Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 14, Koru-Lord) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

BUYUK



LAROUSSE • •



••



SOZLUK VE ANSİKLOPEDİSİ 1 4 . C İL T Korumak — Lordlar Kamarası



k Milliyet



Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem FİLA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedia AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abt»as ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattin BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattin HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Sedal ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



Fransızca Grand Dictionnaire Encyclop6dique Larousse (GDEL) temel alınarak hazırlanmıştır. BÜYÜK LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ’nin bütün hakları saklıdır; adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Librairie Larousse 1986 [S.P.A.D.E.M. et A.D.A.G.P.J



korunmak K O R U M A K g. f. 1. Bir kimseyi, bir şeyi (bir şeyden, bir kimseden) korumak, onu bir zarardan, bir tehlikeden uzak tutmak, tehlikelere karşı savunmak: Krem sürerek cildini soğuktan korumak. Şapka giy, ba­ şını güneşten koru. Tann sizi kötülüklerden korusun. Köpeğimiz bizi hırsızlardan ko­ ruyor. Bu aşı çocuğunuzu salgın hastalık­ lardan koruyacak. —2. Bir şeyi (soyut) ko­ rumak, onu her türlü zararın uzağında, dı­ şında tutmak; muhafaza etmek, savun­ mak: Sözleşmenin bu hükmü sizin hakla­ rınızı koruyor. Barışı korumak için her tür­ lü çabayı göstermek, özgürlükleri, top­ lumsal kazanımlar) korumak. —3. Bir ye­ ri korumak, orada bulunan ya da oradan geçen kimseleri özel bir donatımla ya da uzmanlaşmış kişilerden oluşan bir ekiple güvenlik altına almak; onların güvenlikle­ rini sağlamak: Köprüyü askeri bir birlik k p ruyor. Polisler büyükelçilikleri koruyor. —4. Bir kimseyi korumak, onu destekle­ mek, kayırmak; onun eylemlerinin sorum­ luluğunu üzerine almak, onu suçlanmak­ tan uzak tutmak: Müdür yeğenini koruyor. Arkadaşlarını korumak için yalan söylüyor. —5. Yiyecekleri, bir ürünü, vb. (tümleç + ) korumak, değişmeye, bozulmaya elveriş­ li olan bir şeyi İyi durumda, bozulmadan saklamak, muhafaza etmek: Bu ilacı sı­ caktan ve ışıktan korumak gerek. —6 . Bir şeyi korumak, onun iyi durumda kalma­ sını, niteliklerini yitirmemesini sağlamak: Saçlarınızın parlaklığını bu kremi kullana­ rak koruyabilirsiniz. —7. Bir niteliği, bir gö­ rünümü, bir dunımu vb korumak, ona sa­ hip olmayı, aynı durumda bulunmayı sür­ dürmek: Umudunu korumak. Gücünü, enerjisini, düşünme yeteneğini korumak. Geçen yıllara karşın güzelliğini koruyor, —8 . Bir şeyi korumak, ondan ayrılma­ mak, uzaklaşmamak: Başlangıçtaki hızı­ nı, yörüngesini korumak. —9. Bir âdeti, alışkanlığı, bir kuralı korumak, onları uy­ gulamayı, onlara uymayı sürdürmek: Zevklerini, alışkanlıklarını korumak. — 10. Bir durumu, bedenin belli bir dummunu korumak, onu değiştirmemek, aynı ko­ numda, aynı durumda kalmak: Sessizliği korumak. Ciddiyetini korumakta güçlük çekmek. Bu pozisyonunuzu birkaç daki­ ka daha koruyun. — 11. Bir etkinlik alanı­ nı korumak, o alanı, özellikle mali açıdan desteklemek, gelişmesine yardımcı ol­ mak: Sanatı, edebiyatı korumak. — 12. Bir masrafı, gideri vb. korumak, onu karşıla­ mak, ona denk gelmek. —Ask. Düşmanın gözetlemesini ve bas­ kın biçiminde girişeceği saldırılarını engel­ lemek için önlem almak. —Cerr. Kenar korumak, “ kompres" deni­ len özel bezler yardımıyla, bir yaranın ke­ narlarını korumak. —Ikt. Ulusal piyasayı yabancı ürünlere karşı savunmak. ♦ k orunm ak dönşl f. 1. Bir kimseden, bir şeyden konınmak, kendini onun yarat­ tığı bir tehlikeden, vereceği bir zarardan sakınmak, kendini korumak: Bu tür insan­ lardan korunun, Hastalıklardan korun­ mak. —2. Gebeliği önlemek için doğum kontrolü uygulamak: Hamilelikten korun­ mak için erkeğin de katılımı şarttır. (-» GEBELİĞİN' ÖNLENMESİ.) ♦ korunm ak edilg. f. 1. Bir gözetimin, korumanın konusu olmak, güvenlik altına alınmak: Çok iyi korunan bir askeri böl­ ge. —2. Bir şey sözkonusuysa, aynı du­ rumda kalması, niteliklerini yitirmemesi, bozulmaması sağlanmak: Bu tarihi yapı­ lar çok iyi korunmuş. Bu ilaç ışıktan ko­ runmalıdır. K O R U M A L I sıf. Elektrotekn. Korumalı devre, bir elektrik donanımının bir koru­ ma düzeneğiyle korunan bölümü. || Koru­ malı makine, iç bölümleri, gerek çalışır­ ken, gerek gerilim altındayken, kaza ile ya da isteyerek dokunmalara karşı mekanik olarak korunan makine; bu korumanın ha­ valandırmaya engel olmaması gerekir. K O R U N A a. (çoğulu, dörde kadar [dört dahil] koruni; dördü aşarsa korun).



Çek kronu ile Slovak kronunun kendi dil­ lerindeki adı (-* K uron.) K O R U N A K a. Sığınmak, korunmak, saklanmak amacıyla yapılan ya da kulla­ nılan (yapı, kovuk, mağara vb.) yer. K O R U N C A K a. içinde bir şey saklanan kap ya da yer; mahfaza. K O R U N G A a. Kazıkköklü, dik ve yarı ya­ tık gövdeli, bileşik yapraklı, pembe çiçekli, yüksek verimli ve kaliteli çokyıllık yem bit­ kisi. (Bil. a. onobrychis ; baklagiller takı­ mı.) —ANSİKL. Adi korunga (Onobrychis sativa (ya da viciifolia]) genellikle yoncanın yetiştirilemediği iklim ve toprak koşullarında gelişebildlğinden Türkiye'de gittikçe önem kazanan bir yem bitkisidir. 20 yıl yaşaya­ bilen bu bitkinin ekonomik ömrü 4-6 yıl­ dır. Hayvanlarda şişkinlik yapmaz; mine­ ral maddelerce zengindir. Çok ağır ve sü­ rekli otlatılmamak koşuluyla iyi bir mera bitkisidir. Kökleri derine gittiği için fakir top­ raklarda bile yetişir. Çiçeklerinin taşıdığı balözüyle arılar için de iyi bir besin (bal) kaynağıdır. Korunga genellikle kuru ot el­ de etmek amacıyla yetiştirilir. Yapraklan saplarından daha yüksek besin değeri ta­ şıdığından fazlaca sapa kaçmadan erken biçilirse daha besleyici olur. K O R U N G A L IK a. Korunga çayırı. K O R U N M A a. 1. Korunmak eylemi. —2. Sığınma, sakınma. —3. Himaye edilme. —Ask. Pasif korunma, askeri birliklerin ve halkın, düşmanın her türlü etkinliğine karşı korunması amacıyla, silah kullanmaksızın alınan önlemler. (Pasif korunma, sivil sa­ vunma örgütlerince alınan önlemleri de kapsar.) || Sütre gerisinde korunma, tank, top gibi silahların atış yaparken ortaya çı­ kıp atıştan sonra da bir sütre gerisine çe­ kilmelerine olanak veren düşey hareket. —Biyol. Canlı varlıkların elverişsiz etken­ lerden ya da bir saldırganın saldırısından kendilerini koruma işlevi. (Bk. ansikl. böl.) —Çevrebil. Doğanın korunması, doğal çevrenin ve doğadaki canlıların korunma­ sı. (Bk. ansikl. böl.) — Huk. Korunma alanı -> a la n . — Ikt. Doğal kaynakların korunması, do­ ğal kaynaklar stokunun en iyi biçimde tü­ ketilmesi ve işletilmesi amacına yönelik önlemlerin tümü. —Mant. Komnma ilkesi, XIX. yy.’da alman matematikçi H. Hankel tarafından formülleştirilen yöntembilimsel ilke. Bu ilkeye gö re, bazı nesneleri yöneten yasalar, bu nes­ nelerin ait olduğu alan, daha geniş bir ala­ nın kapsamı içine girdiğinde, olduğu gibi korunmalıdır (örneğin, doğal tamsayıların toplam ve çarpımını yöneten yasalar [N], göreli tamsayıların toplamı [Z] kapsamı içi­ ne girdiğinde korunmuş olarak kalır­ lar), —Tem. parç. Kuarkların korunması, hadronları oluşturan kuarkları yalıtmanın ola­ naksızlığını öne süren kuram. (Herşey sanki, çok düşük uzaklıklarda etkileşime girebilen kuarkların etkileşim potansiyeli, bunları ayıran uzaklıkla aıtıyormuş ve bu uzaklık hadronun boyutlarına yaklaştığın­ da bu potansiyel sonsuz bir değer alıyor­ muş gibi oluşur.) —Tip Hastalıkların bir kişide ortaya çıkma­ sını ya da topluluk içinde yayılmasını ön­ lemeyi sağlayan doğrudan yöntemlerin tümü. (Eşanl. PROFILAKSİ.) [Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Biyol. Hayvanların ve bitkilerin başvurdukları korunma yolları beş büyük kategoride toplanabilir; 1. kaçma: tavşan tilkiden kaçar, midyeler denizyıldızlarından kaçar, göçmen kuşlar kışın çok soğuk bölgelerden ayrılarak el­ verişli iklimlere giderler; 2 . yeraltına saklanma: erişilmesi olanak­ sız gizli yuvalar ve inler ayrıca soğuğa kar­ şı da bir korunma yoludur; 3. gizlenme: kendini bulunduğu yere ben­ zetme (homokromi, homomorfi) ya da teh­ likeli bir türe benzetme (mimetizm) hay­



vanlara (kelebekler, balıklar, vb.) ve bitki­ lere (beyaz ballıbaba, litops, vb.) özgü bir savunma yöntemidir; 4. pasif korunma: “ top" gibi yuvarlakla şıp kapanma (tatu, tespihböceği, glomaris), diken taşıma (kaktüs ve kurak bölge­ lerdeki diğer bitkiler) heı iki yöntemi bir­ likte kullanma (kirpi), sıkı kapanan bir ka­ buğa sahip olma (yumuşakçalar) ya da sert bir kabuk içine çekilme (kampiumba ğa) birer pasif korunma yoludur. Soğuğa karşı derialtı yağı ve kaim post ya da tüy de bu bakımdan önemli rol oynar, 6. etkin savunma: gerek doğal silahlarla (gsvişgetirenlerin boynuzları, filin savun­ ma dişleri), gerek tahriş edici ya da kötü kokulu sıvı püskürtmeyle (kokarca;, gerek­ se, kolaylıkla tanınacak canlı renklere bü­ rünen bazı türlerde olduğu gibi, başka canlıların yiyemeyeceğini gösteren zehir­ leyici özelliklerle sağlanır. Fakat bitkilerin çoğunluğu ve hayvan­ ların birçoğu kayıplarını bol döl verimiyle karşılamayı yeğlemektedir —Çevrebil. Doğanın korunması. Doğal ortamların hızla bozulması bazı hayvan ve bitki türlerinin azalmasına ve kimilerinin de soyunun tükenmesine yol açmıştır. Bu ol­ gu, özellikle sanayi toplumlarının doğu­ şundan beri, insan etkinliklerinin yarattığı zarar ve sakıncaların artmasının sonucu­ dur. Bu nedenle birtakım uluslararası ve ulusal kuruluşlar doğanın korunması için önlemler almaktadırlar. Bu önlemler uluslararası alanda, İkinci Dünya savaşı’nın sonunda, BM'nirı hima­ yesi altında. Doğanın ve doğal kaynakla­ rın korunması için uluslararası birlik’in ku­ rulmasıyla somutlaşmıştır. Birlik milli park­ ların kurulmasında ve tehdit altındaki tür­ lerin ve biyotoplarının korunmasında önemli rol oynamaktadır. Unesco’nun 1970'te başlattığı İnsan ve biyosfer programı'nın (IBP) amacı, doğal ve sosyal bilimlerin katkısıyla, biyosfer kay­ naklarının kullanımı ve korunması için ve insanla çevresi arasındaki ilişkilerin düzel­ tilmesi için akılcı bir temel geliştirmektir. Dünya doğa fonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde etkinlik göstermekte ve milli parklar kurmaları ve yaşatmaları için on­ lara yardım etmektedir. Doğayı koruma önlemleri bir türe özgü olabileceği gibi (Uluslararası balina komis yonu'nun balinaları koruması) özel bir ya­ sayla da sağlanabilir (Türkiye'de 1983 yı­ lında çıkarılan 2873 sayılı Milli parklar ka­ nunu). Bu kanunun amaci milli ve uiusiar arası düzeyde değerlere sahip milli park, doğa parkı, doğa anıtı '/e doğayı koruma alanlarının seçilip belirlenmesine, özellik ve karakteri bozulmadan korunmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine ilişkin esasları düzenlemektir. —Tıp. Korunma, özellikle Pasteur'ün bu luşlarından sonra doğdu Gerçekten de, birçok bulaşıcı ve salgın hastalığın nede­ ninin bilinmesi bunlardan etkin bir biçim­ de korunmaya olanak veriyordu; organiz­ manın tepkileri ve hastalıktan korunmada sahip olduğu doğal yetenekler konusun­ da edinilen kavramlar, korunmada tama­ men fizyolojik işlemler kullanılmasını sağ­ ladı. Ancak, hastalıkların ortaya çıkışını önleyici korunma ile tedavi amaçlı korun­ ma farklıdır. Birincisi kişileri ayırma, karan tina, giysi, hava, su, besin, vb.'nin deneti­ minden yararlanarak bulaşmaları önleme­ ye çalışır; İkincisi ise tedavi edici etkenle­ ri kullanır: antiseptikler, tetanos, difteri, vb.'den koruyucu serumlar, çiçeğe karşı Jenner aşısı ve bulaşıcı hastalıklar için çe­ şitli aşılar; korunmanın en büyük aşama­ larından biri, asepsinin anlaşılması ve tüm cerrahi girişimlerde titizlikle uygulanması­ dır. "Korunma” sözcüğü sanayi, araştırma, vb. aiânlarda, fiziksel (ışık, ısı, radyoakti­ vite) ya da kimyasal (yakıtlar, patlayıcılar, deterjanlar, vb.) etkenlerden korunmayla ilgili tüm yöntemlere de uygulanır. KORUNM AK



KORUMAK.



7005



çiçe k to p lu lu ğ u



adi korunga (Onobrychis sativa)



korunum 7006



Fahri Korutürk



K O R U N U M a. Korunmak eylemi. —Fiz. Korunum yasası, yalıtılmış bir sis­ teme eşlik eden fiziksel bir büyüklüğün değerinin, sözkonusu sistemin zaman içindeki evrimi boyunca bir başka sistem­ le etkileşim olmadıkça değişmeden kala­ cağını belirten yasa. (Bk. ansikl. böl.) —Fizs. mekan. Ağırlık merkezinin korunu­ mu, hareket halindeki bir cisim için, ağır­ lık merkezi yörüngesinin iç kuvvetlere de­ ğil, yalnızca dış kuvvetlere bağlı olması ve cisim iç kuvvetlerin etkisiyle biçim değiş­ tirse ya da parçalara ayrılsa bile bunun geçerliliğini koruması özelliği (parçalanan top mermisi, katları ayrılan füze vb.). —A n S İk l Fiz. Bir korunum yasası, kendi bütünlüğü içinde,ele alınan yalıtılmış bir sistem için geçerlidir: etkileşim halindeki parçacıklardan oluşan bir sistemde bir büyüklüğün bireysel değerlerindeki deği­ şimlerin denkleşmesi ve toplu değerinin değişmezliği sözkonusudur. torunum yasaları, homojen ve izotrop olduğu varsayılan uzay-zamanın bakışım özelliklerine bağlıdır. Yalıtılmış bir sistem­ de, bu bakışımlardan herbirine, “ hareket değişmezi" de denen, korunumlu bir fi­ ziksel büyüklük eşlik eder Böylece, zama­ nın homojenliğine enerjinin korunumu, uzayın homojenliğine hareketin niceliğinin korunumu, uzayın izotropluğuna ise açı­ sal momentin korunumu eşlik eder. Uzay -zaman bakışımlarına bağlı bu korunum yasalarının dışında, kuramın daha soyut bakışımlarına bağlı ve yük adı verilen fi­ ziksel büyüklüklerle ilgili başka yasalar da vardır (örneğin ölçek değişmezliği), to ru ­ num yasası kavramı bütün fizik kuramla­ rında temel bir rol oynar. K O R U N U M LU sıf. Fiz. Mekanik enerji­ si (kinetik enerji artı potansiyel enerji) de­ ğişmez kalan bir sistem için kullanılır. (Karşt. YİTİMLİ.) K O R U S . Tar. coğ. Gaziantep’te, Kilis'in yaklaşık 15 km K.-B.'sında antik kent; ka­ lıntıları Süngütepe köyünün G.'indedir. Bü­ yük İskender ve Roma dönemlerinde önem kazanan kentin kalıntıları arasında kale, tiyatro, kilise dikkati çeker; ayrıca ro­ ma sikkeleri bulundu.



korvet (XVIII. yy.)



«K O R U T Ü R K (Fahri), türk asker ve dev­ let adamı (İstanbul 1903 - ay. y. 1987). Şû­ rayı devlet eski üyelerinden Osman Sabit Bey'in oğlu. Deniz harp okulu'ndan (1923) sonra Deniz harp akademisi’ni ilk 7 mezun­ dan biri olarak bitirdi (1933) ve Dumlupınar denizaltısı komutanlığına atandı. Yarbay rütbesiyle Berlin deniz ataşeliğine gönde rildi (1942). Albay rütbesiyle Deniz harp akademisi komutanı (1945), Deniz eğitim komutanlığı kurmay başkanı (1948), İstan­ bul Deniz komutanı (1950) olarak görev yaptı. Tuğamiral (1950), tümamiral (1953), koramiral (1956), oramiralliğe yükseldi



(1959) ve Deniz kuvvetleri komutanlığına getirildi. 27 Mayıs 1960'tan sonra Mosko­ va büyükelçiliğine atanması sonucu as­ kerlikten emekliye ayrıldı. Dışişleri bakan­ lığındaki görevinden istifa ettikten (1965) bir süre sonra Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Cumhuriyet senatosu kontenjan üyeliğine atandı (1968), Konten­ jan grubu başkanı oldu. Cumhurbaşkan­ lığı dönemini tamamlayan Cevdet Sunay’ ın yerine yeni bir cumhurbaşkanı seçimin­ de adayların mecliste yeterli oyu toplaya­ mamaları üzerine TBMM'de grubu olan üç partinin (AR CHR CGP) aralarında an­ laşması sonucu Türkiye Cumhuriyeti'nin 6. Cumhurbaşkanı seçildi (1973). Siyasal yaşamın çalkantılı bir dönemine rastlayan görevi, 6 nisan 1980’de sona erdi. Daha sonra 12 Eylül 1980’e kadar Cumhuriyet senatosu doğal üyeliği yapan Fahri Koru­ türk, geçirdiği bir kalp krizi sonunda öldü (12 ekim 1987). Cenazesi Ankara Devlet mezariığı’na gömüldü.



rik asit çözeltisi ya da şaraba yabancı bir tat vermeyen yapışkan besin maddeleri sı­ vaştırılarak kaplanır. Yeni fıçılardaki ağaç tadını gidermek için koruyucu kaplama iş­ lemi, kimi ülkelerde fıçıların iç yüzü yakı­ larak, Türkiye'de buhardan geçirilerek ye­ rine getirilir. —Tar. İngiltere ve iskoçya’da XV. yy.'dan XVII. yy.’a kadar naibe verilen unvan. (Bu unvan 1653 Anayasası ile CromweH’e ve­ rilmiştir) .Napolöon I 1806’dan 1813'e ka­ dar Ren konfederasyonu koruyucusu un­ vanını taşımıştır. —Uluslarar ikt. Koruyucu haklar, koruyu­ cu sistem, yabancı malların girişine yasak­ lar, kontenjanlar, vergiler koyarak ulusal sanayiyi destekleyen haklar, sistem. ♦ a. Muhafız. —ANSİKL. Bot. Bitkilerde koruyucu doku üstderidir. Üstderi çoğunlukla kalınlaşmış­ tır ve bir mum tabakasıyla kaplıdır; ayrıca türlere ve iklimlere göre az ya da çok ka­ lın olmak üzere mantarla da kaplı olabilir. Çiçeklerdeki iki kılıf (çanak, taç) üreme or­ ganlarını koruduğu gibi tomurcukların pullan da bunları kötü mevsimde koruma­ ya yarar. — inş. Kapılar ve pencereler başlı başına birer koruyucu sayılsalar da, bu sözcük, bir yandan mahremiyeti sağlayan ve ya­ pı içine girilmesini önleyen, öte yandan ışık girişini kısmen ya da tümüyle engel­ leyen pancurları, storları, kepenkleri, ek­ lemli parmaklıkları belirtmektedir.



K O R U Y U C U sıf. ve a. 1. Bir şeyi dış et­ kilerden koruyan şey için kullanılır. —2. Bir kimseyi koruyan, kayıran, gözeten kimse için kullanılır; hami: Her çocuğun bir ko­ ruyucuya ihtiyacı var. —Bes. san. Koruyucu madde, maddele­ rin bozulmasını önlemek için kullanılan katkı. —Bot. Koruyucu doku, bitkinin buharlaş­ maya, dona, vb. karşı korunmasını sağ­ layan yüzeysel doku. (Bk. ansikl. böl.) —Fizs. kim. Koruyucu kolloit, kolloidal bir K O R U Y U C U H E K İM L İK a. Hastalık­ asıltıya katıldığında bu asıltının tortulaşma­ ların ve kazaların önlenmesiyle ilgilenen ya karşı kararlılığını artıran susever kollo­ tıp dalı. it. (Koruyucu kolloit olarak proteinler, arapK O R U Y U C U L U K a. 1. Bir başkasını zamkı vb. kullanılır.) koruma; himaye: Onun koruyuculuğuna —Foto. Sürtünme ve çizilmelere karşı, du­ ne ihtiyacın var? —2. Korumak eylemi. yarlı yüzeylere sürülen jelatin ya da baş­ ka geçirgen bir maddeden yapılmış kat­ K O R V A LD (Lars), norveçli siyaset ada­ man için kullanılır. mı (Nedre Eiker 1916). Tarım bilimciydi; —Isıbil. Su düzeyi göstergesi koruyucu­ 1962'de Hıristiyan demokrat parti’ye gir­ su, bir kazanın su düzeyi göstergesi bo­ di; 1968'de bu partinin başkanlığına ge­ rusunu, su düzeyini gözlemeye olanak tirildi. Ekim 1972’den ekim 1973’e kadar sağlayacak ve boru kırıldığında cam par­ bir koalisyon hükümetini yönetti. AET ile çalarının çevreye fırlamasını önleyecek bi­ ticaret anlaşması yapmaya çalıştı; bu an­ çimde çevreleyen zarf. laşmaya, Norveç’in Ortak Pazar a tam — inş. Bir pencereye, bir kapıya eklenen üyeliğini sağlayacak bir "geçiş hükmü" koruma düzeneği. (Bk. ansikl. böl.) koydurtmaya çalıştı. —Kad. hast. Periyodik olarak gebelikten ■ K O R V E T a. (fr. corvette; orta hollandakorunmak için kullanılan çeşitli madde ve ca corver, avcı gemi'den). 1. Yelken dö­ yöntemleri kapsayan genel terim. neminde kullanılan, firkateynle brik arasın­ —tozm et. Cildi, güneş ışınlarına ya da da savaş gemisi. (Bk. ansikl. böl.) —2. soğuğa karşı koruyan bir güzellik ürünü Günümüzde, denizaltılara karşı savaş için için kullanılır, || Koruyucu madde, bakteri­ özel olarak silahlandırılmış orta tonajlı sa­ leri öldürmeden çoğalmasını önleyebilen vaş gemisi. — 3. Korvet kaptanı, kimi ül­ (bakteriyostatik) ya da bakteri ve mantar ke donanmalarında, binbaşıya eşit deniz öldürücü özellikler taşıyan ve bu nedenle rütbesi. || Yük korveti, yelken döneminde, çeşitli kozmetik ürünlerinin bileşimine ka­ deniz kuvvetlerinde kullanılan yük gemi­ tılan kimyasal madde. (Bu maddeler, koz­ si. metik ürünü kullanan kimselerde, hem en—ANSİKL. Filoların hizmet gemilerinden feksiyonlu yaralara neden olan, hem de oluşturulan korvetler firkateynlerden daha ürünlerin yapısını bozan bakteri ya da küçüktü, ancak onlar gibi üç direkle do­ mantarların çoğalarak yayılmasını önler.) natılır ve yirmi kadar topu vardı. "Korvet" —Kuyuc. Koruyucu halka, bir kuyu açma adı, ikinci Dünya savaşı sırasında denizalçubuğunun üzerine geçirilen ve kuyu çe­ tıiara karşı özel olarak silahlandırılmış ve perine sürtünen çubuğun aşınmasını ön­ konvoylara eşlik eden gemileri belirtmek lemeye yarayan kauçuk halka. (Eşanl. için yeniden kullanılmaya başladı. PRCTEKTÖR.) —Oto. ve Bisikç. Koruyucu kılıf, içinden fren kumanda kablosu geçen, genellikle boru biçiminde kılıf. j| Koruyucu toz lasti­ ği, eklemli bir birleştirmeyi, bir kolu ya da eskiden bir askı donanımı yayını koruyan kılıf. -S ib e r Örneklenmiş bir sistemde, son ör­ neğin değerini bir sonraki örneğe kadar koruyan düzenek. || Koruyucu ayarlama, yönerge değerlerini gerek ani olarak, ge­ rekse zamana bağlı olarak az değiştire­ rek tedirginlik doğuran büyüklüklerin et­ kisini azaltmaya dayanan ayarlama. —Spor. Karın ve karnın alt bölümünü ko­ ruyan kemer. Kimi dövüş sporlarında, bu arada boksta takılması zorunludur. || Esk­ rimde, silahın eli koruyan, yuvarlak, ma­ deni bölümü. —Şarapç. Koruyucu kaplama, kûvlerin şı­ ra ya da şaraptaki asitlerden etkilenme­ mesi İçin yapılan İşlem. (Küvler ya tarta­



K O R V U Z İT a. (fr. corvusite). Miner. Do­ ğal vanadyum oksit (vanadil vanadat). K O R YA K , Koryaklar'ın konuştuğu paleosibirya dili. K O R Y A K « mm * b ö lg e s i, rusça Koryakskiy Natslonalnıy Okrug, Rusya Federasyonu'na bağlı özerk bölge, Uzakdoğu’da Bering denizi'yie Doğu Si­ birya denizi arasında; 301 500 km2; 36 000 nüf Yönetim merkezi Palana; 3 000 nüf. Anadır havzasından oluşur, K O R Y A K L A R , Doğu Sibirya'da yaşa­ yan halk, Koryaklar iki gruba ayrılırlar; rengeyiğl yetiştiricileri ve balıkçılar. Geyik ye­ tiştiriciler bir göçebe yaşamı sürerler. Bu­ na karşılık, balıkçılar yerleşik düzene geç­ mişlerdir ve yarısı yer altında kalan evler­ den oluşmuş köylerde topluca yaşarlar. Kültürel bakımdan komşuları Çukçeler’e yakındırlar; ayı ve balina şölenleri düzen-



Kosigin lerler, 1920’den 1991'e kadar kolhoz sis­ temine katıldılar. K O R Y A K S K İY N A T S İO N A L N IY O K R U G -* KORYAK ulusa! bölgesi. KO R YB A N TE S a. Esk. Yun. Phrygia’da Kybele rahipleri. Kendinden geçercesine dans ederlerdi. (Gizemli cinler gözüyle bakılan ilk korybantesler çoğu zaman kureteslerle karıştırılmıştır.) K O R Y D A L L A . Tar. coğ. Anadolu'nun G.’inde, Lykia bölgesinde antik kent; An­ talya'ya bağlı Kumluca’nın yaklaşık 1 km B.'sındaydı. Kimi antik yazarlar kentten Rhödiapolis, Gagai ve Phaselis gibi bir Rodos yerleşmesi olarak söz ederler; an­ cak yörede bulunan yunanca ve lykia di­ lindeki ikidilli bir yazıttan lykia kenti oldu­ ğu anlaşılmaktadır Lykia birliği üyesi olan Korydalla'da Roma döneminden, III. yy. tarihli paralar bulundu. Kent, Bizans dö­ neminde piskoposluk merkeziydi. 1842' deT.A.B. Spratt’in gördüğünü belirttiği ti­ yatro, su kemerleri ve öteki yapı kalıntıla­ rının hiçbiri günümüze ulaşmadı. K O R Y K O S . Tar. coğ. Anadolu’nun Ak­ deniz kıyısında, Kilikia Trakheia (Taşlık Kilikia) bölgesinde antik kent; Kalykadnos (Göksu) nehri deltasının D.'sundaydı. Ken­ tin bir bölümü Mersin-Silifke yolu üzerin­ de, Erdemli ilçesi kıyılarında, bir bölümü de karşısındaki adadadır (Kız* kalesi). İ.Û. 197'de Ptolemaioslar'dan Antiokhos lll'ün denetimine geçti. İ.Ö. I. yy.’da para bastı. Roma döneminde bir liman kenti olan Korykos, Bizans dönemindeki önemini Ortaçağ'da da sürdürdü. 1448'de Karamanoğulları'nca alındı, XIX. yy.'da terk edildi. Kalıntılar arasında kale, bizans sur­ ları, roma kapısı, tapınak olduğu sanılan yapılar, bir dizi sütun kaidesi (stoa olabi­ lir), nekropolis (lahitler, kaya mezarları, ka­ bartmalı ve yazıtlı mezar taşları) belirtile­ bilir. Yörede ayrıca V. ve VI. yy.'lardan kili­ seler vardır. KO R YN E P H O R O S a. Antik. 1. Tiran Pelsistratos'un muhafız askeri. —2. Sikyon’da soyluların emrindeki köylü. K O R Y O , Kore'de 918'de Vanggon tara­ fından kurulan ve XIV. yy.'a kadar süren hanedan. Silla hanedanının yerini alan Koryolar başkentlerini Songdo'ya (Kaesong) taşıdıktan sonra, Kore'nin toprak bütünlüğünü sağlamaya giriştiler. Önce Gûney-doğu'yu barışa kavuşturdular, ar­ kasından da kuzey sınırı boyunca sağlam savunma hatları kurdular. Yönetimi yeni­ den örgütlediler, toprakları yeniden dağıt­ tılar. Bü arada buddhacılık tüm Kore'de, yayılmaktaydı (Sutra’nın, Tripitaka olarak yayımlanması XIII. yy.’da çok büyük çap­ ta bir girişimdir). Koryo hanedanı 1225’te ilk moğol istilasına karşı koymak zorunda kaldı. Önceki yüzyılda Curçenler'in saldı­ rılarıyla zayıflamış olan ülke, 1280'de Moğollar'ın eline geçti. Son Koryo kralları sa­ rayda büyük etkinlikleri olan buddhacı ra­ hiplerin elinde oyuncak oldular Hizipler arasındaki kavgalar bir türlü bitmek bilme­ diğinden moğol egemenliğinin sona er­ mesi (1368) de ülkeyi bağımsızlığına kavuşturamadı. 1392'de general Lee Songgye’nin yönettiği askeri bir ayaklanma Koryolar’ın yıkılmasına ve son Kore haneda­ nının (Li hanedanı) kurulmasına yol açtı. K O R YO N a. (fr. chorion’dan). Dokubil Epitelyumlu bir yapıyla bir arada bulunan bağdokusu oluşumu. (Bağırsaktaki kaslı mukoza tabakası, bağırsak epitelyumuy­ la bir arada bulunan bağdokusunu, ba­ ğırsak boşluğu yönünde koryona, kas ta­ bakası tarafında ise mukoza altına ayırır; derinin koryonu alt deridir.) —Embriyol. Etene koryonu, trofoblastın kalınlaşmış dış zarı. (Bu zarın altında allantoit kılcal damarlar çoğalır ve zar an­ nenin dokularıyla temas eder [epitelyokoryal etene oluşumunda dölyatağı mukoza­ sı; mezokoryal etene oluşumunda dölya­ tağı koryonu; endotelyokoryal etene olu­ şumunda dölyatağı damarları endotelyu-



mu; hemokoryal etene oluşumunda endotelyumiarın kopmasıyla annede mey­ dana gelen kan gölcükleri).) || Yumurta koryonu, döllenmiş yumurtanın dış zarı.



K O S C İA N , Polonya'da kent, PoznarVın G.-B.’sında; 22 000 nüf. Tarıma dayalı be­ sin maddeleri (şeker, konserve fabrikala­ rı, tütün) ve makine sanayileri.



K O R Y O N İK sıf. (fr. chorionique'ten). Embriyol. Koryon tarafından üretilen mad­ delere denir.



K O S C İU S K O d a * , Avustralya Cordillerası’nda dağ kütlesi, Muniong sırada­ ğında, Yeni Güney Galler ve Victoria eya­ letleri sınırında. Avustralya'nın en yüksek noktası (2 228 m). Kış sporları.



K O R Y P H A İO S a. (yun. söze.). Antikçağ yunan trajedisinde ya da komedisinde koro'nun başı. K O R Y T H O S . Yun. mit. Paris ile Oinone’nin oğlu. Annesi, Paris'i kıskandırmak için onu Helene'nin yanına yolladı, Paris de onu öldürdü. —Tegea kralı, Telephe’yi yanına'alıp yetiştirdi. —Zeus ile Elektra’ nın kızı, İtalya'da Tirren’in kralı, Etrüskler'in atası, İtalya'daki Cortona kentinin kurucu­ su. K O R Y U M a. (lat. corium, deri'den). Çeşitkanatlılar takımından böceklerin hemelitralarının kalın ve sertleşmiş bölümü. (Çok büyük bir kalkanla donanan türler­ de, koryum serbest kalan hemelitraların ön kenarına kadar uzanır) K O R Y U S A İ, gerçek adı isoda Masakatsu, japon estamp ustası (XVIII. yy.'ın ikinci yarısında Edo'da etkinlik gösterdi). Şigenaga’nın öğrencisi oldu, Harunobu' nun yapıtlarına benzeyen, turuncu tonlar­ da kadın figürlerinden (tan) oluşan haşira -eleri (sütunlar için estamplar) ile ün yap­ tı. K O R Y Ü R E K (Enis Behiç), türk şair (İs­ tanbul 1892-Ankara 1949). Mülkiye mektebi’ni bitirdi (1913). Çeşitli memurluklar­ da bulundu ve öğretmenlik yaptı. Yaşamı­ nın son üç yılını, kendini dine ve tasavvu­ fa vererek geçirdi, ilkin aruzla şiirler ya­ zan şair, tanıştığı Ziya Gökalp'in etkisiyle milli edebiyat akımına katıldı ve Hecenin beş şairi'nden biri oldu. Serbest nazma geçiş denemeleri yaptı. 1927'ye kadar yazdığı şiirlerini aynı yıl basılan Miras ad­ lı kitabında topladı. Tasavvuf şiirlerini içe­ ren Varidat-ı Süleyman' ın (1949) önsözün­ de, mevlevi şeyhi trabzonlu Çedikçi Süley­ man Çelebi'nin (XVIII. yy.) ruhu ile nasıl ilişki kurduğunu anlatır ve şiirlerini ondan aldığı esinle yazdığını söyler. Şiirleri toplu olarak Miras ve güneşin ölümü adıyla ölü­ münden sonra yayımlandı (1951). K O R Z A a. Denize. Su içindeki iki ya da birçok zincirin birbirine dolaşması, takıl­ ması durumu. K O R Z E N İO W S K İ (Jözef), polonyalı ya­ zar (Brodöw yakınında, Galiçya, 1797 -Dresden 1863). Gözleminin gerçekçiliği yapıtının ayırıcı niteliğini oluşturur. Oyun­ ları arasında, Karpaccy Gorale (1843) adlı dramıyla ve aristokrasiyi suçlayan les Juifs (fr. çev.) [1843] ile Demoiselle mariöe (fr. çev.) [1845] adlı komedileri anılmaya değer. Soylu sınıfın çöküşünü ve yıkılışını sergileyen ve Balzac’ı çağrıştıran toplum­ sal içerikli romanlar da yazdı (Parents [fr. çev.], 1845; Spekulant, 1846; Collocation [fr. çev.], 1847). K O S -» İSTANKÛY. K O S A L A , eski Hindistan'ın kuzey bölge­ si (İ.Ö. I. binyıl). Destanlarda söylendiği­ ne göre bölgede Rama krallığı hüküm sürmekteydi ve başkenti Ayodhya idi. Buddha döneminde Hindistan’ın on altı büyük bölgesinden biri durumuna gel­ di (bu dönemde başkentleri Şravasti ve Saketa idi). O zaman Kosala'da yaşayan Prasenacit krallığı, Magadha hükümdarı Acataşatru'nun rakibi oldu. Kosala aşağı yukarı şimdiki Audh bölgesine denk dü­ şer. K O S A L İ a. Dilbil. AVADHİ'nin eşanlamlı­ sı.



K O Ş A M , Hindistan’da (Uttar Pradeş) yer, Cumna kıyısında, Allahâbad’ın yak­ laşık 50 km B.-G.-B.’sında, eski Kauşambi*'nin bulunduğu yerde. Önemli arkeo­ loji siti.



7007



K O S C İU S Z K 0 (Tadeusz), polonyalı yurtsever (Mereczowsczy2na, Litvanya, 1746 - Soiothurn, İsviçre, 1817). 1774e ka­ dar Varşova, Almanya, Versailles ve Brest' te harp sanatı okudu. Mutsuz bir aşk se­ rüveni sonunda amerikalı isyancılara ka­ tıldı. istihkam albayı oldu (1776), West Point'i tahkim etti ve Kongre tarafından tuğ­ generalliğe yükseltildi (1783) ve amerikan vatandaşlığına kabul edildi. Polonya'ya döndükten sonra, gene orduya alındı ve ekim 1789'da tuğgeneral oldu. Ruslar'a karşı yapılan savaşta Dubienka'da (tem­ muz 1792) kendini gösterdi. Kralla anlaş­ mazlığa düşerek istifa etti. Uzunca bir sü­ re yurtdışında kaldı (Fransa'da [Yasama meclisi kendisini fransız vatandaşlığına al­ dı], Almanya’da), Kraköw’u ayaklandıra­ rak (24 mart 1794) Ruslar'ı Ractawice'de yendi (4 nisan), Berlin ve Viyana'nın tarafsızlılığını elde edemeyince, Prusyalılar’ı Varşova kuşatmasını kaldırmaya zorladı (5 eylül). Fakat 10 ekim 1794'te Maciejowice’de Prusyalılar’a ve Ruslar'a yenildi. 1796'ya kadar tutsak kaldı. Bir süre ABD' de oturdu (ağustos 1797-mayıs 1798), sonra Paris'e yerleşti (1798), burada as­ kerlik teknikleri üzerine çeşitli yapıtlar ya­ yımladı, Viyana kongresi’nde Polonya'yı savundu. K O S E N T İN E -



KONSTANTİN.



K O S İ, Nepal’de ve Hindistan’da (Bihar) akarsu; 550 km. Himalayalar’dan inen üç selsuyundan oluşur, Sivalikler'i aşar ve Bhagalpur'un aşağı kesiminde Ganj'a ka­ vuşur (sol kıyıdan). Himalayalar'dan inen ırmakların en çok zarara yol açanıdır. K O Ü C E , macarca Kassa, Çekoslovak­ ya'da kent, Doğu Slovakya’nın merkezi, Hornâd kıyısında; 200 900 nüf. Bu eski siyaset ve yönetim merkezinde birçok anıt (özellikle XVII. ve XVIII. yy.’dan kalma Parler'lere özgü gotik üslubunda güzel bir ka­ tedral ve belediye konakları). Teknoloji müzesi. Komşu tarım ve orman bölgele­ rinin pazarı olan Kosice hem bir karayolu ve demiryolu merkezi, hem de bir meta­ lürji kombinasının baş rolü oynadığı bir sa­ nayi kentidir. 1945'te sovyet ordusunun kurtardığı ilk Çekoslovak kentidir; Çekos­ lovak bağımsızlığının ve birliğinin yeniden doğuşu burada ilan edilmiştir (“ Kosice hükümet programı", 5 nisan 1945). K O S İG İN (Aleksey Nikolayeviç), rus devlet adamı (Sen-Peterşpurg 1904 Moskova 1980). 15 yaşındayken gönüllü olarak Kızılordu'ya katıldı. 1927 yılında Komünist partisi'ne girdi. Tekstil sanayisi halk komiseri (1939), RSSFCD halk ko­ miserleri konseyi başkanı (1943-1946), Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Bakanlar kurulu başkan yardımcısı (1960 -1964), 1964 yılında başbakan oldu. Ye­ tenekli bir iktisatçı ve yöneticiydi, 1941 yı­ lında alman istilasından sonra SSCB'nin sanayi potansiyelini ülkenin doğusuna nak­ letmekle görevlendirildi. 1948-1953 arasın­ da Maliye ve Hafif sanayi bakanlıklarını yö­ netti. 1948'de partinin Polrtbüro'suna girdi, 1952'de yedek üyeliğe indirildi. Hruşçev'in iktidara geçmesinden sonra 1959'da Gosplan başkanlığına atandı ve 1960'ta parti prezidyumuna yeniden girdi. Hruşçev'in 1964'te Başbakanlıktan uzaklaştırılmasın­ dan sonra Brejnev ve Podgoıni'yle birlikte SSCB kolektif yönetimini üstlendi. Bakan­ lar kurulu başkanı olarak, iktisadi sorunları çözmeye çalıştı; bu amaçla, işletmelerde daha özerk ve yetkili bir yönetim biçimi uy­ guladı ve maddi destek öğesini daha ge­ niş bir biçimde kullandı. Dış siyasette de



Tadeusz Kosciuszko J. Grassi'nin yapıtından Christian Josi’nin renkli bir hollanda gravürü (ayrıntı) Bibliothbgue nationale, Paris



Kosigin önemli rol oynadı: Giassboro'da Başkan Johnson’la buluştu (1967) ve Çin'le görüş­ meleri yürüttü (1968-69). 70’li yıllarda Brejnev'in sovyet siyaset sahnesinde ilk sıra­ ya yükselmesinden sonra yalnızca iktisa­ di konularla ilgilendi.



7008



x cos / in grafik gösterimi vs değişim tablosu



0



7T 2



(COS X )' 0



_ 1



X



COS X



__



1



-► 0



y



i* 0



- ir



yal demokrat işçi partisi’ne girdi ve bolşevik fraksiyonda yer aldı. Gizli sendikal ve siyasal mücadeleye karıştı, 1917 ekim devrimi’ne, daha sonra Ukrayna'daki iç savaşa katıldı. 1930'daıı 1939'a kadar Sovyetler Birliği Komünist partisi'nin politbûro üyesi, 1928'de Ukrayna Komünist partisi sekreteri, 1938'de Halk komiserle­ ri konseyi başkan yardımcısı oldu. 1939‘da tutuklandı ve yargılanmadan kur­ şuna dizildi. 1956'da Hruşçev tarafından anısı aklandı.



K O S İN S K İ (Jerzy), amerikalı yazar (Lödz, Polonya, 1933 - New York 1991), ABD'ye göç etti. Kolektivist dünyaya iliş­ kin toplumruhbilimsel denemeler (No Third Path, 1962) ve romanlar (Boyalı kuş [The Painted Bird), 1965; Adımlar [Steps], 1968; Bir yerde [Being There], 1971; Şeytan ağacı [the Devii Tree], 1973; Boşluk [Cockpit], 1975; Passion Play, 1979) yazdı. Kosinski, yapıtlarında amerikan yaşamını kabuslu bir biçimde çizmiş, erotizm ve vahşeti, büyük ulusal temalar (kaçış, düş, yalnızlık, başarı) ile bağdaştırmıştır.



K O S İP O a. Tropikal Afrika'da yetişen ve mora çalan oldukça koyu kırmızı-esmer, kaba dokulu, yarı sert, yarı ağır bir odun ./eren çok büyük ağaç. (Odunu doğrama­ cılıkta, marangozlukta ve kaplamacılıkta kullanılır. Bil. a. Entandrophragma candollei; tespihağacıgiller familyası.) K G S İS T a. (fr. cosiste). Jeofiz. Bir dep­ rem sarsıntısının aynı anda hissedildiği tüm noktaları birleştiren çizgi. K O S K S N N İK M İ (Veiko Antero), finlandiyalı yazar (Oulu 1885 - Turku 1962). Tür­ kü Üniversitesi’nae edebiyat tarihi profe­ sörlüğü yaptı. Musset ve Goethe monog­ rafileri yazdı, bu yazarların yapıtlarını çe­ virdi. Ayrıca denemeler, edebiyat tarihiy­ le ilgili özdeyişler ve eleştiri yapıtları kale­ me aldı (Poâtes roumains [fr. çev.], 1919; Aleksis Kivi, 1934). Şiirlerinde eski Roma' dan ve heilenizmden esinlenmiştir (EIĞgies [fr. çev,], 1917; Feu et Cendres [fr. çev.), 1936).



7*



2 (-1 )



y'



X



0



(c h x )'



0



ch x



1



+ oo +



■------------



-T oo



y /



\( n



\



/ /



\ / /



■ K O S İN Ü S a. (fr. cosinus). Mat. çözlm. 1. îdTcF) yarım doğrular İkilisinin oluşturdu­ ğu açının kosinüsü, örneğin, Eukleides düzleminde A ' ekseninin A ekseni üzerin­ deki dik izdüşümünün oranı olarak elde edilebilen [ - 1, 1] aralığının gerçek sayısı, d ile d ', A ile A 'ü n “ pozitif" parçaları­ nı oluşturmaktadır. [Bu cos fSTd7) ile gös­ terilir.) (-> DÖNME.) —2. Bir x gerçek sa­ e* + e~ yısının hiperbolik kosinüsü,



K O S KO C A sıf. (koca'dan pekiştirilerek). Çok iri, çok büyük, kocaman: Koskoca adam olmak, Koskoca evde yalnız otur­ mak.



ye eşit olan ve ch x ile gösterilen gerçek sayı. || Kosinüs fonksiyonu, İR üzerinde ta­ nımlanmış, x gerçek sayısına, x i modülo 2 1 ölçü olan açının kosinüsünü eşlik etti­ ren fonksiyon. (Bunun görüntüsü cos x ile gösterilir. Bunun (E üzerinde



K O S K O C A M A N sıf. (kocaman'dan pe­ kiştirilerek). Çok büyük, çok iri. K O S K O L a. Seram. Kütahya seramikçi­ liğinde daldırma tekniğiyle sırlanan sera­ miklerin, fazla sırlarının akması için üzerina yerleştirildikleri üçgen kesitli uzun tah­ ta.



e* + e - * (Y ) «■



,



T o 1" " T *



.. x



y'



m u­ in*.



İn gösterdiği eğri ch x in gösterdiği eğri



hiperbolik kosinfit x - ch x in graîiK gostorımı ve değişim t



K O S İ O R (Stanislav Vikentiyeviç), polonKosova Prizren’den genel görünüm



ya kökenli rus devrimci (Wşgröw 1889 - öl. 1939). Metalürji işçisiyken Rus sos­



K O S O VA ya da KO S Ö VO , esk. Ko-



KOSOVO -



K O S M A S ya da C O S M A S Praglı, çak kronikçi (Prag 1045'e doğr.- ay. y. 1125). Prag piskoposunun hizmetindeydi. Baş­ piskoposluk kilisesi'nin başpapazı oldu. Tufan'dan öldüğü yıla kadar uzanan Cronica Boömorum adlı yapıtı bıraktı, K O S M A S , Ind lkeplau stss, yani “ Hin­ distan"! dolaşan kozmografyacı gezgin" diye de bilinir, İskenderiye'de doğmuş, I.S. VI. yy.'da yaşamış tüccar ve gezgin. Etyopya ve Asya’nın bazı yörelerinde tica­ ret yaptı, daha sonra papaz oldu ve birçok yapıt kaleme aldı. İçlerinde en önemlisi, bu­ gün kaybolmuş olan Khristianiken Topographian (Vferyüzünün tasviri) adlı kitaptır. KO SM RTKS a. Esk. Yun. 1. Gymnasion gözetmeni. —2. Atina'da, ephabosların eğitimiyle yükümlü yüksek devlet görevlisi.



r



K O S M İG İ0 N . Tar. coğ. Bizans döne­ minde. İstanbul'da Eyüp semtinin bulun­ duğu kesime verilen ad.



:



| !|



ı



K O S O V A o v a s ı, Kosova'da (Sırbis­ tan) ova, Titova Mitrovica'yla Urosevac arasında. Krom işletmesi.



K O S M O S -* KOZMOS.



K O S M A S Mslodas (aziz) ya da KudUs­ lU ya da Malumalı K O S M A S ya da Haglopolite», bizanslı keşiş (öl. 760'a doğt). Ayin ilahileri yazarı



Chrlstltn Stppa C. E. O. R. I.



K O S O V A . Coğ. Titova* Mitrovica'nın türkçe adı.



K o s o v a s a va ş ı, Türklerle birleşik hıristiyan orduları arasında Kosova ovasında yapılan iki meydan savaşının adı. • Birinci Kosova savaşı, 20 haziran 1389'da Murat I ile sırp despotu Lazar'ın başını çektiği ittifak arasında yapıldı. Mu­ rat l'in yaklaşık 60 000 kişiden oluşan or­ dusunda osmanlı kuvvetlerinin yanı sıra Anadolu beylikleri ile bağlı hıristiyan bey­ lerin gönderdiği yardımcı kuvvetler de bu­ lunuyordu. Murat I ve sadrazam Çandarlı Ali Paşa yeniçerilerle merkezde yer al­ mıştı. Sol kanattaki Rumeli kuvvetleri şeh­ zade Yakup'un, sağ kanattaki Anadolu kuvvetleri şehzade Bayezit'in (sonra Bayezit I) komutasındaydı. 100 000 kişiyi bu­ lan hıristiyan ordusu sırp, bosna, hırvat, ulah, macar, bulgar, arnavut kuvvetlerin­ den oluşuyordu. Hıristiyan ordusunun merkezinde sırp despotu Lazar, sağ ka­ natta yeğeni ve damadı Vuk Brankoviç, sol kanatta bosna kuvvetleriyle voyvoda Vlatko Hraniç yer almıştı. Sekiz saat sü­ ren savaş sırasında bir ara sırp zırhlı sü­ varilerinin bir saldırısı türk sol kanadında sarsıntı yarattıysa da sağ kanattaki şehza­ de Bayezit durumu Türkler'in lehine çe­ virmeyi başardı. Akşama doğru Türkler kesin bir zafer elde ettiler; Lazar ve oğlu tutsak düştü. Ancak Murat I, savaş alanı­ nı gezerken yaralı bir sırp tarafından han­ çerlenerek öldürüldü. Bu savaş sonunda direnme gücü kırılan Sırplar yeni padişah Bayezit l'in yasalı olmayı kabul etmek zo­ runda kaldılar. • ikinci Kosova savaşı, 1448'de Murat II ile Macaristan kral naibi Hunyadl Jânos' un komutasındaki hıristiyan İttifakı arasın­ da yapıldı. Varna savaşı'nda (1444) uğra­ dığı ağır yenilginin öcünü almak için al­ man, İtalyan, macar, çek ve ulah kuvvet­ lerinden oluşan bir ordunun başında Sır­ bistan topraklarına giren Jânos'u Murat II Kosova ovasında karşıladı. 17 akimda başlayan ve üç gün süren savaş Türkler' in kesin zaferiyle sonuçlandı. Hunyadl Jâ­ nos canını güçlükle kurtarabildi.



K O Ş M A (Jozsef, .lesaph —denir), tran­ sız yurttaşlığına geçmiş macar besteci (Budapeşte 1905 - Paris 1969). 1929'da Berlin operası'nın burslusu olarak Berîolt Brecht'in gezici tiyatrosuyla dolaştı. Bu dönemde Hanss Eisler ve Kurt VVeill’den ders aldı. 1933'te Paris'e yerleşti. Burada tanıştığı Jacques Prâvert, ona 80’i aşkın şarkı sözü yazdı, Şarkılarını (les Feuilles rnortes, Barbara, Si tu t'imagines vb.) an­ cak işgalden sonra, Agnös Capri, Yves Montand, Jacques kardeşler ve Juliette Grâco üne kavuşturdular. Koşma, 100'ü aşkın filme müzik hazırladı.



ile tanımlanan analitik bir uzantısı bulun­ maktadır. Kosinüs fonksiyonunun türevi, sinüs fonksiyonunun zıt işaretlisidir.) || Hi­ perbolik kosinüs fonksiyonu, İR üzerinde tanımlanmış fonksiyon: x ch x. (Türevi sinüs hiperboliktir.) —Elektrotekn. Kosinüs fi (cos y>), içinden sinüzoidal alternatif bir akım geçen bir devrede güç çarpanının matematiksel ifa­ desi. (Bu ifadede y>, gerilim ile akımın ani değerleri arasındaki faz kaymasıdır.)



sovoM etohija, Sırbistan Cumhuriyetin­ de özerk bölge; 10 887 km2; 1 939 000 nüf. (1989). (% 77,5'i Arnavut). Yönetim merkezi Priştine. Kosova ve Metohija tektonik havzalarını ve bu havzaların yer yer 2 500 m'yi aşan dağlık kenarlarını (Prokletije, Sar Planina) içine alır. Bu böl­ genin kalkınması, Arnavut halkın kültürel gelişmesini, sanayiler kurulmasını (Titova Mitrovica'da kurşun ve çinko çıkarma ve metalürji, Piriştine yakınındaki Obilic'te termik santralları besleyen linyit madenleri, kimya, tekstil) sağladı. El sa­ natları da (halı, deri, bakır, gümüş fligran) Prizren ve Pecte önemini korudu. Ama ilerlemeler, hızlı nüfus artışına oran­ la yetersizdir: düşük yaşam düzeyi, kır­ sal kesimdeki nüfus fazlalığı, işsizlik. Yugoslavya Federasyonu dağılırken, halkının % 80‘i Arnavut olan ve öteden beri bağımsızlık isteği gösteren Kosova'da, bağımsızlık hareketleri ivme ka­ zandı. Temmuz 1990'da eyalet parla­ mentosu Sırp makamlarınca dağıtıldı. Eski parlamento üyeleri bir "Kosova Cumuhuriyeti anayasası" ilan ederek seçim tarihi belirlediler. Sırbistan parlamentosu Kosova temsilcisini görevden aldı ve eyaletin başkanlık sırası yetkisini iptal et­ ti. Kosova'nın bağımsızlığı için kurulan silahlı örgüt Arnavut milli cephesi üyeleri tutuklandı. Arnavut halkı Dr. Bujar Bukoshl'yi hükümet başkanı seçti. Aralık 1991 de Sırplar, sırp milli kahramanları­ nın adlarını vererek Priştine sokaklarını "sırplaştırdılar". Kosova'da merkeze bağ­ lı sıkı bir sırp yönetimi kuruldu.



Kosova .



Kosta Rika K O S O V S K A M İT R O V İC A -* TİTOVA MİTROVİCA. K O S S IL (Albrecht), alman fizyoloji uz­ manı ve kimyacı (Rostock 1853 - Heidelberg 1927). Proteinler ve özellikle nCıkleik asit türevleri, ürenin oluşumu ile ilgili bi­ yolojik kimya çalışmalarıyla 1910 Nobel kimya ödülü'nü kazandı. K O S S S L (VValther), alman kimyacı (Ber­ lin 1888 - Kassel 1956). Albrecht Kossel' in oğlu. 1916'da, atomlardaki sekiz elek­ tronlu dış katmanların kararlılığını göster­ di. Kimyasal ilginin bir yorumunu yaparak elektron değerliği kuramını ortaya toydu. Ayrıca 1935 te, kristalleşmiş cisimlerin yay­ dığı X ve 7 ışınlarının tayflarını inceledi. K O M M A N N (Alfred Kari), hollandalı yazar (Laldan 1922). Düzyazılarında ve şi­ irlerinde, kuşkuculuğun yumuşattığı bir hoşgörüyle eksik, ve kusurlu yanlarıyla in­ sanoğlunu İrdeledi (/e Crime [fr. çev.], 1962; İArchitecte [fr. çev.], 1969; Poâsies 1940-1965 [fr. çev.], 1969).



versitesi zooloji ve hidrobiyoloji enstitüsü direktörlüğüne getirildi (1937). tip fakültesi öğrencilerine de zooloji dersleri verdi. Hamburg Üniversitesi zooloji enstitüsü ve müzesi direktörlüğü görevini kabul ede­ rek Türkiye'den ayrıldı (1955). Almanya’ daki görevinden emekli olduktan sonra (1969) bir süre Erzurum Atatürk üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Manyas Kuş cenneti'ni bulan Kossvvig, Türkiye’deki göllerin balıklandırılması ko­ nusunda öncülük yaptı. Tüm göl ve akar­ sularda balık türlerinin saptanması çalış­ maları ile tanındı. İstanbul Üniversitesi ta­ rafından kendisine "Şeref doktoru" unva­ nı verildi. Vasiyeti üzerine İstanbul'da Aşiyan mezarlığına gömüldü. Türkçe yapıt­ ları: Hayvanat notları (1937), Hayvanat hu­ lasası (1938), Umumi zooloji (1941), K O S T A B İN L U K A , K u tta bin Luka el-Baalbeki de denir, yunan asıllı arap hekim (öl. 912, 913 7). Tibbın yanı sıra ma­ tematik, felsefe, geometri, fizik ve astro­ nomi konularında da bilgi sahibiydi. Yu­ nanca, süryanice ve arapça biliyor, çeşitli konularda yunanca ve süryaniceden arapçaya çeviriler yapıyordu. Yapılmış çe­ virileri düzeltip arılaşılır biçime getirmesi ve klasikleşmiş birçok yapıtı arapçaya çe­ virmesiyle klasik bilginin Doğu'da tanın­ masına büyük katkıda bulunduğu kabul edilir. Abbasiler döneminde Anadolu'ya geçti ve buradan topladığı çok sayıda ya­ pıtı Suriye'ye götürdü. Bunları çevirmek üzere Irak’a davet edildi, yaşamının son yıllarını Ermeniye'de geçirdi. Başlıca ya­ pıtları: Kitâb ft evea il-nikris; Kitâbu câm i' fi'd-duhuli olâ ilm it-tıbb; Kitâb fi'ı-sihr; Kitab fi'n-nabz ve maKifet il harniyât ve durub Cıt-cereyanat, Kitâb fi illet İl-Mevti Fecaeten; Kitâb ül-mOdhal aia'et-mantık; Ki­ tâb ül-müdhal alâ ilm in-nucûm



Nikaragua ovalarını devam ettirir ve ülke yüzölçümünün üçte birine yakınını kaplar K. B.'dan G.-D.'ya doğru uzanan orta ke­ simdeki yüksek topraklar ülkeyi boydan boya geçer ve çöküntü alanlarıyla (söz galimi Orta vadi) ayrılmış ya da kesilmiş birkaç bölümden (Guanacaste Cordillerası, yanardağ kökenli Cordillera Central, Talamanca Cordillerası) oluşur. Büyük Ok­ yanus aklanında görülen özellikler, kırık­ ların ve çarpılmış blokların tektonik hare­ ketlerinin sonucudur: Nicoya ve Osa ya­ rımadaları, platolar ve tepeler içeren böl­ gelerle birbirinden ayrılan dar ovalar. 8° ve 11° K. enlemleri arasında yer alan Kos­ ta Rika'da bol yağmurlu tropikal bir iklim görülür. Neredeyse sürekli yağmurlu At­ las okyanusu aklanının tersine Büyük Ok­ yanus bölgesinde kurak mevsim 4-5 ay sürer. 1821'de, Kosta Rlka'nın bağımsızlığa ka­ vuştuğu sırada nüfusu, hemen hemen ta­ mamı orta havzada (ya da Central Valley) toplanmış 70 000 kişi bile değildi. Sömür­ ge döneminde ülkenin çok yavaş kalkın­ masının nedeni, işgücü ve maden zengin­ liklerindeki yetersizliklerdir. Kahve ekimi­ nin artması, iber kökenli bir halkın (% 85'i beyaz) ağır basmasına yol açtı; küçük ve orta büyüklükte tarım işletmeleri öbür Orta Amerika devletlerindekine oranla çok da­ ha fazladır. Birkaç on yıldır Central Vâlley’ İn "ılıman topraklar'Tnda yaşayanlar, ada­ nın çevresindeki "sıcak topraklar"a İndi­ ler ve buraları değerlendirdiler. Bu kırsal yerleşme hareketi, günümüz Kosta Rika'sının en belirgin özelliklerinden biridir. Kahve (147 000 t) ve muz (Büyük Okya­ nus kıyısında yaklaşık 1,25 Mt) başlıca ürünlerdir. En önemli İhracat kalemleri olan bu iki ürünü çok geriden şekerkamı­ şından elde edilen şeker ve kakao İzl9r. Eskiden beri ve genellikle büyük miktar­ larda açık veren dış ticaret, daha çok ABD ve öbür Orta Amerika ülkeleriyle (ti­ cari alanda birleşmişlerdir) yapılmakta­ dır. Hayvancılık, yeni gelişmeye başla­ mıştır. Henüz önemsiz ve tüketime dayalı olan sanayinin rolü artmaktadır (GSMH1 niıı % 24’ü). Boksit yatakları henüz işletilmemektedir Kurulu elektrik gücü artmış­ tır. Tek büyük kenti, başkent San Josâ’dir.



■ K O S S U T H (Lajos), macar siyaset ada­ mı (Monok, Zemplân kontluğu, 1802 - Torino 1894). Sonradan yoksullaşan soylu bir ailenin oğluydu. Avukatlık yaptı, son­ ra Diyet'te milletvekili oldu. Bu meclis tar­ tışmalarını Dlâtai lapok'ta yayımladığı ge­ rekçesiyle dört yıl hapis cezasına çarptı­ rıldı. 1840'ta affedildi. Macaristan'ın tam bağımsızlığını İstediği Peşti Hirlap'\ çıkar­ dı. Avusturya mallarının boykotunu öngö­ ren bir Savunma derneği kurdu, bu onun 1847'de Dlyet'e yeniden seçilmesini sağ­ ladı; burada radikallerin liderliğini üstle­ nen Kossuth feodal hakların kaldırılması­ nı, köylülüğün feodal bağımlılıktan kurta­ rılmasını, basın özgürlüğünü ve Avustur­ ya karşısında en geniş siyasal bağımsız­ lığı savundu. Devrimin patlak vermesin­ den sonra anayasanın hazırlanmasına ■ K O S T A R İK A , Orta Amerika'da dev­ katkıda bulundu ve Batthyâny hükümetin­ let, K.'indeki Nikaragua'yla Grindeki Pade Maliye bakanlığına getirildi (mart namâ arasında; 51 000 km2; 3 100 000 1848). Kossuth, Macaristan'da herkes için nüf. (1992). Başkenti San Josâ. Resmi vergi zorunluğunu ve tazminat karşılığın­ dili İspanyolca. da feodal yükümlülüklerin kaldırılmasını COĞRAFYA sağladı. Ama ulusal azınlıklar, yeni macar hükümetine karşı ayaklandı ve Viyana sa­ Yüzey şekilleri çelişkili bir ülkedir. Antilrayı Macaristan’a tanınan liberal ayrıcalık­ ler denizi kıyısındaki alçak ovalar, Güney ları geri almaya çalıştı. Tüm yetkileri elin­ de toplayan Kossuth, ekim ayında Viya­ na ile ilişkilerini kesti. Savunma komitesi başkanı oldu ve yeni kazanılan bağımsız­ lığı kurtarmak için gerçek bir diktatörlük uyguladı. Peşte'nin Avusturya kuvvetlerin­ İCuaUnigyilj ^ W > ^ /os Ğuatü: ce alınmasından sonra Debrecen'e çeki­ . JJpala \ len Kossuth hükümeti, yapılan oylamayla ■dMiravalles 2020 Habsburglar’ın düşürülmesi ve tam ba­ ğımsızlık kararının çıkarılmasını sağladı Los 1 Arena! El Ccep.. AngeleJ (14 nisan 1849). Artür Gö rgey'in yeniden örgütlediği macar ordusu mart ve nisan Filadelfie 1849'da başarılı bir karşı saldırıya geçti (Buda'nın geri alınması). Ama rus müda­ halesi (temmuz 1849’da Macarlar'ın PeşNicoya te'yi boşaltması) Kossuth'u, 11 ağustosta M i d o y a*X_ La Mansiön* istifa etmek ve Türkiye'ye, sonra Londra’ 'Carmona • ya sığınmak zorunda bıraktı; yerine geçen Görgey de, Kossuth’un istifasından iki gün sonra Vilâgos’ta teslim oldu. Kossuth, İtalya savaşı sırasında (1859) bir macar lej­ yonu kurmaya girişti, ama harekâtın hız­ la gelişmesi nedeniyle bu birlikten yarar­ lanamadı. Bir süre ABD'de kaldıktan son­ ra, affedilmeyi reddetti ve Torino'ya çekil­ di.



Lcharnboche



Lajos Kouuth



KOSTA RİKA



L/atrö^Rjmjjrres P ue rto Lim ön



3A2İT



YfPeralta rrıalba



a rta g o



%



din y



^



Ȃieneguita



v,



’enhurst



A? Vesta*



7$,



Alta Talamanca\ Quepos



K O S S U T H (Ferenc Âtos), Genç Kossuth denir, macar siyaset adamı (Buda­ peşte 1841 - ay.y. 1914), Lajos Kossuth' un oğlu. 1895'ten başlayarak Diyet’te Ba­ ğımsızlık partisi'ni yönetti, macarcanın resmi dil olmasını ve ulusal bir ordunun kurulmasını savundu. Wekerle hükümetin­ de Ticaret bakanı olmayı kabul etti (1906 -1910). Daha sonra, Buda-Pest gazetesi­ ni çıkardı ve yönetti. K O S S W İG (Kurt), alman bilim adamı (Berlin 1903 - Hamburg 1982). Genç yaş­ ta genetik profesörü ve Naturhistorisches Museum'un direktörü oldu. İstanbul Üni­



7009



Puerto Viejo



_



R5f fstdro I ®del General Almirante Buenos > A ires--3| Törraba



Domİnical1



Puerto CortĞs



•:‘j



Palmar Sur



Las Cruces s " 1683 A / Wo Clara \ Golfito ''-Oayjd



\ yol demiryolu eşyükselti eğrileri: M 500, IOOÖ! 2000, 3000



Puerto V Arm uelles



Kosta Rika 7010 aşınmış, sonmuş yanardağ dizisi etkin yanardağ dizisi



gramtık sıradağlar KARAYİB



DENİZİ



OKYANUS İkinci ve Dördüncü Zaman kayaç tepeleri



YÜZEY ŞEKİLLERİ VE BİTKİ ÖRTÜSÜ



kuvvetli alüvyonlaşma verimli küllerle örtülü yüksek ıç platolar kıyı ovası ya da iç ova, savan kıyı ovası, tropikal sık orman yem dalga alanında bataklık ova



1824-1838 arasında Kosta Rika, Orta Amerika Federal Cumhuriyeti'nin birleşik beş eyaletinden biri oldu; sonra yeniden hükümran bir cumhuriyet durumuna gel­ di. 1835-1842 arasında Braulio Carrillo kahve üretimini ön plana çıkardı 1871'de de Cumhurbaşkanı Guardia United Fruit Company'nın kurucularından Minör C. Keith’e Atlas okyanusu kıyısında muz plantasyonları kurmak için ilk imtiyazı ver­ di. Kosta Rika’nın Nikaragua ile sınırı uzurı tartışmalardan sonra 1889'da saptandı. Panamâ ile sınırıysa 1944’te David anlaşması'yla düzenlendi. Nüfusun büyük öl­ çüde türdeş bir yapıya sahip olması ve ül­ kenin sınırlı coğrafi çerçevesi, Kosta Rika’ nın oldukça sakin bir siyasal yaşam sür­ dürmesinin nedenleridir. Yalnızca general Tinoco’nun diktatörlüğü (1917-1919) ülke­ de 1882’den bu yana süregelmiş olan



TA R İH



KOSTA RIKA’ NIN EKONOMİSİ



Kristof Kolomb'un dördüncü yolculuğu sırasında (1502) doğu kıyısına ayak bas­ tığı Kosta Rika'yı, 1522’de Gonzâlez Dâvila gezdi. Juan Vâzquez de Coronado' nun 1563’te kurduğu Cartago kenti 1823'e kadar başkent olarak kaldı. Talamanca bölgesinde, sömürge döneminde, birçok kızılderili ayaklanması (özellikle 1709’da) oldu, ama orta vadinin halkı ge­ nellikle beyazdı. O tarihte Kosta Rika, Gu­ atemala genel kaptanlığına bağlıydı ve ül­ ke başlıca gelir kaynağını henüz kanal açılmamış olan Panamâ’da Atlas okyanusu'nu Büyük Okyanus’a bağlamakta kul­ lanılan katırları yetiştirerek sağlıyordu. Böl­ ge 182Tde, Meksika’nın ardından ispanya’dan ayrıldı, 1823’te bağımsız bir dev­ let kuruldu ve kölelik hemen kaldırıldı.



