndaki kalem dairesinde çalışan görev­ lilere verilen ad. (Bak. ansikl. böl.) || Ağa kapısı zindanı, Ağa kapısı'nda bulunan zindan. (Bu zindana katiller, hırsızlar, suç­ lu yeniçeriler kapatılırdı. Suçlular genel­ likle ölümle cezalandırılır, cesetleri bir taş bağlanarak Ahırkapı ya da Kumkapı kı­ yılarından Marmara denizine atılırdı.) i| Ağa kârhanesi, yeniçeri ağasına bağlı imalathaneler. (Bk. ansikl. böl.) |] Ağa mektubu, devşirme görevlisine yeniçeri ağasınca verilen yetki belgesi. || Ağa pa­ şa, vezirlik verilen yeniçeri ağalarının sa nı. || Ağa yamağı, yeniçeri ağasının hiz­ metine bakan emir çavuşu. (Bunlar ken­ dilerine özgü fesleri, mavi şalvarları, uzun cüppeleri, kırmızı yemenileriyle öteki hiz­ metlilerden ayırt edilirlerdi.) || Ağa yazıcı­ sı, Ağa kapısı’nın yazışmalarını düzenle­ yen görevli. —El sant. Büyük ağa, el örgüsü erkek ço­ raplarına işlenen br motif. (Giyenin evli ol­ duğunu gösterir.)! Küçük ağa, bekâr er­ keklerin çoraplarına işlenen bir motif. I! Baş ağa, giyenin toplum içinde önemli bir konumu olduğunu gösteren bir motif türü. —Esk. denize. Kalyon ağası ya da ağayı kalyon, osmanlı donanmasının kalyon (üç ambarlı) ve kapak kalyon (iki ambarlı) sı­ nıfı gemilerinde, XIX. yy.'dan başlayarak ■reisten sonra gelen en kıdemli subaya (geminin yönetim ve gemicilik işlerinden sorumluydu) verilen ad. || Sefine ağası ya da ağayı sefine, osmanlı donanmasının firkateyn sınıfı (bir ambarlı) gemilerinde, aIX. yy.'dan başlayarak, reisten sonra ge­ len en kıdemli subay (geminin gemicilik işleri ve yönetiminden sorumluydu). —Spor. Kırkpınar ağası. Ağa, Kırkpınar yağlı güreşlerinde, ulusal giysi giyerek, karşılaşmalar boyunca törenleri yöneten, konukları ağırlayan en seçkin ve sorum­ lu kişi. (Kırkpınar’da her yıl güreşlerin son günü, gelecek yılın ağasını saptamak amacıyla bir kuzu, sembolik olarak satı­ şa çıkarılır. Ağalık, kuzuya en yüksek üc­ reti ödeyenin olur.) —ANSİKL Ask. ve Kur. tar. Ağa divanı. Ocak işlerini görüşmek, şikâyet ve dava­ ları dinlemek, yeniçerilerin maaş ve terfi işlerini ayarlamak için kurulan bu divan, Ağa kapısı’nda toplanırdı. Genellikle Di­ vanı hümayun toplantılarından sonra ça­ lışırdı. Bu divana "yeniçeri ağası divanı" da denirdi. Sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, saksoncubaşı, başçavuş gibi yüksek rütbeli subaylar ile İstanbul ağa­ sı, yeniçeri kâtibi katılırlardı. •Ağa gediklileri, Ağa kapısı’nda bulunur­ lardı. Yeniçerilerden ayırt edilebilmek için "seraser'’ denilen sırmalı bir kuşak sarar­ lardı. Bundan dolayı onlara "seraser kuşaklılar” da denirdi Birime, gedikliye “ baş mehter” denir ve ağanın en yakını



olarak onun hizmetlerini görürdü. İkinci mehter, ağa divanının düzenlenmesiyle görevliydi. Üçüncü mehter, ağa kârhanesinin işletilmesinden sorumluydu. Öbür ağa gediklilerinin de çeşitli görevleri ve unvanları vardı. •Ağa kapısı şakirtleri, on kişiydiler. En kı­ demlisi, "baş şakirt” sanını alır, reisleri­ ne “ ağa divanı kâtibi" denirdi. Görevleri maaş defterlerinin birer kopyasını tutmak, ferman ve buyrukları kaydetmek, memhur denilen ağa tezkerelerini hazırlamaktı. Bu ocak Kanuni Sultan Süleyman döne­ minde kurulmuştu. •Ağa kârhanesi. Buradaki zanaatkârları üçüncü mehter yönetirdi. Amirlikleriyse kethüda yeriydi. Bunlardan saraç, çizme­ ci, aşçı, ekmekçi, gazzaz, kuyumcu, ber­ ber, doğramacı mesleğinde olanlar Ağa kapısı'nda bulunurdu, Demirci, terzi, ça­ maşırcı, cerrah, cebeci, semerci, hallaç, saka, seyis, şamdancı, kırbaççı. kazancı, teğeltici, kapıcı, köşk bekçisi, mutemet, ki­ lerci, karcı, keçeci, mumcu, nalbant, meşkçi, yaycılar Ağa kapısı dışındaydılar. AĞA HAN,a.Nizari ısmaili imamlara ve­ rilen unvan.Doğu türkçesinde ağabey;osmanlı türkçesinde önder ya da efendi de­ mektir. Bu sözcük XIX.yy. Iran şahları olan türk kökenli Kaçarlar'ın sarayında bir onur unvanıydı. AĞA HAN III (Muhammet Şah), Hin­ distan’da, Orta Asya’da, İran’da Suriye’ de ve Doğu Afrika'da yaşayan Nızari ismaililerin, 1885’ten başlayarak dini önderi (Karaçı 1877-Versoix, İsviçre, 1957). Hin­ distan’daki nizari ismaililerın üzerinde di­ ni otoritesini kuran Ağa Han l’in (18001881) torunu olan Ağa Han III, Kuran’a dayalı dini bir eğitimle birlikte batı eğitimi de gördü ve Avrupa’da birçok geziye çık­ tı. Çok genç yaşta siyaset işlerine etkin bir biçimde katıldı, ama İngiltere’ye sıkı sıkı­ ya bağlılıktan asla vazgeçmedi. Hindis­ tan’da panislam birliğinin ve Aligarh İslam üniversitesi’nin kurucusu olan Ağa Han, hint göçüne Doğu Afrika’da bir çıkış ko­ laylığı sağlamaya çalıştı. Birinci Dünya savaşı’nda Müttefikleri destekledi ve İngi­ liz hükümeti tarafından Mısır’da ve İsviç­ re’de özel görevlere getirildi. A Ğ A HAN ÎV (Kerim), Ağa Han III un torunu ve halefi (Creux-de-Genthod 1936) 1977 yılında, İslam toplumlarına uygun mimarî mekanın yaratılması ve bu toplumların kültürel kimliklerinin araştırıl­ masını teşvik amacıyla üç yılda bir veri­ len, “Ağa Han mimarlık ödülü" uygula­ masını başlattı.



AĞ A HÜSEYİN PAŞA, türk vezir (Edirne 1776-Vidin 1849). Yeniçeri oca­ ğında yetişti. Zağarcıbaşılığa yükseldi. Yeniçeri ocağını kaldırma hazırlıkları için­ de bulunan Mahmut ll'nin yanında yer al­ dı. Kul kethüdası, yeniçeri ağası (1823) oldu. Aynı yıl kendisine vezirlik payesi ve­ rildi. Yeniçerilerin suikastına uğramama­ sı için ağalıktan alınarak Bursa, İzmit san­ caklarıyla boğaz muhafızlığına atandı. Ye­ niçeriliğin kaldırılmasında (Vakai' Hayri­ ye) büyük yararlık gösterdi (1826). Asakiri Mansurei Muhammediye adıyla kuru­ lan yeni ordunun seraskerliğine getirildi (1827). Bir süre sonra yeniden boğaz mu­ hafızlığına atandı. 1828-1829 OsmanlıRus savaşı'nda Tuna seraskeriydi. Edir­ ne valiliğine (1832), aynı yıl Mısır seferi ko­ mutanlığına atandı. İbrahim Paşa komu­ tasındaki Mısır kuvvetlerine yenildi. Gö­ revden alınarak Vidin muhafızlığına geti­ rildi (1833). Ağ» ka p ısı, yeniçeri ağalarının görev yaptığı daire. Bayezit ll’ye kadar yeniçe­ ri ağaları, ocak halkı arasından atanırdı. Bu padişahın tahta çıkışında (1481) ocak­ ta görülen bazı disiplinsiz hareketler üze­ rine, yeniçeri ağalarının Enderun'dan çık­ maları kuralı getirildi. Yeniçeri ağaları ar­ tık ocakta kalmadıklarından, kendilerine görevlerini yürütecekleri özel bir daire



vakfedildi. "Ağa kapısı" denilen bu dai­ re, önceleri eski ve yeni yeniçeri odaları­ nın ortasında, Çarşıkapı-Türbe arasınday­ dı. XVII. yy. başlarında, günümüzde İstan­ bul müftülüğü ile İstanbul Üniversitesi bi­ yoloji enstitüsü’nün bulunduğu yere taşın­ dı. Burası, yeniçeri ocağının kaldırılmasın­ dan (1826) sonra bir süre Babı seraskeri (Seraskerlik dairesi), daha sonra Babı me­ şihat (Şeyhülislamlık dairesi) olarak kulla­ nıldı, Ağa kapısı'nda, yeniçeri ağasının dairesinden başka, çeşitli işlerin görüldü­ ğü birçok daire daha vardı. Yeniçeri ağa­ ları, denizi gören, gösterişli bir konakta otururlardı. Sefer ilan edilince Yeniçeri ağasının ve ocağın tuğları Ağa kapısı önüne dikilirdi. Kapıkulu ocaklarının kente giriş ve çıkışlarında düzenlenen törenle­ rin bir bölümü de burada yapılırdı. Ağa kapısı, ahşap bir yapılar topluluğu oldu­ ğundan birçok kez yandı (1660, 1681, 1750, 1771 ve 1782’de). Son olarak Mah­ mut II döneminde tümüyle yanınca, yeni baştan yaptırıldı (1820). Ağa kapısı’nda İstanbul’da çıkan yangınları gözetlemek için Harık köşkü denilen bir de ahşap yan­ gın kulesi vardı. Bayezit kulesi yapılınca­ ya (1828) kadar bu amaçla kullanılan ku­ ledeki görevlilere dideban denirdi. AĞA M U H A M M E T ŞAH (1742 1797), İran’da Kaçar hanedanının kuru­ cusu (1789-1797). Kaçar kabilesi başka­ nı Muhammet Haşan Han’ın oğlu. Çocuk­ luğunda Adil Şahin buyruğuyla hadım edildi (Muhammet’e saray hadımları gibi "ağa" sanının yakıştırılması bu yüzden­ dir). Babası, Zend hanedanından Kerim Han’a yenilip öldürülünce Kaçarlar’ın başkanı oldu. Kerim Han ölünce onun ye­ rine geçmek için önce kendi kardeşleri, sonra Zendler’le savaştı. Zendler’den Ali Murat Şah’ı yenerek Tahran’ı ele geçirdi (1785) ve Tahran’da tahta çıktı (1789). 1794’te son Zend hükümdarı-Lutf Ali Han’ı öldürttü. Horasan’ın kuzeyindeki Türkmenler'i yendi; Gürcistan krallığını, egemenliği altına girdiği Rusya’dan ayır­ dı. Nadir Şahin torunu Şahruh'u yenerek Horasan’ı ele geçirdi. 1796’da Erdebil’ de törenle Safevi şahlarının kılıcını kuşan­ dı, taç giydi. Ertesi yıl saray muhafızları tarafından öldürüldü. AĞABABA a. 1. Ailedeki erkeklerin en yaşlısı ya da büyükbaba; ağa çocukları­ nın baba yerine kullandıkları sözcük: Ağa­ babaya her akşam hesap verirdik. —2. Etkili, sözü geçen, yaşlı kimse. —3. Bir şeyin ağababası, o şeyin benzerlerine gö­ re güçlü, değerli olanı: Hayvanların ağa­ babası aslandır. AĞABANİ







ABANİ



AĞABEY a. 1, Küçük kardeşi olan er­ kek: Bir kardeşin doğdu, artık ağabey ol­ dun. —2. Küçük kardeşe göre büyük er­ kek kardeş.Ağabeyin kaç yaşında? Ağa­ beyim liseye gidiyor, ben ortaokula gidi­ yorum. —3. Yaşça büyük erkeğe sevgi ve saygı belirtmek için kullanılan sözcük: Mehmet ağabey, gerçek ağabeyimden daha yakındır bana. Ağabey, beni karşı­ ya geçirir misin? —4 Bir kimseye göre, meslekte daha eski, okulda daha ileri sı­ nıfta olan erkeklerden söz ederken kulla­ nılır: Son sınıftaki ağabeylerinizi örnek alın. AĞ ABEYLİ, yeni ALİBEYLİ, Kahra­ manmaraş’ın merkez ilçesinde Alibeyli bucağının mer.; 1 018 nüf. (1990). AĞABEYLİK a. 1. Ağabey olanın du­ rumu, niteliği: Zor günlerimde ağabeyli­ ğini her zaman gösterirdi. —2. Bir kim­ seye ağabeylik etmek, yapmak, onu ağa­ bey gibi gözetmek, sakınmak, korumak: Bana her zaman ağabeylik etmiştir. AĞACALIK a. Yörs. 1. Pir işte çalışana, ücreti dışında verilen armağan ya da pa­ ra. —2. Çobanların, hizmetkârların, belirli hizmet süreleri dolduktan sonra, ücretsiz olarak fazladan çalıştırıldıkları süre —3. Gelinin erkek kardeşine, oğlan evi tara­



169



Yeniçeri ağası Atatürk kitaplığı



ağacalık fından “ kardeş hakkı" olarak yaptırılan ta­ kım elbise.



170



AĞAÇ a 1. Genel yapısı, yani dış görü­ nümüyle (top, çalı, piramit, sütun biçimin­ de ya da sarkık) ilk bakışta dikkati çeken boylu ve odunsu kara bitkisi. (Bk. ansikl. böl.) —2. işlenme aşamasında ele alın­ dığında kereste, tahta, odun, direk. —3. Elde taşınabilecek hafiflikte ve incelikteki biçimiyle ele alındığında değnek, sopa, sırık, çıta. —4. Ağaç olmak, bir kimseyi ayakta uzun süre beklemek (arg.).j] Ağa­ ca çıksa pabucu yerde kalmaz, dilediği gibi davranmasına hiçbir engel yok an­ lamında kullanılır. —Ask. Ağaç engeli, devrilmiş ağaçlarla yapılan, genellikle patlayıcı tuzaklarla do­ natılmış engel. —Bilş. Bir programın ya da bir algoritma­ nın çizimle gösterimi; çizim çeşitli hesap sıralarını, bu sıraların dizilimlerini ve ara­ larındaki yönlendirmeleri yansıtır. || Sözdizimi ağacı, bir çizimle gösterilebilen ve sözdizimi çözümlemesinin araştırma ko­ nusu olan cümle yapısı. (Bk. ansikl. böl.)



agaç uluçınar



—Ceb. x, y den büyükse,ağacın x,y ele­ manları ne olursa olsun, [x,y] aralığının bir zincir oluşturduğu yarı kates. j| Graflar ku­ ramında, çevrim ve devrelerin yokluğu­ nu, kaynaktan sonraki yolların tekliği ko­ şuluyla zorunlu kılan bağlantılı graf. (Bu ağaç yapısına birçokhalde rastlanır:söz­ gelimi, üretim kaynağından başlayarak boru ağının gittikçe artan dallanımını ge­ rektiren ve her kullanım noktasına bir tek boruyla ulaştırılan bir akışkanın dağıtımın­ da; soyağacının incelenmesinde; dilbilim­ de, tümceyi gittikçe daha küçük çeşitli bi­ leşenlerine ayırmak gerektiğinde. Mate­ matikteyse, bir kümenin altkümelerinin ağacı, bir şekilde verilir.) —Çev. mim. Ağaç bakımı, park, bahçe ve yol ağaçlarıyla, fidanların belirli zamanlar­ da budanmaları, gübrelenmeleri beslen­ meleri, köklerin havalandırılması, hormon şevki ile ağaç yaralarının doldurulması; böcek ve mantarlara karşı korunması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili tüm teknik önlemler. (Özellikle kirli kent havası içinde ya da tarihi çevrede yetişen ağaçlarda, ağaç bakımının özel bir öne­ mi vardır.) |j Ağaç korunması, ağaçların yaşam koşullarını bozan tüm çevre koşul­ larına (taban suyuna, toprak sıkıştırması­ na, toprak altı ve üstü yaralanmalara, gü­ neş yakmalarına, zararlı maddelere vb.)



ve özellikle yapı çalışmaları sırasında ağaçlara yönelik zararlı davranışlara kar­ şı alınması gerekli teknik önlemler. —Denize. Ağaç gladora döşemesi, am­ bar gladora ağızlarını kapatan, gladora güvertesi kapaklarının tümü. |j Ağaç gla­ dora güvertesi, iki ya da üç katlı gemi ambarlarını birbirinden ayıran ve ahşap gladora kapaklarından oluşan güverte. || Ağaç kaplama, ahşap gemi yapımında kullanılan ve gemi teknesini oluşturan kaplama tahtası (çıralı çam, tik, maun gi­ bi ağaçlar yeğlenir). || Ağaç kavele, bitki­ sel ya da sentetik halatların dikişlerinde halat kollarının aralarını açmak için kulla­ nılan, sert ağaçtan yapılmış havuç biçi­ minde alet.— Ahşap teknelerde kaplama tahtalarını eğrilere (postalara) bağlamada kullanılan ve meşe ya da danzig çamın­ dan yapılan silindir biçiminde ağaç çivi. I! Ağaç şamandıra, ağaçtan yapılmış ko­ ni biçiminde şamandıra (denize düşen bir maddenin yerini işaretlemek ya da demir­ lemek için kullanılır.) || Ağaç usturmaça, genellikle, duba, mavna, salapurya gibi deniz araçlarının bordalarını korumada kullanılan ağaçtan yapılmış usturmaça. || Eğri ağaç, ahşap geminin ana yapısını oluşturan, ağaçtan yapılmış eğri. —Dilbil. Bir cümlenin kurucu öğelerinin vapısını gösteren çizim. (Bk. ansikl. böl.) —Elektrotekn. Bir elektrik ağının bütün düğümlerini göz oluşturmadan birbirine bağlayan dalların tümü. || Elektrik ağacı, iki ya da daha çok mekanik ağacın eşza­ manlılığını kalıcı biçimde sağlayan düze­ nek. (Her ağaç, üç fazlı, asenkron, halkalı bir motor tarafından çalıştırılır. Rotorlar ko­ şut olarak bağlanır ve statorlar üç fazlı ay­ nı ağla beslenir. Bir kayma direnci, kalıcı olarak rotorların ortak devresine yerleşti­ rilmiştir.) —Esk. sil. Ağaç topu, XVI. yy.'da, kale ka­ pılarını parçalayarak açmak için kullanı­ lan ateşli silah. Çan biçiminde olup iki te­ kerlek üzerine yerleştirilmiştir. Ağzı 8-10 cm kalınlığında bir kalas parçasıyla kapa­ tılmıştır. Kalas parçasının üzerinde sivri uçlu madeni çubuklar bulunur. Namlu ağ­ zı diyebileceğimiz bu bölümün gerisinde, paralama hakkını ve onun gerisinde de karabarutu taşıyan bölüm gelir. Bunun da gerisinde, topu hedefe kabaca yönelte­ bilecek kuyruğa benzer bir kol bulunur. Top hedefe doğrultulduktan sonra, karabarut bölümünün ardındaki falya deliğin­ den ateşlenir. Karabarutun ateş almasıy­ la oluşan itme gücü, topu tekerlekleri üze­ rinde hızla ilerleterek kale kapısına çar­ par. Bu arada paralama hakkına ulaşan ateşleme düzeniyle elde edilen patlama, hedefin parçalanmasını sağlar. —G e n e t. Soy ağacı ->S0Y‘ A Ğ A C I. || Yesse ağacı — YESSE* AĞACI. —Giz. bil. Hayat ağacı, gökyüzüyle yer­ yüzü arasındaki ilişkinin evrensel simge­ si. —H a lıc . Ağaç kazık-> Ç Ö Z G Ü ' KAZIĞI. —is ta t Ağaç diyagramı —DA N R O G R A M . — K â ğ . s a n . Ağaç hamuru,ağaç iş le n e ­ re k e ld e e d ile n v e k â ğ ıtç ılık ta k u lla n ıla n h a m u r.



—Kim. Dallanma biçiminde çeşitli metal çökeltilerine verilen ad. || Diana ağacı, gü­ müş nitrat ve cıva nitrat çözeltileri karıştı­ rılarak elde edilen gümüş amalgam çö­ keltisi. |j Jüpiter ağacı, bir kalay tuzu çö­ zeltisine daldırılmış çinko yaprak üzerin­ de oluşan kalay çökeltisi. |[ Mars ağacı, alkali silikat çözeltisine demir sülfat kris­ tali daldırılarak elde edilen demir silikat çökeltisi-1| Satürn ağacı, kurşun tuzu çö­ zeltisine daldırılmış çinko yaprak üzerin­ de oluşan kurşun çökeltisi. —Mad. oc. Ağaç direk, bazı maden ocaklarının işletme şantiyelerinde ve ga­ lerilerde destekleme malzemesi olarak kullanılan küçük boyutlu, yuvarlak ağaç. —Mant. Özyeterlik ağacı yöntemi, bazı formülleri denetlemeye yarayan yöntem. (Bk. ansikl. böl.) |j Ağaç testi, bir önerme­ nin geçerliliğini belirlemeye yarayan yön­ tem.



y a p r a k la r



’s



gövde



A*



' v -V



d a ls ız g ö v d e



—Nöroanat. Hayat ağacı, beyinciğin bozmadde kısmının kesitinde ağaç dalları bi­ çiminde görülen içteki akmaddeye fizyo-. log Pierre Flourens’ın verdiği ad. —Ormanc. Ağaç ırkları, orman ağacı tür­ lerinin binlerce yıllık süre içinde, bir ye­ tişme yerine en iyi uyabilen tipleri (yetiş­ tirme yeri ırkları).[Bk. ansikl. böl.] || Ağaç ölçme, ağaçların boyutlarını ölçme yoluy­ la biçimlerini inceleme, hacimleri konu­ sunda fikir edinme ve büyüme biçimleri­ ni araştırma tekniği. (Bk. ansikl. böl.) |i Ağaç sınırı, orman ağaçlarının doğal ya­ yılışlarında kutup bölgesinde ya da yük­ sek dağlarda oluşturduğu sınır. (Bk. an­ sikl. böl). —Ruhbil. Ağaç testi. Bu testte, denekten bir ağaç çizmesi istenir. (Testin yorumlan­ ması, ağacın, resmi yapan deneğin ken­ di bedeninin simgesel bir canlandırılması olduğu varsayımına dayanır.) ♦ sıt. Gövdesi işlenmeye elverişli ağaç­ lardan yapılan eşya için kullanılır: Ağaç büfe Ağaç konsol. —ANSİKL.Bir ağaçta üç kısım göze çar­ par: kök sistemi (kazık kök, sığ kök), göv­ de ve tepe tacını oluşturan dallar. Ağaç­ ların boyları çok değişiktir. En yüksek ağaçların (Kuzey Amerika’da sekoya, Avustralya'da okaliptüs) boyu 100 m’yı bulur, hatta aşar. Avrupa'daki ağaçlarda yükseklik rekoru ladin ve göknardadır (55-60 m). Bazı ağaçlar (sekoya, porsuk ve zeytin) çok uzun ömürlüdür: 2 0002 500 yıl.Meşe350-400 yıl,kayın 250-300 yıl, göknar 150-200 yıl yaşayabilir Türki­ ye’deki orman ağaçlarından sedir 40-50 m boy yapar, 800-1000 yıl yaşar ve bü­ yük, kalın bir gövde oluşturur. Ancak, iş­ letilen ormanlarda ağaçlar, fazla yaşlan­ maları beklenmeden kesilir; çünkü yaşları ilerledikçe gövdeleri ve tepeleri bozularak ticari değerlerini yitirir. Ağaçlar, yapraklarını kışın döken (me­ şe, kestane, melez) ve dökmeyen, yani bütün yıl boyu yapraklı ağaçlar (pırnal meşesi, çam, göknar) olarak iki gruba ay­ rılır. Ormancılar da, ağaçları geniş yap­ raklı (meşe, kayın, vb.) ve iğne ya da ib­ re yapraklı (çam, göknar, vb.) olmak üze­ re ikiye ayırırlar. İğne yapraklıların mey­ veleri kozalak, yaprakları iğne ya da ibre biçimindedir. Ağaç, ormanın bir parçası olarak değer taşıdığı gibi (-► O RM AN), tek başına da önemli bir yaşam kaynağıdır. Köklerinde genellikle kökmantarları barı­ nır; hatta bazılarının köklerinde (kızılağaç) azot biriktiren kökmantarları bulunur. Ka­ buğunun altında ve diri odununda, ağaç­ kakanın gagalayarak aradığı birçok bö­ cek yaşar. Yaprakları sayısız tırtılı besler; yaprak mazılarında çeşitli kurtlar, akarlar, hatta zarkanatlı böcekler barınır. Dalların­ da ötücü kuşlar yuva yapar; öte yandan,



AĞAÇLAR



reçineli orman ağaçları



^ i': ’



A r, O



. ’ & İ&



i:



, ,



..



B irk a ç y ıl dö kü lm e y e n iğ n e y a p ra k la r (m elez hariç). Türlerin ç o ğ u n d a re ç in e li a ğ a ç la r



Av 9*



j



J ||:



- kjA k



#



ilm



■M



sahilçam ı (P inus m aritim a)



^



W



M t.



_



V ispa n ya g ö kn a rı f/46/es p in s a p o )



korsika karaçam ı (Pınu var. c orsicana)



sarıçam (P /nus silvestris)







*



■«t *asVi*--*»-.~ 'W r



'W « - .



İ t i'..-



f



4 asil g ö k n a r (A b /e s n obilis)



im



a k g ö k n a r (A b ie s pectinata)



ladin (P icea excelsa)



d u g la s g ö kn a rı (P seudotsuga douglasii)



orman oluşturmayan reçineli ağaçlar



4



. İ İ ■ '



-V •



-v m m ı l k-ft*'"



"u-4



U ? -



a



*



. ;



1* Sibirya la din i (P icea sibirica)



reçineli ağaçların biçimleri



a v ru p a m elezi (L a rix europea 1. so n b a h a rd a ; 2 kışın)



fıstıkçam (P ınus pm ea)



(peyzajcı terim leri)



.



i*



"0- 1 " p ir a m it” (la din)



" p ito re s k ” (sahilçam ı)



-



M c:::ü330



n



■ ftîfS fr



i " s ü tu n ” (servi)



.



" te p s i" (sedir)



a k ç e n iz servisi



toros sediri (lubnan sediri) [C e d ru s lıbanı)



geniş yapraklı orman ağaçlan



H e r y ıl d ö k ü le n g e niş ve dü z ayalı y a p ra k la r R eçinesiz a ğ a ç la r



üÜ J t. ‘



i



>



J



' T İrM « . — f , '



M



I



i



saplı m eşe (O u e rcu s pedu n cu liflo ra )



kestane (C astanea sativaI



g ü rg e n (C a rp in u s betulus)



sığillı huş (B etu la verrucosa)



v JÜ T , J



kc



i# S F



I?T yala ncı çın arya pra klı a k ça ağ aç (A c e r p s u d o p la la n u s )



adi d iş b u d a k (F raxınus excelsior)



k a ra a ğ a ç (U lm u s cam petris)



a v ru p a kayını (Fagus silvaticaı



orman oluşturmayan yapraklı ağaçiar



i



I /V s A 'İ M



®



ı ‘V



m Mcev iz (J u g la n s regıa)



İl



" O



f n



# selvı kavak (P opulus n ig ra p yram idalis)



a ksö ğ ü t (Sa//x alba)



d o ğ u çınarı (Platanus orientalis)



yapraklı ağaçlarda başlıca biçimler (peyzajcı terimleri)



:.®



'i,-/' jk " k u le " (kayın)



"to p " (ceviz)



- , .„ .



Y



\C



js p ®



r? K



kuş üvezi (S o rb u s a u c u p a n a )



b u v u k yapraklı ıhlam ur (Tılia grandıfolıa)



b u lu t" (d işbudak)



resim fırçası " (selvı kavak)



yarı asalak ökseotu, onun üstünde yu­ maklanır, Meyveleri, sincap gibi bazı ke­ mirgenlerin besinidir. Yeşil perde, yeşil çit ya da yeşil kuşak oluşturacak biçimde dikilen ağaçlar iyi bir rüzgâr kırıcıdır. Ağaçlar süs bitkisi olarak park ve bahçelere, yol kenarlarına, ayrı­ ca aşınmayı önlemek için dağ yamaçla­ rına dikilir. Yeraltı suyuna ya da taban su­ yuna dayanıklı ağaçlar (söğüt, kavak), su­ lak toprakların kurutulmasını sağlayabilir. Ağaçların gölgesi, otlak hayvanları için çok değerlidir. Ağaçlar, bulundukları or­ tamda toprağa, çevre iklimine ve canlıla­ ra ilişkin etmenleri büyük ölçüde değişti­ rir. —Bilş. Sözdizimi ağacını araştırmanın, ya­ ni bir ağaç biçiminde gösterilebilen söz­ dizimi yapısını incelemenin konusu bir cümledir (karakterler zinciri). Sözdizimi çözümleyicisi önce bu cümlenin, tasarla­ nan dilde ve onun yazım kurallarıyla ya­ zıldığını varsayar. Böylece derleyici, an­ lamsal çözümleme evresinde, eldeki söz­ dizimi ağacını kullanarak çalışmasını sür­ dürür. Çözümleyici, sözdizimi ağacını bu­ lamazsa, derleyici, kullanılması gereken dilde verilmemiş bir cümleyle karşı karşı­ ya olduğu sonucuna varacak ve bilişim sistemi de programcıya sözdizimi hatası yapıldığını bildirecektir. * —Dilbil. Gc ıç yazar önemli yapıtlar ver­ di cümlesinin yapısı, şu öğelerden oluşan bir ağaçla gösterilebilir: C = cümle, AÖ = ad öbeği, FÖ = fiil öbeği, S = sıfat, A = ad, F =



genç



yazar



ö n e m li



y a p ıtla r



verdi



C.AÖ.FÖ birer damgalı boğumdur; bir başka deyişle, birer kategorik simgeyle damgalanmışlardır. Eşdeğer bir gösterim, damgalı ayraçlama yöntemiyle elde edi­ lebilir. —Ed. Türk destanlarında ağaç önemli motiflerden biridir. Oğuz destanında kah­ raman, eşlerinden birini bir ağacın göv­ desinde bulur. Oğuz’un ordusu itil suyu­ nu ağaç üstünden geçer; ganimetleri ağaçtan yaptıkları kağnılarla taşırlar. Uygurlar’ın güç destanında tahta oturacak Buğu Tigin dört kardeşiyle birlikte, üzeri­ ne kutsal ışığın inçliği bir ağacın gövde­ sinden doğarlar. Âşıkpaşazade tarihinde Osman Gazi’nin düşünde gördüğü ağa­ cın, kurulup büyüyecek Osmanlı devleti­ ne işaret ettiği anlatılır. Altay kamlarının kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahilerin benzerleri, Dede Korkut kitabında da gö­ rülür: "Mekke ile Medine'nin kapısı ağaç/ Musa Kelim'in asası ağaç/ Büyük büyük suların köprüsü ağaç/ Kara kara denizle­ rin gemisi ağaç/ Şah-ı merdan Ali'nin Düldül’ünün eğeri ağaç... vb." Bu hikâyele­ rin sonlarındaki dualarda da "devletli ka­ ba ağacın kesilmesin" yakarışı yer alır. Servi (sevgilinin uzun boyuna işaret eder), yasemin (sevgilinin güzel kokusunun sim­ gesidir), çınar (güçlülüğü simgeler) gibi ağaçlara sık sık yer verilir. Doğaya yakın­ lığı dolayısıyla halk edebiyatı, ağaç mo­ tiflerini daha sık kullanır. Gerçekçi edebi­ yat, özellikle köyü anlatan romancılar ağa­ cı da gerçek nitelikleriyle tanımladılar. Ne­ cip Fazıl Kısakürek’te ağaç, insanın karmaşalı iç dünyasının bir simgesidir (Bir adam yaratmak). Halk edebiyatı kayna­ ğından geniş ölçüde beslenen Yaşar Ke­ mal ise, roman kahramanı yaşlı köy ka­ dını Meryemce'nin ağaç karşısındaki dav­ ranışını anlatırken Dede Korkut kitabına uzanan bir oelenenini sürdürür / Ortariı-



rek). Ancak romancının daha sonraki ya­ pıtlarında ağaçlar, trajik olaylara karışan, kurşun yarası alıp kanayan, yangında ya­ nıp kalıntısıyla yılgı salan fantastik görü­ nüm de kazanırlar (Kimsecik) Ağaç, çağ­ daş türk edebiyatında bir doğa varlığı ola­ rak somut niteliklerinden çok simgesel ni­ teliklerle canlandırılmaktadır (Pınar Kür,



Bir deli ağaç). —Folk. Anadolu’nun birçok yöresinde ki­ mi ağaçlar, özellikle tek ağaç kutsal sayı­ lır. Tek ağaçların çoğu birer adak yeridir. Ağaca bir bez ya da yemeni bağlanıp di­ lekte bulunulur. Kimi yörelerde de demir parçası çakılır. Bu geleneğin kökeni, şa­ man inanışlarına değin uzanmaktadır. Ye­ ni doğan çocuk adına bir ağaç dikip, onun gelişimiyle ağacın büyümesi arasın­ da ilişki kurma da şaman İnanışlarından kaynaklanır. Eski Türkler’de şaman olmak isteyen, bir ağaç diker; ağaç büyüdükçe rütbesi yükselir, öldüğünde de ağacı ke­ silirdi. Ağaçların da insanlar gibi ruh taşı­ dığına inanılırdı. Günümüzde gece vakti ağaç altına su dökmek, işemek iyi sayıl­ maz. Ağacın ruhunun ya da ağaçta ko­ naklayan cinlerin rahatsız olup kötülük ya­ pacağına inanılır. Ağaçlara yıldırım düş­ mesi, ağaç kovuklarına sinen şeytanın kö­ tülük yapmasını önlemek içindir. Elma ağacı bereketi simgeler. Elma ağacı al­ tında uyuyan ya da oynayan kadının ço­ cuğu olacağına inanılır. Çam, karaçam, ardıç, kayın, elma, çınar, zeytin vb. ağaç­ ların kutlu sayılmasına karşın, incir ve ce­ viz ağacı tekin sayılmaz. Altında uyuya­ nın başına bir kötülük geleceğine inanılır. —Huk. Ağaç, Türk Medeni k.'na göre toprağın bütünleyici* parça’sıdır. Yasaca konulmuş kayıtlamalar saklı olmak üzere, toprak üzerindeki mülkiyet hakkı, onun üzerine dikilen ve yapılan nesnelerle kay­ nakları da kapsar. Bu nedenle toprağa, sahip olan, onun üzerindeki ağaca da sa­ hip olur. Ağaçlar ve ormanlar üzerinde üst* hakkı kurulması yasaktır (Türk Med.k.md. 655/2). Başkasının toprağına ağaç dikmek ve yetiştirmek ağaçlara sa­ hip olma sonucunu doğurmaz. Ancak bir yere, iyi niyetli dikilen ağaçların değeri o yerin değerinden fazla olursa ağaçları di­ ken kişi, haklı bir tazminat (giderim) kar­ şılığında o yerin kendisine devredilmesi­ ni isteyebilir. Medeni k.’un yürürlüğe gir­ mesinden önce, topraktan ayrı olarak ağaçlar üzerinde mülkiyet hakkı kurula­ bilirdi; eski yasa döneminde ağaçlar üze­ rinde kazanılan mülkiyet hakları, Medeni k. un yürürlüğe girmesinden sonra da geçerlidir. Medeni kf’un yürürlüğe gir­ mesinden sonraysa topraktan ayrı ola­ rak ağaçlar üzerinde mülkiyet hakkı ku­ rulamaz. Toprak sahibi, kendi yerinde dilediği ağacı dikebilir, ancak komşularının hak­ larına zarar verecek davranışlardan da çekinmek zorundadır. Kural olarak, baş­ kasına ait ağaçlara zarar vermek özel hu­ kuk açısından giderim borcu doğurduğu gibi ceza hukuku da bu tür eylemleri suç sayar.Türk Ceza k.’ nun 516. maddesine göre başkasına ait ağaçların kesilmesi ve sökülmesi cezayı gerektiren bir eylemdir. Türk Medeni k. ağaç konusunda komşu­ luğa ilişkin özel hükümler de getirmiştir. Buna göre, bir ağacın dalları ve kökleri, komşunun mülküne geçer ve zarar verir­ se, komşunun isteği üzerine ağaç sahibi bunları kaldırmak zorundadır, kaldırmaz­ sa komşusu o dal ve kökleri kesebilir. Ağaç dallarının kendi bina ve ekinleri üze­ rine geçmesine izin veren kişinin dalda yetişen meyvaları toplamaya hakkı vardır (md.664).Ancak, bu kurallar komşu or­ manlar için uygulanmaz. —Mant. Ûzyeterlik ağacı yöntemi Elementer mantığın formüllerini denetlemek için kullanılan doğruluk çizelgeleri yönte­ minden daha basit mekanik bir işlem sağ­ layan bu yöntemi, mantıkçı Evert VVİlhelm Beth geliştirmiştir. Yöntemin özü şudur: önce oecerlilini denetlenm ek istenen P



formülünün değillemesı, yani 1 F alınır; sonra bu F içinde yalnız değilleme (~J), birlikte evetleme ve ayrıklık eklemleri ge­ çen formüllere dönüştürülerek bir ağaç el­ de edilir. Ağaçta pile q ’nun birlikte evetlenmesi p biçiminde altalta; p ile q'



I



q



nun ayrıklığı Y Y biçiminde dile getirilir. Bu işlemler bittikten sonra elde edilen ağacın her dalının kapalı olup olmadığı­ na, yani p gibi atomsal bir önermeyle 1 P gibi bir önerme bulunup bulunmadığına bakılır. Bütün dallar kapalıysa’formül ge­ çerli (totolojik), bir dal açıksa, özyetersizdir (çelişiktir). . Örneğin, p = [q=>(pAg)] formülünün ağacını yaparsak P



I d



/ İP



\ id



elde ederiz. Burada, her iki dal da kapalı olduğuna göre, formül geçerlidir. —Ormanc. • Ağaç ırkları. Orman ağaç­ larının, binlerce yıllık bir süre içinde çe­ şitli iç ve dış ya da ani etkilerle (değişinim gibi), genlerinde bazı değişikliklere uğra­ masıyla ortaya çıkan birçok yeni ağaç ti­ pi, ekolojik koşullar altında elenir, o yetiş­ me yerinin koşullarına en iyi uyabilen da­ yanıklı tipler (yetişme yeri ırkları) ortaya çı­ kar ve bunlar hayatta kalır; bunlara "ağaç ırkları” denir ve yetişme yerinin adlarıyla anılırlar. Türkiye'de(orman ağaçları için­ de bu ırklar vardır. Örneğin, aladağ sarı­ çamı (Bolu), oltu sarıçamı (Kars), alaçam (karaçam) [Balıkesir], pos karaçamı (Ada­ na), elekdağ karaçamı (Kastamonu), lengüme kızılçamı (Antalya), melli kızılçamı (Burdur), çığlıkara sediri (Antalya), çangal kayını (Sinop), hatıla ladini (Çoruh) vb. Bu ağaç ırklarının seçkin (elit) ve üstün (plus) bireylerinden alınan tohumlarla, daha ni­ telikli ve ekonomik değeri yüksek orman kurma olanağı elde edilir. •Ağaç sınıfları ya da ağaç gövde sınıfla­ rı. Uluslararası ormancılık araştırma ku­ rumlan birliği'nin (IUFRO), ormanda ye­ tişen ağaçları, sosyolojik konumlarını, ni­ teliklerini, boylarını, gövde ve tepe biçim­ lerini dikkate alarak, yapmış olduğu sınıf­ lamada (1903) yenen ağaçlar 2, yenik ağaçlar 3 sınıfa ayrılmıştır. Çok kısaltılmış olarak bu sınıflar şunlardır:



A—yenen ağaçlar: 1. sınıf: nitelikleri yüksek 2. sınıf: nitelikleri düşük B—yenik ağaçlar: 3. sınıf: gerikalmış 4. sınıf: ezilmiş 5. sınıf: ölmüş ya da ölmek üzere olan­ lar. Bunun dışında kimi uzmanlarca da de­ ğişik ağaç sınıflamaları yapılmıştır; ancak, Türkiye'de ormancılık öğretiminde ve uy­ gulamalarında bu sınıflamalar kullanıl­ maz. • Ağaç sınırı. Orman ağaçları doğal ya­ yılışlarında, gerek kuzey yönde, gerek yüksek dağlarda, kapalı orman sınırından sonra gelen savaş zonunda dağınık hal­ de ve boylan kısalarak bir süre daha iler­ leyebilirler. Bu ileri durumda bulunan ağaçlardan geçirilen çizgiye, ağaç sınırı denir. Türkiye'de orman ağaçları içinde sarı çam, göknar ve sedirlerle ardıç ağaçla rı ve huşlar Güney Anadolu’da, 2 000 2 200 m,Orta ve Doğu Anadolu’da 2 600 2 700 m, Kuzey Anadolu’da 1 800-2 000 m arasında ağaç sınırı oluştururlar.



Ağaç, Necip Fazıl Kısakürek’in yayımla­ dığı haftalık düşün ve sanat dergisi (14 mart 1936-29 ağustos 1936, 17 sayı). Maddeci dünya görüşüne karşı, ruhçumistik dünya görüşünü savundu. Yazar­ ları arasında A.Kutsi Tecer, Sabahattin Ali, A.H. Tanpınar, A.M. Dranas, C.S.Tarancı. S.Fvüboölu vd de vardı.



a ğ a ç b a yra m ı, Türkiye'de ağaçlandır­ mayı yaygınlaştırmak, topluma ağaç sev­ gisini aşılamak için her yıl düzenlenen bayram, ilkbaharda başlayan orman haf­ tasındaki törenlere ilk ve orta öğretim öğ­ rencileri katılır. Törenlerde çeşitli yarışma­ lar düzenlenir ve fidan dikimi yapılır. Ağaç bayramları, 1972’den başlayarak, bakan­ lar kurulunca çıkartılan Kamu Ağaçlandır­ maları ve Ağaç Bayramı yönetmeliği uya­ rınca kurulan ve her yerin mülki amirinin başkanı olduğu Kamu Ağaçlandırma ku­ rulu tarafından planlanarak yürütülür. AĞAÇ DENİZİ, Kuzey-batı Anadolu’da, Kocaeli yarımadasıyla Bolu dağının batı­ sı arasındaki yörede eskiden yer alan ge­ niş ve gür ormanların adı. (Nemcil türler­ den oluşan bu ormanlar günümüzde an­ cak bazı alanlarda ilksel özellikleriyle ko­ runmuş; büyük bölümü, özellikle XIX.yy. ’ da birçok yeni kırsal yerleşmenin kurul­ ması, tarım alanlarının genişletilmesi, çe­ şitli amaçlarla ormanların tahrip edilmesi ya da işletilerek tüketilmesi sonucunda ya tümüyle ortadan kalkmış, ya da ilksel özelliğini yitirmiştir.)



■ a ğ a ç KURBAĞASI a. Ağaçlarda ya­ şayan, böceklerle beslenen ve parmak­ larında çekmen bulunan küçük kurbağa. (Bil. a. hyla; ağaçkurbağasıgiller familya­ sı.) —ANSİKL. Ağaç kurbağaları, parmakla­ rında fazladan bir parmak kemiği bulunan kurbağalardır. Hemen hemen hepsi tro­ pikal bölgelerde, özellikle Güney Ameri­ ka'da ve çoğunlukla ağaçlarda yaşar. Asıl ağaç kurbağası (Hyla arborea) Avru­ pa’da da bulunur. Döllenmiş yumurtala­ rını dişinin sırtında olgunlaştıran türlere keseli ağaç kurbağası denir. Ağaç kurba­ ğalarının çoğu, yeşilin egemen olduğu renklerdedir; böylece ağaç yapraklarının üstünde farkedilmeden durup avını bek­ leyebilir.



ağaç kurbağası iHyla arborea)



A ğaçayırı m uh a re b esi, OsmanlIlar’ la mısır Memluklar’ı arasında savaş (17 ağustos 1488). Osmanlılar'ın Mehmet II döneminde Karaman ülkesini ele geçir­ meleri ve Memluklar’a karşı savaşan Dulkadiroğulları'nı desteklemeleri iki ülkeyi savaşa itti. Bayezit II döneminde başarı­ sızlığa uğrayan iki seferden sonra vezir Hadım Ali Paşa komutasındaki ordu ve Hersekzade Ahmet Paşa komutasındaki donanma Memluklar üzerine gönderildi. Çukurova'da, Ağaçayırı'nda yapılan sa­ vaş Osmanlı ordusunun yenilgisiyle so­ nuçlandı. A Ğ A Ç B E Y Lİ esk. Kureyş, Uşak'ın Si­ vaslI ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 2 200 nüf. (1990). Belediye. PTT. Ufuk Esin ve Nezih Fıratlı’nın çevrede yaptık­ ları araştırmalarda, insan figürleriyle be­ zeli arkaik üslupta lahitler, Gâvurkuyusu yöresinde tarihöncesinden Yortan kültü­ rü türünde küp gömütler bulundu.



AĞAÇBİLİM a Botaniğin ağaçları ince­



büyük alaca ağaçkakan



(Dryobates majör ya da D&ıdrocopos majör)



centunıs carolims (erkek)



centuruscarolinus'unayağındanayrıntı



leyen dalı. (Eşanl.DENDROLOJİ.)



AĞ AÇÇIK a. (lat. arbustum). Boyu 10 m’yi geçmeyen, gövdeleri hemen toprak yüzünden dallanmayan odunsu bitki.(Belirgin bir gövde, ancak ağaççık yaşlandı­ ğı zaman ayırtedilebilir. Ağaççık ve çalı terimleri günlük dilde sık sık birbirinin ye­ rine kullanılır.)



AĞAÇÇIL sıt. Ağaçların üstünde yaşa­ yan hayvanlara ve bu hayvanların yaşa­ ma biçimine denir.- (Bitkiler için epifit teri­ mi kullanılır.) —ANSİKL. Ağaççıl yaşam, iki tamamlayı­ cı davranış gerektirir: ağaçta sürekli bir barınak (örneğin yuva) kurmak ve ağacın her yerine, her yanına kolayca gidip ge­ lebilmek. Ağaçların tepesinde yuva ya­ pan balıkçıllar dışında, ağaççıl kuşların hemen hepsi küçük boy ötücü ve yuva yapıcı, esnek ve yavaş uçuşlu kuşlardır. Ağaçta yaşayan memeli hayvanlar (may­ mun, sincap) tırmanıcı ve sıçrayıcıdır. Yı­ lanlar ağacın üstünde, yaprakların arasın­ da dolaşmak İçin dallardan destek alırlar. Ağaçlarda toplu yaşayan böcekler (eşek­ arısı), kuşlar gibi yaşar ve yuva yapar­ lar; geri kalan çok sayıda böcek, kabuk­ la odun arasında barınır; tırtılların çoğu yaprakları kemirerek yer ve ağaç üstün­ de başkalaşma geçirir. Çeşitli hayvanlar (mazızarkanatlıları; akarlar) ağaçların yap­ raklarında oluşan mazılarda gelişir.



AĞ AÇÇILIK a. Ağaç yetiştirme, —ANSİKL. Ormancılık, toplu ağaç yetişti­ riciliği ve işleticiliği olarak nitelendirilirse, ağaççılık da ağaçların tek tek değerlen­ dirilmesi olarak tanımianabilir. Her türlü meyve ağacı (meyvecilik), park ya da bahçe için süs ağacı yetiştirmeciliği de ağaççılığın kapsamına girer,



A Ğ A Ç Ç İL IĞ İ a. AHUDUDU’nun eşan­ lamlısı.



A Ğ A Ç E Lİ esk. Ilıcalar, Bingöl'ün men kez ilçesine bağlı bucak; 13 421 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi Içpınar (esk. Fahran); 1 538 nüf. (1990).



AĞAÇERİ, İran'da yer, Huzistan'da Bender Maşûr’un K.-D.’sunda. Petrol.



ÂĞAÇERİLER-* TAHTACILAR. AĞAÇFULÜ a. Filbahri (Philadelphus) adlı kökenin halk dilinde karşılığı.



AĞAÇHATMİ a. (iat. hibiscus, hatmi çe­ şidi). 150 türü içeren büyük bir cins; otsu yıllık ve ağacımsı çokyıllık hatmiler eski ve yeni dünyanın ılıman ve tropik bölge­ lerinde yetişir. (Diğer adı ketmi. Ebegümecigiller [Malvaceae] familyası.) —ANSİKL. Hatmi'nin yaprakları, oldukça büyük, tam kenarlı ya da loblu; çiçekleri büyük, canlı renkli, -fakat günlük ya da kı­ sa ömürlüdür. Birçok hatmi türü, açıkta ya da seralarda süs bitkisi olarak yetiştirilir; ılıman bölgelerde, bazı türlerinden besin olarak yararlanılır. Hibiscus tiliaceus türünün odunu, hafif tekne yapımına elverişlidir. H.abelmoschus'un tohumlan misk kokulu bir yağ verir: amberyağı. H.esculerıtus ya da “ gom bo= bamya” denen ve yenebilen bir meyve verir. On kadar hatmi türü, bü­ yük ve canlı renklere sahip çiçekleri ne­ deniyle süs bitkisi olarak yetiştirilir (ağaçhatmi - H.syriacus, çin hatmisi = H.rosa sinensis, vb.). Bazı hint hatmileri (H.sabdariffa) Fran­ sız Guyanası ya da Antiller’in hatmileri (H.cannabinus), farsçada "k e n a r (ya da kenneb = keten/kenevir) denen ve ip, ha­ lat ve ambalaj bezi yapımında kullanılan elyaf verirler. Lifli kabukları, suya batırıiıp ayıklanarak saplarından ayrılır. Hatmi lifi, 1960 yılına kadar, uluslara­ rası pazarlarda “ Bimlipatan” keneviri adı altında satılmış; ikinci Dünya savaşı’na kadar süren kenevir kıtlığının sonucu ola­ rak, keten için yağış sınırına sahip bölge­ lerde, kenaf’ın yerini almıştır. Dünyada, hatmi lifinin üretimi 1970'te 1 milyon to­ na ulaşmıştı.



H.sabdariffa, ya da H.karkade, ya da pembe çay)dan, ekşimsi ve serinletici çi­ çek yaprakları elde edilmiştir,



 ğ a ç-İş s e n d ik a s ı, ağaç iş kolunda kurulu işçi sendikası. Türkiye Ağaç işçi­ leri sendikası (Ağaç-iş) 1949’da kuruldu. Üyelerinin çoğunluğunu kamu kesiminde çalışan işçiler oluşturmaktadır. Ankara ve İstanbul’da profesyonel yönetim kadrosu­ na sahip şubeleri vardır. Üye sayısı 1985'te 27 000 olan Ağaç-iş, kurulu bu­ lunduğu iş kolunda yüzde 10’u aşan (% 27,7) temsil gücüne sahip bulunduğun­ dan kamu ve özel birçok işyerinde toplu görüşmelere katılma ve toplu iş sözleşme­ si imzalama hakkına sahiptir.



AĞAÇİŞLERİ a. Ağaçla yapılan iş ve et­ kinliklerin tümü. —ANSİKL. Ağaçişleri ağacın ormandan kesilerek taşınması, kereste haline getiril­ mesi, depolanması ve kurutulmasının ya­ nı sıra ağaçtan yapılan her tür yan ürünü de içerir (yonga levha, kontrtabla, kontr­ plak, kaplama, vb.). Ağaçişleri arasında ayrıca şunlar sayılabilir: ahşap yapılar ve çatılar; her tür ahşap kapı ve pencere; mobilyalar; dekorasyon, oyma ve kakma işleri; gemi ya da yatlardaki ağaç parça­ ları, vb. A Ğ A Ç K A K A N a. Dünyadaki tüm ağaç­ lık yerlerde yaşayan, avını ağaçların üs­ tünde, kabuğunda ya da odununda ya­ kalayan böcekçil kuş. (Ağaçkakangiller familyası.) —ANSİKL. Gerçek ağaçkakanların 180 tü­ rü vardır. Tümünde, odunu oyabilen güç­ lü bir gaga, böcek ve larvaları toplama­ ya yarayan uzun bir dil bulunur; ağaç gövdelerinde böcek aramalarını kolaylaş­ tırmak üzere, ayak başparmakları küçük, öteki parmaklardan ikisi öne, ikisi arkaya dönüktür (tırmanıcı ayak tipi). Kuyrukla­ rındaki sert telekler, ağaç gövdesinde do­ laşırken destek görevi görûr.Tüyleri ge­ nellikle gözalıcı renktedir. Uçuşları kesin­ tili ve kısadır. Ağaçlara oyulmuş kovukla­ ra yuva yaparlar. Kuluçkaya daha çok er­ kekler yatar. Dünyanın her yanına yayıl­ mış olan ağaçkakanlara özellikle Ameri­ ka, Endonezya ve Malezya’da sık rastla­ nır. Ağaçkakanlar gagalarıyla bir dala iki kez vurarak birbirleriyle haberleşirler. Türkiye’de 9 ağaçkakan türü yaşar: beyazsırtlı ağaçkakan (Dryobates leucohos)', büyükalaca ağaçkakan (D.majör) [siyahbeyaz tüylü, kırmızı donlu, erkekleri kır­ mızı enselidir, yerleşik yaşar, böcek ve örümceklerin larvaları ile, kayın kozalığı ve kozalak taneleriyle beslenir, Avrasya’ nin tüm ılıman bölgelerine ve Çin’e yayıl­ mıştır]; gri ağaçkakan (Picus canus) [ya­ şama alanı Batı Avrupa'dan Japonya’ya dek uzanır]; kara ağaçkakan (Dryocopus marf/uş)[erkeğinin paçaları ve dişisinin en­ sesi dışında, tümüyle siyah tüylüdür, da­ ha çok karınca ve arıyla beslenir]; küçük alaca ağaçkakan (D.minor) [siyah-beyaz tüylü, erkekleri kırmızı başlı olan küçük bir kuştur, ağaçların en yüksek tepesine yu­ va kurar ve yerleşik yaşar, Avrasya'nın tüm ılıman bölgelerinde bulunur]; yeşil ağaçkakan (Picus viridis) [yeşil-sarı tüylü, kırmızı başlıklı, .30 cm boyunda büyük bir kuştur, yerleşik yaşar]; Drycopus medius;



Dryobates syriacus; Jynx torçuilla. ÂĞAÇ&ÂKAN6İLLER a. Ormanlarda, onun bir parçasıymış gibi ağaçlarla bir arada yaşayan kuşlar familyası. (Bil.a. picidae) [Ağaçkakangillef in 200’ü aşkın tü­ rü vardır. Bunların 180'i gerçek ağaçka­ kandır; 30 kadarı yumuşak kuyruklu ağaçkakandır; kuyruk telekleri, kuş ağaç boyunca ilerlerken bacaklarına yardımcı olamaz; 2 türü de yer ağaçkakanıdır; ka­ rıncayla beslenir.]



ÂĞ AÇKAKANIM SILAR a Ayakların­ daki dört parmağın ikisi öne, ikisi arkaya yönelik olan kuşlar takımı. (Bil. a. piciformes.) [Ağaçkakanımsılar'da hav tüyü yoktur; bu kuşlar ağaç kovuklarında ya da yeraltı yuvalarında kuluçkaya yatar;



Agaıar saltanatı beyaz yumurtalardan yuvaya bağımlı yavrular çıkar. Takımda altı familya yer .alır: Ağaçkakangiller, galbulidae, bucconidae, capitonidae, indicatoridae ve rhamphastidae.]



AĞAÇKAVUNU a. Kavunağacının (Citrusmedica) limondan büyük ve kalın ka­ buklu sarı meyvesi. (Ağaçkavunu, Güney Avrupa ülkelerinde özellikle pastacılıkta, şekerleme ve reçel yapımında kullanılır. Türkiye'de Osmanlı dönemindp tanınmış bir ilaç maddesiydi. Çekirdekleri günü­ müzde de halk hekimliğinde emülsiyon halinde mide hastalıklarında ve kurt dü­ şürücü olarak kullanılır.)



AĞAÇKESEN a Genellikle kara gövde­ li sarı karınlı, zarkanatlı böcek. (Tırtılı an­ dıran larvası, bitkilerin yapraklarını kemi­ rir. Hylotoma ya da Arga rosae türü gül ağacında yaşar. Argıdae familyası.)



AĞAÇKURBAĞASIGİLLER a. Ço­ ğunlukla ağaçta yaşayan, parmakları ya­ pışıcı disklerle son bulan kuyruksuz kur­ bağalar familyası. (Örnek tipi ağaçkurbağası; bil. a. hylidae; familya üyeleri Gü­ ney Amerika’da çok yaygındır.)



AĞAÇLAM A a. Metalurj. Ham bakır, çinko ya da kalayın tane küçültme tavı sı­ rasında erime banyosuna yaş ya da ku­ ru odun sırıkları koyma işlemi. —Ormanc. Ağaçlamak eylemi; orman ağaçlarıyla yapılan dikim. AĞAÇLAM AK •



AĞ AÇ LAN M AK.



AĞ A Ç LA N D IR ILM A K *



AĞ AÇLAN­



MAK



AĞAÇLANDIRMA a. Ormanc. Ağaç dikerek ağaçlık ya da orman kurma; ağaçlandırma, çıplak araziler ya da eski ağaçlı topraklar üzerinde yapılır. (Eşanl. O R M A N L A Ş T IR M A .) — A N S İK L Ağaçlandırma, birçok amaçla yapılabilir: verimsiz ya da az verimli ara­ zileri değerlendirmek, yamaç topraklarını aşınmaya karşı korumak, kent çevresi ormanlar! ve eğlence/dinlence parkları kurmak. Ağaçlandırma, dağlık bölgelerde sel de relerinin düzenlenm esinde, kıyı kumullarının ve toprakların tutulmasında son evreyi oluşturur. Ağaçlandırmanın başarısı, uygun koşulların yerine getiril­ mesine bağlıdır: iyi bir tür seçimi, iyi bir tohum üretimi ve ayıklama fidanlıkta iyi bir fidan üretimi, iyi bir toprak hazırlığı, aynı biçimde iyi bir dikim, iyi bir bakım ve ot alma, zararlılara ve hastalıklara karşı iyi bir korunma ve savaşım. • Türkiye’de ağaçlandırma. Tarihi dönemlerde, doğal orman alanı 60 mil­ yon ha olan Anadolu ormanlarının 2/3’si, 5 000 yıllık bir geçmiş içinde yok edil­ miştir. 20 milyon ha olan bugünkü orman alanının da °/o 57’si (11,4 milyon ha) bo­ zuk, verimsiz ya da çok düşük verimlidir (0-2 m3/ha/yıl). Buna karşılık, ülkenin ve halkın orman ürünlerine olan yıllık gerek­ sinimi (bugün 25 milyon m3, 2 000 yılında 30 milyon m3) karşılanamamakta ve bü­ yük açık verilmektedir. Bu açık kapatıl­ mazsa, ülke ormanlarının XXI. yy. yarı­ sından önce, tümüyle yok olması sözkonusudur. Bu durumda orman alanlarını genişlet­ mek, bozuk ve verimsiz ormanları yeni­ lemek, verimli ormanları gençleştirmek, hızlı gelişen ve yüksek verimli (15-30 m3/ha/yıl) yabancı kökenli ağaç türleri üzerinde durarak orman ürünleri üretimini artırmak için, ağaçlandırma ve ormanlaş­ tırmaya gidilmesi, büyük bir zorunluluk halini almıştır. Bu amaçlarla 1945'te başlayan orman dışı ağaçlandırmalardan, pek iyi sonuç alınamamıştı. 1949-1951 yıllarında yapılan ilk bilimsel araştırmanın sonuçlarının alınmasından sonra başlatılabilen orman içi ağaçlandırm a çalışmaları, 1956'ya kadar bir hazırlık dönemi geçirmiştir. 1957'de Orman ge­ nel müdürlüğü içinde kurulan “ ağaçlan­ dırma ve erozyon kontrol” gruplarıyla, et­



şılıklı ya da çevresel dizilmiş yaprakları basit, kenarlan dişli ve tüylüdür; çiçekleri sık bir buket ya da başak biçiminde biraraya gelmiştir ve çeşitli renktedir. Birçok türü bahçelerde yetiştirilir, 50 türü vardır; mineciçeğigiller familyası.)



kin ve başarılı ağaçlandırma ve orman­ laştırma çalışm alarına geçilm iştir. Örneğin, bu tarihten sonra gerçekleş­ tirilen ağaçlandırma, gençleştirme, eroz­ yon kontrolü ve orman içi mera ıslahı çalışmalarının durumu şöyledir: Dönem



Yıl



Ağaçland.



Gençl.



Eroz.kon.



Or.iç.m.ıs.



1oplam



ha



ha



ha



ha



ha



_



1937-1962 1963-1967 1968-1972 1973-1977 1978-1982 1983-1985



25 5 5 5 5 3



75 148 94 134 186 254



583 529 257 855 509 080



69 211 228 818 145 174



Toplam



48



893 813



443 203



— —



1960-80 dönemine düşen yıllık ağaç­ landırma ortalaması 30 000 ha/yıl ci­ varındadır. Bu değer, öteki ülkelerde da­ ha yüksektir (ispanya’da 60 000, Güney Kore’de 104 000, Japonya’da 310 000, ABD'de 826 000, SSCB’de 1 200 000 hektar). Son yıllarda alınan kararlara göre Or­ man genel müdürlüğü, yıllık orman içi ağaçlandırma kapasitesinin en az 150 000 ha’a çıkarılmasını benimsemiştir.Ay­ rıca, aynı genel müdürlük hızlı gelişen yabancı çam türleriyle 80 000 ha, kavak-. larla 5 000 ha, okaliptüslerle 9 000 ha ağaçlandırma yapmıştır. Orman dışı ağaç­ landırma alanlarının toplamı, 17 000 ha civarındadır. ♦ Ülkemizde, Orman genel müdürlüğü dışında, öteki bazı devlet ve özel ku­ ruluşlarca da (DSİ, Karayolları, EEİ, Zira­ at teşkilatı vb.) küçük alanlarda ağaç­ landırmalar yapılmıştır.



AĞAÇLANDIRMAK -



AĞ AÇLANM AK



AĞAÇLANIM a. Ceb. Bir grafta bir kökü ve bir sırası olan ağaç.



AĞAÇLANM AK gçz. f. Ağaçlı duruma gelmek.



♦ ağaçlandırmak yada ağaçlamak g.f. Bir yeri ağaçlandırmak, ağaçlamak, ağaçsız bir alana ağaç dikmek; orayı ağaçlık hale getirmek. ♦ ağaçlandırılmak edilg. f. Ağaçsız bir alandan söz ederken,ağaç yetiştirilerek ağaçlık, orman haline getirilmek. AĞ AÇLI sıf. Üzerinde çevresinde, kenarlarında ağaçlar bulunan yer için kullanılır: Ağaçlı ülke. Ağaçlı yol. —Coğ. Ağaçlı savana, yer yer ağaç kümelerinin ya da tek tek ağaçların bulunduğu savanalara verilen ad.



A Ğ A Ç L I, Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı bucak; 13 074 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi Ağaçlı (esk. Cıksı); 2 116 nüf. (1990).



A Ğ A Ç L ! esk. Coğera, Trabzon'un Ak­ çaabat ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 2 253 nüf. (1990). A Ğ A Ç L I, İstanbul’un Eyüp, ilçesi, Ke­ merburgaz bucağına bağlı köy; 1 834 nüf. (1990). Linyit. A Ğ A Ç LIK sıf. 1. Ağaçlarla kaplı, ağaçlandırılmış yer için kullanılır: Ağaçlık alan. Ağaçlık yol. —2. Say. sıf. + ağaçlık, bir yeri o yerdeki ağaç sayısıyla belirtmek için kullanılır: 200 ağaçlık bir koru. ♦ a. Ağaçlık yer, koru: Her gün dinlenmek için ağaçlığa giderdik. Evin arkasında bir ağaçlık vardı.



14 39 20 29 20 42



806 886 152 635 947 140



167 566



.7 5 13 13 9



961 000 682 925 275 148



49 991



91 195 120 247 449 450



350 415 091 626 549 542



1 554 573



AĞAÇÖLÇER a. Bir ağacın boyutlarını, özellikle yüksekliğini ölçmeye yarayan alet. (Eşanl. B O Y Ö L Ç E R .) —ANSİKL. Ağaçölçerin birçok çeşidi vardır. Levhalı ağaçölçer, 10 cm eninde ağaçtan bir levhadır; açılarının birinde ucuna kurşun bağlanmış bir ip ve o açının karşısındaki kenar üzerinde de santimetreli bir bölümleme bulunur. Ağacın boyu­ nu ölçmek için, ağaçtan 10 m uzakta du­ rulur ve levhanın üst kenarıyla ağacın te­ pesine bakılır; kurşunlu ip, bölmeli kenar üzerinde hareket ederek bir noktada du­ rur; bu noktanın bulunduğu santimetre okunur; bu değer, levhadan ağaç tepe­ sine kadar olan yüksekliği metre olarak verir. Ağacın tam boyunu bulmak için, levhanın toprak yüzeyinden olan yüksek­ liğini (göz hizası) okunan yüksekliğe ek­ lemek yeterlidir. Blume Leiss ağaçölçeri, ağacın tepesine nişan alındığı zaman de­ receli bir cetvel önünde duran halkalı bir eğimölçerden oluşur. Ağaçölçerler, Bitterlich rölaskopu ya da orman pusulaları'na da eklenmiştir. Ağaçların enine büyümesi (çap ya da çevre olarak), gövdenin çev­ resine sürekli bir ölçü şeridi bağlanarak bunun üzerindeki değişiklik zaman za­ man okunarak da ölçülebilir.



AĞ AÇÖREN, Aksaray iline bağlı ilçe; 17 962 nüf. (1990). 27 köy. Merkezi Ağaçören (eski Panlı); 3 543 nüf. (1990). — Ağaçören AnKara’nın Şerefi koçhısar il­ çesine bağlı bir bucak iken Aksaray 1989'da ıl olunca ilçe yapılarak bu ile oağ andı



■AĞ A KAY (Mehmet Alı), türk dilci, hekim (Girit 1893-Ankara 1965) Askeri tıbbiye öğrencısıyken Balkan ve Birinci Dünya savaşı'nda hekim yardımcısı olarak görev yaptı. T bbıye yı bitirdi (1917). Kurtuluş savaşı’na katıldı. Savaştan sonra Anadolu nun çeşitli yerlerinde hekim olarak çalıştı. Dil üzerine yazdığı yazılarla Atatürk’ün dikkatini çekti. Türk Dil kuru­ mu terim kolu başkanlığına getirildi. CHP Gaziantep milletvekilliği yaptı (19371946). TDK Sözlük kolu başkanlığında bulundu (1941-1962). Türkçenin özleş­ tirilmesini savunan yazılar yazdı. Başlıca yapıtları: Kelime yapma yolları (1943), Türkçe sözlük (TDK Sözlük kolu başkanı olarak, 1945), Yakın anlamlı kelimeler sözlüğü (1958), Fransızca-Türkçe sözlük (1962).



AĞ ALANM AK gçz. f. Ağa gibi davran­ mak; böbürlenm ek, caka satmak, kabadayılık taslamak: Başımızda ne



ağalanıp duruyorsun?



AĞAÇMİNESİ a. Sıcak bölgelerde,



A ğ a la r m e h i l i , İstanbul’da, Okmeydam'ndaki menzillerden birinin adı. Men­ zilin kurucusu Mehmet IV’ün hocası Rey­ han A ğa’dır. Okçular, Hasköy’de Kâğıt­ hane caddesi tarafına atış yaparlardı. Bu menzilde, aralarında seyahatname yazarı Evliya Çelebi’nin de bulunduğu dönemin ünlü okçuları ok atmışlardır.



özellikle Yeni Dünya’da yetişen ve kimisi tırmanıcı olan ağaççık ya da ağaç. (Kar-



A ğ a la r sa lta n a ttı, Osmanlı devletinde yeniçeri ağalarının devlet yönetimine ege-



A Ğ A Ç L IK esk Avzini, Van’ın Çatak il­ çesi, merkez bucağına bağlı köy; 414 nüf. (1990). Yörede Urartu dönemi konut mimarisinin örnekleri bulundu.



175



Mehmet Ali Agakay



Ağalar saltanatı men oldukları dönem (1648-1651). Çıkarı­ lan samur ve amber vergisi, ulema ve as­ kerlerden de alınmaya başlanınca ocak ağaları vergi vermemekte direndiler. Sad­ razam Ahmet Paşa, ağaları ortadan kal­ dırmak istedi. Kara Murat Ağa'nın önder­ liğinde, toplanan ağalar, ulemanın da katılmasıyla Ahmet Paşa’nın yerine Sofu Mehmet Paşa’nın sadrazamlığa getirilme­ sini sağladılar. Daha sonra Sultan İbra­ him’i tahttan indirerek, yedi yaşındaki Mehmet IV’ü tahta çıkardılar (8 ağustos 1648). Ayaklanan sipahi bölükleri de yeniçerilerce ezilince, ağalar üç yıl boyun­ ca iktidarda rakipsiz kaldılar. Ağalardan yakınmalar artınca, ulema ve sipahiler Sa­ ray'a çağrıldı; Sancakı şerif çıkarılarak halkın sancak altında toplanması istendi, yeniçeriler de ağalarını bırakarak sancak altına geldiler; kaçan ağaların tümü, ya­ kalanarak öldürüidü (3 eylül 1651).



AĞ ALIK a. 1. Ağa olma durumu. —2. Ağa olan kimseden beklenen davranış biçimi, cömertlik, olgunluk: Ağalığın töresi



Ahmet Ağaoğlu



Samet Ağaoğlu



yoksullara yardım etmeyi gerektirir. —3. (Bir kimseye) ağalık etmek, büyüklük, ol­ gunluk, cömertlik göstermek: Bir ağalık edin de kusurunu bağışlayın. —Kur. tar. Ağalık hakkı, has, zeamet ve tımar gibi dirlik sahiplerinin, toprakların­ daki arazi mutasarrıflarından birinin ölümüyle boş kalan araziyi bir başkasına verirken aldıkları para. |j Ağalık tevcihi, bir devlet görevlisine ya da savaşlarda yarar­ lılık göstermiş bir askere, bir yerin ağa­ lığının verilmesi. —Tar. Doğu ve Güney - doğu Anadolu' da toprak mülkiyetine dayalı feodal dü­ zen. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . OsmanlIlar Doğu ve .Güney­ doğu Anadolu'yu ele geçirdiklerinde top­ rak düzenine dokunmadılar. Aşiretlerin ya da aşiret ağalarının sayılan topraklar, yurt­ luk ve ocaklık adlarıyla yine eski sahiple­ rine bırakıldı. Aşiret ağaları, giderek toprakları kişisel mülkleri durumuna ge­ tirdiler, yörelerinde güçlerini pekiştirdiler. Atatürk döneminde ağalık lakabının kullanılması yasaklandı (26 kasım 1934). 27 mayıs 1960 devrimi'nden sonra da 105 sayılı yasayla ağalardan 55 tanesi batıda iskâna zorlandı (19 ekim 1960). Ancak ağalık kuruntunu oluşturan iktisa­ di ve toplum sal koşullar ortadan kalkmadığı için düzen sürdü. Ağaları iskâna zorlayan kanun iki yıl sonra kaldı­ rılınca, bunlar geri döndüler (18 ekim 1962). [ - Kayn ]



A ğ a lık, bir karagöz oyunu. Başlıca tip­ lemelerini Karagöz, Hacivat ve Acem oluşturur. Kentli, zengin bir tüccar olan Acem'in yaşama biçimine öykünerek kendini ağa diye tanıtan Karagöz'ün başından geçenler sergilenir. (Kara­ göz'ün ağalığı da denir.)



Adalet Ağaoğlu



yazarlarının, bugün elde bulunmayan ya­ pıtlarından uzun parçaları içermesidir.



ÂSAÖ SLU (Ahmet), türk fikir ve siyaset adamı (Şuşa, Azerbaycan, 1868-istanbul 1939). Ortaöğrenimini doğduğu şehirde tamamladıktan sonra Paris’e gitti. Sorbonne Üniversitesi’nde tarih ve filoloji okudu. Fransız dergilerinde, çoğu fars edebiyatıyla ilgili, makaleler yazdı. Ahmet Rıza Bey ile tanıştı. Eğitimini tamamla­ dıktan sonra Tiflis’e döndü (1894). Hüseyinzade Ali (Turan), Ali Merdan Topçubaşı, İsmail Gaspıralı ile birlikte milliyetçi fi­ kirleri yaymaya çalıştı. Hayat gazetesini çıkardı (Haşan Bey Zerdani ile birlikte); İrşat dergisini yayımladı. Yazıları Jön Türkler’in ilgisini çekti. Şura-yı ümmet der­ gisi de bu yazıların bir bölümünü yayım­ ladı. RusyaTürkleri'nin haklarını savuna­ cak dernekler kurulmasına da öncülük et­ ti. İkinci meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a gitti (1909). Maarif müfettişi, sonra Süleymaniye kütüphanesi müdürü oldu. Hikmet, Sebilürreşat, Ateş dergile­ rinde yazılar yazdı. Darülfünun’da rusça ve türk-moğol tarihi hocalığına getirildi (1909). Türk Yurdu ve Türk Ocağı'nın kurulmasında öncülük etti. Türk Yurdu dergisinde "Türk Âlemi” adlı yazı dizisi­ ni yayımladı. 1912 ’de Afyon mebusu se­ çildi. Aynı yıl ittihat ve Terakki fırkası'nın merkez-i umumi üyeliğine getirildi. Mat­ buat cemiyeti’nde kurucu üyelik yaptı. 1919’da ittihat ve Terakki’nin ileri gelen­ leriyle birlikte ingilizler'ce tutuklandı; Malta'ya sürüldü. Sürgünden önce Ankara’ ya gitti, ulusal harekete katıldı. Ankara’ da Matbuat umum müdürlüğü yaptı. Hakimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarı ol­ du. 1923-1931 yılları arasında Kars mil­ letvekilliği ve Ankara Hukuk mektebi'nde anayasa hukuku hocalığı yaptı. 1930'da kurulan Serbest Cumhuriyet fırkası’nın fi­ kir önderiydi. Fırkanın kendisini feshetme­ sinden sonra Darülfünun’da hukuk tarihi profesörlüğüne atandı. Kurduğu Akın ga­ zetesinde, İnönü hükümetini eleştiren yazılar yazdığı için gazete kapatıldı (1933). Aynı yıl üniversiteden emekli ol­ du . Çeşitli yayın organlarında yazılar yazdı, kitaplar yayımladı. Ağaoğlu yazılarında türk milliyetçiliği fikrini işledi. Dünyada bağımsız kalan son İslam ülkesi Osmanlı imparatorluğu’nun tutsak olmaması için milliyetçiliği uyan­ dırmanın gerekli olduğunu savundu. Malta’da yazdığı Üç medeniyet adlı kitabında avrupa uygarlığının öteki uygarlıklar ara­ sında üstün duruma yükseldiğini, türk ve İslam toplumlarının avrupa uygarlığına ayak uydurdukları ölçüde varolabilecek­ leri™ ileri sürdü. Başlıca yapıtları: Şii mez­ hebi ve menbaları (1892), İslam ve ahund (1900), İslama göre ve İslam âleminde kadın (1901), Üç medeniyet (1920; Mal­ ta), Hindistan ve İngiltere (1927), Serbest insanlar ülkesinde (1931), Devlet ve fert (1936), ihtilal mi, inkılap mı (1942), Ser­ best fırka hatıraları (1950). [— Kayn.]



 РA LİM  N i. Tar. coğ. Güney Anado­ lu'da, İçel’in Silifke ilçesinde bir yer; Silif­ ke'nin 15-20 km B.’sında. Burada Aya Theodoros’a ait olduğu sanılan kilise ^A Ğ A O Ğ L U (Samet), türk siyaset adamı, kalıntısı vardır. yazar (Karabağ, Kafkasya, 1909 - İstan­ bul 1982). Ahmet Ağaoğlu*'nun oğlu. Ankara Üniversitesi hukuk fakültesi’ni bi­ —AĞAN,—EĞEN. Tapım eki Fiil­ tirdi (1932). Strasbourg Üniversitesi’nde den ad türetmede kullanılır: Artağan ihtisas eğitimi gördü. Yurda dönünce ik­ (art-ağan), küseğen (küs-eğen), tisat ve ticaret bakanlıklarında çalıştı. olağan (ol-ağan). 1946'da devlet memurluğundan ayrılarak avukatlığa başladı. Bu dönemde Demok­ rat parti saflarında siyasal yaşama atıldı. Parti içindeki etkinliğiyle DP hareketinin A ğ a n i (Kitab ül), Ebülferec Isfahani’nin önde gelen adlarından biri durumuna gel­ (897-967) yapıtı. Harunureşit’in buy­ di. DP Manisa milletvekili olarak TBMM' ruğuyla derlenen ve 100 şarkıyı içeren bir de bulundu (1950-1960). Menderes ka­ antoloji niteliğindedir. Yapıtta, şarkıların binelerinde başbakan yardımcılığı; ça­ güfte ve besteleriyle, bestecileri, bunları lışma, işletmeler, sanayi, devlet bakan­ söyleyenler ve bunların öteki yapıtlarına lıkları yaptı. 27 mayıs 1960 hareketinden ilişkin bilgi vardır. Kitap, ayrıca eski arap sonra tutuklanarak Yassıada'da yargı­ kabileleri; eyyamlar, toplumsal yaşayış­ landı; süresiz hapis cezasına çarptırıldı. ları, emevi ve abbasi saraylarıyla ilgili Kayseri cezaevi'ndeyken af yasasından geniş bilgileri de içerir. Yapıt, cahiliye yararlanarak serbest bırakıldı (1965). döneminden IX. yy. sonuna kadar, ArapStrasbourg hatıraları (1945) adlı kitabında lar'ın bütün kültür ve uygarlığını yansıtır. bu A vrupa kentindeki öğ rencilik Kitabın, önemli bir özelliği de eski arap



döneminin anılarıyla beslenen öykülerini derlemişti. Türlü uluslardan, türlü yara­ tılışlardaki öğrencilerin dünyasını, çatış­ malarını, kişilik düğümlerini yansıtan öykü çalışmaları Zürriyet (1950), Öğretmen Ga­ fur (1953), Büyük aile (1957), Katırın ölümü (1965) adlı kitaplarında topladı. Öyküleri, özellikle kişilerin bilinçaltlarını, korkularını, hastalıklı psikolojilerini yan­ sıtmadaki başarılarıyla dikkati çekti. Kuvayi milliye ruhu (1944) incelemesinde, türk kurtuluş savaşının nasıl gerçekleşti­ rildiğini konu edinmişti. Babamdan hatıralar (1939) yapıtı, Ahmet Ağaoğlu’nun kişiliğini, düşüncelerini ve eyle­ mini sergiler. Babamın arkadaşları1nda (1958), İkinci meşrutiyet’ten başlayarak türk kamuoyunu etkilemiş siyaset, sanat adamlarının portrelerini canlandırır. Aşina yüzlerde (1965) kendi kuşağından port­ reler vererek aynı çizgiyi sürdürür. Yassıada serüveninden sonra kaleme aldığı Arkadaşım Menderes (1968), Marmara1 da bir ada (1972), Demokrat parti’nin doğuş ve yükseliş sebepleri (1973) gibi kitaplarındaysa anı ve belge olma değe­ rinin yerini polemikçi bir tavrın aldığı görülür. (-» Kayn.) H A Ğ A 3 Ğ L U (Adalet), türk yazar (Nallıhan, Ankara, 1929). Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi fransız dili ve edebiyatı bölümü'nü bitirdi (1950). Anka­ ra Radyosu’nda dramaturg olarak çalıştı, Radyo Tiyatrosu müdürlüğü yaptı. TRT program dairesi uzmanlığı, bu dairede başkanlık görevlerinde bulundu; 1970’te radyodan ayrıldı. Radyo ve sahne için oyunlar yazdı; bu türdeki ürünleri Oyun­ lar (1982) adı altında topluca yayımlandı. Üç oyun yapıtıyla TDK 1974 Tiyatro ödülü’nü aldı. Taşrada eski eşraf aileleri­ nin yaşamı, Cumhuriyet döneminde top­ lumsal değişikliklerin yol açtığı sarsıntılar, toplumcu aydınlara uygulanan baskılar gibi konuları öykü ( Yüksek gerilim [Sait Faik Hikâye Ödülü, 1975]; Sessizliğin ilk sesi, 1978; Hadi gidelim 1982) ve romanlarında (Ölmeye yatmak, 1973; Bir düğün gecesi (Sedat Simavi Edebiyat Armağanı 1979, Orhan Kemal ve Madara­ lı roman ödülleri, 1980]; Yaz sonu, 1980; Üç beş kişi, 1984) konu edindi. Toplum­ cu eylemin insanları yanında, yurt dışında çalışan işçileri ya da yerli sanayici mode­ lini irdelemeye koyulması ilgi alanının genişliğini gösterir. Metnin tekdüzelikten kurtulmasına yönelik arayışlar, kurgu de­ neyleriyle dikkati çeker. Yaşamı ve ede­ biyat dünyasıyla ilgili anıları Göç temizliği (1985), deneme-eleştiri yazıları Geçerken (1986) yapıtlarındadır. (-> Kayn.)



.AĞAOĞLU (Tektaş), türk yazar ve siya­ set adamı (İstanbul 1934). Samet Ağao ğ lu *’nun oğlu. Oxford Üniversitesi hu­ kuk fakültesi’ni bitirdi (1956). Ölümden hayata (1956) adlı öykü kitabını yayım­ ladı. Türkiye işçi partisi’ne girdi. Kardeşi Mustafa Kemal ile Ağaoğlu yayımevi'ni kurdu, yönetti. Marx ve Engels'ten der­ lediği Politika ve felsefe (1970) adlı çevirisi nedeniyle yedi buçuk yıl hapse mahkûm oldu (1973). Af yasasıyla salıverildi (1973). Türkiye Sosyalist işçi partisi’nin kurucu ve yöneticileri arasında yer aldı (1974). Bu partinin organı Gerçek gazetesinin so­ rumlu müdürüyken bir yıl hapse mahkûm oldu (1975). 1980’de yurt dışına çıktı. 1989’da döndü ve Sosyalist birlik partisi'nde siyasi faaliyetini sürdürdü.



AĞAR ->



AGAR.



AĞARIK sıf. Aklaşmış, rengi solmuş. AĞARMA a. ipekböcç. Kuluçka döne­ minde ipekböceği yumurtalarında görü­ len ve yakında gerçekleşecek açılmayı haber veren değişiklik, A Ğ A R M A K gçz. f. (ak'tan).1.Beyaz du­ ruma gelmek, beyazlaşmak. —2. Kumaş, giysi sözkonusuysa, renginin parlaklığını yitirmek, solmak, açılmak: Perdeler



güneşten ağardı. Dizleri ağarmış bir pan-



ağdalı toton. —3. Gün sözkonusuysa, gü­ neşle birlikte aydınlanmaya başlamak; ışımak: Tanyeri ağarırken yola çıktık. Yazın ortalık erkenden ağarır. —4. Çamaşır sözkonusuysa, temizlenmek, rengi açılmak, Çok yoruldum ama değdi, beyazlar iyice ağardı. —5. Saç, sa­ kal sözkonusuysa, beyazlaşmak, kırlaşmak: Saçları erken ağarmak. $ ağartmak ettirg. f. Bir şeyi ağartmak, bir kimse, bir etken sözkonusuysa, o şe­ yin ağarmasını sağlamak, ağarmasına yol açmak: Çamaşırlar çok kirliydi, ancak kaynatarak ağartabildim. Aradan geçen yıllar saçlarını ağartmış, bembeyaz etmiş. Güneşin ağarttığı perdeler. —Ev ekon. Kumaş ya da ipliklerin, çeşitli bileşikler yardımıyla rengini açmak. —Deric. Bitkisel sepileme yapılmış bazı tip derilerin etli yüzüne, keskin bir açkı bıçağı ya da ağartma makinesiyle temiz ve düz bir görünüş vermek. —Tekst. Ağartma işlemini gerçekleştir­ mek. ❖ ağartılmak edilg. f. Kirli, kararmış bir şey sözkonusuysa, temizlenmek, beyaz­ latılmak. AĞART! a. 1. Karanlıkta güçlükle seçi­ lebilen belli belirsiz aklık: Ağaçların ara­ sında bir ağartı belirip kayboldu. —2. Yörs. Sütten elde edilen ürünlerin genel adı. AĞARTILM AK -A Ğ A R M A K . AĞARTMA a. Ağartmak eylemi. —Foto. Bir duyarkatın işlenme evresi. (Bu evrede bir fototipin indirgenmiş gümüşü, çözünür bir tuza dönüştürülür ve tespit banyosuyla giderilir.) |j Optik ağartma, flüorışıl maddelerin katılmasıyla beyaz­ ların ve açık tonlu yerlerin ışığını artırma. —Kuyumc. Kararmış maden yüzeyine gerçek rengini kazandırma işlemi (Bk. an­ sikl. böl.) —Kürkç. Bir kürkün doğal beyaz ya da sarı rengini talkla canlandırma işlemi. —Şekere. Pişirilmiş bir şeker topağını par­ lak, yumuşak ve saydamsız duruma ge­ tirmek için çekip uzatma işlemi. —Tekst. Tekstil elyafının rengini gider­ mek, onu susever duruma getirmek ve bütün yabancı maddelerden arındırmak amacını güden işlemlerin tümü. (Bk. an­ sikl. böl.) — A N S İK L . Kuyumc. Değerli maden ala­ şımları, süs eşyası olarak işlenirken, ateşle sürekli temas sonucu kararır. Ağartma işlemi, kaynak işlerinin sağlıklı yürütülmesi ve son cila işleminden önce parçanın gerçek rengine kavuşturulması açısından önemlidir. Bunun için, parçanın oksit gi­ deren çeşitli kimyasal bileşiklerle işlem görmesi, çoğunlukla da zaçyağı denilen sulu sülfrik asit çözeltisinde bir süre kaynatılması yeterlidir. —Tekst. Sanayide ağartma, kumaşlara, örgülere ve az miktarda da olsa dokuma işleminden önce boyanacak eğrilmiş iplik­ lere uygulanır, iplikleri ağartma işlemi, bo­ binler ya da çileler halinde banyo dolaşımlı aygıtlarda kesikli olarak gerçek­ leştirilir. Eskiden kumaş ağartma işlemi kesikli bir sürece göre teknede yapılırdı; günümüzdeyse sürekli ya da yarı sürekli bir süreç uygulanır; bu süreçte sıcaklık, ağartma etkeni ve dolayısıyla tepkime hızı gözönüne alınır. Geniş ve sürekli süreçte kumaş parçaları emdirme fularından son­ ra buharlama kazanından (100°C) ve ters yönde yerleştirilmiş bir dizi yıkama tekne­ sinden geçirilir. Yarı sürekli yöntemde bu­ harlama kazanının yerini bir olgunlaştırma kazanı alır; kumaş gerek açık (J-Box) ge­ rek sarılmış (Pad-Roll) biçimde, tepkime süresi boyunca ve sürekli yıkama uygulan­ madan önce bu kazanda tutulur. Örgüler ilmiklerinin dayanıksızlığı yüzünden çoğu zaman kesikli süreçle ağartılır; bu amaçla ağartılacak madde ya dolaşımlı aygıtlara (Jet, Overflovv) konur ya da katlanmış örgünün yavaş ilerleyişiyle banyo hareke­ tini ayarlayan makineler kullanılır.



dığını açıklayan "sebeb-i telif” bölü­ « Doğal selüloz elyafını ağartmak. Bu işlem elyafın önemli ölçüde bozunmasına münden sonra gelir. Bu bölüme doğa be­ timlemeleriyle girildiği gibi tanrısal gücün ve ağırlık kaybına yol açar; bu nedenle özelliklerinden ya da aşktan söz edilerek yalnızca beyaz renkte satılan, pastel de başlanabilir. Ağazıdestana başlık ola­ nüanslarda boyanan ve baskıya giren rak bir beyit, kafiyeli bir söz, secili uzun kumaşlara uygulanır. En yaygın ağartıcı, bir cümle vb. kullanılabilir. Ağazıdestan oksijenli sudur ve çok nadir olarak klorit başlığı yerine ” dibace-i hikâye", “ ibtida ya da sodyum hipoklorit kullanılır (Javel suyu); hipokloritten daima soğuk j-i destan” , ‘ ' ibtida-i manzume” , ” mukaddime-i destan” , “ matla-ı destan” , ağartmada yararlanılır. Ağartmadan önce "ağaz-ı kitab” gibi tamlamalar da yapılması gereken iki işlem vardır: birin­ kullanılmıştır. cisi haşıl sökme’dit ve nişastalı maddele­ ri ya da kumaşın çözgü ipliklerinde bulu­ AĞDANI -> A BANİ. nan sentetik haşıl karışımlarını gidermek AĞBENEK a. Asklı bir mantarın (Pyreiçin başvurulur; İkincisiyse sıcakta ve al­ nophora teres) arpa yapraklarında kali ortamda kaynatma'dır; bu işlem oluşturduğu, açıklı koyulu kahverengi ağ mumları, çözünür boyar maddeleri ve görünümünde bitki hastalığı. yabancı maddeleri elemek için uygulanır. Ağartma, kumaşlara parlak bir beyazlık AĞBEZ -> AKBEZ. veren optik beyazlatıcı vurularak tamam­ AĞBÖPSEK a. Cicim tekniğiyle desenlanabilir. lendırilmiş bir tür çuval dokuma. (Daha Bu tekniklerle pamuk, keten, ender ola­ çok Yörükler tarafından kullanılır; yüzeyde rak kenevir ve jüt gibi tekstil ürünleri dörtgen motifler çoğunluktadır.) ağartılır. Sözkonusu teknikler, uzun süre kullanılan zanaatkâr yöntemlerinin yerini AĞCA sıf. Yörs. Siyahlı beyazlı, alaca almıştır; bu yöntemlerde kumaş çayıra se­ renk için kullanılır. rilir ve ağartıcı eylem bir olasılıkla havay­ p: A S Ç A (Mehmet Ali), türk terörist (Malatla ışığın etkisinden kaynaklanırdı. ya 1958). İstanbul Üniversitesi iktisat • Yün ağartma. Yapağı yünü ya da kaba fakültesi birinci sınıfındayken sağ terör yün yıkama ile giderilen katı yabancı örgütleriyle ilişkilere girdi. Gazeteci Abdi maddeler ve doğal yağlar içerir. Kimi du­ ipekçi’yi 1 şubat 1979’da öldürdüğü sa­ rumlarda yüne iyice işlemiş bitkisel tane­ vıyla tutuklandı (haziran 1979). Sıkı­ cikleri ayıklamak için kömürleştirme ya da yönetim mahkemesinde yargılanırken tu­ kimyasal pıtrak temizleme yoluna gidilir. tuklu bulunduğu Kartal Maltepe askeri ce­ Bu evrede yün ilk durumuna oranla göreli zaevinden kaçırıldı (kasım 1979). İstan­ bir beyazlık kazanmıştır. Bu nedenle bul’da bazı soygun ve öldürme olaylarına kumaş ve ipliklere indirgeyici ya da oksi­ karıştıktan sonra Avrupa’ya kaçtı. Yok­ jenli suyla uygulanan kesikli ağartma, luğunda idam cezasına çarptırıldı (1980). yalnız açık renge boyanacak malzemeler Vatikan’da Papa Paulus ll'yi tabancayla için öngörülür. Kuşkusuz, iplik çekme ya yaraladı (13 mayıs 1981), olay yerinde da dokumaya hazırlama sırasında iplikle­ yakalandı. Roma’da yargılanarak ömür re yapışmış yağlayıcı ve haşıllayıcı mad­ boyu hapis cezasına çarptırıldı deleri boyama işleminden önce gidermek A ğsa fe rik le r, türkülü bir kız barı. Er­ gerekir. gen kızların davranışlarını canlandıran • ipek ağartma. Pişirme’den sonra ipek, oyun; Doğu Anadolu’da, özellikle Erzu­ iplik, şerit, hurda ya da kumaş halinde, rum, Kars yöresinde oynanır. çoğunlukla kesikli tekniklere göre oksijenli suyla ağartılabilir. AĞCI a. Balıkç. Balıkçı teknelerinde ağla • Kimyasal elyaf. Kimyasal elyaf, özellikle ilgili işleri gören tayfa. || Ağla balıkçılık ya­ bireşimsel elyaf, doğal olarak beyazdır ve pan kimse. ağartma işlemi gerektirmez. Yalnızca A S C IK , XVIII. yy.'da La Caille tara­ doğal elyafla karışık halde olursa fından betimlenen küçük güney takım yıl­ işlemden geçirilir. dızı; dört ana yıldızın kadirleri 3,4 ile 4,5 AĞARTM AK - A Ğ A R M AK . arasında değişir ve Büyük Macellan Bulutu’nun yakınında bir eşkenar dörtgen AÖARTMA-TESPİT a. Foto. Çokrenkli çizer. (-> G Ö K haritası.) [Eşanl. RETİKÜL.] bir duyarkatın, ağartmayla tespit birleştiren ve yalnızca görüntünün renk AĞ CILIK a. Balıkç. Ağla avlanmaya ve verici öğelerini koruyan işleme evresi. bununla ilgili işlere verilen ad. AĞAVAT çoğl. a. (türk. ağa’nın ar. çoğl. AĞDA a.1. Pekmez ya da şekerin, limon ağavat). Esk. Ağalar: "... bazıağavâtınbir katılarak kaynatılmasıyla elde edilen ko­ miktar Türk kuvvetiyle birlikte Malatya yu, macun kıvamında yapışkan madde. istikâmetine hareket ve ...” (Atatürk). —2. Ağda yapmak, vücuttaki gereksiz —Kur. tar. Ağavat ocağı, harem ağa­ görülen tüyleri ağda ile temizlemek. larının bağlı oldukları ocak. Ocağın ba­ — Mutf. Su ve limonla kaynatılan şekerin şında “ darüssaade ağası” bulunurdu. ulaştığı kıvam. || Bu kıvamdaki şekerli eri­ Hünkâr saraylarına ya da hanedandan bi­ yik. (Kimi tatlılarda ve şekercilikte kullanı­ rine haremağası gerektiğinde, bu ocak­ lır.) tan seçilip gönderilirdi. Hizmetinden AĞDACI a. 1. Şeker, tatlı ve helva gibi memnun kalınmayan haremağaları, oca­ maddelerin yapım yerlerinde ağda hazır­ ğa geri yollanırdı. Ocak, haremağalarının layan kimse. —2. Ağda ile fazla tüyleri te­ barınağıydı. mizlemeyi meslek edinmiş kimse. &ĞAYÂM a. (türkçe ağa'nın fars. çoğl. ağayari). Esk. Ağalar, daha çok saray, ta­ rikat vb. kuruluşlarda baş durumunda olanlar. —Ask. tar.Ağayan-ı bektaşlyan, yüksek rütbeli yeniçeri subaylarına, ağalarına ve­ rilen ad. AĞAZ a. (fars. ağaz). Esk. 1. Başlangıç, —2. Ağaz etmek, başlamak. AĞ AZGÂK a. (fars. ağaz ve gah’tan, ağaz-gah). Esk. Başlama yeri ya da za­ manı; asıl, kaynak; başlangıç. —Astrol. Esk. Dokuzuncu gök. AĞAZIDESTAN a. (fars. ağaz ve destan'dan; destana başlama, hikâyeye başlangıç.) Ed. Mesnevilerde asıl konu­ nun başladığı bölüme verilen ad. —ANSİKL. Genellikle yapıtın niçin yazıl­



AG DALANDİRM AK -» ÂĞ D A İA N M A K - *



AĞDALAŞMAK.



AĞDALAŞMAK.



AĞ DALAŞM AK ya da AĞDALAN­ MA*» gçz.f. Tatlı ya da şerbetten söz ederken, koyu şurup kıvamına gelmek; koyulaşmak: Şerbeti çok kaynatmışsın, ağdalaşmış. ♦ ağdalaştırmak, ağdalandırmak ettirg.f. Bir şeyi ağdalaştırmak, ağdalandırmak, o şeyin ağda durumuna gelmesine yol açmak, ya da bunu sağlamak. AĞ D A LA Ş T IR M A K ^



AĞDALAŞMAK.



AĞDALI sıf. 1. Koyulaşıp ağda durumu­ na gelmiş tatlı ve şerbet için kullanılır: Bu tatlının şerbeti çok ağdalı. —2. Anlamı bi­ linmeyen sözcüklerden, karmaşık, güç anlaşılır cümlelerden oluşan anlatımın bu



177



Mehmet Ali Ağca Miliyet arşivi



rınma yerleri, kuzuluk, kırkım yeri, sütha­ ne, vb. Bu gibi ağıllarda aşım zamanı için koç katımına elverişli alanlar da bulunur. Modern bir ağılın şematik yapısı şekilde gösterilmiştir. —Coğ. Anadolu'da kimi kırsal yerleşme­ lerin çekirdeğini ağıllar oluşturur. Hayvan barındırmak için yapılan ağıllar zamanla yerleşim yerine dönüşmüş, bu yolla ku­ rulan yerleşmeler adını ağıldan almıştır (Taşağıl, Başağıl vb.). A ğ ıl o ğ la n la rı, ağılcılar da denir, ka­ sap ve celeplere yamaklık eden esnaf. Bunlar genellikle hırvat, bulgar ve arnavut kökenli hıristiyanlardı. Kavgacı olduk" ları için kente silahlı girmeleri yasaktı. Ev­ liya Çelebi’ye göre XVII.yy.'da İstanbul ve çevresinde 2 000 ağıl ve 4 000 ağıl oğla­ nı bulunmaktaydı. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10.



Büro, laboratuvar, hasta bakım yeri Kuzu besi yeri Süthane Sağım yeri Dağılma yeri Bekleme yeri Koyunların barınma yerleri Besleme koridoru Koçların barınma yeri Kırkım ve yün toplama yeri



1 000 süt koyunu için öngörülen bir ağıl planı



11. 12. 13. 14. 15.



AĞ ILAM AK ya da AĞULAMAK g.f. Yörs. 1. Bir kimseyi, bir hayvanı ağılamak, onu zehirlemek. —2. Bir şeyi ağılamak, o şeyin içine zehir koymak: Yemeği ağı­ layıp adamcağıza yedirmiş. —3. Ağaçla­ rı, bitkileri vb. ağılamak, onları ilaçlamak.



D o ğ u m bölüm ü A tölye S erbest d olaşm a yeri Tane yem silosu K uru ot yığ m a yeri



yönünü belirtmek için kullanılır: Ağdalı bir dil. Yazarın ağdalı anlatımıyla düşünüşü arasında sıkı bir ilişki var. —3. Tkz. Ok­ kalı, sunturlu küfür için kullanılır. AĞDALIK a. Ağdalaşmış, koyu kıvamlı bir maddenin özelliği. — Elekt. Dielektrik ağdalık, DİELEKTRİK AKIŞMAZLIK* ’ın eşanlamlısı. — Fiz. Ger. day. AKIŞMAZLlK'ın eşanlam­ lısı.



❖ ağılanmak edilg. f. Herhangi bir ne­ denle ya da bir başkası tarafından zehir­ lenmek. “ Tas tas içtim ağuları sağ iken'' (Karacaoğlan, XVII.yy.) —2. Ağı gibi, çok acı; keskin, sert. — Bot. Yörs. BALDlRAN'ın eşanlamlısı. — Tıp. ZEHİR'in eşanlamlısı. AĞI a. Esk. Altın ya da gümüşle işlenmiş, sırmalı, ipek kumaş: “Çün ulaldı oğul evermek gerek / Ağı atlas, at, katır ver­ mek gerek" (Âşık Paşa. Garibname, XIV.yy.).



A Ğ D IK - AĞDUK. A Ğ D IR M A K - AĞMAK. AĞS5İVE ya da A Ğ E ÎT i çoğl. a. (ar. ağziye). Esk. Gıdalar, besinler, yeni­ lip içilecek şeyler. â ğ d iy e ris a le s i, XVIII.yy.’a ait olduğu sanılan yazma yemek kitabı. Yazarının adı bilinmeyen kitap, daha sonra yazılan ye­ mek kitaplarına kaynaklık etmiştir. AĞDUK ya,da AĞDIK a. Esk: Bozuk­ luk, aksaklık, kusur: “Eğer melikin işinde bir hata ve ağduk görse, bir görklü iba­ ret ile ve bir tatlı kaleci ile anı uyarırdı" (Kelile ve Dimne, XIV.yy.). sıf. Esk. Bozuk, aksayan şey için kul­ lanılır: Ağduk söz. Ağduk avaz. Ağduk cevap. ♦ be. Esk. Eksik, yanlış olarak: Nefesin ağduk alır. (Sözcük bu anlamlarıyla Ana­ dolu'nun çeşitli yörelerinde kullanılmak­ tadır.)



—AĞ I,—EĞİ. Yapım eki. Addan ad türetmede kullanılır: Bukağı (buk­ ağı), kırağı (kır-ağı), yapağı (yap-ağı). AĞ IÇALİK a. Yörs. Bol ve uçkurlu ka­ dın şalvarı. (Hareketi kolaylaştırmak için, iki parça arasındaki geniş ağ kısmı, içe doğru oyulmuştur; daha çok iş yaparken giyilir.) AĞIL a. Yörs. Ayın ve güneşin çevresin­ de kimi zaman görülen beyazlık: Ay ağı­ lı. Güneş ağılı. — Foto. Konudaki ışıklandırılmış (güneş ya da lamba) bir noktanın fotoğraf görün­ tüsünü çevreleyen hale. (Ağıl, hassas duyarkatta, ışık ışınlarının saydam katın ar­ ka bölümüne yansımasından doğan bir parazit resimden oluşur. Ağıl, filmin sırtı­ na siyah ya da renkli bir ağıl giderici sü­ rülerek önlenebilir.)



AĞ IL a. Koyun ve keçi sürülerinin barın­ dıkları üstü açık, yarı açık ya da duvarla çevrili yer. —ANSİKL. Ağıllar, yüksek, kuru bir ya­ maçta, kuru bir zemin üzerinde ve güney­ doğu yönünde kurulur. Kışı çok sert ol­ AĞI yada AĞU.a. Yörs 1. Zehir, sem: mayan bölgelerde ağılların önü açık ya­ pılır. Kimi ağıllarda soğuk havalarda ör^ tülmek üzere özel kepenkler bulunur. Ağı­ ta lın büyüklüğü, hayvan sayısına göre he^ saplanır ve her hayvana 0,6-1,20 m2’lik s bir alan ayrılır. Soğuk bölgelerde hazırla­ nan kapalı ağılların yüksekliği 3 m, geniş­ liği 9-12 m olur; havalandırma, duvarlara açılan hava delikleri ya da çatıya kurulan hava bacasıyla sağlanır. Ilıman bölgeler­ de kurulan dikdörtgen biçimindeki ağılla­ rın çevresi çitle çevrilir (açık ağıl). Koyunlar soğuk bölgelerde 3-5 ay, ılık bölgelerde az bir süre ağılda tutulur. Hay­ vanlar ağılda serbestçe hareket edebil­ meli ve yemliklerden kolayca yararlanabilmelidir. Yemlikler sabit ya da gezici ola­ bilir. Her ağılda bir yem odası ve çoban bulundurulur. Modern ve büyük ağıllar daha karma­ şık bir yapı ve düzenleme gerektirir: do­ ğum bölümü, sağım yeri, yemleme ve ba­ AĞIFER sıf. (ar. ağfer). Esk. t. Çok affe­ den, çok bağışlayan —2. Ağfer ül -gafirîn,bağışlayıcıların en bağışlayıcısı, en yücesi, Tanrı.



ağılatmak ettirg. f. Zehirletmek; ilaç­ latmak. AĞILANM AK



A Ğ ILA M A K.



AĞ ILATM AK-*



A Ğ ILA M A K.



A Ğ IL B A Ş I esk Engüzek, Malatya'nın Darende ilçesi Balaban bucağına bağlı belde; 2 540 nüf. (1990). Belediye. PTT. AĞILI ya da AĞULU sıf. Zehirli. AĞILI BÖCEK a. Madeni parlak renkte, etçil kınkanatlı iri böcek. (Bil. a. carabus; carabidae familyası.) — A N S İK L . Kuzey yarımkürede yüzlerce türü bulunan ağılıböceklere tropikal böl­ gelerde rastlanmaz. Yaldızlı ağılıböceğin (bahçe ağılıböceği) [Carabus auratus] lar­ vaları öteki etçil böcekler gibi sümüklübö­ cekleri, tırtılları, mayısböceklerinl vb. bö­ cekleri yiyerek tarıma yardımcı olurlar. AĞILLAMAK g. f. sıf. Yörs. Sürüyü ağıl■lamak, koyunları, keçileri sağmak için ağılda toplamak. ♦ ağıllanmak dönşl. f. Yörs. Sürü söz­ konusu olduğunda.bir yere toplanmak, toplu halde bulunmak. AĞILLANMAK gçz. f. Yörs. 1. Ay ya da yıldızlardan söz ederken, çevresinde ay­ la oluşmak; halelenmek. —2. Çıban söz­ konusuysa, çevresi çember biçiminde kı­ zarmak. AĞ ILLANM AK ^



A Ğ IL LA M A K .



AĞILLAR, rumca Mandres, Kıbrıs'ın Gazi Mağusa ilçesi iskele bucağında köy. AĞIM a. Yörs. Ayağın parmakla bilek arasındaki tümsek bölümü. AĞIM LI sıf. Yörs. Ağımı fazla olan ayak için kullanılır. A Ğ IN , Elazığ’a bağlı ilçe; 4 625 nüf. (1990). 260 km2; 17 köy. Merkezi Ela­ zığ'ın 130 km K.-B.'sında Ağın, 2 794 nüf. (1990). —Arkeol. Xll.yy.’a değin canlı bir ortaçağ yerleşmesi olan Ağın’ın, antik yazarların Dascusa ya da Dagusa diye söz ettikleri kent olduğu sanılıyor. Yörede yapılan araştırmalarda, Keban-Ağın arasında Kaşpınar (esk. Hastek) köyü yakınında Küllüini’nde, Öğrendik köyü yakınında Madler mevkiinde, yontmataş dönemi bu­ luntularına rastlandı. ODTÜ’nün Yukarı Fırat-Keban projesi kapsamında, Ümit Serdaroğlu yönetiminde Kalaycıktepe, Kalecikler, Kiliseyazısı mevkilerinde baş­ latılan kazılarda (1968), ilk tunç çağ'dan (İ.Ö. IV.bin) Artukoğulları’na (i.S. XIII XIV.yy.Tar) uzanan bir kültür katmanlaş­ masının buluntuları gün ışığına çıkarıldı. AĞ INM AK



• AĞNAM AK.



AĞIR sıf. 1. Bir diğerine oranla ağırlığı fazla olan nesne, madde için kullanılır: Demir, bakırdan ağırdır. —2. Taşıyanın, hareket ettirenin kas gücünü zorlayan şey için kullanılır: Ağır bir bavul. Ağır bir taşı kolayca kaldırdı. Çok ağırsın, seni taşıyamam. -—3. Diğerlerine göre daha uzun bir sürede gerçekleşen hareket, bunu be­ lirten tempo için kullanılır; yavaş: Ağır adımlarla ilerlemek. Slov, ağır bir dans­ tır —4. Bir işi gereğinden daha uzun bir sürede gerçekleştiren, hareketleri yavaş kimse için kullanılır: Amma ağır adamsın, bir kapının boyasını üç günde bitireme­ din. —5. Niteliği, niceliği, ciddiyeti vb. ife önem taşıyan; bir kimse, bir topluluk ta­ rafından yük olarak kabul edilen şey için kullanılır: Ağır bir darbe, ağır kayıplar. Ağır bir sorumluluk. Ağır bir borç altına girmek. Şartları ağır bir mütareke. Bu yıl dersler çok ağır. —6. incelikten, nezaket­ ten yoksun; kırıcı söz, yazı için kullanılır: Ağır bir şaka. Ağır hakaretler. Ağır bir mektup. —7. Hayati tehlikesi olan hasta­ lık, operasyon vb.; hastalığı, yarası hayati tehlike gösteren kimse için kullanılır: Ço­ cuk, ağır bir kızamık geçirdi. Ağır bir ame­ liyat. Ağır bir tito vakası. Ağır bir ilaç. Ağır hasta, yaralı. —8. Davranışları dengeli, ciddi, ağırbaşlı kimse için kullanılır: Ağır bir kız. —9. Sindirimi güç, mideyi doldu­ ran yemek için kullanılır: Yemek çok ağır­ dı, mideme dokundu. — 10 . Düşünce ba­ kımından yoğun, anlaşılması güç ya da akışı yavaş bir sanat ürünü, bu ürünün di­ li, üslubu için kullanılır: Film çok ağırdı, bi­ raz sıkıldık. Ağır bir musiki. Ağır bir dil kul­ lanıyor. —11. Değerli, nitelikli şey için kul­ lanılır: Ağır hediye, giysi, kumaş. —12. Keskin, çarpıcı, rahatsız edici koku için kullanılır: Parfümün ağır kokusu. —13. Bunaltan ya da kiril, kötü kokan hava için kullanılır:/-/ava çok ağır .yağmur yağsa da kurtulsak. Odanın havası çok ağır, pen­ cereleri biraz açıver. —14. Sıkıcı, tedirgin edici ortam için kullanılır: Toplantının ağır havasını esprileriyle dağıtmaya çalışıyor­ du. Ağır bir sessizlik. —15. Ağır ağır, ace­ le etmeden; yavaş yavaş: Yokuşu ağır ağır çıkmış, yine de ter içinde kalmıştı; fazlasıyla: iki kilodan da çok, ağır ağır üç kilo gelir bu. jj Ağır aksak, pek yavaş, dü­ zensiz olarak: işleri ağır aksak da olsa yü­ rütmeye çalışıyoruz. j| Ağır elli, eli ağır. || Ağır endam, ağır ezgi fıstıki makam, ki­ şinin bir eylemi çok yavaş, sallanarak yap­ tığını anlatmak için alay yollu söylenir: Öy­ lesine ağır endam fıstıki makam ile sah­ neye çıkışı vardı ki... || Ağır işçi, güç ve tehlikeli işlerde çalışan kimse. || Ağır kan­ lı, davranışları insana sıkıntı veren, tem­ bel, uyuşuk kimse için kullanılır. |j Ağır top, bir toplulukta sözü geçen, o topluluğu et­ kileyip yönlendirme gücü olan kimse, (tkz.) || Ağır uyku, hiçbir şeyle bozulma­ yan derin uyku: Öyle ağır bir uykusu var ki top atsan duymaz. —Ask. Güçlü silah, araç ve gereçlerin ta­ nımında kullanılır: ağır kruvazör, ağır tank, ağır topçu, ağır zırhlı araç, ağır havan to­ pu, ağır makineli tüfek vb. —Cez. huk. Ağır hapis cezası, cürümle­ re verilen, özgürlüğü bağlayıcı ceza. (Bk.ansikl. böl.) || Ağır para c e z a s ıPA­ RA CEZASI. —Cez. us. huk. Ağır ceza işleri, Ceza mu­ hakemeleri usulü kanunu’na göre ağır ce­ za işleri, ölüm, ağır hapis ve on yıldan faz­ la hapis cezalarını gerektiren davalar, (md.421) || Ağır ceza mahkemesi, ağır ce­ za işlerine bakan, bir başkan ve iki üye­ den oluşan mahkeme. (Ağır ceza mahke­ meleri, asliye mahkemelerinin birer dai­ residir. Bu mahkemelerdeki duruşmala­ ra C.savcısı da katılır. Her il merkeziyle iş­ leri çok olan ilçelerde ağır ceza mahke­ mesi vardır.) —Denize. Ağır deniz, dalga yüksekliği 10 metreyi aşan büyük deniz. (Çok şiddetli fırtınalar oluşturur ve gemiler seyirde güç­ lük çeker, hatta tehlikeye düşer.) jj Ağır hava, kaba dalgalı denizlerin oluşturdu­ ğu fırtınalı hava, jj Ağır kasırga, rüzgârın



saatte 70-80 deniz mili ya da daha yük­ sek hızlara ulaştığı şiddetli fırtına. || Ağır yük, istif faktörü küçük, yoğunluğu büyük maddelerden oluşan yük; kütle olarak hacmi ve ağırlığı fazla olan makine ya da araçlar. —Folk. Ağır görücü, Ege bölgesinde, özellikle Denizli çevresinde, kız evinden uygun cevap alındıktan sonra, oğlan evi­ nin ikinci kez gönderdiği kadın görücü. || Ağır misafir, geleneksel kesimde, özen­ le ağırlanması gereken, yaşça ya da ko­ numca büyük konuklara verilen ad. —Huk. Ağır ihm aH İH M A L. |j Ağır kusur KUSUR.



—ikt.Sanayide kullanılan, yoğunluk dere­ cesi yüksek maddelere denir: Ağır meta­ lar. —iş huk. Ağır ve tehlikeli işler, iş kazası ve meslek hastalığı tehlikesinin faz­ la olduğu işler. (Bk. ansikl. böl.) —El s a n t. Ağır divan rahtı, d iv a n g ü n le ­ r in d e ö n d e g e le n d e v le t g ö r e v lile r in in a t­ la r ın a v u r d u k la r ı a ltın iş le m e li, u z u n e y e r ö rtü s ü .(~ * R A H T . I



—Kim. müh. Atom kütleleri yüksek olan elementlere denir. | Ağır su -> AğIRSU. —Kur. tar. Ağır esame, ulufeyi zamlı ola­ rak alan yeniçeriler için kullanılan deyim. (Yedi yıllık terfilerde, derecelerine göre gerekli rütbeye gelemeyenlere kıdem zammı verilir, defterdeki adları yanına ağır esameli oldukları yazılırdı.)! Ağır hizmet, saray ağalarının rütbelerine oranla yap­ tıkları fazla hizmet. || Ağır ulufe, yükselme­ leri gereken rütbeye gelemeyen yeniçe­ rilere verilen zamlı ulufe (ağır esameli ye­ niçerilerin aldıkları ulufe). —Mad. oc. Ağır ortam yıkayıcısı, 6 mm’den büyük kömür parçalarını yıkama aygıtı; aygıt arı kömürle şist arasındaki yo­ ğunluk farkından yararlanır, dibe çöken maddeler (ağır şist) yükseltici bir çarkla boşaltılırken, yüzenler (daha hafif kömür) taşan yoğun çözelti tarafından sürüklenir. (Eşanl. DREVV-BOY.) —Mal. Ağır vergi, vergiler vergi artışının özel harcamalarda yol açacağı azalma­ nın şiddetine göre, ağır ve hafif olmak üzere sınıflandırılabilir. Özel harcamalar­ daki azalma şiddetliyse bu vergilere ağır vergiler denir. —Miner. Ağır mal, oldukça düşük ticari hızla kütle taşımacılığı gerektiren, çok yo­ ğun malzeme. (Maden filizleri, kömür ağır mallardır.) —Müz. Kimi usul adlarından önce geldi­ ğinde, o usulün bir kat daha yavaş tem­ polu olduğunu anlatır. Ağır ağır aksaksemai örneğindeyse, temponun iki kat ya­ vaş olduğunu belirtir. (Karşıt. Y ÜRÜK .) —Ormanc. Ağır odun, yoğunluğu 0,80 ve 0,95 arasında olan reçinesiz ağaçlara de­ nir. (Yoğunluk, 0,95'i aşarsa "çok ağır” odun denir.)



kategorinin bulunduğu boksta, ağır sık­ let, 79,378 ile 85 kg arasıdır.) —Şarapç. Ağır şarap, yüksek alkollü, in­ celikten yoksun, kimi zaman da taninin çok fazla olması nedeniyle bükesi mas­ kelenmiş şarap için denir. —Tarım ve pedol. Killi, tıkız, işlenmesi güç, büyük bir çeki gücü gerektiren top­ rak için denir. (Bir toprak killi olduğu öl­ çüde ağırdır; killi toprak ne denli kuruysa işlenmesi de o denli güçtür.) —Teknol. Bazı büyüklükler (sıcaklık, ba­ sınç) olağanüstü değerlere ulaştığında, bir aygıt ya da işlemin içinde bulunduğu koşullar için kullanılır. —Verg. huk. Ağır kusur cezası,Yergi usul kanunu’nda belirtilen durumlardan biriy­ le vergi yükümlü ya da sorumlusunun kayba uğrattıkları verginin bir katı tutarın­ da kesilen vergi cezası. (Bk. ansikl. böl.) ♦ be. 1. Ağ ırl ıkça fazla: Su çeken balya tartıda 300 kg daha ağır geldi. Bu bavul ötekilerden ağır çekiyor. —2. Gerçekleş­ mesi, yapılması uzun süren eylem için kul­ lanılır; yavaş: işlerağır gidiyor. Adalet me­ kanizması ağır işliyor. —3. Ciddi, ağırbaşlı biçimde, ağırbaşlı olarak: Ağır otur ki bey desinler {atasözü). —4. Ağır basmak, üs­ tünlük sağlamak, başkalarından daha et­ kili olmak: Karşı taraf ağır basınca hakem kararını değiştirdi. || (Bir kimseye) ağır gel­ mek, sözkonusu birsözyadadavranışsa, bir kimseyi kırmak, incitmek; bir işse, bir kimsenin gücünü aşmak: Bu sözleri kar­ deşinden duymak, ona çok ağır gelmişti. Bu iş, doğrusu bana ağır geliyor, sürdüremeyeceğim. || Ağır gel; ağır ol! "haddini bil, davranışlarına çekidüzen ver" anlamında kullanılır (arg ): Ağır gel, burada böyle davranamazsın11|(Kulakla­ rı) ağırişitmek, duymak, kulakları iyi işitme­ mek: Çokyaşlandı, kulakları daağırişitiyor. |j Ağır konuşmak, karşısındakinin onurunu kıran, onu küçülten sözler söylemek: Be­ nimle çok ağır konuştu, bir daha onun sem­ tine uğramam. |j Ağır oll, sürücülere "ya­ vaşla, dur” anlamında söylenen uyarı sö­ zü (arg.). || (Birişi)ağırdan almak, (o işi) ge­ ciktirmek, gerekensüredebitirmemek: Ya­ yımcı nedense kitabın basımını hep ağır­ dan alıyor; isteksiz, gönülsüzcesine dav­ ranmak: Ben söyledikçe o ağırdan alıyor, nazlandıkça nazlanıyordu. |[ Ağırına git­ mek, bir söz ya da davranış sözkonusuy­ sa, onuruna dokunmak, gücüne gitmek: Söylediklerim ağırına gitmiş çok üzülmüş­ tü. —Denize. Ağır ağırgelt, geminin hızla sav­ rulmasını önlemek amacıyla dümeni ağır ağır basması için serdümene verilen ko­ mut. |j Ağır ağır kaçır!, aganta edilmiş ve yüktaşıyan bir halat ya da zinciri, ağır ağır gevşeterek kaçırmak için verilen komut. (Bu komutta çok dikkatli olmak gerekir; ani



Bazı yerli ağaçlarımızın yoğunluğu (g/cm3) H a fif o d u n lu la r



Ihlamur Kavak Ladin Göknar Kızılağaç Ardıç Sarıçam Huş Kestane Servi Sedir HalepçarTtı.



A ğ ır o d u n lu la r



0,35 0,37-0,45 0,43 0,43 0,48-0,6 0,49-0,67 0,5 0,58 0,6 0,6 0,6 0,6



—Oto. Ağır taşıt, mal taşımaya yarayan yüksek tonajlı sanayi aracı. —Sine. Ağır çekim, gösterim sırasında, bir hareketin filme alındığı andaki gerçek durumundan daha ağır izlenmesini sağ­ layan çekim yöntemi. —Spor. Ağır sıklet, kimi sporlarda, sınır­ sız tutulan en yüksek kilo kategorisi; bu kategoride yer alan sporcu. (Süper-ağır



Akçaağaç Karaağaç Gürgen Çınar Dişbudak Kayın Karaçam Y.Akasya Porsuk Meşe Şimşir Zeytin



0,59-0,68 0,64-0,7 0,64-0,8 0,64-0,7 0,65-0,7 0,66-0,7 0,67 0,73-0,8 0,8



0,86-0,9 0,92-1,0 1,0



kaçırılan bir halat ya da zincir, çevresinde tehlike yarattığı gibi yapılan manevrayı da bozar.) —ANSİKL. Cez. huk. Türk ceza kanunu’n­ da iki tür ağır hapis cezası vardır: ömür bo­ yu hapiscezası, hükümlünün ölümüne ka­ dar sürer; geçici ağır hapis cezasınınsa, aşağı sınırı bir yıl, yukarı sınırı yirmi dört yıl olabilir. Ağır hapis cezası, yasada açıkça



ağır belirtilen durumlarda bir yıldan aşağı ola: bileceği gibi, yirmi dört yıldan yukarı da ola­ bilir (örneğin Türk Cez. k. md. 448). —iş huk. İş kanunu’nun 78. maddesine göre 16 yaşını doldurmamış çocuklar ağır vetehlikeli işlerde çalıştırılamazlar. Hangi işlerin ağır ve tehlikeli sayılacağı1'Ağır ve tehlikeli işler tüzüğü” ile belirlenmiştir. Bu tüzükte, 16 yaşını doldurup 18 yaşını bitir­ memiş çocuklarla kadınların da hangi tür ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilecekleri be­ lirtilmiştir. Bu tür işlerde çalıştırılanların işe girişte ve işin devamı süresince, bedence bu işlere uygun vedayanıklı olup olmadık­ larının hekim raporuyla saptanması zorun­ ludur. —Verg. huk. Vergi usul kanunu'nun 347. md’sine göre, ağır kusur, mükellef ya da sorumlu tarafından aşağıdaki hallerden bi­ risiyle vergi kaybına yol açılmasıdır: 1. Yıl­ lık olarak verilmesi gereken beyanname­ lerde 10 bin liradan az olmamak üzere, be­ yannamede yazılı vergi matrahının °/o 10'unu geçen bir miktarın eksik bildirilmesi (10 bin ve 50 bin liralık hadler 1985’te çı­ kartılan 3239sayılı yasa’nın37. md ile 10 kat artırılmıştır); 2 — vergilendirme döne­ mi ve tarh zamanı geçtiği halde, götürü usuletabi ticaret ve serbest meslek sahip­ lerinin, kazançlarıyla ilgili faaliyetlerini vergi dairesine bildirmemiş olması; 3— beyan­ name verme süresi ve bunaek süre geçti­ ği halde, götürü gider esasına tabi çiftçile­ rin, zirai faaliyetlerini vergi dairesine bildir­ memiş olması; 4— ücret, gayrimenkul ser­ maye iradı, menkul sermaye iradıyla sair kazanç ve irat elde edenlerin beyanname süresi ve ek süre geçtiği halde, bu kazanç­ larını vergi dairesine bildirmemiş olması; 5—ticari, zirai ve mesleki kazanç sahiple­ rinin, faaliyetlerini vergi dairesine bildir­ mekle birlikte, beyanname süresi ve ek sü­ re geçtiği halde beyanname vermemele­ ri.



180



A Ö IR B A R -



ARTVİN BARI.



AĞIR GOVENT a. Halay türü bir halk oyunu. Bitlis, Van, Muş, Siirt illeri ve çevre­ sinde yaygındır. (ağ IRGÜVENK de denir.) AĞIR GÜVENK -



A Ğ IR GOVENT.



AĞIR HALAY a. Ağır devinimli, halay tü­ rü bir halk oyunu ve eşlik ezgisine verilen ad. (Elazığ ve çevresinde yaygın olan bu oyun, dahaçokyaşlılarca oynanır. Ağırla­ ma, üçayak hoplatma bölümlerinden olu­ şur. Bölümler beş, dört, iki zamanlı ritmik yapıdadır.)



s t r rt ı u ı Asıl çelik taDrıkası (Orhangazı-Bursa) Asil Çelik arşivi



A ğır s a n a yi ve o to m o tiv ku ru m u (ASOK), 8.6.1984 tarih ve 233 Sayılı Kanun hükmünde kararname çerçevesinde kurulan iktisadi devlet teşekkülü. Sanayi veTicaret bakanlığı’na bağlı olan ASOKtüzel kişiliğe sahip, faaliyetlerinde özerk, so­



rumluluğu sermayesiyle sınırlı bir kuruluş­ tur. Sermayesinin tümü devlete aittir. Ku­ rumun amacı “ makine imalat, takım tez­ gâhları, çelik ve elektronik sanayisi gibi tek­ noloji ağırlıklı sanayi dallarının kurulması­ nı vegeliştirilmesini sağlamak’ ’tır. ASOK’a bağlı ortaklıklar: Takım tezgâhları san. ve tic. A.Ş. (TAKSAN), *Türk Motorsan, ve tic. A.Ş. (TÜMOSAN), Aksaray Motorsan, ve tic. A'.Ş. (AKMOSAN), 'Türkiye Elektro­ nik san. ve tic. A.Ş. (TESTAŞ), 'Asil Çelik san. ve tic. A.Ş.'dir. Bu ortaklıklardaki Ma­ kine ve kimya endüstrisi kurumu’naait olan hisseler 1984'te ASOK’a devredilmiştir. AĞIR ZEYBEK a. Batı Anadolu ve An­ kara yöresinde oynanan, ağır devinimli zeybek oyunlarının ve bunlara eşlik eden ezgilerin genel adı. (Ağır tartımlıdır. Dokuz ikilik ya da dokuz dörtlük notalarla yazılır. Davul, zurna, bağlama, sipsi, kemane ile çalınır; sözlü olanları da vardır.) AĞ İRAYÂK sıf. ve a. Yörs. 1. Doğurma­ sı yakın hamile kadın için kullanılır.—2. Tembel, ağır hareket eden kimse için kul­ lanılır. AĞIRBAŞLI sıf, 1. Ölçülü davranan, cid­ di, olgun kimse, bu kimseye özgü davra­ nış biçimi için kullanılır: Ağırbaşlı bir öğren­ ci. —2. Klasik çizgilerin hâkim olduğu, uyumlu giysi için kullanılır: Ağırbaşlı bir manto. AĞIRBAŞLILIKa. Ağırbaşlı olma duru­ mu; ağırbaşlı kimsenin, davranışın nite­ liği; ağırlık, ciddiyet: Ağırbaşlılığı somurt­ kanlık sanma. Şakalarında bile bir ağırbaş­ lılık vardı. Giysilerindeki ağırbaşlılık. AĞIRDAĞ rumca Ağirda, Kıbrıs’ın Girne ilçesinde köy. AĞIRKÜRE a. Eskiden yerkürenin iç bö­ lümüne verilen ad; bu bölümü ötekilerden ayıran özellik yoğunluğunun yüksek olma­ sıdır. (Eşanl. BARİSFER.) AĞIRLAMA a. Ağırlamak eylemi. — Ed. Bir şiir parçasının, özellikle de bir baladın sonuna, birini övmek amacıyla ko­ nan dize. — Sey. oy. Ortaoyununda, oyun başlama­ dan izleyicilerin ilgisini sah neye yöneltmek amacıyla çalınan parça. AĞIRLAMA a. 1. Ağır oynanan halk oyunlarının genel adı. —2. Bar, halay ve semahların ağır oynanan ilk bölümüne ve bu bölüme eşlik eden ezgilere verilen ad. (Oyun figürleri ve eşlik ezgisi ağır tempo­ ludur. Kırklar semahı ağırlaması, avşar ağırlaması gibi, oyunun adıyla birlikte söy­ lenir.) —3. Türk sanat müziğindeki yürükaksak usulü için, kimi kaynaklarda kulla­ nılan ad. AĞIRLAMAK g. f. Bir konuğu, bir konuk topluluğunu (bir yerde) ağırlamak, onun, onların gereksinimlerini karşılamak, rahat etmelerini sağlamak; ikramda bulunmak, itibar göstermek: Sizi otelimizde ağırlamak­ tan mutluluk duyacağız. Beni çok iyi ağır­ ladı. ♦ ağırlanmak edilg. f. (Bir yerde) ağırlan­ mak, ikram ve itibar görmek: Gezi boyun­ ca uğradığımız her yerde krallar gibi ağır­ landık. ♦ ağırlatmak etti rg. f. Bir kimseyi ağırlat­ mak, bir başkasının o kimseyi ağırlaması­ nı sağlamak. AĞIRLANMAK -



A Ğ IR LA M A K.



AĞIRLAŞM AK gçz. f. 1. Somut bir şey sözkonusuysa, ağır duruma gelmek: Su çeken tuğlalar ağırlaşmış. —2. Sözkonu­ su bir yükse, taşıyan kişide ağırlığının gi­ derek arttığı izlenimi uyandırmak: Attığım her adımda yüküm sanki biraz daha ağır­ laşıyordu. —3. Sözkonusu yüklenilen bir sorumluluk ya da sorumluluk gerektiren bir işse, taşınması, yürütülmesi zor bir duru­ ma gelmek; güçleşmek, çoğalmak: Ağır­ laşan sorumluluklar altında ezilmek. Yıl so­ nuna kadar dersler çok ağırlaştı. Yardıms 'in ı n i H i n n o i d a r i a H a r n a ls ıllı a n i r l a c t ı — 4



Sözkonusu işleyen bir düzenek, süregiden bir hareketse, hızı azalmak; yavaşlamak: Ağırlaşan makinenin tıkırtısı, işlerin ağırlaş­ ması. —5. Sözkonusu bir hareket ya da be­ denin bir bölümüyse, esnekliğini, çevikli­ ğini, duyarlığını yitirmek: Yaşı ilerledikçe yürüyüşü de ağırlaştı. Yarışın sonuna doğ­ ru yüzücülerin kulaçları ağırlaştı. Dili ağır­ laşmak. Kulakları ağırlaşmak. —6. Bir kim­ seden söz ederken, düşünceleri, davranış­ ları tutarlılık, ağırbaşlılık, incelik kazanmak; durulmak, olgunlaşmak: Yaşı ilerledikçe hoppalıktanzüppelikten kurtuldu, ağırlaştı, iyi bir ev kadını oldu. —7. Sözkonusu has­ taysa, hastalığı tehlikeli bir duruma gel­ mek; kötüleşmek: Dün çok iyiydi, bu sa­ bah birdenbire ağırlaşıp komaya girdi. — 8 . Sözkonusu hamile kadınsa, doğum zamanı yaklaşmak: Bugün yarın doğurur, iyice ağırlaştı. —9. Sözkonusu havaysa, sı­ kıntılı, kasvetli bir hal almak, bozmak, ka­ pamak; kirlenmek: Hava iyice ağırlaştı, yağmur geliyor. Pencereleri aç, bu oda­ nın havası çok ağırlaşmış. —10. Sözkonu­ su yiyecek bir şeyse, kokusundan anlaşı­ lacak biçimde bozulmak: Bu yemek bütün günaçıktakaldı, biraz ağırlaşmış. Türlünün eti ağırlaşmıştı, yiyemedim. ♦ ağırlaştırmak ettirg. f 1. Bir şeyi ağır­ laştırmak, onun ağırlaşmasınayol açmak, ağırlaşmasını sağlamak; ağırlığını artır­ mak, güçleştirmek: Yağmurun ağırlaştır­ dığı pamuk balyaları. Kocasının ölümü so­ rumluluklarını ağırlaştırdı. Sınav sorularını iyice ağırlaştırdılar. —2. Bir kimseyi ağır­ laştırmak, onun ağırlaşmasına neden ol­ mak; olgunlaştırmak, kötüleştirmek: Baba­ sının ölümü onu değiştirdi, adamakıllı ağır­ laştırdı. Bu ilaç hastayı birden ağırlaştıra­ bilir, doktor gözetiminde kullanılmalıdır. ♦ ağırlaştırmak, ağırlatmak ettirg f Bir şeyi ağırlaştırmak,ağırlatmak,onu ağır du­ ruma getirmek, yavaşlatmak: Tempoyu ağırlaştırmak. İşi ağırlatan işçiler, ücretle­ rin artırılmasını istediler. AĞIRLAŞTIRMA a. Ağırlaştırmak eyle­ mi. —Tekst. Doğal ipeğin ağırlığını artırma­ ya yarayan işlem; amaç, ham ipeğin pişirilmesinden kaynaklanan ağırlık kaybı­ nı kısmen ya da tamamen dengelemektir, (ipeği ağırlaştırma işlemi, elyaf üstüne kim­ yasal yolla silikofosfat çökeltilerek yapılır. Genellikle istenilen ağırlığı sağlamak ama­ cıyla art arda birçok ağırlaştırma işlemi uy­ gulanır. Ayrıca koyu renk elde etmek için bu işleme boya sırasında da başvurulur.) [Eşanl. ŞAR J.j AĞIRLAŞTIRM AK



-A Ğ IR L A Ş M A K .



AĞ IRLATICI sıf. Ağırlaştıran, çoğaltan. —Cez. huk. Ağırlatıcı sebepler, bir suçun cezasını artıran ve suçun unsurlarının dı­ şında kalan sebepler. (Bu sebepler olma­ sa da yine suç oluşur Ağırlatıcı sebepler, bütün unsurları var olan bir suçun yalnız cezasını artıran halterdir.)\\Fiiliağırlatıcı se­ bepler, suçun işlendiği zamana, yere, suç işlenmesinde kullanılan araçlara ilişkin nes­ nel sebepler, üKanuni ağırlatıcı sebepler, yasada açıkça ağırlatıcı sebep olarak be­ lirtilen haller. (Örneğin kasten adam öldür­ me suçundafiilin zehirleme suretiyle işlen­ mesi kanuni ağırlatıcı sebeptir. TCK.’nin 449.maddesinde bu durum açıkça belir­ tilmiştir.) |[ Kişisel ağırlatıcı sebepler, suç­ lunun kişisel durumuna, suçlu ile mağdur (suçtan zarar gören kişi) arasındaki ilişki­ lere ve mağdurun özelliklerine bağlı olan sebepler. || Takdiri ağırlatıcı sebepler, ya­ sada açıkça ağırlatıcı sebep olarak belir­ tilmeyen, yargıcın takdirine bırakılmış se­ bepler. AĞ IRLATM AK -



A Ğ IR LA M A K.



AĞ IRLATM AK -



A Ğ IR LA ŞM AK .



AĞ IRLIK a. 1. Ağır olma durumu; ağır olan kimsenin, şeyin niteliği: Hareketlerin­ deki ağırlık insana sıkıntı veriyor. Ağırlığı, ciddiyeti ile dikkatleri çeken bir kız. Bir gör o u in a n ı r t ı n ı a t t ı r ı r la a r i t m a k



İla n ın r in 7 iı



hastalığın ağırlığına göre değişir. Metnin ağırlığı, bir giysinin, hediyenin vb. ağırlığı. —2. Yerçekiminin bir nesne üzerine uygu­ ladığı güç: Yağmurda kalan pamuk balya­ larının ağırlığı artmış, taşınmaları güçleş­ mişti. 10kg ağırlığındabirpaket —3. Be­ denin herhangi bir yerinde duyulan, belli belirsiz bir ağrı, tedirginlik; iç sıkıntısının zih­ ne ve hareketlere verdiği uyuşukluk, gev­ şeklik: Midemde bir ağırlık var. Başımda bir ağırlık hissediyorum. Sabah uyandı­ ğımda üstümde bir ağırlık vardı. —4. Bir kimseye külfet olan şey: Size ağırlık olmak istemem. —5. Kişinin bir topluluk içinde kendini kabul ettirme yeteneği: Bir yerde ağırlığını duyurmak. Müdür ağırlığı olma­ yan bir kimseydi. —6. Eşya, yük: Ağırlığı­ mız fazla, bizi taşımaya bir kamyon yetmez. —7. Yörs. Damadın geline verdiği para; kalın. —8. Takı, mücevherat: Geline takı­ lan ağırlıklar. —9. Terazinin birkefesinetartılacak şeyin karşılığı olarak konulan nes­ ne. —10. Ağırlık basmak, çökmek, uyu­ ma isteği duymak: Birden bir ağırlık bastı, birtürlü gözlerimi açamıyorum, jj (Üstüne, hareketlerine vb.) bir ağırlık gelmek, du­ rulmak, ağırbaşlı olmak: Bu yıl hepten de­ ğişti, bir ağırlık geldi üzerine, jj Ağırlık mer­ kezi, bir iş ya da konunun en önemli nok­ tası: Konuşmanın ağırlık merkezini güneş enerjisinden yararlanma yolları oluşturu­ yordu. || Ağırlığınca altın etmek, değmek, çok değerli olmak. || (Bir şeye, bir şeyden yana)ağırlığını koymak, etki ve yetkisini bir şeyi desteklemek için kullanmak: Ağırlığı­ nı koysaydın seçimi kazanırdık, jj Bir şeye ağırlık vermek, dikkatini onda yoğunlaştır­ mak, ona öncelik tanımak: Bütün ağırlığı dil öğrenmeye verdi. Gündemde nükleer silahlara ağırlık verilmişti. —Ask. Silahlı kuvvetlerin donatımı, beslen­ mesi ve çeşitli hizmetlerinin yürütülebilmesi için gerekli ikmal maddelerinin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Bine. Belli bir yarışta, belli bir atın taşı­ yabileceği kilogram tutarı. || Ağırlık avan­ tajı, belli bir sayıda yarış kazanmamış olan aprantilerin ötekilerden daha az ağırlıktaşıması. (Handikaplarda uygulanmaz.) |j Ağırlık kaydırmak, gövdenin ağırlığını öne ya da arkaya kaydırarak atın ön ya da ar­ ka tarafını hafifletmek. —Bür.ger. Kâğıt ağırlığı, uçmalarını önle­ mek için kâğıtların üzerine konan ağır nes­ ne. —Denizbil. Bir denizbilim aygıtını taşıyan kablo üstünde yer değiştiren kütle. (Söz-' konusu kütlenin özel bir düzeneğin üstü­ ne çarpması, aygıtın çalışmasını ya da dur­ masını sağlar. Bu uzaktan kumandalı ay­ gıt, karot alma aygıtı ya da su örneği alma şişeleriyle birlikte kullanılır.) —Dy. Aderansağırlıklarını artırmak için ki­ mi lokomotiflerin üstüne konulan ve genel­ likle dökme demirden yapılma ağır parça, jj Fren ağırlığı, bir trenin frenleme hesabın­ da kullanılan vefrenleme gücünü belirten sanal ağırlık. (Fren ağırlığı kavramı, gide­ rek yerini frenlenen kütle kavramına bırak­ mıştır.) —Elektroakust. Ağırlık verme, bir işaretin kimi tayf bileşenlerinin göreli genliğini sis­ temli olarak artırma; örneğin, alçak ya da yüksek frekansların göreli genlikleri, ileti­ mi ya da kaydı kolaylaştırmak, bir ön dü­ zeltme yapmak amacıyla büyütülür. (Ûn düzeltme dışında, ağırlık verme işlemini, kaydın iletiminden ya da okunmasından sonra, dengeleme işlemi izler.)jj Ağırlık ver­ mek, ağırlık verme işlemini yapmak. —Fiz. Ağırlık merkezi, bir cismi oluşturan parçacıkların tümü üzerine etki eden yer­ çekimi kuvvetleri bileşkesinin uygulama noktası. (Homojen bircismin bakışım öğe­ leri [nokta, doğru, düzlem] varsa, bu öğe­ ler ağırlık merkezini içerir. Düzgün bir çe­ kim alanında, ağırlık merkezi kütle merke­ ziyle çakışır.) || Bir enerji düzeyinin istatis­ tik ağırlığı, birfiziksel sistemin aynı enerjiyi taşımasına olanak veren, farklı kuvantum hallerinin sayısı. —Fizs. kim. Atom ağırlığı, molekül ağırlını



A T O M * K l İTİ F R İ. M O I F K I J L * K Ü T I ER İ'



nin eşanlamlıları. — Fizs. mekan. Yeryüzünde dingin bırcismin atomlarına etki eden kuvvetlerin bileş­ kesi. (Bk. ansikl. böl.) —Geom. Ağırlık merkezi, bir afin uzayın, ntane A,, A2..., An noktasına, toplamı sı­ fır olmayan m,, m2 m -katsayıları eşlik ettirildiğinde 2 rrçCÂ, =0.



(1)



ile tanımlanan G noktası. (Eşanl. K Ü T L E M E R K E Z İ.) [Bk.ansikl. böl.] jj Bir M noktası­ nın ağırlık merkezli koordinatları, (a0, _a,, an)skalerler (n+1) -lisi.öyle ki,(A„, Â0Â ,, ..., Âö Ân) afin karşılaştırma uzayının bir afin işareti olduğuna göre, M noktası, Al), At , .... A„gibi n + 1 noktanın, yukardakiskaler katsayılarla etkilenen ağırlık mer­ kezidir. —Kim. müh. Ağırlık aygıtı, sıvının kendi ağırlığının etkisiyle aktığı dağıtım aygıtı. —Kuyuc. Ağırlık borusu, kuyu açmada kul­ lanılan olağan borulardan daha kalın ve daha ağır özel boru . (Yön vermek ve boru takımına ağırlık sağlanmak için matkaba vidalanır.) —Mak. san .Denge ağırlığı, genellikle de­ vinimi! bir organın dengesini sağlamak için eklenen ve eylemsizlik, ağırlık ya da mer­ kezkaç kuvvet ile etki yapan küçük kütle. —Mlm.Ağırlıkkulesi, osmanlı mimarlığın­ da, kubbe kemerlerini taşıyan ayakların ağırlığını artırarak merkezi kubbelerin yan­ lara doğru açılmasını önlemek amacıyla örtü düzenine eklenen kulecikler. (Bk. an­ sikl. böl.) || Gotik mimarlıkta, payanda ayak­ larının ve uçan payanda omuzlamalarının, ince uzun ve piramit biçimli tepeliği. (Baş­ langıçta statik dengeyi artırmak için konu­ lan ağırlık kulesinde, XIII.yy.’dan başlaya­ rak büyük ölçüde süslemeler kullanıldı; böylece ağırlık kulelerinde,mimarlık değil, marangozluk ve kuyumculuk ağırlık ka­ zanmaya başladı.) —Ölçbil. Kütle ölçümüne yarayan bir ya­ sal birim halinde adsal kütle işaretini görü­ nür biçimde taşıyan katı cisim. (Eşanl. M A R ­ K A L A N M IŞ k ü t l e .) [Bk. ansikl.böl.] —Parac. Para ağırlığı,eskiden ağırlığı ya­ sa ya da kararnamelerle belirlenen ve pa­ raların ağırlığını denetlemekte ölçü birimi olarak kullanılan maden (bakır, demir, kur­ şun, bronz) parçası. —Saatç. Sarkaçağırlığı. bir duvar saati sar­ kacının alt ucuna bağlanan bakırdan ya­ pılmış ağırlık. —Şek. san. Normal ağırlık, 100 mİ. saf su­ da eritilen ve şekerölçerin 100 derecesi­ ne denk düşen şekerin ağırlığı. (Uluslara­ rası normal ağırlık 26 gr’dır; bu birim Türki­ ye için de geçerlidir.) —Tekst. El dokuma işçisinin, bir ya da bir­ çok çözgü ipliğine onları germek için astı­ ğı karşı ağırlık. —Terz. Bir giysi eteğinin rüzgârla havalan­ masını önlemek için, aşağı çekilmesini sağ­ layan, ipliğe geçirilmiş, şerit altına ya da kılıf içine konulmuş küçük kurşun disklerden oluşan dizi. — ANSİKL. Ask. Muharip birliklerin özellik­ le seferde gereksinim duyacakları çeşitli ik­ mal maddeleri, muharebe ağırlıkları, iaşe ağırlıkları ve eşya ağırlıkları olarak adlan­ dırılır. Muharebe ağırlıkları, cephane, mü­ himmat ile istihkâm tahkim ve engel mal­ zemelerini; iaşe ağırlıkları, insan ve hayvan yiyecek, içecek maddelerini; eşya ağırlık­ larıysa, konmada gereken çadır, kazık, tel, kazma, kürek vb. ikmal maddelerini içerir. Benzin, mazot, madeni yağ vb. maddeler, ordudonatım sınıfının sorumluluğundaki ağırlıklar arasında yer alır. Eski dönemler­ de öküz, manda, at, katır, deve, merkep kol ve katarlarıylayürütülen ağırlıkları taşı­ ma hizmetleri günümüzde modern ulaştır­ ma araçlarıyla yapılmaktadır. —Fizs. mekan. Asılı bir cismin ağırlığı askı kuvvetine eşit ve karşıt yönlüyse, o cisim dengededir; öyleyse ağırlık, cismi tutabil­ mek için harcanması gereken kuvvetle ni­ tel olarak giderilebilir. Ote yandan merkez­



dönmesi nedeniyle ağırlık, çekim kuvvet­ leri toplamından biraz farklıdır ve düşey doğrultu Yer’in merkezinden geçmez, iç­ sel bir özellik olan kütlenin tersine, ağırlık yere göre değişir. Ağırlık, cismin kütlesiy­ le bulunduğu yerdeki yerçekimi ivmesinin çarpımına eşittir. Terazi, iki cismin aynı yer­ de taşıdığı ağırlıkların, dolayısıyla kütlele­ rinin eşitliğini doğrulama olanağı verir; bu yüzden ağırlık ve kütle kavramları sık sık karıştırılır. Oysa kütlesi belli bir cisim Ay’a götürüldüğünde ağırlığı Yer’dekinden yaklaşık altı kat daha düşük olacaktır. —Fizyol. insanın vücut ağırlığı doğumdan ergin çağa gelinceye kadar düzenli bir bi­ çimde artar. Bununla birlikte bu artışı gös­ teren eğri, düz birçizgi değildir. Artışın çok hızlı olduğu bazı devreler gözlenir; bunlar özellikle yaşamın ilk ayları ve ergenlik dö­ nemleridir. (-► B Ü Y Ü M E .) Ergin insanda ku­ ramsal ya da normal ağırlığı hesap etmek için çeşitli formüller vardır. Metropolitan In­ surance Life Company'ninki (Metropolitan yaşam sigortası şirketi) şöyledir: A= 50 + 0,75 (B—150) erkek için A= 50 + 0,75 (B—150) x 0,9 kadın için (B santimetre cinsinden boy). Monnerot -Dumaine ile Broca'nınki el bileği çevresi­ ni (BÇ) santimetre cinsinden hesaba kata­ rak iskelet kütlesini de işe karıştırdığı için daha doğrudur: B-100 + 4BÇ . . . A= ------- -- — X erkek için . B-100 + 8BÇ . , A= ------ a: kadın için Normal ağırlıkta görülebilecek farklar °/o 15'i aşmadıkça patolojik sayılamaz. —Geom. O afin uzayın başlangıcıysa (1) bağıntısından, ( Ü



rrj,) Ö C



-



X



m , 5 A,



çıkarılır. Dolayısıyla(0, T,j,k)könacıyla do­ natılan 3 boyutlu E3 afin uzayı içinde, A, nin koordinatları (x,., y,, zp ise G nin koor­ dinatları mr



V /



X







m,



m i 'Y i



^



1



zL



m ,-z ,



v i 1



m.



( 1



olur. Bütün A, noktalarına eşit katsayılar verilerek elde edilen özel haldeyse G ye eşağırlık merkezi,yani A, noktaları nın ağır­ lık ya da eylemsizlik merkezi adı verilir. • Ağırlık merkezinin özellikleri. 1. m, kat­ sayılarının eşlik ettiği A, noktalarının ağır­ lık merkezi, sıfırdan farklı k skaleri ne olur­ sa olsun k.m,, katsayılarının eşlik ettiği A, noktalarının ağırlık merkeziyle aynıdır. 2. A, noktalarından p tanesi yerine, p kat­ sayılarının sıfır olmayan toplamının eşlik et­ tiği ağırlık merkezi konursa, ntane A,nok­ tasının G ağırlık merkezi değişmez. (Bu du­ rumda ağırlıkmerkezi nin'‘birleşmeliliğinden"sözedılir.)Bir afin uzayda [A, B] doğ­ ru parçası, M e [A, BJ » 3(a, b ) e R ‘ x İR ’ / MÂ +



a■



b■MB “



0



ve a + 6 A 0. biçiminde tanımlanabilir. (AB) afin doğru­ su ve A, B ve C noktaları aynı doğru üze­ rinde bulunmadığına göre (ABC) afin düz­ lemi sırayla aşağıdaki biçimde verilebilir: M G (AB) » 3(a,



b)EİR2/ a



ve



a



M e (ABC) « 3(a,



+ b AO;



■M A t-



b• MB -



Ö



b, c) S IR ’/



a • M Â + b ■ M B + t i- M C = 5



ve a + 6 f c A 0. —Mim. Osmanlı mimarlığının temel öğe­ lerinden olan ağırlık kulelerinin tasarımın­ da, yapısal gereksinimin yanında bezeme kaygısı da rol oynar. Bunlar, örtü düzenin­ de, merkezi kubbeyle çevresinde basa­ mak basamak yükselen kubbecikler ve ya­ rım kubbeler arasında uyumlu bir geçiş saalavarak tekdüzeliöi önler. Kubbevle ör­



ağırlık tülü, yuvarlak ya da köşeli, masif ya da içi bir ölçüde boş ağırlık kulelerinin, özellikle Mimar Sinan’ın yapılarında uyumlu, den­ geli örnekleri bulunmaktadır. —Ûlçbil. Ticarette kullanılan ağırlıkların bi­ çim ve maddesi bir tüzüğe bağlanmıştır. Ağırlıkların üstünde yazılı değerlerin, ya­ sayla saptanmış bir tolerans içinde kütle­ lerine uygun olduğunu güvence altına alan bir ayar damgası bulunması zorunludur. Dökme demir ağırlıklar kesik piramit biçim­ de yapılır; ağır seri (50 kg ile 20 kg) dört­ gen piramit, hafif seri (10 kg ile 0,5 kg) altı­ gen piramittir: Kaldırmak için bir sap ya da halka bulunur. Pirinç ağırlık serisi 20 kg’ dan 1 kg'a kadar inen bir dizi oluşturur; si­ lindir biçimindeki bu ağırlıkların üstünde tutmaya yarayan bir çıkıntı vardır. Çok küçük kütlelerin tartılmasında kul­ lanılan ağırlıklar yükseltgenmeyen küçük metal levhalardan oluşur (5 kg'dan 1 mg’a kadar). Miligramın askatları için çatal yöntemi kullanılır.( - TERAZİ.)



182



AĞIRLIKLANDIRM A a. istat -



t a r ti -



LAMA.



AĞ IRLIKLI sıf. 1. Benzerleri arasında önemi, değeri, önceliğiyle belirginleşen şey için kullanılır: Gündemde yer alan ağır­ lıklı konulardan biri de konut sorunuydu. —2.Bir şey ağırlıklı, onda yoğunlaşan, ona öncelik tanıyan şey için kullanılır: Matema­ tik. fen vb. ağırlıklı puan. Yabancı dil ağır­ lıklı bir eğitim. —3. Esk. Saygıdeğer, de­ ğerli kimse için kullanılır: ". .. ey ağırlıklı dost" (Kelile ve Dimne, XIV.yy.). AĞ IRUKÖLÇÜM a. Anal. kim. Tartım­ la yapılan nicel kimyasal çözümleme. (Eşanl. GRAVİMETRİ.) —ANSİKL. Anal. kim. Ağırlıkölçüm, bir ni­ cel çözümleme yöntemidir ve dozu belir­ lenecek cisim ya da iyon miktarı tartımla bulunur. Sözkonusu cismi arı halde ayır­ ma olanağı varsa, tartım doğrudan cisim üstünde uygulanır; öte yandan dozu be­ lirlenecek elementin iyi tanımlanmış bir bi­ leşiği de tartılabilir. (Örneğin dimetilglioksimle nikelin dozunu belirleme.) Ağırlıkölçüm en duyarlı yöntemler ara­ sında yer alır; ama işlemlerin yavaşlığı ve çokluğu gibi sakıncaları vardır. Başlıca iş­ lemlerse tadımlar, çözelti hazırlama, seçimsel çökeltme, süzme, kurutma ve ge­ rekirse kavurmadır.



Ağımaslı Niyazi



AĞ IRLIKSIZLAŞM A Fiz. Bir kimsenin ya da bir nesnenin uzamda yerçekimi et­ kisinden kurtulmuşçasına yükselmesi ola­ yıAĞ IRLIKSIZLIK a. Yerçekimi etkilerinin yok olduğu durum. —ANSİKL Bir nesne yalnızca gökcisimle­ rinin çekim etkisiyle balistik bir yörünge çi­ ziyorsa, ağırlıksız durumuna girmiş de­ mektir. Bu koşullarda ağırlığın görünürde yokoluşu, nesneyle nesneyi tartan terazi­ nin aynı yörüngeyi izlemesinden ve birbi­ rine hiçbir kuvvet uygulamamasından kay­ naklanır. Aynı şekilde, bir astronot da ka­ bininde yüzme eğilimi gösterecektir; çün­ kü onu kabin çeperine çekecek bir kuvvet yoktur. Bu durumda duvar, döşeme, tavan kavramları bütün anlamlarını yitirir ve yal­ nızca uzlaşmalı bir anlam taşır. Astronot­ lar aracın çeperlerine bağlanmadıkça ne çalışabilir ne de uyuyabilirler. Sıvılar yal­ nızca yüzeysel gerilimlerin etkisiyle yuvar biçimi alır. Gerçekte bir uzay aracının içinde ya da yakınında yerçekimi hiçbir zaman tümüy­ le yokolmaz. Aracın kendi ağırlık merkezi çevresindeki hareketi, titreşimleri ve araç­ taki nesnelerin karşılıklı çekimleri nede­ niyle çok zayıf parazit ivmeler sürer. Dola­ yısıyla ağırlıksızlık yerine "mıkroağırlık” te­ rimini kullanmak daha doğrudur. Bu pa­ razit etkilerin varlığı, ancak yerçekimsiz bir ortamda sonuç verebilecek deneyleri güç­ leştirmektedir. Ama bunun üstesinden gelmenin belki de yolu vardır. Örneğin, aracı kendi ekse­



ni üzerinde döndürerek oluşturulacak bir merkezkaç kuvvetiyle yapay bir ağırlık el­ de edilebilir. • Yörünge uçuşlarında ağırlıksızlığın fiz­ yolojik etkileri. 1. Hayvanlar üstündeki etki. Kas kasıl­ ması, kalp atışı, solunum ritmi ve beyin et­ kinliği incelenir. Bütün bu öğeler hızlanma döneminde (fırlatma) büyük değişimlere uğrar; sonra ağırlıksızlık durumuna ulaşıl­ dığında, elektromiyogram, kasılmaların hemen hemen tümüyle yokolduğunu gös­ terir, solunum güçleşir ve düzgünleşir; kalp atışları yavaşlar ve düzgünleşir, elektroansefalogram büyük genlikli dalgalar kayde­ der ve bu olgu beyin etkinliğinin azaldığı­ nı kanıtlar (aynı hayvanlara sakinleştirici ilaçlar verildiğinde de benzer grafikler el­ de edilir). 2. insanın sinir sistemi ve duyu alıcıları üstündeki etki. A. Denge. Denge duyusunu algılayan organlar içkulak labirentindeki yarım dai­ resel kanallardır. Başın konumuna ve iv­ meye karşı duyarlı olan bu kanallar, hava­ lanma sırasında büyük ölçüde etkilenir. Ağırlıksızlık durumuna gelindiğinde alışıl­ mış uyarı halinin ortadan kalkması, denge­ yi sağlayan sinir yolları ndadüzensizl iğe yol açar: okülojir krizleri (gözlerin istem dışı dönmesi), bulantı eşliğinde başdönmesı, fırlatılma ve dengesizlik duyumları. Ağır­ lıksızlık işitmede bir değişiklik doğurmaz; ama uçuş koşulları (kalkışta şiddetli gürül­ tü ve sonra mutlak sessizlik) boşlukta kal­ ma duygusunu yoğunlaştıran bir çelişkiye yol açar. B. Görme. Amerikalılar gerek uyduda, gerek ağırlıksızlık koşulları altında görme gücünün arttığını açıklarken Ruslar bir de­ ğişiklik olmadığını bildirdiler. G. Kas ve eklem duyumları. Bu duyum­ lar vücudun ve öğelerinin konumunu an­ lamak, davranışları sürdürmek ve hareket etmek için çok önemlidir. Vücutta veherbiröğesindeağırlığınyok oluşu, geneiıikle bu öğeleri (taban, kaba­ lar) etki altında tutan basıncın kalkmasına yol açar. Aynı olgu eklem yüzeylerinin ve kas gerilimlerinin karşılıklı etkisi için de geçerlidir. Bu yüzden başlangıçta vücut öğe­ lerini birbirine göre ve vücudu ortama gö­ re (mürettebat kabini) yönlendirmenin ya­ nı sıra öğelerin ve vücudun konumlarını be­ lirlemede de güçlükler doğabilir. Kozmo­ notlar ağırlıksızlığın bu belirgin özelliğine kısa sürede alışırlar. D. Psikolojik etkiler. Çeşitli duyu organ­ ları düzeyinde yukarıda incelenen engel­ leme etkileri, aklın üst işlevlerinin bozulma­ sına neden olmaz; yani zekâda, düşünme­ de, karar vermede ve kararlaştırılmış ey­ lemleri gerçekleştirmek için gereken me­ kanizmada (bilinçli hareketler) sapmalara yol açmaz. Nitekim kozmonotlar, seyir ku­ mandaları yerden hesaplanan ve denet­ lenen ilk uçuşlar boyunca, temel yaşam­ sal eylemlerden başka çeşitli ölçümler, gözlemler ve deneyler yapmışlardır. 3. Kan dolaşımı, solunum vesindirim sis­ temi üstündeki etki. Yer’de yerçekimi kan kütlesini bacaklara doğru inmeye zorlar­ ken bunun uyandırdığı damar daralması refleksi kanı yukarı iterek yerçekimini den­ geler. Ağırlıksızlık damar daralması reflek­ sini yok eder ve basınçları yalnızca kalp atışları sağlamaya başlar; bu nedenle kalp hareketlerinin genliği ve ritmi azalarak ye­ ni bir denge kurulur. Bacak damarlarında daralma yokluğu, bacaklarda hacmin art­ masına yol açar; ama ivmenin etkilerini sı­ nırlamak için öngörülen antı-g bileşimi bu sıvı göçüne karşı koyar. Solunum, arı ok­ sijenden ya Ağralı



AĞLAMAKLI sıf. 1. Bir kimsenin sızlan­ dığını, başkalarında acıma uyandırmaya çalıştığını belirten şey için kullanılır: Ağ­ lamaklı bir yüzle borç istedi. Ağlamaklı bir bakış. —2. Ağlamaklı olmak, ağlayacak gibi olmak, ağlayacak duruma gelmek. AĞLAMALI sıf. Ağlayan, sızlayan; ağ­ lamaklı. AĞLAMSAM AK gçz. f. Ağlar gibi ol­ mak, ağlamaklı olmak. AĞLAMSI sıf. Ağlar gibi görünen. AĞ LANM AK -* A Ğ LA M A K.



Jean oe Berry aokjnjrı mezarnoak ağlayıcı kaynakaşmaan (XV. yy.) Bourges müzes



AĞMAZ çoğl. a. (ar. ğamz'ın çoğl. ağmaz). Esk. Gözyummalar, kayırma ve kolaylık göstermeler. AĞNÂ sıf. (ar. gına'dan ağnâ). Esk. Çok zengin, pek zengin. AĞNAK a. Yörs. At, eşek, katır gibi hay­ vanların yatıp debelendikleri tozlu, toprak­ lı yer.



Ağlayan kadınlar lahdi İstanbul Arkeoloji müzeleri



da) krallar mezarlığında bulunmuş lahit; sütunlu lahitlerin ilk ve önemli örneklerin­ dendir. Osman Hamdi Bey’in İskender lahdi ile birlikte bulduğu yapıt (1887), İs­ tanbul Arkeoloji müzesi’ndedir. ion tapı­ nakları biçimindeki ak mermer anıtın ka­ pağını çevreleyen greko-pers üslubunda­ ki cenaze töreni betimi önemli özelliklerindendir. Yarım sütunlar arasındaki yüzler­ de yüksek kabartma tekniğiyle işlenmiş yas tutan 18 kadın figürü vardır. İ.Ö. 360350'yetarihlenen lahdin, Sidon kralı Straton l’e ya da zengin bir Sidon’luya ait ol­ duğu sanılıyor. A ğ la ya n nar İle gü le n ayva, Billur köşk masalları’ndan biri. Anadolu'da ol­ dukça yaygındır. Erkek çocuk sahibi ol­ mak isteyen bir padişahın ve kızken er­ kek olan çocuğunun başından geçenleri konu edinir. Cinsiyet değiştirme ve bu yol­ la mutlu bir sona ulaşma, masalın ana motifini oluşturur. Masalda, aşk üçgeni içinde kimi insanların mutlulukla, kimile­ rinin de mutsuzlukla karşılaşacağı anlatı­ lır. Erkek çocuğa sahip olmayan babası tarafından öldürtülmek korkusuyla ülke­ sinden kaçan genç kız, başka bir ülkede, konuşan atının yardımıyla birtakım güç iş­ leri başarır. Devlerin bedduasıyla erkek olur, fakat o ülkenin padişahının kızıyla ev­ lenerek babasının ülkesine mutlu döner.



A Ğ LA S U N , Burdur'a bağlı ilçe; 11 505 nüf. (1990); 317 km2; 8 köy. Merkezi Burdur'un 29 km G.-D.'sunda Ağlasun ..AĞLAYICI a. Kimi ülkelerde cenazeyi izlemek ve ölüye ağıt yakmak için paray­ (antik Sagalassos); 5 252 nüf. (1990). la tutulan kimse.(AĞITÇI, YASÇI da denir.) AĞLASUN ça yı, Akdeniz bölgesinde —ANSİKL. Güz. sant. Ağlayıcıları göste­ akarsu; yaklş. 20 km uzunluğunda. Başren kabartmalar ve heykelcikler Ortaçağ köy yakınlarından doğar; Akdeniz’e dö­ batı sanatında çok kullanılmıştır. Bunlar, külen Aksu ırmağına karışan İsparta ça­ ya mezarı çepeçevre sararlar (Yiğit Phiyının kolunu oluşturur. lippe’nin mezarı), ya da lahit kapağına ta­ AĞLASUN dağı, Burdur'a bağlı Ağla­ şıyıcılık ederler (Philippe Pot’un mezarı, sun ilçesinde dağ. ilçenin K.-D.'sunda, Louvre müzesi). Akdağ kütlesinin uzantısıdır (2 271 m). AĞLAYIŞ a. Ağlamak eylemi ya da bi­ Jura-Kretase yaştaki kalkerden oluşur. çimi. Yamaçları diktir. AĞLI sıf. Nit. sıf. + ağlı, ağı belirtilen ni­ AĞLAŞIK sıf. (ağ'dan). Polim. Ağlaşık telikte olan don, şalvar ve pantolon vb. polımer, ağ oluşturma)< için zincirlerin biriçin kullanılır; Bu yörede erkekler de uzun biriyle birleştiği polimer. ağlı şalvar giyer. —ANSİKL. Zincirler (ya da makromoleküller) bağımsız değil, birbirine kimyasal A Ğ L I, Kastamonu iline bağlı ilçe; 4 805 bağlarla bağlıdır. Kükürtlenmiş doğal ka­ nüf. (1990); 15 köy. Merkezi Ağlr, 2 631 uçuk, stirenin ve divinilbenzenin eşpolinüf. (1990). merlerı, fenoplastların ve amınoplastların AĞMA a. Yörs. Akanyıldız, Şahap. çoğu ağlaşık polimerlerdir. Ağlaşık bir po­ AĞM AK gçz. f. 1. (Yukarıya doğru) ağ­ limer çözünmez ve erimez; bununla birlik­ mak, yükselmek, havalanmak: Peygam­ te, birçok çözücüde şişer. ber Aleyhisselâm eyitti: Ol gece kim Mi­ AĞLAŞMA a Polim. Bir polimerin, ba­ raç’a ağdım, Cebrail beni anda iletti ğımsız makromoleküllerden oluşmuş bir (Kısas-ı Enbiya, XIV. yy.), it ünü göğe ağ­ halden, kimyasal bağlarla bağlı makromaz (atasözü). —2. (Bir yere) ağmak, moleküller içeren bir hale geçişi. (Bir po­ ağırlaşarak o yana eğilmek; sarkmak, limerin ağlaşması, bir ağ oluşumuna denk meyletmek; Terazinin ağan kefesini bir düşer.) türlü dengeye getiremiyordu —3. (Bir ye­ re) ağmak, gökcisimleri sözkonusuysa, AĞLAŞM AK - A Ğ LA M A K . (bir yöne doğru) kaymak, akmak: Batıya AĞLAŞTIRM AK f. Polim. Bir ağ oluş­ ağan güneş. Gökte bir yıldız ağdı. turmak üzere polimer zincirini kendi ara­ ♦ ağdırmak ettirg. f. Bir şeyi ağdırmak, larında bağlamak. onun ağmasını sağlamak, ağmasına yol AĞLATICI sıf. Ağlamaya yol açan. açmak. AĞ LATM AK -A Ğ L A M A K . AĞMAN a. Yörs. Kusur, kabahat, ayıp; «'Ağlayan k a d ın la r la h d i, Sidon (Sayağduk.



AĞNAM AK ya da AĞ INM AK gçz f Hayvan sözkonusu olduğunda, arkası üs­ tü yatarak yere sürtünmek; yuvarlanmak, debelenmek: Eşeğe marifetini göster de­ mişler, yıkılıp ağnamış (atasözü). AĞNAMCI a Esk. Ağnam vergisini top­ layan kimse. AĞNİYÂ a. (ar. ğani'rim çoğl. ağniyâ). Esk. 1. Zenginler: "... tüccar ve ağniya takımı dahi...." (Ahmet Cevdet Paşa, XIX. yy.). —2. Gözü gönlü tok olanlar. AĞ RALI (Fuad), türk siyaset adamı (Mi­ dilli 1878-izmir 1957). Mülkiye mektebi' ni (1903), Hukuk mektebi'ni (1908) bitir­ di. Maliye mesleğine girdi. Kurtuluş sava­ şı başlayınca Anadolu'ya geçti. Lozan konferansı’nda, türk delegasyonunun saymanlığını yaptı (1922). İstanbul (19231931), Elazığ (1931-1950) milletvekili se­ çildi. Divanı muhasebat başkanlığı (19241934), İnönü, Bayar, Saydam ve Saraç­ oğlu hükümetlerinde aralıksız on yıl ma­ liye bakanlığı (1934-1944) yaptı. AĞ RALI (Sedat), türk gazeteci (Ankara 1930). İstanbul Erkek lisesi'ni, Gazeteci­ lik enstitüsü’nü bitirdi. Gazeteciliğe Cum­ huriyet gazetesinde başladı (1947). Çe­ şitli gazetelerde çalıştı, işçi ve sendikacı­ lık konularında uzmanlaştı. TGS Genel sekreterliği ve Genel başkanlığı yaptı. Ya­ pıtları: Günümüze kadar belgelerle türk sendikacılığı (1969), Sendikacı gözü ile demirperde (1969), Sosyalist ülkelerde sendikacılık (1969). AĞRÂZ çoğl. a. (ar. garez'ın çoğl. ağrâz). Esk. 1. Amaçlar, istekler. "Ağrâzı için hakkı feda eylemez â kil" (Ayetuilah Muhammet Bey, XIX. yy.). —2. Kötü ve gizli niyetler —3. Kinler, düşmanlıklar. AĞREB sıf. (ar. ğarlb'den ağreb). Esk. 1. En garip, pek tuhaf. "Ağlar düşen âguş-i zamandan agreb" (Cudi Efendi, XIX. yy.). AĞRI a. 1. Bedenin herhangi bir yerin­ de kendini duyuran, rahatsız edici, hoş ol­ mayan duyum: Baş, diş ağrısı. Romatiz­ ma ağrıları. (Bk. ansikl. böl. Nörobiyol.) —2. Ağrı kesme, ağrı duyumunu ilaçla yok etme. j| Ağrısı tutmak, sözkonusu do­ ğumu yakın bir kadın ise, doğum sancıla­ rı başlamak: Ağrısı tutunca doğumevine götürdüler; bir organ ise, yeniden ağrıma­ ya başlamak: Midemin ağrısı tuttu. —Sesbilg. ve tıp. Ağrı eşiği, işitilmesi çe­ kilmez hale gelen şeşin şiddeti. —ANSİKL. Nörobiyol. iki çeşit ağrı vardır: gerçek ağrı, sanal ağrı. • Gerçek ağrı. Normalde bedenin belli bir bölgesindeki sinirler aracılığıyla sinir sis­ temine gelen değişik ve rahatsız edici bir uyaranın ortaya çıkardığı duyumdur. Çe­ şitli uyaranlar ağrı meydana getirebilir ve tüm bu uyaranlara ağrı ya da acı verici uyaran adı verilir: batma, yanık, ezik, iç organlarda gerilme (kolik durumu), kan akımının azalması ya da kesilmesi (miyokard enfarktüsü ağrısı), vücutta bazı kim­ yasal maddelerin açığa çıkması, bazı kim­ yasal maddelerin yapılarında değişiklik ol­ ması, vb. Tüm bu değişiklikler, genellikle



serbest sinir uçlarından oluşan ağrı ya da acı alıcılarında algılanır. Sinirsel uyartılar omuriliğe iki yoldan iletilir: yavaş ağrı'dan sorumlu miyelinsiz ince lifler ve hızlı ağ­ rı' dan sorumlu hızlı iletken miyelinli lifler. Bu çift ağrı sürecine, parmağımızı çok sı­ cak bir maddenin üzerine koyduğumuz zaman duyduğumuz yanma duyusu ör­ nek gösterilebilir: önce yeri belli ve kısa süreli bir ağrı, sonra yeri pek belli olma­ yan ve uzun süren daha rahatsız edici bir ağrı duyulur. Sinirsel uyartılar omuriliğe geldikten sonra çok değişik türden sinir hücreleri­ ne aktarılır. Bunların birçoğu omuriliğin ar­ ka boynuzunda yer alan nöronlardır. Bu nöronlar omurilikte derinlemesine l’den X'a kadar derecelenmiş değişik bölüm­ lerde ya da tabakalarda yer alır. Başka uyartıların yanı sıra, ağrı ya da acı verici uyartıları alan sinir hücreleri I, II, V ve VIII. tabakalarda bulunur. Birinci tabakadaki hücreler özgüdür, yani ağrı ya da acı ve­ rici uyartıları alabilirler. Beşinci tabakadaki hücreler çokyönlü alıcıdır; yani hem dokunsal uyartıları, hem ağrı ya da acı uyar­ tılarını alırlar. Örneğin, bazı hücreler hem yürekten, hem sd koldan gelen uyartıla­ rı alırlar. Bu durum bir iç organ ağrısının (göğüs ağrısı) bir kolda duyulmasını açık­ layıcı niteliktedir: buna yansıyan ağrı de­ nir. Sözkonusu uyartılar daha sonra üst merkezlere gönderilir. Bu merkezler, be­ yin sapındaki ağsı oluşum, talamus, hipotalamus ve son olarak beyin kabuğudur. Şematik olarak iki sinir yolu sözkonusudur; biri yalnızca ağrıya özgü olan yoldur, dokunma duyumu ile eklemlerden gelen duyumları birlikte alır. Bu yol ağrının kay­ naklandığı bölgenin yerini kesinlikle be­ lirler; öteki yol toplayıcıdır ve ağrının şid­ detini algılamaya yarar. Böylece bu ikin­ ci yol genellikle ağrının duyulması ile bir­ likte ona ilişkin vejetatif, emosyonel ve motor tepkilerin başlatılmasını sağlar. Nörokimya, ağn olayının daha iyi tanın­ masına büyük katkılarda bulunmuştur. Ni­ tekim çevresel sinir sistemini oluşturan lif­ ler sözkonusu olduğunda, polipeptit yapı­ sındaki P maddesinin ağrı iletiminde önemli rol oynayan bir molekül olduğu ar­ tık kesin olarak bilinmektedir. Ayrıca, ağ­ rının denetimiyle ilgili birçok sistemin var­ lığı gösterilmiştir. Bu da bize normalde çok ağrılı olması gereken bazı lezyonlarda kişinin, bir süre için de olsa, kayıtsız kalabilmesini açıklar. Nitekim savaş sıra­ sında bazı yaralanmalarda ağrı duyumu hemen algılanmaz, ama daha sonra da­ yanılmaz ölçüde acı verebilir. Alıcılar bölgesinde, ağrıların algılan­ masını kolaylaştıran bazı kimyasal mad­ deler, duyarlılığı ayarlayabilmektedir: P maddesinin, bradikininin, vb. omurilik böl­ gesinde, dokunma duyusunun, aynı vücut bölümünden gelen ağrı duyumlarını "si­ lebildiği” kanıtlanmıştır. Bu gözlem, de­ rinin elektrikle uyarılmasının (elektrostimülasyon) ağrı tedavisinde kullanılmasına yol açmıştır. Özellikle, omurilikteki bazı hücrelerin, morfinin biyolojik etkisine ben­ zer etkiler gösteren maddeler içerdiği an­ laşılmıştır: bu maddeler ankefalinler’dir. Bunlar, gerektiğinde ağrı uyartılarını "süz­ me1’ye yarar. Bu maddelerin etkinliğini beyin sapındaki bazı merkezler serotonin aracılığıyla denetler. Bu merkezler tıpkı hipotalamusun endorflnler’i içerdiği gibi, ayrıca ankefalinleri de içerir Ağrının de­ netiminde beyin kabuğu da rol oynar: ni­ tekim frontal korteksin bazı lezyonları (ör neğın lobotomiler) süreğen ağrılara karşı bir çeşit kayıtsızlık yaratabilir. • Sanal ağrı. Ya kendiliğinden ya da, as­ lında ağrı yaratıcı olmayan uyaranlarla or­ taya çıkan bir ağrıdır. Burada anormal olan, sinir sisteminin kendisidir. Bu tür ağrı algılanmasına örnek olarak, kol veya ba­ cağını kaybetmiş olanların duydukları “ sanal ağrılar" gösterilebilir. Bir kolun ke­ silmesinden sonra birçok kişi hâlâ o ko­ lunun var olduğu ve hareket ettiği duyu­



e şy ü k selti eğr



;u-^ üc;a



...... .



-



J s



~~ ■ Kösedağ .



3433



X J = :,



/



r



-O



L G üfaüşkale t. 3063N v



\\ -



2



I -



'



-



Jb-umı



/ :\



E L E Ş K İR T



-



' ü



'\



z>



D O Ğ U B E Y A Z IT



■ , “V tutak



MAKU A k tu z la r\







Tendürek d. \



" aidırar:



jansu M U R A D İY E BULAN iK



_ _



O



il m e rk e z i □



O



ilçe m e rk e z i







devlet, sınırı demiryolu



D orutay;



b u c a k m e rk e z i il sınırı







AH LAT



suna kapılabilir. Bunların bir kısmı ise bu sanal kolda dayanılmaz ağrılar duyar, hatta bazı hastalar bu nedenle intihara bi­ le kalkışabilirler. Bunun açıklaması, kesi­ len kolun sinir merkezlerindeki yerinde meydana gelen değişikliklerde aranma­ lıdır: getirici bağlantılarını kaybetmiş olan hücreler bu bölgede daha bir duyarlılık kazanır ve önlenemez aşırı bir etkinlik edi­ nebilirler. Sinir sistemini ilgilendiren birçok başka rahatsızlık da sanal ağrılardan so­ rumlu olabilir: ortak nokta, bir duyum yo­ lunun kesintiye uğraması ya da duyumla ilgili bir sinir sistemi merkezinin bozul­ masıdır. A Ğ R I (04). Doğu Anadolu bölgesinde il; 437 093 nüf. (1990); 11 488 km2; 7 il­ çe, 7 bucak, 561 köy. Merkezi Ağrı: 58 038 nüf. (1990). Erzurum bölge idare mahkemesi. Hayvancılık. Jeolojik yapı bakımından il toprakla­ rında volkanik alanlar geniş yer tutar. Türkiye'nin en yüksek dağı Büyük Ağrı' dan (5 122 m) başka, sınırları içinde yük­ sekliği 3 000 m'yi aşan çok sayıda dağ vardır (Küçük Ağrı, Tendürek, Kösedağı, Hamadağı). Dağlık alanlar arasında ka­ baca D.—B. doğrultusunda tekne biçi­ minde havzalar yer alır. Bunlar boyuna uzanan ovalar görünümündedir. En bü­ yükleri Eleşkirt-Karaköse ovası ile Patnos ve Diyadin ovalarıdır. Ağrı az nüfuslarmış illerimizden biridir. Nüfus yoğunluğu Türkiye ortalamasının çok altındadır (km2'ye 37 kişi). Nüfusun büyük kısmı {% 64) kırsal yerleşmelerde yaşar. Ekonomisi, tarımın yanında yurt öl­ çüsünde önemli hayvan (özellikle koyun) yetiştiriciliğine ve canlı hayvan ticaretine dayanır. İl karayolları ile öbür illere bağlı­ dır. Ayrıca Türkiye’nin en önemli karayol­ larından İran transit yolu, il topraklarından geçip Gürbulak sınır kapısına ulaşır. A Ğ R I, Ağrı ilinin merkezi. Ankara’nın 1 064 km, Erzurum'un 182 km D.'sunda; 58 038 nüf. (1990). • COĞRAFYÂ. Doğu Anadolu bölgesinin gelişmekte olan kentlerinden Ağrı, Erzu­ rum ile yakın ilişkidedir. Kentleşme hızı ol­ dukça yüksektir. 1800’lerin başında kü­ çük bir köy görünümündeyken, 1900’ierin başında hızla gelişti; Hamur ilçesine bağlı bir yerleşme iken, merkez ilçe du­ rumuna geldi. İran transit yolu üzerinde bulunuşu kentin gelişmesinde etkili oldu. 1964’te, ilk imar planıyla planlı kentleşme başladı; kent merkezi ile çevresinde çok



-



ilçe sınırı



ı



w



n ü fu s la rın a g ö re y e rle ş m e le r



ı v,— •— . r ı



jj



»4—



. katlı binalar yapıldı, iş merkezi İran tran­ sit yolu üzerinde, yerleşmelerse kent mer­ kezi çevresindedir. Çevre ilçelerle kara­ yolu bağlantısı olan kent, Doğu Anado­ lu'nun en önemli canlı hayvan pazarıdır. • TARİH. OsmanlIlar döneminde Ağrı (Karakilise), Erzurum vilayetinin Beyazıt sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. 1828,1854,1887 ve son olarak da Birinci Dünya savaşı'nda (1914-1918) rus ordu­ ları tarafından işgal edildi, Ekim devrimi sonrasında imzalanan Brest-Lıtovsk ant­ laşması gereğince 14 nisan 1918’de bo­ şaltıldı. Cumhuriyet döneminde, Karaköse adıyla Beyazıt iline bağlı bir ilçe mer­ keziyken 1927’de il merkezi yapıldı. 1938'de ilin adı Ağrı olarak değiştirildi. A ğ rı a y a k la n m a la rı, Ağrı dağı yö­ resinde 1926 ve 1930 yıllarında başgösteren iki ayaklanma. 14 mayıs 1926’da, Soğanlı, Kızılbaşoğlu, Cilkanlı, Bilhanlı, Cinganlı aşiretleri, Ağrı’daki Celali ileri ge­ lenlerinden Brosonlu Ali Mirza, oğlu İb­ rahim ve yanındakilerle birleşerek yöne­ time karşı ayaklandılar. İran'daki aşiret­ lerden de 1 000 kadar atlının Brosonlu'



Ağn il haritası



kent merkezindengenel bir görünüm



Ağrı ayaklanmaları nun yardımına gelmesi üzerine ayaklan­ ma büyüdü. Ordu birlikleri gönderilerek ayaklanma bastırıldı: ayaklanmacıların büyük bölümü İran'a kaçtı. Ağrı’daki ikin­ ci ayaklanma, İran'a sığınmış aşiretlerden Kör Hüseyinoğulları ile Yusuf Abdal'ın bu­ rada donattıkları 110 atlıyla Haydaranlı yöresine sokulmasıyla başladı. Sınırdaki Hanik köyüne düzenledikleri saldırı jandarmalarca püskürtülünce ayaklanmacı­ lar yeniden İran'a kaçtılar, ama bu kez de Çalikanlı Haiit Ağa 100 kadar yandaşıyla Çığlı köyü çevresine geldi, Delikanlılar aşi­ reti de sınırın üç kilometre yakınında ça­ dır kurdu. 5 temmuz-11 ağustos tarihleri arasında yürütülen Zeylan harekâtı so­ nunda eşkıya dağıtıldı. Iran hükümeti de 12-17 ağustos 1930 tarihinde sınır boyun­ da toplanan Halit Ağa aşiretini sindirdi. 22 mayıs 1932'de Ağrı ayaklanmasına kap­ lanlardan Adana ağırceza mahkemesi’n-



190



1 Ağn dağı efsanesi" Ilı oyundan bir sahne (1974) İst Şehir tiyatrosu



Ağrı dağı’ndan genel bir görünüm



de yargılanan 34 kişi ölüm cezasına çarp­ tırıldı. Aynı yıl İran ile yapılan bir sınır dü­ zeltme anlaşmasıyla, türk toprakları dışın­ da kalan Küçük Ağrı dağını kapsayan ve ayaklanmacıların barınağı olan topraklar Türkiye'ye verildi. AĞR! Büyük Ağrı dağının yak­ laşık 4 000 m’den daha yüksek doruk kıs­ mını kaplayan takke buzulu. 12 km2’yi bu­ lan yüzölçümüyle Türkiye'nin en büyük buzuludur. Tümüyle buzla maskelenmiş krater çukurluğundan beslenir. Çevresin­ den çıkan dil, 3 800-3 900 m ye değin uzanır. Doruğun kuzeyindeki derin Cehennemdere vadisini izleyerek daha da aşağılara sarkan dil bunların en önem­ lisidir. Bundan kopmuş bazı ölü buz küt­



lelerine, vadi tabanında 2 400 m'ye ka­ dar rastlanır. AĞRI dağı, esk Ararst, Türkiye'nin en yüksek dağı (Büyük Ağrı 5 122 m). Do­ ğu Anadolu’nun simgesi olan ve İranlIlar' ın Kuhi Nuh dedikleri Ağrı, batıda hâlâ Ararat adıyla bilinir. İğdır ovasının güne­ yinde, K.-B.-G.-D. doğrultusunda, yukarı kesimleri 35 dereceye varan dik eğimlerle yükselen Ağrı, yaklaşık 1 200 km2'lik bir alanı kaplar. Etek çevre uzunluğu 130 km'yi bulur. Tepesi, Türkiye’nin en büyük takke buzuluyla örtülüdür. ( -> AĞRI' BU­ ZULU.) Strato-volkan türünde genç bir volkan yapısı olan dağ, binlerce metre ka­ lınlıktaki andezitik ve bazaltik lavlardan, breşlerden ve tüflerden oluşur. Bu volka­ nik malzeme Pliyosen ve hatta Pleistosen tortullarını örter, 3 000 m’den başlayarak ortak bir taban üzerinde yükselen iki be­ lirgin koni oluşturur. Bunlardan K.-B.’daki Büyük Ağrı (asıl Ağrı), ondan Serdarbulak geçidiyle ayrılan G.-D.'daki Küçük Ağrı’dır (3 896 m), ikisinin çevresinde de çok sayıda parazit koni ve daha taze lav akıntıları vardır. 1840’taki bir heyelan sı­ rasında meydana gelen gürültüler ve toz bulutları önce bir patlama belirtisi sanıl­ dı, ancak sonradan bunun doğru olma­ dığı anlaşıldı. Ağrı, jeolojik ve jeomorfo­ lojik bakımdan genç, ancak geçmişte et­ kinlik gösterdiğine ilişkin bilgi olmayan sönmüş bir yanardağdır. Dağın dik ya­ maçları doruktan eteklere doğru uzanan derin ışınsal vadilerle yarılmıştır. Bitki ör­ tüsü ve su kaynakları yönünden fakirdir. Aşağı kesimlerde çalılıklar ve yaylacıların davar beslemek için yararlandıkları otlak­ lar bulunur. Halk arasında uzun süre ulaşılama­ yacağına inanılan Ağrı doruğuna ilk kez 1829'da F. Parrot yönetimindeki bir grup tırmandı. Onları Antonomof (1834, 1843), VVagner ve Abich (1845), Chodsko (1850), Monteith veStuart (1856) izledi. Cumhu­ riyet döneminde türk dağcılar da hemen her yıl doruğa ulaşmayı başardılar. Gör­ kemli bir dağ olan Ağrı, efsanelere ( -> n u h * ’UN GEMİSİ), edebiyat yapıtlarına ( -* AĞRI ■ DAĞI EFSANESİ ) könu Oldu. Ağrıdağı efsa ne si, Yaşar Kemal'in ro­ manı (1970). Halk edebiyatından geniş öl­ çüde esinlenen ve bazı efsaneleri yeni bir anlatımla dile getiren yazarın destan biçeminde kaleme aldığı yapıtlarındandır. Konusu Ağrı dağının zulme ve kötülüğe öfkelenmesiyle ilgili bir halk inancı çerçe­ vesinde gelişir. Beyazıt Paşası zalim Mah­ mut Han'ın atı halktan bir delikanlı olan Ahmet’in kapısına gelir. Töreye göre at onun olmalıdır. Olaylar Mahmut Han’ın töreye karşı çıkması, hapsettirdiği Ah met’e kızı Gülbahar’ın sevdalanması, Gülbahar'ı seven zindancı Memo'nun Ah­ met’i serbest bıraktıktan sonra kendi ca­ nına kıyması, Gülbahar’ı Memo’dan kıs­ kanan Ahmet’in dağdaki gölde boğul­ ması biçiminde gelişir. At, kutsal meşe ağacı, demirci gibi destansı motifler, so­ fi, kervan şeyhi, paşanın kızını vermek için dağın doruğuna çıkma koşulunu koyması gibi masal ve halk hikâyesi motiflerinin yer aldığı yapıt renkli doğa betimlemeleriyle de dikkati çeker. 1— Yapıt, Ali Taygun’un uyarlamasıyla 1974’te İstanbul Şehir tiyatroları’nda, Macit Koper’in uyarlamasıyla da 1981- 1982’ de Dostlar tiyatrosu’nda sahnelendi. AĞRIK a. Yörs. 1. Vücudun belli bir ye­ rinde duyulan ağrı; sancı. —2. Hastalık.



* * fcS&siıaeâMH 3 k



f ü



AĞRIKESİCİ sıf. Tıp. 1. Ağrı gideren bir madde için kullanılır. —2. Ağrıkesici dav­ ranış, ağrılarını hafifletmek için bazı has­ taların takındıkları tavır. (Bu davranış acı­ nın yerine göre (mide, safra kesesi has­ talıkları] değişir ve özellikle kemik ve ek­ lem hastalıklarında (romatizma] rastlanır.) Eşanl. ANTALJİK. ♦ a. Ağrıkesici madde. —ANSİKL. Etki mekanizmalarına göre ağ-



rıkesıciler iki büyük gruba ayrılır: merkez ağrıkesicileri ve çevresel ağrıkesiciler. Merkez ağrıkesicileri, merkez sinir siste­ mi üzerinde (omurilik ve/ya da omurilik yukarısında) etkilerini gösterirler. Bu grup­ ta süreğen ağrıları dindirmek için yüksek dozlarda kullanılabilen birtakım trisiklik depresyon gidericiler ve psikotropnöroleptikler bulunmasına rağmen, esas ilaç­ lar yine de morflnli maddelerdir. Morfinli ilaçlar geçici bir ağrıkesme sağlar, öteki duygular bozulmaz ve tedavi dozlarında hasta bilinçli kalır. Acı duyumu tam orta­ dan kaldırılamasa bile, özellikle ona kar­ şı duyulan tepki değişikliğe uğrar: ağrının kesilmesiyle birlikte ağrıya karşı bir kayıt­ sızlık duygusu da belirir (morfinli madde­ lerin psikodisleptik etkisi). Afyonlu maddelerin ağrıkesici etkisini açıklamak için birçok mekanizma öne sü­ rülmüştür: omurilikte ağrı ve acı mesajla­ rı iletiminde durgunluk, beyin sapında bu mesajları önleyen denetimlerin pekiştiril­ mesi, merkezde acının bilinçlenmesi üs­ tünde görülen etki. Bu ilaç grubunda af­ yondan başka, afyonun doğal alkaloitle­ ri (morfin, kodein), yarı sentetik türevleri (eroin, oksikodon) ve petidin ile dekstromoramit gibi sentetik ağrıkesiciler sayıla­ bilir. Gözlenen ağrıkesme etkisinin niteli­ ği ve hızı kullanılan maddeye, kullanım şekline, bireyin duyarlığına ve doza bağ­ lıdır. Bununla birlikte doz aşılsa bile, ağrıkesici etkinin artmadığı bir eşik vardır; bu eşiğin ötesinde kullanılan maddenin zehirleyici etkisi giderek daha belirginle­ şir; bu etkinin kısa vadede en tehlikelisi özellikle sindirim yolu kullanıldığında or­ taya çıkan solunum durgunluğudur. Ama morfinli maddelerin en büyük tehlikesi bunlara karşı bedensel ve ruhsal bağım­ lılıktır; dolayısıyla bu ilaçlar başka ilaçlar­ la yatıştırılamayan ya da ölümcül duruma gelmiş olan acıları dindirmek amacıyla kullanılmalıdır. Bedensel ve ruhsal alışkanlık yapma­ ları bakımından birinci gruptan ayrılan çevresel ağrıkesiciler grubuna ılımlı ağrı­ lara karşı kullanılan değişik kimyasal ya­ pıdaki maddeler girer. Bunlar doğrudan doğruya ağrının olduğu yerde (ağrı iç or­ ganlarda değilse) etkisini gösteren mad­ delerdir. Ağrıkesici etki, ateş düşürücü ve/ya da iltihap önleyici etkilerle birlikte olup olmadığına göre üçe ayrılır: iltihap önleyici-ateş düşürücü ağrıkesiciler ya da steroit olmayan ıltihapönleyıcıler(örneğin asetilsalisitlik asit tipi); ateş düşürücü ağrıkesiciler (amidopirin ya da parasetamol tipi); genellikle yalın halde bulunan çev­ resel ağrıkesiciler (glafemin tipi). AĞRIKESİLMESİ a.Ağrı duygusunun yok olması ya da azalması. (Yerel ağrıkesilmesi [belirli bir alanda çevresel ağrı du­ yusunun yok olması) ve genel ağrıkesilmesi (tüm organizmada yaygın olarak ağ­ rı duygusunun kaybolması) diye iki türü vardır.) ÂĞ RIKLİ sıf. Yörs. 1. Bedenin ağrıyan yerleri için kullanılır; ağrılı —2. Hastalıklı. AĞRILI sıf. 1. Bedensel bir ağrıya ne­ den olan şeye denir: Ağrılı bir ameliyat. —2. Vücudun ağrıyan yerme denir: Ağ­ rılı eklem. Ağrılı ayak. —Tıp. Ağrılı nokta, belli bir noktada du­ yulan ağrı. Bu ağrı ya kendiliğinden du­ yulur ya da muayene sırasında elle yok­ lama ya da vurmayla ortaya çıkar. (Ağrılı noktalar, karın ve iskelet hastalıklarında [yara ve özellikle kırıklar] hastalığın yerini belirlemede yardımcı olur. Ancak, organ­ lar birbirine yakın,bazen de üst üste ol­ duğu için ve duyu sinirlerinin izlediği yol­ lar nedeniyle ağrı, hastalığın bulunduğu yerden daha uzak bir yerde duyulabildiğinden hastalığın yerini kesin olarak sap­ tamak mümkün olmaz.) AĞRIMA a Vet. Memeli hayvanlarda görülen, kenelerin bulaştırdığı asalaklar­ dan (babesia) ileri gelen ateşli hastalık. (Eşanl. BABESİYOZ, HAYVANSITMASI, Pl-



ah ROPLASMOZ, KIRÇAN, ZERİK.) [-» BABESIYOZ.]



—Zool. Ağrıma asalakları, memeli hay­ vanlara (sığır, koyun, köpek) kenelerle bulaşarak alyuvarlara yerleşen ve bu hay­ vanlarda kansızlık, sarılık ve kan işeme gi­ bi hastalıklar yapan asalak protozoerler (bil. a. babesidae). AĞRIM AK gçz. f. 1. Bedenin herhangi bir yeri sözkonusu ise, sürekli ve acı ve­ recek biçimde sancımak: Başı, dişi ağrı­ mak. Midesi ağrımak. —2. Başı ağrımak -> BAŞ.



♦ ağrıtmak ettirg. f. Bedenin herhangi bir yerinin ağrımasına neden olmak: Kah­ venin kirli havası başımı ağrıttı. AĞ RINM AK gçz. f. Yörs. Bir kimseye ağrınmak, kırıcı bir söz ya da davra­ nışından dolayı ona gücenmek: Ona hiç ağrınıp incinmedim. AĞRIPAR ya da AĞRİBAR a. Esk. De­ nize. Osmanlı donanmasının çektiri döne­ minde kullanılan büyük tekne. (Vurucu gücü, hafif, orta ve ağır toplardan oluşur­ du.) AĞRISIZ sıf., be. 1. Ağrı, acı vermeyen hastalık, operasyon vb. için kullanılır: Ağ­ rısız ama tehlikeli bir hastalık. Ağrısız diş çekmek. —2. Dertsiz, tasasız, rahat: Ağ­ rısız baş mezarda gerek (atasözü). Azıcık aşım ağrısız başım (atasözü). || Ağrısız başına kaşbastı bağlamak, hiç gereği yokken kendine iş çıkarmak, başına dert açmak. AĞ RITM AK - AĞRIMAK AĞRİBAR



» AĞRIPAR.



AĞROS. Tar. coğ. İsparta iline bağlı Atabey' ilçesinin 1924’ten önceki adı AĞROTUR, rumca Akrotiri, Güney Kıbrıs’ta, İngiliz üssü. Limasol batısında, Yalova (Episkopi) körfezi kıyısında. AĞSI sıf. Ağ görünümünde olan şey için kullanılır. —Anat. Ağsı oluşum, beyin kökünün te­ pesinden ortasına kadar yaygın haide bu­ lunan çeşitli boy ve biçimdeki hücreler yı­ ğını. (Bk. ansikl. böl.) || Ağsı tabaka, si­ dik torbasında bulunan ve işemede önemli bir rol oynayan kasılgan kas taba­ kası. —Ceb. Ağsı küme -> KAFES. —Jeomorfol. Ağsı toprak - • POLİGONAL * ARKTİK TOPRAK.



—Mat. Çözlm. Ağsı küme, sıralı bir küme olarak göz önüne alınan kafes. (Değerle­ rini R’den alan V (h,.h2) eH2, Sup (hvh2) eH ve Inf {hvh2) eH biçimindeki fonksi­ yonların oluşturduğu H kümeleri ağsıdır.) —Yerbil. Lifleri ağı andıracak biçimde dü­ zenlenmiş bir mineral için kullanılır. —ANSİKL. Ağsı oluşum beyin kökünün üç katında yer alır: köprüdeki ağsı oluşum, soğanilikteki ağsı oluşum ve ortabeyindeki ağsı oluşum. Dokusal bakımdan ağsı oluşum ikiye bölünür: ortadaki üçte ikisi büyük hücre­ li, yandaki üçte biri küçük hücrelidir. Ağ­ sı oluşumdaki hücrelerin başlıca özelliği uzun dendritli oluşlarıdır; bu dendritler be­ yin kökünün büyük eksenine dikey bir düzlemde yer alır. Ağsı oluşumun bağlantıları çok kar­ maşıktır. Getirici sinirler en başta omuri­ likten, beyincikten, beyin kabuğundan ve ağsı oluşumun öteki bölümlerinden gelir. Kimyasal aracılar kullanılarak ağsı oluşu­ mun içinde özgül oluşumlar belirlenmiştir: noradrenerjik, dopaminerjik ve serotoninerjik sistemler. Ağsı oluşum pek yaygın biyolojik bir­ takım işlevlerle ilintilidir: 1. beynin canlandırılması: uyanıklılık tep­ kisi, ağsı oluşumun uyarılmasıyla alınır, buna karşılık uyartılardan yalıtılmış beyin, sürekli uykuya eğilimlidir. Beyin kökünün tepe bölümündeki ağsı oluşum içinde bir yükselen canlandırıcı sistem bulunduğu düşüncesinin kökeni budur;



2. yönelme tepkisi; 3. ayakta duruş hareketleriyle göz hare­ ketlerinin eşgüdümü; 4. ağsı oluşum-omurilik sistemleriyle kas geriliminin denetlenmesi. Kas gerilimini köstekleyen bir sistemle kolaylaştırıcı ay­ rı bir sistem vardır ve bu İkincisinin rolü deserebrasyon katılığında görülür; 5. uyanıklık-uyku çevriminin denetlenme­ si; 6. bazı yaşatkan işlevlerin (solunum, kalp kasılması, atardamar basıncı) denetlen­ mesi. Bu işlevlerin ve bağlantıların karma­ şıklığı bütünüyle aydınlatılamamıştır; ama ağsı oluşumun özellikleri öz nöronlarının özellikleriyle açıklığa kavuşturulmuştur: gerçekten de bu nöronlara pek çok sinir âkısı (duyumsal, duyusal ya da merkez kökenli) yönelir ve akson'dan çıkan çok sayıdaki dallar sayesinde birçok hedefe götürücü sinirlerle mesajlar iletilir. ÂĞSILAŞMA a. Yapış. Bir yapıştırıcının tutmasıyla sonuçlanan tersinmez dö­ nüşüm; bu dönüşüm uygun bir sertleştiricinin etkisiyle sağlanabilir.



milyalar: ağustosböceğigiller, cercopidae, typhiocybidae, fulgoridae, tettigometridae.) ÂĞUŞ - ÂGUŞ. A Ğ V A , esk. Yeşilçay, İstanbul'un Şile $ ilçesine bağlı bucak; 6 118 nüf. (1990); § 13 köy. Merkezi Ağva\ 2 364 nüf. (1990). § AĞ VANİS — GÖLOVA.



AĞŞİYE -> AGŞİYE. ÂĞ TABÂKA a. RETİNA'nın eşanlamlısı. AĞTONOZ a. Mim. Gotik mimarlıkta kul­ lanılan, ağ biçiminde parçalı tonoz.



AĞZAB sıf. (ar. ağzab). Esk. Pek gazap­ lı, çok öfkeli adam için kullanılır.



AĞÜ -A Ğ I.



A ğzıkara han, Niğde'nin Aksaray ilçe­ sinde Selçuklu hanı. 1231 ve 1237 tarihli yazıtları bulunan yapıyı, Alaettin Keykubat I döneminde Hoca Mesut bin Abdul­ lah yaptırdı; Keyhüsrev II zamanında bi­ tirildi. Anıtsal taçkapısı ve kuleleriyle kale



AĞULU -A Ğ ILI. AĞULU GÜRGEN a. Kastamonu (Araç) yöresinde porsuk (Taxus baccata) ağacına verilen yerel ad. (— PORSUK.) AĞUSTOS a. (lat. Augustus [mensis], bu ayın adandığı imparator Augustus’un adından). 1. Yılın sekizinci ayı. —2. Ağus­ tosta suya girse balta kesmez buz olur, bir kimsenin talihsizliğini, her işinin ters git­ tiğini vurgulamak için kullanılır. —ANSİKL. Latinler’de ağustos ayının ilk adı, o zamanlar altıncı ay sayıldığı için sextilis idi. Dana sonraları imparator Augustus’a yaranmak için ay’a Augustus denildi. A ğ u sto s ışığı (Light in August), VVİlliam Faulkner'ın romanı (1932). Yazar, zenci kanı taşıyan ve daha sonra derbeder bir yaşam süren bir yetimin, Joe Christmas adında bir kadını öldürmesini konu alır ve ABD’nin güneyini, bu bölgenin manevi yazgısını, zencilere duyulan nefreti ve bir genç kadının, Lena’nın aracılığıyla, Mississippi'nin romana adını veren vahşi pa­ rıltılı ışığını anlatır. AĞUSTOSBÖCEĞİ a. 1. Bitkilerin besisuyunu emerek beslenen, erkeğinde bir ' ses aygıtı bulunan iri böcek. —2. Ağustosböceği gibi, çok konuşan, geveze kim­ se için kullanılır. —ANSİKL. Ağustosböceklerinin bedeni kı­ sa, kanatları bütünüyle zarsıdır. Karnın al­ tında bulunan ses organları, açık renk, geniş kapakçıklarla korunur. Erkekler, gü­ nün en sıcak saatlerinde keskin ve tekdü­ ze bir ses çıkarır. Larva, bitkilerin kökle­ rindeki özsuyunu emerek uzun süre top­ rak altında yaşar. Büyük ağustosböceği (Cicada plebeja) ve noktalı ağus­ tosböceği (C. orni) Güney Avrupa’da çok yaygındır. ABD’nin bazı yörelerinde bu­ lunan C. septemdecim'in larva gelişimi on yedi yıl sürer. Ağustosböcekleri eşkanatlı böceklerdir ve ağustosböceğigiller fa­ milyasının örnek tipidir.



tâ Ağzıkara han taşoymacılığından ayrıntı



görünümündedir. Avlu ortasında kare planlı köşk mescit vardır.



Ağzıkara han Selçuklu mimari örneği



AĞZIYÜCE a. El sant. -> SİVRİ.



(Akmy-Niğde)



AĞZİYE - AĞDİYE. AH ünl. 1. Vurgulamaya bağlı olarak de­ ğişik duyguları iletmek üzere kullanılır: Ah zavallı çocuk! Ah nerde o eski günler! Ah



AĞUSTOSBÖCEĞİGİLLER a. Ağus­ tosböceği gibi ağzı başın altında bulunan eşkanatlı böcekler familyası. (Örnek tipi ağustosböceği; bil. a. cicadidae.) AĞUSTOSBÖCEKLERİ a. Kısa du­ yargalı, ayakları üç parçalı, eşkanatlı bö­ cekler alttakımı. (Bunlarda hortum ya da rostrum başın alt kısmında yer alır. Alttakımda birçok familya bulunur. Başlıca fa­



!



|



AĞYARI a. Miner. Birbirine yakın, küçük 20 ve çapraz birçok damardan oluşan cev­ her yatağı. (Bk. ansikl. böl.) —Polim. Bir maddenin bileşen zincirleri­ nin kimyasal olarak birbirine bağlandığı ve bir ağ oluşturduğu makromolekül yapı. —ANSİKL. Miner. Bu tür yataklarda ka­ lınlığı 3,5 m’yi ve uzunluğu 50 cm’yi aşan damarlara ender rastlanır. Damarların bir­ birine uzaklığı ise yalnızca birkaç santi­ metre ile birkaç desimetre arasında de­ ğişir. Araya giren toprağa mineral karış­ mıştır ve dolayısıyla yatak kütle halinde iş­ letilir. AĞYAR çoğl. a. (ar. ğayd ın çoğl. ağyar). Esk. 1. Yabancılar, başkaları. "Ağyarı sü­ rüp gönlüm evin halvet edindim " (Ahmet Dai, XV. yy.). —2. Rakipler. —3. Düş­ manlar.



AĞU - AGU. AĞ ULAMAK -AĞILAMAK



191



k a p a k ç ık



ksrşıda: erkeğin ses aygıtından ayrıntı



ne ahmh, ne güzel bir kız! Ah nasıl da in­ cittim onu! —2. Bedensel bir acıyı, bir ra­ hatsızlığı belirtir: Ah başım! Ah, bütün sır­ tım ağrılar içinde! —Ed. Divan şiirinde, sevgilisinden ilgi görmeyen âşığın yakınmasını belirten ün­ lem. (Bk. ansikl. böl.) ♦ a. 1. ilenç, beddua: Kimsenin ahi kim­ sede kalmaz. —2. Yakınma: Bir dokun bin ah işit —3. Ah etmek, eylemek, iç çekmek; inlemek; durumundan yakın­ mak: Ben ah etmeyeyim de kimler etsin? —4. Bir kimseye ah etmek, ona beddua etmek. —5. Ah almak, bir kimsenin ahini almak, çektirdiği acılardan dolayı kendi­ sine beddua edilmiş olmak: Alma mazlu­ mun ahini, çıkar aheste aheste (atasözü). || Ah çekmek, ah diyerek acısını, özlemi­ ni dile getirmek. || Ah ile vah ile, yakına­ rak: Ah ile vah ile geçti ömrü. || Ah ü fer­ yat, ah ü figan, ah ü vah, ah ü zâr, ağla­ yıp inleme, yakınma (esk.). |j Ahi gitmiş vahi kalmış, geçmişte güzel ve çekici olan birinin bu özelliklerini yitirdiğini belirtmek için söylenir. || Ahi tutmak, edilen bir bed­ dua sözkonusu ise, hak eden kimse üze­ rinde etkisini göstermek: Anasının ahi tut­ tu, oğlu da şimdi kendisini eve almıyor. || Ahi yerde kalmamak, bedduası er ya da geç yerine gelmek. || Ahım şahım, olumsuz cümlelerde, beğenilecek,değerli olağanüstü bir yanı olmayan kimse ya da şey için kullanılır: Övdükleri kadar ahım şahım bir şarkıcı değilmiş. Öyle pek ahım şah'm bir ev değil. || Bir kimsenin ahım çekmek, aldığı ahin bedelini ödemek: Ni­ ce yetimlerin hakkını yemiştir, şimdi on­ ların ahım çekiyor. —ANSİKL. Ed. Ah, seven kişinin sevgi ateşiyle yanan yüreğinden çıktığı için ateş, bu benzetmeyle ilgili olarak duman, sevgiliye doğru yöneldiği için ok, gece­ den sabaha dek süren ağlayıp sızlanma­ larla ilgili olarak sabah vakti, buna bağlı olarak sabah yeli ve yel, arap abecesiyle ah sözcüğünün yazımı dolayısıyla güneş ve güneş ışınlarına vb. benzetilip bu maz­ munlarla birlikte anılır. Seven kişi, sevgi­ si dolayısıyla yüreği yanarak ah eder. Bu ah öylesine şiddetlidir ki sevgilinin demir kadar sert gönlünü yumuşatacaktır. Ahin etkisiyle sevgilinin yaşadığı semt tutuşa­ cak, âşığın gözyaşları bu ateşi söndür­ mek için o yöne akacaktır. Abartmalı ben­ zetmelerle ah ve ok arasında ilgi kurula­ rak sevgili ah okuyla avlanacak bir keklik gibi gösterilir. Âşığın ah çekerken ağzın­ dan sıcak bir soluk çıktığı ve yel, âşığın derdini sevgiliye götürdüğü için ah ile yel arasında ilgi bulunur. Yelin önüne katıp sürüklemesi, dağıtıp yıkması, üşütmesi, ateşi söndürmesi bu benzetmede kulla­ nılır. Arap abecesinde ah sözcüğünü oluşturan iki harften uzun bir çizgi biçimin­ deki elif güneş ışınına, yuvarlak biçimde­ ki he harfi ise güneş kursuna benzetildiği ( o l ) için ah ile güneşin doğuş ve batış anları arasında da bağlar kurulur. AH a. (ar. ah). Esk. 1. Erkek kardeş. —2. Dost, arkadaş: ' ‘Söylemem derdimi hem­ derdim olan aha b ile " (Sait âfendi, XIX. yy.). —3. Ah li-eb, anneleri ayrı, babaları bir olan kardeşler. || Ah li-ebeveyn, öz kar­ deşler. || Ah li-üm, babaları ayrı, anneleri bir olan kardeşler. —Dilbilg. Arapçada cğmle içinde ahâ, ahû, ahi olarak geçtiği için, osmanlıcada bu biçimlerde de kullanılmıştır. ÂH ünl. (fars. âh). Esk. Aferin, bravo an­ lamında kullanılır. AHA ünl. Halk. Zamanda ya da mekân­ da, yakınlık belirtmek ya da bir şeyin tar­ zını göstermek için kullanılır: Çayı, aha şimdi demlerim. Aha işte Mehmet Ağa da geliyor. Otobüs durağı aha şurada. Yü­ reği aha böyle pıt pıt ediyor. AHAB sıf. (ar. ahabb). Esk. Çok, en çok sevilen. AHAB, yedinci İsrail kralı (İ.Û. 874-Ramot Galaad İ.Ö. 853). Omri'nin oğlu. İs­



rail krallığı'nın büyük krallarından biriydi. Kardeş yahudi krallığı Yahuda ile İsrail arasındaki çekişmenin, her ikisi için de za­ rarlı olduğunu anladı ve Yahuda kralıyla barış içinde yaşamaya çalıştı. Şam’daki Aramiler'in baskısından.kurtuldu, ancak Asur’a karşı kurulan birliğe katıldığı için 853 yılında Salmanasar II tarafından Asi ırmağı üzerindeki Karkar’da yenilgiye uğ­ ratıldı. Ahab’ın tehlikeli politikası Kutsal Kitap'ta sert bir biçimde eleştirilir. Karısı T ir’li Yezavel’in etkisinde kalarak krallığa putperest törelerin girmesine izin verdi ve Yehova dininin terk edilmesine karşı çı­ kan peygamber ilyas'ı öldürttü. AHÂBİR ya da EHÂBİR çoğl a. (ar. haberi in çoğl. ahâbir). Esk. Haberler, söy­ lentiler. AHÂBİŞ ya da EHÂBİŞ çoğl. a. (ar. habeş’in çoğl. ahâbiş). Esk. Habeşistanlılar. AHACIK ünl. Halk. Çok yakındaki bir ye­ ri, bir kimseyi ya da bir nesneyi göster­ mek için kullanılır: Kardeşim ahacık ora­ da. AHAD ya da EHAD a. (ar. ahad). Esk. 1. Bir tek, —2. Kişi, kimse. —3. Yevm-i ahad, pazar günü. —Din. Allah’ın Kuran’da geçen ad ve sı­ fatlarından biri. Allah’ın her bakımdan tek­ liği ve eşsizliği inancının en kısa anlatımı olan kelime-i tevhit (lâ ilâhe illallah), Allah’ ın bu sıfatına inancı dile getirir. ÂHÂD çoğl. a. (ar. ahad'ın çoğl. âhâd). Esk. 1. Bjrler, tekler. —2. Kişiler, birey­ ler. —3. Âhâd-ı nâs, halktan kişiler, avam tabakası. —Mat. Birlerin eski adı. || Âhâd-ı basite, birinci basamaktan birlerin eski adı. || Âhâd-ı basite cümlesi, birler bölüğünün eski adı. AHAD HAAM (Aşer Hırş GİNZBERG — denir), ibranice yazan rus yazar (Skvira, Kiev ili, 1856-Tel-Aviv 1927). "Siyon ülkü­ sü" hareketinin yandaşı ve “ manevi Siyo­ nizm’in kurucularından olan Ahar Haam, Filistin’deki ilk yerleşme denemelerine ve Herzl'in siyasi görüşlerine karşı çıktı (Al Paraşat Derahim, 1895). AHÂDİS ya da EHÂDİS çoğl. a. (ar. hacf/s’in çoğl. ahâdis). Esk. 1. Hadisler: “ ...ahâdis-i şerife zanniyle ellerini kaldı­ rıp " (Safvet Paşa, XIX. yy.). —2. Ahâdis-i nebeviye, Hz. Muhammet'in sözleri, ha­ disleri. AHADİYET ya da EHADİYET a (ar ahad ve -/yyef’ten, ahadiyyet). Esk. Bir­ lik, bir olma durumu, özellikle Allah’ın bir­ liği: "Görünür arife vech-i ahadiyyet sende" (Ali Efendi, XIX. yy.). —Din.(-> VAHDANİYET.) AHAF ya da EHAF sıf. (ar. ahaff). Esk. 1. Çok hafif. —2. Pek düşüncesiz. AHAOOAR - HOGGAR. AHAK ya da EHAK sıf. (ar. ahakk). Esk. 1. Çok haklı. —2. En layık. AHALİ a. (ar. ehl, sahip, malik’in çoğl. ahâli, ehâli). 1. Aynı yerde oturan ya da bulunan insanların tümü; halk: İstanbul ahalisi. Müslüman ahali için çıkarılan fer­ manlar. Ahali sokağa döküldü. Ey ahali! —2. Ahali-i kura, köy halkı. Ahali, İstanbul’da çıkmış günlük gaze­ te (1919). imtiyaz sahibi ve sorumlu mü­ dürü Ohannes Ferit idi. Ûrnek sayısı Milli kütüphane’dedir. A h a li, Edirne’de yayımlanmış gazete (8 aralık 1919-1922). Yunan işgaline diren­ mek amacıyla ihtiyat Zabitleri (yedeksubay) cemiyeti tarafından çıkarıldı. Hafta­ da iki gün çıkarken 1920’nin mart ayın­ dan sonra günlük yayıma geçti. Edirne iş­ gal edilince (25 temmuz 1920) kapandı. Başyazarı Mehmet Behçet (Perim) bey yaralı olarak kaçtığı Sofya’da gazetenin yayımını sürdürdü (24 aralık 1920). Ga­ zete, 20 eylül 1922’den sonra Rahova ka­



sabasında yayımlandı. Bulgarlar, Meh­ met Behçet beyi tutuklayınca kapandı. Ahali, Samsun’da yayımlanmış haftalık gazete(1919-1944). İsmail Cenani(Oral) tarafından çıkarıldı. Kurtuluş savaşı'nı destekledi. Bir süre haftada iki gün yayım­ landı. Ahali mecmuai edebiyesi adıyla bir sanat eki de verdi. Başyazarlığını öğret. men Kemal Emin beyin yaptığı gazete, sahibinin ölümü üzerine kapandı. Ahali, İzmir'de yayımlanmış günlük ga­ zete (1924). 87 sayısı Milli kütüphane’de olan gazetenin sahibi ve başyazarı Agâh Sırrı (Levent),yazıişleri ve yönetim müdü­ rü Abdurrahman Şeref (Laç) idi. Ahali cum huriyet fırkası, türk siya­ sal partisi (29 eylül 1930-21 ocak 1931). Çok partili düzene geçiş denemesi sıra­ sında Serbest cumhuriyet fırkası kurulur­ ken eski Kuvayı milliyeci ve ilk TBMM üyelerinden Abdülkadir Kemali Bey'in (Oğütcü) önderliğinde Adana’da kurul­ du. Belediye seçimlerine katıldıysa'da başarı sağlayamadı.Bakanlar kurulu ka­ rarıyla kapatıldı. Ahali fırkası, türk siyasal partisi (21 şu­ bat 1910-aralık 1911). Meşrutiyet döne­ minde meclis içinde kurulan ikinci muha­ lefet partisi. Gümülcine mebusu İsmail Bey önderliğinde ittihat ve Terakki partisi’nden ayrılan mebuslarca kuruldu. Mec­ liste, Mutedil Hürriyetperveran fırkası ile birlikte soru ve gensorularla etkili bir mu­ halefet sürdürdü, Meclis'e çoğulcu, çok partili bir nitelik kazandırdı. Ancak tutucu bir siyaset izledi, kurucuları arasında ilmi­ ye sınıfından gelenler çoğunluktaydı. Par­ ti, meclis dışında örgütlenemedi; me­ buslarının sayısı yirmiyi aşmadı. Fırka, 1911 ’de kurulan Hürriyet ve itilaf fırkası'na katıldı. Ahali İktisat fırkası, türk siyasal par­ tisi (kasım 1918-1919). Programında top­ lumsal ve iktisadi sorunlara yer veren ilk partidir. Yayın organı Ticaret-i umumiye gazetesiydi. 1919 seçimlerine katılmak için Milli kongre ile işbirliği vaptı. İstanbul’ da Milli ahrar fırkası ile ortak bir liste ha­ zırlayarak seçimlere katıldıysa da başarı­ lı olamadı. Meclisi mebusan’ın işgal kuv­ vetlerince basılmasını izleyen günlerde si­ yasal yaşamdan çekildi. AH A L TEKE, Türkmenistan Cumhuri­ yetinin G.-B.'sında bölge. Kopet dağının kuzey etekleriyle Karakum çölü arasın­ dadır. Adını, Türkmenlerin Teke aşiretin­ den alır. 188Vde Çarlık Rusyası tarafın­ dan işgal edildi. Bugün yönetim açısın­ dan başkent Aşkabad'ın bulunduğu yö­ netim biriminin sınırları içindedir. Başlıca yerleşmeler Aşkabad ve Kızıl-Arvat. AHAMKARA, sanskritçe söze. Bir kişinin "ben" (aham) ve "benim” (mama) deme­ sini sağlayan ruhsal işlevi belirtir. İstekten kaynaklanan ahamkara, insanı bu bilgi­ sizlik (avidya) dünyasına (samsara) bağ­ lar. Ahamkara'nın ortadan kaldırılması, hindu anlayışının gizemci ve çileci özgür­ leşme (mukti) çabasının en önemli evre­ sini oluşturur. AHAR ya da EHAR sıf. (ar. aharr). Esk. Daha sıcak, çok sıcak, en sıcak. AHAR a. (fars. âhâr). Hat. Ham kâğıtla­ rın yüzeyine sürülerek yazmayı kolaylaş­ tıran, nişasta ve yumurta akından oluşan karışım. Bunlara, tek ya da karışık olarak nişadır, kitre, arap zamkı, üstübeç, beyaz şap, balık tutkalı, un, hatmi çiçeği, gül yaprağı, pirinç gibi maddeler eklenirdi. (-> AHARLAMAK.)



AHAR ya da AHER, İran’da, Doğu Azerbaycan ostatına (iline) bağlı ilçe ve ilçe merkezi kasaba. Tebriz’in 95 km K.D.’sunda; yüksek dağlarla çevrili, suları­ nı Karasu'nun kolu olan Aher çayı ile Aras nehrine boşaltan havzada. Yaklş. 30 000 nüf. Tarım, hayvancılık, kilim dokumacılı­ ğı'



Ahbar üd-devlet İs-Selçukiye A H A Z Y A (öl. Samaria İ.Ö.841), Altıncı Yahuda kralı. Yehu’nun giriştiği komploda öldürüldü. Onun ölümünden sonra ik­ tidar, annesi Athalie'ye geçti.



ÂHAR ya da ÂHER sıf. (ar. ahar). Esk. Başka, diğer, gayri: "Bir sınıfın âher sınıf­ tan aşağı tutulması..." (İslahat fermanı, XIX.yy,).Bahs-i âhar ( başka konu). Vakt-i ahar (başka zaman). —Gökbil. Esk. Aher ün-nehr. gökyüzünün güney yarımküresinde bulunan ırmak ta­ kımyıldızının yıldızı. AHARCI a. Ham ve pürüzlü kâğıdı ahar­ la cilalayan, ahar yapan kimse. AHARLAM AK g. f. Bir kâğıdı aharla­ mak, bir kâğıdın yüzeyine ahar sürmek; bir kâğıdı aharla parlatmak. ♦ aharlatmak ettirg. f. Aharlanmasmı sağlamak. —ANSİKL. Eski ve ham kâğıtları aharla­ mada iki yöntem uygulanırdı: ya kâğıtlar ahar hamuruna batırılır ya da ahar sün­ ger, pamuk vb. ile kâğıda sürülürdü. Kâ­ ğıtlar, kurumaya bırakılır, bir hafta geçme­ den de mührelenirdi. Aharlama bir kâğı­ da ancak 2-3 kez uygulanırdı. Bir yanına yazılacak kâğıtlara kalın ahar, iki yanına yazılacaklaraysa ince ahar yapılırdı. Ün­ lü hattatlar, kullanacakları kâğıtları özel olarak kendileri aharlardı.



Ahasverus (Epinal resmi, XIX. yy.)



AH ARLATM AK - AHARLAMAK AHARLI sıf. Yüzeyi aharlanmış, parlatıl­ mış. ||4harlı kâğıt, hattatlarca kullanılan yü­ zeyi aharlanmış kâğıt. (Tek kat ahar sü­ rülmüşlere tek aharlı, çift kat sürülmüşle­ re çift aharlı ya da kısaltılarak çiftali de­ nirdi. Eskisi değerli olan aharlı kâğıtlar, mürekkebi emmediğinden, yaş bir sün­ gerle silinip yeniden kullanılabilirdi. Aharlı ve mühreli kâğıtlar zamana, neme, küfe ve kitap kurtlarına karşı daha dayanıklıy­ dı.) AHARONYAN (Avedis), ermeni yazar ve siyaset adamı (İğdır yakınında 1866Marsilya 1948). Yükseköğrenimini Lozan ve Paris’te yaptı, Tiflis'te Narsesyan koleji'ne müdür oldu (1907-1909); pek çok ermenice gazetenin çıkarılmasına katkıda bulundu, Taşnaksütyun partisi’nln üyesi olan Aharonyan, Çarlık polisince tutuklan­ dı (1909-1911). Paris konferansımda,Taşnak komiteleri yönetiminde kurulan Erme­ ni cumhuriyeti heyetinin başkanı olarak Sevr antlaşması’™ imzaladı (10 ağustos 1920). Ermenistan'ın sovyetleştirilmesin•den sonra (aralık 1920) Fransa'da sür­ günde yaşadı. AHAS ya da EHAS sıf. (ar. haşş'tan, ahaşş). Esk. En has; en özel; en belli baş­ lı’ ahas-ı amal (dileklerin, emellerin en özeli, en önde geleni), ahas-ı ehibba (ta­ nıdıkların, dostların en önde geleni, en değerlisi). ♦



be. Başlıca.



AHAS ya da EHAS sıf. (ar. hasis ten, ehass). Esk. 1. Pek hasis, en timri. —2, Bayağı, çok adi. AHÂSİN ya da EHÂSİN çoğl. a. (ar. ahsen'in çoğl. ahasin). Esk. Çok güzel olan şeyler. AHASVERUS,Gezgin Yahudi de de­ nir, çarmıha giden İsa'ya kötü davrandı­ ğı için sonsuzluğa dek yürümeye mah­ kûm edilen efsanevi kişi. Çok eski oldu­ ğu sanılan ve kimi uzmanların kaynağını buddha dönemi Hindistan’ına bağladık­ ları bu efsane, XIII. yy.'dan başlayarak değişik biçimler aldı. XVII.yy. 'da bir alman yazarı (Duduloeus?) bu kişiyi bir yahudi, Ahasverus adlı bir “ Ebedi Yahudi” ola­ rak canlandırdı (1602). Yapıt fransızoaya çevrilirken bu kişilik “ Gezgin Yahudi” adı­ nı aldı (1609). O zamandan beri efsane, Batı’da halk resimleri, estamplar ve ağıt­ larla yayıldı. Bu ağıtların en ünlüsü isaac Laquedem’inkidir. Hıristiyanlıktan bu'ya­ na, kişiliğiyle halkın yazgısını simgeleyen Gezgin Yahudi, yahudiler aleyhine tehli­ keli bir toplumsal yerginin kaynağı oldu. Bir ölçüde de çağımızdaki yahudi düş­ manlığının doğmasına yol açtı.



A H A T , Uşak’ın Banaz ilçesi, merkez bucağına bağlı köy; 803 nüf. (1990). PTT. Antik Akmonia* kenti bu köyün yerindeydi.



A H A T BEY, türk denizci (XIV.yy.). Aydınoğlu Umur Bey’in filo komutanı. Ege denizi’ndeki bazı adalara ve Yunanistan kıyılarına (1333-1348) akınlar yaptı. AHAUS, Federal Almanya’da kent; Nordrhein-VVestfalen’de, Münster’in KK.-B.’sında; 27 400 nüf. AHA VAT çoğl. a. (ar. uht' un çoğl. ahavat). Esk. 1. Kız kardeşler, bacılar. —2. Kadın arkadaşlar. —3. Birbirine benze­ yen şeyler. AHAVEYN ya da EHAVEYN a (ar aöa’nın ikili çoğl. ahaveyn). Esk. iki kar­ deş. —ANSİKL. İslam bilginlerinden Urfalı Mus­ tafa Kâmil Efendi ile kardeşi Mehmet Efendi için kullanılır. AHAVEYNİ BUHÂRİ (Ebu Bekr Ftebî’ bin Ahmet), iranlı hekim (X.yy.). Buhara’ da yaşadı. Tıp öğrencileri için kılavuz ki­ tap olarak hazırladığı Hidâyet ül-muteallimin fi’t-tıbb adlı kapsamlı yapıtında, Ebülkasım Tâhir bin Muhammed bin İb­ rahim Mekanei Razi’nin öğrencisi olduğu­ nu belirtir. Kitabından, çalışmalarını X. yy.’ın ikinci yarısında sürdürdüğü anlaşıl­ maktadır. Yapıt, o dönem tıp çalışmaları­ nın önemli ilk örneklerinden sayılır. Kitap­ ta, temel tıp bilgilerinin yanı sıra çevre ko­ şullarının sağlığa etkisi de incelenmiş,ay­ rıca koruyucu hekimlikle ilgili bilgilere yer verilmiştir. Ahaveyni, eski tıp literatürünü çok iyi bildiği halde kitabında bunlara bağlı kalmamıştır. Kalp atışlarına ilişkin Kitâb-ı nabz, anatomiye ilişkin Kitâb-ı teş­ rih adlı yapıtlarıyla birkaç monografisi de vardır. AHAVİ sıf. (ar, aha ve -/'den ahavi). Esk. 1. Kardeşçe/dostça, kardeş gibi. —2. Ahi topluluğuna ait. A H A Z , on ikinci Yahuda kralı (İ.Ö. 736 -İ.Ö. 716). İsrail ve Suriye'nin Asur’a kar­ şı kurdukları birliğe katılmayı reddettiği için, bu ülkelerin saldırısına uğradı. Pey­ gamber işaya'nın kınamalarına kulak as­ mayarak Tiglatpileser liften yardım iste­ di, ama bu yüzden ülkenin bağımsızlığı­ nı tehlikeye düşürdü. Kutsal Kitap, Kenan kültlerini hoşgördüğü için onu dinsizlikle suçlar. A H A ZY A (öl. İ.Ö.852), Ahab'ın oğlu, İs­ rail krallığı’nın sekizinci kralı. Kutsal Kitap yazarları, Kenan'daki dinlere gösterdiği hoşgörü yüzünden onu şiddetle kınamış­ lardı.



A H 3A P a. (ar. habib, dost'un çoğl.ahbSb). 1. Kendisiyle dostluk ve yakın ilişki kurulan, sevilen sayılan kimse: Eski bir ah­ bap. Bugün bir ahbabıma uğradım. —2. Tanıdık, bildik: Ahbap ve akrabala­ ra selam. —3. Tkz. Tanıdık olmayan bir kimseye seslenirken kullanılır: Hey ah­ bap, biraz gelir misin? —4. Ahbap çavuş­ lar, her zaman birlikte görülen, araların­ da çok sıkı bir bağlılık ve dostluk bulunan arkadaşlar için söylenir: O ahbap çavuş­ ları bu işe verelim, daha iyi sonuç alırız. || Ahbap olmak, bir kimseyle dostluk, ar­ kadaşlık, yâkınlık kurmak. AHBAPÇA be. içtenlikle, dostça, teklif­ siz olarak: Her şeyi olduğu gibi, ahbap­ ça konuşalım. AH B AP LIK a. 1. Arkadaşlık, yakınlık: Birkaç ay içinde ahbaplığı ilerlettiler. —2. Ahbaplık etmek, arkadaşlık ve dost­ luk etmek; şundan bundan konuşmak: Onunla üç yıl ahbaplık ettim, hiçbir kötü­ lüğünü görmedim. Ahbaplık ediyor, va­ kit geçirmeye çalışıyorduk. AHBÂR çoğl. a. (ar. haber'in çoğl. ahbâr). Esk 1. Haberler, bilgiler. —2. Hi­ kâyeler, rivayetler, menkıbeler. —3. Olay­ lar. —Din. Hz. Muhammet’in verdiği haber­ ler; hadisler. AHBÂR çoğl. a. (ar. hibr’in çoğl., ahbâr). Esk. 1. Bilginler. —2. Yazı mürek­ kepleri. —Din. Kuran’da yahudi din bilginleri an­ lamında kullanılmıştır. A h b a r It-tlv a l (Kitab Üİ-), Ebu Hanife Ahmet bin Davut bin Venend-i Dineveri' nin (öl. 895) arapça genel tarihi, Âdem’ den başlayarak abbasi halifesi Mutasım dönemine (833-842) kadar olan olayları içerir. Peygamberler, Arap ve Güney Arap tarihi hakkında efsaneyi ve yarı ef­ sanevi bilgiler verir. Efsanevi İran hüküm­ darlarından. zerdüşt hareketinden, Dara’ dan, İskender'in istilasından ve Sasaniler' den söz eder. Daha sonra Hz. Muham­ met ve peygamberliği, Irak ve İran'ın İs­ lam ordularınca ele geçirilmesi, Osman’ın öldürülmesi, Oemel vakası, Ali ve çocuk­ larıyla ilgili olaylar, Emeviler, Abbasi ha­ reketi, Babek ve Afşin ayaklanmaları an­ latılır. Yapıt, Taberi’nin verdiği bilgileri ta­ mamlaması bakımından olduğu kadar İran tarihi bakımından da önemlidir. Leyden’de basılmıştır (1888). A h b a r m ecm u a , yazarı bilinmeyen arapça tarih. Endülüs'ün Araplar tarafın­ dan ele geçirilişinden başlayarak, Abdur­ rahman III dönemine (912-961) kadarki olayları anlatır. Önceleri tümüyle özgün sayılan bu yapıt, ibni Hayyan’ın (öl. 1076) el-Muktabis adlı eserinin büyük bir bölü­ münün bulunması üzerine önemini kay­ betti. Bu tarih, olasılıkla, Valencia'nın ispanyollar tarafından alındığı (1238) dö­ nemde yazılmıştır. Yapıtta, İsa bin Ahmet er-Razi'nin daha önce yazdığı vakayina­ meden aktarılmış parçalar yer alır. A hbar ü d -d e vle t is-S e lçu klye , İran ve Irak Selçukluları hakkında yazılmış arapça tarih. Yazarı belli değildir. Kitap, Brıtish Museum’da bulunan tek nüshası­ nın başında adı yazılı Sadrettin Ebülhasan Ali’ye ve mısırlı yazar Ebu Zafir'e (öl. 1226) atfedilmek istenmiş, ancak kimin yazdığı kanıtlanamamıştır. Yapıt olasılık­ la Azerbaycan Atabekleri döneminde, 1225'te yazılmıştır. Kitap, üç bölümden oluşur: I. bölüm, Selçuklular'ın Orta As­ ya steplerindeki yarı efsanevi kökenleri­ ni, Horasan ve Oebel’i ele geçirmek için Gazneliler’le savaşlarını ve Melikşah’ın ölümüne (1092) kadarki genişlemelerini anlatır. II. bölüm, Muhammet II bin Mah­ mut'un saltanatına kadarki (1153) olaylar-



193



Ahbar ııd-devlet İs-Selçukiye dan söz eder, III. bölüm, Irak Selçuklula­ rının Tuğrul lll'ün (Rüknettin) ölümü (1194) ile sona eren egemenliklerini, kö­ le komutanlar ve Atabekler hakkında kı­ sa bilgileri içerir. Yapıt, Selçuklular’ın kö­ keni, Anadolu’nun fethi ve Gazneli - Sel­ çuklu ilişkileri hakkında verilen bilgiler ba­ kımından ibnülesir’in el-Kamil adlı yapıtı­ nı tamamlar. A hbâr ü!-ahyâr, Abdülhak Muhaddis-i Dihlevî’nin (öl. 1642) hint velileriyle ilgili tezkiresi. Bu alandaki ilk çalışmadır. Ya­ zarı muhaddis olduğundan, hadis bilimi­ nin yöntemine göre yazılmış, gerçek dışı bilgiler ayıklanmıştır, ilk taslağı 1588’de, son şekliyse, 1591’de tamamlandı. Tez­ kirede çiştiye, firdevsiye, şattariye, kalenderiye tarikatlarından, velilerinden ve ör­ gütlerinden söz edilir. Bu türdeki birçok tezkireye örnek olmuş ve taş basması ola­ rak dört basımı yapılmıştır (Delhi 1854; 1865; 1891; 1972).



194



AHBÂRİ sıf. (ar. ahbâr ve -/'den ahbâr i). Esk. Haber veren, rivayet eden. AHBÂS çoğl. a. (ar. habs'ın çoğl. ahbâs). Esk. 1. Su bentleri. —2. Su bentle­ riyle yapılan havuz. —3. Hapisler, zindan­ lar. -—4. Herhangi bir koşula bağlanma­ dan vakfedilen topraklar, binalar. AHBÂZ çoğl. a. (ar. hubz'un çoğl. ahbaz). Esk. Ekmekler. ÂHBES sıf. (ar. habis'ten ahbeş). Esk. Çok kötü, en kötü. AKBESEYN a. (ar. ahbeş'in ikili çoğl. ahbeşeyn). Esk. 1. Çok kötü iki şey. —2. idrar ve dışkı.



ahemeni sanat: Dara I sarayındaki (Persepoiis) bir alçak kabartma (ayrınt)



AHBEŞ a. (ar. ahbeş). Esk. Habeşistan­ lı, Habeş. ÂHBUN



-> AHPUN



& H B U M L A M A K -> AHPUNLAMAK.



AHCÂR çoğl. a. (ar. hacer'in çoğl. abcar). Esk. Taşlar: "Anun ahcârına nisbel n'eüerler dürrü mercanı” (Mecmuat ünnezair, XV.yy.). AHÇf -



AŞÇI



A H Ç S B A Ş ! -> AŞÇIBAŞI. A H Ç İL İK -



AŞÇILIK.



ÂHD - AHİT. AHBÂM çoğl. a. (ar. hadin'in çoğl. ahdân). Esk. Dostlar, yoldaşlar, yaşıtlar. AHDAR ya da AHZAR sıf. (ar. ahdar). Esk. Yeşil. AHD AR (Cebel), Libya’da bölge, Sirenaika’nın K.-B’sında. Orta derecede yağış alan platoda birkaç orman, tahıl tar­ laları, meyve ağaçları, sulu tarım alanları ve özellikle otlaklar vardır.



AHD AR (Cebel), Umman’ın orta kesi­ minde dağ sırası;Maskat’ın B.-G.-B.’sında. Vadilerde sulamalı tarım. AHD AR ya da AH ZAR , arap coğraf­ yacıların Büyük okyanus’a (Pasifik) ver­ dikleri ad. Bahr-i sefid diye adlandırdık­ ları Akdeniz için de kullanılmıştır.



nipal'a vergi ödüyordu (İ.Û. 639). İki kral­ lığı birleştiren Keyhüsrev II, Anzan kralı ol­ du. Sonra Med hükümdarı Astyages’e başkaldırdı; İran’a egemen oldu (İ.Û. 550). Kral Karun'u yenerek Lydia’yı, ya­ ni Küçük Asya'nın büyük bölümünü ele geçirerek “ Pers kralı” sanını aldı (İ.Û. 546). Babil devletini yıktı (İ.Û. 539). Oğlu AHD ARİYE (El-), esk. Palestro, daha Kambiz II, Mısır'ı (İ.Û. 525), Sirenayka sonra Lahdariye, Cezayir’de kent. Kabi(Libya) ve Nübye’yi imparatorluğa kattı. liye’de; 28 200 nüf. Ahemeni krallarının en büyüğü sayılan Dara I, imparatorluğun sınırlarını koru­ AHDARİYET ya da AHZARİYET a makla yetinmedi. Ülkedeki ayaklanmala­ (ar. ahdar ve -/yyef’ten, ahdariyyet). Esk. rı bastırdığı gibi, sınırları kuzeyde SakaYeşillik. lar'ın ülkesinden, güneyde Sudan’a, do­ AHDÂS çoğl. a. (ar. hadeş'in çoğl. ahğuda indus ovasından batıda Trakya ve das). Esk. 1. Yeni olaylar. —2. Kötü şey­ Makedonya’ya kadar genişletti. Otuz beş ler, dertler, belalar. —3. Talih değişme­ yıl süren saltanatında merkezi bir yöne­ leri. —4. Gençler. tim kurdu; yerel yönetimi örgütledi. Bütün Orta Doğu’yu kapsayan imparatorluğu­ AHDEB sıf. ve a. (ar. ahdeb). Esk. 1. nu, başlarında satrapların (valiler) bulun­ Kambur. —2. Zor; şaşırtıcı. duğu eyaletlere bölmüştü. Her eyalet, AHDEBİYET a. (ar. ahdeb ve -/yyef’ten imparator tarafından atanan ve ona bilgi ahdebiyyet). Esk. Kamburluk. veren denetçilerce sürekli denetlenirdi. AHDEN be. (ar. rahden). Esk. Sözleşe­ Ahemeniler, egemenlikleri altındaki, bir­ rek, sözleşme gereği. birlerinden çok farklı gelenek, kurum, dil, din ve kültürlere sahip kitleleri liberal bi­ AHDER a. (fars. ahder). Esk. Kardeş ço­ çimde yönettiler. Dara'nın oğlu Kserkses cuğu, yeğen. döneminde imparatorluk gerilemeye baş­ AHDETM EK gçz f. (arTa/ıd’den). (Bir ladı. imparatorluğun eyaletlerinde satrapşeye, bir şey yapmaya) ahdetmek, bir şe­ ların başkaldırması, tahta geçen yetenek­ yi gerçekleştirmeye söz vermek, bunun siz hükümdarlar, devletin çöküşünü hız­ için yemin etmek: Öcümü almaya ahdet­ landırdı. Son ahemeni imparatoru Dara III tim. Okulu bitirirsem, ahdettim, bütün sı­ (Kodaman), Büyük İskender’in saldırısı nıfa ziyafet çekeceğim. karşısında impatorluk topraklarını savuna­ AHDİ sıf. (ar. cahdve -i'den, 'ahdi). Esk. madı. Anlaşmayla, sözleşmeyle ilgili; onun ge­ Ahemeni hanedanında krallık babadan reği. oğula geçerdi. Kimi dönemde baba-oğuA H D İ, asıl adı Ahmet, türk tezkire ya­ lun bir arada hüküm sürdükleri de oldu. Kralın ardılı bulunmadığı durumlarda ye­ zarı ve divan şairi (?-Bağdat 1593). Bilgin ni imparator, Dara l’in imparatorluğa ge­ ve şair Bağdatlı Mevlana Şemsi’nin oğ­ lişinde olduğu gibi, soylu ailelerin oylarıyla ludur. 1552’de Bağdat’tan ayrılarak İstan­ seçilirdi. Ahemeni hükümdarının, tanrı bul’a gitti. Tanıdığı şairlere ilişkin gözlem ve değerlendirmelerini, daha eski dönem­ Ahura Mazda'nın koruduğu, sevdiği kişi olduğuna inanılırdı. Dara I ve onu izleyen lerin şairleri için topladığı bilgilerle birleş­ hükümdarlar, Ahura Mazda tarafından ik­ tirerek Gülşen-i şuara adlı tezkiresini ka­ leme aldı. Bu ad, ebced kuralına göre tez­ tidara getirildiklerini ileri sürdüler. Aheme­ ni hanedanından gelmek ve tanrı tarafın­ kirenin tarihini de gösterir. 1563’te Şeh­ dan seçilmek, iktidarlarının temel dayana­ zade Selim’e (Selim I!) sunduğu yapıtının ğı oldu. üzerinde Bağdat’a döndükten sonra da Feodal bir yapısı olan Ahemeni impaçalışarak 1592’de tezkiresine son biçimi­ ratorluğu’nda kral ailesinin, soyluların ge­ ni verdi. Son düzenlemesiyle 370 kadar niş toprakları vardı. Yönetimin ve ordunun şairin konu edinildiği yapıtı, Latifi tezkirebaşında bulunan satrap ve komutanlar, s/’ne bir ek sayılır. Babası gibi amcası Hü­ hükümdarın bandaka'sı, yani vasalı sa­ seyin, ağabeyi Riyazi ile kardeşi Muradi yılırlardı. Bunlar krala bağlılıklarını belir­ de şair olan Ahdinin şiirleri bir divançe ten kuşaklar (band) takarlardı. Satraplar, oluşturur. Bu şiirlerde Bağdat’ta tanıştığı “ krallığın koruyucusu” sanını taşırdı. Kral, ileri sürülen Fuzuli’nin etkileri görülür. An­ nasıl tanrı Ahura Mazda’ya karşı sorum­ cak bu şiirlerin kendine özgü yönleri bu­ luysa, satraplar da yalnız krala karşı so­ lunduğu, anlatım güzelliği ve ustalık taşı­ rumluluk taşırlardı. Kral kendi adına altın dığı kabul edilmektedir. (-»Kayn.) sikke bastırırken, satraplar da kendi ad­ ÂHE, ÂHET a. (ar. cShe, cahet). Esk. Bü­ larına gümüş ve bakır para bastırabiliyoryük bela, afet. lardı. Para sistemini yaygınlaştıranlar da Ahemeniler oldu. Alışverişte takas yerine ÂHEK a. (fars. ahek). Esk. Kireç. || Âhek-i siyah, neme dayanıklı bir çimento türü. paranın kullanılması, ticaretin gelişmesi­ ni hızlandırdı. Ölçü ve tartı birimleri kural­ || Âhek-i tefte, sönmemiş kireç. larla düzenlendi. AHEMENES, Ahemeniler hanedanın­ imparatorluğun, çağın uygar ve zengin dan gelme pers krallarının efsanevi ata­ yöresi olan Orta Doğu’da egemenlik kur­ sı. ması, ekonomik gelişmeyi sağlayacak hu­ zurlu bir ortam yarattı, imparatorluktaki ti­ AHEMENİLER ya da ARAM AM IŞ­ caret merkezleri arasında etkili bir iletişim LAR, Pers hanedanı (İ.O. 550-İ.Û. 330). ve ulaşım sistemi kuruldu. Bu merkezleri Tarihçi Herodotos’a göre hanedan, on bağlayan yollar, kervanların, postanın, or­ pers kabilesi içinde en cesurlan sayılan duların, krallık denetçilerinin hızla, güven­ Pasargadlar’dan gelir. Kabilenin daha le gidiş gelişini sağlıyordu. Susa’dan Sarsonraki yıllarda imparatorluğu kuracak deis’e, oradan da Efes'e uzanan ünlü olan kanadı, Taht-ı Cemşit (Persepoiis) ve “ Kral Yolu” gibi pek çok yol, imparator­ Nakş-i Rüstem çevresinde bulunuyordu. luk tarihe karıştıktan sonra da uzur. yıllar İ.Û. IX. yy.'da Kuzey İran’da Orumiye gö­ kullanıldı. Dara I zamanında Süveyş’ten lü yakınında yerleşmiş olan Ahemeniler, Nil'e bir kanal açılarak Akdeniz, KızıldeAsurlular'a bağımlı olarak Persler’i yöne­ niz'e bağlandı. Bu kanal, imparatorluğun tiyorlardı. Daha sonra Med, Asur ve Urar­ batı eyaletleriyle doğu eyaletleri arasında­ tu baskısıyla güneye, Zagros yöresine ki ulaşımı kolaylaştırıyordu. göçtüler. Teispes, Elam’a bağımlı olan küçük devletinin sınırlarını genişletti ve ®-Arkeol. Ahemeni sanatı, gezginlerin XII. yy.'dan başlayarak söz ettikleri Persepo“ Anzan kralı” sanını aldı (VII. yy.). Teis­ lis harabeleri ve ancak 1852’ye doğru pes, krallığını iki oğlu arasında böldü: AriLoftus'un bulduğu Susa harabeleri dola­ aramme’ye yeni alınan Anzan ve Fars yö­ yısıyla gündeme gelmiştir. releri, Keyhüsrev’e de Parsuma düştü. Bu Ahemeni mimarisinde, sarayların kapı iki küçük krallık, Medler ve Asurlular’a ba­ ve pencere çerçevelerinde taş kullanılı­ ğımlı olarak varlıklarını korudular. Parsu­ yordu. Kaya çıkıntıları üzerinde inşa edi­ ma kralı Keyhüsrev I, Asur kralı Asurba-



Ahhiyava len bu saraylara alçak kabartmalarla süs­ lenmiş geniş merdivenlerle girilmekteydi. Bu anıtsal mimari, sütunların bolluğuyla dikkati çeker. Örneğin, çatısı 20 metre yüksekliğinde altışarlı altı sıra halinde di­ zilmiş sütunlar üzerinde duran Apadana (taht salonu), bir Ahemeni eseridir. Sütun­ lar, sırt sırta vermiş iki boğa (ya da kartal başlı aslan) ön-gövdesınden oluşan tipik bir başlık taşır ve çatı kirişleri bu başlıklar üzerine oturtulur. Kaya yamaçlarına oyulan kral mezarla­ rında, Keyhüsrev’e ait olduğu sanılan, Pasargad’daki, basamaklar üzerine oturtul­ muş dikdörtgen taş anıt bir yana bırakı­ lırsa, Persepolis ve Nakş-i Rüstem'de gö­ rüldüğü gibi kayaya işlenmiş iki yanı sütunlu bir kapı ile kapının üstünde kralı seoıı Uıçii,ı. oe çok ıjuyuıs bir tant üzerin­ de oturmuş olarak canlandıran alçak ka­ bartmalar bulunur. Yığma taştan dört kö­ şe kule biçiminde yapılmış iki yapı, pen­ cere yerine kullanılan siyah taşlarla süs­ lenmiştir. Nakş-i Rüstem yakınlarında, dörtköşe taşlardan yapılmış, alçak kabart­ ma mazgallarla süslü Ateş mihraplarına rastlanır. Sarayların duvar altlarında ve merdiven boylarındaki, mimari ya da de­ koratif amaçlı bu alçak kabartmalar, bü­ yük boyutlu tahtı üzerinde “ bütün gör­ kemiyle” oturan kraiın önünden geçen muhafızları,armağanlarını sunan haraçlı­ ları ve saraylıları alabildiğine uzayan di­ ziler halinde gösterir, imparatorluk yolla­ rı üstünde de, kralın şanlı başarılarını ha­ tırlatan eserlere rastlanır (Dara'nın Blsütun kayalığı üstündeki alçak kabartması). Sarayların tuğla duvarları, Babil'de oldu­ ğu gibi, cilalı süslemelerle kaplıydı. Dara’ nın okçularını gösteren Susa’daki sarayın panoları da bu şekilde restore ediidi. Bir yangında harap olan saray, Artakserkses Mnemon tarafından restore edilmiş ve la­ civert taşından zemin üzerinde efsanevi hayvanlarla,gezinen aslanlarla ve sfenks­ lerle süslenmişti. Dara'nın başkanlık mührü, süsleme sa­ natının çok güzel bir örneğidir. Bu mühür, silindir mühürlerin ve üzerinde kral ya da satrap tasvirleri bulunan para ya da "Da­ ra altın sikkeleri” nin birçoğu gibi ince bir zevkle işlenmiştir. Sarayda ağır basan bi­ çimciliğe daha az bağlı olan kuyumcular, Luristan'lı uzak atalarından kalma bir ye­ tenekle, hayvan biçimlerini ustaca ûsiuplaştırmakta ve bunlara büyük bir dekora­ tif değer kazandırmaktaydılar. Nitekim, Persepolis hâzineleriyle “ Oxus" (Amuderya) hazînesi ve Susa’daki bir mezar­ da bulunan, bir prensese ait ziynet eşya­ sının kenar tırtıllarında ve bölmeli mine iş­ çiliğindeki büyük ustalık da bunu kanıtlar. ( - PERSLER.) [ - Kayn.) ÂHEN a ve sıf. (fars. Shen). Esk. 1. De­ mir: "Encamda âhenden olur rahne-i sühan’ (Ziya Paşa, X!X._yy.). —2. Sert, katı, merhametsiz. —-3. Âhen-âşiyan, de­ mir yuva, yüksük. || Âhen-câme, zırh, sağ­ lamlaştırmak ya da süslemek içjn kullanı­ lan demir ya da çelik parça. |j Âhen-çûb. demir çuhjk, şiş. |] Âhen-keş, âhen-rübâ, demir çeken, mıknatıs. |j Âhen-sâ, âhensay, eğe, törpü, bileğitaşı. \\ Âhen-i cüft. âhen-igâv, saban demiri. || Âhen-inerm, yumuşak demir. || Âhen-i sebz, âhen-i ter, iyi işlenebilen çelik. a. 1. Kılıç. —2. Zincir. ÂHENGER a. (fars. ahen ve ger' den ahen-ger). Esk. Demirci,



kahraman, mert; dayanıklı, jj Aheninkemer, demir kuşaklı, demir belli, güçlü. j| Ahenin - kaba, demir elbiseli, zırhlı. || Ahenin-reg, demir damarlı; at vb. için dayanıklı, kuvvetli. AHENK a. (fars. aheng). 1. Parçalan ya da öğeleri uyuşum içinde olan, bir ama­ ca uyarlanan bütünün niteiiği; uyum: Ev­ renin ahengi, insanın bedenindeki ahenk. --2 . Bir bütünün, genellikle de sanatsal ya da edebi bir yapıtın parçalan (biçim, renk, ses, ritim vb.) arasında aranan iliş­ ki. uyum: Bir tablodaki renklerin ahengi. Şiirdeki seslerin ahengi. —3. Bir topluluk içinde bireyler arasında var olan anlaşma, bu anlaşmadan doğan huzur: Aile birey­ leri arasındaki ahenk. Bir işyerindeki ahenk. Çevresiyle ahenk kurmak Pir yer­ de ahenk sağlamak. Bir topluluğun ahen­ gini bozmak. Topluluğun ahengine uy­ mak. —4. Çalgılı, müzikli toplantı, eğlen­ ce: Dün gece ahengimiz sabaha kadar sürdü —5. Ahenk yapmak, sazlı, içkili eğlence düzenlemek, eğlenmek; doğru ya da anlamlı bir şey söylemeksizin sü­ rekli konuşmak (arg.). jj (Bir toplantıya) ahenk katmak, onun havasını değiştir­ mek. —Bine. Atın yürüyüşündeki düzenlilik —Ed. Edebiyat yapıtında, özellikle de şi­ irde seslerin kulağa hoş gelecek biçim­ de sıralanmasıyla yaratılan uyum. (Ben­ zer seslerin art arda gelmesinden kaynak­ lanan söyleniş güçlüğü, gereksiz yinele­ meler, çok uzun zincirleme tamlamalar, aruzda ünlülerin söyleyişi bozacak biçim­ de uzatılması ve kısaltılması, anlatımı yer­ siz uzatma, ahenge aykırı sayılır.) |j Aheng -i taklidi, canlı ve cansız doğa varlıkları­ na ait seslerin sözcüKlerde taklit edilme­ si. (Çın çın, mırıl mırıl vb.) |j Aheng-ı tasvi­ ri, özellikle şiirde kelimelerin sıralanış bi­ çiminden yararlanılarak içeriğe uygun dü­ şecek yolda oluşturulan ses düzeni. —Fels. -> UYUM —Müz. XX.yy.’dan önce, akorları ve on­ ların birbirlerine bağlanışlarını inceleyen ARMONİ disiplinini belirtirdi, jl AKORT’un eski karşılığı. || Ahenk deliği, halk müziğin­ de oyma bağlamanın gelişmiş biçimlerin­ de, ses yoğunluğunu ve titreşimi artırmak için tel takacağının alt tarafına açılan de­ lik. (Genellikle 3 ya da 6 cm çapında, da­ ire biçimindedir. Tel takacağının 4 cm al­ tına açık.)\\ Ahenk telleri, kimi mızraplı ya da yaylı çalgılara, yalnızca titreşimi artır­ mak amacıyla takılmış ince teiler. —Sesbilg. Ahenk kaidesi, SES uyumu’ nun eski eşanlamlısı. Ahenk, İzmir’de yayınlanan günlük siya­ si gazete (1900-1928), başlığının altında siyası, fenni ye ilmi Osmanlı gazetesidir yazısı vardı. İzmir’in işgali üzerine yayını­ na bir süre ara verdi (1919). 1922’den sonra yeniden çıkmaya başladı. Gazete­ nin İzmir Milli kütüphane’de tam, Ankara Milli kütüphane’de tama yakın, Hakkı Ta­ rık Us kütüphanesi'nde oldukça eksik bir koleksiyonu vardır. ÂKENKDÂR - ÂHENKTÂR. AHENKLİ sıf. Uyumlu: Ahenkli bir giyim. Ahenkli bir aile. Ahenkli bir şiir. ( -* UYUM­ LU.) —Bmc. Gövdesinde ve yürüyüşünde ahenk bulunan at için kullanılır. —Şarapç, Tadı, aroması ve bükesi çok iyi oranlanmış şaraba denir.



ÂHENGERİ a. (fars. ahengerve -i 'den ahengeri). Esk. Demircilik.



AHENKSİZ sıf. Uyumsuz: Ahenksiz bir ses. Ahenksiz bir aile. ( -*■ UYUMSUZ.) AH E N KS İZLİK a. Uyumsuzluk.



AHENGİ TARAB a. (fars. ahenk ve ar tarab'dan aheng-i tarab). Müz. Türk mü­ ziğinde bileşik makam. (Yalnızca maka­ mı yaratan İbrahim Vefa Efendi [18711903] tarafından kullanılmıştır.)



ÂHENKTÂR ya da AHEMKDÂH sıf. (fars. aheng ve dar'dan, aheng-dar). Esk. Ahenkli, düzenli, uyumlu, ” ... benim işit­ mediğim âhenkdâr sesleri işitiyorsunuz" (Celal Sahir).



ÂHENİN sıf. (fars. ahenin). Esk. 1. De­ mirden; demir gibi, sert, sağlam. —2. Âhenin-can, demir canlı; dayanıklı, sabırlı; katı yürekli, || Âhenin-ciğer, demir ciğerli;



ÂHENPUŞ sıf. ve a. (fars. ahen ve puş). Esk. Zırh giyen. —Kur. tar. Ösmanlı ordusunda zırhlı ce­ becilere verilen ad.



ÂHER ->AHAR. ÂHER



-Â H A R .



AHESTE sıf. (fars. aheste). 1. Yavaş, ağır izlenimi veren hareket ve hareketi bu biçimde olan şey için kullanılır: Aheste adımlarla yürümek. Kıyı boyunca ilerle­ yen aheste kayıklar. —2. Sakin, durgun. —3. Yumuşak. —4. Hafif, alçak ses için kullanılır. —5. Aheste aheste, yavaş ya­ vaş, salınarak. j[ Aheste beste, yürüyüş için salınarak, nazlanarak anlamında alay yollu kullanılır. # be. Esk. Ağır ağır, yavaşça, usulca: “Aheste çek kürekleri, mehtâb uyanma­ sın" (Yahya Kemal). "Erişür menzil-i mak­ suduna aheste giden" (Maruzat, XIX. yy.). d. (fars. aheste ve -i'den âhestegi). Esk. 1. Yavaşlık. —2. Sakinlik, durgunluk. —3. Yumuşaklık. —4. Ses için hafiflik, tatlılık. AHESTELİK a. Durgunluk, yavaşlık, sa­ kinlik, yumuşaklık. ÂHESTEREV sıf. (fars. aheste ve rev’ den aheste-rev). Esk. Yavaş yürüyen: "Süratle kaçar zaman benden / Aheste - rev ol. ben ona derken")Sadullah Paşa, XIX. yy.). AHFÂ sıf. (ar. hafi'den ahla ). Esk. Çok gizli, en gizli: "Ârzeder hacetlerini kenz-i ahfâdır güneş" (Âşık Ömer, XVII. yy.). AHFAD - AHFAT AHFAT ya da AHFÂD çoğl. a. (ar. ha­ fid in çoğl. ahfad). Esk. 1. Torunlar: "Karahan in kardeşlerinin birçok oğullan ve ahladı vardı" (Süleyman Paşa, XIX. yy.). —2. Gelecek kuşaklar. —3. Yardımcılar, hizmet edenler. AHFAZ sıf. (ar. hıfz, ezberlemek, korumak’fan ahfaz). Esk 1. Belleği çok kuv­ vetli kimse; Kuran’ı en iyi bellemiş kimse için kullanılır —2. Alçakgönüllü. —3. Al­ çak ve çukur. AHFEŞ sıf. (ar. hafeş’ten ahfeş). Esk. Gözleri aydınlıkta iyi seçemeyen, ancak karanlıkta iyi görebilen kimse için kullanı­ lır; gündüz körü. ÂHFEŞ, bazı arap dilbilimcilerinin adı: E L — ÜL-EKBER (Ebül Hattab Abdülhamit bin Abdülmecit) [Bahreyn ?-? 793], azatlı bir köle ve ünlü dilci Ebu Amr bin Alâ’nın öğrencisiydi. Arap lehçeleriyle ilgili birçok deyimi topladı. Sibeveyhi, Ebu Zeyd, Asmaı öğrencileri arasındaydı; E L— ÜLEVSAT (Ebül Haşan Sait bin Meşede), ay­ nı adı taşıyan dilcilerin en ünlüsü (Belh ?? 825 ile 835 arası), azatlı bir köle ve Sibeveyhı’nin öğrencisiydi. Hocasının El kitab adlı yapıtının tanınmasını sağladı. Kendi yapıtları günümüze ulaşmadı; E L Ül-ASGAR (Ebül Haşan Süleyman bin Mufaddal) [?-Bağdat 928], Bağdat’taki arap dili çalışmalarının Mısır’da sürdürül­ mesini sağladı. —Dey. Ahfeşin keçisi gibi başını salla­ mak, söylenenleri anlamadan karşısında­ kini onaylamak: Bir şey anlamadan ahfe­ şin keçisi gibi başını sallıyordu. (Söylenti­ ye göre dilbilimci Ahfeş’lerden biri, çok bağlı olduğu dil kurallarını kimseye benimsetememiş, sonunda o konuştukça başını sallayan keçisiyle baş başa kalmış­ tı.) ÂHGER -



AHKER.



AHGÜL a. (fars. ahgül). Esk. 1. Başak kılçığı. —2. Saka!. ÂH H İY A V A , Hititler'in merkezi Hattuşaş'taki (Boğazköy) devlet arşivlerinde bulunan çivi yazılı tabletlerde adı geçen bağımlı devletlerden biri. Yunan kaynak­ larında Akha ülkesi diye bilinen bu dev­ letin sınırları tartışmalıdır; ancak Anado­ lu'nun G.-G.-B.'sıyla Rodos adasını kap­ sadığı kabul edilir. Kimi tarihçilere görey­ se Mykenai halklarından Akhalar'la bağ­ lantısı olan Ahhiyavalılar Mısır belgelerin­ de Akaivaşa diye anılır. Hitit kaynakların-



195



Ahhiyava 196



yem teknesi



yeşilyem



i



d e p o la m a



ot ve sam an d e p o la m a hangarı



yem dağıtıcısı d o ğ u m yeri



yo ğ u n yem ler d e p o la m a silosu



süt d e o o la m a ve so ğ u tm a kazanı



b eklem e alanı



kapalı— yatm a alanı



I b ölm eler -



pa n cu rlu dışkı k 37IVICISI



serbest ahırlama tipi ahır ve ek tesisler



serbest ahırlama tipi bir ahırda sağım tesisi



: da Ahhiyava soylularının, at bakımı ve araba kullanmayı öğrenmek için Hitit im­ paratorluk saraylarına geldikleri bildiril­ mekte; altın, gümüş ve bakırdan yapıtla­ rı övülmektedir. Hitit kralı Muvattallis ile Ahhiyava kralının ittifak yaptıkları, Muvattallis'in Mısır'a karşı girişeceği savaşta Ahhiyava kralından yardım istediği bilinmek­ tedir. Ancak daha sonra bu dostluk bo­ zulmuştur, Ahhiyavalılar, İ.Ö. 1230'larda, Mısır'a saldıran deniz ötesi halklar ara­ sındaydı. Anadolu’da Hititler'i yıkan göç dalgaları, Ahhiyava devletinin de son bul­ masına neden oldu (yaklş. İ.Ö. 1200). ' [ -» Kayn.] ÂHHOTEP (anlamı: "Ay hoşnut ol­ sun” ), iki mısır kraliçesinin adı: kral Kames ve kral Ahmosis’in annesi olan Âhhotep !, 1859’da mezarında bulunan mücevherleriyle tanınır; — Âhhotep II, Amenhotep l'in karısı. AHİ - AHİ.



ğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü. || At ahırı -* t avla . —Bine. Ahır çulu, üşümemeleri için ge­ ce atların üstlerine örtülen çul. || Ahır ko­ lanı, ahır çulunun kaymasını önlemek için,



A H İ ya da A H U dağı, Bilecik'ın batı­ sında, yüksekliği 1 200 m dolayında dağ. G.-D. uzantısında Bozdağ adını alır. Bu alandan Eskişehir’i Bursa'ya bağlayan karayolu geçer.



çulun üstünden geçirilen kolan. . —ANSİKL. Ahırda hayvanlar ya bir yere bağlı ya da serbest sürü halinde barındı­ rılır. Bağlı ahırlama tipindeki ahırda, hay­



Ahi Baba -



ah i b a b a .



A H İLİK -> AHİLİK. A H IL K E L E K , resmi adı Ahalkalaki, gürcü dilinde yeni kent anlamında, Gür­ cistan'da kasaba ; Kura nehrinin Ahılkelek kolu kıyısında, Türkiye sınırına 32 km uzaklıkta. Ahalisinin az bir bölümü türktür. AHİR - AHİR. AHİR a. (fars. Shur). 1. Büyükbaş hay­ vanların barınması için yapılan kapalı yer; hayvan damı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ahır gibi, bakımsız, pis, çirkin görünümlü yer için kullanılır. || Ahır sekisi, kışın ahırın sı­ caklığından yararlanmak amacıyla ahırın bir yanına yapılan yüksekçe yer: Oturdu­



vanların tek tek yan yana bağlandığı bir dizi bölme, bu bölmelerin önünde de yemlerin konduğu yem tekneleri bulunur. Bölmelerin ardında dışkıların toplanması için çukur bir tekne kanal yer alır. Ahır an­ layışı hayvanların barındırılma tarzına, yemlerin dağıtımına yarayan donatımın cinsine ve yapının temizlik biçimine bağ­ lıdır. Bölmeler uzun ya da kısa olabilir; uzun olursa dışkılar bölmenin içine düşer; kısa olursa hayvan ister istemez gübre ya­ lağına dışkılamak zorunda bırakılır. Birinci durumda hayvanların bir yataklığa gerek­ sinimi vardır, İkincisinde bundan vazge­ çilebilir. Eski tip ahırlarda gübre, dirgen ve kü­ rekle toplanarak el arabasıyla ya da tez­ kere ile taşınır. Modern ahırlarda, gübre­ yi ve şerbeti ahır dışındaki bir alana ya da gübre çukurlarına aktaran kazıyıcı meka­ nik taşıma sistemleri bulunur. Bunun gi­ bi, yemler (ot, saman, un, yoğun yem, vb.) depolama ve aktarma sistemleriyle sağlanır (sonsuz vida, yürüyen bant, da­ ğıtma hunileri, vb.). Bunlar yemin otoma­ tik dağıtılmasına yarar, ineklerin sağımı için gerekli donatım da (otomatik sağım güğümleri, sağım bölmeleri) ahırların ya­ pısı bakımından önemli bir etmendir. Serbest ahırlama tipindeki ahırda bir yatma alanı, beton ya da sap, saman dö­ şeli bir dolaşma alanı, yukarıda anlatıla­ na benzer, dağıtım düzenekleriyle (yem tekneleri) çevrili bir yemleme yeri bulunur. Bu merkezi tesislerin yakınında yemlerin depolandığı, yataklık ve gübrelerin yığıl­ dığı başka tesisler yer alır. Süt inekleri için yapılan ahırlarda bunlara bir de sağım te­ sisleri eklenir; sağımdan önceki bekleme yeri, sağım bölümü, doğurma yeri, hasta hayvanlara bakım yeri ve yeni doğan bu­ zağılar için bakım yeri, vb. Hayvanların serbest bırakıldığı ahırlar için belli bir bi­ çim yoktur; çok değişik biçimde yapıla­ bilir. Ama bu çeşit ahırların tümü, hayvan­ ların yatış tarzına bağlı olarak belli başlı iki tipe ayrılır: sap ve saman döşeli toplu bir alan (samanlı ahırlama) ve yataklık kul­ lanılmasına gerek kalmayan ve hayvan­ ların tek başına kaldığı çok bölmeli bir alan (bölmeli ahırlama). Bu iki tip de, ahı­ rın hava koşullarından çok etkilenmesine (açık ahırlama) ya da tersine kapalı bir ça­ tının altında bulunmasına göre (kapalı ahırlama) değişik tiplere ayrılır, AH IR dağı, eski Ahar, Afyonkarahisar’ ın batısında, SincanlI ile Sandıklı arasın­ da dağ kütlesi (1 940 m). Kurtuluş sava­



ahi baba A H IS K A , Gürcü dilinde Ahaisihe,' Gürcistan'da kent. Ardahan iline bağlı Posof kasabasının kuzeydoğusunda, Eminbey sınırkapısına 21 km uzaklıkta. Kura nehrinin kollarından birinin kıyısın­ da olan kent, 1828'de Osmanlı-Rus savaşı'ndan sonra Türkiye sınırları dışında kaldı. AhisKa g ü lü . Kars'ta, tek ya da çift ki­ şiyle oynanan bir kız oyunu. AHİ ya da AHİ a. (ar. ah ve -i 1. teki. k. iyelik ekinden, ahi, kardeşim). Esk. 1. Ar­ kadaş, dost: "B ir namazı fevt edenin ya ahi/Çoğim iş bunlardan isyanı dahi" (Ahmedı, XIV. yy.). —2, Ahiliğe bağlı kimse.



bağlı ahırlama tipinde geleneksel ahır



şı’nda, Büyük Taarruz’un önemli savaş alanlarındandır. A D İR D A fi, Akdeniz bölgesinin K.-D. bölümünde, Kahramanmaraş ovasının K.'inde yükselen dağ (2 301 m). D.-B. doğrultulu, faylarla sınırlanmış dik yamaçlı bir kütledir. A H İR K Â P İ, İstanbul sur kapılarından biri; bu kapının bulunduğu semt. (Eminö­ nü ilçesinde, Sarayburnu ile Çatladıkapı arasındadır; eskiden burada belediye ahırları vardı. İstanbul’un en büyük fener­ lerinden Ahırkapı feneri (1755) buradadır. i 'AHIRLAM A a. Sığırların, geçici ya da sürekli olarak ahıra konması ve ahırda ba­ kılması. —ANSİKL. Kışın dışarda yiyebilecekleri hiçbir şey kalmadığından hayvanlar ahı­ ra döner; buna "ahırlama dönemi" de­ nir. Bazı hayvanlar için bu dönem uzaya­ bilir, hatta sürekli hale gelebilir; buna da “ sürekli ahırlama" denir. Örneğin, genç sığırlar merada otlayarak asalak almasın­ lar diye yazın ahırda tutuldukları gibi, bü­ yük süt ineği sürüleri de günübirlik me­ radan sağım yerine getirilmeleri güç ol­ duğundan hep ahırda tutulurlar. Bu gibi durumlarda sürekli ahırlama, kışın oldu­ ğu gibi yazın de her türlü yemin, ahırda­ ki yem teknelerine taşınmasını gerektirir. Buna "yeşil yemleme" tekniği denir. Sü­ rekli ahırlama, besiye çekilen tüm hayvan­ lar (kasaplık dana ve tosunlar) için de ku­ raldır. (-* AHIR.) AH IRLAM AK gçz. f. Yörs. Uzun süre ahırda kalma sonucunda hareketliliğini, çevikliğini yitirmek, hamlaşmak. ❖ g. f. Yörs. Bir hayvanı ahırlamak, onu kış mevsimi boyunca, doğanın olumsuz etkilerinden korumak amacıyla ahıra ka­ patmak, ahırda beslemek. A H IR L I, Konya ilinde ilçe; 10 573 nüt. (1990); 11 köy. Merkezi Ahırlı; 3 037 nüf. (1990). A H IR ŞOH, Hindukuş dağlarında (Af­ ganistan) doruk, 7 020 m. Doruğa ilk ola­ rak avusturyalı R. Göschl ve H. Schell tır­ mandılar (1966). AHIRTOPU a. iki takım halinde, topla oynanan bir çocuk oyunu. Yere bir daire çizilir, takımlardan biri içine girer. Öteki ta­ kım çevresine dizilir. Dıştakiler, içerideki oyuncuları topla vurmaya çalışır. Vuramayan oyun dışı kalır, top içerdekilere ge­ çer. En sona oyuncusu kalan takım oyu­ nu kazanır



A H İ, Benli Haşan da denir, türk şair (Nığbolu 1476-Karaferye 1517). İstanbul' da medrese öğrenimi gördü. İçine kapa­ nık, az konuşan bir kişi olduğu için "Dil­ siz Danişment” diye anılıyordu. Yazma­ ya başladığı Hüsrev ü Şirin mesnevisinin kahramanı Hüsrev’in kâfir olduğu, ondan söz eden bir eser yazmanın şeriata uyma­ yacağı ileri sürülünce bu eseri yarım bı­ raktı. Bunun yerine kaleme aldığı, bugün elimizde bulunmayan Şirin ü Perviz mes­ nevisini beğenen Yavuz Sultan Selim, onu Bursa’da Bayezit Paşa medresesi müder­ risliğine atadığında bu,görevi kabul et­ mek istemeyişi, gözden düşmesine yol açtı. Son yıllarında Karaferye medresesin­ de görevlendirildi. Bu sırada Lamii’nin Hüsn ü DİTine nazire olarak yazmaya başladığı yapıtı, ölümü yüzünden yarım kaldı. Âşık Çelebi onun bu çalışmasını Lamii’ninkinden daha üstün bulur. (-* Kayn.)



A H İ ÂHM ETŞAH, Konya ahilerinin ' başkanı (?-Konya 1298). Emrinde sürek­ li birkaç bin silahlı ahi bulunurdu. Konya’ da büyük gücü ve saygınlığı vardı. Bir sel­ çuklu görevlisi tarafından öldürülmesi Konya’yı yasa boğdu. AH İ BABA ya da AN Î BABA a. Kırşenir’deki Ahi Evren tekkesi şeyhinin ve yerel loncalardaki vekillerinin unvanı. Kır­ şehir’deki Ahi Baba’nın Ahi Evren soyun­ dan geldiği ileri sürülürdü. Yerel esnaf loncalarının üyeleri tarafından seçilen ye­ rel ahi babalar şeyhi temsil ederlerdi. Bunlar, Kırşehir’deki şeyhten bir icazetna­ me ve seçildiklerini gösteren bir berat al­ mak zorundaydılar. Ahilik, önce debbağ ve deri loncalarında yaygınlaştığı için bu loncaların ahi babaları kentteki tüm lon­ caların başı sayılırdı. Gerekli beceriyi ka­ zanan esnafın usta olabilmesi için, bağlı bulunduğu esnaf loncasının ahi babası-



İli



. H Î (XVII. yy.) türk halk şairi. Âşık* Ömer’in Şâirnâme"sinde adı anılan âşık­ lardan. Bir sûre Bursa’da kaldı ve bura­ da ün kazandı Yaşamı üstüne fazla bilgi bulunmayan Âhî’nin iki koşması yayım­ lanmış, bazı cönklerde de eserlerine rast­ lanmıştır. (-* Kayn.) A H İ AH M E T ÇELEBİ, türk hekim (Kastamonu 1434 ?-Mısır 1524). Hekim Şirvani Mevlana Kemalettin’in oğlu. He­ kimliği babasından, Kutbettin Şirazi ve Altuncuzade’den öğrendi. Edirne Darüşşifası hekimliğine, Fatih Darüşşitası başhe­ kimliğine getirileli. Beyazıt II döneminde hassa hekimi ve matbah-ı âmire emini ol­ du. ilk kez Beyazıt II (1512),daha sonra Yavuz Sultan Selim ve kanuni dönemle­ rinde hekimbaşılığa atandı. İstanbul’da cami, Edirne’de medrese, okul ve ha­ mam yaptırdı. Hac dönüşü Mısır’da öldü. Böbrek ve mesane taşları üzerine yazdığı Risâle-i hasat il-kilye vel-mesâne (Böbrek ve mesane taşlan kitabı) en önemli yapı­ tıdır. ibn ün-Nefis’in Mu’cez al-kânun'una Cemalettin Aksarayi’nin yaptığı Hail ûlmu'cez şerhini türkçeye çevirdi. Önsö­ zünde bilim dili olarak türkçenin gelişmesi gereği üzerinde durdu.



197



j Sr j »



J -



? K & . 4 ;:i i



Ahırkapı feneri İstanbul



nin ona kuşak ya da peştemal kuşatması gerekirdi. Âhi babalar bu yetkilerini yay­ gınlaştırarak bütün eyaletlerdeki lonca ör gütlerini denetlemeye başladılar. Yalnız­ ca Arabistan'da örgütlenmediler. Kırşe­ hir'deki tekkenin önemi ve zenginliği art­ tı. Daha sonra Batı'nın etkisiyle iktisadın gerilemesi ve esnaf örgütlerinin çökmesi sonucunda ahilik de önemini yitirdi. Kır-



serbest ahırlama usulü sığır yetiştiriciliği



ahi baba 198



A h i! Ahi Evren camisi ve türbesi (Kırşehir) şehir’deki Ahi Baba'nın denetleme gezi­ lerine çıkması, eyaletlere temsilci gönder­ mesi geleneği ortadan kalktı, Ahi Baba nın son temsilcisi, 1887 yıiında Bosna'ya gitti. 1908’de, esnaf örgütlerinin kaldırıl­ masıyla ahi babalık ortadan kalktı (—AHİ­ LİK.)



A H İ ÇELEBİ, Balkan savaşı’ndan ön­ ce, Edirne vilayetinin Gümülcine sanca­ ğına bağlı beş kazadan biri. Merkezi Paşmaklı (bugün Smoljan) idi. Güney Bulga­ ristan’da, Rodop dağlarında, Arda neh­ rinin kaynak kollarının bulunduğu çok en­ gebeli bir yörede yer alır. A h i m enzili,O k meydanındaki ok atıcı­ larının yarışma menzillerindendir. Öteki adı Parpul menzilidir ve bu ad XVII. yy. ortalarında rekor kıran bir ok atıcı pehli­ vanın adından gelir. Yıldız rüzgârıyla ok atılan bu menzilin ayak taşı, Çakıltepe'de Ali Bali taşı ile Yeksüvar menzili arasında, ana taşı ise Ağa menzilinin ilerisindeydi. A H İB BÂ ya da EHİBBÂ çoğl. a. (ar habib'in çoğl. ahibbâ). Esk. Dostlar, ta­ nıdıklar: "Ahibbâ muntazır. meclis müheyya" (Nev’i, XVI. yy.). A H İC O ya da A H İD JO (Ahmadu), kamerunlu devlet adamı (Garoua 1922Dakar 1989). Bir pöl reisinin oğluydu; me­ murluk yaptı. 1947’den başlayarak ülke meclisinden Benoue milletvekili, 195657’de meclis başkanı ve Union française’in danışmanı oldu. 1958'de kurulan Af­ rika birlik partisi'ne yazıldı. 1958 şubatın­ da başbakan olunca, Kamerun'un ba­ ğımsızlığı için Fransa'yla görüşmelerde bulundu. 1960’ta Kamerun Federal cum­ huriyeti (doğu) cumhurbaşkanı seçildi, 1961’de Kamerun Federal cumhuriyeti başkanı ilan edildi. 1982’ye kadar hep başkan seçilen Ahico, ülke içinde başgösteren birçok ayaklanmayı bastırdı ve 1966’da, kendisinin başkanı olduğu Ka­ merun Ulusal birliği adlı tek partiyi kurdu. ÂHİHTE sıf. (fars. ahihte). Esk. Kınından sıyrılmış, çekilmiş kılıç" için kullanılır. AH İKERYE - İKARİA. A H İK Ö Y , Ya t a ğ a n ’ ın eski adı. A H İL İ, Ankara’nın Kırıkkale ilçesi, mer­ kez bucağına bağlı köy; 3 217 nüf. (1980). Belediye. PTT. A H İLİK va da A H İLİK a. Esk. Kardeş-



| lik, arkadaşlık, dostluk, | —Tar. Anadolu’da XII. ve XIV. yy.’ İS larda etkin olan toplumsal kurum. I — A N S İK L . Ahilik, bir yönüyle fütüvvet"e a dayanır. Türkler’in egemenliğindeki Ana® dolu’da fütüvvet ayrı bir gelişme göster­ di ve üyeleri kendilerini ahi diye adlandır­ dıklarından, ahilik adını aldı. Ahi adının “ kardeşim” anlamına gelen arapça ahi, ya da "cömert" anlamına gelen türkçe akı sözcüğünden geldiği ileri sürülür. Ad olarak ahiye ilk kez XI, yy.'da Kuzey-Batı İran'da yaşayan Ahi Ferec Zencani’nin adında rastlanır. Mevlevi menkıbelerinin yazarı Eflaki, Mevlana'nın çağdaşı Ana­ dolu ahilerini XII. yy.’da Kuzey-Batı İran’ da yaşayan Ahi Türk ve Ahi Beşşare’nin ardılları olarak tanıtır. Kuzey-Batı İran’ın, Türkier’in çoğunlukla yaşadığı ve Anado­ lu’ya göçtüğü bir merkez olması, ahiliğin Anadolu'da gelişmesini bir dereceye ka­ dar açıklayabilir. XI. yy ’da Anadolu’da yerleşmeye başlayan Türkler’in, Türkis­ tan’da ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygın fütüvvet ilkelerini Anadolu'ya taşı­ mış olmaları olasıdır. XII. yy.'da Anado­ lu’da ahi bulunup bulunmadığına ilişkin belge yoktur, ilk ahi adı, Antalya’da 12161217 tarihli bir vakıf senedinde geçer. Bu da bu kurumun müslümanların kente yer­ leşmesiyle eşzamanlı olarak kurulduğunu ve kentsel yaşamın bir parçası durumu­ na geldiğini göstermektedir. Öte yandan halife Nasır’ın saray fütüvvetinin de Ana­ dolu’ya girdiği bilinmektedir. Bir fütüvvet reformcusu olan Nasır, komşu hükümdar­ ları da kendi himayelerinde fütüvvet ör­ gütleri kurmaya yöneltti. Nasır ile ilişki ku­ ran izzettin Keykavus I ve Alaettın Keykubat I fütüvvet örgütüne katıldılar ve Na­ sır geleneği doğrultusunda bir saray fütüvveti geliştirmeye çalıştılar. Ancak Ana­ dolu’da fütüvvet, gerçek niteliğini esnaf ve zanaatkarlar arasında yaygınlaştıktan sonra kazandı. Anadolu’nun kendine öz­ gü fütüvvet biçimi olan ahilik, daha çok kentlerde fütüvvet ilkeleri çerçevesinde örgütlenmiş esnaf ve zanaatkâr toplulu­ ğu biçiminde gelişti. Ancak, üyeleri esnaf ve zanaatkarla sınırlı değildi. Ahiler ara­ sında, askeri, siyasal, dinsel önderler de bulunmaktaydı. Ahi önderleri ticaretle, ta­ rımla uğraşan varlıklı kişilerdi. XIV. yy.'ın İlk yarısında Anadolu’yu dolaşan kuzey afrikalı gezgin ibni Batuta, Türkmenler’in yaşadığı her kent, kasaba ve köyde kar­ şılaştığı ahilerle ilgili geniş bilgi verir. Batuta’nın Ahiyyat ül-fityan diye söz ettiği genç ahiler, gündüzleri çalışırlar, ikindi­ den sonra kazançlarını ahi babaya geti­ rirler, bir arada yaşadıkları zaviyede, top­ luca yemek yerler, Kuran okurlar, şarkı söyler, raksederlerdi. Batuta’yâ göre ko­ nukları ağırlamada, zorbaların hakkından gelmekte, zalim ve edepsiz takımıyla bun­ lara yardım eden şirretleri katledip orta­ dan kaldırmakta ahilerin eşi yoktur. Batuta’nın toplantılarına katıldığı ahiler sırt­ larına aba hırka, ayaklarına mest giymek­ teydiler; bellerine, ortasına hançer sokul­ muş iki arşın uzunluğunda bir kemer bağ­ lıyor, başlarını beyaz keçe külah üzerine sardıkları bir arşın uzunluğunda ve iki par­ mak eninde sof bir sarıkla örtüyorlardı. XIV. yy.’ın ilk yarısı ahiliğin yükseliş dö­ nemi oldu. Moğol baskısı altında merke­ zi yönetimin ve ordunun zayıflamasıyla ahiler, kentlerde, bir siyasal güç olarak önem kazandılar. Siyasal iktidarın zaafa uğradığı dönemlerde, kentlerin eşrafı ür­ küten ve zaman zaman karışıklık çıkaran egemen gücü durumuna geldiler. Dinsel ve milliyetçi açıdan Moğollar'a, ekonomik ve toplumsal açıdan daTürkmenler'e kar­ şıydılar. Moğollar’ın yolladığı vezir Fahret­ tin Kazvini'nin zorbalığına ve ağır vergi­ lerine karşı çıktılar. Germiyan Türkmenler’i Konya'yı kuşattığında kentin savun­ ması, ahi önderlerince örgütlendi. Selçuklu-Moğol yönetiminin çökmesinden sonra ahiler birçok kentin yönetimini ele aldılar. Gezgin İbni Batuta gittiği her yer­ de ahilerin aüclerinin resmen tanındıâına.



beyierden gördükleri saygıya tanıklık et­ mektedir. Beyi olmayan kentlerde ahi başkanlar! kentlerin gerçek egemeniydi­ ler. Bunun en belirgin örneği Ankara’ydı. Osmanlılar’ın eline geçene değin Anka­ ra’yı, kendilerine “ Ahi-i muazzam” diyen Ankara ahileri yönetti. Ahi örgütü Osmanlı devletinin kuruluşunda abdal, gazi ve ba­ cı örgütleriyle birlikte etkin rol oynadı. Devleti kuran Osman Bey’in kayınbabası Şeyh Edebali etkili bir ahi şeyhiydi. Ahi örgütü, yarı dinsel bir derviş toplu­ luğu biçiminde örgütlenmişti. Örgüt üye­ leri yiğit, ahi ve şeyh olmak üzere üçe ay­ rılıyordu. Yiğit (arapça feta) örgütün genç, evlenmemiş üyelerine denirdi. Ahi, yiğit­ lerin (fityan) başkanı ve bir zaviye sahibiy­ di. Olasılıkla bir derviş kuruluşunun baş­ kanı olan şeyhin, üyelerin kendilerini ona’ bağlı saymaları dışında bir rolü yoktur. Ör­ gütün s radan üyeleri kaviller ve seyfiler olarak ikiye ayrılıyordu. Birinciler bağlılık­ larını söz, İkincilerse kılıçla (kîlıç: arapça seyf) ifade ediyorlardı. Sonuncuların amb­ lemi bıçaktı (sikkin). Selçuklular dönemin­ de rünud adı verilen seyfilerin Bağdat’taki ayyarlar'a benzeyen ürkütücü etkinlikleri vardı. Bunların başlarına giydikleri, ucun­ dan, bir karış uzunluğunda ve iki parmak genişliğinde parlak bir kumaş sarkan kü­ lahlarla yeniçerilerin keçe külahları arasın­ daki benzerlik dikkat çekicidir. Ahi­ ler, mevlevilik, bektaşilik ve olasılıkla öte­ ki tarikatlarla ilişkiliydiler. Fütüvvet örgüt­ lerindeki, örgüte yeni girenlere şalvar giy­ dirmek, tuzlu su içirmek, saçlarını kesmek gibi töreler ahilerde de vardı. OsmanlIlar tarafından Anadolu’nun si­ yasal birliği sağlandıktan ve merkezi yö­ netim güçlendirildikten sonra ahiliğin et­ kisi azaldı. Ahilik lonca örgütlerine, der­ vişlik kurumuna sığındı. Derici esnafı (debbağlar) gibi kimi loncalar ahi gelene­ ğinin doğrudan izleyicisiydi. Bunlar Kırşe­ hir’de yaşadığına inanılan yarı efsanevi Ahi Evren’ı pir sayıyorlardı. Debbağlar ahi geleneklerine bağlılıkları nedeniyle öbür loncalar üzerinde etkinlik kazandılar. (-» Kayn.) AHILOGNOZÎ a. (fr. ahytognosie'den). Nöropsikol. Beyindeki bir doku bozuklu­ ğundan dolayı dokunma yoluyla madde­ nin niteliklerini (yoğunluk, ağırlık, pütürlülük, vb.) ayırt edememe biçiminde astereognozi çeşidi. ÂHİMSA, hinf dinlerinin hiçbir canlı var­ lığa “ zarar vermeme"ye dayanan temel ahlak ilkesini belirten sanskritçe sözcük. (Gandhi “ pasif direnme” stratejisini bu il­ keye dayandırıyordu.) AHİOĞLU, türk halk şairi. Elde bulunan hece ölçüsüyle söylenmiş tek semaisin­ deki dile bakılarak XVIII. yy.'da yaşadığı sanılır. Yaşadığı yer ise belli değildir. AHİR ya da AHIR a. ve sıf. (ar. ahir). 1. Son, sonraki, sonuncu: “Her mihnete bir ahir olur, her gama p iy a n " (Ziya Paşa, XIX. yy.). —2. Ahir nefes, son nefes, ölüm soluğu: ”Ahir nefeste sohbeti oldu mu­ habbet ah" (Şeyh Galip, XVIII. yy.). || Ahir olmak, bitmek, sona ermek: "An ol günü ki ahir olup nevbahâr-ı ömr. I Berg-i ha­ zâna dönse gerek rûy-i lâlereng" (Bakı, XVI. yy.).j| Ahir ömür, ömrün sonu. || Ahir zaman, dünyanın sonu, son dönem: “Ki­ tabın dediği günler geliyor / Yoksa devir döndü ahir zaman m ı" (Dadaloğlu, XIX. yy-)-



—Din. Ahır zaman, Hz. Muhammet’ten kı­ yametin kopmasına kadar geçecek olan zaman. (Bu nedenle Hz. Muhammet’e "ahir zaman peygamberi" de denir.) AHİR, AHİRE sıf. (ar ahir dişi, ahire). Esk. Son, en son, en sondaki. AHİR a. (ar. cahr, zina etmek’ten cShir). isi. huk. Başkasının nikâhlı karısı ile cin­ sel ilişkide bulunan kişi. ( -> ZİNA.) ÂH İR , Kuran'da geçen esmâ-yi hüsna’ dan (Allah’ın güzel adları) biri. Bütün var­ lıkların sonluluau karsısında Allah’ın son­



ahkarâne suzluğunu belirtir. AHİRAM , Byblos kraiı; lahtınin üstünde, önce İ.Û. XIII. yy.’a,sonra X. yy.’a ait ol­ duğu saptanan bir metin bulundu. Bu, fenike alfabesiyle yazılmış, bilinen en eski metindir. AH İRBİN sıf. (ar. ahir ve fars. bin. gören'den ahir-bin). Esk. Uzağı gören, ba­ siretli, akıllı kimse için kullanılır. AHİRE -> AHİR. AHİREN be. (ar .ahir, son'dan ahiren). Esk. Sonradan "... ahiren sadaret mektubf kalemine girdi." (i.M. Kemal inal, XIX. yy)



AHİREN be. (ar. ahir' den ahiren) Esk. Son olarak son zamanda, bu "yakınlarda. AHİRET



*



A HRET



AHİRETLİK -



AHRETLİK.



A H İR E TLİK H AN IM -



DÜR RÜŞ EH



VAR.



ÂH İR İKÂR a. (ar. ahir ve fars. kâr’dan âhir-i kar). Esk. Sonuç, semere, ürün. ♦ be. Sonunda, en sonunda. ÂH İRİN ya da ÂHİRÛN çoğl. a. (ar. ah ir'in çoğl. ahirin, ahirun). Esk. Sonraki­ ler, sonlar. AHİRUN



■ A H IR IN



AHIRULEMR a (ar ahir ve emr'den, ahirül-emr). Esk. işin sonunda, sonunda: "Tâ bulasın âhir ül-emr eşiğinde izzeti" (Mecmuat ün-nezair, XV. yy.). A H İT ya da AHD, -hdi a. (ar. rahd). 1. Herhangi bir şey için verilen söz; edilen yemin, ant: Merak etme, ahdimi tutar, bor­ cumu öderim. Ahdim olsun intikamımı alacağım. Ahdine hıyanet etmek. —2. Esk. Bir padişahın saltanat süresini kap­ sayan dönem; zaman: "Ahdini vakt-i sa­ adet bilir ebnâ-yı zaman" (Şinasi, XIX. yy.). —3. Esk. Antlaşma, muahede, İtti­ fak. —4. Ahde vefa, sözünü tutma. |j Ahd -i karib, yakın zaman, önceki zaman: Din-i islamın ibtida-yı zuhurundan tâ ahd-i karibe gelince..." (Pertev Paşa layihası, XIX. yy.). || Ahd-i milli, ulusal anlaşma, ulusal sözleşme. || Ahd-şiken, anlaşmayı bozan, sözünden dönen. |j Ahd ü peyman, söz ve yemin. —Din. Eski ve Yeni Ahit, hıristiyanlarca iki kesime bölünen kutsal kitaplar bütünü. Eski Ahit ya da Eski ittifak, Tanrı'ın yahudı kavmiyle ittifakı'nın tarihine ilişkindir. Yeni Ahit ise, İsa tarafından gerçekleştiri­ len Yeni ittifakla ilgili yazıların bir derle­ mesidir. ( - KUTSAL KİTAP.) —Huk. Ahde vefa, tarafların, devletlerin, sözleşme hükümlerine uymak zorunda ol­ duklarını belirten ilke. ( — P AC TA* SUNT SER VANDA.)



—Kur. tar. Dört halife döneminde (632661), halifelerin adaletle ilgili olarak vali­ lere yazdıkları buyruklara verilen ad —Tasav. Müridin tarikata girerken şeyhe verdiği söz. — A N S İK L . isi. Kuran’da ahdin yerine ge­ tirilmemesinden “ ahdi bozmak" diye söz edilir ve böyle davrananların sorumlu ola­ cakları belirtilir (Bakara XXVII, CLXXVI, Ali imran LXXV|;Maide l,XIII;Râ'd XX).Kuran’da ayrıca israiloğulları'nın ve hıristiyanların, Allah’a kulluğun her türlü koşul­ larını yerine getireceklerini ahdettikleri, ancak bu ahdi bozdukları anlatılır. Hz. Muhammet'in bir hadisinde, ahdini bo­ zanlar kötülenmiş ve münafık olarak nite­ lenmiştir. AHİTLEŞM EK gçz. f. (Bir kimse ile) ahitleşmek, onunla sözleşmek; antlaş­ mak. AHİTNAM E a (ar cahd ve fars. name" den cahidname). Esk. Antlaşma, anlaş­ ma, antlaşma belgesi. AH İZ ya da AHZ a. (ar. ahz ). Esk. 1. Alma, kabul etme, tutma: ahz-ı mevki (yer alma), ahz-ı malumat (bilgi alma, sorup



öğrenme) vb. —2. Tutuklama, tevkif et­ me: "Eğer curme güre ahz ota âsi" (Şey­ hi. XVI.yy ). —Z.Ahz-ı asker, askere alma. |i Ahz-ı sâr. öç alma. |j Ahz û girift, tutukla­ ma. tevkif etme.|| Ahz ü ita, alışveriş:... ahz ü italarına vasıta olan kahveci ve baltacı­ lar pek acib su-i istimâlâta koyuldu­ lar" (Ahmet Cevdet Paşa, XIX. yy.) j; Ahz ü kabz.teslim alma ve tutma yetki­ si" AHİZ a. (ar. ahz dan ahiz). Esk. Esir, tut­ sak. ÂH İZ sıf. (ar.ahz’dan ahiz). Esk. Alan, alıcı; tutsak eden. AHİZADE ABDÜLHALİM EFEN­ Dİ, türk kazasker, şair, hattat (? 1555istanbul 1604) Pır Mehmet Dede’den sü­ lüs ve nesih yazılarını öğrendi. Çeşitli medreselerde ders verdi. Bursa, Edirne İstanbul’da kadılık yaptı, iki kez Anado­ lu, bir kez Rumeli kazaskerliğinde bulun­ du. Şiirlerinde Halimi mahlasını kullandı. Fıkıh konusundaki çeşitli yapıtlara şerh, haşiye yazdı. Düzenlediği vakfiyeler, hüc­ cetler, temessükler kendinden sonra ge­ lenlere örnek oldu. AHİZADE HÜSEYİN EFENDİ, türk şeyhülislam (İstanbul 1572-ay.y. 1634). Osmanlı tarihinde idam edilen üç şeyhül­ islamdan ilki. Anadolu kazaskerlerinden Mehmet bin Nuruilah Efendi'nin oğlu. Ho­ ca Sadettin Efendi’den icazet aldı (1588). Papazoğlu medresesinde müderris yar­ dımcılığı; Suleymaniye Bursa medrese­ lerinde müderrislik yaptı. Üç kez İstanbul kadısı (1605, 1608, 1614), iki kez Anado­ lu kazaskeri (1611, 1616), üç kez Rumeli kazaskeri (1622, 1625, 1631) oldu. Topal Recep Paşa’nın körüklediği sipahi ayak­ lanmasının sonunda, Yahya Efendi’nin yerine şeyhülislamlığa getirildi (1632). Murat IV’ün Bursa'ya giderken İznik ka­ dısını soruşturmasız astırmasına Valide Kösem Sultan’a gönderdiği mektupla tep­ ki gösterdi. Bir ziyafette yapılan dediko­ duları düşmanları şeyhülislamın padişa­ hı hal etmek düşüncesinde olduğu biçi­ minde yorumladılar. Mektup ve söylenti­ leri öğrenen Murat IV, İstanbul’a döndü; Hüseyin Efendi ile oğlu İstanbul kadısı Mehmet Çelebi’yi birer gemiye bindirerek Kıbrıs’a sürdü (1634). Öfkesini yeneme­ yen padişah ikinci bir fermanla Hüseyin Efendi ile oğlunun öldürülmelerini buyur­ du. Ahizade Hüseyin Efendi, Marmara’ dan çıkamadan yakalanarak karaya çıka­ rıldı; Florya'da idam edildi. AHİZADE YUSUF EFENDİ, türk fıkıh bilgini (Tokat ?-istanbul 1499). Dönemi­ nin ünlü bilginlerinden öğrenim gördü. Çeşitli merdeselerde müderrislik yaptı. Fatih camisi yakınında, kendisinin yaptır­ dığı Ahizade camisi’nin haziresine gömül­ dü. Başlıca eserleri: Feraiz-i siraciye ter­ cümesi (Topkapı Sarayı kütüphanesi,Ah­ met III, no 3124), Beyzavi tefsirine talikat, Haşiye alâ Şerh il-Vikaye. AHİZE a. (ar. ahz'dan ahize). Bir telefon kulaklığı ve bir mikrofonun bükülmez bir destek içinde birleştirilmesiyle oluşan dü­ zenek. (Ahize, her iki aygıtın aynı anda kulak ve ağız karşısında tutulmasını sağ­ lar.) AHKÂM çoğl. a. (ar. hükm'ün çoğl. ah­ kam). 1. Yargılar, hükümler —2. Toplum düzenini sağlamak amacıyla verilen emir­ ler, çıkarılan yasalar. —3. Ahkâm çıkar­ mak, bir olay ya da davranıştan kendi dü­ şüncelerine uygun anlamlar ve sonuçlar çıkarmak. |[ Ahkâm kesmek, savurmak, yürütmek, yetkili olmadığı bir konuda, çe­ kinmeden, kanıtlanması güç yargılar ileri sürmek. —Huk. Ahkâmı şahsiye, kişilerin ehliyet ve durumlarına ilişkin hukuk kuralları, —isi. Ahkâm ayetleri, Kuran’ın hukuk ve ibadetle ilgili ayetleri. Bunlardan bir bö­ lümü doğrudan, bir bölümü de dolaylı olarak ibadet ve hukuk konularına deği­ nir. Bu yüzden sayıları konsunda değişik



değerlendirmeler vardır. Yalnız hukukla ilgili olanların sayısı 200 kadardır, jj Ahkâ­ mı teklifiye, müslümanların dinsel bir gö­ revi yapma ya da yapmama konusunda­ ki sorumluluk oranını belirleyen hüküm­ ler Sekiz tanedir: farz, vacip, sünnet, müstahab, mendub, mubah, haram, mekruh. —isi. huk. Ahkâmı ahlakıyeE a h l a k i HÜ K Ü M LE R . |[ Ahkâmı ameliye — AM ELİ H Ü K Ü M L E R ® Ahkâmı amire -* EMİR, f a r z . || Ahkâmı asliye, iman ve itikatla il­ gili hükümler. ( -» İM A N .) |j Ahkâmı fer'iye, bir müslümanın günlük hayatta so­ rumlu bulunduğu dini emir ve yasaklar (namaz kılmak, oruç tutmak, haram ye­ memek vb.) [-T A M E Lİ H Ü K Ü M LE R .] || Ah­ kâmı itıkadıye - * İTİKADI h ü k ü m l e r ]j Ah­ kâmı nahiye — NEHİY. HARAM , jj Ahkâmı sultaniye, sultanın hak ve yetkilerini, dev­ let teşkilatını ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk dalı. (Bk. ansikl. böl.) || Ahkâmı şer'ıyye, şer’ hükümler. (Bunlar itikadi, ameli ve ahlaki hükümler olmak üzere üç kısma ayrılır.) —Kur. tar. Ahkâm defterleri, OsmanlIlar’ da Divanı hümayunda tutulan defterlerin bir türü.(Bk. ansikl. böl.) ||Ahkâmı şerife. padişahın verdiği yazılı emirler (Divanı hü­ mayun kalemlerinde hazırlanan bu emir­ ler, ferman, ruus gibi adlar da alırdı). —Tar. Ahkâmı esasiye beyannamesi. Tanzimat fermanı’na verilen başka bir ad — A N S İK L isi Ahkâmı sultaniye. Fıkıh ki­ taplarının çeşitli bölümlerine dağılmış bu­ lunan ahkâmı sultaniye ile ilgili olarak ay­ rı kitaplar da yazılmıştır. Bunlar arasında en bilinenleri hanefi mezhebinden imam Ebu Yusuf'un (113/731 - 182/798) Kitab ül-harâc'ı. şafii mezhebinden Ali bin Muhammed el-Mâverdi’nin (364/974 450/1058) ETahkâm üs-suftaniye'si ve hanbeli mezhebinden Ebu Ya lâ Muham­ met bin el-Huseyn bin Muhammet bin elFerrâ’nın (380/990 - 450/1066) El-ahkâm üs-sultaniye'sidir. Bu kitaplarda genel İrat­ larıyla şu konular işlenmiştir: halifenin se­ çilmesi ve hukuksal durumu; vezirlerin atanması, vezirlik kurumu; ordu komutan­ lığı, adliye örgütü ve kadıların atanması; nüfus işleri; imamların atanması; hac se­ ferlerinin düzenlenmesi; zekât; cizye, ha­ raç vb. vergilerin toplanması; toprak hu­ kuku; savaşlar sonunda elde edilen fey ve ganimetler, divanlar, cürümler ve hisbe örgütü; gümrükler; iç güvenliğin ve si­ hir güvenliğinin sağlanmasıyla ilgili hu­ kuksal düzenlemeler. —Kur. tar. Ahkâm defterleri'ne eyaletler­ le ilgili işler hakkında Divanı hümayundan çıkan hükümler yazılırdı. Başlangıçta mühimme defterleri içinde ve onlarla birlikte değerlendirilen ahkâm defterleri, 1645’te şikâyet defterleri, 1742'den sonra ahkâ­ mı şikâyet defterleri adını aldı ve eyalet­ lere göre sınıflandırıldı. 1876’dan sonra bu tür kayıtlar için mukteza defterleri kul­ lanıldı. A h kâ m ül-K u ra n , Kuran’ın ahkâm ayetlerini açıklayan kitaplara verilen ad. Bu konudaki başlıca kitaplar: Ebu Bekir el-Cessâs'ın Ahkâm ül-Kuran'ı (3 c. 1917), ibn ül-Arabi Ebu Bekir Muhammet bin Abdullah’ın Ahkâm ül-Kuran'\ (4 c. 1967), Kurtubi’nin el-Câmi'il ahkâm ilKuran’ıdır (20 c. Mısır). Aynı konudaki türkçe kitaplardan başlıcaları: Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin Ahkâm-ı Kuraniyye'si (1971), Celal Yıldırım’ın Kuran ah­ kâmı ve mezheb imamlarının görüş fark­ ları (1971) adlı eseriyle Ömer Nasuhi Bilmen’in Kuran-ı Kerim'in türkçe meâl-i âli­ si ve tefsiri'dır (1963). AHKAR sıf. (ar. ahkar). Esk. 1. Daha ha­ kir, çok horlanmış olan, aşağılanmış olan, hor görülen: "Kaildir ahkar olmasa da nail-i visal’’ (Haşim Bey, XIX. yy.). —2. Al­ çakgönüllülük göstermek için kullanılır: Ahkar-ı ibad (kulların en aşağılığı, yani “ ben” ). AHKARÂNE be. (ar. ahkar ve fars.