ENERJİ SAĞLAYAN KİMYASAL



METAL SANayki yapay reçineler ve inşaat plastik gereçler ■ rnçtor mühendisliği / gereçleri



genel sanayi TEKSTİL donanımı ulaşim GEREÇLERİ



\ Jenaratör, \ transformatör



koruma ilaçları



0lGER İŞLEMLER



\



yedek parça



iletişim donanımı sanayiye yönelik tarımsala kökenli ürünler



M ü



kâğıt. mukavva



otomobil y



\ /



—- besin sanayisi ^ makineleri tarım makineleri



ÇEŞİTLİ EŞYALAR bilimsel aletler



işlenmiş kauçuk sanayi makineleri ve donanımı



maden cevheri, kauçuk



m a d e n le r



tarım



R.ncön de fa Vıeja Miravalles



C u a jin iq u îl\ yapımı süren liman düzenlemesi



\



\



curuhib-



"■ {



altın ^



« re n a ı ____ /



boksit



kıtaaşırı demiryolu "Norteno" tasarısı



Puerto Limön



Tempısqu( vadisinin ı tarımsak®



sn A r r f o n i o ^ ^



\



C ie n e g u lta



,San Jose c a rta g o v e n ta n a s Garita P u e rto Lim ön



kahve şekerkamışı



e n e rji



Meseta



muz



Va/le deh G eneral



pamuk



)



sut hayvancılığı bölgesi besin tarımı (pirinç, mısır, fasulye vb.) ve az çok yaygın hayvancılık



portakai ağaçları kültürünün ülkeye getirilmesi



modern konserve fabrikalarının bulunduğu balıkçılık limanı



DIŞSATIM



kaynakları



rafine ürünler için boru hattı tasarı halinde kıtaaşırı boru hattı sa n a y ile r M. kimya sanayisi (gübre, polivinilklorür) ♦ lastik çimento fabrikası



ANAYASA



radyo ve TV alıcıları montajı alümın-alüminyum (tasarı) gübre



kahve



.Rio G rande d e T e rra b a



petrol arama bölgesi petrol rafinerisi



# ▼ BESİNTARIM



U v ita ^



hidroelektrik santral tasarı halinde santral İncelenmekte olan jeotermik sit



m B uenos’ Aires G o lffto



plantasyon bölgesi (kakao ağaçları, hevealar, palmiyeler)



C C 3



Talamanca B oruca



Baja ra la m a rfça



yarımaı



anayasal düzeni bozmuş ve Kosta Rika, Gonzâles Flores'in başkanlık dönemin­ den (1914-1917) başlayarak modern ver­ gi yasalarına kavuşmuş ve devlet ekono­ mik yaşama müdahale etmeye başlamış­ tır. 1948 seçimlerini liberal Otilio Ulate'nin kazanması ülkede bir iç savaş başlattı. Ama siyasal yaşama egemen olan Josâ Figueres Ferrer döneminde "Karayibter lejyonu” muhafazakârları ezdi. 1949 ka­ sımında O. Ulate Cumhurbaşkanı oldu. Yerine, 1953 kasımında “ Ulusal kurtuluş partisi” nin desteğiyle Figueres seçildi. Figueres’in başkanlık dönemi, dışta, dikta­ tör Somoza yönetimindeki Nikaragua ile birçok sınır çatışmasıyla dikkati çeker, iç­ teyse, şiddetli bir komünist aleyhtarlığı yü­ rüten Figueres, dinamik "reformcu" bir si­ yaset uyguladı ve güçlü United Fruit Company’den eskisinden çok daha elverişli yeni koşullar sağladı. 1958 seçimlerini muhafazakârların kazanmasıyla Mario Echandi Cumhurbaşkanı oldu. Ancak kahve fiyatlarının düşmesi ve bunu izleyen iktisadi zorluklar 1962 seçimlerini Ulusal kurtuluş partisi adayı Francisco Josö Orlich'in kaizanmasına yardımcı oldu. J. F. Kennedy'nin önayak olduğu Orta Ameri­ ka bâşkanları toplantısıyla (San Josâ, 1963) Figueres’in desteklediği siyaset ye­ niden güç kazandı. 1966 (Josâ Joaqufn Trejos Fernândez) ve 1978 (Rodrigo Carazo Odio) başkanlık seçimlerini muhafa­ zakârların kazanmasına rağmen, Ulusal kurtuluş partisi, Josâ Figueres (1970'te ye­ niden seçilmiştir), sonra Daniel Oduber Ouirös (1974-1978) ve Luis Alberto Monge (1982'de seçildi) ile Kosta Rika siyasa! yaşamına egemen oldu, ABD, Nikaragua’da sandinista yönetimi­ ne karşı çarpışan kontralara yardım ettiği için 70 milyon dolar yardım verdi; komü­ nizm tehdidine karşı ülkeyi koruyacağını ileri sürdü. İsrail ve IMF’den de kredi sağ­ landı (1982); dış borçlar ertelendi. Güven­ lik ve istihbarat personelinin yetiştirilmesi işini İsrail üstlendi. İsrail’deki büyükelçilik Tel-Aviv’den Kudüs’e taşınınca İslam ülke­ leri konferansı, üye İslam ülkelerine Kos­ ta Rika'yla ilişkilerini kesmelerini önerdi (ni­ san 1984). Monge Alvarez’in tarafsızlıktan söz etmesine karşın ABD askerlerinin ül­ keye gelmesi ve kontraları desteklemesi tepkiyle karşılandı, iktidardaki sosyal de­ mokrat eğilimli Ulusal kurtuluş partisi, ocak 1985'teki parti konferansında Oscar Arias Sanchez'i cumhurbaşkanı adayı seçti. Şubattaki seçimleri kazanan Arias, tarafsızlık siyasetini sürdüreceğini, sandinistalara karşı kontraları desteklemeyece­ ğini ileri sürerken, ABD’ye de yardımla­ rından dolayı teşekkür etti. Dünyada kişi başına en çok borç yüklenen ülkelerden biri olan Kosta Rika'nın borç sorununu çö­ zeceği vaadinde bulundu. Arias, kontra­ ların eylemlerini denetlemeye çalıştı, irangate olayı'nın sorumlusu yarbay North’un kontralara destek sağlanmazsa ABD'nin Kosta Rika’ya yardımı azaltacağı tehdidi­ ni Arias'a ilettiği açıklandı. Ülke 3,7 milyar dolarlık dış borcunun faizlerini ödeyemez duruma gelmişti. Tasarruf yoluna gidildi. Hükümetin "kemer sıkma" siyaseti, çiftçi­ lerin ve sendikaların tepkisiyle karşılaştı. Bu arada başkan Arias, "Arias planı" diye bilinen barışçı ilkeleri içeren Orta Ameri­ ka barış anlaşması'nın imzalanmasına ön ayak oldu (ağustos 1987). Bu girişimden dolayı kendisine Nobel barış ödülü veril­ di. 1990 genel seçimlerini muhafazakâr­ lar kazandı, Rafael Ange! Calderön Arias'ın yerine cumhurbaşkanı oldu.



İŞLENMİŞ EŞYALAR



plastik



Birçok değişiklik geçiren 7 ■ fonksiyonu. (Bu bakanlığı'na verildi. 1980'den sonra ise sh x kota uygulaması kaldırıldı ve dışalımda li­ fonksiyon coth ile gösterilir; bunun türev berasyona gidildi. fonksiyonu KOTA a. Güney öbeğinden, kanaraya ya­ kın dravid dili. Nilgiri dağlarında (Tamil Nax -*■ 1 - coth2 x dir.) du), 800 000'i aşkın insan tarafından ko­ nuşulur. KO TARA - KOTRA. K O T A , Hindistan'da (Racastan) kent, K O T A R ILM A K - KOTARMAK. Çambal kıyısında; 536 444 nüf. (1991). K O TA R M A K g. t. 1. Pişen bir yemeği Bir demiryolu kavşağında bulunan Kota, başka bir kaba ya da kaplara aktarmak, ticaret ve sanayi merkezidir (nükleer boşaltmak: Yemeği pişirip tabaklara kotar­ santral, doğal ve yapay tekstil, elektrikli mak. —2. Bir işi kotarmak, bir işin üste­ aygıtlar, duyarlı aygıtlar, kauçuk, kâğıt). sinden gelmek onu tamamlamak, bitir­ K O T A B H A R U ya da K O T A B A H mek, sonuçlandırmak: Onun bu işi kota­ R U , Malaysia’da kent, Malezya'da, Keracağını sanmıyorum. lantan'ın merkezi, Kelantan deltası kıyı­ ♦ kotarılm ak edilg. f. Kotarmak eylemi sında; 275 886 nüf. (1990). Tekstil ve yapılmak. besin sanayisi. El sanatları. K O TE LA W E LA (sir John tionel), sri lanK O T A K İN A B A L U , esk Jesselton, kalı siyaset adamı (1897-1980). Muhafaza­ Malaysia’da kent, Sabah’ın merkezi, Gü­ kâr United National Party’nin (Birleşik ulu­ ney Çin denizi'nin kıyısında; 46 000 nüf. sal parti) kurucularındandı. 1933’ten baş­ Bir demiryoluyla ardülkeye bağlanan layarak hükümette görev aldı, bağımsız­ kent, Sabah'ın başlıca limanıdır: balıkçı­ lıktan sonra Ulaştırma ve Çalışma bakan­ lık, kentte işlenen pirinç ve kauçuğun dış­ lığı (1947-1953), daha sonra Başbakanlık satımı. ve Savunma bakanlığı yaptı (1953 -1956). K O T A K (Yusuf ismet), kıbrıslı türk siya­ set adamı (Gazi Mağusa 1939). Ankara K O T E N N A . Tar. coğ. Anadolu'nun G.’inÜniversitesi siyasal bilgiler fakültesi’ni bi­ de, Pamphylia bölgesinde antik kent; Ak­ tirdi (1962). Gazi Mağusa’da Türk koope­ seki'nin 12 km B.'sında, Manavgat suyu­ ratif bankası müdürlüğü yaptı. Günlük nun (antik Melas) orta çığırında, Gökbel Bozkurt, haftalık Zafer gazetelerinde fık­ (esk. Menteşbey, Gödene) köyünün yakı­ raları, röportajları yayımlandı. Türk muka­ nındaydı. Kentin yeri, G. Hirschfeld'in vemet teşkilatı'nda görev aldı. 1969'da 1872'de bulduğu bir yazıtla saptandı. Çalışma, Kooperatif, Sosyal işler ve iskân KO TER a. (fr. cautöre). Koterizasyon bakanlığını üstlendi. Demokratik halk par(dağlama) yapmak için kullanılan yakıcı tisi'nin kurucuları arasında yer aldı ve par­ cisim ya da kimyasal madde; dağlağı. tinin genel başkanlığına getirildi. 1970 ve (Isıyla çalışan koterler ispirto yakılarak ısı­ 1976 seçimlerinde Gazi Mağusa'dan mil­ tılan [termokoterj ya da elektrik akımıyla letvekili seçildi. KTFD'de Sanayi ve koo­ kızdırılan platin tellerdir [galvanokoter]. En peratifler bakanı oldu (1982). KKTC kurul­ çok kullanılan kimyasal koterler de gümüş duktan sonra 1985 seçimlerinde partisi °/o nitrat ve triklorasetik asittir.) 8 'lik barajı aşamadığı için seçilemedi. K O T E R A (Jan), çek mimar (Brno 1871 K O T A L A R ya da B A K O T A L A R , -Prag 1923). Modern mimarlığın Bohem­ Gabon'un doğusunda yaşayan, 1989 yı­ ya’daki ilk yaratıcılarından biri olarak, ken­ lında 155 000 kişiden oluşan bantu hal­ dine özgü bir işlevselcilik anlayışına ulaş­ kı. Büyük ekvator ormanının yer aldığı tı. (Prag'da Mozarteum ve hukuk fakülte­ bir bölgede oturan Kotalar, balıkçılık, av­ si, Hradec Krâlove'de müze binası.) cılık, toplayıcılık ve tarımla yaşamlarını K O TE R İZA S Y O N a. (fr. cauterisation). sürdürürler. Küçük boyutlu (ortalama 80 Cerr. DAĞLAMA’nın eşanlamlısı. kişilik) dağınık ve gelenek gereği başla­ rında bir şef bulunmayan köylere ve K O T H O N , Tar. coğ. Kartaca* limanına obalara bölünmüşlerdir. Bireyci bir ahla­ verilen ad; biri çember biçiminde (savaş kı benimseyen toplumda otorite çerçe­ gemileri limanı) öteki dikdörtgen olmak vesini aile oluşturur. Dıştan evlenmeli ve üzere iki bölümü vardı. babasoylu patriklanlara ayrılmışlardır; KOTHORNOS a. (yun. söze; lat. cothurköyü oluşturan soya ancak klan reisi nus). Esk. Yun. ve Rom. Bacağın yarısını emir verebilir. Dinsel dünyaları, klanın kaplayan ve önden bağlanan ayakkabı; ünlü ölülerinden kalan eşyalar çevresin­ Atina ve Roma’da trajedi oyuncularının, de odaklanan bir ata kültüne dayanır. boylarını yükseltmek için kullandıkları, ka­ KOTAN ya da K U T A N a. (gürcüce gulın tabanlı ayakkabı. tanı'öen). Büyük pulluk, saban. K O T İA E İO N - KÜTAHYA. K O T A N C A (Melih), türk atlet ve futbol­ K O T İB E a. Tropikal Afrika ormanlarında cu (Balıkesir 1915). Futbola Balıkesir'de yetişen ve sert, ağır odunu doğramacılıkta başladı. İstanbul'a gelerek Güneş kulüve kaplama olarak ince marangozlukta bü’ne girdi (1933). Bu takımda santrfor kullanılabilen ağaç. (Bil. a. Nesogordonia mevkisinde oynadığı süratli, atak futbolu papaverifera; sterculiaceae familyası.) ve golcülüğü ile dikkati çekti. Güneş ku­ lübü kapanınca (1938) geçtiği Fenerbah­ K O TİO A L sıt. (ing. cotidal; lat. cum, bir­ çe'de 1946’ya kadar 9 yıl oynadı. Bu sü­ leşme, ve tidal, gelgit'ten). Denizbil. Kotire içinde 185 kez sahaya çıktı, 204 gol dai çizgi, denizlerde gelgit hareketinin tek kaydetti. Futbolun yanı sıra atletizm yap­ bir dalgaya dönüştüğü ve kabarmanın ay­ tı. 200, 400 ve 4x100 m yarışlarında Bal­ nı anda olduğu noktaları birleştiren çizgi; kan şampiyonluğunu kazandı (1940). (Bir ay dalgasında kotidal çizgiler, kabar­ manın saatine göre I ile XII arasında nu­ K O T A N J A N T a. (fr. cotangente' maralanır; 0 [ya da XII], Ay'ın Greenwhich tan). Mat. cözml. Kotanjant fonksiyonu, h ( k e Z ) den farklı her x gerçek sa- , meridyeninden geçtiği saate rastlar.) yısı için tanımlı K O T İL (Aytekin), türk yönetici ve siya­ cos x x •-» -------sin x



set adamı (Rize 1934 - İstanbul 1992). İÜ Hukuk fakültesi'ni bitirdi. Avukatlık, İs­ tanbul Belediye meclisi üyeliği yaptı. 1977'de, CHP adayı olarak seçildiği is-



tanbul Belediye başkanlığı görevini 12 Ey­ lül 1980 darbesine değin sürdürdü. 1987 seçimlerinde SHP İstanbul milletvekili ola­ rak TBMM'ye girdi. KO TİLED O N a. (fr. cotyledon; yun. kotyledon, tas çukuru’ndan). Güney Afrika'da yetişen ve echeveria cinsinden bitkileri an­ dıran, etli yapraklı, talkım halinde çan çi­ çekli otsu ya da ağaçsı bitki. (Bil. a. coty­ ledon; damkoruğugiller familyası.) —Kad. doğ. Plasenta kotiledonu, plasen­ tayı pluşturan 15 ila 30 işlevsel birimin her biri, içlerinde villuslar arası alanda yüzen ağaca benzer tam bir villus bulunur. —Zool. Toynaklılarda etene birleşme böl­ gesi. (Anne tarafında bir kubbe ya da mantar görünümü alır Kotiledonun bulun­ duğu yerde, koriyon ile dölyatağı muko­ za sıvısı birbirine karışır; oysa bu birleş­ me bölgesi dışında embriyo trofoblastıyla dölyatağı çeperi birbirinden iyice ayrı­ lır. K O T İN 6 A a. (kızılderili dilindeki cotinga'dan). Amerito'nın tropikal ormanların­ da yaşayan bazı meyvecil ötücükuşların ortak adı. (Çankuşu vb. gibi türleri içerir. Kotingagillerin örnek tipidir.) KO TİN G A G İLLE R a. Amerika'nın tropi­ kal ormanlarında yaşayan ötücükuş famil­ yası. (Kotingaları ve narçiçeği kotingaları içerir. Bil. a. Cotingidae.) K O T K A , Finlandiya'da liman, 1878'de, Finlandiya körfezinde, Kymijoki ırmağının ağzındaki iki ada üzerinde kurulmuş Kymi ilinin merkezi; 61 000 nüf. Derin sulu mü­ kemmel bir liman olan Kotka, kereste, se­ lüloz ve kâğıt dışsatımında Finlandiya'nın en önemli limanıdır Petrol dışalımı. Keres­ te ve makine sanayileri. K O T L A M A K g. f. Jeod. Seçilmiş bir kar­ şılaştırma yüzeyine göre bir noktaya bir kot vermek. K O T L A Ş , Rusya' nın kuzeyinde, Vıyçegda ile Suhona ırmaklarının kavşağın­ da; 55 000 nüf. Demiryolu kavşağı. Selü­ loz ve kâğıt üretimi. K O TLE T a. (fr. cötelette'ten). Mutf. Pirzo­ la. K O TLETPAN E a. (fr. cötelette, pirzola ve panĞ, galeta ununa bulanm ış’tan cötelette-pane). Mutf. Galeta ununa bu­ lanarak kızartılmış pirzola. K O T L İY A R E V S K İY (ivan Petroviç), Uk­ raynalI şair (Poltava 1769 - ay. y. 1838). Dekabristlere yakın bir liberal görüş yan­ lısıydı. Ukrayna diliyle yazdığı ilk yapıtı Eneida na ukrajins'ku movu perelıycovana’da (1798) ve iki komedisinde (Natalka Poltavka, Moskal çarlvnıyk, 1819) döne­ min toplumunun yergili ve canlı bir görün­ tüsünü verdi. KOTO a. Tropikal Afrika'da yetişen ve yarı ince dokulu, yarı sert, yarı ağır parlak be-



koto çalan kadın



Poubel-A.A.A.



yaz odunu iç doğrama, mobilya ve kap­ lama işlerinde kullanılan ağaç. (Cinsi pterygota; sterculiaceae familyası.) KOTO a. (japonca söze.), ipekten 13 teli olan japon kitharası. —ANSİKL. Paulonya ağacından yapılan gövdesi 1,80 m uzunluğundadır. Fildişin­ den hareketli eşiklerin üzerinden geçen üç tel, sağ elin baş, işaret ve ortaparmağına takılan mızraplarla çalınır, ikuta oku­ lunun totoları kare, Yamada okulununkiler parabol biçimindedir Saray müziği or­ kestrası gagaku'da toto gakuso adını alır. Yamada okulunda şarkılara eşlik eden to ­ to, solo çalgısıdır. Ayrıca üç çalgıdan olu­ şan sankyoku adlı toplulukta yer alır. Bu toplulukta, totodan başka, burada şamısen yerine sangen adını alan üç telli lav­ ta ile, —günümüzde yerini şakuhaçı actlı dik flüte bırakmış kokyu denen üç telli bir yaylı çalgı vardır. K O T O H İR A , Japonya’da kent (Kagava eyaleti), Şikoku'nun K.'inde; 13 900 nüf. Bir tepe yamacında kurulmuş, karni Kompira’ya adanmış şinto tapınağı (Japonya' nın en çok ziyaretçi çeken tapınaklarından biridir.) K O T O K O LA R , N'Camena ve Kuseri bölgelerinde yaşayan halk topluluklarını belirten arapça kökenli terim. Bir Çad dili konuşan yaklaşık 60 000 kişiden oluşan Kotokolar, geleneksel olarak balıkçılıkla geçinirlerdi; bugün darı ve yiyecek tarı­ mıyla da uğraşırlar, ileri gelenlerin büyük sürüleri vardı, bunların bakımını arap ço­ banlar yürütmekteydi. El sanatları ünlüdür (boyalı dokumalar ve çömlekçilik). Kent­ lerde otururlar ve bir site çevresinde top­ lanmış az çok bağımsız "prensliklere” bö­ lünmüşlerdir. Bu kentler, babadan oğula geçen kutsal nitelikli, hükümdarlıklar ta­ rafından yönetilen hükümetlerin merkezi­ dir. Gerçek iktidar kent kurucularının so­ yundan gelen eşraftan kişilerin işbirliğiyle yürütülür. Kotokolar, XVII. yy.'dan bu ya­ na geniş çapta İslâmlaştılar. K O T O K U T E N N O , 36. japon impara­ toru (645-654). Bakanı Nakatomi no Kamatari ile birlikte, çin kurumlarından esin­ lenerek, ayrıcalıklı klanlara şiddetle saldır­ mak amacıyla memurlara dayalı bir yöne­ tim kurdu (Taika çağı, 645 fermanı). K Ü TO N a. (ar. kutn; fr. coton. pamuk' tan). Tekst, 1. Pamuk bitkisi ve bu bitki­ den elde edilen ürün. —2. Pamuk ipliğin­ den bezayağı örgüyle dokunmuş hafif ya da orta ağırlıktaki pamuklu kumaş. —3. Üzeri daha sonra baskı yöntemiyle desenlendirilmek üzere dokunmuş basmalık bez. —4. Pamuktan yapılmış kalınca bir iplik türü, (Çeşitli renklerde çileler halin­ de satılır; basit işleme iğnelerinin uygulan­ masında çok kullanılan bir iplik türüdür,) ♦ sıf. Pamuktan yapılmış kumaş ve üre­ timler için kullanılır; Kolon kadife, koton kordone vb



KO TO N E A STER a. (lat. cotoneasteı). Bot. DAĞMUŞMULASI’nın eşanlamlısı.



Kotonu’nun havadan görünümü



KOTONPERLE a. (fr. coton perlğ). Tekst. Çokkatlı bükülü merserize iplik. K O T Ö N S K İ (VVtodzimierz), polonyalı besteci (Varşova 1925). 1957-1961 arasın­ da Darmstadt yaz kurslarını izledi. Ülke­ sinde dizisel ve elektroakustik müziğin ön­ cülerinden biridir. Varşova stüdyosunda Tek bir simbal sesi üzerine etüt (1959) ve Mikrostrûktür (1963) adlı yapıtlarını ger­ çekleştirdi. Talih (Alea, 1970) adlı yapıtı, rastlantısal müzik tarzındadır. Öteki önemli yapıtları: flüt, obua, keman ve sentetizör için Bahar müziği (1978), orkestra için Bo­ ra (1979), klavsen ve bant için Herbstlied (1981). K O T O N U ya da C O T O N U , Benin'in en büyük kenti ve limanı, bölge merkezi; 650 000 nüf. (1990). Yönetim (hükümet ve kordiplomatik) ve sanayi (besin, teks­ til, makine, çimento, ayakkabı) merkezi. Uluslararası havalimanı. K O T O R , esk. Cattaro, Karadağ'da li­ man kenti; 6 000 nüf. St. Jan tepesinde­ ki kalenin egemen olduğu kentte capellalar, IX.-XII. yy.'dan kalma roman üslu­ bunda St. Tryphon katedrali (Rönesans ve barok dönemlerinde yapılan önyüz; XIV. yy.'dan kalma gotik ciborium), eski evler bulunur. Turizm merkezi. Denizci­ lik müzesi. — Kotor körfezi, sırpça Boka Kotprşka, Adriya denizi kıyısında, .yanınChristian Sappa - C.E.D.R.I.



Kotor kenti ve körfezi



da Lovöen ve Orjen dağlarının yükseldiği, kıyıları girintili çıkıntılı derin körfez. Bu körfez Dördüncü Zaman’da deniz düze­ yinin en son yükselişi sırasında bu bölge­ deki vadilerin sular altında kalması sonu­ cunda ortaya çıktı. Körfez, Verige boğa­ zıyla birbirinden ayrılan iki büyük havza­ dan (Tivat koyu, Kotor ve Risan körfezi) meydana gelir. Balıkçılık çok canlıdır. Bu­ rası stratejik bir üs (gemi yapım ve onarımı, savaş gemileri limanı) ve bir turizm merkezidir: Avrupa'nın en güzel yörelerin­ den biridir. Başlıca limanlar: Tivat, Risan, Prcanj ve Kotor’dur.



7020



K O TO S H , Peru’nun Orta Andlar kesi­ minde Huânuco bölgesinde arkeolojik sit. 13 m yüksekliğindeki büyük bir tepecikte üst üste 10 yapı katının varlığı saptandı. Seramiköncesi dönemden kalan en eski eşiklerde, kilden biçimlenmiş bir çift elle bezenmiş las Manos cruzadas tapınağı' nın kalıntılarına rastlanır. Seramik, Waira -Jirca evresinde (İ.Û. 1800-1150) ortaya çı­ kar ve çizikler açılarak geometrik şekillerle süslenmiş kahverengi çanak çömleği kap­ sar. Bu evreyi Kotosh evresi izler (İ.Ö. 1000), baskı yoluyla ya da kazılarak be­ zenmiş çanak çömlekten ve seramik hey­ kelciklerle ağırşaklardan oluşur. Kotosh' un hemen ardından yapıların ve Chavfn üslubunda çömlekçilik ürünlerinin yer al­ dığı bir dönem gelir Bu sit alanında İ.S. I. yy.’dan sonra yerleşmeler sona erer. K 0 T O Ş İH İN (Grıgorıy Karpoviç), rus ya­ zar (1630’a doğr.-Stockholm 1667). Diplo­ mat, 1660'ta voyvoda Dolgorukıy ile ça­ tıştı ve önce Polonya'ya sonra da İsveç’e kaçmak zorunda kaldı. O Rosiy vTsarstvovaniye Alekseya Mihayloviça [Aleksis Mihayloviç döneminde Rusya] adlı yapıtınAugust von Kotzebue da sarayın ve Moskova sosyetesinin dehClar’ın bir gravüründen î et verici bir tablosunu çizdi. ayrıntı Paris



K O T O V (Grigoriy Ivanoviç), rus mimar (1859-1942). Vladimir-Volıynskiy, Çernigov, Smolensk ve Novgorod katedralle­ rini restore etti. 1839-1899 yılları arasın­ da Viyana'daki ortodoks kilisesini yaptı. Sen-Petersburg akademisi'nde (18941942) dersler verdi. H K O TR A a. (fr. cotre; ing. tocut, kesmek, cutter, suyu yaran’dan). Denize. 1. Tek di­ rekli küçük tekne. (Hollanda kökenli olan, ancak İngiltere'de daha yaygınlık kazanan kotra eskiden, hızı nedeniyle kaçakçı ge­ misi olarak kullanılırdı.) —2. Donanımı bir direkten, büyük bir yelkenden ve en az bir flok ile bir tirinketine floktan oluşan gezi yelkenlisi. —3. Sabit safrasız, salma omur­ galı yelkenli. (Bu terim genellikle gezi amaçlı tekneleri belirtmede kullanılması­ na karşın sportif amaçlı yarış tekneleri için de kullanılır.)



kotra



KOTRA ya da KOTA RA a. (yun. kodderı, ağıl, mandıradan). Zootekn. Koyunla-



rın erkeğini, dişisini, yavrularını ayrı bulun­ durmak için ya da hayvanlara herhangi bir işlem (sağım) yapılacağı zaman ayrı tutmak için hazırlanmış ve parmaklık ya da çitle ayrılmış küçük ağıl, barınak, (ilk­ baharda sağmal koyun sayısı arttığından açık ve temiz havada sağımın yapılması için meranın uygun bir yerinde sağım kot­ raları yapılır. Bunlar iki kotra ve bir de sa­ ğımı yapacak olanların bulunduğu bir çar­ daktan oluşur. Sağılacak koyunlar, arka­ daki büyük kotraya kapatılır ve sağımcıların oturdukları yerin yanlarındaki geçit­ lerden sağım yerine sürülür. Sağımı biten koyun küçük kotraya geçer.) K O T R İ, Pakistan'da kent, Sindhu'nun (indus) sağ yakasında, Haydarabad’ın karşısında; 20 300 nüf. Ticaret ve sanayi (jüt işleme, elektrik gereçleri) merkezi, in­ dus üzerindeki bir barajla bir milyon hek­ tarı aşan bir alan sulanmaktadır.



önce müttefiği olduğu Atina’yla Hellospontoş'ta düşman oldu (363-62'ye doğr.). Kızını iphikrates ile evlendirdi ve iki yunan­ lı tarafından öldürüldü. — K otys II, Ro­ malılarla savaşmak üzere Makedonya kralı Perseus'a askeri güç sağladı. Roma­ lılar oğlunu fidye almadan geri vererek kendisiyle ilişkilerini düzelttiler, çünkü Odr­ ysai halkı Roma'nın diğer göçebe halkla­ ra karşı savunmasına hizmet edebilirdi (İ.Û. 167). —KOTYS adı Bosporos kralları tarafından da kullanıldı. K O TY TO . Yun. mit. Hayvanların ve avın koruyucusu Trakya tanrıçası. Kültü, Atina’ ya, İ.Û. V. yy.'da Laurion madenlerinde ça­ lışan kölelerce getirildi. Gizemler içeren ve bir kabul töreni gerektiren bu kült Kybele’ninkiyle yakınlık göstermekteydi, K O T Z E B U E , Alaska'da yerleşme, Kot­ zebue Sound'un kıyısında; 2 100 nüf. Ba­ lıkçılık (sombalığı) limanı. Küçük turizm merkezi.



K O T S Y U B İN S K İY (Mihail Mihailoviç), ukraynalı öykücü (Vinnitsa 1864 - Çerni- ■ K O T Z E B U E (August VON), alman yazar gov 1913). Demokrat militan, popülizmle (VVeimar 1761-Mannheim 1819). 20 yaşın­ bağlarını kopardı ve 1905 devrimi süre­ da, bir mühendisin yanında işe başladı, cinde gericilerle "liberal" entelijansiyanın onunla birlikte Rusya’ya gitti, burada on gizli anlaşmasını ortaya çıkardı ( la Poubeş yıl kaldı, Petersburg’daki alman tiyat­ pĞe [fr. çev.], 1903; II arrive, le Rire [fr. rocunun parasal işlerini yönetti, ilk oyun­ çev.], 1906; lntermdde[U. çev.], 1909), sa­ ları bu tiyatroda sahnelendi. 1795'te Al­ vaşan köylülere destek oldu (Fata Morgamanya'ya döndü, önce Viyana’da, sonra na, 2 cilt, 1904-1910) ve son öyküsüyle ün­ Weimar’da saray tiyatrosunu yönetti, lendi: Tim zabutıyhpred kiv (1912), Huzul1800'de yeniden Rusya'ya gitti ve çarın lar'ın (Gutsullar) ruten kabilesinin egzotik hizmetine girerek onun hesabına Alman­ dünyası ve çok tanrılı inançlarının işlendi­ ya'da casusluk yapmaya başladı. 1815'ten ği bu yapıt S. Paracanov tarafından Ateş sonra, siyasal etkinliğini özellikle liberal atları adıyla sinemaya uyarlandı. gençlik hareketlerine karşı çıkmakta yo­ ğunlaştırdı. Bu yüzden, K.L. Sand adın­ K O T T (Jan), polonyalı yazar (Varşova da bir alman üniversite öğrencisi tarafın­ 1914). Gerçeküstücü şair, tiyatro eleştirme­ dan öldürüldü. Kotzebue, bol entrikalı, ni, J.-P Sartre'ın çevirmeni. Varşova,daha beklenmedik gelişmelerle dolu, burjuva sonra Berkeley üniversitelerinde profesör­ düşüncesinden ve XVIII. yy. sonuna öz­ lük yaptı. Freudcu bir bakışla ele aldığı ti­ gü duygusallıktan esinlenen 216 piyeslik yatro eleştirisi denemeleri, Elizabeth dö­ çok zengin bir yapıt bıraktı. Bunlardan yü­ nemi tiyatrosu anlayışında (Szkice o zü aşkın bir bölümü sahnelendi (MenSzckspirze, 1961) ve antikçağ trajedisi an­ sehenhass und Reue, 1789; Spanier in layışında (The Eating of the Gods, 1975) Peru, 1795; Der hyperboreische Esel, köklü değişikliklere yol açtı. 1799; Gustav Vasa, 1801; Die deutschen KOTTABOS a. (yun. söze.). Esk. Yun. Bir Kleinstâdter, 1803; Die Ruinen vonAthen, şarap kadehinde kalan son damlaları ma­ 1811). deni bir leğene dökerek çıkan sesi aşk ko­ K O T Z E B U E (Otto VON), rusça Otto nusunda tanrısal bir kehanet olarak yo­ Y evstafiyevlç K otsebu, alman kökenli rumlamaya dayanan oyun. (Aynı terim, rus denizci (Tallin 1788 - ay. y. 1846), Au­ hem oyunu, hem leğeni, hem de dökü­ gust von Kotzebue’nin oğlu. Rus donan­ len şarabı belirtir.) masında hizmet gördü. Japon denizlerin­ K O TT A O U D A M , Hindistan'da (Andhra de Krusenstern'e eşlik ettikten sonra Pradeş) kent, Varangal'ın G.-D.'sunda; (1803-1806), Riyurik gemisiyle dünya çev­ 75 500 nüf. Madenkömürü merkezi. Kim­ resinde bir yolculuk girişiminde bulundu. yasal gübre. Amacı Avrasya'nın Kuzey kutbu kıyıları boyunca doğudan batıya doğru bir ge­ K O T T O , Orta Afrika Cumhuriyeti’nde ır­ çiş yolu bulmaktı. 1815’te Kronştadt’tan mak, übangi'nin kolu (sağ kıyıdan); yaklş. yola çıktı, temmuz 1816’da Bering boğa­ 600 km. Önemli çağlayanlar oluşturur ve zını aştı, bugün kendi adını taşıyan Alas­ ülkenin iki bölgesine (Aşağı ve Yukarı Kot­ ka körfezine ulaştı, ama Büyük Okyanus ta) bu ırmağın adı verilir. yoluyla geri dönmek zorunda kaldı. 1823K 0 T U N İT a. (fr. cotunnite; öz. a. Cotug1826’da Pasifik adalarına ikinci bir yolcu­ no'dan). Miner. PbCI2 formülündeki do­ luk daha yaptı, buralardan birçok bilim­ sel belge getirdi. ğal kurşun klorür. K O T U R ya da K U T U R , B. İran'da Azerbaycan bölgesinde küçük kasaba; Van-Tebriz demiryolu üzerinde, Türkiye -İran sınırındaki Kapıköy gümrük kapısın­ dan yaklaşık 7 km uzakta. K O T U R ç a y ı, B. İran'da Azerbaycan bölgesinde Kotur kasabasından geçen akarsu; yukarı çığırı Türkiye topraklarında­ dır ve Çaybağı deresi adını taşır. Van - Tebriz demiryolu, Türkiye sınırından Hoy'a kadar bu akarsuyun vadisini izler. K o t u r to p o , Türkmenistan'da yer alan petrol yatağı. K O T Y O R A . Tar coğ. Anadolu'da, Kara­ deniz kıyısının D.’sundaki Ordu kentinin Antikçağ'daki adı. Sinope'nin (Sinop) ko­ lonisi olarak kuruldu. Halkının Pharnakes l’in daha D.'da kurdurduğu (İ.Ö. 180) Pharnakeia'ya aktarılması yüzünden köy du­ rumuna düştü. K O T Y S , birkaç Odrysai Trakları kralının ortak adı. Başlıcaları şunlardır: K otys I,



K o u c h ib o u g u a c , Kanada’da ulusal park, New Brunsvvick'in doğusunda; Saint Lavvrence körfezi kıyısında yaklaşık 240 km2’lik bir alan kaplar. K O U D E L K A (Josef), fransız uyruğuna geçmiş çek fotoğrafçı (Moravya, Çek Cumhuriyeti, 1938). Uçak mühendisliği öğrenimi gördükten sonra, Prag'da Otomar Krejca’nın yönettiği Za Branou tiyatrosu'na fotoğrafçı olarak girdi. 1967'den itibaren, önce ülkesinde, sonra Avru­ pa'nın başka ülkelerinde çektiği, çinge­ neleri konu alan siyah-beyaz fotoğrafla­ rında büyük bir dramatik yoğunluğa ulaştı. 1968'de rus işgali üzerine hazırla­ dığa röportajla Robert Capa ödülü'nü el­ de etti. İ970'te yurdunu terk ederek ön­ ce Ingiltere'ye, sonra Fransa'ya yerleşti. 19Ö7'de Fransa Fotoğraf büyük ödülü'nü kazandı. K O U K Y A ya da K O U K İA , çok eski ti­ caret merkezi, Gao'nun 100 km güneyin­ de, Orta Nijer’in ulaşıma elverişli kesimi-



nin ucunda; çölde yaşayan Berberiler bu­ raya gelerek tuzlarına karşılık darı alırlar­ dı. VIII. yy.’a doğru, Dialar soyunun kuru­ cusu ZaTAyaman (ya da Za Aliamen) bu­ raya yerleştiyse de 1000 yılından hemen önce Dialar Koukyadan ayrılarak Gao'ya gittiler. K O U L A M O U T O U ya da K O U L A -M O U TO U , Gabon'da kent, Ogoue-Lolo bölgesinin merkezi; 10 800 nüf. Ticaret merkezi. K O U R O U S S A , Gine’de yerleşme, böl­ ge merkezi, Nijer'in yakınında; 6 500 nüf. Conakry-Kankan demiryolu kentten geçer. Yukarısında Nijer boyunca bostan tarımı. —Kouroussa bölgesi, 16 405 km2; 91 000 nüf. K O U S B R O E K (Rudy), hollandalı ede­ biyat eleştirmeni (Pemantang Siantar, En­ donezya, 1929). Braak dergisinin kurucu­ larındandır, metin çözümlemesinde, her şeyden önce "düzen" arayan bir matema­ tikçidir.



insana benzetirlerdi. Başlıca yıldızlarının 3 ile 4 arasında değişen bir kadri vardır. M 2 adlı bir bulutsu küme ile, amatör te­ leskopla görülebilen NGC 7293 ("Heliks") ve NGC 7009 ("Satürn") kodlu iki planeter bulutsuyu kapsar. ( -* GÖK haritası.) —Astrol. Günümüzün Gfegorius takvimin­ de, kışın ikinci zodyak burcu. (Kova, ay ya­ rımküresinin birinci burcu, kuzey-doğu’ya bakan üçüncü büyüküçgenin birinci bur­ cu ve batı Satürn’ün gökevidir. Yıldızlı gö­ ğün simgesi olan Hera - iuno'nun kişiliği, bu burcun etkisi altındadır.) K O V A Ğ İC (Ante), hırvat yazar (Marija Gorica 1854-Stenjevec 1889), Gerçekçili­ ği benimsemesine karşın, romantik eği­ limli bir yazardı. V registraturi (1888) adlı romanı, çok karamsar bir toplumsal eleş­ tiri niteliğindedir. K O V A Ğ İC (Viktor), hırvat mimar (Locka Vas 1874-Zagreb 1924). Öğrenimini Viyana’da O. VVagner'in yanında yaptı. Hırva­ tistan’da tarihselcilikten vazgeçen ilk mi­ mar oldu; mimarlık ve şehirciliği birbirin­ den ayırmamak gerektiğini savundu ve geçmişin mirasının korunması için çaba gösterdi. Bir kuramcı olarak, ressam V. Bukovac ve yazar A. G. Matos’la birlikte, hırvat sanatında “ modern" dönemi baş­ lattı. Zagreb’de bir saray ve bir kilise yap­ tı.



K O U S S E V İT Z K Y (Serge), asıl adı Sergey A leksandroviç K usevitskiy, ABD yurttaşlığına geçmiş rus orkestra yöneti­ cisi ve kontrabasçı (Vişniy Voloçek, Tver yakınında, 1874 - Boston 1951). Kontrabas virtüözü olarak tanındıktan sonra orkest­ ra yöneticiliğine başladı. 1924’te Boston Senfoni orkestrası’nın sürekli şefliğine ge­ ■ K O V A D A g ö lü , Antalya bölümünün iç tirildi, birçok çağdaş yapıtın tanınmasını kesiminde, Göller yöresinde, Eğirdir gö­ sağladı. Çağdaş repertuvarın zenginleş­ lünün G. ucunda, K.-G. doğrultusunda mesine katkıda bulunmak amacıyla uzanan alüvyal tabanlı karst çukurunun 1942’de Koussevitzky Music Foundation’ı (polye) G. kesiminde yer alan göl; yakla­ (Koussevitzky müzik vakfı) kurdu. Vakfın şık 8,5 km2. Eğirdir gölünün bir gideğeni ısmarladığı ilk yapıt, B. Britten'ın PeterGritarafından beslenir. Fazla suları, kısmen mes'ıdır. Kontrabas için, virtüözlük gerek­ B. yakasındaki düdenlerle yeraltından, tiren yapıtlar besteledi; bir konçerto, Hükısmen de taşkın zamanlarında yüzey­ moresk, Bir rus teması üzerine passacagden, Akdeniz’e dökülen Aksu’ya boşalır. lia. Kovada I ve II barajlarının yapımı ve Eğir­ dir gölü gideğeninin kanalize edilmesi, K O U W E N A A R (Gerrit), hollandalı yazar gölün alanını ve mevsimlik seviye deği­ (Amsterdam 1923). Kobra grubunda ve şikliklerini etkilemiştir. "deneyciler” arasında çok önemli bir ye­ ri vardır. Brecht, Peter Weiss, Sartre ve Osborne’un yapıtlarını çevirdi. Düzyazı ve şiir çalışmaları (Sans nom [fr. çev.], 1962; Autopsıe anonyme [fr. çev.], 1965; Cent Poömes [fr. çev], 1969; Data Delors, 1971) vardır. K O V ya da KOĞ a. 1. Bir kimseyi çekiş­ tirme, yerme. —2. Kov etmek, çekiştir­ mek, yermek. KOVA a. 1. Kuyudan su çekmeye, genel­ likle su ya da sıvı maddeleri taşımaya ya­ rayan, ağzının iki yanına bağlı oynak bir kulpu bulunan, konik silindir biçimindeki kap: Kovada su kalmamış. Süt kovası. Kö­ mür kovası. —2. Say. sıf. + kova, bir ko­ vanın alabileceği miktar: Beş kova su. —3. Arg. Futbolda çok gol yiyen takım ya da kaleci. —4. Arg. Eşcinsel erkek. —Aktar. Sonsuz zincir, tarak, elevatör, eks­ kavatör, mekanik ya da hidrolik kürek, çek­ me kepçeli ekskavatör gibi belirli sayıda aygıtta kullanılan değişik biçim ve kapa­ sitede kepçe türü. (En büyük çekme kep­ çeli ekskavatörlerin kovası 140 m3 hacmindedir.) —Ev eşy. Şampanya ya da buz kovası, çevresi buz parçalarıyla sarılan şarap ya da şampanya şişesini sunmaya yarayan silindir biçiminde yüksek kenarlı kap. —Inş, Merdiven kovası, bir merdivenin çevresinde döndüğü boşluk. —Mim. Minare, kubbe, vb.'nin üzerinde yer alan alemlerin, kovaya benzer en alt bölümüne verilen ad. —Petr. san. Üretime geçmeden önce bir kuyuyu boşaltmaya yarayan otomatik ka­ paklı, silindirsel çelik kap. —Saatç. Kovalı bir eşapmanın balansı ta­ şıyan ve her salınımda kovalı çarkın bir di­ şini atlatan parçası. —Tekst. Tokmaklı dink makinesinin sandı­ ğıK O V A , burçlar kuşağında Oğlak ile Ba­ lık arasında yer alan takımyıldız. Eskiler onu bir testiden su döken diz çökmüş bir



K o v a d a I v e K o v a d a II h id r o e ­ l e k t r ik s a n tr a lla r ı, İsparta ilinde, Kovada gölü suyu ile çalışan hidroelekt­ rik santralları. Kovada I, 1960'da işletme­ ye açıldı. 8,25 MW gücünde olan tesis, yılda 35 milyon kWsa elektrik enerjisi üretmektedir, 1971 yılında üretime ge­ çen Kovada ll’nin ise kurulu gücü 51,2 MW, yıllık elektrik enerjisi üretimi 222 mil­ yon kWsa'tir. K O V A LA M A a. Kovalamak eylemi. —Geom. Kovalama eğrisi, devinimi her an, verilen bir eğri üzerinde kalmaya zor­ lanan bir başka N devingenine doğru yö­ nelmiş bir M devingeninin izlediği yörün­ ge. K O V A LA M A C A a. 1. Çocukların kendi aralarında seçtikleri bir ebenin diğer ço­ cukları kovalamasıyla başlayan ve ebenin yakaladığı veya eliyle değdiği bir başka çocuğun ebe olmasıyla süren bir çocuk oyunu. (Bk. ansikl. böl.) —2. Karşılıklı ola­ rak kaçma ve kovalama çabası: Bir kovalamacadır gidiyor. —ANSİKL. Oyuncular toplanıp sayışarak aralarından birini ebe seçerler. Ebe, ken­ dinden kaçan öteki oyuncuları yakalama­ ya çalışır. Bunlardan birini yakaladığında “ elim sende” diyerek kaçar. Bu kez yaka­ lanan ebe olur. En yaygın çocuk oyunla­ rından biridir. K O V A L A M A K g. f. 1. Bir kimseyi, bir hayvanı kovalamak, yakalamak için peşi­ ne düşmek: Adam kaçıyor, polisler kova­ lıyordu. Fare kovalayan kedi. —2. Bir kim­ seyi, bir hayvanı (bir yerden) kovalamak, yinelenen bir hareketle oradan uzaklaştır­ mak; kovmak: Kovalarsan da gelir, kurtu­ lamazsın. Sinekleri kovalamak. —3. Bir işi kovalamak, onu ele geçirmeye ya da bir sonuca bağlamaya çalışmak; takip et­ mek: Bir işi kovalamak. Peşini kovalamaz­ san, işi aylarca yaptıramazsın. Haber ko­ valamak. —4. Bir şey bir şeyi kovalamak, birbirini kovalamak, birbiri ardından gel­



mek; birbirini izlemek: Günler ayları, ay­ lar günleri kovaladı. Olaylar birbirini kova­ ladı. ♦ kovalanm ak edilg. f. Bir kimseden, bir hayvandan söz ederken, peşine dü­ şülmek; izlenmek. KOVALANM AK -



Kovada gölünden bir görünüm Antalya



KOVALAMAK.



KOVALAN S a. (fr. covalence). Fizs. kim. ORTAK* OEĞERLİK İn eşanlamlısı. K O V ALEN T sıf. (fr. covalenfdan). Fizs. kim, o r ta k * DEGERLİKLİ'nin eşanlamlı­ sı.



KO V ALEV S KA Y A (Sonya, ya da Sofya Vasiliyevna), rus kadın matematikçi (Mos­ kova 1850-Stockhoim 1891). Kirchhoff’un, Helmholtz'un, sonra da VVeierstrass'm en başarılı öğrencisiydi, 1889’da Stockholm üniversitesi’nde profesör oldu. Üç dokto­ ra incelemesi (Göttingen, 1874), matema­ tik alanında yenilik getirmiştir; bunlar kıs­ mi diferansiyel denklemler, Abel integraileri ve Satürn halkalarının biçimiyle ilgili­ dir. Bakışımsız bir cismin, değişmeyen bir nokta çevresindeki dönüşünü ilk incele­ yen Kovalevskaya oldu. K O V A L E V S K İY (Aieksandr Onufriyeviç), rus embriyolog (Dvin.sk, bugün Daugavpils, 1840-Petersburg 1901). Sivasto­ pol Zooloji istasyonu’nu yönetti ve çeşitli omurgasız grupları (batraklar, balanoglossuslar, selentereler, denizhıyarları, kurtlar, tulumlular) üzerinde embriyoloji araştırma­ ları yaptı. K o v a le v s k iy c is im c iğ i, çıyanlarda, kan damarlarının çeperlerinde bulunan ve böbrek ödevi gören cisimcik. K O V A L E V S K İY (Maksim Maksimoviç), rus tarihçi ve toplumbilimci (Harkov 1851Petrograd 1916). Moskova üniversitesi’nde profesör (1878-1887), göç etti, daha sonra Petersburg’da yeniden profesörlü­ ğe başladı (1905-1916). 1906'da Duma' ya seçildi, 1907'de Devlet konseyi'ne gir­ di. Rus tarih bilimine, komün mülkiyetinin incelenmesinde uyguladığı karşılaştırma yöntemini getirdi: The Economic Grovvth of Europe Prior to the Emergence of the Capitalist Economic System (Kapitalist ik­ tisadi sistemin ortaya çıkmasından önce Avrupa’nın iktisadi kalkınması) [1898 1903], KOVALI sıf. Kovası olan. ■-Aktar. Kovalı konveyör, kum, kimyasal ürünler vb. gibi toz ya da tane halindeki malzeme yığınlarını aktarmada kullanılan ve üzerine kovalar tespit edilen sonsuz zincirleri taşıyan bir gövdeden oluşan av-’ grt. ftekariekler ya .da, .paleileı ^zerinde hareket tjdfei i k§va:i konvşyor dlektrı'--; rno-



Kova burcunun simgesel gösterimleri



Hums (Libya) çimento fabrikasında kireçtaşı ve katkı maddelerini aktarmada kullanılan kovalı konveyör



toruyla ya da ısıl motorla çalışır.) — İnş. Kovalı merdiven, merkezi bir boş­ luk çevresinde gelişen merdiven. K o v a lı b a r a jı, Kayseri ilinde Dündar suyu üzerinde sulama barajı. 1988 yılın­ da hizmete giren baraj toprak dolgu tipindedir (3 589 milyon m3). Talvegden yüksekliği 42 m, su toplama hacmi 25,1 milyon m3, göl alanı 1,67 km3, sulama alanı 3 317 ha. K O V A L IK a. Yörs. Sazlık yer. ■ KOVAN a. 1. Arı topluluğunun barındığı kütük, sepet ya da sandık. (Bk. ansikl. böl.) —2. Kovanda barınan arı topluluğu. —3. Yöre. Yayık. —Arıc. Kovan kapısı, kovanın önünde ku­ luçkalık ile dip tahtası arasında bulunan enlemesine aralık, uçma deliği. (Genellik­ le 8 mm yükseklikte, 15-20 cm uzunlukta olur Hem arıların girip çıkmasına hem ko­ vanın havalanmasına yarar. Kışın daraltı­ lır, yazın genişletilir.) || Kovana boş petek vermek, balı sızdırılarak alınmış boş petekli çerçevelerde kalan az miktarda ba­ lın arılar tarafından yenerek peteklerin te­ mizlenmesi için çerçevelerin yeniden ko­ vana konması. (Böylece petekler ertesi yı­ la temiz çıkar, ayrıca arılar bu sırada var­ sa bozuk petek gözlerini de onarır.) || Ar­ kadan ellenen kovan, çerçeveleri kovanın arkası açılarak alınıp konabilen kovan ti­ pi. (Bu kovan tipi terk edilmektedir)! Cam­ lı gözlem kovanı, arı topluluğunun yaşa­ yışını incelemek amacıyla yapılmış bir ya­ nı camla kaplı deneme kov^;,,. (incelene­ cek petekle camın iç yüzeyi arasında 6,5 mm aralık bulunur. Bu ara az olursa, arı­ lar arayı propolisle doldurup, camın önü­ nü kapatır, fazla olursa bu boşluğu da pe­



sepeüsBvan



çerçeveli Kovan 1. Kapak; 2. Çerçeve; 3, Ballık; 4. Örtü tahtası; S. Petek gözü; 6. Saçak; 7. Kuluçkalık; 6. Giriş deliği; 9. Uçuş tahtası,



tek yapmaya çalışır) || Dadant kovanı, ge­ nellikle çiçekli zamanı uzun süren, yağışı eksik olmayan ve kışı şiddetli geçen böl­ gelerde kullanılan kovan tipi. (Kuluçkalığı geniş olduğundan, oğul vermeyi azaltır. Süzme bal üretimine daha uygundur. Ku­ luçkalıktaki büyük çerçevelere karşılık, ballıktaki çerçeveler bunların yarı büyüklüğündedir. Standart Dadant kovanında kuluçkalıkta içten içe 27x42 cm boyutla­ rında 12 çerçeve bulunur. Ballık çerçeve­ leri ise içten içe 13x42 cm boyutlarında yine 12 tanedir.) || Dik kovan, çerçeveleri üst üste konmuş iki ya da daha çok katlı kovan. || Ek kovan, kovanlarda kuluçkalı­ ğın üzerine oturtulan y*a da yanına ekle­ nen kovan. (Çiçek bol olduğu, yani arılar bal yaptığı zaman kovana eklenir. Doldu­ ğu zaman, arılar bal yapımını sürdürüyor­ sa çıkarılıp yerine bir başkası konur.) || il­ kel kovan ya da kara kovan, eski zaman­ lardan beri kullanılan kütükten, sepetten ve tahtadan yapılan bir kovan türü. (Bk. ansikl. böl.) || Küçük kovan, anaarı yetiş­ tirmek ve çiftleştirmek için kullanılan ko­ van. Kovancık ve döllenme kovanı da de­ nir. (Küçük kovan, küçük bir arı ailesidir. Normal bir çerçevenin yarı büyüklüğün­ de ve en az biri yavrulu 5-6 çerçeveli olur. Döllenmiş genç anaarı hazırlamak için önemlidir. Büyük çapta arıcılık yapan yer­ ler için gereklidir. Bal toplama ve kışlama yetenekleri yoktur. Ancak gerektiğinde anaarılardan yararlanmak amacıyla baş­ ka ailelerle birleştirmek için el altında bu­ lundurulur.)! Langstroth kovanı, ilkbaharı kısa ve az yağışlı soğuk yerlerde kullanı­ lan kovan tipi. (Gezgin arıcılık yapılan yer­ lerde iyi sonuç veren bu kovanlar Türki­ ye'de de çok kullanılmaktadır. Standart Langstroth kovanında, içten içe 22x42 cm boyutlarında 10 tane çerçeve vardır. Genel olarak kuluçkalık ve ballık çerçeve­ leri aynı büyüklüktedir.) || Layans kovanı, çerçeveli yatık kovan tipi. (Bölgenin arıcı­ lığa elverişliliğine göre 18, 20, 22, 24 çer­ çeveli olabilir. Daha çok 20 çerçeveli olan­ lar kullanılır. Kovan uzunluğu 77 cm'dir, Gövde üzerine çoğunlukla ek kovan [bal­ lık] konmaz. Uçma delikleri sağ ve sol kö­ şelerde iki tanedir.) || Sıcak kovan, çerçe­ veleri uçma deliğinin bulunduğu yüze parelel olan kovan. (Delikten giren hava ön­ de bulunan peteklere çarptığından iç kı­ sımlara kolay işleyemez. Bundan dolayı hava dolaşımı zorlaşır, kovanın içi daha sı­ cak olur. Kışı uzun süren soğuk yöreler için uygundur.) || Soğuk kovan, çerçeve­ leri uçma deliğinin bulunduğu yüze pa­ ralel olan kovan. (Delikten giren hava pe­ teklerin arasından kolayca geçerek arka­ ya kadar gider. Bu durum sıcak yöreler için uygun olduğu gibi büyük çerçeveli kovanlar için de uygun sayılır.) |j Üstten el­ lenen kovan, çerçeveleri üstten alınıp ko­ nulabilen kovan tipi, (Bu kovanlar soğuk ya da sıcak, dik ya da yatık olabilir. Bu tip kovanların ballıkları ayrı bir sandık olarak kuluçkalığın üstüne konur,) ij Yatık kovan,



çerçeveleri tek sıralı olan kovan. ||Zay/ftovan, herhangi bir nedenle işçi arı sayısı çok azalmış olan kovan. (Bu durumda iki zayıf kovan birleştirilir ve'anaarı yoksa ye­ ni anaarı verilir.) —Denize. Yelkenli gemilerde, armalarıyla birlikte aşağı alınan çubukların, kontra ba­ bafingo ve gabya kapelalarını zedeleme­ sini önlemek için kapelalara kaplanan ba­ kır levha. —Dy. Elektrikli ya da Diesel elektrikli lo­ komotiflerde bir motorun sağladığı kuvvet çiftini karşılayan ve bunu devindirici din­ gile aktaran içi boş silindirsel parça; bu parçanın aksı düşey ve yatay küçük yer değiştirmeler yapabilecek biçimde parça­ nın içine yerleştirilmiştir. —Elektroakust. Edison fonografı için oluş­ turulmuş silindir biçimli kayıtlara verilen ad. (Bunlar, balmumu kökenli bir bileşik­ len yapılıyordu; izler, günümüz plakların­ daki gibi yanal olmak yerine, düşey ola­ rak oluşturulmuştu. Berliner plağının or­ taya çıkışıyla önemini yitirmiş olsa da, yaz­ dırma makinelerinde uzun süre kullanıl­ dı.) —İnş. Işık kovanı, çok eski bir doğu tek­ niğinden kaynaklanan ve bir güneş ışığı demetini yapının içinde belli bir noktaya yöneltmek amacıyla teras çatı üzerine yer­ leştirilen büyük kesitli boru. (Terimi yara­ tan Le Corbusier'dir.) — Kim. MUFLA’nın eşanlamlısı.



—Kur. tar. Kovan resmi, Tanzimat'tan ön­ ce, arı besleyen köylülerden, kovan başı­ na alınan vergi. (Yılda bir kez toplanan bu verginin miktarı, eyaletlere göre farklılık gösterirdi.) —Mak. san. İçinde bir başka parçanın (örneğin takım tezgâhının iş mili) döndü­ ğü ya da kaydığı bir delik bulunan dönel silindirsel parça. || Çapları farklı iki parça­ nın birbirine geçmesinde ara öğe görevi yapan, konik ya da silindirsel, içi boş par­ ça. || Delme kovanı, bir matkap ucunu, ça­ lışma sırasında sapmasını ve eğik bir de­ lik açmasını önlemek için kılavuzlamaya yarayan içi boş silindir. —Mim. ve inş. Kemer kovanı, roman ve gotik mimarlıklarda bir taçkapı kemerinin içe doğru gelişen girinti çıkıntılarının her biri. —Tavan sergeni işlevi gören ya da ta­ vanı bir kornişe bağlayan uzunlamasına, eğrisel yüzey. —Saatç. Deliği, işler bir parçanın dönü­ şünü kılavuzlayan uzun silindirsel parça. —Sil. Ateşli bir silahın fişeğinde barut hak­ kını içeren kılıf, kapçık. |j Kovan tabanı, ko­ van ya da fişek kılıfının dip tarafında bu­ lunan ve yemlik yuvası ile bir tırnak ve bir boyun içeren metal bölüm. || Kovan tırna­ ğı, ateş edildikten sonra dışarı fırlamayan kovanı, ateşli silahın mermi yatağından çekip almaya yarayan alet. —Tekst. Otoklavda boyanmak üzere hazır­ lanmış gevşek sarımlı iplik bobini. —ANSİKL. Arıc. Kovanlar uzun bir gelişme sonucunda bugünkü duruma gelmiştir. Eski Mısırlılarda daha o zamanlarda çok ilkel biçimde kovanlar vardı. Bir bölgede çiçek mevsimi geçince, kovanlar çiçek mevsiminin daha geç olduğu yerlere gö­ türülür, böylelikle arıların bal yapmayı sür­ dürebilmeleri sağlanırdı. Arıcılıkta kullanı­ lan kovanlar, yapılışlarına ve gelişme de­ recelerine göre iki gruba ayrılır. 1. ilkel kovanlar. İnsanların eski zamanlar­ dan beri kullanmış olduğu, bugün de bazı ülkelerde ve memleketimizde yer yer rast­ lanan kütükten, sepetten (genellikle koni biçiminde) ve tahtadan yapılma kovanlar dır. Bunlara kara kovan da denir, Arılar bunların içinde, içgüdülerine göre belirli bir düzende petek yaparak gümeçlerı bal­ la doldurur. 2. Çerçeveli kovanlar. Arıcılığın gelişmiş ol­ duğu yerlerde geniş oranda kullanılan bu kovanlar modern kovan, lenni kovan adıy­ la da tanınır. Biçim ve büyüklükleri ne olur­ sa olsun hepsinde iki temel parça bulu­ nur: kuluçkalık ve ballık. Kuluçkalıkta arı­ lar yavru yetiştirir ve kışlar, ve her ikisinde de bal depo eder. Kuluçkalık ve ballıkta



çerçeveler bulunur. Bunlar çıkarılıp tekrar yerine konabilir. Arılar petekleri bunların içme yapar. Kuluçkalık ve ballıkta kullanı­ lan çerçeveler aynı boyda olabileceği gi­ bi ballık çerçeveleri, kuluçkalık çerçeve­ lerinin yarı yüksekliğinde de olabilir. Çer­ çeve sayısı kovan tiplerine göre değişir. Çerçeveli bir kovanın, alttan yukarıya doğ­ ru belli başlı parçalan şunlardır: alt tabla­ sı (dip tahtası), kuluçkalık, ballık (üst üste bir ya da birkaç tane olabilir), örtü bezi ya da örtü tahtaları ve kapak. Kovanın önün­ de bir giriş kısmı vardır. Buradaki giriş de­ liğini büyütüp küçültmek için bir ağız çı­ tası bulunur. Kovanlar yerden 40-50 cm yükseklikte bir sehpa üzerine yerleştirilir. En yaygın kovan tipleri langstroth, dadant tipi kovanlardır. 1985 istatistiklerine göre Türkiye’de 2 milyon kadar çerçeveli kovan, yarım milyondan fazla ilkel kovan bulun­ maktadır. —Sil. Av fişeklerinin kovanı, içine, birbirin­ den tıkaçla ayrılan ve perçinle tutturulan barut hakkının ve kurşunun konduğu kar­ ton ya da plastik bir kılıftır; kovan tabanın­ da (metalden), ateşleme iğnesinin (mer­ kezden çarpmalı) ya da horozun (iğneli fi­ şekler) etkisiyle patlayan bir kapsülü var­ dır. Savaş silahlarının mühimmatında ise kovan, gaz basıncına dayanabilmesi için metalden yapılır; mermi (ya da kurşun) ta­ banının ön bölümüne perçinlenen kovan sevk barutunu içerir. Toplarda kullanılan kovanlı hartuçlarda, kovan perçinlenmez, içinde yemlik bulunan kovan tabanında, ateşlemeden sonra dışarı atılmasını ko­ laylaştıran bir tırnak ve bir boyun vardır, K O V A N C IL A R , Doğu Anadolu bölge­ sinde, Elazığ iline bağlı ilçe; 37 856 nüf. (1990); 1 bucak, 78 köy. Merkezi, Ela­ zığ'ın, 63 km doğusunda Kovancılar, 10 270 nüf. (1990). K o v a n d a n a rı ç a lm a o y u n u , özel günlerde ya da eğlenme amacıyla evler­ de oynanan sözsüz bir köy seyirlik oyu­ nu. Samit ya da lal oyunları denilen söz­ süz, yalnızca jest ve mimiklere dayanan oyunlar grubuna girer Oyunun değişik yörelerde Arı hırsızla­ rı, Arı oyunu adlı çeşitlemeleri vardır. K O V A N LIK a. Arıc. Kovanların bulundu­ ğu açık ya da kapalı yer. K O V A N L IK , Giresun'un Bulancak ilçe­ sine bağlı bucak; 12 729 nüf. (1990); 18 köy. Merkezi Kovanlık, 2 036 nüf. (1990). KOVARYANS a. (fr. covariance). EŞDEĞİŞKE’nin eşanlamlısı. KOVATA lim a n ı. Tar. coğ. Anadolu’nun D. Karadeniz kıyısında küçük koy; Trab­ zon ile Yomra arasındadır. B.’sında Kovata burnu vardır. KO V BO Y a. (amerikanca cowboy, sığır çobam’ndanj. 1. Kuzey Amerika’daki çift­ liklerde sığır sürülerini güden işçi, Batı Amerika’ya yerleşmede birinci derecede rol oynayan efsanevi kişi. —2. Kovboy fil­ mi - WESTERN. KOVCU a Dedikodu yapan, bir kimseyi arkadan çekiştirip kötüleyen kimse; fitne­ ci, gammaz. K O V C U L U K a. Başkalarının dedikodu­ sunu yapma, onları arkadan yerip çekiş­ tirme eğilimi; dedikoduculuk. K O V D U R M A K -> KOVMAK K O V E L İT a. (fr. covellıte; öz. a. Covelli’ den) Miner. Çivit mavisi yapraksı kristal­ ler halinde bulunan. CuS formülünde do­ ğal bakır sülfür. K O V E L L A . Tar. coğ. Anadolu'nun Ege denizi kıyısında, Büyük Menderes nehri­ nin ağzının G.’inde küçük koy. Tekağaç burnunun K.’inde, Didyma* kentinin he­ men B.’sındadır. Günümüzde deniz turiz­ mi gelişmiştir. K O V İT B A L IĞ I a. Zool KOCABAŞ KAYA’ nın (Goblus cobitis) eşanlamlısı. K O V LA M A K g. f Bir kimseyi kovlamak,



onun dedikodusunu yapmak; onu arka­ sından çekiştirip kötülemek. K O V M A a. Kovmak eylemi. K O V M A K g. f. 1. Bir kimseyi (bir yerden) kovmak, sert ve onur kırıcı sözlerle onu oradan uzaklaştırmak; defetmek: Onu kaç kez kovdum, ama bir türlü gitmiyor. —2 . Bir topluluğu (bir yerden) kovmak, bir yer­ den sürüp çıkarmak; defetmek: Düşman­ ları yurttan kovmak. —3. Bir hayvanı (bir yerden) kovmak, bulunduğu yerden uzak­ laştırmak; kovalamak: Şu sinekleri kov, yi­ yeceklere konuyorlar. —4. Bir kimseyi (bir gruptan, bir kurumdan, bir işten) kovmak, orayla ilişkisini kesmek, işine son vermek; çıkarmak, atmak: Bir kimseyi partiden kovmak. Okuldan kovmak. Geç kalmayı sürdürürseniz, müdür sizi kovacağını söy­ ledi. — 5. Bir düşünceyi kafasından, zih­ ninden kovmak, onu düşünmemek, on­ dan kurtulmak: Karamsar düşünceleri zih­ ninden kovmaya. çalışmak. —6 . Esk. iz­ lemek, kovalamak: "Kimse kovmaz ardı­ nızdan at ile / Yüğürürsünüz ok bigi kim atıla" (İbrahim Bey, XV. yy.). ♦ kovdurm ak ettirg. f. Bir kimseyi kov­ durmak, onun kovulmasına, atılmasına neden olmak ya da bunu sağlamak: So­ nunda onu işten kovdurdu. ♦ kovulm ak edilg. f. 1. Sert ve onur kı­ rıcı sözlerle, kaba bir biçimde bir yerden uzaklaştırılmak: Kovulduğu halde gitmiyor. —2. Bir grupla, bir kurumla, bir işle, vb. ilişkisi kesilmek, çıkarılmak, atılmak: Par­ tiden kovulmak. Okuldan, işten kovulmak. K O V N E R (Abba), ibranice ve yiddiş dilinde yazan yahudi yazar (Sivastopol, Kırım, 1918). Vilno'nun işgali sırasında ra­ hibelerin yanına, sonra da gettoya sığın­ dı, buranın önderlerinden biri durumuna geldi. Daha sonra, bir grup yahudi parti­ zanın başında çevredeki ormanlarda Almanlar'a karşı savaştı. Savaştan sonra, binlerce soydaşının İsrail’e göçünü örgüt­ ledi. Mısır’da İngiliz gizli servislerince hap­ sedildi. Bağımsızlık savaşı başında ordu­ ya yazıldı ve erler için günlük öyküler yaz­ dı. Şiirlerinin en baş teması, soykırımın dehşeti ve ülkesinin kuruluşu sırasında karşılaştığı güçlüklerdir (Ad Lo Or, 1947; Mi-Kol aavat, 1965). Ayrıca İsrail’in savaş deneylerini ahlatan düzyazı bir üçlemesi vardır (1953-1955). K O V N O ya da K A U N A S , Litvanya'da kent, Nyemen kıyısında; 423 000 nüf. (1989). XIII. yy.'da kurulan kent, bir kültür (okullar, müzeler) ve sanayi mer­ kezidir. Makine ve elektrikli gereçler sa­ nayileri. Mobilyalar. Tekstil (yün, ipek, sentetik iplik) ve besin sanayileri. —Ask. tar. 24 haziran - 13 aralık 1812 ta­ rihleri arasında Büyük Ordu’nun işgal et­ tiği Kovno, ağustos 1915’te Hindenburg komutasındaki alman birliklerince alının­ caya kadar Ruslar’ın elinde kaldı. Kovno, alman general von der Goltz'un komuta­ sındaki kuvvetlerden, aralık 1919'da Letonya ve Litvanya ordularıyla general Niessel'in yönetimindeki transız heyetinin baskısı sonunda kurtuldu. 1920-1940 yıl­ ları arasında, Polonyalılar’ın işgalindeki Vilna yerine Litvanya’nın geçici başkenti oldu. 23 ağustos 1939 tarihli germen -sovyet paktının gizli hükümleri uyarınca 15 haziran 1940’ta Sovyetler tarafından iş­ gal edildi. VVehrmacht’ın gelmesi üzerine 23 haziran 1941'de sovyet birlikleri kenti boşalttı; alman ordusu da Kovno’yu 1 ağustos 1944'te Çerniyahovskiy’e bıraktı. K O V R O V , Rusya’da, Moskova’nın kuzey-doğusunda kent; 149 000 nüf. Meta­ lürji sanayileri merkezi. Bayındırlık gereç­ leri. Motorlar. Motosikletler. Hazırgiyim. Besin sanayileri. K O V U C U K a. Bot. Genç dalların kabu­ ğunda bulunan ve gaz alışverişinde önemli rol oynayan küçük delik. —ANSİKL. Üstderinin altındaki ilk mantar tabakalarının oluşması sırasında, paran­ kima tipindeki hücreler yer yer farklılaşır,



kısa sürede ölür ve aralarında büyük boş­ luklar meydana gelir. Üstderi buralarda delinir ve kabuğun geçirgen olmaması nedeniyle dış ortamla güçlükle yapılan gaz alışverişi buralardan sağlanabilir. K O V U C U K LU sıf. Kovucuğu olan. —Anat. Bızır kovucuktu cisimleri, bızırın gövdesini oluşturan iki dikilgen organ. || Kamış kovucuktu cisimlen, oturga - çatı kemiği kollarından kamış başına-kadar uzanan iki dikilgen organ. |] Kovucuktu si­ nüs, türk eyerinin iki yanında uzanan, iki tane, büyük hacimli, kafatası toplardamar sinüsü, (içinden iç karotis atardamarı ile birçok kafa siniri geçer.) —Patol. ve Anat. Kovucuklu cisimlerinkine benzer yapıdaki anjiyoma denir. K O V U K a. Bir şeyin içinde oluşan oyuk: Ağaç kovuğu. Diş kovuğu. —Balıkç. Kayalarda bulunan ve sular çe­ kildiğinde su düzeyi üstüne çıkan delik. (Kabuklular ve mığrıbalıkları buralarda yu­ valanır.) —Jeomorfol. Daha çok kütlevi ve taneli bazı kayaçlarda (granit, kumtaşı gibi) ka­ yacı oluşturan gereçlerin, farklı ufalanma ve ayrışmaya ya da farklı aşınmaya uğra­ ması sonucu meydana gelen değişik bo­ yuttaki oyuklara verilen genel ad. (Bk. an­ sikl. böl.) —Patöl. Kemikte gerçek bir boşluk olma­ dığı halde röntgende o izlenimi veren gö­ rüntü. (Kemik dokusu, o kısımda X ışınla­ rına saydam olan başka bir dokuyla dol­ muş olabilir.) —ANSİKL. Jeomorfol. Kovuklar, kurak böl­ gelerde yaygın olarak görülen, küçük bo­ yutlu topografya şekillerinden biridir. Bu bölgelerde, özellikle çimentosu kireçli kurutaçlarından ya da volkan küllerinden oluşan alanlarda, vadi yamaçlarında ve mesetaların eteğinde görülürler. Bazıları bir mağara boyutuna erişir. Kayacı oluş­ turan taneleri bağlayan kireçli çimentonun su İle erimesi sonucunda serbest kalan kum tanelerinin rüzgârla uzaklaştırılmasıy­ la meydana gelirler. Bazen de kılcallık ile taşınan mineral maddelerin çökelmesiy­ le yüzeyi direnç kazanan büyük bir blokun mekanik parçalanma sonucu yarılma­ sı ile iç kesimdeki gevşek maddeler rüz­ gârla taşınır ve blok zamanla bir kovuğa dönüşür. Daha çok magma kökenli kayaç­ larda görülen bu tür kovuklara tafone adı verilir. Kayaçların, deniz suyunun kimya­ sal etkisiyle daha çabuk ufalanan kesim­ lerindeki gereçlerin, dalgaların mekanik etkisiyle taşınması sonucunda da kıyılar­ da çeşitli kovuklar ve mağaralar meyda­ na gelir. Bazı kayaçların yüzeyinde küçük boyuttaki kovukların oluşumunda ise yer­ altı suyu sızıntısı başlıca rol oynar. K O V U L M A a. Kovulmak eylemi. KO VULM AK -



KOVMAK.



K O V U N T U a. Kovulmuş kimse. K O V U Ş a. Kovmak eylemi ya da biçimi. K O V U Ş a. Denize. Genellikle dört köşe yontulmuş uzun seren. K O V U Ş T U R M A a 1. Kovuşturmak ey­ lemi. —2. Bir suçun işlenmesi üzerine adli organların sanık hakkında yürüttükleri iş­ lemler. (Bk. ansikl. böl.) —3. Kovuşturma açmak, kovuşturma işlemine başlamak. || Kovuşturma yapmak, kovuşturma işlemi­ ni yürütmek. —ANSİKL. Cez. us. huk. Kovuşturmanın hangi aşamada başladığı konusunda gö­ rüş birliği yoktur. Yasalarda kullanılan ifa­ delere göre kovuşturmanın kamu davası­ nın açılmasıyla başladığı düşünülebilir Ancak daha önce başladığını söylemek de olasıdır. Çünkü bir kimse kamu dava­ sı açılmadan önce de sorguya çekilebilmektedir. Kural olarak, ceza yargılamasın­ da kovuşturma görevini savcılık yapar. Savcının devlet adına yaptığı kovuştur­ mayla uyuşmazlık mahkeme önüne geti­ rilir. Bir karar verilmek üzere uyuşmazlığın mahkemeye getirilmesiyle kamu davası



Piolr Kowalskl Bir küpün izdüşümü neon ışıkları iBern ’lSTO) 1 '



K O V U Ş T U R M A K a. 1. Bir kimseyi ko­ vuşturmak, bir kimseyi mahkemeye ver­ mek, cezalandırmaya çalışmak. — 2 . Bir olayı kovuşturmak, araştırma, soruşturma yapmak; takip etmek.



rini ve edebiyatlarını inceledi. Tedavi için ViYangzi Ciang deltasında ve Güney Çin kı­ yılarında destek noktalarından yararlana­ yana'da bulunan türk askerlerinden dinle­ rak 1645'ten 1660'a kadar Mançular'a karşı yerek derlediği bilmeceleri, Zagadkiludosavaştı ve Tayvan'ı (Formoza) ele geçirdi, we Tureckie (Türk halk bilmeceleri, 1919) 1662’de Zelendla ve Provintia kalelerini al­ adlı yapıtında değerlendirdi., Firdevsi'nin dıktan sonra Hollandalılar’ı Tayvan'dan kov­ Şehname'si üzerinde çalıştı. Etudes sur la du. Tayvan'ı oğluna bıraktı. torme de la poesie des peuples turcs (Türk halk şiirinde şekil üzerine incelemeler 1922) a K O Y a, Jeomorfol. Kıyılarda denizin kara­ adlı kitabı yazdı. Die altesten Erwâhnungen ya doğru sokulduğu, körfezden daha kü­ der Türken in der Arabischen literatür (En çük boyuttaki girinti. (Kıyı topografyasının eski arap edebiyatında Türklerle ilgili ka­ özelliğine ve morfolojik evrim aşamasına yıtlar, 1926) adlı çalışmasını yayımladı. Bir­ göre biçimleri değişik olur; bazıları dalga­ kaç kez Türkiye'ye geldi, Türkler’in bulun­ lara açık bir hilal, bazıları ise fırtınalara ka­ duğu Balkan ülkelerini gezdi; dil, folklor, et­ palı, kuytu bir girinti biçimindedir) nografya araştırmaları yaptı. Türk halk şii­ KOYACAK a. içine herhangi bir şey koy­ ri, türk halk türküleri, Makedonya türk ağız­ maya yarayan (dolap, sepet, bardak vb) şey, ları üzerinde çalıştı. Türkische Volksrâtsel aus Nordbulgarien (Kuzey Bulgaristan türk S KO Y AK a. İki dağ arasında kalan çukur ya da dere boyu; vadi. halk bilmeceleri, 1932), Türkische Volksrât­ —Jeomorfol. Kireçtaşı, jips ve tebeşir gi­ sel aus Kleinasien (Anadolu türk halk bil­ meceleri, 1932) adlı çalışmalarını yayımla­ bi eriyebilir kayaçlarda erime süreci sonu­ dı. Bulgaristan’da Türkler'in dilini inceledi: cunda meydana gelmiş, nispeten küçük Les Turcs et la langue turque de la Bulgakapalı çukurlara Anadolu'nun bazı yöre­ lerinde verilen ad. (-» DOLİN.) rie du Nord-Est (Kuzey-doğu Bulgaristan da Türkler ve türk dili, 1933). Polonya'da KO YALAR , Andhra Pradeş'te, sayıları 6 yaşayan Karaim ağızları üzerinde durdu: bin'i bulan kabile halkı. Bir telugu lehçesi ko­ Karaimische Tekte im Dialect von Troki (Tronuşurlar. Koyalar orman ürünleriyle ve sulaki ağzına ait Karaim metinleri, 1929). Türk malı pirinç tarımıyla geçinirler Babayerli yurt­ lehçeleri alanında birçok çalışmalar yaptı: larında babasoylu bir toplum düzenine sa­ Zur semantischen Funktion des Pluralsuf hip olan Koyalar, hinduculuğu benimsemiş­ -fixes-lar, -lârin den Türksprachen (Türk dil­ lerdir ve ana tanrıça Bhumata'ya taparlar. lerinde -lar, -ler çokluk ekinin anlambilim KOYAR a, iki akarsuyun birleştiği yer. görevi üzerine, 1936) vb.



KQW ALEW SKİ (Jözef Szczepan), pobnyalı türkolog (Grodno yakınları 1801 -Varşo­ va 1878). Wilna Üniversitesi’nde edebiyat ve klasik filoloji öğrenimi gördü. Rus yöne­ ticileri tarafından Kazan'a sürüldü (1824). Kazan Üniversitesi’nde doğu dilleri okudu, ayn^ üniversiteye profesör ve rektör oldu. Sibirya, Moğolistan ve Çin'de bilimsel araş­ tırmalar yaptı. Moğolca öğrendi. Moğol dili ve grameri üzerinde çalıştı. Kratkaya grammatika rnorıgolskago kniznago yazıka (Mo­ ğol dilinin kısa grameri, 1835), Mongotskaya hrestomatiya (Moğol klasiklerinden seç­ meler, 1836) adlı kitapları yayımladı. Moğol, rus, transız dilleriyle ilgili bir sözlük düzenledi: Dictionrıaire mongd - russse- français (Moğol­ ca, rusça, fransızca sözlük, 1844-1849).



KOVVALSKİ (Piotr), fransız uyruğuna geçmiş polonyalı sanatçı (Lvov 1927). Fen eğitimi görmüş olan Kowalski üç boyutlu yapıtlarında ileri teknolojilerden yararlan­ dı. Temel biçimlerden (küp üzerine çeşit­ lemeler, özellikle: Küp no 3; Bir küpün iz­ düşümü, 1971-1976, C hâtillon-sous -Bagneux), bir uzam "gramer” inden (Bu­ rası, Orası, XYZ ve Uzaklık, 1968-69), ışık ve enerjiden (ayna, iyonlaşmış alan, flüor­ ışıl gaz [Gerekli önlemler, 1970]) yola çı­ karak, seyirciye, fiziksel deney alanı ola­ rak çeşitli bilimsel varsayımlar önerdi. Ger­ çeğin algılanışını ve tanınışını merkez alan maddeci bir süreçte, sanat ve bilim hiç­ bir karşıtlık olmaksızın bir araya geliyordu (Üçkanatlı, 1974).



açılmış olur. Yasada açıkça belirtilen durumlarda, istisnai olarak, suçtan zarar gören ki$iler de savcın|n başvurusunu beklemec,en- kovuşturma açabilirler Ceza yargılamasında buna kişisel dava adı verilir (Ceza muh. us. k. md. 344).



KOYASAN ) japon buddhacılığına bağlı şingon mezhebinin Osaka yakınındaki merkezi. 816’da Kobo Daişi tarafından ku­ ruldu, kendisi de oraya gömüldü. Çok sa­ yıda manastırı, tapınağı ve pagodası ol­ dukça yenidir, ama dindarların çok sık gel­ diği uçsuz bucaksız nekropolis gibi gör­ kemli bir görünüm sunar. K O Y B A L L A R , Rusya' nın Hakas Özerk bölgesi'nde yaşayan Abakan Türkleri (Havaslar) arasında yer alan bir türk bo­ yu. L. P, Potapov, S. A. Tokarev gibi araştırmacılar, Koyballar'ın yöreye Rus­ ya'da yapılan bazı idari reformlar sonucu yerleştiklerini, Abakanlıiar'la bir kan bağ­ ları olmadığını ortaya koydular. 1897’de yaklaşık 1 000 kişi olan Koyballar, XVIII.



koy



Taşeli platosunda koyaklar



Ayvalık, Balıkesir



İçel



KOVUALSKİ (Tadeusz), polonyalı türkolog (Châteauroux, Fransa, 1889 ■Krakövv 1948). Fransa’ya sığınmış polonyalı bir ailenin oğlu, 1894 te Kraköw'a gitti. Arapça ve ibranice öğrendi. Viyana Üniversitesinin felsefe fa­ kültesine yazıldı (1907), DerDiv/an derKais ibn al-Hatim (Kays bin Halem divanı, 1914) adlı yapıtıyla felsefe doktoru, daha sonra da Kraköw Jagellon üniversitesinde doçent oldu (1914); aynı üniversitede arapça, farsça ve türkçe okuttu (1916-1917). Kra­ kövv Üniversitesi’nde kurulan Doğu filoloji­ si (1919) kürsüsü’rıde ordinaryüs profesör­ lüğe yükseldi (1921). Polonya İlimler aka­ demisine seçildi, aynı akademinin başkan­ lığına getirildi (1939). Arap, fars, türk dille-



K O W L O O N , çince Ciulong, Çin’de kent, Hongkong’un karşısında; 1861'de Büyük Britanya’nın eline geçti; 2 301 691 nüf. (1986). Kowloon, sömürgenin en önemli ticaret merkezidir. Havalimanı. K O W SWAMP, Avustralya’da, Victoria eyaletinin kuzey-doğu'sunda yer alan tarihöncesine ait kalıntılar. Eski bir gölün kıyı­ sında, on üç mezarda araştırma yapıldı; Keilor ve Vacak iskeletlerinden (İ.Û. X. binyıl) daha eski biçim özellikleri taşıyan iske­ letler bulundu. K O X İN Q A , Ming yandaşı çinli korsan Cıng Çınggong’a (Hirado, Nagasaki, 1624-Tayvan 1662) Avrupalılar'ın verdiği ad.



yy. sonlarından başlayarak Ruslar’ın kültür baskısı altında kaldılar. Abakan türk lehçeleri arasında yer alan koybal lehçesi, M. A. Castren’in yaptığı bir araştırmaya göre asıl koybalca, salba ağ­ zı, kondakova ağzı gibi birtakım kollara ay­ rılıyordu. Bu kollar daha sonraları kaça ve şagay dilleriyle karıştı. Bugün Hakas Özerk ili'nin Beya yöresinde yaşayan Koyballar' ın konuştuğu dil, bir kaça lehçesidir. K O Y C U K a. Kayalık bir kıyıda ancak bir­ kaç tekneyi barındırabilecek genişlikte kü­ çük girinti. K O Y D U R M A K -KOVMAK. KOYGU N sıf. Dokunaklı, acıklı.



koyulaşmak K Ö Y LE R a. (ing. coiler, bobin makinesi'nden). Tekst. Yer düzeyine yerleştirilmiş döner ya da sabit bir tabladan oluşan ve üzerinde bir kova taşıyan düzenek, (iplik hazırlama işleminde kullanılır; döner bir üst tabla, elyaf şeridini düzgün sarımlar halinde kovaya yerleştirir.) K O Y M A a. Koymak eylemi. K O Y M A K ya da K O M A K g. f. 1. Bir şe­ yi (bir yere) koymak, onu artık elinde tut­ mamak, (bir yere) bırakmak, yerleştirmek: Elindekileri koy da içeri gel. Tabakları ma­ sanın üstüne koymak. Şapkasını başına koymak. Cüzdanı yastığın altına koymak. Pencerenin önüne bir saksı koymak. Ki­ taplarımı nereye koydun? Parayı kasaya koymak. —2. Bedeninin b ir yerini bir şe­ yin üzerine koymak, onu oraya yerleştir­ mek, bırakmak: Elini elimin üzerine koy­ du. Başını yastığa koyar koymaz uyur. —3. Bir şeyi b ir yere, bir şeyin üzerine koymak, onu oraya tutturmak, yerleştir­ mek; Yakanın kenarına fisto koymuşlar. El­ bisenin yakasına bir gül koymak. Özne­ den sonra bir virgül koymak. —4. Bir kim­ seyi (bir yere, içeri, dışarı vb.) koymak, ona oraya girmesi, bir yere gitmesi için izin ver­ mek; ona engel olmamak (genellikle olumsuz): içeriye kimseyi koymuyorlar. Koymadılar ki evime döneyim. —5. Bir kimseyi, bir hayvanı bir yere koymak, onu oraya kapatmak: Bir mahkûmu hücreye koymak. Bülbülü altın kafese koymuşlar "ah vatanım" demiş. —6 . Bir kimseyi bir yerde koymak, onu orada bırakmak, terk etmek: Onu sokağın ortasında koydu git­ ti. — 7. Bir kimseyi bir durumda koymak, onu belli bir durumda bırakmak: Beni aç koydular Beni çaresiz koydular, neyleyim. —8 . Bir kimseyi (bir kimseye) koymak, onu bir kimseye bırakmak: Kız, ben seni koymam ellere. Çocukları anneme koy­ dum. —9. Bir şeye, bir şey koymak, onu o şeye katmak, eklemek: Yemeğe tuz koy­ mak. Çaya şeker koymak. — 10. (Bir kim­ seye) bir şey (yiyecek, içecek) koymak, onu vermek: Bana biraz çay koyar mısı­ nız? —11. (Bir şeye) tarih, imza, adres, vb. koymak, onu (oraya) yazmak: Dilekçeye tarih koymayı unutma. — 12. Bir şeyi (ate­ şe, ocağa, vb.) koymak, onu pişmesi, kay­ naması için ateşin, ocağın üstüne yerleş­ tirmek, hazırlamak: Yemeği koyar koymaz geliyorum. Suyu koy, ben gelir bulaşıkla­ rı yıkarım. — 13. Bir şeye, bir yere, bir şey için para koymak, parayı o iş için ayırmak: Bütçeye okullar için ödenek koymak. Hü­ kümet dışalım giderleri için bütçeye bir milyar lira koydu. — 14. Bir yere, bir şeye para koymak, parasını, biriktirmek, gelir getirmesini sağlamak için mevduat ya da yatırım olarak bir yere bağlamak: Bir ke­ nara para koymak. Bankaya ne kadar pa­ ra koydun? — 15. (Bir şeye) belli bir mik­ tar para koymak, ona para yatırmak: Bu işe beş koyarsan on alırsın. — 16. Kanun, kural, yasak vb. koymak, onu saptamak, başlatmak ve uygulamak: Bu kuralı kim koydu? Yeni bir vergi koymak. — 17. Bir kimseyi bir yere (işe) koymak, onu bir işe yerleştirmek, oraya uygun görmek; Bu işe kimi koyacağız? Matbaanın başına kimi koymuşlar? Bir tanıdığı onu belediyeye koydu. — 18. Bir kimseyi bir şey, bir kim­ se yerine koymak, ona öyleymiş gibi dav­ ranmak: Beni aptal yerine koydu. Bizi el yerine koyma. — 19. Bir yere bir kimse koymak, beklemesi, gözlemesi için onu oraya dikmek: Komiser binanın çevresine iki adam koydu. Kapıya asker koymak. —30. Bir kimseyi, b ir şeyi bir yere koy­ mak, onu bir sıralamaya dahil etmek, ora­ ya katmak: Onu liste başına koymuşlar. Onu da favorilerin arasına koyuyorum. —21. Şeyleri, kimseleri sıraya koymak, onları dizmek, sıralamak; Çocukları sıra­ ya koymak. —22. Koyduğum yerde otlu­ yor, uzun bir süre geçmesine karşın hiç­ bir gelişme göstermemiş kimse için söy­ lenir (kaba). || Koydunsa bul, bulunması gereken yerden gizlice ve ustalıkla ka­ ç a n kimse; çok arandığı halde id in d e



bulunamayan şey için kullanılır. —Mat. Yerine koymak, yazmayı kolaylaş­ tırmada ya da bir matematiksel açılımı göstermede (çoğu kez cebirsel olan) bir ifadeyi bir adla, bir harfle ya da bir simgey­ le göstermek. (Örneğin: ak2-*- b x + c = 0 ikinci derece denklemi için â = b 2- 4 a c konur. ♦ gçz. f. Bir kimseye koymak, bir söz­ den, bir olaydan, bir durumdan vb, söz ederken, bir kimseye dokunmak, onu olumsuz yönde etkilemek; duygulandır­ mak, üzmek: Benim söylediklerim ona koymaz. O yaştaki bir insanın ağlaması bana çok koydu. Nedense böyle şarkılar koyuyor adama. ♦ konm ak dönşl. f. 1. Bir yere konmak, uçan bir hayvan ya da uçan bir şey sözkonusuysa, bir yere inip orada durmak: Pencerenin önüne kuşlar konmuştu. Ala­ na konup kalkan uçaklar. — Bir yere kon­ mak, yolculukta, geceyi geçirmek için bir yerde kalmak ya da geçici olarak bir ye­ re yerleşmek, kısa bir süre için orayı yurt edinmek: Önce bir ırmak kıyısına konmuş sonra buraya gelmişlerdi. —2. Bir şeye konmak, onu emek vermeden elde et­ mek: Servete konmak. Hazıra konmak. Mirasa konmak. — 3. Kona göçe, dura kalka, durup dinlenerek: Kona göçe, tam bir haftada varmışlar oraya. || Konup göç­ mek, bir yerde göçebe yaşamı sürmek, yerleşik durumda olmamak. ♦ kondurm ak ettirg. f. 1. Konmak ey­ lemini yaptırmak. —2. (Bir yere) bir şey kondurmak, gelişigüzel takmak, iliştirmek: Saçına bir gül kondurdu. —3. Bir kimse­ ye, üstüne kondurmak, kötü bir şeyi bir kimseye yakıştırmak (olumsuz cümlelerde ve soru cümlelerinde): Ölümü ona hiç konduramazdık. —4. Bir şeyi birden ya­ pıvermek, bir sözü çekinmeden söyleyi­ vermek: Yanağına bir öpücük kondurdu. Lafı kondurdum. ♦ koydurm ak ettirg. f. Bir kimsenin bir şeyi bir yere koymasını sağlamak; koymak eylemini başkasına yaptırmak. ♦ koyulm ak, konm ak, konulm ak edilg. f. Koymak eylemine konu olmak; koymak,eylemi yapılmak: Çiçekler vazo­ ya koyuldu mu? Kütüphane buraya kon­ sa daha iyi olur. Bu yarışa konulan para­ nın haddi hesabı yok. ♦ koyulm ak dönşl. f. Bir şey yapmaya koyulmak, ona girişmek, başlamak; Bir kimseyi, bir şeyi aramaya koyulmak. K O Y P U a. Zool. BATAKLIK KUNDUZU'nun eşanlamlısı. (Alezandre), rus asıllı frensiz bilimkuramcı ve filozof (Taganrog 1882 - Pa­ ris 1964). Yükseköğrenimini Göttingen'de yaptı, burada Husserl ve Hilbert'in ders­ lerini izledi (1908), sonra Paris’e gelerek (1910) Henri Bergson’un ve Lâon Brunschvicg'in derslerini izledi. Bütün düşün­ cesini felsefe İle bilim tarihi arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaştırdı. Koyrâ'nin bilimkuramsal çalışmaları, a priori düşünceyi red­ deden ve yalnızca deneyime dayanan de­ neysel bilimkuramdan ayrıldığı gibi, biçim­ ciliği matematik bilimlerle onun altındaki gerçeklik arasında bir kopukluğa yol açan pozitivist bilimkuramdan da ayrılır. Koyrâ' ye göre, Kopernik ile Newton'un bilim ala­ nında meydana getirdikleri sıçrama, bilim­ sel sistemlerin birliğinden ayrı düşünüle­ mez. Nitekim, Koyrâ, Jakob Böhme'nin felsefesini inceleyerek, bu filozofun gizem­ ciliğinin, Kopernik'ln yeni evrenbilimi göz önünde tutulmadan anlaşılamayacağını, buna karşılık bu gökbilimci ile bu mate­ matikçinin yapıtlarını ancak derin bir fel­ sefe ve tanrıbilim bilgisiyle okursak anla­ yabileceğimizi İleri sürdü. Gerçekten de, Koyrâ ancak klasik fel­ sefe üzerine yayımladığı incelemelerden (ıİİdöe de Dieu et les preuves de son existence chez Descartes [Tanrı fikri ve Descartes'ta Tanrı'nın varlığıyla ilgili kanıtlar], 1922; I'idde de Dieu dans la philosophie koyre



de saint Anselme [Aziz Anselmus'un fel­ sefesinde Tanrı fikri], 1923) sonra XVI. ve XVII. yy. evrenbilimlerinin ve bilimsel ye­ nilik düşüncesinin dayandığı ilkelerin in­ celenmesine girişti (la Philosophie de Jacob Böhme [Jaljob Böhme’nin felsefesi], 1929). 1930’da Ecole pratique des hautes ötudes’e atandı, burada bilimkuramı ça­ lışmalarını sürdürdü. ikinci Dünya 9avaşı, Fransa’dan ayrılarak ABD’ye gitmesine yol açtı. Gitmeden önce, eski çalışmaları­ nı yeniden ele alıp genişleten Etudes galilâennes'i (Galilei üzerine incelemeler) 1940'ta, Paris’te yayımladı (I: A l'aube de la Science classique [Klasik bilimin şafa­ ğında]; II: la Loi de la chute des corps: Descartes et Galilöe [Cisimlerin düşme yasası: Descartes ve Galilei]; III: Galilöe et la loi d'inertie [Galilei ve devinirnsizlik kanunu]). Du monde cios â Tunivers inli­ ni (Kapalı dünyadan sonsuz evrene) [1957] adlı kitabında Antikçağ ve Ortaçağ düşüncesinin sonlu ve aşamalı kozmosu­ nun yerini sonsuz ve homojen bir evrenin almasının, insan düşüncesi üzerindeki et­ kilerini açıkladı. Koyrâ, son kitaplarında, yetkinlik, erek ve uyum fikirlerine dayanan her türlü dün­ ya anlayışını reddetmenin, bilimsel düşün­ cede yol açtığı değişiklikler üzerinde ıs­ rarla durdu: la Râvolution astronomique: Copernic, Kepler, Borelli (Gökbilimde devorn: Kopernik, Kepler, Borelli) [1961], les Etudes newtoniennes (Nevvton üzerine in­ celemeler) [1964],



7025



Ediiions Herm&nn



K evser, Antakya ve çevresinde kadın er­ kek birlikte oynanan, halay türü bir halk oyunu. Eşlik çalgıları, davul zurnadır. K O Y U sıf. 1. Akıcılığı az olan, yoğun sıvı için kullanılır: Koyu süt, koyu pekmez. Sal­ ça çok koyu, biraz sulandıralım. —2. Bir renk adıyla birlikte, bu rengin daha belir­ gin bir tonunu belirtir; beyazdan çok si­ yahla yakınlığı olan renk için kullanılır: Ko­ yu san. Koyu renkler ona gitmiyor. Koyu tenli bir adam. —3. Bir eylemin, bir görü­ şün son sınırı; bu sınırdaki kimse için kul­ lanılır; aşırı: Koyu taassup. Koyu dinoi. —4. Derin, ateşli: Koyu bir tartışma. —Bine. Koyu doru, başı ve ayaklarının ucu siyah olan demirkırı at. —Birac. Koyu mayşe yöntemi, bira yapı­ mında koyu bir mayşe kullanmaya daya­ nan yöntem. —Sesbilg. İşitsel ve izlenimsel terminolo­ jide pes bir ünlü için kullanılır. (Karşt, AY­ DINLIK.)



K O Y U C U sıf. Koyan: Kanun koyucu. —fiyat. Sahneye koyucu, gösterinin bütün öğelerini (uzam, metin, oyuncu...) sahne­ lenen yapıta ve genel olarak tiyatro etkin­ liğine toplu bir anlam verebilecek bütün­ cül bir kuramsal görüşe göre örgütleye­ rek dramatik ya da lirik bir yapıtın sahne­ de gerçekleştirilmesini düzenleyen kimse; film yönetmeni. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Tiyat. Sahneye koyuculuk işi, yüzyıllar boyunca çeşitli gösteri sanatçı­ larınca yapılmış olmakla birlikte, "sahne­ ye koyucu" terimi ancak XIX. yy.’da orta­ ya çıktı. Yunanlı didaskalia, kimi zaman yazarın kendisi ve bir organizatör işi gö­ rürdü. Ortaçağda ve Rönesans'ta, genel­ likle her işin sorumluluğunu dekorcu üst­ lenirdi. Daha sonraları, gösteriyi yazarlar yönetmeye başladı ve XVIII, ve özellikle XIX, yy.'larda büyük oyuncular sahnede egemenliği ele aldılar ve gösterimi kendi istemlerine bağımlı kıldılar. XIX. yy. sonun­ da sahneye toyuculuk görevinin ortaya çıkması, bir yandan bu işin gitgide karma­ şıklaşması ve modern sahne tekniğinin gerekleri, öbür yandan da seyircilerle ti­ yatro adamları arasında köklü bir uyum kurmak zorunluluğu ile açıklanır K O Y U L A Ş M A a. Koyulaşmak eylemi. K O Y U L A Ş M A K gçz. f. 1. Şerbet, pek­ mez vb. bir sıvı sözkonusuysa, yoğunlu­ ğu artmak; koyulmak. —2. Bir renk söz­ konusuysa, daha belirgin bir duruma gel­ mek; koyulmak: Siyah giyince gözlerinin



Alexandre Kuyrt



koyulaşmak rengi koyulaşıyor. —3. Soyut bir şeyden söz ederken, koyuluğu, yoğunluğu, şid­ deti artmak; koyulmak: Gecenin ilerleyen saatlerinde sohbetimiz daha da koyulaş­ tı. Dostlukları her geçen gün koyulaşıyor.



7026



♦ koyulaştırm ak ettirg. t. 1. Bir sıvıyı koyulaştırmak, onun yoğunluğunu artır­ mak; koyultmak. —2. Bir şeyin rengini ko­ yulaştırmak, açıklığını gidermek, koyult­ mak: Saçlarının rengini koyulaştırmış, ta­ nıyamadım. —3. Bir şeyi (soyut) koyulaş­ tırmak, koyuluğunu, yoğunluğunu, şidde­ tini artırmak; koyultmak: Son günlerde ah­ baplığı koyulaştırdılar. K O Y U L A Ş T IR İC i a. Foto. Fototipleri ko­ yulaştırmaya yarayan banyo.



Isa Çelik



K O Y U L A Ş T IR M A a. Koyulaştırmak ey­ lemi. —Bes. san. Bir çözeltinin bir kısım suyu­ nu giderme işlemi. (Bk. ansikl. böl.) —Foto. Çok zayıf bir fotoğrafın kontrastı­ nı artırmaya yönelik işlem. (Koyulaştırma, saydam bölümleri bozmadan, klişeyi oluş­ turan fotoğrafa uygun banyolarla gümüş, bir boya ya da bir metal katmaya daya­ nır.) —ANSİKL. Bes. san. Koyulaştırmanın be­ sin sanayisinde başlıca üç uygulama alanı vardır: toz (süt) ya da kristal (şeker) elde etmek üzere dönüşüme uğramadan ön­ ce bir sıvının koyulaştırılma»; depolama, ambalaj ve taşıma giderlerini azaltmak amacıyla sıvı hacminin küçültülmesi (ko­ yu meyve suyu); besin maddesinin eriye­ bilen kuru madde oranını yükseltmek için yapılan koyulaştırma (şekerli koyu süt). Bu işlem bir dereceye kadar vakum altında birkaç plakalı ya da borulu aygıtlarda su­ yun buharlaştırmasıyla gerçekleştirilir. Koyulaştırma işlemi buzlandırma (şarap konsantresi), dondurma ve süblimleştirme ya da ters geçişme yoluyla da yapılabilir. K O Y U L A Ş T IR M A K - KOYULAŞMAK.



koyunlar



K O Y U L H İS A R , Sivas ilinin Karadeniz bölgesi sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 21 894 nüf. (1990); 946 km2; mer­ kez bucağı dışında 1 bucak, 46 köy. Merkezi, Zara üzerinden karayolu ile Si­ vas'ın 173 km K.-D.'sunda Koyulhisar, 6 042 nüf. (1990). Tahıl, sebze ve meyve üretimi kurşun yatakları. —Tar. Koyulhisar, Malazgirt savaşı'ndan sonra Türkler'in eline geçti. Selçuklular' ın, Eretna Devleti'nin, Kadı Burhanettin'in



kullanma tipi anatomik bölge



parça adı



arka bacak



but sokum



bel



file to :



sırt



pirzola



ön bacak



kol



yavaş pişirme



hızlı pişirme • *



• (yaşlı (genç hayvan) hayvan)



göğüs kafesi



döş : kaburga



boyun



boyun



pişirilecek parça □ hızlı pişirme □ yavaş pişirme



1. Boyun; 2. Omuz; 3. Pirzolalık; 4. Fileto; 5. Sokum; 6. But; 7. Kaburga; 8. Döş; 9. Kol.



egemenliğinde kaldı. Hüseyin Bey adın­ da bir beyin elinde bulunurken, Uzun Ha­ şan tarafından ele geçirildi ve Erzincan hâkimi Mutahharten'in torunu Ali Bey'e verildi. 1461'de Trabzon’un fethine giden Mehmet II (Fatih) tarafından osrnanlı top­ raklarına katıldı. XVI. yy. başlarında alevi isyanlarına sahne olan kent, Şebinkarahi­ sar'a bağlı bir kaza merkeziydi. Bir ara na­ hiye, 1864'te yeniden kaza merkezi oldu. KOYULM AK -



KOYMAK.



K O Y U L M A K gçz. f. 1. Bir sıvı sözkonusuysa, yoğunluğu artmak; koyulaşmak: Çorba çok koyuldu, içine biraz su katma­ lısın. —2. Bir şeyin rengi sözkonusuysa, daha belirgin, daha koyu bir duruma gel­ mek; koyulaşmak: Zamanla çantanın ren­ gi koyuldu. —3. Soyut bir şey sözkonu­ suysa, şiddeti, derinliği artmak; koyulaş­ mak: Arkadaşlıkları koyulmak. ♦ koyu ltm ak ettirg. f. 1. Bir şeyin ren­ gini, bir sıvıyı koyultmak, koyu duruma ge­ tirmek; koyulaştırmak: Saçının rengini ko­ yultmak. Şerbeti kaynatarak koyultmak. —2. Bir şeyi (soyut) koyultmak, yoğunlu­ ğunu, şiddetini artırmak; koyulaştırmak: Dostluğu, samimiyeti koyultmak. K O Y U LTM A a. Koyultmak eylemi. KO YULTM AK -



KOYULMAK.



K O Y U LTU C U a. Tekst. Peltelerden olu­ şan ve boyaların akmasını önlemek için dokumalar üzerine baskı yapmada boyarmaddelerle birlikte karışım halinde kulla­ nılan bitkisel kökenli kolloidal madde. (Bi­ linen koyultucular kitre zamkı ya da sod­ yum alginat kökenlidir.) K O Y U L U K a. Koyu olma durumu: Mu­ hallebinin koyuluğu. Açıklık koyuluk dere­ celeri. Sisin koyuluğu. K O Y U N a. 1. Gevişgetiren memeliler ta­ kımından küçükbaş hayvan. (Yün, et ve süt üretimi için yetiştirilir; bazı ırkları boy­ nuzludur [kıvrık, boğumlu, sarmal]; bağır­ masına "meleme” denir. Boynuzlugiller familyası; caprinae oymağı.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Kendisine söylenen her şeyi ya­ pan, uysallığı aptallık boyutlarına varan kimse. —3. Koyun bakışlı, bakışları bir an­ lam taşımayan, bön bön, şaşkın şaşkın bakan. || Koyun gibi, bön, şaşkın budala; kendi kendine karar verme ve davranma gücünden yoksun olan, karar ve davra­ nışlarında başkalarına bağımlı bulunan kimseler için kullanılır. || Koyun dede, ap­ tal, alık anlamında alay yollu söylenir. || Ko­ yun kaval dinler gibi dinlemek, gözlerini konuşandan ayırmaksızın, hiçbir şey an­ lamadan dinlemek. || Koyun sürüsü, bilinç­ lenmemiş, istenildiği gibi yöneltilebilen topluluk: Eski günler geride kaldı, koyun sürüsü olmaktan çıktı toplumumuz. —Deric. ye Kürkç. Koyunun derisi ya da kürkü. || İki yüzlü koyun, sepilenmiş, dü­ zeltilmiş ve etli yüzü parlaklaştırılmış kısa yünlü koyun derisi. (Derinin rengi, yünlü ve etli olan yüzünde değişik olabilir.) || Yapaklı koyun derisi, yünüyle sepilenmiş ve aprelenmiş koyun derisi. —Folk. Koyun yüzü ya da koyunun yüzü, koç* katımından sonraki yüzüncü gün. (Bu günde kuzuların analarının karnında canlandığına ve tüylenmeye başladığına inanılır.) —Bu günde yapılan saya* tören­ lerine bazı yörelerde verilen ad. —Kur. tar. Koyun emini, OsmanlI döne­ minde İstanbul'un et gereksinimini sağla­ makla görevli kimse. (Kente gelen etten, önce Yeniçeri ocağı ile Saray’ın payını ayı­ rır, kalanları kasaplara dağıtırdı. Baş mu­ hasebeye karşı sorumluydu.) —Mutf. Koyun eti, altı aylıktan büyük er­ kek ve dişi koyunlardan elde edilen et. (Bk. ansikl. böl.) —Takvim. Koyun yılı, Türkler'in islamiyeti kabulünden önce Orta Asya'da geliştirdik­ leri 12 hayvanlı takvime göre, 12 yıldan bi­ rinin adı. —Tarım. Koyun yatırma, koyun dışkısıyla toprağı gübreleme yöntemi. (Geceleyin



koyunlar gezici çit ağılların içine kapatılır ve bu çıt gübrelenecek parseller üzerin­ de sırayla gezdirilir. Bu yöntem koyuncu­ lukla birlikte tarım yapılan birçok bölge­ de uygulanmaktadır.) —Vet. Koyun çiçeği, ÇALlK'ın eşanlamlısı. || Koyun tenyası, MONlEZİOZ’un eşanlam­ lısı. —ANSİKL. Yabani koyunlar üç cinste top­ lanır: pseudois cinsinde, Orta Asya'da ya­ şayan bharal (P. nayaur); ammotragus cin­ sinde Kuzey Afrika'da yaşayan paçalı muflon (A. lervia)-, ovis cinsinde, Sibirya ve Ba­ tı Kanada'da yaşayan bıghorn (O. canadensis), Orta Asya'da yaşayan argal (Ovis ammon) ve muflonlar. Evcil koyunun (Ovis aries) İran'da ve Hindistan'ın kuzeyinde evcilleştirildiği sanılmaktadır. Çiftlik hay­ vanları arasında koyun kadar çok ırkı olan hayvan az bulunur. Bugün bile çeşitli amaçlarla yeni koyun ırkları elde etmek için sistemli çalışmalar yapılmaktadır. Bu­ nunla birlikte 200'ü aşkın koyun ırkının bü­ yük bir kısmı, ufak bölgeler dışında, eko­ nomik açıdan fazla önem taşımaz. Dün­ ya koyunculuğunun °/o 75’ten fazlası ta­ nınmış 5-6 koyun ırkına dayanır, Türkiye’de çok az bulunan yapağı ko­ yunu merinos ırkı ile süt koyunu sakız ırkı dışında geniş çapta üretimi yapılan birçok yerli koyun ırkı vardır. Bunlar kalın kuyruk­ lu ve ince kuyruklu olarak başlıca iki grup­ ta toplanabilir: 1. kalın kuyruklu koyunlar: karaman, dağ­ lıç, ivesi; daha dar çerçevede herik, tuj, hemşin, ödemiş ırkları, vb; 2 . ince kuyruklu koyunlar: kıvırcık, karayaka, vb. Koyunun iki yaşından büyük dişisine anaç koyun (birkaç yıl doğurmuş olana marya), burulmamış erkeğine koç, yavru­ suna kuzu denir. Altı ayla bir yaş arasın­ daki genç erkeklere toklu, genç dişilere şişek, bir yaşından büyük burulmuş er­ keklere sadece “erkek” denir. Koyunlar 1-1,5 yaş arasında cinsel ol­ gunluğa erişir. Kimi ırklarda bu sûre 8-10 aya, kimi ırklarda 16-20 aya varır. Genel kural olarak koyun 1,5 yaşında koça veri­ lir ve 2 yaşında doğurur Gebelik süresi 5 aydır. Anaç koyun 6-8 yaşına kadar da­ mızlık olarak kullanılır. Dünyada koyun sayısı 1 milyar baştan fazladır (1991'de 1,195 milyar). Koyun üretiminde Avustralya (162,8 M baş) ve eski sovyet cumhuriyetleri (Rusya, Be­ yaz Rusya, Ukrayna, Moldova, Gürcis­ tan, Kazakistan ve Kırgızistan, toplam 134 M baş) başta gelir. Bu ülkeleri Y. Zelanda (57 M baş), Hindistan (55,7 M baş), İran (45 M baş), Türkiye (43 M baş), G. Afrika (32,6 M baş), B. Britanya (29,9 M baş), Pakistan (29,2 M baş) ve Arjantin (26,9 M baş) vd. izler. Et üretimi 1991 rakamlarıyla 9,5 mil­ yon tondur. Başlıca koyun eti üreticisi ül­ keler: Çin (1,121 Mt), eski sovyet cum­ huriyetleri (başta eski SSCBnin üretimi­ nin % 49'unu sağlayan Rusya olmak üzere, toplam 895 000 t), Avustralya (677 0 0 0 1), Hindistan (586 000 t), Pakis­ tan (554 000 t), Y. Zelanda (552 000 t) ve Türkiye'dir (394 000 t). Dünya yün üretimi 1989'da 3,4 Mt'dur (% 33'ünü Avustralya sağlamıştır). Süt üretimi ise 8,6 Mt (1991) dolayındadır ve % 80'i Ak­ deniz-ülkelerinden elde edilir. Koyun sü­ tü daha çok peynir yapımında kullanılır. —Mutf. Koyun etinin en değerlisi kıvırcık koyunlardan elde edilendir. Kıvırcık, karrıabat ve merinos olmak üzere ikiye ayrı­ lır. Bunlardan makbulü kârnabattır Meri­ nosun eti esmerce ve lezzetsiz olur. Sonra dağlıç eti gelir. Bunlar da kara ve beyaz olmak üzere ikiye ayrılır. Beyaz dağlıç daha lezzetli olur. Kara dağlıçla­ rın eti hafif kokulu ve lezzetsizdir. Bu iki­ sinden sonra karaman gelir. Karaman da beyaz ve kızıl olarak ikiye ayrılır. Be­ yaz karamanın eti beyazcadır ve kara dağlıçtan üstün tutulur. Kızıl karamanınki ise koyun etlerinin en kalitesizi sayılır. Koyun etlerinin genelde erkeği yeğle-



nir. Yalnız bu erkek koyunların da kuzuy­ ken burulmuş olmaları gerekir. Burulma­ mış ya da koçken burulmuş olanların eti kokulu ve lifli olur. Dişi koyunlar genellikle lezzetsiz ve sert olur. Bütün ya da parça­ lanmış koyun etiyle haşlama, kebap, ka­ vurma, yahni vb. pek çok yemek yapılır. Kıymasından çeşitli köftelerde, sebze ya da etli sebze yemeklerinde yararlanılır. K O Y U N , -ynu a. 1. Göğüsle giysinin arası: Parasını koynunda taşımak. —2. Yatmakta olan bir kimsenin kollan arası, yanı: Annesinin koynunda uyumaya ba­ yılır. —3. Ed. Kişinin kendini rahat ve gü­ ven içinde duyduğu ortam: Kendini de­ nizin koynuna bırakmak. Doğanın koynunda uyumak. —4. Koyun koyuna, ya­ tarken birbirine sarılmış biçimde. || (Birini) koynuna almak, bir kimseyle birlılrte yat­ mak; biriyle sevişmek için yatmak: O ge­ ceden sonra ortalıkçı kadını koynuna al­ maya başladı. || (Birinin) koynuna girmek, sevişmek için bir kimseyle aynı yatakta yatmak. || Koynunda yılan beslemek, ken­ disine her an ihanet edebilecek birini sev­ mek, ona çok güvenmek (genellikle ger­ çek ortaya" çıktıktan sonra söylenir). K O Y U N a d a la rı, rumca Olnussai, ital. S palm atori, Ege denizı’nde Sakız boğa zında, Sakız adasının K.-D. kıyıları ile Boz burun yarımadası arasındaki küçük ada lardan oluşan takımadaların türkçe adı. En önemlileri Agnusi (ya da Oinussai) ve il 'dır. K O Y U N a d a s ı, Marmara denizi'nin G.-B. kesimindeki Marmara takımadaların­ dan biri; 1,7 km2. Birinci Zaman'a ait çe.şitli kayaçlardan oluşan engebeli, çıplak ve su kaynakları kıt bir adadır. Dar ve uzun biçimi ile Paşalimanı koyunu B.'dan kapa­ tır. G. ucundaki birkaç yazlık yapı dışında üzerinde yerleşme yoktur. K O Y U N B A B A türk veli (XIII. yy.). Hacı Bektaş Veli (1210-1271) ile çağdaş olduğu öne sürülür. Yaşamı ile ilgili çeşitli efsane­ ler vardır. En yaygın olanına göre, hayatı boyunca hiç konuşmayıp yalnızca namaz vakitlerinde beş kez melediğinden bu ad­ la anıldı. Osmancık'ta onun olduğu sanı­ lan mezar üzerine Bayezit II (1447-1512) ta­ rafından bir türbe ile bir tekke yaptırıldı: K O Y U N S İN E Ğ İ a. Koyunlarda asalak yaşayan çiftkanatlı böcek. (Bil. a. Melophagus ovinus; atsineğigiller familyası.) [Eşanl. KOYUN SİNEKBİTİ.]



Arif Hikmet Koyunoğlu’nun yapıtı Entografya müzesi (1925-1928) girişinden bir görünüm M m Büyük Laroussa



—ANSİKL. Koyun sineği kanatsız, kısa, yassı ve çok sert bedenli, kıllı ve güçlü ayaklı bir böcektir; kırmızıya çalan sarı renkli bedeni yaklaşık 0,5 cm boyundadır. Dişi doğrudan doğruya larva doğurur. Ko­ yun sinekleri koyunun yünlerine tutunup konağının kanını emerek beslenirler ve koyunun derisini bozarlar, deri üstünde zararlı noktalar oluştururlar. Sığırcıklar bu sinekleri avlayarak (hatta koyunların sırtı­ na bile konarlar) beslenen kuşlardır. Ko­ yun sineği İnsanı da sokabilir. K O Y U N S İN E K B İT İ a. Böcbil. KOYUN SİNEĞİ’nin eşanlamlısı. • K o y u n a c M a n «tanla s a v a y ı, türk ve venedik donanmaları arasında deniz sa­ vaşı (1695). Sakız adası ile Anadolu ara­ sındaki Koyunadaları yakınında meydana gelen ve türk donanmasının zaferiyle so­ nuçlanan savaş, Venediklilerin 1694’te iş­ gal ettikleri Sakız'ın geri alınmasını sağ­ ladı. K O Y U N C U a. Koyun besleyen ya da alıp satan kimse. K O Y U N C U L U K a. Et, süt ve yün elde etmek amacıyla az ya da çok geniş çap­ ta koyun yetiştirme işi. —ANSİKL. Dünyada koyunculuk büyük öl­ çüde et ve yün üretimi için yapılmaktadır. Süt üretimi çok azdır ve yalnız Akdeniz çevresi ülkelerinde ve bu arada Türkiye' de önem taşımaktadır. Gübre üretimi bü­ tün ülkelerde eskiden büyük önem taşı­ yordu. Fakat yapay gübrelerin yaygınlaş­ masıyla eski önemini yitirdi. Ama Türkiye' de özellikle yakacak olarak (tezek) önemi­ ni korumaktadır. Türkiye'de koyunculuğun başlıca ama­ cı et üretimidir, ama bu durum bütün ül­ keler için geçerli değildir, hatta istisnadır. Çünkü koyunculuğun geniş çapta yapıl­ dığı ülkeler en başta yün üretimi için bu işi yaparlar ve sürünün bileşimi yün ve et fiyatlarına göre ayarlanır. Örneğin yün fi­ yatları yükseldiği zaman kuzular kesime gönderilmez, burularak sürüde alıkonur ve koyun sayısı artar. Koyunun olağanüstü uyum yeteneği vardır. Sıcak ve kurak ülke hayvanı oldu­ ğu halde bugün Avrupa’nın kuzeyinden tropikal bölgelere kadar her enlemde ye­ tiştirilmektedir Ama ne kadar uyumlu olur­ sa olsun koyun gene de kurak iklim hay­ vanıdır, Koyunculuk Türkiye ekonomisin­ de hayvancılık içinde önemli bir yer tutar, iklim ve doğa koşulları bu üretim dalı için çok uygundur. Bu bakımdan Türkiye'nin hemen hemen her tarafında koyunculuk yapılır. Koyunculuğun yoğun olduğu böl­ geler Trakya, Marmara, İç Anadolu (An­ k a ^ Afyon, Konya, Niğde, Kayseri, Si­ vas), Doğu Anadolu (özellikle Erzurum, Kars, Van) ve Güneydoğu Anadolu’dur. Buralarda değişik doğa koşullarına göre uygun ve değişik ırklar yetiştirilir. Trakya, Marmara bölgelerinde ve Ege bölgesinin bir kısmında kıvırcık ırkı, Batı ve Güney­ batı Anadolu’nun çoğu kesimlerinde dağ­ lıç, Orta ve Batı Anadolu'da merinos, Or­ ta Anadolu'da akkaraman, Doğu ve Gü­ neydoğu Anadolu'da kızılkaraman (ya da morkaraman), Karadeniz bölgesinde karayaka ve değişik yerlerde, özellikle Şan­ lıurfa, Gaziantep ve Hatay illerinde, daha çok Suriye sınırı boyunca alçak ve çöl ka­ rakteri gösteren kurak ovalarda ivesi ko• yunları, yöresel olarak da, genellikle Amas­ ya, Sivas, Çorum'da herik koyunu, Kars, Ar­ dahan ve İğdır çevrelerinde az sayıda tuj koyunları, Karadeniz sahilleri ve Kuzeydo­ ğu bölgelerinde, özellikle Artvin dolayların­ da hemşln koyunu, Ödemiş çevresinde çok büyük yağlı kuyruklu ödemiş koyunlan, Çeşme, İzmir, İstanbul çevrelerinde, güneyde Antalya, Mersin'de, özellikle de­ niz kıyılarına yakın yerlerde, meraklılarınca sakız koyunu yetiştirilir. K O Y U N C U O Ğ LU (Hikmet), türk hekim (Samsun 1932). İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi'nl (1956) bitirdi, aynı kurumda İç



hastalıkları uzmanı oldu. 1960Hh başla­ yarak Roma Üniversitesi tedavi klini­ ğinde ve Cenova Üniversitesinde çalış­ tı. Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi tıp fakültesi farmakoloji ens­ titüsünde görev alarak, 1966'da doçent, 1968'de farmakoloji kürsüsü başkanı, 1973 yılında profesör oldu. Bristol'deki Frenchay teaching hospital'da yaptığı araştırmalarıyla tıp çevrelerinde ilgi top­ ladı; morfin bağımlılarının L-aspartik asit­ le tedavisine ilişkin çalışmalarından ötü­ rü Sedat Simavi Vakfı sağlık bilimleri ödülü'ne layık görüldü (1984). Eczacıbaşı tıp ödülü'nü kazandı (1990). , OsmanlIlar ile Bi­ zanslIlar arasında savaş (1302). Bizans ka­ le ve kasabalarının birer birer OsmanlIlar' ın eline geçmesi üzerine, başta Bursa'nın bizanslı valisi olmak üzere Atranos, Kestel ve Kite tekfurları Osman Bey’e karşı birleş­ tiler. imparator Andronikos II Palaiologos da 2 000 kişilik bir kuvvet gönderdi. An­ cak bu birleşik bizans ordusu, Osman Bey komutasındaki osmanlı kuvvetleri tarafın­ dan İzmit’in K.D.'sunda Koyunhisar (Baphaeon) denilen yerde ağır bir yenilgiye uğ­ ratıldı. Bu savaşta Osman Bey’in yeğeni Aydoğdu şehit düştü. K O Y U N K IR A N a. Yörs. KILlÇOTU'nun eşanlamlısı. K O Y U N L U ( Niğde'nin merkez ilçe mer­ kez bucağında belde; 4 313 nüf, (1990). K O Y U N L U C A - * SerIfos . K O Y U N O Ö L U , esk. Cerepderesi, Hatay'ın Samandağ ilçesi merkez buca­ ğına bağlı köy; 3 635 nüf. (1990). K O Y U N O â L U (Arif Hikmet), türk mimar (İstanbul 1888 - ay.y. 1982). Sanayii nefise mektebinde okurken (1908-1914), A. Vailaury ve G. Mongeri'nin öğrencisi oldu. Bi­ rinci Dünya savaşı sırasında ordudaki gö­ revinin yanı sıra Erzurum'da "ittihadı terakki cemiyeti kulübü"nü inşa etti (sonradan yı­ kıldı) [1914], Savaştan sonra İstanbul’da ilk türk fotoğrafçılarından biri olarak bir fotoğ­ rafhane açtı. Ankara’da Evkaf vakâleti'nde fen kurulunda mimarlık yaptı, bu arada Hâ­ kimiyeti milliye ve Türk yurdu dergilerinde yazıları yayımlandı. Ankara'da Türk ocağı genel merkezi (sonra Halkevi, Üçüncü ti­ yatro) [1927-1930], Etnografya müzesi (1925 -1928), Maarif vekâleti (sonra Dışişleri, da­ ha sonra da Gümrük ve tekel bakanlığı) [1927], Çocuk esirgeme kurumu (1925 ■1930), Bursa'da Tayyare sineması ve tiyat­ rosu (1930-1934) gibi yapıları gerçekleştir­ di. Bunların yanı sıra İstanbul'da, Ankara'da özel kişilere alt köşk, apartman, ev gibi bi­ naların projelerini çizdi, uygulamalarını yap­ tı (Ankara'da Celal Bayar evi, Mithat Alam evi [İsrail büyükelçiliği], İstanbul'da Haşanbey köşkü, Iskenderbey köşkü vb.), Mah­ mut II türbesinin hazireslndekl Ziya Gökalp'e alt mezar da onun yapıtıdır. Yapıla­ rında Birinci ulusal mimarlık akımı'na bağlı kaldı. Kendisine Türk ocağı binasının Re­



Koyulhisar’dan bir görünüm



Koyunoğlu 7028



sim ve heykel müzesi ne dönüştürülmesi nedeniyle 1980'de Kültür bakanlığı onur plaketi, 1981'de de Atatürk sanat armağa­ nı verildi. K O Y U N O â L U (Ahmet Rasih izzet), türk koleksiyoncu (Konya 1901 - ay. y. 1974). Küçük yaşta başladığı koleksiyonculuğu ölümüne değin sürdürdü ve derlediği zengin etnografik eserler, kendi evinde açılan Koyunoğlu müzesi'nde sergilenme­ ye başlandı. K O Y U N T U a. Sıkıntı, üzüntü, keder.



- İstanbul 1988). İlk türk tango bestecilerindendir. 1949'da, İstanbul radyosu’nda kendi orkestrasıyla tango programları yapmaya başladı. Başta Papatya olmak üzere 1950 ve 19601ı yıllarda birçok tan­ gosu büyük ilgi gördü (Dinle sevgili, Şüp­ he, Bal çiçeği, Gel beklediğim yeter, Be­ yaz zambak, Seni özler şu gönlüm). K O Y U V E R M E K ya da K O Y VE R M E K g. f. 1. Bir kimseyi, bir hayvanı, bir şeyi koyuvermek, serbest, özgür bırakmak; sa­ lıvermek: İkinci günün akşamında tutuk­ lanan adamı koyverdiler. Kuzulan uçsuz bucaksız otlağa koyuvermek. Koyverin git­ sin! Suyu koyvermek. —2. Bir işi koyuver­ mek, oluruna bırakmak.



K O Y U T a. Mant. Bir akılyürütmeden ön­ ce kabul edilmesi istenen ve daha önce­ ki hiçbir doğru önerme kendisine bağla­ namaz gibi göründüğü için tanıtlanamaK O Y V E R M E K - KOYUVERMEK. yan, ama doğruluğundan da kuşku duyulamayan önerme. (Bu yönden koyut, K O Z a. 1. Ceviz. —2. İskambil oyunla­ belite çok yakındır. Klasik geometrideki rında rastlantıyla seçilip belirlenen ve öteki üç gruptan üstün tutulan renk grubu; bu kcyutların en ünlüsü Eukleides koyutudur.) rengin kartı. (Eşanl. ATU.) —3. Başarı, üs­ [Eşanl. konut .] tünlük şansı: savunma ya da saldırma fır­ —Fels. Aristoteles’e göre, kendi başına satı: Ona karşı bir değil birkaç kozum da­ apaçık olmamasına ve mantıksal bakım­ ha var Bir kimsenin eline koz vermek. Bü­ Necdet Koyutürk dan da kanıtlanamamasına karşın, hoca­ tün kozları elinde bulundurmak. Son koz. nın, öğrencisinden doğru olarak kabul et­ —4. Koz kabuğuna girmek, kendini ko­ mesini istediği kanıtlanmamış, ama doğ­ rumak amacıyla bir yere gizlenmek. || Koz ru önerme. (Aristoteles şöyle der; “ Koyut kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğen­ [yun. aitöma], öğrencinin kanıtlanabilir memiş - KESTANE* KABUĞUNDAN ÇIKMIŞ sanmasına karşın, kanıtlanmaksam ileri KABUĞUNU BEĞENMEMİŞ. || Koz kırmak, sürülür ve kullanılır" [İkinci analitikler uygun olmayan, yanlış bir davranışta bu­ (Analytika ystera), 1, 10], Böylece Aristo­ lunmak, pot kırmak. || Kozunu kaybetmek, teles, koyutu, belitten* [yun. aksioma] ayı­ bir konuda karşısındakine istediğini yaprır.) Pratik aklın koyutları, Kant’a göre, tırtabilme olanağını elden kaçırmak. || Ko­ “ spekülatif aklın fikirlerine nesnel gerçek­ zunu oynamak, elinde bulunan en etkili lik kazandıran (...), zorunlu olarak uygu­ olanağı karşısındakini yenebilmek ya da layımsa! bir görüş açısından kabul edilmiş bir davayı kazanmak için kullanmak. || (Bi­ olan varsayımlar". (Bk. ansikl. böl.) riyle) kozunu paylaşmak, aralarındaki an­ —Mant. ve Fels. Koyut koymak, bir öner­ laşmazlığı zor kullanarak gidermeye, bir meyi, bir kesinlemeyi koyut olarak koy­ çözüme kavuşturmaya çalışmak. mak. —Mutf. Koz helva — HELVA. —ANSİKL. Fels. Kant’a göre, pratik aklın —Oy. Koz açmak, bezikte rakipten önce üç koyutu vardır: "Bunlar, ruhun ölümsüz­ belli bir rengin kız ve papazını birlikte ye­ lüğü; olumlu yanıyla ele alınan, yani akıl­ re açarak sayı yazmak. (Böylece o el bo­ la kavranabilir dünyadan olan bir varlığın yunca yere açılanın rengindeki kâğıtlar nedensellik İlkesi olarak anlaşılan özgür­ koz sayılır ve öteki kâğıtları alabilir.) || Koz lük; ve Tanrı'nın varlığı koyutlarıdır. Birin­ çakmak ya da kırmak, eldeki kozlardan cisi, ahlak yasasının tam olarak yerine ge­ tirilebilmesi için yeterli bir sürenin pratik birini kullanmak. || Koz dönmek, koz oy­ nayarak eli alan oyuncu için, yere yeniden bakımdan gerekliliği koşulundan kaynak­ koz oynamak. || Koz dürtmek, eli alan lanır; İkincisinin kaynağı, duyular dünya­ oyuncu tarafından, rakiplerin kozlarını ez­ sı karşısında bağımsız olmak ve akıl dün­ dirmek amacıyla koz oynamak. || Koz söy­ yasının yasası uyarınca kendi istencini be­ lemek, o elde hangi rengin koz olacağını lirlemek gerektiği varsayımıdır; üçüncüsûbelirlemek amacıyla konuşmak. nün kaynağı ise, bağımsız bir yüce iyili­ ipekböceği kozası ğin, yani Tanrı'nın varlığı kabul edildiğine ■ K O Z A a. 1. Kimi hayvanları, yaşamları­ göre, böyle bir akıl dünyasında her şeye nın hareketsiz bir evresi sırasında barın­ egemen bir iyiliğin varlığının zorunlu bir dıran yumuşak kılıf. (Bk. ansikl. böl.) koşul olmasıdır" (Pratik aklın eleştirisi, 1, —2. Pamuğun olgun meyvesi. —3. Ko­ 2, 6.), zasına çekilmek, kendi dünyasına gömü­ ■ K O Y U T Ü R K (Necdet), türk tango bes­ lerek yaşadığı çevreyle her türlü ilişkisini kesmek, hiçbir şeyle ilgilenmemek. tecisi ve orkestra yöneticisi (Ankara 1921 çeşitli hayvan türlerinin kazaları —Dokmc. Zayıf koza, yumuşak, ipek ba­ kımından verimsiz, küçük koza. —El sant. Koza oyası, ipekböceği kozası­ nı renklendirip iğne ya da tığla çeşitli.bi­ çimlerde birbirine tutturarak yapılan bir tür oya. (Daha çok ipekböcekçiliğinin yaygın olduğu yörelerde yapılır.) — ipekböcç. Koza gömleği, kozayı dıştan çevreleyen kaba ipek. || Koza örme, koza ören ipekböceğinin eylemi. (Bu eylem ge­ nellikle üç günde sona erer.) || Koza top­ lama, ipekböceğinin ördüğü kozaları ça­ lıların (askı) üzerinden koparıp alma. —İpekböcç. ve Zool. Koza örmek, bir bö­ ipekböceği (sarılmış ipek) cek sözkonusu olduğunda, koza yapmak. ağaç kurtiarı büyük tavus —Tekst, iplik sarmak için her zaman tah­ (çiğnenmiş odun) Hyponomeuta pervanesi tadan ya da kartondan bir taşımalığı olan diğer bütün mekik masuralarının tersine hiç bir taşımalık içermeyen mekik masu­ rası. r ti i t i ( —ANSİKL. "Koza” terimi, özellikle kimi ke­ lebeklerin tırtılken dokudukları ve içerisin­ (kuru de nemfoz ile imago kabuk değiştirme mukus) (örn. ipekböceği kozası) evrelerini geçir­ dikleri ipek kılıfı; Triclada öbeğinden planaryaların yumurtalarını topladıktan son­ ra, su bitkilerine tutturdukları kutikula ör­ tüsünü; örümceklerin yumurtalarını bırak­ mak için ördükleri, değişken bir desteğe A gai& ra limbata Argiope Protöptems tutturulan ya da ana tarafından taşınan örümsekgitier



ipek zarfı; ciğerlibalıkların kurak mevsimi geçirmek için balçık içinde kazdıkları oda­ ya döşedikleri helmeli örtüyü belirtir, —ipekböcç. ipekböceği kozası, normal olarak gömlek denen birçok katmandan oluşur. Böcekhanelerde başlıca iki türlü koza elde edilir: hafifçe elips biçiminde ve ortası boğumlu tam kozalar ve kusurlu ko­ zalar. Kusurlu kozalar şöyle sınıflandırılır: rengi az çok yeşile çalan yeşil koza-, bir­ likte çalışan iki böcek tarafından örülmüş olan çifte koza-, ipek lifleri zorlukla çözü­ len sert koza: cılız bir ipekböceğinin ör­ düğü zayıf koza-, çoğunlukla kozanın iki­ ye bölünmesine neden olan merkez bo­ ğumu çok derin olan ince boğumlu ko­ za: ipekböceği tamamen krizalite dönüş­ meden çözülen ipiiksiz koza, ölü bir ipek­ böceğinin bozunan gövdesinin çıkardığı sıvıyla bozulmuş erimiş koza; bir arada çalışan birçok böceğin ördüğü çoğul ko­ za: yer yer kalınlığı değişen açık koza; yu­ muşak ve yapışkanlıktan yoksun kabuklu atlas koza: kusurlu kozalar genellikle doğ­ ru dürüst çözülemediklerinden kaba ipek sanayisinde kullanılır. K O Z A C I a. İpek kozası ticareti yapan kimse. K O Z A C IL IK a. 1. İpek kozasının işlen­ mesi işi. —2 . İpek kozası ticareti. K O Z A K a. 1. OsmanlI devletinde padi­ şah mektuplarının, yabancı devletlerle ya­ pılan antlaşmaların ve önemli emirlerin ko­ nulduğu kutu. (Altın, gümüş, kemik vb. maddelerden yapılan kozakların yassı bir görünümü vardı; belgeler dürülerek ve kordonla bağlanarak kutuya konur, kordo­ nun iki ucu kırmızı balmumu dökülerek mühürlenirdi, Kozaklar, sırkâtipleri tarafın­ dan hazırlanırdı. Çok önemli belgelerin konduğu altın kozaklar, padişahın kuyumcubaşısı tarafından yapılırdı.) —2. Yöre. Kozalak. K O Z A K d a ğ ı, Ege bölgesinin kuzey kesiminde, Bakırçay vadisi ile Edremit körfezi arasındaki Madra dağının güney­ batı uzantısına verilen ad (1 051 m). Küt­ lenin yamaçlarından bir çok ışınsal akar­ su iner, K O Z A K Ç IO Ğ L U (Hayrı), türk yönetici (Alaşehir 1938). Ankara Üniversitesi si­ yasal bilgiler fakûltesi'ni bitirdi. Sırasıyla Çamlıhemşin, Ardeşen, Delice, Çüngüş, Çınar, Kepsut ve Gökçeada kaymakam­ lıklarında bulundu. Daha sonra mülkiye müfettişliği ve başmüfettişliği yaptı. Erzu­ rum valiliği, İstanbul emniyet müdürlüğü, Adana, Sakarya, Diyarbakır valilikleri ve Olağanüstü hal böige valiliği görevlerin­ den sonra, 1991‘de İstanbul valiliği göre­ vine getirildi. K O Z A K L I, Orta Kızılırmak bölümünde Nevşehir iline bağlı ilçe; 25 932 nüf. (1990); 789 km2; merkez bucağı dışında 1 bucak, 29 köy. Merkezi, Nevşehir'in 96 km K.’indp Kozaklı, 7 556 nüf. (1990). Tahıl, şekerpancarı, üzüm. K O Z A L A K a. 1. Kozalaklı bitkilere özgü ve genellikle dibi yuvarlak, tepesi koni bi­ çiminde olan odunsu bileşik çiçek ya da meyve (Bk. ansikl. böl.) —2. içinde tohum veya krizalit banndıran mahfaza, koza. —3. Eskiden balmumuna basılmış mührün bo­ zulmaması için üzerine kapatılan küçük, fil­ dişi kapakçık. ♦ sıf. Gelişmemiş kendi cinslerine göre alız kalmş dan; ham meyve; kuru, olmamış. —Bot. Uzûmsü kozalak, kimi kozalaklı ağaçların yumuşak etli meyvesi. || Yumru kozalak, sıkı bir bürgü içinde bulunan kü­ çük çiçek topağı. (Bürgü yaprakları zarsı olabileceği gibi [şerbetçiotu kozalağı], ka­ lın ve odunsu da olabilir [servi kozalağı].) —Mim. ion üslubundaki bir kornişte ko­ zalak biçimindeki köşe süsü. —ANSİKL. Bot. Çamlarda kozalaklar erkek ve dişi kozalak olarak iki çeşittir. Dişi ko­ zalak genellikle topaca benzer ve birçok çiçekten oluşur. Ama bu çiçekler alışıla­



gelmiş çiçeklere benzemez. Her çiçek bir pul (bürgü yaprağı) ile bunun içindeki bir meyveyapraktan oluşur. Bütün çiçekler bir eksenin çevresinde dizi halinde yer alır. Erkek kozalaklar (kimi türlerde bunlara "tırtılsı”da denir) her birimi birer pulouğun koruduğu birçok erkek organdan oluşan bir tek çiçek sayılabilir. Kozalaklar değişik biçimlerde olabilirler: çok uzun (ladin), selvilerde yuvarlak. Kozalak, kozalaklılar ta­ kımına özgü çiçek biçimidir, ama başka bazı kapalıtohumlularda da (kızılağaç, şerbetçiotu) rastlanır. K O Z A L A K L I sıf. Bot. 1. Kozalağı olan. —2. Kozalaklılar takımından olan. —3. Kozalaklı sCıs ağacı, parklarda ve bahçe­ lerde tek başına ya da çit olarak kullanı­ lan kozalaklı ağaç. (En yaygın olanları ar­ dıç, mazı ya da yalancı servi çeşit ve klon­ landın) K O Z A L A K L IL A R a. Dişi çiçekleri koza­ lak biçiminde olan çam, göknar; sedir, me­ lez ve servi gibi kapalı tohumlu bitkiler ta­ kımı. (Bil. a. conifera.) —ANSİKL. Kozalaklılar genellikle ağaç bi­ çiminde bitkilerdir; odunları aylalı noktalı trakeitlerden oluşur; iğne yaprak ya da ib­ re denen yaprakları genellikle dar ve uzun ömürlüdür (yeşil ağaçlar); bütün organla­ rında salgı kanallarında bol reçine bulu­ nabilir. Çiçekler bireşeylidir. Erkek çiçek sarmal dizili birçok pul (erkekorgan) taşı­ yan bir eksenden oluşur; her pulun sırt ta­ rafında bir miktar çiçektozu kesesi yer alır. Açık meyveyapraklar dişi dalın her bürgü yaprağının koltuğundan ikişer ikişer do­ ğar. Her meyveyaprakta normal olarak sırt tarafta, birçok arkegon içeren bir ya da birkaç yumurtacık bulunur. Döllenmeden sonra, çamgillerde dişi pullar odunlaşır ve kozalağı oluşturmak üzere birbirine yak­ laşır; yumurtacıklar bunların içinde (genel­ likle kanatlı) tohumlara dönüşür ve sonra pullar açılınca etrafa saçılır. Servigillerde pullar daha azdır ve yuvarlak bir kozalakçık oluşturur Ardıçlarda kozalak etli ve küremsidir. Porsuklarda tohumu etli bir yük­ sük sarar. Kozalaklılar bütün dünyada, ama özellikle soğuk ılıman bölgelerde yaygındır. Bunlar soğuk iklime en iyi da­ yanan ağaçlardır; dağlarda olduğu gibi kutup yöresinde de ormanların sınırını oluştururlar. Kozalaklılar takımı genellikle denk olmayan iki familyaya ayrılır (çamgiller ve porsukgiller) ve yaklaşık olarak 35 cinste 400'den fazla tür içerir. Çok süzek kumlu topraklarda yetişebi­ len bazı kozalaklılar (çamlar) yarı çöl yer­ lerde toprağı korumakta işe yarayabilece­ ği gibi odun ve çıralık kaynağı da olur. Ay­ nı şekilde "reçineli” ağaçlarla yapılan bir ağaçlandırma, "yayvan yapraklı" ağaçla­ ra göre daha çabuk gelişerek daha kısa sürede gelir kaynağı olabilir. Fakat koza­ laklıların dökülen iğne yaprakları çok ya­ ve^ çürüyerek mineralleşen terpen ve dahaibaşka çokhalkalı maddeler içerdiğin­ den toprağı asitleştirir (podzollaşma). Bu yaprakların yoğun olduğu yerlerden akan sular balıklar için zehirli moleküller yükle­ nir, ibreli büyük ormanlardan geçen akar­ sularda bu nedenle balık olmaz. Ayrıca kozalaklı ormanları çıralı oldukları için yan­ gın tehlikesine daha elverişlidir. Bütün bu nedenlerle ormanların reçineleştirilmesi uzun vadede iyi bir işlem sayılamaz. K O Z A L A K S I sıf. Kozalağa benzeyen, görünüşü kozalak gibi olan. —Tip. Kozalaksı bez, EPİFİZ’in eşanlamlı­ sı. K O Z A L A M A a. Ambal. Özel bir taban­ cayla soğuk olarak püskürtülen ve parça­ nın tümünü saran termoplastik liflerden bir zar oluşturarak malzemeyi ya da malları koruma yöntemi. —ANSİKL. Kozalama, kullanılmayan sivil ya da askeri malzemeyi, depolardaki mal­ ları ya da deniz yoluyla gönderilecek ma­ kineleri, uzun süreli bir depolama sırasın­ da korumak amacıyla kullanılır. Yöntem, parçayı çevreleyen çok geniş gözlü bir



dokuma zarf üzerine sıkıştırılmış havalı bir tabancayla termoplastik maddeden lifler püskürtmeye dayanır, özel çözücülerden yararlanarak uygulanan püskürtmeyle el­ de edilen kesiksiz lifler gerçek bir koza oluşturarak dokuma üzerine çökelir; üze­ rine vernik sürülerek kozanın geçirimsiz­ liği daha da artırılır. K O Z A L İT a. (fr. cosalite; Cosalâ'dan, Meksika'da bir yer adı). Miner. Bi2Pb2S5 formülündeki doğal bizmut ve kurşun sül­ für. K O Z A N , esk. Sle, Akdeniz bölgesinde Adana iline bağlı ilçe; 117 704 nüf. (1990); 2 113 knr; merkez bucağı dışın­ da 1 bucak, 85 köy. Merkezi, Adana'nın 65 km K.-D.'sunda Kozan, 54 451 nüf. (1990). Tahıl, pamuk, turunçgiller, zeytin. —Mim. Kozan* kalesi, ilçe merkezinin 1 km batısındadır. Kozan'daki Hoşkadem camisi'ni memluk emiri Hoşkadem yap­ tırmıştır (1448). Ulu camiler planındaki yapının girişi renkli mermerlerle süslüdör. Yanındaki arasta XVII. yy.’a aittir. K o c a n b a r a jı, Adana ilinin Kozan il­ çesinde, Ceyhan nehrinin kollarından Kilgen çayı üzerinde kurulu baraj. 1972'de işletmeye açıldı. Sulama amacıyla yapı­ lan barajın gövdesi toprak+kaya dolgu tipinde, su toplama hacmi 163 milyon m3, göl alanı 8,02 km2, sulama alanı 10 220 ha'dır. K o ş a n k a t— I, Adana'nın Kozan ilçesin­ de kale; Antikçağ'da Asurlular tarafından yapıldı, çeşitli dönemlerde onarılarak kul­ lanıldı. Günümüzde de oldukça sağlam­ dır. Kozan dağı üzerinde yer alan kalenin dört burcu vardır. K. ve G.'deki iki kale gru­ bu, birbirine bir surla bağlanmıştır. Kale­ de asur ve roma dilinde yazıtlar, yeraltı odaları, mahzenler, bir kilise, keşiş odala­ rı v b bulunmaktadır. K O Z A N , rumca Lam aks, KKTC'de Girne ilçesine bağlı köy. K O Z A N I, Yunanistan'da (Makedonya) kent; nomos merkezi, Olympos'un K. -B’sında; 24 000 nüf. —Kozanı nomos’u, 3 565 km»; 135 700 nüf. K O Z A N L I, Konya 'nın Kulu ilçesi mer­ kez bucağına bağlı belde; 4 344 nüf. (1990). Belediye. K O Z A N O Ö L U (Abdullah Ziya), türk ro­ mancı (İstanbul 1906 - ay. y. 1966). Mü­ hendis mektebi’ni ve Güzel sanatlar aka­ demisi mimarlık bölümü’nü bitirdi (1929). Adana belediyesi fen işleri müdürü (1929), Milli eğitim bakanlığı baş mimarı oldu (1932). Serbest mimar ve müteahhit ola­ rak çalıştı. Konularını türk tarihinden alan serüven romanlarıyla tanındı. Çoğu filme çekilen romanlarının sayısı yirminin üze­ rindedir: Kızıl tuğ (1923), Atlı Han (1924), Türk korsanları (1926), Seyit Ali Reis (1927), Gültekin (1928), Kozanoğlu (1929), Kolsuz kahraman (1930), Malkoçoğlu (1933), Patronahlar (1934), Tokat (1936), Battal Gazi destanı (1937), Dağlar delisi (1951), Kızıl kadırga (1962), Arena kraliçesi (1964) vb. K O Z A N O Ö U L L A R I, XIX. yy.'da Güney Anadolu'da, Çukurova yöresindeki Kozan sancağına hükmeden derebeyi ailesi. O dönemde, konumu itibariyle tüm ovayı de­ netimi altında bulunduran, hatta etki ala­ nını Adana'ya değin genişleten ailenin, Selçuklular zamanında Kilikia'ya yerleşmiş bir türkmen aşiretine mensup olduğu sa­ nılmaktadır. XIX. yy.’ın başlarında güçle­ nen aile, osmanlı ordusunu birkaç kez püskürterek, bölgede yarı bağımsız bir yönetim kurdu ve kendi adına vergi top­ ladı. Ermeni kilisesi ve ileri gelenleriyle yaptığı anlaşmalarla da durumunu sağ­ lamlaştırdı. Bununla birlikte XIX. yy.'ın or­ talarında kendi aralarındaki çekişmeler Kozanoğulları’nı zayıflattı. 1865’te hükü-, metin İskenderun’a Fırkai İslahiye denilen bir askeri birlik göndermesi üzerine Kozanoğullan'ndan bazıları hükümet kuvvet­



Bûyûk Lsrousse



lerinin yanında yer aldı. Ailenin direnme­ yi deneyen üyeleri ise, sonunda boyun eğmek zorunda kaldılar. Kozanoğullan’nın bir bölümü Osmanlı devletince resmi gö­ revlere atanırken, bazıları da İstanbul'a göç etti.