1 9 9



ahkarâne 200



-ane'den, ahkarane). Esk. Zavallı ve de­ ğersizlere yaraşır biçimde, naçizane. AHKEM sıf. (ar. ahkem). Esk. 1. En çok hükmeden. —2. En kuvvetli. AHKEM ÜLHÂKİM İN a. (ar. ahkem ve hakimin'den, ahkem ül-hakimiri). Esk. Hâ­ kimlerin en kuvvetlisi, Tanrı, AHKER ya da AHGER a, (fars. ahger). Esk. Ateş koru,yakıcı ateş: "Ahger-i dil­ den sürüp âhum beden hâkisterin" (Nev'i, XVI,yy,), A H K Û K a. (fars. ahkuk) Esk. Ham zer­ dali. AHLÂ sıf. (ar. huiv'dan ahla). Esk. Daha tatlı, pek şirin, en tatt AHLÂFçoğl a. (?’ h ı'f>n çoöi Esk Birleşikler, bağlaşıklar AHLÂF çoğl. a. (ar. halef İn çoğl. ah­ lat). Esk. Birinin yerine geçenler, geçecek olanlar, halefler; sonraki kuşaklar: "...ah­ lata yadigâr bırakmak emelindeyim " (Cevdet Paşa, XIX. yy.). AHLAK, -kı a. (ar. hulk'un çoğl. ahlak) 1. Mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynak­ lanan davranış kuralları topluluğu: Katı bir ahlak anlayışı. —2. iyinin ve kötünün bi­ limi; etik ilkeler tarafından yönlendirilme­ leri bakımından ele alınan insan davranış­ larının kuramı. (Bk. ansikl. böl.) —3. Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini be­ lirten tutum ve davranışlar bütünü; huy: Ahlakı bozulmak. Yüzü güzel ama ahlakı nasıldır bilemem. —Esk. Ahlak-ı fazıla, erdemli davranışlar, iyi ahlak. || Ahlak-ı hamide, övülecek huy­ lar, övülmeye değer ahlak. || Ahlak-ı hasene, güzel huylar. —Fels. Ahlak yasası. Kant’a göre, mut­ luluğa ulaşmayı sağlayan yasa. (Kant, şöyle der: "Mutluluğa layık olmanın yo­ lunu göstermekten başka bir nedene da­ yanmayan yasaya (eğer böyle bir şey varsa], ahlak yasası ya da töreler yasası diyorum” [Pratik aklın eleştirisi, 2, 2]). —Huk. Ahlak kuralları, devletin yaptırım gücünden yoksun olsalar da toplum ha­ yatında düzenleyici etkinlikleri olan kural­ lar. (Ahlak kuralları, bir toplumda zaman içerisinde gelişen ve insan davranışlarını iyi ya da kötü diye niteleyen kurallardır.) || Ahlak ve adap, türk hukuk sisteminin ay­ nı anlamda ama, ayrı ayrı kullandığı iki sözcük. || Ahlak ve adaba aykırı işlemler, ahlak kuralının, uyulması zorunlu nitelik kazanmış ilkelerine aykırı işlemler.(Türk hukuk sisteminde ahlaka [adaba] aykırı iş­ lemler geçersizdir [Borçlar k. md. 19,20], bir'işlemin ahlaka aykırı olup olmadığı ta­ rafların sübjektif düşüncelerine göre de­ ğil, objektif ölçülere göre yapılır.)||Ahlak zabıtası ->zabita. —isi. Kuran ve hadislere dayanan İslam ahlakı beş ana temeli içerir: 1. insanın Al­ lah'a karşı görevleri (kulluk); 2. insanın kendisine karşı görevleri: 3. insanın aile­ sine karşı görevleri; 4. insanın ülkesi ve ulusuna karşı görevleri; 5. insanın bütün insanlara karşı görevleri. Kuran’ın çeşitli surelerinde (Bakara, Enam, Yunus, Hud, İbrahim, Kehf, Nahl, isra, Taha, Enbiya, Rum, Secde, Fatır, Furkan, Enfal vb.) çok sayıda ayet, doğ­ rudan ahlakla ilgilidir. Hz. Muhammet, hadislerinde onur, ce­ saret, doğruluk, konukseverlik, sabır gi­ bi eski kabile yaşamında var olan ahlak­ sal kavram ve değerlere, Allah ve kıya­ met korkusu, iyilik, sevecenlik, içtenlik, merhamet ve müminler arasında kardeş­ lik gibi öğeleri işleyip ekleyerek İslam ah­ lakına ayrı bir özellik kazandırdı. ibn ül-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne çe­ virisiyle İran, ishak bin Huneyn'in Aristo­ teles çevirileriyle de yunan görüşleri bir sentez niteliğindeki İslam ahlakının oluş­ masında etkin'rol oynadı. Yunan ahlak görüşünün ıslam dünyasında daha da yaygınlaşmasınıysa ibn Mlskeveyh'ın Tez-



hib ül-ahlak adlı eseri sağladı. Nitekim on­ dan sonra gelen ve eserleri geniş ün ya­ pan Nasrettin-i Tusi ve Celaiettin Devvani, ibn Miskeveyh’ten yararlandılar, ibn Miskeveyh'in bu kitabı Ahlakı olgunlaş tırma adıyla türkçeye de çevrildi. Ahlak konusunda eser veren İslam yazarlar ara­ sında el Maverdl, Haris-i Muhasibi, Abdul­ lah bin Mübarek, Kınalızade AH ve Yakub el-Kindi’nin adları belirtilebilir. —Tanrıbil. Ahlaksal erdemler, toplumda kişinin kendisine ya da başkalarına karşı iyi davranma eğilimleri. (Genellikle, dört ana erdemde toplanırlar: adalet, ilerigörüşlülük, ılımlılık ve güç. Bunlara, ana erdemlerde denir.)|j Tanrıbilimselahlak, tarnb'ümin. davranışının kuralları-



nin), ancak aklın ilkelerinin üzerinde temellendirilebillr. Bundan ötürü istencin özerk olması ve evrensel istence saygı­ dan dolayı ve bu saygı içinde ahlaksal olarak eylemde bulunması gerekir. "Bir evrensel yasa olabilecek kurala göre ey­ lemde bulunmak gerekir yalnızca; yani is­ tencin kendini, kendi kuralıyla bir evren­ sel yasa kurucusu olarak görebildiği ku­ rala göre” (ay.y., 2). Kant ahlakı “ koşul­ suz (kategorik) buyruklar” a dayanır ve bu da şöyle dile getirilir: "Bir genel yasa ha­ line gelebilecek kurala göre eyle” (ay.y.,



ahlakın bir önyargılar topluluğu olmadı­ ğını ve insan davranışlarını düzenleyen yargının, bir sanıya ındirgenemeyeceğini, ama herkes için geçerli bir nedene da­ yandığını temellendirmek istedi. Platon un bulup ortaya çıkarmak istediği şey, bu temeldi, yani bu değerler bilimiydi. Sistemli ilk ahlak öğretisi, Aristoteles’ le birlikte ortaya çıktı. Bu filozofa göre her­ kes iyiye ulaşmak ister; iyinin doğası ve ona ulaştıran araçlar üzerinde düşünür: “ Bütün edimlerimiz, yalnız kendisi için is­ tediğimiz bir erek taşıyorsa (bütün öteki şeyler yalnızca onun için istenmişse) ve seçişlerimiz bir başka şeyle hiçbir zaman belirlenmemişse [...] bu ereğin iyiden, ya­ ni en yüce iyiden başka bir şey olamaya­ cağı apaçıktır" (Nikhomakhos ahlakı, 1, 2, 1094). Mutluluk da tıpkı böyledir. Çün­ kü mutluluğu, "her zaman kendisi için se­ çeriz ve hiçbir zaman bir başka şey için seçmeyiz” (ay. y). Ama Aristoteles’e göre bu yüce iyi, belli bir etkinlik, yani aklın et­ kinliğiyle belirlenmiş insan davranışı so­ nucunda elde edilir. Descartes'a göre, "ruhun hoşnutluğu" demek olan yüce iyiye ulaşmamızı engeleyen şey, tutkulardır. Bundan ötürü Des­ cartes, günlük yaşamda eylemde buluna­ bilmek için yargıları askıya alır ve bir "ge­ çici ahlak" benimser. Bu ahlak, doğrulu­ ğun (hakikatin) ve bilimin bulunacağı ana kadar yaşamın yönlendirilmesi için geçi­ ci olarak gerekli ve pratik kurallardan oluşmuştur, "Şimdilik, bir ahlak oluşturu­ yordum kendime ve bu ahlak, üç ya da dört kuralı kapsıyordu [...] Bunların birin­ cisi, ülkemin yasalarına ve törelerine uy­ maktı [...]” (Yöntem üzerine konuşma, 3). Descartes'ın ikinci kuralı, en sağlam gö­ rüşleri ve aklın yönlendirdiği görüşleri iz­ lemekti. Üçüncüsü, yerleşmiş kurallara saygı duymak için bireysel istekleri yen­ medi: "Yazgıdan çok kendimi yenmeye, dünyanın düzeninden çok isteklerimi de­ ğiştirmeye çalışmaktı” (ay.y). Kant'a göre, bütün bu ahlakların kusu­ ru, çıkar gözetmez olmamalarıdır. Ger­ çekten de birey, iyiliği, dünyadaki ya da öbür dünyadaki mutluluk umuduyla yap­ maktadır her zaman. Oysa Kant'a göre ahlaksal değer, “ iyiliği, eğilim sonucu de­ ğil de ödev olarak" yapmakta aranmalı­ dır (Ahlak metafiziğinin temellendirilmesi, 1). Kantin ahlakı, insanlarda ortak bir ni­ telik bulunduğu düşüncesine dayanır. Bu nitelik, yasaya uyması gereken iyi istenç­ tir (iradedir). Ama iyi istenci, yasanın -bu yasa evrensel olarak geçerlidir - yalın bir ortaya konuşu belirleyebilir ancak. Yasa­ nın ve aklın yargısının böylesine biçimci bir anlayışla ele alınması, kantçı ahlakın, deneyimin öğrettiklerine dayandırılamaması sonucunu doğurur. "Ahlakı, örnek­ lerden çıkarsamak ona yapılabilecek en kötü hizmettir. Çünkü bana önerilen her örneğin, özgün bir örnek, yani bir model olmaya layık olduğunun bilinmesi için, da­ ha önceden, ahlaklılık ilkelerine göre yar­ gılanması gerekir ve bu örnek ilk ağızda hiçbir zaman ahlaklılık kavramını suna­ maz bize” (ay.y., 2). Demek ki ahlak, de­ neyimlerin ya da çıkar gözetmenin tüm et­ kilerinin dışında, ancak önselin (a priori'



nel tin ile öznel tin arasına yerleştirilmiş­ tir). Ama Hegel bu görüşüyle, Kant’ı red­ detmiş olmaz ve şöyle der: "istencin bil­ gisi, kantçı felsefe sayesinde güçlü bir te­ mel ve çıkış noktası bulabilmiştir ancak ve bu da, istencin sonsuz özerkliği düşünce­ si sayesinde gerçekleştirilebilmiştir (Philosophie des Rechts, 135). Ama Hegel'e göre, kantçı ahlak, her ahlakın temeli ol­ makla birlikte, bütünsellikten uzaktır. He­ gel ahlakın, gerçek olarak ancak devlet içinde düşünülebileceğini ileri sürer. “ Ni­ tekim Platon, kendinde ve kendiiçin ada­ letin ne olduğunu, onun tüm doğasını ti­ nin egemenliğine bağımlı kılmasına rağ­ men ancak nesnel biçimi içinde, yani ah­ laksal (sittlich) yaşam olarak devletin ku­ rulmasıyla açıklayabileceğini gösterdi ve böylece, gerçek bilgeliğe sahip olduğu­ nu kanıtladı (Enzykiopâdie, 3), Böylece, siyaseti düşünmeden ahlakı düşünmek olanaksız duruma girdi. Ahlakı, bireylerin toplum içindeki dav­ ranışlarını ve yaşamını belirleyen kuralla­ rın topluluğu olarak gören Marx ve Engels de ahlakı, siyasetten ayırmadılar. On­ lara göre bu kurallar, toplumun ekonomik gelişim düzeyine ve sınıflar arası ilişkile­ re bağlıdır ve ahlak, toplumsal grubun maddesel (ekonomik) yaşam koşullarının sonucudur.Kapitalist üretim tarzına bağlı insan sömürüsü, özgürlükle ve özgürlük içinde saygın olma özlemiyle maddesel yaşamın gerekimlerini karşılamak özlemi arasında bireyin parçalanmamasını iste­ yen bir evrensel ahlakın temeliyle çeliş­ me içine düşer. Bundan ötürü, ekonomipolitik ile ahlak arasında ancak bir çelişik bağıntı, bir yabancılaşma bağıntısı bulu­ nabilir. Nietzsche ise, ahlakın üç eksen çevre­ sinde incelenmesi gerektiğini ileri sürer: 1 ° Kural koyucu ahlak, yani bazı şeyle­ rin iyi bazı şeylerin kötü olduğunu ileri sü­ ren tavır. Bu anlamda ahlaktan yoksun bir insan, yani ahlakdışı bir insan yoktur. Çünkü ahlakı bir yana bırakmak, yaşamı bir yana bırakmakla aynı kapıya çıkacak­ tır (Nietzsche, burada, ahlak deyince "bir insanın yaşam koşullarıyla ilişkili bir değer yargıları sistemi"ni anlar): 2 ° Geleneksel anlamda ahlak, yani 1° anlamın özel bir tipi olan ahlak. Nietzsche’ye göre bu ahlak, yaşamanın tatla­ rından yüz çevirmiş çilecidüşüncelere, "tepkiye" dayanırve dolayısıyla, “ yaşam­ dan gizlice öç almak niyetindeki yoz kişi­ lerin mizacının sonucu olan bir ahlaktır ve bu niyet, başarıya da ulaşır” (Ecce homo). 3 ° Değerlerin yeni tablosu, yani Nietzsche'nin eski ahlakın yerine koymak iste­ diği yeni değerlendirmeler sistemi. Bu, yaşamı yüce değer olarak benimseyecek “ aristokratik" ahlaktır. Bu anlamda “ her eylemimiz, eski biçimine başkaldırmış bir ahlaklılıktan başka şey değildir" (Willezur Macht).



2).



Kantçı ahlakın biçimciliği ve sertliği Hegel’in eleştirilerine uğradı, Hegel’e göre, ■nsa- etklnücmln merkez’möe somut ola-



A h la k, Aristoteles’in ahlaka ilişkin üç ki­ tabının ortak adı: Eudemos ahlakı’nin (Ethike Eudhemia) [Eudemos tarafından ya­ yımlandığı için böyle adlandırılmıştır], Aristoteles’in Assos’a yaptığı bir gezi sı­



ahlat rasında (İ.Û, 345) yazılmış olduğu sanılı­ yor, Nikhomakhos ahlakı (Ethika Nikomakheia), Eudemos ahlakı'ndaki konuları ele alır, geliştirir ve bunlara kesinlik kazan­ dırır. Son olarak Büyük ahlak (Ethika Megala), aynı düşünceleri, çok kısa, özlü ve biraz da düzensiz biçimde açıklar. Bu ya­ pıtın, daha önceki iki ahlak arasında bir bağ kurduğu söylenebilir. Nikhomakhos ahlakı, Aristoteles'in ahlaka ilişkin düşün­ celerinin son aşamasını kapsar ve Lykeon'da okutulmuş olması gerekir. Yapıtın X.kitabı,Aristoteles'inson yıllarının ürünü­ dür. Mutluluk, burada, insan etkinliğinin en yüksek amacı olarak ortaya konmuş tur ve erdem de, iki aşırı uç arasındaki or­ ta yol olarak belirlenmiştir; 'stençir ve ''ıstençlı-mm.Hvan ' kavramlaıivsa, erde­ min kendine özgü doğasını daha iyi an­ lamamızı sağlar. Aristoteles burada, baş­ lıca erdemleri titizlikle inceler; köklü bir ayırma yaparak, düşünsel erdemleri (ör­ neğin sakıngan-bilgelik gibi), manevi er­ demlerin (güçlülük, ılımlılık, adalet gibi) karşısına koyar. Kendine egemen olma­ yı, haz ve acıyı, uzun uzun inceler, iki ki­ tap (VIII ve IX), tümüyle dostluğa ve onun doğasına, çeşitli türlerine, özelliklerine ve etkilerine ayrılmıştır. Sonuncu kitapta, başlangıçtaki soruna dönen Aristoteles, en yüksek mutluluğun,Tanrı’yı düşüncey­ le seyretmekten kaynaklandığını ileri süAH LA KÇ I sıf. ve a. 1. Çağının töreleri­ ni eleştiren, betimleyen ve bunlardan yo­ la çıkarak, doğa ve insana ilişkin koşullar üzerine bir düşünce geliştiren denemeci, romancı, dramatik yazar. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ahlakla uğraşan filozof. —3. Düşün­ ce ve eylemlerinde ahlak ilkelerine bağlı kalmaya özen gösteren kimse için kulla­ nılır. ♦ sıf. Ahlak ilkelerine uygun; ahlakçılı­ ğa ya da ahlakçılara İlişkin. —ANSİKL. Ed. Ahlakçı, başkalarının mas­ kelerine olduğu kadar öteki ahlakçıların maskelerine de düşmandır ve her zaman güçsüzlüğü ortaya koymaya özen göste­ rir. Ahlakçının yapıtı, betimlemeye ve kesinlemeye dayanır; bu, inceleme (Seneca), yergi (Horatius, Persius, Juvenalis) ya da risale (Boileau) türünde bir yapıt ola­ bileceği gibi, bir özdeyişler kitabı (La Rochetoucauld), karakterler ve portreler (la Bruyere), düşünceler, denemeler, söyle­ şiler (Marcus Aurelius, Montaigne, Epiktetos) ya da mektuplar (Seneca'nın Ad lucilum epistolarum moralium lib ri'si, Pascal’ın Provinciales'ı) biçiminde de olabi­ lir. Bosseut'nin ,,oraison” larında, Moliere'in komedilerinde, Ortaçağ atasözlerinde, La Fontaine'in masallarında, baştan sona ahlaki düşünceler egemendir. Ama ahlakçı, her şeyden önce törelerin ve on­ ların dile getirilişinin hesabını tutan bir ya­ zardır, Ahlakçının yapıtı kanıtlamaya yö­ nelik oluşuyla tutarlı bir bütün oluşturur; öyle ki, bu bütün açıklamak ve ortaya koymak için birçok anlamı içinde barın­ dırmak zorundadır. Bunun sonucunda, yazının kaçınılmaz ikiliği ortaya çıkar; bu da, kısalığı, okurun külyutmazlığını ve ma­ nevi çabasını gerektiren yerginin ve hat­ ta özdeyişin ikiliğidir. Erdemin ve kötülü­ ğün çatışması ana temadır ve çeşitli kül­ türlerle dinlerde, esin kaynağının değiş­ mezliğini açıklar. Burada bir tür adcılığın sözkonusu olduğu kesindir: törelerin in­ celenmesine girişildiği an, her davranış özgüldür artık; nitelenmeyi ve yargıyı ge­ rektirir. Ahlakçının uğraşı, temellendirmenin ve yararcılığın alanına, yani yetersiz tanım­ ların alanına girer. Bu uğraş, işte bunun için kesinlikle edebidir. Özdeyişi! yazılar ve Montesquieu’den Camus’ye uzanan ve tam anlamıyla manevi ve toplumsal fel­ sefeler ortaya koyan realia irdelemelerin­ den doğmuş sistematikler gibi önceller arasında sıkışmış olan bu uğraş, döne­ miyle sınırlıdır. Montaigne, La Rochefoucauld ve La Bruvâre'in karamsarlığı, ah­



lakçının uğraşıyla kendisi arasındaki uz­ laşmayı gösterir; söylemini haklı göster­ menin zorunlu koşulu olan, manevi ve kültürel anlamda dürüstlüğünü ortaya koymanın tek yolu da budur. Dolayısıyla ahlakçı, kendisini toplumun hem üyesi hem de yargıcı sayar; hatta ideal bir ör­ nek olarak görür. Yargı verme otoritesini bu biçimde yerlendirme ve koruma Valery’de ve Gide’de açıkça görülür ve as­ lında bunun, kendinden hoşnut düşünce­ nin içine düştüğü bir tuzak olduğu belirti­ lir. A H LA K Ç ILIK a, 1. insanın bütün ey­ lemlerine ahlaksal bir erek kazandırma kavç'sını benimsetmek isteven felsefe dizolarak ve sıkı s'kıya Hapı olma -Din. Ahlakı, her çeşit manevi, tanrıbilimsel ya da varoluşsal bağlamın dışında ya da yanında yer alan bir mutlak yargılayı­ cı olarak gören öğreti. AHLAKDIŞI sıf. Yerleşik ahlak ilkeleri­ ne uymayan, geleneklere ters düşen dav­ ranış ve düşünce ya da bunu ortaya ko­ yan şey için kullanılır; töredışı: Ahlakdışı düşünceler. Ahlakdışı bir film. A h la k-ı A la i, Kınalızade Ali Efendi’nin ahlak kitabı (1564). Yazar, Nasirettin-ı Tusi (Ahlak-ı Naşiri), Celalettin Devvani (Ahlak-ı Celali) Hüseyin Vaiz Kâşifi (Ahlak-ı Muh­ sin), İmam Gazzali (Eyyüh el velet) gibi yazarların konuyla ilgili kitaplarından ya­ rarlanırken Aristoteles .Platon gibi filozof­ ların görüşlerinden de dolaylı olarak esin­ lendi. Dönemin geçerli ahlak kurallarını öykücüklerden de yararlanarak açıklayan yapıtın ilk bölümünde bireysel ahlak ko­ nusu işlenerek kişilerin kendi varlıkları ve dış dünyayla ilişkileri anlatılır, ikinci bölüm­ de aile yapısı işlenir ve aile terbiyesi an­ latılır; odalık edinmeden, birden çok eş al­ manın sakıncalarından söz edilir. Son bö­ lüm, devleti yönetenlerin görev ve yetki­ leriyle ideal yönetim biçimini tarihsel ör­ neklere dayanarak açıklar. Oldukça sa­ natlı ve ağır dille yazılan yapıt, Tanzimat’a kadar ders kitabı olarak okutuldu. Bazı bölümleri Avrupa dillerine de çevrildi. A h la k-ı N a şiri, Nasirettin-i Tusi’nin (1201-1274) eseri. Tusi, bu eserinde ah­ lak, ev yönetimi (tedbir-i menazii), toplum ya da devlet yönetimi'ne (siyaset-i müdün) ilişkin görüşlerini açıklar. Eserin ya­ zılışında ibni Miskeveyh’in Tehzib ül-ahlak adlı kitabından yararlanmıştır. Kitap bir gi­ riş ile ahlak, ekonomi ve politika bölüm­ lerinden oluşur; yunan felsefe ve bilimsel geleneğiyle islamın insan, toplum ve ev­ renle ilgili görüşlerinin başarılı bir sente­ zidir. Kendisinden sonra yazılan, ancak, bilimsel olmaktan çok eğlendirici nitelik­ teki bazı eserlere (Ahlak-ı Celali, Ahlak-ı Muhsini) örnek olmuştur. A H LA K IY A T a. (ar. ahlakıyyat). Ahlak bilgisi, ahlakla ilgili konular ve görüşler. AH LA K I sıf. (ar. ahlakı). Ahlakın gerek­ tirdiği, ahlaka uygun; ahlakla ilgili: Ahlaki b ir sorumluluk. Bir eylemin ahlaki sonuç­ ları. Ahlaki bir eser. —isi. Ahlakı hükümler, bir müslümanın Al­ lah'a, kendine, ailesine, vatanına, milleti­ ne ve tüm insanlığa karşı görevlerini be­ lirleyen dini emir ve yasaklar.



—Fels. Hegel’de eylem ile istencin uy­ gunluğu. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Fels. Hegel'de ahlaklılık terimi (Moralitât), Kant’tan alınmıştır ve her za­ man istemenin içselliğini, "özgürlüğün kendiiçin sonsuz öznelliğini gösterir” (Grundtinien der Phiiosophie des Rechts, 104). Öznenin kendisinden kaynaklanan bu olanak, basit bir "olması gereken" so­ yutlamasında yitip gitmekten kaçınmak zorundadır; bunun için ahlaksal bilinç, iyi ile olan somut birliğini, etik düzenin biçim­ leriyle, yani, aile, ekonomik toplum, siya­ sal toplum gibi nesne! ahlaklılık biçimle­ riyle dile getirecektir. A H L A K S A L sıf. Ahlakla ila ili



201



aykırı davranan kimse, bu kimsenin dav­ ranışı için kullanılır: Zimmetine para geçi­ ren ahlaksız bir adam. Oyunda hile yapan ahlaksız bir oyuncu. Düşünce dürüstlüğü olmayan ahlaksız bir araştırmacı. —2. Toplumsal ahlakı, edep ve hayayı zede­ leyen kimse; iffetsiz, hayasız, utanmaz: Herkesle düşüp kalkan ahlaksız bir kadın. A HLAKSIZCA be. Ahlaksız biçimde: Ahlaksızca konuşmak. Ahlaksızca dav­ ranmak. Ahlaksızca tekliflerde bulunmak. AHLA KSIZLIK a 1. Ahlaksız olma du­ rumu; kötülük: Ahlaksızlık bütün çevremi­ zi sardı.—2. Ahlaksız kimsenin niteliği. A h la k ül-eşrâf, Übeyd-ı Zâkâni'nin ya­ pıtı. Döneminin ileri gelen kişilerini şaka yollu yeren bu yapıt (1339), eski ve yeni ahlaksal değerlerin karşılaştırılması ve eleştirisidir. Biçim ve içerik bakımından Nasirettln-ı Tusi’nin Ahlak-ı Nasıri’sı, Sadi’ nin Gülistanı, Firdevsi’nin Şehname'sin­ den izler taşıdığı gibi; Batı’nın yergi ede­ biyatı geleneğinde yer almasını sağlayan özelliklere de sahiptir. AHLAM çoğl. a. (ar. hulm'un çoğl. ahlâm). Esk. 1. Düşler, h ü ly a la r, rü ya la r: ' ‘Ahlâm ü ibtilâdıradgâs u hülyadır" (Bur­ salI Mehmet Tahir, XIX. yy.). —2. Açık sa­ çık rüyalar. AHLAM AK gçz. t. 1. Sıkıntıyla, üzüntüy­ le iç çekmek.—2. Ahlayıp oflamak, iç çe­ kerek dolaşmak: yakınmak, sızlanmak. AH LA M U , asur belgelerinde, sami so­ yunun kuzey-batı grubunu oluşturan Aramiler’e verilen ad. Adına tarihte ilk kez Telle! -Amarna tabletlerinde rastlanılan ka­ vim. Kuzey Suriye’de yaşıyor ve Asur devleti için sürekli tehlike oluşturuyor­ du. AHLAS sıf. (ar. ahlâş). Esk. 1. Çok te­ miz, iyi ahlaklı kimse için kullanılır. —2. Çok saf, katıksız. AHLAT sıf. (ar.ahlat). Esk. Çok karışık, karmakarışık, karıştırılmaya elverişli. AHLAT -tı a. 1. Anadolu'da hemen yer yörede doğal olarak yetişen yabani armut ağacı ve bunun meyvesi. (Bil. a. Piruseleagrifolıa; gülgiller familyası) —2. Arg. Davranışları incelikten yoksun, kaba kim­ se: Ona aldırma, ahlatın tekidir. (Ahlat ağa da bu anlamda kullanılır.) • —ANSİKL. Orman açıklıklarında, kırsal alanlarda, güneşli alanlarda ve taşlı, ku­ rak topraklar üzerinde kendiliğinden ye-



A H LA K İLİK a. Ahlak ilkelerine uygun­ luk. AHLAKİYÛNçoğl.a. (ar. ahlakinin çoğl. ahlakiyyun). Esk. Ahlak sorunlarıyla uğ­ raşan, ahlak konusunda kitap yazan filo­ zoflar. AH LA KLI sıf. 1. Davranışı ahlak ilkele­ rine uygun, erdemli kimse için kullanılır; namuslu, dürüst: Ahlaklı bir adam. —2. Nıt sıf. + ahlaklı, huyu, yaradılışı, belirti­ len nitelikte olan kimse için kullanılır: Gü­ zel ahlaklı bir insan. A H LA KLİLİK sıt. Ahlaklı olma durumu: ahlaklı kimsenin, eylemlerinin niteliği



ahlat armudu IPınıs elerınrilnlial



ahlat tişen, 5-6 m kadar boy yapan, yuvarlak tepeli, dalları dikenli, beyaz çiçekli, mey­ vesi 3-4 cm çapında uzun saplı, tatlımsı, sulu ve buruk lezzetlidir; kırsal yörelerde meyvesi toplanır, yenir ve kurutulur; ayı­ ların da çok sevdiği yabani meyvedir. Ah­ lat kültür armutlarının ve çeşitlerinin aşı­ lanmasında aşı anacı olarak da kullanılır.



202



A H L A T , -tı çoğl. a. (ar. hılt'm çoğl. ahlat). Esk. 1. Bir karışımı oluşturan parçalar, öğeler. —2. Karışım, karışık şeyler. —3. Ahlat-ı faside. bozulmuş, uyumsuz öğe­ ler, bozuk mizaç. j| Ahlat-ı mahmude, uyumlu, sağlam öğeler, uyumlu mizaç. || Ahlat-ı erbaa, insan bedeninde varoldu­ ğu düşünülen dört sıvı. (Bk. ansikl. böl.)



Ahlat Emırbayındır kümbeti (1492) ■ B ü



—ANSİKL. Tıp tar. Tıpta XIX. yy. ortaları­



na değin egemen olan ahlat-ı erbaa gö­ rüşüne göre evren, ateş, hava, su ve top­ rak olmak üzere anasır-ı erbaa denen dört öğeden oluşmuştur, insanda da be­ sinlerden oluşan dört hılt (sıvı) vardır: kan, balgam, sevda ya da kara safra ve sarı safra. Bu hıltların bulunduğu yerler ve özellikleri farklıdır. Bedende dolaşan kan akıcı ve sıcak, beyinde bulunan balgam akıcı ve soğuk, dalak ve midede sakla­ nan kara safra kuru ve soğuk, karaciğer­ de bulunan sarı safra kuru ve sıcaktır. Alı­ nan besinler bu dört maddeye dönüşür, ilkbahar kanı, yaz safrayı, sonbahar sev­ dayı, .kış balgamı harekete getirir. Hıltlar arasındaki dengenin bozulması, hastalık­ lara neden olur, ilaçlar yardımıyla denge yeniden kurulunca, hasta sağlığa kavu­ şur. insanların kişilikleri de vücutlarında­ ki bu hıltların oranına bağlıdır. Doğu Anadolu’da, Bitlis’e bağlı ilçe; 34 217 nüf. (1990); 1 044 km2; 1 bucak, 25 köy. Merkezi Bitlis'in 70 km K.-D.’sunda Ahlat 16 742 nüf. (1990).



AHLAT,



Ahlat acıkhava müzesi



• TARİH. Ahlat, Ortaçağ da bölgenin en önemli merkezlerinden biriydi. Bizans'a yarı bağımlı yerel beylerin yönetimindeki kent, IX. yy.’da Araplar tarafından ele geçirildiyse de 928’de Bizanslılar’ca geri alındı, XI. yy.’da Doğu’ya ilerleyen Sel­ çukluların egemenliğine girdi; bir süre as­ keri üs olarak kullanıldıktan sonra, ıkta olarak Mervanoğulları’na verildi. Kenti Mervanoğulları’ndan alan Sökmen el-Kutbi, Ahlat merkezli Ahlatşahlar beyliğini kurdu (1100). Ahlatşahlar’ın yönetiminde kent, önemli bir bilim ve sanat merkezi olarak gelişti. Daha sonra Eyyubiler'in (1207), Anadolu Selçukluları 'nın, İlhanlılar’ın egemenliğinde kaldı. Akkoyunlular döneminde Anadolu’nun önemli merkez­ lerinden biri oldu. 1473'te Osmanlılar'ın eline geçti. Kısa bir süre Safevı egemen­ liğinde kaldıktan sonra Çaldıran savaşı’ nın (1514) ardından, kesin olarak Osmanlı topraklarına katıldı. • MİMARLIK. Ahlat, türk sanat tarihi açı­ sından, mezar taşları ve kümbetleriyle önemli merkezlerdendir. Beyhan ve Ha­ luk Karamağaralı’nın yöredeki altı tarih­ sel mezarlıkta yaptıkları araştırmalarda (1967-1970), XII.-XIV. yy.’ları kapsayan binlerce mezar taşı ortaya çıkarıldı. Bun­ ların üzerinde ahi örgütüne bağlı ünlü us­ taların imzalarının bulunması, kültür tari­ hi açısından da önemlidir. Şahideli, şahidesiz mezarlar, çatma lahitler biçiminde­ ki anıtlar; kûfi, nesih, rumi yazılar; geomet­ rik, bitkisel motifler, eski bir türk gelene­ ğini yansıtan koç başlarıyla bezelidir. Onarımlarla kurtarılmaya çalışılan mezar anıtları ise köşeleri üçgenlerle kesilmiş ka­ re kaideli, silindir biçimi gövdeli, mukarnas kornişli, sivri külahlı yapılardır. Ustaşagirt kümbeti (Ulu kümbet, 1273), Hasanpadişah kümbeti (1275), Çifte küm­ betler olarak bilinen Hüseyin Timur (1279) ve Bugatayaka (1281) kümbetleri bu tü­ rün önemli örnekleridir. Şeyhnecmettin kümbeti (t 222) kare planlı gövdesi ve pi­ ramit biçimi külahıyla bu örneklerden ay­ rılır. Mimar Kasım bin Üstad Ali’nin yapıtı olan Erzenhatun kümbeti (1396/1397) yö­ renin en süslü yapısıdır. Dıştan çokgen, içten daire gövdeli, piramit biçimi külahıy­ la değişik özelliktedir. Akkoyunlular döne­ minden Emırbayındır kümbeti (1492) ise, kare kaide üstünde, kemerlerle bağlan­ mış 12 sütunlu, silindir biçimi gövdesi, ba­ sık külahıyla yöredeki tek örnektir. Ahlat’ta bunların dışındaki önemli ya­ pılar arasında Harapşehir sırtlarındaki urartu kalesi Eskikale, Van gölü kıyısında­ ki Yenikale, bu kalenin içindeki İskenderpaşa camisi (1564/1565) ve Kadımahmut camisi (1584) sayılabilir. A h la t a ç ık h a v a m ü z e s i, XII -XIV



yy.’lardan kalma binlerce mezar taşından oluşan Meydanlık mezarlığı, kazı ve ona­ rım çalışmalarıyla açık hava müzesine dö­ nüştürüldü; mezarlığın köşesindeki müze yapısında ise (açılışı 1971) türk-islam sa­ natından örneklerle etnografik eserler sergilenmektedir. Yazıtları ve bezemele­ riyle, Selçuklu taş işçiliğinin özgün örnek­ leri olan mezar taşlarında, dönemin önemli ustalarının adları vardır A H L A T L I K A V A L C I RECEP - DER VİŞOĞLU.



A H L A T L I Ş A Ş I M U F A D D A L (Eb ün



* ' I



:



Nema bin Mufaddal ül-Ahval ül-Hilati), türk mimar (XII. yy. sonu-XIII. yy. başı). Anadolu Selçukluları döneminde yaşadı. Tercan'daki (Erzincan) Mamahatun türbes/’ni yaptı. Anadolu-türk mimarlığında özel bir yeri olan bu yapı, tasarım anlayışıyla uzun yıllar tartışmalara neden oldu. A H L A T L IB E L . Arkeol. Ankara’nın 14



km G.-B ’sında höyük. Haymana’dan ge­ çerek güneye inen eski yolun batısındadır. Milli eğitim bakanlığı adına Dr. H. Z. Koşay başkanlığında yapılan kazılarda (1933), İ.Ö. 3000-2000 arasına tarıhlenen bakırçağ kalesi saptandı. Sur duvarları­ nın temeli taştan, üst bölümleri kerpiçten­



dir. Burada, yerleşme içi ölü gömme ge­ leneğiyle karşılaşılmış, kale içinde ve oda­ ların döşemeleri altında, taşlarla çevrili mezarlar ve ölülerin “ hocker" durumun­ da bulunduğu küp mezarlar ortaya çıka­ rılmıştır. Kazıda cilalı el baltaları, öğütme taşlan, pişmiş topraktan kurs ve keman biçimi idoller, hayvan figürleri, bakırdan süs eşyası, bakır, kurşun ve altından han­ çerler, kılıç, halhal gibi savaş araçları bu­ lundu. Çeşitli biçimlerdeki el yapımı çark­ sız çanak-çömlekler, astar ve bezekleriy­ le gelişmiş bir işçiliği ortaya koyar Bun­ lar Truva (Troya) II ve Alişar I kültür evre­ leriyle benzerlikler gösterir. Ayrıca Yümüktepe (Mersin) XII A yapı katı buluntu­ larıyla da yakınlıklar saptanmıştır. Bu bul­ gulara göre Ahlatlıbel, iki büyük kültür bölgesi arasında bir geçit oluşturmuştur. A H LA TŞ A H LA R , ERMENŞAHLAR ya da SÖKMENLİLER, Ahlat’ta beylik kuran türk hanedanı (1100-1207). Hanedanın kurucusu Sökmen, Selçuklu­ ların azerbaycan valisi Kutbettin İsmail’ in kölesiydi. 1100’de Mervanoğulları’ndan Ahlat’ı aldı ve bağımsız bir beylik kurdu. Oğulları ve köleleri yüz yıl kadar Ahlat’a egemen oldular. Malazgirt, Erciş, Adilcevaz, Eleşkirt, Van, Tatvan, Bitlis, Muş, Hani, Meyyafarikin ve Bargiri kent­ lerini egemenlikleri altına aldılar. Başkent­ leri Ahlat’ı sanat, ticaret, bilim ve kültür merkezi durumuna getirdiler. 1207’de Eyyubiler tarafından ortadan kaldırıldılar. ÂHLE (Johann Rudolf), alman besteci ve orgcu (Mühlhausen 1625-ay. y 1673) Mü­ zik üstüne iki kitap yazdı; birden çok ses için şarkılar, oda sonatları, motetler, kili­ se konçertoları besteledi. -—Oğlu JO­ HANN GEORG (Mühlhausen 1651- ay. y. 1706), Mühlhausen, St. Blasius kilisesin­ de orgcu olarak onun yerini aldı. Bu gö­ reve daha sonra J.-S. Bach getirildi. Biri besteye ilişkin olan iki kitap yazdı; pek çok dans parçası bıraktı. AHLEF sıf. (ar.ahlef) Esk. Sol elini kul­ lanma alışkanlığındaki kimse için kullanı­ lır; solak. AHLEN, Federal Almanya’da kent, Münster'in G.-D.'sunda; 53 600 nüf. Go­ tik kilise. Taşkömürü. Â H LF O R S (Lars Valerıan), Finlandiya



kökenli amerikalı matematikçi (Helsinki 1907). Nevanlinna’nın öğrencisi olan Ahlfors karmaşık çözümleme ve Riemann’ın genelleştirilmiş yüzeyleri üstüne araştır­ malar yaptı. Örtülüş yüzeylerini (bir Rıemann yüzeyinin bir başkası içinde çözüm­ sel uygulamaları) topolojik ve metrik ba­ kış açılarından İnceledi; kuramını, karma­ şık bir değişkenin meromorf fonksiyonla­ rının incelenmesine uyguladı. 1936’da Fields madalyasıyla ödüllendirildi. AHLGREN (Victoria BENEDİCTSSON, kızlık adı BRUZELİUS, Ernst— denir), is­ veçli edebiyatçı (Dommu, Skane, 1850Kopenhag 1888). Gerçekçi romancılığın en iyi temsilcilerinden biridir (Pengar, 1885; Fru Marianne, 1887). Ayrıca, hikâ­ yeler (Fran Skane, 1884) ve bir günce yayımladı. Â H LÎN (Lars), isveçli yazar (Sundsvall 1915). Bir işçi ailesindendı. Kendi kendi­ ni yetiştirdi. ''Proleter" yazarlar çizgisin­ de yer aldı. Romanlarında (Tobb au manifeste [fr. çev.],1943; Bout-de-Cannelle [fr. çev.], 1953; la Nuıt sous la tente foraine [fr.çev ], 1957) ve hikâyelerinde (Personne ne m'attend [fr. çev.], 1944; Joıe desprisonniers [fr. çev ], 1947) hıristiyan simgeleri ile marxçı temaları bir araya ge­ tirerek yoksul halkın sıkıntılarını duyarlı ve gerçekçi bir dille yansıttı. AHLSEN (Leopold), batı alman tiyatro yazarı (Münih 1927). Yapıtlarında mitolo­ jik ve tarihi temalara yer vererek, savaşı (Phılemon und Baucis, 1956) ve savaşın yarattığı ölüm korkusunu, yıkımla dolu bir dünyayı canlandırdı (Sie werden sterben.



Ahmedi S/re, 1964). Daha sonra radyo ve televiz­ yona yöneldi (Der arme Manrı Lulher, 1965) AHLW ARDT (Hermann), prusyalı siya­ set adamı (Krien, Anklam yakınında, 1846-Leipzig 1914), Yahudi aleyhtarı bro­ şürleri büyük bir tepkiyle karşılandı. Bu yayınlarından dolayı tutuklandı ve mah­ kûm edildi. Yahudi aleyhtarı partinin lider­ lerinden biri oldu ve 1892’de Arnswald -Frıedberg’den milletvekili seçildi. AHM Â sıf. (ar. ahma) Çok hamiyetli. AHM AD U TALLf? 1833-Maikulki, Sokoto, 1898), Tukulorlar hükümdarı. Fatih Elhac Ömer’in oğlu ve vârisi. 1862 de Segu naibi oldu ve babasının ölümü üzeri­ ne (1864) onun yerine geçti. Kardeşlerin­ den birçoğunun isyanıyla, kuzeni Tıcani' nin Masina’dakı başkaldırısıyla ve Bambaralar'ın çoğu kez silahlı ayaklanmala­ rıyla uğraşmak zorunda kaldı Fransa ile ilişkileri uzun süre dostça kaldı. Ama, Gallleni ile yapılan Nango (1880) ve özellikle Guri (1887) antlaşmaları Ahmadu'yu ger­ çek bir himaye yönetimini kabul etmeye zorladı. Archinard, 1889’dan başlayarak, Tukulorlar imparatorluğu'nu parçalama­ ya girişti; Segu (1890), Nıoro (1891) ve Masina (1893) ele geçirildi. Nijer ırmağı­ nın kıvrımı boyunca dört yıl süren bir göç­ ten sonra Ahmadu, Sokoto’ya gitti ve ora­ da öldü. AH M AK sıt ve a. (ar. ahmak) 1. Anla­ ma, kavrama, sezme, yargılama gücü ye­ terince gelişmemiş, duyarsız kimse için kullanılır; kafasız, ebleh, aptal. —2. Ah­ mak ıslatan, ince ince, toz gibi yağan yağ­ mur; çisenti. AH M AKANE be. (ar. ahmak ve fars. -ane’den ahmakane). Esk. Ahmakça: 'Ahmakane mukabeleye cüret edip" (Naîma, XVIII. yy.). AHM AKÇA sıf., be. Ahmak kimseye öz­ gü, ona yakışan şey, eylem için kullanı­ lır: Ahmakça bir söz. Böyle ahmakça ko­ nuşma. AH M AK İ a (ar ahmak ve fars. - i'den, ahmak-i) Esk. Akılsızlık bönlük, ahmak­ lık. AHM AKLAŞM AK gçz f. Giderek aklı, zekâsı işlemez duruma gelmek; aptallaş ­ mak. ♦ ahmaklaştırmak ettirg f. Bir kimseyi ahmaklaştırmak, onu aklı, zekâsı işlemez duruma getirmek; aptallaştırmak. AH M AK LAŞTIR M AK - A H M A K L A Ş MAK



A H M A K LIK a. Ahmak olma durumu; bu durumdaki birine uygun davranış; ka­ fasızlık. eblehlik, aptallık. AHM ÂL çoğl. a. (ar. hımfın çoğl. ahmal). Esk. 1. Yükler. —2. Ağırlıklar, ağır şey­ ler. —3. Ahmâl ü eşkal, ağır yükler. AHM AR (Tel)-> Tİl Barsip



sonra,-Stihotvoreniya 1909-1950 adlı bir antolojiyi (1961) ve yaşamının tarihsel ve metafizik bir bilançosu sayılabilecek Poema bez geroya'yı yayımladı (1963). Puşkin üzerine incelemeleri, sırp ve koreli şa­ irlerden çevirileri vardır, Ahmatova’nın şi­ irlerinden türkçeye çevrilerek yapılan seç­ meler iki ayrı kitapta (Seçilmiş şiirler, 1984; Yaban balı özgürlük kokar, 1985) yayımlandı. AHM ED --



AHM ET.



A H M E D A B A B , Hindistan’da kent(Gucerat’ın en çok nüfuslu kenti), Sabarmati ırmağı kıyısında; 2 872 865 nüf. Ahmedabad, Cambay körfezi bataklıkları kena­ rında, Bombay-Delhı yolu üzerinde stra­ tejik bir konumda yer alan çok eski bir yerleşme yöresinde gelişmiştir. Eski kent, genellikle her birinde özel bir kastın ya­ şadığı semtlere ( "pof lar) bölünmüştür. Bombay’ın yanı sıra Hindistan’ın ikinci sa­ nayi bölgesini oluşturan Ahmedabad'da, başlıca etkinlik olan.dokuma (özellikle pa­ muklu) sanayisinin yanı sıra, başka sanayi kolları da (yağ, un, sabun, kibrit fabrika­ ları, ipek işçiliği, tuhafiye gereçleri yapı­ mı, dericilik, tütün İşlenmesi, cam sana­ yisi, halıcılık) gelişmiştir. Ayrıca, gelenek­ sel el sanatları da (brokar kumaş yapımı, ağaç ve deri işlenmesi, mücevhercilik) önemini korumaktadır, • GÜZEL SANATLAR. Elliyi aşkın cami­ nin ve aralarında çok güzel mozolelerin de bulunduğu başka birçok anıtın zengin­ leştirdiği kent, XV. yy.’dan kalma birkaç tuğla yapıya karşın, çarpıcı bir üslup bir­ liği sergiler. Geniş ve alçak bir zafer takı­ nın altından geçerek Kale'den Ulu cami’ ye doğru uzanan yol, kentin eksenini oluşturur. Cesur ve çok özenli tasarımıy­ la Ulu cami (1423), kentteki en güzel anıt­ tır. Camiler, zarif minareler ve göz kamaş­ tırıcı pencere kafesleriyle bezenmiştir: Sıdı Seyyid’ln taş pencere kafesleri özellikle ünlüdür (1515) ve Muhafız Han camisi (1492) benzerlerinin en güzelidir. Ne var ki, XVI. yy.başında, dönüşü olmayan bir çöküş _dönemi başlamıştır. Resulabad (Şah-ı Âlam mozolesi, 1475), Batva(Kut-i Alam mozolesi, 1490) gibi kenar mahal­ leler de yapılar yönünden zengindir. Ca­ miler, saraylar ve bahçelerle bezenmiş Sarkhec mahallesi, kraliyet nekropolisidir. Modern kent, Le Corbusier’nin planları­ na göre gerçekleştirilmiş (1954-1957) gü­ zel belediye yapıları içerir Gandhı’nın kurduğu ünlü asram (1917). Müzeler. AH M ED AYİ, branıce söze. Tobıya'nın kitabı nda sözü edilen iblis ruhlu kışı. Ba­ yağı aşkın ve şehvet eğilimlerinin simge­ si olarak görülürdü. Kutsal kitap, Ahmedayı'nın, Raguel’in kızı Sara’nın ilk yedi kocasının art arda öldürttüğünü, Tobya' nin, Sara’ya evlenme teklifinde bulundu­ ğunu; dua ve tövbe istiğfar yoluyla şey­ tanı alt ettiğini söyler. Mahşer’ı konu alan edebiyatta, Talmudda ve büyücülükle il­ gili Batı kaynaklarında da Ahmedayi'nin adı geçer. —Ahmedayı, evlerin çatılarını kaldırıp içerisindeki insanların sırlarını or­ taya döken bir topal şeytan kılığında, ıspanyol halk edebiyatı ve folklorunun, Luıs Velez de Guevara (1641) ile Lesage ın (1707) romanlarının bir kişisi olarak da karşımıza çıkar. F.Maurıac ise ilk oyunu­ na (1938) başlık olarak onun adını seçti.



AHM ATO VA (Anna Andreyevna GOR E N K O . — denir), sovyet şair (Odesa 1889-Moskova 1966). ilk kocası Gumılev'le akmeci okulun kuruluşuna katıldı; Derjavin ve Annenskiy'in etkisinde kala­ rak. hüzünlü bir içebakışla mistik coşku­ nun oluşturduğu klasik tarzda şiir kitap­ ları yayımladı (Veçer, 1912; Çyotki, 1914; Belaya Staya, 1917). Sovyet devrimıyle pek uyuşamayan Ahmatova, iç savaşın anılarıyla dolu içtene! bir lirizme yöneldi, ama ülkesinden ayrılmayı reddetti (Podorejnık, 1921; Anno Domını MCMXXI, 1922). Uzun bir suskunluk dönemi geçir­ dikten sonra yalnızlık içinde, Trotsnik des­ tanının (1924-1944) ve İlerde tamamlaya­ cağı Rekviem’inin (1935-1940) dizelerini yazdı. Nazi saldırısı, onda, zafere inanan gerçek bir sovyet şairinin yurttaşlık duy­ gularını uyandırdı (Vent de guerre [fr. çev.], 1942-1944). 1946’da yapıtları san­ sür edilen Ahmatova, ancak Sovyetler bır-



AHMEDİ a. Nümısm. Tolunoğulları’ndan Ahmet bin Tolun’un (868-884). Mısır’ da kendi adına kestirdiği dinar değerin­ de altın sikke. — A n s i k l . Müslümanların fethinden son­ ra bir emirlik biçiminde yönetilen Mısır’ da önceleri emevi, sonraları da abbasi



lıöı k o m ü n is t D a rtis i'n in X X



h a li f e l e r i n i n s i k k e l e r i k e s ili r d i



k n n n re s ın rla n



AHMEDİ sıt (ar ahmed ve - i'den ahmed-î). 1. Müslüman. —2. Hz. Mu­ hammet'in adlarından biri olan Ahmet’e bağlı anlamına kullanılırdı (Musa'ya bağ­ lı olana "musevi" denilmesi gibi).



A h m e t hm



Tolun, Mısır’da kestirttiğı yeni sikkelerin arka yüzlerinde yer alan abbasi halifesi­ nin adının altına kendi adını da ekletti. Bundan dolayı Ahmedi olarak adlandırı­ lan bu sikkeler, ayarlan açısından El-Sindi bin Şahık ve Mutasım’ın sikkelerinden da­ ha üstün nitelikteydi.



203



AHM EDİ, Kuveyt’te kent, başkent Ku­ veyt’in güneyinde, petrol çıkarılan bölge­ de; 21 300 nüf. AHM ED İ, asıl adı Tacettin İbrahim bin Hızır, türk şair (? 1330-? 1413). Germiyan Beyliği bölgesinde Uşak ve Kütah­ ya’da doğduğu ileri sürülmüştür. Baba­ sının adı Hızır’dır. Kütahya’da öğrenim gördükten sonra Kahlre’de Şeyh Ekmeleddin'in öğrencisi oldu, islami bilimler ya­ nında tıp ve matematik okudu Dönüşün­ de bir süre Aydınoğulları’nın hizmetinde bulundu. Mirkat ûl-edep, Mizan ül-edep, Miyah ül-edep gibi kitaplarını Aydınoğlu İsa Bey’in öğrenimi için kaleme aldı Germiyan beyi Süleyman Şah'ın hocası ve danışmanı oldu, Murat l’in Germiyan’ı ele geçirmesinden sonra Osmanlılar’ın hiz­ metine geçti. Germıyan'a vali olarak ge­ len Yıldırım Bayezit'in yanında bulundu. Ankara savaşı'ndan sonra bir süre Ti­ mur’un himayesinde yaşadı. Bursa’da Emir Süleyman’ın hizmetine girdi. Cemşid ü Hurşit, Tervih ül-ervah gibi mesne­ vilerini sunduğu şehzadenin ölümünden sonra Mehmet Çelebi’nin hizmetinde ça­ lıştı. 80 yaşını aşmış olarak Kütahya'da, bir söylentiye göre ise, Amasya'da öldü. Divan edebiyatının kuruluş döneminde İran şairlerinden alınan ortak öğelere ye­ rel nitelikler ekleyen ve özellikle dindışı ko­ nuları işleyen; sevgi, içki, doğanın güzel­ likleri gibi temaları ele alan şiirleriyle ta­ nındı. Divan’ı halk diline dayanan kelime dağarcığı, özentisiz, sade söyleyişiyle dik­ kati çeker. Ömer bin Mezit, Mecmuat ün -nezair'de onun şiirlerine Dehhani, Ahmet Daı, Şeyhoğlu, Şeyhi, Şeyyat Hamza, Ne­ simi gibi şairlerin nazireler yazdığını, onun da Ahmet Dai, Dehhani gibi çağdaşları­ na nazireleri bulunduğunu göstermiştir. XIV. yy.'da ibn-i Kemal, Bakı gibi ozanla­



Ahmatova



Ahmedabad Dharma ya adanan Hathı Sıngh'teki cayna tapınağından bir görünüm (1848)



Ahmedi 204



Ahmet I ve tuğrası Topkapı Sarayı müzesi



rın da Ahmedi’ye yazdıkları nazireleri var­ dır. Fuzuli Leyla vü Mecnun'unda. Ana­ dolu’da mesnevi yazanlar arasında Şey­ hi ile birlikte onun adını anar. Yapıtlarından iskendername, Make­ donya kralı Büyük İskender’in yaşamını, Doğu ülkelerindeki fetihlerini anlatan bir mesnevidir. Burada İskender'in tarihsel kişiliğine dayanan bilgiler yanında dinsel -destansı motifler de yer alır. Olgun insa­ nı yetiştirecek bir ders ve öğüt kitabı ni­ teliği taşıyan bu mesnevi din, tasavvuf, ahlak, felsefe, coğrafya, tıp, siyaset gibi alanlarda bilgileri içerir. Yapıtın bir bölü­ mü de İran destanına göre ilk insan olan Keyumers ile başlayıp Emir Süleyman ile sona eren dönemin dünya tarihi özetidir Buradaki "mevlid” bölümünde Hz. Mu­ hammet'in doğumu, Mekke’den Medi­ ne’ye göçü, Mirac'ı, mucizeleri, ahlakı, ölümü gibi konular Süleyman Çelebi'nın ünlü Mevlid'i (Vesilet ün-necat) ile benzer­ likler gösterir. Atımedi’nin Mevlid'inde Sü­ leyman Çelebi’den farklı ve daha ayrıntı­ lı yerler de bulunmaktadır. Bursalı Süley­ man Çelebi aynı kentte yaşamış olan Ahmedi’den iki yıl sonra Mevlid'ini yazmış­ tı. Süleyman Çelebi’nin Ahmedi ile görüş­ tüğü, ondan etkilendiği, hatta yapıtını ona özenerek kaleme aldığı ileri sürülmüştür iskendername'nin "Dasitan-i tevarıh-ı m ûlûk-iâl-i Osman" başlığını taşıyan bö­ lümü ise, manzum ilk osmanlı tarihi ola­ rak değer taşır. Ahmedi'nin Cemşid ü Hurşit adlı ikinci büyük mesnevisi Çin'de egemen bir hü­ kümdarın Cemşıt adlı oğluyla Rum kay­ serinin kızı Hurşit arasındaki aşk serüve­ nini konu edinir. iskendername1yi yazarken İran şairleri Firdevsi ile Genceli Nizami’nin; Cemşidü Hurşit'te ise Selman-ı Saveci'nin mesne­ vilerinden yola çıkan Ahmedi, farsçadan çevirdiği türlü bölümlere türk tarihinden, çağının yaşamından ve halk inançların­ dan söz eden özgün bölümler de ekle­ miştir. Ahmedi’nin yapıtları arasında tıp, ast­ ronomi, matematik konularını ele alan manzum Tervih üt-ervah, arapça-farsça manzum sözlüğü-M/rkaf üi-edep, arapçanın sözdizimi ve dilbilgisi Mizan üi-edep ve Miyar üi-edep de bulunmaktadır. ( — Kayn.) AHMEDİYE a. Halvetilik ve şazelilik ta­ rikatlarının birer kolunun adı. Halvetiler ahmediye koluna orta kol da derler Yi­ ğitbaşı adıyla da bilinen Şeyh Ahmet Şemsettin (öl. 1504) tarafından kurulan bu koldan bahuriye, sınanıye. ramazaniye. mısriye, cerrahiye ve unakiye kollan türe­ miştir. A hm ediye, 1889’da Hindistan’da, Mir­ za Gulam Ahmet tarafından kurulan re­ formcu müslüman cemaat. 1908'de ölen Ahmet’in fikirleri, müslümanlar, hindular ve hırıstiyanlar arasında çok tartışıldı. Bu cemaat iki ayrı topluluğa bölündü. Genel merkezlerinden biri Pakistan'da Lahor’ da, öbürü Rabva’da bulunan bu topluluk Avrupa'da büyük bir misyonerlik etkinli­ ği gösterdi. Daha etkin ve daha batılı olan Lahor topluluğu, İngiltere'de çok güçlüdür A h m e d iye , Ahmet* Mürşidı'nin öğreti­ ci ve öğüt yollu mesnevi tarzında man­ zum dinsel yapıtı (XVIII. yy.). Döneminde halk tarafından okunmuş, birçok kez de basılmıştır (ilk basımı: 1863). Kimi kaynak­ larda yanlış olarak Ahmet Bican’ın yapıtı olarak gösterilir Ahmet Mürşidi, yapıtını Aydınlı Müridi nin Pendname'sine nazire olarak yazdı ve buradan on sekiz hikâyeyi kendi kitabına aldı. Ahmediye on bin beyitten fazladır. XVIII. yy.’da yazılmasına karşın XIV. yy.'ın birçok dil özelliklerini taşır. Kısa bir giriş­ ten sonra, ana baba ve komşuluk hakla­ rı, namus, hırs, zenginlik, yoksulluk, iha­ net, tütün, simya, sihir, alışverişte hileye girişenler tanıklık, zina, halka acı soz soy



leyenler, saz çalma vb. gibi konular ele alınmıştır. Her bölümün sonunda çeşitli hi­ kâyeler yer alır. A h m e d iye . Kur. tar. Mahmut ll’nin ye­ niçerilerin yeni odalarının bulunduğu ye­ re verdiği ad. Yeniçerilik kaldırıldıktan sonra (1826), yeni ve eski odalar adındaki kışlalar yıktırıldı. Eski odaların bulunduğu yere fevziye, yeni odaların bulunduğu ye­ re ise ahmediye denildi. AHMEDİYE a. (Ahmet lll’ün adından). 1. Çatma adlı dokumanın Ahmet III ve sadrazam Damat İbrahim Paşa dönemin­ deki örneklerine verilen ad. Üsküdar ve Bursa’da dokunur, daha çok döşemelik olarak kullanılırdı. (-> Ç A T M A .) —2. Kırmı­ zıya çalan mor ya da turuncu ipekten, üzeri yaprak desenli, ucu püsküllü bir tür bohçalık kumaşa ve bundan yapılan sa­ rığa verilen ad. A H M ED NAG AR, Hindistan'da (Maharaştra) kent. Bombay’ın doğusunda; 181 015 nüf. Pamuk pazarı. 1494’te ku­ rulan kent, 1599’da moğol imparatoru Ekber Şah l’in, 1760’ta Maratalar’ın, 1803’te Ingilizler’in eline geçti. Evrengzib, 1707’de orada öldü ve söylentiye göre orada gömüldü. AHMER sıf. (ar. ahmer). Esk. Kırmızı, kı­ zıl: "Lâle-veş gerçi ruyi ahmer olur" (Nev’i, XVI.yy.). AHMERAN ya da AHMEREYN çoğl а. (ar. ahmer'in ikili çoğl. ahmeran. apmereyn). Esk. 1. iki kırmızı şey; şarapla et. —2. Altın ile safran. AHMEREYN • A H M E R A N A H M ES ( O’nu ay yarattı" anlamında), birçok mısır kraliçesinin taşıdığı ad. Ahmes Nefertari, Ahmosis’ın eşi;Teb yer­ altı mezarlığının koruyucusu olarak ken­ disine tapılırcY(İ.Ğ). XVI.-İ.Û. XV yy.). —Ahmes, Tutmosis l’in eşi, kraliçe Haçepsut’ un annesi (İ.Ö. XVI. yy.). AHMET ya da AHMED sıf. (ar. abmed) Esk. Çok övülmüş, en çok övülen. AHM ET, Hz. Muhammet’in, müslümanlar tarafından kullanılan adlarından biri. Mahmut (övülen), Hamıt (yüksek derece­ de Allah’ı öven) sözcüklerinin üst düzey­ deki biçimi. Hicri II. yy.’ın başlarından sonra kullanılmaya başlandı. Bu adın müslümanlarca Hz. Muhammet'e veril­ mesi, Kuran’ın Saf suresinin (LXt) б. ayetine dayanır Bu ayette Hz. İsa israiloğulları’na ‘ ...Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, adı Ahmet olan peygamberi de müjdeleyicı olarak geldim" der. Incil’de bu ayete pa­ ralel bir parça yoktur. Ancak, Ahmet'in, incil’de "ünlü’’ anlamına gelen Periklytos'un çevirisi olduğu öne sürülür.Periklytos'un ise, incıl’de (Yuhanna XIV, 16; XV, 23-27) geçen Parakietos sözcüğünün bozulmuş biçimi olduğu sanılmaktadır. Sözcük Yuhanna İncilinde "tesellici" an­ lamına kullanılarak türkçeye şu biçimde çevrilmiştir: "Ben de Babaya yalvaraca­ ğım, ve o size başka bir Tesellici. Haki­ kat Ruhu’nu, verecektir; ta ki, daima si­ zinle beraber olsun (XIV, 16)’’. Hıristıyanlar, Parakietos'un Ruhu'l-Kudüs ya da doğrudan Hz. İsa’nın kendisi anlamına geldiğini öne sürerler Müslümanlar ise, Saf suresinin 6. ayetine dayanarak Ah­ met'in Hz.Muhammet’in adlarından biri olduğunu kabul ederler. AHM ET, Selçuklu emir (XI. yy.). Sultan Melikşah’ın emriyle Bizans komutanı Gregorios Bakurian’ın üzerine yürüdü. Bakurıan’ın emrine giren gürcü kralı Georgiy ll’yi yenerek Oltu, Erzurum, Kars'ı, Türk­ menlerle bırleşerek de Çoruh vadisini ele geçirdi (1080). AH M ET, türk şehzade (Amasya 1465Bursa 1513). Bayezit ll'nin büyük oğlu Babasının sultanlığı sırasında Amasya va­ liliğine getirildi (1481) Küçük kardeşi Ya­ vuz Sultan Selim'ın padişahlığına karşı



çıktı. Bursa yakınlarında Yenişehir ovasın­ da, kardeşiyle yaptığı savaşı kaybetti (1513) ve idam edildi. AH M ET, türk şair (XV.yy.). Yaşamı ve M evlidi dışındaki yapıtları konusunda hiç­ bir bilgi yoktur. Hz Muhammet’in doğu­ munu konu edinen Mevlid (1468-1469), Süleyman Çelebi'nin ünlü yapıtından (Ve­ silet ün-necat, 1409) sonra bu konuda ya­ kılmış en başarılı örnek sayılır. Mevlid'deki ünlü "Merhaba bahri” nin asıl sahibinin Ahmet olduğu, Süleyman Çelebi’nin ya­ pıtına bu bölümün sonradan hemen he­ men aynen eklendiği ileri sürülmektedir. AHM ET içkoz, türk yay ustası ve okçu (XV. yy.). Ünlü okçu pehlivan Tozkopa­ ran, onun yaptığı yaylarla 1271 gez (839 m) ve 1279,5 gezlik (845 m) atışlarıyla iki rekor kırdı, AHM ET Dukakinzade, türk şair, tasav­ vuf adamı (öl. İstanbul 1556). OsmanlIlar’ dan önce, Arnavutluk’ta işkodra yöresini ele geçirip egemenlik süren Dukakin (Dug-gin) beyleri soyundandır. Büyükba­ bası Ahmet Paşa, Yavuz Sultan Selim’in vezirlerindendi. Babası Mehmet Paşa, Bayezit ll’nin kızlarından Gevher-i Mülûk Sultan'la evlenmiş, Dukakinzade Ahmet bu evlilikten doğmuştu. Zeamet mutasar­ rıflığı yaptı, sancak zaimliğinden ayrılarak yaşamını dünyadan el etek çekmiş, melamet yolunu benimsemiş bir tasavvuf adamı olarak tamamladı. Divan'ı, melamilerin görüşlerim yansıtan coşkulu, etki­ leyici şiirlerden oluşur. Şiirleri Ahmet Sarban'ınkilerle karışmış,bu iki şaırınaynı ki­ şi olduğu da ileri sürülmüştür. AHM ET B u rsa lı, Pârepârezade, türk divan şairi (? - Tırhala 1560). Kazasker Fenarizade Mehmet Efendi’nin hizmetine girdi. Müderrislik yaptı. Silivri, ardından Tırhala kadılığına atandı. Silivri’de kadı olarak bulunduğu sırada Kanuni Sultan Süleyman’ın fetihlerim an­ latan ve Şehname'yi örnek alan manzum bir osmanlı tarihi yazdı. Şiirlerinde Lamii' nin etkisi görülür aAHMET I (Manisa 1590-istanbul 1617), türk padişah (1603-1617). Mehmet lll'ün Handan Sultan'dan olan oğlu. Babasının yerine tahta çıktı. Kardeş katli geleneği­ ne son vererek kardeşi şehzade Musta­ fa’yı öldürtmedi ve Osmanlı hanedanının en büyük erkek evladının padişah olma­ sı kuralını koydu Murat III ve Mehmet III dönemlerinde devlet yönetimine olumsuz etkilen olan büyükannesi Safiye Sultan’ı saraydan uzaklaştırdı. Tahta çıktığında Osmanlı devleti doğuda İran, batıda Avusturya ile savaş durumundaydı. Do­ ğu cephesine Cigalazade Sınan Paşa’yı, batı cephesine sadrazam Malkoç Yavuz Ali Paşa’yı serdar atadı. Kışı Karabağ’da geçirmek isteyen Sinan Paşa, ordu ileri gelenlerinin zorlamasıyla, askerini dağıta­ rak Van'da konakladı. Bundan yararla­ nan Şah Abbas I, Van’a saldırınca Erzu­ rum'a çekilmek zorunda kaldı. Daha son­ ra, Selmas’ta İran kuvvetleri karşısında bozguna uğradı (1605). Yavuz Ali Paşa, Belgrad’da ölünce sadrazamlığa atanan Lala Mehmet Paşa, Peşte, Vaç (VVaitzen) kalelerini (1604) ele geçirdi. 1595’te yiti­ rilen Estergon’u geri aldı (1605). Uyvar, VVeszprim, Polata kaleleri Türkler’in eline geçti. Doğu serdarlığına atanan Lala Mehmet Paşa bu görevine başlamadan İstanbul'da öldü. Yerine Derviş Mehmet Paşa getirildi. Batı cephesi serdarı Kuyu­ cu Murat Paşa, Avusturya ile Zitvatoruk* antlaşması'nı yaptı (11 Kasım 1606) Ahmet I, Avusturya ile savaş sona erin­ ce iç sorunlara döndü. Anadolu’yu kasıp kavuran Celali ayaklanmalarına karşı sad­ razamlığa getirdiği Kuyucu Murat Paşa ile Tiryakı Haşan Paşa’yı görevlendirdi. Ayaklanmacıların büyük bölümü ortadan kaldırıldı; elebaşılardan Canbulatoğlu Alı Paşa ve Kalenderoğlu sındırıldı. Ahmet I, kendisine sığınan Canbulatoğlu'nu bağış­ layıp Tameşvar’a atadı, sonra da Belgrad’



Ahmet III da öldürttü. Kalenderoğlu ise İran'a kaç­ tı. İran seferiyle görevlendirilen Murat Pa­ şa ölünce, yerine getirilen Nasuh Paşa Iranlılar'la Osmanlı devletine yılda 200 yük ipek vermeleri koşuluyla bir antlaşma yaptı (1611). Donanmanın güçlenmesine önem veren Ahmet I, on yeni kadırga yaptırdı. Kaptanıderya Halil Paşa Akde­ niz’in güvenliği için Malta ve Floransa kor­ sanlarıyla başarılı savaşlar yaptı; Malta kı­ yılarını yağmaladı, Trablusgarp’ta Sefer Dayı’yı cezalandırdı. Donanmanın Akde­ niz'de bulunmasından yararlanan Kazak­ lar, Sinop’a baskın yaptılar, Nasuh Paşa’ nin yaptığı antlaşmaya uymayan İran'a savaş açıldı (1615). Ahmet I, sadrazam Damat Mehmet Paşa’yı İran seferiyle gö­ revlendirdi, Revan'daki başarısızlığı üze­ rine de, yerine Halil Paşa'yı atadı. Ahmet I, uzun süren bir mide hastalı­ ğından sonra öldü. Hüküm sürdüğü dö­ nemde güçlü bir yönetim kurdu. Ayaklan­ maları şiddetle bastırdı; sadrazamları Der­ viş Mehmet ve Nasuh paşaları idam et­ tirmekten çekinmedi. Dindardı; Selim II' nin kaldırdığı içki yasağını yeniden koy­ du. Şiirlerinde Ahmet Han ve Bahti mah­ laslarını kullandı. Ayasofya karşısında mi­ mar Mehmet Ağa’ya yaptırdığı aitı mina­ reli cami (Sultanahmet camisi) ile çevre­ sindeki semt onun adını taşır.(-*Kayn.) AHM ET II (İstanbul 1643-Edirne 1695). türk padişah (1691-1695). Sultan İbra­ him'in ikinci haseki Muazzez Suttan’dan olan oğlu. Şehzadeliğini sarayda kapalı geçirdiğinden iyi bir öğrenim göremedi. Kardeşi Süleyman ll’nin yerine tahta çık­ tığında, Osmanlı devletini ikinci Viyana kuşatmasını izleyen savaşlar içinde bul­ du. Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa’nın Salankamen’de şehit edilmesi (1691), ardından ordunun Belgrad’a çe­ kilmesi üzerine zor durumda kaldı. Sad­ razamlığa getirdiği Arabacı Ali Paşa se­ fere çıkmaktan kaçındı. Kamaniçe’yi ku­ şatan Lehliler, isakçı yakınlarına İndiler­ se de Kahraman Paşa tarafından püskür­ tüldüler. Bir süre sonra da Varat’ı (Gross-Wardein)ele geçirdiler (1692).Sefere çı­ kan yeni sadrazam Hacı Ali Paşa, Belgrad kalesini güçlendirip geri döndü. Aynı yıl Venediklilerin, Girit’te Hanya kalesine sal­ dırıları püskürtüldü. Ahmet II, Defterdar Ahmet Efendi’nin azline karşı çıkan Hacı Ali Paşa’nın yerine, Bozoklu Mustafa Paşa’yı atadı. 1693 te Erdel seferine çıkan Mustafa Paşa, Avusturyalılar’ca kuşatılan Belgrad’a yöneldi; Avusturyalılar’ın geri çekildiğini öğrenince, kaleyi onartıp geri döndü. Kızlarağasının etkisinde kalan Ah­ met II, Mustafa Paşa’nın görevine son ve­ rerek, Sürmeli Ali Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Bu sırada Venedikliler Dalmaçya’ da Gabella kalesini ele geçirdiler (1694). Sürmeli Ali Paşa Varadin’i kuşattıysa da kaleyi ele geçiremedi (1694) Aynı yılın eylülünde Sakız kalesi Venediklilerin eli­ ne geçti.Öte yandan, Suriye’de Sürhanoğulları ile Dürzi Maanoğulları; Irak ve Hicaz bölgesinde ise Arap kabileleri ayak­ lanarak karışıklık çıkardılar. Ahmet II, iç ve dış sorunlarla başa çıkabilmek için haf­ tada iki kez toplanan divanı hümayunu dört kez toplamaya başladı. Hastayken bile divan görüşmelerini izledi. Edirne sa­ rayında öldü; cenazesi İstanbul’a getiri­ lerek, Kanuni Sultan Süleyman’ın türbe­ sine gömüldü. ( —Kayn.) AHM ET (İshak Hocası—denir), türk bi­ lim ve tasavvuf adamı, şair (Aydın ?-Bursa 1708). Aydın’da başlayan öğrenimini Şir­ van’da tamamladı Bursa medreselerin­ de ders okuttu. Bursa zenginlerinden is­ hak Efendi’nin oğluna da ders verdiği için “ ishak Hocası" diye anıldı. Niyazi-ı Mısri’ye bağlanarak tasavvufta halvetilik yo­ lunu benimsedi. Ahmedi takma adıyla türkçe, Hoca takma adıyla da farsça şiir­ ler yazdı. Dil (Zemahşeri’nin Mukaddimet ül-edeb'i), mantık (Teftazani’nin Tehzib ül -mantıki), din (Beyzavi’nin Envar üt-tenzil adlı tefsiri, Tirmizi’nin Şemailname'si) ko­



nularında çeviri ve şerhleri, müspet bilim­ lerle ilgili kitapları (Risale-i irtifa, Daire-i hendesiye şerhi, Sandukat ül-maarif) var­ dır. Kırk hadis çevirisi ile Mareume-i akaid, türkçe ve farsça manzum Vahdetname-i âlemengiz gibi yapıtları da vardır. AH M ET I I I (Hacıoğlupazan 1673 - İs­ tanbul 1736), türk padişah (1703-1730). Mehmet IV ile Rabia Gülnuş Emetullah Sultanin oğlu,Mustafa III ve Abdülhamit Un babası.Edirne* vakası adı verilen ayaklanma sonucunda kardeşi Mustafa It’nin yerine Edirne'de tahta çıkarıldı (23 ağustos). Yeniçeri zorbalarının isteği üze­ rine Kavanoz Ahmet Paşa'yı sadrazamlı­ ğa, imam Mehmet Efendi'yi şeyhülislam­ lığa atamak' zorunda kaldı. İstanbul'a döndükten kısa süre sonra bostancıların ayaklanma girişimiyle karşılaştı, bunlara şiddetle karşı koyarak 700 kadar bostan­ cıyı saraydan çıkardı. Damat (Enişte) Ha­ şan Paşa’nın yardımıyla Edirne vakasını düzenleyenlerin tasfiyesine başladı. Ayak­ lanmacıların en kudretlisi olan yeniçeri ağası Çalık Ahmet Paşa'yı Rodos’a süre­ rek boğdurttu. Kavanoz Ahmet Paşa'nın yerine Damat (Enişte) Haşan Paşa’yı sad­ razamlığa getirdi. Saltanatının ilk yedi yı­ lında yedi sadrazam değiştirmek zorun­ da kalan padişah, daha çok devletin iç sorunlarıyla uğraştı.



Ahmet III ve tuğrası Topkapı Sarayı müzesi



Avrupa'da süren ispanya Veraset sa­ vaşları ile Rusya-isveç arasındaki savaş­ larda tarafsız kalmaya çalıştı. Poltova’da Ruslar’a yenilen İsveç kralı Kari Xll'nin (Demirbaş) osmanlı topraklarına sığınma­ sını izleyen gelişmeler karşısında Rusya' ya savaş açmak zorunda kaldı (1711). Sadrazam ve serdarıekrem Baltacı Meh­ met Paşa komutasındaki osmanlı ordusu Prut'ta rus kuvvetlerini kuşattı.(— PRUT SAVAŞI.) Ruslar’ın barış istemesi üzerine Prut antlaşması imzalandı (23 temmuz 1711). Antlaşmayla sağlanan sonuç ka­ muoyu ve özellikle Baltacı’nın rakiplerin­ ce olumlu karşılanmadı. Bunun üzerine Ahmet III, Edirne'ye dönen Baltacı'yı gö­ revden alarak yerine Gürcü Yusuf Paşa’ yı getirdi ve antlaşma hükümlerini uygu­ lamaktan kaçınan Rusya’ya karşı yeni bir sefer düzenlemek üzere Edirne'ye gitti



(1712). Felemenk (Hollanda) ye İngiltere elçilerinin arabuluculuğuyla İstanbul'da yapılan görüşmeler sonunda (16 nisan 1712) Ruslar'ın antlaşma hükümlerini kıs­ men yerine getirmeleri sağlandığından seferden cayıldı. Kari Xll’nin ülkesine dönmesi sorunu, Osmanlı devletini bir sû­ re daha uğraştırdı. Bu yüzden çıkan Osmanlı-Rus anlaşmazlığı Damat Ali Paşa'nın sadrazamlığında Edirne antlaşma­ sınla çözüldü (24 haziran 1713). Antlaş­ maya göre Kari XII ülkesine döndü; Azak kalesi Osmanlılar'a bırakıldı; Eflak -Buğdan'a yönetici olarak Fenerli rum beylerinin gönderilmesine karar verildi. Ahmet III, böylece Karlofça barışı ile kay- i bedilen toprakların bir kısmını geri almış oluyordu. Sıra Venedik’e gelmişti. Mora'yı ele geçirmek amacıyla Venedik’e savaş açıldı. Orduyla birlikte Edirne'ye giden Ahmet III, sadrazam Damat Ali Paşa'yı serdarıekremllkle Mora üstüne gönder­ di (1715). Bu sefer sonunda Mora yeni­ den osmanlı topraklarına katıldı. Çuha (Çerigo), istendil (Tinos) adalarıyla Girit' te Venediklilerin elinde bulunan Suda ve Spinalonga kaleleri ele geçirildi. Venedik seferinin kazançlarından vazgeçilmesini isteyen Avusturya'ya savaş açıldı. Damat Ali Paşa’nın şehit olması üzerine osmanlı ordusu Varadin’de Avusturya kuvvetleri­ ne yenildi (5 ağustos 1716). Belgrad Avusturyalılar’ın eline geçti (18 ağustos). Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın çabalarıyla imzalanan Pasarofça* antlaşması’yla (21 temmuz 1718) savaşa son verildi. Bundan sonra batıda Avus­ turya, Venedik ve Ruslarla iyi ilişkiler ku­ Ahmet il ve tuğrası ruldu, Topkapı Sarayı müzesi Pasarofça antlaşması’ndan sonra, İran savaşları dışında, uzun süren bir barış dö­ nemi başladı. Lale" devri(1718-1730) adı verilen bu dönemde, devlet adamlarında önemli zihniyet değişikliği oldu. Devlet yö­ neticileri uzun savaş yıllarının yorgunluğu­ nu unutmak istercesine zevk âlemlerine daldı. Batılı yaşam biçiminin kimi öğeleri sınırlı da olsa ülkeye girmeye başladı. Fransız bahçeleri örnek alınarak köşkler, bahçeler yapıldı. Ahmet III ve vezirlerinin çevresinde, doğu yaşamından esin ara­ yan ressamlar (Van Moor gibi) görülme­ ye başladı. Kâğıthane, yeniden düzenlen­ di. Fenerbahçe, Aynalıkavak, Sadabat, Bebek, Kalender, Florya ve Sultaniye köşkleri yapıldı. İbrahim Müteferrika’nın girişimiyle ilk türk basımevi kuruldu (1727). Avrupa'dan subay, mühendis ge­ tirtilerek orduda yenilik yapılmaya çalışıl­ dı. Tulumbacı ocağı kuruldu, ilk kez üç ambarlı kalyonların yapımına başlandı. Kütahya ve İzmit’teki çini fabrikaları yeni­ leştirildi, İstanbul’da bir çini, Yalova’da da bir kâğıt fabrikası açıldı. Bir bilim kurulu­ na doğu ve batı dillerinden çeviriler yap­ tırıldı. Saray’da ve İstanbul’un çeşitli semt­ lerinde kütüphaneler kuruldu. İran'da 1694‘ten beri süren karışıklık, Şirvan ve Dağıstan bölgesindeki sünni müslümanların Osmanlı devletinin hima­ yesini istemeleri ve Ruslar’ın İran’a inme girişimleri karşısında İran’a savaş açıldı, 1723'te Tiflis, 1724'te Hoy ele geçirildi. Bu sırada Ruslar’ın Derbent ve Bakû ka­ lelerini işgal etmesi Osmanlı-Rus ilişkileri­ ni gerginleştirdi. Fransız elçisinin aracılı­ ğıyla imzalanan İstanbul antlaşması (İran mukasemenamesi) ile Osmanlı devleti ile Rusya, İran’ın paylaşılması konusunda anlaştı (24 haziran 1724), Osmanlı dev­ leti, payına düşen Kirmanşah, Hamedan, Revan ve Şiraz’ı işgal etti.isfahan’da şah­ lığını ilan eden Eşref, Hamedan seraske­ ri Ahmet Paşa'yı yendiyse de (1726) Osmanlılar'ın İran’daki fetihlerini tanımak zo­ runda kaldı (Hamedan barışı, 1727). Af­ şar Türkleri’nden Nadir, Tahmasp II adı­ na Nehavend ve Hamedan’ı geri aldı (1729), İran’daki başarısızlıklar, devlet adamlarının gösterişli yaşayışı, halkın hoş­ nutsuzluğunu artırdı. İstanbul'da bir esnaf ve yeniçeri ayaklanması (-► PATRONA HA­ LİL AYAKLANMASI) ile Lale devri sona er­



205



Ahmet pının yüzlerinde çeşmeler, köşelerde ka­ di (28 eylül 1730). Ahmet III tahttan çekil­ bartmalı selsebiller ve burmalı sütunlar mek zorunda kaldı. Bir süre Saray'da ka­ vardır. Yapı, rokoko bezemeleri, şair Ne­ palı yaşadıktan sonra 1 temmuz 1736’da dim, Şakir, Kırımlı Mustafa Rahmi’nın di­ öldü; Yenicami türbesine gömüldü. Şair, zelerinden oluşan, bir bölümü Ahmet III hattat ve münşi olan Ahmet III, bilim ve imzalı sülüs yazıtlarıyla türk çeşme mimar­ sanat adamlarının koruyucusuydu. Üskü­ lığının öncü örneklerindendir, dar’da annesi adına bir cami (Valdei ce­ dit, Yeni valide camisi), Bebek cami ve B A h m « t III kü tü p h a n e s i, İstanbul'da külliyesini, Ayasotya karşısında kendi adı­ tarihsel kütüphane (1719). Topkapı Sarayı nı taşıyan çeşmeyi yaptırdı. (-* Kayn.) enderun avlusundadır. XVIII. yy. osrrranlı mimarlığının özgün örneklerinden olan ■ A h m e t f il ça d ırı, sadrazam Nevşehir­ yapı, kitapların nemden korunması ama­ li Damat İbrahim Paşa’nın, İran seferi için cıyla bodrum katı üzerine kurulmuşyaptırdığı Otağı hümayun (XVIII.yy. ilk ya­ rısı). Türk çadır sanatının özgün bir örne­ tur.Kubbeli orta mekânın üç yanında, bo­ yalı alçı bezemeli tonozlarla örtülü oturma ği olarak nitelenen, altın sırma işlemeli ça­ yerleri vardır. Duvarları kaplayan İznik dır, Üsküdar alanına kurulmuştu. Kapı üs­ çinileri, renkli cam işçiliği, fildişi bezemeli tüne, divan şairi Dürri’nin bir kıtası işlen­ alt pencere kapaklan, bükme gümüş tel mişti. kafesli ahşap dolapları dönemin beğeni­ A h m e t III ç e ş m e le ri, İstanbul’da iki sini yansıtır. Kütüphanenin vakfiyesi Nev­ çeşme. Birincisi Topkapı Sarayı Babıhüşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından dü­ mayun’u önündedir. Ahmet III döneminde zenlenmiştir (1719). Burada arapça, fars­ Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, başmimar ça ve türkçe olmak üzere, çoğu İslam bi­ Mehmet Ağa’ya yaptırdı (1728 / 1729). limlerine ait yaklaşık 20 000 el yazması Ahmet lil çeşmesi Yapı, mimarlığı ve bezemeleriyle türk ro­ kitap, değerli haritalar, batı dünyasının es­ koko üslubunun önemli örneklerindendir. Sultanahmet-istanbul ki baskı kitapları ve çoğu İslam dünyasın­ „ | | ^ ■â’ ®



dan yaklaşık 15 000 minyatür bulunmaktadır. Yapı, Topkapı Sarayı müzesi enderun kütüphanesi adıyla da bilinir. AHM ET Hacı, Halife,türk mimar(XVIII. yy.). Mustafa III döneminde başmimarlık yaptı (1767-1771). Deprem sonucu yıkılan Fatih camisi’nin yeniden yapımını yö­ netti. AHM ET Hazine, türk tezhip ve cilt sa­ natçısı, hattat (XVIII. yy.). Yaşamına ilişkin bilgi yoktur, ancak sanından ötürü sara­ yın hazine dairesinde görevli olduğu sa­ nılmaktadır. Topkapı Sarayı müzesi kütüphanesi'ndekı Ahmet III tuğralı albüm­ de imzası vardır. Albümün cildi, bezeme­ leri ve kabındaki talik yazı, sanatçının ba­ şarısını göstermektedir. AHM ET Mahmutoğlu, türk ruznamçeci (XVIII,yy.). Taşra kâtibi, ruznamçeci ve mevkufatçı oldu. Ahmet III dönemindeki olayları içeren Münşeat'mcla 1711 Prut seferinden 1725’e kadark.i olayları ayrın­ tılı biçimde anlatır, 1759’a kadarki olay­ lara ise kısaca değinir. Yapıtın İsveç kralı Kari Xll’nın Osmanlı devletinde bulundu­ ğu döneme ilişkin bölümü, Akdes Nimet Kurat tarafından belge ve eklerle birlikte yayımlanmıştır (1943)



Ahmet III çeşmesi Üsküdar-istanbul



AHM ET Seyit, türk tezhip sanatçısı (XVIII.yy.). Yaşamına ilişkin bilgi yoktur, ancak Topkapı Sarayı müzesi kütüphanesi’nde bulunan 1791 tarihli bir Kuran’da Seyit Ahmet imzası bulunmaktadır. Üslu­ bunda klasik osmanlı süslemeciliği ile ro­ koko özelliklerini kaynaştırmıştır.



Geniş saçaklı, kurşun kaplı çatıda, biri merkezde, öbürleri köşelerde altın alemli 5 kubbe yer alır. Yapının yüzlerinde renkli mermerden çeşmeler, yuvarlatılmış köşe­ lerde sebiller vardır. Zengin bezemeleri­ nin yanı sıra, Seyyit Vehbi’nin 56 dizelik kasidesinden oluşan yazıtının bir bölümü Ahmet lll’ün imzasını taşır;,İkincisi, Üskü­ $ | ni ^ ,J00



AHMET, Cezayir dayısı (?—? 1808). Ye­ niçeriydi, bir yeniçeri ayaklanması sonun­ da öldürülen Cezayir dayısı Mustafa’nın yerine dayılığa getirildi (1805). Vergi sorunu yüzünden bazı Avrupa devletlerinin konsoloslarını tutuklattı. Ticaret ilişkileri ne­ deniyle Napoleon ile bozuştu. Cezayir' de düzeni sağlayamadı. İstanbul'un uyarılarına rağmen Tunus’a savaş açtı. Savaştan yenik dönen askerlerini idam et­ tirmesi huzursuzluğu artırdı. Yeniçeriler ta­ rafından sarayı basılarak öldürüldü. AHM ET (Fahrettin Ali), hintli devlet ada­ mı (Delhi 1905- ay.y. 1977). Hukuk öğre­ nimi gördü, 1931 ’de Kongre partisi’ne girdi; 1935’ten başlayarak Assam'da si­ yasal yaşama atıldı. Üstlendiği birçok ba­ kanlık görevinden sonra, 1966’da Racya Sabha'ya (Hindistan parlamentosunda üst meclis) seçildi. Temmuz 1974'e kadar birkaç kez bakanlık yaptıktan sonra, 24 ağustos 1974’ten ölümüne kadar cum­ hurbaşkanlık görevini sürdürdü.



dar’da, iskele meydanı’ndadır. Yine bşşmimar Mehmet Ağa’nın yapıtıdır (1728/1729). Dört köşeli, mermerden ya­



AH M ET (Celal Âli), iranlı yazar (Ahvaz 1916-Tahran 1969). Etnografi inceleme­ leri (Harg dürr-i yetim-i Halîc, 1960) yaz­ dı; sanayi ve ticaret dünyasının, ülkesi üzerindeki kötü etkisini ortaya koyan ma­



sal ve denemeler yayımladı (Garbzedegı, 1962). Daha çok, kasaba öğretmenli­ ği deneyimini yansıtan öyküsüyle (Müdîr-i medrese. 1958) tanındı. AH M ET AĞ A Mirialem, türk keman­ keş (XVI. yy.). Enderun'da yetişti. Silah­ tar, kaptanıderya oldu (1532-1534). Lo­ dos menzilinde, dönemin ünlü ok atıcıla­ rından Tozkoparan İskender pehlivanın rekorunu 35 gez aşarak kırdı, bu menzil "Mirialem menzili’’ olarak anılmaya baş­ landı. Kanuni’nin Rodos seferi sırasında bir gülleyi kaleden aşırıp içeri düşürme­ siyle ünlüdür. ( -»Kayn.) A H M ET AĞ A Ebukuf, darüssaade ağası (?- İstanbul 1757). Saray hizmetin­ de çalıştı, Darüssaade ağası oldu (1755). Padişah üzerindeki etkisinden yararlana­ rak Koca Ragıp Paşa’nın yerine kaptanıderya Ali Paşa’yı sadrazam yapmaya ça­ lıştı, başaramadı. Azledilerek Mısır’a sürüldüyse de (1757), yola çıkmadan kapa­ tıldığı Rumelihisarı’nda idam edildi. AH M ET AĞ A , türk mimar (XVIII. yy.). 1749-1753 arasında hassa başmimarı olarak görevliydi. AH M ET AĞ A Vardakosta - Va r d a ­ k o s ta



AHMET AĞA.



AH M ET AĞ A Çilingirzade -* ÇİLİNg İr z a d e



A hmet Ağ a .



AH M ET A L İ REMZİ PA ŞA -» AH­ MET REMZİ PAŞA.



AH M ET ANZAVUR - ANZAVUR. AH M ET AR A Bİ EL HÜSEYNİ -» ARABİ Pa ş a .



A H M E T A R İF , türk şair (Diyarbakır 1927-Ankara 1991). Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi felsefe bölümü’nde okudu. Siyasal eylemiyle ilgili tutukluluk ve mahkûmiyeti (1950, 19521953) yüzünden öğrenimi yarım kaldı. Yaşamını gazetecilik yaparak sürdürdü. 1940 toplumcu şiir kuşağı içinde dikkati çekti. Ancak asıl ününü yaşamından, ce­ zaevi gözlemlerinden, toplumsal görüşle­ rinden kaynaklanan Hasretinden pranga­ lar eskittim (1968) kitabıyla kazandı. Bu yapıt, 12 Mart’la 12 Eylül arasında en çok okunan şiir kitaplarından biri oldu. Ahmet Arif'in şiiri, türk yazınının son 40 yılı için­ deki moda akımların dışında, özel bir dil ve anlatımla kurulmuştur. Yüksek perde­ den, yer yer abartmalı bir söyleyişi, teklif­ siz bir anlatımı olan şair, argodan, halk edebiyatının özellikle destan ve ağıt türün­ deki ürünlerinden de yararlanmış görü­ nür. AH M ET AR İFİ BE Y -» ARİFİ BEY AH M ET ATAU LLAH HEZARGRADİZADE Seyit, türk tezhip ve cilt sanat­ çısı (XIX. yy.). Mahmut II dönemi saray başmücellitlerindendir. Dönemin tanınmış tezhip sanatçılarından Hüseyin Hüsnü’ nün hocası olduğu sanılır. Yapıtlarında, rokoko üslubunu başarıyla uygulamıştır, AH M ET BA D İ Kaltakkıranzade -* BADİ* AHMET KALTAKKIRANZADE,



AH M ET BEDEVİ (Sidi, Ebülfityan ya da Ebülabbas), adı, ahmediye ya da be­ devi diye anılan tarikata verilen veli (Zukak-el-Haccar, Fas, 1199-1200- Tanta, Mısır, 1276). Halife Ali soyundan oldu­ ğu söylenir. Ataları, Arabistan’da çıkan karışıklıklar yüzünden Fas’a göçmüşler­ di (711). Ahmet Bedevi burada doğdu. Çocukluğunda ailesiyle birlikte hac için Mekke’ye gitti (1206-1211 arası). Gençli­ ğindeki hareketli yaşamı nedeniyle ken­ disine Gazban (kızgın), Attab (cesur sü­ vari) gibi lakaplar verilmişti. 30 yaşların­ dayken bir bunalım geçirdi. Hareketli ya­ şamayı, eğlenceyi bırakarak kendini dine ve bilime verdi. Kuran’ı yedi ayrı okunu­ şuna göre hıfzetti. Şafii fıkhıyla ilgili bilgi edindi. Kendisini bütünüyle zühd (her tür­ lü istekten vazgeçip kendini ibadete ver­ me) ve takvaya (Allah korkusuyla dince



Ahmet bin Ali er-Rıfai yasak olan her şeyden kaçınma) verdi. Ancak bir huriyle evlenebileceğine inan­ dığından hiç evlenmedi. Gördüğü rüya üzerine kardeşiyle birlikte Irak'a gitti. Bu­ rada Abdülkadir Geylani ve Ahmet Rifai’nin türbelerini ziyaret etti. Hiçbir erkeğin elde edemediği Fatima binti Berri adlı bir kadını kendine bağlamayı başardı. An­ cak, kadının evlenme önerisini kabul et­ medi. Bu kadınla arasında geçenler, Arap edebiyatında Cevahir başta olmak üzere romanesk bazı hikâyelere konu oldu. Hi­ kâyelerde Mısır mitolojisinin etkisi de gö­ rülür. Ahmet Bedevi, Irak’ta gördüğü baş­ ka bir rüya üzerine Mısır’a giderek Tanta’ya yerleşti. Burada, oturduğu evin da­ mına çıkar, hiç kımıldanmadan gözlerini güneşe dikerek durur, bazen sessiz ka­ lır, bazen çığlıklar atardı. Dam üstünde yemeden içmeden kırk gün kaldığına ina­ nılırdı. Dam üstünde durmayı bir tür töre haline getirdiğinden müritlerine sutuhiye ya da eshab üs-sath (dam arkadaşları) adı verildi. Memluk sultanı Baybars'ın, kendisine ayaklarını öpecek kadar saygı gösterdiği söylenir. Ahmet Bedevi, yaşa­ mının sonlarına doğru bütün Mısır’ı etkisi altına almıştı. Davranışları bakımından Hint yogilerini andırır, ahlak ve düşünce yönündense önemli kabul edilmez. Bir rastlantı sonucu 24 ağustos 1276’da Hz. Muhammet'in ölümünün yıldönümünde öldü. Öldükten sonra, çocukluk arkada­ şı, 40 yıl birlikte yaşadığı Abdülal kendi­ sine halife oldu. Ahmediye ya da bedevi denilen tarikatı asıl kurup düzenleyen Abdülal'dır. Ahmet Bedevi, Hizb (virdler, tek­ rar edilen dualar), Selat (namazlar) ve l/a­ saya (vasiyetname) adlı üç eserin sahibi görülür. Bunlardan Selat hakkında Ab­ durrahman bin Mustafa Aydarus (17221778) Feth ür-rahman adlı bir şerh yaz­ mıştır. AHM ET BEDEVİ -



KURAN AHMET



BEDEVİ.



AHMET BESİM PAŞA Bahriye feriki, türk mühendis (Girit 1850 - ? 1914’ten sonr.). Mektebi bahriye’yi bitirdi (1869). Tersanenin İngiliz başmühendisi Shanks' ın yardımcılığına atandı. Tersane başmü­ hendisliği yaptı (1873-1909). Osmanlı dö­ neminde yapıldığı bilinen tek makine pla­ nını hazırladı. İngiliz donanması başmü­ hendisi Durtson’a danışarak hazırladığı bu makine İstanbul tersanesinde yapıla­ rak bir gemiye takıldı (1902). İngiltere’deki institution of Mechanical Engineers'a üye oldu (1887); bu kuruluşun 1914 e kadarki tüm yaz toplantılarına katıldı. Sosyalist görüşlere yakınlık duyarak İngiliz işçi partisi’ne üye yazıldı. Trablusgarp savaşı sı­ rasında İngiliz sosyalist kamuoyunu Türkler’den yana etkilemeye çalıştı. Savaş kar­ şıtı European Llnity League’in danışma kurulu üyeliğine seçildi (1914). AHM ET BEY Nusretettin, Sahipatao-



ğulları beyi (XIV.yy.). Şemsettin Mehmet’ in oğlu. Germiyanoğullan ile savaşırken ölen babasının yerine bey oldu (1287). ilhanlılar'ın Anadolu valisi Demırtaş’ın ko­ mutanı Eretna, Afyonkarahisar’ı kuşatın­ ca Germiyanoğullan’na sığındı, Yakup Bey’in kızıyla evlendi. Demirtaş Mısır'a kaçınca, ülkesine döndü; Germiyanoğulları'nın egemenliğini tanıdı (1327). AHM ET BEY Şebabettin, Ramazanoğulları beyi (? 1378- ? 1416) Ramazan Bey’in oğlu. Mısır Memlukları'nca öldürü­ len kardeşi Sarımettin İbrahim'in yerine bey oldu (1383). Memluklar'a bağlılığını bildirdi. Timur'un Suriye’den ayrılmasın­ dan yararlanarak, Memluklar adına Halep’i aldı (1400). Tarsus’u Karamanlılar' dan alarak oğlu İbrahim’in yönetimine bı­ raktı. AHM ET BEY Kızıl -



KIZIL A h m e t



BEY



A H M ET BEY - ŞİKÂRI. AHM ET BEY (öl. Cezayir 1851), Konstantin'in son beyi (1827-1837) Ctzayir beyine düşman olan Ahmet gene de 1830'da onu destekledi. Konutantin’ ı ile geçirilmesinden sonra Aures'e -açtı 1848’de mücadeleden vazgeç 'ev bu­ yurt eğdi ve Cezayir'e veHoşti, AH M ET BEY, Hi s yni ailesinden Tu­ nus beyi (?-? 1854). Babası Mustafa Paşa’nın yerine Tunus valisi oldu (1837). Ve­ zirlik rütbesi aldı (1840). Tunus’u çağ­ daşlaştırmaya çalıştı; kız, erkek okulları açtırdı, köleliği kaldırdı. Fransızlar’a da­ yanarak Osmanlılar’a karşı çıktı; vergi göndermedi. Osmanlı devleti çıkardığı özel bir fermanla onun Tunus beyliğini ta­ nıdı. İngiltere’nin girişimiyle OsmanlIlar’ la olan ilişkisini düzeltti (1848). Kırım sa­ vaşma 8 500 kişilik bir tunus birliği gön­ derdi. AHM ET BEY Melek, türk tarihçi (?Selanik 1871). Tiryaki Haşan Paşa'nın to­ runlarından Eğrlbozlu Bekir Efendi’nin oğlu. Çeşitli devlet görevlerinde bulundu. 1821 yunan ayaklanmasıyla ilgili bir risa­ lesiyle, Tarih-i kudema-yı Yunan ve Ma­ kedonya adlı yapıtı vardır. AH M ET BEY Hacı, türk siyaset adamı (?—Fizan 1908'den önce). Harbiye neza­ reti dördüncü şube müdürüydü. İttihat ve Terakki cemiyeti İstanbul örgütü, tutukla­ malar ve sürgünlerle 1895'te dağıtıl­ dıktan sonra İstanbul'da yeniden örgüt­ lendiğinde, cemiyet başkanlığını üstlen­ di. Abdülhamit ll’nin tahttan indirilmesi için çaba gösterdi (1897). Avrupa'daki Jön Türkler ile ilişkiye girdi. Cemiyet'in İs­ tanbul merkezi umumisi yazmanı Nadir Bey'in ihbarı üzerine öteki arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. Divanı harpte yargılan­ dı. Fizan’a sürgüne yollandı. Fizan’dasür-



Ahmet III kütüphanesi Topkapı Sarayı



günde, Meşrutiyet'in ilanını göremeden öldü. A H M E T BEY Ç ü rü ksu lu , türk asker ve siyaset adamı (?-1908’den sonr.) Harbiye’de fransızca öğretmeniyken Jön Türk hareketine katıldı. Tutuklandı, sürül­ düğü Rodos’tan Avrupa'ya kaçtı. Fransız­ ca Mechveret gazetesinin yayımına kat­ kıda bulundu. Ahmet Rıza Bey’e muha­ lefet eden gruba katıldı ve Mizancı Mu­ rat’ı destekledi. Mizancı Murat’ın İstan­ bul'a dönmesi üzerine Cenevre grubu­ nun önderi oldu. Osmanlı gazetesinin ya­ yımcıları arasında yer aldı. Jön Türkler' den bazılarıyla birlikte, hükümetten görev kabul etti ve Belgrad askeri ataşeliğine atandı (1897). AH M ET BEY Kürkyakalı, türk müzikçi (öl. 1918 ?). Gazinolarda kanun çala­ rak hayatı, ıı kazandı. Cânâ, sana âşık nic e bir mün taşır olsun dizesiyle başlayan Lestenıgâr şarkısı ünlüdür. AH M ET BİCAN Yazıcızade, türk mu­ tasavvıf vt yazar (Gelibolu ?- ay.y. 1455). Şemsive adlı türkçe manzum astroloji ki­ tabini’ . yazarı olan Kâtip Selahattin’inoğ­ lu ve mutasavvıf yazar Yazıcıoğlu Mehme r kardeşidir. Ağabeyi ile Hacı Bayra’ ı Veli’niı'ı müridi oldu. Dünyadan el e1- -k şektvji, kendini ibadete verdiği, ye­ meyi ıçn eyi azaltarak cansız sanılacak kadar zayıfladığı için Bican (Cansız) diye anıldı. Mezarı Gelibolu'dadır. Yapıtların­ dan en ünlüsü, Envar ül-aşıkin: ağabeyi­ nin uünyanın yaratılışını, peygamberlerin yaşam öykülerini, İslam dininin ilkelerini ve ahlak öğütlerini derleyen Megarib üz -zaman adlı arapça kitabının düzyazı çe­ virisidir. Dunu-bir türkçe ile yazılan yapıt, XV.yy.'dan bu yana türk halkınca en çok okunan kitaplardandır. Dürr-i meknuh canlı ve cansız varlıkların özelliklerinden söz eder. Münteha (1453), ibni Arabî’ nin Fusûs ül-hikem adlı yapıtına ağabeyi ta­ rafından yapılan şerhin çevirisidir. Ayrıca Kazvini’nin Acaib ül-mahlukat adlı ansik­ lopedik yapıtını aynı adla özetleyerek çe­ virdi; babasının yapıtı Şemsiye 'nin, Bos­ tan ül-hakayık adıyla düzyazı çevirisini yaptı. AHM ET BİN ABDULLAH, türk mi­ mar, çini ustası (XIV. yy. sonu- XV. yy. ba­ şı). Karamanoğulları döneminde yaşadı­ ğı sanılıyor. Akşehir'deki Seyyitmahmuthayrani kümbeti ile Konya’daki Mevlana tûrbesi'nin yemlenmesinde çalıştığı sanı­ lır. Hayrani kümbeti’nin yazıtındaki Asli adı sanatçının dedesine aittir. AHM ET BİN A L İ (Kutbüddevie) [?1018], Karahanlı hükümdarı (998-1018). Abbasi halifesini tanıdı. Samanı devletin­ de yüksek düzeydeki devlet adamları ara­ sındaki çelişkilerden yararlandı. Başkent­ leri Buhara’yı alıp, Samaniler’in tümünü Özkent’e getirtti. Gazneliler ile Amu Der­ ya nehri sınır olmak koşuluyla bir antlaş­ ma yaptı. Mahmut'un Hindistan’da bulu­ nuşundan yararlanarak Gazne devletine saldırdıysa da başarılı olamadı (1006). Bir süre sonra Hotan’daki ortak kağan Yusuf Kadir Han'ın desteğiyle ikinci bir saldırı­ ya geçti (1008), Mahmut’a yenildi. Gaznelı Mahmut ile bir dostluk antlaşması yaptı. Kendisini "Büyük kağan" ilan eden kardeşi Mansur bin Ali ile savaştı. Balasagun’a yaklaşan 100 000 çadırı aşkın gayri müslim göçebeyi yendi, üç ay sü­ reyle Turfan’a kadar kovaladı. Bu sefer­ den döndükten kısa bir süre son a öldü. AHM ET BİN A L İ ER -R IFA İ (Ebülabbas), rıfai tarikatının kurucusu (Karyet Ha­ şan, Basra, 1118 ?-Vasıt Ümm Abide 1183). Rıfai nisbesi (bir yer ya da kişiyle ilgili ad, lakap) ataları arasındaki Rıfae adlı birinden kaynaklanır. Doğduğu yer, Bataih bölgesi içinde bulunduğundan Bataihi nisbesini de almıştır. Yedi yaşında ye­ tim kalınca, aynı zamanda bir tarikat şeyhi



207



Ahmet bin Ali er-Rıfai 208



olan dayısı Mansur eLBataihi tarafından büyütülüp yetiştirildi. Öğrenimini tamam­ laması için Basra'ya gönderildi. Yirmi yedi yaşında öğrenimini tamamladı (1145 ?). Dayısı, onu Ümrn Abıde’ye gönderdi. Oraya yerleşti. Bir yıl sonra dayısı ölünce yerine kendi oğlunu değil, onu bıraktığın­ dan şeyh oldu. Tarikatında, kendisinden sonra görülen bedene şiş sokma, cam yeme, kızgın fı­ rına girme gibi âdetler, bu tarikata Moğollar'dan gelmiştir. AHM ET BİN A Lİ NUŞTİGİN, gazneli komutan (XI. yy ). Kirman'ı ele geçirdi (1032). Tus ve Nişapur kentleri arasında­ ki çekişmede Nişapur halkını destekledi. Nişapur’a saldıran Tuslular’ı yenilgiye uğ­ rattı (1034). AHM ET BİN BÂ Lİ F AKİH A kh isa riı, türk hekim (Akhisar, Manisa, XVI.yy.). Kanuni döneminin ünlü bilginlerinden Molla Arap'ın öğrencisiydi. Bir süre kadı­ lık yaptıktan sonra hekimliğe yöneldi, iiyas Şirazi'nin Havi-i Sagir adıyla ünlü Elhâvi fîilm it-tedavi adlı yapıtını, Mecmâ ül -mücerrebat(Tecrübelerin toplamı) adıy­ la türkçeye çevirdi, iç ve dış hastalıklar, ilaçlar konusunda bilgi veren yapıtta, ek ve açıklamaları vardır. AHM ET BİN B İZ L ÜL ■MERENDİ -



AHMET BİN EBUBEKİR.



AHM ET BİN CEM İL EL-AMİDİ, arap mimar (IX. yy. sonu - X. yy. başı). Anado­ lu'da, ıslam mimarlığının adı bilinen ilk sa­ natçısıdır. Diyarbakırlı olduğu ve el-mühendis sanını taşıdığı yazıtlardan bili­ nir. Abbasi halifesi Muktedir Billah döne­ minde (908-932) Diyarbakır surlarının bir bölümünde, özellikle Mardin ve Harput kapılarının yapımında çalıştı. AHM ET BİN EBU DUAD, mutezile kadısı (Basra 776-Bağdat 854), Halife Memnun’un yakınlığını kazandı. Mutasım döneminde baş kadı oldu. Bu sıfatla dev­ letin desteklediği mutezile’yi benimseme­ yenler için kurulan mahkemeye başkan­ lık etti. Bu görevi sırasında hoşgörüsüyle tanındı. Halife Vasık döneminde yerini ko­ rudu. Mutezile’ye karşı sünnilere yaklaşan Mütevekkil döneminde nüfuzu sarsıldı. Felç geçirdi ve yerine oğlu Muhammet atandı. Bir süre sonra mallarına el konul­ du ve oğulları hapse atıldı. Oğulları ser­ best bırakıldıktan kısa süre sonra da öl­ dü. Geniş bilgisi, soylu davranışlarıyla sünnilerin bile saygısını kazanmıştı. AHM ET BİN EBU H A LİT , abbasi ve zir (?-? 826). BermekilerTe ilişkileri saye­ sinde vezir Fazıl bin Sehl’in yazmanı ol­ du. Memun halife olduktan bir süre son­ ra Yahya bin Halit el-Bermeki’nın öneri­ siyle vezir atandı. Halifeye yakınlığı dola­ yısıyla yönetimde etkinlik kazandı. Tahir bin el-Hüseyin'in Horasan valiliğine atan­ masını sağladı. Kefil olduğu vali başkaldırınca onu öldürttü, yerine Tahir’in oğlu Talha'nın atanmasını önerdi. Valiliğe ata­ nan Talha'yla birlikte Horasan'a gitti; Maveraünnehir’e girerek Uşrusana'yı ele ge­ çirdi. Etkinliğinden yararlanarak halifenin taht davasına kalkışan amcası İbrahim bin Mehdi’yi bağışlattı. AHM ET BİN EBUBEKİR, Ahmet bin Bizi ü!-Merendi de denir, türk mimar (XII. yy. sonu-XIII. yy. başı). İran’ın Azer­ baycan bölgesindeki Merend kentinden kendisinin ya da ailesinin Anadolu’ya gel­ diği sanılır. XIII. yy.’ın ilk çeyreğinde S e l­ çuklu hükümdar ailesinin hizmetinde bu­ lundu. Sivas’taki ünlü izzettin Keykavus l'in türbesi içinde bulunan şifahane ile Niksar’daki Kırkkızlar türbesi'nde çalıştı­ ğı bilinmektedir. AH M ET BİN ERTAŞ, selçuklu komu­ tan (?-? 1059). Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’e karşı ayaklanan amcası İbrahim Yınal’ı destekledi. Rey yakınlarında yapılan savaşta (1059) yenilen Yınal’la birlikte esir düştü ve öldürüldü.



AHM ET BİN ESED BİN SAMAN HUDA, Samaniler hanedanının ilk üye­ lerinden (?- Fergana 864). Abbasi halifesince Fergana'ya yönetici atandı (819). Kardeşi Nuh’un ölümü üzerine Semerkand’a (842), öbür kardeşi Yahya’nın ölü­ mü üzerine de Şaş'a (855) egemen oldu. Semerkand’ın yönetimini oğlu Nasr'a bı­ raktı.



AH M ET BİN MESUT, türk mimar (XIII. yy ). Yaşamına ilişkin bilgi yoktur An­ cak, mimarlık tarihi açısından önemli olan Akşehir'deki Güdükminare mescidi'ni yaptığı bilinmektedir (1226).



AH M ET BİN HAC I HAŞAN Kahvecizade, türk hekim (XV. yy. sonu, XVI. yy. başı). Edirne Sultan Bayezit şifahanesi başkehimi oldu. Deneyimlerini Ceridet ül -etibbâ adlı yapıtta topladı. AHM ET BİN H A C I M AH M U T A k ­ sa ra y!, türk tezhip sanatçısı (XV. yy.). Sanından AksaraylI olduğu anlaşılan sa­ natçının yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Tevarih ül-ervah adlı tıp kitabının tezhipleri­ ni ve resimlerini yaptığı bilinmektedir (1436). AHM ET BİN HAŞAN, Ahmet Togan Han II de denir (?-? 1056’dan sonra), Karahanlı hükümdarı (1024-1026). Kardeşi Yusuf Kadir Han’ın büyük kağanlığını ta­ nımadı. Öteki kardeşi Ali Tigin’le birleşerek büyük kağanlığını ilan etti. Balasagun, Hocent, Fergana, Özkent ve Ahsıkes'te hüküm sürdü. Ûzkent'le Balasagun'u geri alan Yusuf Kadir Han'ın egemenliğini ta­ nımak zorunda kaldı. AHM ET BİN HAŞAN Nurüddevle (XII. yy.), Doğu Karahanlı hükümdarı (1103-1130). Halife Mustazhir'den hü­ kümdarlık beratıyla birlikte "Nurüddevle" lakabını aldı. Karahıtaylar’ı yenerek batı­ ya doğru ilerlemelerini önledi (1128). Sel­ çuklu sultanı Sencer tarafından tahtından indirildi, yerine oğlu geçti. AHM ET BİN H IZ IR (?-? 1095), Batı Karahanlı hükümdarı (1081-1089). Ebu Şuca el-Hızır'ın oğlu. Babasından sonra tahta çıktı.Ulema ile arası açıldı;onların is­ teğiyle, üzerine gelen Büyük Selçuklu sul­ tanı Melikşah’a yenildi, tutsak oldu; İsfa­ han'a götürüldü (1089). Selçuklular'a bağlı kalmak koşuluyla bağışlandı. Ülke­ sine döndü, dinsizlikle suçlanarak yargı­ landı, idam edildi. AHM ET BİN İBRAHİM (izzettin), Har­ put Artukoğulları beyi (?-? 1233’ten son­ ra). Nizamettin İbrahim'in oğlu. Babasının ölümünden sonra bey oldu. Beyliği dö­ neminde Selçuklu hükümdarı Alaettin Keykubat I, Harput’u alınca (1233) Artukoğulları’nın bu kolu son buldu. AHM ET BİN İBRAHİM T o k a tlı, türk gezgin (XVI. yy.). Murat III döneminde ya­ şadı. Tacir ve gezgin olarak Kâbil üzerin­ den Hindistan'a kadar gitti. Yemen ve Hi­ caz yoluyla geri döndü. Acaipname-i Hin­ distan adlı yapıtında gezdiği yerleri anla­ tır, AHM ET BİN İBRAHİM , türk tıp ve fıkıh bilgini (XVI. yy ). Süleymaniye Külliyesi darüşşilasi’ında öğrenim gördü, müder­ ris oldu. Teshil üt-tedabir (Tedbirlerin ko­ laylaştırılması) adlı bir tıp kitabı, hadis ve farzlara ilişkin iki risalesi vardır, AHM ET BİN İBRAHİM Gran, İslam savaşçısı (Hubat, Adal, 1506-Zantera 1543). Gran (Solak) lakabıyla anılır. So­ mali kökenlidir. Hıristiyan Habeşliler’e düşman bir kabilenin başkanlığını ele ge­ çirdi. Habeşistan imparatoruna vergi öde­ meyi reddetmesi savaşa yol açtı. Habeşliler’ı ağır bir yenilgiye uğrattı (1529). Ha­ beşistan’ın büyük bölümünü ele geçirme­ yi başardıysa da Portekiz saldırıları kar­ şısında geri çekilmek zorunda kaldı. Zebid'deki osmanlı paşasından sağladığı askeri yardım sayesinde Portekizlileri yendi. Ancak, saldırıya geçen habeş imparatoruna yenildi, savaş alanında öl­ dü. AHM ET BİN İSM AİL RAN!



• MOLLA GÜ



Ahmet bin Mesut un bir yapıtı: Güdükminare mescidi (1226)



Akşehır-Konya



AH M ET BİN M UHAM M ET, Gazneli hükümdarı Muhammet'in oğlu (XI. yy.) Dandanakan savaşı ndan (1040) sonra Hindistan'a çekilen amcası Sultan Me­ sut’u Gırı hapishanesinde öldürttü (1041). Mesut'un oğlu Mevdut da onu öldürerek (1042) babasının öcünü aldı. AHM ET BİN M UHAMMET BİN ABDÜSSAMET EBUNASR, Gazneli ve zir (XI. yy.). Harizm valisi Ebu Sait Altuntaş’ın kethüdasıydı. Gazne sultanı Mesut’ un veziri oldu (1032), bu görevi Mesut’ un saltanatı boyunca sürdü. Dandana­ kan savaşı’ndan (1040) sonra Belh ve Toharistan’ı Selçuklular’a karşı savun­ makla görevlendirildi Mesut’un oğlu Mevdut’un hükümdarlığında da iki yıl ve­ zirlik yaptı. Düşmanlarınca azlettirilerek hapse atıldı, zehirlenerek öldürüldü. A h m e t b İ n M u h a m m e t b İn A h ­ m e t EL-FERİGUNİ, Cüzcan egeme­ ni (?-? 1011). Gazneli Sebük Tıgin’le iyi ilişkiler kurdu. Kızını Gazneli Mahmut’ la, oğlu Ebu Nasr Muhammet'i ise, Mah­ mut’un kız kardeşiyle evlendirdi.Sebük Tigin’in ölümünden (997) sonra başlayan taht kavgasında Mahmut'un yanında yer aldı. Sultan olan Mahmut'un egemenliği­ ni tanıdı. Karahanlılar’la yaptığı Katar savaşı’nda (1008) Mahmut’a yardım etti. A H M E T BİN M U H AM M E T BİN H ANBEL, İbni Hanbel de denir, han­ beli mezhebinin kurucusu, kelam, fıkıh ve hadis bilgini (Bağdat 780 - ay.y. 855). Beni Şeyban adlı arap kabilesındendir. Üç yaşındayken kaybettiği babasından geçimine yetecek bir miras kaldı. Bağ­ dat’ta arap dili, fıkıh ve hadis öğrenimi gördükten sonra kendini hadis araştırma­ larına verdi. Bu amaçla Irak, Yemen ve Suriye’ye giderek çalışmalarını sürdürdü. Bir ara Kûfe’de ve sık sık da Basra'da bu­ lundu. Birçok kez hacca, sonra da Sana’ da ünlü hadis bilgini Abdürrezzak’ın ya­ nına gitti. Bağdat’ta kadı Ebu Yusuf’un ve Huşeym bin Beşir’ın derslerini izledi. An­ cak, asıl hocası, Hicaz fıkıh okulunun baş­ lıca yetkilisi sayılan Süfyan bin Üyeyne’ dir. Eş-Şafii’ye öğrencilik ettiği yolundaki bilgilerse doğru değildir. Eş-Şafii’yletüm yaşamı boyu, yalnızca bir kez karşılaşmış­ tır. Mutezile inancını resmi hale getiren ab­ basi halifelerinden Memun, Mutasım ve



Ahmet Cevdet Bey Vasık dönemlerinde, bu okulun, Kuran’ ın mahluk (yaratılmış) olduğu yolundaki görüşünü şiddetle eleştirdi ve reddetti. Bu yüzden halifenin buyruğuyla inanç sorgu­ lamasına (mihne) çekildi. Prangaya vuru­ larak Tarsus'ta bulunan Memun'a gönde­ rildi, Daha yoldayken Memun’un ölüm haberi gelince yeniden Bağdat'a getirile­ rek hapsedildi- Yeni halife Mutasım, onu sarayına çağırttı ve görüşünden dönme­ diği için kırbaçlattı, iki yıllık bir tutukluluk­ tan sonra serbest bırakıldı ve evine dö­ nerek yalnızlığa çekildi. Mütevekkil halife olunca Sünniliği canlandırdı ve ibni Hanbel'e saygınlığını geri verdi; Sünniliğin di­ rilmesine yardımda bulunması ve oğlu Mutezz’e ders vermesi için kendisini Sa mara’dakı sarayına çağırdı. Sarayda gör­ kemli bir biçimde ağırlandı. Bir süre bu­ rada kaldıktan sonra Bağdat’a döndü ve temmuz 855’te öldü. Bağdat'ın Harbiye semtindeki şehitler mezarlığına (Mekabir üş-şüheda) gömüldü. Mezarı, Bağdat’ın ünlü bir ziyaret yeri durumuna geldi. Me­ zar, XIV. yy.'da Dicle nehrinin taşması so­ nucu yıkılarak yok oldu. Başlıca yapıtla­ rı: Müsned, Redd ale'l-Cahmiyye ve'z -zenadika, Kitab üs-sünne, Kitab üs-selat, Kitab ül-Câmi, Kitab ül-emr, Kitab ül-ılel ve ma 'rifet ir-rical, Kitab ül-mesâ 'il, Kitab üz-zühd . AHM ET BİN M U HAM M ET N İH A ­ VENDİ, Abbasiler dönemi astronomu (VIII. yy.). Adı, yalnızca ibni Yunus’un Ez -zie ül-hakemi adlı yapıtında geçer. Yah­ ya bin Halit el-Bermeki döneminde İran’ da Cündişapur’da gözlemlerde bulundu. Bu gözlemlerinden elde ettiği sonuçlar, Ez-zie ül-müştemil adlı yapıtında yer aldı. AH M ET BİN M U H A M M E T 8AG ANİ, iranlı astronom (?-Bağdat 990). Büveyhiler döneminde Bağdat'ta çalıştı. Biruni, onun güneş ya da ay tutulma düz­ leminin eğikliği ile Bağdat’ın enleminin belirlenmesinden söz eden Kitab üi -kavanin'ini anar. Ancak, bu yapıt günü­ müze gelmemiştir. Başlıca yapıtları: Kitab fi keyfiyet-i tasdik il-küre ala sath il-asturlab ve bazı gök cisimlerinin uzaklıkları ve bü­ yüklükleriyle ilgili Makale fi'l-ebâd ve'l -ecram, daire içinde birbirine eşit yedi ke­ nar çizmeden söz eden Risale fi amel zel'il-müsebba alâ mütesaviy ül-adlâ fi'd-dâire. AHM ET BİN M UHAM M ET TEBRİZİ, iranlı şair (XIV. yy.). Şahinşahname adlı 18 000 beyitlik manzum yapıtıyla ta­ nınır. ilhanlılar’dan Ebu Sait'in (saltanatı: 1317-1335) emri ile yazılan yapıt, Nuh peygamberin oğlu Yafet’ten başlayarak Moğol hükümdarı Cengiz ve soyunu ilhaniı devletinin kurucusu Hulagu ve onu izleyenlerin tarihini konu edinir. Türk -moğol tarihi açısından önemlidir. AH M ET BİN RECEP,Recepzade de denir, türk tarihçi (İstanbul ?-ay.y. 1726). Medrese öğrenimi gördü. İstanbul’da Atik Ali Paşa medresesinde müderrislik yap­ tı. Nüzhet ul-ahbar ya da Mecma ül-ahbar adını taşıyan bir osmanlı tarihi yazdı. 1719 İstanbul depremine ilişkin bir yapıtı daha vardır. AHM ET BİN SİNANETTİN YUSUF K A R A M A N İ, türk tarihçi (Şam 1559ay. y. 1611). Karaman asıllıdır. Şam’da Haremeyn vakıfları naipliği yaptı. Ahbâr üd-düvei ve Âsâr ül-üvel ile Menâkıb-ı ule­ mâ adlı yapıtları yazdı. Başlıca kaynağı Cenabi’nin Aylem üz-zâhir adlı kitabı olan Ahbâr üd-düvel, Bağdat (1865) ve Bulak' ta yayımlandı. Genel bir ıslam tarihi olan yapıtta olaylar Ahmet I dönemine kadar getirilir. Her iki yapıt da arapçadır. AHM ET BİN TOLUN (835-Antakya 884), Tolunoğulları hanedanının kurucu­ su (868-884). Babası Tolun, Buharalı bir türk ve halife Memun’un muhafız birlikle­ ri komutanıydı. Askeri eğitimini Şamara’ da, din eğitimini Tarsus’ta gördü. Baba­ sının etkisiyle yükseldi. Halife Mustain’in



yakınları arasına girdi. Mısır valiliğine ata­ nan üvey babası Bayakbak’ın vekili ola­ rak Mısır’a gitti. Fustat’ı eyalet merkezi yaptı (868); Mısır'ın kıyı kesimi dışında ka­ lan bölgelerini yönetti. Valiliğinin ilk yılla­ rında askeri ve mali işleri denetimi altına aldı Barhuh et-Türki'nin Mısır valiliğine atanmasından sonra da vali vekilliğini sür­ dürdü; ayrıca Mısır'ın kıyı kesiminin yöne­ timini üstlendi. Filistin valisinin ayaklan­ masını bastırmakla görevlendirilmesinden yararlandı, satın aldığı esirlerle güçlü bir ordu kurdu. Irak’taki zenci ayaklanmasıy­ la uğraşan halifenin kardeşi Muvaffak'a istediği parayı göndermedi. Kendisine karşı hazırlanan ordunun harekete geçe­ memesinden cesaret alarak Suriye’yi iş­ gal etti. Mısır'da bıraktığı oğlunun ayaklan­ masını bastırdı. Kendini Mısır ve Suriye hükümdarı ilan etti. Mutemit’in halifeliği­ ni destekledi. Kardeşi Muvaffak tarafın­ dan tehdit edilen halifeye kendisine sığın­ masını önerdi. Muvaffakla arasındaki sür­ tüşme, birbirleriyle savaşmaya çekindik­ lerinden, propaganda düzeyinde sürdü. Kuzey Suriye’ye yaptığı bir sefer sırasın­ da öldü. Yönetimi süresince Mısır'ı kalkın­ dırmaya çalıştı; tarımı geliştirdi, mâliyeyi düzene soktu, yönetim reformu yaptı. Ar­ tan gelirle güçlü bir ordu oluşturdu; Fustat’ı önemli bir merkez durumuna getirdi, onun yakınında El-Katta kentini kurdu. Ünlü ibni Tolun camisi'ni yaptırdı. AHM ET BİN VEYS Sultan, azeri hü­ kümdar ve şair (XIV. yy.). 1336-1410 yıl­ ları arasında, Bağdat ve Azerbaycan'da hüküm süren Celayir soyunun dördüncü hükümdarı (1382-1410). Bilim ve sanat sevgisiyle tanındı. Türkçe bir gazeli bilin­ mektedir. Farsça bir divanı, Ayasofya kitaplığındadır. AH M ET BİN Y A H Y A ( Taiz 1895 Sana 1962), Yemen imamı (1948-1962). Kardeşi imam Yahya, şubat 1948’de güçlü Veziri ailesi şeyhi Abdullah tarafın­ dan öldürülünce, vârisi prens Ahmet, mart 1948’de tahta geçti. 1955’te, ken­ disine tahttan feragat belgesi imzalatan iki kardeşini idam ettirdi. Bunun üzerine oğ­ lu Muhammet el-Bedr tahtın vârisi ilan edildi. Muhammet’in girişimiyle Yemen, komünist ülkelerle yakınlık kurdu ve on­ lardan askeri malzeme satın almaya baş­ ladı. imam Ahmet, yine oğlunun etkisiy­ le, Birleşik Arap Cumhuriyeti ile bir fede­ rasyon kurmayı kabul ettiyse de (mart 1958), kasım 1959’da bu federasyondan ayrıldı.



dan bularak türkçe bir yemek sözlüğü dü­ zenledi. (-♦ Kayn.)



209



AH M ET CELAL PAŞA, türk devlet adamı (İstanbul 1830-ay. y.1886). Mus­ tafa Reşit Paşa’nın oğlu. Babıâli kalem­ lerinde yetişti. Meclisi valayı ahkâmı adli­ ye (1854), Meclisi alii tanzimat üyeliği yap­ tı. Ayan meclisi üyeliğine getirildi (1877). AH M ET CELALETTİN Dede, soyadı Baykara, türk şair (Gelibolu 1853-, İstanbul 1946). Gelibolu mevlevihanesi" şeyhi Hüseyin Azmi Dede’nin oğlu. Ba­ bası ile birlikte Mısır’a gitti. Camiülezher' de okudu. Mısır mevlevıhanelerinde kudümzenbaşılık ve neyzenbaşılık yaptı. Üs­ küdar ve Galata mevlevihanelerinde mes­ nevi, tasavvuf ve islami bilimler okuttu. Arapça, farsça, türkçe şiirleri vardır. AH M ET CELALETTİN PAŞA Serhafiye, türk siyaset adamı (?-istanbul 1908’den sonra).Abdülhamit ll’nin güve­ nini kazanarak serhafiye oldu. Mısır ve Avrupa Jön Türkleri'nin mücadelelerini önlemeye çalıştı. Contraxeville’de yaptı­ ğı antlaşmayla bir grup Jön Türk'ün İstan­ bul’a dönmesini ve bazı Jön Türk gaze­ telerinin kapatılmasını sağladı. Sultan’ın vaatlerini tutmadığını görünce muhalefe­ te geçti. Paris’e yerleşerek Jön Türkler’i maddi bakımdan destekledi. Abdülhamit H'ye suikast düzenlemek amacıyla cemi­ yet kurdu, İstanbul’a fedai sokmaya ça­ lıştı. AHM ET CELAYİR, 1382’den 1410’a kadar Bağdat’ta hüküm süren ryıoğol celayiri hanedanından sultan Uveys l'in oğ­ lu. 1393’te ve 1401’de kendi başkentin­ den iki kez Timur tarafından uzaklaştırıl­ dı. Mısır’a sığınan Ahmet, her seferinde, Timur’un ayrılışından sonra yeniden Bağ­ dat’a döndü. 1401’de yakılıp yıkılan ve halkı kılıçtan geçirilen kenti onarttı. Ti­ mur’a karşı eski müttefiki olan, Karakoyunlu Türkmenler’den Kara Yusuf tarafın­ dan 1410’da yenilgiye uğratılarak öldü­ rüldü. A h m e t C e m il, Halit Ziya üşaklıgil’in M ai" ve siyah romanının kahramanı. Du­ yarlıklı, düşçü, kararsız bir ganç olarak canlandırılmıştır. Edebiyata tutkundur. Edebıyat-ı cedide yazarlarının ortak nite­ liklerini taşır. Mülkiye’yi bitirdikten sonra basın hayatına atılmıştır. Eski şiir gelene­ ğini kökünden değiştireceği inancıyla bir yapıt hazırlamaktadır; arkadaşı Hüseyin Nazmi'nin kız kardeşi Lamia’ylaevlenme­ yi düşlemektedir. Bunlar, onun "mavi" hayallerini oluşturur. Ancak tamamladığı yapıtının eski edebiyat yandaşlarından yı­ kıcı eleştiri alması, mutsuz bir evlilik ya­ pan kız kardeşi ikbal’in ölümü, hoşlandı­ ğı Lamia’nın başkasıyla nişanlanması Ah­ met Cemil'in Yemen’de bir kazaya kay­ makam olarak İstanbul’dan uzaklaşması­ na yol açar. Bu bölümde "mavi” hayal­ lerin yerini "kara"ya, mutsuzluğa bırak­ ması dile getirilir.



AHM ET BİN ZEYNELABİDİN ALE ­ Vİ, iranlı filozof ve yazar (XVII. yy.). İsfa­ han felsefe okulundandır. Aristoteles ve Farabi’den sonra muallim-i salis (üçüncü öğretmen) diye adlandırılan, aynı okulun büyük filozofu Mir Damat'ın damadı ve manevi oğlu. Bazı kaynakların kendisini bir aristotelesçi olarak göstermelerine kar­ şılık. görüşleri daha çok İslam platoncularının (işrakiyyun) görüşlerine yakındır. A h m e t C e v a t P a ş a - cevat pa Özellikle Sühreverdi’nin etkisi altında kal­ ŞA. dı. Mantık, metafizik, ilahiyat (bu alanda özellikle ibni Sina’nın Şifâ'sına Miftâh üş ■ AH M ET CEVDET BE Y, türk gazete­ -şifâ ve’l-urvet ül-vuska adıyla yaptığı şer­ ci (İstanbul 1861-Ankara 1935). Mektebi hi çok önemli sayılır), kıyamet (öteki dün­ mülkiye'yi bitirdi, ardından Mektebi huya bilgisi, eskatoloji) üzerine çeşitli yapıt­ kuk’ta öğrenciyken Tercüman-ı hakikat'e ları vardır, yaptığı çevirilerle gazeteciliğe başladı (1882). Öğrenimini tamamladıktan sonra AHM ET CAVİT, türk tarihçi (İstanbul ?Takvim-i vekayi’nin yazı kurulunda görev ay. y. 1803). Enderun'dan yetişti. İstan­ aldı. Dönemin ünlü gazetelerinden Sa­ bul şehreminliği görevinde bulundu. Osbah, Tarik ve Saadet’te başyazarlık yap­ manzade Taib'in sadrazamların yaşam tı. Öğretici nitelikteki yazıları, yalın dil ve öykülerini içeren Hadikat ül-vüzera adlı anlatımıyla geniş ilgi uyandırdı, ikdam ga­ yapıtına Verd-i mutarra adını verdiği eki zetesini satın alarak yayın ve yönetimini yazdı. Yapıt, Koca Ragıp Paşa’nın sad­ üstlendi (23 temmuz 1894). Türkçülük dü­ razamlığa atanmasından (1757) Yusuf Zi­ şüncesinin savunucuları arasına katıldı. ya Paşa’nın sadarete ilk gelişine (1798) İkdam kütüphanesi’ni kurarak Evliya Çe­ kadar geçen dönemi kapsar, Ahmet Calebi seyahatnamesi'nin ilk altı cildi başta vit, ayrıca Şeyh Ahmet Cemalettin Ebu is­ olmak üzere birçok yazma eserin basımı­ hak (Buşhak) Hallac-ı Şirazi'nin (öl. 1427) nı gerçekleştirdi, ikinci meşrutiyet'in ila­ Divarı-ı et'ime ya da Keriz ül-ıştiha adlı ki­ nından (1908) sonra türk basınında ilk kez tabında geçen farsça yemek, içmek ve rotatif kullanarak basım tekniğine yenilik bunlarla ilgili malzemeyi tarayıp, bunların getirdi, ittihat ve Terakki’ye karşı olduğun­ karşılıklarını ve tariflerini Burhan'-t katı’



Ahmet Cevdet Bey



Ahmet Cevdet Bey dan, 31 Mart olayının ardından Avrupa' ya gitti (1909). Birinci Dünya savaşı’nda İsviçre'ye geçti, orada yazdıklarını ikdam'da yayımlattı. Cumhuriyetin ilanın­ dan sonra yurda döndü. Gazetesindeki bir yazı nedeniyle istiklal mahkemesi'nde yargılandı ve aklandı. Ankara'da düzen­ lenen I. Basın kongresi'nin ilk oturumun­ da kalp krizi geçirdi, ertesi gün öldü.



210



AHM ET CEVDET PAŞA - CEVDET PAŞA.



AHM ET ÇELEBİ, Hürremşah bin Mugis el-Hılati de denir, türk mimar (XIII. yy.). Mengücükoğullarfndan Ahmet Şah'ın isteği üzerine süslemeci ve taşçı­ lardan oluşan bir sanatçı grubuyla Divri­ ği'ye geldi. Başka çevrelerden gelen sa­ natçıları da örgütleyerek mimarlığı ve be­ zemeleriyle Anadolu-türk sanatında özel bir yeri olan Divriği Ulu camisi ve yanın­ daki şifahane'yi yaptığı sanılıyor. Şifahanenin (1228-1229) içindeki yazıtta adı bu­ lunmaktadır. AHM ET ÇELEBİ Fenarizade, türk ve­ zir (?-? 1495’ten sonr.). Şeyhülislam Şem­ settin Fenari'nin oğlu. Rumeli defterdarı oldu. Otlukbeli savaşı’na (1473) katıldı; Uzun Haşan a esir düştü, kaçarak Hindis­ tan üzerinden İstanbul'a döndü; başdeftardarlığa getirildi (1474-1479). Fatih Kanunname'sinin mali hükümlerini uygula­ dı. Amasya valisi şehzade Bayezit'in la­ lalığına atandı (1479). iki kez nişancı ol­ du (1480-1481, 1482-1485). Vezirliğe yükseltildi (1485). Saraydan uzaklaştırıla­ rak Bursa’da oturmaya zorlandı (1487). AH M ET ÇELEBİ Nane - NANE AH­ MET ÇELEBİ.



AHM ET ÇELEBİ Hezarfen - HEZARAhmet Eyüp Paşa



FEN AHMET ÇELEBİ



AHM ET Ç IT A K



- ÇITAK AHMET.



AHM ET D A İ, türk divan şairi (XIV. yy. sonu - XV. yy. başı, Bursa). Germiyan beyliği bölgesinde yetişti. Burada kadılık yaptı. Germiyan beyi Yakup ll’nin yanın­ da bulundu. Yakup ll'nin Yıldırım Baye­ zit tarafından hapsedilmesi üzerine koruyucusuz kalınca Edirne'ye. Bayezit'in oğ­ lu Emir Süleyman'ın yanına gitti. Murat II' ye şehzadeliği sırasında hocalık etti. Onun tahta geçmesinden (1421) bir sü­ re sonra öldü. Bursa'da adına bir cami ol­ masına rağmen, mezarının yeri kesin ola­ rak bilinmemektedir. Özellikle, İran şiirini örnek alan divan şiiri geleneğinin kurucu­ larındandır. Divan'ınOa çağdaşlarına göre daha akıcı bir şiir diliyle, aşkın anlamını kavramamış kaba sofuya çatan, sevgili­ nin güzelliklerini dile getiren, sevgilinin sunduğu içkinin ham insanları nasıl ol­ gunlaştırdığını anlatan, okurlarını yaşamın tadını çıkarmaya çağıran şiirleri dikkati çe­ ker. Emir Süleyman'a sunduğu Çengname (1406) mesnevisi, yapıtlarının en ünlüsü­ dür. Bu mesnevide çeng adlı çalgının at kılı, ipek tel, servi ağacı, ahu derisi kulla­ nılarak yapılması,tasavvufi anlayışa bağ­ lı olarak alegorik bir biçimde anlatılır. Sadrazam Hacı Halil Bey’e sunduğu fars­ ça Divan'ı (1413), türkçe Divan'ı Murat' II' nin şehzadeliği sırasında onun için hazır­ ladığı Ukud ül cevahir adlı lügati, Nasirettin-i Tusi’nin Camasbname adlı ya pıtının türkçeye çevirisi, kısa bir mesnevi olan Vasiyyet-ı Nuşirevan, manzum yapıtlarındandır. Düzyazı ile kaleme aldığı rü­ ya yorumlarını içeren Tabirname çevirisi­ ni Yakup il'ye ve Tezkiret ül-evliya çeviri­ sini Murat İl'ye sundu. Tefsır-i Ebülleys-i Semerkandi çevirisi ve yazı yazma kural­ larını içeren Teressüi, düzyazı iledir. Tıbb-ı nebevi çevirisi, Ayet ül-kürsı tefsiri, Miltah ül cenne, Sirâc ül-kulûb düzyazı ile kale­ me aldığı dinsel yapıtlarıdır. ( -* Kayn.) AHM ET DEDE (Müneccimbaşı) M ü n e c c İm b a ş i A h m e t



Öğrenimini İstanbul'da yaptı. Şam (1625), Mısır (1629), Edirne (1633), İstanbul (1635) kadılıklarında bulundu. Anadolu kazaskeri oldu (1637). Sertliği nedeniyle görevine son verilerek Belgrad'a sürüldü. Bağışlanarak eski görevine getirildi (1642). Rumeli kazaskeri (1644), şeyhül­ islam (1646) oldu. Ölümüne değin bu gö­ revde kaldı. AH M ET EFENDİ Şarihülmenarzade, türk tarihçi (Amasya ?-istanbul 1657). Menar şarihi Abdülhalim Efendi’nin oğlu. Muit Ahmet Efendi’den icazet alarak mü­ derris oldu. Davutpaşa medresesi müder­ risiyken öldü. Osmanlı tarihinin 15911655 yılları olaylarını kapsayan, ancak günümüze kadar bulunamayan tarihiyle ünlüdür. Vakayiname tarzında kaleme alındığı anlaşılan bu yapıt, Naima'nın ya­ rarlandığı başlıca kaynaklardan biridir. Şamil ve Kâmil adlı bir İslam tarihiyle, Silsile-i ulema adlı bir yapıtı daha vardır. AHM ET EFENDİ Ebülhayr Danıadzade - EBÜLHAYR AHMET EFENDİ. AHMET



EFENDİ



Ebubekirzade



-EBUBEKİRZADE AHMET EFENDİ



AHM ET EFENDİ Müftizade



AHMET EFENDİ (Şeyh, Hacı) Şikarizade, türk besteci (1752 ?-? 1831). ilahı, tevşıh. durak, şugl gibi formlarda beste­ lediği pek çok yapıttan günümüze bayati makamında bir durak ile rast ve segâh makamlarında iki ilahi kalabildi. Der beyân-ı ahvâl-i Medine (Medine’deki du­ rumun beyanı) [1791] adlı bir kitabı var­ dır. AHM ET EFENDİ Yağlıkçızade, türk ses sanatçısı (öl. 1880 ?). Dede Efendi’ nın en ünlü öğrencilerinden. Çok sayıda eseri ezbere biliyordu. Bu eserlerin günü­ müze ulaşmasında büyük payı vardır. AH M ET EFENDİ Mutafzade •Mütafzade



A h m e t Ef e n d i.



AHM ET EFENDİ S e la n ik li



AHM ET EFENDİ Muit, Kazabatlı, türk şeyhülislam (Tokat ?-istanbul 1647).



SELA



NİKLİ AHMET EFENDİ



AHM ET EFLAKİ DEDE el-Mevlevi, türk saat ustası (Tekirdağ 1808-istanbul 1876). Halveti şeyhlerinden Kırımlızade



A h m e t ıı e l m e l i k ü s - S a l ih Şihabettin, son Mardin Artukoğulları be­ yi (1406-1408). Davut li nin oğlu. Karde­ şi El-Melik üs-Zahır Mecdettın İsa Akkoyunlular'dan Kara Yülük Osman'a yenik düşüp öldürülünce onun yerine geçti. Akkoyunlular’ın saldırıları karşısında Mar­ din'i Karakoyunlu hükümdarı Kara Yu­ suf'a teslim etti. Karşılığında kendisine Musul verildi. Ancak burada sekiz gün­ lük beylikten sonra öldü. AHM ET I EL-M ELİK ÜL M A N ­ SUR, Mardin Artukoğulları beyi (13631367).El-Melik ül-Adil imadettinAlpı'nın oğlu. Babasının ölümü üzerine onun ye­ rine geçti. Karakoyunlular'a karşı Celayir hükümdarı Sultan Üveys’ten yardım iste­ di. Ölünce yerine oğlu El-Melık üs-Salih geçti. AHM ET EL-MÎMAR, türk mımar.Yaşamına ilişkin bilgi yoktur. Ancak, Topkapı sarayı, Çinili köşk'te bulunan ve Mısır'dan getirildiği sanılan ağaç işleme Kuran mah­ fazasında adına rastlanmıştır. AHM ET ESAT EFENDİ Salihzade ESAT EFENDİ.



AHM ET ESAT EFENDİ Uryartizade -U R Y A N IZ A D E A H M E T ESAT EFENDİ.



AHM ET ESAT PAŞA



■ ESAT



PAŞA.



RAHMET EYÜP PAŞA, turk komutan (İstanbul T-ay.y. 1893). Harp okulu'nu bi­ tirdi, kurmay yüzbaşı oldu (1858). Müşir rütbesiyle VII. ordu komutanlığına ve Ye­ men valiliğine getirildi (1873). 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı'nda Tuna cephesin­ de Doğu ordusu'na komuta etti. Yanya valiliği (1883), Yunan sınırı genel komu­ tanlığı, Manastır ve Kosova valiliği (1889) yaptı. Aynı yıl, Abdülhamit ll’nin fermanı­ nı Mısır hıdivi Abbas Hilmi Paşa'ya götür­ dü. Dönüşünde, padişahın yaverliğine atandı.







dede.



- MUF



TİZADE AHMET EFENDİ



Ali Efendi'nin oğludur. 18 yaşında İstan­ bul'a geldi. Yenikapı mevlevihanesi'nde yetişerek dede oldu. Bu arada saatçiliği de öğrendi; gelişmeleri izlemek üzere Ab­ dülmecit tarafından Paris’e gönderildi. Dönüşünde Mahmut ll'nin muvakkıti ol­ duğu, Topkapı Sarayı müzesı'ndekı yazıtlı saatten anlaşılmaktadır. Sanatçının yap­ tığı on saatten biri de Dolmabalıçe sarayı’ndadır.Topkapı Sarayı müzesi'ndeki bir belgede, Eflaki Dede’nin yaptığı saatler­ den birinin Paris’te sergilendiği yazılıdır, AHM ET EL-MANSUR (Fas 1549 ay.y. 1603), Fas sadi sultanı (1578-1603). Abdülmelik’in kardeşi; ağabeyinin Alcaçar-Guivir ya da Üç Kral savaşı’nda (Por­ tekizli Sebastiao, Abdülmelik ve tahttan uzaklaştırılmış olan sultan Muhammet II El Mütevekkil) ölümü üzerine onun yeri­ ne geçti ve kazandığı, zaferden sonra El Mansur (Muzaffer) unvanını aldı. Akdeniz politikasını çok iyi bilen Ahmet İngiltere Ispanya, Toscana ve Fransa ile kesintisiz diplomatik ve ticari ilişkiler kurdu Bu güç­ ler tarafından büyük bir hükümdar olarak kabul edildi. Bağlısı olduğu osmanlı sul­ tanının isteklerine karşı direnirken Avru­ pa'nın güçlü ülkelerini de birbirlerine karşı kullanarak Fas'ın bağımsızlığını korudu. 1587'de beylerbeyi Kılıç Ali Paşa'nın ölü­ mü Ahmet’i, Cezayir’deki Türkler’in teh­ didinden kurtardı. Osmanlı ordusunu ör­ nek alarak esirlerden bir ordu kurdu. Yö­ netimi merkezileştirdi; yöneticilere toprak vererek onların vergi yükümlülüklerini kal­ dırdı. Tarım ve şeker sanayisini geliştirdi, başkent Marakeş'e eski görkemim kazan­ dırdı. 1591'de Sahra'dan geçen Sudan ticaret yolu üzerindeki Tombuktu ve Gao'yu ele geçirerek Sahra ticaretine ege­ men oldu ve Fas'ın ekonomik ve kültürel gelişmesine katkıda bulundu.



Ahmet Eflaki Dede el-Mevlevı nın yapıtı bir saat Nao Keskin arşivi



AHM ET FAKİH , türk mutasavvıf, -şair (XIII. yy.). Konya'da yaşadı, fıkıh bilgini ol­ duğu için "Fakih" diye anılıyordu. Yaşa­ mıyla ilgili menkıbeleşmiş bilgiler Eflaki' nın Menakıb ül-anlin'müe, Muhyıttin'm Hı-



Ahmet Haşim ztrname'sinde ve bektaşi velayetnamelerindedir. Bunlar onun bir tasavvuf ulusu olarak hem mevlevi, hem de bektaşi tari­ katı çevrelerinde benimsendiğini gösterir. XVIII. yy.'dan kalma Menakıb-ı Hace Fa­ kih Ahmet Sultan'dan tarikat çevrelerin­ deki anısının bu döneme kadar yaşadığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da, Selçuklular döneminde türkçe ürün vermiş şairlerin en eskisi sayılır. Kaside biçiminde yazıl­ mış Çarhname'sı dünyanın geçiciliği, dünya zevklerine kapılmanın kötülüğü, öbür dünya için hazırlanmak gerektiği, bunun da ancak ibadet, insanlara iyilik yoluyla sağlanabileceğini anlatır. Man­ zum. Kıtabü evsafı mesacid Cış-şerife ad­ lı yapıtında Hac yolculuğu sırasında bu­ lunduğu Mekke, Medine, Kudüs, Şam kentlerim, gezdiği kutsal yerleri, yapıları* ayrıntılı biçimde anlatır. Kudüs için yaz­ dığı övgü şiirleri hece vezniyledir. Konuş­ ma dilinden kaynaklanan anlatımı yalın­ dır. ( -» Kayn.) ■ AH M ET FEHİM , türk tiyatro sanatçısı (İstanbul 1857-ay.y. 1930). 1876'da Gül­ lü Agop’un yönetimindeki Osmanlı tiyat­ rosu 'na girerek İki sağırlar adlı oyunda ilk kez seyirci karşısına çıktı. Ertesi yıl Fasulyeciyan ile birlikte Bursa'ya gitti. Üstün yeteneğiyle, tiyatrosever Bursa valisi Ah­ met Vefik Paşa’nın dikkatini çekti ve des­ teğini kazandı. Uzun yıllar komedyenle­ rin önde gelen adlarından biri oldu. 1908 Meşrutiyetinden sonra kendi kurduğu topluluklarla turnelere çıktı.Darülbedayi-i Osmani kurulunca (1914) tiyatro bölümü öğretim kadrosuna alındı. Çok yönlü bir sanatçıydı. Zaman zaman oyun dekorla­ rını da hazırlamaktan kaçınmadı. Türkiye'de gerçekleştirilen ilk filmlerden bazılarının (Mürebbiye. Binnaz, 1919) yö­ netmenliğini de yaptı. Anılarını Vakit ga­ zetesinde yayımladı. Bu anılar 1977'de ki­ tap halinde de basıldı. AH M ET FERİDUN BEY



FERİDUN



AHMET BEY.



AH M ET FERİT (Ferdi), türk şair (Yeni­ şehir 1866-istanbul 1910). Öğrenimine doğduğu şehirde başladı. Yenişehir, Yu­ nanlıların eline geçince İzmir’e (1879), daha sonra İstanbul’a (1882) gitti. Bura­ da medrese öğrenimi gördükten sonra Selanik ye İstanbul'da rüştiyelerde ders okuttu. Üsküdar'da Hallaç Baba dergâ­ hında sadiye tarikatı şeyhi olarak bulun­ du (1906-1910). Şiirleri divan edebiyatı geleneğini sürdürür. ■ AHM ET FETHİ PAŞA Rodosizade, türk asker, devlet adamı (İstanbul 1801ay.y. 1854). Enderun'da yetişti Yeni ku­ rulan Asakiri mansurei muhammediye or­ dusuna yazıldı; yükselerek paşa oldu (1831). İki kez Viyana (1834, 1835), Mos­ kova (1835), Paris (1837), Londra (1838) büyükelçiliklerinde bulundu. Bu görevle­ ri sırasında Avusturya hükümdarı Ferdinand I ve İngiltere kraliçesi Victoria’nın taç giyme törenlerinde Osmanlı devletini tem­ sil etti. Meclisi vaiayı ahkâmı adliye üyeli­ ğine, ticaret nazırlığına getirildi (1839). Mahmut ll’nin kızı Atiye Sultan ile evlen­ di. Serasker kaymakamlığı, Meclisi valayı ahkâmı adliye başkanlığı (1843), mü­ himmatı harbiye nazırlığı, iki kez topha­ ne müşirliği yaptı. Askeri müzenin çekir­ değini oluşturan Mecmai eslihai atika'yı kurarak türk müzeciliğinin temellerini at­ tı. Ülkenin çeşitli yerlerinden arkeolojik eserler topladı, bunların tanıtımı için reh­ berler hazırlattı. AH M ET FEVZİ PAŞA Firari, Hain, türk kaptanıderya (Girit ? - Kahire 1843). Gençliğinde İstanbul’a gitti; bir süre Çen­ gelköy'de kayıkçılık yaptı. Bostancıbaşı Osman Paşa'nın koruyuculuğunda dev­ let hizmetine girdi, Koca Hüsrev Paşa'nın desteğiyle mabeyn müşirliğine kadar yük­ seldi. Ölağanüstü elçi olarak Rusya'ya gönderildi (1833). Kaptanıderyalığa ge­ tirildi (1836). Tersanede düzenlemeler yaptı. Trablusgarp ve Adalar’da bir de­



netleme seferine çıktı (1838). Mısır soru­ nu dolayısıyla Çanakkale'de hazır tutulan donanmanın başındayken, Abdülmecıt'ın tahta çıkması (1839) ve rakibi Koca Hüs­ rev Paşa nın sadrazam atanması üzerine donanmayı Mısır'a götürüp Kavalalı Meh­ met Alı Paşa’ya teslim etti. Bunun üzeri­ ne “ firari" ve "hain" lakaplarıyla anılma­ ya başlandı. Mısır sorunu çözüldükten ve donanma gemileri geri alındıktan sonra da bağışlanmadı. Sığıntı olarak yaşadığı Kahire’de cariyeleri tarafından zehirlendi.



tediğini, gerekirse onlara asker vererek yardımda bulunacağını bildirdi. Lehistan kralından aldığı güvenceyle yeniden Moskova üzerine yürüdü (1480). Lehliler' den beklediği destek gelmeyince seferi sürdüremedi. Başkenti Saray, yokluğun­ da Kırım hanı tarafından yağmalandı. Ah­ met Han seferden dönerken, Don kıyısın­ daki kışlağında, Seybani hanı İbak (İbra-



211



AHM ET FEYZİ PAŞA Tatar, türk ko­ mutan (Gözleve, Kırım, 1839-istanbul 1914) Kurmay yüzbaşı rütbesiyle Ye­ mene gönderildi (1864). Yemen’deki ayaklanmaların bastırılmasında etkin rol oynadı. Yemen valisi ve VII Ordu komu­ tanı oldu (1882). Hicaz komutanlığına atandı (1886) Müşir rütbesiyle ikinci kez Yemen valiliğine (1891), Bağdat vali ve komutanlığına (1898) getirildi. Yemen'deki ayaklanmayı bastırmak göreviyle yeni­ den Yetmen vali ve komutanlığına atandı (1905), imam Yahya’nın ele geçirdiği Sana’yı geri aldı. 1908 Meşrutiyeti’nden sonra emekliye ayrıldı. AHM ET G A Z İ, Menteşe beyi (?-Peçin 1391). Babası İbrahim Bey’in ölümünden (1360) sonra beyliğin Fethiye (Meğri) ve Marmaris yöresini yönetti. Kardeşi Musa Bey'in ölümü üzerine Milas ve Peçın'i de egemenliği altına aldı. Eskıhisar’ı ele ge­ çirdi. Oluşturduğu donanmayla Kıbrıs krallığı ve Rodos şövalyeleriyle savaştı. Etkinliklerinden rahatsız olan ve Aydın, Menteşe kıyılarını tehdit eden Kıbrıs kral­ lığıyla Venedikliler aracılığıyla barış yaptı (1365). Peçin ve Fethiye'de medrese, Mi­ las ve Eskihisar’da cami yaptırdı. A h m e t H a lit k ita b e v i, İstanbul'da Ahmet Halit Yaşaroğlu'nun kurduğu (1928) yayınevi. Ahmet Halit ve eşi Naime Halit, kendi hazırladıkları ders ve ço­ cuk kitapları, okul ve kadın dergileri, an­ siklopedilerle yayımcılığa başladılar. Ya­ şar Nabi, Faruk Nafiz, Şukûfe Nihal vb.'nin şiirleri; Ömer Seyfettin, Halide Edip, Reşat Nuri Güntekin gibi yazarların tüm yapıtları Ahmet Halit kitabevi'nde ba­ sıldı. “Doğudan Batıdan Seçme Klasikler" dizisinde de Hayyam, İbni Si­ na,Dostoyevskıy.Cronin’in yapıtlarına yer verildi. Ahmet Halit’in ölümüyle (1958) eşinin yönettiği yayınevi, 1967'de onun da ölü­ müyle etkinliğini yitirdi ve kapandı. AHM ET HAM Dİ -* HAMDİ EFENDİ. AHM ET HAM Dİ PAŞA, türk sadra­ zam (İstanbul 1826-Beyrut 1885) Babıâli kalemine girdi (1841), Şeyhülislam Arif Efendi’nin kızıyla evlendi. Evkafı hüma­ yun (1868), maliye (1869) nazırlıklarında bulundu. Aydın valiliğine gönderildi. İkinci kez maliye nazırlığına getirildi (1871). Şû­ rayı devlet üyeliği (1876), dahiliye nazırlı­ ğı (1877) yaptı. 1877-1878 Osmanlı - Rus savaşı sırasında sadrazamlığa getirildi. (1878). Edirne Ruslar’ın eline geçince, Abdülhamit İl’ye Yıldız sarayından Beşik­ taş sarayına geçmesini önerdi. Padişah­ ın, bunu tahttan indirilmesi için bir düzen olarak değerlendirmesi sonucu azledildi. Aydın, Suriye valiliklerinde bulundu. AHM ET HAN (?-? 1481),Altınordu hü­ kümdarı (1445-1481). Babası Küçük Mu­ hammet Han’dan sonra hükümdar oldu. Timur’un saldırısıyla dağılan Altınordu devletim diriltmeye çalıştı. Moskova knezliği (prenslik) ve Kırım hanlığı ile savaştı. 1465’te Moskova’yı yağmaladı; ancak başkenti Saray'daki ayaklanma ve Kırım hanlığının saldırısı üzerine geri çekildi Moskova knezi İvan lll’e karşı Lehistan Litvanya ile anlaştı. Buna karşı Kırım ha nı Mengli Giray da İvan III ile ittifak yaptı 1475'te Gedik Ahmet Paşa komutasında­ ki Osmanlı donanması Kefe ve Azak’ı alınca Ahmeî Han, Mehmet İl’ye mektup göndererek OsmanlIlarla iyi geçinmek is­



hım) ile Mangıt beyi Musa’nın yaptıkları baskında öldürüldü. AHM ET HAN * AHMET ŞAH.



Ahmet Fehim (ayakta ortada) bir piyesin provasında Isa Çelik arşivi



A h m e t H aram i d e stan ı, dil özellikle­ rine dayanılarak XIII.-XIV. yy. larda yazıya geçirildiği sanılan manzum masal. Mes­ nevi biçiminde yazılmış olan ve şairi bi­ linmeyen yapıtın günümüze 816 beyitlik bir bölümü kalmıştır. Bu bölüm Ahmet Ta­ lat Onay tarafından Dasıtamı Ahmat Ha­ ramı adıyla yayımlandı (1933). Masalın kahramanı olan Ahmet adlı haramı, Ebu Ali Sina'nın sihir biliminden yararlanarak Bağdat sultanının sarayını soymaya kal­ kar. Sultanın kızı Gülendam, Ahmet’in ar­ kadaşlarını öldürür. Ahmet'in öç alma gi­ rişimleri masalın çatısını kurar. AHM ET H ASİP EFENDİ Müminzade, türk tarihçi, şair (Bursa ?-İstanbul 1753). Müderrislik yaptı. Tokat, Kayseri, Bağdat, Manisa kadılıklarında bulundu. Silk ül-leâl-i âl-i Osman adlı manzum ta­ rihinde Süleyman Şah’tan Mehmet İl’ye kadar gelen dönemi, her dönemin dev­ let adamlarını, şairlerini, bilginlerini konu edindi. Hekimoğlu Ali Paşa’nın ikinci kez sadrazam olması üzerine yazılan kaside­ leri, düşürülen tarihleri Mecmua-i tevarih' te derledi. Edirne vakası’nı Ravzat ül -kübera'da, kendi döneminde İstanbul’da bulunan tekkeleri Dergâhname adlı mes­ nevisinde, Bursa’daki içmeleri Miyahiye' de anlattı. AHM ET HAŞİM , türk şair ve yazar (Bağdat 1885-istanbul 1933). IrakTürkleri’nden mülkiye kaymakamı Alûsizade Arif Hikmet Bey’in oğludur. Çok küçük yaşta annesini kaybetti. Babasıyla birlik­ te İstanbul’a gelince, bir yıl kadar Nümunei terakki mektebi'nde okuyarak türkçesini kuvvetlendirdi (1895), daha sonra Mektebi sultani’de okudu (1896-1907). Okulu bitirince, sınavla Reji idaresine me­ mur olarak girdi; Meşrutiyet’in ilanından sonra İzmir idadisi fransızca öğretmenli­ ğine atandı (1908-1911), Fecr-i ati ede­ biyat topluluğuna katıldı (1909), İzmir dö­ nüşünde maliye nezaretine çevirmen ola­ rak girdi (1911), Birinci Dünya savaşı’na ihtiyat zabiti olarak katıldı (1914-1918), sa­ vaştan sonra Düyunu umumiye’ye girdi, Cumhuriyetin ilk yıllarında birkaç ay için Paris’e gitti (1924), orada Mercure de France dergisinde, yeni türk edebiyatı üzerine bir makale yayımladı (ağustos 1924); Paris dönüşünde bir süre Osmanlı bankası’nda çalıştı; son yıllarında, Güzel



Ahmet Fethi Paşa Rodosizade



'm



Ahmet Hamdi Paşa



Ahmet Haşim 212



sanatlar akademisi’nde estetik ve mitolo­ ji (1929), Mülkiye mektebi’nde fransızca öğretmenliği yaptı; Anadolu demiryolları şirketi yönetim kurulu üyesi oldu; böbrek­ lerinden hastalanınca tedavi için Frank­ furt’a gitti (1932) ise de, iyileşemedi, er­ tesi yıl İstanbul'da öldü. Ahmet Haşim, Mektebi sultani’de da­ ha on beş, on altı yaşlarındayken yazdı­ ğı ilk şiirlerini Mecmua-ı edebiye’de ya­ yımlamaya başladı (1901); bunlar Servet-i fünun şairleri yolunda yazılmış şiirlerdir, ilkgençlik yıllarında, bir rastlantı sonucu aldığı sembolist fransız şairlerinin seçme şiirlerini toplayan Les poetes d'aujourd'huı adlı antolojide okuduğu şiirleri kendi mizacına yakın bularak, onların bağlı bu­ lunduğu akımı inceleme ve o yolda yaz­ ma denemelerine girişti. Dergilerde Emi­ le Verhaeren, Henri de Râgnier (Musav­ ver muhit, 1908), Mallarme (Hayat, 1927) üzerine yayımladığı makaleleri, Piyale ön­ sözünde Abbö Bremond'un "saf şiir" ile ilgili görüşünü benimsediğini belirlen söz­ leri, onun şiir anlayışının hangi temellere dayandığını gösteren ipuçlarıdır. Okuyucuya, "Bu kitabın gecesinde mehtabı senin için yere serdim" sözleriyle sunduğu Şiir-i kamer (ayın şiiri) dizisindeki ilkgençlik şiirlerinde de, olgunluk çağında­ ki şiirlerinin çekirdeğini bulma olanağı vardır. Ahmet Haşim, Göl saatleri adlı ilk kita­ bının manzum "mukaddeme’’sinde "Ha­ yatın şekillerini ben hayal havuzunun su­ larında seyrettim; onun için, yeryüzünün taşları ve bitkileri bana renkli bir akistir" der. Bu görüş, Fransa’da 1885’ten son­ ra başlayan sembolizm" akımının teme­ lini oluşturan bir görüştür. Alman filozofu Schopenhauer'in ileriye sürdüğü "Dün­ ya bir tasarımdır, bir hayalden ibarettir" yolundaki idealist felsefeden kaynaklanan bu görüşe göre, duyularımız dış dünyayı Ahmet Haşim olduğu gibi değil, onun asıl halini değiş­ tirerek bize ulaştırır. Kimi sembolist ozan­ lar, bunu Ahmet Haşim'den çok önce, "Eşyayı hülyalı ruhlarının biçim bozucu prizmasından seyretmeye dalmak” (Rodenbach), "Eşyayı değil, eşyanın etkisi­ ni dile getirmek” (Mallarme) sözleriyle an­ latmışlardır. Daha önceki dönemlerin şi­ irlerinde, doğa, hiç değiştirilmeden, oldu­ ğu gibi verilmeye çalışılmıştı; Ahmet Ha­ şim ise, bağlı bulunduğu akımın yöntemi■| ne uyarak, doğayı kendi izlenimlerine göre değiştirerek, yeniden yaratma yolunu seçti. Sembolizmin müjdecisi sayılan c Baudelaire'in Uyuşum (Correspondance) adlı şiirinden esinlenilerek, evrenin bir bü­ tün olarak görüldüğü, bütün duyuların birbirleriyle bağlantılı olduğu (Kokular, renk­ ler, sesler söyleşir birbiriyle), insanla do­ ğanın kaynaştığı görüşünün Haşim'in şi­ irinde de esintileri vardır; onun, ” Göller­ de bu dem bir kamış olsam" dizesi, do­ ğayla kaynaşma özlemini dile getirir. Ol­ gunluk çağının şiirlerini bir araya toplayan Piyale' nin önsözünde (Şiir hakkında bazı mülahazalar) şak, sanat anlayışını ayrın­ tılı olarak açıkladı. Bir günün sonunda ar­ zu adlı şiiri yayımlandığı zaman (1921) an­ laşılmaz bulunduğu için, eski zevke bağ­ lı kişilerce eleştirilen, hatta mizah dergile­ rinde şakayla karışık alaylarla karşılaşan, karikatürleri yapılan şair, sanat anlayışını anlatmak için yazıp yayımladığı' 'Şiirde' ma­ na ve vuzuh" başlıklı yazıyı (Dergâh, 1921, sayı 8), sonradan adını değiştirerek, Piya/e’nin başına önsöz olarak koydu. Ahmet Haşim in Bu görüşlerin hemen tümü sembolizm bir karikatürü akımını benimseyen şair ve yazarların sa­ vunduğu görüşlerdi.(-> SEMBOLİZM.) Haşim, yine fransız sembolistlerine uya­ rak, kendine özgü mecazlarla kurulmuş özel bir dünya (Gök yeşil, yer san, mer­ can dallar) düşünür; günlük hayatın gü­ rültüsü ve çiğ aydınlığı yerine, akşam, ge­ ce, mehtap, sessizlik, durgun göller, su­ yu yakuta döndüren sonbahar, ufuklarda bir lamba hüznüyle kısılan güneş, gece­ leyin derin sularda yıldızları avlayan kuş­ lar, akşamları ufukta kesik bir başı andı­



ran güneşi yiyen kara kuşlar, mehtaplı ge­ cede su kenarında hayale dalan leylek­ ler, ayın büyülü ülkesine gitmek için gök­ lerin yolunu arayan kuğular, sessizce uçuşarak acının yıldızlarıyla gece karan­ lığını ören yarasalar, dallarda alev gibi du­ ran bülbüller... onun şiirlerinin temel öğe­ leridir, Kullandığı kimi mecazlarda çok sevdiği Regnier’nin etkisi saptanmıştır (kanlı güller, altın kamışlar arasında dü­ şe dalan leylek vb.); hatta, Yollar adlı şii­ rinin kimi dizeleri Râgnier’nin aynı adı ta­ şıyan şiirinden alınmıştır; bilinmedik uzak ülkeler özlemini işlediği O belde şiirini, Baudelaire’den esinlenmiştir.Haşim,batı şiirine bu aşırı bağlılığına karşılık, olgun­ luk dönemi şiirlerinin bazılarında (Bülbül, Karanfil, Mukaddeme) divan şiiri maz­ munlarını (gül ile bülbül, pervane ile alev, lale ile piyale) çağdaş bir anlayışla kullan­ dı. Fecr-i ati dönemi şiirlerinde “ serbest müstezat" biçimine düşkünlük göstermiş­ se de (O belde, Yollar vb.), daha sonraki şiirlerinde klasik biçimleri yeğlemiştir, Regnier ve Mallarme üzerine yazdığı yazılarda, “ ...Şiir, günlük hayata karşı ka­ yıtsızdır; yararlı olmayı düşünmez, güzel olmakla, güzelliği duyurmakla yetinir.” , "...Zamanın olaylarını yazmakla görevli olan yazarlarla hiçbir yakınlığı olmayan şair zaman ve mekânın dışındadır." diyen Ahmet Haşim, yaşadığı dönemin çok önemli toplumsal olaylarına, siyasal akım­ larına şiirlerinde hiç değinmedi; içinde ya­ şadığı "zaman ve mekânın dışında" kal­ dı, sadece "güzelliği duyurmakla" yetin­ di. ilkgençlik şiirlerinde Edebiyat-ı cedide etkisi görülen şair, Fecr-i ati döneminde (1909’dan sonra) bu etkiden kurtulmuş­ sa da, o dönemde yazdığı şiirler dil bakı­ mından yine Edebi-yat-ı cedide şiirlerinin özelliklerini taşıdı; bunlarda yabancı söz­ cükler ve yabancı dil kurallarına fazlaca yer verdi. Birinci Dünya savaşı'ndan son­ raki şiirleriniyse,' ‘Yeni lisan" akımının et­ kisiyle, sade dille yazdı. Kendinden sonra yetişen kuşakların şa­ irlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas ve Cahit Sıtkı Tarancı üze­ rinde etkisi görüldü. Nesir alanında sohbetler, fıkralar, men­ sur şiirler ve birtakım gezi notları yazdı. Bunlar, anlam bakımından açık yazılar ol­ makla birlikte, şiirleri gibi mecazlarla yük­ lüydü. Fecr-i ati döneminde ağır bir.dille yaz­ mış olduğu şiirlerini Gö/saaf/er/(1921)adlı bir kitapta,Birinci Dünya savaşı’ndan son­ ra sade dille yazdığı şiirleriniyse Piyale (1926) adlı bir kitapta topladı; ölümünden sonra bu iki yapıt ve bunlara girmemiş olan son şiirleri bir araya getirilerek Ah­ met Haşim ’in şiirleri (1938) adıyla yayım­ landı. Akşam ve ikdam gibi gazetelerde yer alan sohbet ve köşeyazılarını Gurabahane-i laklakan (leylekler hastanesi) (1928], Bize göre (1928) adlı kitaplarda topla­ dı, hastalık dolayısıyla tedavi için gittiği Frankfurt gezisi ile ilgili gezi notlarını Frank­ furt seyahatnamesi(1933)adlı bir kitapta yayımladı. ( -* Kayn.) AH M ET H İK M E T MÜFTÜOĞLU M ü f t ü o ğ l u A h m e t Hİk m e t .



AHM ET H İLM İ, türk tarihçi (İstanbul ?ay.y. 1878). Tercüme odasında çalıştı. Mülkiye mektebi kurulduğunda burada hukuk, tarih ve coğrafya dersleri okuttu. Bir süre Türkiye'nin Tebriz konsolosluğu­ nu yaptı, ilk Meclisi mebusan’a İstanbul mebusu seçildi. Başlıca yapıtları: ilm-i tedbir-i servet (Otto Hubner'den çeviri, 1869), Tarih-i umumi (İngilizceden çeviri, 1868-1878 VI cilt). AH M ET H İLM İ Şehbenderzade ŞEHBENDERZADE AHMET HİLMİ.



AHM ET HİLM İ - HOCAZADE AHMET HİLMİ.



AHM ET H İLM İ PA ŞA K a y s e rili,



türk hekim (Kayseri ? - İstanbul 1905/1906). Askeri tıbbiye'yi bitirdi (1864). Aynı yerde patolojik anatomi, sivil tıbbi­ ye ile Mektebi mülkiye’de kimya dersleri okuttu. Askeri sağlık dairesi ikinci başka­ nı ve tıbbiye nazırı oldu. Cemiyeti tıbbiyei Osmaniye’nin kurucuları arasında yer aldı. Tıp öğreniminin türkçe yapılması için çaba gösterdi. Başlıca yapıtları; Emraz-ı umumiye-i cerrahiye, Tahlil-ı kimyevi (1881), ilm -i ensac-ı m araziye (1887/ 1888) AHM ET HULUSİ EFENDİ Şirvanizade, türk müderris, kadı (Amasya ?- ay.y 1889). İstanbul kadılığına getirildi (1874). Meclisi tetkikatı şeriye başkanlığı, Mecel­ le cemiyeti üyeliği yaptı. Abdülhamit II' nin mektup ve armağanlarını Afganistan emirine götürmekle görevlendirildi. Dönü­ şünde, Diyarbakır kadılığına atandı. Sür­ güne gönderildiği Amasya’da öldü. AHM ET HULUSİ EFENDİ, türk d n adamı (Denizli 1861 -ay.y. 1931). Kuvayı milliye önderlerinden. Denizli müftülüğü sırasında İzmir'i işgal eden Yunanlılar’a karşı ilk cihat fetvasını verdi. Denizli'de ilk Heyeti milliye'nin kurulmasına öncülük et­ ti (Haziran 1919). AHM ET HULUSİ PAŞA, türk devlet adamı (Çorum ?-istanbul 1837). Babıâli kaleminden yetişti. Reisülküttap kisedarı, ikinci ve birinci tezkireci oldu (1822). Darphane eminliği. çavuşbaşılık yaptı. Sadaret kethüdası (1826). mühimmatı harbiye .nazırı, vezir rütbesiyle sadaret kaymakamı oldu (1828). Hariciye nazırlı­ ğına getirildi (1836). AHM ET HÜSEYİN BEY, türk hekim ve kimyager (? 1872- Balıkesir 1939). Sa­ ray ağası Hüseyin Bey in oğlu. Tıbbiye bi­ rinci sınıf öğrencisiyken 1890'da dört ar­ kadaşıyla birlikte Fransa’ya gönderildi. Lyon’da askeri tıp okulunda, önce ecza­ cılık sonra da tıp öğrenimini gördü. İstan­ bul’a dönünce tıbbiyede fenn-i ispençiya­ ri (eczacılık) muallim muavini olarak ça­ lıştı Binbaşı rütbesindeyken kendi isteğiy­ le emekliye ayrıldı (1912). Sonra şehre­ maneti kimyagerliğine atandı. Buradan da istifa ederek (1917) Balıkesir'e gitti. Ölünceye kadar serbest hekimlik yaptı. Eczacılık okulu bitirme tezi Note sur les produıts chımiques (Lyon 1895) [Kimya­ sal ürünler üzerine not ] adıyla yayımlan­ dı. La section du sympathique cervıcal dansl'exophtalmie et autres symptömes de la maladie de basedovv (Ekzoftalmide boyun sempatik sinirinin cerrahi kesilmesi ve basedovv hastalığının diğer arazı) adlı bitirmetezi Lyon'da tarihsiz olarak basıldı AHM ET İHSAN -



TOKGÖZ AHMET



İHSAN.



AHM ET İNALTİGİN, Gaznelı komutan (? -Sınd 1035). Gazneli Mahmut'un hazi­ nedarıydı. Mahmut'un yerine sultan olan Mesut tarafından, topladığı serveti geri vermeye zorlandı (1030). Askerlik dene­ yimi olmamasına karşın Hindistan’daki Gazneli kuvvetlerinin komutanlığına atan­ mayı başardı (1031). Türk muhafızlarıyla anlaşarak ayaklandı (1033). Sultan Me­ sut’un kuvvetlerini önce yendiyse de bir dizi çarpışma sonucunda yenildi. Sind'e kaçtı, indus nehrini geçerken boğuldu. AHM ET İSLAMBOLİ E L -H A C , türk tezhip sanatçısı (XIX.yy.). Yaşamına iliş­ kin bilgi yoktur, ancak imzasından İstan­ bullu olduğu bilinmektedir. Topkapı Sa­ rayı müzesi kütüphanesi’ndekı Yahya Hil­ mi imzalı Delail ül-hayrat'ın minyatür üs­ lubundaki tezhiplerinden usta bir sanatçı olduğu anlaşılır. AH M ET İZZET BEY, Kambur İzzet diye bilinir, türk yönetici (İstanbul 1871 İzmir 1919). Hürriyet ve itilaf partisi yanlı­ sıydı. Van valisi oldu (1912). İttihat ve Te­ rakki partisi'nce görevden alındı (1913). ikinci Ahmet Tevfık Paşa kabinesinde ev­ kaf nazırlığı (1918), Üçüncü Ahmet Tev-



S 5 « ^ ,J®



Ahmet islam boli el-Hac dan bir minyatür Topkapı Sarayı müzesi kütüphanesi



tik Paşa kabinesinde vekâleten dahiliye nazırlığı (1919) yaptı. Damat Ferit Paşa ta­ rafından merkezi İzmir olan Aydın valili­ ğine atandı (1919). İzmir'in işgali sırasın­ da pasif ve işgali kolaylaştıran tutumuy­ la tepki topladı. İşgalden sonra da süren valiliği sırasında Yunanlılarla işbirliği yap­ tı. Vali iken öldü. AHM ET İZZET PAŞA, soyadı Furgaç, türk sadrazam (Naslic, Manastır, 1864-istanbul 1937). Erkânı harbiye mek­ tebi'ni tamamladıktan sonra kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı (1887), As­ keri okullar müfettişi Goltz Paşa’nın yar­ dımcılığına getirildi. Öğrenim için Alman­ ya (1891), Hamburg ve Berlin’e gitti. Dö­ nüşünde Sofya’ya atandı, bulgar çeteci­ leriyle savaştı (1895). Yemen isyanı sıra­ sında, ferik rütbesiyle Hudeyde fırka ko­ mutanlığı (1907) yaptı, ikinci meşrutiyet’ in ilanından sonra Erkânı harbiyei umu­ miye reisliği görevine getirildi. Mahmut Şevket ve Goltz paşalarla arasındaki an­ laşmazlık üzerine reislik görevi kendisin­ de kalmak üzere Yemen’e gönderildi (1911). Balkan savaşları sırasında önce Trakya ordusu kurmay başkanlığına, Kâ­ mil Paşa kabinesinin istifasından sonra da başkomutanlığa getirildi (1913). Aynı yıl, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesin­ den sonra, harbiye nazırı oldu. Ordunun gençleştirilmesi girişimleri sırasında istifa etti. Padişah yaveri oldu. Birinci Dünya savaşı'na girilmesine karşıydı. Enver Paşa'nın Sarıkamış bozgunundan sonra, II. Ordu ve Kafkas Cephesi gene! komutanı olarak yeniden göreve çağrıldı (1916). Brest-Litovsk ve Bükreş konferanslarına askeri delege olarak katıldı. Savaşın ye­ nilgiyle sonuçlanması üzerine görevi bı­ rakmak zorunda kalan ittihat ve Terakki kabinesinin yerine yeni bir hükümet kur­ makla görevlendirildi (14 ekim 1918). Kur­ duğu hükümette sadrazamlığa ek olarak harbiye nazırlığını da üstlendi. Sadrazam­ lığı sırasında Mondros mütarekesi imza­ landı (30 ekim 1918). ittihatçı önderlerin yurt dışına kaçması nedeniyle kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında istifa etti (8 kasım 1918). iki ay işbaşında kalan ikin­ ci Damat Ferit Paşa kabinesinde Meclisi hassı vükela’ya (sandalyesiz bakanlık) atandı (1919). Beşinci Tevfik Paşa kabi­ nesinde dahiliye nazırlığını üstlendi (1920). Ankara ile iyi ilişkiler kurmak iste­ yen hükümetinin, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Bilecik’e gönderdiği ku­ rulda yer aldı (aralık 1920). Bir oldubit­ tiyle Ankara'ya götürülerek bir süre alıkonuldu. Ankara'da kalması için yapılan



öneriyi kabul etmedi. Hükümetten istifa etmek koşuluyla İstanbul'a dönmesine izin verildi (mart 1921). Dönüşünde hükümetten istifa ettiyse de bir süre sonra hariciye nazırlığını kabul etti. Ulusal hareketin başarıya ulaştığını gördüğünde, Anka­ ra’ya siyasa! gelişmeler üzerine bilgi sağ­ lanmasına yardımcı oldu. Cumhuriyet dö­ neminde kendisine resmi bir görev veril­ medi.



Kastamonu milletvekilliği yaptı. Başlıca yapıtları: El-Muhkem fi şerh ül-Hıkem (iki cilt), Hikmet-i Atai şerhi, Mucizat-ı Kur’aniye. A h m e t M e tin ve Ş lrza t y a h u t ro ­ m an İçin d e rom a n , Ahmet Mithat Efendi'nin romanı (1892). Ahmet Metin adlı roman kahramanının, Şirzat adlı bir Selçuklu prensinin serüvenini örnek ala­ rak yaptırdığı özel gemiyle Akdeniz’deki yolculuğunu anlatır. Bilim, teknik, coğraf­ ya konularında Jules Verne’in etkisini ta­ şıyan romanda türk tarih ve uygarlığının zenginliği, batı dünyası karşısındaki de­ ğeri savunulur. Kadın hakları, ulusa! kül­ türün korunması gibi konular üzerinde durularak, gelenekle çağdaş uygarlığı bir­ leştirecek bir çıkış yolu önerilir.



[ f AHM ET KA R AH İS AR İ Ş e m s e ttin , türk hattat (Afyonkarahisar 1468-istanbu! 1556). XVI. yy. türk hat sanatının önde ge­ len adlarındandır. Hattı,Seyyit Esedullah Kirmanî'den öğrendi. "Müsenna" da de­ nilen celi yazıda ve değişik bir biçimde yazdığı sülüste ustaydı. Şeyh Hamdullah karşısında yeni bir okul oluşturan sanat­ çının en önemli izleyicisi manevi oğlu Ha­ şan Çelebi’dir. Altı tür yazıda da başarılı I AHM ET M İTH A T, türk romancı ve ga­ zeteci (İstanbul 1844- ay.y. 1912), Vidin olduğundan kendisine Yakut-ı Rum deni­ eyaletinde kaza müdürü olan üvey ağa­ liyordu. Topkapı Sarayı müzesi'ndeki, Ka­ beyi Hafız Ağa'nın yanında ilk öğrenimi­ nuni Sultan Süleyman için yazdığı Kuran’ ne başladı; rüştiyeyi Niş’te bitirdi (1863). ilk memurluğu Rusçuk’ta mektubi kale­ se minde kâtiplik oldu. Tuna gazetesine ya| zıyor, fransızca öğreniyor, aynı zamanda ı i i * * ,.. 4' *! PROTEROCTOPUS.)



AHTAR çoğl. a. (ar. hatar' ın çoğl. ahtSr). Esk. Tehlikeler.



ahududu (Rubus idaeus)



AH TEL (EL-), arap şair (Hira ya da Ruşafa, Suriye, 640'a doğr - Küfe 710’a doğr,), Nasturi bir hıristiyan olan El-Ahtel Şam’da Emeviler'in sarayında yaşadı ve bedevi geleneğini yansıtan övgüler, şa­ rap ve aşk şiirleri ile yergiler yazdı. Arap edebiyatı tarihinde El-Ahtel ile Cerir’in çe­ kişmesi, Fransa’daki Corneille-Racine çe­ kişmesine benzer. AHTELER g e d iğ i, Doğu Anadolu böl­ gesinde, Ağrı ilinin kuzeyinde geçit; çok dağlık bir kesimde, Murat ırmağının yu­ karı havzasını Aras ırmağı vadisine bağ­ layan yerde (2 500 m). Büyük ölçüde ulaşıma elverişsiz. AHTER a. (fars. ahter). Esk 1. Yıldız: " Nüh felek burc-i menâzil yedi ahter bizdedir" (Flaşım Mustafa Baba, XVIII. yy.). —2. Talih, baht: "Veli bende saadet yok muvâfık olmadı ahter" (Nev'ı, XVI. yy.). —3. Ahter-i dünbâle-dâr, kuyrukluyıldız. || Ahter-suhte, yıldızı güneş ışığında kay­ bolmuş olan, talihsiz. —4. Bazı sözcük­ lerle birleşerek "müneccim" anlamını ka­ zanır: ahler-bîn (yıldız gören), ahter-gû (yıldızlarla konuşan), ahter-şinas (yıldız ta­ nıyan), ahter-şümar (yıldız sayan). A h te r, farsça gazete. Aka Muhammet Tâhir-ı Karacadaği (ya da Tebrizi) tarafın­ dan 13 ocak 1876'da İstanbul'da yayım­ lanmaya başladı. İran dışında yayımlanan ilk farsça gazetedir. Haftalık olmasına kar­ şılık iki üç günde bir çıktığı da oldu. Ya­ zarları arasında Mirza Aka Han-i Kirmani, Şeyh Ahmet Ruhi ve Mirza Mehdi-i Tebrizi bulunuyordu. Yayını siyasal ve toplumsal yönden İran’da hoş karşılan­ madı. Bu yüzden, İran hükümetinin Os­ manlI hükümetine başvurusu üzerine ka­ patıldı (1895/1896). AHTERİ -> SİPÜRDE,



yaprağın arka yüzü



AH U dağı - A hi D a ğ i .



Aiakos medresede okuduktan sonra şair Mirza Şefi nin etkisiyle müslümanlar için açılmış bir rus okuluna devam etti. Askerlik mes­ leğine girerek çarlık ordusunda albaylığa kadar yükseldi (1873). Rus edebiyatını ve rusçaya çevrilen Batı yapıtlarını yakından tanıdı. İran, Türkiye ve Hindistan'daki ay­ dınlarla tanıştı ve mekfuplaştı. Şiir, tiyatro dallarında ürünler verdi. Kafkasya genel valisi Varantsof’un Tiflis’te yaptırdığı tiyat­ roda Hikâye-i Molla İbrahim Halil Kimya­ ger, Mösyö Jordan hekim-i nebatat ve Derviş Mest Ali Şah meşhur cazuger, Sergüzeşt-i vezir han-ı serap yahut Lenkeren veziri, Hikâyet-i Guldurbasan, Ser­ güzeşt-i merd-ı hasis (Hacı Kara), Mürafaa vekilleri'nin hikâyeti gibi oyunları sah­ nelendi (1850-1856). Bazıları uyarlama ni­ teliğindeki bu yapıtlar Batı tiyatrosu örnek tutularak Azerbaycan türk halkının konuş­ ma diliyle kaleme alınmıştı, içerik bakımın­ dan dinsel bağnazlığa, toplumsal bozuk­ luklara karşı çıkıyorlardı. Ülkesinde Batı bilim ve kültürüne yönelme çığırının ön­ cülerinden olan yazar, çıkarcı softalara, ağalara taşlamalar yöneltiyordu. Rusçadan başka farsçaya da çevrilen güldürü­ leri bu ülkelerde de halkın uyanışına yar­ dımcı oldu. Azerbaycan edebiyatında Al­ danmış kevakib yahut hikâyet-i Yusuf Şah (1857) adını taşıyan yapıtıyla çağdaş an­ lamda ilk öykü kitabını da o yazmıştı. Kaf­ kasya genel valisi grandük Mişel’in yanın­ da binbaşı rütbesiyle arapça-farsça çevir­ meni iken yaptığı Tahran ve İstanbul yol­ culuklarında devlet ve bilim adamlarıyla bu ülkelerin kalkınmaları için görüşmeler yaptı. İstanbul’da 1863’te arap abecesi­ nin düzenlenmesi için sadrazam Fuat Paşa’ya sunduğu öneri Cemiyeti İlmiyeyi Osmaniye'de görüşülmüştü. (-* Kayn.) AHUNDZADE (Ahmet Cevat), azeri şair (Gence 1892-? 1937 ?). Medrese öğreni­ mi gördü. Balkan savaşı’nda gönüllü ola­ rak türk ordusuna katıldı. Azerbaycan’ın bağımsızlık savaşını konu alan hece ve­ zinli şiirleriyle tanındı. Bağımsızlık hareketi bastırılınca kovuşturmaya uğradı,193637 yıllarında kayboldu. Dalga ve Koşma (1917) adlı iki şiir kitaDi yayımladı. AHU RAM AZDA (Avesta’da "Bilgelik Tanrısı" ya da "Bilge Tanrı” ). Eski Iran dininin, özellikle de zerdüşt dininin yüce tanrısı (İ.Ö. VII.-V. yy.) Yaratıcı, ilk baba olan Ahuramazda, tanrısal düzeni (aşa), suları ve bitkileri, ışı­ ğı, yeryüzünü ve iyi olan her şeyi meyda­ na getirir. Tanrısal düzenin bekçisidir de; bütün iyi varlıkların yerlerini ve etkinlikle­ rini belirler, insanların açık ya da gizli ey­ lemlerini denetler; uyumaz, dolayısıyla da aldatılamaz. Ahuramazda, iki karşıt ru­ hun, doğruluğu, aydınlığı ve yaşamı sim­ geleyen iyilik ruhu (Spenta-Mainyu) ile ya­ lanı, karanlığı ve ölümü simgeleyen yokedici ruhun da (Angra-Mainyu) yaratıcısı­ dır. Bu ruhlar arasındaki çekişme, dünya­ nın tarihini oluşturur. Avesta'öa, Ahura­ mazda, iyilikçi ruhla bir tutulur. ÂHUVAN a. (fars. a/ıü’nun çoğl. ahuvan). Esk. Ceylanlar, karacalar; "Dendân ■ı şîre lokma olur âhuvân-ı zâr"(Z\ya Pa­ şa, XIX. yy.). AHVAL, -li çoğl. a. (ar. (lâ/’in çoğl. ah­ vâl). 1. Bir kimsenin ya da bir topluluğun içinde bulunduğu durumlar, koşullar; ’’El­ hasıl Kozan ağaları hariçten kimesneyi Kozanin ahvaline vâkıf etmezler..." (Cev­ det Paşa, XIX. yy.). —2. Olaylar. —3. Dav­ ranışlar: Onun ahvalini beğenmedim. —4. Ahval-r âlem, dünyanın gidişi, olay­ lar: "Hayalime ahval-i âlem, gönlüme bir garip elem geldi" (Namık Kemal, XIX. yy.). |j Ahval-i hazıra, şimdiki durumlar. || Ahval-i mutade, alışılagelen durumlar, günlük olaylar, olağan haller. || Ahval-i pe­ rişan, üzücü durumlar. || Ahval-i pür-melal, acınacak haller. || Ahval-i ruhiye, ruhsal durumlar. || Ahval-i sıhhiye, sağlık durum­ ları. || Ahval-i siyasiye, siyasal durumlar.



|j Ahval-ı umumiye, genel durumlar. —Ask. Ahvali hususiye muharebeleri — ÖZEL" HALLERDE MUHAREBELER.



—Huk. Ahvali şahsiye, gerçek kişilerin hukuksal varlıklarıyla ilgili doğum, evlen­ me, boşanma gibi hukuki durumları. (— ŞAHSİ h a l .) || Ahvali şahsiye sicili, kişinin hukuki durumu ve varlığı üzerine etkili olan olayları tescile yarayan resmi kütük. Türk Medeni kanunu’nun 37.maddesine göre ahvali şahsiye sicillerini tutma yü­ kümlülüğü nüfus memurlarına aittir. (-> NÜFUS KÜTÜĞÜ.)



—isi. huk. Ahvali erbain — KIRK HAL || Ahvali şahsiye, yeni İslam hukukçularının, aile hukuku terimi yerine kullandıkları te­ rimdir. Ancak bu terimin kapsamına va­ siyet ve miras hukuku da girmektedir. (-> AİLE HUKUKU )



A h va l, İstanbul’da yayımlanmış gazete (1920). Belirsiz aralıklarla çıkan gazetenin başyazarı Celal Nuri (ileri), sorumlu mü­ dürü Giridi Ahmet Saki Bey idi.Eksik bir koleksiyonu Milli kütüphane dedir. A H V A Z , İran’da kent. Huzistan ilinin yönetim merkezi. Karun ırmağı kıyısında (ırmakta ulaşımın başlangıç noktasıdır); 579 826 nüf. İran’ın G.-B.’sında, günümüzde en etkin merkez durumundadır. Zengin petrol yatakları ve devlet yöneti­ mi bakımından önemli bir merkez oluşu yanında akarsu ulaşımı, kara ve demiryol­ larının (İran’ı baştan başa kateden demir­ yolu hattı üzerindedir) kavşak noktası ol­ ması sayesinde hızla gelişmiştir. Kent, 1980’de, İran-lrak savaşı sırasında, önem­ li ölçüde hasar gördü. A H V Â Z İ, iranlı matematikçi (X. yy.). Şerh ül-makalât il-aşere min kitâbı Oklides (Eukleides’in onuncu kitabı üzerine açık­ lama) adlı sekiz bölümlük yapıtı vardır. Yapıtın birkaç elyazması günümüze ka­ dar gelmiştir. Bunlardan biri de kendisi­ ne maledilen Risale fi'l-m izan'dır (Ölçme üzerine kitapçık). AHVEC sıf. (ar. ahvec). Esk. Daha muh­ taç, en muhtaç, çok muhtaç. AHVEF sıf. (ar. ahvet). Esk. 1. En kor­ kak. —2. Çok korkunç. AHVEL sıf. (ar. ahvel). Esk. Bir şeyi iki gören, şaşı: "Biri iki görür ahvel ne yere kim bakar derler" (Ömer bin Mezit, XV. yy) A h v e n a n m a a , İsveççe Aland, Fin­ landiya'da kıyı ili; 1 505 km2; 23 000 nüf. Yönetim merkezi: Maarianhamina. İlin ana bölümü asıl Baltık denizi’ni Botni kör­ fezinden ayıran 6 554 ada ve adacığın oluşturduğu bir takımada üzerine kurul­ muştur. Halkın başlıca gelir kaynakları ta­ rım ve balıkçılıktır (çevredeki küçük ada­ larda özellikle ringa avcılığı). Takımada­ lar, uzun süredir bir turizm ve sayfiye mer­ kezidir. • TARİH. Vikingler zamanında İskandi­ nav topraklarının en kalabalığıydı (bilinen mezarlık sayısı 376’dan çok). Çok yaygın ticaret ilişkileri kurdu; İsveç ile aynı dö­ nemde hıristiyanlığı benimseyen takıma­ dalar, İsveç savunma sisteminin bir bö­ lümünü oluşturmaktaydı. Yasama ve yö­ netim bakımından özerklik tanınarak, 1310'da, Abo piskoposluğu toprakları içi­ ne alındı. Halkın İsveççe konuşmasına karşın, 1809’da Finlandiya ile birlikte, çarlık top­ raklarına bağlandı. Kırım savaşı sırasın­ da, ingiliz-fransız donanması Bomarsund kalesini kuşattı (1854). 30mart 1856‘da Fransa, Büyük Britan­ ya ve Rusya arasında imzalanan bir an­ laşma sonucu, silahsızlandırılan adalar üstünde, 1920’de İsveç hak iddia etti; bü­ yük bölümü İsveç kökenli olan halkın Fin­ landiya'dan ayrılmak istediğini ileri süre­ rek, o sıralarda henüz kurulmuş olan Mil­ letler cemiyeti'nden bir plebisit düzenlen­ mesini istedi. Ama cemiyet, ulusal toprak­ lar konusunda karar vermenin ilgili dev­ letin işi olduğunu, dolayısıyla Finlandiya’



yı, topraklarının bir bölümünden yoksun etmeye zorlayacak hiçbir neden bulun­ madığını ileri sürerek, İsveç'in isteğini geri çevirdi. Bu karar, bir devletin kendi top­ raklarıyla ilgili karar verecek tek yetkili ol­ duğunu ileri süren kuramın ilk ve en açık uygulaması sayıldı. 6 mayıs 1920 yasasıyla özel bir özerk­ lik tanınan takımadalarda, o tarihten son­ ra özel il meclisi kuruldu. Ayrıca, 1921 'de imzalanan ve Paris antlaşması’yla (1947) yenilenen uluslararası bir uzlaşmayla ada­ ların yansızlığı güvence altına alındı; Fin­ landiya parlamentosu 13 ekim 1951 ta­ rihli yasayla bu uzlaşmayı tanıdı. AHVER sıf. Esk. 1. Akyüzlü ve güzel gözlü kimse için kullanılır. —2. Akıllı, ze­ ki. ♦ a. Esk. Jüpiter gezegeni. (Büyük harf­ le yazılır.)



225



AHYÂ çoğl. a. (ar. öayy’ın çoğl. ahyâ‘ ). Esk. Canlılar, diriler. AHYÂN çoğ. a. (ar. hin’in çoğl. ahyân). Esk. Zamanlar. AH Y ÂN Â ya da AHYÂNEN be (ar ahyanâ, ahyanen). Esk. Zaman zaman, arasıra. AHYÂNEN - AHYÂNÂ. AHYÂR çoğl. a. (ar. hayyir'in çoğl. ağ­ yar). Esk. iyi ve erdemli olanlar. AHYER sıf. (ar. ahyer). Esk. Daha hayırlı, en hayırlı.' AHYO LU -PAMORİE. AHYOLU BUROAZI, Bulgaristan'da Burgaz liman kentinin Osmanlı impara­ torluğu dönemindeki adı. AHZ -> AHİZ. AHZÂB çoğl. a. (ar. hizb'in çoğl. ahzâb). Esk. Bölükler, kısımlar —Din. Kuran’ın otuz cüz'ünden her biri­ nin adı. || Ahzâb muharebesi -» HENDEK" SAVAŞI. || Ahzâb suresi - a h z a b " SURE­ Sİ.



Ahzab s u re s i, Kuran’ın 33. suresi (73 ayet). Ahzab olayı da denen Hendek savaşı'ndan sonra indirildiğinden bu adla anılır. Surede, Hendek savaşı sırasında Allah’ın çıkardığı bir fırtınayla Mekke'yi kuşatan dinsizleri çekilmek zorunda bırak­ tığı anlatılır. AH ZAK sıf. (ar ahzak). Esk. En usta he­ kim, bilgin için kullanılır. AHZÂN çoğl. a. (ar. hüzn'ün çoğl. ahzan). Esk. Kederler, sıkıntılar, üzüntüler: ’ ‘Galiba sandın ki şem-i külbe-i ahzânınem" (Fuzuli, XVI. yy.). —Ed. Külbe-i ahzân, hüzünler kulübesi, dert içinde yaşanan yer. (Divan şairleri sevgiliden uzak kaldıkları zaman bulun­ dukları yeri böyle adlandırırlar.) AHZAR -» AHDAR. AHZAR Coğ. - AHDAR AHZARİYET -»AHDARİYET. AHZEN sıf. (ar. ahzen). Esk. Çok hüzün­ lü, kederli. AHZETM EK gçz. f. (ar. ahz‘dan). Esk. Bir şeyi ahzetmek, onu almak, kabul et­ mek, tutmak. A İA ya da AE A . Esk. coğ. Birçok kent ve adanın adı. Başlıcaları: Aia, Kolkhis’ te kent, Aeetes tarafından Karadeniz ya­ kınında, Phasis’ın denize döküldüğü yer­ de kuruldu.Medeia, Kırke ve Argonautlar efsanesinde anlatılanlar burada geç­ miştir; — Aia, Teselya’da kent; A İA K İD A İ, Aiakos’un soyundan gelen­ ler (Peleus, Akhilleus, Pyrrhos ya da Neoptolemos, Telamon, Aias vb.). Epeiros’ un eski kralları bu adı, Akhilleus’un oğlu Pyrrhos’un torunları oldukları için aldılar. AİAKOS. Yun. mit. Zeus’la nymphe Aighina'nın oğlu, Aighina adasındaki Myrmidonlar’ın kralı. Bütün Yunanlılar’ın en din­ darıydı. Bilgeliğinden dolayı, Yunanlılar’



Fettıalı A h u n d a d *



Dergâh arşivi



Aiakos m hakemi ve tanrılar katında aracısı oldu. Platon'dan başlayan bir geleneğe göre, Minos ve Rhadamanthus ile birlikte Hades’in yargıçlarından biri olarak kabul edildi.



226



AİANTEİON. Tar. coğ. Batı Anadolu’ da Troas bölgesinde Aias’ın mezarı oldu­ ğu sanılan tepe; Çanakkale'nin merkez il­ çesi, intepe bucağında, Erenköy ile Kumkale arasında; —İstanbul’da Fındıklı (Salıpazarı) semtinin antik adı; burada da bir Aias tapınağı vardı.



na psikanaliz derneği’ne kabul edildi ve kendisine P. Federn tarafından psikanakanalizin uygulama alanına girebileceği­ ni gösteren az sayıda kişiden biridir. Top­ lumsal yaşama uyumsuzluğunu, nevroz­ ları incelerken kullandığı yöntemlerle ele aldı; bu uyumsuzluğu, öznenin nesnesel ilişkileri erken kurmasından kaynaklanan bir bozukluğa bağladı ve psikanalizciye genç suçlunun “ ideal ben"ine girmesini önerdi. Başlıca yapıtı Verwahrloste Jugend’dir (1925).



AİAS, Truva savaşı'na katılan iki yunan



AİCHİNOER (Gregor). alman besteci



kahramanın adı. —Oileus'un oğlu, Lokrisliler’in kralı, Küçük Aias adı verilen Ai­ as, Truva’ya karşı savaştı ve Athena tapınağı'nda rahibe Kassandra’ya tecavüz etti, sonra da onu kaçırdı. Poseidon, onu bir fırtınada yok etti. —Telamon’un oğlu,



AkhiUeus'uncesedini taşıyan Aias bir yunan kraterinin süslemesinden ayrıntı (İ.O. VI. yy.) jı müzesi Salamis kralı Aias, çarpışmalarda kahra­ manlık gösterdi ve Hektor’u yaraladı. Akhilleus’un ölümünden sonra, onun silah­ larını almak için Odysseus ile tartışmaya girdi, ama Odysseus üstün geldi. Bunun üzerine Aias, üzüntüsünden kendini öl­ dürdü. A ia s, Sophokles'in İ.Ö. 445'e doğru oy­ nanan trajedisi. Aias, bir çılgınlık anında, kendisine AkhiUeus'un silahlarını vermek istemeyen yunanlı önderleri öldürüyorum diye, ordunun hayvan sürülerini kılıçtan geçirir. Aklı başına gelince de düşman­ larını lanetleyerek ve Erinyesler'in eline düşmelerini dileyerek kendini öldürür. Odysseus, yunanlı önderlerin direnmesi­ ne rağmen Aias'a cenaze töreni yapılma­ sını sağlar, iki bölümden oluşan oyun, Aias’ı olağanüstü, ama insanlık gereği bir­ takım zayıf yanları da (haşinlik, ölçüsüz­ lük) bulunan bir kahraman olarak göste­ rir. Oyun aynı zamanda, sorumluluğun (yunanlı önderler Aias'ı umutsuzluğa it-, mişlerdir) ve tanrıların umursamazlığının da (Aias, Athena'nın kurbanı olmuştur) dramıdır. Uzlaştırıcı bir hava içinde sona eren trajedi (ölümün ötesinde de öç alma­ ya kalkışmak doğru değildir, düşmanın ölüsü toprağa verilmelidir), patetik etkile­ riyle de (katliam gecesi ile kahramanın ıs­ sız bir kumsalda, güneş alnında kendi ca­ nına kıyması arasındaki karşıtlık, Tekmessa'nın Aias'a yakarışları) dikkati çeker. A İB . Nük. müh. AYIRMA iş BİRİMİ'nin kı­ saltması. (Eşanl. SWU.) AİCARO (Jean), fransız yazar (Toulon 1848-Paris 1921). Lamartine tarzında şi­ irler (leş Jeunes Croyances, 1867) ve bur­ juva dramları yazdı (le PĞre Lebonnard, 1899), doğduğu toprakları lirik ya da ro­ mansı bir üslupla dile getirdi (PoĞmes de Provence, 1874; Maurin des Maures, 1908).



AİCHHORN (August), avusturyalı eği­ timci ve psikanalizci (Viyana 1878-ay.y. 1949). Genç suçlular konusunda eğitim­ ci olarak çalıştıktan sonra 1922'de Viya­



(Regensburg 1564-Augsburg 1628). Mü­ nih’te, Lassus'un öğrencisi olduğu sanı­ lır; yükseköğrenimini ingolstadt'ta tamam­ ladı ve 1584'te Augsburg’da orgcu oldu. Fuggerler tarafından korunan sanatçı, bir İtalya yolculuğuna çıktı; Venedik' te, Andrea Gabrieli'nin öğrencisi, Roma' da da papaz oldu. Augsburg’a dönüşün­ de, Fuggerler'in orgculuğunu üstlendi. Çok sayıda dinsel bestesi arasında missalar, mezmurlar vb. sayılabilir (Sacrae Cantiones, 1590-1597; Canzonette spiriluali, 1603). Ayrıca çalgı müziği yapıtları da verdi. İtalya'dan sonra Almanya'da or­ gun sürekli bas çalgısı olarak kullanılma­ sını başlattı (Cantiones ecclesiasticae... cum basso generali, 1607).



lında türkçeye çevrilerek "Ayda isminde yâdolunan operanın tercemesidir" adıy­ la yayımlandı. Türkiye’deki ilkyorumlanışı ise, 1958 yılının ocak ayında Ankara Devlet opera ve balesi’nce gerçekleşti­ rildi. Necil Kâzım Akses ile Ulvi Cemal Erkin'in çevirdiği operayı sahneye Vedat Gürten koydu.



AİDAT, -tı a. (ar. ' a 'id e 'nin çoğl.‘a i’dat). 1. Ortak bir gidere, bir derneğin, partinin vb. giderlerine katılmak amacıy­ la verilen para; ödenti: Aidat toplamak. Ai­ datını ödemek. Üye aidatı. —2. Esk. Ge­ lirler, kazançlar.



AİDE sıf. (ar. 'â ’ıd'in disl. 'a id e ) Esk. Ait, ilgili: daire-i aide (ilgili daire), makamat-ı aide (ilgili makamlar) vb. ♦ a. Esk. 1. Bir kimseye ait olan gelir, . kazanç—2.Yarar—3.Lütuf, bağış.



AİDİT (Dipa Nusantara), endonezyalı si­



yaset adamı (Sumatra 1923 - Solo 1965). 1943'te Endonezya komünist partisi’ne (EKP) girdi, önce Japonlar’a, sonra da Hollandalılar’a karşı direniş hareketine ka­ tıldı. Merkez komite üyesi (1947), ardın­ dan politbüro üyesi (1948) oldu, Madiun ayaklanmasının başarısızlığı üzerine ülke­ den kaçmak zorunda kaldı. Çin ve Viet­ nam'da iki yıl sürgün yaşadıktan sonra AİCHİNOER (ilse), avusturyalı edebi­ Cakarta'ya döndü ve eski yöneticileri ele­ yip 1951 ’de partinin yönetimini ele geçir­ yatçı (Viyana 1921). Kafka'dan büyük öl­ di. Hükümet, komünist partisinin canlan­ çüde etkilenerek, romanlarında (Die grösdırılmasına sert tepki gösterdi; Aidit, par­ sere Hoffnung, 1948), hikâyelerinde ve tinin yeniden serbest bırakıldığı 1952 yı­ dramatik anlatılarında (Der Gefessette, lına kadar gizlendi, ideolojik bakımdan 1953; Schlechte Wörter, 1976) insan yaz­ Pekin'e yakın olan EKP'yi, kitle hareket­ gısının ve acılarının anlamı üzerinde dur­ lerine dayanan başlıca siyasal örgütler­ du. Radyo için yazdığı oyunları (Auckden biri haline getirmek istiyordu. Sukarland, 1969) yer yer Beckett'i anımsatır., no’nun "güdümlü demokrasi” rejimiyle 1953'te, şair Günter Eich ile evlendi. işbirliğine girdi ve orta sınıflarla, özellikle A l ç i , Japonya'da il. Honşu adasının müslümanlarla ve orduyla çatışmaya gir­ ortasında, İse koyu kıyısında. 5 109 memek için ılımlı bir yol izledi. 1962'de, km2; 6 356 000 nüf. Yönetim merkezi yardımcısı Lukman’la birlikte sandalyesiz Nagoya. bakan olarak hükümete girdi. 31 eylül 1965 tarihli hükümet darbesinden sonra Ai Ç İN O ya da Ai O İN O (CİANG HAİCİNG, — denir), çinli yazar (Ciciang ■ ordu EKP'yi yasakladı ve kanlı bir bastır­ 1910). 40’lı yılların en iyi şairi (Vers le so­ ma harekâtına girişti. Aidit yeniden gizlente// [fr. çev.]) ve modern şiirin kuramcısı diyse de yakalandı ve kasım 1965’te (Chant de la lumidre [fr. çev ], 1978). idam edildi. AİD (ing. Agency tor International DeveAİDİYET, -ti a (ar 'â ’idiyet). Ait olma lopment'ın kısaltması) [Uluslararası kalkın­ durumu; ilişkinlik: Mahkemeden mülkiye­ ma teşkilatı], 1961’de ABD Dışişleri ba­ tin kendisine aidiyetine karar verilmesini kanlığı bünyesinde, askeri nitelikte olma­ istedi. yan dış yardımları yönetmek amacıyla ku­ —Dilbil. Aidiyet eki -> İYELİK EKİ. ruldu. ABD kongresi dış yardım miktarını AIDS, a. (ing. Acquired Immuno Deficibelirler, AİD bu fonları gereksinim dere­ ency Syndrom’un kısaltması). Patol. cesine göre az gelişmiş ülkelere, özellik­ Edinsel bağışıklık yetersizliği. le tarım, sağlık, nüfus planlaması, eğitim, — ANSİKL. Aids 1981’de ABD'de ortaya enerji gibi alanlara ayırır. AİD’nin sağla­ çıktı. Giderek hastalığın en yaygın olduğu dığı yardımın büyük bölümü uzun vade­ kıtanın Afrika olduğu anlaşıldı. AIDS'in et­ li, düşük faiz hadli borçlar ve teknik hiz­ keninin bir retrovirüs olduğu belirlendi. met biçimindedir. Bu borçlarla satın alı­ 1986'da bu virüsün HİV (Human Immunonacak bütün mal ve hizmetlerin ABD’den deficiency Virüs) adıyla anılması kararlaş­ satın alınması zorunludur. Örgüt, ABD’ tırıldı. Virüs bağışıklık sistemi hücrelerinin nin özel ilgi duyduğu bölgelerde iktisadi özel bir tipine saldırır: lenfositler. Hastalık, ve siyasi istikrarı sağlamak için bir Eko­ HİV virüsü enfeksiyonunun geç ortaya nomik destek fonu programı düzenler. çıkmış şeklinden başka bir şey değildir. AİD, 1979'dan bu yana ABD Uluslarara­ Kişi hasta olmadan da virüsü taşıyabilir. sı kalkınma işbirliği teşkilatı bünyesinde Böylesine seropozitif denir, çünkü vücu­ görevini yürütmektedir. Türkiye merkezi dunda virüse karşı antikor taşımaktadır. Ankara’dadır. Hastalığın klinik belirtileri çok çeşitlidir. Alda ya da Ayda, Verdi'nin operası. Sü­ Bulaşması da çeşitli yollardan olur: cinsel veyş kanalının hizmete giriş tarihine rast­ ■ilişkiyle, kan nakliyle ve ana rahminde ve layan Kahire operası'nın açılışı için Hıdiv daha sonra ana sütü vasıtasıyla anadan tarafından ısmarlandı. 1870 savaşı yüzün­ çocuğa. Bugüne kadar başka kesin geçiş den ilk oynanışı geciken yapıt, ancak 24 yolu belirlenmemiştir. AIDS'in özgül teda­ aralık 1871’de izleyicilere sunuldu. Eski visi henüz bulunamamıştır. Korunma, pre­ Mısır tarihçisi Mariette’in verdiği bir konu­ zervatif kullanmakla, kan vericilerine sis­ ya dayanarak A. Ghislanzoni’nin yazdığı temli testler uygulanmasıyla ve tıbbi âlet­ ve C. du Locle’un düzenlediği libretto, lerin bir defa kullanılmasıyla sağlanır. firavunun kızı Amneris ile Habeşistan kralı AİELE a. Tropikal Afrika'da yetişen Amonasro'nun kızı olan tutsak Aida ara­ ağaç. Sarımtrak griye, bazen hafif pem­ sındaki rekabete dayanır, iki genç kadın beye çalan beyaz, kaba dokulu, çok yu­ da, Amonasro'yu yenen Radames'i sev­ muşak ve çok hafif odunu ambalaj san­ mektedir. Aida uğruna, yurduna ihanet dığı yapımında, marangozlukta, kaplama • eden Radames, sevgilisiyle birlikte diri diri ve kontrplak sanayisinde kullanılır. (Bil. a. gömülür. Don Carlos’tan sonra Aida, Canarium schweinfurthii.) dram anlatımında senfoni öğesinin öne­ mini daha da artırır ve burada melodi yö­ AİEUEKO a. Tropikal Amerika'da (Gu­ nü ağır basar. yana) yetişen ağaç. Esmere çalan sarı Verdi’nin bu ünlü yapıtı ilk kez 1874 yı­ renkte, kaba dokulu, orta ağır, orta sert



t



Aigiroessa odunu, doğramacılık, marangozluk ve bir heykelcilik ve mimarlık okulu. j| Aighimobilyacılıkta ve karoseri yapımında kul­ na sistemi, Aighina’da geliştirilmiş antik tartı sistemi. Bu sistemde, ticari ağırlık bi­ lanılır. (Bil. a. Dimorphandra hohenkerkii.) rimi olan mina, 628 gr, drahmi de 6,28 A İG A İ. Tar. coğ. ilkçağ yunan kentlerin­ gr çekiyordu. İ.Ö:. VI. yy.’da Aighina’da den bir bölümünün ortak adı. Çoğu de­ basılan paralar, gümüş didrahmi idi, ağır­ niz, göl ya da su kıyısında kurulmuştu. — lığı yaklaşık 12,5 gr’dı ve kaplumbağa bi­ Eskiden kralların gömüldüğü ve Galatiaçimindeydi. Aighina para sistemi, özellikle lılar’ın İ.Ö. 274-273'te yağmaladıkları Ma­ birçok Peloponisos ve Girit kentinde uy­ kedonya başkentlerinden birinin (bugün gulandı. Vergina) adı da Aigai idi. Burada AntigoAİG H İN A ya da EG HİNA, Egedeni nos Gonatas dönemine (İ.Ö. III. yy.) ait zi’nde yunan adası (Attike nomosu). Aig­ hellenistik bir saray ortaya çıkarıldı. Sara­ yın sütunlarla çevrili dörtgen biçiminde bir hina körfezi'nde, Pire’nin karşısında; 85 km2; 10 000 nüf. Merkezi Aighina. Balık­ avlusu ve avlunun dört bir yanında mo­ çılık limanı. Çömlekçilik. Müze. Atina’nın zaik döşemeli oturma odaları bulunuyor­ bir banliyösü haline gelen kentte meyve du. Saray, İ.Ö. III. yy.’ın sonlarıyla II. yy.’ın tarımı (şamfıstığı, badem) yapılır. başlarında büyütülmüştü. Vergina’nın —Tar. Toprakları çok verimsiz olan ada, kuzey-doğusunda bir nekropolis uzam-, önceleri Argos’a bağlıydı; daha sonra öz­ yordu, ilk mezarlar, demir çağı başlangı­ gürlüğüne kavuştu ve deniz tiacaretiyle cına (İ.Ö. 1100-600) aitti; mezarlarda çok güçlendi. Hiçbir zaman zorbalıkla yöne­ sayıda çanak-çömlek ile zengin bronz süs tilmedi. Usta denizciler olan ada halkı, İ.Ö. eşyası bulundu. 1977’de, M. Andronikos, VII. yy.'da Miletos ve Samos ile birlikte Philippos İl'ye ait olduğunu öne sürdüğü, IV. yy.’dan kalma bozulmamış bir höyük Naukratis’te (Mısır) bir ticaret acentesi kur­ du. Doğu’nun etkisini taşıyan geometrik keşfetti. Höyükte, Persephone’nin Hades motiflerle bezeli seramik yapımında uz­ tarafından kaçırılışını betimleyen bir du­ var resmiyle süslü taş lahitli bir mezar, da­ manlaşan Aighina, kısa sürede çömlek kenti haline geldi. Usta bronzcuları, dışa­ ha önemlisi, yine resimlerle (av sahnele­ rıdan getirilen bakır ve demirle, ev eşya­ ri) süslü anıtsal odası olan bir mezar bu­ ları ve el sanatı çalışmaları yaptılar. Aiglunuyordu. Bu ikinci mezarın eşyası son hina’nın etkisi giderek büyüdü ve kent, derece zengindi: fildişi ve altın kakmalı bir yatak kalıntısı, fildişinden iki küçük baş, tüm Peloponisos’a, Orta Yunanistan’a ve Teselya'ya kendi para sistemini kabul et­ içinde küller ve altın bir taç bulunan som tirdi. Aighina’nın parası (Aighina kaplum­ altından bir çekmece, gümüş vazolar, bir bağası), Mısır’dan Pontos Eukseinos’a, ikili, bacak zırhları, bir kılıç, bir zırh, ikinci Kilikia’dan Umbria'ya kadar yayıldı; Ati­ bir odada da daha küçük bir altın çekme­ na parası gibi Aighia parası da Ahemece, altın yapraklardan bir taç, bir ok kılıfı ve bacak zırhları vardı. Bu mezarın zen­ niler döneminde İran’a girdi. Aighina’nın büyük zenginliği kıskançlıklara yol açtı ve ginliği bir krala ait olduğunu gösteriyor­ İ.Ö. VI. yy.’da Atina, Aighina ile çekişme­ du. 1978’de bir mezar daha bulundu. Da­ ha az zengin olan bu mezarda, içinde kül­ ye başladı. İ.Ö. 457’de yenilen Aighina, surlarını yıkmak zorunda kaldı; daha son­ ler bulunan, altından yapılmış meşe yap­ ra Atina’ya bağlandı ye halkının toprak­ raklı motiflerle bezeli, gümüşten bir üç larından sürülmesi (İ.Ö. 431) üzerine bu­ kulplu vazo, vb. ortaya çıkarıldı; — raya AtinalIlar yerleşti. Hellenistik döne­ Peloponisos’ta (Mora yarımadası), Akhaminde Aighina, Akhaia konfederasyonu’ ia'nın kuzeyinde, Poseidon'un tapınım "na girdi. Birinci Makedonya savaşı’nda yeri olan antik kent; — Euboia (Eğriboz) Romalılar'ın eline geçen ada, daha son­ adasının batısında antik kent. Burada bir ra Aitolialılar'a bırakıldı, onlar tarafından Poseidon tapınağı bulunuyordu; —Ana­ da Bergama kralına satıldı. dolu’nun Kilikia bölgesinde ilkçağ kenti. —Güz. sant. Yapılan kazılar, Yenitaş ça­ Adana’ya bağlı Yumurtalık (esk. Ayas) il­ çe merkezinin yerinde olan kentte bir Askğından beri burada oturulduğunu göster­ miş (pek çok seramik örneği) ve bronz ça­ lepios tapınağı vardı; —Batı Anadolu’da,' on iki Aiolis kentinden biri. İzmir’in Ber­ ğından çeşitli kalıntıları (megaron, dökme eşya, seramik) ortaya çıkarmıştır. Eskigama ilçesi, Zeytindağ bucağına bağlı çağ’da ve adanın AtinalIlar egemenliği­ Hacıömerli köyü yakınında kalıntıları var­ dır. Yörede Köseler kalesi ya da Nemrut ne girmesine kadar, Aighina ünlü bir hey­ kalesi olarak bilinen kent, safranıyla ün­ kel ve özellikle bronz işçiliği okulunun lüydü. Ana yollar üzerinde bulunduğun­ merkeziydi. Bu okul üstüne fazla bilgimiz yoktur. En önemli arkeolojik kalıntılar, dan Bergama krallığı döneminde ticaret merkezi olarak gelişti. Bergamon (Berga­ kentin kuzeyinde yer alan, İ.Ö. VI. yy. so­ ma) kenti örnek alınarak yeniden düzen­ nuna ait Apollon tapınağı (temeli ile bir sü­ lendi. Geçirdiği büyük bir depremden tunu kalmıştır) ile Aghıa Marina koyunun üst kesimindeki Aphaiatapınağı’dır. İ.Ö. sonra Roma imparatoru Tiberius zama­ V. yy. başlarından kalan bu Aphaia tapı­ nında (İ.S. 14-37) yeniden kuruldu. Sur­ nağı, Athena ile özdeşleştirilen eski bir lar, agora, stoa, bulevterion, Apollon ve Demeter tapınakları, tiyatro, stadiüm, akropolis eteğindeki nekropol başlıca kalın­ tılardır. AİG A İO N . Yun mit. Yüz eli olan dev Hekatogkheiroi’den biri. Briareos da de­ nir. Olymposlular’ın müttefiki olarak Titanlar’a karşı savaştı ve daha sonra onları Tartaros’ta tuttu. AİGESTES. Yun mit. Tanrı-nehir Krimisos ile truvalı Aigesta’nın (ya da Segesta’nın) oğlu. Aineias’ın dostu ve Segesta’nın kurucusudur. AİG EUS. Yun mit. Pandion’un (Kekrops’un ardılı) oğlu ve Atina’nın efsanevi kralı. Oğlu Theseus, yelkenleri siyah bir gemiyle Minotauros ile savaşmaya gider ve galip gelirse dönüşte gemisine beyaz yelkenler çekeceğini babasına söyler. Ama dönüşünde, kararlaştırılan işareti unutur ve zavallı Aigeus, oğlunun öldü­ ğünü sanarak kendini, daha sonra adını alacak olan denize, yani Ege’ye atar. AİG HİNA ya da EGHİNA. Esk. yun. 1, Aighina adasındaki antik anıtlara verilen ad. —2. Aighina okulu, Aighina’da eski



yerli tanrıça için yapılmıştı. Boyutları 13,80x28,50 m olan heksastylos, "distylos in antis'' ve yan tarafı 12 sütunlu dor üslubunda bir yapıdır, öella, iki katlı çift revakla (bir bölümü restore edilmiştir) üç şahına bölünmüştür. Sunak, anıtsal bir rampa ile tapınağa bağlanmıştır. 1811 'de keşfedilen ve Bavyera’lı Ludvvig II tarafın­ dan Münih heykel müzesi için satın alınan alınlık heykelleri, aighinalı ve truvalı kah­ ramanları Athena’nın önünde dövüşür­ ken göstermektedir. Thorvaldsen tarafın­ dan eklemelerle restore edilen bu heykel­ ler, biraz farklı tarihlere ait iki bütün oluş­ turmaktadır. Daha serbest bir üslupta olan doğu alınlığı figürleri, arkaik havadan yoksun kalmıştır. Bir üçüncü alınlığa ait pek çok başka parça da Atina müzesi’ndedir. Kaplumbağa (deniz ya da kara kaplumbağası) biçimindeki Aighina para­ ları, Eskiçağ paracılık sanatının güzel ör­ nekleridir. AİG HİO N yaygın biçimiyle Eghio, Yu­ nanistan’da liman kenti, Peloponisos'un kuzey kıyısında; 18 900 nüf. Eskiçağ’dan kalma sur yıkıntıları. Agamemnon, Truva savaşı'ndan önce yunan önderlerini bu­ rada toplamıştı. Yakınındaki, Zeus'a adanmış Ainarion ormanında, Akhaia birliği’nin meclis oturumları yapılırdı. AİG İA LE İA . Yun. mit. Argos kralı Diomedes'in karısı. Truva’dan dönen koca­ sına karşı, sevgilisiyle birlikte tuzak hazır­ ladı. Diomedes bundan güçlükle kurtul­ du. AİGİALOS. Tar. coğ. Karadeniz kıyısın­ da, Amastris’in (Amasra) doğusunda bir bölge ve yerleşmenin adı. Kastamonu' nun, Cide ilçesinde, Aydos (Karaağaç) is­ kelesi olduğu sanılıyor. AİG İM İO S. Yun. mit. Doros'un oğlu, Dorlar’ın efsanevi atası. Dorlar'ın yasala­ rını yaptı ve Herakleios ile birlikte bu hal­ kı Lapithai’ye karşı savundu. A İG İN A . Yun. mit. Tanrı-nehir Asopos’ un kızı. Kendisiyle buluşmak için alev bi­ çimine giren Zeus’un sevgilisi oldu. Ze­ us Aigina’yı Oinone adasına kaçırdı ve Aigina'nın, bu birleşmeden bir oğlu (Aikos) oldu. Ada, daha sonra, genç kızın adını aldı. A İG İP A N (yun. aeg [oj- ve Pan’öah). Keçi ayaklarından ötürü Pan’a yakıştırılan takma ad. AİG İR, İskandinav mitolojisinde vahşi ve taşkın denizi simgeleyen tanrı. Karısı Han'dır; dokuz kızı da denizin dalgaları­ dır. Barınağı olan Brimir, ölülerin bulun­ dukları yerlerden biriydi. AİGİROESSA. Tar. coğ. Tarihçi Herodotos’un saydığı 12 Aiol kentinden biri; Bornova'nın (İzmir) doğusunda olduğu sanılıyor.



Aighina tanrıça Aphaia (Athena’ya özdeş) tapınağı İ.O. V. yy. başı



(Joyce) ve freudculuktan etkilendi. Dikkat çekici romanlar (Blue Voyage, 1927; The Great Circle, 1933), şiirler (Senlin: A Biography and other poems, 1918; Landscape West of Eden, 1935) yazdı. Ünlü İngiliz hukukçu VVİlliam Blackstone’ı konu edindiği The Kid (1947), amerikan birey­ ciliği üstüne bir destandı. An essay (bir deneme) altbaşlığıyla yayımladığı Ushant (1952) adlı özyaşamöyküsünde E. Pound ve T. S. Eliot'ı anlattı ve bir yazarın bütün yapıtlarını kapsayacak bir ruhsal eleştiri yöntemi önerdi. ■AİKİDO a. ( japonca söze.). 1925’e doğ­ ru ortaya çıkan bir japon dövüş sanatı. (Çıplak elle yapılan bir dövüş biçimi olan aikido'nun uyumlu hareketlerden oluşan tekniği dansa benzer; bununla birlikte, hasım bir anda yere çalınabilir. Aikido da­ lında karşılaşma yapılmaz.)



Aigues-Mortes'un havadan görünüşü



Aiguille tepesi



AİG İS a. Zeus ve Athena'nın, Amaltheia adındaki keçinin derisiyle kaplı büyülü zırhı ya da kalkanı. —ANSİKL. Mit. Yunancada aigis sözcüğü, hem "fırtına” , hem de “ keçi derisi" an­ lamına geliyordu. Aigis taşıyan Zeus, baş­ langıçta yıldırım yağdıran Zeus idi. Daha sonra, aigis, Amaltheia’nın derisinden ya­ pılmış bir giysiye dönüştü. Yılandan püs­ küllerle bezenmiş olarak gösterilirdi. Zeus’un, aigis'i, öbür tanrılara, özellikle Apollon ve Athena’ya verdiği de olurdu. Bu yüzden, aigis, giderek Athena’nın bir simgesi durumuna geldi. Bu tanrıça tara­ fından taşındığında, bir zırh ya da bir kal­ kan biçimindeydi; kalkanın çevresinde yı­ lan figürleri, ortasında da bir Gorgonia ba­ şı bulunurdu. Aigis, hellenistik dönemde ve roma döneminde egemen iktidarın simgesiydi. AİCİSSOS - AEGİSSUS. AİGİSTHOS. Yun. mit. Atreidai ailesinin bir üyesi, Thyestes ile Pelopia'nın yasak beraberliklerinden doğan oğulları. Atrei­ dai soyuna yaraşır bir dizi korkunç efsa­ nenin kahramanıdır. Agamemnon’u öldürtür ve kendisi de Orestes tarafından öldürülür. Aigisthos’un yazgısı, Aiskhylos, Sophokles ve Euripides'e esin kaynağı ol­ du. AİG LE, İsviçre’de, Vaud kantonunda kent’, Rhöne’un kolu Grande - Eau kıyı­ sında, 417 m yükseltide; 6 000 nüf. XII. ve XV. yy.’lardan kalma şato. Şarapçılık. —Yakınında petrol rafinerisi.



AİGOS-POTAM OS (“ Keçi ırmağı"). Esk. coğ. Trakya’da, Khersonesos'ta (Ge­ libolu yarımadası) ırmak. Sestos’un (Ece­ abat yakını) kuzeyinde Çanakkale boğa­ zına (Hellespontos) dökülürdü. Spartalı Lysandros, Peloponisos savaşı sonunda (İ.Ö. 405, ağustos sonu - eylül başı) Ati­ na donanmasını burada yenmişti. AİG O UAL, Fransa'da Massif central'in güney-doğu kenarında kütle. Cevennes' in en yüksek doruğu buradadır (m ontAigoual, 1 563 m). Herault ırmağı buradan doğar. Meteoroloji gözlemevi. Orman iş­ letmesi. AİGUES-MORTES, Fransa’da Gard kantonunun merkezi, Akdeniz'e 6 km uzaklıkta; 4 536 nüf. Tuzlu bataklıklar. 1240’ta kral Saint Louis tarafından kurul­ du. Louis, gemileriyle Mısır haçlı seferine (1248) ve Tunus seferine (1270) buradan çıktı. François I ile Kari V 1538’de bu kentte görüştüler. AİGUİLLE te p e s i, Fransız Ûnalpleri'nde, işere departement'inin güneyinde do­ ruk. Vercors’un doğu kenarında, Urgon evresine ait kireçtaşınöan oluşmuş, fay­ larla çevrili, güzel görünümlü bir doruk­ tur (2 086 m). AİG UİLLE S-ROUGES, Fransız Kuzey Alpleri'nde kütle, Yukarı Arve ırmağının sağ kıyısında. Mont Blanc’ın karşısında. Bu kütle, buzul yalaklarıyla biçimlenmiş sürekli bir sırt oluşturur ve Belvedere'de en yüksek (2 965 m) noktasına ulaşır. AİG U N -*AİHUN. AİGYPTİADES. Yun. mit. Aigyptos'un elli oğlunun soy adları. Bunlar elli Danaos kızıyla evlenmiş ve gerdek gecelerin­ de karıları tarafından öldürülmüşlerdir. AİGYPTO S. Yun. mit. Mısır'a adını ve­ ren kahraman. Bu ülkenin en eski kralla­ rından biriydi. Belos ve Ankhinoe'nin oğ­ luydu; soyu, babası tarafından Poseidon’a, annesi tarafından Nil nehrine bağ­ lanır. Aigyptiades diye adlandırılan elli oğ­ lu vardı. AİHO LE, Maysor da arkeolojik sit. Çalukya'nın eski başkenti (VI.-VIII. yy.’lar). Çalukya'nın heykelcilik ve mimarlıktaki gelişimini yansıtan çok sayıda brahman tapınağı (Lad Khan, Durga vb.), XII.-XIII. yy.’lardan kalma cayna tapınakları. A İH U N ya da AİG U N , K.-D. Çin'de (Fleilongciang) kent, Amur ırmağının sağ yakasında, Blagoveşçensk'in karşısında. A İK E N (Conrad Potter), amerikalı yazar (Savannah 1889 - ay.y. 1973). Şiir, roman ve eleştiri dallarındaki verimli ve titiz ürün­ leriyle kültür alanındaki güney-kuzey iki­ lemini vurguladı. Amerikan toplumunun önemli sorunlarıyla ilgilendi; Avrupa'dan



A İK İN (Lucy), İngiliz edebiyatçı (Warrington 1781 - Hampstead 1864). Ro­ manlar (Lorimer, 1814) ve tarihi inceleme­ ler yazdı. A İK İN İT a. (İngiliz kimyacı Arthur Aikin’ in [1793-1854] adından) Miner. Kurşun, bizmut ve bakır sülfür. A İK M A N (VVilli am), İskoç ressam (Cairney 1682-Londra 1731). Uzun süre Ro­ ma’da ve İstanbul’da kaldı; iskoçya’da, sonra Londra'da çalıştı, kendini iyi port­ re ressamı olarak kabul ettirdi. A ik o k u k o tö ("Yurtseverler kamu der­ neği"), Japonya’da temsili bir hükümet kurulmasını isteyen ilk siyasal dernekler­ den biri. 1874’te kurulan bu dernek, Batı’nın siyasal görüşlerini yayması bakımın­ dan japon aydınları üzerinde etkili oldu. ÂİL ya da  Y İL sıf. (ar. *' a 'il ya da ’â y il). Esk. 1. Ailesinin geçimini sağla­ yan. —2. Kalabalık ailesi olan. —3. Yok­ sul. —4. Dengesi bozuk terazi. —5. Sap­ mış, yoldan çıkmış: "Aşkın şerbetinden içen âildir" (Hatayi, XV. yy.). ♦ a. Kalp sıkıntısı, çarpıntı. ♦ be. Fazlasıyla, aşırı olarak. A İ LAO, Annam sıradağlarında (Viet­ nam) geçit; 350 m. Hue-Savannakhet yo­ lu buradan geçer. A İLA T çoğl. a. (ar.'a '//enin çoğl 'â ’ilât). Esk. Aileler. □AİLE a. (ar.'ari/e). 1. Aynı soydan birbi­ rini izleyerek gelen kuşaklar bütünü; sü­ lale: İstanbul'un en eski ailelerinden biri. —2. Evlilik ya da akrabalık bağıyla birleş­ miş kimselerden oluşan topluluk: Amca­ lar, yengeler, yeğenlerden oluşan geniş bir aile. (Bk. ansikl. böl. Fels., Med. huk. ve Tar.) —3. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bütün: Bir aile kurmak. (Bk. ansikl. böl. Med. huk., Tar. ve Topbil.) —4. Bir kimseye göre eşi, çocuğu, birlikte yaşa­ dığı ebeveyn ve akrabaları; Bütün ailesi­ ni tatile götürdü. —5. Erkeğe göre karı­ sı: Ailem ev kadınıdır. —6. Ortak ya da benzer özellikler taşıyan canlı ya da can­ sız. varlıklar bütünü: Aynı aileden çiçek­ ler. Balina memeliler ailesindendir. Ural Altay dil ailesi. —7.Aile arasında, aile bi­ reyleri ve sınırlı sayıdaki yakınlarla birlik­ te: Nişanı aile arasında kutlamak. |j Aile bahçesi, aile gazinosu, ailece gidilebilen, alkollü içki satılmayan bahçe, gazino. || Ai-



aile le boyu, birden çok kişiye yetecek büyük­ lükteki şişelerde satılan içecek için kulla­ nılır: Aile boyu gazoz. || Aile dostu, ailece iyi görüşülen, sevilip sayılan kimse: Bu es­ ki aile dostumuzun sözünden dışarı çık­ mazdık. || Aile tadası, aile bireyleri arasında geçen, yaralama ya da öldür­ meyle sonuçlanan kötü olay, || Aile oca­ ğı, ailenin yaşayageldiği, barındığı ev, yuva. —Antropol. Çekirdek aile, baba, ana ve çocukları tarafından oluşturulan topluluk. || Geniş aile, aynı yerde oturan baba ve ana, çocuklar, torunlar, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler ve yeğenler tarafından oluşturulan topluluk. —Bilş. Bilgisayar ailesi, komut düzeniyle işletme sistemleri açısından benzer nite­ likler gösteren ve aynı yapımcıya ait olan bilgisayarların tümü. (Bu nitelikler en kü­ çük modelden en büyüğüne kadar aile­ nin çeşitli makinelerinde yazılan programların taşınabilirliğini kolaylaştırır.) —Ceb. Bütün elemanları, verilmiş bir kü­ menin altkümeleri olan küme. —Çekird. fiz. Radyoaktif aile, art arda bozunmalarla birbirinden türeyen radyoak­ tif elementler dizisi. (Ağır radyonükleitlerin doğal olanları üç ailede toplanabilir 238U. 235 u ve 232T h ile başlayan bu aileler, kütleleri 206, 207 ve 208 olan kararlı kur­ şun izotoplarıyla son bulur. Aile üyeleri­ nin kütle sayıları genel bir formülle ifade edilir: toryum serisi için An. 238U' serisi için 4n + 2 ve 235U serisi için 4n + 3 kullanılır. 4n+ 1 ailesi yapay olarak elde edilmiştir ve serinin en uzun yarıömürlü elementi olan neptünyumun adıyla anılır.) [Eşanl. RADYOAKTİF SERİ.] || Radyoaktif aile bağı. bir radyoaktif ailenin değişik üyeleri ara­ sındaki bağ. (Genellikle ana madde de­ mlen bir radyonükleit, yavru madde denilen bir başka radyonükleit doğurarak bozunuyorsa, bu iki madde arasında ai­ le bağı olduğundan söz edilir. Değişik maddelerin etkinliklerinin evrimini, radyo­ aktif çözülme yasaları belirler.) —Dilbil. Alt aile, bir dil ailesinin alt bölü­ mü. || Dil ailesi, ortak kökenleri tanıtlana­ bilmiş diller kümesi. || Dönüştürüm ailesi, üretici dilbilgisimde, bitiş sıralarına aynı ya­ pısal çözümlemeyi uygulayan dönüştü­ rümler kümesi (örn. İngilizcedeki olumsuzluk, soru ve tumturaklı dönüştü­ rümleri). || Sözcük ailesi, bir kökten gelen ve birbirlerinden türeyen sözcükler küme­ si (örn. ev, evli, evcil, evlenmek vb.). —Huk. Aile adı -> SOYADI. || Aile hukuku, aile kurumunu ve aileyi oluşturan kişile­ rin hak ve görevlerini düzenleyen, mede­ ni hukukun bir dalı. (Aile hukuku, evlenme ve boşanma, karı-koca mallarının yöneti­ mi, hısımlık, velayet, vesayet... konuları­



nı inceler.) || Aile malları, ailenin çıkarları­ nı ve sürekliliğini sağlamak amacıyla ay­ rılmış mallar. (Türk Medeni kanunu'na göre bu ayırma, aile vakfı, aile şirketi em­ vali ve aile yurdu şeklinde olur [Med. k. md. 322, 323, 336].) [| Aile meclisi, aile ve­ sayeti sisteminde vesayet makamının gö­ revini yerine getiren ve vesayet altındaki kişinin vasiliğe ehil olan kan ya da sihri hısımlarından en az üç kişiden oluşan meclis (Med. k. md. 350). j| Aile nizamı aleyhine cürümler — UMUMİ a d a p ve Aİ­ LE NİZAMI ALEYHİNE CÜRÜMLER. § Aile re­ isliği -> EV REİSLİĞİ. || Aile şirketi emvali, hısımların, terekedeki hisselerinin tümünü ya da bir kısmını bırakarak ya da ortaya başka mallar koyarak oluşturdukları ortak­ lık (Med. k. md. 323). || Aile vakfı, aile için­ deki kişilerin öğrenim ve eğitimiyle buna benzer amaçlar için kurulan vakıf (Med. k. md. 322). || Aile vesayeti, vesayet altın­ daki kişinin çıkarı gereği, vesayetin aile meclisine verilmesi hali, hususi vesayet (Med. k. md. 348). || Aile yurdu, aile için­ deki kişilerin geçimini ve ikametini sağla­ mak amacıyla ve ancak bu amaca yetecek ölçüde, tarım ve sanayi işletme­ lerine ya da ikamete yarayacak taşınmaz malların ayrılmasıyla (tahsisiyle) kurulan aile malları (Med. k. md. 336). —ikonogr. Kutsal aile, Yusuf, Meryem ve çocuk İsa; onları canlandıran resim ya da heykel. (Bk. ansikl. böl.) —ikt. Aile planlaması, eşlerin, dünyaya getirecekleri çocuk sayısını ve doğum za­ manlamasını denetim altında tutması. (Bu denetim, doğumu önleyici yöntemlerin bi­ linmesini ve bazı tıbbi araçlar kullanımını gerektirir. Bu bilgi ve araçların yaygın ol­ madığı aşırı nüfuslu az gelişmiş ülkeler­ de, devletin bu olanakları sağlaması, doğum oranının düşmesinde önemli rol oynayabilir.) [ -> DOĞUM' DENETİMİ.] ■—isi. huk. Aile hukuku, Kuran'da fıkıh ve hadis kitaplarında aile ile ilgili düzenleme­ ler. (Bk. ansikl. böl.) —istat. Aile bütçesi anketleri, ailelerin tü­ ketim yapısı ve tüketim giderleri hakkın­ da bilgi edinmek amacıyla düzenlenen anketler. (Bu tür anketler, çoğunlukla ai­ le reisinin ücretli olarak çalıştığı aileler ara­ sından örnekleme yöntemiyle seçilerek düzenlenir. Anket sonuçları, tüketim har­ camalarında ağırlıklı yeri olan maddele­ rin saptanarak, ücretliler geçinme indekslerinde [tüketici fiyatları indeksi] kul­ lanılan katsayıların belirlenmesini sağlar.) [Bk. ansikl. böl.] —Kamu mal. Aile reisi beyanı, aile reisi­ nin, aile bireylerinin vergiye tabi gelir­ lerini toplayarak kendi yıllık be­ yannamesinde bildirmesi. (Bk. ansikl. böl.)



—Meteorol. Siklon ailesi, bozulmuş bir ha­ va akımına bağlı, ardışık 3-5 kutup cep­ he siklonundan oluşan dizi. (Dönencel siklonlar da birbirini izlemeye elverişlidir.) —Mit. Aile tanrıları, Romalılar ın evi koru­ duğuna inandıkları tanrılar. || Aile tanrısı, cini, perisi, şeytanı. Antikçağ’da, korumak için ailelere ya da göz kulak olmak ve yü­ reklendirmek için bir kişiye bağlı olduğu­ na inanılan kutsal varlıklar. —Nüfbil. Aile istatistikleri, bir nüfus sayı­ mının sonuçlarını yorumlayan ve başvu­ ru noktası olarak yalnızca bir ana-baba ile onlardan doğma çocukları alan istatistik­ ler bütünü. (Ailelerin çocuk sayısına, ge­ lirlerine, konuştuğu dile, aile reisinin mesleğine, oturduğu bölgeye göre sınıf­ landırılması gibi.) —Oto. Aile arabası, limuzin ya da station -vvagon biçiminde karoserisi olan ve top­ lam 6 ile 9 yolcu alabilen özel bir otomo­ bil türjj. —Rom. tar. Aile babası -*PATERFAMİLİAS. || Kamu ailesi, bir kamu hizmeti yap­ makla görevli kölelerin tümü. —Ruhbil. Aile çizimi, çocuklara uygula­ nan bir yansıtmalı test, çocuktan, bir ai­ lenin ve/ya da kendi ailesinin resmini yapması istenir. —Seram. Dekorlarındaki hâkim rengi do­ layısıyla aralarında yakınlık bulunan Uzak -Doğu porselenleri gruplarını belirtmek için XIX. yy.'dan başlayarak Batı'da kul­ lanılan deyim. (Bk. ansikl. böl.) —Sesbilg. Eklemleme ailesi, aynı açıklık­ taki sesbirimlerini kapsayan sesler küme­ si. —Sig. Aile geliri poliçesi, geçici bir hayat



sigortası sözleşmesi. (Bu tür poliçe­ de. sigortalanan kişi poliçe vadesi için­ de ölürse, ölümle vade sonu arasındaki süre için bir gelir ödenir; sigortalı, vade bitiminde hayattaysa, sigorta sözleşmesi sona erer ve bir ödeme yapılmaz.) —Topbil. Aile toplumbilimi, toplumbilimin, aileyi, ya çeşitli toplumlardaki yapısı ve toplumsal işlevleri içinde, ya bireyler ara­ sı özgül ilişkiler ortamında, ya da toplum­ sal sistemin bir öğesi olarak inceleyen bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —Verg. huk. Aile indirimi, en az geçim in­ diriminin aile gelirinin vergilendirilmesine uygulanma biçimi, aile yükü ve durumu göz önünde bulundurularak, gelir vergi­ si miktarında yapılabilecek indirimi belir­ leyen yöntem. (Bk. ansikl. böl.) |j Aile reisi esası, aile reisinin, aile bireyleri gelirleri­ nin tümünü bildirmekle yükümlü olduğu vergi bildirim biçimi. —ANSİk l . Fels. Hegel'e göre, yapılması gerekenin soyut içselliğinden sıyrılan'nesnel ahlak, tarihsel biçimler olan ailede (alm. Familie), ekonomik toplumda ve devlet’te dile gelir. Bu gerçekliklerin birin-



229



Sanatçı ve ailesi (1762) Nattier



BeHelli ailesi ( 1858-1860)



Degas



Louvre-musee d'Orsay, Paris



aile cisi, “ Tinin dolayımsız tözselliğidir” ve böyle olması dolayısıyla, "duyulmuş bir­ liğiyle, aşkla belirler kendini” (Ftechts philosophie, 158). Birey, ailede, sıcaklık, da­ yanışma ve destek bulur, ama asıl özü­ ne göre kendini ortaya koymak için bu çok dar çerçeveden kurtulması ve daha geniş olan mesleksel ve siyasal yaşam­ da kendini dile getirmesi gerekir.



Aile portresi (1654) Adrıaen VanOstade



• Marx ve Engels şöyle yazarlar: '' Bizim­ kinden önceki bütün tarihsel aşamalarda var olan üretim güçleriyle koşullanan ve Louvremüzesi. Paris bu güçleri koşullayan değiştirim (müba dele) biçimi (formu), sivil toplumdur [...] ve bu toplumun önkoşulu ve ilk temeli, bi­ leşik ailedir, yani klan denilen şeydir." • Engels ise, aileyi oluşturan üyelerin toplumsal-ekonomik rolü üzerinde durur: "Çağdaş karı-koca ailesi, kadının, açık ya da gizli evcil köleliğine dayanır ve çağdaş toplum, molekülleri andıran karı-koca ai­ lelerinden oluşmuş bir kitledir. Günümüz­ de, erkek, en azından mal mülk sahibi sı­ nıflarda, çoğunlukla ailenin dayanağı ol­ mak ve onu beslemek zorundadır ve bu, ona, hiçbir hukuksal ayrıcalığın destekle­ mesi gerekmeyen buyurucu bir otorite ka zandırır." ■ —ikonogr. Eski mısır sanatında (prens Rahotep ile karısı Nofret'in mezar heykel­ leri, Kahire), etrüsk (Cerveteri'nin lahdi, Kutsal aile ( 1504 e doğr.) Roma) ve roma sanatında (ekmek yapım­ Mlchelangelo cısı Eurysakes ve karısının Roma'da porta Maggiore yakınındaki anıtmezarı) karı Ufhzi müzesi. Floransa



-koca betimlemelerine rastlanırsa da, ai­ le betimlemeleri azdır (Mısır’da Amenhotep fV [Kahire] ve Akhenafon aileleri [Ber­ lin] üstüne alçak kabartmalar; Roma'da L. Vibius ailesinin mezar taşı [Vafikan], Ara Pacis'te betimlenen imparator ailesi). Ortaçağ'da, azizlerin yaşamlarıyla ilgili betimlemeler, aile topluluklarını işledi (Aziz Adalbert'in çocukluğu,anne ve ba



rini yaptılar; gerçekçi ressamlar da büyük bir istekle aynı temayı işlediler (Mario Sironi’nin Aile, Roma). • Kutsal aile. Çevresi ailesiyle sarılı çocuk İsa, Rönesans ressamlarına sık sık esin kaynağı oldu. Bu topluluk, Tanrı Çocuk' un tüm yakınlarını içine aldığında, buna Kutsal* akrabalık dendi. Daha dar bir Kutsal aile, kimi zaman Yusuf, Meryem ve İsa’yı, kimi zaman da Hanna, Meryem ve İsa'yı içerdi; küçük aziz Yahya da kimi za­ man bu gruplardan birinde yer aldı. En ünlü Kutsal aile tabloları, hiç kuşkusuz, Leonardo da Vinci (Louvre) ve Michelangelo’nunkiler (Floransa) ile Raffaello'nun François l ’in Kutsal ailesi'dir (Louvre). İtal­ yan ustaların çoğu, özellikle XVI. yy.’da bu temayı işlediler (Andrea Del Sarto, Correggio, Parmigianino, Veronese, vb.). Bu, Murillo (Louvre, Madrid, Londra, vd.) ve Poussin’in de (Louvre, Sarasota ve ABD'de Cambridge, vd.) ağırlık verdikleri bir konu oldu; Rubens (Köln) ve Rembrandt da (Kutsal aile ve melekler, Le­ ningrad) aynı konuyu işlediler. Mısır'a ka­ çış teması da, sanatçıların yapıtlarında sık sık Meryem, İsa ve Yusuf’u canlandırma­ larına yol açtı.



—isi. huk. Kuran’da aile hukuku ile ilgili 100'den fazla ayet vardır. İslam aile hu­ kuku fıkıh kitaplarında nikâh, talak, hulû, rec'a, rada', nafaka, iddet ve hidane baş­ lıkları altında İncelenirdi. Hadis kitapların­ da Hz. Muhammet'in aile hukuku ile ilgili sözleri aynı başlıklar altında birleştirildi. bası', Gniezno katedrali, Polonya); ama Hz. Muhammet döneminde ve sonraki ilk daha çok, bağışçı kişiler, kimi zaman ai­ iki yüzyılda hukukla ilgili tüm sorunlar il­ leleriyle birlikte canlandırıldı (Jouvenel gili ayet ve hadislerin ışığında çözüldü. des Ursins ailesi, XV. yy., Louvre; MemBundan sonra İslam hukukçularının gö­ ling'in Moreel ailesi adlı üçkanatlı tab­ rüşleri yazılı duruma getirilerek, mezhep­ losu, Brugge; Moulins Ustası'nin Mer­ ler ve fıkıh kitapları oluşturuldu. Osmanlı yem üstüne üçkanatlı tablosu). Bu gele­ devletinin son zamanlarına kadar dava­ neğe XVI. yy.'da da rastlandı (L. Costa' lar bu kitaplara göre çözümlendi. Kanun nin Benlivoglio madonnası, Bologna; Titekniğine uygun olarak hazırlanan ilk İs­ ziano'nun Pesaro ailesinin madonnası, lam aile hukuku 25 ekim 1917 yılında Os­ Venedik); ayrıca dindışı portreler (HolmanlI devleti tarafından yürürlüğe konan bein'ın Sanatçının ailesi.Basel,Van HeemsHukuku aile kararnamesi'ydi. Bu kararna­ kerck'ın Aile portresi, Kassel) ve mezar me 19 haziran 1919'da yürürlükten kal­ heykelleri dikkati çekti (Kari V’in ailesi, dırıldı. Pompeo Leoni’nin, Escorial). XVII. yy.'da betimlemeler çeşitlendi ve —İstart. Kökeni sanayi devrimine uzanan aile bütçesi araştırmaları, Le Play'in mo­ genellikle gösterişten çok doğallık yeğlen­ nografileriyle başlar. Bu monografilerde meye başlandı: Le Nain'lerin Köylü aile­ işçi ailelerinin yaşamlarına ilişkin türlü ve­ si (Louvre) ya da Köy evi içi (VVashington), riler bulunmakla birlikte, en önemli yeri A. Van Ostade’nin Aile portresi (Louvre), C. De Vos'un Van der Aa ailesi portreleri bütçe alır. Engel yasaları'na yol açan bu çalışmaları, işçi ailelerinin tüketim gider­ (mihrap arkalığı, Nantes), Nocret'nin Lo­ lerine ilişkin gerçek anketler izler. Devlet uis XIV ailesi (Versailles), Mignard’ın Vemüdahalesi, reform yapma zorunluğu gi­ liahtın ailesi (ay. y ), Rubens’ın Sanatçı ve bi nedenler, sözkonusu anketlere resmi Helene Fourment evlerinin bahçesinde nitelik kazandırır. Amaç, ücret tartışmala­ (Münih), Th: De Keyser'in Meebeeck rına kaynak olacak indeks hazırlamaktır. Crugwaghen ailesi (Amsterdam), RemSonraları çok amaçlı nitelik kazanan bu brandt'ın Aile portresi (Brunswick), A. Van anketler, ailelerin yaşam düzeyi, tüketimin de Velde'nin Çobanın ailesi (Louvre), türlü maddelere ya da gereksinim kate­ Martınez del Mazo'nun Sanatçının ailesi gorilerine dağılışı, gelir bölüşümü, beslen­ (Viyana), vb. me ve sağlık konularında araştırma mal­ XVIII yy. ' da, Greuze ün ahlakçı zemesi sağlayarak, özellikle planlı ekono­ kompozisyonları (Cezalandırılan oğul, milerde, toplumsal ve ekonomik politika­ Louvre) yada F Drouais'nın kılık değiştir­ ların biçimlendirilmesinde yardımcı olur­ miş kişi portreleri (Souches markisi ve ai­ lar. lesi müzikçi giysileri içinde, Versailles) ya­ Türkiye'de, 1938 yılında İstanbul'da nı sıra şunları sayabiliriz: Largilliöre (Aile 70, Ankara'da 40 aileyle yapılan ilk an­ portresi, Louvre), Vigee-Lebrun (Marie ketler, Konjonktür dairesi’nin sözkonusu - Antoinette ve çocukları, Versailles),Tiepoiller için hazırlayıp yayımladığı geçinme lo (Soderini ailesinin yücelmesi, Treviso), indekslerine katsayı sağlamıştır. Goya (Carlos IV'ün ailesi, Prado) ve ingiİstanbul Ticaret odası’nın 1953 yılında lizler'den Hogarth(Fountairıe ailesi,Philaİstanbul Üniversitesi istatistik enstitüsü' delphia), Reynolds (Marlborough ailesi, nün yardımıyla işçi ve memur aileleri ara­ Blenheim) ve Gainsborough (Bailey aile­ sında düzenlediği ilk geniş kapsamlı an­ si, Londra). XIX. yy.'da, ingres burjuva aileleri için ket, Oda’nın "İstanbul ili ücretliler geçin­ me indeksi” ne giren 107 maddenin ağır­ birçok portre ve özellikle de desenler ver­ lıklarının saptanmasına olanak vermiştir. di (Forestier ailesi, Alexandre Lethiere ai­ (1983 yılında İst. Tic. odası, geçerliğini yi­ lesi, Stamaty ailesi, Louvre); Millet de köy­ tirebilecek katsayıları düzeltip yeni bir in­ lüleri canlandıran portreler çizdi (Köylü ai­ deks hazırlamak üzere, yeni bir anket dü­ lesi, Cardiff). izlenimciler ve onların arka­ zenlemiştir.) daşları da aile topluluklarıyla ilgilendiler: Bazille’in Aile toplantısı (Louvre), Degas’ Devlet istatistik enstitüsü de, 1954'te, nin Bellelli ailesi (Louvre), Renoır'ın MaAnkara’daki memur ailelerine yönelik bir dame Charpentier ve çocukları (New anket yaparak, 135 maddelik geçinme in­ York), Gauguin’in Schuffenecker ailesi deksinin katsayılarını elde etmiştir. Aynı (Louvre). Picasso, cambaz ailelerinin, Maenstitü, 1964’te Adana’da başlattığı ha­ tisse kendi ailesinin (Leningrad) resimle­ ne halkı anketlerini, İstanbul ve Ankara’



aile planlaması derneği yı da içeren başka illerde de sürdürerek 14 il için geçinme indeksleri yayımlama­ ya başlamıştır. Sözkonusu anketlerden milli gelirin tüketim yönünden kestiriminde de yararlanılmıştır. —Kamu mal. Aile reisi eşler arasında ko­ cadır. Küçük çocuklar için, baba ölmüş ya da velayeti kaldırılmışsa, aile reisi an­ nedir. Aile reisi, eşinin ve velayeti altında bulunan çocuklarının vergiye tabi ve yıl­ lık bildirime girmesi gereken gelirlerini tek bir beyannamede toplayarak bildirir. Ver­ gi borcu buna göre hesaplanır. Ancak, ai­ le reisinin yıllık beyannamesine girmeye­ cek gelirler ve girmesi isteğe bağlı gelir­ ler Gelir vergisi kanunu'nda ayrıca belir­ tilmiştir. Türkiye'de eşler arasında mal ayrılığı rejimi olmasına rağmen gelir vergisinde porselen tabak. Çing dönemi aile beyanı benimsenmiştir. Bununla bir­ Guimet müzesi, Patis likte, eşler kendi gelirlerine düşen vergi­ den yükümlüdürler. Bu yükümlülük, eş­ lerin toplam gelir içindeki paylarına göre belirlenir. Aile gelirlerinin toplanıp vergi­ lendirilmesindeki esas amaç, artan oran­ lı vergi tarifesinin etkinliğini korumaktır. Bu şekilde, aile gelirlerinin danışıklı olarak aile bireylerine bölünerek az vergi ödenmesi engellenir. —Med. huk. ve Tar. insanlığın tarihsel ge­ lişimi içinde aile deyimi çeşitli anlamlar ta­ şımıştır. Ailenin tarihi incelendiğinde ge­ nel bir değişim gözlemlenebilir: çeşitli toplumlarda aile, iktisadi gelişmeye sıkı bir şekilde bağlı olarak gittikçe küçülmekte­ dir. Değişik uygarlıklardaki kaçınılmaz farklılıklar da gözardı edilmeden, genel olarak tümüyle tarıma yönelik toplumlarda görülen geleneksel ailenin ataerkil ai­ le tipi olduğu ve bu ailenin, ortak bir ata­ nın otoritesi altında bulunan evli erkek ço­ cukları, onların eşleri ve çocuklarını bir arada bulundurduğu söylenebilir. Bu bi­ çimde örgütlenmiş bir aile grubunun üç pembeler ailesi tür işlevi vardır: 1. iktisadi işlevi: aile bir üretim topluluğudur. Ortak malvarlığını değerlendirir. Bu malvarlığının yönetimi XVIII. yy. ortaları (işletilmesi) yalnızca aile reisinin elindedir. Guimet müzesi Paris —2. Toplumsal işlevi: aile bireyin eğitim ve güvenliğini sağladığı alışılagelmiş ya­ şam alanıdır. Bunun karşılığında da birey, grubun öteki üyeleriyle tam bir dayanış­ ler şöyle özetlenebilir: Medeni kanun'un ma içindedir. —3. Ahlaki işlevi: aile tü­ getirdiği sistemde tek evlilik ilkesi benim­ müyle kendi geleneklerinin koruyucusu sendi, medeni nikâh zorunlu hale getiril­ olduğu gibi toplumda egemen olan ah­ di, dini nikâh geçersiz sayıldı. Böylece ev­ laka saygı gösterilmesinin de güvencesi­ lenme laik bir nitelik kazandı. Evlenmede dir. Bu tıp ailenin örneği Eski Roma'daki devletin müdahalesi kabul edildi, evlen­ ataerkil ailede görülür. Bu aile, domus fame sözleşmesi ancak evlenme memuru­ mileale'de (aile evi) yaşayan ve tümüyle nun önünde imzalanabilecekti. Boşanma­ paterfamilias'ın (aile babası) otoritesi al­ da erkeğe tanınan serbestlik kaldırıldı. Ye­ tında olan agnatuslaPia onların eşlerinden ni sisteme göre, boşanma ancak yasada oluşuyordu. Günümüzde birçok ülkede belirtilen sebeplerin varlığı halinde ve — genellikle tarımsal alanlarda, kimi za­ mahkeme kararıyla gerçekleşebilir. Me­ man da kentsel alanlarda— bu tür ailele­ deni kanun'un dışında anayasalarda da re rastlanır. aileye ilişkin hükümlere yer verildi. 1982 Medeni kanun'un kabulünden önce, Anayasası'nın 41. maddesine göre aile türk toplumunun temelidir: “ Devlet, aile­ Osmanlı imparatorluğu döneminde aile nin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve dinsel temellere dayanıyordu. Evlilik, dev­ let müdahalesinden uzak özel bir kurum­ çocukların korunması ve aile planlaması­ du. Evlenme akdi özel bir akit sayılıyor­ nın öğretimi ile uygulanmasını sağlamak du. Kocanın tek taraflı olarak boşanma için gerekli tedbirleri alır...” iradesini açıklamasıyla evlilik sona erebi- B —Seram. En tanınmış porselen aileleri, yeşiller ailesiyle pembeler ailesidir. Ming lirdi. Karının boşanma isteminde buluna­ hanedanı sonlarının hâkim rengi kırmızı bilmesi çok sınırlandırılmıştı. Eski aile hu­ ve yeşil olan porselenlerinden kaynakla­ kukunda kadın, çocukların velisi olmadı­ ğı gibi, evlilik birliğini temsil etmeye yet­ nan yeşiller ailesi, doruk noktasına Kangkisi de yoktu. 1926 yılında Medeni* kaşi'nin saltanatı döneminde (1662-1722) ulaştı. Bu dönemde, kırmızıyla karışık ye­ nun’un kabul edilmesiyle aile kurumu de­ ğişikliğe uğradı. Medeni kanun, dinsel te­ şilin değişik nüanslarıyla çok çeşitli dekor­ lar meydana getirildi. Pembeler ailesinin mellere dayanan eski sistemi tümüyle or­ tadan kaldıran yeni bir düzen getirdi. An­ özelliği, lal rengine çalan bir pembelikte olmasıdır (altın klorürden ötürü). Çin'de, cak uzun süre yürürlükte kalmış olan es­ Kangşi'nin saltanatı döneminde, kuş ve ki sistem, uygulamada bir süre daha var­ çiçek açmış dal dekorları taşıyan porse­ lığını korudu. Toplumun tüm kesimlerinin lenler halinde ortaya çıkan pembeler ai­ birdenbire yeni sisteme ayak uydurması lesi, Yongcing (1725-1735) ve Çienlong' kolay olmadı. Dini nikâhla evlenenlerden olan çocukların neseplerini düzeltmek için un (1736-1796) saltanat dönemlerinde karmaşıklaşan dekorlarla — yedi bordürzaman zaman af yasaları çıkarıldı. Günü­ lü tabaklar— daha da gelişerek günümü­ müzde, Medeni kanun'un getirdiği siste­ ze kadar varlığını sürdürdü. Ayrıca, siyah­ min büyük bir oranda kabul gördüğü, es­ lar ailesiyle sarılar ailesini de sayabiliriz (si­ ki alışkanlıkların giderek bırakıldığı söyle­ yah veya sarı fonlu bisküviler). nebilir. 1926 yılında kabul edilen Medeni —Topbil Aile toplumbilimi. Aile, L. H. kanun’un aile kurumuna getirdiği yenilik-



Morgan, F. Engels ve J. J. Bachofen'in çalışmalarıyla, ilk kez XIX. yy.'da deney­ sel (empirik) incelemelerin konusu oldu. Etnolojinin ve tarihin verilerine dayanıla­ rak, yapı ve işlevleri, içinde bulunduğu toplumun gelişme derecesiyle belirlenen toplumsal bir kurum olarak tanımlandı. Bu çalışmalar, evrimci bir yorumun izlerini ta­ şıdıkları halde, çeşitli toplumlardaki aile yapıları ve aynı toplum içindeki çeşitli ai­ le tipleri üzerine betimsel ve karşılaştırmalı bir araştırma temeli sağlamıştır. Birinci Dünya savaşı'ndan sonra ABD' de başka bir araştırma yolu açıldı. “ Etkileşimci” Şikago okulu (E. W. Burgess ve öğrencileri), aileye, aile içi ilişki­ ler bakımmdan’yaklaşmak istedi ve aile içindeki davranışları incelemek üzere yem araştırma yöntemleri (örn, deneysel oyun­ lar aracılığıyla doğrudan gözlemleme) ge­ liştirdi Amaç, eşlerin yaşamındaki ve ço­ cuklarla büyükler arasındaki ilişkide oto­ ritenin uygulanışım, ödevlerin bölünüşü­ nü. aile bireyleri arasındaki iletişim biçim­ lerini. anlaşma ve çatışma noktalarını, vb incelemekti. Bundan başka, ailenin çeşitli evrelerinde (çiftlerin oluşumu, çocukların ooğuşu, çiftlerin ölüm ya da boşanma ne­ deniyle dağılışı, vb.) rollerin ve gereksin­ melerin değişmeleri, aynı ailenin üç ku­ şağı üzerinde yapılan incelemelerle sap­ tanmaya da çalışıldı. Aile içi dinamik üzerinde yapılan araş­ tırmalar, ailenin kendi toplumsal çevresiy­ le sürdürdüğü ilişkilere, öteki kurumlarla olan ilişkilerinden daha az önem verdi. Bu açıdan, üçüncü bir yaklaşım, aileyi daha,, geniş bir toplumsal bütünlüğün bir bileş-’ tireni olarak ele aldı ve birey, yerini ve davranışlarını düzenleyen roller ve statü­ lerle, bu bütünlüğe bağlandı. Amaç, bu daha geniş sistemin parçası olarak aile­ nin işlevlerini olduğu kadar, sistemin aile yapısının özellikleri üzerinde etkilerini de incelemekti. Bu yaklaşım, özellikle işlevcilerin (T. Parsons) ve yapısalcılıktan esin­ lenenlerin çalışmalarının ayırt edici bir özelliğidir. (-> Kayn.) —Verg. huk. En az geçim indirimi uygu­ lamasında aile durumu dikkate alınır. Yü­ kümlünün bekâr ya da evli, çocuklu ya da çocuksuz olması, çocuk sayısı, yükümlü­ nün bakmak zorunda olduğu öbür kim­ selerin sayısı aile indirimi miktarını etkiler. Aile indiriminde gelirden indirim usulü ve vergiden indirim usulü olmak üzere iki yol izlenebilir. Türkiye'de 1980 yılına kadar gelir ver­ gisinde en az geçim indirimi adıyla, ve 1980-1986 arasında da genel indirim başlığı altında yükümlünün kendisi, eşi ve çocukları için aile indirimi uygulanmaktay­ dı. Ancak, genel indirim 1986’da kaldırıl­ dı. Günümüzde yükümlünün kendisini, eş ve çocuklarını dikkate alan bir aile indiri­ mi uygulanmamaktadır. A ile , aile ve edebiyat dergisi. Yapı Kredi Bankası tarafından, Vedat Nedim Tör yö­ netiminde İstanbul'da, nisan 1947’den kasım 1952'ye kadar üç ayda bir 22 sayı yayımlandı. Aile yaşamı, ev işleri, sağlık, çocuk gibi konuların işlendiği dergide, dönemin tanınmış edebiyatçılarına da ge­ niş yer verildi. A ile a n tla şm a sı, 15 ağustos 1761 'de Paris'te Yedi yıl savaşları sırasında, Fran­ sa (Louis XV), ispanya (Karlos III), Parma (Philippe de Bourbon) ve Napoli (Ferdinando IV) Bourbonlarf nın kendi araların­ da imzaladıkları antlaşma; bunun sonu­ cunda Fransa’nın müttefiki olan Ispanya, İngiltere'ye karşı savaşa girdi (2 ocak 1762). Amerikan bağımsızlık savaşı sıra­ sında bu antlaşma, Fransa ve ispanya Bourbonları arasında yenilendi (Aranjuez antlaşması, 12 nisan 1779). a ile p la n la m a sı d e rn e ğ i (Türkiye), ai­ le planlaması uygulamasına yardım et­ mek, ana ve çocuk sağlığı hizmetlerine katılmak, aile planlaması klinikleri ve ana sağlığı tesisleri açmak amacıyla 1963'te kurulmuş kamuya yararlı dernek.Uluslar-



aile planlaması derneği arası planlı aile federasyonu'na üyedir. AİLECE ya da AİLECEK be. 1. Aile bi­ reylerinin tümü; aile olarak: Annem, ba­ bam ve kardeşlerim ailece spor yapma­ yı severiz. Onlar ailece zengindir. —2. Ai­ le bireylerinin katılmasıyla: Ailece gezme­ ye gitmek. AİLECEK - AİLECE. AİLE LİK sıf. Sayı sil. + ailelik, bir yeri, orada barınabilecek aile sayısıyla belirt­ mek için kullanılır: On ailelik bir pansiyon.



Yaralı Aineias Pompei deki Sirıcıo sarayında bulunan bir resim (ayrıntı) 'oii müzesi. Napoli



Aineias ile Ankhises Bernini nin heykel grubu 1615’ten sonr. Vila Borghese, Roma



A ile n in , ö ze l m ü lk iy e tin ve d e vle ­ tin k ö k e n i (Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats), Fri­ edrich Engels’in yapıtı (1884). Yazar, bu kitabında, modern toplumun ortaya çık­ masıyla sonuçlanan toplumsal oluşumla­ rın tarihini açıklar. Kendisinden önce baş­ kalarının “ ilkel komünizm” dediği toplum yapısını inceler; sonra da üretimin artma­ sıyla savaş tutsaklarının köleye dönüşme­ lerini ve toplumdaki ilk büyük bölünme­ yi, yani sömürenlerle sömürülenler arasın­ daki bölünmeyi irdeler. Buna koşut ola­ rak, ilkel anaerkilliğin yerini, kadını, aile içinde sömürülenler düzeyine düşüren, ataerkilliğin aldığını söyler. Kademeli ve yıkıcı bir temel üzerinde oluştuğunu dü­ şündüğü aileyle birlikte, egemen sınıfın hizmetinde bir baskı aracı olan devletin ortaya çıktığını belirtir. Engels, modern bi­ çimiyle ailenin, kadının özgürlüğe kavuş­ ması, özel mülkiyetin kaldırılması ve dev­ letin yok olmasıyla ortadan kalkacağını savunur. AlLE Vİ sıf.(ar.ra -'ile ve -i den rahievi). Aileye ilişkin, aileye ait şey için kullanılır: Ailevi bir mesele. Ailevi durumu iç açıcı değil. —Tıp. Aynı ailenin birçok üyesinde göz­ lemlenen hastalık ya da özellik için söy­ lenir. (Yeteneğe ilişkin olağan özellikler [müzik, resim] ya da kalıtsal özellikler [ba­ şın önündeki beyaz saç tutamı] için kul­ lanıldığı gibi, bir ailenin üyelerini aynı yaş­ ta ve aynı biçimde etkileyen doğuştan hastalıklar için de kullanılır. Genel olarak bir hastalığın ailevi özelliği, o hastalığın genetik kökenini yansıtır. Özelliklerin ku­ şaktan kuşağa nasıl aktarıldığını belirle­ mek genetikçinin görevidir.) A İL E Y (Alvin), amerikalı zenci dansçı ve koregraf (Rogers, Teksas, 1931-New York 1989). Klaket dansçısıydı; Lester Horton’la birlikte dans çalıştı. Horton'un 1953 yılında ölümünden sonra, toplulu­ ğun sanat yönetmeni oldu, ilk koregrafilerini gerçekleştirdi. 1959 yılından başlaya­ rak kendi topluluğunu, Alvin Ailey Dance Theater'ı kurdu, bu arada çeşitli topluluk­ larla işbirliği yaptı (Köln Operası, Harkness Ballet, American Ballet Theatre). Başlangıçta yalnız zenci sanatçılardan “oluşan topluluğu, uluslararası bir üne ka­ vuştu. Caz’dan, zenci nüktelerinden ve çağdaş düzenlemelerden esinlenen canlı ve otantik yapıtları, klasik ve modern tek­ niğin zengin bir bireşimini oluşturur. Elli­ yi aşan koregrafisi arasında en önemlile­ ri şunlardır: Blues Süite (1958); Reveiations(1960); Roots of the Blues( 1961); The river (1970 ve 1972); Cry (1971); Hidden Rites (1973); Night Creature (1974); Shıgaon (1978). A İL L A U D (Emile), fransız mimar (Mexico 1902-? 1988). Önce, Lorraine kömür ocakları için sanayi yapıları, sonra çeşitli fransız kentlerinde toplu konutlar yaptı. Genellikle, kent ölçeğindeki ve tümüyle sanayileşmiş yapılarında, insan öğesine değerini vermek ve alışılagelmişin dışın­ da bir tür denemek istedi. Bu amaçla, hareketli planlı alçak yapıları kulelere yeğledi; yayalar için alanlar ayırdı; sim­ gesel "engebeler” yarattı ve çok renkli bir çevre tasarladı. A İLLAU D (Gilles), fransız ressam (Paris 1928), Emile Aillaud’nun oğlu. Arroyo ve Recalcati ile birlikte Genç Ressamlar salonu’nu kurdu ve 1965’te bu ressamlarla



birlikte, Fin tragique de Marcel Duchamp (Vivre et laisser' mourir) [Marcel Duchamp'ın trajik sonu (Sen yaşa,ölen öl­ sün)] adlı kışkırtıcı tabloyu yaptı; 19601ı yıllarda Yeni Resim akımının öncülerin­ den biri oldu. Yapıtlarında, hayvanat bah­ çesinin hapishaneye benzeyen evreni içinde, hayvanları soğuk ve kesin bir ger­ çekçilikle yansıtır; zamanı hareketsizleştiren, uzamı donduran- bu görüntüler, hem simgesel ve eleştirel bir anlam taşır­ lar, hem de plastik ilişkilerin incelikli oyu­ nunu geliştiren ve görüntünün gerçeklik­ le olan bağıntısı üzerinde düşünmeyi sağ­ layan birer aracı işlevi görürler. S A İLLY (Pierre D’), fransız din adamı ve tanrıbilimci (Compiögne 1350-Avignon 1420). 1411’de kardinal oldu, Batı'daki Büyük Ayrılık’a son verme girişimlerinde ve Konstanz konsili'nde (1414-1418) önemli bir rol oynadı. En önemli yapıtı, Ki­ lise reformuyla ilgili bir kitaptır (1416). Ailly, 170’ten çok yapıt yazdı; Ptolemaios’un dünyanın yuvarlaklığı konusunda­ ki düşüncelerini ele alan imago Mundi de bunlardan biridir. Surlu Marin gibi Ailly



de, Avrasya'nın boyutlarını büyük ölçü­ de abarttı; böylece Avrupa'nın batı ucuy­ la Doğu Asya arasındaki uzaklık, XV.yy. gemileriyle, hiç değilse kuramsal olarak aşılabilecek kadar kısalmış görünüyor­ du; daha sonra Kolomb da imago Mund i’den esinlendi. A İLO ya da EGİLONA, Ispanya Vizigotları'nın son hükümdarı Rodrigo’nun karısı. Kocasının ölümü üzerine ülke Araplar’ın eline geçti (711). Ailo, Merida' da Musa bin Nuseyr tarafından tutsak edildi ve onun oğlu Abdüiaziz ile evlen­ di. A İL S A CRAİG , Büyük Britanya’da (iskoçya) küçük ada, Arran adasının güne­ yinde; deniz kuşlarının barınağı. AİLURİNAE a (yun ailouros, kedi'den). Orta Asya dağlarında yaşayan küçük panda (Ailurus fuigens) gibi etçil memeli­ leri içeren altfamilya. A İM A R D (Olivier Gl_OUX, Gustave — denir), fransız yazar (Paris 1818 - ay.y. 1883). Ömrünü dünyayı dolaşarak geçir­ di, serüvenlerini halk tipi romanlarda (Les Trappeurs de İ Arkansas, 1858; Les Bandits de l ’Arizona, 1882) anlattı. AİM EE - NAKŞİDİL SULTAN A İN , Rhöne-Alpes bölgesinde (Fransa)



dâpartement, 5 756 kmz; 418 516 nüf. Merkezi Bourg-en-Bresse. Ain, iki büyük doğal bölümden oluşur: Saöne ovaları ve güney Jura dağları. Nemli iklimi, ovalık ve dağlık kesimlerde ulaşımın uzun süre güçlükle yapılmış olması, bölgede otlak ve ormanların değerlendirilmesine daya­ lı bir köy ekonomisinin sürüp gitmesinin başlıca nedenleridir. A İN , Jura’da (Fransa) ırmak, Rhöne'un kolu (sağ kıyıdan); 200 km. Nozeroy pla­ tosunun güneyinden doğan Ain, Champagnole’dan geçer, soldan önce Bienne'i, sonra Albarine’i alır. Yukarı kesimin­ de Ain boğazını yaran ırmak, daha son­ ra, bugün bir bölümü Vouglans barajının (aynı adı taşıyan önemli santralı besler) suları altında kalmış olan Ain boğazların­ dan geçer. A İN E İA S , lat. Aeneas, Truva prensi, Vergilius’un Aeneis’ adlı yapıtında yeni­ den ele alıp işlediği bir yunan efsanesi­ nin kahramanı. Ankhises ile Aphrodite’ nin oğlu olan Aineias, Truva savaşı sıra­ sında, belli başlı truvalı önderlerden biriy-



di. Kentin ele geçirilişi sırasında babasını sırtında taşıyarak kaçmayı başardı, ancak karısı Kreusa’yı kaybetti. Birkaç savaşçı­ yı ida dağında toplayarak Yunanlılar'a karşı mücadeleyi sürdürmeyi denedi; sonra, yeni bir yurt bulmak amacıyla ge­ miyle denize açıldı. Çeşitli yerlerde (Sicil­ ya'da, Kartaca'da [burada Dido ona âşık olur], Campania’da [burada cehenneme iner]), dolaştıktan sonra, Latium’avardı ve burada kral Latinus’un kızı Lavinia ile ev­ lendi. Bu efsane, Roma’nın Truva kökenli olduğu efsanesiyle bağlantılıdır, iulia gens1i, Aineias ve oğlu iulius (ya da Ascanius) aracılığıyla Venüs'ten (Aphrodite) geldiğini ileri sürer. —ikonogr. Roma’nın kökenine ilişkin ef­ sanede, Aineias’ın taşıdığı önem, truvalı kahramanın roma sanatında niçin bu ka­ dar sık canlandırıldığını açıklar. Ama, bu canlandırmalar arasında pek az fark var­ dır. En sık rastlanan terfıa, Truva'dan ka­ çış fpmasıdır: burada Aineias, bir yandan kötürüm babasını sırtında taşırken, bir yandan da oğlu Ascanius'un (ya da iulius’utı) elinden tutar. Bu, etrüsk sanatın­ dan alınma bir temadır ve İ.Ö. V.yy.’dan başlayarak boyalı etrüsk vazolarında ve heykelciklerinde görülür. Daha sonra sa­ yısız taklitleri yapılan Augustus forumu' nun heykel gruplarından birinin konusu-



Airolo da budur. Ara Pacis'teki kabartmalardan biri de Aineias'ı otuz yavrulu dişi domu­ zu bulduğu sırada gösterir. Aineias'a, Esquilinus’daki bir mezarda Roma'nın ku­ ruluşunu konu alan resimlerde ve Pompei’deki bir resimde de rastlanır. Aineias efsanesinin çeşitli bölümleri (tü­ mü, Codex VergiHanus'\aX\ [Floransa XIV.yy ] minyatürlerdedir), N, Dell"Abate’ nin (Modena), Carracci ve Albani’nin (Bologna), Claude Lorrain’in, A. Coypel'in (Paris'te, kubbesi gravürüyle ünlü Palais -Royal’deki Aineias galerisi; Louvre ve Montpellier’deki tablolar...) yağlıboya re­ simlerinde, A. Bosse’un gravürlerinde gö­ rülür. Bunlardan başka, Tintoretto (Brunswick, Louvre), L. Giordano (Madrid), Pi­ etro da Cortana (Louvre), Tiepolo (Mad­ rid), J. Miel (Aineiasile Dido avda, Cambrai),Van Dyok (Mantova).Jordaens (Ko­ penhag), Elsheımer (Münih), Poussin (Londra) ve Carle Van Loo'nun (Louvre) yağlıboya resimlerini; Bernini (Borghese galerisi), Girardon (Troyes) ve P. Lepeautre’un (Aineias ile Ankhises, Tuileries bahçeleri) heykel gruplarını da sayabili­ riz. A İN E İA S Taktikos, lat Aeneas Tacticus, İ.Ö. IV. yy.’da yaşamış yunanlı as­ keri yazar. Kuşatılmış bir kentte alınacak önlemleri anlatan Ta peri ton strateğikon hypomnemata adlı yapıtının bir parçası elimizdedir. AİN E İA S Gazze’li, filozof (Gazze, Fi­ listin, 450’ye doğr. - öl. 520'ye doğr.). İs­ kenderiye’de yeniplatonculuk üzerine bir süre ders verdikten sonra, hıristiyan oldu. Özellikle, ruhun ölümsüzlüğü ve bedenin dirilmesi konularını işleyen Theophrastos adlı diyalogunda çoktanrıcı kuramlara karşı çıktı. AİNESİDEMOS, yunan filozof (Knossos İ.S. I.yy. [?)). İskenderiye’de ders ver­ di. Felsefesi, kuşkuculuk tarihinde bir aşa­ madır. Kuşkuculuğu savunan ve gelenek­ sel olarak on tropos (on kanıt) denen baş­ lıca kanıtları açıkladı ve sınıflandırdı. AİNHUM a. (Güney Afrika’daki bir zen­ ci halkın dilinden). Der. hast. Bir ayak par­ mağının (genellikle beşinci) kendiliğinden kopmasına kadar varan ve parmağı bir halka şeklinde sararak boğan deri hasta­ lığı. (Ainhum salt zencilerde görülür ve salt erkekler bu hastalığa yakalanır.) AİN O S. Tar. coğ. Edirne’ye bağlı Enez ilçesinin antik çağdaki adı. Traklar döne­ minde Poltyobria. Trakya'nın önemli li­ man kenti ve kültür merkezi. —Arkeol. Prof. Afif Erzen başkanlığında sürdürülen kazılarda (1971-1972, 1979’ dan sonra), geç arkaik dönemden Osmanlılar’a uzanan bir katmanlaşma sap­ tandı. Kale içinde kayaya oyulmuş mah­ zen, Değirmenlik-Killik yöresinde ilk hıristiyanlık döneminden kiremit çatılı, semerdamlı mezarlar, çömlekçi fırını açığa çı­ karıldı. Yörede bulunan 6 satırlık grekçe yazıttan, kalede bir praetorium’un bulun­ duğu anlaşıldı Dionysos kült merkezi. (-> Kayn.) AİNSVVORTH (VVİlliam Harrison), İngiliz yazar (Manchester 1805-Reigate 1882). Ünlü suçluları yücelttiği serüven (Rookwood, 1834; Jack Sheppard, 1839) ve tari­ hi romanlarıyla (The Tower of London, 1840; Old St. Paul 's, a Tale of the Plague and the Fire of London, 1841; VVindsor Castle: An Historical Romance, 1843) bü­ yük ün yaptı. AİNSVVORTH (VVİlliam Francis), İngiliz hekim, yerbilimci ve gezgin (Exeter 1807ay.y. 1896). Romancı W.H. Ainsworth*’ ün yeğenidir. Edinburg Üniversitesi'ne devam ederek oldu (1827). Journal of Natural and Geographical Science’nin başına geçti (1829) ve üniversitede yer­ bilim dersleri verdi. Anadolu’nun Fırat va­ disini (1835-1837), Doğu veGüney-doğu Anadolu’yu dolaştı. Başlıca yapıtları: Researches in Assyria, Babylonia and Chal-



dea (Asur, Babil ve Kaide araştırmaları) [1838]; A Personal Narrative of the Euphrates Expedition (Fırat araştırmaları üze­ rine kişisel bir anlatı, 2 cilt) [1888]. AİNTREE, Liverpool'un (Büyük Britan­ ya) kuzey banliyösünde yer. Her yıl mart ayında, çok uzun mesafeli bir engelli at yarışının (Grand National) düzenlendiği yarış alanı. A İO İ, Japonya'da kent. Honşu adasın­ da, iç deniz kıyısında, Kobe’nin K.-B.’sında; 42 000 nüf. Tersaneler. AİOLİS. a. Arkeol. Aiolis sütun başlığı, sütun gövdesinden düşey olarak çıkan ve aralan palmetli iki kıvrımdan oluşan sütun başlığı tipi. (İ.Ö. VI. yy. başlarında Ana­ dolu'nun kuzey-batı kıyılarındaki mimar­ lık yapıtlarında kullanıldı ve el sanatların­ da hellenistik çağa kadar varlığını sürdür­ dü.) AİO LİS. Esk. coğ. Anadolu’nun kuzey -batısında bölge. Büyük Mysia’da, Troas ile ionia arasında; Ege denizi ile sınır­ lıdır. Adını, İ.Ö. XI. yy.'daTesalya’dan ge­ len Aiolisliler'den alır. Refah düzeyinin bir bölümünü, şarap dışsatımına borçlu olan Mytilene dışında Aiolis, yerel soylu sını­ fın egemenliğinde olan bir kırsal siteler ül­ kesiydi; siyasal ve iktisadi açıdan ionia’ nın gölgesinde kalan Aiolis, kültür ve şiir (lirik şiir burada doğdu) ülkesiydi. A İO L İS LEHÇELERİ, a. Boiotia’da, Tesalya’da, Midilli adasıyla Küçük As­ ya’nın bu adaya bakan kıyısında konu­ şulan yunan lehçeleri. —ANSİKL. Coğrafya bakımından çok da­ ğınık olan Aiolis lehçeleri, birbirlerinden derinlemesine farklılaşmalarına karşın bir­ çok ortak özelliklerini de (digamma’nın korunması, tamlayan durumu yerine so­ yu belirten sıfatın kullanılması, vb.) sürdür­ müşlerdir. Dor istilasını (İ.Ö Xl.yy.) izleyen göçlerle Asya’ya yayılan Aiolis lehçeleri en eski destanların dilidir. Homeros’da, Ailois lehçelerinin biçimbilimsel özellikle­ rini taşıyan arkaizmler görülür. Edebiyatı olmayan Boiotia ve Tesalya lehçelerine karşılık, Midilli lehçesi İ.Ö. VII.yy.’da kısa bir süre parlak bir edebiyatın dili olmuş­ tur. ' AİO LİSLİLER , Eskiden Akhaioi’nin komşusu olan balkan kavimleri topluluğu. Uzun süre Tesalya’da kaldılar. Dor istila­ sı başlayınca Orta Yunanistan’a göç etti­ ler. Bir bölümü Peloponisos’un kuzey batısına yayıldı; diğerleri Küçük Asya'ya (Anadolu) geçerek Çanakkale kıyılarına ulaştılar. Klasik çağdaysa Tesalya, Boio­ tia, Fokis, Eleia ile Küçük Asya’daki Aio­ lis ve çevre adalarına yerleştiler. Lehçe­ lerinden ve kimi kurumlarından anlaşıldı­ ğına göre, bu kavimler topluluğu, tüm Hellenler arasında eski geleneklere belki en bağlı olanlardır. AİOLOS. Yun. mit. Rüzgâr tanrısı ve Poseidon’un oğlu. Tulumlara doldurulan rüzgârları yönetirdi. Öyküsü Odysseus’ unkiyle iç içedir; Aiolos ona, içine ters rüz­ gârları kapattığı bir tulum vermiş, bu rüz­ gârlar tulumdan çıkarak fırtınalar yarat­ mıştı. AİO RA a. Esk. Yun. Eski Attike’de din­ sel yaz bayramı. (Salıncak oyunu, dinsel törenlerin bir bölümünü oluşturuyordu.) A İ QİNG - Al ÇİNG. A İR - AYR. A ir C a n a d a , Kanada havayolları. 1937’de "Trans-Canada Air Lines’’ adıyla Montreal'de kurulan şirket, ilk düzenli ti­ cari uçuşunu aynı yıl Vancouver ile Seattle arasında yaptı. Daha sonra havayolu -ağını kıtalararası bağlantılarla genişletti. "Özellikle KuzSy Arribrika İI?TSSCB arasın­ da düzenli ulaşım sağlayan ilk şirketıtir. A ir France, Fransa ulusal havayolu şir­ keti. 1933'te birleşen dört hava şirketinin devamı olarak, 1948’de devlet sermaye­



siyle kuruldu. Bugün, Batı’nın en uZOn ha­ vayolu ağına sahip olan Air France, kıta­ lararası (Kuzey, Orta ve Güney Amerika, Afrika, Uzak-Doğu) ve orta menzilli yollar­ da (Avrupa, Akdeniz ülkeleri) 75 ülkeye (590 500 km) hizmet verir. Sesüstü Con­ corde uçağı bu şirketindir. A ir İn d ia , Hindistan havayolu şirketi. Bugünkü örgütlenmesine Hindistan hava­ cılık şirketlerini ulusallaştıran 1 ağustos 1953 kararnamesiyle kavuştu. J.R.D. Tata’nın 1932'de kurduğu Tata Airlines’ın yerine geçti. J.R.D. Tata, Charles Lindberg'in New York ile Paris arasında tek başına yaptığı uçuştan (1927) üç yıl son­ ra, küçük bir sivil uçakla, ilk kez Ingilte­ re'den Hindistan’a uçmuştu. Air india, ulusallaştırılmasından bu yana, etkinlikle­ rini önemli ölçüde geliştirdi. A ir liq u id e ş irk e ti, Georges Claude tarafından geliştirilen yöntemle sıvı hava­ nın sanayide kullanımını gerçekleştirmek üzere 1902’de kurulan fransız şirketi. Kı­ sa sürede uluslararası düzeyde gelişme gösteren şirketin 350 fabrikayla 52 ülke­ ye ve 5 kıtaya dağılmış 100'den çok şu­ besi vardır. A İR A İN İ, Urartu panteonunda mağara­ lar tanrısı. AİRDRİE, Büyük Britanya’da (iskoçya) kent. Glasgovv’un doğusunda; 36 000 nüf. AİRD RİGH ya da ARD R İ, gael irlandası’nın yüce kralı. Eski İrlanda’nın siya­ sal bakımdan bölünmesi, krallık yüksek görevlilerinin ast-üst düzeniyle kuramsal olarak sınırlanmıştı; bu düzenin en yük­ sek rütbesi, eylemsel olmaktan çok onur­ sal bir nitelik taşıyan Aird Righ idi. Conn* soyundan gelenlerin hemen hemen ara­ lıksız taşıdığı bu unvan, V.yy.'ın sonun­ dan XI.yy.’ın başına değin Kuzey O’NeIH'leri ile Güney O'NeiH’leri arasında bö­ lüşüldü. XII.yy.’ın sonunda Anglonormanlar'ın etkisiyle ortadan kalktı. AİRE, Büyük Britanya’da ırmak, Ouse ır­ mağının kolu (sağ kıyıdan). Pennin dağ­ larının doğu yamacını akaçladıktan son­ ra Leeds’den geçer. AİRE, Fransa'da Champagne ve Lorraine sınırlarında ırmak; 131 km. Commercy yakınında, Barrois platosunda do­ ğar; Argonne’un doğu kenarı boyunca aktıktan sonra, Vouziers’nin güney­ doğusunda sağ kıyıdan Aisne ırmağına kavuşur. ■AİREDALE TERYESİ a. (İngiltere’de Aire ırmağının bulunduğu yüksek vadinin adı Airedale'den). İngiliz terye ırkı. (Kılla­ rı sert, bedeni tıknaz, ama güçlü ve gözü pek bir köpektir. Hem süs, hem av köpe­ ği olarak kullanılır.) AİRLANG A ya da ERLANGGA (991 1049), Cava kralı (1019-1049), eski ada tarihinin en önemli kişilerinden. Bali ada­ sı krallarından biriyle cavalı bir prensesin oğluydu. Birçok rakibin paylaşamadığı Cava’nın büyük bir bölümünü yeniden ele geçirmeyi ve Sumatra’daki Şrivicaya krallığı’yla yeniden denge kurmayı başar­ dı. Hükümdarlığı döneminde büyük bir edebi etkinlik görüldü. AİRLESS a. (tescil edilmiş marka). Boyac. Boya ve vernik vurmaya yarayan ta­ banca; tabancaya basınçla doldurulan boya meme çıkışında genleşerek atomizasyona uğrar. —A n s İk l . Airless, boya parçacıklarını ka­ bın içine püskürttüğünden boya kayıpla­ rının azalmasını sağlar. Ayrıca sıcak bo­ yayla beslenerek verimi artırılır; böylece düşük oranda çözücü taşıyan ve ısıtıldı­ ğında gerekli kıvamı alan boyaların kul­ lanımına olanak verir. AİROLO, İsviçre’de (Ticino) köy. Sankt Gothard’ın güney eteğinde,demiryolu ve karayolu tünellerinin ucunda; 2 100 nüf. Kış sporları merkezi ve sayfiye yeri (yüksl. 1 175 m).



233



airedale teryesi



fYv



airopsis AİROPSİS a. (yun. aira, delice ve opsis görünüş’ten). Buğdaygillerden timsahotuna benzeyen ince ve narin bitki. A İR Y (sir George Biddell), İngiliz gökbi­ limci (Alnvvick, Northumberland, 1801Londra 1892). 1835’ten 1881'e kadar Greenwich gözlemevi’nin müdürlüğünü yaptı. Gökfiziği ve gökmekaniği üstüne birçok inceleme ve araştırma kitabı var­ dır. Ayrıca, gökkuşağının oluşum kuramı­ nı eksiksiz açıklayan ilk bilim adamıdır; yerkabuğu katmanlarında yoğunluğun dağılımıyla ilgili izostazi' varsayımı onun adını taşır. Airy lekesi. Opt. Noktasal bir nesnenin noktasal görüntüsünün yerine geçen çembersel bakışımlı ışık lekesi. Bu leke­ nin oluşmasının tek nedeni, optik aletten geçen ışık demetinin, çembersel bir diyaf­ ram tarafından sınırlandırılmasından kay­ naklanan kırınımdır. AİSAKO S . Yun. mit. Priamos ile Arisbe'nin oğlu. Usta bir rüya yorumcusuydu. Bir yılan tarafından sokulan karısı Hesperia’nın ölümünden sonra, kendini denize attı ve dalgıçkuşuna dönüştü. AİSEN ya ca AYSGN, Şili’de il. Merke­ zi, Puerto Aisön. A İS E N DEL G ENERAL CARLOS İBA N EZ DEL CAM PO, Şili’de yöne­ tim bölgesi; Aısen General Carrera ve Capitân Prat illerini kapsar; 113 957 km2; 65 478 nüf. Yön. merk. Coihaique. A İS E P O S ç a y ı, Gönen çayının ilkçağ'daki adı. AİS KH İN E S, yunan filozof, Sokrates’ in öğrencisi (i.O V.yy ). Platon’un, Sokrates'in savunması (Apologia) ve Phaidon adlı yapıtlarında adı geçer. Siracusa'ya gitmek üzere Atina’yı, genç Dionysios'un kovulmasından sonra da Atina’ya dön­ mek üzere Siraousa’yı terk etti. Her iki kentte de yoksulluk içinde yaşadı. Elimiz­ de, yapıtlarından ancak birkaç parça var­ dır.



M M fe »



/J u lâ T



Aiskhinl» m büstü Vatikan müzesi



AİSKHİNES, yunan hatip (İ.Û. 390’a doğr.- 314). Peloponisos savaşları'nın yoksul düşürdüğü orta halli bir aileden gelen Aiskhines, sırasıyla mahkeme kâ­ tipliği, oyunculuk ve halk meclisi sekreter­ liği yaptı. Eubulos partisi’ne girerek siyasal yaşama atıldı; Makedonya kralı Philippos ll'ye karşı bir birlik kurmak ama­ cıyla Peloponisos’a bir elçilik heyeti gön­ derilmesini önerdi. Bu tasarı başarısızlığa uğrayınca, Makedonya kralıyla ittifak ya­ pılmasını destekledi. Sonraki yaşantısı, Demosthenes’e karşı mücadele içinde geçti. Demosthenes tarafından, ortada gizli bir anlaşmanın varlığını gösteren ger­ çek bir kanıt bulunmamasına karşın, ken­ dini Philippos ll’ye satmakla suçlanan Aiskhinös, bir süre için Efes ve Rodos’a çekilmek zorunda kaldı; burada hitabet dersleri verdi. Daha sonra, belki de ken­ disini suçladığı için Timarkhos'a dava açtı (Kata Timarkhu, 345). 343'te Demosthe­ nes tarafından aleyhine açılan yeni bir da­ vadan beraat etti (Peri tes parapresbeias). Khaironeia’dan sonra, Ktesiphon’u, De­ mosthenes’e altın bir çelenk verilmesi için yasadışı bir öneride bulunmakla suçladı (Kata Ktesiphontos). Çelenk davasına 330 yılında bakıldı; Aiskhinös, oyların beş­ te birini bile sağlayamadığından göç et­ mek zorunda kaldı. Haksız olarak yüzeysel bir zekâya sahip olduğu söyle­ nen Aiskhinös, parlak ve uyumlu bir dil kullanan büyük bir hatiptir. Yapıtları barı­ şa duyülan içten bir özlemi yansıtır. AİSKHYLOS, yunan trajedi yazarı (Eleusis İ.Ö. 525’e doğr.-Gela, Sicilya, 456). Kimon ve Aristides’in çağdaşı olan Aiskhylos da onlar gibi eski Attike’nin görke­ mini temsil eder. Kendilerini Atina'nın başarısına adamış bu kuşağa katılarak Marathon'da, on yıl sonra da Salamis'te dövüştü. Oyun yazmaya 500 yılında baş­ ladı ve sahnede ilk başarısını 484’te elde



etti. 472’de herkesin beğenisini kazanan Persler'in (Persai) başarısı üzerine Hieron'un sarayına çağırıldı; bu, Sicilya'ya ilk yolculuğu oldu. Oresteia (458) adlı yapı­ tının başarısından sonra, Hieron’un sara­ yına döndü ve orada öldü. Aiskhylos, doksan kadar trajedi yazmış­ tır. Bunlardan çoğunu, ancak elimize ge­ çen parçalardan tanıyoruz. Yalnız yedi tanesi tam olarak kalmıştır: Hiketides (490'a doğr.); Persler (Persai) [472]; Hepta epi Thebas (467); Prometheus Desmotes (tarihi bilinmiyor); Oresteia Triiogia (458) [Agamemnon, Khoephoroi, Eume­ nides]. Yunan trajedisinin kurucusu ola­ rak kabul edilen Aiskhylos, sahneye ikinci oyuncuyu sokan ilk yazardır. Ayrıca, tiyat­ ro tekniklerini (diyaloglar ve lirik bölüm­ lerin art arda gelişi, araç gereç kullanımı ve dekor) geliştirerek kişilerine daha gös­ terişli kostümler giydirdi. Aiskhylos’un trajedilerindeki temel nite­ likler, din duygusunun egemenliği, olay örgüsünün ve kişilerin sadeliğidir. Aiskhylos’a göre insanların ve tanrıların istek­ lerinden önce gelen birtakım değişmez yasalar vardır: "gereklilik" (Anagkâ),“ kıs­ met" (Moira), "kaderin laneti” (Atâ). Olay­ ların akışını belirleyen bir üst düzen vardır ve bu olayların ortaya çıkışı ve birbirleri­ ne zincirlenişi değiştirilemez. Karanlık ve anlaşılmaz güçlerin varlığına dayanan bu evren anlayışı, yine de tanrıların, kimi za­ man kıskançlıkla (Prometheus'da Zeus), kimi zaman kayırmayla (Eumenides1te Oresteia’nin önce Apollon, daha sonra da Athena tarafından kurtarılması) insan ka­ deriyle oynamalarına engel değildir. Aiskhylos'un kınadığı şey, doğal dengeyi bozan (Agamemnon, Hepta epi Thebas) gururdur (hybris, aşırılık). Yazgısından ka­ çınamayacak bir durumda olan insanoğ­ lunun ve ne kadar büyük olurlarsa olsun­ lar bütün imparatorlukların güçsüzlüğünü (Persler) ortaya koyarken bile, Aiskhylos’ un insana bakışı kötümser değildir. Kö­ tümserliği yalnızca, insanın geçiciliğini ve kurulu düzeni değiştirmeye kalkışmanın ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamasındadır. Yine de insanlara baskı yapan katı ve acımasız eski yasaların, zamanla yerlerini daha hakgözetir bir adalete bı­ rakacaklarına inanır. Atina ahlakı işte bu adalete dayanacaktır (Eumenides). Aiskhylos’un trajedisinin özelliği, konu­ sundan çok havasındadır. Olay örgüsü hiç önem taşımaz. Aiskhylos yalnızca mit­ ler arasından seçimini yapar ve bu mitle­ re bağlı efsaneleri işler. Bütün oyunlarında (ve özellikle Agamemnon, Khoephoroi, Hepta epi Thebas'da), hep içdaralması, kaygılı bekleyiş, korku vardır. Bazı oyun­ larında hiç olay yoktur: hiç, yada hemen hemen hiçbir şey geçmez (Persler, Hike­ tides). Trajedi kahramanına gelince, o da iç çelişkilerden habersizdir: kendisini ha­ rekete geçiren bir yüce gücün ifadesin­ den başka bir şey değildir (Khoephoroi'de Klytaimnestra, Hepta epi Thebas'da Eteokles). Gerçekliğini, bilincindeki değişik­ liklerin incelenmesinden çok, kendi yoğun varlığına borçludur. Yunan trajedisi, bu soylu ve görkemli tiyatroyla başlar. Soluğunun genişliği, ağırbaşlılığı, görkemi ve yetkinliğiyle sa­ yısız başyapıta yol göstermiştir. Eskiler de bunu hissetmişlerdi; gerçekten de Kurba­ ğalarda Aristophanes kendine örnek ola­ rak, Euripides'i değil, Aiskhylos’u seçer. A İS N E , Fransa'nın Picardie bölgesin­ de döp., 7 378 km2; 533 970 nüf. (1984), Merkezi Laon. AİS N E, Paris havzasında (Fransa) ır­ mak. Uzunluğu 280 km; yaklaşık 8 000 km2’lik bir havzayı akaçlar. Argonne'da doğan Aisne, önce kuzeye, sonra batıya kıvrılıp, Soissons'u suladıktan sonra Öise'a kavuşur (sol kıyı). Ayrıca, Compiögne’in kuzeyinde de, bir kanalla (OiseAisne kanalı) Oise'a ulaşır. Başlıca kol­ ları Aire (sağ kıyıdan) ve Vesle'dir (solkıyıdan).