Kozan kalesl'nden bir görünüm



K O Z B IK Ç İ a. Kur. tar. Topkapı sarayı’ndaki hizmetlilerden bir bölümüne verilen ad. (Kız bekçi de denir.) —ANSİKL. Kur. tar. Kozbekçiler Topkapı sarayı Bostancı ocağı’na bağlıydılar Gez­ meye ya da Hasbahçe’ye çıkan padişa­ hın giysilerini ve öteki eşyalarını hazırla­ mak, korumak ve padişahın kahvesini pi­ şirmekle görevliydiler. Bu bölüm, 1868’de kaldırıldı. K O Z C A Ğ IZ , Bartın ili merkez ilçesine bağlı bucak; 38 651 nüf. (1990); 35 köy. Merkezi Kozcağız, 3 869 nüf. (1990). K O Z Z L U H , müzikçi çek aile —JAN ANTONIN, besteci ve eğitimci (Velvary 1738 - Prag 1814), doğduğu kentte ve Prag'da öğrenim gördü. Viyana'dayken (1763'e doğr. -1766) Gluck ve Gassman'la tanış­ tı. Prag'a döndü ve 1784'te atandığı, Svatj Guy katedrali'nin capella yöneticiliğini ölü­ müne değin sürdürdü. Dinsel yapıtlar, senfoniler, konçertolar ve operalar (Alessandro nell'indie [1769] ve il Demçfoonte [1771]) besteledi. —JAN A n to n in (Leopoid denir) [Velvary 1747 - Viyana 1818], öncekinin kuzeni ve öğrencisidir. F. X. Dusek'ten piyano öğrendi. Prag'da bale­ ler besteledi. 1778'de Viyana’ya yerleşti. Bu kentte, imparatorun capella ve Oda' sında besteci ve yöneticiliğe atandı (1792). Operalar, bir oratoryo (Moise in Egitto, 1787), senfoniler, konçertolar, piyano so­ natları ve oda müziği yapıtları besteledi. K O Z H İK O D C -



Ka l Iküt.



K O Z İN T S E V (Grigoriy Mihailoviç), ukraynalı sinemacı [Kiev 1905 - SenPetersburg 1973). 1921'de Leonid Trauberg ile birlikte fütürist bir tiyatro hareketi olan FEKS’i kurdu. Bu akım oyunculara, Dziga Vertov'un kuramlarının tersine, sir­ ke ve müzikhole oldukça yakın bir yorum tarzını benimsetmeyi amaçlıyordu. Kozintsev, Trauberg ile Pohozdenija Oktjabrinijh (1924) bu anlayışa bağlı kalarak gerçekleştirdi. Daha sonra, plastik ara­ yışların, kesinlikle devrimci nitelikteki ger­ çekçi bir düşünceye bağlı kaldığı yeni bir anlatımcılığa yönelerek, Şinet i (Gogol'den, 1926), Novıyj Vavilon'u (1929), Odna’yı (1931) ve 30'lu yılların rus sine­ masının başyapıtlarından biri olan bir üç­ lemeyi (JunosfMaks/ma[1935], Vozvraşçeniye Maksima [1937], Vyborgskaja storona [1939]) yaptı. 1945'te sansürün



dişi kozalak (çam) 1. Yumurtalık; 2. Meyveyaprağı; 3. f ' ' '



gelmiş çiçeklere benzemez. Her çiçek bir pul (bürgü yaprağı) İle bunun içindeki bir mey^yapraktan oluşur Bütün çiçekler bir eksenin çevresinde dizi halinde yer alır. Erkek kozalaklar (kimi türlerde bunlara "tırtılsfda denir) her birimi birer pulcuğun koruduğu birçok erkek organdan oluşan bir tek çiçek sayılabilir. Kozalaklar değişik biçimlerde olabilirler: çok uzun (ladin), selvilerde yuvarlak. Kozalak, kozalaklılar ta­ kımına özgü çiçek biçimidir, ama başka bazı kapalıtohumlularda da (kızılağaç, şerbetçiotu) rastlanır. K O Z A L A K L I sıf. Bot. 1. Kozalağı olan. —2. Kozalaklılar takımından olan. —3. Kozalaklı süs ağacı, parklarda ve bahçe­ lerde tek başına ya da çit olarak kullanı­ lan kozalaklı ağaç (En yaygın olanları ar­ dıç mazı ya da yalancı servi çeşit ve klonlarıdır.) K O Z A L A K L IL A R a. Dişi çiçekleri koza­ lak biçiminde olan çam, göknar, sedir, me­ lez ve sen/i gibi kapalı tohumlu bitkiler ta­ kımı. (Bil. a. conilera.) —ANSİKL. Kozalaklılar genellikle ağaç bi­ çiminde bitkilerdir; odunları aylalı noktalı trakelerden oluşur; iğne yaprak ya da ib­ re denen' yaprakları genellikle dar ve uzun ömürlüdür (yeşil ağaçlar); bütün organla­ rında salgı kanallarında bol reçine bulu­ nabilir. Çiçekler bireşeylidir. Erkek çiçek sarmal dizili birçok pul (erkekorgan) taşı­ yan bir eksenden oluşur; her pulun sırt ta­ rafında bir miktar çiçektozu kesesi yer alır. Açık meyveyapraklar dişi dalın her bürgü yaprağının koltuğundan ikişer ikişer do­ ğar. Her meyveyaprakta normal olarak sırt tarafta, birçok arkegon içeren bir ya da birkaç yumurtacık bulunur. Döllenmeden sonra, çamgillerde dişi pullar odunlaşır ve kozalağı oluşturmak üzere birbirine yak­ laşır; yumurtacıklar bunların içinde (genel­ likle kanatlı) tohumlara dönüşür ve sonra pullar açılınca etrafa saçılır. Servigillerde pullar daha azdır ve yuvarlak bir kozalakçık oluşturur. Ardıçlarda kozalak etli ve küremsidir. Porsuklarda tohumu etli bir yük­ sük sarar. Kozalaklılar bütün dünyada, ama özellikle soğuk ılıman bölgelerde yaygındır. Bunlar soğuk iklime en iyi da­ yanan ağaçlardır; dağlarda olduğu gibi kutup yöresinde de ormanların sınırını oluştururlar. Kozalaklılar takımı genellikle denk olmayan iki familyaya ayrılır (çamgiller ve porsukgiller) ve yaklaşık olarak 35 cinste 400'den fazla tür içerir. Çok süzek kumlu topraklarda yetişebi­ len bazı kozalaklılar (çamlar) yarı çöl yer­ lerde toprağı korumakta işe yarayabilece­ ği gibi odun ve çıralık kaynağı da olur. Ay­ nı şekilde “ reçineli" ağaçlarla yapılan bir ağaçlandırma, “ yayvan yapraklı" ağaçla­ ra göre daha çabuk gelişerek daha kısa sürede gelir kaynağı olabilir. Fakat koza­ laklıların dökülen iğne yaprakları çok yavaş çürüyerek mineralleşen terpen ve da­ ha» başka çokhalkalı maddeler içerdiğin­ den toprağı asitleştirir (podzollaşma). Bu yaprakların yoğun olduğu yerlerden akan sular balıklar için zehirli moleküller yükle­ nir, ibreli büyük ormanlardan geçen akar­ sularda bu nedenle balık olmaz. Ayrıca kozalaklı orraanlan çıralı olduktan için yan­ gın tehlikesine daha elverişlidir. Bütün bu nedenlerle ormanların reçineleştirilmesi uzun vadede iyi bir işlem sayılamaz. K O Z A L A K S I sıf. Kozalağa benzeyen, görünüşü kozalak gibi olan. —Tıp. Kozalaksı bez, EPİFİZ'in eşanlamlı­ sı. K O Z A L A M A a. Ambal. Özel bir taban­ cayla soğuk olarak püskürtülen ve parça­ nın tümünü saran termoplastik liflerden bir zar oluşturarak malzemeyi ya da malları koruma yöntemi. —ANSİKL. Kozalama, kullanılmayan sivil ya da askeri malzemeyi, depolardaki mal­ ları ya da deniz yoluyla gönderilecek ma­ kineleri, uzun süreli bir depolama sırasın­ da korumak amacıyla kullanılır. Yöntem, parçayı çevreleyen çok geniş gözlü bir



dokuma zarf üzerine sıkıştırılmış havalı bir tabancayla termoplastik maddeden lifler püskürtmeye dayanır. Özel çözücülerden yararlanarak uygulanan püskürtmeyle el­ de edilen kesiksiz lifler gerçek bir koza oluşturarak dokuma üzerine çökelir; üze­ rine vernik sürülerek kozanın geçirimsiz­ liği daha da artırılır. K O Z A L İT a. (fr. cosalite; Cosalâ’dan, Meksika'da bir yer adı). Miner. Bİ2Pb2S5 formülündeki doğal bizmut ve kurşun sül­ für. K O Z A N , esk. Sle, Akdeniz bölgesinde Adana İline bağlı ilçe; 117 704 nüf. (1990); 2 113 km2; merkez bucağı dışın­ da 1 bucak, 85 köy. Merkezi, Adana'nın 65 km K.-D.'sunda Kozan, 54 451 nüf. (1990). Tahıl, pamuk, turunçgiller, zeytin. —Mim. Kozan" kalesi, ilçe merkezinin 1 km batısındadır. Kozan'daki Hoşkadem camisi'ni memluk emiri Hoşkadem yap­ tırmıştır (1448). Ulu camiler planındaki yapının girişi renkli mermerlerle süslü­ dür. Yanındaki arasta XVII. yy.'a aittir. K o ş a n b a r a jı, Adana ilinin Kozan il­ çesinde, Ceyhan nehrinin kollarından Kilgen çayı üzerinde kurulu baraj. 1972'de işletmeye açıldı. Sulama amacıyla yapı­ lan barajın gövdesi toprak+kaya dolgu tipinde, su toplama hacmi 163 milyon m3, göl alanı 8,02 km2, sulama alanı 10 220 ha'dır. K o ş a n fcalool, Adana'nın Kozan ilçesin­ de kale; Antikçağ'da Asurlular tarafından yapıldı, çeşitli dönemlerde onarılarak kul­ lanıldı. Günümüzde de oldukça sağlam­ dır. Kozan dağı üzerinde yer alan kalenin dört burcu vardır. K. ve G.'deki iki kale gru­ bu, birbirine bir surla bağlanmıştır. Kale­ de asur ve roma dilinde yazıtlar, yeraltı odaları, mahzenler, bir kilise, keşiş odala­ rı v b bulunmaktadır. K O Z A N , rumca Lam aks, KKTC'de Girne ilçesine bağlı köy.



Büyûk Larousae



lerinin yanında yer aldı. Ailenin direnme­ yi deneyen üyeleri ise, sonunda boyun eğmek zorunda kaldılar. Kozanoğullan'nın bir bölümü Osmanlı devletince resmi gö­ revlere atanırken, bazıları da İstanbul'a göç etti. K O Z B IK Ç İ a. Kur. tar. Topkapı sarayt'ndaki hizmetlilerden bir bölümüne verilen ad. (Kız bekçi de denir.) —ANSİKL. Kur. tar. Kozbekçiler Topkapı sarayı Bostancı ocağı'na bağlıydılar Gez­ meye ya da Hasbahçe'ye çıkan padişa­ hın giysilerini ve öteki eşyalarını hazırla­ mak, korumak ve padişahın kahvesini pi­ şirmekle görevliydiler. Bu bölüm, 1868'de kaldırıldı.



K O Z A N I, Yunanistan'da (Makedonya) kent; nomos merkezi, Olympos'un K. -B.'sında; 24 000 nüf. —Kozani nomos'u, 3 565 km2; 135 700 nüf.



K O Z C A Ğ IZ , Bartın ili merkez ilçesine bağlı bucak; 38 651 nüf. (1990); 35 köy. Merkezi Kozcağız, 3 869 nüf. (1990).



K O Z A N L I, Konya 'nın Kulu ilçesi mer­ kez bucağına bağlı belde; 4 344 nüf. (1990). Belediye.



K O Z Z L U H , müzikçi çek aile —JAN ANTONIN, besteci ve eğitimci (Velvary 1738 - Prag 1814), doğduğu kentte ve Prag'da öğrenim gördü. Viyana’dayken (1763’e doğr. -1766) Gluck ve Gassman'la tanış­ tı. Prag’a döndü ve 1784'te atandığı, Svatj Guy katedrali'nin capella yöneticiliğini ölü­ müne değin sürdürdü. Dinsel yapıtlar, senfoniler, konçertolar ve operalar (Alessandro nelTİndie [1769] ve İl Demç/oonte [1771]) besteledi. —JAN ANTONIN (Leopold denir) [Velvary 1747 - Viyana 1818], öncekinin kuzeni ve öğrencisidir. F, X. Dusek'ten piyano öğrendi. Prag'da bale­ ler besteledi. 1778'de Viyana'ya yerleşti. Bu kentte, imparatorun capella ve Oda' sında besteci ve yöneticiliğe atandı (1792). Operalar, bir oratoryo (Moise in Egitto, 1787), senfoniler, konçertolar, piyano so­ natları ve oda müziği yapıtları besteledi.



K O Z A N O â L U (Abdullah Ziya), türk ro­ mancı (İstanbul 1906 - ay. y. 1966). Mü­ hendis mektebi'ni ve Güzel sanatlar aka­ demisi mimarlık bölümü’nü bitirdi (1929). Adana belediyesi fen işleri müdürü (1929), Milli eğitim bakanlığı baş mimarı oldu (1932). Serbest mimar ve müteahhit ola­ rak çalıştı. Konularını türk tarihinden alan serüven romanlarıyla tanındı. Çoğu filme çekilen romanlarının sayısı yirminin üze­ rindedir: Kızıl tuğ (1923), Atlı Han (1924), Türk korsanları (1926), Seyit Ali Reis (1927), Gültekin (1928), Kozanoğlu (1929), Kolsuz kahraman (1930), Malkoçoğlu (1933), Patronalılar (1934), Tokat (1936), Battal Gazi destanı (1937), Dağlar delisi (1951), Kızıl kadırga (1962), Arena kraliçesi (1964) vb. K O Z A N O â U L L A R I, XIX. yy.'da Güney Anadolu’da, Çukurova yöresindeki Kozan sancağına hükmeden derebeyi ailesi. O dönemde, konumu itibariyle tüm ovayı de­ netimi altında bulunduran, hatta etki ala­ nını Adana'ya değin genişleten ailenin, Selçuklular zamanında Kilikia'ya yerleşmiş bir türkmen aşiretine mensup olduğu sa­ nılmaktadır. XIX. yy.'ın başlarında güçle­ nen aile, osmanlı ordusunu birkaç kez püskürterek, bölgede yarı bağımsız bir yönetim kurdu ve kendi adına vergi top­ ladı. Ermeni kilisesi ve ileri gelenleriyle yaptığı anlaşmalarla da durumunu sağ­ lamlaştırdı. Bununla birlikte XIX. yy.'ın or­ talarında kendi aralarındaki çekişmeler Kozanoğulları'nı zayıflattı. 1865’te hükü-, metin İskenderun’a Fırkai İslahiye denilen bir askeri birlik göndermesi üzerine Kozanoğullan’ndan bazıları hükümet kuvvet­



Kozan kalttl'nden bir görünüm Adına



K O Z H İK O M -



K a l i k Cjt



K O Z İN T S E V (Grigoriy Mihailoviç), Uk­ raynalI sinemacı [Kiev 1905 - SenPetersburg 1973). 1921de Leonid Trauberg ile birlikte fütürist bir tiyatro hareketi olan FEKS'İ kurdu. Bu akım oyunculara, Dziga Vertov'un kuramlarının tersine, sir­ ke ve müzikhole oldukça yakın bir yorum tarzını benimsetmeyi amaçlıyordu. Kozintsev, Trauberg ile Pohozdenija Oktjabrinı^ı (1924) bu anlayışa bağlı kalarak gerçekleştirdi. Daha sonra, plastik ara­ yışların, kesinlikle devrimci nitelikteki ger­ çekçi bir düşünceye bağlı kaldığı yeni bir anlatımcılığa yönelerek, Şinel i (Gogol'den, 1926), Novıyj Vavilon1u (1929), Odna'yı (1931) ve 30'lu yılların rus sine­ masının başyapıtlarından biri olan bir üç­ lemeyi (Junost Maksima [1935], Vozvraşçeniye Maksima [1937], Vyborgskaja storona [1939]) yaptı. 1945'te sansürün



dişi kozalak (çam) 1. Yumurtalık; 2. Meyveyaprağı; 3. Bürgüyaprağı (pul).



Köchermann cıklarınırvteplamının yaklaşık °/o 1'ini oluş­ turan ve esas olarak hafif çekirdekler gi­ bi ikincil olmayan birincil elektronların in­ celenmesiyle elde edilir. Yüksek enerjili elektronlar senkrotron* ışınım yayımıyla açığa çıkar. Kozmik ışınların oluşması ve ivmesi yüksek enerjili mekanizmalar ge­ rektirir. Güneş püskürtülen sırasında olu­ şan kozmik ışınların enerjisi 106 eV düze­ yindedir ve 109 ö /'u aşmaz. Gökadamız­ da, daha yüksek enerjili kozmik ışınların oluşumu süpernovaların patlamalarıyla beslenir; Gökadamızın çekirdeğini oluştu­ ran pulsarlar da yüksek enerjili parçacık­ lar yayan kaynaklardır. Çok yüksek ener­ jilere (1018 eV ve daha fazla) sağlanan kat­ kı, gökadadışı kökenlidir (Seyfert gökada­ larının çekirdekleri, radyogökada kuazarları). Uçaklar, uçuş sırasında, kozmik ışınımın etkilerinde kalır; 15 000 m’nin altındaki yükseltilerde, atmosfer yeterli bir ekran oluşturduğu için bu etkiler önemsiz sayı­ lır. Ancak büyük yükseltilerde durum de­ ğişir: gerçekten de iyonlaşma olgularının yer aldığı bu yükseltilerde, bu olgular ge­ rek insan vücudu, gerek elektronik dona­ nımlar için bir tehlike meydana getirir. Ortalama Güneş etkinliği döneminde kaydedilen ışınlama dozları son derece zayıftır ve tehlikesizdir; yeğin Güneş etkin­ liği dö nem in de ise gü çlü Güneş püskürtülen’ kısa dalgalarda yapılan ile­ tişimi tedirginleştirebilir ve astronotlar ile büyük yükseltide uçan sesüstü uçakları­ nın yolcuları için bir tehlike oluşturabilir. Bu nedenle, özellikle Güneş püskürtülerini tahmin için uluslararası bir servis kurul­ muştur. KO ZM O D RO M a. (fr. cosmodrome). Uz. havc. FIRLATMA üS’ Sü’nün eşanlamlısı. (Bu terim daha çok sovyet fırlatma üsleri­ ni belirtmek için kullanılır.) K O Z M O G O N İ a. (fr. cosmogonie). EVRENDOĞUM'un eşanlamlısı. K O ZM O G R AFYA a. (geç lat. cosmographia-, geç yun. kosmographia'dan). Tümüyle betimlemeye dayanan gökbilim. K O Z M O İT sıf. (fr. cosmöide-, yun. kosmos, dünya, eidos, görünüş'ten). Zool. Kozmoit pul, ciğerlibalıklarda ve saçakyüzgeçlimsilerde görülen, plakoit tipte yü­ zeysel pullarla kaynaşmış deri kökenli ke­ miklerden oluşan özel pul. (Boru biçimin­ deki dentin tabakasını örten bir minedir.) K O Z M O K İM Y A a. (yun. koşmos, evren ve ar. kimya*dan), evren KİMYA’ Sl’nın eşanlamlısı. K O Z M O L O Jİ a. (fr. cosmologie'den). EVRENBİLİM'in eşanlamlısı. K O Z M O N O T a. (fr. cosmonaute). Bir uzay aracının pilotu ya da yolcusu. — ANSİKL. "Kozmonot" terimi genellikle bir rus uzay gemisinde seyahat eden kimseler için kullanılır, ilk rus kozmonot ekibi eğitimine 14 mart 1960'ta başlamış­ tı. Bu ekibin 12 üyesini tanıyoruz: bunlar daha sonra uzay uçuşlarına katılanlardır. Bununla birlikte ilk ekipte birkaç kişinin daha bulunduğu ve bunların eğitim sıra­ sında sağlık ya da başka bir şey (örne­ ğin kaza) nedeniyle elenmiş oldukları dü­ şünülebilir. Bu ilk ekibin, yaşlı olan Vladimir Komarov ve Pavel Beliayev dışında, bilinen kozmonotları az deneyimli genç pilotlardı (1960'ta yaklş. 26 yaşında). Hepsi de ilk uzay uçuşlarını 1961-1969 arasında yaptılar. 12 nisan 1961'de Vostok 1 gemisiyle tarihte ilk uzay uçuşunu yapan Yuriy Gagarin olmuştur. Bu görev çok kısa sürmüş ve 108 dakikada Yer çevresinde bir defa dönülmüştür. Daha sonra Ruslar, 1962 ve 1973 yılla­ rı arasında birbirinden farklı derecelerde önem taşıyan dokuz kozmonot grubu daha oluşturdular. Bu grupların ikisinde (1962 ve 1964), tümü ya da bir bölümü profesyonel olmayan ve tek bir uzay yol­ culuğu yapmak amacıyla çok az eğitilen kozmonotlar bulunuyordu: 1962 yılında



grup, içlerinden yalnız bir uzay yolculuğuı yapan (Valentina Tereşkova, 1963'te Vostok 6 ile) kadınlardan, 1964 te ise iki temsilcisi (Konstantin Feyoktistov ve Boris Yegorov) aynı yıl Voshod 1 ile uçan mühendisler ve doktorlardan oluşuyordu. Diğer gruplarda ise deneyimli pilotlar (1963 ve 1965) ya da genellikle uzay araçları inceleme bürolarında çalışan mü­ hendisler (1966 ve 1973) ya da hem pilot hem de mühendisler (1967 ve 1970) bu­ lunuyordu. Kuşkusuz 1973 yılından sonra içlerinde bilimsel araştırmacıların da yer aldığı ekipler kuruldu. Ama 1980 yılı so­ nuna kadar bu ekip üyelerinin hiçbiri he­ nüz uzaya gitmemişti. 1961'den 1980'e kadar toplam olarak 49 rus kozmonotu en az bir kez uzaya gitti. Bu sayıya, dönemin sosyalist ülkeleri arasında uzayda işbirli­ ği programı "Intercosmos" çerçevesinde fırlatılan yedi yabancı kozmonotu da ekle­ mek gerekir. Bu kozmonotlar uzay yolcu­ luklarından önce yaklaşık 2 yıl süren kısa bir eğitim görmüşlerdir. Davet edilen her ülke biri yedek olmak üzere iki kozmonot adayı seçmiştir. 1978 ve 1980 yılları ara­ sında vatandaşlarından biri bu program çerçevesinde uzaya yolculuk yapan ülke­ ler şunlardır: eski Çekoslovakya ve eski Doğu Almanya ile Polonya, Bulgaristan, Macaristan, Vietnam, Küba, Romanya, Moğolistan ve Fransa. 4 rus kozmonot uzayda görev yapar­ ken hayatını kaybetmiştir: 1967'de Soyuz 1 uçuşunda Vladimir Komarov; 1971'de Soyuz 11 uçuşunda Georgiy Dobrovols-: kiy, Vladislav Volkov ve Viktor Patsayev. Amerika Birleşik Devletlerindeki gibi eği­ tim sırasında da ölümle sonuçlanan bazı kazaların olmuş olması muhtemeldir. Bu kazalardan yalnız 1968 yılında Yuriy Gagarin'in ölümüyle sonuçlanan uçak kaza­ sı bilinmektedir. K O Z M O N O T L A R d e n iz i, rusçası More Kosmonavtov, Ruslar'ın 30°-45° doğu boylamları arasında kalan Antarkti­ ka kıyı denizine verdikleri ad. KO ZM O PA TO LO Jİ a. (fr. cosmopathologie). Kozmik ortamların organizmaya et­ kisini inceleyen patoloji dalı. K O ZM O P O LİT, -ti a. (fr. cosmopolite; yun. kosmopolites’ten). Kendini dünya va­ tandaşı sayan, yabancı olan her şeye ko­ layca alışan kimse. sıf. 1. Her ülkenin değişik düşünce ve yaşam biçimlerine uyum sağlayan bir kim­ seye özgü şey için kullanılır: Kozmopolit bir yaşam sürmek. Kozmopolit düşünce­ leri olmak. —2. Değişik uluslardan kim­ seleri içeren topluluk, yer vb. için kullanı­ lır: Kozmopolit bir kalabalık. Kozmopolit bir kent. —Biyol. Dünyanın her tarafında bulunan bitkiye denir. K O Z M O P O L İT L İK a. 1. Çeşitli ülkeler­ de yaşamış olduğu için tek bir ulusal kül­ türe bağlı olmayan kimsenin düşünme ve yaşama biçimi. —2. Çeşitli ulusallıkların öğelerini içeren şeyin niteliği: Paris'in, New York'un kozmopolitliği. K O ZM O S a. (yun. tosmos'dan). 1. Fels. Evren ve yasaları, ya da daha genel ola­ rak, gerçek, ya bilimsel ya da düşsel bir anlayıştan doğan her türlü evren. —2. Yıldızlararası uzam: Füze kozmosta kaybo­ lup gitti. —Bot. Tropikal Afrika kökenli, çok parçalı ince yapraklı, altın sarısı, parlak kırmızı ya da beyaz çiçekli biryıllık ya da çokyıllık ot­ su bitki. (Birçok türü süs bitkisi olarak ye­ tiştirilir. Bil. a. cosmos; bileşikgiller famil­ yası.) K O Z M O S a. (en üst düzeydeki yönetici anlamında yun. söze.). Esk. Yun. Girit'te, bir sitenin baş magistratusu. (Kozmoslar aristokratlar arasından bir yıl için seçilir­ lerdi, bunların oluşturduğu kurulun baş­ kanı kente adını verirdi. Sparta’da kral ve ephoroslara verilen yetkiler Girit’te koz­ moslar elinde toplanmıştı.)



K o z m o s , rus otomatik yapay uydu ai­ lesinin genel adı. 16 mart 1962‘de fırlatı­ lan Kozmos 1 ile başlayan bu seriye ait uyduların sayısı 1980'lere varıldığında 1 235‘e ulaşmıştı. Bu, büyük bir farkla, uzay havacılığı tarihinin en kalabalık uy­ du ailesidir. Resmi olarak Kozmos uydu­ larının hemen hepsi "yerçevresi uzay böl­ gesinin bilimsel incelenmesi' ya da "ulu­ sal ekonominin gereksinimleri için Yer kaynaklarının araştırılması" amacıyla fırla­ tılmıştır. Ama gerçekte, Kozmos adı Rus­ lar tarafından büyük bir bölümü askeri ni­ telikte olan çok çeşitli uzay görevlerini yürütmek için kullanılmıştır: askeri keşif (her yıl otuz-kırk adet, kütlesi yaklaşık 5 ton olan, yeniden kullanılabilir fotoğraf uydusunun fırlatılması); elektronik casus­ luk (birkaç yüz kg'lık uydularla üzerinden uçulan ülkelerin radar ve radyo yayımla­ rının kaydedilmesi); okyanusların gözet­ lenmesi (nükleer bir pille beslenen radar­ larla donanmış uydular; bunlardan Koz­ mos 954,1978 yılında Kanada'ya düştü); fırlatılan güdümlü mermilerin tespiti; askeri telekomünikasyon için ara istasyonları (se­ kizli salkım halinde yaklaşık 1 500 km yük­ seltiye fırlatılan küçük uydular); seyrüse­ fere yardim; bir uydunun diğer bir uydu ile deneysel olarak önlenmesi; uygulama uydularının denenmesi (telekomünikas­ yon, meteoroloji vb.); pilotlu uzay gemile­ rinin denenmesi; Ay ya da gezegen de­ neylerindeki başarısızlıkların gizlenmesi (Yer çevresindeki bekleme yörüngelerin­ den ayrılamayan araçlar); uzay biyolojisi alanında yapılan bilimsel incelemeler (res­ mi görev); uzayın bilimsel incelenmesi (resmi görev); Yer kaynaklarının gözlemi (resmi görev); değişik teknolojiler için de­ neme yeri. K Ö C H E L (Ludwig VON), avusturyalı mü­ zik yazarı (Stein, Aşağı Avusturya, 1800 - Viyana 1877). En ünlü yapıtı, 1862’de ya­ yımladığı Chronologisch-thematisches Verzeichnis sâmtlicher Tonwerke Wolfgang Amade Mozarts'dır (W. A. Mozart' ın tüm yapıtlarının tematik ve kronolojik katoloğu). KÖCHERM ANN (Rainer), alman dansçı (Chemnitz 1930). Berlin'deki Staatsoper'de (1949-1951) ve yine aynı şe-



703!



'Soyuz T-2 uzay gem isinin Baykonur k o z m o d ro m u n d a n (Kazakistan) fırlatılm ası (5 haziran 1980)



hirdeki Stâdtische Oper'de solocu (19511955). Frankfurt Staatsoper'de (19551960) ve Münih operası'nda (1960) baş dansçı olarak çalıştı. 1960-1973 arasın­ da Hamburg operası'nın bale toplulu­ ğunda dans etti. Don Ouijote, Hamlet ve Uyuyan güze!deki yorumlarıyla kendini kabul ettirdi. Hamburg operası'nda G. Balanchine'in (Orpheus, 1964; The Four Temperaments ve Symphony in C, 1965) ve Peter Van Dijk'in (Romeo ve Juliet, 1966) balelerinde başrol yorumla­ dı. 1974-1976 arasında Osnabrück'te, daha sonra da Sarrebruck'ta (1976) bale yöneticiliği yaptı. K Ö Ç E K a (fars. kuçek, küçük'ten). 1. Kadın kılığına girerek çengi gibi oynayan erkeklere verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —2. Deve yavrusu. (KÖŞEK de denir.) —3. Hoppaca davranan ölçüsüz kimse. —4. Köçek havası, köçeklerin oynamala­ rına uygun oyun havası. —Ask. tar. Acemi ocağı’ndan Yeniçeri ocağı’na yeni geçenlere verilen ad. (Ay­ rıca, geniş anlamda Yeniçeri ocağfna bağlı olanların tümü hakkında da kullanı­ lırdı.) —Sey. oy. Köçek takımı, köçeklerden olu­ şan ve belli kurallara göre yönetilen dans topluluğu. (Köçek kolu da denir.) (Bk. an­ sikl. böl.) —ANSİKL. Sey. oy. Kadınsı hatları olan, güzel yüzlü ve vücutlu erkek çocukların­ dan seçilen köçekler, 7-8 yaşlarında dan­ sa başlatılırdı. 13-14 yaşlarında eğitimleri sona erer, köçek takımlarından birine ka­ tılırlardı. Kadın gibi giyinir, saçlarını kes­ mez, lüleler halinde omuzlarına bırakırlar­ dı. Üzerlerine boyu dizkapağına değin uzanan, genellikle ipekten ve işlemeli bir entari, alta çok geniş ve topuklara değin uzanan gösterişli ve alacalı bir etek giyer, bellerine değerli kumaşlardan kuşak sa­ rarlardı. içlerinde ipekten yapılmış göm­ lek olur, giydikleri fesin üzerine kenarlan sırmalı ipek çevre sararlardı. Ellerindeki ri­ tim çalgısıyla (zil, çalpara, çegâne) çalı­ nan parçanın ritmini vurarak oynarlardı. Başarılı köçekler, oyunları kadar çalpara vuruşlarıyla da tanınırlardı. Belirli yerler­ de solo oynar, daha sonra topluca raksederlerdi. Çoğunluğu eşcinsel olan köçek­ ler uğruna bütün varlığını ortaya koyan zenginler vardı. Yeniçeriler arasında da bu nedenle sık sık kanlı bıçaklı kavgalar çı­ kar, sonu ölüme değin varan olaylar olur­ du. Bu nedenle, bir görüşe göre Mahmut II döneminde çıkan bir fermanla köçeklik yasak edilince, çoğunluğu Mısır'a Meh­ met Ali Paşa'nın yanına kaçtı. Bir başka görüşe göre, 1857'de çıkan bir kanunla ya da 1856 tarihli bir fermanla yasaklan­ dı. 1855 yılında istefenaki Bey'in ısrarıyla Reşit Paşa tarafından yasak konduğunu öne sürenler de vardır. Köçeklerin özellikle sakızlı rum ve çin­ gene olanları ünlüydü. Bunlardan bazıla­ rı güzellikleri ve oyun yetenekleriyle yal­ nız İstanbul'da değil, imparatorluğun her yanında ün kazanmışlardı. Evliya Çelebi Seyahatname'de XVII. yy.'ın ünlü köçek­ lerini sayar ve bilgi verir. Enderunlu Fazıl Hüseyin de (XVIII. yy.) bunlar üzerine Çenginame ve Defteri aşk adlı manzum iki kitap yazmış ve döneminin ünlü köçek­ lerinden birçoğunun adını vermiştir. Bun­ lardan çoğunun sülün, taze fidan, yenidünya, tilki, şeker, büyük afet, altıntop vb. profesyonel takma adları vardı. En tanın­ mış oyunları kaytan oyunu, fes oyunu ve tura oyunuydu. • Köçek takımı. Köçeklerin çeşitli kolları vardı. Her kolun başında bir kolbaşı ve kolbaşı yardımcısı bulunur, kolu bunlar yö­ netirlerdi. Koldaki köçek sayısı genellikle on-on ikiden az olmazdı, Kolda köçekle­ re eşlik eden en az dört kişilik bir çalgıcı takımı ve hanendelerle çeşitli yardımcılar bulunurdu. Davetle ve ücret karşılığında saraylara, konaklara, eğlence yerlerine gi­ der, çeşitli gösteriler düzenlerlerdi. Bunun yanı sıra, sarayın da bir köçek takımı vardı.



KÖ Ç EK Ç E a. Türk müziğinde, köçek ta­ kımına eşlik eden dans şarkısı. (Köçekçelerin çoğu, eşliğinde dans etmeye elve­ rişli, kıvrak nağmeli birer Rumeli ya da Anadolu türküsüdür. Birçok besteci de, bu formda yapıtlar bestelemiştir. İsmail Dede Efendi, en çok köçekçe besteleyenlerden biridir. Köçekçeler, aranağmelerle birbirine bağlanır ve çeşitli köçekçe takımlarını oluştururlar.)



ne ya da yaygın olduğu yöreye göre de­ ğişik adlar alır: İzmir köftesi, sahan köfte­ si, kuru köfte vb. Çeşitli pişirme yöntem­ leri vardır. Tavada kızartılarak, fırında, ız­ garada ya da tencerede pişirilerek hazır­ lanır. Türk mutfağının başta gelen et yemeklerindendir. K Ö FT E C İ a. 1. Köfte pişirip satan kim­ se. —2. Köfte satılan, yenilen dükkân. K Ö F T E C İL İK a. Köfte pişirip satma işi.



K A f t k ç t l t r , Ulvi Cemal Erkin'in, or­ kestra süiti (1943). Karcığar ve hicaz ma­ kamlarındaki eski köçekçeierin orkestralanmış biçimi olan süit, bestecinin en se­ vilen yapıtlarındandır.



K Ö FTEH O R sıf. (fars. küfte ve Hör; kufte-liBr, köfte yiyen'den). Tkz. Şaka yol­ lu söylenen paylama sözü: Seni köftehor seni, aylardır neredeydin? Köftehorun key­ fi yerinde, bizi mi düşünecek!



K Ö Ç E K LE M E K ya da K Ö Ç EKLEM E K gçz. f. (köçek'ten köçek-le-mek). Deve sözkonusuysa, yavrulamak, doğur­ mak.



K Ö F T E L İK sıf. Köfte yapmaya uygun: Köftelik kıyma. Köftelik bulgur.



K Ö Ç E K L İK a. 1. Köçeğin yaptığı iş. —2 . Ölçüsüz, hoppaca davranma, bu bi­ çimdeki davranış: Bırak köçekliği de doğ­ ru dürüst anlat. Köçeklik etmek. K Ö F L A C H , Avusturya'da (Steiermark) kent, Graz'ın B.’sında, bir sanayi bölgesi­ nin merkezinde; 12 000 nüf. Linyit. Cam ve porselen sanayisi. KÖ FTE a. (fars. küften, ezmek > küfte' den). Mutf. 1. Kıyma, soğan, ekmek içi, yumurta, tuz ve baharat ya da kıyma pi­ rinç karışımını yoğurup küçük topaklar ya da parmak şeklinde biçimlendirdikten sonra çeşitli yöntemlerle pişirerek yapılan yemek. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bahçıvan köftesi, kızartılmış patates, patlıcan ve iç bezelyeyle salçalı olarak pişirilen köfte ye­ meği. (Patlıcan yerine havuç, kereviz de kullanılabilir.) || Cızbız köfte - CIZBIZ. || Ço­ ban köftesi, içine bolca sarmısak ve may­ danoz katılarak hazırlanmış sahan köfte­ si. || Hasanpaşa köftesi, ortası çukur ola­ rak hazırlanmış köfteleri fırınladıktan son­ ra çukurlarına patates püresi koyup tek­ rar fırına sürerek yapılan köfte yemeği. || Kadınbudu köfte — KADINBUDU. || Kim­ yonlu köfte içine bolca kimyon katılarak hazırlanmış sahan köftesi ya da kuru köf­ te. || Kremalı köfte tencerede bir süre pi­ şirilmiş köfteler üzerine un, süt ve tuzla ha­ zırlanan sosu döküp tekrar bir süre pişi­ rerek yapılan köfte yemeği. || Kuru köfte, kıyma, ekmek içi, soğan, yumurta, may­ danoz ve baharatla hazırlanıp yağda kı­ zartılmış köfte. || Maydanozlu köfte, pirinç kıyma ve tuzla hazırlanmış irice köfteleri ince doğranmış maydanoza bulayıp ten­ cerede az suyla pişirerek yapılan köfte ye­ meği, || Patates köftesi, haşlanmış patates, baharat ve tuzla yapılıp galeta ununa bu­ lanarak kızartılan köfte. || Patatesli köfte İZMİR- KÖFTESİ. || Rulo ya da rosto köfte - dalyan- KÖFTESİ. || Sahan köftesi ya da sahanda köfte köfteleri hazırlayıp bir sa­ han ya da tencereye dizdikten sonra üze­ rine sulandırılmış salça ve küçük doğran­ mış domates döküp ocak üzerinde pişi­ rerek yapılan köfte yemeği. || Salçalı köf­ te, sulandırılmış salça ya da domates pü­ resiyle pişirilmiş köfte yemeği. || Sucuk köf­ tesi ya da sarmısaklı köfte, kıymayı sucuk içi gibi bolca sarmısak, kırmızı biber; ba­ harat, bazen de çemenle yoğurup biçim­ lendirdikten sonra ızgarada ya da tavada pişirilen köfte. || Terbiyeli köfte, pirinç, kıy­ ma, soğan ve maydanozla hazırlanmış ufak yuvarlak köfteleri una bulayıp sulu­ ca pişirdikten sonra yumurta ve limonla terbiyi ederek yapılan köfte yemeği, (içi­ ne ufak doğranmış patates ve havuç da katılabilir.) [Sulu köfte, pirinçli köfte de de­ nir.) —ANSİKL. Köfte, ana malzemesini oluştu­ ran kıyma, soğan, ekmek içi, yumurta ve baharat yanında başka malzemelerden de yapılabilir. Kıyma yerine tavuk ya da balık ezmesi konarak ya da haşlanmış pa­ tatesle yapılan köfteler de vardır. Bazı köf­ telerde ekmek içi yerine pirinç ya da bul­ gur kullanılır. Yapılış ya pişirilme yöntemi­



K Ö FT E R a. (fars. küfter'den). Mutf. Ni­ şastayla kaynatılan üzüm şırasını tepsile­ re döküp kurutarak yapılan bir tür pestil. K Ö FT E R U Z ya da K Ö FTER O Z a De­ nize. Borda kaplama tahtaları arasındaki armozları açarak üstüpü sıkıştırmada, eski kalafatları sökmede kullanılan kalafatçı aleti. KÖ FTÜ N a. Sığırlara yedirilen susam ya da keten küspesi. K ö h ls m s la r-D s g o s s s n d ro m u , iler­ leyici bir atardamar tıkanıklığına yol açan nadir hastalık. En çok bağırsak ve deri da­ marları değişikliğe uğrar. Bağırsak delin­ mesi periton iltihabıyla ve ölümle sonuç­ lanabilir. Hastalık genellikle 15 ile 35 yaş arasındaki erkeklerde görülür (Eşanl. DEGOS HASTALIĞI. KÖTÜCÜL ATROFİLİ PAPÜLOZ.) K Ö H L E R (Wolfgang), alman kökenli amerikalı ruhbilimci (Reval, günümüzde Talün, 1887 - Enfield, New Hampshire, 1967), Geştalt kuramının başlıca temsilci­ lerinden biridir. Berlin'de, sonra da Princeton’de profesörlük yaptı. Tavukların gör­ sel ayırt etme yeteneği ve özellikle de şempanzelerin alet kullanma becerisi üze­ rinde gözlemler yaptı. Yineleme ve deneme-yanılma yoluyla öğrenmeye kar­ şıt olarak, birden öğrenmenin (daha son­ ra buna "insights" denildi) olanaklı oldu­ ğu görüşünü ileri sürdü. Köhler'e göre, bu tür öğrenme, algılama işlemlerinde ya da bazı problem çözümlemelerinde gözlemlenebilen yeniden düzenlemelerle aynı ni­ teliktedir. Başlıca yapıtları: intelligenzprüfungen an Menschenaffen (Gorillerde ze­ kâ araştırmaları) (1917), Psychologische Probleme (Psikoloji sorunları) [1933], K ö h le r a y d ın la tm a s ı, optik mikroskopide, açıklık diyaframının ayarı ne olursa olsun, nesneyi düzgün biçimde aydınlat­ maya yarayan sistem. K ö h la r -M o u c h a t h a s ta lığ ı (alman radyolog Alban Köhler [1874-1947] ile fransızcerrah Albert Mouchet'hın (1869-1963) adlarından), ayak bileğindeki sandalsı ke­ mikte görülen aseptik nekroz. 5 ila 15 yaş arasındaki erkek çocuklarda görülür. Tek taraflıdır ve ayak sırtında ağrılı bir şişlikle kendini belli eder. K ö h la r-S tls d a h a s ta lığ ı, pellegr In I -STİEDA HASTAUĞı’nın eşanlamlısı. K Ö H N E sıf. (fars. kuhne'den). 1, Eskimiş yıpranmış şey, bakımsız yer için kullanı­ lır; eski: Köhne mobilyalar. Köhne bir bod­ rum katı. — 2. Çağın gerisinde kalmış, ge­ çerliliğini, güncelliğini yitirmiş şey için kul­ lanılır; çağdışı: Köhne fikirler. —Esk. Köhne-bahar, sonbahar: "Ver hük­ münü ey serv-i revan köhne baharın" (Ne­ dim, XVIII. yy.). K Ö H N E LE Ş M E a. Köhneleşmek eyle­ mi. —Mim. Bir konutun, özellikle de kentsel ortamdaki bir konutun yıpranma, mezbe­ leye dönüşme süreci. K Ö H N E L E Ş M E K gçz. f. Eskimek, yıp­ ranmak; köhnemek.



K Ö H N E L İK a. Köhne olma durumu,niteliği. K Ö H N EM E a. Köhnemek, köhneleşmek eylemi. K Ö H N E M E K gçz. f. 1. Eskimek, yıpran­ mak: Dededen kalma konak bakımsızlık­ tan iyice köhnemişti. —2. Geçerliğini, güncelliğini yitirmek: Köhnemiş düşünce­ ler. —3. Yaşlanmak, ihtiyarlamak. ■ K Ö K , -kü a. 1. Damarlı bitkileri toprağa bağlayan ve bunların su ve mineral tuz gereksinimlerini sağlayan, genellikle yeral­ tı organı. (Bk. ansikl. böl. Bot., Halk, hek., Tarım.) —2. Kimi şeylerin dip bölümü: Diş kökü. Kıl kökü. —3. Kökü ve sapıyla çı­ karılan bitkiler için tane, adet: Bahçe İçin iki üç kök çam fidanı sipariş verdik. Bir­ kaç kök maydanoz. —4. ilaç olarak kul­ lanılan kimi bitkilerin yumru biçimindeki köklerine halk arasında verilen ad:' Akta­ rın kendilerine verdiği kökleri ıhlamurla kaynatıp çocuğa içirdiler. —5. Bir şeyin te­ meli; kaynağı, başlangıç noktası: Bu işi kökünden temizlemek gerekiyor. Başarı­ sızlığın kökünde bu yanlış uygulama ya­ tıyor. O ailenin kökü çok eskilere dayanır. —6. Bir kimseyi bir yere bağlayan duy­ gusal ve manevi bağların tümü: Gurbet­ te kendini köklerinden koparılmış gibi duymak. Köklerini aramak. —7. Kök sal­ mak, bir yere iyice yerleşmek, yayılmak, tutunmak, köklenmek: Benliğinin derinli­ ğine kök salan bu duygudan arınamıyordu bir türlü. || Kök sökmek, güç bir işi ya­ parken oldukça zorlanmak. || Kök söktür­ mek. bir kimseye yaptığı bir işte çok güç­ lük çıkarmak, onu uğraştırmak: Hele bir yapmaya kalksın, ona kök söktürürüm. || Kökü kazınmak, sözkonusu zararlı bir şey­ se, bir daha gözükmeyecek, ortaya çık­ mayacak biçimde yok edilmek. || Köküne kibrit suyu, "yok olsun, kahrolsun, ölsün, yerin dibine geçsin" anlamında söylenen bir ilenme sözü. || Köküne kibrit suyu dök­ mek, kökünü kurutmak, bir daha oluşma­ yacak, ortaya çıkmayacak biçimde yok et­ mek. || Kökünü kazımak, varlığını sürdü­ remez, üreyemez biçimde her şeyiyle yok etmek, hiçbir iz bırakmamak: Bu zararlı işe girişenlerin kökünü kazımak gerekir. —Anat. Diş kökü, boyun çizgisiyle taçtan ayrılan ve çenekemiğindeki çukura gömü­ lü olan diş kısmı. || Kıl kökü, kılın, sâçın di­ bindeki kesecik, soğancık. —Anat. ve Patol. Sinir kökü anestezisi, anestezik bir maddenin bir sinir köküne şırınga edilmesiyle sağlanan anestezi. ^-Arit. Kare köklerin gösterilişinde kulla­ nılan /sim g esi. || Bir a pozitif gerçek sa­ yısının n nci (ya da n nci kuvvetten) kökü, V i ya da a Vn ile gösterilen a " = a olan biricik gerçek pozitif a sayısı. [Dolayısıyla (Yta)" = a ya da (a1'")" = a elde edilir. n = 2 için kare kök denir (V S ile gösteri­ lir); n = 3 için küp kök denir.] || n nci kök, n nci köklerin gösterici için kullanılan VT simgesi. || Sıfır olmayan bir z karmaşık sa­ yısının n nci (ya da n nci kuvvetten) kökü, Zn = z olan Z karmaşık sayısı. (z nin mo­ dülü r, argümanı da a ise, n nci kök, mo­ dülü V rv e argümanı d a ,k e [0,1,...,n-1! ol­ mak üzere - + k — olan karmaşık sayıdır; n n değişik n kök vardır, z = 1 halinde 1 in n nci kökleri deyimi kullanılır.) —Bağc. Kök budamak, asmanın yayılan köklerini kesmek. —Bahç. Kök çeliği, yeniden dikilmek ve yeni bir fidan elde edilmek üzere koparı­ larak köklendirilmiş sap parçası. —Biyol. Bir organın bağlantı noktası, dip kısmı. —Bot. Kök mantarı, meşe, çam ve fındık gibi kimi ağaçların köklerinde yerleşen, ip­ lik görünüşünde bir mantar emeciyle, kö­ kün ortakyaşarlık biçimindeki birleşmesin­ den oluşan mantar. || Kök oluşumu, yeni köklerin gelişip ortaya çıkması. || Kök sür­ me noktası ya da yayı, bir kökçüğün oluş­



tuğu çevreteker bölgesi. || Kök tas'ıağı, ge­ lişmekte olan genç kök. (Embriyonun fi­ lizlenmesi sırası; ıda tohum kabuğunu ilk delen kısımdır. Yaprak taslağı ya da filiz karşıtıdır.) || Saptan kök veren, sarmaşık ve çilekte olduğu gibi, sapların boyu uzunluğunca değişik yerlerinden ek kökler çı­ karan bitkilere denir —Ceb. Bir grafın her x köşesine grafın bağlanabildiği a köşesi || A[X] in bir P polinomunun A da kökü (A değişmeli birim halka), öyle a elemanıdır ki P ye eşlik P polinomiyal fonksiyonunun verdiği a nın görüntüsü 0 dır, yani P(a) = P(a) = 0 dır. [P nin a daki değeri sıfırdır; "a P nin A da köküdür", "R A da(X - a) ile bölünebilir" ifadesine denktir ] (Bk. ansikl. böl.) || Bir A halkasının bir I idealinin kökü, A nın, bir kuvveti I ye ait olan elemanlarının küme­ si. (I nin kökü bir asal idealdir.) || Bir oran­ sal fonksiyonun kökü, bu oransal fonksi­ yonunun sıfırı. || İndirgenemez temsilcisi U,/v, olan bir oransal kesrin kökü, U, polinomunun kökü. || K[X] in (K değişmeli ci­ sim) n nci dereceden, K içinde indirge­ nemez, bir P polinomunun kökler cismi, K nin bir eşyapı uygulaması farkıyla be­ lirli, olabildiğince en küçük genişlemesi olup, bu genişleme içinde P nin n kökü bulunur, dolayısıyla birinci dereceden n sayıda çarpana ayrılır. (Eşanl P nin PAR ç a la n iş CİSMİ.) || Polinom biçimindeki bir denklemin kökü, sıfırlar polinom fonksiyo­ na eşlik eden polinomun kökleri olduğu­ na gere bu polinom fonksiyonun sıfırı. || P(x) = 0 biçimindeki cebirsel bir denkle­ min kökü, bu denklemin çözümü. (Bk. an siki, böl.) || Tam kök, bir tamsayıya eşit olan kök. —Dilbil. Bir sözcüğün saptanabilecek tüm yapım öğeleri ve dilbilgisel belirtileri çıka­ rıldıktan sonra yapılan çözümlemeyle ula­ şılan ve kendisinden bu biçime dayanıla­ rak kurulan tüm terimlerde ortak olan te­ mel anlambirimciklerı taşıyan gücül biçim. (Bk. ansikl. böl.) —Dişç. cerr. Kök erimesi, diş kökünün fiz­ yolojik ya da patolojik nedenlerle harap olması. (Bk. ansikl. böl.) || Kök ucu kesimi -



REZEKSİYON.



—El sant. Oya ve dantel yapılırken kumaş kenarına ya da çekilen zincir üzerine ya­ pılan üçgen ya da kare biçimli başlangıç motifi. (Kök, dantel ya da oyanın kumaşa birleştiği alt bölümünü oluşturur, asıl mo­ tife geçişi sağlar) [Köprü de denir.) —Karş. anat. Aort kökü, suda yaşayan omurgalılarda, götürücü solungaç atarda­ marlarından oluşan ve sırt aortunu oluş­ turmak üzere birbiriyle birleşen derin da­ marların her biri. —Kim. Birçok kimyasal tepkimeden nite­ lik değiştirmeden çıkabilen atom grubu; bu tepkimeler sırasında aynı molekülün bir başka atom grubu, yani işlevsei grup, çeşitli değişikliklere uğrar. (Birinci atom grubu, ikinci grup için bir ariaç ya da kök işlevi görür; adını da buradan alır.) [Bk. ansikl. böl ] —Mat. Bir sayının kare kökünü ya da küp kökünü almak, bu sayının kare kökünü ya da küp kökünü bulmak. —Nöroanat. Arka kök, ön kök, biri arka­ daki gangliyonlardan çıkan duyusal işlevli, öteki öndeki gangliyonlardan çıkan de­ vimsel işlevli sinir lifi demetleri. (Birleşerek omurilik sinirini oluştururlar.) || Gri kök, be­ yaz kök, beyin-omurilik sinir sistemini sem­ patik sinir sistemine birleştiren sinir lifi de­ metleri. (Gri kök sempatik gangliyonu içe­ rir.) || Omurilik kökü, bir omurilik sinirinin arka ya da ön kökü. —Nörobiyol. Arka kök potansiyeli, kendi­ liğinden ya da bir uyarıdan sonra ortaya çıkan bir boşalmayı izleyen ve omuriliğin arka kökleri düzeyinde kaydedilebilen elektrik dalgası. (Kendilerini daha uyarılgan hale getiren duysal liflerin kutupsuzlaşmasıyla aynı anda ortaya çıkar. Ancak bunu bir uyarılamama evresi izler. Arka kök potansiyelinin ilginç yanı, zararlı du­ yuları alan getirici liflerin baskılanmasına bağlı olarak derideki dokunma duyusu lif­



lerinin uyarılmasıyla elde edilen ağrı gide­ rici etkinin, getirici liflerin uyarılganlığındaki değişikliklerle açıklanabilmesidir.) —Nörol. Kök felci, sinirleri omuriliğin ön köklerinin bir ya da birkaçından gelen kasların felci |j Kök sendromu, omurilik si­ nir kökü lezyonlarının neden olduğu be­ lirtilerin tümü, (ilgili alanlarda, bir hareket kusuru ve bir duyu azalmasıyla birlikte ol­ sun ya da olmasın kök ağrılarını da kap­ sayan duysal bozukluklar izlenir. Köklerin kendilerinin bir lezyonuna [travma] ya da omuriliğin dıştan basınç altında kalması­ na bağlı olabilir.) || Arka kök-kordon sen­ dromu, omuriliğin arka kök ve kordonla­ rında bir lezyon bulunduğunu gösteren belirtilerin tümü, (iç duyumda bozukluk ve nesneleri elleyerek tanımakta zorluk yara­ tan dokunma duyusu azalması kaybı sözkonusudur. Bu belirtiler özellikle tabeste ve Friedreich hastalığında görülür.) —Patol. Salgın bir hastalığın etkenlerini kütle halinde ve elden gelirse tümüyle or­ tadan kaldırma. || Kökünü kazıma, bir or­ ganı ya da uru tam olarak çıkartma. || Sıt­ manın kökünü kazıma, sıtmanın salgın zincirini, yani sorumlu asalakları (hematozoerler) taşıyan aracıları (sivrisinekler, ano­ feller) ve bu taşıyıcı böceklerin barınakla­ rını (durgun sular) yok etmek için alınan önlemlerin tümü. —Tıp. Bir organın, bir urun, çıkış noktası, tabanı: Burun kökü. Siğil kökü. —Tüt Kökünde istifleme, tütün denkleri­ nin, denk içindeki yaprak sapları depo ta­ banına dikey gelecek biçimde konması. —Yerbil Bir sürüklenme biriminin geldiği karasal kuşak (Bu sürüklenme biriminin arkasında görünen kök, genellikle dikleş­ miş ve ezilmiş yapılar sunar.) || Sıradağla­ rın altında, kıtasal kabuğun, mohoda gö­ rülen 70-80 km'lik bir çökmeyle ayırt edi­ len derin bölümü. || Bir sürüklenme örtü­ sünün paleocoğrafya kökenli kuşağı. —ANSİKL Arıt, n nci kök. n nci kök kav­ ramı, doğrudan doğruya kuvvet kavramı­ na bağlıdır ve bundan aşağıdaki hesap kuralları çıkar: a e n?+ ve b e R», k/b = ’O'ab, f T s - T a , '0'â = '5a7i, vfsîb = V â r Vfb (bAO). n çiftse (n = 2p), tyâ , a nın 2p nci kökü olan ger­ çek pozitif sayıyı gösterir; ama da ( ~ ^ â )2p - a yi gerçekler, n tekse (n = 2p + 1),2p +1 inci kök ( ^ T )2” * ’ - a olan - biricik gerçek sayıdır. a negatif ve n tekse, kök hesapları kuralla­ rında bulunmayan - ’O'JI] biçiminde gösterilen kök tanımlanabilir. —Bot. Esas kök, embriyonun kök tasla­ ğından gelişir. Büyümesi normal olarak aşağı doğrudur (pozitif yereyönelim) ve ışıktan kaçarak nem arar. Kökler daha gençken anatomik yapıları iyice belirgin­ leşir: odunboru demetlerinin aynı çember üzerinde soymukboru demetleriyle alma­ şık konumda yer alması (saplarda bu iki doku karşılıklı olarak yer alır). Tipik bir kökte şu kısımlar bulunur: 1. uçtaki sürgendokuyu takke gibi koruyan kütinleşmiş hücrelerden oluşan yüksük; 2. uzunluğu değişmeyen ve etkin bir büyü­ me gösteren pürüzsüz bölge; 3. yukarıya doğru gittikçe daha uzun ve daha yaşlı emici kıllarla kaplı kıllı bölge. Pürüzsüz bölgenin yukarısı durmadan yeni kıllar oluşturur ve bunlar daha derin bir toprak bölgesini tarar; bu arada yaşlı kıllar dö­ külür, böylece kıllı bölgenin uzunluğu hep değişmez kalır; 4. dökülen eski kılların iz­ lerinin görüldüğü pütürlü bölge; 5. genel­ likle hava-toprak ara yüzeyine yakın, sa­ pa geçiş bölgesi olan kök boynu. Genç köklerin enine kesitinde şunlar görülür: 1. bazı hücrelerin emici kıla dö­ nüştüğü çevresel kıllı tabaka; 2. kabuk ya da kabuk özekdokusu; 3. çeperleri az ya da çok odunlaşmış içderi; 4. çevretekeri, özeği, ilk soymuk ve odun damar demet­ lerini içeren merkez silindir. (Bu demetler düzgün ve almaşık olarak sıralanır ve sı­ rasıyla ham besisuyu ile ongun beslsuyunu iletir) Yaşlı köklerde öncekilere şu dokular ek-



kök 7034



düğünçiçeği ek kökler (çok büyütülmüş)



, b



mührüsüleyman



değişik kök biçimleri



sarmaşık (ek kök)



orkide (tel kök)



yıldızçiçeji (yumru kSk)



pandanus (uzun hava kökü)



lenir: 1. kıllı tabakanın dökülmesine yol açan mantar; 2 . ikincil özekdokudan olu­ şan felloderm; 3. ikincil soymuk; 4. soy­ muk odun tabakasından gelen ikincil odun, ikincil soymuk ve odun, yıllık eşmerkezli tabakalardan meydana gelir. Kökler, büyütken tabakaların çalışması sonucu enine büyümeden başka, yüksü­ ğün hemen altında bulunan takkeden başlayarak uzunlamasına da büyür (uç­ tan büyüme). Uzunlamasına büyümesi sı­ rasında kök yerçekiminin (yereyönelim) ve nemin (suyayönelim) etkisi altında kalır ve bunlar kökün doğrultusunu belirler; rast­ lantı sonucu aydınlığa çıkarsa ışıktan ka­ çar (negatif ışığayönelim). Bu çeşitli yönel­ meler oksinlerin farklı dağılımından ileri gelir. Kökler bitki üzerindeki konumlarına (ek kökler), biçimlerine (sakızağacının uzun hava kökleri, kazıkkökler, saçakkökler), özel işlevlerine göre çeşitlere ayrılır (sar­ maşığın ek kökleri, ökseotunun emeçle­ ri, havucun yumru kökü, epifit orkidelerin tel kökleri). • Kök oluşumu. Genç kökler ana kökün çevreteker tabakasından doğar; burada bazı hücreler embriyondaki duruma dö­ nerek (farklılaşma* yitimi) ve hızla çoğa­ larak bir sürgûndoku (meristem) meyda­ na getirirler Sürgündoku gelişirken kabuk hücrelerini sindirir ve ana kökün dışına çı­ kar. Bu olgu oldukça yüksek orandaki oksin [10-7 ila 1 0 "5 g/1] sayesinde gerçek­ leşir; oksinlerin çiçekçilikte kullanılması genellikle çeliklemeye dirençli türlerin bu yöntemle çoğaltabilm esini sağlar Kök oluşumunda oksinden başka maddelerin de (rizokalin'ler) rolü olabilir. —Ceb. Bir polinomun kökü. Bir polinomun köklerinin aranması, cebirsel* denk­ lemlerin çözümlerinin aranmasına bağlı­ dır. Bir polinom için kökün var oluşu ya da olmayışı, içinde köklerinin arandığı cisme bağımlıdır (x2 +1 in İR içinde kökü yok, C içinde iki kökü vardır) ayrıca bir cisim için­ de, bir polinom*un çarpanlara ayrılma problemine ve bir cisim içinde indirgene­ bilir polinom kavramına bağlıdır. R A[X] in bir polinomu ise, A nın bir K genişlemesi­ nin bir a elemanına, P( GÖĞEN. —Ormanc. Ağaçlandırmada kullanılacak fidanların üretildikleri tohumların toplanıp alındığı alan. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Dilbil. Bitişken bir dil olan türkçede sözcük kökenlerinin değişik oluşum­ larda biçimi değişmez. Ben ve sen kişi adıllarının yönelme durumunda girdiği bana ve sana biçimleri de bir biçim deği­ şikliği olmaktan çok sesbilimsel etkilerle oluşmuştur. Bu durumda kök ve köken ay­ rımı türkçe için çok bulanıktır. —Ormanc. Gerek yerleştirilmek istenilen bölgelerin doğal koşullarına (iklim, toprak) uyum bakımından, gerek ağacın öz nite­ likleri (gövde şekli, dalların özellikleri, ve­ rimlilik, hastalıklara direnç) bakımından değişik yerlerde yetiştirilecek aynı türden ağaçlar arasında bile büyük farklılıklar ola­ bileceğinden ağaç yetiştiriciliğinde köke­ nin çok büyük rolü ve önemi vardır. K Ö K E N B İL İM a. Araştırma konusu, belli bir dildeki sözcüklerin kökenini bul­ mak ve bu sözcüklerin eski evrelerini be­ lirlemek olan bilim. (Eşanl. ETİMOLOJİ, KÛKBİLGİSİ.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Kökenbilim anlamına gelen yu­ nanca etymologia sözcüğü ilk kez Halikarnassoslu Dionysios'un (İ.Ö. I. yy.) yapıtla­ rında geçmesine karşın bu alandaki ça­ lışmalar çok daha eskilere dayanır Köken­ bilim araştırmaları dilin kökenine ilişkin so­ yut yakıştırmalar yapan ilk yunan filozof­ larından kaynaklanır ve ayrılıkçılarla örneksemeciler arasındaki dilin doğal (yan­ sıma özellikli) ya da saymaca kökeni üs­ tüne tartışmaların odak noktasını oluştu­ rur. Sözcük, her zaman yansıma özellikli köke indirgenemeyeceğinden çağrışım ya da eşseslere dayanarak başka birimle/e yaklaştırılır: örneğin Platon, Kratylos'ta "Dionysos” adını didus ton oinon (şarap veren) dizisiyle açıklar. Sınırlı sayıda ilkel terim içeren ilk dil efsanesine Antikçağ’ da, Ortaçağ'da, modern çağda (ibranice)



kökenbilim ve günümüzde (sovyet dilbilimci Marr'da) rastlanır. Dilin tek kaynaktan doğduğuna inanan Mönage'da çok sayıda doğru köken bu­ lunmasına karşın, kökenbilimin gerçekten bilimsel bir kimlik kazanması için XIX. yy.'daki karşılaştırmalı dilbilgisi çalışmala­ rını beklemek gerekti (germen dilleri için Bopp, Grimm, Zeuss, roman dilleri için Raynouard ve Diez). Bu dillerde, sesçil ev­ rim yasaları belirlendiğinden, incelenen sözcüğün belgelenmiş ya da varsayımsal köküne adım adım yaklaşılır. XX. yy.'ın başında, yenidilbilgicilerin ge­ leneği doğrultusunda kökeni sesçil yasa­ lara dayanarak bulmak isteyenlerle (G. Paris) köken araştırmasına anlambilimi katmak isteyenler (Gillidron, Schuchardt) arasında ateşli bir tartışma başladı. Biçim­ lerin ve anlamların, kullanım değişimleri­ nin, dönüşümlerin toplumruhbilimsel ne­ denlerinin (tabular, köken yakıştırma olgu­ ları) belirlenmesi kökenbilimin alanına gi­ rer. Bu durumda, sözcüğü, dilin bir par­ çası olduğu sürece, yalıtılmış bir biçimde değil, girebileceği tüm bağıntı dizgeleri içinde (türev ve anlam alanları, kullanımın coğrafi yayılımı, vb.) ele alma gereği var­ dır.



7036



Osman Koksal



K Ö K E N B İL İM C İ a. Kökenbilimle uğra­ şan dilbilimci. (Eşanl. ETİMOLOJİSİ) K Ö K E N B İL İM S E L sıf. Kökenbilimle il­ gili. (Eşanl. ETİMOLOJİK.) K Ö K E N C İ - GÖĞENCİ. K Ö K E N L İ sıf. 1. Yer ya da topluluk adı + kökenli, soyu belirtilen ülkeye, bölgeye dayanan, o ulusun, topluluğun halkından olan kimse; kaynağı, çıkışı o yer, o toplu­ luk olan şey için kullanılır; menşeli: Rus kökenli bir aile. Ada kökenliler. Avrupa kö­ kenli sözcükler. Afrika kökenli bir müzik. Çin kökenli b ir kumaş. —2. Yörs. Kökeni olan bitki için kullanılır. K Ö K E N S E L sıf. Kökenle ilgili. K Ö K E R T M E K g. f. Yörs. 1. Ağacı ya da bitkiyi kökünden sökmek. —2. Fide, seb­ ze ya da asma çubuğunun ufaklarını kö­ küyle çıkararak başka tarafa dikmek. K Ö K İÇ İ a. Arit. -» KÖKALTI. K Ö K K IR M IZ I a. KÖKBOYASI'nın eşan­ lamlısı.



K Ö K K U R D U a. Böcbil. Danaburnu"na bazen verilen ad. K Ö K K Ü R E a. Pedol. Toprakta bulunan mikroorganizmaların bitki kökleri yakınla­ rında toplu olarak bulunduğu kuşak ve geniş anlamda, mineral ortamla (litosfer) canlı ortam (biyosfer) arasında bulunan ve canlı organizma bakımından zenginleş­ miş (kökler, mikroflor, mikrodirey) dokanak kuşağı. (Kökkürenin biçimi türlere göre değişir: geniş olabilir ya da çok derine ör­ neğin yonca için 20 m’ye inebilir.) K Ö K LE M E a. Köklemek eylemi. —Mobc. Bir koltuğu, minderi vb. kıtıkla doldurarak içteki tabakayı teyel ya da düğ­ melerle tutturma işlemi. —Ormanc. Sürmek ya da tarla haline ge­ tirmek için, ormanla kaplı , bir alandaki ağaçları ve çotukları söküp çıkarmak.