AİŞOPOS ya da EZOP, yunan masal­ cı (İ.Ö. VII. yy. - VI. yy.). Aisopos’un kam­ bur, ama zeki bir frigyalı köle olduğu, azat edildikten sonra Doğu'ya birçok yolculuk yaptığı söylenir. Onunla ilgili olarak anla­ tılan birçok fıkra, XIV. yy.’da yunanlı ra­ hip Planudes tarafından A/sopos’un hayatı adlı kitapta bir araya getirildi. Atinalılar’ın İ.Ö. V. yy.’ın sonlarından beri bil­ diği kısa masallar bu yarı efsanevi yazara atfedilirdi. Konusunu halktan alan ve hay­ vanların başrolü oynadığı bu masallarda, küçük sade hikâyecikler aracılığıyla pra­ tik ahlak dersleri verilir. Hıristiyanlık çağı­ na doğru Aisopos masallarını Babrias dizeler halinde yazdı. Phaedrus, ortaçağ masalcıları ve daha sonra da transız ya­ zar La Fontaine bundan esinlendiler. —ikonogr. Masalcının heykelleri arasın­ da en tanınmışı, çok gerçekçi bir ilkçağ büstüdür (Villa Albani, Roma). Velâsquez, Aisopos’u Menippos ile birlikte gös­ terir (Madrid). Bu tablo Goya tarafından ofort olarak yeniden yapıldı. AİSTO LF ya da AİS TU LF, Lombardlar'ın kralı (749-756). Ravenna eksarkhosluğundan Bizanslılar’ı uzaklaştırdı ve Roma’yı tehdit etti. Papa Stephanus II ta­ rafından yardıma çağırılan Franklar’ın kralı Pöpin, Aistolf’u 754 ve 756'da yapı­ lan savaşlarda yendi; Doğu imparatoru Konstantinos V’in itirazlarına karşın Pöpin, ele geçirilen kentleri, Romagna'yı, Urbina dükalığını ve Ancona sınır eyaletinin bir bölümünü birleştirerek Aziz Petrus ül­ keleri' ni oluşturdu. AİSTOPODA a. (yun. aistos, görünmez ve podos, ayak’tan). Karbonifer tabaka­ larında bulunan üzeri pullu, ayaksız, yılanımsı fosil amfibyumlar takımı. (Löpospondyli grubu.) AİSYMNETER a. (yun. söze.). Esk. Yun. Bir yarışmanın başkanı ya da hake­ mi. A İT ilg (ar.cavdet, geri dönmek'ten CSJid, dönen, geri gelen). 1. Bir kimseye, bir şeye ait (olan), onun, onunla ilgili; onun içinde yer alan: Bu çanta bana ait. Mira­ sın ona ait olan bölümü. Size ait olan so­ runlar bizi ilgilendirmez. Uzmanlık alanına ait konular. Yazarın hayatına, yetiştiği çev­ reye ait bilgiler. İ.Ö. V.yy. 'a ait bir heykel. —2. (Bir kimsenin) ait olduğu yer, o kim­ senin geldiği, etkilerini taşıdığı yer: So­ nunda ait olduğu yere döndü. —Küm. kur. Ait olma bağıntısı, e biçimin­ de yazılan ve solundaki simgeyle göste­ rilmiş varlığın, sağındaki simgeyle verilmiş varlığa ait bir eleman olduğunu belirten ikili bağıntı. (Ait olma, kümelerdeki kap­ samayla karıştırılmamalıdır.) || A it olmak, bir matematiksel varlığın elemanı ol­ mak. AİTHER. Yun. mit. Işığın en katışıksız ol­ duğu yüksek gök katı. Erebos İle Nykes' in oğlu ve hem soyut (Yalan, Öfke) hem de somut (Okeanos, Tartaros) birçok tan­ rısal varlığın babasıdır. A İT H İL L A . Yun. mit. Laomedon'un kı­ zı ve Priamos’un kızkardeşi. Protesilaos' un truvalı tutsağıydı. Protesilaos’un gemi­ lerini yakarak onu Trakya'ya yerleşmek, zorunda, bıraktı. A İT H R A -* AETHRA. AİTHUSA ya da AETHUSA. Tar coğ Anadolu'nun G.-B.'sında, Myndos (Gü­ müşlük) karşısındaki iki Kiremit adasından biri. A İT K E N (Robert Grant), amerikalı gök­ bilimci (Jackson, California, 1864-Berkeley 1951). Çiftyıldızlar üstündeki göz­ lemleriyle ün yaptı; New General Catalogue of Double Stars (1932) adlı yapıtı, gü­ nümüzde de başvuru kitabı niteliğin­ dedir. A ltk e n y ö n te m i. Says. çözlm. Sayı ya da vektör dizilerinin yakınsamasını çabuk-



Aix-en-Provence laştırmaya yarayan yöntem; özellikle bir ya da çok bilinmeyenli denklemlerin ya da denklem sistemlerinin yinelemeli çö­ zülüşü sırasında kurulan yaklaşık çözüm dizilerine uygulanır. 52 yöntemi ve E -al­ goritması yakınsamayı çabuklaştırmada kullanılır ve Aitken yöntemine oldukça ya­ kın bir yoldur. A İT K E N (VVİlliam) (1879-1964).



BEAVERBROOK



A İT L İK a Ait olma durumu. — Dilbil. Aitlik eki -> İLGİ EKİ. AİTO LİA, Yunanistan'ın kara kesiminde bölge, Korinthos körfezinin kuzeyinde, Aitolia ve Akarnania nomos'u; 5 447 km2; 229 000 nüf. Yönetim merkezi Mesolongion. —Tar. Dağlık ve ormanlık bir ülke olan Aitolia, güneyde Korinthos körfeziyle sınır­ lıydı. Atina, Naupaktos (inebahtı) limanın­ dan yararlanarak, uzun süre bu körfezi denetledi;batıda Akheloos ırmağı Aitolia' yı Akarnania'dan ayırıyordu; ülkenin ku­ zeyinde Epeiros, doğusundaysa Lokris bulunuyordu; Trikhois gölü güneydeki bir ovanın ortasındaydı. Aitolia tarihinin ilk dönemlerine ilişkin bilgilerimiz azdır; an­ cak, Meleagros’un öldürdüğü boğa Kalydon ile ilgili efsane ve ilyada'daki bir par­ ça bilinmektedir. Daha sonraki dönemler­ de Aitolia'da uygarlığın gelişimi yavaş ol­ du; ülke ticaret ve düşünce hareketlerine uzak kaldı (Naupaktos'tan başlayan yol­ lar ya Amfissa ve Delphoi'den ya da Sperkhios vadisinden geçiyordu); bellibaşlı bir site yoktu, tahkim edilmemiş ka­ sabalar vardı ancak; Euripides’e göre, Aitolialılar yarı barbar insanlardı, Thukydides'e göre de, çiğ et yiyen ve haydutlar yüzünden hep silah taşıyan kişilerdi. Ay­ rıca hafif silahlarıyla, Atinalılar'a karşı di­ renmiş (İ.Û. 426) usta askerlerdi. Aitolialılar, askeri alandaki başarıları ve Thermos Apollonu kültüne bağlılıkları sayesinde (Trikhois gölünün kuzey- doğusundaki es­ ki tapınak ve İ.Ö. Vl.yy.’da yenilenen ikin­ ci tapınak yakınında, bir süre sonra bir yerleşme merkezi doğdu), İ.Ö. IV. yy.'dan sonra Aitolia’da kurulan bir birliğin önder­ liğini ele geçirdiler. Yunanistan Roma egemenliğine girince, Aitolia da Akhaia eyaletinin bir parçası oldu; Bizans döne­ mindeyse, Latin imparatorluğu kurulur­ ken Epeiros despotluğuna bağlandı. Mu­ rat II döneminde Türkler tarafından alınan (1457) Aitolia, İskender Bey sayesinde bağımsızlığına kavuştu, bir süre Venedik­ lilerin yönetimine geçti, yeniden Türkler tarafından alındı. 1829’da Yunanistan’a geçen Aitolia, Akşrnania ile birlikte, Mesolongion’a bağlı bir yönetim merkezi ol­ du. —Dilbil. Aitolia lehçesi, Aitolia'da konuşu­ lan, Don grubundan eski yunan lehçesi. (Aitolia birliği döneminden kalma yazıtlar­ dan tanınan bu lehçe, birliğin etkisiyle İ.Ö, II.yy.'da kendi sınırları dışına yayıldı.) A tto lla b irliğ i, yunan birliklerinden biri (İ.Ö. IV.-ll.yy.). İ.Ö. IV.yy.’ın ilk yarısında varlığını sürdürdüğü kesin olarak bilinen Aitolia birliği, İ.Ö. 226’ya doğru, toprak­ larını en çok genişlettiği döneme girdi; bu tarihte birlik, Aitolia’nın yanı sıra, güney­ de Kalydon kentlerini, Naupaktos (inebahtı) ve Oiniadiai'yi, batıda, kıyı bölgesi dışında Akarnania’yı, kuzeyde ise Tesalya'nın bir bölümünü ele geçirmişti. Üstün­ lüğünü Delphoi meclisine kabul ettiren birlik, sınırlarını doğuda Thermopylai ve Boiotia'ya kadar genişletti, ionya kentle­ rinden çoğunu denetimi altına aldı ve Ad­ riya denizi’ne bir korsan donanması yer­ leştirdi. Birliğin federal kurumlan şunlar­ dı: eli silah tutan tüfrı yurttaşların girebil­ diği ve yılda iki kez toplanan bir halk mec­ lisi; Thermos’ta sürekli olarak toplanan ve sonbahar gündönümünde yargıçları se­ çen Thermlka meclisi; her ilkbahar gün­ dönümünde başka bir yerde toplanan Panaitolion meclisi. Ayrıca, birliğe üye



—denir), çinli yazar (Sıçuan’da 1904), Çin kentlerin askeri ve mali güçlerine göre temsil edildikleri, 500 ile 1 000 üyeden oHalk Cumhuriyeti'nin kuruluşu üzerine ro­ luşan ve gündelik işlerle uğraşan —bule manlar yazdı (Sur le fleuve [fr. çev.J, ya da synedrıon adlı — bir konsey vardı. 1944; Comment on trempe l'acier [fr. İvedi kararları almak, yargıçlarla işbirliği çev.J, 1958). yapan daha küçük (30 üyeli) bir kurulun ■ A lx m uştu a u , Aix-en-Provence'taki St. yetkisindeydi. En önemli üyeler, III.yy.’ın -Sauveur katedrali için, zengin tüccar Pi­ sonunda yetkisi artırılan bule sekreteriy­ erre Corpici'nin siparişi üzerine 1443le askeri konularda hyparkos’a yardım 1445 arasında yapılan üçkanatlı tablo; eden bir strategos'tu. Siteler arasındaki ’ bugün parçalanmış durumdadır. Halen ilişkiler — bunlar bağımsızlıklarını sürdü­ Madeleine kilisesi’nde korunan orta pa­ rüyorlardı —ve birliğin federal gücü şöy­ nosu (1,65x1,76 m), adı bilinmeyen res­ le belirleniyordu: tüm Aitolialılar, konfede­ samın, Van Eyck’in ve Maître de Flömalrasyon siteleri içinde aynı haklara sahipti le'in yapıtları hakkında geniş bilgisi oldu­ (buna “ sympoliteia” deniyordu); birlikle ğunu kanıtlamaktadır. Ressam, aynı za­ güçbirliği etmiş bağlaşıkların da bazı hak­ manda Sluter'in de etkisinde kalmıştır, ları olduğu varsayılıyordu (buna da “ isoama tablonun konusunu düzenlemek ve politeia" deniyordu). Merkezi otorite fede­ alanları sadeleştirmek için, ışığın yumu­ ral site hakkını verebilirdi. Dış siyaset ve şatma özelliğini kullanma biçimi, bütünüy­ gümüş para basımı gibi konulardaysa le Provence tarzındadır. konfederasyon yetkiliydi. Aitolia birliği'nin A ( x -e n - p r o v e n c e , Fransa’da Bokurumlan Akhaia birliği’nin kurumlarına uches - du - Rhöne arrondissement’ının göre daha demokratikti; ancak, bule merkezi, Etoile sıradağlarının kuzeyinde meclisi üyelerine ve yüksek görevlilere Aix havzasında! Arc ırmağının sağ kıyısın­ ücret (misthos) verilmemesi, bu görevle­ da; 127 000 nüf. Üniversite. Damar has­ rin en varlıklı kişilere bırakılmasına yol aç­ talıklarına iyi gelen kaplıcalarının karbo­ tı. natlı, kireçli, magnezyumlu, oligometalik, Mütteffikler savaşı (220-217) ve birinci radyoaktif ve kolloidal silis de içeren su­ Makedonya savaşı, Roma ile kurulan itti­ ları Romalılar döneminden bu yana bilin­ faka karşın, Birliğin Tesalya’da kayıplara mektedir (Sextius kaplıcaları). uğramasına neden oldu. Durumdan hoş­ • GÜZEL SANATLAR. Aix’teki en eski nut kalmayan Aitolialılar “ Aitolia-Suriye anıt, güneyde, St. Sauveur katedrali’ne savaşı" sırasında, Suriyeli Antiokhos III ile bitişik vaftizhanedir. Katedralin ana sahıittifak yaptılar: Fulvios Nobilior’a yenilin­ nında XII. yy.’dan kalma sütün başlıkları ce de (189), Roma egemenliğini tanımak bulunur. ve Roma'nın öne sürdüğü koşulları kabul Ste. Marie-Madeleine kilisesi, Aix etmek zorunda kaldılar; böylece, konfe­ muştusu" adlı üçkanatlı tablonun (XV. yy.) derasyonun temeli olan siyasal bağımsız­ orta panosuyla ve özellikle heykelci J. lıklarını yitirdiler. Üçüncü Makedonya saChastel'in (XVIII. yy.) mermerden Mer­ vaşı’ndan sonra (167), önderleri öldürü­ yem heykeliyle ünlüdür. Kentin yakının­ len ya da sürgün edilen Aitolia birliği çök­ da, kuzey-batıda Cezanne'ın atölyesi, ba­ tü. ( -» yunan birlikleri.) tıdaysa Vasarely vakfı vardır. AİTOLOS. Yun. mit. kardeşi Epeios’dan • MÜZİK. Daha XI. yy.’dan başlayarak, sonra tahta geçen Eleia kralı, istemeden özellikle de XIII. yy.’dan sonra, Proven­ işlediği bir cinayet nedeniyle sürgün edildi ce kontlarının burada yaşamalarıyla canlı ve adını verdiği Aitolia’da hüküm sürdü. bir müzik merkezi olan Aix, Renö d’Anjou'nun yönetiminde ve bütün XVII. yy. AİTO N İA a. (özel a. A/fon’dan). Afrika’ boyunca, katedralin koro okulu ve bura­ nın güneyinde yetişen ve başka yerlerde da sağlanan eğitimle haklı bir ün kazan­ süs bitkisi olarak yetiştirilen ağaççık. (Sadı. A. Gantez’den sonra, G. Poitevin, pindaceae familyası.} 1667'den öldüğü tarihe kadar çok ünlü A İU D , macarca Nagyenyed, Roman­ bir eğitici olarak tanındı. A. Campra, J. ya'da kent, Erdel'de (Transilvanya), Cluj’ Gilles (geçici olarak onun yerini aldı), J. un güneyinde; 11 000 nüf. Xlll.yy.'da MuF. Salomon, G. Cabassol ve E. Blanchard reş ırmağı kıyısında Saksonlar tarafından onun yanında yetiştiler. Daha sonra E. J. kurulan Aiud bir kırsal ürünler pazarıdır. Floquet ve F. David de koro okulunun öğ­ Üzüm bağları. rencisi oldular. Aix katedrali XVII. yy.'dan A l V U ya da A İ Wll(TANG DAOGING, başlayarak, P. Marchand’ın çabalarıyla



Aix muştusu: üç kanatlı tablonun ortapanosu, (1443-1445) fe’teki Saint-Sauveur katedrali için kumaşçı PierreCorpici tarafından ısmarlandı Madeleinekilisesi, Aiven-Provence



Aix-en-Provence A İZZE ya da EİZZE çoğl. a. (ar. caziz' in çoğl. a’izze). Esk. Azizler, saygılılar, saygı duyulanlar: "...bu işi gören Kuman beylerinin Bizans eizzesi gibi telâkki edil­ diği kaydolunmuştur" (Yahya Kemal). A JA C C İO , Fransa'da, Korsika bölge­ sinin ve Güney Korsika döpartmentinin merkezi olan kent; adanın batı kıyısında (Ajaccio körfezinde); 59 OOP nüt. AJA N a. (fr. agent). 1. Bir ülkede yaban­ cı bir gücün yararına bilgi toplamakla gö­ revli kimse; casus. —2. Başkalarının iş­ lerini yürütmek, mülkleri yönetmek, söz­ leşmeler üzerinde görüşmek; davaları iz­ lemekle görevli, resmi ya da gayriresmi aracı: Artist ajanı. Spor ajanı. —3. Ajan provokatör -> KIŞKIRTICI AJAN. AJA N D A a. (lat. agenda. yapılması ge­ reken şeyler’den). Yapılacak işlerin günü gününe not edildiği ve içinde genellikle bir adres listesinin bulunduğu, önceden tarihlendirilmiş defter; andaç. A JA N LIK a. 1. Ajanın görevi, yaptığı iş. —2. Ajan olma durumu. AJA N S a. (fr. agence). 1. Haber topla­ ma ve yayma ya da reklam işiyle uğra­ şan kuruluş; bu kuruluşun etkinliğini sür­ dürdüğü yer, büro. —2. Genellikle rad­ yoda belli saatlerde okunan haber bülte­ ni: Sabah, öğle ajansı. —Basın. Haber ajansı, gazete ve dergi­ lere makale, haber, röportaj ve başka her tür yazı sağlayan ve başlıca gelir kayna-



236



Aix-en-Prov*nce



Vendâme köşkü(MJMU.yy.) A. MatısseveP. Pavillontarafından Vendömedükü LouisdeMercoeur içinyapıldı; J.-CI. Rambofnunyapıtı heykeller değerli orglara sahip oldu. 1948’den bu yana Aix'te her yaz büyük lirik eserlere (özellikle Mozart) ve çağdaş bestecilere ağırlık veren bir müzik festivali düzenlenmektedir.Aix-en-Provence müzeleri ara­ sında Granet müzesi diye bilinen Güzel sanatlar müzesi’nde Puget, Houdon ve David d'Angers'nin heykelleri, Verrocchio, Correggio, Rubens, Rembrandt, Van Loo, vb.'nin resimleri bulunmaktadır. AİX -LE S -B A İN S , Savoie'da (Fransa) kanton merkezi. Bourget gölünün doğu kıyısında, 260 m yükseltide; 23 534 nüf. Turizm merkezi. Kaplıca merkezi..



Aiz sıf.(ar. cs Jiz).Esk. 1. Karşılık olarak veren. —2. Karşılık olarak verilmiş. A İZ A N O İ ya da A Z A N O İ, Anadolu' da, Phrygia bölgesinde antik kent. Kütah­ ya'nın Emet ilçesi, Örencik bucağına bağ­ lı Çavdarhisar köyünün yerindeydi. Gü­ nümüze en sağlam ulaşan eskiçağ kem­ lerindendir. Phrygialılar döneminde Kybele kutsal alanı, BizanslIlar döneminde de piskoposluk merkeziydi. —Arkeol. Yörede ilk araştırmaları yapan Earl Ashburnham yazıtları çözdü (1824). Daha sonra Martin Schede ve Daniel Krencker Zeus tapınağı'nda kazı yaptı (1926-1928). Rudolf Naumann yönetimin­ de başlatılan kazı ve restorasyon çalışma­ ları sürmektedir (1986). Hadrianus döne­ minde (I.S. 117-138) yapılmış olan Zeus tapınağı, Anadolu’daki roma tapınakları­ nın en sağlamıdır. Podium üzerinde, ye-



Alx-en-Provence’daki Saint-Sauveur katedrali roman üslubunda manastır avlusu (Xll.yy. sonu)



di basamaklı krepis ile yükseltilen yapı, sütunlu, sahte dipteros planıyla, hellenis­ tik tapınakların mimari geleneğini sürdü­ rür. Tonoz örtülü mahzeni, bu yapı türün­ de tek örnektir .Batı akroterindeki Kybele betimlemesi, tanrıçaya tapınmanın Roma döneminde de sürdüğünü gösterir. Yapı, Bizans döneminde kiliseye dönüştürül­ müştür. Stadium, tiyatro, agora, sütunlu yol, gymnasium, hamam ve köprüler baş­ lıca kalıntılardır. ( -* Kayn.) AİZOACEAE a. Bot. Makasotugiller fa­ milyasının bilimsel adı. A İZ U , Japonya’da (Honşu) bölge, Tok­ yo'nun yaklaşık 200 km kuzeyinde (Fukuşima ili). Bir çöküntü ovasıyla dağlık ke­ narlarından oluşan bu eski derebeylik mülkü, bölgesel özelliğine sıkı sıkıya bağ­ lıdır ve yalnızca tarıma dayalı bir ekono­ mi sürdürmektedir. A İZ U -V A K A M A T S U , Japonya’da kent; Honşu adasında, Fukuşima’nın G B.'sında; 119 084 nüf. (1990).



ğı bu hizmetler olan basın kuruluşu. —Reklamc. Reklam ajansı, bir reklam kam­ panyasının çeşitli evrelerini (piyasa araş­ tırması, programın tasarlanması, senaryo­ ya da metinlerin yazımı, reklam sahibiyle önceden belirlenen bir bütçe çevresinde dağıtım [yer ve zaman alımı ] ve uygula­ ma) gerçekleştiren kuruluş. || Bir mecra için reklam (ticari reklam ya da küçük ilan­ lar) toplamakla görevli temsilci kuruluş. (Temsilcilik, bir tekel hakkı sözleşmesine bağlanmış olabilir; karşılığı genellikle sa­ bit bir komisyon ya da kimi zaman ek bir kâr payıdır. Mecra [ya da "media"] ba­ sın olduğu zaman, bir basın ajansı söz­ konusu demektir.) —ANSİKL. Basın. Bugün dünya çapında etkin beş büyük haber ajansı bulunmak­ tadır: amerikan Associated Press ve Uni­ ted Press International, İngiliz Reuter, sov­ yet Tass ve fransız Agence-France-Presse. Bu beş ajansın 180 ulusal ajansla anlat­ maları vardır; bunlar, bu ulusal ajanslara, ücret karşılığında ve teleks, radyoteleks



ajur ya da uydular aracılığıyla uluslararası ni­ telikli haberlerini iletirler. Türkiye’deki ilk haber ajanslarının Os­ manlI imparatorluğu döneminde kurul­ muş Osmanlı Telgraf Ajansı ve Ajans Konstantinopol* olduğu söylenebilir. An­ cak bunlar ulusal nitelikte kuruluşlar de­ ğildi. Bu nitelikteki ilk ajans, Kurtuluş sa­ vaşı yıllarında faaliyete geçen Anadolu Ajansı (AA.) oldu (6 nisan 1920). Hisse­ lerinin büyük bölümü devletçe satın alın­ mış bir anonim ortaklık olan A.A. dışında, Türkiye'de kurulmuş özel haber ajansla­ rının başlıcaları şunlardır: Ankara Ajansı (1946-1952), Türk Haberler Ajansı (19501986), Hürriyet Haber Ajansı (1963), An­ kara Ajansı (ANKA, 1972), Akdeniz Ha­ ber Ajansı (Akajans, 1976), Ulusal Basın Ajansı (UBA, 1980). A ja n s K o n s ta n tin o p o l, İstanbul'da kurulmuş haber ajansı (1889). Dr. Grosser'in başkanlığındaki ajansın kuruluşu­ na, başta Avusturya ajansı Corbureau ol­ mak üzere İstanbul’daki yabancı ajanslar önayak oldular. 20 eylül 1889'dan baş­ layarak, ajans İstanbul haberlerini dünya­ ya yaydığı gibi yurt dişi haberleri de san­ sürsüz olarak İstanbul basınına verdi. AJans-Türk, basın-yayın kuruluşu. Şev­ ket ve Necdet Evliyagil tarafından Anka­ ra'da haber ajansı olarak kuruldu (1953). Tipo ve ofset tekniğinin yeni olanaklarını da kullanarak, 1960 sonrasında Türkiye’ nin en iyi basımevlerinden biri niteliğini kazandı. 1966’da ilk kabartma posta pu­ lunun basımını gerçekleştirdi. Aynı yıl İtal­ ya'da düzenlenen uluslararası bir yarış­ mada, afiş ve broşür basımı dalında ödül kazandı. Birleşmiş Milletler pulu’nun ba­ sımı da Ajans-Türk tesislerinde yapıldı (1972). Türkiye Cumhuriyeti'nin 50. Yılı ve Ajans-Türk Takvimi ünlü yayınlarındandır. A JA R (âmile), yazar Romain Gary'nin, yeğeninin oğlu Paul Pavloviç'e koyduğu takma ad. Edebiyat tarihinin en şaşırtıcı yutturmacalarından birini gerçekleştiren R. Gary, P. Pavloviç’in, öteki adıyla E. Ajar'ın maskesi ardına gizlenerek, buna­ lımlı bir kimlik arayışını dile getiren yapıt­ lar yazdı (Gros Câlin, 1974; Onca yoksul­ luk varken [la Vie devant soi], Goncourt ödülü 1975; Pseudo, 1976; Kral Salomon'un bunalımı [l’Angoisse du roi Salomon, 1979]). A J A X , Kanada’da kent; Ontario'da, Toronto’nun K.-D.’sunda, Ontario gölü kıyı­ sında; 21 000 nüf. A JA Y E V (Vasili Nikolayeviç), sovyet ya­ zar (Sotskoye 1915- Moskova 1968). Hal­ ka yönelik hikâyeler yazdı: savaş sırasın­ da Sibirya'da bir petrol boru hattının dö­ şenmesini anlatan Loin de Moscou (fr. çev.) [1948] ve birinci beş yıllık plan dö­ nemi gençliğinin kahramanlığını anlatan Prölace â la vie (fr. çev.) [1961]. AJİTASYO N a. (fr. agitation). Psik. Psikomotor ajitasyon, genel olarak kişisel ruh bozukluğu nedenlerine, ama aynı zaman­ da çevrenin tutum ve davranışına da bağ­ lı olarak davranışsal ve ruhsal heyecanlılık şeklinde beliren az ya da çok tutarsız aşırı davranış. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bazı ajitasyon çeşitleri, teşhis koymada işe yarar belirtiler bakımından yeterince açıkseçiktir. Bunlar nevroz, psi­ koz ya da yetersizlik durumlarıyla birlikte bulunmalarına göre gruplandırılabilir. Nevrozlu ajitasyon krizleri, kızgınlık dav­ ranışları ya da umutsuzluk biçiminde, özellikle çevreyle uyum sağlayamayan ki­ şilerde görülür. Bu davranışlar, çoğunluk­ la, çevrenin engellemelerine verilen tep­ kisel yanıtlardır. Psikoz süreçlerinde, ajitasyon nöbetleri, hezeyan durumlarıyla birlikte bulunmala­ rına göre az çok bir sisteme bağlanabilir­ ler. Zihin karışıklığı-düşsellik durumların­ da, hezeyan bir alkol zehirlenmesinden kaynaklandığında, genellikle korkunç bir düşselliğin (onirizm)etkisi altında saldır­



ganlık özelliği taşıyan ajitasyon halleri gö­ ma davet eden hastanın dolaylı beklenti­ sine tastamam yanıt verdiğinde gerçek­ rülür. Mani nöbetlerinde görülen ajitasyon leşir. Çevrenin yanıtı, bu anlamda, iyileş­ davranışları, oyun, euphoria ve erotizm tirici olmaktan çok kötüleştirici bir etki ya­ özellikleri taşıyan gürültücü ve taşkın dav­ par. Gerçekten de, ajitasyon davranışla­ ranışlarla dile getirilen aşırı ruhsal heyerı, durumun şiddeti ve tehlikeliliği karşısın­ canlılık olarak belirir. Bunun tersine, sinir­ da kimi zaman hemen önlem alınmasını sel çöküntü nöbetlerinde, ajitasyon dav­ gerektirmesinin yanı sıra; hastanın, yer­ ranışları, boğuntulu bir zeminde (çığlık, in­ siz ve anlaşılmaz bir iletişim kurma çaba­ leme) ya da kendine saldırı (intihar) şek­ sını boşa çıkarabilecek bir özneler-arası linde gelişir. Bir çözücü psikoz sırasında ilişki gerçekleştirmeye yönelik bir tedavi­ ortaya çıkan ajitasyon nöbetleri, belli bir yi de gerektirir (sözkonusu çaba, başka­ ölçüde çeşitlilik gösterir, ama hebefreni’ larıyla özneler-arası iletişimin alışılagelmiş de ve şizofreninin katatonik biçiminde, simgesel yollarından ilişki kuramayan basmakalıp bir biçime bürünür. Birincisin­ hastanın yalnızlığını açıkça göstermekte­ de ajitasyon, mani ajitasyonuna oldukça dir). benzer (logore, yapmacıkçılık, hyperkineGenel olarak yatıştırmayı amaçlayan zi), ama başkalarına yönelik değildir ve şi­ kimyasal tedavi, günümüzde tüm ajitas­ zofrenide, birbiriyle çatışan düşüncelerin yon nöbetleri üzerinde yararlı etki sağla­ ve anlamların tutarsızlığını dile getirir. Kamaktadır ve bundan ötürü, eski iyileştir­ tatonide ise ajitasyon, haz ve acı heye­ me yöntemlerinin bir yana bırakılmasına canları düzeyinde olduğu kadar, hyperyol açmıştır. Üstelik bu tedavi araçları (nökinezi stereotipilerinin düzeyinde de itki­ roleptikler, sedatifler, trankilizanlar) hızlı lerin sonucu olarak ortaya çıkar. yatıştırıcı etkileriyle, ruhsal tedavinin ger­ Yaşlılardaki yetersizlik ajitasyonu, ye­ çekleştirilmesi için elverişli koşülları çabu­ tersizlik hallerinin en tipik örneği sayılabi­ cak yaratmayı olanaklı kılar. lir. Özellikle bellek bozukluğunun sonucu­ dur. Tedirginliği dile getirir ve öçgüdücü A JİT E a. (fr. agitö). 1. Çok sert ve tutar­ ve klişeleşmiş bir özellik taşıması, bu ajisız hareketlerde bulunan akıl hastası. tasyonun, hastanın duyduğu güvensizlik —2. Yerinde duramayan kimse. duygusunu gidermeye yönelmesinden A JJE R -* ACCER TASİLİSİ. kaynaklanır. Sara durumlarında, ajitasyon nöbetleri A J K A , Macaristan'da kent. Bakony üç tipte olabilir: saralının kişiliğine bağlı dağlarının batı yamacında; 28 700 nüf. olan nevrozlu tip; kasılma krizleri sırasın­ Sosyalist Macaristan'ın linyit ve boksit ya­ da ortaya çıkan hiperkinetik ve karışık tip takları yakınındaki "yeni kenti" Ajka, hız­ ve beyinsel bozukluklardan kaynaklanan la gelişmekte olan bir sanayi (termik sant­ sara tipi. Bu sonuncusunda kimi zaman, ral, çelik sanayisi, alümin ve alüminyum alışılagelmiş epileptik taşkınlık hali, kimi işlenmesi, cam fabrikası, porse^n) kenti­ zaman da geceleri ortaya çıkan, ani ve de­ dir. netimi olanaksız saldırgan itkiler gözlem­ AJM ALİN a. (fr. ajmaline). Org. kim. lenebilir. C2oH26 N20 2 formülünde, Rauwollia serAşırı geri zekâlılık durumlarında görü­ pentina (zakkumgiller) köklerinden elde len itkisel ve şiddetli davranışlar gibi (klasedilen alkaloit. (Çarpıntıya ve düzensiz ka­ tik krizler, kızgınlıklar) birtakım psikomosılmaya karşı kalp hastalıklarının tedavi­ tor ajitasyon davranışları, nörolojik neden­ sinde kullanılır.) lere bağlanabilir. Bu haller, kişilerin yeter­ sizliklerini bilmelerinden kaynaklanan ba­ A JO İT a. (kızılderili rezervi Ajo'nun adın­ ğımlılık durumuna tepki olarak ortaya çı­ dan fr. ajoite). Miner. Hidratlı bakır ve alü­ kar. Aynı şekilde, bazı zehirlenmeler ve minyum silikat. mikroplu hastalık süreçleri, zihin karışıklı­ AJU G A a. (lat. ajuga, perdeli boru). Mağı (menengoansefalit) ve/yâ da düşsellik yasılotunun bilimsel adı. (süreğen ve hızlı alkol ve ilaç zehirlenme­ leri) özelliği taşıyan ajitasyon davranışla­ A J IIN - ACUN. rına yol açabilir. Ajitasyon davranışları genel olarak, ço­ S A JU R a. (fr. ajour'dan). Kumaştan iplik çekilmesi ya da kumaşın delinmesi yön­ ğunlukla şaşırtıcı, şiddetli ve kimi zaman temiyle oluşturulan desenleri sararak ya tehlikeli görünüşleri nedeniyle toplumda da tutturarak yapılan işleme. (Bk. ansikl. uyandırdıkları düşmanlık ve anlayışsızlık böl.) duygusunun sonucu olan bir savunma ve —El sant. Madeni yapıtların üzerine, ke­ korunma tepkisi yaratır. Kuşkusuz, ajitas­ sici ve delici aletler kullanılarak yapılan yon, bireysel hastalık sayılabilecek bir delikli bezemeler. (Delik-işi, kesme de de­ davranıştır. Bununla birlikte ajitasyon, nir.) || Ajur bağlama -* ÖRÜMCEK* BAĞ­ hastanın, çoğu zaman başkalarıyla ilişki LAMA. kurmak için kullandığı dolaylı bir uzlaşma yoludur. Bu bakımdan, çevrenin bastırı—Marangl. Bir parçada kafes biçiminde oyma süs. cı ve zorlayıcı tepkisi, ajitasyon davranı­ —Mim. Ajur açmak, KAFES OYMAK’ın şını sınırlayacağına devam ettirir. Bu da, eşanlamlısı. sözkonusu tepkinin, bu tepkiyi bir bakı­



237



bir keten mendili süsleyen ajur danteli, XX.yy. başı musee des Arts decoratifs, Paris



Ajaccio limanından bir görünüm



ajur —Seram. Ajur işi, seramik hamurunu he­ nüz yumuşakkeh oyarak delikli bir dekor meydana getirme tekniği. (Ajur işi, sepet­ lere, tabaklara, komposto kâselerine uy­ gulanır. Çin porselenlerinde "pirinç tanesi” denen dekor bu teknikle elde edi­ liyordu.) — A N S İK L . Ajurun birçok türü vardır, işle-, necek kumaşın desen yapılacak bölüm­ deki boyuna gelen iplikleri çekip, enine olanları tutturarak yapılanına basit ajur de­ nir. Enine gelen iplikler bir alttan bir üst­ ten iplik geçirerek işlenirse,çekme ajur adını alır. Yapılacak desene göre, enine ipliklerden kimisini kesip, kalanını değişik motifler oluşturacak biçimde sararak ya da tamamını kesip yeniden birit atarak ya­ pılanmaysa kesme ajur denir.



238



Enver Âka



Âka Gündüz Dergâh arşivi



bir akaçlama sisteminin pla# borularla yerleştirilmesi



AJU R a. (fr. âjour). Muh. işlemlerin gü­ nü gününe defterlere yazıldığı durum. (Kayıtlar ajur değilse, işlemler günü gü­ nüne defterlere geçmemiş demektir.) AJUR İAG UERRA (Julian DE), İspan­ yol asıllı fransız nöropsikiyatr (Bilbao 1911). Özellikle J. Lhermitte’in, H. Walson’un ve J. Piaget’nin etkisiyle nöropsikiyatri araştırmalarına yöneldi. 1949’da H. Höcaen ile birlikte Cortex ceröbral adlı ya­ pıtı yayımladı. Sözkonusu yapıt yeni bir uzmanlık alanını gündeme getirdi: nöropsikiyatri. Bu yöneliş tüm meslek yaşamı boyunca ve özellikle klinik çalışmalarıyla çocuk psikiyatrisine ilişkin araştırmaları sı­ rasında iyice belirginleşti. Bu çalışmaları­ nı 1970’te yayımlanan Manuel de psychiatrie de l'enfant adlı yapıtında topladı. Bu yapıt 1959’dan 1975’e değin profesörlük yaptığı Cenevre Tıp fakültesi'nde verdiği derslerin bir derlemesi niteliğindedir. 1975'te Collöge de France’da, gelişme nöropsikolojisi kürsüsüne profesör atan­ dı. Büyük bölümü çocuğun ilk yıllardaki gelişimi üzerinde yoğunlaşan araştırma­ larında, deney malzemelerini, nöroloji, psikiyatri, deneysel pisikoloji ve psikana­ liz alanındaki gözlemlerini geniş bir sen­ tez içinde bir araya getirmeye çalıştı. AJURLU sıf. Ajuru olan; her yanı göze­ nekli biçimde işlenmiş şey için kullanılır: Ajurlu çorap. —El sant. Ajurlu örgü, ilmik artırıp eksil­ terek, üzerine desen oluşturacak biçim­ de delikler yapılmış örgü. —Seram. Ajurlu çini, bisküvi fırınlamasın­ dan önce, çeşitli biçimlerde deliklere be­ zenmiş çini, seramik ya da porselen eş­ ya. —Tekst. Ajurlu dokuma, ilmikleri gevşek ve çözgü iplikleri arasından ışık geçiren dokuma. A K sıf. 1 . Rengi beyaz olan şey için kul­ lanılır: Ak kanatlı bir kuş. Ak saçlı, ak sa-



kaili bir ihtiyar. —2. Beyaz, duru ten için kullanılır: "Ak elleri boğum boğum kınalı" (Karacaoğlan,XVII.yy.).Ak gerdan. —3. Sıkıntısız, mutlu geçen zaman için kul­ lanılır: Ak gün ağartır, kara gün karartır (atasözü). —4. Ak akçe, gümüş para (esk.). |j Ak arap, arap sözcüğünün zenci anlamına kullanıldığı yerlerde beyaz ten­ li araplar için kullanılır. || Ak gözlü, gözle­ rinin akı, renkli kısmından büyük olan, ba­ kışlarının nazar değdirdiğine, uğursuzluk getirdiğine inanılan kimse için kullanılır. || Ak pak, tertemiz. || Ak sakaldan yok sa­ kala gelmek, güçten kuvvetten düşecek kadar yaşlanmak. || Ak sıcak, güneşin ya­ kıcı, kavurucu sıcağı. || Ak süt emmiş, so­ yu sopu temiz, erdemli kimse için kulla­ nılır. —Büyüc. Ak büyü, kötülük içerikli kara büyü'yü bozmak ya da kötülük ve fela­ ketlerden korunmak amacıyla yapılan bü­ yü. (Kökeni, şaman inanışlarına değin uzanır.) —Etnogr. Ak ev, yörük soylularının kullan­ dığı ak keçeden çadır. (Bu çadırlarda otu­ ranlara da akevli denir). || Ak toprak, köy­ lerde çamur sıvalı evleri beyaza boya­ makta kullanılan bir tür özel toprak. || Pek­ mez yapmak için üzüm kaynatılırken kat­ kı maddesi olarak içine atılan bir toprak türü. —Seram. Ak çini, kırmızı hamurlu, beyaz astarlı, ilk dönem osmanlı seramiği. Siyah, mavi, firuze ve patlıcan moru renklerinde bezemelidir. Miletos işi diye de bilinir. ( -> M İL E T O S işi.) || Ak porselen, çin porselen­ lerine verilen ad. (-» P O R S E L E N .) ♦ a. 1. Beyaz. —2. Bir şeyin beyaz bölümü:Yu/7?urfan//7 akı.Gözün akı.— 3. Beyaz leke: Bir gözünde ak var. —4. (Saçına, sakalına) ak düşmek, saçında sakalında tek tük aklar belirmek, yaşlan­ mak: Geçti bizden artık, baksana saçımı­ za da sakalımıza da ak düştü. || (Bir za­ man) ak dediğine (daha sonra) kara de­ mek, daha önce söylediği bir şeyi inkâr etmek, onun tersini söylemek. || Bir kim­ senin ak dediğine öteki kara demek, bir­ birine karşıt sözler söylemek. || (Saçın, sa­ kalın) ak mı kara mı önüne düşünce gö­ rürsün. “ Durumu az sonra sonuç ortaya çıkınca kendin anlarsın” anlamında kul­ lanılır. |[ Akı kara, karayı ak göstermek, olayları, sorunları tersine çevirerek aktar­ mak. || Akı karadan seçmek, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmak. || Akım derken bokum demek, iyi bir şey söyleyeyim der­ ken, söylemek istediğine ters düşen kö­ tü bir şey söylemek (kaba). || Akını boku­ na karıştırmak, bir şeyin temizini kirlisine, doğrusunu yanlışına karıştırmak. || Akla karayı seçmek, bir işi gerçekleştirirken bü­ yük güçlüklerle karşılaşmak, yorulmak, sı­ kıntı çekmek: Evi yaptık bitirdik ama biti«.tiy-e değin de akla karayı seçtik. || Akıa ı karadan haberi yok, okuması yazması olmayan; dünyada olup bitenden haber­ siz. —Anat. Göz akı, skleranın görünen bö­ lümü. —Biyol. Yumurta akı, yumurtanın sarısını çevreleyen ve pişirilince beyazlaşan say­ dam ve akışkan madde; albümin. —Nöroanat. Ak madde — akmadde. —Oftalmol. Gözün saydam tabakasında (kornea) travmadan ya da yaralardan ileri gelen kalıcı beyaz leke. (Bk. ansikl. böl.) [Eşanl. M İS A F İR , A K B E N E K .] —A nsIkl . Oftalmol. iki çeşit ak vardır. Hafif aklar (nefelion), genellikle ancak yandan bakılınca görülebilir, ama kimi za­ man gözde uyum zorlukları yaratabilir. Derin aklar (albugo, lökom) görmeyi bozar ve düzenli bir tedavi ister.________ [ —A K - - K | A k h adım a ğ a la rı -> a k a ğ a l a r . A K A (Enver), türk asker ve siyaset ada­ mı (Edirne 1901-Ankara 1988). Kuleli lisesi'ndeyken Kurtuluş savaşı’na katılmak üzere Anadolu’ya geçti (1920). Zabit namzetleri talimgâhı'nı birincilikle bitirdi; süvari subayı oldu. İnönü ve Sakarya sa­



vaşları'yla Büyük taarruz'a katıldı (1920 -1922). Harp akademisi'ni bitirdi (1930). Moskova, Paris, Londra’da askeri ataşe olarak bulundu. Korgeneral oldu (1957). NATO’d.a türk askeri temsilciliği, Genel­ kurmay istihbarat başkanlığı, kolordu ko­ mutanlığı, CENTO'da türk askeri temsil­ ciliği yaptı. Emekli olunca (1960), Adalet partisi’ne girdi, bu partinin listesinden Ba­ lıkesir senatörü seçildi (1961-1968). Cum­ huriyet Senatosu başkanı oldu (19631965). A K A G ÜNDÜZ, asıl adı Enis Avni, türk yazar (Selanik 1886- Ankara 1958). Harp okulu'ndan sağlık nedeniyle ayrıla­ rak Paris’e gitti; 3 yıl kadar hukuk ve gü­ zel sanatlar öğrenimi gördü. İstanbul'a döndükten sonra giriştiği siyasal eylem yüzünden Selanik'e gönderildi. 1908’de gönüllü olarak katıldığı Hareket ordusu ile İstanbul’a geldi. Gazetecilik yaparken mütareke'de Malta’ya sürüldü. Cumhuri­ yet döneminde rejimi ve devrimi savunan makaleler yazdı. Ankara milletvekili ola­ rak parlamentoya girdi (1931-1943). Mil­ li Edebiyat akımının ünlü temsilcilerindendi. Geniş halk topluluklarına seslenen, du­ yarlıklı, sade anlatımlı, duygusal yapıtla­ rıyla tanındı. Bu nitelikteki bazı romanları (Bir şoförün gizli defteri, 1928; iki süngü arasında, 1929) filme de alındı. Kurtuluş savaşı’nı konu edinen Dikmen yıldızı (1928) romanı gibi, öteki yapıtlarında da (Bu toprağın kızları, 1927; Uç kızın hikâ­ yesi, 1933; Aysel, 1933; Yayla kızı, 1940; Bir kızın masalı, 1954 vb.), özellikle genç kızların, kadınların yaşamlarını kuşatan güçlükleri ve sorunları, romantik ve ger­ çekçi bir halk romancısı anlatımıyla ser­ giledi. (-* Kayn.) AK A B ya da AK1B a. (ar. ’akıb). Esk. 1. Topuk, ökçe. —2. Arka, art. —3. Son, bitim. AK Â B çoğl. a. (ar. ’akıb'ın çoğl. acksb). Esk. 1. Oğullar, torunlar. —2. Ökçeler. A K A B A Ş İ M O R İTO Kİ, Hoco'lar aile­ sinden, gelen, Kamakura kentinin son şikken'i (naip) [1326-1333], Kent, resmi yö­ netim yanlısı Nitta Yoşisada birlikleri tara­ fından alınınca intihar etti (1333). AKABE a. (ar, cakabe). Esk. 1. Tepe, yo­ kuş.—2. Zor geçit. —3. Hastalığın ya da bir durumun en korkulu anı. A K A B E , Ürdün’ün G.-B.’sında liman; Kızıldeniz’de, adını taşıyan körfezin kıyı­ sında; 9 700 nüf. Ürdün’ün tek limanıdır (fosfat dışsatımı). Havalimanı. Turizm. —Doğudaki Etsion Geber siti, kral Şelomo’nun limanıydı ve o dönemde büyük bir ticaret yolu buradan geçerdi. A k a b e b ia ti, Peygamber ile Medineliler arasındaki antlaşma. Mina ile Mekke arasında Akabe adı verilen sarp ve ten­ ha yolda, Peygamber ile Medineliler ara­ sında iki antlaşma yapıldı. İlkinde Mekke' ye gelen Medineliler’den on kişi, Pey­ gamberin önerdiği dini kabul ettiklerini, ancak kendisine maddi yardım yapama­ yacaklarını söyledikleri için bu antlaşma­ ya, kadınlar antlaşması anlamına gelen Bey'atün-nisâ ya da Birinci Akabe adı ve­ rildi (621). Medineli yetmiş erkek ve iki ka­ dınla Peygamber arasında ikinci kez bir antlaşma yapıldı, islamiyeti kabul ettikle­ rini söyleyen bu Medineliler, aynı zaman­ da Peygamberi silahla korumayı yüküm­ lendikleri için bu antlaşmaya Bey’atül -harb ya da ikinci Akabe denildi (622). AKABE k ö rfe zi, Kızıldeniz'in kuzey ke­ siminde körfez; Sina yarımadası (Mısır) ile Suudi Arabistan arasında. Körfezin kuzey ucunda birkaç kilometrelik kıyı kesimi, Akabe limanını elinde bulunduran Ürdün ile Eilat limanını kuran İsrail arasında bö­ lüşülmüştür. Uzunluğu 200 km’ye yakla­ şan körfezin eni 30 km’yi aşmaz. Akabe körfezi, Lut gölü uzantısında yer alır ve büyük tektonik çöküntüler sonucunda oluşmuştur. Çok derin (1 828 m) olan kör­ fezin girişi, önemli stratejik konumu olan



Tiran adalarının denetimi altındadır. — Nâsır’ın 1967 mayısında, İsrail'in Eilat li­ manına uğrayan gemilere Akabe körfe­ zinden geçmeyi yasaklaması, 1967 hazi­ ranında İsrail-Arap savaşı'na yol açmış­ tır. A ka b e m e s e le s i, Osmanlı devletiyle İngiltere arasında siyasal anlaşmazlık (1906). Mısır’a yerleşen İngiltere (1882), Hindistan yolunu güvenceye almak ama­ cıyla Hicaz bölgesini de ele geçirmeyi ta­ sarlıyordu. Bölgenin en önemli kentleri, Basra’ya açılan Kuveyt ile Kızıldeniz’e açılan Akabe, İngiltere'nin hedefleriydi. Bölgedeki arap kabilelerini ayaklandıran ingilizler'in bu girişimlerine karşı Abdül­ hamit II, Rüştü Paşa komutasında gön­ derdiği kuvvetlerle Akabe’yi işgal ettirdi (15 şubat 1906). Bunun üzerine İngiltere bir notayla BabIâli’yi protesto etti, Akabe körfezine bir savaş gemisi gönderdi. So­ run, İngiltere'nin on gün içerisinde Sina yarımadasının boşaltılmasını isteyen ülti­ matomuyla alevlendi (3 mayıs 1906). Pa­ dişah bu ültimatoma karşı İngiltere’nin Mı­ sır üzerindeki egemenliğini yasal sayma­ dığını, yeni sınıfın yalnızca türk ve mısır subaylarından oluşacak bir komisyonca saptanabileceğini belirtti. Komisyonun benimsediği sekiz maddelik protokolde, sınırın Akabe körfezinin batısındaki Tabe’ den başlayıp Akdeniz kısıyındaki el-Ariş’e uzanacağı saptandı. Böylece, Akabe Osmanlılar'da kaldı. Osmanlı devleti Birinci Dünya savaşı’na katılınca ingilizler'in ilk girişimi Akabe ve limanını topa tutmak ve kenti aimak oldu (3 kasım 1914). AKABİN DE be. (ar. 'alsab'dan). Bir şe­ yin ardından, bir olayın hemen sonunda: Savaşırı akabinde yapılan antlaşma. Ön­ ce bir ışık göründü, akabinde patlama ol­ du. A K A C A , rumca Akaki, Kıbrıs Rum kesimi’nde, Lefkoşa ilçesine bağlı köy. Lefkoşa’nın 22 km G.-B.'sında. AKAÇ a. 1. Topraktaki fazla suyu atmak için yeraltına döşenmiş delikli künk ya da plastik borudan oluşan akıntı yolu. (Akaç­ lar genellikle yatay döşenir ve suyun ken­ diliğinden akabilmesi için hafif eğimli olur. Borular dikey olduğu zaman, suyun pom­ payla yukarı çıkarılması gerekir. Akaç, borusuz ark biçiminde de olabilir; ancak, bu durumda arka taş döşemek gerekir.)—2. Akaç namlusu, bazı dipkazar makine­ lerde payandanın altına bir zincirle bağ­ lanan ve akaçlamayı kolaylaştırmak için yeterince yumuşak topraklarda galeri aç­ maya yarayan, ucu sivri uzunca parça.



—ANSİKL. Petr. san. El değmemiş bir ya­ takta bulunan akışkanlar, derinliğe bağlı olarak önemli bir basınç altında kalır; do­ layısıyla genleşmeye ve hacmini artırma­ ya elverişlidir. Öte yandan gözeneklerde bulunan akışkanların üstündeki basınç düşerse, gözenekli kayacın katı örgüsü de hacmini artırabilir, işte doğal akaçla­ mayı sağlayan başlıca etken, akışkanla­ rın va kayacın bu genleşme yeteneğidir. Birçok akaçlama türü vardır: Bir su örtüsünün genleşmesiyle akaçlama'da, petrol yatağının altındaki su ör­ tüsünün genleşmesi, ham petrolün çıka­ rılmasından doğan basınç düşmesini ya­ vaşlatır; çünkü su yayılarak hidrokarbo­ nun doldurduğu hacmi küçültür; genleş­ me ve yayılma petrol düzeyinin altında bulunan su örtüsünden ya da çevredeki su katmanlarından kaynaklanabilir. Çözünmüş gazın genleşmesiyle akaç­ lama'da önce ham petrolün basıncı ka­ barcık basıncının altına düştüğünde, pet­ rol içinde çözelti halinde bulunan gaz ser­ best kalır; basınç düştükçe petrol-gaz ka­ rışımı hacmini hızla artırır ve petrol yeryü­ züne doğru itilir. Serbest gazın genleşmesiyle akaçla­ ma’da, yatağın üstünde bulunan bir gaz cebi ham petrolün yüzeye itilmesine ne­ den olur. —Tarım. Toprakta fazla su toplanmas nın çeşitli nedenleri vardır: toprağın kötü fizik­ sel özellikleri yüzünden yağmur su.ı_. ı .ı toprağa yeterince işlememesi, su kaynak­ larının bulunması, toprakaltı suyunun yü­ zeye yakın olması. Toprakta geçici ya da sürekli olarak fazla su bulunması, bitki ye­ tiştirilmesinde büyük sakıncalar doğurur: tarımsal çalışmaların zamanında yapıla­ maması, havalanma yetersizliği (köklerin boğulması), sıcaklık alışverişinin kötü ol­ ması (“ soğuk topraklar") nedeniyle, eki­ len bitkilerin büyüme ve gelişmelerinin gecikmesi. Bu sakıncalı durumları orta­ dan kaldırmak için fazla nemli toprakla­ rın tarımsal yönden akaçlanması gerekir. Toprak altına ince borularûc.n (akaçlar) bir şebeke döşenerek fazla su, bu borularla daha kalın borulara aktarılır, oradan da akarsulara verilir. Bu şebekenin özellikleri, akaçianacak bölgenin haritası yapılarak ve hidrodinamik yapısı incelenerek belir­ lenmelidir. Hazırlanan akaçlama planı, su­ yun kendi ağırlığıyla akmasına engel olan herhangi bir yükseklik ya da çukurluk kal­ mayacak biçimde uygulanmalıdır. Köste­ bek sistemi akaçlama, ancak yeterince killi topraklar için geçerli bir tekniktir; fa­ kat az masrafla bir akaçlama ağı kurulma­ sını sağlar. Türkiye'de akaçlanması gereken top­ raklar tüm tarım alanı içinde % 5'tir; bu­ na karşılık akaçlama uygulamaları çok sı­ nırlıdır. Yağışlı ve sulak topraklı ülkelerde akaçlama gereksinimi fazladır. Örneğin Fransa'da kullanılan tarım topraklarının % 5-8’inde, İngiltere'de yarıdan fazlasında, Hollanda'da çok daha fazlasında akaç­ lama uygulanır. Borulu akaçlama pahalıdır ama, döşe­ nen şebeke uzun ömürlüdür (60-100 yıl). Üstelik günümüzde boruların yerleştirile­ ceği hendekler bu işe özgü makinelerle yapılmakta, bu da maliyeti önemli ölçü­ de düşürmektedir.



StAKAÇLAMA a. Tarım. Çok nemli bir topraktan, fazla suyun kendiliğinden ya da bir boru şebekesi ya da arklar yardı­ mıyla boşaltılması. Bu boşaltma işini sağ­ lamak amacıyla uygulanan yöntemlerin tümü; suların boşaltılmasını kolaylaştır­ mak amacıyla toprak yüzeyinin düzenlen­ mesi. (Bk. ansikl. böl. Tarım.) || Akaçlama kuyusu, toprağa fazla gelen akıntı ve sı­ zıntıları toplamaya yarayan içi taş dolu ku-_ yu. || Akaçlama makinesi, uzun çukur aça­ rak içine delikli plastik boru yerleştiren ge­ niş paletli makine, (iki tip akaçlama ma­ kinesi vardır: zincirli kesicı-yerleştirici akaçlama makineleri ve kazıcı akaçlama makineleri.) AK AÇLAM AK g. f. Toprağı akaçlamak, —Pedol. Akaçlama suyu, toprağa süzü­ akaçlama teknikleriyle toprağı su fazlalı­ len yıllık su yüksekliği; bu yükseklik iklim ğından arındırmak; bilançosuna (yağmur, su yitimi) ve topog­ ❖ akaçlanmak edilg. f. Akaçlamak rafya ile bağıntılı olarak toprağın hidrodi­ eylemine konu olmak. namik karakteristiklerine bağlıdır, (iklim­ ❖ akaçlatmak ettirg. f. Bir yeri akaçsel akaçlama, toprakların evrim biçimini, latmak, o yerin akaçlanmasını sağlamak. su örtülerinin beslenmesini, gübrelerin et­ kisini ve kirlenmeyle taşınmaları belirler.) A K AÇ LAN M A K - . AKAÇLAMAK. [Eşanl. DRENAJ.) AK A Ç LA T M A K -* AKAÇLAMAK. —Petr. san. Ham petrolün, depo kayaçların gözenekleri arasından işletilen kuyu 73&KAD (Lütfi Ömer), türk film yönetmeni (İstanbul 1916). Galatasaray lisesi’ni ve yönünde yer değiştirmesi. (Akaçlama, do­ Yüksek iktisat ve ticaret okulu maliye böğal ya da yapay olabilir.) [Bk. ansikl. böl.] || Su ile akaçlama, hidrokarbonların elde lümü'nü bitirdi (1942). Tiyatroyla ilgilen­ di. Yönetmen yardımcılığı yaptı. H. Edip edilişini kolaylaştırmak için bir yatağa su Adıvar'ın aynı adlı romanından uyarladı­ püskürtme.



piyezometri düzeyi



yukarıda



bir akaçlama sisteminin şeması



çukurlu akaçlama



akaçlama hendeği



• i



borulu akaçlama



köstebek sistemi akaçlama



ğı ilk uzun filmi Vurun kahpeye ile dikkati çekti (1949). Kanun namına (1952), Altı ölü var, Katil (1953), Öldüren şehir (1954) gibi yapıtlarıyla türk sinemasında tiyatro­ cuların etkisinin kırılmasına ve bir “ sine­ ma dili” kurulmasına öncülük etti. Bir bel­ geselin ( Tanrının bağışı orman, 1964) ya­ nı sıra, kent insanının dünyasına değişik yaklaşımlar taşıyan Yalnızlar rıhtımı (1959), Üç tekerlekli bisiklet (1962; 1966’daM. Ün bitirdi), Vesikalı yarim (1967), Kader böyle istedi (1968), Yaralı kurt (1972) gibi film­ leri imzaladı. Tarihsel ve güncel düzlem­ de kırsal kesimi anlatan filmleriyle “ top­ lumsal gerçekçilik" anlayışının başlıca temsilcilerinden biri oldu (Beyaz mendil, 1955; Hudutların kanunu, 1966; Kızılırmak-karakoyun, Ana, 1967; Irmak, 1972; Gökçe çiçek, 1973). Bu çizgiyi, bü­ yük kentte tutunma savaşına giren taşra-



Lütfi Ömer Akad Gelişim arşivi



Akad -------------------------------040



Iıları anlattığı dikkate değer üçlemesiyle sürdürdü (Gelin, Düğün, 1973; Diyet, 1974). Bu yapıtlarından ilk ikisi Adana Al­ tın Koza şenliklerinde “ en iyi film” seçil­ di; Düğün ile "en iyi yönetmen" ödülü al­ dı. 1975’te TV için Ömer Seyfettin’in öy­ külerinden çektiği orta metrajlı filmleri (To­ puz, Ferman, Diyet, Pembe İncili kaftan) “ kerim devlet" gibi temalarıyla tartışma yarattı. 1978'dede Faruk Erem'in Bir ce­ za avukatının anıları'ndan TV için üç kısa film yaptı; ancak bunlar ekrana çıkarılma­ dı. 1975’te kuruluş çalışmalarına katıldı­ ğı Sinema-TV enstitüsü’nde on yıl kadar ders veren Akad, 1984 Antalya Film festivali’nde tüm çalışmaları için "onur ödülü" aldı. | AKADEM G O RO DO K, Rusya’da kent (Sibirya); 60 000 nüf. Novosibirsk’in 30 km G.-D.'sunda, Obi ırmağı kenarında yer alan bu “bilginler kenti” Rusya Bilim­ ler akademisi Sibirya bölümünün merke­ zidir. 1957 de kurulan bu bölümün görevi, Sibirya’nın hızla değerlendirilmesi için gerekli koşulları incelemektir. 20'yi aşkın enstitüde tüm bilim dallarından uzmanlar çalışır (temel araştırma ve en yeni teknik­ lerin uygulanması). 1958’de, araştırmacı­ lara ayrıcalıklı bir inceleme alanı yaratmak için kurulan Akademgorodok, sovyet şe­ hirciliğinin belirgin örneklerinden biridir. Ormanın ortasında yer alan, spor ve eğ­ lence alanlarıyla çevrili konut toplulukları (yüksek binalar, blok apartmanlar, Aka­ demi üyelerinin köşkleri) temel gereksi­ nimleri karşılanmış komşu birimler halin­ de gruplaştırılmıştır. Araştırma enstitüle­ ri, bilimsel nitelikli donanımlar, geniş bir caddeyle ulaşılan ikinci bir işlevsel bütün oluşturur. AKADEM İ a. (fr. academie\ ital. acca­ demia: lat. academia, yun. akademia, Platon'un ders verdiği Akademos bahçe­ si). 1. Üyelerin edebiyat, güzel sanatlar, bilim vb. dallarından birinde etkinlik gös­ terdiği kültür kuruluşu: Müzik, tarım, gü­ zel sanatlar akademisi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Desen, resim, dans akademisi, bu sanat dallarından ya da etkinliklerinden birinin genellikle bir öğretmen yönetimin­ de uygulandığı okul. (Bk. ansikl. böl. Güz. sant. ve Koregr.) —Eğit. Türkiye’de kimi yüksek dereceli eğitim, öğretim ve araştırma kurumlarına verilen ad. —ANSİKL. İtalya’da, XV. yy.'ın ortasından başlayarak, hümanistlerin toplantıları, akademi denilen düzenli topluluklar hali­ ni aldı. Bunlar, resmi bir korumaya sahip olmakla birlikte, kendi özerkliklerini koru­ dular ve çok ünlü bilginler tarafından yönAkademgorodok'ta lendirildiler (Venedik’te Aldo Manuzio, toplu konutlar Roma’da Julius Pomponius Laetus, Flo-



ransa'da Marsilia Ficino). Zaten akademi sözcüğü de, Platon ile öğrencilerini bir araya getiren Akademos bahçelerinden doğdu. Ancak sözkonusu resmi koruma­ cılığın daha derin bir anlamı vardı: Türk­ ler’in fethinden sonra İtalya’ya göçen Bizanslılar’ın getirdiği el yazmaları, aydın ki­ şilere, yunan yazarlarıyla, latin süzgecin­ den geçmeden, doğrudan tanışma ola­ nağı verdi. Edebiyattaki Rönesans, dü­ şüncede de bir yenilenmeye neden oldu. İtalya’da XVI. yy.'da akademiler, felsefe ve edebiyatta öncü rolü oynadılar. Bu akademilerin sayıları artarken, amaçları ve uzmanlıkları belirlendi. Böylece, Ro­ ma’da Julius Pomponius Laetus tarafın­ dan kurulan akademi, arkeoloji araştırma­ larıyla uğraştı; Floransa’daki Accademia della Crusca, İtalyan dilini anlaştırmaya çalıştı. Daha sonraları, Roma'da kurulan Lincei ulusal akademisi ile Floransa’da­ ki Accademia del Çimento tümüyle bilim­ sel çalışmalar yapıyorlardı; oysa Accade­ mia degli Arcadi şiir sanatıyla ilgileniyor­ du. Akademiler tüm İtalya’ya yayıldılar ve gerçek üniversiteler gibi teknik ve sanat­ sal eğitim verdiler. Ancak bu bilimsel mo­ dernleşme ve özgür düşünme çabaları, akademilerin özgürlüklerini yitirmelerine, bir prense bağlanmalarına yol açtı. Kilise’nin ve skolastik üniversitelerin şüpheci gözle baktıkları, meslek kuruluşlarının kar­ şı çıktıkları akademiler, kısa sürede Toscana’lı büyük dukaların ya da romalı kar­ dinallerin desteğine başvurmak zorunda kaldılar. Ortaçağ kurumlarına gerektiği gi­ bi karşı koyabilmek için de kurumlaşmak, kendilerini bir tüzüğe ve daha sıkı kural­ lara bağlamak zorunluluğunu duydular. İtalya örneğine bakarak, tüm hümanist Avrupa’da ve özellikle de Fransa'da aka­ demi modası yaygınlaştı. Bu yayılma, bü­ yük konaklardaki toplantıların edebiyat yaşamının odakları olduğu bir toplumun alışkanlıkları sayesinde kolaylaştı. Richelieu, Academie française’i kurarak (1634) tüm düşünsel ve yaratıcı öğretileri yönlen­ dirme ve gözetme siyaseti izledi; aynı si­ yaset Mazarin (Krallık resim ve heykel akademisi, 1655) ve özellikle Colbert ta­ rafından da sürdürüldü. Akademi tasarı­ sının daha akılcı bir biçime sokulması —yazıtlar ve edebiyat akademisi (1633), bilim akademisi (1666), müzik akademisi (1669), mimarlık akademisi (1671) [bu akademi 1793’te kapandı]— “ colbertçiliğin" genel siyasetinde önemli bir öğey­ di: uygulamalı bilimler alanında yapılacak yeni buluşlarla Fransa’yı dış rekabete ya­ nıt verecek duruma getirme zorunluluğu duyan, aynı zamanda kralın kişiliğine du­ yulan saygıyı koruma çabası içinde bu­ lunan Colbert, teknik buluşlarla uğraşan bilim adamları kadar, bronz ya da taş



üzerine kralın tasvirini yapan sanatçılara ve zafer taklarına konacak yazıtların ya­ zılarını hazırlayan şairlere de destek ve kredi sağladı. Akademilerin rolünün bu biçimde an­ laşılması tüm Avrupa’yı etkiledi: 1662’den başlayarak Londra Krallık derneği, kamu yararına dernek kabul edildi; XVIII. yy. bo­ yunca Prusya’da, ispanya’da, İsveç'te edebi ya da bilimsel nitelikte krallık aka­ demileri kuruldu. 8 ağustos 1793 tarihin­ de Konvansiyon, akademileri ortadan kal­ dırarak (bunlar 25 ekim 1795'te Fransa enstitüsü çerçevesinde yeniden kuruldu) “ yeteneği demokratlaştıracağım" sandıysa da, gerek XIX. yy. boyunca bağımsız­ lığa kavuşan uluslar, gerekse XX. yy.’da kendini yenileyen (SSCB, Çin) ya da ge­ lişmekte olan ülkeler, bilim, sanat ve ede­ biyatta en ünlü adları bir araya getiren bil­ gin birlikleri oluşturdular; bunlar, çoğu kez geleneksel akademi adlarını korudular ve ulusal saygınlığa, bilimsel araştırmaya ve ülkelerinin kültürel gelişmesine katkıda bulundular. —Eğit. Akademilerin en eskisi 1848’de Mektebi fünunu harbiyei şahane adı al­ tında kurulan Harp akademileri’dir. Onu, 1882’de Sanayii Nefise mektebi adı altın­ da kurulan Güzel Sanatlar akademisi iz­ ledi. 1889’da Ticaret mektebi adı altında açılan Yüksek ticaret ve iktisat okulu, 1959'da İktisadi ye Ticari ilimler akade­ misi adını alarak İstanbul’dan başka An­ kara, Eskişehir, Adana, İzmir ve Bursa gi­ bi kentlerde de kuruldu. Özel girişim ta­ rafından kurulan mühendislik ve mimar­ lık yüksekokulları devletleştirildikten son­ ra 3. 6. 1969 tarihli ve 1184 sayılı kanu­ na dayanılarak İstanbul, Elazığ, Eskişehir, Konya, Sakarya, Ankara ve Zonguldak’ ta devlet mühendislik ve mimarlık akade­ misi adı altında yeniden faaliyete geçiril­ di. Genel Kurmay Başkanlığı'na bağlı olan Gülhane askeri tıp akademisi ise, 1957’de kuruldu. Bu akademilerden yal­ nızca iktisadi ve ticari ilimler akademisi idari özerkliğe sahipti. 30. 3. 1983 tarihli ve 2809 sayılı kanun, iktisadi ve ticari ilim­ ler akademileri, Devlet güzel sanatlar aka­ demisi ve devlet mühendislik ve mimar­ lık akademilerini üniversite statüsüne ka­ vuşturduğundan, günümüzde “ akade­ mi” adını taşıyan yükseköğretim ve eği­ tim kurumtarı sadece Harp akademileri ile Gülhane askeri tıp akademisi'dir. Bir ara Ankara ve İstanbul'da kurulmuş olan spor akademileri de çeşitli üniversitelerin bün­ yesine alınarak (1983) adları değiştirilip yüksekokul durumuna getirilmişlerdir. —Güz. sant. Akademilerin, Rönesans dö­ neminin sonlarına doğru, sanatçıların meslek kuruluşları içindeki zanaatçı ko­ numlarının dışına çıkma isteğinden doğ­ duğu söylenebilir. Böylece bir tek ustanın yanında çıraklık yapmaya oranla daha geniş bir eğitim olanağı ortaya çıktı. Bu eğitim, amaçlar (güzellik, beğeni...), araç­ lar (akla uygun, bilimsel bilgi) ve sanatın örnek alacağı gerçekler (“ doğa” , Antiki­ te, Raffaello gibi ustalar) üstüne tartışma­ lara olanak sağladı. Yapmacıkçılığa bağlı ilk akademiler, XVI. yy.’ın ikinci yarısında kuruldu (Floransa’da Vasari); yüzyılın so­ nunda, Carraci’lerin akademisi, ustaların yapıtlarının incelenmesi ile doğaya dönü­ şü bir arada yürüttü; ardından Fransız Krallık akademisi içinde Le Brun’ün "seç­ kin beğeni” ye (“ grand goût” ) ilişkin ola­ rak ortaya koyduğu kesin kurallar geldi. Bu akademi, öbür teknik tartışmalar ve önerilerin yanı sıra, resimde desenin ön­ celiğini kabul ettirmek istedi; ancak yüz­ yılın sonunda renk ağır bastı: bunun ör­ neği, başlarında Le Brun’ün yer aldığı Poussin yandaşları ile Roger de Piles’in ön­ derliğindeki Rubens yandaşları arasında geçen ünlü tartışmadır. Fransa'da resmi sanatın boyunduruğu, XVIII. yy.'ın ikinci yarısında gittikçe ağırlaştı; eğitimi elinde tutan Akademi, tarih resm/yapımını ege­ men kılmak ve herkesi arkeoloji araştır­ malarına zorlamak istiyordu.



Akajans Paris'te Akademi tarafından yönetilen Güzel sanatlar okulu’nun, alıcıların zevk­ sizliğinden etkilenerek büyük yetenekler (ingres)dışındaki sanatçılara benimsetti­ ği, kısırlaştırıcı kurallar, XIX. yy.'da, genel­ likle içi boş ve yaratıcılıktan yoksun bir us­ talığın yerleşmesine yol açtı. Bunun so­ nucu, genç sanatçı kuşaklarının başkal­ dırısı ve romantizm, gerçekçilik ve izle­ nimciliğin "şişirmeci” akademizm üzerin­ de geç de olsa üstünlük kurması oldu. Yi­ ne, olumsuz anlamda “ akademik' 1dam­ gası, belli bir klasikçiliğe bağlı kalmış bir­ çok sanatçıya çok erken vuruldu; XX. yy.’ın son otuz yılında bu klasikçilik yeni­ den saygınlık kazanmaya başladı. ( -» SEÇMECİLİK.) XIX. yy.'da "bağımsız" bir sanatın oluş­ ması, çeşitli yerlerde, özellikle de Paris' te birçok özel akademinin kurulmasına yol açtı. Başlıcaları şunlardı: yüzyılın or­ talarına doğru açılan ve Delacroix, Courbet, Manet, Pissarro, Monet ve Câzanne'ın sık sık gittikleri İsviçre akademisi (burada düzeltmesiz taslak çalışmaları ya­ pılırdı); Roma yarışmalarına hazırlayan ve bünyesinde 1888'de Nabi'ler grubunun oluştuğu Julian akademisi (1868’de açıl­ dı,bugün de etkin);Grande - Chaumiöre akademisi (1902’ de kuruldu, hâlâ et­ kin); Nabi’lerin ders verdikleri Ranson akademisi (1908);ressam Andre Lhote ta­ rafından Montparnasse’da kurulan ve bir­ çok türk ressamını yetiştiren Lhote aka­ demisi. ( - PLASTİK SANATLAR eğitim i.) —Koregr. Dans akademileri. XVI. ve XVII. yy.’da, kimi ülkelerde, Fransa’da kurul­ muş derneklerden esinlenerek, bir gele­ neği korumak, dans sanatını geliştirmek ya da yenilemek için akademiler açıldı. ( - İMPERİALE REGİA ACADEMİA Di BALLO, ROYAL ACADEMY OF DANCİNG.) Daha yakın dönemlerde ve çok kısa sü­ rede kurulan tüm “ yaz akademileri" bu anlayışın ürünleri oldular; bunların en ün­ lülerinden biri, 1957’de kurulan ve etkin­ liklerini önceleri Krefeld'de sürdüren Köln akademisi'dir (Sommerakademie des Tanzes). [ -*DANS, ansikl. böl.] A K A D E M İ d a ğ la rı, Tacikistan Cumhuriyeti’nde sıradağlar. Ülkedeki en yük­ sek doruk bu dağlar üzerindedir (7 495 m). Akademi dağları büyük Fedçenko buzulunun da kaynağıdır. A k a d a m l m üza si (Galleria deli’ Acca­ demia) -> VENEDİK. AKADEM İA, Atina’nın kuzey-batı’sında bulunan ve adını kahraman Akademos' tan alan orman. Klasik dönemde burada, Hippias'ın, çevresini duvarlarla kuşattığı ve Kimon'un ağaçlarını diktiği bir gymnasion kuruldu. Bu yörede bir mülkü olan Platon, öğrencilerini burada toplardı (İ.Ö. IV. yy.). —Fels. Akademia felsefesi, Platon ve öğ­ rencileri; daha sonra da Arkesilaos tara­ fından öğretilen felsefe. Ahlak ve kesinlik kavramlarına önem veren platoncu aka­ demia felsefesiıEski Akademia >ile bunun devamı olan ve her tür doğruluğu kuşku­ culukla ele alan Arkesilaos’un akademia felsefesini (Yeni Akademia) birbirinden ayırtetmek gerekir. Arkesilaos'un izleyici­ leri, birçok felsefeyi birbirine karıştırıp tek felsefede toplayan bir öğretiyi (bağdaştırmacılık) benimsediler. AKADEM İACI sıf. ve a. Eski Yunan'da, Platon ve izleyicileriyle yakınlık kuran ve onların düşüncelerini savunan filozof. A k a d e m ia V e rla g , 1946’da kurulan doğu alman yayınevi. Bilimsel kitap ve dergilerin yanı sıra, Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ndeki büyük bilimsel araştır­ ma merkezlerinin çalışmalarını yayımladı. Ayrıca, sözlükbilim kitapları ve ADC Bilim­ ler akademisi'nin önemli sözlüğü Wörterbuch der deutschen Gegenwartsprache’ yi bastı. AK AD E M İK sıf, (fr. acadömique). 1. Akademiyle ilgili olan. —2. Bilimsel nite­



likli çalışma, konuşma vb. için kullanılır. —Koregr. Akademik dans, Acadömie royale de danse’ın öğretim geleneğine uy­ gun dans. (Eşanl. KLASİK- DANS.) AKADEM İZM a. (fr. acadâmisme), Bir kişinin ya da bir şeyin akademizmi, ken­ diliğinden ve özgün yaratıcılığın tersine, akademik öğretilere ve geleneksel este­ tik kavramlara sıkı sıkıya bağlı kalan sa­ natçı, yazar ya da yapıtın niteliği: Bir res­ samın, bir edebiyat akımının, bir dönem heykelciliğinin akademizmi. Akademizm-, den kurtulmak. AKADEM O S, eski yunanlı kahraman. Atina Akademia’sı, adını onun mezarın­ dan aldı. A . K A D İR , asıl adı Abdülkadir Meriçboyu, türk şair (İstanbul 1917 -ay.y. 1985). Kuleli askeri lisesi’ni bitirdi (1936). Harp okulu son sınıfındayken, Nazım Hik­ metin bu okulda propaganda yaptığı ge­ rekçesiyle açılan davada yargılandı, on ay hüküm giydi, okuldan çıkarıldı (1938). Hukuk fakültesi’ne girdi (1941). Tan ga­ zetesinde çalıştı. Savaş karşıtı şiirlerini içe­ ren ilk kitabı Tebliğ (1943) toplatılınca, İs­ tanbul dışına sürgün edildi (1943-47). Dö­ nüşünde çeşitli gazete ve yayınevlerinde düzeltmenlik yaptı. 1965’ten sonra şiir çe­ virileri ve kitaplarının yayımıyla uğraştı, ilk şiirleri Ali Karasu imzasıyla yayımlandı. 1940 kuşağının önde gelen toplumcu gerçekçi şairlerinden oldu. Bireysel dra­ mını toplumsal sorunların birlikteliği için­ de ele aldığı şiirlerini Hoş geldin Halil İb­ rahim (1959) ve Dört pencere (1962) ki­ taplarında topladı. Bütün şiirlerini Mutlu olmak varken (1968) adıyla yayımladı. Azra Erhat ile birlikte ilyada (1955, Habip Edip Törehan 1959 ve TDK 1961 çeviri ödülleri) ve Odysseia'yı çevirdi (1970). Bugünün diliyle Mevlana (1955), Bugü­ nün diliyle Hayyam (1964), Bugünün di­ liyle Tevfik Fikret (1967) ve Eski çağlar ta­ rihi (1965, T. Fikret’in Tarih-i kadim’i) adlı kitaplarda bu şairlerin şiirlerini çağdaş şi­ ir ölçülerinde düzenledi. Dünya şiirinden çevirilerini Asıl adalet (1960), Dünya halk ve demokrasi şiirleri (üç cilt, 1973-75-80) ve Bu rüzgârı toplayın (1982) kitapların­ da yayımladı. Çeviri edebiyatına katkıla­ rından dolayı T.Y.S. Haşan Ali Ediz (1980) ve Yazko çeviri ödüllerini kazandı. Şairin ayrıca bir anı (1938 Harp okulu olayı ve Nazım Hikmet, 1966) ve bir gezi (Sovyet Rusya'da on beş gün, 1978) kitabı var­ dır. ■ AKADİYEN a. (fr. acadien). ACADİE KATl’nın eşanlamlısı. A K A D L I (Lütfi), türk hukukçu (İstanbul 1902). Ankara Hukuk fakültesi'ni bitirdi. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yargıçlık yaptı. Yargıtay üyesi oldu, Yargıtay ikinci ceza dairesi başkanıyken, yargı organla­ rı temsilcisi olarak Kurucu Meclis'e katıl­ dı (1961). Anayasa Mahkemesi üyesi, ar­ dından Anayasa Mahkemesi başkanı se­ çildi (1961-1966). Cumhurbaşkanı kon­ tenjanından Cumhuriyet Senatosu üyeli­ ğine atandı (1966-1972). AKAĞAÇ a. Huş ağacının beyaz kabuk­ lu türüne (Betula alba) verilen ad. AKAĞALAR, tavaşi de denir, Osmanlı sarayında iç kapıcılık yapan bir grup ha­ dım edilmiş görevli. Asıl görevleri sarayın iç kapılarını beklemekti. Sayıları kırk ka­ dardı. Kapı ağası (Ağa-i Babüssaade), akağaların en kıdemlisiydi. Çoğu Boşnak ya da Anadolulu olan akağalar, Murat II döneminde hizmete başladılar. Kıdem sı­ rasına göre yaptıkları görevler kapı ağa­ lığı, hazinedarbaşılık, saray ağalığı, saray kethüdalığı, has odabaşılık, üzengi ağa­ lığıydı. Saraydan ayrılarak devlet hizme­ tine geçenlere vezirlik payesi verilirdi. Ara­ larında Hadım Ali Paşa, Gürcü Mehmet Paşa gibi sadrazamlığa yükselenler de ol­ muştur. Akağalar, halifeliğin kaldırılması­ na kadar Topkapı sarayı kapı bekçiliği gö­ revini sürdürdü.



A k a ğ a la r k a p ıs ı, Babüssaade ya da Taht kapısı da denir, Topkapı sarayı’ nin enderun ve birun bölümlerini ayıran kapı. Akağalarca korunurdu. Cülus, Abdülaziz saltanatının ilk yıllarına kadar bay­ ramlaşma törenleri bu kapı önünde yapı­ lır, serdarlara sancak-ı şerif padişahlarca bu kapı önünde verilirdi. Yeniçeri ocağı­ nın kaldırılması sırasında sancak-ı şerif buraya dikilerek halk yardıma çağrılmış­ tı. Padişahların cenaze namazları kapının sağındaki çınar ağacının altında kılınırdı. Osmanlı tarihindeki ayaklanmalar genel­ likle Babıhümayun ve Ortakapı'yı aşmış, Akağalar kapısı önünde durmuştur. Yal­ nızca Osman H'nin tahttan indirilmesi sı­ rasında ayaklananlar, Akağalar kapısı’ndan içeri girmişlerdi. Kapı, osmanlı tarihi boyunca bir kez de kırılarak açıldı: eski padişah Selim lll’ü, yeniden tahta çıkar­ mak için İstanbul’a gelen Alemdar Mus­ tafa Paşa, kapalı bulduğu Akağalar kapısı’nı kırdırdı, kapı ile arz odası arasında, Selim lll'ün ölüsüyle karşılaştı. A K A İD çoğl. a. (ar. ‘akîde’nin çoğl. raka1id).Müslümanlıkta dinin inançla (iman ve itikat) ilgili esaslarını, kısa ve özlü bir biçimde anlatan genel kuralların tümü. Konusu biçimle (ibadet) değil, özle (iman ve itikat) ilgilidir. Bir bilim olmaktan çok, bir tür düstur (kural) sayılır. Nitekim, bü­ tünüyle tedvin edilmemiş (kitap haline ge­ tirilmemiş, saptanmamış), çeşitli dinsel ya­ pıtlarda parça parça belirlenmiştir. Allah’ ın varlığı ve sıfatları, melekler, kutsal ki­ taplar, peygamberler, kaza ve kader, ahiret hayatı gibi iman esasları, akaidin ko­ nusu içine girer. Basite indirgenerek halk için kaleme alınmış akaid kitaplarına ilmi­ hal adı verilir. —Tar. Ashab (Hz. Muhammet'in meclis­ lerinde ve konuşmalarında bulunanlar, sahabeler), akaidin bütün esaslarının Ku­ ran’da gösterildiğine, Peygamber'in de sözleri ve davranışlarıyla bunları açıklayıp tanıttığına inanır, bu konuda tartışmaya girmezlerdi. Ancak, İslam topraklarının genişlemesi, iç anlaşmazlıklar, başka din ve kültürlerin etkileri gibi nedenler, akaid konularında bazı tartışmaların başlaması­ na ve çeşitli mezheplerin doğmasına yol açtı. Bu durumu önlemek, akaide açıklık getirmek amacıyla birçok müslüman din bilgini eserler yazmak gereğini duydu. Ebu Hanife (öl. 756), ibn Kullâb (öl. 850), el-Muhâsibî (öl. 857), el-Gazâlî (öl. 1111) ve Ömer en-Nesefı (öl. 1142) bunların önae geleıiıerindendir. A k a ja n s (Akdeniz haber ajansı A.Ş.),



Lütfi Akadlı



A.Kadir İsa Çelik arşivi



Akağalar kapısı Topkapı sarayı



Akajans Uğur Reyhan'ın İstanbul'da kurduğu özel haber ajansı (1 mayıs 1976). Yönetici kad­ ro değişince, ajans Ankara'ya taşındı



242



AK A JU a. (fr. acajou). Mobc. ve Or­ manc. Tropikal ülkelerde yetişen ve odu­ nu mobilyacılıkta kullanılan orman ağacı. ( -> MAUN.)



♦ «sıf. 1. Bu ağaçtan yapılan eşya için kullanılır. —2. Bu ağacın rengine benze­ yen damarlı, kızıl kahve renk için kullanı­ lır. A K A K a. Yörs. 1. Akarsu yatağı; mec­ ra. —2. Irmak, dere, çay, küçük akarsu, ■—3. Su akışının hızlandığı yer. —4. Eği­ mi fazla olan yer.



■mm



A K A L A R -AKHALAR.



Besim Ömer



Akalın



Tıp Tarihi müzesi



rinden yaptığı çevirilerinin yanı sıra Halit Ziya Uşaklıgil (1953), Mehmet Rauf (1953), Erzurum manileri (1954), Edebi­ yat terimleri sözlüğü (1966), Türk manile­ ri (1972) gibi incelemeler yayımladı. A K A L IN (Şahap). türk tiyatro sanatçısı ve yönetmeni (İstanbul 1916- Ankara 1978). Devlet konservatuvarı yüksek bölümü’nü bitirdikten sonra Tatbikat sahnesi'nde (1943-1949), Devlet tiyatrosu’nda oyun­ cu ve yönetmen olarak çalıştı, ilk rejisi olan Alın yazısı'nı 1952'de sahneye koy­ du. My fair lady müzikalindeki rolüyle 1967'de Ankara Sanatsevenler derneği'nce en başarılı oyuncu seçildi. Ertesi yıl, Deli İbrahim oyunuyla en iyi yönetmen ödülüne değer görüldü. 1961 ’de Devlet tiyatroları ve bölge tiyatroları yasa tasarı­ larını hazırlayan kurulda görev aldı. En önemli reji çalışmalarından bazıları şun­ lar: IV. Murat, Cadı kazanı, Foto finiş, Çemberler.



; A K A L IN (Besim Ömer Paşa), türk hekim (İstanbul 1862 - Ankara 1940). Kosova rüştiyesi’nden sonra Askeri tıbbiye'yi ta­ bip yüzbaşı rütbesiyle bitirdi (1883). Dev­ let tarafından Paris'e gönderilerek başta A k a ll Dal, Hindistan'da siyasal parti  K A K İ, Etyopya’da kent, Addis AbeBoudin olmak üzere dönemin ünlü otori­ (tam çevirisi "Akali'ler partisi"; Akali.sih' ba'nın güneyinde; 17 300 nüf. Sanayi telerinin doğum kliniklerinde çalıştı. Yur­ lere bağlı bir mezheptir.). 1920'de kurul-: merkezi: dokuma (pamuklu) sanayisi ve da dönüşünde tıbbiyede fenn-i kıbâle (ço­ du. Öölgeci ve tutucu bir parti olan Akali metalürji. . cuk doğurtma bilgisi) ve ebeler muallimi Dal’ın önderlerinde biri, 1967’de "ölünce­ oldu. Kadın hastalıkları ve çocuk bakımı A K A K İO S (öl. 489), 471 'den 489’a ka­ ye kadar başkanlık görevini sürdüren Ta­ konularının kamuoyunda tanınıp benim­ dar İstanbul (Konstantinopolis) patriği, ra Singh’dir. Parti, yandaşlarının dayanış­ senmesini sağladı. Hastabakıcılık örgütü­ imparator Zenon'a Henotikon'u imzalattı masından ve din birliğinden destek aldı. ve papa Felix III tarafından aforoz edildi. nü kurdu. Tıp fakültesi'ne bağlı bir ebe 1966’da Eski Pencap’tan, sih çoğunluğu­ Bu anlaşmazlık sonucunda, Roma ile Do­ okulu açtırdı. Fakülte binasındaki doğum na dayalı yeni bir Pencap’ın ve Hindu ço­ ğu kiliseleri arasında, 484’ten 519'a ka­ kliniği yerine ayrı bir doğumevi binası ğunluğuna dayalı yeni bir Haryana’nın dar sürecek bir kopukluk oldu. yaptırdı. Hilali ahmer’i (Kızılay) yeniden oluşmasını sağladı. Pencap’ın ve Haryaörgütledi ve etkinliğe geçirdi. Himayei etna’nın günümüzdeki başkenti olan ŞanA K A L ya da EKAL sıf. (ar. akall). Esk. fal (Çocuk esirgeme kurumu), Süt'dam­ digarh kenti üzerinde hak iddia etti. 1. Daha az, çok az. —2. Değerce en dü­ lası, Veremle mücadele gibi derneklerin şük. —3. Akall-i kalil, en az, en aşağı. AK ALİFA a. (yun. akalyphos, çıplak, örkurucu ve yöneticileri arasında yer aldı. tüsüz'den). Her iki kıtanın sıcak bölgele­ Ferik rütbesine yükselmişken, Abdülha­ A K A L (Haşmet), türk ressam (Selanik rinde yetişen otsu ya da çalımsı bitki. (Bil. mit İl’ye olan yakınlığı nedeniyle II. Meş1918 - İstanbul 1961). İstanbul Devlet gü­ a. acalypha; sütleğengiller familyası; yak­ rutiyet’te (1908) rütbesi albaylığa indiril­ zel sanatlar akademisi’ni bitirdi (1946). laşık 200 tür.) di. Bu durum, halkın kendisine yine de Prof. Leopold Lövy’nin öğrencisi oldu. "paşa" demesini önleyemedi. Sıhhiye AKÂLİM ya da EKÂLİM çoğl. a. (ar. ik­ Öğrencilik yıllarında Yeniler‘ grubunun umum müdürlüğü yaptı (1912). ilk Darül­ lim ' in çoğl. akalim). Esk. 1. iklimler: karma resim sergilerine katıldı. Ankara fünun emini (rektör [1919]) ve Tıp fakül­ akâhm-i bâride (soğuk iklimler), akâlim-i Gazi eğitim enstitüsü ve Mersin lisesi’nde tesi'ne seçilen ikinci dekandır (1914). harre (sıcak iklimler). —2. Memleketler, resim öğretmenliği yaptı. Paris'e giderek 1921 ’de ikinci kez Darülfünun emini oldu. diyarlar. —3. Akâlim-i seba, yeryuvarlaAndre Lhote ve Fernand Leger’in atölye­ Üniversite reformunda kadro dışı kaldı ğının bölünmüş olduğu varsayılan yedi lerinde çalıştı (1951-1953). Paris'te (1953), (1933). Bilecik milletvekili olarak TBMM’ bölgesi. dönüşünde İstanbul'da açtığı (1954) ser­ de görev yaptı (1935-1940). Türkiye’de giler ilgi gördü. Toplumsal gerçekçi sanat AKALİSSO S. Tar. coğ. Anadolu’nun ilk tıp yıllığı Nevsâl-i âfiyet (4 c, 1889, anlayışını figüratif, nonfigüratif, geometrik Lykia bölgesinde antik kent. Antalya'nın 1900, 1904, 1906) onun tarafından ya­ yapıtlarında dile getirdi. Konu olarak İs­ Kumluca ilçesinde, ilçe merkezinin 27 km yımlandı. Kadın-doğum, çocuk hastalık­ tanbul'un çalışan kesimini, kimi zaman da kuzeyindeki tepelerde kalıntıları vardır: ki­ ları ve hijyen konularında 77 yapıt verdi. halk efsanelerinin kahramanlarını işledi. lise ve yapı kalıntıları, lahitler ve kaya me­ Başlıcaları: Sıhhatnümâ-yı aile (1886), 21. Devlet resim ve heykel sergisi'nde zarları. SıhhatnCımâ-yı izdivaç (1887), Sıhhatnümâ mansiyon kazandı. Yapıtları Ankara Milli AKALLİYET ya da EKALLİYET a (ar ■yı tenasül (1891), Tabib-i etfal (1898), Hıfkütüphane’de ve çeşitli koleksiyonlarda­ akall ve -/yyef’ten, akalliyyet). Esk. 1. Az­ zıssıhha (1899), Üzüm ve üzümle tedavi dır. lık. —2. Azınlık. (189^1), Çiçek hastalığı ve su çiçeği (1894), AK ALA a. Eskiden Çukurova ve Ege Çocuk büyütmek (1902), Hastabakıcılık A K A L P (Ayhan), türk afiş ve grafik sa­ bölgesinde geniş çapta yetiştirilen uzun (1915), Fenn-i vilâde (3 c, 1922), Nüfus natçısı (İstanbul 1929). İstanbul Devlet gü­ lifli amerikan pamuğu. (Çukurova'da aka­ meselesi ve küçük çocuklarda vefiyât zel sanatlar akademisi afiş bölümü'nü bi-‘ la 130'un yerini, ondan daha verimli ve (1923), Fen ve izdivaç (1924), Doğum ta­ tirdi (1952). Profesör Kenan Temizan’ın daha üstün lifli olan deltapin 15-21; Ege rihi (1932), Türk çocuğu yaşamalıdır öğrencisi oldu. Öğrencilik yıllarından baş­ bölgesinde akala 1086'nın yerini, ondan (1936). layarak serbest grafiker olarak çalıştı. Ka­ daha verimli ve üstün kaliteli olan koker A K A L IN (Lütfullah Sami), türk yazar (İs­ tıldığı yarışmalarda çeşitli ödüller aldı. Bel­ A/2 ve bundan üretilen nazilli 66/100 al­ li başlı yapıtları: Ziraat bankası amblemi, tanbul 1924). Ankara Üniversitesi Dil ve mıştır.) Tarih-Coğrafya fakültesi'ni bitirdi (1948). Zirai donatım kurumu amblemi, İstanbul' A K A L A N , Denizli'nin Acıpayam ilçesi, 1984'te doçent olduğu Boğaziçi üniver­ da Harbiye orduevi'nde dekoratif pano­ merkez bucağına bağlı belde; 3 308 lar. ' sitesi’nde öğretim görevlisidir. Dünya şii­ nüf. (1990). Belediye. PTT. A K A L A N , Samsun'un merkez ilçesi, Ayhan Akaip merkez bucağına bağlı köy; 686 nüf. Harbiye orduevi (Roof) dekoratif pano (1990). İstanbul —Arkeol. T. Makridi ve H. H. von Osten'in yaptığı araştırmalardan sonra, U. B. Al­ kım yörede incelemeler yaptı (1970). ilk tunç çağ ve hitit buluntularının yanında, Phrygialılar'ın Karadeniz kıyılarına değin yayıldıklarını gösteren buluntular açısın­ dan önemlidir. A K ’A K a. (ar. rakrak). Esk. Saksağan.  K A K A LLİS . Yun. mit. Minos'un kızı, Garamantlar'ın efsanevi atası.



Haşmet Akal



A k a le m , yedi Osmanlı saltanat sanca­ ğından birinin adı. Elviye-i Sultanî, alem-i padişahî adlarıyla da anılan yedi sancak­ tan biri yeşil, biri alaca (sarı-kırmızı), ikisi kırmızı, öteki ikisi de yeşil-kırmızı renkler­ deydi. Akalem adındaki beyaz sancak, asıl saltanat sancağıydı. Geleneğe göre, Anadolu Selçuklu sultanı tarafından bey­ lik simgesi olarak Osman Bey’e gönderi­ len sancak buydu. Akalem, yalnızca pa­ dişahın hazır bulunduğu yerlerde çekilir­ di. Sancağın gönderi ucunda altından bir alem bulunur, sefer sırasında bu bölüme Mushaf-ı Şerif takılırdı. Sancak üzerinde fetih ve zafer ayetleri yer alırdı. Öteki sal­ tanat sancakları mirialemin emrinde bu­ lunan alemdarlarca taşınırken, Akalem mirialem tarafındân taşınırdı.



AK A LA Z İ a (fr. achalaise\ yun. a, yok­ luk eki, ve khalasis, gevşeklik’ten). Sindi­ rim borusundaki herhangi bir bölümün öteki bölümlerle uyumlu biçimde hareket edememesi. (Bu durumda sindirim boru­ sundaki besinler ilerleyemez. Doğuştan megaözofagus ile megakolon, sindirim borusunun aşağı bölütündeki akalaziden ileri gelir.)



Akar aslss . ;



aS3 (Mithat), türk orkestra yöne­ ticisi ve besteci (İstanbul 1920 - Ankara 1984). Ankara Devlet konservatuvarı'nın yüksek besteleme ve orkestra yönetimi bölümlerini bitirdi; aynı kurumda müzik bilgisi, çalgı bilgisi ve kontrapunto öğret­ menliği yaptı. Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası’nda, Devlet opera ve baldsi’nde korepetitör, koro ve orkestra yönetme­ ni olarak çalıştı. "Konuk şef" sıfatıyla Nürnberg, Hannover, Bad Reichenhall filarmo­ ni ve senfoni orkestralarını yönetti. 19481958 arasında kendi orkestrası ile türk bestecilerini tanıtmaya yönelik konserler verdi. Besteleri: Üç orkestra parçası, Üf­ lemeli çalgılar için beşli, Yaylı çalgılar için prelüd ve füg, Batı enstrümanları ile türk müziği (300’e yakın beste), Koral prelüd ve envansion, Çıplaklar filmi için müzik. AfCAHSA, Kıbrıs'ın batısında, Hacısofu körfezinin güneyinde, üçgen biçimi bir çı­ kıntı oluşturan tepelik yöre. Ucunda Ar­ navut burnu vardır. A K A M A N IŞ L A R -> AHEMENİLER.



AK AM AN SİO N ya da A K A M A N S İA DCRYLATİOM. Tar. coğ. ilkçağ kenti Dorylation’un (Eskişehir) adlarından. Bu ad, yunan mitoloji kahramanlarından Theseus’un oğlu Akamas'tan kaynaklanır. A K A M A S , Truva savaşı’nda rol oynai mış üç kahramanın adı. Bunlardan Theseus ile Phaidra’nın oğlu Akamas, Kıbrıs’ ta bir koloni kurdu; Atina’daki Akamantia boyuna adını verdi. &KASMATSU. Harima’da(Japonya) daimyo ailesi. Bu ailenin bireylerinden Norimura ve Norisuke, XIV. yy.’da iki hane­ dan arasındaki savaşlarda büyük bir rol oynadılar. Ailenin son bireyi Mitsusuke, gözden düştü, şogun Aşikaga Yoşinori' yi öldürttü ve intihar etti (1441). AKAM BER a. AMBER’in eşanlamlısı. AKAMHY, -ti a. (ar. rakamet). 1, Kısır­ lık, verimsizlik. —2. Sonuçsuzluk, yarıda kalma: Akamete ve nedamete mahkûm bir teşebbüs. —3. Akamete uğramak, bir iş ya da girişim sözkonusu ise, yarıda kal­ mak, kesilmek, sonuca ulaşamamak: Mü­ zakereler akamete uğradı.



ÂKAMPSİS. Tar. coğ. Çoruh ırmağının ilkçağ'daki adı. AK AN sıf. Akmakta olan şey için kulla­ nılır. —Geom. ve Tek. res. Akan nokta, akan teğet, tasarı geometride, iki yüzeyin ara­ kesiti oian bir eğride herhangi bir nokta ve geometrik çizimi yatay ve alın izdü­ şümleriyle kapalı biçimde verilmiş olan bu noktadaki teğet. AKAM a. Kva öbeğine bağlı dil. Gana ve Fildişi Kıyısı'nda 5 milyon kişi tarafından konuşulur. (Eşanl. TVİ.) ■ A K A N (Tarık ÜREGÜL, Tarık -denir), türk sinema oyuncusu (İstanbul 1948). Çeşitli işlerde çalıştı; Gazetecilik enstitüsü'nü bitirdi. Ses dergisi yarışmasında birinci olarak (1971) geçtiği sinemada, önceleri “romantik jön" rollerine çıktı. Ay­ nı dönemde daha nitelikli yapıtlarda da rol aldı (Umut dünyası, Canım kardeşim, 1973; Esir hayat, 1974; Nehir, 1977). 1978'den başlayarak, özellikle toplumsal konulara yönelik, sanat kaygısı taşıyan filmlere ağırlık verdi (1978: Maden, Ka­ nal, Seninle son defa; 1979: Sürü, Adak, Demiryof, 1980-81: Yol: 1981: Deli kan: 1982: Derman, Kaçak; 1984: Pehlivan; 1985: Kan, Bir avuç cennet; 1986: Ses). Antalya şenliklerinde beş kez (1973: Suçlu: 1978: Maden: 1984: Pehlivan; 1989: Üçüncü göz, 1990: Karartma ge­ celeri) “en iy erkek oyuncu seçildi; 1985 Uluslararası Berlin şenliği"nde Pehlivan'daki oyunuyla “özel ödül" kazandı. A K A N A ya da A K S N E , Altay panteo­



nunda deniz tanrıçası. Altay yaradılış ef­ sanesinde, su (deniz) içinde yaşadığı, tan­



rı Ülgen dünyayı yaratmayı düşünürken, birdenbire su yüzüne çıkarak Ülgen’e akıl verdiği ve Ülgen’in bundan sonra yerle göğü yarattığı anlatılır. A kan a n u ru , Sangam'ın tamul derleme­ lerinden biri (IV.-IX. yy.). 13 ile 37 dize ara­ sında değişen, dört yüz şiiri içerir, insan yaşamının akam yönünü, yani iç yönünü, özellikle de sevginin iç yönünü işler. Bu­ nunla birlikte bu derlemede, krallar ve dö­ nemin bölgesel yöneticileri hakkında bir­ çok bilgi de yer almaktadır.



tinemi de denir). Edinsel akantositoz'a, al­ kolün neden olduğu sirozda, süt çocuğu ağır bir karaciğer-safra hastalığı geçirdi­ ğinde ve dalak çıkarıldığında (splenektomi) rastlanır. AKANTO Z a. (fr. acanthose). Der. hast. insan üstderisindeki Malpighi katmanının kalınlaşması. (Çoğu kez hiperkeratoz ile birlikte görülen akantoza, birçok deri



-AKANTHOS a. (yun. söze.). Mim. Özel­ likle korinthos sütun başlığında kullanılan ve akanthos yaprağından esinlenen be­ zeme motifi. (Eşanl. KENGER.) —ANSİKL. Sepet bölümü akanthos yap­ raklarıyla bezenmiş korinthos sütun baş­ lığının yaratıcısı, Vitruvius’un deyişine gö­ re, yunanlı heykelci Kallimakhos’tur (İ.Ö. V. yy. sonu). Başka bir görüşe göreyse, sanatçı bu motifi yalnızca yetkinleştirmiş­ tir. Önce natüralist, sonra klasik biçimde ele alınan bu yunan motifi, başka yapı öğelerine de gittikçe yayıldı (kıvrıkdallar, gülçeler); öte yandan yunan mimarisin­ den türeyen roma, bizans, gotik ve İslam mimarlıklarının bezemede esinlendikleri bir motif oldu. AKANTHO S. Esk. coğ. Makedonya'da (Khalkhidike'de) kent. Kserkses’in Khalkhidike’yi Akte yarımadasına (Athos dağı) bağlayan kıstağı bir kanalla kestiği yerin yakınında. Günümüzde Yerissos. Â K A N T İT a. (fr. acanthite'den). Miner. Ortorombik doğal gümüş sülfür Ag2S. AKAN TO SYA a. Birinci Zaman’da ya­ şamış fosil balık. (Placoderma cinsi balık­ ları andıran, köpekbalığı görünümünde, vücudu üst üste binişmiş küçük pullarla kaplı, çift yüzgeçleri iğneye dönüşmüş bir balık olan akantodya, silures devrinden permie devrine kadar yaşamıştır. (Bil, a. acanthodia. Bazı bilginlere göre bu ba­ lıklar acanthodea adıyla ayrı bir sınıf oluş­ turur.) A K AN TO LİZ a. (fr. acantholyse). Der. hast. Deri dokusu lezyonu. (Dezmozomların (hücrelerarası bağlantı köprüleri] kopması sonucu üstderideki Malpighi kat­ manında bulunan hücrelerin birbirine ya­ pışma özelliğinin azalması ve bunun so­ nucunda üstderinin içinde kabarcıklar oluşmasıyla belirir.) AKANTOM a. (fr. acanthome). 1. Üst­ derideki Malpighi katmanında gelişen de­ ri uru. --2 . Açık renk hücreli akantom. Robert Degos ve Jean Civatte’ın tanım­ ladığı tehlikesiz deri uru. (Üstü mühür bi­ çiminde bir kabukla kaplı tek bir kabar­ cık halinde bacaklarda belirir.) AKÂNTOR a. (fr. acanthor). Acanthocephali şubesinden kurtların mikroskop­ la görülebilecek kadar küçük, dikensi kurtçuğu. (Bir eklembacaklının bağırsa­ ğında yumurtadan çıkar, oradan kan boş­ luğuna geçer ve son konağına [bu hep omurgalı bir hayvandır] geçmeden önce orada kistleşir.) ASCAMTOSİT a. (fr. acanthocyte). Ayıpençesi (acanthus) yaprağı biçimindeki alyuvar. (Düzensiz zar çıkıntılarının etki­ siyle biçimi bir daha düzelmemek üzere bozulmuş, değişik boy ve biçimde, taba­ nı geniş ve tepesi yuvarlak bir alyuvar çe­ şididir. Bu özellikleriyle ekinositten ayrılır.) AKANTO SİTOZ a. (fr. acanthocytose). Alyuvarların yapısal anomalisi. (Çeşitli hastalıklar sırasında görülür ve çoğunluk­ la hemolitik bir anemiye eşlik eder.) —ANSİKL. Ailevi ve edinsel olmak üzere iki çeşit akantositoz vardır. Ailevi akantositoz ya da Bassen-Konzweig sendromu, ender rastlanan ve otozomik çekinik ola­ rak geçen kalıtımsal bir hastalıktır. Alyu­ var anomalisi ile birlikte bağırsaklarda emme bozukluğu, pigmenter retinit, ataksi ve kanda betalipoprotein yokluğu gö­ rülür (hastalığa bu nedenle abetalipopro-



urunda [siğil, papilom] ve tehlikesiz dermatozlarda [sedef hastalığı, düz liken] rastlanır.) [Eşanl. HİPERAKANTOZ.] —Vet. Özellikle köpekte görülen ve en çok deri kırışıklıklarında aşırı keratozlaşmayla ve deride pigment birikmesiyle be­ lirginleşen deri hastalığı. AKANTOZİS NİGRİKANS a. Paraneoplastik deri sendromlarından biri olan ve -ender görülen dermatoz. —ANSİKL Akantozis nigrikans, çoğunluk­ la koltuk altında, ense, makat ve cinsel or­ gan bölgelerinde beliren ve deriye "kirli deri" görünümü veren, bakışık, külrengi plaklarla başlar. Üzeri pürtüklenen ve me­ memsi kabarcıklarla örtülen bu plaklar ya­ vaş yavaş kararır. Gençlerde görülen (ka­ lıtımsal) tehlikesiz biçimleri de vardır. Do­ ku muayenesinde, kötücül hücrelere rast­ lanmasa da, olayların yarısından fazlasın­ da akantozis nigrikans bir iç organ kan­ seriyle, özellikle mide kanseriyle birlikte görülür. Dermatoz kanserle eşzamanlı olarak ya da daha önce meydana çıkar; bazen hiçbir klinik belirti vermeyen bir kanserin ortaya çıkarılmasını sağlar. A K ANTO ZO İT a. (fr. acanthozoide' den). Zool. Hidra kolonilerinde savun­ mayla görevli polip. (Ağızsız, dokunaçsız ■ ve üreme organsızdır.) [Eşanl. DAKTİLO-



Şahap Akalın Mangalı Don Ûuijote adlı oyunda (1971) Ankara Devlet tiyatrosu



Tarık Akan Şerif Gören’in Kan filminden bir sahne Gelişim arşivi



ZOİT]



AKANY9I.S1Z a. Gökbil. METEOR’un eşanlamlısı. A K A R sıf. ve a. 1. Sıvı, mayi. —2. Aka­ rı, kokan yok, akıntı ve koku ile kendini gösteren bir hastalığı yok. AKAR a. (ar. ’akat). Esk. Gelir getiren ta­ şınmaz mal. Â K A R (Necip), türk eczacı ve sanayici (İstanbul 1904 - ay.y. 1957). Eczacılık mektebi’ni bitirdi (1924). Gripin Laboratuvan 'nı kurdu (1933). Türkiye’de ilaç ve te­ mizlik malzemesi üretim ve tanıtımında çağdaş yöntemleri uyguladı. Yerli ilaç sa­ nayisinin önderlerinden sayılır. Kuşkulu bir deniz kazasında boğularak öldü. Â K A R (Nasuh), türk güreşçi ve çalıştırı­ cı (Yozgat 1925 - Ankara 1983). Güreşe Eskişehir’de başladı (1942). Olağanüstü tekniğiyle tanındı. Avrupa İkincisi (1946), Londra olimpiyatları şampiyonu (1948), Avrupa şampiyonu (1949) oldu. Dünya



akanthos korinthos sütun başlığı Epidauros müzesi İ.Ö. IV.yy. sonu



Akar 244



AKARLARIN



SINIFLANDIRILMASI



s a rc o p tlfo ,



AKARLAR ro s tr u m



:®VS(denj t e o ia p s Uropoda



r^ C H N e l u d a e A r m e n ü ru s (s u d a yaşar)



m e s o s tlg n ra ta d e r m a n y s s id a e



ERYTHREİDAE



k ırm ız ı a k a r ( T h r o m b ic u la a u tu m n a lis )



p e y n ir a k a rı ( T y r o g ly p h u s s iro )



E ry th ra e u s ( b a ­ c a kla rı tü ylü )



Throm bicula



(trakelerle th r o m b İC u u d a e



kelisetlet



^



birleşik) TMROMlB®'D,kE



0 p k 'O A C A f)i OAE



AKARLAR



1 so lu n u m de likle ri bacakla rın arka sın d a 2 trakeler b a c a k la ra yakın



şampiyonluğunu kazandığı yıl (1951) gü­ reşi bıraktı. Kulüplerde ve milli takımda çalıştırıcı olarak görev yaptı. AKARAMBER a. Bot. SIĞLA’nın e ş a n ­



k e lis e r kılıfı



y u ta k



lam lısı.



ağız rostromunun ayrıntısı ( b o y u n a k e s it)



y a p ış ıc ı o r g a n pençe .



bir pençenin ucu



fi



(ü z e rin d e k e lis e r v e p e d ip a lp b u lu n a n m a h m u z b iç im in d e a ğ ız lı (ro s tru m ), y u v a rla k ç a g ö v d e li ö r ü m c e ğ im s ile r -la r v a la r ı g e n e llik le a ltı b a c a k lı)



ı ™ro.Tii>'*r" h ip o s to m



k e lis e r



Dermanyssus



^°T0STIr 4



altsınıf



AKÂRAT çoğl. a. (ar. 'akar'ın çoğl. cakârâf)n.Esk. Akarlar, gelir getiren taşınmaz mallar. —2. Akârat-ı mevkufe, vakıflara bağışlanmış, gelir getiren taşınmaz mallar. AKARCA a. Yörs. 1. Akarsu. —2. Sü­ rekli olarak akan çeşme. —3. Kaplıca.



3 kalça eklem leri oynak; trik o b o triy u m yok 4 v ü c u d u n ö nü ve arkası iyice b elirgin



kozalağa benzer hareketli bir bölüm, bu bölümün yanlarında birinci çift eklentiler [zehir çengelleri] ve onların altında ikinci çift eklentiler [pedipalp], ucunda da ağız bulunur. Sayıca zengin olan türlerinin ço­ ğunluğu zararlı asalaktır.) — ANSİKL. A k a rla rın b irç o k tü rü m e y v e a ğ a ç la rı için zararlıdır: Panonychus ulmi, 0 ,4 m m b o y u n d a , to p a rla k ç a v e kırm ızım ­ sı (dişi); u z u n c a v e be y a z ım s ı (erkek); Bryobia rubricolus, ç izg ili esm er; Tetranycus viennensis u z u n silin d irim s i b iç im d e .



Akarlar, özellikle yapraklara saldırır. Üs­ tünde kabartılar oluşan ve gri bir renk alan yapraklar erken dökülür. Bu böcek­ ler en çok elma, armut, kiraz, erik, şeftali ağaçlarına ve asmaya dadanır. Kimi et’ Tİnenler, bitkiyle beslenen akarların üreyip çoğalmasını kolaylaştırır: iklim (sıcak ve kurak yaz), tarım (bakım, gübreleme) ve A K A R Ç A Y , esk Mengelli, Megelli, canlılar (doğal düşmanların bulunmaması Tokat'ın Almus ilçesi, merkez bucağına ya da yok edilmesi, akarlara az ya da bağlı belde; 1 571 nüf. (1990). Belediye. çok duyarlı bitkilerin ekimi). Akarları avla­ PTT yıp; yiyen pek çok böcek türü vardır: A K AR Ç A Y, içbatı Anadolu'da akarsu. ikikanatlılar (mazısineği), kınkanatlılar Yazılıkaya platosundan ve SincanlI ova­ (uğurböceği), heteroptera (malacocoris). sından gelen derelerin birleşmesiyle olu­ Akarların zararlı türlerini öldürmek için şur. Uzunluğu 130 km. Tektonik bir akarisit bileşikleri belli bir evrede, en uy­ çöküntü alanı olan Afyonkarahisar ovası­ gun zamanda kullanılmaktadır. Bunun nın doğrultusunu izleyerek G.-D.'ya yöne­ için üç elverişli dönem seçilebilir: 1. kış so­ lir. Önce Eber gölüne ve bu gölün Eber nunda durgunluk evresi sona ererken akarı denilen gideğeni ile Akşehir gölü­ (yumurtaların üstüne öldürücü ilaç atılma­ ne dökülür. sı); 2. ilkbaharda, yaz yumurtalarını yu­ AK ARDİY a. (fr. acardite). Fişekç. Nitmurtlamadan önce ilk döle karşı öldürücü roselülozlu itici barutlarda kararlılaştırıcıilaç uygulanması; 3. bitki büyümesi sıra­ lar grubu. sında yaz yumurtalarının üstüne öldürü­ cü ilaç püskürtülmesi. AKARET a. (ar. cakâret). Esk. Kiraya ve­ Akarların insan üzerinde gerek dışasarilerek gelir elde edilen ev, dükkân. lak ve sağlık bozucu olarak (uyuzböceA k a re tle r, İstanbul’da, Beşiktaş’ta va­ ği, demodex ve tesadüfen deriye yapışan kıf konutları ve bu yapıların bulunduğu kırmızıkurt, vb.), gerek alerji yaratıcı ola­ semt. Abdülhamit II, mimar Sarkis Balrak (süprüntü akarlarından ileri gelen as­ yan’a saray çalışanları için konut olarak tım; deri yiyici akarların ev tozu yaptırdı (XIX. yy. ortası). İstanbul’da biti­ alerjisindeki önemli rolü) doğrudan doğ­ şik düzende toplu konutların ilk örneği ruya hastalık yapıcı etkisi vardır. Keneler olan yapılar bugün Vakıflar genel müdürbulaşıcı hastalıkların (boreliyoz, riketsiyoz, lüğü’ne bağlanmıştır. bazı arbovirozlar, tülaremi) taşıyıcısı oldu­ ğundan akarlar dolaylı olarak hastalık et­ AK AR İS İT a (fr. acanc/de'den). Hay­ menidir. Akarlar hayvanlar için de vanlarda ya da bitkilerde asalak yaşayan zararlıdır; Acarapis woodi, arıların solu­ akarları öldürmeye yarayan madde. num aygıtında bulaşıcı bir hastalığa yol AKARİYOZ a. (fr. acariose). Akarların açar. Trakelere (ilk çift) girerek, orada ço­ insanda ve hayvanda yaptığı hastalık. ğalır ve doku bozuklukları yaratarak arı­ AKARLAR a. Genellikle diskimsi topar­ ların güçten düşüp ölmesine neden olur. Kovanlara, arılara zararı dokunmayıp yal­ lak gövdeli, örümceğimsi böcekler altsı-nız akarları öldüren duman verilerek has­ nıfı. (Bu hayvanlarda gövdenin önünde A K A R C A , Uşak’ın SivaslI ilçesi, mer­ kez bucağına bağlı köy; 191 nüf. (1990). Ufuk Esin ve Nezih Fıratlı'nın araştırmala­ rında, keman biçimli idollerin bulunduğu ilk Tunç çağ gömütlüğü ortaya çıkarıldı.



talığı yok etme yoluna gidilir. Â K A R N A N , yunan kahraman. Akhelı os ırmağının kızı olan Kallirrhoe ile Alkmı on’un oğlu. Akarnanialılar’a adını verdi A K A R N A N İA , Yunanistan’ın batı kes minde bölge, Patras ve Arta körfezleı arasında; Akheloos ırmağı tarafından su lanır. Bölgede yaşayan halkların (Akarna nialılar ya da Akarnanlar) oluşturduklar konfederasyon, İ.Ö. 225’e doğru Makedonyalılar’ın egemenliğini kabul etmek zorunda kaldı. İ.Ö. 146’dan başlayarak bölge, Roma'nın Akhaia eyaletine katıldı. Günümüzde Etolya ya da Aitolia-Akarnania nomosuna bağlıdır. B AKARSU a. Durgun suya karşıt olarak, yeryüzünde ve yeraltında akan bütün su­ lara verilen genel ad. —Çevrebil. Hızlı akarsu fasiyesi, hızlı akan tatlı sulara (seller, çağlayanlar, ırmakların ivinti yerleri, vb.) özgü fauna ve floranın ve ölçülebilir fiziksel-kimyasal niceliklerin tümü. —Kuyumc. Platin üzerinde, bir dizi elmas ya da pırlantadan oluşan gerdanlık. —Yerbil. ve Jeomorfol.Akarsu çökelleri, akarsuların taşıyıp çökelttiği kara kökenli tortullar. || Akarsu morfojenezi, akarsula­ rın döküntüleri taşıyıp çökelterek yaptığı etkinin sonucu. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Jeomorfol. Bir yatakta topla­ nan akarsuların morfojenez üstünde oy­ nadığı rol çok önemlidir: döküntülerin karalar üstünde çok uzaklara taşınması, olgunun ana sürecini oluşturur. Ayrıca ne­ hirler ve ırmaklar geniş coğrafi bölgele­ rin evrimini etkiler. Akarsuyun etkilerini, gerçek anlamda yüzeyden eritme olayından çok, bir taşın­ ma mekanizması olarak görme eğilimi vardır. Gerçekten de, akarsular sağlam yerli kayaçları çok yavaş etkiler. Yuvarlak çakıllardan ve kumlardan oluşan aşındı­ rıcılar taşıması koşuluyla, burgaçlar, kayaçta dev oyuklar açar, kanalcıklar kazır ve eteklerini oyarak çağlayanların gerile­ mesine neden olur; ama bütün bu olay­ lar çok yavaş gelişir. Bununla birlikte akarsu yatağı, yalnızca gevşek kayaçlar içinde ve döküntülerin boyu akıntının ta­ şıma gücünü aşmadıkça hızla kazılır ve bir "yoğuşma yüzeyi" oluşur. Bu oluşum . sağlam yerli kayaç yüzeylenmesi kadar etkili biçimde gelişimi durdurur. Akarsu etkileri, su yükünde bulunan kı-



akasma rıntılı iri maddelere sıkı sıkıya bağımlıdır (çevrinti sırasında aşındırma işlevi gören yuvarlak çakıllar ve kumlar, cilalayan li­ monlar). Ayrıca akarsuyun etkisi iklime göre de değişir. Ilıman bölgelerde meka­ nik parçalanma güçlüdür ve nehirler önemli miktarlarda döküntü taşır; bu yük­ ten yararlanarak yataklarını yerleştirir, dü­ zenler ve kuramsal denge profiline yönelir. Ayrıca nehirler dik kıyıların altını oyar, set biçiminde kum ve çakıl yığar, et­ kin menderesler çizer, sert kayaç kütle­ lerini yararak boğazlar oluşturur. Tersine, nemli tropikal kuşakta bulunan ırmaklar aşındırıcıdan yoksundur. Yoğun bitki ör­ tüsü dik kıyıların alttan oyulmasını ve ya­ maçlardan gelen iri döküntülerin ırmağa ulaşmasını önler; kayaçları çürüten güç­ lü kimyasal ayrışma, ırmaklara taşınacak madde olarak limonlardan başka bir şey bırakmaz. Irmak ayrışmaya elverişli kayaçları yardıkça yatağı biçimlenir ve yal­ nızca ince maddeler taşıdığından çok hafif bir eğim kazanır: Ama, yatakta kim­ yasal ayrışmaya dayanıklı bir kayaç seti ortaya çıkarsa nehir bunu yaramaz, ivin­ tiler halinde seti aşar. Bu noktada denge profili kavramı anlamını yitirir. Soğuk iklimlerde yaygınlaşan donla parçalanma ve buzul çevresi akışı nede­ niyle yamaçların katkısı oldukça büyük-



Merkezi Akarsu (esk. Istilil); 3 652 nüf. (1990). AKARSU, rumca Akurso, Kıbrıs’ta, Baf ilçesine bağiı köy; Baf m yaklaşık 15 km kuzeyinde. AKARSU (Mediha), türk seramik sanat­ çısı (İstanbul 1918- ay.y. 1976). Ankara Kız Teknik öğretmen okulu’nun resim bö­ lümünü bitirdi (1940); aynı okulda resim öğretmeni olarak görev aldı. Seramiğe yönelen sanatçı, yurt içi ve yurt dışı grup sergilerine katıldı, kişisel sergiler açtı. Sa­ natçının yapıtlarında en belirgin özellik, hi­ tit kaynaklarına yönelmesidir. Özellikle pano çalışmalarıyla tanınır. Çanakkale se­ ramik yarışmasında birincilik ödülü kazan­ dı (1970). AKARSU (Bedia), türk felsefeci (İstan­ bul 1921). Doktorasını Ernst von Aster ve’ Joachim Ritter ile yaptı. 1960'ta doçent, 1968’de profesör oldu, 1960’tan 1984’e kadar İstanbul Üniversitesi’nde sistema­ tik felsefe ve felsefe tarihi okuttu; bölüm başkanıyken isteğiyle emekliye ayrıldı. 1963’ten '1983’e kadar Türk Dil kuru­ mu’nda yönetim kurulu üyeliği yaptı. Da­ ha çok kültür, ahlak ve dil felsefesiyle il­ gilenen Akarsu Humboldt, Scheler, Kant ve çağdaş felsefe üzerine çalışmalarıyla, özellikle de Felsefe terimleri sözlüğü’yle,



akarsu Melendiz Nevşehir



çî



alın buzultaş yayı, geçiş konisi; buradaki akarsu-buzul oluşumunun öğeleri akıntı aşağı yönünde birleşir ve daha iyi kat­ manlaşır). AKARSUCUL sıf. Akarsularda yaşayan hayvan ve bitkilere denir. AKARSU-DELTA sıf. Jeomorfol. Akarsu-delta süreci, çökeli ve biçimi, nehirle­ rin zayıf gelgitli ya da kapalı denizlerde ağızları üstünde yaptıkları etkiyle ilgili sü­ reç, çökel ve biçim. AKARSU-DENİZSEL sıf. Özellikle ha­ liçlerde, ırmak ve denizin ortaklaşa etki­ sinin yol açtığı süreçlerin, çökellerin ve yer biçimlerinin topluluğu için kullanılır. AKARSU-GÖLSEL sıf. Akarsu ve göl kökenli karma karasal tortullara denir. (Akarsuların getirdiği kırıntılı bölümün [kum, kil] üstüne, göl suyu içinde eriyik karbonattan kaynaklanan kireçli bir taba­ ka çökelir.) A K A R Y A K IT a. Sıvı yakıtlara verilen g en el ad. ( -*



p e t r o l , y a k i t .)



—Ask. Akaryakıt ikmali, silahlı kuvvetler­ de, araç ve gereçlerin akaryakıt gereksi­ nimini karşılamak için verilen hizmetin adı. (Bk. ansikl. böl.) —Denize. Akaryakıt gemisi ya da tanke­ ri, sıvı yakıtları dökme yük biçiminde ta­ şımak için özel olarak yapılmış gemi. —Havc. Akaryakıt tankeri, sabit dağıtım ağı bulunmayan havaalanlarında uçak­ lara yakıt vermeye yarayan sarnıçlı kam­ yon. —Uz. havc. Akaryakıt taşıtı, sıvı ergolu ta­ şımada ve fırlatıcı füzenin yakıt tankını dol­ durmada kullanılan sarnıçlı taşıt, — A N S İK L . Ask. ikmal akışı, akaryakıtın ana ikmal depolarından kıta ve kuruluş­ lara varil ve tankerlerle taşınmasıyla sağ­ lanır. Birlikler üzerinde araç deposu, çan­ ta bidon ya da varillerde saklanan kıta pa­ yı akaryakıt bulunur, ikmalde temel kural, bir harekât sırasında uygun bölgelerde açılacak dağıtım noktalarını işleterek sarfedilen kıta payı akaryakıtın yerine yenis ' sağlamaktır. Hava kuvvetlerinde bu hizmet, meydanların çevresinde kurul­ muş depolardan tankerlerle; deniz kuv­ vetlerindeyse üslerin yakınındaki depolar­ dan tanker filolarıyla yapılır. AK A S A K A , Edo'da (Tokyo) semt. (Adı, Tadomusa'nın XVII, yy.'da kurduğu ünlü kılıç bileyicileri ailesine verilmiştir.)



tür. Kışın donan ırmaklar, karların erimesiyle oluşan gerçek su akıntısı ya­ maçlardan gelen döküntülerin tümünü boşaltamaz. Dolayısıyla vadi tabanları bi­ rikinti altında kalır. Böylece, temelde bütün iklimlerde öz­ deş olan hidrodinamik mekanizmalar, çe­ şitli morfoklimatik kuşaklarda çok farklı biçimlerde işler ve kuşakların her birine özel bir morfojenetik evrim kazandırır; bu nedenle büyük inşaatlarda ve çevre dü­ zenleme çalışmalarında sözkonusu evri­ min bilinmesi zorunludur. —Huk. Türk. Med. k.'nun 641. maddesi­ ne göre akarsular kamuya aittir. Devlet bunların özel mülkiyete girmesine izin ver­ mez; ancak yararlanma hakkı tanır. Akar­ sulardan yararlanma, çeşitli biçimlerde olabilir. Kural olarak, herkes akarsulardan yararlanabilir. Kamuya ait akarsuların özel mülkiyete konu olamayacağı çeşitli yargıtay kararlarında açıklanmıştır. Akarsu­ lar, çevre halkının gereksinimlerini karşılamazsa nöbetleşe olarak kullanılır. A K A R S U , esk. Alakilise, Erzincan’ın Refahiye ilçesine bağlı bucak; 2 036 nüf. (1990); 20 köy. Merkezi Akarsu (esk. Alakilise); 145 nüf. (1990). Â K A R S U , Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı bucak; 14 740 nüf. (1990); 25 köy.



■A K A S M A a. 1. Kuzey yarımkürenin ılı­ man bölgelerinde yetişen, genellikle tır­ manıcı, çokyıllık bitki. (Bil. a, elematis; düğünçiçeğigiller familyası.) —2. Halk hek. Akasma kökü, şeytanşalgamı (Bryonia alba ve B.dioica) köküne verilen ad. ( — türkçenin felsefe dili bakımından zengin­ Ş EY TA N Ş ALG A M I.) leşmesine katkıda bulundu. Yapıtları: W. — A N S İK L . Akasmanın çiçeklerinde taçvon Humboldt'ta dil-kültür bağlantısı yaprak yoktur, az çok gelişmiş 4 ya da 8 (1955); Max Scheler'de kişilik problemi çanakyaprak, çok sayıda erkekorgan ve (1962); Modern toplumda kadın (1963); dökülmeyen bir dişiorgan bulunur. Aken Mutluluk ahlakı (1965); Kantin ahlak fel­ sefesi (1968); Atatürk devrimi ve yorum­ lan (1969); Felsefe terimleri 'sözlüğü (1975); Çağdaş felsefe (1979). AK ARSU (Sabri Gunay), türk tiyatro eleştirmeni ye yayımcı (İstanbul 1933ay.y. 1982). Öğrenimini _İTÜ elektrik fakül­ tesi’nde yaptı, 1958'den başlayarak sü­ rekli tiyatroyla, özellikle de gençlik tiyat­ rolarıyla ilgilendi. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde oyun eleştirileri, kuramsal ya­ zılar yazdı. İTÜ Sanat kulübü tiyatrosu’ nu kurdu. Oyun (1963-1966, 1979-1980), Tiyatro 70 (1970) dergilerini yayımladı, iz­ lem yayınevi'ni (1962), ayrıca 1975’te İz­ mir'de amatörlerden oluşan Merhaba Gösteri topluluğu'nu kurdu ve yönetti. AKARSU-BUZUL sıf Buzulların erime­ siyle beslenen akarsuların etkisi sonucu oluşmuş çökel ve topografik biçimler için kullanılır. (En belirgin akarsu-buzul olay­ ları Dördüncü Zaman buzullaşmalarının gerileme dönemlerinde gelişti.) || Akarsu -buzul topluluğu, buzuldan akarsuya ge­ çişte oluşan çökellerin tümü (dil çanağı,



ç iç e k



büyük çiçekli küçük çiçekli



akasma



245



^ nun suda kaynatılmasıyla hazırlanır. Ka1 dıhindi deri sepilemesinde, kumaş boyamada ve tıpta kullanılır. Akasyanın bazı türleriyse, özellikle A.arabica ve A.Sene­ gal, hücre erimesiyle oluşan ve halk ara­ sında "arap zamkı" adıyla anılan bir zamk verir. Tanen bakımından zengin olan akasya kabukları dericilikte kullanı­ lır, Akasyanın Afrika’nın Sahel ve Sudan -Sahel bölgelerinde yetişen bazı türlerinin (A. albida ve A. seyal) yaprakları ve ba­ dıçları gevişgetiren hayvanlarca yenir, iki akasya türünde (A. sphaerocephala ve A. fistula) karınca toplulukları barınır. AKAŞA, hindu evrenbiliminin maddesel, ama son derece ince beş öğesinden bi­ rini belirten sanskritçe sözcük. Sesin mad­ desel dayanağıdır.



AKAŞİ, Japonya’da kent, Honşu ada­ akasma



biçimindeki meyvesi pek çoktur ve her aken genellikle çepeçevre tüysü sorguç­ larla kaplıdır. Büyük çiçekli ve odun göv­ deli akasmalar, çoğunlukla süslü ve çok gelişmiş çanakyaprakları nedeniyle bah­ çelerde yetiştirilir (Clematis campanitolia, C.lagunisa, C.viticella, C.patens), küçük çiçekli ve odun ya da yarı-odun gövdeli akasmalar (C.vitalba) batı Avrupa'nın yerli türüdür (çit akasması). Ayrıca bir yıllık ot­ su akasmalar da vardır (C.recta). Akas­ maların bazı türlerinden (C.recta ve C.vi­ talba) homeopatide yararlanılan bir boya çıkarılır. Akasma, ormanda ağaçlara sa­ rılarak zarar verir.



sının güneyinde, Kobe’nin batısında; 270 728 nüf. (1990). Kimya ve dokuma sana­ yileri. Motor v a D im ı. A K A Ş İ M ORİŞİGE, Okayama (Bizen eyaleti) daimyo'su. Tokugava ieyasu’ya karşı kahramanca dövüştü ama yenildi, sonra Osaka’da Hideyori'ye katıldı ve Tokugavalar'a karşı ona yardım etti. 1615’te Tokugavalar kenti ele geçirince, Morişige oradan kaçma olanağını buldu. 1618’ de öldü. 1596’da, Jean Akaşi Kamon adıyla hıristiyan olmuştu. A K A T a. Aşık ve bilye oyunlarında kul­ lanılan, içi oyulup kurşun akıtılarak ağır­ laştırılmış boyalı kemik. (Aşık ve bilyeler bununla vurulur; çoğu, aşık kemiğinden yapılır.) AKATAFAZİ a. (fr. akataphasie; yokluk belirten a ile yun. olumlama eylemi anla­ mına kataphasis’ten). Psik. Sözsel anla­ tım bozukluğu. Daha çok sözdiziminin dü­ zensiz oluşuyla kendini gösterir. (Akatafaziye, genellikle, şizofrenide rastlanır.)



AKASTO S, Tesalya'nın efsanevi kralı; Argonautlar’dan biri. Kız kardeşleri tara­ fından öldürülen babası Pelias’ın onuru­ na yas törenleri düzenledi. Peleus tarafın­ dan öldürüldü ya da tahttan indirildi.



ü y Yeni dünya akbabalarından (samhamphus papa)



AKASYA a. 1. Genellikle hep yeşil yap­ raklı ve dikenli ağaç ya da ağaççık. (Bil. a. acacia; baklagiller familyası.) [Başta Avustralya olmak üzere (300 tür) sıcak ılı­ man ve yarı tropikal bölgelerde kendili­ ğinden yetişen 600 türü içerir.] —2. İstan­ bul akasyası, batıkların gülibrişim (albizzia) adlı süs ağacına verdikleri ad. || Sa­ van akasyası, Parkinsonia aculeata'mn yaygın adı. || Yalancı akasya (Robinia pseudoacacia), salkımağacının öbür adı.



A K ATALAZEM İ a. (fr. acatalasĞmie' den). Patol. Katalaz eksikliği. (Doğuştan gelen akatalazemi, otozomik çekinik ola­ rak geçen ailevi oir hastalıktır. Özellikle



( - SALKIMAĞACI.)



baş ayrıntısı A. arabica meyveler ve çiçekler



X



pençe ayrıntısı



AKASYALAR



A. catechu çiçek ve çiçeklikler



A. decurrens



—ANSİKL. Çok değişik biçimleri bulunan akasyanın çiçekleri genellikle sarı, bazen beyaz ya da kırmızı renkte, başak ya da toparlak baş biçimindedir; erkekorganlar çok sayıda ve çıkıntılıdır. Meyve baklam­ sıdır. Yapraklar, kimisinde tüysü bileşik, kimisinde, özellikle Avustralya’da yetişen türlerin çoğunda yeşil lam halinde yaprak sapı biçimindedir; bu da onlarda terleme­ yi önemli ölçüde azaltır. Acacia heterophylla türündeyse bu özelliklerin tümü bir arada görülür. Birçok akasya türü (en başta A.dealbata, A.decurrens, A.baileyana, A.longifolia) bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. "Kadıhindi” denen bir madde, Çin’de ve Birmanya’da Acafec/ıu’nun odunu-



Uzakdoğu'da, daha ender olarak Avru­ pa'da görülür. Ağız yaraları ile belirir.) A k a ta le p to s m an a stırı, Meryem Diakonlssa da denir -> KAlENDERHANE CAMİSİ.



A KATHEKSİS a. (fr. yokluk öneki a ile içermek anlamına yun. katheksis'ten). Psikan. Bazı yazarların, dürtünün psişik temsilcisi düzeyinde, affekt kuvantumu ile temsilci-tasarım arasındaki ayrımı belirt­ mek için kullandıkları terim. A K A T İZ İ a. (yun. a yokluk eki ve kathizis, oturma eylemi; fr. akathisie'den). Nörol. Nevralji, miyokloni ve Parkinson sendromuna tutulmuş kişilerde görüldüğü gi­



bi oturur durumda kalamama. (Özellikle nöroleptiklerle tedavi sonucu meydana çı­ kan Parkinson sendromunda belirgin­ dir.) ÂK AY LA R (Celâl), türk obuacı (İstanbul,1920). İstanbul Belediye konservatuvarf nı bitirdi, İstanbul Şehir orkestrası'nda uzun yıllar çalıştı. İstanbul Devlet senfoni orkestrası kurulunca birinci obuacı olarak görev aldı. AKÂTLI (Füsun), türk yazar ve eleştir­ men (Ankara 1944). Eleştirilerinde 1960 sonrası türk edebiyatında, özellikle ön­ cü yazarların yapıtlarını ele aldı. Yaz ba­ şın^ neler gelir (1980), Edebiyat defteri (1987), Felsefe kıyılarında (1989) adlı eleştiri, inceleme ve deneme kitaplarını yayımladı. AKÂYEV (Askar), kırğız devlet adamı (Kızıl Bayrak, Kemin vilayeti, 1944). Le­ ningrad Mekanik-optik enstitüsünden mezun oldu. Moskova Mühendislik ve fi­ zik enstitüsünde doktora yaptı. 1976'da Kırgızistan'a dönerek Blşkek Politeknik enstitüsünde kürsü başkanlığı yaptı. 1989’da Kırgızistan Bilimler akademisi başkanı oldu. Aynı yıl milletvekili seçilen Akayev, 27 ekim 1990’da Kırgızistan par­ lamentosunca cumhurbaşkanı seçildi. 19-21 ağustos 1991 tarihlerindeki darba girişiminden sonra SBKP ve KKP icra ko­ mitesinden istifa etti ve muhafazakâr çev­ relere karşı mücadelesini sürdürdü. 12 ekim 1991’de yapılan halkoylamasında % 95 oyla yeniden cumhurbaşkanı seçil­ di. Askar Akayev, optik sayım tekniği ala­ nında öndsgelen bir bilim adamıdır. AK AY G E H (Enis), türk siyaset adamı, diplomat (Filibe, Bulgaristan, 1881 - İstan­ bul 1956). Hukuk mektebi'ni bitirdi. Dışiş­ leri mesleğine girdi. Atina büyükelçisi ol­ du (1939). Emekliye ayrılarak DP'nin ku­ ruluş çalışmalarına katıldı (1945). DP’den İstanbul milletvekili seçildi (1946). Partisin­ den ayrıldı, MP'nin kurucuları arasında yer aldı (1948); bu partinin Hikmet Bayur’ dan sonraki genel başkanı oldu (1952). MP'nin mahkeme kararıyla kapatılmasın­ dan sonra siyasetten çekildi (1954). Araza yayınevi, Biiai Akba, Adil Akbay, Aka Gündüz ve Kemal Salih Sel'in Anka­ ra’da kurdukları yayın-dağıtım şirketi (1932). Dağıtımın yaygınlaşmadığı bir dö­ nemde, Ankara içine ve Anadolu'ya ga­ zete ve kitap dağıtan tek kuruluştu. Or­ taklar ayrılınca, Bilal Akba ve Adil Akbay tarafından yönetildi. 1940’lı yıllardan baş­ layarak Evliya Çelebi seyahatnamesi, Sa­ bahattin Ali ve Nuruliah Ataç’ın tüm ya­ pıtları gibi türk yazınından seçmeler, kla­ sik ve çağdaş dünya romanından örnek­ ler yayımladı. Bilal Aköa’nın ölümünden sonra vârislerince yönetilen yayıpevi, 1968'e dek varlığını sürdürdü, —ilhan Uras'ın aynı adla İstanbul'da kurduğu (1962) yayınevi ise, tarih, din, polisiye tür­ lerine ağırlık verdi, renkli ve özenli kapak ve ciltleriyle geniş bir okuyucu kesimine ulaşmayı başardı. AK B A B A a. Leşle beslenen büyük kuş. (Eski dünyada [kartalgiller familyası] ve Yeni dünyada [cathartidae familyası] ya­ şayan türleri vardır.) —ANSİKL. Eski ve Yeni dünyada yaşayan akbabaların bazı ortak özellikleri vardır: koyu renk tüy, çıpiak baş ve boyun (ku­ zu kartalı hariç), güçlü gaga, zayıf pen­ çeli ayaklar, süzülerek uçmaya elverişli uzun ve geniş kanatlar ve leş yemeye da­ yalı beslenme. (Akbabaların çoğu, tropi­ kal ülkelerde konaklar ve leşle beslene­ rek bu ülkelere sağlık açısından faydalı olur.) Bununla birlikte, aralarındaki fark­ lar yeterince belirgin olduğundan bu kuş­ lar iki ayrı familyada toplanır. Eski dünya akbabaları çok kurak ya da dağlık bölge­ lerde yaşar. Türkiye’de yaşayan başlıca akbaba türleri: kızıl akbaba (Gyps fulvus, boy 1 m); mısır akbabası da denilen ger­ çek leş akbabası (Neophron percnopterus, boy 70 cm); başı ve boynu tüylü tek



Akbıyık caddesi akbaba türü olan kuzu akbabası (Gypaetus barbatus). Yeni dünya (Amerika) ak­ babalarının 7 türü vardır. Bunların kondor cinsinden olan ikisi günümüzde yaşayan en büyük kuşlardır, kanat açıklıkları 3 m'ye varır. Öbür 5 türü, tam anlamıyla ak­ babadır: urubu ya da kara akbaba (Coragyps atratus), cathartes cinsinden 3 ak­ baba ve boyu 80 cm, kanat açıklığı 2 m olan sarcorhamphus papa.



de de rastlanır); Amerika akbalıkçılı (E. thula) büyük amazon ormanları dışında tüm Amerika'da bulunur; kaya akbalıkçı­ lı (E. sacra) Güneydoğu Asya'da ve Yeni Zelanda'da sığ kayalıklarda yaşar; sığırgüden akbalıkçıl (Ardeola ibis ya da Bubulcus ibis) Büyük Sahra'nın güneyinde Afrika’da, Hindistan’da ve Çin'de bulu­ nur, ama yaşama alanı gittikçe genişle­ mektedir.



A kb a b a , haftalık siyasal mizah dergisi. Yusuf Ziya (Ortaç) ve Orhan Seyfi (Orhon) tarafından çıkarıldı. 7 aralık 1922’den 28 aralık 1977'ye kadar çeşitli aralıklarla ya­ yımlandı. Yusuf Ziya Ortaç'ın yönettiği Türkiye'nin en uzun ömürlü bu mizah der­ gisinde günümüzde adlarını duyurmuş hemen bütün mizah yazarı ve karikatür­ cülerin ürünleri yer aldı. Ortaç’ın ölümün­ den sonra (1967) bir süre oğlu Ergin Or­ taç tarafından yönetilen dergi 1977’de ka­ pandı.



AK BA LIK LAR a. Zool. iç sularda yaşa­ yan, sazangiller familyasından, rutilus ve pararutilus cinsi balıklara verilen ad.



AKBABAG İLLER a. Zool. Akbabaları kapsayan kuş familyası. (Bil. a. vulluridae.) A k b a b a la r d ik ilita ş ı, İ.Ö. III. binyılın ortasında Lagaş kralının Umma kentine karşı kazandığı bir zaferin anısına dikilmiş sümer dikilitaşı. XIX. yy. sonunda, parça­ lar halinde bulundu. Tepesi değirmi ve iki yanıyla üst kesimi işlenmiş, bir yanda bir savaş sahnesini, öte yanda zaferden son­ raki bir dinsel töreni canlandıran kabart­ maların bulunduğu bir kapaktaşı biçimin­ dedir. Üzerinde, sümer yazısıyla olayı an­ latan uzun bir yazıt vardır. A K B A L (Oktay), türk edebiyatçı, fıkra yazarı (İstanbul 1923). Özel istiklal lisesi'ni bitirdi (1942). İstanbul Üniversitesi hukuk ve edebiyat fakültelerinde okudu. Servet-i fünun dergisinde çalıştı (1943-1944). MEB Tercüme bürosu’nda çevirmenlik yaptı (1947-1951), Vatan gazetesinde sa­ nat yazıları, kitap eleştirileri yazdı (19511956), aynı gazetede fıkra yazarlığı yaptı (1956-1969); 1969'dan bu yana Cumhu­ riyet gazetesinde fıkra yazarlığını sürdü­ rüyor. Öykülerinde (Önce ekmekler bo­ zuldu [1946], Berber aynası [1958] -Sait Faik hikâye armağanı-) çocukluk ve genç­ lik anılarını, ikinci Dünya savaşı’nın büyük kentte yarattığı tedirginlik ve korkuyu di­ le getirdi; herkesin başından, her gün ge­ çebilecek olayları şiirsel bir dille anlattı; gezi ve izlenimlerini, yaşamın dikkat çek­ meyecek görünümlerini öyküleştirdi. Ro­ manlarında (Garipler sokağı [1950] -Türk Dil kurumu roman ödülü-) aynı temaları, öykülerinin anlatım ve kurgu özelliklerini sürdürerek yineledi. Edebiyat anılarını, çağının yerli ve yabancı yazarlarıyla ya­ pıtları üzerindeki izlenimlerini yansıtan de­ nemeler (Dost kitaplar [1967], Konumuz edebiyat [1968] vb.) yazdı; edebiyat dün­ yasına tanıklığını güncesinde (Geçmişin kuşlan [1979]) dile getirdi. İnsan hakları­ nı, toplumsal eşitliği, Atatürk devrimini sa­ vunan fıkraları (Gençler bize bakıyor [1978], Atatürkçülük savaşı [1981] vb.) dolayısıyla iki kez Gazeteciler cemiyeti güncel yazı ödülü'nü kazandı. 1991'de Cumhuriyetten ayrıldı, 1992’de Milliyet gazetesinde yazmaya başladı. H A K B A LIK Ç IL a. Beyaz ve parlak kül renginde büyük balıkçıl. (Omuz telekleri, üreme mevsiminde çok saçaklıdır ve bu nedenle süs için aranır. Balıkçılgiller famil­ yası.) —ANSİKL. Akbalıkçıllar, tropikal ülkeler­ den sıcak ılıman ülkelere değin çok yay­ gın kuşlardır. Oralarda göllerin ya da ba­ taklıkların yakınında kalabalık sürüler ha­ linde yaşar, aynı ağaçların üstünde ortak­ laşa yuva yaparlar. Sığırgüden akbalıkçıl­ lar sığır sürülerinin ardında dolaşır ve bu hayvanların dolaşırken ürküttükleri böcek­ lerle beslenirler. Başlıca akbalıkçıl türleri: büyük akbalıkçıl (Egretta alba), boz ba­ lıkçıl büyüklüğünde ve en yaygın türdür; küçük akbalıkçıl (E. garzetta) Avrasya ve Avustralya'da yaşar (bu iki türe Türkiye’



A k b a n k T.A.Ş., özel banka. 1948‘de, Hacı Ömer Sabancı ve bir grup işadamı tarafından, 5,7 milyon TL sermayeli yerel bir banka olarak Adana'da kuruldu. 1954’te merkezi İstanbul’a taşındı. Bu dö­ nemde, gerek mevduat ve aktif gerek ör­ gütlenme açısından hızlı bir gelişme gös­ terdi. Bankaya, 1970'lerin başında Sa­ bancı Holding egemen oldu. 1970-1985 arasında, sermaye ve ihtiyatlar toplamı 95,2 milyon TL’den 92 milyar TL’ye, top­ lam mevduatı 3 milyar TL’den 582 milyar TL'ye, ticari plasmanları 2,7 milyar TL'den 400 milyar TL'ye yükseldi. Şube sayısı 250’den 602'ye, çalışan eleman sa­ yısı 4 050’den 9 699’a çıktı. 1984 sonun­ da 257 milyar TL’yi bulan Akbank kredi­ lerinin dağılımında en büyük payları sa­ nayi ve ihracat kesimleri almış, kredilerin % 17'si orta ve uzun vadeli olarak plase edilmişti. Yurt dışında 4 temsilcilik ve 6 bölge temsilciliği bulunan Akbank, 1981’de, Londra'da, yurt dışındaki ilk uluslararası türk bankası olan “ Ak Inter­ national Limited" adlı bankayı kurdu. 1984 sonunda 49 iştiraki olan bankanın önemli bazı iştirakleri arasında Ak çimen­ to, Çukurova elektrik, Lassa lastik san., Bossa, Çelik halat, Çimsa çimento san., Olmuk mukavva san. sayılabilir. Türkiye’ nin en büyük özel bankalarından biri olan Akbank, aynı zamanda dünyanın önde gelen 500 büyük bankası içinde yer al­ maktadır. AK BA SM A a. Katarakt hastalığına halk arasında verilen ad. (AKSU, PERDE de de­ nir.) AK B A S M A K gçz. f. Yörs. Gözüne akbasmak, katarakt hastalığı nedeniyle gör­ me yetisini yitirmek. A K B A Ş (Hüseyin), türk güreşçi (Tokat 1933-Almus 1989). Bir ayağının sakat ol­ masına karşılık, yetenek ve tekniğiyle.ba­ şarılı oldu. Yaşar Doğu, minder güreşine başlamasını sağladı. Kısa süre sonra Türkiye şampiyonluğunu kazanarak milli takıma girdi (1953). Ertesi yıl ilk dünya şampiyonluğunu kazandı (1954). 1955te grekö-römepğe dünya üçüncüsü, 1956'da Dünya kupası şampiyonu ve olimpiyat üçüncüsü (Melbourne); 1957, 1958 ve 1959’da üst üste dünya şampi­ yonu, 1961'de dünya üçüncüsü, 1962’de dünya şampiyonu, 1964’te olim­ piyat İkincisi (Tokyo), son olarak 1965 dünya şampiyonu oldu. Böylelikle 52 ve 57 kilolarda yedi dünya ve bir Dünya Ku­ pası şampiyonluğunu kazanarak kırılma­ sı güç bir rekor elde etti. Akbaş uzun yıl­ lar Türkiye şampiyonluğunu elinde bu­ lundurdu (1953-19651. A k b a ş c e p h a n e liğ i b a skın ı, Kuvayı milliye birliklerinin fransız askerlerinin koruduğu Akbaş silah deposuna baskını (26-27 ocak 1920). Mondros mütarekesi ’ ni izleyen günlerde Osmanlı ordusunun silah ve cephanesi belirli depolarda top­ lanmıştı. Bu silah ve cephanenin ulusal kurtuluş hareketinde kullanılması için Ed­ remit eski kaymakamı, Balıkesir redd-i il­ hak cemiyeti yöneticilerinden Köprülü Hamdi Bey, arkadaşları Dramalı Rıza ve Kâni beylerle birlikte, Gelibolu yakasında­ ki Akbaş cephaneliğini bastı. Cephaneli­ ği koruyan fransız askerleri etkisiz duru­ ma getirildikten sonra sekiz bin tüfek, kırk mitralyöz, yirmi bin sandık cephane bir



motor ve sandallarla Anadolu sahilinde Umurbey iskelesine, oradan da Yenice’ ye taşındı. Silah ve cephaneyi Balıkesir'e götürecek araç bulmak için uğraşan Hamdi Bey ve arkadaşları, Kuvayı milliye’ye karşı olan Anzavur çetesinin saldı­ rısı üzerine cephaneyi havaya uçurmak zorunda kaldılar. Hamdi ve Kâni beyler vuruşmalar sırasında şehit oldular. İstan­ bul’a geçen Dramalı Rıza Bey de Damat Ferit Paşa’nın adamları tarafından öldü­ rüldü. AK-BAŞ-AT,O rta Asya’da karluk ken­ ti; VI. yy.’da kuruldu. IX.-X. yy.'larda Kar­ luk, XI. yy.’da Karahanlı egemenliğindeydi. AK B A Ş U a. Yörs. Geleneksel düğünler­ de, düğün alayının en ardında giden yaşlı kadına verilen ad. A K BÂ YTU G A N (Ali Sait), türk general (Manyas 1872-istanbul 1950). Harpokulu’nu (1893), Harp akademisi’ni bitirdi (1896). Trablusgarp, Balkan, Birinci Dün­ ya savaşlarına katıldı. 1915’te mirlivalığa yükseldi. Yemen’de ingilizler'e esir düş­ tü (1918). Salıverildikten sonra 25. Kolor­ du komutanlığı ye İstanbul muhafızlığı'na atandı (1919). ingilizler'ce tutuklanarak Malta’ya sürüldü (1920). Malta dönüşün­ de Kurtuluş savaşı'na Yatıldı (1921). Kor­ general oldu (1922). Orgeneralliğe yük­ seldi (1927). Askeri şûra üyesiyken emek­ liye ayrıldı (1937). Kocaeli milletvekilliği yaptı (1937-1943).



Oktay Âkba! Gelişim arşivi



AKBEHMEN a. Bot. PEYGAMBERÇİÇEĞi’nin eşanlamlısı. AKBENEK a. Oftalmol. AK ya da MİSAFİR’in eşanlamlısı. AKBERİ a. Müz. Türk müziğinde XVII. yy.'dan bu yana kullanılmayan bir ma­ kam. Günümüze ulaşabilmiş örneği yok­ tur. AK BE Z a. Beyaz, pamuklu düz doku­ maların genel adı. A K B E Z , Hatay'ın Hassa ilçesi, merkez bucağına bağlı köy; 4 954 nüf. (1980). Belediye. PTT. A K B IY IK A H M ET (Şemsettin), türk mutasavvıf (XV. yy.). Asıl adı bilinmiyor. Kendisine Akbıyık Abdullah Sultan da di­ yenler vardır. Hacı Bayram-ı Veli’nin kur­ duğu bayramiye tarikatına bağlandı. Mu­ rat II ile Kosova meydan savaşı’na (1448) katıldı. Fatih'in hizmetinde bulundu. Fe­ tihten (1453) sonra Bursa'ya yerleşti. Bu­ rada bir ev ve mescit yaptırdı. Tarikatının yayılması için uğraş gösterdi. Bayezit II’ nin tahta çıkmasından (1481) bir süre sonra öldü. İstanbul ve Bursa’da birer semte adı verilmiştir.



küçük akbalıkçıl



A k b ıy ık ca d d e si, İstanbul Eminönü il­ çesinde cadde; Sultanahmet ile Cankur­ taran arasındadır. Adını, Mehmet II (Fa­ tih) zamanında yaşamış Ahmet Şemset­ tin Akbıyık*'tan alır. Ayrıca bu kesimde Akbıyık sokağı, Akbıyık camisi, Akbıyık



Akbabalar dikilitaşı Girsu’da bulundu, sumer sanatı III. bin ortalan kireçtaşından Louvre müzesi, Paris



hocası Osman Nuri Paşa’nın yardımcılı­ ğını yaptı.' 1898-1938 arası Sanayii nefi­ se mektebi’nde perspektif hocalığı ve mü­ dür yardımcılığı görevlerinde bulundu. Matematik ve astronomi gibi fen bilimle­ rine ilgisinin yanı sıra o dönemde menazır denilen perspektif konusunda otorite sayılabilecek düzeyde uzmanlaşmıştı. Perspektifle ilgili Ameliye-i menazır (1896) ve Ameliye-i fenn-i menazır (1922) adlı ki­ tapları, Türkiye'de türünün iik örneklerin­ dendir. Resim dışındaki bu uğraşlarının yanı sıra müzecilik alanında da çalışma­ lar yaptı. Bir süre Evkaf İslam müzesi mü­ dür yardımcılığında bulundu. İstanbul Be­ lediyesi inkılap müzesi’ni kurdu (1934).



akclğerler; 1. Soluk borusu; 2. Sağ akciğer (üst lop); 3. Sağ bronş; 4. Sağ akciğer atardamarı; 5. Üst anatoplardamar; 6. Sağ akciğer toplardamarları; 7. Sağ kulakçık; 8. Orta lop; 9. Sağ alt lop; 10. Diyafram; 11. Sol akciğer (üst lop); 12. Sol bronş; 13. Sol akciğer atardamarı; 14. Sol akciğer toplardamarları; 15. Aort yayı; 16. Kalp; 17, Sol alt lop; 18. Kalp dışzarı (kesit).



dergâhı ve İstanbul’daki ilk türk dönemi yapılarından Akbıyık hamamı vardır. AKBO Ğ A CELA YİR , moğol emir ve komutan (?-? 1295). Abaka Han döne­ minde komutanlık yaptı. Ahmet Teküdar’ ın nedimi olduysa da sonradan Argun’u destekledi. Hükümdar olmasını sağladı­ ğı Argun’un kızı Ulcatay Hatun ile evlen­ di. Geyhatu döneminde beylerbeyi oldu. Geyhatu'nun yerine geçen Baydu tarafın­ dan öldürüldü. Torunlarından Hasan-ı Buzurg (Büyük Haşan) ya da öteki adıyla Hasan-ı ilekâni Celayirliler devletini kurdu. AKBÖRK a. YENİÇERİ’ KEÇESİ’nin eşan­ lamlısı.



A K B U , Cezayir'de kent, Summam’ın kı­ yısında, Beceye’nin G.-B.’sında; 41 900 nüf. Pazaryeri. AKBUĞDAY a Tarım. Kışa az, kurağa çok dayanıklı, sürmeye az, pasa çok di­ rençli, beyaz kabuklu ekmeklik buğday. (Batı geçit bölgesinde ve kısmen Konya’ da yetiştirilir. Çok tane döktüğünden gi­ derek ekimi azalmaktadır.)



Ahmet Ziya Akbulut Köy evi Resim Heykel müzesi



A K B U LU T (Ahmet Ziyal, türk ressam (İstanbul 1869 - av.y. 1938). 1887’de bi­ tirdiği Harp okulu’nda Hoca Ali Rıza’dan resim öğrendi. Genelkurmay resimh:. ıesinde çalıştı ve Kuleli askeri lisesi resim



ren bölümdür; akciğer atardamarının uç dallarından çıkan çok sayıda kılcal dama­ rın oluşturduğu damar ağını taşıyan ince ve esnek bir zardan yapılmıştır. Toplarda­ mar kanı burada atardamar kanına dönü­ şür; bu olaya kanın temizlenmesi denir. —Karş. anat. Akciğerli karındanbacaklılarda "akciğer” den ancak benzerliğe da­ yanılarak söz edilebilir. Onlarda solunum boşluğu hemen hemen kapalı ve çok da­ marlıdır; bu da o yumuşakçaların havalı bir ortamda soluk almasını sağlar. Akrep­ lerde karındaki dört çift cepte kitapsı ak­ ciğer denilen ince lameller bulunur ve iç­ lerinde lenf kanı dolaşır. Akciğerler, keli­ menin tam anlamıyla omurgalılara özgü bir yapıdır. Embriyonda yutağın arka böl­ Resimlerinde figüre az yer verdi. Daha gesinde sindirim borusunun içine açılan çok mimari öğelerin yer aldığı görüntüleri endodermik bir kese şeklinde belirir. Ak­ konu edindi. Bayezit camisi, Sultanahmet ciğer, yuvarlakağızlılarla kıkırdaklı balık­ camisi, Mihrimah camisi gibi yapıtlarını, larda yoktur, ama, devon devrinden baş­ fotoğraflardan gerçekleştirdiği sanılır. layarak kemikli balıklarda ortaya çıkar ve A K B U L U T (Yıldırım), türk devlet ada­ bu balıkların hem su altında (solungaçla) mı (Erzincan 1935). ANAP'tan milletvekili hem havada solumalarını sağlar. Dipnoi seçildi (1983, 1987, 1991). içişleri baka­ takımı ile polypterus gibi bazı ganoyit ba­ nı (1984-1987), TBMM başkanı (1987lıklar akciğerlerini korumuşlar, buna kar­ 1989), başbakan (1989-1991) oldu. şılık ötek! balıklar bu organı hidrostatik denge sağlayan bir yüzme kesesine dö­ nüştürmüşlerdir. Sözkonusu balıkların ak­ ■ AKCİĞER a Anat. Göğüs boşluğunda ciğerleri amfibyumlarınki gibi çok ilkeldir: bulunan çift organ. (Bk. ansikl. böl.) || Ak­ organın ön bölümünde ince lamlar akci­ ciğer atardamarı, kalpten akciğere kan ğer boşluğunu basit alveollara bölüştürür, götüren atardamar. (Sağ karıncıktan do­ bölümsüz arka kısım ise "hava kesesini" ğar, sonra çatallaşarak sağ ve sol olmak meydana getirir. Hayvan solunumunu üzere iki dala ayrılır ve her biri ait olduğu sağlamak için havayı yutmak zorundadır. akciğerin göbek kısmına ulaşır. Akciğer Sürüngenlerde bölme sistemi karmaşık­ atardamarının yapısı öteki atardamarları ntır, hava getiren yollar (soluk borusu, ki gibidir, ama o, sağ karıncıktan çıkan bronşlar) oluşursa da hava kesesi gene oksijence fakir ve karbohemoglobin yük­ kalır. Memelilerde hava getiren yollar da­ lü kanı [kirli kan] akciğere taşır.) || Akciğer ha da karmaşıklaşır (çeşitli çapta bronş­ sinir ağı, vagus ve sempatik sinir dalların­ çuklar), hava keseleri kaybolur ve alvedan oluşan ve akciğerlerin göbek kısmın­ olları birbirinden kalın bir parankima ta­ da yer alan sinir ağları. || Akciğer taşı, bakası ayırır. Karmaşıklık kuşlarda doru­ bazen akciğer parankimasında bulunan ğuna ulaşır; hava keseleri vücudun çeşitli katı kütle. || Akciğer toplardamarları, her bölgelerine, hatta hava boşluklu denilen akciğerin üst ve alt kısmında bulunan top­ bazı kemiklerin içine kadar yayılır. Her iki lardamarlar. (Akciğerlerin göbek kısmın­ akciğerde, kan dolaşımına karşıt yönde da ortaya çıkar, içeriye doğru yönelerek sol Kulakçıkta son bulurlar.) || Yapay ak- ■ bir hava kılcal boruları sistemi gelişir, böy­ lece gaz alışverişi daha etkili biçimde ger­ Cide ya da çelik ciğer, vücut dışında ça­ çekleşir. Uçuş sırasında kuşların göğüs lışarak solunumu sağlayan aygıt. kafesi ve göğüs kasları durakladığından —Karş. anat. Akciğer yayı, balıklarda so­ hava keseleri, özellikle karındakiler, iç ha­ nuncu solungaç yarığı çiftini kanla besle­ cimlerini değiştirerek akciğerlerin soluk yen ve çiftsolunumlularda (dipnoi), çokalıp vermesini sağlarlar. saçaklı balıkta (polypterus) ve dörtbacakAkciğerler genelde çifttir. Bununla bir­ lılarda da bulunan altıncı aort yayı. (Akci­ likte yılanlarda ve çiftsolunumlularda tek ğer atardamarı bu 6. yaydan doğar ve sırt akciğere rastlanır. Deri solunumu önemli aort kökleriyle bağlantısını yitirir. Bütün yer tutan amfibyumlarda akciğerlerin ro­ omurgalıların embriyonlarında bulunan lü sınırlıdır, plethodontidae* familyasın­ :• «e kuyruklu amfibyumların erişkin halindaysa akciğer yoktur. - de, ayaksızlarda ve bazı kaplumbağalarla —Patol. Akciğer travmaları (basit ezilme 3 latteria’da bulunan bu bağlantı "Botal kaya da kesici silahlarla, kurşunla açılan de­ 5 nalfnı oluşturur. Temizlenmiş olan kan, rin yara) bronşlardan boşalan bir kana­ = akciğer toplardamarıyla kalbin sağ kulak­ maya ya da plevrada kan toplanmasına çığına, çiftsolunumlularla çoksaçakiı ba­ yolaçar. lıktaysa atriumun sağ bölümüne ulaşır.) • Akciğer hastalıkları. Başlıca akut has­ —ANSİKL. Anat. Akciğerler biri sağda, biri talıklar: çeşitli akciğer hastalıkları, bronsolda olmak üzere iki tanedir. Derin so­ kopnömoni, akciğer tıkanması, akciğer luk alınca akciğerlerin sığası 5 000 cm3’ü bulur, normal soluk almada 3 000 cm3 apsesi, akut akciğer ödemi. Veremden başka süreğen akciğer hastalıkları: kalp dolayındadır. Akciğerlerin dış yüzü düzhastalarında görülen süreğen kan otur­ gür ve parlak, erişkinde mavimtrak renk­ ması, asalaklardan ya da mantarlardan tedir. Dokusu gevşektir. Biçimi, bir taba­ ileri gelen hastalıklar, doğuştan ya da nı, bir de tepesi ya da kubbesi bulunan sonradan olan çeşitli bozukluklar (hava yarım koniyi andırır. Dış yüzü göğüs çe­ kistleri, bronşların genişlemesi, akciğer perine kalıp gibi uyar, “ loplararası” de­ nilen yarıklarla birkaç loba ayrılır: sol ak­ anfizemi), mesleki zehirlenmeye bağlı meslek hastalıkları. Bunlardan başka ak­ ciğer iki, sağ akciğer üç lopludur. iç yüz­ de akciğer göbeği bulunur; göbeğin için-' ciğerlerin iki ağır hastalığı vardır: tehlikeli ya da tehlikesiz akciğer urları (çoğunluk­ de bir ana bronş, bronş damarları, akci­ la bronş-akciğer kanseri) ve çok değişik ğer atardamarı ve akciğer toplardamarı biçimlerde ortaya çıkan akciğer veremle­ yer alır. Alt yüz kalıp.gibi, diyaframın dışri. bükeyliği üzerine oturur, iki akciğer ara­ sında mediastin bulunur. AKCİĞERLİ SALYANGOZLAR a Her iki akciğer de, göbekte kavuşup Karındanbacaklı yumuşakçalar altsınıfı. kapanan ve “ plevra” denen seröz bir kı­ (Örtenek boşluğu solunum boşluğuna, lıfla kaplıdır. Akciğerler bronşların ardışık yâni "akciğer"e dönüşerek bir delikle dı­ dallanmasından oluşmuştur, en son dal­ şarıya açılan [solunum ağz;] bu hayvan­ lanmalar "akciğer lopçukları" denen çok ların çoğu karada yaşar ve ikinci Zaman’ kenarlı küçücük topaklarla son bulur. Bu dan beri fosil olarak bulunur.) lopçukların içinde sona eren bronşun uç —ANSİKL. Akciğerli salyangozlar erdişidalı, orada bronşçuklara ayrılır ve hava dirler (karmaşık yapılı eşeysel organlar; peteği ya da "alveol” denilen küçük boş­ bir dışkılığa açılan erkek ve dişi eşey de­ luklarla birleşir. Alveol, akciğerin işini gö­ liği birbirinden uzak ya da birbirine biti-



Akçahisar çaağacı), A. rubrum (kırmızı akçaağaç), Acer palmatum (alev akçaağacı) gibi ya­ bancı kökenli akçaağaçlarla çeşitli kültür tipleri, Türkiye'de çevre düzenlemelerin­ de kullanılmaktadır.



Ouebec eyaleti’nde şeker akçaağacı (Acer saccharum)



besisuyu hasadı (Kanada) şik), genellikle hepsinde bir çene ve dişlidil (radula) vardır; yüreklerinde kulakçık hemen her zaman karıncıktan önce ge­ lir; seyrek olarak çıplak ya da basit bir iç kavkısı olanlar varsa da (sümüklüböcek, vaginula), çoğunluğu bir kavkıyla korun­ maktadır ve bu kavkının hemen hemen hiçbir zaman kapağı olmaz. En iyi bilinen örneği, bahçe salyangozu (helix) olan ak­ ciğerli salyangozlar, gerek karada, gerek tatlısularda yaşayan pek çok familyayı, cinsi ve türü içerir; bazı cinsler (sifonoforlar, amphibola) deniz kıyılarında, gelgit­ lerin süpürdüğü bölgede yaşar. Kimi tür­ lerde akciğerlerin, hayvanın çok etkin ol­ madığı dönemlerde, birkaç saat su için­ de solunum yapmaya olanak sağladığı kabul edilmektedir. AKCİâERSEL sıf. Sesbilg. Başlangıç evresinde akciğerlerden gelen hava akı­ mıyla üretilen ünsüzler için kullanılır. ♦ a. Akciğersel ünsüz. AKCİĞERSİZ sıf. Akciğerli zoolojik bir gruptan olmasına karşın akciğeri bulun­ mayan hayvan türüne denir. (Örneğin kuyruklu omurgalılardan akciğersiz se­ mendergiller, örümceğimsilerden palpigrada takımı akciğersizdir.) AKÇA sıf. 1. Beyaza yakın; oldukça be­ yaz renk için kullanılır: Bu tür kuşların ak­ ça bir rengi olur. —2. Akça pakça, be­ yaz tenli, güzel kadın için kullanılır. AKÇA -» AKÇE. AKÇA, esk. Fidi, Tokat'ın Erbaa ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 2 135 nüf. (1990). ÂKÇA (Ertuğrul), türk siyaset adamı, hu­ kukçu (İstanbul 1915). İstanbul Hukuk fakültesi’ni bitirdi (1938). Yargıçlık yaptı. De­ mokrat parti saflarında siyasete atıldı (1946). iktidardaki CHP’ye karşı daha sert bir muhalefet yürütülmesini isteyen grup­ ta yer aldı. DP’den ayrıldı; Millet partisi' nin kuruluşuna katıldı (1948). MP’nin ya­ yın organları Millet ve Kudret gazetelerin­ de başyazılar yazdı. MP genel yönetim kurulu'nda görev aldı, genel sekreter ol­ du (1952). MP mahkeme kararıyla kapa­ tılınca (1954), bir süre siyasetten uzak kal­ dı. Avukatlık yaptı. Adalet partisi’ne gir­ di. Erzurum (1961), Manisa (1965-1969) milletvekili seçildi. (A K Ç A A B A T , Karadeniz kıyısında Trabzon'a, bağlı ilçe; 99 826 nüf. (1990); 425 km2; 1 bucak, 78 köy. Merkezi, Trab­ zon'un 10 km batısındaki Akçaabat (esk. Platama, Polathane); 25 285 nüf. (1990). Karadeniz’in işlek bir iskelesi. AK ÇA A & AÇa Ilıman bölgelerde yeti­ şen orman ağacı. (Bil. a. acer; akçaağaçgiller familyası.) —ANSİKL. Akçaağaçlar, karşılıklı ve kışın dökülen, bazen bir süre kalıcı yaprakla­ ra sahiptir; çoğunlukla hem erdişi hem bireşeyli (poligam) çiçekli, taçyapraklı ya da taçyapraksız, ama birbirine bağlı iki şamardan (kanatlı kapçık meyve) oluşan bileşik meyvelidir. Akçağacın, birçoğu Türkiye'de doğal olarak yetişen, yüzü aş­ kın türü vardır. 1. Dağ akçaağacı (Acer pseudoplatanue),ftioylu akçaağaç ya da "yalancı çı­ nar yapraMı akçaağaç" adını da alır; or-



manlarda dağınık olarak yetişir ve 1 500 m yüksekliklere kadar çıkar. Bu akçaağaç türü, hızlı büyür ve 20-30 m boy yapabi­ lir. Bol doğal tohumlama yapar ve bu ye­ teneğiyle vadi tabanlarını kaplar. Dağ akçaağacı, soğuklara (donlara) ve gençli­ ğinde gölgeye iyi dayanır. Doğal budan­ mayı gerçekleştirmek için dağ akçaağacı sık yetiştirilmeli, daha sonra kuvvetli bir seyreltme yapılmalıdır. Bu akçaağaçta büyük ve hızlı bir gelişme izlenir ve bu da odununun niteliği açısından sakıncalı sa­ yılmaz. Dağ akçaağacının parlak ve açık renkli olan odunu marangozlukta, ince marangozlukta, tornacılıkta ve müzik alet­ leri yapımında çok aranır. Dağ akçaağacının odunu iyi bir yakacaktır ve bu odun­ dan nitelikli bir kömür de elde edilir. Son­ baharda kızaran yaprakları, çok güzel gö­ rünüşlüdür; çevre düzenlemelerinde aile ve grup ağacı olarak ya da tek tek kulla­ nılır. 2. Çınar yapraklı akçaağaç (Acer platanoides), dağlarda ve yüksek tepelerdeki ormanlarda dağınık olarak bulunur. Bu akçaağaç, dağ akçaağacından daha ya­ vaş gelişir ve odunu onun odunundan daha düşük niteliklidir. 3. Dişbudak yapraklı akçaağaç (Acer ne­ gundo), tek tüysü yaprakları, tek evcikli oluşu, bölmeli tipte erkek çiçekleri, salkım biçimindeki dişi çiçekleri ile tanınır. Kuzey Amerika kökenlidir. Odunu çok sert de­ ğildir; ama benzeşik ve ince bir dokuya sahiptir; özellikle kakmacılıkta kullanılır. Süs ağacı olarak da yetiştirilir. Türkiye’ de çok yetiştirilen bu tür, park ve bahçe­ lerde, kent içi yollarda süs ağacı olarak, tek tek ya da grup halinde kullanılır. Bu türün sarı ve beyaz alacalı yapraklı kül­ tür çeşitlerinden çevre düzenlemelerinde yararlanılır. 4. Ova akçaağacı (Acer campestre), dağ akçaağacından ve çınar yapraklı akçaağaçtan küçüktür; ovalarda ve tepelik yerlerdeki baltalık ormanlarında dağınık olarak yetişir. Ova akçaağacının büyüme­ si ve gelişmesi yavaştır. Odunu sert, ha­ fif sarımtrak renkte, perdah işlemine yat­ kın, müzik aletleri yapımında, ince maran­ gozluk işlerinde ve çeşitli gereç sapları­ nın üretiminde aranır. 5. Kartopu yapraklı akçaağaç (Acer opalus), özellikle Pirene ve Alp dağlarından Jura’lara kadar uzanan bölgede dağınık biçimde yetişir; açık pembe renkli odunu dağ akçaağacının odunundan daha ince dokuludur. 6. Fransız akçaağacı (Acer monspessulanus), daha çok Güney Avrupa’da, Kaf­ kasya, İran ve Türkiye’de yetişen bir ağaççıktır. Hafif kırmızımtrak, ağır ve sert odunu marangozlukta ve tornacılıkta kul­ lanılır, Ayrıca, iyi bir yakacaktır. Kuzey Amerika’da yetişen şeker akçaağac.nın (Acer saccharum) ısıtılan ve sonra yoğurulan besisuyundan çok değerli bir şeker elde edilir. Türkiye’de yetişen öteki belli başlı ak­ çaağaç türleri: A. cappadocicum (beş­ parmak akçaağacı), A. trautvetleri (kayın gövdeli akçaağaç), A. orientale (doğu akçaağacı), A. hyrcanum (toros akçaağacı), A. quinquelobum (beşloplu akçaağaç), A, tataricum (tatar akçaağacı). (Bunlar henüz kültüre alınmamıştır.] A. negundo ve var­ yeteleri dışında, A. saccharum (şeker ak-



249



AKÇAAĞAÇGİLLER a. Akçaağaç gi­ bi yaprakları karşılıklı dizili ve az çok par­ çalı türleri kapsayan ağaç familyası. (Bil. a. aceraceae; yaklaşık 150 tür; kuzey ya­ rımkürenin soğuk bölgeleri.) — A n s İKL. Akçaağaçgillerin çiçekleri ço­ ğunlukla erdişidir; meyvesi kuru, çatla­ maz, kanatlı ve her biri tek tohum içeren iki bölümlüdür. Bu yapısal özellik, tohum­ ların rüzgârla dağılmasını kolaylaştırır. Bir­ çok türü bahçelerde yetiştirilir; dişbudak yapraklı akçaağaç (Acer negundo), dağ akçaağacı (A. pseudoplatanus), h£p.. Ak­ çaağaçgillerin odunu ince marangozluk­ ta kullanılır. Şeker akçaağacı nın A. saccharum) anayurdu Kuzey Amerika’dır (Ka­ nada); bunun sakarozca zengin besisuyu deriştirilerek akçaağaç şurubu elde edilir.



dağ akçaağacı (Acer pseudoplatanus)



AKÇAARMUDU a Yerli, yazlık, turf, da armut çeşidi. (Akçaarmudu orta iri, .te ve koni biçimindedir. Kabuğu ince ye­ şilimsi sarı, eti sulu, tatlı, hoş kokulu ve kumsuzdur. Temmuzda olgunlaşır. 8-10 günden fazla bekletilmez.) AKÇAÇİÇEĞİ a Ilıman ve soğuk böl­ gelerde yetişen, beyaz ya da parlak kır­ mızı çiçekli, yıllık ya da çokyıllık otsu bit­ ki. (Rozet biçimindeki yapraklan düz ke­ narlı ya da tırtıklı, sap üstündeki yaprak­ larıysa almaşık dizili ve mızrak biçiminde­ dir. Bahçecilikte "tlaspi” adıyla anılan akçaçiçekleri, gerçekte iberis cinsindendir. Turpgiller familyası.)



ç iç e k le r



y a p r a k la r v e



ova akçaağacı (Acer campestre)



AKÇADAĞ, Doğu Anadolu'da Malat­ ya’ya bağlı ilçe; 51 226 nüf. (1990); 1 193 km ; 2 bucak, 71 köy. Merkezi, Malatya’nın 34 km batısındaki Akçadağ (esk. Arka ya da Arga); 10 839 nüf. (1990). 1940’ta açılan Akçadağ köy ens­ titüsü, 1946’da öğretmen okuluna dönüş­ türüldü; 1953’te adı ilköğretmen okulu, daha sonra da öğretmen lisesi oldu. ÂKÇAHİSAR -*KRUJE.



Akçakale 250



A K Ç A K A L E , Güney-Doğu Anado­ lu’da, Şanlıurfa’ya bağlı ilçe; Suriye sınırı yakınında Nusaybin demiryolu üzerinde; 48 550 nüf. (1990); 1 903 km2; 1 bucak, 61 köy. Merkezi, Şanlıurfa’nın 53 km gü­ neyindeki Akçakale; 15 221 nüf. (1990).



lığı yaptı (1971-1973). AP genel başkanı Demirel ile anlaşmazlığa düştü, politika­ dan ayrıldı. Yerine babası izzet Akçal AP’ ye girip milletvekili seçildi. A k ç a l a r , Bursa’nın Nilüfer ilçesinde Görükle bucağına bağlı belde; 2 444' nüf. (1990). Belediye. PTT.



A K Ç A K A L E , Ardahan’ın Çıldır ilçesi, DoğruyoL bucağında köy; 371 nüf. ÂK Ç A Lİ sıf. Parayla ilgili.(Eşanl. M A Lİ.) (1990). Kılıç Kökten’in yörede yaptığı A K Ç A L I, esk. Ağcaiı, Hatay’ın İsken­ araştırmalarda, yenitaş dönemine tarihile­ derun ilçesi, Uluçınar bucağına bağlı nen, Avrupa’daki örneklerine benzer, belde; 3 724 nüf. (1990). menhir, dolmen ve kromlekelerle kalede duvar resimleri bulundu. H A K Ç A M (Dursun), türk yazar (Kars 1930). Cılavuz köy enstitüsü’nü bitirerek A K Ç AK ALE ka p ısı, Türkiye-Suriye sı­ % köy öğretmenliğine başladı (1950). Gazi nırındaki gümrük kapılarından biri. Akça­ Eğitim enstitüsü edebiyat bölümü'nde kale ile Tellablat (Suriye) arasındadır. Şan­ yükseköğrenimini tamamladı (1958), or­ lıurfa’yı Rakka’ya bağlayan karayolu bu­ taokul öğretmeni oldu. Milli Eğitim bakan­ radan geçer. lığınca Ingiltere’ye gönderildi (1965). Yö­  K Ç A K A R A d a ğ la rı, Bingöl ilinde netiminde görev aldığı Türkiye Öğretmen­ güney-doğu Toroslar’ın bir kesimi. En ler sendikası'nın 12 Mart sonrasında ka­ yüksek noktası 2 940 m. patılmasıyla öğretmenlikten uzaklaştırıldı A K Ç A K A V A K a. Bot. AKKAVAK’ ın ve yargılandı (1971). Ekim 1974’te yeni­ eşanlamlısı. den görev verildi. Almanya’ya yerleşti. Edebiyat alanına, Karacan armağanı'nı A K Ç A K E M T, Kırşehir ilinde ilçe; kazandığı Analarımız adlı röportajıyla girdi 15 821 nüf. (1990). 1 bucak, 26 köy. Merkezi Akçakent (esk. Şehircedid, Sıt­ (1962). Yetiştiği yörenin, Kuzey-Doğu Anadolu insanının yaşam gerçeklerini ma); 1 448 nüf. (1990). gözlemci bir tutumla işledi. Ha/sy adlı öy­ &KÇAKESM E. Özellikle Akdeniz böl­ küsüyle Antalya Festivali sanat ödûlü’nü Dursun Akçam gesinde yetişen ve her mevsim yeşil yap­ (1975), Kanlı dere'nin kurtları ile de TDK rakları bulunan süs ağacı. (Yaprakları kar­ Roman ödülü’nü kazandı (1977). Hikâye şılıklı, yaprak kenarı düz ya da dişlidir. Çi­ türünde Maral (1964), Ölü ekmeği (1966), çekleri küçük, beyaz, kokulu ve kömeç bi­ Taş çorbası (1970), Köyden indim şehire çimindedir.) [Bil. a. phillyrea; zeytingiller (1973), Kafkas kızı (1978); inceleme familyası.] -röportaj türlerinde de Analar ve çocuk­ A K Ç A K IŞ L A , Sivas’ın Şarkışla ilçesi­ lar (1964), Doğunun çilesi (1966), Kan ne bağlı bucak; 8 070 nüf. (1990). 23 çiçekleri (1977), Altta kalanlar (1979) ad­ köy. Merkezi Akçakışla (esk. Ağcakışia); lı kitapları yayımlandı. 2 387 nüf. (1990). AKÇAM - M E R C İM E K K A L E . s A K Ç A K İR A Z , esk. Pergenç, Elazığ’ın AKÇAM (Nihat), türk tiyatro oyuncu ve g merkez ilçe, merkez bucağına bağlı belyönetmeni (İstanbul 1926). Ankara Dev­ de; 5 009 nüf. (1990). Belediye. let konservatuvarı yüksek bölümünden ayrılarak henüz kuruluş aşamasında bu­ ‘v A K Ç A K O C A , esk. Akçaşefıir, Kara­ lunan Devlet Tiyatrosu ve operası'na deniz kıyısında, Bolu iline bağlı ilçe; 32 oyuncu olarak girdi. Fidelio operasında, 839 nüf. (1990); 77 km2; 43 köy. Merkezi Tebessümler diyarı operetinde ve birçok Bolu’nun 75 km K.-B.’sında.Akçakoca: oyunda rol aidi. 1974 ve 1978’de sahne­ 13 582 nüf. (1990). İlkçağ kenti Dia ya ye koyduğu Bu hesapta yoktu ve Cimri da Diaspolis’in burası olduğu sanılıyor. oyunlarıyla Ankara Sanatsevenler derneTurizm. ği'nce yılın en iyi yönetmeni seçildi.  K Ç A KO C A , türk akıncı (? - Kandıra A K Ç A O V A , Aydın’ın Çine ilçesine 1328). Osmanlı devletinin kuruluşunda bağlı bucak; 6 924 nüf. (1990); 10 köy. Akçan önemli hizmetlerde bulundu. Sakarya ve Merkezi Akçaova; 2 971 nüf. (1990). İzmit çevresindeki birçok kaleyi ele geçir­ di. Öteki akıncı gazilerden Konuralp ile A K Ç A O V A , Kocaeli'nin Kandıra ilçesi­ birlikte Aydos ve Samandra’yı aldı. Sakar­ ne bağlı bucak; 6 833 nüf. (1990); 14 ya’nın batısındaki bölgeye ve bir ilçeye köy. Merkezi Akçaova; 807 nüf. (1990). başarılarından ötürü onun adı verildi. Ai­ lesinden gelen birçok asker ve devlet AKÇAP1MAR, esk. Vaskovan, Tun­ adamı, Osmanlı devletinin gelişmesinde celi’nin Çemişkezek ilçesine bağlı bu­ etkin görevler üstlenmiştir. cak; 4 272 nüf. (1990); 9 köy. Merkezi Akcapınar, 466 nüf. (1990). A K Ç A K O Y U N , Çanakkale’nin Yenice A K Ç AS U (Hüseyin Alaettin), türk hekim ilçesi, Kalkım bucağına bağlı belde; (Kuşadası 1921). İstanbul Üniversitesi tıp 1 597 nüf. (1990). Belediye. fakültesi’ni bitirdi (1944). Aynı fakültede A K Ç A K Ö Y , esk. İle, Trabzon'un Ak­ profesör oldu (1962). Cerrahpaşa tıp façaabat ilçesi, Derecik bucağına bağlı kûltesi’ne geçti (1968). Farmakoloji ens­ belde; 3 021 nüf. (1990). Belediye. PTT. titüsü direktörü oldu (1971). Afyon ve morfin konularında çalışmalar yaptı. İlk AK Ç AL sıf. Akçalı, parasal. kez türk afyonlarında özel bir kristal biçi­  K Ç A L (izzet), türk siyaset adamı (Rize mini tanımladı. Birleşmiş milletler uyuştu­ 1906). İstanbul Hukuk fakültesi’ni bitirdi. rucu maddeler komisyonu, bu kristallere Bursa savcısıyken istifa edip DP’ye girdi. “ Akçasu kristalleri" adını verdi. Morfinin Rize milletvekili seçildi (1950-1960). Par­ mast hücrelerinde toplandığını kanıtladı tinin yönetim kademelerinde görev aidi, (1972). Başlıca yapıtları: Farmakoloji ve Adnan Menderes’in son hükümetinde tedavide tatbikatı (S. Tavat, R. Garan, S. devlet bakanlığı yaptı (1959-1960). 27 Artunkal ile. 1961), Farmakoloji ve teda­ mayıs 1960’tan sonra tutuktandı. Yassıavi (1973). da’da Yüksek adalet divanı’nda yargılan­  K ÇAŞEHİR, A K Ç A K O C A 'n ın Cumhu­ dı (1961). Ömür boyu hapse mahkûm ol­ riyet öncesi a d ı. du. Kayseri cezaevi’nde tutukluyken ba­ ğışlandı (1965). Adalet partisi’ne girdi, Ri­ A K Ç A Ş E H İR , esk. Ağdışar, Kara­ ze milletvekili seçildi (1977-1980). man ilinde merkez ilçeye bağlı belde; Akça Koca  K Ç A L (Erol Yılmaz), türk siyaset ada­ 3 595 nüf. (1990). Belediye. PTT. Karamanoğulları döneminden cami. mı (Diyarbakır 1931). Demokrat parti ba­ kanlarından izzet Akçal’ın oğlu. Hukuk A K Ç A Ş İR , Diyarbakır’ın Kulp ilçesine öğrenimi gördü. 27 Mayıs’ta babası tutuk­ bağlı bucak; 4 264 nüf. (1990); 4 köy. lanınca politikaya girdi (1961). Adalet parMerkezi Aygün (esk. Mehmetkan); 1 591 tisi’nden milletvekili seçildi (1961-1973). nüf. (1990). 12 Mart döneminde Erim ve Melen hü­ A K Ç A Y , Ege denizi kıyısında turizm kümetlerinde turizm ve tanıtma bakan­



merkezi. Erdernit körfezi kuzeyinde, Ba­ lıkesir’e bağlı Edremit ilçesinin iskelesi. Â K Ç A Y , Antalya’nın Elmalı ilçesine bağlı bucak; 6 753 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi Akçay (esk. Ayvasıl, Kaşçiftliği); 2 416 nüf. (1990). A K Ç A Y , rumca Argaki, Kıbrıs'ın Lefkoşa ilçesi, Güzelyurt bucağına bağlı köy. Â K Ç A Y , antik Harpasos, Büyük Men­ deres ırmağının önemli kollarından. Men­ teşe yöresinden doğar, Nazilli'nin güne­ yinde Büyük Menderes’e kavuşur. A K Ç A Y (Ahmet Şevki), türk veteriner (İz­ mir 1888 - İstanbul 1959). Askeri baytar mektebi’ni bitirdi (1912). Balkan savaşla­ rında Çatalca'da görev aldı. Adana'da bir hayvan hastanesi kurulmasını sağla­ dı. Birinci Dünya savaşı'nın bitiminden sonra askeri ve sivil baytar okullarında histoloji ve patolojik anatomi dersleri ver­ di. 1922'de oluşturulan Yüksek baytar mektebi’nde de aynı dersleri okuttu. Mü­ derris oldu (1925). Almanya'ya gönderi­ lerek hayvan patolojisi konusunda uz­ manlık öğrenimi gördü (1927-1930), as­ kerlikten ayrıldı. Dönüşünde Ankara’da Yüksek ziraat enstitüsü’nde görevlendiril­ di. Profesör (1936) ve ordinaryüs profe­ sör (1944)oldu,1954'te emekliye ayrıldı. Türkiye'de veterinerlik hizmetlerinin yay­ gınlaşmasında ve hayvan patolojisinin ku­ rulmasında öncüler arasında yer aldı. Başlıca eserleri: Hayvanlarda patolojik anatomik teşhis (1935), Hastalıklı örü bit­ kisinde köknel teknikler (1938), Evcil hay­ vanlarda otopsi teknikleri (1938), Muad­ del otopsi raporu numunesi (1939), Otop­ si ruhsatnamesi (1941), Evcil hayvanlar­ da özel patolojik anatomi (1945). Â K Ç A Y (Recai), türk mimar (Bartın, Zonguldak, 1909- Ankara 1967). İstanbul Güzel sanatlar akademisi'ni bitirdi (1931). Prof. E. Egli’nin özel mimarlık atölyesin­ de çalıştığı sırada (1931-1933), Ankara’ da 19 Mayıs stadyumu, Koçzade hanı, İs­ tanbul Bebek'te Ragıpbey villası, Anka­ ra’da Tarım bakanlığı, Edirne’de Yanıkkışla cezaevi yapılarının tasarımını ger­ çekleştirdi. Manisa, İzmit, Mersin beledi­ yelerinde mimar olarak çalıştı. Bayındır­ lık bakanlığı şehircilik fen heyeti'nde gö­ rev aldı (1937-1939). Bu görevi sırasında Arifiye Köy enstitüsü ile Seyhan Düziçi köy enstitisü proje yarışmasında birinci­ lik ödülünü kazandı. Ankara Hukuk fakülfes/’nin tasarımını hazırladı, iller bankası’ nin yapı işleri müdürlüğü (1950-1954) ve genel müdür teknik yardımcılığı (19581967) görevlerinde bulundu. Â K Ç A Y (İsmail), türk atlet (Balıkesir 1942), Atletizme Jandarma Astsubay okulu’ndaki öğrenim yıllarında uzun me­ safe koşularıyla başladı. 1964 ve 1965'îe Türkiye maraton şampiyonu olduktan sonra uluslararası alanda da adını duyur­ du. Balkan şampiyonalarında maratonda birinci (1966-1968-1971), ikinci (19671972-1973), üçüncü (1969) oldu. Akde­ niz oyunları’nda gümüş (1967, Tunus) ve bronz (1971, İzmir) madalya kazandı. 1968 Mexico olimpiyatları’nda maratonda 2 saat 18.18’lik derecesiyle dördüncü ge­ lirken, olimpiyatlarda Ruhi Sarıalp’ten sonra en iyi dereceyi elde eden ikinci türk atlet oldu. Las Vegas (1967), Tokyo (1969) maratonlarında ikincilik kürsüsüne çıktı. Uluslararası Ankara 19 Mayıs maratonu'nda birinci (1970) ve ikinci (1969) oldu. 1984’ten sonra atletizme çalıştırıcı olarak hizmet verdi. AKÇE ya da AK Ç A a. Esk. 1. Para: Ak­ çesi ucuz olanın kendisi kıymetli olur (ata­ sözü). — 2. Osmanlı devletinin kuruluşun­ dan XIX. yy.’a değin kesilmesi sürdürü­ len gümüş sikke türü ve para birimi.(Bk. ansikl. böl., Nümism.) — 3.Akçe etmez, değeri olmayan, kıymetsiz; beş para et­ mez: Akçe etmez işler. || Akçe kesesi, içi­ ne madeni para koymak amacıyla ku­ maş, deri ya da çeşitli örgülerden yapı­



lan küçük torba. || Akçe kesmek, madeni para basmak; sikke kesmek. || Akçe tah­ tası, eskiden üzerinde madeni para sayı­ lan bir tür masa. (Bk. ansikl. böl., Eşy.) —Tar. Akçe başı, Osmanlı devletinin borçlanma yoluyla aldığı anaparaya ve­ rilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Eşy. Akçe tahtası, üzerinde pa­ ra sayılan, oluklu yanına doğru daralan, kenarlı tahta. Geniş bölümde sayılan pa­ ra, oluklu bölümden dökülüyordü. Kimi­ lerinin üzerinde sayılanla sayılmayan pa­ raların karışmaması için bir ara bölme bu­ lunuyordu. Oymalı, sedefli, bağa işleme­ li olanları vardı. —Nümism. Emevi valilerinden el-Haccac bin Yusuf’un (661-714) ilk gümüş sikke­ lerinin halk arasında Dinar-ı ebyaz (beyaz dinar) olarak adlandırılması gibi, Osmanlılar’ın gümüş sikkelerine de Akça-i Osma­ ni (Osmanlı beyazı) dendi. Hadîdî (öl.1559) dışındaki kaynaklarda Osman Gazi’nin sikke kestirdiğine ilişkin bilgiye rastlanmaz; ancak İstanbul Arkeoloji mü­ zeleri islami nümismatik kabinesinde ko­ runan bir gümüş sikke üzerinde Osman bin Ertuğrul adı okunur. Nümismat İsmail Galib Bey’e göre ilk osmanlı akçelerinin gerçek vezinleri 1/4 miskaldi (1,203 gr). Ancak akçe, ağırlık ve ayar açısından ilk değerini koruyamadı; Mehmet IV zama­ nında (1686) °/o 50 ayara, 0,200 - 0,220 gr ağırlığa, değeri de 5 paraya düştü. Bursa’nın alınışından Mehmet ll’nin (Fa­ tih) ilk osmanlı altın sikkesini kestirmesi (1477) arasındaki süre, akçenin altın dö­ nemi olarak nitelendirilir. Buna karşılık, kuruşun osmanlı paralarında vahid-i kıyasî (temel karşılaştırma birimi) olarak kabul edilmesine değin akçe, ana birim olarak kaldı. Osmanlı Imparatorluğu’nda akçe bastırılan dönemler ve bunların özellikle­ ri: — Osman Gazi dönemi (1299-1326): bu dönemden kesim yeri ve yılı bulunma­ yan tek örnek vardır. —Orhan Gazi dö­ nemi (1326-1359): kesim yeri ve yılı bu­ lunmayan 3; kesim yeri Bursa olan 1 ve kesim yeri Bursa, yılı 1327 olan 1 akçe ile bir tür "Beş akçelik” i vardır. — Murat I dönemi (1359-1389): üç tür akçesinde de kesim yeri ve yılı yoktur. — Bayezit I dönemi (1389-1402): kesim yeri bulun­ mayan 1389 tarihli tek tip akçesi vardır. Bu dönemde 40 akçe, 1 altın Venedik dükası değerindeydi. — Mehmet I dönemi (1413-1421): Amasya, Bursa, Ayasuluğ, Edirne, Karahisar, Serez'de kestirilmiş, 1413 ve 1419 tarihli, 2 tür vardır. — Mu­ rat II dönemi (1421-1445, 1445-1451): Amasya, Ayasuluğ (Selçuk), Bursa, Edir­ ne, Engürriye (Ankara),Germiyan,.Novar, Serez, Üsküp darphaneli, 1421, 1422, 1423, 1431, 1445 tarihli akçeleri vardır. 1450'de 100 dirhem gümüşten 375,5 ak­ çe kestirildiğine ilişkin kayda göre 1 ak­ çe 0,854 gr idi. Ancak bu akçelerin örneği yoktur. — Mehmet II dönemi (1444-1445, 1451-1481): Amasya, Ayasuluğ, Bursa, Edirne, Serez darphanelerinde basılmış 1444 tarihli tek tip (ağırlığı 6 kırattan 5 kı­ rat 1 habbeye [1,052 gr] indirilmişti); 1451, 1461, 1476, 1481, 1482 tarihli, ağırlıkları 0,916-0,818 gr arasında deği­ şen akçeleri vardır. Novar ve Konstantiniyye'de (İstanbul) kesilen 10 akçelikler de bulunur. Bu dönemde kestirilen ilk osmanlı altın sikkesi, 45,5 akçe değerindey­ di. — Bayezit II dönemi (1481-1512): tek tip ve 1481 tarihli Amasya, Ankara, Bur­ sa, Edirne, Gelibolu, Kastamonu, Konya, Konstantiniyye, Kratova, Novar, Serez, Ti­ re, Trabzon, Üsküp darphaneli akçeleri vardır. Ayarları % 90’dan % 85'e, ağır­ lıkları 0,801-0,751’e düşmüştü. Bu dö­ nemde has altının miskali 57, sultânî ve frengî 47, eşrefi ve engürüs altınları 45 ak­ çe değerindeydi. — Selim I dönemi (1512-1520): üç ana tip akçe kestirilmiş­ ti. Bu dönemde 1 akçe 1/60 altın ya da 1/35 arslanlı kuruş değerindeydi. — Sü­ leyman I (Kanuni) dönemi (1520-1566): süsleme ve tür sayısında büyük bir artış oldu. 1 Flori (altını) 60 akçe değerindey­



lerinde “ akkılçık" denir. Hastalıklara karşı di; ancak 60 akçenin ağırlığı zamanla zayıf ve gecikmeli bir çeşittir.) 13,5 dirhemden 10 dirheme kadar indi A K Ç IL sıf. içinde yer yer beyaz olan şey; (1 akçe 0,721-0,534 gr). — Selim II dö­ rengi ağarmış, giysi, kumaş için kullanı­ nemi (1566-1574): Amasya, Ardanuç, lır: Sakalları akçıl bir ihtiyar. Belgrad, Canca, Çaniçe, Edirne, Koçaniye, Kratova, Novaberde, Serberniçe, SidA K Ç IL (Saim), türk kemancı (Biga rakapsi darphanelerinde kestirilen akçe­ 1940). İstanbul Belediye konservatuvarı' ler tek tipti; Halep, Dimaşk, Mısır darpha­ nı bitirdikten sonra İtalya ve Almanya’da nelerinin tipleri ise değişikti. Vezin ve ayar tekniğini ilerletti. Köln Oda orkestrası’nda bozulmadığından 60 akçe yine bir altın başkemancı ve solocu olarak çalıştı. Yur­ değerindeydi (1 akçe 0,640 gr). — Mu­ da dönünce (1971) İstanbul Devlet ope­ rat III dönemi (1574-1595): bu dönemde ra ve balesi orkestrası başkemancılığına altınlarda bir değişiklik olmamasına kar­ atandı. 1973-1976 arasında Badensee şılık, akçelerin vezninde azalma oldu, (Almanya) Senfoni orkestrası’nda, 19761581 'de 1 altının değeri 70 akçeye kadar 1981 arasında Leenvvarden (Hollanda) bi­ yükseldi. Bunun üzerine İstanbul kadısı­ rinci orkestrası'nda başkemancılık yaptı. na yazılan bir emirle 1 altının 60 akçe, 1 İstanbul Üniversitesi konservatuvarı'nda kuruşun da 40 akçe olduğu ilan edildi. — keman öğretmenliği yapmaktadır. Mehmet III dönemi (1595-1603): aynı ta­ rihli tek tür akçe kesilmişti. 1597'de 0,400 gr ağırlığında gümüş akçe bastırılması — — L düşünülmüşse de, bu gerçekleşememiş, altın 220 akçeye yükselmişti. 14 eylül 1600’de altın 120 akçeye düşürülmüştü. Dönemin akçeleri 0,240-0,330 gr ağırltğındaydı. —Ahmet I dönemi (1603-1617): Tunus’ta bastırılan % 80 ayarında, 0,300 gr ağırlığındaki akçeler dönemin yeniliği­ dir. Amid akçeleri dışında da % 80 aya­ k ' ? • rında, ağırlıkları 0,350-0,250 gr arasında değişen 2 tür akçe kesildi. 1 altın öncele­ ri 120, 1616’dan sonra 130 akçe değe­ rindeydi. — Mustafa I dönemleri (16171618, 1622-1623): Edirne darphaneli 1 akçesi 0,250 gr ağırlığındaydı. Altın 1618'de 120 akçeye indirildi. 1622 ma­ yısında 1 altın 150, ekimindeyse 170 ak­ çe idi. — Osman II dönemi (1618-1622): ¥ r f Amid, Dimaşk, Halep ve Van akçeleri dı­ ü l' M 1 şında 2 tür akçe kestirildi. Dönemin ör­ ■ M il H ■ ■ nekleri 0,200 - 0,350 gr ağırlığındaydı. 1618 aralığında bastırılan 10 akçe ağırlı­ A K Ç ILLA N M A K ya da AK Ç ILLA Ş­ ğındaki yeni sikkeler halk arasında Bekir M AK gçz. f. Bir şeyin renginden söz Efendi akçesi olarak adlandırıldı. — Mu­ ederken, rengini atmak ya da atmaya yüz rat IV dönemi (1623-1640): genellikle 1,5 tutmak; solmak. kırat (0,300 gr), ayarlan % 75’e düşürül­ AK Ç ILLA ŞM AK -» A K Ç IL L A N M A K . müş birkaç tür akçe vardı. Bu dönemde yeni çıkartılan paralar 4 akçe değerin­ A K Ç ILLIK a. Akçıl olma durumu. deydi. — Sultan İbrahim dönemi (1640 Â K Ç İÇ E K , rumca Siskllpos, Kıbrıs'ın 1648); 10 akçe 1 dirhem olduğundan 1 Girne ilçesinde köy. akçe yaklaşık 0,320 gr ağırlığındaydı. — Mehmet IV dönemi (1648-1687): Gü­ A k ç im e n to tic . A.Ş., 1967'de Akvenilirliğini yitiren akçe tartılarak alınır sa­ hank, Akbank emekli sandığı ve dört işatılır oldu. Akçeler kızıl akçe, meyhaneci aamınca İstanbul'da kuruldu. Üç üretim akçesi, züyûf gibi adlar aldı. Gerçek ağır­ tesisinden ilki 1969, diğerleri 1971 ve lıkları 1,5 kırat (0,300 gr) olan akçeler 1975 yıllarında işletmeye açıldı. Yıl­ 0,130gr’a kadar düştü.—Süleyman II dö­ lık üretim kapasitesi 1 milyon 350 bin nemi (1687-1691): 1 akçe yaklaşık 0,160 ton klinker, 1 milyon 500 bin ton çimen­ gr idi. 1690/1691 'de sikkelerin akçe ola­ to olan kuruluş, 1985'te 1 milyon 107 bin rak değerinin saptanması zorunlu oldu. ton klinker ve 1 milyon 350 bin ton çi­ Buna göre 1 kuruş 120, şerifî altını 270, mento üreterek Türkiye toplam çimento mangır (bakır sikke) 2 akçe değerindey­ üretiminin °/o 7,-5'ini karşıladı. 1983’te di. 1688 aralığında 1 mangırın 1 akçe de­ traslı çimento üretimine başladı ve ğerinde olduğuna ilişkin yeni bir emir çı­ 1984’te 835 bin ton, 1985’te 964 bin ton karıldı. — Ahmet II dönemi (1691-1695): traslı çimento üretti. Kuruluşun, yıllık üre­ 1691 kasımında frenk altını 400, şerifî tim kapasitesi 35 milyon çimento torbası altını 360, para 4 akçe değerindeydi. olan bir kraft torba fabrikası da bulunmak­ tadır. — Mustafa II dönemi (1695-1703): sefer masraflarını karşılamak üzere, 3 akçeye AKÇÖPLEME a . Bot. -* Ç Ö P LE M E ' n in düşen paranın değeri yine 4 akçeye çı­ e ş a n la m lıs ı. karıldı. Şerifî altını da 300 akçe değerin­ deydi. — Ahmet III döneminden (1703- r AKÇURA (Yusuf), türk siyaset adamı, 1730) Mahmut II dönemine değin (1808tarihçi (Simbirsk, bugün Ulyanovsk, 18761839), akçenin değerinde değişiklik ol­ istanbul 1935). Küçük yaşta ailesiyle İs­ madı. Mahmut I I döneminde % 90 aya­ tanbul’a göç etti. Harp okulu'nu bitirdi. rında gümüşten kesilen akçelerin varlığı Kurmay öğrencisiyken 1897 Jön Türk ha­ 1820’ye değin sürdü. Bundan sonra, kü­ reketine katıldığı için tutuklandı. Divanı çülerek ele alınmaz duruma gelen, alınıp harpte yargılandı; Şeref vapuruyla Trabsayılması güçleşen akçelerin kesilmesine lusgarp'a gönderilen sürgün kafilesi için­ son verildi. de yer aldı. 1899'da Hüseyin Tosun ve Câmi beylerin yardımıyla Paris’e kaçtı. —Tar. Tanzimat'tan önce devlet mali sı­ Şûra-yı ümmet ve Fransızca Mechveret kıntıya düştüğü zamanlarda sarraflardan, gazetelerine makaleler yazdı, âcole libre murabahacı ya da muamelecilerden fa­ des Sciences politiques'de siyasal bilim­ izle borç para alınırdı. Anapara (resülmal), ler öğrenimi yaptı. Öğrenimini tamamla­ “ akça başı"; faiz de "sarrafiye" ya da yınca Osmanlı ülkesine dönemediğinden "güzeşte" adıyla ödenir, hazine defterle­ Kazan'a gitti. Mısır'da çıkan Türk gaze­ rine bu adlarla yazılırdı. tesinde Üç tarz-ı siyaset başlığıyla yayım­ AKÇ ELTİK a. Tarım. Orta boy taneli ladığı yazı dizisinde Osmanlıcılık, İslamcı­ (5,5-6,4 mm) yerli çeltik çeşidi. (Kılçıkları lık, türkçülük olarak tanımladığı seçenek­ beyaz olduğu için bu adla anılır ve deği­ leri tartıştı. 1905 Rus devrimi sonrasında şik bölgelerde yetiştirilir. Orta-Kuzey Ana­ Rusya müslümanları ittihadı adlı siyasi dolu, Güney-Doğu ve Karadeniz bölge­ partinin kuruluşuna öncülük etti. Kazan



pU



P H K i İP



Akçura 252



AKDENİZ'İN YÜZEY ŞEKİLLERİ



muhbiri gazetesini çıkardı. Siyasi etkinlik­ leri nedeniyle Rusya’da da tutuklandı. 1908 Meşrutiyeti'nin ilanından sonra İs­ tanbul’a döndü. Türkçülük akımının ön­ de gelen savunucularından oldu. Türk yurdu ve Türk ocağı derneklerinde çalış­ tı, Türk yurdu dergisini yönetti. Türkçü dü­ şünceye dayalı Milli meşrutiyet fırkası (1912), Milli türk fırkası’nın (1919) kurucu­ ları arasında yer aldı. Savaş esirlerinin de­ ğişimi için Kızılay temsilcisi olarak Rusya’ ya gitti (1917). Kurtuluş savaşı başlayın­ ca Anadolu'ya geçti, ulusal harekete ka­ tıldı. Cumhuriyet’ten sonra İstanbul (19231934), Kars (1934-1935) milletvekilliği yaptı.İstanbul Edebiyat veAnkaraHukuk fakültelerinde tarih dersleri verdi. Oluş­ turulan Türk tarih kurumu’nun başkanlı­ ğına getirildi (1932). Akçura, eylem bakımından karşıt ol­ makla birlikte, yazılarında marxçı çözüm­ leme yöntemleri kullandı. Osmanlı toplumunun gelişmesini iktisadi yapıya ve iliş­ kilere ağırlık vererek açıklamaya çalıştı. Özellikle Türk yurdu dergisindeki yazıla­ rında bu rahatlıkla gözlenebilir. Temel gö­ rüşü, Osmanlı imparatorluğunda (sonra Türkiye’de) milliyetçi düşüncenin yayılma­ sıydı. Bu açıdan imparatorluk dönemin­ de, herhangi bir unsurun milliyetçilik yap­ masının, çok uluslu yapıyı çökerteceğini, dolayısıyla tek çarenin Osmanlıcılık oldu­ ğunu ileri süren Osmanlıcılar ile İslam di­ ninin milliyetçiUkfikrinin uyuşmadığını ileri süren İslamcılar tarafından ağır biçimin­ de eleştirildi. Yapıtları arasında, Fransa' da verdiği bitirme tezi Osmanlı saltanatı müesseselerinin tarihine ait bir tecrübe (özet olarak Meşrutiyet sonrasında çıkan Bilgi dergisinde yayı mlanmıştır); Üç tarz-ı siyaset (İstanbul 1912); Eski Şûra-yı ümmet'de çıkan makalelerimden (İstanbul 1913); Ulum ve tarih (Kazan 1906); Mevkufiyet hatıraları (Kazan ve İstanbul 1914); Üç haziran vak'a-i müessifesi (Orenburg 1907); Rusya'daki türk-tatar müşlidman­ ların şimdiki vaziyeti ve emelleri (İstanbul 1914); Şark meselesine ait tarihi notlar (İs­ tanbul 1920); Muasır Avrupa'da siyasi ve içtimai fikirler ve fikir cereyanları (1923); Türk yılı (İstanbul 1928); Osmanlı impa­ ratorluğu'nun dağılma devri (İstanbul 1940);Ta kendim -yahut defter-i âmalim (İstanbul 1944) sayılabilir. AKD -



A K İT .



 K D  Р, Göktürk devleti hükümdarla­ rından istemi Han'ın yazlık başkenti. Do­ ğu Türkistan’da Tarım havzasını kuzey­ den çeviren Tanrı (Kuen Lun) dağlarının orta kesimindeki Yıldız ırmağı vadisinin K.-B.’sında. A K D A Ğ , Amasya’nın merkez ilçesine bağlı bucak; 7 899 nüf. (1990); 9 köy. Merkezi Çiğdemlik (esk. Zana); 636 nüf. (1990).  K DAĞ, çek dilinde Biiâ hora, Prag ci­ varındaki tepeler: 8 kasım 1620!de impa­ rator Ferdinand ll’nin general Tilly komu­ tasındaki birlikleri, Bohemya prenslikleri ordusunu Ak Dağ’da yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi, ayaklanan soyluların mallarına el konulmasına ve binlerce protestanın göç etmesine yol açtı, A K D AĞ , Türkiye'nin özellikle açık renkli kalker kayaçların yer aldığı kesimlerinde görülen yükseltilerin adı. Anadolu'da bu adla bilinen pek çok dağ vardır. 1, Eşen çayı vadisinin doğusunda Fenike’nin ku­ zeyinde Beydağları’nın en yüksek tepesi (3 070 m). —2. Denizli kentinin yaklaşık 10 km G.-B.'sında dağ (2 300 m). —3. İsparta kentinin güneyinde dağ (2 271 m). —4. Beyşehir gölünün güneyinde, Kemboz ovasının doğusunda dağ (2 135 m). —5. Çivril ovasında Işıklı göl yakınında dağ (2 445 m). —6. Karaburun yarıma­ dasının en yüksek tepesi (1 218 m). —7. Simav çayının yukarı kesiminde dağ (2 080 m.). -—8. Kayseri-Sıvas arasında Hınzır dağları üzerinde tepe (2 641 m). —9. Sıvas-Yozgat arasında Akdağmadeni ilçesi yakınında dağ (1 933 m), —10. Amasya Ladik arasında tepe (2 061 m). —11. Malatya-Adıyaman arasında tepe (2 546 m). —12. Oltu’nun batısında dağ (2 933 m). —13. Hınıs’ın K.-D.’sunda dağ (2 953 m). —14. Palu’nun güneyinde dağ (2 578 m).



saadetten bir yaprak (1920), Hayatın hayatı-dinin ruhu (1948). ÂKDAĞ (ishak Avni), türk asker ve siya­ set adamı (Harput 1888-Ankara 1965) Harp okulu'nu, Harp akademisini bitirdi. Balkan, Birinci Dünya, Kurtuluş savaşla­ rına katıldı. Orgeneral rütbesinden emek­ li oldu. Demokrat partiden Erzurum (1954-1957), Konya milletvekilliği (19571960) yaptı. 27 Mayıs sonrasında Yassıada’da Yüksek adalet divanı’nca yargı­ landı; dört yıl iki ay hapse mahkûm oldu (1961). Afla salıverildi. AKDAĞ (Mustafa), türk tarihçi (Boğazlıyan, Yozgat, 1913-Ankara 1972). Dil ve Tarih-Coğrafya fakûltesi'ni bitirdi(1940). Celali isyanlarının başlangıcı adlı dokto­ ra tezini hazırladı (1945). 1951’de Celali fetreti 1597-1603 adlı teziyle doçent, 1958’de profesör oldu. 1959’da yayım­ ladığı Türkiye'nin iktisadi ve içtimai tarihi adlı çalışmasının birinci cildinde, 12431453 döneminin iktisadi ve toplumsal ya­ pısını ele aldı. 1963’te Celali isyanları1nı yayımladı. Türkiye'nin iktisadi ve içtimai tarihi'nin II. ciidinde 1453-1559 arasını in­ celedi (1971). Celali isyanlarının geniş bi­ çimde, yeniden işlendiği Türkiye halkının dirlik ve düzen kavgası adlı yapıtı, ölü­ münden sonra yayımlandı (1974). AK D AĞ (Vehbi), türk güreşçi (Tokat 1949). Güreşe karakucakla başladı (1965). Milli formayı ilk kez genç milli ta­ kımda giydi (1967). Balkan gençler şam­ piyonluğunu kazandı (1969). A milli ta­ kımına yükseldi (1971). Münih olimpiyat­ larında gümüş (1972), Avrupa Serbest güreş şampiyonasında bronz (Lozan, 1973), Dünya Serbest güreş şampiyona­ sında gümüş (İstanbul, 1974) madalya kazandı. Milli formayı 75 kez giydi. A K D A Ğ M A D E N İ, İ ç Anadolu’da Yoz­ gat’a bağlı ilçe; 62 776 nüf. (1990); 2 053 km2; 96 köy. Merkezi Yozgat’ın 102 km doğusunda bulunan Akdağmadeni\ 12 220 nüf. (1Ş90). ÂKDÂM çoğl. a. (ar. kadem'in çoğl. akdâm). Esk. Ayaklar.



AK D AĞ (Şeyh Servet), türk siyaset ada­ mı, nakşi şeyhi (Tosya 1880-istanbul 1962). idadi ve medrese eğitimi gördü. Hatay müftülüğü yaptı. TBMM’ye Bursa milletvekili seçildi (1920). Yeşil Ordu ha­ reketine katıldı. Yasadışı Türk halk iştirakiyun fırkası’nın kurucuları arasında yer ■ AK D AM AR , AH T A M A R ya da A K TAMAR, Van gölünde iki küçük ada. aldı. Dokunulmazlığı kaldırılarak istiklal Gölün G.-D. kıyısından yaklaşık 4 km mahkemesi'nde vatana ihanet suçuyla uzaklıkta olan adaların su üzerindeki yÜkyargılandı, aklandı (1921). Yapıtları: Asrı



L/Sl/fi DENİZİ.



Jabuka jşukuru



Marsilya



IOSNA HERSEK



K AT ALANYA DENİZİ



!



»



\B a rc e lo n j sOtranto f kanalı f



1



648



^ARNAVUTLUK



'1 8 5 0



MARMARA DENİZİ 2 0 00 ALBORAN DENİZİ 3090



ORAN DENİZİ



kıta sahanlığı ve yamacı



Cezayir



4070'



denizaltı dikliği kıta yamacı



denizaltı



yanardağ



J.-R . V A N N E Y



Trablusçfarp denizaltı ovaları



las okyanusu’ndan ve Karadeniz’den ge­ len suların dengeleyici etkisi ve daha tuzlu derin suların Cebelitarık boğazının dibin­ den akması nedeniyle deniz düzeyi ve tuzluluk oranı değişmez. Akdeniz’in öbür denizlerden kopuk olması ve eşikler ara­ cılığıyla bölümlere ayrılması, akıntı halka­ larının bağımsız olmasına -Gabes körfezi ile Adriya denizi dışında- gelgitin genel­ likle zayıf kalmasına yol açar. Atlas okya­ nusu sularının Akdeniz'e girmesi ve rüz­ gârların itmesi, yüzey sularının D.’ya doğ­ ru büyük ölçüde sürüklenmesine neden olur. Akdeniz’deki başlıca akıntı, saat yel­ kovanına ters yönde ilerleyen bölgesel akıntı halkalarına ayrılır ve bu halkalar, havzaların biçimine bağlı olarak, yelkovan yönünde gelişen çevrintilerle tamamlanır. Daha yoğun oian alttaki suda (ara su ta­ bakası) B.’ya doğru bir yavaş dönüş ha­ reketi görülür. Bazı havzalarla sınırlı ka­



Akdamar adası Van



seklikleri azdır. Doğudaki büyüğünün uzunluğu 1 km’den çok, küçük olanın bir­ kaç yüz m’dir. Adalarda yerleşme yoktur. Büyük ada üzerindeki Akdamar kilise­ sini prens Gagik yaptırmıştır (921). Doğu hıristiyan sanatının önemli örneklerinden olan yapı, koni biçimi külahlı, köşe kuleli, merkezi haç planlıdır. Yapıyı dolanan ka­ bartmalı frizde elinde kilisenin maketini tu­ tan Gagik, dinsel betimlemeler, bitki ve hayvan motifleri vardır. AKDARI a. Bot. KUMDARI’nın eşanlam­ lısı. AKDEDİLM EK -> AKDETMEK. AKDEM sıf. (ar. akdem). Esk. 1. Ön­ ce: "Yunanlılar girmezden akdem iskeçe'de komite belediye intihabını yap­ m ış...." (Atatürk). —2. ilk, önceki, daha önceki: "Kendisinin akdem-i şakirdanı olan Hafız Tevfik Efendi..." (Cevdet Pa­ şa, XIX. yy.). —3. En önemlisi, ilk planda olan: "izz ü şerefde ola bin mertebeyle akdem" (Şeyhi, XIV. yy.). A K D E M İR , esk. Şevak, Tunceli'nin Pertek ilçesine bağlı bucak; 2 378 nüf.



(1990); 8 köy. Merkezi Akdemir (esk. Abseker); 360 nüf. (1990). AK D EN İZ, Atlas okyanusu’nun Avrupa, Asya ve Afrika arasında kalan kenar de­ nizi. Yüzölçümü yaklaşık 2,5 milyon km2; Cebelitarık boğazı ile Atlas okyanusu’na, İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla Kara­ deniz'e bağlanır. COĞRAFYA Akdeniz, Alp sıradağları sistemi içinde (B.’da)ve kenarında(D.’da)çöküntülerle oluşmuş derin (ortalama 1 500 m) bir kıtalararası denizdir. Akdeniz’in bugünkü biçimi, Avrupa ve Afrika levhalarının bir­ birine yaklaşmasıyla gelişen bir jeoloji ev­ riminin sonucudur. Büyük denizaltı diklik­ leri (örneğin, Baiear adalarının G.'indeki Emile-Baudot dikliği), ada eşikleri, B.’da derin denizaltı ovalarının (Cezayir-Provence havzası) ve D.’da Ege yayının güne­ yinde derin çukurların (Hellen çukurlan) yer alması Akdeniz’in tektonik kökenli ol­ duğunu ve denizaltı şekillerinin gençliği­ ni gösterir. Atlas okyanusu ile bağlantının kapanması (Messina çekilmesi), Doğu Akdeniz eşiği, ilksel türbiditlerinin kıvrımlanması, deniz taraçaiarının ilksel biçim­ lerinin bozulması ve yakın dönemlerdeki yanardağ etkinlikleri gibi olgular yerkabuğu hareketlerinin geç zamanlara kadar sürdüğünü ortaya koyar. Bugünkü hare­ ketler, etkin türbidit akıntılarına yol açan depremlerle kendini gösterir. Kıyılar, da­ ha çok ria’larla (Costa Brava'da, Calabria’da ve Cezayir bölgesindeki eski küt­ lelerde) ve kalanklarla (daha çok, Provence’da ve Dalmaçya kıyılarında olduğu gi­ bi, kıvrımlı kireçtaşı dizilerinde) kesilen yalıyarlardan oluşur. Yalıyarlı kıyıların önün­ de dar kıta sahanlıkları bulunur (Tunus’ un önü ve Adriya kıyıları hariç). Lagünlü ve kıyı kordonlu alçak kıyılar, büyük tek­ tonik havzaların (Languedoc, Valencia körfezi, Po ovası) önünde yer aiır. Kışın karadan esen rüzgârların soğutu­ cu etkisiyle ortalama yıllık sıcaklığın 17°Ç'a (Lion körfezi) ve 14°C’a (Adriya denizinin kuzeyi) düştüğü kuzeydeki ba­ zı körfezler bir yana bırakılırsa, Akdeniz ılık bir denizdir: ortalama 19°C. Yaz mev­ siminde sıcaklığın düşey dağılışı dikotermik olduğu halde (yüzey sularının sıcak­ lığı 24-28°C), kışın homotermiktir ve yü­ zeyden dibe kadar su sıcaklığı yaklaşık 13-15°C arasında aynı kalır. Bu mevsim­ de Lion, Venedik ve Selanik körfezlerin­ deki olağanüstü soğuğun etkisiyle, yü­ zey suları dibe dalar. Ayrıca Akdeniz, su açığı oian bir denizdir. Tuzluiuk B.’dan (%o 37) D.’ya (%o 39,5) doğru artar. Bu harlaşmanın şiddetli olmasına karşın, At­



lan dip suları daha da yavaş ve aynı yön­ de akar. Gelgit farkının az olması, tuzlu­ iuk, ılıklık, düşey hareketlerin sınırlanma­ sı, derinliği az ve daha çalkantılı bölgeler dışında, Akdeniz’i az verimli bir deniz ha­ line getirir. En verimli bölgeler, Alboran ve Katalan denizleri, Gabes ve Lion kör­ fezleri, çeşitli boğazlar (Sardinya ve Sicil­ ya boğazları) ve lagünlerdir. Balık avı alanları D.’ya doğru yavaş yavaş yoksul­ laşır. Çoğunlukla eskimiş yöntemlerle ve küçük çapta yapılan balıkçılık, etkinliği Kuzey ve Orta Atlas okyanusu’na yöne­ lik limanlarda (özellikle İtalyan limanlan) sanayileşmiştir. Doğu ile Batı arasında ge­ leneksel ulaşım yolu olan Akdeniz, etkin deniz ticaret filoları (dışarıya da çalışırlar) ve birçok limanla donanmıştır. Güney li­ manlarının daha çok ham petrol dışsatı­ mı görevini yüklenmelerine karşılık, kuzey limanlarında (özellikle Marsilya, Barselo­ na, Cenova ve Venedik) sanayi etkinliği ağır basar. Göğün, suların ve kıyıların gü­ zelliği bu denizi seçkin bir deniz turizmi alanına dönüştürmüştür. TARİH Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının bir­ birine kavuştuğu yerde bulunân Akdeniz, ilkçağ'dan beri, kültürel temaslar, ticari ilişkiler ve siyasal çatışmalar bakımından ayrıcalıklı bir bölge, oidu. İlkçağ dünyasının ekseni Akdeniz'in tarihi, ilkel ama canlı müba­ delelere (bakır, demir, seramik, kereste, reçine, mermer) dayalı ticaret ilişkilerinin gelişmesiyle, i.O. V. ve İli. binyıllar ara­ sında, bölgenin doğu kesiminde ege ve mısır uygarlıklarının yayılmasıyla başladı. Kıyı taşımacılığıyla sınırlı olmasına karşın deniz ulaşımının, Yakındoğu'ya ait kültür­ lerin, teknik yeniliklerin ve özellikle yazı­ nın yayılmasına katkısı oldu. II. ve I. binyıllarda, Doğu Akdeniz’e iki güçlü deniz dev­ leti egemendi: bir yanda VIII. yy.’a kaçlar egemenliğini sürdüren Ugarit, Byblos, Tir ve Sidon gibi fenike siteleri, öte yarıda Mykenailer sayesinde X!i.yy.'a kadar sür-



Akdeniz deniz dünyasının birliğinin ana çizgileri or­ taya çıkmış oldu. Akdeniz’in bütün kıyılarını egemenliği altında toplayan (İ.Ö.30) Roma, Akdeniz’ in birliğini tamamladı. Doğusu da batısı da bir roma gölü halini alan ve mare nostrum (bizim deniz) veya mare internum (iç deniz) diye nitelendirilen Akdeniz, üstün bir uygarlık birliğinin en önemli öğesi ve roma dünyasının yaşam ekseni oldu. Yukarı imparatorluk döneminde, o ta­ rihe kadar eşine rastlanmamış önemde ve çok büyük miktarlarda mal içeren bir pazar oluştu. Bu ürünler arasında, yıllık tahılı taşıyan filo tarafından Kartaca ve İs­ kenderiye’den Ostia’ya gönderilen buğ­ day ve yağ; Galya ve İtalya’dan gelen şa­ rap ve madenler (demir, bakır, kalay) ve özellikle Suriye yoluyla Uzakdoğu’dan gelen lüks ürünler (baharat, kokular, ipek­ liler) bulunuyordu. Savaş gemileri ve de-



dürülen Girit’teki Minos devleti. Doğu-batı yönüne ilerleyen bir kültür akımı Yakında ğu uygarlıklarının batı havzasına girme­ sine neden oldu. Bunun sonucunda or­ taya çıkan güçlü bir sömürgeleştirme akı­ mının etkisiyle Fenikeliler, adalarda, ispanya'nın güneyinde ve Afrika kıyısın­ da, Mısır’dan Cebelitarık boğazına kadar uzanan bir dizi ticaret merkezi kurdular. Söylentiye göre İ.Û. 820’ye doğru Tirliler Batı Akdeniz’in girişine hâkim bir kıyıda, Kartaca şehrini inşa ettiler; bu şehir deni­ zin güney-batı bölgesini bir kartaca gölü haline getirdi. Pişmiş topraktan çanakçömlek, erguvan rengi boya, Lübnan’ın sedir ağacından yapılmış kereste ve ay­ nı zamanda İngiltere’den gelen kalay ile ispanya’nın gümüşü, Fenikeliler'in çok canlı olan ticaretlerini besliyordu. VIII. yy.'da Fenikeliler’in yerini Yunanlılar aldı ve bunlar, VI.yy.’a kadar, kıyılarını ticaret



254



bozuldu. Bizans tarafından terk edilen Tirren denizi, Provence ve Campania'da yerleşmiş sarazen korsanlarının hüküm sürdüğü bir müslüman denizi oldu. Bu arada, doğu havzasında Araplar, bizans filosunu Ege denizi’ne ve Karadeniz’e çe­ kilmeye zorladılar. Böylelikle IX. yy.’da Akdeniz, İslam, latin ve yunan olmak üze­ re üç uygarlığın buluşma yeri oldu ve müslüman dünyasının (Hindistan, Çin, Orta Asya, Sudan) çok geniş ticaret ala­ nıyla Akdeniz’i bütünleştiren İslâmlaşmış denizcilerin nerdeyse tamamen egemen­ liği altına girdi. Bu denizciler, başlıca uğ­ rak yerleri Almeria, Tunus, Palermo, İs­ kenderiye ve Antakya olan kıyılar arasın­ da çok canlı ve kârlı bir deniz ulaştırma­ cılığı yaptılar. Latin Batı dünyası ile yunar Doğu dünyası arasındaki ilişkiler zorlaş­ mıştı. Bununla birlikte, Amalfiler ile Vene dikliler ticaret işlemlerini canlı tutmaya ça



—- A__^Çegensburg



^ana



(A z o v)



Q Saizburg Kuban L a R o ch eile^ \ K efe I (Feodosiâ)



P ia n c e n zo



B o rd e a ı



lUİOUSf »ntpeHiera .Marsilya



|RBİSTAN\



H y e , es



tarcelo n a Alla ' — S Valencia i ilıye>,^--C flÇ doba (Kurtuba) XIII. > sonu



;



Grenada (Gırnata)



Maroneia



Palm'aggŞt



»Tenedt



Mallorca İb iz a



Korlü



.. \



y jL â



/



• | "^Miletos



M od on KoroneTlemsen



&am bs#



„ .. K a n d iy e



y i r .. Rodos



1 '' ' v



| o Haieo Antıokheıaf (Antakya)



'~ \



Gazi Mağusa^ ^ L e fk o ş a



tjA



KıbrıS-™-^



HAFŞÎLER X / f -



n



' / 9am



A k k a 'r K u d i/s0/



Trablusgarp



İs k e n d e riy e Ticaret yolları ®



®



iş merkezleri



Safran



Altın merkezleri



Satış üsleri #



c e n o v a iıla r ^



A



Tuz



&



Pastel



&



Şap



^



Kamış şeker



Venedikliler |F e | Demir



i l f l l Zeytinyağı



XIII. YY.'DAN XV. YY.'IN BAŞINA KADAR



AKDENİZ



Gümüş



|Âğ|- Ağaç



Köleler



Isîîl



Silah.



da sınırlar T. Trablusgarp Müslüman dünyası



merkezleriyle donattıkları (Bizans, Sinop, vb.) Karadeniz'e, Afrika ve Uzakdoğu'ya açılan Mısır’a (Naukratis), Foçalılar'ın Marsilya'yı (Massalia) kurdukları Provence'a ve özellikle, Batı Yunanistan’ı oluş­ turan Sicilya ve İtalya kıyılarının zengin ovalarına kadar etki alanlarını genişletti­ ler. VI.yy.'da Akdeniz'de geniş çapta bir deniz etkinliği göze çarpıyordu. Gemiler, Yunanistan'dan çanak-çömlek, şarap ve zeytinyağı; Sicilya’dan, Mısır’dan, İtalya' dan ve Skythia’dan tahıl; Trakya ve Ana­ dolu'dan kereste ve demir taşıyorlardı. V. ve Vl.yy.’larda Akdeniz, yunan hegemon­ yasına girdi ve daha sonra egemenliğini Indus nehrine kadar uzatan Büyük İsken­ der, Doğu Akdeniz'in birliğini sağladı. III. yy.’dan I.yy.’a kadar, İskender imparator­ luğundan doğan devletlerde (lagid Mı­ sır'ı, selefki Suriye'si, antigonos Make­ donya’sı, attalos Bergama’sı) Yunanlılar' ın ve barbarların ortak yanlarını birleşti­ ren hellenistik uygarlık yaygınlaştı. Yoğun bir mal mübadelesiyle, Rodos'un ve özel­ likle de mısır ürünlerinin (tahıl, papirüs) ya­ nı sıra çöl ve hindistan ürünlerini de (mer­ mer, fildişi, kıymetli taşlar, baharat) ihraç ederek bunların bütün Akdeniz’de dola­ şımını sağlayan İskenderiye'nin gelişme­ siyle kendini belli eden bu dönemde, ak-



500 km



niz üsleri (Mesina, Ravenna, Kartaca, İs­ kenderiye) korsaniığı bastırdı ve çoğu kez yükleri 200 tonu geçen ticaret gemilerini ve denizyollarını korudu; bunların başlıcaları Ostia ve İskenderiye’yi Seleukis'e (Pieria) ve Narbon ile Kartaca’yı İskende­ riye'ye birleştiren deniz batlarıydı. Ortaçağ'daki doruktan Yeniçağ'daki çöküşe kadar İ.S.V.yy.’da büyük istilalar, Akdeniz'de­ ki birliği bozdu ve batı havzasındaki de­ niz etkinliğinin gerilemesine neden oldu. Karaya bağlı olan barbar krallıkları (Geiserich'in vandal krallığı hariç) denizle iliş­ kilerini kestiler ve denizyoluyla gerçekle­ şen mübadeleler, bölgesel pazarlarla sı­ nırlı kaldı. Buna karşılık, istilalardan son­ ra da zenginliğini ve canlılığını koruyan Doğu'da, deniz yolu, Bizans imparator­ luğu eyaletleri arasındaki ilişkilerin teme­ lini oluşturdu. Batı havzasının Justinianos tarafından yeniden fethedilmesinden (533-554) sonra Akdeniz, yeniden bir ro­ ma denizi halini aldı. Ama bu birlik, ispan­ ya, Güney İtalya ve denizlerin kilit nokta­ sını oluşturan adaların (Kıbrıs, Girit, Sicil­ ya, Rodos, Malta) Araplar tarafından fet­ hedilmesi üzerine (VII. - IX.yy.Tar) yeniden



lışıyorlardı. Bunlar, hem Bizans ile ticaret yapıyor, hem de müslüman limanlara uğ­ rayarak buralarda köle, kereste, maden, silah satıyor ve karşılığında baharat, ipek­ liler, güzel kokulu bitkiler, kokular ve kıy­ metli madenler alıp, bunları batıdaki hıristiyan ülkelerde piyasaya sürüyorlardı. Araplar’ı Sicilya'dan çıkaran Normanlar (1061-1091), Doğu Akdeniz havzası­ nı yeniden Batı’ya açmış oldular. Bu du­ rumun akdeniz ekonomisi üzerindeki et­ kisi, Haçlıların İstanbul'u almalarıyla (1204) daha da pekişti. Avrupa'da lüks eşya isteminin giderek artması, Haçlı se­ ferleri, Doğu Akdeniz'de latin devletleri­ nin kuruluşu ve Provence (Marsilya), Katalonya (Barcelona) ve özellikle Piza, Cenova ve Venedik gibi İtalyan kıyı kentleri­ nin (bunlar Ortaçağ’ın sonuna kadar Ak­ deniz'deki mübadele ilişkilerine egemen olmuşlardır) iktisadi gelişmesi sonucunda Batı ile Doğu arasındaki ticaret ilişkileri ye­ niden çok canlı bir görünüm kazandı. Bu­ na karşılık Cenevizliler, anadolu ürünle­ riyle (özellikle Foça'dan şap) yürüttükleri Karadeniz ticaretinin tekelini, Venedikliler ise Güney-Doğu Akdeniz’in baharat tica­ retinin tekelini ellerinde bulunduruyorlar­ dı. Batı havzasında da Katalonyalılar, Barcelona-Palermo ekseni üzerinde ku



-a ş -a: .-e :a~ t-saretn: yürütüyorlard



JzataJoğu'ya ve baharatına erişmenin .ou otan Akdeniz, XV. yy.'ın sonun­ ca :~e— - =jj B.dSdir. Manyetik akının SI birimi w e b e r d ir v e W b s im g e s i ile g ö s te r ilir .) — M a t. ç ö z lm . Yönlü bir E yüzeyinden ge­



çen



3 /c /,|)^ +



f.dır g e r ç e l



sayısı ( b u n a



f 'nin



E + üzerinde integrali de denir); burada f U c E den E ye (3 boyutlu yönlü Eukleides uzayı) sürekli bir uygulama, E + ise, taşı­ yıcısı U içinde bulunan C1 sınıfından, düz­ gün, yönlü bir yüzey parçasıdır. [E nin alanı y. (E) ise bu akı üstten ^ (E) x Sup mes



|| f (m) || ile sınırlanır.] (-» OSTROGRADSKİ formülü.) —Meteorol. Akı çizgisi, hava akımlarının izlediği çizgi .(Ilıman bölgede, akı çizgile­ ri eşbasınç eğrileriyle çakışır.) —Nörobiyol. Sinir akışı, eylem akımları aracılığıyla sinir liflerinin zarı boyunca ta­ şınan elektrik işareti. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL Nörobiyol. Sinir akışının elek­ triksel olabileceğini ilk düşünen Galvani idi (1791), ama bunu kanıtlayan Du Bois -Raymond oldu (1859). Daha sonra ey­ lem akımlarının üretim mekanizması Hodgkin ve Huxley tarafından çözümlen­ di (1952). Bu mekanizma, hücre zarının her iki yanındaki iyon türlerinin yoğunlu­ ğundaki farklılığa dayanır ve bu fark nor­ malde nöronun içinde negatiftir. Sinir akı­ şının geçişi, zarı kutuplaştırarak iyonoforların açılmasını sağlayan yerel akımların geçişiyle kendini gösterir, lyonoforlardan, yani iyon kanallarından, sodyum iyonunca taşınan güçlü bir akım girer, iyonoforun kapanması, eylem potansiyelinin ge­ lişmesine son verineylemsizlik.iyon pom­ paları, sodyumu içerden çıkarıp potas­ yumu yeniden içeri sokarak zarın iki ya­ nında başlangıçtaki iyon yoğunluklarını yeniden yaratır. Uyarılmış zar bölgesinin çevresinde gelişen yerel akımlar, sinir akı­ şının iletimini, hem yakından yakına (sü­ rekli iletim), hem miyelinli liflerde sıçramalı olarak sağlar, iletime canlandırıcı denir, çünkü eylem potansiyeli, yakındaki böl­ gelerin uyarılmasıyla yerel akımları ken­ di üretir.



AK H U N LAR ya da EFTALİTLER, Hun devletlerinden biri (yaklş. 350-557). Hun birliği dağıldıktan sonra Altay bölge­ sinde Sien-pi ve Avar(Juan-Juan)devletlerine bağlı olarak yaşayan Uar ve Hun ka­ bileleri 350 yıllarında Güney Kazakistan'a geldiler, sonra daha güneye (bugünkü Afganistan’da) Toharistan yöresine yer­ leştiler. Seyhun ve Sogd (Semerkand yö­ resi) bölgelerine egemen oldular. Bizans kaynaklarında Kidara Hunları yada Eftalitler, Göktürklerce Abdel, İran dilinde Kiyon ya da Haytal, Hind kayıtlarında Huna gibi çeşitli adlarla anılan Akhunlar, o çağda İran'a egemen olan Sasaniler’le dokuz yıl süren savaşlara giriştiler (349358). Akhunlar’ın Sasaniler’le savaşı 427 yılından sonra da sürdü. Sasani hükümdarı Behram Gur bu saldırıları durdura-" bildi ama ölümünden sonra Akhunlar İran'a baskılarını artırdılar. Akhunlar'ın eftal hanedanından Kunhas (ya da Kuhanaz, Aksunvar, Aksungur, Kün Han) hi­ mayesine aldığı Firuz’u, Sasani tahtına çı­ kardı (459). Bu yardımına karşılık Telekan ve Tirmiz kentlerini aldı. Kuzey Hindis­ tan’a düzenlediği bir seferle Guptalar devletini yıktı; Pencab’ı ele geçirdi (470). Kunhas'ın hanedanının adına bağlı ola­ rak "Eftalitler" diye de anılan Akhunlar, İran'da çıkan Mazdek ayaklanmasına karşı Sasani şahı Kavaz'a (Kubad ya da Kavad) yardım ettiler. Kendilerine sığınan Kavaz’ın yanına 30 000 süvari vererek ayaklanmayı bastırmasını sağladılar (499). Toraman Han ve oğlu Mihiragula döneminde, Akhunlar güçlerinin doruğu­ na ulaştılar (VI. yy. başı); Kuzey Hindis­ tan, Orta Asya’da Kuça, Karaşar, Kandehar, Aksu ve dolayları ülke topraklarına katıldı; ipek yolu’nun bir bölümü denetim-



A K I (Niyazi), türk edebiyatı tarihçisi ve ti­ yatro araştırmacısı (Yugoslavya 1913). AnkaraÜniversites Dil veTarih-Coğrafya fakültesi fransız dili ve edebiyatı bölümü’ nü bitirdi (1940). 1961’de Erzurum Ata­ türk üniversitesi’ne yeni türk edebiyatı öğretim üyeliğine atandı. 1975’te emek­ liye ayrıldı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1960) adlı doktora çalışması, romancının yapıtlarını anlatım sanatı yönünden ince­ liyordu. Araştırmalarını tiyatro tarihi konu­ sunda yoğunlaştırdı: XIX. yüzyıl türk tiyat­ rosu (1963), Çağdaş Türk tiyatrosuna top-



lo r in o n n ı-t i



h ı fıa V ıc n a n a t u h



Ç n n r a U İ v / ılla r H a İ r a n



Çaeani



 K IB -* AKAB.



AKIBET, -ti a. (ar. rakıbet). 1. Bir gi­ dişin, akışın bitimi; son, sonuç: Akıbetini hiç iyi görmüyorum. İyi, kötü akıbet. Yeis verici bir akıbet. — 2. Akıbeti hayrola, ahır encam û akıbetleri hayrola, sonun, sonu­ cun iyi olması dileği. || Bir kimsenin, bir şe­ yin akıbetine uğramak, bir kimse ya da bir şey sözkonusuysa, kendinden önce­ kiyle aynı kötü duruma düşmek: O da ar­ kadaşının akıbetine uğrayarak işten atıl­ dı. Bu dilekçem de öncekilerin akıbetine uğradı. || Akıbet-ül-emr, bir işin sonu; işin sonunda. — Din. insanın akıbeti ya da son akıbet, yaşamının sonunda insanı ilgilendiren ölüm, yargılanma, cennet ve cehennem gibi şeyler. (Bir geçiş yeri olduğundan A’ raf bunlar arasında yer almaz.) ♦ be. Esk. Sonunda: "Akıbet, kütfara biz olduk esir" (Âşık Ruşeni, XIX. yy.). "Akıbet, terk eyler bu can insanı" (Gedayi, XX. yy.). AKICI sıf. 1. Akma özelliği olan şey için kullanılır: Cıva akıcı bir maddedir. ~ 2. Okunması, anlaşılması kolay dil ve anla­ tım için kullanılır. (Esk. Selis üslup.) — Bayınd. Kazıldığında göçen bir zemin ya da kum için söylenir. (İnce öğelerden oluşmuş ve çoğunlukla suya doymuş akı­ cı zeminlerde kuyu ya da galeri açılması büyük güçlükler doğurur ve çok tehlike­ lidir. Bu güçlük ve tehlikelerden korun­ mak için, olanak varsa akaçlama yapılma­ lı ya da daha sık uygulanan bir yöntem­ le, enjeksiyon ve dondurma ile sağlam­ laştırma yoluna gidilmelidir.) — Sesbilg. izlenimsel terimlemede, söy­ lendiği zaman hafif bir kayma, süzülme izlenimi uyandıran [L] ve [R] gibi ünsüz­ ler için kullanılır. AKICILIK a. 1. Akıcı olma durumu; akı­ cı maddenin özelliği. — 2. Dilin, anlatım doğallığı, kolay okunma, anlaşılma özel­ liği. (Esk. Selaset.) — Metalurj. Dökümcülükte, bir metalin kalıp boşluğunu ayırlarına değin doldur­ mada gösterdiği kolaylık. AKIL, -klı a. (ar. cakl, köstek). 1. Bilip tanımayı, yargılamayı ve ilkelere göre davranmayı sağlayan insana özgü yeti: Aklını kullanmak, içgüdüye, duyguya, tut­ kuya ve imgeleme karşıt olarak akıl. (Eşanl. US.) —2. Doğru davranmayı, doğru yargı vermeyi sağlayan düşünme biçimleri ve ilkeler bütünü; sağduyu, bil­ gelik, ayırt etme yetisi: Akla uygun bir ka­ rar. Akla aykırı davranmak. (Bk. ansikl. böl., Fels., isi. fels.) —3. Normal durum­ ları ve işleyişleri bakımından ele alınan düşünsel yetilerin bütünü; uyanıklık: Aklı başında olmak (olmamak). Aklını yitirmek. Bu olay onun aklını karıştırdı. —4. Bellek, algı, düşünme, vb. zihinsel yetilerden her biri: Bugün geleceği aklımdan bütünüy­ le çıkmış. Adını aklımda tutamıyorum. Bu­ günkü aklımla yirmi yaş genç olsaydım. Sen bu akılda olduğun sürece daha çok sürünürsün. —5. Akıl akıl, gel çengele ta­ kıl, bir sorunun çözüm yolunu bilememe, sonucun nereye varacağını düşüneme­ me durumunda söylenir. || (Bir kimseden) akıl almak, danışmak, sormak, bir konu­ da bir başkasının görüşünü almak: Bu işe başlayayım mı, başlamayayım mı, sizder. akıl almaya geldim. || Akıl almaz, olanak­ sız, inanılmaz: Akıl almaz bir güç. Akıl al maz bir serüven. || Akıl bu ya, "doğru ol masa da kendi aklına uymuş, ne diyelim’ anlamında söylenir. |j Akıl defteri, akla ge len ya da yapılması gerekli şeyleri unut mamak için yazılan küçük defter. || Bir şe ye akıl, aklı ermek, o şeyi anlamak, anla yacak düzeyd,e olmak: Matematiğe ak iyi erer. Bu gidişe aklım ermiyor, jj Bir şe yi akıl etmek, bir önlem ya da çareyi tar zamanında almak, onu düşünebilmef Havanın karardığını görünce açıktaki b i tün buğday çuvallarını içeri taşıtmayı ak etmişti. || Akıl fikir, doğru düşünebilme y< tisi: Allah akıl fikir versin. || Akıl fukaras



akılsız, aklı kıt. || Akıl hastanesi, ruh ve akıl hastalıklarıyla ilgili hastane. || Akıl hasta­ sı, aklını ve ruhsal dengesini yitirmiş olan kimse. |jAkıl hocası, bir konuda bir kim­ seye yol gösteren ya da herkese akıl öğ­ retmeye meraklı kimse. |j Akıl kârı, akıl işi değil, bir işin akla uygun olmadığını so­ nunda zarar getireceğini anlatmak için kullanılır: Üç büyük marketin bulunduğu mahalleye bir küçük bakkal dükkânı aç­ mak, akıl kârı değil. Bu karlı kış günün­ de hasta hasta yola çıkmak akıl işi değil. || Akıl kethüdası, herkese akıl ve öğüt ver­ me meraklısı olan kimse (esk.). || Akıl ku­ tusu, kumkuması, küpü, bir kimsenin özellikle yaşına ve görünüşüne göre de bir çocuğun akıllı olduğunu belirtmek için şaka yollu söylenir. || Akıl öğretmek, bir kimseye kendinin düşünemediği, çıkarı­ na uygun davranış yolunu göstermek: Sen bu işte eskisin, deneyimlisin, nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize akıl öğretirsin. || Akıl satmak, kendi düşün­ cesini başkasına aşılamaya çalışmak; bil­ giçlik taslamak: Biz ondan para istiyoruz, o ise bize akıl satmaya çalışıyor. || Bir şe­ ye akıl sır ermemek, anlaşılabilir nitelikte olmamak: Onun yaptıklarına akıl sır er­ mez ki. || Akıl terelelli, bir kimsenin den­ gesiz, hoppa, delişmen olduğunu belirt­ mek için kullanılır. \\Akıl var yakın var, akıl var izan var, "bunu aklı olan her insan anlar" anlamında söylenir. |j Bir kimseye akıl vermek, o kimseye yol göstermek. |j Akıl yormak, bir konuda çok düşünmek, kendini zorlamak. || Akıl yürütmek -> AKILYÜRÜTMEK. || Akılda, aklında kalmak, bir şey sözkonusuysa, onu unutmamak: Adı aklımda kalmadı. Aklımda kaldığına gö­ re yarın geziden dönecek. || Bir şeyi akıl­ da, aklında tutmak, o şeyi unutmamak. || Bir şeyi, akıldan, aklından atmak, çıkar­ mak, o şeyi düşünmemek, unutmak: O konuyu aklından at, başka şeyler düşün. || Bir şeyi, akıldan bulmak, çözmek, söy­ lemek, bir sorunun karşılığını araç ve ge­ reç kullanmadan zihin yoluyla bulmak: İş­ lemlerin hemen hepsini kâğıt kalem kul­ lanmadan akıldan çözüyor. || Akıldan, ak­ lından çıkmak, unutulmak, unutmak: Ço­ cuklukta yaşanan kimi olaylar vardır ki ko­ lay kolay akıldan çıkmaz. || Akıldan gayri müsellah, akılca tam gelişmemiş kimse için kullanılır (arg.). || Bir şeyi akıldan, ak­ lından geçirmek, bir şey yapmayı, ger­ çekleştirmeyi tasarlamak: Büyük bir yayı­ nevi kurmayı aklından geçiriyordu. |j Akıl­ dan, aklından gitmemek, bir şeyi ya da kimseyi sürekli anımsamak, unutamamak: Onun bana yaptığı haksızlık hiç ama hiç aklımdan gitmiyor.\\ Akıldan yana zü­ ğürt, budala, kalın kafalı kimseler için kul­ lanılır (tkz.). || Akıllara durgunluk vermek, bir durum, bir olay sözkonusuysa, insanı şaşırtarak anlayamaz, kavrayamaz duru­ ma düşürmek: Uzay çalışmalarında elde edilen sonuçlar akıllara durgunluk veriyor. || Akla gelmedik, beklenilmeyen, düşünül­ meyen: Akla gelmedik kurnazlıklara baş­ vurmak. || Akla, aklına gelmek, anımsamak;düşünmek, tasarlamak: O olay aklı­ ma geldikçe hâlâ sinirlenirim. Bu hiç aklı­ ma gelmemişti. || Akla hayale gelmez, ina­ nılmaz, ürkütücü, korkunç: Küçücük ço­ cuklara bile akla hayale gelmez işkence­ ler yapmışlar. || Akla, aklına sığmamak, bir olay ya da durum sözkonusuysa, onu kavrayamamak, olabileceğine inanma­ mak. || Akla yakın, aklın benimseyebile­ ceği şey için kullanılır: Bu olasılıkların hep­ si de akla yakın şeyler. || Akla, akıllara za­ rar, aşırı ölçüde şaşırtıcı olan, aklı işlemez duruma düşüren şey için kullanılır. || Bir şeyi aklı almamak, onu kavrayamamak, akla uygun bulmamak ya da gerçekleşe­ bileceğini olanaksız saymak. |j Aklı başı­ na gelmek, yaptığı yanlış işlerin zararını görerek doğru yolu bulmak; uslanmak: Artık öyle delice işler yapmam, aklım ba­ şıma geldi || Aklı başında, davranışları akıllıca ve ağırbaşlı olan kimse; doğru, ek­ siksiz olan şey için kullanılır: Aklı başında bir genç. Sorularıma aklı başında yanıt­



lar verdi. |j Aklı başından bir karış yukarı, yukarıda, düşünmeden, aklına estiği gi­ bi davranan kimse için söylenir. || Aklı ba­ şından gitmek, aşırı korku ya da sevinç­ ten ne yapacağını bilememek; şaşırmak. |j Aklı başka yerde, başka bir şeyde ol­ mak, dolaşmak, düşüncelerini o an için üzerinde durduğu konuda yoğunlaştırmayıp başka şeyler düşünmek: En ufa­ cık bir dalgınlık doğru sonuç almanızı en­ geller, bunun için aklınız başka yerde ol­ mayacak, işinize vereceksiniz kendinizi. |! Aklı (bir karış) havada, dikkatini toplayamayan, dağınık, dalgın kimse özellikle genç için kullanılır. || Aklı bokuna karış­ mak, korkudan eli ayağı birbirine dolaşıp ne yapacağını bilememek (kaba). |[ Aklı çıkmak, kötü bir sonuçla karşılaşacak di­ ye aşırı derecede korkmak: Küçük çocuk da hastalanacak diye annesinin aklı çıkı­ yor. || Aklı dağılmak, düşüncelerini belirli bir sorun ya da konu üzerinde yoğunlaş­ tı ramamak: En çok yirmi, yirmi beş daki­ ka dikkatini toplayabiliyor, sonra aklı da­ ğılıyor, anlatılanlardan hiçbir şey anlamı­ yor. \\ Aklı durmak, karşılaşılan beklenme­ dik durumlardan etkilenip düşünemez duruma düşmek; şaşırmak. || Aklı ermek, yetmek, akıl yönünden yetkinleşip geliş­ mek; büyümek: Oğlan büyüdü, aklı erer oldu. || Aklı fikri (bir şeyde), tek derdi, bü­ tün düşündüğü (o): Aklı fikri futbolda, el­ bette derslerini başaramaz. || Aklı gitmek, bir şeyi çok beğenmek: O mini bilgisaya­ ra aklım gitti ama çok pahalı; bir şeyden korkmak. || Aklı gözünde, ancak gördü­ ğüne inanan kimse için söylenir. |[ Aklı bir şeyde, bir yerde kalmak, beğenilen, an­ cak elde edilemeyen bir şeyi düşünmek; bir iş ya da Konu üzerinde dururken, bun­ dan daha önemli saydığı başka bir konu­ yu düşünmekten kendini alamamak: Ben burdayım, ama aklım evde, çocuklarda kaldı. || Aklı karışmak, düşündüğü şeyleri ayıramamak, bocalayıp ne yapacağını bi­ lememek: Anlatılanları dinledikçe aklım karışmaya başladı. j| Bir şeye aklı kesmek, yatmak, bir şeyin yapılabileceğine, olabi­ lirliğine inanmak: Başlangıçta bu işin üs­ tesinden gelemeyeceğini sanmıştı, iş iler­ leyince başkalarının yardımı olmasa da bitireceğine aklı kesmişti. || Aklı kısa, kıt, anlama ve kavrama gücü sınırlı olan kim­ se için kullanılır. ]| Aklı okkadan dört yüz dirhem eksik, akılsız, kafasız (arg ). || Aklı saplanmak, takılmak, sürekli bir biçimde belirli bir şeyi düşünmek, zihni tek şeyle uğraşmak: Aklı dün akşamdan beri o ço­ cuğun söylediklerine saplanmıştı, başka hiçbir şey düşünemiyordu. |[ Aklı sıra, bi: rinin düşüncesi yönünden, sandığına ve umduğuna göre, aklınca, sözde: Aklı sı­ ra satılmayan mallarını bize satacak, on­ lardan kurtulacaktı. j| Aklı sonradan gel­ mek, yaptığı bir işin, bir karar ya da dü­ şüncenin yanlışlığını anlayıp geri dön­ mek. || Aklına düşmek, gelmek, bir şeyi anımsamak: Gurbetteki oğlu aklına her düştüğünde gözleri dolu dolu oluyordu. || Aklına esmek, bir şeyi birden yapmaya kalkışmak: Aklına esmiş, kar kış demeden kalkıp kızının yanına gelmişti. jj Aklına ge­ len başına gelmek, olabilir diye düşündü­ ğü korkulu ve kötü şey gerçekleşmek: Ak­ lıma gelen başıma geldi, o gece öyle bir kar yağdı ki tüm yollar kapandı, jj Aklına geleni söylemek, rasgele, ölçüsüz biçim­ de konuşmak. j| Aklına geleni yapmak, iyi­ ce düşünüp taşınrnadan her istediğini yapmaya kalkışmak. || Bir şeyi aklına ge­ tirmek, bir şeyi bir kimseye anımsatmak: Bu işi aklıma getirmeniz iyi oldu, hepten unutmuştum; düşünmek: Bu işten zarar edeceğini, işin bir de bu yönünün bulun­ duğunu hiç aklına getirmemişti, jj Bir şeyi aklına koymak, onu yapmakta kararlı ol­ mak: Daha ilkokuldayken ünlü bir yazar olmayı aklıma koymuştum. || Bir şeyi aklı­ na sığdırmak, o şeyin gerçekleşeceğine inanmak; aklı almak. || Bir şeyi (başkası­ nın) aklına sokmak, bir düşünceyi birine aşılamak, o düşünce doğrultusunda onu yönlendirmek: Sonunda tıp fakültesine



girmeyi onun aklına sokmuştu. || Aklına şaşayım, şaşarım, bir kimsenin akıllıca bir düşünüş ve davranışta bulunmadığını an­ latmak için alay yollu söylenir: Sana bu görevi verenlerin aklına şaşayım, jj Bir şe­ ye aklını takmak, bir şeyi aklına takmak, sürekli o şeyi düşünmek: Artık o sorunu aklına takma, başka şeyler düşünmeye bak. Aklını takma böyle anlamsız şeyle­ re. jj Aklına turp sıkmak, sıkayım, bir kim­ senin yaptığı bir işi ya da öne sürdüğü bir düşünceyi budalaca bulup beğenme­ mek: Böyle bir havada pikniğe çıkanla­ rın aklına turp sıkayım ben (tkz.). jj Aklına tükürmek, tüküreyim, birinin bir düşünce­ sini beğenmemek, ayıplayıp kınamak (arg.). jj Başkasının aklına uymak, o kim­ senin iyi sonuç vermeyen bir düşüncesi­ ne göre iş yapmak, o düşünce doğrultu­ sunda davranmak: O bunağın aklına uyup o mektubu yazdığım için kendimi suçluyorum. || (Kendi) aklına uymak, baş­ kasına danışmadan kendi aklını kullana­ rak sonu kötü bitebilecek bir iş yapmak. | Aklına yelken etmek, düşüncesizce dav­ ranışlarda bulunmak ya da aklına eseni hiç düşünmeden hemen yapmaya kalkış­ mak. || Aklına yer etmek, hiç unutmamak. |j Aklınca, bir davranışı yorumlayan kim­ se tarafından "onun düşüncesine göre" anlamında küçümseme yollu kullanılır: Aklınca kendini kurnaz sanıyor. |j Aklında olsun! birine öğüt verirken ya da bir şeyi açıklarken "unutma" anlamında söyle­ nen söz. jj Aklından geçmek, sözkonusu bir şey ya da bir kimse ise onu düşünmek: Onu dinlerken çocukluk arkadaşlarım bir bir aklımdan geçti. Bu işi yaparken karşı­ lığında para atacağım aklımdan bile geç­ memişti. j| Aklından zoru olmak, akılla bağdaşmayan, delice davranışlarda bu­ lunmak. || Aklını (başından) almak, güzel­ liği, çekiciliğiyle bir kimseyi büyülemek; şaşırtmak, korkutmak. || Aklını başına al­ mak, toplamak, devşirmek, akılsızca ve çılgınca davranışlarını bırakmak: Bundan sonra aklını başına al, paranı har vurup harman savurma.jj Aklını başka yere ver­ mek, üzerinde söz söylenen konunun dı­ şında başka şeyler düşünür olmak: Beni dinlerken aklınızı başka yere verirseniz, elbette anlattıklarımdan bir şey anlamaz­ sınız. |j Aklını (birşeyle) bozmak, kendini aşırı biçimde bir şeye vererek hep o şey­ le uğraşıp durmak: Sen aklını yemekle bozmuşsun. || (Birinin) aklını çelmek, çal­ mak, birini düşüncesinden ya da verdiği bir karardan caydırmak, kandırıp ayarta­ rak bir kimseyi doğru yoldan çıkarmak, jj Aklını kaçırmak, kaybetmek, oynatmak, delirmek; gereksiz ve yararsız işler yap­ mak: Aklını mı kaçırdın, bu soğuk hava­ da denize girilir mi? |j Aklını peynir ekmek­ le yemek, dengesizce ve şaşkınca işler yapmak. || Aklını şaşırmak, yerinde olma­ yan, yapılması gereksiz bir iş yapmak, an­ lamsız ve yersiz düşünmek: Aklını mı şa­ şırdın, hiç bu derenin ağzına ev yapılır mı? || Aklının çivisi, bir tahtası eksik, dav­ ranışları tutarsız, dengesiz kimse için alay yollu söylenir. || Aklının terazisi bozulmak, dengesizce, saçma sapan işler yapmak. |j Aklının ucundan, köşesinden bile geç­ memek, sözkonusu şeyi daha önce hiç düşünmemiş olmak. j| Aklınla bin yaşa-, akla gelmeyen bir çözüm öneren kimse­ ye söylenir; akılla bağdaşmayan bir dü­ şünce öne süren kimseye alay yollu söy­ lenir. —Esk. Akl-ı bâliğ, erişkin kimsenin duru­ mu. jj Akl-ı beşer, insan aklı: "Bu cebri men için akl-ı beşer kodu kanun " (Şina­ si, XIX.yy ). \\ Akl-ı insani, insan kavrayışı, jj Akl-ı maad, geleceği kavrayan akıl, jj Ak! -ı maaş, geçim düşüncesi. j| Akl-ı mürtakim, insana doğru yolu gösteren akıl. || Akl-ı şeytani, şeytanca akıl. —Fels. Akılla kavrama, anlığın etkinliği. II Descartes'ta,imgeleme karşıt olarak zi­ hinde tastamam tasarımlanamayan bir soyut nesnenin mantıksal kavranışı; Hege!!de, olgularda var olan ve toplumsal, siyasal ya da dinsel aiarıa ilişkin olan her



şeyi aşındırması ve olumsuzlamasıyla be'irlenen salt felsefe kavramı. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Akıl hastalığı, temyiz kudretini ve ceza ehliyetini kaldıran hal. (Bk. ansikl. böl.). || Akıl zayıflığı, temyiz kudretini kal­ dırmakla birlikte ceza ehliyetini tümüyle kaldırmayan, ancak derecesine göre ce­ zayı azaltan hal. (Akıl zayıflığı olan kişile­ rin temyiz kudreti bulunmadığı için, yap­ tıkları hukuki işlemler geçersiz sayılır. Akıl zayıflığı nedeniyle işlerini göremeyen ve yardıma ihtiyacı olan kişilere vasi tayin edilir.) —isi. fels. Akl-ı bilfiil, etkinlik halindeki in­ san aklı. (Sürekli etkinlik halinde bulunan insanüstü akl-ı faal’le karıştırılmaması ge­ rekir.) || Akl-ı bilkuvve, insan ruhunda gi­ zil (kuvve halinde) bulunan akıl. Tanrısal aklın (akl-ı faal) etkisiyle gerçekleşir; el Kındi’de, algıdan önceki bilme yetisi; Farabi'de, akıllar sıralanmasının ikinci aşa­ ması. || Akl-ı bilmeleke, deneme ve yine­ lemeyle bilgi edinmeyi sağlayan akıl, ibn Sina'da, olumsalın bilgisini elde edebilen ve akl-ı heyulani ile akl-ı bilfiil arasında yer alan yeti; Suhreverdi’de, düşünce ya da sezgiyle soyut gerçekleri kavrayan akıl. || Akl-ı evvel, Farabi’de, Tanrı'dan ilk ola­ rak türeyen akıl; ibn Sina’da, ilk ve zorun­ lu varlığın (Tanrı'nın) kendine ilişkin kav­ rayışı, bilgisi. | Akl-ı faal, Farabi'ye göre, akıllar sıralanmasında en sonda yer alan ve yeryüzündeki bütün cisimleri doğuran akıl; ibn Bacce’de, insan aklını etkileyen ve bilgileri doğuran ilke; Suhreverdı’de, her şeyi gizil durumdan gerçekleşme du­ rumuna ulaştıran güç. || Akl-ı heyulani, ibn Sina’da, inSan zihninin henüz ortaya çı­ kıp gerçekleşmemiş soyut yatkınlıkları; Suhreverdi’de,öznenin bilgi edinebilme yetisi. || Akl-ı külli, Suhreverdi’de, nurların nuru olan Tanrı’dan ilk çıkan akılsal töz (cevher); ibn Bacce’de, akıllar sıralanma­ sında sonuncu akıl. || Akl-ı müstefad, el Kındi'de, gizil durumdaki akıl (akl-ı bilkuv­ ve) ile akl-ı faal arasında yer alan ve an­ cak cnun etkisiyle gerçekleşen anlayış gücü; Suhreverdi’de, soyut kavramlann bilgisini edinme yetisi. —Psik. Akıl bozukluğu, bir akıl hastalı­ ğının belirtisi diye kabul edilen bozu«luk. ||Akıl hastalığı, tıp konusu olarak el? alı­ nan delilik. (Bk. ansikl. bö\.)\\ Akıl sağlığı, bireyin, çevresi hesaba katılarak fiziksel bakımdan olduğu kadar akıl ve duygu açısından da en uygun biçimde gelişme­ si. —Tar. Akıl dini, hebertçiler’n kurdukları din. (Bk, ansikl. böl.'. —ANSİKL. Fels. Akıl kavrnmının karşılığı olduğu g°'eneksel olarak kabul edilen yu­ nanca logos, hem saymayı bilr -ek hem de bilgi edinme yetisi anlamlarına gelir ve dünyanın çeşitliliğini örgütleyen, düzene koyan ve varolanı kavramaya yönelen bir mantık hesabının bulunduğu düşüncesi buradan kaynaklanır. Bundan ötürü, akıl konusundaki felsefi söylem, başlangıç­ tan beri, varlık konusundaki söylemden ayrılmaz durumdadır. Sokratesöncesi dü­ şünürler, herkes için aynı olan şeyi, dü­ şüncenin ve varlığın temelini, akıl yoluy­ la ortaya koymayı amaçlamışlardı. Dün­ yanın tutarlılığını, tutarlı bir söylemde di­ le getirmek için bütün dış görüngülerin (fenomenlerin) biricik ve kurucu nedeni­ ni aramaları da bu yüzdendi. Platon'a gö­ re akıl, bölük pörçük ve özellikle duyula­ rın sağladığı dolaysız bilgiye karşıt olan doğru düşüncedir. Akılsal bilgi, dış görü­ nüşler alanını aşmamızı ve idealara uiaşmamızı sağlar. Akılda, iki tür bilgi vardır: özleri dolayımsız olarak kavrayan sezgi­ sel akıl ve "ruhun, sessizlik içinde kendi­ ne yönelttiği bir söylem olan" (Sofist) ve matematik tanıtlamaya benzeyen gidimli akıl. Ortaçağ düşüncesine göre aklın (lat. ra­ f/o) ancak inanca oranla bir değeri var­ dır. Yani akıl ya inanca bağımlıdır ya da insanın doğal yetisi olarak bir özerkliği vama ancak nirlimli bir akıl olabilir Nite­



kim Thomas Aquinus şöyle der: “ Akılyürütmek, kavrama konusu olan bir nesne­ den bir başkasına gitmektir ve amacı da kavranabilir doğruyu bulmaktır. Nitekim doğaları gereği bu bilgiye eksiksiz sahip olan melekler, bir kavranabilirden bir baş­ kasına gitmek zorunda değillerdir ve şey­ lere ilişkin doğruları, gidimli bir tarzda de­ ğil yalnızca sezgiyle bilirler" (Summa Theologiae). Descartes ile birlikte, bilimse! düşünce­ yi kurmak üzere, dinsel inançtan sıyrılmış akılsal bir düşünce kendini gösterir. "Ye­ rinde olarak sağduyu ya da akıl diye ad­ landırılmış olan iyi yargılama ve doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü, bütün insanlar­ da doğal olarak eşittir" (Yöntem üzerine konuşma). Malebranche’a göre akla saygı duy­ mak, doğrunun ve bilginin ölçütü olarak gereklidir: "Yalnızca o çeşit önermeleri tüm olarak kabul etmeliyiz ki, bunların apaçıklığını, bir iç acısı ve aklın gizli sitem­ leri olmadan reddedemeyelim" (Hakika­ tin araştırılması). Bu akıl görüşü içinde Tanrı da yer alır kuşkusuz: "Böylece, baş­ vurduğumuz akıl [...], evrensel bir akıldır [...], değişmez ve zorunlu bir akıldır [...]. Ama bütün insanların pay aldığı aklın, ev­ rensel, sonsuz, değişmez ve zorunlu ol­ duğu doğruysa, Tanrı’nın aklından hiçbir biçimde farklı olmadığı da kesindir” (ay.y., 3, 10. açıklama). Bununla birlikte, Leibniz gibi Malebranche için de, inançtan bağımsız ola­ rak özerk aklın gücünü hiçbir şey sarsamaz. Leibniz şöyle yazar: “ inancın nes­ nesi, Tanrı'nın açıkladığı doğrudur [...]. Akıl, doğruların art arda zincirle.ıişidir; ama özellikle inanç ile karşılaştırıldığında, insan düşüncesinin, inancın ışığı olmadan ulaşabileceği doğruların zincirlenişidir” (İman ile aklın uygunluğu üzerine). Kant, aklı (alm. Vernunft) en yüksek bil­ gilerin alanı olarak görür: “ Bütün bilgile­ rimiz duyularla başlar, oradan anlığa ge­ çer ve akılla sona erer. Duyusal görünün sağladığı malzemeyi işleme ve düşünce­ nin en yüksek birliğine ulaştırma konusun­ da, varlığımızda, akıldan üstün bir yeti yoktur.” (Kritik der rr ler Vernunft 2,2). Aklın gücü, "salt p .a - a'dın yasalarının insan ruhuna ulaşmasına ve kuralları ko­ nusunda onu etk1’ meşine, yani nesnel pratik ak’;.-, öznel ola:ak da pratik olma­ sını sağ anayı" göz önünde tutan ahlak­ lılığın kuralını da kapsar (Pratik aklın eleş­ tirisi, "Salt pratik aklın yöntembilimi” ). Rousseau'ya göre, akıl, toplumsal ya­ saların yol göstericisi ve ölçütü olmalıdır: "Tek tek bireyler, yanaşmadıkları iyiliği görüyorlar; topluluk ise görmediği iyiliği istiyor. Hepsinin yol göstericiye gereksi­ nimi var; isteklerini, akıllarına uydurma durumuna sokmak gerekir onları” (Top­ lum sözleşmesi). Hegel’e göre akıl (alm. Vernunft), bil­ menin yüksek biçimidir; anlığın ortaya çı­ kardığı farklılıkları, birlikleri içinde kavra­ ma biçimidir. "Anlık, belirlenimleri belir­ ler ve saptar; akıl, olumsuzlayıcı ve diya­ lektiktir, çünkü anlığın belirlemelerini hi­ çe indirir; ama olumlayıcıdır da, çünkü tü­ meli üretir ve tikeli onun altına koyar” (VVİssenschaft der Logik). 'içindeki doğ­ ruluk açısından akıl, tindir [...], bir anlık ak­ lı ya da akıl anlığı vardır” (ay.y.). Husserl’e göre, bilimlerin ortaya çıkışı, parçalanmış bir akıl ortaya çıkarmakla bir­ likte, “ kuramsal bir sistemin birliği’’nden ve “ akılsal bir yöntembilim” den yine de vazgeçmemektedir. “ Olguculuk (poziti­ vizm) gibi bazı felsefeler, 'en son ve en yüksek soruları’ bir yana atsalar da, da­ ha yakından bakılınca, bu sorular ve ol­ guculuğun bir yana attığı bütün öteki so­ rular, örtük ya da belirtik bir biçimde, ak­ la ve aklın her biçimine ilişkin sorunları kapsamaları bakımından bir birliğe sahip­ tirler. Gerçekten de, bilgi dallarına tema­ larını veren akıldır (bu bilgi ise doğru ve gerçektir, yani akılsal bilgidir)" [Krisisder eurnoaeisr.hen VVİssensnhaften 1 31



Sartre’a göre, marxçı felsefenin ağır basması, akıl üzerine düşünmeyi bir ya­ na bıraktırmamalı, ama tam tersine, insanı daha iyi anlamaya yönelik bir yeni aklın doğmasına yol açmalıdır: "Diyalektik dü­ şünce, Marx’tan bu yana, kendisinden çok, incelediği nesneyle uğraştı [...] Ant­ ropoloji [...], diyalektik aklın geçerliğini or­ taya koymadığımız sürece, deneysel (empirik) bilgilerin karmakarışık bir yığını olarak kalacaktır” (Critique de la raison dialectique, "Preface"). • Akılla kavrama. Descartes, herhangi bir şeyi zihinde tasarımlama gücü (buna “ imgelem” der) ile akılsal bakımdan kav­ ranabilir olan başka şeylerin zihinsel ola­ rak tasarımlanamaması arasındaki ayrımı göstermek için bin köşeli poligon örneği­ ni verir: "Bin kenarlı bir poligon düşün­ mek istersem, bunun bin kenardan olu­ şan bir şekil olduğunu kavrarım; hem de, bir üçgenin yalnızca üç kenardan oluşan bir şekil olduğunu kavradığım kadar ko­ laylıkla kavrarım, ama bu poligonun bin kenarını, üçgenin üç kenarını zihnimde canlandırdığım gibi canlandıramam, onu ‘ karşımda duruyor gibi göremem" (Meta­ fizik düşünceler, 6). • Hegel’in anladığı biçimde akılla kavra­ ma (Einsicht), özellikle Fransa’da XVIII. yüzyılda, Aydınlanma çağında kendini gösterdi. Bu kavrayış, “ kendini kavrayan kendi" olarak belirdi; "yalnızca kendini kavrıyordu, yani her şeyi kavrama indir­ giyordu, bütün nesnelliği silip süpürüyor­ du ve her kendinde varlığı, bir kendiiçin varlığa dönüştürüyordu" (Phaenomenologie des Geistes, "Geist” ). Ama bu yı­ kımları sona erince, herhangi bir olumlu­ luk yaratamayacağı ortaya çıktı ve ken­ disi de Hegel'e göre, “ mutlak özgürlük” ilkesini doğuran devrimci deneyim karga­ şası içinde sona erdi. —Huk. Akıl hastalığı temyiz kudretini kal­ dırdığından, akıl hastası medeni hakları­ nı kullanamaz; dolayısıyla da, yaptığı hu­ kuki işlemler geçersiz sayılır. Örneğin, akıl hastası kişiler evlenemezler. Evlenme söz­ leşmesi sırasında taraflardan biri akıl has­ tasıysa. bu evlilik mahkemece iptal edi­ lir Bir k.T.se, evlenme sözleşmesinden sonra akıl hasta,iğma tutulur, hastalık da en az üç yıl sürer ve iyileşmesinin olanak­ sız olduğu hekim raporuyla santanırsa, bu durum bir boşanma nedeniuir. Akıl hastalığı nedeniyle işlerini göremeyen ve yardıma ihtiyacı olan kişilere vasi tayin edilir. Bu hastalık nedeniyle temyiz kud­ retine sahip olmayanların bazı kazandırı­ cı işlemleri geçerli sayılabileceği gibi, bun­ lar, işledikleri haksız fiillerden dolayı hak­ kaniyet gereği tazminat ödemekle yü­ kümlü tutulabilirler. Akıl hastalığı ceza eh­ liyetini de kaldıran bir nedendir. Suç işle­ diği anda bilinci yerinde olmayacak ya da davranışlarının sonucunu kestiremeyecek derecede akıl hastası olan kişiye ceza ve­ rilemez. Suç işleyen akıl hastaları, ceza­ evi yerine, koruma ve iyileştirme amacıy­ la devlete ait bir sağlık kurumuna yatırı­ lırlar. —isi. fels. Akıl sözcüğü, yunanca nus' un (evreni harekete getiren ve düzenle­ yen tanrısal akıl) arapça karşılığıdır. Kelamcılara göre akıl (akl), bilginin kay­ nağıdır ve gelenekle aktarılanın, yani nakl’in karşıtıdır. İslam kültüründeki akli ve nakli bilgiler karşıtlığı buradan kaynak­ lanır. Akıl, vahiyden bağımsız olarak ha­ kikati ve hatayı, doğruyu ve eğriyi bilip ayırt etmeyi sağlar ve bu anlamda bir “ doğal ışık''tır. İslam filozofları, aklı, ruhtaki düşünen ve bilen yeti olarak görürler. Ama aklın, ruh­ tan bağımsız ve değişikliğe uğramayan bir töz (cevher) olduğunu savunanlar da vardır. Akıl, özlerle tümelleri kavrayan ku­ ramsal akıl ve davranışları belirleyip iyi edimlere yönelten pratik akıl olmak üze­ re ikiye ayrılır. Ayrıca yeniplatonculuğun etkisi, İslam filozoflarının, evreni ve bilgi­ yi bir kademeleşmeye göre ortaya çıkar a n v/p t a n r ıc a ! v/arlın a H n n r ı ı v /fıke o jp n h ir



akıllar türeyişi ve sıralanması olarak dü­ şünmelerine yol açmıştır. —Psik. Deliliğin, Pinel ve Esquirol'un ça­ balarıyla tıp alanı içine alınması, XIX. yy. boyunca ve XX. yy.’ın başında bu bozuk­ lukların sınıflandırılması konusunda geniş çalışmaların yapılmasına yol açtı. Dökü­ mü yapılan delilik, akıl alanı içine girdi ve "hastalık” sayıldı. Akıl hastalıkları tıbbı, o dönemdeki organik tıp model alınarak ku­ ruldu. Hastalık, kendini belirtilerle dışa vu­ ran özgül bir gerçek olarak görülüyordu. Hastalığın biçimleri, şu ya da bu belirti­ nin önemine göre tanımlanıyordu. Akıl hastalığı hekimleri, her akıl hastalığını, be­ yinde bir organik ya da işlevsel doku bo­ zulmasına bağlıyorlardı. Hekimler bu açıklamalarında, bunama özelliği taşıyan zayıflamalarla (genel felç) beyinde yaygın haldeki doku bozulmaları arasındaki iliş­ kiyi ortaya koyan Bayle’e dayanıyorlardı. Tartışma götürmez organik bir neden söz konusu olmayınca, akıl hekimleri, kalıtım, dejenereleşme (yozlaşma) ya da mizaç gibi kavramları kullanmakla yetiniyorlar­ dı ancak. Böylece, organik alan dışına çıkmayan ve yaşamın olaylarına yalnızca rastlantısal bir rol yükleyen bir görüş yay­ gındı. Günümüzde ruhsal bozukluklar, yol aç­ tıkları kişilik bozukluğunun önemine gö­ re iki büyük kategoride sınıflandırılırlar: nevrozlar ve psikozlar. Nevrozlarda, kişi­ liğin yalnızca bir kesiminin etkilendiği ka­ bul edilir: hastalar, kendi durumlarını bi­ lirler ve rahatsızlıklarının marazi niteliğinin de tamamen bilincindedirler ve bunları eleştirirler. H. Ey’e göre ruhsal kopukluk, hasta tarafından duyulduğu ve kavrandı­ ğı için nevroz "bir iç yabancılaşma” dır. Psikozlar ise, kişiliğin tümünde bir bozul­ maya yol açar ve kişiliğin gerçek ile olan ilişkisi altüst olur. Ey, kopukluk başka biri tarafından katîrândığı -için, psikozu bir "dış yabancılaşma" olarak görür. Çünkü bu durumda özne, rahatsızlıklâîıhfn has-, talıklı niteliğinin pek bilincinde de'ğiidlhjj Bilinçdışı kavramını ileri süren S. Freudj ruhsal rahatsızlıkları, ben, o (id) ve üstben arasındaki şiddetli bir çatışma olarak gö­ rür. Buna göre nevroz, "ben ile o arasın­ daki bir çatışmanın sonucu olarak ortaya çıkar; psikoz ise, eşdeğerde bir rahatsız­ lığın ben ile dış dünya arasındaki ilişkiler­ den kaynaklanmasıdır.” Freud’un dile getirdiği gibi "nevroz, gerçeği yadsrmaz, yalnızca gerçeğe gözünü yumar; psikoz gerçeği yadsır.ve gerçeğin yerine başka bir gerçek koymaya çalışır.” Duygun yaşamında ve/ya da mizaçta genel bir bozulmayla birlikte ortaya çıkan bir hezeyanın ve sanrıların varlığı, genel­ likle psikoz için kabul edilen ölçütlerdir: şi­ zofreni, hezeyanlı kronik psikozlar (para­ noya, kronik sanrı psikozu, parafreni) ve manyakodepresif psikoz, bu kategoriye girer. Histeri, fobili nevroz, saplantılı nev­ roz ve boğuntulu nevroz, belli başlı nev­ rozlardır. Bununla birlikte, günümüzde sınırdurumlar üzerinde yapılan tartışmanın gösterdiği gibi nevroz ile psikoz arasın­ daki sınırlar göründüğü kadar açıkseçik değildi. Bu iki kategori dışında, zihinsel yeter­ sizlikler ve bunama durumları, organik bir temele bağlı oldukları kabul edilmekle bir­ likte, akıl hastalıkları alanı içinde yer alır­ lar. Ayrıca, suç işleme, uyuşturucu alış­ kanlığı, intihara götüren davranışlar gibi “ topluma karşı” denilen bir grup eylem de vardır ve bunlar için psikiyatrlara git­ tikçe daha çok başvurulmaktadır. —Tar. Akıl dini. Hebertçiler, özellikle Chaumette, Fransa’yı hıristiyanlıktan arın­ dırmak istiyorlardı. Bunların kışkırtmasıy­ la, görevli temsilciler eyaletlerde bir ha­ reket başlattılar: Nevers’de Fouche, ta­ pınmayı yasakladı ve mezarlıkları laikleş­ tirdi; Reims’de rahip Ruhi kutsal şişeyi kır­ dı. Paris komünü, Kilise’nin sivilleştirilmesi yasasını benimsemiş olan piskopos Gobel’e hıristiyanlığı resmen inkâr ettirip (7 kasım 1793) Notre-Dame'da Akıl onuru­



na bir tören düzenleyerek (10 kasım) bu akımı büsbütün güçlendirdi. Törende bir kadın sanatçı (Mile. Aubry), kilisenin ko­ ro bölümü yerinde kurulmuş ve felsefe­ ye adanmış bir tapınaktan kırmızı bir baş­ lıkla çıkarak, halkın coşkun gösterileri ara­ sında yeşilliklerle kaplı bir tahta oturdu. Bundan sonra törende hazır bulunanlar Konvansiyon meclisine gittiler ve burada Chabet, Notre-Dame kilisesinin bundan böyle Akıl Tapınağı olacağını ilan etti. Robespierre, kendisinin Yüce Varlık inanışı­ na ters düştüğü için bu kampanyaya karşı çıktı. Akıl dini, hebertçilerle birlikte orta­ dan kalktı (mart 1794). Â K İL, ÂKİLE sıf. ve a. (ar. cakıl, dişi. cakıle). Esk. 1. Akıllı, bilgili, olgun: "Mey, âkili irşad ider âşıkları dilşâd ider" (Nef’i, XVI. yy.). —2. Akıl bâliğ olmak, ergenli­ ğe ulaşmak, reşit olmak. A K ILA N çoğl. a, (ar. ’SkıTm çoğl. cakılan). Esk. Akıllılar. ÂKILÂNE be. (ar. ‘akıl ve fars. -ane'den eakılane). Esk. Akıllıca: "Deli denilen bu zatın pek akılâne ve edibine sözleri vardı" (Ibnülemin M.K. inal). A K ILC I sıf. 1. Akla, mantığa, sağduyu­ ya uygun olarak davranan kimse için kul-' lanılır. —2. Akla mantığa, sağduyuya da­ yanan davranış için kullanılır: Akılcı çö­ züm, yaklaşım. ❖ sıf. ve a. Akılcılığı savunan.



gi duymalarına karşın, itaiyanlar da bu eğilime bağlı kaldılar. A K ILD IŞ I sıf. Akla, mantığa aykırı olan; akılla, mantıkla kavranamayan şey için kullanılır; mantıksız, saçma, tutarsız: Akıl­ dışı bir davranış, karar. A K ILD IŞ IS İ sıf. Fels. Akıldışıcılığa iliş­ kin. ♦ sıf. ve a. Akıldışıcılığı savunana de­ nir. ÂKSLBİŞICILÎK a. Fels. 1. insanın dün­ ya üzerine bilgisinin temelinde aklın bu­ lunmadığını, dolayısıyla dünyayı açıkla­ manın olanaksız olduğunu savunan tu­ tum. —2. insan davranışını yönlendiren değerlerin bütünüyle ya da bir ölçüde akılla kavranamayacağını savunan tutum. Â K ILD İŞ İ a. Büyük azıiarın üçüncüsü. (Eşanl. Y İR M İ* YAŞ DİŞİ.) ÂK İLE çoğl. a. (ar. cakıTm çoğl. "akile). Esk. Akıllılar. —isi. huk. bir kimsenin hata ile ya da kas­ ten benzer bir yolla işlediği cinayetin "diyet” ya da "gurre" denen mali tazmi­ natını ödemekle yükümlü kimseler. ÂKİLE - Â K İ L . A K IL IK a. Esk. Cömertlik, yiğitlik. AK ILLA N D IR M A K



- A K IL L A N M A K .



A K ILLA N M A K gçz. f. 1. Bir kimse'sözkonusuysa,. ö/ıceki davranışlarının yanlış­ lığını anlayarak akıllı bir inhana yaraşır bi­ $> be. Akılcı biçimde: Bu karar pek akıl­ çimde davranmaya başlamak; aklı başı­ cı görünmüyor. na gelmek, yola gelmek: Sınıfta kalınca A K ILC ILIK a. 1. V a r o la n h iç b ir ş e y in in ­ akıllanırsın. Hapisten yeni çıktı ama ahl­ s a n a k lın ın k a b u l e d e b ile c e ğ in e a yk ırı-.b ir anmadı. —2. Bir kimse, özellikle de ço­ a ç ık la m a s ı b u lu n m a d ı ğ ın ı ile ri s ü re o L Ö İiÇ 1k ç u k sözkonusuysa, zaman içersinde du­ re ti.(A K lL D Iş iC IL IK ’a v e / y a d a İN A N C Iü K ı’a n yurulmak, uslanmak, olgunlaşmak: Görme­ k a rş ıttır.) — 2 . D ü n y a n ın , y ia n k jjz a y y e z a ­ yeli büyümüş, akıllanmışsın. m a n d a d ü n y a y ı o lu ş t u r a lı o j e l e r i n a n la ­ ş ıla b ilir b ir n e d e n s e lljd e ^ y e j- d e ğ iş m e z y a s a la r a b a ğ lı o ld u ğ u n ü ,J |r ;ı s ü r e n ş e fe s is te m i. (B k . ansikt. o ö i. F e ls . )



fe l-



— M m D e s c a r t e s ’ç ı a n la y ış a d a y a n a n f r a n ş ı z e ğ illm i;-[y a p ıs a llığ ın v e iş le v in , b i­ ç im s e l v e g ö r s e l k a y g ı la r a a ğ ı r b a s m a s ı­ nı ö n g ü r ü r . (E ş a n l. R A S YO N A LİZM .) [B k .



ansikl. b ö l.] —Psik. Hastalıklı akılcılık, savunma süre­ ci olarak hastalıklı akılsallaştırmalara sığın­ maktan kaynaklanan yargı bozukluğu. — A N S İK L . Fels. Akılcılık, dünyanın varlı­ ğını vahye bağlayan tanrıbilime olduğu kadar; akılsallığı, insanı akılla donatmış olan Tanrı’nın kendi istencinde gören tanrıbilime de karşıdır. Tarihsel olarak akıl­ cılık, bilimin din karşısındaki özerkliği için girişilen savaşıma bağlanmaktadır: Leibniz’in ve Spinoza’nın savaşımları gibi. Ama akılcılık aynı zamanda, aklın tarihsel olmayan bir kavranışına da bağlıdır. Engels’e göre: “ Devrimi hazırlayan XVIII. yy. fransız filozofları, var olan her şeyin tek yargıcı olarak akla başvuruyorlardı (...) Bu aklın, gerçekte, evrimi bir burjuvayı oluş­ turan orta sınıf yurttaşının idealleştirilmiş anlığından başka bir şey olmadığını gördük” (Ütopik sosyalizm ve 'bilimsel sosyalizm). Kant’tan sonra Hegel’in akıl­ cılıkta gerçekleştirdiği kopukluğu oluştu­ ran şey, diyalektiğin araya girişidir. Hegelsonrası akılcılık, kavramların kendi kendi­ lerinden türetilmesine (çıkarımlanmasına) dayanan bir bireşim sürecini'andırır; akılsallık, marxçılığa yabancı değildir; ama buna rağmen marxçılık, akılcılık değildir. Althusser’in bir izleyicisi- "Kapital, kav­ ramsal olarak çıkarımlanmamış somut ta­ rih bölümleriyle doludur" der. —Mim. P. Patte, J, N. L. Durand ve J. -B. Rondelet’nin klasik stereotomi yapıt­ larında beliren akılcılık, XIX. yy.’da H. Labrouste çevresinde kesinlik kazandı; Viollet-le-Duc, A. de Baudot ve piskopos­ luk mimarlarının katılışıyla bir “ okul" ha­ lini aldı. 1900 yılının fransız yenilikçileri arasında, hâlâ bu akıma başvuranların sayısı oldukça kabarıktı. Birinci Dünya savaşı’ndan sonra, daha çok germen anla­ yışını yansıtan uluslararası işlevselciliğe il­



-#>. akıllandırmak, ettirg. f. Bir kimse­ yi akıllandırmak, kötü bir olay, bir durum sözkonusuysa, o kimsenin akıllanmasını sağlamak:'Bu kaza onu akıllandırdı, artık ateşle oynamıyor. A K İL Lİ sıf. ve a. 1. Kavrayan ve anla­ yan bir yaratık olarak ele alınan insan için kullanılır; aklı olan, düşünen: İnsanoğlu akıllı bir yaratıktır. —2. İnsanla benzerliği bakımından ele alınan hayvanlar ve oto­ matik makineler için kullanılır: Sarman çok akıllı bir kedi.Akıllı bir makine. —3. Zekâ, bellek vb. zihinsel yetileri gelişkin kimse için kullanılır: Sınıfın en akıllı öğrencisiy­ di. —4. Ayırt edebilen, yargılayabilen, sağduyulu kimse için kullanılır; aklı başın­ da: Senin gibi akıllı bir adamdan bunu beklemezdim. —5. Fırsatları değerlendir­ mesini bilen, çıkarlarını kollayan kimse için kullanılır; işini bilir: Çok akıllı adam­ dır, bu serveti iki yılda edindi. —6. Dü­ şüncesizce, aptalsa davranan kimse için alay yollu kullanılır: Amma akıllı adamsın. Akıllım, bu iş böyle mi yapılır? Akıllıya bak, bütün dünyayı idare edebileceğini sanı­ yor. —7. Akıllı uslu, ağırbaşlı, kendi ha­ linde olan kimse için kullanılır; akıllı ve us­ lu olarak: Ben seni akıllı uslu bir adam bi­ lirdim, şu yaptığına bak! Köşesinde akıllı uslu oturuyor, konuşulanlardan hiç etki­ lenmemiş gözüküyordu. j| Akıllınız kim? Öndeki zırdeli, "hepsi zırdeli” anlamında söylenir. —-Bilş. ve Telekom. Akıllı uç, özel bilişim araçlarıyla donatılmış, genellikle söyleş­ men uç; bu araçlar uca, önişlem ya da artişlem yapma yeteneği kazandırır. be. Eylemin akıllı bir kimseye yakı­ şır biçimde yapıldığını gösterir: Bu işe duygularını karıştırma, akıllı davran. Çok akıllı geçinir ama hiç de başarılı değildir. AK ILLIC A sıf., be. Akıllı bir kimsenin ya­ pabileceği, akla uygun davranış, eylem­ işin kullanılır: Akıllıca bir seçim. Bu evi al­ makla akıllıca bir iş yapmışsın. Akıllıca davranmak. A K IL L IL IK a. 1. Akıllı olma durumu; akıllı bir kimsenin, akıllıca yapılan bir dav­ ranışın niteliği: Akıllılık ile delilik arasındaki



akıllılık 266



çizgi. —2. Akıllılık etmek, yerinde, zama­ nında ve uygun biçimde davranmak: Akıllılık edip hisse senetlerini tam zama­ nında elinden çıkardı. A K ILS A L sıf. Fels. Hegel’de, bilgi süre­ cinin de ortaya koyduğu gibi, düşünceyi ve gerçek olanı somut birlikleri içinde bir­ birine bağlayan doğruluğu (hakikati) içe­ ren şeye denir. (Hegel, çoğunlukla yan­ lış anlaşılmış bir formül kullanır ve bu for­ mülde, "akılsal olan her şey gerçektir ve gerçek olan her şey akılsaldır,” der [Rechtsphitosophie, "Vom ort"]. Gerçek olanı [alm. vvirklich] akılsal olan [alm. vernünftig} ile bir tutar.) Aslında burada sözkonu­ su olan, tutarsız bir idealistin iyimserliği değildir; çünkü gerçeklik, belirgin niteliği olan mantıksal kesinlik gözönüne alınırsa, zaten kavramsal olarak anlaşılmış gerçek­ likten başka şey olmadığından, Hegel’in bu ilerisürüşü, neredeyse bir totolojidir. AKILSALLAŞTIRM A a. Psik. ve Ruhbil. Bilinçdışı güdülenimlerden kaynakla­ nan bir tutumun, mantıksal ve bilinçli bir şekilde haklı çıkartılması, jj Hastalıklı akılsallaştırma, gerçekliğe dayanmayan ya da duygu köklerinden kopmuş bir içerik­ ten yola çıkarak akılyürütme (soyutlama içinde kalarak herhangi bir sonuca ula­ şamayan bir etkinliktir). AStILSlE sıf. ve a. 1, Zihinsel yetileri ye­ terince gelişmemiş izlenimi veren kimse için kullanılır: Akılsız değildir, ne demek istediğinizi çok iyi anlamıştır. Başarısız ol­ ması, akılsız olduğunu göstermez. —2. Aklını, sağduyusunu, mantığını kullanma­ sını bilmeyen kimse için kullanılır; düşün­ cesiz, mantıksız, aptal: Akılsız başın ce­ zasını ayaklar çeker (atasözü). Akılsız, bü­ tün maaşını kumara yatırmış. A K ILS IZC A sıf., be. Akılsız bir kimse­ ye özgü davranış, eyiem için kullanılır: Akılsızca bir yatırım. Akılsızca sözler. So­ ruları akılsızca yanıtlamak. A K ILS IZLIK a. 1. Akılsız olma durumu; akılsız bir kimseye özgü ya da akılsızca yapılan bir davranışın niteliği; düşünce­ sizlik, mantıksızlık, aptallık: Akılsızlığı yü­ zünden bütün servetini kaybetti. Bu ha­ vada evden çıkmak akılsızlıktır. —2. Akıl­ sızlık etmek, yapmak, düşüncesizce dav­ ranmak: Okulu bırakmakla akılsızlık etti­ ğimi şimdi anlıyorum. A K IİY Ü 8 Ü T M I a. 1. Aklın, düşünce­ nin etkinliği, çalışması; akılyürütme yeti­ si: Akılyürütme yerine sezgi ile kavramak. —2. Özellikle mantıksal ilkelere göre bir­ birine bağlanmış ve bir sonuca ulaşmak üzere düzenlenmiş kanıtlar, önermeler di­ zisi; tanıtlama: Akılyürütme yöntemleri. (Eşanl. U S A VU R M A .)' İ-Ruhbil. Arka arkaya gelen zihinsel et­ kinliklerle, bir insanın bir başlangıç yargı­ sından bir son yargıya geçişi. (Ruhbilim, akılyürütme etkinliklerini betimsel ya da açıklayıcı bir şekilde belirtir, oysa mantık her şeyden önce bunların geçerliliğine bakar.) Â K İLYÜRÜTM EK gçz. f. t . Aklı, dü­ şünceyi, düşünme yeteneğini kullanmak: Böyle durumlarda akılyürütmeyi bırakıyor ve her şeyi yapabilecek duruma geliyor. Tehlikenin ortasında soğukkanlılıkla akıl yürütmek. —2. Yeni bir önermeye, bir so­ nuca varmak üzere önermeleri mantıksal olarak birbirine bağlamak: Felsefe, mate­ matik bize akılyürütmeyi öğretirler. Saç­ ma sapan akılyürütmek. (Eşanl. USA v u r ­ m ak



.)



AK IM a. 1. Bir gazın, elektrik yükünün, parçacığın devinimi, dolanımı, yer değiş­ tirmesi; cereyan: Hava akımı. Elektrik akı­ mı. —2. Duygu, düşünce hareketi, eğil! mi:Sanat akımı. Gerçekçilik akımı. Bu poli­ tik çizgiyi destekleyen bir akım ortaya çıktı. —Camc. Cam akımı, fırında oluşmuş ısıl gradyanların, eriyen cam içinde doğurdu­ ğu akım. (Bu akım, yüzeyde sıcak nokta­ dan soğuk noktaya giden ve bir dönüşle e şk a le ry'U ?»*"» v rn p P İo n k ü P P 1'



trik akımı. (Dinlenme halinde, akım zayıf­ lar biçiminde ortaya çıkar. Erimenin so­ tır ve bir zar pompasından gelen aktif nunda, fırın girişine yönelen bir akım ve pompalamayla dengelenmiştir. Eylem fırın çıkışına yönelen bir başka akım olu­ potansiyeli eyleme geçtiği sırada, zarda şur. Öte yandan, eksen bölgesiyle yan çeperler arasında enine akımlar doğar.) "vana’lar açılır, potasyumun daha ser­ best yayılmasını sağlar, o da daha güçlü —Dy. Çekim akımı, lokomotiflerin beslen­ çıkan bir akım taşır.) jj Sınır akımı, iki ya mesine yarayan elektrik akımı. |j Dönüş da daha çok iyon türü bir zarın iki tarafın­ akımı, lokomotiflerle ara istasyonlar ara­ dan değişik yoğunlukta bulunduğu za­ sında gerçekleştirilen ve besleme devre­ man onların zardan geçmelerini sağlayan sinin kapanmasını sağlayan akım; bağ­ elektrik akımı. (Bu geçiş, bir denge duru­ lantı ilke olarak raylarla, ama çoğunlukla muyla sonuçlanır, fakat, biyolojik zarlar­ toprakla kurulur. (Lokomotifte dönüş akı­ mının araç kütlesinden raya geçişini de­ da, bu iyonları zardan geçirmeye ve kar­ şıt yönde doğal yayınmalarını sağlama­ vinimli parçalar arasında oluşan şöntler ya çalışan bir pompalama mekanizması­ ve dingil kutuları sağlar. Bazen dingil ku­ nın varlığı, sözkonusu pasif dengeyi teh­ tularının bozulmasını önlemek için, cilalı likeye düşürür ve sınır akımının doğma­ döner yüzeylere sürtünen fırçalar kullanısına yol açar.) || Sodyum akımı, iyonlaşan lir.) sodyum tarafından taşınan ve sinir hüc­ —Elekt. Elektrik akımı, katı, sıvı ya da gaz resinin dışından içine doğru yayman elek­ iletken içinde elektrik yüklerinin yer değiş­ trik akımı. (Dinlenme halinde zayıf olan bu tirmesi. (Bir elektrik akımı, doğru ya da değişken olabilir. Değişken akımlar dö­ akım, karşıt bir hareket yaratan bir zar pompasıyla dengelenir. Eylem potansiyeli nemli (almaşık ya da çarpıntılı] ve dönemsiz akımlar olmak üzere ikiye ayrılır.) [Bk. eyleme geçtiği sırada, zarda "vana"lar ansikl. böl. Elekt. ve Tıp.] açılır, sodyum iyonları daha serbest ya­ yılır ve sodyum akımı da artar.) || Yerel —Elektrotekn. Akım alma, hareket halin­ deki bir taşıt aracının motoruna, ana şe­ akım, bir sinir ya da kas lifine uygulanan bekeden elektrik akımının geçmesini sağ­ dıştan bir elekrik uyartısı üzerine kendili­ lama. (Bk. ansikl. böl.) || Aşırı atom, elek­ ğinden üreyen ve hücre zarının yavaş ya­ trik akımı verilmiş indükleyici bir devre vaş kutuplaşma yitimine uğramasını ve açıldığı anda oluşan ve genellikle ark bi­ ■ uzaktan yayılan eylem akımlarının doğ­ çiminde ortaya çıkan akım, jj Devam akı­ masını sağlayan elektrik akımı. (Bk. ansikl. mı, dağıtım şebekesinin bir aşırıgerilimle böl.) —Tıp. Akımın fizyolojik etkileri. (Bk. ansikl. para'udrda tetiklenen ark içinden, aşırıgerilim dalgası kaybolduğunda verdiği böl.) akım, jj Göz akımı, bir devrenin gözünü — A N S İK L . Elekt. Bir iletkende hacimse! tanımlayan çevrede dolaşan akım. yoğunluğu 6 ve ortalama devinim hızı v —Fiz. Akış türlerine verilen genel ad (gaz, olan elektrik yükleri varsa, akım yoğun­ luğu vektörü[=Sv biçiminde tanımlanır. elektrik yükü, daha genel ve göreli ola­ rak soyut sürekli büyüklük). [Bk. ansikl. Bu vektör, bütün noktalarda akım çizgi­ lerine koşuttur ve modülü, birim zaman­ böl.] —Gezbil. Halkalı atom ya da ekvatoral da birim yüzeyden geçen yüke eşittir. Bir s yüzeyinden geçen i akımı, j vektörünün akım halkası, batıya doğru kayan proton­ s yüzeyindeki akışıyla aynı değerdedir, ların doğurduğu manyetosfer elektrik akı­ mı: bir manyetik fırtınanın temel evresi sü­ resince Yer’den 4 yer yarıçapı kadar yanii /= ]J Jsi-ds Js1-ds eşitliğini doğrular.Sonsuz uzaklıkta ekvator bölgesinde görülür. küçük df zamanı boyunca s’den geçen —Gökölçm. Yıldız akımı, gökyüzünün bü­ yük bir bölgesine dağılmış hareketli yıldız dq yükü dq = dtj / Sy-dsile gösterilir ve bu topluluğu; görünen yerdeğişimleri gökküeşitlikten aşağıdaki bağıntı elde edilir: renin bir noktasına (akımın verteksi) doğ­ ru yönelir. / = — • —ikt.Çeşitli iktisadi karar birimlerince ya­ df pılan mübadelelerin toplamı, (iktisatçı, Bir iletkenden akım geçmesi için bu ilet­ mal miktarlarını göz önüne aldığı zaman kenin kapalı bir.devreye yerleştirilmesi ve fizik akımlar'dan, ödenen paraları göz öbu devrede elektromotor alanıyla belirle­ nûne aldığı zaman para akımları'ndan nen en az bir elektrik enerjisi üretecinin söz eder. Akım kavramının boyutları ge­ bulunması gerekir. nişleme eğilimi göstermektedir: örneğin, iv e j zamana bağlı değildir ve y"nin işletme iktisadında "bilgi akımı” ndan söz akışı değişmez; bu durum Kirchhoff ya­ edilir.) jj Çevrimsel akım, bir ülke ekono­ salarını gündeme getirir. (-* E LE K T R İK misinin işleyişini gösteren basitleştirilmiş DE V R E Sİ*). Üstelik iletkenin bir noktasın­ akımlar şeması. (Üretim ve tüketim aşa­ daki akım ile elektrik alanı E, Ohm yasası malarında çeşitli iktisadi karar birimlerinin y=



akrabalık tablosu



ralel v e ç a p ra z a kra ba ların ayrım ı



Jkla" A



T ©



©



z inciri



I — w



4aJ, W



A



t



A A.



A I



kadın ©



p a r a le ll e r ^



* D A Ğ I.



®



e v le n m e ^ ©



ç a p r a z la r ^ © E = E g o (incelenen kişi)



&



I



= I



© I



A f ©



o



4 A



il iç



®







©



e rke k A



I--------1------- 1 A @ Jk







K



AKRABA a. (ar. karib'in çoğl.akriba ')■



©



A



- 4



©



- ^



)y A A



© TA



4 ®



®



I



t



A ©



4 A



®



A A



Volta üzerinde



Akosombo bara] ve hidroelektrik santralı 1. Aralarında soy ya da evlilik bağı bulu­ rumu. (Bk. ansikl. böl.) || Akrabalık katsa­ yısı, iki ya da daha çok kişinin araların­ nan kimseler; birbirlerine göre bu kimse­ lerden her biri;hısım: Yakın akraba. Uzak daki akrabalık derecesini hesaplamaya akraba. Anne tarafından akraba. O be­ yarayan formül. (Bk. ansikl. böl.) nim akrabamdır. —2. Bir başka"şeyle or­ —Med. huk. -> H IS IM L IK . tak özellikler, benzerlikler gösteren şey: —Zootekn. Ortak bir atadan gelen iki bi­ Güzellik iyilikle akrabadır. —3. Akraba ol­ rey arasındaki ilinti. (Bu ilintinin önemi ak­ rabalık katsayısı ile belirtilir, bu da 0 [hiç­ mak, bir kimseyle evlilik yoluyla bağ, ya­ kınlık kurmak. \\ Akraba çıkmak, önceden bir akrabalık yok] ile 1 [tam kan hısımı] bilmedikleri halde aynı soy ya da aileden arasında değişir.) geldiklerini anlamak: Şuradan buradan H—ANSİKL. Antropol. Birbirinden çok farklı konuşurken akraba çıktık. || Akraba ve tatoplumlarda, akrabalığa ilişkin olayların benzerliği, antropolojinin ilk zamanların­ allukat, uzak ve yakın akrabaların tümü: Düğüne bütün akraba ve taallukat davetli dan beri saptanmıştı. Bu saptamayı ya­ pan ilk antropologlardan biri olan Henry (esk.). —Biyol. Akraba türler, yakın geçmişte or­ - H. Morgan (1877) akrabalık terimlerini bir tak bir atası olan benzer türler. araya topladı ve bunların sınıflayıcı özel­ —Dilbil. Ûzel değişimler sonucu, aynı dil­ liğini gösterdi. Akrabalık incelemesi öncü­ den gelen diller için kullanılır. (Latinceden leri arasında, amerikalı A. L. Kroeber ve gelen roman dilleri akraba dillerdir.) olayın dilbilimsel özelliğini ilk gösterenler­ den biri olan R. H . Lowie ile büyük bri♦ sıf. Kökenleri ortak olan ya da arala­ tanyalı B. Malinowski ve A.R. Radcliffe rında benzerlik bulunan şeyler için kulla­ -Brown gibi adları sayabiliriz. Malinovvski nılır. ile Radcliffe-Brovvn, davranışların ve soy— A N S İK L . Din. Kuran’ın birçok suresin­ zinciri çeşitlerinin, tutumlardan, akrabalık de (Bakara, Nisa, Yusuf, Nahil vb.) akra­ sistemine dayanan toplumsal statülerden, baya iyilik edilmesi, sevgi ve haklarına ekonomiden ve miras kurallarından ayrı saygı gösterilmesi, maddi-manevi destek düşünülmesi olanaksız olan ve bir top­ sağlanması emredilmiştir. Enam, Tevbe lumsal kurum olarak ele alınan akrabalı­ ve Fâtır surelerinde ise, akrabalık duygu­ ğın önemi üzerinde durmuşlardı. sunun kişiyi adalet ve doğruluğa aykırı Akrabalık sistemleri sınıflamalarında en davranışlara itmemesi gerektiği de özel­ küçük ayrıntılara kadar inenler, birleşen­ likle belirtilmiştir. Hadis ve fıkıh kitapların­ ler çözümlemesinin yaratıcıları W. H. Gooda, akraba hakları ve onlara karşı görev­ dennough ile F. C. Lounsbury’dir. Bu ça­ lere ilişkin özel bölümler ayrılmıştır. lışmalar, Claude Lövi-Strauss’un İes A k ra b a d in , basit ve bileşik ilaçların ta­ Structures eldmentaires de-la parentĞ nımlandığı kitap (eşanlamlıları: farmako(1949) adlı yapıtı sayesinde gerçekleşe­ pe, kodeks). Grekçe küçük eser, kitapçık bilmiştir. Levi-Strauss, bir akrabalık siste­ anlamına gelen graphidion sözcüğü sürmi yapısı ile, belirleyici özelliklerin karşıt­ yaniceye graphazin, bu dilden arapçaya lığı ve ilişkilerin ilişkisi (benzeşiklikler) ola­ krabazin, akrabazin ve türkçeye de akra­ rak ele alınan dil yapısı arasındaki ilişki­ badin, krabadin biçiminde girmiştir. leri ortaya koydu. Lövi-Strauss, yine ya­ pısal açıdan çözümlenebilir olan ve mit­ A K R A B A LIK a. 1. iki ya da daha çok ler, "sofra görgü kuralları", giyim kuşam kimseyi birleştiren kan ya da evlilik bağı alışkanlıkları vb. gibi çeşitli yanlarıyla ele ilişkisi; hısımlık. (Bk. ansikl. böl. Antropol.) alınan kültür ile akrabalık arasındaki bağ­ —2. Nesneler arasındaki ilişki, benzerlik ları da gösterdi. ya da yakınlık. Akrabalık, akraba sınıfları arasında be­ —Dilbil. Akraba dillerin durumu. lirli ilişkileri içeren ve öğelerinin, anlamla­ —Din ve Güz. sant. Kutsal Akrabalık,XV. rını, ancak birbirleriyle olan bağıntıların­ ve XVI. yy.’lar hıristiyan ikonografisinde sık sık rastlanan genişletilmiş İsa ailesi tas­ dan aldıkları anlaşılabilir bir bütün oluş­ turan bir sistem ya da bir yapıyı meyda­ viri. (Bk. ansikl. böl.) —Folk. Düzmece akrabalık, kan ve evli­ na getirir. Burada, birbirinden oldukça lik bağı olmaksızın tarafların isteği ve ona­ bağımsız üç yan vardır: yıyla kurulan akrabalık türlerine verilen 1. akrabalık terimleri ya da adlandırma­ ad. (Bk. ansikl. böl.) lar sistemi, gönderme öznesi olarak ele —Genet. Biyolojik akrabalık, birinin so­ alınan, kadın ya da erkek bir ben'e (ego’ yunda, diğerinin kendisi ya da soyundan ya) göre akrabaları belirten terimler küme-



akrabalık ni kendisiyle konuşulan akrabaya ya da hısıma verilen adlar, hakkında söz edilen akrabalara ya da hısımlara verilen adlar­ dan ayırt edilir. Başlıca iki adlandırma sis­ temi vardır: betimsel sistemler ve sınıflayıcı sistemler. Birinci sistemlerde, kısıtlı sa­ yıda özgül terim, birinci ya da ikinci de­ receden akrabaları belirtir ve uzak akra­ balar bu terimlerden oluşturulan bileşik te­ rimlerle belirtilir (örneğin, hala oğlu, vb. gibi). Pek kullanışlı olmayan salt betimsel sisteme, örneğin Afrika'da Sudan Dinkaları ve Şillukları dışında pek rastlanmaz. Sınıflayıcı sistemler, bazi akraba sınıfları içinde terimsel kimlik belirtmeye dayanır. Böylece aynı sınıflayıcı terim, farklı kuşak­ tan akrabaları ya da doğrudan ve dolaylı akrabaları (örneğin baba ve amca, koşut ya da çapraz kuzenler) ya da aynı terim hem erkek hem de kadın için kullanılabil­ diği için farklı cinsten akrabaları belirte­ bilir. Nitekim Kongolular’ın anneye, anne­ nin kız ve erkek kardeşlerine "anneler” ; babaya, babanın erkek ve kız kardeşle­ rine "babalar” demeleri, sonuncu duru­ mun örneğidir ve burada ben (ego) açı­ sından terimsel sınıflar sözkonusu demek­ tir. Farklı terim sistemleri, ilk kez çözüm­ lemelerin yapıldığı toplumlar göz önünde tutularak adlandırılmıştır. Buna göre tüm yeryüzü için, Eskimo, Hawaı, Sudan ve kuzenler sınıflaması bakımından iroquois, Crow ve Omaha sistemlerinden söz edilir. 2. tavırlar dizgesi, farklı akraba ve hısım sınıfları arasındaki tutumları belirler. Örne­ ğin samimiyet ya da şakalaşma bazı ak­ rabalar arasındaki ilişkilerde zorunlu ola­ rak benimsenir ya da tam tersine damat ile kaynana örneğinde olduğu gibi “ çe­ kinmeli ilişkiler' de mesafe ve saygı önem kazanır. Bir ölçüde karşılıklı olmalarına rağmen, adlandırmalarla tutumlar arasın­ da bir koşutluk yoktur. Lövi-Strauss, tavır­ lar sisteminin "daha çok, adlandırmalar sisteminin dinamik bir bütünleşmesi olduğu"nu gösterdi. Bu bütünleşme, bütün akrabalık sistemlerinin temelini oluşturan yapıya yani "akrabalık atomu"na daya­ nan bireşimden kaynaklanır. Akrabalık atomu ise, baba, ana (evlenme ilişkisi), ananın erkek kardeşi (karşıt cinsiyetten ve aynı anababadan çocuklar) ve ben’den (soyzinciri ilişkisi ve dayıerkil ilişki) oluşur. M. Mead, Malinovvski ve diğerlerinin et­ nolojik incelemeleri, "dayı ile erkek yeğen arasındaki ilişkinin erkek kardeş ile kız kardeş arasındaki ilişkiye; baba ile oğul arasındaki ilişkinin de koca ile karı arasın­ daki ilişkiye denk olduğunu” göstermiş­ tir (Lövi-Strauss). Böylece babasoylu Ka­ merun ve Kongo Fangları’nda, erkek ile kız kardeşler ve dayı ile erkek yeğenler arasındaki ilişkiler yumuşak olduğu hal­ de, karı koca ve anababa ile çocuklar arasındaki ilişkiler kısıtlamalı ve katıdır. Buna karşıt olarak anasoylu Kongo'larda uzun bir süre birlikte yaşamayan baba ile oğulların ilişkileri çok iyidir. Erkek ve kız kardeşler için de aynı şey sözkonusudur. Buna karşılık karı koca ilişkileri ve dayı ile anabir dayı arasındaki ilişkiler gergindir. 3. toplumsal - yasal alan'da her akraba­ nın yeri, diğer akrabalara yönelik haklar ve ödevler ağı içinde belirlenir. Burada hem bababir hem de hısım akrabalar söz­ konusudur. Ama akrabalık, sınıflamaya yol açan bir toplumsal ilişki olduğundan, bababirlik ile tamıtamına çakışmaz. Yerel soyzinciri sisteminin anadan ya da baba­ dan ya da her ikisinden gelen bir zincirlenişi göz önüne aımasına, ama bunlara farklı işlevler yüKİemesine göre, bazı ba­ babir kimseler, akraba olarak kabul edi­ lir, bazıları da akraba sayılmaz. Ayrıca, doğrudan ya da dolaylı soyzinciri ilişkile­ ri, evlenmeyle olan akrabalık ilişkilerinden ayrı tutulamaz. Akrabalığın toplumsal olarak tanınma­ sını ve iletilmesini yöneten ilke oiarak soy­ zinciri, ikiyanlı, ikiçizgili ya datekçizgili ola­ bilir. Sonuncu durumda, soyzinciri baba­ soylu ya da anasoyludur. Anasoylu bir



sistemde akrabalık, anadan kıza olmak üzere kadınlardan geçer. Örneğin bir oğul, anasının akrabalık grubunda yer alamaz. Anayerli, kocayerli, karıyerli, dayıyerli oturma biçimleri de bu soyzinciri çeşitlerine eşlik eder. Bu durumlardan ba­ zılarına bağdaşımlı (örneğin babasoylu soyzinciri ve baba-kocayerli oturma) ba­ zılarına da bağdaşımsız (örneğin anasoy­ lu soyzinciri ve babayerli oturma) denir. Hem ana hem baba soyunu tanıyan Ni­ jerya’daki Yakolar'ın ikiyanlı sisteminde, babasoylu soyzinciri, babayerli oturmaya yol açar, ama miras (sürüler ve mal mülk) kız kardeşin oğluna geçer; toprak ve tar­ lalar ise, babasoyuna göre miras kalır. Evlenme de bir sistem oluşturur. Evli­ likteki alma ve vermede, yalnızca iki bi­ rey birleşmiş olmaz, ama iki dışevlilikçi grup, bir kadın alıp verme ağına ve do­ layısıyla akrabalık ilişkilerine girmiş olur. Evlenebilecek (bu evlenme zorunlu, ola­ naklı ya da yasaktır) bireylerin sınıfları, her toplum tarafından belirlenmiştir, içinde evlenilebiiecek ya da evlenme zorunda olunan gruplara içevlilikçi; içinde evlen­ me yasaklanmış gruplara da dışevlilikçi denir. Bu grupların büyüklüğü ve tanımı toplumdan topluma değişir. Çekirdek aile ise yakın akrabayla cinsel birleşme ya­ sağı gereğince her zaman dışevliliğin uy­ gulandığı bir gruptur. Evlenme kuralları ya olumlayıcı ya da olumsuzlayıcıdır. Bazı toplumlarda eş ya da eşler sınıfı, saptanmış ya da tercihli­ dir. Babayanlı ya da anayanlı çapraz ku­ zenler arasındaki tercihli evienme ya da yarımlı, bölümlü ve altbölümlü (Avustralyalılar’da görülür) sistemlerdeki çok kar­ maşık ve evlenilecek kadını öteki yarım­ da aramayı zorunlu kılan saptanmış ev­ lenmeler, bunun örnekleridir. Başka top­ lumlarda ise evlenme kuralları, bazı eş sı­ nıflarını yasaklamakla yetinir ve bunlardan herhangi birini zorunlu kılmadığı gibi tav­ siye de etmez (Crow ve Omaha terim öbeğinde rastlanan “ yarı-karmaşık” sis­ temlerde ya da amerikan "karmaşık” sis­ teminde olduğu gibi). Lövi-Strauss’a gö­ re, akrabalık sistemi, temel yasalara da­ yanır ve bunların başlıcası yakın akrabay­ la cinsel birleşme yasağıdır. Buna göre her grubun, kendi kadınlarını bir başka grubun kadınlarıyla değiş tokuş etmesi, yani kadınların "dolaşımı" zorunludur (dışevlilik). Bu alıp verme eşitlik içinde gerçekleşir; bir kadın veren her grup bu­ na karşılık bir kadın almak durumunda­ dır, ama bu alıp verme çeşitli biçimlere bürünebilir. Böylelikle sınırlı alıp verme ile genelleştirilmiş alıp verme 'yi birbirinden ayırt edebiliriz. Bunların birincisinde, bir A grubunun erkekleri bir B grubunun ka­ dınlarıyla evlenirler ve B grubunun erkek­ leri de A grubunun kadınlarıyla evlenirler. İkincisinde ise, bir A grubunun erkekleri bir B grubunun kadınlarıyla evlenirler, ama B grubunun erkekleri C grubunun kadınlarıyla C grubunun erkekleri D gru­ bunun kadınlarıyla evlenirler ve bu, A gru­ buna dönülene kadar (örneğin, burada D grubunun erkekleri A’daki kadınlarla ev­ leneceklerdir) sürüp gider. Aslında, sınır­ lı alıp vermenin, genelleştirilmiş alıp ver­ menin bir özel durumu olduğu kanıtlana­ bilir. Bu genel ilkelerden, evlilik yasakları ve zorunlulukları biçimini alan bir dizi so­ nuç ortaya çıkar. En sık rastlanan yasak­ lardan biri, koşut kuzenler arasında (ör­ neğin teyze kızıyla) evlilik yasağı ve en sık rastlanan zorunluk ise, çapraz kuzenler arasında (örneğin hala kızıyla) evlenme zorunluğudur. Akrabalık, geleneksel top­ lumlarda böylece soyzinciri ve oturma çe­ şitlerini, evlenilecek kadın dolaşımını, dav­ ranışları ve mal mülk verme kurallarını dü­ zenler. —Din ve Güz. sant. Kutsal Akrabalık, Kut­ sal Aile’den farklı olarak, aaize Hanna'nın akrabalarını bazı efsanelerde anlatıldığı biçimiyle bir araya get rir. Birçok alman resminde (Darmstadt'ta. Ortenberg mih­ rap arkalığı; Köln de, Kutsal Akrabalar



Ustası; Frankfurt'ta, Cranaoh) ya da fla­ man resimlerinde (Brüksel’de, Q. Metsys; Valenciennes'de M. de Vos) Kutsal Akrabalık’a rastlanır; Fransa ve İtalya'da (Perugia'da, Perugino) daha seyrek görülür. —Folk. Akraba olmayanların desteğini sağlamak ya da ilişkileri pekiştirmek ama­ cıyla kurulan düzmece akrabalıklarda, ta­ raflar birbirlerine gerçek akraba gibi dav­ ranmak, akrabalığın gereklerine uymak zorundadırlar. Başlıca türleri: kan kardeş­ liği, süt kardeşliği, yol kardeşliği (musa­ hiplik), ahret kardeşliği, sağdıçlık, kirve­ lik, kına analığı, isim babalığı ve yenge­ liktir. —Genet. Biyolojik akrabalığın, iki kişinin genetik yapısına etkisi, onların ana baba­ larından aldıkları genlerin, bu ana baba­ dan birine ait bir genin kopyası, yani öz­ deşi olabilmesidir. Eğer iki gen, aynı ata­ dan gelerek kuşaktan kuşağa ardışık kop­ yalarla geçmişse "özdeş" sayılır; ancak bu geçiş yollarından birinde bir mütasyon olmamışsa (olması çok enderdir), bu iki gen aynı etkiyi yaratır ve birbirinin aleli sa­ yılır. Akrabalığın kesin olarak saptanabilme­ si, X ve Y kromozomlarında bir loküste yer alan 4 genin özdeşliği için tüm olasılıkla­ rın araştırılmasını gerektirir; bu olasılıkla­ rın 15 tane olduğu kolayca anlaşılır; de­ mek ki akrabalığı genetik bakımdan tü­ müyle belirlemek için "özdeşlik katsayıları” denen 15 sayı gereklidir. O kadar kesin olmamakla birlikte prob­ lemlerin çoğunun (özellikle X ve Y’nin yavrularıyla ilgili olduğunda) çözümleme­ sine f » "akrabalık katsayısı” nın,yani X’te bulunan rasgele seçilmiş bir gen ile Y'de aynı loküste bulunan aynı nitelikte bir ge­ nin özdeş olabilmeleri için var olan olası­ lıkların saptanmasıdır. Bu katsayının olasılık olarak saptanma­ sının iki yararı vardır. Bir yandan olayla­ rın doğasını hesaba katar: esasında cin­ sel üreme süreci de olasılıklar kavramını içerir. Bu sürecin “ temel olayı" bir çocu­ ğun yaratılmasıdır. Çocuğun genetik var­ lığı, babasının kalıtsal yapısının yarısı ile annesininkinin yarısının birleşmesi sonu­ cudur ve bu yarıların bir araya gelmesi de rastlantısal olur. Genetik aktarımla ilgili her türlü açıkiama bu rastlantıyı hesaba kat­ malıdır. Bu konuda, olayların doğasına sadık kalınmakla birlikte, ancak olasılık­ lar kavramına başvurularak bir sonuca varılabilir. Öte yandan, bu katsayı bilgilerin doğa­ sını hesaba katar: soy ağacı ister istemez kısmi bir rol oynar; bir kişinin atalarının tü­ münü bir bir hesaba katmak olacak şey değildir. Akrabalık, XY çiftinin yalnız ken­ dilerine özgü bir karakter değildir. Aynı zamanda X ve Y’nin atalarına ait bilgileri de içeren bir karakterdir. Bu nedenle ak­ rabalığın ölçümü eldeki verilere göre bu kısmi karakteri de hesaba katmalıdır. • Akrabalığın ölçülmesi. Çocuk sahibi ola­ cak bir çift birbirleriyle akraba değilse, ay­ nı alel genin özdeşi olan iki geni alabilme­ leri olasılığı, yani homozigot (aa) olmaları Hardy-VVeinberg kuralına göre p2'ye eşit­ tir; buradaki p, popülasyon (nüfus) ara­ sında a alelinin bulunma oranıdır. Ama ana baba arasında katsayısıyla ölçülen bir akrabalık varsa, onlardan ge­ çen iki genin özdeş olmaları olasılığı ne­ deniyle yukarıda sözkonusu edilen olası­ lık artar; p (aa, ) = p2 + p " 'p’ olur. Ana baba akrabalığı, çocuklarda ho­ mozigot özelliklerin artmasına neden olur. Ancak birçok kalıtım hastalığı çekinik gen­ lerle belirlendiğinden, yani hastalık yalnız­ ca homozigot durumda ortaya çıktığın­ dan böyle hastalıklar akraba çiftlerin ço­ cuklarında daha sık görülebilir. Örneğin pankreastaki kistik fibroz has­ talığı çekinik bir gene bağlıdır ve Avrupa' da % 2 dolayında görülür; hastalığa tu­ tulan çocukların oranı, akraba olmayan çiftlerin çocuklarında 4/10 000 iken, kar­ deş çocukları olan eşlerin çocuklarında 16/10 000'dir, yani 4 kat fazladır.



285



c



akrabalık katsayısı



Kutsal Akrabalık boyalı ve yaldızlı tahta heykel Schvraben okulu Louvre müzesi, Paris



akrabalık 286



Languedoc akrebi (Bultıus occitanus)



kıskaçlı p e d ip a lp



Genel olarak, akraba çocukları ender heterozigot olduklarından, kalıtımsal zen­ ginlikten daha az pay alırlar. Bu nedenle ölüm oranlarının daha yüksek olması bek­ lenir. Bu konuda araştırma yapmak çok nazik bir iştir, çünkü ele alınan grupların birbiriyle karşılaştırılmasını sağlamak da­ ima zorluklarla doludur. Bu konuda ilk gözlemler J. Sutter tarafından Fransa’da Loir-et-Cher'de ve Morbihan’da 1952'de yapılmıştır. Daha önceki çalışmaların sonuçları şu­ nu göstermiştir: eğer eşlerin kan hısımlı­ ğı çocuklarının üzerinde etki yaratıyorsa, bu etki, üzerinde çalışılan belirli bir top­ lum için yüzlerce aile üzerinde yapılan gözlemlerle bile ortaya çıkarılamayacak kadar sınırlıdır. Anlamlı olan tek farklı nokta, kısır çift­ lerin oranında görülür. Ne var ki bu ko­ nuda gerçekten verilerin çoğaltılması ge­ rekmektedir. Bu farklı nokta, bir kanıt de­ ğeri taşımamakla birlikte bazı araştırma­ larda varılan sonuçla birleşmektedir. Söz­ konusu araştırmalar gebeliğin ilk ayların­ da dölyatağı içinde meydana gelen ölüm­ lerin, olumsuz kalıtım özellikleri taşıyan ana babanın gebelik ürünlerinin yok edil­ mesinde önemli roi oynadığını göster­ mektedir. • Akrabalık katsayısı. ‘P™ akrabalık kat­ sayılarının hesaplanması basit formüller­ le yapılabildiği gibi, bilgisayarlara başvur­ mayı da gerektirebilir. Önce, X ve Y ola­ rak iki kişinin ıp „ akrabalık katsayıları araştırıldığında bunların bir ortak atası OA olduğu varsayılır. X ve Y’den alınan her­ hangi bir gen,ancak ikisinin birden OA’ dan gelmesi koşuluyla özdeş olabilir. Bunlar: —ya her ikisi OA’daki bir genin kopyası­ dır (olasılık oranı 1/2); —ya da OA'daki iki ayrı genin kopyası­ dır ve bu iki gen OA ile kan hısımlığından ötürü özdeştirler (olasılık oranı 1/2 bu­ rada fol katsayısı OA'nın kan hısımlığı katsayısıdır). OA, X’in n derecede atası ise X’teki ge­ nin OA’dan gelmesi olasılığı (1/2)n’dir; OA, Y'nin p derecede atası ise Y’deki ge­ nin OA’dan gelmesi olasılığı (1/2)Pdir. Ni­ hayet X'teki bir genin Y’dekinin aynı ol­ ması olasılığı şöyle olur: XY = (1/2)"*0*' (1 + f j . Tersine, X ve Y’nin ortak birçok ataları varsa genler ya OA, 'den ya OA2 'den ..., gelebileceklerinden özdeş olabilirler, o zaman formül şöyle olur:



karın (7 halka) k u y ru k (5 halka)



M n



I



hareket bacakları



sırttan görünüş



akrebin morfolojisinin şematik görünüşü ta ra k taşıyıcı



AGRİGENTO. AKRAH a. (ar. akrah). Esk. Alm beyaz at.



solunum delikleri a kciğ erler



alttan görünüş



AKRAN a. (ar. karın'in çoğl. akran). Ay­ nı yaşta olan ya da sosyal durumları, say­ gınlıkları eşit düzeydeki kimseler; birbir­ lerine göre bu kimselerden her biri; ya­ şıt, yaştaş, emsal, denk: Okulda akranla­ rı arasında en çalışkan öğrenci oydu. Ak­ ranlarından geri kalmak. Akranları arasın­ da sevilip sayılmak. Bir kimseye akranı gi­ bi davranmak. O senin akranın mı? AK R AN LIK a. Akran olma durumu; ya­ şıtlık, yaştaşlık. AKRAS çoğl. a. (ar. kurs’un çoğl. akras). Esk. Yuvarlaklar, çemberler. AKRASOS. Tar coğ. Batı Anadolu’da,



vadisindeydi. Sikkelerden ve Bizans dö­ nemi piskoposluk listelerinden biliniyor. AKREB sıf. (ar. karib, yakın’dan akreb). Esk. Çok yakın, en yakın. ♦ a. isi. huk. Baba ve ana yönünden va­ kıfa en yakın olan kişiler. (Vakfeden kişi, ‘vakfımın geliri akrebime verilsin’ diye bir şart koymuşsa, gelir çocuklarına verilir. Çocukları yoksa ana ve babasına ve on­ lardan sonra yoksullara verilir. Eğer bu şart "el-akrebü fel-akreb" şeklinde ise gelir, sürekli olarak, vakfeden kişinin ha­ yatta olan en yakınlarına, yoksa yoksul­ lara verilir.) AKREDİTİF sıf. (fr. accrâditif). Bank. Kredi açılmasına izin veren: akreditif mek­ tup. ♦ a. Bank. Bir bankanın, taşrada ya da yabancı ülkedeki muhatabına kredi aç­ ması için yazdığı ve bu krediden yararla­ nacak olan müşterisine verdiği mektup; bu kredinin kendisi. (Bk. ansikl. böl.)|| Akreditif açmak, bir akreditif aracılığıyla kre­ di açmak. || Akreditif amiri, bankadan ak­ reditif açılmasını isteyen ithalatçı, (ithalat­ çı, bankaya akreditifin açılması emrini ver­ diği için "amir” adınım almaktadır.) || Ak­ reditif lehdarı, akreditif işleminden yarar­ lanacak ithalatçı. (Akreditif lehdarı, ban­ kanın ya da akreditif amirinin gönderdiği akreditif mektubunu alınca malı gönderir ve akreditif açan bankaya malı gönder­ diğini gösterir bir belgeyle birlikte alaca­ ğı miktarında bir poliçe çeker.) || Akreditif mukavelesi, akreditif talepnamesi banka­ ca kabul edilmiş ithalatçının, banka ile im­ zaladığı mukavele. (Böyle bir mukavele­ de ithalatçı, ihracatçının çekeceği poliçe tutarını ve bankanın istediği komisyonu vadesinde ödeyeceği taahhüdünde bu­ lunur. Bazı durumlarda, banka, akreditif tutarının bir kısmını ya da tamamını pe­ şin olarak alabilir.) —ANSİKL. Türkiye’de, dış ticaret işlemle­ rinde kullanılan akreditif birçok türe ayrı­ lır: Basit akreditif, lehdarın, sigorta poliçe­ si, konşimento gibi herhangi bir belge arzetmek ve bir ücret ödemek zorunda ol­ maksızın akreditif tutarını vadesinde ban­ kadan tahsil edebileceği akreditif türü. —Belgeli akreditif, lehdarın akreditif tuta­ rını bankadan tahsil edebilmesi için malı ihraç etmesi ve akreditif mektubunda be­ lirtilmiş belgeleri sunması gereken akre­ ditif türü. —Bölünebilen akreditif, ithalat­ çının birden fazla firmadan ithalat yaptığı durumlarda başvurduğu devredilebilen akreditif türü. (Akreditif kısımlara ayrılabi­ lecek biçimde açılmışsa, lehdar, bölüne­ bilen akreditifi firmalar arasında bölerek çok sayıda ithalatın tek akreditifle öden­ mesini sağlar.) —Böiünemeyen akreditif, lehdara, akreditif mektubunda, akreditif tutarını bölme ve üçüncü kişilere devret­ me yetkisinin verilmediği akreditif türü. —Devredilebilen akreditif, lehdara, akre­ ditifi üçüncü bir kişiye devretme yetkisi­ nin verildiği akreditif türü. Devredilen ak­ reditifin koşulları ve hükümleri değiştirile­ mez. —Devredilemeyen akreditif, lehdare akreditifi devretme yetkisinin açıkça ve­ rilmediği akreditif türü. (Akreditif devri [ih­ racatçının değişmesi], akreditif amiri için sakıncalıysa, ithalatçı devredilemeyen ak­ reditifi tercih eder.) —Rücu edilebilen ak­ reditif, akreditif amiri ya da akreditifi açan banka tarafından koşullan her zaman de­ ğiştirilebilen ya da iptal edilebilen akredi­ tif türü. (Akreditifin değiştirilmesi ya da ip­ tali, değişiklik ya da iptalin muhabir ban­ kaya bildirilmesiyle geçerlik kazanır.) —Rücu edilemeyen akreditif, koşullarının değiştirilmesi ya da iptali için taraflardan herbirinin rıza göstermesi gereken akre­ ditif türü. (Bu tür akreditif, taraflara güven­ ce sağladığı için daha çok tercih edilir.) —Süreli akreditif, akreditif açan bankanın lehdara ödemede bulunması için belli bir sürenin saptandığı akreditif türü. —Süre­ siz akreditif, ihracatı yapan lehdarın, za-



dan ödemede bulunmasını isteyebildiği akreditif türü. —Teyitli akreditif, akreditifi açan bankanın ihracatçı ülkede yeteri ka­ dar tanınmaması halinde, lehdarın talebi üzerine, muhabir bankanın, son kuruluş olarak, ödeme yükümlülüğünü üstlendi­ ği akreditif türü. (Ödeme yükümlülüğünü üstlenen muhabir bankaya, "teyit eden banka" denir.) —Teyitsiz akreditif, muha­ bir bankanın herhangi bir sorumluluk yük­ lenmediği akreditif türü. AKREDİTÖR a. (fr. accrĞditeur). Bank. Bir tutar için üçüncü kişi lehine kefil olan kimse. AKREP a. (ar. ‘akreb). 1. Bedeni bir başlıgöğüs, geniş bir karın ve çok belir­ gin dar bir kuyruktan oluşan ve zehir çen­ geli bulunan, iri boyda, eklembacaklı hay­ van. (Bk. ansik.böl. Zool.) —2. Saatin, sa­ atleri gösteren kısa ibresi. —3. insana sin­ sice yaklaşıp kötülük yapan kimse: Ne ak­ reptir o. —4. Akrep gibi sokmak, sözle­ riyle her fırsatta karşısındakini kırmak, üz­ mek. ]| Akrep kuyruğu, uçları yukarı doğ­ ru kıvrık olan bıyık için kullanılır. —Denize. Zincir baklalarının ırgat virası ve gomına kapan üstündeki yuvalara sıkış­ masını önleyen iki çatallı sabit parça. (Ak­ rep, ırgatın baş tarafına bağlanır; yatay milli ırgatlarda tek parçadan oluşur ve kavelata adını alır.) || Akrep praçolu, akre­ bin bağlanmasına yarayan çok sağlam parça. —Saatç. Akrep çarkı, saat ibresini dön­ düren çark. || Akrep çarkı pulu, saat çar­ kını kadrana göre dengeleyen çok ince ve esnek pirinç pul. || Akrep saati, tek ib­ reli saat. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Zool. Yalnız gerçek akrepler (scorpio) değil, akrepler takımından olan tüm örümceğimsi hayvanlar da akrep adıyla anılır. Bunların hepsinde pedipalpların ucu iri ağızlı bir kıskaç biçimindedir ve karın kısmı iki bölgeye ayrılır; kuyruk biçimindeki art bölgenin sonunda sivri bir iğne ve zehir bezleri yer alır. Akrepler dört çift akciğerle (kitapsı akciğer) solunur; ka­ rın kısmının alt yüzünde tarak denen bir çift organ vardır, işlevi pek bilinmemek­ tedir. Bunların hepsi karada yaşayan ge­ ceci hayvanlardır. Çok yırtıcı olan bu hay­ vanlar canlı ya da yeni ölmüş böceklerle beslenir; bir yıla yakın bir süre hiç besin almadan kalabilir ve zararlı etmenlere, özellikle İyonlaştırıcı ışınlara karşı büyük bir direnç gösterirler. Akreplere taşların al­ tında, çorak yerlerde, eski duvarlarda rastlanır. Kuyruk iğnesiyle sokması çok acı verir, insan için ölümcül kazalara da yol açabilir; özellikle Afrika’da yaşayan ■androctonus ve Meksika'da yaşayan centurus cinsi akrepler bu bakımdan çok teh­ likelidir. Akreplerin tümü sıcak iklim hay­ vanıdır; Türkiye’de daha çok Güney-Doğu Anadolu bölgesinde bulunur. 750 ka­ dar türü içeren akrepler takımı 7 familya­ ya ayrılır (dar anlamda akrepgiller [scorpionidae], buthidae, bothriuridae, chactidae, vejovidae, diplocentridae, chaerlidae.) —Saatç. ilk örnekleri akrebe benzediğin­ den bu adla anılan tek ibreli saatler, pandülün bulunuşuna değin (XVII. yy. orta­ ları) kullanıldı. Topkapı Sarayı müzesi’nde bu tür yerli Avrupa saatlerinden örnekler vardır. AKREP, burçlar kuşağında Terazi bur­ cu ile Yay burcu arasında yer alan takım­ yıldız (Akrep burcu). En parlak yıldızı Antares"tir; ayrıca birçok yıldız kümesi­ ni içerir. Bunlardan M6 ve M7 açık küme­ leri ile M4 ve M80 bulutsu kümeleri kü­ çük amatör dürbünleriyle bile görülebilir. —Astrol. Günümüzde kullanılmakta olan gregoryen takviminde sonbahar burç ku­ şağının ikinci işareti. (Akrep, güneş yarım­ küresinin dördüncü işaretidir; dördüncü burç üçlüsünün ise ikinci işaretini oluştu­ rur ve doğu Mars’ının evidir.) AKREPGİLLER a. Akrepler takımındaki en tipik akrepleri içeren familya. (Bil. a.



akrobatlık AKREPLER a. Zool. Akrepleri içeren ta­ kım. (Bii. a. scorpionıdea.). AKRET a. (ar. cakret). Esk. Kısırlık. AKRİDİN a. (lat. acrido, -/n/s, keskin koku'dan, fr. acridine). Org. kim. Yapısı antraseni andıran C13H9N formülünde zayıf baz bileşik. (Akridin bir dibenzopiridindir. Taşkömürü katranında bulunur ve çözelti . halinde mavi bir flüorışı verir. Genetik çö­ zümlemede deneysel mutajen olarak kul­ lanılır ve polinükleotit zincirine bir nükleotitin katılmasını ya da ayrılmasını [kop­ ma] sağlar.) —Akridinden ornatmayla tü­ reyen bileşik. A K R İD İN İK sıf. (fr. acridiniçue). Org. kim. Akridinden türeyen. —ANSİKL. Akridinik boyarmaddeler ge­ nellikle sarı-turuncudur ve çözelti halinde mavimsi yeşil bir flüorışı verirler. Bu mad­ delerin en ilgi çekeni deri boyamaya ya­ rayan akridin turuncusu'dur. Tripaflavin ya da atebrin gibi diğer akridin bileşikleri kemoterapide önemli bir yer tutar. AKR İDİNYU M a. (fr. acridinium). Org. kim. Akridindeki azot atomu üzerine bir protonun bağlanması sonucunda oluşan ve bu bazın oluşturduğu tuzlarda rastla­ nan katyon; geniş anlamda akridinin azot atomu üzerine bir R + 'nın (alkilakridinyum katyonu) ya da RCO + ’nın (açilakridinyum katyonu) bağlanması sonucunda oluşan katyon. AKRİFLAVİN a. (fr. acriflavine). Akridin türevi, antiseptik etkili, sarı renkli boyarmadde. (Damar yolu ile tripanozomalara karşı etkilidir; bazen tablet şeklinde anjin tedavisinde de kullanılır.) AKRİLAT a. (fr. acrylate). Org. kim. Akrilik asidin tuzu ya da esteri. A K R İLİK sıf. (fr. acrylique). Org. kim. Akril a/ote/ı/f,AKROLEİN'in eşanlamlısı.! Akrilik asit, form ülü H2C = CH—C02H olan ve akroleinin yükseltgenmesiyle elde edi­ len asit. (Eşanl. PROPENOİK.) [Bk. ansikl. böl.]



—Res. Akrilik boya, suda ezilmiş pig­ mentlerin lateks içinde (termoplastik reçi­ ne) dağılımı sonucunda elde edilen emül­ siyon boya; dağılım metil metakrilatın polimerleşmesinden kaynaklanır. (Bk. ansikl. böl.) —Tekst. Akrilik lif ya da akrilik iplik, ağır­ lık bakımından en az yüzde 85 oranında akrilonitril içerikli monomer birimlerinin art arda sıralanışıyla elde edilen makromolekül zincirlerinden oluşmuş yapay lif ya da iplik. (Bk. ansikl. böl. Polim.) ♦ a. Polim. Akrilik yada metakrilik asit­ lerin ve türevlerinin polimer ya da eşpolimerleri ailesinin genel adı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Org. kim. Günümüzde akrilik asit sanayide propilenin ölçülü olarak yük­ seltgenmesiyle elde edilmektedir. Bu asitin esterleri verniklerin ve organik camla­ rın bileşimine giren polimerlerin hazırlan­ masında çok kullanılır. —Polim. Akrilik ya da metakrilik türevle­ rinin polimerleri, birçok plastik madde, elastomer ve tekstil liflerinin temel mad­ desini oluşturur. Poliakrilikler (CH2CHCOOR)ngenel for­ mülüyle gösterilir; formüldeki R hidrojen atomu (poliakrilik asit) ya da hidrokarbon­ la bir grup (akrilik poliesterler) olabilir. Po­ liakrilik asit teknik alanda az kullanılır; ama tuzlarındari kıvamlaştırıcı ya da emülsiyonlaştırıcı olarak yararlanılır. Ak­ rilik poliesterlerin molar kütleleri 2 000 ile 200 000 arasında değişir; az polimerleşmiş ürünler sıvı yağ biçimindedir; polimerleşme derecesi yükseldikçe termoplastik katı kütleler, sonra elastomerler elde edi­ lir. Akrilik poliesterler arasında, organik camlar, yapay deriler, vernik ve kola ya­ pımında kullanılan metil poliakrilat sayıla­ bilir. Akrilik asitle türevlerinin polimer ve eşpolimerlerinin en büyük kullanım alanını kaplama, tekstil ve kâğıtları emdirme iş­ lemleri, boya ve vernikler oluşturur.



mitanei'nın yerini alan akritaslar thema’ Poliakrilonitril (CH2CHCN)n, akrilonitrilardan (yönetim bölgelerinden) bağımsız lin (ya da akrilik nitril) kütle, çözelti ya da olarak örgütlenirlerdi; görevleri yalnızca emülsiyon halinde köksel polimerleşmesınırı korumak değil, aynı zamanda düş­ siyle elde edilen bir polimerdir. “ Akrilik” man toprağına akınlar da yapmaktı. Seadındaki tekstil liflerinin yapımında kulla­ rüvenli yaşamları Digenes Akritas desta­ nılan poliakrilonitrilin molar kütlesi 40 000 nına konu olmuştur. ile 100 000 arasında değişir. Sözkonusu maddenin dimetilformamitle yaptığı çözel­ AKRİTAS ŞARKILARI a. Epik özellik­ ti (°/o 10-30) 100 ile 140°C sıcaklıklar ara­ te ve 15 heceli dizelerden oluşan, akrilassında ve basınç altında iplik halinde çe­ ların (Bizans imparatorluğu'nun koruyu­ kilir. ipliğin basınç altında pıhtılaşması ya cuları) yaşamlarını ve kahramanlıklarını kuru ortamda çözücüyü, sıcak hava akı­ yücelten yunan halk şiirleri ve şarkıları. mıyla sürükleyerek ya da bir gliserol ban­ AKROAMATOS sıf. (kulağa hoş gelen yosuna daldırarak ıslak ortamda gerçek­ şey anlamında yun. söze.). Fels. Eski yu­ leştirilir. Poliakrilonitril ipliğinin yoğunluğu nan felsefelerinde ve özellikle Aristoteles1 1,14 ile 1,17, mekanik direnci 35 ile 50 in felsefesinde ancak sözlü olarak aktarı­ kgf/mm2 ve kopmaya kadar uzama ora­ labilen en gizli ve en zor bölümler için de­ nı % 8 ile 15 arasında yer alır, Poliakrilo­ nir. nitril lifleri uygulamada sudan, bilinen çö­ zücülerden, düşük derişimde asit ve baz­ AKROASFİKSİ a. (fr. acroasphyxie). lardan etkilenmez; güneş ışığına, bakte­ Patol. Raynaud hastalığında görülen varilere, hava değişimlerine karşı iyi bir di­ zomotör bozukluk. (Derinin morarması ve renç gösterirler. Sözkonusu lifler, selüloz ağrılı duyum yitimi ile kendini belli eder.) asetat boyarmaddeleri, küp boyarmadAKROBASİ a. (fr. aerobatie. Akrobatlık, deleri ya da bakır tuzları eşliğinde asit bocambazlık. yarmaddeleriyle boyanır. Poliakrilonitril lif­ ■—Havc. Bir uçağın pilotajında alışılmamış leri tek başlarına olduğu kadar yün ya da manevraların tümü; bunları yapmak için pamukla karışık olarak iç çamaşırı ve giysi pilotun özel bir eğitimden geçmesi gere­ yapımında kullanılır; Orlon ya da Crylor kir. (Bk. ansikl. böl. Havc ) ]| Akrobasi kat- * gibi ticari adlar altında satılırlar. sayısı, bir uçağa tanınan akrobasiye el­ Polimetakrilikler temelde metakrilik asiverişlilik derecesi; uçağın yapısı, akroba­ tın polimerlerinden oluşur ve genel formü­ si sırasında karşılaşılan kuvvetleri kaldıra­ lü [CH2C(CH3) COOR]n ile gösterilir; for­ cak bir direnç gösterir. j| Uçuş akrobasi­ müldeki R hidrokarbonlu bir köktür. Ticari leri, pilotun kendi becerilerini ve uçağının adlarından biri Pleksiglas olan metil poliniteliklerini değerlendirmek için uçuş sı­ metakrilat organik cam olarak kullanımı rasında yaptığı çeşitli manevralar. (Hava nedeniyle büyük önem kazanır. Bu mad­ savaşlarında akrobasiye çok sık başvu­ de metil metakrilatın kök polimerleşmesi rulur.) yoluyla elde edilir. Yoğunluğu 1,18 ile —ANSİKL. Havc. Hava akrobasisi 1913’te 1,20 ve kırılma indisi 1,49 ile 1,50 arasın­ Pegoud’nun keskin dönüş ve ilk loopinda değişen organik camlar verir. En gi gerçekleştirmesiyle doğdu. Akrobasi önemli tüketim alanları havacılık, optik, eğitimi üç aşamada tamamlanır: temel ak­ dişçilik, süsleme alanlarıdır. Ketonlar, es­ robasi, av akrobasisi ve yüksek havacılık terler, klorlu çözücüler ya da aromatik hid­ eğitimi, ilk iki aşamada pike, doğrulma, rokarbonlar içindeki çözeltileri boya ve kanat üstünde kayma, vril, dik dönüş, verniklerin anamaddesini oluşturur; aynı olgu birçok metil metakrilat eşpolimerleBk. Resim sayfa 288 riyle vinil, akrilik ya da dienik monomerler için sözkonusudur. düzdönüş, looping, tersdönüş ve burgu —Res. Akrilik boyalar aşağıdaki özellik­ öğretilir. Yüksek havacılık eğitimi sırt üs­ leri gösterir: her yüzeye (yağla sıvanma­ tü uçuşta ve yavaş uçuşta klasik hareket­ mış) çok iyi yapışma, ışığa karşı kararlı­ lerin yanı sıra karma hareketlerin gerçek­ lık, geçirimsizlik, asitler ile alkalilere çok leştirilmesini içerir. zayıf duyarlık. Akrilik reçineler çok çabuk kurur, ama uygun katkı maddeleri kuru­ A K R O B A T a. (yun. akrobatos, akrobamayı yavaşlatır. Bu tür boya ile özel ön­ tein, ayak parmakları üzerinde yürümek, lem almadan kat üstüne kat vurulabilir. fr. aerobate'den). Beden esnekliğini ve Üstelik uygulama sırasında kullanılan su gücünü sirkte çeşitli artistik gösteriler ya­ miktarına göre boya katmanı çok farklı parak sergileyen kimse. (Bk. ansikl. böl.) görünümler alır. Öte yandan sözkonusu —Zool. Bedeninin iki yanında, elbileğinemülsiyonlar, yarısaydam bir katmandan den topuğa dek uzanan bir zar (patagiörtücü kalınlığa kadar çok değişik tonlar­ um) bulunan, fare iriliğinde keseli hayvan. da çalışma olanağı verir. Kaldı ki bu reçi­ (Tropikal Avustralya’da yaşar; iki yanın­ nelere karıştırılan renkler büyük ölçüde daki bu zar sayesinde çiçekten çiçeğe sü­ arılıklarını korur. zülerek balözüyle beslenir. Bil. ad. AcroBu boyalar şövale ve duyar resminde bates pygmaeus, burramyidea familyası.) çok yaygın olarak kullanılır, ilk uygulama­ —ANSİKL. Sirk. Aynı zamanda "çeviklik ları, çok sert vernik ve lake biçiminde sa­ sanatçısı" da denilen akrobat, sirk numa­ nayide görüldü, ilk kullanıcıları ise, 1960 ralarının çoğunda baş rolü oynar: “ yer­ yılına doğru anglosakson sanatçılar oldu. de” (“ el ele tutuşarak” yapılan numara­ lar), "at üstünde” (çeşitli atlama, dönme, A K R İL O N İT R İL a. (fr. acrylonitrıle). ayakta durma hünerleri), “ baskülde” ve­ Org. kim. H2C = CH—C ^ N formülüyle ya "tıamplende” (sıçramalar), “ havada” gösterilen ve sanayide propilenin amon­ (trapez numaraları) hep o vardır. Yüksek­ yakla yükseltgenmesi sonucunda elde te gerilmiş bir ip üzerinde yürüdüğü za­ edilen bileşik. (Eşanl. PRORENNİTRİL.) man “ cambaz” ; hiçbir yere dayanmayan — ANSİKL. Akrilonitril sanayide kullanılan merdivenler, tekerlekler, üst üste konmuş başlıca monomerlerden biridir. Polimer­ eşya ehramları üzerinde dengesizliğe kar­ leşmesi sonucunda Orlon adıyla tanınan şı meydan okurken "dengeci” olur, yapay bir elyaf elde edilir. Bütadien ve stirenle eşpolimerleşmesi yapay elastomer­ A K R O B A T İ K sıf. (fr. acrobatiçue). Ak­ ler verir. Organik bireşimde çok kullanı­ robatlara özgü. lan bir ayraçtır. A K R O B A T L IK a. 1. Akrobatın yaptığı A K R ÎN İ a. (fr. acrinie'den). Patol. Bez hareketler, gösteri; akrobatın işi, mesle­ salgısının yokluğu. (Salgının azalmasına ği; cambazlık. —2. Akrobatlık etmek, hipokrini; çoğalmasına hiperkrini denir.) yapmak, bedensel beceri, az rastlanır bir esneklik ve çeviklik gerektiren hareketler  K R İS İÖ S , efsanevi Argos kralı, Danayapmak: Dolabın arkasına kayan anah­ e’nin babası. tarını alabilmek için akrobatlık yapması gerekecek; zor bir durumdan kurtulmak, A K R İT A S a. ( yun. söze.).Bizans imparatorluğu’nda sınırları koruyan köylü as­ herhangi bir işte çıkar sağlamak amacıy­ la beceri gerektiren kurnazca ve tehlikeli ker. davranışlarda bulunmak: Bu yere gelene — A N S İ K L Roma imparatorluğu ndaki //-



akridin X=H tripaflavin X=NH2 akridin turuncusu X=N (CH3)2



* * çeşitli hava akrobasi hareketleri



kadar az akrobatlık yapmadı. AKRODERMATİT a. (fr. acrodermatite). Der. hast. El ve ayak parmaklarında görülen iltihaplı, eritemli, kabarcıklı, sivil­ celi, pullu lezyonlar halinde deri hastalıÖ'-



—ANSİKL. Erişkin insanda, belirsiz sınırlı bu hastalığın en yaygın biçimleri şunlar­ dır: el parmakları ve bazen ayak parmak­ ları üzerinde belirsiz süreli, irinli ve kabuk­ lu yaralar halindeki Hallopeau sürekli dermatitive körelticikronik derm atit.)^ PİCK - HERXHEİMER HASTALIĞI.) Akrodermatit çocuklarda tehlikesiz biçimde (5-6 haf­ ta içinde iyileşen dûküntülü kabarcıklı ço­ cuk akrodermatiti ya da Gianotti-Crosti sendromü), bir de ağır biçimde görülür (süt çocuğunda görülen ve çekimli gen­ lerle soydan geçen Daubalt ve Closs en-



teropatik akrodermatit!) AKRODİNİ a. (fr. acrodynie). Patol. Ne­ den? belirsiz çocuk hastalığı. (Önce, kol ve bacaklarda ağrılarla ortaya çıkar, son­ ra vazomotör değişikliklerle, gene! dola­ şım bozukluklarıyla, ruhsal-aksaklıklarla gelişir ve aylarca sürebilir.) AKRODONT sıf. (fr. acrodonte). Zool. Dişlerin çene kemeri çıkıntısına, çeneyle kaynaşarak bağlanma biçimine denir (kamadişli sürüngende olduğu gibi).



AKROENOS. Tar. coğ. AFYONKARAHİ­ SAR'ın Bizans dönemindeki adı.



AKROFAZ a. (fr. acrophase. Kronobiyolojide incelenen biyolojik ritmin, her çevrim sırasında en büyük genliğe ulaş­ tığı evre. (Akrofaz, F. Halberg’e göre, bir biyolojik ritmi niteleyen dört parametre­ den biridir.) AKROFONİ a. (fr. acrophonie). Dilbil. Bir ideograma, gösterdiği sözcüğün ilk hecesinin sesbilimsel değerini verme. (A harfinin alet "öküz" ideogramından gel­ mesi gibi. Hece yazılarının doğuşunun akrofoniyle açıklanabileceğini ileri süren­ ler vardır.) AKROİT a. (fr. achroite) Miner. Renksiz, hafif pembe va da soluk vesil turmalin.



- 4



*



AKROİT a. (fr. acroîde ya da accroîde' den). Avustralya'da yetişen xanthorrhoea cinsinden ve zambakgiller familyasın­ dan çeşitli bitkilerin salgıladıkları kokulu reçine, (iki çeşit akroit vardır: sarı akroit ve kırmızı akroit; her ikisi de vernik, mum ve kokulu sabun yapımında kullanılır.) AKROKARP sıf. (fr. acrocarpe). Bot. Sperogonları dişi saplar ya da dallar üs­ tünde oluşan karayosunlarına denir. (Kar­ şıtı PLÖROKARP.) AKROKERATOZ a. (fr. acrokeratose) A. Bazex tarafından tanımlanan ve eller, ayaklar, burun ucu ve kulaklarda pullar­ la örtülü kırmızı lekeler halinde görülen ve hemen her zaman üst sindirim yolları kan­ seriyle birlikte bulunan paraneoplazik deri hastalığı. AKROKORİNTHOS, antik Korinthos kentinin, sarp bir kayalık üzerindeki kale­ si (564 m). AKROLEİN a. (fr. acroieine, lat. acer. keskin, sert ve olere, kokulu'dan). Org. kim. CH2= CH—C H = 0 formülüyle gös­ terilen, eşlenik etilenik aldehitlerin başlı­ ca örneği olan ve adını kokusuyla gözyaşartıcı özelliğinden alan bileşik. (Eşanl. AKRİL ALDEHİT, PROPENAL.) —ANSİKL. Propilenin ölçülü yükseltgen-



mesiyle elde edilmeye başlandıktan son­ ra, akrolein sanayide büyük bir önem ka­ zandı, Çok tepkin oluşu nedeniyle CO çift bağı üzerinden katılma tepkimelerine gi­ rerek polimerleşebilen monomerler verir; ayrıca CC çift bağı üzerinden yararlı ara ürünler sağlar (örneğin metionin bireşimi için). AKROLİT sıf. (fr. acrolithe). Arkeol. Uç­ ları taş ya da mermer tahta heykel. AKRO M ATİK sıf. (fr. achromatique) Renksiz; boyasız. —Biyol. Akromatik iğ. hücre boyalarıyla az boyanabilen iğ biçiminde hücresel olu­ şum (Bütün hücrelerde mitozun profaz evresi sonunda ortaya ç'kan metafaz ve anafaz ne1 arasında kromozomlar onun kanallar: içinde ilerler.)



—Opt. RENKSEMEZ’ in eşanlamlısı. AKRO M ATİZM a. (fr. achromatisme). Güz. sant. Kırmızı, sarı ve mavi gibi birin­ cil renklerin ya da birincil bir renkle onun tamamlayıcısı olan rengin belirli ölçüde karışımından doğan renk yitimi. AKROMATOPSİ a. (fr. achromatopsie). Oftalmol. Renklerin ayırımını önleyen kalıtsal hastalık.(Retina öğelerinin bozuk­ luğuna bağlıdır; hasta sadece siyah, gri ve beyaz renkleri seçer.) AKROMEGALİ a. (fr. acromegalie). Bü­ yüme hormonunun aşırı salgılanmasına bağlı olarak ellerde, ayaklarda ve başta aşırı büyüme gibi değişikliklerle beiirgin hastalık. —ANSİKL. Büyüme hormonunun (somatormon) aşırı salgılanması, eozinofil hüc­ reli bir hipofiz adenomundan ilerj gelir. Morfolojik değişiklikler en çok yüzde görülür: çizgilerin kalınlaşması, kaş ke­ merlerinin çıkıntılaşması, "hayvansı" bir görünüme yaran çene çıkıklığı. Eller ve ayaklar kütük görünümü alır.Tüm öbür or­ ganlar da hacimce büyüyebilir: özellikle karaciğer, tiroit, kalp. Erkekte güçsüzlük, libido kaybı ve kadında âdet bozuklukla­ rı sık görülür. Fosfor-kireç metabolizması süreklidir. Buna karşılık, ensülin yokluğuna bağlı şe­ ker hastalığı çok ender görülür ve bu du­ rum tedaviye başlanmasını çabuklaştırır. Radyografide, hipofizin bulunduğu türk eyerinin genişlediği görülür. Somatormonun radyoimmünolojik oranına bakılarak tanı kesinleştirilir. Hastalığın yol açtığı bozukluklara ve görsel yatak üzerindeki baskının görme üzerindeki kötü etkisine göre tedavi ya radyoterapiye ya da cerrahiye dayana­ caktır. Ameliyat sonrasında bromokriptin kullanılır. AKRO MELALJİ a. (fr. acromelalgie). Kol ve bacakların aşağı kısmında ortaya çıkan yanma ve karıncalanma şeklinde şiddetli rahatsızlık. (Çoğunlukla geceleri ortaya çıkar ve özellikle tıkanıklık yapan damar hastalıklarında görülür.)



Akropolis AKROMİ a. (fr. achromie). Der. hast. De­ rinin renksızleşmesi. (Normal deri pig­ mentinin [melanin] yokluğundan ya da kaybolmasından ileri gelir ve beyazlaşmış bölgelerle göze çarpar. Akromiler doğuş­ tan olabildiği gibi [genelleşmiş —tam albinizm ya da sınırlı— plak şeklinde albinizm, akromik benler] edinsel de olabilir.) AKRO M İK sıf. (fr. achromique). Der. hast. Pigmentsizleşmiş doku bozuklukla­ rına denir: Akromik yara izi. A K R O N , ABD’de (Ohio) kent, Cleveland’ın güneyinde; 237 000 nüf. (1990). Akron, dünyanın başlıca kauçuk sanayi­ si merkezidir. Uçak ve makine yapımı. AKROPARESTEZİ a (fr acrnoaresthesıe). Nörol Kol ve bacakların uçların­ daki uyuşukluk ya da karıncalanma duygusu. AKROPATİ a. (fr. acropathie). Patol 1. El ve ayak uçlarındaki hastalıkların genel adı. —2. Sakatlayıcı yaralı akropati. el ve ayak uçlarında, daha çok ısı ve ağrıya karşı duyarlığın azalmasıyla ve kemik ve kiriş reflekslerinin, özellikle aşil refleksinin ortadan kalkmasıyla beliryin yaralar. (Bk. ansikl böl ) —ANSİKL. Sakatlayıcı yaralı akropati, omu­ rilik sınır düğümlerinde nöronların azalma­ sına ve kapsüllü hücrelerin çoğalmasına bağlı temel bir yozlaşmanın sonucudur "Thevenard hastalığı” ya da "Denny -Brovvn kalıtsal duyum nöropatisı” denilen ailevi bir şekli ve Bureau ile Barriere ta­ rafından tanımlanan ve alkoliklerle kötü beslenmiş kişilerde ortaya çıkan seyrek görülür bir şekli vardır. AKROPOD a. (fr. acropode). Dört ba­ caklı omurgalıların ayaklarında parmak­ lardan oluşan bölüm. AKROPOL - AKROPOLİS AKROPOLİARTRİT a. (fr. acropolyarthrite). El ve ayakların uçlarındaki eklem­ lerin birçoğunu saran iltihap. AKROPOLİS ya da AKROPOL a 1.



na tapınağı'nın yerine kurulan kalenin ya­ Eski yunan sitelerinde, aşağı kente ege­ men olan, berkitilmiş yüksek mevki. kınındaydı. Bu yeni düzenlemenin yara­ tıcıları çevrelerinde İktinos, Kallikrates ya (Mykenai dönemi boyunca, krallık sarayı da Mnesikles gibi büyük sanatçılar bulu­ burada inşa edilird' [Mykenai ya da nan Perikles ve Pheidias idi. Çok sayıda Tiryns'te]; daha sor-ra akropolisler, site­ exvoto ve heykel (ikisi de Pheidıas’ın ya­ nin siyasal [Teb de meclis Kadmeia’da pıtı olan Athena Promakhog' ve Athr.na toplanırdı] ya da dinsel [Atina'da] yaşa­ Lemnia), quadrigae ve dikilitaşlar, tapı­ mının merkezi oldu: r.ellenistik dönemde, nakların çevresindeki alanı süslüyordu. yurttaşları denetim altında tutmak için, akPropylaion ile Parthenon arasında Arte­ ropolise bazen yabancı garnizonlaı yer rmiş Brauronia tapınağı ve tanrılara sunu­ leştirildi [örneğin Akrokorinthos taj.l lan bronz armağanların saklandığı silah­ —2. Bir tepe üzerinde, berkitilmiş her tür öntarih dönemi sitesi. lık yükseliyordu. —Tar. Anadolu’da Truva, Hattuşaş (Bo­ Akropolis’in eteğinde, Roma dönemi­ ğazköy), Alişar. Zincirli, Kargamış kentle­ ne değin birçok kez elden geçirilen Dirinin iç kaleleri akropolis olarak nitelene­ onysos tiyatrosu (İ.Ö. V.-IV. yy.), Asklepıbilir. Atina akropolisi ölçüsünde olmamak­ os tapınağı (İ.Û. V. -IV, yy ), Eumenes rela birlikte Anadolu’daki antik yunan kent­ vağı(İ.Û. II. yy.) ve Herodes Atticus Ode­ leri arasında da önemli örnekler bulun­ onu (İ.S. II. yy.) bulunur. Kayalık içine oyu­ maktadır. Smyrna, Sardeis,T3elge, Assos, lan mağaralarsa çeşitli tapınma yerlerini Aigai, Alında, Neonteikhos kentlerinin akbarındırır: Pan mağarası, Aglauros tapı­ ropolısleri bunlar arasında sayılabilir. Binağı, "bahçeli” Aphrodite tapınağı. zantion'un akropolisi Topkapı sarayı'nın Roma döneminde çok az değişiklik ge­ bulunduğu kesimdeydi. Hellenistik döne­ çiren Akropolis (Parthenon’un karşısında min önemli kentlerinden olan Pergamon Augustus ve Roma tapınağı, Agrippa un (Bergama) akropolisi özellikle Eumeayaklığı), Ortaçağ da da korundu: Part­ nes II zamanında Atina akropolisi örnek henon Meryem Ana’ya adanan bir kilise­ alınarak zenginleştirilmiştir (İ.Ö. II. yy.). ye dönüştürüldü; XIV. yy.'da Propylaion Buna karşılık Priene kenti gibi, akropoliüzerinde, "Frank kulesi” diye anılan, ama sinde önemli yapıların bulunmadığı kent­ gerçekte floransa üslubunun izlerini taşı­ ler de vardı. yan kule (Nerıo Acciaiuoli'nin yapıtı) inşa edildi. Anıtlar, Franklar ın ve özellikle Ve­ A k ro p o lis (Atina —i), aşağı kente en az nediklilerin işgalleri sırasında, yeni işlev­ 100 m’lik bir yükseltiden bakan kalkerli lerle donatılıp özgün çizgilerini yitirerek kayalık; 270 x 150 m boyutlarındadır. ya da yıkılarak büjfük zarar gördüler. Akropolis önceleri siyasal merkez ve ka­ 1816’da lord Elgin, bugün British Mule olarak kullanıldı: Mykenai sarayının, Peseum’da bulunan çok sayıda mermer ya­ lasgoslar’dan kalma duvarın ve İ.Û. VII ve VI. yy. tapınaklarının (Peisistratos) kalıntı­ pıtı ülkesine götürdü; Parthenon'daki bir metope ve levha da Louvre’a taşındı. ları Yapılmakta olan ilk Parthenon’un ve 1830 dan sonra, yunanlı ve yabancı bi­ Athena’ya sunulan heykellerin (atlılar, ko­ reler, dikilitaşlar) yağmalanmasıyla sonuç­ lim adamlarımın çabalarıyla, Akropolis’in lanan pers istilasından sonra Akropolis, onarım! içiri’çalışmalar ve arkeoloji araş­ kale olmaktan çıktı, ibadet yeri durumu­ tırmaları -1885-1889 arasında yapılan na geldi. İ.Ö. V. yy.'da ünlü tapınaklarla büyük yunan kazıları— başlatıldı. Akropo­ lis müzesi düzenlenerek halka açıldı. (-* (Parthenon,Erekhtheion)ve anıtsal bir gi­ A t İn a .) Çevre kirliliği nedeniyle bozulan rişle. (Propylaion) bezendi Bu görkemli gi­ riş, İ.Û. V. yy. sonunda yapılan ve yon­ taşların bakım ve onarımı için bazı anıtlar yer yer söküldü. tulmuş bir parmaklığın çevrelediği Athe-



Başlıca anıtların plan v e görü n üşleri kesindir a m a bazı bölüm lerin, ö rn e ğ in çatıların restitüsyonu varsayım lara d a yan m a kta dır.



289



Atina akropolisi (Gorham P. Stevens restitüsyonu)



1. A th e n a N ike tapınağı I.O. 4 3 2 ’d e n so n ra yapılan ion a m p hiprostylosu 2. A g rip p a anıtı (İ.Ö .II.yy.’d a yapılan bronz q u a d rig a e 'n in , so n ra da, İ.Ö. 1 5 'te dikilen A g rip p a heykelinin eski ayaklığı) 3. İ.Ö. 437 -4 3 2 arasında yapılan P ropylaionlar 4. P ina ko th e ke ’nin ye r aldığı, P ro p y la ıo n ia rın kuzey kanadı 5. A rrh e p h o ro i’nin (A thena'nın pepiosunu hazırlayan g e n ç kızlar) evi 6. T hem istokles d ö n e m in d e inşa edilen kuzey , y ö n d e ki sur (g ü n e yd e ki K im on tarafından İ yaptırıldı)



7. İ.Ö.421 -4 0 6 ara sın d a yapılan E rekhtheıorî a f ' V g ü n e y revağı b) kuzeydeki kapı (karyâliâîi) ^ sundurm ası 8. A the n a 'n ın zeytin ağacı 9. P androseion tapınağı 10. A thena sunağı 11. Z eus Polıeus tapm ağı 12. P a ndion tapınağı 13 İ.Ö. 2 7 'd e inşa edıien A ugustus ve Rom a tapm ağı



:



14. P arthenon (İ.Ö .447-432) P heidias'ın yapıtı olan krizelepantin A thena heykeli bu yapının cellasındadır 15 Kutsal Yol 16. Yine P heidias'ın yapıtı olan A thena P rom akhos heykeli 17. Kutsal eşyaların saklandığı silahlık 18. A thena E rgane tem encsu 19. Artem ıs B rauronia tapınağı



Akropoiites AKROPOUİTES (Georgios), bizanslı si­ yaset adamı ve tarihçi (İstanbul 1217- öl. 1282). Mihail Paleologos VIII tarafından Gregorius X'la Kiliseler birliği'ni görüşmek üzere görevlendirildi. Lyon ruhaniler meclisı’nde kiliseler ayrılığına son veren an­ laşmayı imzaladı. Nikea imparatorluğu'nu anlatan Khronike Sygraphe'de 1203'ten 1261 ’e kadar geçen olayları ak­ tarır — Kendisi gibi büyük bir din bilgini olan oğlu Konstantİnos, Simeon Metaphrastes'e öykünerek azizlerin yaşamla­ rını kaleme aldığı için kendisine Neos Metaphrastes (Yeni Metaphrastes) de­ nildi



290



AKROSEFALİ a. (fr. acrocephalie). Bazı eklemlerin erken kemikleşmesinden ileri gelen ve başın yüksekliğinin artması ve böylece ona kule biçimi vermesiyle so­ nuçlanan kafatası biçim bozukluğu. AKROSİYANOZ a. (fr. acrocyanose). Patol. Özellikle el ve ayakta görülen da­ mar kökenli sürekli siyanoz. (Çoğunlukla ağrısız olan hastalık zaman zaman ağrılı olabilir. Akrosiyanoz, Reynaud hastalığı­ nın belirtilerinden biridir.)



İsmail Rüşîü Aksa!



AIRROSf'OR a. (fr. acrospore). Bir sa­ pın ucunda bulunan manlar sporu. (Ör­ neğin konidiler, bazidyosporlar.) AKROSTİŞ a. (fr. acrostiche). Dizeleri­ nin ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda bir sözcük (yazarın, ithaf edilen kışının adı, anahtar terim) oluştu­ ran şiir, bent. — A N S İK L. Çok eski bir şiir biçimi olan ak­ rostişe, bir olay nedeniyle yazılmış şiirler­ de ve biçim kaygısının ağır bastığı par­ çalarda rastlanır. Bir yazarın kendi adını, şiirini sunduğu kişinin adını ya da sevgili­ sinin adını belirtmesi biçiminde de olabi­ lir. Örneğin, Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şii­ rinde akrostiş aşağıdaki biçimde kullanıl­ mıştır: Var olan bir sen, bir ben, bir de bu bahar, Elden ne gelir ki? güzelsin, gençliğin var. Dünyada aşkımız ölüm gibi mukaddes. İnan ki bir daha geri gelmez bu günler, Âlemde bu andır bize dost esen rüzgâr. AdROTATOS, Sparta kralı Kleomenes H'nin oğlu. Zorba Siracusa hükümdarı Agathokles’e karşı, Agrigento’nun yardı­ mına koştu; kendini beğenmişliği ve acı­ masızlığı, halkının ayaklanmasına yol aç­ tı. Ülkesinden kovulduktan sonra Sparta' ya çekildi ve orada öldü. —Akrotatos'un, yeğeni, İ.Û. 265’te Sparta kralı oldu. Epeiros kralı Pyrrhos'un Sparta kuşatmasın­ da büyük kahramanlık gösterdi; Megalopolis tiranı Aristodemos'a karşı savaşırken öldü. AKROTER a. (fr. acroıere: yun. akroterion, üst bölüm'den). Mim. 1. Bir alınlığın köşelerinde, kimi zaman taban üzerinde yer alan çıkıntılı bezeme. || Bu tabanın kendisi. —2. Bir tırabzanda ayaklık biçi­ mindeki pekitme öğesi. —3. Düz bir ça­ tıyı ya da bir terası gizleyen alçak duvar.



ÂtCR01ÖS$ a. (fr. acrosome). Spermatozoidın ön ucu. (Spermatozoidin başına kılıf gibi geçer ve çekirdeğin bir bölümü­ nü de örter. Yumurtayla karşılaştığında onun açılmasını'sağladığı sanılmaktadır.) üiÇ.RÜİCS (fr. acrux'\ar\). Güneyhaçı*’ nin a yıldızına verilen ad. 300 ly uzaklık­ ta bir çıftyıldız oluşturur; yıldızın B 1 tayf tipindeki iki bileşeni birbirine 4,3* uzak­ lıkta bulunur; kadirleri 1,6 ve 2,1 olan bi­ leşenler Güneş'ten 1 60ü ile 1 300 kat daha parlaktır. AKS a. (fr axe). Oto. Otomobilde hare­ ket ileten organların genel adı. j| Flanşlı aks, devindirici arka dingil; dingilde teker­ lek göbekleri rulmanlarla köprü dingil bo­ rularının uçlarına yatakianır ve yarı-miller yalnızca kuvvet çiftini iletmek için hareke­ te geçirilir. |j Süspansiyonlu aks, konik dişli çifti ve diferansiyel kutusunun şasiye bağ­ landığı arka köprüde bulunan özel düze­ nek. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Önden çekişli otomobillerde, "süspansiyonlu aks" denilen, arka köp­ rüden farklı bir düzen benimsenir; bu dü­ zende karşılık çifti ve diferansiyel kutusu motor-kavrama takımına bağlanır. Ku­ manda milleri, tekerleğin salınımlannı iz­ lemek için kardan kavramalarla birleştiri­ lir. AKSÂ sıf. (ar. aksa). Esk. 1. Uzakta olan, ırak: "Aksâ-yı şebde zulmeti çak ey­ leyen şafak" (Yahya Kemal). —2. Uç ba­ samak, son sınır, en üst: "...işbu mansıb aksâ-yı âmâlim mesabesinde id i" (Vartan Paşa, XIX, yy.). -—3. Aksâ-yı emel, mefkûre, ülkü. || Aksâ-yı garb. Uzakbatı; Ame­ rika. \\ Aksâ-yı şark, Uzakdoğu; Japonya, Çin. |j Aksâ-yı yemin, parlamentolarda en sağ. || Aksâ-yı yesar, parlamentolarda en sol. A K S A Ç L I, esk. Haşya, Bayburt ilinde merkez ilçeye bağlı köy; 119 nüf. (1990). Kılıç Köktenin 1944’te bu yöre­ de yaptığı arkeolojik araştırmalarda, köy yakınında küçük bir ilk tunç çağı yerleş­ mesi saptanmıştır AKSAK sıf. 1. Yürürken aksayan kimse, hayvan; onun sakat olan bacağı için kul­ lanılır: Aksak Timur. Aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz (atasözü). Bir ayağı aksak. Aksak bacağını sürükleyerek yürümek. —2. Bir şeyin eksik, yetersiz, bozuk yö­ nü için kullanılır: işin aksak tarafı. Öykü­ nün aksak yönleri. —Halk müz. Aksak ölçüler, zamanlan eşit olmayan ölçülere verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Müz Türk müziğinde bir küçük usul. Dokuz zamanlı, altı vuruşiudur. Daha çok şarkılarda ve köçekçelerde kullanılmıştır. Seyrek olarak, şazsemailerinin dördüncü hanesinde ve oyunhavalarında da rastla­ nır. Yürük (hızlı) mertebesine yürükaksak, ağır mertebesine ağıraksak denir. |j Dün­ yanın hemen her yerinde rastlanan bir rit­ mi belirlemek için C. Brâiloiu’nün türk ri­ tim düzeninden aldığı terim. (5/8 biçimin­ de yazılabilecek bu düzensiz iki zamanlı dans ritminin türk müziğindeki adı türkaksağı'dır.)



AKROTİM a. (ing. acrobatics, akrobasi veteam, takım'dan), Ask. havc. Türk ha­ va kuvvetleri'nde uçakla akrobasi göste­ rileri yapmak amacıyla kurulmuş özel bir­ düm te düm lik. (Akrotimin çalışmaları 1954’te Balıke­ sir ana jet üssünde F-84 G tipi jet uçakla­ 10 r ^ rıyla başladı. Yurtiçi ve yurtdışında birçok gösteriye katıldı. Daha sonraları Akrotim 4 I kâ etkinliğini 4’üncü ana jet üs komutanlığı’ na bağlı olarak sürdürdü ve F-86 E tipi ağır aksaksemai jet uçaklarıyla gösteriler yaptı. Oldukça —Ansİkl. Halk müz. Aksak ölçüler ikişerli masraflı bir birlik olduğu için dağıtıldı.) ya da üçerli zamanların birleşiminden olu­ Â K RO TİRİ * A Ğ R O T U R . şur. Zamanların biri öbüründen uzun ol buğundan aksayıcı tartım oluşur. Halk &KROTİRİ, Girit'te (Yunanistan) yanm­ müziğinde en çok kullanılanlar 5/8, 7/8, ada, doğuda Hanya koyunu sınırlar. 8/8, 9/8,12/8'lik ölçülerdir. Ağır havalar ÂtCRÛTİRİ, Santorini adasında arkeo­ da sekizlik nota biriminin yerim dörtlük, ki­ lojik sit. mi zaman da ikilik notalar alır. Karade­ niz bölgesinin devingen havalarındaysa ÂtCRÖTÛM sıf. (fr. acrotone). Bot. Bitki­ 7/16’lık aksak ölçüler kullanılır. lerde gövdeye ve anadallara en uzak dal­ ların en uzun dallar olduğu gelişme biçi­ AKSAKAL a Pasifik adalarında yetişen mine denir. hepyesı! düze! aöac va da ağaççık (Çi­



B



Sabahattin Kudret Aksal Gelişim arşivi



çekleri beyaz, küçük, başak ya da salkım biçiminde; meyveleri erik gibi çekirdekli­ dir. Bil. a. leucopogon, 150 tür; epacridaceae familyası.) A K S A K A L , esk. Sığırcı, Balıkesir'in Bandırma ilçesine bağlı bucak; 6 483 nüf. (1990); 6 köy. Merkezi Aksakai (esk Sığırcı, Çomlu); 2 152 nüf. (1990). A K S A K LIK a. 1. Yürümedeki düzensiz­ lik. (Bir ya da daha çok bacağın meka­ nik bozukluğundan ileri gelir.) [Eşanl. TO­ P A L L A M A .] 2. Bir kimsenin eylemlerin­ de, davranışlarında görülen bozukluk, tu­ tarsızlık; Konuşmasında, akıl yürütmesin­ de bir aksaklık var. —3. Bir işin gereği gi­ bi ilerlemesini engelleyen, onu geciktiren şey: Beklenmedik aksaklıklar çıktı —4. Bir şeyde bulunan eksiklik, yetersizlik: Bu filmde bir aksaklık var, ama bu, senaryo­ dan gelmiyor. —Zootekn. Hayvanlarda aksaklığın nede­ ni % 90 ayaklardadır: yara (atta nal çivi­ sinden), enfeksiyon (sığırlarda parmaklararası dolama), pişik (köpekte taban yas­ tıklarındaki kızartı). AKSAKSEM Aİ a. Müz. Türk müziğin­ de on zamanlı, altı vuruşlu bir küçük usul. Sazsemaisi ve ağırsemai formiarındaki eserier genellikle bu usulle ölçülür. Şarkı formunda da seyrek olarak kullanılmıştır. Bir mertebe daha ağır biçimi ağır aksak­ semai adını alır. düm



^ :T



te



T 7



8 ’ı__________ _J._ kâ aksaksemai



J .— İ L



ÂSCSAL (İsmail Rüştü), türk siyaset adamı (Kocaeli 1911-istanbul 1989). Si­ yasal bilgiler okulu'nu bitirdi (1933) Denklik sınavını vererek Ankara Hukuk fakültesi mezunu sayıldı (1952). Maliye t a k a n jj j ’nda çeşitli görevlerde bulundu (1933-1946); yurt dışına atanan ilk mali­ ye görevlisi oidu. Londra büyükelçiliği maliye danışmanlığına getirildi (19421945). Kocaeli milletvekili seçildi (1946).



Şemsettin Günaltay hükümetinde maliye bakanlığı yaptı (1949-1950). 1950'de se­ pilemedi. CHP parti meclisi üyeiiği, genel yönetim kurulu üyeliği yaptı (1950-1959). Ankara milletvekili seçildi (1957-1960). CHP gene! sekreteri oldu (1959-1961) Kurucu meclis'e girdi 1961 seçimlerinde Ankara, 1965 seçimlerinde Amasya mil­ letvekili seçildi. 1961 sonrasında İnönü’ nün, CHP adına başbakan ya da başba­ kan yardımcısı olması önerilerini kabul et­ medi. 1969’da politikadan çekildi. A K S A L (Sabahattin Kudret), türk şair, oyun yazarı (İstanbul 1920). İstanbul Üni­ versitesi edebiyat fakültesi felsefe bölümü’nü bitirdi İstanbul’da çeşitli liselerde felsefe öğretmenliği yaptı.’ Çalışma ba­ kanlığı’nda müfettiş olarak çalıştı.istanbu! Belediye konservatuvarı’nın, daha sonra Şehir tiyatrolarının müdürü oldu. Bele­ diyede yazıişleri müdürlüğü yaptı. Bele­ diye konservatuvarı öğretmenliğinden emekli oldu. Büyük kentte aydın bir deli­ kanlının avare yaşantısından izler taşıyan, yaşama sevincini, küçük insanın serüve­ nini, sevgiyi, bulunduğû çevrenin dışına çıkma özlemim, doğayı konu edinen şiir­ leriyle (Şarkılı kahve [1944], Gün ışığı [1953], Duru gök [1958]) tanındı. Daha sonraki şiirlerini biçimsel denemeler, özel­ likle zaman temasıyla ilgili felsefe yorum­ ları, insanın evrenle ilişkisi üzerine görüş­ ler besledi:E//n/e(1962), Bir sabah uyan­ mak (1962), Eşik (1970), Çizgi (1976), Za­ man/ar (1982), Bir zaman düşü (1984). Toplü şiirlerini derleyen yapıtı (Şiirler [1979]) Yeditepe şiir armağam'nı kazan­ dı (1980) Sokaktaki adamın sıradan dav­ ranışlarını, günlük yaşamı, özellikle ilk şi­ irlerinde canlanan avare aydının bakış



Aksarayi



A K S A R A Y { -" '^ / KIRŞEHİRr açısını yansıtan öyküler (Gazoz ağacı [1955 Sait Faik hikâye armağanı nı kazan­ dı], Yaralı hayvan [Türk dil kurumu 1957 sanat armağanı'nı kazandı]) yazdı. Köke­ ni Aristoteles’in bakışım, düzen, uyum, sı­ nırlılık gibi ilkelerine dek inen sanat görü­ şü, değerlendirmeleri, şiir anlayışı, Geç­ mişle gelecek (1978) kitabındaki denemelerindedir Yazar Evin üstündeki oda (1948) ile başlayan oyun türündeki yapıt­ larını, Şakacı (1950), Tersine dönen şem­ siye (1958), Kahvede şenlik var (1965Ankara Sanatseverler derneği ödülü) gi­ bi ürünlerle sürdürdü. Bu oyunlar yer yer soyutlamalara, akıl sınırını zorlayan öğe­ lere, alegorik anlatıma da yer vererek, kendi çıkış yolunu arayan orta sınıf aydı­ nını konu edinir. Genellikle şiirsel bir an­ latım yolu kullanır. Bay hiç (1980), Son­ suzluk kitabevi (1980), Önemli adam (1983) gibi oyunlarında ise dramatik olayları, ruhsal çözümlemelere girişerek sergiler. Buluşma (şiir, 1990) ile Sedat Simavi vakfı 1990 Edebiyat ödülü'nü ka­ zandı. A K S A LU R , Nevşehir' in Ürgüp ilçesi, merkez bucağında belde 3 078 nüf. (1990). Belediye. PTT. AKSALU R (izzet), türk asker ve diplo­ mat (Tosya 1896 -İstanbul 1970). Harp okulu'nu birincilikle bitirdi (1914). Birinci Dünya savaşı’na katıldı. Kurtuluş savaşı'nda güney cehpesi harekât şubesi müdürlüğü’nde, Milli savunma bakanlığı’nda görev yaptı. 1925’te Harp akademisi’ni gene birincilikle bitirdi Orgeneralliğe yük­ seldi (1948). Genelkurmay ikinci başkan­ lığı (1949-1950), Milli Güvenlik kurulu ge­ nel sekreterliği (1951-1952) yaptı. Asker­ likten ayrıldıktan sonra Tokyo, Taipeh, Tahran, Bükreş büyükelçiliklerinde bulun­ du. 1961’de emekli oldu. AKSAM çoğl. a. (ar. kısm'ın çoğl. ak­ sam). 1. Kısımlar, bölümler, parçalar. —2. Oto akşamı, yedek parça. —Dilbilg. Esk. Aksam-ı seba, arap grame­ rinde, köklerin oluştukları sesler bakımın­ dan ayrıldıkları yedi kısım (sahih, misal, muzaaf, lefif, nakıs, mehmuz, ecvef). I Aksam-ı selâse, arap gramerinin İsım, fiil ve harf (harf i tarif, takılar, vb.) bölümleri, AKSAM A a. Aksamak eylemi. —Aydınlt. Aksama birimi, bir lamba, bir akümülatör bataryası ve gereğinde batar­ yayı çalıştıracak bir donatım içeren gü­ venlik aydınlatma düzeneği. AK SA M A K gçz. f. 1. Bir kimse ya da ayağı sözkonusuysa, adımlarını, bedenin bir yanını diğer yanına oranla hafifçe eğe­ rek atmak; topallamak: Aksadığını belli et­ memeye çalışıyor. Bir ayağı aksıyor —2. Somut bir şöy sözkonusuysa, gere­ ği gibi ilerlememek, gerçekleştirilmesi ge­ cikmek, kesintiye uğramak: Kaza nede­ niyle trafik aksadı. Köprünün yapımı ak­ sıyor. Üretim aksadığı için mal darlığı çe­ kiliyor. —3. Soyut bir şey sözkonusuysa, yeterli, tutarlı olmamak: Akıl yürütmemde aksayan nedir? Bu öyküde aksayan bir şey var. —4. Aksayanla aksak, suya gi­ denle susak, herkesi taklit eden kimsenin bu yönünü belirtmek için kullanılır. —Zootekn. Bir attan söz edilirken, yürü­ yüşünde, ayaklarının yer değiştirmesinde bir kusur, bir eşzamanlama düzensizliği olmak. (Eğer aksamanın nedeni dizin ya da iç dizin üstündeyse at yukardan aksak, altındaysa aşağıdan aksak denir.) ♦ aksatmak ettirg. f. Bir şeyi aksat­ mak, onun aksamasına yol açmak; ger­ çekleşmesini geciktirmek; onu kesintiye uğratmak: Tembelliği işlerimizi aksatıyor. Şiddetli sağanak trafiği aksattı. AKSAN a. (fr. accent). Bir dil birliğine (ülke, bölge), bir gruba ya da bir toplum­ sal çevreye ait eklemleme özellikleri bü­ tünü (telaffuz, vurgulama vb.): Türkçeyı fransız aksanıyla konuşmak. Aksam bo-' zuk, düzgün. KAKSAN (Doğan), türk dilbilimci, vazar



(İzmir 1929). Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesi türk dili ve ede­ biyatı bölümü’nü bitirdi (1952). Aynı bö­ lüme asistan olarak atandı (1954). 1958’ de doktor, 1964’te doçent, 1972’de pro­ fesör ve 1982’de dilbilimi anabilim dalı başkanı oldu. Türk dil kurumu'nda yöne­ tim kurulu üyeliği, dilbilim ve dilbilgisi ko­ lu başkanlığı yaptı. Başlıca yapıtları: Anlambilim ve türk anlambilimi (1971), Tartışılan sözcükler (1976), Her yönüyle dil-Ana çizgileriyle dil­ bilim (3 cilt, 1977), Sözcük türleri (2 cilt 1976), Türk dilinin gücü (1987). A K S A N C A K , Kur. tar. Osmanlı saltanat sancaklarından birinin adı.( -• a kale m . ) A k s a ra y , Özbekistan cumhuriyetinde timurlu dönemi sarayı (1380). Şehr-i Sebz'de (esk. Keş) bulunan yapı Keş sarayı olarak da bilinir. Büyüklüğü, kub­ belerinin yüksekliği, bezemeleri, özellik­ le mavi çinileriyle ünlü saraydan günü­ müze fazla bir şey kalmamıştır, ancak ,bazı kalıntılar görülebilir. A K S A R A Y , İç Anadolu’da Niğde'nin batısında il; 326 399 nüf. (1990); 7 626 km2 ; 7 ilçe; 184 köy. Merkezi Niğde’nin 117 km kuzeybatısında Aksaray, 90 698 nüf. (1990). • TARİH, ilkçağ’da Arkhelais adını taşı­ yan kenti, son Kappadokia kralı Arkhelaos'un Garsuara adlı yerleşmeyi geliştire­ rek kurduğu sanılmaktadır. Roma impa­ ratoru Cladius I (İ.S. 41-54) kente koloni ayrıcalığı tanıdı. Ayrıcalık, Anadolu'daki birçok- önemli yolun kavşak noktasında bulunan kentin daha da gelişmesine yol açtı. Bizans'la müslüman Araplar arasın­ da birçok kez el değiştiren kent Malazgirt savaşı'nın (1071) ardından Türkler'in ege­ menliğine girdi. Kılıç Arslan II (11551192), yıkık durumdaki Aksaray'ı bir İs­ lam kenti olarak yeniden kurdu, kentin çevresini surla çevirdi, cami, medrese, çarşı, hamam, vb. yaptırdı; Azerbaycan’­ dan getirdiği diri bilgini, zenaatkâr ve tüc­ carları kente yerleştirdi. Ticaret yolları üze­ rinde bulunan Aksaray Anadolu Selçuk­ lu devletinin önemli merkezlerinden biri olarak gelişti. Selçuklular'dan sonra Karamanoğulları'nın eline geçti. Bir süre Eratna Beyliğinin egemenliğinde kalan kente (1341-1365), Karamanoğulları ye­ niden egemen oldu. 1396 da Yıldırım Ba­ yezit tarafından ele geçirildiyse de Timur istilasından sonra yeniden Karamanoğulları’nın eline geçti. 1467’de Fatih Sultan Mehmet Aksaray’ı kesin olarak osmanlı topraklarına kattı. Aksaray Cumhuriyet döneminde 1924'te il durumuna getirildi, ama 1933'te gene ilçe olarak Niğde’ye bağlandı. Ancak 1989'da yeniden il ol- «f dü. | • ARKEOLOJİ ve MİMARLIK. İlçe sınırları S çinde bulunan Aşıklıhöyük* yenitaş döne- « riıi kültürüne ışık tutarken, Acemhöyük* ilk | :unç çağda Asur ticaret kolonileri döne- ® mini aydınlatır, ilçeye 46 km uzaklıktaki Ihlara vadisinde, hıristiyanlık dönemi din­ sel mimarlık ve resim sanatını yansıtan önemli örnekler bulunur. Selime köyü ya­ kınındaki küçük kilise ve katedral, Helvadere'deki yunan haçı planlı Kemerli kili­ se de bu dönemdendir. Anadolu Selçuk­ luları zamanında önemli bir üs olan ilçe­ de, Kılıç Arslan II zamanında yaptırılan Aksaray kalesinden (1170) yalnızca sur kalıntıları görülebilir. Eğri (Kızıl) mina­ re (XIII.yy.) kırmızı tuğladan, silindir göv­ deli bir yapıdır. Gövde ince bir silmeyle iki bölüme ayrılmış, altı zikzak, üstü yeşilmavi çinilerle bezenmiştir. Karamanoğulları döneminden Ulu cami (1431), dört­ gen planlı, mihrap duvarına dikey 5 sahınlı bir yapıdır. Mihrap önü kubbe, sahımar tonoz örtülüdür. Yazılı kaynaklar­ dan bilinen medreselerin bugüne ulaşan tek örneği Zincırıye medresesidir (1336) Karamanoğulları döneminden olan yapı, tek katlı, dört eyvanlı planı, revaklı avlu­ su, çim mozaik bezemeli ana eyvanıyla, açık avlulu medreselere örnektir. Ana ey-



/S a rıy a h ş i# \ Tuz, G ö lü



i 1/ v saray



291



\



Ağaçören O TT O rta jt a kkööyy## ^ " " '... 1 ' w »Balcı - Ekecik Ekecık d d.. 2 13 1 37



J,



: j < -oo ~



Bağlıkaya» Ozancık İ O v a s , A k s a ra y ^ 70



E s k il« c ü z e ly u rt • / Sdime»C *|\ğ ^ç ..



Sultânhanı \ ,



1,ışfallar ^^jhlara İncesu /Helvadere



O b rıık. Yaylam



KO NYA



rf



\n 1 Ğ D E | 2 0 0 0 0 ’de n yukarı



x ~ n "Karayolu - Demiryolu



) 5 0 0 0 - 2 0 0 0 0 arası 1 2 0 0 0 - 5 0 0 0 arası 2 0 0 0 'd e n aşağı



vanın yanlarında kubbeli odalar vardır. Yapı bugün müze olarak düzenlenmek­ tedir. Kervan yolları üstündeki ilçede, sultan hanlarının önemli örnekleri bulunur. Aksaray-Kayseri yolundaki Alay han Selçuk­ lu sultan hanlarının ilk örneklerindendir (1192). Konya-Aksaray yolundaki Sultan* han (1229), bu yapı türünün klasikleşmiş bir örneği olarak nitelenir. Aksaray -Nevşehir yolundaki Ağzıkara* han (1231, 1237) da anıtsal taçkapısı ve ku­ leleriyle kale görünümündedir. AK SA R AY, İstanbul'da semt; Fatih iie Eminönü ilçeleri arasındadır. Bizans dö­ neminde kentin bu kesimine, burada Pergamon’dan (Bergama) getirilmiş, tunçtan bir öküz heykeli bulunduğundan Forum Bovis (öküz meydanı) deniliyordu. Meh­ met II döneminde, ishak Paşa’nın Karamanoğulları üzerine yaptığı seferde, Kon­ ya Aksaray’ı ele geçirilip halkı İstanbul’a gönderildi ve buraya yerleştirildi. Bu yüz­ den semte de Aksaray denildi. XVIII.yy. sonlarına doğru kuruyan Bayrampaşa deresi Aksaray’dan geçerek Yenikapı'da Marmara denizi’ne dökülüyordu. Günü­ müzde Yenikapı-Saraçhane, Beyazıt -Topkapı, Topkapı-Saraçhane yol bağlantıla­ rı ve yeraltı geçidiyle görünümü değişen semt İstanbul'un önemli ticaret merkez­ lerinden biridir. AK S A R A Y İ (Mahmut bin Muhammet), Selçuklu tarihçi (XIV. yy.). Divan kâtipliği, maliye görevleri, vakıf yöneticilikleri yap­ tı. Anadolu’yu ele geçiren Moğollar'ın hiz-



Aksitaf



Doğan Aksan



Eğri minare



Aksarayi sal Kurtuluş savaşı ’na katılmak için Anka­ ra'ya gitti. Savaşın sonuna kadar çeşitli öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptı. Oumhuriyet'ten sonra İstanbul ilahiyat fa­ kültesi hadis ve hadis tarihi profesörlüğü­ ne atandı. Fakülte kapandıktan sonra Di­ AKSATA a. (ar. ahz ü i ''tâ'dan). 1. Alış­ yanet işleri başkanlığının çeşitli kademe­ veriş, iş: Aksata ile'meşgul iki tacir. —2. lerinde çalıştı. Cumhuriyet döneminin Aksata etmek, iş yapmak, alışveriş etmek. üçüncü diyanet işleri başkanı oldu (29 ni­ AKSATM AK - AKSAMAK. san 1947). Bu görevdeyken öldü. Başlı­ ca yapıtları: Bilinmesi elzem hakikatler AK S A Y (Haşan), türk siyaset adamı (Haruniye 1931). Ankara Üniversitesi ilahiyat J1916), Dini dersler (1920), Ahlak dersle­ ri ((921), Askere din dersleri (1925), İslam fakültesi'ni bitirdi. 1961, 1965'te Adalet partisi'nden Adana, 1S73'te Milli selamet - dini fıtridir (1925), Köylüye din dersleri 1928), İslam dini (1933). partisi'nden İstanbul milletvekili seçildi. Süleyman Demirel başkanlığındaki AP A K S E L (Ihsan Şükrü), türk hekim (İs­ -MSP-CGP-MHP ortaklık hükümetinde tanbul 1899 - ay.y. 1987). İstanbul Tıp devlet bakanlığı yaptı (1975-1977). Yeni­ fakültesi’ni bitirdi (1920). Nöropsikiyatri.. den Adana milletvekili seçildi (1977 uzmanlık dalında eğitimini aynı yerde ta-’ -1980). MSP'nin yayın organı Milli gaze- marnladı. Fransa ve Ingiltere’de bazı ça­ lışmalarda bulundu (1922-1924). Yurda te'nin sahip ve başyazarlığını yaptı. A K S A Y A K A T L, 1469'ile 1481 arasın­ dönüşünde Akıl ve Ruh hastalıkları has­ da hüküm t üren altıncı’-Aztek hükümda­ tanesinde klinik şefi oldu. Üniversite rerı. Birbirini izi. yn*ı kanlı savaşlar, hüküm­ formundaTıp fakültesi anatomi enstitüsü' darlığının baş,angıcında, ona toprakları­ ne doçent seçildi (1933). Psikiyatri doçen­ ti (1940), profesörü (1945), ordinaryüs nı büyütme ve Tlatelolco k aliığı'na karşı profesörü oldu (1951). Dekanlık yaptı Aztek üstünlüğünü sağ1- ■a olanağını (1953). İstanbul Tıp fakültesi psikiyatri kür­ verdi; meksika (aztek) yaylması Tehuantepec kıstağına onun hükümdarlığı döne­ süsü başkanlığından emekliye ayrıldı minde erişti. Aksayakatl, ispanyollar’ın (1973). Dünya Psikiyatri federasyonu’nun seçtiği dünyanın ünlü yirmi dört psikiyat­ Meksika’ya girişleri sırasında hükümdar rı arasında yer aldı. Yurt İçinde ve dışın­ olan Moktezuma H’nin babasıydı. da birçok psikiyatri derneğinin üyesi ol­ AKSAZAN a. Doğu Avrupa ve Türkiye du; bazılarının başkanlığını yaptı. Çocuk sularında yaşayan ve boyu 1 m’ye, ağır­ psikiyatrisi kliniğini kurdu.Türkçe ve ya­ lığı 8 kg’a varabilen kemikli balık. (Bes­ bancı dillerde 300'e yakın makalesi var­ lenmek için acı sulara, ilkbaharda yumur­ dır. Yapıtları: Nörotrop virüslü ansefalitler ta dökmek için tatlı sulara göç eder; yırtı­ (1944), Psikiyatri (1945), Genel psikiyatri cı bir balıktır; eti beğenilir. Türkiye’de Sa­ (1946), Gençliğin psiko-sosyal problemleri karya ırmağında, Porsuk çayında, Sapan­ (1965). ca gölünde bulunur [boy 49-80 cm].) [Bil, A K S E L (Malik), türk ressam, yazar a. Aspius aspius; sazangiller familyası.] (Selanik 1903 - İstanbul 1987). 1928 yı­ AKSE a. (fr. accâs). Hastalık nöbeti, kriz. lında devlet tarafından yükseköğrenimyapmak için Almanya’ya gönderildi. Ber­ AKSEDİR a. Ormanc. YALANCI SERVİ’ lin Güzel Sanatlar okulu’nda resim ve nin eşanlamlısı. grafik sanatlar dallarından mezun oldu. A K S E K İ, Akdeniz bölgesinde Toros 1932'de Ankara Gazi eğitim enstitüsü re­ dağları üzerinde Antalya iline bağlı ilçe; sim öğretmenliğine atandı, daha sonra İs­ 30 229 nüf, (1990); 253 km2; 3 bucak; 35 tanbul Eğitim enstitüsü resim bölümü’nü köy. Merkezi Antalya’nın 164 km D.-Kyönetti, buradan emekli oldu (1968). Re­ D.’sunda Akseki; 11 023 nüf. (1990). sim çalışmalarında özellikle halk resminin kaynağından geniş biçimde yararlandı. A K S E K İ (Ahmet Hamdi), türk din bilgi­ Resim eleştirilerini Resim sergisinde otuz ni (Güzelsu, Akseki, Antalya, 1887 - An­ gün (1943) kitabında derlemişti. Sanat ve kara 1951). Başta babası imam Mahmut Efendi olmak üzere ailesinde birçok din Folklor (1971) kitabında halk sanatından adamı vardı. Doğduğu bucak ve Ödemiş’ yararlanmanın yolları üzerinde duruyor­ te köklü bir din eğitimi gördü. İstanbul’a du. İstanbul mimarisinde kuş evleri gelerek Dar ül-hilafet-il-alıye ve Dar ül (1959), Anadolu halk resimleri (1960), -mütehassirin gibi yükseköğretim kurumTürklerde dini resimler (1967) gibi kitap­ larında öğrenimini tamamladı. Fatih med­ larında zengin halk sanatı kaynağına ait resesinde bir süre müderrislik yaptı. Ulu­ malzemeyi sergiledi. İstanbul'un oda ye­ ri (1978) adlı yapıtı geleneksel değerler^ den yararlanmayı amaçlayan sanat görü81 şünü anıları çerç^ /esinde dile getirir. S 1973’te Devlet sergisi ödülü'nü de kaza3 nan tablolarında, güncel yaşamı içindeki Anadolu köylüsünü konu edinir. Bu resimlerde, serbest bir fırça işçiliği ve sıcak renklerin uyumları egemendir. Üslubu gerçekçidir; izlenimciliğin yanı sıra çağ­ daş alman anlatımcılığından da izler taşır. Çeşitli müze koleksiyonlarında t ’unan yapıtlarından başlıcaları: AnkaralI kızlar, Halı önünde, Köylü kızı, Kardeşler, Çin­ geneler. metinde çalıştı, ibni Bibi nin el-evamır ül-alâ'iyye fi umur İl-Alâ'iyye adlı yapıtının eki niteliğini taşıyan Müsâmeret" ül-ahbâr ve Müsâyeret" ül-ahyâr adlı yapıtı yazdı. ( -> Kayn.)



292



İhsan Şü((rü Akset



Malık Akse! m bir yapıtı Resim Heykel miizesı



AK SE L (Erdoğan), türk sahne tasarım­ cısı ve iç mimar (İstanbul 1928). İstanbul Güzel Sanatlar akademisi iç mimarlık dalı'nı bitirdikten (1952) sonra 1955-1958 yıl­ ları arasında Münih, Viyana ve Roma operalarında uzmanlık çalışmalarında bu­ lundu. Yurda döndükten sonra aynı ku­ rumda sahne ve görüntü sanatları bölü­ münü, Fotoğraf enstitüsü'nü kurdu. 1972’de profesör, 1975’te y. dekoratif sanatlar bölüm başkanı, 1980'de dekan oldu. 1960 tan başlayarak ödenekli ve özel tiyatrolarda kırka yakın sahne tasa­ rımı gerçekleştirdi. Bazı tiyatroların ıç dü­ zenlemesini de yapan Aksel. Sao Paolo ve Atina’da dekor çalışmalarını içeren bi­ rer seraı açtı Mimar Sınan üniversitesin­



de öğretim üyesi. AK S E L (Uğurtan), türk arpçı (İzmir 1936). Ankara Devlet konservatuvarı'nı bitirdi ve 1958'de Ankara Devlet opera ve balesi orkestrasına katıldı. 1959-1960’ta Stutgart Yüksek müzik okulu’nda Rose "Ştein ile çalıştı. 1960'ta İstanbul Şehir or­ kestrasında (bugünkü İstanbul Devlet ^senfoni orkestrası) ve İstanbul Şehir ope"rası orkestrası'nda görev aldı; konçertoYâr çaldı. Arptan türk müziğinde yararlan­ ma düşüncesiyle, neyzen Niyazi Sayın ile deneysel çalışmalar yaptı. İstanbul Devlet senfoni orkestrası’nda solocu arpçıdır. A K S E L (Gürsel), türk futbolcu (Uzun­ köprü, Edime, 1937 - Rize 1978). İzmir Göztepe takımında adını duyurdu. 1976’ ya kadar bu takımda oynadı, kaptanlık yaptı. 5 kez milli takımda, 11 kez ordu ta­ kımında yer aldı. Futbolu bıraktıktan son­ ra antrenörlüğe başladı. Rizespor'un çalıştırıcısıyken bir benzin istasyonundaki patlamada öldü, İzmir'de toprağa verildi. A K S E LE N D İ, Manisa'nın Akhisar ilçe­ si, merkez bucağında belde; 3 720 nüf. (1990). Belediye. PTT. AKSELEROGRAF a. ffr. accelârographe'tan). Balis. İVMEÇİZER'in eşanlamlısı. AKSELEROMETRE a. (fr. accdleromötre'den). Fiz. İVMEÖLÇER'in eşanlam ­ lısı.



A k s e ’l-e re b , Zemahşeri'nin Mukaddimet ül-edeb adlı arapça sözlük ve gramer kitabının ishak Hocası diye tanınan Ah­ met bin Hayrettin Güzelhisari tarafından yapılan türkçe çevirisi. Ad, fiil, edat, ad çekimi, fiil çekimi bölümlerinden oluşan ve günlük yaşamın çeşitli yönleriyle ilgili sözcükler içeren pratik bir sözlüktür. 1705’te türkçeye çevrilen yapıt 1895'te Akse'l-ereb fî tercemet İl-Mukaddimet il -edeb adıyla iki cilt halinde basıldı. AKSELROD ya da AXELROD (Pavel Borısoviç), rus devrimci militan (? 1850-Berlin 1928). Marxçılığı benimsedi­ ğinden narodniklerden koptu; Vera Zasuliç ve Plehanov’la birlikte Rusya'yı terk ederek İsviçre'ye gitti. Bu üç kişi orada 1883'te "Emeğin Özgürlüğü" grubunu kurdular Emeğin Özgürlüğü grubu Marx'ın çizdiği devrim yolunun tüm ülke­ lerde aynı olduğunu ileri sürüyor ve marxçılığın Rusya'da yayılması için çaba gösteriyordu. 1900'de Akselrod iskra’nın redaktörü oldu; RSDİP'nin II. kongresin­ de (1903) Plehanov'la birlikte menşevikierin yanında yer aldı ve 1917'de de Rusya'dan göç etti. AKSEPTASYON a. (fr. âcceptation) Bank. - KABUL AKSEROFTOL a. (İr. axerophtol'dan). A viTAMİNİ*'nin eşanlamlısı. AKSES (Necil Kâzım), türk besteci (İs­ tanbul 1908). ilkokuldayken keman ve vi­ yolonsel dersleri aldı. Lise yıllarında Ce­ mal Reşit Reyle armoni çalıştı. Viyana Devlet müzik ve temsil akademisinde vi­ yolonsel, besteleme öğrenimi gördü. Prag Devlet konservatuvarı’nda Joseph Suk'un yüksek besteleme öğrencisi oldu. Alois Haba’yla çeyrek ve altıda bir ton di­ zisi müziği üstüne çalıştı. Yurda dönün­ ce, Paul Hındemith ile birlikte Ankara Devlet konservatuvarı'nın kuruluş çalış­ malarına katıldı ve bu okulda besteleme öğretmem oldu. Ankara Devlet konservatuvarı müdürlüğü, Güzel Sanatlar genel müdürlüğü, Bern ve Bonn kültür ataşe­ likleri ve Ankara Devlet opera ve balesi genel müdürlüğü yaptı. 1971'de "devlet sanatçısı" unvanını aldı. 1972'de emekli oldu. Ankara Devlet konservatuvarlnda besteleme derslerini sürdürmektedir. Geleneksel müzik birikimimizden, çok­ sesli, evrensel bir müzik yaratmaya çalı­ şan Türk beşlerinden olan Akses, genç­ liğinde, çağdaş yazım tekniklerini inceledıyse do, "modal çokseslilik" diye nite



lenebilecek bir yazımın sınırları içinde kal­ dı. Yaratıcılığının ilk döneminde, daha çok halk müziği! daha uzun olan ikinci döne­ mindeyse klasik türk müziği birikiminden yararlandı. 1957'de Alman Federal Cumhuriyeti "Birinci sınıf hizmet nişanı"nı, 1963'te İtal­ ya cumhuriyeti "Flizmet nişanı’1™1973'te “ Commendatore" rütbeleri nişanı ile Tu­ nus cumhuriyeti "Burgiba sanat-kültür ni­ şanı"™ aldı. Yapıtları: Prelüd ,e fügler (1929), Beş piyano parçası (1930), Alleg­ ro Feroce (1930), Poem (1930), Piyano sonatı (1930), Flüt-piyano sonatı (1933), Üç poem (1933), Mete (bir perdelik ope­ ra, 1934), Çiftetelli (orkestra için senfonik dans, 1934), Şijr ve müzik (1935), Minya­ türler Ü936), çokseslendirilmiş türkül ' (1936),Sophokles'in Antigone oyunu içr mûzik(1936),Sophokles’in Kral Pidipcs oyunu için müzik (1936), Julius Caesar için müzik (1936), Konservatuvar marşı (koro ve orkestra için U. Cemal Erkin İH birlikte, 1940), Anka. J Kalesi (serfonik şi­ ir, 1942), Yaylı çalgılar için üçlü (1945), Poem (çello ve orkestra için, 1946), Yaylı çalgılar için dörtlü (1946), Eşliksiz çoksesli koro kompozisyonları (1947), Timur (ope­ ra, tamamlanamadı, 1956), Eskilerden iki dans (1960), On piyano parçası (1946), On türkü (eşliksiz karma koro için, (1964), Portrelef (1965), Senfoni (No. I, 1966), Konçerto (1969), Itri'nin Nevâ-Kâr'ı üze­ rine Scherzo (büyük orkestra için, 1970), Yaylı çalgılar için dörtlü "Ağıt Kuartet" (1971), Cumhuriyetin 50. yıl marşı (1973), Sesleniş (1973), Senfonik destan (1973), Sololar geçidi ( Timur operasından, 1974), Şiirlere müzik (1975), Bir divandan gazel (1976), Viyola konçertosu (1977), Capriccio (1977), Yaylı çalgılar orkestra­ sı için senfoni (1978), Yaylı çalgılar için dörtlü (1979), 3. Senfoni (1979-80), Idil (solo viyolonsel ve orkestra için, 1980), Barış için savaş (senfonik şiir, 1981), İs­ tanbul'a gönül veren ozan/ar (çoksesli ko­ ro için, 1983), 4. Senfoni (1983). AKSESUAR a. (fr. accessoire'dan). 1. Temel olmayan, ikincil dereceden nesne. —2. Temel bir öğeyi tamamlayan ya da onun değişik işlevlerde kullanılmasına yardımcı olan araç, gereç, nesne: Akse­ suarıyla birlikte satın alınan elektrik süpür­ gesi. Otomobil aksesuarı satan bir dük­ kân. —Oto. Otomobillere ve motosikletlere ta­ kılan tamamlayıcı donanım. (Bunların iş­ levi konforu, güvenliği [dikiz aynası, baş­ lık] ya da performansı [takılabilir kitler] ar­ tırmaktır.) —Bir taşıtın karoserisini ya da tekerleklerini süsleyen parçalar. (Aksesu­ arlar parlatma, boyama, kılıflama ya da bitirme işlemlerinden geçirilmiş metal ya da plastik parçalar olabilir.) —Terz. Giyimde, rengi ya da malzeme­ siyle bir uyum ya da karşıtlık etkisi yarat­ maya yönelik, giyimi bütünleyici öğe (eşarp, kemer, çanta, vb.) —Tiyat., Sine, ve TV. Gerçek ya da sah­ ne yanılsaması için yapılmış, dekoru bü­ tünleyici ya da oyuna yardımcı nesne, mobilya, silah, vb. eşyalar. AKSESUARCI a. Bir gösterinin aksesu­ arlarını hazırlamak ve gereğinde yerleş­ tirmekle yükümlü kimse. AKSETMEK gçz. f. (ar. raks’tan). 1. (Bir yerden, bir yere) aksetmek, ses ya da ışık sözkonusuysa, yankılanmak ya da yan­ sımak: Cepheden akseden top sesleri. Lambadan akseden ölgün ışık. —2.Par­ lak. düz bir yüzeye aksetmek, bir cisim, bir şekil sözkonusuysa, o yüzeyde görün­ mek: Aynaya akseden hayali. Gölün su­ larına akseden dağlar. —3. Bir kimseye, bir topluluğa, basına vb. aksetmek, bir haber, bir olay sözkonusuysa, ona ulaş­ mak; duyulmak, intikal etmek: iş mahke­ meye aksetti. Olay basına aksetti. —4. Ed. Bir şeye, bir yere aksetmek, bir du­ rum, bir olay vb. sözkonusuysa, onda iz­ leri, etkileri görülmek: Yazarın romanları­ na akseden yaşantısı/hayatı.



♦ aksettirmek ettirg. f. Bir şeyi (bir şe­ ye, bir kimseye, bir topluluğa) aksettirmek, onun aksetmesini sağlamak: Nesnelerin bozuk görüntülerini aksettiren bombeli metal yüzey. Sesleri aksettiren dağlar. ♦ aksettirilmek edilg. f. Bir başkası tarafından aksetmesi sağlanmak: Cinayet haberi basına aksettirilmedi. Acının şiirle­ re aksettiıilrı.asindeki ustalık. AKSETTİR İLM EK - AKSETMEK. AKSETTİRM EK - AKSETMEK. AKSEYLEMEK gçz. f. Esk. Aksetmek. A K SIR IK a. Soluk verdirici kasların ani \ •'sılmasıyla havanın hemen ve şiddetle ağız ve burundan boşalması. —ANSİKL. Aksırık, üst solunum yolları mu­ kozasının yabancı bir cisim ye da irkiltici dumaı ıiuı la uyarılmasından iler: gelen bir refleks olgusudur, ama, bazı alerjik kişi­ lerde, alerjen bir maddenin (çiçektozu, toz, vb.) solukla alınması gibi çok önem­ siz bir neden ya da ortam koşullarındaki bir değişiklik (soğuk, güneş ışın'arı) bile aksırığa neden ötebilir. A K S IR IK LI sıf. 1. Sürekli aksıran kim­ se için kullanılır. —2. Aksırıklı tıksırıklı, bünyesi zayıf, hastalık!', yaşlı kimse için kullanılır: Aksırıklı tıksırıklı bir ihtiyar.



lanılır; olumsuz ve karşı olarak; ters ters: Bırak böyle aksi aksi konuşmayı da söy­ lediklerimi düşün. Aksi aksi bakmak. || (Bir kimseye) aksi gitmek, o kimseye karşı olumsuz, ters bir tavır takınmak: Sakın ona aksi gideyim deme, sonra bizi bura­ da perişan eder. —Ask. Aksi yönde yürüyüş, harekât yö­ nünün tersine yapılan yürüyüş. Bunda amaçlanan, düşmanı beklemediği bir ha­ rekâtın içine sokarak çekilme yollarını teh­ likeye düşürecek bir muharebeyi kabule zorlamaktır. Kuşatıcı bir manevra türü ola­ rak da nitelendirilir. -Denize. Aksi rotaya çark, pruva hattı ni­ zamında seyreden bir filotillanın rotasını nizam halinde 180° değiştirmesi. AKSİFOİOİ a. (fr. axiphoidie). Tıp. Gö­ ğüs kemiği ucunun (ksifoit) yokluğu. A k ılg o rta A Ş , 1960'ta İstanbul'da ku­ rulan sigorta şirketi. Büyük kurucu ortak­ lar ve bunların katılım payları şöyledir: Sapek (% 38), Hacı Ömer Sabancı Holding ■ (% 24), Akbank (% 19), Eksa (°/o 16). 1984 yılı prim gelirlerine göre ana çalış­ ma dalı yangın ve kaza sigortacılığıdır. 1984’te prim gelirleri 7,8 milyar TL,ihtiyat­ ları l,7 milyar TL'dir. Toplam acente sayı­ sı 1 300, çalıştırdığı personel sayısı 205 (1991). AKSİLENM EK gçz. f. Huysuzluk et­ mek, titiz davranmak: Neden aksileniyor­ sun, sana bir şey demedim ki!



AKSIRM AK gçz. f. Soluk verdirici kas­ ların kasılması sonucunda havayı burun­ dan ve ağızdan ani olarak şiddetle çıkar­ mak, hapşırmak. AKSİLER sıf. (fr. axillaire).,Zool. Kanatlı ♦ aksırtmak ettirg. f. Bir kimseyi ak- < böceklerde kanat dibindeki skleritlere de­ sırtmak, onun aksırmasına yol açmak; nir. hapşırtmak: Odayı süpürürken kalkan toz ♦ a. Zool. Bazı böceklerde, ön göğüs herkesi aksırttı. parçasının arka köşeleriyle elitraların ön AKSIRTICI sıf. Aksırmayı sağlayan, ak­ köşeleri arasındaki küçük üçgen parça. sırmaya yol açan şey için kullanılır. AKSİLEŞMEK gçz. f. Aksi, huysuz, ge­ çimsiz davranır duruma gelmek: Son za­ AK SIR TM A K -> A K S IR M A K . . manlarda iyice aksileşti, çekilmez biri ol­ AKSİ sıf. (ar. raks ve türk. -i iy. 3. kişi eki). du. Vakit azaldıkça aksileşiyor. 1. Birbirine karşıt olan; bir şeyle karşıtlık A K S İLİK a. 1. Huysuzluk, geçimsizlik, ilişkisi içinde bulunan şey için kullanılır; hırçınlık: Yine aksiliğe başladın. Aksiliğiyle karşıt, ters, zıt: Aksi görüşler ileri sürmek. Seninle aksi kutuplardayız, anlaşmamız hayatı çekilmez hple getirmek. Bugün bü­ tün aksiliği üstünde. Aksiliği tutmak. —2. mümkün değil. — 2 . Uyr-un olmayan, Beklenmeyen, stenmeyen; birtakım ge­ beklenmedik bir zamanda ortaya çıkan şey için kullanılır; münasebetsiz, ters: Aksi cikmelere olumsuzluklara yol açan du­ bir zamanda geldiysem bağışlayınız. Ak­ rum; terslik: B ı iştp bir aksilik var. Birbiri­ si tesadüfler hayatımı altüst etti. —3. Sü­ ni izleyen aksilikler yüzünden barajın ya­ rekli sorun çıkaran, geçimsz, hırçın kim­ pımı gecikiyor. Bugün hiçbir iş yapmadan koşuşturdum, aksilik aksilik üstüne geldi. se ve onun bu niteliğini belirten şey için kullanılır; huysuz, inatçı, ters: Rahmetli Aksilikten yakasın kurtaramamak. —3. Aksilik etmek, huysuz, geçimsiz, hırçın çok aksi bir insandı, son yıllarında bize davranmak; güçlük çıkarmak: Şoför ak­ hayatı zehir etmişti. Aksi suratlı bir insan. —A. Aksi gibi, bir durumun beklenmedi­ silik edip bizi yarı yolda indirdi. || Aksilik ğini, istenmediğini belirtmek için kullanı­ (bu ya), bir iş yaparken kafşılaşılan ters lır: Tam evden çıkacaktık, aksi gibi misa­ bir durumu vurgulamak için kullanılır: Ya­ fir geldi. Her zaman saatinde gelen ara­ zıyı bu geçe bitirmek gerekiyordu, aksi­ lik bu ya daha başlamadan elektrikler ke­ ba, aksi gibi bugün gecikti. || Aksi halde, sildi. aksi takdirde, bir şeyin istenilen biçimde yapılmaması durumunda takınılacak AKSİCE bağ. Urrjulana, beklenene kar­ olumsuz tavrı ya da doğacak yeni duru­ şıt bir durumu vurgulamak için kullanılır; mu belirtmek için kullanılır; yoksa: Verdi­ tersine, üstelik: Sonuçtan üzgün değilim, ğim işlen özenle yapın, aksi halde bir da­ aksine mutlu olouğumu bile söyleyebili­ ha benden iş alamazsınız. Yerıek vaktini rim. Herkes eğleniyor, bense tam aksine geçirme, aksi takdirde aç kal rsın. || JHay) sıkılıyordum. aksi şeytan, bir işte beklenmedik olumsuz AKSİNE a. Ormanc. Antalya yöresinde bir durumla karşılaşıldığında söylenir: ölçüleri 12 cm x 24 cm x 400 cm olan ke­ Hay aksi şeytan, ipler yine düğümlendi. resteye verilen ad. || Aksi tesadüf, beklenmedik, can sıktcı bir durumla karşılaşıldığında kullaıı'ır. Yolcu­ AK SİN İT a (fr axınite). Miner. Çok kes­ luğumuzu ondan gizlemiştik, aksitesadüı kin ayrıtlı fiklinik kristaller halinde görü­ o da aynı gemiye bilet almamış mı. || Aksi len alüminyum, demir, manganez ve kal­ tesir, tepki, aksülamel, reaksiyon: Yem siyum borosilikat. zam kararları kamuoyunda aksi tesir AKSİNİYEN sıf. (fr. axınıen). Okyanus­ uyandırdı. ya ve Güney Amerika'da yaşayan kavim♦ a. 1. (Bir şeyin) aksi, o şeyin tam lerin, balta ya da topuz yapmakta kullan­ karşıtı durumunda olan şey: Aksi kanıtlan­ dıkları yeşim taşına denir. madıkça suçsuzsunuz. Bir düşüncenin A k s in li, kaşıkla oynanan halk oyunu. aksini ileri sürmek. —2. (Bir şeyin) aksi­ Güney ve Orta Anadolu'da, özellikle Kon­ ne, ona karşıt olarak: Yeni önlemler, bek­ ya'da yaygındır. lenenin aksine olumsuz sonuçlar getirdi. Yeni müdüı, öncekinin aksine çok sert. AKSİO NO V (Vasiliy Pavloviç), sovyet ♦ be. 1. Uygun olmayan biçimde, yazar (Kazan 1932). "Çözülme” döne­ umulanın tersi olarak; ters: işler nedense minde gençleri ele alan başarılı roman­ hep aksi gidiyor. Niçin böyle aksi konu­ lar (İes ConfrĞres [fr. çev.], 1960; Billet poşuyorsun? —2. Aksi aksi, eylemin olum­ ur les etoiles [fr. çev ], 1961) ve rus ay­ suzluğunu pekiştirerek belirtmek için kul­ dınlarını yeren hikâyeler (Futaille en ex-



Aksionov cedent .[fr. çev],Nötre ferraille en or [fr. çev.], 1978) yazdı. 1979'da, Metropol adlı almanağın yazarlarına konan sansürü protesto etmek için yazarlar birliğinden is­ tifa etti.



294



A K S İO Tİ (Melpo), yunan edebiyatçı (Atina 1905-ay. y.1973). Yirmi yıldan faz­ la Paris'te ve Varşova'da siyasi sürgün olarak yaşadı. Romanlarıyla yunan ede­ biyatına gerçekçi gelenekten kopan şiir­ sel bir üslup getirdi (Dhiskoles Nikhtes, 1938; Thelete na Khorepssome Maria?, 1940; Eikostos aionas, 1946; Kadmo, 1972). AKSİS a, (lat.■ax/s, yaban sığırı). Üç ka­ deme dal boynuzlu, beyaz benekli, kızıl sarı renkte hint geyiği. (Bil. a Axis axis; geyikgiller familyası.) AKSİSEDAa(ar Saks ve seda 'dan ‘‘aks-i seda). 1. Yankı. —2. Etki: Bu şiir zama­ nında hiçbir aksiseda uyandırmamıştı. AKSİYO LO Jİ



a.



(fr. axiologie). -



DE ­



ĞER ÖĞRETİSİ.



AKSİYO M a. (fr. axiome). Fels., Mant. Ömer Asm Aksoy



-



BELİT.



AK SİYO M ATİK a. (fr. axiomatique). B E LİT* D İZ G E S İ'n in e ş a n la m lıs ı.



ç o k ku tu plu n ö ro n



AKSİYOMETRE a. (fr. axiometre’den). Denize. Dümen dolabının konumunu ve dolayısıyla dümen yönünü uzaktan belir­ lemeye yarayan küçük gösterge. AKSİYO N a . (fr. action). 1. H a r e k e t e t­ m e o lg u s u y a d a y e tis i. — 2 . E Y L E M 'in e ş a n la m lıs ı.



h ü c re gö vde si



— TİC. HİSSE SENEDİ.



AKSO Ğ AN a. Bot.



A D A S O Ğ A N I'n ın



e ş a n la m lıs ı. a k s o n yakası



1



2 3 4



m



AKSO İT a. (fr. axoiöe’den). Geom. Bir katının anlık helisel ekseninin ardışık ko­ numlarının, gerek değişmez (değişmez akso/t), gerekse devingen uzayda (devin­ gen aksoit) doğurduğu düzenli yüzey. AKSOLEM a. (fr. ayolemme). Nöroanat. Miyelinli aksonlarda miyelini silindireksenden ayıran ve miyelinsiz aksonlarda ak­ sonu saran ince zar.



A



AKSOLEY (Mebrure), türk siyasetçi (Se­ lanik 1902 - İstanbul 1980). Ankara Hu­ kuk fakültesi ni bitirdi (1938). Halkevlerin­ de çalıştı. Yardımsevenler derneğinin ge­ nel sekreterliğini, ikinci başkanlığını yap­ tı. Türk kadınlar birliğinin kurucuları ara­ sında yer aldı, genel başkan oldu. 1929'dan başlayarak CHP Ankara Çan­ kaya örgütünde çalıştı, ocak başkanlığı yaptı. Ankara milletvekili oldu (19431950). CHP parti meclisi üyeliği, genel yö­ netim kurulu üyeliği yaptı. Kurucu meclis’e CHP temsilcisi olarak katıldı (1961). İstanbul senatörü oldu (1964-1973). CHP’nin "ortanın solu” politikasını benim­ semesi üzerine Cumhuriyetçi güven par­ tisine geçti.



S chw an n hü cresi ç e k ird e ğ i



akso nu n yan dalı



AKSO M İS, Eski Yunanlılar’ın Aksumla (Etyopya) verdikleri ad.



uç dallanm ası



çok kutuplu bir nöronun aksonu A. Schwann hücresinin çekirdek hizasında enine kesiti: 1. Schwann hücresinin çekirdeği: 2. Akson; 3. Miyelin kılıfı; 4. Schvvann hücresinin sitoplazması. B. Ranvier boğumu hizasında boylamasına kesit: 1. Ranvier boğumu; 2. Akson; 3. Miyelin kılıfı; 4. Schvvann hücresinin sitoplazması



AKSON a. (ing. axon; yun. akson, -onos, eksen'den). Sinir hücresinin (nöron) göv­ de kısmından çıkan tek uzun uzantı. (Ge­ nellikle dendritlerin karşıt yönünden çıkar ve yer yer yan dallar verir, bunların da ki­ misi bazen geriye kıvrılır.) [Eşanl. SİLİNDİREKSEN]



—ANSİKL. Nöroanat. Akson, Nissl cismin­ den yoksun bir sitoplazma saplanma ko­ nisinin tepe noktasından doğar. Ana bö­ lümünde mitokondriler, kanalcıklar, iplik­ çikler ve tanecikli endoplazmik retikulum bulunur. Her akson basit ya da çok yay­ gın bir dallanmayla son bulur. Aksonla­ rın çoğu başka nöronlarla ya da kaslar­ daki hareket plakası gibi özgül yaptırım­ cılarla sinaps yapar. Merkez sinir sisteminde aksonlar miye­ linli ya da miyelinsizdir. Miyelinleşmeyi oligodendrosltler sağlar. Çevre sinir siste­ minde miyelinli ya da miyelinsiz aksonla­



rın tümü Schvvann kılıfıyla kaplıdır, Miye oirbirine bağlı mikrotübüllerle alttan des­ linli çevre sinir lifleri, Ranvier boğumları­ teklidirler.) [Aksopotlar actinopoda sınıfı­ nı oluşturmak üzere, düzgün aralıklarla nın temel özelliğidir.] daralan bir miyelin kılıfla çevrilidir. AksoAKSO Y (Hamdi) Osmanzade, turk si­ lem, silindirekseni miyelinden ayırır. Mi­ yaset adamı, gazeteci (İzmir 1883- ? yelinli ya da miyelinsiz çevre sinir lifleri ha­ 1957). Halkalı ziraat yüksek okulu'nu bi­ reket ve duyu sinirlerini oluşturmak üze­ tirdi. Genç yaşında ittihat ve Terakki ce­ re bir araya gelirler, miyetine girdi. Kâtibi mesullüğe kadar —Nörobiyol. Aksonların sınıflandırılmasın­ yükseldi. Kurtuluş savaşı başlayınca Ana­ da miyelin kılıfın bulunup bulunmaması dolu’ya geçti. Yunus Nadi’nin çıkardığı ve aksonun çap ölçüsü (miyelin kılıfı da Yenigün gazetesinin yazıişleri müdürü ol­ içererek) esas alınır. Buna göre aksonlar du. ilk TBMM’ye Ertuğrul milletvekili se­ şöyle sınıflandırılır: miyelinli A grubu ak­ çildi (1920). Daha sonraki dönemlerde İz­ sonlar (ya da sinir lifleri), 1-22 y.m çapın­ mir milletvekilliği yaptı (1923-1939). dadır ve eylem potansiyelini (sinir akışı) 20-15 m/sn hızla iletir; B grubu lifler (sem­ patik sinir sisteminin miyelinli lifleri: gang- ■ A K SO Y (Ömer Asım), türk dilci ve ya­ zar (Gaziantep 1898). ilk ve ortaöğreni­ liyonöncesi lifler), en çok 3 /im çapında­ mini Gaziantep’te tamamladı (1916). Ha­ dır ve sinir akışını iletme hızı 14 m/sn'nin lep’te, daha sonra Gaziantep’te posta ve altındadır; miyelinsiz aksonlardan oluşan telgraf memurluğu (1916-1919), bu ara­ C grubu lifler (sempatik sistemde ganglida türkçe öğretmenliği yaptı. Kurtuluş sa­ yonsonrası götürücü aksonlar, bedensel vaşı sırasında Haydarpaşa Tıbbiye mek­ ve yaşatkan sinirlerin getirici aksonları) tebindeki öğrenimini yarıda bırakarak 1,2 /im'den aşağı çaptadır ve iletim hızı Antep cephesinde savaşa katıldı (1920). 3 m/sn’nin altındadır. Miyelinli liflerde bir Gaziantep’te çeşitli okullarda türkçe ve sinir lifinin çapıyla eylem potansiyelini ilet­ matematik öğretmenliği yaptı (1921me hızı arasında hemen hemen değiş­ 1925). İstanbul Hukuk fakültesi’ni bitirdik­ mez bir bağıntı vardır: buna Hursh yasa­ ten (1928) sonra Nizip’te savcılık (1928sı denir. 1930), Gaziantep’te avukatlık ve edebi­ Bir aksonun uyarılması bir eylem po­ yat öğretmenliği yaptı (1930-1935). Ga­ tansiyeli yaratır, o da, metabolik bir tepki ziantep milletvekili olarak dört dönemi uyandırarak Na+ ve K+ iyonlarının sinir TBMM’de bulundu (1935-1950). Türk dil lifi içine bol miktarda girip çıkmasını sağ­ kurumu’nda derleme ve tarama kolu baş lar. Bu olgu miyelinsiz lifler boyunca sü­ kanlığına, genel yazmanlığa getirildi rekli olduğu halde (yerel akımlar kuramı), (1973-1976). Gaziantep ağzı (3 c, 1945miyelinli liflerde kesiklidir: yalnız Ranvier 1946) kendi yetiştiği yörenin ağzını dilbil­ düğümlerinde oluşur (eylem potansiyeli­ gisi özellikleri, sözcük dağarcığı, zengin nin iletiminde sıçrama teorisi). deyimleriyle sergiledi. Türk dil kurumu' Bir aksonun büyümesi proteinli gereç­ nun Türkiye türkçesinin dil zenginliğini lerin hücre gövdesinden aksona akmasıy­ sergileyen bilimsel çalışmaları XIII. la sağlanır. Bir akson kesildiği zaman, yy.’dan beri Türkiye türkçesiyle yazılmış proteinler sinir liflerini besleyemeyeceğinkitaplardan toplanan Tanıklarıyla tarama den, çevre uçlar yozlaşarak çalışma nite­ sözlüğü (l-VIII, 1963-1977) ve Türkiye'de liklerini yitirir (-» W A LLE R Y O Z LA Ş M A S I*), halk ağzından derleme sözlüğü (l-XI, ama bu olgu daha basit yapılı omurgalı 1963-1979) çalışmalarına katıldı; konuy­ hayvanlarda olmaz. la ilgili çalışmaları yönetti; bu yapıtların ya­ —Zool. Evrim basamağındaki ilk nöron­ yımını düzenledi. Atasözleri ve deyimler lar (knidliler) iki ya da çok kutupludur. Pesözlüğü (1-3, 1971-1977) yapıtında ko­ rikaryondan iki ya da daha çok akson çı­ nuyla ilgili en geniş malzemeyi sergiledi. kar ve sinapslar genellikle iki yönde de Türkiye türkçesine ait dil yapıtlarıyla çalışır. Planarya gibi yassısolucanlarda (.Narm ül-leal, Şeyh Ahmet, Arapça-türkçe tek kutuplu nöronlar ortaya çıkar: perikarmanzum sözlük [1960], Nazm üi-cevahir, yon iletici aksona doğru yönelir; bu nö­ Antepli ETasan Ayni [1959]) ilgili araştırma­ rona omurgalıların omurilik sinir düğüm­ lar yayımladı. (-» Kayn.) lerinde rastlanılır. Eklembacaklılarda, yumuşakçalarda ve omurgalılarda perikarA K SO Y (Ahmet), türk besteci (İstanbul yonun dendritli bölgede yer aldığı son nö­ 1900 - İzmir 1967). Muallim İsmail Hakkı ron tipi ortaya çıkar. Bey’in oğlu. Cinci Hoca adlı bir operet­ AKSON a. (yun söze., dingil). Esk. Ati­ ten başka şarkılar ve saz semaileri bes­ na’da, bir eksen üzerinde dönen ve üze­ teledi. Derd-i aşka müptela bir nay, bir rine Solon yasalarının kazınmış olduğu ben, bir gönül dizesiyle başlayan dügâh tahta tablet. şarkısı ünlüdür. AKSONEM a. (fr. axonâme'den). Biyol. ■ A K SO Y (Muzaffer), türk hekim (Antalya Kamçıların ve kirpiklerin kasılgan yapısı. 1915). İstanbul Erkek lisesi'ni (1934), İs­ (Biri eksende, dokuzu taç biçiminde çev­ tanbul Üniversitesi tıp fakültesi’ni bitirdi rede bulunan or, çift mikrotübülden olu­ (1940). Şişli çocuk hastanesi'nde ve Va­ şur.) kıf guraba’da iç hastalıkları asistanlığı yaptı. 1947’de uzman oldu, 1957’ye ka­ AKSONOMETRİ a. (fr. axonometrie). dar Mersin Devlet hastanesi'nde çalıştı. Bir makine öğesinin, yapının ya da sitin ABD’de bir yıl süreyle kan araştırma laperspektif olarak gösterilmesi; doğrusal boratuvarında araştırma ve incelemeler­ boyutlar arasındaki oranlar korunurken, de bulundu. 1959’da doçentlik tezini ver­ yalnız açısal değerler değiştirilir. di. 1961'de İstanbul Üniversitesi tıp fakülAKSONOMETRİK sıt. (fr. axonometritesi’ne eylemli doçent, 1966'da profesör que). 1. Aksonometriyle ilgili. —2. Aksooldu. 1985’te emekliye ayrıldı. TÜBİTAK' nometrik perspektif, gösterilecek cismin, ın ilk tıp ödülünü "Anormal hemoglobin­ üç boyutuna göre eğik konumda olan bir ler ve anormal hemoglobinler patalojisi" düzlem üzerindeki dik izdüşümü. (Aksoalanındaki çalışmalarıyla aldı (1969). Halk nometrik perspektifte, uzayın üç boyutu, arasında benzol diye bilinen benzen 'in üç eksen üzerine taşınır ve bu eksenler kan kanserine yol açtığını saptadı. Bu ya aynı değerde iki açı [monodimetri] ya alandaki buluşu nedeniyle 1981 Sedat Si120°'lik üç açı [izometh] ya da farklı de­ mavi Sağlık bilimleri ödülü'nü Prof. Dr. ğerlerde açılar [anizometri] oluşturur.) Onur Erol ile paylaştı. Ekibi ile anemili bir hasta üzerinde yaptığı araştırmalar sonu­ AKSOPLAZM A a. (fr. axoplasme'dan). cu yeni bir hemoglobin türü bularak bu­ Aksonun merkezini oluşturan ve içinde si­ na Hemoglobin İstanbul adını verdi. Mes­ nir iplikçikleri, nörotübül ve mitokondriler lek hastalıkları tıbbının kurucusu sayılan bulunan sitoplazma uzantısı. İtalyan Dr. B. Ramazzini adına, doğum AKSOPOT a (fr, axopode). Zool. Uzun, yeri Capri'de verilen Ramazzini ödülü’ ince ve sivri sitoplazma uzantısı. (Filoponün ilkini Prof. Dr. E. C. Vigliani ile pay­ dun tersine, ele alınan protozoer grubu­ laştı (1984). İstanbul Tabip odası, Prof. na göre değişik biçimlerde, dizili ya da Dr. Muzaffer Aksoy meslek hastalıkları ve



Aksu işçi sağlığı ödülü adlı bir ödül oluşturdu ve ödülü ilk kez Dr. Haldun Sirer'e verdi (1986). Başlıca yapıtları: Antitefal hemog­ lobin serum istihsali ve orak hücre anemi vakalarında kullanılması (1959), Homozigot hemoglobin S-alfa thalassemi hasta­ lığının ilk müşahadesi (1965), Benzen (Benzol) zehirlenmesi ve heınatopoietik şişleme etkileri (1965), Hematoloji I, erit­ rosit hastalıkları, anemiler ve polisitemiler (1975), Benzen, sağlığa etkileri ve önle­ me yolları (1980). IA K S O Y (Muammer), türk hukukçu (An­ talya 1917 - Ankara 1990). AÜ Hukuk fakültesi'ni bitirdi (1939). Doktorasını Zü­ rich Hukuk ve devlet bilimleri fakülte­ si'nde yaptı. Yurda dönüşte İstanbul Üni­ versitesi hukuk fakültesi ticaret hukuku asistanı oldu. Daha sonra Ankara Siyasal bilgilerfakültesi medeni hukuk kürsüsün­ de doçent olarak görev aldı. DP iktida­ rının üniversite yasasında yaptığı değişik­ liğin “ üniversite özerkliğini zedelediği” gerekçesiyle istifa etti (1957). CHP’ye gir­ di (1958). 27 Mayıs 1960’tan sonra yeni­ den üniversiteye döndü. Siyasal bilgiler fakültesi’nde anayasa hukuku profesörü oldu. Kurucu meclis'e Antalya temsilcisi olarak girdi (1960-1961). Anayasa komis­ yonu sözcülüğü yaptı. CHP parti meclisi­ ne üye seçildi. 1969’da CHP’den ayrıldı.



Muammer Akscy



(1985; TV dizisi). AKSO Y (Filiz), türk soprano (Trabzon 1938). Ankara Devlet konservatuvarı'nın şan (1958) ve opera yüksek bölümlerini bitirdi (1961). Ankara Devlet operası'na solocu olarak katıldı. 1965-1967 arasın­ da Köln'de biigi ve tekniğini geliştirdi. An­ kara Devlet operası’nda, Macbeth, Aîda, Don Carlos, Fidelio, Turandot, Palyaço­ lar, Suzanna'nın sırrı, Cavalleria rusticana gibi operalarda başrol oynadı. Aynı toplulukta çalışmalarını sürdürüyor. AKSO Y (Mehmet), türk heykeltraş (An­ takya 1939). İstanbul Devlet güzel sanat­ lar akademisi heykel bölümü’nü bitirdi (1967).Şadi Çalık'ın öğrencisi, sonra asis­ tanı oldu (1969). Devlet bursuyla bir süre İngiltere'de kaldı (1970). Berlin Güzel Sa­ natlar yüksek okulu'nda çalıştı (19711979). Türkiye'ye dönüşünde GSA’ya öğ­ retim görevlisi oldu. 1981'den bu yana çalışmalarını Batı Berlin’de sürdürüyor. Fi­ güratif anlayışa bağlı bir sanatçıdır. Yurt dışına gitmeden önce yaptığı Koç başı, Horoz,Futbolcular gibi demir heykelleriy­ le, bitirme sınavında taşa yonttuğu kom­ pozisyonu, sosyal gerçekçi anlayışta ge­ rilimli, ilginç yapıtlardır. 1980’de Akade­ mi salonlarında açtığı polyester heykelle­ rinde, plastik anlayışı ikinci planda bıra­ karak, içeriğe ağırlık verdi. AKSO Y (Alaettin), türk ressam ve gravürcü (Trabzon 1942). İstanbul Devlet gü­ zel sanatlar akademisi’ni bitirdi (1968) Devlet bursu alarak Paris'te öğrenim gör­ dü. Türk resim sanatında Eleştirel gerçek­ çilik diye adlandırılan ve 1970'teh sonra gelişmeye başlayan anlayışın temsilcilerındendir. Fantastik bir dünyanın yansıtıl­ dığı resimlerinde plastik yönden olduğu kadar anlatım yönünden de belirginlik ka­ zanan bir üslubu sergiler, insan ilişkileri­ ni, toplumsal değer yargılarını, gelenek ve gr'enekleri, kara mizahın sınırlarında dolaşan bir dille eleştirir, insan figürleri­ nin peyzaj içinde görüntülendiği son yıl­ ımdaki çalışmalarıyla, atölyede yapılmış bir tür açık hava resmi izlenimini uyandıan yeni bir anlayışa yönelmiştir. Görsel sanatçılar derneği'nin Yılın genç sanatçı­ sı ödülü'nü (1976), DYO resim sergilerin­ de başarı ödüllerini (1979, 1980, 1981), Kültür bakanlığı’nın düzenlediği Atatürk ve Kurtuluş savaşı konulu resim sergisinde birincilik ödülünü kazandı.



AKSOYOĞLU (Refet), türk asker ve si­ 12 Mart muhtırasından sonra sıkıyönetim­ yaset adamı (Kütahya 1920). Harp okuce tutuklandı (1971). Yargılanması sonun­ lu’nu (1941), Harp akademisi'ni bitirdi. 27 da aklandı. 1975(te yeniden CHP’ye dön­ Mayıs 1960 hareketine katıldı, Milli birlik dü. Bu partiden İstanbul milletvekili seçi­ komitesi üyesi oldu. Kurucu meclis'te bu­ lerek TBMM’ye girdi (1977). Türkiye'yi lundu. 1961 Anayasası gereğince Cum­ Avrupa konseyi’nde ternsil eden üyeler huriyet senatosu'nda doğal üyelik yaptı arasında yer aldı. Türk Hukuk kurumu (1961-1980). başkanlığı yaptı. 12 Eylül 1980’den son­ ra Ankara Barosu başkanlığına seçildi ■FAKSÖâÜT a. Avrupa, Kuzey Afrika ve (1981). Başlıca eserleri: Partizan raayo ve Asya ülkelerinde, sulak yerlerde yetişen DP (1960), Anayasa mahkemesi üyeleri­ ve en fazla boylanabilen (20-30 m) söğüt nin seçimi konusundaki tartışma ve bu­ türü. (Gövdesi silindirik, kalın, üst taraftan nun ortaya çıkardığı kamu hukuku mesedallı, esmerimsi gri renkte ve kabuğu ‘eteri (1962), Sanayi bakanı Çelikbaş'ın uzunlamasına çatlaklıdır. Dalları sepet ve rejime, hukuka ve memleket menfaatleri­ mobilya yapımında kullanılır. Taze yap­ ne aykırı tutumu (1962), Mukayeseli hu­ raklarıyla genç sürgünleri beyaz tüylü ol­ kuk açısından karı koca mal rejimi ve mi­ duğundan bu adla anılır. Bil. adı SaHx alras hukuku ile bağı (1964), Ulusal petrol ba, söğütgiller familyası.) davamız (1964), Türkiye ‘deki maden mü­ A K SÖ Z (Yusuf Güler), türk kemancı (İs­ cadelesi (1966), Devrimci öğretmenin kı­ tanbul 1936). İstanbul Belediye konseryımı ve mücadelesi (2 c, 1975), Sosyalist vatuvarı'nı bitirdi. 1961'de Cumhurbaş­ enternasyonal ve CHP (1977). kanlığı Senfoni orkestrası’na girdi, başkeAKSO Y (Orhan), türk'film yönetmeni mancılığa yükseldi. 1965’te Londra’ya (Bursa 1930). İstanbul Erkek lisesi’ni bi­ gitti ve Manuk Perikian ile çalıştı. Birçok tirdi. Sinema makinistliği, İpek film stüd­ resital verdi. İstanbul Devlet senfoni or­ yosu'nda on yıl kurguculuk yaptı. 1963'te kestrasının başkemancılarından biri ola­ Şıpsevdi ile başladığı yönetmenlikte da­ rak çalışmalarını sürdürmekte ve zaman ha çok melodramlara (Kezban, 1968; Bir zaman bu orkestrayı yönetmektedir. yudum muf/u/uk,1982)yöneldi; rahat an­ AKSU a . t . k a t a r a k t h a s ta lığ ın a h a lk latımıyla fanındı; en çok film çeviren türk a ra s ın d a v e rile n a d . (AKBASM A, PERDE ae yönetmenleri arasına girdi. Diğer başlıca d e n ir .) —2. Gözüne aksu inmek, g ö z ü n e filmleri; Vurun kahpeye (1964), Alın yazı­ a k b a s m a k , p e r d e in m e k . sı (1972), Ayrı dünyalar (1974), Dila ha­ nım (1977), Altın şehir (1978), isyan A K S U , Doğu Türkistan’da vaha kenti. (1979), Renkli dünya (1980)) Acımak Tarım havzasının kuzey kenarında, Tanrı



(Kuen Lun) dağlarının eteklerinde tarihi İpek yolu üzerinde önemli bir yerleşme. Yaklş. 100 000 nüf. Vahaya, gerideki dağlardan inen ve Tarım ırmağına karı­ şan Aksu ırmağı hayat verir.



AKSU. Tar coğ. Orta Asya’da Çu ırma­ ğının kaynak kollarının bulunduğu bölge­ de tarihsel kale ve kent; eski bir kervan yolu üzerinde. Göktürk çağının başların­ da kuruldu (V.. yy.), Karahanlılar dönemi­ ne kadar varlığını sürdürdü (XI. yy.). AKSI,”, Kazakistan'da eski kent. Karagandarun 270 km kuzeyinde. Kenti VI. yy'da Karluklar kurdu.



295



Mehmet A U oy'un bir yapıtı Resim Heykel müzesi



A KSU, Antalya'nın merkez ilçesine bağ­ lı bucak; 25 706 nüf. (1990); 21 köy. Mer­ kezi Aksu; 3 895 nüf. (1990). 2 km kuze­ yinde antik Perge' kentinin kalıntıları var­ dır. 1940’ta burada açılan Aksu köy ens­ titüsü, 1954'te ilköğretmen okuluna, 1974'te de öğretmen'lisesine dönüştürül­ dü. A K S U , İsparta iline bağlı ilçe; EğirdirBeyşehir göllerinin arasındaki Dedegöl dağlarının batı yamaçlarında; 9 591 nüf. (1990); 12 köy. Merkezi Aksu (esk. Yeni­ ce, Kayabağ); 2 921 nüf. (1990). AKSU, Anadolu’da çeşitli bölgelerde birçok akarsuyun adı. 1. Antalya-Aksu 162 km, İsparta ili sınırları içinde Ağlasun ilçesinde Akdağ’dan doğar, iç kesimler­ de çeşitli derelerle birleşerek Toroslar’ı yarar, kıyıda genişçe bir ova oluşturduk­ tan sonra Akdeniz'e dökülür. — 2. Ceyhan-Aksu, 150 km, Ceyhan ırmağının önemli kollarından. Kahramanmaraş'ın kuzey-doğu'sunda Engizek dağı çevre­ sindeki birçok göl ayağının birleşme­ sinden doğar. Kahramanmaraş ovasını geçer, Ceyhan ırmağı ile birleşir.—3. Adıyaman-Aksu, 65 km, Güney-Doğu



£



dişi kedicik



v



e rkek kedicik



to m u rcu kla r ya da m eyveler



Muzaffer Aksoy



Aksu 296



Rahmi Aksungur’un bir yapıtı Resim Heykel müzesi



Anadolu’da. Adıyaman ili, Besni ilçesinin kuzey-batı’sındaki Gümgüım ve Koz dağ­ ları arasında doğar.Güney- Doğu’ya doğ­ ru akar, çeşitli kollarla birleştikten sonra Fırat nehrine ulaşır. —4. Giresun-Aksu, Doğu Karadeniz’de, Giresun’un güney -doğu’sunda Yedigöz yaylalarından do­ ğar ve Giresun kentinin doğusunda Ka­ radeniz’e dökülür. A K S U (Lutti), türk hekim (İstanbul 1884 -ay.y. 1952). Askeri tıbbiye’yi bitirdi. Gülhane askeri tababet ve tatbikat mektebi’ ne asistan ve başasistan oldu. Gümüşsü­ yü askeri hastanesi’nde bakteriyolog ola­ rak çalıştı. Birinci Dünya savaşı’nda Kaf­ kas ve Filistin cephelerinde görev yaptı. Gülhane’de patoloji dersleri okuttu (1918). Bu görevinden emekliye ayrıldık­ tan (1944) sonra Esnaf hastanesi başhe­ kimliği yaptı. Biyolojik teamüllerde gebe­ lik teşhis usulleri'ni ilk kez ortaya âtarak bu buluşuyla dünya tıp literatürüne1geç­ ti. Atatürk'ü tahnit etti (1938). Malarya (1943), Lekeli humma adlı .kitaplarından başka çok sayıda araştırma yazısı yayım­ ladı. A K S U (irfan), türk siyaset adamı (Yalvaç 1916 -?). Tıp öğrenimi gördü. DP’nin ku­ ruluş çalışmalarına katıldı. 195Û ve 1954’te bu partiden İsparta milletvekili se­ çildi (1950-1957). DP içindeki “ ispat hakkı" hareketine katıldı. Partisinden ay­ rıldı, Hürriyet partisi’nin kuruluşuna katıl­ dı. Bu partinin CHP’ye katılmasından son­ ra uzun spre siyaset dışında kaldi. 1961’de kurulan Yeni Türkiye partisi’ne girerek yeniden siyasete döndü, bu par­ tiden 1965’te İsparta milletvekili seçildi (1965-1969).



'Vîf\



AK S U (Sezen), türk şarkıcı (İzmir 1954). Ziraat öğrenimini yarıda bırakarak kendini müziğe verdi. 1970’lerin ortalarında Ya­ şanmamış yıllar adlı parçasıyla birden ün­ lendi. Bazıları kendinin olmak üzere, hep yerli besteleri seslendirdi, kendine özgü bir üslup edindi. Minik serçe (1979) filmiy-1' le sinemayı da denedi. Oyun gücünü ka­ nıtladığı Bin yıl önce bin yıl sonra (1986) adlı müzikaldeki Sen ağlama, Geri dûn, Dağlar dağlar gibi şarkıları, listelerde baş sıraları aldı.



Aksumdaki



dikilitaşlardan bırı



A K S U (Semra), türk atlet (İzmir 1962). Atletizme küçük yaşta başladı. Karşıyaka kulübünde yetişip adını duyurdu. 100 m, 200 m. 400 m, 400 m engelli koşularda, uzun atlama ve heptation dallarında pist ve salonda genç ve büyük bayan kate­ gorilerinde on beş Türkiye rekorunun sa­ hibi oldu. 1982’den sonra sürekli milli ta­ kımda yer aldı. En iyi dereceleri 100 m (11.93 s), 200 m (24.00 s), 110 m engelli (13.82 s) ve heptatlonda 4848 puandır. Aksu, 1983’te 100 m engellide Balkan ikinciliğini kazandı. 1986’da Avrupa atle­ tizm şampiyon kulüpler şampiyonası’nda 400 m engellide birincilik elde etti. Aksu müessesesl (SEKA), 1967 de



Giresun'da kurulan, 1970’te üretime ge­ çen SEKA'ya bağlı kuruluş. Doğu Kara­ deniz bölgesinin orman ürünlerini değer­ lendirmek ve gazete kâğıdı üretmek ama­ cıyla kuruldu. Yılda 82 500 ton gazete kâ­ ğıdı, 65 000 ton odun hamuru üretim ka­ pasitesi olan kuruluşta 789 kişi çalışmak­ tadır (1991).



zandı; milli takımda yarıştı. AKSÜLAM EL a. (ar. raks ve rame/'den raks-ül-ramel). Tepki, reaksiyon; "Bunun ne kadar müessir ve aksülamele sâik ola­ cağını takdir buyurursunuz " (M, K. Ata­ türk Nutuk I). Edebiyat-ı Cedideye karşı izhar edilen aksülamel. Aksûlamelle kar­ şılaşmak.



AKSUM , Etyopya’da kent, Tigre’de İ.Ö. 500'e doğru, Sabahlar soyundan gelen­ lerce kurulan kent, aynı adı taşıyan bü­ yük krallığın başkenti oldu. X. yy.’da Semien’li bir prensesin ayaklanmasıyla gü­ cünü büyük ölçüde yitirerek yavaş yavaş ortadan kalktı. Bugünkü Aksum kasaba­ sının yakınında, o dönemden pek çok ka­ lıntı, özellikle de yüksek dikilitaşlar vardır. Bu dikilitaşlar i.S. ilk yüzyıllardaki mimar­ lık etkinliğine tanıklık eder. Kentte bulun­ muş çok sayıda para da, eski Aksum kral­ lığındaki ticari ilişkilerin çeşitliğini göste­ rir. AK SUNCU R a. Zool. AKDOĞAN'ın eşanlamlısı.



AKSÜLÜMEN a. Cıvanın klorla yaptığı bir bileşik. (— AŞINDIRICI SÜBLİME'.) —ANSİKL. Beyaz renkte, zehirli bir toz olan aksülümen, güçiü bir mikrop öldü­ rücüdür. Antiseptik olarak kullanılır. Eski­ den aksülümenle yapılan sülümenli sa­ bun, basur memelerinin ve mikroplu ya­ raların tedavisinde kullanılırdı. Günümüz­ de süblimeli sabun diye bilinir.



AKSUNGUR ya da KARASUNGUR. Eskiden Türk büyüklerine verilen bir unvan. Sungur aslında doğan cinsin­ den bir av kuşudur. Aksungur ve Karasungur olarak iki türdür. Sungur kelimesi sunkur, sonkar, sonğar biçimlerinde söy­ lenir.



LORUM.)



AKSUNGUR



KUNHAS.



AKSUNGUR A h m e d lll, Irak Selçuk­ luları devlet adamı (? - Hamedan 1133). Öldürülen babasının yerine Meraga vali­ si oldu (1116). Irak Selçukluları sultanı Mahmut’un hizmetine girdi. Sonra, Mah­ mut’a başkaldıran kardeşi Tuğrul’un ata­ beyi oldu. Güçlü bir orduyla üstlerine ge­ len Mahmut’u karşılayıp aman diledi; Mahmut’un oğlu Davut’un atabeylisine getirildi (1130). Mahmut ölünce1Dğvufu sultan ilan etti (1131).' Dâvut’ûn saltanat iddiasında Bulunan amcaları Tuğrul,,Me­ sut ve Selçük-ile savaştı. Mesut ile anlaş­ tı, Davuf ile birlikte Azerbaycan Erran yö­ relerini yönetti. Büyük Selçuklu sultanı Sencer’in desteğiyle Irak Selçuklu tahtı­ na çıkan Tuğrul'un Karasungur komuta­ sındaki ordusuna yenildi; Davut ile birlik­ te Mesut’un yanına kaçtı. Topladığı yeni bir orduyla Hamedan dolaylarında Tuğ­ rul'un ordusunu yendi; Tuğrul, Rey’o çe­ kildi. Mesut, Irak ve Azerbaycan sultanı oldu. Aksungur, Hamedc.n'da bir batını tarafından öldürüldü. AKSUNG UR (Rahmi), türk heykeltraş (İzmir 1955). İstanbul -Devlet güzşl sanat­ lar akademisi heykel bölüldü’gft. btt,irdi (1979). Hüseyin Gezer’in öğrencisi oldu. Figüre bağlı-olarak çalıştı. Şjlikon kullana­ rak gerçekleştirdiği denemelerinde ilgi çe­ kici ve hareketli yapıtla^ ortaya koydu. Görsel sanatlar 2 mayıs sergisinde büyük ödülü aldı (1978). Erdek Atatürk anıtı, Devlet mezarlığı, TBMM parkındaki ulu­ sal egemenlik anıtı yarışmalarında birin­ ci geldi ve bunları gerçekleştirdi. AKSUNG UR BİN ABDULLAH Kasimüddevle, selçuklu komutan ve vali (? -1094). Kıpçak kökenlidir. Büyük Selçuk­ lu sultanı Melikşah’ın kölesiydi. Sultanın güvenini kazanarak komutanları arasına girdi. Melikşah’ın Suriye seferine katıldı (1086). Halep valiliğine atandı (1087). Ölümüne kadar bu görevde kaldı; Halep’i geliştirdi, kervan yollarının güvenliğini sağladı. Melikşah’ın ölümünden sonra Berkyaruk’un hükümdarlığını destekledi. Berkyaruk’a karşı çıkan Tutuş’a Sebin de yenildi, öldürüldü. Musul atabeyi imadettin Zengi, Aksungur'un oğludur. AKSUR (Kemal), • türk atlet (Konya 1925). Atletizme Haydarpaşa lisesi’nde okurken Fenerbahçe kulübünde başladı. 1944-1950 arası Türkiye'nin en iyi kısa mesafe koşucusu olarak, kendini göster­ di. Dördü bayrak yarışlarında, üçü 200 m’de yedi kez Türkiye rekoru kırdı. 100 ve 200 m'de birçok Türkiye birinciliği ka­



AKSÜNTER a. Tarım. Doğu Anadolu’ da yetiştirilen ve yazlık ekime elverişli olan ekmeklik buğday çeşidi. AKSÜRGÜN a. Kanatlı hayvanlarda, özellikle tavuk ve hindilerde görülen bu­ laşıcı hastalık. (Eşanl. BEYAZ İSHAL, PUL—ANSİKL Aksürgünün mikrobu Salmonelle pullorum adlı bakteridir. Hastalık her yaştaki kanatlı hayvanda görülebilir; ye­ tişkin kanatlılarda, yumurta veriminin düş­ mesi, ishal, civcivlerde beyaz ishal en önemli belirtileridir. Aksürgüne tutulan civ­ civler yem yiyemez olur ve halsizleşir, dengesizlik, susuzluk ve solunum güçlü­ ğüyle birlikte beyaz ishal başlar. Hastalı­ ğı atlatabilenler erginleşir, fakat sürekli mikrop yayar, yumurtaları da mikroplu­ dur. Hastalıktan korunmak için, kuluçka mevsiminden önce, özellikle sonbaharda damızlık hayvanlardan kan alınarak pul­ lorum testi yapılır. Sürü temiz çıkarsa, yu­ murtalar kuluçkada kullanılır, aksi halde tavuklar kesilir. Hastalığın yayılmaması için genel sağlık koruma önlemleri alınır. A K S Ü T (Sadun), türk tanbur sanatçısı, besteci ve müzik yazarı (Merzifon 1932). Uzun süre İstanbul Radyosu’nda çaldı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları ya­ yımlandı. İstanbul Devlet türk musikisi konservatuvan’nda tanbur öğretmenliği­ ne atandı (1976). Besteleri (15 saz eseri, 45 şarkı. 1 mevleviayini, 15 ilahi) dışında 500 yıllık türk musikisi (biyografiler) ve Tanbur metodu gibi kitapları vardır. AKŞAM a. (türk. ak, fars. şam’dan). 1. Gü­ nün, ikindi sonrasından havanın kararma­ sına kadar sûren bölümü; Akşam serinliği. Akşamın hüznü. Akşam simidi. —2. Günün hava karardıktan sonraki bölümü,’ gecenin ilk saatleri: Bu akşamı evde geçirece­ ğim. Akşamdan sonra. —3. Akşam ol­ mak, günden söz ederken akşam zama­ nına yaklaşmak: Akşam oluyor, ben hâlâ işleri bitiremedim. |j Akşam ahıra, sabah çayıra, hayatta hiçbir amacı ve kaygısı ol­ mayan kimseler için alay yollu kullanılır. |jAkşam akşam, akşamın başladığı sıkışık saatler anlamında kullanılır: Akşam ak­ şam başıma iş açma. |j Akşam demez, sa­ bah demez, günün her saatinde: Akşam demez, sabah demez damlardı. |j Akşam ezanı, beş vakit namazdan dördüncüsü­ nü bildiren ezan; güneşin battığı sıralar: Akşam ezanı okundu mu? Akşam ezanı geldi. || Akşam garipliği, akşam saatlerin­ de duyulan hüzün (ed.). ||Akşam gazete­ si, akşama doğru çıkan günlük gazete. || Akşam güneşi, yaşlı kimselere denir. || Ak­ şam Hacı Mehmet, sabah eskici Yahudi, kendini dürüst, erdemli gibi göstermeye çalışan hileci, dalavereci kimse için söyle­ nir. | Akşam kavil, sabah savul, sözünden cayan kimsenin bu yönünü belirtmek için kullanılır. |j Akşam pazarı, akşamüzeri pa­ zarın toplanma saatinde yapılan ucuz satış. || Akşam simidi, ikindi vakti satışa çı­ kan taze simit. || Akşam şerifleri, akşam­ lar hayrolsun, akşam saatlerinde karşıla­ şan kimselerin selâmlaşırken kullandıkları söz (esk.). || Akşama sabaha, yakın za­ manda. Akşama sabaha bir bebek bek-



Akşehir Iıyoruz. || Akşamdan, daha sonrayı bek­ lemeden, akşam vakti : Akşamdan gel. || Akşamdan akşama, her akşam: İçkiyi ak­ şamdan akşama içerim. \\Akşamdan kal­ mak. içki içerek geçirilen bir gecenin et­ kisini üzerinden atamamak: Akşamdan mı kaldın?\\Akşamdan kavur, sabaha sa­ vur. elindeki parayı hesapsızca harcayan,



olarak kabul edilen Akşam, 9 ocak 1982’de kapandı.



A kşa m kız sa n a t o ku lla rı -



PRATİK



mak. —2. Bir kimseyi (bir yerde) akşam­ latmak, geceyi (orada) geçirmesini sağlamak.



5-



KIZ SANAT O K U LLA R I.



AK ŞAM LATM AK



A kşa m lis e s i, ortaöğrenim kurumu.



AKŞAM LEYİN be. Akşam olunca, ak­ şam vakti.



amaçla düzenlenen, genellikle birkaç ak­ şam süren etkinlik: Şiir, edebiyat akşam­



Askerliğim yapmış erkeklerle, 18 yaşını bi­ tirmiş kadın ve kızlara ortaokul üstü öğ­ renim olanağı sağlamak için oluşturuldu (1965-1966 ders yılı). Okullarda, üç yıllık klasik lise programları dört yıla yayılarak uygulanır. Öğretim, günlük çalışma saat­ lerinin dışında yapılır. Akşam liseleri 1983'te kapatılmış, 1984-1985 ders yılın­ da yemden öğretime açılmıştır. Ankara' da 1, İstanbul’da 2, İzmir'de 1 olmak üze­ re Türkiye'de 4 akşam lisesi etkinliğim sür­ dürmektedir.



ları



A kşa m o rta o k u lu , ortaöğretim kuru­



yarınını düşünmeyen, tutumsuz kimsele­ rin bu yönünü belirtmek için alay yollu kul­ lanılır; savurgan, tutumsuz. ||Akşamdan



sonra merhaba, akşamdan sonra sabah­ lar hayrolsün, bir işi yapmakta gecikmiş kimseye alay yollu söylenir (tkz.). || Akşa­ mı etmek, bulmak, oyalanarak günü geçirmek. || Bir şey akşa/nları. belli bir



—Din. Akşam namazı. İkindiyle yatsı ara­ sı,güneşin batışından batı ufkundaki kızıl­ lığın kaybolmasına kadar geçen süre için­ de kılınması farz olan namaz.(Bk. ansikl. böl.)



❖ akşamları be. 1. Akşam saatlerinde, akşamleyin: Bu mevsimde yağmur genel­ likle akşamlan yağar. —2. Her akşam:



mu. Askerliğini yapmış erkeklerle, 18 ya­ şım bitirmiş kadın ve kızlara ilkokul üstü öğrenim olanağı sağlamak için oluşturul­ du (1965-1966 ders yılı). Okullarda, üç yıl­ lık klasik ortaokul programları dört yıla yayılarak uygulanır. Öğretim, günlük ça­ lışma saatlerinin dışında yapılır. Akşam ortaokulları 1983'te kapatılmış, 1984-1985 ders yılında yemden öğretime açılmıştır. Ankara'da 1, İstanbul’da 2, İz­ mir’de 1 olmak üzere Türkiye’de 4 akşam ortaokulu etkinliğini sürdürmektedir.



Akşamları kitap okumadan uyuyamam.



A kşa m te rz ilik o k u lu



# be. Akşam olunca: Akşam işten çıkın­ ca doğru eve gider. Bu akşam size gel­ mek istiyorum.



Din. Farzı üç rekâttır. Kamet getirilir; Bugünkü akşam namazının far­ zını kılmaya" diye niyet edildikten sonra "allahü ekber" denilerek başlanır. Sabah namazının farzı gibi iki rekât kılınır. "Ettehıyatü" okunduktan sonra kalkılır. Yalnız fatiha suresi okunduktan sonra rükûa varılır, secdeler yapılır ve son oturuş­ tan sonra selam verilir. Daha sonra, "Akşam namazının sünnetini kılmaya" di­ ye niyet edilerek, sabah namazının sün­ neti gibi iki rekât sünnet kılınarak namaz tamamlanır. — A N S İK L



ÂScşam, İstanbul'da yayımlanan günlük gazete. Kâzım Şınası (Dersan), Alı Naci (Karacan), Falıh Rıfkı (Atay) ve Necmet­ tin Sadık (Sadak) ortaklığıyla kuruldu (1918). Yazıişleri müdürü Muammer Senıhi idi. Kurtuluş savaşı’nın destekçisi, kü­ çük boy ve tek yaprak olarak akşamları yayımlanıyordu. Daha sonra Peyami Sa­ bah gazetesinin rotatifi satın alınarak tek­ nik olanaklarla gazeteye yem bir biçim verildi (1924). Aynı dönemde kısa bir sü­ re L'akcham adıyla fransızca basımı da yapıldı. Ali Naci, Falih Rıfkı gazeteden ay­ rıldıktan (1926) sonra Hüseyin Cahit (Yal­ çın), Vâlâ Nurettin, Orhan Selim (Nazım Hikmet) gazetenin yazarları arasına katıl­ dı. Yazıişleri müdürlüğüne de Enis Tah­ sin (Til) getirildi (1927-1950). Harf devrımını (1928) destekleyen başlıca ya­ yım organları .arasında yer aldı. 1950’den sonra gazete DP iktidarına karşı etkin ve sert bir muhalefet yürüttü. Bu dönemde yazıişleri müdürleri arasında Osman Necmı Karaca ve Hıfzı Topuz gibi gazeteci­ ler yer aldı. 19 nisan 1957’de Malik Yolaç'ın satın aldığı gazete, aynı yıl 9 ha­ ziranda, sabahları yayımlanmaya başla­ dı. Bir süre sonra İstanbul'da olduğu gibi matris gönderilmek suretiyle Ankara ve Adana’da da basılmaya başlanarak türk basınında yeni bir çığırın açılmasına ne­ den oldu. Çetin Altan, İlhami Soysal ga­ zetenin yazarları arasına katıldı. Sol ve radikal görüşleri savundu. Gazetenin sa­ tışı 150 000'ın üzerine çıktı. 1965’te ga­ zetenin sahipliğini Nur Ökten üstlendi. 12 Mart (1971) döneminde yazarlarının tu­ tuklanması ve sıkıyönetimin koyduğu ya­ saklar nedeniyle yayımında önemli boşluklar doğdu ve satış düştü. Gazete, Türk-İş konfederasyonu na devredilerek yayımı Basın-İş sendikası tarafından sür­ dürüldü (1972). Ertesi yıl Fehmi Anlaroğlu. 1975'te Rıdvan Seyhan'a satıldı. Şekıp Aitay'ın yönetimi üstlendiği dönemde yal­ nız İstanbul’da yayımland'. Sürekli 64 yıl çıkan ve türk basın yaşamında bir oku1



PRATİK SA­



NAT O KU LU



A kşa m tic a re t lis e s i, ortaöğrenim



A K Ş A M LA M A K .



AKŞAM LI sıf. "H er akşam ve her sa­ bah, sürekli, aralıksız" anlamına gelen ak­ şamlı sabahlı deyiminde geçer: Akşamlı sabahlı çalışarak işi zamanında bitirdik. AKŞA M LIK sıf. 1. Say. sıf. + akşam­ lık, belirtilen sayıda akşama yetecek öl­ çüdeki şey için kullanılır: Bir akşamlık suyumuz kaldı. —2. Bu akşamlık, sözko­ nusu edilen akşam süresi için kullanılır:



Bu akşamlık boş yerimiz yok. —-3. Ak­ şamlık sabahlık, sonucu kaçınılmaz ve ya­ kın olan durum; bu durumda olan kimse için kullanılır: Hastanın durumu iyi değil,



akşamlık sabahlık. AKŞAMSEFASI a. Bot. Gecesefası tür­ lerinden biri. (BİL a. Mirabilis jalapa.) AKŞAMÜSTÜ ya da AKŞAMÜZERİ a. Günün, güneşin batmasına yakın sa­ atleri. ♦ be. Güneşin batmasına yakın saatler­ de, akşama doğru: Akşamüstü güneş ba­



tarken buranın manzarasına doyum olmaz. Akşamüstü bize gel. AKŞAMÜZERİ -



A KŞ A M Ü S TÜ .



AKŞAM YILD IZI a. Gökbil. VENÜS'ün



eşanlamlısı. kurumu. Askerliğini yapmış, ortaokul bi­ A K Ş A R , Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı tirmiş erkeklerle, 18 yaşını doldurmuş ka­ dın ve kızlara mesleki öğrenim olanağı buoak; 7 454 nüf. (1990); 6 köy. Merkezi Aksartesk. Hakif); 1 331 nüf. (1990) sağlamak için oluşturuldu. Önceleri kurs biçiminde öğrenim yapılırken 1954-1955 A K Ş A R , Erzurum'un Şenkaya ilçesine ders yılından başlayarak okul düzeyine çı­ bağlı bucak; 3 000 m yükseltide Allahukarıldı. Okullarda, 3 yıllık ticaret lisesi ekber dağlarının kuzey-batı eteklerinde; programları dört yıla yayılarak uygulanır. 11 108 nüf. (1990); 24 köy. Merkezi Ak­ Öğretim, günlük çalışma saatlerinin dışın­ sar (esk. Kosor); 1 808 nüf. (1990). da yapılır. Akşam ticaret liseleri 1983'te A K Ş A R , esk. Balahor, Bayburt ilinde kapatılmış, 1984-1985 ders yılında yeni­ merkez ilçeye bağlı belde; 2 026 nüf. den öğretime açılmıştır. Ankara’da 1, İs­ (1990). Belediye. PTT. Kılıç Köktenin tanbul’da 2, İzmir'de 1 olmak üzere Türkiye'de 4 akşam ticaret lisesi etkinliğim . yörede yaptığı araştırmalarda (1944), ilk tunç çağa tarihlenen bir höyük saptan­ sürdürmektedir. dı. Köy yakınındaki Korgan köprüsü, siv­ AK ŞAMANLAR, şaman rahiplerinden ri kemerli, iki gözlü, kesme taştan bir bölümüne verilen ad. Ötekilerine Ka­ yapısıyla, osmanlı mimarlığının klasik ör­ ra şaman (Kam) denir. Yakutlar, birinci­ neklerindendir. lere Ayı oyun (İyi şaman), İkincilere Abası Â K ŞA R k u m u lla rı, Moritanya’da ku­ oyun (Şeytansı şaman) der. Ak şamanlar mul dizisi, Akyuyt'un kuzeyinde. birçok yönden buddha rahiplerini andırır­ lar. Kara şamanların tersine, şaman kü­ jA K Ş E H İR , İç Anadolu’da Konya iline lahı ve cübbesi giyem ez, davul bağlı ilçe. Akşehir gölünün 8 km güne­ taşıyamazlar. Kanlı kurban ayinlerinde yinde; 94 611 nüf. (1990); 1 442 km2; 2 bulunamaz, karanlık tanrılara ve kötü ruh­ bucak. 33 köy. Merkezi, Konya ilinin 128 lara ayin düzenleyemezler. Ak şamanlar, km kuzey-batı'sındaki Akşehir; 51 746 yalnızca gün aydınlığında aydınlık ruhlar nüf. (1990). onuruna kurban tören ve ayinleri ğüzen• TARİH. Akşehir (Philomelion*), Helleleyebilirler. Kara şamanlar karşısındaki bu nistik dönemde Phrygia tiranı Philomelos kısıtlamalarına karşın, ak şamanlar da tarafından kuruldu, ilk yerleşim alanı bu­ halk tarafından olağanüstü saygı görür­ günkü kentin kuzey-batı’sında, Sultan da­ ler. ğının kuzey yamaçlarındaydı. Kent Roma döneminde Philomelium adını aldı. Müs­ AKŞAMCI sıf. ve a. 1. Akşamları içki iç­ lüman Araplar birçok kez yağmaladıkları meyi alışkanlık edinmiş kimse için kulla­ nılır Adı akşamcıya çıkmak. Ramazan dinlemeyen bir akşamcı. —2. İşi, çalışma saatleri akşama ras.layan ya da akşam­ ları geç yatma alışkanlığında olan kimse için kullanılır



AK ŞA M C ILIK a. Akşamcı olma duru­ mu; akşamcının niteliği.



A KŞAM Kİ sıf. Akşam içinde gerçekle­ şen, akşama ait olan şey tçtn kullanılır:



Dûn akşamki toplantı, yemek. Akşamki kaza. Akşamki sözünü unutma AKŞA M LAM AK gçz. f. 1. Bir kimse sözkonusuysa,günün geç saatine kadar gecikmek; bir işle akşama kadar uğraş­ mak: Hani erken dönecektin, yine akşam-



ladin. Üç gündür akşamlıyor ama boya işini hâlâ bitiremedi —2. Bir yerde ak­ şamlamak, akşamı orada geçirmek: Evi­ ne gitmez, her gün başka bir yerde akşamlardı. ♦ akşamlatmak ettirg. f 1. Bir kimseyi akşamlatmak, onu aec bırakmak ovala­



Sadun Aksüt



Akşehir'den bir görünüm



Akşehir 298



kente Belde-ı Beyza adını verdiler Malaz­ girt savaşı’nın ardından Türkler'in ege­ menliğine giren kent, Selçuklular'dan sonra Karamanoğulları'nın, Eşrefoğulları’nın, Hamitoğullan'nın eline geçti. Os­ manlIlarla Karamanoğulları arasında birkaç kez el değiştirdikten sonra 1466’da kesin olarak osmanlı topraklarına katıldı. • MİMARLIK. Kent antik dönemde ünlü Kral yolu ve daha sonra doğudan batıya uzanan kervan yollan üstündeydi. Roma döneminde kalesi ve hamamı önemliydi. Anadolu Selçukluları döneminde gelişen kentte, günümüze ulaşanların dışında, kaynaklardan bilinen Kadılzzettin medre­ sesi (XIII.yy.), Nasrettinhoca medresesi (XIII.yy.), Şifahane (XIII.yy.), Emiryavi medresesi (XIII.yy.) vardı. Ulu cami’nin yapım tarihi bilinmiyor, ancak 1213’te yap­ tırılan minaresinden önce var olduğu ke­ sindir. Yapı Alaettin Keykubat I zamanında onarılıp genişletildi Mihrap önü kubbesi, buna dikey düz ahşap ta­ vanlı 7 bölümlü ana mekânıyla yapı, Sel­ çuklu dönemi ulu camilerinin özgün örneklerindendir. Sırlı tuğla işçiliği ve çini mozaik bezemeleri önemlidir. Altunkalem mescidi (1223), Güdükminare mescidi (1226, mimarı Mesut bin Abdullah), Küçükayasofya mescidi (1235), Kileci mes­ cidi (XIII.yy.), Kızılca mescit (XIII.yy.) Anadolu Selçuklu mimarlığının taş ve tuğ­ la işçiliği yanı sıra, taş bezeme, çini mo­ zaik süsleme açısından ilginç örnekleridir. Fahrettinalisahipata külliyesi’nden (1250) Taş medrese olarak bilinen yapı, mescit ve türbe günümüze ulaştı. Seyyitmahmuthayrani zaviyesi’nin yapılarından olan Ferruhşah ya da Mahmuthayrani mescidi’ni Kuluzade Ferruhşah yaptırdı (1224). 1268 tarihli türbe, Karamanoğlu Mehmet II zamanında onarıldı (1409). Ahşap işçi­ liğinin önemli örneklerinden olan kapısı Akşehir müzesi'nde, ahşap sandukalar İstanbul Türk-islam eserleri müzesi’ndedir. Şeyhhasan türbesi (1370) taş işçiliğiy­ le dikkati çeker. Kaymakam Şükrü Bey’in yaptırdığı (1905) Nasrettinhoca* türbesi’ nin ortadaki ana türbe bölümü eskidir. A k ş e h ir, A ta tü rk ve E tn o g ra fya m üze si, Akşehir’de müze Tarihsel "Garpcephesi karargâh binası" onarıla­ rak müzeye dönüştürüldü (1966). Müze­ de, Kurtuluş savaşı’nda Atatürk, İnönü, Asım Gündüz ve Garp cephesi’ne ilişkin belgeler, resimler, eşya sergileniyor. Öbür salonlar da Seyyit Mahmut Hayra­ ni, Nasrettin Hoca, Sinanettin-i Akşehiri gi­ bi Akşehirli ünlülere, yöreden derlenmiş etnoğrafyaya ilişkin yapıtlara ayrılmıştır, AKŞEHİR gölü, Konya-Afyonkarahisar illeri arasında göl; Akşehir ilçesinin kuze­ yinde. 110 km2. Denizden yüksekliği 953 m. Derinliği sularının en kabarık olduğu zamanda yaklş. 4 m. Dördüncü Zaman' ın daha nemli döneminde Eber gölüyle birleşerek tek bir göl haline geldi. A k şe h ir Taş E se rle r m üzesi, Akşe­ hir’de müze. Anadolu Selçuklu veziri Sa­ hip Ata’nın yaptırdığı Taş medrese'de açıl­ dı (1961). Avluda ve kubbeli odada Ro­ ma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönem­ lerinden yazıtlar, mezar taşları, mimarlık kalıntıları sergileniyor, Selçuklular'dan kal­ ma yazıtlı ve resimli mezar taşları döne­ min taş işçiliğini yansıtan özgün örnekler­ dir. AKŞEM SETTİN (Mehmet Şemsettin bin Hamza), türk din bilgini ve hekim (Şam 1389-Göynük, Bolu, 1459). Baba­ sıyla birlikte Suriye'den gelerek Samsun’ un Kavâk ilçesine yerleşti (1396-1397). Babasının ölümünden sonra Çorum’un Osmancık ilçesine giderek Şeyh Bedret­ tin’den ders aldı, müderris oldu. Tasav­ vufa yöneldi, Hacı Bayram Veli'ye bağ­ lanarak halifesi oldu. Tıp ve eczacılık ala­ nındaki çalışmalarıyla Lokman-ı sâni sa­ nını aldı, Beypazarı ve Göynük’te tarikat şeyhi ve hekim olarak çalışmalarını sür­ dürdü. Hacı Bayram Veli’nin tavsiyesiyle



Murat II tarafından, şehzade Mehmet I!' ye (Fatih) hoca olarak Edirne'ye çağrıldı. Fatih’in eğitiminde önemli rol oynadı, onunla birlikte İstanbul kuşatmasına ka­ tıldı Bu sırada Ebu Eyyüb el-ensâri’nın gömütünü bulduğu öne sürülür Fetihten sonra Göynük'e döndü ve burada öldü. Ruh hastalıklarına ilişkin Maddet ül-hayat ve bulaşıcı hastalıklar konusunda gerçek­ çi bir yaklaşıma yer vermesi nedeniyle de­ ğerli olan Kitab Cıt-tıb adlı iki türkçe yapıtı vardır. Arapça yazdığı Hail üt-müşkilat, Risâlet ün-Nûriyye ve Makamat ükevliya adlı yapıtlarıysa tasavvufa ilişkindir. A k ş e m s e ttln m en a kıb ı, Şeyh Emir Hüseyin Enisı’nin, Mehmet H’nin hocası Akşemsettın’ın menkıbelerini topladığı ve onun tasavvufı görüşlerini anlattığı yapı­ tı. Düzyazı olarak kaleme alman bu küçük hacimli kitabın ilk bölümünde Akşemsettın’in halife Ebubekir'e uzandığı kabul edi­ len soy bağı ile memleketi olan Göynük ailesi, keramet sahibi babası, yaşamı hak­ kında bilgi verilir. Daha sonra onunla ilgi­ li 47 menkıbe sıralanır. XVII. yy.'da sade düzyazı ile kaleme alınan yapıtın sonları­ na doğru, Akşemsettin’in tarikat bağını gösteren bir vakıfname ile mensup oldu­ ğu bayramıye tarikatı hakkında açıklama­ larda bulunulur. Menakıbın sonunda, Akşemsettın’ın oğlu Hamdullah Hamdi hak­ kında geniş bilgi vardır ( • Kayn.) AKŞIN sıf. ve a. ALBİNO'nun eşanlamlı­ sı.



—Zootekn. Akşın göz, iris kısmı tamamen ya da kısmen pigmentsızleşen ve diğer pigmentsiz kısımların üzerinde beyaz ya da boz renkte görünen at gözüne denir. ÂK ŞIR Â Y (Fethi), türk zoolog (İstanbul 1916). İstanbul Üniversitesi biyoloji bölümü'nü bitirdi (1944). Zooloji ki' süsüne asistan atandı Prof. Kossvvig ile birlikte Hidrobiyoloji araştırma enstitüsü’nün ku­ ruluş çalışmalarında bulundu (1950). Avusturya’da yapay balık Cıreti'r>; ve ba­ lıkçılık konusunda uzmanlık çalışması (1960-1961),Hidrobiyoloji araştırma ens­ titüsü içsular araştırmaları bölüm başkan­ lığını (1961-1978) yaptı. Türkiye’nin göl, baraj gölü, lagün ve akarsularındaki ve­ rim değerlerinin artmasına; yapay balık­ çılığın yaygınlaşmasına katkılarda bulun­ du. Türkiye deniz balıkları ve tayin anah­ tarı (1987) adlı kitabı vardır. AK ŞİN (Sina), türk tarihçi (Lahey 1937). Hukuk fakültesi’ni bitirdi. 1969(da asistan, 1975’te doçent oldu. Ankara Üni­ versitesi siyasal bilimler fakültesi kamu yö­ netimi bölümünde öğretim üyesi. Yapıt­ ları; 31 n a rt olayı (1970), İstanbul hükü­ metleri ye milli mücadele (1976), Jön türk­ ler ve İttihat ve Terakki (1980). A K Ş İT (Muhammet bin Tugac) [?-Şam 946] İhşidiler devletinin kurucusu (935946). Akşit adı eski Fergana hükümdar­ larına verilen Ihşit unvanından gelir. Ba­ bası ve büyükbabası da halifelerin hizme­ tinde çalışmıştı. 896'da Suriye, 935’te Mı­ sır valiliğine atandı. Mısır’ın karışık duru­ muna son vererek İhşidiler devletinin te­ mellerini attı. Abbasi halifesi Razi'den Ihşit unvanını aldı. Suriye’yi ele geçirmek için abbasi emirlerinden İbni Raık ile; İb­ ni Raik’in ölümünden sonra da Hamdanıler ile savaştı, burayı da topraklarına kat­ tı (942). A K Ş İT (Baha), türk siyaset adamı (Acı­ payam 1914), Tıp öğrenimi gördü. De­ mokrat parti hareketine katıldı, Denizli mil­ letvekili seçildi (1950-1960). Tahkikat ko­ misyonu üyesi olarak 27 Mayıs'tan son­ ra Yassıada’da yargılandı, oy çokluğuy­ la idam cezasına çarptırıldı. Cezası Milli birlik komitesi tarafından müebbet hapse çevrildi (1961). Kayseri cezaevi'nde yat­ tı. Bağışlandı (1965). AP’den Denizli se­ natörü seçildi (1975-1980). AKŞOBHYA-BUDDHA (sansk. söze.) ya da AŞUKU-BUTSU (|ap. söze.), de­



ğişmez Buddha. Manevi aydınlanmaya ulaştıktan sonra Myoki’de kendi "mutlu­ luk ülkesi "ni kurdu; burada bugün de buddhacı öğretiyi yaydığı söylenir Tahtra buddhacılığında, altın renginde, sol eli yumruk biçiminde sıkılmış, sağ eli yerde ve ağzı kutsal hece (bicamantra) hum'u söylerken gösterilir. AK T - E D İ M AKTA çoğl. a (ar. katı''nin çoğl. akta') Esk. 1. Kesilmeler, bölünmeler.—2.kes­ meler, kırmalar, ayırmalar. —ikt. tar. - IKTA AK TÂ B çoğl. a. (ar. kutb'un çoğl. aktab) Esk. 1 . Kutuplar.—2. Bir topluluğun başında bulunanlar, tarikat kurucuları, uluları; "Niçe aktâb, niçe arif-i billah gelir /Dergeh-i pire veli ben gibi hemdem gelmez" (Hemdem Çelebi, XIX. yy.). A K T A İ O N , Yun mit Avcı, Arıstaıos'un



oğlu. Kheiron tarafından yetiştirildi. Eski öykülere göre, Artemis’i yıkanırken gör­ düğü için geyik biçimine sokuldu ve ken­ di köpekleri tarafından parçalandı. ÂKTAM AR



-A



kdam ar



AKTAR ya da ATTAR a. (ar. 'attar, ko­ ku satıcısı'ndan). 1, Çeşitli baharatla bir­ likte şifalı ve sağlığa yararlı bitkiler satan kimse —2. Bu türlü malların hazırlandığı ve satışa sunulduğu dükkân. (Bu dükkân­ larda tütün, iğne, iplik, zarf vb. küçük şey­ ler de satılırdı.) AKTÂR çoğl. a. (ar. kutr'un çoğl. aktar). Esk. 1. Çaplar. —2. Taraflar, yanlar, böl­ geler. ” Filhakika; yedi asırdan beri ciha­ nın muhtelif aktarına sevk ederek, kanla­ rını akıttığımız, kemiklerini, topraklarında bıraktığımız..." (M. K. Atatürk). AKTARAÇ a. Yörs. Sacın üzerindeki yufkayı çevirmeye yarayan demir ya da tahta aygıt. (Değişik yörelerde akdaraç, akdıraç, aktırgaç, aktaracak biçimlerinde de kullanılır.) AKTARAN sıf. Dilbil. Dilsel aktarımlar­ da bulunan bir dil için kullanılır. AKTARICI a. Çatı kiremitlerini yenileye­ rek onaran kimse. —Aktar. Aktarıcı araba, vagon ve loko­ motifleri bir hattan ötekine ve bunlara dik olarak geçirmeye yarayan aygıt. (Aktarı­ cı, uçlarında tekerlekler bulunan bir iske­ letten oluşur ve tekerlekler hatlara dik iki ray üzerinde yürür. Bu aygıt, elektrik ya da ısıl bir motor yardımıyla yer değiştirir. Motor, ayrıca vagonların çekilmesi için bir vinci de harekete geçirir. Zeminle aynı dü­ zeyde ya da çukurda çalışan aktarıcılar kullanılmaktadır.) —Radyotekn Bir ana vericinin yayınını akta an, genellikle zayıf güçte radyo ya da televizyon vericisi; kipleyen işaretler p i­ lot verici adı verilen başka bir vericinin ya­ yını alınarak elde edilir. (Bk. ansikl. böl.) ]! Telgraf aktarıcısı, bir desteğe, örneğin delikli banta kaydedilmiş telgraf işaretle­ rini yayınlamaya yarayan aygıt. —Telekom. Çağrı aktarıcısı, yerinde bu­ lunmayan bir aboneye gelen telefon çağ­ rılan™, bu abonenin ulaşabileceği başka bir telefon cihazına bağlama olanağı ve­ ren aygıt. —ANSİKL. Radyotekn. Radyo ve televiz­ yon aktarıcıları, bir ana vericinin metrelik ya da desimetrelik dalga boylarında yap­ tığı yayını çok güç alan, hatta hiç izleye­ meyen bölgelerde kurulur. Bu bölgeler ya ana vericinin yayın alanını maskeleyen engebeler yüzünden gölgede kalan ya da aşırı parazitten etkilenen yörelerdir. Öte yandan aktarıcı, daha pahalı olan hertz demetini kullanma zorunluluğunu ortadan kaldırır ve çoğunlukla alınan ka­ naldan farklı bir frekans kanalından yayın yapar. AK TARILM AK - AKTARMAK. AKTARIM a. Aktarmak eylemi; geçir­ me, iletme. —Bilş. Bellek özelliği olan iki fiziksel yer­



leştirme öğesi arasında bilginin yer değiş­ tirmesi. —Biyol. Ana babaya ait bazı özelliklerin kalıtım yoluyla yavruya geçmesi. —Dilbil. Bir dilin başka bir dilin anlamlı öğesini (genellikle bir sözcüğü) kendi bünyesine katma süreci; dile bu biçimde katılan öğe. (Bk. ansikl. böl.). ||Kimi FinUgur dillerinde, bir durum değişimini, bir sürecin sonucunu anlatan durum. ||S/n/f aktarımı, bir dilbilimsel birimi bir dilbilgisi sınıfından bir başkasına geçirme işlemi. (Örn. Gökyüzünün mavisi diziminde yer alan "mavi" aktarım işlemiyle sıfat sınıfın­ dan ad sınıfına geçirilmiştir.) Geleneksel dilbilgisinde “ yanlış türetme" adı verilen aktarım kavramı L. Tesniere’in kuramın­ da önemli bir yer tutar. —Foto, içinde görüntü bulunan bir duyar­ lı katmanla kaplı bir fotoğraf kâğıdından ya da altlığından, başka bir alıcı altlığa kontak kopya alma; bu işlem sonucunda, mekanik, ısıl ya da kimyasal aktarmayla ilk görüntünün bir fototipi elde edilir. || Yayınım-aktarım işlemlerinde, kimyasal tepkimelerle sağlanan renk göçü. ||Değişme aktarımı, bir duyarlı katman ya da objektifle elde edilen görüntünün niteliğin­ deki değişikliği değerlendirmeye yarayan ölçme tekniği; bu değerlendirme uzam­ sal frekansa, yani bir mira'da milimetre başına düşen çift çizgi sayısına göre ya­ pılır. (Gittikçe daralan ve belirli ölçülere göre çizilmiş almaşık beyaz ve siyah çiz­ gilerden oluşan bu mira’nın bir objektif ya da başka bir katmanla görüntüsü alınır; sonra, elde edilen görüntü incelenerek mira ile karşılaştırılır ve kayıp oranı belir­ lenir.) —Müz. Bir yapıtın ya da bir parçanın ses­ lerini, aralıkları ve seslerin sürelerini de­ ğiştirmeden bir eksenden bir başkasına taşıma. (Eşanl. G Ö Ç Ü R Ü M .) [Bk. ansikl. böl ] ||Aktarım çalgısı, temel sesi do ol­ mayacak biçimde yapılmış üflemeli çal­ gı. (Orkestrada, öbür çalgılardan ayrılır, çünkü, her zaman do tonunda yazılmış olan kendi partisindeki notaları çalarken, o notalardan başka bir ses çıkarır.) ||Ak­ tarım klavyesi, harmoniumda, dillere gö­ re, yanlamasına yer değiştiren klavye. (Böylece, otomatik aktarımla, aynı tuşla­ ra basılarak, bir parçanın başka bir tona­ litede çalınması sağlanır.) —Psikan. Geniş anlamda, birincil süreç­ ler uyarınca, bir ruhsal tasarıma yönelik yatırım niceliğinin, bir başka ruhsal tasa­ rıma kayması. || Hastanın, aşk ya da duy­ gu bağlılıklarında, bir kişinin yerine, da­ ha eskiden tanıdığı ve daha önemli bir ki­ şiyi koyması; öznenin dışında bir libido nesnesine yatırım yapabilme yeteneği (psikanaliz tedavisi için gerekli olabilir) [Bk, ansikl. böl.] (Aktarım nevrozu, Freud’a göre, narsis nevrozlarına karşıt ola­ rak, hastada aktarım olanağını ve dolayı­ sıyla psikanaliz tedavisinden geçebilme durumunu sağlayan psikonevroz. Akta­ rım nevrozu, psikanaliz tedavisindeki has­ tanın, aktarım yapmaya başladığı sırada, bir gerçek nevrozdan kaynaklanarak or­ taya çıkar ve gelişir. (Bu durumda, psika­ nalizci, hastanın aktarım nevrozunun ne­ deni olabilir ve böylece, hastaya, kendi tedavi etkinliğini ve psikanaliz uygulama­ sını kısıtlamak için yaptığı yinelemeleri açıklayabilir.) —Sesbilg. Aktarım işlevi, ses yolunun süzme etkisi. (Sözün oluşmasına katılan çeşitli ses kaynaklarının akustik özellikle­ rindeki bir değişiklikle belirir.) —ANSİKL. Dilbil. Aktarım, dillerin her tür­ lü etkileşiminin en önemli toplumbilimsel olgusudur. Sözlüğün zenginleşmesinde ve dillerin evriminde önemli bir etkendir. Kimi aktarımlarda, hiç değilse başlan­ gıçta, yabancı biçimi aynen koruma eği­ limi vardır. Aktarılan sözcüğün, aktaran dilin, sessel ve biçimsel modellerine uy­ gulanması, duruma göre değişir: örneğin, arapça “ alim” sözcüğünün çoğulu (ule­ ma) zamanla türkçenin dilbilgisi kuralla­



rına uygun olarak değişikliğe uğramıştır



oenıyıe aktarm a ışıernmac-



____



.



(alimler). Söyleyişe ilişkin duraksamalar mi. ortaya çıkabilir; -er ile biten İngilizce söz­ —Deniz huk. Sözleşme uyarınca ya da cükler [£r] ya da [er] biçiminde söylene­ zorunlu bir nedenle yükün bir gemden bilir: miksır ya da mikser. başka bir gemiye geçirilmesi. (Bk. ansikl. Bazı durumlarda, aktarım yalnızca bi­ böl.) ‘ çimsel olabilir: yabancı ses düzenli söz­ —Dilbil. Doğal olârak yan tümcede yer al­ cük, kaynak dilde hiç varolmayabilir ya ması gereken bir terime temel tümcede da tamamen farklı1bir anlamda olabilir: yer vermeye dayalı sözdizimsel yöntem Türkçeye spikerbiçiminde geçen İngiliz­ (örn. Bu adamı gördün mü, ne kadar iril). ce speaker sözcüğünün radyo ile hiç bir —Dy. Aktarma sistemi, motor, çubuk, ilgisi yoktur. Aktarım, yalnızca anlamsal kablo ve makara gibi öğelerden oluşan da olabilir; daha önce varolan bir sözcü­ ve devinimi bir makas ya da işaretleme ğe yeni bir anlam ekler: (örn. türkçe yıl­ aygıtına ileten sistem. dız sözcüğü İngilizce star, fransızca etoi—Esk. denize. Osmanlı imparatorluğu le sözcüklerinin etkisiyle “ tanınmış parlak döneminde, bir deniz savaşı sonunda sinema sanatçısı” anlamını da kazanmış­ düşmandan ele geçirilen ve zafer simge­ tır.) Diğer bir aktarım biçimi de, yabancı si olarak deniz üssüne getirilen tekne. || bir deyimin çevrilmesi yoluyla yapılan ak­ ince d o n a n m a ' y a bağlı yelkenli ve kürekli tarmadır, örneğin balayı (ing. honey moküçük bir osmanlı gemi tipi. on’dan) ya da göktırmalayan (amer, sky —Güz. sant. XVIII. yy.’da bulunmuş res­ scraper’dan). Son olarak, yabancı kökenli torasyon tekniği; bir resmin özgün altlığı­ sosyokültürel gerçeklikleri belirten ve ihnın yerine yeni bir altlık koymak. tayaçtan doğan aktarımlar (viski, kovboy) —Haritc. Harita aktarma, saydam işleme ve dilde yaşayan bir türkçe sözcüğün ya­ desteğini kaplayan saydamsız ya da nı sıra, yabancı bir sözcüğün de dilde do­ renkli katmanın kimi bölümlerini bir el ale­ laşımına yol açan "lüks" aktarımlar (restiyle kaldırmayı amaçlayan grafik işlem. taurant, lokanta ve aşevi) sayılabilir. Dilin (Harita aktarma kolayca çoğaltılabilen bir arılığını korumaktan yana.olan dilbilgicinegatif belgeyi doğrudan elde etme ola­ lerin en çok karşı çıktıkları aktarım tipi de nağı verir.) bu sonuncusudur. - iğ . işi.İlmik aktarma, örgüde bir ilmiği, —Müz. Aktarım, ya seslendirilecek par­ bir tığdan öbürüne örmeden kaydırma. çanın notası, başka bir perde üzerinde —Kamu mal. Aktarma, devlet bütçesi yeniden yazılarak ya da sol baştaki pnahiçinde hesap hareketi. (Ödenek aktarma­ tar, başka bir anahtarmış gibi, nota oku­ sı, bütçe tahminlerinin tutmadığı durum­ nurken değiştirilerek yapılır. Sanatçının larda, bazı bğlpm ya da maddelerden ke­ ses genişliğiyle, seslendireceği parçanınsinti yapıjgr^ljg aynı miktarın ödenek yet­ kini birbirine uydurmak amacıyla, sözlü meyen bpfüm-ya da maddelere eklenmüzikte çok kullanılır. Belli bir çalgı için meşi. (Ski. ansikl. böl.) yazılmış bir yapıtın, başka bir çalgıyla ses—Mak. san. Kablo, dişli düzeni, kayış, lendirilmesi de aktarım gerektirebilir: Ak­ zincir ya da eklemli siştem yardımıyla-bir tarım çalgılarının doğallıkla yaptığı bu uy­ organın devinimini öbürüne iletme. — gulama, belli bir biçimde uygulanan bir ■"Devinimi iletmeye yarayan organ ya da besteleme işlemi de olabilir (bir fügde' ya­ organların tümü. (Eşapl. İLETİM, TRANS­ nıt). Dizisel müzikte aktarım,, bir dizinin de­ M İSYON.),, jjgükülggn aRjarma, bir maki­ ğişkelerini elde etmeye yarâr.. nenin iki parçası âraşınaa'devinimi iletme­ —Psikan. “ Aktarım” terimi, psikanalizci­ ye yarayan mefeanjk düzenek. (Manye­ nin ya da psikanaliz uygulamasının has­ tik aktarma dûze'rii, iki. organ arasındaki tada uyandırdığı aşk ve nefret duyguları­ devinimi elektromanyetik kuvvetlerle ak­ nı belirtmek için psikanaliz tekniğinin ge­ taran düzenek. _ JU reksinim duyduğu bir sözcük olarak or­ —Matbaac. D EĞ İŞTİRM E’ njri eşanlamlısı. taya çıktı. Böylece, aktarım, psikanalizci­ Klasik çukurbaskı (tifdrutğTt|()plan yapı­ nin, hastanın daha önceki çocukluk ya­ mında, pozitif filmlerin montâj^altında ışık şantılarının yinelenişini saptamasını ve es­ verilmiş jelatin katmanını silindir üzerine ki, ama sürüp giden duygusal bağlardan taşımaya dayanan işlem. (Aktarma har­ kurtulması için bu yaşantıları yorumlayıp fi, kopya yoluyla dizgide kollanılan harf. açıklamasını sağlar. —Muhs. Paranın bir kasadan diğerine devredilmesi. ,, '• „ A K TARIM SAL sıt, Psikan. AKTARIM’a —Nöroanat. Aktarma yeri; İtri nöron ara­ ilişkin. sında bağlantı sağlayan sinirsel yapı. (Ge­ AKTARİYE a (ar 'atfari’den 'aktariye)■ nellikle sinirsel çekirdeklere "aktarma yeri” denir. Örneğin talamus, duyu yol­ 1. Aktarlık. —2. Aktarın sattığı şeyler. ları üzerinde bir aktarma yeridir.) AKTA R LIK a. Aktarın uğraşı: Geçimini —Oto v e Bisikç. TR A N Ş M İS Y O N ’ u n e ş a n ­ aktarlıkla sağlamak. la m lıs ı. —Petr. san. Aktşjfpa hattı, bir rafineri ku­ AKTARM A a. 1. Aktarmak eylemi — 2. lesinin çıkışını tepkime ya da işlemVayYolun belirli bir noktasında taşıt yada hat gıtına bağlayan boru dü?şni. değiştirme. —3. Alıntı: Bu aktarmalar ya­ —Polim. Polimerleşme sırasında makropıta bir şey katmıyor. —4. Ekin kaldırılan molekül zincirinin büyümesine eşlik eden tarlayı sürme işi: Tarlalarda bahar aktar­ ikincil tepkimelerden biri. \\Aktarmayla ka­ ması yapıldı. —5. Aktarma yapmak, bir lıplama, plastik maddeyi ayrı bir kapta yu­ şey aktarmak ya da yolculukta taşıt de­ muşattıktan sonra basınçla kalıba basa­ ğiştirmek: Bütçede bir fasıldan başka bir rak yapılan kalıplama. fasıla yapılan aktarmalar, iki durak sonra —Ruhbil. Bir bağıntının akılda tutulması­ aktarma yapacaksınız. nı içeren öğrenme ya da algı olayı. —Aktar. Çatallı iki kaldırıcı arabanın birin­ —Siber. ve Telekom. Aktarma admitandeki yükün ötekine iletilmesinden yarar­ lanan yatay yükleme-boşaltma sistemi. || sı, sinüzoidal bir çıkış akımıyla, girişte ona denk düşen sinüzoidal gerilim arasında­ Aktarma aygıtı, gereçlerin ya da yüklerin ki orana eşit aktarma fonksiyonu. (Eşanl. yerini yatay ya da düşey olarak değişti­ T R A N S A D M İT A N S .) (Aktarma empedansı, ren ve bu sırada gerekli insan gücünü sinüzoidal bir çıkış gerilimiyle, girişte ona azaltan ya da bütünüyle ortadan kaldıran denk düşen sinüzoidal akım arasındaki her tür aygıt ya da makine. (Bk. ansikl. orana eşit aktarma fonksiyonu, (Eşanl. böl.) TRANSEM PEDANS.) (Aktarma fonksiyonu, —Bilş. Belleğe aktarma, bir bilgiyi belle­ bir ikikapılının çıkışındaki sinüzoidal bü­ ğe geçirme işlemi. yüklükle, girişte ona denk düşen sinüzoi­ —Çağ. sant.Fotoğraf aktarması, bir fotoğ­ dal büyüklük arasındaki karmaşık oran. rafın bir tuvale, bir baskı kalıbına aktarıl­ (Eşanl. TRA NS M İTA NS .) ması. —Tek. res. Ölçü aktarması, fonksiyonel —Denize. Bir malın ya da bir yükün, bir kotlamada, kotları ve toleranslarını belir­ yerden başka bir yere taşınması. (Aktar­ lemede kullanılan yöntem. ma gemisi, yükün boşaltılacağı limanın —Teknol. Aktarma kabı, supaplı ya da gemi için uygun derinlikte olmaması ne-



aktarma pistonlu sürekli kapama aygıtı; bu aygıt gazlı sıvıları taşıyıcı kaplara aktarmakta kullanılır. Aktarmayla yapıştırma, film ha­ linde bir gereci geçici bir destek üstüne sürdükten sonra kalıcı desteğine aktarma işlemi. | Aktarma zinciri, bir dizi aktarmalı takım tezgâhı içeren sanayi kuruluşu; ku­ ruluşta işlenen parçalar bir makineden di­ ğerine otomatik olarak geçer, (Eşanl.



300



TRANSFER ZİNCİRİ.)



—Tekst, ipliği masuradan bobine ya da çileden bobine geçirme. —Büyük iplik bobinini, özel makinelerle küçük bobin­ ler haline getirme, —iplik makinelerinden gelen masuralar üzerindeki ipliğin, baş­ ka bir masura ya da bobine geçirilmesi. —Dokuma sırasında, karta geçirme so­ nuçlarının tümünü ya da bir bölümünü doğru ve ilmik ilmik yeniden üretme. A k ­ tarma parçası, mekanik armürlerde ve Jakar tezgâhında eksen milinin düşey des­ teği. || Atkı aktarma, atkı ipliğini bir bobin üzerine sarma işlemi. ||Çözgü leventine aktarma, dokuma tezgâhına takılacak çözgü leventinin üzerine birçok çözgü di­ limini yerleştirmeye dayanan işlem; çöz­ gü dilimleri ya bölümlü ya da tamburlu çözgü tezgâhında çözülür. —Zootekn. Embriyon aktarma, döllenme­ den sonra, embriyon ya da embriyonları verici denen bir dişinin dölyatağından alıp doğuncaya kadar gelişmek üzere, alıcı denen bir ya da birçok dişinin dölyatağına aktarmayı öngören yapay üretim yön­ temi. (Bk. ansikl. böl.)



Salih Zeki Aktay Dergâh arşivi



♦ sıf. Aktarılmış olan şey için kullanılır: Aktarma bilgi. Aktarma bölümler kitabın bütünlüğünü bozuyor. —ANSİKL. Aktar. Aktarma, uzun yer de­ ğiştirmede uygulanan taşıma'dan farklı­ dır; bununla birlikte, yük teleferiği, yürü­ yen halı gibi kimi aktarma aygıtları orta, hatta önemli uzaklıklar arasında yük taşı­ maya yarar. Mal üretimini, yükleme, bo­ şaltma ve depolama düzenini hızlandır­ mak için aktarma işlemi gittikçe daha iyi örgütlenmekte ve makineleştirilmektedir; böylece, sanayi ve ticaret alanlarında yü­ zeyin ve özellikle hacmin daha iyi kulla­ nılmasının yanı sıra maliyet önemli ölçü­ de düşürülmektedir. —Deniz huk. Aktarma, önce boşaltmayı sonra da yüklemeyi kapsayan bir işlem­ dir. Kural olarak yükün, yüklenen ya da kararlaştırılan gemiyle taşınması gerekir. Aksine davranış, sözleşmeye aykırılık sa­ yılır. Zorunlu nedenler dışında, taşıtanın izni olmadan yükün başka bir gemiye ak­ tarılmasından doğan zarar taşıyana aittir. Taşıma sözleşmelerinde, taşıyan aktarma yetkisini almışsa yükü başka bir gemiye aktarabilir. —Kamu mal.Ödenek aktarması'nda iki durum sözkonusudur. Bunlardan birinci­ si, aynı bölüm içinde maddeden madde­ ye ödenek aktarmasıdır. Bu durumda, il­ gili bakanın önerisi ve maliye bakanının onayı gerekir. Diğeri, bölümden bölüme yapılan aktarmadır. Bu ikinci durumda, parlamentonun karar vermesi zorunludur. Bütçe yasası bölümler itibariyle oylandı­ ğı için, bütçe yıl içinde bir bölümden öde­ nek azaltıp, azaltılan miktarın diğer bölü­ me eklenmesi de parlamentonun kararı­ nı gerektirir. Ancak, Muhasebei Umumi­ ye kanunu aktarma yapılamayacak du­ rumları şöyle saptamıştır: 1. Maaş ve üc­ ret tertiplerinden diğer masraf tertiplerine aktarma yapılamaz. —2. Aktarma yapı­ lan tertipten diğer tertiplere aktarma ya­ pılamaz. —3. İhtiyat ödeneğinden akta­ rılan tertiplerden bir başka tertibe aktar­ ma yapılamaz. —Şarapç. Aktarmalar kötü bir koku ve ta­ da neden olan maya ve bulandırıcı mad­ deleri şaraptan ayırmak için yapılır. Üç aşamada gerçekleştirilen bu işlem aynı zamanda olgunlaşmaya yardım eder Bi­ rinci aktarma, mayalanmadan sonra tor­ tunun oturmasıyla bir dereceye kadar du­ rulan şaraba havalı olarak uygulanır. Bu aktarma sırasında şarap gereği kadar kükürtlenir. Bundan sonra dinlendirilen şa­



rapta, önceki kadar olmamakla birlikte tekrar tortu meydana gelir. Bu da ikinci bir aktarmayı gerektirir, ikinci aktarma, norma! hafif şaraplarda havasız, ağır ve tatlı şaraplarda havalı yapılır. Yine duru­ ma göre hafif, orta ya da kuvvetli bir kü­ kürtleme uygulanır. Dinlendirme sürdürü­ lürse üçüncü bir aktarma daha yapılır. Bundan sonra şarabı yılda bir kez aktar­ mak yeterlidir. —Zootekn. Embriyon, Aktarma tekniği, genetik değeri yüksek olan dişilerdeki yu­ murta stokunu sonuna kadar kullanmak ve böylece genetik ilerlemeyi hızlandır­ mak clanağı verir. Embriyonların alınma­ larından aktarılmalarına kadar geçen sü­ re içinde birkaç gün dondurulmalarını sağlayan teknik gelişmektedir ve bu ge­ lişme aktarmanın daha ilerlemesine ve daha yaygın olarak kullanılmasına olanak hazırlayacaktır; öyle kı hem uluslararası değiş tokuşlarda (dondurulmuş embriyon alışverişi), hem hayvancılık işletmelerin­ de bu tekniğe yer verilebilecektir (kaliteli hayvan elde etme, isteyerek ikiz dana üretme, çok azalmış ya da tükenmekte olan ırkların korunması). AKTARM ACI a. Aktarma işini yapan kimse. AK TA R M A C ILIK a. 1. Aktarma işi. —2. Başkasının ürünü olan bir şeyi, bir düşünceyi aktarma: Sanatta esas otan ak­ tarmacılık değil yaratıcılıktır. Azgelişmiş ül­ keler sadece teknoloji aktarmacılığıyla kalkınamazlar. AKTARMAK g. f. 1. Bir şeyi (bir yerden) bir yere aktarmak, onu (bir yerden) baş­ ka bir yere geçirmek, taşımak; bir suyun gidiş yönünü değiştirmek: Şarabı fıçılara aktarmak. Arabası bozulunca yükü baş­ ka bir arabaya aktardı. Suyu kendi tarla­ sına aktarmak. —2. Bir şeyi bir kimseye aktarmak, onu o kimseye geçirmek, öğ­ retmek, vermek: Deneyimlerini torunları­ na aktarmak Ustanın çırağına aktardığı bilgi. —3. Bir bilgiyi, bir haberi (bir kim­ seye, bir topluluğa) aktarmak, onu (onla­ ra) iletmek, anlatmak, duyurmak, naklet­ mek: Gezi izlenimlerini aktarmak. Onun aktardığına göre benden pek hoşlanmıyormuşsun. —4. B/r parayı, hesabı bir başka hesaba aktarmak, onu bir kaynak­ tan ötekine geçirmek: Vadesiz hesabını­ zı vadeliye aktaralım mı? —5. Bir şeyi (so­ yut) bir şeye aktarmak, onu sanat aracılı­ ğıyla ortaya koymak: Acılarını şiirine ak­ tarmak. Duygularını müziğe aktarmak —6. Bir şeyi (somut) bir şeye aktarmak. başka bir tekniğe uyacak biçimde değiş­ tirmek; uyarlamak: Bir romanı, tiyatroya, sinemaya aktarmak. —7. Bir şeyi (bir kim­ seden. bir yapıttan) aktarmak, onu kendi yazısında, yapıtında kullanmak: Bu dü­ şünceyi nerden, kimden aktardınız? — 8. Bir şeyi (bir dilden) bir dile aktarmak. onu başka bir dile çevirmek: incıl'ı türk­ çeye aktarmak Bir romanı türkçeden İn­ gilizceye aktarmak —9. Dam. çatı kire­ mit aktarmak, kırık kiremitleri yenileyerek onarmak. —10. Toprağı, harcı vb. aktar­ mak, onları havalandırmak, karıştırmak için altüst etmek. —11. Esk. Bir kimseyi aktarmak, onu yenmek, yere sermek, alt etmek: "Ey nice aslanları akdarur ölüm (Yunus, XIII,-XIV. yy ). "Ben anın bahadır­ lar aktardığın gördüm "(Anter, XIV. yy ). —Bilş. Belleğe aktarmak, bir bilgiyi bel­ leğe geçirmek. —Elektrotekn. Devre aktarmak, elektrik akımını bir devreden kesip öbürüne ver­ mek. —inş. Dam aktarmak, bir yapının çatı ör­ tüsünü elden geçirerek, kırık ya da bozuk kiremitlerin yerine sağlamlarını koymak. —Müz. Bir yapıt ya da bir parçaya akta­ rım işlemini uygulamak. —Psikan. Bir nesne üzerine aktarım yap­ mak. —Şarapç. Şarap ya da başka bir içkiyi, tortusundan ayırmak için, tortu birinci kapta kalmak üzere bir kaptan başka ka­ ba boşaltmak.



—Topogr. Arazide ölçüm yaptıktan son­ ra, kâğıt üstüne çizmek. —Verg. huk. Bir verginin ya da bir res­ min yükünü başka vergilere ya da resim­ lere nakletmek. aktarılmak edilg. f. Aktarmak eyle­ mine konu olmak: Havuza aktarılan su. Dam bu yaz aktarılacak. Bu kitap türkçe­ ye, fransızca aslından aktarıldı. —Kaynakç. Kaynakta ya da kesmede kullanılan bir ark ya da ark plazmasından söz ederken, doğrudan doğruya elektrot­ la işlenen parça arasına yerleştirilmiş ol­ mak. (Eşanl. TRANSFER EDİLMEK.) aktartmak ettirg. f. Bir şeyi aktartmak, o şeyin aktarılmasını sağlamak. AKTARM ALI sıf. Belirlenmiş bir durak­ ta, taşıt ya da hat değiştirilerek yapılan yolculuk; bu biçimde yolculuk yapan kim­ se için kullanılır: İzmir aktarmalı seferleri­ miz başlamıştır. Aktarmalı uçak yolculu­ ğu. Aktarmalı bilet. Aktarmalı yolcular, lüt­ fen taşıt değiştirmeye hazır olunuz. AKTARMASIE sıf. Taşıt değiştirmeden yapılan yolculuk; bu biçimde yolculuk ya­ pan kimse için kullanılır; Turizm mevsimin­ de, aktarmasız seferlerimizden yararlanı­ nız. Aktarmasız yolculukları tercih ederim. Aktarmasız yolcular gümrüğe girmeye­ cekler. AK TA R TM AK - AKTARMAK, AK TA Ş, Antalya’nın Kumluca ilçesinde­ ki Gagai’ antik kentinin bulunduğu yerin adı. A K T A Ş , esk. Andaval, İlkçağ da Andabalis, Niğde'nin merkez ilçesi, mer­ kez bucağına bağlı köy; 1 931 nüf. (1990), Köy yakınında bazilika kalıntısı. A K T A Ş , Hatay ilinde Kumlu ilçesine bağlı belde; 1 975 nüf. (1990). Â K YA Ş (Hüseyin), türk atlet (Erzincan 1941). Maratona 1961’de başladı. Akde­ niz oyunları’nda üçüncü (1963), ikinci (1971); Balkan oyunları'nda ikinci (1966, 1968, 1969, 1971), birinci (1970, 1972, 1973) oldu, Ankara Uluslararası 19 Ma­ yıs maratonu’nu (1973-1974) ve çeşitli Türkiye birinciliklerini kazandı. A K T A Ş g ö lü , esk Hozapin gölü, Do­ ğu Anadolu'da Çıldır'ın (Ardahan ili) ku­ zeyinde Türkiye-Ermenistan arasında göl. 27 km2 (14 km2’si Türkiye'de). De­ nizden yüksekliği 1 794 m. A K T A Y (Salih Zeki), türk şair (Şarki Ka­ raağaç 1896- İstanbul 1971). Konya idadisi’ni bitirdikten sonra emekliliğine dek öğretmenlik, müdürlük yaptı. Mütareke yıllarında Yunan mitolojisinden esinlenen şiirleriyle adını duyurdu, "Nev Yunanilik” akımı doğrultusundaki bu ürünleri Persefon (1930) adlı kitabındadır. Öteki şiirleri­ nin (Asya şarkıları, 1933; Pınar, 1936; Rüzgâr, 1939) yanı sıra öyküler (Mine çi­ çekleri, 1944) ve yer yer manzum bir oyu­ nu (Mansur, 1944) vardır. A K TE . Tar, coğ. Khalkidike'nin en ku­ zeyindeki yarımadanın eski adı. Günü­ müzde Akti. AKTEPE. Tar, coğ. Orta Asya’da birkaç karluk ve oğuz kentinin adı. —Aktepe, rusç. Sretensk, VI. yy.'da kuruldu. VII.VIII. yy Tarda Göktürk, IX -X. yy.Tarda Karluk, XI.-XII. yy.Tarda Karahanlı egemenliğindeydi;-Aktepe ya da Harran -Cuvan, VIII. yy.'da Göktürkler tarafından kuruldu. IX.-X. yy.Tarda Karluk , XI. yy.'da Karahanlı egemenliğinde kaldı; — Akte­ pe, rusç. Stepinskoe, IX. yy.'da kurul­ muş bir karluk kentidir. XI.-XII. yy.Tarda Karahanlılar döneminde de yerleşim merkezlerindendi. A K T E P E , Hatay'ın Hassa ilçesine bağlı bucak; 19 627 nüf. (1990); 11 köy. Merkezi Aktepe: 7 917 nüf. (1990). A K T E P E , esk. Zelve, Nevşehir'in Ava­ nos ilçesi, merkez bucağına bağlı köy:



135 nüf. (1990). Hıristiyanlığın ilk dönem­ lerinden mağara barınaklar, küçük kilise­ ler, kayaya oyulmuş cami, çan kulesi bi­ çiminde minare. A K TE P E , esk. Bolos, Tokat'ın merkez ilçesinde, Çamlıbel bucağına bağlı köy; 978 nüf. (1990). Tokat yöresinin önemli hitit yerleşmelerindendir. Kılıç Kökten’in (1947) ve Tokat müzesi’nden Birsel Özcan’ın (1976) Aktepe höyüğünde yaptık­ ları yüzey araştırmalarıyla yerleşmenin ilk tunç çağ, demir çağ, hellenistik, roma, bizans dönemlerini kapsadığı saptandı. AKTE PE, rumca Asproya. Kıbrıs, Bat ilçesinde köy; Baf’ın yaklaşık 30 km kuzey-doğu’sunda. AK TE PE (Mehmet Münir), türk tarihçi, (İzmir 1917). İstanbul Üniversitesi edebi­ yat fakültesi tarih bölümü’nü bitirdi, 1945’te asistan, 1953’te doçent oldu. Ku­ rucu meclis üyeliği yaptı (1961). 1963’te Yeniçağ tarihi profesörlüğüne atandı. 1983' te isteği ile emekliye ayrıldı. Yapıtları: Pat­ rona Halil isyanı, 1730 (1958), Girit me­ selesi 1866-1889 (1967). 1720-1724 Osmanlı-İran münasebetleri ve Silahşor Ke­ manî Mustafa Ağa 'nın Revan fetihname­ si (1970), Mehmed Emnî Beyefendi (Pa­ şa) 'nin Prusya sefareti ve sefâretnâmesı (1974). AK TİF sıf. (fr. actif). 1. Canlı, hareketli kimse için kullanılır; faal: Yaşına rağmen çok aktif bir insan. — 2. Bir topluluğun etkinliklerine katılan, orada önemli bir rol oynayan kimse için kullanılır; faal, etkin: Bir sendikanın aktif üyesi. — 3. İstenilen sonucu verdiren, etkili madde için kulla­ nılır; etkin: Aktif maddelerle güçlendirilmiş bir deterjan. — 4. Önemli, etkili iş, eylem için kullanılır: Aktif bir görevde bulunmak. Bu işte aktif bir rolü olmak. — 5. İşler, ça­ lışır durumda olan şey için kullanılır; faal: Aktif bir yanardağ. —Dilbilg. Aktif fiil — ETKEN FİİL —Elektrotekn. Aktif akım. ETKİN* AKIM ın eşanlamlısı. || Aktif güç. ETKİN* Güç ün eşanlamlısı.



—İkt. Aktif para, mal ve hizmet alım sa­ tımları dolayısıyla piyasada fiilen dolaşan para. (Bu bakımdan bankalarda mevdu­ at karşılığı ya da ihtiyat olarak tutulan âtıl paradan ayrılır.) —Tıp -* ETKİN.



♦ a. Muhs. Bir gerçek ya da tüzel kişi­ nin, bilançoya geçmiş hak ve mallarının tümü. || Gerçek aktif, cari piyasa fiyatları­ na göre yeniden değerlendirilen aktifin, muaccel pasife oranla gösterdiği fazlalık. || İtibarı aktif, aktifin eksik ya da aşırı de­ ğerlendirilmiş kalemleri. || Net aktif, aktif­ teki değerlerin, pasifte, üçüncü kişilerden alacaklar, amortismanlar ve karşılıklar toplamına oranla gösterdiği fazlalık. (Bir hesap yılının açılışıyla kapanışı arasında net aktifin gösterdiği artış, şirketlerin ver­ giye tabi kârını oluşturur.) AKTİFLEŞTİRİCİ a. ETKİNLEŞTİRİCİ’nin eşanlamlısı.



A K T İF LİK a. Nük. müh. ETKİNLİK'in eşanlamlısı.



A K TİM U R BEY, türk komutan (XIV. yy.), Ertuğrul Gazi’nin torunu, Gündüz Bey’in oğlu. Karacahisar’ın ele geçirilme­ sinde önemli rol oynadı. Bu başarının ha­ berini selçuklu sultanı Alaettin Keykubat lll’e götürdü. Osman Gazi’ye egemenlik simgesi olarak verilen menşur ve sanca­ ğı getirdi. Kimi kaynaklarda Koyulhisar savaşı’nda öldüğü (1306), kimilerin­ deyse Bursa’nın alınması için Kaplıca ya­ kınlarında yaptırılan kaleye komutan atan­ dığı (1317) belirtilir. A K TİN a. (lat. actina'dan, fr. adine). Biyokim. Hücrenin lifli yapısında bulunan ve plazlama zarına bağlı hücresel hare­ ketlerde (fagositoz, pinositoz ...) roy oyna­ yan kasılgan protein. (Aktin kas içinde de yer alır ve burada, kas lifinin kasma ele­



manı olan aktomiyosini vermek üzere miyosine bağlanır.) AKTİNİDYA a. Asya kökenli, ıkievcikli, tırmanıcı ağaççık. (Bil. a. actinidia; eski­ den dillenyagiller familyasından sayılırken şimdi kendi adını taşıyan bir familyadan sayılmaktadır: aktinidyagiller familyası. ) —ANSİKL. Birçok türü meyveleri için ye­ tiştirilen aktinidyanın en yaygın türü çin aktinidyasıdır (Actinidia sinensis). Ilıman iklim koşullarında çok iyi gelişen bu sarmaşığımsı ağaççık sarıya çalan beyaz çi­ çekler açar, çok bol meyve verir. Yang tao, kivi, çin frenküzûmü adıyla anılan meyveleri 2 cm eninde, 4-5 cm boyunda, yumurtamsı biçimde ve etli suludur. Üzeri çok tüylü yeşilimsi kahverenginde bir ka­ bukla kaplıdır. Eti açık yeşil, suiu, kokulu ve vitamince (A, C, P) çok zengindir (100 g’da 300 mg). ABD, Yeni Zelanda, SSCB ve Fransa'da aktinidya üretimi yapılmak­ ta, meyveleri birçok ülkede pazarlarda sa­ tılmaktadır. Kivi üretiminde Yeni Zelanda başta gelir (600 ha aktinidya bahçesi ve Avrupa'ya 3 000 t kivi satışı). A K T İN İK sıt. (fr. actinique). Çeşitli mad­ deler üzerinde kimyasal bir etki yaratan ışınımlara denir. A K T İN İK L İK a. Bazı ışınımların sahip olduğu antinik olma özelliği. A K TİN İT a. (fr. actinide den). Anorg. kim. Atom sayısı 89 ile 103 arasında yer aıan, doğal ya da yapay radyoaktif ele­ ment. (Bu ad lantanitlerle kimyasal ve elektron benzerliklerden dolayı Seaborg tarafından verilmiştir. Tümüne 5f element­ leri ailesi de denir.) AKTİNİTÖTESİ a. Anorg. kim. Periyo­ dik sınıflandırmada aktinitleri izleyen ele­ mentlerin genel adı. (104 no.’lu kurçatovyum ya da rutherfordyum, 105 no.'lu hahnyum ya da nielsbohryum ve 106, 107, 108, 109 no.’lu elementler bilinmek­ tedir.) AK TİN O B ASİL a. (fr. actinobacillus' tan). Bakteriyol. Aerop yaşayan, isterse anaerop da yaşayabilen ve memelilerde irinli hastalıkların mikrobu olarak bilinen ve pasteurella'ya benzeyen Gram nega­ tif bakteri. (Bil a. actinobacillus.) AKTİNOBASİLGZ a. (fr. actınobacillose) Vet. Actinobacillus lignieresi'den ile­ ri gelen ve sığırlarda dilin iltihaplanması ve sertleşmesiyle belirginleşen hastalık ("‘kütükdil” ).[iyotlu ilaç uygulaması etkili sonuç verir.] AKTİNODERMATOZ a. (fr. actinodermatose). Güneş ışınlarının etkisinden do­ ğan her çeşit deri hastalığı. ÂKTİNODERMİT a. (fr. actinodermite). Güneş ışınlarının etkisiyle meydana gelen deri iltihabı. AKTİNOKONJESTİN a (fr. actinocongestine). Fizyol. Denizşakayıklarından (actinia) elde edilen madde. (Portier ve Ch. Richet bu maddeyi zerkederek ilk kez anaflaksinin varlığını ortaya çıkardılar.) AK TİN O Ü T a (fr. actinolite). Miner. Tre­ molitin mcnoklinik, eşyapılı amfibolü; kal­ siyum, magnezyum ve demir içerir; zey­ tin yeşilinden koyu yeşile kadar değişen rengi, albitli ve epidotlu başkalaşım yapı­ sının belirgin niteliğini oluşturur. (Eşanl. IŞINTAŞI, AKTİNOT.)



AKTİNOLOJİ a. (fr actlnologie). Güneş ışınlarının insan üzerindeki ve daha ge­ nel anlamda bütün canlı dokular üzerin­ deki etkisini inceleyen bilim. —ANSİKL. Niels R. Finsen ve Jean Saidman gibi bazı araştırmacılar aktinolojinin ve özellikle güneş tedavisinin romatizma, deri hastalıkları ve birçok çocuk hastalık­ ları üzerindeki iyileştirici etkisini gösterme­ de öncü oldular. Bu tedaviler son zaman­ larda çok kullanılmamakla birlikte güneş ışınlarıyla tedavinin kulanılmasındakı sa­ kıncaları belirmekte yarar vardır: örneğin, bergamot esansı, akridin, taşkömürü kat­



ranı gibi maddelere değenlerde güneş ışığı kötü etki yaratır; hemoglobinin orga­ nizma içinde hematoporfirine dönüşme­ sini sağlayan, tetrasiklinleri, nalidiksik asit, grizeofülvin, fenotiazin gibi ilaçları alanlar­ da güneş ışığı kötü etki yapar Birtakım deri hastalıkları ışın duyarlığına bağlı ola­ rak ortaya çıkar. Fakat bu ışın duyarlığı tedavi amacıyla da kullanılabilir (ezgamada eozin, psoriaziste [sedef hastalığı] ma­ den kömürü katranı, vitiligoda psoralenler.) [ —*KIZILALTI, PÜVATERAPİ, MORÖTESİ.) AKTİNOMETRİ a. (fr. actinometrie). IŞI NlMÖLÇÜM'ün eşanlamlısı.



AKTSN0MİKOZ a. (fr. actlnomycose). Actinomycetes grubundan bakterilerin (.actinomyces, nocardia, streptomyces, vb.) meydana getirdiği insan ve hayvan hastalığı. — A n s i k l . insan aktinomikozları,süreğen hastalıklardır, ender olarak deri yüzeyin­ de (streptotrikoz), takat çoğunlukla deri al­ tında, kemiklerde ve iç organlarda görü­ lür (örneğin, aktinomikozlu misetonlar, nokardiazlar ve tam anlamı ile aktinomikoz [Actinomyces israelli ve nadiren A. bov/'s]). Actinomyces, üst solunum ve sindi­ rim yollarında yerleşen çürükçül anaerop bir mikroptur. Bu durum, enfeksiyonun daha çok boyun ve yüzde (çene ve bo­ yun urları) yerleşmesini açıklar, çünkü ağızdaki küçük travmalar, dış çürükleri bu yerleşmeyi kolaylaştırır. Mikrop bitişiklik ya da kan yoluyla iç organların çoğuna (akciğerler, karaciğer, kalınbağırsak...), deri altı dokulara ve kemiklere bulaşabi­ lir. Penilisin ve özellikleri tetrasiklinler, bir­ kaç hafta boyunca alınırlarsa iyi sonuç ve­ rirler; bunlara ek olarak, ulaşılabilen lezyonlarda neşterle deşme ve keserek akıt­ ma ilaç tedavisini tamamlayabilir. Sığırlarda hastalık A. bovis'ten ileri ge­ lir. Başlıca belirtisi kafa kemiklerinin, özel­ likle çene kemiklerinin erimesine ve bu­ ralarda az ya da çok sert şişlik yapması­ na neden olan osteomiyelittir. iyotlu mad­ delerle yapılan tedavinin sonuçları deği­ şiktir. AKTİNO M İSET a. (fr. actinomycete). Bot. Bakterilere yakın ipliksi mikroorganiz­ ma. (Bil. a. actinomycetes) — A n s İ k l . Bazı aktinomisetler toprakta yaşar ve humus oluşmasında önemli rol oynar. Kimisi insanda ve hayvanlarda asalak yaşar. {-* ANTİNOMİKOZ.) Bitkisel ya da hayvansal organik artıklarda (çü­ rük ot, güvercin dışkısı, şekerkamışı cib­ resi) yaşayan ısısever aktinomisetler bu­ laşıcı değillerse bile alerjik tepkilere yol açan göğüs hastalıklarına neden olabilir­ ler. Aktinomisetlerden aktinomisin, strep­ tomisin gibi çeşitli antibiyotik maddeler üretilir. AK TİNO M İSİN a. (fr. actinomycine). Fenoksazin türevi polipeptit yapısında an­ tibiyotik. (Değişik streptomyces türlerin­ den, özellikle Streptomyces antibioticus ve S. chrysomallus’tan elde edilir. Başlı­ ca iki türü vardır: C [kaktinomisin] ve D [daktinomisin]. Bunlar yüksek oranda ze­ hirlilikleri yüzünden bazı urların tedavisin­ de sınırlı olarak kullanılmaktadır ) AKTİNOMORF sıt. (fr. actinomorphe). Bot. Eksene göre bakışım gösteren çiçek­ lere denir. AKTİNO N a. (fr. actinon). Kim. Aktinyu­ mun kendiliğinden parçalanmasıyla elde edilen ve kütle numarası 219 olan radon izotopu. AKTINORETİKÜLOZ a (fr. actino -reticulose). Ender görülen süreğen deri hastalığı. Önce ışınlar açık vücut kısımla­ rından başlar, giderek kapalı yerlere ya­ yılır ve çok şiddetli kaşıntı yapar. Sonun­ da bütün vücudu kaplayabilir Dokusal yapısı hematodermiyle aynıdır. (Bu has­ talığa yakalananlar karanlık odalarda te­ davi edilmelidir.) AKTİNOSKOFE a. (fr. actinoscopie).



aktinoskopi Tıp. Hasta genellikle karanlık bir odaya alındıktan sonra, bir ışık kaynağı ile ay­ dınlatılan organların ya da dokuların say­ damlığını incelemeyi öngören muayene yöntemi. (Eşanl. d İa f a n a s k o p İ.)



302



AKTİNO T a. (fr. actinote). Miner. AKTINOLİT'in eşanlamlısı.



AKTİNOTERAPİ a (fr. actinotherapie). Güneş tayfı ışınlarının, özellikle morötesi ışınların tedavi amacıyla canlılar üzerinde kullanılması. —ANSİKL. Aktinoterapınin dokular üzerin­ de yerel bir etkisi vardır; derinin yüzey ta­ bakalarında kalır, ama bir de genel bir et­ kisi vardır ki, dolaylıdır, yerel olarak de­ ğişikliğe uğrayan maddelerin organizma­ nın içine taşınmasıyla etki göstermesine dayanır. Bu yolla üstderi düzeyinde sal­ gı bezleri, kan hücreleri, raşitizmi önleyi­ ci ve kireç yapıcı tedavi etmenleri oluşur. Antibiyotik olayı aktlnoterapinin başlıca kullanım alanlarını (raşitizm, spazmofilı, tü­ berküloz iltihap akıntıları [soğuk apseler], süreğen adenopatiler, kemik ve eklem tü­ berkülozları) daraltmıştır. Aktinoterapi ak­ ciğer tüberkülozunda kesin olarak uygu­ lanmaz. Eğer tedavi kötü uygulanmış ya da kötü denetlenmişse aktinodermit (gü­ neş çarpması) ve deri yanıkları gibi rahat­ sızlıklar meydana gelebilir. (-* MORÖTE Sİ.)



Hulki



Aktunç



AKTİNOTRO K a. (fr. actinotroque). Phoronidea grubundan yumuşakçamsı hayvanların kurtçuğu. (Aktinotrokun ka­ püşon biçiminde ve çevrekirpikli bir ağız lobu, kısa dokunaçlardan oluşan bir do­ kunaç çelengı vardır. Karmaşık bir baş­ kalaşma geçirerek solucanı andıran bir erişkine dönüşür.) AKTİNOTRO PİZM a. (fr. actinotropisme). Bot. Bitkilerin tek yönden gelen ışık ların etkisiyle o yana bükülerek büyüme­ si. A K T İN O -U R A N Y U M a (fr. actıno -uranium). Bazen uranyum 235 e verilen ad; aktinyum bu elementin radyoatkif ai­ le bağıyla türer. AKTİNYUM a. (fr. actinium). Kim. Atom sayısı 89 olan radyoaktif element (simg.: Ac); 1899’da Debierne tarafından bulun­ du. (iki doğal izotopu, Ac 227 ve Ac 228'in yanı sıra atom kütleleri 209 ile 232 arasında yer alan 22 yapay izotopu bilin­ mektedir.) || Aktinyum serisi, uranyum 235'in parçalanması sonucunda çıkan çekirdeklerin tümü. AKTİN Y U M LU sıf. Kim. Aktinyum içe­ ren. (Aktinyum, aktinyumlu lantan tuzla­ rının ayırımsal çöktürülmesiyle ayrılır.) A K TİO N



- ACTİUM.



AKTİVASYO N a. (fr. activation). Biyol. ve Tip. -> ETKİNLEŞTİRME.



AKTİVATÖ R a. (fr actıvateur). Dişç. Üst çenedeki şekil bozukluklarını ya da dişlerdeki düzensizlikleri düzeltmek ama­ cıyla, alt ve üst çene dişleri arasında fiz­ yolojik bir kapanma sağlamak üzere ge­ rekli zorlamayı yapsın diye dişler üzerine geçirilen sabit ya da çıkabilir halkalar­ dan oluşan ortodonti aygıtı. AKTİVİM ETRE a. (fr. activimetre'öen). ETKİNLİKÖLÇER’in eşanlamlısı.



AK TİV İTE a. (fr. activite). Etkinlik: Aktıvitesi olmayan bir görev. —Gökbıl. Güneş aktivitesi, GÜNEŞ ETKİNLİK"'inin eşanlamlısı.



AK TİV İZ M a (fr. activisme).



EYLEM­



CİLİK,



AKTOGRAF a. (fr. actographe). Etol. Bi­ reyin davranış etkinliğinin zaman içinde­ ki dağılımını ölçmeye yarayan düzenek. —ANSİKL. Aktograf, gözlenen bireyin et­ kinliğini algılar ve bu etkinliğin bazı özel­ liklerini (an, süre, şiddet, sıklık, vb.) kay­ deder. Bireyin etkinleştirmesiyle çevre­ sinde enerji değişiklikleri meydana gelir. Etkinliğin algılanması için gerekli olan bu



değişiklikler özne tarafından oluşturulabi­ leceği gibi sisteme dışardan da getirile­ bilir. Değişikliği özne oluşturduğunda, hayvan, ya ağırlığıyla sallanan bir kafes sistemini hareket geçirerek ya da ses, ısıl ışıma, ışık yayımı gibi bir enerji üreterek işe karışır. İkinci durumda, yani, enerji sisteme dış­ tan sağlandığında, hayvan kullanılan işa­ reti nicelik ya da nitelik bakımından de­ ğiştirmeye yönelik olacaktır. Kullanılan enerji kaynağı, hayvandan uzak olabilir (örneğin ışık ışını, sesötesi demet, radyo­ aktif kaynak) ya da hayvan tarafından ta­ şınabilir (hayvan endüksiyon bobini için­ de yer değiştirdiğinde, onunla birlikte yer değiştiren mıknatıslı tanecik, radyoaktif iz yapıcı, vb.); yeterince iri hayvanların et­ kinliği, çok küçük radyo vericileri kullanı­ larak uzaktan belirlenebilir: radiotracking hayvanın etkinliğini bulunduğu ortamda izlemeye yarar. Aktografide kullanılan al­ gılama aygıtları, Geiger-Müller sayacın­ dan geçerek, mikrofondan piezoelektrik algılayıcısına dek uzanır. Algılanan işaret genellikle çok zayıftır; bu durumda işare­ ti yükseltmek ve dipten gelen ses kuvvet­ liyse, kayıttan önce bu sesi süzmek ge­ rekir. Davranış etkinliğinin kaydı, büyük ölçüde, kullanılan aigılama sistemlerine bağlıdır. Aktografide önceleri, klasik ka­ yıt aygıtı olan isle karartılmış silindir kul­ lanılırken, daha sonra sırasıyla, hızı denet­ lenebilir kâğıt açıcı (Memotop sistemi), elektromanyetik kayıt aygıtları (manyetofon, manyetoskop) ve bilgi-işlemden ge­ çirmek üzere işaretin bellekte depolanma­ sı yöntemleri kullanılmaya başlandı. Aktograflar teknik olarak geliştikçe yapılan çalışmalarda kullanılan aletlerin ya da de­ neyi yapanların hayvanda yarattığı olum­ suz etkiler en aza indi. Ayrıca gelişen tek­ nolojiyle, bireyin genel etkinliklerinin ya­ nı sıra, özel etkinlikleri (beslenme, iç­ me, devinme) de incelenebildiğinden, bi­ reyin her davranışı değerlendirilebılmektedir. AKTOGRAFİ a.(fr.actographıe).Hayvan ya da insan etkinliklerinin zamansal da­ ğılımını belirlemeye yarayan ölçüm ve ka­ yıt tekniklerinin tümü. —ANSİKL. Bu teknikten, etkinlik ritmlerinin incelenmesinde hareket noktası olarak yararlanılır. Aktografi verileri, etogram ça­ lışmasında da kullanılır. Nicel aktografi, devinimlerin sayısını ve niceliğini zama­ na göre ölçer; nitel aktografi ise dönem­ sel kayıtlarla (video, fotoğraf ve filmler) ta­ vırların zamana göre evrim ve değişim­ lerini betimlemeyi sağlar. AKTOGRAM a. (fr. actogramme). Etol. Aktografa yerleştirilen bir bireyin etkinlik kayıtlarının çözümlenmesinden sonra el­ de edilen çizgiler. —ANSİKL. Aktogramdaki çizgilerin duru­ mu, bireyin zaman içindeki etkinlik dağı­ lımını gösterir. Çizgi bir evrelıyse,gündüz etkinlik gösteren bir tür (açık sekanslı ak­ rofaz) ya da gece etkinlik gösteren bir tür (koyu sekanslı akrofaz) sözkonusudur. Aktogram iki evreli de olabilir, o zaman alacakaranlıkta etkinlik gösteren bir türü gösterir. Bazı küçük türlerde (fare, orman sıçanı, soreks), yoğun bazal metabolizma nedeniyle çokevreli bir çizgi ortaya’ çıkar. AKTO M İYO ZİN a. (fr. actomyosine). Kas lifinin, aktın ve miyozin gibi iki protei­ nin birleşmesiyle oluşan kasılgan öğesi. A K T O P R A K , esk. Gücüğe, Gazian­ tep ilinde Şehitkâmil ilçesine bağlı köy; 3 154 nüf. (1990). AKTÖR a. (fr. acteur). 1. Uğraşı sahne, perde ya da ekranda rol yapmak, oyun kişilerini, film kahramanlarını canlandır­ mak olan erkek oyuncu. — 2. Karşısın­ dakini etkilemek için değişik durumlarda değişik tavırlar takınan, kendim olduğun­ dan farklı gösteren kimse; oyuncu: Her­ kesi kendine açındırdı, iyi aktörmüş doğ­ rusu. AKTÖRE a AHLAK ın eşanlamlısı.



AKTÖRLÜK a. 1. Aktörün mesleği ya da rol yapma becerisi: Aktörlük kolay ve eğlenceli bir meslek olarak düşünülür. Özel yaşamını bilmem ama, aktörlüğü iyi­ dir. — 2. Kendini olduğundan farklı gös­ tererek, kişisel çıkar sağlamaya çalışma; bu tür davranan kimsenin niteliği: Aktör­ lüğü bırak, durumunu doğru dürüst an­ lat. Aktörlüğüne diyecek yok, az daha sözlerine inanacaktım. A k tö rlü k ü ze rin e a ykırı d ü şü n ce ­ le r (Paradoxe sur le comedien), Diderot tarafından, yaklaşık 1769-1777 yıliarı ara­ sında yazılıp gözden geçirilen ve 1830’da yayımlanan diyalog. Garrick'i örnek alan yazar, seyirciyi duygulandırma iddiasın­ daki aktörün aslında duyarsız olmasını gerekli görür. Bu “ aykırılık” aktörün, sa­ natçıyla bir tutulmasından kaynaklanır gerçekte sanatçının işi doğayı taklit et­ mektir; oysa ancak düşünce ve yargı, ev­ renselliği ve gerçekliği içinde doğayı can­ landırabilir. AKTRİS a. (fr. actrice). Uğraşı sahne, perde ya da ekranda rol yapmak, oyun kişilerini, film kahramanlarını canlandır­ mak olan kadın oyuncu. AKTUARİO S (İoannes), XIII. yy.'da ya­ şamış yunan hekim. (Özellikle Galenos' un görüşlerini derleyen ve açıklayan ya­ pıtları 1556’da bir araya getirilmiştir.) A K TU LG A LI (Mustafa), türk sendikacı (İstanbul 1946).Akfil mensucat fabrikası’nda işçi olarak çalışmaya başladı (1962). 1968-70 arasında sendika temsilcisi, som ra baştemsilci seçildi. Siyasal eylemlerin­ den ötürü sıkıyönetim mahkemesince 16 yıl hapse mahkûm oldu, 1974 genel af­ fından yararlandı. Keramik-İş sendikası' na girdi ve bu sendikayı yeniden örgüt­ ledi. 1975’te DİSK Yürütme kurulu üyeli­ ğine seçildi. 12 Eylül 1980’den sonra tu­ tuklandı. Eylül 1984’te serbest bırakıldı. A K T U N A (Ercan), türk futbolcu (İstan­ bul 1940). İstanbulspor kulübü'nde yetiş­ ti. Döneminin en iyi stoper ve liberosu ola­ rak kendini kabul ettirdi. 32 kez milli ol­ du, 5 kez milli takım kaptanlığı yaptı. A K TU N Ç (Hulki), türk yazar (İstanbul 1949). Selimiye Askeri ortaokulu’nda baş­ ladığı ortaöğrenimini Erzincan Askeri lise­ si'nde sürdürdü (1963-1966), Haydarpa­ şa lisesi'nde tamamladı (1967). İstanbul Hukuk fakültesi 3. sınıftan ayrıldı. Remzi kitabevi ve Meydan Larousse ansiklope­ disinde düzeltmenlik ve redaktörlük, Manajans'ta metin yazarlığı, ortağı olduğu Yaratım ajans’ta yöneticilik yaptı. İlk kita­ bı Gidenler dönmeyenler (1976) ile TDK öykü ödülü’nü (1977), Bir çağ yangını ro­ manı ile Abdi ipekçi roman ödülü’nü ka­ zandı (1981). Öteki öykü kitapları: Kurta­ rılmış haziran (1977), Ten ve gölge’d\r (1985). özellikle kendi kuşağını çevrele­ yen toplumsal sorunları konu edinirken ti­ tiz sözcük seçimi, simgelerle yüklü anla­ tımı, ayrıntıları ustaca kullanması ve biçim özelliğiyle özgün bir üslup oluşturdu. A K T U Z L A , Muş’un Malazgirt ilçesine bağlı bucak; 10 008 nüf. (1990); 22 köy. Merkezi Aktuzla; 318 nüf. (1990). AKTÜALİTE a (fr. actualite). 1. Gün­ cellik: Aktüalitesini kaybetmiş haberler. Aktüalitesini korumak. — 2. Son günlere ait olaylarla ilgili bilgi ve haberler; günlük haber Aktüalite filmi. Siyasi aktüalite. Spor, sinema aktüalitesi. Aktüaliteden ha­ berli olmak için, düzenli olarak gazete okur. AK TÜ A LİZM a. (fr. actualısme). GÜNCELCİLİK’ ın eşanlamlısı.



AKTÜARYA a. (fr. actuarıat). 1. Aktüer’in işlevi. —2. Aktüerlerin tümü. || Aktüarya hesapları, sigorta matematikçilerin­ ce yapılan hesaplar. || Aktüarya oranı, anapara ve faizleri zaman içinde kademe­ li olarak (taksitlerle) ödenen bir sermaye­ nin getın haddi.



AKTÜEL sıf. (fr. actuel). Güncel: Aktüel olay, sorun. . AKTÜER a. (fr. actuaire; ing. actuary' den). Verg huk. Olasılık ve istatistik he­ saplarını, sosyal tahminlere, mali konula­ ra ve sigorta işlerine uygulayan uzman­ laşmış kişi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Mali kuruluşlar ya da sigorta şirketleri, karşılayacakları ya da sigorta edecekleri hesaplanabilir bir risk sûzkon'usu olduğunda mutlaka aktüerlere baş­ vururlar. Aktüerler, mali kuruluşlarda amortisman oranlarını hesaplarlar, sigor­ ta şirketlerinde ise, ölüm olasılığı cetvel­ lerini çıkarırlar. Aktüerlerin hesaplamala­ rı, büyük sayılar yasasından çıkarılmış il­ kelere dayanır. Aktûarya bilimi önce İn­ giltere’de uygulandı, daha sonra Fransa' ya geçti. Türkiye Aktüerler derneği 1951 'de kuruldu. Bu dernek, bir meslek odası niteliğinde değildir. Ne var ki, sigor­ ta şirketlerinin hesapladığı riyazi ihtiyat (matematik karşılık) işlemlerini, ancak, bu derneğin Ticaret bakanlığı'nca yetkilen­ dirilmiş bir üyesi onaylayabilir. AKTYUBİNSK, Kazakistan’da kent. Aktyubinsk yönetim biriminin (300 000 km2; 610 000 nüf.) merkezi; 253 000 nüf. (1990). Demirdışı metaller metalürjisi. Kimya sanayisi. AKTYUBİNSKİ, Rusya'da kent. Volga ırmağı kıyısında, Volgograd’ın D.-G.-D.’ sunda; 43 000 nüf.



AKUARA a. Çamaşırcı ayıya benzeyen ve Amazon ormanlarında yaşayan me­ meli hayvan. (Amfibyumlarla ve kabuklu­ larla beslenir. Bil. a. Procyon cancrivorus.)



AKUARİDLER, radyan noktası Kova takımyıldızında bulunan göktaşı yağmu­ ru. i) Akuaridler mayıs başında Kova ta­ kımyıldızının i; yıldızı çevresinde, 6 Akua­ ridler ise temmuz sonunda Kova takım­ yıldızının 5 yıldızı yöresinde görülür. AKUASTAT a. (fr. açuastat'lan). SU TERMOSTATI " n ı n e ş a n la m lıs ı.



AKUATİNTA a. (ital. acquatinta. boya­ lı su). Lavi taklidi yedirme baskıresimle gravür yapma yöntemi. (Eşanl. l e k e ET­ KİLİ Ö ZG Ü N BASKIRESİM * .)



AKUATİNTACI a. Akuatinta tekniğini uygulayan gravürcü.



AKUBA a. (jap. aoki). Avrupa’da bah­ çelerde yetiştirilen, Japonya, Çin ve Himalaya kökenli hepyeşil yapraklı çalı. (Bil. a. Aucuba japonica, kızılcıkgiller familya­ sı.) — A N S İK L . Akuba 1-2 m yüksekliğinde, çok dallı, parlak, alacalı yeşil yapraklı bir çalıdır, ikievcikli bu bitkinin dişi çiçekli olanları, döllenmeden sonra küçük kiraz büyüklüğünde ve kırmızı mercan rengin­ de üzümsü meyveler verir. AKUFEN - UĞ U LTU AKUMBA a. Erkeği siyah, dişisi kızıl tüy­ lü, madagaskar makisi.(Bil.a. Lemur macaco, makigiller familyası.)



^AKUPUNKTUR a. (fr. acupuncture' •den; lat. acus, iğne ve punctura. iğne batması’ndan acupunctura). insanı bir bütün olarak ele alıp yakın ya da uzak çevresiyle uyumlu kılmak amacı güden ve bunun için ■ ‘ ‘nokta'' denilen belirli deri bölgelerine saplanınca, vücudumuzu canlandırıcı, çe­ şitli güçlerin dolaşımını kolaylaştırma özel­ liğine sahip ince iğneler kullanan tıp da­ lı. — A N S İK L . Çin düşüncesine göre insan, çeşitli güçlerin bir bileşimi, Asıl, Temel, Tek ve Yaratıcı bir gücün türümü, ölüm­ se bu güçlerin ayrışmasıdır. Çin hekimli­ ğinin temel direği olan akupunktur, ayrı­ ca moksabüsyonu, vücut eklemlerinin elle muayenesini, ilaç yapımını ve beden eği­ timi tekniklerini de içerir. Akupunkturu açıklayan en eski kitaplar­



dan biri Huangdi Neicing’dir (Sarı imparator’un gelenekçi klasik kitabı); İ.Ö. II. yy.'da yayımlanan ve bir kısmı ta İ.Ö. Xlli. yy’ a uzanan bu kitabın iki bölümün­ den biri Suvın (Ham ipek hakkında sap­ tanan sorular), biri de Lingşu’dur (Mane­ vi teme! öğe). Bu tedavi yöntemini 1930'larda Avrupa’ya getiren batlılardan ilki Georges Soulie de Morant’dır. Ta o zaman bile Morant birçok akupunktur çe­ şidi olduğunu söylüyordu: başka bilim dallarından habersiz, yalnızca, ağrının ol­ duğu yere iğne batırmayı örgören basit ve ilkel akupunktur; hastayı ve etkileşim­ leri hesaba katmaksızın yalnız hastalığı göz önüne alarak örnek formüllerde ya­ zılı noktalan göz önüne alan, az daha ge­ lişmiş bir başka akupunktur; ve nihayet, bütün hastalıkların kaynağında bulunan dengesizlikleri araştıran gerçek akupunk­ tur. Bu sonuncusu (genellikle fizyolojinin ve anatominin bize öğrettiklerinden farklı olan) bölge ilişkilerine, güçlerin ve kanın organizmadaki dolaşımına dayanır. Aslında akupunktur, batı tıbbının, ona kendi ölçütlerini uygulayarak ya da ken­ di mantığına göre açıklamalar getirerek, onu bir yardımcı hekimlik ya da bir uz­ manlık dalı gibi görmesiyle yetinemez. Akupunktur özel bir fizloyojiye dayanarak ve özgül tedavi araçlarına başvurarak kendine özgü teşhis yollarını kullanan tam ve apayrı bir hekimliktir. Günümüzde akupunkturu, özellikle onun ağrı dindirici etkisini çözmek ama­ cıyla pek çok bilimsel çalışma yapılmak­ tadır. Bu çalışmalar arasında nörolojik, nöroendokrinolojik ve elektrofizyolojik in­ celemeler vardır; ama bunların çözümlemeci yaklaşımı, somutlaştırılması çok zor bir enerjiler hekimliği olan ve benzetme ile bireşime dayalı zihinsel bir çıkış yön­ temi kullanan akupunkturu anlamaya el­ verişli değildir. Bu çalışmalara paralel olarak, özellikle Çin’de akupunkturla anestezi gelişmek­ tedir. Aslında yapılmakta olan, anestezi değil, basit iğnelerle ya da elektrikle bir­ likte iğnelerle sağlanan bir analjezi, yani ağrı gidermedir. Vücudun belli noktaları (bir bölme tekniğine göre) uyarılarak bi­ linci ve beyindeki düzenleme yetisi yerin­ de olan hastalara cerrahi müdahalede bulunabilmeye yeterli bir analjezi durumu yaratılır. Böyle bir yöntemin yararları pek çoktur: uygulama alanının genişliği, hiç­ bir riskin, kan kaybının ve ameliyat son­ rası rahatsızlıkların olmaması, kısa süre­ de iyileşme ve tıbbi altyapı giderlerinin az­ lığı. Çin istatistikleri bu yöntemin etkinliği konusunda ne kadar iyimserlik vericiyse Batı da bu konuda o kadar temkinlidir; batı ülkelerinde hekimler, Çin’de kolayca uygulanmakta olan bu çeşit ameliyatlara pek hazırlıklı değildir. Hatta bazıları, do­ ğulu hastaların bu tedaviye yatkın olduk­ larını ve ağrı yitirme tekniklerine gönüllü olarak katlandıklarını ileri sürerler. Kuşku­ suz bu yöntemin iyi ve kötü yanlan za­ manla anlaşılacak ve batı cerrahisinde de belki yer alacaktır. Akupunkturla analjezi hayvanlara uy­ gulanmakta, ama akupunktur henüz ve­ teriner hekimlikte kullanılmamaktadır.



bazı akupunktur "nokta” lannın yerleri ve çin tıbbında kullanılan çeşitli tedavilerin resimleri



AKUPUNKTUR geleneksel çin tıbbı açısından insanın yapısındaki beş ana sistem arasındaki ilişkiler (burada, insana can veren beş harekete bağlı organik maddelerin maddi görünümleri [odun, ateş, toprak, metal, su] gösterilmiştir) ateş



toprak



kalp kalbin hâkim i, in c e bağırsak, ü çlü ısıtıcı, kan-dam arlar, dil



dalak-pankreas mide, et, ağız



AKUPUNKTURCU a. Akupunktur uz­ manı.



n s i k l . Türkiye’de tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına dair kanun’a göre her tedavi gibi akupunktur da ancak hekimlerce uygulanabilir. Akupunktur Türkiye'ye yeni girdiğinden yasalarda bu­ na ilişkin özel hükümler bulunmamakta­ dır. Nitekim tıp mesleğinde de henüz res­ men, böyle bir uzmanlık dalı kabul edil­ miş değildir. Akupunktur Uzakdoğu'da ya da Avrupa'da tecrübe edinmiş ba­ zı doktorlarca ya da dış hekimlerince özel muayenehanelerde uygulanmakta­ dır. AKÛR sıt. (ar. ’alfur). Esk. 1. Yaralayan, azgın, kuduz hayvan için kullanılır: "Dai­ ma aç bir ihtiyac-ı akûr" (Tevfik Fikret, XIX. yy.).



—A



odun karaciğer, ö d kesesi, kiriş-kas, gözler



metal akciğerler kalın bağırsak, enerji-deri, burun 0=3



yapım



20 MHz)görülür. Bu etkileşimlerin çişi ise, elektrotlar arasında oluşan elek­ etkileri sözkonusu ortamların optik kırılma trik alanının etkisiyle iyonların yer değiş­ indisinin yerel kiplenimine bağlıdır. Kiptirmesinden kaynaklanır. Elektrolitin ve lenime yol açan etken ise sesötesi ışıma­ elektrotların türüne göre birbirinden ayrı nın bu ortamlardan geçişidir. Böylece tekçok sayıda akümülatör tipi vardır. renkli düzlemsel bir sesüstü dalga, ses hı­ • Kurşunlu akümülatörler. 1859’da G. zıyla yol alan ve üstünde bir optik ışıma­ Plante'nin bulduğu bu tip, en çok kulla­ nın kırındığı gerçek bir evre ağı yaratır. nılan akümülatörlerden biridir. Bu aküler­ Fiziğin bu koluna Debye, Sears, Lucas ve de, kurşun (Pb) ve kurşun oksitten Brillouin adlı bilim adamlarının önemli kat­ (Pb02) yapılmış iki levha sülfürik asit çö­ kıları oldu. Bu konudaki araştırmalar bili­ zeltisine batırılmıştır; doldurmak için lev­ şimin optik uygulamasını büyük ölçüde halar bir doğru akım üretecinin kutupla­ etkilemiştir (akustikoptik etkiyle ışık ışıma­ rına bağlanır: pozitif elektrot bir yükselt­ sının çok çabuk yön değiştirmesini sağ­ genme tepkimesine, negatif elektrot ise layan saptırıcı). indirgenmeye uğrar ve böylece elektrot­ Bu etkilere dayanarak çalışan bir akus­ lar kutuplanır; bu işlemde elektroliz gaz­ tik mikroskop* L. Kessler tarafından larının soğurulması durarak açığa çıkma­ ABD'de yapılmıştır. ya başlaması akümülatörün dolduğunu gösterir. Akümülatörü boşaltmak için ise, AKUŞİ a. (tupi dilinde söze.). Güney levhalar üreteçten ayırılır ve bir alıcı dev­ Amerika ormanlarında yaşayan kemirgen reye bağlanır; bu koşulda yukarıda belir­ hayvan. (Agutiye benzer, ama ondan da­ tilen kimyasal tepkimelerin tersini doğu­ ha küçüktür. Yemeden önce titizlikle soy­ ran bir akım oluşur. Levhalar başlangıç­ duğu bitkilerle beslenir. Bil. a. myoproctaki hallerine döndüklerinde akümülatö­ ta Dasyproctidae familyası.) rü yeniden doldurmak gerekir. Gerçekte elektrolit, aşağıdaki bağıntı uyarınca iyonAKUT sıf. (ing. acufe'dan). Tıp. 1. Kes­ laşır: kin, şiddetli. —2. Şiddetli belirtilerle baş­ layıp kısa sürede ağırlaşan (hastalık). A K U TA ya da AKUTENG, tatar önder (1069-1123). Liao’lar hanedanını devirdi ve Çin’deki Cin hanedanının ilk impara­ toru oldu (1115-1123). A KUTAG AVA BYUNOSUKE, japon yazar (Tokyo 1892 — ay. y. 1927). Natsume Soseki’nin övgüsünü kazanan kısa



305



elektrolit düzeyi işareti



oysa elektrokimyasal tepkimeler pozitif elektrotta, Pb02 + SCET'-r 4H+ + 2eBoşalma



s* PbSO, + 2H20,



kurşunlu



bağıntısı uyarınca gelişir; buna karşılık ne­ gatif elektrotta tepkime,



ELEKTRİK AKÜMÜLATÖRÜ



boşalma



Pb



SOT “



î*



PbS04



2e-



dolma



biçiminde ortaya çıkar. Öte yandan olay toplu olarak gözönüne alınırsa, çift sülfatlaşma tepkimesini gös­ teren aşağıdaki bağıntı yazılabilir. Pb02 + 2H2S04 + Pb



ayırıcı



pozitif levha



LU



negatif levha



boşalma



2PbS04+ 2H20, Akümülatörün sığası normal boşalma yeğinliğiyle toplam boşalma süresinin çar­ pımıdır; dolayısıyla verdiği elektrik mik­ tarına eşittir ve genellikle amper-saat (Asa) birimiyle ifade edilir. Levhalar ço­ ğunlukla antimonlu kurşun ızgaralardan oluşur. Antimon katkısı kurşunun sertliği­ ni artırır ve etkin maddelerin ızgaralara daha iyi tutunmasını sağlar. Bir akümü­ latörde plastik bir kutu içine yerleştirilmiş belli sayıda öğe bulunur; bu öğeler üst üste bindirilen ve plastik ya da liflerden yapılmış ayırıcılarla yalıtılan pozitif ve ne­ gatif levhalardan oluşur; yalıtıcıların yeterli bir mekanik dayanımı, kimyasal aşınma­ ya karşı yeterli bir direnç göstermesi, ay­ rıca elektrolitin yayılmasına olanak veren küçük gözenekli yapıları olması gerekir Elektroliti elde etmek için damıtık suya bir yandan sülfürik asit katılırken bir yandan da karıştırılır: karışım yoğunluğu 24 ile 28 Baume derecesi dolayında olmalıdır; doldurma süresi dışında, levhaların üst kısmını 10 mm kadar geçmesi gereken elektrolitin düzeyini korumak için yalnız­ ca damıtık su eklenir. Öte yandan, levha­ ları tüp biçiminde öğeler de yapılır; pozi­ tif elektrotları tüplerden oluşan bu öğeler akümülatörün ömrünü uzatır. Doldurma süresi boyunca akümülatörün karşı elek­ tromotor kuvveti 2 V’tan 2,5 V’a yükselir; boşalma sırasında ise, elektromotor kuv­ vet belli bir süre 2 V dolayında sabitleşir, sonra hızla düşer; bu olayın önlenmesi zorunludur; çünkü akümülatörün sülfatlanmasına, yani yeniden doldurma isten­ diğinde indirgenmeyen, az iletken bir bi­ leşiğin oluşmasına yol açar. Öte yandan boşaltılan sığanın yüzdesi olan boşalma derinliği, % 80'i açmamalıdır. Bu sonuç, zaten öteki akümülatör tipleri için de ge­ çerlidir. Günümüzde kurşunlu akümüla­ törlerin özgül sığası 30 Asa/kg’ı ve özgül enerjileri 40 Wsa/kg’ı geçer. Elektrik ve­ rimliliği boşalma sırasında elde edilen amper-saat sayısının yükleme boyunca soğurulmuş amper-saat sayısına oranıy­ la gösterilir ve % 90'ın üstüne çıkar; enerji verimliliği ise, °/o 60 kadardır. Düşük sı-



kurşunlu bir öğenin yapısı



d o ld u rm a kapağı k u tu p



su p a p



negatif



nikel-kadmiyumlu akümülatör



nikel-kadmiyumlu sızdırmaz bir öğenin yapısı



akümülatör 306



cakiıkta(-18°C'nin altında) yetkinlikleri önemli ölçüde azalır. Çok uzun sûre kul­ lanamamaları halinde, yüklerini kendiliğin­ den yitirirler; bu olgu sülfatlanmaya yol açabilir. Dolayısıyla, iyi bir verim elde et­ mek, özenli bir bakım gerektirir. Ömürle­ ri yükleme ve boşalma çevrimleri sayısı­ na eşittir ve düz levhalı bir öğe için 1 000 çevrime, tüp biçiminde bir öğe için 1 500 çevrime ulaşır. Son günlerde, ızgara elek­ trotların yapımında kurşun-antimon yeri­ ne kurşun-kalsiyum kullanılarak, dış or­ tamla gaz alışverişi olmayan, sızdırmaz öğeler gerçekleştirildi; bu öğelerin başlı­ ca üstünlüğü hiçbir bakım işlemi isteme­ meleridir. • Alkali akümülatörler. Bu akülerde asit eıektroiit yerine baz elektrolit kullanılır ve iki biçimde üretilir: —Nikel-kadmiyumlu ve nikei-demirli akü­ mülatörler. XX. yy.'ın başından bu yana üretilen bu akümülatörler, Edison’un ve transız bilginlerinin araştırmalarının ürünü­ dür. Elektrotlar ya nikel hidrat-demir ya da nikel hidrat-kadmiyum levhalardan olu­ şur. Elektrolit başlangıçta sudkostik çözeltisiydi; günümüzde ise potas çözeltisi kul­ lanılır; bu çözelti tepkimeye katılmaz ve OH' iyonları aracılığıyla yalnız iyon iletimi­ ni sağlar. Örneğin, nikel-kadmiyumlu akü­ mülatörlerde toplam tepkime aşağıdaki bağıntıyla gösterilir: 2Nİ (OH)3 Cd î ± 2Nİ (OH) 2 dolma



+ Cd(OH)2 Bu akümülatörler son derece dayanık­ lıdır ve bakımları ise, önemli bir işlem ge­ rektirmez; yalnızca elektroliz ya da buhar­ laşma sonucunda kaybolan suyu tamam­ lamak yeterlidir. Özgül sığaları kurşunlu akümülatörlerden daha büyüktür; özgül enerjileri ve ömürleri ise düz levha kulla­ nıldığında kurşunlu akümülatörlere yak­ laşır. Bu aygıtlar uzun süre aşırı yük taşı­ yabilir ve yetkinliklerini yitirmeden yıllar­ ca depolanabilir. Bununla birlikte, gerilimleri, kurşunlu öğelere oranla az da olsa değişken ve daha zayıf (ortalama 1,25 V), fiyatları yüksektir. Öte yandan, 3 000 çev­ rimi geçecek ölçüde uzun ömürlü, ama görece yüksek iç dirençli, boru biçimin­ de öğeler de gerçekleştirilir. Sinterlenmiş levhalı akümülatörlerde ise, bu direnç çok daha zayıftır ve elektrotların etkin madde­ si gözenekli bir kalıpta dağılmıştır; kalıp­ sa metal bir kafes üstüne nikel tozu koy­ duktan sonra sinterlenerek elde edilir, iş­ te bu yolla hidrojen açığa çıkarmayan sız­ dırmaz öğeler yapılır; böylece kuvvetli akımlar üretmek ve -40°C’ye inen düşük sıcaklıklarda çalışmak gibi önemli üstün­ lükler gösteren aküler elde edilir, —Çinko-gümüşlü akümülatörler. 1941 ’de H. Andre'nin yaptığı bu akülerde, elektro­ lit olarak bir potas çözeltisi kullanılır. Çö­ zelti içine, gümüş oksit kökenli bir pozitif elektrot ve çinko kökenli bir negatif elek­ trot daldırılır; kutuplar arasındaki gerilim I,5 V dolayındadır. Özgül enerjileri çok büyük olmasına karşın (120 Wsa/kg, yu­ karıda sözü edilen tiplerin 3 katı), 100 çev­ rimi geçmeyen kısa ömürleri ve özellikle çok yüksek fiyatları, kullanımlarını özel uy­ gulamalarla sınırlar. * Uygulamalar. Kurşunlu ya da bazlı akü­ mülatör bataryaları, uygulama türlerinin çokluğu yüzünden, çalışmalarına göre iki sınıfa ayrılır: tampon bataryalar, doldurma-boşaltma bataryaları. Tampon bataryalar, bir elektrik enerjisi kaynağının uçlarına bağlanır; bu kaynak hem kullanım devrelerini besler, hem de bataryayı dolu tutar; kaynak gerilimi ye­ tersiz kaldığında (örneğin motorun yavaş­ laması ya da durması durumunda) bağ­ lantısı kesilir ve batarya tek başına kulla­ nım devrelerini besler. Uygulama alanın­ da bu tür çalışmaya aşağıdaki durumlar­ da rastlanır: --taşıtlarda (otomobiller, kamyonlar, uçaklar) kalkış, aydınlanma ve ateşleme sağlayan bataryalar; kara taşıtlarında sı­



(1959-1981). Bu kürsü, Endüstri mühen­ disliği bölümü’ne dönüştürülünce kürsü başkanı oldu (1982). Üniversitedeki gö­ revinden ayrılarak bazı özel ve kamu ku­ ruluşlarında danışman olarak çalışmaya başladı (1985). Başlıca yapıtları: Takım tezgâhlan (1957), istatistik ve kalite kont­ rolü (1967). istihsal idaresi modern teknik­ leri (1969) AKÜNAL (Ahmet Kemal), türk yazar (İs­ tanbul 1874-ay. y. 1942). Darüşşafaka li­ sesi'ni bitirdi (1894), aynı yıl okulun ede­ biyat öğretmenliğine atandı, istibdat reji­ mine karşı siyasal düşünce ve davranış­ larından dolayı birkaç kez tutuklandı, so­ nuncusundan sonra Avrupa’ya kaçtı (1900). Atina'da Jön Türk gazetesi icma-ı ümmet’i yayımladı (1901). Kahire’de La verite orientale gazetesinin Hakayık-ı şark adlı türkçe bölümünü yönetti. Doğru Söz gazetesini çıkardı (1906). İkinci meşruti­ yet'ten sonra öğretmen olarak çalışmayı sürdürdü. Bazı makaleleri Füyuzat (Bakü, 1910), şiirleri Vatan yavrularına ninni (1915) kitabındadır. (-> Kayn.) AKVA a.(ar.akve). Osmanlı devlet ileri gelenlerinin kullandığı bir bıçak türü. (Onur ve rütbe belirtisi sayılırdı. Som sır­ ma işlemeli kılıf içinde kemer arasına ta­ kılır, değerli bir köstekle kullanılırdı.)



ğaları 40-200 Asa arasında değişen, gerilimleri 12 ve 24 V olan kurşunlu batar­ yalardan yararlanılır; uçaklarda ise 40100 Asa sığalı ve 24 V gerilimli üç tip akü­ mülatör kullanılır; —demiryolu vagonlarında aydınlatma ve havalandırmada kullanılan bataryalar; bu taşıtlarda, dingilin kumanda ettiği bir üre­ tece bağlı, üç tür akümülatöre rastlanır; —telefon kuruluşlarında, santrallarda, ka­ mu yapılarında, hastanelerde, büyük ma­ ğazalarda, tiyatrolarda, bilgisayar mer­ kezlerinde vb. ana şebekenin arızalanma­ sı halinde temel aygıtların çalışmasını ve aydınlatmayı sağlayan durağan batarya­ lar. Doldurma-boşaltma bataryaları, ba­ ğımsız enerji kaynağı biçiminde kullanıl­ madan önce doldurma istasyonlarında doldurulur; bu tip bataryalardan aşağıda­ ki alanlarda yararlanılır: —çekme bataryaları, öncelikle hizmet arabalarını ve yükleme-boşaltma araçla­ rını besler, sığaları 100-1 000 Asa ve gerilimleri 24-96 V arasında değişir; aynı akümülatörler elektrikli otomobillerde de kullanılır; ne var ki, akümülatörlerin zayıf özgül enerjileri nedeniyle bu arabaların yaklaşık 100 km gibi sınırlı bir özerkliği vardır; —denizaltı bataryaları, binlerce amper - saat sığalı, kurşunlu akümülatörlerden oluşur; konvansiyonel denizaltıların dalış halinde tek enerji kaynağıdır; —taşınır bataryalarda çok çeşitli nitelikte bazlı akümülatörler kullanılır; taşınır elek­ trik aygıtlarını, özellikle el lambalarını, rad­ yo verici ve alıcılarını, televizyonları, ka­ meraları beslemede yararlanılır; • Yeni akümülatör tipleri. Fosil yakıt re­ zervlerinin gittikçe azalması nedeniyle, akümülatörlerin gelecekte önemli bir rol yükleneceği sanılmaktadır; bu rol özellikle elektrikli taşıtların ve yeni enerji kaynak­ larını bağımlı kılan enerji depolama tesis­ lerinin gelişmesine bağlıdır. Ayrıca akü­ mülatörleri geniş ölçüde kullanmak için yetkinliklerini yükseltmek (özellikle ömür­ lerini ve özgül enerjilerini artırmak) ve ma­ liyetlerini düşürmek gerekir. Bu amaçla, bütün dünyada geleneksel öğeleri geliş­ tirmeye ve yeni elektrot çiftleri yapmaya yönelik çok sayıda araştırma yürütülmek­ tedir; genellikle metal olmayan bir elek­ trot kullanılarak üretilmesi tasarlanan akü­ mülatörler arasında en umut verici olan­ lar şunlardır: nikel-çinko akümülatörü, hava-çinko akümülatörü, çinko-klor akü­ mülatörü, sodyum-kükürt (elektrolit olarak bir seramik, beta alümini) akümülatörü, lityum-demir-sülfür akümülatörü. —Hidr. pnöm. Hidrolik akümülatör, dev­ reye boru ile bağlı metal bir depo ve akış­ kanı basınç altında tutan bir düzenekten oluşur. Basınç bir ağırlıkla ya da sıkıştırıl­ mış gazla sağlanır; gaz, sıvıdan yüzer bir pistonla ya da biçim değiştirebilen bir zar­ la yalıtılır. Sıvının akümülatöre girmesi için basıncının içerdeki gazın şişirme basın­ cından daha büyük olması gerekir. Güç iletim devrelerine konulan hidrolik akümü­ latörden koç darbelerinin ya da pompa­ lardan ileri gelen çarpıntıların sönümlen­ mesinde yararlanılır; ayrıca yedek aygıt biçiminde pompaya eklenir ve anlık debi tamamlayıcısı görevi yapar ya da pompa arızalandığında devreye girer. Hidrolik akümülatör bir tesisatın iç kaçaklarını ya da genleşmeden kaynaklanan hacim de­ ğişikliklerini denkleştirmek amacıyla da kullanılabilir.



AKVARYUM a. (lat.aqua su’dan aquarium, su haznesi). 1. Tatlı ya da tuzlu su doldurularak içinde bitki ve hayvanların barındırıldığı ya da beslendiği küçük haz­ ne. —2. Birçok akvaryumun bir araya ge­ tirildiği yer. —ANSİKL. Tabanı, çoğunlukla kum ve ça­ kıl çökeltilerle döşenen akvaryumda be­ lirli bir ölçüde su bulunur. Tüm bunlar dı­ şardan içerisi görülebilen bir hazneye yer­ leştirilir. Akvaryumda, sucul hayvan ve bitkilerin büyümesine elverişli, fizik, kim­ ya ve biyoloji açısından dengeli bir ortam yaratılmaya çalışılır. Akvaryumda genel­ likle, bir su dolaşım sistemi, hava pompa­ sıyla çalışan bir havalandırma sistemi, bi­ yolojik bir süzgeç, yapay ışıklandırma ve bir sıcaklık ayarlama sistemi bulunur. Ak­ varyumun iyi işlemesi, doğal ya da yapay besinin düzenli dağıtılması ile suyun ni­ teliğinin denetlenmesine bağlıdır. Akvaryumda yerli türler barındırılır, ama akvaryumseverlerin çoğu, akvaryumları­ nın içine tropikal kökenli, küçük, çoğun­ luğu akvaryumda üreyemeyen türleri (özellikle balıklar) koyar. Belirli sıcaklık ve tuzluluk koşullarına uygun türlerin seçil­ mesinde, bu türlerin etolojısi ve bir arada yaşayabilmeye elverişli olmaları göz önünde bulundurulur. —Arıc. Arı akvaryumu, arıların çalışma düzenini incelemeye yarayan camlı göz­ lem kovanı.



A K Ü N (Ö. Faruk), türk mühendis (Kema­ liye, Erzincan, 1920). İstanbul Teknik üni­ versitesi makine fakültesi’ni bitirdi (1946). Bir süre Türk hava kurumu uçak fabrikası'nda mühendis olarak çalıştıktan sonra Makine fakültesi takım tezgâhları ve fab­ rika organizasyonu kürsüsü’ne asistan ol­ du. Aynı fakültede profesörlüğe yükseldi (1957). ABD’de Indiana Üniversitesi’nde konuk profesör olarak çalıştı (1958-1959). İTÜ makine fakültesi takım tezgâhlan ve fabrika organizasyonu kürsüsü’nü yönetti



AKVARYUMCULUK a. Akvaryumda süs balığı beslemeciliği. AKVÂT çoğl. a. (ar. kütün çoğl. akvat). Esk 1. Yiyecekler, azıklar, gıdalar: "Ha­ riçten celb-i akvâta mecbur olmalarıyla onun bedelini tedarik için,..." (Suphi Pa­ şa layihası, XIX. yy.). —2. Akvât-ı yevmi­ ye, günlük yiyecekler; geçim. AKVÂTOZ a. Kıyılardan 500 m derin­ liklere kadar bütün denizlerde bulunan vatoz balığı, (Bil. a. Raja alba ya da mar-



AKVÂ sıf. (ar. akvâ). Esk. Çok sağlam, daha kuvvetli, en kuvvetli: "Çün maksa­ dı imtihandı bence / Akvâ ile tutmalıydı pençe" (Ziya Paşa, XIX. yy.). AKVÂLçoğl. a. (ar. kavim çoğl. akvâl). Esk. 1. Sözler, lâflar. —2. Söylentiler, boş sözler: "Mutribün kavlin işit ko zâhidün akvâlini" (Mecmuat ün-nezair, XVI. yy.). AKVÂM çoğl. a. (ar. kavm 'in çoğl. ak­ vam). Esk. Kavimler, halklar, topluluklar: "... terbiyeleri yekdiğerinden muhtelif bir­ çok akvam arasında..." (Ziya Paşa, XIX. yy)



AKVAREL a (fr. aquarette). -» SULUBO­ YA.



Akyuyt ginata; vatozgiller familyası; boy 50 cm.) A K VAVİT a. (damıtık içki anlamına ge­ len İsveççe söze.). Kuzey ülkelerinin da­ mıtık içkisi. (Akvavit’in alkolü tahıl, pata­ tes vb.'den yapılır ve çeşitli bitkisel mad­ delerle aromatize edilir) A K YA a. Tropikal denizlerde yaşayan ve yazın Akdeniz’de de görülen ve sinagriti andıran, yandan basık yüksek gövdeli ke­ mikli balık. (Bil. a. Lichıa amia; carangıdae familyası; boy 50 kg için 2 m.) A K V A B - SİTTUE. A K Y A K A , Kars iline bağlı ilçe; 15 095 nüf. (1990); 25 köy. Merkezi Akyaka (esk. Kızılçakçak); 2 440 nüf. (1990). Kars-Gümrü (Kumayri) demiryolu üzerin­ de, Ermenistan sınırına 20 km A K Y A K A k a p ısı, Türkiye ile Ermenis­ tan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasın­ da sınır ve gümrük kapısı. Kars’ı Gümrü’ ye (Leninakan) bağlayan demiryolu ve karayolu buradan geçer. A K YARMA, Gerede ile Kızılcahamam arasında E5 karayolunun, Köroğiu dağ­ larını aştığı yüksek geçit (1 560 m). A K Y A TA N , Çukurova deltası kıyısında sığ lagün; Karataş’ın güneyindeki Fener burnu batısında. Denizden doğuya, Fe­ ner burnuna doğru gelişmiş bir kıyı oku ile ayrılır. Üzerinde uzun kıyı kumulu sı­ ralarının yer aldığı okun doğu ucunda, la­ günün denizle bağlantısını sağlayan dar bir gedik vardır. Â K YA VAŞ (Erol), türk ressam (İstanbul 1932). Bir süre Siyasal bilgiler fakültesi’nde okuduktan sonra İtalya’ya giderek Flo­ ransa Güzel sanatlar akademisi resim bölümü'ne devam etti. Paris’te A. Lhote ve F, Leger’nin atölyelerinde çalıştı. 1963’te ABD’ye yerleşti. Resimlerinde Doğu sa­ natlarından ve özellikle türk minyatürlerin­ den esinlendi. Soyut bir espas ve per­ spektif kurallarından bağımsız, yarı geo­ metrik bir düzen içinde istiflediği piramit­ ler, kilitler, kafesler, tuğla duvarlar ve çe­ şitli dekoratif öğeler, üslubunun temel an­ latım araçlarıdır. Yapıtları ABD, Avrupa ve Türkiye’nin galeri, müze ve sanat koleksiyonlarındadır. 1984’te Ankara Sanat ku­ rumu ödülü’nü kazandı AK Y A Y A N , Çukurova deltası kıyısında sığ lagün; Ceyhan nehrinin Hurma boğa­ zı ağzı ile Yumurtalık limanı arasında. De­ nizden, doğuya doğru gelişmiş ve üzeri kumullarla kaplı bir kıyı oku ile ayrılır. Cey­ han nehri 1936’da bugünkü çığırına dön­ meden önce, bu lagünün kuzey kenarını izleyerek Yumurtalık limanına dökülüyor­ du. A K Y A Z I, Marmara bölgesinde Sakar­ ya iline bağlı ilçe; 63 884 nüf. (1990); 717 km2; 1 bucak, 53 köy. Merkezi, Adapazarı’nın 31 km. G -D 'sundaki Akyazı, 19 331 nüf. (1990). AKYEL a. Halk. Lodos. AKYEM a Oltalarda yem olarak kulla­ nılan izmarit, istavrit gibi balıklara, balık­ çılar arasında verilen ad. AK-YEN-KU-TE, hun hakanı (İ.Ö. I. yy.). Kurultayca hakanlığa getirildi (İ.Ö. 60). Karışıklıkların önüne geçemedi. Ken­ disine karşı olanların hakan ilan ettiği Ho -han-şa ile yaptığı savaşta yenildi; kendi­ ni öldürdü. A K Y ILD IZ a. Bot. Beyaz, sarı ya da ye­ şil renkte şemsiyemsi salkım çiçekli, so­ ğanlı küçük bitki. (Bil. a. ornithogaium; zambakgiller familyası.) Eşanl. KÖPEKSOĞANl, TÜKÜRÜKOTU. (Bk. ansikl. böl.) —Halk hek. Akyıldız soğanı. (Bk ansikl. böl.) —ANSİKL. Bot. Akyıldız.Türkiye'nin her



yerinde yetişen otsu bir bitkidir. Boyu 20 -30 cm, çiçekleri sapın ucunda saikım ya da şemsiyemsi salkım durumundadır. Çi­ çek örtüsü dağınık ve serbest altı parça­ lıdır. Anadolu’da akyıldızın 30 kadar türü



yetişir. Başlıca türleri. Ornithogaium umbelatum (tıbbı bitki), O comosum.O. lanceolatum, O. latifolium, O. pyrenaicum (bunların yaprakları sebze olarak kullanı­ lır). Akyıldız türlerinin beyaz çiçekli bazı türleri de "kuşsütü” adıyla süs bitkisi ola­ rak yetiştirilir. —Halk hek. Akyıldız soğanı, Eski Yunan’ dan beri kusturucu ve çıban açıcı olarak bilinir. Taze ya da pişmiş yumru, çıban üzerine sarılır; böylece çıbanın olgunla­ şıp açılmasını sağiar. A K Y IL B IZ (Ahmet Necmettin), türk he­ kim (Çanakkale 1928). İstanbul Üniversi­ tesi tıp fakültesi’ni bitirdi (1953). Ankara Üniversitesi kulak burun boğaz kliniği’nde uzman oldu (1962). Aynı yerde doçentli­ ğe (1969), profesörlüğe (1980) yükseldi. Çeşitli makele ve bildirilerinden başka Ku­ lak hastalıkları ve mıkroşırurjısi 1,11 (1977) ve Menlere hastalığı (1980) adlı iki yapıtı vardır. AK Y İĞ İTZA D E (Musa), türk iktisatçı (Kazan 1865 -İstanbul 1923). 1887’de istanbul’a geldi. Mülkiye’yi bitirdi. Erkânı Harbiye mektebi’nde rusça ve ılm-ı ser­ vet (ekonomi) öğretmenliğine atandı. Üzerinde önemle durduğu sorun, uluslar­ arası serbest ticaretin yararları, koşulları ve sınırıydı. Tarımsal ülkelerin sanayileş­ miş ülkelere karşı geçici bir süre korun­ maları gerektiğine, korumacılığın dünya işbölümüne aykırı olmadığına inandı. Al­ man iktisatçısı List’in ve fransız iktisatçısı Cauvves’nin etkisinde kalmıştır. Başlıca yapıtları: Avrupa medeniyetinin esasına bir nazar (1908), İktisat yahut ilm-i servet (1918). Ü & Y 0 L (İbrahim Hakkı), türk coğrafya­ cı (Silistre 1888 - İstanbul 1950). Galata­ saray mektebi sultanisi’ni bitirdikten son­ ra İsviçre’nin Lausanne Üniversitesi’nde doğa bilimleri okudu. Birinci Dünya sava­ şı sırasında Türkiye'ye döndü; bu kez ma­ den mühendisliği öğrenimi için Almanya’ ya gönderildi (1916). Dönüşünde çeşitli okullarda fizik, kimya, tabiiye dersleri okuttu; İstanbul Darülfünunu edebiyat fakültesi’ne, tabii coğrafya öğretmeni oldu. 1933 üniversite reformunda profesör ola­ rak bölüm başkanlığına atandı. Bilimsel coğrafyanın Türkiye’de öncüsü ve kuru­ cusu olan Akyol’un, fiziki coğrafya alanın­ da araştırma ve yayınları vardır. Başlıca yapıtları: Geyve civarında Yılanda heye­ lanı (A. Müştak ve A. Malik Sayar’la) [1926], İstanbul iklim i {1932), Türkiye'de basınç, rüzgârlar ve yağış, rejimi (1944), Atmosfer sarsımları ve Türkiye'de hava tipleri (1945), Türkiye’de akarsu rejimleri (1947, 1949).



r



307 »i



imPltflnfel



A



fi-v —



;



.







YT;:;' ¥•* : •



-



SBüSSfe'S ■



mmjmm g



Milliyet'e döndü. Milliyet'tSB ayrıldıktan sonra televizyonda içimizden biri adlı haftalık röportaj programlan gerçekleştir­ di.



Eroi Akyavaş o bir yapıtı



AK Y O L (Taha), türk gazeteci, siyaset adamı (Yozgat 1946). İstanbul Üniversi­ tesi hukuk fakültesi ni bitirdi (1968). Ser­ best avukatlık yaptı. Gazeteciliğe Anka­ ra'da Hergün gazetesinde başladı (1976). MHP genel yönetim kuruluna üye seçildi.12 Eyiül 1980’den sonra tutuklan­ dı. Salıverildiğinde Yankı dergisinde siyasi haber yazarlığı, başyazarlık yaptı. 1985’te Tercüman, 1991’de Meydan, 1992’de Mil­ liyet gazetesine geçti. Yapıtları; Sovyet Rus stratejisi ve Türkiye( 2c, 1976,1978), Politikada şiddet (1979). 1980 'terde Türki­ ye (1980), Tarihten geleceğe (1985). A K Y U N A K (Nihat), türk ressam (Tokat 1922 - İstanbul 1986). İstanbul Devlet gü­ zel sanatlar akademisi’ni bitirdi (1947). İs­ tanbul Belediyesi fen işleri müdürlüğü, Akademı’de öğretim üyeliği, liselerde re­ sim öğretmenliği yaptı 1950’lerde soyut -geometrik bir üslup benimsedi. Parlak ve ışıklı renklerle peyzajlar, natürmortlar ve eviçi görüntülen yaptı.Uluslararası Lugano Bıanco e Nero (1962) ve Sao Paulo bıenallerine (1963) katıldı. Türkiye’nin çe­ şitli kentlerinde (Ankara, İstanbul, Eskişe­ hir, İzmir vb.) kişisel sergi açtı. Yapıtları İs­ tanbul Resim ve heykel müzesi, Ankara Milli kütüphane koleksiyonu. Bursa Güzel sanatlar galerisi, devlet daireleri, özel ko­ leksiyonlarla bazı Avrupa ülkelerindeki koleksiyonlardadır.



A K Y U R T , Ankara ilinde Çubuk'un gü­ neybatısında ilçe- 12 535 nüf. (1990). 20 Â & Y Ö L (Türkân), türk hekim (İstanbul köy. Merkezi Akyurt (esk. Ravlı); 3 533 1928). Erenköy kız lisesi’ni (1947), Anka­ nüf. (1990). ra Üniversitesi tıp fakültesi’ni (1953) bitir­ di. Aynı fakülteye asistan oldu. Göğüs I AKYUVAR a. Hematol. Çekirdekli kan hücresi. (Bk ansikl. böl.) [Eşanl. LÖKOcerrahisi kürsüsü’nde doçentliğe (1964), SİT ] || Akyuvar azalması, akyuvar yoğun­ sonra profesörlüğe (1969) yükseldi. Nihat luğunun kanda yİ'da 4 000’den aşağı Erım’in 12 Mart muhtırası'ndan sonra kur­ düşmesi. (Bu durumlarda azalmanın len­ duğu birinci partilerüstü hükümette 26 fositlerde mi yoksa nötrofillerde mi oldu­ mart-13 aralık 1971 arası (Türkiye'nin ilk ğunu ve bunun akyuvar üretimindeki bir kadın bakanı olarak) Sağlık ve sosyal yar­ kusurdan mı yoksa akyuvarların dolaşım­ dım bakanlığı görevini üstlendi. Kabine­ da yıkılmasından mı ileri geldiğini sapta­ deki on bir bakanla birlikte istifa ettikten mak çok önemlidir.) [Eşanl. LÖK0PENİ] |j sonra üniversitedeki görevine döndü. Akyuvar yapımı, akyuvarların oluşması. 1980’de Ankara Üniversitesi rektörlüğü­ (Granülositlerin, lenfositlerin ve monositne seçildi. Bu görevde 1981’e kadar kal­ lerin oluşumunu kapsar.) [Eşanl. LOKOPOdı. 1982’de emekliye ayrıldıktan sonra si­ YEZ, LÖKOSİTOJENEZ. LÖKOJENEZ ] |j yasete atıldı. Önce Sosyal demokrasi partisi’nde (1983), sonra Sosyal demok­ Akyuvar-yığıştırma, kandaki ya da her­ hangi bir vücut sıvısındaki (beyin-omurılik rat halkçı parti'de yönetici olarak görev aldı. 1992'de DYP-SHP koalisyon hükü­ sıvısı, bir boşlukta toplanmış sıvı) akyuvar­ ların sayısını artırarak gözlenmelerini ko­ metinde kadın işlerinden sorumlu devlet laylaştırma tekniği. (Eşanl. l Ök o k o n bakanlığına atandı. SANTRASYON.) |j Akyuvar yıkımı, akyuvar­ Â K Y 0 L (Mete), türk gazeteci (Ordu ların yok edilmesi. (Eşanl. LÖKOSİTOLİZ.) 1935). Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih —ANSİKL. Akyuvarlar üç çeşittir: granüCoğrafya fakültesi İngiliz dili ve edebiyatı lositler (% 55-70), lenfositler (% 20-30) ve bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe Milliyet’te monositler (% 3-7). Bunların dolaşan kan­ başladı (1959). Bu gazetede 1974’e ka­ daki toplam yoğunluğu erişkin kişide dar yayımladığı dizi röportajlarıyla dikkat­ yİ'de 4 000-10 000 dolayındadır. leri çekti. Bir süre Hürriyet, Dünya ve Günaydın’da da çalıştıktan sonra yeniden A K Y U Y T, Moritanya’da yerleşme; yö-



I '




ALCAÇAR QUİVİR. A tce ste , Moliere’in Adamcıl adlı oyunu­ nun başkahramanı. ALCİATO (Andrea), İtalyan hümanist ve hukuk bilgini (Alzate, Como, 1492- Pavia 1550). Tarihsel ve dinsel çözümlemeler­ le roma hukukunu aydınlatmayı amaçla­ yan hukuksal yorumlar ve amblemler üs­ tüne bir inceleme kitabı yazdı (Emblemata, 1531). ALCİOPİDAE a. Derinlerde yaşayan, saydam gövdeli, iri gözlü, çok kıllı gezgin halkalısolucanlar familyası. ALCİRA, Ispanya’da kent, Valencia’nın G.’inde; 33 000 nüf. Portakal üretim mer­ kezi. Kartacalılar’ın kurduğu kenti, Ara­ gon kralı Jaime I, 1242’de Ispanya Araplan’ndan aldı. ALCIS a. Afrika ve Güney Asya’da bu­ lunan ve larvaları sapların dibinde halka biçiminde dehlizler açarak, iç kabuğu ve diri odunu tahrip ederek bitkilerin ölümü­ ne yol açan kınkanatlı böcek. (Kınkanat­ lıların curculionidae familyasından olan alcis’in pek çok türü vardır.) ALCM, AIR LAUNCHED CRUİSE MİSSİLE’ in kısa yazılışı; bombardıman uçağından atılan ve nükleer patlayıcı taşıyabilen cruise füzesi. ALCMAN d iz e s i. Ed. Alcman tarafın­ dan bulunan ve Horatius’un Odlarında kullandığı bir dize türü. ALCOA, ABD'de (Tennessee) kent, Knoxwille’in G.’inde; 8 000 nüf. 1913’te Aluminium Company of America (kente kısaltılmış adı verilmiştir) tarafından kurul­ muş alüminyum metalürjisi. ALCOA, ALUMİNİUM COMPANY OF AMERİCA adlı amerikan şirketinin baş harfle­ ri. Alüminyum üreten bu şirket, 1888 yı­ lında Charles Martin Hail tarafından ku­ ruldu. Hail, 1886’da alüminyumun sınai üretim yöntemini bulmuştu. ALCOA günü­ müzde, alüminyum üretiminde birinci sı­ radadır ve yıllık satış hâsılatıyla dünyanın en önemli işletmelerinden biri durumun­ dadır. ALCOBAÇA, Portekiz'de kent, Estremadura’da (Leiria yönetim bölümü); 4 500 nüf. Kral Alfonso l’in, kentin Araplar’dan geri alınmasından hemen sonra 1153’e doğ­ ru kurdurduğu Citeaux manastırı. Günü­ müzdeki büyük bütünde(eneski bölümleri XIII.yy ’dan kalmadır),Fransa'dakiCiteaux manastırlarından (Clairvaux) esinlenil­ miştir, Kral Pedro I ve metresi inds de Castro’nun mezarları burada, çapraz sa­ lonun güney kolundadır ve bu iki mezar (XIV. yy.’ın son çeyreği), dönemin kral mezarlarının güzel örnekleridir. ALCOCK (John), İngiliz kilise ve si adamı (Beverley, Yorkshire, 1430



koposu. Tanınmış bir mimar olan Alcock, dinsel incelemeler yazdı; birçok kez elçi­ lik, iki kez de İngiltere’nin maliye bakan­ lığını yaptı (Edward IV ve Henry VII dö­ nemlerinde) ALCO CK (sir John VVİlliam), İngiliz pilot (Manchester 1892- Rouen 1919). Bir Vickers Vimy uçağıyla, 14 haziran 1919'da, uçuş mühendisi Arthur Brown eşliğinde Kuzey Atlantik’i yere inmeden ilk kez geç­ meyi başardı. ALCOFORADO (Manana), portekizli ra­ hibe (Beja 1640 -ay. y. 1723). Kont Noel de Chamilly'ye yazdığı söylenen ve elde yalnızca fransızca çevirisi (1669) bulunan mektuplar, tutkunun dile getirdiği gerçek bir başyapıttır. Ama bunları gerçekten Alcoforado'nun yazdığı kesin değildir.( -» PORTEKİZLİ RAHİBENİN MEKTUPLARI )



ALCOLEA, ispanya’da köy. Cordoba yakınında. Guadalquivir ırmağı üstünde köprü. Fransız generali Dupont. 1808'de ispanyollar’ı burada yendi. 29 eylül 1868'de Serrano'nun komuta ettiği ayak­ lanmacılar, isabel İl’ye bağlı kalmış birlik­ leri burada bozguna uğratarak, kraliçenin tahttan indirilmesine yol açtılar. A lco o ls, Guillaume Apollinaire’ın şiir ki­ tabı (1913). Yapıtta rastlanan ton ve üs­ lup zenginliği, şairin 1898-1912 arasında yazdığı şiirlerdeki çeşitliliği yansıtır: bilgi yüklü simgecilik ("TErmite"); modern ağıt­ lar ("Chanson du mal-aime"): boğuntu ve fantezi ("Rhenanes"); modern yaşam ve modern dekorlar (“ Vendemiaire"). Apollınaire’in eşzamanlı karşıtlık ("Zone” ) an­ layışı, bütün noktalama işaretlerinin kal­ dırılmasıyla yankılar uyandıran yeni bir şiir sanatının başlangıcıdır. ALCORA, ispanya da kent, Valencia böl­ gesinde, Castellön de la Plana’nın K.-B.' sında; 7 000 nüf 1727’de Aranda kon­ tunun kurdurduğu Alcora imalathanesi. bir süre orada çalışan Joseph Olerys'in öğrettiği Moustiers üslubunda süslenmiş fayanslarıyla ünlüdür, imalathanede, yak­ laşık 1760 tan başlanarak porselen de üretildi. ALCO RCO N, ispanya'da kent, Castilia la Nueva’da, Madrid'in büyük güney­ batı banliyösünde; 141 080 nüf. (1990). ALCORTA (Gloria), arjantınli kadın ede­ biyatçı (Bayonne 1915). Düşsel öyküler yazdı (En la casa muerta. 1966). Yapıtla­ rından bazılarını fransızca yazmıştır t O reiller noır. 1978). ALCO TT (Louisa May), amerıkalı kadın pedagog ve romancı (Germantown, Philadelphıa yakınında, 1832- Boston 1888). Çocuklar için yapıtlar yazdı (Küçük kaclınlar [Little VVomen], 1868-69). ALCOVER I MASPCNS (Joan), kata lonyalı siyaset adamı ve yazar (Palma de Majorca 1854 - ay. y. 1926). Romantik tarzda elejiler yazdı (Atardecer. 1909); "Majorca okulu” nun en önemli temsilci­ lerinden biridir (Poemas bıblıcos. 1918). A LC O Y , Ispanya’da (Valencia bölge­ si) kent, Alicante'nin K 'inde; 66 000 nü*. Sanayi (dokumacılık: makine yapımı) merkezi. Uzun süre ’Araplar'da kalan kenti, Aragon kralı Jaime I geri aldı. ALCYONARİA a Tek tek ya da koloni halinde yaşayan ve tüysü sekiz dokuna­ cı, sekiz mide bölmesi bulunan knidliler sınıfı. (Stolonifera, telestacea, alcyonidea [yumuşak mercanlar] coenothecalia [ma­ vi mercanlar], gorgonıaea [boynuzsu mercanlar] ve pennatulıdea [deniz telek­ leri] takımlarını içerir.) ALCYONİDEA a. Zool. Koloni halinde yaşayan ve polip mezogleaları, stolon bo­ rucularının içinden geçerek ortak bir do­ ku halinde kaynaşan knidliler takımı. (En yaygın türü Alcyonum palmatum dur.) ALÇA a. Ayakkc. Ayakkabının belli bir yerine, örneğin ayak bileğine ya da ek­ lem çıkıntısına ek hacim vermek için bir



kalıba eklenen kalınlık. ALÇAG8K sıf. (alçak-cık'tan alçacık). Yükseklikteki azlığı vurgulamak için kul­ lanılır; çok a'çak: Çatı katında tavanı al­ çacık bir oda. Alçacık iskemleler. ALÇAK sıf. 1. Göreceli ya da salt değer­ lendirmede yüksekliği daha az olan şey için kullanılır: Alçak bir iskemle. Tavanı al­ çak bir oda. Alçak topuklu ayakkabı. Fotoğraftakilerden alçak boylu olanı arkada­ şımdır. Gökyüzü alçak bulutlarla kaplıy­ dı. —2. Alçak sesle, fısıldayarak, mırılda­ narak: Alçak sesle anlatmak. Alçak sesle şarkı söylemek. —Ask. havc. Alçak uçuş, saldırı ya da keşif görevi verilmiş asken bir uçağın, düşmanın radar örtüsünün altından ge­ çerek algılanmasını engellemek için uy­ gulanan düşük yükseltilerden uçma yön­ temi. (Bu yöntem, taşıdığı tehlikeler yü­ zünden alçak irtifa uçuş radarı gibi uygun aygıtların kullanımını zorunlu kılar.) —Bayınd. Alçak basınç, tümüyle ya da bir bölümüyle toprak altında kalan yapı­ lara (baraj temelleri, kanal ya da galeri kaplamaları, vb.) zemin suyunun uygula­ dığı etki. —Denize. Akçak tekne, aldığı yük nede­ niyle frıbordu azami derecede batmış tek­ ne. m—Elektrotekn. Alçak düşü grubu, alçak ”düşü (ırmaklar, nehirler) ve gelgit sandal­ larının donanımında kullanılan yatay eksenel akışlı hidroelektrik grubu; pervaneli bir türbinden ve soğan biçiminde, suge­ çirmez bir sandık içine yerleştirilmiş bir al­ maşık akım üretecinden oluşur. (Bk. an­ sikl. böl.) —Fiz. Alçak basınç, çevre ortamın basın­ cından daha düşük basınç. —Halk oy. Alçak dizi, oyuncuların çömelerek oluşturdukları dizi. —Havc. Alçak uçuş, yere çok yakından yapılan uçuş. —Hidrol. Alçak düzey, bir akarsuyun, ki­ mi kez sıfırla gösterilen en düşük ortala­ ma düzeyi; sıfır, ölçekte yer alan bir baş­ langıç noktasıdır ve bu nokta üstündeki su düzeyi sıfırdan uzaklaştıkça değeri ar­ tan rakamlarla ölçülür. —Isıl mot. Aiçak basınç, bir benzin mo­ torunun emme kanallarında ve silindirin­ de pistonun aşağıya doğru devinimi so­ nucu oluşan kısmi boşluk. (Alçak basınç, gaz halindeki hava-benzin karışımının karbüratörde şiddetle emilmesini sağlar. Emme kanallarına bağlanan bir boruyla, avans otomatiği, merkezkaç dengeleyici­ leri ve servofrenler gibi yardımcı aygıtları harekete geçirebilecek yeterli emme kuv­ veti elde edilir.) [Eşanl. DEPRESYON ] —Meteorol. Alçak basınç katmanı, alçak basınç altındaki (1015 milibardan az) at­ mosfer kütlesi; bu kütle yükselme hare­ ketlerinin merkezidir. (Bk. ansikl. böl.)|| A/çak basınç alanı, SİKLON’un eşanlamlısı. —Zootekn. Alçak cıdağı, dört bacaklı hayvanlarda yüksekliği sağrıdan düşük olan cıdağı.