Özcan K öin*l



K Ö K L E M E K g. f. 1. Bir ağacı, bir bitki­ yi köklemek, onu kökleriyle birlikte yerden sökmek, söküp çıkarmak. —2. Bir topra­ ğı köklemek, o yeri bitki köklerinden te­ mizlemek. —3. Minder, şilte vb. şeylerin iki yüzünü yer yer dikişlerle tutturmak. —4. İnce saç örgülerinden birkaçını bir araya getirerek yeniden örmek. —5. Arg. Motorlu bir aracın gaz pedalına sonuna kadar basmak. K Ö K LE N D İR M E a. Köklendirmek eyle­ mi. —Bağc. Köklendirme kabı, fidanlıkta aşı­ lı fidanların dikildiği teneke ya da plastik kap. K Ö K L E N D İR M E K -



KÖKLENMEK.



K Ö K LE N M E a. Köklenmek eylemi. —Ağ. yet. Aşı yerinden köklenme, aşılı ağacın aşı yerinden kökler salması. (Bk. ansikl. böl.) —Bot. Gövdeden köklenme, bitkinin sap­ tan kök sürmesi. —ANSİKL. Ağ. yet. Aşı yeri toprağa gömül­ düğü zaman ağaç bu noktada aşıanacınınkinden daha güçlü kökler çıkarır. Bu kökler ağaca zararlı olabilir. Ama bazen aşılı ağaca daha fazla güç sağlamak ve aşıanacının yetersizliklerini gidermek amacıyla yapay olarak aşı yerinden kök­ lenme yaptırılır. K Ö K L E N M E K gçz. f. Kök salmak, kök­ leşmek. ♦ köklendirm ek ettirg. f. 1. Kök verme­ sini sağlamak. —2. Bir fidanın aşı yerinin köklenmesi için onu toprağa gömmek. K Ö K L E Ş İM a. Fizs. kim. Klor molekülü­ nün ayrışmasında olduğu gibi (Cl2 2CI), ortak değerlikli bir bağın, aynı yük­ te ve tek sayıda elektron taşıyan iki par­ çacığın (serbest kökler) oluşumu sonucu bakışımlı olarak kopması. (Kökleşimler, özellikle kutuplu olmayan gaz ya da sıvı evrede gözlenir.) K Ö K LE Ş İM S E L sıf. Fizs. kim. Kökleşim sonucu oluşan bir şey için kullanılır. (Klo­ run gaz evrede ayrışması, kökleşimsel bir tepkimedir.) [Eşanl. KÖKSEL.] K Ö K LE Ş M E a. Kökleşmek eylemi. —Ormanc. ve Tarım. Bitki köklerinin ula­ şabildikleri toprak kütlesi içindeki dağılışı ve konumu. (Bk. ansikl. böl.) —Yerbil. Bir bindirme tektoniği biriminin kendi temeliyle birleşmesi. —ANSİKL. Ormanc. Kökleşme kimi ağaç­ larda kazıkkök, kimi ağaçlarda saçakkök biçiminde, kimisinde de ikisi arasıdır. Kazıkkök meşe, kestane, dişbudak, akçaağaç, ıhlamur ve armutta olduğu gibi top­ rakta oldukça derinlere giden bir ana kök­ ten oluşur; saçakkök gürgen, kayın ve huş ağaçlarında olduğu gibi toprağın yüzey­ sel kısımlarında gelişen çok sayıda yan köklerden oluşur; bir de kızılağaçta oldu­ ğu gibi, konik kök vardır; bu çeşit kök de derine gider, ama kazıkkök değildir. —Tarım. Kökleşme, bitkinin türüne, topra­ ğın yapısına, hazırlanmasına ve değişik tabakalardaki su miktarına bağlıdır. Kök­ leşme derinliği, kök bolluğu ve dallanma­ sı, bunların yönelmeleri ve dalma güçleri her bitki türünde kendine özgüdür Engel­ ler (taş, kesek, sığ sürme, boşluklar, vb.) dalmayı güçleştirir ve değiştirir. Toprağın işlenmesi, olabildiğince hızlı ve etkili bir kökleşmeye uygun olmalı, yani kökler için en geniş toprak hacmini sağlamalıdır. K Ö K L E Ş M E K gçz. f. 1. Kök salmak, köklenmek. —2. Bir şey (soyut) sözkonusuysa, güçlü bir biçimde yerleşmek, kök salmak: Kökleşmiş b ir alışkanlık. Kökleş­ miş bir sistem. ♦ kökleştirm ek ettirg. f. Kökleşmesini sağlamak. K Ö K LE Ş T İR M E a. Kökleştirmek eyle­ mi. K Ö K L E Ş T İR M E K -> KÖKLEŞMEK. K Ö K L Ü sıf. 1. Kökü olan şey için kulla­ nılır: Yerlerinden sökülmüş köklü fidanları birkaç gün daha bekletirseniz kurumalanna neden olursunuz. —2. Kökleşmiş, iyi­ ce yerleşmiş, sağlam temellere dayanan şey için kullanılır: En köklü inançları bile sarsacak bir etki yaratmak. Köklü b ir ge­ lenek. —3. Eskiden beri bilinen ve iyi ta­ nınan, soylu: Köklü bir aile. —Folk. Köklü ebe, sürekli olarak bir aile­ nin ebeliğini yapan ve ailenin yakınların­ dan sayılan ebe. (Doğumların evde yapıl­ dığı dönemlerde her ailenin bir ebesi olur, yaşlanıp çalışamaz duruma gelmedikçe ya da ölmedikçe değiştirilmezdi. Bu ka­ dınlar aile bireylerinden saygı görür, aile­ nin yakınlarından biri olarak kabul edilir­ di.)



K ö k lü c e



h id r o e le k t r ik



s a n tr a lı,



Tokat ilinde 1988 yılında kurulmuş olan nehir ve kanal tipinde hidroelektrik sant­ ralı. Kurulu gücü 90 MW olan santralın, yıllık brüt elektrik enerjisi üretimi 560 mil­ yon kVVsa'tir.



K O K M E R C A N LA R a. Bütün ılıman ve tropikal denizlerde yaygın olanak bulunan Acalephae öbeğinden büyük medüzler alttakımı. (Bil. a. Rhizostomeae; gerçekmedüzler takımı.) —ANSİKL. Kökmercanlar mikrofaj medüz­ lerdir; ağızlan, hem emmeç hem de ga­ metleri boşaltma yolu görevi yapan çok sayıda su giriş kanalına ayrılır. Mezoglea'da birçok kas telciği ve çok gelişmiş olan örtenek epitelyumunun dibinde bir sinir ağı vardır. Gelişme, tutunan bir larvadan (skifistoma) başlayarak gerçekleşir; skifistomanın distal bölümü, daha sonra tıka­ nan bir ağızla donanan bir dizi küçük me­ düze bölünür. KÖKNAR -



GÛKNAR.



K Ö K N A R (Sait). türk tiyatro ve sinema oyuncusu (İstanbul 1901 - ay. y. 1944). Ön­ ce bazı tuluat topluluklarında, Naşit'in yö­ netimindeki Şark tiyatrosu'nda çalıştı; ken­ di kurduğu bir toplulukla turneler yaptı. 1929'da İstanbul Şehir tiyatrosu’na girdi; burada Kafatası, Üvey baba, Macbeth, Büyük şehir vb. oyunlarda sahneye çıktı. Sahne çalışmalarının yanı sıra filmlerde de oynayan sanatçı, Kaçakçılar filminin çeki­ mi sırasında (1932) geçirdiği bir kaza so­ nucu yüzünden yaralandı ve uzun süre sahneye çıkamadı. Milyon avcıları, Bataklı damın kızı, Kıvırcık paşa, Nasrettin Hoca düğünde vb. filmlerde rol aldı. K Ö K N A R B A K IR K A R G A S I a. Zool. KÖKNAR KARGASI’ nın eşanlamlısı. K Ö K N A R B A Ş T A N K A R A S I a Zool İSKETE’nin eşanlamlısı. K Ö K N A R K A R G A S I a. Zool. Kuzey ya rıküre’nin soğuk bölgelerinde yaşayan karga. (Yaklaşık olarak güvercin iriliğinde, kahverengi tüylü, sağlam gagalıdır. Genel­ likle yerli kuştur Tohumlar böcekler, omur­ gasızlar, kuş yavruları, yumurta, böcekler ve meyvelerle beslenir. Bil. a. Nucifraga caryocatactes; kargagiller familyası; uzun­ luğu 30 cm.) [Eşanl. KÖKNAR BAKIR KAR­ GASI.]



‘K Ö K N E L (Özcan), türk hekim (İstanbul 1928). İstanbul Tıp fakültesi’ni bitirdi (1951); uzmanlık alanıyla (psikiyatri) ilgili çalışmalarını İsviçre ve İtalya’da sürdürdü (1959-1963). Psikoz ve psikonevroz vaka­ larında koku sinirinin elektro-stimülasyonu adlı teziyle doçent (1963), 1969'da profe­ sör oldu. Aynı tarihte Societö royale de l'hygiöne mentale de Belgique onur üye­ liğine de seçilen Köknel, Türk toplumunda bugünün gençliği adlı çalışmasıyla TRT ödülü'nü (1971), Cumhuriyet gençli­ ğ i ve sorunları adlı yapıtıyla Yunus Nadi ödülü'nü (1979), Esrar bağımlılığı adlı ça­ lışmasıyla Sedat Simavi vakfı sağlık bilim­ leri ödülü'nü (1983) aidi. İÜ Tıp fakültesi psikiyatri anabilim dalı başkanı oldu (1990). Başlıca yapıtları: Psikiyatri'de ilaç­ la tedavi (1964), Klinik psikofarmakoloji (1982), Kaygıdan mutluluğa kişilik (1982), Alkolden eroine kişilikten kaçış (1983), insanı anlamak (1986), Zorlanan insan (1987), Depresyon (1988), Korkular (1989) , Dolu dolu yaşamak ( 1991 ). K Ö K P IN A R (Abdullah), türk atlet (Niğ­ de 1927). Gazi eğitim enstitüsü’nü bitirdi (1954). 3 000 ve 4 000 m'de Dünya ordulararası atletizm yarışlarında dört kez bi­ rinci oldu. Atletizmi bıraktıktan sonra an­ trenörlüğe başladı (1960). Bir süre Beden terbiyesi genel müdür yardımcılığında bu­ lundu. K Ö K Ö A K IZ a Taraxacum cinsinden, lateksli, çokyıllık otsu bitki. (Bileşikgiller familyası.) -ANSİKL. Köksakız bitkisi (Taraxacum koksaghyz) Orta Asya'nın çoğu yerinde,



köle 2 000-3 000 m yükseltilerde kendiliğinden yetişir. Eczacılıkta kullanılan taraxacum oflicinale, yani karahindiba ile büyük ben­ zerlik gösterir, ama kauçuğu yapraklarda üretmesiyle ondan ayrılır. Lateks, köklerin çevresindeki damarlarda birikir. Köksakız tarımı ijk kez Rusya’da yapılmıştır (1932). Lateksin çıkartılması kökleri küçük parça­ cıklara'ayırma ile başlar; parçalar suya bastırılır ve lateks sulu eriyik halinde biri­ kir. Bu feriyik sonradan yoğunlaştırılır. Köksakızdşn elde edilen saf kauçuğun formü­ lü C5He'dir, yani kimyasal olarak heveadan elde edilen esas kauçuğa benzer. K Ö K S A L (Osman). türk asker ve siya­ set adamı (Selanik 1918 - Ankara 1982). Askeri ğkullarda okudu; teğmen rütbesiy­ le orduya katıldı (1938). İstanbul Topçu okulu'nu bitirdi 0941), Kore savaşlarına katıldı ' (1952-1953). Yurda dönüşünde Harp akademisi'ni bitirerek kurmay subay oldu. Sezai Okan ve Talat Aydemirle bir­ likte oıöu içinde bir ihtilal örgütü kürdü (1956).;Albaylığa yükseldiğinde Kara kuv­ , vetleri kurmay şubesi müdürlüğü (1959), Cumhurbaşkanlığı muhafız alayı komu­ tanlığı (1959-1961) yaptı. 27 Mayıs 1960 devrimi'ni gerçekleştiren ve Milli birlik ko­ mitesi 4dını alan ihtilâl örgütünün 38 üyesinden^biri oldu. Muhafız alayı komutanlı­ ğının yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı genel şekreterliğini de üstlendi (1960-1961). 1961 Anayasası ile oluşturulan ikinci Cum­ huriyetin TBMM’sinde tabii senatör ola­ rak görev aldı (1961). Eski ihtilal arkadaş­ larından kur. alb. Talat Aydemir'in 22 şu­ bat 1962 ve 21 mayıs 1963 ayaklanma gi­ rişimlerine karşı çıktı. Tabii senatörlükten istifa etti (1964); iki ay sonra Cumhurbaş­ kanı Cemal Gürsel tarafından kontenjan senatörlüğüne atandı (1964-1973). 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra, Cemal Madanoğlu, Doğan Avcıoğlu, ilhan Sel­ çuk, ilhami Soysalla cunta kurmak savıyla dokunulmazlığı kaldırılmak istendi, bu is­ tek Senato'ca reddedildi, arkadaşları da yapılan duruşma sonunda aklandılar. Bir süre Turizm bakanlığı'nda danışman ola­ rak çalıştı, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oğlunun tutuklanması üzerine ge­ çirdiği bir kalp krizi sonucu öldü (1982). İlerde yayımlanmak üzere kaleme aldığı anıları Çalınıp yok edildi; ancak bazı not­ ları ve mektupları inkılap mektupları (1987) adıyla Uğur Mumcu tarafından ya­ yımlandı. K Ö K S A L (Kemal), türk atlet (İstanbul 1923 Zonguldak 1984). Cirit atmaya, öğrenim gördüğü İstanbul Erkek lisesi'nde başladı. Kısa sürede milli takıma girdi. Atina'daki Balkan oyunları'nda 60.04 m'lik bir derece elde ederek ciritte 60 m'yi geçen ilk türk atlet oldu (1943). K Ö K S A L (Neriman), asıl adı Hatice K ökçü, sinema oyuncusu (İstanbul, 1929). 1949'da Çete filmiyle sinema oyun­ culuğuna başladı. Uzun bir süre türk si­ nemasının tek vamp kadını oldu ve ço­ ğunlukla kötü kadını oynadı. Fosforlu Çev­ riye tipini yaratmasıyla ün kazandı. Başlı­ ca filmleri: Çete, Cingöz Recai, iki ateş arasında, İstanbul canavarı. Erkek Fatma, Fosforlu Çevriye, Şahane kadın, Çalıkuşu, Kızım duymasın K Ö K S A L (Ülker), türk oyun yazarı (An­ kara 1931). Siyasal bilgiler fakültesi mali­ ye bölümü'nü, Türkiye ve ortadoğu am­ me idaresi enstitüsünü bitirdi, iki yıl Fran­ sa'da yüksek idarecilik okulu'nda öğrenim gördü. TRT'de program ve planlama uz­ manı, Kültür bakanlığı'nda danışman ola­ rak çalıştı. Sacide (1972), Yollar tükendi (1973), Besleme (1979, Ankara Sanatsevenler derneği en iyi yazar ödülü), Âdem' in kaburga kemiği (1979, iş bankası oyun yarışması üçüncülük ödülü), Uzaklar (1984, Enka vakfı bilim ve sanat yarışma­ sı üçüncülük ödülü; 1986 ismet Küntay ve Ankara Sanat kurumu ödülleri) gibi oyun­ ları Devlet ve İstanbul şehir tiyatrolarıyla özel tiyatrolarda sahnelendi. Çocuk (Yarı­



nı akıl yapar, Dağ denize kavuştu, Barış gezegeni vb.), radyo (Sıfıra bir var, Binbir çiçek kolonya fabrikası vb.), televizyon (Tata'nın mektubu. Tutsak neşe vb.) oyunları yazdı. Genellikle günlük yaşamdan aldı­ ğı konularında gerçekçi ve eleştirel bir yol izledi; neden-sonuç ilişkilerini belirtmeye de önem verdi. ■ K Ö K S A P a fe o t. Toprağın içinde hemen hemen yatay bulunan ve her yıl yeni kök ve sap süren çokyıllık yeraltı gövdesi. (Köksapların üzerinde çoğunlukla geçmiş yıllara ait sapların izine rastlanır.) [Eşanl. RİZOM]



K Ö K S A P U sıf. Bot. inciçiçeği ya da eğ­ relti gibi çokyıllık köksapı bulunan ve her yıl bunlardan yeni otsu sap ve yaprak sü­ ren bitkiye denir.



ğaltılmasına yarayabilir ye bu yolla ağaç­ lar hızla büyütülüp çoğaltılabilir (yalancı akasya gibi); ama bu sürgünler çıktıkları ağacı zayıflatabilir; bu yüzden köksürgün­ leri çoğu zaman kesilip yok edilir.



7037



K Ö K S Ü Z sıf. 1. Kökü olmayan, kökün­ den ayrılmış. — 2. Sağlam bir temeli, da­ yanağı ya da gerçekliği olmayan; asılsız: Köksüz bilgiler. —3. (Bir yerde) kendini köksüz hissetmek, (orada) yabancı oldu­ ğu duygusuna kapılmak. K Ö K S Ü Z L Ü K a. Köksüz olma dürümu. K Ö K T E N sıf, 1. Bir şeyin derinine, teme­ line inen, yüzeyde kalmayan; köklü, radi­ kal: Kökten bir değişiklik. Kökten bir çö­ züm. — 2 . Kökten bozuk, temeli, esası, mayası kötü (arg.). || Kökten sürme, mes­ lekten ye)işme olan; soydan gelen bir özelliği olan.



K Ö K S E L a Kökle ilgili. —Kim. Serbest köklerin katıldığı bir tep­ a K Ö K T E N (İsmail Kılıç), türk arkeolog kime için kullanılır. (Eşanl. KÖKLEŞİMSEL.) (Ünye 1904 - Ankara 1974). Ankara Üni­ [Bk. ansikl. böl.] versitesi dil ve tarih coğrafya fakültesi ant­ —Polim. Yayılan, üreyen bileşiğin serbest ropoloji enstitüsü'nü bitirdi (1940), aynı bir kök olduğu bir polimerleşme için ku!-: enstitüde görev aldı, 1956’da profesör ol­ -lanılır. du. Ş. A. Kansu'nun Etiyokuşu kazılarına —ANSİKL. Kim. Köksel tepkimeler, yalnız­ katıldı (1939), N. Ûzgüç ve T. Özgüç'le ca köklerin aktarıldığı zincirleme tepkime­ Samsun yöresinde tarihöncesi araştırma­ le r ile köklerin yanı sıra elektronların da ları yaptı (1940), Fındıcak vadisinde Yontaktarıldığı iyonsal tepkimeler olmak üze­ mataş döneminden mağaralar ve kaya sı­ re iki büyük gruba ayrılır. Dört tür köksel ğınakları saptadı, Dündartepe'yi kazdı tepkime vardır: (1940-1941). Kars (1941), Gaziantep (1946) 1. Köksel katılmalar: hidrojen bromürün ve Tokat'ta (1947) gerçekleştirdiği yüzey peroksitler eşliğinde izobutene katılması araştırmalarında önemli tarihöncesi bul­ (zincirleme tepkime) gular saptadı. 1946'da Antalya'da Karain’ mağarası'nı buldu, bu yörede yeni mağa­ (CH3)2C =C H 2 + HBr (C H jljC H —CH2Br ralar belirledi (Kızılin, Sırtlanini, Çarkini, ya da asetonun sodyumla izopropanola Öküzini). İstanbul’da Küçükçekmece ve indirgenmesi (iyonsal tepkime) Yarımburgaz mağarası kazılarına katıldı (1964-1965). Keban baraj gölü alanında (CH3)2C = 0 + 2 N a + 2 H 20 yüzey araştırmaları yaptı (1969-1972), Ka- (CH3)2C H O H +2NaOH rataş, Kale, Küllününini kaya sığınaklarını kazdı. Yaşamı boyunca dört binden fazla köksel katılmalara birer örnektir. mağarada gerçekleştirdiği araştırmalarla 2. Köksel elemeler: aldehitlerden karbo­ Anadolu'nun Tarihöncesi döneminin ay­ nil giderme (zincirleme tepkime) köksel bir dınlatılmasında önemli katkıları oldu. elemedir: Önemli araştırmaları: "Samsun vilayeti o: R C H = 0 - X® - R C = 0 - HX prehistorik araştırmaları" (Ülkü dergisi, a XVII, 1941); "Kars'ın tarihöncesi hakkın­ G da ilk kısa rapor” (Türk tarih kurumu bel­ R C = 0 - > R3 + CO leteni, a IX, 1943); "Anadolu'da prehisto­ o rik yerleşme yerlerinin dağılışı üzerine bir R ° - R C H = 0 - RH -r R C = 0 . vb. araştırma" (Dil tarih coğrafya fakültesi der­ 3. Köksel ornatmalar: metanın klorlanması gisi, s. X/3-4, 1952); “Antalya'da Karain (zincirleme tepkime) mağarasında yapılan prehistorya araştır­ malarına toplu bir bakış” (Türk tarih ku­ C H „+C I2 - CHjCI+HCI rumu belleteni-, s. XIX, 1955); Karain kıla­ ya da metillityumun oluşması (iyonsal tep­ vuzu (1967). kime) K Ö K T E N C İ sıf. ve a. RADİKAL’in eşan­



suisende köksaplar



lamlısı.



birer köksel ornatmadır. 4, Köksel yeniden' düzenlemeler: aşağı­ da görüldüğü gibi hipokloritin bozunması bu tür tepkimelere iyi bir örnektir (zin­ cirleme tepkime):



K Ö K T E N C İL İK a. RADİKALİZM'in eşan­ lamlısı.



K Ö K T E N Ç İÇ E K L İ sıf. Bot. Çiçekleri köksaptan ya da kök yakınından çıkan bit­ ki türlerine denir. K Ö K T E Ş sıf. Dilbil. Kökleri aynı olan, ay­ nı kökten gelen değişik yapı ve görevde­ ki sözcükler için kullanılır: "Yapı, yapım, yapılış" kökteş sözcüklerdir. KÖ KTÜRKÇE -



GÖKTÜRKÇE.



K Ö K S Ü a. Bot. 1. Emici kıllar gibi bir kö­ ke bağlı olmayan, ama hemen hemen ay­ nı görevi yapan ve tutunucu ve bazen emici olabilen kıl gibi uzun hücre. (Bu çe­ şit köksülere yosunların protonemasında, ciğeryosunlarının fallarında, eğreltiotlarının önçiminde, suyosunlarının birçoğun­ da ve bazı epifit bitkilerde rastlanır.) —2 . Bazı likenlerde talin desteğe tutunmasını sağlayan bir çeşit küçük kök. (Bu köksülerin emicilik işlevi tartışmalıdır) —3. Man­ tarlarda, paralel doğrultulu, dışa doğru kalınlaşmış çeperli, sıkışık miselyum iplik­ çiklerinin bir araya gelmesinden oluşan ve bu yüzden kök görünümünde olan güç­ lü kordon.



KÖ LÇ E R a. Yörs. Buğdayda görülen ve tanelere zarar veren bir hastalık.



K Ö K S Ü R G Ü N Ü a. Bot. Bir ağacın ya da çalının dibinden ya da kökteki ek to­ murcuktan çıkan sürgün. —ANSİKL. Köksürgünleri bir bitkinin ço­ .



KÖ LE a. 1. Kökeni itibariyle, özgür olma­ yan bir toplum sınıfından gelen, satılıp alı­ nabilen, iktisadi bir araç olarak görülen ve bir efendiye bağımlı olan kişi. (Bk. ansikl.



KÖ KTÜRKLER -



GÛKTÜRKLER.



K Ö K Y İY E N sıf. Köklerle beslenen hay­ van için kullanılır.



K Ö L C S E Y (Ferenc), macar şair ve siya­ set adamı (Szödemeter 1790 - Cseke 1838). Macar ulusal marşının sözlerini yazdı (1823). Soyut bir hüzünle idealist bir şiir kaleme aldı (S^abadsâg, 1825). 1826'dan başlayarak Elet öş irodalom (Ya­ şam ve edebiyat) dergisini yönetti. Kazinczy hareketinin başlıca temsilcisidir. 1832-1836 arasında Diyet’te yer aldı.



İsmail Kılıç Kökten



köle 7038



Lauros-Giraudon



Michelangelo’nun kölelerinden biri mermer, 1513-14 L o m müzesi, Paris



böl. ikonogr.) — 2. Keyfi, totaliter, müste­ bit bir güce boyun eğen kişi: Siyasal ra­ kiplerine köle muamelesi yapmak. —3. Birinin keyfi isteklerine gözü kapalı boyun eğen kişi; kul: Birinin kölesi ya da kulu ol­ mayı reddetmek. —4. Duyduğu aşk yü­ zünden, kendini bütünüyle sevdiği kişinin iradesine bırakan; oyuncak: Bir kadının kölesi olmak. —5. Aşırı önem verdiği bir şeyin peşini bırakamayan, o şey sözkonu­ su olduğunda özgürce davranamayan, kendini tutamayan kişi; esir: Paraya, uyuş­ turucuya köle olanlar. —isi. huk. Özgürlüğünü yitirmiş, alım sa­ tıma ve mirasa konu olabilecek bir mal durumuna gelmiş kişi. ♦ sıf. 1. Köleliği kabul etmiş bir toplulu­ ğa denir: Köle bir halk. —2. Bütünüyle bir şeyin egemenliği altında olan kişiye de­ nir: Önyargılarının kölesi olmak. Ev işleri­ nin kölesi olmak. —ANSİKL. ikonogr. Antik heykel sanatın­ da, köle durumuna düşen akıncı kavim görüntüleri oldukça çoktur: Chalon-sur -Saöne’da etyopyalı köle (Bibliothâque.nationale, Paris), akıncı tutsaklar (Louvre), Traianus’un yaptırdığı yapılardan Vatikan’a getirilen köle başları #ya da büstleri. Julius ll’nin mezarını süsleyen ünlü mer­ mer Köleler* yapıtının heykelcisi çlan Michelangelo’dan sonra gelen modern sa-, natçılar anmaya yönelik büyük heykel gruplarında sık sık kölelere de yer verdi­ ler. Ortak konuları silah trophaeumları ve savaşları gösteren alçakkabartmalardı; dört köleli grttplar şu anıtları süslüyordu ya da bazıları bugün de süslemektedir: Pont-Neuf'te, Francfcıeville’in yaptığı Henri IV anıtı (bugün Louvre’da), Victoires ala­ nında, Desjardins’in yaptığı LouisXIV anıtı (bugün invalides'de), Palermo'da Philippe V anıtı. Versailles’ın Savaş salonu’nda ve korudaki heykeller arasında Coyzevox’un köleleri konu alan yapıtları vardır. XVI. ve XVII. yy.’larda süsleme resminde resimli madalyonları kornişlerden ayıran ignudi' de kölelere sıkça rastlanır (Sistina, Farnese galerisi). •—isi. Cahiliye* devrinde, Batı Arabistan' da kölelerin çoğu, kara derili Flabeşler’ di. Beyaz köleler ise, arap ticaret kervan­ ları tarafından sağlanıyordu. Arap olma­ yan bu kölelerin yanı sıra arap kabilele­ rinden alınmış köleler de vardı. Kölelerin bir ev eşyası gibi alınıp satılmaları, türlü hakaret ve işkencelere uğramaları uzun yıllar sürdü. Tek tanrılı dinlerin doğuşuyla kölelerin sayısı önemli ölçüde azaldıysa da kölelik büsbütün ortadan kalkmadı. Ya­ hudilik ve hıristiyanlıkta olduğu gibi müslümanlıkta da kölelik kurumu korunmak­ la birlikte kölelere birtakım haklar tanındı; bunların tam özgür olmalarını sağlayacak yollar bulundu. Müslümanlıkta köleye öz­ gürlüğünü kazandırmanın, ona iyi davran­ manın sevap olduğu gerek Kuran’da (II, 177) gerekse hadislerde belirtilir. K Ö LE C İ a. Böcbil. Köle edinmek için başka türlerin yuvalarını talan eden bazı karınca topluluklarının durumu. ♦ sıf. Köleci karınca, Polyergus cinsin­ den karıncalara verilen genel ad. K Ö L E L E R ya da T U T S A K L A R , Mi chelangelo'nun yaptığı mermer heykeller. Julius ll’nin mezarının alt bölümünü süs­ lemek için gerçekleştirilen bu heykeller, papanın ölümüyle çaresiz kalan Yüce Sa­ natlar' ı simgelerler. Floransa Güzel sanat­ lar akademisi'nde bulunan dört köle, 1531-32 yıllarına aittir (bunlar yalnızca ka­ baca biçimlendirilmiştir). 1513-1516 yılla­ rında-yapılmış iki köle ise, ifade ve üslüp açısından birer başyapıttır Sanatçı tarafın­ dan önce Floberto Strozzi’ye verilmiş olan bu iki heykel, daha sonra sırasıyla, François I, connötable Anne de Montmorency ve kardinal Richelieu'nün koleksiyonları­ na, 1794'te de Louvre'a girmiştir. K Ö L E L E R k ıy ıs ı, Afrika'nın Dahomey (günümüzde Benin) kıyılarını ve Nijerya' nın batı bölgelerindeki kıyıları içine alan



Gine körfezi kıyılarına eskiden verilen ad. K Ö LE LE Ş M E a. Köleleşmek eylemi. K Ö LE LE Ş M E K gçz. f. Köle durumuna gelmek: Köleleşmiş bir toplum. ♦ köleleştirm ek g. f. 1. Bir halkı bir top­ luluğu köleleştirmek, onları köle durumu­ na getirmek ya da kesin bir bağımlılık al­ tına almak, boyun eğdirmek: Yenilmiş ulusları köleleştirmek. —2. Bir kimseyi, bir şeyi köleleştirmek, egemenliği altına al­ mak, kendi çıkarlarına sıkıca bağımlı ha­ le getirmek: Sansür basını adeta köleleş­ tiriyor. K Ö LE LE Ş TİR M E a. 1. Köleleştirmek eylemi. —2. Bir etninin, bir halkın, bir ulu­ sun, bir devletin, yabancı bir toplumsal grubun tümüne ya da bir bölümüne, bel­ li bir ekonomik ve siyasal rejimi zorla ka­ bul ettirerek bu toplumsal grup üyelerin­ den çoğunun özgürlüğünü elinden alma­ sı, bunları topluca sürgüne yollaması ve çoğu kez yalnızca barınak ve yiyecek ve­ rerek karşılığında bazı ekonomik işlevleri yerine getirmekle yükümlü kılması. ■ —ANSİKL. Fels. Köleleştirme hakkı soru­ nu, XVIII. yy.'a kadar siyasal felsefede ön planda bir rol oynadı. Aristoteles’in, Polif/te’sında, kölelerin doğal olacak mı, yok­ sa anlaşma yoluyla mı köle oldükları ko­ nusunda ortaya attığı soruya, doğal hu­ kuk kuramcıları, “ anlaşma yoluyla" diye cevap verdiler. Efendiyle köle arasındaki ilişkinin meşruluğu, kölenin örtük ya da zorla alınmış rızasına dayanır. Bu "baş eğ­ me antlaşması"nın tam anlamıyla incelen­ mesine verilen önem, bir kölenin kendisF ne bir efendi seçmesinin, aslında, bir hal­ kın hükümdar seçmesinden pek farklı ol­ madığı konusunda daha sonra yaygınla­ şan görüşten kaynaklanır: “ Flerkes birey olarak dilediği bir kimsenin kölesi olmak­ ta serbesttir [...]; öyleyse, ne diye özgür bir halk, kendini yönetme hakkını tümüy­ le, kendine hiçbir şey bırakmayacak bi­ çimde bir ya da birden fazla kişiye devre­ derek onlara baş eğmesin?" (Grotius, De jure belli ac pacis [Savaş ve barış huku­ ku], 1, 3, 8). Başta Rousseau olmak üze­ re, demokrat düşünürler bu görüşün üze­ rinde önemle durarak onun iki açıdan yanlış olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. On­ lara göre, böyle bir antlaşma, önce aslan payına dayanan bir anlaşmadır ve böyle olduğu için de geçersizdir. Sonra da, bir insan topluluğunun halk haline gelmesi­ ni sağlayan gerçek toplum sözleşmesiy­ le, bir halkın bir hükümdarı başına getir­ mesi eylemini birbirine karıştırmamak ge­ rekir: "B ir insanın kendini karşılıksız ola­ rak teslim ettiğini söylemek, saçma ve ak­ la sığmaz bir şeydir. Böyle bir davranış meşru olamayacağı gibi geçersizdir de. Çünkü bunu yapan kimsenin sağduyusu yok demektir. Aynı şeyi bütün bir halk için söylemekse, delilerden oluşan bir halk dü­ şünmek demektir; delilikse, hiçbir hak kazandırmaz" (Toplum sözleşmesi [Contrat social], 1, 4). K Ö L E LE Ş T İR M E K



• KÖLELEŞMEK.



K Ö LE LİK a. 1. Köle olma durumu ya da süresi; tutsaklık, esaret, esirlik: Kölelikten kurtuluş. Kölelikle geçen uzun yıllar. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir kimseye ya da bir şe­ ye bağımlılık; tutsaklık boyutlarına varan bir ilgi, tutku, vb; esaret: Uyuşturucu kö­ leliği. Onunki hayranlık değil kölelik. Ba­ şarı ve para hırsı onda köleliğe dönüş­ müştü. —Fels. Ffegel’e göre, bir “ ölüm kalım mücadelesi" sonunda, başkasına boyun eğerek hayatta kalmayı seçen bilincin du­ rumu. (Bu tamamen geçici bir bilinç du­ rumudur: gerçekten de, "efendilik, kendi özünün, olmak istediği şeyin tam tersi ol­ duğunu ortaya koyduğu gibi, -kölelik de [alın, Knechtkraft] tam olarak gerçekleş­ tiğinde dolaysız varlığının tam tersi bir du­ rum alır; kendi içinde bastırılmış bilinç ola­ rak gelişir ve bir tersyüz oluşla gerçek ba­



ğımsızlığa dönüşür” (Tinin görüngübilimi [Phânomenologie des Geistes], “ Kendi­ nin bilinci"). —ANSİKL. Tar. Firavunlar dönemi Mısır'ın­ da köleler, kral ve ailesinin, tapınakların ve devletin ileri gelenlerinin sahip oldukları küçük bir topluluk oluşturuyorlardı (ma­ denciler, paralı askerler; tercümanlar, ma­ likâne yöneticileri vb.). Buna karşılık, bi­ rinci Babil krallığı'nda damgalanan, alı­ nan ve satılan (Hammurabi döneminde bir eşek değeriyle) köle, taşınır bir mal ola­ rak görülüyor ve gerektiğinde bir arınma töreninden sonra azat edilebiliyordu. Me­ zopotamya’da IV. binyıl’dan başlayarak görülen köleliğin kapsamına savaş tutsak­ ları, babaları tarafından satılan çocuklar ve kendi kendilerini satan yoksullar giriyor­ lardı. Savaş tutsaklan, ağır işlerde çalıştı­ rılıyorlardı. İ.Ö. V. yy.'da Yunanistan'da, Attike'deki Laurion madencileri bir yana bırakılırsa, özellikle kırsal yörelerde kölelerin sayısı, en büyük malikânelerde bile azdı. Bun-.. - lar genellikle yüksek nitelikli, sürekli -ve pek de geniş Olmayan ekin (üzüm bağı, sebze bostanı) işlerinde çalıştırılıyorlardı. Orta Yunanistan'da kölelerin varlığı tartış­ malıdır; hatta Thukydides’e göre, Peloponisöş’ta yaşayan Yunanlılar, genellikle ken­ d i işlerini kendileri görüyorlardı. Ancak İ.Û. V. yy. sonundan başlayarak ve özellikle IV. yy.'da kölelerin sayısı hızla arttı ve maden­ lerde, bayındırlık işlerinde, sanayi.ve hat­ ta tarım üretiminde köle emeği, çok geç­ meden özgür emeği bastırdı. V, yy. so­ nunda Attike'deki kırsal kölelerin sayısı 10 000 olarak hesaplanıyor, yani her öz­ gür köylüye bir köle düşüyordu. Kentsel kölelerin.sayısı daha çoktu: Pire'deki azatlı listelerine göre, İ.Ö. 340-320 arasındaki 135 azatlının' 123'u kentsel köleydi ve V. y y Sonu için yapılan tahminler, Attike'de yaşayan toplam köle sayısının 150 000 -400 000 arasında olduğunu gösteriyor­ du. Ffellenistik dönemin'özelliği, köleliğin coğrafi yaygınlığı (Epeiros) ve kölelerin büyük mülk sahipleri elinde toplanmasıydı; küçük mülk sahipleri, köle besleyemeyecek kadar yoksuldular.. Bu dönemde azat işlemlerinin sayısında da artma görüldü; öyle ki MakedonyalI Philippos, Khaironeia'dan (İ.Ö. 338) sonra, askeri güvenlik ne­ denlerinden ötürü kölelerin azat edilme­ sini yasakladı. Kölelerin belirli ellerde tpplanması, ilk köle savaşlarına yol açtı: İ.Ö. 131 ’e doğru ve 104-100’e doğru Laurion’ da. İ.Û. 130'da Delos’ta ilk köle ayaklan­ maları patlak verdi. Delos, büyük bir alıcı durumuna gelen Batı’ya köle gönderen büyük bir pazardı (II. yy.’da burada gün. de 10 000 kölenin satıldığı ileri sürülmüş­ tür). Roma’da köle kullanımı çok erken baş­ ladıysa da (On iki levha kanunu), kölele­ rin yoğun artışına, İ.Û. III. yy.’dan başla­ yarak, asıl Roma yayılması yol açtı. Her fetihten sonra, yenilen askerler ve yenilen halklar köleleştiriliyorlardı. Bu durum önemli sonuçlar verdi, iktisadi düzeyde köle işgücü, küçük mülkiyetin dağılması­ nı ve bunun yerini, özellikle G.’de büyük malikânelerin almasını hızlandırdı. Top­ lumsal bakımdan, ayaklanma tehlikesi bü­ yüdü (136-132 ve 104-100 Sicilya ayaklan­ maları; 73 Spartacus ayaklanması). Kül­ türe! düzlemdeyse, afrikalı, asyalı ve yu­ nanlı okumuş kölelerin kalıcı bir etkisi ol­ du. Azat edileri kölelerin sayısı da, kısmen ■ stoacı kuramlar sayesinde arttı. Jöröme Garcopino, Traianus döneminde Roma' daki kölelerin sayısını 400 000 olarak tah­ min eder. Fetihlerin durmasıyla köle akı­ mı da yavaşladı; köle fiyatları arttı. Kölele­ rin sayısı Geç imparatorluk döneminde de yüksek olmakla birlikte, kırsal yöreler­ de, kolonlardan oluşan öteki toplumsal ka­ tegoriler, özellikle Doğu’da onlara yeğ tu­ tuluyorlardı. Kuşkusuz Kilise köleliği kınamadı; an­ cak, gerçekte kardeşlerden oluşan hıristiyan bir toplumun örgütlenişi kölelikle bağdaşamazdı. Köleliğin yerini, yavaş ya­



vaş kişisel ve soydan geçme bir bağımlı­ lık olan serflik* aldı. Bu biçim, artık yoğun köle satın alma olanağı vermeyen erken Ortaçağ'ın kapalı ve her şeyden önce kır­ sal iktisat çerçevesine daha uygun düşü­ yordu. Bu koşullar içinde eski latince " servus" sözcüğü, antik ‘‘köle’1anlamını yitirerek, bir dereceye kadar sınırlı yüküm­ lülüklerle toprağa ya da bir senyöre bağlı kişiyi adlandırmak üzere, seri olarak kul­ lanılmaya başlandı. Ortaçağ latincesinde sclavus sözcüğü de işte o zaman (X. yy.) ortaya çıktı. Ortaçağ’da Balkanlar'daki slav halkların, Batı'daki köle yığınların bü­ yük bölümünü sağladıklarını düşündüren slavus sözcüğünün bir başka biçimi olan bu sözcük, XIII. yy.'da köle (esclave) teri­ minin türetilmesine yol açtı. Köle olarak Angllar da getiriliyordu ve Verdun, X. yy.'a kadar ispanya'ya gönderilen Slavlar'ın de­ posu durumundaydı. Ortaçağ köleliği her şeyden önce Akdeniz çevresinde yoğun­ laşıyordu (Provence, Roussillon ve Katalonya'daki kentsel ve zanaatçı hizmetkâr­ lar, Kurtuba (Cördoba) halifesinin beyaz ve haremağası tutsakları). Berberi korsanlı­ ğı müslüman dünyaya hıristiyan köleler, çöl kervanları da Sudan’dan zenci köle­ ler sağlıyordu. Müslüman dünya da ge­ rektiğinde ispanya’ya köle sağlıyordu; kla­ sik çağda Sevilla ve Lizbon’da çok sayı­ da zenci köle vardı. Zenci ticareti, XVI. yy.'da Avrupa'da ge­ nellikle ortadan kalktı. Bununla birlikte, Amerika’nın keşfi, denizaşırı zenci ticare­ tini yeniden canlandırdı ve köleleştirilen, kırılıp geçirilen yerliler, düzenli bir ticaret konusu durumuna geldiler. Bunun üzeri­ ne, tarihin en büyük insan göçlerinden biri başladı. Afrika'da arap zenci köle tüccar­ larıyla elbirliği eden yerel hanedanların in­ san avcılığına, avrupalı tüccarların insan avcılığı eklendi: Afrika’nın batı kıyısıyla (Madeira, Asor, Cabo Verde, Gine, Utan­ da, Benguela) doğu kıyısındaki (Delagoa, Sofala, Mozambik) Portekiz sömürgeleri, özellikle Amerika yönündeki ilk ihracat merkezlerini oluşturdular. 1-3 milyon arasında köle, Amerika'ya götürüldü. Ancak bu kölelerin çalıştırıldık­ ları şekerkamışı (Brezilya Nordeste’si ve Antiller) ve pamuk (ABD’nin güneyi) plan­ tasyonlarındaki çalışma koşulları dayanı­ lır gibi değildi. Efendilerinin keyfi tutum­ ları bunların durumlarını daha da ağırlaş­ tırıyor ve birçoğu kaçıyordu (Antiller’deki kaçak zenci köleler). Bunun üzerine Colbert, “ Zenci yasası" (1685) denilen bir ka­ rarnameyle, Roma hukukuna göre zenci kölelerin medeni durumlarını belirlediyse de, onlara hiçbir siyasal ve hukuki kişilik tanımadı. Çünkü köle, alınabilen, satılabilen ve mübadele edilebilen bir eşya'ydı; ayrıca ne tanıklıkta bulunabilen, ne dava açabilen, ne de bir şeye sahip olabilen bir ehliyetsizdi, ve nihayet, medeni sorumlu­ luğu tanınmamakla birlikte, cezai sorum­ luluğu tamdı. Buna karşılık, kölelerin de Tanrı’nın kulları olduklarını kabul eden ve bazı durumlarda azat edilebilmelerini de öngören Colbert, mülk sahiplerinin keyfi davranışlarına karşı kâhyalara onları ko­ rumak yetkisini de veriyordu. Kölelik yan­ daşlarının aşırılıkları, XVIII. yy. sonunda köleliğin kaldırılması yolunda bir tepkiye yol açtı. Montaigne tarafından ileri sürü­ len eleştiriyi yeniden ele alan Montesquieu, Voitaire, Raynal, Marivaux ve Bernardin de Saint-Pierre gibi transız yazar­ lar, doğrudan doğruya kölelik ilkesine kar­ şı sert bir saldırıya geçtiler, iktisadi alan­ da Adam Smith, köle emeğinin düşük ve­ rimi üzerinde durdu (Milletlerin zenginli­ ği, 1776); daha sonra Rossi, köleliğin tek­ nik ve iktisadi gelişmeyi engellediğini gös­ terdi (Cours d'Ğconomie politique [Politik iktisat dersleri], 1839-1841). Köleliğin kaldırılması, devrim dönemin­ deki bir ilk ve başarısız girişimden sonra (Konvansiyon’un 16 pluviöse yıl II [4 şu­ bat 1794] tarihli ve 1802’de Bonaparte ta­ rafından yürürlükten kaldırılması Santo Domingo ayaklanmasına yol açan karar­



namesi), iki aşamada gerçekleşti: köle ti­ caretinin yasaklanması (İngiltere tarafın­ dan 1807, Fransa tarafından 29 mart 1815'te), ardından kölelerin özgürleştiril­ mesi (İngiltere tarafından 1833'te; Fransa tarafından, 4 mart 1848 kararnamesi’yle kararlaştırılan köleliğin kaldırılmasını ilan etmek üzere Antiller'e giden Victor Schoelcher’in girişimiyle, yeni bir kez 1848‘de). Her iki durumda da bir tazminat öngörü­ lüyor ve İngiltere, dinsel tarikatlar ve William Pitt, Castlereagh ve Canning gibi si­ yaset adamlarının etkisiyle örnek oluyor­ du; Wilberforce ile Kölecilik düşmanları derneği de bu konuda çok etkili bir rol oy­ nadı. Köleliğin kaldırılması hareketinin ön­ cüsü olan İngiltere, hem insancıl, hem de iktisadi nedenlerle (işgücü rekabeti), kö­ leliğin bütün dünyada kaldırılmasını sağ­ lamak istiyordu. Bundan ötürü Castlere­ agh, Viyana (8 şubat 1815), Aachen (1818) ve Verona (1822) kongrelerinde köle tica­ retini mahkûm ettirdi. Köleci ülkelerin karşı çıkmalarına rağmen, Fransa (1831,1833, 1841, 1845), Ispanya (1835), Portekiz (1839) ve Brezilya (1850) ile yapılan anlaş­ ma ve antlaşmalarda, köle ticaretinden vazgeçme hükümleri yer aldı ve bu hü­ kümler karşılıklı ziyaret (yerinde denetle­ me) hakkıyla yaptırıma bağlandı. Ancak, Fransa, İngiliz donanmasının büyük üs­ tünlüğü nedeniyle bu yaptırımı onaylama­ ya yanaşmadı. Köleliğin kaldırılması hareketi ABD'ye de yayıldı. Harriet Beecher-Stovve’un Tom amcanın kulübesi (1852) adlı yapıtı, ABD’ de bu harekete duyulan ilgiyi genişletti. Nihayet, iç savaşın sonunda ABD, Dani­ marka ve Hollanda’nın (1860) ardından, kölelerine özgürlük tanıdı (31 ocak 1865). Böylece, köleliği benimseyen sistem ve ideolojilerin uluslararası düzlemde mah­ kûm edilmelerine yol açılmıştı: Berlin söz­ leşmesi (26 şubat 1885); Brüksel Sömür­ ge konferansı (köleciliğe karşı 2 temmuz 1890 sözleşmesi); Milletler cemiyeti antlaşması’nın 21-23. ve 42-61. maddeleri; Saint-Germain-en-Laye sözleşmesi'nin (10 eylül 1919) 11. maddesi; Cenevre Kölelik sözleşmesi (25 eylül 1926) ve Birleşmiş milletler insan hakları evrensel bildirgesi’ nin (10 aralık 1948) 4. maddesinde bu tür­ lü sistem ye ideolojiler kınanıyordu. Kölelik, ikinci Dünya savaşı’ndan son­ ra Kızıldeniz kıyılarında sürdü. 1963'te Su­ udi Arabistan tarafından resmen kaldırıl­ dı. Afrika’da, özellikle çocuk ticareti, res­ mi yasaklama tarihinden sonra da uzun zaman sürdürüldü. Daha birkaç yıl önce­ sine kadar Nijerya'da, kölecilik nedeniyle verilen mahkûmiyet kararları büyük sayı­ lara ulaşıyordu. —isi. İslam dini köleliği daha önceki inanç, felsefe ve uygarlıklarda kökleşmiş bir kurum olarak buldu ve araştırmacıla­ ra göre şu nedenlerle bu kurumu korudu: 1. kölelik, tutsakların toplu öldürülmeleri­ ni önlemesi bakımından yararlıydı; 2. tut­ saklardan köle olarak yararlanma umudu, savaşlarda gereksiz kan dökülmesini ön­ lüyordu; 3. savaş sonunda karşı taraf müs­ lüman tutsakları köleleştirdiğinden, köle­ liğin tek yanlı kaldırılması müslümanların çıkarlarına ters düşecekti; 4. bu kurumun hemen kaldırılması, köleler için de pek çok ekonomik ve toplumsal sorun ortaya çıkaracaktı. Bütün bunlara karşın İslam dini kölele­ rin durumlarının iyileştirilmesi doğrultu­ sunda önemli yenilikler getirdi. Onlara her şeyden önce, özgürlere göre eksik de ol­ sa, dinsel ve hukuksal açıdan bazı hak­ lar tanıdı. Kuran’a göre köle bir müslü­ man, özgür bir müşrikten daha değerli sa­ yılır (II, 231). Tanrı katında takva (Tanrı say­ gısı) dışında bir değer farkı yoktur (XLIX, 13). Köle-özgür farkı olmaksızın bütün müslümanlar kardeştir (XLIX, 10). Hz. Mu­ hammet bir hadisinde "Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden ye­ dirin, giydiğinizden giydirin. Ağır iş yük­ lemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım­ cı olun", bir başka hadisinde de “ Kölele­



rinize, kölem, cariyem demeyiniz; oğlum, kızım deyiniz” der. Hanelilerde bir köleyi bilerek öldüren ölümle cezalandırılır. Malikilerde efendisinin döverek sakatlanma­ sına ya da bedensel bir özür görmesine yol açtığı köle, yargıç kararıyla özgür bı­ rakılır. Hz. Muhammet, savaş durumu dı­ şında, özgür bir insan yakalayarak köle­ leştirmeyi kesin bir dille yasaklar. İslam di­ ninde savaş ve doğum yoluyla süren kö­ leliğin hafifletilmesi, ortadan kaldırılması­ nı sağlamaya yönelik olarak da önlemler alınmıştır. Nitekim, Kuran'da ve hadisler­ de gönüllü olarak köle azat etme en de­ ğerli ibadetlerden biri sayılır (Kuran, II, 177; XCI, 13-14). Bazı suç ve günahlardan kurtulmanın bir yolu da köle azat etmek­ tir (kefaret). Bir köle, kendi bedelini öde­ yerek özgür olmak amacıyla bir anlaşma (mükâtebe) yapmak isterse, çoğu İslam hukukçusuna göre efendi bu isteği kabul etmek ve kölesine bedelini kazanması için süre tanımak zorundadır. Köleye verilen özgürlük vaadinden dönülemez. Efendi­ sinden çocuk doğuran cariye, onun ölü­ münden sonra özgür olur. İslam devleti, bütçesinin bir bölümünü kölelerin özgür­ lüğü için ayırmak zorundadır (Kuran, IX, 60). Devlet başkanının tüm savaş tutsak­ larını karşılıklı ya da karşılıksız olarak öz­ gür bırakma yetkisi vardır. XIX. yy.'ın ilk yıllarından başlayarak İs­ lam dünyasında kölelik uygulaması yavaş yavaş ortadan kalktı. Günümüzde hiçbir İslam ülkesinde kölelik kavram ve uygu­ laması yoktur. K Ö LE M E N a. (köle ve -men'den). Tar. MEMLUK'un eşanlamlısı. —El sant. Kölemen sepeti, kuru erzak ve taze üzüm taşımada kullanılan, yayvanca bir tür sepet. (Daha çok Konya ve çevre­ sinde kullanılır.) KÖ LEM EN LER -



MEMLUKLAR.



K Ö L L İK E R (Rudolf Albert VON), isviçreli histoloji ve biyoloji bilgini (Zürich 1817 - VVürzburg 1905). Zürich (1845), sonra Vt/ürzburg (1847) üniversitelerinde profe­ sörlük yaptı. Handbuch der Gewebelehre des Menschen (insan histolojisi kılavu­ zu) [1852] başlıca yapıtları arasında yer alır. K M IIk s r h ü c r e s i, SPERMATİT'in eşan­ lamlısı. K Ö L N , Almanya’da Kuzey Vestfalya Renanyası eyaleti sınırları içinde yer alan kent; 946 000 nüf. (1989).



• COĞRAFYA. Ren’in sol yakasında ku­ rulan Köln, komünlerin de katılmasıyla bu­ gün sağ yakaya da yayılmaktadır. Küçük tonilatolu açık deniz gemileri Köln liman­ larına yanaşabilmektedir. Kent, eskiden gemicilere mallarını öncelikle kent yurttaş­ larına satma zorunluğu getiren bir uğrak vergisi uyguluyordu. Sanayi bir bakıma bu olgudan doğdu. Havzadaki linyit ya­ takları, Ruhr bölgesinin yakınlığı, Ren'i dü­ zenleme çalışmaları, sanayinin gelişmesi­ ni destekledi. Başlıca sanayi kolları: ma­ kine ve donanım sanayisi, otomobil, be­ sin, kimya, deri işleme, grafik sanayileri. Bununla birlikte, hizmetler kesimi (Lufthansa'nın genel merkezi, ticaret, taşımacılık, bankalar, kültür, eğlence) başta gelir. Üni­ versite ve öteki yükseköğretim kurumlan, tiyatro, VVestdeutscher Rundfunk genel merkezi Köln'e büyük önem kazandırır. Katedral sadece yayalara açık, ilginç bir ticaret ve kültür merkeziyle çevrilidir. Al­ manya'nın en geniş garlarından olan merkez garı, yalnızca yayalara açık olan bölgededir. • TARİH. Köln kenti, adını Claudius döne­ minde, Agrippina onuruna kurulan (I.S. 50) bir eski muharipler kolonisinden al­ mıştır: Cdonia Claudia Ara Agrippinensis. Hemen yanı başında Roma ve Augustus kültü tapınağı yükseliyordu. Çok geçme­ den kent, Aşağı Germanya eyaletinin baş­ kenti, Ren vadisinin en büyük sitesi, Galya'nın Germanya’ya bakan kalesi ve ka­ pısı oldu. Constantinus da karşı kıyıda,



Köln 7040



CanüeliBr-Zioto



Köln ' S. Pantaleon kisesi'nin ön yüzü, otto üslubu (bir bölümü X. yy.’da yapıldı)



Köln’den



bir görünüm



Deutz kalesini yaptırdı. Sol yakadaysa 3 km güneyde, tahkimli Alteburg limanı bu­ lunuyordu. 462'de kesin olarak Franklar'ın eline geçen kent, bunların başkenti oldu. IV. yy.'dan başlayarak piskoposluk, 785'te başpiskoposluk olan, bir süre başpisko­ poslar tarafından yönetilen kent, XIII. yy.'da imparatorluk serbest kenti hakları­ nın elde etti. Canlı bir ticaret merkezi, Hansa üyesi olan Köln, bütün Ortaçağ bo­ yunca iktisadi ve kültürel alanlarda çok önemli bir rol oynadı. XV. yy.'da ticaret yol­ larının Batı'ya kayması ve XVI. ve XVII. yy.'lardaki din savaşları nedeniyle refah düzeyi geriledi. Ama Köln'ün Seçici baş­ piskoposu, İtalya'da imparatorluk başşansölyesi unvanını taşıyordu (-* ALTIN m ü ­ h ü r l ü FERMAN) ve üzün süre Kutsal imparatorluk'un siyasal yaşamında belir­ leyici bir rol oynadı. 1531'de Kari V'in kar­ deşi Ferdinand'a Romalılar kralı unvanını veren Diyet, Köln’de toplandı. Kent, 1794'te Fransızlar tarafından işgal edildi, başpiskoposluk yönetimi 1803 tarihli ka­ rarnameyle laikleştirildi. Köln, 1813’e ka­ dar Napolöon'un Roer idare bölgesinin bir parçası olarak kaldı. Viyana kongresi (1815), kenti Prusya’ya verdi. Köln, Birinci Dünya savaşı'ndan sonra, 1918'den 1926’ ya kadar Müttefikler'in işgalinde kaldı. 1940'tan sonra İngiliz birliklerince sık sık bombalanan kent, 30 mayıs 1942’de ma­ reşal Harris'in uçak filolarının ilk büyük saldırısına hedef oldu (bu akına 1 046 uçak katıldı). Hücuma katılan uçakların



sayısı karşısında (kayıpları % 4’ü bile bul­ madı) savunma yetersiz kaldı; Köln’ün sa­ nayi tesisleri aylarca felce uğradı. Kent 6 mart 1945'te Hodges’un komutasındaki amerikan kuvvetleri tarafından işgal edil­ di. • GÜZEL SANATLAR. Köln'ün, ikinci Dünya savaşı sırasında yıkılması, birçok roma kalıntısının ortaya çıkarılmasını ve kentin kökenlerinin (örneğin Roma dönemi surlarının kuzey kapısındaki yazıtta yer alan CCAA [Coloria Claudia Ara Agrippi­ nensis] harfleri) belirlenmesini sağladı. Roma döneminden kalma diğer yapıtlar arasında, bir sur kulesi, belediye sarayı­ nın bodrumunda yer alan pretorium ve güzel bir Dionysos mozaiği (Roma -Germen müzesi) sayılabilir. Oıtaçağ'da önemli bir din merkezi olan kentte, çeşitli anıtsal kalıntılar bulunur: 1200'e doğru tamamlanan yarım daire bi­ çimindeki eski surların bazı bölümleri (Hahnentor, Severinstor...), roman üslu­ bundaki sarayın mazgallı cephesi (Överstolzenhaus, XIII. yy.), Gürzenich'in gotik cephesi (XV. yy.), belediye sarayının rönesas üslubunda revağı (XVI. yy.), silahhanenin barok taçkapısı (XVII. yy. başı). Ama Köln'ün asıl zenginliği, Ortaçağ’dan kal­ ma çok sayıda kiliseye sahip olmasından kaynaklanır: S. Pantaleon (X. yy. otto sa­ natı; geç gotik döneme ait jübe), S. Maria im Kapitol (XI. yy.'dan kalma oymalı ah­ şap taçkapı), Rheinland roman mimarlı­ ğının en yetkin örneği olan S. Aposteln ı (XI.-XIII. yy.), S. Maria in Lyskirchen (XIII. yy. freskleri), S. Severin (sunakarkalıkları), ayrıca S. Gereon, Gross-Sankt-Martin, S. Andreas, S. Kunibert. Köln'ün en ünlü ya­ pısı, Amiens katedrali örneğine göre ya­ pılmış olan ve kentin odak noktasını oluş­ turan gotik katedraldir. 1248'de başlanan yapım çalışmalarına, yalnızca koroyeri ve kulesiz bir şahın tamamlanmışken, 1500'de ara verildi; 1842-1880 arasında sağlanan bir yardımla, ana yapı ve batı­ daki iki kule tamamlandı, içeride, Gero’ nun İsa'sı (X. yy.), Nicolas de Verdun'ün Müneccim kralların avlanması (XII. yy. so­ nu), Stefan Lochner'in sunakarkalığı (XV. yy.) dikkati çeker. Çağdaş mimarlık örnekleri arasında, Ren üzerinde ilginç bir köprü (Severinsbrücke), W. Riphahn'ın yapıtı opera ve ti­ yatro binaları ve fütürist tarzda Köln-Bonn havalimanı sayılabilir. Başlıca müzeler. ROMA-GERMEN MÜZE­ Sİ, burada, özellikle cam eşyalardan ve güzel mücevher örneklerinden oluşan il­ ginç roma koleksiyonları çağdaş bir an­ layışla sergilenm ektedir. VVALLRAF -RİCHARTZ MÜZESİ, rheinland sanatının en büyük resim koleksiyonuna (özellikle Köln* okuluna ait sunakarkalıkları), eksik­ siz bir avrupa resmi bölümüne, XIX. yy. gerçekçilerini, izlenimcileri, anlatımcıları kapsayan modern sanat bölümüne, ayrı­ ca Ludvvig koleksiyonuyla (pop art, yeni gerçekçilik, minimal sanat...) en yeni Lauros-Atlas-Photo



-i



akımları da içine alan bir çağdaş sanat bölümüne sahiptir. SCHNÜ1GEN MÜZESİ, roman üslubundaki S. Câcilien bazilikası'ndadır; bu müzede Ortaçağ’dan bara­ ka kadar uzanan bir kutsal sanat koleksi­ yonu sergilenmektedir. U z a k d o ğ u sanatl a r i , S ü s l e m e s a n a tla r i ve e t n o g r a f ­ ya MÜZELERİ de ilginç koleksiyonlar barın­ dırır. i K Ö L N h a v z a s ı, Almanya'nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinin bir bölü­ mü; büyük kısmı Rheinisches Schiefergebirge’yi ay biçiminde oyan Üçüncü Zaman çöküntü havzasından oluşur. Kırıkların çevirdiği çukur, kaTihlıği 2 CfOO m'yi aşan bir çökelti (özellikle Üçüncü Za­ mandan kalma kumlar ve killer) tabaka­ sıyla doldu. Üst katmanlarda, verimli lös lerin ve Pliyokuvaterner oluşukların altın­ da kalmış geniş linyit yatakları yer alır. Bunların tümü, kuzeyden güneye doğru uzanan horstları ve grabenları oluşturur. Linyit (90 Mt) açık tavanlı yataklardan çı­ karılır ve güçlü termik santralları besler. Aşınmış yöreler yeniden değerlendirilerek ya tarıma açıldılar ya da dinlenmeye ve eğlenceye (yapay göller, ormanlar, vb) yö­ nelik olarak düzenlendiler. Geniş çapta sanayileşmekle (makine, besin, enerji, kimya) birlikte bölge, yoğun ve dinamik bir tarım etkinliği (otlak hayvancılığı, şeker­ pancarı, tahıl türleri, sebzeler, vb ) içinde­ dir. K ö ln o k u lu , Almanya'nın, XIV. yy..baş­ larında ortaya çıkan en eski bölgesel re­ sim okullarından biri. Pano üzerine yapıl­ mış ilk yapıtları, örneğin Çarmıha geriliş konulu üçkanatlıyla Muştulama ve Takdim sahnelerini konu alan kanatlar (VValIraf -Richartz müzesi), menevişli altın zemin­ leri, hareketlerdeki saflık ve Kutsal Kitap'ı özgün yorumlayışlarıyla henüz minyatür tekniğine çok yakındırlar. Azize Veronica Ustası (1405-1440 arasında Köln'de çalıştı) ile birlikte kölnlü sanatçıların başlıca özel­ liği haline gelecek olan mistik duygu ken­ dini göstermeye başlar: bezelye çiçekli Meryem Analarda ya da Azize Veronica' da aynı düşünceli ve huzur dolu anlatım görülür; Azize Ursula'nın Köln kenti önün­ de kurban edilişi'rin dikkate değer yönü, arka planda kentin en eski görüntüsünü (1411'e doğr.) vermesidir; Calvarium Wasservass Ustası, bu duygusal anlatıma pi­ toresk ayrıntı zevkini kattı. Fakat Köln re­ sim okulunun baş temsilcisi, 1440'ta Köln'e yerleşen Lochner'dir. Köln katedra­ linin Müneccim kralların tapınması konulu sunakarkalığını yapmış olan Lochner, yurt edindiği yerin idealizmine bir gerçekçilik kaygısı kattı; gösterişli kumaşları, zengin mücevherleri, silahları seviyor, özellikle bü­ tün tablolarında rastlanan derin mavi ren­ ge düşkünlük gösteriyordu. Kendisinden sonra gelen sanatçılar (Meryem Ana'nın Hayatinin Ustası, Kutsal Akrabalık'ın Us­ tası, Aziz Bartholomeus sunakarkaliğının Ustası, Lyversberg Çilesinin Ustası) üzerin­ deki etkisi yadsınamaz. Bununla birlikte, bu sonraki sanatçılar, özellikle flaman resminin etkisiyle, yavaş yavaş doğanın zenginliği­ ni, manzara resimlerinin çeşitliliğini keşfet­ mekten geri kalmadılar ve flaman resim an­ layışı, Köln okulunu, son temsilcisi B. Bruyn’a (XVI. yy.) kadar etkisi altında tuttu. K ö ln ls c h e Z e itu n g (Köln gazetesi), Al­ manya'nın en eski ve en önemli gazete­ lerinden biri. Marcus DuMont-Schauberg, 1802'de Postamts Zeitung'u ve Kölner Zeitung'u satın alarak, Kölnische Zeitung adıyla tek bir gazete haline getirdi. Haber açısından Avrupa'nın en iyi siyasal gaze­ telerinden biriydi. Milliyetçi-liberal bir siya­ set izledi, Stresemann’ı savundu. Hitler döneminde çıkmaya devam eden Köl­ nlsche Zeitung 1945’te kapandı. K Ö LR E U T E R (Joseph Gottlieb), alman botanikçi (Sulz 1733 - Karlsruhe 1806). Bit­ kilerin melezlemesi üzerine çalışmalar yaptı; bitkilerde cinsiyet sorununu açıklı­ ğa kavuşturanlardan biridir.



K Ö L Ü K a Körs. Boynuzlu olması gerek­ tiği halde boynuzsuz ya da kısa ve kırık boynuzlu hayvan. K Ö L Ü K B İN A B D U L L A H , türk mimar (XIII. yy.). Yaşamına ilişkin bilgiler kesin de­ ğildir, ancak Kıpçak Türkleri’nden olduğu sanılmaktadır. Kimi kaynaklarda, Mevlana'nın yanında bulunan Kaluyan el -Konevi'yle aynı kişi olduğu bildirilirse de, onun ustası olduğu sanılmaktadır. Anado­ lu Selçukluları'nın ünlü veziri Sahip Ata Fahrettin Ali'nin yanında yetişti. Mimariye getirdiği yenilikler ve belirli bir üslup an­ layışına sahip olmasının yanı sıra, taş iş­ çiliğindeki zengin süslemeleriyle dikkati j ğeker. XIII, yy.’ın birçok yapısının mimarı olarak gösterilmekle birlikte, yalnızca Kon­ ya'daki Sahlpata* külllyesl’nde (1 2 5 8 ) ve Inceminareir medrese'de (1 2 6 0 -1 2 6 5 ) im­ zası vardır. Ayrıca, gene Konya'daki Nalıncıbaba türbesi ve Felekâbâd sarayı onun yapıtıdır. K A lttk c e m is i v e m e d re s e a l



-*



KAYSERİ.



K & M B I a. Yörs. 1. Dinsel bayramlarda ve bazı özel günlerde yapılan bir tür çö­ rek. (Bk. ansikl. böl.)—2. Içllkömbe, dik­ dörtgen biçiminde açılmış kalın hamurun arasına haşlanmış patates, soğan ve yağ ya da kıyma, kavurma vb. koyup iki sac arasında pişirerek yapılan bir tür börek. —Folk. Yüz kömbesi, koyunların kuzula­ ma döneminde yapılan bir tören. (Bu mevsimde her evde kömbe denilen çö­ rekler pişirilir ve yüz koyun yavrulayıncaya değin her gece bir evde toplanılıp eğ­ lenceler düzenlenilerek bu çörekler yenir) —ANSİKL. Kömbe, has un, şeker, yağ ve sütle yapılır, üzerine çörekotu ve anason konur. Bazı yörelerde dini bayram ve özel günlerde en yoksul aileler bile bu çöreği yapar, bayram kutlamasına gelenlere ve çocuklara ikram ederler. KÖ M E Ç a. Bot. B sapın tepesinde, yan yana sıkışık ve çok sayıda sapsız çiçek­ ten oluşan çiçekdurumu. Bütün çiçekle­ rin sığışabilmesi için bu tepe, tabla gibi genişlemiştir. Ama bunu her çiçekte çiçek bölümlerinin bağlı bulunduğu çiçek tab­ lasıyla karıştırmamalıdır. —ANSİKL. Kömeç tipi çiçekdurumu bile­ şikgillere özgüdür; dışını çok sayıda bür­ gü yaprağı sarar; bunların tümüne birden bürûm adı verilir. Tablanın yüzeyi düz (ay­ çiçeği), bombeli (papatya), pürüzsüz ya da peteğimsi olabilir. Çiçekler arasında pulcuk, iplikçik ya da tüycük halinde kü­ çük bürgü yaprakçıkları bulunabilir. Kömeçlere dipsacaceae (uyuzotu) ve maydanozgiller familyalarının bazı türlerin­ de de (boğadikeni) rastlanır. KÖMÜ -



GÜMİ.



K Ö M Ü L D Ü R Ü K a. Koşumc. GÖĞÜSLÜK'ün eşanlamlısı. K Ö M Ü R a. 1. Karbonlaşarak dönüşüme uğrayan bitki döküntülerinin üst üste biWallraf-Richartz müzesi



rlkmesi sonunda oluşan katmanlı, yanıcı, siyah kayaç. (Bk. ansikl. böl. Karb. kim. ve Yerbil.) —2. Kömür başa vurmak, kömür çarpmak, iyi yanmamış kömürden çıkan karbon oksidi ile zehirlenerek başı ağrı­ mak. || Kömür gibi, simsiyah. —Denize. Kömür gemisi, kömür taşımak için özel olarak yapılmış yük gemisi. || Kö­ mür makinesi, içinden kömür akıtılan oluk. —Eczc. Hayvan kemiklerinin kömürleşti­ rilmesiyle (hayvansal kömür) ya da odu­ nun yakılmasıyla elde edilen (bitkisel kö­ mür) ve emici özelliği nedeniyle sindirim sistemi hastalıklarında kullanılan ilaç. (Bk. ansikl. böl.) —Elektrotekn. Birçok elektrikli düzenek­ te (aydınlatma arkları, spektrograflar, kay­ nak ve işleme tesisleri, elektrik pilleri) kul­ lanılan kömür elektrot. || Döner bir maki­ nenin fırçalarını oluşturan madde. (Kolektörün çevresel hızına ve kabul edilebilir akım yoğunluğuna göre amorf karbon, grafitti amorf karbon, grafit, çeşitli metal -grafit [metat kimi zaman gümüş, genellikle saf bakır ya da alaşımlı bakırdır] ve metal -reçine karışımları kullanılır.) || Beyaz kö­ mür, su düşümü ve çağlayanların enerji­ si. (Bk. ansikl. böl.) || Kırmızı kömür, jeo­ termik enerji. || Mavi kömür, gelgitlerin ve dalgaların enerjisi. || Renksiz kömür, rüz­ gâr enerjisi. || Sarı kömür, dolaysız güneş enerjisi. || Yeşil kömür, akarsuların enerjisi. —Ev eşy. Kömür kovası, oval kesitli ağzıyla bir ısıtma aygıtına kömür doldurulmasını kolaylaştıran, silindir biçiminde, yüksek, kulplu kap. —Güz. sant. FÜZEN’in eşanlamlısı. —ikt. Kömür eşdeğer tonu -* TEC. —Karb. kim. Ceviz kömür, çapları 30-35 mm arasında değişen kalburlanmış par­



ça kömür || Doğal kömürler ya da maden kömürleri, taşıl katı yakıtlara (antrasit, taş­ kömürü, linyit) verilen genel ad. || Fındık kömür, çapları 10-20 mm arasında deği­ şen (fındıktan daha az İrilikte), kalburdan, geçirilmiş parça kömür, || Ham kömür, ocaktan yeni çıkarılmış ve henüz hiçbir iş­ lemden geçirilmemiş kömür. || Harmanlan­ mış kömür metalürji koku üretimi için is­ tenilen özellikleri taşıyan, öğütülmüş kö­ mür karışımı. || Kalıplanmış kömür, topak’ KÖMÜR’ün eşanlamlısı. || Kami kömürü, damıtma gazlarının karbonlaştırılması so­ nunda oluşan ve karnilerin iç çeperlerin­ de biriken kok. (Hemen hemen arı kar­ bondan oluşur) || Yağlı ya da kısa alevli kö­ mür, iri parçalar halinde sert kömür; me­ talürji koku üretiminde kullanılır. || Yıkanmış kömür, taş ve toprağından arındırmak, parçaları boyutlarına göre sınıflandırmak için mekanik bir işlemden geçirilen kömür. —Kim. Etkin ya da etkinleştirilmiş kömür, bitkisel, karbonlu (odun, turba, melas şe­ keri vb.) ya da anorganik maddelerin de­ netimli bir atmosferde kavrulması sonun­ da elde edilen kömür. (Aktif kömür de de­ nir.) [Bk. ansikl. böl.] —Mad. oc. Az bitümlü kömür, alevli kömür || Fındık kömür, 15 ile 30 mm ya da 20 ile 35 mm boyutlarında kalburlanmış kömür parçaları. || Ufalanmış kömür, 50 ile 80 mm arasındaki parçalara ayrılmış taşkömürü —Orm. san Kızıl kömür, 200°C -250 °C'a doğru odunun iyice kömürleşmeyerek çiğ kain ası nedeniyle geride kalan madde. 'Kızıl kömür kolay tutuşur.) || Odun kömü­ rü, odunun havasız yakılması sonucunda geride kalan katı madde 3k. ansikl. böl.) || Tozluk odun kömürü, arut ağacının (Rhamnus frangula) odun dan elde edi­ len kömür.



Köln havzaıı'ndaki açık tavanlı bir madenden linyit çıkarımı



bürüm (bürgü



çiçekçik genel tabla



kömeç (papatyada)



Köfn okulu: Azize Ursula Köin 'm ti önünde (1411 doğr.) Azize too nica Ustası Wallrai-f1i '-artz müzesi, Kötn



7042



—Seram. Kömür tozu, meşe odunu kö­ mürünün dibekle ya da metal bir havan içinde dövülmesiyle elde edilen toz. (Bu toz, bezler içine konup delikli desenler üzerinde gezdirilerek motifin seramiğe ak­ tarılmasında kullanılır.) —Yerbil. Kömür jeti, viTRİNİT'in eşanlam ­ lısı.



• sıf. Koyu siyah rengi belirtmek için kul­ lanılır; kapkara; simsiyah: Kömür gözlü. —ANSİKL. Eczc. Kömürler tedavide emi­ ci özelliklerinden dolayı kullanılır. • Hayvansal kömür. Adi hayvansal kömür kemiklerin havasız bir kap içinde yakılma­ sıyla elde edilir. Hidroklorik asitle işlendik­ ten sonra yıkanır ve kurutulur. Zehirleri ve toksinleri emici etkisinden dolayı mide -bağırsak hastalıklarında ve panzehir ola­ rak zehirlenmelerde kullanılır. • Bitkisel kömür. Reçinesiz odun parça­ larından yapılır. Birçok gazı emebilen ay­ nı zamanda dezenfektan ve kokuşma gi­ dericidir. • Devai kömür. Emici özelliği daha yük­ sek bir odun kömürüdür Yüksek sıcaklıkta (1 000 °C) uzun süreli kalsinasyonla elde edilir. Hacminin 50-100 katı serbest gaz emebilir. Emici ve koku giderici nitelikle­ rinden dolayı, bağırsak gazlarının gideril­ mesinde, fena kokulu ishallerin tedavisin­ de ve bazı zehirlenmelerde etkilidir. —Elektrotekn. Beyaz kömür, insanın kul­ landığı ilk motorlar, bir ırmağın akımı ya da bir çağlayanın düşmesiyle dönen tah­ ta çarklardan oluşuyordu. Şimdiki değir­ menlerin çarkları da bu sınıfa girer. Bu il­ kel tesislerin verimini artırmayı araştıran teknik adamlar 1850’iere doğru türbinle­ ri tasarladılar. Bu çalışmalara Fransa’dan Fourneyron, Jonval ve Fontaine’in, İngil­ tere’den Thomson’un; ABD'den Francis ve Ftelton’un katkıları oldu. Aynı zamanda düşüş yüksekliklerinin de artırılmasına ça­ lışılıyordu ve daha 1837’de Fourneyron suyun 112 m’lik bir yükseltiden düştüğü bir düzenek hazırladı. Tüm enerjiden ya­ rarlanmak ve türbin girişindeki kayıpları önlemek için suyu kapalı kanallara getir­ mek gerekiyordu. Buradan hareketle tran­ sız mühendis Aristide Bergös 1867'de zor­ lamalı su yolları düşüncesini ortaya koy­ du. 1873’te Gramme tarafından dinamo­ nun bulunması ve aynı yıl Fontaine’in bu makinenin hem elektrik üreteci, hem de motor olarak kullanılabileceğini kanıtlama­ sından sonra beyaz kömür'ürı işletilmesi mümkün oldu. Gerçekten de, bir dinamo­ yu hidrolik bir türbinle döndürmek ve üre­ tilen akımı daha uzaktaki bir elektrik mo­ torunu beslemekte kullanmak mümkün olmaktaydı. Bununla birlikte, bu sorun an­ cak yüksek gerilimlerin elde edilmesiyle tamamen çözülebildi; çünkü elektrik ener­ jisinin uzun mesafelere taşınması ancak yüksek gerilimle sağlanabilirdi. Bu da Gramme, Gaulard ve Gibbs'in ilk alternatörleri (1877) ve transformatörleri (1880) bulmalarıyla gerçekleşti. İlk gerçek elek­ trik tesisi, Neckar ırmağı üzerindeki Lauffen tesisidir; bu tesis 100 GB gücündeki elektriği, Frankfurt'a yani 140 km öteye ta­ şıyabilecek güçteydi. (-* SANTRAL, HİDRO­ ELEKTRİK.)



—Karb. kim. Kömürler, doğal (taşkömürü, antrasit, linyit) ve yapay kömürler (odun kömürü, kok, sömikok) olarak iki grupta toplanabilir Üstün kaliteli doğal bir kömür, ocaktan ilk çıkarıldığı anda % 1-10 nem, % 3-6 kül içerir. Arı bir kömürün bileşimin­ de nem ve külü çıktıktan sonra % 70-95 karbon, % 2-20 oksijen, % 3-6 hidrojen, azot ve kükürt bulunur. Arı kömürün alt ısıldeğeri (A.I.D.), 1 500-8 500 k.cal/kg'dır Elementel bileşenlerinden bir bölümü, kı­ zışma sırasında uçan hidrokarbonlar bi­ çiminde bileşmiştir: uçucu maddeler, top­ lam kütlenin % 5-50'sini oluşturur. Kömür, Karbon devrini (Birinci Zaman) simgeleyen bir taşıl yakıttır. Antrasitlerin çoğu (karbon % 95, uçucu madde oranı % 8'den az, alt ısıldeğeri 8 500'ün üze­ rinde) ve taşkömürler (karbon % 80-90,



uçucu maddeler % 10-40, alt ısıldeğeri 7 000 - 8 500) bu döneme özgü yakıtlar­ dır; bununla birlikte İkinci (Tonkin) ya da Üçüncü Zaman'a (Yeni Kaledonya) özgü antrasitler de bulunmuştur. Daha genç olan mineral katı yakıtlar, daha çok nem ve oksijen içerir Ayrıca uçucu madde oranları yüksektir. Bunlar, İkinci (Provence’ ta Fuveau havzası, karbon % 70, uçu­ cu madde % 50, alt ısıldeğeri yaklaşık 6 000) ya da Üçüncü Zaman’a (Almanya’ da Köln bölgesi, Landes'de Arjuzanx, alt ısıldeğeri yaklaşık 2 000) özgü linyitler­ dir Ticari kömürler, boyutlarına göre iri kö­ mür (12 cm), ceviz kömür (3-5 cm), fındık kömür (1-2 cm) ve tane kömür (1 cm) ol­ mak üzere çeşitli kategorilere ayrılır. Daha.ince olan toz kömürler, elektrik santrallarında ve çimento fabrikalarında yakılır. Bunlar ayrıca koklaştırılmak ya da topkömür yapımında kullanılmak üzere topaklaştırılır. Türkiye’de ilk taşköm ürü yatağı, 1829'da Zonguldak Ereğlisi'nde Kestane­ lik köyünden Uzun Mehmet adında bir deniz eri tarafından bulundu. 1848'de va­ kıf kabul edilerek Bahriye nezareti’nce iş­ letilmeye başlanan bu taşkömürü yatak­ ları, 1882'de yabancı şirketlere devredil­ di ve 1937’ye kadar bu şirketlerce çalıştı­ rıldı. Cumhuriyetin ilk yıllannda iş bankası da kömür üretmeye başladı; 1935'te ku­ rulan Etibank, 1937’de, 600 km2'lik bir ala­ na yayılmış bulunan havzayı fransız şirke­ tinden satın aldı; 1940’ta bölgedeki ma­ den ocaklarının tümü devletleştirterek Etibank’a bağlı Ereğli kömür işletmeleri’ne (EKİ) devredildi. EKİ’nin Karadon, Amas­ ra, Armutçuk, Kozlu ve Üzülmez olmak üzere, beş ana üretim bölgesi vardır. An­ cak, bölgedeki taşkömürü yatakları olduk­ ça güç koşullarda işletilmektedir. Taşkö­ mürü bakımından zengin bir ülke olma­ yan Türkiye'de, Diyarbakır’ın Hazro ilçe­ sinde bir taşkömürü yatağı daha bulun­ maktadır. Bölgesel olarak değerlendirilen bu yatağın tahmin edilen rezervi, yakla­ şık 400 000 ton kadardır. Türkiye’de taşkömürünün bugün bilinen rezervleri, gö­ rünür 174,9 milyon, muhtemel 432,5 mil­ yon ton, mümkün 769,4 milyon ton olmak üzere toplam 1 376,8 milyon tondur. Bu rezervin 826,1 milyon tonu işletilebilir re­ zervdir. Ancak taşkömürü üretimi iç tale­ bi karşılamamakta, bu yüzden dışalım yoluna gidilmektedir. 1991 yılında Türki­ ye'de 2,762 Mt taşkömürü üretilmiş, 5,627 Mt'luk da dışalım gerçekleştirilmiş­ tir. Aynı yıl taşkömürü tüketimi 8,346 Mt olmuştur. Türkiye’de tüketilen toplam enerji içinde taşkömürünün payı ise, 1990 yılında % 11,7, 1991 yılındaysa % 11,3 olarak gerçekleştirilmiştir. Türkiye'nin en zengin doğal kaynağı ise linyittir. 108 alanda yapılan çalışma­ lar sonunda saptanan linyit miktarı, 8 209,8 milyon ton dolayındadır. Bu mikta­ rın 7 910,4 milyon tonu görünür+muhtemel+mümkün rezerv; 156,9 milyon to­ nu belirlenmiş kaynak, 142,5 milyon to­ nu ise potansiyel kaynaktır. Ülkenin he­ men her bölgesinde bulunan linyit yatak­ larından, rezervleri 100 milyon tonun üzerinde olan alanların başlıcaları şun­ lardır: Beypazarı (400 Mt), Tunçbilek (250 Mt), Seyitömer (230 Mt), Soma ve Deniş (280 Mt), Afşin-Elbistan (3-4 Mt), Milas bölgesi (275 Mt), Yatağan bölgesi (230 Mt), Sıvas-Kangal (150 Mt), Malkara-Saray (140 Mt). 1991 yılında Türkiye genelinde toplam linyit üretim miktarı 43,914 milyon ton olarak gerçekleşirken, 4 000 tonluk dışsatım yapılmıştır. Türki­ ye'de tüketilen toplam enerji içinde linyi­ tin payı 1990 yılında % 11,7 iken, 1991' de % 18,1 olarak gerçekleşti. —Kini. Etkin kömür genellikle fosforik asit­ le karıştırılarak 1 200 °C ’ta kavrulan tur­ badan elde edilir. Bu sırada oluşan ele­ mentel fosfor, damıtılıp yakıldığında arı fosforik asit yeniden kazanılır. Hidroklorik asitle yıkanan kavurma ürünleri daha son­



ra 300 °C’ta kurutulur ve böylece etkin kö­ mür elde edilir. Soğurucu özellikleri nede­ niyle etkin kömür tıp, eczacılık, kimya sa­ nayisi, petrokimya, yağlı maddeler sana­ yisi, suyun içerdiği organik moleküllerin, özellikle kötü tadının giderilmesi vb. gibi pek çok alanda kullanılır —Orm. san. Odun kömürü. Odunun ha­ vasız yanması sonucunda geride kalan m adde sıcaklık 400 °C’ı geçmiş ise, aşa­ ğı yukarı saf karbon olur; siyah renkteki bu maddenin % 2-3'ü külden, °/o 12-15’i 1 500 °C’ta tamamıyla yok olan uçucu maddelerden oluşur. Serttir, kolayca tutu­ şur ve yanar. Isıtma gücü, kilogram başı­ na 8 000 kalori dolayındadır; bu değer maden kömürünün kalorisine eşittir. 1 m3 odundan ortalama, 150-250 kg kömür el­ de edilir. Odun kömürü duman yapmadı­ ğı ve odundan çok ucuza taşındığı için il­ ginç bir yakacak maddesidir Odun kömü­ rü yapımı, çok büyük önem taşıyan yan ürünler elde ederken ormanların ağaç ar­ tıklarının verimli bir biçimde değerlendi­ rilmesine olanak verir ve seçme bir indir­ gen olarak geliştirilmelidir. Gerçekten de, odunun damıtılmasıyla °/o 25-30 arasın­ da odun kömürü, % 18-25 yakacak gaz, % 5 dolayında (bazı reçineli odunlarda % 25) çok karmaşık bir katran ve °/o 35-50 kadar da yoğunlaşabilir sıvı bir madde (ıodun sirkesi ya da ham odun ruhu) elde edilir; ham odun ruhu ayrıştırma yoluyla bir dizi ürüne ayrılır: odun ruhu asidi, metilalkol, aseton, vb. Bu çeşitli ürünler, kim­ ya sanayisi için çok sayıda hammadde oluşturur ya da katran, ısıtma ve tahnit maddesi olarak kullanılır. Birçok yerde odun kömürü yapımı hâ­ lâ ilkel bir sistem olan kömür ocakları’nda yapılmaktadır; bu ocaklarda gerekli sıcak­ lık, bir kısım odunun yakılmasıyla elde edilir ve yanabilen uçucu maddeler top­ lanmaz, uçar gider; bu yöntemin yararı, odunun bulunduğu yerde uygulanabilme­ si ve odunu taşımaya gerek bırakmama­ sıdır, Kimi yerlerde reçineli odunlar için ocaklar dairesel bir alan üzerinde kuru­ lur ve bu alanın ortasına yerleştirilen bo­ ruda toplanan sıvı katran yoğunlaştırılarak bir sarnıçta toplanır. Günümüzde, taşına­ bilen aygıtlardan ya da takılıp sökülmesi kolay, hızlı ve ucuz kömürleştirici* model­ lerden (karniler, fırınlar, vb.) yararlanılmak­ tadır. Odun kömürünün sanayi çapında üretiminde kapalı kaplar yönteminden de yararlanılır, fakat, bunlar büyük çapta sa­ bit aygıtların yerleştirilmesini gerektirir: yan ürünlerin devamlı toplanmasını sağlayan karniler ya da tüneller bunlardandır. Kar­ niler, dökme demirden, dik ve silindir bi­ çimdedir, kapasiteleri 4-5 ster kadardır; uçucu maddelerin atılması için tek bacalı olarak ve damıtma gazlarının yardımıy­ la ısınan bir ocak içine yerleştirilmiştir. Tü­ neller, yatay duran uzun fırınlardır; odun bir uçtan öbür uca vagonetlerle iletilir; odun burada kurur, kömürleşir, sonra so­ ğurken onun ısıttığı hava, ısıtmada kulla­ nılan damıtma gazlarının yanmasını sağ­ lar. Uçucu maddeler, katran sızdırıcıdan geçtikten sonra toplanır. Odun kömürü, çok yüksek sıcaklık isteyen metalürjide (maden sanayisinde) kullanılır; ancak bu­ rada kullanılan odun kömürü, yayvan yap­ raklı türlerin sert odunundan elde edilir Sonradan kullanımlar için, odun kömürü­ nün kolay tutuşması gerekir, bu bakımdan en elverişli kömür "yumuşak kömür" de­ nen ve iğne yapraklıların yumuşak ağacın­ dan elde edilen kömürdür Türkiye'de ev­ lerde, daha çok meşe kömürü kullanılır ve diğer ağaçların kömürlerine yeğlenir Ba­ rut yapımı için söğüt ve kavak kömüründen yararlanılır. Kömürleşme sıcaklığı da ayrı bir etkiye sahiptir; kömürleştirmede 300 °C’a doğru, kolay tutuşan kömür elde edilir; da­ ha yüksek sıcaklık derecelerinde elde edi­ len kömürler kolay tutuşmaz; boya sanayi­ sinde kullanılan toz kömürü elde etmek için en az 400 °C'a ulaşmak gerekir Kamilen de elde edilen odun kömürü hep aynı ka­ litede olduğu için çok makbuldür



Odun kömürünün havagazı yapımında kullanılması için ortalama bir kiraz büyük­ lüğünde kırılması gerekir; takat bunun ye­ rine topak haline getirilmiş iri parçaların kullanılması yeğlenir; çünkü bunlar daha yoğun, daha az gözenekli ve daha az kı­ rılgandır. En iyi yoğunlaştırma kapalı kap­ lar içinde, kömürleşme işlemi sırasında el­ de edilen katranla odun kömürü tozunun karıştırılmasıyla elde edilir. —Yerbil. Bitkilerin cinsi ve dönüşüm dere­ cesi çeşitli kömür tiplerini belirler: boghead, turba, linyit, taşkömürü, antrasit. Kö­ mürlerin kaynakları ve oluşma mekaniz­ maları gibi fiziko-kimyasal yapıları da he­ nüz tam olarak aydınlatılmamıştır; bunun­ la birlikte şu petrografik bileşenlerin varlı­ ğı kabul edilmektedir: hücresel yapıların korunduğu ağaç kalıntıları olan füzen; b i l ­ miş artıkların yapılarını kaybettiği düren; yaprak ve sporların artıklarıyla zenginleş­ miş klaren; amorf organik maddelerin jeli olan vitren. Bunlar, selüloz ve odunözünün yavaş yavaş hümik asitlere, sonra, ok­ sijen kaybı ile bitümlere dönüştüğü komp­ leks makromoleküllerdir (molekül kütleleri 100 000 dolayındadır).



K Ö M Ü R C Ü Z A D E H A F IZ M E H M E T E F E N D İ, türk besteci (öl. 1835 ?). Yaşa­ mı üzerine hiçbir bilgi yoktur. Selim III ve Mahmut II dönemlerinin büyük bestecilerindendir. İsmail Dede Efendi ve Selim III ile ortaklaşa fasıllar bestelemiş olması bu­ nun kanıtıdır. Günümüze ulaşan 14 yapı­ tının 5'i beste, 4’ü ağırsemai, 5 ’i de şarkı formundadır. En ünlü yapıtı hüzzam bes­ tesidir: Aldım hayâl-i perçemin eymah dideme. İsmail Dede Efendi ile birlikte bes­ teledikleri şevkefza faslının ikinci bestesi (Hüsn-i zatın gibi bir dilber-i simin-endam) ve ağırsemaisi de (Dil-besteye lutf-i kere­ min ma-hazar eyle) seçkin yapıtlardır.



K Ö M Ü R ÇANTASI, Güney yarıküre'de, Güneyhaçı takımyıldızının doğrultusunun yakınında bulunan ve özellikle Samanyolu’nun parlak fonu üzerinde karanlık gö­ rünen karanlık bulutsu.



— Patol. Yanan yerlerin bozulup kuruya­ rak kömüre benzer biçimde karardığı üçüncü derece yanık.



K ö m ü r s a tıy v e te v z ii m ü e s s e s e e i, her türlü kömür alım, satım ve ta­ şıma işlerini yürütmekle görevli, Türkiye Kömür işletmeleri kurumu (TKİK) genel m üdürlüğü’ne bağlı kuruluş (19411990). 1957'de ETİBANK’a bağlandı. 3475 sayılı Mahrukat kanunu’na göre “taşkömürü, linyit, turp ve bunlardan ya­ pılan kok, briket vb. kömürlerin alım, sa­ tım, taşıma, depolam a ve kom isyonculu­ ğunu yapmak, işin gerektirdiği tesisleri kurm ak'la görevlendirildi. 1983'te TKİK’ yi yeniden düzenleyen 94 sayılı kanun hükm ünde kararname ile Mahrukat kanu­ nu yürürlükten kaldırıldı ve Kömür satış ve tevzii müessesesi TKİK’ye bağlandı. M üessese TKİK tarafından alınmış olan karar uyarınca, 29.11.1990’da kapatıldı.



K Ö M Ü R C Ü a 1. Odun kömürü yapan ya da kömür ticareti yapan kimse. —2 . Vapur, fabrika vb. yerlerde kazana kömür atmakla görevli işçi. —3. Kömür madeni işçisi. — 4. Kömürcü çırağına dönmek, üs­ tü başı, yüzü gözü simsiyah lekeler için­ de kalmak. —Avc. Kömürcü tilki, kuyruğunun ucu, sır­ tı, göğsü ve ayaklarının ön kısmı siyah til­ ki için kullanılır. K Ö M Ü R C Ü , rum ca K io m o r ts itı, KKTC’de Girne ilçesine bağlı köy. K Ö M Ü R C Ü LÜ K a. Kömürcünün yaptı­ ğı İŞK Ö M Ü R C Ü N KAYASI a. Zool. Sıcak, ılık, az serin denizlerin kıyı kesimlerinde 50 m derinliğe kadar inen diplerde yaşa­ yan kemiklibalık. (Bil. a. Gobiusniger; kayabalığıgiller familyası; boyu 18 cm'ye ka­ dar.) —ANSİKL. Kumlu, taşlı, çakıllı diplere ba­ ğımlı ya da dibe yakın olarak yaşayan kö­ mürcün kayasının karın yüzgeçleri birleşerek bir çekmeye dönüşmüştür. Başı sırt ve karın yönünde yassılaşarak enine ge­ nişlemektedir. Etçildir: küçük balıkları ve omurgasızları yer. K Ö M Ü R C Ü O Ö L U (Asım), türk mimar (Üsküp 1879 - Ankara 1957). İstanbul Sa­ nayii nefise mektebi’rıi (Güzel sanatlar akademisi) bitirdi (1905). Mimarlık öğre­ nimini Berlin’de sürdürdü. 1915’ten baş­ layarak bir süre Sanayii nefise mektebi’nde öğretmenlik yaptı. Çeşitli il ve ilçenin imar planlarını hazırladı, Topkapı sarayı' nın bazı bölümlerinin onarımını yaptı. İs­ tanbul Adliye sarayı proje yarışmasında birincilik kazandıysa da (1935) projesi uy­ gulanmadı.



K Ö M Ü R LE Ş M E a. Kömürleşmek eyle­ mi. —Isıbil. Bir yanmada katı çökeltilerin or­ taya çıkması. (Kömürleşme indisi, bir ya­ yınım alevi bir katı cisimle temas ettiği za­ man, özellikle de beyaz alevle ısıtılan gü­ venlik düzeneklerinin duyarlı öğeleri üze­ rinde oluşan karbon çökeltilerini ölçmeye yarar. Bu indis değişik bileşimli iki gazın aynı aygıtla kullanılıp kullanılamayacağı­ nı kontrol etmeyi sağlar.) [Eşanl. KARBON­ LAŞMA.]



K Ö M Ü R LE Ş M E K gçz. f. Kömür duru­ muna gelmek. köm ürleştirm ek ettirg. f. Kömür du­ rumuna getirmek. ♦ köm ürleştirilm ek edilg. f. Kömür du­ rumuna getirilmek. K Ö M Ü R LE Ş T İR İC İ a. Karb. kim. KARBONLAŞTIRICI’nın eşanlamlısı. —Tekst. Yünü kömürleştirmede kullanılan makine. K Ö M Ü R L E Ş T İR İL M E K



-



KÖMÜR



LEŞMEK.



K Ö M Ü R LE Ş T İR M E a. Tekst. Kaba ya da parça halinde yünlere uygulanan, ta­ raklama, tarama ve eğirme işlemlerinden sonra yünün içerdiği bitkisel katışkıları, sı­ cak ortamda bir asit etkisiyle tümüyle yok etmeye dayanan işlem. —ANSİKL. Kömürleştirme, işlenecek mad­ deleri, bitkisel bölümlerin selülozunu hidroselüloza dönüştüren asit banyolarının (genellikle sülfürik asit) etkisinde bıraka­ rak uygulanır. Maddelerin 100 °C ’ın üs­ tünde ısıtılmış bir kaptan geçirilmesi hidroselülozu kömürleştirir; böylece hafif bir dövmeyle bitkisel katışkılar kolayca uzak­ laştırılır. Bitkisel maddeler bakımından ana yünden daha zengin olan yün paçavra­ ları, döner tamburlu özel fırınlarda, 140 ile 150 °C arasında hidroklorik gazla işlenir. Kömürleştirmeden sonra paçavralar, ka­ ba yünde olduğu gibi yıkanır, yansızlaştırılır ve durulanır. Kimi durumlarda doku­ malar özellikle sülfürik asit tarafından par­ çalanan asetat reyonu içeren dokumalar, hidroklorik asit açığa çıkararak kömürleş­ tirme sağlayan ve 130-140 °C’ta ısıtılmış bir kapta ayrışan alüminyum klorür ban­ yosunda işlenir. Bu son kömürleştirme yöntemi ayrıca, belli miktarda olein içer­ mesine bağlı olarak dokumaya belirgin bir sugeçirmezlik özelliği de kazandırır. K Ö M Ü R L E Ş T İR M E K



-



KÖMÜR



LEŞMEK.



K Ö M Ü R LÜ sıf. Üzerinde ya da bileşi­ minde kömür olan. —Foto. Kömürlü kâğıt, katmanı kömürle ya da bir yapıştırıcı ya da bikromatlı jela­ tin katmanıyla kaplanmış diğer toz pig­ mentlerle hazırlanan fotoğraf kâğıdı. K Ö M Ü R L Ü , Erzurum'un Şenkaya ilçe­ sine bağlı bucak; 12 450 nüf. (1990); 19 köy. Merkezi Göllet, 694 nüf. (1990). K Ö M Ü R L Ü K a. Kömür saklanan yer; kömür deposu. —Denize. Eski kömürlü gemilerde, seyir süresince kullanılacak kömürü depolama­ ya yarayan ve genellikle kazan ve maki­



ne dairelerinin alabandalarında bulunan tank biçiminde bölmeler. || Kömürlük ağ­ zı, kömürlüklere kömür dökmeye yarayan güverteler üzerine açılmış ağızlar. || Kö­ mürlük kapağı, kömürlük ağızlarını kapa­ tan uskurlu kapak. K Ö M Ü Ş a Manda'ya halk arasında ve­ rilen bir ad. K Ö N Ç E K a. Giy. topuklara değin uzun, bol ve paçaları büzgülü bir tür şalvar. K Ö N İC (Samuel), alman matematikçi ve felsefeci (Büdingen, Hessen, 1712 - Zuilestein, Hollanda, 1757). Jean Bernoulli’ nin öğrencisiydi, Franeker üniversitesi’n­ de matematik ve felsefe dersleri verdi, da­ ha sonra, 1749’da felsefe ve doğal hukuk dersleri vermek üzere Lahey’e çağrıldı. Leibniz’in izleyicisi olan König, en küçük etki ilkesini Leibniz'e mal etti. Bu yüzden Maupertius ile arasında sert bir tartışma çıktı; Friedrich II ve Voltaire de bu tartış­ maya katıldılar. Acımasız bir yapıt olan Diatribe du docteur Akakia (Doktor Akakia'ya yergi) [1753] adlı kitap yayımlanınca filozofla Prusya kralının arası açıldı. K d n ig h a s ta lığ ı (alman cerrah Fritz König'in [1866-1952] adından), bir tek kemik­ te olan osteonekroz. Kemikten ayrılan ve "kemik sekestrum” u adı verilen parça ek­ lem boşluğuna düşerek bir yabancı cisim oluşturabilir. En çok dizde rastlanmakla birlikte, dirsek ve kalçada da görülebilir. Gençlere özgü bir hastalıktır. Kemik sekestrumu kendini ağrılar ve eklem kilitlen­ meleriyle belli eder, eklemin elle muaye­ nesi sırasında da algılanabilir (Eşanl. AYI­ RICI OSTEOKONDRİT.)



K ö n ig s e n d ro m u (alman cerrah Franz König'in [1832-1910] adından), bağırsağın bir bölütünde ağrı, gurultu, sınırlı sığam­ sal hareketlerle belirgin sendrom. Bağır­ sakta bir darlık olduğunu gösterir ve ye­ meklerden sonra krizlerle ortaya çıkar. K Ö N İO O R Â T Z -> HRADEC KRÂLOVE ve SADOVA. K Ö N İG S B E R O , bugün K aliningrad*, eski Doğu Prusya kenti. —Tar Toton tarikatı kalesi (1255) çevresin­ de gelişen kente, bir kentsel ayrıcalık bel­ gesi verildi (1286) ve Hansa birliği’ne gir­ di (1340). Tarikat başkanının konutu (1457), ardından .Prusya düklerinin barı­ nağı (1525-1618) olan bü kentte, sonradan Kant’ın da ders vereceği bir üniversite ku­ ruldu. Brandenburg Seçicisi Friedrich III, 1701’de kral unvanını bu kentte aldı. Kent, gene burada bir landwehr kurulmasını ka­ rarlaştıran (1813) Doğu Prusya genel meclisi’nin toplanmasından sonra, Avrupa’nın Napolâon boyunduruğundan kurtuluşu­ na da katıldı. Sovyet ordusu tarafından 1944'te bombalandı, sonra kuşatıldı (ocak 1945) ve alındı. Potsdam konferansı’nda (1945) Rusya’ya bırakıldı, 1946’da Kali­ ningrad adını aldı. K Ö N İO S F IL D C N , İsviçre'de (Aargau), Windisch komününde yer, Brugg yakının­ da. XIV. yy.'dan kalma eski gotik manas­ tır (ilginç vitraylar). Akıl hastanesi. — Yakınında Romalılar’dan kalma Vindonissa kalesinin kalıntıları. K Ö N İO S H Ü T T E , Chorzöw'un alm. es­ ki adı. K Ö N İG S M A R C K a. (alm. öz. a. Königsmarek). XVI. yy.'da kullanılmış ve bu yüz­ yılın ilk yarısında geniş olan ağzı, daha sonra incelerek dikdörtgen biçimini almış alman yapısı kılıç türü. K Ö N İO S M A R C K ya da K Ö N İG S M A R K (Hans Christoffer, —kontu), alman kökenli isveçli general (Kötzlin, Altmark, 1600 - Stockholm 1663). 1630’da İsveç'in hizmetine girdi, VVolfenbüttel (1641) ve Breitenfeld’de savaştı, Saksonya ve Bo­ hemya’yı yakıp yıktı ve Prag’ı yağmaladı. Bremen ve Verden valiliği yaptı ve feldmareşalliğe yükseldi (1655). 1656-1660 ara­



Königsmarck sında Polonyalılar'ın tutsağıydı.



7044



K Ö N İG S M A R C K ya da K Ö N İG S M A R K (Otto Vilhelm, —kontu), isveçli dip­ lomat ve asker (Miriden 1639 - Modon, Yu­ nanistan, 1688), bir öncekinin oğlu. İngil­ tere'de (1661), sonra Fransa’da İsveç büyükelçisiydi, 1668’de Fransa’nın hizmetine girdi, Seneffe'de yararlılık gösterdi (1674). Kari XI tarafından geri çağrıldı, Almanya'da savaştı. 1686’da Vtenedik Cumhuriyeti'nin hizmetine girdi. Yunanistan’da Türkler ile çarpıştı ve Atina'yı aldı (1687). K Ö N İG S M A R C K ya da K Ö N İG Ş . M A R K (Aurora, —kontesi), Polonya kralı August H’nin gözdesi (Stade 1662 - Quedlinburg 1728), öncekinin yeğeni. Au: gust, Saksonya Seçicisi olduğu sıralarda, Aurora'ya çok büyük bir aşk besledi ve bu beraberlikten Maurice de Saxe adlı bir oğlu oldu. August, Polonya tahtına onun öğütleri sayesinde çıktı. Ouedlinburg manastırı’nın başrahibesi olarak öldü. K Ö N İG S M A R C K ya da K Ö N İG S M A R K (Filip Christoph, —kontu), isveçli subay (Stade 1665 - Hannover 1694), ön­ cekinin kardeşi. Hannover Seçicisi Georg' un (geleceğin İngiltere kralı George I) hizmetindeyken, Seçici’nin eşi Sophia Dorothea’nın âşığı olmasından kuşkulanıldı ve esrarengiz bir biçimde öldürüldü. Pierre Benoit romanlarından birinde onu, kimli­ ğini değiştirerek kahraman olarak kullan­ dı (1917). K Ö N İG S S E E , Almanya'nın Bavyera eyaletinde yer alan göl, Salzburg Alpleri üzerindedir; yükseltisi 601 metre. Suları­ nı Salach’a boşaltan göl, önemli bir turis­ tik sittir.



gelen sövgü sözü (yörs.). || Köpek yese ku­ durur, onur kırıcı, ağır sözlerin bu yönü­ nü vurgulamak için söylenir: Öyle sözler söyledi ki, köpek yese kudurur. || Köpeğe atsan yemez, bir yiyeceğin çok kötü oldu­ ğunu belirtmek için kullanılır. || Köpeğe hoşt kediye pist dememek, kendisine za­ rar verenlere karşı hiçbir tepkide bulun­ mamak, sesini çıkarmamak. || Köpeği bağlaşan durmaz, bir yerin yaşanamayacak ölçüde pis ve kötü olduğunu belirt­ mek için kullanılır. || Köpekler ana olma­ sın, annelerin fedakârlığını, anneliğin zor­ luğunu vurgulamak için söylenir. —Avc. Kovucu köpek, ferma köpeklerinin tersine avı koşmaya zorlayan av köpeği. (Bk. ansikl. böl.) —Böcbil. Köpek piresi, asıl köpekte bu­ lunmakla birlikte, kedilerde de rastlanan ve insanı da ısıran pire. (Bil. a. Ctenocephaluscanis. Pireler takımı, Pu//c/dae fa­ milyası.) —Geom. Köpek eğrisi, bir tavşanı kova­ layan bir köpeğin üzerinde yol aldığı eğ­ ri. (Bu eğri daha genel kovalama* eğ­ rileri ulamına girer. Bu eğri, desende



iyi kılavuz köpeklerden biri alman çoban köpeğidir.) ♦ sıf. ve a. Çıkarı için yaltaklanan kimse için kullanılır: Köpek herif, yalvarmakla işi­ ni yaptıracağını sanıyor. O köpeğin ne ya­ pacağı belli olmaz. —ANSİKL. Köpek, tarihöncesi devirlerden beri insana bağlandı ve evcilleştirilmesin­ den sonra büyük bir olasılıkla başka hay­ vanların da evcilleştirilmesine katkıda bu­ lundu. Almanya ve Danimarka’daki arke­ olojik sitlerde bulunan 10 000 yaşını aş­ mış kemikler iki ırkın varlığını ortaya koy­ du: bunlardan daha küçük olanı (günü­ müzdeki köpek ırklarından çoğu bu ırk­ tan gelmektedir) halen Avustralya'da ya­ şayan yabani köpek dingoya oldukça ya­ kındır; daha büyük olan öbürkündense günümüzdeki eskimo köpekleriyle bazı iri çoban köpekleri gelmektedirler. Köpeğin kökeni üstüne henüz kesin bir kanıt getirilemiyorsa da kabul edilen en yaygın var­ sayıma göre kurdun evcilleştirilmesiyle or­ taya çıkmıştır. İlkel köpek ırkları çevreleri­ ne uyum göstermişlerdir: dağ köpekleri sık tüylü, güçlü bedenli, bozkır köpekleri



ancak yaklaşık olarak çizilmiştir, çünkü çi­ zim sonlu bir aşamayla elde edilir, oysa gerçekte doğrultu sürekli biçimde değiş­ mektedir.) —Kırs. inş. Elektrikli köpek, etrafı kapalı bir yere enlemesine konan ve hayvanları ora­ da ileri sürmeye yarayan hareketli düze­ nek (elektrikli engel ya da tel). [Elektrikli ya da mekanik köpekler özellikle sağım yerlerinin bekleme bölümlerinde kullanı­ lır.) —Kürkç. ve Deric. Çinliler (sepileyerek) ve Laponya'da yaşayan Eskimolar tüylü kö­ pek derisinden yararlanırlar. —Spor. Köpek kuyruğu, yağlı güreşte, sarma oyunu yapılırken sarmadan dönme aşamasında uygulanan oyun. (Sarma ta­ kılan güreşçi altta dönerken, dönüş tara­ fındaki elle gırtlaktan, çeneden ya da alın­ dan karşılanır ve sırtüstü bastırılarak oyun tamamlanır.) —Tip. Köpek pisliği, inatçı kabızlıklarda gö­ rülen, sert ve yuvarlak parçalar halindeki dışkı. —Vet. Genç köpek hastalığı, CARRE HAS-



kısa tüylü, ince uzun bedenli hale geldi; ancak toplu olarak yer değiştirmeleri bu ırkların karışmasını sağladı ve bazı ano­ malilerin (cücelik, çenenin ileri çıkıntı yap­ ması, akondroplazi) ayıklanmasıyla daha da belirginleşen birçok çaprazlanmaya yol açtı. Günümpzde beden yapısı, tüy­ ler, kuyruk ya da kulağın duruşu ve huy olarak büyük farklılıklar gösteren köpek ırklarına rastlanır. Bugün Uluslararası köpeksevenler federasyonu, yararlanıldıkları yere (bekçi köpekleri, av köpekleri, süs kö­ pekleri, vb.) göre sınıflandırılmış en az 340 köpek ırkı bulunduğunu kabul etmektedir. Çağlar boyunca birçok defa tanrılaştı­ rılan köpek, uygarlıkların çoğunda insan­ ların toplumsal yaşamının çok önemli bir parçası olmuştur. Mısırlılar tazıları, baseleri, dog çeşitlerini, çeşitli fino ırklarını ev­ cilleştirdiler: Mısırlılar’ın kutsal saydıkları köpeklerin iskeletlerinin ya da mumyala­ rının yer aldığı mezarlar bulundu. Eski yu­ nan mitolojisinde köpek Artemis'in arka­ daşıdır ve Apollon tarafından eğitilmiştir. Doğası gereği etçil olan köpek eğitile­ rek hepçil hale getirilebilir; hatta bazen bütünüyle bitkisel besin maddeleriyle bi­ le yetinebilir. Dişi köpeğin 10 memesi var­ dır. Bir batında, ortalama olarak 6-10 yav­ ru doğurabilir. Gebelik süresi 9 haftadır. Köpekgiller familyası, evcil köpeğin dı­ şında, çeşitli türler de içerir; Uzakdoğu’ da yaşayan misk köpekleri, Güney Ame­ rika’nın yabani köpekleri (zorra ya da kü­ çük kulaklı köpek [Atelocynus microtis], çalı köpeği [Speofbos venaticus]) ya da Hindistan'da yaşayan ve sürüler halinde avlanan (Cuon alpinus) türler sayılabilir. —Avc. Kovucu köpekler, kaldırılan avı iz­ leyip çevirerek avcının önüne doğru sü­ rerler. Hızlı koşan, dayanıklı köpekler olan



K Ö N İG S T E İN , Almanya'nın Sakson­ ya eyaletinde kent, Elbe'nin sol kıyısın­ da, Pirna'nın yukarı kesiminde. 1940'ta savaş tutsağı transız subayları Elbe kıyı­ sındaki şatoya getirildi. Giraud 17 nisan 1942’de buradan kaçtı. K Ö N İG S T U H L ("kralın koltuğu"), Al­ manya'da, Kraichgau tepelerinde doruk, Heidelberg yakınında, Neckar’ın sol kıyı­ sında; Almanya’nın ilk Seçici Prensleri bu­ rada, açık havada, imparatoru seçerler­ di. K Ö N İO S W İN T E R , Almanya’nın Ku­ zey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Ren kıyısında, Bonn'un güney-doğu ban­ liyösünde; 34 600 nüf. K Ö N İZ , İsviçre’de (Bern kantonu) ko­ mün, Bern’in banliyösünde; 33 400 nüf. Tarım araştırmaları merkezi. Topografya dairesi. K Ö P Ç Û K a. Koşumc. Koşum takımında kaltakta, kaburga ve kaşların ortasına yer­ leştirilen küçük yastık.



köpek eğrisi



i K Ö P E K a. 1. Hızlı koşabilen, mükemmel koku alan, kolayca evcilleştirilebilen, çe­ şitli amaçlarda kullanılmaya elverişli ve bir­ çok ırkı bulunan etçil memeli hayvan. (Köpekgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.) —2. Kaba bir aşağılama, azarlama sözü: Kö­ pek, bunu senin yanına bırakmayacağım. || Köpek gibi, çıkarı uğruna yaltaklananlar için kullanılır; yaltaklanarak: Köpek gi­ b i adam. Köpek gibi yalvarmak. || Köpek soyu, soysuz, alçak yaradılışlı anlamına



TAüĞl’nın eşanlamlısı.



köpek



—Zootekn. Köpek barınağı, açıklık yerde, çevresi kapalı bir alan ile bir kulübeden oluşan köpek yuvası. || Köpek çiftliği, kö­ peklerin yetiştirildiği, eğitildiği ve satıldığı yer. || Köpek yetiştiriciliği, safkan köpek üretimi ve bu konuyla ilgili çalışmalar (ya­ rışmalar, sergiler, vb.). [Eşanl. SİNOFİLİ.) || Köpek yuları, örülerek yapılmış, köpekle­ ri dörder dörder ya da altışar altışar, bir­ birine bağlamaya yarayan tasma. || Da­ mızlık dişi köpek, üretimde kullanılan dişi köpek. || Kılavuz köpek, dolaşabilmeleri için körlere kılavuzluk etmek üzere eğitil­ miş köpek. (Hemen hemen bütün köpek ırklarından kılavuz köpek yetiştirilebilir; en







‘e B7 Bb



köpek kovucu köpeklerin en önemli ırkları fokshound, bloodhound, harrier, base vb.'dir. Kovucu köpekler tavşan, tilki gibi hızlı ka­ çan hayvanların avında kullanılır. —Böcbil. Yapılan deneylerden anlaşıldı­ ğına göre, köpek piresi veba bulaştırabi­ lir; ayrıca, cüce yarasa tifüsünü bulaştıran hayvanlardan biridir; çift delikli köpek şe­ ridini (Dipylidium caninum) arakonak ola­ rak kullanır. —Folk. İslamlık öncesi türk folklorunda kö­ pek, kutsal sayılan hayvanlardandır. On iki hayvanlı türk takviminde yıllardan birine köpek anlamında “ it” adı verilmiştir. Kö­ pek eski türk efsanelerinde it, barak ya da it-barak biçiminde geçer. Orta Asya’da ya­ şayan bazı türk boylarında "it başlı sığır ayaklı" bir kavmin varlığına inanılır. Papa innocentius VI tarafından Moğolistan’a gönderilen Plano Karpini, moğol atanla­ rından söz ederken K.’de “ it başlı sığır ayaklı” bir kavme rastladıklarını yazar. Ebülgazi Bahadır Han da savaş için top­ lanan özbek hanlarını anlatırken böyle bir kavmin varlığından söz eder. Kocaları kö­ pek kılığında olan güzel kadınlar motifi, Al-



tay türk masallarının sık yinelenen motiflerindendir. “ İt başlı” insanlar motifine avrupa ve hint mitolojisinde de rastlanır. Or­ ta Asya kuşan sanatında da köpek başlı kuşlara (senmurv) rastlanır. Dede Korkut kitabı ’nda köpek, dost ve kılavuz olarak anlatılır. Şamanların giysilerine demirden, yassı köpek tasvirleri astıkları bilinmekte­ dir. Kaşgarlı Mahmut da “ kerkes” adı veri­ len kuşun her yıl iki yumurta yaptığını, bunlardan birinden "barak” adı verilen tüylü köpeğin oluştuğunu anlatır. Köpek, Yedi uyurlar efsanesi'nde de vardır. (-* Kitm İR.) Köpek İslamlığın yayılmasından sonra bazı mezheplerce murdar hayvan­ lardan sayılmıştır. Özellikle kara köpek uğursuz olarak kabul edilmiş, meleklerin köpek bulunan eve girmeyeceği, köpeğin değdiği her şeyin kirleneceği, ibadet sı­ rasında köpek sürtünür ya da seccadeye değerse ibadetin bozulacağı vb. inanış­ lar yaygınlaşmıştır. Köpek ancak sürüyü kollamak, bekçilik ve av için beslenir; eti yenmez; ticareti günah sayılır. Anadolu'nun birçok yöresinde gece



vakti köpek uluması bir felaketin ya da ölü­ mün habercisi sayılır. Köpek halk hekim­ liğinde de kullanılır. Veremli hastalara ya­ kılarak toz haline getirilmiş köpek kafası, baharatla karıştırılarak verilir. Köpek tersiy­ le karıştırılmış yoğurdun bu hastalara iyi geleceğine inanılır. Köpek yavrusunu ke­ sip etini pişirdikten sonra haberi olmadan hastaya yedirmek de veremli hastalar için başvurulan yöntemlerdendir. —ikonogr. Köpek, tarihöncesi dönemin sonundan bu yana fildişi heykelcikler ha­ linde betimlenmiştir. Mısırlılar köpekleri gömer ve onlara mezar taşlan dikerlerdi (Louvre, İ.Û. XIII. yy.). Tanrı Anubis köpek kafalı olarak betimlenirdi. Yunan-Roma Antikçağı'nda sık sık canlandırmıştır: Na­ poli’deki cave canem mozaiği, Vatikan müzesi’ndeki köpek heykelleri. Hıristiyan ikonografisi, köpeği Tobiya’nın ve bazı azizlerin dostu (örneğin aziz Roch) olarak görmüştür; Ortaçağ mezar heykelciliğin­ de köpek bağlılık simgesidir (yatıklar). An­ tik sanatta olduğu gibi klasik sanatta da köpek, Diana'nın arkadaşıdır (Anet şato­ su revağı). Doğal olarak av sahnelerinde



7045



tüysüz Kopek biçiminde vazo Meksika, Colima üslubu eski klasik İ.S. i. yy.



köpekler ırk ları öbeklere ayırarak sınıflandırm a



welsh manchester bulterye küçük bulterye sealyham bedlington irish-blue (kerry-blue) irish-terriers staffordshire norwick norfolk silky australian border scottish cairn west highland vvhite dandie-dinmonts skye



BİRİNCİ ÖBEK çoban köpeği anadolu çoban köpeği (kangal köpeği) beauce çoban köpeği brie çoban köpeği picardie çoban köpeği pirene çoban köpeği alman çoban köpeği belçika çoban köpeği flandre bouvier’si colley bearded collie shetiand bobtail welsh corgis m acar çoban köpeği İKİNCİ ÖBEK f A. bekçi ve koruma köpekleri rottweiler hovawart doberman bokser dev şnavzer alman dogu bordeaux dogu mastif bulmastif buldok şnavzer pinşer pirene köpeği sen be m ar ternöv landser (avrupa tipi) leonberg



:



B. koşum köpekleri samoyed eskim o (grönland köpekleri) aiaska köpeği Sibirya huskysi in spitzi . spitz kurtları büyük spitz elkhound akita inu İsviçre bouvier'si ÜÇÜNCÜ ÖBEK ferye foks jagdterye atredafe lakeland



DÖRDÜNCÜ ÖBEK tekeller standart tekeller cüce tekeller kaninchen-teckels BEŞİNCİ ÖBEK



.



büyük avlar için kovucu köpek 1. bölüm - kısa tüylü transız ırkları gascogne "grand bleu” leri saintonge ‘‘grand bleu” leri levesque poitou billy transız üçrenklisi transız siyah ve beyazı transız beyaz ve turuncusu 2. bölüm - uzun tüylü transız ırkları vendöe büyük grifonları 3. bölüm - İngiliz tokshound ırkı 4. bölüm - fFansız-ingiliz ırkları ingiliz-transız büyük üçrenklileri ingiliz-fransız büyük beyaz ve siyahı ingiliz-transız büyük beyaz ve turuncusu saint-hubert köpekleri ALTINCI ÖBEK A . k ü çük avlar iç in kovucu köpekler gascogne “ petit bleü” ieri artois köpekleri artois köpekleri artois köpekleri bretagne “ grifton fauve” ları gascogne “ grifton bleu” leri gascogne “ basset bleu” Ieri bretagne “ basset fauve” ları beagle harrier



ingiliz-transız üçrenklileri, beyaz ve siyahı, beyaz ve turuncusu basset hound İsviçre kovucu köpekleri ' bern kovucu köpekleri luzern kovucu köpekleri bruno tipi jura kovucu köpekleri ju ra kovucu köpekleri saint-hubert tipi İsviçre küçük kovucu köpekleri dachsbracke-vvachtelhound etna “ cirneco” su asenji-rhodesian ridgeback podenco ibicenco YEDİNCİ ÖBEK av köpekleri (İngiliz ırkları dışında) ferma köpekleri ariâge, auvergne, bourbonnais, puy brakları transız brakı saint-germain brakı alman brakı weimar brakı macar brakı breton epanyölü transız epanyölü picardie epanyölü mavi picardie epanyölü pount-audemer epanyölü langhaar epanyölü sert tüylü grifon yünsü tüylü grifon barbet spinones drahthaar sticheihaar pudel-pointers munstrlander SEKİZİNCİ ÖBEK İngiliz ırkı köpekler A) ferma köpekleri puanterler İngiliz seterleri İrlanda seterleri gordon seterleri B) retrieverier, spanyeller ve cocker’lar retrievers iabrador retrievers golden retrievers chesapeake retrievers curley coated retrievers flat coated siyah cocker’lar kırmızı ve sarı cocker’lar diğer renklerde cocker’lar clumbers



sussex vvelsh-springers springers irish-vvater field-spaniel amerikan cocker’ları DOKUZUNCU ÖBEK süs ve refakat köpekleri kıvrık tüylü kanişler çov-çov dalmaçya köpeği transız buldokları bologna bişonu avrupa cüce epanyölleri pervaneler kelebekler japon epanyölü pekin epanyölü İngiliz cüce epanyölü king-charles cavalier king-charles carlins belçika ve brüksel grifonu brabant zvvergspitz (cüce spitzler) kleinspitz mittelspitz (orta boy spitz) şnavzer affenpinscher cüce pinşer schipperke yorkshire teryesi boston teryesi toyterye Ihassa-apso tibet grifonu tibet epanyölü tibet epanyölü küçük aslan-köpekler tüysüz köpekler chihuahua tulear pamuksu tüylü köpeği eurasier ONUNCU ÖBEK tazı greyhoünd vipit slugi galgo barzoy deerhound irish wolfhound İran (saluki) afgan küçük İtalyan tazıları



K Ö P E K B U R U N L U Y AR A S A a. Tro­ pikal bölgelerde yaşayan, serbest kuyruk­ lu, iri kulaklı, iyi uçan, ama yerde de hızla koşabilen bazı yarasaların ortak adı. (Yüz kadar köpek burunlu yarasa türü bilinir. Hepsi de böcekçil olan bu hayvanlar gün­ düzlerini mağaralarda ya da yapıların için­ de büyük koloniler halinde geçirir; Ame­ rika’da bulunan bazı türler göçmendir; Av­ rupa köpek burunlu yarasasına (Tadanda tueniotis) Akdeniz kıyılarında rastlanır; köpekbgrunluyarasagiller familyasının örnek tipi.)



Lauros-Giraudon



yer alır. Snyders, R de Vos, J. Fyt, Oudry, Desportes (XVIII. yy. kraliyet av köpeği sü­ rücüsünün resimlerini yapan ressam) XIX. yy.'da J. Stevens gibi birçok hayvan res­ samına konu olmuştur. Heykel dalınday­ tehlikeli köpekbalıkları sa köpek temasını işleyen sanatçılar ara­ 1. sında Coysevox (B uldog ve kurt) [Sceaux şatosu], R F. G. Giraud (Yatmış köpek) [1827 salonu, Louvre] ve Frömiet, 4. Sarı köpekbalığı. Barye, Georges Gardet’yi anmak gerekir.



Köpekler ve tavşan (1752) Jean Baptiste Oudry’nin resmi Sanat ve tarih müzesi, Cenevre



K Ö P E K B A L IĞ I a. 1. Sıcak, ılık ve ol­ dukça serin denizlerde yaşayan, harhar­ yasgiller familyasının Mustelus cinsine gi­ ren üç kıkırdaklıbalık türünün ortak adı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Halk arasında har­ haryasgiller familyasına giren bütün ba­ lıklara verilen ortak ad. —Deric. Var olan yüzlerce köpekbalığı tü­ ründen yalnızca yirmi otuz kadarı deri üretmek için uygundur. Deri, boynuz gibi sert ve sivri pullarla kaplı olduğu için bun­ ların sepilemeden önce temizlenmesi ge­ rekir. Elde edilen deri özellikle maroken­ cilikte kullanılır. Aşındırıcıların ortaya çık­ masından önce kurutulmuş köpekbalığı derisi tahta parlatmada kullanılırdı. —ANSİKL. 200-300 m derinlikleri seven köpekbalıkları, güneşli havalarda daha derinlere inerler. Solungaç kapakları yok­ tur. Başın yanlarında bulunan solungaç her iki yandaki 5'er yarıkla dışarı açılır. Ağızları başın altındadır. Etçildirler: sürü oluşturan balıkları, orta sulardaki omurga­ sızları, dip balıklarını avlarlar. Yıldızlı köpekbalığı adıyla da bilinen Mustelus asterias'ın kuyruk yüzgecinin ar­ ka bölümü genellikle beyazımsıdır; boyu 2,5 m’yi bulabilir. Ûzköpekbalığı adıyla da bilinen M. mustelus'un bedeni, sırt ve yanlara doğ­ ru koyu esmer-gri ve arduvaz rengidir ve beyazımsı lekelidir. Karnı grimsi ya da sa­ rımsı olur. Boyu 1,5 m'yi ancak bulur. Akdeniz özköpekbalığı da denen M. mediterraneus'un bedeni, sırt ve yanlara doğru kirli gri renkli ve siyahımsı lekelidir. Karnı daha açık renkli olur. Kuyruk yüz­ gecinin arka kenarı genellikle siyahımsı­ dır. Boyu 1,5 m'ye ulaşabilir. ^ K Ö P E K B A L IK L A R I a. Hemen hemen bütün ktkırdaklıbalıkları içeren altsınıf. (Bil. a. Selachii.) —ANSİKL. Köpekbalıklarının iskeleti bütü­ nüyle kıkırdaklıdır (ama kireçleşmiştir); be­ den deri kökenli dişçiklerle ya da ö bü r omurgalılardaki dişlere hom olog olan plakoit pullarla kaplıdır; ağız karın yüzünde b ir rostrum un altındadır; dişler, çenenin kenarında birbirine paralel birçok sıra oluşturur ve yaşam boyunca yenilenebi­ lir. Bağıısakta sarmal bir tıkaç vardır ve ba-



beyaz köpekbalığı



* 4 .- . | | bozca mgöz



kaplan köpekbalığı



saldırgan olmayan köpekbalıkları 1. Yakalı köpekbalığı; 2. 3. Camgöz; 4. Göçmen köpekbalığı; 5. Tilki köpekbalığı.



sivriburun köpekbalığı fOxyrtrina spallanzani



ğırsak aynı zamanda sidikborusuyla sper­ ma kanalının da açıldığı bir dışkılıkta son bulur. Erkeklerde, karın yüzgeçlerinin ge­ lişmesiyle oluşmuş iki çiftleşme organına ya da pterigopodyum'a rastlanır. Bazı kö­ pekbalıkları yumurtlayıcıdır: düzkenarlı, dikdörtgen biçimli, boynuzsu bir kabukla korunan ve dört köşesinde şerit biçimin­ de uzantılar bulunan iri yumurtalar yu­ murtlar. Bazı köpekbalıklarıysa vivipar, hatta etenelidir. Solungaçlar, solungaç yaprakları üzerindedir ve genellikle 5 çift yarıkla dışarı açılır; bazı türlerdeyse bir so­ luk deliği vardır. Kuyruk yüzgeci heteroserktir; omurga, üst lobda da devam eder Kanın temel özelliği yüksek oranda üre içermesidir; bu sayede kan, deniz suyu­ na izotonik olur. Köpekbalıkları iki üsttakıma ayrılır: solungaç yarıkları bedenin yan­ larında bulunan düşeysolungaçyarıklılar (Pleurotremata); solungaçları yatay olan ve karın yüzünde, diskin altında dışarı açılan yataysolungaçyarıklılar (Hypotremata). K Ö P E K B A Ş LI sıf. Köpekbaşlı maymun, babuinin başka bir adı. —ANSİKL. Arkeol. Eski Mısır’da, köpekbaşlı maymun (-► BABUİN) denilen büyük maymunların önemli bir dinsel işlevi var­ dı. Güneş'e tapan köpekbaşlı maymun çiftleri, çığlıklarıyla, Güneş’in geceden sıy­ rılmasına yardım ederler ve ona ilk şafak duasını ederler. Köpekbaşlı maymun Güneş-tanrı’nın kendisidir; ancak, Thot gi­ bi bir ay tanrısı da bu büyük maymunla­ rın görünümünde olabilir. Mitolojide oy­ nadıkları önemli rol köpekbaşlı maymun­ ların, mısır sanatında, resim ya da hey­ kel olarak sıkça betimlenmesine yol aç­ mıştır. K Ö P E K B İL İM a. Köpeğe ilişkin incele­ meler yapan bilim dalı. K Ö P E K O İL İ a. Kırmızımsı ya da mo­ rumsu çiçekli tüylü ot. Dağlarda nemli or­ manlarda biter. Kimi yerlerde süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Çiçekli dalları peklik verici, yumuşatıcı ve yatıştırıcıdır. (Bil. a. cynoglossum; hodangiller familyası.) K Ö P E K D İŞ İ a. Memelilerde çene ke­ miklerinin her iki yarısında, kesicidişler ile küçük azıdişleri arasında yer alan diş. (Ko­ ni biçiminde ve iri olan bu dişler yakala­ maya ve ısırmaya yarar.) [Bk. ansikl. böl.] —Anat. Köpekdişi kası, dudak birleşeğinde sona eren küçük yüz kası, üstdudak kaldırma kası. || Köpekdişi tümseği, köpek­ dişi çukuru, üstçenenin dış yüzünde köpekdişleri hizasında bulunan girinti ve çı­ kıntı. —Atç. Aygırlarda var olan köpekdişlerinin, kısraklarda bulunması bir anomalidir. —ANSİKL. Her yarım çenede bir tek kö­ pekdişi bulunur; bu dişin tek kökü vardır ve çenekemiğinin ön bölümüne gömülü­ dür. Alt köpekdişi üst köpekdişinin önün­ deki diyasteme yerleşir. Köpekdişi genel­ likle bir saldırı silahıdır (etçiller gibi avcı hayvanlar), ama savunma silahı da olabi­ lir (domuzlar gibi otçul hayvanlar). Kısrak­ larda, kemirgenlerde ve gevişgetiren hay­ vanlarda bulunmaz. Genellikle erkekler­ de daha büyük olur, insanda köpekdişi öteki dişlerin boyunu geçmez ve dolayı­ sıyla özgül işlevini yitirmiş sayılabilir. Etçil fosillerden iki büyük hayvanda (smilodon ve machairodus) köpekdişleri çok büyük boyutlara ulaşmıştı. K Ö P E K D İŞ İ a 1 . Güney Avrupa'da ve Türkiye’de boş tarlalarda yetişen ve büyük ayrıkotu da denen çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. Cynodon dactylon; buğdaygiller famil­ yası.) [Bol nişastalı kalın köksapı halk he­ kimliğinde idrar artırıcı ve müshil olarak kullanılır.] —2. Büyük tek çiçekli, soğanlı, küçük bitki. (Bil. a. erythronium; zambak­ giller familyası.) K Ö P E K D İŞ İM S İ sıf. Köpekdişine ben­ zeyen. —Biyol. Köpekdişine benzeyen ve onun gibi iş gören kesici dişe ya da yanak dişi-



ne ve memeli olmayan omurgalılarda sivri dişlere denir.



ye kasasını ele geçirdi ve ancak bir hafta sonra tutuklanabildi.



K Ö P E K G İLL E R a. Tırnakları içeri çeki­ lemeyen, arka azıdişleri öğütücü tipte olan büyük kın kemikli etçil memeliler familya­ sı. (Bil. a. Canidae.) —AnsIKL. Köpekgiller, sürü halinde yaşa­ yan ve havlayarak birbirleriyle anlaşan hayvanlardır. Bütün dünyaya yayılan 40 tü­ rü bilinir. Canis cinsi, evcil köpek dışında, kurdu, kırkurdunu ve çakalları kapsar. Til­ kiler Vulpes, Alopex, Fennecus ve Urocyon cinslerinde toplanır. Güney Amerika ve Güney Afrika'da çok sayıda yerli köpek türü yaşamaktadır.



K Ö P İN G , İsveç’te (Vâstmanland) kent, Mâlar gölü yakınında; 28 200 nüf. Meta­ lürji. Oto sanayisi.



K Ö P E K L E M E K gçz. f. Yörs. Çok yoru­ larak köpek gibi solumak, bitkin düşmek. K Ö P E K L E N M E K gçz. f. Yalvarmak, yaltaklanmak. K Ö P E K LE Ş M E K gçz. f. Onurunu yiti­ recek biçimde bir başkasına yalvarmak, yaltaklanmak. K Ö P E K L İK a. 1. Bir başkasına yaltak­ lanma; bu biçimdeki davranış; alçaklık, yaltakçılık. —2. Yaltakçılık eden bir kim­ senin niteliği. K Ö P E K M E M E S İ a. Koltuk altında çıkan kan çıbanı. KÖ P EK O TU a. Oldukça küçük beyaz çi­ çekli ve pamuğumsu tüylerle kaplı otsu bitki. (Bil. a. marrubium; ballıbabagiller fa­ milyası.) —ANSİKL. Köpekotunun 15 kadar türü vardır. Yaprakları karşılıklı, hafifçe dişli ve kırışıklı, çiçekleri beyaz renkli ve yaprak­ ların koltuğunda küçük demetler halinde topludur. Kendine özgü keskin bir misk kokusu saçar. Ak köpekotuna Avrupa’da ve Türkiye’de rastlanır. Bu tür, Avrupa’da infusyon olarak homeopatik hekimlikte kullanılır. Çiçekli dalları idrar artırıcı, gaz söktürücü ve göğüs yumuşatıcı nitelikler taşır. K Ö P EK P AP A TY A SI a Pis kokulu bir papatya türü. (Bil. a. Arthemis cotula; bi­ leşikgiller familyası.) —ANSİKL. Köpekpapatyası Türkiye’de, Doğu Anadolu dışında yaygın bir türdür. Yaprakları elde ovuşturulduğu zaman pis bir koku yayar Az miktarda uçucu yağ, or­ ganik asitler ve uçucu bir alkaloit içerir. Çi­ çekleri % 2 infusyon halinde, uyarıcı, âdet söktürücü ve gaz çıkartıcı olarak kullanı­ lır. K Ö P E K S O Ğ A N I a. Bot. AKYILDIZ’ın eşanlamlısı. K Ö P E K Ü Z Ü M Ü a. Beyaz çiçekli, dişli yapraklı, 20-50 cm boyunda tüylü saplı," biryıllık otsu iki bitkiye verilen ad. (Bil. a. Solanum nigrum ve S. dulcamara; patlı­ cangiller familyası.) [Eşanl. İTÜZÜMÜ.] —ANSİKL. Köpeküzümü Türkiye’de yaygın ‘ bir bitkidir; yol ve su kenarlarında, boş tar­ lalarda yetişir. Meyveleri bezelye büyüklüğündedir; önce yeşil, olgunlaşınca siyah olur. Solanum nigrum türünün çiçekli, yapraklı ve genç meyveli dalları halk he­ kimliğinde, infusyon halinde yaraları ve basur memelerini yıkamak için ağrı kesi­ ci olarak kullanılır. Yaprakların ezilmesiy­ le elde edilen lapa da aynı işe yarar. So­ lanum dulcamara türü özellikle Kuzey Anadolu'da yaygındır. Bunun çiçekli, yap­ raklı dalları da halk hekimliğinde diüretik, hafif uyutucu, ağrı kesici, terletici, balgam söktürücü olarak kullanılır. K Ö P EN a. Yörs. Yün ya da kıldan el eğir­ mesi iplikle kondu tipi yatay tezgâhlarda dokunan uzun tüylü bir tür el dokuması. K Ö P E N İC K , esk. Cöpenick, Berlin'in güney-batı banliyösü, Spree ırmağı kıyı­ sında yer alır. Ekim 1906'da kunduracı ve eski sabıkalı VVilhelm Voigt, muhafız yüzbaşısı üniformasını giyerek, Köpenick Belediye başkanının dairesine girdi, Baş­ kanı tutukladı, iki hum baracı erin eşliğin­ de Berlin'e gönderdi ve ardından beledi­



K Ö P O Ğ LU {köpek oğlu > köpoğlu). 1. Kaba. "Hain, düzenbaz” anlamında kul­ lanılan sövgü sözü. — 2 . Tkz. Kurnaz, işi­ ni bilir, zeki kimseler için şaka sözü ola­ rak kullanılır (köpoğlusu da denir): Köp­ oğlu (köpoğlusu), her işin altından kalk­ masını bilir. —3. Köpoğlu köpek, köpoğ­ lu sövgüsünü güçlendirmek için kullanı­ lır. K ö p o ğ lu s a la ta s ı, Papaz mancası da denir, patlıcan, biber, salatalık ve sar­ ımsaklı yoğurtla yapılan bir tür meze. Pat­ lıcanlar kabukları soyularak küçük küçük doğranır, ince doğranmış yeşil biberle yağda kavrulur. Küçük doğranmış ya da rendelenmiş salatalık ve sarımsaklı yo­ ğurtla karıştırılıp üzerine maydanoz ve do­ mates dilimleri konur. K Ö P O Ğ L U L U K a Kurnazlık, düzen­ bazlık. K Ö P P E N (VVladimir), rusçası V ladim ir Petroviç Keppen, rus asıllı alman iklim­ bilimci (Petersburg 1846 - Graz 1940). 1875’ten 1919’a kadar Hamburg Deniz rasathanesi’ni yönetti, 1900-1931 arasında dünyanın iklimsel sınıflandırmasına ilişkin birçok çalışma hazırladı. Handbuch der Klimatologie'y'ı (iklimbilim kılavuzu) [5 cilt, 1930’dan başlayarak] yayımladı. K Ö P P İN G (Kari), alman ressam, gravürcü ve cam ustası (Dresden 1848 - Berlin 1914). 1895’e doğru cam sanatına yönel­ di ve ince ayakları çiçek sapları bükülgen­ liğinde olan, esin kaynağını çiçeklerden aldığı kupalar çizdi; renkli camı çoğu kez sedeflendirdi. 1895’ten başlayarak Paris’ te, Art nouveau galerisi’nde, Bing tarafın­ dan düzenlenen sergilere katıldı. K Ö P R Ü a. 1 . Bir ulaşım yolunun, bir sukemerinin, bir boruhattının, bir akarsuyu, bir deniz yolunu, bir çöküntüyü ya da bir ulaşım yolunu aşmasını sağlayan yapı. (Köprü bir gediği yüksekten aşıyorsa ve bir çok açıklıktan oluşuyorsa genellikle vi­ yadük adını alır. Yalnızca yayaların geçi­ şine olanak veren yapılara ise yaya köp­ rüsü denir.) [Bk. ansikl. böl. Bayınd.] —2 . iki grup ya da iki kimse arasında ola­ sı bir ilişkinin, bir bağlantının simgesi: Bir ülkeyle köprü kurmak. Sevgi ve dostluk köprüsü. —3. Köprü altı çocuğu, evi barkı olmayan, kimi kimsesi bulunmayanlar için kullanılır. || Köprü başı -> KÖPRÜBAŞI. || Köprüleri atmak, yakmak, girişilen ya da başlanılan bir işten artık geriye dönme, vaz geçme olanağı bırakmayacak bir du­ rum yaratmak. || Köprünün, köprülerin al­ tından çok su geçti, bir durumun zama­ na bağlı olarak değiştiğini, eski koşulla­ rın yerini yenilerinin aldığını belirtmek için söylenir. —Ask. Bailey köprüsü, bir ya da iki kat meydanfa getirecek şekilde, ikili ya da üçlü kalaslarla kurulan köprü. || Piyade köprü­ sü, piyadelerin bir akarsuyu hızla geçme­ lerine olanak veren hafif köprü. (Bk. an­ sikl. böl.) || Tank köprüsü, orta uzunlukta bir kesik arazi üzerine, zırhlı araçların ge­ çişini sağlamak amacıyla hızla kurulabi­ len, hareket edebilir, motorlu köprü. || Yü­ zer köprü, tekneler üzerine oturmuş bir tahliyeden meydana gelen köprü. (Bk. an­ sikl. böl.) —Ask. havc. Hava köprüsü, kara ya da deniz ulaştırmasının çok yavaş olduğu ya da gerçekleşemediği bir alanda birbirin­ den ayrılan iki nokta arasında, ulaştırma uçaklarının yoğun trafiği. (1936’da Gene­ ral Franco’nun kıtalarının, İtalyan uçakla­ rıyla Fas'tan ispanya’ya ulaştırılması, tari­ hin ilk hava köprüsü deneyimi oldu. 1948 ve 1949'da Berlin ablukası sırasında Ame­ rikalılar hava köprüsüyle kentin ikmalini sağladı. İkinci Kıbrıs Barış harekâtı’ndan sonra



TC Karayolları ve Türk hava kuvvetleri’nin uzman istihkâm personeli gerekli malze­ me ile Kıbrıs'a giderek günümüzde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası havalimanı olarak kullanılan Ercan hava­ limanı inşaatını çok kısa zamanda tamam­ lamıştır. Havalimanı ve terminal binaları bittikten sonra Türk hava kuvvetleri tara­ fından kurulan hava köprüsüyle malzeme ve personel taşınmasına devam edilmiş­ tir.) —Bayınd. Askılı köprü, tahliyesi, kulelerin üzerinden geçen ya da kulelere tutturu­ lan eğimli doğrusal kablolarla asılmış köp­ rü. || Asma köprü, yolu (genellikle karayo­ lu) taşıyan sistemi, ana taşıyıcı kablolar ile bunlara bağlanmış askı çubuklarından oluşan köprü. (Bu ana taşıyıcı kablolar, üst bölümlerinden kulelerin üzerine dayanır ve modern köprülerde, açıklıkların tümü­ nü tek bir uzunluk halinde kaplayarak uç­ larından ankraj yoluyla ankraj kütlelerine ya da kuyularına tutturulur.) || Basküllü köprü, tahliyesi, yatay bir eksen çevresin­ de dönerek ya da dişli çembersel bir alan



üzerinde yuvarlanarak eğik olarak kalkan hareketli köprü. || Demiryolu köprüsü, üze­ rinden demiryolu geçen köprü. || Döner köprü, alt geçit ya da geçitlerin açılması, tabiiye ya da tabliyelerin düşey bir eksen çevresinde dönmesiyle gerçekleştirilen hareketli köprü. || Hareketli köprü, ayakla­ rı sabit olarak kurulan, ancak açıklığı ya da açıklıkları, seyre elverişli bir ya da bir­ çok geçiş oluşturmak için yatarak, kalka­ rak, dönerek ya da yuvarlanarak açılan köprü. || iner kalkar köprü, tahliyesi, iki ku­ le boyunca yükseltmeyle elde edilen dü­ şey bir ötelenmeyle, yatay konumunu ko­ ruyarak yükselen hareketli köprü. || Kara­ yolu köprüsü, üzerinden karayolu geçen köprü. || Kendinden ankrajh asma köprü, kablo uçlarının oluşturduğu yatay çekme kuvvetinin, tabiiye boyunca aktarılarak dengelendiği ve ankraj kütle ya da kuyu­ larının yalnız düşey kaldırma kuvvetine karşı koyduğu asma köprü. || Sürgülü köp­ rü, hareketli açıklığın boy yönünde sürül­ mesiyle açılarak seyir geçidi oluşturan ha­ reketli köprü. —Denizbil. Buz köprüsü (ûuöbec kökenli terim), iki kıyıyı, ya da bir adayı kıyıya bağ-



köpekbaşlı maymun biçiminde Thofun (Yazı tanrısı ve kâtiplerin koruyucusu) yanıbaşında okuyan kâtip Nebmertuf şist heykel Yeni İmparatorluk XVIII. hanedanın sonu L tm e müzesi, Paris



İNSANDA VE BAZI MEMELİ HAYVANLARDA KÖPEKDİŞİ



S.N.C.F. döner U p ıt w rotond (Paris-OOmy-Doğu hallan deposu)



layan ve kıyıda oturanlar tarafından köp­ rü olarak kullanılan buz örtüsü. ■ —Denize. Kaptan köprüsü, bir gemide üstyapıların üzerinde yer alan, bir borda­ dan diğerine uzanan ve seferdeyken se­ yirle görevli mürettebatın durduğu kapalı yer. (Bk. ansikl, böl.) —Derio. Bir kemer, bir kayış, bir bilezik vb. boyunca kayan ve bunlar kapatıldığında serbest ucun içinden rahatça geçmesini sağlayan deri ya da herhangi bir malze­ meden yapılmış parça, ■ —Dişç. cerr. Eksik dişlerin yerini doldur­ mak amacıyla bir ya da birçok aralığı içi­ ne alan, destek dişlerine bağlı sabii pro­ tez. (Bk. ansikl. böl.) —Dokubil. Hücrelerarası bağlantı köprü­ leri, komşu hücrelerin zarları arasından geçerek birleşen protoplazma bağlantıla­ rı. (Malpighi sümüksü cismi [üstderi] hüc­ relerarası bağlantı köprüleriyle, yani diken­ lerle [dikenli hücreler) belirgindir.) S*—Dy. Döner köprü, merkezinde düşey bir yatakla desteklenen ve iki ucu bir yuvar­ lanma yolu üzerinde hareket eden teker­ cikler üzerine oturan çembersel hareketli metal köprü. (Döner köprünün tümü ka­ nal adı verilen kâgir bir kaplamanın için­ de bulunur. Bu köprü kendi merkezinin çevresine yayılan bir yol grubuna bağla­ nan bir demiryolunu taşır. Döner köprü bir deponun dışındaki rotondlara ve hat de­ metlerine ulaşmâya olanak verir; bunun yanı sıra lokomotifleri, kimi zaman da öteki demiryolu taşıtlarını döndürmek için de kullanılır.)! Geçit köprüsü, yapım sırasın­ da dolguların iki ucu arasında kurulan çat­ ma servis köprüsü. — El sant. -» KÖK.