341



■#> sıf. ve a. Onursuzluğu, korkaklığı, dürüst olmayan davranışlarıyla kızgınlık, nefret uyandıran kimse için kullanılır; na­ mert: Alçak bir adam. Dostlarına ihanet eden bir alçak. Ne alçaktır o bilemezsin Arkadan vurmak ancak bir alçağa yakı­ şır. —Ed. telm. Alçağı ezelim. Voltaire’ırı An­ siklopedicilere yazdığı mektupların son sözleri. (Bu sözle boş inançları belirtmek ister.)



Atcobaça «ast® YİV. ve XVI. yy ’lsrcişn kalma avlu



-i» a. Yüksek olmayan yer ya da ova, dağların ovaya yakın yerleri, etekleri: Al­ çaktan düşmek. Alçaktan geçmek. Alçak-



m II



Hafta* * t e fi».! te U M p tt t e tu vuzsmH



aleyonaria



iki »te le sstarttte m l M fef «ateic



te



t&







v m s 0 s k:0m m k m «te



-



*> &*.*»;«».-



-.te A & m s



bir p olipten ayrıntı »



W



:



t i



2, t



Ijprfc'. jp£s>/



İ M



İs f'







polipler içerde



İSifi ‘



tara kar yağmış. Alçakta kurulmuş bir köy.



polipler dışarda



be Hafif, kısık sesle: Biraz alçak konuş, mikrofonda sesin boğuluyor. —A n s ik l Elektrotekn. Suyun potansiyel enerjisini elektrik enerjisine dönüştürme-



Guıllaume Apollınaireın Âleools kitabından Zone ’şıırı Louis Marcoussıs'm suluboya resmi Blbliotheçue natıonale. Paris



de kullanılan alçak düşü donanımı, düşü zayıfladıkça güçleşen verim sorunları do­ ğurur. Bu alanda klasik teknik, pervaneli bir türbin ile bir almaşık akım üretecinden oluşan düşey eksenli üreteç gruplarını yerleştirmeye dayanır. Türbinin sarmal açık deposu ile dirsekli yayıcı bölümü de­ rin kazılar ve pahalı bir inşaat gerektirir. Öte yandan kuruluş maliyetini indirmek, verimlilik eşiğinin düşmesine yol açar. Akan su içine yerleştirmeye elverişli ve eksenel akışlı grupları gerçekleştirmek ama­ cıyla pek çok araştırma yapılmıştır; 1955'ten bu yana akış direncini azaltmak için üreteci soğan biçiminde bir sandık içi­ ne alma yolu seçilmektedir. Alçak düşü grupları, kanallar üzerine kurulmuş mikrosantrallarda, baraj zincir­ lerinde ya da denkleştirme barajlarında, gelgit santralarında ve nihayet ırmak ya da nehirlerde kullanılır, ilk iki kuruluşta üreteçler genellikle eşzamansızdır (asenkron), ama az sayıda olsa bile eşzamanlı (senkron) olanlar vardır. Bu üreteçlerin gücü 50 ile 2 000 kW arasında değişir. Öbür iki kuruluş biçiminde ise, üreteçler eşzamanlıdır ve güçleri genellikle 30 000 kW'ı aşar. Bir alçak düşü grubunun yapımında karşılaşılan başiıca güçlükler, dört neden­ den kaynaklanır: olduğunca küçük bir çap içine çok sayıda kutbu sığdıracak bir üretecin (üreteç yavaş döndüğü için) ger­ çekleştirilmesi; kayıplardan kaynaklanan ısının üreteçten türbin suyuna aktarımı; grubun sugeçirimsizliği ve nihayet deniz suyuyla çalışması halinde aşınma olayı. Düşük güçte üreteçler yağ içinde yerleş­ tirilir; orta ya da çok güçlü üreteçler ise, hava içinde ya atmosfer basıncında ya da daha yüksek basınç altında çalışır; amaç erişim kuyusu



saptırıcılar 'ö n le n d irm e m ekanizm ası



en iyi koşullarda ısı aktarımını sağlamak­ tır. —Meteorol. Alçak basınç katmanı. Basınç dışarıdan merkeze doğru azalır ve eşba­ sınç eğrileri kapalı elipsler çizer. Yer'in ek­ seni çevresindeki dönüşü nedeniyle ba­ sınç gradyanı rüzgârı sağa sapar (Kuzey yarımkürede) ve saat hareketine ters yön­ deki eşbasınç eğrilerine hemen hemen koşut bir rüzgâra dönüşür. Bu eğriler Gü­ ney yarımkürede saat hareketi yönünde­ dir. Sözkonusu olay antisiklonlarda görü­ len mekanizmanın tersidir. Alçak basınç katmanları, antisiklonlar gibi deniz üzerine yerleştiğinde daha sü­ reklidir; çünkü burada rüzgâr eşbasınç eğrilerine koşuttur (sürtünme olmadığın­ dan). Bu durum alçakç basınç çukurunun dolmasını engeller. Yatay gradyan, anti­ siklonlarda olduğundan daha kuvvetlidir ve dolayısıyla rüzgârlar daha sert eser. Ayrıca yükselme hareketi alçak basıncı besler. Atmosferin alt katmanlarında ya­ kınsamadan doğan bu hareketler yüksel­ tide ıraksamaya yol açar. Oysa yüksek düzeylerde sürtünme olmadığından ırak­ sak akı, yüzeydeki yakınsak akıdan hızlı devinir; bu olgu alçak basıncın artması­ na neden olur. Öte yandan yükselme adi­ yabatik soğumaya yol açarak bulut ve yağmur getirir. Sonuç olarak alçak ba­ sınçlar kötü havayı doğurur: şiddetli rüz­ gârlar, kapalı gökyüzü ve yağmurlar. İki tip alçak basınç katmanı vardır: devingen alçak basınç katmanları ya da siklonlar* ye değişmez alçak basınç katmanları. ikinci tür katmanlar çoğu kez 2 000 ile 3 000 km çapında bir alanı kaplar. Daha dar olan devingen alçak basınç katman­ ları ise, rüzgârı izleyerek değişmez alçak basınç katmanlarının kenarlarında dola­ şır. Siklonların kimi kez değişmez alçak basınç katmanları içinden geçtiği de gö­ rülür. Değişmez alçak basınç katmanları siklonları çeker, antisiklonlar ise siklonla­ rı iter. ALÇAKÇA sıf. ve be. Onur, cesaret, dü­ rüstlük vb. değerlere aykırı, kızgınlık ve nefret uyandıran şey, bu biçimde yapılan eylem için kullanılır: Alçakça bir saldırı. Al­ çakça vurmak. ALÇAKGEÇİREN sıf. Elektroakust., Elektron, ve Telekom. Alçakgeçiren filtre, ancak belirli bir frekanstan küçük frekanslı salınımları geçiren elektrik filtresi.



paşalar



(g ru p ge re k tü rbin le ge rek p o m p a y la çalışabilir)



aşağıda: hidroelektrik akıntı santralının alçak düşü grubu



a ktarm a kap akları _ _ _



su geliş kanalı h id ro e le k trik {



aşağı çığır vanası tü rbo alte rnatör a lç a k d ü şü g ru b u



ALÇAKKABARTM A a. Bir yüzeyden, hafif bir çıkıntı olarak ayrılan heykel. —ANSİKL. Ortadoğu'da, eski çağlardan kalma din dışı ya da dinsel süslemelerde kullanılan birçok alçakkabartma bulundu. Alçakkabartmanın temel kuralları, taş mal­ zeme açısından fakir olmasına rağmen, sümer sanatı tarafından saptandı. Öteki halklar, topraklarında bulunan malzeme­ ye göre, kaya (Hititler) ya da taş levhalar üzerine (Asurlular ve Ahemenid Persler), eski olayları canlandıran sahneler işledi­ ler. Mısırlılar, en eski çağlardan beri, me­ zar odalarını, tapınakları, sunak taşlarını, dikilitaşları, oyulmuş ya da yüzeyleri ge­ çişli alçakkabartmalarla süslemişlerdi. Yu­ nanlılar, tapınaklarının frizlerine alçakkabartmalar eklediler (Parthenon’un Panathenaia frizi). Romalılar da anıtlarını bun­ larla donattılar (Titus’un, Constantinus’un takları, Traianus sütunu). IV. yy.'da bu sa­ natta bir gerileme görülür (hıristiyan lahitleri). Ortaçağ’da ise alçakkabartma bü­ yük bir gelişme gösterir (kiliselerin giriş ka­ pıları, frizler vb.); Rönesans'la birlikte kla­ sik ve barok sanatta da bu gelişme sü­ rer. XVII. yy.'da, Flandre ve Hollanda'da ressamlar düzmece alçakkabartma1ların her türünü denediler. Kuyumculuk, tahta oymacılığı, fildişi işçiliği, çilingirlik ve se­ ramik sanatında da, alçakkabartmalar, aynı dönemlerde süsleme aracı olarak kullanılmıştır. ALÇAKLAŞMAK gçz. f. Sözkonusu bir kimseyse, onursuz, korkak, haince dav­ ranışlarıyla kızgınlık, nefret, tiksinti uyan­ dırır duruma gelmek: Bu kadar alçaklaşabileceğini sanmazdım. A LÇ A KLIK a. 1. Bir şeyin alçak olma durumu: Tavanın alçaklığı içime sıkıntı verdi. —2. Kızgınlık, nefret uyandıran davranış; bu tür davranışlarda bulunan kimsenin niteliği; kötülük, kahpelik: Ama bu alçaklık! Alçaklığı, adiliği her halinden belli oluyordu. —3. (Bir kimseye) alçak­ lık etmek, yapmak, (ona) alçakça davran­ mak: Alçaklık etme, dürüst ol! Bana bu alçaklığı yapmayacaktın. —4. Esk. Alçak­ gönüllülük: "Tevazu ve alçaklık içinde misli yoğudu" (Tezkiret ül-Evliya, XV. yy.). ALÇALIŞ a. Aşağılaşma, mezellet. ALÇALMA a. Alçalmak eylemi; yüksek­ liğini yitirme ya da bayağılaşma. —Denizbil. 1. Deniz düzeyinin med’den sonra cezir düzeyine ulaşmak üzere alçal­ ması, —2. Büyük med ve büyük cezir ev­ releri arasında med-cezir (gelgit) genliği­ nin azaldığı dönem. —Denize, inen gelgit.(Eşanl. CEZİR.)|| Al­ çalma akıntısı, inen gelgit sırasında görü­ len su hareketi. |[ Alçalma dinişi, alçalm a­ nın son anı; bu sırada su düzeyi değiş­ mez.



k a ça k kanalı



a ka ç la m a g alerisi



ALÇAKGÖNÜLLÜ sıf. 1. Mevki, para vb. açılardan üstün olmasına karşın bu­ nu belirtecek davranışlarda bulunmaktan kaçınan kimse için kullanılır; mütevazı: Zengin ama alçakgönüllü bir insan. —2. Kendisini değerlendirmede ölçülü davra­ nan, övünmekten kaçınan kimse için kul­ lanılır: Kendini öne çıkarmayan alçakgö­ nüllü bir genç. Ne kadar alçakgönüllüsü­ nüz, bu işteki rolünüz söylediğinizden çok daha önemliydi.



ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK a. Alçakgönül­ lü olma durumu; alçakgönüllü bir kimse­ nin tutum ve davranışlarının niteliği; mütevazılık, kibirsizlik: Alçakgönüllülük gös­ termek. Alçakgönüllülüğüyle herkesi ken­ dine bağladı. Alçakgönüllülüğünde aşırı bir gurur gizliydi. —Dilbil. Alçakgönüllülük çoğulu, bir teki! özne tarafından, iddialı bir hava taşıyan ben sözcüğü yerine kullanılan birinci kişi adılının çoğulu (Daha önce de belirttiği­ miz gibi...).



—Hidrol. Bir kabarmadan sonra akan su­ ların düzeyinin düşmesi; bu düşmenin öl­ çüsü. —Jeod. Alçalma açısı, gözlemciden ge­ çen yatay düzlemle ufuk doğrultusu ara­ sındaki açı; bu açı gözlem noktasının yük­ seltisinden kaynaklanır. (Bk. ansikl. böl.) —Jeomorfol. Tektonik hareketlerin (senklinal alçalmış bir kesimdir) ya da dış kuv­ vetlerin (doğal ya da yapay boşlukların çökmesi) etkisiyle topraktaki düzey yitimi. (Bu terim yavaş gelişen bir oluşumu be­ lirtir; ani gelişen olaylar için daha çok çök­ me terimi kullanılır.)



alçı —Jeomorfol. ve Denizbil. Aşınarak alçal­ ma, bir kumla ya da kıyı şeridinin enine profilinde tortul gereçlerin yüzeyden eri­ mesi sonucu ortaya çıkan alçalma. —Mad. oc. Yerüstü alçalması, yeraltı üre­ tim boşlukları yüzünden toprak yüzeyin­ de görülen alçalma. (Bk. ansikl. böl.) —M e te o ro l. Alçalm a çekirdeği, EŞBASINÇ* DEĞİŞİM EĞRİSİ'nin eşanlamlı­ sı.



—Tekton. Eksen alçalması. Bir kıvrım ek­ seninin, eksen düzleminin ortalama eği­ mine göre aşağı doğru eğilmesi. —Yerbil. Taşkürenin düşey hareketi-. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Jeod. Aiçalma açısı. Bir yerin OC dikmesini içeren bir düzlem tasarla­ yalım. MO = h, deniz seviyesi MTnin üzerinde yer alan bir O istasyonunun yük­ sekliği, OH yatay düzlem, OT görünür ufuk doğrultusu ve HOT = a alçalma açısı ol­ sun. R yer yarıçapı olduğuna göre CM = CT = R, ve CO = R + h elde edilir. Öte yandan CTO üçgeninin OCT açısı da a açısına eşittir ve üçgen, CT = CO cos a , ya da R= (R + /ı)oos a bağıntısını ve­ rir; bu bağıntıdan R COS a =



----------



R+ h elde edilir. Uygulamada ufkun uzak görünmesine yol açan kırılmayı da hesaba katmak ge­ rekir. —Mad. oc. Her yeraltı üretim boşluğu, boşaltılan hacim yeterli dayanımda bir malzemeyle doldurulmadıkça ya da etki­ li bir tahkimat yapılmadıkça, yerüstünde bir alçalmaya yol açar. Öte yandan, ocak işletmeleri gibi petrol, gaz ya da suyun çı­ karılması da bu tür alçalmalara neden olabilir. Bununla birlikte bu olay özellikle yavaş (örneğin yılda 1/10 mm) ve sınırlı oluşursa, önemli sonuçlar doğurmaz. Aşı­ rı bir hal, kendiliğinden ani alçalmalardır ve hektarlarca toprak yüzeyinin ansızın çökmesi biçiminde ortaya çıkar. Olağan ocak alçalmaları yukarıda belirtilen bu iki sınır arasında yer alır ve büyük ölçüde iş­ letmede kullanılan tavan denetim yöntem­ lerine bağlıdır: ocak çeperlerinin tahkima­ tı, doldurma ya da denetimli göçerime. Genellikle bir AB yeraltı üretim boşlu­ ğu, belli bir süre sonunda yerüstünde A' 0 nün ötesinde etkilere yol açar. Olay da a statik etki açısı.örtü doğasının ve ta­ van denetim yönteminin belirleyici niteli­ ğini gösterir. Z maksimum alçalması, dol­ gu yapılmışsa birkaç yıl sonra yeraltında işlenmiş h yüksekliğinin % 40 ile 60'ına, göçerime halinde ise ri'ın % 90 ile 100’üne ulaşır; dolgu çimentoyla berkiti­ lir ya da yeterli sayıda topuk bırakılırsa, °/o 10'un altına düşer. Öte yandan, arazi A'A" ve 0B" bölgelerinde "merdiven basamakları” biçiminde alçaldığında, ha­ sar önemli boyutlara ulaşabilir (evlerde çatlaklar, borularda patlama). Kendiliğinden ani alçalma, örtü toprak­ larında gerilme dağılımının ansızın değiş­ mesine (çoğunlukla su sızıntılarından kay­ naklanan kayaç kaymaları) ve yeraltında topukların kırılmasına bağlıdır. Yeraltı üre­ timi oda-topuk yöntemiyle yürütüldüğün­ de, topuklar örtü katmanlarından kaynak­ lanan statik gerilmelere dayanacak boyut­ larda bırakılmalıdır; böylece belli bir süre kararlılık* sağlanabilir. Ne var ki, sürekli yük altında olan kayaçlar, bu yük kritik dü­ zeyi aştığında (dayanımın esnek sınırı), kesiksiz olarak biçim değiştirmeye başlar. Topukların hemen hemen süreklileşen bi­ çim değişimleri örtü katmanına yansır. Bükülmez ve geniş olmaları halinde bu katmanlar, kesikli vurumlar biçiminde çökmelere uğrar. Kendiliğinden ani alçal­ maları önlemek için, topuk dayanımının esneklik sınırını aşmamak gerekir; ayrıca topuk yöntemiyle işletilen bölge genişliği­ nin, belli bir boyutu, yani örtü katmanının



doğasına ve kalınlığına bağlı kritik geniş­ liği geçmemesi zorunludur Kendiliğinden ani alçalmalar (göçme) ocaklarda birçok toplu kazaya yol açmış­ tır; ölümlerin başlıca nedeni, galerilerde bulunan bütün havanın ansızın püskürtülmesinden kaynaklanan ağır rüzgâr et­ kisidir. —Yerbil. Çok kalın tortul kütlenin, ince çö­ kel katmanları biçiminde yığılımı, alçalma­ nın en belirgin kanıtını oluşturur ve hav­ za tabanının yavaş, sürekli ya da duraklı olarak düzey yitirdiği varsayımına götü­ rür. Dolayısıyla, tortul katkının havza çö­ küntüsünü eksiksiz biçimde dengelediği varsayılır ve alçalma oranı belli bir zaman aralığında çökmüş tortuların kalınlığı ölçü­ lerek belirlenebilir. Bununla birlikte, alçal­ ma, her tür tortul kütle yükünün dışında, gerilim ve ısıl olaylarla bağlantılı tektonik nedenlerden kaynaklanabilir; nitekim so­ ğuyarak ağırlaşması sonucunda batan okyanus taşküresinde bu tür bir olgu sözkonusudur. Okyanus orta sırtının iki ya­ nındaki havzaların derinleşmesi işte bu ol­ guyla açıklanır. ALÇALM AK gçz. t. 1. Sözkonusu bir şeyse, aşağıya doğru yönelmek; bir yer­ se, yüksekliği azalmak: Uçak alçalarak inişe geçti. Güneş iyice alçaldı. Su sevi­ yesi giderek alçalıyor. Arazi denize doğ­ ru birden alçaldı. —2. Bir kimse sözko­ nusuysa, onurunu, gururunu yitirecek ka­ dar aşağılık sözler söyler, davranışlarda bulunur duruma gelmek; bayağılaşmak: Nasıl bu denli alçalabiliyorsunuz? Bu dav­ ranışıyla herkesin gözünde iyice alçaldı. —3. Güç bakımından azalmak: Denizin alçalıp yükselen sesini dinlemek. ♦ alçaltmak ettirg. f. 1. Bir şeyi al­ çaltmak, onun yüksekliğini azaltmak: Bahçe duvarını iki metre alçaltmak gerek —2. Bir kimseyi alçaltmak, onu nefretle karşılanacak, onursuz, gurursuz bir kim­ se durumuna düşürmek, küçültmek: Bu yalanlar sizi alçaltmaz mı? Suçlamalarının amacı onu bizim gözümüzde alçaltmaktı. İnsanı alçaltan bir iş. —3, Bir şeyi al­ çaltmak, onun gücünü azaltmak: Yüksek sesle konuştuğunu fark edince sesini al­ çalttı. -—Güz. sant. Kabartıları vurgulamak için, bir gerecin çukurda kalması istenen bö­ lümlerini oymak. ALÇALTI a. Küçük düşürme, ya da kü-



çük düşürülme; zillet.



a lç a ltm a k : — a l ç a l m a k .



ALÇARAK sıf. (alçak, -rak'tan alçarak) Yüksekliği azca olan şey, boyu biraz kı­ sa kirnse y n kullanılır: Yüksek ağaçların arasındaki alçarak ev. Alçarak bir oğlan.



t



yerüstü alçalmas



ALÇELME a. Daha çok yörük kadın gi­ yiminde kullanılan al krepten alın çatkısı. (Baştaki örtünün üzerine verevine katla­ narak bağlanır.) || Erkeklerin kullandığı bü­ yük al mendil. (Eşanl. a l ÇEVRE.) &LÇ! a. 1. Alçıtaşı pişirilip öğütülerek el­ de edilen inşaat gereci. —2. Aynı gere­ cin su ile karıldıktan sonra sertleşmesi so­ nucunda oluşan madde. (Bk. ansikl. böl.) —Cerr. Hareketi önlemek için gazlı bez ve alçı kullanarak doğrudan doğruya has­ taya uygulanan sargı. |j Alçıya almak, bir organı hareketsizleştirmek için bez üstün­ den aiçıyla kaplamak. —Güz. sant., Seram, ve Cerr. Kalıp alçı­ sı, ince alçı; başka nesnelerin yapımı için kalıp üretmede (porselencilik, fayansçılık) ya da elde edilmek istenen nesneyi oluş­ turacak kalıbın çıkarılmasında kullanılır. \\Taslak alçısı, çabuk donabilen ince alçı; cerrahide kırık organları alçılamada, sa­ natta ise kalıp çıkarmada ve heykel yapı­ mında kullanılır.



alçıtaşının d epolanm ası m



343



ALÇALTICI sıf. Karşısındakini küçük düşürecek nitelikteki şey için kullanılır. Alçaltıcı bir bakış. Alçaltıcı biçimde konuş­ mak, davranmak.



'inşaat alçısı üretimi



yarıhidratlı alçı



alçıtaşı tozd a n arındırm a



d öner aiçı t'rını y a rıhidrat fırını



yanm ış alçı karışım



Jf



karıştırılm ış alçının d epolanm ası



to rb a la rd a teslim



* W



alçıtaşı Teriingua (Texas) kökenli [boy: 29 cm]



Cagnes - sur - Mer şaiosu’ndaki



alçıişi tavandan ayrıntı (XVII.yy.)



—inş. Alçı blok, kalıplanmış alçıdan ya­ pılan ve kılıcına yerleştirilen, dikdörtgen biçiminde, ince bölme öğesi. || Alçı işi, al­ çı kullanılarak yapılmış mimari öğe ya da bezeme, jj Alçı levha, özel bir taban kâğı­ dı üzerinde kesintisiz üretilen ve gereğin­ de bitki lifleriyle donatılan alçı pano. || Al­ çı örme, eskiden lata ve taş kullanmaksızın elle yapılan alçı işi (örneğin bir baca ya da ocak davlumbazı). —Kalıplar yar­ dımıyla, donatılı ya da donatışız yapılan alçı işi. ]! Alçı örmek, alçıyı, çarpma ve kaplama işlemleri yapmaksızın, mala ve elle uygulamak. || Alçı plak, iki özel kar­ ton tabakası arasına alçı dökülerek yapı­ lan ve standart panolar biçiminde piya­ saya sunulan gereç. |j Alçı tuğlası, bölme duvarlarının (ya da kılıcına tuğla duvarla­ rın) yapımında kullanılan, başlangıçta al­ çıyla örülüp sıvanan ve pek kalın olma­ yan (3,5 - 5 cm), boşluklu tuğla. |j Alçı us­ tası, alçı levhalar kullanarak tavan, böime duvarı ve kaplama işleri yapan usta. — Alçıyla dekoratif parçalar kalıplayan iş­ çi jj Döşeme alçısı, yaklaşık 900°C’ta pi­ şirilen ve aşınmaya çok dayanıklı yüzey­ ler elde etmeye olanak veren alçı. j| Lifli alçı levha, tavanlar( plak biçiminde), iç be­ zeme işleri ya da ısıtma kanalları için kul­ lanılan kalıp alçısı ve bitki lifi (jüt. sisal, vb.) karışımı. || Örme alçısı, alçı örme işlerin­ de kullanılan alçı, —işçinin, kaplama ve çarpma işlemleri yapmaksızın, bir yüzey üzerine elle ve malayla yavaşça uygula­ dığı karılmış alçı tutamı, j| Takviyeli alçı, ince kalıp alçısı. —Kuyumc. Yaldızcıların altın kaplamadan önce son hazırlama katmanı olarak kul­ landıkları öğütülmüş ve çok ince elenmiş jips tozu. —Tarım. Aiçıtaşındaki nemin bir bölü­ münün giderilmesiyle elde edilen, gübre ve iyileştirici olarak kullanılan madde. (Al­ çı, toprağa kükürt [sülfat] ve kalsiyum ka­ zandırır. Toprak tuzluluğunu gidermekte kullanılan alçı, sodyumun yıkanıp atılma­ sını kolaylaştırır ve alkaliliğin [pH] azalma­ sına katkıda bulunur; bundan ötürü, iyi­ leştirici sayılır. —Tıp. Eskiden alçı tozu, yaraların kurutul­ masında, basur memelerinde ve terleme­ yi önlemek için vücuda sürülerek kullanı­ lırdı. Günümüzde kırıklarda alçılı sargı bi­ çiminde, diş hekimliğindeyse protezlerin hazırlanmasında kullanılmaktadır. — A N S İK L Pek çok alçı türü vardır; bu madde sürekli ya da kesintili çalışan sa­ bit ya da döner fırınlarda çeşitli sıcaklık­ larda alçıtaşı pişirilerek elde edilir. Pişir­ me işlemi çeşitli ürünler verir: yarıhidratlar (nemli ortamda otoklavda a türü, ku­ ru ortamda (3 türü), anhidrit I, il ya da III. Bu ürünler, katkılı ya da katkısız olarak, çeşitli oranlarda, istenen incelikte öğütü­ lür. Alçı kâğıt torbalarda (40 kg) ya da dökme olarak (özellikle önüretim için) pi­ yasaya sürülür Sertleşen bir hamur oluşturmak için suyla karılır. Alçı harcı (hamur + kum) çok ender hazırlanır. Şan­ tiyede ise alçı elle ya da makinelerle (pnömatık püskürtme) uygulanır. Fabrikalarda önüretimli öğelerin (karolar, panolar, in­



ce plaklar, çeşitli süsleme öğeleri) yapı­ mında da alçıdan yararlanılır. Başlıca al­ çı türleri şunlardır: çabuk ya da geç priz yapan kaba ve ince inşaat alçıları, önü­ retim alçıları, püskürtme alçıları, zemin ya­ lıtımında kullanılan sugeçirimsiz ve yük­ sek dirençli alçılar, yangına karşı özel al­ çılar, kalıp alçıları. Bu ürünlerin hepsi nem düzeyini ayarlayan. ısı yalıtımı sağlayan ve ateşten koruyan gereçlerdir. Lifli alçı levha, süsleme öğelerinin ya­ pımına yarayan, liflerle (kenevir) donatıl­ mış alçıdır. Yalancı mermer, genellikle al­ çıyla tutkal karışımıdır ve boyandığında mermer görünümü kazandığı için heykel, sütun gibi öğelerin yapımında kullanılır. ALÇICI a. 1. Alçı hazırlayan ya da sa­ tan kimse. —2. Bölme duvarlarını, duvar ve tavanların alçı kaplamasını yapan İŞ­ Çİ



—Sine. Dekorların çeşitli bölümlerini ge­ rektiğinde ince bir alçı katıyla örten ya da alçıyla süsleme yapan, kalıp çıkaran us­ ta.



Türkler’in Anadolu'ya yerleşmesinden önce, mimarlıkta alçıişi, yapıların dışında kullanılan yaygın bir bezeme öğesiydi. Tuğla yüzler, yapay mermer (stuko), ya­ ni alçı karışımı ile elde edilen bir sıvayla kaplanıyordu. Anadolu türk mimarlığında ise alçıişi, daha çok yapıların iç bezeme­ sinde kullanıldı. Konya’daki Sahipata külliyesi hankâhının mihrabı (XIII. yy.), Bey­ şehir gölü kıyısındaki Kubadabad sarayı’ nin (1236) alçı bezemeleri ilk örneklerdir. Alçı mihraplar, özellikle Ankara ve çevre­ sinde uygulanmıştır (XIV. - XV. yy.’lar). Edirne’deki Şahmelek oamisi’nin (1429) mihrabı da alçı bezemelidir. Erken osmanlı mimarlığında alçının geniş yüzey­ lerde kullanılmasına örnek olarak Bursa Yeşil cami, Yıldırım camisi, Amasya Bayezitpaşa camisi, Edirne Yıldırım camisi gösterilebilir. Klasik osmanlı mimarlığın­ da ise alçıişi bezeme çok az kullanılmış­ tır, XVIII. yy.’dan başlayarak barok ve ro­ koko üsluplarının etkili olduğu dönemler­ de, özellikle saray ve konakların tavan ve duvarlarında alçıişi bezeme yaygındır. Mala benzeri bir aletle yapılan alçıişi be­ zemeye malakâri', fırça ile yapılan beze­ meye ise kalemkâri denilmiştir.



ALÇIİŞİ a. Mim. Silme çekilerek ve ka­ lıplanarak, çoğu kez de kalemle işlenerek hazırlanan, alçı ya da yalancı mermerden dekoratif kaplama. ALÇILAMA a. Tarım. Tarım yapılan top­ — A N S İK L . Yalancı mermer' işçiliğiyle raklara alçı verme. alçı* işi arasındaki sınırın belirsizliği ne­ ALÇILAM AK g. f. 1. Bir yüzeyi alçıla­ deniyle, alçı ustasının yaptığı bezemeler, mak, onu alçıyla sıvamak. —2. Bir oyu­ çoğu kez yalancı mermer ustasına mal ğu alçılamak, onu alçıyla doldurmak. edilir. Bu çalışma, yoğurarak biçimlendir­ —3. Bir organı alçılamak, onu alçıyla sar­ me (modelaj) eylemini içermesi bakımın­ mak. dan, yalancı mermer ustasının işine yak­ laşırsa da, daha çok marangozluğa ben­ #■ alçılanmak ediig. f. Alçılamak eyle­ zer: gabari yardımıyla düzgün silme çe­ mine konu olmak. kilerek, alçakkabartma olarak kalıplanmış A L Ç IL A N M A K A L Ç IL A M A K motiflerin uygulanmasına dayanır Duvar ALÇILARIM a. Aşıkla oynanan bir ço­ ve aynı zamanda tavan süsü olduğun­ cuk oyunu. Sıraya dizilmiş aşıkları, belli bir dan, hafif gereçler kullanımını gerektirir. mesafeden vurup, sıranın bir karış ötesi­ Öyle ki, “ papier mâche” ve lifli alçı bile ne fırlatmayı amaçlar. Aşıkları sıradan bu amaçla kullanılır. uzaklaştıran, vurduklarını alır. Aşığı vuru­ Ilkçağ’da alçının renkli topraklar, tebe­ lan, yerine yenisini diker, (Eşanl. T Û N Z İşir ve kalsit tozuyla karılmasıyla elde edi­ len gereç, mermeri andıran düzgün yü­ L E .) zeyli kaplamalar, yoğurularak biçimlendi­ ALÇILI sıt. 1. içinde alçı bulunan şey için rilmiş ya da kalıplanmış kabartmalar (Döğu’da, Eski Yunan'da ve özellikle Roma1 kullanılır —2. Alçıya alınmış organ için kullanılır: Alçılı kol, bacak. da: çeşitli mezarlar, Porta-Maggiore ba­ zilikası, Livia evi) elde etmede kullanıldı. r ALÇITAŞI a. Miner. Doğal hidratlı kal­ siyum sülfat. (Eşanl. J İP S .) Asya'da alçıişi, Türkistan ve Güneydoğu Asya takımadalarındaki yunan-buddha —Taşoc. Alçıtaşı ocağı, bu taşın (jips) çı­ sanatının başyapıtlarının yaratılmasına karıldığı ocak. — A N S İK L . Formülü CaSÖ42H20 olan alolanak verdi. Bizanslılar’dan ve Sasaniler' çıtaşının özgülağıriığı 2,31 ile 2,33, sertli­ den sonra İslam sanatı, yontulmuş ve bo­ ğiyse 1,5 ile 2 arasında değişir; doğada yanmış alçıyı çok sık kullandı (Granada’ kristal biçiminde, kaymaktaşı ve şekersi da Elhamra sarayı). Batrdaysa,Ortaçağ’ alçıtaşı gibi tıkız ve taneli kütleler halinde . da kagir yapılar, ahşap çatkılar,hatta taş, bulunur, Alçıtaşı monoklinik sistemde kris­ alçı dolgu ve kabartmalarla kaplandı (Temtalleşir ve bakışım düzlemine koşut, çok pietto de Cividale’de 800 yılına doğru ya­ kolay bir dilinim gösterir. Öte yandan ikiz pılan heykel grubundan XV. yy.’da Fran­ kristallere çok rastlanır; ikizlerin iki mersa'nın güney-batı’sındaki şömine yaş­ ceksel kristalden oluşan bir türüne kırlan­ maklarına kadar). İtalyan Rönesansı grogıç kuyruğu ya da mızrak ikizi adı verilir; tesklerin antik dekorunu yeniden kullan­ rengi beyaz, bazen sarımsı ya da gridir. dı. Vatikan loggia'larında Giovanni da Büyük tuz çökellerinde alçıtaşı, kalsi­ Udine yeni bir yalancı mermer tekniğini yum karbonatın ya da dolominin hemen başlattı. Bu teknik, çok geçmeden, yoğu­ üstünde, sodyum klorür ve potasyum ya rularak biçimlendirilmiş kabartmalarla ge­ da magnezyum tuzlarının altında yer alır. lişerek, barok mimarlığın ana anlatım ara­ cını oluşturacak, Bernini, Borromini, MaAlçıtaşı, alçı üretiminde kullanılır ve çi­ derno, Raggi ve Serpotta ile, Ispanya'da mento hazırlamada klinkere katılır. Tarım­ olduğu gibi Orta Avrupa’da da etkisini da ise kükürt ve kalsiyum sağlayan güb­ gösterecektir Buna karşılık, Kuzeybatı re olarak tüketilir. Avrupa'da, Fontainebleau’ya ya da loALÇITAŞLİ sıt. Yerbil. Alçıtaşı içeren. uvre'a,önceleri İtalyan yada ticino’luya­ —Yerbil. ve Pedol. Alçıtaşı (jips) kökenli lancı mermer ustaları çağrıldıysa da, bir yumru için kullanılır. “ rokay" üslubunun yaratıcısı fransız be­ A LÇ IT E P E , esk. Kirte, Çanakkale’nin zemeciler (P. Lepautre’dan N. Pineau'ya) Eceabat ilçesi, merkez bucağına bağlı ve İngiliz p/asferer'larla (Nonsuch'un ya köy; 670 nüf (1990) PTT. Köyde. Ça­ da Hardwick Hall’un [Derby] flaman üs­ nakkale savaşlarından kalan silah ve lubundaki erken dönem bölmelerinden giysilerin sergilendiği özel Alçılepe harp [Surrey. yıkıldı], lord Burlington ve Adam’ müzesi vardır. ların yenıklaslk düzenlemelerine kadar) alçıışi egemen olacaktır. Sonunda, yoğuru­ ALS ABR A atSeiacı, Hint okyanusu'n­ larak biçimlendirilmiş alçıdan daha yalın da Seychelles adalarına bağlı mercan olan kalıplanmış kabartmanın sunduğu takımadaları; Madagaskar'ın 350 km olanaklar, yeniklasikçüiğin her yerde ka­ K.-B.’sında. İngiliz çevrebilim araştırma­ bul edilmesini sağlayacak, XIX. yy.'a ge­ ları merkezi. lindiğinde, yinelenen bu tekniklerin ölçü­ ALDAĞAN sıt. Çok aldatan. süz kullanımı, alçıişinin yozlaşıp saygınlı­ ALÛAM ÂK g. f. Esk Bir kimseyi aldağını yitirmesine yol açacaktır.



aldehit-alkol mak, onu kandırmak, aldatmak: “Ömrüm beni sen aldadın ah nideyim ömrüm se­ ni /Beni deprenemez kodun ah nideyim ömrüm seni" (Yunus Emre XIII - XIV. yy.). ' 'Akıbet Süheyl anı tatlı sözle aldadı, alıp kalesine geldi" (Tarihi ibni kesir tercüme­ si, XV. yy.). A L D A N , Asya'da ırmak. Sibirya'nın doğu kesiminde; 2 242 km. Stanovoy dağlarından doğar, Aldan yükseklikle­ rinin çevresini dolanıp Verhoyansk dağlırının eteğinde sağ kıyıdan Lena ırmağı­ na katılır, ALDANCA a Yörs. Avutan, gönül alıcı şey. ALDANGAN sıf. Esk. Kolay ve sürekli kandırılan kimse için kullanılır; ebleh: "El -Ebleh (ar.): Aldangan kişi; kaykusu az kişi" (Terceman, XV. yy.). ALDAN G IÇa 1. Yörs. Ot ya da kumla gizlenmiş çukur, tuzak —2. Esk. Aldatı­ cı, kandırıcı şey; iğfal, hile, oyun: "Pes ci­ han böyle bir aldanguç iken / Aldanan ana değil mi nadan' ’ (Divan-ı türki-ı ba­ sit, XVI. yy.). ALDAN M AK gçz. f. (aldamak'tan -ndönşl. ekiyle), 1. Oyuna gelmek, kandı­ rılmak: Bu alışverişte aldanan, ben ol­ dum. Aldanmışım, çok daha ucuza ala­ bilirmişim —2. Bir şeyi, bir kimseyi oldu­ ğundan başka görmek, yanlış değerlen­ dirmek; onun hakkında yanılmak: Onu zeki sanmıştım ama aldanmışım. Beni et­ kileyeceğinizi sanıyorsanız, aldanıyorsu­ nuz. —3. Bir kimseye, bir şeye ya da on­ ların bir şeyine aldanmak, ona inanmak, kanmak: Ona, tatlı sözlerine aldandım. Rengine aldanıp aldım ana kumaşı çok adiymiş. —A.(Havaya, güneşe vb.) aldan­ mak. bitki sözkonusuysa, mevsimsiz sı­ caklar nedeniyle erken çiçek açmak: Ba­ demler kış güneşine aldandı, çiçek açtı. —S. Avunmak, oyalanmak: Gönlüm hiç­ bir şeyle aldanmıyor. —Avc. Yanılıp da köpeğin sürdüğünden başka bir hayvanın ardından koşmak. ALDANO V (Mark Aleksandroviç LanDAU. Mark — denir), rus yazar (Kiev 1882 - Nice 1957). Mesleği kimyagerlik olan Aldanov 1919'da Paris'e yerleşti; 1941’de ABD’ye geçti. Tolstoy ve Anatole France’ın etkisinde kaldı. Fransız devrimi’ni (Devyatoye Termidora, 1923) ve sonrasını ele alan (Desyataya Sinfoniya. 1931) bir roman dizisi (Mıslitel) ve sov­ yet devrimi üstüne öyküleriyle (Klyûç, 1930) tanındı. ALDATIC I sıf. Aldatan, yanılgıya düşü­ ren, olduğundan başka görünen şey için kullanılır: Dış görünüş genellikle aldatıcı­ dır. Bir şeyler gizleyen aldatıcı bir sessiz­ lik. Martın aldatıcı güneşi. —Balıkç. Aldatıcı yem. kamış oltayla av­ cılıkta kullanılan yapay yem (kalaydan ba­ lık, cansız balık, iskandil zoka, kaşık, ya­ pay böcek, vb.). —Biyol. Gözlemciyi (insan ya da avcı hay­ van) aldatabilen nesneye ya da olguya denir. (Ağaç yaprağını andıran phyllium’ un (böcek) aldatıcı bir rengi vardır.) ALDATILM AK



ALDATMAK.



ALDATM A. Zootekn Aldatma d/ş/s/, ya­ pay tohumlama merkezlerinde, damızlık erkeklerin (boğa, koç, teke, erkek domuz) sperma fışkırtmasını sağlamak için kulla­ nılan dişi. (Aşımın gerçekleşeceği anda erkeğin kamışı yolundan saptırılır ve to­ hum özel bir kabın içinde toplanır.) ALDATM ACA a. Aldatmayı amaçlayan davranış; hile, oyun: Bu aldatmacalara bir son ver. —Etol. Belli bir davranışı başlatacak bir uyartının bir ya da birçok ana özelliğini ta­ şıyan benzer nesne. (Bk. ansikl. böl.) —A n s ik l Etol. Aldatmacalar gözlemciler tarafından çok kullanılır. Bunlar özgül iç­ güdüsel davranışları başlatacak bir nes­ nedeki çeşitli etmenlerin uyarıcı değerini



ölçmeye yarar. Bu şekilde yaratılan dav­ ranış tepkisinin şiddeti bu çeşitli etmen­ lerin şiddetinin toplamıyla orantılıdır ve uyartıların türdeş toplama yasasıyla be­ lirtilir. Örneğin üreme mevsiminde erkek iskorpite, alt kısmı kırmızı renkte olan (di­ şi bir iskorpitin karnıymış gibi) bir nesne yaklaştırılarak onda saldırı tepkisi uyandırılabilir. Yaklaştırılan nesnenin üst kısmı maviyse saldırı tepkisi daha da şiddetli olur. Başlatıcıdaki bazı karakterleri abar­ tarak yansılayan aldatmacalar kullanılarak normalüstü uyartı kavramına açıklık geti­ rilmiştir. Bu aldatmacalar, konu olan hay­ vanda son derece güçlü tepkiler uyandı­ rır: bir seçim durumunda aiaca istiridyeavcısı (kuş) kendi yumurtasından dört kat büyük yumurtaların üstünde kuluçkaya yatmayı tercih eder. Aldatmaca yöntemi, pek çok davranış başlatıcı uyartıların in­ celenmesinde, türsel ya da bireysel ta­ nımda rol oynayan öğelerin incelenme sinde (örneğin iz olgularının analizi), av kavramının incelenmesinde vb. kullanıl­ mıştır. ALDATMAK g. f. (aldamak/tan -t- ettirg ekiyle). 1. Bir kimseyi aldatmak, hile, ya­ lan ve düzenle gerçekleri gizleyerek, iki­ yüzlülükle onu oyuna getirmek; kandır­ mak: Sizi aldatmak istiyor, ona inanma­ yın. Daha ucuza alabilirdiniz, sizi aldat­ mışlar. Hiç param yok diyerek beni aldat­ tı. borcunu vermedi. Ladeste onu aldat­ tım. Başkalarını değil kendini aldatıyor­ sun —2. Bir kimseyi aldatmak, görüntü­ süyle o kimseyi yanılgıya düşürmek; ya­ nıltmak: Elmanın rengi seni aldatmasın. —3. Bir kimseyi (bir kimseyle) aldatmak. ona bağlı kalmam X başka bir kimseyle cinsel, duygusal ilişkisi olmak; ihanet et­ mek: Onu en yakın arkadaşıyla aldatıyor. —4. Bir kimseyi aldatmak, sözkonusu bir erkekse, bir kızı baştan çıkarmak, yoldan çıkarmak: Kız mahkemede kendini alda­ tanın komşunun oğlu olduğunu söyledi. —5. Bir kimseyi (genellikle de bir çocu­ ğu) aldatmak, onu avutmak, oyalamak: Yalancı memeyle çocuğu aldatmak. —Spor, Basketbolde bir oyuncunun kar­ şı takım oyuncusunu şaşırtarak kendi ha­ reketini gizlemek için yaptığı değişik ha­ reket. Bunun yerine, İngilizce eşanlamlı­ sı "fake” den, fake'ini attı ya da fake attı deyimi de kullanılmaktadır. ♦ aldatılmak ettirg. f. Aldatmak ey­ lemine konu olmak, kandırılmak, oyuna getirilmek, ihanete uğratılmak, yoldan çı­ karılmak. ALDEADAVİLA DE LA RİBERA, ispanya’da yer, Leön’da, Salamanca’nın K.-B.’sında. Duero ırmağı yakınında bü­ yük hidroelektrik düzenleme çalışmaları. ALDEBARAN (ar. el-debarân, [Ülkerj i izleyen’den). Boğa takımyıldızının a yıl­ dızına verilen ad. Kadir 0,8. Tayf tipi K 5 Uzaklık 68 ly. Çapı Güneş'ten 36 kat bü­ yük ve parlaklığı yaklaşık 100 kat yüksek kırmızı dev. ALDEBURGH, Büyük Britanya’da tu­ rizm merkezi, Suffolk'da, Kuzey denizi kı­ yısında, ipsvvich’in K.-D.’sunda; 2 800 nüf. ALDECOA (ignacio), İspanyol yazar (Vitoria 1925 - Madrid 1969). Şiirler (Libro de las algas, 1949) ve öyküler (Seguin de pobres, 1953; Pajaros y espantapajaros, 1963) ile özel bir siyasal görüşe yer ver­ meksizin işçi yaşamını betimleyen gerçek­ çi romanlar (El fugor y la sangre. 1954; Con el viento solano. 1956; Gran Sol. 1957) yazdı. ALDEGREVER (Heinrich). alman res­ sam, gravürcu ve kuyumcu (Paderborn ? 1502-Soest 1558’e doğr.) Ressam Hermann Trippenmecker’in oğlu; 1527’de Aldegrever adını aldı ve yapıtlarını Dürer’inkine benzeyen bir monogramla AG harf­ lerini kullanarak imzaladı. Sanat yaşamının başlangıcında Meryemli mih­ rap arkalığı’n yaptıysa da (1526 ya doğr.



Soest Wiesenkirche), Reform hareketin­ den sonra, kendini özellikle portreye ve ofort gravüre verdi. Yaratıcı ve rahat bir üslupla 300’ü aşkın gravür yapan Alde­ grever,XVI.yy.’ın en önemli alman beze­ mecisidir. ALDEHİT a. (fr. aldehyde'deri). Org. kim. 1. Etil alkolün hidrojeni giderilirken oluşan uçucu sıvı. (Eşanl. ASETALDEHİT, e ta n a l.) — 2. Geniş anlamda hidrokar­ bonların bir CH3 grubunun bir CH = O grubuyla yer değiştirmesi sonucu oluşan organik bileşiklerin gene! adı. j| Akril alde­ hit. AKROLEİN’in eşanlamlısı. —ANSİKL. RCO—H formülüyle gösterilen aldehitler. RCO—R formülüyle tanımla­ nan ketonlardan.C = O karbonil grubuna bağlı hidrojen atomunun özellikleriyle ay­ rılır. Bu maddede sözkonusu hidrojen atomundan-kaynaklanan özellikler ince­ lenecektir. Öbür özellikler için — k e t o n . Aldehitler kolayca yükseltgenerek RCOOH asitlerini verir; bu tepkime metal iyonla­ rıyla gerçekleştirilebilir ve aldehitlerin do­ zunu belirlemede yararlanılır (bakır II iyonunu bakır I iyonuna indirgeyen Fehling tepkimesi); ayrıca ayna yapımında da aynı işleme başvurulur (gümüş I tuzlarını gümüş metaline indirgeyen Tollens tep­ kimesi). Bazik ortamda Cannızzaro tepkimesi enolleşmeyen aldehitlerin bir tersdeğişmesıdir ve aşağıdaki şema uyarınca bir asit ve bir alkol verir: 2RCHO + H20 - RCOOH + RCH2OH. Aromatik aldehitlerin belirgin özelliği olan benzoin oluşumu siyanürün yanı sıra tiamin tarafından da katalizlenir: 2ArCHO - ArCO-CH (OH) Ar; yukarıdaki tepkime tiaminin biyokimyasal rolünü gösteren bir laboratuvar modelidir Genellikle, aldehitler kendilerini karşıla­ yan alkollerden daha uçucudur ve uygu­ lamada büyük önem taşır. Formaldehit, asetaldehıt, akrilaldehit. butiraldehit ve krotonaldehit sanayide ilginç ara ürünler­ dir. Aromatik (benzoik, anisik, vanilik)ve terpenik (sitral. mirtenal) aldehitler doğal kokulu maddelerdir, ayrıca bireşimleri parfüm ve ilaç sanayilerinde gerçekleşti­ rilir. Aldehit işlevi, organik kimyada —CH = O işlevsel grup'unun yanı sıra yukarıda ve KETON maddesinde sıralanan özellikleriy­ le belirlenir. Ayrıca gluslt. piridoksal, reti nal gibi birçok karmaşık ve önemli bileş kte aldehit işlevine rastlanır. ALDEHİT-ALKOL a. (fr. aldöhyde -alcool'den). Org. kim. Bir ya da birçok aldehit işlevi ve bir ya da birçok alkol iş­ levi taşıyan bileşiklerin genel adı. (Ozlar



345



Aldeadavila de la Ribera Duero ırmağı üzerinde hidroelektrik santral



aldehit-alkol ve aldoller aldehit-alkollerdir.) [Eşanl. AL DOL]



ALDEHİT-FENOL a. (fr. aldehyde -phenol'den). Org. kim. Bir ya da birçok aldehit işlevi ve bir ya da birçok fenol iş­ levi taşıyan bileşiklerin genel adı. (Salisil, siring ve vanil aldehitler, aldehitfenollerdir.) ALDENHOVEN, Federal Almanya’da yer, Aachen'in 18 km K.-D.’sunda. Jourdan, burada AvusturyalIlar ı yenmişti (2 ekim 1794). ALDER (Kurt), alman kimyacı (Königshütte 1902 - Köln 1958), Köln Üniversitesı’nde profesörlük yaptı (1940). Otto Diels'in öğrencisiydi. Onun çalışmalarına katıldı ve onunla birlikte 1950'de Nobel kimya ödülü'nü aldı. A ld e r a n o m a lis i. Hematol. May -Grünwald Giemsa yöntemiyle boyanan lökositlerde kırmızı ırı taneciklerin belirme­ siyle belirgin bozukluk. Çekinik otozomlarla soydan geçen bu bozukluğa hem sağlıklı kişilerde, hem Hurler-Pfaundler sendromu (gargoylizm) bulunanlarda rastlanır. Bozukluğun tüm lökositlerde gö­ rülen bir çeşitli,bir de yalnız lenfositlerde görülen bir çeşidi vardır ALDERAM İN, Sete* takımyıldızının « yıldızına verilen ve sağ kol anlamına ge­ len arapça kökenli ad Kadir 2,5. Tayf ti­ pi A 5. Uzaklık 50 ly. ALDERNEY, Channel adalarının en ku­ zeyde olanı, la Hague burnunun 15 km açığında; İngiltere'ye bağlı, 1 700 nüf Merkezi St.-Anne. ALDERSHO T, Büyük Britanya'da (Hampshire) kent, Londra'nın G.-B.’sında, 31 300 nüf. Farnborough hava üssü yanında havacılık araştırmaları enstitüsü. Camberley kurmay okulunun ve Sandhurst subay okulunun bulunduğu ordu­ gâh.



Sadık Aldoğan



ALDHELM (aziz), İngiliz bilgin (Wessex' de 639’a doğr. -Doulting, Somerset, 709). Malmesbury rahibi, daha sonra 705’te Shelborne piskoposu; din adamlarının, başlarının tepesini tıraş ettirme gelenek­ lerine ve kelt takvimine karşı çıktı; latince bilmeceler ve anglosaksonca şiirler yaz­ dı. A LD IK A Ç T I (Orhan), türk hukukçu (Samsun 1924). Galatasaray lisesi’ni bi­ tirdi. Yükseköğrenimini Lozan Üniversitesi hukuk ve siyasal bilgiler okulu'nda yaptı. İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesi’nde asistan (1956), doçent (1961), profesör (1968) oldu. Aynı fakültenin dekanlığına getirildi (1969). Anayasa hukuku kürsüsü başkanı oldu. 1972-1977 yılları arasında Kıbrıs’ta toplumlararası genişletilmiş gö­ rüşmelere Türkiye temsilcisi olarak katıl­ dı. 12 Eylül 1980’den sonra Danışma meclisi üyeliğine ve Anayasa komisyonu başkanlığına getirildi (1981-1983). Danış­ ma meclisi’nin görevinin bitiminde üniver­ siteye döndü, yeniden Hukuk fakültesi dekanı seçildi (1984-1986). Başlıca yapıt­ ları: Les parties pditiçues dans les democraties modernes (Modern demokrasilerde siyasal partiler) [1955], Modem demok­ rasilerde ve Türkiye de devlet başkanlığı (1960), Anayasa hukukumuzdaki son ge­ lişmeler "1961 Anayasası" (1963), Ana­ yasa hukukumuzun gelişmesi ve 1961 Ana­ yasası (1970). ALDIRIŞ a. 1. Aldırmak eylemi. —2. Bir şeye, bir kimseye aldırış etmemek, ona aldırmamak, onu umursamamak, onun­ la ilgilenmemek: Hiç kimseye aldırış etmi­ yor. ALDIRIŞSIZ sıf. Umursamaz, ilgisiz. ALDIRM AK gçz. f. (almak'tan) 1. Bir kimseye, bir şeye, bir kimsenin bir şey yapmasına aldırmak, onu önemse­ mek, dert edinmek (genellikle olumsuz cümlelerde): Rakiplerine aldırmıyor. Sa­ ate aldırmıyor gibisin, rahat rahat oturu­



yorsun. Hiçbir şeye aldırdığı yok. —2. Aldırma! bir kimseye, olanı ya da söyle­ neni önemsememesi, buna üzülmemesi gerektiğini anlatmak için söylenir: Aldır­ ma! Bu da geçer. ALDIRM AK ■ ALMAK ALDIRM AZ sıf. Hiçbir şeye önem ver­ meyen, kayıtsız kimse için kullanılır; umur­ samaz, vurdumduymaz. ALDIRM AZCI sıf. Fels. Aldırmazcılığa ilişkin. ♦ sıf. ve a. Fels Aldırmazcılığı benim­ semiş olan için kullanılır. ALDIRM AZCILIK a Fels. Siyasal, din­ sel ya da felsefi alanda benimsenen her tutuma kayıtsızlığı sistem haline getiren görüş; her bağlanmaya karşı çıktığını açı­ ğa vuran davranış. ALDIRM AZLIK a. 1. Umursamazlık, kayıtsızlık, vurdumduymazlık. —2. Aldır­ mazlıktan gelmek, aldırmamazlıktan gel­ mek, aldırmıyor, umursamıyor, önemse­ miyor gibi davranmak, ALDIRTM AK - ALMAK. ALDİM İN a. (fr. aldimine). Org. kim RCH = NR'formülündeki bileşiklerin ge­ nel adı; bir RCH = 0 aldehitinin, bir H2NR' amin ya da amonyak (NH3) ile yoğuşması sonucunda elde edilir. ALDİNGTON (Richard), İngiliz yazar (Portsmouth 1892-Sury-en-Vaux, Cher, 1962). Ezra Pound’un koruması altına gir­ di. Hllda Doolittle ile evlendi, imgecilik’in yaratıcısı oldu ve The Egoist dergisini ya­ yımladı. Şiire, modern dünyanın şiddeti­ ni sokmayı denedi (images of Desıre, 1920; Death of a Hero, 1929; Lawrence of Arabia, 1955). ALDİNO a. (ital. sözc.).AIdo Manuzio1 nun usta gravürcülere kazdırdığı matbaa hurufatı. (Günümüzde italik olarak adlan­ dırılır.) ALDİSS (Brian VVİlson), İngiliz bilimkur­ gu yazarı (Dereham, Norfolk, 1925). Baş­ lıca yapıtları: öykülerinin toplandığı Besi Fiction Slories o l Brian N. Aldiss (1965) ve A Brian Aldiss Omnibus (1969); kendi yaşantılarından esinlenerek yazdığı Hand-Reared Boy (1970) ve A Soldier Erect (1971). ALDO, yayınlarına aldıno adı verilen İtal­ yan basımcı Manuzio ailesinin reisinin kü­ çük adı. ALDOBRANDİNİ, XVI. yy.’da Roma’ ya yerleşen Floransa kökenli aile. Üyeleri arasında şunlar vardır: Sİlvestro (Floran­ sa 1499- Roma 1558), Mediciler’in rakibi; —Gİovannİ, öncekinin oğlu (Floransa 1525’e doğr. -Roma 1573), 1569’da imola piskoposu, 1570'te kardinal: —İPPOLİTO, öncekinin kardeşi, 1592’den 1605’e kadar Clemens* VIII adıyla papa oldu; —Tommaso, öncekinin kardeşi (1540'a doğr. - 1572), papa Pius V’in özel mek­ tupçusu. Hümanist olan Tommaso, Diogenes Laertios’un Peri bion dogmaton kai apophthegmaton ton en philosophia eudokimesanton adlı yapıtının (1594’te yayımlandı) tamamlanmamış bir çevirisi­ ni ve De Physico Auditu adıyla Aristote­ les üstüne bir yorumlama bıraktı; —CİNzio, Clemens VIN'in kız kardeşlerinden bi­ rinin oğlu (Senigallia 1551 - Roma 1610), 1593’te kardinal oldu. Aydın bir kişi olan Cinzio, Tasso’nun arkadaşıydı; —PİETRO, Clemens VIN’in yeğeni (Roma 1571 - ay.y. 1621), 1593'te kardinal, 1604’te Ravenna başpiskoposu oldu. Diplomatik görevler üstlendi, A ld o b ra n d in i (Villa), Frascati'de, kardi­ nal Pietro Aldobrandini için yapılmış vil­ la. Yapımına 1598’de G. Della Porta başladı; 1604'te Maderno yapıyı tamam­ ladı. içinde bulunduğu doğal çevreyle iliş­ kisinin (kırlara ve denize bakış) yanı sıra, heykel, mağara, çeşme ve su oyunları gi­ bi baroku müjdeleyen düzenlemeleri ba­



kımından zengin bahçeleriyle ilgi çeker. A ld o b ra n d in i düğ ün ü , 1606 da Esquilinus tepesinde bulunan. Roma döne­ mine ait fresk. 1818 yılına kadar Aldobrandini ailesinin malı olan yapıt, gü­ nümüzde Vatikan müzesi’ndedir. Fresk, bir düğün sahnesini (büyük bir olasılıkla Büyük İskender ile Ruşenk'ın düğünün­ den bir sahneyi) gösterir. a A l d o ğ a n (Sadık), türk asker ve siya­ set adamı (İstanbul 1888 -ay.y. 1965). Harp okulu'nu, Harp akademisi'ni bitirdi. Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşı’na katıl­ dı. Paris'te askeri ataşelik yaptı. General oldu. Emekliye ayrıldı ve Demokrat parti saflarında siyasete atıldı (1946); aynı yıl Afyonkarahisar milletvekili seçildi. DP için­ deki muhalefet hareketine katıldı, parti­ den çıkarıldı. Millet partisi'nin kurucuları arasında yer aldı (1948). Meclisteki sert konuşmalarıyla ün yaptı. 1950 seçimleri­ ne MP adayı olarak katıldı, seçilemedi. MP Genel Yönetim kurulu üyesi oldu (1952). MP kapatılınca Cumhuriyetçi mil­ let partisi kurucuları arasında yer aldı (1954), CMP'Iİ olarak 1954 seçim kam­ panyasında yaptığı konuşmalar yüzünden hapse mahkûm oldu; İstanbul Paşakapısı cezaevi’nde yattı (1957-1958). Çankırı'da yaptığı bir konuşmadan ötürü, TBMM'nin manevi şahsiyetini tahkir ettiği gerekçe­ siyle tutuklandı, yargılandı, mahkûm edil­ di, ancak Yargıtay bu kararı bozdu ve serbest bırakıldı (1958). 27 Mayıs’tan son­ ra CKMP temsilcisi olarak Kurucu meclis üyeliği yaptı (1961). Yapıtları: Savaşla p i­ yade. taktik, emir usûlleri (1932), Harp Akademisi tabya notlan (1934), ALDOHEKSOZ a. (fr. aldohexose dan). Org. kim. Glukoz gibi C6 lı (6 karbonlu) aldoz. ALDOKSİM a (fr. aldoxime). Org. kim. RCH^NOH formülündeki aldehit oksimlerinin genel adı; kolayca su kaybederek RC = N nitellerini verirler. ALDOL a. (fr. aldol). Org. kim. 1. ALDEHİT-ALKOL'ün eşanlamlısı. —2. Asetaldehit1in özyoğuşma ürünü. (Aldol ve aldehit-alkol aynı formülle, yani ÇH3CH (OH) CHjCH = O ile gösterilir; butanol ve butadienin öncüsü önemli bir sanayi ara ürünüdür.) ALDOLAZ a. (fr. aldolase). Biyokim. 1-6 difosfat früktozun, dihidroksiaseton fosfat ve 3-fosfogliseraldehite bölünmesini ka­ talizleyen kas ve karaciğer enzimi. (Tep­ kime tersinirdir ve ters yöndeki tepkime aldolleşme [adını bundan alır] ile olur. Kaslarda ya da karaciğerde hücre lizi [eri­ me] sırasında kanda aldolaz oranının art­ tığı görülür.) ALDOLLEMEK f. Org. kim. Aldolleş­ me işlemini gerçekleştirmek ALDOLLEŞME a Org. kim. Bir aldehit' in aldol halinde özyoğuşumu.{ •KETOL.LEŞME.)



ALDONA, Litvanya prensesi. Grandük Gedinin'in (1316-1341) kızı. Polonya kralı Ladislas Lokıetek'in oğlu olan ve 1333’te tahta çıkan Büyük Kazimierz ile evlendi (1325), hıristiyanlığı kabul etti ve Anna adını aldı. Bu evlilik, yarım yüzyıl sonra gerçekleşen Polonya-Litvanya birleşme­ sini hazırladı. ALDONİK sıf. (fr. aldonique). Org. kim. Aldonik asit, bir aldozun CHO grubunu COOH grubuna yükseltgeyerek elde edi­ len karboksilik asit. (Glukonik asit glukozu karşılayan aldonik asittir.) ALDOPENTOZ a. (fr. aldopentose' dan). Org. kim. Riboz gibi C5'li (5 kar­ bonlu) bir aldoz. ALDOSTERON a (fr, atdosterone). Org. kim. ve Biyokim. Su ve tuz metabo­ lizması üzerinde güçlü etkisi olan, mineralokortikoitler grubuna ait, C2.H280 5 formülünde böbreküstü bezi kabuğu hor­ monu.



Alechınsky —ANSİKL. Aldosteron insan fizyolojisi ve patolojisi üzerinde önemli rol oynar. Var­ lığından uzun süre kuşku duyulan bu hor­ mon ancak 1953'te bir yandan S. L. Simpson, J. F. Tait ve arkadaşları, öte yandan da A. Wettstein, T. Reiohstein ve arkadaş­ larınca yalıtılıp elde edilebildi. • Yapı. Yapısı 1954'te belirlendi, 1955’te de sentezi yapıldı. Açık formülü 3-20 dion, 11-21 diol, 18 al, A 4- pregnendir. Diğer böbreküstü hormonlarıyla karşılaş­ tırıldığında kortikosteron ile aynı formül­ de olduğu anlaşılır, ama onun 18 numaralı karbonunda bir aldehit grubu vardır; adını da buradan alır. 21 numa­ ralı karbonda bulunan oksihidril grubu ona su ve tuz metabolizması üzerinde güçlü özellikler sağlar.



H2 - C - OH



aldosteron • Metabolizma. Aldosteron böbreküstü bezinin en dış katı olan glomerüllü (yumacıklı) tabakadan salgılanır ve proteinlere tutunarak kanda taşınır; ancak karaciğer­ de metabolizmaya uğrar ve birleşir. Al­ dosteron ile metabolitlerinin hemen tümü böbrek yoluyla dışarı atılır. • Biyolojik etkiler. Aldosteron, özellikle böbrekte hücre dışı ortamda, Henle hal­ kasının yükselen dalında, uçtaki kıvrım borucukta ve toplayıcı kanalda, sodyu­ mun alıkonulmasını ve potasyumun salı-, verilmesini sağlar. Hücre içi ortamda, hücredeki sodyumun ve hidrojen iyonla­ rının hücre dışı ortama geçişini, potasyu­ mun da ters yönde akışını kolaylaştırır. Böylece hücre zarının kutuplanmasında ve kutup yitirmesinde önemli rol oynar. Aldosteronun su metabolizması üzerin­ de doğrudan bir etkisi yoktur. Sadece sodyumu alıkoyma yoluyla diurezi azal­ tır. Dezoksikortikosterondan farklı olarak, bünyeye alındığında genellikle ödeme ve hipertansiyona yol açmaz. Salgılanması­ nın düzenlenmesinde hipofizin etkisi az­ dır. Başlıca iki olaya bağlı olarak salgı oranı değişir: plazma potasyum oranı (ar­ tışı salgıyı çoğaltır); damar içi hacimlerde­ ki değişmeler (azalması salgıyı çoğaltır). Bu düzenlemenin mekanizması böbreğe bağlıdır; böbrek, renin ve anjiotensin de­ nen iki hormon sayesinde aldosteron sal­ gılanmasında önemli rol oynar. Tıbbi patolojide, aldosteron salgılanmasındaki yetersizlik (hipoaldosteronizm) ciddi hidroelektrik düzensizliklere yol aça­ rak Addison' hastalığında gözlemlenen hayati belirtileri ortaya çıkarabilir. Aşırı sal­ gılanması (hiperaldosteronizm), böbrek­ üstü urundan dolayı ortaya çıkan bazı atardamar hipertansiyonu çeşitlerine yol açabilir (Conn sendromu). ALDOUS (Lucette), İngiliz kadın dansçı (Auckland, Yeni Zelanda, 1938). Önce solocu, sonra Ballet Rambert’de yıldız olan Aldous, London's Festival Ballet'de (1963-1966), daha sonra Royal Ballet'de (1966-1970) dans etti. 1971’de Avustral­ ya’ya yerleşti, Australian Ballet’de çalış­ tı. Çok iyi bir tekniği olan sanatçı, yüksek virtüözlük isteyen rollerde büyük başarı gösterdi (Don Ouijote'de Kitri rolü, Fındık -Kıran'da Svanilda rolü). ALDOZ a. (fr. aldose). Org. kim. Bir al­ dehit işlevi içeren oz.



—ANSİKL. C3- C 6 arası bütün aldozlar bi­



linmektedir. Bunlar aldotriozlar (C3’lü), aldotetrozlar (C4'lü), aldopentozlar (C5'li) ve aldohekzozlar'dır (C6’lı). Çoğu, doğada serbest halde ya da karışım halinde bu­ lunur. Riboz ve ksiloz (C5’li), glukoz (C6'lı) gibi bazı ozların önemli biyokimyasal rol­ leri vardır. Tümü aldehit ve a-glikollerin indirgen özelliklerini taşır. ALDRİCH (Thomas Bailey), amerikalı yazar (Portsmouth, New Hampshire, 1836 - Boston 1907). Atlantic Monthly' nin yönetmenliğini yaptı (1881-1900). Şi­ irler, öyküler ve özyaşamsal bir roman (The Story of a Bad Boy, 1870) yazdı. ALDRİCH (Robert), amerikalı film yönet­ meni (Cranston, Rhode island, 1918 - Los Angeles 1983). Renoir, Chaplin ve Losey'e yardımcılık yaptı; 1953'te yönetmen oldu. Kısa sürede bir hareket filmi (western, polis filmi, savaş filmi) ustası olarak sivrildi: İstiklal kahramanlan (Vera Cruz) [1954], Öp beni öldüresiye (Kiss Me Deadly) [1955], The Big Knife (1955), Hü­ cum (Attack) [1956], Daha sonra başka türleri de işleyen sanatçı, önceki gücünü yitirmiş göründü: Güneş batarken (The Last Sunset) [1961 ], Küçük bebeğe ne ol­ du? (What Happened to Baby Jane?)[1962], 12 kahraman haydut (The Dirty Dozen) [1967], Ulzana (Ulzana’s Raid) [1972], Ölüm treni (Emperor of the North Pole) [1972], Başkanın adamları (Tvvilight’s Last Gleaming) [1977], A ld r lc h s e n d ro m u -ALDRİCH sendromu.



-> VVİSKOTT



ALDRİGE (Robert), İrlandalI dansçı ve eğitimci (Dublin ? 1738’e doğr. - Edinburgh 1793). Büyük Britanya’da ilk dans öğretimini başlattı, XVIII. yy.’ın ortalarına doğru Dublin’de çok ünlü bir dans oku­ lunu yönetti, Edinburg'da da Dublin'de­ ki kadar ünlü bir dans okulu açtı. Jig ve reel’lerde büyük bir başarı sağladı. ALDRİN a. (öz. a. K. Alder'den). Org. kim. Diels- Alder tepkimesiyle elde edilen C12H8CI6 formülündeki böcek öldürücü. (Gübrelerin çoğu ve bitki ilaçları ile uyum sağlar; solunum, sindirim ve deri yoluyla soğurulduğunda zehirli olduğundan dik­ katle kullanılmalıdır.) ALDRİN (Edwin Eugene), amerikalı ast­ ronot ve subay (Montclair, New Jersey, 1930).West Point askeri akademisi'ni bi­ tirdikten (1951) sonra Amerikan Hava kuvvetleri'nde pilot ve eğitimci plarak gö­ rev yaptı. 1963’te NASA’nın astronot kad­ rosuna alındı. 1966'da, Gemini 12 kapsülünün ikinci pilotu olarak Yer çev­ resinde 59 kez döndü ve birçok kez uzay uçuşuna katıldı. 1969’da, Apollo 11 uçu­ şu şırasında Ay modülünün pilotuydu ve Neil Armstrong’dan sonra Ay’a ayak ba­ san ikinci adam oldu. 1971 ’de NASA'dan ayrılarak'albay rütbesiyle yeniden hava kuvvetlerine döndü ama ertesi yıl etkin görevden çekildi. ALDROVANDİ (Ulisse), İtalyan hekim ve doğa bilgini (Bologna 1522 - ay. y. 1605). Bologna üniversitesi’nde botanik kürsüsü başkanı oldu (1560). Eczaları ve eczaneleri denetlemekle görevli olduğu sırada botanik bahçesini kurdu. Antidotarii Bononiensis epitome adlı yapıtı tüm farmakopelere örnek oldu. Yazdığı kitap­ lar canlılara ilişkin tam bir doğa tarihi ve Gesner’inkiyle birlikte, Buffon’a kadar hayvanların tarinini anlatan tek ana kay­ naktır. ALDROVANDİA a (öz a. Aldrovandi’ den). Kesecik biçiminde çepeçevre yap­ raklı, hemen hemen yarı saydam, etçil (supiresi, kürekayaklılar), küçük su bitki­ si. (Sinekkapangiller familyası.) ALD U İN , 546 ile 565 yılları arasında Lombardlar’ın kralı, iustinianus’un kısmen kendisine bıraktığı Pannonia’yı fethetti ve Gepidler’i yendikten sonra federe lombard krallığı olarak imparatorluğun hizme­



tine girdi. AİM - * A L Â



347



.



ALE a. (hollandaca söze.).Az kavrulmuş açık malt ve çiğ şerbetçiotundan yapılan İngiliz birası. A LE A (Tomas Gutierrez), kübalı film yö­ netmeni (Havana 1928). Roma Centro Sperimentale sinema okulu’ndaki dersle­ re devam etti. Castro devrimi sonrasında yeni küba sinemasının önde gelen adla­ rından biri oldu: Esta tierra nuestra (1959), Historias de la Revoluciön (1960), Las doce sillas (1961), La muerte de un buröcrata (1966), Memorias del subdesarollo (1968), La ultima cena (1976), Los sobrevivientes (1979). ALEANDRİ (ireneo), İtalyan mimar (San Severino, Marche, 1795 - Macerata 1885). Yeniklasik üslupta tiyatro binaları (Ascoli Piceno, Spolöto) yapımında uz­ manlaştı. ALEANDRO (Girolamo), İtalyan kardinal ve hümanist (Motta di Livenza, Venezia, 1480 - Roma 1542). Paris Üniversitesi rektörü oldu; Leo X tarafından Vatikan'ın kütüphaneciliğine atanan Aleandro, VVorms diyeti'nde imparatorun Luther’i sürgün cezasına çarptırmasını sağlamak­ la görevlendirildi (1521). ALEANDRO (Girolamo), İtalyan yazar (Motta di Livenza, Venedik, 1574 - Roma 1629). Adonis tartışmasında Marino’nun yanında yer aldı (Difesa dell'Adone, 1623). ALEARDİ (Gaetano, Aleardo denir). İtalyan şair ve yurtsever (Verona 1812ay.y. 1878). Risorgimento öğretisinin sa­ vunucularından. AvusturyalIlar tarafından tutuklandı; milletvekili ve daha sonra se­ natör seçildi. Canti adlı şiir kitabında (1864), duyguculukla yurtseverlik bir ara­ da belirir. Le Cittâ italiane marinare e commercianti ve il monte Circello (1856) adlı yapıtlarında tarih ve tarihöncesi, si­ yasal düş kırıklıkları sonunda başvurulan efsanevi bir sığınak olarak karşımıza çı­ kar. A LECHINSKY (Pierre), belçikalı res­ sam ve gravürcü (Brüksel 1927). 1949’dan başlayarak Cobra grubu üye­ si. Anlatımcı coşkunluğunu, biçimsel so­ yutlamayı ve Uzakdoğu resmindeki el us­ talığını bir araya getiren bir biçim özgür­ lüğü ve içtenliği geliştirdi, iç içe geçmiş bezemelerin ve arabesklerin egemen ol­ duğu işaretlerin, resme bir süre bakılın­ ca, birtakım figüratif görüntüleri andırma­ sına özen gösterdi. 1965’te akrilik resmin bulunması üzerine, “ yan açıklamalı” tab-



çiçe k



aldrovandia



Pierre Alechinsky Oeuvre noire (1969)



tuval üzerine akrilik resim Paris Art modeme müzesi



m eyve



Alechinsky lolar yaptı. Bu tablolarda merkezdeki dü­ zenleme çevreye serpilmiş tamamlayıcı ve "yorumlayıcı” yan resimlerle destek­ leniyordu. Tablolarında olduğu gibi, de­ senlerinde ve gravürlerindeki şiirselliğe sanatçı kişiliğini oluşturan ince alaycılığı­ nı, coşkunluğunu, hatta virtüözlüğünü ak­ tarmayı bildi. Titreş et Pains perdus (1965) gibi birçok yazısı da vardır.



Vasne Alecsandri



ALECSANDRİ (Vasile), rumen yazar ve siyaset adamı (Bacâu 1818'e doğr. - Mirceşti, iaşi eyaleti, 1890). Paris'te tıp ve hukuk öğrenimi gördükten sonra (1834-1839), iaşi tiyatrosu'nu yönetti (1840-1842); aynı tiyatro için Moliere ve Scribe’den uyarladığı komediler yazdı 1848'de bir süre sürgüne gönderildi; Mol­ davya’da rumen siyasetinin ve edebiya­ tının yenilenme hareketine katıldı. 18.59’da dışişleri bakanı, 1885’te Paris büyükelçisi oldu. Lirik (Doine şi lacrlmioars. 1853; Pasteluri, 1875) ve yurtsever­ lik anlayışıyla yüklü şiirleri (Legende-varii, 1875; Ostaşii Noştri, 1878) vardır. ALECTİS a. Sıcak denizlerde yaşayan kemikli balık. (Engin denizde yumurtadan çıkan larvalarında bazı yüzgeç kılçıkları­ nın uzantısı olarak uzun iplikler bulunur. Bil. a. Alectis ciliaris; carangidae familya­ sı.) ALECTRYONİA a. Kabukl. LOPHA’nın eşanlamlısı.



ALEF a. (ar. 'alef). Esk. 1. Hayvan ye­ mi, ot, saman, yulaf: "Ayıklamakta alet gi­ bi her hâr-ı deccat" (Nev’i, XVI, yy.). —2. Alef olmak, yem olmak, öldürülmek, |ı Alet-i şemşir olmak, kılıca yem olmak, öldürülmek, ALEF a. (ibranice söze.). İbrani abece­ sinin ilk harfinin adı. —Küm kur. Cantor’un, iyi sıralanmış son­ suz kümelerin kardinallerini göstermek için kullandığı simge. ( Kc [“ alef-sıfır"], [N doğal tamsayılar kümesinin kardinalidir.) El Aieijadinho Congonhas ta BomJesüs de Mansınhos kilisesi nin giriş avlusundaki heykellerin bırnden (Yunus peygamber) ayrıntı



/



Ecenle Aleixandre



Aieksandr Nevskiy



ALEFİ a. (fr. halefls). Müc. Pırlanta biçi­ minde traşlanmış elmasta, taç ve külasın üçgen façetası, ALEGORİ a. (yun. imgelerle konuşmak anlamında allegoreln'den, lat. allegoria, fr. allegorie) 1. Bir düşüncenin, can­ landırılmış ve geliştirilmiş bir eğretilemeyle (resim, görüntü, tablo, vb.) anlatımı. —2. Bu anlatım biçimini kullanan edebiyat ya da sanat yapıtı. —3. Esk. Temsili is­ tiare. —ANSİKL. Alegori, hem bir yoğunlaştır­ ma, hem de bir açıklama olarak ortaya çı­ kar: bir soyutlama, karmaşık bir zihinsel veri kışileştirilir —ya da özetlenir— ve can­ landırılır (Aeneis'te Şöhret, Boileau'nun Lutrın'ınüe Aldırmazlık) ya da bir eğreti­ leme dizgesinin eksiksiz bir biçimde ge­ liştirilmesiyle bir gerçeklik izlenimi uyan­ dırılır (Mile de Scudery’nin Clelie adlı ya­ pıtındaki Tendre haritası). Alegori, Cesare Rıpa'nın, her tutkuyu bir kişi ya da hay­ vanla özdeşleştirdiği (teke/şehvet, tavuskuşu/kıbır) ve kötülüklerle erdemlerin ça­ tışmasını bir gladyatörün vahşi hayvanlar­ la mücadelesine indirgediği ilkel bir ma­ tematiğe benzetilebilir (kimi işlemleri ger­ çekleştirmek için, zengin bir gerçek özel göstergelerle donatılır). Ortaçağ, alegoriyi her anlatımda bulu­ nan bir gücüllük olarak ele aldı (bir söz­ cenin her zaman dört anlamı olduğu ileri sürüldü: gerçek anlam, alegorik anlam, değişmeceli anlam, gizemci yorumdan kaynaklanan anlam). Bu yaklaşım, önce­ likle Kilise nin Kutsal Kitap'ı yorumlayışından kaynaklanıyordu. Kilise, Kutsal Ki­ tapla sözbilimsel anlamda alegoriler, im­ geler, uzayıp giden eğretilemeler bulmak­ la kalmıyor (Eski Ahit’teki bir olay, Yeni Ahit teki bir olayın önbelirtisi olduğuna gö­ re) "gerçek” alegoriler de görüyordu. Sözcüklerin ve nesnelerin arkasında giz­ lenmiş tinsel anlam aranıyordu: ruhun doğrularını somut ve gündelik hikâyeler­ le aktaran İsa'nın mesellerinin temel işle­



vi buydu. Ama, Roman de la flose’daki kişiler ya da Ortaçağ’ın ahlak yükseltici oyunları, hiçbir zaman, kukla havasından kurtulamadılar; bunun nedeni de genel, bıreşimsel, eksiksiz bir doğruyu yaşatmak istemeleridir —bu anlamda, yukarıda anı­ lan aritmetik bakış açısını yineleyerek — sözkonusu kişilerin ve oyunların birleşti­ rilebilir sayılar gibi değil, ideogramlar gi­ bi bir işlev üstlendikleri görülür: donmuş çokanlamlılıkları psikolojik ve edebi geli­ şimlerini durdurur.Goethe’ye göre (Maxımen und Retlexıonen) bunlar, gerçek şi­ irin özelde geneli gördüğünü ama “ öze­ li, geneli göz önünde tutmaksızın, onu he­ def almadan açıkladığını” bilmezler, bu da edebiyat metninin sembolün yanında yer almasına yol açar. Çağdaş eleştirmenlere göre de (Tıynyanov, Mukafovsky), edebiyat metninin özelliği, betim­ leme işlevinden değil, tutarlılığı'ndan ve özerkliği'nden kaynaklanır,Bu türbir ede­ biyat anlayışında da —her metni edebi­ yatın bir alegorisi olarak gören modern akımlar (yeni roman) bir yana bırakılırsa— alegorinin yeri yoktur. —Ed. Resim ve heykelde terazi,"adalet"in; güvercin, "barış"ın; eli tırpanlı iskelet, "ölüm"ün simgesidir. Edebiyatta da bu yola zaman zaman başvurulmuştur. Ör­ neğin Faruk Nafiz Çamlıbel'ın At şiirinde, (Suda halkalar, 1928) Kurtuluş savaşı an­ latılmıştır. Fakat olaylar açıkça söylenme­ miş, birtakım eğretilemelerle sezdirilmeye çalışılmıştır. Bu şiirde türk ulusu, ayak­ lanma, Kurtuluş savaşı, tutsaklık, düşman gibi "benzeyen"ler yerine, sadece at, şa­ ha kalkma, son şanlı macera, gem, hal­ ka, zincir, seyis gibi “ kendisine benzetilen'ler kullanılmıştır. Tevfik Fikret'in Ab­ dülhamit II devrini alegori yoluyla anlatan “ Devenin başı” (Haluk'un defteri, 1911) şiirinde de devenin başı "padişah"; kar­ ga, "her şeyi alınyazısına bağlayan din adamları"; hörgüç, “ devletin ileri gelen­ leri"; gövde, "ulus"; kuyruk, "dalkavuklar"dır. ALEGORİK sıf. (fr. allegorique). Alego­ riyle ilgili; alegoriye ilişkin. ALEGRIA a. (sevinç anlamında ısp. söze.). Bir tür flamenco dans ve türküsü (özellikle Cadiz ve Granada bölgelerinde yaygındır); ritmi 3/4 ya da 6/8'dir; kastanyetli ya da kastanyetsiz olarak söylenir ve oynanır. (Çoğunlukla solo bir kadın tara­ fından oynanan bu sevinç dansının özel­ likleri, taconeo’ların ve kol hareketlerinin çeşitliliği ve dansçının yön değiştirirken bir ayak darbesiyle eteğini savurmasıdır.) ALEGRIA (Ciro), perulu yazar (Huamachuco 1909 - Lima 1967). Çocukluğu köy­ de geçti. Solcu militan olarak siyasal macadeleye atıldı. 1934’ten 1957’ye kadar hapis ve sürgün hayatı yaşadı. Roman­ ları hem etnolojik değer taşır, hem de yerli halkı savunan mücadele yapıtlarıdır (El mundo es aneho y ajeno, 1941). ALE H İN (Aieksandr), fr. Alexandre ALEKHİNE, rus satranç oyuncusu (Mosko­ va 1892 - Estoril, Portekiz, 1946). Bolşe­ vik devriminden sonra fransız uyruğuna geçen Alehin, 1927 ile 1935 ve 1937 ile 1946 yılları arasında dünya şampiyonu ol­ du. ALEİJADİNHO (Antönio Francisco LİSboa. El — denir), brezilyalı heykelci ve mimar (Ouro Preto 1730 ya da 1738 - ay. y. 1814). Portekizli mimar Manuel Fran­ cisco Lisboa ile zenci bir köle kadının ev­ lilik dışı oğluydu. Bacaklarındaki bir has­ talık yüzünden "küçük topal" (Aleijadinho) diye anıldı. Babasından dersler aldı ve kısa sürede yeteneğini göstererek bir­ çok kilisenin planlarını ve iç dekorlarını (oyulmuş ağaçtan) hazırladı. Ouro Preto' daki Sâo Francisco de Asis kilisesi’nde her türlü yapmacıktan uzak ince bir roko­ ko üslubu göze çarpar. Başyapıtı, Congonhas'taki hac tapınağı Bom Jesüs de Matosinhos kilisesi dir. Giriş avlusunu süs­ leyen taştan on iki peygamber heykeli,



bazı teknik kusurlarına karşın, barok dö­ nemin büyük sanatçılarına yaraşır anlamlı bir lirizmle gerçekleştirilmiştir. ALEİPTERİON a. (yun. söze.). Antik. Banyo yapanların ve atletlerin, içinde vü­ cutlarını yağladıkları ve ince bir toz taba­ kası sürdükleri oda. ALEİXANDRE (Vicente), İspanyol şair (Sevilla 1898 - Madrid 1984). Toplumsal yaşamdan uzak durmasına rağmen (1925’ ten sonra sağlığı bozuldu), eserlerindeki gerçeküstücü etki ile dünyanın somut bir açıdan görünüşü arasında bir denge var­ dır. içtenci bir hava taşıyan Âm bito'dan (1928) sonra, sıkıntı kaynağı olarak gör­ düğü aşk temasından kalkarak, duyumiarüstü bir gerçek (bir “ evren görüşü") arayışına gitgide daha çok önem verdi (Espadas como labios, 1932; Pasiön en la tierra. 1935), Siyasi mücadeleye katıl­ madığı halde, iç savaş sırasında Cumhuriyet’e sadık kalması, Franco rejiminin başlangıcında adının unutulmasına yol açtı. Sombra del Paraiso'dan sonra (1944), çağdaş dünyaya giderek daha çok açılan şiirleri başlangıçtaki arayışına (Historia del corazön, 1954; En un vasto dominio, 1962) kendi bilincinden başka­ larının bilincine yönelen yeni bir bakış ka­ zandırdı (Poemas de la consumlciön, 1974; Diâlogos del conocimiento, 1974). [1977 Nobel Edebiyat ödülü.) ALEKA a. (ar. 'aleka). Esk. 1. Balçık. —2. Kan pıhtısı. ALEKO PAŞA (Aieksandr Bogorıdi), bulgar kökenli türk devlet adamı (Sisam 1823 - Paris 1910). Osmanlı hizmetinde çalışan istefanaki Bey’in oğlu. Öğrenimi­ ni Paris’te yaptı. Osmanlı devleti hizmeti­ ne girdi. Vezir rütbesiyle Viyana büyükel­ çiliği yaptı (1877). Berlin Antlaşması hü­ kümleri uyarınca kurulan Doğu Rumeli vi­ layetine ilk beş yıl için vali atandı (18791884). Uygulamalarıyla Doğu Rumeli’nin, Bulgaristan prensliğiyle birleşmesini ko­ laylaştırdı. ALEKSAN Ç A L İK İ EFENDİ - ZOE ROS PAŞA.



A l e k s a n d h r u - a le k s a n d r u A L E K S A N D H R U P O LİS



-



ALEK



SANDRUPOLİS.



A LE K S A N D R N e v s k iy (1220 ye doğr. - Gorodets, Volga üzerinde, 1263), Novgorod prensi (1236-1252) ve Vladimir büyük prensi (1252-1263). Yaroslav II Vsevolodoviç’in oğlu olan Alksandr Nevskiy, 1236'da Novgorod prensi seçildi, isveçliler'e ve onların egemenliği altındaki fin kabilelere karşı Neva savaşı nı kazan­ dı (15 haziran 1240). [Nevskiy adı bu sa­ vaştan gelir.] Schwerttrager şövalyeleri tarafından saldırıya uğrayan Pskov prens­ liğinin yardımına koştu ve büyük bir as­ keri yetenek göstererek saldırganları Çudlar gölünün buzları üzerinde yendi (5 nisan 1242). Böylelikle Germenler’in do­ ğuya doğru genişlemelerini önlemiş oldu. Novgorod prensliği ile Galiçya-Volinya o sırada istilalarla yıkıma uğramamış sayılı rus bölgeleriydi. Bununla birlikte, Aleksandr Nevskiy, Novgorod üzerindeki ma ğol metbuluğunu kabul etmek zorunda kaldı (1246). 1252’de Altınordu hanı ona Vladimir büyük prensliği fermanını verdi. Novgorod ayaklanmasında (1259) moğol vergi toplayıcılarını korumak için müda­ hale etmek ve 1262 de ayaklanan Suzdalia kentlerinin bağışlanmasını sağlamak için de hanın ayağına gitmek zorunda kal­ dı. Bu yolculuktan dönerken öldü. Orto­ doks kilisesi tarafından azizlik mertebesi­ ne yükseltildi. A ie k s a n d r N e vskiy nişa n ı, Aziz Aieksandr Nevskiy nişanı adıyla, 1240'ta prens Aieksandr’ın isveçlller’e karşı ka­ zandığı zaferin anısını yaşatmak için 1725’te Büyük Petro’nun çıkarttığı nişan. Yalnız şövalye payesi vardı. Alameti: kır­ mızı mineden sekiz köşeli dört kenarlı



Aleksandr III haç. Kurdela: gelincik kırmızısı. Aziz Andrey şövalyeleri, Aziz Aleksandr Nevskiy şövalyeleriydi. 1942’de bu nişan, Sovyet askeri nişanına dönüştürüldü. ALEKSANDR I P a vlo viç (Petersburg 1777 - Taganrog 1825), Rusya impara­ toru (1801-1825). İsviçreli öğretmeni La Harpe'ın etkisinde aydınlanma felsefesi­ nin ilkelerine göre yetiştirilen Aleksandr, babası, Pavel l’in zorbaca disiplinine kat­ lanmak zorunda kaldı. Böylece kişiliğinin belirgin özelliklerini oluşturan ikiyüzlülük ve sinsilik içinde yaşamaya kendini alış­ tırdı. Babasına karşı hazırlanan bir suikas­ tı, babasının canına kıyılmamak şartıyla onayladı. Bununla birlikte suikastçılar Pa­ vel l’i öldürdüler ve büyükannesi Katerina ll’nin doğrultusunda ülkeyi yönetece­ ğini açıklayan genç prens, Aleksandr I adıyla tahta çıktı. 12 üyeden oluşan bir “ Sürekli konsey’’ kurdu ve liberal düşün­ celi genç dostlarını da “ özel komite’’de topladı. İlericilik yanlısı olduğunu bildirme­ sine karşın, aldığı önlemler sınırlı kaldı: se­ kiz bakanlık kurulmasını sağladı (1802) ve derebeylerini, bütün sertlerin özgürlükle­ rini tanımaya ve tüm bağımlılıklarından azat etmeye zorlayan 1803 yasasını (ukaz’ını) çıkarttı. Altı eğitim bölgesinde okulları ve üniversiteleri örgütleyen eğitim reformu (1803), daha olumlu sonuçlar el­ de edilmesini sağladı. Dış politikaya gelince, Aleksandr I, ön­ ce Fransa ile İngiltere arasında aracılığı­ nı kabul ettirmeye çalıştı, ama sonunda üçüncü koalisyonu oluşturmak üzere İn­ giltere (1804) ve Avusturya (1805) ile bir­ leşmek zorunda kaldı. Austerlitz yenilgi­ sine rağmen Ubril tarafından imzalanan (1806) antlaşmayı onaylamayı reddetti ve Prusya’nın yanında mücadelesini sürdür­ dü. Prusyalılar’ın Jena ve Auerstedt’te ye­ nilgiye uğramalarından sonra rus birlikleri, Eylau ve Friedland’da ağır kayıplar ver­ diler. Bunun üzerine Aleksandr, onurlu bir barış yapmayı kabul etti ve Napoleon I ile Tilsit’te buluştu (1807). Bu kentte, iki imparator hem en gerçekçi düzenleme­ leri hem de gelecekle ilgili tasarıları göz önüne aldılar. Rusya, böylece kıta ablu­ kası altına girmiş oldu. Buna karşılık, İs­ veç tarafından kendisine bırakılan Finlan­ diya’yı işgal edebildi (1809). Öte yandan, general Mihailov komutasındaki ordula­ rının Hotin, Kili ve Akkerman kalelerine saldırıp teslim aiarak OsmanlIlar ile baş­ lattığı savaş (1806), Silistre valisi vezir Alemdar Paşa’nın Bükreş üzerine yürü­ yen rus birliklerini bozguna uğratması so­ nucu çarın bağlaşığı olan İngilizler’in gön­ derdiği donanmanın Çanakkale boğazı­ nı zorlayarak İstanbul önlerine gelişiyle büsbütün alevlendiyse de, 1807’de Se­ lim lll’ün öldürülüp yerini Mustafa IV’ün alması üzerine Alemdar Paşa’nın Rume­ li’den ayrılmasıyla başsız kalan osmanlı ordusu ateşkes isteyince (1808) kısa bir barış dönemi yaşandı. Ancak, Osmanlılar’ın İngilizler ile barış antlaşması imza­ ladıktan sonra Tataritz’de (Tatarcık) bir rus ordusunu yenmesi, Ruslar’ın da Silistre' yi kuşatıp almalarıyla, taraflar yeniden sa­ vaş durumuna geçtiler (1809). Sonuçsuz meydan savaşları, Potı, Rusçuk, Yerköyü kalelerinin kanlı savaşımlarla el değiştir­ mesi gibi etkinliklerle sürüp giden savaş, Napoleon’un Moskova seferi yüzünden OsmanlIlar ile antlaşma imzalamak zorun­ da kalan Aleksandr l’in zaten affa uğra­ yıp özerklik kazanmış oldukları için Sırp bağımsızlığını hedef tutan iddialarından vazgeçmesi ve işgali altında bulunan Besarabya ile Boğdan’ın bir bölümüyle ye­ tinmeyi kabul etmesi üzerine sona erdi (Bükreş barışı, 1812). Öte yandan, Rus -İran savaşı (1804-1813) Gürcistan’ın rus topraklarına katılmasının tanınması ve Da­ ğıstan ile Kuzey Azerbaycan’ın Rusya’ya bırakılmasıyla sonuçlandı. Aleksandr I, Speranskiy’i tüm devleti kapsayacak bir reform hazırlamakla gö­ revlendirdi. Ama, bir çeşit milli temsil sis­ temini getiren bu tasarıyı, 1810’da kuru­



lan Danışma meclisi dışında, uygulama­ dı ve bu yeniliklere karşı çıkan soyluları memnun etmek için (Karamzin’in Memoire sur Tancienne et la nouvelle Russie [fr. çev., 1811] adlı yapıtında belirttiği gibi) Speranskiy’ı sürgüne gönderdi (1812). Rusya, tarımına ve ticaretine zarar veren kıta ablukasına giderek uymamaya baş­ layınca, Fransa iie yapılmış olan ve 1808’de Erfurt’ta yinelenen ittifak, 1810’dan sonra bozulmaya başladı. Ha­ ziran 1812’de başlayan Rusya seferi, Na­ poleon ordusunu Moskova’ya kadar ge­ tirdi (eylül). Aleksandr, uzlaşıp anlaşma­ yı reddettikten sonra tüm ülke halkının ve köylü milislerin de yardım ettiği; Kutuzov, Bagratıon, Barclay de Tolly gibi yetenek­ li komutanların yönettiği ordularıyla “ ulu­ sal savaş’’ı başlattı. Avrupa’nın kurtarıl­ ması işini sonuna kadar götürmeye kararlı olan Aleksandr, “ Uluslar savaşı" (1813) ve Fransa seferinden (1814) sonra Viya­ na kongresi’nde bağlaşıklarıyla birlikte Avrupa’yı yeniden düzenleyenlerden bi­ ri oldu. Avusturya imparatoru ve Prusya kralıyla birlikte, hıristiyanlık ilkelerine uy­ gun olarak Avrupa’nın ortak güvenliğini sağlayacak olan “ Kutsal ittifak’’ı kurdu (1815). Ardından Polonya'ya, özerkliğini güvence altına alan bir anayasa verdi (1815), ama Rusya’da.Novosiltsov’a tev­ di edilen reform tasarısına rağmen, hiç­ bir girişimde bulunmadı ve düzeni sağ­ lamak görevini Arakçeyev’e verdi. Hal­ kın hoşnutsuzluğuna rağmen, toprağı iş­ leyen yedek askerlerden oluşan “ askeri koloniler" kurmaya devam etti. A. N. Galitzin’e verdiği tek bakanlık içinde eğitimi ve din işlerini birleştirdi (1817). Bir tür koz­ mopolitliği hoşgörüyle karşılaması, tutu­ cuları hayal kırıklığına uğrattığı gibi, 1818'den başlayarak gizli cemiyetler ha­ linde örgütlenen liberalleri de kendisine düşman etti. 1820'den sonra Metternich tarzı tutuculuğu benimsemesi sonucu Os­ manlI’ya 1821’de başkaldıran yunanlı ayaklanmacılara ancak saltanatının son günlerinde yardım etmeye başladı (1825). Askeri hazırlıkları denetlemek için güneye giderken Taganrog’da ansızın öl­ dü. lALEKSANDR II (Moskova 1818 - Pe­ tersburg 1881), Rusya imparatoru (1855 1881); Nikolay l’in oğlu. Aleksandr II, ka­ muoyunun, siyasal ve toplumsal rejimde hiç zaman yitirmeden değişiklik yapılma­ sı gerektiğim hissettiği bir sırada tahta çık­ tı. Kırım savaşı’nda uğranılan yenilgi (ey­ lül 1855’te Sivastopol’ün düşmesi), Rus­ ya'nın iktisadi geri kalmışlığını ortaya koy­ muştu; ülkenin askeri zayıflığının temel nedeni olan bu durum, Avrupa toplulu­ ğu içindeki üstün yerini yitirmesiyle so­ nuçlanmıştı (Paris antlaşması, mart 1856). Sansürdeki baskı azalınca 1856 ile 1859 yılları arasında, imparatorluğun sorunla­ rını tartışan yüze yakın dergi yayımlandı. 1856 yılının mart ayından başlayarak, Aleksandr II, toprak köleliğinin kaldırıla­ cağını kamuoyuna açıkladı ve çeşitli eya­ letlerdeki soyluları, öneriler hazırlayacak komiteler kurmakla görevlendirdi (kasım 1857). Öte yandan, N. A. Milyutin tarafın­ dan yönetilen içişleri bakanlığının tarım dairesi, eyalet komitelerinin itirazlarına rağmen, en önemli hükümleri 19 şubat (3 mart) 1861 tarihli “ Toprak köleliğinden kurtarılmış köylüler için tüzük' 'te de yer alan bir tasarı hazırladı. Sözkonusu tüzük, toprak kölesi köylünün kişisel bağımlılığını kaldırıyor ve eskiden senyörlerin üstlen­ miş olduğu mali ve hukuki yükümlülükle­ ri, geleneksel m ir'den doğan “ kırsal komün’’e bırakıyordu. Dolayısıyla tüzük, köylüleri, “ toprakla", başka bir deyişle, köy sınırları ve komüne verilen araziyle birlikte özgür kılıyordu. Kırsal komünler­ le eski senyörler arasında yapılan “ dü­ zenleyici antlaşmalar", bu toprakların ko­ münler tarafından satın alınabiime koşul­ larını (devlet, 49 yılda ödenmek koşuluy­ la kredi açıyordu) ya da yeni toprak ilişki­ lerini (komünler mal sahiplerine borçlu ol­



dukları ödenti ya da angaryalar karşılığın­ da, bırakılan toprakların yararlanma hak­ kını alıyordu) belirlemek zorundaydı. Bu reform, toprağı da özgürlüklerini de tam olarak elde edememiş ve düş kırıklı­ ğına uğramış köylüler arasında karışıklık­ lara, soyluların başkaldırısına ve bir bö­ lümü nihilizme yönelmiş aydınların hoş­ nutsuzluğuna yol açtı. Bu tepkiler sert bir biçimde cezalandırılaı ve 1863-64'te Po­ lonya ayaklanmasının Berg ve Muravyev tarafından kanlı bir biçimde bastırılmasın­ dan sonra düzen sağlandı. Zemstvos de­ nilen meclislerin kurulmasıyla reformlara yeniden başlanmış oldu: herkese eşit adalet sağlayan adli reform, eğitim refor­ mu gibi. Zorunlu askerlik hizmetinin de konulmasıyla, bu reformlar 1874'e kadar sürdü. Kişisel özgürlüğe ve toplumsal eşitliğe dayalı modern bir rejime geçişi başlatan bu reformlar, doğmakta olan ka­ pitalizmin Rusya’da da gelişmesini sağ­ ladı. Bununla birlikte bu reformlar en dar anlamda uygulandı, özellikle, 1866’da ça­ ra yapılan başarısız bir suikasttan sonra, çarın çevresindeki gerici eğilimler ağır basmaya başladı (eğitim bakanı D. A. Tolstoy’u ve polisten sorumlu III. şubenin başına getirilen P. A. Şuvalov’u özellikle anmak gerekir). Aleksandr II, etkin bir dış siyasetle, milliyetçi ve panslavist çevrele­ re yaklaştı. Gorçakov Avusturya’ya ve da­ ha sonra Fransa'ya karşı Bismarck'ın si­ yasetini destekledi (1870-71). Böylece, Rusya Karadeniz’de hareket özgürlüğü­ nü yeniden elde etti. Kafkasya’da (1859’da Şeyh Şamil’in teslim olması), Uzakdoğu’da (Aihun [1858] ve Pekin [1860] antlaşmalarıyla Amür ve Osuri yö­ releri Rusya’ya bırakıldı) ve Orta Asya' da (1867'de rus Türkistam’nın kuruluşu) yeni topraklar elde eden Rusya genişle­ meye devam etti. Türk-Rus savaşı (1877 -78),büyük kayıplara yol açan Balkan se­ ferlerinden sonra Ayastefanos antlaşması’yla sona erdi (mart 1878), ancak kısa bir süre sonra bu antlaşma Berlin’de ye­ niden ele alındı. Berlin kongresi'nden sonra gururları kırılan milleyetçilerin öfke­ si, jiberallerin kışkırtmaları ve özellikle de Â. İ. Jeliyabov ve S. L. Perovskaya ile dü­ zenli bir biçim kazanan terörist eylemler, 1878 ile 1881 yılları arasında yeni bir re­ jim bunalımına yol açtı. 70’li yıllarda halkçı akım gelişti; bu eği­ lim bir yandan 1874 yazında öğrencile­ rin düzenledikleri “ halka yürüyüş” gös­ terisiyle, bir yandan da Toprak ve özgür­ lük derneğinin kurulmasıyla (1876) ken­ dini gösterdi; bu dernek de, biri halk için­ de kışkırtma etkinlikleri sürdürmekten ya­ na (Kara bölüşüm), öbürü de terör yanlı­ sı (Halkın özgürlüğü) iki gruba bölündü. Birkaç suikast girişiminden kurtulan Alek­ sandr II (şubat ve kasım 1879, şubat 1880), reform hareketine yeniden başlan­ ması için Loris-Melikov'u görevlendirdi. Loris - Melikov bir yandan var gücüyle devrimcilerle mücadele etti, bir yandan da zemstvos ve kent temsilcilerinden oluşan bir danışma kurulu oluşturulmasını öner­ di. Aleksandr II tasarıyı kabul etti ve aynı gün S. L. Perovskaya'nın yönettiği bir su­ ikastta öldü. ( — Kayn.) ALEKSANDR II I (Petersburg 1845 Livadia 1894), Rusya imparatoru (18811894). Ağabeyinin ölümünden sonra (1865)veliaht olan Aleksandr III,danışmanı Pobedonostsev’in öğrettiklerinden yalnız­ ca birtakım üstünkörü görüşleri benimse­ di ve tahta geçer geçmez “ mutlakiyeti güçlendirmek” niyetinde olduğunu açık­ ladı. Loris-Melikov’un istifasından sonra maliye bakanı olan N. K. Bunge, 1861 re­ formunu tamamlayan 1881 yasasını ka­ bul ettirdi; bu yasa kırsal komünlere hibe edilen toprakların satın alınmasını zorun­ lu kıldı ve köylülerin ödeyecekleri yıllık tak­ sitlerin sayısını azalttı. Gerici hareket an­ cak, mayıs 1882’de N. P. İgnatiyev’in ye­ rine D. A. Tolstoy içişleri bakanlığına ge­ tirilince güçlendi. Aleksandr III, Pobedonostsev'in etkiskisiyle eski rejimi diriltmek



Aleksandr I, Rusya imparatoru G.G. Serangelı'nın (1768-1852) tablosu (ayrıntı) Versaılles müzesi



Aleksandr II, Rusya imparatoru taşbaskı (1877) Tanh müzesi. Moskova



Aleksandr III, Rusya imparatoru J. 0. Mioduszevvski (1890) Bibliotheçue naîıonale. Paris



Aieksandr III 350



Yugoslavya kralı



Aieksandr I Karayorgiyevıç Louis Barthou ile 9 ekim 1934, Marsilya



Aleksandra Fyodorovna ve çar Nikolay II



leri ve bakanları tutuklatarak (1893) bü­ istedi. Aieksandr ll’nin reformlarının tam tün yetkilen üstlendi; 1888’in liberal Ana­ tersini yapmaya koyuldu, ancak bunları yasası'™ askıya aldı (1894) ve babasını tamamen yok edemedi. Kırsal topluluk­ Belgrad’a geri getirtti. 1900’de, birmülar üzerinde tam bir idari ve hukuki vasi­ hendisin dul eşi olan Draga Masin ile ev­ lik kuran yeni devlet memurlarının ("ye­ lendi; karşıt toplumsal katmanlar arasın­ rel önderler" ya da zemskye naçalniki) da gerçekleşen bu evliliğe kızan Milan, ül­ içişleri bakanlığı tarafından atanması keden uzaklaştı ve Rusya, Sırplar’ın ko­ (1889) ve “ zemstvos” reformu (1890), ye­ ruyucusu durumuna girdi. Kralın otoriter rel özerklikleri yeniden tehlikeye düşürdü. politikası ve kraliçenin halk tarafından seKamu eğitim bakanı i. D. Deliyanov, or­ vilmemesi, kralın, kraliçenin, erkek kar­ taöğretim kurumlarındaki öğrencilerin ve deşlerinin ve başlıca bakanların öldürül­ 1884’te özerkliği kaldırılan üniversite öğ­ mesiyle sonuçlanan askeri bir komploya rencilerinin sayısını azaltmaya çalıştı. Öte yol açtı. Skupstina, krallık tacını rakip ha­ yandan, Aieksandr III, soyluluğun toplum nedanın temsilcisi olan Petar Karayorgiiçinde yeniden üstün duruma gelmesini yeviç'e teslim etti. istiyordu; bu amaçla soyluların iktisadi güçlüklerini yenmelerine yardım amacıyla ALE KSA N D R I K a ra y o rg iy e v iç 1885'te soylular bankası kuruldu. Polisin (Cetinje 1888 - Marsilya 1934), Yugoslav­ güçlendirilmesi ve 1883’ten başlayarak ya kralı ve Sırbistanlı Petar l’in oğlu. Yaş­ Ohranka’nın desteğiyle bütün imparator­ lanan ve hastalanan Petar I tarafından, lukta düzen sağlanmış oldu. 1881 ve 1914 haziranında kral naipliğine getirilen 1883'te kurulan özel ve farklı rejimler, Aieksandr I, Birinci Dünya savaşı’nda 1894’te hâlâ altı eyalette yürürlükteydi. Bir kendini kabul ettirdi. 1921’de Sırp, Hırvat önceki saltanat zamanında başlatılan rusve Slovenler’in kralı oldu; aynı kökten ge­ laştırma ve ortodokslaştırma politikasına, len, ama ayrı geçmişlere ve değişik din­ Ukrayna’da ve Polonya'da hız verildi ve lere sahip halkların bir arada bulunması­ bu siyaset baltık eyaletlerine, Volga yöre­ nın doğurduğu güçlüklerle karşı karşıya lerine (müslümanlara, Tatarlar’a ya da kaldı. Merkeziyetçi Sırplarla federatif sis­ Çuvaşlar’a), Sibirya'ya ve Orta Asya’ya tem yanlısı hırvatlar arasındaki çatışma­ yaygınlaştırıldı.1882'de yayımlanan bir tü­ nın şiddetlenmesi ve Millet meclisi'nin zükle, ülkenin batı kesiminde oturmaya içinde hırvat miletvekülerinin öldürülme­ zorlanan yahudilere karşı alınan ayırımcı siyle (20 haziran 1928) doruk noktasına önlemler daha da artırıldı. ulaşması, kralı tüm yetkileri üstlenmeye Yönetici çevrelerin ve kamuoyunun mil­ yöneltti (6 ocak 1929).Aieksandr I,ülkeyi liyetçiliği, Rusya'nın dış politikasına yön birleştirmeyi amaçladı —1929’da, kral­ veriyordu De Giers, Rusya’nın Orta As­ lık "Yugoslavya” adını aldı— ama otori­ ya’daki yayılmasından endişe duyan ter bir yönetim benimsediği için, 1931 Londra ile bir anlaşma yapmayı (1885) ve Anayasası'nın kabulü bile milliyetçi ve de­ Bismarck Almanyası'yla ittifakı korumayı mokrat muhalefeti yatıştıramadı. Hırvat te­ başardı. 1881de imzalanan "Üç impara­ röristleri, 9 ekim 1934’te Marsilya'da hem torun antlaşması” , Avusturya’nın Balkankralı, hem de fransız bakan Barthou’yu öl­ lar’da ve özellikle Bulgaristan’da izlediği dürdüler. Taht, AleksandrJ’in oğlu Petar politikaya rağmen, 1884’te yenilendi. Al­ H’ye geçti. Aieksandr I, Küçük antant.a manya ile ilişkiler, özellikle 1887’den son­ •ve Balkan antantı’na katıldı; ayrıca Fran­ ra gittikçe azalmaya başladı. 1891’de sa'dan destek gördü, iç politikası başarı­ başlayan Fransa'ya yaklaşma siyaseti, sız olmasına karşılık, "birleştirici kral" di­ fransız-rus ittifakıyla noktalandı. Bu politi­ ye nitelendirildi. kanın temelinde iktisadi öncelikler yatıyor­ ALEKSANDRA (İ.Ö. 139-67), yahudıdu: bunalım içinde bulunan milli sanayi­ lerın hasmonlar hanedanından kraliçe. nin korunması, alman para piyasasının Kocası Aleksandros iannaios’un ölümün­ Ruslar’ın borç isteklerini kaldıramaması den sonra, İ.Û. 76'dan 67’ye kadar hü­ ve Paris’te ilk rus borç isteğinin karşılan­ küm sürdü. Etkin ve uzak görüşlü bir dış ması (1887) gibi. Sanayide atılım, ancak siyaset güttü; ülkenin iç işlerini, Farisiier’ 1880’li yılların sonunda yeniden başlaya­ le iyi ilişkilerini koruyarak yönetti. bildi. Dünya tahıl fiyatlarındaki büyük düşme’ye bağlı olarak kırsal bölgeler hızla ALEKSANDRA, Hirkan ll’nın kızı. İ.Ö. yoksullaştı. 1891-92'deki görülmemiş ku­ 55’te, yahudilerin kralı Aristobulos H'nin raklık sonucunda ortaya çıkan kıtlık köy­ oğlu Aleksandros ile evlendi. Ondan Aris­ lülerin yaşam koşullarının ne kadar gü­ tobulos ve Miriam dünyaya geldi; Miriam vensiz olduğunu ortaya koydu. Büyük Herödes’in karısı oldu. Hırslı bir Bu durumda, aydınlar birdenbire bilinç­ kadın olan Alpksandra, damadına karşı lendiler. Plehanov’un rus gerçeklerine uy­ komplo düzenledi ve İ.Û. 28 yılında da­ gulamaya giriştiği marxçı fikirlerin 90'lı yıl­ madı tarafından öldürtüldü. larda yaygınlaştığı görüldü. Liberal akım, zemstvoslann içinde de gelişmeye baş­ ■ A L E K S A N D R A FYO D O R O VN A (Darmstadt 1872 - Yekaterinburg 1918), ladı; bunlar, Aieksandr III döneminin ida­ Rusya imparatoriçesi (1894-1917). Ludri baskısına zorlukla katlanıyorlardı ve bü­ wig IV von Hessen'in kızı olan Fyodorovtün umutlarını yeni çar Nikolay H’nin tah­ na’nın kızlık adı A!ıx von Hessen idi. ta geçmesine bağladılar. 1894'te, geleceğin çarı Nikolay II ile ev­ ALEKSANDR, Battenberg prensi (Velendi. Dört kız çocuğu doğurduktan son­ rona 1857- Graz 1893), Bulgaristan’ın ilk ra, çareviç Aİeksey’i dünyaya getirdi prensi (1879-1893). Alexander von Hes(1904); kendisindeki hemofili hastalığı çasen’in oğlu, çariçenin yeğeni ve Prusya reviçe de geçti. Sinirli kişiliği ve batıl subayı olan Aieksandr, çarın önerisi üze­ inançları yüzünden, keramet taslayan şar­ rine, 1879’da Bulgaristan prensliğine se­ latan papaz Rasputin ın etkisi altına girdi çildi. Çok tutucu olan hükümeti Meclisle ve onu saraya kabul ettirdi. 1915-16’da (Sâbranya) sürtüşmelere yol açınca. bakanlık görevlerine Rasputin’in adamla­ Aieksandr 1881 'de Anayasa yı askıya al­ rın getirtti ve Nikolay ll'yi hiçbir ödün ver­ dı. Çarın vesayetinden kurtulmak için memeye zorladı. Mart 1917'de tutuklan­ gösterdiği çabalar yüzünden “ koruyucu­ dı; Tobolsk'a, sonra da Yekaterinburg’a su" ile arası açıldı. Rumeli ile Bulgaristan’ sürüldü ve orada tüm ailesiyle birlikte ın birleştirilmesi sırasında (1885), bu uyuş­ idam edildi. mazlık daha da arttı ve Slivnıca’da Sırp ALEKSANDREİA TROAS. Tar coğ lar'a karşı zafer kazandığı halde, rus yan­ Batı Anadolu’da. Troas bölgesinde antik lısı bir komplo sonucunda ülkesini terk et­ kent Çanakkale'de Ezine ilçe merkezinin mek zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra 15 km batısında, Geyikli bucağına bağlı geri döndü, ama çarın direnmesi üzerine Dalyan köyünün güneyindeki Eski İstan­ 1886'da kesin olarak tahttan çekildi ve bul ya da Odunluk iskelesi kesiminde. avusturya ordusunda görev aldı. Kenti, Antigonos Büyük İskender’in em­ riyle, Sgia adlı küçük bir köyün yerine kur­ ALEKSANDR I O b re n o vlc (Belgrad durdu (İ.Û. 310). Antigoneia adıyla anı­ 1876- ay. y. 1903), Sırbistan kralı (1889 lan yerleşme Lysimakhos zamanında ge­ 1903). Milan l’in oğlu ve halefiydi Naip­



lişti; adı da Aleksandreia Troas oldu. Ro­ ma döneminde önem kazanan kent, güç­ lü ve zengin bir ticaret merkeziydi. Hadrianus zamanında (i.S. 117-138), Herodes Atticus tiyatro, hamamlar, su yolları yaptırdı. Dor üslubundaki tapınak, stadium, agora, gymnasium ve tiyatronun taş­ ları sökülüp götürüldüğünden, yalnızca ti­ yatronun oturma yerleri ve sur kalıntıları vardır. ALEKSANDRETTA - İS K E N D E R U N . ALEKSANDRİDİS (Vasil), rum kökenli türk masa tenisçisi (İstanbul 1958). Küçük yaşta masa tenisine başladı (1971. An­ kara 50. Yıl masa tenisi şampiyonası'nda birinci olarak uluslararası alanda ilk başa­ rısını sağladı (1973). Aynı yıl Atina’daki Akdeniz ülkeleri şampiyonası’nda birinci oldu. Uluslararası Ankara gençler şampi­ yonası’nda tek erkekler birinciliğini kazan­ dı (1975). ALEKSANDRİT a. (Rusya çarı Aleksandr I'in adından fr. alexandrite). Miner. Doğal ışıkta koyu yeşil, yapay ışıkta kır­ mızımsı görünen krizoberil türü. A LE K S A N D R İY A , Ukrayna Cumhuriyeti’nde kent. Krivoy-Rog'un kuzeyin­ de, Ingulets ırmağı kıyısında; 103 000 nüf. Demir yatakları. ALEKSANDROPOL -



LE N İN A K A N



A le ksa n d rop o l höyüğü, en büyük ye en zengin İskit kral höyüklerinden biri (İ.Ö. IV. yy ). Ukrayna’nın Dnyepropetrovsk bölgesinde, Nikopol kenti yakınında bu­ lunan höyükte, arkeolojik kazılar 1852’de başladı. ALEKSANDROS, Priamos'un oğlu . - PARİS. ALEKSANDROS I, İ.Ö.498-454 arasın­ da Makedonya kralı, Amyntas l'in oğlu, ikinci Med savaşı sırasında Persler için askeri birlikler toplamak zorunda kaldı. Ancak Plataia savaşı’ndan hemen önce, Mardonios'un hazırlıklarını Yunanlılar’a bildirdi Pindaros, Hellanikosve Herodotos’u sarayına çağırdı; hellen hayranlığı­ nı her fırsatta gösterdi. ALEKSANDROS II, Makedonya kra­ lı, Amyntas lll’ün oğlu. İ.Ö. 369’dan 367’ye kadar hüküm sürdü. Tesalya’yı egemenliği altına almaya çalıştı; Pherai’li Aleksandros ile savaştı ve öldürüldü. ALEKSANDROS, Tesalya’da, Pheraı tiranı (İ.Ö. 369-358). Egemenliğini teröre dayanarak sürdürdü. Karısı Thebe tara­ fından öldürtüldü. ALEKSANDROS I, takma adı Molosos, İ.Ö. 357’ye doğru Epeiros kralı; kız kardeşi Olympias tarafından Makedonya kralı Philippos’un kayınbiraderi. Bruttlar’a karşı Tarantolular’a yardım etti; ama, Akheron kıyısında savaşırken öldü. A leksan d r o s İli



-



İskender



(B U Y U K ).



ALEKSANDROS IV, takma adı Aigos, Büyük İskender’in, ölümünden sonra, Ruşenk’ten doğma oğlu. Doğar doğmaz (İ.Û. 323) Babil’de hükümdar ilan edildi. Sürekli olarak vesayet altında kaldı ve 310 yılında Kassandros tarafından zehirlene­ rek öldürüldü. ALEKSANDROS V , Makedonya kra­ lı. Kassandros’un üçüncü oğlu. Ağabeyi Philippos IV’ün ölümünden sonra, İ.Ö. 297’den 294' kadar, tahtı kardeşi Antipatros ile paylaştı. Demetrios Poliorketes ve Pyrrhos’un yardımlarıyla, kardeşinin ken­ disine hazırladığı tuzaklardan kurtuldu. Kralken ortadan kaldırmaya çalıştığı Demetrios’un buyruğuyla öldürüldü. ALEKSANDROS, Herakleia kraliçesi Amastris ile Trakya kralı Lysimakhos'un oğlu. İ.Ö. 278’de Makedonya tahtında hak iddia etti. Seleukos l'e sığınarak, onunla kendi babasına karşı savaştı. ALEKSANDROS l i , Pyrrhos'un oğlu.



Alekseyev Makedonya’yı fethetti, ama Antigonos Gonatas’ın oğlu Demetrios tarafından ül­ keden uzaklaştırıldı. Daha sonra Epeiros kralı oldu (İ.Ö. 272’den 260'a kadar). Sa­ vaş taktiği üzerine yazdığı kitaba ilkçağ’ da büyük değer verilirdi. ALEKSANDROS, Makedonya kralı Perseus’un üçüncü oğlu. Pydna’dan son­ ra tutsak edileli; Paulus Aemilius’un zafe­ rinde (İ.Ö. 168) rol oynadı. Sonunda Alba’da mahkeme yazmanı oldu. ALEKSANDROS i Balas, Antiokhos IV Epiphanes’in oğlu olduğu söylenir. İ.Ö. 15Û’de, Demetrios I Soter’den Suriye tah­ tını zorla aldı; 145’te yenilgiye uğradı ve öldürüldü. ALEKSANDROS I I Zabinas, Aleksandros Balas’ın oğlu olduğu söylenir Seletki tahtını Demetrios I! Nikator’dan zorla aldı (İ.Ö. 126) ve 122’de Antiokhos VIII tarafından öldürüldü. ALEKSANDROS İannaios,hasmonlu başrahip. Kardeşi Aristobulos l’in yerine geçti ve kralı unvanını alan ilk rahip oldu (İ.Ö. 103-76). Bu olaya ferisiler’in göster­ dikleri sert tepki şiddetle bastırıldı ve bin­ lerce ferisi çöle kaçmak zorunda kaldı: ki­ mi tarihçiler, Essenliler tarikatının kökeni­ ni buna bağlarlar. ALEKSANDROS 1 ve AUEKSANBROS II -> PTOLEMAİOS XI ve PTOLEMAİOS XII. ALEKSANDROS Polyhistor, yunan derlemeci (Miletos, Anadolu-öl. Laurentum, Roma yakınında, İ.Ö. 35), dilbilgisi, tarih, coğrafya, müzik ve felsefe konusun­ da kırk iki yapıtı vardır; bunlardan günü­ müze ancak bazı parçalar kaldı ALEKSANDROS A p fcfo d isia s’iı.la tin filozof (İ.S. II. yy.’ın sonu ve III. yy.’ın başı). 198-211 arasında Lykeion’u yönet­ ti. Aristoteles’i (Metafizik’i [Meta ta physikaj ve Topikalar'ı) yorumladı. Bu yorum­ lar, Ortaçağ’da özellikle de Thomas Aquinus için büyük önem taşıdı. Yapıtlarından De Fafo’yu, Septimus Severus’a adadı; De Arıima'dan günümüze sadece iki ki­ tap kaldı; De intelleclüda içkin tanrı an­ layışına karşı çıkarak, aşkın tanrı anlayı­ şını savundu. Tinden (zihinden) tamamen ayrı bir varlık olarak gördüğü ruhun, be­ deni kuran öğeler karışımından başka bir şey olmadığını ve ölüm anında çözülüp dağıldığını ileri sürdü ALEKSANDROS T ralles’li, yunan hekim (Tralles, Lydia, 525-Öİ. 605). Roma’da ve Akdeniz çevresindeki diğer kentlerde çalıştı. Boyun atardamarından kan alan ve demiri ilaç olarak kullanan ilk hekimdir. ALEKSANDROS (öl. 913),’ Bizans imparatoru (912-913), Basileios l’in üçün­ cü oğlu. Önce babasına (871 ’den az son­ ra), sonra kardeşi Leon Vl’ya yardımcı ol­ du (886-912); onun ölümünden sonra, Konstantinos VII Porphyrogenetos’u taht­ tan indirmeye ve kin beslediği yengesi Zoe’ye ve patrik Euthymios’a karşı eylem­ ler düzenlemeye çalıştı. ALEKSANDROS i (Tatoı 1893 - Atına 1920), Yunanistan kralı. 1917’de Mütte­ fikler tarafından tahttan indirilen kral Kons­ tantinos l’in ikinci oğludur. Müttefiklerce ağabeyi Yorgo’ya tercih edilerek babası­ nın yerini aldı Venizelos’u iktidara çağıra­ rak, ülkesini itilaf devletleri saflarında sa­ vaşa soktu; Neuilly antlaşması’yla (kasım 1919) önemli toprak kazançları sağladı. İzmir’in işgaliyle (Mayıs 1919) Yunanistan için felaketle sonuçlanan Küçük Asya se­ rüvenini başlattı. Evcil bir maymun tara­ fından ısırıldıktan kısa bir süre sonra öl­ dü. ALEKSANDROV, Rusya Federasyo­ numda kent, Moskova'nın kuzeydoğu­ sunda; 64 000 nüf. ALEKSANDROV (Pavel Sergeyeviç),



sovyet matematikçi (Bogorodsk, bugün Noginsk 1896). Çalışmaları rus topoloji ve fonksiyonel çözümleme okulu doğrultu­ sundadır. Urison ile birlikte, tıkız uzayları tanımladı; benzeşiklik kuramını tıkız met­ rik uzaylara da uyguladı ve benzeşik bo­ yut kuramını geliştirdi. A le k s a n d ro v te o re m i, bir E topolo­ jik uzayının tıkızlaştırması, ancak ve an­ cak E tıkız değil yerel tıkız olduğunda, vardır diyen teorem. Aleksandrov tıkızlaştırm as:, E ay­ rık bir topolojik uzay olduğuna göre, ki­ mi kez E ile gösterilen ve h (E) = E özelli­ ği taşıyan bir h: E -» E eşyapı uygulama­ sının tanımlanabildiği tıkız küme. A LE KSA N D R O V ( G . V. M O R M O N EN ko Grigoriy - denir), sovyet film yönet­ meni (Yekaterinburg1903-?1983). Ayzenştayn’ın yakın çalışma arkadaşıdır. 1930'larda değişik güldürüler -özellikle müzikli güldürüler- çekti ve dönemin sovyet yönetmenleri arasında özgün bir yer edindi: Vesolye Rebyata (1934), Ts/rk(1936), Volga. Voiga( 1938). ALEKSANDROV (Boris Aleksandroviç), sovyet ordusunda besteci, orkestra şefi ve albay (Bologoye, Kalinin yakının­ da, 1905). Sovyet ordusunun koro ve dans topluluğunu (90 şarkıcı, 50 çalgıcı, 60 dansçı) yönetti. Repertuarında dünya­ ca ünlü şarkılar (Yola çıkış şarkısı. Parti­ zanların şarkısı, Kalinka) bulunan toplu­ luk, 1970’ten başlayarak, Bolşoy dans okulu’ndan yetişen birçok kadın sanatçı­ yı da kadrosuna aldı. ALEKSANDROVSK - Z APO RO JİYE. ÂLEKSÂNDROVSK-SAHALİNSKİ, Rusya Federasyonumda liman, Sahalin adasının K.-B. kıyısında; 20 000 nüf. ALEKSANDROW İ.O DZKİ, Polonya’ da kent, Lödz’un K.-B.’sında; 16 000 nüf. Dokuma (pamuklu) sanayisi. ÂLEKSÂNDRU ya da ALEKSANDH H U (Aris), yunan yazar (Leningrad 1922- Paris 1978). 1928'de Yunanistan'a yerleşti, ulusal direniş hareketine katıldı. 1948’den 1958’e kadar siyasal tutuklu olarak hapis yattı. Şiirlerinin çoğu (Po/emeta, 1974), rus klasiklerinden çevirileri, tutukluluk döneminin ürünleridir. Yunan iç savaşının bir günlüğü olan Kibotio (1974) adlı romanı, kayıtsız şartsız bağımlılığa dayalı siyasal yabancılaşmanın eleştirisi niteliğindedir. ALEKSANDRUPOLİS ya da ALEKSANDHRUPOLİS türkçe Dedeağaç, Yunanistan'da liman kenti,Trakya'da Evros nomos’unun merkezi. Edirne’nin G.BIsında, Meriç nehri ağzının, yaklaşık 20 km batısında. Birinci Dünya savaşı_şonrasında Neuilly ve Lozan barış konteranlarında tartışma konusu oldu: 35 800 nüf. ALEKSANYAN (Harutyun), tanzimat dönemi tiyatro oyuncusu (Bursa 1857istanbul 1917). Güllü Agop kumpanyasın­ da sahneye çıktı, sonra çalışmalarını Os­ manlI dram kumpanyasında sürdürdü. Etkileyici bir melodram oyuncusu olduğu kadar, ermeni asıllı tiyatrocular içinde türkçeyi en doğru konuşan sanatçı olarak bilinir. ( -> Kayn.) ALEKSEY (aziz), rus din adamı (öl. 1378). Metropolitlik merkezinin Kiev'e alınmasından yana olan Litvanya büyükdükünün entrikalarına karşın, 1354’te, İs­ tanbul patriği tarafından Moskova ve Rus­ ya metropolitliğine atandı. Boyarlar du­ rmasının başına geçti; Moskova’nın, Tver ve Suzdal üzerinde üstünlüğünü sağla­ mak için girişilen mücadelede, ön plan­ da siyasal rol oynadı. Altın Ordu hanının kızını iyileştirmesi gibi pek çok mucize ya­ rattığı söylenir. ALEKSEY Mihayloviç (Moskova 1629ay. y. 1676), Rusya çarı (1645-1676). Mihail III Fyodoroviç’in oğludur. 16 yaşın­ da babasının yerine geçti; ama yönetimi,



eski öğretmeni B. I. Morozov’a bıraktı. Moskova halkının Morozov’un vergi siya­ setine karşı ayaklanması (1648) karşısın­ da, yasa hazırlamak üzere bir meclis (zemski sobor) toplamak zorunda kaldı. “ Meclis yasası” (Sobornoye Ulojeniye, 1649), toplum içindeki durumları günden güne soylularınkine yaklaşan "hizmet görevlileri"nin zaferini somutlaştırdı; toplu­ mun alt katmanlarının haklarını da belir­ ledi. Köylüler kesin olarak senyörlerine, kentliler de oturdukları mahalleye (posad) bağlandılar. 1654-1662 yıllarının para dü­ zenlemeleriyle ilişkili olan önlemler, kent­ lerde ayaklanmalara ve köylülerin hoşnut­ suzluğuna yol açtı; böylece tüm Volga va­ disi kazak Stenka Razin’in önderliğinde ayaklandı (1670-71) Aleksey Mihayloviç, kazak ataman Hmelnitski'yi koruması altına aldı ve Do­ ğu Ukrayna’nın birliğini sağladı (1654). Ordusu, Smolensk, Beyaz Rusya ve Litvanya’yı işgal etti (1654-1656), ama Polonyalılar’a karşı sağladığı üstünlük, İs­ veç’in müdahalesi üzerine tehlikeye dü­ şünce, bu ülkeyle Kardis barış antlaşma­ sını imzalamak zorunda kaldı (1661). Andrusovo antlaşması (1667) Rusya ile Polonya arasındaki düşmanlığa son ver­ di. Bu arada, Sibirya’nın sömürgeleştiril­ mesi devam etti. Moskova orduları, Ku­ zey Pasifik’e (Ohotsk, 1649) ve Amur va­ disine ulaştılar. Rusya yayılma politikasını sürdürebil­ mek için modernleşmek zorundaydı. Or­ dularını örgütlemek ve sanayisini geliştir­ mek için yabancılara çağrıda bulundu. Batıya belli ölçüde açılma yanlısı olan çar, gelenekçilerin muhalefetini hesaba kat­ mak zorundaydı. Ayin kuralları üstüne ki­ taplarda ve rus kilisesinin kimi ayinlerin­ de reform hareketi, 1650’li yıllarda, pat­ rik Nikon’un teşvikiyle yunan ve kievli bil­ ginler tarafından yürütüldü. Bu hareket, Avvakum’un yönettiği sert bir muhalefet­ le karşılaştı. Çar, 1666-67 konsili’ni top­ ladı; bu konsil, reformları onayladı ve es­ ki inanç yanlılarını mahkûm etti. (-> RASKO L.) Fakat işkencelere rağmen eski inanç .yanlıları bildiklerinden şaşmadılar: Solovets manastırındaki ayaklanma (1668-1676), sonrada kuzeye ve doğuya kaçışları bunu gösterir. ALEKSEY P e tro v iç (Moskova 1690 Petersburg 1718), Rusya prensi, Büyük Petro ile Yevdokiya Fyodorovna Lopuhina’nınoğlu,Braunschweıg’lı Sophie-Charlotte’un kocası. Bu evliliğinden Petro II doğdu. Aleksey, babasından çok değişik bir kişiliğe sahipti ve gelenekçi muhale­ fet, umutlarını ona bağlamıştı. Büyük Petro’nun, tutumunu değiştirmesi yolundaki uyarıları karşısında 1716’da Viyana’ya kaçtı, oradan Napoli’ye geçti. Babasının onu affettiğine inanıp Rusya'ya döndü. Mahkeme karşısına çıkmak zorunda kal­ dı; idama mahkûm oldu, ama infazdan önce öldü. ALEKSEY (Sergey Vladimiroviç SiMANS K İY ) [Moskova 1877- Peredelkino, Moskova yakınında, 1970], tüm sovyet cumhuriyetleri patriği. Sergey’in ölümü (1944) üzerine, vekâleten patrik oldu; un­ vanı, 1945’te Sinod tarafından onaylan­ dı. ALEKSEY Nikolayeviç (Peterhof 1904 - Yekaterinburg 1918), çareviç, Nikolay II ile Aleksandra Fyodorovna'nın tek oğul­ ları. Hemofili hastasıydı, imparatorluk ai­ lesiyle birlikte öldürüldü. ALEKSEYEV (Fyodor Yakovleviç), rus ressam (Petersburg 1753- ay. y. 1824). 1773'te Akademi tarafından Venedik'e gönderildi. 1777'de Petersburg’a döndü;, burada yaptığı tablolar arasında, özellik-' le Pyotr ve Pavel kalesinden kışlık sara­ yın görünüşü (Rus müzesi, Leningrad) ve Neva kıyılarından Petersburgün görünü­ şü (Tretiyakov galerisi, Moskova) ile tanın­ dı. 1800’de Moskova’da pek çok manza­ ra resmi çizdi; bunlar kentin 1812 yangı­



351



Çar Aleksey Mihayloviç Biblıoth&ıue natıonale, Paris



Alekseyev 352



nından önceki durumunu gösteren de­ ğerli belgelerdir. ALEKSEYEV (Yevgenıy İvanovıç),rus amiral (1843-1909). 1900'de Bokserler savaşı’nda rus birliklerine komuta etti. 1903’te amiral oldu ve Mançurya’daki rus topraklarının genel valiliğine atandı. Japonlar'ın Port-Arthur baskınında gafil av­ la n d ı — RUS - JAPON savaşı)] Japonya' ya karşı, rus birliklerinin komutanlığını üst­ lendi. Zayıf bir komutan olduğu ortaya çı­ kınca, yerim Kuropatkın’e bırakmak zo­ runda kaldı (1904 sonu). ALEKSEYEV (Pyotr Alekseyeviç), rus (Novıneskaya, Smolensk bölgesi, 1849-01 1891). Dokuma işçısiydi 18601870 arasınaa önde geien rus devrimci­ lerinden biri oidu. 1877’dekı '50‘ier da­ vasında, rus otokrasisinin kaçınılmaz çö­ küşü üzerine uzun süre akıllarda kalacak konuşması, on yıl kürek cezasına çarptı­ rılmasına yol açtı. ALEKSEYEV (Mıhaıi Vaşiliyeviç), rus general (Tver 1857 - Ekaterınodar 1918). Batı cephesi komutanlığı (nisan 1915), se­ feri ordular genelkurmay başkanlığı yap­ tı. Kerenskiy döneminde görevim korudu. Yerine Evert’in getirilmesi üzerine Ukray­ na'da Denikin’e katıldı. ALEKSEYEV (Vasiliy), rus halterci (Ryazan bölgesi 1942). Etkileyici bir vücut ya­ pısına sahip (1,86 m boyunda, yaklaşık 150 kg) çok başarılı bir yarışmacı olan Alekseyev, 1972 Münih ve 1976 Montreal olimpiyatlarında “süper-ağır" sıklette altın madalya kazandı. iş ç i



doğr, - İstanbul 1204), Bizans imparato­ ru (1203-1204). isaakios ll’nin büyük oğ­ lu Babasını tahttan indiren amcası Aleksios III tarafından hapse atılan Aleksios IV, kaçmayı başardı ve dördüncü haçlı se­ feri önderleriyle, isaakios ll’yi yeniden tah­ ta geçirmek için ittifak kurdu. Haçlılar’ın yardımına karşılık, Roma ile dinsel birliği sağlamaya ve Türkler’e karşı savaşların­ da Latinler'e yardım etmeye söz verdi, İs­ tanbul’un Haçlılar tarafından ilk alınışın­ dan (1203) sonra, isaakios II yeniden tah­ ta çıkarıldı, oğlu Aleksios IV de yönetime ortak oldu. Ama, Aleksios IV, latin yanlısı bir politikaya karşı olan bizans halkının muhalefetiyle karşılaştı. Aleksios Dukas Murtzuphlos tarafından devrilip (1204) hapsedildi ve boğularak öldürüldü ALEKSİOS I I I ANGELOS (öl 1210) Bizans imparatoru (1195-1203). Kardeşi isaakios ll'yi tahttan indirdi, hapsettirdi ve gözlerini oydurdu. Saltanat dönemi birbi­ rini izleyen karışıklıklar, ayaklanmalar ve siyasal suikastlarla geçti; tüm ou olaylar aslında zayıflamış olan imparator­ luğun yıkılmasına neden oldu. Bazı böl­ geler tümüyle kaybedildi, birçok vali de bağımsızlıklarını ilan etti. Bu sırada isaa­ kios H’nin oğlu Aleksios IV Angelos, İstan­ bul'u ele geçiren dördüncü haçlı seferi baronlarıyla bir ittifak yaptı (1203). Latin imparatorluğu'nun kurulmasından sonra Aleksios III Trakya'ya kaçtı ve burada bir direnme girişiminde bulundu, daha son­ ra Küçük Asya'ya geçerek Nikaia’da ken­ disini imparator ilan etmiş olan damadı Theodoros I Laskarıs’e karşı koydu (1208); ancak onun eline düştü ve ölün­ ceye kadar tutsak kaldı. a l e k s İ o s V D u k a s , takma adı Murtzuphlos (“ bitişik kaşlı"), Bizans imparatoru(1204). Aleksios lll’ün üçüncü kızı Eudoksia Angelos ile evlendi: isaaki­ os ll'yi, sonra da Aleksios IV’ü tahttan in­ dirdi (şubat 1204), ancak İstanbul’u Haçlılar’a karşı savunamadı ve kent ikinci kez onların eline geçti (12 nisan). Aleksios V İstanbul’dan kaçarak kayınpederi Aleksi­ os IH’ün yanına gitti. Önce onu iyi karşı­ layan Aleksios III, daha sonra gözlerini oy­ durdu ve yanına alarak Küçük Asya’ya götürdü. Örada, kasım 1204’te Latinler tarafından yakalanıp İstanbul’a getirilen Aleksios V, Theodosios sütunundan aşa­ ğı atılarak öldürüldü. ALEKSİOS I KOMNENOS (İstanbul 1058- ay. y. 1118), Bizans imparatoru (1081 -1118). Curopalates ioannes Komnenos’un üçüncü oğlu ve imparator isa­ akios l’in yeğeni olan Aleksios, annesi Anna Dalassene tarafından, kardeşleri gi­ bi, taht adayı olarak yetiştirildi. Dukasların ve yandaşlarının egemen olduğu



halterci Vasiliy Alekseyev Münih olimpiyatlarımda (1972) ALEKSİ a. (fr. alexie) -



OKUM AYİTİM İ.



ALEKSİDZE (Gyorgiy), sovyet dansçı ve koregraf (Tiflis 1941). Moskova'da Asav Meserer’in, Leningrad'da da Fyodor Lopukov'un öğrencisiydi. İlk koreg­ rafilerini Leningrad oda balesi’nde sahne­ ledi (1966); daha sonra Kirov balesi ile ça­ lıştı. 1972’de Tiflis balesi’nin sanat yö­ netmeni ve baş koregrafı oldu. ALEKSİN a. (yun. aleksein, bir şeye kar­ şı savunma'dan fr. alexine). Bağışıkbil. K O M P L E M A N ’ ın eşanlamlısı. A L E K S İN , Rusya Federasyonunda kent. Tula'nın K.-B.'sında; 66 000 nüf. ALE KSİN A C , Yugoslavya’da (Sırbis­ tan) kent, Güney Morava ile Moravika ır­ maklarının birleştikleri yerde; 12 000 nüf. Linyit, makine yapımı. ALEKSİO S IV ANGELOS (1182 ye



Selçuklu Türkleri’ne karşı savaştı. Eşsiz bir diplomat olan Aleksios, ustaca görüşme­ ler yoluyla imparatorluğu yüceltmeyi ba­ şardı. 1082’den başlayarak Venedik ile bir antlaşma yaptı: bu antlaşmayla Aleksios, önemli ekonomik ayrıcalıklar karşılı­ ğında Venedik donanmasının yardımını sağladı; bu durum, Italyan cumhuriyetle­ rinin Doğu'da elde ettikleri büyük serve­ tin başlangıç noktasını oluşturdu. 1096'da, birinci haçlı seferinden impara­ torluk lehine yararlanmaya çalıştı ve böy­ lece Küçük Asya'nın bir bölümünü yeni­ den ele geçirmeyi başardı ALEKSİOS II KOMNENOS (İstanbul 1167 -ay. y. 1183), Bizans imparatoru (1180-1183) Manuel I ile AntakyalıMana’ nin oğlu önceleri annesinin vasiliği al­ tındaydı- 1182 de, c sırada altmış yaşın­ da olan kuzeni Andronikos I ile impara­ torluğu paylaşmak zorunda kald1: ancak Andronikos I bir süre sonra onu boğdur­ du. ALEKSİOS I KOMNENOS, takma adı Büyük (1182-1222), Trabzon bizans imparatoru (1204-1222). imparator And­ ronikos l’in büyük oğlu sebastokrator Ma­ nuel Komnenos’un büyük oğlu; kardeşi David ile birlikte akrabaları olan Gürcistan kraliçesi Tamara’nın himayesine girdi, 1204’te Latinler'in İstanbul’u almaların­ dan yararlanan İki kardeş, Trabzon’u ve Karadeniz kıyısındaki kentleri ele geçirdk ler, Aleksios I Trabzon’da imparatorluk ta­ cını giydi, kardeşi David de Herakleia, Pontos ve Paphlagonia senyörü unvanı­ nı aldı. Kendisini Büyük Komnenos, impa­ rator ve Romalılar'ın autocrator'u ilan eden Aleksios I, Bizans imparatorluğu’ nu kendi çıkarına uygun olarak yeniden kurmaya giriştiyse de, Küçük Asya’ya çı­ kan Latinler ile Anadolu selçuklu sultanı ve izniklı BizanslIlar ile çatıştı. Bununla bir­ likte, Kırım’ı ele geçirmeyi başardı, ALEKSİOS II KOMNENOS, Trabzon imparatoru (1297-1330), ioannes H’nin ve Eudoksia Paleologos’un büyük oğlu. Çok genç yaşta bizans etkisinden kurtulup, Türkler’i yenilgiye uğrattı (1302) ve Cenovalılar’ı kendisiyle anlaşmaya zorladı (1314 ve 1316). Hükümdarlığı dönemin­ de Trabzon, zenginliğinin doruğuna ulaş­ tı. ALEKSİOS II I KOMNENOS (1338 1390), Trabzon İmparatoru (1349-1390). Basilelos’un oğluydu ve önce İOANNES di­ ye anılıyordu. Aleksios H’nin ölümünden beri ülkeyi kasıp kavuran iç savaşlara son verdi ve imparator ioannes Vl’nın yeğeni Theodora Kantakuzenes ile evlenerek Bi­ zans’a yaklaştı. Türkler’i durdurmak için, güzellikleri dillere destan olan kız kardeş­ lerini ve kızlarını komutanlarla evlendirdi. Onun hükümdarlığı döneminde Trabzon son refah dönemini yaşadı; Venedik ile ya­ pılan 1364 antlaşması, bu cumhuriyetin ekonomik ve ticari ayrıcalıklarını genişletti. ALEKSİOS IV KOMNENOS, Trab zon imparatoru (1412-1429). Manuel III’ ün oğlu. Cenova’ya karşı savaştı, Vene­ dik ile iyi ilişkiler kurdu; evlenmeler yoluyla Türkler ile barışı sağladı,ama büyük oğ­ lu ioannes IV tarafından öldürüldü, ALEKSİOS V KOMNENOS (1454 İstanbul 1470’e doğr.), Trabzon impara­ toru, (1458), ioannes IV’ün oğlu.Türkler’ in Trabzon’a yönelen tehdidi karşısın­ da, tahttan uzaklaştırıldı; yerine amcası David geçti.



Aleksios I Komnenos altın para (BM. Paris)



çalkantılı dönem boyunca, Aleksios ve kardeşleri yönetime karşı çıktılar ve böy­ lece, 1081 ayaklanması sırasında Aleksi­ os, rakiplerini yenerek imparatorluk tah­ tına oturdu, Epeiros’ta Normanlar'a, Trak­ ya'da Peçenekler’e ve Küçük Asya’da



A le k s io s K o m n e no s’un h a ya tı, Anna Komnene’ nin (1137 ile 1143 arası) babası Aleksios l’in hükümdarlık dönemi­ ni anlattığı ve övdüğü eseri. Kitap, birin­ ci haçlı seferinin tarihi bakımından ilgi çe­ kicidir. ALEL sıf. (fr. allele). Genet. Özgül bir kro­ mozom üzerinde aynı noktayı (loküs) tu­ tan bir genin iki ya da daha çok çeşidin­ den birine denir, (Eşanl. A LE LO M O R F.) [Bk. ansikl. böl.] j| Yalancı alel, aynı ge­



âlem nin farklı mütasyonlarına verilen ad. (Ör­ neğin hemoglobinin a ve 0 zincirlerinin değişik mütasyonları.) || Birbirinden ayrı olduğu bilinen fakat kromozom üzerinde bitişik ya da yan yana bulunan ve aynı fenotipik karakteri yaratan genlerin mütasyonu. (Örneğin aynı metabolizma zinciri­ ne katılan enzimlerden sorumlu iki gen.) —ANSİKL. Bir alel gen grubunun üyeleri belli bir loküste birbirleriyle bağdaşamaz­ lar. Başka bir deyişle, iki alel aynı loküste bulunamaz. Aleller mütasyon yoluyla bir­ birlerinden doğabilirler Bunlar aynı işi gö­ rürler, yani biyolojik görevi aynı olan, fa­ kat değişik tarzda davranarak değişik bi­ çimde etki gösteren proteinleri sentezletirler Birçok enzim ve proteini etkileyen aynı genin değişik alelleri. "normal” et­ kiden tam bir etki yokluğuna kadar (patalojik hal) çok geniş bir protein dizisinin sentezinden sorumlu olabilirler. Örneğin D.N.A. molekülünün mütasyonlarından doğan on çeşit anormal hemoglobin bi­ linmektedir. Hemoglobin bozukluklarının bazıları fark edilemezken, bazıları ağır, hatta ölümcül hastalıklara(drepanositoz) sebep olurlar. Bu bozuklukların tümü, he­ moglobin sentezinden sorumlu genlerin a, 0, y, d gibi alel çeşitlerinden birine da­ yanır. Bu örnek, insanların genetik bakım­ dan o kadar çok değişik oluşlarının ne­ denini açıklamaktadır. Denebilir ki, yeryü­ zünde tam anlamıyla birbirinin aynı pro­ teinleri sentezleyen iki kişi yoktur (gerçek ikizler, yani tek yumurta ikizleri hariç). ALELACAYİP sıf. (ar. 'a/e ve 'acahb' den 'ateVacS ’ib).Çok garip, yadırgatıcı şey için kullanılır: Alelacayıp modalar.



Sınır işareti, sınır taşı. —5. Sarık için ha­ zırlanan bir tür dokumanın içindeki altın teller. —6 Yüksek dağ. —7, Bir düşün­ ceye, bir topluluğa, bir güce alem olmak, ona önderlik etmek. —8. Alem-efrâz, bay­ rağı yükselten. —Dilbilg. Esk. Özel ad —Din. Alemi nebevi, Alemi saadet. S A N C A K l * ŞERİF’ in e ş a n la m lıla rı.



—Esk. sil. Alem gövdesi, alemin ana par­ çası. (Genellikle demir, pirinç, gümüş gi­ bi madenlerden, armut, daire, süngü ya da yaprak biçiminde yapılmıştır. Yaprak ya da Saifa da denir.) ■ — ANSİKL. Mim. Alemler, osmanlı mimar­ lığında kubbe, minare, tonoz gibi örtü öğelerinin tepe noktalarında yer alan tunç, bakır, pirinçten yap:im ş. ay. ay yıl­ dız, lale biçimlerinde bezemelerdir. Bun­ lar cami, medrese, tekke, türbe, kapalıçarşı, imaret gibi çok çeşitli yapılarda kul­ lanılır. Selçuklular'da pek görülmeyen alemler, Osmanlılar'da yaygınlaşmıştır. Eski Türkler’de çadır tepelerine yerleşti­ rilen alemleremoncuk* denirdi. Moncukların çadırı ve içinde yaşayanları kötülük­ lerden ve nazardan koruyacağına inanı­ lırdı. Alemlerin kullanımında kubbe ve küla­ hın dış çizgilerini yukarıya doğru bütün­ leyici bir güzellik anlayışının yanı sıra ya­ pısal zorunluluklar da etkili olmuştur. Bun­ lar, kubbe ve külahlara kaplanan kurşun levhaların tepede birleştikleri noktadaki açıklığı örter, rüzgâr ve yağmurun etkisiy­ le kurşun levhaların bozulmasını engeller.



ALELACELE be. (ar. 'a/e ve ‘ace/e’den caleVacele). Çok acele, ivedilikle, çarça­ buk: Alelacele gitmek. ALELADE sıf. (ar. 'ale ve ‘ade'den rale Vade). 1. Sık görülen şey için kullanılır; olağan: Alelade bir vaka. —2. Sıradan, bayağı: Alelade bir roman. Alelade fikir­ lerini orijinal sanmak. Alelade bir adam. ALELADELİK a. Bayağılık, sıradanlık. ALELEKSER be. (ar. 'ale ve ekser'den rale-l-ekser). Esk. Çok kez, çoğunlukla. ALELHESAP be. (ar. ‘ale ve besab'dan 1ale-l-hesab). Esk. Hesaba sayarak, he­ sapça. —Tic. Alelhesap -» AKONT ALELHUSUS be. (ar.' ale ve huşüş’tan ’ale-l-buşüş). Özellikle. ALELİCM ÂL be (ar 'ale ve icmal'den Cale-l-icmâl). Esk. Topluca, toplu olarak. A LELITLAK be. (ar. 'ale ve ıtlak’tan cale-l-ıtlak). Esk. 1. Genel olarak, genel­ likle. —2. Rasgele, gelişigüzel. ALELİTTİFAK be. (ar. 'ale ve ittifak'tan ('ale-l-ittifak). Esk. ittifakla, oybirliği ile. ALELİZM a. (fr. allelisme'den). 1. Bir ya da birkaç alel arasındaki ilişki. —2. Alelizm testi, iki genin değişik iki sistrona ait olup olmadığını araştıran test. ALELOMORF sıf. (fr. allelomorphe’dan). Genet. ALEL'in eşanlamlısı. ALELOPATİ a. (fr. allelopathie’den). Çevrebil. AMENSALİZM'in eşanlamlısı. ALELUMUM be. (ar. 'ale ve rumum’ dan, ' aleVumüm). Esk. Genel olarak, ge­ nellikle: "....alelumun takbih edenler, insaf-ı şâirine ile muttasıl olmayanlardır." (H. Efendi, XIX. yy.). ALELUSUL be. (ar. 'ale ve uşuTden, rale-l usûl). 1. Önemsemeden, üstünkö­ rü: Alelusul yapılan bir soruşturma —2. Esk. Yol, yordam gereğince, yöntemine uygun olarak. ALEM a. (ar. ralem). Esk. 1. Sembol, ala­ met, işaret. —2. Bayrak, sancak: "Üç melek gördüm elinde üç alem " (Süley­ man Çelebi, XV. yy ). —3. Kubbe, mina­ re, bayrak direklerine takılan madeni te­ pelik: Dun geceki fırtınada minarenin ale­ mi düşmüş. (Bk. ansikl. böl. Mim.) —4.



353



Ayasofya şadırvanı alemi Alemler, dikey bir eksen üzerinde yu­ kardan aşağıya doğru ay* (hilal), küçük küp*, boyun*, armut*, bilezik*, büyük küp*, kova* gibi bölümlerden oluşur. Ca­ mi kubbelerindeki ay biçimi alemlerin uç­ larının kıbleye dönük olması kuraldır. Tek­ ke kubbelerindeki alemler ise, o tekkenin bağlı olduğu tarikatın simgesi olan sikke biçimindedir. Yapıların büyüklüğüyle orantılı olan alemlerin birkaç metre yük­ sekliğinde örnekleri vardır —Tar. Türkler’in tarihleri boyunca çe­ şitli alemleri olmuştur. At kuyruğundan tuğlar, gücü simgeleyen boynuz biçimi hi­ laller ve kurt motifi bunlar arasında sayı-, labilir. Selçuklular’ın alemi çift başlı kar­ taldı. Osmanlılar’ın ilk alemi, silah olarak da kullanılan bir tür teberdi. Dar yüzlü ka­ ma ya da süngü gövdesi biçimindeki bu alemler, XV. yy. sonuna değin sancak ve tuğların tepesinde taşınmış ve savaş aracı olarak kullanılmıştı. Uçları ejder başlı, ar­ mut biçimi alemler ise, yeniçeriler tarafın­ dan yalnızca sancak alemi olarak kulla­ nılırdı. Demirden yapılmış, üzerleri bitki­ sel motiflerle bezeli ve yazılı türk, İran ve memluk alemlerinin ilginç örnekleri vardır. Bunların yanı sıra padişah ve komutan­ ların yanında taşınan ve altında askerin, halkın toplandığı büyük sancaklara da "alem” deniyordu. Daha sonra Osmanlılar'da hilal ve çoğu kez ay-yıldız, bir güç ve egemenlik simgesi olarak nitelendiril­ di. A’LEM sıf. (ar. adem). Esk. En iyi bilen, bilici: Allahu a'lem (Tanrı en iyi bilendir).



i alem ♦ a. Bilgin: A ’lem-ül-ulema (bilginle­ rin bilgini). ALE M (Leandro), arjantinli siyaset ada­ mı (Buenos Aires 1842- ay. y. 1896). Bir dükkân sahibinin oğlu; gençliğinde eski diktatör Rosas'ı destekleyen bir örgüte girdi, daha sonra Alsina'nın kurduğu özerklik yanlısı partiye katıldı. 1874’te fe­ deral milletvekili oldu; 1890’da başını çek­ tiği bir ayaklanmayla devlet başkanı Juârez Celman'ı istifaya zorladı. Aynı yıl Uni­ on civica radical adlı partiyi kurdu; öğren­ cileri, göçmenleri ve gelişmekte olan or­ ta sınıfları temsil eden bu parti, serbest oy hakkı ve seçimlerde dürüstlük istiyordu. ÂLEM a. (ar. calem). 1. Var olan, var ol­ duğu düşünülen şeyler bütünü, yaratıl­ mışların tümü; evren. (Bk. ansikl. böl. jsl. fels. ve Tasav.) —2. Dünya, yeryüzü: Âle­ mi bir uçtan bir uca dolaşmak. —3. Her­ kes, başkaları: Âleme rezil olmak. Yaptık­ larını bütün âlem duydu. —4. Çevre, top­ luluk; dünya: Sanat âleminin meşhur si­ maları. —5. Kendi içinde bir düzeni oldu­ ğu ya da bağımsız bir bütün oluşturdu­ ğu düşünülen soyut ya da somut şeyler bütünü: Ruhlar âlemi. Hayal âleminde ya­ şamak. Denizaltı âlemi. Böcekler âlemi. —6. Eğlenti: içki âlemi. —7. Âlem yap­ mak, sazlı sözlü olarak topluca eğlenmek. || Âleme talih, bize kör Salih, başkalarının şansı karşısında kendi şansının kötü oldu­ ğunu düşünen kimse tarafından yakın­ mayla söylenir. || Âlemi var mı? Ne âlemi var?, bir davranışın yerinde ve zamanın­ da yapılmadığını vurgulamak için çıkışa­ rak söylenir. || Âlemin, elin ağzı torba de­ ğ il ki büzesin, herkesin olur olmaz şeyleri söylemesinin engellenemeyeceğini belirtir. —Esk. Atem-i fani, bu dünya; geçici dün­ ya. || Âlem-i gayb, görünmeyen dünya, öteki dünya. —Biyol. Canlılar dünyasının en büyük alt bölümü. (Beslenme biçimleri nispeten bir­ birine benzeyen ve örgenlenmeleri bu beslenme biçimine elverişli olan tüm tür­ leri kapsar.) [Bk. ansikl. böl.] ♦ sıf. Kendine özgü, hoş davranışları olan kimse için kullanılır: Âlem bir adam. Amma âlemsin. — A N S İK L . Biyol. Eskiden bütün varlıklar üç âleme ayrılıyordu: hayvanlar, bitkiler ve madenler âlemi. Hayvanlar âlemi, XVII. yy.’da bilinen büyük çokhücrelileri, bitki­ ler âlemi, yeşil bitkileri; madenler âlemi ise cansızları, ama özellikle kristaller, maden filizleri, özgün kayalar gibi maden türleri­ ni içeriyordu. Günümüzde, madenler âle­ mi kavramı tamamen terk edilmiştir. Pro-



âlem tistler, bakteriler, virüsler vb, gibi tekhücrelilerin bulunmasıyla, bitki ve hayvan ara­ sındaki sınırlar belirsizleştiğinden, şimdi bitkiler ya da hayvanlar âlemine yakın protistlerden söz edilmektedir. ( -> HAY­



354



VAN. PROTİST, BİTKİ.)



Jean Le Rond d’Alembert Louis Tocque'nin bir yapıtı (ayrıntı) Lambinetmüzesi, Versailes



—isi. fels. ve Tasav. Kuran'da, âlemler­ den, yani bu dünyadan ve ötedünyadan (ahret) söz edilir, Allah, âlemlerin ve semavatın (göklerin) yaratıcısıdır; sınırsız gü­ cü, bu yaratışta kendini göstermiştir. Otedünyaya oranla bu dünya, geçici ve de­ ğersizdir. Âlem, çokluğu kapsayan bir bir­ liktir ve çeşitli kademeleri içerir. Platon’un etkisi, İslam düşüncesinde, duyularla algılanan fizik dünyanın, düşün­ ceyle kavranan manevi (tinsel) dünyadan ayırt edilmesine yol açtı. Üzerinde yaşa­ dığımız doğumlu ve ölümlü dünya(âlem-i kevn-ü fesad) ile, göksel kürreler (felek­ ler) arasındaki ayrım da, Aristoteles’in et­ kisinin sonucu olarak ortaya çıktı. Stoa' nin Tanrı’yı bir bütün olarak görmesi ve yeniplatoncuların, bütün varlıkların Tanrı'dan türediği düşüncesi de İslam düşü­ nürlerinin ve mutasavvıfların benimsedi­ ği bir görüştü (südûr). Âlemlerin, aşamalı bir düzen olarak düşünülmesi, hem var­ lığın hem de bilginin derecelerini açıkla­ ma olanağı veriyordu. İslam filozofları, "alem” terimini, “ var­ lık alanları"nı belirtmek için kullandılar ve başlıca üç âlem olduğunu ileri sürdüler: âlem-i ceberut, âlem-i melekût, âlem-i mi­ sal. Yeniplatonculuğun etkisi, duyularla al­ gılanan dünyanın (âlem-i mülk, âlem-i halk), düşünceyle kavranan dünyadan ya da idealar dünyasından_(â/em-/ misal) ayırt edilmesine yol açtı. Âlem-i mülk'ten (duyuların algıladığı ve değişmelerin ger­ çekleştiği bu dünyaya, âlem-i ecsam [ci­ simler dünyası] ya da âlem-i şahadat [gö­ rülen dünya] da denir), ayrı ve ona karşıt olarak âlem-i melekût'un (tanrısal ege­ menliğin ve meleklerin dünyası) ve âlem-i ceberut’un (gücü her şeye yeten Tanrı’ nin dünyası) konması ise, doğu gizemci­ liğinin etkisinin sonucuydu. Alem-i lahut ise bütün öteki âlemlerin üzerinde yer alan Tanrısal özün ve mutlak aşkınlığın dünyası, yani yaradılıştan önceki Sır'ın yer aldığı kavranmaz dünya (âlem-i gayb, âlem-i emr) olarak düşünüldü. İslam dü­ şünürlerinin aynı terimi farklı kavramlar için kullanmalarından ve aynı kavramı farklı terimlerle dile getirmelerinden do­ ğan kargaşaya rağmen, sonuç olarak, ceberut, melekût ve misal alemlerini kap­ sayan âlem-i em r'in, genellikle âlem-i halk'ın karşıtı olarak düşünüldüğünü söy­ leyebiliriz. Öte yandan özellikle tasavvufta insan, evrenin (âlem-i kübra, büyük âlem) bu-' tün öğelerini küçük ölçekte içinde taşıdı­ ğı için âlem-i suğra (küçük âlem) diye ad­ landırıldı. insanın, maddesel ve duyusal dünyadan sıyrılarak ve çeşitli âlemlerin aşama sırasından geçerek tanrısal varlı­ ğa ulaşması ve onun içinde erimesi en yü­ ce amaç olarak benimsendi. ALEM ÂN (Mateo), İspanyol yazar (Se­ villa 1547 - Meksika 1914’e doğr.). Hazi­ ne memuruyken karışık işlere kalkıştığı için mahkûm oldu (1580). 1608'de Mexico’ya göç etti ve orada Ortografıa castellana adlı yapıtını (bitmemiş) yazdı. Pikaro türü bir roman olan Guzmân de Alfarache ile (1599) ün yaptı. ALEMAN VALDES (Miguel), meksikalı devlet adamı (Sayula, Veracruz eyaleti, 1900’e doğr. - Mexico 1983)- Devrimci bir generalin oğlu. Hukuk öğrenimi gördü, 1936-1940’ta başkan Ardenaz’ın döne' minde Veracruz valiliği yaptı. Başkan Âvila Camacho’nun içişleri bakanı oldu, 1946’da Anayasacı devrimci parti adayı olarak cumhurbaşkanı seçildi. Başkanlı­ ğı sırasında, ABD ile iyi ilişkiler sürdüre­ rek, sanayi ve bayındırlık hizmetlerine ön­ celik verdi. 1952’de yerini Ruiz Cortinez’e bıraktı.



ALLEMANDE a. 1. Koregr. Almanya' da XVI, yy.’da ortaya çıkan ve çift olarak oynanan 4/4 usulünde dans. (Fransa’da bu dans daha ağırbaşlı bir biçim aldı ve dört çift tarafından oynandı. Allemande’ ın 3/4’lük başka bir biçimi —ritim bakımın­ dan valsi andırır— günümüzde hâlâ Al­ manya’da ve İsviçre’de oynanır.) —2. Müz. Dört zamanlı çalgı müziği; süitin ilk bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Müz. ilk biçimiyle allemande, ikili ölçüde, orta ağır tempoda basit bir ez­ giydi. XVII. yy.’da değiştirilerek, çalgı süiti­ nin ilk parçası oldu ve “fransız” adını aldı. İtalya’da, sonra Almanya'da kimi durumlar­ da bir prelüdden önce çalındı. XVIII. yy.’ın ilk yarısında süitin sonat biçimini almasıy­ la, orta ağır temposunu koruyan alleman­ de, ilk biçimiyle allegro'yu doğurdu. ÂLEMÂNE sıf. (ar. "alem ve fars. - ane' den,l'Slemane). Esk. Dünyayla ilgili, dün­ yaya ait. ALE M A N İK a. (lat. alamannicus; eski erken alm. Alaman'dan; fr. alemanique). Erken almanca lehçeleri öbeği. Alemanik, aimanca dil alanının G.-B.’sında (Baden, Alsace [geç alemanik], İsviçre’ de, Liechtenstein’da, Avusturya’nın batı ucunda [erken alemanik] konuşulur). ALEM ANNİ (Niccolo), İtalyan bilgin (Ancona 1583-1626). Profesörlük ve Vati­ kan'da kütüphanecilik yaptı. Prokopios’ un H istoriai’s m dokuzuncu cildini notlar'la yayımladı (Lyon, 1623). A bbasi



->



T A R İH -İ



 L E M  R  Y İ ABBASİ.



 le m â râ -y i



E m in i



-*



A le m b e rt s im g e si t D’) IR"+1 in bir U açığı içinde diferansiyellenebilen ve ikin­ ci basamaktan kısmi türevleri bulunan, Rn+1 den R" içine bir / fonksiyonu için, U dan R içine 1 d2f " d2f xl7 Xn ) = — — - 2 c a r ile tanımlanan □ „/„ fonksiyonu; burada c bir değişmezdir.



ünf(t,



ALE M A N YA - ALAMANYA. Â le m â râ -y i



Gerçekten de Locke’a göre bütün bilgi­ lerin kaynağı duyumlardır ve bilimler de duyumlarımızın algılamaları üzerine kurul­ malıdır. Rousseau’nun, Lettre* a d'Alembert sur les spectacles (D’Alembert’e gös­ teriler üzerine mektup) adlı yanıtına yol açan ünlü Geneve (Cenevre) [1758] mad­ desi de, bilindiği gibi d'Alembert'in kale­ minden çıkmıştır. D'Alembert bilimleri, ta­ rihsel kaynaklarına ve gelecekteki verim­ liliklerine göre sınıflandırdı. Seçmeci bir anlayışla çeşitli,konularla ilgilendi: müzik konusunda Elâments de m usique theorique et pratique suivant les principes de M. Hameau (M. Rameau’nun ilkelerine göre kuramsal ve kılgısal müziğin öğele­ ri) [1752]; yazın konusunda, Essai sur la societe des gens de lettres avec les grands (Yazarların büyüklerle ilişkileri üze­ rine deneme) [1753]; felsefe konusunda, Essai sur les elements de philosophie (Felsefe öğeleri üzerine deneme) [1759] adlı kitapları yazdı.Eclaircissement sur la destruction des Jesuites (Cizvitlerin yok edilmesi üzerine açıklama) [1765] kitabın­ da cizvitlere karşı mücadele etti. Dil so­ runlarıyla ilgilendi. Friedrich II ve Katerina ll’nin dostuydu ve 1754'te Fransız akademisi'ne girdi; 1772’de bu kurumun sekreteri oldu.



T A R İH -İ



ÂLEM Â RÂ -Y İ EMİNİ.



ALEMBERT (Jean LE ROND D’), fransız matematikçi ve filozof (Paris 1717 -ay.y. 1783). Mme de Tencin ve topçu subayı Destouches’un evlilik dışı çocukları. Do­ ğumundan sonra Saint-Jean-le Rond kilisesi'nin önüne bırakıldı ve yoksul bir camcının karısı tarafından büyütüldü. Bir matematik dehasıydı. Yirmi üç yaşında Bi­ limler akademisi’ne seçildi. Rasyonel me­ kanik ve hidrodinamik üzerine yaptığı araştırmalarda birçok temel kavrama açıklık kazandırdı. Traite de dynamique' de (Dinamik üstüne) [1743] kendi adıyla anılan aşağıdaki ilkeyi ortaya koydu: “ ser­ bestçe ya da dayanışarak devinmelerine göre, kütleleri farklı hızlar kazanacak bi­ çimde birbirine bağlı maddesel noktalar­ dan oluşan bir sistem düşünülürse, sis­ temde kazanılan ve yitirilen devinim mik­ tarları birbirine eşittir." Üç cisim proble­ mi için bir çözüm önerdi ve bunu ılım nok­ talarının devinmesini hesaplamada kul­ landı (1749). Titreşen teller örneğinde ol­ duğu gibi, matematiksel fiziğin problem­ lerinin artan karmaşıklığı karşısında kısmi türevli denklemleri inceledi. Adi diferan­ siyel denklemlerin çözümüyle ilgili yeni yöntemlerle matematiksel çözümlemeye katkıda bulundu. D’Alembert, metafiziğin bilime el atmasını eleştirdi. Sonsuz küçük­ ler hesabının temelini atmak amacıyla li­ mit kavramını tanımladı. Ayrıca ıraksak di­ zilerin kullanımını açıkladı ve bir yakınsak­ lık ölçütü buldu. O sıralarda cebirde, her denklemin en az bir kökü bulunduğunu belirten temel teorem tartışılıyordu. D'Alembert bunu kanıtladı. (Daha sonra Ga­ uss bu kanıtlamadaki ana düşünceyi be­ nimseyecektir.) Bilimin yaygınlaşma boyutlarıyla yakın­ dan ilgilenen bir bilim adamı olarak d’A­ lembert, Diderot ile birlikte Encyclopediâ'nin (Ansiklopedi) kurucuları arasında yer aldı: ilk ciltlerin yayınına etkin olarak katıldı. Discourspreliminaire'i (Giriş yazı­ sı [1751] kaleme aldı ve burada ansiklo­ pedicilerin felsefesini ortaya koydu. Bu felsefe, Descartes’in “ doğuştan idealar” kuramına karşı çıkarak, ruhbilime dayalı akılcı bir metafizik kurmak isteyen John Locke’un girişiminden kaynaklanıyordu.



A le m b e rt yakınsam a ö lçü tü ya da ku ra lı (serilerin O’), gerçel pozitif terimli (un) serilerinde kullanılan ve aşağıdaki gi­ bi açıklanan ölçüt: lim - i± l varsa ve 1 den küçükse, nun (un) serisi yakınsaktır; lim



varsa ve 1 den büyükse,



(un) serisi ıraksaktır. Limitin değeri 1 olur­ sa bu ölçütten sonuç çıkarılamaz. A le m b e rt-G a uss te o re m i (D ), kar­ maşık sayılarda C cisminin cebirsel ola­ rak kapalı olduğunu ortaya koyan teo­ rem. ALEMCİ a. Cami kubbelerine, minare­ lerine alem yapan ya da takan kimse. ALEMDAĞ, rumca Aglrdaki, Kıbrıs'ın Girne ilçesinde köy. ALEMDAĞ, İstanbul boğazının doğu yakasında, K.-G. doğrultusunda uzanan ve dirençli kuvarsitlerden oluşan dağ (442 m). Gür bitki örtüsü ile kaplıdır (gürgen, kayın, kestane ağaçları), içme suyu olarak aranan birçok kaynak bu dağın eteklerin­ de yer alır. ALEMDAĞ ko ru s u , İstanbul’un Ana­ dolu yakasında koru; ünlü bir mesire yeri.Taşdelen suyukaynağının da bulundu­ ğu koruda kızılağaç, ıhlamur, kestane, ka­ yın, gürgen gibi yapraklarını döken ağaç­ lar vardır. A le m d a ğ da v a r b ir yıla n , Sait Faik Abasıyanık’ın ölümünden hemen önce yayımlanan son öykü kitabı (1954). Yaza­ rın alışılmış temalarından bazılarını sürdü­ rerek kasaba yaşamından çizgiler yansı­ tır; balıkçıları, doğa/deniz yaratıklarını ta­ nımlar, ada insanlarını anlatır. Yazarın Panço adıyla andığı bir dostuyla ilişkileri­ ni konu edinen bir dizi öyküde ise hasta­ lığından da kaynaklanan tedirgin, umut­ suz yalnızlık psikolojisi dile gelir. Kitaba adını veren öyküde bu ruhsal durum Beyoğiu’nun arka sokakları, içkievleri, yap­ macıklı insan ilişkilerinin karşısına fantas­ tik bir görünüm içinde sağlıklı, içtenlikli



Alemdar vakası doğa varlıklarını yerleştirir. Soğuk bir günde şehrin pis havasından uzaklaşıp Alemdağ'ın temiz dünyasına sığınmayı hayal eder. Masal ve düş öğelerinden beslenen şiirli fakat karmaşık anlatımlı bu öyküler, serbest çağrışımlara geniş yer vererek gelişir; gerçeküstücü teknik­ lerden yararlanır. ALEMDAR a. (ar. ralem, fars. dar, tutan'dan calem-dSr).Esk. Bir askeri birliğin önünde bayrak taşıyan kimse; bayraktar. —Kur. tar. Osmanlılar'da Ak alem dışın­ daki saltanat sancaklarını taşıyanlara ve­ rilen ad. (Bk.ansikl. böl.) — A N S İK L . Alemdarlar mirialem’in ermin­ deydiler. Mirialem en önde Ak alem’i, alemdarlar onun arkasında öteki altı sal­ tanat sancağını taşırlardı. Alemdarlar güç­ lü kuvvetli, beden yapısı gösterişli kişiler arasından seçilirdi. Yeniçeri ocağının çe­ şitli bayraklarını taşıyan bayraktarlara da alemdar denildiğinden, bunlardan ayır­ mak için, saltanat sancağını taşıyanlara alemdarı hassa denirdi. A le m d a r, İstanbul’da Ref'i Cevat'ın (Ulunay) çıkardığı günlük gazete (19111921 ?). Müessese müdürlüğünü Ahmet Kadri (Pehlivan Kadri), başyazarlığını uzun süre Hüseyin Şükrü yaptı, ittihat ve Terakki'nin kurduğu hükümetlere karşı ol­ ması nedeniyle “ örfi idare” tarafından sık sık kapatıldı, bu dönemlerde Takvimli ga­ zete ve Teşrih adlarıyla yayınını sürdürdü. Kurtuluş savaşı yıllarında, İngiliz muhip­ leri cemiyeti’nin organı durumuna eldi; iş­ galcilerle işbirliği içindeki sadrazam Da­ mat Ferit Paşa’ya yandaş bir yayın politi­ kası izledi. Halit Fahri’nin (Ozansoy) tiyat­ ro eleştirileri, Sedat Simavi'nin karikatür­ ler yayımladığı gazete, cumartesi günleri Nüsha-i edebiye adlı bir edebiyat eki ve­ riyordu. Kesin kapanma tarihi bilinme­ mektedir. ALE M D A R , Kahramanmaraş’ın Atşın ilçesi, merkez bucağına bağlı köy; 2 004 nüf. (1990). ALEM DAR M USTAFA PASA, türk sadrazam (Hotin 1765 - İstanbul 1808). Hacı Haşan adlı bir yeniçerinin oğlu. Ye­ niçeri ocağına girdi. Osmanlı - Rus, Os’ manlı-Avusturya savaşlarına katıldı. Rus­ çuk âyânı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa'nın hiz­ metine girdi; önce hazinedarı, sonra bay­ raktarı oldu. Ayaklanan Pazvandoğlu’na karşı Rusçuk’u başarıyla savundu. Hezargrad âyâniığına (1803) ve Tirsiniklioğlu İs­ mail Ağa’nın öldürülmesi üzerine Rusçuk âyâniığına (1806) atandı. Deliorman âyânı Yılıkoğlu Süleyman’ın ayaklanmasını bas­ tırıp angaryayı kaldırması etkinliğini artır­ dı. Bender ve Hotın’i alan Ruslar’ın hare­ kâtını (1806) İstanbul’a bildirdi ve gerekli Savunma önlemlerini aldı. Gönderdiği kuvvetlerle Ruslar'ın kuşattığı İsmail’i kur­ tardı; Bükreş üzerine yürüyen rus kuvvet­ lerini durdurdu. Başarıları dolayısıyla ve­ zirlikle Silistre valiliği ile Tuna saraskerliğine atandı (1807). Selim lii’ün tahttan in­ dirilmesi ve Nizamıcedit'in kaldırılması (Kabakçı Mustafa ayaklanması) sonrasın­ da kendisine sığınan yenilikçi devlet adamlarını korudu. “ Rusçuk yârânı" di­ ye bilinen Tahsin, Refik, Galip, Ramiz, Behiç efendilerin yönlendirmesiyle Selim III’ û yeniden tahta çıkarmak üzere hareke­ te geçti. Bir gizli komite biçiminde çalışan Rusçuk yârânın yarattığı elverişli durum üzerine İstanbul'a yürüdü. Yoldayken Pınarhisar âyânı Ali Ağa’yı Boğaz fenerine göndererek asilerin önderi Kabakçı Mus­ tafa’yı öldürttü. Sancakı şerifi almak üze­ re Davutpaşa'ya gelen Mustafa IV'e do­ kunmadı. 21 temmuzda 1000 kadar ada­ mıyla BabIâli’ye giderek sadrazam Çele­ bi Mustafa Paşa ile görüştü; şeyhülislam Topal Ataullah Efendi'nin görevden uzak­ laştırılmasını ve Arapzade Arif Efendi’nin şeyhülislam atanmasını sağladı. Birkaç gün içinde, Selim lll'ün tahttan indirilme­ sinde etkin olan ulema sürüldü, zorbalar sindirildi. Alemdar 28 temmuzda 15 000



kadar askeriyle yeniden İstanbul'a girdi. Sadrazam Mustafa Paşa’dan sadaret mührünü aldıktan sonra Saray’a yürüdü. Arz odası önünde, yeniden tahta çıkar mak istediği Selim lll’ün ölüsüyle karşılaş­ tı. Öldürülmek üzere olan Mahmut ll’yi kurtarıp tahta çıkartarak Mustafa IV’ü hasoda’ya kapattı. Yeni padişah tarafından sadrazam atandı. Selim lll’ün katillerini cezalandırdı. İstanbul’a çağırdığı Anadolu ve Rumeli âyânlarıvla “ Senedi ittifak" de­ nilen belgeyi imzaladı. Sekbanıcedit adıy­ la yeni bir ordu kuruldu ve seraskerliğine Nizamıcedit’in kuruluşunda büyük yarar­ lığı görülen Kadı Abdurrahman Paşa ge­ tirildi. Ramiz Efendi kaptanıderyalığa atandı, tersane işlen düzene sokuldu. An­ cak, İstanbul’un durumunu gereğince bil­ mediğinden, danışmanı durumundaki Rusçuk yârânının büyük ölçüde etkisin­ de kaldı. Bunların yenilikçi davranışları hoşnutsuzluk yaratmakta, Alemdar' ın saygınlığı azalmaktaydı. Alemdar'ın ça­ lışmalarından çıkarları bozulanlar, aley­ hinde gizli çalışmalara başladılar. Yaşa mını ve hükümdarlığını Alemdar’a borç­ lu olan Mahmut II de, onu saltanatına or tak görmekte ve kurtulmak istemekteydi. Eski padişah Mustafa IV ve kardeşi Es­ ma Sultan da yeniçerileri ve durumdan memnun olmayanları kışkırtıyordu. 15 ka­ sım 1808 akşamı, iftar yemeğinden kona­ ğına dönen Alemdar, yeniçerilerin baskı­ nıyla karşılaştı. Konağını kuşatan yeniçe­ rilere karşı uzun süre direndi. Padişahın, Ramiz Paşa'nın ve Kadı Abdurrahman Paşa’nın yardımından umut kesince ko­ nağının cephaneliğini ateşleyerek yaşa­ mına son verdi; kendisiyle birlikte kona­ ğının çatısından içeri girmeye çalışan üç yüz kadar yeniçeriyi de öldürdü. Enkaz altından çıkarılan cesedi yeniçeri zorba­ larınca Sultanahmet meydanı’nda bir ağaca asılarak teşhir edildi; üç gün son­ ra Yedikule’ye götürülerek bir kuyuya atıl­ dı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından (1826) sonra bu kuyudan çıkarılan kemik­ leri Yedikule surları yakınına gömüldü, ikinci meşrutiyettin ilanından (1908) son­ ra Gülhane parkı karşısında Zeynep Sul­ tan camisi’nin bahçesine taşındı. ( -* Kayn.) A le m d a r M u s ta fa Paşa d e sta n ı Yeniçeri âşıklarından Derviş Osman’ın 1808'de 6 + 5’li hece ölçüsüyle söylediği destan. Alemdar Mustafa Paşa’nın ölü­ müyle sonuçlanan yeniçeri ayaklanmasını anlatır. Olaylarda Fransızlar’ın ve onlarla işbirliği yapan bazı devlet adamlarının parmağı bulunduğunu ileri süren Derviş Osman’ın Nizamıcedit ocağının aleyhin­ de olduğu ve düşüncelerini bu temel üze­ rinde biçimlendirdiği anlaşılmaktadır. A lem dar vakası, yeniçeri ayaklanması (15-18 kasım 1808). Olağanüstü koşullar­ da sadrazamlığa gelen Alemdar Musta­ fa Paşa'nın devleti düzene sokma çaba­ ları, pek çok kişi ve kesim tarafından tep­ kiyle karşılandı. Alemdar’ın tahta çıkardığı Mahmut II, imzalamak zorunda kaldığı Senedi İttifak ve Rusçuk yârânının artan nüfuzu nedeniyle Alemdar'dan hoşnut değildi. Ulema, azalan saygınlığından ya­ kınırken yeniçeriler de Sekbanıcedit'in ku­ ruluşunu kuşkuyla karşılamakta ve Alemdar’ın ocağı düzene sokmak girişimleri­ ne tepki göstermekteydi. Askerlikle ilgili­ leri kalmadığı halde ocak defterine kayıt­ lı yeniçerilerin ocaktan çıkarılması, esame' satışının yasaklanması, yeniçeri subaylarına sağlanan gedik * gibi birta­ kım çıkarların engellenmesi üzerine ocak­ lıların Alemdar'a düşmanlıkları arttı. Fatih camisi'nde vaaz veren Abdullah Kuşmani Efendi’nin talimli sekban askerini övüp, halkı sekban ocağına yazılmaya çağırma­ sı, camide ulema ile yeniçeriler arasın­ da bir kavganın çıkmasına yol açtı. Ba­ b Iâ li duvarlarına “ Rumeli’den geldi bir çıtak / Bayram ertesi ya kılıç oynayacak ya da bıçak" yazan yeniçeriler sadra­ zama tepkilerini ortaya koydular. Alem­



dar, yeniçerilerin tehditlerini önemseme­ di: yakınlarının uyarılarına karşın, 1Birta­ kım manav, kayıkçı, leblebici güruhu ne yapabilir!" diye hiçbir önlem almadı. Sek­ banları İstanbul'un çeşitli yerlerindeki kış­ lalara dağıttı. Kendisini destekleyen Rus­ çuk yârânına da, ordularıyla birlikte yöre­ lerine dönmelerine izin verdi. Alemdar’ı ortadan kaldırmakta kararlı olan yeniçe­ riler, harekete geçmek için uygun ortam beklemeye başladılar. Kadir gecesi iftar yemeğinden Bâbıâli'ye dönen sadrazam'a yol açmak isteyen adamlarının ka­ labalığı döverek dağıtmaları, halkın tep­ kisine yo! açtı. Bu olayı fırsat bilen yeni­ çeriler harekete geçtiler. Kendilerine ka­ tılmayı reddeden yeniçeri ağası Mustafa Ağa yı öldürdüler. Akdından BabIâli'yi ku­ şattılar Sekbanlardan yardım isteyen Alemdar bu çağrısına olumlu yanıt alama­ yınca tek başına vuruşmak zorunda kal­ dı. Sonunda, konağındaki cephaneyi ateşledi, saldırgan birkaç yüz yeniçeriyle birlikte öldü BabIâli'de Aiemdar'ın kuşa­ tıldığını duyan Mahmut II, yeniçerilerin her ayaklanmada olduğu gibi Saray’a yöne­ leceğini düşünerek, savunma önlemleri aldı: çavuşbaşı Arnavut Memiş Efendi’yi sadrazam kaymakamı atadı; kaptanıderya Ramiz Paşa ile Üsküdar’daki sekban­ ların seraskeri Kadı Abdurrahman Paşa'yı emirlerindeki seksanlarla birlikte Saray’a çağırdı. Ramiz Paşa, Levent çlftliği’ndeki sekbanları, topçu askerini kayıklarla Topkapı sarayı'na getirdi. Alemdar'ın o gece ve ertesi gün direnmesi, Saray’a sa­ vunma için zaman kazandırdı Saray'a saldıran yeniçeriler sekbanların ateşiyle püskürtüldü. Bunların bir kısmı karşı ol­ dukları devlet adamlarım arayıp öldürme­ ye koyuldular. Rusçuk yârânından sada­ ret kethüdası Mustafa Refik Efendi öldü­ rüldü; Tahsm ve Behiç efendiler kaçtılar. Mustafa IV'ün yeniden tahta çıkarılacağı söylentilerinin yayılması üzerine Saray'ca toplanan vezirler, şeyhülislamdan bir fet­ va alarak Mahmut ll'nin de onayıyla, es­ ki padişah Mustafa IV’ü boğdurttutar. 16 kasım sabahı yeniçeriler, Ayasofya minarelerinden Saray’ın bahçesine ateş etmeye başladılar. Erzakları biten sekban­ lar da Saray'dan çıkış yaparak üç koldan yeniçerilere saldırdılar. Bir bölümü Cebe­ ci kışlası’nı ele geçirdi. Yeniçeriler kışlayı ateşe verince, çıkan yangın Dıvanyolu, Sultanahmet ve Ayasofya taraflarına ya­ yıldı, Bu sırada padişah da donanmanın ayaklananları topa tutmasını emretti. Ağa kapısı'na düşen gülleler, yeniçerilerin mo­ ralini bozdu, dağıldılar. Ulema, yeniçeri­ lerin bağışlanması ve isteklerinin yerine getirilmesi için aracılık yapmayı üstlendi. Ulemanın ileri gelenlerinden birkaçı pa­ dişahın huzuruna çıkarak istekleri ilettiler. Ayaklananların dağılması koşuluyla ateş­ kes uygulandı Ancak, 17 kasım sabahı, bir kısım ayaklanmacı Kandıralı Mehmet adlı zorbanınkışkırtmasıyiaTersane’yiele geçirdi. Her ayaklanmada olduğu gibi ye­ niçeri kazanları da Etmeydanı’na getiril­ di. Üsküdar ve Levent çiftliği ndeki sek­ ban kışlaları ele geçirildi. Yeniçerilerin du­ ruma egemen olduğunu gören kaptanıderya Ramiz Paşa, sekbanların komuta­ nı Kadı Abdurrahman Paşa ve bahriye nazırı Morali Ali Efendi kendilerini tehlike­ de gördüklerinden, bir gemiyle Saray' dan kaçtılar. Ancak birçoğu yakalanıp öl­ dürüldü. 18 kasım sabahı bostancıların açtığı kapıdan saray bahçesine giren ye­ niçeriler, sekbanlardan 300-400’ünü da­ ha öldürdüler, sağ kalanlar kaçtı. Daha sonra Üsküdar yakasında sekbanların barındığı Selimiye kışlasını yakıldı. İstan­ bul'da duruma egemen olan yeniçeriler suçladıkları vezir ve öteki yöneticilerin bir listesini padişaha yollayıp bunların idamı­ nı, sekban ocağının kaldırılmasını istedi­ ler. Yeniçerilerin isteğine uyularak şeyhül­ islam Esat Efendi değiştirildi; Alemdar' ın desteklediği ya da onun tarafından ata­ nan kişiler İstanbul dışına sürüldü; Sekbanıcedit kaldırıldı. Bu ayaklanma yeni-



355



Alemdar Mustafa Paşa Deniz müzesi kütüphanesi



Alemdar vakası gerilerin istediklerim elde ettikleri son ayaklanmaları oldu. ( -* Kayn.)



356



ÂLEME YN çoğl. a. (ar. 'alem 'in ikili çoği. 'aiemeyn). Esk. İki dünya, dünya ve ahret. ALEMGİR — E V R E N G Z İB ALEMGİR f i Âzjzüttsn (?-? 1759), hınd -türk imparatoru (1754 1759). Cihandar Şah’m oğlu. Yönetimi süresince saray ileri gelenlerinin etkisinde kaldı. Pencab’ı al­ mak için afgan hükümdarı Ahmet Şah Dürranı ile giriştiği savaşta yenildi. Bas­ kısı altına girdiği emirülümera Gaziyüttin’ in emriyle öldürüldü. ÂLEMİ sıf. (ar. ‘alem ve -/'den, ‘alem i) Esk. Dünyaya ait, onunla ilgili olan şey için kullanılır. ♦ a. Dünyaya ait, ölümlü kimse ya da şey. ÂLEMİN ya da ÂLEMÜN çoğl. a (ar. 'alem 'in çoğl. falemin, 'alemun). Esk. Dünyalar, âlemler. ÂLEMİ YAN a. (ar. 'çilemi'nin fars. çoğl. ’alemıyan). Esk. Dünyaya ait olanlar, in­ sanlar: "Vâresîe-i kaydı, emel-ı âlemiyan e t" (Ataullah Efendi, XIX. yy.). ALEMIYÂNE be. (ar. 'alem i ve fars. -ane’den, ‘alemiyane). Esk. İnsana yakışırcasına; akıllıca, kurnazca. ALEM3YET a. (ar 'alem ve -lyyeften alemiyyet). Dilbilg. Esk. Bir sözcüğün özel ad olma niteliği. A LE M ICUH,İran’da dağ kütlesi;4 840 m. Nispeten kolay olan norma! yoldan bir­ çok kez tırmanıldı. Fransız dağcısı Buttın’ ın yönettiği bir ekip, 24 temmuz 1966'da, tırmanılması çok güç olan kuzey yama­ cından çıkmayı başardı. Â le m n ü m a , türk divan şairi Nevizade Atayi*'nin mesnevisi (1617). Şairin Hamse’sini oluşturan mesnevilerin birincisidir. Bir sakiname* olan yapıtta içki konusu ele .alınır; içki içmenin, içkili toplantıların yolu yordamı anlatılır. Ayrıca şarap, kadeh, sü­ rahi, meyhaneci, gece, mum gibi, içki toplantilarının vazgeçilmez öğelerinin ni­ telikleri ele alınır. Bunun yanı sıra yaz, kış, sonbahar ve bahar da uzun uzadıya be­ timlenir. Şair kendisinden önce osmanlı -türk şairlerinin gazel ve kaside türlerin­ de İran şairlerini aştığını, ama mesnevi tü­ ründe başarı gösteremediklerini ileri sü­ rer; yapıtını bu eksikliği gidermek için ka­ leme aldığını söyler. Mesnevi’de yerel özellikler, dile getirilen Rumeli ve Anado­ lu hisarları hakkındaki özgün bilgiler dik­ kati çeker. ALEMONTİT a (fr. allemoniıte'ten). Mıner. Doğal antimon ve arsenik karışımı. ÂLEMSUZ sıf. (ar. 'alem ve fars. süz’ dan 'alem-süz). Esk. Âlemi, dünyayı ya­ kan: ' ‘Gönül bir rind-i âlemsûz ü şûh-ı şeh-



Alentejonun güneyinden bu gutunum



levend ister" (Baki, XVI. yy.). ÂLEM ŞAK, türk şehzade (Amasya 1466-Manisa 1510). Bayezit H'nin Gülruh Hatun’dan olan oğlu. Babasının tahta çı­ kışından sonra bir süre İstanbul'da kaldı. Menteşe (1490), Saruhan (1502) sancakbeyüğine atandı. ALEM ŞAH BEGÜM, Akkoyunlu hü­ kümdarı Uzun Hasan'ın kızı (XV. yy.). Hı­ ristiyanlığa bağlı kalan annesi Despına Hatun, ona Monta adını vermişti. Türkmenler arasındaysa Halime Bilgi Aka adı ve Alemşah sanıyla tanındı. Safeviler'den Şeyh Haydar ile evlendi. Oğullarından Şah İsmail, Safevi devletinin kurucusu ol­ du. ÂLEMŞÜMUL, -lü sıf. (ar. 'alem ve şü­ mul’den 'alem-şümuf). Esk. Dünyayı kap­ layan; evrensel: Alemşümul bir din. ÂLEMUN - A LE M İN ALEMÜLCİNS a. (ar 'alem ve cins'ten, ' alem-ül-cins). Dilbjlg. Esk. Ûzel isimden türeyen cins isim: Âdem'den ademiyyet, Mevlana'dan mevlevı. Hallaç dan hallaciye gibi. / ALEN a. (ar. ’ aten) Esk. Açık, meydan­ da olma, herkes tarafından bilinme. ÂLENCAR (Jose Martıniano DE), brezil­ yalı yazar ve siyaset adamı (Mecejana, Cearâ, 1829-Riode Janeiro 1877). Tarih­ sel romanlar ile kızılderili uygarlıklarına değgin romanlar yayımladı (O guaranf, 1857; iracema, 1865). Daha sonra, bur­ juva (Senhora, 1875) ve kırsal kesim (O sertanejo, 1875) geleneklerini yansıtan yapıtlar verdi. ALE N Ç O N , Fransa'da (Orne) departement merkezi. Paris'in 195 km batısında, Sarthe ırmağı kıyısında, 135 m yükselti­ de; 31 000 nüf. Kentte, birçok eski anıt vardır: XVI. yy.'dan kalma alevli gotik Üs­ lubunda revakıyla Notre-Dame kilisesi; alevli gotik üslubunda St. Leonard kilise­ si. Alençon’un kırsal kesiminde büyükbaş hayvancılık ve tahıl ekimi yapılır. ALENÇON d ü k ü , H E R C U LE F r a n çoıs'nın (Saint-Germain-en-Laye 1554 -Château-Thierry 1584) 1566'dan 1576 yılına kadar taşıdığı unvan; Henri II ile Catherine de Medicis’nin beşinci oğlu. Bu tarihlerde kendisine Touraine ve Berry’ den başka. Anjou dükü unvanıyla Anjou ili de verildi (Monsıeur barışı, 6 mayıs 1576). Hollanda'ya egemen olmak iste­ di ve Elisabeth I ile evlenmeye çalıştı. ALENEN be. (ar. 'alenen) 1. Herkesin gözü önünde: Ramazan günü alenen ye­ mek yemek. Alenen hakaret etmek. —2. Açık olarak: Alenen söylemek. ALENFOSİTOZ a. (fr. alymphocytose). Hematol. Kanda lenfosit yokluğu. ALENGİR a. Arg. 1. Gösteriş, fiyaka. —2. Düzen, dalavere.



ALENGİRLİ sıf. Arg. 1. Alımlı, gösteriş­ li, yakışıklı: Alengirli bir yürüyüşü var. —2. Karışık, kuşkulu. Benim böyle alen­ girli işlere aklım ermez. ALENİ sıf. (ar. 'a le n i). 1. Herkesin gözü önünde yapılan, herkes tarafından bilinen şey için kullanılır; açık, ortada: Aleni bir adaletsizlik. Aralarındaki husumet aleni­ dir —2. Tartışılamayacak, yadsınamayacak ölçüde kesin, açık olan şey için kul­ lanılır: Aleni bir hala. — T ic . h u k . Aleni müzayede * A Ç IK A R ­ TIRMA.



♦ be. Açık, görülür biçimde; açıkça. Aleni yalan söylüyor. ALENİLEŞMEK gçz. f Gizli, saklı bir şey sözkonusuysa, ortaya dökülmek; açıklanmak: ilişkileri alenileşti ALE N İLİK a. Aleni olma durumu. ALENİYE sıf. (ar. aleni nin dişi, 'aleniy ye). Esk. Açık ve meydanda olan: Müza­ kere-! aleniye (açıkoturum). Müzayede-i aleniye (açık artırma). ALENİYET, -ti a. (ar. ’alenıyyet). Bir şe­ yin açık, ortada olma durumu; alenilik: Beraberliklerini arlık aleniyete döktüler. Kıskandığını aleniyete vurmak. Müzake­ renin aleniyetine karar verildi. —Huk. - A ÇIKLIK. ALENLER, hazar bölgesi yerlilerinden eski halk. Burada uzun süreli bir impara­ torluk kurdular. Alenler İ.Û. 78'de Parhtlar, sonra II. yy. da Romalılarla savaştılar. 375’e doğru, Hunlar tarafından ülkelerin­ den kovulan Alenler, Roma imparatorluğu'na bölüm bolüm girerek 406’da Galya yı istila ettiler. Bazıları burada kaldılar (Rheınland, Loıre bölgesi); başka bir bö­ lümü ispanya ya yerleşti (409 dan başla­ yarak); bir bölümü de Vandallar’ın peşin­ den Afrika’ya gitti. Yerli topluluklarla kısa sürede kaynaştılar. ALENTEJO, Portekiz'de bölge, Tejo ır­ mağının güneyinde, ikiye ayrılan (Yukarı Alentejo ya da Alto Alentejo [merkezi Evora\ Aşağı Alentejo ya da Baixo Alentejo [merkezi BeyaJ) bölge, tekdüze ovalardan oluşur. 1974 devrimine kadar büyük çift­ liklere bölünmüşken, çıkarılan bir toprak reformuyla bölgenin parçalara ayrılması hâlâ şiddetli tartışmalara yol açmaktadır. Mantar meşesi ve zeytin ağaçları yetişti­ rilen bölgede, nadas uygulanarak tahıl da üretilir. Koyun, keçi, domuz yetiştiriciliği önemlidir Sulanan alanlarda, pirinç ve domates tarımı yapılır Santiago'da Escoural yakınlarında 1963’tetarihöncesinden kalma birçok mağara bulundu. (Mağara­ lardan birinin duvarları resimlerle süslü­ dür.) ALE N ZA Y NİETO (Leonardo), Ispan­ yol ressam (Madrid 1807 - ay. y. 1845). San Fernando akademisi’nde öğrenim gördü: önce portre ressamı olarak çalış-



Alesia tı, daha sonra kenar mahallelerdeki göz­ lemlerini yansıtan, küçük tuvaller üzerine, günlük yaşamı yansıtan çok canlı tablo­ lar yaptı. Sanatında eleştirel ve alaycı bir bakış görülür. (Romantikler müzesi ve Modern sanatlar müzesi, Madrid.) ALEOTTİ (Giovanni Battista), İtalyan mi­ mar (Argenta, Ferrara yakınında, 1546 - Ferrara 1636). Ferrara kalesini ve Parma'da Farnese tiyatrosu'nu yaptı (1618).



357



ALEPOCEPHALUS a. 300 m'den de­ rin sularda oldukça yaygın bulunan, bo­ yu 70 cm’ye varan, yüzme kesesi olma­ yan morumsu renkte kemikli balık. (Bil. a. Alepocephalus rostratus; alepocephalidae familyası.) ALER AM İC İ, X. yy.'ın ikinci yarısında, İtalya Marka'sının bölünmesi sırasında kurulan markilik. ivrea* markiliği'nin ye­ rini, adını kurucusu Aleramo'dan alan ve Monferrato'dan Lıguria'ya kadar uzanan Alerâmici markiliğiyle, Orta Piemonte’deki Susa (ya da Torino) dukalığı aidi. ALERAMO (Rina FACCİO.Sibilla —de­ nir), İtalyan yazar (İskenderiye 1876Roma 1960). Şair Dino Campana ile uzun ve fırtınalı bir ilişkisi oldu. İlk romanı Una donna'daki (1906) militan feminist görüş, tüm yapıtlarının günümüzde yeniden ilgi görmesini sağladı. Sanatında, özyaşamsal öğelerle toplumsal bağımlılık arasın­ da gidip gelen lirik bir gerilim dikkati çe­ ker. ALERCE a. Şili nin güneyinde dağlarda yetişen ve boyu 30 m'yi aşabilen büyük ağaç, (Seyrek de olsa Batı ve Güney Av­ rupa'da da yetiştirilen alerce [Fitzroya patagonica] servigiller familyasındandır. Kırmızı-kahverenginde çok ince dokulu, yumuşak ve hafif odunu doğramacılıkta, mobilyacılıkta, fıçı ve çalgı yapımında kul­ lanılır.) ALERGOGRAFİ a. (fr. allergographıe). Çeşitli tepkilerden (deri tepkisi, vurma tep­ kisi, deriiçi tepkisi, vb.) yararlanarak aler­ ji nedenini saptama yöntemi. (Kullanılan maddenin deri üstünde oluşturduğu kı­ zartı ya da kabarcığın çapı ölçülerek so­ nuçlar değerlendirilir.) ALERGOLOG a. (fr. allergologue). Tıp. Alergoloji uzmanı. ALERGOLOJİ a. (fr. allergologıe). Aler­ jilerin tedavisini konu alan bilim dalı. ALER İA, Korsika'da (Haute-Corse) ko­ mün, Tavignano ırmağının ağzı yakının­ da; 2 700 nüt. Başlıca etkinlikleri, Cateraggıo karayolu kavşağının çevresinde toplanır. İ.Ö. III. yy. başında Kartacalılar’ın ele geçirdiği Korsika'nın bu en önemli kenti, İ.Ö. 259'da bir roma kolonisi oldu ve V. yy.’da Vandallar, daha sonra da ilk müslüman akınları sonucunda yıkıldı. —Alerıa ovası, Korsika'nın doğusundaki ovanın en geniş bölümünü oluşturur. 1975 ağustosunda, Aleria yakınında bir Cezayirlinin mülkünü işgal etmiş özerklik yanlılarının gösterileri sonucunda iki jan­ darma öldü ve bu olaydan sonra Korsi­ ka’nın özgürlük savaşımında bir tırman­ ma görüldü. ALERJEN a. (fr. allergeneöeri). Bağışıkbıl. Astım, saman nezlesi, ürtiker. egza ma, anafilaksı şoku gibi alerji tipinde bir bağışıklık tepkisi uyandıran antijen (ya da aynı tipte aşırı duyarlık). ALERJİ a. (yun. allos, öteki ve ergon, etki'den alm. Allergie, fr. allergıe). 1. Daha önce karşılaşıldığında doğan duyarlanmâdan dolayı ikinci karşılaşmada bir an­ tijene gösterilen olağandışı tepki (Von Pirquet’nin yaptığı ilk tanım, 1908); bir alerjenle ilk defa temas eder etmez ortaya çı­ kan ani aşırı duyarlık tepkisi (bugün ge­ çerli olan bu tanıma göre, burada önem­ li olan duyarlanma değil, duyarlıktır), —2. Bir şeye ya da bir kimseye karşı duyulan nedensiz hoşnutsuzluk, düşmanlık: Ona alerjisi var. Bir şeye, bir kimseye alerji duymak.



Leonardo Alenza y Nieto Dağda haydutlar Romantikler müzesı. Madrid



—Berbl. Alerji testi, berberin, müşterisinin saçını boyamadan önce, bir alerjik tepki olasılığı olup olmadığını anlamak için uy­ guladığı deri testi. —Sağl. kor. Mesleki alerji, çeşitli madde­ ler işlenirken, örneğin hayvansal ürünler (kıl), bitkisel ürünler (odun tozu, tekstil lif­ leri), kimyasal ürünler (antibiyotikler, nöroleptikler) üzerinde çalışılırken dokun­ maktan ya da onları soğurmaktan dolayı solunum yollarında (astım, çiftçi akciğeri) ya da deride (egzama, ürtiker, öuincke ödemi) meydana gelen alerji. (Sözkonu­ su etki, bu maddeler kullanılarak yapıla­ cak deri ya da solunum testleriyle doğrulanmalıdır.) -^ANSİKL. Anafilaksinin mekanizması an­ laşıldıktan sonra hekimler, dış görünümü sağlıklı bir hastada birdenbire beliren as­ tım, ürtiker krizi, ilkbahar nezlesi gibi du­ rumların daha önce edinilmiş bir duyar­ lıktan ileri gelip gelmediğini araştırdılar, Widal ve yardımcıları bazı astımlı ya da ürtikerli hastaların çeşitli maddelere du­ yarlı olduklarını kanıtladılar. Bu hastalar duyarlı oldukları maddeye değdiklerinde, deneysel anafilaksi şokundakine benzer bir kan-suyuk krizi geçirirler. O sıralarda, amerikalı araştırmacılar da, alerji yaptığı sanılan maddenin sulandırılmış eriyiğin­ den çok az bir miktarın, duyarlığı varsa­ yılan kişinin önceden çizilmiş derisine sü­ rülmesiyle ya da şırınga edilmesiyle, du­ yarlığın kanıtı olarak yerel bir tepkime gö­ rülüp görülmeyeceğini araştırıyorlardı. (ARTHUS olgusu). Araştırmaları, Von Pırquet’nın, önceden verem geçirmiş ya da geçirmekte olan hastaların, verem mikro­ buyla temas etmemiş kişilerden farklı bir tepki gösterdiklerini belirten çalışmaları­ na dayanıyordu: tüberküline karşı bir de­ riiçi ya da deri tepkimesi yerel bir tepki­ me doğurur. Von Pirquet bu durumu aler­ jik olarak nitelemiştir. Amerikalı araştırma­ cılar, saman nezlesine, urtikere ya da as­ tıma yakalanmış kişilerde bu deri ve de­ riiçi tepkimesi yöntemini kullanarak bu ki­ şilerin bazı maddelere aşırı duyarlı olduk­ larını gösterdiler. Örneğin, atlara yaklaş tıklarında astım krizine tutulan hastalar at derisi döküntülerine karşı, yumurta yedik­ ten sonra ürtiker dökenler, yumurta akı­ na karşı, ilkbaharda saman nezlesine tu­ tulanlar, çiçektozlarına karşı tepki göste­ riyorlardı. Bu durumu, Von Pirquet'nin tü­ berkülinle elde ettiği verilerle karşılaştıran araştırmacılar, ata, yumurtaya ve çiçek­ tozlarına karşı alerji'den söz etmeye baş­ ladılar. 1920’den sonra, hastanın duyarlı olduğu bir maddeyi soluması, yemesi ya da o maddeye değmesi (keseli tırtılların kılları) sonucu oluşan anafilaktoit olayları kapsayan anafilaksi teriminin yerini alerji terimi aldı. Alerji solunum yollarında (astım, spazmodık nezle, saman nezlesi), deride (ür­ tiker, egzama, Ouıncke ödemi, dermıt, vb.) ve diğer çeşitli organlarda meydana



gelir: Sindirim organları, sinirler, böbrek­ ler, sidiktorbası, kalp, eklemler, göz. ilaç­ lara, özellikle at serumuna karşı alerjiye sık rastlanır. Biyolojik kanıtlarla doğrulanabilen su­ yuksa/ alerji ’de antikorlar suyuklar içinde dolaşır. Biyolojik kanıtlarla doğallanama­ yan dokusai alerji’deyse antikorlar şu ve­ ya bu dokuya tutunmuş durumdadır, immünoglobülinler üstünde yapılan çalış­ malar bazı alerjik olayların mekanizması­ nı ortaya çıkarmıştır. ALE R JİK sıf. 1. Alerjiyle ilgili olan şey için kullanılır: Çiçektozlarının alerjik etki­ leri. Alerjik bir rahatsızlığı olmak. Alerjik bir hastalık. —2. Alerjiye duyarlı, yatkın olan kimse için kullanılır; Alerjik b ir bünyesiplmak. ALE R Jİ? a. (fr. allergıde'den) Bağışık­ ta!. Alerjinin yan etkisi olarak meydana gelen her çeşit deri lezyonu. A LE S , esk. Alais, Güney Fransada kent, Gard arrondissementinin merkezi. Gardon d ’Ales kıyısında; 44 000 nüf Kentte geiişmiş bir madencilik (kömür, demir, çinko, antimon) sanayisinin yanı sı­ ra. demir çelik, makine kimya sanayi­ leri de vardır. 1243'te Louis IX'un Fran­ sa’ya kattığı kente, çeşitli askeri ve siya­ sal özerklikler tanındı; ne var ki Din savaş­ ları sırasında kent Protestanları destekle­ yince, bu ayrıcalıklarını yitirdi. ALESİA, eski Galya kenti, Mandubii hal­ kının ana sitesi, Alıse-Sainte-Reine'de (Cöte-d’Or), Auxois tepesinde. Yunanlı ta­ rihçiler kentin kuruluşunu Flerakles’e mal eder ve buraya kutsal bir değer verirler.



Alesia adının, keltçede "kaya'1anlamına geldiği sanılır, Dıjon yöresinde, süvarile­ riyle Sezar ordusuna saldıran Vercingetorix, başarılı olamayınca Alesia’ya çekil­ meye karar verdi (İ.Ö. 52). Sezar kenti ku­ şattı ve kent çevresinde büyük tar kuşat­ ma düzeni kurdu (hendekler, siperler, şev ve kazık duvarlar, insan için tuzaklar). Ver-



Alesia kuşatılmış kentin (sağ tarafta bulunuyordu) önündeki kuşatma çalışmalarının maket,: sırayla bir sur ve bir kazık cfuvan, bunlann yanı başında yükselen ahşap kuleler, iki hendek, uçlan sivriltilmiş dal dizileri ve oıtalanna sivn odunlar yerleştirilmiş kurt kaoanlan görülüyor nısee des Antiçuıtes natcnales Saınt-Germain-en-Laye



Alesia 358



cingetorix'e yardıma gelen, tüm Galya' dan toplanmış ordu da kuşatmayı kaldı­ ramadı. Kentin hemen yakınında, Rhea dağı eteğinde yapılan son ve şiddetli bir çarpışmada Vercingetorix teslim oldu 1861-1865 arasında, Napoleon ll’nin emriyle albay Stoffel'in yaptırdığı kazılar Alise-Sainte-Reine'de (Cöte-d’Or) Alesia adlı bir kentin var olduğunu kesin biçim­ de kanıtlad’ (Vercıngetorix'in uğradığı bozğunu başka bir sit’e mal etmek için yapılan birkaç girişim boşa çıktı). Sezar' ın tahkimatının, askerlerin silahlarının ve kaybettikleri paraların ortaya çıkarılması kentin yerini hemen hemen kesinleştirdi. İmparatorluk döneminde Alesia, küçük bir kentti (forumu, tiyatrosu, evier; ve çe­ şitli tapınaklarında [özellikle tanrı Apollon Moritasgus •BİRİNCİ TÜR YANILGI —Metalurj. ve Krist. Bir cismin düşük sı­ caklıkta alotropik değişikliğini ( a demir, a kükürt) ve bu tür bir cisimden elde edilen katı çözeltileri belirtir (a ferrit: karbonun a da mir içindeki katı çözeltisi). —Nörobiyol. Alfa engelleyici, özellikle adre­ nerjik sistemdeki alfa alıcılarını seçerek bunların çalışmasını önleyen sempatikolitik madde. (Bk. ansikl. böl.) || Alfa ritmi, sağlıklı bir yetişkenin elektroansefalogramında, din­ lenme sırasında görülen ritim; frekansı (sa­ niyede 8-13 devir) ve ığıplik biçimindeki genliği (30-50 mikrovolt) ile tanımlanır; bu ri­ tim en iyi saçlı derinin yan ve artkafa bölümünde belirir, (Alfa ritmi, sakin fakat uyumayan bir insand; görülür ve dikkat bir noktaya toplandığında ya da herhangi bir ışıkla uyarılmada durur [durma tepkisi].) —Radyo!. Alfa tedavisi, cisimlerin yaydığı al­ fa ışınlarının tedavi amacıyla kullanılması. (Bk. ansikl. böl.) —Ruhbil. Alfa ordu testi (Alpha test army), amerikan ordusunda Birinci Dünya savaşı sırasında kullanılan ilk kollektif zekâ testle­ rinden biri. — A n s İk l Çekird. fiz. Alfa parçacığı y a da helyon, +2 yüklü, iki protonla iki nötrondan oluşan bir parçacıktır ve helyum atomunun çekirdeğini oluşturur. Doğal ya da yapay "ağır" radyoattif elementler yayar. Enerji­ leriyse birkaç milyon elektronvolta (MeV) ulaşır. Bu tanecikler hızlandırıcılarda üretilip hızlandırılabilır ve enerjileri birkaç yüz, hat­ ta birkaç bin MeV'a çıkarılabilir. Hızlandırılmış parçacıklar nükleer maddeleri bulmada ya da yeni elementlerin bireşimini elde etmede kullanılır, —Nörobiyol. Alfa engelleyiciler adrenerjik sistemdeki beta alıcıların uyarılmasıyla orta­ ya çıkan etkileri değiştirmeden alfa alıcılarınkini yok eden adrenolitik maddeler­ dir, Bunlar doğal ürünler (alkaloit ve çavdar mahmuzu türevleri, yohimbin, raubazin [Rauvvolfia serpertına alkaloidi]) ya da sentetik ürünler (fenotiazin grubundan bazı nöroleptikler, büfeniyot, moksisilit klorhidrat, fentolamin) olabilir. Damar genişletici özelliklerinden dolayı alfa engelleyiciler çevre damar hastalıklarını tedavi etmek amacıyla kullanılır (Raynoud sendromu, be­ yin ve göz damarı bozuklukları, bazı romatizmal hastalıklarla kulak-burun-boğaz hastalıkları gibi). Alfa engelleyicilerden birçoğu (özellikle prazosin), atardamar hi­ pertansiyonunun tedavisinde tek başına ya da beta engelleyiciler ile birlikte kullanılır. —Radyol. Alfa ışınları, radyoaktif ışınımların en az delici olânlarındandır. Bu nedenle, te­ davi amacıyla kullanıldıklarında hiçbir süzme İşlemi gerekmez. (Beta ve gamma ışınları daha delici olduklarından derinin yüzeyel katları tarafından durdurulamaz). Alfa teda­



visi, lösemi, romatizma ve gut hastalığında kullanılmıştır, ancak ağır kemik dokusu bozuklukları, anemi, lökogeni ve uzun va­ dede kansere neden olduğundan günümüzde kullanılmamaktadır. Maden sularının tedavi edici etkisinin kısmen bu radyoaktiviteye bağlı olduğu sanılmaktadır. (Bu sulardaki ışınım çok azdır.) ALFA- Org. kim 1. iki ya da daha çok izomerden birini tanımlamaya yarayan önek (örnek, naftalen dizisinde: a-naftol). —2. Şekerler ve sterollerin stereokimya ad dizi­ ninde kullanılan önek —3. iki işlevsel gru­ bun arasında hiç karbon atomu olmadığını belirten önek. ALFA a. (ar. halfa"dan). Akdeniz bölga sinde kendiliğinden yetişen ve dokumacı­ lıkta kullanılan bitki. (Buğdaygiller familyası.) — ANSİKL. Alfa (Stipa tenacissima), Kuzey Afrika bozkırlarında yetiştirilir. Yaprakları tavusotu yapraklarını andıran, yaklaşık 1 m boyunda düz saplı, sık çalı görünümünde bir bitkidir. Sapçıklarından ve kınlarından koparılan yapraklar, kullanılacakları işlere göre ayrılarak işlenir. En uzun ve kusursuz olanlar ip ve hasır yapımına ayrılır; güzel olanlar yetiştiği yerlerde işlenir; büyük bir kısmıysa kâğıt fabrikalarına gönderilir. Su­ ya bastırılan alfa lifleri dokuma sanayisinde de kullanılabilir. ALFA-1-ANTİTRİPSİN a (fr alpha-1-antitripsine). Pnömol. Kanda bulunan ve karaciğerde hazırlanan düşük molekül ağırlıklı glikoprotein. (Bazı bronkopnömoniler [akciğer anfizemi, bronş distrofileri] sırasında kandaki oranı düşebilir ve o hastalıkların ge­ netik kökenli olduğunu gösterir; ayrıca on­ larla birlikte karaciğer bozuklukları da görülebilir.) ALFABE a (yunan abecesinin ilk iki harfi olan alfa ve beta"dan fr. alphabet). 1. ABECE’nin eşanlamlısı. —2. Bir uğraşın ilk ve ta mel bilgileri: Resmin alfabesi. Fiziğin alfabe­ si. —3. Bir işin başlangıcı: Sen daha işin alfabesindesin, palto dikemezsin. ALFABETİK



sıf. v e



a. (fr. alphabetique).



ABECESEL’in e şa n la m lısı.



ALFADOLON a. (fr. alfadolone). Steroit türevi anestezi maddesi. (Alfaksolon ile bir­ likte asetat biçiminde kullanılır, gene! anes­ tezi yapmak üzere damar içine şırınga edi­ lir.) ALFAFÖTOPROTEİN a. (fr. alpha-foeto -proteine). Biyokim. Dölütte bulunan kan pra teini. (Yeni doğmuş çocukta oldukça fazladır, zamanla kaybolmaya başlar ve er­ ginlikte eser halinde kalır.) Yetişkinlerde bazı tehlikeli urlarla oluştuğu zaman (örneğin karaciğer kanseri) oldukça fazla miktarda görülür. ALFAGLOBÜLİN a. (fr alpha-globuline). Biyokim. Plazmada pH 8,6 oldu­ ğu zaman en büyük elektroforez devin­ genliğine ulaşan globülin. (a-GLOBÜLİN, GLOBÜLİN ot biçiminde de yazılır.) — A N S İK L Alfa-globülinlerin iki alt-grubu vardır: a, -globülinler (en çabuk artanlar) ve a2 -globülinler. a,-globülinler plazma prota inlerinin yaklaşık °/o 5’ıni oluşturur; bunlar arasında a.-lipoprotein, seromükoit a, (ya da orosomükoit) ve Schultze a, glükoproteini bulunur, iltihaplı ve neoplasik hastalıklarda, oranında (ve özellikle orosomükoitte) artma görülür, ag-globülinler plazma proteinlerinin % 7-9’unu oluşturur; bunların içinde makroglobülin a2, haptoglobülin, seruleoplazmin, a2- ve (3lipoproteinler, hirschfeld plazma gruplarına özgü a2-globülin G0 bulunur, iltihaplı hastalıklarda (aşırı haptoglobülin artışı) ve lipoit nefrozda (cr2-makroglobülin ve cr 2-lıpoprotein artışı görülür.) ALFAKİMOTRİPSİN a. (fr. alphachymotrypsine). iltihap önleyici ya da giderici niteliklerinden dolayı tedavide kullanılan pankreas kökenli proteolitik enzim. ALFAKSALON a. (tr. alfaxaıone). Steroit türevi anestezi maddesi. (Gene! anestezi



gövde



alfaksalon yapmak amacıyla alfadolon asetat ile birlik­ te damar içine şırınga edilir.) ALFA-MENDELEYEV sırtı, Kuzey Buz denizi'ni Doğu Sibirya'dan Grönland’ın K.B.’sına kadar aşan, depremsiz deniz altı dağ zinciri. Uzunluğu 1 500 km. Dorukları yaklaşık 1 200 m. Hareketsiz bir okyanus sırtı olarak kabul edilir.



364



ALFANI (Gianni), İtalyan şair (Floransa XIII. - XIV. yy.). Cavalcanti’nin etkisindeki bir aşk sonesi ve altı baladı günümüze kalmıştır. ALFANİ (Domenico Di P a r Id e ), İtalyan ressam (Perugia 1480-61. 1553’ten sonra), kuyumcu Paride Alfani’nin oğlu. Pemgino ile birlikte eğitim gördü. Rafaello ile Rosso1 nun okul arkadaşı ve dostuydu. Perugia' da Gregoriano koleji’nde ve çeşitli kiliseler­ de çalıştı.



Vittorio Alfieri François - Xavier Fabre'ın bir resminden ayrıntı Uflizi müzesi, Floransa



harflerinden (A’dan Z’ye) ve sayılardan (O'dan 9'a) oluşan, gerek uzlaşmalı bir başka ışaretie (.,§,&,...) kodlanabıien ya da bu çeşitli simgelerin dizisiyle verilen karak­ ter için kullanılır. ALFATRON a. (fr. alphatron). Ölçbil. eşanlamlısı.



A LFA -V A K U M Ö LÇ E R 'ın



ALFA-VAKUMÖLÇER a. Ölçbil. Boşluk ölçümünde kullanılan iyonlaşma kabı; kabın içindeki iyonlaşma, radyoaktif bir maddenin (radyum, toryum vb. tuzu) alfa ışımasıyla sağlanır. (Eşanl. ALFATRON.) ALFHEİM. İskand. mit. Alfarlann ve tanrı Freyr’in gökyüzündeki yeri. ALFİERİ (Benedetto), ıtalyan mimar (Ro­ ma 1700-Torino 1767). Torino’da, Juvara'nın ardılı olarak uzun süre çalıştı. Carignano katedrali başyapıtlarından biridir.



ALFANO (Franco), İtalyan besteci (Napo­ ^ALFİERİ (Vittorio), İtalyan yazar (Asti li 1876-San Remo 1954). Öğrenimine Na­ 1749-Floransa 1803). Torino Askeri akade­ poli'de başladı: sonra Leipzig'de Jadasmisindeki sekiz yıllık "eğitimsizlik”ten son­ sohn’un öğrencisi oldu. Bir süre Berlin ra, 1766’dan 1772'ye kadar Avrupa’yı (1896-1899) ve Paris'te yaşadı. Ardından dolaştı ve ölümüne dek Albany kontesinin Torino Müzik liceo’sunun (1923-1939) ve kendisine yaşattığı "saygın aşk'’ın Palermo’daki Teatro Massimo’nun desteğiyle, 1775'ten başlayarak bütün yöneticiliğini (1940) yaptı. 1924’te Puccini’ gücünü yalnızca trajedilerini yazmaya ver­ nin son operası Turandot'u tamamladı. Tols­ di. Başlangıçta olumlu karşıladığı Fransız toy'un romanından yararlanarak bestelediği devrimi’nin daha sonraki evrimini ve Resurrezione adlı gerçekçi operası ilk büyük zorbalıklarını eleştirdi (Mlsogallo). 1790’dan başarısı oldu. Daha sonra izlenimcilikten et­ 1803'e kadar da Vita adlı yaşamöyküsünü kilenen daha çağdaş bir anlatıma (Sakunyazdı. tala operası) ve sonunda güney avrupalılara Della Tirannide (1777) adlı denemesiyle özgü taşkınlığı yansıtan bir romantizme aynı dönemde yazılan Filippo, Polınice, Anyöneldi. Öbür dramatik yapıtları arasında tigone, Agamennone, Oreste, Ottavia gibi Miranda (1896), L'Ombra di Don Giovanni ilk trajedilerinin (1776-1781) ana konusu, (1914) ve Cyrano de Bergerac (1936) zorbalığa karşı mücadeleydi. Ama Saul sayılabilir. Ayrıca Tre Poemi di Tagore (1782) ile Mirra'da (1787) temel trajik güç, (1918) ve Tre Liriche di Tagore (1928) gibi artık iki hasmın ya da iki düşüncenin melodiler, Napoli adlı bale süiti, piyano çatışması değil, kahramanın acı çeken parçaları, oda müziği ve 2 senfoni bıraktı. vicdanıdır. ALFAOUES (los), ispanya (Katalonya) ALFİERİ (Dino Odoardo), İtalyan siyaset kıyısında koy, Ebro ırmağının deltası ile bir adamı (Bologna 1886-Milano 1966). kıyı oku arasında. Irmağın ağzını dolduran Faşizmin ilk yandaşlarındandı. Halk kültür çamur setlerini (alfaques) dolanan bir kanal, bakanı (1936-1939), sonra da Almanya San Carlos limanını Ebro kıyısındaki Amposbüyükelçisi (1940-1 943) oldu. 1942’den ta’ya bağlar. başlayarak, ülkesini Almanya ile olan ittifak­ ALFAR. iskand. mit. Bereketlılik-doğurtan ayırmaya çalıştı ve Büyük faşist konseganlıkla özdeşleştirilen ve kurbanlarla yi'nde Mussolini’ye karşı oy kullandı (1943). tapınılan varlıklar. Snorri, Edda'da, İsviçre'ye sığındı; Verona faşist mahkeme­ yeraltında oturan karanlık A llarlar \ since yokluğunda ölüm cezasına çarptı­ "Alfheım'da” oturan aydınlık Alfarlar'öar\ rıldı. ayırır. (-* ELF.) ALFİOS -» A l p h EİOS. ALFARO (Eloy), ekvadorlu general ve si­ ALFİSOL a. (fr. alflsol). Pedol. Derin yaset adamı (Montecrısti 1842-Panoptico, katlarında kil birikimi içeren yıkanmış toprak; Quito yakınında, 1912). Liberal bir lider ola­ amerikan toprak sınıflandırmasında yer alan rak Garcıa Moreno’nun siyasetine karşı çıktı on türden biridir. ve 1876’da diktatörün öldürülmesi üzerine ALFONSİN FOULKES (Raul), Arjantin ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Sürgünde cumhurbaşkanı (Chascomus 1927). de liberallere yardımı sürdürdü ve 1895 te liberallerce, hükümete isyan edenlere katılmaya çağrıldı, ûuito üzerine yürüdü ve muhafazakârları yendi. "Ulusun yüce önderi" unvanıyla, orduya yaslanarak diktatörce bir yönetim kurdu ve kilise karşıtı bir siyaset uyguladı. 1897’de cumhur­ başkanı seçildi ve 1901’e kadar yönetimde kaldı; 1906’dan 1911'e kadar yeniden cumhurbaşkanlığı yaptı. Liberal halefiyle uyuşamayınca hapse atıldı ve halk tara­ fından linç edildi. ALFARO Y GOMEZ (Juan), İspanyol ressam (Cordoba 1640-Madrid 1680). Velâzquez ın öğrencisi. Dinsel tablolar ve pek çok küçük portre bırakan sanatçının Calderön portresi, şairin mezarı üzerine yerleştirilmiştir (Madrid’de San Salvador ki­ lisesi). Alfa-Romeo, ıtalyan otomobil firması; 1903'te kuruldu. Devlet holdingi IRI’nın (Sa­ nayiyi canlandırma enstitüsü) denetimi altındadır. Binek otomobilleri ve spor arabaları üretir. Firmanın, Napoli yakınında Pomigliano d’Arco’da orta güçte araba üretimi için Alfa-Sud fabrikasını kurdu; bu fabrika işletmenin Milano bölgesindeki üretim birimine eklendi. Nitelikli üretimine ve yüksek teknik düzeyine karşın, firmanın mali durumu yıllardan beri düzeltilememiştir. ALFASAYISAL sıf. Bilş. Gerek abece



Raul Alfonsir» Foulkes Gelişim arşivi



Öğrenime askeri okulda başladı, sonra hu­ kuk fakültesini bitirdi. Öğrenciliği sırasında siyasete atıldı, şehir meclisine üye seçildi. Avukatlık yaparken Radikal yurttaşlar birliği partisi’ne katıldı, milletvekili seçildi (1963). 1976’dan sonra ülkesine egemen olan as­ keri yönetimi eleştiren tutumuyla parti içinde yenileşme akımının önderi oldu. Falkland



(Malvinas) savaşı sırasında, savaşa karşı tu­ tumuyla saygınlık kazandı. Falkland girişiminde başarılı olamayan askeri yönetim, demokrasiye dönmek zorunda kalınca, yapılan başkanlık seçiminde Radi­ kal yurttaşlar birliği partısi’nin adayı oldu. Seçim konuşmalarında askeri yönetim döneminde yapılan yolsuzlukları, insan haklarına değer verilmemesini eleştirdi; sen­ dikal hakların genişletileceğini ve güvence altına alınacağını vaat etti. Seçimi kazandı, başkan oldu (10 aralık 1983). İlk olarak, as­ keri yönetimin sorumluluktan kurtulmak için çıkardığı özel af yasasını yürürlükten kaldıran yasayı meclisten geçirdi. Böylece 1976-1983 yılları arasında ülkeyi yöneten üç cuntanın üyeleri çeşitli suçlardan yargı­ landılar, hüküm giydiler. Ekonomik buna­ lımı önlemek için savaş ekonomisi uygu­ lanacağını açıkladı (1985). 1986 yılında Avrupa Konseyi’nin “İnsan hakları ödülü”nü kazandı. 1989 yılında yapılan cum­ hurbaşkanlığı seçimini kaybetti ve yerini Carlos Menem’e bıraktı. ALFONSO I Katolik (693’e doğr. -757), Asturias kralı (739-757). Kral Pelayo’nun damadı olan Alfonso, kayınbiraderi Favila’nın yerine geçti, İspanya’nın kuzeyin­ deki Berberiler’in ayaklanmasından ve 750’dekı büyük açlıktan yararlanarak Galıcia’yı işgal etti ve Castiila’nın kuzeyini hıristiyanlaştırdı. ALFONSO II Dürüst (Ovıedo 759-842), Asturias kralı (791-842), kral Fruela l’in oğlu. Başkenti Oviedo’ya taşıdı; müslümanların karşı saldırılarına dayandı, sivil ve dinsel yönetimi örgütledi. Charlemagne’a bir elçi yolladı. Santiago’nun iskeletinin de Composteia’da onun hükümdarlığı döneminde ortaya çıkarıldığı sanılmaktadır. Alfonso II, Asturias'ın gerçek kurucusudur. ALFONSO III Büyük (838-Zamora 910), Asturias kralı (866-910), Ordono l’in oğlu ve Ramiro l’in torunu. Lusitania’nın Mondego’ ya kadar olan kesimini ve Eski Castilla’dan Duero’ya kadar uzanan topraklan Araplar’ dan alarak buralara göçmenler yerleştirdi. Ama büyük oğlu Garcıa ayaklanınca, onun lehine tahttan çekildi. ALFONSO IV Keşiş (öl. 932), Leön kralı, kral Ordono li’nın oğlu. Taht üzerinde hak iddia edenler arasında geçen karışık bir mücadele döneminden sonra, 926’da amcası Fruela H’nin yerine geçti. Ama 931 ’de, tahtı bırakıp bir manastıra çekildi. 932'de tahtı yeniden ele geçirmeye çalıştıysa da, kardeşi Ramiro II tarafından kör edildi. ALFONSO V Soylu (994-Vıseu 1028), Leön kralı (999-1028), kral Vermudo II ile Elvıra de Castilla’nın oğlu. Araplar ile sa­ vaşırken öldü. ALFO NSO V I (1040-1109), Leön (1065-1109), Castilla (1072-1109) ve Galıcıa kralı (1073-1109). Castilla ve Leön kralı Fernando I Büyük’ün oğlu. Kardeşi Castil­ la kralı Sancho II Güçlü, Alfonso’nun krallığını ele geçirip onu hapsetti, sonra da müslüman Toledo krallığı na sürgüne gönderdi (1072). Birkaç ay sonra Sancho’ nun ölümü üzerine Alfonso, Leön krallığı’nı yeniden elde etti, Castilla krallığı’nin da vârisi oldu. Ayrıca, kardeşi Garcia’ya ait olan Galicia krallığı’nı da ele geçirdi. Navarra krallığı ndan Rioja’yı ve Vizcaye’yi, Alava ile Guipuzcoa’yı (1076) geri aldı ve kendim imparator ilan ettirdi (1077). Sonra, müs­ lüman ve hıristiyan kralların saygısını kazandı. Giderek büyüyen bu güç kar­ şısında Sevilla kralı El-Mu’temıd, Murabıtlar’ı yardımına çağırdı; Murabıtlar, Alfonso VTyı Zalaca’da (Sagrajas) [1086] büyük bir bozguna uğratarak kazandığı topraklardan bir kısmını geri aldılar ve hıristiyan yayılmasını durdurdular. Bunun üzerine hükümdar yabancı şövalyelere, özellikle de burgognalı şövalyelere başvurdu ve bunlar­ dan ikisini kızlarıyla evlendirdi. Hükümdarlığı döneminde fransız etkisi ağır bastı. Alfonso VI, Cluny tarikatı mensuplarını korudu ve ka­ tolik din törenlerini kabul ettirdi (1080)



Alfonso XIII ALFONSO I Kavgacı (1073'e doğr. -1134). Arag'ön ve Navarra kralı (1104-1134), kral Sancho l'in ikinci oğlu, kral Pedro l’in kardeşi ve halefi. Castilla kraliçesi Urraca ile evlenmesi üzerine Castilla ve Leon kralı unvanını aldı, ama karısıyla arasındaki anlaşmazlıklar ve bir bölüm soy­ lunun düşmanlığı ona Castilla'yı bıraktırdı, böylece evliliği de bozuldu. Alfonso I. Fransa'nın güneyindeki senyörlerle sıkı ilişkiler kurdu; Toulouse kontu bu ilişkiler so­ nucu onun vasali durumuna geldi. Ama. Zaragoza'nın alınmasıyla (1118) olsun. Cutanda’da Murabıtlar'a karşı kazanılan zaferle (1120) olsun, özellikle Aragön'un Ebro havzasındaki yayılmasını sağlayan hü­ kümdar oldu. 1125'te Endülüs'e kadar uza­ nan ve orada arap egemenliğinden kurtarıp Ebro vadisine yerleştireceği çok sayıda ispanyolla (musta'rib) döndüğü büyük bir akın yaptı. Fraga önlerinde müslümaniarca yenilgiye uğratıldı ve çok geçmeden, kral­ lığını askerlerin yönetimine bırakarak öldü. Ama Aragönlular onun küçük kardeşi Ramiro ll'yi; Navarralılar da. kuzeni ve Garcia IV'ün torununun oğlu olan Garcia V'i kral ilan ettiler. ALFONSO V II İyi ya da İmparator (1105-Fresneda 1157), Castilla ve Leon kralı (1126-1157); Castilla kraliçesi Urraca ile Raimond de Bourgogne’un oğlu. Urraca’nın kötü yönetiminden bıkan ve kraliçenin ikin­ ci kocası Aragön kralı Alfonso l'in gözüpekliğınden kaygı duyan castillalı soylular genç Alfonso’yu tahta çıkardı Genç Alfon­ so, birkaç yıl daha annesine ve soyluların tahriklerine karşı mücadele etmek zorunda kaldı. Vassalleri olan Navarra kralı ve Tou­ louse ve Barcelona kontlarının desteğiyle, Leön’da imparator tacı giydi (1135), ama 1143 te de Portekiz'in bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Barcelonalı Ramön Berenguer IV ile Tudellen antlaşması'nı imzaladı (1151); bu antlaşmayla iki hükümdar, müslümanlara karşı, gelecekte­ ki yayılma alanlarını aralarında paylaştılar. Bununla birlikte, Alfonso VII nin Endülüs se­ ferleri, Muvahhitler'ın gelişiyle kesintiye uğradı. Daha sonra, devletlerini iki oğlu arasında paylaştırdı; Castilla'yı Sancho lll'e, Leon ile Galica'yı da Fernando İl'ye verdi. ALFONSO 19 Dürüst (1152-Perpignan 1196), Aragön kralı (1162-1196). Barcelo­ na kontu Ramön Berenguer IV ile Aragön kraliçesi Petronila’nın büyük oğlu olan Al­ fonso II. yeni katalonya-aragön birliği'nin ilk hükümdarıdır, ispanya'da Reconquista ko­ nusundaki politikasına değil, oc ülkesinde genişleme politikasına öncelik verdi. Roussillon üzerinde egemenliğini kurdu, kendi­ sini Beam vikontu olarak kabul ettirdi ve 1166'da Provence kontluğunu veraset yo­ luyla elde ederek burada ALFONSO I adıyla hüküm sürdü. Son yıllarını. Valencia Arap krallığı'ndan Alpler e kadar uzanan büyük bir devlet kurmakla geçirdi Cazorla antlaşması ile (1179) Murcio’daki fetih haklarını Castillalılar'a bıraktı. Şairlerin koru­ yucusu olan Alfonso ll'nin kendisi de halk şairiydi. ALFONSO V III Soylu (Sona 1155-Avila 1214), Castilla kralı (1158-1214); kral Sanc­ ho III ile Blanca de Navarra'nın oğlu. Castro ve Lara aileleri arasındaki mücadelenin tedirginlikleriyle dolu bir çocukluk döne­ minden sonra, çeyiz olarak Gaskonya kont­ luğunu getiren, Henri II Plantagenöt’nin kızı İngiltereli Leonor ile evlendi. Muvahhitler tarafından ilkin Alarcos’da ezilen (1195) Al­ fonso VIII, Navarra ve Aragön krallarının yardımıyla müslümanları Las Navas de Tolosa’da (1212) yenilgiye uğratarak Guadalquivir havzasını hıristiyanlara açtı. ALFONSO IX (Zamora 1171-Villanueva de Sarria 1230), Leon kralı (1188-1230), kral Fernando II ile Urraca de Portugalin oğlu, ikinci evliliğim kral Alfonso Vlll'ın büyük kızı olan kuzeni Castillalı Berenguela ile yapan Alfonso IX, Fernando Ulun de aralarında bulunduğu birçok çocuğu olduktan sonra, yakın akrabalık nedeniyle karısından



ALFONSO I - ALFONSO V Büyük ve ayrılmak zorunda kaldı. 1217'de Castilla kralı olan Fernando lll'ün Araplar ile Adil. başarıyla savaşan ve 1230’da EstremaALFONSO V Büyük ve Adil (1396, Na­ dura'yı yeniden ele geçiren babasıyla arası poli 1458). Aragön ve Sicilya kralı açıldı. Alfonso IX ölürken Fernando’yu (1416-1458), iki Sicilya kralı (ALFONSO I) mirasından yoksun bıraktı. Ama Fernando, [1442-1458], Aragön kralı olmadan önceki Galicialılar ve Lednlular tarafından kral ola­ kral Fernando I ile Castillalı Leonor’un rak kabul edildi. Alfonso, 1188'de ilk Corbüyük oğlu. Sardinya’da otoritesini yeniden tes meclisini toplamıştı. kurmak için buraya yaptığı ilk seferden ve Cenovalılar’a karşı giriştiği bir savaştan ^ALFONSO X Bilge (Toledo 1221 -Sevilla (1420-1421) sonra, Napoli kraliçesi Giovan1284), Castilla ve Leon kralı (1252-1284). na II tarafından evlat edinildi (1421). Kısa bir germen imparatoru (1257-1272); kral Fer­ nando II! ile, imparator Friedrich ll'nin toru­ süre sonra Anjoulu Luigi III lehine mirastan nu olan Schvvabenli Beatrix’in büyük oğlu. yoksun bırakılınca Aragön’a döndü ve kardeşlerini desteklemek için Castillalı Juan Hohenstaufen hanedanının vârisi olarak, 1254’te imparatorluk tacında hak iddiasında II ile savaştı. 1431’de ispanya’dan ayrılarak, bulundu ve papanın 1257 de onun lehine Napoli'yi ele geçirmek üzere Sicilya'da uy­ yaptığı seçimi kabul ettirmek için İtalya'da gun bir fırsat bekledi. Vâris olarak Rene d'Anjou'yu bırakan Giovanna ll’nin ölümü karmakarışık entrikalara girişti. Bu politikanın masrafları Castilla ve Leön'da hoşnut­ üzerine, krallığı istila etti 1435'te Ponza’ da Cenovalılar’ca tutsak edilerek Milano suzluklara yol açtı. Murcıa ve Endülüs' düküne teslim edildi, ama bir kurtulmalık teki müslümanların büyük bir ayaklanmasını ödeyince, girişiminde dükün de desteğini da göğüslemek gerekti. Oğlu Cerda sensağladı. 1442’de de, Napoli krallığı’nın yörü Fernando 1275'te ölünce, Fernando’(sağlam toprağın Sicilyası'nın) fethini nun oğulları olan Cerda vârisleri aleyhine, tamamladı, iki Sicilya krallığı1™birleştirerek, ikinci oğlu Sancho IV'ü halef olarak kabul ilk kez, kendisinden sonra ancak 1815'te etmek zorunda kaldı. Zamanının en aydın prenslerinden biri olarak, XIII. yy.’da yeniden ortaya çıkacak olan “iki Sicilya kralı’ unvanını aldı. Napoli’ye yerleşerek, çağın Ispanya’daki her türlü düşünce hareketleri­ hümanist ve bilginlerini çevresine topladı. ni destekledi. Yunan ve arap yapıtlarını Av­ Kendisine bağlı ispanya krallıklarının rupa'ya tanıtan. Toledo çevirmenler okulu­ yönetimini her ikisi de Katalonya’da güçlü nu canlandırdı. Halk ozanlarının hayranıydı; bir toplumsal çalkantıyı göğüsleme zorun­ galıcia dilindeki. Meryem Ana onuruna da kalan karısı Marıâ de Castilla ile kardeşi 4 000’i aşkın ilahiyi derleyip toplayarak bir aNavarralı Juan İl’ye bırakarak, kendisi raya ge\ırü\(Cantigas de Santa Maria):halk özellikle İtalya sorunlarıyla uğraştı. Ölürken, dilinde yazılmış bir ispanya tarihinin ilk de Napoli'yi evlilik dışı doğmuş bulunan oğlu nemesi olan Crönıca general'ı hazırlattı; ama Ferdinando l'e vasiyet etti ve Aragön tacıyla yayınını yönettiği yapıtların en önemlileri, hu­ Sicilya krallıklarını da kardeşi Navarra kralı kukla (Siete Partidas) ve gökbilimle ilgili yapıtlardır. Juan İl'ye bıraktı. Alfonso X Bilge nişanı, 1902’de ALFONSO II (Napoli 1448-Messina oluşturulan. 1939'da ve 1945'te yeniden 1495). yarımada Sicilya'sının kralı düzenlenen ve bilimsel araştırma, edebiyat (1494-1495); kral Ferdinando I ile isabelle ve güzel sanatlar alanındaki hizmetleri de Clermont'un büyük oğlu. Charles VIII ödüllendiren İspanyol nişanı. Beş sınıfa tarafından tahttan indirildi; yerine büyük oğlu ayrılan ve kenarları altınla çevrili dört kollu Ferdinando II geçti. kızıl sırlı bir haç biçimindeki bu nişanın ko­ ALFONSO X II (Madrid 1857 - ay. y. yu kırmızı bir kurdelesi vardır. 1885). ispanya kralı (1874-1885). kraliçe Alfonso çizelgeleri, !252'de Castilla isabel II ile Fransisco de Asıs de Borbon' kralı Alfonso X Bilge'nin buyruğuyla, ünlü un oğlu. 1868’de annesiyle birlikte hırıstiyan, yahudi ve özellikle arap ispanya’dan sürgün edilen Alfonso XII, Pa­ gökbilimcilerince çizilen gökbilim çizelgeleri. ris’te. Viyana'da ve Sandhurst’ta eğitim Ptolemaios çizelgelerinin yerini almak üzere gördü. 1870’te annesi onun lehine tahttan hazırlanmıştı ve yılı 365 g 5 sa 49 dk 16 çekildi. Alfonso’nun. Cânovas del Castillo sn’ye bölüyordu. Bu değerlendirme, en tarafından kaleme alınan Sandhurst bildir­ çağdaş hesaplardan bile ancak 26 sn gesi (1874), Restauration’un programı oldu. farklıdır. Ali >nso. çizelgeleri, 1252'da Tole­ General Martfnez Campps'un ayaklanma­ do meridyenine göre hesaplanmıştı. sından sonra Alfonso XII ispanyaya döndü ALFONSO III İyiliksever (1265-Barce(1875). 1876’da carlistacı savaşa son ver­ lona 1291), Aragön ve Sicilya kralı di: bu barışçı tutumu ve meşruti idaresiyle (1285-1291); Aragön kralı Pedro II! Büyük saygınlık kazandı, Alfonso nun hükümdar­ ile Sicilya kralı Manfredi’nin kızı Constanza lığında ispanya yeniden barışın ve refahın von Schwaben’in büyük oğlu. Soyluların egemen olduğu bir dönem yaşadı. Önce direnişiyle savaşmak zorunda kaldı; ama kuzeni Mercedes de Montpensier ile evle­ soylular, 1287'de kralın yetkilerini önemli nen Alfonso XII, karısının kısa bir süre son­ ölçüde sınırlayan "Birlik ayrıcalığı” ™ ona ra ölmesi üzerine Maria-Cristina de Habszorla kabul ettirdiler. burgo ile evlendi. ALFONSO IV Kalender (1299-Barce- o ALFONSO X III (Madrid 1886-Roma lona 1336), Aragön kralı (1327-1336), kral 1941), ispanya kralı (1886-1931), Alfonso Jaime II ile Blanche d’Anjou-Sicile’in ikinci Xll’nin oğlu. Babasının ölümünden sonra oğlu. Sardinya ayaklanmasını (1329) gö­ doğdu, ispanya’ya Küba’yı, Porto Riko’yu ğüslemek zorunda kaldı, Cenovalılar’a karşı, ve Filipinler’i kaybettiren Ispanya-Amerika başarısız bir savaşa girdi ve sonunda, oto­ savaşı (1898), annesi Maria-Christina'nın ritesi sarsıldı. naipliği dönemine rastlar. Alfonso XIII, 17 mayıs 1902’de tahta çıktı. Hükümdarlığı ALFONSO X I İntikamcı (Salamanca döneminde Cânovas del Castillo tarafından 1311-Cebelitarık 1350), Castilla kralı getirilen alternatif siyasal sistem, yeni-parti(1312-1350), Fernando IV ile Portekizli lerin (işçi partileri ve bölgeci partiler) ve Constanza’nın oğlu. Anarşi ortamında sendikaların muhalefeti sonucu çöktü Bu geçen bir çocukluk döneminden sonra, soyluların gücünü kırıp kentleri denetim dönemde ve özellikle 1909 ve 1917-1923 altına alarak krallık otoritesini yeniden kur­ bunalımları sırasında, hükümdar,- siyasal ey­ leme gitgide daha etkin bir biçimde katıldı. du. Yayılmacı bir politika güttü, Algeciras'ı 1923'te, general Primo de Rivera’nın dikele geçirdi (1344) ve Cebelitarık kuşatma­ sında kara vebadan öldü. 1328'de, ona tatoryasını kabul etti; onun devrilmesinden oğlu Zalim Pedro’yu doğuran Portekizli Ma­ sonraysa, eski anayasa düzenim getirmek için uğraştı. Nisan 1931’de yapılan beledi­ nâ (kral Alfonso IV Yiğit'in kızı) ile evlenen ye seçimleri, cumhuriyetçiler için bir zafer ol­ Alfonso XI, Juan de Velasco’dan dul kalan Leonor de Guzman ile 1329'dan başla­ du, bunun üzerine kral ülkeyi terk etti. Fran­ sa’da, İsviçre'de ve İtalya'da sürgünde yarak ilişki kurdu ve ondan, aralarında kral bulunduğu sürece, hanedanın iki kolu ara­ Enrique II Muhteşemin de bulunduğu on sındaki kavgaya son vermek için carlistalaçocuğu oldu.



365



Alfonso X Bilge Cantigas de Santa Marıa’yı süsleyen minyatür. Xlll.yy. ıspanyoi sanatı Escorial kütüphanesi



Alfonso V Büyük ve Adil Pisanello’nun madalyası (1449) cabinet des Medailles. BM Paris



s ♦



ispanya kralı Alfonso XIII eylül 1923 te



Alfonso XIII 366



Azız Alfonso Maria de Liguorl ressamı belli değil (1768. ayrıntı) Napoli yakınında, Pagani kilisesi



ra yaklaştı. Victoria Eugenia de Battenberg ile evlenen Alfonso'nun altı çocuğu oldu ve 1941'de, üçüncü oğlu Barceiona kontu Juan lehine tahttan çekildi.



si ve besteci (Stockholm 1872 - ay. y. 1960). Richard Strauss’dan etkilenen sanatçı, 5 senfoni, senfonik parçalar, sahne yapıtları ve ulusal temalardan esinli ezgiler besteledi.



ALFONSO MARİA de U guori (aziz), İtalyan tanrıbilimci ve misyoner (Marıanella, Napoli yakını, 1696-Nocera 1787). Önceleri avukatlık yaptı, sonra kendini Napoli bölgesinin yeniden hıristiyanlaştırılmasına adamak üzete tarikata girdi (1724). Kurduğu halk heyetlerinin başarısı, çalışma arkadaşlarının "kurtarıcılar” adı verilen bir toplulukta birleşmelerini ve ahlaksal bir tanrıbilim sistemi geliştirilmesini sağladı. Bağnaz akımlar ile olasıcılık yandaşı tanrıbilimcilerin getirdiği kolaylıklar arasında yer alan bu sistem, eşit-olasıcılık adını aldı. Benevento yakınındaki Sant Agata dei Goti'nin piskoposluğuna getirilen (1762) Alfon­ so, heyetlerdeki görevini sürdürdü ve 1775'te görevlerinden ayrıldı. Başlıca yapıtları (Le glorie di Maria, 1750, Teologla morale, 1753-1755), janseniusçu ahlakın gözden düşmesinde rol oynadı. 1839'da azız ilan edildi, 1871’de kilise doktor unvanını aldı. ÂLFORD (Henry), İngiliz tanrıbilimci, şair ve bilgin (Londra 1810-Canterbury 1871). Cambridge’de profesörlük. Canterbury'de başpapazlık yaptı (1858). Çeşitli ve çok sayıdaki yapıtlarıyla ünlendi (çeviriler, şiirler, ilahiler). Fakat asıl başarısı. Yeni Ahıt'in yu­ nanca basımını gerçekleştirmesidir (1841-1861.). ALFORTVİLLE,Val-de-Marne'da kan­ ton merkezi (Fransa), Paris'in 2 km G.D'sunda Sen ile Marne’ın birleştikleri nok­ tada; 36 252 nüf. Modern St-PierreApötre kilisesi. Sanayi merkezi: doğal gaz işletmesi; cam fabrikası: kimya sanayisi. ALFÖLD, tarım yapılan büyük ovaları be­ lirten macarca terim, işlenmemiş ovalar, hayvancılık yapılan bozkır için kullanılan Puszta teriminin karşıtıdır. Coğrafya açısın­ dan Macaristan'daki başlıca Alföld'ler şun­ lardır: ülkenin batısında, Bakony, Vertes, Grecse, Pilis kütleleri ile Macaristan ve Avus­ turya sınırları arasında kalan Kisalföld ya da Küçük Alföld, Tuna’nın batısındaki bütün Pannonia ovasını kaplayan Nagyalföld ya da Büyük Alföld.



ALFVEN (Hannes), isveçli fizikçi (Norrköping 1908). Uppsala Üniversitesi’ni bitirdik­ ten sonra İsveç’te ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Kaliforniya Üniversitesi'nde araş­ tırmacı olarak çalıştı. Stockholm Krallık tek­ noloji enstitüsü’nde elektronik profesörü ol­ du, sonra plazma fiziği kürsüsüne atandı; 1940’tan bu yana bu enstitüde öğretim üyeliği yapmaktadır. Alfven, temel araştırmalarını, çok yüksek sıcaklıkta iyonlaşan gazlar ve akışkanların manyetik dinamiği üstünde yoğunlaştırdı. Özellikle, manyetosferde plazmayı oluşturan parçacıkların yer değişimi üstündeki kura­ mının yanı sıra bu ortamda doğup yayılan ve kendi adını taşıyan dalgalan buluşuyla üne kavuştu. Ayrıca manyetik alanın, güneş sisteminin doğuşu ve evrimi üstündeki işle­ viyle ilgilendi. Nihayet evrenin eşit miktarda madde ve karşıt maddeden oluştuğu kanı­ sına vardı; bu iki karşı maddenin birbirini yok etmemesini, her birinden ayrı ayrı olu­ şan iki bulutun sınırında yerleşmiş bir basın­ cın varlığıyla açıkladı. 1970 Nöbet tizik ödü­ lü’nü Louis Neel ile paylaştı.



ALFÖLDİ (Andrâs), macar kökenli amerikalı arkeolog ve tarihçi (Pomâz 1895 Princeton 1981), Princeton'da ilkçağ tarihi profesörü; roma tarihinin geç imparatorluk, özellikle de erken imparatorluk dönemleri­ ne ilişkin önemli incelemeler yazdı.



Azız Alfred Büyük ALFRAGANUS -F E R G A N I bir yasalar ve genelgeler derlemesindeki bezemeli harf S ALFRED Büyük (aziz) [Wantage, Berkshi­ re, 849 ?-öl. 899], Wessex kralı (871-878), (XIV.yy)3ıilish Museum. Londra Anglosaksonlar'ın kralı (878-899), /Ethelwulfun oğlu, vEthelred l’in kardeşi ve ar­ dılı. iskandınavlar a karşı çetin bir savaştan sonra (Edington zaten. 878), krallık hakları­ nı Ingiliz ve danimarka krallıklarına da ka­ bul ettirdi. Krallık otoritesini yemden kurdu ve Ingiliz birliğini hazırladı. Bu aydın prens, anglosakson uygarlığında önemli bir rönesans gerçekleştirdi; latinceden anglosaksoncaya bir dizi yapıt (aziz Gregorios’un, Boetius’un, Orosio'nun yapıtları) çevirdi ya da çevirtti. ALFRED Athellng, TEthelred H'nin oğ­ lu ve Knud’un oğlu Harold’a karşı İngiliz ta­ cının talihsiz adayı. Harold onu yakaladı ve 1036’da Ely’de öldürttü.



Beklan Algan



Ayla Algan



İstanbul Settir tiyatroları arşivi



ALFRED Saksonya-Coburg-Gotha'lı (VVİndsor 1844-Coburg 1900), Edinburgh dükü (1866-1900) ve Coburg dükü (1893 -1900), Saksonya-Coburg-Gotha prensi Al­ bert ve Büyük Britanya kraliçesi Victoria'nın oğlu. Coburg’da amcası Ernst IV'ün yerine geçti. 1862’de Yunanlılar kendisine krallık önerdiler, ama babası onun adına bu öne­ riyi geri çevirdi, ALFRETON, Büyük Britanya’da kent, Nottingham'ın K.-B.'sında Metalürji. ALFVEN (Hugo), isveçli orkestra yönetici­



Alfven dalgalan, çok alçak frekanslı (10 Hz'in altında) elektromanyetik dalgalar; manyetohidrodinamik bir süreç izleyerek plazmalarda (manyetosferler, yıldız atmos­ ferleri...) yayılabilecek yetenektedirler. 1942’de Alfven, Maxwell denklemlerini, hid­ rodinamiğin temel denklemleriyle birleştire­ rek bu tür dalgaların bulunduğunu öne sür­ dü; Güneş lekelerinin, Güneş’in ekvator böl­ gesine doğru deviniminin ancak bu dalga­ larla açıklanabileceğini düşünüyordu. Bu konuda plazma yerine çok iletken bir sıvı kullanılarak bazı deneysel kanıtlar bulmak için araştırmalara girişildi. Başlangıçta, cıvay­ la yapılan deneylerde geçerli sonuçlar el­ de edilemedi; bu kez deneyler daha umut verici biçimde erimiş sodyumla yinelendi. 1950’den beri, plazma fiziğindeki gelişme­ ler (termonükleer kaynaşmayı sağlamak amacıyla), manyetohidrodinamik kuramları­ nın kesin biçimde kurulmasını sağladı. Öte yandan, başlıcaları enine ve boyuna dalga­ lar olmak üzere Alfven dalgalarının birçok türü vardır. Plazmanın iletken bölümünü oluşturan maddenin devinimiyle manyetik alan kuvvet çizgilerinin eşit ölçüde yer de­ ğişiminin karşılıklı olarak birbirini doğurma­ sı sonucunda yayılma ortaya çıkar (bu du­ rumda alanın madde içinde donduğu söy­ lenir), Bir gezegenin manyetosfePmn, Gü­ neş'e dönük yanda kapalı, ters yanda açık oyuk biçimde oluşu şu yolla açıklanabilir: elektrik iletkenliği yüksek bir plazmadan olu­ şan güneş rüzgârı, Güneş’in manyetik ala­ nının bir bölümünü sürükler; zaten günmerkezli uzaklık arttıkça bu alanın zayıflaması, Coulomb yasasında öngörülenden daha ağır gerçekleşir; Güneş rüzgârı, manyetik alanı bulunan bir gezegenin (Dünya, Jüpi­ ter,,,) yakınına geldiğinde, bu alanı iter; bu itme, rüzgârın kinetik basıncıyla gezegenin ■manyetik alan basıncını dengeleninceye ka­ dar sürer. Öte yandan Alfven dalgaları za­ yıf bir dağılımla yayılır; hızlarıysa enine hızın fonksiyonu biçiminde VA = H /v4np bağıntısıyla ifade edilir; denklemde, H çevrel manyetik alanı, p ise plazmanın yoğun­ luğunu gösterir. Yer manyetosferinde, sani­ yede 1 000 km düzeyinde hızlarla yayılan ve manyetosfer fırtınalarının etkilerini yeryü­ züne kadar ulaştıran dalgalar vardır. ALG a. (lat. alga; fr. algue'dan). Bot.



SU-



Y O S U N U 'nun e şa n la m lısı.



—ALGA,—ELGE. Yapım ek'. Fiilden ad türetmede kullanılır: konalga (kon - alga), bitelge (bit-elge), çizelge (çiz-elge), v d ALGAN (Beklan).türk oyun yönetmem(Er­ zurum 1933). Maden mühendisliği öğreni­ mi için gittiği ABD’de dramatik sanatlar asıl



ilgi alanı oldu. Yurda döndükten sonra İs­ tanbul Şehir tiyatrosu’na girdi (1960). Tarla kuşu'nu, Sinek/eki, Sezuan'ın iyi insanin, Fi­ zikçileri, Oppenheimer olayinı (1966, Ilhan İskender armağanı), Cesaret ana ve çocuk­ ları' nı (1978, Avni Dilligil ödülü) vb. sahne­ ye koydu, 1975'te Tepebaşı deneme sah nesi’ni kurdu ve buranın ekip sanat yönet menliğini yaptı. 1980’de görevine son ve rilmesi üzerine Almanya’ya giderek Bat Berlin türk tiyatrosu’nda Giden tez geri dön­ mez oyununu yöneten Algan, genelde, sah­ nenin kemikleşmiş anlatım biçimlerine ve tekniklerine karşı, çağdaş, dinamik, takım oyunculuğuna dayalı yöntemleri uyguladı. Özellikle de retorikten arınmış oyunculuk biçemiyle, içeriği ön plana alan çalışmaların­ da, seyirci-topluluğunun edilgenlikten çıkıp oyun uzamındaki olaya yargılayıcı olarak ka­ tılmasına önem verdi. ALGAN (Ayla), türk tiyatro ve sinema oyuncusu (İstanbul 1936). 1960’tan başla­ yarak İstanbul Şehir tiyatrosu'nda sahneye çıktı, birkaç filmde rol aldı. 1966'da Şehir tiyatrosu’ndan ayrılarak LCC’de üç yıl ders verdi. Dostlar tiyatrosu’nda sahnelenen Rosenbergler ölmemeli oyununda konuk sa­ natçı olarak sahneye çıktı Yeniden girdiği İstanbul Şehir tiyatrosu’ndan 1980'de uzak­ laştırıldı, Almanya'ya giderek Batı Berlin türk tiyatrosu’nda çalışmaya başladı Daha son­ ra Paris’te Mehmet Ûlusoy’un Theatre de Liberte’sinde (Özgürlük tiyatrosu) sahneye çıktı. Bir süre hafif müzikle ilgilenen sanat­ çı, Yunus Emre’nin şiirlerini üç dilde seslen­ dirdi. 1965’te Fizikçiler oyunundaki rolüyle ilhan İskender armağanı'nı aldı. ALGARADA a. (isp. söze.; ar. el-gare, silahlı).!ar,Reconquista ispanyası'ndaki hıristiyan senyörlerin ürünleri ve kaleleri yakıp yıkmak ve tutsaklar almak için müslüman ül­ kelerine yaptıkları süvari akını. (Aynı zaman­ da cabalgada, yani at gezintisi de denilen algarada, vasallerin senyörlerine borçlu ol­ dukları hizmetlerden biriydi.) — ANSİKL. Tar. Algaradaları ilk gerçekleşti­ ren, 1065‘te Valencia yakınlarına dek uza­ nan Castillalı Fernando I oldu. Rodrigo Dfaz da (Oid Campeador) Valencia'ya dek bir atlı sefer yaptı ve 1094’te kenti almayı ba­ şardı. XI. yy.’da Muroia’ya, Almerıa'ya, Liz­ bon’a dek başka algaradalar da yapıldı. XII. yy.'da Alfonso I, bir gemiyle Mâlaga’ya sim­ gesel olarak ayak bastı. Las Navas de Tolosa zaferi (1212), bu akınlara son verdi. ALGARDİ (Alessandro), ıtalyan heykelci (Bologna 1595/1598 e doğr.-Roma 1654). Roma’da Bernlni’den sonra en önemli sa-



Alessandro Algardi papa Leo Xl. ın mezarından ayrıntı (1645) Sen Pietro bazilikası. Roma



algılama natçıydı. Bazen Bernini’nin rakibi olarak gösterileli. Aynı zamanda dekoratör ve mi­ mar olan sanatçı L. Carracci'nin öğrencisi oldu. Bernini’nin etkisinde kalmakla birlikte, yapıtlarında klasik sadelik ağır basar. Gü­ zel büstler (kardinal Millini), papa Leo Xl'in mezarını (1645), Vatikan’da San Pietro için Attila'yı durduran Aziz Leo adlı büyük ka­ bartmayı, Bologna’da S. Paolo kilisesi'ndeki Aziz Paulus'un kafasının vurulması adlı heykel grubunu gerçekleştirdi. Janiculum üzerindeki Dorig Pamphili villasının yapımı­ nı ve dekorasyonunu yönetti. Kendisini ko­ ruyan papa innocentius X'un bronz heyke­ lini yaptı. ALGARİNA ya da ALGARNA a De­ nize. Denizde ağır cisimleri kaldırmaya, batık tekneleri çıkarmaya ya da askıya al­ maya yarayan, su kesimi az, vinçli tekne ya da duba. ALGAROTTİ (Francesco), İtalyan yazar (Venedik 1712-Pisa 1764). Büyük bir gez­ gindi (Lettere sulla Russia adlı yapıtında mektup biçiminde yazılmış seyahat yazıları yer alır). Voltaire ve kendisine siyasi görev­ ler veren Friedrich II ile dost oldu. En ünlü­ sü, Fontenelle’in Entretiens sur la pluralitee des mondes"unu örnek aldığı il Newtonianismo Per le Dame (1737) olan felsefi ve bilimsel içerikli birçok kitap yazdı. Dramatik müziğe ayırdığı Sopra /'opera in musica (1755) adlı yapıtı, gluckçu reformun ortaya çıkışında büyük rol oynadı. ALGARVE, Portekiz’de eski il (ülkenin gü­ ney ucunda), günümüzdeki Faro yönetim bölümünün topraklarını kaplardı; 276 800 nüf. K.'deki Caldeirâo ve Monchique dağ­ ları, kıyıdan bir tepeler şeridiyle ayrılır. Do­ ğudaki şistli dağlar verimsiz ve oldukça ıs­ sızdır. Monchique dağında sulamayla tarım yapılır Bol güneş gören ve az yağış alan, ama sulama yapılan tepelerde, sebze, mey­ ve (incir, badem) ve zeytin yetiştiriciliğinin ya­ nı sıra çeşitli besin tarımı gelişmiştir. Kıyıda birçok balıkçı limanı (sardaiya ve ton konserve fabrikaları) yer alır. Yaz turiz­ mi. —Tar Algarve adı (ar. el-Garb, batı ülkesi), VIII-XIII yy. arasında ispanya’da Araplar ta­ rafından kurulan esi;; bir krallığın (başkenti Silves) adından gelir. Sözkonusu krallık, karşıdaki Fas kıyılarına da taşmış ve çok geçmeden, Portekiz krallarına bağlı iki Al­ garve ortaya çıkmıştı: Algarve Alemmar (de­ nizin beri yakasındaki Algarve), Algarve Aquemmar (denizin öte yakasındaki Algar­ ve). Portekiz veliahtları, Algarve'ler prensi unvanını taşırdı.



ta yuva yapar ve yılda yaklaşık 3 kez yav­ ru çıkarır. Çok kuzeyde yuvalananlar kışı Akdeniz yöresinde geçirirler. ALGHERO, İtalya' da liman ve ılıca kenti, Sardinya’nın batı kıyısında, Sassari’nin G. -B.’sında;32 200 nüf. Havalimanı. Kentin K.'inde sanayi bölgesi.



me uğratma ve yorumlama işlemleri aracı­ lığıyla bu bildirimi işlemek için birçok süreç işin içine karışır. Uyarımın ve nesnenin iç­ sel tasarımı da işte bu işleme sonunda oluş­ turulur. Bu algının bilinçteki öznellik niteliği, yanlarından biridir yalnızca ve bilgi ruhbili­ mi, algının işlevsel özelliklerini ayrıntılı bir bi­ çimde inceler, yani genellikle ruhsal etkin­ likte gerçekleşen işlemeler boyunca oyna­ dığı rolü ortaya koymaya yönelir. Örneğin, art arda gelen hecelerin algılanması, işitilen sözün bölümlenmesine, sözcüğün tanınma­ sına, sözdizimsel ve anlamsal çözümleme­ ye ve nihayet, cümlelerin ve söylemin bü­ tün olarak kavranmasına katkıda bulunur; ama aynı zamanda, bu işlemlere de daya­ nır. Günümüzde, algının, bildirim işlenme­ sinin ve bilgisel etkinliklerin bir uğrağı ve ku­ rucu öğesi olarak görülmesini sağlayan da, işte, algının oynadığı bu işlevsel roldür.



367



ALGI a. Bir şeyin az ya da çok açık seçiklikle kavranması, algılanması. —Fels. Kant'ta, bir görüngünün (fenomenin) bilinç düzeyinde tasarımı. (Kant şöyle diyor: "Bize verilen ilk şey, bir bilince bağlı olan ve algı denilen görüngüdür” [Kritik der reinen Vernunft, 1,1, 2].)|| Hegel’de, bilincin, duyusal kesinliği edindikten sonra ulaştığı ikinci tür jDilgi. (Bk. ansikl. böl.). —Parapsikol. DuyuCıstü algı, bildiğimiz du­ yuların uyarılması sözkonusu olmaksızın ve her çeşit mantıksal çıkarsamanın dışında, bir nesnenin, bir olayın ya da üçüncü bir kişi­ ALGI a. Yörs. 1. Çizilmiş haşhaş kapsülün­ nin zihinsel durumunun algılanmasını sağ­ den akan süt. —2. Bu sütü almaya yara­ layan normal-dışı yetenek. (J.B. Rhine’ın yan alet. —3. Kazanç: Bir evin algısı vergi­ açıkladığı telepati, öngörü, öntanıma, vb. gi­ sine denk olmak. bi birçok parapsikolojik olayı kapsar.) ALGICI sıf. Algıcılığı savunan ya da algı—Ruhbil. Bir bireyin dolaysız çevresinden cılığa ilişkin olan. gelen bir uyarımın ya da bu çevrede bulu­ nan bir nesnenin, bu bireyin ruhsal etkinli­ ALGICILIK a. Fels. Algılamada, zihnin, dış ğinde, ona genellikle bilinçlilik içinde sunul­ gerçeklik üzerinde aracısız ve doğru bir bi­ ması. || Bu algıları sağlayan ruhsal işlev. (Bk. linci olduğunu öne süren öğreti. ansikl. böl.) ALGILAMA a. Algılamak eylemi. — ANSİKL. Fels. Hegel, algıyı belirten alman­ ca sözcükten (VVahrnehmung) yola çıkarak —Nörobiyol. Ağrı ya da acı algılama, orga­ nizmanın tümündeki ya da bir bölümünde­ etimolojisini irdeler ve yorumlar (Wahr [healgerdan it]... nehmen: doğruyu almak, ele geçirmek). ki ağrı ya da acı uyarılarını algılama. —De­ (Erithaeus rubecula) Şöyle der Hegel: "Dolayımsız kesinlik, doğ­ nek hayvana zararlı bir uyaran uygulan­ ruyu kendisi için ele geçirmez, çünkü onun dığında onda görülen istemli ve ıstemdıiç gerçeği, tümel olandır; ama bu kesin­ şı davranış tepkilerinin tümü. (Ağrı, insa­ lik, şu’yu ele geçirmek ister. Buna karşılık nın dile getirebildiği bilinçli bir algılama­ algı, kendisi için nesnesi, varolan olduğun­ dır; bu nedenle, hayvanın nasıl bir ağrı dan, onu tümel olarak alır” (Phânomenolohissettiği incelenemez, ancak bu ağrıyı al­ gie des Geistes, "Bevvusstsein”). Ne var ki, gıladığı gözlemlenebilir.) kötü bir nesnellikle yüklü olan bu tümel, ger­ —Nük. müh. Zarf çatlamasını algılama, çek "sonsuzluk” olarak ortaya çıkana ka­ bir reaktörde, bir yakıt öğesinin zarfında­ dar anlığın etkinliği sayesinde daha da arın­ ki çatlamayı ortaya koyma ve yerini belir­ mak zorundadır. leme amacı güden işlemlerin ya da dü­ —Ruhbil. Algı, duyu organlarının alabildik­ zeneklerin tümü. leri bildirimleri kavramayı sağlayan etkinlik­ 1— Radiletiş. Salınımların ya da dalgaların lerin tümüdür ve algılanan nesnenin tanınıp varlığını ve uğradıkları değişiklikleri bul­ saptanmasını ve sınıflandırılmasını sağlayan ma işlemi; özellikle bir nesnenin varlığını işlemlerin bir ilk evresini oluşturur. Bildirimin bildiren bilgileri elde etmek amacıyla ya­ kavranmasını sağlayan bazı bilgisel etkinlik­ pılır. (Kiplenen bir işaretle taşıyıcı bir sali­ ler, gözlemlenebilen şeylerdir: gözün hare­ mimi birbirinden ayırma işlemine eskiden ketleri, dikkatle dinlemek, içine çekerek kok­ algılama deniyordu, günümüzde kip çöz­ lamak gibi. Ama günümüzde, kavramanın me terimi kullanılır.) [Eşanl. DETEKSİYON.] içsel etkinliklerinin, işin içine her zaman ka­ || Elektromanyetik algılama, belirlenecek rıştığı ve algılamanın, etkin bir süreç oldu­ mevkiden yansımış ya da yeniden yayın­ ğu kabul edilmektedir. Görsel, işitsel, koku­ lanmış radyoelektrik işaretleri ile referans sal ve dokunmasal bildirim alındıktan son­ işaretleri arasında bir karşılaştırmaya da­ ra, bir yana atma, eleme, ekleme, dönüşü­ yanan radyosaptama yöntemi (yalnız dalAlgarve den bir görünüm



ALGAZEL - GAZALİ. ALG EC ÎR AS ar el-Cezire el Haara, türkçe Elcezire, Yeşil ada, ispanya’da li­ man ve sayfiye yeri, Andalucia’nın güney kesiminde, Cebelitarık boğazı kıyısında; 85 000 nüf. Balıkçılık; Septe ve Tanca.gemi seferlerinin çıkış limanı. Petrol rafineri­ si. —Araplar, Ispanya'nın fethine, kenti ele geçirerek başladılar. Castillalı Alfonso XI 1344'te, dört yıllık bir kuşatmadan sonra ve dünyada ilk kez top kullanarak kenti geri al­ dı. ALGEMESİ, Ispanya'da (Valencia ili) kent, Valencia’nın G.-G.-B.'sında; 22 000 nüf. ALGER (Horatio Jr), amerikalı yazar (Revere 1832-Natick, Massachusetts, 1899). 20 milyondan fazla satan halk romanlarında amerikan başarısını şu ana fikre bağlar: yok­ sulluğa ve kötülüğe karşı savaşmak insanı zafere ve servete ulaştırır (Luck and Pluck, 1869). r'vALGERDAN a. Gövdesi kahverengi, yü­ zü, gerdanı ve göğsü parlak kızıl renkte kü­ çük ötücü kuş. (Göçmen ya da yerli olabi­ lir. Bil. a. Erithacus rubecula; sinekkapan­ giller familyası: boy: 13 cm.) [Eşanl. NARBÜLBÜLÜ] — ANSİKL. Algerdan, korularda, parklarda ve bahçelerde sık rastlanan bir kuştur. Tır­ tıl, böcek, örümcek ve üzümsü meyvelerle beslenir; nisanda, yosunla kaplı bir kovuk­



»



11»



algılama na yansımasın kullanırsa bir nc-l. oır yaya raoyobal z g b konumu saptanan nesnen n yayın arını Kullanırsa kıncıl eıektromanyet k a ğ lamadan söz ecıI - ) Hata algılama. ıletırr ya da kayıt hatalarda karş1 ko'unma yöntem . sayısal b r işareti", at a"an bazı bölümler m bulmayı sağlayan bir kodun kullan,İmasına dayanır 1 Uzaktan algılama, yeryüzü kaynaklar ustunoe uzaktan b::g ed "me:eKnığı, özellikle hava taşıtlar- ya da özel uyduar (Landsat Spot) yardım yla çeşit1 dalga boylar nda elde ed len gö'üntjlenn çözıMlenmesıne dayanır (Bk. ansikl. bot) Ş ber Algılama alanı. bir aya'layıc da ayarlanmış büyüklüğün k sınır değer arasındak fark: ayanaycınm cıçj organi, bu sınırlar arasında istenen görevi yerine getirir.



308.-vtlaycı



gelecekteki Avrupa sistemi ERS t in yer kuşağı



m e te o r o lo ji a lıg ıla m a s ı ( b u lu tla r , rü z g â r la r , d a lg a la r ...)



o ft s h o re iş le tm e



yorumlama m e r k e z i y? g e m ic iliğ e y â r d ım



m e te o r o lo ji is ta s y o n u



k irlilik s a p ta m a s ı



kı\” is ta s y o n u 'b a lık ç ılığ a y a r d ım



uydulara b a ğ la n tıla r



y e r y e tu b a ğ la n tıla rı



gelecekteki Avrupa sistemi ERS fin denizbilim konusunda bilgi edinmesinden br örnek Avrupa uzay laboratuvarının, amerikan uzay mekiğine yerleştirilen metrik kamerasıyla çekilen Tsaidam havzası’nın (Batı Çin) fotoğrafı (1983) —ANSİKL. Radiletiş. Yeryüzündeki bir nok­ tanın elektromanyetik özışınım yayma tü­ rü (kızılötesi), Güneş (görünür alan) ya da radar (yüksek frekans dalgaları ya da mik­ rodalgalar) ışınlarını yansıtma biçimi, yer­ yüzünün bu noktadaki bazı belirleyici özelliklerine bağlıdır: sıcaklık, nem dere­ cesi, bitki örtüsünün varlığı ya da yoklu­ ğu ve örtü türü, görünür kayaçlarla top­ rağın özellikleri vb. Uzaktan algılama, ya­ yılan ya da yansıyan bu elektromanyetik ışımaları kaydetmeye ve bu kayıtları yo­ rumlayarak gözlenen noktaların bazı özel­ liklerini çıkarmaya dayanır. Uzaktan algılama bir hava platformun­ dan (balon ya da uçak) ya da bir uydu­ dan sağlanabilir. Geniş alanları hızla göz­ leme olanağı veren uyduyla algılama iş­ lemini, ilk kez Amerikalılar inceledi ve bi­ rincisi 1972’de fırlatılan Landsat uydu ai­ lesiyle bu amaca ulaştılar. Bu uyduların gördüğü büyük ilgi, 19801i yılların ikinci yarısında hizmete girecek birçok sistemin geliştirilmesine neden oldu: fransız pro­ jesi Spot, Avrupa projesi ERS, japon pro­ jesi MOS, Kanada projesi Radarsat vb. Uzaktan algılama uyduları, 900 km yük­ seltide, ekvatorla yaklaşık 98°’lik bir açı



yapan bir kutup yörüuges çizer Böyle bir yörünge Güneş ile eşzamanlıdır, yan uzayoa Güneş'e gore sürekli aynı doğruliuyu korur Güneş ile eşzaman ı uydular her oonuşunoe. Yer' n bülun "oktaları us­ tünden aynı ye'el saatte geçer, oöylece Yer n gözleminde ç o k elverışl olanaklar sunar Uzaydan algılama için geliştir len Ik ve başlıca teknik, çoktaytlı fctoğ'af tekniği dm Genellikle görünür ya da kızılötesne yakın ş nım alanında birçok dalga boyu gamıyla yeryüzünün aynı anda fotoğraflar çeki; r Fotoğra'tak noktaların tayf belmiş;' yan, Pl noktala'da yansıtıjSğıl dalga boyuna göre oğracğ: değiş klik belirleneb.lv B j tayf belirt ler 'nin çözüm'enmes, tayfsa! gözlem şertler iyi se­ çilmişse, kayaçların ya da bitki örtüsü türünün. su yüzeyindeki bulanıklık derece­ sinin vb. saptanmasına olanak verir. Çoktayflı kameralar genellikle "taramalı" ka­ meralardır ve film yerine elektromanyetik ışımaları kaydeden elektron algılayıcıları kullanır. Elde edilen bilgiler radyoelektrik dalgalarıyla yerdeki istasyonlara iletilir. Kullanılan tekniklere göre seçme büyük­ lüğü 10 m (Spot) ile 80 m (ilk Landsat uy­ duları) arasında değişir. Standart bir res­ min belgelediği genişlik yaklaşık 100-150 kfn'dlr ve dolayısıyla yeryüzünün tümü 2-3 haftada taranabilir. Uyduyla uzaktan algılamanın ilgilendi­ ği başlıca etkinlik alanları şunlardır: hari­ tacılık (eldeki haritaların gözden geçiril­ mesi, yeni haritaların hazırlanması, konu­ sal haritacılık); tarım (tarım istatistikleri, kır­ sa! planlama, büyük tarım İşletmelerinin yönetilmesi); ormancılık (doğal bitki örtü­ sünün tanınması, orman envanteri, or­ manların yönetimi ve işletilmesi);hidro!oji (su kaynaklarının yönetimi, nemli bölgele­ rin envanteri, hidroelektrik, su baskınları­ nın İzlenmesi, suların niteliği); bölge plan­ laması (düzenleme şemalarının incelen­ mesi ve yürütülmesi, büyük altyapılar, kentleşme); maden ve petrol arama (araş­ tırma, yatakların işletilmesi); denizbilim (deniz haritacılığı, kıyı bölgelerinin yöne­ timi, buzul haritacılığı). ALG ILAM AK g. f. 1. Bir şeyi (somut) al­ gılamak; duyu organlarıyla onun ayrımı­ na, bilincine varmak: Kokulan algılamak. Kalp atışlarını algılayabiliyorum. —2. Bir şeyi (soyut) algılamak, onu anlamak, sez­ mek, kavramak: Kayıtsız görünümü altın­ da yatan heyecanı algılayabiliyorum. ♦ algılanmak edilg. f. Algılam ak ey­ lemine konu olmak: Şiir yanlış algılanmış, yanlış yorumlanmış. ♦ algılatmak ettirg. f Bir şeyi algılat­ mak, onun ayrımına, bilincine varılması­ nı sağlamak. ALG ILANM AK - ALGILAMAK, ALG ILATM AK ->■ALGILAMAK. ALG ILAYICI sıf. Bir nesnenin, bir ola­ yın varlığını ortaya çıkaran aygıtlar için kullanılır. + a. Gizli ya da hemen görüle­ meyen bir olayı ya da bir maddeyi (rad­ yoelektrik dalgaları, gazlar, mayınlar,vb.) saptamaya yarayan her tür aygıt. (Eşanl. DETEKTÖR.)



—Bilş. ve iletiş. Yanılgı algılayıcı kod, ÖZDOĞRULAYICPKOD. — Elektromanyet. Mayın algılayıcısı, to p ­ rağa göm ülü, metalden yapılmış nesne­ leri algılamada kullanılan taşınır aygıt; me­ tale rastladığında elektromanyetik alanda oluşan değişim lerden yararlanır. (Bu ay­ gıt m etalden yapılmış bir bölüm içeren, to p ra ğa göm ülü mayınları aram ak için, ikinci Dünya savaşı’ndan bu yana kulla­ nılır.) [Eşanl. MAYIN DETEKTÖRÜ.] — Elektrotekn. Gerilim algılayıcısı, GERİLİM B U L U C ir’nun eşanlamlısı.



—Petr. san. Bir petrol arama kuyusunun açımı sırasında çıkarılan çamur ya da top­ rak içinde hidrokarbon bulunup bulunma­ dığını saptamaya yarayan aygıt. — Radiletiş.



Yüksek



frekanslı



elektrik



akımlarına duyarlı olan ve radyoelektrik dalgalarını ya da salınmalarını bulmaya yarayan düzenek; gereğinde yararlı bil­ gileri elde etmek için bunları kipleyen öz­ gün işareti ayırmaya olanak verir. (Eşanl. DETEKTÖR.) [Bk. ansikl. böl.] |j Doğrusal algılayıcı, kendisine uygulanan sinüzoidal salınımın genliğiyle doğru orantılı ve sü­ rekli bir bileşen sağlayan algılayıcı, jj Kuvadratik algılayıcı, kendisine uygulanan sinüzoidal salınımın genliğinin karesiyle doğru orantılı ve sürekli bir bileşen sağ­ layan algılayıcı. —Siber. Basınç, debi, sıcaklık, hız, yer değiştirme vb. gibi fiziksel bir büyüklük­ ten, çoğunlukla elektriksel nitelikte bir başka büyüklük hazırlayan organ; hazır­ lanan büyüklük, ölçme ya da kumanda etme amacıyla kullanılabilen belli bir özel­ likle, kaynak büyüklüğe bağlıdır. (Bk. an­ sikl. böl.) —Tem. parç. ve Çekird. tiz Bir parçacı­ ğın, seçilmiş bir gerecin et kalınlığından geçerken yitirdiği enerjiyi ortaya koymak ve ölçmek için bu geçişi saptamaya ya­ rayan aygıt. (Eşanl. detektör.) [Bk. an­ sikl. böl.] — A N S İK L . Radiletiş. Kıvılcım sağlayan çok dar bir aralıkla kesilmiş, ayarlı bir hal­ kadan oluşan Hertz rezonatörü, bulucu­ suna, elektromanyetik dalgaları ancak bir­ kaç metre uzaklıktan bulma olanağı verd1. Buna karşılık Marconi, uygulamada kullanılan ilk radyoiletken Branly koheröründen yararlanarak 1899’da Manş üzer nden ilk telsiz telgraf bağlantısını gerçekleştirdi. Marconi ayrıca, çelik bir telden oluşan manyetik bir algılayıcı bul­ du: algılayıcının statik mıknatıslanma de­ recesi. yüksek frekanslı manyetik alanın etkisiyle değişiyordu. Gustave Ferrie ise çok mce gümüş telden ve bir elektrolitten oluşan algılayıcıyı yaptı; aygıtta bir cam tüpten çıkan uç, elektrolit görevi yapan asit katılmış suya daldırılmıştı; algılayıcıda, telin ucunda kutuplanma geriliminin etki­ siyle oluşan mikroskoplk kabarcık, yüksek frekanslı bir gerilimce yok ediliyor ve böy­ lece akımın geçmesi sağlanıyordu. Ne var ki, bütün bu düzenekler zayıf bir du­ yarlık göstermekteydi; dolayısıyla galen ve zinkit gibi kimi doğal kristallerin yarıiletkenlik özelliğine dayanan algılayıcılar bulununca gözden düştüler. Galenli algı­ layıcı bir kurşun sülfür kristalinden oluşur ve kristalin duyarlı bir noktasına (el yor­ damıyla bulunabilen) çok ince bir uç da­ yanır; bu aygıt Birinci Dünya savaşı’nın sonunda boşluklu (vakumlu) tüplerin yay­ gınlaşmasına değin, hemen hemen kul­ lanılan tek algılayıcı türü oldu. Bu kuşak tüplerden Fleming diyodu (1904), algıla­ yıcı olarak çok az kullanıldı; yalnızca De Forest diyodu (1906) audion adı altında hem algılama, hem yükseltme işlevini ger­ çekleştiren duyarlı bir düzenek oluşturdu. 1948’de, Shockley'nin, yarıiletkenlerdeki elektronların enerji düzeyleri üzerine yap­ tığı araştırmalar, algılayıcı kristallere, terk edilmelerinden otuz yıl sonra yeniden dö­ nülmesini sağladı; çok arı ya da kesin dozlarda yabancı maddeler katılmış ya­ pay germanyum ya da silisyum kristalle­ rinden oluşan transistor ve yarıiletken diyotlar da bu dönüş sonucunda gerçek­ leşti. Elde edilen bu yeni yapay bileşikler, değişik oranlarda yabancı madde taşıyan doğal bileşiklere oranla, yeniden üretile­ bilen ya da yenilenebilen, çok daha ka­ rarlı algılayıcılar, doğrultucular ve yükselteçler yapma olanağı verdi. Günü­ müzde, kipleme yoluyla birleştirilmiş kipleyicı işareti ve taşıyıcı salınımları ayır­ maya yarayan bir düzenek sözkonusu ol­ duğunda ‘'algılayıcı” terimi yerine kipçözer terimi kullanılır. —Siber. Algılayıcılar ölçübilimin temel öğeleri, otomatik makinelerin ve otoma­ tik grupların "duyu organlarf'dır. Bu ay­ gıtlar pek çok fiziksel olaydan faydalan­ ma olanağı verir. Nitekim sıcaklık deği­ şimleri, gaz, sıvı ve katiların genleşmesi, elektrik dirençlerinin değişimi ve termoe­



lektrik etki (ısılçiftler) biçiminde ortaya çı­ kar; basınçlar, zar ve körüklerin biçim de­ ğiştirmesine ve piezoelektrik etkiye (ku­ vars kristalleri vb.) yol açar; ışık yeğinliği, ışılelektrik olaylarının çeşitli türlerini oluş­ turur; akışkan debileri, bir türbine verdik­ leri hız ya da boğulma olayının iki yanın­ da doğurdukları alçak basınç biçiminde belirir; hızlar ve açısal yer değiştirmeler, takimetre!! üreteçlerde ve senkromakinelerde oluşan elektromanyetik indüklemeyi sağlar; doğrusal hızlar, Doppler etkisine neden olur; doğrusal yer değiştirmeler, ışık girişimleriyle açığa çıkar; uzaklıklar, elektromanyetik dalgaların (radar) yayıl­ ma süresiyle ölçülür. Öte yandan kimi al­ gılayıcılar ikili dönüştürme olayına başvu­ rur; örneğin bir akışkan debisinin bir tür­ bine verdiği hız, takimetren üreteçle elek­ trik gerilimine çevrilebilir; hatta bir kuvvet etkisindeki metal bir çubuğun ya da ba­ sınç altındaki bir zarın esnek biçim deği­ şimi, telli uzamölçerle (gerilme ölçü aygı­ tı) elektrik gerilimi biçiminde ölçülebilir. Bağlama ya da algılama sistemlerinde algılayıcılar, genellikle sapmayı algılama işlevi görür ve yükselteçle donatılsın ya da donatılmasın, sistem üstünde istenen etkileri doğurur. Bir algılayıcıdan çıkan büyüklük, yavaş yavaş (örneksel algılayıcı) ya da basa­ maklı biçimde değişebilir. Sıra otomatiz­ minin ve en basit regülatörlerin algılayı­ cıları ya hep ya hiç ilkesine göre çalışan (iki basamak) organlardır; örneğin otoma­ tik takım tezgâhlarının kurs sonu kontak­ ları. soğutucuların ya da konut ısıtma do­ natımlarının termostatlarında bulunan çiftaynalar bu tür algılayıcılardır. Öte yandan sayısal algılayıcılarda nicel belirleme çok duyarlıdır ve çıkış bilgisi, hesap biriminin doğrudan doğruya kullanılabileceği sayı­ sal kod biçiminde ortaya çıkar. Sayısal bil­ gi, farklı üç yolla elde edilebilir: bir sayısal -örneksel dönüştürücü, mikroelektroniğin gelişimi sayesinde, örneksel algılayıcıya takılabilir; algılayıcı sayısal kumandalı ma­ kinelerde bulunan optik ya da manyetik okumalı kodlu diskte olduğu gibi sayısal bilgiyi doğrudan doğruya sağlayacak bi­ çimde düzenlenebilir; nihayet sayısal bil­ gi, bir cetvelin çizgileri, bir girişim ya da harelenme saçakları gibi işaretleri saya­ rak elde edilebilir; bu yöntem sayısal ku­ mandalı makinelerde kullanılır. —Tem. parç. ve Çekird. fiz. Algılayıcıla­ rın başlıca tipleri odalar, sayaçlar, emül­ siyonlar, pırıldayıcılar ve ısıölçerlerdir. Yarıiletkenli algılayıcılarda, yarıiletkenden geçen yüklü bir parçacık elektron-delik çiftlerini doğurur. Elektronlar ya da delik­ ler, bir elektrik alanın etkisiyle bir araya getirilerek bir işaret elde edilebilir. Silis­ yum tekkristalleri içinde oyulan duyarlı ha­ cimler, günümüzde santimetreküpü pek geçmez. Öbür algılayıcılara göre, giriş penceresi olmayışı ve bir çift oluşturmak için gerekli enerji yitiminin düşük oluşu (3,5 eV), güçlü bir duyarlık elde etme ya da zayıf enerjili parçacıkları ölçme olana­ ğı verir. Bu algılayıcıların kullanımı, nük­ leer tayfgözlemin gelişmesini sağlamıştır. ALGILAYICILIK a. Bir algılayıcının du­ yarlığını belirleyen büyüklük. —ANSİKL. Her algılayıcı, sinyal yokluğun­ da bir gürültü çıkarır. Giriş sinyalinin gü­ cüne, çıkışta aynı sinyali veriyorsa "algı­ layıcının eşdeğer gürültü gücü” (EGG) adı verilir. Algılayıcılık, işte bu eşdeğer gü­ rültü gücünün tersidir: EGG



ALGIN sıf. Yörs. 1. Sevdalı, vurgun, meczup: ' 'Bakmazlar dertliye algındır deyü/Hakikat bahrine dalgındır deyii" (Dert­ li, XIX. yy.). —2. Zayıf, hastalıklı. ALGISAL sıf. Ruhbil. Algıya ilişkin. ALGİN ya da ALJİN a. (fr. algine'den). Org. kim. Suyosunlarından alkali işlem so­ nucu sodyum alginatın çözünmesiyle çı­ karılan ve suda az çözünen, renksiz, ya­ pışkan sıvı madde. (Arılaştırılmış algin a/ginik as/f’tir.) ALGİNAT ya da ALJİNAT a. (fr. alginafe’tan). Org. kim. Alginik asidin tuzu. — A N S İK L . Alginatlar, asıltı halindeki mad­ delerin yüzde tutulmasını artırmak için su­ yun işlenmesinde kullanılır. Ayrıca bazı besin sanayisi dallarında (şarküteri, don­ durulmuş krema, çerez. ) kıvamlaştırıcı, kararlılaştırıcı ve pelteleştirici etken olarak da yararlanılır. Çene cerrahisinde ana maddesi alginat olan bir karışım diş ve çe­ ne kemikleri kalıplarının donmasını sağ­ lar. Sodyum alginat, özellikle sıcak suda kolayca çözünme özelliği taşıyan bazı ip­ lik ve yapay liflerin yapımında kullanılır­ dı. ALGİNİK sıf. (fr. alginiçue'ten). Org. kim. Alginik asit, alginin temel bileşeni olan asit. — A N S İK L . Alginik asit, mannüronik asidin çoğul yoğuşmasından türer ve molekül ağırlığı yaklaşık 240 000’dir. Bu asit ve sodyumla oluşturduğu tuz, ambalaj, kâ­ ğıt, boya, gıda ve tekstil sanayilerinde ge­ niş ölçüde kullanılır. ALG OA, Güney Afrika’da koy, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin (Cape ıli)güney-batı kıyısında; G.-B.'sını Recife burnu kapatır. ALGOBAKTERİ a. (fr. algobacteriee' den). Suyosunlarıyla akraba olan bakte­ ri. (Algobakteriler bir altşube oluştururlar.) ALGODİSTROFİ a (fr. algodystrophie). Eklemlerin hareketsizleşmesi, vazomotör bozukluklar, kol ve bacaklarda trafik bo­ zuklarla birlikte görülen ağrılı eklem hastalıklarının tümü. —ANSİKL. Algodistrofi sık görülen, uzun süreli (bir, iki yıl), genellikle iyi sonuçlanan bir hastalıktır. Sempatik sinirlerden kay­ naklanan bir dolaşım bozukluğuna bağlı olduğu sanılmaktadır. Çoğu kez kollarda, bazen de bacaklarda görülür. Ağrı, an­ kiloz, aşırı terleme ve ödemle kendini belli eder. Röntgen, kalsiyum kaybına özgü bulutlu bir görüntü verir. Hastalığın çeşit­ li nedenleri vardır: travmaya (travmanın şiddeti hastalığa etkimez), mikroplara, kalp, akciğer, sinir hastalıklarına ve ilaç­ lara (fenobarbital, isoniazit) bağlı olabilir. ALGODONİT a. (fr. algodonite). Miner. Formülü CuAs olan ve altıgen sistemde kristalleşen doğal bakır arsenür. ALGOGNOZİ a. (fr. algognosie’den). Ağrıya neden olan öğenin bilincine var­ ma. (Bu durum, çeşitli ağrı duyumları ara­ sında ayrım yapmaya, onların yerini, şid­ detini ve nedenini anlamaya yarar. Algognozi istemli ve uyarlanmış tepkilerin,bu arada hareket tepkilerinin kaynağıdır.) ALGOL a. (fr. algol). Bilş. Bilgisayarlar­ da özellikle sayısal hesaplara uyarlanmış programlama dili. -ANSİKL Algol dili, bir uluslararası bili­ şim araştırmaları topluluğu tarafından, ilk biçimi algol 60 adıyla 1960’ta tanımlan­ dı; bu dil sayısal problem çözümlerinin al­ goritmalarını kolayca ifade etmek için özel olarak hazırlanmıştı. Daha sonra Algol 68 adı altında yeniden yazılıp geliştirildi ve özellikle değişken tiplerinin olanakları genişletildiğinden bilim çevrelerinde büyük bir başarı kazandı.



Kızılötesinde algılayıcılık, algılayıcının S yüzeyine ve 4.Tfrekans geçiş bandına bağlıdır. Nitekim algılayıcının biçiminden bağımsız olan D* özgül algılayıcılığı D* = D VSx Af.biçiminde tanımlanır. Öy­ # L G O L (a r [Ra's]al-ğhûl, devin jkafa]sı), leyse algılayıcılık, Kahraman takımyıldızının yıldızına ve­ rilen ad. Kadiri 2.2 ile 3,5 arası değişir. W“‘ x Cm x VHzl Tayf tipi B 8. Uzaklık 90 ly. Örten çift yıl­ dızlar adı verilen değişken yıldızlar sınıfıile ifade edilebilir.



Algol saatler O



10



20



30



40



50® 6 0



70



Algol ışık eğrisi ve sistem şeması



MEKANİK ALICI



nin önek tipidir. Algol, parlaklıkları çok farklı, birbirinden 10,5 milyon km uzaklık­ ta iki yıldızdan oluşur ve her iki yıldız or­ tak ağırlık merkezi çevresinde döner. Kar­ şılıklı tutulmaları 2,867 39 günlük süre bo­ yunca toplam ışınım gücünde bir değişi­ me yo! açar. 1670’ten bu yana bilinmesi­ ne rağmen, değişkenliğinin nedenini an­ cak 1783'te İngiliz gökbilimci John Goodrick açıklamıştır, ALGOLAGNİA a. (yun. aigos, algesis. ağrı, acı ve lagneia, cinsel ilişki’den). Psik. Ağrı duymaktan ya da ağrı vermekten alı­ nan cinsel haz. ALGOLOG a (fr. algologue). Suyosunları bilimi uzmanı. (Eşanl. FİKOLOG.) ALGOLOJİ a. (fr. algologie). Suyosunlarını inceleyen bilim. (Eşanl. FİKOLOJİ.)



hiçbir ayıraç kullanılmadan, yetişkin bir kedinin mezanterinden elde edilen Pacini cisimciği (vücuda yapılan basınç değişikliklerini algılamaya özgü) 1. Lifin uç bölümü: 2. Lobut biçimindeki merkezi bölüm; 3. Kapsül; 4. Kapsülleri birbirinden ayıran endotelyal çizgi; 5. Göbek bağı; 6. Toplayıcı sinir;



enine kesit 1. 2 Lobut biçimindeki merkezi bölüm; 3, ince tabaka;



ALGONKİN a. Kuzey Amerika’da konu­ şulan kızılderili dilleri ailesi. Bu diller eski­ den Atlas okyanusu kıyılarında, bütün Kanada’da ve Büyük Göller’den Kayalık Dağlar’a kadar uzanan merkez vadilerde geçerliydi. (Bu diller arasında kimileri gü­ nümüzde de binlerce kişi tarafından ko­ nuşulur: cree, Ojibvva, blackfoot, cheyenne, micmac.) ALGONKİNLER, Kuzey Amerika’da yaşayan bir kabileler topluluğuna ve bun­ ları birleştiren dil grubuna adını veren yerli halk. Ovalarda oturan Algonkinler (Ojibwalar, Arapaholar, Cheyenneler, vb.), güney-doğu’da özellikle avcılık (bizon) ve mısır tarımıyla yaşıyorlardı. Labrador ile Kayalık Dağlar arasında yer alan Taiga' da oturan Algonkinler ise (Creeler, Naskapiler) kara ve su avcısıydılar. A lg o n q u in P ro v in c ia l P a rk, Kana da’da doğal park, Ontario’nun doğusun­ da,Huntsville’in K.-D.'sunda; 7 770 km2. ALGORİTMA a. (yun. arithmos, sayı ile IX. yy. başında yaşamış arap matematik­ çinin eski ispanyolcada alguarismo biçi­ mim alan takma adı el-Harizmi'deri). 1. Bir tür işlemler cetveli; bunun uygulanması sonlu sayıda işlemle anlatılmış bir prob­ lemi çözmeye yarar. (Bir algoritmanın üç özelliği olmalıdır: sonluluk, kesinlik ve ge­ nellik. Algoritmanın belirgin niteliği, iyi ta­ nımlanmış bir dönüşüm bilgileri kümesine dayanarak, giriş büyüklükleri denilen ni­ celikleri, çıkış büyüklükleri denilen başka niceliklere dönüştürmektir. Ayrıca bir al­ goritma,programlama dili yardımıyla bil­ gisayarda uygulanabilecek bir programa çevrilebilir.) —2. Esk. Araplar’ca Ortaçağ’da Avrupa’ya sokulan, 10 tabanlı matematik simgeleme. Kılcal damar; ALGORİTMASAL sıf. Algoritmalarla il­ gili olan: bir algoritmayla belirtilebılen problemler için kullanılır. —Bilş. Algoritmaların özlü ve kesin anla­ tımını kolaylaştırmak için tasarlanmış dil­ ler için kullanılır. (Algol algoritmasal bir dil­ dir.) —Müz. Algoritmasal müzik, olanakların



elektronik makineler aracılığıyla hesaplan­ dığı bir besteleme yöntemi. (Bir estetik sis­ tem değildir.) — A N S İK L . Müz. 1950'ye doğru, “ mate­ matiksel düşünceyi ve müzik yaratımında ondan doğan yöntemleri kullanmayı", “ ses olaylarının ortaya çıkışını bir hesa­ ba bağlamayı” , “ esin diye adlandırılma­ sı uygun görülmüş şeyi topa tutmayı", "sıra şeması içinde rastlantıyı yönlendir­ meyi", "bestecinin esin perisi karşısındaki gizemci edilgenliğinin yerine bilinçli bir et­ kinliği geçirmeyi” tasarlayan Pierre Barbaud. algoritmasal müziğin öncüsüdür. Ona göre, “ bir algoritma, bir işletmeden öbü­ rüne değişen'değerler göz önüne alındı­ ğında, programın yazıcısının (besteci) is­ tediği kurallar kümesine (algoritma) uy­ gun bir partisyon, bir sonuç, bu değerler üzerinde yapılacak işlemlerin sıralı listesi aracılığıyla bulunmuş bir hesap işlemidir. Veriler, örneğin müzik söylemlinin deği­ şik öğelerinin ortaya çıkışı sayılabilecek olasılıklar olabilir.” Hesapların önemi ve karmaşıklığı, bir bilgisayarın kullanılmasını kaçınılmaz kı­ lar. ALGREN (Nelson), amerikalı yazar (Detroit 1909-Sag Harbor, New York, 1981). Yazarlığa toplumsa! bir öykü (Somebody in boots, 1935) ile başladı. Ekonomik bu­ nalımı ele alan yapıtlarında kent yaşamı­ nı betimlemeye yöneldi: Chicago kentiy­ le ilgili olarak The Man With the Golden Arm’t (1949) ve The Neon VVİlderness'i (1947-1960) yazdı. VVho Lost an Ameri­ can? (1963) ve Notes from a Sea Diary adlı yapıtlarında, gerçekçi skeçlerini, anı­ larını ve düşüncelerini topladı. &LG8J HAN(?-? 1266), Çağatay hanlı­ ğı hükümdarı (1262-1266). Çağatay Han’ın torunu, Baydar’ın oğlu. Mengü Kağan’ın oğullan arasındaki taht kavga­ sında Arıkbuka'yı destekledi. Onun adı­ na Orta Asya’yı ele geçirdi. Hanlığını ilan etti. Cengiz yasalarını şiddetle uyguladı, devletini güçlendirdi. Sınırlarını Harizm' den Afganistan’a kadar uzattı. ÂLGÛN sıf. (fars. algun). Esk. Kırmızı, koyu ve parlak pembe. ALGÜNE a. (fars. algune). Esk. Yüze sü­ rülen pembe düzgün; allık. ALGYROİDES a. Akdeniz bölgesinde yaşayan küçük kertenkele. (Algyroides fitzingeri, Korsika ve Sardinya’da yaşar ve özkertenkelegillerin en küçük türüdür.) ALHAM A DE GRANADA, Ispanya'da (Andalucia, Granada ili) kasaba, Sierra de Alhama’nın eteğinde; 8 000 nüf. XVI. yy.' dan kalma kilise, ispanya’nın arap ege­ menliği altında bulunduğu dönemde Gırnata’nın (Granada) anahtarı sayılan ve Gırnata-Malaga yolunu denetim altında tutan bu kenti, Castillalılar '!482’de bir baskınla ele geçirdiler. Kent, 1884'teki depremden çok büyük zarar gördü. ALHAM A DE M URCİA, Ispanya’nın G.-D.'sunda, Murcia eyaletı’nde kent, Murcıa’nın 32 km G.-B.’sında; 11 557 nüf. Tarım ve ticaret merkezi. Gelişmiş se­ ramik sanayisi. ■&LHAMBRA, Los Angeles’in (ABD) banliyösü; 62 000 nüf. imalat metalürjisi. ALHAM BRÂ * E L H A M R A . A lh a m b ra , 1904’te Paris’te kurulmuş müzikhol. 1925’e değin önemli uluslara-, rası gösterilere sahne oldu. 1956’da, bü­ yük sahne sanatçısı Maurice Chevalier’ ye saygı olarak adı Alhambra-Maurice -Chevalier'ye dönüştürüldü. 1967'de yı­ kılarak yerine yeni bir yapı yapıldı. ALHAZEN



- İBN ÜLHEY S E M



 L I (Sabahattin) -



S A B A H A T T İN A L İ.