W—Elekt. Köşegenlerinden birinde bir akım kaynağı ve diğerinde bir ölçüm aygıtı yer alan bir dörtgenin dört kolu üzerine yer­ leştirilmiş dört devre elemanı (dirençler, inUrado koyu (Japonya) düktanslar, kapasiteler, vb.) içeren düze­ üzerindeki açıklıkları nek. (Örneğin dirençlerin karşılaştırılma­ sürekli, öngerilmeli sı için Wheatstone köprüsü; indûktanslabeton Koçi köprüsü rın karşılaştırılması için Maxwell ve Wien köprüleri; kapasitelerin karşılaştırılması (1972; merkez açıklığı 230 m)



için Sauty ve Schering köprüleri.) [Bk. an­ sikl. böl.] —Havc. Binmeyi ya da inmeyi sağlamak için bir uçağın kapısının önüne getirilen hareketli düzen, (En basit köprüler, kötü havalarda yolcuları koruyacak bir düzene­ ği olmayan merdivenlerdir; önemli hava­ alanı terminallerinde köprüler, genellikle yüksekliği ayarlanabilen ve uçağın kapısı önüne getirilen, yönlendirilebilir teleskobik tünel şeklindedir.) —Isıbil. ve Soğut, san. Isıl köprü, bir ye­ rin, bir konutun ısıl yalıtımında çatı, des­ tekler, tespit öğeleri, derzler, borular vb. gibi, yalıtımı kesintiye uğratan ve ısının geçmesine olanak veren bölgeler. —inş. Oluk köprüsü, İngiliz tipi bir dam oluğunda destek ayağını yerinde tutan kü­ çük metal halka. || Parmaklık köprüsü, bir tabanı andıran ve bir parmaklıca çubuk­ ların her birinin alt bölümüne tespit edi­ len bezeme. — İsi. Sırat köprüsü — SIRAT. —İstilıkc. Asma köprü -» ASMA. || Kaldır­ ma köprü, bir karşı ağırlıkla dengelenen ve yatay bir eksen etrafında hareket ede­ bilen köprü birimi. (Köprünün sabit bir ele­ manı üzerine ya da çukurun kenarına in­ dirilen kaldırma köprü, bir yapının kapısı­ na ulaşmayı sağlar; kaldırıldığında, girişi engeller.) [Bk. ansikl. böl.] || Panel köprü, personelin ve araçların derin dere yatak­ larından geçebilmesi için, panel denilen çelik kirişlerden ve ahşap döşemeden ya­ pılan köprü. | Yüzücü köprü, duba, sal ya da botlar üzerinde kurulan köprü. (Kuru­ lup sökülebilen bu köprüler, kullanım amaçlarına ve kuruldukları yere göre de­ ğişik tiptedirler.) —Kâğ. san. Elle kâğıt yapımında kalıbın verjelerini taşıyan çubukların ya da ağaç çıtaların her biri. (Köprülerin sayısı ve ara­ larındaki uzaklık zamanla değiştiğinden düzenlenişleri ve verje çizgilerinin görünü­ mü bir kâğıdın yaşını saptamayı sağlar.) —Müz. EŞİK’in eşanlamlısı. || Özellikle bir sonatın allegro bölümünde, birinci tema­ dan İkinciye geçişi belirten pasaj. || AABA



yapısındaki 32 ölçülük bir caz temasının, genellikle 6 ölçü tutan orta bölümü (B). —Oto, Arka köprü, arka tekerlekleri devindirici bir taşıtta, arka dingilden ve motor devinimini tekerleklere ileten kimi organ­ lardan oluşan bütün. (Genellikle kamyon­ larda, traktörlerde ve otobüslerde bulu­ nur.) [Bk. ansikl. böl.] —Polim. Üçboyutlu ya da ağlaşık bir po­ limerin zincirleri arasındaki eklenme yeri. (Köprü, bir polimerin bireşimi [fenoplast, aminoplast) ya da ayırma işlemi sırasın­ da [doymamış poliester] oluşabilir.) —Saraç, ve Marokene. Deriden yapılmış bir parçanın ön bölümüne konan, kapak­ tan geçen ve bir deri parçası ya da dille tutturulan kapama öğesi. —Sil. Tetik köprüsü, ateşli bir silahın teti­ ğini koruyan parça. —Spor. Kayağın ıspatulasına ve arka kıs­ mına yük verilmediği zaman, kayak taba­ nının uzunlamasına aldığı eğrilik. (Kaya­ ğın, kayakçının ağırlığına ve hızına göre en iyi biçimde düz durmasını sağlar.) || Ayaklar ve eller yerde, gövde arkaya doğ­ ru bükülerek yapılan yumuşama hareke­ ti. || Güreşte, güreşçinin baskıya karşı, baş ve ayak üzerinde durarak yay şekli alma­ sı. || Köprü kurmak, jimnastikte elleri ar­ kadan yere dayayıp ayak uçlarını da yere basarak vücudu yay gibi germek. || Köp­ rüye gelmek, güreşte köprü durumuna düşmek. —Tekst. Kadifede, özellikle de frize kadi­ fede, ütüden sonra bağlanmamış bir ya da birçok ipliğin dokuma yüzeyinde yüz­ meler oluşturmasıyla görülen üretim ha­ tası, —Fiyat. Oyuncuların üstüne çıkmak zo­ runda oldukları bazı dekorasyonların ar­ kasına yerleştirilen düzenek. || Servis köp­ rüsü, dekorcuların çalışmasını kolaylaştır­ mak amacıyla sahne üstüne yerleştirilmiş hafif çatma. —ANSİKL. Ask. • Yüzer köprü. Akarsuları ve kesik araziyi aşm ak için, ya müretteba­ tın yanında taşıdığı ve prefabrike, organik m addelerden imal edilm iş malzemelertVPS-Ztofo



den ya da çeşitli malzemelerin isteğe gö­ re birleştirilmesiyle yerinde kurulan köp­ rülerden yararlanılır. ikinci Dünya savaşı'nda Müteffikler, 1943'ten itibaren amerikan yapımı malze­ meler kullandılar: —piyade tümeni için US M2 köprüsü; kontrplaktan yapılmış ve prefabrike yürü­ me yollarından meydana gelen bu köp­ rü, 2 'şer 2 'şer birleştirilmiş gemiler üzeri­ ne tespit edilir; —zırhlı tümen için Treadway köprüsü; şiş­ me dubalar üzerine oturan ve yürüme yol­ ları çelikten olan bu köprünün parçaları (2 duba, 4 yürüme yolu ve diğer ek par­ çalar), bir kompresörü ve portik'i bulunan özel bir Brockvvay kamyonuyla taşınır ve yerleştirilir. Başka bir çözüm de, İngiliz yapımı Betiley köprüsüdür; bu sistem, kalaslardan bir kafes meydana getirecek şekilde, çok da­ yanıklı standart çelik parçalarla elde ku­ rulabilir ve köprü-yol ya da VF'den, asma köprü ve gemi köprülere kadar (J 49) pek



kendi eşi olan diğer araçlara doğrudan bağlanarak, bir buçuk saatten kısa bir sü­ rede kurulan 100 m'lik bir köprünün bir parçasını meydana getirebilir; ayrıca bu köprü açılıp kapanabilir. Gene bu modele benzeyen motorlu eş­ lik köprüsü, İngiliz yapımı eski Scissor Bridge esas alınarak yapılmıştır; hidrolik bir kriko yardımıyla yükseltilen, kesik ara-, ziyi kapatacak bir tahliyesi vardır. —Arazi aşma teknolojisi, bir yandan Gillos'nuh çözümleri yönünde gelişirken, bir yandan da, zırhlı araçları amfibi ya da su­ ya dalabilecek duruma getirip, köprülere bâğımlı kalmaktan kurtarmaya çalışılmak­ tadır. Yüzer köprülerin sayısı sınırlı olduğun­ dan, taktik durum elverişli hale gelir gel­ mez bunları kaldırmak ve yerlerine sabit köprüler koymak gerekir. • Piyade köprüsü. Bu köprülerin, yan ya­ na iki ya da üç piyadenin, ya da beraber­ lerindeki araç ve gereçlerin (ağır silahlar, motorlar, vb.) geçmesi için yeterli olması



mesi de birçok yeni yapının oluşturulma­ sına neden oldu; özellikle otoyol ağları, eş düzeydeki kesişmelerin yasak oluşu ne­ deniyle çok sayıda küçük yapının ve gü­ zergâhın elden geldiğince doğrusal olma­ sı gerekliliği nedeniyle de uzun ve çok yüksek birçok otoyol viyadüğünün yapı­ mını gerektirdi. Dolayısıyla, karayolu ve demiryolu köprüleri tekniği, yarım yüzyıl­ dan beri çok büyük bir değişikliğe uğra­ dı; bu değişikliği olanaklı kılan başlıca et­ kenler, gereçlerin (çelikler, çimentolar vb.), kalitesindeki gelişmeler, yeni çözümlerin (askılı köprüler, ortotrop plak döşeme vb,) getirilmesi, elektronik hesaplardaki ilerle­ meler ve otomatik resmin kullanımı, özel­ likle de yaklaşık 1950'den başlayarak öngerilmeli beton tekniğinin çok geniş bir kullanım alanında gösterdiği olağanüstü gelişmedir. Yapıların özellikle de olağan yapıların sayısındaki artış, belli sayıdaki durumlarda esnek bir standartlaştırmaya, boyuna (kirişler) ya da enine (vüsuar) di­ limlerle prefabrike üretime ve köprüler,



çok amaçla kullanılabilir. Sözgelimi, 1944’te Yukarı Alsace’ta ilerleyen I. tran­ sız ordusu on beş günde 128 köprü kur­ mak zorunda kalmıştı. İkinci Dünya savaşı’ndan sonra, eski tekniklerin daha gelişmiş biçimleri uygu­ landı: Treadway tipi köprünün genelleşti­ rilmiş biçimi olan 60 T US köprüsü ile, tah­ liyesi birleştirilmiş tekneler üzerine yerleş­ tirilen batmaz kalaslardan meydana ge­ len, tamamı alüminyum alaşımından M4 köprüsü. Bu iki tipin elemanları birleştiri­ lerek elde edilen bir başka köprüyse M4T6’dır. Bu köprü halen Türk kara kuv­ vetlerimde de kullanılmaktadır. Gillois malzemelerinin geliştirilmesiyle, 1955’ten sonra tam bir teknik devrim ger­ çekleştirildi. Sistemin temel elemanı ba­ ğımsız amfibi bir araçtır: bir Diesel moto­ runa sahip olan bu araç, motorize birlik­ lerle aynı hızda hareket edebilir ve iki tür­ lü hizmet verebilir: —aralıklı olarak geçişi sağlamak üzere motorlu bir sal gibi çalışabilir; —8 m'lik bir tabiiye elemanı taşıyan bir köprü aracı olarak doğrudan suya gire­ bilir ve 4 kişilik mürettebatın yardımıyla



gerekir. Geçilecek yerin özelliğine göre is­ tihkâm subayı tarafından, yüzer dayanak­ lar (Habert torbaları, şişer şamandıralar, ağaç ya da fıçı sallar), sabit dayanaklar üzerine (kaydıraklı dayanaklar, küçük ka­ zıklar) ya da dayanak kullanmaksızın (merdivenler, direkler, kirişler) yerleştirilir. II. Dünya savaşı’ndan sonra, yan yana ve uç uca birleştirilebilir kirişlerden oluşan ve birliğin 150 m’lik bir geçidi malzemesiz, 50 m’lik bir geçidi ise malzemeli olarak geçmesine olanak veren modeller bulun­ muştur. —Bayınd. Avrupa’da XIX. yy.’dan başla­ yarak sanayisel ekonominin gelişmesi ve demiryolu ile karayolu ağlarının yayılma­ sı çok sayıda köprünün yapımını gerek­ tirdi; ayrıca, demiryolu ağlarının çiziminde ancak yumuşak rampalara ve büyük çaplı kavislere izin verildiğinden birçok vi­ yadük yapmak zorunlu oldu. XX. yy.’da, iki dünya savaşı nedeniyle birçok yapının yıkılmış olması ve seyir gabarilerinin ge­ nel olarak büyümesi, birçok köprünün takviye edilme, değiştirilme ya da yeniden yapılma zorunluluğunu doğurdu. Aynı şe­ vlide ka> olu ve otoyolu ağlarının geliş-



özellikle de öngerilimli köprüler alanında belli bir ölçüde sanayileşmeye yönelmeyi sağladı. Birçok köprü yapımcısı, köprülerde, ya­ rarlılık işlevini aşmayı ve bir güzellik anla­ yışına ulaşmayı başardılar. Gard köprü­ sünden Lüksemburg’daki Adolphe köprü­ süne değin birçok kâgir köprü, bu este­ tik kaygısının belirgin örnekleridir. Aynı ni­ telik birçok büyük "norma!” metal yapı­ da, birçok uzun asma ve askılı köprüde, betonarme büyük kemer köprülerde (Plougastel köprüsü, La Caille köprüsü, Sydney'de Gladesviile köprüsü) ve büyük açıklıklı birçok öngerilmeli köprüde ağır basar. Bu köprülerin çoğu görkemlilikleri ve kolaylıkla .anlaşılabilen işlevsel nitelik­ leriyle gerçekten etkileyicidir. Köprülerin estetiği, tasarımdaki açıklı­ ğa ve belirginliğe, genel çizgilerin pürüz­ süzlüğüne, yüzeylerin görünümüne (özel­ likle metal köprülerde boyanın rengine ve birleştirmelerin sadeliğine), güneşin, aydınlatmanın ve gölgenin köprü yüze­ yindeki oyunlarına, yapıyla bulunduğu bölge arasındaki uyuma bağlıdır. Köprü,,, çevresine, bu çevre ister bir manzara,



7049



Salnt-Nazaire köprüsü (Loire*Atlantique) [1975; iki kuleli, merkez açıklığı 404 m]



metal eğik ayaklı çerçeve Caronte otoyol köprüsü (Bouches-du-Rhöne) [1972; eğikayaklar arası 210 m]



'i s r a * r '



» ^ a s iiP



g f l İ S İ



V



;:v/: 1: V : L : :; '



p



i l |



i



'



. V .v



:-



'..' ; ....'-v'



' ;



._ . .



:'î/y:y' y :S rrl:^ i .



..



'



'



'.



.-.r •



'







.



Fatih Sultan Mehmet köprüsü (Haziran, 1988),



İstanbul



Sydney çelik kemer köprüsü (Avustralya) [1932; açıklığı 500 m'üen fazla)



ister bir kent olsun, bir güzellik katmalıdır.



da ya da altta olan köprüler; tahliyeye an­ kastre eğik (verev) ayaklı köprüler (bu köp­ rüler hemen hemen kemerler gibi çalışır­ lar); asma köprüler (olağan ya da kendin­ den ankrajlı); askılı köprüler...; Köprüleri sistematik olarak sınıflandır­ — “ ana malzeme” nin cinsi: ahşap köp­ m ada birçok ölçütten yararlanılır: rü, kâğir köprü, metal (dökme demir, de­ —yapının "temel” işlevi ve özellikle de ta­ mir, çelik, alüminyum alaşımları) köprü, şınan yolun ya da geçişi sağlanan “ akışbetonarme köprü, “ beton-çelik” kompokan'Tn cinsi: karayolu köprüsü (araçlar ve zit (beton plağı çalışmaya katılan) köprü, genellikle, aynı zamanda da yayalar için); öngerilmeli köprü; yaya köprüsü (yalnızca yayalar için); oto­ —enine biçiminin tipi: yanal ana kirişli yol köprüsü; demiryolu köprüsü; kanal (özellikle göreli olarak dar olan demiryo­ -köprü; bent (örneğin Gard köprüsü). lu ve otoyolu köprülerinde kullanılan bu Köprülerin birçoğunun tek bir temel iş­ kirişler genellikle kafes biçimindedir) köp­ levi vardır; diğer durumlarda, karmaşık iş­ rüler; karayollarında görev yapan çok ki­ lev, bir köprüler kümesinin bir araya geli­ rişli köprüler (genellikle göreli olarak ge­ şi (katlı otoyol kavşakları) biçiminde görü­ niş olan köprüler için kullanılır); geniş ke­ mer köprüler ya da çok kemerli, kirişi tek lür. Kimi durumlarda, özellikle de kentler­ de, köprülerin su, gaz, elektrik enerjisi, ile­ gövdeli ya da sandık kirişli köprüler...; tişim, kent ısıtma vb. borularının geçişine —açıklık sayısı; olanak sağlamak gibi ihmal edilemeyecek —yapı için öngörülen kalıcılık özelliği: ge­ ikincil işlevleri de olabilir. Bazı eski köprü­ çici köprü, yarıgeçici köprü, kalıcı köprü; ler (Cahors'daki Valentrö köprüsü gibi tah­ —mesnetlerinin sabit ya da yüzer olma kim edilmiş köprüler) geçişi yasaklama iş­ özelliği (örneğin yüzer köprüler); levi de görürlerdi. Kimi köprülerin üzerin­ —yapıların taşınabilirlik ya da taşınamazde, eskiden olduğu gibi günümüzde de lık özelliği. Bailey köprüleri, Gillois köprü­ evler bulunur; leri gibi taşınabilir olan köprüler, genellik­ —yapının boyuna doğrultuda taşıyıcı sis­ le "askeri” amaçlıdır. Ayrıca "sökülebilir tem tipi: özellikle "basit” (izostatik) kirişli metal viyadükler” de vardır; köprüler yani yalnız iki serbest mesnede —tahliyenin sabit ya da hareketli (yapı sa­ oturanlar; sürekli (hiperstatik) kirişli köprü­ bit bir bölgede olduğundan) olma özelli­ ler yani ayakları üzerinde kesintisiz devam ği: sabit köprüler; hareketli köprüler. Sa­ edenler; kiriş gergili köprüler (bow bit bir yerdeki köprü tahliyesinin hareket­ -strings); kemer köprüler (ankastre ya da . liliğini belirten hareketli köprü kavramı ile iki ya d a üç eklemli); tabliyesi üstte, ara­ değişik bölgelerde, özellikle de farklı yaKöprüleri sistematik olarak sınıflandırma ilkeleri



Almasy



pılarla (Bailey gereci) kullanım olanağı sağlayan taşınabilirlik özelliğini karıştırma­ mak gerekir. Köprülerin sistematik olarak sınıflandı­ rılmasında yukarıda belirtilen birçok ölçü­ te başvurulmasına karşılık, bu çokölçütlü sınıflandırma yönteminin her zaman yeterli bir tanımlamaya götürdüğü de söylene­ mez: örneğin bir asma köprü her zaman bir metal köprüdür; bir hareketli köprü is­ ter istemez bir metal köprüdür Yazının de­ vamında, ana malzemenin özelliğine ve yapının taşıyıcı sistemine dayanan daha yalın ve dar bir sınıflandırma kullanılacak­ tır. Bu bakımdan, bir ilk yaklaştırımla üç kategori ayırt edilir: mesnetleri üzerine pratik olarak yatay itki uygulamayan kiriş­ li köprüler; özellikle kenar ayakları üzeri­ ne yatay itki uygulayan kemer köprüler; ankraj kütleleri üzerine yatay çekme uy­ gulayan asma köprüler, itki uygulayan eğik (verev) ayaklı çerçeve köprüler ya da uç mesnetlerine pratik olarak çekme kuv­ veti uygulamayan kendinden ankrajlı as­ ma köprüler gibi özel köprü tiplerini de göz önünde bulundurmak.gerekir. Metal köprüler alanında, hareketli köprüleri ay­ rı olarak ele almak gerekir. Tarihçe. Başlıca köprü tipleri. Tekniklerin gelişimi. • Ahşap köprüler. Geçmişte çok sık ola­ rak kullanılan (örneğin İ.Ö. 54'te Sezar ta­ rafından Ren üzerine kurdurulan köprü) bu tip köprülerden günümüzde yalnızca geçici köprülerin yapımı için yararlanıl­ maktadır. Bu son kullanış biçimiyle ahşap, ikinci Dünya savaşı'ndan sonra ulaşım hatlarının yeniden kurulmasında önemli bir rol oynadı. • Kâgir köprüler. Bu tip yapılarda, kemer biçimi, taşlara ve taşların derzlerine ba­ sınç etkisi yaparak dayanıklılık sağlar. Çin­ liler en eski zamanlardan beri bu tür köp­ rüler yapmışlardı. Romalılar bu türün kul­ lanımını sukemerleriyle güvenli geçişler sağlamak ve büyük çöküntüleri aşmak amacıyla sistemli olarak geliştirdiler. Be­ şik kemer biçimini ya da buna benzer bir biçimi kullanıyorlardı. Ortaçağ’da, beşik kemerlerin ve sivri kemerlerin kullanımıy­ la (Cahors’daki Valentre köprüsü) yapımı­ na yeniden başlanan kâğir köprüler, son­ radan daha yaygınlaştı. Peronnet, XVIII.



yy.'ın ortasında, ayakların genişliğini azal­ tarak ve çok basık kemerler kullanarak bu tekniklere en gelişmiş biçimlerini kazan­ dırdı. XIX. yy.'da, özellikle demiryollarının gelişmesi nedeniyle kağir köprülerin ve büyük viyadüklerin sayısı arttı. Aynı yüz­ yılın ikinci yarısında ve XX. yy.'ın başında, Lüksemburg'daki Adolphe (1903’te 84 m açıklıkla) köprüsünün yapımcısı olan S0journe kâğir köprüler tekniğinin yeni bir atılım yapmasını sağladı. 1905’te Alman­ ya'da, Plauen köprüsü (açıklığı 90 m) ya­ pıldı. Kâğir köprülerin yapımı, yüksek ma­ liyetleri nedeniyle XX. yy.’ın ortasında terk edildi. • Metal köprüler. Eskiden demir ya da dökme demirden (font) yapılan bu köprü­ ler, yaklaşık yüz yıldan beri çelikten yapıl­ maktadır. Birkaç yeni yapıda alüminyum alaşımları kullanılmıştır. Dökme demir’den köprülerin yapımına, XVIII. yy.’ın sonunda İngiltere’de başlan­ dı. Dökme demirin çekme kuvvetine kar­ şı dayanımı düşük olduğundan ana yapı­ lar kemerlerden oluşuyordu; ayrıca bu malzeme çok kırılgandı ve ortaya çıkan çatlaklar, birçok dökme demirden köprü­ nün yeniden yapımını gerektiriyordu. Demir, XIX. yy.’ın başından başlayarak, kirişli köprüler, kemer köprüler ve asma köprüler gibi çok çeşitli yapıların gerçek­ leştirilmesini sağladı. Kirişli (genellikle ka­ fes biçiminde) köprülere örnek olarak Eif­ fel’in Dordogne (Saint-Andrö-de-Cubzac) üzerinde kurduğu büyük karayolu ve de­ miryolu köprüleri ile Britannia köprüsü gösterilebilir. Kemer köprüler arasında ise yine Eiffel'in yaptığı Garabit viyadüğü (1884, açıklığı 165 m) sayılabilir. Diğer yan­ dan, demir XIX. yy.'ın başından beri as­ ma köprülerin yapımında kullanıldı. Bu­ na örnek olarak Niagara üzerinde kuru­ lan asma demiryolu köprüsü (1855, açık­ lık 230 m) gösterilebilir. Metalürjide kaydedilen ilerlemeler saye­ sinde, metal köprüler, çelik kullanımıyla birlikte önemli bir gelişme gösterdi. XX. yy.'ın ortasından başlayarak, çeliğin hem dayanım hem de kaynaklanırlık nitelikle­ rinin iyileştirilmesi, dolayısıyla da eski perçinli birleştirmelerin yerine dayanımı yük­ sek, kaynaklı ya da cıvatalı birleştirmele­ rin kullanılması ve değişik biçimlerin (eğik ayaklı çerçeve köprüler, plak döşemeler...) benimsenmesi yeni gelişmelere olanak verdi. —Kirişli köprüler. Bu tipin eski örnekleri arasında konsol kirişli Firth of Forth köp­ rüsü (1890, merkezi ana açıklıkları 521 m uzunlukta olan), yeni örnekleri arasında ise Niteröi'de, Rio de Janeiro koyu üze­ rindeki Rio köprüsü (1974, merkez açıklı­ ğı 300 m) sayılabilir. —Eğik ayaklı büyük çerçeve köprüler. Yeni bir tip olan bu köprülerin en belirgin ör­ neği, İtalya'da Sfolassa üzerindeki köprü­ dür (376 m). —Çelik kemer köprüler. Bu gruba giren köprüler arasında Mississippi üzerindeki Saint-Louis köprüsü (1874) ve açıklığı 500 m’yi geçen Sydney kemeri ile New York’ taki Kili Van Kull kemeridir. —Asma köprüler. Bu tip yapılardaki en son gelişmelere çok büyük açıklığı olan yeni köprülerde rastlanır. Taşıyıcı kablo­ lar, ya fabrikada almaşık bükümle temel kablolar biçiminde (fransız yöntemi) ya da koşut tellerle yapım yerinde (ameri­ kan yöntemi) üretilir. Modern asma köp­ rülerde tümü asılı üç köprü açıklığı bulu­ nur; tabliyeleri, düşey biçim değiştirme­ leri sınırlayan bükülmezlik (rijitlik) kirişle­ riyle donatılmıştır; ayrıca, köprü eksenine dik rüzgâra, burulmaya, aerodinamik et­ kilere karşı yüksek bir dayanım göster­ melidirler. Kuleleri metal ya da betonar­ medir. Büyük modern asma köprülere ör­ nek olarak şunlar sayılabilir: San Francisco'daki Golden Gate köprüsü (merkez açıklığı 1 280 m), Forth (1964) ve Lizbon (1966) köprüleri, merkez açıklığı 1 090 m olan Fatih Sultan Mehmet köprüsü (1988), merkez açıklığı 1 074 m olan Bo­



ğaziçi köprüsü (1973), Severn köprüsü (Birleşik Krallık), New York’taki Verrazano köprüsü (1934, merkez açıklığı 1 298 m), Hymber köprüsü (Birleşik Krallık, merkez açıklığı 1 396 m). —Askılı köprüler. Genellikle metal olan bu tip yapıların öngerilmeli betondan yapıl­ mış birkaç örneği de vardır. Çoğu zaman kablo olan askı, bir ucundan kuleye tut­ turulan diğer ucundan da köprü tahliye­ sini taşıyan doğrusal bir elemandır; bazı­ ları asma köprülerin kablolarıyla aynı ya­ pıda olmakla beraber çok güçlü ''önge­ rilmeli kablolar"dan oluşanları da vardır. Askı ağları ya koşut ya da kendi araların­ da yelpazelenen askılardan oluşabilir As­ kılı köprülerde, askı ağları köprünün iki ke­ narında da bulunabilir; kimi yapılarda ise tek bir merkez ağı vardır. Askıların kule­ lerden geçen ve kulelere bağlanan nok­ taları, tek bir noktada toplanabilir (yelpa­ zeyi andıran düzenleme); buna karşılık, askılar kendi aralarında koşut da olabilir (harp biçimi düzenleme). Tek kuleli bakı­ şımsız köprüler de vardır. Bu gruba giren örnekler arasında Tuna üzerindeki Bratislava köprüsü (tek kuleli) ve Saint-Nazaire köprüsü (1975, iki kuleli, merkez açıklığı 404 m) sayılabilir. —Hareketli köprüler. Sürgülü köprüler, dö­ ner köprüler, basküllü köprüler ve iner kal­ kar köprüler bu gruba girer. Örnekleri ara­ sında iner kalkar Brest ve Rochefort-sur -Mer (yükselen açıklığı yaklaşık 90 m) köp­ rüleri ile çift açıklıklı, gizli mekanizmalı Martigues köprüsü (Bouches-du-Rhöne) sayılabilir. • Betonarme köprüler. İlk kez XIX. yy.’ın sonunda yapılmaya başlanan betonarme köprüler XX. yy. başından başlayarak çok önemli bir gelişme gösterdi. Birinci Dün­ ya savaşı’nın yol açtığı yıkımlar bu köp­ rüler için çok elverişli bir ortam yaratmış­ tı, ancak XX. yy. ortalarından başlayarak öngerilmeli beton köprülerin gelişmesi, bu köprülerin uygulama alanını daralttı. —Kirişli köprüler. Basit mesnetlenmiş (izostatik) köprüler, sürekli (hiperstatik) köprüler, konsol kirişli köprüler, kiriş gergili köprüler (kirişli köprülere benzer) gibi çeşitli boyuna ve enine biçimlerde sayı­ sız uygulaması vardır. —Kemer köprüler. Özellikle büyük ya da çok büyük açıklıklı olanları, betonarme



köprülerin en belirgin örneklerini oluştu­ rur; ancak son yıllarda kemer kalıplarının çok pahalı oluşu nedeniyle büyük kemer­ lerin kullanımı terk edilmiştir. Kemer köp­ rülerin en ilginç örnekleri arasında şu ya­ pılar sayılabilir: İsveç'teki Sandö köprüsü (1943, 264 m), Porto köprüsü (1963, 270 m), Brezilya ve Paraguay arasında, Paranâ üzerindeki köprü (1964, 290 m) ve Sydney’deki Gladesville köprüsü (1964, yaklaşık 305 m). • Öngerilmeli beton köprüler. Öngerilme­ li beton köprüler ilk kez XX. yy.'ın ortasın­ da yapılmaya başladı; tasarım düzeyinde büyük sürekli kirişler ile inşaat düzeyinde ardışık konsollamaların yapım alanına gir­ mesi, bu tekniğin 60’lı yıllardan başlaya­ rak daha da belirginleşen önemli bir ge­ lişme göstermesini sağladı. Öngerilme tekniği, çelik ve betonarme köprüler tek­ niğini açıkça geride bıraktı. Öngerilmeli beton köprüler beraberinde önüretimi ve sanayileşmeyi de getirmektedir. Öngerilmenin babası Freyssinet, düşüncelerini ve yapılarını ayrıntılı bir biçimde açıklamıştı. Özellikle, yüksek nitelikli betona şiddetli basınç etkisi yapan, kuvvetli bir biçimde gerilmiş ve dayanımı yüksek kabloların kullanımını (yaygın fransız tekniği) salık ve­ riyordu. Kimi ülkelerde ise öngerilme tel­ leri kullanılıyordu (yaygın alman tekniği). Özellikle kısa kirişler için “ yapışkan tel­ ler" de kullanılır. Öngerilmeli kabloların bi­ rim gücü yüzyılın ortasından beri sürekli arttı. Birçok öngerilme verme yöntemi (başlangıcında, betonarme yöntemlerin­ de olduğu gibi) düşünüldü. Öngerilmeli betondan, kirişli köprüler, eğik ayaklı çer­ çeve köprüler kemer köprüler ve hatta as­ kılı köprüler yapıldı. —Kirişli köprüler. Bu tip köprüler başlan­ gıçta kısa aralıklarla yan yana yerleştirilen basit kirişlerden oluşuyordu. Kirişler ara­ sındaki aralık daha sonradan arttı. Basit kirişler ilkesi, eskiden olduğu gibi günü­ müzde de birim açıklıkları kısa olan köp­ rülerin ve viyadüklerin yapımında yaygın olarak uygulanmaktadır; ancak bu tekni­ ğin ilk uygulamasından başlayarak, göreli olarak daha uzun açıklıklar da elde edil­ di. Daha sonra, genellikle ardışık konsollamayla yapılan sürekli kirişli köprülere yönelindi ve bu anlayış büyük bir bölümü çok önemli olan bir köprü neslinin ortaya



öngerilmeli beton askılı Brotonne köprüsü (Seine-Maritime) [1977; merkez açıklığı 320 m|



Dicle üzerinde Hasankeyf köprüsü (1116) Mardin



Mimar Sinan'ın yapıtı Büyükçekmece köprüsü (1564-1567) İstanbul



rx n -& \‘. v»



i f n ı «•



.



«»**»*>. .. . , . ~ ı»



îyH#M ^ ® J § 'İ6



Aras nehri üzerinde Çoban (Pasinler) köprüsü (1271-1297) Erzurum



Ceyhan nehri üzerinde Misis köprüsü



IV. yy. Mana



çıkmasına neden oldu. Diğer yapım tek­ nikleri arasında yer alan ardışık konsoHU yapımda, beton ya her köprü inşaat dili­ mi için "hareketli donanımlar” üzerinde yerinde dökülür ya da önüretimli beton parçalar yerlerine, çeşitli yöntemlerle yer­ leştirilir. Kirişler genellikle profilden ya da sandık kesitlidir. Öngerilme tekniğinin ortaya çıkışından beri, öngerilmeli beton kirişli-ayaklı çerçe­ ve köprüler de yapıldı. Kimi büyük kemer köprülerde de öngerilmeli beton kullanıl­ dı. Diğer yandan, tahliyeye dolaylı olarak etki eden boyuna basınç etkileri nedeniy­ le, askılı köprü tipi, bu basınç etkilerine karşı iyi bir dayanım gösteren betonun mekanik eylemsizliği sayesinde çok ilginç yapıların gerçekleştirilmesini sağladı. Öngerilmeli beton köprülerin en önem­ lileri arasında şunlar sayılabilir: —basit kirişli köprüler için: Karakaya ba­ raj gölü üzerindeki demiryolu köprüsü (1987; toplam açıklığı 2,5 km), Tancarville asma köprüsü’nün ve Bordeaux asma köprüsü’nün sol sahil yaklaşım viyadük­ leri, Lille'deki çok büyük açıklıklı Hippodrome köprüsü; Pontchartrain gölü (ABD) üzerindeki 17 m'lik 2 232 açıklığa ve yak­ laşık 38 km'lik bir toplam uzunluğa sahip köprü; —ardışık konsollamalarla yapılan açıklık­ ları sürekli köprüler için: 172 m açıklıklı Ottmarsheim köprüsü; Bendorf köprüsü (Almanya) [1964, merkez açıklığı 208 m]; Urado koyu (Japonya) üzerindeki Koçi köprüsü (merkez açıklığı 230 m); —eğik ayaklı çerçeve köprüler için (Freyssinet'in 1950'ye doğru Marne üzerine yaptığı ve standartlaşma ile sanayileşmeyi önemli ölçüde geliştiren 74 m'lik beş öz­ deş köprüden başka): Rhöne üzerindeki La Voulte demiryolu köprüsü; eğik ayak­ ları arasındaki açıklığın, tabanda 186 m, tabiiye düzeyinde ise 147 m olduğu yeni Bonhomme köprüsü (Morbihan); —kemer köprüler için Oaracas’taki otoyol viyadükleri; —son olarak da askılı köprüler için: çok açıklıklı ve 8,5 km'den fazla bir toplam uzunluğa sahip Maracaibo köprüsü (Venezuela, 1962); Sen üzerindeki Brotonne köprüsü (1977). • Anadolu köprüleri. Anadolu köprüleri­ nin bilinen en eski örneği, Boğazköy’de (Hattuşaş), Ambarlıkaya ile Büyükkaya arasındaki uçurum üzerine kurulmuş hitit köprüsüdür. Hitit mimarlığının başyapıtla­ rından olan bu köprünün geniş basamaklı taş yatakları ve zıvana delikleri günümü­ ze değin ulaşmıştır Romalılar ve Bizans­ lIlar dönemlerinde kâgir, sağlam köprüler yapılmıştır; bunlar çoğunlukla sivri kemer­ lidir. Sonraki dönemlerde çeşitli onarımlar geçiren bu yapılar özgün biçimleriyle günümüze gelememiştir. IV. yy.'dan Taş köprü de denen Adana köprüsü (Seyhan nehri üzerinde), Osmanlı döneminde ye­ nilenmiştir (XIX. yy.). Yazıtında mimarının Auksentios olduğu bildirilmektedir. Cey­ han üzerindeki Misis köprüsü de aynı dö­ nemdendir. Sakarya nehri üzerindeyken, nehir yatağının değişmesiyle açıkta kalan iustinianos köprüsü (Beşköprü) 40 m uzunluğunda, sekiz kemerli bir yapıdır En büyük kemer açıklığı, 23 m’dir. Bir ucun­ da küçük bir capella vardır. Dönemin bir başka örneği, Keban baraj gölü alanında kalan Karamağara köprüsüdür. Büyük Selçuklu ve ilk türk beylikleri dö­ nemlerinden kalan yapılar arasında köp­ rüler de vardır. Özellikle G.-D. Anadolu' da, Artuklu döneminden, tasarımları ve bezemeleriyle ilgi çeken örnekler bulun­ maktadır: Dicle üzerinde Hasankeyf köp­ rüsü (1116), Silvan’da Malabadi* köprüsü (1147), Cizre'de Dicle köprüsü (1164), Çer­ mik yakınında Haburman köprüsü (1179), Devegeçidisuyu köprüsü (1218), Mardin yakınında Dunaysır köprüsü (1204). Ana­ dolu Selçukluları döneminde, önemli kervanyolları üzerinde köprü yapımı sürmüş­ tür. Bunlar çoğunlukla üstü düz ya da iki yana eğimli, sivri kemerli (yuvarlak kemerli



çok azdır), bir ana gözle, bunun yanların­ da yer alan eş büyüklükte açıklıklardan oluşan yapılardır Köprü gözlerinin düz bir eksen üzerinde olması ve bakışıksız tasa­ rımlar da selçuklu köprülerinin özelliklerindendir. Yapı gereci olarak taş ve bir ölçü­ de de İran’ın etkisiyle tuğla kullanılmıştır. G.-D. Anadolu’daki köprülerde eski türk hayvan takvimleriyle ilişkili motiflere, öte­ ki bölgelerde bulunan örneklerdeyse bit­ kisel bezemelere ve rozetlere rastlanır XDl. yy.'da yapılmış köprülerin otuz kadarı (on biri yazıttı) bilinmektedir Kızılırmak üzerin­ de dokuz köprü bulunmaktadır. Bunların ilki, Kayseri’deki, tek sivri kemerli Tekgöz köprüsü’dür (1202). Kırşehir'deki, sivri ke­ merli on üç gözlü Kesikköprü (1251), Si­ vas'taki, biri on yedi, ötekisi iki gözlü iki bölümden oluşan mimarisiyle dikkati çe­ ken Kesikköprü (XIII. yy.),Erkilet-Boğazlıyan yolundaki, 150 m uzunluğunda, kır­ mızımsı renkte yontma taştan on beş göz­ lü Çokgöz köprüsü (XIII. yy.), belirtilmesi gereken örneklerdir. Afyonkarahisar’da Akarçay üzerindeki Altıgöz köprüsü (1209), küçük, yuvarlak altı gözlüdür. Ankara'da Çubuk suyu üzerindeki Akköprü (1222), kesme taştan, yedi sivri kemerli bir yapı­ dır. Akşehir-llgın yolundaki Argıthan köp­ rüsü (1243), sivri kemerli iki gözden mey­ dana gelir ve geometrik motiflerle süslü­ dür. Tokat’ta Yeşilırmak köprüsü (1250), Gaziantep'te D ebbağhane köprüsü (1259), Erzurum’da Aras nehri üzerinde­ ki, sivri kemerli yedi gözlü Çoban (Pasin­ ler) köprüsü (1271-1297) önemli örnekler­ dir. Antalya'da, Köprüçay üzerindeki Alaettin köprüsü (XIII. yy.), kırık çizgi biçimin­ de planı, uzun, yüksek mimarisiyle dikkati çeker. Köprü mimarisi yönünden ilginç yö­ relerden biri de, Amasya’dır. Kentin için­ den geçen Yeşilırmak üzerinde değişik dönemlerden köprüler vardır. Huandhatun (Kuş) köprüsü (XIII. yy.) basık kemer-



dan meydana gelen düz ya da az eğimli örneklerdir. Bursa’daki Nilüferhatun köp­ rüsü (XIV. yy.), sivri kemerli dört gözlüdür. Ergene ırmağı üzerindeki Uzunköprü (1443/1444) 1393 m uzunluğunda, 5,5 m genişliğinde, 174 gözlü önemli bir yapıdır, kemerlerinin bir bölümü sivri, bir bölü­ müyse yuvarlaktır. Köprü ayakları arasın­ da ve kemerlerin kilit taşlarında yer alan çeşitli hayvan figürleri, bitkisel ve geomet­ rik motifler zamanla silinmiştir. Edirne Sarayiçi'ndeki 120 m uzunluğunda, on sivri kemerli Şehabettinpaşa (Saraçhane) köp­ rüsü (1451) mihrap biçimindeki köşkü, mermer parmaklıklı balkonu ve üçgen bi­ çimindeki selyaranlarıyla dikkati çeker. Bursa'da Gökdere üzerindeki Setbaşı köprüsü (XV. yy. başı), Murat H'nin yaptır­ dığı Irgandı köprüsü (1442), Tunca nehri üzerindeki hafif sivri kemerli üç gözden oluşan Fatih köprüsü (1452), dönemin önemli örnekleridir. Bayezit II zamamında B.’dan D.'ya uzanan yollar üzerinde Os­ mancık (Çorum), Edirne, Geyve ve Saruhan’da birer köprü yaptırılmıştır. Osman­ cık’ta Kızılırmak üzerindeki Sultanbayezitveli (Koyunbaba) köprüsü (1484) on beş kemerli, ince görünümlü bir yapıdır. Edir­ ne’deki Bayezit köprüsü, Bayezit külliyesi’ni kente bağlar (1488), Geyve'deki İki büyük sivri kemerli Bayezit köprüsü (1495/1496), İstanbul'dan Amasya’ya uza­ nan yolda önemli bir geçitti. Mimar Sinan' ın köprülerindeyse çevre koşullarına uy­ gunluğun yanı sıra, sanatla işlevselliğin kaynaştığı görülür. Sinan’ın ilk köprülerin­ den biri, İstanbul’da Harami deresi üze­ rindeki Kapıağası köprüsü'dür. Yanlara doğru hafif eğimli yapı, sivri kemerli üç gözlüdür. Ayaklarda hafifletme gözleri, yanlarda boşaltma gözleri vardır Silivri ça­ yı üzerindeki Silivri köprüsü (1568), Mar­ mara’ya koşut uzanan, basık kemerli otuz iki gözden oluşur. Lüleburgaz çayı üzerin-



î fw~



maz. Edirne’deki on kemerli Ekmekçizadeahmetpaşa köprüsü (1608-1615) Sedefkâr Mehmet Ağa’nın yapıtıdır. Babaeski’ deki Murat IV köprüsü (1633), yazıt köş­ kü ve balkonuyla dönemin özgün örnek: lerindendir. Gaziantep ve Diyarbakır’daki Murat IV köprüleri, Bursa'da Nilüfer çayı üzerindeki Abdalçelebi köprüsü, Van’da­ ki Hoşap (Güzelsu) köprüsü, İstanbul’da Topkapı dışında Davutpaşa kışlası yakı­ nındaki Gençosman köprüsü XVII. yy.’ın öteki örnekleridir. Daha sonraki yüzyıllar­ da bu türde önemli yapılara rastlanmaz; eski köprüler onarılarak kullanılmıştır. Gü­ nümüzdeyse bu tarihsel köprülerin bir bö­ lümünün yanına çağdaş tekniklerle yeni­ leri inşa edilmiştir (Hasankeyf, Dicle, Malabadi, Büyükçekmece köprüleri). İstan­ bul boğazı üzerinde de Boğaziçi* köprü­ sü ve Fatih* Sultan Mehmet köprüsü yer alır. (-* Kayn.) —Denize. Kaptanın sesli olarak serdüme­ ne komutlar verebilmesini sağlamak için önce çarklı gemilerde kullanılan ve iki davlumbaz arasına yerleştirilen köprü, da­ ha sonra orta kasaranın üstünde yer alan ve seyirle görevli (manevralar, dümen tut­ ma, gözlemler...) mürettabın durduğu bir platforma dönüştü. Günümüzde, ticaret gemilerinde genellikle geminin kıçına, ka­ saranın üzerine yerleştirilen köprü, daha geniş anlamda dûmenevini ve telsiz ka­ marasını belirtir; ayrıca otomatik gemile-



Meriç köprüsü (1842-1847) Edime li, dört gözlü yapısıyla, dönemin örnekle­ rinden ayrılır, iltekingazi köprüsü, Sultanmesut köprüsü de Amasya'daki XIII. yy. örnekleridir. Beylikler dönemi köprüleri de Selçuklu üslubunu sürdürmüştür. Ancak bunlarda sivri kemerin tersine, yuvarlak kemer yay­ gındır. Daha çok Karamanoğulları bölge­ sinde görülen bu köprüler arasında Erme­ nek'te XIV. yy.’dan Görlem köprüsü (Ala köprü), üç kemerli Bıçakçı köprüsü (ke­ mer ayakları üstünde yuvarlak açıklıklar vardır) belirtilebilir. Osmanlı döneminde de köprü mimari­ si önemini sürdürmüştür. Bunların çoğu taştandır, bir bölümü de seferler sırasın­ da ahşaptan inşa edilmiştir (Meriç üzerin­ deki XIV. yy.’dan Murat I köprüsü). Bu köp­ rülerde yeniden sivri kemerler kullanılma­ ya başlanmıştır. Bunlar ya tek gözlü, iki ya­ na eğimli ya da eş büyüklükte açıklıklar­



deki Sokullumehmetpaşa köprüsü (1565), ortada iki büyük, yanlarda birer küçük siv­ ri kemerli dört gözden meydana gelir. Si­ nan’ın bu türde en önemli yapıtıysa Büyükçekmece köprüsü’dür (1564-1567). Hafif eğimli dört ayrı bölümden oluşan bu köprüde, bölümler D.’dan B.'ya doğru ye­ di, yedi, beş ve dokuz sivri kemerlidir. İs­ tanbul yönünden birinci bölümdeki karşı­ lıklı köşklerden birinin altındaki kemerde Mimar Sinan’ın imzasıyla gül motifi işlen­ miştir. Trakya’da Ergene ırmağı üzerinde­ ki Sinanlı (Mehmetpaşa) köprüsü de bu türün güzel örneklerindendir. Özellikle ayaklardaki yuvarlak ya da bursa kemeri biçimindeki hafifletme gözleri dikkati çe­ ker Lüleburgaz’daki Sokullumehmetpaşa köprüsü ile Gebze-izmit arasında, Dil de­ resi üzerindeki Kanunisultansüleyman köprüsü, dönemin öteki önemli örnekle­ ridir. XVII. yy.’da anıtsal köprülere rastlan­



Alsthom-Atlantigue



Hoşap kalesi ve köprüsünden bir görünüm Van



bir yolcu gemisinin kaptan köprüsü (1983)



destekler (yontulmuş dişler)



madeni örten seramik



kaldırma köprü 1. inmiş halde kaldırma köprü tahliyesi; 2. Hendek; 3. Kapı; 4. Yarım kalkmış kaldırma köprü tahliyesi; 5. Taşıma kolu; 6. Çekme zincirlen; 7. Nöbetçi odası;



Wheatstone köprüsünün



rin makine merkezinden ve yükleme mer­ kezinden oluşur. Dümenevinde, gemi ku­ manda aygıtlarından başka, seyir aygıtla­ rının tümü, harita masası ve gemicilikle il­ gili kitaplar bulunur. —Dişç.cerr Bir köprünün çatısı madenden, özellikle platin-altın, altın-paladiyum ya da nikel-krom-kobalt alaşımından yapılır ve öteki dişlerle aynı renkte seramik ya da re­ çine ile kaplanır. Köprü, her iki uçta, des­ tek olacak dişlere tespit edilir Köprü, kar­ şısına denk gelen dişlerle tam uyum için­ de kenetlenmelidir. Çıkarılıp takılabilen diş protezlerinin sağlam tutunabilmesi için de bir tespit köprüsü yapılabilir. —Elekt. VVheatstorıe köprüsü. A ve B’de dallanmış bir devre varsa ve C ve D ara­ sına, yani iki kol arasına, C ve D arasın­ dan hiçbir akım geçmeyecek şekilde bir köprü atılmak isteniyorsa, doğru akımda şu bağıntının varlığı kolaylıkla gösterilir: r1r4 = r2r3; burada rv r2, r} , r4 AC, CB, AD, DB kollarının dirençleridir. Bu düze­ nek iki direnci karşılaştırmayı sağlar; kar­ şılaştırılması istenen dirençler, ABCD dört­ geninin kollarından ikisinin yerine yerleş­ tirilir, diğer iki direncin değeri bilinmekte­ dir; G galvanometresinin hiçbir akım gös­ termemesi için gereken yapılır. Kirişli köprü. Yan yana olan AD ve DB kollarının tümü homojen bir iletken tel ise, denge koşulu r,lr2 = /,//2 olur, burada /, ve l2 sırasıyla AD ve DB uzunluklarını be­ lirtmektedir. VVheatstone köprüsü alternatif akımla beslenirse denge koşulu aynı kalır, ancak kolların dirençleri yerine kompleks empedanslarını yazmak gerekir. Denge kontro­ lü için bir galvanometre yerine bir telefon ya da alternatif akıma duyarlı herhangi bir aygıt kullanılır. —Istihkc. Müstahkem kentler ve tahkim edilmiş yapılar, çoğunlukla, kapılara dik olarak yerleştirilmiş köprülerle aşılabilen hendeklerle çevrelenmişti. Kapıya ulaşıl­ masını engellemek ya da kapıyı çabucak açmak için, tahliyeye ait kalasları sökmek veya takmak yeterli oluyordu. XIII. yy.'dan başlayarak, sabit bir eksen etrafında ek­ lemlenen, karşı ağırlıklarla dengelenen ve hızla kalkıp inebilen kaldırma köprüler kul­ lanıldı. Metalürjideki ilerlemeler sayesinde XIX. yy.'ın sonunda, geçiş yönünde ya da buna dik yönde içeri çekilebilen kayar köprüler yapmak mümkün oldu. Maginot hattı da (1936) dahil, bu tarihe dek kulla­ nılan çok sayıda sistemin hepsine hare­ ketli köprüler adı verilir. —Oto. Arka köprü, konik çark çiftinden, diferansiyelden ve devindirici *°korlekleri tahrik eden yarı-millerden oluşur. Ayrıca



askı donanımı yaylarını içerir ve frenleme organlarını taşır. Arkadan itişli binek ara­ balarında arka köprü soğukçekme saçtan yapılmış ve elektrik kaynağıyla birleştiril­ miş iki yarım çeneden meydana gelir. Sa­ nayi taşıtlarında ise bu bölüm, dökülmüş ya da kalıpta dövülmüş üç çelik parça içe­ rir: tam merkezde diferansiyeli taşıyan kar­ lar, karterin her iki yanında "dingil borusu" denen ve içinde tekerlek milinin döndü­ ğü bir boru ve bu borunun üzerinde gö­ bekler ve askı donanımı yayları bulunur. Otomobillerde, kardan kavrama arka köp­ rüye bağlı bir borunun içindedir ve “ devindirci dişli” denen konik bir dişli takımıy­ la son bulur; bu dişli takımı yarı-milleri tah­ rik eden diferansiyel kutusunun ayna diş­ lisiyle kavrama yapar. Bunların tümü ko­ nik çark çiftini oluşturur. K ö p r ü (The Bridge), Hart Crane’in şiiri (1930). Brooklyn köprüsü’nün yapılışını amerika kıtasına sahip olmanın simgesi biçiminde dile getiren yapıt beş bölümde milliyetçiliği yüceltir. K Ö P R Ü ç a y ı, antik. Eurym edon, Ak­ deniz bölgesinin Antalya bölümünde akarsu; 184 km. B. Toroslar'da Dedegöl ve Kuyucak dağlarından inen kolların bir­ leşmesiyle oluşur; K.-G. doğrultusunda bir çığır izleyerek Serik’in 15 km kadar G. -D.'sunda bataklık bir ovada Antalya kör­ fezine dökülür. Karstik kaynaklarla da bes­ lendiğinden suyu boldur. Ort. akım 85,8 m3/sn; ocakta en çok (166,8 m3/sn), eylül­ de en az (34,4 m3/sn) su geçirir. K ö p rü a K ı, İstanbul'da Karaköy’le Emi­ nönü arasındaki ulaşımı sağlayan eski Galata* köprüsü’nün alt bölümüne, halk arasında verilen ad. Son yıllara değin şe­ hir hatları vapurlarına iskele görevi yaptı­ ğı için, gecenin geç saatlerine kadar b u ­ rada yaya trafiği yoğundu. Köprünün ba­ kım atölyeleri, şehir hatları işletmesinin çeşitli birimleri gibi kamu hizmet alanları­ nın yanı sıra, kitap-gazete bayileri, balık­ çıları, kahvehane, lokanta, birahane, vb. işyerleriyle kentin renkli bir alışveriş mer­ kezi, her kesim den insanların dinlenme ve buluşm a yeriydi. Aynı zam anda yer­ siz yurtsuzlar d a köprüaltının kuytu köşe­ lerinde barınırlar, özellikle tatil günlerin­ de yüzlerce kişi burada oltalarıyla balık tutardı. Kemalettin Tuğcu'nun Köprüaltı çocukları adlı bir romanı da vardır. K Ö P R Ü B A Ş I a. 1. Bir köprünün iki ucundan her biri. —2 . Önemli bir mevki, makam. —3 . Köprübaşını, köprubaşlarını tutmak, çok önemli ve değerli bir ma­ kamı ele geçirmek. — Ask. Kara birliklerinin su engeli geçiş harekâtında, karşı kıyıda, ilk aşam ada ele geçirilm esi gereken arazi parçası.



K Ö P R Ü B A Ş I, Samsun'un Vezirköprü ilçesine bağlı bucak; 7 032 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Köprübaşı (esk. Elemi), 344 nüf. (1990). K Ö P R Ü B A Ş I, Ege bölgesi'nde Mani­ sa iline bağlı ilçe; 15 847 nüf. (1990); 31 köy. Merkezi, Manisa'nın 124 km D.-K. D .'sunda Köprübaşı, 5 816 nüf. (1990). K Ö P R Ü B A Ş I, Doğu Karadeniz bölü­ m ünde Trabzon iline bağlı ilçe; 14 416 nüf. (1990); 11 köy. Merkezi, Trabzon’un 56 km D.-G. D.’sunda Köprübaşı, 4 343 nüf. (1990). K Ö P R Ü C Ü a. Köprü yapan kimse. —istihkc. Köprücülükle görevli, istihkâm sınıfından teknik eleman.



köprü karteri (çark çifti, diferansiyel)



K Ö P R Ü C Ü C E L A L , türk asker (İstan­ bul 1879 - ?). Deniz harp okulu'nu bitirdi (1899). Deniz kuvvetleri’nin çeşitli birim­ lerinde çalıştı. Osmanlı-italyan (1911-1912), Balkan (1912-1913) ve Birinci Dünya sa­ vaşlarına katıldı. Filistin cephesinde Lut gölü deniz tesisleri müdürlüğü (1917 -1918), İstanbul liman reis yardımcılığı (1918-1919), Hızırreis gambotu komutan­ lığı (1919-1921) yaptı. Kurtuluş savaşı’na



katılarak Kocaeli komutanlığı deniz müşa­ virliği, İzmit liman reisliği ve İzmit deniz ko­ mutanlığında bulundu (1921). Düşman kuvvetlerinin ilerlemesini durdurmak için köprüleri uçurması ve türk kuvvetlerinin ilerlemesinde de hızlı bir biçimde köprü­ ler kurmasıyla “ Köprücü” sanıyla anılma­ ya başlandı. Amasra, ardından Karade­ niz üs (1922-1924), İstanbul liman (1924), İstanbul bahriye (1925), Akdeniz bahriye (1926) komutanlıklarında bulundu. Deniz kuvvetleri'ne bağlı fabrikaların genel mü­ dürlüğüne getirildi (1928). Emekli oldu (1930). K Ö P R Ü C Ü K a. Anat. 1. KÛPRÜCÜKKEMİĞİ'nin eşanlamlısı. — 2 . Köprücük altı atardamarı, kol ana atardamarı. (Bk. an­ sikl. böl.) || Köprücük altı kası, köprücükkem iğinin altında bulunan küçük, uzun­ lamasına kas. || Köprücük üstü çukur, bo­ yun tabanının yan kısmı. (Köprücükkem i­ ğ inin arkasında bulunur.)



—Nörol. Köprücük altı kaçağı sendromu, köprücük altı atardamarının başlangıcın­ da tıkanma sonucu gelişen akut omurga atardamarı yetersizliği. (Hastataraftaki kol çaba harcandığında, kan yön değiştirir, omurga ana [taban] atardamarına gide­ cek yerde bir omurga atardamarından di­ ğerine kaçar ve böylece beyin sapının ge­ çici olarak kansız kalmasına neden olur) —ANSİKL. Sağ köprücük altı atardamarı, boynun tabanında kol-baş büyük atarda­ marından doğar; soldakiyse, göğsün için­ de, aort yayından çıkar. Köprücük altı atar­ damarı birçok dala ayrılır (omurga atar­ damarı, iç meme atardamarı, tiroit-boyun -kürekkemiği atardamarları) ve koltukaltı atardamarıyla devam eder Bu iki atarda­ marın her birine, önlerinde bulunan köp­ rücük altı toplardamarı eşlik eder. K Ö P R Ü C Ü K K E M İÖ İ a. Anat. Göğsün ön-üst kısmında bulunan, akromiyondan göğüs kemiğine uzanan ve omuz keme­ rinin ön kısmını oluşturan uzun kemik. (Eşanl. KÖPRÜCÜK.) —ANSİKL. Anat. insanda köprücükkemiği, uzun bir italik S harfine benzer ve yukarı­ dan aşağı doğru yassıdır Derinin hemen altında bulunduğu için, doğrudan darbeler­ le sık kırılır. Üst yüzüne içte sterno-kleiodo -mastoit kası, dışta ise detta ve yamuk kas­ lar yapışır Alt yüzü korakoit çıkıntıya uyar ve buna güçlü bağlarta yapışıktır. Ön ke­ narı ise büyük göğüs kasının yapışma ye­ ridir. Şişkin olan iç ucu göğüs kemiğiyle eklemleşir. Yukarıdan aşağı doğru yassılmış olan dış ucu ise akromiyona dayanır Köprücükkemiği, kemiklibalıklarda, fo­ sil amfibyumlarda, sürüngenlerde ve kuş­ larda bulunan zarsı bir kemiktir Bazı kur­ bağalarda, keselilerde ve eteneli meme­ lilerde, kıkırdaksı bir kemikle (prokorakoit) zarsı köprücükkemiğinin birleşmesin­ den doğar. Köprücükkemiği kuyruklu kur­ bağalarda, timsahlarda ve birçok sürün­ gen grubunda bulunmaz. Kuşlarda, iki köprücükkemiği önde “ çatal" biçimde kaynaşarak (lades kemiği) uçma sırasın­ da iki omuz kemerinin birbirinden ayrılma­ sını önler. Memelilerde, bacak hareketle­ ri basit ve dikey düzlemde olan hayvan­ larda (etçiller, toynaklılar, vb.) kaybolma eğilimi gösterir ve yalnız hareketleri kar­ maşık olan hayvanlarda varlığını sürdürür: uçma (yarasalar), tırmanma (primatlar), nesnelerin kavranması (bazı kemirgenler). Ancak yine de köprücükkemiğinin varlı­ ğıyla hayvanın hareketleri arasında mut­ lak bir bağıntı kurulamaz. K Ö P R Ü C Ü L Ü K a. Köprü yapm a işi. — Istihkc. Askeri harekât için gerekli köp­ rülerin yapım, onarım ve bakımlarıyla ilgi­ li teknik hizmetleri yöneten istihkâm sınıfı­ nın özel bölümünün görevi. K Ö P R Ü K Ö Y , Doğu A nadolu'da Erzu­ rum iline bağlı ilçe; 19 760 nüf. (1990); 25 köy. Merkezi, Erzurum'un 60 km K.-K. D’sunda Köprüköy, 5 890 nüf. (1990).



K Ö P R Ü K Ö Y , Kırıkkale ilinin Keskin il­ çesine bağlı belde; 2 914 nüf. (1990). Belediye. K Ö P R Ü LE M E a. Köprülemek eylemi, —iletiş. Köprüleme iletkeni, devreleri sö­ külüp takılabilecek biçimde bağlamak amacıyla, bir dağıtıcıda uçları bağlama­ ya yarayan kısa iletken. —Polim. Makromolekülleri kendi araların­ da birleştirme. (Köprüleme, zincirler ara­ sında doğrudan yapılabildiği gibi makromoleküllü bir başka zincir aracılığıyla da gerçekleştirilebilir.) K Ö P R Ü L E M E K g. f. Polim. Bir polimere köprüleme işlemi uygulamak. K Ö PR ÜLÜ sıf. iki bölümü bir köprü ile birbirine bağlanmış olan. —Aktar. Köprülü kren, koşutyüzlü bir etki alanı olan kaldırma aygıtı. (Bk. ansikl. böl.) —Mim. Köprülü konak, bağımsız yapılar­ dan meydana gelen harem ve selamlık bölümleri, üst kattan kapalı bir mekânla birbirine bağlanan konaklara verilen ad. (Eskiden İstanbul’da, Boğaziçi'nde ve Üs­ küdar'da köprülü konaklar vardı. Abdülaziz’in başmabeyincisi Mehmet Bey'in, Üs­ küdar'da Harem’le Salacak arasındaki ko­ nağı bu türdendi.) —Vet. Köprülü nal, toynak çatalının dayan­ ması için uçları kıvrılarak levha oluştura­ cak biçimde birbirine kaynatılmış olan ve tırnak bozukluklarının tedavisinde kullanı­ lan, adi naldan daha kapalı ve daha ince at nalı. (Topuğun bir, hatta iki yanlı olarak nala değmesini önler ve tırnak iltihapları­ na, şekil bozukluklarına, tırnak çatlakları­ na ve ökçe darlığına karşı yararlı olarak kullanılabilir.) —ANSİKL. Aktar. Köprülü kren, uçları te­ kerciklerle donatılmış bir ya da iki kirişten oluşan yatay bir metal çatıdan meydana gelir; bu çatı, iki yuvarlanma yolu ya da yükseltilmiş koşut raylar üzerinde hare­ ket eder (ötelenme hareketi). Çatı boyun­ ca genellikle bir palanga ya da çıkrıkla, bazen de bir kren ya da özel kaldırma veya alma düzenekleriyle donatılmış bir ya da birçok araba çalışır (yön hareketi). Ötelenme, yön ve kaldırma hareketleri gerek elle, gerek elektrik motorları ya da hidrolik motorlarla sağlanır; bu hareket­ ler motorlu olmayan küçük köprüler için (elle çalıştırılan köprülü krenler) sarkan zincirlerle ya da elektrik motorlarının ku­ manda kablosuna asılı anahtar kutusuy­ la yerden ya da köprünün çatısına, hatta bazen arabanın kendisine tespit edilen bir kabinden son olarak da radyokumandaylı kumanda edilir. 5 ile 30 m arasında­ ki açıklıklarda en çok kullanılan kaldırma kuvveti 30 tona ulaşır; bununla birlikte 400 ya da 500 tona değin yük kaldırabilen daha güçlü köprülü krenler de vardır. Tekkirişli köprülü krenlere monoray kren adı verilir. Köprülü krenler güvenlik düze­ nekleriyle donatılmıştır: kaldırma meka­ nizması için kurs ve yük sınırlayıcısı, ara­ balar için dayamalar, birçok köprü aynı yuvarlanma yolu üzerinde çalıştığında çarpışma önleyici düzenek. Köprülü krenlerde kancalı bir tartma düzeneği de bulunabilir. Bazı köprülü krenler, önce­ den hazırlanmış programlara göre oto­ matik olarak çalışmalarını sağlayan özel sistemlerle donatılmıştır. Klasik köprülü krenlerden başka özel köprülü krenler de kullanılır. Bunların en yaygın olanları şunlardır: döner oklu köprülü krenler ve yuvarlanma yolu dışında çalışmaya ola­ nak veren teleskobik köprülü krenler; as­ kılı ya da teleskobik köprülü krenler uzun ve bükülgen yükleri (profil demirler vb.) aktarmak için kullanılır; sıyırma kreni de (kalıp bozucular) denen kıskaçlı köprülü krenler demir-çelik sanayisinde külçeleri aktarmak ve kalıplarını bozmak için kul­ lanılır. Köprülü istifleme krenleri'nin kulla­ nımı oldukça yeni ve sınırlıdır. Bunlar,



mağazalarda ya da depolarda yükleri is­ tiflemede kullanılır. Bunların dışında, özel amaçlar için kullanılan çok sayıda köprülü kren var­ dır: font kırma kreni, döküm kreni, elek­ tromıknatıstı kren, alıcı kepçeli kren.



a k ro m iy o n k ö p rü c ü k k e m iğ i (k ü re k k e m iğ i)



g ö ğ ü s k e m iğ i sapı



k ü re k k e m iğ i



K Ö P R Ü L Ü -> TİTOV VELES. K Ö P R Ü L Ü , rumca K uklia, KKTC'de Gazi Mağusa ilçesine bağlı köy. K Ö P R Ü L Ü , Ardahan ilinin merkez il­ çesine bağlı belde; 1 434 nüf. (1990). Belediye.



fcöprücükfcemikleri v



K Ö P R Ü L Ü (Mehmet Fuat), türk tarihçi ve siyaset adamı (İstanbul 1890 - ay y 1966). Köprülü soyundan Beyoğlu İkinci ceza başkâtibi İsmail Faiz Bey'in oğludur. Ayasofya rüştiyesi’ni ve Mercan idadisi' ni bitirdi. Bir süre Mektebi hukuk’a devam etti (1907-1910). İstanbul’da çeşitli liseler­ de edebiyat öğretmenliği yaptı (1910 -1913). Halit Ziya Uşaklıgil'in istifası ile bo­ şalan İstanbul Darülfünunu türk edebiya­ tı müderrisliğine atandı (1913). Ayrıca İla­ hiyat fakültesi’nde türk din tarihi, Mülkiye mektebi'nde siyasi tarih, Sanayii nefise mektebi’nde de medeniyet tarihi dersleri



yıl Hürriyet partisi'ne girdi. 27 Mayıs 1960'tan sonra 6-7 Eylül olaylarından ötü­ rü tutuklanıp Yassıada'da yargılanarak ak­ landı. 18 aralık 1961’de bazı arkadaşları ile Yeni demokrat parti'yi kurdu. Ancak adı Demokrat parti’yi anımsattığı için bu parti savcılıkça kapatıldı. Mektebi hukuk’ta öğrenciliği sırasında Fecri ati topluluğuna katılan (1909) Fuat Köprülü bu topluluğun yayın organı Serveti fünun dergisiyle da­ ha başka dergi ve gazetelerde (Mehasin, Tanin) şiir ve makaleler yayımladı. O dö­ nemdeki şiirlerinde, öteki Fecri ati şairleri (Ahmet Haşim vb.) gibi sembolizm etkisi görülür; bunlar, dil, vezin, biçim ve içerik bakımından Edebiyat-ı cedide şiirinin uzantısı durumundadır. Aynı dönemde eleştiriler, Batı yazarları üzerinde birtakım biyografiler de yazdı. Daha sonra, Ziya Gökalp'in etkisiyle, hece vezniyle manzu­ meler (1917-1918), manzum Nasreddin Hoca fıkraları (1918), Mektep şiirleri (3 cilt



okuttu. Birkaç arkadaşı ile birlikte “ Âsar-ı islamiye ve milliye tetkik encümeni" adlı derneği kurdu. Derneğin yayın organı ola­ rak Milli tetebbular mecmuası'nı çıkardı (1915). Türk tarihi, dili, edebiyatı konuları­ nı araştırmak için Bakanlar kurulu kararıy­ la kurulan Türkiyat enstitüsü'nün müdür­ lüğüne getirildi (1924). Türkiyat mecmuası'nı yayımlamaya başladı (1925). Ede­ biyat fakültesi’ndeki öğretim görevinin ya­ nı sıra Dil ve tarih-coğrafya fakültesi'nde Ortaçağ türk tarihi, Siyasal bilgiler fakül­ tesi’nde Osmanlı kurumlan tarihi kürsüle­ rinde derslerini 1943 yılına kadar sürdür­ dü. 1935’te Kars milletvekili seçilerek si­ yasete atıldı. Vatan gazetesinde (19 eylül 1945) çıkan "Demokrasi ruhu” başlıklı ya­ zısı nedeniyle Cumhuriyet halk partisi’nden çıkarıldı. 1946'da Celal Bayar, Adnan Menderes ve Refik Koraltan ile birlikte De­ mokrat parti’nin dört kurucusundan biri oldu. 1946’da bu partiden İstanbul millet­ vekili seçildi). Demokrat parti’nin iktidara geçmesinden sonra Dışişleri bakanlığı gö­ revinde bulundu (1950-1957). Devlet ba­ kanlığı ve Başbakan yardımcılığı yaptı (1954-1955). Kurucu arkadaşları ile anla­ şamayarak partiden ayrıldı (1957). Aynı



1918) kaleme aldı. Sonraları şiiri bırakarak türk kültür, uygarlık, siyaset ve edebiyat ta­ rihi üzerine kapsamlı incelemeler yaptı. Tezkireci anlayışından ayrılarak, türk ede­ biyatının gelişmesini ilk kez Batı yöntemiy­ le ele aldı; çok geniş bir alana dağıldıkla­ rı için siyaset ve uygarlıkça ayrılıklar gös­ teren ve dilleri çeşitli lehçelere ayrılan türk kavimlerinin edebiyatlarını bir bütün ola­ rak inceledi: Türk edebiyatı tarihi (1926); bu alanda çeşitli incelemeler yayımladı: Türk edebiyatında âşık tarzının menşe ve tekâmülü hakkında bir tecrübe (1915), Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar (1918), Türk tarih-i dinisi (1925), Milli edebiyat ce­ reyanının ilk mübeşşirleri ve Divan-ı türki -i basit (1928) vb. açıklamalı antolojiler ha­ zırladı: Divan edebiyatı antolojisi (1931), Türk saz şairleri antolojisi (2 cilt, 1940; 3 cilt, 1962). Çalışmalarında E. Durkheim sosyolojisinin etkileri görülen Köprülü, asıl ilgi alanı olan edebiyat tarihini, kültür tari­ hinin bir alt birimi olarak değerlendirdi. Belgeci tarih anlayışına karşı, çözümleme­ lere dayanan bir senteze varmayı amaç­ ladı. Tarih alanında, Osmanlı devletinin kuruluşu (1959), Bizans müesseselerinin osmanlı müesseselerine tesiri (1981, ikin­ ci bas.), İslam ve türk hukuk tarihi araştır­



köprülü kren



K Ö P R Ü L Ü , Antalya’nın Gündoğmuş il­ çesine bağlı bucak; 5 191 nüf. (1990); 10 köy. Merkezi Köprülü, 781 nüf. (1990). K Ö P R Ü L Ü (Esat Şerafettin) -» Esat ŞERAFETTİN Köprülü.