AÎ! Y ar, Azerbaycan’da, Kars ve Arda­ han bölgesindeki göçer Türkmenler ara­ sında yaygın olan türkülü halk hikâye­ si. Epik-lirik özellikte olan bu hikâyenin,



XVIII. yy. azeri âşık-arından Dikmetaşlı Hasta* (Dede) Kasım tarafından düzen­ lendiği kabul edilmektedir. ALSCÎ a. 1. Bir malı satın alan, almak is­ teyen, almaya hazır kimse, topluluk, ülke vb.; müşteri: Satılık daire henüz alıcı bu­ lamadı Bu tablo beni ilgilendirmiyor, alı­ cı değilim. Şeker alıcısı bir ülke. —2. Bir şeye karşı istekli olan kimse: Artık bu gi­ bi değerlerin alıcısı kalmadı. —3. Bir gön­ derinin, bir mektubun iletildiği kimse: Pos­ ta ücreti alıcıya aittir.—A. Bir enerji ya da bir işaret alan ve farklı bir enerji ya da işa­ ret veren düzeneklerin gene! adı. —5. Az­ rail: Alıcıya derman olmaz (atasözü). —6. Yörs. Görücü. —7. (Bir şeye, bir kim­ seye) alıcı gözüyle bakmak, onu, satın alacak gibi dikkatle gözden geçirmek: Tezgâhtaki mallara alıcı gözüyle bakmı­ yor, şöyle bir el sürüyordum. || Alıcı veri­ ci, bir kimseye bağışladığını daha sonra geri alan kimse için söylenir. --Anat. Deride ve duyu organlarında bu­ lunan ve uyarıları almaya yarayan organ ya da organ ucu. —Biyokim. Hidrojen alıcı, hidrojen taşıyı­ cıların sonuncusundan hidrojeni alarak canlılarda hücre solunumunun son aşa­ masını sağlayan oksijen, metilen mavisi, vb. madde. (Bu alıcılar, son alıcının oksi­ jen olmadığı anaerobiyoz gibi olağandışı durumlarda bile hücre için yaşamsal önem taşır.) —Dilbil. İletişim şemasında, vericiye kar­ şıt olarak, bildiriyi alan ve çözen kimse (konuşucuya göre konuşan, “ dinleyen” ya da “ gönderilen” de denir.) —Elektroakust. Ayarlı alıcı, bir tünerle hoparlörsüz bir yükselteci tek bir bütün için­ de bir araya getiren bir Hi-Fi müzik seti­ nin öğesi. |j Elektroakustık alıcı, elektrik dalgalarını akustik dalgalara dönüştüren elektroakustik türdönüştürücü, —Elektrotekn. Elektrik enerjisini, Joule et­ kisi dışında bir enerji etkisine (mekanik, kimyasal vb.) dönüştüren düzenek; bu nedenle düzenek, karşı elektromotor kuv­ vetle donatılmıştır. (Verilen akımın yönü­ ne göre alıcı ya da üreteç işlevi gören ku­ tuplanmış alıcılar [örneğin akümülatör] ve akımın yönü ne olursa olsun oldukları gi­ bi çalışan gerçek alıcılar [elektrik motoru, asitli suyla çalışan voltametre] vardır.) | Elektromekanik alıcı, aldığı elektrik ener­ jisini mekanik enerjiye dönüştüren maki­ ne. (Eşanl. A L IC I M A K İN E .) || Eşzamanlı alı­ cı, kumanda edilen bir mile takılmış ve eş­ zamanlı bir vericiye elektriksel olarak bağ­ lanmış senkromakine. —Endokrinol. Hormonun getirdiği bildiri­ mi tanıyarak hücrede buna uygun yanıtı başlatan oluşum. (Hormonlar bu bakım­ dan özgüldür: alıcı, özellikle testosteron, kortizol, östrojen gibi hormonlar için çok belirgin bir yapıya sahip moleküller ara­ cılığıyla etki göstererek hücreden özgül yanıtın alınmasını sağlar. Ayrıca, bu ba­ kımdan bazı organların da dokusal özgül­ lüğü vardır: örneğin memelerdeki östro­ jen alıcıları gibi.) [Eşanl. H E D E F H Ü C R E , H E D E F O R G A N .]



—Fizs. kim. Bağ elektronlarını çeken atom ya da atom grubu, (indüldeyici alı­ cılar ve mezomer alıcılar olarak ikiye aynlır.) —İkt. Alıcı kesim, üretim sürecinde, da­ ha önce gelen bir üretim etkinliğinden ürünler alan bir üretim etkinliğine verilen ad. (Demir-çelik üretimi, yüksek fırınların alıcı kesimidir.) || Alıcı kredisi, bir »üccardan almış olduğu bir malı iade eden bir müşterinin, ilerde yapabileceği alımlar için tüccar nezdinde elde ettiği kredi. — Bu kredinin miktarını belirten makbuz. —Nöroanat. içorganiçi alıcı, iç ortamda­ ki (ıç organlar ve kaslar) değişiklikleri al­ gılayan ve sinir sistemine aktaran, bir si­ nir ucuna bağlı almaç ya da başlı başına bu işi gören sinir ucu. || Kimyasal uyarı alıcısı, iç ortamın kimyasal bileşimindeki herhangi bir değişikliği algılayıp sinir lifi­ ne iletebilen anatomik oluşum (genellikle özelleşmiş bir hücre). [Karotid atardamar-



iardaki glomus kandaki oksijene ve asitliğe duyarlıdır ve bu yoila özel nöronlara sinyal gönderir. Tat ve koku hücreleri de birer kimyasal uyarı alıcısıdır.] —Nörobiyol. ve Zool. Organizmada do­ ğal uyarıyla sinirler arasında bağlantı sağ­ layan dışderi kökenli yapısal ve işlevsel öğeler. (Bk. ansikl. böl.) || Bir nöronda, sinapssonrası zarda yer alan ve sinirsel ara­ cılar için özgül bir çekiciliği bulunan mo­ lekül. ||Ağrı ya da acı alıcı, organizmaya zararlı bir etkiden doğan uyarıları algıla­ maya ve iletmeye yarayan sinir ucu. || Ge­ rilme alıcısı, sinirkas iğleri içinde yer alan ve kas gerilimine duyarlı olan sinir ucu. I |j Mekanik alıcı, vücuttaki mekanik deği­ şiklikler (kılların hareketi, deride basınç, eklemlerin hareketlenmesi, organ geril­ mesi ve duyu sinir liflerinin elektrik akımıy­ la uyarı iletmesi) arasında bağlantı sağ­ layan farklılaşmış sinirsel yapı. (Bazı me­ kanik alıcılar yalnızca anlık değişiklikleri [fazik alıcı], bazıları uzun süren değişik­ likleri algılar [tonik alıcı]; mekanik alıcılar, farklılaşmış epitelyel bir yapıyla çevrili si­ nir ucundan oluşur.) || Sıcaklık alıcı, vücut­ taki sıcaklık değişikliklerini algılayan sinir ucu. (Çevresel ve merkezi olmak üzere, iki çeşidi vardır: çevresel sıcaklık alıcılar, deri-mukoza örtüsüyle kaplı yerlerde ve içorganların çoğunda yaygın olarak bu­ lunan, sıcak ve/ya da soğuğa duyarlı ser­ best uçlardır; deri sıcaklığıyla vücut içi sı­ caklığını algılar; merkezi sıcaklık alıcılar, ön hipotalamusta bulunur ve vücut sıcak­ lığını düzenler.) —Parapsikol. Bir parapsikoloji deneyin­ de, duyudışı bir bildirim alan özne. —Radyotekn. Alıcı (radyoelektrik alıcısı), bir antenin yakaladığı radyoelektrik işaret­ leri yükselten ve çıkışta istenen biçim ve güçte işaretler sağlamak amacıyla bun­ ların kipini çözen aygıt; anten, yakın işa­ retleri ve istenmeyen gürültüleri ortadan kaldırmak için radyoelektrik işaretleri sü­ zer. \\Evrensel alıcı, oldukça geniş birçok gam frekansına ayarlanabilen ve telgraf, telefon ya da başka birçok işaret sınıfını işleyebilen atıcı. j| Radyo yayın alıcısı, rad­ yo işaretlerini alan ve bir hoparlörü çalış­ tıran alıcı (günlük dilde kısaca RADYO de­ nir). [Bk. ansikl. böl.] || Televizyon alıcısı, televizyon İşaretlerinin görsel bölümünü bir ekran üzerinde görüntüye, işitsel bö­ lümünü de bir hoparlör yardımıyla sese çeviren alıcı (günlük dilde kısaca TELEVİZ­ YON denir). —Telekom. Çevirici-yazıcı alıcı, kodlu işa­ retleri mors ya da benzeri abecelere çe­ viren telgraf alıcısı. || Deler alıcı, işaretleri çevirerek bir bantta delgi biçiminde kay­ deden telgraf alıcısı.jj Telgraf alıcısı, tel­ graf işaretlerini oluşturmaya ve genellik­ le çevirerek karakter biçiminde kaydet­ meye yarayan aygıt. —Tıp. Damardan kan ya da kan bileşen­ lerinden biri verilen hasta. || Bir vericiden alınan bir doku ya da organ nakledilen ki­ şi. ||Genel alıcı, kan grubu AB olan kişi. (ABO kan grubundaki tüm bireylerden kan alabilmesine rağmen yalnızca kendi grubundakilere kan verebilir.) [Rhesus (Rh) sistemi kan uyumu için ek bir etmen­ dir; genel alıcı, vericiyle aynı Rh grubun­ dan olmalıdır.] | Tehlikeli alıcı, herkeste bulunan antijenlerden biri bulunmayıp 37° C’de etkin doğal bir antikoru bulunan kişi (örneğin, Tj (a-) ya da p olup da anti PP1+ pk antikoruna sahip kişi). —Tic. Alıcı riski. Bu riskle satılan mallar için, satıcı, kalite belgesi ya da belli bir amaca uygunluk garantisi vermez. Satın almaya değer olup olmadığına alıcı ka­ rar verir. Satış işlemi bitince satıcının so­ rumluluğu da sona erer. ♦ sıf. 1. Bir enerji, bir işaret, bir dal­ ga, bir akışkan vb. alan bir sistem için kul­ lanılır. —2. Avını kaçırmayan avcı kuş için kullanılır: ' 'Alıcı şahine benzer Âl-i Osman beyleri" (Yahya Bey,XVI. yy.). —3. Alıcı gözle, dikkat ve ilgiyle, inceleyerek. —Biyol. Alıcı bölge, hücre zarında, uzak­ tan gelerek etkiyen bir maddenin yerleş­



tiği bölge. (Sinapslardaki sinir akışı ileti­ cileri ve horm onlar, özgül bir alıcı bölge­ ye yerleşerek hedef hücreleri etkiler.) — Elektrotekn. Alıcı makine, ELEKTROMEKANİK ALICP’ nın eşanlamlısı. — ANSİKL Nörobiyol. Alıcı, bazen sinirsel



manyetik alıcılar (güvercin, arı) sayesin­ de hayvanların yönelmesini sağlayanlar­ dır. A L IC IK , Amasya'nın Merzifon ilçesine bağlı bucak; 6 281 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi Alıcık; 829 nüf. (1990)



hedefin çevredeki ucudur (serbest uç), A U C IK U Ş a. Avc. Kuşları ya da başka bazen de bir sinir lifinin ve bu sinir lifini hayvanları avlamak için kullanılan yırtıcı saran ve onun algılama özelliğini değişti­ avcı kuş (doğan, şahin, vb.). ren epitelyum kökenli farklılaşmış hücre­ lerin ucudur. Başlıca alıcı çeşitleri şunlar­ AUC I-VERİCİ a. Radiletiş. Genellikle dır: burun mukozasındaki koku alıcıları ortak bir anten ve besleme sistemiyle do­ (bunlar uçları kirpikli büyük sinir hücrele­ natılmış bir radyoelektrik alıcısıyla bir rad­ ridir, kokulu moleküller bunların kirpikle­ yoelektrik vericisinden oluşan bütün. || rine yapışır); görme alıcıları (retinadaki ko­ Otomatik alıcı-verici, bir radardan, bir ni ve çomak hücreler; buradaki sinirler fomevki saptama sisteminden vb. gelen bir tonların, görme pigmentlerini kimyasal dış işareti otomatik olarak yanıtlayan alıcı olarak değiştirmesiyle uyarılır); işitme ve -vericj. (Bk. ansikl. böl.) dengelenme alıcıları (sinir hücreleri, sıvı­ —ANSİKL. Otomatik alıcı-verici, devinen ların yer değiştirmesinden ya da titreşim­ radar hedeflerinde kullanılır: aygıt kendi­ lerden doğan mekanik bozulmalarla uya­ siyle aynı alma frekansında çalışan bir ra­ rılır); duyu ya da duyum alıcıları (deri, ke­ dardan bir vurum aldığında, aynı ya da mik, eklem ve içorganlarla kan damarla­ başka frekansta güçlü bir vurum gönde­ rından [glomus, sinüs, karotis] gelen uya­ rir. Otomatik alıcı-vericiler, deniz ya da ha­ rıların oluşumunu sağlar). Bunlardan baş­ va ulaşımında, askeri uçak ve helikopter ka sıcaklık alıcıları, kimyasal ve mekanik güdüm harekâtında, uzay araçlarını kur­ uyarı alıcılar, ağrı alıcıları gibi birtakım alı­ tarma ve yerlerini saptama işlemleri sıra­ cılar daha vardır. sında geniş çapta kullanılmaktadır. —Radyotekn. Radyoelektrik alıcıları. Bu tür alıcılar, yalnız işledikleri işaretlerin sı­ »A LIÇ a. Gülgiller familyasından dikenli nıfıyla değil, aynı zamanda bu işaretlerin ağaç ya da ağaççık. (Bil. a. crataegus.) kuvvetlendirilmesi, seçilmesi ya da kiple­ [Eşanl. AKDİKEN, EKŞİ MUŞMULA, YEMİrinin çözülmesinde kullandıkları yöntem­ ŞEN.] lerle belirlenir, ilk alıcılar koherörlü, galen— ANSİKL, Türkiye'de yabani olarak yeti­ li, geribeslemeli ve aşırıgeribesiemeli al­ şen yirmiye yakın alıç türü vardır. Bazı tür­ gılayıcılardan yararlanıyordu; sonra en al­ lerinin meyvesi yenir, kasaba pazarların­ çak radyoelektrik frekanslarında çalışan da sonbaharda ipe dizilmiş olarak satılır. ve alınan işaretin frekansını doğrudan kuvvetlendiren alıcılar kullanıldı ve hâlâ kullanılmaktadır. Sönümsüz dalgalı işaretler, dış ya da iç heterodin* salınım üretecinin yada bir o to diriin oluşturduğu vuruyla işitilebilir düzeye gelir. Günümüzde hemen hemen bütün alıcılar süperheterodinlidir. Bu tür alıcılarda kuvvetlendirme ve süzme işle­ mi, değişmez bir frekansa ayarlanabilen 've işaretleri çok iyi seçen bir yükselteçle yapılır. Genellikle bu yükselteçler, işare­ tin düzeyini sabitleştirmeye yarayan oto­ matik kazanç ayarı gibi çeşitli regülatör­ lerle donatılır; ardından işaret bir kipçözere aktarılır ve sonra çıkışta gerekli gü­ cü sağlayan bir yükseltece iletilir. Frekans kiplemesi sözkonusu olduğunda kipçöAlıç çiçeği zer, sınırlayıcının önünde yer alan bir ayırtaç oluşturur. Bir tek ya da bağımsız yan bantla yapılan yayınlardaysa, güç tüketi­ Anadolu'nun her tarafında yaygın olan ve mini azaltmak için taşıyıcılar zayıflatılmış beyaz dikenlerinden dolayı akdiken de ya da tümüyle kaldırılmıştır. Oysa, kipledenilen Crataegus monogyna ya da oxyen işareti kipçözüm yoluyla yeniden yacantha beyaz ya da pembe çiçekli, di­ oluşturmak için yeterli düzeyde bir taşıyı­ kenli bir ağaççıktır. Meyveleri kırmızı renk­ cı gerekir. Bu ilkeye dayanan alıcılar, za­ li, hafif buruk tatlı ve ufaktır (6-10 mm). Di­ yıflamış taşıyıcıyı güçlendiren ya da ye­ ğer başlıca türleri: C. Azarolus, C. oriennileyen özel bir yükselteçle ya da kaldı­ talis, C. tanacetifolia, C. pectlnata. rılmış taşıyıcının yeniden oluşturulmasını Alıç meyvesinin sinirleri yatıştırıcı, sağlayan yerel bir salınım üreteciyle do­ spazm azaltıcı, kalp atışını yavaşlatıcı, tan­ natılmıştır. siyon düşürücü, idrar söktürücü ve pek­ Son olarak, özellikle iyonosferdeki ya­ lik verici etkisi vardır. Kalp üzerindeki et­ yılmada bayılma olaylarının etkilerini azalt­ kisi nedeniyle Avrupa'da yapılan birçok mak için çokalıcılı düzenle alma ilkesine hazır ilacın bileşimine girmiştir. Toz ola­ başvurulur. Bu amaçla, birçok alıcı birbi­ rak günde 2-5 g, şurup olarak günde 2-3 rine bağlanarak, ayrı yerlerde kurulan ve bardak içilir. Zehirli bileşikler içermediği farklı nitelikler taşıyan bağımsız antenler­ için tehlikesizdir. le beslenir; böylece aynı anda oluşan ba­ yılma olaylarının, antenlerde seyrekleş­ A lıd a ve rln , Muğla ve çevresinde oyna­ mesi sağlanır. nan bir ağır zeybek. Toplu olarak halka —Zool. Birçok hayvanda, insanda bulun­ biçiminde ve bağsız oynanır. (M uğla' mayan duyu ve duyum alıcıları vardır. zeybeği de denir.) Bunların algılama alanı insaniarınkinden daha geniştir. Arılar, uzun morötesi ışın­ A LIK sıf. ve a. Tkz. 1. Aval, bön, avanak. ları görür ve bunları mor ışınlardan ayırt —2. Alık alık, anlama ve sezme gücü eder; yılanların termoskopik gözleri, sı­ yoksunluğunu gösterir biçimde; aval aval, cakkanlı hayvanların yaydığı kızılötesi aptal aptal, bön bön: Alık alık bakmak. ışınları algılar; memeli hayvanların birço­ A L IK . Yörs.Flayvanların (koyun, keçi vb.) ğu (yarasa, köpek), böcekler, vb. tüm bir vücutlarına, yün kırpılarak vurulan işa­ sesötesi titreşimler dizisini duyar; balinaret. giller ses sınırının altında kalan titreşimle­ A L IK a. Havc. Bir aygıta girişi sağlayan ri, atlar bacaklarıyla, yerdeki bazı titreşim­ delik. || Hava alığı, uçuş sırasında atmos­ leri algılar, köstebek ve ağaçkakan uzak­ fer oksijenine gereksinim duyan uçak mo­ taki böceklerin yerlerini saptar, vb. Ama torlarında havanın motora girişini sağla­ algılama biçimlerinin en ilginç olanları, yan delik. (Bk. ansikl. böl.) elektrolokasyon (çeşitli balıklar) ya da



alık — ANSİKL. Havc. Hava alıkları, yalnızca



372



atmosferde çalışabilen, yani yakıtlarının yanması için gerekli oksijeni havadan sağlayan uçak iticileri ve kimi güdümlü fü­ zelerde bulunur. Ayrıca alıklar uçağın ge­ nel mimarisi ile uçuş rejimlerine göre de­ ğişik biçimlerde ve çok farklı boyutlarda olabilir. Ses hızının 1,6 ile 1,7 katını aşan sesüstü uçuşlarda, değişken ok açılı ha­ va alıkları kullanmak gerekir; bu hava alık­ ları eğimi ayarlanabilir “ rampalar’la ya da konumu hıza göre otomatik olarak düzen­ lenen devingen daraltma parçalarıyla do­ natılmıştır. Bu düzeneklerin amacı, hava alıklarının kesitini, dolayısıyla motora gi­ ren hava debisini ayarlamak ve bir şok dalgası sistemi oluşturmaktır; bu sistem içinden geçerek giren havanın hızı sesaltı düzeye düşer; ama hava, hız olarak yitir­ diği enerjiyi basınç olarak kazanır. Böy­ lece sıkışan hava, motoru en uygun ko­ şullarda besler. A LIK LA M A K g. f. Yörs. Hayvanı alıklamak, karın tüylerini kırkmak. ALIK LA ŞM AK gçz. f. Ne yapacağını bilemez duruma gelmek; aptallaşmak, afallamak; Ona oyun ettiklerini söyledi­ ğimde iyiden iyiye alıklaştı, ne diyeceği­ ni bilemedi. ♦ alıklaştırmak g. f. Bir kimseyi alık­ laştırmak, onu şaşkın, ne yapacağını bi­ lemez duruma getirmek; aptallaştırmak. ALIKLAŞTIRM AK - ALIKLAŞMAK. A L IK LIK a. Alık olma durumu; alık biri­ ne yakışır iş; aptallık, avanaklık: Oğlanın suratından alıklık akıyor. Bu alıklığı da yapma artık! ALIKON M AK



ALIKOYMAK.



ALIKONULM A a. Bir şeyden engellen­ me; bir yerde biriktirilme. —Biyokim. Yapısal alıkonulma, başlangıç ürününün sterik biçimi korunarak yapılan ornatma. (Karşt. vvalden d ö n ü ş ü m ü .) —Patol. Normal olarak dışarı atılması ge­ reken ürünlerin, organizmada aşırı birik­ mesi. || Alıkonulma sonucu sarılık, birleşik bilirübinin kanda birikmesine bağlı sarılık. (Safra salgı yollarının tıkanmasında ve karaciğer iltihaplarında rastlanır.) || idrar alıkonulması, idrar torbasında toplanan idrarı boşaltma olanaksızlığı. (Bk. ansikl. böl. Patol.) —ANSİKL. Patol. idrar alıkonulması. Akut alıkonulma, hastanın, tüm gayretlerine rağmen idrarı hiçbir biçimde boşaltamamasıdır. Bu durum acil olarak sondayla boşaltmayı zorunlu kılar. En sık görülen nedeni prostat adenomudur. Süreğen alı­ konulma, her idrar edişte idrar torbasını tam boşaltamamadır: idrar torbasında ka­ lan idrar, kalıntıdır. Nedenleri çoktur; prostat, idrar torbası boynu ve üretra lezyonları. Süreğen idrar alıkonulmasının başlıca karmaşası idrarın enfekte olması­ dır. ALIKO N ULM AK - ALIKOYMAK. ALIKOYM A a. 1. Bir kimseyi zorla bir yerde tutma; bir kimsenin bir eylemi ger­ çekleştirmesini engelleme. —2. Bir şeyi ayırma, saklama. —Cez. huk. Alıkoyma, bir kişinin başka birini zorla ya da aldatarak kendi yanın­ da tutması. (Türk Ceza kanunu, özel ola­ rak evlenme amacı ya da şehvet hissiyle işlenen alıkoyma suçunu 429-434. mad­ delerinde, kız, kadın ve erkek kaçırma başlığı altında düzenlemiştir.) —Fizs. kim. Çözelti halindeki metal iyon­ larının bazı fosfatlarla koordinasyon kompleksleri oluşturması; bu oluşum me­ tal iyonlarının her tür çökelme tepkimesi­ ni önler. (Alıkoymada anorganik alıkoyucu etken olarak çoğunlukla sodyum metafosfat kullanılır. Ayrıca, organik alıkoyucu etkenler de vardır; bu tür en önemli iki etken aminopolikarboksilik asitler [etildiamintetrasetik asit] ve hidrokarboksilik asitlerdir [glukonik, sitrik ve tartarik asit­



ler].) —Bir ayraçla sıkı bir bileşme sonu­ cunda, bir iyona alışılmış özelliklerini kay­ betme olanağı veren tepkime. ALIKOYM AK g. f 1. Bir kimseyi (bir sü­ re) [b ir yerde] alıkoymak, onun gitmesini engellemek, onu (bir yerde) kalmaya zor­ lamak: Sanığın, kaçırdığı kızı üç gün evin­ de alıkoyduğu ileri sürülmektedir. —2. Bir kimseyi bir şeyden, bir şey yapmaktan alı­ koymak, o işi yapmasını engellemek: Onu bu işe girmekten alıkoyamazsın. Sizi yo­ lunuzdan alıkoymak istemem. Seni işin­ den alıkoymayayım. Seni mutlu olmaktan kim alıkoyuyor? --3 . Bir şeyi alıkoymak, geri verilmesi gereken bir şeyi vermemek; ayırmak; saklamak: Otelci, paralarını öde­ meyen müşterilerinin eşyalarını alıkoydu. Bu birkaç şişeyi erbabı için alıkoyuyorum. En iyisini kendine alıkoydu. —4. Bir kim­ seyi yemeğe, yatıya alıkoymak, onu evin­ de yedirmek, yatırmak. ♦ alıkonmak, alıkonulmak edilg f Alıkoymak eylemine konu olmak: Kara­ kolda on saat alıkonmuş. AUKO YUCU sıf. Fizs. kim. Birçok anor­ ganik iyonla kompleks oluşturarak, alışıl­ mış tepkimelerle bu iyonların çökelmesi­ ni önleyen ürüne denir. (Fosfatlar sık sık kullanılan anorganik alıkoyucu etkenler­ dir.) ALIM. a. 1. Almak eylemi. —2. Canlı bir varlığın (özellikle de bir kadının) tanımlanamayan, gizemli, benzersiz çekiciliği; hava, cazibe: Güzel değil ama alımı var. Bir ceylan atımıyla yanımdan geçti. Yürü­ yüşündeki alım. —3. Bir kabın, bir yerin kapasitesi; sığa: Alımı fazla bir tanker. —4. (Bir kimsenin, paranın) alım gücü, onun mal ve hizmetleri elde edebilme ola­ nağı: Artan enflasyon karşısında halkın alım gücü azalmaktadır. || Alım satım, sa­ tın alma ve satma işi: Alım satım işiyle uğ­ raşmak. Arsa alım satımı. —Bors. Sürekli alım satım, mali aracılara, borsa saatleri dışında müşteriyle menkul değer alım satımları yapmaları konusun­ da tanınan yetki. (İstanbul Menkul kıymet­ ler borsası düzeninde, geçici bir süre için tahvil işlemleriyle ilgili bazı istisnalar ka­ bul edilmiş olmakla birlikte esas itibariy­ le, borsaya kote kıymetler için mali aracı­ lara böyle bir yetki tanınmamıştır.) || Yük­ selen fiyatlarla devamlı alım, bir borsa muamelecisinin, bir şirkete ait hisse sene­ di mevcudunu, yükselen fiyatlarla birlik­ te giderek artırmak amacıyla, kıymetler borsasında art arda yaptığı alımlar. —Huk. Alım-satım -» SATIŞ —Muhs. Bir işletme tarafından ya olduğu gibi tekrar satılmak ya da değiştirilmek, tüketilmek, nihai mallara katılmak üzere satın alınan mal, hak ve hizmetlerin tümü. ALIM a. Esk. Alacak, hak: "Bugün bir alumumuz almak gerektir’1(Antername, XIV. yy.). "Bir gün alımın isteyü bir borç­ lusuna vardı" (Tezküretü'l-Evliya tercü­ mesi, XV. yy.). ALIM CI a. Dolaysız vergileri toplamak­ la görevli memur. (Eşanl. TAHSİLDAR) ALIM C IL sıf. ve a. Yörs. Bir şeyi alma­ ya istekli görünen kimse için kullanılır ALIM KÂR sıf., be. (türk. alım, fars. -kar’dan alımkâr). Almaya gönüllü, istekli kimse, bu kimsenin tutumu için kullanılır: Pek alımkâr değildi. Alımkâr görünme­ mek. A LIM LA M A K g. f. Bir bildirimi alımlamak, onu tarihsel, kültürel bağlamda ve bireysel birikime bağlı olarak kavramak Bir metni, metnin içeriğini alımlamak ♦ alımlanmak edilg. f. Alınmak, an laşılmak, kavranmak. A LIM LAN M AK - ALIMLAMAK A LIM LAYIC I a. Alımlayan kimse; alıcı: Alımlayıcı, yazınsal metni, donanımı, bi­ rikimi ile orantılı olarak çözebilir. ALIM LI sıf. ve a. Esk. Alacaklı: "Borçlu kişi alımlu katında eminlerden olsa'' (Ger



miyanlı Ahmet Dai, XV. yy.). ALİM Lİ sıf. 1. Güçlü bir çekiciliği, alımı olan kimse, bu kimsenin davranışları için kullanılır; cazibeli: Güzel değil ama alımlı bir kadındır. Alımlı bir duruş, hareket. —2. Güzel, gözalıcı giysi, eşya vb. için kullanılır. —3. Alımlı çalımlı, gözalıcı gös­ terişli. A LIM LILIK a. Alımlı kimsenin niteliği: Alımlılığıyla dikkatleri üzerinde toplamak. ALIM SIZ sıf. Alımı, çekiciliği olmayan kimse, şey için kullanılır; cazibesiz. A LIM S IZ LIK a. Alımsız kimsenin niteliğiÂLIN, -İni a. 1. İnsan yüzünün saç kök­ leri, kaş çıkıntısı ve şakak çukurları ara­ sında kalan bölümü. —2. Geniş bir nes­ nenin ön yüzü, ön bölümü: Bir binanın alnı. —3. Alın açmak, her türlü aşağılık dav­ ranışı hiç ses çıkarmadan kolayca benim­ semek, sineye çekmek: Böylesi alçaklık­ lara alın açarak yaşamak ölümden de kö­ tüdür. ||Alın çatısı, iki kaşın arası: Alnının çatısını sıkarak, başının ağrıdığını belirt­ mek istiyordu. Alnının çatısına bir yumruk atmak. \\Alın derisi değil, davul derisi, ar­ sız ve utanmaz kimselerin bu yönünü be­ lirtmek için söylenir: En ağır sövgülere bile aldırmıyor, adamınki alın derisi değil, da­ vul derisi sanki. ||Alın teri, emek, çaba, ça­ lışma: Ekmeğini alnının teriyle kazanmak. Alın terine saygı göstermek. ||Alın teri dök­ mek, bir iş için çok emek vermek, zahmet çekmek: O tarlayı açmak için çok alın te­ ri dökmüştü. ||(Bir işten) alm açık çıkmak, bir işi onurla, ödün vermeden, başarıyla sonuçlandırmak; bir işte suçu olmadığı anlaşılmak. ||Alm açık yüzü ak, bir kimse­ nin utanacağı bir şey bulunmadığını, te­ miz ve dürüst bir insan olduğunu belirt­ mek için söylenir. \Aİm secdeden kalkma­ mak, namazım hiç aksatmamak, dinine çok bağlı olmak: Yaşlı adam, alm secde­ den kalkmayan dini bütün biriydi. \\Almna kara sürmek, çalmak, bir kimseye ifti­ ra ederek, kötü tanınmasına yol açmak. ||Alnında, alnına yazılmış, dinsel inançla­ ra göre yazgısı önceden belirlenmiş; yaz­ gı: Ne yapsak boşuna, alnımıza yazılmış olanı değiştiremeyiz. \\(Bir kimseyi) alnın­ dan öpmek, bir kimseyi kutlamak, takdir etmek: Yarışmayı kazanınca alnımdan öpmüş, övücü sözler söylemişti. \\Almm karışlamak, bir kimsenin gücünü ve yeteneğini küçümseyerek ona meydan okumak: Bana hırsız diyecek adamın alnını karışlarım. \\Almmn akıyla, başarısızlığa, ayıplanacak, kınanacak bir duruma düşmeden; onurla: Bugüne kadar girdiği her işten alnının akıyla çıkmıştı. \\Almmn damarı çatlamak, bir işi başarmak için aşırı ölçüde sıkıntı ve güçlük çekmek; göbeği çatlamak. |\Almmn kara yazısı, kötü kader, kötü talih: Neylersin, alnının karayazısı böyleymiş. Vah benim almmın karayazı­ sı! —Anat. Alın kemiği, kafatasının ön üst bö­ lümündeki yassı kemik. (Bk. ansikl. böl.) \\Alın kası, alın siniri (Bk. ansikl. böl.). —Böcbil. Başın, ortadaki basit gözleri ta­ şıyan orta parçası. JiAlın bezi, asker ter­ mitlerin alnında bulunan salgı bezi. (Ucu bir çeşit hortumla sona eren bu bez, uzak­ tan yapışkan bir sıvı fışkırtarak karıncala­ rı uyuşturur.) \\Alın çukurcuğu, termitler­ de alın bezinin açıldığı baş üstü çukurcu­ ğu. Dalga ve tıtr. Dalga alm, bir dalga dizi­ sinin ya da tek bir dalganın yayıldığı yan­ da karşılaşılan süreksizlik yüzeyi ya da çizgisi; tek dalganın önündeki uzanım sı­ fırdır - Denize İskele alm, aenize doğru uza­ nan Pır İskelenin kıyıya koşut olan ve de­ niz yânında kalan düşey yüzeyi.



—Esk. sil. Alın siperliği, sıperlıklı miğfer tü­ ründe, savaşçının yüzünü kesici silahlar­ dan ve güneşten koruyan parça. \\Mınzır­ hı, yakın savaşta, düşmanın silah darbe­ lerinden korumak için hayvanların başı­ na geçirilen zırh başlık. (Bk. ansikl. böl.)



||Parçalı alın zırhı, d ört parçadan oluşan hayvan alın zırhı. ||Yekpare alın zırhı, tek parçadan yapılmış, ana zırh gövdesinden oluşan ve sabit tepelikli alın zırhı. — Fiz. Alın yüzü, devingen bir katının d o ­ ğurd u ğ u silindirin dik kesiti. (Bir akışka­ nın, yer değiştiren bir katının devinimine karşı gösterdiği direnç, bu katının alın yü­ züyle doğru orantılıdır.) — Folk. Alın falı, alındaki çizgileri yorum ­ layarak bakılan fal. (insanın kişiliği ve g e ­ leceğinin alnında yazılı olduğu inanışın­ dan kaynaklanır.)



—Geleneks. giy. Alın çatkısı, eskiden ka­ dınların kullandığı bir tür alın bandı. (Bk. ansikl. böl.) peleneksel kesimde, kadın­ ların verevine katlayarak alınlarına bağ­ ladıkları yazma. (Alın çekisi de denir.) —Geom. Bir P düzleminin alm, P yi bir alın düzlemiyle keserek elde edilen (I, f ) doğrusu. (Bunun f yatay izdüşümü yer ek­ senine koşuttur.) — Geom. ve Tek. res. F0 izdüşüm alın düzlem ine koşut bir doğru ya da düzlem.



\\Alın düzlemini değiştirme, arıçizim için yeni bir karşılaştırma ikidüzlemlisinin seçimi; burada yatay izdüşüm düzlemi korunur. (Bk. ansikl. böl.) ||8/> doğrunun ya da bir düzlemin alın izi, doğrunun ya d a düzlem in F0 la arakesiti; bu arakesit, kuşkusuz doğru ya da düzlem alınsal değilse vardır. (Terim ancak yatay iz farklı old u ğunda düzlem için anlam kazanır.) jj



Bir doğrunun ya da bir noktanın alın izdüşümü, sözkonusu doğrunun ya da noktanın F0 üzerindeki dikgen izdüşümü.



\\F0 izdüşüm alın düzlemi, tasarı geom et­ ride kullanılan iki izdüşüm düzlem inden biri. (DÜZEY İZDÜŞÜM DÜZLEMİ de denir.) — Havc. Alın yüzü, bir gövdenin ya da herhangi bir cism in atmosfer içindeki yer değiştirm e yönüne dik, maksimum yüzey kesiti. — inş. Bir taşın, bir tuğlanın duvara yer­ leştirildikten sonra açıkta kalan bölümü. (Duvar içine göm ülen kısım KUYRUK’tur.) \\Alın süsü, bir baca gövdesinin alt bölü­ m üne yerleştirilen bezem e öğesi. —Jeom orfol. Cuestaalnı, cuestanın, d ir­ sekli aşındırmayla oluşm uş dik yamacı. (Eşanl. CUESTA KAŞI, CUESTA CEPHESİ.) — Karş. anat. Om urgalılarda başın g öz­ lerden kafatasının tepesine kadar uzanan bölüm ü, jj Eklem bacaklılarda başın ben­ zer bölüm ü. \\Alın kemiği, bütün om urga­ lılarda (yuvarlakağızlılarla kıkırdaklı balık­ lar hariç) kafatasının kubbesini oluşturan kemik. (Balıklarda göz çukuru üstü kana­ lının bir bölüm ünü oluşturur.) — Nörol. Alın lobu, her beyin yarımyuva-, rının, Rolando yarığının önünde ve Sylvius yarığının üstünde kalan kısmı. (Alın lo­ bunun ön kısmı [alın kutbu] alın kem iği­ nin dikey kısmının arkasında yer alır ve gözçukuru kubbelerinin üstüne oturur.) [Bk. ansikl. böl.] jjAlın sendromu, yükse­ len alın kıvrımı hariç, alın lobunun uğra­ dığı hastalığın semptomlarının tümü (yük­ selen alın kıvrımlarının hastalıkları öteden beri Rolando yarığı sendromları arasında sayılır). [Bk. ansikl. böl.] — Opt. Alın uzaklığı, bir gözlük camının odak noktasına uzaklığı. (Eşanl. F R O N T A L UZAKLIK.) —Yerbil. Sürüklenmenin ya da bindirm e­ nin m aksim um ilerlemesine ya da yapı­ sal düzeyler arasında ayrılm aya karşılık gelen yapısal sınır. (Eşanl, CEPHE.) —Zool. Alın bûlütü, solucanlarda baş bö­ lüm ünü oluşturan parçalardan biri. — Zootekn. Alın nişanesi, bazı atların al­ nında bulunan beyaz leke. (Çeşitli biçim ­ de ve büyüklükte olabilen alın nişaneleri atların kim liğinin saptanm asında önemli rol oynar.) —ANSİKL. Anat. Alın kemiği, kafatasının ön kısmında, ortada yer alan bakışımlı bir kemiktir, iki kısmı vardır: biri, yani dikey kısım yankafa kem ikleriyle ve kamamsı kem iğin büyük kanatlarıyla eklemlenerek kafatası kubbesinin oluşum una katılır; öbürü, yani yatay kısım ya da göz-burun bölüm ü, burun boşluklarıyla göz çu kur­



larını Oluşturur. Alın kası, alın derisinin altında yer alan bir deri kasıdır; kafatası aponevrozunun ön kenarından doğar, kaş bölgesine ka­ dar uzanır. Alın siniri, üçüz sinirin (trigeminus) dal­ larından biri olan VVİllis göz sinirinin uç da­ lıdır. Alın siniri kovucuklu sinüsten doğar, göz çukurunun üst kısmından geçer, al­ nın, üst göz kapağının ve burun kökünün örtülerine dağılır. —Ed. Alın, beyaz ve parlak olduğu için divan edebiyatında Güneş'e, Ay’a ve Zühre’ye benzetilir. Saç ile birlikte ele alındığında saçın yanındaki görünüşü, nur olarak düşünülür. Yüzde hafif kavisli ve açık olarak bulunması tak, taht ve gü­ müş tahta benzetilmesine nedendir. Alnın hemen altında yer alan kaşlar dağ'a (damga, yara) ya da eskiden alna bağla­ nan şeride (serbend) benzetilir. —Esk. sil. Tunçtan yapılmış İtalyan ve yu­ nan alın zırhları, Napoli müzesi’nde ser­ gilenmektedir. Doğu’da, atların başını de­ mir halkalı ağlarla birbirine bağlanmış çe­ lik levhalarla koruyorlardı. XII. yy.’da alın zırhları, atın beden örtüsünün başlık bö­ lümüne eklenen haşlanmış kösele ve ma­ deni ağdan güçlendirici parçalardan olu­ şuyordu. XIII. ve XIV. yy.’larda alın zırhı, deri kaplı mukavvadan yapılır ve gözleri korumak için demirden korkuluklar ekle­ nirdi. XIV. yy.’ın ortalarından başlayarak soğuk dövme ile gerçek kuyumculuk eserleri olan alın zırhları yapıldı. Genellikle tek parça olarak dövülen ve delikli göz mahfazaları ve kulaklıkları olan alın zırh­ larına, menteşeli yanaklıklar da takılıyor­ du. Turnuvalarda kullanılan atlar, bazen göz korkulukları kapatıldığından, hemen hiç görmezlerdi. —Geleneks. giy. iki parmak genişliğinde, bürümcük, canfes, ya da kadifeden ya­ pılır, üzeri ipek ve sırmayla işlenirdi. Saç­ lar örüldükten sonra kâküller üzerinden alna bağlanıp arkada düğümlenir, dü­ ğüm örgüler arasına gizlenirdi. Tanzimat öncesinde çok yaygındı. Başağrısını din­ dirmek için alna sıkıca bağlanan daha en­ lilerine kaşbastı* denirdi. —Geom. Alın düzleminin değiştirilmesi'nde, yatay izdüşümler, arıçizim üzerinde olduğu gibi bırakılır; bir M (m, m ') noktasının yeni m) alın izdüşümünün ye™(KÎ. Yi) yer ekseninden uzaklığı, m‘ ün (y'y) den uzaklığına eşittir. Yatay izdüşüm m ve dolayısıyla aradoğru bilinirse, yeni mealin izdüşümünü bulmak için kodu aradoğruya aktarmak yeterlidir.



alın düzleminin değiştirilmesi —Nörol. Alın lobu. Üç bölgeye ayrılır: ha­ reket bölgesi, önhareket bölgesi ve önalın lobu ya da alın kutbu. 1. Hareket bölgesi (ya da yükselen alın kıvrımı), Rolando yarığının önünde, önha­ reket bölgesinin arkasındadır. Dokusal açıdan bakılırsa, bu bölgenin, büyük boy nöronlar (Betz hücreleri) içeren dev pira­ midal taneciksiz görünümde bir korteks olduğu söylenebilir. Bu bölge hareketin hazırlanmasına katılır. Yükselen alın kıv­ rımının üzerinde vücudun bütün kasları­ nın somatotopik bir temsili yeri vardır. Bu



bölgedeki doku bozuklukları, bozulan bölgeye karşılık gelen kasta felce yol açar. 2. Önhareket bölgesi, hareket bölgeleri­ nin önünde yer alır. Bu bölge 6 ve 8 nu­ maralı Brodmann alanlarına karşılık ge­ lir. 6 numaralı alan hareket bölgelerinin son kontrol görevini yapar, 8 numaralı alan göz hareketlerini denetler. Önhare­ ket bölgesindeki doku bozuklukları hare­ ket eyleminin dinamiğinde ve karmaşık hareketlerin yapımında çözülmeye yol açar. 3. Önalın bölgesi (ya da alın kutbu), ön­ hareket bölgesinin önünde yer alır. Bu­ rası davranışta ve bellekte önemli rol oy­ nayan birleştirici bir bölgedir. Buradaki bozukluklar akineziye, zihinsel bozukluk­ lara ve manyak tipte mizaç bozuklukları­ na yol açar.



•Alın sendromu. Çeşitli nörolojik belirtilerin birlikte görüldüğü genellikle ağır ruh­ sal bozuklukları içerir. Bozukluklar her şeyden önce zihinsel­ dir, dikkatte eksiklik.ve yeni durumlara uyumda yetersizlik vardır; bu da dıştân görülen ve bir tespit amnezisiyle kendini gösteren bellek bozukluklarını açıklar. Yüksek zihinsel sentez işlevlerinin yitiril­ mesi ve buna ek olarak muhakeme ve özeleştiri yeteneklerinin kaybı özellikle ağır bir görünüm oluşturur. Timik bozukluklar erken başgösterir. Genellikle iyimserlik ve keyiflilik şeklinde beliren bir mizaç genleşmesi olur; konuş­ ma çok önemli, çocukça, kelime oyunla­ rına, cinaslara, maskaralıklara heveslidir. Bu belirtisel davranışlar "moria” (delilik) diye adlandırılır; bu belirtilere ek olarak öbürîuk ve cinsel coşkunlukla birlikte bir de içgüdüsel eğilimlerde başıboşluk gö­ rülür. Davranış bozuklukları bu anlatılanlar­ dan doğar. Ruhsal-devimsel etkinlik çok zayıftır, düşüncede ve dilde yavaşlama vardır. Ayrıca insiyatif ve çevreye karşı il­ gi yok olur. Üstelik bir de suç sayılan ey­ lemler (hırsızlık, vb.) başgösterir ve adli tıbba ilişkin sonuçlar doğurabilir. Genellikle bir arada görülen çeşitli nö­ rolojik belirtiler şöyle sıralanabilir: a) bir şeyi istemeden tutma, yakalama ol­ gusu (grasping reflex). Çoğu zaman has­ ta, kendisine gösterilen nesneye doğru elini fırlatır (mıknatıslanma); b) 6 numaralı Brodmann alanının bozul­ masından ileri gelen çeşitli refleks tepki­ leri (özellikle Rossolimo refleksi, Mendel -Bechterev refleksi ve Hoffmann belirtisi); c) 8 numaralı Brodmann alanının bozuk­ luğundan doğan göz devindîrici belirtiler: bir sara nöbeti sırasında başın ve gözle­ rin birlikte yöneşmesi(hasta bu sırada çır-



373



alın



alın 374



1



V



o



yaoim mu şematik ilkeleri 1, iSivri alınlık ACB: AH = HB = HO 2 Basık alınlık ACB: AB = AO = BO {o c açısı, sivri alınlığa göre ' dahak J



Çeşitli alınlık tipleri 1. Etekli üçgen alınlık 2. Eteksiz alınlık 3. Gözlü alınlık 4. Kesik tabanlı üçgen alınlık 5. Kemerli alınlık 6. Kıvrımlı, kesik kemerli alınlık 7. Koltuklu alınlık 8. Yanlarda girintili çıkıntılı ve kesik tabanlı, kemerli alınlık



pınarak kasılmış kol ve bacaklarına ba­ kar). Burada en önemli belirti gözlerin or­ tak devingenliğindeki felçtir: bu felç istem­ li hareketleri, bozukluğun bulunduğu ye­ rin karşıt yanında etkiler, görülen ortak sapma sağlam kalan yarımyuvarın basit üstünlüğü şeklinde kendini gösterir. Her yönde istemli göz hareketlerinin felci, 8 numaralı alanın ikiyanlı bozuklukları sıra­ sında görülür, çoğu zaman bu durumda bir de göz tespit otomatizminde bir taş­ kınlık olur (Holmes spazmodik tespiti); d) "yürüme ataksisi” nin baskın olduğu, - duruş bozukluklarıyla belirgin denge bo­ zuklukları ortaya çıkar; e) koklama soğancığının bozulmasına bağlı koklama bozuklukları (koklamada azalma ya da büsbütün yokluk) görülür; I) üstün yarımyuvarın üçüncü alın kıvrımı­ nın dip kısmının bozulması sonucunda salt hareket afazisi ya da Pierre Marie anartrisi ortaya çıkar. Bozukluk konuşma hareketinin yapılmasına ilişkindir, oysa sözlü ya da yazılı kavrama normaldir; g) aynı şekilde bir de apraksi görülebilir. Bu takdirde bir de ağız-yüz apraksisi söz,konusudur: hasta ağız ve dil hareketleri­ ni istemli olarak yapamaz, istemli olarak yutkunamaz (bu durum yükselen alın kıv­ rımının alt kısmındaki bir bozukluktan ile­ ri gelir; böyle bir apraksinin hareket afa­ zisiyle sıkı bağlantısı vardır); ayrıca birin­ ci alın kıvrımındaki bir bozukluğa bağlı , olarak yürüme apraksisi vardır; h) nihayet, bol terleme, nabız, tansiyon, solunum değişiklikleri ve bunamayla bir­ likte büzgenkas bozuklukları şeklinde or­ taya çıkan nörovejetatif bozukluklar gö­ rülür. Böyle bir alın sendromu çeşitli etiyolojik durumlarda görülür: a) Damar sendromlarındaalın semptomatolojisi bir beyin kanaması, bir sertzar altı hematomu, bir beyin-beyinzarı kana­ ması şeklinde ortaya çıkabilir. Ama alın sendromu beyin yumuşamaları sırasında en çok görülür: özellikle beyin ön atarda­ marı alanındaki yumuşamalarda ve daha çok ikiyanlı olarak daha belirgindir. Ter­ sine, doku bozukluklarının genellikle da­ ha yaygın olduğu silvius atardamarı ala­ nındaki yumuşamalarda daha az belirgin­ dir. b) Başlangıçta alın urları akıl bozukluk­ larıyla ortaya çıkar; anosmi ve zorunlu ya­ kalama olgusu hep vardır. c) Kafatası-beyin travmaları bazen trav­ ma sonrası saraların ve çoğunlukla bir anosminin nedenidir. d) Menenjitler ve beyin apseleri de alın sendromuna yol açabilir. e) Pick*yaşlılıköncesi bunamasıysa,ta­ mamen bir alın semptomatolojisiyle ken­ dini gösterir.



zilen altınlardan, kâkül üstüne gelen kü­ (XIII. yy.). Selçuklu sultanı izzettin Keyka­ çük altınlara verilen ad. vus H'nin ayaklanmasını bastırmak üze­ re Anadolu'ya gönderildi. Antalya'ya ka­ —Kuyumc. XIV. yy. sonunda ve XV. yy.' çan Keykavus ll’nin komutanlarını Altunada başa takılan altın ya da gümüşten çember. ba kervansarayı yakınlarında yendi. Ka­ ramanlı ayaklanmasını bastırdı. Karaman—Mim. Cephe, açıt, mobilya gibi öğele­ lılar’ı destekleyen selçuklu komutanlarını rin üçgen biçiminde ya da yatay bir ta­ idam ettirdi. ban üzerinde kemerli tepeliği; genellikle genişliği yüksekliğinden fazladır ve silmeli ALİNDİ a. Postc. Göndericiye yollanan bir çerçevenin kuşattığı bir tabladan olu­ şeyin gönderildiği yere teslim edildiğini şur. (Eşanl. FRONTON.) [Bk. ansikl. böl.] bildiren belge; makbuz: Bir taahhütlü I ||Alınlık tablası, bir alınlığın lentosuyla iki mektubu, alındılı olarak göndermek. eğik kenarı ya da bir açıt tepeliğinin yük­ —Bilş. Bir mesaj alındığında, yanlışsız ak­ tarıldığını belirtmek için verilen işaret. || selen yan bölümleri arasında kalan, dolu ya da şebekeli'yüzey.—Bir açıtı üstten sı­ Alındı bildirmek, bir mesajın yanlışsız alın­ nırlayan dolu, şebekeli ya da dolgulu du­ dığını belirten bir işaret yayınlamak. (A sü­ var. (Eşanl. KEMER TABLASI.) [Bk. ansikl. reci B sürecine bir M mesajı gönderiyor­ böl.] ||Kesik alınlık -* KESİK" ALINLIK. sa, M mesajı yanlışsız alındığında B sü­ —ANSİKL. Mim. • Alınlık. Eski Yunan’da reci bir alındı işareti yayınlayarak, A sü­ ve Küçük Asya'da konut, başlangıçta, recine bu mesajın alındısını bildirir. Genel­ dar kenarından bir revakla (pronaos) gi­ likle, alındı bildirilmezse, A süreci, mesajı rilen dikdörtgen bir odadan oluşurdu. Bu B sürecine yeniden yollar.) revak beşik çatının eğimli yüzeylerini, alın­ —Denize. Başka bir gemiden verilmiş işa­ lık oluşturan üçgen biçiminde bir öğe yar­ retlerin anlaşıldığını bildiren uzlaşmalı işa­ dımıyla taşıyordu. Üçgen öğe, geride yer ret. alan kalkan duvarının bir benzeriydi. Yu­ ALINDILI sıf. Kayba uğramadan yerine nan tapınağı bu örneği yeniden ele ala­ ulaşması için fazla para ödeyerek posta­ rak, iki alınlıktı sürekli bir sayvan oluştu­ ya alındı karşılığında verilen gönderi; ta­ racak biçimde, revağı dört cepheye de ahhütlü. yaydı. Tabla önceleri çıplak bırakıldığı için, saçaklıkla çatının eğimli yüzeyleri ALINGAN sıf. ve a. Sürekli kendisine ki­ nci davranıldığını düşünen; çabuk kırılan, arasında kalan bu üçgen bölümlerin öne­ hassas kimse için kullanılır: Çok alıngan­ mi pek anlaşılamadı. Daha sonra, tabla dır, şaka kaldırmaz. Hassas, alıngan bir yüzü alçak ve yüksek kabartma heykel­ kız. lerle (i.O. VI. ve V. yy.) bezenerek değer­ lendirildi. Bu heykeller, akroterin öğelerin­ ALING ANLIK a. 1. Alıngan olma duru­ ce zaten belirtilen frontaliteyi vurgulaya­ mu, alıngan kimsenin niteliği: Alınganlığı cak biçimde düzenlenmişti. Alınlık ve ta­ bırak. Alınganlığıyla çevresini huzursuz şıyıcılarından oluşan bütün, başka bir de­ etmek. —2. Alınganlık etmek, alıngan bir yişle ön cephe, anıtsal giriş anlayışına kimse gibi davranmak: Gereksiz yere bağlı olarak gitgide özel bir değer kazan­ alınganlık ediyorsun, o seni incitmeyi ak­ maya başladı.Bu tema Romalılarda da ele lından bile geçirmez. alındı. Romalılar, alınlığı herhangi bir açık­ ALINLI sıf. Nit. sıf. + alınlı, alm belirti­ lığı taç biçiminde süslemede kullandı; bi­ len nitelikte olan kimse, yapı için kullanı­ çimini değiştirerek öğelerini birbirinden lır: Dar alınlı bir adam. Geniş alınlı bir ya­ ayırdı (yuvarlak, ayça ya da V biçiminde pıyontulmuş, kesik alınlıklar). ALINLIK a. Esk. sil. Zırhın alnı örten böYaklaşık bin yıllık bir aradan sonra (bu



AL1NCAK MOYAN, ilhanlı komutan



Sorı yargı



(1120- 1135 e doğr.) Sainte - Fo;x öe Congues kilisesi ndeki (Aveyron) ban taçkapının alınlık tablası lümü. —Savaşta, hayvanların başlarına takılan koruyucu zırhın alna gelen bölü­ mü. —Ev eşy. Esk. Bir yatağın kolonları bo­ yunca sarkan kumaş şeridi —Bir pence­ renin üstünü çevreleyen ve perdelerin üst kısmını örten kumaş şeridi. —Bir sandı­ ğın, çekmecenin köşelerini pekiştiren ma­ deni köşebent. —Geleneks. giy. Geleneksel kadın baş süslemesinde, alna gelecek biçimde tut­ turulan, renkli taşlarla süslü, zincirli, gü­ müş ya da benzeri madenlerden yapılmış takı. —Kadınların başlarına taktıkları fes ya da tepeliğin önünde bulunan altın di­ zisi ya da kümesi. —Fesin çevresine di-



süre içinde benzer bir arayış gotik açıt tepeliği'ne ulaştı) Rönesans, alınlığın sun­ duğu biçimsel anlatımı yeniden buldu. Barok sanatçılar, yeni denemelerle alınlı­ ğın çeşitlerini artırarak düşsel mekânlar yarattı; hatta işi, kuzeydeki soylu malikâ­ nelerinin kalkan duvarlarına alınlık yapa­ cak kadar ileri götürdü. Buna karşılık yeniklasikçilik önceleri yalnız tanrılara ayrı­ lan üçgene amblem ve ünlü kişileri yer­ leştirerek alınlığı simgesel değerine ka­ vuşturmaya çaba gösterdi. • Alınlık tablası. Mykenai'de, Arslanlar kapısı'nın lentosu üzerindeki üçgen boşlu­ ğu doldurmak için Yunanlılar, yontulmuş ortostatlar kullandı. Büyük Yunanistan'da-



alışkanlık ki arkaik tapınaklarda, alınlığın düzenli ör­ gü sıralarından oluşan yüzeyi çıplak bı­ rakılıyordu; oysa, Eski Yunan’da metopelerdeki figürleri bütünlemek için bu alan, yontulmuş ve boyanmıştı. Klasik dönem­ de, (örneğin Parthenon’da) bir yuvanın fonunu oluşturan ortostatların yapısı, göl­ gede kalan üçgen içinde düzenlenen yüksek kabartma bir heykelle pekiştirildi. Roman ve gotik dönemlerde, bir taçkapı kemerini kapatma gereği, lento ve alınlık tablası çözümüyle birlikte, dekora­ tif heykeli de yeniden ortaya çıkardı; bu­ rada yargı sahneleri, incil'den öyküler, Meryem'in taç giymesi betimlendi. Daha ender olarak da, açıt üstündeki boşluk bir vitrayla kapatıldı. ALIN M AK gçz. f. (Bir kimseye, bir şeye, bir şeyden) alınmak, bir kimseye, incitici gelen bir sözü, davranışı nedeniyle kırıl­ mak, gücenmek; kendisine yaralayıcı bir biçimde davranıldığı kanısına varmak: Bana bu biçimde davrandığı için ona çok alındım. Bu sözlerine alındım. Bundan alınman için bir neden yoktu. ALIN M AK







A LM AK .



Tanrı'dır. Ne olacak, nasıl olacak, niçin olacak, ne zaman olacak, ne çapta ola­ cak ya da olmayacak? Hepsini Tanrı bi­ lir. Yalnızca bilmekle kalmaz, belirler, belirlemiştir. Bir “ ana kitap” (el-Levh ul - Mahfuz) vardır.Her şey burada bir bir ve ayrıntılarıyla yazılıdır. “ Kader” ölçü, “ takdiri’se ölçmektir. Her şey “ kader” çerçe­ vesi içindedir. "Takdir” eden Tanrı'dır. Yani Tanrı, her şeyi çok önceden ölçmüş, biçmiştir, insanların mutluluk ve mutsuz­ lukları da bunun içindedir. Bu dünyada ya da öbür dünyada kim mutlu (said), kim mutsuz (şaki) olacaksa, yazgısı içinde Tanrı’ca bellidir. Bu yazgı, hiçbir zaman değiştirilemez. Alınyazısı İki aşamalıdır: 1. Kader aşaman. Bu aşamada uygula­ ma yoktur. Yalnı oa yazgı vardır. Neyin ne olacağını ya da olmayacağını belirle­ me vardır. Her şey belirlenir ve yazılır. Yazılar ana levhadadır. Bu levha, herkes­ ten saklıdır ve korunmaktadır. Bu levha­ daki bilgilere, Tanrı’dan başka bir de Tanrı'nın yakın melekleri, elçileri ulaşabilir. 2. Uygulama (kaza) aşaması. Birinci aşamada yer alanlar, bu aşamada uygu­ lanıp gerçekleştirilir. Alınyazısı, tüm İslam mezheplerince ay­ nı biçimde kabul edilmez: Bu kavramı hiç kabul etmeyenler de vardır. Mutezile*, bunlar arasındadır. Alınyazısının birinci aşaması olan “ kader", zamanla sınırlı gö­ rülmezken, ikinci aşaması olan “ kaza", zamanla sınırlıdır. "Tanrı'nın yazdıklarına göre gerçek­ leşen uygulama kararı konusunda önce "En yüceler kurulu” demek olan "el Meü’l-Alâ” ya bilgi verilir. Bu kurulun üyeleri, “ yüksek rütbeli melekleri’den oluşmaktadır. Karar ve yapılacak iş, ilgili meleklere bildirilir ve uygulama, yazıya, yazgıya uygun olarak gerçekleştirilir. Alınyazısı, “ ecene de dile getirilir. Her şeyin bir “ ecel” i, yani “ belirlenmiş bir ya­ şam süresi" bulunduğu, Kuran1ın birçok yerinde açıkça anlatılır. “ Ecel'', "alınyazısı” içindedir. Alınyazısının değişip değişmeyeceği tartışmalıdır, islamda genellikle kabul edi­ len; "değişmeyeceği” dir. Bu görüşe sün­ ni kesimde karşı çıkan, pek yoktur. Öteki kesimde çıkanlarsa azınlıktadır. Alınyazı­ sının değişebileceğini ileri sürenler, “ ÜmmüTKİtab’ın (el-Levh ül-Mahfuz'uri), Tanrı’nın yanında olduğunu; dilediğini sil­ diğini ve dilediğini yazdığını" anlatan aye­ tin de içinde bulunduğu kimi ayet ve ha; dişlere görüşlerini dayandırmaya çalışır­ lar. Değişmeyeceğini savunanlarsa, bu tür ayet ve hadisleri, kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamakta, ayrıca de­ ğişmeyeceğini açıkça anlatan ayet ve ha­ disleri kanıt olarak ileri sürmektedirler.



A LIN S ALIK a. Koşumc. Atın alnından geçen ve iki kayışla başlığa bağlanan ko­ şum parçası. ALINTI a. 1. Alanında uzman bir kişiden ya da bir yazardan aktarılan söz ya da ya­ zı bölümü; aktarma, iktibas: Alıntılarınızı hangi yazarın, hangi yapıtından yaptığı­ nızı belirtiniz. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir kimseden ya da bir yapıttan alıntı yap­ mak, metne, bir kimsenin sözlerinden ya da yapıtından kimi bölümleri aktarmak; alıntılamak. —Koregr. ve Müz. Bir koregrafın, bir bes­ tecinin yapıtına aktardığı, kendi yaratısı ol­ mayan koregrafi ya da müzik cümlesi. —Mat. çözlm. Alıntı olmak, bir aileden ya da belli bir diziden alınmış elemanlarla oluşturulmak. (Bir yakınsak dizinin alıntısı olan bir dizi aynı limite doğru yakınsar.) —Müz. Geçici olarak, ana tonaliteden başka bir tonaliteye atlama. (Alıntı, tek bir akorla yapılabilir.) |j Bir bestecinin, bir başka besteciden yapıtına aktardığı tema ya da pasaj. —ANSİKL: Divan edebiyatında şiirde ve düzyazıda ayetler ve hadislerden alıntılar yapmak, yaygın bir uygulamaydı. "Kelam-ı kibar" denilen ünlülerin sözlerinden, dua ve dilek niteliğindeki cümlelerden alıntı yapılırdı. Namık Kemal, Muallim Na­ ci gibi tanzimat yazarları doğulu ve batılı yazarlardan sık sık alıntılara başvurdular. Öğretici nitelikte ürün vermeye düşkün pek çok yazar gibi Hüseyin Rahmi Gür­ pınar'ın romanlarında da türlü alıntılarla karşılaşılır, Ali Kemal’in kullanmaya düşkün olduğu alıntılar ise sözü süsleme ALIŞ a. 1. Almak eylemi ya da biçimi. ve anlatımı güçlendirme amacını güder. —2. Bir şeyi satın alma işi: Paranın alış Mecelle 'hükümle/i uzun zaman makale, gücü büyük ölçüde azaldı. Alışta zarar et­ köşe yazısı gibi türleri alıntı yoluyla mek. beslemişti. Cumhuriyet döneminde en —Oy. Satrançta, damada, rakibin taşını çok alıntı Atatürk’ün özdeyişlerinden almak eylemi. yapıldı. Edebiyat yapıtlarından alıntılara zaman zaman bilimsel ürünlerde de yer aALIŞIK sıf. Bir kimseye, bir şeye, bir şey yapmaya alışık, ona alışkın olan, onu verildiği görülür. Toplumbilimci Emre Kongar’ın çağdaş türk yazarlarından alın­ yadırgamayan kimse ya da şey için kul­ tıları bu uygulamanın örneklerindendir. lanılır: Çocuk sana alışık değil, onun için ağlıyor. Bu tür davranışlara hiç alışık de­ ALIN TİLAM A a. Alıntılamak eylemi. ğilim. iş yapmaya alışık, becerikli eller. Bu klavyeye alışık olmadığı için yavaş yazı­ A LIN TILAM AK g. f. Bir kimsenin met­ yor. nini, metnin bir bölümünü, sözlerini alın­ tılamak, onları, söylenileni doğrulama, A L IŞ IK (Şadri), türk sinema ve tiyatro kanıtlama, tartışma vb. amaçlarla metne oyuncusu (İstanbul 1925). Bir süre resim katmak; iktibas etmek. öğrenimi gördü. Amatörce başladığı A L IN Y A Z IS I a. Üstün bir güç (1939) tiyatroda, 1943’te profesyonel ol­ tarafından kararlaştırıldığı düşünülen, bir du (Raşit Rıza topluluğu). Küçük sahne, kimsenin ya da bir toplumun yaşamında Oda tiyatrosu, Kent oyuncuları, Oraloğyer alan olaylar dizisi, olaylar bütünü; lu, vd. topluluklarda pek çok oyunda rol yazgı, kader: Alınyazımda onunla bir kez aldı. 1945'te Günahsızlar ile başladığı si­ daha karşılaşmak varmış. Alınyazımız nemada 400 dolayında film çevirdi; 1961böyle, sonunda hep yalnız kalacağız. 62'deki Küçük hanım filmleri ve 1964’ten —ANSİKL. isi. Olacakların, her şeye ege­ başlayarak canlandırdığı Turist Ömer ti­ men olduğuna inanılan güç tarafından piyle ün yaptı; bu tipi 10 yıl sürdürdü. Jjnceden belirlenmesi, islamın tüm 1971 Antalya şenliği’nde Afacan küçük kaynaklarına göre, her şeyi belirleyen serserideki rolüyle "en iyi yardımcı erkek



oyuncu ödülü aldı. Diğer başlıca filmleri: iki süngü arasında (1951), Beş hasta var (1957), Düşman yolları kesti (1958), Şa­ ka ile karışık (1965), Ah Güzel İstanbul (1966), Dertli gönlüm (1968), Dertli (1973), Ben sana mecburum (1976), Se­ yahatname (1979, TV dizisi), Kartallar yüksek uçar (1984, TV dizisi), Çalıkuşu (1985, TV dizisi), Saat sabahın dokuzu (1986, TV dizisi).



XVII. yy.’ın ilk çeyreğinden bir cephe. Bir üçgen alınlık, yanlarında girintili çıkıntılı ve kesik tabanlı bir kemerli alınlık ve kalkan duvarında kıvrımlı, kesik kemerli bir alınlık üst üste gelecek biçimde düzenlenmiştir. ( Saint-Etienne-du-Mont kilisesi, Paris)



A L IŞ IK L IK a. Alışık olma durumu. ALIŞ ILM AK -



ALIŞ M A K.



ALIŞILM IŞ sıf. ve a. 1. Belirli aralıklarla tekrarlanan, tekrarlanması beklenen şey için kullanılır; mutat: Başbakanın alışılmış görüşmelerinden biri. —2. Alışılmışın dışında, olağan olmayan. ALIŞKAN sıf. Alışkın. ALIŞ K A N LIK a 1. Bir kimsenin sürekli yineleme sonucunda edindiği davranış biçimi: Erken yatıp erken kalkma alışkanlığı. Alışkanlıklarına bağlı olmak. —2. Bir toplumda süregelen davranış biçimi: Toplu yaşama alışkanlığı. Artık kaybolmaya yüz tutan alışkanlıklar. —3. Sık sık deneyerek ve uygulayarak her­ hangi bir işi, eylemi, dikkati yoğunlaştır­ maya gerek kalmadan kolaylıkla yapabil­ me yetisi, becerisi: Direksiyon alışkanlığı. Kalabalık önünde konuşma alışkanlığı. —4. Bir kimsede sürekli yapma ve yine­ leme sonucunda ortaya çıkan davranış biçimi: Bunlar alışkanlıkla söylenen sözler, kasıtlı sözler değil. Parmak emme alışkan­ lığından bir türlü kurtulamadı. —5. Bir şeyin kişide ihtiyaç uyandıracak biçimde yinelenerek kullanılması; tiryakilik: Uyuşturucu alışkanlığı. —6 Bir şeyi alışkanlık edinmek, onu sürekli yineleye­ rek huy haline getirmek: Son günlerde gece geç gelmeyi alışkanlık edindi. |j (Bir işi yapmada) alışkanlık kazanmak, bir kimseden söz ederken, o işi yapabilmek,



Sadri Alışık Gelişim arşivi



alışkanlık 376



yapmada ustalaşmak: Bu makineyi kul­ lanmak zor gelmiyor artık, alışkanlık kazandım. || (Bir şeye) alışkanlık peyda et­ mek, onu alışkanlık haline getirmek; o şe­ yi ustaca kullanır duruma gelmek; o şe­ ye bağışıklık kazanmak: Yeni alışkanlık­ lar peyda etmek, içkiye alışkanlık peyda etmek. —Eczc. Bir ilacın üst üste verilmesi sonu­ cunda farmakodinamik etkisinin azalması ya da kaybolması. (Bu yüzden bir ilacın dozunu artırırken zehirleyici etkisini artırmamaya dikkat etmelidir.) —Fels. Aristoteles’e göre, canlı bir varlı­ ğın, belli bir davranışı, sağlam ve sürekli bir biçimde yerine getirmeye yatkınlığı. (Alışkanlık [yun. heksis], doğuştan değildir, ama sözkonusu davranışın sü­ rekli olarak yinelenmesi sonucunda oluşur.) —Ruhbil. Öğrenmeyle ve özellikle de yi­ nelemeyle elde edilen davranma ve ey­ leme biçimi. (Özellikle psikomotör etkin­ liklerde görülür; ama bilişsel, zihinsel ve dilsel alışkanlıklar da vardır.) —ANSİKL. Böcbil. Böcekler ensektisitlere karşı o kadar büyük alışkanlık kazanabi­ lirler ki, onları öldürmek için böcek ilacının dozunu bin defa artırmak gerekir (19461966 yılları arasında İsveç sineği). Bu du­ rumun büyük bir olasılıkla, en dayanıklı soyların doğal ayıklanmayla varlığını sür­ dürmesinin sonucu olduğu sanılmaktadır Sonuç olarak, kimya sanayisinde kullanıl­ makta olan maddelerin etkisiz kalması karşısında yeni ensektisitler üretilmesi ge­ rekmektedir.



kendisi için biyolojik bir anlamı olmayan ve pekiştirmesiz uygulanan yeni fakat sü­ rekli bir uyarıya alışması sonucunda geli­ şen davranışsal ya da fizyolojik yanıtlar hızla azalır. Hindi, kaz, tavuk gibi kuşların alarm tepkilerinde de alışma gözlemlenir. Bu hayvanlar doğal düşmanlarının görün­ tüsüyle sürekli karşılaştıklarında duyarsız­ laşırlar. Derisine saman doldurulmuş bir tilkinin gösterilmesi, horozun tehlike çığlığı koparmasına neden olur. Model kımıldatılmazsa çığlıkların yinelenişi azalır ve birçok gösterimden sonra horoz, tilki al­ datmacasına tepki göstermez. Tanecil kuşların korkuluklara alışması da aynı biçimde olur. Aynı olgu, saldırgan tepki­ lerde de görülür: algerdan (kuş), yaşama alanı içinde kendisine gösterilen yapay bir algerdana saldırmaktan hemen vazge­ çer. Alışma, uzun vadede gerçekleşebi­ len bir süreçtir; bu nedenle hayvanın öğrenme sırasındaki yorgunluk tepkisin­ den ya da güdülenme değişikliğinden farklıdır.



kulağını ezgiye hazırlamak. —Tic. Ticarette, uygun bir politika güde­ rek müşteriyi sürekli biçimde kendine bağlamak. * ♦ alıştırılmak edilg. f. Bir şeye alıştı­ rılmak, bir kimseden, bir şeyden söz eder­ ken, bir başkası tarafından bir şeye, o şeyi yapmaya alışması sağlanmak, alışmasına yol açılmak: Hizmet etmeye alıştırılmış bir kimse. ALIŞM AK gçz. f. Yörs. Tutuşmak, yan­ maya başlamak: Soba alışadursun, gel iki laf edelim. ALIŞ TIR ILM A K • ALIŞ M A K.



ALIŞTIRM A a. 1. Alıştırmak eylemi. —2. Bir kimsenin belli bir alandaki bilgi­ lerini pekiştirmek, yeteneklerini geliştir­ mek amacıyla düzenlenen, uygulanan çalışma; ezgersiz, temrin: Dilbilgisi alıştır­ maları.Aşağıdaki alıştırmaları yapınız.—3. Bedensel yetileri geliştirmek amacıyla düzenlenen, uygulanan hareketler; id­ man: Vücut geliştirme alıştırmaları. Nefes açma alıştırmaları. ALIŞM AK gçz. f. 1. Bir şeye alışmak, o — Bine, Alıştırma binicisi, atın üzerine ko­ şeyden artık etkilenmemek, ona karşı ba­ nan tahta aygıt. (Üzerinde binici varmış ğışıklık kazanmak; ona katlanabilir duru­ izlenimi vererek atın binilmeye alışmasını ma gelmek: Vücut ilaca alıştıkça dozu sağlar.) || Koşum atlarını denemek ya da artırmak gerekir. Mikroba alışmak. Pisli­ alıştırmak için kullanılan dört tekerlekli kağe, gürültüye, yorgunluğa, açlığa alış­ sasız araba. mak. insan yokluğa da alışır. —2. Bir — Camc. Alıştırma tıpası, araya zımpara şeye, bir şey yapmaya alışmak, o şeyi koyarak alıştırma yoluyla cam bir şişenin sürekli tekrarlama sonucunda yapma be­ ağzına yerleştirilen cam tıpa. cerisi, kolaylığı kazanmak, onda ustalaş­ ■ — işlem. Bir parçada düz ve parlak bir mak; onu huy, alışkanlık haline getirmek: yüzey elde etmek için ya da sürtünen yü­ Araba kullanmaya alışmak. Sabahlan er­ zeylerde birbirine değen parçaların ola­ ken kalkmaya alışamadı —3. Bir kimse­ bildiğince uyumlu çalışmasını sağlamak ALIŞ KI a Bir kimsenin sık sık yineleye­ ye, bir şeye, bir yere, bir çevreye, değişik için yapılan işlem. (Bk. ansikl.böl.) || Alış­ rek edindiği davranış biçimi; âdet, huy, bir yaşama biçimine alışmak, o kimseye, tırma tezgâhı, alıştırma işleri yapmaya ya­ alışkanlık. o şeye bağlanmak, o yere, çevreye, ya­ rayan takım tezgâhı. (Bu makinede, ge­ şama biçimine uyum sağlamak, onlardan ALIŞKIN sıf. 1. Bir kimseye, bir şeye, nellikle parça tutucu bir tabla ve doğru­ zevk almak, yokluklarında arar duruma alışkın, bir kimseye, bir şeye, bir şey yap­ sal almaşık devinim yapan bir kafa bulu­ gelmek: Ona çok alışmışım, gidince ev maya alışmış olan kimse, hayvan için kul­ nur; bu kafa, ucuna takılan alıştırma taşı­ bomboş kaldı. Bu şehre çok alıştım, geri lanılır: Dağlara tırmanmaya alışkındır. na sürekli dairesel bir devinim verir.) || Su­ dönmek istemiyorum. Kedi eve kolayca Duymaya alışkın olmadığı sözler işitmek. pap alıştırması, kapanmada tam bir sızalışabilen bir hayvandır. Temiz havaya, —2. Bedenin bir iş yapmaya yatkın bö­ mazlık sağlamak amacıyla bir supabın tatile, eğlenceye alışmak —4. Alışkanlık lümü için kullanılır: Alışkın eller, ayaklar. sızdırmazlık yüzeyi ve yuvasına özenle yapıcı bir maddeye alışmak, o maddeye uygulanan polisaj. A L IŞ K IN LIK a. Alışkın olma durumu. bağımlı duruma gelmek: Sigaraya, alko­ — Mak. san. Bir parçaya, bir başka par­ le, esrara, uyuşturucuya alışmak —5. Bir ALIŞMA a. Alışmak, bir ortama uyum çayla düzgün biçimde birleşmesi için ge­ araca, makineye vb. alışmak, deneme ve sağlamak eylemi. rekli ve kesin boyutları verme işlemi. — uygulama sonucunda, o aracı, makineyi —Etol. Özel bir uyarının güçlendirilmeden Bu işlemin sonucu. — Yeni bir taşıtı ya da kullanabilme kolaylığı, ustalığı kazanmak: yinelenmesi sonucunda, bu uyarıya karşı makineyi, anma yetkinliklerinden düşük Direksiyona alışmak. Yeni daktilo makine­ tepkinin yitmesi şeklinde belirginleşen bir rejimle sınırlı bir süre çalıştırma. (Bk. sine ahşamamak. —6. Bir şeye alışmak, öğrenme biçimi. (Bk. ansikl. böl.) ansikl. böl. Mak. san.) bir şeyden söz ederken, o şeye uyar du­ —Nörobiyol. Sürekli ya da sık yinelenen — Marangl. Birleştirilecek parçaların ça­ ruma gelmek: Anahtar kilide alıştı. Somun bir uyarının doğurduğu yanıtların giderek kışmasını önleyen kusurları gidermek vidaya alışmadı. azalması. (Alışma, amipten insana kadar amacıyla gerekli işlem ve düzeltmeleri aşındırıcı honlama çubuğuyla gözlemlenebilen genel bir olgudur. Bir ♦ alışılmak edilg. f. 1. Alışmak ey­ yapma. bir motor silindirini alıştırma davranışta, hatta biyolojik bir tepkide de lemine konu olmak: Bir insana bu kadar — Müz. Bir teknik güçlüğü yenmek için gözlemlenebilir. Duysal olgular sözkonu­ çabuk alışılacağım sanmazdım. Sonunda yazılmış çalışma parçası. (Bir metot ya da su olduğunda içte bastırma, çağrışım yor­ alışılmayacak güçlük yoktur, iyi şeylere bir solfej kitabı oluşturan ve giderek güç­ gunluğu ya da olumsuz uyum deyimleri çabuk alışılır. —2. Alışılmamış, sıradan ol­ leşen, bir dizideki her alıştırma, örnek bir kullanılır.) mayan, yadırgatıcı. çalışma formülüdür.) —ANSİKL. Etol. Alışma, öğrenme — Tıp. Göreve alıştırma, bir hasta ya da ♦ alıştırmak ettirg. f. 1. Bir kimseyi, süreçlerinden en basit olanıdır. Kişinin, yaralının meslek yaşantısına dönmesini bir hayvanı bir şeye, bir şey yapmaya alış­ sağlayacak önlemlerin tümü. (Bu önlem­ tırmak, onlara şu ya da bu alışkanlığı ver­ leri, kimi kuruluşların alıştırma atölyelerin­ mek; onların o şeyi yapabilmelerini, beiki koşut tablalı tezgâhta alıştırma de yapılan eğitim ve çalışmaları kapsar.) nimseyebilmelerini, o şeye katlanabilme­ 1. Aşındır» toz taşıyan akışkanın dağıtımı; — Tic. Tüketicinin belli bir tür ürüne ba­ 2. Özel dökme demirden yapılmış üst ve alt alıştırma tabloları; lerini, uymalarını sağlamak: Bir kimseyi si­ ğımlılığını artırmayı amaçlayan eylemle­ garaya, içkiye alıştırmak. Çocukları erken 3. Sabit planet dişli; 4. Parça tutucu ayna dişli; kalkmaya alıştırmak. Kediyi artıkları yeme­ rin tümü. 5. Parça; 6. Ayna dişlileri devindiren planet dişli. ye alıştırmak. —2. Bir şeyi (bir şeye) — A N S İK L . işlem. Alıştırma işlemine, taş­ lamayla yeterli nitelikte bir yüzey elde edi­ alıştırmak, o şeyi işler, çalışır duruma ge­ lemediği ya da taşlama olanağı buluna­ tirmek: Anahtarı kilide alıştırmak. Motoru madığı (örneğin uzun delikler) zaman alıştırmak. —3. Alıştıra alıştıra, alıştırarak, başvurulur; amaç özellikle mekanik par­ yavaş yavaş: Kötü bir haberi, alıştıra alış­ çaların dönel ve silindirsel iç yüzeylerinin tıra vermek. duyarlı biçimde işlenmesidir. Alıştırmada —Bine. Genç bir ata, ilk eyerli ve dizgini! belli kalitede ve belli tane büyüklüğünde eğitimi vermek. aşındırıcı maddeler kullanılır. —Mak. san. Bir parçaya, etalona uygun "Honlama” işleminde, yapılacak işe ölçü vermek. —Alıştırma işlemi uygula­ göre çeşitli biçimler verilen ve aşındırıcı mak. tozları topaklaştırarak elde edilen alıştır­ —Müz. Sazın tellerini bir düzene göre ma taşlarından ya da çubuklarından ya­ akort etmek, saza düzen vermek. || Yeni rarlanılır. Bu taşlar "alıştırma başlığı” de­ takılan telleri düzene ısındırmak. Jj Nefes­ nilen bir taşıyıcıya takılır. li sazların, odanın ve nefesin ısısına alış­ “ Laplama” işleminde aşındırıcı, kuru masını sağlamak. || Deri göğüslü sazların, toz biçiminde olduğu kadar bir yağ ya da oda ısısına uyumunu sağlamak. j| Üşü­ uygun bir sıvı içinde katı asıltı halinde de müş ya da bir süre saz çalmadığı için du­ kullanılabilir; ayrıca yumuşak metalden raklamış parmakları işletmek. |j Ayak ya­ (bronz ya da dökme demir) yapılan ve parak ya da yol göstererek okuyucunun



Ali Ali Efencfı alıştırılacak deliğe hafifçe zorlayarak gire­ bilen taşıyıcı bir desteğe katılmış olabilir. Taşlama işlemine benzeyen taşla alış­ tırma, büyük boyutlu yüzeylerin bitirme iş­ lemlerine elverişli bir yoldur; aşındırıcı toz­ larla yapılan alıştırmalara, çeşitli yüzeyle­ rin yüksek duyarlıkta bitirme işlemleri için başvurulur. Örneğin supaplar ve yuvala­ rı, dişli çarklar, kamlar vb. bu yolla alıştı­ rılır. Bütün alıştırma işlemlerinde (honla. ma ya da laplama) aşındırıcı taneciklerin yinelenmeyen, karmaşık bir yol izlemele­ rini sağlamak zorunludur; çünkü bu tane­ ciklerin parça üstünde bıraktıkları izlerin silinmesi gerekir. Üstünbitirme* işlemi özel bir alıştırma yöntemidir. — Mak. san. Alıştırma boyunca sürtünen parçalar çok az da olsa aşınır; böylece tam bir alışma sağlanır. Alıştırma sırasın­ da motor maksimum rejimle çalıştırılırsa, aşırı ısınma yüzünden pistonlar gereğin­ den çok genleşerek sarma tehlikesi do­ ğurur. Yeni bir otomobilde, katedilmiş bel­ li kilometrelerde, aşılmaması gereken maksimum hız eşikleri ve bu eşiklerin za­ manla artışı kesin biçimde bir yönergey­ le belirtilir. Kam milleri ve hipoit dişliler gibi organların sarmasını önlemek için, özel­ likle alıştırmanın başlangıcı (ilk 500 kilo­ metre) çok önemlidir. ALIŞTIR M AK



-A L IŞ M A K



ALIŞVERİŞ a. 1. Çarşı, pazar gezerek belirli gereksinimleri karşılama, satın alma işi: Alışverişe çıkmak. Alışverişten gelmek. Kârlı bir alışveriş yapmak. — 2. Bir kim­ seyle olan ilişki: Bir arkadaşla alışverişi kesmek. Onunla hiçbir alışverişim yok. —3. Bir şey alışverişi, herhangi bir konu­ da karşılıklı etkileşim: Bilgi alışverişi. Dü­ şünce alışverişi. — 4. Alışveriş etmek, be­ lirli gereksinimleri satın alarak karşılamak: Hangi mağazadan alışveriş ediyorsun? —Biyol. Hücresel alışveriş, bazı madde­ lerin hücrenin selüloz ve sitoplazma za­ rından geçmesi. (Bu geçiş ya dıştan içe ya da içten dışa doğru olur. Su ve suda erimiş maddeler seçici geçirgen zarlar­ dan geçer.) j| Gaz alışverişi, atmosferi oluşturan çeşitli gazların giriş çıkışı. (Bu alışveriş solunum, fotosentez gibi bazı hücresel işlevlerin olabilmesi için canlılarca, kendi yüzeylerinde ya da özel bir or­ ganda gerçekleştirilir.) — Fiz. iki atom, iki nükleon vb. arasında, aracı bir kuvantonun ortak kullanımıyla gerçekleşen kuvantum etkileşim mekaniz­ ması. (Bu bağlamda, alışveriş etkileşimi, alışveriş kuvvetleri ve alışveriş enerjisin­ den söz edilir.) [Eşanl. DEĞİŞİM.] (Bk. an­ sikl. böl.) —ANSİKL. Fiz. iki atom birleştiğinde, elek­ tronlarının kuvantum yapısı yüzünden, bu elektronların yeri ve hangi atoma bağlı ol­ dukları kesin biçimde saptanamaz. Bir elektron aynı anda iki atoma da bağlıdır ve sözkonusu yöresizlik, iki atomun bağ enerjisinin anlatımında atomlararası elek­ tron "alışverişi terimiyle betimlenebilir. Bu terim atomlararası kuvvetlerin ve özel­ likle kimyasal bağın açıklanmasında çok önemli bir yer tutar. Örneğin protonlar arasındaki elektro­ manyetik etkileşim göz önüne alındığın­ da, aynı düşünce farklı bir görünüm ka­ zanır. Klasik fizikte, böyle bir etkileşim, bir parçacığın yarattığı elektromanyetik ala­ nın bir başka parçacık üstündeki etkisiy­ le açıklanır. Kuvantum kuramındaysa ala­ nın fotonlardan oluştuğu kabul edilir. Do­ layısıyla her protonun fotonlar yayınladı­ ğı varsayılır ve etkileşim, öteki protonla­ rın bu fotonları soğurması biçiminde be­ timlenir. Ayrıca protonlar arasında foton "alışveriş" inden de söz edilir. Yukarıda açıklanan mekanizma genel­ dir ve "gizil” parçacıklar adı verilen ara­ cı kuvantonların alışverişi, kuvantum et­ kileşimlerinin temel mekanizmasını oluş­ turur: atomlararası kuvvetler atomlar ara­ sındaki elektron alışverişinden, elektro­ manyetik etkileşimler elektrikle yüklü par­ çacıklar arasındaki foton alışverişinden



doğar; kuvvetli etkileşimler hadronlar ara­ sındaki hadron alışverişinden (özellikle mezon) ve daha önemlisi kuarklar arasın­ daki glüon alışverişinden kaynaklanır; za­ yıf etkileşimlerin nedeniyse, özel bir ara­ cı olan bozon alışverişidir. ÂLİ sıf. (ar. culüvv, yükseklik, büyüklük’ ten cali). Esk. 1. Yüceliği, seçkinliği ile be­ lirginleşen şey için kullanılır: "Senünle bu fena dünya bugün firdevs-i âlidür" (Ömer bin Mezit, XV. yy.). —2. Mevkice yüksek kimse için kullanılır. —3. "Yüce, yüksek” anlamıyla birleşik sözcüklerin oluşumunda yer alır: âlibaht (talihi yüksek, çok talihli), âlicâh (yüksek rütbeli), âlifıtrat (yüce ya­ radılışlı, huyu güzel olan), âligüher (say­ gın, değerli), âlihimmet (yüce himmetli, çok iyiliksever), 'İİKadr (kıymeti, değeri yüksek olan, saygıdeğer), âlimekân (ye­ ri, rütbesi yüksek olan), âlinazar (ileri gö­ rüşlü), âlinesep (soylu), âlinijad (aslı, so­ yu yüksek olan, yüksek soylu), âlişan (şan ve şerefi büyük olan), âlitebar (soyu yük­ sek olan, asil soylu), vb. ÂLİ, ÂLİYE sıf. (ar. aliî dişi. Sliyye). Esk. Aletle ilgili, aletle yapılan, teknik: "Tedrisât-ı âliye de kadına kapılarını ara­ lık etmeye başlamıştır" (H. Cahit).



si ve Hac emiri Osmanoğlu Nasuh Paşa’ nın öldürülmesi (1714) üzerine yazdığı destanla tanınır. Bu destan nedeniyle Na­ suh Paşa’nın yakını olduğu,onun gibi Ay­ dınlı olabileceği öne sürülür. (-* Kayn.) A L İ (Âşık), azeri halk şairi (Gızılbend kö­ yü, Göyce, 1817 -ay. y. 1907). Âşık şiiri­ nin, Azerbaycan bölgesinde yetişmiş bü­ yük ustalarındandır. Başta kendi bölgesi olmak üzere Doğu Anadolu ve İran’da dolaştı. Ünlü azeri âşıklarından Göyceli Elesker’e ustalık etti. Şiirleri yanında Âşık Ali ve Esmer ve Âşık A li’nin Türkiye'ye se­ feri adlarında iki halk hikâyesi de var­ dır.



377



A L İ,türk halk şairi(XIX. yy.).Nizip savaşı’nı (1839) konu alan destanıyla tanındı. Bundan dolayı da, savaşa katıldığı ya da savaşın yapıldığı yörelerde yaşadığı öne sürülür. A L İ Denizoğlu, Kemani, türk besteci (öl.? 1860). Hayatıyla ilgili bilgi yoktur. Kıv­ rak ezgili, hafif şarkılar besteledi. En ün­ lüleri hisarbuselik (Yandım deminden ağ­ yar elinden), şehnazbuselik (Yüzün göremem yolun bulamam) ve şedaraban (Bahçelerde aştama, aşlamayı taşlama), makamlarındadır.



 L İ, Saltuklu beyi (XII. yy.). Alparslan'ın komutanlarından Ebulkasım’ın oğlu. Ba­ H A Lİ Ç ırçırlı, H aydarlı, türk hattat (? - İs­ tanbul 1906). Asıl adı Mehmet Ali Efenbasının yerine bey oldu (1102-1124). d i’dir. Hattat Şefik Bey’in öğrencisi olan Berkyaruk ile taht kavgasına girişen Meh­ sanatçı, özellikle sülüs, celi, nesih yazılar­ met Tapar’ı destekledi. Gürcülerle savaş­ da ve istiflemede ustaydı. Maliye nezare­ tı. tinde memurluk yaptı. Şabaniye tarikatı A L İ, türk şair (XIII. yy.). Yaşamına ilişkin şeyhlerinden Necib Efendi’nin dergâhına bilgi yoktur. Yusuf ile Züleyha (-> Y U S U F bağlıydı. Özel koleksiyonlarda istif yazıla­ İL E z ü l e y h a ) öyküsünü ilk kez işleyen rından örnekler vardır. Kıssa-i Yusuf (1232) adlı yapıtıyla tanınır. A L İ, türk halk şairi (XX. yy.). ->S E F İL A L İ. Dörtlüklerle, hece vezniyle yazılan ve İs­ lamlığın benimsenmesinden önceki türk A L İ (Muhammet), pakistanlı siyaset ada­ şiirinin özelliklerini taşıyan yapıtının han­ mı (Barişal, 1909 - Dakka 1963). Cinnah’ gi türk şivesiyle yazıldığı konusundaki ın ölümünden sonra (1948), İslam birliği’ saptamalar tartışmalıdır; Kırım’da yazıldı­ nin başlıca liderlerinden biri oldu. ğı varsayımı yanında Orta Asya türk yazı 1953’ten 1955'e kadar başbakanlık yaptı, diliyle kaleme alındığı, bundan dolayı Batı 29 şubat 1956 Anayasası’nı halkoylamaTürkistan’da yazılmış olacağı da ileri sü­ sına sundu. 1962’de dışişleri bakanı ol­ rülmektedir. (-> Kayn.) du. ALİ S ıvasî (Ebu Abdullah Ali bin Meh­ A L İ (Cassius C L A Y , sonradan Muham­ met bin Aliyy-üs-Sıvasî), türk hekim (Si­ met), amerikalı zenci boksör (Louisville vas, XIII. yy). Selçuklu dönemi hekimle­ 1942), 1960’ta Roma’da yarı-ağırda şam­ rinden. Amasya mektebi’ne girdi. Emir piyon, 1964’te ağırda profesyonel dünya Yeşbek için tıp ve eczacılık konusunda; şampiyonu oldu, islamiyete bağlılığı ne­ başı arapça, öbür bölümleri farsça, Kitâdeniyle bu tarihte adını değiştirdi. bü iksir il-hayât fî telhisi kavâ’id il 1967’de, ırk ayrımını ve Vietnam savaşı’ -mu'âlecât adlı bir kitap yazdı.Yeşbek’in nı protesto etmek amacıyla askerlik hiz­ öldürülmesinden sonra ortadan kaybol­ metini yapmadığı için şampiyonluk unva­ du. nı elinden alındı. 1974’te unvanını yeni­ den kazandı, sonra kaybetti, 1980 ’de ye­ A L İ (Mevlana), türk divan şairi (XV. yy.). niden bir unvan maçı yaptıysa da yenil­ Sehi Bey tezkiresinde Derdname adlı bir di. Çok renkli bir kişiliği olan Ali, sporcu­ mesnevisi olduğu kayıtlıdır. Eğridirli Ha­ luk yetenekleri, canlı zekâsı, görüşlerinde­ cı Kemal’in derlediği Cami ün-Nezair'de ki kararlılığı ve açıklamalarının uyandırdığı on gazeli vardır. «■ yankılarla döneminde büyük bir ün yap­  L İ -* G E L İB O L U L U  L İ. tı. A L İ, asıl adı Hüseyin, türk divan şairi, A L İ AĞ A Kemani, türk besteci (İstan­ tarih yazarı ( ? - İstanbul 1648). Yaşamı bul 1770 - ay. y. 1830). Enderun’da ye­ hakkında yeterli bilgi yoktur. Adanalı, tişti. Selim lll’e musahip, sonra sermüezEdirneli olduğunu ileri süren kaynaklar zin oldu. Mahmut ll’den ilgi ve destek gör­ vardır. Yapıtlarından iyi bir öğrenim gör­ dü. Saray fasıllarında sine kemanı çalan düğü anlaşılmaktadır. Bunlar arasında, Ali Ağa’nın Ferahnâk sazsemaisi, Daim kısmen Nef’i etkilerini taşıyan Divan'ından ben seni arardım dizesiyle başlayan ha­ başka, Âdem’den kendi dönemine ka­ yati şarkısı ve özellikle Şehnaz peşrevi darki tarih olaylarını konu edinen Tarih-i çok ünlüdür. umumi; Musa ile Firavun arasındaki olay­ A L İ Â L İ EFENDİ, türk şair, gazeteci ları konu edinen Miftah ür-rahme ve bir (İstanbul 1815 - ay.y. 1856). Divan kalebiyografiler kitabı olan Riyazet üt-teracim mi’ne girdi. Mühimme odası’nda çalıştı. sayılabilir. Divan kâtipliği göreviyle gittiği Şam’da, .ta­  L İ, türk halk şairi (XVII. yy.). Şiirlerinden savvuf adamı Kuşadalı İbrahim Efendi’ ve kimi zaman adından önce kullandığı nin yanında bulundu. Onun hakkında He“ kâtip” sanından anlaşıldığına göre ye­ diyet ül-Veli fi Vâridât-ı Kuşadalı adlı kita­ niçeri ocağında yazıcıydı. Ordu şairi ola­ bı yazdı. İstanbul’a döndüğünde Meclisi rak Murat Ity’ün Bağdat seferine katıldı. muhasebe kalemi’ne girdi. Ceride-i HaDevlete başkaldıran Haydaroğlu’nun ida­ vadis’te yazmaya başladı. Divan şairleri mı (1649) üzerine bir destan yazdı. XVII. yolunda içki, sevgi, tasavvuf şiirleri yaz­ yy. âşıklarının şiirlerini içeren yazma kay­ dı. "Neşve tahsil ettiğin sağar da senden naklarda geçen Âşık Ali, Derviş Ali, Kâ­ gamlıdır / Bir dokun bin ah dinle kâse-i tip A li adlarının aynı kişiye ait olduğu ileri fağfurdan" beyti onundur. Hançerli Ha­ sürülür. Aruzla da yazdı. Kimi şiirleri bes­ nım hikâyesi’ni Mir'at-ı aşk adıyla yeniden telendi. (-> Kayn.) kaleme alıp resimli olarak yayımladı (1851). A L İ, türk halk şairi (XVIII. yy.). Şam vali­



Ali Çırçırlı Haydarlı’dan bir sülüs örneği



Muhammet Ali g jtz iH lö n ü k olan) Joe Fiazier ile yaptığı karşılaşmalardan İJnae



Ali Aşki Bey nucunda idamına karar verildi. Bir tertip­ le Ferhat Paşa’nın, Tokat’ın Artukova yö­ resindeki karargâhına getirildi; oğullarıy­ ■ A L İ A V N İ, soyadı Çelebi, türk ressam la birlikte öldürüldü. Ölümüyle Dulkadıro(İstanbul 1904). Öğrenimini Sanayii nefi­ ğulları beyliği ortadan kalktı. se mektebi’nde yaptı (1918-1920). Hik­ A L İ BEY Cin, Bulutkapan,kölemen met Onat ve Çallı İbrahim'in öğrencisi ol­ beyi (Kafkasya 1728 - Kahire 1773). Kö­ du, Almanya’ya giderek resim çalışmala­ le olarak getirildiği Mısır’da İbrahim Ketrını Münih'te Hans Hoffman’ın atölyesin­ hüda’nın yanında yetişti. Kısa sürede yük­ de, Münih ve Berlin güzel sanatlar aka­ A li B a tı a ya kla n m a sı, Ulusal kurtu­ selerek şeyhülbeled (Kahire belediye demilerinde sürdürdü (1922-1927). Kon­ luş savaşı öncesinde Güney-Doğu Ana­ başkanı) oldu (1763). Kölemen beyleri ya Kız öğretmen okulu’na resim öğretme­ dolu’da çıkan ayaklanma (11 mayıs -18 arasındaki çatışmalara son vererek gücü­ ni oldu. Müstakil Ressamlar ve Heykelağustos 1919). Midyat’ın güneyindeki aşi­ nü pekiştirdi. Osmanlı hükümetinin çağ­ traşlar birliği'nin kurucuları arasında yer al­ retlerden birinin reisi olan Ali Batı, devlet rısına uyarak Osmanlı-Rus savaşı için as­ dı. Yeniden Münih'e giderek 1932’ye ka­ otoritesinin zayıflamasını fırsat bilerek, in­ ker toplamaya başladı Mısır valisi Gürcü dar Hoffman'ın yanında çalıştı. Dönüşün­ gilizler’in de kışkırtmasıyla ayaklandı. Nu­ Mehmet Paşa, İstanbul’a, bu askerlerin de Güzel sanatlar akademisi akşam kurs­ saybin ve Savur yöresindeki kimi aşiret­ Rusya'ya yardım için toplandığını bildir­ larında öğretmenlikle görevlendirildi, isleri "Padişah bu bölgenin muhafazasını diğinden idamına karar verildi. Bunun bana emanet etti” diyerek yanına çekti. üzerine Osmanlı devletine karşı ayaklan­ XIII. Kolordu’ya bağlı birliklerin 18 ağus­ dı (1768). Mısır'daki osmanlı valisini kov­ tosta Medah’ta sıkıştırdıkları Ali Batı, ça­ du, Mekke'yi ele geçirdi, adına hutbe tışmada ölünce ayaklanma sona erdi. okutarak bağımsızlığını ilan etti. Ruslar ile bir antlaşma yaptı; Akdeniz’deki rus do­ A Lİ BEY, Ladik beyi (? - Afyonkarahisar nanmasından da destek alarak Suriye' 1278), Ladik (inançoğulları) beyliğinin ku­ ye kadar ilerledi. Damadı ve başkomuta­ rucusu Mehmet Bey’in damadı. Moğolnı Ebu Zehep Mehmet Bey ile anlaşmaz­ lar ile anlaşmazlığa düşen kayınpederine lığa düştü; Suriye’ye kaçtı (1772). Bura­ ihanet etti, yakalanmasını sağladı. Türkda bir sene kadar kaldı, Sayda’yı ele ge­ menler’in başına geçti. Cim ri* olayı'nda çirdi Mısır’a döndü, Salihiye’de Ebu Ze(1277) Selçuklu devletine yardım etmedi. hep’e yenilerek esir düştü (1773). Bir sü­ Denizli yöresine gelen selçuklu-moğol re sonra öldü. (-* Kayn.) kuvvetlerince ele geçirildi, kapatıldığı Af­ yonkarahisar kalesinde öldü. A L İ BEY E nderunl, K a d ıkö ylü , Ha­ nende, Kel -> ENDERUNİ ALİ BEY. A L İ BEY (Alaettin),Eretna beyi (? - Kazova 1380). Babası Mehmet Bey’in öldü­ Â L İ BEY Direktör, türk tiyatro ve mizah rülmesi üzerine küçük yaşta bey oldu yazarı (İstanbul 1844 - ay. y. 1899). Özel (1365). Beyliği, emirlerinin etkisi altında öğrenim gördü. Küçük yaşta fransızcayı yönetti. Niğde, Aksaray, Kayseri’yi Karaöğrendi. Memurluk hayatı BabIâli tercü­ manoğulları’na kaptırdı, Sivas’a kaçtı me odası’nda başladı. Sıhhiye meclisi (1375). Hapsedildiyse de Kadı Burhanetüyeliği görevinden sonra karantina baş­ tin’in yardımıyla kurtarıldı. Amasya emiri kâtipliğine getirildi. 1877-1878 savaşı sı­ Hacı Şadgeldi Paşa’ya karşı giriştiği bir rasında Varna mutasarrıfıydı. Düyunu sefer sırasında öldü. umumiye kurulunca burada görev aldı. Başmüfettiş olarak 1885’te çıktığı teftiş A L İ BEY (Alaettin) -* ALAETTİN A l İ B e y . gezisi sırasında Diyarbakır, Siirt, Harput' tanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi ar- ' Ali Avni Çelebi A L İ BEY Evrenosoğlu -> EVRENOStan sonra Bağdat'a gitti. Buradayken ken­ keoloji enstitüsü'nde desinatörlük yaptı tin belediye başkanlığına getirildi. 1890 OĞULLARI. (1934-1937). Leopold Levy akademide Resim Heykel müzesi -1893 yıllarında Trabzon valisiydi.Müşagörevlendirilince onun asistanlığına geti­ A L İ BEY (Alaettin) Bengi, Karamanovir olarak Düyunu umumi ye’ye döndü. İstanbul rildi (1938). Bir yıl sonra Feyhaman Duğulları beyi (XV. yy.). Alaettin Ali Bey’in 1894’ten ölümüne kadar direktör olarak ran’ın atölyesine geçti. Daha sonra aynı oğlu, anne tarafından Murat l’in torunu. görev yaptı. okulda kendi adına bağımsız bir atölye Babası Osmanlılar’ca idam edildikten Yazı hayatının başlangıcında Teodor kurdu ve emekli oluncaya kadar bu atöl­ sonra annesiyle birlikte Bursa’ya götürül­ Kasap'ın mizah gazetesi Diyojen’de ça­ yede çalıştı (1956-1968). Sanatçı, yapıt­ dü. Timur istilasının ardından Karaman lışmıştı. Gazetenin başlık resminin altında larıyla türk resmine konstrüktif (yapımcı) beyliğine getirilen kardeşi Mehmet Bey yer alan ve Diyojen tarafından Büyük İs­ ve dışavurumculuğun etkisinde, kübist bir tarafından Niğde emirliğine atandı (1409). kender’e söylenmiş ünlü cümlenin "failâanlayış ve üslup getirdi. Bu davranışıyla Kardeşi ile arası açılınca Kahire’ye gitti; tün fâilâtün fâilün” veznine de uyan "göl­ Çallı ve arkadaşlarından ayrıldı ve yapıt­ Memluklar’a sığındı. Bir memluk ordusuy­ ge etme başka İhsan istemem ’’ şeklindeki ları onların sanat anlayışlarına bir tepki la Anadolu’ya döndü; Memluklar’ın esir türkçesi Âli Bey'indir. Âli Bey, Diyojen ka­ olarak nitelendirildi. Tablolarından Maske­ ettiği Mehmet Bey’in yerine bey oldu patıldıktan sonra çıkan Çıngıraklı tatar ve li balo, Tarlada çalışanlar, Hücuma kal­ (1420), Mehmet Bey’in oğlu İbrahim Hayal’de yazılarını yayımladı. Mizah tü­ kış, Ölüler ve yaşayanlar İstanbul Resim Bey’in Osmanlılar’dan destek sağlaması ründeki ünlü yapıtı Lehçet ül-hakayık, ke­ ve Heykel müzesi’ndedir. Ali Avni, çeşitli ve halkın kendisine karşı çıkması üzerine limelere ters ve mizahi anlamlar vererek sergiler açtı. Son yapıtlarını İstanbul’da Niğde’ye çekildi. Memluklar’ın serbest bı­ ahlaksal tutumlarda, gelenek ve görenek­ Cumalı (1975, 1977) ve Tiglat (1980) ga­ raktığı Mehmet Bey’in ölümünden sonra lerdeki çarpıklıkları sergiler. Zekice ve in­ lerilerinde sergiledi. Devlet Resim ve Hey­ yeniden beyliğini ilan ettiyse de İbrahim ce esprilerle insan zaaflarını, bazı toplum­ kel şergisi’nde (1944) ve Tahran Sanat biBey ile yaptığı savaşı kaybetti; beyliği bı­ sal bozuklukları eleştirir. Güllü Agop’un enali'nde (1966) birincilik, Kültür bakan­ raktı. Niğde’de Akmedrese’yi yaptırdı. Tiyatro-yi Osmani’sinde ermeni oyuncu­ lığı onur (1981) ödüllerini kazandı. lara türkçe dersleri veren Âli Bey, bu ti­ A L İ BEY Şehsuvaroğlu, DulkadıroğulA li Baba ve k ırk h a re m ile r, Binbir yatro için toplumsal yaşamdaki gülünç­ ları beyi (? - Tokat 1522). Babası Şehsu-' gece masalları’r\ın en tanınmışlarından bi­ lükleri yansıtan Misafiri istiskal (1870), Kovar Bey Memluklar tarafından öldürülün­ ri. Yoksul, iyi yürekli kardeşle varlıklı fa­ kona yatıyor (1870), Geveze berber ce Osmanlılar’a sığındı. Çaldıran savaşı’ kat kıskanç ağabeyi, kurnaz ama özverili (1873) gibi komedileri yazdı; Moliere’in na katıldı (1514). Başarısından ötürü Kay­ cariye ve acımasız kırk harami arasında Les Fourberies de Scapin’ini Ayyar Ham­ seri ve Bozok sancakları kendisine veril­ geçen olay iyilerin iyilik bulacağı yolunda­ za adıyla türkçeye uyarladı (1871). Leta­ di. Dulkadıroğulları beyi Alaüddevle’nin ki ahlaksal sorunu yineler. Oduncu Ali Ba­ fet adlı bir de opereti (1897) vardır. Se­ osmanlı kuvvetlerine yenilerek öldürülme­ ba, kırk haramilerin hâzinelerini sakladı­ yahat jurnali (1897) müfettişlik görevi sı­ si üzerine, OsmanlIlar tarafından beyliğin ğı mağaraya girmenin sırrını öğrenir.Burasında yaptığı doğu yolculuğunun göz­ başına getirildi (1515). Selim l’in mısır se­ nun için tılsımlı “ Açıl susam açıl" sözünü lemlerini dile getirir. (-» Kayn.) ferine katıldı (1517). Ridaniye savaşı’nda söylemek gerekmektedir. Ali Baba hâzi­ yenilerek kaçan memluk sultanı TomanA L İ BİN ABDULLAH BİN M UHAM ­ nenin bir bölümünü evine taşır. Ağabeyi bay’ı şiddetli bir takipten sonra yakaladı, MET BİN BÂMŞÂD-I K Â İN İ, iranlı ise mağaraya girer ancak sihirli sözü idamıyla görevlendirildiği Tomanbay’ı ba­ matematikçi (IX. yy.’ın başlan ?). Bîruni’ unuttuğu için dışarı çıkamaz ve öldürülür. basının asıldığı Babı Züveyle’de astı. nin, kirişler konusundaki iki teoremi ile il­ Ali Baba, kendisini de öldürmek isteyen Bozoklu Şeyh Celal ayaklanmasını (1519) gili sözlerinden onun, IX. yy.'ın başların­ haramilerden cariyesinin yardımıyla kur­ bastırmakla görevlendirildi. Şeyh Celal’ da yaşadığı sanılıyor. Yaşamıyla ilgili baş­ tulur. in kuvvetlerini Erzincan yakınlarında Ak­ ka bilgi yoktur. İki yapıtı günümüze kadar şehir’de bozguna uğrattı ve Şeyh Celal’i A L İ BA HADIR, Anadolu selçuklu ko­ geldi ve 1948’de yayımlandı: Makale fi is­ öldürdü. Selim I tarafından hilat ve süslü mutanı (? - İstanbul 1262). izzettin Key­ tihraç! sa’âtin mâ il-yahûd ve Makale fîis­ bir kılıç gönderilerek ödüllendirildi. Ayak­ kavus II ile birlikte Moğollar’a karşı savaş­ tihracı sa’âtin mâ beyne tulû^il-fecri ve lanan Şam valisi Canberdi Gazali’nin ku­ tı. Malatya emirliğine atandı. Türkmenler’i tulffş-şem si külli yevmin min eyyâm -ıs şattığı Halep’i kurtardı ve Gazali’nin ye­ Moğollar'a karşı örgütledi. Altunaba ker­ -seneti bi medîneti Ka’in. nilmesinde büyük rol oynadı. Başarıları­ vansarayı yakınlarında Moğollar’a yenilin­ A L İ BİN AHM ET BELHİ (Ebülkasım nı kıskanan Ferhat Paşa’nın entrikaları so­ ce Antalya’daki Keykavus'un yanına kaç­ A L İ A Ş K İ BEY —>AŞKİ BEY, ALİ, Bey-



378



likçizade.



tı. Sultanla birlikte Bizans imparatoruna sı­ ğındı; hıristiyan olmayı kabul etmediği için öldürüldü. A Lİ BAHAÜDDEVLE (Ebülhasan), [XI. yy.] Gazneli hükümdarı (1049-1052). Me­ sut l’in oğlu. Mevdut’un yerine tahta çı­ kan Mesut ll’yi indirerek hükümdar oldu. Abdürreşit tarafından tahttan indirildi.



Nurettin), İran asıllı astronom (IX. yy.'dan sonra). Yıldızlardan astroloji ile ilgili hü­ kümler çıkarmak üzere Kitâb ül-medhalı fî Um il-ahkâm il-felekiyye; astronomi bili­ mine giriş niteliğinde Kitâb ül-medhal fî ilm in-nucûm; göğün desteksiz olarak durduğunu anlatan Kitâb üs-semed fî be­ yin in enne's-semâvâte bigayri amed adlı yapıtları vardır. A L İ BİN CEHM, arap şair (Horasan ? -? 863). Bağdat’ta abbasi halifesi Müte­ vekkilin saray şairlerindendi. Yergileri do­ layısıyla pek çok düşman kazandı. Bu yüzden hapsedildi, sürgüne gönderildi, çarmıha gerilerek cezalandırıldı. Kervanla Halep’ten Irak’a giderken bir baskında öl­ dürüldü. Divani kaybolmuştur, ancak 2 kasidesi bilinmektedir. A L İ BİN EBU T A LİP (Hz.), dört hali­ fenin sonuncusu (Mekke 598 - Küfe 661). Kureyş kabilesinin Haşimiler ailesinden, Ebu Talip diye anılan, Hz. Muhammet’in amcası Abdülmuttalip ile Eset kızı Fatma’ nın oğlu; Hz. Peygamberin damadı ve onun tarafından cennetle müjdelenen on kişiden biri. Müslümanlığı ilk kabul eden­ lerdendir. Çoğu, adı İle birlikte Murteza (hoşnut kalınmış, beğenilmiş, seçkin) sı­ fatını da alır (Ali-yi murteza). Babası Ebu Talip yoksul olduğundan, Ali'yi Hz. Muhammet yanına alıp büyüt­ tü. Peygamber gizlice Mekke’den kaçıp Medine’ye göçü sırasında, kaçışı anlaşıl­ masın diye yatağında onu bıraktı. Pey­ gamberi öldürmeye gelen Mekkeli müş­ rikler, onun yatağında Ali’yi buldular. Ali daha sonra Medine’ye giderek Hz. Mu­ hammet’e katıldı. Peygamberin kızı Fat­ ma iie evlendi (623). Sayıları on altı ya da on yedi olan çocuklarından, doğrudan Peygamberin torunu olan iki oğlu dün­ yaya geldi: Haşan ve Hüseyin. Hz. Mu­ hammet’in hemen bütün savaşlarına ka­ tıldı, bayraktarlığını yaptı. Uhud'da altı ye­ rinden yaralandı (624). Hayber savaşı, yi­ ğitliğiyle kazanıldı (628). Fedek (627/628) ve Yemen (632) savaşlarında İslam kuv­ vetlerine komuta etti. Huneyn savaşı’nda Hz. Peygamberi korudu. Ayrıca Hz. Mu­ hammet'in mektupçuluğunu ve vahiy kâ­ tipliğini (inen ayetleri yazan) yaptı. Hz. Peygamberin ölümünden (632), sonra kendisi halife oluncaya (656) kadar hiç­ bir savaşa katılmadı. Hz. Muhammet’in ölümünden sonra, halife seçmek üzere oluşturulan altı kişi­ lik kurulda yer aldı. Şiilerin, Peygamber' in kendisinden sonra Ali'nin halife seçil­ mesini salık verdiği yolundaki iddialarını doğrulayacak bir belge yoktur. Ebubekir’ den sonra Ömer ve Osman’ın halife se­ çilmelerine de karşı çıkmadığı anlaşılmak­ tadır. Özellikle Ömer ile iyi ilişkiler içinde bulundu. Ömer, onun Kuran ve sünnet konularındaki geniş bilgisinden yararlan­ dı; Filistin ve Suriye’ye gittiğinde, Medi­ ne’de kendisine vekil olarak Ali'yi bıraktı. Ali bunun dışında hiçbir görev almadı. Ancak Osman’ın, halkı kışkırtan Ebu Zer el-Gifari’yi Medine’den sürdüğünde, uğurlamaya gitmesi, ikisinin arasını açtı. Buna rağmen, Mısır'dan Medine'ye ge­ len ayaklanmacılarla .Osman arasında aracı oldu. Ayaklanmacılar, Osman'ın evi­ ni kuşattıklarında ve Ali’yi kendilerine baş­ kan seçmek istediklerinde bu öneriyi ka­ bul etmedi. Aşırı tutkuları olan bir kişi de­ ğildi. Nitekim, kendisini ilahlaştıran sebeiye fırkasını kesinlikle onaylamadı, Os­ man'dan nefret edenlerin yanında yer al­ madı; onlardan kurtulmaya çalıştı. Halifeyi eleştirmesi koyu dindarlığından ve Hz. Muhammet dönemine duyduğu özlem­ den kaynaklanıyordu. Osman’ın öldürülmesinden sonra, ara­ larında halifeyi öldürenlerin de bulundu­ ğu bir kurul tarafından halife seçildi. Ha­ lifelik görevini, seçilmesinden beş gün sonra kabul etti (24 haziran 656). Biat tö­ reni Hz. Muhammet’in mescidinde yapıl­ dı (öteki üç halifeninkiler başka yerlerde olmuştu. Şam valisi Muaviye, seçimin bir



azınlık tarafından yapıldığı, Osman’ı öldü­ renlerle işbirliğinde bulunduğu gerekçe­ siyle kendisine biat etmedi. Yeni halifenin, Osman'ı öldürenleri koruduğu yolunda haberler yayıldı. Bu, Mekke, Suriye ve Mı­ sır’da tepkilere neden oldu. Başlangıçta Osman’a karşı olan Hz. Muhammet'in eşi Ayşe, bu kez yeni halifeye de karşı çıktı ve Mekke’de onun aleyhinde propagan­ daya girişti. Bir süre sonra Talha ve Zübeyr de Ayşe'ye katıldılar ve yardım sağ­ lamak amacıyla Irak'a gittiler. Basra'da, Osman’a karşı olanları öldürdüler. Hz. Ali, Kûfe'den sağladığı kuvvetlerle Basra üze­ rine yürüdü. Ayşe yanlılarını ağır bir ye­ nilgiye uğrattı. Cem el' vakası denilen bu savaştan sonra, Muaviye'yi görüşmeler yoluyla kendisine bağlayabileceğini um­ du. Ancak Muaviye, Osman’ı öldürenle­ rin kendisine teslim edilmesinde direni­ yordu. Bu durumda halife, ordusuyla Şam valisi Muaviye'nin kuvvetleri üzerine yürüdü. Sıffin ovasında iki taraf arasında 10 gün sürecek olan çarpışmalar başla­ dı (657). Muaviye yenilmek üzereyken, komutanı Amr bin el-As, askerlerin mız­ raklarına birer Kuran asarak "Aramızda­ ki anlaşmazlığı çözecek hakem budur” demek istedi. Bu, ordusunu etkileyince Hz. Ali, iki kişilik bir hakem kurulunun oluşturulmasını kabul etmek zorunda kal­ dı. Hakem kurulunda Muaviye'yi Amr bin el-As temsil etti. Hz. Ali de, komutanları­ nın baskısıyla saf bir adam olan ve dama­ dının halife seçilmesini isteyen Ebu Muse’l-Eşari'yi temsilci seçerek Kûfe’ye döndü. Ancak, daha Sıffin’deyken bir kı­ sım Ali yanlısı, hakeme başvurulmasına karşı çıktı. Bunlar, Kûfe’ye dönülünce, so­ runun hakemle çözülmesinin Kuran hü­ kümleriyle bağdaşmayacağını söyleyerek halkı bu kararı tanımamaya çağırdılar ve Küfe yakınlarında, Harura denilen yerde toplandılar (kendilerine bu nedenle Harurller denildi). Hz. Ali, Harura'ya geldi ve çeşitli ödünler vererek onları kendisine ka­ tılmaya çağırdı. Kûfe’ye dönünce de Sif­ tin antlaşması’na karşı çıktığı yolundaki söylentileri yalanladı. Bu arada, Ebu Muse’l-Eşari’nin Amr bin el-As ile görüş­ meye gönderildiği duyulunca, buna kar­ şı çıkan üç dört bin kişi, gizlice Kûfe'den ayrılarak Nehrevan’da toplandılar (Hari­ ciler). Öte yandan Muaviye, maiyetiyle birlik­ te hakemlerin buluşacakları yere geldi (şubat 658). Hz. Ali, yalnızca Ebu Muse’l -Eşari ve amcasının oğlu ibn Abbasi gön­ dermekle yetinmişti. Hakemler toplantısın­ da, Muaviye’nin hakemi, eski halife Os­ man’ın gereksiz yere suçlandığını ve hak­ sız öldürüldüğünü ileri sürdü. Bu görüş kabul edildi. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ek­ sik bir kadroyla ve Osman’ın katillerinin de katıldığı bir toplantıda halife seçilmiş olmasının tutarsızlığını belirtti ve vekilin­ den Ali'nin halifelikten halini istedi. Yeri­ ne belki damadı halife seçilir diye umu­ da kapılan Ebu Muse’l-Eşari Hz, Ali'yi ha­ lifelikten halettiğini söyleyince Amr bin el -As“ Öyleyse ben de Muaviye’yi halife ilan ettim” dedi. Bu olupbittiye itirazlar sonuç vermedi. Kendi aleyhinde olduğu için, Hz. Ali sonradan bu kararı da, iki hakemi de reddetti. Kuvvetleriyle Muaviye üzeri­ ne yürüyeceğine Kûfe’den ayrılarak Neh­ revan’da toplanan haricilere yöneldi. Çar­ pışmalar sonunda ancak on harici sağ ka­ lıp kaçabildi. Hz. Ali, hakeme başvurma­ sı, haricilere katılan önde gelen din adam­ larını öldürtmesi nedeniyle arap dünya­ sında saygınlığını büyük ölçüde yitirdi. Yakınları, sevenleri Ali’yi halife olarak ta­ nımayı sürdürdüler; bununla birlikte sayı­ ları gün geçtikçe azalıyordu. Ali, bundan sonra Muaviye’nin giriştiği savaşlara se­ yirci kalmakla yetindi. O kadar ki, Busr bin Ertat’ın Medine ve Mekke'yi ele geçirip Muaviye'yi güç durumda bırakmasından bile yararlanmadı. Sonunda, Nehrevan' da yok ettiği haricilerden birinin akrabası Abdurrahman bin Mülcem adlı harici ta­ rafından, Küfe camisi'nin kapısı önünde



zehirli kılıçla ağır biçimde yaralandı; üç gün sonra öldü. Gömüldüğü yer gizli tu­ tuldu. Yıllar sonra Abbasi halifesi Haru­ nurreşit mezarını buldurdu ve bir türbe yaptırttı. Şiilerin günümüzdeki kutsal kenti Necef, burada kurulmuştur. Hz. Ali koyu esmer tenli, uzun sakallı ve çevik biri olarak betimlenir. Dinine aşırı bağlılığı ve bu konudaki derin bilgisiyle tanınmıştır. Ayrıca, döneminin en iyi Ku­ ran okuyanlarından biriydi. Onunla ilgili olduğu söylenen mektup ve özlü sözle­ rin gerçekten kendisinin olduğunu sapta­ mak güçtür. —Ed. Ali için yazılan şiirler, alevi-bektaşi edebiyatında önemli yer tutar. Bu şiirler­ de Ali On iki imamın başı ve birincisi ola­ rak övülür. Kahramanlığı, cesareti, din uğruna verdiği savaşım dolayısıyla şah-ı merdan (yiğitlerin şahı), Haydar-ı kerrar (Döne döne saldıran aslan), sekiz yaşın­ da müslüman olduğu ve hiç puta tapma­ dığı için Kerremallahu veçhe (yüzünü sa­ dece tanrının lütfuna çevirmiş), Ebu Tü­ rap gibi adlarla anılır. Nefeslerde tabutu­ nu kendisinin deveye yükleyip götürme­ si, miraçta aslan olarak görünmesinden söz edilir. D üldül' adlı atı, Zülfekâr' adlı kılıcı, Haccac'a karşı Ali'yi övdüğü için şe­ hit edilen kölesi Kanber de bu şiirlerde anılır. Uhut savaşı’nda gösterdiği yarar­ lık dolayısıyla Cebrail tarafından Ali hak­ kında söylendiği belirtilen "La fetâ illa Zül­ fekâr ve la fetâ illa Ali” (Ali’den başka er yok, Zülfekâr’dan başka kılıç yok) sözü murabba ve muhammeslerle türlü nefes­ lerde zaman zaman anılmıştır. Alevibektaşi nefeslerinde Hz. Muhammet ile Ali’den bir arada söz edilir: "Muhammet mürşit, Ali rehberdir" (Sırrı); “ Muhammet kıble, Ali secdedir” (Bosnavi). Bazen iki­ sinin bir ve aynı oldukları ileri sürülür: "Muhammet Ali’dir Ali Muhammet" (De­ li Şükrü); "Bir ismi Muhammet bir ismi Ali” (Pir Sultan Abdal). Ali'nin daha da aşırı bi­ çimde yüceltildiği görülür: "Ali padişah­ tır, Muhammet vezir” (Pir Sultan Abdal); "Bir ismi Ali’dir bir ismi Allah" (Kul Him­ met). Mülkün sahibidir, 18 bin âlemi ya­ ratmıştır, rızıkları verir (Pir Sultan Abdal). Ali’nin kahramanlıkları, savaşları, yaşamı halk hikâyelerinde de konu edinilmiştir. Kesikbaş destanı, Ejderha destanı, Gazavat-ı Ali der memleket-i Sind, Gazavat-ı Bahr-i umman ve sanduk, Gazavat-ı Ali (Merhur şahın müslüman olması, Yemame cengi, Ahtem destanı), Gazavat-ı emir ül-müminîn Ali (Feth-i kale-i selasil), Cenadil kalesi manzumesi, Gazavat-ı Aramrem bin musallat, Gazavat-ı kıssa-i mukaffa, Kıssa-i kahkaha ya da Destan-ı kahkaha vb. bu ürünlerin XIII. yy.’dan itibaren ka­ leme alınmış örneklerindendir. XX. yy.'nın ilk yarısı sonlarına kadar Kesikbaş desta­ nı, Geyik destanı, Billur-u azam, Kan ka­ lesi cengi, Hayber kalesi cengi, Muham­ met Hanefi cengi gibi halk kitapları ge­ niş okuyucu kitlesi bulmuştur. A L İ BİN EL- A B BA S EL- M ECUSİ, arap hekim (? 949 - ? 982). Horasanlıdır. Kitâbu kâmil is-sinâ'et it-tıbbiyye ya da kı­ saca Kitâb ül-Melikîad\ı arapça yapıtı, dö­ nemi için çok değerlidir. XI. yy.’da Constantinus Africanus tarafından Liber Regius adıyla latinceye çevrildi. Bu çeviri Ve­ nedik (1492) ve Hollanda'da yayımlandı (1523). Arapça metni Kahire'de basıldı (1877). Kısmen almanca ve fransızcaya da çevrildi. Uzun süre Doğu’da ve Batı’ da tıp literatürünün klasiklerinden sayıldı. XIV. yy.'da Tercüme-i Kâmil üs-sinâ"a adıyla türkçeye de çevrildi, ama yayım­ lanmadı. A L İ BİN HÜSEYİN (Zeynelabidin. Ebu Muhammet), On iki imamın dördüncüsü (Medine 658-ay. y. 713). Aşırı dindarlığı nedeniyle kendisine Zeynelabidin (ibadet edenlerin süsü) lakabı verildi. Babası Hü­ seyin’in öldürüldüğü Kerbela olayından kurtulduktan sonra halife Yezid'in yanına gönderildi ve iyi karşılandı. Daha sonra Medine’ye döndü. Burada Yezid’e karşı



Ali bin Hüseyin ayaklanan şiilere karışmadı. İyilikseverli­ ği ve dindarlığıyla halkın sevgisini kazan­ dı.



380



A L İ BİN HÜSEYİN, türk mimar (XV. yy.). Bursa'daki Yıldırım Bayezit külliyesi yapılarından olan türbenin yazıtında (1406) adı bulunmaktadır. A L İ BİN HÜSEYİN (Mekke 1879 - Bağdat 1935), Hicaz kralı. Haşim aile­ sinden, Hicaz şerifi ve daha sonra da Hi­ caz kralı olan Hüseyin’in oğlu ve halefi (1924). Mekke’nin 1924 sonunda ibn Suud tarafından işgal edilmesi üzerine, Ali bin Hüseyin, Cidde'ye sığındı, buradan da aralık 1925’te Irak’a, kardeşi kral Faysal'ın yanına kaçtı. A Lİ BİN HÜS EYİN ,Tunus beyi (18821902). Muhammet es-Sadık'ın kardeşi ve ardılı, Tunus’ta fransız himayesi kurulduk­ tan sonra iktidara gelen (12 mayıs 1881) Hüseyin, silik bir rol oynamaktan öteye geçemedi,



Ali Efendi



Ali Emiri Efendi Millet kütüphanesi. İstanbul



Ali bin Yahya Sofi'nin Babı hümayun daki celiyazısı Topkapı sarayı. İstanbul



A L İ BİN ISA lat. Haly Jesu, arap göz hekimi (XI. yy.). Ortaçağ’ın en tanınmış göz hekimidir. Yaklaşık 1020-1030 yılları arasında Ebülferec bin et-Tayyip’in öğ­ rencisi olduğu ve Bağdat'ta hekimlik yap­ tığı öne sürülür. Yaşamı konusunda baş­ kaca bilgi yoktur. Kimi kaynaklarda ken­ dinden 150 yıl önce yaşamış olan İsa * bin A li ile karıştırılır. Üç kitaptan oluşan ve göz hekimleriyle ilgili Tezkiret ül-kâhhâlîn adlı yapıtı, günümüze ulaşmış en eski ve tam yapıtlardandır. Gözün yapısını, iç ve dış hastalıklarını, tedavi yollarını inceleyen yapıtta, pek çok hastalık ve ilaç hakkın­ da bilgi verilir, göze etkileri anlatılır, ibraniceye ve iki kez latinceye çevrilen (1497, 1499, 1500) yapıt, XIX. yy. ortalarına de­ ğin bu konuda temel ve en kapsamlı kay­ nak olma özelliğini korudu. Fransızca (1903) ve almanca (1904) çevirileri yayım­ landı. A L İ BİN M EYM UN, berberi kökenli faslı mutasavvıf (1450-1511). 14951496’da, adamlarının şarap içme yasağına uymalarını sağlayamadığı için emirlik'ten affını isteyerek Fas'tan ayrıldı. Şam’a yerleşti; burada ılımlı bir tasavvuf akımının temsilcisi ve ibni Arabi’nin savu­ nucusu oldu A L İ BİN MÜŞEYMEŞ EL-DİMIŞKİ, türk mimar (XIV. yy.).Sanından da anlaşı­ lacağı üzere Şamlı olan sanatçının adına, Aydınoğulları’ndan İsa Bey’in Selçuk’ta yaptırdığı isabey camisi’nde (1375) rast­ lanmıştır. Türk mimarlık tarihi açısından önemli olan yapıda, yer yer Suriye etkile­ ri görülür. A Lİ BİN OSMAN, türk hekim (XVI. yy.). Başlıca hastalıklardan ve ilaçla tedavi yol­ larından söz eden Kitâb-ı muâlecât adlı yapıtında, 1579’a değin seferlere katıldı­ ğını, daha sonra hastalığı nedeniyle as­ kerlikten ayrıldığını belirtir. Askeri cerrah olduğu anlaşılmaktadır. Kitabı basılmamıştır.



A L İ BİN SAD (Ebul-Hasan), nasri Gra­ nada kralı (1462-1483), müslümanların fethettikleri toprakları Castillalı isabel onun hükümdarlığı döneminde yeniden fethet­ ti. A L İ BİN Y A H Y A SOFİ, türk hattat (XV, yy. sonu - XVI. yy. başı). Fatih döne­ minin ünlü hattatlarındandır. Sanatını ba­ bası Yahya Sofi'den öğrendi. Sülüs celi­ sinde usta olan sanatçının önemli yapıt­ ları arasında, Babıhümayun’un Ahmet III çeşmesi karşısındaki müsenna besmele­ si, Fatih camisi’nin orta kapısındaki yazıt­ lar sayılabilir. A L İ BİN YUSUF BİN TAŞFİN (Sep te 1084 - ? 1143), Murabıtlar imparator­ luğunun kurucusu ile bir hıristiyan köle ka­ dının oğlu. 1106’da babasının yerine ge­ çerek Kuzey Afrika’da, Atlantik’ten Bicaye’ye kadarki bölgede, Güney Ispanya’ da ve Balear adalarında hüküm sürdü. Birlikleri ispanya’da birçok başarılı se­ fer yaptı; imparatorluğun Afrika kesimini gözetmek üzere hıristiyan milisler oluştur­ du. Hükümdarlığı döneminde Muvahhit­ ler hareketi ağır basmaya başladı; endülüs uygarlığının Batı Mağrib’e yayılışı da gene bu dönemde gerçekleşti. A L İ B İN Z Â F İR , arap tarihçi (1171-1226). Kahire'de Kâmiliye medresesi’nde ders okuttu. Irak’ta hüküm süren Melik Eşref Muzafferinin Musa'ya vezir ol­ du. Düvel ül-munkatıa adlı yapıtı, bir İs­ lam devletleri tarihidir. Selçuklular ile ilgi­ li Esas ül-siyasiye ve ahbar ül-Selçukiye adlı tarihin de yazarıdır. A L İ CELAYİR, özbektarihçi (XVII. yy.). Reşidüttin’in Câmi üt-tevarih adlı yapıtını kısaltarak türkçeye çevirdi. Onun bıraktı­ ğı yerden başlayarak kendi yaşadığı dö­ neme kadar Cuciler’in tarihini yazdı. Şe­ cere sırasıyla Cuci kabilelerini saptayan bu yapıt i. Bezerin tarafından iki cilt ola­ rak Kazan’da yayımlandı (1851). A L İ CENANİ, türk siyaset adamı (İstan­ bul 1872- ay. y. 1934). Suriye ve Güney -Doğu Anadolu’da geniş toprakları olan bir aileden Rasim Paşa'nın oğlu, ittihat ve Terakki fırkası’na girdi. Osmanlı meclisi mebusanı’nda Halep (1908-1912), Antep (1914-1919) milletvekilliği, meclis başkan yardımcılığı (1911) yaptı. İstanbul’un iş­ gali ve son osmanlı meclisinin dağıtılma­ sından sonra Ankara’ya gidecek yerde İs­ tanbul'da kaldı, ingilizler’ce Malta adası­ na sürgüne gönderildi. Kurtuluşundan sonra Ankara’ya gelerek ilk TBMM’ye ka­ tıldı ve Gaziantep milletvekili seçildi (1923, 1927). Ticaret bakanlığı yaptı (19241926). A L İ CEVAT, türk tarihçi (? - İstanbul 1914). Harp okulu’nu bitirdi, ikinci meş­ rutiyetten sonra kısa süre sürgüne gön­ derildi. Tarih, coğrafyaya ilişkin yapıtların­ dan başlıcaları: Memalik-i Osmaniye tarih ve coğrafya lügati (1895, 1899), Mükem­ mel osmanlı tarihi (1898), Musavver tarih-i İslam ve mehd-i medeniyet-i Arabistan (1913), Muhtasar coğrafya-i Osmani (1894). A L İ CEVAT, türk devlet adamı (? 1858 - İstanbul 1930). Mektebi mülkiye’yi bitir­ di (1880). Sarayda kâtip oldu. Avrupa’da­ ki temsilciliklerde görev yaptı. Rusya'ya kaçan Ermenilertlelilgili görüşmeler yap­ mak için St. Petersburg’a gitti, ikinci meş­ rutiyetten sonra mabeyn başkâtipliğine getirildi. Fezleke adlı, anılarından oluşan yapıtında ikinci meşrutiyetin başından Abdülhamit ll’nin tahttan indirildiği güne kadar geçen olayları anlatır. A L İ ÇAVUŞ, Cezayir beyi (1710-1718) ve Deli İbrahim’in ardılı. A L İ ÇELEBİ Kınalızade -* K in a l iz a DE ALİ ÇELEBİ '



A L İ ÇELEBİ, Lam Ali Çelebi ya da Mollacık da denir, türk nişancı, hattat (? - ? 1611). Koca Sinan Paşa’nın yetiştirme­ si. Reisülküttap oldu (1581). Sinan Paşa



sadrazamlıktan azledilince (1582), bir sü­ re Yedikule zindanına kapatıldı. Yeniden reisülküttaplığa getirildi (1583). Anadolu defterdarı (1594), nişancı (1596) oldu. Eğ­ ri kalesinin fethine katıldı. Yazdığı Eğri fe­ tihnamesi'nde Cagalazade Sinan Paşa' yı aşırı derecede övmesi yüzünden azle­ dildi. Bir süre sonra şıkkı sani defterdarlı­ ğına getirildi. Döneminin tanınmış hattat­ ları ndandı. A L İ DEDE Na’lizade, türk besteci (öl. ? 1735). Mevlevi tarikatına girdi. Ahmet lll’ün musahibi oldu. Şehnazbuselik bes­ te (Bir devlet için çerha temennadan usandık), rast yürüksemai (Amade olur zevk-i ceme zümre-i rindan), nühüft şarkı (Ey serv-i kadd-i nevreste), günümüze ulaşabilen üç yapıtıdır, A L İ DEDE Sernayi, türk besteci (öl. ? 1820). Hayatıyla ilgili pek bilgi yoktur. 1807’de bir mevlevihanede neyzenbaşılığa getirildiği bilinmektedir. Günümüze dört peşrev ve beş sazsemaisi kalmıştır. A Lİ EFE Yörük,türk milis albayı (Kavak­ lı, Nazilli, 1896 - ay. y. 1957). Nazilli’nin Kavaklı yöresinde efelik yaparken, Yu­ nanlıların İzmir'e çıkıp içerilere doğru iler­ lemeleri karşısında, zeybekleriyle silahlı direnişi başlattı (1919). Balıkesir kongre­ si kararlan doğrultusunda Nazilli cephe­ sinde savaştı. Yeni katılımlarla giderek ge­ nişleyen birliklerine “ Milli Aydın alay:” adı, kendisine de milis albayı rütbesi verildi. 1920 kasımında alayıyla düzenli ordu bir­ likleri saflarına katıldı. Kurtuluş'tan sonra istiklal madalyasıyla ödüllendirildi. A L İ EFENDİ Zembilli -



ZEMBİLLİ ALİ



EFENDİ.



A L İ EFENDİ Ümmi Veledzade, türk divan şairi (öl. Halep 1572). Bilginler ye­ tiştirmiş bir aiieden yetişti. Kadılık yaptı ve Halep mollasıyken öldü. Eski düzyazının ustalarındandı. Risale-i kalemiye, Risale-i seyfiye, Risale-i şemiye gibi yapıtların sa­ hibidir. İran şairi Âssar’ın bugüne ulaşmayan Mihr ü müşteri mesnevisini çevirdi. Ebussut Efendi’nin Kaside-imimiye’sine nazire yazdı. A L İ EFENDİ Hacı, türk yazar, tarihçi (? - ? 1665).Divan kâtipliği yaptı. Kutbettin Mekki’nin el-Berk ul-Yemani fi'l-feth il Os­ mani adlı yapıtını kısaltarak Telhis ül -Yemani adıyla türkçeye çevirdi. Ünlü veli ve bilginlerin yaşamöykülerini içeren Tuhfet ül-mücâhidîn adlı bir yapıtı vardır. A L İ EFENDİ Ç a ta lca lı, türk şeyhülis­ lam (Çatalca 1631 - Edirne 1692). Şey­ hülislam Minkârizade Yahya Efendi’nin öğrencisiydi. Ordu kadısı olarak Girit se­ ferine katıldı (1669). Selanik, Mısır kadı­ lıklarında bulundu. Rumeli kazaskerliğine getirildi (1670), Şeyhülislam oldu (1674); Mehmet IV ile anlaşmazlığa düşünce az­ ledildi (1686); önce Rodos’a sonra Bursa’ya sürüldü. Ahmet II döneminde ikin­ ci kez şeyhülislamlığa getirildi (1692). Fetevâ-yı A li Efendi adlı bir yapıtı vardır. A L İ EFENDİ Paşmakçızade, Seyit PAŞMAKÇI2ADE SEYİT ALİ EFENDİ.



A L İ EFENDİ M orali, S e yit -»



MORA



Lİ ALİ EFENDİ.



 L İ EFENDİ (Haşan), türk devlet ada­ mı (Görele 1827 - İstanbul 1895). Kasta­ monu, İzmir’de kâtiplik yaptı. Posta-telgraf meclisi başkanı (1872), posta-telgraf na­ zır vekili (1880), posta-telgraf nazırı (1888) oldu. Yenicami postahanesi’ni, telgraf fabrikasını kurdu Milli eğitim bakanların­ dan Haşan Âli Yücelin dedesidir. A L İ EFENDİ TanburMürk besteci (Mi­ dilli 1836 - İzmir 1902). Gençliğinde İstan­ bul'a geldi, medrese öğrenimi gördü. Bir yandan da Latif Ağa’dan ve Tanburi Kü­ çük Osman Bey’den dersler aldı. 1862’ de sınavla saray müezzini oldu. Zaman­ la Kudüs payesini aldı ve padişahın ikin­ ci imamlığına yükseldi. Besteciliğinin ya­ nı sıra tanbur çalışındaki müziksellikle de



Ali Han tanındı. 1885’te İzmir’e yerleşti. Artık yal­ nız şarkı formunda eser verilen bir dö­ nemde, lirizmle gelenekse! kuralları usta­ ca birleştirdiği besteler, semailer ve şar­ kılar yaptı. Suzidil makamındaki peşrevi, birinci bestesi (Yıkıldı darb-ı sitemden harab olan gönlüm), ikinci bestesi (Bilmedik yari ki bizden bu kadar gafil imiş), ağırsemaisi (Kanı yad-ı lebinle hun-i dil nuş ettiğim demler), yürüksemaisi (Ceyhun arayan dide-i giryanımı görsün) ve evfer şarkısı (Yandıkça oldu suzan kalb-i şerer -feşanım), klasik türk müziği repertuvarının en seçkin yapıtlarındandır.



sevda (1909-1910, 6 sayı) dergisini, Ta­ rih ve Edebiyat mecmuası’nı (1918-1922, 36 sayı) yayımladı. Kendisine yöneltilen kişisel suçlamalara bu dergilerde sert ya­ nıtlar verdi. Lütfi Paşa’nın devlet yöneti­ miyle ilgili Asafname "sini (1910), Haşan bin Mahmut Bayati’nin Oğuzname’ye da­ yanarak yazdığı Osmanlılar’ın soykütüğü niteliğindeki Cam-ı cem âyin'ini (1915), Hoca Gıyasettin’in 1419’da Çin’e yaptı­ ğı seyahati anlatan Acaib ül-letaif adlı sefaretnamesi (1912) ile Kâtip Ferdi’nin Artuklular ve Mardin yazıtlarına ilişkin yapı­ tına notlar ekleyerek Mardin müluk-i Artukiye tarihi'ni (1915) yayımladı. Basılma­ mış şiirleri 3 cilt tutmaktadır. Diyarbakır’ da yetişmiş şairlerin yaşamöykülerini içe­ ren Tezkire-i şuara-yi Am id'in birinci cil­ di (1911), Ezhar-ı hakikat (1898), Osmanlı sultanlarının şiirlerinden seçtiği Cevahir ül -müluk (1901 ),Levami ül-Hamidiye (1894) ile Osmanlı vilâyât-ı şarkiyesi (1918) adlı başlıca yapıtları basılmıştır. Hazırladığı birçok yapıtı da yazma halinde kalmıştır. (-* Kayn.)



■ A L İ EFENDİ Basiretçi, türk gazeteci (? 1845- İstanbul 1910), Enderun’da yetiş­ ti. Maliye nezaretine tahsilat kâtibi oldu (1863). Gazete çıkartmak için yaptığı ilk başvuru, Girit olayları nedeniyle kabul edilmedi (1867). iki yıl sonra izin ve 300 altın lira destek alarak Basiret gazetesini (1869-1878, 2 376 sayı) yayımladı. Gaze­ tesinde dönemin tanınmış imzalarına yer verdi. Basiretçi Ali adıyla ün yaptı. 1870 Fransa-Prusya savaşı’nda, gazetesinde Prusya'yı destekledi. Prusya savaşı kaza­ A li E m iri kü tü p h a n e si-» MİLLET* KÜ­ nınca bu ülke elçiliğince parayla ödüllen­ TÜPHANESİ. dirildi (1871). Aynı yıl davetli olarak gitti­ Â L İ FAHRİ, Ağababa da denir, türk si­ ği Berlin’de bir ay kaldı. Bismarck tara­ yaset adamı (? 1873 - ?). Deniz harp okufından kabul edildi ve savaştaki desteği lu’nu bitirdi. Kurmay okulundayken Ab­ dolayısıyla kendisine 1 000 mark ve bir dülhamit İl’ye karşı siyasal etkinlikleri ne­ baskı makinesi armağan edildi. Dönüşün­ deniyle tutuklandı (1897). Ş e re f’ de, biçim ve içerik bakımından gazetesi­ kurbanları diye bilinen 78 kişiden biri ni yeniledi. Bir yazısında, zaptiyeyi aşa­ olarak Trablusgarp’a sürüldü, iki yıl son­ ğıladığı gerekçesiyle 96 gün hapis yattı. ra kaçtı, önce Avrupa’ya, şonra Mısır’a Çırağan sarayı baskını (20 mayıs 1878) gitti, intikam ve Tokmak gazetelerini çıkar­ ardından, Ali Suavi’nin daha önce Basidı. ikinci meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a ret’te çıkan ve üstü kapalı bu eylemden döndü. Başlıca yapıtları: Congrâs de la söz eden yazısı yüzünden tutuklandı, ga­ Jeune Turquie (1900), Elvah-ı siyah:mah­ zetesi kapatıldı, Kudüs’e sürgün edildi, pus ve gurbet hatıraları (1909), Emel yo­ ikinci meşrutiyet ilan edilince İstanbul’a lunda (1913). dönerek Basiret’i yeniden çıkardı, ilgi gör­ meyince, birkaç sayı sonra kapattı. Bir sü­ ■ A L İ F A K R İ, türk tasavvuf adamı, şair (İstanbul 1853 - ay. y. 1929). Üsküdar’ re Berlin’de yaşadı. Yapıtları: Yıldız'm ha­ da Hallaç Baba dergâhı şeyhi Mehmet tası (Devlet-i Aliyye ve Rusya muharebesi, Emin Efendi'nin oğludur. Babasının ölü­ 1293) [1908], İstanbul'da yarım asırlık vamünden sonra bu tekkeye şeyh oldu kayi-i mühimme(1909). Bu yapıtın İstan­ (1875). Tekkeler kapatıldığında Unkapabul’da elli yıllık önemli olaylar adıyla yeni basımı yapıldı (1976). nı Ahmet Buhari dergâhı şeyhiydi. Tasav­ vuf içerikli şiirler yazdı. Türkçe TarîkatnaA L İ EKBER Hıtai, türk gezgin (XVI. me, Vahdet-i vücut gibi yapıtlarıyla Sadiyy.), 1500 yıllarında Çin'e yaptığı,yolcu­ name adlı çevirisinden başka Kasîde-i lukla ilgili Hıtainame adlı farsça seyahat­ Cemâliye adlı farsça mesnevisi, Muhittin nameyi yazdı. Yapıtını 1516’da Yavuz Arabi hakkında Muhiddinname adlı bir ki­ Sultan Selim'e, onun ölümünden sonra tabı vardır. Sımavna Kadısı oğlu Şeyh da bazı eklemelerle Kanuni Sultan Süley­ Bedrettin’in Varidat’ın açıklayan arap­ man’a sundu. Kitabın Murat III dönemin­ ça bir incelemenin de sahibidir. Fakri de yapılmış eksik bir türkçe çevirisi var­ mahlasıyla yazdığı türkçe, arapça ve fars­ dır (basımı 1853). Ali Ekber’in Ming ha­ ça çok sayıda şiiri vardır. nedanı döneminde Çin’de İslam etkisi, Kalmuklar iie Çin ilişkileri, Kalmuklar'ın bu ■ A L İ FERRUH, türk yazar ve şair (İstan­ ülkede kazandığı zaferler konusunda ver­ bul 1865 - Sofya 1904). Genç OsmanlI­ diği bilgiler, kitabına önem kazandırmak­ lar ihtilal örgütünden Kayazade Reşat tadır. Yapıtta yazarın kendi özgün göz­ Paşa’nın oğlu. Mülkiye mektebi'ni bitir­ lemleri yanında, Gıyasettin Nakkaş (-* dikten sonra, Paris’te Siyasal.bilgiler fa­ ACAİB ÜL-LETAİF), Süleyman Tacir gibi da­ kültesi'nde okudu. Dışişleri hizmetinde ha önce Çin’e giderek seyahatname ya­ Paris, Londra, Petersburg, VVashington' zanlardan da alıntılar bulunmaktadır. (-* da bulundu. 1899’da atandığı Bulgaris­ Kayn.) tan komiserliği görevindeyken öldü, Ab­ dülhak Hamit’in etkisini taşıyan yenilikçi A L İ EK R E M ^ BOLAYIR ALİ EKREM. şiirler yayımladı. Laklakiyat-ı edebiye ■ A L İ EM İR İ EFENDİ, türk edebiyat ve (1883), Şayan (1885), Üss ül-esas (1886) gibi şiir kitapları yanında Huşenk (1880) tarih araştırmacısı, kütüphaneci (Diyarba­ adlı manzum tragedyanın sahibidir. Ker­ kır 1857 - İstanbul 1924). Özel eğitim ve medrese öğrenimi gördü. Diyarbakır’da bela, Misbah üs-salâh, Vilâdet-i Peygam­ beri (1887) gibi yapıtları dinse! içeriklidir. yeni kurulan telgrafhaneye devam ede­ rek telgrafçılık öğrendi (1875). Anadolu Teşhir-i ebatıl (1888) kitabında ise Ernest ve Rumeli'nin çeşitli yerlerinde âşâr mü­ Renan’ın İslamlıkla ilgili görüşlerine karşı çıkar. dürlüğü, muhasebecilik, defterdarlık ve maliye müfettişliklerinde bulundu. Kendi ■ A L İ FUAT, soyadı Türkgeldi, türk ta­ isteğiyle emekliye ayrılıp İstanbul’a yerleş­ rih ve anı yazarı (İstanbul 1867 - ay. y. ti (1908). Bir süre Tarihi belgeler tasnif ko­ 1935). Hukuk öğrenimi gördü. Mabeyn misyonu başkanlığı ve Tarihi osmani en­ başkâtipliği (1912-1919), sadaret müste­ cümeni üyeliği yaptı. Yaşamı süresince ti­ şarlığı (1920-1922) yaptı. Osmanlı impa­ tizlikle topladığı kitaplarını, İstanbul’un Fa­ ratorluğu’nun son dönem olay ve kişileri­ tih semtinde şeyhülislam Feyzullah Efen­ ni konu alan yapıtlar yazdı. Başlıca yapıt­ di’nin kurduğu Feyziye medresesi’ne ba­ ları: Rical-i mühimme-i siyasiye (1929), ğışlayarak Millet kütüphanesi’ne dönüş­ Görüp işittiklerim (1941,1952). [ -* Kayn.] türdü, ölümüne dek bu kütüphanenin mü­ dürlüğünü yaptı (1916). Bıraktığı 16 bin ■ A L İ FUAT BE Y, türk devlet adamı (İs­ tanbul 1846- ay. y. 1885). Sadrazam Âli cilt nadir yazma ve basma kitap arasın­ Paşa'nın oğlu. BabIâli’de yetişti. Divanı da, basımına da yardımcı olduğu ünlü Dihümayun kalemi'ne girdi. Abdülazlz’in vanü lügat it-türk bulunmaktadır. Amid-i



Avrupa gezisine katıldı. Şûrayı devlet üye­ liği yaptı. Maarif nazırı oldu (1881).



3 8 1



A L İ FUAT PAŞA • ERDEN ALİ FUAT. A L İ F U AT PA ŞA AT.



•ChBESCY ALİ FU­



A L İ G ALİP, türk asker ve yönetici (Kay­ seri 1871 - Köstence 1930). Harp okulu' nu (1895), Harp akademisi’ni (1898) bi­ tirdi. Yarbay rütbesindeyken ordudan ay­ rıldı (1911). Üç ay süreyle Kayseri millet­ vekilliği yaptı (1912). Mütareke dönemin­ de Elazığ valiliğine atandı (1919). Mus­ tafa Kemal Paşa’yı tutuklamak ve Sivas kongresi’ni dağıtmak girişimi başarısızlık­ la sonuçlandı. Suriye üzerinden İstanbul’a kaçtı. Kurtuluş savaşı’nın ardından bir kürt devleti kurulmasına yardımcı olmak savıyla yargılandı, aklandı (1922). Yüzellilikler listesine alınarak yurt dışına çıka­ rıldı (1924). Romanya’ya yerleşti. A L İ G A LİP BEY, türk hekim (? 1882istanbul 1961). Öğrenimini Lyon Tıp fa­ kültesi’nde yaptı. Dönüşünde, tabip yüz­ başı rütbesiyle Haydarpaşa hastanesi’nde görev aldı. Girit ayaklanmasında (1897) Hanya Belediye hastanesi’nde ça­ lıştı. Kuruluşunda, Haydarpaşa askeri tıbbiyesi'nde müdürlük, Birinci Dünya sava­ şı sırasında(1914-1918) IV.Ordu’da sağ­ lık başkanlığı yaptı. A li G a lip o la yı, İstanbul hükümetinin Kurtuluş savaşı'nı engelleme girişimlerin­ den biri (eylül 1919). Damat Ferit Paşa hükümetinin dahiliye nazırı Adi! Bey, Ela­ zığ valiliğine atadığı Ali Galip Bey'i Si­ vas’ta toplanacak olan kongreyi dağıt­ mak, kongreyi düzenleyenleri yakalamak­ la görevlendirdi. Böyle bir girişimi gerçek­ leştirebilmek için yetkisi ve emrinde yeterli gücü bulunmayan Ali Galip, nezarete telgraf çekerek kimlerin ne gibi suçlarla yakalanacağını, yetkisinin derecesini ve girişim için padişahın onayının alınıp alın­ madığını sordu. Dahiliye nazırı Adil Bey ve harbiye nazırı Süleyman Şefik imzalarıy­ la gelen cevapta, girişimin padişaha arz edildiği, ülke çıkarlarına aykırı olarak Si­ vas’ta kongre toplamaya kalkışanların ya­ kalanarak İstanbul'a gönderilmesi isteni­ yor; kendisinin, azledilen Sivas valisi Re­ şit Paşa’nın yerine vali ve komutan atan­ dığı bildiriliyordu. Yapılacak harekât için yöreden toplanacak yüz, yüz elli ka­ dar atlının yeterli olacağı, emrindeki at­ lılarla Sivas’a girer girmez valilik makamı­ na geçince oradaki jandarma birliklerinin de komutasını alabileceği ekleniyordu (3 eylül). Ali Galip, 6 eylülde Malatya’ya gel­ di. Aynı gün İngiliz binbaşı E. W. C. Noel yanında bulunan Bedirhan aşiretinden Celalet, Kâmuran ve Cemil Paşazade Ekrem Bey de oraya geldiler ve Malatya muta­ sarrıfı, Bedirhaniler den Halit Bey tarafın­ dan karşılandılar. Binbaşı Noel'in, Mu­ sul’u işgal etmiş bulunan İngilizler tarafın­ dan, Irak’ın kuzeyindeki aşiretlerin özerk biçimde örgütlenmelerine yardım için görevlendirildiği biliniyordu. Olayların gelişmesini izleyen Mustafa Kemal Paşa, 15. Alay komutanı ilyas Bey’e Malatya’ da toplananların tutuklanmasını emretti, ilyas Bey Malatya'ya vardığında Ali Ga­ lip, binbaşı Noel ve Bedirhaniler Kâhta yönünde kaçmışlardı. Kaçanlar izlendi. Ali Galip, Halep üzerinden İstanbul’a kaçtı. Ele geçen binbaşı Noel, bir subayın eşliğinde Elbistan üzerinden yurt dışına çıkarıldı. Mustafa Kemal Paşa olayı toplan­ makta olan Sivas kongresi’nde de açıkladı. Kongre tepkisini bir bildiriyle belirtti (9 eylül). Olayın açıklanması İstanbul hükümetini güç duruma soktu ve Damat Ferit hükümetinin düşmesinin (28 eylül) ne­ denlerinden biri oldu. (-* Kayn.)



M



Âli Fakri



B JI



 li Ferruh



A li Fuat Türkgeldi



A L İ H A N L iya ka t^ LİYAKAT ALİ HAN. A L İ H A N (Torino 1911 - Suresnes 1960), Ağa Han II! ile Teresa Magliano' nun oğlu; Birleşmiş milletler'de Pakistan



ASİ F u t B«y



Alı Han delegesi (1958). Oğlu Kerim’e, dedesinin vasiyetiyle, Ağa Han İV unvanı veril­ di. Â Lİ HAYDAR, türk oyun yazarı (Miha­ lıççık 1836 - İstanbul 1914). Özel öğrenim gördü. Çeşitli devlet kurumlarında me­ murluk, Paris’te elçilik kâtipliği yaptı. Ço­ cuklar için Mecmua-yı iber-i intibah der­ gisini çıkardı. Oyunlarından Sergüzeşt-i Perviz (1866) ve ikinci ersas (1866), kur­ gu ve teknik yetersizliklerine rağmen türk tiyatrosunun ilk manzum trajedileri olmak bakımından önemlidir. Yazarın manzum komedisi Rüya oyunu' ndan (1876) baş­ ka Avrupa’nın müslümanlığı nasıl anladı­ ğını araştıran Beyan-ı hakikat (2 cilt, 1977) adlı bir yapıtı daha vardır. ÂLİ HAYDAR BEY, türk hattat (? 1802 - İstanbul 1870). Sadrazam Melek Ahmet Paşa’nın torunu olduğundan, Melekpaşa torunu diye de bilinir Mekke (1855) ve İs­ tanbul (1863) kadılığı payesini aldı. Yesarizade’nin en ünlü öğrencilerinden olan sanatçının icazetnamesi Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi’ndedir. Tâlik celisin­ de ustaydı. Dolmabahçe ve Ortaköy ca­ mileriyle Selimiye kışlası kapısındaki ya­ zıtlar onundur.



3 8 2



Ali Haydar Bey’den bir celî tâlik örneği



İptŞğl'l



Âli iffet



mm



%



Ali Kemal



 L İ HAYDAR EFENDİ Büyük Hay­ dar Molla, türk hukukçu (? - İstanbul 1904). Hükuk öğrenimi gördü. Meclisi ke­ biri maarif başkanlığında bulundu. Hukuk mektebi’nde fıkıh usulü ve mecelle ders­ leri verdi. Fıkıh usulüyle ilgili yazıları taşbaskısı oiarak yayımlandı (1890). Bu ko­ nudaki ders notları da sonradan kitaplaş­ tırıldı. Döneminin önde gelen fakihlerindendi. Üsküdar’da Şeyh Nasuhi Efendi dergâhı’nda gömülüdür.  L İ HAYDAR EFENDİ Küçük, türk hukukçu (Batum 1852 - İstanbul 1918). Medreset ül- kuzat’ı (kâdi mektebi)bitirdi (1877). Değişik yerlerde kadılık yaptı. İs­ tanbul istinaf mahkemesi üyeliği, temyiz mahkemesi başkanlığı, fetva eminliği gö­ revlerinde bulundu. Mülkiye ve Hukuk mekteplerinde ders verdi. Adliye nazırlı­ ğı yaptı. Mecelle üzerinde önemli çalış­ maları vardır. Yapıtları: Dürer ül-hükkâm fi şerhi Mecellet il-ahkâm (1881-1901), Risâle-i mefkud (1892), Şerhi cedid li kanûn il-arâzl (1893), Risalet ül-muvâzâa ve'l istiglâl (1898), Tavzih ül-müşkilati II ahkâm il-intikalât (1913), Tatbîkat-ı şer'iyye dersi (1917).  L İ HAYDAR M İTH A T, türk siyaset adamı (İstanbul 1872 - ay. y. 1947). Sad­ razam Mithat Paşa’nın oğlu. Babası Taif’te boğdurulduktan sonra padişah irade­ siyle Beyrut'a eğitim görmeye gönderildi (1885-1895). Avrupa’ya kaçtı (1899), Pa­ ris’te toplanan birinci Jön Türk kongresi’ ne katıldı (1902). Yokluğunda ömür bo­ yu kalebentlik cezasına çarptırıldı. İngil­ tere'ye geçip Osmanlı gazetesinin yayı­ mına yardımcı oldu. 1908 Meşrutiyetim­ den sonra İstanbul’a döndü; Abdülhamit II tarafından Âyan üyeliğine atandı, 1914 seçimlerinde Divaniye mebusu oldu. Mü­ tareke yıllarında İstanbul'da kaldı, İngiliz yanlılığıyla dikkat çekti. Kurtuluş savaşı’ndan sonra İstanbul yakınlarındaki çiftliğin­ de yaşadı, il genel meclisi üyeliği yaptı, ancak Cumhuriyet yönetimiyle yakın iliş­ kiler kuramadı. Bağımsız olarak.katıldığı 1934 seçimlerini kazanamadı. Başlıca ya­ pıtları: Layiha ve istitrad (Kahire, 1900), Mithat Pacha Sa vie, son oeuvre (Paris, 1908), Hatıralarım (1946).  Lİ HAYDAR PAŞA, türk vezir (İstan­ bul 1866 - Beyrut 1935). Mekke emiri şe­ rif Ali Cabir Paşa’nın oğlu. Saraydaki şeh­ zadeler mektebinde okudu, ikinci meş­ rutiyetten sonra Âyan meclisi üyesi, Ev­ kaf nazırı (1910), Âyan meclisi başkan ve­ kili (1912) oldu. Vezir rütbesiyle Mekke şe­ rifliğine atandıysa da (1916) Şerif Hüse­ yin ayaklanması nedeniyle kente gireme­ di.  L İ HEREVİ (Mir), iranlı hattat (Herat ?



- ? 1544 ya da 1550). Hat sanatını Meşhet’te, adaşı olan Tebrizli Sultan Ali yada onun öğrencisi olan Zeynettin Mahmut’ tan öğrendi. Hüseyin Baykara ve Erdebilli Kebir bin Üveys’in öğrencisi oldu. Ya­ zılarını Kâtib-i Sultani olarak imzalıyordu. A L İ H İK M E T P A Ş A -* AYERDEM ALİ



A L İ KÂRİ Aliyyülkâri, fıkıh bilgini, hat­ tat (Herat ? - Mekke 1605). Öğrenimini Herat’ta yaptı. Tefsirleri, özellikle hanefi fı­ kıh kitaplarına yazdığı şerhleriyle (eş-Şifa, el-Mişkât, el-Muvatta, Tabakat-ı Hanefiye) ünlüdür. Döneminde tanınmış bir hattat­ tır.



A L İ İLM İ Fanizade, türk siyaset adamı, gazeteci (Adana ? - Kadirli ?). Osmanlı meClisi’nde Kozan mebusluğu yaptı (1912). Adana’da Hürriyet ve itilaf yanlı­ sı Ferda gazetesini yayımladı. Ulusal Kur­ tuluş savaşı’na karşı bir tutum izledi (1918-1920). Yüzellilikler listesine alındı (1924). Suriye’ ve Revandiz’de yaşadı. Türk vatandaşlığından çıkarıldı (1927), Yüzellilikler’in bağışlanması üzerine (1938) Türkiye’ye döndü. A L İ İZZET Ö ZK A N , türk halk şairi (Höyük köyü, Şarkışla, Sivas, 1902 - ay. y. 1981). Küçükbaşta saz çalıp şiir söy­ lemeye başladı. Aşık Sabrî ve Aşık Ali us­ tasıdır. Uzun süre köyünde kaldı. Halkev­ lerinin etkin olduğu 1940’lı yıllarda yurt gezilerine çıktı. Âşık Veysel gibi o da Köy enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı. Geleneklere bağlı, güncel sorunlara ilgi­ siz kalmayan, çağdaş düşüncelere açık ve laik görüşlü bir âşık olarak dikkati çeken Ali izzet, ayrıca belleğindeki şiirlerle âşık edebiyatı araştırmacılarına sözlü kay­ nak olarak yardımcı oldu. (— Kayn.)



A L İ K E M A L, asıl adı Ali Rıza, türk ga­ zeteci, siyaset adamı (İstanbul 1867 - İz­ mit 1922). Mülkiye mektebi’nin dördün­ cü sınıfındayken (1887) fransızcasını iler­ letmek için dokuz ay kadar Paris ve Ce­ nevre'de kaldı. Dönüşünde Mülkiye'deki öğrenimini sürdürdü (1888). Cenevre' de gördüğü öğrenci derneklerinin bir benzerini kurmaya girişmesi sonucu ko­ vuşturmaya uğradı. Halep’e vilayet mai­ yetine memur olarak sürüldü (1889). Ha­ lep idadisi’nde fransızca ve edebiyat dersleri verdi (1889-1894). Bu süre için­ de ilm-i ahlak (1893) adlı ders kitabını, Bir safha-işebab (1894) adiı romanını yayım­ ladı. Yeniden Avrupa'ya gitti (1894). Pa­ ris'te Siyasal bilimler okulu'nda öğrenimi­ ni tamamladı (1896-1899). Bu yıllarda ik­ dam gazetesine “ Paris musahabeleri" başlığıyla, Paris’teki kültür ve edebiyat ya­ şamını yansıtan haftalık yazılar yazdı. Edebiyat anlayışı ve beğenisi Muallim Na­ ci ve arkadaşlarının doğrultusunda oldu­ ğundan Servet-i fünun dergisi çevresin­ de toplanan yeni edebiyat kuşağına sal­ dırılar yöneltti. Bir süre sonra ikdam’da yazılarının çıkması saray tarafından ya­ saklandı. Buna karşın Brüksel elçiliği kâ­ tip kadrosunda görünerek ödenek alma­ yı sürdürdü. Bir mısırlı prensin Kahire ya­ kınındaki çiftliğini yönetmek üzere Mısır'a gitti (1900). Daha sonra Mahmut Muhtar Paşa’nın çiftliğinde kâhyalık yaptı. Kahire’de Türk dergisini yayımladı, ikinci meş­ rutiyet’in ilanında (1908) İstanbul'a dön­ dü. ikdam gazetesine başyazar oldu. Mülkiye’de siyasi tarih, Darülfünun’da osmanlı tarihi hocalığı yaptı. Hürriyet ve iti­ laf fırkası’na girdi. İttihat ve Terakki’ye yö­ nelttiği sert eleştiriler dolayısıyla 31 Mart’ tan sonra Paris’e kaçtı. Orada Yeni yol dergisini yayımlayarak (5 sayı, 1909) ken­ dini savundu. Yönetimin değişmesi ve ge­ nel af çıkması üzerine Türkiye’ye döndü (1912). ikdam’da yeniden başyazarlık yaptı. Birsafha-i tarih (1913), fransız ihti­ lali önderlerini konu edinen Rical-i ihtilal (1913) adlı kitaplarını çıkardı. Peyam ga­ zetesini yayımlamaya başladı. Ancak, bir süre sonra gazetesi kapatıldığı gibi yazı yazması da yasaklandı (1914). Kurtuluş savaşı başlarken Damat Ferit Paşa kabi­ nelerinde maarif ve dahiliye nazırlıkların­ da bulundu (1919). Milli mücadeleye ve liderlerine karşı çıktı. Mustafa Kemal Paşa’nın eylemini yasadışı ilan eden genel­ geler, onun imzasıyla yayımlandı. Hükü­ metteki görevinden ayrıldıktan sonra Pe­ yam gazetesini Sabah gazetesiyle birleş­ tirerek Peyam-ı sabah’ı çıkardı. Gazete­ ye ittihat ve Terakki’nin bir uzantısı ola­ rak gördüğü Kuvayı milliye’nin ve Kurtu­ luş savaşı’nın aleyhinde yazılar yazdı. Mu­ danya mütarekesi’nden sonra yargılan­ mak için Ankara’ya götürülürken İzmit’te Nurettin Paşa tarafından linç ettirildi (18 kasım 1922). Sözü edilenlerin dışındaki başlıca eserleri: Sorbonne darülfünunun­ da edebiyat-ı hakikiye dersleri (ikdam’ın Paris muharriri takma adıyla, 1898), iki hemşire (1899), Paris musahabeleri(3 c., 1899), Mesele-i şarkiye medhal (Mısır, 1900), Çölde bir sergüzeşt (1900), Yıldız hatırat-ı eiimesi (1910), ilm-i ahlak (1914), Raşit müverrih mi, şair mi (1918), Tarih-i siyasi(1918). Peyam-ı sabah’ın edebiyat ekinde Ömrüm adıyla yayımlanan anıları (1914), oğlu emekli büyükelçi Zeki Kuneralp tarafından aynı adla kitaplaştırıldı (1985).



A L İ K A B U Lİ BEY, türk deniz subayı (? - İstanbul 1909). Asarı tevfik gemisinin süvarisiyken 31 Mart vakası sırasında Yıl­ dız sarayı önünde, Abdülhamit’in gözleri önünde ayaklanmacılarca öldürüldü.



A L İ K E M A Lİ EFENDİ, kuvayı milliyeci (Sivas ? - Konya 1920). Konya Feyziye medresesi’nde mecelle okuttu. Mebusan meclisi’ne Konya milletvekili seçildi (1912). Kurtuluş savaşı başında örgütle­



HİKMET.



A L İ HÜSEYİN EFENDİ, türk tarihçi, şair (Edirne? - İstanbul 1648). Şair_Nef’i’ nin öğrencisi.D/Van’ından başka, Âdem’ den yaşadığı döneme kadar gelen Tarih-i umumi adlı bir yapıtı vardır. Öteki yapıt­ larından başlıcaları Riyâz ür-rahme, Miftâh ür-rahme, Ukud ül-cevâhir'dir.A L İ İFFET, türk şair ve gazeteci (Resmo, Girit, 1869 - İzmir 1941 ).Çeşitli illerde adliye memurluğu, Üsküp’te istinaf mah­ kemesi başkâtipliği yaptı. Envar-ı hürriyet gazetesini yayımladı. İkinci meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul'a gelerek Hürriyet ve Siper-i saika-i hürriyet gazetelerinde başyazarlık yaptı. Bu dönemde emniyet örgütünde görev aldı. Divan edebiyatı ge­ leneğine uygun gazelleriyle tanındı. Fars­ ça ve rumca şiirleri de vardır. Â li İk tis a t m e c lis i, Türkiye’de, hü­ kümetlerin izleyeceği ekonomik politika­ ların saptanmasına ve uygulanmasına yardımcı olmak üzere 1927’de kurulan meclis. 24 üyeden oluşan bu meclisin iki fahri başkanı (başbakan ve iktisat baka­ nı) ve bir genel sekreteri vardı. Üyelerin 12’si ticaret, sanayi ve meslek odaları ta­ rafından seçiliyor, diğerleri biri Silahlı kuvvetler’den olmak üzere Bakanlar kurulu’nca atanıyordu. Yaptırım gücü olma­ yan meclisin yasal görevleri arasında hü­ kümetin ekonomik konularda hazırladığı yasa, tasarı ve tüzükler hakkında görüş bildirmek, araştırma yapmak ve öneriler­ de bulunmak gibi konular vardı. Âli ikti­ sat meclisi, uygulamada, daha çok araş­ tırmaya yönelik çalışmalar yaptı. Pahalı­ lık, para ve gümrük politikaları, ödeme­ ler dengesi gibi konularla uğraştı. Türki­ ye’nin ilk kapsamlı ödemeler bilançosu bu meclis tarafından hazırlandı. 1935’te kaldırıldı. A L İ İL H A M İ, türk halk şairi (? - Seyit­ gazi 1890). Eskişehir yakınlarındaki Seyit Battal Gazi dergâhı’nda postnişinlik yap­ tı. Aynı tekkenin postnişinlerinden P ir* Mehmet'in oğludur. Babasının ölümün­ den sonra onun yerine geçti. Hece ve aruzla söylediği şiirlerden oluşan Divan’ı, torunu Şükrü Efendi tarafından Divan-ı Şeyh ilhami ve Seyyid Battal Gazi adıyla yayımlandı (1915). [ -» Kayn.]



Ali Paşa nen Müdafaai hukuk cemiyeti’nin Konya heyeti merkeziyesi reisliğine getirildi. Kur­ duğu yardım heyetiyle ulusal hareket için para, silah ve giyecek topladı. Çalışma­ larıyla Kurtuluş savaşı’na karşı olanların hedefi durumuna geldi. TBMM hüküme­ tine karşı ayaklanan Delibaş Mehmet Ağa çetesi tarafından öldürüldü. Â L İ KU ŞÇU , türk gökbilim ve dilbilim­ ci (Semerkand ? - İstanbul 1474). Türkis­ tan ve Maveraünnehir emiri Uluğ Bey'in doğancıbaşısı Muhammet el-Kuşçu’nun oğlu. Gökbilim ve matematik öğrenimini Semerkand'da Uluğ Bey ile Bursalı Kadızade Rumi’den gördü. Uluğ Bey’den habersiz Kirman’a gitti ve öğrenimini ora­ da tamamiadı. Kirman’da yazdığı, Ay’ın evreleriyle ilgili Risale-i hail ul-eşkâl ül -kamer adlı kitapçığı, kendini affettirmek amacıyla Uluğ Bey’e sundu. Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi ölünce (1421), Ali Kuşçu’yu Semerkand’daki gözlemevinin başına getirdi. Uluğ Bey’in Zic-i Uluğ Bey adındaki büyük yıldız kataloğunu birlikte tamamladılar. Oğlunun çıkarttığı bir ayak­ lanmada Uluğ Bey öldürülünce (1449) Ali Kuşçu, Semerkand’dan ayrılarak Tebriz’ de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yanına gitti. Orada kendisine büyük say­ gı gösterildi. OsmanlIlar ile barış yapılması için Akkoyunlular adına İstanbul’a elçi ola­ rak gitti. Elçilik görevini tamamladıktan sonra, Mehmet ll’nin t(Fatih) çağrısına uyarak ailesiyle birlikte İstanbul'a taşındı. Ayasofya medresesi’ne müderris atandı, gökbilim ve matematik dersleri verdi. Bu bilimler dışında kelam, hadis, tefsir, arap­ ça dilbilgisi ve sentaks gibi konular üze­ rinde de çalışmalar yaptı, eserler verdi. Başlıcaları: Zic-i Uluğ Bey şerhi, Risalet ü l-fi’l hey’et (1457). [Farsça yazdığı bu eseri 1473'te bazı eklentilerle arapçaya çevirdi ve Risâlet ül-fethiyye adıyla Fatih Sultan Mehmet’e sundu. Risale, 1548’de Halep’te açıklamalı olarak Seyyit Ali bin Hüseyin tarafından türkçeye de çevrildi ] Mahbub ûl-hamail fi keşf il-mesâil, Unkud uz-zevahir fi nazm ül-cevahir, kadı Adudüddin’in Risale-i Adüdiye'sine ve Tusi’ nin Tecrid ül-kelam'ına yaptığı yorumlar kelam ve dilbilgisi konularındaki eserleri­ dir. Â L İ M EVLÂ, Meriniler döneminde Hi­ caz’dan Tefilalet’e gelmiş bir aileden, ha­ sa™ şerif. Son Sadiler'in çalkantılı döne­ minde, 1631 ’de Filaliler tarafından önder seçildi. 1636’da önderlikten çekildi ve ye­ rini oğlu Mevlâ Muhammet’e bıraktı. A L İ M Ü H EZZİB Ü TTİN , Anadolu Sel­ çuklu veziri (Deyiem ? - Konya 1244). Muinettin Süleyman Pervane'nin babası. Kösedağ yenilgisinden (1239) sonra, moğol komutanı Baycu Noyan’ın ardından, ba­ rış koşullarını görüşmek üzere Mugan’a gitti; Moğollar’ı Selçuklular’dan yalnızca vergi almaya ikna etti. Â L İ M ÜN Şİ B u rs a lı,Hekim, türk he­ kim (Bursa ? - İstanbul 1733). Medrese öğrenimi gördükten sonra Yıldırım dârüşşifası’nda Hekim Ömer Şifâi Dede’den tıp öğrendi. İstanbul’da serbest hekimlik ya­ parken sarayın ilgisini çekti. Önce hassa hekimliğine, sonra Galatasaray hastalar dairesi başhekimliğine getirildi. Doğu ve batı dillerini biliyordu.Sıtmanın tedavisin­ de kullanılan kinin, onun Risâle-i hasiyet-i kınakına (Tuhfe-i Aliyye) [1732] adlı kita­ bıyla türk tıp literatürüne girdi, ipecacuanga risalesi'nde ilk kez ipeka (altınkökü) bitkisini tanıttı. Bidaat iıl-m übtedi'de ilaç­ ları ve bileşimlerini verdi. Risâle-i fevâid-i bahri, Risâle-ipadzehir/(panzehir),Cerrahname gibi küçük tıp kitaplarının yanında Adrian von Minsicht’ten- Tercüme-i akrabadin ya da Kitab-ı Minsicht tercümesi, Michael Ettmüller'den Kurazat ül-kimya adlı çevirileri de vardır. A L İ N AD İR PAŞA, türk general (1867 - ?). Harp okulu’nu (1885), Harp akademisi'ni (1888) bitirdi. Ferik rütbesiyle



emekli oldu (1913). Mondros bırakışması'nın ardından savaş suçlularını ve erme­ ni tehciri sorumlularını yargılamak üzere oluşturulan Hayret Paşa Divanı harbi’nde üyelik yaptı. İzmir'in Yunanlılar’ca işgali öncesinde, Ege'deki XVII. Kolordu komu­ tanlığına atandı (1919). İzmir’in işgalin­ de hiçbir direniş göstermediği halde, iş-, galcilerce tutuklandı. Daha sonra, Kuvayı inzibatiye komutanları arasında yer al­ dı (1920). Kurtuluştan sonra yüzellilikier üstesine alındı (1924). Yurt dışında öldü.



ÂLİ N A K K A Ş ,



türk minyatür ressamı (XVI. yy.). Selim II (1566-1574) ve Murat III (1574-1595) dönemlerinde, klasik üs­ lubu belirlenen osmanlı minyatür sanatı­ nın Nakkaş Osman'dan sonra gelen adı­ dır. Şehname-i Selim Han, Hünername, Zübdet el-tevarih gibi birçok yazma ese­ rin minyatürlerinde çalıştığı belgelenmiş­ tir. Klasik üslubun yaratıcısı Nakkaş Os­ man’ın kayınbiraderi olan sanatçı, onun yalın renklerini, gözlemci ve gerçekçi tav­ rını benimsedi. Â L İ N â Z İM Â (Mehmet), türk eğitimci, dilci ve yazar (İstanbul 1861 - ay. y. 1935). Galatasaray lisesi’ni bitirdi (1882); Mülki­ ye mektebimin 2. sınıfından ayrılarak Ga­ latasaray lisesi'nde ve çeşitli okullarda türkçe, arapça, fransızca öğretmenliği, okul yöneticiliği yaptı. Mektebi edep adlı özel okulu açtı (1885). Emekli olduğu yıl kendisine, Maarif vekâleti’nin Fazilet mü­ kâfatı madalyası verildi (1925). Çoğunlu­ ğu ders kitabı olmak üzere 150’ye yakın kitabı yayımlanan yazarın en ünlü yapıtı Mükemmel osmanlı lügati’dir (1902). Â L İ NECCAR, türk mimar (XV. yy.). Mehmet II (Fatih) dönemi mimarlarından. İstanbul’un fethinden sonraki bayındırlık çalışmalarında görev aldığı sanılır. Â L İ NECİP PAŞA, türk vezir (? - İstan­ bul 1845). Enderun'da yetişti. Kalyonlar kâtibi (1821), tophane nazırı (1824), iki kez başdefterdar (1828, 1830) oldu. Def­ terdarlığın kaldırılması üzerine (1835), mühimmatı harbiye nazırlığına, vezirlikle Valide sultan kethüdalığına (1839) getiril­ di. Meclisi vâlâ üyesi oldu (1840). A ii N izam i Ş eyin a la fra n g a lığ ı ve ş e y h liğ i, Abdülhak Şinasi Hisar’ın ro­ manı (1952). Anlatıcının (yazarın) kadına ve serüvene düşkün a k ria s ı Ali Nizami Bey’in yaşamını konu edinir. XX. yy. ba­ şında, Büyükada’daki köşkünde yaşayan roman kahramanının atları, arabaları, gi­ yim kuşamı romanda ayrıntılarıyla canlan­ dırılır. Ailenin servetiyle sürdürülen bu ya­ şam son bulunca Ali Nizami Bey dünya­ dan el etek çeker, bektaşi dedesi kimli­ ğiyle Çamiıca'da harap bir eve yerleşir. Yaşamının bu döneminde adım adım çıl­ gınlığı yaklaşır, kısa süre sonra da ölür. Roman, Tanzimat'tan sonraki türk toplumunda değişen koşullara ayak uydura­ mamış bir "geçmiş zaman adamı"nın se­ rüvenini yansıtır. (-» Kayn.) Â L! NUSRET, türk yazar (Yenişehir 1874 - İstanbul 1913). istihkâm subayı ol­ du, kaymakamlığa kadar yükseldi; ikinci meşrutiyet'ten sonra emekli edildi. Aske­ ri okullarda, Vefa idadisi’nde, Darülmuallimin’de edebiyat okuttu. Veremden öl­ dü. Bir kısmını Şahap (1888) adil kitabın­ da topladığı şiirlerinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit ve ağabeyi Cenap Şahabettin’in etkileri görülür. Makalât-ı tari­ hiye ve edebiye (1910) kitabındaki yazı­ ları titiz bir eleştirmeci kimliği yansıtır. Alexandre Dumas Fils (Muallim Mustel, 1893), Emile Richebourg (Köy muaşaka­ sı, 1895) gibi yazarlardan çevirileri vardır. A L İ N U T K İ BA BA , türk halk şairi (İs­ tanbul 1869 - ay. y. 1936). Çamlıca bek­ taşi tekkesi postnişini Nuri Baha’nın oğ­ ludur. Onun ölümünden sonra yerine geçti. Bektaşi geleneğine uygun nefesler yazdı. (-» Kayn.)



ÂLİ NSJTSCİ DEDE



EFENDİ (Şeyh),



türk besteci (İstanbul 1762 -ay. y. 1804). iyi bir öğrenim gördü. Yenikapı mevlevi­ hanesi şeyhi olan babası ölünce, 13 ya­ şında şeyh oldu. Kardeşi Abdülbaki Na­ sır Dede’nin tamamladığı Defter-i dervişan adlı yapıtı, mevlevilik ve müzik tarihi açısından önemli kaynaktır. Bestelerinden yalnız Acem buselik mevlevi ayini günü­ müze ulaşabildi.



383



 L İ ÖRFİ EFENDİ, türk mutasavvıf, yazar (Görice ? - İstanbul 1888). Ticaret amacıyla gittiği Mısır'da uzun süre kaldık­ tan sonra Selanik’e yerleşti. Melami şey­ hi Muhammet Nurülarabi’ye bağlıydı. Niyazi-i mısri Divan'ına şerh yazdı; Şeyh Bedrettin'in Varidat’m arapçadan türkçe­ ye çevirdi. İlahilerden oluşan bir Divan'ı vardır.  L Î PA ŞA Çandarlızade -»ÇANDARLI ALİ PAŞA.



 L İ PA Ş A Hadım, türk sadrazam. -» HADIM ALİ PAŞA



ALİ PAŞA Hadım, türk devlet adamı (Yanya ? - Budin 1557). Diyarbakır valili­ ği yaptı (1537-1540). Budin beylerbeyi olarak katıldığı Macaristan seferinde (1551) büyük yararlık gösterdi: Szegedin’i (Segedin) kuşatan Macarlar'ı ağır bir ye­ nilgiye uğrattı; ardından Veszprem, Dregeli kalelerini aldı (1552). AvusturyaMacar kuvvetlerini Pelast ovasında yen­ di. Eğri kuşatmasındaki başarısızlığı ne­ deniyle görevden alındı. Iran seferine (1554) Karaman beylerbeyi olarak katıl­ dı. Başarıları üzerine yeniden Budin bey­ lerbeyi oldu (1556). Çatalca’da bir cami yaptırdı. Â L İ PA ŞA Semiz, Semin, Kalın, türk sadrazam (? - İstanbul 1565). Hersek kö­ kenlidir. Devşirilerek İstanbul’a getirildi; Enderun’da eğitim gördü. Mirialem (1545), yeniçeri ağası (1546), Rumeli bey­ lerbeyi oldu. Vezirlikle Mısır beylerbeyli­ ğine atandı (1549). Süleyman l'in (Kanu­ ni) İran seferine (1554) katıldı. Sadrazam­ lığa getirildi (1561). Avusturya ile barış gö­ rüşmelerini yürüterek sekiz yıllık bir ant­ laşma imzaladı (1562). Malta seferi (1565) sadrazamlığı döneminde başladı. — Tar. telm. Ali Paşa vergisi, söz verildi­ ği halde yerine getirilmeyen işler, verildik­ ten sonra geri istenen eşya için söylenir. Deyimin kaynağı olarak, bol bol söz ver­ diği, ancak söylediklerini hiçbir zaman ye­ rine getirmediği ileri sürülen, Kanuni dö­ nemi sadrazamlarından Semiz Ali Paşa gösterilir. Â L İ PA ŞA Müezzinzade, türk kaptanıderya (? - inebahtı 1571). Enderun’da ye­ tişti. Mirialem, yeniçeri ağası, kaptanıderya oldu (1568). Kıbrıs seferine katıldı (1570), Papa Pius V’in çağrısıyla hazırla­ nan haçlı donanmasıyla inebahtı’da kar­ şılaştı. Kara ordularında yetiştiği için de­ niz savaşlarında deneyimsizdi. Yanında­ ki usta denizcilerin öğütlerini dinlemeye­ rek, İstanbul'un kendisine gönderdiği sal­ dırı emrine uydu. Savaşı kaybederek şe­ hit oldu, donanması büyük ölçüde yok edildi. Â L İ PAŞA Kılıç -»KILIÇ ALİ PAŞA. Â L İ PAŞA Yavuz, Malkoç, türk sad­ razam (?-Be!grad 1604). Bosna’nın ünlü Malkoviç (ya da Malkoçeviç) ailesinden. Enderun’da yetişti. Silahdar oldu. Mısır beylerbeyliğine atandı (1601). Yemişçi Haşan Paşa’nın azli üzerine sadrazamlı­ ğa atanarak (1603) İstanbul’a çağrıldı. Kan dökücü olduğu için “ yavuz” lakabıy­ la anılan Aii Paşa, İstanbul’a gelirken altı celladını da birlikte getirdi. Yolda bulun­ duğu sırada tahta çıkan Ahmet l’in cülus bahşişi, onun Mısır ve Halep’ten getirdi­ ği altınlarla verildi. İstanbul’da kalmak is­ temesine karşın, padişahın zorlamasıyla Avusturya cephesine gitti (1604). Belgrad’a ulaştıktan kısa süre sonra öldü. Â L İ PAŞA Güzelce, Çelebi, türk sad­



Ali Nusret



Ali Paşa razam (istanköy 1581-istanbul 1621). Gençliği denizlerde geçti. Dimyat sancakbeyliğinde, Tunus, Mora, Kıbrıs valilikle­ rinde bulundu. Kubbealtı vezirliğine atan­ dı. iki kez kaptanıderya oldu (1617, 1618-1619). Sadrazamlığa getirildi (1619). Hâzineye gelir sağlamak amacıy­ la devlet adamları ve tüccarların mallarını zoralım yoluyla hâzineye kattı. Önayak olduğu Hotin seferine kanlamadan öl­ dü. A L İ PA ŞA Köse -> KÖSE ALİ PAŞA.



384



A L İ PA ŞA Kemankeş, türk sadrazam (?-istanbul 1624). Enderun'da yetişti. Di­ yarbakır, Bağdat valiliklerinden sonra Kubbealtı vezirliğine atandı. Sadrazam ol­ du (1623). Sadrazamlığı sırasında Mus­ tafa I tahtından indirilerek yerine Murat IV çıkarıldı; Anadolu’da Abaza Mehmet Pa­ şa ayaklandı. Rüşvet olaylarının artması, Bağdat'ın düşüşünü padişahtan gizleme­ si nedeniyle idam edildi.



■ Â li Paşa Mehmet Emin Deniz müzesi kütüphanesi. İstanbul



A L İ PAŞA Vardar, türk vali (Varvara, Bosna, ?-Çerkeş 1648). Devşirilerek İs­ tanbul’a getirildi. Hotin seferine katıldı (1621). Mısır’da yeniçeri ağalığı, çeşitli yerlerde beylerbeylik yaptı. Murat IV'ün Revan (1635), Bağdat (1638) seferlerine katıldı. Sivas valisiyken, Sultan İbrahim’ in kendisinden 30 000 kuruş bayram narçlığı ile ipşir Mustafa Paşa’nın Sivas' ta bulunan karısını istemesi üzerine ayak­ landı. Topladığı kuvvetlerle Tokat’a doğ­ ru ilerledi. Karaman beylerbeyi Köprülü Mehmet Paşa ile yardımcısı Hüseyin Paşa'yı yendi. Ancak ipşir Mustafa Paşa kar­ şısında tutunamadı. idam edilerek başı İs­ tanbul'a gönderildi. Şiir de yazan Ali Paşa’nın yaşamının, devşirilmesinden Bos­ na beylerbeyliğine kadar (1644) olan bö­ lümünü anlatan bir "mesnevi” si vardır. A L İ PA ŞA Hüsambeyzade, türk kaptanıderya(?-istendil [Tinos] 1661).Rodos sancakbeyliği sırasında Girit'e asker çı­ kardı. Kaptanıderyalığa getirildi (1650). Girit’e yardım götürürken gerekli önlem­ leri almadığından Naksos adası yakının­ da Venedik donanmasının saldırısına uğ­ radı. Baştardası (amiral gemisi) kuşatıldıysa da oğlu tarafından kurtarıldı (1651). Azledilerek Mora sancakbeyliğine gönde­ rildi. ikinci kez kaptanıderyalığa atandı (1660). Ölümüne kadar bu görevde kal­ dı. A L İ PAŞA Arabacı (Kadı), türk sadra­ zam (Ohri 1620-Rodos 1693). Medrese öğrenimi gördü; imamlık ve kadılık görev­ lerinde bulundu. Köprülüzade Fazıl Mus­ tafa Paşa’nın kethüdası oldu. Yeniçeri ağalığına (1689), sadrazamlığa yükseldi (1691). Yoğun savaşların sürdüğü Avus­ turya cephesine gitmekte ağır davranma­ sı üzerine azledilerek Rodos’a sürüldü (1692). Sürgündeyken yeniden sadrazam olma girişimleri dolayısıyla idam edildi. A L İ PAŞA Hacı, Çalık, türk sadrazam (Merzifon 1630-Kandiye 1698). Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yanında yetişti. Viyana seferine (1683) katıldı. Erzurum, Diyarbakır beylerbeyliği yaptı. Sadrazam­ lığa getirildi (1792). Avusturya cephesine giderek Belgrad kalesini tamir ettirdi. Edir­ ne’ye dönünce görevden alındı (1693). Kandiye muhafızıyken öldü. A L İ PA ŞA Sürmeli, türk sadrazam (.? 1645-Edirne 1695). Gözlerine sürme çek­ tiğinden ''Sürmeli" lakabıyla anılır. Arpa emini, tersane emini, başdefterdar (1688) oldu. 1691 ’de vezirliğe yükseltildi, Kıbrıs beylerbeyliğine, bu görevine başlamadan Trablusşam beylerbeyliğine atandı. 1694’te sadrazam oldu, Avusturya cep­ hesi serdarı olarak Petrovaradin (Varadin) kalesini kuşattı, ancak, 23 gün sonra olumsuz hava koşulları yüzünden kuşat­ mayı kaldırarak Belgrad’a çekildi. Ahmet ll'den sonra tahta çıkan Mustafa II tara­ fından görevinde bırakıldı. Cülus bahşişi alamadıklarını öne süren yeniçerilerin çı­ kardıkları olaylar üzerine azledilerek Çeş­



me’ye sürüldü (1695). Gönderilen bir emirle Edirne’ye getirildi, idam edildi. A L İ PA ŞA Damat, Şehit, (Silahtar). türk sadrazam (Sölöz 1667-Petrovaradin 1716). Enderun'da yetişti. Sırkâtibi, rikâpdar, çuhadar oldu. 1704’te silahtarlığa getirildi. Vezirliğe yükseltilerek Ahmet İli' ün kızı Fatma Sultan ile nikahlandı (1709). Saray’a yakınlığı dolayısıyla sadrazamla­ rın atanmasında ve görevden alınmala­ rında etkili oldu, ikinci vezirliğe yükselti­ lerek haslarına Kıbrıs eyaleti eklendi. Sad­ razamlığa getirildi (1713). Rusya ile Prut antlaşması'ndan beri sürüncemede kalan anlaşmazlıkları çözdü (Edirne antlaşma­ sı). Karlofça antlaşması ile yitirilen toprak­ ları geri almak amacıyla Venedik’e savaş açtı (1714). Mora üzerine yürüyerek Ko­ rinthos, istendil'(Tinos)veAighina(Eghina) adalarını, Anapoli ve Argos'u aldı. Girit'e gönderdiği kuvvetlerle Venedikliler’in elin­ deki Suda ve Sipinalonga kalelerini ele geçirdi. Mora'daki osmanlı fetihlerini ta­ nımak istemeyen Avusturya'ya savaş açıl­ masını sağladı (1716). Komutasındaki osmanlı ordusu Petrovaradin’de karşılaştı­ ğı Avusturya kuvvetleri karşısında tutuna­ madı (3 ağustos 1716); bozgunu önleme­ ye çalışan Ali Paşa, alnından vurularak yaralandı; cephe gerisine götürülürken öl­ dü. Sadrazamlığı sırasında çıkardığı tali­ matla ilmiye sınıfında, mâliyede düzenle­ meler yaptı; devlet görevlilerinin davranış­ larını kurala bağladı. Şehzade camisi ar­ kasında bir kütüphane, Sölöz, Mora ye Anapoli’de cami, Keşan'da bir tekke, İs­ tanbul’da Ayvansaray yakınlarında Çınarlı mescidini ve yanındaki türbeyi yaptırdı, Galata sarayı’nı onârttı. ( -> Kayn.) A L İ PA ŞA Ç o rlu lu (Silahtar) -»ÇOR­ LULU ALİ PAŞA. A L İ PA ŞA Abdi Paşazade, türk vezir (?-? 1744). Koca Abdi Paşa’nın oğlu. Kı­ sa zamanda yükselerek beylerbeyi oldu. Vezir rütbesiyle Mora muhafızlığına atan­ dı. Saliha Sultan ile evlendi. Osmanlı-Rus, Avusturya savaşlarında yararlık gösterdi. Rumeli beylerbeyi, Belgrad muhafızı, Şam, sonra Diyarbakır beylerbeyi oldu. Serdar atandığı İran seferinde öldü. A L İ PAŞA Bıyıklı (Silahtar) - BIYIKLI ALİ PAŞA. A L İ PA ŞA Hekimoğlu -» HEKİmoğlu Alİ Paşa. A L İ PAŞA Moldovancı, türk sadrazam (Daday ?-Tekirdağ 1773). İstanbul'da bostancı ocağına girdi, bostancıbaşılığa kadar yükseldi. Vezirlikle Rumeli beyler­ beyliğine atandı (1762). Bosna, Diyarba­ kır, Anadolu, Konya, Adana, Maraş bey­ lerbeyliklerinde bulundu. 1768 rus seferi sırasında Bender seraskerliği, Yaş muha­ fızlığı, Hotin seraskerliği yaptı. Hotin üze­ rine gelen rus kuvvetlerini yendi (1769). Sadrazamlığa getirildi (ağustos 1769). Ruslar karşısındaki başarısızlığı nedeniy­ le, aynı yılın aralık ayında görevden alın­ dı; Gelibolu’ya sürüldü. Yeniden göreve çağrılarak Seddülbahir muhafızlığıyla bo­ ğaz seraskerliğine atandı (1770). Emekli edildi (1772), Tekirdağ’a sürüldü. A L İ PAŞA Şahin (Hazinedar), türk sad­ razam (?-Seddülbahir 1789). Çelik Meh­ met Paşa'nın kölesi ve yetiştirmesi. Efen­ disinin hazinedarlığını, Anadolu valilikleri sırasında mütesellimliğini yaptı; eşkıyalık yapan leventleri cezalandırdı. Bu başarı­ sına karşılık bgylerbeyilikle Adana valili­ ğine getirildi. Rakka valiliğine atandı ve rus seferine gönderildi (1769); Hotin ka­ lesi savaşlarına katıldı. Aynı yıl vezirlikle Karaman valiliğine, 1770'te Sivas valiliğiy­ le Ûzi kalesi muhafızlığına atandı, Özi'yi Ruslar’a karşı başarıyla savundu. Anado­ lu ve Rumeli'de çeşitli görevlerde bulun­ du (1775-1785); sadrazamlığa getirildi (1785). Dokuz ay sonra azledilerek Sela­ nik sancağı ile İsmail seraskerliğine gön­ derildi. 1787'de rus cephesi seraskerliği­ ne atandı. Kılburun vakası üzerine azle-



dildiyse de Yeğen Mehmet Paşa'nın ölü­ mü üzerine yeniden aynı göreve getiril­ di. 1788’de azledildi; sürüldüğü Bozcaa­ da'ya giderken öldü. A L İ PAŞA Ç andarlı - Ç andarli Alİ Paşa. A L İ PA Ş A Alo, türk vezir (?-Rahova 1798). Cezayirli Gazi Haşan Paşa'nın ya­ nında yetişti. Cesareti ve yeteneğiyle kı­ sa sürede beylerbeyiliğe yükseldi. Ve­ zir oldu. Edirne, Filibe yöresindeki eşkı­ yayı ortadan kaldırdı. Bir ara görevden alınarak Balıkesir'e sürüldü. Diyarbakır (1795), Anadolu (1796), Pazvandoğlu ayaklanmasını bastırmak göreviyle Ru­ meli beylerbeyliğine atandı. Vidin'de ayaklanmaya seyirci kaldığından seras­ ker ve kaptanıderya Küçük Hüseyin Pa­ şa tarafından idam edildi. Kütahya'da adı­ nı taşıyan bir cami ve medrese yaptırmış­ tır. A L İ PA ŞA Şeydi, türk kaptanıderya (?İskenderiye 1809). Cezayir'de kaptan ol­ du, İstanbul'a gitti; kapı kethüdalığı, Ak­ deniz filosu komutanlığı yaptı. İngiliz do­ nanmasının Marmara denizi'ne girmesi üzerine başlatılan savunma hazırlıkları sı­ rasında vezir rütbesiyle kaptanıderyalığa getirildi (1807). Aldığı önlemlerle İngiliz donanmasını Akdeniz’e çıkmak zorunda bıraktı. Kendisinden hoşlanmayan Alem­ dar Mustafa Paşa tarafından görevden alındı (1808), Silistre valiliğine atandı. Alemdar’ın yurdu olan Silistre'ye gitmeyi tehlikeli bulduğundan bu görevi kabul et­ medi; Bursa’ya sürüldü. Alemdar vakası'nın ardından zorbaların desteğiyle ye­ niden kaptanıderya oldu (1808). Dört ay kadar sonra azledildi, Mısır'a sürüldü. İs­ kenderiye’ye indiği gün öldü. A L İ PA ŞA T e p e d e le n li -» TEPEDE le n lİ ALİ Paşa. A L İ PA ŞA B a n d e rll Paşa .



-B E N D E R L İ A L İ



A L İ PAŞA (Çarhacı)ı -* ÇARHACI Alİ Paşa. A L İ PA Ş A (Seyit), türk sadrazam (?Maltepe 1826). Vezir rütbesiyle Mora va­ liliğine atandı (1815). Bursa ve Kocaeli sancakbeyliklerinde bulundu. Sadrazam­ lığa getirileli (1820); Mora ayaklanması sı­ rasında azledildi. Karadeniz seraskerliğin­ de (1821), Mora, Ankara, Çankırı valilik­ lerinde bulundu. Vezirliği alınarak (1824) Filibe’ye sürüldü. Daha sonra Konya va­ liliğine atandıysa da bir süre sonra bu gö­ revden alınarak Maltepe'de oturmaya zorlandı. A L İ PA ŞA (Silahtar), türk sadrazam (?Çanakkale 1828). Rusçuklu Gazi izzet Ahmet Paşa'nın oğlu. Enderun’da yetiş­ ti; 1811 ’de silahtar, 1823’te sadrazam ol­ du. Yetersizliği nedeniyle aynı yıl azledil­ di; Tekirdağ’a sürüldü. Konya valiliğine atandı (1824). Vezirliği alınarak İstanbul’ da oturması emredildi (1827). Bir süre sonra vezirliği geri verildi ve Çanakkale boğazı muhafızlığıyla görevlendirildi. Â L İ PA ŞA (Mehmet Emin), türk devlet adamı, diplomat (İstanbul 1815-ay.y, 1871). Mahalle mektebinden sonra Baye­ zit camisi’nde arapça okudu. Yoksulluğu nedeniyle öğrenimini yarıda bırakarak Di­ vanı hümayun kalemi’ne girdi(1830),fransızca öğrenmeye başladı; çalışkanlığı ve yeteneği dolayısıyla kendisine “ Âli” mah­ lası verildi.Tercüme odası’na geçti(1830). fransızcasını ilerletti. Viyana’da ikinci baş­ kâtip (1835), Londra’da elçilik müsteşa­ rı, maslahatgüzâr (1838-1839) olarak bu­ lundu. Abdülmecit’in tahta çıkması üze­ rine Mustafa Reşit Paşa ile birlikte İstan­ bul’a döndü. Divanı hümayun tercüman­ lığı, hariciye nezareti müsteşarlığı yaptı. 1841’de atandığı Londra büyükelçiliğin­ de üç yıl kaldı. Reşit Paşa’nın sadrazam­ lığında hariciye nazırı oldu (1846); Yunan sorununun çözümünde gösterdiği üstün başarıdan dolayı vezirlikle ödüllendirildi.



Aynı yıl Reşit Paşa ile birlikte görevden alındı. Bir süre sonra Meclisi vâiâyı ahkâmı adliye başkanlığına atandı (1844). Reşit Paşa’nın ikinci sadrazamlı­ ğında yeniden hariciye nazırı oldu (1848); mülteciler sorunundaki tutumu, Osmanlı devletinin saygınlığını artırdı. Encümeni daniş üyeliğine atandı. Reşit Paşa'nın ye­ rine sadrazamlığa getirildi (1852); kutsal yerler sorunu dolayısıyla aynı yıl görev­ den ayrılmak zorunda kaldı; İzmir, Hüdavendigâr (Bursa) valilikleri, Meclisi âlii tanzimat başkanlığı yaptı. Reşit Paşa’nın sadrazamlığıyla birlikte yeniden hariciye nazırı oldu (1854); Kırım savaşı'nı sonuç­ landıracak barış görüşmelerinin ön hazır­ lığı için toplanan Viyana konferansı’nda Osmanlı devletini temsil etti. Mustafa Re­ şit Paşa'nın istifası üzerine ikinci kez sad­ razam oldu (1855).Vİyana konferansın­ da öngörüldüğü biçimde gayri müslim toplulukların ayrıcalık ve bağışıklıklarına ilişkin Islahat* fermanı’nı hazırladı (1856). Paris’te toplanan kongreye başdelege olarak katıldı; Paris antlaşması’nı imzala­ dı (1856). Islahat fermanı dolayısıyla kar­ şıtları ve Reşit Paşa tarafından sert biçim­ de eleştirildi. Eflak-Buğdan sorunu dola­ yısıyla istifa etti (1856). Kurulan Reşit Pa­ şa hükümetinde hariciye nazırlığına geti­ rildiyse de görevi kabul etmedi. Mustafa Naili Paşa’nın sadrazamlığı sırasında ha­ riciye nazırı oldu (1857); Reşit Paşa’ nın yeniden sadrazam olmasından son­ ra da görevini sürdürdü. Reşit Paşa'nın ölümü üzerine üçüncü kez sadrazamlığa getirildi (1858). Kırım savaşı dolayısıyla bozulan mali durumu düzeltmek istedi; saray giderlerinin azaltılmasını önermesi üzerine azledildi (1859). Abdülaziz’in sal­ tanatında, hariciye nazırlığına, ardından dördüncü kez sadrazamlığa getirildi (1861); aynı yıl görevden alındı. Fuat Pa­ şa, Yusuf Kâmil Paşa, Mütercim Rüştü Paşa hükümetlerinde hariciye nazırlığı yaptı. 1867'de beşinci kez sadrazam ol­ du. Ölümüne değin süren bu sadrazam­ lığı, siyasal yaşamının en etkin dönemi ol­ du. Girit sorununun çözümü için Girit’e gitti; hazırladığı nizamnameyle Girit’e bir tür özerklik vererek Avrupa devletlerinin ve Yunanistan'ın Ada’dan el çekmelerini sağladı. Mısır hıdivi İsmail Paşa'nın yet­ kilerini genişletme girişimini önledi. Mec­ lisi vâlâyı ahkâmı adliye’nin yönetsel ve adli görevlerini ayırarak Şûrayı devlet ve Divanı ahkâmı adliye dairelerini oluştur­ du. Fuat Paşa’nın ölümünden (1869) son­ ra hariciye nazırlığını da üstlendi. Dış si­ yasetinin başlıca dayanağı olan Fransa’ nın, Prusya'ya yenilmesi (1870) karşısında_yeni bir politika oluşturmaya çalıştı. Âli Paşa, başlangıçta, koruyucusu Re­ şit Paşa ile birlikte İngiliz politikasına yat­ kındı. Sadrazamlığından sonra dış politi­ kada ve iç düzenlemelerde fransız politi­ kasını temel aldı. Tanzimat döneminin en kalıcı hukuksal ve yönetsel düzenlemeleri sadrazamlığı döneminde gerçekleşti. Sa­ ray ile ilişkilerinde kendisinin ve Babıâli' nin onurunu titizlikle korudu;_Babiâli'nin gücü, en yüksek noktasına Âli Paşa ile ulaştı. Siyasal gücünü, keyfiliğe düşme­ den kullanmasıyla ün yaptı. Meşrutiyete karşı oluşu ve seçkinci politika anlayışı do­ layısıyla Genç Osmanlılar’ca eleştirildi. A L İ PA Ş A Nasuhzade, türk kaptanıderya (?-Sakız 1882). Ticaret gemilerinde kaptanlık yaptı. Küçük Flüseyin Paşa'nın kaptanıderyalığı döneminde donanmaya girdi, Preveze sularını korumakla görev­ lendirildi (1810). Vezirlik ve kaptanıderyalığa atandı (1821). Sakız’ı kuşatan Rumlar’ın üzerine gönderildi. Rumlar'ın ateşe verdiği gemisinden düşerek öldü. A L İ PA ŞA Mübarek, Mısır devlet ada­ mı (Bermubal 1823-Kahire 1893). Mısır ve Paris’te topçu eğitimi gördü. Kırım savaşı’nda, İstanbul ve Gümüşhane'de bulun­ du. Hıdiv İsmail Paşa döneminde yenilik çalışmalarında etkin rol aldı. Ders kitap­ ları yazdırdı, öğretmen okulu açtırdı, Hı-



diviye kütüphanesi’ni kurdu (1879). A L İ PAŞA, türk yönetici (İstanbul 1829-Beyrut 1889). Paris’te iktisat okudu. Serasker Mehmet Ali Paşa’nın divan kâ­ tipliğini yaptı. Paris konferansı’na delege olarak katıldı (1856). İstanbul şehreminliğinde (1873-1874); Edirne, Hersek, Ay­ dın, Beyrut valiliklerinde bulûndu. A L İ PAŞA Kuş««falı, Hacı -» Meh met a l İ



Paşa .



A L İ R A 6 IP EFENDİ, türk ciltçi (XIX. yy.). Abdülhamit II döneminde yaşadı. Tezhipte de usta olan sanatçının ciltlediği ve tezhiplediği bir Kuran'ı İstanbul Türk ve İslam eserleri müzesi’ndedir. A L İ RAŞİT BE Y, türk hekim (Balıkesir ? - ? 1877). Askeri tıbbiye’yi bitirdi (1860). Aynı okulda ilm-i hayvanat hocası mira­ lay Macarlı Abdullah Bey’in yardımcısı ol­ du. Onun ölümü üzerine zooloji dersleri­ ni verdi. Abdullah Bey’in 1873-1874’te fransızca olarak yazdığı ve yurdumuzda ilk zooloji kitabı olan Fenn-i hayvanât-ı tıbbiye'yi, Abdullah Bey’in ölümünden sonra Cemiyeti tıbbiyei Osmaniye’nin önerisi üzerine türkçeye çevirerek bastırdı (1876). Ayrıca Sıhhatnümâ (1871) adlı bir dergi çıkardı. Â L İ REİS Macar, türk coğrafyacı ve haritacı (XVI. yy.). Yaşamına ilişkin bilgi­ ler azdır. Uzun süre osmanlı eyaleti olan Engürüs’te (Macaristan) yaşadığı ya da oralı olduğu için “ Macar" diye anıldığı sanılmaktadır. Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi’ndeki, ceylan derisine çizilmiş, 7 haritadan oluşan atlasın onun olduğu öne sürülmektedir.



müze, kütüphane ve özel koleksiyon­ lardadır. A L İ R IZ A B e ş ik ta ş lı, türk deniz subayı (1881-İstanbul 1935). Deniz harp okulu’nu bitirdi (1901). Sultanhişar torpi­ dobotuna komutan atandı (1914). Mar­ mara denizi’ne giren düşman denizaltılarını avlamakla görevlendirildi. 800 tonluk bir İngiliz denizaltısını batırarak mürettebatını tutsak etti (1915). Bu başarısından ötürü altın liyakat madalyası ile ödüllendirildi. Yarbay iken emekliye ayrıldı (1927).



Ali Reis Macar Ege'denizi Topkapı sarayı kütüphanesi İstanbul



A L İ REİS Şeydi -> ŞEYDİ A l İ REİS. A L İ REŞAT, türk tarihçi (Lofça 1877 İstanbul 1929). Mülkiye mektebi’ni bitir­ di. İstanbul Muallim mektebi’nde müdürlük yaptı. Darülfünun’da yakınçağ tarihi ve siyasi tarih okuttu, ikdam, Sabah, Saadet, Tasvir gazetelerinde yazılar yayımladı. Maarif müsteşarlığında bulun­ du. Başlıca yapıtları: Dreyfus meselesi ve esbab-ı hafiyesi (Babanzade İsmail Hakkı ile birlikte,1897), Asr-ı hazır tarihi (1909), Avrupa ile münasebat-ı hâriciyemiz nokta -i nazarından tarih-i Osmani (1911), Mu­ fassal musavver Fransa ihiilal-i kebir tali­ hi (iki cilt, 1913), Türkiye ve tanzimat (Engelhardt’tan çeviri, 1913, 1928). A L İ R IZA Hoca, Ü skü d a rlı, türk res­ sam (İstanbul 1864 - ay.y. 1935). Bitirdiği (1885) Harbiye’de Osman Nuri Paça ve Süleyman Seyyit Bey’den resim dersi gördü. Aynı yerde 30 yıl resim dersi ve­ rerek birçok asker ressamın yetişmesinde emeği geçti. 1908’de kurulan Osmanlı ressamlar cemiyeti’nin başkanlığını yaptı. Çamlıca kız lisesi’nde de resim dersieri verdi. Asker ressamlar geleneğine uyarak figüre ilgi göstermedi. Başta eski Üsküdar sokakları olmak üzere İstanbul ve çevresine özgü görüntüleri konu edindi. Doğa karşısında sevgi ve içtenlikle hare­ ket etti. Genelde realizme yakın bir resim anlayışından hareket etmekle birlikte, fırça işçiliği ve renk konusundaki an’ayışı açışımdan, izlenimciliğin sınırlarında dolaşan bir tutumdaydı. Işıklı alanlarda sarı ve turuncu gölgeler, mavi ve mor renkleri kullanarak izlenimci ilkeleri başarıyla uyguladı. Paletinden siyah ve kahverengi kökenli koyu tonları ayıkladı. Bu anlayışı yansıtan yapıtları, Türk res­ minde Boğaziçi ressamları olarak bilinen bazı sanatçıların, izlenimci kökenli resim­ lerinin ilk örnekleri arasında sayılır. Yaşadığı dönemde canlı modellerden re­ sim yapma olanağı bulunmadığından, ka­ rakalem desenlerini taşbaskısı albümlerde bir araya getirdi ve öğrencilerinin bu desenleri kopya ederek resim yapmayı öğrenmelerini sağladı. Bu albümlere Meşk defteri deniyordu. Top­ lu sergisi,ölümünden sonra Eminönü halkevi’nde açıldı (1938). Yapıtları çeşitli



A Lİ R IZ A A B B A S Î T e b rizi, iranlı “ .nyatür sanatçısı, hattat (XVI. - XVII. yy.’lar). Çalışmalarını özellikle Kazvin ve İsfahan’da sürdürdüğü; Safevi sultanı Şah Abbas I döneminde (1587-1629) İsfahan’da yaşadığı biliniyor. İbrahim Mirza’nın Meşhet’teki saray atölyesinin üyelerinden Kâşânlı Mevlana Ali Aşgar’ın oğludur. İsfahan resim okulunun kurucu­ su olan sanatçı, XVI. yy. sonlarındaki sa­ fevi minyatür üslubunun kalıplarını kırarak, yeni bir anlayış getirdi. Özellikle yay gibi kıvrılmış, bacak ve gövdeleri uzun, başlarında dönemin modasını



Ali Rıza Hoca, Üsküdarlı Resim Heykel müzesi, İstanbul



Ali R Sultanhişar torpidobotu (İngiliz denizaltısını teslim alırken) ressam Hüsnü Tengüz Deniz müzesi, İstanbul



Ali Rıza Abbasî Tebrizî 386



Ali Rıza Efendi



yansıtan dağınık biçimli sarıkların bulunduğu insan figürleri yaptı. Usta bir hattat olan sanatçının Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi ve New York Kevorkian koleksiyonlarında bulunan iki yaz­ mada imzası vardır. A L İ R IZ A A V N İ - TINAZ AÜ RIZA AVNİ.



ayaklanmayı bastırmak için Bağdat'a yürümeye hazırlanırken Ali Rıza öldü, ayaklanma yatıştı. Halife, ölümüne çok üzüldü, cenaze namazını kendisi kıldırdı. Onu, Tus’ta (bugün Meşhet) kendi babası Harunurreşit’in yanına gömdürdü. Ali Rıza’nın türbesi, şiilerin Necef’ten sonra en kutsal ziyaret yeri oldu.



A L İ R IZ A BEY İngiliz, türk yönetici (İstanbul 1830 - Ilgın 1884). Darphane nazırı Ali Rıza Efendi’nin oğlu. Dışişlerinde memur oldu, Viyana’da başkâtip, Berlin' de müsteşar olarak bulundu. İstanbul şehreminliği (1872-1873), Şûrayı devlet üyeliği yaptı. Abdülhamit II döneminde ilk Meclis dağıtıldığında, Ayan meclisi üyesi olduğu için Alemdağ'da oturmaya zorlandı. Ardından Konya’ya sürüldü. Kırım savaşı döneminde İstanbul’daki ingilizler ile dostluğu nedeniyle "İngiliz” lakabıyla anıldı. Jön Türk önderlerinden Ahmet Rıza Bey’in babasıdır.



A L İ R IZ A EFENDİ, Atatürk’ün babası (Selanik 1839-? 1893). Söke’den Selanik’e göç eden bir ailedendir Selanik Süb­ yan okulu öğretmeni Kırmızı Hafız lakabıyla anılan Ahmet Efendi'nin oğlu. Abdi Hafız mahalle mektebi’nde okudu. Evkaf kâtipliği ve gümrük memurluğu yaptı. Teğmen rütbesiyle Asakiri milliye ta­ burunda gönüllü askerlik hizmetine girdi. Bir süre kereste ticaretiyle uğraştı. Eşi Zübeyde Hanım’dan Mustafa, Ömer, Ah­ met adında üç oğlu; Naciye, Fatma ve Makbule adında da üç kızı oldu. Bunlar­ dan yalnızca Mustafa (Atatürk) ile Makbu­ le yaşadılar.



A L İ R IZ A BEY, türk kimyager ve he­ kim (İstanbul 1867 - ay.y. 1904). Askeri tıbbiye’yi bitirdi (1886). Kimya öğrenimi için Paris’e gönderildi. Dönüşünde askeri ve mülki tıbbiyede kimya, Darülfünun'da organik kimya ve biyokimya dersleri ver­ di. Hamidiye etfal hastanesi’nde açılan kimya laboratuvarı kimyagerliği ile mabeyn kimyagerliğine atandı. Karahisar madensuyu ve Hamidiye suyunun ilk tah­ lillerini yaptı. Bu nedenle kaymakamlığa (yarbay) yükseltildi. Adli tıp tahlillerini yap­ makla da görevlendirildi, ilk özel tahlil laboratuvarını açtı. Eserleri: Lûbiyat-ı kim­ yeviye (Kimyasal eğlenceler, 1871), Kimya-yı uzvi (Organik kimya, 1901). A L İ R IZA BEY Kaptanzade, türk bes­ teci (İstanbul 1881 - Edremit 1934). Bir süre gümrük komisyonculuğu yaptıktan sonra hayatını besteci, operet oyuncusu ve kanuni olarak kazandı. Operetler, şarkılar, tangolar, fanteziler, fokstrotlar, marşlar besteledi. Operetlerinin birka­ çında kendisi de rol aldı. Başlıca operet­ leri: İstanbul efendisi, Macun hokkası. Fettan kız, Çapkın Süleyman. Ünlü şarkıları: Yıldızların altında, Kapıldım gi­ diyorum bahtımın rüzgârına, Her tel saçı bir ter dudağın değdiği yerdir.



Ali Rıza Paşa Deniz müzesi kütüphanesi, İstanbul



Ali Sami Yen stadyumu İstanbul



A L İ R IZ A BİN M USA BİN CAFER, arap din adamı, on iki imamın sekizincisi (Medine 765 - Tus 818). Yedinci imam Musa Kâzım’ın oğlu. İyi bir öğrenim gördü. Medine’de bulunduğu sırada ha­ dis rivayet etti ve fetva verdi. Siya­ sal yaşamı, halife Memun’un kendisini Merv’e getirtmesiyle başladı (816), Memun, onu kızıyla evlendirdi ve er-Rıza unvanını verdi. O zamana kadar Abbasiler'de, kendi simgeleri olan kara giysiler giyinme geleneği sürdürülüyordu. Ali Rıza'nırt hatırı için halife Memun, ehl-i beytin simgesi olan yeşil renkte giysiler gi­ yilmesini emretti. Bu emir, Bağdat’ta ayaklanma çıkmasına yol açtı. Memun,



A L İ R IZA PA ŞA Topçu, türk asker (Artvin 1854 - İstanbul 1921). Mühendishanei berrii hümayun'da öğrenim gördü. Almanya'ya gönderildi. Osmanlı-Yunan savaşı’na (1897) Alasonya ordusu topçu komutanı olarak katıldı. İkinci meşrutiyetken sonra tophane ve askeri okullar nazırlığı, harbiye nazır vekilliği, bahriye nazırlığı yaptı. 31 Mart vakası’nda ayaklananlar tarafından yaralandı. Osmanlı-italyan savaşı’nda (1911-1912) Çanakkale mevki komutanıydı. Balkan savaşı’nda Çatalca ile İstanbul'un savunmaya hazırlanma­ sıyla görevlendirildi. Birinci Dünya savaşı sırasında âyan üyeliğine getirildi, âyan başkan vekilliği yaptı (1920). Vahdettin' in Sevr antlaşmasfnı onaylatmak için topladığı Saltanat şûrası’na katıldı, tek olumsuz oyu vererek antlaşmaya karşı çıktı. ( -> Kayn.) Â L İ R IZA PAŞA, türk asker, sadrazam (İstanbul 1860-ay.y. 1932). Harbiye’yi bi­ tirdi, kurmay sınıflarını tamamlayarak kur­ may yüzbaşı oldu (1886). Öğretmen yardımcılığıyla Harbiye'de kaldı. Uzmanlık eğitimi için Almanya’ya gönderildi (1887). Dönüşünde Erkânı har­ biye mektebi'nde harp tarihi okuttu. Hav­ ramdaki ayaklanmayı bastırmakla görev­ lendirilen kuvvetin kurmay heyetinde görev aldı. Genelkurmayda çalıştı. Manastır valiliği ve komutanlığına atandı (1903), Manastır rus konsolosunun öldürülmesi olayı üzerine Trablusgarb'a sürüldü. Yemen ayaklanmasını bastır­ makla görevlendirildi (1905). Bu görevi sırasında müşirliğe yükseldi. İkinci meşrutiyet'in ilanından sonra âyan mec­ lisi üyeliği, iki kez harbiye nazırlığı yaptı. 31 Mart vakası’ndan sonra istifa etti. Bal­ kan savaşı nda (1912) batı cephesi baş­ komutanıydı. Mütareke yıllarında Ahmet Tevfik Paşa’nın üçüncü, dördüncü, Da­ mat Ferit Paşa’nın üçüncü kabinelerinde bahriye nazırlığı yaptı. Damat Ferit Paşa hükümetinin, Heyeti temsiliye’nin ça­ baları sonucunda düşmesi üzerine sadrazamlığa getirildi (ekim 1919). Amas­ ya'ya gönderdiği bahriye nazırı Salih Paşa aracılığıyla Heyeti temsiliye ile ilişki kurdu (Amasya buluşması). Bunun sonu­ cu olarak Ulusal hareket’in İstanbul tarafından tanınmasına vesile oldu; son Osmanlı meclisi mebusanı'nın toplan­ masını sağladı. Ancak, Ulusal hareket’e gösterdiği anlayış belli bir sınırı aşamadı. İşgal kuvvetlerinin zorlamasıyla istifa etti (mart 1920). Daha sonra kurulan kabine­ lerde nafıa, dahiliye nazırlıklarında bulun­ du. Son osmanlı kabinesiyle birlikte istifa etti (aralık 1922). ALE RİFAT BEY -



ÇAĞATAY.



 L İ RUHİ Darbazzade, türk şair (İstanbul ? - Singapur 1890). Kayseri mutasarrıfı Darbazzade Veyis Paşa’nın oğlu. Abdülhamit H’nin Osman Paşa komutasında Japonya’ya gönderdiği



Ertuğrul gemisinde ( — E R T U ğ R U L F A C İA S I) seyir ve sefer defterini tutmakla görevlendirilmişti. Singapur’da hastalana­ rak karaya çıktı ve buradaki bir hastane­ de öldü. Tasavvuf temalarına ağırlık ve­ ren ve divan geleneğini sürdüren şiirleri Lemeat adlı kitabında toplamıştır. A L İ RÜŞTÜ EFENDİ B o sn a lı, türk siyaset adamı (Hersek ? - Saraybosna .1936). Medrese öğrenimi gördü. Hürriyet ve itilaf fırkası’nın yöneticilerinden. İngiliz muhipleri cemiyeti'nin kuruluşuna katıldı (1919). Dördüncü ve beşinci Damat Fe­ rit Paşa kabinelerinde adliye nazırlığı yaptı (1920). İstanbul’un kurtuluşundan önce Mısır’a kaçtı. Yüzellilikler listesine alındı (1924). Mısır’dan sonra Yugoslavya'da yaşadı. Â L Î S A İP PA ŞA , türk komutan (Taias ? - İstanbul 1891). Harp okulu'nu bitirdi (1851). Zaptiye nazırlığı (1872), işkodra ve Manastır’da valilik yaptı. Serasker ol­ du (1885). . A L İ S A İT PA ŞA -»



AKBAYTUGAN.



A li Sam i Yen sta d yu m u , İstanbul’da stadyum. Mecidiyeköy’dedir. Adını Galatasaray’ın kurucularından ve ilk başkanı Ali Sami Yen’den alır. 35 000 kişilik stadyum, 20 aralık 1964’te TürkiyeBulgaristan özel milli maçıyla spor karşılaşmalarına açıldı. Bu maç baş­ lamadan önce, aşırı kalabalık nedeniyle açık tribünde kopan parmaklıklardan yüzlerce kişi bir alt kata yuvarlandı, bir kişi öldü, 85 kişi yaralandı. Birçok milli maç ve birinci lig karşılaşmasının oynandığı stadyum, onarım dolayısıyla zaman za­ man hizmet dışı tutuldu. a l : s e y d î b e y , türk dilci ve tarih yazarı (Erzincan 1870 - ? 1933). Erzincan Askeri rüştiyesi’nden sonra, Mülkiye mek­ tebini bitirdi (1891). Şûrayı devlet kale­ minde, Hazinei hassa memurluklarında ve idadilerde öğretmenlik görevlerinde bulundu. 1908’den sonra mutasarrıflık, valilik ve mülkiye müfettişliği yaptı. Tarihi osmani encümeni üyesi oldu. Trabzon milletvekili olarak TBMM’ye girdi (1931). Çoğunluğu ders kitabı olmak üzere 90’ın üzerinde kitap yayımladı. Başlıca yapıtları: Mesail-i tabiiye (1902), Seci ve kafiye lügati (1907), Defter-i galatat (1908), Lügatçe-ı edebiyat (1908), Alem­ dar Mustafa Paşa (1913),Devlet-i Osma­ niye tarihi (1913), Resimli kamus-ı Osma­ ni (1914), Tarih-i umumi (1917), Latin hurufu lisanımıza kabil-i tatbik midir? (1924), Resimli yeni türkçe lügat (1929). Â L İ SU A Vİ, türk siyaset ve düşün ada­ mı: gazeteci (İstanbul 1839 - ay.y. 1878). Kâğıtçı Hüseyin Ağa’nın oğlu. Davutpaşa iskele rüştiyesi’nde okudu, cami dersleri gördü. Babı seraskeri’de yoklama kalemin’de 3 yıl çalıştı. Sınavla Bursa rüştiyesi’ne öğretmen oldu. 1 yıl süren bu görevinden sonra Simav’da Kurşunlu medrese’de ders verdi; buradaki rüş­ tiyeye başöğretmen oldu. Yolculuk bo­ yunca Nasayih-i Ebu Hanife adlı yapıtını kaleme aldığı Hac ziyaretinden sonra Fi­ libe’de rüştiye öğretmenliği, Sofya'da ti­ caret mahkemesi başkanlığı, Filibe’de tahrirat müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1867’de İstanbul’da Şehzade camisi’nde siyasal sorunlara da değinen vaazlar ve­ riyor, Filip Ejendi’nin Muhbir gazetesinde sadrazam Âli Paşa’nın izlediği politikayı eleştiren yazılar yayımlıyordu. Mısır valisi İsmail Paşa’nın olağanüstü yetkilerine karşı çıkan bir yazısı yüzünden Kastamo­ nu'ya sürüldü. Yeni Osmanlılar'ı destek­ leyen Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine gittiği Paris'ten Londra’ya geçerek Abdüiaziz yönetimine karşı Muhbir’i (1867-1868 50 sayı) çıkarmaya başladı. Yeni OsmanlIlar grubunun öteki üyeleriyle düştüğü anlaşmazlık sonucu Mustafa Fazıl Paşa’nın para yardımını kesmesi ve İstanbul’a dönmesi üzerine Paris’te Ulum'u çıkardı (1869). Fransız



A li Ş ir N e v a i -Alman savaşı sırasında kuşatma altın­ baskıcı tutumu yüzünden İstanbul’da nef­ şairle tanıştı. Bu arada Karakoyunlular’a dayken Lyon’a giderek “ muvakkaten ret uyandırmıştı. Birçok şikâyete karşın yi­ yardım için Akkoyunlu hükümdarı Uzun Ulum müşterilerine” başlığını taşıyan ga­ Haşan ile savaşa giderken ordusu kıtlığa ne de görevinde kaldı. Aralarında çıkan zetesini yayımladı. Yeni Osmanlılar bir istimlak anlaşmazlığı nedeniyle, Şeh­ dayanamayarak dağılan Ebu Sait Mirza İstanbul'a döndükten sonra da sür­ öldürülmüştü. Hüseyin Baykara, bu fırsatı remini Rıdvan Paşa'yı öldürtünce Trabdürdüğü muhalefet eylemine Abdülhamit lusgarp'a sürüldü. değerlendirip Herat’ı ele geçirerek Hora­ ll'nin tahta geçmesiyle son vererek yur­ san sultanı oldu (1469), Ali Şir Nevai’yi de  L İ ŞE FKATİ, türk siyaset adamı, ga­ da döndü (1876). Yeni padişahın dış nişancı'olarak atadı; 1472’de, “ divan zeteci (İzmir? - Paris 1896). Jön Türk, si­ ilişkilerle ilgili Avrupa yayınlarının beyi" oldu. Baykara, Nevai’ye olan yasal masonluğun önde gelen adla­ çevrilmesi için oluşturduğu çeviri kurulu­ büyük güveni nedeniyle, Ebu Sait’in oğlu rından. Murat V’i yeniden tahta geçirmeyi nun başkanlığına ve Galatasaray sultani­ Mirza Ebu Bekir'in ayaklanması sırasında amaçlayan Kleanti Skalyeri-Aziz Bey ko­ si müdürlüğüne getirildi. Bu görevde bir Esterabad'a yürürken, naip olarak, Hemitesinin önemli üyelerindendi. Komite yıl kalabildi. Camilerdeki vaazları rat’ta arkadaşını bıraktı (1479). Ülkede ar­ üyeleri tutuklanınca Avrupa'ya kaçtı. Na­ dolayısıyla kovuşturmaya uğradığı sırada tan yolsuzlukların giderilmesi için poli ve Cenevre’de İstikbal adlı gazeteyi Basiret gazetesinde sert bir muhalefeti Baykara’yı uyaran şair, bu sıkıntılı çıkardı (1879-1881). Özgürlükçü çevre­ sürdürüyordu. Meşrutiyet yönetimine son günlerde Hamse’sini meydana getirdi lerde büyük ilgi gördü. Daha sonra siya­ verilmiş olması, 93 savaşı'ndaki (1877(1483-1485). Saray entrikaları sonucu es­ sal çalışmalarına ara vermek zorunda 1878 Osmanlı-Rus savaşı) yenilgi onu si­ ki düşmanlarından Mecdettin’in hâzinenin kaldı; eski Mısır hıdivi İsmail Paşa’nın yasal bir eyleme sürükledi. Murat V’i ye­ başına getirilmesi üzerine Ali Şir Nevai, sekreterliğini yaptı. Gazetesini yeniden niden tahta geçirmek ve galip rus kuvvet­ Esterabat'a vali atanıp Baykara’nın yanın­ yayımlama çabalan, Abdülhamit ll’nin lerine karşı Balkanlar’da bir direniş dan uzaklaştırıldı (1487). Ancak Baykara, matbaacıları satın alması üzerine başlatmak üzere, silahlanmış Filibe Nevai’ye duyduğu saygıyı, sevgiyi, şairli­ sonuçsuz kaldı. Jön Türk hareketinin göçmenleriyle bastığı Çırağan sarayı’nda ğinin ve devlet adamlığının değerini Ri­ hızlandığı 1895’te yeniden siyaset sahne­ Yedisekiz Haşan Paşa tarafından, başına sale adlı eserinde çok önceden dile sinde göründü, istikbal’i bu kez Londra’ sopayla vurularak öldürüldü. (— Ç IR A Ğ A N getirmişti (1485). Sultanlığı süresince de da yayımlamaya başladı. Yönetime karşı V A K A S I ) Cesedi Yıldız sarayı yakınında şairi incitmemeye çalıştı. 1490’da BaykaHayal adında bir de mizah dergisi çıkardı; belirsiz bir yere gömüldü. ra'nın nedimi olan Nevai, Baykara’nın kısa bir süre sonra öldü. Paris'te, Pere Osmanlı kurumlarının, Batı örneğine kendi oğullarıyla çıkan taht kavgalarının -Lachaise mezarlığına gömüldü. ( -* göre yeniden düzenlenmesi ve düzel­ karışık ve didişmeli günlerinde Lisan üt Kayn.) tilmesi işleminde, yakından tanıdığı İslam -tayr (1498), Muhakemei ül-lugateyn uygarlığının önemli katkısı olacağı  L İ ŞEREF PA ŞA Hafız, türk asker, (1499), Sirac ül-müslimin (1499), Mahbub haritacı (İstanbul ? - ay.y. 1907). kanısındaydı. Ancak din ve devlet işlerinin ül-kulub (1500) gibi önemli yapıtlarını ver­ birbirinden ayrılmasından da yanaydı. Haritacılık öğrenimi yapmak üzere Paris’ di. Yaşamının sonlarına doğru sağlığını yi­ Öte yandan türk tarihiyle yakından teki Mektebi osmani’ye gönderildi (1862). tiren Nevai, 31 aralık 1501 ’de, Hüseyin ilgilenmiş, türk uygarlığının dünya tarihi Paris’te bulunduğu sırada fransız atlas­ Baykara'yı Esterabat’tan dönüşünde ya­ içindeki önemi üzerinde ilk duranlardan larından yararlanarak renkli 22 haritadan pılan karşılama töreninde, sultanın elini ve türkçülük hareketinin öncülerinden bi­ oluşan Yeni atlas'ı hazırladı (örneği Hari­ öperken yere yığıldı; bizzat sultan tarafın­ ri olmuştu, (-> T Ü R K Ç Ü L Ü K .) Türk dilinin ta genel müdürlüğü müzesi’nde). Dönü­ dan Herat’a götürülen Nevai 3 ocak 1501 ’ en eski ürünlerini tanıtan yayınlar yaptı ve şünde Erkânıharbiye harita şubesi kartogde öldü, Büyük bir törenle, sağlığında türkçeyi osmanlıca diye adlandırmanın rafya amirliğine atandı; mirlivalığa (1887), yaptırdığı Kutsiye camisi yanındaki yanlışlığı üzerinde ilk duranlardan biri ol­ ferikliğe yükseldi (1896). Ölümüne değin türbeye gömüldü. Törenden sonra Hedu. Arapça ve farsçadan İslam uygarlığı süren kartografya amirliği sırasında Kierat’ta 3 gün yas iian edildi. Yedi gün son­ etkisiyle zorunlu olarak alınan sözcükler pert’in Anadolu haritasını türkçeye ak­ ra da sultanın bizzat katıldığı yuğ töreni yanında yabancı dilbilgisi kurallarının da tardı; 73 pattadan oluşan Rumeli hari­ düzenlendi. benimsenmesine karşı çıkışı, çağına göre tasını çizdi; Osmanlı imparatorluğu’nun YalnızXV. yy.’ın ve çağatay edebiyatı­ ileri bir dil anlayışı sayılır. Gazetelerde ayrıntılı bir haritasını yaptı; 100 paftadan nın değil bütün türk edebiyatının en bü­ halkın anlayacağı dille yayım yapılması ve oluşan Anadolu haritasının çizimini tayük şairlerinden olan Nevai, şairliğinin yazım kurallarının karmaşadan kurta­ mamlayamadan öldü. yanı sıra çok iyi bir devlet adamıydı. rılması gerektiğini savunmuş; abece so­ T  L İ ŞİR N EVAİ, çağatay şairi (Herat İnsancıl, sağduyulu, dürüst, anlayışlı, bil­ rununun bir din sorunu değil, dünya gili kişiliğiyle daha hayattayken büyük bir 1441 - ay.y. 1501). Adı Ali Şir, mahlası işleriyle ilgili bir sorun olduğunu, gereki­ ün kazandı. Edebi dil olarak farsçanın Nevai’dir. Babası Kiçkine Bahadır ya da yorsa değiştirilebileceğini, türk yazı devetkinliğini sürdürdüğü bir dönemde Kiçkine Bahşi, Horasan hâkimi Ebülkasım riminden 59 yıl önce dile getirmişti. türkçenin zenginliğini Muhakemet ül Babür’ün adamlarındandı. Anne tarafından Kuran’ın her İslam ulusunun kendi dilin­ -lugateyn adlı yapıtıyla kanıtladı. ataları Timuroğullan’nın, özellikle Ömer de okunabileceğini ileri sürüyor, camide Hayatının sonlarına doğru bütün şiir­ Şeyh ile oğlu Mirza Baykara’nın hizmetin­ hutbelerin türkçe okunmasını istiyordu. lerini dört divan halinde Hazayin ül-maani de bulundular. Dedesi, Mirza Baykara’nın Arapça-farsça türetilmiş karışık bilim te­ adı altında bir araya getirdi; çocukluğun­ beylerbeyiydi. Babasının, hece vezniyle rimleri yerine, batı uygarlığının ortak te­ da yazdıklarını G araib üs-sıgar; şiirleri olduğu söylenir. Dayılarından Mir rim sistemini savunuyordu. Ölümünden 2 gençliğinde yazdıklarını Nevadir üş Sait, Kabulî mahlasıyla,Muhammet Ali de yıl önce, sayısını 127 olarak bildirdiği -şebap; orta yaş şiirlerini Bedayi ül-vasat Garibi mahlasıyla türkçe şiirler yazmışlardır. yapıtlarının birçoğu basılmamıştı. Bunlar ve olgunluk çağı şiirlerini de Fevaid ül Timur’un oğlu Şahruh’un 1447’de ölümü ölümünden sonra yok edildi. Türkçede -kibar adı altında topladı. Türkçe üzerine Horasan’da çıkan kargaşalıktan Batı örneğine uygun ilk ansiklopedi olan divanlarının yanı sıra, daha küçük hacim­ tedirgin olan Kiçkine Bahadır, pek çok ai­ Kamus ül-Ulûm vel-Maarif (Paris, 1870) de bir farsça Divan'ı (1496) vardır. Nevai, leyle birlikte, Ali Şir’i de alarak Yezd yarım kalmıştır. Yurt dışındaki farsça şiirlerinde Fanî mahlasını kullandı. üzerinden Irak’a gitti. Bu sırada 6 yaşında yayınlarından Hive (Paris,1874) Örta As­ 42 yaşında yazmaya başladığı Hamse’ olan Ali Şir, bu yolculuk sırasında Zaferya türklüğü üzerinde bilgiler verir. Monsinin ilk mesnevisi, Nizami'nin Mahzen ül name yazan Şeretettin Ali Yezdi’yi tanıdı. tenegro- Propos de l'Herzegovine (Pa­ -ebrar'ına bir nazire olan, ahlaki-niteiikteAli Şir bu karşılaşmayı daha sonra yazdığı ris,1876) Osmanlı devletinin Karadağ ve ki Hayret ül-ebrar'dır (1483). Ferhad û ünlü Mecalis ün-nefais adlı yapıtının ikin­ Sırbistan’da siyasal ilişkilerini konu edinir, Şirin mesnevisinde (1484) Çin hakanının ci meclisinde anlatır. Horasan'daki kargaşa İstanbul’da çıkan Muhbir; Londra’da çı­ oğlu olan Ferhat vefalı dost, içli âşık, sona erince Kiçkine Bahadır, 1452’de kardığı- Muhbir; Paris’teki Ulum, Reyardımsever, yiğit kişiliğiyle öykünün Horasan’a döndü ve Horasan’da hüküm pub!ique, Babıâli; Lyon'da çıkardığı ağırlık merkezidir. Sevgilisi Şirin de ince, süren Ebülkasım Babür'ün hizmetine gir­ “ muvakkaten Ulum müşterilerine” ; Lond­ vefalı, içli bir kişiliğe sahiptir. Leylâ vü di. Bu sırada Baykara’nın torunu Hüseyin ra’da yazılarını yayımlayan Hürriyet, Mecnun (1484) Nizami’nin ve Husrev-i Baykara da Ebülkasım’ın yanındaydı. İstanbul’da Vakit, Basiret, Müsavat’, Üm­ Dehlevi'nin aynı addaki yapıtlarından ya­ Ebülkasım Babür, Hüseyin Baykara ve Ali ran gazetelerinde kalmış yazıları, döne­ rarlanarak yazılmıştır. Seb'a-i seyyare Şir’in öğrenimleriyle özel olarak ilgilendi, minin toplumsal, siyasal yaşamına tanıklık (1484-1485), Behram Gur ile güzel ve hatta Meşhette giderken onları da yanında eder ve yıkılmaya yüz tutmuş bir impara­ akıllı cariyesi Dilaram arasında geçen aşk götürdü. Ebülkasım’ın Meşhet’te ölümün­ torluk için çözüm yolları önerir. öyküsünü konu edinir. Nevai, Sedd-i den (1457) sonra Baykara Merv’e döndü, İskender!'de, efsane kahramanı İskender’i A ii Suavi v a k a s ı - Ç IR A Ğ A N V A K A S I. Nevai ise orada kalarak öğrenimini bir türk hükümdarı gibi canlandırarak sürdürdü. Babası ve Ebülkasım Bahadır  L İ ŞA H , türk müzikbilimci (XV. yy.). ona, Hüseyin Baykara ile oğlu Bediüzöldükten (1457) sonra, Ali Şir Timur emir­ Hayatıyla ilgili bilgi yoktur. Ali Şir Nevai’ zaman’a ait karakter çizgileri eklemiştir. lerinden Seyyit Haşan Erdeşir’in hizmeti­ ye ithaf edilmiş Mukaddimet ül-usûl adlı ne girdiyse de daha sonra Herat’a döndü Câmi’nin Hadis-i erbain adlı yapıtının kuramsal müzik kitabının yazarıdır. ve bu kez Ebülkasım’ın ölümünden son­ çağatay türkçesine çevirisi sayılan Çihl  L İ Ş A M İL PAŞA, türk komutan (Ciz­ ra orada hüküm sürmekte olan Ebu Sait hadis adlı kırk hadis derlemesi, şairin ilk re 1855-Trablusgarp 1908). Cizre hâkimi Mirza’nın hizmetine alındı. Ne var ki Ebu önemli yapıtı sayılır (1481-1482). Vakfet­ Bedirhan Bey'in oğlu. Babasıyla birlikte Sait, kendisine karşı ayaklanan tiği hayrat için önce türkçe, sonra özet­ Girit ve Şam'da bulundu. Osmanlı-Rus Baykara’nın yakın arkadaşı olduğundan leyerek farsça ypdığı Vakfiye (1481 savaşlarına katıldı ve yaralanarak topal Ali Şir’e güvenmiyordu. Sonunda onu -1482); Hz. Ali’nin Nesr ül-leal adıyla kaldı. Selimiye kışlası komutanı oldu. yanından uzaklaştırdı. Bunun üzerine Ali toplanmış 266 sözünün rubailer halinde Adamlarının karıştığı çapulculuk ve Şir Semerkand’a gitti.Oradayken pek çok çevirisi olan Nazm ül-cevahir (1485);



3 8 7



m



Ali Suavl Turgut Kut arşivi



Ali Sir Neyai



Ali Şir Nevai 388



Ali Şükrü Bey TBMM albümü



Ali Tebrizi’den bir nesih hat örneği



Ali Ulvi Ersoy



A L İ Ü SK Ü BA R İ, türk tezhipçi ve lake bölümü’nü (1888) ve Hendesei mülkiye Adem’den Hz. Muhammet’e dek pey­ ustası (XVIII. yy.). Müstakimzade Sü­ mektebi ni (1895) bitirdi. Aynı okulun gamberlerin zamanlarındaki olayları an­ leyman Saadettin Efendi, sanatçının Hacı köprücülük ve kâgir-ahşap inşaat dersleri latan Tarih-i enbiya ve hükema (1485'ten Yusuf Mısrî'nin öğrencisi olduğunu ve hocalığına atandı. Ölümüne değin süren sonra); İran tarihini hükümdar sırasına XVIII. yy.'ın ünlü hattatlarından Yedikuleöğretim üyeliğinin yanı sıra çeşitli devlet göre anlattığı Mülûk-i Acem (1485’ten li Seyyit Abdullah’ın yazdığı Kuranları görevlerinde ve Evkaf nezareti heyeti sonra); yakın dostu Seyyit Haşan Erdetezhiplediğini bildirir. Tezhiplediği umumiye reisliğinde bulundu (1.919). şir'in ölümü üzerine yazdığı ve anılarını yapıtlarda, XVI. yy.’ın ilk yarısında saray Kemalettin* Bey ile birlikte Birinci * ulusal içeren Halat-ı Seyyit Haşan Erdeşir Big nakkaşhanesinde çalışmış ressam Şah mimarlık dönemi diye adlandırılan akımın (1490-1491) gibi yapıtlarının yanı sıra, se­ Kulu’nun osmanlı süsleme sanatına öncülerinden oldu. Osmanlı mimarlığının kiz bölümden oluşan, bazı eklemelerle üç kazandırdığı bezeme motiflerini başarıyla XVI. yy. klasik örneklerinden, özellikle Mi­ kez farsçaya çevrilen, türk edebiyatında kullanmıştır, imzasını taşıyan tezhipleri, la­ mar Sinan’dan esinlenen Ali Talat Bey’ ilk şairler tezkiresi olan Mecalis ün-nefais ke tekniğindeki cilt kapakları, yazı altlıkları, in, başta Beşiktaş, Üsküdar ve Kuzgun­ (1491-1492) önemli yapıtları arasında yer yazı çekmeceleri, yazı kuburları ve yayları cuk olmak üzere, İstanbul Boğaziçi'ndeki alır. Veliaht Bediüzzaman’a ve Sultan birçok iskelenin mimarı olduğu sanılır. Baykara’ya yazıldığı anlaşılan mektupla­ rını içeren Münşeat, çağının olaylarına ışık g A L İ TEBRİZİ (Hâce Alî al-Tebrîzi), iranlı tutar (1491-1492’den sonra). Sevdiği dos­ minyatür ressamı (XV. yy.). Timurlu tu Câmi’nin ölümü üzerine hayatını, döneminde yaşadı. Üslubu, Baysungur yapıtlarını, mektuplarını, birlikte dönemi Herat minyatür okulu geleneğini okudukları kitapları Hamset ül sürdürür. Bilinen minyatür ve süslümeleri, -mütehayyirin'de (1492'den sonra) anla­ Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi’nde t Ali Üsküdari'den tan şair, aruz vezninin özelliklerini Mizan korunan 1445-1446 tarihli Hamse-i bir yazı kuburu ül-evzan'da konu edindi (1492'den son­ Nizâmi adlı eserde yer alır. Topkapı sarayı müzesi, İstanbul ra). Dostu Muhammet Pehlivan’ın ölümü A L İ T İG İN , Maveraünnehir emiri (? - ? üzerine Halat-ı Pehlivan Muhammet adlı 1034). Karahanlı hanedanından. Kardeşi yapıtında bu bestekâr, musikişinas, tabip, 1723 - 1761 arasına tarihlenir. Yapıtları, Yusuf (Yusuf Kadir Han) ile birlikte Mansur sofi ve edebiyat adamını ve çağının sos­ Topkapı sarayı müzesi’nde, Türk ve İs­ Arslan Han’ın büyük kağanlığına karşı yal yaşamını tanıttı (1494: 1495'ten son­ lam eserleri müzesi’nde, İstanbul çıktı. Mansur’a esir düştü; kurtuldu, Bura). Câmi’nin Nefahat ül-üns adlı evliya Üniversitesi kütüphanesi’nde, yurt içi ve hara’ya egemen oldu (1020-1021). Man­ tezkiresini, başka kaynaklardan aldığı bil­ dışındaki çeşitli koleksiyonlarda korun­ sur kağanlığı bırakınca Yusuf Kadir gilerle tamamlayarak Nesaim ül-mahabmaktadır. Han’ın kağanlığını tanımadı, öteki kardeşi be’yi yazdı (1495). Küçüklüğünden beri Ahmet bin Haşan ile birleşti. Yusuf’u des­ A L İ VA S İ ÇELEBİ, Vasi Alisi de de elinden bırakmadığı Attar'ın Mantık uttekleyen Gazneli Mahmut’un kendisine nir, türk şair ve yazar (Filibe? - Bursa -tayr mesnevisini Lisan üt-tayr adıyla, 1543). Asıl adı Aiaettin Ali bin Salih’tir karşı harekete geçmesi üzerine bozkıra değişiklikler, eklemeler yaparak çevirdi kaçmak zorunda kaldı. Mahmut Gazne’ Kanuni Sultan Süleyman çağı bilginlerin­ (1498-1499). Türkçenin farsçaya üstünlü­ ye dönünce, yeniden Buhara’ya egemen den Abdülvasi Efendi'nin yanında yetiş­ ğünü kanıtlamak, türkçe yazmayı teşvik oldu Yusuf Kadir Han’ın büyük tiği için Vasi Alisi (Abdülvasi Alisi) diye etmek amacıyla-yazdığı (1499) Muhakekağanlığını tanıdı. Yusuf Kadir Han'ın anılıyordu. Edirne ve Bursa’da medrese­ met ül-lugateyn'üe, türkçe 100 sözcüğü ölümünden sonra Tamgac Buğra Kara lerde ders verdi; Bursa kadısıyken öldü. farsçalarıyla karşılaştırarak, türkçenin bu Hüseyin Vaiz Kâşifi'nin Envar-ı Süheyli Hakan unvanıyla Maveraünnehir’de dile olan üstünlüğünü belirtir. Sirac ül hükümdarlığını ilan etti. Gazneli sultanı adıyla farsçaya çevirdiği Kelile ve Dimne -müslimin'de şeriat hükümlerini, Tanrı’nın Mesut’un Harizmşah Altuntaş komu­ metnini Hümayunname adıyla ve sanatlı sekiz sıfatını, İslam ilkelerini anlattı (1499 tasında üzerine gönderdiği kuvvetlerle bir anlatımla türkçeye çevirdi. Bu yapı­ -1500). Son yapıtı ise, toplumun değişik Debusıye de savaştı, sonuçsuz savaşın tında yerli yaşamdan izlere, türk şairle­ tabakalarından söz ettiği, kendi yaşam ardından Altuntaş ile bir antlaşma yaptı rinden alınma beyitlere de yer verdi. deneyimlerini yansıttığı Mahbub ül (1032). Altuntaş'ın ardılı Harun ile Mesut’a -kulup'tur (1500-1501). Ayrıca yazılış ta­ A L İ V E H B İ A ia iy e li, soyadı karşı bir ittifak oluşturdu (1034); aynı yıl rihi bilinmeyen kayıp Zübdet ül-tevarih ile T ü rkü stü n , türk hekim, dağcı öldü. varlığından kaynaklarda söz edilen Mu­ (Alaiye/Alanya 1877 - İstanbul 1937). amma risalesi’nin de sahibiydi. A L İ U FK İ BE Y, asıl adı Alberto BobeFransa'da Monpellier üniversitesi fen Musikiyle de uğraşan Nevai, birçok vio Leopolitano Bobovvski, Polonya asıllı fakültesi’nden yeterlik ve P.C.N. ser­ beste yapmıştır. Bunun yanı sıra tezhip ve türk müzikçi (Lvov 1610 ? - 1675 ?). Mu­ tifikaları aldı (1898). Aynı üniversitenin tıp hat sanatıyla da ilgilenmiştir. Nevai, rat IV döneminden önce İstanbul’a fakültesini tıp doktoru olarak bitirdi (1903). Çağatayca adı verilen Orta Asya türkçegeldiği, Mehmet IV’ün yakınlığını Türkiye'ye dönünce Adana ders nazırı ve sini, en üstün durumuna ulaştıran bir ya­ kazandığı, ona musahip olduğu sa­ ulum-i tabiiyye (tabiat bilgisi) muallimi ol­ zar olarak tanınır. nılmaktadır. Müslüman olduğu, Enderun’ du (1910). Şam tıbbiyesi’nde ders verdi da türkçe ve türk müziği öğrendiği, san­ (1911). İstanbul Darülfünunu hayvanat A L İ ŞİR U G A N İ (Gülşeni Şeyhi), türk tur çaldığı bilinmektedir. Tek nüshası Brimuallimliğine atandı (1919). Burada besteci (İstanbul 1635 - ay.y. 1714). tish Museum'da olan Mecmua-i saz ü söz müderris oldu (1924). Hayvanat enstitüsü Gülşeni tarikatına girdi. 1696’da adlı ünlü eseri, batı notasıyla yazılmış, müdürlüğüne getirildi (1926). Üniversite Şehremini’deki Hulvi tekkesi şeyhi oldu. XVII. yy. a kadarki klasik türk ve halk reformunda kadro dışı kaldı (1933). Yaşadığı çağda din müziğinin en büyük müziği yapıtlarını içerir. Birçok yapıtın Türkiye’de dağcılık sporunun öncüleustası olarak tanınır. Son yıllarında, günümüze ulaşmasını sağlayan bu kitap, rindendir. Mont Blanc’atürk bayrağını ilk yaşlılığından ötürü "Dede” diye anıldı. kez o dikti (9 temmuz 1906). Niğde’nin XIX. yy.'da yazılmış kimi güfte derleme­ XVI. ve XVII. yy. halk edebiyatı tarihi açısından da büyük önem taşır. lerinde, İsmail Dede Efendi’den ayırmak güneyinde yer alan Aladağlar silsilesinde­ ki bir doruğa Türküstün adı verildi. için “ Dede-i Atik” (Eski Dede) biçiminde ■ A L İ ULVİ, soyadı Ersoy, türk karikatür­ Türkçe ve yabancı dillerde .yayım­ adı geçer. 100’e yakın büyük formlu din cü (İstanbul 1926). Balıkesir Eğitim enstilanmış birçok makalesinin yanı sıra Medışı yapıt, toplam 600’û aşkın ilahi, tevtüsü’nü bitirdi (1945). Ankara Gazi eğitim badi-i fenni rüşeym (Beyrut, 1918) adlı bir şih, durak, nat ve şugl besteledi. Günü­ enstitüsü resim bölûmü'nden ayrıldı de kitabı vardır. müze iki tevşih, üç durak ve on üç ilahisi (1946). Çeşitli dergilerde (Çocuk sesi, Ar­ ulaşabilmiştir. kadaş, Kahkaha, Mizah, Karikatür, 41 Bu­ A L İ A. Tar. coğ. Anadolu'nun Phrygia çuk, Dolmuş, Tef) karikatürler çizdi, bölgesinde 2 antik yerleşme, A L İ ŞÜKRÜ BEY, türk asker ve siya­ çizgide mizah anlayışının başarılı ve gide­ —Kütahya’nın Emet ilçesi, merkez set adamı (Vakfıkebir 1884-Ankara 1923). rek gelişip yenileşen ürünlerini verdi. bucağına bağlı Kırğı! köyünün yerinde Bahriye mektebi’ni bitirdi. Donanma ce1950’de Cumhuriyet gazetesine girdi. ilkçağ yerleşmesi; —Uşak’ın Banaz miyeti’nin (Donanmayı Osmani muavene­ 1960'lı yıllarda Yön dergisindeki karika­ ilçesinde, Banaz çayı kıyısında, Akmoti milliye cemiyeti) kuruluşuna katıldı, ikinci türleriyle, bu derginin savunduğu siyasal nia’nın (Ahat) kuzeyinde yerleşme (Alla başkanlığına getirildi (1909). Binbaşı harekete katkıda bulundu. Yapıtlarının da denir). rütbesindeyken askerlikten ayrıldı. Do­ önemli bir bölümünde, gazete güncelliği­ nanma cemiyeti’nin satın almak istediği A L İÂ (Ramiz), arnavut devlet adamı ni aşan bir sanat değeri ortaya koyabil­ gemilerle ilgili olarak İngiltere’ye gitti. Son (Işkodra 1925). Ulusal kurtuluş hareke­ me başarısına ulaştı. Çizgi filmler Osmanlı meclisine Trabzon milletvekili tinde yer aldı. Arnavutluk Emek partisi (Azgelişmiş çocuklar, 1967, Evliya Çeleseçildi. Bu meclisin ingilizler’ce dağı­ merkez komitesi’ne (1948) ve meclise bi. 1971) ve Piri Reis (1971) belgeselim tılması üzerine ilk TBMM’ye katıldı. seçildi (1950); Politbüro üyesi oldu hazırladı. Düşünceleri bakımından tutucuydu, ikinci (1961). 1981’de Enver Hoca tarafından grup"un önde gelen temsilcilerinden biri prezidyum başkanlığına (devlet başkanı) A L İ U L V İ B A B A , türk halk şairi olarak hükümete yönelttiği sert eleştirilerle getirildi. 11 nisan 1985’te Enver Hoca (Çerkeş, Çankırı, 1864 - İzmir 1919). İzmir dikkati çekti. Topal Osman tarafından ölünce, Arnavutluk Emek partisi birinci Balpınar bektaşi tekkesi şeyhiydi. öldürüldü. Öldürülmesi Meclis’te ve ka­ sekreteri seçildi. 1991’den sonra demok­ Ölümünden sonra yayımlanan Bektaşi muoyunda büyük tartışmalara yol açtı. ratikleşmeyi engellemekten vazgeçti. m akalâtı (1926) adlı yapıtının 1992 seçimlerinde, adını Sosyalist parti­ önsözünden; asıl adının Mehmet Ali, A L İ T a l a t b e y , türk mimar ve ye çevirmiş olan partisi seçimi kaybedin­ memleketinin Çerkeş olduğu anlaşıl­ mühendis (Tokat 1869-istanbul 1922). ce cumhurbaşkanlığını bıraktı. maktadır. Nefesleri vardır Sanayii nefise mektebi’nin resim



Alican Ât-I aba, Hz. Muhammet'in yakınları için kullanılan deyim. İslam kaynaklarının belirttiğine göre, Peygamber bir gün, kızı Fatma, damadı Ali, torunları Haşan ve Hüseyin’i kucakladı ve üstlerine geceleri örtündüğü, kisa denileçı abayı örttü. Da­ ha sonra, "abamın içindeki âl’im” diye başlayan bir dua okuyarak Allah'a ya­ kardı. Bu olaydan sonra Peygamber’in bu dört yakınından Âl-i aba diye söz edilmiştir. Â L -İ A B B A S A L İA O A (Luis



A B B A S İL E R .



İspanyol dominiken (Aliağa 1560 - Zaragoza 1630). Felipe lll’ün günah çıkarttığı rahipti; krallığın baş engizisyoncusu oldu.'16Q9’da Mağribi­ lerin sürgün edilmelerinde büyük payı vardır. D E ),



A L İA Ğ A , Ege bölgesinde, İzmir iline



bağlı ilçe; 42 150 nüf. (1990); 20 köy. Merkezi Aliağa (esk. Aliağaçiftliği); 25 450 nüf. (1990). Rafineri, petrokimya te­ sisleri. A lia ğ a



p e tr o k im y a



k o m p le k s i,



la’da, Acciön Democrâtica’nın ve Boliv­ ya’da Movimiento Nacionalista Revolucionario’nun esin kaynağı oldu), Peru'dan başka yerde tutunmayı başaramadı. 1931'den 1945’e kadar baskılara uğrayan örgüt, bu sırada Peru'nun başta gelen siyasal gücü oldu, ama progra­ mındaki köktenci görüşlerden ödün ver­ mesine karşın, ordunun sürekli muhale­ feti, örgütün iktidara gelmesini engelledi. 1962’de, Haya de laTorre’nin başkanlığa seçildiğinin açıklanmasını engellemek için, ordu iktidara el koydu; 1969’da da APRA’nın zaferini önlemek için aynı şeyi yaptı. 1978'de, yeni kurucu meclis seçimlerinde birlik zafere ulaştı. Ama adayı Armando Villanueva del Campo'nun mayıs 1980 cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yenilgisinden sonra muha­ lefete geçen parti, kurucusunun ölümü üzerine (temmuz 1980) bölündü ve zayıfladı. Â LİA R İA . Tar. coğ. Doğu Anadolu'da, Kommagene bölgesinde yerleşme. Ga­ ziantep’te, Dolikhe (Dülük) ile Nikopolis (İslahiye) arasında, İslahiye’nin 20 km doğusundaydı.



İzmir’de Aliağa raffherisi’nin yanında ku­ rulan Türkiye’nin ikinci petrokimya tesi­ ALİA SSU S . Tar. coğ. Anadolu'da ilkçağ kenti. Ancyra (Ankara) ile Archelasi. 1983-1984’te enerji tesisleri tamamla­ is (Aksaray) arasında. Roma yolu üze­ nan kuruluş, 1985’ten başlayarak üreti­ me geçti. 1987’de 701 828 t, 1988’de rinde konak yeri. 810 341 t, 1989’da 840 3261 petrol türe­ ALİBABA a. Kütahya’ya özgü bir sürahi vi üretti. 1986’da ALPET (Aliağa Petro­ türü. Şişkin, yuvarlak gövdeli, kısa, ince kimya Sanayi ve Ticaret AŞ) adıyla Petboyunludur. kim Holding’e bağlı bir ortaklık durumu­ na getirildi. Kuruluşta 5 147 işçi, mühen­ L A L İB E Y a d a la rı, Ege denizi'nde, Ayvalık karşısında, küçük adalar dis ve memur çalışmaktadır (1990). topluluğu. En büyükleri Alibey (esk.Cun­ A lia ğ a r a f in e r is i, İzmir’in Aliağa da) [23,4 km2] kıyıya dolgu bir yol ile ilçesinde petrol arıtım tesisi. Bir kamu bağlanmıştır. Kuzeyden güneye, Maden, kl/fuluşudur. Yapımına Sovyetler BirliYellice, Güneş, Pınar, Çıplak kız, Balık, ği’nin teknik işbirliği ve % 2,5 faizle 15 yıl Kara. Yumurta ve Çîçek adaları sıralanır. vadeli olarak sağladığı krediyle 1969’da A lib e y b a ra jı, İstanbul, Kâğıthane başlandı. 1972’de yakıt rafinerisi bölümü, çevresinde, Alibey deresi üzerindeki ba­ 1974’te madeni yağ tesisi işletmeye raj. 1983’te kuruldu. Göl alanı 4,66 km2, açıldı. Ham petrol işleme kapasitesi yılda su toplama hacmi 66,8 milyon m3'tür. 3,5 milyon ton iken, 1981 ’de 4,5 milyon Kentin Avrupa yakasına yılda 39 milyon tona, 1983 sonunda 6 milyon tona çıka­ m3 içme suyu sağlamaktadır. rıldı. Rafineri, 1984’te, %69 kapasite kul­ ALİB E Y d e re s i, İstanbul’da, Haliç'e lanımıyla 4,1 milyon ton petrol işleyerek K.-B. ucunda kavuşan akarsu. Üzerinde, Türkiye toplam üretiminin °/o 23’ünü kar­ İstanbul'un su şebekesini besleyen Alibey şıladı. 1986’da Orta Anadolu rafinerisi’ barajı vardır. nin ue işletmeye açılmasıyla 33,5 milyon tona yükselen Türkiye toplam ham pet­ A LİB EY YURDU ya da ELİFNİN rol işleme kapasitesinin % 17,9’unu üst­ Y U R D U , Batı Sibirya’da Ural lenen rafinerinin makine yağı tesisiyse sıradağlarının doğusunda Tyumen ve günde 34 100 varil yağ üretebilecek ka­ Kurgan kentlerinin de bulunduğu bölge. pasitededir. Çelyabinsk ile Omsk arasında uzanır; içinden Obi’nin kollarından Tobol ve işim ALİA KM O N , Yunanistan’da ırmak. Ar­ ırmakları geçer. Kazaklar ve Başkurtlar, navutluk sınırı yakınından doğar, Make­ Ruslar'a karşı savunmak için, bölgenin donya’da akar ve Selanik körfezine güneyinde bu ırmaklar boyunca, Tura de­ dökülür, 314 km nilen kaleler yapmışlardı. M n ı t ç a R e n o v a d o rs N a c io n a l A L İB E Y H Ü Y Ü Ğ Ü , Konya'nın Çumra {ARENAj, Brezilya’da resmi siyasal par­ ilçesi, merkez bucağında belde; 5 248 ti. General Castelo Branco liderliğindeki nüf. (1990). PTT. askeri hükümetin girişimiyle 1965’te, es­ ki siyasal partilerin feshedilmesinden son­ A L İB E Y K Ö Y Ü , İstanbul’un Eyüp ilçe­ ra doğdu. Cumhurbaşkanı aynı zaman­ si sınırları içinde yer alan yerleşim mer­ da parti başkanıydı ve kendi adaylarını kezi. Sanayi. seçiyordu. Parlamentoda çoğunluğa sa­ A L İB E Y L İ, Kahramanmaraş’ın mer­ hip olan parti, yönetim makamlarının he­ kez ilçesine bağlı belde; 15 008 nüf. men hemen tümünü de elinde bulundu­ (1990); 13 köy. Merkezi Alibeyli; 1 018 ruyordu. 1979’da rejimin liberalleşmesiyle nüf. (1-990). ortadan kalktı. A L İB E Y L İ, Manisa’nın Saruhanlı ilçesi, U n u a P o p u la r R evoİM cIonaria Halitpaşa bucağında belde; 1 899 nüf. A m a rie a n a (APRA) [Amerikan dev­ . (1990). Belediye. PTT. Köyün doğu ve G. rimci halk birliği], Latin Amerika hareketi •D.'sundaki Mangaitepe, Bekçıtepe ve ve 1924’te Meksika’da, Vfctor Raül Ha­ Mitralyöztepe tümülüslerinde, Manisa ya de la Torre tarafından kurulan Peru si­ Müzesi müdürü Kubilay Nayır yasal partisi. Marx ve Lenin’den esinle­ başkanlığında yapılan kurtarma kazıları, nen devrimci bir hareket olan APRA, bu­ Lydia bölgesinde ölü gömme gelenekle­ nunla birlikte, Latin Amerika’nın kendine rinin ve gömüt mimarlığının aydınlan­ özgü gerçeklikleri nedeniyle, III. Enternas­ masını sağladı. yo n a li katılmayı- reddetti. Programında, AESbeur su yu , p om adı -* D A L İB O U R kafa ye kol emekçilerinin amerikan suyu, pomadı. emperyalizmine karşı koymak için bir­ leşmeleri, toprakların ve sanayinin A iic a f e r t ü r b e s i, Kayseri'de devletleştirilmesi, Latin Amerika’nın siya­ Eretnaoğulları döneminden türbe (XIV. sal birliğe kavuşması yer alır. Bu yy.). Yapıda, klasik türbe planının önüne, düşünceler başka ülkelerde de yankı ziyaret yeri olarak tasarlanan bir sahanlık uyandırmakla birlikte (özellikle Venezueeklenmiştir.



ALİC A N (Ekrem). türk siyaset adamı, maliyeci (Adapazarı 1916). Mülkiye mek­ tebi maliye şubesi'ni bitirdi (1937). Dev­ let adına İngiltere’ye gönderildi; London School of Economics’de okurken (1938 -1939) ikinci Dünya savaşı'nın başlaması üzerine Türkiye’ye döndü. Maliye müfettiş muavini (1940 - 1943), maliye müfettişi, (1943 - 1947) oldu. Devlet memurlu-' ğundan ayrılarak (1947) Adapazarı’nda ticaret ve çiftçilikle uğraştı. 1950 seçimlerinde Demokrat pârti’den Kocaeli milletvekili seçildi. DP içindeki ispat* hakkı hareketine katıldı, DP’den ayrıldı.



389



m



Hürriyet partisi kurucuları arasında yer aldı (1955). 1957 seçimlerine Hürriyet partisi adayı olarak katıldı, ancak seçilemedi. 1958 yılı kasımında Hürriyet partisi, Cumhuriyet Halk partisi'ne katılma karan aldığında, bu karara katılmadı. 27 Mayıs’tan sonra birinci Gürsel hükü­ metinde maliye bakanı oldu (1960); ba­ kanlar kurulu üyesi olarak Kurucu meclis’e katıldı. Siyasal etkinlikler serbest bırakıldığında kimi eski Hürriyet partili ve Demokrat partili yakınlarıyla Yeni Türkiye* partisi ’ni kurdu; bu partiye genel başkan oldu (1961 - 1967). Sakarya milletvekili seçildi (1961). ismet İnönü’nün ikinci ko­ alisyon hükümetinde, koalisyon ortağı YTP’nin genel başkanı olarak devlet bakanı ve başbakan yardımcısı oldu (1962 -1963). Yenilenen seçimlerde (1965) bir kez daha Sakarya milletvekili seçildi. YTP’nin giderek erimesi karşısında genel başkanlıktan çekildi (1967). Milletvekilliği sona erince siyasetten ayrıldı, bankacılık yaptı, emekli oldu. ALİC A N (Fikri), türk hekim (Adapazarı 1930). İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi'ni bitirdi (1955). Genel cerrahi ihtisasını aynı fakültede verdi (1959). ABD’de Mississippi üniversitesi cerrahi' bölûmü’nde araştırmalarda bulundu (1960-1962). Dönüşünde doçent oldu (1964) Yine ABD’ye giderek Mississippi üniversi­ tesi’nde organ nakli bölümünde şef ola­ rak çalıştı (1968-1970). İstanbul



Aliağa, petrokimya kompleksi Hürriyet arşivi



Ekrem Alican



Alibey adaları



Alican Üniversitesi tıp fakültesi'nde profesör ol­ du (1971). Buradan emekliye ayrıldıktan (1978) sonra serbest çalışmaya başladı. Organ nakli ile ilgili çalışmaları nedeniyle American medical association’ın Hektoen madalyasını kazandı (1965). Aynı ne­ denle American College of Surgeons kendisine takdirname verdi (1965). Çok sayıda bilimsel yayını vardır: Studies on pathophysiology of endotoxsin shock (1962), Transplantasyon biyolojisi (1968); Anesteziyotoji, ameliyata hazırlık, aneste­ zi, ameliyat sonrası (1968). A M C A N k a p ıs i, Türkiye ile Ermenis­ tan Cumhuriyeti arasındaki gümrük kapı­ sı. İğdır'ı Erivan’a bağlayan karayolu bu­ radan geçer.



 iiço ve Şamdancı İbrahim



Ergun Hiçyılım koleksiyonu



A L İC A N T E , ispanya’da (Valencia böl­ gesi) kent, Akdeniz kıyısında il merkezi; 267 485 nüf. (1990). Birkaç sanayi tesisi (başta besin sanayisi) bulunan ticaret ve balıkçılık limanı ve önemli turizm merke­ zi. Eski bir yunan kolonisi olan, sonra Romalılar’a geçen (Lucentum) Alicante, eskiden bütün Valencia krallığı'nın en önemli tahkimli yeriydi, iç savaş sırasında cumhuriyetçilerin merkezi ve Franco bir­ liklerinin en son ele geçirdikleri kent oldu. — Alicante ili, 5 863 km2; 1 075 500 nüf. Levante bölgesinin bir parçasıdır. Nao burnuna doğru kesintili sıradağcıklar ha­ linde parçalanmış olan Beticas sıradağ­ larının doğu ucunu kaplar. Dağlık kesim­ lerinde kuFU tahıl tarımı ağır basar; bura­ larda ayrıca, üzüm ve zeytin de yetiştirilir. Alçak ovalar, eşit olmayan bir biçimde sulanır. Başlıca huerta, aşağı Segura ırmağınınkidir (dut, portakal, limon, kayısı bahçeleri). A Ü fâ ü SPRİNGS, Avustralya'da (Nort­ hern Territory) kasaba, çölün ortasında, kıtanın iç kesiminde; 2 500 nüf. Adelaide’den gelen demiryolu hattının son is­ tasyonu. ÂLİCENAP sıf. (ar. 'â li yüksek, cenâb onur’dan 'alicenâb). 1. Onurlu,_cömert, iyiliksever kimse için kullanılır: Âlicenap bir adam. —2. Küçük bir bağışı büyük biı cömertlik gösterisiyle veren kimse için alay yollu kullanılır: Ne kadar âlice­ napsınız? ÂLİCENAP’ ICABiN (Hace), Mahmut l’in başkadını (? - İstanbul 1775). Hac dönüşü İstanbul’da öldü ve Yeni cami haziresine gömüldü. Fatih camisi çevre­ sinde mektep, çeşme ve sebil yaptır­ mıştı.



bir masalda elma olunca, karşısındaki onu alıp götürecek bir saz şairi ya da derviş kimliğine bürünür. Delikanlı arpa olup yere saçılınca karşısındaki tavuğa dönüşüp taneleri yemeye koyulur. Tane­ lerden biri yılan ya da sansar olur ve tavuğu boğar ya da başka bir masalda kılıç olup tavuğun boğazını keser. Birçok masalda değişik biçimleri der­ lenen bu motif Billur köşk masalları'ndan birinin temelidir. Bazı halk şiirlerinde de görülür: "... Sen bir yanıl elma olsan/ Dalımda bitmeye gelsen/ Ben bir gümüş çövmen olsam/ Dalında bitsem ne der­ sin..." (Pir Sultan Abdal). Motife ad olan Ali Cengiz’in, halk hikâyelerine Ebu *AIİ Sina adıyla geçen ve gizli bilimlerin de sahibi olarak gösterilen ibni Sına olduğu varsayılır. — Kurnazca düzenlenmiş hile, oyun anlamında kullanılan Alicengiz oyunu de­ yimi buradan gelir. A LİC U D İ, İtalya’da ada, Sicilya’nın açığında; Lipari adalarının en batıda olanı. AÜ Ç O , türk pehlivan (Plevne 1845- Edir­ ne 1922). Saçsız başından dolayı Kel Aliço, çok sert ve acımasız güreş tekniğinden dolayı Gaddar Aliço diye de anılır. Âdı Ali’dir. Güreşe küçük yaşta başladı. Yalnız döneminin değil, türk güreşinin en büyük pehlivanlarından biri olarak tanındı. Abdülaziz’in hayranlığını kazandı. Huzur güreşlerine katıldı. Yıldız sarayı’nda şamdancıbaşılığa kadar yük­ seldi. Kırkpınar’da aralıksız 27 yıl başpehlivanlığı kazandı. 70 yaşındayken, kendisine meydan okuyan çırağı Adalı Halil’i yendiğinde, Adalı Aliço’dan 25 yaş küçüktü. Yaşlılık günlerinde Malkara’da köy bekçiliği yaptı. Mezarı İpsala’nın Kumdere köyündedir. ALİDAT a. (fr. alidade: ar. al-'idâde, cetvel).Topogr. 1. Pinül ya da dürbünden oluşan bir gözleme düzeneğiyle donatıl­ mış cetvel; bir doğrultuyu, topograf plançetesine çizerek ya da dereceli bir çember üstünde işaretleyerek belirleme



Âlienor Aquitanialı çokrenkii mezar taşından ayrıntı (Xll.yy.) Fontevrault manastın’nda (Maine-et Loire)



A L ÎF a. (ar. calif). Esk. Yem torbası. A L İF A T İK sıf. (fr. aliphatique; yun. aleiphar, yağ’dan). Org. kim. Alifatik bileşik, yağlı maddeler gibi açık zincir içeren or­ ganik bileşik. (Oleik asit alifatik bir bile­ şiktir.)



A L İF U & Y P A Ş â , Sakarya’nın Geyve ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 4 445 nüf. (1990). Demiryolu istasyonu. Â Ü G A R H , Hindistan'da (Uttar Pradeş) kent, Delhi’nin G.-D.‘sunda; 479 978 nüf. (1991). Üniversite. Dokuma ve makine sanayileri. Â L İG E R (Margarita Yosifovna), sovyet



kadın şair (Odesa 1915). Başından geçmedik felaket kalmayan Margarita Yo­ sifovna Aliger, Cethiver-lâ (fr. çev.) [1938] adlı yapıtında acı bir lirizmi dile getirdi. Almanlar'a karşı direnişin kadın kahrama­ nı üzerine ünlü Zoya Kosmodemyanskaya şiirini yazdı (1942). Daha sonra çağ­ daşlarının ideoloji ve ahlak sorunlarını ele aldı (les Monts Lenine [fr. çev.], 1953; Quelques Pas [fr. çev.]. 1962; l/ers[fr. çev.], 1967).



ÂüiffiElMAPlJİC a. Âlicenap olma duru­ mu; niteliği: Mirasını yardım kurum/arma bırakarak büyük bir âlicenaplık gösterdi. ÂUSceregiie o Z— C H = C H — CHj.



Bu konum değişiminin katalizini sağlamak içırı asitler kullanılabilirse de daha çok bazlara başvurulur (baz kullanılırsa Z gru­ bunun elektron alıcı olması gerekir). Bu tepkime keton-enol dengesine benzer çok genel bir dönüşümdür. —Polim. Alil türevleri, yani CH;= C H — C H j— R



çok yavaş polimerleşir; buna karşılık sti­ ren ya da maleik anhidritle eşpolimerleşmeleri çok kolay elde edilir. En çok kullanılan alil monomerleri arasında dialil ftalatlar ve dialil karbonatlar sayılabilir; bu monomerler, üç boyutlu makromolekül



ağları oluşturarak polimerleşirler; böylece erimeyen, suda çözünmeyen çok say­ dam polimerler elde edilir. Bükülebilen bu ürünler, aşınmaya ve toz çiziklerine karşı iyi dayanan organik cam yapımında kul’ lanılır. Â L İL İK a. (ar. rSIİ'den ‘Şiilik). Esk. Yücelik, yükseklik, ululuk. ALİLLEŞSE a. Org. kim. Bir molekülde hidrojen atomunun yerini bir alil kökünün alması. (Alilleme, alil türevlerinin tepkinirliği nedeniyle çok kolay elde edilen bir alkilleme’ dir.) ALİLLEM EK f. Org. kim. Alilleme işlemi yapmak. ALİLSENEVOL a (fr. allylsenevol'den). Eczc. Turpgillerden çeşitli bitkilerin (siyah hardal, bayırturpu) esansında bulunan ve kendine özgü keskin bir kokusu olan renksiz sıvı. (Potasyum mironat heterozidinin mirozin fermentiyle parçalanmasın­ dan meydana gelir. Ayrıca yapay olarak da elde edilir. Kan çekici etkisinden dolayı alkollü çözelti olarak kullanılır.) ALİM sıf. (ar. ‘ilm'üerı ‘alim). Esk. 1. Çok bilen, ilmi çok. —2. Bilgisi sonsuz anlamında, Tanrı’nın sıfatı olarak kullanılır. ÂLÎMİ sıf. ve a. (ar. ‘ilm'den 'alim). 1^Bil­ gili. çok okuyan kimse için kullanılır; Âlim ve fazıl bir zat. —2. Bilgin: Tabiat âlimi. —3. Esk. Din bilimleriyle uğraşan bilgin: Kendisi devrinin tanınmış âlimlerindendi. —Din. Âlim ül-gayb ve'ş-şehâde, görüleni ve görülmeyeni bilen; Tanrı. ÂLİüS sıf. (ar. elem'den alim). Esk. Acılı, elem çeken.



Yoksul çocukların geçiminin devletçe sağlanmasını tasarlayan Nerva idi.Traianus bu tasarıyı gerçekleştirdi ve mali­ kânelerinin donatımını tamamlamak için İtalyan mülk sahiplerine devletçe °/o 5 fa­ izli ödünç para teklif edildi. Faizler, yok­ sul ailelerin çocuklarının bakımına harca­ nacaktı. Böylelikle, hem tarımın teknik ve­ rimim artırmak, hem de nüfus azalmasını önleyerek işgücü sorununu çözmek isten­ mişti. Bu ’‘a!imenta"lar, Veleia ve Beneventum’dan kalan ipotek cetvellerinden bilinmektedir. Antoninus Pius, kız çocuk­ larını barındıran kuruluşu genişletti; Commode ise kaldırdı, ama Septimus Severus yeniden kurdurdu. Bazı kişiler devle­ ti örnek alarak bu işi sürdürdüler.



3 91



A L İM L İK a. Alim olma durumu, özellikle din bilimlerinde geniş, derin bilgisi olma: D evrinin te fsir a lim liğiyle m eşhur zatlarındandı.



ÂLİM N E. Tar. coğ. G -B. Anadolu'da, Lykia ile Karia bölgeleri sınırında antik kent. Burdur'un Gölhisar ilçesinde olduğu sanılıyor. ÂLÎSTOA. Tar. coğ. Batı Anadolu'da, Ka­ ria bölgesinin askeri kentlerinden Aydın'ın Çine ilçesinde, Karpuzlu bucağı yakının­ daki kayalık bölgedeydi. Hekatomnos'un kızı, Karia satrapı Piksodaros’un kız kardeşi Ada, Halikarnassos’tan (Bodrum) uzaklaştırılınca buraya yerleşti; Kenti mer­ kez yaptı (yaklş. İ.Û. 344). Bizans dönemi piskoposluk merkezi. Tiyatro, agora, stadium, stoa görkemli yapılardır. Çevrede çok sayıda, granitten yapılmış Karia üslubunda kapaklı lahitler vardır



Â Ü M A , Zaire’de ırmak, sağ kıyıdan Za­ ire (Kongo) ırmağının kolu. ALİM ALLAH ünl. (ar, ‘alim, bilen ve Allah'tan ‘alimallah). Bir kimseyi bir sözün doğruluğuna, kesinliğine inandırmak için söylenir: Yalan söylediğini anlarsa alimal­ lah, öldürür seni. ÂLİM AN çoğl. a. (ar.'a//m’in fars. çoğl. ‘âlimân). Esk. Alimler, bilginler: "Eyler anı müdahane-i âlimân harab ’' (Keçecizade izzet Molla, XIX. yy ). ÂLİM ANE ■be. (ar. 'alim ve tars.-ane’ den ‘alimane). Esk. Bilgince, bilgili kişiye yakışır biçimde. A LİM C A N (İbrahim), tatar romancı, ya­ zar ve dilbilimci (Ufa, Başkırdistan, 1887 ay. y. 1938). Orenburg'da medrese eğitimi görürken ihtilalci düşünce ve ey­ lemleri nedeniyle medreseden uzaklaş­ tırıldı. 1907'den 1917’ye kadar başta El -ıslah dergisi olmak üzere kazan-tatar di­ linde yayımlanan çok sayıda gazete ve dergide yazıları çıktı. Tatar köylerindeki yaşamı Yeş yürekler (Genç yürekler, 1912) adlı romanda işledi. 1917'de Sos­ yalist devrimci parti’ye, Ekim devrimi'nden sonra Bolşevik partisi’ne girdi. Ka­ zan-tatar dili üzerine araştırma ve incele­ meleriyle tanındı. Tatar sarfı (1911) ve Ta­ tar nahvi adlı eserleri okullarda ders kitabı oldu. Biznin künler (Bizim günlerimiz, 1920) ve Kazak kızı (1924) romanlarında kazak ve tatar halkının yaşamlarını, ge­ leneklerini anlattı. Tatar imlası ve Edebi­ yat yasası adlı iki kitabı, gazete ve dergi­ lerde makaleleri, öyküleri de yayımlanan yazar, modern tatar dili ve edebiyatının öncülerinden sayılır. ÂLİM E a. (ar. söze.) ilkçağ’da mısırlı kadın dansçı. (Çok kültürlü olan ve ayrı bir sınıf oluşturan âlimeler, dansları sırasında, o anda içlerine doğan şarkılar ve şiirler okurlardı.) ALİM EM AZİN a. (fr. alimemazine). Fenotiyazin türevi ilaç. (Antihistaminik [ürtiker, nezle ve öksürük tedavisi] ve hipnotik özelliklerinden dolayı kullanılır.) A L İM E H T A , Roma imparatorluğu döneminde, yardım kuruluşları olan “ bes­ leme kurumları"na verilen ad.



ÂLİH S A® , Orta Afrika Cumhuriyeti nde yer, Bambari’nin G.-D.’sunda. Dokuma ve besin sanayileri. AL!M©SÂS ,İsveç'te kent,Göteborg'un K.-D.'sunda Mjörn gölü kıyısında; 23 000 nüf. Dokuma sanayisi. ÂLİMYIMÂİvi a. (fr. alignement, dizme, sıralama'dan). Dy. Hattın düz bir çizgi oluşturan bölümü. A L İO Ğ L U , türk şair (XVII. yy.). Bektaşi tarikatından olduğu bilinmektedir. Ancak yaşamıyla ilgili kesin bilgi yoktur. Mürit­ lerinden Dedemoğlu ile İran yanlısı bir ayaklanma hazırlığındayken kovuşturma­ ya uğradığı; hatta yargılanıp asıldığı öne sürülür. Bir şiirindeki "Serez’in şahı” sözü dolayısıyla, Şeyh Bedrettin yanlılarıyla iliş­ kisi olduğu sanılmaktadır. Hece yanında aruz ölçüsünü de kullanmış, şiirlerinde ta­ savvuf konularını ustalıkla işlemiştir. ( * Kayn.)



ALİOME (Gian Giorgio), İtalyan yazar (Asti 1460’a doğr.- öl. 1521). Fransız temaları üzerine Asti lehçesinde, fransızca ve makarnacı diliyle (latince ve İtalyanca kelimelerin karıştırılmasından oluşan gü­ lünç dil) yazılmış şiirleri ve on karnaval farsı, ayrıntılı ve sağlam gerçekçilikleriyle dikkati çeker.



Alinda



Aliot 392



A l.İO Y (fr. alioth; ar. al-Ayyuk, kuyruk). Büyükayı*’nın e yıldızına verilen ad. Ka­ diri 1,8. Tayf tipi A 0.



-1852 dönemini anlatır. Engels’in izleyicisi olan Alison, ekonomik olguların etkisi üze­ rinde önemle durmuştur.



 lip a ş a , Batı Trakya’da, özellikle Selanik ve Doyran Türkleri arasında yaygın bir erkek oyunu. Grup halinde, da­ vul zurna eşliğinde oynanır.



ALİSON (sir Archibald), İngiliz general (Edinburgh 1826 - Londra 1907). Kı­ rım'da, Hindistan'da, Mısır’da askeri harekâtı yönetti ve bu sonuncu ülkede işgal ordusu komutanlığı yaptı. A Ü Ş A H (Tacettın). İlhanlI veziri (?1324). Reşidettin ve Sadettin-i Saveci ile birlikte vezirlik yaptı. Önce Sadettin’in ida­ ma mahkûm olması için zemin hazırladı; böylece Reşidettin’in tek rakibi oldu. Da­ ha sonra da Reşidettin’i Olcaytu’yu zehir­ lemekle suçlayarak idam ettirdi (1318), tek vezir olarak kaldı. Moğollar arasında müslümanlığı yaymaya çalıştı. Ülkenin ka­ rışıklıklar içinde olduğu yıllarda, hüküm­ dar Ebu Sait’in güvenini kazandı. Tebriz’ de Erg-i Alişah (Alişah kalesi) adı verilen bir cami yaptırdı. Moğollar döneminde eceliyle ölen ilk ve tek vezirdir.



a. Kuşbaşı doğranmış koyun eti ve baklava yufka­ sıyla yapılan bir tür kebap. (Etler doma­ tes, soğan ve suyla pişirilip üzerine may­ danoz ekilir, soğumaya bırakılır. Araları yağlanıp, ikişer ikişer üst üste konan bak­ lava yufkalarının ortalarına bu etten ko­ nup bohça gibi katlanır, fırına verilir.) A L İP A Ş A



KEBABI



A Ü P A Ş A P İ L A V I a. Az yağlı koyun



kıymasından yapılmış köfteler, kızarmış dolma fıstığıyla karıştırılarak servis yapılan bir tür pilav. A lis harikalar diyarında



John Tenniel'ın, Lewis Carroll'ın anlatısının ilkbaskısı (1865) içinyaptığı resim Bibliothegue nalionale, Paris



A lis h a rik a la r d iy a rın d a Alice's Adventures in VVonderland), Lewis Carroll'ın anlatısı (1865). Yazarın üç küçük kız ço­ cuğu için uydurduğu anlatılardan doğan büyümek isteği ve korkusunu konu alan,



bu düş öyküsü, çocuk şarkılarının (nursery rimes) havasına uygun olarak sürer ve çocukluğun hayalleriyle düşlerini can­ landırır.Bu anlamsızlık*başyapıtı. Trough the Looking Glass da (1972) sürer. Alis in satranç tahtası biçimindeki bir ül­ kede yolculuk ettiği bu anlatıda, yazar hem çocuk psikolojisi üzerindeki bilgisi­ ni, hem de matematikçi kültürünü göster­ me olanağını bulur. A Ü S A B İY E , Cibuti Cumhuriyeti’nin güneyinde seçim çevresi. —Ali Sabiye yerleşmesi, Cibuti-Addis Abeba demiryo­ lu hattı kenarında istasyon. AÜSCAHBANA







T A K D İR A LİS CA H-



BAN A



A İ İ S İ K L İ K sıf. (fr. alicyclique). Org. kim. Alisiklik bileşik, aromatik olmayan bit kapalı zincir içeren organik bileşik. (Siklopentadien, alisiklik bir bileşiktir.)



ALİSİM a. (fr. alisine). Sarmısağın anti­ biyotik etki gösteren etkin maddelerinden biri. ALİSÜ JA6EAE a. Bot Suokugıller famil­ yasının bilimsel adı. ALİSON (sır Archibald), iskoçyalı tarihçi (Kenley, Shropshire, 1792 - Glasgow ya­ kınında 1867). Başlıca yapıtı History ol Europe'dur. Bu kitabın 10 cildi 1789



A L İŞ A R , Yozgat’ın Sorgun ilçesi, mer­ kez bucağına bağlı köy; 278 nüf. (1990). Kuzeyinde Alişar höyüğü vardır. AEişsr hö yü ğü , Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Alişar köyünün kuzeyinde höyük. Kimi arkeologlarca hitit kenti Ankuva olduğu sanılıyor. Burası hitit öncesi Anadolu halkları ve kültürlerine ilişkin bu­ luntular açısından önemlidir. Alacahöyük, Boğazköy, Kültepe’nın yanı sıra Alişar’da da ortaya çıkarılan ve "Kappadokia tab­ letleri" olarak-bilinen asurca çivi yazılı kil levhacıklar bunlar arasındadır. H. H. von der Osten'in başkanlığında yürütülen ka­ zılarda (1927-1932), ilk tunç çağdan osmanlı dönemine uzanan bir yerleşme ortaya çıkarıldı, ilk tunç çağ I yerleşmesi (İ.Û. 3200-2600) dörtgen planlı, kerpiç duvarlı, düz damlı evleriyle, basit bir köy görünümündedir, ilk tunç çağ II (bakırçağ, İ.Ö. 2600-2200) evresinde köy kül­ türü, yerini kent kültürüne bırakmıştır; ev­ lerde ve yerleşme düzeninde belirli bir plan gözetilmiş, kent surla çevrilmiştir. Mezopotamya ile kültür alışverişinin bu evrede başladığı biliniyor, ilk tunç çağ III (İ.Ö, 2200-2000) evresinde, yerleşme 2 surla güçlendirildi. Eski Hitit krallığı dönemindeyse (İ.Û. 1650-1460) kent, yaklaşık 450 m uzunluğunda, sandık-duvar tekniğinde oval bir surla çevrilmiş; geniş kale kapıları, kuleler, yeraltı yollan ve işlek sokak dokusuyla, savunmalı bir kent görünümü kazanmıştır. Yerleşme, hi­ tit imparatorluk döneminde önemini yitir­ di, Phrygialılar zamanında kentin iç kale­



Alişar höyüğü kazı alanı vegenel görünüm Sorgun-Yozgat



si güçlendirildi. Hellenistik, Roma, Sel­ çuklu ve Osmanlı dönemlerine ilişkin mi­ marlık buluntularıysa azdır. Alişar höyüğü buluntuları, Ankara Anadolu Medeniyet­ leri müzesi’nde sergilenmektedir. (~* Kayn.) A LİŞ İR BEY Kerimettin, Germiyan aşireti beyi (? - 1264). Selçuklu sultanları arasındaki taht kavgasında Kılıç Arslan IV’e karşı izzettin Keykavus ll’yi destek­ ledi. Keykavus yenilip kaçınca Kılıç Ars­ lan IV’ün veziri Muınettin Pervane'nın kışkırtmasıyla, Moğollar tarafından öldü rüldü. Oğlu Yakup Bey, Germiyan beyli­ ğini kurdu. A L İŞ İR O Ğ U L L A R l



-



G E R M İY A N -



O Ğ U LLA R I



A L İT a. (fr. alite). Hidr. bağl. Yapay port-



land çimentosu klinkerlerinin temel bileşeni. (Düşük miktarlarda alümin, magnezya ya da demir oksit içeren bu mad­ de bir kalsiyum fosfat silikatıdır.) ALİT a. (fr. allite). Pedol. Yüksek oranda alüminyum içeren bir toprak türü. AiitaBia (AeroLinee italıane ınternaziona// nin kısaltılması), ıtalyan hava taşımacılık şirketi. 1946'da ilk sermayesinin % 40'ını yatıran İstituto per la ricostruzione industriale (İRİ), aynı pay oranına sahip British European Airvvays (BEA) ve çeşitli özel İtalyan sermayecileri tarafından kuruldu. O dönemden bu yana, derece derece gelişme gösterdi ve ilk uluslararası havacılık şirketlerinden biri oldu. Ta­ şımacılık ağı yaklaşık 300 000 km’lik bir alanı kapsar ve hatlarının yaygınlığı bakımından dünyada beşinci sırada yer alır. 18 000 kişilik işletme personeli ve değişik tipte uçaklar içeren filosuyla, yılda 6 milyonu aşkın yolcu ve 130 000 ton do­ layında eşya taşımaktadır. A L İT E R A S Y O N -



Y İN ELEM E



A L İT L E Ş M E a Pedol. 1926’da Harras-



sowitz’in , alüminyum silikatlı kayaçların aşırı ölçüde bozulması biçiminde tanım­ ladığı kristal süreci. (Nemli ve sıcak iklim



alize kuşağının iyi akaçlanmış bölgelerinde, mi­ nerallerin dağılması ya da tümüyle hidro­ lize uğraması, hidroksitlerin oluşumuyla sonuçlanır. Çok yüksek oranda çözünen bazlarla silis yok olurken, alüminit çökelir ve boksitlerin temel bileşeni olan jibsit kris­ tallerini oluşturur.) ALİT Lİ sıf. Pedol. Bol yağışlı, yoğun akaçlamalı tropikal bölge toprakları ve bo­ zulmalar için kullanılır; bu tür topraklarda, minerallerin bozunmasıyla serbest kalan alüminyum, boksitlerin başlıca bileşeni olan jibsit ya da alüminyum oksihidroksit biçiminde bulunur, A LİT U S , SSCB'de (Litvanya) kent, Kaunas'ın güneyinde; 51 000 nüf. Doku­ ma sanayisi. A LİV A LİT a. (fr. allivalite). Petrogr. Olivinlı, anortitli ve piroksensız gabro. ALİVRE sıf. (fr. a önek, ve livrer, teslim etmek'ten). Tic. huk. Alivre satış, satış sözleşmesinin yapıldığı zamanla malın teslim edildiği zaman arasında belirli bir sürenin bulunduğu satış. (Özellikle tarım ürünlerinde bu tür satışlar yapılır.) A L İY sıf. (ar. 'aliyy) Esk. 1. Yüksek, büyük. —2. Ünlü. —3. Aliyy ül-rıeseb, so­ yu yüce olan. ÂLİYE sıf. (ar. 'a//’nin dişi, 'aliyye). Esk. Yüce, üstün; ...heyeti âliyenize dinletme­ ye çalışacağım" (M. K. Atatürk). ♦ a. 1. Bir şeyin en yüksek yeri, tepe­ si. —2. Arabistan'da dağlık arazilere ve­ rilen ad. —Din. Halveti tarikatının kollarından biri. ÂLİYE - Â Lİ.



aşmaz. Hadley hücresi (— a t m o s f e r ) çerçevesinde, alizeler, yükseklerde dö­ nencelere yönelen bir hava kütlesi yerdeğışikliğini dengelerler: ters alizeler diye adlandırılan rüzgârların kökeninin bu ol­ duğu söylenebilir. Alizeler, coğrafi ko­ numlarına göre üçe ayırılabılır: okyanus alizesi, kara alizesi, ekvatoru muson dö­ neminde aşan alize. Hawaii ya da Asor antisiklonları gibi de­ niz üzerindeki antisiklonlardan doğan ok­ yanus alizesi, alçalan hava hareketinin en kuvvetli olduğu yüksek basınç alanlarının kenarı tarafından denetlendiği için, baş­ langıçta kuru bir rüzgârdır. Okyanusların kenarlarına doğru ilerlediği oranda nem yüklenir. Dolayısıyla, bu ilerleme sırasın­ da "alize terselmesı"nin yükseltisi artar. Terselme düzeyinin altındaki hava, deniz sularından buharlaşan nemi soğutur. Bu nedenle, okyanus alizesine hava hareke­ tinin alçalma biçiminde olduğu yerlerde (okyanusların doğu kıyıları) katman bulut­ lar. terselme düzeyinin altındaki taba­ kanın batıya doğru kalınlaştığı yerlerde de yükselme hareketlerine bağlı konveksiyonel (cumulus) bulutlar eşlik eder. Ama terselme düzeyi, üstündeki kuru havayı çok yükseklere kaldıracak kadar yüksek değildir Bu yüzden alizeye, alışılmış küme biçimli bulutların gökyüzünde geniş mavi alanlar ayırdığı güzel hava eşlik eder.



Büyük Sahra üzerindeki yüksek basınç­ lar gibi antisiklonlardan doğan kara alize­ si, kurudur ve kuvvetli bir şekilde alçalır (sözgelimi, kuzey yarıküre kışında Batı Af­ rika üstünde esen harmattanlar). Deneti­ mi altında olduğu öbür yüksek basınçlarla birlikte, yağışlı tropikal alanda rastlanan mevsimlik kuraklık nedenlerinden birini oluşturur. Okyanus ve kara alizeleri, çok kuvvetli yağışlara neden olabilirler. Bu yağışlar, tropikal tedirginliklerin alizeler alanında doğudan batıya doğru yer de­ ğiştirdiği sırada (doğu dalgaları, gren çizgileri, tropikal siklonlar, vb.), aynı za­ manda da dağların etkisiyle (Antil adala­ rına ya da Madagaskar'ın doğusuna yağış getiren orografik yükselmeler) gö­ rülür. Ayrıca, iki antisiklon çekirdeği arasında kalmış boğazlardaki (buralara alizelerin cephesi konabilir) tedirginlikle­ rin de işe karıştığını belirtmek gerekir. Bu­ nunla birlikte, alizelerin denizler üstünde düzenlilikleri ve yumuşaklıkları (ortalama olarak saatte 20 km) genel bir kuraldır. Yarıküre alizeleri sistemi (astropikal yüksek basınçlar-alizeler-ekvator alçak basınçları), enlemlere göre mevsimlik bir kayma gösterir. Bu sistem, Büyük okyanus’un ve Atlas okyanusunun orta kesim­ leri ile Antil denizi’nde pek değişmez. Bu­ na karşılık, Büyük okyanus’un batı kesi­ minde, Hint okyanusu'nun kuzey ve batı



3 9 3



alizarin



OKYANUS ALİZESİ



alize, Asor adaları denizüstü güney Afrika



A L İY E V (Haydar), azerî siyaset adamı (Nahçıvan 1923). 1945’te Azerbaycan komünist partisi’ne girdi. Azerbaycan KP birinci sekreteri (1969), SBKP merkez ko­ mitesi üyesi (19/1-1985), Politbüro ye­ dek (1976) ve asil (1983) üyesi oldu. Sovyet yönetiminde Politbüro'ya yükse­ len tek türk siyaset adamıdır. Gorbaçov döneminde Azerbaycan'a döndü. Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti cumhurbaşkanı oldu (1985). Türkiye'yle yakın ilişki kurdu. A L İY Y Ü L Â L Â be. (ar. 'a liy y ve 'a la 'dan, ’aliyy-ül-'alâ). Esk. En iyi, en üstün, en iyiden de iyi. ♦ a. Diplomalardaki pekiyi derecesi. Â LİZ a. (fars. aliz). Esk. Kıç atma, çifte. SA LİZA R İN a. (fr. alizarine). Org. kim. Formülü CmHsÖ^ olan ve antrasenden türeyen bitkisel boyarmadde; kökboyasıgillerin kökünde glükosit (ruberitrik asit) biçiminde bulunur ve günümüzde bireşim yoluyla hazırlanır. —A nsikl. Alizarin, sanayide yapay bireşimi yapılan ilk doğal boyarmaddedir (C. Graebe, K. Liebermann; 1868); bu ya­ pay üretim Güney Fransa ve İtalya'da kökboyası yetiştiricilerinin yıkımına yol açtı. Suda çok az çözünen alizarin, boya­ nacak liflere karmaşık işlemlerle metal iyonları eşliğinde uygulanır; metal iyonları ise mordan işlevi görür ve doğasıyla ren­ gin türünü değiştirir: alüminyumla kırmızı, kromla kahverengi, demirle menekşe ren­ gi verir. ALİZE a. (fr alize provence dilinden lis. yumuşak: lat. Iixare [?]. sıvazlamak tan). Alçak enlemlerde esen düzenli rüzgâr. —ANSİKL Alize, her iki yarıkürede 30° paraleli boyunca sıralanan astropikal yük­ sek basınç alanlarından doğar, ekvatora doğru eser: K -D.-G -B. yönünde esen ku­ zey yarıküre alizeleri,G -D -K.-B. yönün­ de esen güney yarıküre alizeleri. Kuzey yarıküre ve güney yarıküre alizelerinin karşılaşmaları, sıcak ve nemli havanın ka­ rarsızlığının desteklediği dinamik yüksel­ meyle sonuçlanır ve dönenceler arası ya­ kınsama alanını (intertropikal konverjans) oluşturur; bu alanda kümülo-nimbüs bu­ lutları ("sıcak kuleler") sıralanmıştır. Ali­ zelerin kalınlığı hiçbir zaman 3 000 m'yi



A



antisiklon



D



alçak basınç



so ğ u k ce p h e



— — eşbasınçlar



sıcak cep h e



KABAALİZESI



k u z e y kışı



dönencelerarası yakınsam a (yüzeydeki dönencelerarası cephenin yolu)



kesimlerinde, Atlas okyanusu'nun orta ke­ siminin doğrusunda durum çok başkadır. Çünkü kış mevsimindeki yarıkürenin ali­ zeleri, yaz mevsimindeki yarıküreye ekva­ toru büyük ölçüde aşarak muson rüzgâr­ ları halinde sokulurlar (Coriolis kuvveti ne­ deniyle saparak). Böylece, güney kış ya­ rıküresi alizesi, musona dönüşerek, Batı Atrika’yı, Hindistan'ı, Endonezya’yı ve Çin’in güney kesimini etkiler. Olaylarla il­ gili bu geleneksel görüşe ilişkin bilgilerin derinleştirilmesi gerekir; çünkü, kış yarıküresi alizesi havası ile, yaz yarı­ küresinde büyük ölçüde yayılan muson sıcak havası arasındaki süreklilik kuş­ kusuz mutlak değildir. Dönencelerarası yakınsama, muson durumlarında, ekva­ tor bölgelerinden uzağa kayar, yüzey­ lerinde yazın termik kökenli kuvvetli alçak basınçların oluştuğu kıtalara (Afrika, As­ ya) ulaşır. ÂLJENİB ya da ALGEKSB, Pegasus* ’ un 7 yıldızına verilen arapça kökenli (El -cenb) ad. Yıldız,Pegasus Kare’sinin sol alt açısını belirler. Kadiri 2,9. Tayf tipi B 2. A LJİN - A LG İN A LJİN A T -> A LG İN A T. ALJUBARRO TA, Portekiz’de yer, Estremadura’da (Leiria yönetim bölümü). Portekiz kralı Joâo 1,1385’te Castilla kralı Jaime l'i burada yenerek Portekiz'in iki yüzyıl boyunca bağımsız kalmasını sağ­ ladı. Zaferini anmak için, Batalha ma­ nastırı yapıldı. ÂLJUSTREL, Portekiz’de kent, Alentejo'da, Beja'nın G.-B.’sında; 9 700 nüf. Bakır madenleri. ALKADİEN a. (fr. alcadiene'den). Org. k im . D İE N ’in e ş a n la m lıs ı.



 LK A E V Lİ, Oğuzlar’ın Bozok koluna bağlı bir oymak. Divanü ICıgat-it Türk'te "Alka bölük", Cami üt-tevarih'te “ Alkır ev­ li” , Şecere-i terakime ve Selçukname’de “ Alkaevli" diye geçer. Boy örgütü, Maveraünnehir'deyken parçalanmıştı. Bir bölümü başka boylara karıştı, bir bölümüyse boy adını koruyarak yeni yerleşimlerine bu adı verdi. ALKAHEST a. Tıp tar. 1. Paracelsus’a göre her çeşit tıkanıklığı gidermeye yara­ yan sıvı madde. 2. Kimi zaman iksir ya da altın taşıyla (eski simyacıların, maden­ leri altına dönüştürdüğüne inandıkları taş) özdeşleştirilen, madensel, bitkisel ve hay­ vansal cisimleri çözen sıvı madde. A L K A İD (ar. al-ka'ıd, sürücü’den). Büyükayı *'nımı yrldızına verilen ad. Ka­ diri 1,9. Tayftipi B 3. Uzakiık 110 ly. (KAİD de denir.) ÂLK AİO S, yunan lirik şairi (Midilli İ.Ö. VII. yy.). Sappho’nun dostu olan sanatçı, ülkesindeki iç karışıklıklara aristokratlar partisi safında katıldı ve Atina'ya karşı mü­ cadele etti. Şiirlerinde, aşklarını ve siya­ sal kinlerini dile getirdi. Latin şair Horatius'a esin kaynağı olan Alkaios kıtasını onun yarattığı söylenir. ALKALİ a (fr. alcali, ar. el-kalevi). Anorg. kim. 1. Alkali metallerin (lityum, sodyum, potasyum, rubidyum, sezyum) hidroksit­ leri ve amonyum hidroksidin genel adı. —2. Uçucu alkali, amonyak çözeltisinin ticari adı. — Anal. kim. Tam alkali titri (T.A.T.), bir suyun heliyantinin dönüm noktasını (pH = 4) karşılayan toplam alkaiiliği. || Ba­ sit alkali titri (A.T.), suyun derece cinsin­ den toplam alkaiiliği; her bir derecesi lit­ rede 1/10 000 mol sodyum karbonata karşılık gelir. (Bu ölçüm suyu, fenoiftaleinin dönüm noktasına [ pH = 9] kadar yansızlaştırarak sağlanır.) —Boyac. A lkaliye dayanıklı boya, kapladığı yüzeyi bir ya da birçok alkaliye karşı koruyan boya. —Eczc. Antiasit özellikleri olan madde. —Patol. Amonyak, sudkostik, potaskostik ya da sönmemiş kireç içilmesi ağız ve yutak mukozalarında derin lezyonlara, bazen de mide delinmesine ned'en olur.



Bu zehirlenmeye karşı yapılacak tedavi genel reanimasyon tedavisi (şoka karşı savaş) ve cerrahi müdahaledir (nekroza uğramış organların çıkarılması). Alkali kostiklerden zarar gören deri ve mukoza­ lar yanıklar gibi tedavi edilir. —Petrogr. Nadir alkali, kayaçlarda iz ha­ linde bulunan alkali element (lityum, ru­ bidyum. sezyum). ♦ sıf. Anorg. kim. 1. Alkali metallerle ilgili. (Bk. ansikl. böl.)—2. Alkali erime, bir maddenin (oksit, silikat vb.) bir baz ya da bir alkali metal tuzuyla ısıtılarak çözelti ha line getirilmesi. |] Alkali metaller, oksijenle birleşerek alkalileri oluşturan metaller (lit­ yum, sodyum, potasyum, rubidyum, sez­ yum, fransiyum). [Bk. ansikl. böl.] |j Alkali tepkime, pH’ı 7’den büyük olan bir ortamın tepkimesi. |[ Toprak alkali metal­ ler, kalsiyum, stronsiyum, baryum, rad­ yum, berilyum ve magnezyum içeren me­ taller. (Bk. ansikl. böl.) —Camc. Alkali cam, temel bileşenleri si­ lis, soda ve kireç olan cam. (Büyük bir grup oluşturan bu camlar, yaygın cam gereçlerin yapımında kullanılır; pencere ve otomobil camları, şişeler, sürahiler, bardaklar vb.) —Elektrotekn. Alkali akümülatör, alkali pil, elektrolit olarak bir alkali çözeltiden yarar­ lanan akümülatör ya da pil. —Pedol. Alkali toprak, s o d y u m l u t o p R A K 'ın eşanlamlısı. —Petrogr. Alkali kayaçlar.. I\la20 + K20 / Al20 3 oranı 1'den büyük olan püskürük kayaçlar. (Sodalı piroksen ve amfibol gi­ bi alkali mineraller biçiminde görülür.) —Ted. Alkali maddelerle tedavi, bazı organların, özellikle midenin asitliğini azaltmak ya da tümüyle gidermek için başvurulan tedavi yöntemi. (Bu amaçla, asitlerle bileşen kimyasal maddeler [kar­ bonatlar] soğurucu yansız maddeler [si­ likatlar] ya da mide özsuyunu dengeleyen amfoter maddeler [aminoasitlerin alkali tuzları] kullanılır.) —ANSİKL. Anorg. kim. Alkaliler suda büyük oranda çözünen bileşiklerdir. Kim­ yasal bakımdan kostik alkaliler, elektroliz edilebilen, renkli ayraçlara etki eden ve asitlerle alkali tuzlar veren kuvvetli bazlar­ dır. ilk defa kostik alkalileri oksitlere ben­ zeten Lavoisier oldu; bu varsayım, alkali­ leri elektrik akımıyla ayrıştırmayı başaran Davy tarafından doğrulandı. • Alkali metaller periyodik cetvelin bi­ rinci sütununda bulunan bir değerlikli elektropozitif elementlerdir. Dış katman­ larında tek elektron vardır. Yoğunlukları düşük, kolayca eriyebilen, yumuşak katı maddelerdir. Çok elektropozitif olan alkali metaller ametallere, özellikle halojenlere ve oksijene karşı büyük ilgi gösterir. Do­ layısıyla indirgen maddelerdir ve soğukta suyu bozundururlar. Hidroksitleri ise kuv­ vetli bazlardır; genellikle suda çözünen tuzlan, renkli anyonlarla verdikleri tuzlar dışında, renksizdir. • Toprak alkali metaller periyodik cetvelin ikinci sütununda yer alan iki de­ ğerlikli elektropozitif elementlerdir; atom­ ların dış katmanında iki elektron bulunur. Çok sert olmayan bu katı cisimler, kızıl de­ recede erir, yoğunlukları da düşüktür. Al­ kali metaller kadar olmasa da (alkali­ lerden değerlikleriyle ayrılırlar) büyük öl­ çüde, elektropozitiftirler; ayrıca halojenler­ le ve oksijenle kolayca birleşmelerinin ya­ nı sıra indirgendirler ve suyu bozundurur­ lar. Az çözünen hidroksitleri kuvvetli baz­ ları oluşturur; çoğunlukla alkali tuzlardan daha az çözünen tuzları ise renksizdir; ye­ ter ki anyonları renkli olmasın. A L K A L İL E Ş M E a. Camc. Cam yüzeyinde, havadaki nemin yoğuşma su­ yundan kaynaklanan bozulma. (Su, sana­ yide kullanılan toprak alkali silikatların yüzeyinde bozunmaya yol açar ve bir al­ kali çözelti verir. Bu çözelti silisi çözündürerek hidratlı bir zar oluşturur ve zar donukluğa kadar varan harelenme et­ kileri doğurur. Bu olay özellikle durgun



nem koşullarında, uzun süre nemli kâğıda sarılmış camlarda görülür. Açık havada bu tehlike azalır.) ALKALİLEŞTİRİCİ sıf. Anorg. kim. Alkalileştirme özelliği olan maddeye de­ nir. ALKALİLEŞTİRMEK f. Anorg. kim. Bir maddeye alkali özellikleri vermek. A L K A L İL İK a. Anorg. kim 1. Bir alkali maddenin belirgin özelliği. —2. Hidrok­ sil iyonları oranı.—3. BAZllK’ın eşan­ lamlısı. ALKALİMETRİ a. (fr. alcalımetrie1den). eşanlamlısı.



ALKALİÖ LÇÜM'ün



ALKALİÖLÇER a. Anal. kim. Karbonat içeren maddelerde karbon dioksit küt­ lesini ölçmeye yarayan aygıt. ALKÂLİÖ LÇÜM a. Anal. kim. Bir alkali çözeltinin titrini hacim ölçümü yaparak belirleme; bu amaçla titre edilmiş bir asit ve bir renkli pH belirteci ya da fiziko -kimyasal yöntem (gerilimölçüm, iletken­ li kölçüm vb.)kullanılır.(Eşanl.ALKALİMETRİ.) — A N S İK L .



Bir alkali çözeltinin titri ya da Nj, normluluğunü belirlemek için Vt hacmi bilinen bu çözeltiye renkli bir belirteç karıştırılır; sonra belirtecin tam dönümüne kadar N„ normluluğu bilinen bir asit çözeltisi (örneğin sülfürik asit) azar azar katılır; asit çözeltisinin kullanılan V. hacmine dayanarak N, Va = Nb Vb bağıntısına göre yansızlaştırman bazın oranı çıkarılır. (-* N O R M LU L U K .) ALKALİSELÜLOZ a. (fr. alcalicellulose'dan). Polim. Alkali bazların selüloza et­ ki etmesi sonucunda oluşan ürün. —ANSİKL. Selüloz, soğuk ve derişik sodyum hidroksit çözeltilerinin etkisinde kalırsa, bazları bölümsel olarak bağlayıp büyük ölçüde şişer. Öte yandan alkaliselülozlar, sodyum hidroksit çözeltisinin belli derişim oranlarında belli formüller su­ nar. Benzer sonuçlar potasyum hidroksit çözeltileriyle de elde edilebilir. Alkaliselülozlar suyla yıkandığında bozunur ve selüloz II adı verilen bir ürün verir; bu ürünün kristal ağı başlangıç selü­ lozundan (selüloz I) farklıdır. “ Yenilenmiş selüloz” ya da "merserize selüloz” da de­ nilen selüloz H'nin, selüloz l'den daha par­ lak bir görünümü vardır ve boyanmaya daha yatkındır. ALKALO İT a. (fr. alcaloide'den). Org. kim. ve Eczc. Bitkilerden çıkarılan azot­ lu ve baz türü organik bileşiklerin genel adı —ANSİKL. Çok sayıda bitkinin tedavi et­ kisi ve zehirliliği eski çağlardan beri bilin­ mektedir. (-> KONİİN.) Etkin temel mad­ delerin arı kimyasal bileşikler halinde özütlenmesi ancak 1806 yılında, F. W. Sertürner’in morfini elde etmesiyle başlar, O zamandan beri etkin baz maddelerin ya da alkaloitlerin incelenmesi organik kimyanın gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. Nitekim bu gelişim konu­ sunda 1806’da elde edilen morfinin formülünün ancak 1925'te aydınlandığı ve tam bireşiminin ise 1952’de yapıldığını belirtmek bir fikir verebilir; oysa rezerpin sözkonusu olduğunda, aynı gelişim 1952, 1953 ve 1956 tarihlerinde tamamlanmıştı. Bazen bitkilerde tek türü yer alan ama çoğunlukla bir bitkide birçok türü bulunan alkaloitlerin kesin işlevi pek bilinmiyorsa da, oluşum şekilleri (biyosentez) açıktır. Bazı hallerde, yalnızca bir amonyak (NH3) ya da basit bir amin molekülünün [H O -C H 2 - C H 2 - N (CH3)2] steroit yapısına (konesin, germin ya da solanin [-♦ STEROİT]) ya da terpen yapısına (ako­ nitin kassain ya da taksisin [-* DİTERPEN]) girmesi sözkonusudur. Bazen nükleik asitlerin pürin bazlarına benzeyen bile­ şikler (kafein, teofilin, ksantin) oluşur; ama çoğunlukla, doğal aminoasitlerden amin­ lerin yoğuşma ürünleridir. Bazen de bu aminler 5 karbonlu bir terpenle (liserjik



ALKALOİTLER



1. P ü rin b a z la rın d a n tü re y e n a lk a lo itle r



°



H



1



N,



O ksantin N



R = R '= R " = H



teobrom in



R = H ; R '= R " = C H 3



teofilin



R = R' = C H 3; R" = H



kafein



R = R' = R" = C H 3



hipoksantin



koişisin



galantam in



2. A m in o a s itle rd e n tü re y e n a lk a lo itle r.



^ CaH, ^ hiyosiyamirîl j X = H , R = C O -C H ;



r



ch3



oh3



I



tropin



X = H ,R = H



kokain



X = C 0 2 CH3



ekgonin c



c6h5



r



kodeın



•r = ç 2h 5



kodetilin



3 . B ir a m in o a s it v e te rp e n p a rç a s ın d a n tü re y e n a lk a lo itle r .



skopolamin



3



i



morfin



R = CH3



ch, çh



= H



R=CO C6 H5



x = C 0 2H . R = H



'



f



^ /



ch— oh



r __co .



N H — CH.



' j



s p eletierin x - O koniirf< = H 2



psödopeletierin



kanoklavin



pilokarpin



ü s e rjik a si!



r = ho



= (C 2h 5)2 n R -C H .-C H -N H r



lsd



e r g o n o v in 'î j



i



CH OH



yohimbin R= X = Y = H d e z e r p id ir ^ ^ c H 3



lupinin



X - O - C 10H 11O4



lupanin



Y = H



re z e rp in R = C h 3 X = X = O C ^H ^O ,



Y = 0C H 3



N '



nikotin X= H C H 30 .



S trikn in



X = OCH,



CH 3



ajmaiirı



b ru s in



c h 3o



X^



C H 30



Y = H x = OCH3



ibogain



X =



X= H



tabernantin



X = OCH3



Y = OCH,



h



\Nxv in d o lid in v in d o lin



j CH3



ch



COOCH3 2o h .



alkaloit asit, kanoMavin) ya da 10 karbonlu bir terpenle (ajmalin, setelin, emetin, kinin, striknin) yoğuşurlar. Alkaloitlerin çoğunun polarlanmış ışığı sola döndürme gücü vardır. Yapılarından kaynaklanan çözümü güç sorunlara rağ­ men, bilinen alkaloitlerin çoğu bireşim yo­ luyla hazırlanır. Genellikle çok küçük doz­ larda bile zehirli olan ve tıpta kullanılan başlıca alkaloitler, atropin, kafein, kode­ in, morfin, papaverin, kinin ve striknindir.



3 9 6



i:



II m



ALKALO Z a, (fr. alcalose). Patol. 1. Te­ miz kandaki pH değeri dikkate alınmak­ sızın plazmadaki ve dokulararası sıvı­ lardaki H+ iyonlarının yoğunluğunu azalt­ ma eğilimi.(Normalde 7,38 ve 7,43 arası olan pH, tampon olgulardan dolayı sabit tutulabilir [ödünlü alkaloz] ya da artırılabilir [ödünsüz alkaloz.]) —2. Metabolikalka­ loz, plazmadaki pH ve bikarbonat oranının aynı anda artması. Bu duruma asitlerin atılması (kusma) ya da çok mik­ tarda bikarbonat soğrulması neden ola­ bilir. j| Solunum alkalozu ya da gazlı alka­ loz, alveoler hipervantilasyonla karbondi­ oksit gazı miktarının büyük ölçüde düşürülmesi (hipokapni) ve temiz kanda­ ki pH'ın artması. A t& A M a. (ar. alkam). Esk. Acı hıyar.



Uluğ Bahadır Alkım



George Raf! (solda) ve Paul Muni Howard Hawks'iR yönettiği Tun bir sahnesinde (1932)



A LK A M E BİN ABADE, Fahl da de­ nir, arap şair (Vi - VII. yy.). Cahiliye dönemi şairlerinin en ünlülerindendi. Şiirlerinde arap kabilelerinin savaşlarını di­ le getirdi. Kabilesi Gassanlılar’a yenilince okuduğu kasidelerle, aralarında kardeşi­ nin de bulunduğu esirlerin serbest bıra­ kılmalarını sağladı. Bir şiir atışmasında imrü ül-Kays'ı alt etmiş, bu sırada Kays’ın hakem yapılan karısı da Alkame’ye oy vermişti. Kays kızarak karısını boşayınca bu kadınla Alkame evlendi. Fahl (akıllı, ze­ ki) unvanı kendisine bu olaydan sonra ve­ rildi.



Yeterince uzun zincirli alkanlarsa, petro­ kimya sanayisinde kullanılan katalitik kraking ve halkalaşma tepkimeleri gösterir. A L K A N (Charles Valentin M O R H A N G E , —denir), fransız besteci ve piyano virtüözü (Paris 1813 - ay. y. 1888). Zimmermann’ın dersleriyle yetişti, 10 yaşında, Paris konservatuvarı’nı birincilik­ le bitirdi. Liszt, Chopin, Plugo ve Lamennais’nin dostu olan Alkan, seçkin bir öğretmen olarak da tanınır. Çok sayıda etüt ve süitte (le Chemln de ler, TAmitle, İes Mois) ortaya koyduğu piyano anlayışı genellikle betimleyici eğilimdedir. A L K A N (Bekir), türk tarımcı (Giresun 1903 - Ankara 1969). Halkalı yüksek zi­ raat okulu’nu bitirdi (1928). Zirai entomo­ loji alanında doktorasını Münih Üniver­ sitesi tatbiki zooloji enstitüsü’nde yaptı (1931). Profesör oldu (1947). Aynı yıl An­ kara Üniversitesi’ne bağlanan Ziraat fa­ kültesi’nde kurulan Bitki koruma kürsüsü profesörlüğüne getirildi. Ölümüne kadar bu görevde kaldı. 1971’de Türkiye Bilim­ sel ve teknik araştırmalar kurumu hizmet ödülü vârislerine verildi. Başlıca yapıtları: Tarım entomolojisi (1946), Türkiye naren­ ciye (turunçgil) hastalık ve zararlıları (1953), Antepfıstığının başlıca hastalık ve zararlıları (1953), Türkiye'nin zararlı tohum böcekleri (Col., Bruchidae) faunası üze­ rine çalışmalar (1966), Türkiye ziraatında bitki korumasının kısa tarihçesi, ekonomik önemi, organizasyonu ve sorunları (1968). ALK A N BEY, türk denizci (XI. - XII. yy.). Selçukluların egemenliğindeki İznik’te bağımsız bir bey olan Ebülkasım’ın do­ nanma komutanlığını yaptı. Gemlik'te ilk tersaneyi kurdu. Erdek’i ve Marmara adasını aldı (1094). Ege adalarına akınlar düzenledi. Haçlı seferleri sonucu Marma­ ra denizi tümüyle Türkler’in elinden çıka­ na kadar (1097) donanma komutanlığını sürdürdü.



 LK ftM EN ES, İ.Û. V. yy.’ın son otuz yılında yaşamış yunan heykelci. Pheidias’ın öğrencisi ve rakibi, Prokne ve Itys ALK AN İN a. (ar. söze.). Havacıva (Alheykei grubu, Hermes Propylaios'un kanna tineteria) kökünde rastlanan kırmızı (kopyası İstanbul Arkeoloji müzeleri'nde) renkli boyarmadde; alkalilerle güzel bir ve Hekate Epipyrgidia'nm da yer aldığı mavi oluşturur. Atina akropolisi'nde bulundu. Çok sayıda dinsel heykel yaptı: Hephalstos ve Athe­ ■ A lk a p o n (Scarface). Howard Hawks'ın yönettiği amerikan filmi (1932); na Hephaisteia,Aphrodite Kepois'te, Agobaşrollerini Paul Munı, George Raft ve ra'daki Ares (Louvre’daki Ares BorgheAnn Dvorak paylaştı. Senaryosunu, Alkase bunun bir kopyası olabilir). pon’un yükselişini dile getiren belgelere ALİCAN a. (fr. alcane). Org. kim. dayanarak Ben Hecht’in yazdığı bu yapıt, C„H2„ +2 formülüyle gösterilen, açık zin­ amerikan gangsterlerinin yaşamını ve cirli doymuş hidrokarbonların genel adı. törelerini betimleyen en iyi filmlerden biri (Eşanl. PAR AFİN.) sayılır. —Konunun yeniden çevirimi -—A N S İK L . A lk a n la r ç o k t e p k in m a d d e le r 1984’te Brian de Palma tarafından d e ğ ild ir . A şırı o r a n d a o k s ije n in a n s ız ın e t­ gerçekleştirildi; başrolde Al Pacino k im e s i s o n u c u n d a k a r b o n d io k s it e v e s u ­ oynadı (SicilyalI). [-» C A P O N E .] y a d ö n ü ş ü rle r : b u te p k im e a lk a n la rın y a k ıt ALKAPTON a. (fr. alcaptone). Biyokim. o la r a k k u lla n ım ın ı s a ğ la r. B u n u n la b ir lik ­ Fenilalanin ve tirozin metabolizması sonu­ t e , a lk a n la r k lo r v e n itrik a s itle k ö k s e l o r ­ cunda ortaya çıkan madde. (Eşanl. n a t m a t e p k im e le r i g ö s te r ir . ( - » m e t a n . ) H O M O G E N TİSİK ASİT ya da H İD R O K İN O N Dallanmış a lk a n la r e le k t r o n c u l. o r n a t m a t e p k im e le r in e d e g ire b ilir.



(— İZO BÜ TAN .)



ASETİK ASİT.)



Beyoğlu’nda istiklal caddesi üzerindeydi (1918). ALKEN a. (fr. alcene ’den). Org. kim. Alkanlardan türeyen, hidrokarbonların ge­ nel adııbir C = C çift bağı içerir ve etilen­ de olduğu gibi c „ h 2„ genel formülüyle gösterilir. (Eşanl. O LE FİN .) — A n s İK l . Alken kimyasına çifte bağ ege­ mendir; bu bağ, nükleofil katılmalar dışındaki bütün katılma* tepkimelerini kolaylaştırır. Ozon ve potasyum per­ manganatın çevrel halkalı katılmaları, çifte bağın tamamen kopmasına yol açabilir; dolayısıyla kopma olayından bağın yeri­ ni belirlemede yararlanılır: C H ,—



c h



=



— c ,h , - > C H j— C O , H



c h



+ C jH s— C O , H .



Elektrocul katılmalar arasında bir alkol ve­ ren su katılması ve alkilaren veren aren katılması sayılabilir; her ikisi de Markovnikov kuralı'nı izler ve teknik açıdan büyük önem taşır: f + H , 0 — R— C H ( O H ) — C H , R— C H = C H j \ l + A rH —. R— C H A r — C H j .



Suyun elementlerinin karşıt-Markovnikov katılması, boranlama ve ardından yükseltgeme (Brown) ile gerçekleştirilebilir. Tepkime yerözgüldür ve stereoözgül bir cis tepkimesi oluşturur: ♦



( c Hj H)



H



M



OH



ALKENİL- (fr. alcenyle-'öeri). Org. kim. Bir molekülde alkenil kökünün varlığını belirten önek. ALKENİL a. (fr. alcenyle'den). Org. kim. A lkenler’den türeyen, R2C = C R — formülündeki köklerin genel adı. (Propilenden türeyen CH3 —CH — CH— propenil kökü bir alkenil köküdür.) ALK E S T İS . Yun. mit. Admetos’un karısı. Kocasını kurtarmak için canını ver­ di. —Ed. Alkestis'in özverisi, platoncu yorumlamanın ardından VVİeland (Alceste, 1773) ya da Rilke’de (Alkestis, 1907) olduğu gibi, simgesel ve gizemli bir an­ lam kazandı. A lk e s tis , Euripides’in trajedisi, ilk kez İ.Û. 438’de sahnelendi: Alkestis, kocası Admetos’un yerine ölmeyi kabul eder; ancak obur ve gözü pek bir kahraman olarak canlandırılan Herakles tarafından ölümden kurtarılır. Mutlu sonla biten bu dram, Alkestis’in ruhsal durumlarının gerçekçi bir bakışla dile getirilmesi ve yazarın, miti, insansal serüvene dönüş­ türmesiyle dikkati çeker. A L K E T A S I, İ.Ö. IV. yy. başlarının Epe­ iros kralı. AtinalI Timotheos’u Atina’da düşmanlarına karşı savundu. — Alketas II, İ.Ö. 313’ten307’ye kadar Epeiros kralı, öncekinin torunu. Uyrukları tarafından öldürüldü.



ALKAPTO NÜRİ a. (fr. alcaptonurie). idrarda alkapton ya da homogentisik asi­ din patolojik olarak bulunması, (idrar, al­ kali ortamda kahverengileşir. Hastalığın teşhisi, idrardaki homogentisik asit dozuy­ A LKIM a. Gökkuşağı. la doğrulanır. Kalıtımla geçen alkaptonüri, ■ A L K IM (Uluğ Bahadır), türk arkeolog aminoasitlerin metabolizma bozukluk­ (İzmir 1915 - İstanbul 1981). İstanbul larında görülür. Hastalık homogentisik Üniversitesi edebiyat fakültesi'ni bitirdi asidin asetilasetik aside dönüşmesinde (1939); aynı fakültede Hititoloji bölüetkili olan enzimle ilgilidir.) mü’nde profesör oldu (1960). Eski ÖnasA L K A R N A a. Balıkç. Kabuklu hay­ ya dilleri ve kültürleri bölümü’ne başkan vanları avlamak İçin deniz dibini tara­ seçildi ve bu görevini ölümüne değin makta kullanılan demir taraklı ağ. sürdürdü. Antitoros ve Orta Amanos bölgesinin tarihi coğrafyasını araştırdı, ALKATHO OS. Yun mit. Pelops’un anıtları ve yol ağını saptadı. Türkiye’de oğlu; Megara’da, Megareus’un yerine doğa ve fen bilimlerinin arkeolojiyle kral oldu. Apollon’un yardımıyla kentin işbirliğini sağlamak amacıyla Arkeometri surlarını yeniden yaptırdı. ünitesinin kuruluşu için çaba harcadı. Son olarak Samsun Ikiztepe höyüğü kazısını A lk a z a r, İstanbul’daki kimi tiyatro ve yönetti (1974-1980). Önemli yayınları: Les sinemaların adı. XIX. yy.’ın ikinci Resultats archeologiques des fouilles de yarısınd#, Galata’da Tophane caddesin­ Karatepe (1949); Güney-batı Antitorosde etkinlik gösterenin adı halk ara­ sında Am erika * tiyatrosu idi. Öbürü ■ lar’da eski bir yol şebekesi (1959); Sam’



aikineme al ve Asitawandawa arasındaki yol (Ana­ mur bölgesinin tarihi coğrafyasına dair araştırmalar) [1960] ,Anatolie I -Des origines â la fin du 2 * Millenaire av.J.C. (1968); Yesemek taş ocağı ve heykel atölyesi (1975). A L K IŞ a. (esk. türkç. alkamak, beğenmek, övmek'ten). 1. Onay, övgü, hayranlık, sevinç belirten el çırpma eyle­ mi: Bir alkış tufanı arasında sahneden in­ di. Başarılı sporcular havaalanında alkış­ larla karşılandı. —2. Övgü: Yaptığı bir iş için alkış beklemek. —3. Esk. Dua: "Ata­ dan böyle m idir bana alkış / Ki hasret oduna yanam yaz kış"(Işkname, XIV. yy.). "Ola kim bir ağzı dualının alkışıyla Tanrı bize bir batman ayâl vire, d id i" (Dede Korkut, XIV. yy.). —4. Alkış almak, alkış toplamak, alkışlanmak; beğenilmek. || Bir kimseye, bir şeye alkış tutmak, onu alkışlamak; beğendiğini, onayladığını göstermek; övmek: Alkış tutarak sanatçıyı bir kez daha sahneye çağırdılar. GUzel bir davranışa alkış tutmak. Onun her dedi­ ğine alkış tutuyor. —Halk ed. Kişilerin, başkası ya da kendi­ si için söylediği kısa, kalıplaşmış iyilik ve esenlik dileme sözü. (Karşt. KARGIŞ.) —Kur. tar. Törenler sırasında padişah ya da vezirlere yapılan dua ve övgü. (Bk. an­ sikl. böl.) || Alkış bölüğü. Tanzimat'tan son­ ra, padişahı alkışlama, ona dua etme görevini üstlenen hademei hümayun bölüğü. (Bölük saltanatın sonuna kadar bu görevini sürdürdü.) || Alkış çavuşları, Tanzimat'a kadar, padişah ve sadrazamı alkışlamakla görevlendirilen divanı hüma­ yun çavuşları. —Masonl. Neşe ya da yas belirtmek için el çırpma. —ANSİKL. Halk ed. Alkış, eski kaynaklar­ da dua, övgü ve kutlama anlamlarıyla geçer. Özellikle Dede Korkut'un kitabı'nda bu anlamlarda kullanılmıştır. Basat Tepegöz'ü öldürdüğü boyu'nun sonun­ da da Dede Korkut ağzından şu alkışa yer verilmiştir: “ Kara dağa yetdüğünde aşıt versün/Kanlu kanlu sulardan geçit versün Kaadir Allah yüzün ağ etsün." Alkışlar, biçim ve içerik yönünden gös­ terdikleri özelliklere göre iki grupta toplanırlar: Kısa, yoğun ve çok kullanılan alkışlar: "Allah’a emanet; babana rahmet; darısı başına; tuttuğun altın olsun." Sanatlı anlatımı ve düşünce yönü bu­ lunan alkışlar: "Allah harmandan elini, ya­ landan dilini çeksin; koluna kuvvet, kese­ ne bereket; yat, baş ucunda bul, kalk ayak ucunda bul." Dua niteliği taşıyan alkışlar, dinsel inançların da etkisiyle bu türe oldukça yaklaşmıştır. Dualar, alkış­ ların geliştirilmiş, dinsel törenlere göre işlev kazanmış biçimleridir. Alevi - bektaşilerin ayinlerinde okunan gülbanklar (ya da tercümanlar), yeniçerilerin hep bir ağızdan okuduğu ve gülbank-i Muham­ medi denilen parçalar, çayır güreşlerinde cazgırların söylediği salavatlar, sofra ba­ şında, düğünlerde, ekin biçiminde, har­ man yerinde ve benzeri ortamlarda oku­ nan dualar alkışları akla getiren geliş­ tirilmiş metinlerdir. —Kur, tar. Alkış, padişahın saraydan çıkışında, törenlerde tahta oturma ve kalkması sırasında, elçi kabul törenle­ rinde, bayram kutlamalarında divanı hümayun çavuşlarının belirli bir duayı yüksek sesle okumaları biçiminde yapı­ lırdı. Başlıca alkış duaları şunlardı: "Aleyke avnullah! Uğurun açık olsun, ikbalin efzun, padişahım devletinle bin yaşa! Maşallah, mağrur olma padişahım sen­ den büyük Allah var! Yardımcın Allah ola, yaşın uzun ola. Hak Teala efendimize ömürler vere, devletinle çok yaşa!” Sad­ razamlar alkışlanırken; “ Maşallah, ömri devletinle bin yaşa” denirdi. Bu gele­ neğin Osmanlılar'a Bizans'tan geçtiği ileri sürülür. ALKIŞÇ I sıf. ve a. 1. Alkışlayan kimse için kullanılır. —2. Bir kimseyi aşırı bir



biçimde öven ve övülmesi için başkalarını da etkilemeye çalışan kimse için kullanılır; şakşakçı, dalkavuk. A LK IŞ Ç ILIK a. Şakşakçılık, dalkavuk­ luk. ALK IŞLAM AK g. f. 1. Bir kimseyi, bir yapıtı, bir hareketi alkışlamak, genellikle sanatsal bir gösteri, bir söylev vb. sıra­ sında onu onayladığını, beğendiğini be­ lirtmek için ellerini birbirine vurmak, el çırpmak: Oyunu, oyuncuyu çok beğen­ dik, saatlerce alkışladık. —2. Bir kimseyi yaptığı bir şey için alkışlamak ya da bir kimsenin bir davranışını alkışlamak, onu, davranışını çok beğenmek, onaylamak; takdir etmek: Bir kimseyi gösterdiği sabırdan dolayı alkışlamak. Bir kimsenin sabrını alkışlamak. ♦ alkışlanmak edilg. f. Alkış tutulmak, onaylanılmak, beğenilmek: Ayakta alkış­ lanan sanatçı. Her yaptığının alkışlanma­ sına alışmış. ♦ alkışlatmak ettirg. f. Alkışlanmasını sağlamak. ALK IŞLAN M AK -



A LK IŞLA M A K .



ALK IŞLATM A K - A LK IŞLA M A K . A LK İBİAD E S Yaşlı, Alkmeonidai aile­ sinden; Perikles'in amcası ve ünlü Alkibiades’in dedesi. Oligarşi yanlısı ve Perslerile barışın savunucusu olan Alkibiades, Asya’daki yunan isyancılarına yapılacak her desteklemeye karşı çıktı. İ.Ö. 486485’te halkoyuyla yurdundan sürül­ dü



çulara kanarak erdemlerini yitirir: çekici ve öfke uyandırıcı "çapkın delikanlı” kişi­ liğiyle (tam bir atlet, şıklıkta örnek, öncü aydınların olduğu kadar seçkin gençliğin de simgesi), sitenin genel düşünce ve ah­ lak anlayışına karşı, yazgısını bir birey ola­ rak yaşamak isteyen ilk yunanlıdır. Her bi­ çime girdiği halde (sürgünde, Spartalılar’dan çok spartalı kesilmiştir) kimseye saygısı olmayan bir insandır. Platon’un onu, sofistlerin bir uzantısı olarak görmesi buradan kaynaklanabilir. Ksenophon da aynı görüştedir (Apomnemoneumata■ Sokratus). Çekiciliği ve skandalları, Helene ile birlikte, onu antik çağın en tar­ tışılan kişisi durumuna getirdi (Aristophanes, Kurbağalar [Batrakhoi]; Thukydides, Peloponisoslular'la Atınalılar'ın savaşı; Plutarkhos, Alkibiades). Ortaçağ' da kendisinden kadın olarak söz edileli (Villon'un Eski zaman kadınları baladı [la Ballade des dames du temps jadis] adlı yapıtında "Archipiades” ). Shakespeare’ in Atinalı Timon oyununda, iyi bir dost ör­ neği olarak gösterildiyse de, Fenelon onu hiçbir şeye inanmayan bir kimse olarak tanıttı (Dialogue des Morts).



397



ALKİL- (fr. alkyl- den). Org. Kim. Bir molekülde alkil kökünün varlığını belirten önek.



A L K İL a. (fr. alkyle). Org. kim. Bir alkandan biçimsel olarak bir hidrojen atomu­ nun kopmasıyla oluşan C„H2n+1formülündeki bir değerlikli köklerin genel adı.(CH3 —CH2 — etil kökü,CH3 —CH2 ALK İBİAD E S, atinalı general (strate—H formülündeki etandan bir hidrojen gos) ve devjet adamı (İ.Ö. 450'ye doğr. atomunun kopması sonucunda oluşan bir - Phrygia İ.Ö. 404), Kleinias ile Alkmeo­ alkil köküdür.) [ Bk. ansikl. böl.) nidai ailesinden bir kadının oğlu. Yetim —Org. kim. ve Petrokim, Alkil giderme, kalınca kuzeni Perikles tarafından yetiş­ bir molekülde bir hidrojen atomunun bir tirildi; saygılı bir dostluk kurduğu Sokraalkil kökü yerine geçmesi. (Aromatik hid­ tes'in öğrencisi oldu. Yakışıklı, zarif ve rokarbonlarda alkil giderme petrol sana­ varlıklı bir genç olan Alkibiades’in alışılmış yisinde önemli bir işlemdir. Bu işlemin ölçülere sığmayan bir kişiliği vardı. Öbür amacı, doymuş hidrokarbonlardan hidro­ Atinalılar'dan farklılığını övünçle ortaya jen giderme ve kristalleşme ile elde edi­ koydu; onlar‘da Alkibiades’in züppeliğini len karışımlardan yola çıkarak benzen ve aykırılıklarını hiçbir zaman bağışla­ elde etmektir. Sözkonusu-işlem hidrojen madılar. Yiğitçe savaştığı Potidaiâ'da, ve bir katalizör eşliğinde gerçekleştirilir.) Sokrates tarafından ölümden kurtarıldı; || Alkil gidermek, alkil giderme işlemini uy­ Delion'da ise bu kez Alkibiades filozofun gulamak. canını kurtardı. 420 yılına doğru, demok­ —Petrokim. Hidrojenle alkil giderme, aro­ ratlar safında siyasal yaşama atıldı ve matik, alkil bileşiğinin alkil gruplarını, hidkarşısında Nikias'ı buldu. Sparta ile yapılan ateşkesi bozdurdu, Peloponisos ■rojen eşliğinde eleme yöntemi. — A N S İK L . Org. kim. Alkil halojenürleri hakıyıları stratejisini benimsedi ve Atina’yı Si­ lojenoalkanlardır; alkillerin oksitlerle sülfür­ cilya serüvenine sürükledi (415). General leri, eterler ve tiyoeterleridir. Nihayet, olduktan sonra, savaşa gideceği gün, bütün anorganik ve organik (kar Tanrı Hermes’in heykellerini kırıp dökmek boksilik, sülfonik) asitlerin esterleri alkil ve kutsal Eleusis kenti ayinlerini alaya al­ makla suçlandı. Bunlar devlete karşı iş­ tuzları olarak adlandırılır: örneğin SOaR2 lenmiş iki suçtu. Yola çıkmasına izin ve­ formüllü alkil sülfat,CH3 —C02FI formül­ lü alkil esatat. rildiyse de, ardından kutsal kadırga gön­ derilerek Sicilya'dan geri dönmesi isten­ ALK İLA M İN a. (fr. alkylamine). Org. di. Bunun üzerine Alkibiades kaçtı ve kim. Bir ya da birkaç alkil köküne bağlı Sparta'nın hizmetine girdi. Bu devleti Atazot atomu içeren aminlerin genel adı. tika’ya saldırmaya kışkırttı. Khios ile ionia’nın bir bölümünü Atina’ya karşı ALK İLA T a. (fr. alkylat). Petrokim. Alkil­ ayaklandırdı. Sparta ile anlaşması sona lerine yoluyla elde edilen ürün. erince, pers satrapı Tissaphernes'in yanına sığındı. Alkibiades’in verdiği öğütlere uyan satrap, bir Atina'yı bir ALKİLİDEN - (fr. alkylidene-'den). Sparta’yı destekleyerek yıpratma politi­ Org. kim. Bir molekülde R2C kökü­ kası uyguladı. Alkibiades, öte yandan Ati­ nün varlığını gösteren önek. na’da oligarşik bir devrim yolunda entri­ kalara da girişti. Thrasybulos’un öğütleri ALKİLİDEN a. (fr. alkylidene'den). Org. üzerine Sisam filosuna komutan seçilerek kim. Alkandan (R2CH2) iki hidrojen ato­ Kyzikos’ta Lakedaimonlar’ı yendi (410). munun kopmasıyla oluşan ikideğerlikli 407’de zafer kazanmış bir komutan ola­ R2C kökü. rak Atina’ya döndü; silahlı kuvvetlerin yönetimini üstlendi, ancak yardımcısı AnALKİLLEME a. Org. kim. Bir molekül­ tiokhos’un başarısızlığından sorumlu tu­ de bir hidrojen atomunun yerine bir alkil tuldu. Önce Trakya’ya, sonra Pharnabakökünün geçmesi. zos'un yanına sığındı. Sparta, Persler ile — A N S İK L . Alkilleme organik bireşimde en pazarlığa girişerek Alkibiades'in öldürül­ önemli sayılan tepkimeler arasında yer mesini istedi; pers satrabı da onu bir alır; bu elektroncul ornatmada tepkin kadının kollarındayken alçakça öldürttü madde, bir alkol, bir halojenür ya da bir alken olabilir. Alttepken, oksijen (alkol, ve evini ateşe verdirdi. —Ed. Alkibiades, Eflatun’un diyalog­ fenol), azot (aminler) ya da karbon (keton, larının seçkin bir kişisidir. Şölen'de, Sokdoymuş ve aromatik hidrokarbonlar) üze­ rates'in gözdesi, Protagoras'da coşkulu rinde alkillenebilir. Alkol, fenol ve ke­ bir öğrencisidir. Devlette ise pohpoh­ tonlarla çalışıldığında, madde bir me­



Alkibiades mermer yunan heykeli



ı müzesi, Roır



tal türevine dönüştürülerek etkinleştirilir ve genellikle asit katalizörler (Friedel ve Crafts) kullanılır; bu yol petrokimyada te­ mel yöntemlerden biridir. Böylece ben­ zenden etilbenzen, kümen ve alkilbenzensülfonatlar elde edilir; izobutandansa benzinin oktan sayısını'düzeltmek için ge­ rekli izooktan üretilir. —Petrokim. Petrol sanayisinde olefinlerin aromatik maddelerle verdikleri alkilaromatik bileşikleri elde etmek (petrokimya­ da çok kullanılan bir işlem) ya da olefin­ lerin izoparafinlerle oluşturdukları dal­ lanmış parafinleri üretmek için alkillemeden yararlanılır. Ayrıca, bazı benzin tür­ lerini hazırlama amacıyla arıtma işle­ minde bu dönüşüme başvurulur. ALKİLLEM EK f. Alkilleme yapmak. ALKİLSÜLFONAT a. (fr. alkylsulfonate). Doğrusal alkilsülfonat, biyolojik olarak parçalanabilir deterjanların temel madde­ si olan kimyasal bileşik; örneğin, sodyum alkilbenzensûlfonat. ALKİN a. (fr. alcyne'öeri). Org. kim. Alkanlardan türeyen,C=C üçlü bağı içe­ ren ve genel formülü CnH2„.2 olan hidro­ karbonların genel adı. (Asetilen bir alkindir.) [Eşanl. ASETİLENİK H İD R O K A R B O N .] — A N S İK L . Alkenlerde olduğu gibi alkinlerin kimyasına da üçlü bağ egemendir; bu bağ her tür katılma tepkimesinin yanı sıra nükleofil katılmaları da kolaylaştırır. Suyun elektrocul katılımı cıva(ll)tuzlarıyla kolaylaşır ve ketonları doğurur. Çözücüler eşliğinde metallerle indirgeme kolayca alkenleri verir. Geçiş metalleri ise güçlük doğurmadan doğrusal ya da halkalı polimerleşme ürünleri sağlar. Gerçek alkinler denen alkinlerde üçlü bağ karbon zincirinin sonunda yer alır; bu bileşikler, içerdikleri —C = Ç—H gru­ bundaki hidrojen atomu bir hayli gevşek olduğundan ornatma tepkimesine kolay­ ca girerler: baz ortamda ağır metaller (gü­ müş, bakır) belirgin nitelikte çökelekler sağlar; alkali metallerle alkali toprak me­ tallerin doğrudan verdikleri tuzlar, hidro­ jen atomunun yerini bir alkil ya da hidrosialkil kökünün almasına olanak verir: R— C = C — H f R'l + R ;C — 0



R -C a s C



Isla4



R— C = C — R’ -



R — C = C — C R j — O N a.



Duyarlı organik bireşim uygulamasında alkinler yüksek tepkinliklerinden dolayı çok kullanılır. ALKİNİL- (fr. alcynyl-'den). Org. kim. Bir molekülde alkinil kökünün varlığı­ nı belirten önek. AL K İN İL a (fr. alcynyle'den). Org. kim. Formülü R—C = C — olan ve alkinlerden 'türeyen köklerin genel adı (CH3— C = C —Hformülündeki propin'den türe­ yen CH3—C = C —propinil kökü bir alkinıl köküdür.) ALKİNOOS. Yun. mit Phaiaklar kralı. Nausikaa’nın babası. Konukseverliğiyle ünlüydü; Odysseus'u ve iason’u konuk etmiştir  LK İO (Santeri), finlandiyalı siyaset ada­ mı ve gazeteci (Laihia, Vasa yakınında, 1862-Öİ. 1930). Köylü partisi'nin önderi ve bu partinin yayın organı Ilkka’nın (1906 -1929) kurucusu. A LK İT a. (fr. alkyde ya da alkyd'den).' Bir mono ve poli yağ asidi karışımıyla bir polialkolün tepkimeye girmesi sonucun­ da elde edilen yapay reçinelerin genel adı. — A N S İK L . Kimyasal özellikleri nedeniyle alkit reçineleri poliester sınıfına bağlıdır. Polialkollerin (gliserin, pentaeritritol, sorbitol, trımetilol propan) poliasitlerle (ortoftalikasit tek başına ya da öbür diasitlerle karışım halinde) çoğul yoğuşması sonu­ cunda elde edilen ürünler çözülmez bile­ şiklerdir ve kaplama sanayisinde kullanıla­



maz. Ftalitik anhidritin bir bölümünün ye­ rini uzun zincirli bir mono yağ asidi alır­ sa, alkitler yağlarda ve organik çözücü­ lerde çözünür hale gelir. Bu yolla elde edilen ürünlere "yağlarda dönüştürülmüş gliptal reçineler", oleogliseroftal reçineleri ya da alkit reçineleri denir Bu tür bileşik­ ler doğrudan doğruya yağ asitleriyle de­ ğil, bunları karşılayan ve trigliseritlerden oluşan yağlarla hazırlanır. Alkit reçinele­ rin çözünürlüğü içerdikleri yağ asitleri ora­ nına bağlıdır; bu oran °/o 40‘ın altınday­ sa ester ve ketonlarda, % 40'ın üstün­ deyse alifatik hidrokarbonlarda çözünür­ ler. Kurutucu olmayan yağlarla (hintyağı) hazırlanmış alkit reçineleri ısıtıldığında sertleşir ve fırın verniklerinde kullanılır. Ku­ rutucu yağlarla (keten yağı, soya yağı, üzüm çekirdeği yağı) dönüştürülmüş al­ kit reçineleri belirgin ölçüde kurutuculuk özellikleri gösterir. Boya ve verniklerde kullanılan alkit reçineleri atmosfer etken­ leriyle ışığa karşı oldukça dayanıklıdır. Bunlar otomobil karoserlerinde ve dış yü­ zey kaplamalarında kullanılır. Yüksek oranda yağ asidi içeren alkit reçinelerin­ den, nitroselüloz boyalarda pjastikleştirici madde olârak yararlanılır. • A L K M A A R , Hollanda'da kent, Kuzey Hollanda’da, Noord-Holland kanalı kıyı­ sında; 84 000 nüf. Ticaret merkezi (terey'ağT peynir). Besin, dokuma ve makine sanayileri. Eski kanallar, evler ve ilgi çe­ kici anıtlar: XVII. yy.’dan kalma ünlü org­ larıyla gotik üslubunda Saint-Laurent kili­ sesi (XV. yy. sonu), gotik üslubunda be­ lediye konağı (XVI. yy. başı), Belediye müzesi.—Brune, 1799’da York dükünü burada yendi ve imzalanan anlaşma so­ nucunda ingilizler Hollanda'dan çekildi­ ler. ALK M A N , yunanlı lirik şair (Sardeis İ.Ö. VII. yy.) Yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği Sparta’da, resmi bayramlar için ilahiler yazdı. Genç kız korolarının söyle­ diği lirik partheneion biçimini yarattı. ALKMENE. Yun. mit Thebai’li Amphitryon’ün karısı. Zeus, kocasının kılığına gi­ rerek onu baştan çıkarmış, aşklarından Herakles doğmuştu. ALKM EO N, efsane kişisi, Nestor’un to­ runu, Neleus'un oğlu. Dor istilası sonucu Pylos’tan kovulan Alkmeon’un, yerleşmek üzere Atina'ya geldiği ve orada Alkmeonidai ailesini kurduğu kabul edilir. ALKM EON. Yun. mit. Amphiaraos’un oğlu. Annesini öldürdü; bu günahından arınmak için başıboş dolaşmak zorunda kaldı. ALKM EON, yunanlı hekim ve filozof. Kroton'da doğdu ve İ.Ö. VI. yy.'da yaşa­ dı. Hayvanlar üzerinde diseksiyon yapan ilk hekim olduğu söylenir. ALKMEONİDAİ, sitelerin oluşmasından sonra Atina'ya yerleşen Messinia kökenli soylu aile. Bu aile arkhonluğa yükselen ve üyelerinden biri olan Megakles'in yöneti­ minde, Kylon'un zorbalığına karşı çıkan­ ların başında yer aldı. Bir iç savaşı önle­ mek için Solon’un sürgüne gönderdiği ai­ le, Delphoı tapınağı’nın yeniden yapılma­ sı için tüm yunan dünyasında bir bağış l RCI.



—Yapı elverişli olursa, asitli katalizörier eş­ liğinde su kaybı alkenleri doğurur: CHj—CHjOH



* CH2= C H 2 + H20 .



Alkoller, karbon atomları sayısı azaldı­ ğı ölçüde birleşme dereceleri bakımından suya benzer. Dolayısıyla kaynama nok­ taları yüksektir ve suda çözünürler (en azından hafif olanlar). Alkoller alkanlar dı­ şında organik maddeler için iyi çözücü­ dür, ama iyon tuzlarını iyi çözmezler. Me­ tanol, etanol, propanoller, 1- ve 2- butanoller, slkloheksanol gibi alkollerin önemi sanayide büyüktür. 'Organik kimyada alkol işlevi, yukarda sıralanan kimyasal özellikleriyle ve işlev­ sel OH hidroksil grubuyla belirgin nitelik kazanır. Öte yandan glüsitler, gliserin ste­ roller gibi çok sayıda karmaşık üründe de sözkonusu işleve rastlanır. —Şarapç. Alkol katma işlemi iki biçimde gerçekleştirilir: 1) yasal yol: mistel, likör şa­ rapları, vermut, aperitif vb. yapımı için al­ kol katma; 2) yasal olmayan yol: adi şa­



rapların derecelerini yükseltmek için alkol katma. —Ted. Tedavi amacıyla, 90° ve 60°’lik alkol, dıştan sürülürse derinin ve yarala­ rın dezenfeksiyonuna yarar. Eski İslam hekimlerinden bu yana alkol, şarap.ya da mayalanmış herhangi bir içki halindeltaç^ olarak kullanılmıştır (şarap ispirtosu). Son zamanlarda bile, yorgunluk ve akut hastalıklardasulandırılmış olarak (Todd-asetat posyonu) kullanılmak üzere salık ve­ rilmektedir. Bugün de gerektiğinde, delirium tremens hastalığının tedavisinde su­ landırılarak damardan verilir. ALKOLA a (fr. alcoolat'dan). Ecz. ilaç yapmaya elverişli bir ya da birçok mad­ denin alkole yatırıldıktan sonra damıtılma­ sıyla elde edilen ilaç. (Basit alkolaların ye­ rini 90°’lik alkol içindeki esans çözelti­ leri almıştır [anason esansı, nane esansı).) ALKOLAT a. (fr. alcoolate'tan). Org. kim. Alkolün OH grubundaki protonun yerini bir metal iyonunun alması sonucun­ da oluşan tuz. — A N S İK L. Genel formülü ROM olan alkolatlar, bir metalin (alkali, toprak alkali ya da alüminyum) ROH alkolüne etkimesiyle elde edilir. Alkali ya da toprak alkali me­ tallerden türeyen alkolatların belirgin iyon nitelikleri vardır ve baz yoğuşum etken­ leri olarak yararlanılır. En hafif alkollerden başlayarak oluşturulan alüminyumlu tü­ revler damıtılabilir ve yükseltgemeindirgemede katalizör olarak kullanılır. Alkolatlar ilgili alkole göre adlandırılır: dolayısıyla metanol ya da metil alkol CH3OH’dan türeyen CH3ONa’ya sod­ yum metanolat ya da metilat denir. ALKOLATÜR a. (fr. alcoolature). Eczc. Alkolün bir ya da birçok taze bitki üzerin­ deki çözücü etkisinden yararlanılarak el­ de edilen ilaç. — A N S İK L . Alkolatürler, bitkinin soğukta sekiz gün boyunca alkole yatırılmasıyla el­ de edilir. Dayanıklı alkolatürler, taze bit­ kilerin toplanmasından hemen sonra orta­ ya çıkan enzim reaksiyonlarını önlemek için bitkiler kaynar alkolde haşlanarak ya­ pılır. Bu işlem, alkolatürlere taze bitkilerin özelliklerine yakın özellikler kazandırır (da­ yanıklı atkestanesi, dayanıklı kediotu alkolatürü). ALKOLE a. (fr. alcoole). Eczc. Alkolün hayvansal ya da bitkisel droglar üzerin­ deki çözücü etkisinden yararlanılarak el­ de edilen preparat. (Eşanl. A LK O LLÜ t e n tüR) ALK O LİK sıf. ve a. (fr. alcooliçue). Sü­ rekli olarak ve aşırı ölçüde içki içen kimse için kullanılır. (Eşanl. A LK O LO M A N .) ALKO LİZ a. (fr. a/coo/yse’den). Org. kim, 1. Bir bağın alkol etkisiyle kırılması. —2. Alkol etkisiyle bir bileşiğin dönüşü­ mü. (Bir ester alkolizi bir başka esteri ve­ rir ve aşağıdaki denklemle gösterilir: R C O — O R ' + R "O H - > R C O — O R " + R’O H .)



ALKOLİZLEM EK f. Alkoliz yapmak. ^ALKOLİZM a (fr. alcoolisme). Alkollü iç­ kilerin aşırı kullanımı; alkole karşı bağım­ lılık, alkole karşı bağımlılıkla ilintili patolo­ jik belirtilerin tümü. — A N S İK L . Etil alkol (C2H5OH) ya da eta­ nol, doğrudan mayalanma ile (şarap, bi­ ra, elma şarabı) ya da dolaylı yoldan ma­ yalanma ürünlerinin damıtılmasıyla (sert içkiler) elde edilen bütün alkollü içitlerin



0,4



0.6



0.8



1



1,2



1.4



g /l o la ra k k a n d a ki alko l oranı



kandaki alkol oranına bağlı olarak kaza tehlikesinin artışı



1,5



ana maddesidir. Litre başına olmak üze­ re, 5 °Tik elma şarabı ya da bira 40-50 g; 10 °’lik şarap 80-100 g; aperitifler ve al­ kollü likörler 180-200 g; viski, konyak ve beyaz alkoller 320-400 g arası saf alkol içerir. Vücudun en önemli alkol soğurma yolu 'Tmd.e-bagırsak (gastroentestinal) mukoza­ sıdır (oniki parmak bağırsağı ve ince ba­ ğırsağın üstToĞlümü soğurmanın en sürat­ li olduğu yerlerdir). Bu süreç, içkilerde al­ kol yüzdesi 15-30 arası olduğu zaman da­ ha çabuktur, ama aynı derişimde viski, bi­ radan daha hızlı soğurulur. Alkol, bir ye­ mek sırasında alınırsa ve özellikle bu ye­ mek glüsit açısından zengin olursa soğur­ ma daha yavaş olur.. Soğurulan alkol, kıl­ cal damarlardan bütün iç organlara ve aynı yolla hücre içi, hücre arası bölümle­ re eşit olarak yayılır. Bu denge kandaki alkol oranı (alkolemi*) ile solukla verilen hava arasında da bulunur. (Alkol testi bu ilkeye dayanır.) Alkol karaciğerde, özgül bir sitoplazma enzimi yardımıyla tümüyle dönüşüme uğ­ rar. Alkoldezidrojenaz enzimi 24 saatte 168 g etanolu metabolizmaya uğratabi­ lir. Birçok aşamadan sonra bu yanma, su ve karbondioksit gazı oluşumu ile sona erer ve 1 g alkol 7 cal verir (1 110 °’lik şa­ rap 600 cal). • Akut alkol zehirlenmesi. Sarhoşluk, kı­ sa süre içinde önemli miktarda alkol alın­ masının, merkezi sinir sistemi üzerinde et­ kisinin sonucudur. Hafif dozlar alındığın­ da, neşe, içtenlik, sahte mutluluk, bazen sinirlilik halleriyle birlikte görülür, ama bi­ rey bilinçli ve kendine hâkimdir. Kanda al­ kol oranı arttığında, denetim kaybı, saldır­ ganlık, algılama bozuklukları (çift görme) ve konuşma bozuklukları başlar. Kanda­ ki alkol oranı daha artarsa (ve özellikle al­ kol alımı hızlı olmuşsa) kusmalar ve solu­ num bozukluğu ile, komaya kadar gidebi­ lecek1uyuklan,a ve duyuyitimi hali baş gösterir (körkütük sarhoşluk). Bu durum­ da, kolaps ya da'boğulma sonucu ölüm gerçekleşebilir. Genellikle birkaç saat so­ nunda normal hale dönülür, bu olayın ka­ lıntısı olarak bireyin ağzı çiriş gibidir. Sarhoşluk, kimi zaman bu kadar dü­ zenli bir biçimde seyretmez. Nispeten öl­ çülü miktarda alkol alımından sonra kız­ gınlıkla birlikte aşırı bir hareketlilik görü­ lebilir ve bu durumu derin bir uyku izler. Aynı şekilde, küçûz dozlarla, basit bir sar­ hoşluk sırasında (alkol alımından 3-12 sa­ at sonrası) hipoglisemik (kan şekerinin azalmasına ilişkin) koma görülebilir. Bu­ na özellikle bilmeden alkol alan çocuklar­ da ve beslenme bozukluğu olan bireyler­ de (özellikle süreğen alkoliklerde) sık rast­ lanır. Akut sarhoşluğun tedavisi olmamasına karşın, sarhoşluğun yol açabileceği kar­ maşaları saptamak önemlidir (koma ya da düşme sonucu beyin travmaları). ■ • Süreğen alkolizm. Doktorlar için, süre­ ğen alkolik, "yıllar boyu her gün 160 g’dan fazla ya da ona eşit miktarda (10°'lik2 litre şarap) alkol alan kişi” dir. iç­ kiye aşırı düşkün kimse alkolden vazge­ çemez ya da vazgeçse bile memeden ke­ silmiş çocuğun tepkilerini gösterir; buna karşılık günlük alkol alimim kısıtlayıp sar­ hoşluktan kaçınabilir. Kimileri de, bu kont­ rolü kaybetmişlerdir ve sarhoş oluncaya dek kadehlerini doldururlar; gerçi uzun süre alkolden tamamen ayrılabilirler ama, genellikle tekrar içmeye koyulurlar. Böy­ lece, gerçek bir toksikomani olan daya­ nılmaz içme gereksinimi yerleşir. Bunun en değişmez belirtisi, sabah tek başına içilen ilk kadehtir Bu dönemde, ruhsal değişiklikler ve bedensel yıkımlar apaçık görünür. Bu za­ rarlar, kısmen, B vitaminleri eksikliğine bağlı olan ve çok az geri dönen ya da hiç dönmeyen metabolizma bozukluklarıyla ilişkilidir. Bunlar daha ciddi rahatsızlıkla­ rın kaynağını oluşturur. Bu rahatsızlıklar, polinevritlerden, beyin hastalıklarına (ansefalopatiler) ve alkol bunamalarına (Kor-



399



ALKOLİZM



)lün aç kamına alınmasından sonra kandaki alkol oranı eğrisi (zaman birimi saat)



alkolün yemekle birlikte alınmasından sonra kandaki alkol oranı eğrisi (zaman birimi saat)



alkolizm 400



ordek



sakov psikozu, Gayet-Wernicke ansefalopatisi)dek nörolojik ve/ya daen tanınan­ ları gastrit, gastroduodenal ülser, hipertrofik siroz olan sindirimsel rahatsızlıklara kadar uzanabilir. Süreğen alkolizm, solu­ num ve üst sindirim yolları kanserleri ve verem için de uygun bir zemin hazırlar. Alkole karşı bağımlılık hali yerleştiğinde ki­ şi alkolden yoksun bırakılırsa, diğer zehir tutkunluklarında olduğu gibi memeden kesilme sendromu ortaya çıkar. İlk belir­ tileri iştahsızlık, uykusuzluk, belirgin el ve ayak titremeleri ve anlayış kıtlığıdır. Eğer bu durum gereken tedaviyi görmezse, gecenin gelişiyle birlikte yoğun bir biçim­ de yaşanan, abartılan dehşet verici düş kurmalara ve bununla birlikte yaşamı teh­ likeye sokabilecek önemli bir susuz kal­ mayla ve vücut ısısı artmasıyla dikkati çe­ ken delirium tremens'e (titremeli sayıkla­ maya) doğru bir gelişme başlar. Süreğen alkolizmde klasik olarak, be­ densel yıkımların yanında ruhsal bozuk­ lukların ortaya çıktığı da belirtilegelmiştir. En belirginleri, özellikle, süreğen alkoliğin hiçe sayılan bir koca ve saygı gösterilme­ yen bir baba olmaktan yakınarak, çabuk öfkelenmesi, baskı kurmaya kalkışması, kıskançlığa kapılması gibi aile ortamını huzursuz eden karakter ve duygu bozuk­ luklarıdır. Buna karşın dışarısını, meyha­ ne arkadaşlarını daha çekici ve kendine yakın bulur. Alkoliğin mizacı, açık yürek­ lilikten, hatta kendini büyük görmeden, değersizlik ve suçluluk duygularının ya­ rattığı sinir çöküntüsüne (depresyon) ka­ dar değişken olabilir ve onu intihara sü­ rükleyebilir. Zihinsel işlevler uzun zaman değişmeden kalır, ama bellek bozukluk­ ları zehirlenmenin başlangıcında bile gö­ rülür. Bütün bunlar, toplum ve meslek ya­ şamından kopukluğu kaçınılmaz hale ge­ tirir. Bazı psikoz durumları da, alkolün aşı­ rı kullanımından kaynaklanabilir. En çok bilinenleri, başlangıçta gerileyici gibi gö­ rünen, ama daha sortra düzenli şekilde devam eden yorumlayıcı kıskançlık nö­ betleridir. Hasta, düşsel dönem bitişinde görülen birsamlı psikoza düşebilir. Bun­ lar, kendisinin katılmaz gibi görüldüğü işit­ sel birsamlardır. 8 Alkolizmin tedavi yolları. Tıbbi yönden, semptomatik ilaçlar hariç (B vitaminleri ve anksiyolitikler), alkolizmin kesin bir teda­ vi yöntemi yoktur. François Perrier alkolizmin tedavisini şöyle özetliyor: Tedavinin amacı yıkımla­ rın ve onarıcı ilaçların verilmesinin bilançosundan sonra perhizi cazipleştiren ya da zorla kabul ettiren öznel ve nesnel ko­ şullar yaratmaktır. Gerçekten de, alkolik kendiliğinden doktora pek başvurmaz. Sonunda adli kovuşturmaya uğramamak koşuluyla, bir üçüncü kişi (karısı ya da iş­ veren) refakatinde doktora gitmeyi kabul eder. Aynı şekilde, durumun apaçıklığı­ na rağmen, aşırı davranışını inkâr eder. Bu da, alkoliklerin bilinen klasik "kötü niyetleri” dır. Alkoliklerin, bireysel psıkoterapik tedavilerinin güçlüğü herkes tarafın­ dan belirtilmiştir. Psikotik ve nevrotik ya­ pının ikincil bir süreci gibi kabul edilse de, alkolizm psikanaliz için elverişli bir alan değildir. Fr. Perrier’in belirttiği gibi, alkol “ başkalarıyla konuşma yasalarını değiş­ tirmek ve psikanaliz alanında, bu yasala­ rın yapısını bozma yönünde etki gösterir” . Gerçekten de alkolik, “ iki kişi için tek ba­ şına konuşur" ve "belleğini vestiyerde bı­ rakır". Öyle ki, "psikanalitik açıklamalar, içkicinin bir kulağından girip ötekinden çı­ kar” . • Toplumsal sorun olarak alkolizm. Alkol tüketimi, belli bir toplumdaki davet kural­ larına bağlıdır. Fransa’da iyi bir yemek iyi şarapsız düşünülemez. Kadının alkolizmi, erkeğinkine göre, toplum tarafından da­ ha az hoşgörüyle karşılanır. Sanayileşmiş toplumlarda, kalp ve da­ mar hastalıklarından ve kanserden son­ ra, üçüncü sırada ölüme neden olan al­ kolizm, toplum için önemli bir sorundur. Alkolizmin önemini sayılarla dile getirmek



zordur. İstatistikler, sayılarla ancak dağı­ nık bilgileri dile getirebilir. Ama yine de, kişi başına ve yıllık toplam saf alkol tüke­ tim miktarı hesaplanabilir. 1977’de, Fran­ sa yıllık ve kişi başına 16,4 litre saf alkol ile Avrupa ülkelerinin başında geliyordu; onu 12,4 litre ile Federal Almanya ve 8,2 litre ile Büyük Britanya izlemektedir. Öte yandan, 20 yılda ortalama tüketim Fran­ sa’da 0/o20 oranında azalırken, bu oran Almanya’da % 40’a dek artmıştır. Ang­ losakson ülkeleri ile Latin ülkelerindeki al­ kolizm arasında büyük fark vardır. Ang­ losakson ülkelerinde, alkol, genellikle ak­ şamları ve hafta sonları sakinleştirici ya da uyarıcı olarak tüketilmektedir. Sarhoşluğa da sık rastlanılmaktadır. Fransa’da diğer Latin ülkelerinde olduğu gibi, özellikle şa­ rap kökenli alkol tüketimi geleneksel ola­ rak tüm gün boyu devam eder. Öte yan­ dan, 20 yıldan bu yana, Anglosakson ti­ pi alkolizme doğru bir evrim gözlenmek­ tedir. (Özellikle gençler ve refaha ulaşmış toplumsal sınıflar arasında.) Yüksek alkol içeren içeceklerin tüketimi hissedilir şekil­ de artmıştır: anasonlu içkiler için % 300’den fazla, viski için % 1 000. Türkiye’de, büyük kentlerdeki küçük bir azınlık dışında, alkolizm toplumsal bir so­ run değildir. Kişi başına yıllık saf alkol tü­ ketimi 1939'da yaklaşık olarak 0,5 I dola­ yında, 1962’de 0,55 l’ye, 1972’de 0,72 l’ye, 1980’de 0,75 l'ye,1984’te 0,87 l’ye yükselmiştir (45 yıl içinde 0,4 l’lik ar­ tış). Bu küçük artış da 1970'li yıllarda özel bira fabrikalarının açılmasıyla bira üreti­ minde meydana gelen artıştan kaynaklan­ maktadır. (1968’de 38 milyon I, 1984’te 346 milyon I.) Alkolizmin insanlık için bir felaket olması yalnız fiziksel ve ruhsal rahatsızlıklar do­ ğurmasından değil, aynı zamanda trafik ve iş kazalarının artışında oynadığı rolden ve bunların ekonomik alana (fedavi gider­ leri, iş günü kayıpları) ve çeşitli şiddet olay­ larını doğurarak maddi düzeylere yansı­ masından ileri gelmektedir. ÂLKOLLEŞESİLİR sıf. Alkole dönüş­ meye elverişli. ALKOLLEŞME a. Alkol mayalanması. ALKOLIJEŞTİRMEK f. Org. kim. Sıvı­ larda, alkolleri belirleyen özellikleri geliş­ tirmek. ALKOLLÜ sıf. 1. içinde alkol bulunan sı­ vı, içecek için kullanılır: Alkollü bira. Alkol­ lü içki. —2. içki içmiş kimse için kullanı­ lır; içkili: Kaza yapan şoför çok alkollüy­ müş —Eczc. Alkollü tentür, A L K O L E ’ n in e ş a n ­ la m lıs ı.



—Kim. Alkol içeren içit, sıvı vb. için kulla­ nılır: Düşük alkollü siyah bira.



kuruluşlar aracılığıyla alkollü içkilerin rek­ lamının yapılması yasaktır. A L K O L O J İ a. (fr. alcoologie). Alkolikliğı yalnızca bedensel ve ruhsal açıdan de­ ğil, sosyo-ekonomik açıdan da ele alan ve alkolikliğe karşı etkili önlemler geliştir­ meyi amaçlayan tıp dalı. A L K O L O M A N a. (fr. alcoolomane). Psik. Alkollü içkileri aşırı içen ve bu içki­ lere bağımlı olan. (Eşanl. A LK O LİK .) A L K O L O M A N İA a. Psik. Alkollü içkile­



re hastalık derecesinde bağımlılık. Â LK O LÖ L Ç E R a. Sıvıların alkol oranı­



nı ölçmeye yarayan yoğunlukölçer. Eskiden yaklaşık değerler ve­ ren Cartier alkolölçeri kullanılırdı. Günü­ müzdeyse dünyanın birçok yerinde oldu­ ğu gibi Türkiye’de de Gay-Lussac alkolölçerlerinden yararlanılır: bu aygıt 15°C sıcaklıkta 100 cm3 sıvı içinde bulunan al­ kol miktarını cm3 cinsinden verir ve doğ­ rudan dereceli bir sıvı yoğunlukölçerdir. Derecelendirmek için aygıt (15°C’ta) ön­ ce arı alkole daldırılır ve sapın en üst nok­ tası sıvı düzeyine gelene değin safrası ayarlanır: bulunan noktaya 100 bölmesi çizilir. Ardından hacim bakımından °/o 95'lik alkol içeren bir çözeltiye daldırıla­ rak bulunan noktaya 95 yazılır. Bu işlem % 90, 85, 80 vb. alkol taşıyan çözeltiler­ le sürdürülür. Elde edilen aygıt bir alkol -su karışımına daldırıldığında 50 bölümü­ ne değin batıyorsa,karışımın alkol oranı­ nın % 50 olduğu anlaşılır. Ancak sıcaklık 15°C'tan yüksek ya da düşükse bu konu­ da hazırlanmış cetvellerden yararlanarak düzeltme yapılır; cetvel yoksa, 15°C’ın üstündeki her derece için 0,15 eklenir ve altındaki her derece için ise, 0,15 çıkarı­ lır. A L K O L Ö L Ç Ü M a Damıtılmış içkilerin ve şarapların alkol oranını ölçme işlemi. — A N S İK L .



A L K O N . Yun. mit. Giritli okçu. Ustalığıy­



la ünlüdür Herakles'in arkadaşıydı. (ar al - kur, küçük süvari' den,). Büyükayı'nın {yıldızı Mizar*’ın 11'50” üstünde yer alan, 4,2 kadirinde bir yıldızın adı. Bu iki yıldızı çıplak gözle ayırt etme olgusu, çok iyi bir görme keskinli­ ği biçiminde yorumlanır. Uzaklık 80 ly. ALKO R



A LK O T E S T a. (tesc. edil. ad). Kandaki



alkol oranını saptamaya yarayan aygıt. —Ansikl. Alkotestin çalışma ilkesi, kan­ daki alkol yüzdesiyle akciğer peteklerin­ de bulunan havanın alkol yüzdesinin de­ ğişmez oranına dayanır; aygıtın en çok kullanılan modeli, krom oksit içeren bir cam borudan oluşur. Borunun bir ucun­ da test uygulanan kişinin üfleyeceği ağız­ lık, diğer ucunda belli hacimde, saydam, plastik bir torba yer alır. Üflenen havada­ ki alkol oranı ne kadar yüksekse, ayraç o ölçüde net olarak sarıdan yeşile döner ve o oranda daha uzun bir bölgede renk­ lenme görülür. Aygıt ancak litrede 0,80 gramlık alkol oranlarını gösterir; çünkü bu orandan sonra tepkin madde doygunlu­ ğa ulaşır Alkotestleri, düzenli denetim yapan tra­ fik polisleri kullanır. Alkol oranı, Trafik yasası’nda belirtilen bir değerden daha yük­ sekse, sürücü hakkında yasal işlem ya­ pılır ve gerekirse, alkol oranının kan alımıyla saptanması için tıbbi bir merkeze yollanır.



♦ be. içki içmiş olarak: Alkollü araba kullanmak tehlikelidir. —Huk. Alkollü araç sürme, yönet­ melikte belirtilen miktarın üzerinde alkol­ lü içki içerek karayolunda araç kullan­ ma. — A N S İK L . Huk. 2918 sayılı Karayolları Trafik kanunu’nun 48. maddesine göre alkollü araç sürmek yasaktır. Bu yasağa uymayanlar iki bin liradan beş bin liraya kadar hafif para cezası ve on beş gün­ den iki aya kadar hafif hapis cezası, su­ çun tekrar edilmesi halinde beş bin lira­ dan on bin liraya kadar hafif para cezası ve bir aydan üç aya kadar hafif hapis ce­ zası ile cezalandırılırlar ve sürücü belge­ g A L K U Ş A K L I Ö R D E K a. Deniz kı­ yılarındaki sularda, haliçlerde yaşayan, leri bir aydan üç aya kadar geri alınır. kara başlı, kırmızı gagalı ördek. (Kabuk­ • Alkollü içki satışı, 8 haziran 1942 tarih lu hayvanlardan, küçük balıklardan başka ve 4250 sayılı ispirto ve ispirtolu içkiler in­ yosunlarla ve otlarla beslenir. Ilıman hisarı k.’nun değişik 19. maddesine gö­ soğuk Avrasya’nın her yanında yuva ya­ re, bira ve şarap dahil her türlü alkollü iç­ par. Yırtıcı hayvanlardan kaçmak için tüy ki satışı Tekel idaresi’nin iznine bağlıdır. yenilediği yerlere göç eder Bil. a. TadorAynı maddeye göre, alkollü içkileri açık na tadorna; ördekgiller familyası; boy 60 olarak satanlar o yerin en büyük mülki cm; angut, buna yakın, ama iç sulara da­ amirinden, içkili .yerler için aranan izni al­ ha bağımlı bir türdür.) mak zorundadırlar. Öğrenci yurtları, spor kulüpleri, kahvehaneler, pastaneler, A lku şta , A rk u ş ta ya da H a rk u ş ta , halay türü bir erkek oyunu. Doğu ve Gü­ (...) alkollü içki satışı için izin alamazlar. neydoğu Anadolu’da yaygındır. OyuncuRadyo, televizyon ve devlete ait kurum ve



lar iki gruba ayrılıp davul zurna eşliğinde bir tür ritmik dövüş yaparlar. Karşıdakini yıldırmaya yönelik jest ve mimiklerle süs­ lenen, hareketli bir oyundur. Yörelere gö­ re çeşitlemeleri vardır. Güneydoğu Ana­ dolu'da Karakuştane' de denir. ALKYO N a. (yun. söze.). Yun. mit. Yu­ nan efsanelerine göre, Alkyoneus’un kızlarının ya da Alkyone'nın başkalaşımı sonucu oluşmuş efsanevi kuş. ALK YO N E. Yun. mit. Aiolos'un kızı ve Keyks'in karısı.Bu karı -koca.Hera ile Zeus’tan daha mutlu olduklarını söyleme cüretini gösterdiler. Zeus da onları kuş biçimine soktu.(- » A L K Y O N .) ALKYO N d e n izi. Tar. coğ. Eski Yu­ nanlıların Korinthos körfezinin doğu ke­ simine (Boiotia ile Megaris kıyıları arasın­ da) verdikleri ad. ALKYONEUS. Yun. mit. Uranos ile Gala'dan dünyaya gelen dev. Tanrılara, son­ ra da Herakles’e karşı savaştı; Herakles tarafından güçlükle öldürüldü. Kızları bi­ rer alkyon'a dönüştü. ALLA BREVE be. (brevis biçiminde anlamında ital. dey ). Müz. XV. ve XVI. yy.'da birim olarak bir brevis içeren ölçü. (XVII. yy.'dan sonra, alla breve, $ işare­ tiyle gösterildi.) ALLAFRANCESE be. (fransız tarzında anlamında ital. dey.). Fransız müziği üslu­ bu. (Bu üslupta yapıtlar Avrupa'da, XVI. yy.’ın ortalarından sonra çok tutuldu; alla francese canzoniler, uvertürler.) ALLAH a. (ar. allah). 1. Tek tanrılı din­ lerde tarih süreci içinde ortaya çıkan ve evrenin kurucusu, her şeyin yaratıcısı sa­ yılan yüce, aşkın, tek varlık; Tanrı. —2. Allah'ın —ı. tamlanan durumundaki söz­ cüğün anlamını pekiştirir: Allahın güneşin­ de bütün gün tarlada çalıştı. Allahın so­ ğuğu. —3. Allah!. Allahımi. Allah Allahl, hayranlık, şaşkınlık, kızgınlık, çaresizlik, korku vb. ünlemleri: Allah bu ne güzellik! Allahım sen yardım et! Allahım bu ıssız yerde ne yaparım ben! Allah Allah bu da nereden çıktı? jj Allah acısını unutturma­ sın. Allah başka acı göstermesin, Allah ecir sabır versin, ölen bir kimsenin yakın­ larına söylenen başsağlığı sözleri. || Allah adamı, yalan dolan bilmeyen, dünya iş­ lerini önemsemeyip kendini ibadete ve­ ren kişi. |j Allah afiyet versin, bir kimseye sağlık, mutluluk dilemek için söylenir. |j Al­ lah akıl fikir, akıllar versin, bir işin akılsız­ ca yapıldığını belirtmek için söylenir.|| Al­ lah Allah, savaşta müslümanların hücuma kalkarken kullandıkları söz. jj Allah arat­ masın, Allah eksikliğini, yokluğunu gös­ termesin. vermesin, bir şeye ya da bir şe­ yin varlığına şükretmek gerektiğini belir­ ten iyi dilek sözleri, jj Allah artırsın, bir kim­ seye kazancının artmasını dilemek için gerçek olarak ya da şaka yollu söylenir. |j Allah aşkına. Allahını seversen, yalvar­ ma. ant verme, usanç, şaşkınlık vb. belir­ tir: Allah aşkına doğruyu söyle. Allahını seversen söyleme. Allahını seversen dır­ dır/ bırak. Allah aşkına, gerçekten böyle mi yaptın? jj Allah baba. Allah’tan söz ederken kullanılır (tkz.). |j Allah (bir kimse­ yi. bir kimseye) bağışlasın, "Allah ayırma­ sın, elinden almasın” anlamında söylenir: Allah çocuklarını sana bağışlasın. Allah bağışlasın, pek güzel kızınız var. || Allah bahtından güldürsün, evlenecek çağda­ ki kız için söylenen mutluluk dileği.|j Allah bana ben de sana, kendisinden para, mal vb. bir istekte bulunulan bir kimsenin, bu isteği karşılayacak durumda olmadığını belirtmek için söylediği söz. |j Allah bela­ sını versin, Allah kahretsin, bir şeyden, ters bir durumdan yakınmayı, onun kar­ şısında duyulan öfkeyi belirtir. || Allah be­ lasını versin. Allah cezasını versin, verme­ sin, Allah onu kahretsin, Allah canını al­ sın, Allahından bulsun, Allah layığını, müstahakını versin, vermesin, Allah nasıl bilirse öyle yapsın, bir kimseye duyulan kızgınlık, öfke nefret vb. nedeniyle söyle­



nen ilenme deyimleri. j| Allah bereket ver­ sin. bir kimseye kazancının artması için söylenen iyi dilek sözü. |j Allah (bin bin) bereket versin. Allaha (bin) şükür, Allaha hamd olsun, Allah Halil İbrahim bereketi versin kazançtan ya da yemekten hoş­ nutluğu belirten dua sözleri. |j Allah bete­ rinden saklasın, bir yıkım karşısında söy­ lenen avutma sözü. |j Allah bilir, kesin ol­ mayan, kuşkulu bir durumu belirtir. || Al­ lah bilir, biliyor ya. anlatılan şeyi güçlen­ dirmek için söylenir. |j Allah bir, söz bir Al­ lah bir. yemin sözleri. ||Allah bir yastıkta kocatsın, yeni evlilere birlikte geçecek bir ömür dilemek için söylenen söz. |jAllah büyüktür, kadirdir. Allah kerim. Allahın gücüne inanarak yazgıya boyun eğildiği­ ni belirtir, jj Allah derim, bir durum ya da bir davranışla ilgili sorulan “ ne dersin” so­ rusuna karşılık olarak "söyleyecek söz yok" ya da "söz söylenemeyecek kadar iy i" anlamında söylenir, jj Allah dert verip derman aratmasın. "Allah çaresi olmayan durumlara düşürmesin" anlamında söy­ lenen iyi dilek sözü. |l Allah dört gözden ayırmasın, çocuğun annesiz babasız kal­ mamasını dilemek için söylenen söz. ||A/lah düşmanıma vermesin, göstermesin, bir durumun kötülüğünü vurgulamak için söylenir. |\Allah emeklerini eline vermesin, çalışmaların boşa gitmemesi dileğiyle söylenen söz. |j Allah esirgesin, korusun, saklasın, göstermesin, etmesin, vermesin, kötülüklerden korunmak, uzak kalmak, kötülükleri kovmak için söylenen söz. || Al­ lah evi, Allahın evi, kâbe, cami, mescit. |j Allah geçinden versin, bir kimseden söz ederken "çok yaşa" anlamında söylenen iyi dilek sözü. |j Allah hakkı için, ant içmek ya da ant verdirmek için söylenir: Bildik­ lerinizi Allah hakkı için söyleyin, jj Allah ha­ yırlı. uğurlu etsin, Allah mübarek etsin, başlanan bir iş, alınan bir şey için söyle­ nen iyi dilek sözü: Demek o evi aldınız, Allah hayırlı uğurlu etsin; uygun görülme­ yen bir durum karşısında alay yollu söy­ lenir: Sonunda onunla mı evlenmiş? Al­ lah hayırlı etsin. || Allah herkesin gönlüne göre versin, arzuların gerçekleşmesi için söylenen iyi dilek sözü, jjAllah ıslah et­ sin.kötü yolda olan kimse için söylenir. || Allah için. Allah var, Allahı var, doğrusu, gerçeği söylemek gerekirse: Allah için il­ ginç bir adam. Allah var, bugüne kadar hiçbir kötülüğünü görmedim. |j Allah iki iyi­ likten birisin versin, hasta bir kimseden söz ederken ya iyileşsin ya da ölüp kur­ tulsun anlamında söylenir. |j Allah imdat, yardım eylesin, Allah yardımcın olsun, bir kimseye güç, kuvvet dilemek için söyle­ nen söz.jj Allah (seni, sizi) inandırsın, ina­ nılması güç bir sözün doğruluğunu pekiş­ tirmek için ant yerine söylenir. || Allah in­ sanın aidini alacağına canını alsın, delili­ ğin ölümden bile kötü bir şey olduğunu belirten söz. j| Allah iyiliğini, layığını, müs­ tahak/m versin, hoş olmayan ya da şaşır­ tıcı bir davranışta bulunan kimseye kızgın­ lıkla ya da şaka yollu söylenir. || Allah ka­ bul etsin, hayır ya da sevap sayılan bir işi yapan kimseye söylenen iyi dilek sözü. || Allah kavuştursun, yakınından ayrılan bir kimseye yine birlikte olmaları dileğinde bulunmak için söylenir. |j Allah kazadan heladan esirgesin, saklasın, Allahın bir kimseyi bütün kötülüklerden koruması için söylenen iyi dilek sözü. || Allah kısmet, nasip ederse, Allahın izniyle, Allah ister­ se, hiçbir engel çıkmazsa. || Allah kolay­ lık versin, bir iş yapmakta olan bir kimse­ ye söylenen nezaket sözü. || Allah kurtar­ sın, zor bir durumda olanlar ya da ağır hastalar için söylenir. |j Allah kuru iftiradan saklasın, bir suçlamanın gerçekle ilgisi bulunmadığını belirtmek için söylenir. |j Al­ lah manda şifalığı versin, çok yemek ye­ melerine karşın doymayanlar için şaka yollu söylenir. |) Allah (bir şeyi, bir kimse­ yi) nazardan korusun, esirgesin, saklasın, "Allah o şeyi ya da kimseyi kimi bakışla­ rın çarpıcı, öldürücü, yok edici etkisinden uzak tutsun" anlamında söylenir. Jj Allah ne verdiyse, "yiyecek olarak ne varsa, ne



bulunursa" anlamında söylenir: Bize gi­ deriz. acı tatlı Allah ne verdiyse yeriz. || Al­ lah onu başımızdan eksik etmesin, bir kimsenin daha uzun yıllar yaşaması iste­ ğim belirtir. || Allah ömürler versin, saygı gösteren birine yaptığı bir iyilikten ötürü, "uzun yaşa" anlamında söylenen teşek­ kür sözü: Allah ömürler versin, bu yardı­ mınızı unutmayacağız, jj Allah övmüş de yaratmış, Allah boş vaktinde yaratmış, bir kimsenin güzelliğini vurgulamak için söy­ lenir. || Allah rahatlık versin, yatmaya gi­ derken söylenen söz. || Allah (gam gani) rahmet etsin, eylesin, Allah takrisatını af­ fetsin. ölen bir kimsenin ardından ya da o kimseyi anarken söylenen iyi dilek söz­ leri. || Allah (senden) razı, hoşnut olsun, yapılan bir iyiliğe karşı, Allah iyiliğini, hoş­ görüsünü senden esirgemesin anlamın­ da söylenir. j| Allah rızası için, yalvarma sözü: Allah rızası için birkaç kuruş verin. Allah rızası için şu radyoyu kapat; bir kar­ şılık beklemeden: istemem, ben onu Al­ lah rızası için verdim. || Allah sabır versin, zor durumda olan bir kimseye dayanma gücü dilemek için söylenir. || Allah sela­ met versin, yolculuğa çıkanlara söylenir: Allah selamet versin, güle güle gidin; uzakta bulunan tanıdık bir kimseden söz ederken söylenir: Allah selamet versin, oraya dayımla giderdik; birinden olumsuz bir şekilde söz ederken söylenen giriş sö­ zü: Allah selamet versin son zamanlarda içkiye vurmuştu; "keyfin bilir, gidersen git," anlamında söylenir: Allah selamet versin, yol önünde. || Allah son günlüğü versin, yaşlılık günlerinin dertsiz, sıkıntısız yaşanması dileğini belirtir. |j Allah sonu­ nu, encamını, akıbetini hayretsin, hayreylesin, hayreyleye, sonucundan kuşku du­ yulan ya da iyi bitmeyecekmiş gibi gözü­ ken işler için söylenir, jj Allah söylese, ke­ sinlikle: Allah söylese yine yapamam, jj Al­ lah şaşırtmasın, Allah doğru yoldan ayır­ masın, nitelikleri, davranışları beğeniyle, övgüyle karşılanan bir kimsenin bu özel­ liklerini yitirmemesini dilemek için söyle­ nir. || Allah şifalar versin, hasta bir kimse­ ye söylenen sağlık dileği. |j Allah taksimi, payı, eşitlik düşünülmeden yapılan pay­ laştırma. jj Allah tamamına erdirsin, eriş­ tirsin, bir iş ya da olaydan söz ederken olumlu biçimde sonuçlanması dileğini be­ lirtir. jj Allah utandırmasın, bir işe başla­ ma hazırlığı içinde olanlara söylenen ba­ şarı dileği sözü. || Allah vere de, dilerim ki. |j Allah vergisi, doğuştan gelen yete,nek, özellik, j Allah versin, bir kimsenin ka­ zancından, durumundan vb. duyulan se­ vinci belirtmek için, kimi zaman da takıl­ ma yollu söylenir: Allah versin, yazlık da almışsınız; dilenciyi savmak için söylenir: Haydi Allah versin, başka kapıya. ||"Al­ lah yapısı, insan eliyle yapılmayan: Bo­ zuldu işte, Allah yapısı değil ya. || Allah ya­ rattı dememek, acımasızca dövüp hırpa­ lamak, cezalandırmak. |j Allah yazdıysa bozsun, olması istenmeyen bir durum ya da olay için söylenir. || Allah yıldız barışıklığı versin, iki kişinin iyi geçinmele­ ri için söylenen iyi dilek sözü. |j Allah yolu. Allah’ın buyrukları, dinsel ödevler: Sonunda dünya işlerinden el çekip Allah yoluna döndü. |JAllah yürü ya kulum de­ yince, demiş, kısa zamanda zengin olan­ lar ya da mesleğinde yükselenler için söy­ lenir. |j Allah ziyade etsin, ağırlamadan sonra ev sahibine teşekkür için söyle­ nen iyi dilek sözü. |j Allaha bir can bor­ cu var, borçsuz ve kimseden çekinme­ si yok. jj Allaha emanet, birini överken söylenir: Allaha emanet, çok akıllı bir ço­ cuk. jj Allaha emanet ol, olun, esenle­ me ve vedalaşma sözü. |j Allaha yalvar, bir kimsenin, kendi hatası yüzünden zor­ da kalan ve bundan yakınan bir kimseye, yardım etmeyeceğini belirtmek için söy­ lediği söz. |j Allahı çok insanı az bir yer, ıssız, sessiz yer. || Allahın belası, cezası, insanı zor durumda bırakan kimse, şey, durum için söylenir. || Allahın bildiği­ ni kuldan ne saklayayım, bir durumu gizlemeye gerek olmadığını vurgulamak



için söylenir. || Allahın binasını yıkmak, kendini ya da başkasını öldürmek. || Alla­ hın emanetini geri alması, Allahın emri, ölüm için söylenen sözler.|| Allahın emriy­ le, peygamberin kavliyle, kız istenirken er­ kek tarafının söylediği söz. || Allahın günü, bir şeyin bıkkınlık verecek kadar sık oldu­ ğunu belirten söz. || Allahın hışmına gel­ mek, Allahın gazabına uğramak, çok üzüntü ve sıkıntı veren bir duruma düşmek. || Allahın hikmeti, nedeni anlaşılıp açıklanamayan, şaşkınlık uyandıran şeyler için söylenir. || Allahın indinde, Allahın yanında, huzurunda. || Allahın işine bak, bir iş ya da olayın gidişinde şaşılacak bir değişme olduğu zaman söy­ lenir: Allahın işine bakın, biz adam ölecek derken o bizden sağlam çıktı. || Allahın işine karışılmaz, yazgıya karşı çıkı­ lamayacağını belirtmek için söylenir. || Allahın kulu, kimse, insan. || Allahın nimeti, Tanrının verdiği yiyecekler. || Allahın tak­ diri, yazgı, kader.'|| Allahına kavuşmak, Allahın davetine icabet etmek, Allahın rahmetine kavuşmak, ölmek. || Allahından bulsun, bir kimsenin kendisine kötülüğü dokunan birisi için söylediği ilenme sözü. || Allahını seven tutmasın, engel olmayın, bırakın. || Allahtan, doğuştan, yaradılıştan: Saçları Allahtan kıvırcık. || Allahtan (ki), “ iyi ki, bereket versin" anlamında hoşnutluk belirtir: Allahtan yanıma bol para almışım, yoksa aç kalacaktım. || Allahtan kork, "yazıktır, utanman gerekir” , anlamında kullanılır: Allahtan kork, bu kış gününde kedicik sokağa atılır mı? || Allahtan kork­ maz, acımasız, insafsız: Hey Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz. || Allahtan umut kesilmez, ağır hasta biri için "iyileşebilir” anlamında söylenen iyi dilek sözü. —Folk. Allah kerim yeri, eski türk kahve­ lerinde, yoksulların para vermeden otu­ rup yattıkları yer ya da sayvan. —İsi. huk. Allah hakları -> HUKUKULLAH. A L L A H , kendisinin dışındaki tüm varlıkların yaratıcısı, ilk nedeni ve yöneti­ cisinin İslam dinindeki özel adı; bu yara­ tıcının "güzel adları" (el-esmâ ül-hüsnâ) içinde en kapsamlısı ve en çok kullanılanı. Kuran'da en çok (2 819 kez) geçen sözcük olan "A lla h " adı, yalnız müslümanlarca kullanılır ve Vacib ül - vücüd(varlığı zorunlu) sayılan Yüce Varlık'ı bütün öteki ad ve sıfatlarıyla be­ lirler. "Allah" adının arapça "ilah” yada "lah" köklerinden türetilmiş olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, ibranice, aramca ya da süryaniceden geldiğini öne sürenler de olmuştur. Zümer suresinin 3. ayetinden, Cahiliye (İslam öncesi) Arapları'nın "Allah” adını kullandıkları, O’na inandıkları ve O’na yaklaşmalarına yardımcı olacağı umuduyla putlara tap­ tıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca putperest Araplar’ın, Allah'ın yaratıcılığına ve kud­ retiyle varlıklara hayat verdiğine inandık­ larını, darda kaldıklarında O'na sığındık­ larını bildiren daha başka ayetler vardır. Ancak, “ Allah" kavramı yaratıcılık, yöne­ ticilik, eşsizlik, varlığının sürekliliği ve sınırsızlığı gibi içerikleri en ileri biçimde İs­ lam dininde kazandı. Kuran, putperest Araplar’a "m üşrikler" (Allah'a ortak koşanlar) diye çıkışırken, hıristiyanları “ İsa Allah'ın oğludur” ; "Allah üç’ün üçüncüSüdür” (V, 73 ; IX, 30); yahudileri de “ Üzeyir Allah'ın oğludur" (IX, 30) dedik­ leri için eleştirir. Kuran'da “ Allah” kavramı, bilgi ve düşünce düzeyi ne olursa olsun, her insanın kavrayabileceği sadelikte sunul­ muştur: "De ki o Allah tek’tir. O, bütün varlıkların kendisine sığındığı Allah'tır. Ne doğurmuş ne de doğurulmuştur. Hiçbir varlık O'nun dengi değildir" (CXII, 1-4). “ Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı teş­ bih eder. O, şeref ve hikmet sahibidir; göklerin ve yerin hâkimiyeti O'na aittir. O yaşatır ve öldürür; O'nun her şeye gücü yeter, ilk ve son O’dur, gizli ve açık O’ dur. O her şeyi hakkıyla bilir" (LVII.1-3). "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (VI,103).



“ Doğu da batı da Allah’ındır” (11,155). "Bilin ki Allah her şeyi kuşatmıştır" (XU,54). "(Ey Muhammet!) kullarım sana beni sorarfarsa söyle onlara: Ben gerçek­ ten yakınım. Bana dua ettiğinde dua ede­ nin yakarışına karşılık veririm. Bu yüzden, insanlar iyiliğe ulaşmayı umuyorlarsa, benden dilekte bulunsunlar ve bana inansınlar" (11,186). "O gözleri bildiği hal­ de gözler O'na erişemez. O çok cömerttir ve her şeyden haberdardır” (VI,103). Kuran’ın bu öğretilerine dayanan müs­ lümanlar için Allah vardır, bir’dir. Zatı, sıfatları ve fiilleri ile ezeli ve ebedidir. Yaratılmışların hiçbirine benzemez. Başka hiçbir varlıktan güç almaksızın kendiliğin­ den vardır; buna karşılık her şey O'na muhtaçtır. Cansız ve bilinçsiz bir varlık değildir. Bilgisi her şeyi kuşatmıştır; her şeyi duyar ve görür; harf, sözcük ve se­ se gereksinme duymaksızın bizim bilme­ diğimiz bir içerikte konuşur. En güzel ad ve sıfatlar O'nundur; bütün kusurlardan arınmıştır. Rahmeti ve şefkati her şeyi kuşatmıştır; ancak azabı da çok çetindir. Hiç kimseye hiçbir biçimde zulmetmez. O'nun Kuran'da bildirdiği peygamberler, kitaplar ve bunlar aracılığıyla insanlığa duyurmuş olduğu bütün bilgiler haktır, doğrudur. Buyurdukları, iyi ve yararlı; yasakladıkları kötü ve zararlıdır. O'nunla kulları arasına hiçbir varlık giremez. Allah hakkındaki bu inançlarıyla müslümanlar, yalnızca her türlü inkârcı düşüncelerden ayrılmakla kalmaz, aynı zamanda Allah'ın zat ve sıfatlarının kutsallığını, eşsizliğini ve sürekliliğini ze­ deleyen bütün dinsel ve felsefi sistemleri reddederler. İslam kelam biliminde Allah’ın, Kuran’ da ve hadislerde bildirilen sıfatları, genel­ lik le . a n la m a kolaylığı sağlamak için dört kategoride incelenir: I- Selbi sıfatlar. İçerikleri olumsuz ola­ rak da anlatılabilen bu sıfatların başlıcaları vücut, kıdem, baka, vahdaniyet, muhalefetün li'l-havadis ve kıyam bi-nefsih terim­ leriyle anlatılır. Vücut, Allah'ın varlığını, yok olmadığını dile getiren bir sıfattır. Al­ lah "Vacib ül-vücud” dur (varlığı zorunlu). Bunun karşıtı "mümkin ül-vücud"dur (varlığı zorunsuz) ve Allah’ın dışındaki tüm öteki varlıklar için kullanılır. Varlığı başlangıçsız ve öncesiz olmak anlamına gelen kıdem sıfatı, Allah’ın varlığının tüm öteki şeylerin varlığından önce geldiğini dile getirir. Çünkü O, her şeyin nedeni, yaratıcısıdır. Zaman kavramını oluşturan olayların yaratıcısı olduğu için O, zamanüstü yani ezelidir. Bu anlamda olmak üzere Kuran'da "O ilktir, sondur, açık O' dur, gizli O'dur; O, her şeyi çok iyi bilendir” (LVII.1-3) buyurulmuştur. Baka sıfatı, varlığı sonsuz olmak demektir ve Allah’ın yok olacağı bir zamanın düşünü­ lemeyeceğini anlatır. "Tüm dünyadakiler yok olur, ululuk ve ikram sahibi Rabbinin varlığı sürekli kalır” (LV,26-27). Vahdani­ yet, Allah'ın birliğini anlatan sıfattır. Allah'ın birliği inancı, İslam dininin en başta gelen ilkesidir ve Kelime-i tevhid (La ilahe illa lla h ) ile bu inanç içten benimsenmedikçe müslüman olunmaz. "De ki Allah birdir” (LXII,1); "Tanrı'nız bir tek Tanrı’dır” (11,163). Sonradan olmuş varlıklara benzememek anlamına gelen muhalefetün li’l-havadis sıfatı, Allah’ın, zat ve sıfatları yönünden başka hiçbir varlığa denk ve eş tutulamayacağını belirtir. "O ’na benzeyecek hiçbir şey yoktur; O her şeyi işitendir, görendir" (XLII,11). Kıyam bi-nefsihi ise Allah'ın kendi başına var olması, varlığının başka hiçbir şeye gereksinme duymaması demektir. “ Allah sameddir (hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şeyin kendisine gereksinme duyduğu)" (CXII,2). II-Zati sıfatlar. Allah’ın ezelden sahip bulunduğu bu sıfatların başlıcaları kelam kitaplarında şöyle sıralanır: hayat, ilim, sem’, basar, kudret, kelam, irade. Diri ol­ mak anlamına gelen hayat sıfatı, Kuran’ da geçen “ O, diridir, ölmez” (XXV,58)



anlamındaki ayetle gösterilmiştir. Yine Ku­ ran'da “ alîm", “ allâm” , "âlim” gibi söz­ cüklerle sık sık dile getirilen ilim sıfatı, İs­ lam kelam biliminin ağırlıklı konularından biri olmuştur. Bu durum, ilim sıfatının ila­ hi yetkinliğin bir gereği olmasından, ayrı­ ca Allah-insan ilişkisindeki etkisinden ile­ ri gelir. Kuran’da şöyle denilir: "Gaybın anahtarı O'ndadır; bunları O’ndan başka­ sı bilemez. O, karada ve denizde olanları da bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir ta­ ne, yaş kuru her şey açık seçik bir kitap­ ta yazılıdır" (VI,59). Sem’ (işitmek) ve ba­ sar (görmek), Kuran'da "semiun basir” (işiten ve gören) biçiminde sık sık geçer. Kudret sıfatı da daha ço k' Allah her şeye kadir (gücü yeten)dir" cümlesiyle sık yinelenen b'ir sıfattır. “ Allah Musa’ya apa­ çık konuştu" (IV,164) anlamındaki ayet­ te Allah, kelam (konuşma) sıfatı ile nitelenmiştir. O, her türlü bilgileri, buyruk ve yasakları dolaylı ya da dolaysız olarak kullarına, peygamberlerine bu sıfatıyla duyurur. Kuran da O’nun kelamıdır (Kelamullah). İslam kelam biliminde Kelamullah’ın (Kuran) mahluk (yaratılmış) olup olmadığı sorunu, en ateşli tartışma konu­ larından birini oluşturmuş; İslam rasyona­ listleri diye adlandırılan mutezile Kuran'ın yaratılmış olduğunu ileri sürerken, hanbeli-selefi bilim adamları Kutsal Kitap’ın, sözcük ve harflerine varıncaya kadar ezeli olduğunu savunmuşlardır. Ek­ lektik (uzlaştırıcı) bir yöntem izleyen Ehl-i sünnet'e (Eş’ariler ve Matüridiler) göre ise, Kuran "kelam-ı lafzi" (mushaf, yazı, sözcük, harf vb.) olarak yaratılmış; “ kelam-ı nefsi” (mana ve içerik) olarak kadim ve ezelidir. Bu tartışmalar bir yana, bütün müslümanlar, Kelamullah'ın kutsallığına gölge düşürebilecek ve onurunu kırabi­ lecek her türlü düşünce ve davranışı hem Kelamullah’a hem de Allah'ın kendisine karşı saygısızlık kabul etmiş ve bundan titizlikle kaçınmışlardır, irade (dilemek) ise, Allah’ın, tüm işlerinde kesinlikle bağımsız ve özgür olması biçiminde anlaşılan zati sıfattır. Kuran’da “ Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz (ya da sizin istemeniz bir sonuç getirmez)” denilerek, insanın bü­ tün yapıp etmeleri O'nun dilemesine bağ­ lanmış; bu ve benzeri ayetler kelam bili­ minde Allah’ın iradesi (irade-i külli­ ye)/ insanın iradesi (irade-i cüz’iyye)ikileminde ciddi tartışmalara yol açmıştır. An­ cak, kuramsal tartışmalar ne yönde geli­ şirse gelişsin, tarih boyunca müslümanların inancında Allah, sınırsız bilgisi, gücü ve iradesiyle bütün âlemin, bu arada in­ sanın bütün eylemlerinin ortaksız yaratı­ cısıdır. \\\-FİİIİsıfatlar. Allah'ın işlerini, etkilerini belirten sıfatlardır. "O, her an faaliyette­ dir" (LV.29); “ dilediğini yapandır” (LXXXV,16). Kelam kitaplarında yer alan fiili sıfatların başlıcaları şunlardır: halk (ya­ ratma), terzik (rızık verme, barındırma), ih­ ya (yaşatma), imate (öldürme), inşa (ilk ya­ ratma), ibda (eşsiz yaratma), ifna (yok et­ me), inma (büyütme), tasvir (biçim ver­ me). IV-Haberi sıfatlar. Kuran’ın bazı müteşabih (ilk bakışta anlamları kavranama­ yan) ayetlerinde ve hadislerde geçen "yedullah" (Allah’ın eli), "vechullah" (Al­ lah'ın yüzü), "rahm et" (acıma), "gazap" (öfkelenme), "kabza" (yakalama), "cenbullah” (Allah’ın yanı) gibi sözlük anlamlarıyla maddi ve beşeri nitelikleri hatırlatan sıfatlardır. Bunlar selef denilen ilk İslam bilginlerince, maddi manada an­ laşılmamakla birlikte tevilde edilmeyerek;” bu sıfatlarla Allah ve Peygamber ne kasdettilerse odur” denilmiştir. Bu arada mücessime ya da müşebbihe denilen azınlıktaki bazı kelamcılar, bu sıfatlardan hareketle, antropomorfist (insanbiçimci) bir Tanrı anlayışını savunmuşlardır. Daha sonraki kelam bilginleri (müteahhirun) ise, habe­ ri sıfatların yorumu konusundaki suskun­ luğun halk inancında Allah'ın cisim kabul edilmesi (tecsim) ve yaratılmışlara benze-



alla turca tilmesine (teşbih) yol açabileceği kaygısıy­ la bu sıfatları, arap dilinin kuralları çerçevesinde tevil etme gereğini duymuş­ lardır. A LLA H K U LU HAM (? 1842), Hive hanı (1825-1842). Mehmet Rahim Han'ın oğlu ve ardılı. Ülkesinin sınırlarını genişletti. Eski Ürgenç kentini yeniden bayındır kıldı. Bilginleri korudu, onları türkçe eserler yazmaya özendirdi. Döne­ min bilginlerinden Agahi, onun adına Rivazüddevle adıyla bir Hive tarihi yazdı. A L L Â H A B A D , esk. Illahâbâd, Hindis­ tan’da (Uttar Pradeş) kent, Ganj ve Yamuna ırmaklarının kavşağında 642 000 nüf. Demiryolu kenti ikiye böler: K.'de, Avrupa görünümlü semtler; G.’de, Ekber kalesinin eteklerinde uzanan, dar sokaklı asıl kent; 1583’te yapılan Ekber kalesin­ de yaklaşık İ.Û. 242’de Kosam’dan (Kauşambi) getirilerek dikilen kumtaşından bir Aşoka sütunu yükselir (12 m). Allahâbâd, eski dinsel işlevini de sürdüren bir ticaret (tarım ürünleri) mer­ kezidir. Kentte birkaç sanayi teşisi vardır. —Tar. Kent, eski Hindu kenti Prayag’ın yerinde yükselir. Her yıl ve her on iki yılda bir sırasıyla Magha Mela ve Kumbha Mela bayramlarında ziyaret edilen bir kutsal yerdir. 1194’te müslümanların, 1801'de Ingilizler’in eline geçti, ingilizler, kenti tah­ kim ettiler. 1857’de sipahilerce kuşatıldı. 1901-1949 arasında Birleşik Eyaletlerin (United Provinces) başkenti oldu. ALLAH AISM ARLADIK ünl Bir kimse den ayrılırken, ayrılanın söylediği esenle­ me sözü. A lla h ın K ılıcı, Hz. A li’nin’ lakapların­ dan biri (Seyfullah). A LLAH LIK sıf. Tkz. 1. Kimseye zararı dokunmayan, ama kendisinden hiçbir iş de umulmayan kimse için kullanılır; saf, budala: Allahtık bir adam. —2. Sonucun­ dan ümit kesilen, Allah’a bırakılan bir iş, kendi haline terk edilmiş kötü durumdaki şey için kullanılır: Allahtık bir dava. Allahtık bir karar. Allahlık bir. otel. ALLAH SIZ sıf ve a. 1. Tanrı’nın varlığına inanmayan kimse için kullanılır. —2. insafsız, vicdansız: A llahsız, kadıncağıza etmediğini koymadı. ALLAHUALEM cüm. (ar. allahu adem). Esk. 1. Allah bilicidir, Allah her şeyi bilir. —2. Yanılmıyorsam, kanımca anlamında kullanılır. ALLAHUEKBER cüm. (ar. 'allah ve ekbenden rallâhüekber). Tanrı en büyüktür, uluların ulusudur. ALLAHUEKBER d a ğ la rı, K.-D. Ana dolu platoları üzerinde yükselen dağ sı­ rası (3 120 m). Sarıkamış kuzeyinde G.-B.-K.-D.doğrultusunda uzanır. ALLAH UTAÂLÂ a. (ar. allahu ta'alâ). Esk. Yüce Tanrı, ulu Tanrı. ALLAH YAR , orta âsyalı türk tasavvuf şairi (Mingler köyü, Semerkand, XVII. yy.). Buhara’daki Şeyhler mektebi ve dergâ­ hında eğitim gördü. Buhara emirliği gümrük idaresinde çalıştı, nakşibendi tarikatı şeyhi oldu. Tasavvuf felsefesini halkın anlayacağı dil ve düzeyle konu edi­ nen yapıtlar yazdı: Murad ül-ârifîn, Tuhfet ül-talibîn, Meslek ül-muttakîn. Sebat ül -âcizfn. Yalın dili,canlı üslubu dolayısıyla yapıtları tekke ve evlerde yaygın olarak okundu. Sebat ül-âcizîn XIX. yy. ve XX. yy. başlarında Taşkent, Baku ve Kazan’ da birkaç kez basıldı. A LLA İN (Marcel), fransız yazar (Paris 1885 - Saint - Germain -en- Laye 1969). Hukuk öğrenimi gördükten sonra Pierre Souvestre’in yanında gazeteciliğe başladı (1874-1914). Onunla birlikte l’Auto dergi­ sinde bir tefrika roman yayımladı (1909). Daha sonra 1911’de yine Souvestre ile birlikte, ’’Fant6mas” yı yarattı. Gerçek­ üstümler tarafından çok beğenilen ve ka­ ra roman ile polisiye roman tarzını



birleştiren Fantömas’nın serüvenleri, bir dizi hikâye olarak yayımlandı. ALLAİS (Alphonse), fransız yazar (Honfieur 1854 - Paris 1905). Chat-Noir’ın kurucularından. Öykülerinde (/e Parapluie de Tescouade, 1894; TAffaire Blaireau, 1899; le Captain Cap, 1902) ve oyunlarında (le Pauvre Bougre et le Bon Genie, 1899) saçmalık ve aldatmacaya dayalı özel bir güldürü türü yarattı. A LLAİS (Maurice), fransız mühendis ve iktisatçı (Paris 1911). CNRS’de (Bilimsel araştırmalar ulusal merkezi) müdürlük ve Paris madencilik ulusal yüksekokulu’nda profesörlük yaptı; matematiksel iktisadın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Libe­ ral eğilimli bir iktisatçı olarak, genel ikti­ sadi denge, sermaye kuramı, rastlantısal seçimler, para ve kredi konularına önemli katkılarda bulundu. Para talebi ve faiz haddi konusundaki kuramını temellendi­ ren bazı kavramlar —“ unutma haddi” , “ psikolojik zaman" ve "psikolojik genişleme katsayısı" gibi- ortaya attı. Beüi başlı yapıtları: la L ib e ra lis a tio n d e s re la tio n s



e c o n o m iq u e s in te rn a tio n a le s (1972), l'im p ö t s u r le C a pital e t la re fo rm e m o n e ta ire (1977). 1988’de No-



bel ekonomi ödülünü aldı. A L A İS (Emile), fransız kayakçı (Megeve



1912). Çok iyi bir tekniği olan Allais, 1937’de iniş, slalom ve kombinede dünya şampiyonluğunu kazandı. A L L A K sıf. (ar. 'allak). Esk. Dönek, al­



datıcı, sözünde durmaz. A L L A K B U L L A K sıf. 1. Ruhsal, zihin­



sel karışıklığı yansıtan yüz ifadesi; düzeni, uyumu bozulmuş yer, şey için kullanılır: Sınavdan allak bullak bir yüzle çıktı. Or­ talık allak bullaktı. —2. Bir yeri, bir ortamı allak bullak etmek, oradaki eşyaları altüst etmek ya da var olan uyumu, düzeni yok etmek, karıştırmak: Polis, arama sırasında bütün evi allak bullak etti. Bir geldi, ortalığı allak bullak etti gitti. —3. Bir şeyi (eyle­ mi, durumu, zamanı, vb.) allak bullak et­ mek, onda düzensizliğe, karışıklığa yol açmak; altüst etmek, karmakarışık etmek: Freni patlayan kamyon trafiği allak bullak etti. Yaşamımı-allak bullak eden bir olay. Bu yeni düzenleme yaz programımı allak bullak edecek. —A. Bir kimseyi, zihnini, kafasını allak bullak etmek, onu sarsmak, ruhsal dengesini, düşüncelerinin akışını bozmak, düşüncelerine bulanıklık, karışık­ lık getirmek; karmakarışık etmek, altüst et­ mek: Ölüm haberi beni allak bullak etti. Kafamı allak bullak eden bir kitap. —5. Midesini, içini allak bullak etmek, midesi­ ni bulandırmak. —6. Allak bullak olmak, karmakarışık duruma gelmek, altüst ol­ mak, midesi bozulmak: Her taraf allak bullak oldu. Program değişirse çalışma saatlerim de allak bullak olur. Ölüm ha­ berini duyunca allak bulak oldu. Otobüs­ te, sarsıntıdan midem allak bullak oldu. ♦ be. Allak bullak olarak: Toplantıdan allak bullak çıktım. A L L A L E L-F A S İ, faslı siyaset adamı ve



yazar (Fez 1906’ya doğr. - Bükreş 1974). İstiklal* partisi’nin kurucusudur. 1937’de Gabon’a sürüldü, 1946’da Fas’a geri döndü. Daha sonra Kahire’ye göç etti ve orada Kuzey Afrika kurtuluş komitesi içinde yer aldı. Tetuan’da, Fas Ulusal cephesi’nin kuruluşuna katıldı (1951). 1953’te Fas’a kesin dönüş yaptı; önce Kuruou meclis başkanı (1961) ve ardın­ dan, İslam işleri bakanı oldu (1962). 1946’dan ölene dek İstiklal e başkanlık et­ ti. Şiirlerinde, 1933’ten başlayarak gele­ neksel lirizm kurallarına karşı çıktı. Mu­ hammet Abduh’tan esinlendiği deneme­ lerinde, Batı’nin basit bir kopyası olmamasını savunduğu arap dünyasının düşünsel ve toplumsal yenileniş ilkelerini ortaya koymaya çalıştı (En-Nakd üz-zati [özeleştiri], 1952).



ALLAM sıf. (ar. h'/m; bilmek’ten "allam). Esk. 1. Her şeyi bilen anlamında Tanrı’yı nitelemek için kullanılır: Tanrı allam u hakimdir. —2. Allam ül-guyub, bütün giz­ liliklerden haberi olan, Tanrı.



4 0 3



A L L A M A PRABHU, kannara dilinde



yazan hintli şair ve mistik (XII. yy.). Başlıca yapıtı Sunyasampadan, simgesel bir dil­ le (vakana üslubu) yazılmış bir diyaloglar dizisidir. A L L A M A K g. f. 1. Yörs. Bir şeyi alla­ mak, onu kırmızıya boyamak. —2. Bir şeyi, bir kimseyi allayıp pullamak, onu güzel göstermek için süslemek. allanmak dönşl. f. 1. Kızarmak, kırmızıya dönüşmek: "Güneş doğar iken allanır dağlar / Yeşil ipeklere boyanır dağ­ la r" (bir türküden). —2, Allanıp pullan­ mak, süslenmek. A L L A M E sıf. ve a. (ar. "allam’ın dişi. "allame). Her alanda geniş ve derin bilgi­ si olan: Bunu söylemek için allame olmak gerekmez. ALLAM ELİK a. 1. Allame olma duru­ mu. —2. Allamelik etmek, hiçbir şey bilmediği halde her şeyi bilir gözükmeye çalışmak: Bir de allamelik edince tepem attı, bilgisizliğini yüzüne vurdum. A li- A m e ric a n k a n a lı, Güney Kalifor­ niya'da (ABD), büyük sulama kanalı; Co­ lorado ırmağının sularıyla beslenir.







M*"* ,r



,’ '



A L L A N (David), iskoçyalı ressam (Alloa



1744 - Edinburgh 1796). Portreleri ve gündelik yaşamı canlandıran tabloları, ona İSK O ÇY A ’ NIN H O G A R TH ’ l lakabını ka­ zandırdı. Resmin kökeni adlı tablosu ünlüdür (Edinburgh müzesi). A L L A N (VVİlliam), İngiliz sendikacı (Dundee 1837- ay. y. 1903). Makine sanayi işçileri sendikası’nın lideri olarak, XIX. yy.’ın ikinci yarısında sendikacılığın yeni­ den örgütlenmesinde önemli rol oynadı. A L L A N (Maud), kanadalı kadın dansçı



(Toronto 1883 - Los Angeles 1956). Mü­ zik öğrenimi gördü ve serbest dansın ateşli bir savunucusu oldu, ilk kez Viyana’da sahneye çıktı (1903). Chopin, Mendelssohn, R. Strauss ve Grieg’in bestele­ rinden esinlenerek hazırladığı dansları, uluslararası turnelerde oynadı. Londra' ya yerleşti (1928) ve bundan sonra yal­ nızca öğretmenlik yaptı. My Life and Dancing adlı bir yapıtı vardır (1908). A LLAN İT a. (İngiliz mineraloji uzmanı Thomas Allan'dan [1777-1833], fr. allanite). Miner. Karmaşık kimyasal bileşimli ve monoklinik bakışımlı doğal silikat; alümin­ yumla birlikte demir, magnezyum, kalsi­ yum. seryum, lantan, neodimyum ve praseodimyum içerir. (Eşanl. ORTİT.) ALLAN M AK -



A LLA M A K .



 L L A N T E a. Larvası çeşitli bitkilerin



yapraklarını kemiren kısa duyargalı tes­ tere sineği. (Zarkanatlılar takımı, yaprakarısıgiller familyası.) A L L A P O LA C C A a. (Polonya ‘ya özgü



anlamında ital. dey.). Polonya müziğinde bir usul. (Batı müziğinde XVII. yy.’dan beri kullanılmaktadır.) g ö iü , Kanada'da göl, ûuebec’in doğusunda. —Yakınında, titanlı demir filizi (dışsatımı Havre -Saint-Pierre’den yapılır) madeni. A .L L A R D



A L L A T İF



-ı- Y Ö N ELM E.



A L L A T U M sıf. (lat. adferre, getirmek’



ten). Böcbil. Corpus allatum, böceklerin başında bulunan ve başkalaşmasız ka­ buk değiştirerek büyümeyi sağlayan gençlik hormonu'nun salgılandığı çift içsalgı bezi. (Corpus allatumların etkin­ liğinin durması başkalaşmayı başlatır ve daha sonra bu salgı bezleri yeniden salgı görevine başlayarak yumurtaların geliş­ mesine olanak veren bir salgı çıkarır.) A L L A T U R C A be. (Türk tarzında anlamında ital. dey.). Doğu müziği



Alphonse Allais Sacha Guitry’den portre ve ithaf Vm-Hontieur müzesi



alla turca havasında parça ya da bölüm. (Türk ya da doğu sanatından esinli yapıtlar XVII. yy.’da Avrupa’da çok yaygınlaşmıştı [Moliâre’in Kibarlık budalası (le• Bourgeois gentilhomme) için Lully’nin yazdığı mü­ zik], Mozart’ın piyano için la minör Sonatı bir alla turca rondoyla ("Türk marşı” ] biter.)



404



Aİİ B la cks (ing. ali, tüm ve black, siyah). Yeni Zelanda ulusal rugby takımına, oyuncularının tümüyle koyu renk forma, şort ve çorap giymeleri nedeniyle takılan ad. ALLE a. (fr. allee). iki yanında sıralanmış ağaçlar ya da yeşil çit bulunan oldukça geniş yol. (Gezinti yeri olarak kullanıldığı gibi bir bahçeye, bir parka, bir koruya vb. giriş yolu olarak da kullanılır.) [Eşanl. esk. H IY AB A N .]



A L L iC T U S , Carausius’u öldürdükten sonra kendini Büyük Britanya imparatoru ilan eden (293) zorba. Constantius l’in saldırısı sonunda yenildi ve öldürüldü (296). A L L E 6 U L İD A E a Uzun duyargalı kınkanatlı böcekler familyası. (Larvaları eski odunlarda yaşar, kundak yapmadan başkalaşma geçirir. Başlıca cinsleri: alleçula, omoplus, vb.) [Eşanl. CİSTELİDAE.] AU-EO HENY ya da ALLEGHANY, Apalaş kütlesinin orta kesimi. Kenarla­ rında önemli taşkömürü yatakları. —ABD'de ırmak, Pittsburgh'ta Monongahela ırmağıyla birleştikten sonra, Ohio ırmağını oluşturur; 520 km.



Jean Allemane (1933'te)



A L L IG R E T (Marc), fransız film yönetmeni (Basel 1900 - Paris 1973). Mesleğine, Andrö Gide ile bir Kongo yolculuğu yaparken çektiği bir belgesel­ le başlayan sanatçı, daha sonra çeşitli filmler yaptı: Fanny (1932), Kadınlar gölü (Lac aux dames, 1934), Entröe des artistes (1938), İes Petites du quai aux Fleurs (1943), Julietta (1953), En effeuillant la marguerite (1956), Üç sevgili (Sois belle et tais-toi) [1958], le Bal du compte d'Orgel (1970). Özellikle genç oyuncuları or­ taya çıkarmasıyla tanındı (Simone Simon, Michöle Morgan, Gerard Philippe, Daniâle Delorme, Brigitte Bardot). A LLEG R E T (Yves), fransız film yönet­ meni (Asnieres 1907-ay.y. 1987), Marc Allegret’nin kardeşi. Cavalcanti, Fejos, Renoir ve ağabeyine yardımcılık yaptı. 1940'ların sonlarında iyi bir “kara film” uzmanı oldu: Une si jolie petite plage (1948); ManĞges (1949). Daha sonra da ihtiras Kadını (İes OrgueiHeux) [1953]; la Meılleure Part (1955); Germinal (1963) gibi filmler yaptı.



Woody Ailen Love and death’m (1975)



mm



yönetmen ve oyuncusu



ALLEGRETTO ■ be. (İtal. allegro'nun küçültmesi).AIIegro'dan biraz daha yavaş tempoda. ♦ a. Bir sonatın, bir senfoninin, bu tem­ poda çalınan bölümü.



ALLEGRETTO N U Zİ, İtalyan ressam (Fabriano, Marche, 1346 -1373 yılları arasında yaşadığını belirten belgeler vardır). Daddi'nin olduğu kadar Maso di Banco’nun.da izleyicisidir. Parlak renk kullanımıyla, 1348 vebasından sonraki dönemde, giotto'culuğun temel öğretilerini sürdürmeyi başardı. ALLEGRİ (Antonio) -> CORREGGİO. ALLEGRİ (Gregorio), İtalyan besteci (Ro­ ma 1582 - ay. y. 1652). Nanino’nun ders­ leriyle yetişti. 1629'da papalık kilisesi şarkıcıları arasına girdi. Özellikle 2 korolu faux-bourdon biçimindeki Miserere'si ile tanındı. 2-5 sesli konçertino1lar, motetler, yaylı çalgılar için bir sonat yayımladı. Ayrıca elyazması olarak missalar, mezmurlar ve Frescobaldi'ye yaklaşan çalgısal canzone ve sinfonia'lar bıraktı. ALLEGRO be. (ital. söze., canlı, neşeli). Müz. Tempo belirtir: çabuk çabuk, yürük. (Genellikle, assai, con brio, moderato, vb. niteleyicilerden biriyle anlamı kesinleştirilir.) ♦ a. Müz. 1. Bir sonatın ilk bölümü. —2. Bir sonatın, bir senfoninin vb. allegro icra edilen bölümü. —Koregr. Canlı bir ritimle uygulanan alış­ tırma temrinlerinin tümü (bourree adımı, saut, batterie). || Dansçının uygulamadaki çevikliğini değerlendiren bale bölümü. ALLELUİA a. (ibranice halleluyah, Yehova’ya şükredin’den). Yahudi dinsel tören­ lerinde sevinci belirten ve hıristiyan dinsel törenlerine de geçmiş olan alkış eşliğinde haykırış. ALLEM a. "istediğini elde etmek için kur­ nazca yollara başvurmak" anlamındaki al­ lem (etmek) kallem etmek deyiminde ge­ çer. ALLEMANDE a. (fr. sözc.),1. Koregr Al­ manya’da XVI. yy.’da ortaya çıkan ve çift olarak oynanan 4/4 usulünde dans. (Fran­ sa’da bu dans daha ağırbaşlı bir biçim aldı ve dört çift tarafından oynandı. Allemande'ın 3/4'lük başka bir biçimi —ritim bakımından valsi andırır— günümüzde hâlâ Almanya’ da ve İsviçre'de oynanır.) —2. Müz. Dört zamanlı çalgı müziği; süitin ilk bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Müz. İlk biçimiyle allemande, ikili ölçüde, orta ağır tempoda basit bir ezgiy­ di. XVII. yy.’da üsluplanarak, çalgı süit'inin ilk parçası oldu ve "fransız” adını aldı. İtalya’da, sonra Almanya’da kimi durum­ larda bir prelüdden önce çalınırdı. XVIII. yy.'ın ilk yarısında süitin sonat biçimini almasıyla, orta ağır temposunu koruyan al­ lemande, birinci allegro'yu doğurdu. ALLEMANE (Jean), fransız sosyalist (Sauveterre, Haute-Garonne, 1843 - Herblay, Val-d’Oies, 1935). Dizgi ustası olan Allema­ ne, Komün hareketine katıldı; 1871’de ömür boyu kürek cezasına çarptırıldı, 1879’da affa uğradı, işçi partisi'nin lider­ lerinden oldu ve J. GuesdeTn liderliğini yaptığı "kolektivist’Tere karşı "possibiliste” denilen grubun başına geçti. 1901’de Pa­ ris milletvekili oldu. Paul Brousse yöneti­ mindeki Fransa Sosyalist işçiler federasyonu'ndan ayrıldıktan sonra, 1891'de Dev­ rimci sosyalist işçi partisi’ni kurdu. Allemanecı parti adı da verilen bu kuruluş, top­ lumsal örgütlenmede tüm öncülüğün kol emekçilerinde olması gerektiğini savun­ makta ve bunu elde etmenin yolu olarak da genel grevi önermekteydi. Ayrıca bir ta­ til ve hak isteme günü olan 1 mayıs da, öteki Avrupa işçi partileriyle birlikte, allemanecı partinin girişimiyle bugünkü niteliğini kazandı. ALLEN a. (fr. ailene). Org. kim. Formülü H2C = C = ÖHj olan hidrokarbon; çift bağlı dienlerin başlıca örneğidir. || Ailen bileşikleri, ailen içeren bileşikler. — A n s i k l . Ailen bileşikleri bugün kolayca elde edilebilir. Allenler, kimyasal özellikleri bakımından alkenlere çok benzer; ama çevrel halkalı tepkimelerde daha tepkindirler: ailen hidrokarbonları kolayca dört hal­ kalı bileşikler verir.



ALLEN (VVİlliam), İngiliz kardinal(Rossall, Lancashire, 1532 - Roma 1594). Elizabeth'in tahta çıkışında, krallığın Kilise’ye üstünlüğünü tanımayı reddetti ve 1565’te Hollanda’ya gitmek üzere İngiltere'den ay­ rıldı. 1586’da bu ülkede, Douai’de bir İn­ giliz papaz okulu kurdu; bu okul daha son­ ra Reims’e nakledildi. 1585'te Roma’ya yerleşti; orada İngiliz göçmenlerle ve cizvitlerle ilişki kurdu; Elizabeth aleyhinde şiddetli bir kampanyaya girişti. Böylece bir katolik ayaklanması çıkacağına inanıyordu. 1587'de kardinal olan Ailen, ispanya’yı İn­ giltere’ye karşı kışkırttı. Ama İspanyol Armada’sının yenilgisi (1588), tasarılarını boşa çıkardı ve saygınlığını kaybetmesine yol açtı. A LLE N (Charles Grant), İngiliz doğabilimci ve romancı (Kingston, Kana­ da, 1848 - Hindhead, Surrey, 1899). Ateşli bir Darwin yandaşı olarak, cinsel ahlak ve İçgüdüsel istek konularındaki düşüncelerini cesaretle ortaya koyması tepkilere yol açtı ■(The woman who did, 1895). ALLEN (George Cyril), İngiliz iktisatçı (Kenilvvortfı 1900). Başlıca yapıtları: British industries and their Organization (1933), The Structure of industry in Britain (1961). Japan's Economic Expansion (1965), Monopoly and Restrictive Practices (1968), The British Disease (1976). ■ ALLEN (Ailen Stewart K O N İG S B E R G , Woody —denir),amerikalı film yönetmeni, sinema oyuncusu (Brooklyn, New York, 1935). Güldürü skeçleri ve gülût ("gag") yazarı olan sanatçı, önce kabarelerde ken­ di metinlerini sundu; sonra televizyona çık­ tı. 1965’te Clive Donner’ın Evlenmekten korkuyorum (VVhat's new Pussycat?) adlı güldürüsünün senaryosunu yazdı ve bu filmle sinema oyunculuğuna başladı. Bir­ çok tiyatro oyunu kaleme aldı (Don't drink the water; Play it again. Sam). 1969'da yönetip oynadığı Al parayı ve kaç (Take the money and run) filmiyle sinemaya gerçek anlamda girdi, ilgi gören bu filmi Zorla kahraman (Bananas, 1971), Everything you always wanted to know about sex but were afraid to ask (1972), 200 yıl sonra (Sleeper, 1973), Love and death (1975) adlı yapıtları izledi. Sinemanın uluslararası çapta en büyük güldürü sanat­ çılarından biri ve belli bir New York yahu­ di gülmece biçiminin yayıcısı olan Woody Ailen, giderek daha ağırbaşlı, daha tutku­ lu, ama hep büyük bir gözlem gücü ve ki­ mi zaman keskin bir alay içeren yapıtlar verdi: Annie Hail (1977), iç dünyalar (interiors, 1978), Manhattan (1979), Stardust Memories (1980), A Midsummer night's sex comedy (1982), Zelig (1983), Broadway Danny Rose (1984), Purple rose of Cairo (1985), Hannah and her sisters (1986), Radio days (1987), September (1987), Another Woman (1988), , New York Stories [M. Scorsese ve F. F. Coppola ile birlikte, 1988], Crimes and Misdemeanors (1989.) A ile n and Unwln, İngiliz yayınevi. 1871’de kurulmuş George Ailen (1837 1907) yayınevi ile, Stanley Unwin (1884 1968) yayınevi ’nin 1914’te birleşmesiyle ku­ ruldu. insan bilimleri, coğrafya, iktisat ve siyaset üstüne kitaplar ve pek çok avrupalı yazardan çeviriler yayımladı. Ailen kuralı, benzer hayvan türlerinde, ekvatordan kutuplara doğru azalan sıcak­ lıkla orantılı olarak vücudun uç bölüm­ lerinin gövdeye göre kısalma eğilimi gös­ terdiği savına dayalı kural. Gerçekten de vücut yüzeyinin azalması ısı kayıplarını önler. (Bu nedenle, kutup tilkisinin kulakları çöl tılkisininkine göre daha küçük ve yüzü de daha az sivridir; Avrupa tilkisinin vücut uzantılarıysa orta uzunluktadır.) A ile n ve M aste rs sendrom u. Kad hast. Doğumdan sonra, dölyatağı askı bağlarının yırtılması sonucunda ortaya çıkan dölyatağı dönüklüğü. ALLENBY (Edmund Henry Hynman),



Allenby of Megiddo and Feiixstowe I kontu, İngiliz mareşal (Brackenhurst, Southwell Nottinghamshire, 1861 • Londra 1936), Uzun süre Afrika'da hizmet etti; özellikle Boerler ile savaştı. 1914’te Fran­ sa’ya gönderilen süvari tümenine, sonra V. Kolordu’ya (1915) ve Somme ve Artois üzerinde III. Ordu'ya komuta etti (19161917). Haziran 1917’de Filistin’deki İngiliz kuvvetlerinin başına getirildi; 1917’de türk kuvvetlerim Gazze’de yendi, ardından Kudüs'ü aldı. 1918’de Megiddo’da elde ettiği başarıdan (Nablus meydan muhare­ besi) sonra Şam ve Halep’e girdi; Osmanlı imparatorluğu mütareke istemek zorunda kaldı (30 ekim 1918). 1919’da mareşal ve Mısır yüksek komiseri (1919-1925) olan Al­ lenby, Yakındoğu’nun, savaş sonrasında karışan siyasal durumuyla baş etmek zo­ runda kaldı; Mısır’ın bağımsızlığını tanıyan 1922 antlaşmast’nın hazırlanmasına katkı­ da bulundu. AU.ENDE (ignacio), meksikalı yurtsever (San Miguel el Grande 1779 - Chihuahua 1811). Bir İspanyol tüccarın oğluydu; mi­ lis subayı iken.yardımcıhğını'yaptığı Hidalgo ile birlikte Dolores’te ispanyollar’a baş­ kaldırdı; komutası altındaki kraliçe süvari alayı, isyancıların ilk düzenli birliği oldu. Monte de las Crucez’de galip gelen Ailen­ de, Puento de Calderön savaşı’nda yenil­ di (1811). Hidalgo’dan sonra başkomutan oldu, ABD’ye sığınmaya çalışırken yaka­ landı ve idam edildi. ALLENDE OOSSENS (Salvador), şilili siyaset adamı (Valparaiso. 1908 - Santia­ go 1973). 1932’de tıp fakültesini bitirdi, 1933’te Şili Sosyalist partisi kurucuları arasında yer aldı. 1937'den 1945’e kadar milletvekilliği yaptı; Aguirre Cerda’nın kurduğu Halk cephesi hükümetinde sağlık bakanı oldu (1939-1941 ve 1941-1942). 1943'ten başlayarak Sosyalist partisi genel sekreteri, senatör (1945), sonra senato başkanı ve 1956’da Halk hareketi cephe.si’nin kurucusu oldu. Halk hareketi cephesi’nden cumhurbaşkanlığına üç kez aday gösterildiyse de kazanamadı (1952, 1958, 1964). 1970’te, 4 eylül cumhurbaş­ kanlığı seçimlerine sol koalisyonun adayı olarak katıldı. Başkanlığa seçilmesi (kulla­ nılan oyların °/o 36,3’ünü Ailende, % 34,9’unu muhafazakâr J. Alessandri, % 27,8’ini hıristiyan-demokrat R. Tomic almıştı), mecliste onaylandı (24 ekim). Ai­ lende, bundan sonra, Halk birliği nin Şili toplumunu kökten değiştirmeyi amaçlayan programını uygulamaya koyuldu: bakırın tümüyle ulusallaştırılması, özel şirketlerin devletçe satın alınması, toprak reformu ve ücretlerin hayli yükseltilmesini de kapsayan çeşitli toplumsal reformlar. Ekonomide bir yıllık bir büyüme görülmesinden sonra du­ rum kötüleşti; ABD’nin baskısı da durumu büsbütün ağırlaştırıyordu. Siyasal çatışma­ lar kızıştı ve mart 1973'teki milletvekili seçimlerinde Halk birliği oy oranını artırdıysa da (°/o 43) salt çoğunluğu sağlayamadı. Ailende yönetiminin son ayları, aşırı solun kışkırtmaları ve aşırı sağın yükselen şiddet hareketleri yanında orta sınıfların gitgide sertleşen muhalefetinin gelişmesine ve as­ keri ayaklanma söylentilerinin yaygınlaş­ masına sahne oldu. Askeri kişilerin hükümete alınmasına ve haziranda ola­ ğanüstü durpm ilan edilmesine rağmen general Augusto Plnochet Ugarte yöne­ timindeki ordu,eylülde başkanlık sarayını bombaladı, kuşattı ve Ailende orada öldü. Daha sonra, bir askeri cunta iktidara el koydu. ALLENDE SARON (Pedro Humberlo), şilili besteci (Santiago 1885- ay. y. 1959). Piyano, oda toplulukları, ses ve orkestra (halk müziği esinli 12 Tonadas, Şili köylerinden sahneler, Sokakların sesi) için çeşitli yapıtlar besteledi. ALLENOLİK sıf. (fr. allenolique). Allenolik asit, naftalenden türeyen ve östrojen özellikleri olan asit. ALLENSTEİN, Polonya’daki Olsztyn



kentinin almanca adı. Fransız generali Soult, Rus-Prusya birliklerini 4 şubat 1807’de burada yenmişti. Allenstein çevresi, bir halkoylamasıyla 1920’de Almanya’ya geç­ ti; 1945’te Polonya topraklarına katıldı. ALLE N TO W N , ABD'de kent (Pennsylvania), Philadelphia’nın K.-B.’sında; 103 000 nüf. Makine, elektrik gereçleri yapımı. ALLE P P E Y , Hindistan'da (Kerala) liman, Malabar kıyısında; 170 000 nüf. (1990). ALLER, Almanya'da ırmak. Doğu Alman­ ya’da doğar, ama büyük bölümü Aşağı Saksonya'dadır. Sağ kıyıdan Weser ırmağına katılır. Uzunluğu:263 km. ALLETRİN a. (fr. allethrine). Org. kim. Piretrine benzeyen ve böcek öldürücü özellikler taşıyan bireşimsel bileşik. ÂLLEYN (Edvvard), İngiliz tiyatro oyuncu­ su (Londra 1566 - Dulvvich 1626). Elizabeth döneminin en büyük erkek oyuncu­ su sayıldı. “ Amiralin kumpanyasının -başoyuncusuydu. Özellikle Marlovve’un oyunlarının başrollerinde başarılı oldu. (Faust, Tamerlan, 1590); ama hiçbir za­ man Shakespeare oynamadı. Çünkü Shakespeare’in oyunları, rakip "Chambellan" topluluğunca sahneleniyordu. Sa­ natından bir servet elde etti ve Dulvvich kolej’ini kurdu. ALLG ÂU, Batı Almanya Önalpleri’nde bölge, yükseltisi MâdelegabeLde (Atlgâu Alpleri’nde) 2 645 m’yi bulur.'AIlgâu özel­ likle Bavyera’da Konstanz gölü ile yukarı Lech ırmağının vadisi arasında uzanır. Bu­ rada kireçtaşı sırtları ile çukur alanlar (marnlar ve molas) birbirini izler. Sığır yetiştiriciliği. Turizm. A llgem eine E le k trlz ltâ ts Gesells ch a ft (AEG), 1883’te Berlin’de kurulan alman elektroteknik firması. Kurucusu Emil Rathenau, ilk şirkete Elektrik uygulamaları için Edison alman şirketi adını verdi. Wilhelm ll’nin etkisiyle, 1903’te Siemens ile birleşen firma, telsiz telgraf şirketi Telefunken’i oluşturdu. 1915’te, VVeimar Cumhuriyeti’rîln gelecekteki dışişleri bakanı Walter Rathenau, şirket yöneticiliğine getirildi. 1918’de, ağır sanayi çevrelerinin ve özel­ likle Hugo Stinnes’in firmaya yönelik sert tepkileri, A E G 'n in geçici bir süre boykot edilmesine yol açtı. 1942’de şirket, gücünü yeniden topladı, hatta artırdı, ikinci Dünya savaşı sırasında uğradığı büyük kayıplara karşın, alman sanayisinde önemli bir rol oynamayı sürdürdü. 1970’te Telefunken’i bünyesine kattı. Son yıllarda, başka alman, avrupa ya da japon firmalarıyla birçok an­ laşma (örneğin 1971’de, PAL sistemiyle renkli televizyon üretmek için Hitachi ile) yaptı. Böylece A E G , elektrikli aygıt üretiminde dünyanın en önemli şirketlerin­ den biri oldu. Etkinlikleri, telekomüni­ kasyonu, elektronik bileşenlerini, tüketim ürünlerini ve büro makinelerini kapsar. Grup, 8 ’i Batı Berlin’de olmak üzere. Fe­ deral Almanya’da 39 fabrika işletmekte­ dir. Türkiye'de AEG Genel Elektrik’in sa­ hibi, Profilo ve AEG-ETİ’nin ortağıdır. ALLGOOD (Sara), İrlandalI tiyatro oyun­ cusu (Dublin 1883 - Hollyvvood 1950)..Açı­ lışından (1904) başlayarak Abbaye tiyatro­ su’nda oynadı Büyük bir trajedi oyuncu­ su olarak tanındı. Synge’in Babayiğit (The Playboy of the Western World) ve Deirdre of the Sorrovvs oyunlarında sivrildi. O’Casey'in Dünyanın düzeni (Juno and the Paycock, 1940) oyunundaki olağanüstü Junon kompozisyonu hâlâ hatırlanır. ALLI sıf. 1. Rengi al olan, üzerinde al renk bulunan: Allı basma. Allı yemeni. —2, Giy­ sisi al, allı olan kimse için kullanılır: "Allı ge­ lin has gelin / Ayakların nokta nokta bas gelin" (bir türküden). —3. Allı pullu, gösterişli, gözalıcı. || Allı güllü, allı yeşilli, allı morlu, karışık renkli,rengi çarpıcı. ALLIK a. 1. Kırmızılık. —2. Yanaklara kırmızı renk vermek için kullanılan süs ge­ reci. —Folk. Eskiden kadınların yüzlerini renk­



lendirmek için kullandıkları al boyaya ba­ tırılmış ince tülbent. (Yüz, gülsuyuyla nem­ lendirilir, tülbentten koparılan bir parça ya­ naklar üzerinde gezdirilirdi. [Eşanl. GAZ BO­ YAMASI.]) ALLİA, Fosso della Bettina'nın eski adı, Tevere ırmağının bir kolu. İ.Û. 390’da bu­ rada yapılan savaşta, Sens yöresi Galyalıları Romalılar’! yendiler, sonra Roma’yı ele geçirerek Capitolium’u kuşattılar (iuno’ya kurban edilen kazlarıyla ünlü olay). ALLİBONE (Samuel Austin), amerikalı bibliyografyacı (Philadelphia 1816 • Luzern 1889). Critical Dictionaıy of English Litera­ türe and British and American Authors'ın yazarı (1858-1871). A L L İE R , Auvergne bölgesinde (Fran­ sa) departement; 7 327 km2; 369 580 nüf. Yönetim merkezi Moulins. B.’sındaki Bocage Bourbonnais, Bourbonnais Combraille’ının boğazlarla yardığı platolara doğru yavaş yavaş yükselir, Montluçon havzasının ötesinde, Marche yaylaları başlar. Allier’nin D.'sundaki Bourbonnais ovası büyük ölçüde kumludur. G.-D.’sundaki Bourbonnais dağı (en-yüksek noktası 1 200 m'yi aşar), K.’e doğru hızla alçalan kırıklı bir bütün oluşturur.



40E



Salvador Ailende Gossens



ALLİER, Loire ırmağının en uzun kolu yaklaşık 15 000 km2’lik bir havzayı akaçlar; 410 km. Allier, Lozere’in doğusunda, Moure de la Gardille (1 503 m) yakınında doğar. ALLİGATOR a. (isp. el lagarto, kertenkele’den ing. söze.). Kuzey Amerika’da (Alligator mississippiensis) ya da Çin’de (A. sinensis) yaşayan, karın pulları kemikleş­ memiş, timsahımsı sürüngen. (Alligatorgiller familyası.) —ANSİKL. Alligatorlar, geniş ve yassı ka­ faları, altçenenin dışında duran_ üst dişleri ve ağızları kapalı olduğundan dördüncü altçene dişinin görülmemesiyle (oysa tim­ sahlarda bu diş bir yuvaya yerleşir) alışkan­ lıklarını ve yaşama çevrelerini paylaştıkları timsahlardan ayrılır. Çin'de Mavi Irmak (Yangzıciang) havzasında yaşayan Çin alfgatoru yaklaşık 1,30 m uzunluğundadır; oysa Amerika’da yaşayan Mississippi alligatorunun boyu 4 m’yi geçebilir. Alligatorların hepsi yırtıcıdır ve çok çeşitli türde hay­ vanlara saldırırlar; buna karşılık uyuşuktur­ lar; su kıyısında, güneşte, saatlerce yatıp ısınırlar. Dişi alligator, yapraklardan yaptığı bir yuvaya elli kadar yumurta-bırakır; yav­ rular 6 yaşında olgunlaşırlar (ortalama ömürleri 40 yıl kadardır). Eskiden, derileri için yoğun biçimde avlanmış olan Ameri­ ka alligatorları, bugün çiftliklerde yetiştirilmekte ve derilerinden maroken yapımında yararlanılmaktadır. A LLİG A T O R G İLLE R a. Timsahı andıran alligator ve kayman gibi sürüngen­ leri içeren familya. (Bil. a. alligatoridae.)



allenoül



ALLİN a. (fr. alliine, lat. allium,sarmısak). Org. kim. Sarmısağın H2C = C H -C H 2- S O - C H 2 —CH (NH2)—COOH fo rm ü lü y le g ö s te rile n k o k u s u z bileşen i; en z im te p k im e s iy le allisini verir.



ALLİNG HAM



(VVıllıam), İrlandalI şair



genç



AIHngham 4 0 6



(Ballyshannon 1824 - Hampstead 1889). Cariyle ve Rossetti'nin arkadaşı. Yeats ve İrlandalI "kültüralistler" tarafından övüldü (Laurence Bloomfield in ireland, 1864; irish Songs and Poems, 1887). A L L İO (Rene), fransız sahnebilimci ve film



yönetmeni (Marsilya 1924). Önceleri res­ sam olan sanatçı, daha sonra tiyatroya yöneldi; pek çok fransız ve yabancı oyun için dekor ve giysi düzenlemesi yaptı. Çağdaş sahne uzamının dönüştürülmesi ve geliştirilmesi sorunlarıyla özel olarak il­ gilendi ve tiyatro binalarına değgin pek çok mimari projenin hazırlanmasına katkı­ da bulundu. Sinemada brechtçi anlayışla birçok film verdi: /a Vieille Dame indigne (1965), l’Une et l’autre (1967), Pierre et Pa­ ul (1968), İes Camisards (1970), Rude JournĞe pour la Reine (1973), Moi Pierre Riviere, ayant egorge ma m ire, ma soeur et mon frere (1976), Retour â Marseille (1980). Â L L İS İN a. (fr. allicine; lat. allium, sarmısak’tan). Org. kim. Sarmısağın (Alli­ um sativum) H2C=CH —CH2— SO—s—C H j— CH=C H 2 formülüyle gösterilen kokulu ve bakteri öldürücü ana bileşeni. ALLO- (fr. allo-). Org. kim. 1. Bir



bileşiğin izomerini belirtmek için çok sık kullanılan önek. (Allopregnan, pregnanın 5’inci karbon atomu üzerin­ deki stereoizomeridir.) —2. Şeker kimyasında allozla aynı stereokimyaya bağlı bileşikleri belirten önek. A LLO B A R sıf. (fr. allobare). Anorg. kim.



izotopların karışımından oluşan bir element için kullanılır; karışımda izotopların dağılımı, doğal elementlere göre farklıdır. A L L O B R O G L A R , Rhöne ve işere arasında yaşayan Galya halkı. Başlıca kentleri Vienne, Cenevre ve Grenoble’du. Zenginlikleriyle olduğu kadar kavgacı­ lıklarıyla da ünlüydüler. İ.Ö. 121 'de Romalılar’a yenilerek Provincia Romana’ ya bağlandılar. A LLO C E B U S a. Madagaskar’da yaşa­ yan makiler grubundan memeli hayvan. (Fare büyüklüğündedir, ağaçta yaşar, ge­ celeri ortaya çıkar ve bir sincap gibi ağaç­ tan ağaca dolaşır.) [Bil. a. Allocebus trichotis: makigiller familyası.] ALLO E C O E LA a. Denizlerde ve tatlı su­ larda yaşayan ve çizgi gibi düz sindirim ay­ gıtında bir dizi kısa yan kesecikler bulunan yassısolucanlar takımı. A LLO EİR A -» AGROEİRA. A LLO JE N sıf. (fr. allogâne). Yerbil. AL-



LOKTON’un eşanlamlısı. a. (fr. allocortex). Nöroanat. ilkel yapılı beyin kabuğu. (Allokortekste hücre tabakalarındaki farklılaşma pek açık seçik değildir ya da tabaka sayısı azdır [denizatı kodeksinin üç tabakadan oluşması gibi].) [Allokorteks beyindeki arkipallium ile paleopallium’a tekabül eder.] A LLO K O R T E K S



a. (fr. alloxanthine). Eczc. Allopürinolen’in etkisi altında ürik asit öncülerinin böbrekte süzülmesiyle ortaya çıkan ürün. A LLO K S A N T İN



A LLO K S Ü R İK sıf. (fr. alloxurique). Nük-



leik asidin baz türevlerine denir;ürik asit­ le olan ilişkilerinden dolayı bunların fizyo­ loji ve patolojide büyük önemi vardır. A LLO KTO N a. (fr. allochtone). Yerbil. Ya­



bileşenleri için kullanılır. (Eşanl. ALLO JEN ; karşt. ani. OTİJEN.) ALLOM (Thormas), İngiliz mimar (Londra 1804 - Barnes 1872). Ingiliz Kraliyet akademisi’ni bitirdi. Büyük kilise tasarımlarıyla katıldığı sergilerde dikkati çekti (1824, 1827). Kensington VVorkhouse, FHİghburg kilisesi (1850), Notting Hill’deki St. Peter ki­ lisesi (1856) önemli yapıtları arasındadır. İngiltere, Belçika, Fransa, iskoçya ve Çin’ de gördüğü yerlerle ilgili resimleriyle ün kazandı. İstanbul’a da gelerek kentten çe­ şitli görünümleri ve tarihsel yapıları resim­ ledi. İstanbul’a ilişkin 45 resminin önemli bir bölümü, Leon Galibet ve C. Pelle tarafından yayımlanan Constantinople ancienne et moderne adlı kitapta toplanmış­ tır. ÂLLON( Yigal), İsrailli general ve siyaset adamı (Kefar Tavor 1918 - Afula 1980). Genç yaşta Hagana’ya katıldı, 1945’te Palmah vurucu güçlerinin başkomutanlığına yükseldi, sonra general rütbesiyle İsrail or­ dusuna girdi (1948). Birinci İsrail-Arap savaşı’nın bitiminde Kinneret gölü yakının­ daki Ginosar kibutz’unda görev aldı ve bu­ gün İsrail işçi partisi içinde erimiş bulunan Ahdut ha-Avoda adlı sosyalist partiye ka­ tıldı. 1954’te milletvekili seçildi, 1961’de çalışma bakanlığına getirildi ve 1967’de başbakan yardımcısı oluncaya kadar bu görevde kaldı. 1977’ye kadar, eğitim ve kültür bakanlığı (1969-1974) ve dışişleri bakanlığı (1974-1977) görevlerini de başbakan yardımcılığıyla birlikte yürüttü. Yigal Allon, İsrail ile Ürdün arasında öngörülen ve Batı Şeria’nın bir bölümünü İsrail’e bırakan bir barış planı da ta­ sarlamıştı (Allon planı, 1968). ÂLLO-ÖSİMEN a. (fr. allo-ocimene). Org. kim. Osimenie mirsenin izomeri olan ve (CH3)2C = CH-CH = CH-C(CH3) = CH—CH3 formülüyle gösterilen terpenik hidrokarbon; a - pinenin 350°C’ta ısılayrışımıyla elde edilir. ALLOPAT a. (alm. Allopath). Allopati il­ kelerine göre hasta tedavi eden hekim. A L L O P A T İ a. (alm. Allopathle). Sa­ vaşılması gereken hastalığın belirtilerine karşıt belirtiler meydana getiren ilaçların verilmesini öngören ve en çok kullanılan tedavi yöntemi. (Bu sözcük HOMEOPATİ’ye karşıt olarak kullanılır.) ALLOPATRİK sıf. (fr. allopatrique). Biyol. Aynı türe bağlı alttürlerden ya da ırklardan oluşan ve ayrı alanlarda yaşayan, ama ara­ larında ilişki bulunmayan iki ya da daha çok gruba denir. (Karşt. SİMPATRİK.) — A N S İK L. Allopatrik türlerin çiftleşmesini önleyen başlıca etmen, bu türlerin birbirin­ den uzakta yaşamasıdır. Ayrılığı sağlama bakımından bundan başka hiçbir olgu ku­ ramsal olarak yararlı sayılamaz. Yaşadıkları ortama çok iyi uyum sağlamış olan toplu­ luklar, kendileri için elverişsiz genetik bileşimler oluşturmamak için melezlenmekten kaçınırlar. Bunun bir yolu coğrafi yalı­ tım, bir başka yolu da, üreme işlevlerinde yalıtımdır. Bu durum, simpatrik türlerin melezlenmeden aynı dağılım alanına sahip ol­ malarına izin verir. Yine de, aşamaya­ cakları coğrafi engeller (deniz, dağ sıraları) nedeniyle yalıtılmadıkları sürece, allopatrik türler, kendi dağılım alanlarına ait sınırlara yakın yerlerde birbirleriyle ilişkide olduk­ larından, çiftleşir ve genetik melezler oluş­ tururlar. Tarn anlamıyla allopatrik türlere doğada ender rastlanır.



nal tektonik sonucunda, ilk temeline oranla büyük ölçüde yer değiştirmiş yapısal birim, (Sürüklenme örtülerindeki durum.)



&LLOPTES a. Çullukların tüylerinde asa­ lak yaşayan ve uyuzböceğini andıran akar. (Proctophyllodidae familyası.)



♦ sıf. Yerbil. 1. Tektonik olaylara bağlı olarak, taşınmış bir oluşum için kullanılır. —2. Çimentolarının çökel yerine oranla uzak kökenli bir kayacın, bir oluşumun ya da katılaşma düzeyi kaynak düzeyinden belirgin olarak farklı bir magmanın



ALLOR! (Alessandro), il Bronzino da denir, İtalyan ressam (Floransa 1535 -ay.y. 1607). Amcası il Bronzino’nun sanatından etkilendi ve manierismo’cu resmin başarılı' temsilcilerinden biri oldu. —Oğlu CHRİSTOFANO (Floransa 1577 - ay.y. 1621),



bugün Pitti sarayı’nda bulunan Judith tab­ losunu yaptı. ALLOSTERİ a. (h.allosterie). Biyokim. ve Genet. Enzimin etkin yerinden değişik bir yere bağlanan organik bir molekülle üçün­ cül uzamsal yapısı değişikliğe uğrayınca etkinliği de değişen enzimin özelliği. (Doğal olarak enzimin her zamanki alttepkeninden farklı olan bu moleküle allosterı yapıcı de­ nir. Allosteri genetik düzelenme süreçle­ rinde önemli rol oynar ve biyokimyasal çevrimlerin başlıca düzenlenme biçimidir.) ALLO TH ER İA a. Triastan eosene kadar,



bütün Avrasya’da yaşamış, küçük, fosil memeli hayvanlar takımı. A LLO T İP İ a. (fr. ailotypie). Bağışıkbil. Aynı türden bireylerde değişik yapıda an­ tijenlerin bulunması. (Bu antijenler immünogiobülinlerin üzerinde belirgindir.) A LLO TR İ a. Larvaları bitki bitlerinin



gövdesinde gelişen çok küçük zarkanatlı böcek, (Cynipidae familyası.) A LLO T R İO F A Jİ a. (fr. allotriophagie).



Psik. Besin olmayan maddelerin yenmesi olarak kendini gösteren beslenme'davranışı bozukluğu. (Toprak yeme [jeofaji]; dışkı yeme [skatofaji] gibi türleri vardır. Bu bozukluğa, bunama, zekâ geriliği ve bazı psikoz durumlarında rastlanır.) A LLO TR O P İ a. (fr. allotropıe). Anorg.



kim. Kimi basit cisimlerin ya da anorganik bileşiklerin birçok fiziksel halde bulunma özelliği. — A N S İK L. "Allotropi” sözcüğünü ilk kez Berzelius kullanmıştır. Kükürt, fosfor, kar­ bon, helyum, oksijen vb. gibi birçok ele­ ment farklı yapılar gösterebilir. Nitekim, a -kükürt,/3-kükürt,beyaz fosfor,kırmızı fos­ for, elmas ve grafit kristal halde görülür; helyum I ve helyum II sıvı halde, oksijen ve ozon her üç halde (katı, sıvı, gaz) bulu­ nabilir. Bu değişik yapılara aynı elementin allotropi halleri denir. Basit cismin atomları birçok farklı biçimde gruplaşabilir, yani al­ lotropi yapısal bir olaydır. Sözgelimi, a- kükürtte atomlar, ortorombik sistemde bir kristal oluşturan bir bakışım düzeni uyarınca gruplaşırken, 0-kükürtte gruplaşma monoklinik sistemde ortaya çıkar; öte yandan, elmas kübik sistemde, grafit heksagonal sistemde kristalleşir. Ki­ mi durumlarda, farklı sayıda atom içermeleri yüzünden farklı oluşumlar gösteren moleküller de çeşitli allotropilere yol açar; iki atomlu oksijen molekülü (02) ile üç atomlu ozon molekülü (Ö3)bunun ti­ pik örnekleridir; bu durumda molekül kütleleri de farklılık gösterir. Allotropinin temel özellikleri şöyle sıralanabilir: Dönüşümler bir türden öbür türe geçişi sağlayabilir; ama bazen karşılıklı dönüşümde farklı yöntemler kullanılır: ni­ tekim, beyaz fosfordan kırmızı fosfora geçmek için ısıtma yeterlidir; ama ters yönde dönüşüm için buhar evresinden geçmek gerekir. Ozondan oksijene geçiş de ısıtma yoluyla sağlanabilir; ters yöndeki dönüşümse elektrik boşalımı, güçlü elek­ trik alanı vb. gerektirir. Öte yandan, denge homojen bir karışım yapmayan iki allotropi türü arasında kuru­ lursa, tekdeğişkenli genel denge yasaları geçerlidir; dolayısıyla bu dönüşümler, eri­ me ya da buharlaşma gibi fiziksel hal deği­ şimlerine benzer; S„ ve Sb arasındaki den­ ge, olağan atmosfer basıncı altında, 96°C’tâ oluşur. Denge sıcaklığı basınçla birlikte artar; bu olgu, Sa'nın Sg’ya dönüşümüne eşlik eden ısı soyürulması ve hacim artışıyla doğrudan bağıntı­ lıdır. Allotropi terimi genellikle elementler için kullanılır; ama bileşikler de benzer özellikler gösterebilir. Gerçekten aynı kimyasal for­ mülü olan birçok bileşik, farklı yapı ve özellikler taşıyabilir. Bu tür maddelere çokbiçimli bileşikler adı verilir ve allotropi çokbiçimliliğin* özel bir durumu olarak ele alınır.



Almadere



A LLO Z a. (fr. allose). Org. kim. Heksozlardan birinin adı A L L P O R T (Gordon VVİllard), amerikalı



ruhbilimci (Montezuma, indiana, 1897 -Cambridge, Massachusetts, 1967). Harvard üniversitesi’nde 1942'den sonra pro­ fesörlük yaptı. Özellikle kişilik sorunlarını in­ celedi (Personality: a Psychologica! interpretation, 1937; Becoming, 1955). A LLS C V V İL L, İsviçre de komün. Basel’in (Basel-Landschaft kantonu) G.-B. banliyösünde; 18 000 nüf. Kimya ve ma­ kine sanayileri. A LLS T O N (Washington), amerikalı res­



sam (Waccamaw, Güney Carolina, 1779 -Cambridgeport, Massachusetts, 1843). Londra'da B. VVest’in öğrencisi oldu; İtalya’da kaldı, özellikle Poussin ve Rosa’ dan etkilendi. Kutsal kitap’tan (Tufan) ve ilkçağ tarihinden alınan konular üzerine, yeniklasikçilik ve romantizm anlayışlarının kaynaşmasına dayanan büyük boyutlu re­ simler yaptı. Dostu Coleridge’in de bir port­ resini yapmıştır. A ll’s w e ll th a t e n d s w e ll (iyi biten her şey iyidir). W. Shakespeare’in, Boccaccio’ dan esinlenerek yazdığı 5 perdelik kome­ di (1602'ye doğr.). Kral, kendisini iyileşti­ ren Helena’ya kont Bertrand ile evlenme izni verir. Ancak Helena’yı küçük gören kont, evlenecekleri gün kaçıp,gider. Helena, kararlılığı ve becerikliliğiyle kontun kendisine dönmesini sağlar. Şövalyeyle prenses tema sının ustalıklı bir çeşitlemesi olan yapıtın tadına, ancak erkek rolleri kadınlar, kadın rolleri erkekler tarafından oynandığında varılabilir. A L L U A U D İT a. (fr. alluaudite. öz. a. Alluaud'dan). Miner. Doğal manganez ve demir fosfat. A L L U V A M N A , Boğazköy (HattuşaŞ)



mühür baskılarında adı geçen hitit kral­ larından. Telibinu’nun kızı Harapşili ile ev­ liydi. Telibinu’nun ölümünden sonra, Tahurvaili’nin ardından kral olduğu sanılır (İ.Û. 1500’den sonra). A L L W O R T H (Edvvard).amerikalı türko-



log (VVashingtora, Seattle, 1920). Columbia Üniversitesi (New York) ortadoğu dil­ leri ve kültürleri bölümü’nde öğretim üye­ si; 1965’te profesör oldu. Orta Asya’nın siyasal ve kültürel tarihi, Özbek edebiyatı üzerinde çok sayıda araştırma yazısı ve yapıt yayımladı Başlıcaları: Uzbek literary politics (Özbek edebiyat siyaseti,-1965); Central Asia: A century of Russian rule (Orta Asya; Bir yüzyıllık rus egemenliği, 1968); Nationalities of the Sovıet east: pubiications and vvriting Systems, A bibliographical direetory and transliteration tabies for iranian and.Turkıc language pubiications, 1818-1945 Located in US tibraries (Sovyet doğusundaki uluslar: ya­ yınlar ve yazı sisiemleri. ABD kütüphane­ lerinde bulunan İran ve türk dilleri yayın­ ları için bibliyografik kılavuz ve’çeviriyaz tabloları, 1818-1945 [1971]); The nationality çuestion in Soviet Central A'sia (Sov­ yet Orta Asyası’nda milletler rfıeselesi, 1973); Murder as metaphor in the first Central Asian drama (ilk Orta Asya dra­ mında ölüm eğretilemesi). [Ural-Altaische Jahrbücher, no. 58 (1986)]. A L M A a. Almak eylemi.



—Mutf. Yağını alma, piştikten sonra so­ ğutulan bir sıvının yüzeyinde toplaşıp ka­ tılaşan fazla yağı toplama işlemi. j| Etin ya da tavuğun yağlı kısımlarını kesip atma. —Örg. ilmik alma, ilmiklen iğnelerinden kurtarıp başka iğnelere geçirme. (Örme sanayisinde, ilmik iki biçimde alınır: yatay alma'da ilmikler aynı dizide bulunan biti­ şik iğnelere geçirilir; çapraz alma'da ise, bir dizideki ilmikler başka bir dizideki iğ­ nelere geçirilir, ilmik alma, tığ kullanarak elle yapılabildiği gibi, gagalı iğneler ya da paletli iğneler kullanımında olduğu gibi, özel iğneler aracılığıyla otomatik olarak yapılabilir. Ei örgüsünde ilmik alma, ara­ lıklar vermek ya da yapılanın genişliğini artırmak ya da eksiltmek olanağını sağ­ lar.) --Psikan. Nesneyle kurulan ilişki türlerin­ den biri. Sadik-ağızcıl evrenin özellikleri­ ni taşır (nesneyi, bedene sokma ve bun­ dan tat alma, nesneyi yok etme, nitelikle­ rini benimsemek için saklama). [Bk. an­ sikl. böl.] —Tıp. Bir organın, sinirsel bir alıcının ken­ disine özgü uyarıyı alması: iç kulağın ses dalgalarını alması. Bir yayını iyi ya da kö­ tü alma. || Kan alma, incelemek amacıyla kan alınması. —Tuhf. Bir ipliğin iğne gagası tarafından çekilip alınması. |j Alma derinliği, bir ör­ günün sıkı ya da gevşek olmasını sağla­ mak için, az ya da çok uzun bir ilmek hal­ kası elde edecek şekilde ayarlanmış ‘‘iniş kamı” nın durumu. —Yerbil. içeri alma, yer kimyasında bir katı madde ağında temel bir iyonun yeri­ ni nadir ve değerliği daha düşük bir iyo­ nun alması. —ANSİKL Psikan. Alma, gerçek ya da fantazma olarak yaşanabilir; yalnızca ağızcıl etkinlikle ve bu etkinliğin ilk nes­ nesi olan besinle ilgili değildir. Anüs, va­ jina, göz, vb. gibi cinsel uyarım doğuran bölgelere ve meme, penis, dışkı gibi parçasal nesnelere ilişkin olabilir. M. Klein, parçasal alma kavramını ileri sürmüştü. Buna göre, küçük kız çocuğu, Oidipus döneminde, babasının penisini ağızcıl yolla almak ister. Nitekim çocuk­ lar da, babanın penisini, yine babanın tüm bedeni olarak düşünür ve annenin içindeymiş gibi hayal ederler. Dolayısıy­ la, vajinayı, tehlikeli bir oyuk olarak görür­ ler. Almanın dürtüsel kaynağı, açıkça be­ lirlenememiştir. Yıkım dürtüleri ve ürem öncesi cinsel dürtülerin birbirine bağlı ola­ rak almanın kaynağını oluşturdukları ileri sürülmüştür. Öte yandan almanın, üstbeni doğurduğu ve birincil özdeşleşimin da­ yanaklarından biri ve içeatımtn bedensel kaynağı olduğu ileri sürülmektedir.



-Ata,1917’ye kadar Semireç (‘‘Yedi su bölgesi” ) rus askeri hükümetinin merkezi oldu ve yeni işlevleriyle bağlantılı ola­ rak hızla gelişti. Kazakistan’ın güney ke­ narlarında, verimli bir tarım bölgesinde ve Novosibirsk’i Taşkent'e bağlayan büyük demiryolu ekseni Turksib'in kenarında yer alan Alma-Ata, günümüzde, imalat sanayisine yöneldi. Yerel tarım kaynakla­ rının kullanılması, besin, dokuma ve deri sanayilerinin gelişmesini destekledi. Ma­ kine yapımı kentteki başka bir sanayi da­ lıdır. Ama Alma-Ata’nın gelişmesi daha çok kültür ve bilim kuruluşlarına (Kirov üniversitesi, Puşkin kitaplığı, Kazakistan Bilimler akademisi, müzeler [örneğin Do­ ğa müzesi] ve tiyatrolar, yayınevleri) bağ­ lıdır. Kent, SSCB’nin en güzel ve en iyi düzenlenmiş kentlerinden biri olarak ün salmıştır. Zalinski Alatau’nun ilk yamaçla­ rından biri üstünde, sık sık deprem olan bir bölgede, yaklaşık 800 m yükseltide, Almatinka vadisinin ağzında yer alan Alma-Ata (halkın büyük bölümü Rustur), kenarlarında ağaçlar bulunan, geniş cad­ deleri ve birçok kanalıyla, satranç tah­ tası biçiminde düzenlenmiş bir kenttir.



—— 4 07



A L M A Ç a. (almak’tan). Alıcı, ahize. A L M A D A , Portekiz’de kent, Extremadu-



ra’da, Tajo ırmağının güney kıyısında, Liz­ bon’un karşısında; 39 000 nüf. Zengin bir konut banliyösüdür. A L M A D A N E G R EİR O S (Jose SORRAL DE), portekizli ressam ve yazar (Liz­



bon 1893-ay. yzT1970)1915’te bir skandalla Pessoa ve'Sâ-Carneiro’nun tanın­ masına yol açan Orpheu dergisinin en genç yazarıydı. Tüm sanatları "tek bir bü­ tünün parçaları" olarak gördüğü için, bi­ çim açısından çeşitlilik gösteren resimle­ rini edebi yapıtlarından ayrı tutmadı. Yergi yazıları, öyküleri, şiirleri, oyunları ve ro­ manları (Nom de guerre [fr. çev.], 1938) ile, fütüristleri ve gerçeküstücüleri etkile­ yen naif bir kendiliğindenliği yaratıcı bir ustalıkla birleştirdi. A L M A D E N , Ispanya’da kent, Castilla



la Nueva’da Ciudad Real’ın G.-B.’sında,. Almaden sıradağları'nin K.’inde; 10 000 nüf. işletilmesi Roma döneminde başla­ yan cıva (yüksek oranlı filizler) yatak­ ları, sırasıyla Araplar ın ve Calatrava tari­ katının (XII. yy.) eline geçti: işletme ayrı­ calığı XVI.yy.'da Fugger’lere XIX.yy.’da Rothsohild’lere verildi. Günümüzde dev­ letin malıdır. A im a d e re , tek kişi tarafından oynanan



bir halk oyunu. Doğu Anadolu ve Kars yöresinde yaygındır.



Alma-Atl'mn genel görünümü



A L M A a. Yörs. Elma.



Kanada’da kent. Ouâbec'te, Saguenay ırmağı kıyısında, Saint-Jean gölünün D.'sunda: 26 000 nüf. Alümin­ yum üretimi. A L M A (L’) -* BU DVAU.



ALM A,



A L M A d e r e s i, Ukrayna'da akarsu, Kı­



rım dağlarının en yüksek tepelerinden, Çadırdağ’dan (1 525 m) doğar, Sivasto­ pol’ün 25 km kuzeyinde denize dökülür. Kırım savaşı’nda rus ordusu burada ye­ nilgiye uğratıldı. A lm a m u h a re b e s i, Kırım savaşı’nda-



ki muharebelerden biri (20 eylül 1854). Bu savaşta birlikte hareket eden osmanlı, İngiliz ve fransız donanmaları Alma ır­ mağı ile Gözleve kasabası arasında ka­ raya asker çıkardılar (14 eylül). Sivasto­ pol yönünde yürüyüşe geçen müttefik or­ dusu (53 000 kişi) Alma ırmağı güneyin­ de mevzilenen Prens Menşikov komuta­ sındaki rus ordusuyla (40 000 kişi) karşı­ laştı. Yenilen rus ordusu ağırlıklarını bıra­ karak çekilmek zorunda kaldı. Muharebe, müttefik ordularına Sivastopol yolunu açtı. ^ A L M A -A T A , Kazakistan Cumhuriyeti’



nin başkenti (1929’dan beri); 1 046 000 . nüf. 1854’te Verniy adıyla kurulan Alma



ÜSSÜ



A LL’O T TA V A sıf. (ital. söze., sekizliye, oktava). Müz. Bir yapıtta bir geçişin, bir ok­ tav daha yukardan ya da aşağıdan ses­ lendirileceğini belirten ve çok sayıda ek çizgiden kurtulmak amacıyla kullanılan te­ rim. (8va biçiminde kısaltılır.) A L L O W A Y ( Lavvrence ), İngiliz sanat eleştirmeni (Londra 1920). incelemeleri ve girişimleriyle İngiltere’de pop art'ın, daha genel düzlemde de teknolojiye bağımlı bir sanatın gelişmesinde önemli bir rol oynadı. 1962’den 1966’ya kadar New York’taki Guggenheim Museum’un yöneticiliğini yaptı.



Almagest 408



 im a g e sf (ar. el-mecisti; yun. megistos [biblos], çok büyük (kitapj’tan). Antoninus Pius döneminde Klaudios Ptolemaios ta­ rafından yazılan ve Eskiçağ’ın matema­ tik bilgilerini özetleyen gökbilim kitabı. Ya­ pıtın içerdiği konular şunlardır: doğrusal ve küresel trigonometri kitabı, 1 022 yıldız­ lık bir katalog, Güneş ve Ay'ın uzaklıkları üstüne araştırmalar, tutulmaları hesapla­ mak için bir yöntem ve o dönemde kulla­ nılan gökbilim aletlerinin betimlenmesi. ÂLM AG İA (Roberto), İtalyan coğrafya­ cı (Floransa 1884-Roma 1962). Coğrafya ve haritacılık tarihi üstüne çalışmalar yap­ tı. ALMAGRA a. (isp. söze., ar. el-marhra' dan). Kırmızımsı, aşıboyalı kil; toz haline getirilmiş şekli, Hindistan'da dinsel tören­ lerde allık olarak kullanılır. ("Hint kırmızısı" da denir.) ALMAGRO, Ispanya’da kent, Castilla -la-Nueva’da, Ciudad Real’in G.-D.’sunda; 9 000 nüf. XVI. ve XVII. yy.’lardan kal­ ma anıtlar bütünü, özellikle Plaza Mayor' daki anıtlar (örneğin ispanya’nın en eski tiyatrolarından biri olan Corral de Comedias [XVII. yy.]) önemlidir. ALMAGRO (Diego DE), İspanyol con-, quistador (Almagro, Ciudad Real ili, 1475- Cuzco 1538). Bir İspanyol soylusu­ nun evlilik dışı oğlu; 1514’te Amerika'ya gitti, önce Orta Amerika'da savaştı. Pe­ ru'yu fethetmek amacıyla 1524’te Pizarro ve Hernando de Luque ile işbirliği yap­ tı, 1525'ten 1527’ye kadar hazırlık sefer­ lerine, 1533’te de Cuzco'nun fethine ka­ tıldı. Pizarro kardeşlerle fethedilen yerle­ rin paylaşılması konusunda anlaşmazlığa düşünce, Şili’ye bir sefer düzenledi. 500 İspanyol ve çok sayıda yerliyle birlikte Andlar'ı aşarak Aconcagua vadisine ulaş­ tı; buradan güneye haberciler gönderdi. Şili’nin yoksulluğundan düş kırıklığına uğ­ radı ve tam zamanında Peru’ya dönerek Inkalar'ın kuşattığı Cuzco'yu kurtardı. Pizarro’ya savaş açan Almagro,Salinas'ta yenildi ve idam edildi. Bu durum Peru’ da iç savaşın başlamasına yol açtı. —Almagro'nun evlilik dışı oğlu ve bir melez olan DİEGO el Mozo (Genç) [Panama 1518- Cuzco 1542]Pizarro’yu öldürerek babasının öcünü aldı ve kendini Peru vali vekili ilan ettirdi. Krallık valisi Vaca de Castro, Chupas’ta Diego'yu yenilgiye uğ­ rattı (1542). Kısa bir süre sonra ele geçi­ rilen Diego idam edildi. ALM AK g, f. 1.1. Bir şeyi (bir yerden) al­ mak; araçla ya da araçsız o şeyi tutmak, kaldırmak, bulunduğu yerden ayırmak, çıkarmak; Topu bana verir misin?-AH Yer­ den bir taş alıp denize atmak. Mangaldan dîışen koru maşayla almak. Doktor dikiş­ leri ne zaman alacak? —2. Bir kimseyi bir yerden almak, belirli bir zamanda almak, yoluna onunla birlikte devam etmek, ona eşlik etmek, bir yere götürmek için bulun­ duğu yere gidip onu bulmak: Çocukları okuldan, bir arkadaşı işyerinden almak. Sabah yedide beni otelden al. Taksi be­ ni sabah sekizde alacak. —3. Bir şeyi, bir kimseyi (yanına) almak, o şeyi taşımak, üstüne ya da eşyaların arasına koymak; o şeyi, o kimseyi birlikte götürmek: Yağ­ mur yağacak, şemsiyeni almayı unutma. Kâğıtlarını yanına al. Bütün eşyalarını al­ dı. Sinemaya giderken kardeşini de al. Eşyaları taşımak için yanına üç adam alıp gitti. —4. (Bir kimseden) bir şey (somut) almak, (bir kimse tarafından) gönderilen, verilen, armağan edilen, aktarılan bir şe­ yi kabul etmek: Çocuklarından mektup al­ mak. Lütfen bu parayı alın. Böyle pahalı bir hediyeyi alamam. Çek almıyoruz. —5. (Bir kimseden)bir şey(soyut)almak, bir iletişimde, alıcı durumunda olmak: onu öğrenmek: Bir arkadaştan öğüt almak. Teklif almak. Özel ders almak, iyi bir eği­ tim almak. Bir hastadan haber almak. Uz­ manlardan bilgi almak. —6. Bir kimseyi, bir yere, bir topluluğa vb. almak, belirli ko­ şulları yerine getirmesi durumunda onu



oraya kabul etmek: Bu okul yalnızca bu çevrenin çocuklarını alır. Yaşı küçük oldu­ ğu için okula almadılar. Bu filme 16 ya­ şından küçükleri almıyorlar. Öğretmen geç kalanları sınava almadı. —7. (Bir yer­ den) bir şey almak, onu edinmek, özel­ likle de satın almak: Benzin almak için durduk. Eti her zaman aynı kasaptan alır. —8. Bir kimsenin bir şeyini almak, baş­ kasına ait bir şeyi elde etmek, çalmak, zorla ele geçirmek, ödünç almak: Kitabı­ mı sen mi aldın? Arkadaşının nişanlısını elinden almak. Cüzdanımı almışlar. —9. Bir yeri almak, askeri bir eylemle o yeri ele geçirmek; fethetmek: Bir kaleyi almak. Düşman sınırdaki üç kasabayı daha aldı. —10. Bir sonucu almak, onu elde etmek, kazanmak, ona ulaşmak: Seçme seçilme hakkını alan kadınlar. Partimiz oyların °/o 44'ünü aldı. Diploma almak, iyi bir not al­ mak. Üç ödül alan film. —11. Bir şeyi, bir hayvanı, bir kimseyi bir şeyin (özellikle de bedenin bir bölümünün) üstüne, arasına, içine vb. almak, onu orada tutmak, taşı­ mak vb.: Şalını omuzlarına aldı. Kediyi ku­ cağına alma. Bir kimseyi kollarına, kuca­ ğına, sırtına almak. —12. Bir şeyi, bir kim­ seyi, bir topluluğu bir şeye (içine, altına, arkasına vb.) almak, onları o şeyle çev­ relemek, belli sınırlar içine koymak, onla­ rı denetimde, gözetimde tutmak: Çembe­ re, ablukaya a.mak. Parantez içine, çer­ çeveye almak. Alçıya, askıya almak. Em­ niyete almak. Gözetim altına almak, ince­ lemeye almak. —13. Bir şeyi, bir kimse­ yi almak, onu benzerlerinin arasından, bir bütünün içinden ayırmak, seçmek; onu yeğlemek: Yazmak için hangi konuyu aldın? Hangi odayı alıyorsunuz? Mavilisini ben aldım. Kitaptan aldığım cümle. Aday­ lardan % 60‘ını üniversiteye aldılar. —14. Belirli bir nicelikte nesne, kimse almak, bir alan, uzam, boşluk sözkonusuysa onları içine sığdırabilmek, içinde barındırabil­ mek: Yeni stad 40 000 kişi alıyor. Bu şişe ne kadar su alır? Aldığı kadar un koy. —15. Bir kimseyi, bir yerden, bir kimse­ den, bir işten almak, ondan ayırmak, onunla olan ilişkisine son vermek: Babası oğlanı okuldan aldı, işe verdi. Onu görevinden aldılar. —16. Bir şeyi, bir kim­ seyi bir şeye (soyut) almak, onu şu ya da bu biçimde kabul etmek, yormak, yorum­ lamak: Bir sözü iyiye, kötüye almak. Önerimi ciddiye almadılar. Onu bu kadar hafife alma. —17. Bir şeyi, başka bir şey (olarak) almak, onu öyle görmek, öyle düşünmek: Bunu başlangıç hipotezi ola­ rak al. Bu evi işaret noktası al, dördüncü sokaktan sağa dön. Hayalleri gerçek ola­ rak alma. —18. Bir kimse (bir şey olarak) almak, onu bir görevde, bir hizmette çalıştırmak üzere seçmek: işler çoğalınca bir sekreter aldım. Buraya onu aşçı ola­ rak değil, bahçıvan olarak aldılar. Bir yardımcı almak. —19. Bir kimseyi (bir ye­ re) [yatıya, yemeğe vb ] atmak, oraya gir­ mesine izin vermek; onu ağırlamak, bu­ yur etmek: Evdeydi ama beni içeri almadı. Onları bir akşam yemeğe almak istiyorum. Sizi şöyle alalım. —20. Bir şeyi bir şeyden, bir yerden, bir eserden, bir kimseden almak, ondan esinlenmek: Ko­ nusunu köy yaşamından alan bir roman. Varoluşçuluk bilgi anlayışını, özellikle yöntem anlayışını büyük ölçüde HusserTden alır. —21. Bir kızı, kadını (özel adla da kullanılır) almak, sözkonusu bir erkek­ se, o kimseyle evlenmek. —22. (Bir kim­ seden) bir şey yapmak için, bir şey için belli bir miktar (para) almak, (ondan) o fiyatı istemek, (ona) o fiyatı ödetmek; o parayı kazanmak: Bu iş için 500 liranızı alırım. Tamirci musluk için ne kadar aldı? Çok almış. Ayda 40 000 lira alıyor. —23. Yiyecek, içecek, ilaç almak, onu tüketmek; yemek, içmek, yutmak: Bir lok­ ma olsun al. Kadehinden bir yudum da­ ha almak. Alkol, içki almak. Bu haplardan sabah akşam birer tane alın. —24. Bir yayını, b ir kimsenin sesini almak, sözkonusu radyo televizyon vb. bir araçsa, yayını, sesi yakalamak; bir kim-



seyse, verilen sinyalleri duymak: Bu rad­ yo orta dalgayı alm ıyor. Sesinizi alamıyorum. —25. (Bir hayvandan, bitki­ den, topraktan) [belli bir miktar] ürün al­ mak: ondan o ürünü elde etmek; sağlamak: Bu koyunlardan ne kadar süt alıyorsunuz? —26. Bir özelliği bir kimse­ den almak, onu kalıtım yoluyla ya da öy­ künerek edinmek: O güzel gözleri anne­ sinden almış, inşallah oğlun senin bu pis huylarını almaz. —27. Bir kimseyi (müş­ teri, hasta, öğrenci vb.) atmak, onu bir gö­ rüşme, muayene, ders vb. için kabul et­ mek: Doktor sizi 5'te alacak. —28. Bir kimseyi (taşıtına) almak, onu (taşıtına) bin­ dirmek, (taşıtıyla) götürmek: Şu otostop­ çuyu alalım mı? Beni bisikletinin arkası­ na aldı. —29. Bir şeyi, genellikle bir ara­ cı bir yöne almak, onu oraya götürmek, çekmek: Arabayı sağa, sola almak. Kol­ tuğu biraz daha ileriye al. —30. Bir şeyi başka bir zamana almak, kararlaştırılmış bir tarihi değiştirmek; öne almak ya da er­ telemek: Geziyi çarşambaya aldılar. — 31. Bir yerin kirini, tozunu vb. (bir araçla) almak, orayı temizle nek: Karyolanın altı­ nı iyi aldın mı? Ö uı, ıcekleri tavan süpür­ gesiyle al. Mobilyaların, kitapların tozunu almak. —32. Zaman, zamanını almak, oyalamak, bir kimsenin zamanını harca­ mak: Çok zaman alan bir iş. Çocuklar bü­ tün zamanımı alıyor. Boya işi üç günümü aldı. —33. Bir kimseyi yolundan, işinden vb. almak, onu oyalamak; alıkoymak: Si­ zi yolunuzdan almayayım. Seni işinden alacağım biraz, ama bu çok önemli. — 34. Bir şeyi (soyut) [üstüne] almak, onu üstlenmek: Onun görevini ben aldım. Bu sorumluluğu almak istemem. —35. Bir kimseyi, bir yeri almak, bir duygudan, du­ yumdan, durumdan söz ederken, o kim­ seyi, o yeri birdenbire sarmak, kaplamak: Beni bir düşüncedir aldı. Ortalığı bir ses­ sizlik aldı. —36. Bir ölçüyü almak, bir şe­ yin boyutlarını, ölçüsünü, vb. ölçmek; saptamak, not etmek: Hastanın derece­ sini almak. Beden ölçülerini almak. —37. Bir şeyin bir yerinden almak, o şeyin öl­ çülerim o yerden azaltmak; daraltmak, kı­ saltmak: Bluz çok bol, yanlarından biraz alabilirsin. —38. Sıvı, gaz, ışık almak, içi­ ne girmesine izin vermek, onu içine çek­ mek: Fıçılar hava alınca şaraplar bozul­ muş. Bu oda ışığı tepedeki bir pencere­ den alıyor. Ayakkabım su alıyor. —39. Bir şey (nesne, madde vb.) almak, onu kul­ lanmak üzere ayırmak; onu harcamak 50 gr. yağla 100 gr. un alın içine iki yumurta katın. —40. Bir organı almak, hastalıklı bir organı tıbbi bir işlemle çıkarmak: Böbre­ ğ i almak. Midesini almak. —41. Bir şey almak, bir yerden söz ederken onun et­ kisine açık olmak: Bu bölge çok yağmur alır. Eviniz güneş alıyor mu? Rüzgâr alan bir balkon. 42 .A v hayvanı almak, tutmak, yakalamak: Bugün hava iyi değildi, an­ cak, üç levrek alabildik. —43. Koku, tat almak, duymak, algılamak: Bu peynirde bir küf kokusu var mı? Ben almıyorum. Tadını alamadım. —44. Bir yolu belli bir zamanda almak, o yolu o zaman içerisin­ de gitmek: İzmir’i kaç saatte alırız? —45. Bir şeyi almak, sözkonusu neden olabi­ lecek bir nesneyse, bir başka şeyin etki­ sini azaltmak, gidermek; niteliğini değiş­ tirmek: Patates yemeğin tuzunu alır. Gü­ neş perdelerin rengini aldı. —46. Bir ye­ ri almak, sözkonusu başka bir yerse, ora­ yı bütünüyle görmek: Üst kat denizi oldu­ ğu gibi alır. —47. Al (sana), alın (size), olumsuz bir iş ya da duruma dikkati çek­ mek için söylenir; işte buyur: Al sana bir hırsızlık olayı daha. || Al Allah kulunu, zapteyle delini, delidolu bir kimse için söyle­ nir. |j A l aptesini ver papucumu, bir işten yarar umarken zarar görme durumunda “ o işle her türlü ilişkiyi kesmek” anlamın­ da söylenir. || Al aşağı vur yukarı, çekişe­ rek yapılan pazarlık için söylenir: Atın sa­ tımında al aşağı vur yukarı 25 bin lirada anlaştılar. || Al baştan, sil baştan, yeniden, yeni baştan. || Al benden de o kadar, bir kimsenin karşısındakiyle aynı düşüncede



Alman çeşmesi olduğunu vurgulamak için söylediği söz. |j Al birini vur birine, ötekine, karşılaştırı­ lan iki şey ya da kimsenin nitelikçe düşük, işe yaramaz olduğunu belirtmek için söy­ lenir. || Al gülüm ver gülüm, karşılıklı ya­ pılan bir işi ya da iki sevgili arasındaki sı­ kı ilişkiyi belirtir. || Al haberi git kabart ka­ ban, "haberden duyduğun sevinci övü­ nerek belirtebilirsin” anlamında söylenir. || Al iskeleyi," git” , "toz ol", "çek ara­ banı" anlamında söylenir (Arg.). || Al kaşağıyı gir ahıra, "söylenenlere aldırma, doğru bildiğinden şaşma" anlamında söylenir. || Al külahını eyvallahı (da) için­ de, yapılan iyiliği şiddetle geri çeviren kimse tarafından söylenir (tkz.). || Al on pa­ ralık da ondan, bundan, bir konu ya da sorun görüşülürken yersiz düşünceler be­ lirten kimselerin bu tutumunu yermek için söylenir. |j Al takke ver külah, uğraşa çe­ kişe; senli benliliği aşırı ölçülere vardıra­ rak: Her akşam kızlı erkekli bir grup al tak­ ke ver külah vakit geçirirler burada. || Alan razı satan razı, iki kişi bir işte uyuşmuşsa başkalarının buna karışmaması gerektiği­ ni belirtmek için söylenir. || Aldı, halk öy­ külerinde, “ söylemeye başladı” anlamın­ da kullanılır: Aldı Kerem. || Aldı ele girdi yola, bir kimsenin konuyu uzattıkça uzat­ tığını belirtmek için söylenir. || Aldı fitili, bir­ denbire kızdı, öfkelendi. || Aldığı aptes ür­ küttüğü kurbağaya değmemek, bir işin sağladığı yararın, yol açtığı zararı karşı­ layamaması durumunda söylenir. || Aldın mı (babayı)?, “ Gördün mü, anladın mı? Sen bu işi zor yaparsın" anlamında söy­ lenir (arg.). || Bir kimseyle alıp vereceği ol­ mamak, o kimseyle ilgi ve ilişkisi bulun­ mamak: Öyle birinin senin gibi dürüst bir adamla ne gibi bir alıp vereceği olabilir? || Bir kimseyle alıp veremediği olmak, o kimseyle sorunu olmamak: Benimle alıp veremediğin ne? işimiz, evimiz, her şeyi­ miz ayrı. || Alıp (alıp) vermek, yürek söz­ konusuysa hızlı hızlı atmak, çarpıntı ge­ çirmek: Yüreği alıp alıp veriyor, zor soluk alıyordu; bir konu üzerinde kendi kendi­ ne, içinden tartışarak düşünmek: Değişik yönlerden düşünüyor, alıp alıp veriyor, yi­ ne de bir karara varamıyordu. || Alıp yü­ rümek, kısa sürede gelişmek, yayılmak. II. Yardımcı fiil. Bir adla birlikte tek bir fiil değerinde deyimsel fiiller oluşturur: Ban­ yo almak (banyo yapmak, yıkanmak), ce­ za almak (cezalandırılmak), duş almak (duş yapmak), eleştiri almak (eleştirilmek), karar almak (kararlaştırmak), mikrop al­ mak (mikroplanmak), not atmak (not tut­ mak, not etmek), soğuk almak (üşütmek), bir şeyin şeklini almak (şekillenmek, şek­ line girmek), yara almak (yaralanmak), yumruk almak (yumruklanmak), zevk al­ mak (zevklenmek) vb. —Camc. Çatlak almak, bir cam şeritin çatlağının ucuna mekanik ya da ısıl işlem uygulayarak onun ilerlemesini önlemek ya da kenara kaymasını sağlamak. (Bi­ çimlendirme aygıtıyla kesme bölümü ara­ sında şerit ilerlerken, camda çatlak baş­ langıcı görülürse, bu işlem uygulanır. Çat­ laklar, serbestçe gelişmeleri önlenmezse, cam şeritte önemli boyda hasara yol açar.) —Denize. A l beraberi, kürekli teknelerde, puta, kürek durumundayken küreklerin aynı anda çekilerek teknenin çıkışını sağ­ lamak için verilen komut. || Al bir kürek!, kürekli bir teknede, manevraya yardımcı olmak üzere tek küreğin bir hamle alma­ sı için verilen komut. || A l üstüne!, kürekli bir tekneye ileri yol vermek amacıyla kü­ reklerin birlikte çekilmesi için verilen ko­ mut. || Alma kürek!, bir yere yanaşan tek­ nenin hızı, manevra için yeterli olduğun­ da küreklerin çekilmesini durdurmak amacıyla verilen komut. || Havuza almak, karinasının bakımı, onarımı, temizliği ve boyanması için geminin kuru ya da yü­ zer havuza girişini sağlamak. (Eşanl. HA­ VUZLAMAK.) || Mevki almak, bir gemi için nizamda kendisine ayrılan mevkiye geçmek.-Bir gemi için mesafe ve kerteriz yö­ nünden belirli bir noktaya göre yer almak.



|| Sancak ya da iskele üstüne almak, kü­ rekli bir teknede dönüş hareketini çabuk­ laştırmak için dönüş yanına ters yöndeki kürekleri çekmek. —Oy. Yerden almak, kâğıtları elde diz­ mek için yerden toplamak. || Almaz, is­ kambil oyunlarında kart istenmediğini be­ lirten söz. —Petr. san. Hava almak, bir deponun gazlı havasını değiştirmek; bu işlem ya bir hava boşluğu oluşturularak ya da farklı bir gaz basılarak gerçekleştirilir. || Sıvı almak, bir kulenin, bir deponun tabanındaki su­ yu ya da durulmuş ağır ürünleri boşalt­ mak. —Seram. Yağını almak, bir seramik ha­ muruna özlülüğünü (plastikliğini) giderici maddeler katmak. —Tıp. Parça almak, hücresel, dokusal ve kimyasal amaçla incelemek ya da bakte­ riler ve kan üzerinde araştırma yapmak amacıyla organizmadan patolojik bir maddeyi ya da hasta bir dokuyu çıkarmak. aldırmak, aldırtmak ettirg. f. 1. Almasını sağlamak, almasına yol açmak: Çocuğu bakkala gönderip bir şeyler aldırdı. Bademciklerini aldırmak. Bir kim­ seyi işe aldırmak. Bu kadar eşyayı bu ba­ vula aldırabilir misin? Bizi yanına aldır. —2. Bir kimseyi (elinden) aldırmak; onu yitirmek, başkasına kaptırmak. —Spor. Ava alıştırılmış doğan, şahin gibi yırtıcı kuşlara avı yakalattırmak. . ♦ alınmak edilg. f. 1. Almak eylemine konu olmak: Çocuklara bayramlıklar, eve erzak alındı. Evinden alınıp, karakola götürülmüş. Kaybolan denizcilerden ha­ ber alınamadı. Kahveye 18 yaşından küçükler alınmıyor. Kırılan bacağı askıya alındı. Görevden alınmak. Dikişlerin ne zaman alınacak? Listeye ben de alınmı­ şım. Bu öykünün konusu toplum yaşa­ mından alınmış. Sözlerim ciddiye alın­ madı. Tatil bir hafta öne alındı —2. Esk Âşık olmak, tutulmak, kapılmak: Nazar-ı pâk ile bakınca ona / Ol peri çehreye alındı geda (Şah ü Geda, XVI. yy.). —Oy. Alınan kâğıt, atılan kâğıt yerine is­ tenilen kâğıt. Â L M A K (ar. el-'anak, çöl vaşağı1ndan). Andromeda*'nın 7 yıldızına verilen ad. Kadiri 2,3. Tayf tipi K 0. Bir çift yıldız sis­ teminin ana yıldızıdır. Bileşenler birbirine 9,7'uzaklıktadır ve bir dürbünle kolayca ayırt edilebilirler. Ayrıca sarı ve mavi renk­ leri belirgin bir karşıtlık gösterir.



yakılıp yıkıldı. Bugüne kalan yıkıntılar ara­ sında diğer mezarların yanı sıra Tuğluk Ti­ mur Han'ın mezarı önemlidir. A L M A M İ (tukulor dilinde söze.; ar. el



-imam’dan). Futa-Toro ve Futa-Calon'un dinsel önderi. h i.lf& .H sıf. ve a. Almanya halkından olan. a. 1. (tamlayan olarak) Almanlar’a ya da Almanya’ya ilişkin: Atman şairi. —2. Alman usulü, toplu ödemelerde herkesin kendi giderini karşılamasına dayanan ödeme biçimi: Alman usulü yapalım lüt­ fen, hesabı bölüşelim. —Bayınd. Alman yöntemi, tünel kazma yöntemlerinden biri. —İkt. Alman markı - DEUTSCHE m a r k . —K o ş u m c . Alman burunsalığı,PRAN ­ G A L I’ B U R U N S A L IK 'ın e ş a n la m lıs ı.



A lm a n a rk e o lo ji enstiSiis-is, arkeo­ lojiye ilişkin çalışmaların desteklenmesi amacıyla Almanya'da kurulan dernek, ilk kez 1829'da, Roma'da kurulan Alman ar­ keoloji enstitülerinin merkezi, | Almanya' nin Batı Berlin kentindedir (1874'ten be­ ri). Kuruluşun Atina, İstanbul, Kahire ve Madrid’de şubeleri vardır. Roma şubesi UNESCO'nun girişimiyle, International Union of the Institutes for Archaeology, History and Arts in Rome adlı kuruluşun kapsamına alındı (1945). Enstitünün önemli şubelerinden biri de Frankfurt’ta­ ki Römisch-Germanische Kommission’ dur (1901). İstanbul şubesi, M.Schede yönetimin­ de, Institut für Archeologie und Geschichte der Türkei (Türkiye arkeolojisi ve tarihi enstitüsü) adıyla açıldı (1929). ikinci Dün­ ya savaşı sırasında kapanan (1944) ve çalışmaları İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’ne devredilen (1948) kuruluş, 1959’da K. Bittel yönetiminde yeniden fa­ aliyete geçti. Klasik arkeoloji, bizans tari­ hi, ortaçağ tarihi ve türkoloji alanında ça­ lışmalar yapan kuruluşun, Istanbuler Mitteilungen, İstanbul Mitteilungen Beiheft ve Istanbuler Forschungen adlı süreli yayın­ ları vardır. Anadolu'nun birçok yerinde ■kazı ve araştırmalar yapmış olan Alman arkeoloji enstitüsü’nün kimi kazıları halen sürmektedir (Boğazköy, Aizanoi, Didyma, Miletos, Bergama vb.) [1986].



A lm a n feirfSği (Kutsal), İncil birliği'ne kârşılık olarak Bavyera dükası Maximilian ile -kilise seçicileri ve papa Paulus V’in oluşturduğu (1609) ve Ispanya’nın da ka­ tıldığı (1610) koalisyon, izlediği siyaset, ASMAMK a.Yörs. Eşya koymak için ta­ Otuz-Yıl savaşları’nın çıkmasına neden ol­ vana yakın yapılan raf. du. A L M A L IK , Özbekistan Cumhuriye­ ^Almaıa çe şm e si, İstanbul’da çeşme; tinde kent, Taşkent’in 90 km güneydo­ Sultanahmet meydanında, parkın içinde. ğusunda, Kuramin dağlarının kuzey Alman imparatoru Wilhelm H’nin Abdületeklerinde; 114 000 nüf. (1989). Demirsiz madenler metalürjisi (bakır ve molib­ den, kurşun ve çinko). A L M A L IK , Yukarı ili vadisinde, müslü­ man beyliğin başkenti. Sayram gölü ile I Talki boğazının güneyinde,lli’nin kuzeyin- ! de ve bugünkü Kulca’nın K.-B’sında yer 1 alır. Beylik XII.-XIII. yy.'da Uzar ya da Buzar tarafından kuruldu. Almalık, bu beyli­ ğin başkenti,aynı zamanda önemli bir ti­ caret merkeziydi. Çin kaynaklarına göre, Almalık beyi de diğer yöre beyleri gibi Cengiz Han ile ilişkideydi. Uzar, avlanır­ ken Karahıtay beyi Küçlük tarafından öl­ dürüldü. Oğlu ve ardılı Suknak Tigin, Cengiz Han'ın oğlu Cuci'nin kızıyla evlen­ di. Ölümünden sonra yerine oğlu Danişment Tigin geçti (1253). XII. yy.'da bası­ lan gümüş paralar bu hanedana aittir. Cengiz Han’ın ölümünden sonra Almalık Çağatay Han’ın egemenliğine girdi. Almalık, Çin ve Orta Asya yolu üzerindeki konumundan ötürü, birçok kez gezginle­ rin ve avrupalı misyonerlerin yapıtlarında yer aldı. Kent ayrıca Romen katolik mis­ yonerlerinin ve nesturilerin de merkeziy­ di. Bu bölgedeki diğer kentler gibi Almalık da XIII. ve XIV. yy.’lardaki savaşlarda



409



Almançeşmesi Sultanahmet-istanbui



A lm a n ç e ş m e s i ,



hamit İl’ye armağanı olan yapıt, mimar M Spitta tarafından Almanya'da yapılmış, 1901’de İstanbul’daki yerine yerleştiril­ miştir. Bizans sanatından esinlenilen ya­ pıda sekiz dilimli kubbe, ebruli mermer­ den yapılmış sekiz sütuna oturur. A L M A N D E M O K R A TİK C U M H U ­ R İYETİ (ADC), alm. Deutsche Demokratische Republik, Doğu Almanya ya da Demokratik Almanya da denirdi, 1949’dan 1990’a kadar Avrupa’da var olan devlet —>A lm a n y a . A L M A N Y A FEDERAL C U M H U ­ RİYETİ (AFC), alm. Bundesrepublik Deutschland, Avrupa’da devlet, Batı Almanya ya da Federal Almanya da denir. Başkenti Bonn. Resmi dili alman­ ca. (-> A l m a n y a ) ■ A lm a n h a s ta n e s i, İstanbul'da özel sağlık kurumu. Prusya elçiliği ve Bahriye hastanesi doktoru Georg von Mühling'in (1826-1907) çabasıyla kurularak Sıraselviler’deki binasında hizmete girdi (6 ni­ san 1846). Hastanenin bugün, içbastalıkları, cerrahi, kadın-doğum ve çocuk ol­ mak üzere 74 yataklı dört servisi vardır. A lm a n id e o lo jis i (Deutsche Ideologie). Marx ve Engels’in 1845-46’da yazdık­ ları ve ilk kez 1932’de SSCB’de yayımla­ nan kitap. Bu kitapla, özellikle Feuerbach’ın maddeciliği, genç-hegelcilerin idealizmi, Max Stirner’in anarşizmi ve Moses Hess'in sosyalist görüşleri eleştirilir. A lm a n k a to lik le ri, Almanya'da 1844’te kurulan bir dinsel topluluğun üyeleri. Topluluğun temel ilkeleri, Breslau inanç açıklamasında ortaya kondu. Bun­ lar, din adamları için evlenme yasağının kaldırılması, Papa’nın yetkisini tanıma­ ma, incil’in serbestçe incelenmesi gibi il­ kelerdi. Topluluk, başlangıçta belli bir yankı uyandırdıysa da, 1848’den sonra dağıldı. A lm a n lis e s i, İstanbul’da özel yaban­ cı okul. Alman ve isviçrelilerden oluşan Alman mektebi idare cemiyeti tarafından kuruldu (11 mayıs 1868). Birinci Dünya savaşı’nın bitiminde (1918) kapanan okul, 1924’te yeniden öğretime açıldı. Eğitim bakanlığının kararıyla 1945-1953 arası yine kapalı kaldı. 1 ekim 1953’te yeniden faaliyete geçti. A lm a n p ro te s ta n k ilis e s i



Eva n -



GELİSCHE KİRCHE İN DEUTSCHLAND.



A lm a n s e fe ri (25 nisan-21 kasım 1532). Kanuni Sultan Süleyman’ın Avus­ turya seferi. Mohaç* meydan savaşı’ndan sonra Macaristan’ı ele geçiren OsmanlIlar, bir kısım macar beyleri tara­ fından kral seçilen Janos Zapolya’nın krallığını desteklediler. Başka macar beyleri de Alman imparatoru Kari V’in (Şarlken) kardeşi olan Avusturya dükü Ferdinand’ı kral tanıdılar. Ferdinand, Osmanlılar’a yolladığı elçiyle krallığının onaylanmasını istedi, Osmanlılar’a vergi Alman hastanesi, İstanbul ödemeyi sürdüreceğini bildirdi. Osman(1900-1905 arasında çekilmiş lılar Zapolya’nın krallığında direnince de bir kartpostaldan) Budin’i kuşattı. Kuşatma haberini alan



Kanuni, Macaristan'a sefer açılmasına karar verdi. Sefer sırasında ordu Sirem bölgesinde konakladı. Ferdinand’ın elçi­ leri padişahın huzuruna kabul edildi. El­ çiler, istekleri yinelediler, barış çağrısın­ da bulundular. Kendilerine fetih hakkının kullanılarak sefer açıldığı, barışın sözko­ nusu olmayacağı bildirildi. Bu sırada, or­ dugâha gelen Fransa elçileri onuruna düzenlenen tören, Avusturya elçilerine de izlettirildi. Osmanlı himayesine sığı­ nan fransız elçisine yapılan törenden Avusturya elçisinin etkilenmesi, padişa­ hın himayesine sığınanların ayrıcalığını Ferdinand’a iletmesi amaçlanmıştı. Or­ duyla birlikte Semendire sancakbeyi Mehmet Bey, Bosna beyi Gazi Hüsrev Bey komutasında akıncı birlikleri de Avusturya topraklarına akınlar düzenledi­ ler. Kısa sürede teslim olan büyük-küçük on beş kale alındı. Kanuni'nin amacı Avusturya-Alman ordularını meydan sa­ vaşına zorlamak, savaşı kazanarak Avusturya’yı fethetmekti, imparator Kral V'e Ferdinand’a onları savaşa kışkırtmak için ağır hakaretler içeren mektuplar ya­ zıldı. Elden çıkan kaleler, akıncı birlikleri­ nin baskınları gibi bu mektuplar da impa­ ratoru savaş meydanına çekemedi. Kari V, güçlü bir ordu toplamasına karşın, Linz kentinde osmanlı ordusunun ikinci kez Viyana üzerine yürümesini bekledi; bir meydan savaşına girmekten kaçındı iki yüz bin kişilik osmanlı ordusu birtakım kaleleri almakla yetinmek durumunda kaldı. Dönüşte, yol boyundaki alman ka­ leleri ve kasabaları yakıldı. Yedi aya ya­ kın süren seferden İstanbul’a dönen Ka­ nuni, büyük bir zafer kazanılmış gibi, beş gün, beş gece şenlikler yapılmasını emretti. Ertesi yıl Ferdinand ile yapılan antlaşmayla, Ferdinand’ın ele geçirdiği topraklar üzerindeki egemenliği kabul ediliyor, bu topraklara karşı yılda 30 000 altın ödemesi öngörülüyordu. Ayrıca Fer­ dinand, Zapolya’nın elinde bulunan top­ raklara saldırmayacaktı. A lm a n ta le ri (alm. Reichstaler), riyal kuruş, atik kuruş, kara kuruş da denir. Nümism. Avrupa’nın liman kentleri borsalarında ve özellikle XVII. yy.’dan önce osmanlı ülkesinde geçerli olan alman gü­ müş sikkesi. Mustafa II döneminde (1695-1703) osmanlı topraklarında kulla­ nılan taler ve arslanlı* gibi yabancı gü­ müş paralar toplanarak osmanlı sikke ka­ lıplarıyla yeniden basıldı. Alman taleri’nin ön yüzünde, arslanlı’dan farklı olarak tuğra yerine sultanın adı bulunuyordu. Bu sikkeler osmanlı kuruşu biçimindeydi. Bir buçuk alman taleri’nin değeri, bir osmanlı altınıydı. Altının değeri 120 akçe iken, bu sikkenin değeri 80 akçeydi. A lm a n u lu su n a s ö y le v (Reden an die deutsche Natlon), Fichte'nin 18071808’de Berlin Üniversitesi’nde verdiği 14 dersin tümü. Prusya’nın çöküşünden sonra kaleme alınan ve gerçek bir milli­ yetçilik bildirgesi olan bu yapıtta Fichte'ye göre, tarihsel görevi kendi manevi yenilenmesini gerçekleştirdikten sonra, bütün dünyayı kurtarmak olan bir ulusun erdemleri övülüp yüceltiliyordu. Bu söy­ lev, fransız işgalcileri hedef alan gerçek bir bildirge olarak görüldü. A LM A N A K a (orta ç. lat. almanach; ar. el-manah; gelecek yıl anlamında, süryanice /-mana/dan). Yılda’ bir yayımla­ nan ve her türden bilimsel ve pratik bilgi­ ler veren takvimli kitap. -ANSİKL.Almanak, çeşitli alanlarda öğre­ tici bilgiler ve tahminlere yer vererek bir çeşit pratik teknoloji oluşturan, halka yö­ nelik bir edebiyat türüdür. Bu kitaplar Batı’da uzun bir süre köylü kesiminin ve burjuvaların başlıca okuma kaynağı, kü­ çük formalı yayınların da temeliydi. Alma­ naklarda zamanın bölümlendirilmesi düşsel, pratik ve ideolojik bir dünya ku­ rulmasına olanak verdi; böylece büyük kesimin benimsediği inanç ve alışkanlık­



ların küçük bir modeli ortaya kondu. Al­ manaktaki takvim, bir önceki yılın olayla­ rını anımsatır, bunu da tarihin bir yinele­ me olduğunu ustaca belirterek yapar. Özdeyişlerle, atasözleriyle zenginleştiri­ lerek, “ibret alınacak olaylar" toplamıyla topluluğu ilgilendiren olayların (bayram­ lar, panayırlar) dökümünü verir. Basılı en eski almanak olarak bilinen le Calendrier des bergers (XV. yy. sonu), an­ siklopedi tarzında düzenlenmişti: kır ya­ şamını bütün yönleriyle ele alıyordu ve içinde astronomiden yemek tarifine ka­ dar her şey vardı. Bu almanak XVIII. yy.’a kadar taklit edilmiş ve okunmuştur. XVIII. yy.’dan başlayarak almanak çıkar­ mak moda haline geldi, pek çok alma­ nak yayımlandı. XIX. yy.’daysa yergi ya­ zarlarının elinde bir silah durumuna ge­ len almanak, dağıtımın yaygınlaşması ve okulların çoğalmasıyla kültürün temel kaynağı olmaktan çıktı. Almanya'da Goethe ve Schiller’in, Amerika Birleşik Devletleri’nde Franklin’in yazdığı almanaklar büyük ilgi topla­ dı. 1678’de Fransa’da çıkan la Connaissance des temps. 1766'da İngiltere’de yayımlanmaya başlayan Nautical almanac, 1855’te ABD’de basılan American ephemeris and nautical almanac (bu son ikisi 1960'ta birleşerek Nautical al­ manac adını almıştır), İspanya’da Torres Villarroel’in El gran piscator, edebiyat ve şiir ürünlerini içeren l'Almanach des muses (Paris, 1765-1833), bunun benzeri olan ve İtalya'da yayımlanan l'Almanacco letterario Bompiani (19301942, sonra 1959’dan başlayarak) bu alanda anılmaya değer başlıca almanak­ lardır. Almanya’nın Gotha kentinde basıl­ dığı için Gotha almanağı diye tanınan al­ manak da 1763'ten 1944’e kadar yayım­ landı. Diplomatik konuların yanı sıra hü­ kümdar ailelerine ve soylu kişilere ilişkin bilgileri içeren bu almanak 1956'dan sonra yeniden çıkmaya başladı. Türkiye’de ise, geçen yüzyılın sonları­ na doğru Ebüzziya* Tevfik'in yayımladığı bazı takvimler ( Takvim-i Ebüzziya, Takvim-i nisâ) almanak türünün ilk örnekleri olarak gösterilebilir. Cumhuriyet döne­ minde de özel kurumlarca Matbuat al­ manağı (1933-1938) ve Cumhuriyet al­ manağı (1936-1938) adlı iki almanak çık­ tı. Günümüzde de daha çok "yıllık” adı altında, belirli konuları ele alan bazı al­ manaklar yayımlanmaktadır. A LM ANCA a. Dilbil. Batı germen gru­ bundan, hint-avrupa dili; özellikle Alman­ ya’da ve Avusturya’da konuşulur. -ANSİKL. Geniş anlamda almanca, yük­ sek almanca ve aşağı almanca lehçe ya da ağızlarını ve yüksek almancanın te­ meli olan resmi, edebi ve idari dili kap­ sar. Dar anlamda “almanca" ise yalnız yüksek almancayı belirtir. • Dilbilimsel coğrafya. Bugün almanca konuşanların sâyısı yüz milyona yakındır. İki alman cumhuriyetinin ve Avustur­ ya’nın resmi dili olan almanca, İsviç­ re’nin de resmi dillerinden biridir; ayrıca bütünü düşünüldüğünde Lüksemburg'un diii de daha çok almancadır (bu ülkenin resmi dili gerçekte fransızca olsa da). Bütün bunlara İtalya’da YukarıAdige, Fransa'da Alsace ve Lorraine (bu yöredeki üç departementda, yani HautRhin, Bas-Rhin ve Moselle illerinde, idari ve adli konularda almancaya izin veril­ miştir). Belçika’da Eupen ve Malmedy’deki almanca konuşan azınlık­ ları eklemek gerekir. Bunların dışında, dünyadaki dilsel azınlıklar içinde, özellik­ le ABD’de, Kanada, Güney Amerika, hat­ ta Güneybatı Afrika'da, almanca konu­ şan pek çok topluluk vardır; ancak bu­ gün bunlar kaybolmaya yüz tutmuşlardır. Ayrıca, alman dilinin İkinci Dünya savaşı’ndan önce Orta Avrupa’da çok önemli bir yeri vardı. Almanca bu yöreler için hem başlıca iletişim dili durumuna geldi, hem de buralarda almanca konuşan pek



a lm a n -s o v y e t savaşı duğunu belirtmek gerekir. Almanca an­ çok dilsel azınlık bulunuyordu. Almancacak bazı güney lehçeleri açısından “bonın dilsel sınırı batıda ve güneyde çok ğazsı bir dil" olarak nitelenebilir. önceden yerine oturduysa da, lehçe ala­ • Yazı. Gotik harfler bugün artık kullanıl­ nı birkaç yüzyıl doğuya doğru yayılmaya mıyor. Adlar, hem cins hem özel adların devam etti. Ancak, İkinci Dünya savaşı'nın ertesinde, kitleler halinde nüfus ak­ tümü büyük harfle başlar (üzerinde çok tarımı yapıldıktan sonra, alman ağızları­ tartışılan bir yazım reformu bu uygulama­ nın dilsel haritası bugün ancak Oderyı kaldırmak istiyordu). Yazım ile fonetik Neisse hattına kadar uzanıyor. arasındaki fark fransızca ve ingilizcede• Almancarıın tarihi. I. yy.'ın başlarında kinden çok daha az olmakla birlikte türkyüksek almanca ve aşağı almanca leh­ çedekinden biraz daha çoktur. çeleri anglosakson ve friesland dilleri gi­ • Dilbilgisi. Almanca dilbilgisinin güç ol­ bi, batı germenceden doğdular; batı gerduğunu herkes kabul eder; fransızcanın menceyse, hint-avrupa dilleri topluluğu­ “çözümleyici”liğine karşıt olarak almanna giren ortak germenceden doğmuştu. cayı “birleştirici” bir dil sayanlar vardır. (Ama saydığımız bu ilk üç evre filolojik Ancak, almanca ad çekimlerini korumuş varsayımlardır yalnızca, çünkü “eski yük­ olsa da, baştaki vurgu yoğunluğundan sek almanca”yla yazıldığı belirlenmiş ilk doğan sondaki zayıflamalar bunları bü­ metinler VIII. yy.'a dayanır.) Yüksek al­ yük ölçüde bozmuştur. Almancada dört manca lehçeleri, sürekli parçalanarak ve durum (yalın, yükleme, yönetme ve tam­ büyük göçlere bağlı olarak, p,t,k gibi kalayan durumları) ile üç cinsi (eril, dişli, pantılı ünsüzleri değiştiren, ikinci ünsü­ yansız) tekil ve çoğulda göstermek için zün değişmesi kuralına göre VI. yy. ile yalnızca beş çekim eki (-en, -e, -er, -es, VII. yy. arasında aşağı almanca lehçele­ -em) vardır. Bu da ad grubu için, özellik­ rinden ayrıldı (germence de bir ilk ünsüz le de, kendisinden önce bir tanımlık ya değişmesiyle öbür hint-avrupa dillerin­ da bir belirleyici gelmesine göre belgeç den ayrıldı). durumundaki sıfat için, karmaşık bir Aşağı almanca Teuthonia’nın kuzey denkleştirme mekanizması getirir. İngiliz­ ovalarında, batıda hollandacayı oluştu­ ce gibi almanca da, az sayıda olan ama rurken, öbür yörelerde lehçe durumunda çok kullanılan kuralsız ya da “kuvvetli” fi­ kaldı (Plattdeutsch). Güneyde de yüksek iller ile kurallı ya da “zayıf” fiiller arasın­ almanca kendi içinde bölündü; yüksek daki karşıtlığı korur. Fiil çekimi iki basit almancanın ünsüz değişimi ancak İsviç­ zamana, şimdiki zaman ve geçmiş za­ re lehçelerinde (İsviçre, Alsace, Schwamana dayanır; gelecek zaman da, edil­ ben) tam olarak gerçekleşti. Bu lehçeler, gen biçim de, werden (olmak) yardımcı avusturya-bavyera lehçeleriyle birlikte fiiliyle oluşturulan bileşik biçimlerle kuru­ üst almancayı (oberdeutsch) oluştururlar lur. Sözdiziminde bilgiler genellikle şu il­ ki, bunları orta almancadan ayırt etmek keye göre sıralanırlar: belirten belirtilen­ gerekir; orta almanca ise Lüksemburg, den önce gelir; bileşik adlarda görüldü­ Lorraine ve Orta Almanya’da konuşulan ğü gibi, bu durum türkçedekinin aynıdır frankça lehçelerini kapsar. Almancanın (türk. yanardağ', alm. Feuerberg). Bunun ünlüleri de germenceden başlayarak bir­ gibi sıfat addan önce gelir; sıfat tamla­ çok kez dönüşüme uğradı. Modern almalarında da sıfat tamlanandan önce mancada metafoni (Umlaut) çeşitli bigelir. Bağımlı cümleciklerde fiil sona gi­ çimbilimsel işlevleri olan dilbilgisel bir der, bağımlı cümleciklerde birbirlerinden belirtici durumuna geldi. Ayrıca birçok her zaman virgüllerle ayrılırlar. Genellikle çiftünlüleşme (bavyera lehçesi) ile bazı almancada cümlede belirgin olmayan te­ tekünlüleşmeler (frankça) ortaya çıktı. mel sıraya göre, fiil en sona konur ve XII. yy.’da orta yüksek almanca dönemi tümleçler ona bağlı olarak sıralanırlar: diye adlandırılan dönem başladı ve ilk ayrılabilir örneklerin, mastarların ve sıfat kez, lehçeleşme eğilimine karşı çıkan bü­ fiillerin asıl cümlenin sonuna gitmesi böy­ yük bir akım kendini gösterdi. Güney Al­ le açıklanır. Almancanın genellikle cümle manya’da, fransız etkisiyle, İsviçre ve öğelerini bağlılaştırarak bütünleştirmeye bavyera lehçelerini temel alan ve dil birli­ önem vermesi (bağımlılık) almancanın ğini sağlama yönünde ilk girişim sayılan “birleştirmeci” anlayışının sonucudur; al­ bir aşk ve yiğitlik edebiyatı doğdu. Ama mancada çok karmaşık ve çok uzun ad­ seçkin şövalye topluluğuha özgü olan bu ların bulunmasının nedeni budur. ortak dil, bu toplulukla birlikte ortadan • Sözvarlığı. Sözlükçe daha çok germen­ kalktı. Sonunda bu dilin yerini, orta almance köklerden oluşur: sözcüklerin kökeni cayı temel alan ve Almanya’nın doğusun­ türkçede olduğu gibi genellikle belirgin­ da bir koloni bölgesinde ortaya çıkan ve dir. Biçimbilimsel dönüşümlerde (örneğin Saksonya şansölyeliğinin etkisiyle oluşan her mastar ad olarak kullanılabilir), kuru­ daha genel bir dil aldı; bu durum lehçe luşlarda ve türetmelerde büyük bir esnek­ ayrılıklarının bir yana bırakılmasını sağla­ lik vardır. Bununla birlikte almancaya az dı. Luther bu lehçeyi zenginleştirerek ye­ ya da çok yakın dönemlerde girmiş pek niden ele aldı. Matbaanın da katkısıyla çok yabancı kökenli sözcük (FremdwörLuther'in İncil çevirileri bu yazı dilinin, ön­ ter) vardır. Yabancı kökenli sözcüklerin ce protestan ülkelerinde, XVI. yy.’da da büyük bölümü latinceden gelmiştir; ama tüm Almanya’da egemen olmasını sağla­ yüzyıllardır ve tüm alanlarda daha çok dı: bu da “yeni yüksek almanca’’nın, yani fransızca rol oynamıştır; öyle ki, pek çok modern almancadan pek farklı olmayan almanca sözcüğün bir de fransızcası var­ bir dilin başlangıcını oluşturdu. dır ya da yalnızca fransızcadan gelmiş bi­ • Sesbilgisi. Almancanın söylenişinde çimi vardır; günümüzde kuşkusuz İngiliz­ büyük bir güçlük yoktur. En önemli nok­ ce de büyük bir önem kazanmaktadır. ta, her dolu sözcükte, çok kuvvetli olan Ortak dilin (Hochdeutsch) yanı sıra, ona vurgu yoğunluğunu iyi belirtmektir. Söz­ benzeyen lehçelerin de bugüne kadar cüğün başında olduğunda bu vurgu etki­ varlıklarını sürdürdüklerini belirtmek gere­ sini yitirmeye (ö biçimine dönerek) ya da kir. Amanca konuşanlar için, çok kesin ku­ vurgulu ünlü (kök) dışındaki bütün ünlü­ rallara uymak zorunluğu olmadığı söyle­ leri silmeye başlar. Almancanın sesbirimnebilir ve bu, özellikle söyleyiş için geçerleri, ender rastlanan bazı durumlar dışın­ lidir. Ama yakın dönemlerdeki nüfus akta­ da türkçedekinin aynıdır: soluklu h ya da rımları ve kitle iletişim araçlarının gelişimi sert ses vurgusu, Ach-Laut denilen “bodil birliğini hızlandırmış bulunuyor. ğazsı ses” (ch olarak gösterilir ve arapçadaki h sesine yakındır) ile Ich-Laut de­ ALM ANCI a. Almanya’da çalışmış ya nilen (o da ch ile gösterilir), yani ng ola­ da çalışmakta olan türk işçisi. rak gösterilen ses örnek verilebilir. AlA lm a n d a ğ ı ya da K a h le n b e rg sa ­ mancada uzun ünlüler ile kısa ünlüler va şı, II. Viyana kuşatmasını yenilgiye arasında nicelik bakımından bir karşıtlık dönüştüren meydan savaşı (12 eylül vardır. Bir de aslında standart almanca1683). Viyana’nın yardımına gelen Jan nın yüksek almanca olduğunu, aşağı alSobieski komutasındaki alman, avusturmancanınsa, büzülmeye ve düşmeye ya ve leh ordularıyla Kahlenberg’de (Alyer vermeyen çok farklı bir söylenişi ol­



mandağı) karşılaşan osmanlı ordusu, Budin beylerbeyi Koca İbrahim Paşa’nın başarısızlığı ve Kırım hanı Murat Giray'ın zamanında savaşa girmemesi gibi ne­ denlerle yenilgiye uğradı. Orduya komu­ ta eden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bütün ağırlıkları ve ordu hâzinesini bıra­ karak çekilmeyi emretti. (-► V İY A N A -KuŞATMASI [İK İN C İ].)



A LM A N D İT ya da ALM ANDİN a (fr. almandite ya da almandin). Miner. Formülü Fe3AI2Si30 12 olan alüminyumlu ve demirli grena; çoğunlukla mikaşistler­ de ve bazı aplitlerde bulunur; kırmızı renkli bu mineral kübik sistemde, genel­ likle on iki yüzlü eşkanar dörtgenler biçi­ minde kristalleşir. A LM A N LA R (Rusya - ’/) Rusya’da ve Orta Asya cumhuriyetlerinde bulunan et­ nik grup (1,9 milyon). Kazakistan (% 46), Rusya (% 41). Kırgızistan ve Tacikis­ tan’da yaşayan bu Almanlar'ın büyük ço­ ğunluğu, Katerina II tarafından Volga, Karadeniz ve Ukrayna’ya yerleştirilen göçmen kolonların çocuklarıdır. 1924'te kurulan Volga Almanları Özerk Cumhuri­ yeti, 1941’de lağvedilerek alman nüfusu sürgüne gönderildi. Rusya Almanları, 1955’te medeni haklarına yeniden kavuş­ tular, 1964'te de itibarları iade edildi. 1970’te, parçalanmış ailelerin birleştiril­ mesi çerçevesinde öngörülen göç hare­ ketiyle o tarihten başlayarak 50 000 al­ man Federal Almanya’ya gitti. A LM A N S A , İspanya’da kent, Murcia ilinde, Albacete’nin D.-G.-D.'sunda; 17 000 nüf. Ticaret merkezi. Güzel kale. Yakınında, Tarihöncesi’nden kalma Alpera duvar resimleri ve İberler’den kalma Cerro de los Santos tapınağı’nın kalıntıla­ rı. -Berwick dükünün Felipe V’in İspanya tahtına çıkmasını sağlayan zaferi (1707). Â lm a n -so vye f p a k tı, 23 ağustos 1939’da Almanya ile Sovyetler Birliği ara­ sında imzalanan saldırmazlık antlaşması. Litvinov’un, Hitler’e karşı anlaşmaya ça­ lıştığı Doğu Avrupa ülkelerinin, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın kararsız tu­ tumları karşısında Stalin, Almanya ile olan ilişkilerini iyileştirmeye karar verdi (nisan 1939). 23 ağustos 1939’da Ribbentrop ile Molotov arasında Mosko­ va’da imzalanan saldırmazlık paktına, sovyet ve alman etki bölgelerinin (Finlan­ diya, Estonya, Letonya, Besarabya ve Doğu Polonya’da SSCB etki bölgeleri; Litvanya ve Batı Polonya'da Almanya et­ ki bölgeleri) kurulmasını öngören bir de gizli protokol eklenmişti. Ne var ki, Stalin’in, III. Reich’a karşı kışkırtmalardan uzak durmaya çalıştığı bir sırada Hitler, daha 1940 yazında, genelkurmayına, 1941 baharında SSCB’ye karşı bir saldırı hazırlama emrini verdi. A lm a n -s o v y e t sa va şı, 1941 ile 1945 arasında, batılı müttefiklerin yardım ettiği SSCB ile, İtalya ve uydu mihver devletlerince desteklenen III. Reich’ı kar­ şı karşıya getiren çatışma. • SSCB’nin istilası (1941-42). Reich’ın SSCB’ye genel saldırısı, 1940 güzünden başlayarak alman genelkurmayı tarafın­ dan inceden inceye tasarlandı. Balkan­ lar* seferi dolayısıyla bir ay geciken sal­ dırı. 22 haziran 1941’de başladı. Brauchitsch’in emrindeki alman ve uydu ordu­ ları (190 tümen, 3 700 tank. 4 000 uçak). Leningrad, Moskova ve Kiev’i hedef alan üç ordu grubuna (Leeb, Bock ve Rundsted) ayrılmıştı. Karşılarında 170 tümen vardı. Bu kuvvetler kuzeyde Voroşilov’un, ortada Timoşenko’nun, güneyde Budenniy’in komutası altındaydı. Alman tankla­ rı, aştıkları birliklerin gerilerine sarkmak için sovyet hatlarına daldı. Kuzeyde Le­ eb, Tallin (burada 25 ağustosa kadar durduruldu), Pskov ve Velikiye Luki’ye doğru ilerledi; 10 eylülde Stalin hattını yardıktan sonra Leningrad'ı kuşattı ve Vi-



a lm a n -s o v y e t savaşı 412



1942 güz baskınları sırasında Stalingrad sanayi bölgesine bir karşı saldırı yapmaya hazırlanan alman piyadeleri



alman-sovyet savaşı



Stalingrad savaşı’nın ardından başlayan büyük sovyet saldırısı (aralık 1942şubat1943) sırasında geri çekilen alman birlikleri



tebsk yakınında merkez ' kuvvetleriyle bağlantı kurdu. Bu kuvvetler Minsk'te önemli sovyet ordularını bozguna uğrat­ tıktan sonra yukarı Dniepr’e ulaştılar. Smolensk 10 ağustosta düştü, ancak Bock, Uman (8 ağustos) ve Kiev'deki (19 eylül) sovyet ordularının Rundstedt tara­ fından elenmesi ve Budenniy’in kuvvetle­ rini aşağı Dniepr’e çekmesine dek sa­ vunmada kalma zorunluluğunu duydu. Bu arada, Guderian ve von Weichs'ın emrindeki tankların Orel ve Bryansk üze­ rine, Hoth ve Hoepner’e bağlı olanların da Vyazma üzerine yürümesiyle, Mosko­ va muharebesi başlamış oldu. Jukov kanlı çarpışmalar sonunda Almanlar'ın ilerlemesini başkent önlerinde durdura­ bildi (aralık). Bu sırada Güney ordular grubu Harkov'u (24 ekim), Kursk'u (3 ka­ sım) alarak yukarı Don'a, sonra da Rostov'a ulaştı ve 29 kasımda oradan püs­ kürtüldü. Sivastopol dışında, tüm Kırım işgal edildi. Sivastopol kuşatmasıysa an­ cak haziran 1942'de son buldu. Çok sert geçen kış, Sovyetler'e Moskova abluka­ sını yarma ve aşağı Donets üzerinden karşı saldırıya geçme olanağını verdi. Ancak, yazla birlikte Almanlar'ın yeni sal­ dırısı (240 tümen) Harkov’daki bir rus saldırısına rağmen, Almanlar'a yeni ba­ şarıların yolunu açacaktı. Bu saldırı, 28 haziranda başladı. Bock, Voronej yakın­ larında durdurulurken, Paulus ve Kleist Don nehrini aştılar; Paulus Volga’ya (Sta­ lingrad dış savunma hatlarına 20 ağus­ tosta erişildi), Kleist ise Bakü ve Kafkas­ ya’ya doğru ilerlediler. Rostov (24 tem­ muz). Elbruz (21 ağustos), Novorosiysk (10 eylül) işgal edildi, fakat saldırı Grozniy ve Orconikidze’ye varmadan durdu. • Sovyet topraklarının kurtuluşu (1943-



44). Üslerinden hayli uzakta, iki bin kilo­ metrelik bir cephenin yönetilmesinden doğan Ibjistik zorluklarla karşılaşan Al­ manlar, stratejik hedefleri olan Bakü’ye 600 km kala, ilerlemelerini durdurmak zorunda kaldılar. Hitler, danışmanlarının önerilerine karşın Stalingrad’ın ele geçi­ rilmesinde diretti ve Wehrmacht 31 ocak 1943'te burada savaşın en acı bozgunu­ na uğradı. Sovyet tarafındaysa, sabırla cephe gerisinde toplanan yedekler tetik­ teydiler. Bunlar Ural ve Türkistan'da ace­ leyle kurulan silah fabrikalarından ve sa­ vaşın sonuna kadar artarak süren ameri­ kan yardımından sağlanan gereçlerle donatılmışlardı. 7 eylül 1942’de Stalin, birliklerine her türlü geri çekilmeyi yasak­ layan ünlü emrini yayımladı. 19 kasımda Sovyetler’in ilk büyük saldırısı başladı. Rokosovskiy ile Yeremenko komutasın­ daki bu saldırı, Stalingrad ablukasını yar­ dıktan sonra, Kızıl Ordu’nun geniş bir ileri harekâtının işareti oldu, ilk aşamada, sovyet kuvvetleri, Almanlar'ı Don kıvrımı­ nı boşaltmaya zorladı. 45 günde 600 km ilerleyen Sovyetler, 14 şubatta Rostov’u kurtararak Almanlar'ı Kuban köprübaşında sıkıştırdılar. Aralıkta, saldırı Kuzey’e yayıldı. Vatutin, burada donmuş olan Don'u aşarak, 8 şubat 1943’te Kursk'u, 16 şubatta Harkov'u kurtardıysa da Almanlar'ın bir karşı saldırısıyla buradan çı­ karıldı. Kuzeyde VVehrmacht, Mosko­ va’nın 300 km uzağına çekildi. 1943 yaz harekâtı Kızıl Ordu’nun 400 km'lik bir sıçrayış yapmasını sağladı. Da­ ha önce, 4 temmuzda, Almanlar’ın Kursk çıkıntısına karşı “Hisar" karşı saldırısı ol­ muştu. Ama, temmuzun 13’ünde Vyazma’dan iki gün içinde alman cephesini 40 km boyunca yaran büyük sovyet saldırısı başladı. Ağustosun 5'inde Orel, 17'sinde Bryansk, 23'ünde Harkov, eylülün 8'inde Stalino, 25'inde Smolensk, 29’unda Kremençug düştü. Ekim başında Dniepr'i Ki­ ev dolaylarından Zaporojiye’ye kadar çe­ viren Ruslar, nehri 7 ekimde Kiev'in kuze­ yinden ve güneyinden, Kremençug'un da güneydoğusundan geçtiler. 17 ekimde Konyev, Kremençug’dan Krivoy-Rog üze­ rine saldırırken, Tolbuhin de Azak denizi’nin kuzey kıyısını temizledi. 6 kasımda Kiev kurtarıldı ve Sovyetler hemen Jitomir ve Korosten'e doğru yürüdüler. Ancak, 17 kasımda Manstein, emrindeki 150000 as­ ker ve 1 500 tankla Sovyetler’in sol kana­ dına yönelik şiddetli bir karşı saldırıyla iki kenti yeniden ele geçirdi. Bu sırada Krivoy-Rog’daki alman garnizonu direnişini sürdürüyordu. Sovyetler'in kış saldırısı 24 aralıkta yeniden başladı ve sovyet toprak­ larının çok büyük bir bölümünün kurtarıl­ masıyla, nisan 1944’te sona erdi. Saldırı, Kızıl Ordu'nun alman kuvvetlerini ikiye böl­ meye giriştiği Kiev kesiminde başladı. Önce Korosten ve Jitomir (31 aralık), son­



ra Rovno ve Lutsk (3 şubat) geri alındı, ama Manstein’ın Vinnitsa üstüne yaptığı karşı saldırı rus ilerlemesini yeniden dur­ durdu. 15 ocak 1944’te, saldırı kuzeyde yeniden başladı, şubatta Çudsk gölüne varıldı, ikinci bir harekât, 3 şubatta Sarni’den Herson’a uzanan güney cephesin­ de başlatıldı: 11 martta Konyev, Uman'ı aldı, 20’sinde Dinyester’i geçti. Onun so­ lunda, Malinovskiy, 10 nisanda Odessa’ya girdi. 9 mayısta Sivastopol’ün düş­ mesiyle, Kırım'daki alman direnmesi de son buldu. Lutsk ve Rovno’dan harekete geçen Jukov, 4 martta birliklerini Karpatlar’a yöneltti. 5 nisanda, Jukov'un birlikleri Ternopol’u işgal ettiler. Sovyetler’in Ro­ manya ve Polonya sınırları aşıldı. • Balkanlar'da ve Doğu Avrupa'da sovyet saldırısı (1944-45). 1944 yaz seferi başla­ dığında, Kızıl Ordu'nun on bir cepheye dağılmış 8 milyon askeri vardı. Wehrmacht’ın emrindeyse bu orduya karşı çı­ karabileceği yalnızca 210 tümen vardı. Saldırı 22 haziranda Pripyat bataklıkları­ nın kuzeyinden başladı ve kısa zamanda 1 200 km’lik bir cepheye yayıldı. Vitebsk’i.n düşmesinden sonra, Bagramyan Dvina'yı geçerken, Govorov’da 23 ağus­ tosta Tallin’e girdi. 13 ekimde Riga dü­ şünce, VVehrmacht Baltık ülkelerini bo­ şalttı. 18 ekimde, Goldap'ta Prusya sınırı­ na ulaşıldı. Orta cephede, 3 temmuzda Minsk, 26 temmuzda Lublin kurtarıldı. 1 ağustosta, Kovno ile Varşova varoşlarına aynı günde varıldı. Başkent, polonyalı yurtseverlerin ayaklanmasına karşın Sov­ yetler'in kente girmesini beş ay beklemek zorunda kaldı (-* V a r ş o v a , Ask. tar.). 15 temmuzda Konyev Karpatlar’a saldırdı, Vistül’ü geçti; 27 temmuz - 30 temmuz arasında, Lvov ve Przemysl düştü. Niha­ yet Balkanlar'da Malinovskiy ve Tolbuhin, iaşi ile Kişinev’i aldılar (23 ağustos). Kızıl ordu 31 ağustosta Bükreş’e, 15 eylülde Sofya'ya girdi. Kış boyunca cephenin ha­ reketsiz olmasına karşın Transilvanya'da ilerleme sürdü. Malinovskiy ekimde Timişoara'ya ve Debrecen’e ulaştı. Bu sırada tolbuhin, Tito ile ilişki kurup bulgar tü­ menleriyle de güçlenerek, 20 ekimde Belgrad’a girdi ve hemen ardından Tuna ile Drava ara'sından ilerleyerek düşmanın güçlü noktası olan Budapeşte'yi aştı. 7 aralıkta, Tolbuhin’in birlikleri, Balaton gö­ lüne vardılar ve orada Yunanistan’dan güçlükle geri çekilen von VVeichs’ın birlik­ leri tarafından Zagreb’e doğru uzatılan Budapeşte-Nagy hattı üzerinde çetin bir alman cephesiyle karşılaştılar. (Bu cephe 15mart1945’e kadar dayandı.) Savaşın son seferi 12 ocak 1945’te başladı. Sefere katılan sekiz ordu grubu­ nun ilerlemesi kesintiye uğramadı. Çernyahovskiy Doğu Prusya'yı aldı. Roko­ sovskiy Narev’den yola çıktı, 1 şubatta Torun’u ele geçirdi, Rugenvvald yakının­ da Baltık'a ulaştı (mart), 26 nisanda Szczecin’e girdi ve 3 mayısta VVİsmar’da ingilizler ile bağlantı kurdu. Orta Polon­ ya’da, Jukov 17 ocakta Varşova'ya girdi ve Küstrin’e doğru ilerledi. Küstrin 12 martta düştü. Oder’in sağ kıyısı bu tarih­ te Kızıl Ordu’nun elindeydi. 16 nisanda Berlin* savaşı başladı. Berlin, Jukov ile Konyev’in ortak saldırılarıyla, 2 mayısta düştü. 12 ocakta Sandomir’den hareket eden Konyev, 18 ocakta Krakow’a vardı ve Silezya'da Oder’i geçti, önemsemedi­ ği Wroctaw ancak 7 mayısta teslim oldu. Konyev, Neisse üzerinde olduğu kadar, Viyana’yı koruyan ve sonuna kadar da dayanacak olan Racibörz-Teschen hattı üzerinde de ciddi bir direnişle karşılaştı. 16 nisanda başlattığı son saldırı sonu­ cunda, Potsdam'da Jukov’ün birlikleriy­ le, Torgau'da da Patton'unkilerle buluş­ tu. Güneydeyse, Malinovskiy Bratislava (7 nisan) ile Viyana* üzerine ilerledi ve 13 nisanda Viyana’da, Budapeşte’yi al­ dıktan (13 şubat) ve Balaton direnişini kırdıktan (mart) sonra, Steyr'e, amerikan birliklerini karşılamaya doğru giden Tol­ buhin ile buluştu.



Almanya A L M A N Y A , alm Deutschland, Orta Avrupa ülkesi devlet. Resmî adı Alman­ ya Federal Cumhuriyeti. Yüzölçümü: 357 000 km2; 79 000 000 nüf. Başkenti Berlin. Resmi dili almanca. Federal devlet 16 eyaletten (Lander) oluşur: Baden-Württemberg, Bavyera, Bremen, Hamburg, Berlin, Brandenburg, Hessen, Kuzey Renanya Vestfalyası, Mecklenburg-Vorpommern, Rheinland-Pfalz, Saarland, Saksonya, Aşağı Saksonya, Saksonya-Anhalt, Schleswig-Holstein, Thüringen.



413



COĞRAFYA d o ğ a l k o ş u lla r



• Yüzey şekilleri ve yapı. Almanya, Avru­ pa'daki büyük coğrafi bölgelerin üçü üs­ tünde yayılır: Alpler ve önlerindeki bölge (önülke), Mittelgebirge (Hercynia Avrupa ya da Orta Avrupa) ve büyük Kuzey ova­ sı. Bu farklı öğeler arasındaki bütünlüğü, büyük ölçüde, Ren'le kolları sağlar. Ülke Alpler'in ancak küçük bir kenarını kapsar. Bu Önalpler kesiminin en yüksek doruğu Zugspitze’dir. B.'dan D.'ya doğru uzanan küçük dağ sıraları, B.'da bir oran­ da yumuşak kayaçlardan (flysch des Allgâuer Alpen). D.’daysa kireçtaşlarından (Steinernes Meer, Berchtesgaden Alpleri) oluşur. Alpler, birçok akarsuyla önülkeyeaçılır; suları, Tuna'da(Lech, isar ve Inn'i alır) toplanır. Önülke (Bavyera pla­ tosu), Dördüncü Zaman'da Alp buzulla­ rıyla dolu bir çöküntü alanıdır. Lösler çok geniş alanları kaplar. Göller, buzul morfo­ lojisiyle bağlantılı olarak oluşmuştur. Mittelgebirge, özgün bir bölgedir. Ülke­ nin batı sınırından (Rheinisches Schiefergebirge), Harz'a kadar uzanır. Çöküntü alanlarıyla birbirinden ayrılan bir küçük kütleler bütünüdür. Ren'in B.’sında (Eifel, Hunsrück) özellikle tortul plato uzanır. D.'sundaysa yapı daha karmaşıktır. Taunus ve Westerwald, EifelHunsrück'e benzetilebilir. Rhön ve Cantal’a benzeyen Vogelsberg, birer yanar­ dağ kütlesidir. Billurlu kayaçlar, birçok kütlenin (özellikle Harz, Karaorman) te­ melini oluşturur. Başka yerlerdeyse, kumtaşları masamsı kütleler (Odenvvald, Spessart) oluşturur. Bu bölgeye, Scwaben Juraları (Schwâbisçhe Alb) ve Franken Juraları (Frânkische Alb) bağlanabi­ lir. Sözkonusu kütleler arasındaki geçişi vadiler (Mosel [Moselle], Neckar, Maine, Weser, Lahn, Ruhr, Werra, Fulda) sağlar. Özellikle Ren’in D.'sundaki ülkelerde bol miktarda maden yatağı vardır. Mittelge­ birge, Ortaçağ’ın sonunda ve XVI. yy’da, büyük bir madencilik bölgesiydi ve or­ manlar sayesinde de, alman uygarlığının beşiği (XI. yy'dan başlayarak) sayılabilir. Almanya’nın kuzey kesimi, Paris hav­ zasında başlayıp Batı Sibirya'daki bozkır ve bataklıklarda sona eren uçsuz bucak­ sız ovanın bir bölümüdür. Temeli, tuz ve hidrokarbonlu maddeler bakımından zengin kayaçlardan oluşur. Görünen is­ kelet, Kretase devrinde oluşmuştur, ama büyük ölçüde buzul çökelleriyle kaplıdır. Topografyanın tekdüze görünmesine karşılık, jeoloji ve pedoloji bileşenleri son derece karmaşıktır. Eski buzulönü akar­ sularının yataklarında (Urstromtâler) bü­ yük ırmaklar akar: örneğin VVeser ve Elbe. Buzulların yaydığı kumlardan oluşan ge­ niş yüzeyler, Geest adı verilen fundalıklar ya da platolar oluşturur. Turbalıklara, özellikle VVeser'in B.’sında sık rastlanır. Buzulların erimesi sonucunda denizin yükselmesi, kıyı bölgesinin bir bölümünü sular altında bırakmıştır. Doğu Friesland adaları, eski kıyının kalıntılarıdır. Alman­ ya'da, Hollanda'dakine yakın sayıda polder (Marschen) vardır. Bunlar, deniz ve ır­ mak (Elbe, Weser) polderleridir. Kıyıdaki iki büyük halicin (Weser ve Elbe haliçleri) yakınında ya da kıyısında, iki büyük liman (Bremen, özellikle de Hamburg) kurul­ muştur. İç kesimde, Mittelgebirge ile Ku-



ALMANYA'NIN DOĞAL BÖLGELERİ



KUZEY OVASI en y e n i b u z u lla ş m a n ın b e lirg in iz le r i: bu zu lta şla rı



B altischer Landrücken (B a llık s ırtla rı)



Südlicher Landrücken r



~7 !



M M M İ



M arsch (p o ld e r )



i . .



e n e s k i b u z u lla ş m a iz le ri M o o re (tu rb a )



f i " * " i l G eest



g



i



[|



I _jl



i



ku m la r



HERCYNİA ALMANYASI e s k i k ü tle



ta ba n v e c e p h e



e s k i b u z u l k an alcıkla rı lö s le r ; |.........



k ü tle ke n a rın d a ç ö k ü n tü havzası



ı i



Ren çu k u ru



O r ta A lm a n y a p a r ç a la n m ış p la to la rı , j r jgS k ire ç ta ş ı v e k um ta şı pla tola rı



3. za m a n v e tria s m arn ve



k ire ç ta ş ı te p e le ri



VVeser te p e le ri v e H es s e n k o rid o ru A p a la ş tip i s ırt v e k ıv rım lar



^



y a n a rd a ğ 'ya p ıla rı



Schvvab en -F ran ken v e T h ü rin g e n to rtu l havzaları r



"» > !



te p e lik le r



ALP ALMANYASI j



b u z u l b irik im p la tola rı



zey ovası arasındaki bağlantıyı Börden’ler kuşağı sağlar. Hollanda sınırından Almanya’ya kadar uzanan bu kuşak, lösten (balçık) oluşur ve ülkenin en bereketli tarım (tahıl, şeker pancarı) alanıdır. • iklim: bir geçiş kuşağı. Almanya toprak­ ları hem Atlas okyanusu etkilerine (gezici alçak basınçlar), hem de kıta kökenli etki­ lere (Sibirya yüksek basınçları) açıktır. Ocak ayının 0°C’lık eşsıcaklık eğrisi, Bre­ men, Magdeburg ve Münih'ten geçer. Yükselti, soğuğu artırır. Mittelgebirge kı­ şın karlarla örtülüdür. Ama soğuk cephe yer değiştirebilir ve Atlas okyanusu hava­ sı D.’ya doğru iyice sokulabilir; o zaman karların yerini yağmurlar alır. Temmuz ayında 20°C'lık eşsıcaklık eğrisi, Regensburg, Frankfurt-am-Main ve Trier’ den ge­ çerek büklümlü bir görünüm alır. Yaz mevsiminde Baltık denizi kıyısı (Kiel). Normandiya kıyısı kadar sıcaktır. Yüksek ve alçak bölgeler arasındaki sıcaklık farkları yüksektir. Sözgelimi, kenar yaylalara oranla Ren vadisinde, kış on beş gün ka­ dar geç başlar. Buna karşılık ilkbahar da



e s k i c e p h e b u zu lta şı



on beş gün erken gelir. Sonuç olarak, bit­ kilerin yıllık canlılık dönemi bir ay uzar. Orta dağlar (Mittelgebirge) gerçek bir su deposudur. Harz’ın doruklan yılda 1 500 mm’yi, Feldberg (Karaorman) ise 1 900 mm'yi aşkın yağış alır. Sauerland’daki Lüdenscheid’in (440 m yükselti­ de) 1 300 mm’ye yakın yağış alması, he­ men yakınındaki Ruhr bölgesinin su ge­ reksiniminin karşılanmasını sağlar. iklimde, bölgesel farklılıklar vardır. Hamburg’da ocak ayı sıcaklık ortalaması 0.3°C’tır. Yılda yaklaşık 65 gün, don olayı gözlenir. Yıllık yağış miktarı 750 mm'ye yaklaşır, 198 gün yağışlıdır. Stuttgart’ta ocak ayı sıcaklık ortalaması 1“C, temmuz ayınınki, 19,1 °C’tır. Yağışlar, rüzgârlara kapalılıktan ötürü ancak 662 mm’dir. Rheinland bölgesi ayrıcalıklı bir bölgedir. Mainz'de ocak ayı sıcaklık ortalaması 1,1°C, temmuz ayınınki 19,2°C’tır. Yağışların dü­ şüklüğü (yılda 515 mm), bölgenin çukur­ da kalmasının sonucudur. Yılda ancak 156 gün yağış görülür, donlu gün sayısı 63’e iner. Güneşli günlerin sayısının çok-



Almanya luğu, üzüm ve meyve ağaçlan yetiştiricili­ ğini kolaylaştırır. 538 m yükseltide yer alan Münih, Alpler önülkesinin iklimine ör­ nek oluşturur: ocak ayı oldukça yumuşak (1,3°C) geçer. Temmuz ayı 17,8°C ile en sıcak aydır. Yılda 105 gün don olayı göz­ lenir. Yağışlar 904 mm'yi aşmaz ve Mü­



4 1 4



nih’te güneşlenme süresi yılda 1 700 saat­ tir. Batı kesiminde yaprak döken orman yer alır. D.’ya doğru ve yüksek kesimler­ de, iğneyapraklılar önemli yer tutar. Bütün bu koşullar, tahıl ve çapa tarımına elveriş­ lidir. Rüzgârdan korunan çukur alanlar, bağlar ve meyve bahçeleriyle örtülüdür. 1u A ^



Almanya'nın doğu kesimi, Alpler Avrupası’nda yer almaz. Morfoloji açısından yalnızca iki belirgin bölgeden meydana gelir: Mittelgebirge ve havzaları (ülkenin güney kesimi); D.’ya doğru genişleyen büyük kuzey ovası. Güney kesim, bir dizi orta yükseklikte dağdan oluşur: Yukarı \ A L T 1K \ D E M İ Z İ Arkona br.



Flensburg



\



l Bchlesvvig



S : ,



/



t. je'



6 m 3 ' / " - / f ’ u ttga rde n



E d k e rn fö rd e



FRIfSLANDADL.







r-



*, -



W ilk a u -



M Şchnteeberç



A u e rb a c t



*s ,



s



/ ? / * ''( "



Elterleır , \



T re u e n f



6 2



% /



O \



#



K E N T L E R n ü fu sla rının ö n e m in e g ö re sıralanm ıştır



ıvvarzenber



ön e m li sanayi alanı



ib e n s to e lp



^



F a lk e n s tj



sa n ayi y erleşim bö lge si



|



p e tro l rafinerisi



zıesenO elsnitz



M ADEN YATAKLARI



(£[ ^



lin yit k u rş u n , ç in k o kala y



tUngenth;



THÜRİNGEN-LEİPZİGLAUSİTZ HAVZASI



U L A Ş IM



lı 7,IT ı" — .



£



Q



nikel



u ra n y u m



o to y o lla r ve e k s p re s y o lla r y o lla r



........



d e m iry o lla rı



sistemlerine ve nükleer santrallara kadar çeşitli mallar üretir. Siemens, cirosunun yaklaşık onda birini araştırmalara ayırır. Gerçek merkezi (Berlin’de değil) Mü­ nih'tedir. Siemens’in rakibi olan AEG’nin merkezi ise Frankfurt’tadır. Robert Bosch kısmen elektronik üretimine de girmiştir. Toplam olarak, bu dalda çalışan 3 000’den fazla işletme vardır. Bu etkin­ lik büyük kentlere özgü olmakla birlikte, konzernler, orta büyüklükte kentlere de yerleşmişlerdir. Otomobil üretiminde üstünlük, Volksvvagen, Daimler-Benz, Opel, BMW (Bayerische Motoren Werke) ve Ford’un elinde­ dir. Bu sanayi, Hannover’de VVolfsburg. Aşağı Saksonya’da Kassel, BadenVVürttemberg’de Stuttgart ve Mannheim civarında ve Münih çevresinde yoğunlaş­ mıştır. Kimya sanayisi üç büyüklerin tekelin­ dedir: Badische Anilin und Soda-Fabrik (BASF) ile Bayer ve Hoechst. Fakat önemli rol oynayan başka küçük kuru­ luşlar da vardır; bunlardan özellikle ilaç üretiminde uzmanlaşan Schering, Boehringer ve Cassella sayılabilir, ilaç üreti­ mi ülke için büyük önem taşır; ayrıca, Almanya, dünya ilaç ihracatında başta gelir." Besin sanayisi, parasal yatırım yönün­ den diğer sanayi kolları kadar önem taşı­ maz; bununla birlikte, büyük bir canlılık gösterir ve Almanya sanayisi iş hacminin onda birini oluşturur. Büyük bira fabrika­ larının yanı sıra tanınmış firmalardan Bahlsen (bisküvi) ve Hag (kahve) gibi fir­ malar sayılabilir. Tekstil ve konfeksiyonun benzer yapı­ ları vardır, keten üretimi ve koyun yetişti­ riciliğiyle ilişkili olarak, bu kesimler daha Ortaçağ sonlarında yaygın bir etkinlik alanıydı. Orta büyüklükte birçok firmanın birleşmesiyle Münih'teki Triumph konzerni ortaya çıkmıştır. Demir-çelik sanayisinin önemi çok azalmıştır. Bununla birlikte üretim gene de yüksektir (40 milyon tondan fazla çe­ lik). Bu kolda bazı kuruluşlar önde gelir: Thyssen, Mannesmann, Hoesch, Kloeckner, Salzgitter. Bu şirketlerin çoğu üreti­ len font ve çeliğin büyük bir bölümünü kendileri değerlendirerek, ürünlerini önemli ölçüde çeşitlendirdiler. Demirçelik sanayisi, Duisburg, Dortmund ve Bremen dolaylarında yoğunlaşmıştır. 1960'lı yıllardaki bunalım sırasında, kö­ mür çıkaran şirketlerin maden varlıkları­ nın nerdeyse tamamına varan bölümü, merkezi Essen’de olan Ruhrkohle AG’de toplandı. Bu konzern, ulusal maden kö­ mürü üretiminin yarısından çoğunu ger­ çekleştirir (yaklaşık 85 Mt). Bu üretimin dörtte üçünü Ruhr sağlar. Saarland böl­ gesinde maden kömürü, FransaSaarland anlaşması çerçevesinde milli­ leştirilen Saarbergvverke şirketi tarafın­ dan çıkarılır; Aachen havzası, kalan bö­ lümü sağlar. Almanya rezervlerinin 24 milyar tondan fazla olduğu saptanmıştır. Köln ve Hessen havzalarındaki linyit üre­ timi 120 Mt’u aşar ve elektrik üretiminde kullanılır. 1980’de federal hükümet, kö­ mür teknolojisinin geliştirilmesini öngö­ ren bir plan yaptı. Bu planda, kömürün yıkanması ve gaz haline getirilmesiyle il­ gili fabrikaların yapımı öngörülüyordu. Pi­ lot tesisler şimdiden çalışmaya ve yakıt üretmeye başladı. Maden kömürü çıkar­ mada görülen gerileme (1970’te 110 Mt’dan fazla üretim) enerji bakımından bağımlılığı artırdı; çünkü Almanya’da do­ ğal gazın nispeten bol (yılda 20 milyar m3 ) olmasına karşın, petrol üretimi çok azdır (5 Mt). Oysa, enerji tüketiminde petrolün katkısı yüzde ellidir ve Almanya bu nedenle yılda ortalama 100 Mt yerin­ de rafine edilmiş petrol ithal etmek zo­ rundadır; bu da giderek ticari dengeyi olumsuz biçimde etkilemektedir. Enerji bakımından bağımlılıktan biraz olsun kur­ tulmak için, kömürü değerlendirme tek­ niklerinin ve çevrecilerin büyük itirazları-



417 10°3»’i I S c h m a r l o h 'K j / W e s e n d < |rf-



y



\ M a llo h



J V vV 'o rh o p



K E N T L E R : n ü fu sla rının ö n e m in e g ö re sıralanm ıştır.



' ie t z e n b r ı iu s ta d t ı R ü b e n b e rg e 'e r d e r



B ffld/Ç e n^ıdo rf x\



) S a rs



.



E iz e if



0



K aplıca k e n ti



|



p e tro l ra fin e ris i



fi



d e m ir



f



V



p o ta s



ö



^



p e tro l



k u rş u n , ç in k o



10 0



G ie s en,



lildesheim H ^ e lh



sa n ayi y erleşim bö lge si



M AD EN YATAKLAR I



>e t ir id e -



S



ön e m li sa n ayi alanı



^



ısch vvg Lüneb



\ Y h Î İ o'



B a rs in a -



^



U LA Ş IM o to y o lla r ve e k s p re s y o lla r



"o-



= « *= = a n a yo lla r



(B a d / jSa.Izd.etfLı rtfc



d e m iry o lla rı ;te r w ie c t#



A lfe ld



b a ta k lık b ö lg e



i



T



—'t la lb e r s ta d t ;« ta m m e ls b e rg *



na karşın nükleer elektrik sarıtrallarının (toplam elektrik üretiminin sekizde birini sağlamaktadır: 370 TWh) geliştirilmesi gerekiyor. • Ulaşım. Ulaşım ağı çok yoğundur. Fe­ deral demiryollarının uzunluğu 30 000 km’dir (beşte biri elektrikli). Trenle taşı­ nan yük tutarı, nehir yoluyla taşınan mik­ tar (300 Mt) kadardır. 6 000 km'lik nehir yolunun üçte birini kanallar oluşturur. Bu­ gün için başlıca su yolu Ren nehridir; an­ cak, Ren-Maine Tuna nehirlerini birleşti­ recek ve yakında yapımı bitecek olan ka­ nal. Bavyera’yı kitle taşımacılığına daha geniş ölçüde açacaktır. Daha önce ge­ liştirilmiş karayollarının uzunluğu yaklaşık 4 000 km’dir. Deniz ticaret filosu 10 mil­ yon tonu bulur. Bu taşıma sığası Ham­ burg, Wilhelmshaven ve Bremen gibi bü­ yük merkezlerden yapılan deniz yoluyla sevkiyat için yetersiz kalmaktadır. • Dış ticaret. Almanya’nın dış ticareti, Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra dünyada ikinci sırayı alır. Üretimin beşte birinden çoğu ihraç edilir. Almanya çok büyük bir fabrika durumuna geldiği hal­ de, geniş çapta ihracat yapan sanayisi­ ne gerekli hammaddelerin çoğunu ithal etmek zorundadır. Dış ticaretin yapısın­ da büyük değişiklikler oldu. Tarımda sağlanan büyük gelişmeler sonucunda toplam ithalat’ içindeki besin maddeleri oranı gitgide düşerken (bugün yaklaşık % 15 oranında), işlenmiş mallarla sınai hammadde oranları arttı. Ticaret denge­ si, ihracatın % 80’ini oluşturan işlenmiş (özellikle dönüşüm metalürjisinden kay­ naklanan) malların satışı sayesinde uzun süreden beri olumlu gelişme göstermek­



0



H a rzb u rg



tedir. Fakat petrol fiyatlarındaki sürekli artış, dış ticaretteki bu geleneksel artı bakiyeyi gitgide azaltarak ortadan kaldır­ mıştır. Bilanço dengesinin öteki öğeleri (turizm, sermaye ihracı) olumsuz yönde geliştiği için, bu durum daha da kaygı vericidir. Ticari işlemlerin yarısına yakın bir bölümü Ortak pazar ülkeleriyle yapı­ lır. Almanya'da türk işçileri. Nüfus artış hızı eksi ve işgücü açığı olan Federal Alman­ ya, 1960’ı izleyen yıllarda eriştiği büyük iktisadi büyüme hızını sürdürebilmek için, diğer Akdeniz ülkeleri yanında Tür­ kiye’den de işçi almaya başladı. Türki­ ye’den Avrupa ülkelerine yönelen işçi akımında F. Almanya hep başta gelen ül­ ke oldu. Türkiye, 1969-1973 arasında Al­ manya’nın her yıl ortalama 100 000’i bu­ lan emek talebini karşılamaya çalıştı. Bu emek talebi 1974’lerden sonra kesin bi­ çimde hızını yitirmesine karşın, günü­ müzde Almanya’da, çalışan işçi sayısı­ nın 500 000’e, çocuk ve genç sayısının 700 000’e, toplam nüfusun 1,5 milyona vardığı bir yapı oluştu. Başlangıç yılların­ da Türkiye, köy kooperatifleri üyelerine, doğal afet bölgelerinin ve az gelişmiş yö­ relerin insanlarına bazı öncelikler tanı­ mıştı; ancak daha sonra ortaya çıkan “is­ men çağırma" mekanizması, bu politika­ yı etkisiz hale getirdi. işçi göçünün başlamasıyla birlikte, göç eden işçilerin sendikal ve sosyal haklarının kazanılması ve yeni ortama uyum sorunları ortaya çıktı. Türkiye ile Federal Almanya arasında imzalanan ve . 1965’te yürürlüğe giren bir sosyal güvenlik anlaşmasıyla Almanya’daki türk işçile-



10



20 k m



HANNOVER BÖLGESİ



STUTTGART BÖLGESİ



KENTLEFY nüfu sla rının ö n e m in e g ö re sıralanm ıçtır



ö n e m li san ayi alanı ı0



san ayi y erleşim bö lge si



6



ka p lıca k e n ti



b a ğ la r m e y v e b a h ç e le ri U LA Ş IM — s ma s



o to y o lla r ve e k s p re s y o lla r ta sa rı h a lin d e



d e m iry o lla rı



0



10



20 km



Almanya rine, işkolu itibariyle, alman uyruklu işçi­ lerin sahip oldukları haklar tanındı ve Al­ manya hükümeti türk işçi çocuklarına mali yardım yapmayı kabul etti. Yeni top­ luma uyum sağlanması, çözümü daha zor bir sorun oldu. Almanya'da iktisadi durgunluğun, bu­ nun sonucu olarak da türk işçilerine kar­ şı ırkçı eylemlerin başladığı 1974’te bu ülkedeki türk işçilerinin sayısı 700 000 ki­ şiyi buluyordu. Bu rakama, kaçak işçi konumunda oldukları için kayıtlara geç­ meyen ve sayılarının 100 000 civarında olduğu tahmin edilen işçiler dahil değil­ dir. Bu tarihte, Almanya'da çalışan türk işçilerinin Türkiye’ye gönderdiği tasarruf­ lar önemli bir tutara ulaştı ve Türkiye'nin dış ticaret açığını hafifletmekte etkin rol oynadı. Benzer şekilde, işçi göçü Türki­ ye’de işsiz sayısını azaltırken, elbette ye­ ni sorunlara da yol açtı. Türkiye’de nite­ likli işçi sayısının azalması, yabancı ülke­ de çalışan işçilerin bu ülkelerin toplum­ sal ve kültürel değerlerine uyum sağla­ yamaması, “ikinci kuşak"ın kendi ülkesi­ ne olduğu kadar yaşadığı ülkeye de ya­ bancılaşması, ikili kültür ve yaşam biçi-* minin yol açtığı kişilik bölünmesi işçi gö­ çünün olumsuz sonuçları arasında sayılabilir. "ikinci kuşak"ın önemini anlamak için nüfusun yapısını yakından incelemek gerekir. Bugün, Almanya'daki türk nüfu­ sunun yüzde 48’i 0-21 yaşları arasındaki çocuk ve gençlerden oluşmaktadır. 0-21 yaşları arasındaki yaklaşık 670 000 kişi­ nin yüzde 69,6’sı 0-15 yaşındaki çocuk­ lardan, yüzde 30,4'ü 15-21 yaşlan ara­ sındaki gençlerden oluşmaktadır. 18-21 yaşlan arasındaki gençlerin sayısı 110 500'dür. Bu da bugün Almanya’da “ikinci kuşak” yanında "üçüncü kuşak’ln varlığını göstermektedir. Çocuk ve genç­ lerin toplam nüfusa oranı artarken, çalı­ şanların toplam nüfusa oranı düştü. Nite­



418



kim, 1974’te yurt dışındaki Türkler’in yüz­ de 63’ü çalışırken, bu oran, aile bireyleri sayısının artması ve dünya ekonomik bu­ nalımı nedeniyle 1980'de yüzde 44’e düştü. Haziran 1986’da Almanya’da çalı­ şan yabancı işçiler arasında Türkler, iş­ sizlik oranında % 14,3 ile iik sırada bulu­ nuyordu. 1974’ten sonra Almanya’ya işçi göçü­ nün hızı düştü. Nitekim, iş ve işçi bulma kurumu aracılığıyla 1961-1973 arasında F. Almanya’ya 648 029 işçi gönderilirken bu rakam 1974-1983 arasında 9 920’ye düştü. 1 ekim 1983-30 eylül 1984 arasın­ da geçerli olmak üzere Almanya’da çı­ kartılan "Yabancıların geri dönmesini teş­ vik kanunu" sonucu yaklaşık 300 000 türk vatandaşı kesin dönüş yaptı. Bunlar­ dan 107 000 işçiye emekli sigorta primi ödendi. 30 eylül 1984 tarihindeki verilere göre Almanya’da bir yıldan az kalan işçilerin sayısı 28 400, 1-4 yıl arasında kalanların sayısı 152 600, 4-6 yıl arasında kalanla­ rın sayısı 223 300, 10-15 yıl arasında ka­ lanların sayısı 539 400, 15-20 yıl arasın­ da kalanların sayısı 153 000, 20 yıldan fazla kalanların sayısı 32 300’dür. 1965’te yürürlüğe giren TürkiyeFederal Almanya Sosyal güvenlik sözleş­ mesi, daha sonra 1969, 1974 ara sözleş­ meleri ve son olarak da 1984'te Ek Sos­ yal güvenlik sözleşmesiyle uluslararası mevzuata daha uygun hale getirildi. Bu sözleşme, hizmet süresini Almanya'da geçirip kaza ya da rant sigortasından ay­ lığa hak kazanan işçilerin kesin dönüş yapmaları halinde aylıkların Türkiye'ye transferini sağladı. Bazı yeni sendikal ve sosyal hak kazanımlarına karşın. Almanya'daki türk işçi­ leri temel bazı haklardan yoksundur. Sendika kuramazlar: bölgesel seçimler­ de ve belediye seçimlerinde bile oy hak­ ları yoktur.



d o ğ u d a e ko n o m i



•Doğu Almanya'da tarım: Alman Demok­ ratik Cumhuriyeti döneminde Doğu Al­ manya'da tarım sosyalizm öncesi dönem­ den pek farklı olmadı. 1945’ten önce 100 hektardan büyük tarım işletmeleri bölge­ nin toplam yüzölçümünün % 30'unu kap­ lıyordu. Tarımın sosyalistleştirilmesi bir­ kaç aşamada gerçekleştirildi. Önce el ko­ nulan toprakların 2,6 milyon hektarlık bö­ lümü işçilere, köylülere, başka ülkelerden gelen alman mültecilere dağıtıldı. 1952'de ilk kooperatif kuruldu. 1959’da kooperatiflerin sayısı 10 4651 buldu. Özel sektör artık toprakların ancak % 6,3'ünü işliyordu. Aynı yıl çıkarılan bir yasayla üç ayrı kooperatif tipi belirlendi. III. tip en ko­ lektif olandı: köylü, hemen her şeyini koo­ peratife bırakıyor, kendine yalnızca 0,5 ha toprak ve birkaç hayvan ayırıyordu. Miras hakkı (ev) sürmekteydi. O zaman III. tip kooperatifler sayıca en çok olanlar­ dı. Ekilen toprakların yaklaşık % 80'ini bunlar işlemekteydi. El konulmuş geniş toprakların bir bölümüyse, devlet çiftlikle­ rine (Volkseigene Güter ya da VEG) dö­ nüştürülmüştü ama bunların elindeki top­ rak, tarım topraklarının % 10'undan azdı. Doğu Almanya’da yapılan tarım, sos­ yalist ülkelerde uygulanmış olan en yo­ ğun tarımdır. Tarlalar, işlenen toprakların % 76’sıyla, hayvancılık alanlarına oranla büyük ölçüde ağır basıyordu. Ekilen top­ rakların % 551 tahıl tarımına ayrılmaktay­ dı. Bununla birlikte, hayvancılığın değer olarak oranı giderek artmaktaydı. 1955'te % 66, 1978’de % 70. Gerçekte, üretilen bitkilerin gün geçtikçe artan bir bölümü hayvancılıkta kullanılmaktaydı. Löslü topraklar (Börde, Halle ve Leipzig bölgeleri ve kuzey bölgesi) birer tahıl ambarı haline gelmişti. Tarımda başlıca yeri arpa tutuyor (yaklaşık 4 Mt); onu buğday (3 Mt) ve çavdar (2 Mt) izliyor-



ENERJİ SAĞLAYAN VE MADENSEL ÜRÜNLER



BESİN—TARIM SANAYİSİ



KİMYASAL ÜRÜNLER



d o ğ a l te k s til ip lik le ri



p la s tik



I



dışsatım



: üretim



W e s e r-E i I P : % 29



:



İG :%68



ba skın ta rım c ılık



ıflp *



ta ş k ö m ü rü yatağı







lin y it yatağı



r



Em s halici



tüketim ta rım c ılık ve h a y v a n c ılık



h id ro k a rb o n yatağı



P : p e tro l



G * t3 ,



G : d o ğ a l gaz



b a skın sığ ır y e tiş tir ic iliğ i



Lüneburg



enerji kaynakları



E lb e ’ nin kuzeyi



taşkömürü



yoğ un tahılcılık



tarım kaynakları



°3 0



yatakta n çıka rıla n u lu s a l ü re tim in y ü z d e s i



fundalıkla/. 4 f - E lb e - W e s e r P : % 26



ş e k e rp a n c a rı tüketim B ie le f e ld







c







♦ •



I I I



m e y v e le r s e b z e le r b a ğla r



kömürlü elektrik santralları



j V t G :%9



‘G e ra fte io y v e rk



ro h n a e I \



H e lm s te d t %İ3



(> 1000 M W ) ■



k ö m ü rlü (ta ş k ö m ü rü )



m



linyitti



M



ik id e ğ e rli ( p e tro l/g a z )



JL



ça lış ır d u ru m d a n ü k le e r



petrol tüketim üretim



1/Vester



RENANYA



iki d e ğ e r li (k ö m ü r / h id ro k a rb o n )



:r i m m e r s d o r f ^ U e u ra th ./ ' f ts lıe d e r a u s ş e m - W e is w e il g r W



rs n e i m



JSl



in ş a a t h a lin d e n ü k le e r



it



b ilin e n u ra n y u m y a takları



G ra fe n rh t p B ib lü r W e ih e r



rranklscH e



V



M M a n n h e im P h tliö p 's b u rY ^



) t



:h w a n d o rf



\



J |.N e c k a rw e s t) N e u p p tz M ü tfa n b a c h



DIŞSATIM



h id ro e le k trik n ü k lee r ele k trik 1



(tüketim ) BESİN—TARIM SANAYİSİ



ÜRÜNLER bo y a la r, b o y a r m a d d e le r



ta ş k ö m ü rü o rg a n ik k im y a



süt ürünleri, yumurta



bitkisi v a ğ la r



'



in o rg a n ik k im y a ü rü n le ri



ta rım s a l i l a ç l i l



m o b ily a la r



s e n te tik ip lik



s e n te tik k u m a şla r



p la s tik eş y a lt m ü z ill aletleri



p la s tik m a d d e le r



ec z a c ılık ü rü n le ri



san ayi ta şıtları



yedek pa rça la r



o to m o b ille r



kâ ğ ıt m ukavva EŞİTLİ İŞLENMİŞ EŞYALAR



kil, a te ş e / da yan ıklı, tu ğ la la r



o y u n la r] s p o r m^j



yu n ca kla r, e m e ıe ri ULAŞIM GEREÇLERİ



uça klar g e m ile r



419



ALMANYA'NIN KARŞILAŞTIRILMALI EKONOMİ HARİTALARI



(üstte sağda eski ADC ekonomisi; altta solda ve sağda eski AFC ekonomisi) METALÜRJİ ÜRÜNLERİ



b ilg is a y a rla r b a y ın d ırlık iş le ri g e re ç le ri



b ilg is a y a r y e d e k parçaları



/



ULAŞIM GEREÇLERİ k ü ç ü k e le k tro n ik g e re ç le r g e m ile r u ç a k laı j



ÇEŞİTLİ İŞLENMİŞ ESVALAR



b a k ır / a lü m in y u m



iç te n y an m alı m o to rla r



m a k in e yed e k pa rça ta rj



tra n s fo rrn a tö rle r



o to m o b il yedek p a rça la rı..



İletişim aygıtları



\



^oilandagazı trio”" \.0 - j f



'



maden filizleri-



1



F le n s



.S ta d e 5 B re m e n



bölgesi



9



- A K ie l



I



H e rz o g e n ra tt



diğer sanayiler g



fle m ır'sa n a vİF



te k s til s a n a y is i k o n fe k s iy o n



W ilh e lm s h a v e h Em den_,



ağ ır m e ta lü rji



L iib e c k



A



b e s in s a n a yisi



W ilh e lm ş h a v e n



im b s e n



m a k in e yap ım ı p e tro k im y a m e rk e z i



Ş a lz g itte r, L a n g e ls h e m



Bremen e le k trik m a lz e m e s i ha ssa s a le tle r



d ış a lım lim a n ı v e D etrol b o ru hattı



LE V E R K U S E N , D ö rm a g e n . T r o ıs d o r f. U e r d in g e n . v .b



A ls d o r f- ^ ji



| /aletler



N e u m ü n s te r.



ö b ü r k im y a m e rk e z i J V fA R L .B o ttro j), p © 3 Ş trö f5 h a uk.e I, O b e rh a u s e n,



7eşıtlrsanayilerfçlntarmsafKûKertV hammaddeler



maden sanayileri



^ B r u n s b ü tte l p e tro l ra fin e ris i



Em den



oyu n la r,



r madenleri işleme alet ve makineleri



N o rd e n h a m



W ilh fe lm s h a v e n \



\ \ iş le n m iş iş le n m iş v e ka u ç u k iş le n m e m iş d e r i



hurdalar, demirsi2 madenst



-"iş ie n m e rn iş



kimyasal sanayiler



fo to ğ ra fç ılık



ip lik ve kumaş.



o to m o b ille r



çub.uk v e p r o fille r / ^ sa c ve le v h a la r



m e ta l o lm a ya n m a d e n s e l m a lz e m e le r (tu ğ la v b .) /



de n a y a kka b ıla r m o b ilya la r



'a d e r b o ı



t in g e n



o to m o b il yapım ı



■ /f^ V V u p p e rta l



g e m i yap ım ı



i H ö c h s C E râ n k fu rtA F rS T ^ / W ie s b a d e n '\ f - v r / t ;



^rîfcigjpŞYtnfund ^Essen ıh e h -



K ö ln



7



F



K ü lm b a c h



ö ru batlarıyla B.D. T. gazı



/v ^ H o f



'm s ta j l a r k t r e d w it z



Würzi



•S k ılz b a c h R ö s e n b e rg



K la re n tih a l



s g e n sb u rg



K a r ls r u h e :



t'M erSig



(-A s c h a M n b g



%



r - ^ ılh r o n b



N rrrtaseTTs ,



• .S tu ttg a rt İg o ls t a d t



# W ills t î



A



Landsl



/(



f ' y



1



»a im U k ^ C



L o rra c h



t



M e m r r iin g e n



/nL



T a u fk ı



M ü n ih



rr ie s te



V ite s ^ :



METALÜRJİ ÜRÜNLERİ in c e sa cla r



m e ta l y a p ıla r



b u h a rlı kaza nla r



ta rım m a k in e le ri



te k s til m a k in e le ri



m a k in e ve ale tle ri



a ktarm a aygıtları



"



d e ğ iş tiric ile r, b a ğ la m a d ü z e n .... Ü J e ri v .b



te le fo n d o n a n ım ı



rulo haline e , sac ta sla klar çu b u k la r



ba k ır / a lü m in y u m



a v a da nlık / k ilitç ilik



p is to n lu inşâat m o to rla r m üh e n d is liğ i gereçleri



m a tb aa cılık g e re ç le ri



k d o n a n ım ı



tra n s fo rm a tö rle r / e le k trik li e v a le tle ri



s o ğ u tu c u v e ısıtıcı \ m u s lu k s a n a y is i / e le k tr ik li ay g ıtla r \ b ilg is a y a rla r m e n te ş e c ilik satışa h a zırlam a m a k in e le ri te le v iz y o n alıcıları



k ü ç ü k e le k t r«s a le tle r



fo to ğ ra f



e re ç le ri



v V ' fo to ğ ra f \ g e re ç le ri Ölçü a le ti iri .ÇEŞİTLİ İŞLEN p Ş EŞYAI AR ik



ı ' otcfyöllar ve , \^ekspres yollar | [ tasarı haline = ~ T yollar — ~ demiryolları



Homburg



Bad S ch w alba ch V l S chlangenbad



Griesfıeim ■G o dd t



Benshei » ü rs tad tj



ûA \ v ;H eppenhaın



Bad Dürkheir



P f a iz e R u p ]!re rts b e rg N e u s îa ü t



Şebiffı



/



B ü . . *S9« Hassldch



Ö Mıngoî^heimıgenbrüC Ken



Neuret



FRANSA



JJ/ YERALTI İŞLETMESİ



f



petrol-



KENTLER nüfuslarının önemine göre sıralanmıştır



V ♦



önemli sanayi alanı alan, sanayi yerleşim bölgesi



Q -



kaplıca kenti ^ ■



rafinerisi



a



ba ğ c ılık merkezi



nük|Mr s an ıra!



FRANKFURT VE REN du. Verimler yüksekti (SSCB'dekilerin en ORTA VADİSİ az iki katı). Buna karşılık, tahıllarla alma­ şık ekilen şekerpancarında, verim o ka­ dar yüksek değildi. Makine kullanımı bü­ yük ölçüde yaygındı, ama tarımda (güb­ re üretiminin büyük ölçüde artması saye­ sinde) gerçek bir "kimyasallaşma" göz­ lenmekteydi. Doğu Almanya'da sığır sürüleri 1939'a oranla yarı yarıya artmış (5,6 milyon baş sığır, bunun % 40’ı sağmal inek), öte yandan, domuz sayısı iki katına çıkarak yaklaşık 12 milyon başa ulaşmıştı. Bu gelişmeler, hayvancılığa sanayi yöntem­ lerinin uygulanmasının sonucudur. Sebzecilik, meyvecilik, çiçekçilik, III. tip kooperatiflerde ya da tek tip ürüne yö­ nelen kooperatiflerde yapılıyordu. Temel besin maddeleri üretimi güvence altına alınmıştı. Yetkililerin başlıca kaygısı, tropi­ kal ürünlerin dışalımıyla (Küba'dan muz, Cezayir'den portakal) ya da meyve bah­ çelerinin genişletilmesiyle (Halle'nin batı­ sındaki büyük alanlara elma ve armut di­ kildi) beslenmeyi çeşitlendirmekti. Ama gerçekleştirilen büyük gelişmelere karşın tarım, toplam üretim değerinin % 10'undan da azını karşılamaktaydı.



• Büyük ölçüde sanayileşmiş bir ülke, iş ler özellikle güneyde toplanmıştır. örgütlenmesi, ideoloji tabanına dayandı­ • Ulaşım. Bölgenin ulaşım sistemi kara­ rılmıştı. Sanayi tesislerinin çoğu VEB’de sal tiptedir. Deniz taşımacılığı, toplam ( Volkseigener Betrieb) ya da kooperatif­ mal trafiğinin % 1,2’sini (özellikle Rostock limanından), ırmak taşımacılığıysa lerde toplanıyordu. Karma işletmelerin (devlet sermayesi-özel Sermaye) sayısı % 1,4'ünü karşılar. Buna karşılık, demir­ yolu taşımacılığının payı % 27’yi bulur; azdı. Etkin nüfusun % 40'ı (yapı sanayi­ sinde çalışanlar dışında) sanayi kesiminkarayolu trafiğiyse toplam trafiğin 21 deydi. Bu bölgede sanayi çok eski bir 3’ünü yüklenir. Dolayısıyla, su yolu, ister geleneğe dayanır. Mittelgebirge’nin deniz olsun ister ırmak, önemli bir rol oy­ uzun bir madencilik ve sanayi tarihi var­ namaz: bu durum, iktisadi ilişkilerin yal­ dır. Güneydeki yönetim bölümleri, XIX. nızca öteki sosyalist ülkelerle sürdürül­ yy'ın sonundan başlayarak önemli sana­ müş olmasının doğal bir sonucudur. yi bölgeleri haline gelmişti. Demirsiz ma­ • Dış ticaret. Hammadde eksikliği çeken denlerin işlenmesi her zaman önemli bir Doğu Almanya yurt dışına yüksek katma değerli ürünler satmak zorundaydı. Alış­ sanayi dalı oldu. Ama enerji tesisleri ve demir-çelik sanayisi hemen hiç yoktu, iki verişin dörtte üçe yakını sosyalist ülkeler­ Almanya'nın ayrılması sanayide bir yeni­ le yapılıyordu. Dış ticarette SSCB, topladen yapılanma gerektirdi. Bununla birlik­ . mın % 35'iyle, birinci sırayı alıyor te, bu yeniden yapılanma sanayinin da­ (SSCB’den maden filizleri, petrol, pamuk ğılımında büyük değişikliklere de yol aç­ ve başka hammaddeler alınır, işlenmiş madı. Ağırlık merkezi gene nüfus yoğun­ ürünler satılırdı). Kapitalist ülkelerle tica­ luğunun sanayi etkinlikleri yoğunluğuyla ret, toplam dış ticaretin 1/5'ini aşıyordu; bunun sonucunda, gelişmekte olan ülke­ bağlantılı olduğu güneyde kaldı. Burada hiçbir yönetim bölgesinde yoğunluk km2 lerle dış ticaret çok düşük bir düzeyde 'ye 100 kişinin altına düşmedi. Orta dağ­ kalıyordu. lar (Mittelgebirge) kesiminde nüfus çok Dışsatımda makineler ve donanım mal­ yoğundur. ları, toplam dışsatımın yarısından çoğu­ Doğu Almanya’nın temel enerji kayna­ nu oluşturuyordu (işlenmiş ürünlerin top­ lamı, toplam diş ticaretin % 90’ına yakın) ğı linyit olmuştur: ülke, linyit üretiminde dünya birincisiydi (Halle, Leipzig ve Dışalımda, hammaddeler ağır basıyordu (değer olarak dışalımın yaklaşık yarısı). Cottbus çevresindeki açık ocaklarda yıl­ da 250 Mt’dan çok). Linyit, konutların ısı­ Komünist dünyada bazı dallarda zorunlu tılmasında başlıca kaynak olan kömür to­ olmasından ve ulusal pazarın darlığın­ zu üretmeye yarar. Ayrıca elektrik üretimi dan ötürü, dış ticaret son derece önem­ liydi (toplam üretimin yaklaşık olarak 1/ (toplam 100 TWS dolayında), demir-çelik sanayisi için kok üretimi ve kimyasal 4'ü). Ticaret bilançosu, 1972’ye kadar olumlu kapanmış. 1972-1978 arasında, hammadde üretiminde de kullanılır. Bu sürekli açık vermiştir. Bunda enerji buna­ güçlü sanayi de linyit havzalarında geliş­ miştir (Halle dolaylarında: Leunalımının olduğu kadar, uluslararası düzey­ Merseburg-Schkopau) Bitterfeld-VVolfen de bloklaşmanın günden güne ağırlık ka­ de önemli bir kimya kombinasıdır. Üçün­ zanmasının da payı vardı cü bir kimya sanayisi bölgesi de, Leipzig'in güneyinde gelişti. Eczacılık ürünle­ b irle ş e n A lm an ya ri sanayisiyse Jena, Berlin ye Dresden'de yerleşti. Buna karşılık donatım, 3 ekim 1990’da Almanya siyasî yön­ makine yapımı ve otomobil sanayileri da­ den tekrar bir bütün haline geldikten ha dağınıktı. Bu sektör sanayideki birinci sonra, alman hükümeti, ekonomik enteg­ kolu oluşturuyordu. Doğu Almanya, ta­ rasyonu da bir an önce sa'ğlamak ama­ kım tezgâhları dışsatımı bakımından dün­ cıyla, bir demokratik alman markının bir yada üçünoüydü. Ülkede yılda 200 000 Deutsche Mark’a eşit olduğunu kabul binek otomobili üretilmekteydi (Chemederek, büyük bir İktisadî riske girdi. Bir­ nitz, Zvvickau-Eisenach). Gemi yapımı leşmenin üzerinden iki yılın geçmiş oldu­ (yılda ortalama 30 gemi), özel işlevli ge­ ğu günümüzde bu cüretkâr kararın etki­ milerin (balıkçı gemileri) yapımına yöne­ leri görülmekte ve 1993 yılına girerken, likti. Elektroteknik sanayisindeyse üç alman ekonomisi, II. Dünya savaşîndan merkez (Berlin, Dresden ve Chemnitz) bu yana yaşayacağı ilk ciddi krize hazırvardır. Buna karşılık Jena, optik ve du­ lanmaktadır. yarlı aygıtlar üretim merkezidir. Ülkede, 1939'dan önce hiç kurulma­ TARİH mış olan demir-çelik sanayisinin bütü­ o lu şu m nüyle yaratılması gerekmiştir. Demir fili­ zinden yoksun Doğu Almanya'da dökme • Başlangıçtan Sofu Louis'ye kadar demirden (2,5 Mt) çok çelik (7 Mt) üretili­ - Doğudan gelen slav ve asyalı istilacıla­ yordu. Kullanılan demir filizi, SSCB’den rın baskısıyla germen barbarları, Rea satın alınıyordu. Demir-çelik tesisleri Rienehrinin iki kıyısına yerleştiler. (—» Gersa, Freital ve Görlitz (Dresden yakınında) MANİA.) gibi büyük sanayi kentleri yakınında ve - Frank krallığı topraklarında yaşayan Al­ ülkenin orta kesiminde (Brandenburg, manlar, Thüringenliler, Bavyeralılar, SakHenningsdorf) toplanır; Eisenhüttenstadt sonlar vb. gibi germen halkları, batıdan sosyalist yönetim döneminde ülkenin gelen misyonerlerin etkisiyle yavaş mı başlıca demir-çelik kombinası yakınında yavaş hıristiyanlığı benimsediler. Buna kurulmuş ilk kenttir. en çok karşı koyan Saksonlar da CharleDağlık yönetim bölümlerinde dokuma magne’a (Carolus Magnus) boyun eğdi­ sanayisi geleneksel bir etkinliktir. Üreti­ ler ve zorla hıristiyan oldular. min % 95’ten çoğu, güneyde elde edilir - 800: Charlemagne, Batı imparatorlu­ (yarısından çoğu Chemnitz’de). 235 ğumu kurdu ve Germenler de bu impara­ 0000 kişinin çalıştığ, pamuklu kumaş, torluğa katıldı. yünlü kumaş ve sentetik kumaş üretilen - 814-840: Sofu Louis döneminde, impa­ bu dalda, Doğu Almanya’nın toplam sa­ ratorluğun bütünlüğü, Germenlerin bö­ nayi üretim değerinin % 6’ya yakını sağ­ lüşme geleneğine pek dayanamadı. Oğ­ lanmaktaydı. lu Germen Ludwig, 817’de kral unvanını Doğu Almanya’da hafif sanayi, son de­ aldı ve Bavyera’yı krallığının merkezi yaptı. rece çeşitli ve dağınıktı; bununla birlikte, özellikle güneyde yaygındı. Üretimde • Feodal rejime doğru öbür sanayi dallarındakinin tersine, kü­ - 840: Sofu Louis öldüğünde, batının bü­ çük ve orta işletmeler ağır basmaktaydı. tünlüğü artık bir anıdan başka bir şey Besin sanayisi verimli Börden’lerde değildi. Ama imparatorluk unvanına bağ­ lı “evrensel imparatorluk" düşüncesi sür: (Magdeburg) gelişti. Bu kesimdeki büyü­ dü ve germen hükümdarları şu ya da bu me, öbür imalat sanayilerine oranla daha şekilde bu unvanı korudular. yavaş oldu. Yılda 200 000 ton dolayların­ daki balıkçılık ürünü işleyen balık konser­ - 842: Strasbourg (Strateburgum) andı, alman ulusallığının doğuş belgesi oldu. vesi fabrikaları hesaba katılmazsa, tesis­



Almanya - 843: Verdun antlaşması, Germen Ludwig’in, Ren'in doğusundaki topraklar üzerinde egemenliğini onayladı, - 870: Meerssen antlaşmasıyla Lotharingia, Kel Charles ile Germen Ludvvig ara­ sında bölüştürüldü ve Ludwig'in toprak­ ları Meuse ve Saöne nehirlerine kadar uzandı (Francia orientalis). - 876: Germen Ludwig'in oğullan krallığı bölüştüler. - 882-887: Bunlardan Şişman Kari, Batı imparatorluğu’nu yeniden kurdu; ama bu uzun sürmedi. - 887: Şişman Kartın yeğeni Arnulf, Germania kralı oldu. 896-899 arasında da Batı imparatoruydu. - 899-924: Taç giymeleri seçimle ger­ çekleşen son Karolenjler'in güçsüzlüğü ve istilalar (Normanlar, Macarlar, Moravyalılar), ulusal düklüklerin (Bavyera, Schwaben, Franken, Lothringen, Sak­ sonya) toprak ve etnik yapı özellikleri içinde feodal düzenin oluşumunu hızlan­ dırdı. -911: Franken dükü Konrad I, Germania kralı oldu. Ölmeden önce, yerine baş ra­ kibi Saksonya dükü Kuşbaz Heinrich’in geçmesini vasiyet etti.



b ü y ü k u lu s a l h a n e d a n la r:



9 19 -1273 • Sakson hanedanı (919-1024) - 919: Saksonya dükü Kuşbaz Heinrich I, Germania kralı oldu (919-936). Lorraine’i yeniden germen etkisi altına soktu; dikkate değer bir askeri sistem kurdu ve Slavlar'a, Macarlar’a ve Danimarkalılar'a karşı başarıyla savaştı. - Yerine geçen oğlu Otto I (936-973), krallık tacını Aachen’de giyerek eski karolenj geleneğini yeniden canlandırdı; ayrıca İtalya “demir tacı"nı ele geçirdi (951) ve yeniden imparator unvanını ala­ rak, Roma'da, XIX. yy. başına dek süre­ cek Kutsal Roma Germen imparatorluğu'nu kurdu (962). - Otto I gibi, 973-983 arasında hüküm süren Otto II (961’de Germania kralı, 967'de imparator), Otto III (983'te kral, 996'da imparator) ve Heinrich II (1002’de kral, 1014’te imparator) de din adamları sınıfına ve küçük soylulara da­ yanarak büyük feodallerin gücünü zayıf­ latmaya çalıştılar. Ama gerçekte Alman­ ya'nın parçalanmasını hızlandırdılar: kur­ dukları merkezi güç henüz çok zayıftı. Ülke uzun süre, ancak harita üzerinde bir varlık olarak kaldı. • Franken hanedanı (1024-1138) - 1024: Heinrich ll'nin kuzeni olan Fran­ ken dükü Konrad II, Germania kralı seçil­ di; 1026’da İtalya kralı, 1027’de impara­ tor oldu. 1032'de Arles krallığı’nı impara­ torluğa kattı.



HOHENSTAUFENLER DÖNEMİNDE KUTSAL İMPARATORLUK



Gdartsk



' Toton düzeni



- Babası Konrad ll’nin sağlığında Germania kralı seçilen (1028) Kara Heinrich III, onun ölümü üzerine 1039’da impara­ tor oldu. Dönemine, sonradan germen hükümdarlarının Almanya'nın aleyhine sürdürecekleri “kayser papacılık" anlayı­ şı egemen oldu. - 1059: kilise unvanları dağıtımıyla ilgili investitur* kavgası başladı ve 1122’ye kadar sürdü. O dönemde Germania kralı ve germen imparatoru, papalığa ve özel­ likle de Gregorius Vll’ye karşı çetin bir mücadele veren Heinrich IV (1056-1106) idi. - 1122: investitur kavgası, Calixtus II ile Heinrich IV’ün oğlu Heinrich V (11061125) arasında imzalanan VVorms kon­ kordatosuyla sona erdi. - Heinrich V’in ölümü üzerine, imparator­ luk tam bir feodal bunalım içine düştü: çünkü merkezi yönetim ve imparatorluk otoritesi, papayla uzun süren mücadele­ ler sonunda zayıf düşmüştü; bundan ya­ rarlananlar da imparatora karşı çoğu za­ man dayanışma içinde olan küçük derebeyleriyle Kilise oldu. - 1125: Saksonya dükü Supplinburglu Lothar III, Kilise’nin desteğiyle Germania kralı ve imparator olarak Heinrich V’in ye­ rine geçti. Ama tahtta hak ileri süren Konrad von Hohenstaufen II ile çatıştı ve VVef hanedanından Heinrich X’un deste­ ğiyle kısa bir süre ona boyun eğdirdi. • Hohenstaufenler (1138-1273) - 1138: Schvvaben dükü Konrad von Ho­ henstaufen, Heinrich X’un gücünün art­ ması karşısında korkuya kapılan büyük soylular tarafından imparator seçildi ve Konrad III adıyla tahta çıktı (1138-1152). Bunun üzerine Guelfler ve Gibelinler ara-



421



X. YY'DA KUTSAL İMPARATORLUK



1226 cfeck >8‘e doğr.



y S z c z e c in , 1o /S te ttjrğ f D A N İM A R K A L IL A R



B re m e n



trecht



SAKSONYA



G dansk



S le s \



^ J K o to b rz e g ■y



Goslar



, ma



'roctevv tBres/au)



j Brugge^^ *



AŞAĞI



/



B o u v in e s 'J *



10RRAINE



KRAL,



m\



1214



Mainz W o rm s ~ i



1122 ?



UZEY MARKI °P rag



Frankfurt



y 1122



“T r a n s a



\



Stf P



MORAVYAj



ç



JrMeerssen/^



;sc ■Budapeşte



Salzburg



L ie g e ç j



Fuld a



AŞAĞI LORRAİNE



FRANKEN



/BOURGOGNE



iyo/|o



/,7 6 *



12 4 5 8 1032



Ly4%



B O HEM YA



)rm s
/



vHavelbeı^g



IYA M agdeburg



BOHEMYA KRALLIĞI sburg



H °M etz A



LU"f"Nt



T ro y e s 0



{[



POM ERANYA



BİLLUNG MARKASI



(a n a d il



%



LORRAİNf



HIRVATİSTAN



AVUSTURYA



1177



FRANŞA SIRBİSTAN



KRALLIĞI



» S



jagusa



Salzburg *



ıhenau Basel



B e sa n çon jp



BAVYERA



Sankt Gailen



%) BOURGOGNE K a lo c ı A ja c c io



VER0NA



D u ra z z o



kguileia



rento o



viyana



Cassino dağı



Verona



tRALLIĞI E m b ru n



denedik



İTALYA



PROVENCE



HIRVATİSTAN



KRALLIĞI Floransa tcona SPOLETO oSpoieto



0



■ 3 ^



Staufen malvarlığı ^



I I |_______|



Kale ve şatolar ! ^ he"s,?u,enl° r'in İtalya daki mülkleri 1194-1266 Kutsal Imp.lugun sınırları



R



Roncaglıa Diyeti 1158



$\



| # • . ★



Patriklikler







Başpiskoposluklar



A



Piskoposluklar



A



Önemli manastırlar



DÜKLÜĞ İ AZİZ PETRUS ÜLKELERİ



± 0



ROMA



I. Ottopun^^Bm ^ !as taç giymesi 962



îenevento



Welf malvarlığı Lombardia Birliği kentleri 1167



[ Ulusal d



Allessandria kuşatması 1174 - 75 y Savaşlar ♦ Antlaşmalar



925’de Alman egemenliğinde J Lorraine Düklüğü l







Hanse deniz yolları 0



300 km



I İtalya Krallığı



Kutsal İmparatorluğun sınırları I. Otto'nun başlıca seferleri Macar istilaları







Savaşlaı



^ B o ğ azla | Kilise devletleri



Almanya sında başlayan mücadele, aslında Germenler'in doğuya ilerlemesinden (Drang nach Osten) yana olanlarla Roma’ya yö­ nelik (Expeditio romana) evrensel mo­ narşiden yana olanlar arasındaki karşıtlı­ ğı yansıtıyordu. Hohenstaufenler, doğu marklıklarındaki Slavlar’ın (Töton şöval­ yeleri) germenleştirilmesini ve hıristiyanlaştırılmasını Guelfler'e bıraktılar, kendi­ leri de egemenlikleri altında bulunan İtal­ ya ile ilgilendiler, - 1152-1190: Konrad lll’ün yeğeni ve ha­ lefi Kızılsakal Friedrich I tahta çıkar çık­ maz hedeflerini belirledi: Almanya ve İtal­ ya'da imparatorluk otoritesinin yeniden kurulması, imparatorun batıdaki öbür krallara üstünlüğünün onaylatılması, pa­ panın yetkilerinin din işleriyle sınırlandırıl­ ması. Friedrich I, Almanya'da Aslan Heinrich'in gücünü kırmayı başardı, ama İtalya'da papaların, özellikle de Alexan-



422



1 2 3 4 5 6



olan Friedrich II, Almanya’dan çok bu adayla ilgilendi; ama Almanya'da da pa­ panın desteğiyle imparatorluk tahtında hak ileri sürenlerle mücadele etmek zo­ runda kaldı. Otto von Braunschvveig'ı saf dışı etmeyi başardı (1214); kendini yeni­ den Romalılar kralı seçtirdi (1216) ve germen imparatoru tacını giydi (1220). - 1220-1250: Friedrich II dönemi, papalı­ ğa karşı uzun bir mücadeleyle geçti. Bu arada, imparatorun İngiltereli Isabella ile evlenmesi, Flohenstaufenler ile Welfler'in son temsilcilerinin barışmasını sağladı. Friedrich II, Lyon konsili’nce tahttan indi­ rildi (1245) ve beş yıl sonra, Almanya ile İtalya'yı kargaşa içinde bırakarak öldü. • Büyük kargaşa dönemi (1250-1273) -Friedrich H'nin ölümü, yalnız Hohenstaufenler'in çöküşüne ve evrensel monarşi idealinin iflasına yol açmakla kalmadı; aynı zamanda Almanya ile İtalya arasınK openhag



Anhalt Prensliği Heilbronn Rothenburg Nördlingen Kempten Memmingen



O



K UZ EY



'



K



PRUSYA



Gdaâsk^A \



:



DENİZİ



-i Saksonya J seçiciliği



- x Lü bec Hamburg EC KLEM G



»EN BU R G ın o v e r



M it t e n b e r g



M ü n s te r



G a n d ° A nveı



ih / b e r g



l



£



Antlaşması ^ 1544 V e rd i



•^ans.



\



F R A N S A\ KRALLIĞI



1526



oRegendftrg



T°U l? T ı f s İ iBıı»4ulhouserl«A



A u g s b u rg



\J /A r



l



1530 . T55İ5 AVUSTURYA



BAVYERA O * "



M A C A R İS T A N C H A R O LA IS



STEIERM; İS V İÇ R E K A N T O N l



T İR O L



Lyono’ VENEDİK Venedik .4%® P ig n e rö l



P ren s ler v e R eform 1 53 1 -1 5 5 5 w 1531'de kurulup 1535'den 11■ ■ ■ I itibaren genişleyen Smalkalde protestan birliği



| Katolik olarak bilinen ' prenslik ya da devletler



Niİrnberg katolik birliği Kari V’in Mühlberg zaferi nisan 1547



★ a



VVİttenberg Kapitülasyonu, mayıs 1547



XVI. YY.'DA İMPARATORLUK



A Protestan olarak bilinen prenslik ya da devletler



t



İspanya ve Avusturya Habsburg'u Osmanlı İmparatorluğunda hristiyanlar



der lll'ün direnişiyle karşılaştı. Böylece din adamları sınıfıyla imparatorluğun eski çatışması yeniden başladı (1154-1250). Friedrich doğuya gidince (orada öldü), Kuzey İtalya'yı egemenliği altına alma gi­ rişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. - 1190-1197: Zalim Heinrich VI, impara­ torluğa katmak istediği İtalya'da, özellik­ le de Sicilya'da ve Almanya'da babası Friedrich l'in siyasetini sürdürdü. Fakat Almanya’da sürgünden dönen ve Welfler ile Rheinland-VVestfalen bölgesi derebeylerini birleştirerek yeni bir isyanın ha­ zırlıkları içinde olan Aslan Heinrich ile tekrar mücadele etmek zorunda kaldı. Mainz diyeti'nde (1196), imparator unva­ nının babadan oğula geçmesini kabul ettirmeye çalıştı. Ama yalnızca oğlu Fri­ edrich ll'yi Romalılar kralı seçtirebildi. - 1197-1220: Aynı zamanda Sicilya kralı



O O



Diyetler Augsburg Antlaşması 1555 (Cujus reqio, ejus religio)



Trento Konsili, 1545-1563



E5BSSSS Kutsal İmparatorluğun sınırları 0



200 km



daki bağları da kesin olarak kopardı. - “Büyük kargaşa dönemi" boyunca, Al­ manya, bir devletler mozayiği durumun­ daydı. Genel karışıklık içinde, ayakta ka­ lan tek güç vardı: Kuzey denizi ve Baltık denizi'ndeki ticaret kentleri (Lübeck, Bre­ men, Hamburg) ile Ren kıyısındaki kent­ lerin (Frankfurt, Strasbourg) zenginleş­ mesini sağlayan Hanse birliği. - Öte yandan birkaç büyük hanedan, geniş topraklar edinmeyi başardı: Lük­ semburg hanedanı, Brandenburg hane­ danı, Habsburg hanedanı. Bunları parlak bir gelecek bekliyordu. W e stfale n a n tla ş m a la rın a ka d a r H a b s b u rg la r (1273-1643)



• Almanya'da imparatorluk iktidarının ye­ niden kurulması (1273-1437)



- 1273: Rudolf von Habsburg, papa Gregorius X’un ve alman prenslerinin deste­ ğiyle Romalılar kralı (1273-1291) seçildi. Hohenstaufenler’in serüvenci İtalya siya­ setini terk ederek Sicilya üstündeki hak­ larından vazgeçti ve bütün gücünü Al­ manya'ya yöneltti. Aynı zamanda da, Avusturya, Karnten, Carniola ve Steiermark'ı ilhak ederek hanedanlığını toprak bakımından Almanya’nın başlıca güçle­ rinden biri durumuna getirdi: Bununla birlikte oğlu Albrecht’i Romalılar kralı seçtirmeyi başaramadı. - 1292: Adolf von NassaU, Bohemya kra­ lı Venceslav H'nin desteğiyle Germania imparatoru seçildi (1292-1298). Adolf, Habsburglar’ın ihtirasına karşı, alman özerkçiliğinin tepkisini simgeliyordu. - 1298: Rudolf von Habsburg'un büyük oğlu Albrecht I (1298-1308). Göllheim sa­ vaşında öldürülen Adolf von Nassau’dan imparatorluğu geri aldı. Ama İsviçre'ye karşı giriştiği bir sefer sırasında öldü. -1308: Lüksemburg hanedanından Hein­ rich VII (1308-1313), Almanya'da düzeni yeniden sağladı ve Roma'da taç giydi (1312). Ölümünden sonra, Habsburg ha­ nedanından Albrecht l’in oğlu Friedrich, imparatorluk tahtı için Bavyeralı Ludvvig ile çekişti ve kaybetti. - 1314: Bavyeralı Ludvvig (öl. 1347) Ro­ malılar kralı oldu; papa Johannes XXII ta­ rafından aforoz edilince, Roma’da Sciarra Colonna’nın elinden taç giydi (1328) ve Roma Kilisesi'nin başına bir düzmece papayı (Nicolaus V) getirdi. Döneminde, imparatorluk, papalığa karşı tam bir ba­ ğımsızlık siyaseti izlemeye başladı. - 1346: Lüksemburg hanedanından Bo­ hemya kralı Kari IV Romalılar kralı seçildi (1346-1387); 1355'te germen imparatoru oldu. “Altın mühürlü ferman'la (1356) bir seçim sistemi getirerek Almanya'yı pa­ palığın vesayetinden kesin biçimde kur­ tardı. Bu ferman, Roma'da taç giyme ve papa tarafından onanma gibi her çeşit zorunluluğu kaldırarak, imparatorların se­ çimi görevini yedi seçiciden (Mainz, Köln ve Trier başpiskoposları, Bohemya kralı, Pfalz kontu, Saksonya dükü, Bran­ denburg markgrafi) oluşan bir kurula ve­ riyordu. Yönetim boşluğu durumunda, kurul üyelerinden yalnızca ikisinin (Pfalz kontu ve Saksonya dükü) imparatorluğu yönetme yetkisi vardı. imparator, en büyük güçtü; ama yetki­ si mülklerinin önemine bağlıydı. - 1378: Kari IV'ün ölümü, 1250'de başla­ yan bir evrimin sonu oldu; bu evrim bo­ yunca Kutsal Roma Germen imparatorlu­ ğu, evrensel monarşi mitinden kurtulma­ yı başarmakla birlikte, örgütsüz bir kuru­ luş olarak kaldı. Kari IV'ün yerine geçen oğlu Bohemya kralı Venceslav (13781419) kent birliklert ve senyörlük birlikleri arasında hakemlik rolünü kabul ettirmeyi başaramadı, Macaristan kralı ve impara­ torluk genel vicarius'u olan küçük karde­ şi Lüksemburglu Sigismund 1411'de To­ rnalılar kralı seçildi. - 1433: Sigismund (öl. 1437) Roma'da imparatorluk tacı giydi. - imparatorluğun coğrafi egemenlik alanları sürekli daralırken (İtalya, İsviçre, Bourgogne, Doğu Prusya, Bohemya) imparatorun da gücü Almanya'da bile azalmaya başladı. İmparatorluk diyetini oluşturan üç kurul (seçiciler, prensler, kentler) görüşmelerini ayrı ayrı yapıyor, sonra genel bir mecliste oylamayla alı­ nan kararlar imparatora sunuluyor, onun tarafından bir fermanla onaylanıyordu. Gerçekte oyçokluğu ilkesi benimsetilemediği için, oybirliği sağlanamadığında bu kararlara sık sık karşı çıkılıyordu. • Habsburgiar'm imparatorluğa egemen oluşu. - 1437: Avusturya dükü Albrecht von Habsburg’un kayınbabası Sigismund, ölüm döşeğinde, Bohemya ve Macaris­ tan krallığını damadına verdi. Albrecht von Habsburg 1438’de Romalılar kralı seçildi ama ertesi yıl (1439) öldü.



Almanya - Reformatio Sigismundi denilen ve ki­ min tarafından hazırlandığı bilinmeyen si­ yasal nitelikli bir yeniden örgütlenme ta­ sarısı, 1439’a doğru Basel konsili'ne su­ nularak imparatorluk otoritesi yeniden kurulmaya çalışıldı, ama yalnız mahke­ melerle ilgili birkaç maddesi yürürlüğe kondu. - 1440: Albercht ll'nin kuzeni ve Habsburg hanedanının başı olan Steiesmark'lı Friedrich İli (1440-1493) Germania kralı ve imparator seçildi. Roma’da papanın elinden taç giymeye giden (1452) son al­ man hükümdarı olan Friedrich III pek ilgi­ lenmediği Almanya üzerinde gerçek bir otoritesi bulunmadığından Bohemya ve Macaristan'ı kaybetti. Ama oğlu Maximilian’ın, Atak Charles’ın tek varisi olan Marie de Bourgogne ile evlenmesi (1477), Avusturya hanedanının yücelmesini sağ­ ladı. - 1493-1519: Maximilian I döneminde, Flabsburglar'ın mirasla edindikleri eyalet­ ler arasındaki bağlar sağlamlaştırıldı; böylece Maximilian'ın torunu Kari V'in (Şarlken) büyük devletinin temelleri atıl­ mış oldu. Maximilian’ın Avusturya kurumlarını (Reichsregiment [1500], Hofrat [yüksek divan], Hofkammer [yüksek meclis], Hofkanzlei [yüksek kançılarlık],



^



r



İlile li



tirmeler onaylandı. Kari V (öl. 1558) taht­ tan çekildiğinde (1556), imparatorluğun birliği tam anlamıyla bozulmuştu. - 1526'da Bohemya ve Macaristan kralı, 1531’de de Romalılar kralı olan Ferdi­ nand I von Flabsburg (öl. 1564), 1556'da fiilen, 1558’de de hukuken Germania im­ paratoru olarak kardeşi Kari V'in yerine geçti. Cizvitlerin öğrencisi ve arkadaşı, Protestanların düşmanı olarak Alman­ ya'da katolik reformu için çalıştı. - 1564-1576: Ferdinand'ın oğlu ve ardılı Maximilian II, babasının yerine tahta çı­ kınca, önce Almanya’da protestanlara karşı savaştı; daha sonra hoşgörülü bir yönetimle Protestanların iyice güçlenme­ sine olanak sağlayan bir hoşgörü rejimi kurdu. - 1576-1612: Maximilian ll'nin oğlu Rudolf II ise, Karşı-reform'u korudu; baş­ kenti Prag'a taşıyıp Çekler'in sempatisi­ ni, Almanlar’ın düşmanlığını kazandı. Kardeşi Mathias, 1611 'de, onu, mirasla edinilen devletlerini elden çıkarmaya zor­ ladı. Rudolf, yalnızca imparator unvanını koruyabildi. - 1612-1619: Rudolf II ölünce, yerine im­ parator seçilen Mathias, koyu katolik ku­ zeni Steiermark dükü Ferdinandl varis seçti. Bunun üzerine Çekler ayaklandı



kümdarlığı boyunca (1619-1637) Karşı ■ devrimin bayraktarlığını yaptı. Önce, Çekleri (1620), Pfalz kontunu ve Dani­ marka kralını bozguna uğratarak (16211629) otoritesini güçlendirdi. Kralı o gü­ ne dek seçimle belirlenen Bohemya'da tacın Habsburg hanedanı içinde miras yoluyia devri kararlaştırıldı. Pfalz seçicisi­ nin toprakları Bavyera düküne verildi ve imparator, protestan prenslere, 1552’ den sonra el konulmuş kilise mallarının geri verilmesine ilişkin fermanı zorla be­ nimsetti (1629). - Ama İsveç’in (1631) ve Fransa'nın (1630'da diplomatik, 1635'te askeri) mü­ dahaleleri, durumu Ferdinand ll’nin ve yerine geçen oğlu Ferdinand lll’ün (1637-1657) aleyhine çevirdi. Ferdinand III, 1648'de VVestfalen antlaşmalarının ağır koşullarını benimsemek zorunda kal­ dı; bu antlaşmalar Almanya'yı 350 devle­ te bölerek ülkede birliğin sağlanması umudunu tümüyle yok ediyordu. - Kutsal Roma Germen imparatorluğu devletlerinin “germen özgürlükleri", ant­ laşmaları imzalayan devletlerin koruyu­ culuğuna verildi. Constitutio westfalica ile seçicilerin sayısı sekize çıkarıldı, iki lutherci ve bir calvinciye karşı beş kato­ lik, üç din adamına karşı beş laik. Ger-



423



Gustaf II Adolfun seferleri 1630-1632 1636'dan başlayarak Ispanyol saldırıları



j | I tag.AN



Bağımsızlığı tanınan ülkeler



Fransızlann Valtellına yı



SAKSONYA



Seçicilikleri (1648'de)



Reıchskammer [yüksek mahkeme]) Al­ manya'ya yayarak ülkeyi birleştirme ve merkezi bir yönetim kurma çabaları ba­ şarısızlıkla sonuçlandı. Tek kalıcı reform, Almanya'da, impara­ torluğa bağlı tüm soyluların topraklarının altı (daha sonra on) çevreye bölünmesi oldu. Ama seçicilerin ve Avusturya hane­ danının toprakları bu bölümlemenin dı­ şında kaldı: Avusturya hanedanı seçicile­ re üstünlüğünü ancak gücü ve zenginli­ ğiyle kabul ettirebildi. - 1519-1556: imparator Kari V, Alman­ ya’da imparatorluğun sürüp giden ku­ rumsal ve siyasal güçsüzlüğüyle uğraş­ mak zorunda kaldı, bu güçsüzlük, Reform'un etkileriyle daha da arttı. 1555'te Augsburg barışıyla Kuzey Almanya eya­ letlerinde Reform zafere ulaştı ve 1552’den önce gerçekleştirilmiş laikleş-



(Prag'daki pencereden atma olayı, 23 mayıs 1618) ve Otuz Yıl savaşları başla­ mış oldu. • Otuz Yıl savaşları (1618-1648) ve im­ paratorluk yönetiminin zayıflaması - XVII, yy.'ın başlarında Almanya, siya­ set ve din bakımından birbirine düşman iki cepheye ayrıldı; siyasette imparato­ run otoritesine karşı çıkışlar sözkonusuydu; din alanında da calvinciliğin ülkeye girişiyle dini çekişmeler daha da artmıştı. Pfalz seçicisi tarafından yönetilen Protes­ tanların İncil birliği karşısında, katolikler, Bavyera dükünün başkanlığında Kutsal birliği kurmuşlardı. - Otuz Yıl savaşları, imparatorluk yöneti­ mini zayıflatmak için yabancı devletlerin destekledikleri bu bölünmenin ürünüdür. - Ferdinand Tin torunu, imparator Steiermarklı Ferdinand II von Habsburg, hü-



çekte VVestfalen antlaşmaları, hem Habsburglar’ın, imparatorluğu geleneksel güçsüzlüğünden kurtarma siyasetinin, hem de Almanya’da Karşı-reform’un ba­ şarısızlıklarının saptanması niteliğindey­ di; böylece 1555 Augsburg barışı da (cujus regio, ejus religio) onaylanmış olu­ yordu. I.



R e ic h ’ın s o n u (1648-1806)



• XVII. ve XVIII. yy. 'tarda alman uygarlığı - Otuz Yıl savaşları ile salgın hastalıkla­ rın kırıp geçirdiği ülkede, kırsal nüfusun % 401, kentli nüfusun % 30’u yok oldu. Büyük Hanse birliği ticareti gerilerken, fii­ len bağımsız duruma gelen prensler mo­ dern iktisatla ilgilendiler; bu arada ser­ maye yetersizliği ve fiyatların yüksekliği, modern iktisadın gelişmesini uzun süre



OTUZ YIL SAVAŞLARI (1618-1648) SIRASINDA ALMANYA



Almanya 424



engelledi. Almanya’nın iktisadi değişimi XVIII. yy.’da gerçekleşti; bunun başlıca örneğini bir ortaçağ prensliğini modern bir devlet durumuna getiren Hohenzollern hanedanı verdi. - O sırada alman toplumu bir tarikatlar toplumuydu ve çeşitli mezheplere bö­ lünmüş din adamları sınıfıyla soylu sınıf, imparatorluğun özgür kentlerinin önemi­ ni ve etkin kent burjuvazisini hesaba katmak zorundaydılar. Bununla birlikte, XVIII, yy. sonunda toplum hâlâ eski tip bir köylüler ve el sanatçıları toplumuydu ve köylüler toplam nüfusun % 80'ini oluşturuyordu; ama batıda yaşayan köy­ lüler feodal düzenin, çeşitli biçimler al­ tında, ezici baskısını hâlâ sürdürdüğü Prusya ve Pomeranya’daki köylülerden daha mutluydular. O dönemde İngilte­ re'yi altüst eden sanayi devrimi, Alman­ ya'yı kısmen etkiledi. - Yüz yıl süren din kavgalarından sonra, dinsel hoşgörü yerleşti; hatta belli bir “ki­ liseler birliği”nin oluşmaya başladığı gö­ rüldü. Alman Protestanlığında yeni gi­ zemci akımlar ya da tarikatçılık (piyetizm, moravyalı kardeşler, aydınlanmışçılık) ağırlık kazandı. - Etkin üniversiteler sayesinde bir alman uygarlığı oluştu. Sözkonusu üniversite­ lerde latincenin yavaş yavaş yerini almancaya bırakması, tek bir dilin yaratıl­ masına ve ulus bilincinin gelişmesine katkıda bulundu. Özellikle Pfalz'ı yakıp yıktığı (1689) için Fransa'ya duyulan düşmanlığın büyük etkisiyle ortak bir al­ man yurdu düşüncesi oluştu. Ama Al­ manya’da, Fransa düşmanlığıyla çelişkili biçimde bir fransız taklitçiliği de gelişti. Fransız modası, fransız edebiyatı, tran­ sız sanatı ülkenin her yanını kaplandı. Yeni kentlerde, devletlerin başkentlerin­ de, prenslerin oturdukları yörelerde ço­ ğu kez Versailles sarayı'nın küçük birer kopyası yapıldı. Bununla birlikte daha o dönemde öz­ gün alman edebiyat ve sanatı da özellik­ le barok anlayışı içinde büyük bir atılım yaptı. • Hohenzollernler'in yükselişi - I. Reich’ın başına geçen son impara­ torlar, Bavyeralı Kari VII (1742-1745) dı­ şında, Flabsburg hanedanındandı: Leo­ pold I (1658-1705), Joseph I (17051711), Kari VI (1711-1740), siyaseti karı­ sı Maria Theresia’nın etkisinde bulunan Franz I (1745-1765), Joseph II (17651790). Leopold II (1790-1792) ve Franz II (1792-1806) aslında Almanya ile ilgi­ lenmeyerek çabalarını İtalya, Balkanlar ve Tuna boylarına yöneltmişlerdi. Ger­ men diyeti her ne kadar sürekli duruma getirildiyse de (1664), ortak bir alman si­ yaseti geliştirecek güçte değildi. - Katolik Flabsburglar’a karşı, protestan Hohenzollern hanedanı günden güne güçlenmekteydi. 1701 yılı, bu açıdan bir dönüm noktası oldu: o yıl, Augsburg birliği savaşı bo­ yunca Leopold l’e yardım eden Brandenburg seçicisi Friedrich I von Hohen­ zollern bu yardım karşılığında Prusya kralı unvanını elde etti. - Friedrich l’in torunu ve bir “aydın zor­ ba" tipi olan Friedrich il’nin saltanatı bo­ yunca (1740-1786), Prusya, Habsburglar’ın zararına, topraklarını genişletti ve yeni siyasal lîaklar elde ederek Alman­ ya’nın en güçlü devleti durumuna geldi. • Almanya, Fransız devrimi ve Napoleon (1789-1806) - 1789 Fransız devrimi, Almanya’da ön­ ce olumlu yankılar uyandırdı. Çok geç­ meden yetkililer kaygıya kapıldılar, ama devrimci düşünceleri dar bir seçkinler tabakası dışında benimseyen pek olmadi. -Ö te yandan savaş, 1792’den başlaya­ rak Avusturya, Prusya ve Kutsal Roma Germen imparatorluğu’nu Fransa ile kar­ şı karşıya getirdi. Habsburglar’a pahalı­ ya mal olan 1796 ve 1797 seferlerinden sonra, Almanya'nın sorunlarına çözüm



bulmak olanaksızlaştı (Rastatt kongresi). - 9 şubat 1801: Fransızlar’ın Habsburglar'a karşı Almanya (Moreau) ve İtalya'da (Bonaparte) yürüttükleri ikinci seferi so­ nuçlandıran Luneville antlaşması’yla Ren nehrinin tüm sol kıyısı Fransa'ya verildi; buna karşılık topraklarını yitiren prensle­ rin zarar ve ziyanının Almanya’da karşı­ lanması öngörüldü. -2 4 mart 1803: Regensburg diyeti, esas olarak devletlerin sayısını büyük ölçüde azalttı. - 1804: Franz II, Franz I adıyla Avusturya imparatoru unvanını aldı. - 1805: 3. koalisyonu (Austerlitz) sona erdiren Pressburg antlaşması'yla yeni Bavyera ve VVürttemberg krallarıyla Ba­ den büyükdükü, imparatorun ve diyetin otoritelerinden kurtuldu; böylece Re­ gensburg diyeti’nin ana maddesi fiilen onaylanmış oldu. - 1806: Napoleon, Ren konfederasyo­ numu kurdu (12 temmuz). Franz II (I), Almanlar’ın, imparatora bağlılık andını kal­ dırdı (6 ağustos). Kutsal Roma Germen imparatorluğu artık ömrünü tamamlamış­ tı. II.



I. R e ic h 'ın so n u n d a n R e ic h 'ın k u ru lu ş u n a k a d a r



(1806-1871) • Ren konfederasyonu ve ulusallık bilin­ cinin uyanışı (1806-1814) - Napolâon’un “koruyucusu” olduğu Ren konfederasyonu (Rheinbund), on altı al­ man prensliğinden oluşuyordu: bunlara VVestfalen krallığı (1807) ve Varşova büyükdüklüğü de katıldı. Ama bu konfede­ rasyonun gerçekte dayanıksız bir yapısı vardı. - 4. koalisyon sırasında Fransa’ya yeni­ len Prusya (Jena, Auerstadt, 14 ekim 1806) Tilsit antlaşması'nın (temmuz 1807) uygulanmasıyla topraklarının yarı­ sını yitirmişti. Ama bu çöküş, çelişkili bi­ çimde Prusya’nın kalkınmasının başlan­ gıç noktası oldu. Bu toparlanmayı, top­ lumsal alanda Stein ve Hardenberg, as­ keri alanda Scharnhorst, düşünsel alan­ da da, on dört bölümlük Reden an die deutsche Nation (Berlin, 1807-1808) adlı yapıtıyla ulus duygusunu yücelten filozof Fichte hazırladılar. Öğrencilerinin gizli dernekler (örneğin Tugendbund) kurdu­ ğu üniversiteler (Berlin Üniversitesi 1810’da kuruldu), ulusçuluğun güçlü odakları durumuna geldi (-* PRUSYA) - 1810-1811: Karadaki ablukanın geliş­ mesi, Napoleon'u Kuzey denizi kıyılarını ve Lübeck'i Fransa imparatorluğuma kat­ mak zorunda bıraktı; ama Almanya, sö­ mürgelerden gelen besin maddelerinin kesilmesiyle sıkıntı içine düşmesine kar­ şın, Ingiltere'nin bir süre pazardan çekil­ mesinden yararlanarak tekstil sanayisini geliştirdi. - 1813-1814: Fransa’nın şansının Rus­ ya'da tersine dönmesinden sonra, Al­ manya, Prusya’nın ardından, büyük bir coşkuyla "kurtuluş savaşı"nda müttefikle­ rin safında yer aldı; ama Rheinland'da Prusya düşmanlığı yine de çok güçlü kaldı. Leipzig savaşı’ndan (1813) sonra, Blücher, Ren nehrini geçti: 1814 nisanın­ da Prusya kralı, çarla birlikte Paris’e gir­ di. • Germen konfederasyonu - 1815: Viyana kongresi ile Almanya ye­ ni bir yapıya kavuştu. Kutsal Roma Ger­ men imparatorluğu yerine, 39 özerk dev­ letten (aralarında Avusturya ile özellikle Rheinland'da büyük ölçüde güçlenmiş ve büyümüş Prusya da vardı) oluşan Germen konfederasyonu kuruldu. Konfe­ derasyonun tüm tarihi boyunca Avustur­ ya ile Prusya birbirleriyle çekiştiler. Avus­ turya imparatorunun onursal başkanlığını yaptığı konfederasyonun temel organı Frankfurt diyeti'ydi. - Başlangıçta iki büyük devlet, Avustur­ ya ve Prusya, ayrıcalıklara ve özerklikle­ re dayalı eski rejimin yeniden kurulması­



na karşı çıkan güçlü bir liberal akımla uğraşmak zorunda kaldılar. Bu arada Al­ manya’nın birliğinden yana olan akım da güçlendi: burjuvalar, aydınlar ve birçok öğrenci derneğinin ağırlık taşıdığı büyük bir federasyon (Burschenschaft), ülkenin her yanında, bu yönde etkinlik gösteri­ yordu. Ama Metternich'in, Prusya'nın onayıyla (Karisbad kongresi, 1819) yü­ rüttüğü baskı politikası, Almanya'da siya­ sal yaşamı olumsuz yönde etkiledi. - Gerçekte Prusya, Almanya’nın birliğini, etkili bir iktisadi etkinlikle kendi yararına destekliyordu. 1818-1833 arasında Prus­ ya, kendi çevresinde bir gümrük birliği (Zollverein) oluşturdu ve 20 kadar devlet arasındaki gümrük duvarlarını kaldırarak ulusal birlik yolunda ilk adımı attı. • 1848 devrimi - Mart 1848: Almanya’da patlak veren devrimde, 1847 iktisadi bunalımı, anar­ şistlerle (Stirner) sosyalistlerin (Weitling, Marx, Engels) propagandaları ve şubat­ ta Fransa’da gerçekleşen devrim etkili oldu. 1848 devrimi hem liberal, hem de ulusal nitelikli bir devrimdi. - 31 mart-4 nisan: Frankfurt'ta toplanan bir hazırlayıcı parlamento (Vorparlament), 586 milletvekilinden oluşacak bir ulusal alman meclisinin genel seçimle seçilmesine ve bu meclisin birlikçi bir anayasa hazırlamasına karar verdi. - 18 mayıs: Bu meclis, ilk toplantısını Frankfurt’ta yaptı. Ama istekleri, prensler ve radikaller tarafından bastırıldı; Avus­ turya’nın da içinde bulunacağı “Büyük Almanya" yanlılarıyla Avusturya’nın dışın­ da bırakılacağı “Küçük Almanya" yanlıla­ rı olmak üzere karşıt iki bloka ayrılmaları sonucu eylemleri de engellendi. - Mart 1849: “Küçük Almanya” çözümü benimsenince, imparatorluk tacı da do­ ğal olarak Prusya kralı Friedrich-VVilhelm IV’e sunuldu. Prusya anayasasının libe­ ralleştirilmesine karşı olan Friedrich Wilhelm IV, bunu reddetti ama, tacın prens­ ler tarafından kendisine sunulmasını sağ­ lamaya çalıştı (sınırlı birlik). - 29 kasım 1850: Avusturya şansölyesi Schvvarzenberg, Olmütz’de, Prusya kralı­ nı amaçlarından zorla vazgeçirdi; bu kü­ çültücü tutum, Avusturya-Prusya ilişkileri­ ni önemli ölçüde sarstı. • VVİlhelm I ve Bismarck - Alman birliğinin kurulması için her za­ mankinden daha güçlü bir mücadele ve­ ren Prusya’nın birçok kozu vardı: Rheinland illerinin özellikle sanayileşme sonu­ cu artan iktisadi gücü; 1861'de kardeşi Friedrich-Wilhelm IV’ün yerine tahta çı­ kan kral VVİlhelm I ile 1862'de başbakan­ lığa getirilen Bismarck’ın diplomatik ve askeri etkinlikleri. - Mottke ve Roon’un yeniden örgütledik­ leri Prusya ordusu, gücünü, Danimarka (1864) ile 1866’da Sadovva'da yenilen Avusturya karşısında kanıtladı. Bu yenil­ giden sonra Avusturya, Almanya'nın işle­ rinden el çekmeyi kabul etmek zorunda kaldı (Prag antlaşması, 23 ağustos 1866). - Bunun üzerine Bismarck, Maine ırma­ ğının kuzeyinde yer alan tüm devletleri (22 devlet) Prusya'nın koruyuculuğunda bir araya getiren bir kuzey Almanya kon­ federasyonu kurdu. Verasetle değişmesi kararlaştırılan başkanlığına diplomasi ve ordular yöneticisi Prusya kralının getirildi­ ği konfederasyon, üç yıl yaşayabildi (1867-1870). Konfederasyonda, kralın başbakanlığa atadığı Bismarck, gerçek iktidarı elinde tuttu. Bismarck, genel se­ çim sistemiyle seçilen Reichstag'ı dağıt­ mayı başardıysa da, konfederasyon üye­ si devletler hükümdarlarının atadıkları 43 üyeli gerçek bir yüksek meclis olan Fe­ deral konsey’e (Bundesrat) dokunamadı. Konfederasyonun seçtiği ulusal bay­ rak, Brandenburg ve Hanse birliği kent­ lerinin kırmızısıyla Prusya bayrağının si­ yah ve beyazını bir araya getiriyordu. - Prusya egemenliğine karşı olan Güney Almanya'daki dört devlet (Hessen-



Almanya Darmstadt’ın bir bölümü, Baden, VVürttemberg, Bavyera) geçici olarak konfe­ derasyonun dışında kaldılar. Ama Bismarck onlarla önce, savaş durumunda zorunlu olarak Prusya'nın yanında yer al­ malarını sağlayacak askeri antlaşmalar imzaladı, sonunda da Zollverein'a katıl­ malarını sağladı (temmuz 1867). -Artık iş, Güney ile Kuzey'in siyasal birli­ ğini gerçekleştirmeye kalmıştı. Bismarck, kurnaz bir diplomatik girişimle, Fransa’yı Prusya'ya savaş açmaya zorladı (tem­ muz 1870). Fransa-Prusya savaşı, alman ordularının parlak zaferiyle sonuçlanın­ ca, fransız imparatorluğunun yıkıntıları üzerinde, alman imparatorluğunun (II. Reich) kurulduğu ilan edildi (Versailles, 18 ocak 1871). VVİlhelm I ilk imparator, Bismarck da ilk şansölye oldu. - 10 mayıs 1871: Frankfurt antlaşması’yla Fransa, Alsacel ve Lorraine’in bir



- Önceleri romantizmin etkilerini taşıyan 1806-1870 dönemi, alman uygarlığının en verimli ve parlak dönemlerinden biri oldu. Ulusal ayrıcalığın bilincine varıldığı özellikle müzik ve edebiyatta görüldü; 1871’de büyük başarı kazanan prusya militarizmi bu yeteneği giderek bir ölçü­ de yolundan döndürdü.



nin gücü, özellikle de Zollverein’ın akılcı bir iktisat siyaseti uygulaması gibi etken­ ler rol oynadı. - Para birliği daha 1857’de sağlanmış ol­ duğundan, para piyasası giderek gelişti, kredi kurumlan çoğaldı. Dalgalanmalar­ dan ve çevrimsel krizlerden (1846-47 yıl­ larındaki en ciddisiydi) sonra, alman ikti­ sadı alabildiğine elverişli koşullardan ya­ rarlandı. Kentleşmenin gelişmesi sanayi­ leşmenin hızına ayak uydurdu. - Ama bunlar, toplumsal sorunları çöz­ meye yeterli olmadı: Konfederasyonlar Almanyası’nda da, öbür Batı ülkelerinde olduğu gibi, köylülere ve işçilere oranla daha çok korunan, güçlü bir burjuvazi gelişmişti. - 1870’te köylüler, hâlâ toplam nüfusun % 64’ünü oluşturuyorlardı; bunların bir bölümü (VVürttemberg ve Bavyera’da oturanlar) varlıklıydı, ama doğuda yaşa-



4 25



II. R eich (1871-1918)



• Bismarck imparatorluğu (1871-1890) -Yeni aiman imparatorluğunun (eski Ku­ zey Almanya konfederasyonu ve güney­ deki dört devlet) yüzölçümü 540 600 km2’yi biraz aşmaktaydı. Reichsland sta­ tüsünü alan Alsace-Lorraine (ElsassLothringen) 25 alman devletinin ortak mülküydü. - Alman imparatorluğu federal bir impa­ ratorluktu, yani 25 devlet, kendi hane-



y u qj



;o p e n h a g



K^nigsberg



İSVEÇ POMERANYASl HOLSTElkf



Cuxhaven



Dantzig



>OMERANYA



Lübec k j?



M E C K L BG



H a m b u rg



Stettin



3 re m e n



BRANDENBURG Kunersdorf



P o ts d a m 0



:\G



A m sterdam



ı



M ünst



DoPtrfumd



HOLLANDA



/



M



Rocqurt'



Fonterk 1745



Krefek



Maçta.



1746,



B e rlin







1742



★ 1759



SAKSON YAlT^ :



|#ŞŞSEN-



SİLEZYA



H u b e r s to u r g -



KASSEL^



,Breslau



1763



' ♦



Leuthen 1757



Dresden 1745/r



1748}.



± .M ollw itz, 1741 , Klein-Schnellendort



1741 B a y re d th -



AVUSTURYALILAR



YUKA j ’N ü rn b e rg



LORRAİNE



MORAVYA



R e g e n s b ıiı



İVVÜRTT.



Strasbourg



Salm



m eschen



'



PFALZ Ansbact



Saarwerden0



GALİCYA



Chotusitz 1742



BOHEMYA



O



7



BAVYERA



AVUSTURYA O V iya na



A u g s b u rg



P P re s s b u rg



M ü n ih -~Y >/



Montbelıard



S a lz b u rg



ySALZBUf^G Neuchâtel Prensliği



A R Ş lD Ü K LÜ Ğ Ü ,



17 0 7



17 4 0 'd a P rusya d e v le ti ‘ Friedrich ll'nin elde ettiği topraklar I



I K ilis e m ü lk iy e ti



SAKSO NYA



S T E İE R M A R K S e rb e s t im p a ra to rlu k k e n tle ri



KARNTEN



TIROL



H absburg m ülkleri K u ts a l im p a ra to rlu ğ u n sın ırla rı S a v a ş la r A n tla ş m a la r



S e ç ic ilik le ri



bölümünü Almanya’ya bıraktı ve 5 milyar frank tazminat ödemeyi kabul etti. Bu tazminat, Almanya’nın iktisadını geliştir­ mesine önemle katkılarda bulundu. • 1806-1870 arasında alman toplumu - Bu dönemde sanayi devrimi, alman toplumunu derinden etkiledi. 1815’te 25 milyon olan konfederasyo­ nun nüfusu 1870’te 38 milyona yükseldi; daha çok doğum oranının yüksekliğin­ den kaynaklanan bu nüfus artışı, bir yan­ dan da özellikle ABD’ye yönelik- büyük bir göç dalgasına yol açtı. -Almanya’nın 1850’den sonra toptan sa­ nayileşmesinde, Ruhr bölgesi kömür üre­ timinin artışı (1850’de 2 Mt. 1870’te 12 Mt.), tekstil, demir-çelik (VVestfalen, Silezya) ve özellikle Almanya’nın daha o dönemde üstünlüğünü kabul ettirdiği kimya sanayisinde modern tekniklerin benimsenmesi, demiryolu trafiğinin geliş­ mesi (1840’ta 500, 1870’de 1 800 km de­ miryolu). Ren’in ulaşıma daha elverişli duruma sokulması, denizcilik şirketleri-



'ENEDİK CUMH, ,



/ V e n e d ik



yanlar, hâlâ, büyük toprak sahipleri olan junkerlerin boyunduruğu altındaydı. Öbür bölgelerde çiftçiler, yarıcılar ve ta­ rım işçileri bir köy proletaryası oluşturu­ yor ve kentlere göçerek sanayi proletar­ yasını güçlendiriyorlardı. -Almanya’da çok yaygın olan el sanatla­ rı, gün geçtikçe, kapitalist yapıda büyük sanayinin rekabetiyle karşılaştı. Sayıları günden güne artan ve yaşam koşullan son derece kötü olan işçi proletaryası arasında, sosyalist düşünceler doğal olarak hızla yayılmaktaydı. Almanya’da sosyalizmin kuramcıları da pek çoktu: al­ man işçi hareketinde büyük etkileri görü­ lecek olan Marx ve Engels, bir hıristiyan sosyalizminden yana olan Mainz pisko­ posu monsenyör Ketteler, devlet tarafın­ dan korunan ulusal bir sosyalizmden ya­ na olan Ferdinand Lassalle. ‘ 1869’daki Eisenach kongresi’nde marxçı akım (Bebel, Liebknecht) üstünlüğünü kabul ettir­ di ve kurulan Sosyal demokrat işçi parti­ si, I. Enternasyonal’e katıldı.



1 Nordhausen 2 Mühlhausen 3 VVetzlar 4 Schvveinfurt 5 VVımpffen 6 Heilbronn 7 Hail 8 Nördlıngen



9 Esslingen 10 Reutligen 11 Rottvveil 12 Biberach 13 Memmıngen 14 Kaufbeuren 15 Kempten 16 Rothenburg



danlarını ve meclislerini koruyorlardı. Ama askeri örgütlenme, posta örgütü ve para tüm devletlerde ortaktı. Devletlerin çıkarlarını sınıflar sistemine göre seçilmiş temsilcilerden oluşan Federal konsey (Bundesrat) koruyor, bu mecliste de Prusya ağır basıyordu. - Tek_dereceli genel seçim sistemiyle seçilen bir ulusal meclis (Reichstag) büt­ çeyi ve yasaları oylamakla görevliydi; ama kabul edilen yasaların Bundesrat’ın onayına sunulması gerekiyordu. - 1871 martında seçilen ilk Reichstag, daha 16 nisanda, imparatorluğun ilk anayasasını kabul etti. - Prusya kralı VVİlhelm I, veraset yoluyla imparator oldu. Devlet işleri, özellikle de diplomasi, şansölye Bismarc’ın elindey­ di. Bismarck’ın, markı bir imparatorluk bankasına bastırması (1875), bir hukuk ve ceza muhakemeleri usulü yasasını yü­ rürlüğe koyması (1872-1876), yedi yıllık askerlik sistemini getirmesi (1874), ulu­ sal azınlıkların germenleştirilmesine ça-



XVIII. YY. SONUNDA (1786) ALMANYA



Almanya lışması ülkesinin birliğini güçlendirdi. -1871-1878: Bismarck, korumacılık yan­ lısı muhafazakârlar (kendisi serbest mübadeleciydi) ve katoliklerin (VVİndthorst'un yönettiği Merkez partisi) ikili mu­ halefetiyle karşılaştı, onlara karşı Kulturkampfsiyasetini başlattı. - 1878-1890: Bismarck, alman tarımını korumak için ve 1877'de sosyalistlerin Reichtag’a on üç milletvekili sokmaları üzerine, serbest mübadeleden vazgeçti (1879), ama bu yüzden sanayicilerin desteğini yitirdi; bu arada Merkez parti­ siyle birleşmeye çalıştı (Kulturkampfın sonu). Bir yandan sosyal demokratlara karşı baskı uygularken (1878), bir yan­ dan da işçileri kazanmaya çalıştı ve bir devlet sosyalizmi gerçekleştirdi (zorunlu sigorta sistemi, 1883-1889). Ama bu si­ yaset, sosyalist oyların artmasını (1890’da bir buçuk milyon) önleyemedi.



426



• VVİlhelm imparatorluğu (1890-1918) - Wilhelm II döneminde dört başbakan iş başına geldi: Caprivi (1890-1894), Hohenlohe (1894-1900), Bülow (19001909), Bethmann-Holvveg (1909-1917). Bunların hiçbirinin, Bismarck’ınkiyle kı­ yaslanabilecek bir etkisi olmadı. Devlet yönetimi imparatorun elindeydi. - Kayser VVİlhelm II, yurt içinde sosyal demokratlara karşı mücadelesini daha yumuşak biçimde sürdürdüyse de başa­ rılı olamadı: 1910’da Sosyal demokrat parti, Reichstâg'a en çok milletvekili so­ kan parti oldu. Hükümet, Polonya’daki il­ lerde zorla germenleştirme siyasetini be­ nimserken, Alsace-Lorraine'de bazen şiddete, bazen uzlaşmaya dayanan bir siyaset uyguladı. - Dışta, alman emperyalizmi, özellikle büyük iktisadi atılımın etkisiyle pekişti. Weltpolitik (dünya siyaseti) ve Weltwirt-



nı, % 36'dan % 63'e yüksekldi. 1914’te 50'ye yakın kentin nüfusu 100 0001 aş­ maktaydı. Kentleşmenin gelişmesi, sana­ yileşmenin gelişmesine bağlıydı; taşkö­ mürü üretimi 26 Mt’dan 190 Mt’a, çelik üretimi 1 Mt'dan 18 Mt'a yükseldi; alman kimya sanayisi, tartışılmaz bir üstünlüğe ulaştı. Ustaca düzenlenmiş su yolları yo­ ğun ve pek merkezileşmemiş demiryolla­ rı (1914’te 65 000 km), hızla gelişmekte olan limanlar (Hamburg limanının tonajı, 6 milyondan 15 milyona yükseldi). 1914'te dünya kapasitesinin % 12’sini oluşturan ticaret filosu: bunların tümü, karteller ve konzernler halinde sağlam biçimde gruplaşmış bir iktisadın başlıca kozlarını oluşturuyordu. Almanya’da üre­ tilen ürünler, bu dönemde dünyanın her yanına satıldı. - Oldukça ileri toplumsal yasaların çıka­ rılması, işleri yoluna koymaya yetmfedi:



S LES VIG / DÜPPe/ (Dybbef) K U Z EV



DOĞU



Kıei



PR U S Y A



-



Lübeck -.H O L S T E In /



DENİZİ



o B re m e n



R o s to c k







H O L L A N D A



/



B E L Ç İ K A



pozna4



Dtnsburg



P O L O N Y ,



AMHALT DÜKLÜĞÜ



KRAL LIĞ



s



\



Bonn



NASSAU G f sserıs NEC METTİN ALPI.



A lp in e C lub, İngiliz dağcılık kulübü;



renklerde olabilir: devetüyü (bacaklar bej ya da kızılsan, sırt siyah çizgili), iki renkli (sırt ve böğürler koyu, boyun ve omuzlar açık renk), çok renkli (siyah ya da kahve­ rengi üstüne beyaz lekeler) ya da siyah (bazen bacaklar açık renk). Alpkeçisi or­ ta iriliktedir (dişisi 55-75 kg, erkeği 75-100 kg). Yıllık süt verimi 500-1 200 kg arasın­ dadır. Avrupa'da yaygın olduğu gibi ba­ zı Afrika, Amerika ve Asya ülkelerine de götürülmüştür. A L P K Ö Y , esk. Kamerik, Erzincan’ın Kemah ilçesine bağlı bucak; 2 626 nüf. (1990); 20 köy. Merkezi Alpköy (esk. Alpkuşu); 121 nüf. (1990). ALPLER, Avrupa’nın başlıca dağ siste­ mi. Alp sıradağları bir yay halinde, Cenova körfezinden Pannonıa ovasına kadar 1 200 km boyunca uzanır. En geniş yeri Brenner boylamının geçtiği kesimdedir ve 250 km’yi aşar; buna karşılık Mont Blanc’ daki (Avrupa’nın ve Alpler’in en yüksek doruğu: 4 807 m) genişliği ancak 130 km’dır. Yaklaşık 300 000 km2’lik bir alanı kaplayan Alpler, Fransa, İtalya. İsviçre, Federal Almanya, Liechtenstein, Avustur­ ya ve Yugoslavya arasında bölüşülmüş­ tür. YERBİLİM



Yerbılımsel oluşumlar, İkinci ve Üçün­ cü Zaman’ın deniz tortul dizilerinden (Alp çevrimi) ve tortulların karalardaki (billurlu iç ve dış kütleler) ya da okyanuslardaki temel kayaçlarından (ofiyolitli kütleler) kaynaklanır. İkinci Zaman’da,Avrupa'nınatlantik tipin­ deki, tektonik bakımından hareketsiz bir kenarı, Dauphine ya da Helvet kuşağının (sübalpin kütleler) kalın dış dizilerinden oluşan kıta sahanlığı çökelleriylş örtülü­ dür; az kalın yamaç çökelleri Briançon ku­ şağı çökellerini, okyanus dibiyse Piemonte kuşağının kayganlaşmış şistlerinin te­ mel bölümünü oluşturur. Okyanus tabanının Afrika kıtasının altı­ na doğru kayması sonucu, Avrupa levha­ sıyla Afrika levhası arasında alt Kretase döneminde başlayan (Doğu Alpler düze-



Alpler 450



Fransa: İşere vadisinde(Savoie) hidroelektrikdüzenlemesi (Tignesbarajı veChevril gölü)



sek basınçlı başkalaşma koşulları yarattı ve Avrupa'nın iç kesimlerine doğru sürük­ lenme örtülerinin (kaygan şist örtüleri, ofiolitik örtüler)oluşmasına yol açtı. Üst Kretase döneminde Avrupa ve Afrika kenar­ larının çarpışması, iç kesimde makaslan­ malara neden oldu (Avusturya-Alp taba­ nının sürüklenmesi). Özellikle iç kuşakları etkileyen bu erken tektonik oluşum, dış kuşaklarda andezitik yapıda volkanik öğeler içeren, flysch tipi kırıntılı bir tortullaşmayla belirginleşir, iç kuşaklarda gerçekleşen yapısal biçim, iç ve Doğu Alpler’de ileri düzeye ulaşan yüksek sıcaklığın neden olduğu başkala­ şımın etkisinde kalmıştır. Dış kuşaklar, kıv­ rımları ve iç kesime doğru devrilen ya da sürüklenen örtülerin oluşmasıyla Oligosen’den başlayarak yavaş yavaş biçim­ lenmiştir.



ALPLER



Sözkonusu dağoluş olayından kaynak­ lanan kabuk kalınlığı, gerilme tektoniğine bağlı yüzey şekillerinin oluşumunu açık­ lar: billurlu dış kütlelerin (Mont-Blanc küt­ lesi) yükselmesi ve çökmeler (Po ovası). Bu yüzey şekillerinin aşınmasıyla, molas tipinde, kalın, kırıntı çökellerinden oluşan diziler ortaya çıkmıştır.



İsviçre: Aarvadisinde Interlakensiti (Bernekantonu)



•Buzullar ve sular. Dördüncü Zaman’da Alpler, Lyon'da, Bavyera platosunun gü­ neyine, İtalya'daki büyük göllere ulaşan çok büyük bir buzul örtüsüyle kaplandı. Bu buzulların izleri günümüzde, birikinti engebeleri (ivrea ve Garda gölü önünde­ ki moren setleri) ya da aşınma engebele­ ri (düz tabanlı tekne biçimli vadiler, birbi­



FİZİKSEL COĞRAFYA



rini izleyen çanak ve sürgüler, hörgüç ka­ yalar vb.) biçiminde izler bırakmıştır. 4 000 km2’yi bulmayan bir alanı kapla­ yan günümüzdeki buzullar, Dördüncü Zaman buzullarının ancak küçük kalıntı­ larıdır. Buzullarla kaplı başlıca bölgeler Penin Alpleri (621 km2), Aar kütlesi (598 km2), Ötztal ve Stubai Alpleri (484 km2) ve Mont Blanc kütlesidir (227 km2). Ren, Rhörte, Po ırmakları ile yukarı Tuna'ya sağ kıyısından kavuşan kollar Alpler'den doğar. Karların ve buzulların erimesiyle bol bol beslenen ırmakların debileri yük­ sektir ve büyük bir alüvyon yükü taşırlar. •iklim . Sıcaklıklar yükseltiye bağlı olarak 200 m'de 1°C düşer. İsviçre Alpleri’nin kuzey yamacında, yıllık sıcaklık onama­ ları 8.5°C (500 m'de) (le -1,8°C(2 500 m'de) arasında değişil). Avusturya'da, Sonnblick’te (3 106 m), ’en'düşük sıcak­ lıklar ortalaması -30,6°C'a iner. Bu kura­ lın başlıca istisnasını, sıcaklık terselmesi oluşturur: olaya Gresivaudan'da ve Klagenfurt havzasında sık sık rastlanır. Bu sı­ caklık terselmesine çoğunlukla bulut de­ nizleri eşlik eder. B.-D. doğrultulu vadiler­ de, bakı önemli rol oynar: güneye bakan yamaçlar daha bol güneş alırlar ve erken bir tarihte tarıma açılmışlar ve değerlen­ dirilmişlerdir; oysa kuzey yamaçları daha soğuk ve hâlâ büyük ölçüde ormanlıktır. Yağışlar, yükseltiyle bağlı olarak yakla­ şık 3 500 metreye kadar artar (Fransa’ nın Kuzey Önalpleri’nde yılda 2 000 mm; billurlu kütlelerde 3 500 mm); 3 500 m yükseltideyse en yüksek yağış miktarına erişildiği izlenimi uyanmışsa da, aynı yük­ seltide, okyanus kökenli nemli hava küt­ lelerinin doğrudan etkilediği batı bölü­ münde yağışlar daha boldur. Toplam ya­ ğışta karların oranı da yükseltiye bağlı ola­ rak değişir: 1 000 m’ye doğru % 20 iken, 3 600 m’de (İsviçre Alpleri) ya da 3 800 m’de (Dauphıne Alpleri) % 100'e ulaşır. Chamonix (Fransa) yakınındaki Tour kö­ yüne yılda 10 m, Mont Blanc'ın doruğunaysa 40 m'den çok kar yağar. • Bitki örtüsü, iklim koşulları, bitki örtüsü­ nün katlara ayrılmasına yol açmıştır: tar­ lalar kuşağının alçak yamaçlardaki tarım alanlarının üstünde, önce yaprakdökenlerden (kayın, huş), sonra iğneyapraklılardan (ladinler, çamlar) oluşan orman ku­ şağı yer alır. Daha yükseklerde, orman yozlaşır: ormanın yerini, önce dağ otlak­ ları, sonra kayalıklar alır. Bakı, nemlilik, toprakların cinsi gibi ko­ şullara bağlı olarak, ormanların üst sınırı İsviçre ve Avusturya Önalpleri'nde 1 600 m, Orta Alpler’de (Valais, Engadin) 2 200 m’dir. Bazı çam türleri 2 500 m’ye kadar çıkabilir. İNSAN COĞRAFYASI



Doğal koşulların çetinliğine karşın, Alpler'e çok eski tarihlerde yerleşilmiştir. Sântis ve Karavvanken bölgesinde, 50 000 yıl



öncesinden kalma yerleşme izleri bulun­ muştur; tarımın, Alpler’e Cilalıtaş devrin­ de sokulduğu sanılmaktadır. * Geleneksel İktisat. Çevreden kopuklu­ ğun ve doğal ortamın getirdiği güçlükle­ rin sıkıntısını çeken Alpler halkı, büyük öl­ çüde kendi kaynaklarıyla yetinmeye da­ yanan bir iktisat geliştirmiştir. Yararlanma­ ya elverişli topraklar, Batı Alpler’de % 29, Doğu Alpler’de % 16’dır, ama Alpler’in hiçbir yerinde, işlenen toprakların oranı toplam yüzeyin % 10’unu aşmaz (Fjransız Nord yönetim bölgesi Alpleri’nde % 8,5; İtalyan Alpleri’nde % 7,9 Bavyera ve Valais Alpleri’nde °/o 0,9). 2 000 m'ye ka­ dar tahıl (buğday ve çavdar ortak ekimi) ve çeşitli sebze, 1 200 m’ye kadar üzüm ("Buzul şarabı”) yetiştirilir. Bunlara yer yer keten ve kenevir eklenir. Verimler yüksek değildir, ama. halkın kapalı iktisat düze­ ninde yaşamasına yeter Hayvancılıkta, daha özgün bir uyarlanma gözlenir. Yağışlı Alpler'in sığır yetiştiricili­ ğine elverişli büyük yamaçlarında, kışla­ rın geçirildiği köylerle haziran-ekim ara­ sında yaşanan Alp otlakları arasında bü­ yük göçler yapılır. Bazen yamacın orta­ larında birkaç deskekleyici bitkinin yetiş­ tirildiği bir ara kat (Fransa’da montagnette. Valais’d emayen, almanca konuşulan Alpler’de voralp, İtalya’da stavole) vardır. Daha kurak olan Güney Alpler. günümüz­ de hâlâ sürmekte olan uzun yaylaya çık­ ma dönemlerinde, komşu ovalardan ge­ len koyun sürülerinin yayılma alanıdır. Böylece, özel mülklerin (ormanlar, dağ ot­ lakları) uyumlu biçimde bir arada var ol­ duğu gerçek bir dağ uygarlığı kurulmuş­ tur. Günümüzde sanayi, özellikle kış mev­ siminde vazgeçilmez bir ek gelir kaynağı olan elsanatları biçiminde (saat, mobilya, tarım araç gereçleri yapımı, kumaş doku­ macılığı) dağlara girmiştir. •Ulaşımdakidevrim. XIX. yy.'ın ikinci ya­ rısında ve XX. yy.'ın başlarında birçok ba­ yındırlık ve tünel çalışmasının (Fröjus, Arlberg, Simplon, Karavvanken) yapılması sayesinde ilk demiryolları Alpler’i aşma­ ya başladı. Ama dağı çevreden kopuk­ luğundan kurtaran, en uzak köşelere ka­ dar ulaşan karayolları ve "motor devrimi" oldu. En yüksek geçitler (iseran, Stelvio...) aşıldı; daha yakın dönemde (1960’tan sonra) karayolu tünelleri (Büyük Saint Ber­ nard, Mont-Blanc, San Bernardino, Sankt Gothârd, Arlberg, Frâjus) açıldı. Karayol­ ları donanımı, Brenner ve Tarvis otoyol­ larıyla tamamlandı. •Modern iktisat. Dış dünyaya açılan Alp­ ler, öbür bölgelerle rekabet edemediler ve o zamana kadar zayıf bir denge sağ­ layan yamaçların nüfusu azaldı. Tarım da kapalı iktisattan, ticarete yönelik tarıma ve özelleşmiş tarımlara yöneldi: meyve bah­ çeleri ye üzüm bağları (Valais, Gresivaudan, Önalpler’de klüzler); kuytu vadi ta­ banlarında mısır ve tütün. Ancak özelleş­ miş tarım, ayakta kalabildi. Hayvancılık her yanda gelişti, ama süt kooperatifleri­ ni her gün besleyebilmek için köylerden uzaklaşamadı, dağ otlakları yavaş yavaş bırakıldı ye yararlanılmayan alanlar hali­ ne geldi. İsviçre ve Avusturya'da, dağ ta­ rımını ayakta tutabilmek amacıyla bir yar­ dım, destek ve koruma siyaseti benim­ sendi. Yerel madenler (la Mure’de kömür, Cogne ve Erzberg’de demir filizi) sayesin­ de kurulmuş olan sanayi, hidroelektrik te­ sislerinin geliştirilmesiyle güçlendi; Sankt Gallen’de, Glarus’ta ve Loden’de doku­ ma, Steıermark ve Bolzano’da metalürji sanayileri böyle gelişti. Ama. XX. yy.’ın ilk bölümünde elektrometalurjinin ve elektrokimyanın kurulması (beyaz kömür saye­ sinde) büyük devrimi oluşturdu: önce Fransa’da (Arve ırmağının vadilerinde, Tarentaise’de ve Maurienne’de), sonra İs­ viçre (Valais’de), Avusturya (i nntal,Stei ermark) ve İtalya'da (Valle'd’Aosta ve Bolzano). Alüminyum, kalsiyum karbür ve bazı demirli alaşımlar, özellikle Alpler’de



Alpullu şeker fabrikası üretilen ürünler haline geldi. 1945'ten sonra Alpler, dev bayındırlık çalışmaları olan hidroelektrik tesislerle (Roselend, Grande-Dixence, Emosson) donanmıştır. Ne var ki, günümüzde elve­ rişli bütün yerlere yerleşilmiştir ve sana­ yi, ulaşım güçlüğü ve yer eksikliği engel­ leriyle karşı karşıyadır. Akarsulardan üre­ tilen elektriğin sanayiyi kendine çektiği günler geride kalmıştır: büyük sanayi te­ sisleri, çoğunlukla Alpler dışındaki daha ucuz bir enerjiden yararlanmakta ve pa­ zarların ya da toplu taşımacılığın daha ya­ kınındaki yerlerde kurulmaktadır. Akarsu­ lardan elde edilen elektriğe daha az ba­ ğımlı olan Avusturya Alpleri sanayisi, söz­ konusu gelişmeye daha iyi karşı koymak­ tadır. Aynı biçimde, Grenoble (Alpler'deki en önemli kent) çevresinde, yüksek tek­ nik düzeydeki etkinlikler, büyük ölçüde elektrik tüketen sanayi yelpazesini ta­ mamlar. Turizm XVIII, yy, sonunda, etkileyici ve yeni manzaralar arayan İngiliz aristokra-



dan yana bir bilinçlenme gerçekleşmek-, te, ulusal parkların (Vanoise, Ecrins, Mercantour, Stelvio, Gran Paradiso, Engadin) düzenlenmesine yol açmakta ve yeni de­ neyimlere gösterilen İlgi, turizmi yerel ik­ tisatla bütünleştirmeye (Bonneval-Sur -Arc) yönelmektedir, •Nüfus. 80'li yılların başlarında Alpler’de yaşayan nüfus yaklaşık 12,5 milyondu (İtalya: 3,4 milyon; Avusturya; 3 milyon; Fransa; 2,2 milyon; İsviçre: 1,9 milyon); ama bu nüfusun dağılımı, modern iktisa­ dın sızmasıyla büyük ölçüde değişmek­ tedir. Yamaçlar tenhalaşırken, alçak böl­ geler kalabalıklaşmakta ve buraları yoğun nüfuslu bölgeler haline gelmektedir (Mur -Mürz oluğu, inn vadileri, Valais’de Rhöne vadisi, Ûnalpler'deki klüzler). Aynı bi­ çimde, bölgesel ölçekte, çelişkiler artmak­ ta ve sanayi,tarım, hatta turizm potansi­ yeli yüksek olan bölgeler (Valais, Steiermark, Kuzey Fransa Alpleri), öbürlerine oranla daha hızlı gelişmektedir, ALPLERÖTESİ. Tar. coğ. Alplerötesi



A lp o rt sen d ro m u . Nefrol. Erkekte ka­ dından daha erken görülen, sağırlıkla bir­ likte gelen ve böbrek yetmezliğiyle sonuç­ lanan ailevi hematürik nefropati,



451



ALPSOFU ya da A B İSAFİ d a ğ la rı, Marmara bölgesinde dağ. Geyve boğa­ zının doğusunda, Bolu ve Abant dağları­ nın batı uzantısını oluşturur. Yapılarında şistler ve ofiolitli yeşil kayaçlar önemli yer tutar, A L P U , iç Anadolu'da Eskişehir ilîne bağlı ilçe; 18 679 nüf. (1990); 28 köy. Merkezi Alpu; 5 087 nüf. (1990). ALP UJARRALAR (ar. el büşarrat, ot­ laklar dan), Güney ispanya da (Andalucia) dağlık bölge, kuzeyde Sierra Neva­ da sıradağları ile güneydeContraviesa ve Gador dağları arasında. —Tar. Gırnata krallığı müslümanları, 1492 anlaşmalarıyla dinlerini korumuşlardı. Ama kardinal Cisneros’nun uzlaşmazlık siyaseti, Alpujarra dağlarındaki ve Gra­ nada ile Almeria eyaletlerindeki müslû-



solda, A vusturya: Inıı vadisinde(Tirol);Telfsköyü sağda İtalya: D oğuAlpler’de



Dolomitlerdenbirgörünüm



sisi taraııııuan yaratıldı, Mont-Blanc’a ilk tırmanışlarla (1786) ve H B. de Saussure'ün kitaplarıyla ilk atılımını yaptı ve dağ­ cılık doğdu. Buna paralel olarak, kaplıca tesisleri (Salnt-Gervais, Uriage, San Pellegrino, Badgastein) ve iklime bağlı tedavi tesisleri (Assy platosu, Leysin) gelişti, 1950’den sonra, yaz ve kış turizmi bir kitle olayı haline geldi: nüfusu azalan dağ­ larda yeni istihdam sağladı, tarım ve elsanatları ürünlerine pazarlar yarattı, yeni sermayelerin buralara akmasına yol açtı, görünümü büyük ölçüde değiştirdi (yük­ seklerde yeni merkezler, mekanik tırman­ ma olanakları, teleferik, vb.). Günümüzde turizm, Alpler’in temel ko­ zu haline gelmiş gibidir. Ama turizm alt­ yapılarının gelişmesini çoğunlukla bölge dışı yatırımlar sağladığından dağlı halk, kazancın büyük bölümünden yararlan­ mamaktadır, Yükseklerde yeni merkezler kurulması, terk edilmiş dağ otlaklarını ye­ niden canlandırabilme olanağı yaratmak­ tadır. Ama doğal çevrenin korunmasın-



Galyası ya da Alplerötesi; Romalılar’ın, kendilerine göre, Alpler’in öte yanında bulunan asıl Galya’ya verdikleri ad, A LP LIK a. Esk. Alp olma durumu; kah­ ramanlık, yiğitlik, cesurluk: "Tanrı Teala seni depelesin, Tanrıya yavlak alplık kırdın" (Kısas-ı enbiya, XIV. yy.). A LPM AN (Refik Talat), türk ut virtüözü ve besteci (İstanbul 1894 - ay. y. 1947) Kanuni Hacı Arif Bey'den kuramsal bilgi­ ler, Nevres Bey'den ut öğrendi; Rauf Yek­ ta Bey ve Ahmet Irsoy’dan sözlü eserler geçti. Darülelhan’da ut öğretmenliği yap­ tı, ilk yıllarında İstanbul Radyosu’nda ut çaldı. Özellikle sazsemaisi formunda ürün verdi. Bunlarda batı müziği etkileri görü­ lür. Mahur ve hicaz sazsemaileri çok ün­ lüdür. ALPNACHSTAD, İsviçre’de (Unterwald kantonujturizm merkezi; Pilatus da­ ğının (dağa bir fünikülerle bağlanır) ete­ ğinde. Alpnach gölü' nün (Luzern gölü­ nün G.-B. çanağı) ucunda.



manların 1500-1501’de ayaklanmalarına yol açtı. Tendilla kontu ile Gonzalo de Cördoba’nın yürüttükleri kanlı seferlerden sonra ayaklanma bastırıldı. Kral Katolik Fernando. Castilla müslümanlarına din değiştirmek ya da Ispanya’dan göçmek seçeneğini tanıdı (1502), Müslümanların çoğu din değiştirpneyi seçtilerse de, as­ lında yalnızca görünüşte dinlerini değiş­ tirmiş, üstelik dillerini ve geleneklerini ko­ rumuşlardı. Sonunda (1568’de), onların Türkler ile işbirliği yapmasından korkan Felipe ll’nin katı tutumu yüzünden yeni­ den ayaklandılar. Ayaklanmayı avusturyalı Don Juan bastırdı (1570) ve Araplar’ ın çoğu, ispanya nın öbür bölgelerine da­ ğıldı. Â L P U L L U , Kırklareli’nin Babaeski ilçe­ si, merkez bucağına bağlı belde; 3 769 nüf. (1990). Şeker fabrikası. A lp u llu ş e k e r fa b rik a s ı, Türkiye’de kurulan ilk şeker fabrikası. 1926’da Alpullu’da (Kırklareli) “ İstanbul ve Trakya Şe-



Alpullu şeker fabrikası



Alpullu şeker fabrikası



ALSACE sağda:



Haut-Koenigsbourgşatosu(Xll.yy.) imparatorWilh8İmH’ninemriyle XX.yy.’ınbaşındayenilendi



solda:



Marmoutier manastırı rheinlandromanüslubucephe (1150'yedoğr.)



ker fabrikaları TAŞ " tarafından kurul-, du. Kuruluşta günde 500 ton olan pan­ car işleme kapasitesi, izleyen yıllarda 4 000 tona çıkartıldı Normal kampanya süresi 100 gün olan fabrikanın 1984-1985 kampanya üretiminde 35 600 ton kristal şeker, 9 900 ton küp şeker elde edildi. Te­ siste yan ürün olarak melas,melaslı kuru küspe, yaş pancar küspesi de üretilmek­ te. yöredeki besi hayvancılığı desteklen­ mektedir. Aşırı üretim nedeniyle bütün Türkiye'de olduğu gibi bu fabrikada da şeker üretimi sınırlandırılmıştır.



ALPZAM BAÖI a. Lif gövdeli, duru be­ yaz çiçekli çokyıllık otsu bitki. (Bil. a Paradisia liliaslrum, zambakgiller familyası.) [Eşanl. PARADİZYA] ALdUEİR E a. Değeri yörelere göre değişen (Lizbon'da 13,81) ve özellikle ta­ hıllar için kullanılan eski bir portekiz ha­ cim ölçüsü. ALQUİE (Ferdinand). fransız filozof (Carcassonne 1906 - Montpellier 1985). Sorbonne’da profesör, genel felsefeye ilişkin çok sayıda yapıtın yazarı; özellikle Descarfes üzerinde durdu ve le Desır d'eter-



nıte (1943) adlı tinsele! (spirıtualist) bir in­ celeme yayımladı. / ALOUIZAR, Küba'da kent Havana'nın G - B sında. Dokuma sanayisi ALS, Danimarka'da ada, Küçük Belt’ın güneyinde, bir köprüyle Jylland'a bağlı­ dır. —Tar. 1848-1850 arasında ve 1864’te Almanlar’a karşı düzenlenen askeri harekâ­ ta sahne olan Als’ı 1864’te Avusturya, Prusya birlikleri aldı; Als, daha sonra Schlesvvig’e katıldı. Versailles antlaşma­ sından (1919) sonra yapılan bir plebisit­ te (1920) Als halkı Danimarka'ya katılma­ dan yana oy kullandı. A LS AC E, Fransa’nın doğusunda böl­ ge- Bas-Rhin ve Haut-Rhin döp.’larını içerir; 8 310 km2; 1 566 048 nüf. (1990). Yönetim merkezi Strasbourg. —Tar. Alsace, VI. yy.'da Austrasia krallığ f na bağlı Alamanya düklüğü içinde yer aldı. 870'te imzalanan Meerssen antlaşması'yla Germania'ya verildi. Daha sonra Schvvaben düklüğüne ka­ tılan Alsace, birliğini yitirmiş olmakla bir­ likte, XII. ve XIII. yy.'larda refah içinde ya­ şadı. Daha o dönemlerde İsviçre ile Orta Almanya arasında etkin biçimde yürütü­ len ticaret, Yüz Yıl savaşları sırasında Champagne panayırları yok olduğundan, XV. yy.’da uluslararası bir nitelik kazan­ dı. Kentlerde burjuva sınıfının zenginleş­ mesi ve aynı dönemde imparatorluk ikti­ darının zayıflaması Alsace’ın siyasal açı­ dan parçalanmasına yol açtı (çünkü tüc­ car kentler derebeyliğin ve Kilise’nin vesa­ yetinden kurtulmuşlardı). Alsace toprak­ larının parçalanması, topraklarda esen dinsel ve toplumsal kararsızlık havası dü­ şünce alanında bir canlılık yarattı. Guttenberg'in 1434'te yerleştiği Strasbourg'daki baskı atölyeleri, Strasbourg’un hümanizm ve reform hareketlerinin en seçkin mer­ kezlerinden biri olmasına katkıda bulun­ du. Daha sonra, bir bölümü Habsburglar’ ın karşı reformunu benimseyen ve Otuz Yıl savaşı ile altüst olan Alsace, XVII. yy.’ın ilk yarısında fransız etkisine girdi. —Sant. Alman etkisi romantik dönem­ de daha yoğun oldu, lombard iz­ leriyle zenginleşen rheıniand stili yaygın­ laştı (yaklaşık 1150 yılından kalma kilise­ siyle Marmoutier manastırı; XII. yy. son­



larında yapılmış kilisesiyle Murbach ma­ nastırı; XIV. yy.’da yapılmış şahmıyla Colmar’dakı XIII. yy^cföminiken manastırı). Sivil mimarlık alanındaysa daha çok XVI. yy.’dan kalma loggıa, ahşap balkon vb. karakteristikleri olan pek çok yapı bulun­ maktadır. Ortaçağ yontuculuğunun en il­ ginç örneklerineyse Strasbourg'daki Nöt­ re Dame katedrali'nde rastlanır. Katedra­ lin vitrayları XII., XIII., XIV. yy.'lardan kal­ madır. Rheinland diye adlandırılan akımın gelişmesiyle XIV. ve XV. yy.'da resim sa­ natı da görkemli bir süreç yaşadı. XV. -XVI. yy.'la'r arasında M. Schongauer’in, M. Grünevvald’ın, B. Grien’in kişilikleri ön plana çıktı. —Alsace dili, Alsace’ta konuşulan alman lehçesi (geç alemanik) [Öğretim ve ileti­ şim dilleri olan fransızcayla almancanın ortaklaşa baskısı altında günden güne gerilemesine karşın, alsace dili, günlük yaşamda, özellikle de kırsal kesimde hal­ kın yarısından fazlası tarafından konuşu­ lur.] A ls a c e k a z ı, eski bir yerel ırkla Embden kazının ve Pomeranya kazının çiftleş­ tirilmesi sonucu ortaya çıkan kaz ırkı. Kaz ciğeri üretimi için yetiştirilir. Â is a c e ş a r a b i, Alsace ovasındaki bağlarda yetişen traminer, riesling, pinot, misket ve sylvaner üzümlerinden yapılan sek beyaz şarap. ALSACE-LORRAİNE, alm Elsass -Lothringen, Fransa’da yönetimsel ve si­ yasal bölge; Haut-Rhin, Bas-Rhin ve Moselle dep.’larını içerir. —Tar. 1871 ile 1945 arasında, Fransa ile Almanya Alsace-Lorraine’e sahip olmak için mücadele verdi. Fransa Almanya savaşı’ndan (1870-71) Fransa yenik çıkın­ ca, halkının büyük bölümü almanca ko­ nuşan bu topraklar (geleneksel Alsace ili­ nin tümünü ve Lorraine’in bir bölümünü içeriyordu) Alman imparatorluğu’na katıl­ dı ve 1871-1914 arasında Fransa’da yay­ gınlaşan alman düşmanlığının temel et­ keni oldu. Alsace-Lorraine topraklarını doğrudan nüfuzu altında tutan Bismarck, hızla sıkı bir almanlaştırma siyaseti gütmeye baş­ ladı (1871-77), yaygın alman düşmanlığı­ nı silmek için yoğün çaba harcadı, ama başaramadı. Önceleri Fransa'nın Alman-



ya’yı yenebileceğini umarak Almanlar’a karşı direnen halk, Fransa’nın galibiyetin­ den umudu kesince bağımsızlığı öngören bir programa sarıldı (1905-1918). VVİlhelm II, yeni Alsace-Lorraine devletinin kurul­ masını Reichstag’a kabul ettirdi (31 ma­ yıs 1911). Bu tarihten Sonra, Statthalter’ in yanı sıra, Alsace-Lorraine’de seçimle oluşan iki meclisli bir diyet görev yapma­ ya başladı; bu yerel Reichsland, Alman Bundesrat’ına iki milletvekili gönderebili­ yordu. Sonunda, Birinci Dünya savaşı’ndan so’nra Alsace-Lorraine, özerkliğini bü­ yük ölçüde korumakla birlikte, Fransa’ya verildi. 1940’ta nazilerce işgal edilen ve yeniden Reich içinde yer almaya başla­ yan Alsace-Lorraine, 1944-1945 kışında fransız ve amerikan birliklerince kurtarıl­ dı*  LS âÇ (Orhan), türk mimar, şehirci (İstanbul 1914) İstanbul Güzel sa­ natlar akademisi'nde başladığı yükseköğ­ renimini (1933), Münih Teknik üniversite­ si’nde sürdürdü (1936-1940). Yurda dö­ nüşünde bayındırlık bakanlığı ve imar is­ kân bakanlığında görev aldı. Mimarlık dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi (1946-1968). Ankara Devlet mimarlık ve mühendislik akademisi öğretim üyeliği, Gazi üniversitesi mimarlık bölümü baş­ kanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra (1983), TÜBİTAK’ta Yapı araştırma ens­ titüsü müdürü olarak görev aldı. Gayri­ menkul eski eserler ve anıtlar yüksek ku­ rulu üyeliği ve başkanlığına atandı (19511983). Kentleşme, belediye etkinlikleri, eski eserlerin korunması konularında çe­ şitli yazı ve bildirilerinin yanı sıra, Mesken kanunu hazırlıkları (1961) ve Mahalli İda­ reler (1963) adlı yapıtları vardır. A L S A ^ , Kanada da, Prairie bölgesin­ deki illeri (Alberta, Saskatchevvan ve Manitoba) topluca belirtmek için kullanılan kı­ saltma. ÂLSAN (Zeki Mesut), türk hukukçu ve siyaset adamı (Aydın 1899 - Ankara 1986). Mülkiye mektebi’ni bitirdikten son­ ra (ISRO), Paris Siyasal Dilimler okulu’nda eğitim gördü (1913). Milli eğitim örgütün­ de çeşitli görevlerde bulundu. Mülkiye mektebi müdürlüğü yaptı (1926). Edirne ve Diyarbakır milletvekilliğine seçildi (1927-1943). İkinci kez Siyasal bilgiler okulu müdürü (1943) ve Ankara Hukuk fakültesi dekanı (1946) oldu. Devletler umumi hukuku profesörlüğü yaptı. Başlı­ ca yapıtları: Devletierler hukuku dersleri (1947),Devletler hukukunda yeni gelişme­ ler (1948), Milletlerarası hayatın düzeni ve panamerikanizm (1949), Yeni devletler hukuku (1950), Müşterek emniyet prob­ lemi (1952), Silahsızlanma problemi (1953). ALSAN (Necip), türk yazar (İstanbul 1918). İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesl’ni bitirdi, İstanbul'da avukatlık.yaptı. Uygarlık tarihiyle, düşünce sorunlarıyla il­ gili denemeler, araştırmalar yayımladı. Çağımızı hazırlayan düşünce (1967), Ey­ lem ve düşünce açısından çağımız (1969) kitaplarında XIX. ve XX. yy.’lardaki düşünce akımlarını, etkinliklerini konu edindi. Eflatun (1963) adlı incelemesiyle Türk dil ku­ rumu armağanı’nı kazandı (1963). A LSANC AK, rumca Karavaş, Kıbrıs' ın Girne ilçesinde köy. Alsanesfc sta d y a m a , İzmir'de stad­ yum. Cumhuriyetten önce kentte yapılan ilk büyük stadyumdur. Cumhuriyet'ten sonra adı Alsancak olarak değiştirildi. Ata­ türk stadyumu yapılıncaya (1971) kadar kentin en büyük ve tek, stadyumuydu. ALSAN DIK, rumcaCiviya, Kıbrıs'ın Umasol ilçesine bağlı köy. Limasol’un yak­ laşık 20 km K.- B.’sındadır. AL5DO Î1F, Federal Almanya'da kent, Kuzey Renanya Vestfalyası'nda, Aachen'ın K.’inde; 49 100 nüf.



ALSİNA (Carlos ROOUE), arjantinli piya­ nocu ve besteci (Buenos Aires, 1941). 1965 te Luciano Berıo ile çalıştı. Buffalo üniversitesi'nde iki yıl ders verdikten son­ ra 1968’de Berlin'e yerleşti. 1973’te Pa­ ris'e geçti. 1969’da, doğaçlamada ve ’özgur topluluk müziği"nde uzmanlaşan New Phonic Art grubunun kurucuların­ dan biri oldu. Sık sık müzikli tiyatro için beste yaptı (Oratoryo, 1964; Yeniden; Bir yaz gecesi rüyası; Surlar). Überwindung (1970), oda orkestrası İçin Schichten (1971), Omnipotenz (1972), Approach (1972-1973), Fusion balesi (1973-1974), büyük orkestra için Stücke (1976-1977) ya da solocular, kadınlar korosu ve or­ kestra için Armoniler (1979) gibi yapıtla­ rıyla uluslararası alanda sivrildi, A8.S0P k a rd e ş le r, Joseph Wright (Avon 1910 - VVashington 1989) ve Stewart Johonnot Oliver (Avon 1914 - Bethesda, Maryland, 1974), amerikalı iki ga­ zeteci. New York Herald Tribune'ün ya­ zarlarından; siyaset konularında uzman­ laşmışlardı. ikinci Dünya savaşı'nın ardın­ dan bu gazetede yazdıkları makaleler, amerikan ve ulaslararası kamuoyunun yönlendirilmesinde önemli bir rol oynadı. A L 5 0 P H İL Â a. Ormanlarda yaşayan kelebek. (Tırtılı akçaağaç ve meşe üstün­ de yaşar. Bil. a. Alsophyla aescularia; geometridae familyası.) [Eşanl. ANİSO PTERYX.J



ALSTED (Johann Heinrich), alman filo­ zof ve tanrıbilimci (Ballerbasch, Herborn yakınlarında, 1588 - VVeissenburg, bugün Alba iulıa, 1638). Kutsal Kitap’ı manevi bi­ limlerin kaynağı ve hatta tıbbın da temeli olarak görür. ALSTON (Richard), İngiliz dansçı ve koregraf (Stoughton 1948). Merce Cunningham'ın rakibi ve London Contemporary Dance Theatre'da koregraf olan Alston, Strıder adlı deneme topluluğunu kurdu (1972-1975). Üncü akımın Büyük Britan­ ya'daki temsilcisidir. Yaratışlarındaki ola­ ğandışı ve şaşırtıcı yan, yeteneğinin öz­ günlüğünü ortaya koyar (Tiger Balm, 1972; Blue Schubert Fragments, 1974; Souvenir, 1975; Edge. 1976). ABD'de yaptığı bir inceleme gezisinden (1975 -1976) sonra, Londra’da araştırmalarını sürdürdü. ALSTONİT a. (fr. alstonite; Alston'dan [Cumberland]). Miner. Kalsiyum ve bar­ yum karbonat (CaC03, BaC03); ortorombik bakışımlı ikiz kristaller biçiminde Cumberland’da bulunur. A is trö m se n d ro m u . Endokrınol. Şiş­ manlık, atipik retina yozlaşması, sağırlık ve şeker hastalığının birlikte görüldüğü sendrom. (Daha başka bozukluklar da görülebilir; özellikle cinsel displazi bunlar­ dan biridir. Bazı hekimlere göre bu send­ rom Laurence-Moon-Bardet-Biedl ya da Prader-Labhart-VVilli sendromunun bir çe­ şididir.) ALSTRÖMER (Jonas), isveçli sanayici (Alingsas 1685 - ay.y. 1761). Bir tür iktisadi güdüm yanlısıydı. Doğduğu kentte, devle­ tin parasal desteğiyle dokuma sanayisini kurduysa da başarılı olamadı. A L S S U N D , Danimarka takım­ adalarında boğaz (üstünde bir köp­ rü vardır), Als adası ile Jutland’ın doğu kıyısı arasında. A L Ş A K R A K K U Ş U a. Sığırcığa benze­ yen, kırmızı ya da pembe karışık kahve­ rengi tüylü, küçük ötücü kuş. (Orta Asya’ ya özgüdür, ama Avrupa'ya ve Kuzey Amerika’ya da yayılmıştır. Bil. a. Carpodacus erythrinus; sığırcıkgiller familyası.) ALT a 1. Üste karşıt olarak alçak, aşağı konum: En alta çarşafları yerleştirdim. —2. Bir şeyin yere bakan yüzü; tabanı: Fiyatı altında yazılı. Tencerenin altı delinmiş. —3. Bir şeye göre aşağıda kalan bölüm: Ke­ di masanın altında uyuyor. Ağaçların altı gölgelik. Ayaklarının altına bir tabure, ba­



şının altına bir yastık koymak. Köprünün altından geçmek. Saçları şapkasının altından çıkıyordu. Ceketinin altından bir ta­ banca çıkardı. Yağmur altında çalışmak. Buzdağlarının su altında kalan bölümü üsttekinden daha büyüktür. Bir ayağını al­ tına almak. —4. Bir şeyin sona ya da ye­ re yakın bölümü: Mektubun altında imza yoktu. Duvarın altında buluşmak. —5. Özellikle bebeğin külotu, bezi vb.: Bebe­ ğin altını değiştirmek, altını temizlemek. —6.Bir şeyin (soyut) altına, altında, onun denetimini, yönlendirmesini, baskısını, gücünü, etkisini belirtir: Büyük bir sorum­ luluk altına girmek. Ağır vergiler altında ezilmek, işkence altında konuşmak. Bir kimsenin koruması, vesayeti altında bu­ lunmak. —7. Bir şeyin, sözün, işin bilin­ meyen yönü: Bu sözün altında derin an­ lamlar gizli. Altından ne çıkacak bilmiyo­ rum. —8. Belli bir niceliğin a ltı, bir di­ ğeriyle karşılaştırıldığında onun daha aşa­ ğısındaki sıra ya da düzeyi belirtir: Kırk yaşın altındakiler. Fiyatı bin liranın altına düşmedi. —9. Alt alta, birbirinin altına ge­ lecek biçimde. |j Alt alta üst üste, boğu­ şarak, itişip kakışarak. j| Bir kimseyi alt et­ mek, onu yenmek: On dakikada karşısın­ dakini alt etmiş, sırtını yere getirmişti. || Altı alay üstü kalay, dışının gösterişine karşın içi kötü, pis olan şey için kulanılır. || Altı kaval üstü şişhane, bir bütünü oluşturan parçaların birbiriyle uyumsuzluğunu be­ lirtir. || Altı yaş, içine hile karıştırıldığı için iyi sonuç alınamayacağı bilinen iş için söylenir. || Bir kimseyi altına almak, onu yere yatırıp üstüne çıkmak. ||Altına bir at, araba vb. çekmek, onu bir başkasına ar­ mağan etmek ya da onun buyruğuna vermek. |j Altına etmek, kaçırmak, yap­ mak, aptestini tutamayarak yatağını ya da



Bityük Alsace kanalı üzerinde Vogeigrun hidroelektrik isletmesi



alt 454



Âttamira mağaraıan Madeleinekültürüdönen,' bizonlusalonusüsleyej) çokrenkli geyikresmi



donunu kirletmek. ||Bir iyiliğin bir sözün ya da davranışın altında kalmamak, onu karşılıksız bırakmamak, ona gerekli yanı­ tı vermek. || Altından çapanoğlu çıkmak, bir işte beklenmedik kötü bir durumla kar­ şılaşmak. | Bir servetin, malın vb. altından girip üstünden çıkmak, onu hesapsızca harcayarak kısa sürede tüketmek.|| Bir işin altından kalkmak, onu başarmak: Bu onun altından kalkamayacağı bir ;ş| Bir sözün altından kalkmak, ona karşı kendini savunacak uygun karşılık vermek: Bu ağır iftiraların altından kalkamayacağını anlayınca susma yolunu seçti. || Bir şeyin altını çizmek, dikkati onun üstüne çek­ mek, onu vurgulamak, || Altını ıslatmak, küçük aptestini yaparak yatağını ya da donunu kirletmek. || Bir ortamın, yerin, al­ tını üstüne getirmek, onların var olan dü­ zenini bozmak, bir yeri karıştırmak, eşya­ ları karmakarışık elmek. || Altta kalanın ca­ nı çıksın, güç durumdaki bir kimseye kar­ şı gösterilen vurdumduymazlığı belirtir. || Altta yok üstte yok, yoksulluğu belirtir, jj Alttan almak, sert, öfkeli, bir kimseye karşı yumuşak, anlayışlı davranmak. || Alttan al­ ta, gizlice, el altından. || Alttan güreşmek, sözde yenilecekmiş gibi yaparak karşısın­ dakini yenme fırsatı yakalamaya çalışmak.||Kıyı altı olmak, bir gemi için, rüzgâr ve denizin etkisini kesen bir kıyıya yaklaş­ mak. || Sancak altında olma, bir geminin pupasındaki bayrak direğinde herhangi bir ulusun bayrağını taşıması. || Yelken al­ tında olma, itme kuvveti olarak yelken kul­ lanma. —Tez. sant. Alttan ayırma şemse, yazma cilllerde, zeminin altında doldurularak süslemenin kabartma biçiminde üstte ve deri renginde bırakılması. 4^ sıf. 1. Bir şeyin alçakta, aşağıda ka­ lan bölümü, bu bölümde yer alan şey için kullanılır: Alt taraf, alt yan. Alt kat. Masa­ nın ait gözü. —2. Bir sıralamada başka­ sıyla karşılaştırıldığında daha aşağıda yer alan şey, kimse için kullanılır: Bir alt sınıf­ takiler toplantıya katılmayacak. || Alt tara­ lı, alt yanı, bundan sonrası: Alt taralı se­ nin bileceğin iş, ister git ister gitme; bir şe­ yin değerini küçültmek, azaltmak için söy­ lenir; olup olacağı: Alt taralı bir deri çanta. \\Altyanı çıkmaz sokak, iyi sonuç alınma olasılığı bulunmayan işler için söylenir. || Alt yanı kiraz bahçesi, bir işin daha soıılaki evresinin rahat ve iç açıcı olduğunu belirtmek için söylenir. —Balıkç. Alt yaka, ağın dip tarafında ge­ nellikle kurşun vb. uyirlıkların bulunduğu kenara verilen ad. (Bazı ağlarda [örneğin, kılıç ağı] bu yakada ağırlık bulunmaz.) —Bot. Alt yumurtalıktı bitki, yumurtalığı dişiorganın alt kısmında bulunan bit-, ki. —Ceb, Sıralı bir E kümesinin bir P par­ çasının en büyük alt sınırı, P nin alttan sınırlayan.elemanları kümesinin en büyük elemanı. (İni x ile gösterilir.)



—Denize. Alt camadana arya, serenlere açıları yelkenleri, en alttaki camadan kalçataları hizasına kadar indirerek camada­ na vurma. || Alt çarmıklar, ana direklerin çanaklıkları altında yer alan ve çanaklık gurcatalarından ana direğe bağlanan çarmıklar. || Alt iğnecik, dümen yelpaze­ sini tekneye bağlayan dümen iğnecikle­ rinin en altta olanı. — El sant. Alt ağaç, tespihçi tezgâhının, yanlarda iki ayağını (tay) tutan bölüm. —Hat. Alt bölüm, yazmalarda, bölüm için­ de yer alan küçük ayrımlardan her biri. ( -> FASIL.)



—inş. Alt kiremit, bir çatı örtüsünde, alt sırayı oluşturan oluklu kiremitlerden her biri; içbükey yüz, yağmur sularını akıtmak için, üste gelecek biçimde yerleştirilir. (Karşt. ani. ÖRTÜ' KİREMİTİ.) —Koregr. Yere düz basan ayağın arka­ sında 5. pozisyona geçen serbest 3yağın pozisyonu. (Karşıtı ÜST.) —Ormanc. Alt kuruluş ya da alt tesis, or­ manlarda, tek katlı kuruluşu çok katlı ku­ ruluşa geçirmek, meşcere toprağını ko­ rumak ve iyileştirmek, kıymet ağaçlarının niteliklerini yükseltmek için, yaşlı ve tek katlı bir meşcerenin altına, ekim ya da di­ kimle getirilmiş olan genç meşcere. (Av­ rupa ve Türkiye'de genellikle tek katlı çam ve meşe ormanında, alt kuruluş için en uygun ağaç olarak kayın ve göknardan yararlanılır.) —Sil. Alt gerdane, tüfek kayışının alt ucu­ na takılmak üzere dipçiğe tutturulmuş hal­ ka. ALT- Önek. Uzamda aşağı bir ko­ numu (altçene, altdudak); bağımlı olanı, aşamalı bir sıralamada az ya da daha az üstün olanı (altkurul, altyönetici); bölümlenmeyi (altsınıf, altdal); düşük bir derece ya da niteliği (altkarşıt, altürün) belirtmek için bir­ çok bileşik sözcüğün yapısında yer alır. A L T (Rudolf VON), avustur/ah ressam (Viyana 1812 -ay. y. 1905). Vedutismo' cu bir manzara ressamıdır. Birçok yolcu­ luk yaptı, ama doğduğu kenti resimleme­ yi her zaman yeğledi. Tabloları, sanatsal niteliklerinin yanı sıra belgesel olarak da değer taşır. ALT A , Norveç'in kuzeyinde (Finnmark) lirnan kenti, Altaliord kıyısında; 4 000 nüf. Pazar yeri. Arduvaztaşı ocakları. Havali­ manı.



A LTAK IN TI a. Denizbil.Yüzeyakıntısının hemen altında yer alan ters yöndeki ya da açıkça değişik yöndeki okyanus akıntısı (Altakıntı çoğu kez ters yönde bir dengeleme akıntısıdır). ALTAKOYM AKg f Fels.1. Skolastik fel­ sefede, bir bireyi türe bağlamak, onunla ilişkili kılmak; bir türü cinse bağlamak, onunla ilişkili kılmak. —2. Kant’ta, bir kav­ ramı ya da anlığın genel bir kategorisini, bir bilgi ya da yargı ortaya çıkacak şekil­ de tikel, duyusal bir görüye bağlamak. (Kant şöyle yazar: "Eğer anlık, genellikle kuralların yetisi olarak tanımlanırsa, yar­ gı da kurallar altına koyma (alm. subsumieren) yetisi, yani bir şeyin verilmiş bir kurala bağlı olup olmadığına karar verme yetisi olacaktır” [Kritik der reinen Ver­ nunft, 1, 12]. Demek ki Kant, bu gelenek­ sel kavramı, kendi bilgikuramına uygula­ yarak yeniden ele almıştır.) —3. .Husserl’ de, birey ile onun ait olduğu öz arasındaki ilişkiyi kurmak. (Bu durumda, birey, söz­ konusu öz altına konmuştur, denir.) ALTALGI a. Ruhbil. Bilişsel bir sonuç doğurduğunu açıkça saptayabildiğimiz bir uyarımı kapsayan görüngü (fenomen). [Özne, bu uyarımı, bilinçli olarak algıla­ maz] ALTAM AHA, ABD’de ırmak, Georgia’ da; Ocmulgee ve Oconee ırmaklarının birleşmesiyle oluşur, Savannah’ın G.’inde Atlas okyanusu’na dökülür. ALTAM İR A, Brezilya'da kent, Amazonas eyaletinde, Kolombiya ve Venezue­ la sınırları yakınında, Negro ırmağının ko­ lu olan Xie ırmağı kıyısında; 18 000 nüf. Amazon bölgesini aşan yolun yapılması­ na bağlı olarak gelişmektedir. ALTAM İR A m a ğ a ra la rı, ispanya’da (Santander ili), Santillana del Mar kasa­ bası yakınında tarihöncesinden kalma mağaralar. Mağaranın tavanındaki resim­ ler, 1879’da, amatör bir arkeologun kızı Marcelino de Sautuola tarafından bulun­ du, ama bunlar, uzun süre sahte sanıldı. Mağarada bir bütün oluşturan en güzel görüntü, büyük salonun tavanında bulu­ nan ve kırmızı aşı boyasıyla yapılmış, ke­ narları siyahla çizilmiş bir dizi bizon fres­ kidir. Bu resimler, Madeleine kültürüne aittir. A LT A M İR A Y CREVEA (Rafael), İspanyol tarihçi ye yazar (Alicante 1866 - Mexico 1951). Ispanya'nın tarihini yeni­ den yazdı (Historia de Espana y de la dvilizaciöp espanola, 1900-1904; Historia de la civilizaciön espanola, 1929). La Haye'deki Uluslararası Adalet divanı'nda üyelik yaptı.



A LT A , Norveç’in kuzeyinde ırmak; Altafiord'da sona erer. Balıkçılık (sombalığı). ALTABAŞO a. Denize. Bir serenin ya da yelkenin en alt bölümü. || Altabaşo ya'kası, kabâsorta ya da sübye donanımlı yelkenlerin alt kenar vakası. A L T A G R A C İA (La), Dominik Cumhu­ riyeti’nin doğu ucunda ii, 3 085 km2; 100 000 nüf. Merkezi: Salvaleön de Higüey.



A L T A M U R A , İtalya’da kent, Puglia’da, Bari’nin G.-B.’sında; 51 000 nüf. Besin sanayisi, XIII. yy.'da Frederick H'nin kurduğu kentte, Charles de Bourbon’un kurduğu bir üniversite vardı. XIII XIV. yy.'lardan kalma katedral (zengin süslemeli revak ve daire biçimi vitray).



ALT AİLE a. Ceb. Bir E kümesinin ele■mantarından oluşan bir (x,),, ,ailesinin altailesi, ) kümesi I nin boş olmayan bir par­ çası olmak üzere, (x,)„,. ailesi. A LTAİR (ar. et-tâ'ir, uçan kuş). Kartal*’ ın a yıldızına verilen ad. Kadiri 0,9. Tayf tipi A 5. Uzaklığı 17 ly. (Eşanl. UÇUCU.) A LTAİT a. (fr. altaile; Altay'dan). Miner. Formülü PbTe olan doğal kurşun tellürür; Altay dağlarında hemen hemen arı hal­ de bulunur. A LTAK IM a. Hidrol. Bir akarsuyun ya­ tağında, geçirimli alüvyon kütlesi'içinde ortaya çıkan su akışı. —ANSİKL. Altakım kurak bölgelerde bü­ yük önem taşır: örneğin Büyüksahra’.Jaki bir altakım çok sayıda vahanın yüzey­ sel su akımının ömrünü uzatır, kuyu ve palmiyelikleri besler. Bu akım, limon, kil ve ince kum gibi malzemeleri taşıyarak, yü­ zeyde hafif bir alçalmaya neden olabilir.



ALTAN (Mehmet Emin), türk matema­ tikçi (Niğde 1920). İstanbul Üniversitesi fen fakültesi’ni bitirdi (1942). Aynı üniver­ sitede profesör oldu (1970). iktisat fakül­ tesi istatistik ve matematik bölümünde öğ­ retim üyesi ve Mimar Sinan üniversitesi fen-edebiyat fakültesi dekanlığına getiril­ di (1986), Başlıca yapıtları: Yüksek mate­ matik (2 c., 1971), İktisatçılar için ge­ nel matematik (1973), Lineer cebir (1986). ALTAN (Çetin), türk gazeteci, yazar (İs­ tanbul 1927). Galatasaray lisesi'ni (1946), Ankara Üniversiten hukuk lakültesi'ni bi­ tirdi (7950). Gaze. jcTğe Ankara’da öğ­ renciyken başladı; Ulus'ta muhabirlik, sekreter yardımcılığı yaptı (1947). Halkçı (1954) gazetesinde fıkral.-r yazdı. Hatalık Balkabağı mizah dergisini çıkardı (1955). Fıkra yazarlığını çeşitli gazeteler­ de sürdürdü. Milliyet ve Akşam’a "Taş" . jaşlığı altında yazdığı güncel politikaya



Altay yönelik, yergici küçük fıkraları ilgiyle kar­ şılandı. Çağımızın bunalımlı insanının so­ runlarını irdelemeyi deneyen ilk oyunu Çemberler, 1957’de Devlet tiyatrosu’nda, sınıf atlama tutkusunu ve bunun sonucu olan yüzeysel gelişmeyi ele alan Tahterava/M 959’da İstanbul Şehit tiyatrosu’nda sahnelendi. Bunları Beybaba (1960), Mor defter( 1961), Dilekçe(1962), Yedinci kö­ pek (1964), Suçlular (1965), Komisyon (1969), Islıkçı (1977) adlı oyunları izledi. Genellikle klasik kalıpları zorlamayan bu oyunlarında yazar, bir yandan kurumlan ve toplumsal yapıyı yargılarken, bir yan­ dan da büyük kent düzeni içinde boca­ layan bireylerin yaşamla kendi kişilikleri arasındaki dengeyi kurmada karşılaştık­ ları çıkmazları anlatır. TİP listesinden ba­ ğımsız İstanbul milletvekili seçildi (1965). Bu dönem yazılarını Taş (1964), Sömür­ gecilerle savaş (1965), Atatürk'ün sosyal görüşleri (1965), Onlar uyanırken (1967), Geçip giderken (1968) adlı kitaplarında topladı. Sonradan, TBMM’de TİP grubu­ na katılmakla birlikte, parlamento dışı mu­ halefeti savunan ve asker-sivil aydın bü­ rokrasinin etkinliğini benimseyen Yön ve Devrim dergilerinde siyasal fıkralar yaz­ dı. Bu dönemdeki yazılarını da Kopuk ko­ puk (1970), Suçlanan yazılar (1970) adlı kitaplarında bir araya getirdi. Ben millet­ vekili iken'de (1971) anılarına ve meclis konuşmalarına yer verdi. Yazılarından do­ layı hakkında çok sayıda dava açıldı. 12 Mart muhtırası sonrası, bunlardan birin­ den hüküm giyerek tutuklandı (1971); ra­ hatsızlığı nedeniyle cumhurbaşkanı Korutürk tarafından affedildi (1973). Tutuklu­ luğu sırasında edebiyata yönelerek Bü­ yük gözaltı (1972) adlı romanını kaleme aldı. 1973 Orhan Kemal roman ödülü’nü kazanan bu yapıtı, bir siyasal tutuklunun yaşamından kesitler veren Bir avuç gök­ yüzü (1974) izledi. Viski (1975) ve Küçük bahçe (1978) romanlarında da çevre -toplum koşullarının birey düşünce ve ya­ şamına etkilerini konu edindi. Yeni Ortam (1975) ve Politika gazetelerinde "Taş" başlığıyla fıkralar yazmayı sürdürdü. Bun­ ları, Kahrolsun komünizm diye diye ve Nar çiçekleri adlı kitaplarında topladı (1976). Milliyet'te ve 1982'den başlaya­ rak Güneş’te “ Şeytanın gör dediği” baş­ lığıyla yazdığı fıkralardaysa, değişik bir tu­ tum benimsedi. Deneme türünü andıran bu yazılarda, güncel siyasetten uzaklaş­ tı. Geleceğe yönelik bir tür "fantezi” ha­ vası da taşıyan bu yazılardan bir bölümü­ nü 2027 yılının anıları (1985) adlı kitabın­ da topladı. Deneme türünde de ürün ve­ ren Altan, yakın çevre izlenimi ve portre­ lerden oluşan Bir yumak insan (1977) ile 1978 Türk dil kurumu deneme ödülü’nü kazandı. 1988’de Hürriyet’e, 1989’da Sa­ bah gazetesine geçti. 1990’da Kavak yel­ leri ve kasırgalar adlı kitabını yayımladı. BALTAN (Özdemi r), türk ressam (Konya 1931). İstanbul Devlet güzel sanatlar akademisi’ni bitirdi (1956). Zeki Faik izer ve Halil Dikmen in öğrencisi oldu. Bir süre serbest çalıştı. 1962‘de bitirdiği okula asistan oldu. Profesörlüğe yükseldi (1979). Resim fakültesi bölüm başkanlı­ ğına atandı (1981). 1960’larda yaptığı Ağaç kökleri ve Kuş­ lar adlı dizileri, 1970'lerin başında Sinek kral ve kraliçeleri izledi. Bu resimlerinde serbest tasarım ilkeleri ve serbest bir fır­ ça işçiliği ön plandaydı. Son yıllarda, çe­ şitli imgelerin ya da imge parçalarının bir araya getirilmesiyle elde ettiği kolajlardan hareketle gerçekleştirdiği resimlerinde, endüstri toplumuna özgü üretim nesne­ leri aracılığıyla hız ve hareket gibi kavram­ ları yorumsuz olarak yansıtmaya yönelik bir tutum içine girdi.Türkiye Çağdaş res­ samlar derneği'nin yılın en başarılı ressa­ mı ödülünü (1956), goblen tekniğiyle ger­ çekleştirilmiş büyük boyutlu bir duvar ha­ lısıyla TRT ödülünü (1969), Devlet resim ve heykel sergisi ikincilik ödülünü (1971) ve başarı ödülünü (1974), DYO resim ser­



gisi başarı ödülünü kazandı (1973). Ya­ pıtları çeşitli müzelerle koleksiyonlardadır. A LTAN (Kemal), türk mimar (? - İstanbul 1948). İstanbul Güzel sanatlar akademisi’ ni bitirdi (1914). Birinci Dünya savaşı'ndan sonra Manisa ve İsparta'da mimar olarak çalıştı (Manisa hükümet konağı, Manisa Nu­ mune hastanesi, Salihli abidesi). 1927’de Edirne maarif eminliği mimarlığına atandı. Bu görevi sırasında Trakya'daki türk yapılarını inceledi; Mora fatihi Gazi Turhan Bey ile Gazi Mahmut Bey'in mezarlarını bu­ larak onardı;Keşan’dakiPaşayiğittürbesi'ni yeniden yaptı. Sarayiçi'nde şehit olan asker­ ler için yaptırılan anıtın projesini çizdi. Trakyaumumımüfettişlikteşkilatının dağıtılması üzerine Konya bayındırlık mimarlığına atandı. Selçuklu ve osmanlı yapıları üzerine yoğunlaştırdığı çalışmaları Arkitekt, Konya Halkevi dergisi ve gazetelerde yayımlan­ dı. ALTAN H a n , Moğolistan’ın moğol hü­ kümdarı (1543-1583). Doğu moğol boy­ larının büyük bölümünü birleştirerek Çin’e (Pekin kuşatması, 1550) ve Tibet’e sefer­ ler yaptı. Tibet’ten dönerken yanında ge­ tirdiği buddha rahipleri ona’tibet buddhacılık anlayışını benimsetip moğol kilisesi­ nin temellerini attılar (1576). Böylece ma­ nevi güçlerini, hükümdarın gücüyle bir­ leştirdiler. Altan Han’ın hükümdarlığı, Cengiz Han imparatorluğunu diriltmeyi amaçlayan son bir girişimdi. A L T A N -İK E S U S (Saadet), türk ope­ ra yönetmeni ve soprano (İstanbul 1917). Almanya’da şan eğitimi gördü. Yurda dö­ nünce (1941), ilk türk soprano olarak Tat­ bikat sahnesi’nin (bugünkü Ankara Dev­ let operası) gösterilerinde başrole çıktı. Devlet operası yönetmeni A. Schröder’in asistanlığını yaptı. Cosi fan Tutte'yl sah­ neye koyarak ilk türk kadın opera yönet­ meni oldu. Daha sonra Hânsel ve Gretel, Palyaçolar, Çıngırak, Evlenme bonosu, Çardaş Fürstin, Viyana kanı gibi opera ve operetleri sahneye koydu. 1955'te Anka­ ra Devlet konservatuvarı’nda şan öğret­ menliğine atanan ve radyoda uzun yıllar Opera saati adlı bir program hazırlayan Altan almanca, İtalyanca ve İngilizceden, 50’yi aşkın libretto çevirdi, Brahms, Schubert ve Schumann’ın liedlerini türk­ çeye uyarladı. 1970’te İstanbul Devlet operası’na atandı. 1984’te50. sanat yılı­ nı, La Traviata'yı ve Şen dul'u sahneye koyarak kutladı. A L T A N L A M U U K a. Dilbil. Birtakım sözlük birimleri arasındaki içerme iliş­ kisi. (Bu ilişki, en özgülden en genele doğru yönlenmiştir.) [Karşıtı ÜSTANLAMLILIK.j



—ANSİKL. Köpek, hayvan ile bir altanlamlılık, kurt köpeği, kaniş, buldok ile de bir üstanlamlılık ilişkisi içindedir. Kopekin gösterileni hayvan'ın bir altanlamlısı, hay­ vanin gösterileni de köpek’in altanlamlısıdır. Altanlamlının kendi üstanlamlısıyla birçok ortak im’i (sem) buiunmakla bir­ likte kendine özgü imleri de vardır.



A L T AR a. (ar. et-tâ'ir, uçaft kuş). Gök­ bil. SuNAK’ın eşanlamlısı.



ALTAR (Cevat Memduh), türk müzik ya­ zarı (İstanbul 1902). Leipzig’de müzik ve sanat tarihi öğrenimi gördü (1922-1927). Öğretmenlerinden olduğu Ankara Musi­ ki muallim mektebi’nin konservatuvara çevrilmesine önemli katkıda bulundu. Gü­ zel sanatlar genel müdürlüğü'nde şube müdürlüğü (1934-1943), Basın-yayın ge­ nel müdürlüğü'nde radyo dairesi müdür­ lüğü (1943-1951), Devlet tiyatroları genel müdürlüğü (1951-1954), Güzel sanatlar genel müdürlüğü (1954-1960) yaptı. TRT genel müdür program ve haber yardım­ cılığı görevinden emekli oldu (1967). Baş­ lıca yapıtları: Goethe ve musiki hayatı (1932), Ludwig van Beethoven (1952), Sanat yolculukları (1954), Opera tarihi (4 Cilt, 1969-1981). ALTAR



DE SACHİFİCfOS, Guatema­



la’nın G.-B. Peten’deki alçak toprakların­ da bir maya yerleşmesi. Bu büyük dinsel merkez yaklaşık olarak İ.Ö. 900’den, İ.S. 900’e kadar canlılığını korudu. Buradaki yapılardan en ılginci.on kadar kademesi ve dik denebilecek duvarları olan ve ev­ velce tepesinde dayanıksız malzemeden yapılmış bir bina bulunduğu sanılan eski klasik dönemden (İ.S. 250-600) kalma bir piramittir. Üzerinde hiyeroglifler bulunan dikilitaşlar ve meydanlardan çok, merdi­ ven üstlerinde ve sahanlıklarda yer alan sunaklar, bu devrin belirgin özelliğini oluş­ turur. Yakın klasik dönemin (600-950) özelliğiyse, konutların bir merkez çevre: sinde dağınık bir biçimde yer almasıdır. 900 ile 1000 yılları arasında, Meksika’dan gelen bazı halklar, bu siteye geçici ola­ rak yerleştiler.



455



ALTASETAT a. Kim. Bazik asetat. ALTASIRALAM A a. Fels. ve Mant. Tü­ rün cinsle olan ilişkisi. Husserl’e göre, “ bir özün kendisinden üstün olan türe ya da cinse" bağıntısı (Ideen zu einer reinen phânomenologie). A LT A VERAPAZ, Guatemala'da dağ­ lar, izabal gölünün B.’sında. Parçalanmış kıvrımlardan ve yüksek platolardan oluş­ muştur. Kahve ve çay yetiştirilen büyük tarım işletmeleri. —Alta Verapazyönetim bölgesi, 8 686 km2; 436 700 nüf. (1984). Merkezi Çoban. A L T A Y (Fahrettin), türk general (işkodra 1880-istanbul 1974). Harp okulu’nu (1899), Harp akademisi’ni (1902) bitirdi. Balkan savaşı'na katıldı. Birinci Dünya savaşı'nda Çanakkale, Romanya, Filistin cephelerinde savaştı. Kurtuluş savaşı başladığında Konya'daki XII. kolordu ko­ mutanıydı. Başlangıçta Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığındaki Heyeti temsiliye’ye değil, Anadolu’daki en kıdemli ko­ lordu komutanı Yusuf izzet Paşa'ya (Met) bağlılığını bildirdi. Ancak bir süre sonra Ankara'daki ulusal direniş hareketirie ka­ tıldı. ilk TBMM’ye Mersin milletvekili se­ çildi (1920). Kütahya-Eskişehir muharebe­ lerinden sonra süvari kolordusu (V. Ko­ lordu) komutanlığına atandı. Rütbesi Mir­ livalığa yükseltildi (1921). Kolordusu, Bü­ yük taarruz'da yunan çekilmesinin bozgu­ na dönüşmesinde etkili oldu ve İzmir'e ilk giren birlikler olmakla onurlandı. Zaferin ardından, rütbesi ferikliğe yükseltildi (1922). ikinci dönem TBMM’ye İzmir mil­ letvekili seçildi (1923). Komutanların as­ kerliği ya da milletvekilliğini seçmesini ön­ gören karar üzerine milletvekilliğinden ay­ rıldı (1924). Orgeneralliğe yükseltildi (1926). Askeri şûra üyesiyken emekli ol­ du (1945). CHP listesinden Burdur mılletekili seçildi (1946). 1950 seçimlerini yiti­ rince siyasetten ayrıldı. Yapıtları: Türkiye istiklal muharebatında süvari kolordusu­ nun harekâtı (1925); İstiklal harbimizde süvari kolordusu (1949); İslam dini (1959), On yıl savaş ve sonrası 1912-1922 (1970). [-* Kayn.] A LT A Y (M. Hadi), türk müzeci, sanat ta-



ÇetinAltan Gelişim arşivi



FahrettinAltay



Özdemir Altan'ınbiryapıtı Doğulu göçmen çocukların yerleşim somu (1986)



Perspektif fotoğraf



Altay 456



rihçi (Gürün, Sivas, 1922). İstanbul Üni­ versitesi edebiyat fakültesi sanat tarihi böiümü’nü bitirdi (1951). Topkapı sarayı müzesi’ne asistan olarak atandı. Müzeci­ lik ve folklor konularında, İskandinav ül­ kelerinde incelemeler yaptı (1959-1960). Adana, Konya ve Ayasofya müzeleri mü­ dürlüklerinden sonra emekli oldu (1978). Adana’da Anazarba mozaiklerini buldu. Prof. G.Best başkanlığındaki Bodrum su­ altı araştırmalarına katıldı. Adım adım Çu­ kurova (Adana, 1965), Türkler'in İslam sa­ natına hizmetleri (1967) adlı kitapları ve Ayasofya (İstanbul, 1981) adlı bir rehber çalışması vardır. A L T A Y d a ğ la rı, Orta Asya'da dağ sistemi; Batı Sibirya ovasının güney­ doğu köşesinden Gobi çölünün ortaları­ na kadar, yaklş. 2 000 km boyunca K.B.'dan G.-D.’ya doğru uzanır. Güneyde (Çungarya havzası) ve kuzeydeki kurak ve yarıkurak çukur alanlar arasında yük­ selen Altay dağları, Birinci Zaman’da Hersinya dağoluşumuyla kıvrılmış, büyük ölçüde aşınmış (1 500 - 2 000 m’de ge­ niş aşınım düzlükleri), ama sonradan Üçüncü Zaman dağoluşum döneminde kırıklarla parçalanarak, bugünkü yükselti­ sine erişmiştir. Daha geniş (yaklaşık 400 km) olan batı bölümü Rusya Federasyonu'nun sınırları içindedir. Burada en yüksek yen Byeluha doruğudur (4 506 m) Rus A/tayları da denilen bu bölüm Al­ tay Kray'ı (261 700 km2) adı verilen yö­ netim birimine bağlı olan Yukarı Altay Özerk bölgesi’ni (92 600 km2; merkezi Gorno Altaybk) cluşturut. Altaylar'ın da­ ha doğuda, Moğolistan sınırları içindeki orta bölümüne Moğol Altayları ya da Ektağ adı verilir. Bu bölüm çöllerle çevr1’K dar ama yüksek (en yüksek tepesi: Munh -Hairhan-Ula 4 ^62 m) bir sıra oluşturur. Daha ötede, hafif bir yay çizen ve gide­ rek alçalan Altay dağları, Gobi Altayları (en yüksek doruğu orta kesiminde İh' -Bogda-Ula3 957 m) adı'altında.'Gûbi çö­ lünü ikiye ayıracak biçimde Çin sınırına kadar uzanır. irtiş, Urungu, Kobdo gibi birçok ırmak kaynağını Altaylar’ın daha yağışlı ve da­ ha yüksek orta ve batı bölümünden alır ve eriyen kar ve buzul sularıyla beslenir. Bu bölümlerde, özellikle Katun ve Çuya dağları gibi yüksek kesimlerinde, yüzöl­ çümleri küçük 1 000 kadar buzul ve pek çok (3 500 kadar) göl vardır. Batı ve Oha Altaylar’ın iki yanındaki çukur alanlar ku­ zeyde 600 m’ye, daha kurak olan güney­ de 1 500 m’ye kadar bozkırla kaplıdır. Ay­ rıca, dağ sıraları arasındaki az yağışlı çu­ kur alanlar da yer yer 2 000 m’ye kadar bozkırla örtülüdür. Buna karşılık Altaylar’ ın yağışlı yamaçlarını geniş ormanlaçörter. Yapraklarını döken ağaçlardan ve iğneyapraklılardan oluşan bu ormanlar Batı Altaylar’da arazinin % 70’ini kap­ lar. , Birçok dağoluş dönemi geçiren Altaylar’ın, özellikle Rusya Federasyonu sınır­ ları içindeki bölümü, maden yatakları ba­ kımından (demir, kömür, kalay, çinko, al­ tın) zengindir. Bu yeraltı kaynaklarının ve geniş ormanların işletilmeye başlaması ve bu nedenle rus teknisyenlerin ve aile­ lerin akın etmesi sonucunda, Altaylar’ın Rusya Federasyonu sınırları içindeki bö­ lümünde ilksel etnik yapı büyük ölçüde değişmiştir. — Arkeol. -* B o zkir Sanati □ ALTAY d ille ri, içinde türkçenin de yer aldığı dil topluluğu, isveçli J.von Strahlenberg’in XVIII. yy.’ın ilk yarısında ortaya at­ tığı ve türkçe, mongolca (moğolca), mânçu-tunguzca arasındaki benzerlikle­ re dayanılarak tatar dilleri adı verilen Ural -Altay kuramı1(Tatar kuramı), son yıllarda bilim dünyasında bir yana bırakılmıştır. Ancak altay dilleri (türkçe, moğolca ve mançu-tunguzca) kuramı bugün de bilim çevrelerinde bir tartışma konusu olarak devam etmektedir. Dilin dış yapısı bakı­ mından birçok benzerlikler göstermesine karşın, dilin iç yapisı bakımından ele alın­



dığında ural dilleri (fin-ugor ve samoyed dilleri) ile altay dilleri arasında aynı kök­ ten çıktıklarını gösteren veriler ortaya ko­ namamıştır. Altay dilleri konusundaysa G. J. Ramsted ve onun öğrencisi N. Poppe’nin çalışmaları sonunda epeyce yol alınmıştır. Bu bilginler, altay dilleri arasın­ da ses ve biçim özellikleri açısından or­ tak öğeler saptadıkları gibi, ortak sözcük­ ler ve ses denklikleri (birbirlerinin yerine geçen sesler) bulmaya çalışmışlardır. Başlangıçta altay kuramına karşı çıkan Rus Vladimirtsov, bu konudaki araştırma­ larını derinleştirdikçe altay kuramının ateş­ li h'r savunucusu olmuştur.



pe'nin şemasına kuşkulu bir biçimde de olsa japonca ve aynu dilini de eklemiştir. Altay dilleri kuramına pek çok dilci karşı çıkmıştır. DanimarkalI K. Grffnbech, J.R. Krueger, Macar L. Ligeti, D. Sınor, terim olarak kullanmakla birlikte altay dilleri ku­ ramının ispat edilemediğini öne sürerler. İngiliz dilcisi G. Clauson’a göre altay dil­ lerinin ortak bir sözcük hâzinesi yoktur. Türkçe ile moğolca arasındaki ortak söz­ cükler, yüzyıllarca süren birlikte yaşama­ nın sonunda bu dillerden birbirlerine geç­ miş ödünçleme sözcükledir. Alman G. Doerfer ise türkçe ile moğolcada ortak görülen sözcüklerin bir dil akrabalığını



ana altay dilleri



ana mongol-türk dilleri



ana mongolca



ana tunguzca



ana türkçe



eski mongol dilleri



Ramsted’in altaydillerininortakkökendençıktığınıgösterenşeması Ramsted’e göre altay dillerinin merke­ zi, Mançurya’daki Kingan (Altay) dağla­ rının çevrelediği alandır. Altay (Altan, Altun) dağlarının adıysa türkçe “altun" söz­ cüğünden gelmektedir. Ramsted, türk ve mongol dilleriyle tunguzcaya yer verdiği şemaya daha sonra koreceyi de eklemiştir. Ona göre ana al­ tay dili dört lehçeye ayrılmıştır: mançu .tunguzca,mongolca, korece ve türkçe. Altay dillerinin karşılaştırmalı gramerini ya­ zan (1960) N, Poppe ise, bu şemayı da­ ha da geliştirerek birtakım ara dönemler eklemiş, türkçe ile çuvaşça arasında r/z, i/ş seslerinin birbirini karşıladığını görerek bir ortak çuvaş-türk dil birliği dönemi ek­ lemiştir.



ispat etmeye yetmeyeceğini belirtir. Bir dilde kolay kolay değişmeyen zamirler, sayılar, çok kullanılan fiil kökleri, vücut or­ ganlarının adları gibi temel sözcüklerin bu dillerde ortak olmaması yüzünden, za­ man içersinde bir etkileşimin sözkonusu olabileceğini, ama bir ortak kökenden geldiklerinin öne sürülemeyeceğini söy­ ler. Kültür sözcüklerini, ödünçleme söz­ cükleri, kuşkulu görülenleri çıkardıktan sonra türkçe ile moğolcada yalnızca 12 ortak sözcük bulunduğunu, türkçe ile mançu-tunguzca arasındaysa ortak söz­ cük bulunmadığını öne sürer. Rus türkoloğu B V. Sevortyan ise mançu-tunguzcanın söz varlığının % 10’unurı türkçe ile aynı olduğunu, bunla-



altay dil b irliği



çuvaş-türk-mongşlrmançu-tunguz dil birliği



çuvaş-türk birliği



ana türkçe



ana çuvaşça



mongol-mançu-tunguz birliği



ana mongolca



ana mançu -tunguzca



mongol dilleri



mançu-tunguz d ille r i



N.Poppe’ninşeması Poppe’nin eseri üzerine bir tanıtma yazısı yazan amerikalı,dilci J.Street ise Pop-



ra ödünçleme gözüyle bakılamayacağını söylemiştir.



ana kuzey asya dili



J. Street'inseması



A iı a y ı ı ı a r Kuşkusuz, altay dilleri kuramının kesin bir sonuca varamamasında türkçe ile bir ölçüde moğolca dışında kalan dillerin eski metinlerinin bulunmaması,hele İ.Ö. 1000-2000 yıllarına ve daha öncelere gi­ den bir akrabalık için elde hiçbir verinin bulunmaması büyük rol oynamaktadır. Şimdiki durumda, kurama karşı olan dil­ ciler bile, birbirleriyle dil, taritı, kültür, et­ noloji açılarından yüzyıllar boyunca yakın ilişkide bulunmuş olan bu ulusların dille­ rini bir arada değellendirme gereksinme­ sini duymakta, prptik amaçlarla "altay dilleri" terimini kullanmaktadırlar. Öte yan­ dan birçok yeni dilci, değişik verilerle ku­ ramı güçlendirici çalışmalar yapmaktadır. A lta y g e n ç lik k u lü b ü , İzmir'de spor kulübü (1914). Siyah-beyaz formalı kulüp futbolda iki kez Türkiye kupası'nı kazandı (1966-67,1979-80). Avrupa kupa galiple­ ri ve UEFA kupası’nda Türkiye’yi temsil et­ ti. Bir ara ikinci lige düştüyse de halen Bi­ rinci ligde oynamaktadır (1992). ALTAY le h ç e le ri, Türkler'in en eski yurdu olduğu sanılan Altay dağlan bölge­ sinde yaşayan Türkler'in konuştukları leh­ çeler. Coğrali olarak iki ana bölgedeki boylar taralından konuşulur: Güney Altaylılar: altay kiji, telengit ve tölös, telengut boyları. Kuzey Altaylılar: tuba (tuva, turna), yış kiji (Karaorman tatarları), kumandı kiji (kubandı, kuvantı, kumanlı), ku kiji (lebed) boylan. 1922 yılında Tuulu Altay (Dağlı Altay) adı altında birleşen muhtar bölgede ya­ şayan Türkler'in nüfusu 1970 sayımına göre 56 000'dir. Gerek dilleri, gerekse ta­ şıdıkları boy adları Kıpçak (Kuman) Türkleri’nden olduklarını göstermektedir. nadloff, Güney Altaylılar'ı Lebed'ler di­ ye adlandırıyor. Gerçekte bu adlandırma Ku Kiji (kuğu Kişi) adının rusçaya çeviri­ sidir. 1922’de altay kiji ağzı temel alınarak yazı dili meydana getirilmiştir. XIX, yy.'ın ortalarında buraya gelen misyonerler Altaylılar'ı hıristiyanlaştırmışlardır. Bugün de resmi dinleri Hıristiyanlıktır. Bu misyoner­ ler taralından yazılan ilk altay grameri 1869'da yayımlanmıştır. V.i. Veıbitskiy 1884 te Türk dili altay ve aladağ ağızları sözlüğü'nü yayımladı. N.P. Dırenkova (Oyrot dili grameri), Omeljan Pritsak (Altayca, Fundamenta I), G. Doerfer (Güney Sibirya Türkleri'nin edebiyatı, Fundatnenta II), Saadet Çağatay (Altay Türkleri ve dilleri, türk lehçeleri örneklen II) altay dili ve edebiyatını incelediler. Altay Türkleri için kullanılan Oyrot (Öyröt) boy adı moğolcadır. 1948’e kadar yayımlanan bilimsel eserlerde daha çok bu adla anılırlar. Altay lehçelerinin sözcük hâzinesi, es­ ki metinlerde geçen ve anlamı bilinmeyen birçok sözcüğün değerlendirilmesinde yararlı olmuştur. Altay türkçesi kırgızcaya oldukça yakındır. Birtakım ses değiş­ meleri ve sözcük hâzinesindeki farklılıklar dışında birer kırğız ağzı olarak değerlen­ dirilebilir. • Sesbilgisi. Büyük ünlü uyumu tamdır; küçük ünlü uyumuysa yoktur. Dudak çekimi (labial atraktion) küçük ünlü uyumunun bozulma­ sına neden olmuştur. Geniş yuvarlak ün­ lülerden (o, ö) sonra, düz geniş ünlüler (a, e) geniş yuvarlak ünlülere dönüşür. Eski türkçeden beri düz dar ünlülü olan 3. te­ kil kişi iyelik eki yuvarlaklaşmaz. Böylece küçük ünlü uyumu iyice bozulur. Dudak çekimi ile: bol-zo 'bolsa, olsa’, ton-go ‘ton ga, elbiseye',boloton( bolatan ( bola turgan olan'.iyelik eki ile: boy-ı 'boyu’, col •ı‘yolu’ gibi. Ünsüz değişmeleri, y -) d'-: yok) d’ok, yo l) dol. yat-) d’at-. Bazı ağızlardaysa.y-) c- olur: yol) col gi­ bi. n )y değişmesi: yana )ceye )ce'yine’. ş ) j değişmesi: kişi) kiji, tişi )tiji ‘dişi’, başı) bajı 'başı' -s ) -z- değişmesi: arkası) arkazı, bol­



sa ) bolzo 'olsa', basar) bazar. -z)-s değişmesi: kız) kıs, buzulmaz) busulbaz 'bozulmaz' p-,b-) m-değişmesi: pars )mars,ben) men. -p-,-t>) -m- değişmesi: taban) taman. ğ ) -rigcfeğişmesi: yağmur)carigmır. -n_) - nğ değişmesi:-dan,-den ) - dang, Ad çekimi: Belirtme durumu (accusalivus): -nı/-ni, -dı/-di, -tı/-ti:çıçkan-dı 'sıçanı', tobrak-tı toprağı'.tındular-dı ( -tınluiarnı 'canlıları', büu-nı( bağ-nı 'bağı'. Yönelme durumu (dativus): - ğa/-ge, -ka/-ke,- ğo/-gö, -ko / -kö: kiske-ge 'kedi­ ye', ton-ğo ( ton- ğa 'elbiseye', con- ğo (can-ya 'insana', o-ğo 'ona', cer-ge'ye­ re', mars-ka(pars-ğa 'kaplana'. Kalma durumu (locativus): -da/-de ta/ •te,-do/-dö, -to/-tö: onjın-da 'bcşırıda', köndöy-dö 'kılıfta',ep le'evde'.to ,-do'elbisede'. Çıkma durumu (ablativus): -darıç)/ -derig, -tarig/-lenş, -dong/-dörig, -tong/ -töng.-nang/-neng: kiji-deng 'kişiden', suu-danğ/'sudan, ölüm-neng/'ölümden’, üstü-nerig ( üst-i-den 'üstünden', mars -tanğ)pars dan 'kaplandan', ton-dorig 'el­ biseden', ölörig -nörig 'ottan', tumçuğı -nariğ (taınçuk-ı-darı 'gagasından' Tamlayan durumu(genetivus):-nırig/-nirig ■driq' d rig. -tıng/ting caıııan nıriğ ( yaman -nıriğ 'kötünün1, kiji-niriğ 'kişinin', ayıl -diriğ( ağıl-nıng 'ağılın', mars-tıng 'par­ sın. kaplanın', ağaş ■lırig 'ağacın'. Çoğul eki: -larZ-ler. -dar/-der, -dor/-'dör, -lor/tör: Cok-tor ( yok-lar 'zavallılar', arigçı-lar 'avcılar', at-taı ;atlar', Kazak-tar 'Kazaklar', uul-dar( oğullar 'oğullar', kıs -tar 'kızlar'. Fiil çekimi: Şimdiki zaman: -a-t/ -e-t ( -a turur: kel -e-t 'geliyor', al-a-t 'alıyor', tur-a-t 'duru­ yor', oyno-y-t 'oynuyor', tiy-e-t 'değiyor'. Belirsiz geçmiş zaman -atan /e-ten, -o-ton/ -ö-töıı ( -a turğan: boloton ( bola­ tan ( bol-a turğan ‘olmuş’, korıkbaytan 'korkmazmış’, cüreten ‘yürümüş’. Olumsuz geniş zaman: -baz/bez, -boz/böz: öl-böz-üm 'ölmem', maktan -baz-.aar 'öğünmezsiniz.bas-paz-aar 'bas­ mazsınız'. -bay-t/-bey-t ( rnay-u turur: üzül-bey-t ‘kopmaz1, bil-beyt-em 'bilmem'. Şart: -za/-ze, -zol-zö. bol-zo 'olsa', bol -zom'olsam’ kir-ze 'girse'. Emir: -aar, -gar ( -ngız.'ikinci çoğul ki­ şi1: cetir-i-ger ( yetiririgiz 'yetişiniz', bolj -aar( boluş-a-ğar ( boluş-u-riguz 'yardım ediniz’. Soru eki -ba/-be: baspazaar ba 'bas­ maz mısınız'. Ortaçlardan en çok kullanılanlar: -ğan / gen, - ğon/-gön: cet-pegen 'ye­ tişmeyen'. -bas/-bes,-bos/-bös:basbas bolğorı'basmaz olmuş'. Ulaçlardan en çok kullanılanlar: p:de-p'deyip',can-ı-p(yan-ı-p'dönüp'. -ğanda / -gende, - kanda/-kende: kir -gende 'girince', çık-kanda 'çıkınca', iy .gende 'yerken'. -a/-e: öltür-e‘öldürerek’. -arda/-erde: sura-arda ’sorunca.sorduğunda'. Benzerlik eki: -dıy/-diy) teg: sen-diy 'se­ nin gibi'. Addan sıfat yapma eki: -İU/-IÜ. -du/-dü, -tu/-tü: carkın-du( 'yarkın-lu 'ışıklı', kanat -tu ‘kanatlı’, tuygak-tu 'toynaklı', müyüz -lü 'boynuzlu'. Sayılar: bir, eki, üç, tört, beş, altı, yeti, segis, toğus, om, yirme(20), odus(30), törtön (40), bejen (50), altan (60), yeten (70), segizen (80), toğuzan (90), yüs (100), mung (1000). A LTAV ÎS TİK a. Altay dilleri adı verilen ve türkçe, mongolca (moğolca), mançu - tunguzcayı içine alan, kimi dilcilere göre korece, japonca ve aynu dilini de kapsa­



yan dil ailesi, bu dilleri konuşan halkların kültürleri, tarihleri üzerine karşılaştırmalı araştırmalar yapan bilim dalı. Altay dille­ rinin karşılaştırmalı grameri N. Poppe ta­ rafından hazırlanmıştır (1960). Merkezi ABD'de bulunan Permc.nent International Altaistic Conference (Uluslararası sürekli altayislik konferansı) tarafından 1958'den beri her yıl değişik ülkelerde altay dil ve kültürleriyle ilgili kongreler düzenlenmek­ tedir. A L T A Y LIL A R , Altay dağlan ve Ala­ dağ yöresini içine alan Altay özerk bölge­ sinde yaşayan türk boylarına verilen ad. Dar anlamda bu boylardan Aitay-kıjı (altaylı kişi) adını taşıyanlar için kullanılır. Al­ tay Türkleri arasında yaşayarak inceleme­ ler yapmış olan türkolog W. Radloff, Al­ tay Türkleri ni özellikle dil açısından iki grupta toplar: 1. Kuzey Altay Türkleri (Kuinandılar, Lebedler, Tubalar)'.—2. Asıl Al­ tay Türkleri (Altaylılar ve Teleüller). Günümüzde Altay Türkleri üç güney ve üç kuzey boya ve şiveye ayrılmaktadır: •GÜNEYALT AYLILAR, 1. Asıl Altaylılar. Ruslar’ın AltâyKalmukları dedikleri bu ka­ vim, kendilerine Allay-kiji ya da Oyrot adı­ nı verirler. Katunya ve Çarış ırmakları hav­ zasında göçebe bir yaşam sürerler. Yir­ miden çok oymağa ayrılırlar. Bunlar ara­ sında Kırgız, Kıpçak, Merkit, Nayman gi­ bi siyasi birlik ve devlet kurmuş boyların adını taşıyanlar da vardır. —2. Tölöslerve Telengitler. Eskiden hem Ruslar'a hem Çinliler'e vergi vermek zorunda oldukla­ rından rusça ."iki vergi ödemekle yükümlü" anlamında Dvoyedan diye anı­ lırlar. Çuy ırmağı boyunda oturanlara "Te­ lengit", Çalışman nehri boyunda oturan­ lara "Tölös"denir.—3. Teleütler. Kendi­ lerine Telenget yada Karakalmuk derler. Çeşitli oymaklara ayrılır ve kuzeyde Tomsk yöresi, güneyde Biy ve Katun ır­ makları çevresinde otururlar. • KUZEY ALTAYLILAR. 1.Tubalar ya da Karaorman Türkleri. Sık ormanlarla kaplı dağlarda oturduklarından kendilerine "yış (orman)- kiji" derler. Aynı anlamda Rus­ lar "çernoviye tatariye” , Altaylılar "tuba ya da tuva" diye adlandırırlar. —2, Kumandılar. Aşağı Kumandı ve yukarı Ku­ mandı diye iki kola ayrılırlar. Kendilerine "kumandı-kiji“derler.—3. Lebedler.Lebed ırmağı boyunda otururlar. Kendilerine, bir kuğudan türediklerine inandıklarından "kû-kiji" (kuğu kişi) derler. Rusça bir söz­ cük olan "Lebed"de aynı anlamdadır. 1897’de yapılan sayımda bölgede 210 145 türk kökenlinin yaşadığı saplanmış­ tı. 1979 sovyet nüfus sayımına göreyse Tu­ balar (Tuvalar) 166 000, Altaylılar 60 000 kadardır. Eskiden hayvancılık, odunculuk gibi işlerle uğraşan ve göçebe bir yaşam süren Altay Türkleri günümüzde büyük oranda yerleşik yaşama geçmiştir. Ço­ ğunluğu tarımla uğraşır. Ağaç kabukların­ dan yaptıkları çadırlarda ya da kütükler­ den yaptıkları çok köşeli kulübelerde otu­ rurlar. XIX. yy.’a değin, giyimleri moğol giysilerini andırıyordu. Günümüzde rus köylüleri gibi giyinmektedirler. Özellikle yeni kuşaklar ana dilleriyle değil, rusça konuşmaktadır. Rusya'daki öbür türk boyları gibi çoğunluğu boy, oymak ve obalar halinde yaşamakladır. Eskiden be­ ri şaman inanışlarını benimsemişken, 1904'ten bu yana budizm kökenli burhanizm inanışını benimsemişler, burhanistler çar yönetimine ve sömürgeciliğe kar­ şı çıktığından sıkı gözelim altında tutul­ muşlardır. Rus misyonerlerin etkisiyle hıristiyanlığı benimseyenler de vardır. —Ed. Altay Türkleri'nin halk edebiyatı ürünleri, ilk olarak türkolog Wilhelm Rad­ loff tarafından XIX. yy.'ın ikinci yarısında derlenmiş ve yayımlanmıştır. Bu örnekler ile Altay bölgesindeki Abakan grubu türk boyları ve Orta Asya'daki Kırgız Türkle­ ri'nin halk edebiyatı ürünleri arasında bü­ yük benzerlikler vardır. Şamanizm inan­ cının ağır bastığı en eski örnekler arasın­ da dünyanın yaradılışıyla ilgili eski türk ef­



457



Altaylılar sanesi; insan, güneş, ay ve başka canlı -cansız varlıklarınoluşmasıyla ilgili mitolo­ jik şiir ve düzyazılar bulunur. Altaylılar'ın Alıp-Manaş adlı kahramanlık destanıyla Özbek, Kazak destanı Alpamış * ve De­ de Korkut to'fab/’ndaki Bamsı Beyrek hi­ kâyesi konu ve motifler bakımından ben­ zerlikler gösterir. Daha önce yazı diline sahip olmayan Altay Türkleri 1928-1938 arasında latin abecesini kullandılar. 1938’den beri ise, rus abecesine dayalı altay edebi dili çer­ çevesinde modern şiir, hikâye, roman ve piyes türlerinde bir yazılı edebiyat geliş­ mektedir. ( — Kayn.)



458



A LTAZİM UT a. (fr. altazimut). Gökbil. Bir gökcisminin yüksekliğini ve azimutunu aynı anda ölçmeye yarayan alet. ( -» TEODOLİT.)



A LT B A Ş U K a. 1. Bir kitabın ana başlı­ ğından sonra, onu tamamlamak için ko­ nan başlık. —2. Dilbil. Bir sözlük madde­ sinde, maddebaşından yazı karakteriyle ayrılan ve maddebaşının ya başka bir bi­ çimini (fiilin edilgin biçimi, adın çoğulu, vb.) ya da bir türevini belirten birim. ALTBESLEMELİ sıf. Isıt, havld. ve Isıbil. Altbeslemeli ocak, kömürle alttan bes­ lenen ocak. (Altbeslemeli ocakta, yakma havası, soğuk kömürler arasından geçe­ rek akkor kömürlere ulaşır.) ALTBÖLÜNÜM a. Mat. çözlm. Aynı [a, b] aralığının, x0= a ve x„ = b yi gerçek­ leyen farklı elemanlarından oluşan (X,)İE (O n j sonlu artan dizisi. ( Sup x,-+1— x, ye [a,b] nin / « ( O ; n— 1]



bu aitbölümünün modülü denir.). ALTCEBİR a. Ceb. Değişmeli bir K cis­ mi üzerinde bir E cebrinin altcebri, E nin boş olmayan parçası; bu altküme E nin üç yasası için kararlıdır ve üç yaptırılmış yasayla donatıldığından, K üzerinde cebir­ sel bir yapısı vardır. (E nin bir E'parçası, ancak ve ancak E nin, dış yasa için ka­ rarlı bir althalkasıysa, E nin bir altcebridir.) ALTCİSİM a. Ceb. Bir K cisminin altcismi, K nin boş olmayan parçası; bu altkü­ me K nin iki yasası için kararlıdır ve yap­ tırılmış yasalarla donatıldığından bir cisim yapısındadır. (K nin bir K'parçası, ancak ve ancak K nin bir birim althalkasıysa ve K'ün sıfır olmayan her elemanının K' için­ de bir evriği varsa, Knın altcismidır.)



çeşitli altçene biçimleri



İstakoz



b e y a z k a rın c a



ALTÇEKEN a. Müz. Diyatonik ıskalada dördüncü derece. Çeken ve ortanca ara­ sında kalır.



'—



tavşan



yunus (Delphinus delphis,



HALTÇEKE a. Anat. 1. insanda alttaki ha­ reketli çene. —l.Attçene siniri, altçene si­ nirlerini sağlayan yüz sinirinin ve üçüz si­ nirin dalı. —3. Altçene-şakak eklemi, alt­ çene lokmasını, şakak kemiğinin lokma ve yuva çukuruyla birleştiren eklem. (Bu çeşit eklemlerde her iki yüzey de dışbü­ keydir; iki kemiğin uyumu, eklemin için­ de bulunan telsel kıkırdak yapılı bir meniskie sağlanır. Bu tür bir eklem, çiğne­ me kaslarıyla yönetilen ve karmaşık ha­ reketler yapan çenenin çalışmasına ola­ nak verir.) —Karş. anat. Omurgalılarda altta bulunan çene. (Bk. ansikl. böl.) I| Kuşlarda alt ga­ ganın dip kısmı. || Kabuklularda, çokayaklılarda ve böceklerde, besinleri yakalama­ ya ve/ya da öğütmeye yarayan ve asıl çe­



Albrecht Altdorfer, AzizFlorianefsanesindenbir sahne(1515-1520arası), AzizFlorian’nıncesedinin bulunması Gmmsches Nationalmseum, Niirnberg



nelerin önünde, varsa dudağın altında yer alan çift ağız parçası. (Bk. ansikl. böl.) || Altçene yayı, çene ağızlı omurgalılarda, çeneyi oluşturan solungaç yaylarının bi­ rincisi. B— ANSİKL. Karş. anat. Omurgalılarda alt­ çene, kıkırdak iskefetli balıklarda ve diğer çeneağızlılarda Meckel kıkırdağından olu­ şur. Kemikli balıklarda ve dörtbacaklılarda bu kıkırdağın kuyruk kısmı kemikleşe­ rek (kare kemikle birlikte çenenin oyna­ masını sağlayan) eklem kemiğine dönü­ şür, deri kökenli kemiklerse, öndeki kıkırdağımsı taslağı örter. Kemikli balıklarda bu deri kökenli kemikler pek çoktur: çe­ ne kemiği, gagamsı kemik, köşeli kemik, vb. Bunların sayısı dörtbacaklılarda aza­ lır ve kuşlarda deri ve eklem kemikleri kaynaşıp birieşerek tek bir altçene kemi­ ği oluşturur. Memelilerde yalnız çene ke­ miği, altçeneyi meydana getirir ve kafa­ tasındaki bir kemikle (şakak kemiği) ek­ lemlenir; buna karşılık, eklem kemiği çe­ kiç kemiğine (orta kulaktaki kemikçik), kö­ şeli kemikse kulak davulunu tutan davul kemiğine dönüşür. Böceklerde, iki altçene besinleri yaka­ lamaya ve öğütmeye yarar. Kazıcı böcek­ lerde kıskaçlara, yakalama aygıtlarına ya­ taklık eder; termitlerin asker takımında çe­ şitli biçime girer ve bazı kınkanatlılarda, eşeysel ikibiçimlilik gösterir ve erkekte “çök büyük boyutlara ulaşır. Çeneli eklem­ bacaklılarda ağızardı ilk bölütün eklenti­ lerini, keliserlilerde keliserleri oluşturur, Yüzgscimsi uzunbacaklı kabuklularda bulunan bu kısımlar böceklerde yoktur. ALTÇI a. Esk. Kumaya karşıt olarak bir erkeğin ilk karısı: "Şol iki avrat ki bir kişi­ nin nikâhında ola, Tûrkide evvelkine alt­ çı, sonrağma kuma derler" (Et-Tuhfet üs -seniye, XVI. yy.). ALTDERİ a. Anat. Üstderi epitelyumu­ nun altında yer alan ve onunla birlikte de­ riyi ya da vücut örtüsünü oluşturan bağ dokusu. (Bk. ansikl. böl.)



—Zool. Omurgasız hayvanlarda, özellik­ le iplik solucanlarla eklembacaklılar gibi vücut yüzeyi salgılanmış kalın bir kutikula tabakasıyla kaplı olan hayvanlarda de­ riye verilen ad. —ANSİKL. Anat. Üstderinin altında bulu­ nan altderi bir ana maddenin içine gömü­ lü bağlayıcı esnek liflerden oluşur. Kıl foliküllerinin dibine bağlı kas lifleri şiddetli kasıldığı zaman "tavuk derisi" denen ka­ bartılar meydana gelir. Altderi iki kısımdır: 1. Yüzeysel altderi ya da memecikti alt­ deri, bol miktarda ana madde ve gevşek bağdokulu lifsel yapılar içerir; içinde kıl­ cal damarların uç kangalları ve sinir uç­ ları yer alır. 2. Ağsı altderi, altderinin ka­ lınlığının hemen hemen tümünü oluşturur; bu kısım, büyük bir bölümü kolagen ve esnek liflerden oluşan gerçek bir destek dokusudur; kolagen ve esnek liflerden al­ dığı direnç ve esneklik sayesinde koruma organı görevini yapar. —Deric. Deriyi oluşturan üç tabakadan —üstderi, altderi ve deri altı dokusu— yal­ nızca altderi işlenmiş deriye dönüştürüle­ bilir. ilk sepileme (tabaklama) işlemleriy­ le bir yandan üstderi ve kıllar (yolma -kireçleme), öte yandan deri altı doku (etleme) ayıklanır. ALTD O R F, Federal Almanya’da (Bav­ yera) kent, Franken Jurası’nın eteğinde, Nürnberg’in doğusunda; 12 500 nüf. 1622-23 ile 1809 arasında bir üniversite merkeziydi. ALTDORF, İsviçre’de kent, Uri kantonu­ nun merkezi, Reuss ırmağı vadisinde, 458 m yükseltide; 8 900 nüf. Ticaret mer­ kezi ve sayfiye yeri. Eski evler. Tarih müzeşi. Kimya sanayisi. ALTDORFER (Albrecht), alman res­ sam, gravürcü ve mimar (1480 e doğr. Regensburg 1538). Tuna okulunun baş­ lıca temsilcisi. Manzara resmini ayrı bir tür olarak ele alan ilk avrupalı ressamdır. Daha ilk yapıtlarından başlayarak, man­



cllttlt I IcllUl zara ile figürlerin renk bakımından uyu­ munu sezgisel olarak buldu. İsa'nın çile­ si adlı mihrap ardı tablosu (1511, Sankt Florian), sanatçının birdram havası yarat­ mak amacıyla ışık oyunlarından yararlan­ dığı bir ilk başyapıttır. Meryem Ana’nın doğuşu 'nda (1520, Münih, Alte Pinakothek) manzara ve mimari, canlandırılan ko­ nunun mahremiyetini bozmadan daha da önemli bir rol oynar. Altdorfer’in en hay­ ranlık uyandırıcı eseri olan İskender'in sa­ vaşı tablosunda (1529, Münih), dünyanın sonunu gösteren bir manzaradan, sanat­ çının renkli dehasının adeta fışkırdığı gö­ rülür. Lut ve kızları tablosu (1537, Viya­ na, Kunsthistorisches Mus.), insan vücu­ duna verilen önemle, daha o zamandan, bir Rönesans yapıtı sayılabilir. —Kardeşi ERHARD (Regensburg 1480'e doğr. °chwerin 1561 ’den sonr.) da, ağabeyi giressam, desenci ve gravürcüydü. V T O U H U M L U sıf. Bot. Tümüyle ya da bir kısmıyla çanağa kaynamış olan yu­ murtalığa denir. (Eşanl. ALT* YUMURTALIKLI; karşt. ÜSTDURUMIU.) ALTDÜZEY a. Rz. Bir atomun, bir mo­ lekülün enerji düzeyinin bozunması sonu­ cunda oluşan düzeylerden her biri.



A LT E A , ispanyada küçük liman, Murcia bölgesinde, Alicante’nin K.-D.'sunda; 9 000 nüf. Turizm merkezi. ALTEHRASMI a. Nalbantl. Mıh başlığının alt bölümü. A LT E N A , Federal Almanya'da (Kuzey Vestfalya Renanyası) kent; 25 400 nüf. XII. yy.’dan kalma şato. Â L T E N B E R il (Richard ENGl A n d e R, Peter —denir), avusturyalı yazar (Viyana 1859 - ay. y. 1919). Eski Avusturya’nın iz­ lenimci bir tablosunu oluşturan ve beste­ ci Alban Berg'in Altenberg Lieder'ine esin kaynağı olan kısa şiirler yazdı: Wieich es sehe (1896). ALT E N B U R O , Almanya Federal Cumhuriyeti'nde kent, Leipzig'in G.'inde 54 800 nüf. Eski Saksonya-Altenburg düklüğünün merkezi. Dokuma, besin ve makine sanayileri. — X. ya da XI. yy.’da kurulan, 1134'te özgür imparatorluk kenti olan Altenburg. 1146’da adını aldığı burggrafların merkezi haline geidi. 1445'te Saksonya sülalesine geçti (bu sülalenin bir kolunun adı. SaksonyaAltenburg idi). ALTEN K İR C H EN , Almanya'da yer, Bonn'un 35 km D.'sunda. Klöber 4 hazi­ ran 1796'da Avusturyalılar'ı burada yen­ di. A L T E N M A R K T , Avusturya'da kış sporları merkezi (yüksl. 850-2 100 m, Tauern dağlarının kuzeyinde, Enns ırmağı kıyısında, Salzburg’un G.-G.-D.'sunda. Hidroelektrik santral. ALYENS, Büyük Britanya'da kent, iskoçya'da, Aberdeen’in sanayi bölgesi, Aberdeen havalimanının yakınında. Altenvrös-th, Avusturya'da hidroelektrik santral, Tuna kıyısında, Viyana'nın yuka­ rısında. ALYERİT a. (fr. altĞrite). Jeomorfol. Yerli kayacın ayrışmasından doğan yüzeysel oluşum. (Bu kırıntı mantosu, biyolojik et­ kenlerin katkısıyla oluştuğu sanılan üstteki topraktan ayırt edilmelidir.) [Eşanl. REGOLİT]



A LT1R M Â H (Nathan), ibranice yazan İsrailli yazar (Varşova 1910 - Tel-Aviv 1970). 1925’te İsrail’e yerleşti. Ulusal ve ulusafcı bir şair olarak bilinen Alterman, toplumsal ve siyasal yaşam üzerine man­ zum kronikleriyle tanındı [la Septidme Colonne [fr. çev.], 1943). Lirik şiirlerinde (Simhat enayim.1941; İes Plaıes d'Egypte, [fr. çev.], 1944; la CitĞ de la ColomOe [fr. çev.], 1957) ve oyunlarında (l'Auberge des fantömes [fr. çev ], 1963) mu­ sevi halkının tarihsel yazgısını dile getir­



di. Racine, Moliöre ve Shakespeare’den çeviriler yaptı. ALTERNANS a. (fr. alternance). Almaş­ ma; art arda dönüp gelme; nöbetleşe gel­ me. —Dalga ve titr. Bir almaşık olayın yarıdönemi; bu dönem süresince, betimlenen büyüklük aynı işareti korur. (Eşanl. YARlDALGA.)



ranın tersi bir sıra izleyerek ortaya çıkması olum lu bir gelişm edir ve iyileşmeye baş­ langıç olabilir.



ALTERNANTHERA a. Brezilya ve Antiller'de yetişen ve çok renkli yaprakların­ dan dolayı bahçeleroe mozaik tarhları yapmakta kullanılan küçük bitki. (Yirmiye yakın türü vardır. Horozibiğigıller familya­ sı.)



—Homeopat. ve Patol. Marazı alternans, ALTERNARİA a. Moniliales takımın­ çeşitli organlarda yerleşen hastalıkların dan, sporları zincir biçiminde, uzunlama­ düzenli olarak birbiri ardınca gelmesi — sına ve enlemesine bölmeli, kahverengi Aralarında görünür bir bağlantı olmadığı ilkel mantar, halde, zaman içinde birbirini izleyen ya —ANSİKL. Alternarialar, ya bitkilerde asa­ da nöbetleşe gelen ve kuşkusuz aynı gizli lak ya da çeşitli artıklar üzerinde çü rük­ bozukluğun belirtisi olan apaçık hastalık çül yaşarlar; bunlar genellikle asalak man­ hali. (Bk.ansikl.bö\.)\\Nabızalternansı, art tarları yok etm eye yarayan ilaçların (funarda kuvvetli bir kalp atışını izleyen zayıf gisit) denenm esinde kullanılırlar. Alternabir kalp atışına bağlı olarak art arda bir ria solanı patatese de bulaşır; patates kuvvetli, bir zayıf duyulan nabız. (Nabız yumrularının çürüm esine ve yapraklarda alternansı, sebebi ne olursa olsun, miyokahverengi lekelerin oluşmasına neden kardın iyi çalışmadığının işaretidir.) olur. —Saatç. Bir osilatörün, örneğin bir sarka­ ALTERNARİYOZ a. (fr. alternarıose' cın, iki uç konum arasında salınımın yarı­ dan). Alternaria cinsi mantarların yaptığı sına denk düşen yer değiştirmesi. (Saat hastalık. (Alternariyoz domates, patates, balansı için, çoğunlukla saat başına alterlahana, karanfil vb bitkilerde görülür.) nanslar olarak belirtilir.) —ANSİKL. Marazi alternans ilk olarak Sa­ ALTERNATİF a. (fr. alternative). 1. Se­ muel Hahnemann ve öğrencilerince ta­ çenek. —2. Bir şeyin, bir kimsenin alter­ nımlandı. Ama henüz açık seçik bir has­ natifi, ona karşılık olarak önerilen, onun talık biçimine girmemiş marazi bir halin, yerini alabilecek değerdeki şey, durum, bir organdan başka bir organa aktarma kimse: Bunun alternatifi yok. Uygulanan olması anlamına gelen "metastaz" kav­ ekonomik programın alternatifi. ramı ta Eskiçağdan beri biliniyordu. —Olasıl. SEÇENEK’in eşanlamlısı. Aynı kişide, sırayla bir astımın ardından & sıf. (fr. alternatif). Alternatif olarak or­ bir egzamanın geldiği ya da korkunç bir taya konulan şey için kullanılır: Alternatif kaşıntıyı bir nefes darlığının izlediği yahut bir model henüz oluşturulmadı. ishalin ardından eklem ağrılarının geldi­ — Elekt. Alternatif büyüklük, ALMAŞIK* BÜği, hatta bir beden bozukluğu ile bir ruh YÛKLÜK’ün eşanlamlısı. bozukluğu, örneğin bir egzama ile bir —Fizs. mekan. ALMAŞlK’ın eşanlamlısı. ruhsal bunalım arasında bir nöbetleşme —Huk. Alternatif borç, birden çok edimi olduğu sık görülen hallerdendir. Hahne­ içeren ve borçlunun bu edimlerden yal­ mann deri ve mukoza ile iç organlar ara­ nız birini yerine getirmekle yükümlülüğün­ sında, hatta birbirine uygun düşmeyen den kurtulduğu borç türü. (Kural olarak, bazı semptom grupları arasında büyük öl­ edimlerden birini seçme hakkı borçluya çüde bir nöbetleşme olduğunu görmüş­ aittir.) tü. Üstelik bu marazi alternanslar ile sağ­ — İkt. Alternatif maliyet ->FIRSAT MALİYE­ lıklı insanda, ilaçla yapılan deneyler so­ Tİ. nucunda meydana gelen kimi benzer nö­ betleşe hastalık halleri arasında bir bağıntı ALTERNATİFSİZ sıf. SEÇENEKSİZ'in bulunduğunu —bu nokta çok önemlidir— eşanlamlısı. saptamıştı. (-* PATOGENEZİ.) Daha son­ raları Reilly ile Selye’nin çalışmaları, bu ALTERNATİFSİZLİK a SEÇENEKSİZgözlemlerin gerçekliği hakkında deneysel LİK'in eşanlamlısı. kanıtlar sağladı: ■ ALTERNATİVA a. (isp. söze.). Spor. —görünmez bir sebep, yalnız belli bir Boğa güreşinde, bir güreşçiye verilen ve devrede değil, kişinin tüm hastalık yaşa­ onun mesleğini, onaylanmış matadorlar mı boşunca çok değişik etkiler doğurabi­ arasında yapmasını sağlayan resmi un­ lir; van. —değişik uyarmalar benzer etkiler yara­ tabilir. Bir ya da birçok zayıf noktası bulunan bir kişide, inatçı bir iç düzensizlik halinde, az dirençli bu bölgeler arasında (örneğin deri ve mukoza, deri ve serözler, vb.) bir nöbetleşme doğabilir. Birbirine yakın ya da birbirinden uzak bu belirtilerin sürekli incelenmesi psora (psoriasis) kavramını doğurdu; daha sonra bu kavram "nöroartritizm” kavramıyla eş tutuldu; şimdi de “ nöroalerji" kavramıyla yakınlık kurul­ maktadır. Ayrıca psoranın tüberkülinizm* ile de yakın ilintisi vardır. Psoralı hasta, vü­ cuttaki artıkları dışarı atan iç organların (karaciğer, böbrek, bağırsaklar, vb.) ye­ tersizliğini gidermek için durmadan ika­ me yolları (deri, mukoza, sinir sistemi, vb.) arar. Homeopatık tedavide,'bırjjrganın has­ talığı üstünde durupVakıt kaybetmekten­ se, ortak bir sebebe bağlı olduğu bilinen (bünyeler*, diyatezler*) ve birbirini izle­ yen patolojik aşamalar birleştirilmeye ça­ altemativa: L.M .Dominguin, lışılır, böylece belirli bir sınır içinde, has­ transızP. Schull’a unvan simgelerini(kılıçvemuleta) talığın gelişme çizgisini belirlemek ve verdiktensonra, onu kucaklıyor(arkalarındatanık onunla daha iyi savaşmak olanağı bulu­ L.Segura) nur. Etkisi açıkça belli bir ilacın kullanıl­ ması bazen marazi bir nöbetleşme yara­ EALTERNATÖR a. (fr. aiternateur). Al­ tabilir. "Tedavi sanatı marazi halleri bir­ maşık gerilim ler ve akımlar üretm eye ya­ birinin yerine geçirme (ikame) sanatıdır” rayan üreteç. (Eşanl. ALMAŞIK AKIM ÜRE­ (P. Mauriac). Hering yasasına göre, sü­ TECİ.) [Bk. ansikl. böl.] reğen bir hastalığın homeopatik tedavisi —ANSİKL. Elektrotekn. Alternatör, bir sırasında eski belirtilerin, ilk belirdikleri sı­



459



aiternatör rotor'öan (indükleyici) ve bir stator’dan (indüvi) oluşur. Rotor, statorun içinde N hızıyla dönen silindir biçiminde ferromanyetik bir armatürdür ve doğru akımla bes­ lenen indükleyici bir sargı taşır. Stator ise, eşeksenli, sabit ve ferromanyetik ikinci bir armatür oluşturur ve içindeki oyuklara in­ düvi iletkenleri yerleştirilmiştir. Bu iletken­ ler tek ya da çok fazlı (genellikle üç fazlı) sargılar oluşturacak biçimde birbirine bağ­ lanmıştır ve yükleme devrelerini, yani elektrik şebekesini beslerler. Rotorun oluşturduğu döner manyetik alan, stator sargılarında almaşık elektromotor kuvvet­ ler indükler; bu kuvvetlerin Hz ile gösteri­ len /frekansı, kutup sayısı 2 p ye (kutup



460



çifti) ve dönme hızı N ye, f= — — ' 60



Louis Althusser



Coiumbia ırmağı (Washington eyaleti, A8D) özerindeki Rock Island hidroelektrik santralının on hidrolik aîternatöründen (alçak tipi) birinin rotorunu tamamlama çalışmaları



düşügrubu



eşitliğiyle bağlıdır; bu bağıntıda N, de­ vir/dakika olarak ifade edilir. Alternatörler, ya özei kullanımlara yönelik elektrik üre­ tici gruplar oluşturan düşük güçte üreteç­ lerdir ya da transformatörler aracılığıyla enerji iletim şebekelerini besleyen yüksek güçte makinelerdir. Bu aygıtlar hangi tür­ den olursa olsun frekansı ve etkin değeri değişmeyen bir gerilim sağlamak zorun­ dadır. Gerilimin etkin değerinin değişmez­ liğini uyarma kaynağına bağlı bir regüla­ tör, frekansının değişmezliğini ise, alternatörü döndüren organın hız regülatörü sağlar. Uyarma kaynağı, indükleyiciyi, gerilimi ayarlanabilen bir doğru akımla besler. Uygulamada bu kaynak şu aygıtlardan oluşabilir: uyarıcı denilen bir doğru akım üreteci, bir uyarıcı-alternatûr ve bir özbesleme düzeneği; birincisi alternatörün ro­ toruyla aynı miie bağlanır; İkincisi indükieyiciyi, doğrultucular yardımıyla besler ve klasik ya da evirilmiş tipte olabilir (sa­ bit indükleyicili ve döner indüvili); sonun­ cusu ise, birincil sargısı alternatörün uç­



larına bağlı bir transformatörün ikincil sargısınca beslenen kumandalı doğrultuculardan (tiristorlar) yararlanır; bu düzenek­ lerde gerilim ayarı, devreden geçen akı­ ma göre otomatik olarak uyarma akımını yükselten bir gerilim regülatörüyle kolay­ laştırılabilir. Elektrik enerjisi şebekelerinde kullanı­ lan alternatörlerin, dönme devinimini sağlayan mekanik düzeneklerine göre ol­ dukça farklı iki tipi vardır. Hidrolik santrallarda Pelton, Francis ya da Kaplan tür­ binleri dakikada 1 000 ile 75 devir ara­ sında değişen hızlarla çıkık kutuplu ya da volanlı alternatörler’i döndürür. Bu tip al­ ternatörlerin rotoru, çelik bir volan üzeri­ ne perçinlenen ve indükleyici bobinleri ta­ şıyan çift sayıda kutup çekirdeğinden olu­ şur. 50 Hz’lik bir /frekansı elde etmek is­ teniyorsa, 2 ,o nin (kutup çiftleri) 6 ile 80 arasında olması gerekir. Güç çarpanı 0,8 ile 0,95 arasındaki değerleri alırsa, yuka­ rıda belirtilen alternatörün gücü, 3-18 kV’lık bir gerilim için 10-600 MW arasın­ da değişir; öte yandan hızla ters orantılı olan rotor çapı, 13 m’yi aşabilir. Dolayı­ sıyla, stator, manyetik sac parçaları kat kat birleştirilerek elde edilen 1 ile 3 m yük­ sekliğinde, büyük bir çember biçiminde­ dir. Kaldı ki, değişken manyetik akıdan kaynaklanan Foucault akımlarının yol aç­ tığı kayıpları azaltmak için bu kat kat yap­ raklı yapı zorunludur. Hidrolik santralların alternatörleri eksenel ya da radyal, çeşit­ li sistemlerle havalandırılarak soğutulur. Çok yüksek güçte alternatörlerse su doiaşımlı soğutma sistemleriyle donatılmış­ tır. Nükleer ya da fosil yakıtlı (kömür, pet­ rol, gaz) termik santrallarda, türboalternatör ya da düzgün kutuplu alternatörler bu­ har ve gaz türbinleriyle çok yüksek hızla döndürülür. Yüksek hızdan kaynaklanan merkezkaç kuvvetinin etkisinden dolayı rotorlar tek parça dövme demirden yapı­ lır ve çaplan 1,20 m ile sınırlıdır; rotor oluk­ larında eşmerkezli bobinlerden oluşan bir sargı yer alır. Bu sargı, 2 ya da 4’e eşit 2 p kutup sayısı oluşturacak biçimde da­ ğılmıştır. Kutupların eksenleri arasında manyetomotor kuvvetin uzaysal dağılımı, hissedilir ölçüde sinüzoidaidir. En büyük birimlerde makinenin gücüne göre roto­ run uzunluğu 10 m'yi ve ağırlığı 250 to­ nu geçer. Boyutları büyük farkiar göster­ se bile, statorun kat kat yapraklı bir yapı­ sı vardır ve çıkık kutuplu alternatörlerin statorlarına benzer. Büyük alternatörler tekniği, birim güç­ leri çok büyük ölçüde artırma yoluna gir­ miştir. Gerçekte bu artış, ton/megawatt bi­ rimiyle (t/MW) ifade edilen kütle/güç ora­ nının çok küçülmesi ve dolayısıyla kuru­ lu kilowatt başına donanım giderinin önemli ölçüde düşmesi anlamına gelir. Ayrıca alternatörleri döndüren büyük tür­ binlerin ısıl verimindeki artış, üretilen kilowatt-saat enerjinin maliyetini düşür­ müştür. Kütle/güç oranının küçülmesi ise, teknik alandaki birçok gelişmenin sonu­ cudur. Örneğin etkin maddenin daha iyi kullanımında, manyetik devrelerle sargı­ ların soğutulmasında, rotor metalürjisin­ de. uyarma ve ayarlama yöntemlerinde, güç çarpanının artışında önemli ilerleme­ ler sağlanmıştır. Ayrıca manyetik devre­ leri ve sargıları soğutmada hava yerine hidrojenin kullanımı, sonra içi oyuk ilet­ kenlerde basınçlı hidrojen dolaştırılarak ısıyı kaynağında alan dolaysız soğutma yöntemi, birim hacme düşen gücün en az 3 kat artmasına olanak vermiştir. Kimi ma­ kinelerin stator sargıları, su dolaşımıyla soğutulur; ama kullanılan suyun, yalıtkan olması ve kimyasal aşınmaya olduğunca yol açmaması için yeterince arıtılması ge­ rekir. Külçe dökümünün vakum altında gerçekleştirilmesi, yabancı madde karış­ masını önlediği gibi rotorun tek parça ha­ linde hazırlanmasını sağlar. Alternatörün güvenli biçimde çalışması için hızının kri­ tik hızlardan yeterince uzak olması ve ro­ torun elden geldiğince dengelenmesi .ge­ rekir. Ayrıca termoplastik yalıtkanlar kim­



yasında gerçekleştirilen atılım, elektrik şe­ bekesi geriliminin yükseltilmesine olanak vermiştir; nitekim 1960’tan bu yana bu gerilimi 20 ile 24 kV arasında sabitleştir­ me eğilimi gözlenmektedir. Öte yandan metal tanelerini tek doğrultu yerine bir düzlem içinde yönlendirerek stator sac­ larının manyetik niteliklerinin iyileştirilme­ si, demir içindeki kayıpları azaltmış­ tır. Türboalternatörlerin en yüksek yetkin­ liğe ulaştığı sanılmaktadır; bununla birlikte günümüz tekniklerindeki gelişmelerin sü­ rekliliği karşısında birim başına 2 000 MVV'lik bir güce ulaşma çabası vardır; bu sınır ise ancak soğuk alternatörlerin ya­ pımıyla aşılabilecek, bu alternatörlerde kullanılacak aşırı iletkenden yapılmış in­ dükleyici sargılar Joule kayıplarının azal­ masını ve gerilimin artmasını sağlayacak­ tır. ALTES a. (fr. altesse, ital. a/fezza’dan). 1. Prenslere ve prenseslere verilen onur unvanı. —2. Bu unvanı taşıyan kişi. —ANSİKL. Günümüzde, bazı istisnalar dışında, doğrudan bir kral ya da imparator soyundan gelen tüm prensler altes unvanını alırlar. Ayrıca, kral olmadan hüküm süren prenslere de altes (fyfonako, Lüksemburg) denir. ALTEVRE a. işlem. Bir evrenin bölüm­ lerinden her biri; işlenen parçanın yeniden makineye takılması bir altevre oluşturur. —Ruhbil. Bir gelişim aşamasının altbölümü. AS.YFAM 3L Y A a. Biyol. Familyayı alt bölümlere ayıran ve onun hemen altında yer alan sınıflandırma kademesi. <-F©PJ!flÜL a. Mant. 1. Bir başka formülden türetilmiş formül. —2. Yük­ lem ler* hesabının bir A formülünün alt -formülü, A nin kurma-kuralları' aracı­ lığıyla kurulmasına yarayan formüllerden biri. [ B - (1B~> C nin alt-formülleri şunlardır: B-> ( lB —C),B, lB -> C. 1B, C.] ALYSEÇİT a. Ulaşım yollarında geçişi sağlamak için açılan toprak seviyesinin altındaki yol. A L73R A F a. Ceb. Bir (X,r) grafından elde edilen ve (A,rA ) ile gösterilen graf; burada A, X in bir altkümesini, r A ise r nin A parçasına kısıtlamasını gösterir; X ile T sırasıyla köşeler kümesi ve ilk grafın yaylarını tanımlayan uygulamadır (X ten X içine). ALT©RUP a. Bir grubun alt bölümü. —Ceb. Bir G grubunun altgrubu, G nin boş olmayan H parçası; bu altküme G nin yasası için kararlıdır ve G nin H üzerine yaptırılmış işlemiyle donatıldığından, bir grup yapısındadır. [Boş olmayan bir H parçası, ancak ve ancak H2 nin her (x,y) İkilisi için, x ile y nin bakışımlısının bileşkesi H ye aitse, G nin biraltgrubudur; yani H,toplama simgelemesiyle x-y e H. çarpım simgelemesiyle x y '1e H ise G nin altgrubudur.] —ANSİKL. Basamağı 1 den yüksek olan her grup, bayağı denilen en az iki altgrup içerir; bunlardan biri kendisidir, diğeri de etkisiz elemandan oluşan altkümedir. n mci basamaktan bir grubun her altgrubunun basamağı n nin bir bölenidir. Bir grubun iki altgrubunun kesişimi bu grubun bir altgrubudur ve bunların birleşimi genellikle bir altgrup değildir. Bir grup için altgrupların incelenmesi geometride önemli bir rol oynar: örneğin, Eukleides düzleminin izometrileri grubu, doğru izometrilerin altgrubunu, bu altgrup da merkezi aynı olan dönmelerin altgrubunu ve ötelenmelerin altgrubunu içerir. A L T IM S A a. Hatminin bilimsel adı. (Ebegümeciğiller familyası.) —ANSİKL. Althaea officinalıs ya da tıbbi hatmi fazla miktarda helme, pektin ve şeker içerir; bu nedenle iç yumuşatıcı ve



yatıştırıcıdır. A. rosea ya da gülhatmi, Çin kökenli, çok süslü, ikiyıllık bir bitkidir. Çarpıcı renkli büyük çiçekleri dalların ucunda uzun başaklar halinde yer alır; dikey uzanan tüylü sapları 3 m yüksekliğe varabilir.



soğutucular (sulu değiştiriciler)



gövde



rotor ve stator sargıları soğutmayı sağlamak için bakır iletkenler



uyarma akımmsn geliş ucu ve kabloları



A L T H A İA . Yun. mit. Meleagros’un annesi. A LT H A LK A a. Ceb. Bir A halkasının althalkası, A nin boş olmayan parçası; bu altküme A nin iki yasası için kararlıdır ve yaptırılmış yasalarla donatıldığından, bir halka yapısındadır. (A nin bir A' parçası, ancak ve ancak A nin çarpma için kararlı bir toplama altgrubuysa A nin bir altgrubudur.) ALTHİBU RO S, Orta Tunus’ta eski Numidia, daha sonra da Roma kenti. Kefin (bugün Medeyna) 40 km güneyin­ de. İ.S. I.-IV. yy.’lara ait kalıntılar (Forum, Capitolium ve mozaik döşeme taşlarıyla süslü birçok ev). Bardo müzesi’nde bu­ lunan mozaikler, afrika yapıtlarının en önemlileri arasında sayılmaktadır (eskiçağ sanatının an büyük av sahnesi ve Romalılar’ın nehir gemilerinin resimli kataloğu). A lth in g , İzlanda parlamentosunun adı. 930’da yasama meclisi ve adalet divanı olarak kuruldu. Yılda bir kez Thingvellir’de iki hafta süreyle toplanan meclis, İzlanda siyasal yaşamının merkeziydi. İzlanda Norveç’in egemenliğine girince (1262), Althing de yavaş yavaş işlevini yitirdi. İzlanda bağımsızlığına kavuştuktan sonra (1944), Althing, parlamento olarak yeniden toplandı. g A L T H U S S E R (Louis), fransız filozof (Birmandreis, Cezayir, 1918 - La Verriöre 1990). 1948’de felsefe öğretmeni oldu; Ecole normale superieure’de gö­ rev aldı. 1948’den başlayarak marxçı kuram alanında önemli çalışmalar yaptı. Althusser, Marx’ın gençlik yapıtlarını' Kapital’dert ayırarak Hegel’in etkisine sıkı sıkıya bağlamaya yönelir. Ona göre’ marxçılık, Kapital ile başlar. Marxçı diyalektik, ayakları üzerine oturtulmuş bir hegelci diyalektik değildir. Başka t.r deyişle, marxçılık ile hegelcilik arasında tam bir kopuş vardır. Althusser, üstbelirlenim kategorisini Freud’dan alır ve genç Marx’ın geliştirdiği yabancılaşma kavra­ mını, bilimsel olmadığını ileri sürerek reddeder. Althusser’in en önemli katkısı, adalet, eğitim, aiie gibi kurumlan, devletin ideolojik aygıtı diye adlandırması, bunları, devlete bağlı gerçekler olarak ele alması ve böylece devlet konusundaki klasik açıklamalara yenilik getirmesidir. Öte yandan Althusser, bilimkuramsal özne kavramını ele alır ve doğruluğun genel bir ölçütü olduğu düşüncesini çok önceden yıkmış olan Spinoza’ya hayranlık duyar, felsefenin, son kertede, kuram alanında ortaya çıkan bir sınıf mücadelesi olduğu görüşünü geliştirir. Başlıca yapıtları: Pour Marx (1965), Lire "le Capital" (1965), Felsefe ve bilim adamlarının -kendiliğin­ den felsefesi (Philosophie et philosophie spontanee des savants, 1967), Lenin ve felsefe (Lönine et la philosophie, 1969), John Lewis'e mektup (Röponse â John Lewis, 1973). Komünist partisi’nin siyase­ tiyle uzlaşamayınca başlıca şu iki yazıyla siyasal tartışmalara katıldı: 2 ? CongrĞs (1977) ve özellikle Ce qui ne peut pius durer dans le parti communiste (1978). Aralık 1980’de hastaneye kaldırıldı ve daha sonra karısını öldürmekle suçlandı; ama dava, delil yetersizliğinden düştü (aralık 1981). ALTI as. say. sıf. 1. Beş artı bir: Kazada altı kişi öldü. —2. (addan sonra) "Altıncı’’ anlamında numaralama, sıralama belirtir: Sayfa altı. Mehmet VI. —3. Altı aylık seyisliği var. kırk yıllık fışkı, ya da at boku karıştırır, ya da eşeler, bir işte yeni ve deneyimsiz olmasına karşın çok şey biliyormuşçasına davranarak ortalığı birbiri­ ne katacak işler yapan kimse için söylenir, il Bir kimseyi altı kapıya almak, bağlamak,



türbin mili



eksenel vantilatör (basınç 5 bar)



çekirdek aralığı



soğuk hidrojen ısıtılmış hidrojen sıcak hidrojen



dövme çelikten rotor (indükleyici)



tavlada ilk altı kapıyı tutarak karşısındaki­ ni, pullarını oynatamaz duruma düşür­ mek; bir kimseyi kıstırmak, çaresizlik için­ de bırakmak (arg.).|| (Bir işi,bir eylemi) altı kapıya almak, bağlamak, kesinlikle olumlu sonuçlanacak duruma getirmek (arg.). || Altı karış beberuhi, çok kısa boylu kimseler için alay yollu söylenir. || (Bir kimseyi) altı okka etmek, kollarından ve bacaklarından tutup havaya kaldırarak sallamak, götürmek. —Ask. tar. Altı bölük, altı bölükten oluşan Kapıkulu* süvarilerinin bir başka adı. —Halk müz. Altı zamanlı usuller, 4 + 2 = 6 ya da 2 + 4 = 6 diziminde usuller. Birleşik usuller grubundandırlar. —Hat. Altı kalem - a k l a m n SİTTE. —Oy. Altı kol iskambil, altı kişiyle oynanan bir tür iskambil oyunu. (Üçer kişilik iki grup halinde oynanır. Oyunu, her grubun seçtiği birer kaptan yönetir.) —Spor Altı gün yarışı, iki ya da üç kişilik takımların dönüşümlü olarak pedal çevi­ rerek, pist üzerinde yaptıkları ve altı gün boyunca süren bisiklet yarışı. (Başlangıç­ ta her takımdan bir bisikletçinin sürekli pist üzerinde olması gerekirdi; günümüz­ de bu yarış, günde ancak birkaç saat sü­ recek biçimde yapılmaktadır.) ♦ a. 6 rakamı, sayısı (yerine göre, ayın günlerini, saati, ev, oda numarasını, yüzdeyi vb. belirtir): Altmışaltı iki altıyla yazılır. Ayın altısında yola çıkıyor. Yüzde altı. A lt ı k iş i y a z a rın ı a r ıy o r (Sei personaggi in cerca d'autore), Luigi Pirandello’nun "oyun içinde oyun” türün­ deki üçlemesinin ilk yapıtı (1921). Konusu kısaca şöyledir: oyun yönetmeni provayı başlatacağı sırada, anababa ve dört ço­ cuktan oluşan bir aile gelip bir yazar aradıklarını söylerler. Çünkü onlar bir yazarın kafasında doğmuşlardır, ama işin sonunu getiremeyen bu yazar onları or­ tada bırakmıştır. Oyunun özünü "insan ölümlüdür, yazar ölümlüdür, yalnız yarat­ tıkları kalıcıdır” görüşü oluşturur. Yapıt, H. F. Ozansoy’un çevirisinden İstanbul Şehir tiyatrosu’nda (1923), F. Timur’un çeviri­ sinden Devlet tiyatroları’nda (1971) sah­ nelendi. ALTIATAR -> ALTIPATLAR. A LT IA Y A K LI sıf. Üç çift ayağı olan. (Özellikle bu niteliğin istisna olduğu grup­ larda eşit biçimde gelişmiş altı yürüme ayağı bulunan böcek larvaları için kulla­ nılır. Kelebeklerden pieridae, papilionidae ve hesperidae familyasından olanlar,



akım çıkış çubukları



stator (indüvi), yumuşak demirden saclar



lycaenaların dişileri vb. altıayaklıdır. Kınkanatlıların larvaları arasında, dytiscusun larvası altıayaklıdır, vb.)



ELEKTRİK SANTRALI TÜRBÛALTERNÂTÖR’ü (TÜRBİN GÖRÜLMÜYOR)



ALTiBÖ LM ELİ sıf. Mim. Altı bölümden oluşan sivri kemerli çapraz tonoz için söylenir; tonoz, dört ana .ayağa ve iki yardımcı taşıyıcıya oturur. (Örneğin, Sens, Paris, Laon, Bourges katedrallerinin kare planlı ana şahın tonozları.) ALTID AN a. Hastanelerde perhizsiz hastalara etlisi tatlısıyla verilen tam ye­ mek. ALTIDEĞERLİ sıf. Anorg. kim. Değer­ liği 6 olan maddeler için kullanılır. ALTID İŞLİ sıf. Fizs. kim. Altı eşkonum yuvası bulunan bir bileşen için kullanılır. (Örneğin etilen diamin tetrasetat ya da EDTA.) ALTIGEN a. (türkç. altı ve yun. gonia açı’dan altıgen.) Geom. Altı açılı, dolayısıyla altı kenarlı çokgen. (Düzgün altıgenin kenarlarının uzunluğu, içine çizildiği çemberin R yarıçapına eşittir. Apotemi



R \ "3



ve tüm iç alanı



♦ sıf. 1. Bir altıgen biçiminde olan için kullanılır. —2. Tabanı altıgen olan şeyler için kullanılır. (Örneğin altıgen prizma.) ALTIHECELİ a. Ed. altıheceli dize. —ANSİKL, Türk edebiyatında İslamlıktan



sR



M



m



Iİ tonoz



altıhecel. önceki dönemden günümüze kadar şiir­ lerde; ayrıca atasözü, deyim, bilmece, tekerleme gibi folklor ürünlerinde de kullanıldı. Durakları şöyledir: 3-3, 4-2, 22,6 (duraksız).



4 6 2



A LT IK a. Dilbil. Üretici dilbilgisinde, derin yapıca içerilen fakat yüzey yapıda gerçekleşmeyen bir öğe için kullanılır. —Mant. Aristoteles mantığında aynı te­ rimlerden oluşan biri tümel, öbürü tikel önermeler arasındaki ilişkiyi dile getirir. ||Tek bir önerme sözkonusu olduğunda,ti­ kel önermenin tümele olan ilişkisini belittir. A L T IK L IK a. Mant. iki altık önerme arasındaki ilişki. A L T IK U L A Ç (Tayyar), türk din adşmı (Kastamonu 1938). İstanbul imamhatip lisesi ve Yüksek İslam enstitüsü'nü bitirdi. 1965'te aynı enstitüye asistan olarak atandı. Bir süre Bağdat Üniversitesi'nde arap dili üzerine araştırma yaptı. Kayseri, sonra da İstanbul yüksek İslam enstitüle­ rinde öğretim üyeliği yaptıktan sonra Di­ yanet işleri başkan yardımcılığına (1971), Din eğitimi genel müdürlüğüne atandı (1976), Milli eğitim bakanlığı Talim ve terbiye kurulu üyesiyken, Diyanet işleri başkanı oldu (1978). Yaklaşık sekiz yıl bu. görevde kalan Dr, Tayyar Altı kulaç, kendi isteğiyle emekliye ayrıldı (1986), Endülüs­ lü Ebu Şâme el-Makdisî’nin Kuran ve kı­ raat bilimiyle ilgili el-Mürşid ül-vecîz adlı eserinin tahkiki ile doktor unvanını alan Altıkulaç'ın aynı konuda kitapları ve çok sayıda yazıları vardır. A I.TILA M A a. Müz- ikili bir ölçüde, bir zamanın, 6 eşit süreli sese bölünmesi. A ltıla r g ru b u (Groupe des Six), genç fransız müzikçilerinin 1918'de Paris'te kurdukları birlik. Milhaud, Honegger, Auric, Poulenc, Durey ve Germaine Tailleferre’in üye olduğu birlik, Erik Satie’nin başkanlığında, debussycilere ve onların savunduğu yalınlığa karşı çıktr.



4%



Altılargrubu(soldansağa: GermaineTailleferre, Milhaud, Honegger, Durey, PoulencveAuric[oturanj; arkada, ErieSatie; ortada, Marcelle Meyerj J.-E. Blanche’ıntablosu Giizel sanatlar müzesi, Rouerı Jean Cocteau, le Coq et l'Arlequin'de grubun sözcülüğünü yaptıysa da, her üye kendi özgün üslubunu korudu. Birlik, iki ortak yapıtta temel görüşlerini yansıttı: İes Maries de la tour Eiffel (1921) ve Albüm des Six. Jacques-Bnile Blanche, Satie'ye saygı adlı yağlıboya tablosunda, grup üyelerini betimledi.



A LT ILI sıf. Altı birim içeren şey için kullanılır. —Spor. Altılı ganyan, at yarışlarındaki şans oyunlarından biri. ♦ a. Ed. 1. Bentleri altı dizeli şiir. (Bk. ansikl.böl.) Müz. —2. Altı icracıdan oluşan topluluk. —3. Altı ses ya da çalgı için bestelenmiş yapıt. —4. Diatonik ıskalanın altıncı derecesi. —5. Diatonik ıskalada, altı dereceli aralık. (Majör altılı, 4 tam ve 1 yarım diatonik ton; minör altılı, 3 tam ve 2 yarım diatonik ton; eksilmiş altrlı, 2 tam ve 3 yarım diatonik ton; artık altılı, 4 tam ve 1 yarım diatonik ton ve 1 kromatik yarım-ton içerir.) —Bilş. Alfasayısal bir karakteri gösteren ve 64 olası değer alabilen 6 bitlik grup ya dâ bayt. —Oy. Üzerinde altı işaret olan iskambil kâğıdı. —ANSİKL. Ed. Divan şiirinde müseddes*, tesdis* gibi nazım biçimleri, halk şiirindeyse bazı yedekli mani*'ler, kavuştaklı türkü "'ler altılıdır. Yeni türk şiirinde batı şiiri örnek tutularak zaman zaman altılı biçim kullanılmıştır (örn. Mazi... Ati. Tevfik Fikret; Uludağ sokak satıcıları, Oktay Rifat). Bu yeni ürünlerde uyak dizilişi belirli bir kurala bağlı değildir. —Spor. Altılı ganyan, Türkiye Jokey kulübü'nün hazırladığı biletlerle oynanır. Biletin üzerinde 1'den 6 ’ya kadar, yanyana altı sütun yer alır. Her sütunda 1'den 22'ye kadar yukardan aşağıya doğru numaralanmış kareler vardır. Oyuncu, o yarış günü koşulacak ve bahis içine alınmış altı koşuda, birinci geleceğini tahmin ettiği atın taşıdığı numarayı, bilette aynı numaranın karşısındaki boş kareye, bir çarpı işaretiyle belirler. Aynı yarışta, istenildiği kadar at üzerine oynanabilir. Altı yarışta da seçilen atlar birinci gelirse, oyuncu bahsi kazanmış olur ve payına düşen ikramiyeyi alır. A L T IL IK sıf. Altı birimden oluşan ya da altı birim alabilen şey için kullanılır: Altılık kutu. Altılık dizi. ♦ a. Ed. Altı dizeli kıta. || Daha çok XIX. yy.’da, Batı'da kullanılmış çeşitli uyak dü­ zenlemeleri gösteren altı dizeli şiir. —ANSİKL. Ed. Altılık benzer dizelerden ya da değişik vezinlerden oluşur. Genellikle, üçüncü dizeden sonra bir durak vardır. Altılık, değişik düzenlemelere göre, ama kıtanın iki bölümünü sağlam bir biçimde birleştiren, iki ya da daha çok üç uyak üzerine kurulur. Düzenlemeler AABAAB, AABCCB ya da AABCBC şeklinde olur. A L T IL IK a. Gökbil. Aslan'ın güneyinde yer alan ekvatoral küçük takımyıldız; en parlağının kadiri 4,5 olan zayıf ışıklı yıldızları içerir. XVII. yy.’da Hevelius tarafından bulunmuştur. (->GÖKharitası.) [Eşanl. SEKSTANT.] A L T IL IK a. Nümısm. Mahmut II döneminde bastırılan bir gümüş sikke (1833). Beşlik "’lerden daha az karışık olan bu sikke, % 0,435 -0,440 ayarında, üç dirhem on üç kırat (12,228 gr) ağırlığındaydı. Gerçek değeri 206,5, geçerli değeriyse 240 para (altı kuruş) idi. Ön yüzde tuğra, arka yüzde darp yeri ve ta­ rihi vardı. Ayrıca üçtük" (üç kuruş, 120 para), altmışlık * (bir buçuk kuruş, altmış para) ve otuz" paralık'lar olarak da kesildi. Attflık'lar Abdülhamit II döneminde gerçek değerine düşürüldü (1879); bir süre sonra da piyasadan çekildi. ALTIN a. 1. Parlak sarı, yoğun, çok sünek, havadan, sudan etkilenmeyen ve ti­ cari değeri çok yüksek metal. (Simgesi Au olan kimyasal element.) [Bk. ansikl. böl. Anorg. kim.]. —2. Bu metalin başka me­ tallerle (gümüş, nikel, çinko vb.) kuyum­ culukta, dişçilikte, mücevhercilikte kulla­ nılan alaşımı: Sarı, beyaz, altın. 18 ayar altın. —3. Altından yapılmış para, sikke, lira: Sadrazam hazretleri üç altın bahşiş verdi. Cumhuriyet altını. (Bk. ansikl. böl Nümism.) —4. Takı: Bütün altınlarını sat­ tı. Geline altın takmak. —5. Altın babası,



çok zengin kimse. || Altın gibi kalbi var, iyi, dürüst, temiz kimselerden söz ederken kullanılır. || Altın keseği, yerden temiz kül­ çe halinde çıkarılan altın.\\ Altın kesmek, altın para basıyormuşçasına bol para ka­ zanmak. || Altın küpü, parası çok fazla olan, para biriktiren: inanmayın söyledik­ lerine, altın küpüdür o, hepimizi satın alır. || Altın sarısı, altın aibi kızıl sarı renk, bu renkteki şey için kullanılır. J| Altın topu, gü­ zel ve sağlıklı bebekler için söylenir. || Al­ tın yumurtlayan tavuk, iyi ve sürekli para getiren yer, iş, kimse: O küçücük dükkân aile için altın yumurtlayan tavuktu. || Altı­ na batmış, gösteriş için görgüsüzce altın takıp takıştırmış kadın için söylenir. |j Altı­ na yapışsa, altın tutsa toprak olur, altına yapışsa, altın tutsa bakır kesilir. "Yapmak istediği her işte başarısızlığa uğrar, talihi tersine döner" anlamında söylenir. —ikt. Altın bloku, 1934’te Fransa, Belçi­ ka, İsviçre, Hollanda tarafından, uluslar­ arası piyasada birbirinin parasını destek­ lemek ve aralarındaki ticareti geliştirmek amacıyla kuruldu. Blok, 1935’te Belçika' nın parasının dış değerini düşürmesi üze­ rine dağıldı. || Altın bonoları, genellikle hü­ kümetçe çıkarılan, faizi ve ana parası al­ tınla ödenen tahvil. |j Altın piyasası, ma­ deni altın, altın sikke, ya da külçe altın ti­ caretinin yapıldığı piyasa. |j Altın rezervi, banknotların serbestçe altına dönüştürülebildiği altın standardına bağlı bir ülke­ de, banknot ihraç eden bir bankanın tut­ tuğu altın sikke ve külçe altın stoku. Al­ tın rezervi, günümüzde, uluslararası öde­ melerde bulunmak amacıyla tutulmakta­ dır. —Mad. oc. Altın arayıcı, altın pullarını çı­ karmak için alüvyonları yıkayan zanaatkâr. —Metalurj. Altın balzamı, yaldızcıların al­ tın varakları yapıştırm ada kullandıkları balzam. || Dövme varak altın, yaldızcılık­ ta kullanılan, yapra k haline getirilm iş al­ tın. || indirgenmiş altın, bir hidroklorik ç ö ­ zeltisiyle indirgenerek elde edilen biçim ­ siz toz altırt. || Kavat altını, boyam a ya da yazm a işlem lerinde kullanılan altın. || Kır­



mızı, pembe, sarı, yeşil altın. (Bk. ansikl. böl.) || Kokulu altın, d ö vü ld üğ ü n de çatla­ yan ya da parçalanan altın. || Laboratu­ var altını, bir cevherin çözüm lenm esi sı­ rasında elde edilen arı altın || Mıskalalanmış altın, m ıskalayla parlatılmış altın. — Miner. Altın suyu, k r a l * SUYU'nun eşanlamlısı. |j Argental altın. ELEKTRUM’ un eşanlamlısı.



—Tıp. Altın tedavisi, altın tuzlarının teda­ vi amacıyla kullanılması. —Tic. huk. Altın koşulu, bir sözleşmede borcun, ödeme tarihindeki altın değerine göre belirlenmesi. |j Altın değeri, bir şe­ yin altına çevrilebilir bir para birimi ile be­ lirlenen değeri. ♦ sıf. 1. Kuyumculukta, süslemecilik­ te. dişçilikte vb., altın alaşımlarından ya­ pılan şey için kullanılır: Altın yüzük. Altın yaldızları dökülmüş bir minyatür. Altın diş. —2. Olağanüstü değerli, önemli şey için kullanılır: Altın gol. Takımımız iki altın pu­ an aldı. Altın sesli sanatçı. —3. Şrs. Altını çağrıştıran parlak sarı renk, ışık için kul­ lanılır: Altın saçlı başını omuzuna dayadı. Güneşin altın ışıkları. Altın renkli yaprak­ lar. —4. Altın adı pul oldu, kız adı dul ol­ du, “ kötü davranışlarından ötürü temiz ta­ nınan kişiliği lekelenerek saygınlığını yitirdi" anlamında söylenir. || Altın adını bakır etmek, ününü, iyi adını yaptığı uy­ gunsuz işlerle kötüye çevirmek: O işten sonra altın adını bakır etmiş, herkesin gü­ venini yitirmişti. |! Altın beşik, iki kişinin, bir eliyle kendi bileğmi, ötekiyle karşısında­ kinin bileğini tutarak, bir başkasını taşı­ mak üzere oluşturduğu yer. || Altın bile­ zik, her zaman için geçerli, para getiren sanat ya da meslek. || Altın çağ, bir uy­ garlığın mutlu dönemi, belli bir alanda üretimin parlak olduğu dönem: Antik uy­ garlığın altın çağı. Sessiz sinemanın altın çağı. Karaborsanın altın çağı. || Altın le­ ğene kan kusmak, varlık içinde dertli ve



altın mutsuz bir yaşam sürmek. |j Altın yıl, evli­ liğin ellinci yıldönümü. —Dişç. cerr. Altın dolgu, bir dişte eksik olan kısmın, yumuşak altından küçük çu­ buklar yerleştirilip tokaçlanarak doldurul­ ması. (Bu teknik küçük oyuklar için kulla­ nılabilir, daha büyük dolgular kalıba dö­ külmüş altınla yapılır [inlay ya da onlay].) || Altın seramik, doğrudan doğruya özel altından kalıplanmış bir iskelet üzerine dö­ külen pişmiş seramikten oluşan sabit pro­ tez (tek diş kaplama ya da köprü). —Hat. Altın cetvel, yazma kitaplarda, yazı çevresine altın yaldızla çekilen çizgi. —Mim. Altın oran -» ORAN —Müc. Altın taş, yeşil altın renginde de­ ğerli bir taş. (-» KRİZOLİT.) —Sey. oy. Altın top, ÇEVGAN* ya daÇEVGEN’in eşanlamlısı, —Spor. Altın kemer, güreş ve boksta şampiyonlara verilen kemer. (Bk. ansikl. böl.) || Altın madalya, spor ödülü. (Bk. an­ sikl. böl.) —Süslem. sant. Altın varak, çekiçle dö­ vülerek zar inceliğine getirilmiş altın (Bk. ansikl. böl.). |j Altın yaldız, altın varaklar ya da kimyasal yöntemlerle yapılan altın bezeme (Bk. ansikl. böl.) —Teknol. Altın yaldız tozu, çok ihce altın varak parçacıkları; bunlar, bronz ya da gümüşü ateşte yaldızlamak için cıvayla amalgam halinde kullanılır. —ANSİKL. Anorg. kim. Elde etme kolay­ lığı, parlak rengi, etkilenmezliği-, kolay iş­ lenmesi ve ender bulunması altının en de­ ğerli metal sayılmasına neden olmuş­ tur. Dövülmeye ve haddelenmeye en elve­ rişli metal altındır; 1/10 000 milimetre ka­ lınlığında yaprak haline getirilebilir; bu in­ celikte altın yaprak yeşil bir ışık geçirir. Yu­ muşak olduğundan bazı alanlarda baş­ ka metallerle (Cu, Ni vb.) yaptığı alaşım­ lar kullanılır. • Kimyasal özellikleri. Altın elektrokimyasal anlamda bir soy metal olmasına kaışın, tümüyle yansız da değildir. Sıcaklık ne olursa olsun havadan etkilenmez, ama klor ve bromla tepkimeye girer, cıvada ise çözünür. Tek başına hiçbir asit altını etki­ leyemez, ama hidroklorik ve nitrik asitle­ rin karışımından oluşan kral suyunda çö­ zünür. Temel tepkimelerinden birkaçı aşağı­ daki şemayla özetlenebilir: AuF(



verir ve çökelek alkali sülfürlerde çözünür. Ayrıca sözkonusu tuzlar demir II sülfatla eflatun renginde kolloidal bir altın çöke­ leği oluşturur. Atom sayısı: 79 Atom kütlesi: 196,97 Özgül kütlesi: 19,3 g/cm3 Erime sıcaklığı: 1 064°C Kaynama sıcaklığı: 2 807°C Yükseltgenme dereceleri: +1, +3 Elektron biçimlenmesi [2, 8, 18, 18, 8] 4 f'‘*5d106s1 İzotopları: 189’dan 203’e Doğal altın !97Au: °/o 100 —Eczc. Simyacıların "içilebilir altın” ından bu yana insanlar altına değişik tedavi edi­ ci etkiler yakıştırdılar. XVII. ve XVIII. yy.'larda, Helvetius'un "altın tentürü” , Blegny’nin "altın şurubu” ve general de La Motte'un "altın damlaları” (daha baş­ kaları da var) altın tedavisinde büyük ba­ şarı elde ettiler. XX. yy.'ın ilk yarısında, şı­ rınga edilerek tüberküloz tedavisinde kul­ lanılan altın tuzları yeniden ilgi uyandırdı. Elektriksel ya da kimyasal yolla elde edi-



dir. Öte yandan, başka maden ocakların­ dan gelen metaller (gümüş, elektrolit arıt­ ma çamuru, kurşun, bakır, nikel) arıtılırken de altın elde edilebilir. • Üretim. Altınlı kumlan yıkama yöntemi, çamurla altın arasındaki büyük yoğunluk farkına dayanır; altın arayıcılarından ka­ lan bu yöntem günümüzde terk edilmiş­ tir. Altın içeren cevherlerse önce parça­ lanır, sonra öğütülür. Elde edilen hamur çoğunlukla yüzdürme yoluyla zenginleş­ tirilir. Ardından cıvaya bulanmış bakır yaprakları üstünde amalgamlama işle­ minden geçirilir. Elde edilen amalgam da­ mıtılarak altın ayrılır ve cıva yeniden çev­ rime sokulur. Fakir cevher ve amalgam artıklarıysa, siyanürleme işlemiyle değer­ lendirilir. Artık hamur hava eşliğinde sod­ yum siyanürle işlenir ve oluşan sodyum aurosiyanür önce süzülür, sonra çinkoy­ la tepkimeye sokularak altının çökmesi sağlanır. Kimi cevherlerse (tellürürler) yükseltgeyici önkavurma işleminden geçiri­ lir. Amalgamlama ya da siyanürlemeyle el­ de edilen altının arıtılması gerekir. Altının bileşiminde hemen her zaman yer alan gümüş ise elektrolizle ayrılır.



çalkalama öğütülm üş ve deriştirilm iş cevher hamuru



atıklar



döner süzgeç



arındırıcı



basınçlı süzgeç



sıkıştırılmış hava



hamur + çinko çözeltisi



[kavurma fırını ark fırını



vakum pompası



külçe dokumu (% 90 altın, % 10 gümüş)



kavurma arıtmaya doğru



X , ( C I „ B r 2) Au2X6 < --------Au



463



havasını alma



A u 20 ,



150 °C kral suyu OH HAuCI
Acı G o lle r. A M E R B A C H (Bonifacius), isviçreli hukukçu (Basel 1495-ay.y. 1562). içinde Holbein’ın yaptığı portresinin (1519) de yer aldığı sanat koleksiyonları, Basel müzesi’ni oluşturan en değerli parça­ lardır. A M E R İA . Tar. coğ. Anadolu'nun Kappadokia bölgesinde küçük yerleşme; Sebasteia’nın (Sivas) yakınında. Pers döneminde Men Pharnakes’in, Roma dönemindeyse Selene’nin tapınım yeriy­ di. Australia (solda) ve Freedom



(gelecekteki şampiyon) 1980 America kupası yarışlarında



Am erica, gulet yelkenleriyle donatılmış amerikan yatı. 1851 yılında Covves’a uğradığında teknenin sahibi, İngiliz



yatçılarına meydan okuyarak VVİght adası çevresinde bir yarış önerdi. 22 ağustosta kraliçe Victoria'nın koyduğu kupayı Ame­ rica kazandı. America's Cup (America kupası) adı verilen bu kupa New York Yacht Club’de korunur ve dört yılda bir amerikan sularında yapılan yat yarışlarında ortaya konur. Bu yarışma, yat yarışlarının en ünlülerinden biridir. Am erican Airlines İncorporatad (AAİ), 1930’da kurulan ve 1934'te, bugünkü adıyla örgütlenen amerikan havacılık şirketi. Önemli bir iç hatlar şebekesi vardır (Kanada ve Meksika’ya da sefer yapar). Genel merkezi New York'tadır Am erican Baiieî Th e a tre , Lucia Chase* ile Rıchard Pleasant (1906-1961) tarafından 1939'da New York’ta kurulan ve ilk kadrosu, Mordkin* balesi dansçılarının çoğunu kapsayan amerikan bale topluluğu Ballet Theatre’ın 1957’den sonraki resmi adı. Kurulduğu sıralarda, 14’ü zenci, 19’u İspanyol olmak üzere yüz kadar dansçısı olan topluluk, bazen dansçı olarak da görev alan sürekli koregraflarla anlaştı, ilk gösterilerini 1940’ta, New York’ta verdi. 1945'te, yönetim L.Chase ve Oliver Smith*’e geçti; Anthony Tudor*, 1946'da sanat yönet­ menliğine getirildi. 1947’ de kurulan Ballet Theatre Foundation adlı vakıf, topluluğa parasal sorunlarını çözme olanağı sağladı. Kurumun Bailet Theatre School adını taşıyan okulu 1951 ’de açıldı; 1957’de de Ballet Theatre VVorkshop adlı stüdyo kuruldu. 1959-60 yıllarında etkin­ liklerine ara veren topluluk, 1962’de mer­ kezini VVashington’a taşıdı, sonra yeniden New York’a döndü (1964). 1972'de, American Ballet Theatre School’un en iyi öğrencileriyle R. Englund’ın yönetiminde Ballet Repertory Company adlı bir toplu­ luk kuruldu. Leningrad Kirov balesiyle çıktığı turne sırasında Batı’ya sığınan Mihail Barışnikov, 1980’de American Ballet Theatre’ın başına getirildi. • ilk kez American Ballet Theatre’ın sahnelediği balelerin başlıcaları. 1941: Pas de quatre (A. Dolin), Bluebeard (M. Fokine); 1942: Pillar of fire (A.Tudor); 1944: FancyFree{J. Robbins); 1948: Fail River Legend (A. De Mille); 1952: Winter’sE ve (K. MacMillan); 1957: The Maids (H. Ross); 1960: Lady form the Sea (B. Cullberg); J. Robbins; 1967: Harbinger (E.Feld); 1970: The River (A. Ailey); 1972: Bitmemiş senfoni [P. Van Dijk]; 1975: The Leaves Are Fading (A.Tudor); 1976: Push Comes to Shave (T. Tharp). Am erican Cyanam ld Com pany, amerikan kimyasal ürünler şirketi; 1907'de Niagara Falls'ta, ünlü çavlanların su gücünden yararlanarak kalsiyum siyanamit üretimi yapmak için kuruldu. Daha sonra, bazı şirketlerle birleşerek ya da onları bünyesine katarak güçlü bir endüstri kuruluşuna dönüştü. 15 bilimsel araştırma merkezine sahip olan şirket bugün gübre, yapay lif, eczacılık ürünleri ve boyarmaddeler üreten yaklaşık 100 kadar işletmeyi denetlemektedir. A m e ric a n E x p re s s C o m p a n y , dünyanın en büyük amerikan şirketi; hiz­ met sektöründe etkinlik gösterir. 1839 yılında, bir Amerikalı, ülkenin batısında bulunan bir grup İşadamına gönderilen para ve belgeleri bir çanta içinde taşıyarak işe başlamıştı. 1850’de iki raki­ bi ile birleşerek American Express Company’yi kurdu. 1891 ’de şirket, parasal İşlemlerde devrim yaratacak olan ' ’traveller’s cheque"i (seyahat çeki) piyasaya çıkardı. Birinci Dünya savaşı sırasında, Avrupa'da savaşan İngiliz ve amerikalı as­ kerlere gönderilen kolileri toplama ve dağıtma İşlerini üstlendi. 1915’te seyahat hizmetlerini başlattı. Bugün de, şirketin başlıca şubeleri, sigortacılık, uluslararası bankacılık, seyahat acenteliği alanlarında etkinlik göstermektedir.



Am erican Federatlon of Labor -Congress of İndustrial Organization* (AFL-CİO), amerikan sendika örgütü. 1886'da, Samuel Gompers tarafından, İngiliz trade-'union’ları mode­ line göre ve bir meslek grupları federas­ yonu olarak kurulan American Federati­ on of Labour, kapitalist rejimin toplumsal ve iktisadi yapılarını eleştiri konusu yap­ madan reformcu bir sendikacılık siyaseti uygulamaktadır. 1914’te 2 milyon olan üye sayısını birkaç yılda iki katına çı­ kardı. Ama, 1935’te, AFL'nin sanayi sendikalarının temelli bir yapıya kavuşturulmasından yana olan bazı AFL mensupları, madencilerin yöneticisi John Levvis'in önderliğinde örgütlenerek Committee for industrial Organizations’ı (CİO) kurdular. Kasım 1938’de Committee, AFL İle bütün ilişkisini keserek Congress pf industrial Organizations adını aldı, ikinci Dünya savaşı arefesinde CİO’nun 3,7 milyon, AFL'nin ise 4,2 milyon üyesi vardı. 1955’te, AFL ile CIO uzun görüşmelerden sonra birleşerek AFL -CİO’yu meydana getirdiler.Bu durumda tüm örgüt, 16,5 milyon üyeyi, yani ABD’ deki sendikalı işçilerin % 90’ını çatısı altında toplamaktadır. Am erican Geographlcal Soclety, ABD’deki coğrafya derneklerinin en es­ kisi; 1852’de New York’ta kurulmuştur. The Geographical Revievv'yu, Research Serıes’i ve aylık bir bülteni (Focus) yayımlamakta, önemli harita yapıtları da basmaktadır. Am erican Legion, 1917-18 ve 1941 -1945 dünya savaşlarına katılmış eski mu­ hariplerin örgütü. Avrupa’ya gönderilmiş amerikan birliği askerlerince 1919’da Pa­ ris'te kuruldu. Merkezi VVashington’dadır. Örgüt, ABD anayasasını savunmayı, savaş alanında can vermiş amerikan as­ kerlerinin anısını yaşatmayı ve ulusal duy­ guyu geliştirmeyi amaçlar. am erican selllng price, ABD’de it­ hal mallarına uygulanan gümrük resmine verilen ad. (Bu gümrük resmi, eşdeğer bir amerikan malının satış fiyatına göre hesaplanır.) Am erican Toiophono and Te le graph C om pany (AT&T), amerikan telekomünikasyon şirketi. 1885'te kurul­ du. Şubeleriyle birlikte "Bell System" adıyla bilinen bütünü oluşturur. Dünyadaki kamu hizmetleri kuruluşlarının en büyüğüdür ve ABD’de hizmet veren tüm telefonların yaklaşık yüzde 80’ini, ya­ ni 133 milyonu aşkın telefonu denetler. Şirkette 984 000 görevli çalışmaktadır. 3 milyonu aşkın kişinin hisseleriyle oluşan sermayesiyle, kamu ortaklığı türünün iyi bir örneğidir. Araştırma laboratuvarlarında birçok buluş (teyp, transistor, teleko­ münikasyon uyduları) gerçekleştirilmiş­ tir. Am erican To b a c co , 1885'te. Durham’da kurulan amerikan şirketi. Daha XX.yy.’ın başında, güçlü bir tekel haline geldi ve tek başına ABD'nin sigara ihtiyacının % 82’sini, pipo tütününün % 71'ini ve enfiyenin % 92’sini karşılar ol­ du. 1911 ’de, tröstlere karşı çıkarılan kanun, şirketi, işlerinin büyük bir kısmını tasfiye etmek zorunda bıraktı ve böylece ana şirketten bağımsız ve ona rakip birtakım şirketler ortaya çıktı: R.J. Reynolds To­ bacco Co.,Ligget and Myers, P. Lorillard Co, United Cigar Stores, British-American Tobacco, vb. A M E R İC A N O a. (fr. söze.).Bitter ve ver­ mut karışımına soda ve limon kabuğu katılarak yapılan kokteyl. A M E R İK A , dünyanın altı kıtasından bi­ ri; yüzölçümü 42 milyon km2; yaklaşık 620 milyon nüf. Üç büyük parçaya ayrı­ lır: kıtanın büyük bölümünü oluşturan Ku­ zey Amerika ve Güney Amerika ile, bun­ ları birbirinden ayıran kıstak (bazı coğraf-



SI lawrençead.



a d aları Seward yrad P a rry adi.



Pribilof adaları McKinley d. Victoria



Alaska yrad.



Farvel br.



Ungava yrad.



Alexander takımadaları Kraliçe Charlotte adi.



Selcher adi.



Nevvfounland VVaddington d. SI. Pierre ve Miquelon (Fr)



W innipeg g ölü



V a n co u ve r ad.



Cape Breton ad. P rin ce E d w a rd ad. S ü p e r/o r



'^göiü -> Hût;on In ta rio



Harney c,. havzası * W hitneyd.%



Mohave



%■ > "



CapeCod



Büyük



\*Q- havza ' «18° 6° »



g.



M ichigan



çölu ___



Ha ite ras br.



ColQ’ C olorado p la to su



Sonora . E dw ard p la to s u



Florida



Vü/c. < p la to la r



S a b le br.



Ca C a lo ch e br. Las Tres Marias



Yucatan P opocatepetl



2A A 5700



" J a m a ik a



Tehuantepec-



Orizaba ■o



A NTİ LLE R



Aısrağ/



D E N İ Z İ



Panama kapalı



Fairbanks



A n c h o ra s



% &P anam i '.kor.



WW tehorse w n ite h o rs e .Yellovvknife



eşyükM ltl eğrileri: 20C..500 1000.2000 3000



F ort Neison Prince R upert*



Churchill Schefferviite



Nevvfounland S t- J o h n s



F^edericton /r , H a iifa x ( S t-Jean Augusta lo s to n



L o s A n g e le s S. D le g o % ^ T iju a n a / M e x ic a li J a c k s o n v il le



D OM İNİK CUMH.



I A İT , p o r t.



-



{g ?



,



»



S t. D o m in g o



a u - P rin c e GRENADA



yacılara göre, Antil adalarıyla birlikte), ya­ ni Orta Amerika. fiziksel coğrafya



Amerika, K'den G.’e doğru en çok ya­ yılan (Grönland’ın kuzeyinde 83°K., Horn burnunda 56°G. enlemi) kıtadır. Sınırları çok belirgindir: B.'da Büyük okyanus, D.'da Atlas okyanusu, K.’de Kuzey Buz denizi, G ’de Güney Buz denizi. • Yüzey şekilleri. Gerek Kuzey Amerika’ da, gerek Güney Amerika’da yapı ve yü­ zey şekilleri bakımından K.’den G.’e doğ­ ru, üç büyük birim uzanır. B.’da genç dağlar, Alaska’dan Ateş ülkesi’ne kadar yaklaşık 20 000 km boyun­ ca yayılır. Yükseltileri büyüktür. Bu dağ­ lardaki (genel bir adları yoktur ve Kaya­ lık dağlar Kuzey. Amerika’daki dağların yalnızca bir bölümüdür) en büyük yüksel­ tiye Alaska’da rastlanır: McKinley dağı. Güney Amerika’da, And sıradağları en yüksek noktaya, Arjantin’de, Aconcagua’ da (6 959 m) erişir. Dağlar, çoğunlukla, çifte yaylar çizerek daha küçük dağlarla bölmelere ayrılmış olan geniş platoları ya da ovaları kuşatır (ABD’de Büyük havza, Meksika yüksek platosu, Bolivya yüksek ovası); ayrıca büyük tektonik çukurlara da rastlanır (Kaliforniya’daki [ABD] Death Valley). Sözkonusu dağların büyük bölü­ mü, Kuzey Amerika’da ikinci Zaman’da (Laramie dağoluşu), And dağlarında Üçüncü Zaman sonlarında ve Dördüncü Zaman’da yükselmiştir. Kıvrımlar Kuzey Amerika’da belirli ölçüde önemli olduğu halde, yanal hareketlerin ikinci derecede rol oynadığı And sıradağlarında, çökellerle örtülü olan ya da olmayan eski temel parçalarını yükseklere çıkaran granit sokulumları ve düşey hareketler, birinci de­ recede önemlidir (büyük yükseltilerdeki hafif dalgalı yüksek yüzeylerin yaygınlığı bununla ilgilidir). Dağoluş hareketiyle bir­ likte oluşan yanardağ etkinliği, geniş böl­ geleri (ABD’de Columbia platoları) etkile­ miştir. Günümüzdeki yanardağ etkinliği yalnızca And dağlarında ve Orta Ameri­ ka’da önemlidir. Bununla birlikte, Kuzey Amerika’da bazı büyük kırıkların (San Andreas kırığı) zaman zaman oynaması, depremlere yol açar (San Francisco, 1906). D.’da daha az yüksek, daha basık dağ­ lar yer alır. Kuzey Amerika’da, Apalaşlar (Mitchell dağında 2 037 m) Nevvfoundland’dan Alabama’ya kadar uzanır. Birin­ ci Zaman’da kıvamlanmış, sonradan aşın­ mayla düzleşmiş olan bu dağlar Kretase devrinde yeniden yükselmiştir, horstlar oluşmuştur (Blue Ridge); aşınma yüzey­ lerinin farklı gereçler üzerinde uzandığı yerlerdeyse, aşınmanın yeniden başla­ ması, dirençli kayalardan oluşan çıkıntı­ ların (“ Apalaş tipi" diye nitelenen yüzey şekli) belirmesine yol açmıştır. Saint Lawrence ırmağının K.’inde, Laurent dağla­ rı, Kanada kalkanının yükselmiş kenarını oluşturur. Güney Amerika'da, Guyanalar kalkanının en yüksek noktası, yaklaşık 3 000 m’dir, Brezilya kalkanının yüksel­ miş ve kırılmış doğu kenarı (Serra do Mar horstu, Paraiba vadisi grabeni), Atlas ok­ yanusu kıyısındaki ovalara sarp yamaç­ larla iner; batı aklanı tatlı eğimlidir. Bu sı­ radağlar arasında ovalar ve platolardan oluşan alçak bir bölgede büyük ırmaklar (Mississippi, Mackenzie, Amazon, Para­ na) bulunur. Kambriyumöncesi kalkanlar, Kanada'da, Amazon ve Orinoco ırmak­ ları arasında (Guyanalar kalkanı) ve rio Madeira ile Atlas okyanusu arasında (Bre­ zilya kalkanı) yüzeyde görünürler. Geri kalan kesimlerde, kalkanlar, deniz ya da kara tortullarıyla örtülüdür: Apalaş platosunun Birinci Zaman kumtaşları ve kireçtaşları (kalınlıkları 5 km'yi bulur). Chaco ve Pampa birikim ovasında, Birinci Zaman’dan Dördüncü Zaman’a (rüzgârla büyük ölçüde gereç taşınma dönemi: ya­ nardağ külleri) kadar çeşitli dönemlerde oluşmuş tortullar yer alır. Farklı dirençte­



ki tortul oluşukların temasını, bazen kuestalar belirler. Kuzey Amerika'da Dördün­ cü Zaman inlandsis’leri, buzultaşlar ve buzul gölleri (Büyük göller) bırakmışlar­ dır. • iklim ve bitki örtüsü. Kuzey Amerika bü­ yük bölümüyle ılıman kuşakta, Güney Amerika daha çok tropikal kuşakta yer alır. Dağların K.'den G.’e doğru uzanması okyanus etkilerinin iç kesimlere ulaşma­ sını engeller, buna karşılık kıtanın orta ke­ simindeki oluk, hava kütlelerinin K.’den G.’e ya da G.'den K.’e doğru dolaşımını kolaylaştırır. Kış mevsiminde, soğuk ve kuru kutup havası, Kuzey Amerika’da çok aşağılara kadar iner, bazen Florida’daki turunçgil tarımına zarar verebilir. Atlas ok­ yanusu kıyısı yakınında kar örtüsü kalın­ laşır; buraları, soğuk Labrador akıntısının etkisiyle daima soğuktur: Napoli ile aynı enlemde olan New York, çok kez kar yı­ ğınlarıyla kaplanır. Yazın, Atlas okyanu­ su kökenli yarıtropikal yüksek basınçlar, ABD'nin orta ve doğu kesimlerini kapla­ yarak, mısır tarımına elverişli sıcaklıkları ve nemliliği getirir. Kuzey Amerika’da bitki örtüsünün kuşaklar halinde sıralanması, sıcaklık farklılıklarını yansıtır: K.’den G.'ye doğru gidildikçe tundra, kozalaklılar ku­ zey ormanı, karışık orman (Apalaş dağ­ larının güneyinde yarıtropikal türlerle zen­ ginleşir) birbirini izler. ABD’nin orta kesi­ mindeki çayırlar, Kayalık dağların eteğin­ deki yüksek ovalarda yerini bozkıra bıra­ kır. Dağların Büyük okyanus yamacında, Büyük okyanus ılık akıntısı, ılıman okya­ nus ikliminin Alaska’ya kadar uzanması­ nı sağlar; bol yağışlı batı yamaçlarında çok sık kozalaklılar ormanları (Kaliforniya’ da sekoyalar) vardır. Yazın yağmurları engelleyen Kaliforniya soğuk akıntısının yaladığı Güney ve Orta Kaliforniya’da, doğu kıyılarında rastlanmayan Akdeniz ti­ pi iklim egemendir. Batıdaki dağlarda, ik­ lim fönün etkisiyle kuraklaşır, hatta güne­ ye doğru çölleşir (kuytu yamaç çölleri, Arizona'daki kaktüslü çöller). Aynı bakı karşıtlıklarına, çok daha dar olan ılıman Güney Amerika'da da rastla­ nır. Şili’nin güney kesiminde, And dağla­ rının batı yamacı, Büyük okyanus’un yu­ muşak ve nemli havasını alır (bol yağış­ lar, sık aravkarya ormanları). 32° - 38° G. enlemleri arasında, Şili kıyısında Akdeniz tipi iklim egemendir. Daha kuzeyde, Humboldt soğuk akıntısının etkisiyle ku­ raklık (Peru’da 6° 30' G enlemine kadar ulaşan kıyı çölü) ortaya çıkar. Atlas okya­ nusu kıyısında, Kuzey Amerika'da oldu­ ğu gibi, ılıman iklim yarıtropikal iklimle doğrudan sınırdaştır. And dağlarından esen rüzgârları alan Patagonya, fönün et­ kisiyle kuraktır (Pampa'da çayırlara dönü­ şen bozkır); Patagonya’nın soğuk hava­ sı, Brezilya’nın güneyine kadar uzanır (buna "pampero" denir). Tropikal Amerika’da, dönenceler ara­ sı cephenin hareketleri, uzunlukları bölge­ lere göre değişen bir kurak mevsimle bir yağışlı mevsimin nöbetleşmesine yol açar; engebeler, mevsimlik karşıtlıkları daha da artırır (rüzgâraltı yamaçlar daha kuraktır). Yağışların en bol ve yıl boyun­ ca en iyi biçimde dağılmış olduğu kesim, hepyeşil büyük ekvator ormanıyla örtülü­ dür (Amazon bölgesi). Amerika’da, Afri­ ka'da olduğu gibi kuşak halinde büyük çöller yoktur; çünkü kara buna yetecek kadar geniş değildir (Büyük Sahra Antil adalarıyla aynı enlemdedir). insan coğrafyası ve iktisadi coğrafya



Amerika, bütünüyle az nüfuslu bir kıta­ dır, ama nüfusunun dağılımı eşit değildir: Kanada'nın kuzeyi ve Amazon bölgesi hemen hemen boştur; Megalopolls’deyse km2'ye 100-200 kişi düşer. Genel ola­ rak kıyı bölgeleri, iç kesimlere oranla da­ ha kalabalıktır (tek önemli kuraldışı du­ rum, Orta Meksika'daki yüksek platolar­ dır). Ama Kuzey Amerika’da Atlas okya­ nusu cephesi, Büyük okyanus cephesi­



ne oranla çok daha yoğun nüfusludur; Güney Amerika'daysa, iki cephedeki nü­ fus, daha dengelidir. Ayrıca, Kuzey Ame­ rika’nın batı kesimindeki kurak, hatta ço­ rak dağların ıssız olmasına karşılık, tropi­ kal And’larda yoğun bir nüfus vardır. Kolomböncesi dönemde, And dağları ve Orta Meksika'daki yüksek platolar nü­ fusun en yoğun olduğu iki kutbu oluştu­ ruyordu. Kıtanın geri kalan kesimi, bilindiği ka­ darıyla, aşağı yukarı boştu, ispanyollar’ ın kıtaya yerleşmeleri Kızılderililer’i kırıp geçirdiğinden (savaşlar, salgın hastalık­ lar, kölelik), Amerika nüfusunun bugün­ kü özelliklerini, daha çok AvrupalIlar be­ lirledi: beyazlar büyük ölçüde egemendir. Yalnızca Bolivya’da, Kolomböncesi dö­ nemde yaşayanların soyundan gelme Kı­ zılderililer çoğunluktadır. Kuzey Amerika, fransızca konuşan KanadalIlar dışında, anglosakson ve protestandır; ayrıca al­ man ve İskandinav kökenli önemli azın­ lıklar vardır. Güney Amerika halkıysa, bü­ yük ölçüde İspanyol ya da portekiz (Bre­ zilya’da) kökenli ve katoliktir. Güney Amerika'da ırk karışmaları hoş görülmüştür. Beyazlar, Kızılderililer ve zenciler (Afrika’dan getirilmiş kölelerin so­ yundan gelenler) arasındaki melezleşme­ ler, Latin Amerika halkının bir özelliğidir. Kuzey Amerika’da "melting-pot" (karış­ ma potası), yalnızca Kızılderililerin eşit ol­ mayan bir biçimde dağıldıkları toprakla­ ra ilk ayak basan Kuzey-Batı Avrupa kö­ kenli nüfus için geçerlidir. XIX. yy.'ın so­ nunda kitle halinde kıtaya göçen latin kö­ kenliler, bu potaya karışma konusunda büyük güçlük çekmişlerdir. Günümüzde Kuzey Amerika'ya göçen Latin Amerika­ lılar ise (Porto Rikolular, MeksikalIlar) top­ lumun en alt düzeyindeki işlerde çalış­ makta ve zencilere karşı hâlâ sürdürül­ mekte olan (kamu yetkililerinin zencileri toplumla bütünleştirme çabalarına karşın) ırk ayrımına benzeyen bir ayrıma konu-ol­ maktadır. iktisadı büyük ölçüde gelişmiş olan Ku­ zey Amerika, yaygın biçimde kentleşmiş (nüfusun % 75'i kentlerde yaşar) ve sa­ nayileşmiştir; yaşama düzeyi yüksektir. Güney Amerika ve Orta Amerika ise, az­ gelişmişlikten kurtulmaya çalışmakta, ama hızla ilerleyen nüfus artışları (birçok ülke­ de yılda °/o 3’e yakın nüfus artışı) bu ça­ baları önemli ölçüde engellemektedir. Köylerdeki ve kentlerdeki halk yığınları (Güney Amerika, Üçüncü Dünya ülkeleri arasında kentleşmenin en çok geliştiği bölgedir; nüfusun yarısından çoğu, bü­ yük bölümü gecekondu semtlerinde ol­ mak üzere, kentlerde yaşar).eksik istih­ dam, işsizlik, yoksulluk içinde kıvranmak­ tadır. Kuzey Amerika’da da azınlıklar (zenciler, Latin Amerika köke 'iler vb.) yoksulluk çeker; ama varlıklı ve nüfus ar­ tışı ne çok az, ne de çok fazla olan bir top­ lumda küçük öbekler oluşturduklarından, sorunlara yol açmazlar. Kuzey Amerika’nın gelişmesi, çok sa­ yıdaki doğal kaynağa dayalıdır. Akarya­ kıt rezervleri, uzun süredir işletildikleri ve tüketim çok fazla olduğu için tükenmeye yüz tutmuştur; fakat, Athabasca’nın (Ka­ nada) bitümlü kumlarındaki ve Colorado' nun bitümlü şistlerindeki rezervler, dün­ ya petrol rezervleri toplamından büyük­ tür; kömür rezervlerininse, daha birçok yüzyıllık tüketimi karşılayacağı hesaplanı­ yor. ABD ya da Kanada (çoğunlukla her ikisi) akaryakıt, kömür, uranyum, demir, bakır, kurşun, çinko, amyant, nikel vb. alanlarda dünyanın başlıca üreticileri ara­ sındadır. Latin Amerika’daysa, bazı ülke­ lerde yeraltı kaynaklarının az olmasına karşın (hiç değilse, günümüzdeki arama düzeyinde) diğerleri, azımsanmayacak bir ya da birkaç maden kaynağına sahip­ tir: hidrokarbon (Meksika, özellikle de Ve­ nezuela), bakır (Şili), demir (Brezilya), bok­ sit (Jamaika ve Surinam),vb. Ama bu kay­ naklar çok uzun bir süre gelişmiş ülkeler (özellikle ABD) tarafından ihraç edilmiş,



SUBARKTIK KUŞAK



KIYI



YARI KARASAL BÖLGELER



KARASAL BÖLGELER



BÖLGELERİ



SUBARKTIK L>



KUŞAK



L> rin i]



m m *,



kapalı kozalaklı karışık orman



ILIMAN



seyrek k tundra



- * küçük yapraklı ağaçlı



\L ,



L>



i £



£ J büyük yapraklı ağaçlı



buyul yapraklı ağaçlar ormanı



m n



i ağaçl ıozkır j(kozalal lılar ve küçük yapraklılar)



ILIMAN KUŞAK



bozkır



140°



çöl orman savan nem li ve ağaçlı çayır



SUB TROPİKAL bozkır çalılık kurak boz!



KUŞAK ?



seyrek ağaçlar ve çalılıklar arı çöl



çöl



SUBTROPIKAL KUŞAK



KISA KURAK MEVSİM



KURAK KUŞAK orman



I



TROPİKAL



savan



KUŞAK



NEMLİ KUŞAK orman ve Çayır,



karışık orman



B



ı



j ağaçlı







seyrek ağaçlı ve çalılı bozkır çölsü bozkır gölgesever sık



ÜS L



orman d£nencĞ sL.



SUBEKVATO •



orman ve paramo



yapra döken orman



11 | f



savan



RAL KUŞAK



çalılık savan ve s iyrek orman ...............] bozuk



EKVATORAL KUŞAK



TROPİKAL KUŞAK



gölgesever sık orman



alçak bölgeler bitki örtüsü yüksek bölge bitki örtüsü



SUBEKVATORAL KUŞAK *



n



_ekvator_ SUBEKVATORAL KUŞAK



TROPİKAL KUŞAK i—Oğlak__ lönencesi



SUBTROPIKAL KUŞAK y ı llı K y a ğ ı ş



BATI KIYISINA ÖZGÜ BİTKİÛRTÜSÜ ILIMAN KUŞAK . kozalaklılar ve karışık orma'n



SUBTROPİKAL KUŞAK Akdeniz tipi orman ve çayır



yuda 3 m 'den fazla yağış alan istasyonlar 4. A n d a g o y a (7 m 'den fazla) 2. P a n z ö s 3. C o lö n 6. C a y e n n e 9. P u e r to A ls e n 2,4 m - 3 m arası yağış alan istasyonlar 1 P rin c e R ıın e rt



A kdeniz tipi kuru karışık orman



TROPİKAL KUŞAK .



_____



g ö reii çok nemli



i...............i bölgelerde yarıçöl ve çöl



MJÇUK A n tille r



AN



Caoo Verde adalan



:? r.



ekvator



Sâo Paulo ad.



Rocas Atolü



Fernando de Noronha ad



Sâo Roque br



tradade



S . A n to n io b r.



/



/



<



la r r a n q u illa ^ fartagena



1 °-



s?



oS"








Boa* Vista



s*



Manaus



Sâo lu is



B e lâ m



—- •#-r v,



F o rta le z a



Teresina Natal



Rectfe



B R E Z İ L Y A



Maceiö



S a lva d o r Brasilia



La Paz



BOLİVYA Cochabam ba



Coiânia



sta Cruz



Belo H o rlzo n te



sucre PAR AG UAY Salta



Juiz de Fora cam pinas



S. M iguel de Tu cum ân C o rrien tes C o rd o b a Mendoza



Tem uco



P ö rto A le g re



Fe



Buenos



S a n tia g o Concepciön



k in c e s i



R o sario URUGUAY



Valparaiso



GÜNEY AMERİKA



C u ritib a ' Florianöpolis



Santa



Campos



Rio de Ja n e iro Sâo Paulo 0.



Asunciön



ARJANTİN' .



Neuquen



" ° nteV,ae°



M a rd e lP la ta Bahıa Blanca



Puerto M o n tt #Rawson C o m o d o ro Rivadavia • P uerto Deseado



>



büyük bağlantı



Amerika bazen denetlenmiş; bu da, çoğunlukla yabancı sermaye ve teknisyenlere hâlâ bağımlı olan ulusal sanayilerin gelişmesini engellemiştir. keşif



Amerika'nın “ keşfi” nin yarattığı sorun­ lar her şeyden önce, terime verilmesi ge­ reken anlama ilişkindir. AvrupalIlar, Ame­ rika topraklarına, aslında çok erken bir ta­ rihte ulaştılar: 982’de İzlanda’dan gelen "Kızıl Erik” (Erik Thorvaldsson), Grönland’a çıktı. Kuşkusuz, iklimi o zamanlar bugünkünden çok daha ılıman olan bu kı­ yıya ilk çıkışı, pek çok iz (özellikle mezar­ lıklar) bırakmış olan topluluklar izledi. 1000 yıllarından başlayarak Grönland’ dan gelenlerin asıl Amerika'ya ulaştığı bir gerçektir: 1003-1006 arasında Vikingler, "Vinland"a yerleştiler. Yakın dönemde yapılan kazılarda, Nevvfoundland’ın ku­ zey ucunda, Pistolet koyu kıyısında kur-muş oldukları köylerin kalıntıları bulundu. Ama, yeni balık avı alanları bulmak ama­ cıyla yapılan bu seferler, Ortaçağ’lıların dünya tasarımında hiçbir iz bırakmadı. Gerçekten de bunlar, Marianne Mahn-Lot’ un deyimiyle, "bilinçsiz bir keşif", basit bir “ buluntu” olarak kaldı. Yeni bir dünya keşfetme onuru kuşku­ suz, gelmiş geçmiş en büyük denizciler­ den biri olan Kristof Kolomb'a aittir. Ama



burada da bir sorunla karşılaşılır. Kolomb, genellikle dendiği gibi, sadece efsanevi zenginliklerle dolu Hindistan'a giden bir yol mu arıyordu? Yoksa, Ortaçağ ütopya­ sından esinlenerek, belki de “ cennetin girişi” olduğunu düşündüğü yeni bir dün­ yanın bilinçli bir "yaratıcısı" mıydı? Mic­ hel Leçuenne, Kolomb’un başvurduğu kitapların sayfa kenarlarına düştüğü not­ ları inceleyerek, bu ikinci varsayımı be­ nimser. Kristof Kolomb son yolculuğun­ da (1502-1504) Amerika kıstağının bir bö­ lümünün kıyılarını saptadı, ama daha ön­ ceden başka denizciler harekete geçmiş­ ti: Bristol’lü ingilizler’in hizmetinde çalışan Jean Cabot’un, daha 1497'de “ Vinland" yolunu yeniden bulduğu sanılmaktadır. Cabral’ın güneye yaptığı yolculuğunsa kuşku götürür yanı yoktur: yolculuk, 1500 yılında, gelecekteki Brezilya’nın bir bölü­ mü olan "Gerçek Haç Toprağf’na, Por­ tekiz kralı Manuel adına el konmasıyla so­ nuçlandı. Ayrıca, Lizbon sarayının, daha önce gönderilen, ama açıklanmamış olan bazı geziler sayesinde, sözkonusu toprak­ larla ilgili bilgiler edinmiş olduğu da dü­ şünülebilir. Nitekim, Tordesillas antlaşması’yla (1494), Amerika’nın Eski Dünya’ya en yakın noktası olduğu sonradan anla­ şılan bu kesimde keşfedilecek topraklar Portekiz’e verildi. Güney Amerika kıyıla­ rının Patagonya’ya kadar eksiksiz keşfi­ ni, gene Portekizliler hesabına çalışan



Amerigo Vespucci gerçekleştirdi. Saint -Die’li bir coğrafyacı da, 1507’de yayım­ ladığı bir çalışmasında, Yeni Dünya’ya pek de haklı olmayarak Amerigo’nun adı­ nı verdi. 1513’te Balboa’nın Amerika kıs­ tağını aşarak Büyük -okyanus kıyısına ispanya adına el koyması, keşif tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Amerika kıtasının iç kesiminin keşfi son­ radan, birbirinden çok farklı iki süreçle gerçekleştirildi: keşif yapanlar ya çok bü­ yük, sağlam yapılı imparatorluklara ya da göçebelerin ya da yarı göçebelerin yaşa­ dığı seyrek nüfuslu alanlara yöneldi. Bi­ rinciler, yani conquistador’lar adıyla bili­ nen "büyükfatihler” , kendinden emin ve egemen hıristiyan dünyasıyla, bozguncu kehanetlerin zayıflatmış olduğu Aztek ve inka imparatorlukları arasındaki sert ve olağanüstü karşılaşmanın gerçekleşme­ sine ön ayak oldular. İspanyol fethinin ba­ şarısı, coğrafyada başdöndürücü bir de­ ğişmeye yol açtı: 1519’dan sonraki yirmi yıldan kısa bir süre içinde Cortes, Pizarro ve Pizarro’nun yardımcıları ya da ra­ kipleri (kardeşi Gonzalo, Belalcâzar, Valdivia, özellikle de Almagro) Kaliforniya ile Güney And dağlarının arasındaki bütün dağlık bölgeleri ana çizgileriyle Eski Dünya’ya açıkladılar. Ortadan kalkan iki bü­ yük imparatorluğun çok uzağındaki uç­ suz bucaksız bölgeleri de, eldorado’ları, gizemli kentleri ya da efsanevi uygarlık-



503



KUZEY AMERİKA'NIN KEŞFİ



Amerika 504



ları arayan serüvenciler dolaştı. Ne var ki, serüvencilerin başlarından geçen olağan­ üstü olayların coğrafya alanındaki bilgile­ rin artmasına çok az katkısı oldu. Bu olay­ lara sahne olan uçsuz bucaksız alanların, iyice tanınması, çok sonraları (bazı bölüm­ leri, ancak XIX. yy. başlarında) gerçekleş­ ti. Meksika körfezinden Kayalık dağların güney sınırlarına ulaşan (1527-1536) Cabeza de Vaca ile, Arizona çöllerinde ef­ sanevi “ Yedi kent” altınlarını arayan (1540-41) Coronado bu tür serüvenci gezginlerdir. Güney Amerika'nın kuzey kesimini de, çok yüzeysel bir biçimde, ün­ lü “ el Dorado” yu (bedeni altın tozuyla kaplı hükümdar) arayan (1536-1538) Jimenez de Ouesada aydınlattı. Kısa süre sonra, Gonzalo Pizarro’nun yardımcıların­ dan Orellana, daha güneyde çok büyük bir ırmağı aşağı kesimine doğru izledi ve rastladığı uzun saçlı Kızılderililer’I kadın savaşçılar sanarak bu ırmağa "Amazon” adını verdi (1541).



Saint-Lavvrence ırmağının ve Büyük göller'in ötesindeki bölgeleri, ancak XVII. yy.'da keşfedebildiler. Mississippi ise, ba­ şından sonuna kadar ancak 1682'de Cavelier de la Salle sayesinde Amazon’un keşfinden yüz kırk yıl sonra tanındı. Ku­ zey Amerika’nın bu büyük ırmağıyla Ka­ yalık dağlar arasındaki ovalan, özellikle La Verendrye ve oğulları, ancak XVIII. yy.'ın ilk yarısında aşabildiler. Büyük ok­ yanus kuzey kıyısının haritalanması (La Perouse ve Vancouver) ve Kayalık dağlar’ın aşılıp tam anlamıyla incelenmesi (Mackenzie ve Lewis) için, "aydınlanma çağr’nın sonunu ve XIX. yy.'ın başını bek­ lemek gerekti. Büyük Kuzey bölgesiyse, tam anlamıyla ancak XIX. yy.’da ve XX. yy. başında özellikle kıtanın kuzeyinde Asya'ya doğru bir deniz yolu ve kuzey kutbunun fethi için kamp bölgeleri aran­ ması dolayısıyla keşfedildi. AM E R İK A (Güney), Amerika kıtasının



oluşturan üç yüz yıllık ortak geçmişleri ve ortak dilleri (İspanyolca), bu ülkelere, coğ­ rafya, ırk ve gelişme farklılıklarından da­ ha ağır basan bir kültür bütünlüğü kazan­ dırmıştır. (-» S Ö M Ü R G E İM P A R A T O R L U Ğ U (İS P A N Y O L ) [X V I . , X V II. ve X V I I I . yy.Tar için] ve sözkonusu ülkelerin kendi mad­ deleri.) AM E R İK A (Kuzey), Amerika kıtasının kuzey bölümü. Kanada'yı, ABD’yi ve bazı bilim adamlarına göre Meksika’nın tümü­ nü, bazılarına göreyse bir bölümünü (Tehuantepec kıstağına kadar) içine alır. A M E R İK A (Latin), Amerika kıtasının ispanyollar ve Portekizliler (Brezilya) ta­ rafından sömürgeleştirilmiş bölümü; 20 500 000 km2; 449 milyon nüf. Latin Amerika, Meksika nın kuzey sını­ rından Ateş ülkesi'ne (Tierra del Fuego) kadar uzanır ve Kuzey Amerika’nın gü­ ney kesimini, Orta Amerika kıstağını, An-



■Martirıigue Barbados Jrinidad ^a'nafnâ



BALBOÂ 1513 |



J? S anta Fe Ş,



(Bogota)



Ekvator



Mexico'ya



___ -Jşp, #.........'SoSni



Galâpagos adi.



1803



'B elem S âo Luis s do M a ra n h â o



BREZİLYA



\



R ecifeÇ ^



A re q u ip a '



îla C ruz La Plata



(Sucre)



dönencesi



: J a n e iro 3 565



A s u n c iö n



C o q u im b o ı



İspanyol seferleri - Amerıgo Vespucci.1499



ııi.uıywiiv-' Ameripo Vespucci 1501-02



G ÜN EY AMERİKA'NIN KEŞFİ



, , Krıstof Kolomb -4. yolculuk, 1502-1504 Balboa, 1513 i.i L' ; : Diaz de Sojiş. 1516 Francisco Pizarro - - - -. - 2. yolculuk, 1525 c 3. ve 4. yolculuk. 1531-1533 iv."..i 'T"Ç> Sebastiano.Caboto, 1528 Ordâs, 1531-32 — m— ^ Hernando Pizarro, 1533 .... . de Almagro, 1535-1537 -i jjmerez de Ouesada, 1536-1538 Gonzalo Pizarro, 1539-40 ► F.de Orellana, 1541 , . » Valdivia. 1540-1553 Cabeza de Vaca, 1541 -42 ıui-£jLt> de ırala, 1543-1548 ~ L. de Aguirre, 1561



V a lp a ra is o T j P S a n tıa g o 7 . 4 C o n c e p c iö n



Buenos* A ire s 1536



#



r



'



f



Rio de



la Plata'



DİAZDE



~SörfS7~E5+&_



V a ld iv ia (



ı Tordesillas Antlaşması 1494



(Dünya'nınIspanya ve Portekiz arasındapaylaşılması),



şXVI. yy’da inka imparatorluğu’nun jen son sınırları



Portekizliler « * * * * Cabral. 150Ö -• # Macellan, 1519-1521 Sâo Paulolular



Falklandadaları (Falkland)



I c 'y '-



Macellan



Güney Atlas okyanusu yönünde, Diaz de Solfs daha 1516’da Plata ırmağının halicine sokuldu. And dağlarında el ko­ nan topraklarla bağlantıyı, daha XVI. yy.'nın ortasına varmadan irala sağladı. Portekizliler de, ele geçirdikleri Brezilya topraklarının İç kesimine doğru, daha geç birtarihte, “ bandeirantes” denen köle av­ cıları aracılığıyla ulaştılar. Amazon bölge­ sinin büyük bölümü, XIX. yy.’a kadar keş­ fedilmeden kaldı. Kuzey Amerika’daki büyük bölgeler de, ancak çok geç bir dönemde keşfe­ dildi. Fransızlar, Cartier ve Champlain gibi kişilerle bu alanda öncü oldukları halde, "orman avcıları” denen bu öncüler,







Homburnu a İ



ATEŞ



Almanlar Humboldt, 1799-1803 j1000 m'nin üstündeki bölgeler



Ü LK E S İ



güney bölümü; Amerika'nın Panaroa-kıstağından başlayarak_Maeellan boğazına ve Florn burnuna"kadar uzanan toprak­ larını kapsar. A M E R İK A (İspanyol —sı), Amerika'da­ ki eski İspanyol imparatorluğu'ndan doğ­ muş devletler topluluğuna verilen ad; gü­ nümüzde on sekiz bağımsız devlet (Mek­ sika, Guatemala, Flonduras, Salvador, Ni­ karagua, Kösta Rika, Panama, Küba, Do­ minik Cumhuriyeti, Venezuela, Kolombi­ ya, Ekvador, Peru, Bolivya, Şili, Arjantin, Uruguay, Paraguay) ile ABD’ye bağlı bir devleti (Porto Riko) kapsar. Birbirine ben­ zer toplum yapıları ve düşünce biçimleri



til takımadalarını ve bütün Güney Ameri­ ka’yı içine alır. Yalnızca Antil takımadala­ rında ye Guyanalar bölgesinde ingilizler’ in, Fransızlar'ın ve Hollandalılar’m sömür­ geleştirdiği birkaç sınırlı alan İspanyol ve Portekiz etkisinin dışında kalmıştır. • Doğal çevre. Yapı, jeomorfoloji, iklim ve bitki örtüsü verilerinin bileşimi, çevrenin görünümüne büyük bir çeşitlilik kazandı­ rır. Yüzey şekillerinin büyük birimleri, K.’den G.'e doğru uzanır. B/da And sı­ radağlarının, yanardağ kökenli Orta Ame­ rika sıradağlarının ve Meksika'daki Batı Sierra Madre'nin yüksek sıraları birbirini izler. D.’da, özellikle de Güney Amerika’ da (Guyana-Brezilya tabanı), yaşlı kütle-



Amerika ler yayılır; bu iki yapısal bütün arasında, ovalardan (ya da platolardan) oluşan bir koridor uzanır: Kuzey ve Orta Meksika, Venezuela platoları, Orinoco ırmağının ve Amazon bölgesinin uçsuz bucaksız ova­ ları, Chaco ve Parana-Paraguay havza­ sı, Pampa ovaları. Yanardağlar ve dep­ remler Orta Meksika’da, Orta Amerika’ ’ daki Büyük okyanus kenarı sıradağların­ da ve Küçük Antil adaları iç yayında önemli rol oynar. 33° K. enleminden 55° G. enlemine kadar Latin Amerika'nın büyük bölümünde tropikal iklim egemen­ dir. Yalnızca, Meksika’nın kuzeyi ile üç­ gen biçiminde daralan Latin Amerika’nın güney kesimindeki ılıman bölgeler (Şili, Arjantin, Urugay), tropikal iklim alanının dışında kalır. İklimlerde ve bitki topluluk­ larında büyük bir çeşitlilik gözlenir: Ama­ zon bölgesi ve Guyanalar’da Brezilya'nın Atlas okyanusu kıyısında, Kolombiya ve Venezuela’nın kıyı kesimlerinde, Antil adalarında ve Orta Amerika’da, Güney



sömürgelerin özgürlüğe kavuşmaları ve siyasal parçalanma 1808-1825 arasında gerçekleşti. Amerika’daki uçsuz bucaksız sömürge imparatorluğu, Ispanyollar’ın elinden çıktı ve Brezilya, 1822’de Porte­ kiz’den ayrıldı. Yeni bağımsız devletler arasında birçok görüş ayrılığı belirdi ve İspanyolca konuşan ülkeleri bir araya getirecek büyük bir federasyon kurma­ yı düşleyen Bolivar, 1826'daki Panama kongresi'nde, bu tasarısından vazgeç­ mek zorunda kaldı. XIX. ve XX. yy.Tarda yeni devletlerde patlak veren iç devrim­ ler, iktidarın, askeri diktatörlük yönetimle­ riyle "başkanlık sistemi” (sivil başkanların güçlü rejimi) yönetimleri arasında gi­ dip gelmesine yol açtı. Latin Amerika’nın kıta kesiminde, gü­ nümüzde, yirmi kadar bağımsız devletle, Fransa'nın denizaşırı departement'larından birini oluşturan Guyana yer alır. Si­ yasal açıdan çok daha fazla parçalanmış olan Antil adalarında on kadar bağımsız



İlk verilir ve tarım ürünleri dışsatımı (buğ­ day, kahve, muz, pamuk, şeker, kakao, vb.) önemli rol oynar; sanayi hammadde­ leri bulunmasına karşın, sanayi kesimi güçsüzdür. (-»’ AMERİKA.) Ama Meksika, Venezuela, özellikle Brezilya, hiç değilse bazı bölgeleri bakımından sanayileşmiş ülkeler haline gelmiş ve az gelişmişlikten kurtulmaya başlamışlardır.



505



AM ERİKA (Orta), Amerika kıtasında böl­ ge; Tehuantepec (Meksika’da) ve Darien (Panama'da) kıstakları arasında Kuzey ve Güney Amerika kara kütlelerini birleştirir Amerika'nın en dar bölümü olan Orta Amerika kıstağına bazı uzmanlar Antil adalarını da katar. Fiziksel açıdan, Atlas okyanusu kıyısın­ daki ovalarla Büyük okyanus yamacında­ ki büyük bölümü yanardağ kökenli dağ kütleleri birbiriyle çelişir. Guatemala'dan Panama’ya kadar 80’i aşkın yanardağ (otuz kadarı etkindir), uzunluğu 1 000



M on te g o Ba\



ORTA AMERİKA



Blue Moutc Pe /



22



JAMAİKA M ay Peri Spanish Jo w n T u rn e ffe a d i.



■PefenIt2a.ğ.



KİNGSTON



"BELMOPAN



’ uerto Serranilla



Cay



C a ra ta s c a 'g .



»an P e d r O iu ia ; g Ç £ A « G ra c ia s a D io s br.



Cayos Miskitos



Puerto Cabezas



AhuachapaH-^SA S a n ta A n a



^



Providencia ad.



Şonso0 \-j



Roncador Cay



N ueva S a n S ® .



SAN SAV



San Anbfiiü ad *San Andres



J in o t e p e G ra n a d a



-Alajuela L H e re d ia A C a rta g o



^ “NJdrrialba



m ou ya



L im o n



yarım adası N icoya kör.



Panama kanalı



M o sq u ito ş



ripö Grande ınardağı



kö rfe zi



'Balboa



Osa yarım adası



Las Perla|{ takımadaları



D u lc e kör.



Panam a k ö rfe z i



T f t m c â T jr yol demiryolı



y e ro Mariato br.



ve Doğu Meksika’da ekvatoral ve tropi­ kal nemli orman iklimi; Venezuela llano’ iarında ve Brezilya’nın iç kesiminde uzun kurak mevsimli tropikal iklime bağlı ola­ rak campos ve savan görünümünde uç­ suz bucaksız ovalar ve platolar. Brezilya’ nin kuzey-doğu kesimindeki caatinga adı verilen bitki topluluklarında iyice görülme­ ye başlayan kuraklık. Chaco’da, Arjantin’ in kuzey-batı bölümünde, özellikle de Meksika’nın kuzey-batı bölümünde ve Şili ile Peru'nun kıyı kesimlerinde artar. • Siyasal örgütlenme. Latin Amerika’nın tarihi her şeyden önce, Kolomböncesi uy­ garlıkların tarihidir. Sözkonusu uygarlıkla­ rın başlıca iki merkezinden biri Güney Meksika merkezi (Toltekler, Aztekler, Ma­ yalar), ötekıyse ekvatordan 20° G enle­ mine kadar uzanan bir imparatorluk kur­ muş olan inkalar’ın Cuzco merkeziydi. Ta­ rihin bu dönemini, İspanyol ve portekiz sömürgeleştirmesinin (özellikle uçsuz bu­ caksız Brezilya’yı etkiledi) tarihi izledi. Eski



devlet, Büyük Britanya'nın ortak devlet­ leri, İngiliz sömürgeleri ve Fransa’nın de­ nizaşırı iki departement’ı vardır. • Nüfus ve iktisat. Latin Amerika nüfusu, Amerindler'den, iber yarımadası kökenli Avrupalılar'dan (bunlara XIX. ve XX. yy.'larda italyanlar, Almanlar ve Slavlar eklendi), köle ticareti döneminde Afrika’ dan getirilmiş zencilerden, Lübnanlı-Suriyeliler’den, Japonlar’dan ve Çinliler den oluşur. And dağlan bölgesinde (Peru, Bo­ livya, Ekvador ve Orta Amerika'da Gua­ temala) amerind soyu ağır basar. Antil adalarında, Orta Amerika’nın Atlas okya­ nusu cephesinde, Guyanalar'da ve Bre­ zilya’nın kuzey-doğu bölümünde, özellikle zenci soyundan gelenler çoğunluktadır. Brezilya’nın güney eyaletlerinde, Urugu­ ay'da, Arjantin'de ve Şili’de beyazlar ço­ ğunluktadır. iktisat, hâlâ, sömürge döneminin dam­ gasını taşır: büyük mülklerde (hacienda' lar, estancia'\ar, fazenda’\ar) tarıma önce-



rım adası



km’yi aşan bir dizi oluşturur. Orta Ameri­ ka, dünyadaki büyük deprem bölgelerin­ den biridir. 7° ve 18° K. enlemleri ara­ sında yer alan Orta Amerika’ya sıcak ve yağışlı bir tropikal iklim egemendir. Alize rüzgârlarına açık Antil denizi cephesinde, hemen hemen daima yağışlı bir iklim göz­ lenir; oysa rüzgâraltı havzalar ve Büyük okyanus kıyıları daha az yağış alırlar ve buralarda belirgin ölçüde kurak bir mev­ sim vardır. Dolayısıyla, Orta Amerika'da bitki örtüsü büyük bir çeşitlilik gösterir: hepyeşil ekvator ormanı; yükseklerde çam ormanları; kurakçıl orman; dikenli ağaçsılar ve kaktüs bozkırları. Orta Amerika’nın kıta kesiminde, bu alana taşan Meksika’nın güney bölümü dışında, yedi devlet yer alır: Guatemala, Belize, Honduras, Salvador, Nikaragua, Kosta Rlka, Panama. Toplam yüzölçüm­ leri 500 000 km2'yi biraz aşan bu ülkeler­ de 22 milyondan çok insan yaşar, iktisa­ dın temeli tarıma dayanır: besin madde-



Amerika 506



Edmonton



Calgary Juan de Fuca z b0$az! Flattfirv hrî



KUZEY 1 Bism arck;* M oor-heai



••^H urort



B la b k.% Ş üre ka ,



Hihs



Menddcıno, • burn0 / f



• S iö ü *



“'TalhT',



)aspar



' /"I



h ”



^



R eno/



,-c^—/- — '



V\ o



* #0 a rs ö n GityV



Sacramento S a n O a k la ^ ^ F r a n c is c o 4 “



* Stockton\ S. Jöps"'{‘o; 'Modesto \



Santa C ru z k w S a lin â 'ş S eas id e * A



!J t . A



..



Frernopt, £/ «



Grand



island^Lıihcol^



B Ü yuk /7a,/Za N E V ADA



[astıng; cq



D enver



\



Manhattan Lahrıa



507



.



-



■ ’■ i • M A y/ Quebec



Mgjne



A udıysta



eWi.ston



\dirondc



H



and



k ö rfe z /



;dh J ,™ H A M P S H İR E



■ Huron



SA- B o s to n



O ntario g U l



®ö,u Toronto;



O ,#



B a y C it y



MASSACHUSETTS



i P j k N ^ r f C a p e Cod



/ Ş a g in a w



T f jij ^ r o v i d e n c e



Flint



sfONNECTİCUT ladison



tw Havert



(LVANIA



> Alleotowr4



J K ^ r ^ lo t ı ıslanıl



’+ N E W Y O R K



o w n & -R e a d in g x u ^ J I ^ W - . N E - f f ’ JERSET



Harristofö- ^ 7 ^^ P N Ite d e lp h ia WE L A w A R E



^ • .....-- "1



■catut *• err&\



Quıncy



H a u te \



^ « ® İip İo'tefre /O S A S fiÎN C T O N



- Ö a y to n



— L ± y



$



P a rk ?



C ın c ın n a t ı v ^..C ha’rlesjon



q)



V / i 'Q?/o



O ü is v ille %



/



\ H jjrr tr n a tc in x ın g t ° n \



" WRYLAN°



/



- m , ’ N e w p o rt N ew s



§V®v i rG İ İ T A p f e ^ ^



ynahBurgV(i _ •t r - f ° ann'/l,5ui



s o fo .



ur



- 'P^ m /ıc ö 'S o u nd



âm



Hatteras burnu



TTashvi / / *J a c k s o n I le m p h is r t,



T lL- —



(oichjjş^







* R o c k HifhSc



y* I - G r e e n v i t l p p*1



, > 0 ü irrs o n ^ J



Sacramento " [havzası }



.



City_



F^vc^tiettsb^i



havzası



B İ B İ gaz havzası



F orf Worth havzai ft cCoorrp p u s cCft B e a u m o n t-



1 S I eı petrol rafinerisi



T T ' m ' New Orieahs 11 ‘-^ C o rtv e n t T -1 *4 ^ B a to n R ou ge îtır Lake C ha rle s



Baton Rouge



MEKSİKA



IŞ S A T IM meyveler buğday



tütün



işjenmemış den



tomruk



yağlı tohumlular küspe



gibi yabancı şirketlerin kolları vardır. Çok yakın dönemde hâlâ 850 000 kişinin ça­ lıştığı otomobil yapımı kesimi, hava kirlili­ ği, güvenlik ve enerji tüketimiyle ilgili ya­ salardan olumsuz yönde etkilenmesinin yanı sıra, yabancı (özellikle japon) reka­ betinden de zarar görmektedir: 1980'de Japonlar, ABD pazarının % 30’unu ele geçirirlerken, Chrysler, fabrikalarını kapat­ mış ve 300 000'e yakın işçiye yol verilmiş­ tir. Buna karşılık, hava taşıtları ve uzay araçları yapımı çok gelişmektedir; bu dal­ da 1 200 000 kişi çalışır. Seattle yakının­ daki Boeing şirketi (110 000 işçi çalışır), ayda 30 uçak üretir ve sipariş listesinde 4 000’i aşkın uçak (727, 747, 757 ve



.. .



. ..



t. Donald c. cook 2. Gibson 3. Marble Hill



..



4. Phipps Bend 5. vvatts Bar



j ı m. nükleer * jeotermik ▼



6. sequoyah 7. Hartsville 8. Johnsonvllle 9. Thomas H. Ailen 10 . Nudear One 1 1 . Browns Ferry 12 . Bellefonte 13. A.R. Barton 14. Joseph McFarley



uranyum yatağı



Tyler havzası



^.HrJîasCagour



l^idland\\P



H H H petrol havzası



? dağlan yzası



.



H hidroelektrik J L a termik



-‘Illinois ~~p avzşsı y



LOS u . A n g e le s



linyit



*



rD e la w a re C ity



'K ansa!



,! taşkömürü havzası



başlıca santrallar



iip ^ r th A m boy



R



KALİFORNİYA fflı



?4F^jreraelphia



yyoâd R iver-4 \



B a k e rs fie lg '



tffe'W İIIO W “ TŞ Glen 4 / j İV Houston L Waterford -Grand Gulf j / South Texas Crystal River / , Project Manatee / Fort Myers



İvAablne Î S »



sulanan Ûbölgeler bataklık bölge yaygın hayvancılık hayvancılık bölgesi meyve ve sebzeler tropikal kültürler



-Brunswick -McGuire Cataaıba Vogtle Edwin ı. Hatch -Oconee •Northslde. -St Lude -M artin -Port Everglades -Turkey Polnt -South Dade



Coronado



Mobave-^v



OKYANUSU



orman ve otlaklar yüksek bölge orman ve otlakları



i CCOOJ



Nû.a.yis't8fn^-şv ^abadie^^ (fBİack'J:ox-^^3J^_’ ^itn



*H00VER l £ j m



ATLAS orman



ü f\



lem araçları, haberleşme araçları ve op­ tik gereçler (New York, Chicago, Kalifor­ niya, Ohio, New Jersey) alanıdır. Kimya sanayisinin 1950'ye doğru başlayan ge­ lişmesi sürmektedir. Kıyılarda toplanmış olan petrol arıtma sanayilerinin (Büyük göller, özellikle de Texas kıyıları) yanı sı­ ra, kimya sanayisinin çeşitli dalları kuzey -doğu (New York, New Jersey, VVilmington [Du Pont de Nemours şirketinin mer­ kezi]) ve Merkez-doğu (oto lastiği üretilen Akron kentiyle Chicago'dan Pittsburgh'a kadar uzanan kesim) bölgelerinde ve gi­ derek de Texas’ın kıyı kesimi (Houston) ile iç kesiminde (Dallas) toplanır. Öteden beri çok önemli olan besin sanayisi dal­ ları arasında hayvan kesimi ve et işleme



KÖMÜR VE HİDROKARBON



\



KÖRFEZİ )İ SAĞLAYAN ÜRÜ -taşkömürü



ürünler jrganik umyas^l jrünler



KİMYASAL ÜRÜNLER plastik parfümeri



ınorganİKKİmyasal



yurt dışına yayılan önemli basımevleri var­ dır. Topraklarının genişliği ve yerbilimsel ' koşullarının çeşitliliği sayesinde ABD ma­ den bakımından çok zengindir. Demir fi­ lizi (50 milyon ton maden içerir), açık ta­ vanlı ocaklarda, Superior gölü yakınında (°/o 85), Alabama’da ve Missouri’de çıka­ rılır. Bakır filizi (1,4 milyon ton maden) ya­ takları Utah'ta (dünyanın en büyük açık tavanlı ocağı), Arizona’da Montana'da iş­ letilir. Boksit üretimi, ancak 2 milyon ton­ dur (Arkansas, Alabama, Georgia). Kur­ şun, gümüş, altın, çinko, manganez, cı­ va, tungsten, molibden filizleri boldur. Gü­ ney eyaletleri, fosfat (Florida), potas (New Mexico, Texas), tuz ve kükürt (Lousiana,



İKTİSAT



Amerika Birleşik Devletleri Texas) bakımından zengindir. Kuzey-batı bölgesinde (New York, Ohio, Michigan) de tuz çıkarılır. • Enerji kaynaklan, ithal petrolün pahalı­ laşmasından bu yana, maden kömürü üretimi yaklaşık 670 Mt’u bulmuş ve 800 Mt'a yükseltilmesi tasarlanmıştır. Maden kömürü üreten eyaletler Kentucky, Batı Virgina, Pennsylvania, VVyoming (1960'ta 2 milyon ton, 1980’de 60 milyon ton) ve iliinois’tir. Verim yüksektir: üretimin % 60’t açık tavanlı ocaklardan sağlanır ve ma­ den kömürünün % 80'i santralarda kul­ lanılır. Akaryakıtlar, tüketilen enerjinin % 70’ini oluşturur. Başlangıçta Kuzey -doğu bölgesinde başlayan kömür çıkarı­ mı, Kaliforniya’ya, özellikle de güneye (Texas, Louisiana), daha sonra da Alas-



512



BESİN-TARIM ta ze balık şeke r



ka k a o



\



S a f c M



MADENSEL ÜRÜNLER



do ğ a l ka u ç u k



a lk o llü içitler m eyve



kâğıt ha m u ru



/ l



/



ULAŞIM GEREÇLERİ ka m yo n



elm as



ke



der irsiz maden artıklan



demirfilizi demir ve çelik arlıkları



I I gümüş, platin ve uranyum filizleri



-Tolmandağı



VermılıonRge MesabiRge I



D E M İR S İZ M A D E N L E R rafineri



y aıagı



MenomineeRge? -MarquetteRge



. Anacc



P o rtla n d ,



CHİCAGO qA i n c o i



b a kır



ioba/t



ku rşu n ç in k o k u rşu n -çin k o $ •



güm üş



f



civ a



b o k s it m a d e n yatağı







0



a lü m in sanayisi



H



a lü m in y u m sanayisi



1. Bellingham



ll| 3. vvenatchee s ı 4. Longvievv 5.Vancouver L 2 . sea ttle



6.



Sar. F rancisco ı



altın v e gü m ü ş ü n g e n e llik le bakırla b irlik te b u lu n d u ğ u



*\



fron|V Springs



1/1 i



fr c iim a x _ '



" l_ A lt o r u p



b a k ır, altın ° ve gü m ü ş



v



ı ç k s o 'n ^ \ ı a



da& ^



yaln ız b a kır a tJ — X v \ P o rt H o u sto n '■ N ickel (B a yto w n )



Troutdaie 1 .D a v e n p o rt 2 . T e rre H au te 3. v v a rric k 4. H aw e sviıie 5. Se bree



Monâca



New Almada Idrie Pasoy* Robles



9. B u ffa lo 10. N ia g a ra Falls 1 1 . P a lm e rto n



m a d e n yatağı rip d e m ir a e m ır * İ m anganez



rafin eri rafineri



m a d e n yatağı ve rafineri







nikel j krom



j — H u rjtin g to n ' ~ - C h a r io t te v ■ G e o rg e to w n ■ C h a rle sto n \)İ-R o c k w o o d _ J V c h a tta n o ö g a -B irrfy n g h a m



/ T a rn p a Q û 'in d ia n to w n



1 1 . L a n ca ste r M ı 2. F re d e rick * | 3. M a p le Hts t o n 4 .0 s w e g o x o n | s.M assena



[ k ob alt m o lib d e n T ungsten va n a d yu m □ ■ d e m ir sanayisi b ö lg e ve m e rkezi *



e le ktrikli ç e lik h a n e



m



m in i ç e likh a n e



K e n n e w ic(



FBrtHaH-* Ctodge- - a sa n f / F r a r ıc is c o /ö .



'N e w Y o rk 'C a rte r e t -B a ltim o re



İV '



\



_ '■ y Garfıeld



L ~ J -----------. \ * , ı ! M oabm



\



JİSlrton^j ıitim o r e



„j B ia io z e . L q w re n c e —| ' r



jp e w e ll



öjî|5erhill



Losfln^



ı.G lobe . 2. Pinto Valley 3. Morenci 4. Tucson ^5. AjO



7. M a p le H ts



8. J o h n s to v v n



Black Hav/k



fvvardsi



selby-2.



1 .C a lv e r tC ity 2. R ussellville 3. R ockvvood 4. M a rie tta 5. C a m b rid g e 6.Y o u n g s to w n



■ f D E M İR V E D E M İR L E B A Ğ D A Ş A B İL İR M A D E N L E R



^\^-Roanoke



T o rra p c ^ K y * ~ T a g /e ‘



• g ü m ü ş v e altın



0



v



G ra n ite '



P^Bİshop^ Fresno '' F o n ta n a n



A



e



* i s N e w Y o rk w j. N e w fie ld /ilm in g to n



sP T



.G .eneva*-. a _ L " - x _



ı



/



L a n g e lo ttr f ı \ / | PİTTSBÛRGH I RriSlVîcci



_ *L \ ( Coldvvaî R iv e rd a le ^ j - ’v ;ı^ |



s a lt L a ke ' *C iry I * r



Pittsl



altın



ayakkabıye d e k p a rç a



oto m o b il



kah ve



alümin



(Florida, Texas’ta VVİnter Garden) bölge­ si Büyük ovalar’ın kenarında "VVheat Belts” (buğday kuşakları) yer alır: kuzey­ de ilkbahar buğdayı (Montana, Dakota), güneyde kış buğdayı (sorgum da yetişti­ rilen Kansas). Büyük ovalar’daki ve iç ke­ sim platolarındaki yarı kurak bölgejerde, yaygın hayvancılık (özellikle sığır, koyun) ve dry farming (kuru tarım) yöntemiyle buğday yetiştiriciliği (VVashington eyale­ tinde Palouse bölgesi) yapılır. Sulama, özellikle vahalarda (yem bitkileri, meyve, şekerpancarı yetiştirilen Salt Lake City ve Phoenix vahaları) ve gerek verim, gerek ürün çeşitliliği (pamuk, pirinç, turunçgil­ ler, sebze, süt ürünleri) bakımından en zengin bölge olan Orta ve Güney Kalifor­ niya’da son derece yoğun bir tarıma ola-



olmasına ve batıda henüz kullanılmayan bir potansiyelin bulunmasına karşın, ener­ ji tüketiminin ancak küçük bir bölümünü karşılar. ABD, nükleer enerji alanında ku­ rulu tesis gücü (600 000 MW) ve üretim (300 TW saat) bakımından dünyada bi­ rinci sırada yer alır. Ama çevrebilimcile­ rin karşı çıkması, nükleer santral yapma programını yavaşlatmaktadır. Toplam elektrik enerjisi üretimi. 2 200 TW saatin üstündedir. • Tarım. Tarım üretimi, hacmi (işlenen top­ rakların genişliğine bağlıdır) ve çeşitliliğiy­ le (iklimlerin farklılığına bağlıdır) dikkati çe­ ker. Köyden kente göçün çok fazla olma­ sına karşın, ekilen alanların yüzölçümü sürekli artmış ve 440 milyon ha dolayın­ da duraklamıştır. Aile çiftlikleri, ABD top-



} ♦



E lc e ’n t r - I L



İŞLETME



/arren Sierrita 1. Am ’a riiio



GÜBRE



3. B la c k w e ll 4 .H e n ry e tta 5 .C a rd in 6. B a rtle s v ille



►7. Hayden 8. El Paso



A C a r& to rf



, T



^



I I



h a m k ü kü rtü n işlenişi



^ p o ta s fosfatlı a m o nya klı



R u s tie \/ s p r ın g s Ç H ejtıe r HOUSTON BÖLGESİ



-^tılfirik asit “ I m erkezi üretim I bö lge si



tu ro ra



nıh



. İ İ „ . V



' ' i . l . - v — - - ı>



fo sfat



2.Dunias



6. Hurley



v



TampaBradent



/ new ORLEANS



LBûiflESL



T am pa P la n t C ity N ichö ls F o r t M ea de Pie rce B a rto w



tuı&.



^kum aşlar / o yu n , o yu n c a k la r, s p o r m alzem e le ri 1 p 'y T rT ’i f j {: r \ m ü zik aletleri



MADENSEL ÜRÜNLER



[otomobil d e ğe rli taşlar



İKTİSAT



yedek p a rç a



■ S iy I İL



Li



B It/l



i p



p



MADDELER



kâğıt, mukavvc



ka’ya kaymıştır. Ham petrol üretiminin yüksek (485 Mt) olmasına karşın ABD, tü­ ketiminin % 40’ını ithal etmek zorundadır. Fiyatların serbest bırakılması sonucu, bü­ yük şirketlerin arama çalışmalarını yoğun­ laştırması, bağımsız şirketlerin de üretim­ lerini artırması beklenmektedir. Doğal gaz (560-600 Gm3, dünyada birinci), Texas ve Louisiana’da (°/o 80), komşu eyaletlerde ve Colorado gibi üretime yeni başlanan eyaletlerde çıkarılır. Bu alanda da, fiyat­ ların serbest bırakılmasıyla, sondajların­ daki azalmaya (bir gaz sıkıntısı tehlikesi doğurmaktadır) son verileceği sanılmak­ tadır, Yoğun bir petrol ve gaz boru hattı ağı, üretim bölgelerini, tüketim merkezle­ rine (Kuzey-doğu ve Midwest bölgeleri) bağlar. Hidrolik santrallar (280 TW saat), yüksek debili akarsuların (Columbia, Co­ lorado, Tennessee ırmakları) donatılmış



lum sisteminin bir parçasıdır: çiftçilerin 2/3’si işlediği toprağın sahibidir, yalnızca büyük tarım işletmelerinde (Texas, Kali­ forniya) ücretli işçi çalıştırılır. Toprakların pahalılığı ve işçi ücretlerinin yüksekliği, ai­ le işletmelerinde yoğun tarım yöntemleri­ nin ve makine kullanımının yaygınlaşma­ sına yol açmıştır. Büyük övalar’ın D.’sunda, K.’den G.’e doğru birçok tarım bölgesi vardır: Minnesota’dan New England’a kadar sağmal İnekçilik; iowa’dan Ohio’ya kadar mısır ve soya fasulyesi bölgesi; sonra, pamuğun (Alabama, Mississippi, Kuzey ve Güney Carolina dağ eteği) yanı sıra pirinç (Arkansas) ve yer fıstığı (Georgia, Texas) ye­ tiştirilen eski “ Cotton Belt” (“ pamuk ku­ şağı” ); son olarak yarıtropikal iklimli kıyı kuşağında pirinç, şekerkamışı (Louisiana, Texas), turunçgiller (Florida) ve sebze



nak verir. Bütün olarak ele alındığında ABD, mı­ sır (150-200 Mt), turunçgiller (12-15 Mt), soya bakımından dünyada birinci, buğ­ day (55-65 Mt), yulaf, şekerpancarı, sığır (11 milyonu sağmal inek olmak üzere 110 milyon baş) yetiştiriciliği bakımından da İkincidir. ABD tarımının günümüzdeki başlıca sorunları arasında, toprak aşınma­ sı, bazı alanlardaki ürün fazlalıkları,aile çiftliklerinin zararına topraklara el koyan “agri- business” in giderek yaygınlaşma­ sı sayılabilir. • Orman işletmeciliği. ABD’nin kuzey -doğu ve orta-kuzey kesimlerindeki eski orman kütleleri, kereste sanayilerinin ku­ rulmasına olanak verdilerse de günümüz­ de bu sanayilerin ancak küçük bir bölü­ münü besleyebilmektedir. Bugün başlıca kereste kaynakları, üretimin °/o 58’ini sağ-



Amerika Birleşik Devletleri layan ABD sıradağlarındaki (Carcaae Range, Sierra Nevada, Kayalık dağlar) or­ manlar ile üretimin % 33’ünü sağlayan gü­



ney bölgesindeki (Apalaş dağlarının gü­ neyi, Georgia, Alabama, Louisiana, Arkansas) ormanlardır. ABD, orman işlet­ meciliği bakımından, SSCB'den sonra dünyada ikinci sırayı (340 milyon m3) alır. • Deniz balıkçılığı. ABD, deniz balıkçılığın­ da dünya dördüncüsüdür: 3,5 milyon ton balık ve kabuklu deniz ürünü. Kırk sekiz eyalet arasında yalnızca iki bölgede, bu miktarın % 56’sı elde edilir: körfez kıyısı eyaletleri, özellikle Louisiana (kerevit, menhaden); Büyük okyanus kıyısı eyalet­ leri ve özellikle de Kaliforniya (bir bölümü Alaska'da avlanan hamsi, som, tonbalıkları). San Pedro (Kaliforniya), Cameron ve M A D E N S A N A Y İS İ gümüş, platin çelik borular l



D IŞ A L IM



ç e l * sac, ç u b u k ve p ro fille r



'



'



traktör ve tarım makineleri



batar alüminyum / nikel / kalay 1



'



'



büro makineleri



alıcılar: T.V. - / radyo



«ataştan



'



'



7



e le ktron ik



İNOİANA



I



I



M id d le to w n _ ı^ (



Beaver Falls Monaca Aliquippa  m P riö g e -- r jâ id la n d V, Pittsburgh Münhallı Bradddck ouotıesne ENNSYlVANİA- -M ckeesport dairto n



Clevelanc



Mansf leld | Masslllon i Canton Toronto VVelrton Steubenvllle



KİMY/



fend^



ı



kansas City,



M iapo lis. Â



•leston' i—



WiChitâ‘



ı /vv







OTOMOBİL,' UZAY VE



Fort Worth



l



HAVACILIK SANAYİSİ



DOKUMA IAKİNELERİ DLU GEREÇLERİ



pamuk



»parrovvs



>o(nt.



}



>y ^ölümünde



İKİ MYÂ SANAYİSİ ’ temel ürünler g dönüştürülmüş ürünler eczacılık ürünleri



sanayisi S



Ashland



Chicago,. -South at



8* New Y York idelphia



jrrisburg



Johnstown



UtLpbe^_



iNewD°rt



Tacomj Po rtlan ı



DİĞ ER M ÜBADELELER



hassas



kâğıt sanfyisi makineleri ,sanayiye yönelik löbür makineler ve donanımlar



tekstil makineleri



slenmiş ve işlenmemiş J ?ri j tekstii



mobilya



NEW YORK,



jckawanna



vvarren -F a/ıeli Youngstowıı Campbell iowei!ville New Castie



\



ev aletleri



Tonavvaric Detroit Dearborn Trenton



oyun, oyuncak, spor malzemeleri sanat eşyaları



saatçilik



:«çuk



m o to r



ikinelerı



I



'



513



Ç E Ş İT L İ İŞ L E N M İŞ E Ş Y A L A R



ses kayıt ve çoğaltma aletleri / elektrikli merıteşecilik



cilik jm ecilik



Kokomo



ru, Ortadoğu'dan petrol, Japonya’dan otomobil, Avrupa’dan işlenmiş ürünler satın alır, Avrupa’ya, Çin’e ve Japonya'ya (önemli bir pazar olan SSCB ile ticaret, si­ yasal koşullardaki değişikliklere bağlıdır) tarım ürünleri, Avrupa’ya, Japonya’ya ve Kanada’ya metalürji ürünleri, otomobil, uçak, makine satar. Ticaret bilançosu 1970’ten bu yana sık sık açık vermiş, ama yurt dışından elde edilen gelirler, ödeme­ ler dengesinin fazlalık göstermesini ya da çok az açık vermesini sağlamıştır. Bu dış ticaretin bir bölümü ABD deniz ticaret fi­ losuyla (17,5 milyon gros tonaj) yapılır. Ül­ kenin başlıca limanları New Orleans, Houston,Baton Rouge,Philadelphia, New York, Los Angeles-Long Beach limanla­ rı, Kaliforniya körfezindeki petrol limanla-



las, Denver) kaydı. Hükümet ve yönetim örgütünün çeşitli kademelerinde 15 mil­ yon kadar kişi çalışır. İki hizmet dalı son derece gelişmiştir: mali işler (bankalar, si­ gorta şirketleri), üstün nitelikli üçüncü ke­ sim (laboratuvarlar,üniversiteler, Atlas ok­ yanusu kıyısında ve Kaliforniya’daki tek­ noloji enstitüleri). Kara ve hava ulaşımı, petrol fiyatlarındaki artışa karşın, en çok kullanılan ulaşım yollarıdır: kısa mesafeli iş yolculukları, turizm, uzun mesafeli kam­ yon taşımacılığı, 6 milyon km’lik karayo­ lu ve otoyoldan yararlanır. Atlas okyanu­ su kıyısındaki megalopolise, Chicago, Ka­ liforniya, Texas ve Florida'ya yönelik ha­ vayolları ağı son derece yoğundur. De­ miryollarına, geleneksel yük taşımacılığı­ nın ancak küçük (dökme ürünler, tahıllar)



yün o o



sentetik elyaf



^ o tö n r o b il '“ s a n a y is i



t^uzay ve h a v a c ılık s a n a y isi Pitts b ı



r Detrolt



Breme)t(



Madelphia



vvaterloç



Me t a l y a r h İ a r i VE MAKİŞE



'''YAPyVJv -w 7 Jsao



fiF r a n c is c o



HAVAÇJÜKjSANA'



York



jenver \ LOS \ Angeles



Portlant



, I I



,-------Kansas City — r “' st ı



~“ İ “ -r4«tC'hita^-V-d



•jiraiana polis Louisville



.N evvp oı



Dallas



îo s to n



ÂSSA'S IAKİNE'



Houston New Orleans



UAHEN V M m . X çelik borular DIŞSATIİM



IM



B o sttfıÇ r



jS k colu m b u s -e^Dayton



_



Atlanta



Angeles San Diegol tem el Y irü n le r .dönüştürülm üş nürünler | *îteczacılık ürünleri



r^^Philadelphia Şj-S Baltimore Pittsburgh



'



■bilgisayar..



artıklar



a » w



İ sse



m H E 7—



; alüminyum



bilgisayarlar



makineleri



x m0,°r a le t'



...............



Dulac (Louisiana), Pascagoula (Mississip­



pi) başlıca balıkçılık limanlarıdır. New England limanlarının (Plymoutb, New Bedford) önemi azalmıştır. ABD balık avı alanları, deniz kirlenmesinden büyük za­ rar görmektedir: Chesapeake körfezinde­ ki istiridyelerin yok olması, Kaliforniya kör­ fezindeki "siyah gelgit’ler. • Üçüncü kesim. İkinci Dünya savaşı’nın sona ermesinden bu yana üçüncü kesim, birinci kesimin (tarım) ve bazı sanayi kol­ larının zararına hızia gelişti. Toptan ve pe­ rakende ticaret, ulaşım, yönetim ve hiz­ metler dallarında etkin nüfusun büyük bö­ lümü çalışır. Ticaret, daha çok, irili ufaklı mağaza zincirleriyle yürütülür; önceleri bu mağazaların New York, Chicago ve Los Angeles’ta bulunan yönetim merkezleri, daha sonra, yeniden dağıtım görevini üst­ lenen bölgesel anakentlere (Atlanta, Dal-



l"



— i InTTiMlil 1 *1 Ig e n e l



'







................ ___



5I



• sanayi d o n a n ım ı



parçaları



silahlar



■ P lH U P İlr L



................



bir bölümü kalmıştır: trenle yolcu taşıma­ cılığının yeniden canlandırılmasına da ça­ lışılmaktadır (Boston-VVashington arasın­ da bir hızlı tren çalışmaya başlamıştır). Akarsu ve göl ulaşımında, Mississippi sis­ teminden (300 milyon ton), özellikle de birbirleriyle ya da yabancı ülkelerle top­ lam 200 milyon tonu aşkın mal taşınma­ sını sağlayan Chicago, Detroit, Cleveland. Buffalo, Duluth limanlarının bağlı ol­ duğu Büyük göller’den yararlanılır. • Dış ticaret. ABD’nin ithalat ve ihracatın­ da yer alan işlenmiş ürünler, yüksek tek­ noloji ürünleri, besin maddeleri ve ham­ maddeler son derece çeşitlidir. Amerika­ lılar, tropikal besin ürünleri (Orta Ameri­ ka'dan ve Güney Amerika'dan kahve, çay, muz), maden filizleri (Kanada, Şili, Jama­ ika, Brezilya, Afrika'dan demir, bakır, bok­ sit), Kanada’dan kereste ve kâğıt ftamu-



M ÜBADELELER



ü re te ç, tra n sfo rm a tö r



rı ve Tampa limanıdır. T A R İH



sömürge dönemi v e bağımsızlık için 1783'e kadar mücadele



•Avrupalılaşın ülkeyi keşfi. Gerek Mexico körfezine ulaşan gemiciler (Ponce de Leön’un 1513’te Florida’ya varması; Hernando de Soto'nun 1541 de Mississippi' yi keşfi), gerek Meksika'dan büyük ova­ lara (Francisco Vâsquez de Coronado Arkansas'a ulaştı [1540-1542]) ve Pasifik kı­ yılarına (Francisco de Ulloa 1539’da Aşa­ ğı Kaliforniya'ya vardı) doğru yola çıkan kâşifler, önce Güney'i keşfettiler. Doğu kı­ yısını önce Fransızlar (Fransa hükümeti hesabına çalışan İtalyan kaptan Giovan­ ni da Verrazano, 1524’te New York ko­ yunu buldu; Ribault, 1562-1565 arasında,



İKTİSAT



Amerika Birleşik D e v le tle ri "



514



Florida’da bir sömürge işletmesi kurmayı denedi), sonra Ingllizler keşfettiler (1564'te Hawkins, 1584'te Barlow, 1585 -1589 arasında Virginia'da kısa ömürlü bir sömürge işletmesi kuran sir VValter Raieign).XVI. yy.'da.Kanada'daki fransız ka­ rakolları ile Floriaa’daki İspanyol karakol­ ları arasındaki ve o sıralarda herkesin pe­ şinden koştuğu zenginliklerden yoksun görünen gelecek Birlik’in topraklarında, hemen hemen hiç avrupaiı yoktu. Bura­ da yaşayanlar, bu uçsuz bucaksız toprak­ larda yer yer kümelenen birçok kızılderili kabilesiydi. XVII. yy.'da, AvrupalIlar Amerika'nın doğu kıyısına yerleşirken kürk elde etmek ve Kızılderilileri hıristiyanlaştırmak amacıy­ la Kanada’dan buraya birçok sefer dü­ zenlendi: Nicolet, Michigan gölüne (1634), rahip Aliouez, Superior gölüne (1665), Louis Joliet, Mississippi ile Arkansas'ın kavuştuğu noktaya (1673), Cavelier de la Salle, Mississippi nehrinin ağzına (1682) ulaştılar. Böyiece, Fransız Louisiana’sı kurulmuş oldu. XVIII, yy.'da La Harpe’ın Red River ve Arkansas’a (1719-1722), Dutisnâ ile Vdniard de Bourgmont'un da Platte ırmağı ile aşağı Missouri’ye doğru (1719-1724) düzenlediği seferlerle ülkenin keşti, Mississippi’nin batısına doğru gelişti; Missouri ırmağının kaynağına doğru ilerlenmesiyle, la Vörendrye ve oğullarının kuzey­ den yola çıkarak keşfettikleri (1742-43) ül­ kelerle bugünkü Güney Dakota'da bağ­ lantı sağlanabildi. O sırada, ispanyollar da Büyük okyanus kıyısını keşfederek San Francisco'ya (kuruluşu 1776) ulaşıyorlar­ dı. •Sömürgelerin kuruluşu. XVII, yy.’da İngil­ tere’deki iktisadi ve toplumsal gelişmeler ile siyasal ve dinsel kargaşalıklar üzerine, pek çok kişi Amerika'ya göç etti (toplam 250 000 avrupaiı): bunlar, iflas etmiş za­ naatçılar ve küçük mülk sahipleri, anglikan kilisesinin göçe zorladığı değişik inançta kişiler; “ yuvarlak kafalar"ca ko­ vulan “ süvariler” , Charles ll’nin ülke dı­ şına çıkardığı püritenler, tahtı ele geçiren gasıp VVİlliam lll’ün sınır dışı ettiği Jacobite'ler, vb. idi. Gelenler yalnız ingilizler değildi. Ülke­ ye yavaş yavaş PolonyalIlar, Almanlar, HollandalIlar ve İskandinav'lar da yerleşi­ yordu. 1619’da ilk zenci konvoyu geldi: zenci köle tüccarlarının Gine’den ve Batı Hint adalarından düzenli biçimde getirip sattıkları zencilerin sayısı, 1760’ta 400 000’i bulacaktı. 1607-1733 arasında doğan 13 İngiliz sömürgesinden bazıları ticaret şirketlerin­ ce kurulmuştu: 1607’de Jamestovvn ken­ tini kuran 105 göçmenin James ırmağı­ nın kaynağına doğru ilerlemeleri sonu­ cunda Londra şirketi Virginia’yı kurdu; Plymouth şirketi, bir grup din ayrılıkçısı­ nın (Pilgrim Fathers) Mayllover gemisiyle okyanusu aşıp Cod burnuna çıkması so­ nucu Massachusetts sömürgesini kurdu (1620); önceleri şirketleri temsil eden va­ lilerce yönetilen bu sömürgeler, daha sonra krallık sömürgelerine dönüştü. Ki­ mi sömürgelerse, 1664’te Hollanda’ya bağlı toprakların (Nieuw Amsteıdam, New York oldu) parçalanmasından doğ­ du. New York (buraya 1623’ten başlaya­ rak Holiandaiıiar yerleşti), Delaware (Hol­ landalIlar 1638’de burayı isveçliler’e bı­ rakmak zorunda kaldı) ve New Jersey (1664) sömürgeleri böylece doğdu. Kimi sömürgeler, mülk oiarak özel kişilere ve­ rildi: örneğin 1623’te ilk İngiliz sömürge işletmesinin kurulduğu New Hampshire, J. Mason’a; Maryland orayı sömürgeleş­ tiren katolik Calvert’e (1632); Kuzey Carolina ve Güney Carolina, bir krallık fer­ manıyla (1663) Charles ll’nin 8 gözdesi­ ne; Pennsylvania, Charles II tarafından, bir para borcuna karşılık olarak ve ülkeyi karıştıran guaker’lardan kurtulmak için VVİlliam Penn’e (1681); Georgia, George II tarafından J. Oglethorpe’a verildi; Georgia sömürgesinde 1733’te Savan-



nah kuruldu. Kimi sömürgeler de, Massachusetts’den ayrılarak kuruldu; bu kentteki uzlaşma karşıtı olanlar Boston’ un baskıcı teokrasisinden kaçarak, 1635’te, Thomas Hooker’ın önderliğin­ den Connecticut’ı (krallık fermanı, 1662), 1636’da Roger Williams önderliğinde Rhode island’ı kurdular (krallık fermanı, 1663). Ama kuruluşları nasıl olursa olsun, tüm sömürgelerin siyasal evrimi aynıydı. Bir yandan, Londra’da imparatorluk kurma hazırlıkları ilerledikçe (1660,1663,1673, 1696 denizcilik yasaları), krallık, gerek sö­ mürgelerin doğrudan tahta bağlanması (1679’da New Hampshire; 1688 devrimi’nden sonra Maryland; 1702’de New Jersey; 1719’da Güney Carolina), gerek yerel meclislerin kararlarının kral tarafın­ dan veto edilmesi (kimi sömürgelerin fer­ manlarının yürürlükten kaldırılması), ge­ rekse de sağlam bir maliye ve gümrük ör­ gütü kurulması yoluyla otoritesini kabul et­ tirmeye çalıştı. Öte yandan, bir “ merkez­ den uzaklaşma" evrimi sonucu, sömür­ geler siyasal bağımsızlıklar elde ettiler: Virginia’nın "Burjuvalar meclisi” (1619), Massachusetts’in "General Court” u, Connecticut’ın "Temel hükümler"i, Rho­ de island’ın "Ferman’T, New Hampshire’ın "Christian Laws” ı, New Jersey’in "Concession"ı,Pennsylvania'nın"Frame of Government” !. Sömürgelerin yönetimi bu iki eğilim arasında bir uzlaşma olarak ortaya çıktı: kralı temsil eden bir kurulun başında bulunan bir vali (sömürge mec­ lisinden çoğu zaman maaş alır ve bazen de bu meclis tarafından seçilir); onun kar­ şısında, sömürgeciler tarafından seçilen ve bütçeyi kabul edip kurulun tasarılarını onaylayan bir meclis. Sömürgelerde bu iki güçten biri ağır basar, meclisin temsil gücü de değişirdi (Virginia'da meclis ver­ gi ödeyenlerce seçilirdi; Pennsylvania’da bu seçim daha demokratikti). Ama her iki durumda da, güçlerin ikiliği, çatışmalara yoi açıyordu. • Bağımsızlık öncesi gelişmeler. 1. Üç sö­ mürge grubu. Kuzeyde, New Erıglana’ da (New Hampshire, Massachusetts, Rhode island, Cdnnecticut), 1700’de 94 000,1763’te 495 000 kişi (19 000’i kö­ le) yaşamaktaydı. Çeşitli işler aşağı yukarı Avrupa’daki gibi bir arada ve uyumlu bi­ çimde yürütülüyordu: küçük çiftliklerde çeşitli tarım ve hayvancılık, çağlayanlar boyunca orman işletmeciliği; gemi yapı­ mı; Fransız Antilleri ile kereste, rom ve melas kaçakçılığı (Portsmouth ve Newport bu kaçakçılıkla geçiniyordu). Büyük kentler ve üniversiteler ülkesi olan burju­ va, kapitalist ve koyu püriten nitelikte Ku­ zey bölgeleri her türlü yeni düşünce akım­ larına açıktı. Güney'de (Maryland, Virginia, Kuzey Carolina, Güney Carolina, Georgia) 1700’de 108 000 oian nüfus, 1763'ie 735 000'e (281 000’i zenci ticaretiyle tak­ viye edilen köle topluluğu) yükseldi. Yal­ nızca Virginia’da, 550 000 kişi yaşamak­ taydı. Çok büyük mülklerde (Virginia’da 2 000 ile 70 000 ha arası) köleler, tütün (Maryland, Virginia), pirinç ve indigo (Gü­ ney Carolina, Georgia), tütün ve pirinç (Kuzey Carolina) tarımında çalışıyorlar­ dı. Zengin toprak sahipleri aristokrasinin egemen olduğu Güney’de kent ve liman sayısı azdı ve sanayi gelişmemişti. Tüm siyasal mevkileri ele geçiren bu tarım iş­ letmecileri, güç koşullarda çalışmaktan yılmayan, iyi yiyip içmekten ve eğlence­ den hoşlanan, anglikan mezhebine bağ­ lı kişilerdi ve bu yüzden püritenler tarafın­ dan küçümseniyorlardı; bunlar kültürlü, gösterişe ve eğlenceye düşkün kimseler­ di ve kendilerine yenikiasik üslupta konut­ lar yaptırmaya meraklıydılar. Merkezde ise (New York, New Jersey, Deiaware, Pennsylvania) 1700'de 53 000 olan nüfus, 1763'te 410 000'i (23 000’i köle) bulmuş, ırk karışması daha o dö­ nemde yöresel bir özellik haline gelmişti: halkın üçte ikisi transız (huguenot’lar) al­



man ve isveçliydi. Büyük kentlerin bulun­ duğu bu bölge (örneğin Philadelphia, öte­ ki iki bölge arasında bir bağlantı görevi yapıyordu. 2. Kızılderili ve fransız-ispanyol tehditleri­ ne karşı ortak direniş. Kızılderililer’e kar­ şı XVII. yy.'daki sistemli yok etme çaba­ larına (1636-37’de Pequot Kızılderilileri' ne karşı Connecticut ve Massachusetts savaşı, 1675-76 savaşı) karşın, kızılderili tehdidi devam ediyordu; bunda, kürk sa­ tıcısı iroquois Kızılderilileri ile ilişki içinde­ ki İngiliz tüccarlarının rekabetini kırmak isteyen Kanadalılar'ın kışkırtmalarının da büyük payı vardı. Ispanya Veraset savaşı sırasında, Kü­ ba’dan, Kuzey ve Güney Carolina’ya ya­ pılan transız ve İspanyol seferleri ile Fran­ sızların ve Kızılderililerin New England'a yaptıkları akınlar (1704-1708) arasında kalan sömürgeler direnişlerini sürdürdü­ ler; ama Utrecht antlaşması, Ailegheny ır­ mağının ötesine geçmek isteyen İngiliz tüccarları ile topraklarını ve Louisiana ile serbest ulaşımı korumak isteyen montröalli tomruk satıcıları arasındaki anlaşmaz­ lığa hiçbir çözüm getirmedi. 1744’e ka­ dar, iki yan da Büyük göller bölgesinde ve Ohio’da kaleler yaptılar ve birbirlerine karşı giriştikleri kıyımlarda Kızılderilileri kullandılar. Avusturya Veraset savaşı sı­ rasında hâlâ yerel özelliğini koruyan silahlı çatışmalar, 1748 barışından sonra da sü­ rüp gitti (1754 temmuzunda, George VVashington ile virginialı milislerin Fort -Duquesne’e karşı savundukları Fort Neceassity’de teslim olmaları). İngiltere ya­ rarına sonuçlanan (1763 Paris antlaşma­ sı) Yedi Yıl savaşı, Kuzey Amerika’daki İn­ giliz sömürgelerinin Apalaş dağları hattı­ nın ötesine, Ohio’ya ve Mississippi ırma­ ğına kadar yayılmasını sağladı; aynı dö­ nemde Mississippi ırmağının sağ kıyısı da, Florida’nın İngiltere'ye bırakılmasına karşılık, Fransa tarafından ispanya’ya devredildi. Sömürgeler Fransa'dan kurtulunca, bu kez de karşılarında anavatanı buldular; gerçekten de İngiltere, baskı yanlısı George lll’ün zorlamasıyla, 1763'teki za­ ferinden yararlanmak ve 1696’dan beri Board of Trade aracılığıyla sürdürdüğü sömürge tekelciliği siyasetini daha etkili hale getirmek istiyordu. Bu amaçla birçok önlem alındı: Grenville şeker yasasına (Sugar Act, 1764) iş­ lerlik kazandırmak için, wirts of assistance’larla kendilerine arama yetkisi verilen gümrük görevlileri aracılığıyla kaçakçılığa karşı daha etkin mücadele; resmi işlem­ ler ve gazetelere konan yeni harçlar (1765 Stamp Act'ı, yani pul yasası); 10 000 kişilik bir askeri birliğin kurulma­ sı; meclislerin keyfine bağımlı olmaktan kurtarmak için valilere belli bir aylık bağ­ lanması. Bu önlemlerin ilki Amerika’daki sömürge halkına yeni yükler getirmekle birlikte, krallığın yetkilerini aşmıyordu; ama öbür önlemler, kuramsal açıdan imparatorluğu temsil etmekle birlikte için­ de hiçbir amerikalının yer almadığı bir parlamentonun sözde yasal onayıyla, ver­ gilerin ancak sömürgelerin rızasıyla konu­ labileceği önkoşulunu çiğnemekteydi. Amerika'daki sömürge halkına yeni yükler getirmekle birlikte, krallığın yetki­ lerini aşmıyordu: ama öbür önlemler, ku­ ramsal açıdan imparatorluğu temsil et­ mekle birlikte içinde hiçbir amerikalının yer almadığı bir parlamentonun sözde ya­ sal onayıyla, vergilerin ancak sömürgele­ rin rızasıyla konulabileceği dJhkpşulunu çiğnemekteydi. Amerika’daki İngiliz "uyruk'Tarı, Geor­ ge lll'ün önlemlerine, yasal haklarını sa­ vunarak (Virginia meclisinin 30 mayıs 1765 “ Kararlar’1), İngiliz ürünlerini boy­ kot ederek, noterlik belgelerini yakarak (New York,Philadelphia, Boston) ve New York'ta toplanan bir kongre sonunda kra­ la bir dilekçe sunarak karşılık verdiler: bu­ nun üzerine Grenville yasası ve pul yasası yürürlükten kaldırıldı (mart 1766); bununla



Amerika Birleşik Devletleri birlikte bu geri adımı gizlemek isteyen İn­ giliz hükümeti, Deciaratory Aet ile, sömür­ ge yasaları üzerinde tam yetkisi olduğu­ nu ilan etti. Townshend yasalarıyla (ma­ yıs 1767) hükümetin bir dizi ürüne daha ağır vergiler koydurması, daha şiddetli bir direnmeye yol açtı (Boston kıyımı, 5 mart 1770). Bunun üzerine hükümet, sözkonu­ su vergileri kaldırmak zorunda kaldı. İn­ giliz Doğu Hindistan şirketi, Amerika’da çay satışı tekelini elde edince (1773), New England’daki kaçakçı tüccarlar, çay yüklü gemilerin yola çıkmasını engellediler ya da çayları imha ettiler vb. İngiltere krallı­ ğı özellikle Boston ve Massachusetts’i he­ def alan beş baskı yasası (the intolerable Acts) çıkardı; ayrıca New England’ın zararına (Ouöbec yasası) kanadalı katoliklere Ohio bölgesi üzerinde haklar tanı­ dı. Philadelphia’da toplanan ilk kıta kong­ resi (5 eylül-21 ekim 1774), krala ve Ka­ nada halkına seslenen bir dizi dilekçeyle amerikalı vergi yükümlülerinin hakları üs­ tüne bir bildiri kaleme alırken, radikal mu­ halefet, sömürgelerde milisleri ve silahlı birlikleri örgütlediler. General Gage yöne­ timindeki İngiliz birliğinin Lexington’da yok edilmesi ve 16 000 milisin Boston'u ablukaya alması (20 nisan 1775), Bağım­ sızlık savaşı’nı (1775-1783) başlattı. 4 temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık bil­ dirisi yayımlandı ve savaş İngiliz ordula­ rının yenilgisiyle sonuçlandı. am erikan ulusunun doğuşu ve 1865'e kadarki e vrim i



Paris barış antlaşması ile (3 eylül 1783), Amerika Birleşik Devletleri federal cumhuriyeti'nin varlığı tanındı. ♦ Siyasal yaşam. 10 mayıs 1775’te top­ lanan ikinci Kıta kongresi'nin çağrısına uyan birçok devlet, kurumlarını daha de­ mokratik bir doğrultCıda yenilediler. Daha savaşın ortasında, 1781 'de yürürlüğe gi­ recek olan''Konfederasyon hükümleri'yle bir konfederasyon hükümeti deneme­ sine girişilmişti; ama her devletin elçilerin­ den oluşan Kongre'nin ne yürütme ne de yasama yetkisi vardı; devletler arasında­ ki ticareti düzenleme konusunda hiçbir şey öngörülmemişti; Kongre'nin özel bir mali kaynağı da yoktu. Bu tarihte federal devlet sayısız güçlük­ lerle karşı karşıyaydı: asker ücretlerinin ödenmesi; bazı devletlerde kâğıt para enflasyonu; ödünç para bulabilmek için Jefferson’ın Paris'e, Jay’in Madrid’e yap­ tıkları yolculuklarının başarısızlıkla sonuç­ lanması; devletlerin gümrük tarifeleri ge­ tirerek Kongre'ye gelir sağlamaya sürekli karşı çıkmaları. Apalaş dağlarının B.'sında, 1763'ten başlayarak sömürgelilerin yerleştirildiği Ohio vadisi ve ötesinde (1778'de Louisville’in, 1789-90’da Cincinnati'nin kurulması) toprak rejimi nasıl ola­ caktı? Devletlerin, dolayısıyla kimi oligar­ şilerin denetimine mi bırakılacak .yoksa Kongre’nin yetkisi altında, savaş sonucu yoksullaşmış kuzey-doğu bölgesi halkının yararı mı gözetilecekti? Sonunda, 1785 kararnamesinden sonra çıkarılan 13 tem­ muz 1787 kararnamesi (Kuzey-Doğu ka­ rarnamesi), İngiltere’nin Versailles antlaşması'yla (1783) bıraktığı ve yaklaşık 100 000 amerikalının yerleştiği Mississippi’nin doğusunda kalan toprakların, fe­ deral devletin malı sayılması ve federal, sonra bağımsız bölgelere geometrik ola­ rak bölünmesi kararlaştırıldı. Her bölge nüfusu 60 000'i bulunca, devlet (eyalet) statüsüne kavuşabileceklerdiıbu karardan ilk yararlanan bölge Vermont(1791), son yararlanan ise Havvaii (1959) oldu. Fakat bu gelişmeler sırasında, Cherokee Kızıl­ derilileri (1774-1776), iroquois’ler (1778 -1779), Mississippi ırmağında ulaşım ser­ bestliği konusunda da Ispanyollar ile ça­ tışmalar oldu. Yeni kurumlara duyulan ihtiyaç, Annapolis meclisinin toplanmasına yol açtı (ey­ lül 1786); burada Philadelphia meclisinin seçimi kararlaştırıldı. Devletlerin yasama



meclislerince seçilmiş 65 üye arasından belirlenen 55 üye, bugün de yürürlükte olan ABD Federel anayasası'nı hazırladı (17 eylül 1787). Bir uzlaşma ürünü olan bu anayasa, bağımsız ama egemen ol­ mayan devletlerden oluşan bir amerikan ulusunun varlığını belirliyor, özerkliklere saygı çerçevesinde ortak savunmayı ve genel çıkarların korunmasını amaçlıyor­ du. Güçlerin ayrılığı çok kesindi; ama iki meclisli bir Kongre’nin yanı sıra, yasaları uygulamakla görevli bir başkanlık ve bir yüksek mahkeme örgörülmüştü. Devletler, federasyondan yana olanlar­ la olmayanların çekiştikleri halk meclisle­ rinde, 1787’den 1790'a kadar, yeni ana­ yasayı oylayıp kabul ettiler. George Washington ABD başkanlığına getirildi ve 30 nisan 1789'da göreve başladı. Ama he­ men ardından anayasanın yorumlanma­ sı konusunda federalcilerle cumhuriyetçi­ ler arasında anlaşmazlıklar çıktı. 1789 -1801 arasında iktidarda kalan federalciler, güçlü bir federal hükümeti savunuyor­ lardı; başlarında George VVashington'un hazine bakanı Alexander Hamilton vardı. Oligarşiye dayalı İngiliz sistemini çok be­ ğenen ve kuzey-doğu bölgesinin arma­ tör, tüccar ve esnafından destek alan federalciler, merkezi gücü pekiştirdiler: bir devlet bankası kuruldu (1791), istikrarlı bir para (dolar) ve gümrükler sayesinde dü­ zenli gelir kaynakları elde edildi. Başlan­ gıçta yansız bir dış siyasetten yana olan (Yansızlık bildirisi, 22 nisan 1793; kendisine yönelen eleştirilerden rahatsız olarak se­ çimlere katılmayan George VVashington’ ın “ Veba bildirisi” 1796) ve İngiltere ile bir ticaret antlaşması imzalayan (Jay ant­ laşması, 1794) federalciler, giderek Fran­ sa’daki Directoire hükümetiyle ilişkilerini kestiler (1798); Fransız devrimi'ne düş­ manlıkları, yardımlarıyla ABD’nin bağım­ sızlığında belirleyici rol oynayan Louis XVI’nın giyotine gönderilmesi sonucu da­ ha da artmıştı. Ama bu siyasetleri, küçük toprak sahipleri, küçük devletlerin yurttaş­ ları ve ayrıcalıklarını korumak isteyen güneyli tarım işletmecilerinden oluşan cumhuriyetçilerin siyasetiyle çelişiyordu.



Jacobin’lerin ideolojisini ve terimlerini be­ nimsemiş olan cumhuriyetçiler, 1801’de John Adams’ın yerine, konfederasyonun kurucularından olan VVashington’un eski dışişleri bakanı (1793'te istifa etmişti) Tho­ mas Jefferson’ın seçilmesini sağladılar, iktidarı bir kez ele geçiren cumhuriyetçi­ ler hızla ilerlediler ve siyasetleri, ister is­ temez, merkezi hükümetin güçlendirilme­ si yönünde gelişti. Böylece federalcilerle aralarındaki görüş ayrılıkları ortadan kalk­ tı; zaten bu tarihten sonra Amerikalılar’ın bütün ilgisi Jefferson’ın isteğine rağmen (İngiltere ve Fransa ile her türlü alışverişi yasaklayan non-intercourse yasası), İkinci Bağımsızlık savaşı’na yönelecekti. Bu savaşın çıkmasına, Indiana’da, kızılderili reisi Tecumseh’in ayaklanmasını (1810-11) paraca destekleyen ingilizler neden oldu; ayrıca İngiliz amiralliği bü­ yük bir hata işlemiş ve ziyaret hakkı ba­ hanesiyle (Napolöon l'e karşı konulan ab­ luka çerçevesinde savaş kaçağı ile mü­ cadele) birtakım amerikan gemilerine ve tayfalarına el koymuştu. Bu çatışma, VVas­ hington'un alınıp ateşe verilmesinin (1814) uyandırdığı endişe, Gand antlaşması'yla (1814) kesinleşen nihai zafer ve general Jackson'ın New Orleans'ta elde ettiği başarı (ocak 1815) milli gururun coş­ kusu içinde partilerarası anlaşmazlıkların unutulmasına yol açtı. Böylece, Jefferson'ın yerine geçip onun çizgisini izleyen ve onun gibi virginialı olan James Madison (1809-1817) ve James Monroe'nun (1817-1825) başkanlık dönemlerinde, “ iyi duygular çağı” (Era of good feelings) başladı. Genç ispanyol-amerikan devlet­ leriyle ilişkilerini bozmaksızın, Amerika kı­ tasının siyasal ve iktisadi denetim tekelini ele geçirmek isteyen ve bu kıta devletle­ rine karşı Avrupa’da bir "Kutsal ittifak” kurulmasından çekinen ABD, sert Monroe bildirisiyle ("Amerika Amerikalılar’ indir” , 2 aralık 1823), yansızlık isteğini ve Avrupa’nın her türlü müdahalesine karşı olduğunu yeniden ortaya koydu. •Toprak genişlemesi. Siyasal çekişmele­ rin yatıştırıldığı dönemde, ABD tüm ener­ jisini batıya doğru genişlemeye yöneltti.



515



PARİSANTLAŞMASI’NA(1763) KADARSÖMÜRGELEŞTİRME



Amerika Birleşik Devletleri 516 H İN G T O N



.1820'den önce Massachusetts'e ait KUZEY DAKOTA ü lt GÜNEY DAKOTA



NE W YORK



.IL L IN O IS



PENNSYLVANİ;



IDİANA0 H Î0 JU IA 1803 1o 1 c . WEST VİRGİNİA 1792 ' K E N T Ü C K Y ,/



M İS S O U R : 1821



I



\ _ RH O D E



%



18 3 7 r _~~-T 7.



l \ v.



VİRGİNİA L , " " 'V v



new



H A M P S H IR I



As4a£ hÛsETTS IS L A N D



C O N N E C T İC U , •N E W JE R S E Y DELAVVA R E M A R YLAN D COLUMBİA yönetim bölümü 1791



kuzey



'J N E S S E E •



YENİ RKANSAS .



MEKSİKA



1836



17 96



CAROLİNA GÜNEY Sf CAROLİNA



/



1863'ten önce Virginia'ya ait