Mehmet Fuat Köprülü



7056



maları ve vaf Kayn.)



■ KÖPRÜLÜ FAZIL AHIMST PAŞA,



Köprülü Fazıl Ahmet Paşa



türk sadrazam (VazirKppr j 1635- Kem •burgaz 1676). Köprülü Mehmet paşa'nın büyük oğlu, iyi bir öğrenim gördü; arap ça, farsça, fıkıh, kelam öğrendi. Çağın ön de gelen bilginlerinden Karaçelebizade Abdülaziz Efendi'rıin yardımcılığında bu-, lundu. Müderrislik, ardından vezir rütt ■siyle Şam beylerbeyliği yaptı, babasının " ölümünden 50 gün önoesadaıei kayma­ kamlığına getirildi Padişah Mehmet IV. çok sevdiği ve,saydığı Malime' l ı'nın ■ vasiyetine uyarak sadrazamlık mührünü . hiç düşünmeden 26 yaşındaki r a z ı ! Ah­ met Paşa1ya yerdi (30 ekim TMH)-. Malı met İV ise bu tarihte henüz 20 yaşını- bu­ lunuyordu. Fazıl Ahmet Paşa 1662 yılını İmparatorluğun içişleriyle geçirdi, bu ara da, Erdal'da bazı sorunların çıkması uzarıne "Uyvar seferi" denilen Avusturya se terine çıktı. Neutra nehri üzerinde bulunan Uyvar (Neuhâusel) kalesini 37 günlük bir kuşatmadan sonrateslirn aldı (94 eylül1663), daha sonra başta Novjyrad olmaküzere 30 kadar kaleyi de nle geçin >t«k kış­ lamak üzere flelgrad'a döndü. 1664 uja yısında yeniden harekete geçli. Kaıtije ya­ kınlarındaki Yenikale'yı (Serinwar) 20 gün­ lük bir kuşatmadan sonra ele geçirip yık­ tırdı. Viyana ile Budin arasındaki en önemli kalelerden biri olan Yanıkkale’ye (Raab, Györ) doğru ilerledi. Yanıkkale'nin düşmesi halinde Viyana'nın da elden.gidebileceğini düşünen imparator, mareşal kont Montecuccoli’nin komutasındaki bir orduyu Türkler’e karşı gönderdi. 1 ağus­ tos 1664'te Szent-Gotthârd kasabası yakın­ larında başlayan meydan savaşı iki taralı da oldukça yıprattı Ancak Fazıl Ahmet Paşa'nın ordusunu takviye ettiğini öğre nen Avusturya imparatoru, Vasvar antlaş­ ması’™ (10 ağustos) imzalamayı kabul etti. Bu antlaşmayla imparator, son seferdeki fetihleri tanıyor, Erdel işlerine karışmama­ ya söz veriyor, ayrıca Osmanlı devletine 200 000 florin tutarında bir savaş tazmi­ natı ödemeyi taahhüt ediyordu. Vasvar antlaşmasından sonra Türkler'in Girit’e yükleneceklerini ve Kandiye kalesini e!e geçirmek isteyeceklerini bilen Venedikli­ ler, Mehmet IV’e barış önerisinde bulun­ dular. Ancak, Venediklilerin 21 yıldan beri savundukları kaleyi bırakmaya yanaşma­ maları karşısında divan, barış önerisini ye ri çevirdi. Bunun Özerine 15 mayıs 1666’ da Fazıl Ahmet Paşa, Girit fethi için yola çıktı. 3 kasımda 167 parça gemiyle Han­ ya’ya gelen Fazıl Ahmet Paşa, 6 aylık bir hazırlık döneminden sonra 26 mayıs 1667 sabahı Kandiye kalesini kuşatmaya baş Iadı. Ne pahasına ol --1 : Türkler’e kaptırmamaya kararlı rılan Vene. dikliler, öteki Avrupa devletle? inim te - ies teğiyle, iki buçuk yıl Fada ' 1 ayı ba şardılar. Sonunda, kalenin düşmesinin gün meselesi olduğunu , niac ıı ı Veı «dil. liler kaleyi teslim etmeyi kur .- ieı eylül 1669 şabahı, K a rn iy i u 93 anah­ tarı iki gümüş tepsi içinde (azıl d »net Pa şa’ya sunuldu. 1669- Ift/.O kışını u r t mit’ te geçiren ve meydana gelen hasatların büyük bir bölümünün onarılmasına bizzat nezaret eden sadrazam, ut. b u ; ık yıl kal dığı adanın yönetimini .e -ys ut -v, met Paşa ya bırakarak 16, U mayısının ilk. günlerinde Girit'ten ayrıktı. 1672'nin ortalarına doğru, ken< ■ k û r k a n d İl . || Kör kaya -*KÖRKAYA. || Kör kurşun, kimin attığı ya da kime atıldı­ ğı belli olmamasına karşın bir kimsenin ölümüne ya da yaralanmasına yol açan serseri kurşun: Bir akşam tarladan döner­ ken bir kör kurşuna kurban gitti. || Kör kurt­ tan bile vazgeçmemek, en değersiz ve en küçük varlığı bile aşağı görmeden koru­ mak. || Kör kuyu, suyu kurumuş olan ku­ yu. II Kör kütük — KÖRKÜTÜK. || Kör nişan­ cılık, kör atım, hedefe iyi nişan alarak de­ ğil de rastlantıyla vurma. || Kör şeytan, kö­ tü kader. || Kör şeytandan bulsun, “ başı­ na iyi şeyler gelmesin" anlamında söyle­ nen ilenme sözü. || Kör talih, kötü durum­ lar hazırlayan doğaüstü güç, kötü baht. •—Anat. Çıkmaz biçimde olan bazı boşluk­ lara denir. —Balıkç. Kör ağ, herhangi bir ağ sistemin­ de, gerçekte sistem içinde yer almamak­ la birlikte daha sonra sisteme eklenen kü­ çük gözlü ağ. —Göz genişliği 10 mm'yi geçmeyen ağ. —Cerr. Kör fistül, bir deliği olan ve bir çık­ mazla son bulan fistül. — Denize. Kör baston, cıvadranın basto­ na bağlandığı yerin altına düşey olarak tutturulmuş çubuğun ucundaki makara dillerinden geçen köstek. || Kör baston ventosu, kösteğe binen yükü dengeleme­ ye ve kösteği desteklemeye yarayan sa­ bit halat. || Kör demir, genellikle sabit şa­ mandıraları demirlemede kulanılan blok demir. (Bu demirin kolları ve tırnakları yok­ tur. Tutma gücü blokun ağırlığıyla ve de­ mirin taban bölümünde açılan bir oyuğun oluşturduğu vakum etkisiyle sağlanır.) || Kör tiramola, tiramola eden bir tekne ye­ terince hızlı değilse ya da pruvaya gelen rüzgâr tersten işleyerek tekneye geri yol kazandırıyorsa, tiramolayı tamamlayabil­ mek için dümeni dönüş yönünün aksine basarak rüzgârı kavança etme. (Rüzgâr is­ tenilen yönde kontraları doldurünca tek­ ne ileri yol kazanır. Bu durumda dümen, teknenin başını istenilen rotada tutacak bi­ çimde basılır.) —Fels Kör bilgi ya da kör hesap, Leibniz’e göre herhangi bir şeyin, bir simgö aracı­ lığıyla edinilmiş bilgisi. (Bk. ansikl. böl.) —Fizyol. Kör nokta, görme sinirinin sona erdiği retina bölgesi. (Duyu hücreleri bu­ lunmadığı için ışığa duyarlı değildir.) —inş. Bir kilisenin, doğrudan gün ışığı al­ mayan ve yan sahınlardan aydınlanan ana sahnı için kullanılır. —Jeomorfol. Aşağı çığırı bir ters eğimle son bulan kuru bir vadi için kullanılır; şid­



detli yağmurlardan sonra, vadiyi akaçlayan sular, bu ters eğimin eteğinde, karst soğurması yoluyla kaybolur. —Mak. san. ve Marangl. Kör delik, bir ah­ şapta ya da metalde açılan öbür tarafa geçmeyen delik. —Ruhbil. Kör yöntem, bir deneyi doğru­ dan uygulayan kişilere (örneğin bir mad­ denin farmakolojik etkilerinin karşılaştırıl­ masında görev alan hemşireler), deneyin varsayımları ve koşullan hakkında bilgi vermemeye dayanan yöntem. —ANSİKL. Fels. Kör bilgi ya da kör hesap. Kör bilgiye iyi bir örnek, cebir hesabıdır. Leibniz şöyle yazar: "Çoğunlukla ve eğer çözümleme uzun sürüyorsa, ele aldığımız şeyin doğasını tümüyle kavrayamayız ve bu yüzden, şeylerin yerine simgeler ko­ yarız [...]. Nitekim bin kenarlı bir çokgen düşündüğümde artık her an bir kenarın, bir eşitliğin, bin sayısının (ya da on’un kü­ pünün) ne olduğunu aklıma getirmem, ama nesnelerden edindiğim kavramların yerini tutmaları için bu sözcüklerden, zi­ hinsel olarak yararlanırım -hiç kuşkusuz bu sözcüklerin anlamının, karışık ya da eksik bir biçimde zihnimde bulunmasına rağmen-, çünkü bu sözcüklerin anlamını bildiğimin bilincindeyimdir ve o sırada, bu anlamın açıklanmasının gerekli olmadığı­ nı düşünürüm, işte bu bilgiye, kör ya da simgesel bilgi diyorum. Bu tür bilgiyi ce­ birde, aritmetikte ve hemen her alanda kullanırız." (Meditationes de Cognitione, veritate et deis [Bilgi, gerçek kavramlar üs­ tüne düşünceler]). —Oftalmol. Günümüzde gelişmiş ülkeler­ de kör sayısı azgelişmiş ülkelere göre da­ ha azdır; örneğin Fransa'da körlerin top­ lam nüfusa oranı binde 1'den azdır. Üs­ telik bunların büyük çoğunluğu yaşlıdır; 0-20 yaş arasındaki körlerin sayısı 2 500 dolayındadır. Asya ve özellikle Afrika ülke­ lerindeyse körlerin oranı çok daha yüksek­ tir ve nerdeyse % 1’i bulur. Türkiye’deki körlerin sayısı hakkında istatistik bilgi yok­ tur. Ama oranın binde birden az olmadı­ ğı söylenebilir. Körlerin düzenli olarak eğitilmesine, 1784'ten sonra Valentin Haüy’ün ısrarlı ça­ lışmaları sonucunda başlandı. Onun sa­ yesinde körler, büyütülmüş kabartma harf­ lerle okuyabildiler; el işleriyle ve müzikle uğraşabildiler. 1825'ten sonra, Louis Braille adında 16 yaşında bir kör, alıştık­ ça daha kolay yazılan ve iki işaretparmağıyla hızla okunabilen kabarık noktalar­ dan oluşan (3 noktalık dikey iki sıra) bir harf sistemi önerdi. Harfler, sayılar, mate­ matik işaretleri, müzik notaları, vb. bu sis­ teme göre kodlandı. Öte yandan, dakti­ lografi, gören kimselerle iletişimi sağla­ maktadır; manyetik kayıtlar büyük sayıda yapıta hızla ulaşılmasına olarak verir; be­ yaz bastonun akılcı kullanımı (işaret ve be­ lirleme aracı) körlerin yer değiştirmesini daha kolay bir hale getirir. Körlerin eğitiminin ya da yeniden eğiti­ minin esasları şunlardır; psikolojik açıdan, özel sınırlarını kabul etmelerine ve diğer insanlara açılmalarına yardımcı olmak; pratik açıdan, toplumsal ve ekonomik dünya ile "tam bütünleşmelerini" sağla­ yacak yöntem, teknik ve materyali ver­ mek. Günümüzde çalışma yoluyla yardım merkezleri ve koruma altındaki atölyeler çerçevesinde düzenlenmiş, körlere yöne lik gerçek- bir mesleki oluşum vardır; KÖR a. (fr. cceuı). Oy. KUPA'nın eşanlam­ lısı. K Ö R A L İ İH S A N - İUÖĞLJU (Ali Ihsan). IKÖRAÖAÇ a. Marangl. Kontratablanın orta katını oluşturan bölüm. —ANSİKL. Körağaç, ıhlamur, köknar, ka­ vak, çırasız sarıçam, kızılağaç, söğüt vb. gibi kuruduğunda çok az biçim değişti­ ren hafif ve yumuşak ağaçlardan yapılır. Kalınlığı kontratablanın en çok yarısı ka­ dar olabilir. K Ö R B A Ö IR SA K a. Kalınbağırsağın başlangıcında, bu bağırsağın irıcebağır-



sâkla ağızlaştığı yerin altında çıkmaz şek­ linde bulunan kalınbağırsak bölümü. (Eşanl. ÇEKUM.) [Bk. ansikl. böl.] —Anat. Körbağırsak kapağı, incebağırsağın körbağırsağa açıldığı yerdeki kapak. —ANSİKL. Omurgalı hayvanların çoğun­ da körbağırsak bulunur. Körbağırsağın genel olarak birkaç işlevi vardır: salgı iş­ levi, sindirim işlevi (selülozun parçalanma­ sı, suyun ya da bazı metabolitlerin soğurulması) ya da lenf sistemiyle ilgili işlevler. insanda, körbağırsağın iç yüzünde, incebağırsak-kalınbağırsak ağzının altın­ da apandis bulunur. Karınzarı ile örtülü olan körbağırsak normal koşullarda sağ kasık boşluğunda bulunur, ama bazı kim­ selerde, daha yüksekte (karaciğer altın­ da), daha aşağıda (leğen boşluğunda) ya da orta çizgiye yakın (çölyak damara ya­ kın) bulunabilir ve apandisi de birlikte sü­ rükler. K Ö R D E M E N , rumca Kontem enos, KKTC'de Girne ilçesine bağlı köy. K Ö R D İK EN a. Özellikle Güney Anado­ lu’nun kıyı bölgelerinde yetişen, dikenli, çalı görünümünde, 2 m kadar yükseklik­ te bitki. (Rhamnus oleoides subsp. graecus.) [Kök kabuklan dahilen sarılığa ve vü­ cutta su toplanmasına karşı diüretik ola­ rak kullanılır.] K Ö R 0Ö Ş E M E a. inş. Ahşap parke kap­ lamanın düzgün bir yüzey üzerine otur­ masını sağlamak için kadranlara tahtalar çakarak oluşturulan döşeme. K Ö R D Ü Ğ Ü M a. 1. Çözülmesi çok güç, ilmiksiz düğüm. —2. Çözümü çok güç, içinden çıkılmaz sorun: Bu sorun gitgide b ir kördüğüme dönüşüyor. —Dokmc. Kördüğüm bağlama, iki ipliği birbirine eklemede kullanılan bir bağlama türü. (Bk. ansik. böl.) —ANSİKL. Dokmc. Kördüğüm, genellikle günlük işlerde de hemen herkesin bildiği ve kullandığı basit ve yaygın bir düğüm biçimidir. Bir elin baş ve işaretparmağı arasında birleştirilerek tutulan ipliklerin uç­ ları, öteki elin işaretparmağı tırnağı üze­ rinden dolaştırılarak oluşturulan halkanın içinden birlikte geçirilip sıkıştırılarak yapıilır. Yapımı çabuk ve kolay olduğundan ıçokça kullanılmaktaysa da bağlanan ipli­ ğ in bir tarafında düğüm kaldığı için do­ kumacılıkta kullanımı pek uygun değildir. Çözgüde tarak dişlerine takılarak kopma­ lara neden olur, atkıda da ipliğin mekik­ ten sağılmasını güçleştirir. Dokuma kuma­ şın yüzeyinde de gereksiz kabarıklık ve fazlalıklar oluşturur. Pamuk ve yün doku­ macılığında kullanılırsa da genelde ipek düğümü olarak bilinir, ipekli dokumalar­ da atkıda kullanılan normal kördüğümdür. Çözgüde ise kopan iplik ile bağlanması gereken iplik, bir diğerinin üzerinden bir devir yaptırıldıktan sonra normal kördü­ ğüm biçiminde bağlanır, iplik ince ve kay­ gansa devir sayısı artırılır. KÖRE a. Yöre. 1. Karınca yuvası. —2. Demirci körüğünün, kömürlerin yandığı bölüme açılan deliği. KÖREBE a. Ebenin gözü bağlanarak oy­ nanan bir çocuk oyunu. (Oyunculardan biri ebe seçilir; gözleri mendil ya da eşarpla çevresini görmeyecek biçimde bağlanır; bu durumdayken kaçışan öteki oyuncuları yakalamaya çalışır. Yakalayabi­ lirse, gözlerini açar; yakaladığı ebe olur.) K ÖRELM E a. Körelmek eylemi. K Ö R ELM EK gçz. f. 1. Daha az kesici duruma gelmek: Makas kullanıla kullanı­ la köreldi. Bıçak körelmiş, bilemek gerek. —2. Sözkonusu kuyu, kaynak vb. ise, su­ yu çekilmek, kurumaya yüz tutmak; ateş­ se, sönmek üzere olmak: Kuraklıktan ku­ yular köreldi. Ateş köreldi, birkaç odun atıver. —3. Soyu tükenmek. —4. Soyut bir şey sözkonusuysa, azalmak; zayıflamak: Duygulan körelmiş. Körelmiş yetenekler.



körelmek — Patol. Bir organ, kol ya da bacak söz­ konusu olduğunda, görevi kalmadığı için ya da başka nedenlerle beslenemeyerek küçülmek.



7060



♦ köreltm ek ettirg. f. 1. Bir şeyi körelt­ mek, keskinliğini yitirmesine yol açmak, daha az sivri ve kesici duruma getirmek: Bıçağı, makası köreltmek, —2. Soyut bir şeyi köreltmek, onun şiddetini, yoğunlu­ ğunu azaltmak: Zaman, duygularını kö­ reltti. Çok farklı alanlarda çalışması, onun resme olan yeteneğini köreltti. — Patol. Körelmesine neden olmak. ||S/r şeyi (soyut) köreltmek, onun zayıflaması­ na neden olmak: Alkolizm onun iradesini köreltti.



KÖRELTMEK



-



KÖRELMEK.



KÖREŞE a. Kar yüzeyindeki buz tutmuş tabakaya halk arasında verilen ad. ■CÖRFARl a. Zool. Macaristan ile Mısır arasında uzanan bölgelerde yaşayan iki kemirici türünün ortak adı. (Bil. a. Spalax zemmi ve S. typhlus; körfaregiller familya­ sı.) K Ö R FA R EO İLLE R a. Zool. Körfare ve benzeri türleri kapsayan kemiriciler famil­ yası. (Başlıca cinsleri Spalax, Rhisomys, Tachyoryctes'tir. Bil. a. Spalacidae; kemi­ riciler takımı.)



Körler m eseli ( 1568)



ı Pieter Bruegei'in tablosu Napoli



K Ö R FE Z a. (yun. kolpos). Kıyıda büyük boyutlu girinti; genel olarak bir koydan da­ ha büyüktür. (Bk. ansikl. böl. Coğ.) —Jeofiz. Manyetik körfez, Yer manyetik alanının, kökeni manyetosferde bulunan, hemen hemen 10 gama genlikte ve yak­ laşık birkaç saat süren tedirginliği. — Uluslarar. huk, ve Deniz huk. Tarihsel körfez, karasularının dışında kalan, ancak çok eskiden beri kıyı devleti tarafından öy­ le kullanıldığı için iç sular statüsünden ya­ rarlanan geniş körfez. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Coğ. "Körfez” çoğunlukla kı­ yının geniş bir girintisini (Meksika körfezi, Gine körfezi) belirtir. Ama terim bazen açıkdenize dar biçimde bağlanan girinti­ ler (Basra körfezi) ya da dar kanallar (Aka­ be körfezi) için de kullanılır. —Uluslarar. huk. ve Deniz huk. 29 nisan 1958 Cenevre Karasuları ve bitişik bölge sözleşmesi’nde tanımlanan körfezin hu­ kuk alanındaki özelliği, kıyı devletine ta­ nınan önemli haklarda kendini gösterir. Bu haklar, Zuyderzee ya da Arcachon koyu gibi dar ağızlı (10 milden az) körfezlerde ve Gabes körfezi, Rio de la Plata körfezi, Chesapeake körfezi, Cancale körfezi ya da Grartville körfezi gibi tarihse! körfezler­ de sadece kıyı devletine aittir. Bu durum­ da bu suların rejimi iç sular rejimidir. K Ö R F E Z , Marmara bölgesinde Koca­ eli iline, bağlı ilçe: 84 492 nüf. (1990); 15 köy. Merkezi, İzmit'in yaklaşık 10 km ka­



dar batısında Körfez (esk. Yarımca), 65 786 nüf. (1990). K ö rfe z iş b ir liğ i k o n s e y i (KİK), Basra körfezi çevresinde yer alan Bah­ reyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Ara­ bistan ve BAE arasında, 1981'de kuru­ lan siyasi ve iktisadi işbirliği ve savunma örgütü. Üye ülkeler arasında iktisadi iş­ birliğinin sağlanması için gümrük duvar­ larının kaldırılması, serbest sermaye akıimı, vergi mevzuatının birleştirilmesi yö­ nünde çalışmalar yapılması karara bağ­ landı. 1984'teki zirve toplantısında bir or­ tak savunma gücü kurulması kararlaştı­ rıldı. 1986'da, ortak bir para birimine ge­ çilmesi önerildi. 1987'de, bir ortak gü­ venlik planı hazırlandı. AT ile KİK arasın­ da ilk sınai işbirliği konferansı 1990'da ispanya'da toplandı. 1991’de üye ülkele­ rin devlet başkanları, savunma işbirliğini geliştirmek amacıyla Kuveyt'te toplandı­ lar. Ancak Kuveyt, Batılı devletlerin sağ­ ladığı güvenceden başka seçenek gör­ mediğini açıkça belirtti. K ö rfe z s a v a ş ı, Iran-lrak savaşı'nın Bas­ ra körfezinde sürdürülen bölümüne veriten ad. Iran-lrak arasında kara kuvvetleri­ nin çarpışmalarıyla gelişen savaş, Irak'ın İran'a ait petrol dolum tesislerinin bulun­ duğu Harg adasını bombalamasıyla Körfez’e de atladı (1981). Körfez'e giren ya­ bancı ülkelerin şilep ve tankerleri de sal­ dırılara uğradı; sular mayınlandı. ABD ve Batı ülkeleri gemilerinin güvenliğini sağ­ lamak için Körfez'e savaş gemileri, mayın, tarama gemileri yolladılar. ABD, Kuveyt 'gemilerini İran saldırılarına karşı koruma karan aldı; bu gemilere saldıran İran uçak ve gemilerine ateş açtı. K ö rfo z s a v a ş ı, Irak'ın Kuveyt'i işgal ve ilhakıyla başlayıp, ABD önderliğindeki BM'ye bağlı çokuluslu gücün, Kuveyt topraklarını Irak işgalinden kurtarmak için giriştiği operasyonla son bulan sa­ vaş (2 ağustos 1990-28 şubat 1991). Saddam Hüseyin Kuveyt'in, ülkesi İran'la savaş halindeyken petrol üretim kotaları­ na uymayarak fazla petrol ürettiği, IrakKuveyt sınırında yer alan Irak’a ait alan­ lardan petrol çıkardığı ve ülkesini ekono­ mik zarara soktuğu iddiasıyla Kuveyt'ten 2.4 milyar dolar talep etti. 2 ağustos 1990 günü Kuveyt topraklarına giren Irak birlikleri, ülkenin tamamını kısa sürede iş­ gal etti. BM soruna barışçı bir çözüm ge­ tirmek amacıyla Irak'a ekonomik yaptı­ rımlar uygulama kararı aldı. Ambargo­ nun yanı sıra askeri bir müdahale de gündemde tutularak, ABD önderliğinde BM'e bağlı çeşitli ülkelerin askeri birlikle­ rinden oluşan çokuluslu güç, Suudi Ara­ bistan topraklarında konuşlandırıldı. Müt­ tefik kuvvetlere asker veren ülkeler ara­ sında Mısır, Bahreyn, Suudi Arabistan,



BAE, Fas, Suriye gibi arap ülkeleri de yer aldı. Bu arada BM Irak'a, işgal ettiği Kuveyt topraklarını boşaltması için 15 ocak 1991 gece yarısına kadar süre tanı­ dı. Irak, 21 ağustosta ülkesinin 19'uncu ili ilan ettiği Kuveyt topraklarından çıkma­ yacağını belirtti. Bunun üzerine başkent Bağdat civarındaki stratejik noktalara müttefiklerin yoğun hava saldırısı başladı (17 ocak). Irak topraklarına doğru, Dahran ve İncirlik üslerinden binlerce sorti yapan çokuluslu güce,bağlı uçaklar, Irak ordusuna ağır teçhizat kayıpları verdirdi: Irak hava kuvvetleri imha edildi; çok sa­ yıda cephanelik havaya uçuruldu. Askeri gücünün büyük bölümünü yitiren Irak, Riyad, Tel-Aviv, Hayfa gibi şehirlere za­ man zaman füzelerle saldırdı, Çatışma­ da tarafsız olan İsrail’i savaşın içine çe­ kerek, müttefik kuvvetler bünyesinde yer alan müslüman arap ülkelerine ait birlik­ lerin savaştan çekilmelerini sağlamaya çalışan Saddam Hüseyin'in bu planı, İs­ rail'in misilleme yapmaması üzerine ba­ şarısızlıkla sonuçlandı. 3.1 ocak 1991 ta­ rihine gelindiğinde 15.günlük hava saldı­ rısında 30 000 sorti gerçekleştirilmiş, 31 nükleer, kimyasal veya biyolojik tesis im­ ha edilmiş, saldırılan 45 havalanından 9'u tamamen kullanılmaz duruma getiril­ mişti. Irak askerleri şubat başında Ku­ veyt'teki petrol kuyularını ateşe vermeye başladılar. Bu arada Basra körfezi’ne bo­ şaltılan tonlarca ham petrol, körfezdeki ekolojik dengeyi ciddi şekilde tehdit eden kirlenmelere yol açtı. 24 şubatta başlayan kara harekâtıyla müttefik kuv­ vetler, birkaç cepheden ilerleyerek, Ku­ veyt topraklarındaki birliklerini kıskaca alınca, Irak ateşkes istemek zorunda kal­ dı. Müttefiklerin harekât boyunca hiçbir sivil hedefi vurmadıklarını açıklamalarına karşın, bazı kaynaklar Irak'ta 50 000 ila 130 000 sivilin hayatını kaybettiğini öne sürdü. Müttefikler bölge güvenliği açısın­ dan Saddam'ın devrilmesi gerektiğini sa­ vunurken, ıraklı lider uğradığı yenilgiye rağmen iktidarını korudu ( - » İRAK.) K ö rfe z ü lk e le r i, Basra körfezi çevresin­ de yer alan ülkelere verilen genel ad. iK Ö R FLA N Ş a. Teknol. Özellikle bir ay­ gıtın sökülmesi sırasında, boru donanı­ mından buhar, gaz ya da sıvı geçmesini önlemek için iki flanş arasına yerleştirile­ rek sıkılan geçici tıkama diski. K Ö R İ a. (portekizce yoluyla gelen tamul dilinden söze.). 1. Çeşitli baharat tozların­ dan (zencefil, karanfil, zerdeçal, biber, kişnişotu vb.) oluşan aşotu. —2. Köriyle ha­ zırlanmış yemek: Kuzu, balık körisi. K Ö R K A N D İL a. Çok az ışık veren ışık kaynağı. • sıf. Aşırı derecede sarhoş olan kimse ,için kullanılır; körkütük. KÖ R KAYA a. Deniz yüzeyine çok yakın olan ve görünmediğinden bir tehlike oluşjturan kaya ya da sığ yer. IK Ö R K Ü L E R , İsparta' nın Yalvaç ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 346 nüf. (1990). K Ö R K Ü T Ü K sıf. Kendini bilmeyecek öl­ çüde sarhoş ya da âşık olanlar için kulla­ nılır: Körkütük sarhoş olmak. Körkütük âşık. •K Ö R LE M E D EN be. 1. Hiç dikkat etme­ den, bilmeden, anlamadan: Körlemeden •bir işe girişmek. —2. Nişan almadan, rasjgele: Silahını doğrulttu ve körlemeden tam on ikiyi vurdu. K Ö R LE N M E K - KÖRLEŞMEK. K ö r le r m e s e li, Yaşlı Bruegei'in, Napoli! müzesi’nde bulunan tablosu (0,86x1,54; m). Birbirlerini izleyen altı körü betimler. Öndeki ikisi ırmağa düşmüştür.. Konu İn­ cilden (Matta, XV, 14; Luka, VI,39) alınma­ dır: “ Bir kör başka bir köre kılavuzluk ede!bilir mi? Bu durumda ikisi de aynı çukura düşmez mi?”



köroğiu K ö rle r o k u lu , ilkokul ve ortaokul öğre­ niminin yanı sıra, yardımcı sanat çalışma­ larına da yer vererek görmeyen çocukla­ rı özel yöntemlerle üst öğrenime yetiştiren ya da yaşama hazırlayan eğitim kurumu. Bu konuda ilk girişim, İstanbul'da Tica­ ret mektebi müdürü Grati Efendi tarafın­ dan yapıldı ve körlük ile sağırlık aynı tür­ den sayılarak bu iki grup için Ticaret mektebi'nde bir bölüm oluşturuldu. Öğretim süresi dört yıl olan bu okulun körler kısmı 1895’te, sağırlar kısmı da 1908'de kapa­ tıldı. 1910'da İzmir’de Alber Karamona ta­ rafından sağır ve dilsizler için açılan özel okul, 1923’te Sağlık ve sosyal yardım bakanlığf na geçti. 1927'de aynı okulda kör­ ler için de bir bölüm açıldı. Bu okul, 1951'de Milli eğitim bakanlığı’na bağlan­ dı; körler ile sağırlar bölümleri ayrılarak Körler okulu Ankara'ya taşınırken, Sağır­ lar okulu İzmir’de bırakıldı. 1954'te Gazi­ antep'te de bir körler okulu açıldı. 1992 sonunda Türkiye'de 9 körler oku­ lu vardı: Ankara (Aydınlıkevler ve Yeni­ mahalle), İzmir, Gaziantep, İstanbul, To­ kat, Kahramanmaraş, Niğde ve Çanak­ kale. ilk ve ortaöğretim düzeyinde öğre­ tim yapılan bu okullarda, 1991-1992 öğ­ retim yılında 894 görme engelli öğrenci öğrenim görmekte ve 174 öğretmen gö­ rev yapmaktaydı. Gözleri görmeyen okul çağındaki çocuklara yönelik bu kurumlar dışında, 18-35 yaşları arasındaki körleri meslek sahibi yapmak amacıyla 1974' ten bu yana İstanbul'da ve 1986'dan sonra Ankara'da etkinlik gösteren iki re­ habilitasyon merkezi bulunmaktadır. K Ö R LE R Ü L K E S İ. Tar, coğ. Antik yazarlarca Khalkedon'a (Kadıköy) verilen ad. Antikçağ’da. Byzantion'un Khalkedon’dan sonra kurulmuş olması, sürekli ilgi uyan­ dırmıştı. Herodotos'a göre pers generali Megabyzos Khalkedon halkını, kentlerini Byzantion’un bulunduğu kesimde kurma­ dıkları için körlükle suçlamıştı. Strabon ve Tacitus’a göreyse, yeni kentlerini nerede kurabileceklerini öğrenmek üzere Delphoi Apollonu’nun kehanetine başvuran Megaralılar “ Körler Ülkesi'nin karşısında" ya­ nıtını almışlardı. KÖRLEŞM E a. Körleşmek eylemi. K Ö R LEŞM EK ya da K Ö R LE N M E K gçz. f. 1. Kesici bir alet sözkonusuysa, keskinliği kaybolmak, kesmez, işlemez duruma gelmek; körelmek: Bu bıçak kör­ leşmiş. —2. Soyut bir şey sözkonusuysa, gelişmesi durmak, gerilemeye, yok olma­ ya başlamak: Yazma yeteneğim giderek körleşti. ♦ körleştirm ek ettirg. f. Körleşmesine neden olmak; terletmek, köreltmek: Mu­ kavva kesmek makasın ağzını körleştirebilir Buluıxluğu ortam yarabalığını körleştiriyordu KÖRLEŞTİRM E a. Körleştirmek eylemi. K Ö R LE Ş TİR M E K -



KÖRLEŞMEK.



K Ö R LE TM EK g. f. 1. Kesici bir aracı körietmek, onun keskinliğinin azalmasına ya da yok olmasına neden olmak, keskin­ liğini gidermek: Sert şeyler keserek, bıça­ ğı körletmişsin. —2. Bir şeyi körietmek, onu işlerliğini, geçerliliğini yitirmesine ne­ den olmak: Artan ithalat, ülke içinde üre­ tilen malların satışını körietti. —3. Bir kim­ seyi, yeteneklerini körietmek, saygınlığını,, değerini ya da yeteneklerini yitirmesine; neden olmak; Halkın sağduyusunu körletmek. Duygularını körietmek. Nefsini körietmek. —Ask. Muharebede dost birlik, tesis ve et-i kinliklerini sis perdesiyle örtmek ya da; düşman gözetlemesine engel olmak içirt düşman gözetleme yerlerini sislendirmek. (Bu iş için topçunun sis mermilerinden, sis kutularından ya da sis cihazlarından ya­ rarlanılır.) —Ask. denize. Deniz savaşında, düşman gemilerinin top ateşini susturmak. K Ö R LÜ K a. 1. Görme yetisini yitirmiş bir kimsenin ya da hayvanın durumu. (Bk.



ansikl. böl.) —2. Keskinliğini yitirmiş bir kesicinin durumu: Bıçağın körlüğü. —3. Gerçeği göremeyen, olup bitenleri değer­ lendiremeyen kimsenin durumu: Bu ne körlük, onu ne kadar mutsuz ettiğini nasıl görmezsin. —Nöropsikol. Korteks körlüğü, iki yanlı artkafa lezyonlarından ileri gelir; bu du­ rumda göz kürelerinin göz dibinde ve gözbebeği tepkilerinde hiçbir bozukluk yoktur. —ANSİKL. Körlük ya çevresel bozukluklardan (gözlerin ya da görme sinirlerinin has­ talığı) ya da beyindeki bir bozukluktan (görmeye ilişkin merkezlerde bozukluk) ileri gelir. Bulaşıcı hastalıklardan ileri gelen kör­ lük günümüzde gittikçe seyrekleşmekte­ dir. Doğuştan göz biçim bozuklukları dı­ şında, en sık rastlanan körlük nedenleri savaş yaraları, kafatası travmaları (özellikle otomobil kazaları) ve bazı diyabetlerin so­ nucunda ortaya çıkan retina ağtabaka hastalıklarıdır. Azgelişmiş ülkelerde sık gö­ rülen körlük nedenleriyse trahom, onkoserkoz, katarakt ve kseroftalmidir. K Ö R M Ü K Ç Ü (Hazım), türk tiyatro ve si­ nema oyuncusu (İstanbul 1898 - ay. y. 1944). Kabataş idadisi'ni bitirdi; küçüklü­ ğünde müzikle ilgilenmesine karşın, tiyat­ ro sevgisinin ağır basmasıyla 1915'te Benliyan topluluğu’na katıldı. 1917’den baş­ layarak (1924-1927 yılları dışında), ölümü­ ne değin İstanbul Şehir tiyatrosu’nda sah­ neye çıktı. Özellikle Musahipzade Celâl' in oyunlarında (Fermanlı deli hazretleri, Aynaroz kadısı, Balaban ağa, Mum sön­ dü vb.) parladı, halkın çok sevdiği ve tut­ tuğu sanatçılardan biri oldu. 1930'dan başlayarak birçok filmde (Söz bir Allah bir, Bir kavuk devrildi, Kahveci güzeli vb.) baş­ rol oynayan sanatçı, ayrıca bir karagöz us­ tasıydı. K Ö R M E R (Theodor), avusturyalı devlet adamı (Komârom, Macaristan, 1873 - Vi­ yana 1957). Kari Theodor Körner'in oğ­ lu. Avusturya Cumhuriyeti’nin kurduğu ye­ ni ordunun genel müfettişliğine getirildi (1918); sosyal demokrat milletvekili seçil­ di (1925-1934). Şubat 1934’te görevinden alındı ve yarı askeri siyasal bir kuruluş olan Schutzbund'un lideriyken hapsedildi. Anschluss'tan sonra naziler tarafından iki kez tutuklandı. Viyana Burgmeister'i oldu (1945-1951), 27 mayıs 1951'de Cumhur­ başkanı seçildi. Avusturya’nın yansızlık statüsünün oluşmasına katkıda bulundu. KÖR O C A K a. Çocuksuz aile. K Ö R O Ö LU , asıl adı Ruşen A li, türkülü bir türk halk hikâyesinin (destanının) kah­ ramanı. Köroğiu hikâyesinin şiir bölümle­ rini, XVI. yy.'da yaşamış, gene aynı adı ta­ şıyan bir halk şairinin söylediği ileri sürü­ lür. Bu hikâye, Anadolu’da, Rumeli’de, Azerbaycan'da, Türkmenistan'da, Özbe­ kistan'da vb. yayılmıştır Hikâyenin çıkış ye­ rinin Horasan olduğunu, Orta Asya'da geçmiş tarihsel olaylara dayandığını, hatta İslamlık öncesine ait olduğunu, öte yan­ dan kahramanın XVI. yy.'da yaşamış bir celali isyancısı olduğunu ileri süren ayrı görüşler vardır. Çok eski destan motifleri, XVI. yy.'da Anadolu’da biçimlenen hikâ­ ye çevresinde birleştirilmiş, bu hikâye, için­ de Köroğiu diye anılan halk şairinin ve bel­ ki daha başka âşıkların şiirleri yer almış olmalıdır. Köroğlu’nun Türkistan’daki Teke türkmen oymağından olduğu da ileri sü­ rülür. Bazı belgelere (tebrizli tarihçi Arakel' in anlattıkları; 1580-1585 yıllarına ait mü­ himime defterleri v b ) dayanılarak Bolu yö­ resinde adı Ruşen olan ve Köroğiu diye tanınan celali eşkıyasının giriştiği işler be­ lirlenmiştir. Bu kişinin Gerede’ye bağlı Dörtdivan nahiyesindeki Sayık köyünden olduğu saptanmıştır Köroğiu Ruşen’in Si­ vas ile Tokat arasındaki Çamlıbel dağları­ na yerleştiği belirtilir. Farklı iki söylentiye göre Köroğiu, Tokat dağlarında kırklara karışmış ya da İran şahı Abbas’ın emri



üzerine öldürülmüştür. Değişik biçimlerde anlatılan hikâyenin yaygın söylentisine gö­ re, Ruşen Ali adlı hikâye kahramanının ba­ bası Yusuf, at düşkünü Bolu beyi'nin se­ yisiydi. Bey, onu cins atlar bulmaya gön­ derdi. Yusuf, Fırat ırmağından çıkan kut­ sal bir aygırdan olma kısrakla geri dön­ dü. Ancak daha gelişip yetişmemiş cılız hayvanın gösterişsiz durumu beyi kızdır­ dı; bu yüzden de seyisin gözlerine mil çektirdi. Seyisin Köroğiu diye tanınacak olan oğlu Kır at diye anılacak kısrağı ye­ tiştirdi. Bingöl dağları’ndan inen ve Aras ırmağı’na karışan sihirli üç köpük Yusuf un gözlerini açacak, intikamını alması için ona gençlik ve güç verecekti. Bu köpük­ leri Köroğiu içtiği için sonsuz yaşam, yi­ ğitlik, şairlik güçlerini kazandı. Babasının ölümünden sonra Çardaklı Çamlıbel’e yerleşerek Bolu beyi'ni alt etti. Kır a f ın da yardımıyla yoksulların, ezilmişlerin hakkı­ nı aradı; bir halk kahramanı oldu. Türlü se­ rüvenlerde ünlü yiğitleri (Reyhan Arap, Köse Kenan, Koca Bey, Demiroioğlu, Kiziroğlu Mustafa, Deli Hoylu vb.) kendine bağladı; uzak seferlere (Silistire seferi, Bağdat seferi vb.) çıktı, zaferler kazandı. Ayvaz adlı delikanlıyı kaçırıp yanına aldı. Gönül verdiği Telli Nigâr’ı elde etti. Kaçı­ rılan Kır a f ı yeniden ele geçirmek için se­ rüvenlere atıldı. Delikli demir (tüfek) icat edilip gözü pek kahramanlar dönemi ka­ panınca beylerine artık dağılmalarını söy­ leyip kayıplara karıştı. Köroğlu’nun serü­ venlerinin 24 kol oluşturduğu kabul edilir. Destan kişisi Köroğlu’nun ve celali isyan­ cısının adlarını taşıyan bir yeniçeri halk şa­ irinin de Özdemiroğlu Osman Paşa'yla İran seferine (1577-1590) katıldığı saptan­ mış; bu şairin bazı şiirleri yayımlanmıştır. Köroğiu koçaklaması adıyla tanınan kah­ ramanlık şiirleri günümüzde de özel bir ezgiyle ve çoğu kez hikâyeden bağımsız olarak halk türküsü okuyan sanatçılar ta­ rafından çalınıp söylenmektedir. Köroğiu hikâyesinin farklı anlatmalarında olaylar, kişiler, yer adları değişiklikler gösterir. Halk hikâyecileri şiir bölümlerini saz eşliğinde söyleyerek ana konuya bağlı olan ve “ köroğlu kolu" diye bilinen bölümleri 3-5 hat­ ta 7 gecede anlatırlar. Hikâyenin türlü kol­ ları ve bölgelere göre değişen anlatımları R N. Boratav (1931), F. Arsunar (1963), M. Kaplan - M. Akalın - M. Bali (Behçet Mahir anlatması, 1973), Ü. Kaftancıoğlu (1979) Hüseyin Bayaz (1981) vb. tarafından yazı­ ya geçirildi. Azeri yazarı S. Behrengi (Türk­ iye'deki yayımı: Bu gelen Köroğiu’ dur, 1978), A. K. Tecer (Koçyiğit Köroğiu adlı oyun, ilk oynanışı: 1949), Yaşar Ke­ mal (1967), M. Şeyda (1969) gibi yararlar­ ca işlendi. Azerbaycan’da besteci Üzeyr Hacıbeyli ve libretto yazarı Sait Ordubadi tarafından opera olarak sahnelenen (1937) yapıtı Türkiye'de Refik Kemal Arduman (1945), Faruk Kenç (1953), Mehmet Dinler (1963), Atıf Yılmaz (1968) filme al­ dı. (->Kayn.) KÖROÖLU a. (öz. a. Köroğiu'ndan). Ko­ canın karısı için kullandığı sözcük. —Müz. Köroğiu düzeni, türk halk müziğin­ de bir düzen. (Bk. ansikl. böl.) || Köroğiu havaları, Anadolu'nun birçok yöresinde yiğitlik ve vuruşkanlığı konu edinen türkü ve oyun havalarına verilen genel ad. (Bk. ansikl. böl.) —Köroğiu* barı adı verilen halk oyununun eşlik ezgisi. —A n s İk l . Müz. Köroğiu düzeninde sazın alt teli, ana* düzen’de olduğu gibidir. Or­ ta tellerden alttaki la sesine, üstteki re se­ sine akort edilir. Üst tellerden alttaki la, üst­ teki ise mi sesine ayarlanır. Kontrolü ana düzendeki gibidir. • Köroğiu havaları, Anadolu’nun çeşitli yö­ relerinde cirit, kılıç kalkan, sinsin vb. bir tür ritmik dövüş niteliğindeki oyunların eş­ lik ezgisine ve yiğitlik konulu türkülere bu ad verilir. Genellikle ağırdan başlayıp gi­ derek hızlanan bir ritmi vardır. Sözsüz olanlarının yanı sıra yer yer ya da tümüy­ le Köroğiu hikâyesini konu edinenleri de vardır.



7061



Theodor Kömer (haziran 1951’de)



Köroğlu dan incelendi. İlk Bakırtaş döneminden ilk Demir çağına değin uzanan, Keban böl­ gesindeki öteki höyüklerle benzerlikler gösteren bir yerleşme saptandı.



7062



K Ö R T E S T a. (ing. btind-test'ten uyarla­ ma). Markası ya da üretici adı gizli tutu­ lan iki ürün arasında karşılaştırma yapıl­ masına dayanan ve görüşülen tüketici ti­ pinin gereksinimlerine en uygun geleni, saptamaya olanak veren test.



Köroğlu dağlarından bir görünüm



J. Bânazet-Pix



K öroğ lu, Ahmet Adnan Saygun'un üç perdelik operası. Librettosunu, aynı adlı halk hikâyesine dayanarak Selahattin Batu’nun yazdığı yapıt, ilk kez 1973'te Anka­ ra Devlet opera ve balesi tarafından Açıkhava tiyatrosu'nda İstanbul festivali kap­ samında sahnelendi. Bestecinin, folklor öğelerinin öne çıkmasından kaçındığı ya­ pıt, izlenimciliğin etkisini taşır. . K Ö R O Ğ LU (Çetin), türk tiyatrocu (İstan­ bul 1930). Ankara Devlet konservatuvarı tiyatro yüksek bölümü'nde öğrenimini ta­ mamladı ve Devlet tiyatroları'nda görev al­ dı (1952). Yağmurcu, Ümitsiz saatler, Çöl faresi gibi oyunlarda oynadı. Bir grup sa­ natçıyla birlikte Meydan sahnesi’ni kurdu (1960), yönetmen ve oyuncu olarak çalış­ tı. Dolap, Zafer madalyası, Ay mavidir, Şapka dolusu yağmur. Ocak gib oyunla­ rın bazılarını yönetti, hemen heps nde oy­ nadı. Tiyatroyu kapattığı yıl Devle tiyatroları’na döndü (1973). İzmir Devlet tiyatro­ su'nda çalışmalarını sürdürdü; aynı ku­ rumda müdürlük yaptı (1979-1983). İz­ mir Dokuz eylül üniversitesi'nde tiyatro dersleri veren sanatçı, oyuncu ve yönet­ men olarak çalışmaktadır (1991).



körük



XIX. yy.'ın ortaları



körük fotoğraf makinesinde



K öroğ lu b a n , K öroğlu da denir, D. Anadolu bölgesinde, özellikle Erzurum ve Çevresinde erkekler tarafından oynanan bar türü bir halk oyunu. Oyun, sırtlarını birbirlerine dönerek sıra oluşturan oyun­ cuların bir tur attıktan sonra iki oyuncuyu ortada bırakarak çekilmeleriyle başlar. İki bölümden oluşur, ilk bölümde iki oyuncu arasında kovalama ve kaçma figürlerine dayanan ritmik bir dövüş yapılır. Oyuncu­ ların ellerinde birer kılıç vardır, ikinci bö­ lümdeyse karşılıklı saldırı ve ataklar yapı­ lır, bir ara diz üstü çökülerek bıçak göste­ risi sergilenir Oyunun sonunda kılıçlar sol omza dayanır ve el ele tutuşularak oyna­ nır. Bu oyunun iki savaşçının kollarını kal­ kan yaparak savaşmalarını ya da iki deli­ kanlının aynı kız için birbirleriyle dövüş­



melerini temsil ettiği öne sürülür. K Ö R O Ğ LU d a ğ la rı, B. Karadeniz bö­ lümünün iç kesiminde, K. Anadolu fay sis­ temi ile iç Anadolu sınırı arasında B.'da Or­ ta Sakarya çığırından, D.’da Kızılırmak'a kadar yaklaşık 400 km boyunca uzanan dağ sırasına verilen genel ad. En büyük yükseltiye Bolu'nun G.'inde Aladağ’da (Köroğlu tepesi 2 400 m) erişen kütle üze­ rinde, değişik isimlerle anılan dağlar yer alır. Bunların başlıcaları B.’da Kapıorman ve Abant dağları, ortada Işık dağı (2 034 m), D.'da Geçmiş (2 044 m) ve Kös dağı' dır (2 065). Tektonik bakımdan Anatolid biriminin K. kenarını oluşturan Köroğlu dağlarının çok karmaşık olan jeolojik ya­ pısında, mezozoyik ve paleojen kayaçları ile, özellikle orta kesiminde yaygın olan volkanik oluşuklar en geniş yeri kaplar. K Ö R Ö S , rumca Criş, Romanya ve Ma­ caristan’da akarsu. Criş” in üç kolu (Ma­ caristan sınırını geçtikten sonra Körös adı­ nı alır) Macaristan'ın Bekâs eyaletinde birleşerek, Szentes’in K.-B.'sında Tisza'ya (sol kıyı) kavuşan Hârmas Körös'ü oluşturur. KÖRPE sıf. 1. Çok taze, dalından yeni kopmuş bitki için kullanılır; taze: Körpe do­ mates. Körpe salatalık. —2. Henüz tam büyümemiş, yaşı küçük hayvan için kul­ lanılır: Körpe kuzu. —3. Yeni yetişmekte olan, çok genç insan ya da onun bir özel­ liği için kullanılır: Körpe kız. Körpe beyin­ ler. KÖ R P EC İK sıf. 1. Çok körpe, taze: Kör­ pecik yaz sebzeleri. —2. Çok genç: Bu atölyelerde körpecik kızlar çalışır. K Ö R P ELİK a. Körpe olanın niteliği; ta­ zelik. K Ö K TE (Gustav), alman arkeolog (Berlin 1852 - Göttingen 1917). Göttingen ve Ber­ lin'de arkeoloji ve eski diller öğrenimi gör­ dü (1870-1873). İtalya ve Yunanistan'da etrüsk sanatı üzerine araştırmalar yaptı. Kar­ deşi Alfred Korte ile birlikte Phrygia uygarlı­ ğını incelemek için Anadolu'yu gezdj (1894 -1895). Gordion” ’daki beş tümülüste kazı­ lara başladı ve Phrygia dönemine ilişkin önemli bulgular elde etti (1901). Roma'da Alman arkeoloji enstitüsü müdürlüğünü üstlendi (1905-1907); daha sonra Göttingen’de arkeoloji dersleri verdi. Tarquinia* ve Orvieto' nekropolislerini buldu. Önemli yapıtları: / rilievi delle urne etrusehe (Etrüsk urnalarındaki kabartmalar) [3 cilt, 1870 -1916]; La necropoli di orvieto (Orvieto nekropolisi) [1877]; Gordion, Ergebnisse des Ausgrabungen (Gordion kazı sonuçları) [A. Körte ile birlikte, 1904], K Ö R TE P E höyü ğü. Arkeol. Elazığ’ın içme bucağında, Elazığ-Bingöl yolunun ve eski demiryolunun yanında höyük (demiryoluyla ikiye bölünmüştü). Keban ba­ raj gölü altında kalacak bölgede yapılan kurtarma kazıları sırasında, Norşuntepe'yi kazan (1968-1974) H. Hauptmann tarafın­



K Ö R Ü K a 1. Teknol. Bükülgen malze­ meden yapılmış kapalı bir hacimden olu­ şan ve emerek havayla dolması için ge­ nişletildikten sonra sıkıştırılarak boşaltılan, böylece de bir lüleyle yönlendirilmiş ha­ va huzmesi oluşturan aygıt, düzenek. (Kü­ çük el körükleri bir ateşi canlandırmak için kullanılır; elle ya da mekanik olarak çalış­ tırılan büyük körüklerden ise zanaatsal de­ mirhanelerde yararlanılır.) —2 . içine konu­ lan toz halindeki ilacı hava akımıyla püs­ kürten araç: Bağ körüğü. —3. Bir şeyin üst üste katlanmaya elverişli bölümü. —4. Körük gibi solumak, yorulup hızlı hızlı so­ luk alıp vermek. —Arıc. Arıcı körüğü, arıları tütsülemeye yarayan aygıt. (Bk. ansikl. böl.) —Dy. Vagonların uçlarında bulunan ve vagonlararası geçişe olanak veren esnek geçit. (Modern vagonlar, koşum işlemle­ rini basitleştiren ve taşıtları birbirine yak­ laştırarak vagon dizisine daha iyi bir ae­ rodinamik profil veren ara geçit yastıkları ile donatılmıştır.) —Foto. Kimi fotoğraf makinelerinde ka­ ranlık odayı oluşturan, akordeon biçimin­ de katlanmış, deri ya da bezden yapılmış, uzayıp kısalabilen parça. || Fotomakrografide kullanılan, fotoğraf makinesinin bas­ kısını değiştirmek için objektifle kutu ara­ sına takılan ve akordeon biçiminde katlan­ mış, uzayıp kısalabilen bir parçası bulu­ nan aksesuar. — Isıbil. ÜFLEÇ’in eşan lam lısı. — M aro kene. Ç a nta , e v ra k çantası, p o rt­ fö y g ib i eşyaların d ip k ıs m ın d a b u lu n a n ve b o y u n a o la n kıvrım ları a çılıp k a p a n d ık­ ç a ç a n ta h a c m in in b ü y ü m e s in i ya d a k ü ­ ç ü lm e s in i s a ğ la y a n pa rç a .



—Metalürj. Dökümcülerin kalıp çeperleri üzerine su ya da hava göndermek için kullandıkları aygıt. (Körükler ya basınçlı havayla ya da ağızla üfleyerek çalışır. Her iki durumda da bir parfüm spreyi gibi ça­ lışırlar.) ||Gaz körüğü, düşük hızda dönen (30 ile 80 dev/dk) pistonlu bir gaz moto­ ruyla çalıştırılan kompresör. ||Hava körüğü, bir yüksekfırının (yüksekfırın kompresörü) ya da bir konverterin (Thomas çelikhanesi kompresörü) çalışması için gerekli ha­ vayı üflemek amacıyla kullanılan kompre­ sör. (Bk. ansikl. böl.) —Mim. Alevli gotik üslubunda, pencere kafesinin doğrusal bir eksene göre az çok uzun bir kalp biçimi verilen süsü. —Müz. Körük takımı, orgun tüm körükle­ ri. —Nalbantl. Ateşe hava vermekte kullanı­ lan el yapısı meşin ya da fabrika yapısı metal alet. —Oto. Yağmurlu havalarda, üstü açık ara­ balarda (açılır tavanlı araba karoserileri) bulunanları yağmurdan korumayı sağla­ yan açılır kapanır esnek örtü, (istendiğin­ de elle ya da elektrikle katlanabilen bir ke­ mer takımının üzerine monte edilmiş çiftyüzlü geçirmez bir bezden ya da yapay deriden oluşur.) \\Körük.geçirme, üstü açık tipte bir arabaya körük takma. —Teknol. Hava körüğü, VANTİLATÖFf'ün eşanlam lısı.



—Ferz. Bir giysiyi genişletmek ya da süs­ lemek amacıyla sırt, kol, cep üstü vb. yer­ lere yapılan iki ucu tutturulmuş plikaşe. (O bölüme kumaş eklenerek de yapılır.) || Bi­ nici pantolonunda, budun dış tarafındaki kabarık bölüm. || Cep körüğü, giysi üzeri­ ne sonradan eklenen takma ceplere, ge­ nişletmek ya da süslemek amacıyla yapı­ lan iki ucu kapalı plikaşe. — ANSİKL. Arıc. A rıcılıkta kovanla ilgili her iş le m d e (y o k la m a , d e ğ iş tirm e , b al alm a,



köse oyunu vb.) arıların sokmasından korunabilmek için onları bulundukları yerde sürekli ka­ nat çırparak kıpırdamaz duruma getirmek gerekir. Bu da onların üzerine körükle du­ man üflenerek sağlanabilir. Çerçevesiz ko­ vanlarda duman önce giriş yerine üflenir, böylece arılar geriye doğru itildikten son­ ra, kovanın içine duman verilir. Çerçeveli kovanlarda giriş tarafı tütsülendikten son­ ra çerçeveleri örten tahtalar çıkartılır ve bir süre daha yukarıdan aşağıya doğru du­ man verilir. Her çerçeve kaldırılırken ya da yana yatırılırken aralara yine duman üfle­ nir. Bal alınırken bol duman üflenmelidir. ilke olarak arıcı körüğü ikr kısımdan olu­ şur: organik bir maddenin (paçavra, kar­ ton, çürük tahta, vb.) yakıldığı hazne bö­ lümü ve dumanı üflemeye yarayan üfleç bölümü. —Metalürj. Körükler ya gaz körükleridir ya da türbokörük*lerdir. Pistonlu gaz körük­ leri uygulamada artık kullanılmamaktadır. Bunların yerine daha iyi bir verim ve kul­ lanım esnekliği nedeniyle, elektrik motor­ larıyla ya da buharlı türbinlerle devindiri­ len eksenel türbinli kompresörler tercih edilmektedir. KÖ R Ü K Ç Ü a. 1. Körük yapan ve/ya da satan kimse. —2. Körük kullanan kimse. —3. Kavga ve anlaşmazlığı kızıştıran, kö­ rükleyen kimse. K Ö R Ü K Ç Ü L Ü K a. 1. Körük yapma ve/ya da satma işi. —2. Körük kullanma işi. K Ö R Ü K İN İ m a ğ a ra s ı, Beyşehir'in yaklaşık 35 km kadar G.'inde yeraltı ma­ ğarası. Büyükgözet dağından inen kolla­ rın birleşmesiyle oluşan Uzunsu deresi buradan yeraltına geçer. Çamlık köyü ya­ kınında başlayan yeraltı çığırının uzunlu­ ğu 1 250 m kadardır. K Ö R Ü K LE M E a. Körüklemek eylemi. K Ö R Ü K LE M E K g. f. 1 . Bir ateşi, ocağı vb. körüklemek, körükle hava vermek; canlandırmak. —2. Bir şeyi (soyut) körük­ lemek, kızıştırmak, beslemek, kışkırtmak: Bu davranışınla anlaşmazlığı körükledin. Olayları körüklemek. ♦ k örüklenm ek edilg. f. 1. Körükle ha­ va vermek eylemine tonu olmak: Ocak körüklendikçe alevi daha da güçleniyor­ du. —2. Kızıştırılmak, kışkırtılmak, şiddet­ lendirilmek: Çevresi tarafından itilip kakıl­ dıkça zengin olma isteği iyice körükleni­ yordu. Mezhep çatışmasının körüklendi­ ğ i yerler. K Ö R Ü K LE N M E K - KÖRÜKLEMEK. K Ö R Ü K LE YİC İ sıf. Kavga ve anlaşmaz­ lığı körükleyen, kışkırtan: Anlaşmazlığı körükleyici sözler söylemek. K Ö R Ü K LÜ sıf. Katlanarak açılıp kapa­ nabilen bir bölümü olan şey için kullanı­ lır: Körüklü otobüs. Körüklü fotoğraf ma­ kinesi. Körüklü çizme. —Marokene. Körüklü çanta, yan yana yu­ muşak birçok cepten oluşan kadın çan­ tası tipi. —1ferz. Marokene, ve Saraç. Körüklü cep ya da göz, üzerine iki ucu tutturulmuş plikaşe yapılmış cep ya da göz. (Genişlet­ mek ya da süslemek amacıyla giysilere, çantalara ve gazetelik vb. olarak bazı mo­ bilyaların yanlarına uygulanır.)



yrlangillerin yüz kadar türü bütün tropiklerarası bölgelere yayılır. Saldırgan değiller­ dir Bil. a. Typhlopidae.) KÖRYILA N SIG İLLER a. Zool. YILANSIKERTENKELEGİLLER familyasının eşanlam­ lısı. K ö rzü t k a le s i, Van'ın Muradiye ilçesin­ de urartu kalesi; Muradiye ovasında, önemli urartu yolları üzerindeki savunma ve gözetleme yapılarından biridir. Kalıntı­ ları Uluşar (esk. Körzüt) köyünün yakının­ dadır. Çevredeki yazıtlara göre Menua dönemindendir (İ.Ö. 810-785). 1956-1957'de Charles Burney, daha sonra da Prof. Afif Erzen yönetimindeki bir ekipçe incelendi (1969, 1972-1973). Dış kale ve iç kaleden oluşan yapının yalnızca D. ve K.-D.'sunda surlar vardır. Duvarlarda büyük blok taş­ lardan örülen alt bölümün daha yüksek tutulmasıyla dönemin öteki kalelerinden ayrılır. Üst bölümlerde kerpiç kullanıp kul­ lanılmadığı saptanamamıştır (dış kalede de kerpiç kalıntılarına rastlanmadı). K. -D.'da, Mykenai kapılarına benzer, bindir­ me tekniğinde yapılmış büyük bir giriş ka­ pısı vardır. Çok geniş bir alana yayılan dış kale, düzensiz bir kent görünümündedir. KÖ S a. (tars. küs). 1. Eskiden savaşlar­ da, gösterilerde at, deve ya da araba üze­ rinde taşınan ve işaret vermek için kulla­ nılan büyük davul. —2. Bir kimşey kös dinlemek, ona aldırış etmemelCdinler gibi gözüküp onu dinlememek. KÖS ya da K Ü S a. Mehter müziğinde kullanılan büyük vurmalı çalgı. (Yarım yu­ murta biçimindeki bakırdan gövdesine deve derisi gerilerek oluşturulur. Çoğun­ lukla çift olarak ve bir çift tokmakla çalı­ nır. Birisi bir dörtlü ya da üçlü daha tiz ses­ lidir. Pes sesli olanına kuvvetli zamanlar, tiz sesli olanına da zayıf zamanlar vuru­ lur. Eskiden çeşitli boylarda kösler kulla­ nılmıştır. En büyükleri [130 cm çaplı] filler­ le, bir küçükleri develerle, en küçükleri de atlar ya da katırlarla taşınırdı. Mehterhane'de, köslere "kûs-i hakani” denirdi.) K Ö S Ç Ü a. Mehter takımında kös çalan kimse. KÖSE sıf. ve a. (fars. küse’den). 1. Bıyı­ ğı, sakalı çıkmayan ya da çok seyrek çı­ kan kimseler için kullanılır. —2. Köse sa­ kal, çok seyrek sakallı. —Ed. Türk masal kahramanlarından biri. (Bk. ansikl. böl.) —Sey. oy. Köse oyunu adı verilen köy se­ yirlik oyunlarının baş kişisi. JIKöy seyirlik oyunlarını düzenleyen kişi. (Öncü de de­ nir.) —ANSİKL. Ed. Köse, sakalı bıyığı çıkma­ dığı için bu adla anılır. Bazı masallarda kamburdur. Saçları olmayan Keloğlan'ı hatırlatır. Onun gibi kurnazlığıyla karşısın­ dakiler! alt eder. Bazen olağanüstü güç­ lere sahiptir. Bazı masallardaysa yalancı­ dır, hırsızdır. Bazen başkalarına kötülük eder ve cezasını çeker. K Ö S E , Doğu Karadeniz bölümünde Gümüşhane iline bağlı ilçe; 14 893 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi, Gümüşhane'nin 48 km, güney-doğusunda Köse, 6 983 nüf. (1990).



KÖRYILAN a. Bazen ayaksızkertenkeleye verilen ad.



K Ö S E A L İ P A Ş A , türk denizci (XVII. yy.). Voyvoda Ratoçi Györ H’nin ölümün­ den sonra Erdel'i düzene koymak için Şeydi Ali Paşa'nın yerine Macaristan ser­ darı oldu. Anadolu ve Rumeli’den gelen orduyla Varad kalesi üzerine yyrüdü; ka­ leyi aldı. Voyvodalık makamına AkosBarcsai'yi oturttu (1660). Ancak eski voyvoda­ nın AvusturyalIlarla işbirliği yşpan yan­ daşlarının başındaki Ifemâny, Akos Barcsai'yi öldürdü. Bunun üzerine Köse Ali Pa­ şa Erdel'e girdi (1661). Halkın isteğine uyarak Mihâly Apafi’yi voyvodalığa getir­ di. Onu devirme girişiminde bulunan Kemöny’i yenilgiye uğratarak öldürttü (1662).



K Ö R Y ILA N G İLLE R a. ilkel, kazıcı, kü­ çük bedenli, kaygan pullu ve gelişmemiş gözlü, sürüngen yılanlar familyası. (Kör-



K Ö S E d a ğ ı, D Karadeniz bölgesinin iç kesiminde, Yukarı Kızılırmak bölümü sını­ rında yükselen dağlık kütle (2 812 m). Su­



KÖRVADİ a. Coğ. -



ÇIKMAZ* VADİ.



K Ö R Y A R IM K A N A TU G İLLER a. Kü­ çük, üçgen kafalı, yalın gözleri bulunma­ yan, etçil ya da özsuyla beslenen, küçük toprak yarımkanatlıları familyası. (Familya içinde yer alan birçok tür Lygus, Phytocoris, Capsus, Lopus, Halticus, Calocoris, vb. cinslerinde toplanır. Bil. a. Capsidae ya da Miridae. Çeşltkanatlılar takımı.)



şehri'nin yaklaşık 15 km G.-B.'sında, K. Anadolu fayı ile sınırlanan Köse dağı, granitik bir çekirdek ve onu saran volkanik eosen oluşuklarından meydana gelir.



7063



K ö s e K â h y a , metnini Karakin Riştuni’ nin, müziğini Dikran Çuhacıyan’ın yazdı­ ğı üç perdelik opera-buf. Gönlünü Köse Kâhya adlı gence kaptırmış olan Gül, on­ dan karşılık alamadığı için büyülü bir hel­ va yapar. Ancak helvayı yanlışlıkla çoban İbiş yiyince işler karışır; köyün kadınları bunun üzerine su büyüsü yaparlar. Köse Kâhya suyu içer ve Gül’e yakınlık göster­ meye başlar. Ama Gül’e sarkıntılık ettiğini sanan köy halkı onu döver, eşeğe ters bin­ dirir. Köse kaçar, Gül de ibişle evlenme­ ye karar verir, ilk kez 1875'te Güllü Agop' un yönetimindeki Osmanlı tiyatrosu tara­ fından Beyoğlu’ndaki Fransız tiyatrosu'nda temsil edilen yapıt, sonraki yıllarda Milli osmanlı operet kumpanyası, Benliyan operet kumpanyası vb. topluluklarca da oynandı. K ö s e o y u n u , halk takvimine göre eski yılın bitip yeni yılın başlaması, yani soğuk günlerin sona erip baharın gelmesi nede­ niyle düzenlenen bir köy seyirlik oyunu. Oyunun düzenleniş tarihi, yörelere gö­ re farklılıklar gösterirse de genellikle halk takvimine göre eski yılın ve soğuk günle­ rin sona erdiği şubatın on beşinden son­ ra yapılır. Anadolu’nun birçok yöresinde değişik biçimlerde oynanır. Tümünde or­ tak olan, eski yılın ve soğuk günlerin git­ mesinin, yerine yeni bir yılın ve ılık günle­ rin gelişinin temsil edilmesidir. D. Anado­ lu'da özellikle Van ve çevresinde düzen­ lenen köse oyununda, köse rolündeki oyuncu sırtına bir yırtıcı hayvan postu ge­ çirir, keçe külah, beyaz takma sakal takar ve yüzünü unla beyazlatır. Arkasında da bir tilki kuyruğu vardır Yanında kadın kılı­ ğına girmiş, kösenin karısı rolünde bir oyuncu bulunur. Eşlik eden iki de tefçi var­ dır. Bunlar kurt, tilki, çakal vb. hayvanlara benzetilmişlerdir. Oyuncular, şubatın yir­ misinden sonra geceleri evleri dolaşma­ ya başlarlar. Tefçiler çalarken köse ve ha­ nımı oynar. Kösenin uğradığı eve kıtlık gir­ meyeceğine inanılır. Yaşlı ve bitkin bir adam rolündeki köse, her evin önüne gel­ diğinde yere düşer ve ölü taklidi yapar. Ev sahibinden armağanını alınca dirilir ve canlı hareketlerle oynamaya başlar. Kırşe­ hir'in Çiçekdağı ilçesi ve çevresinde oy­ nanan köse oyununda ise, köse koyun postu giymiştir, arkada süpürgeden bir kuyruğu, elinde sopası vardır. Yüzünü is­ le boyamıştır. Yanında bir gelin ve bir tilki­ yi canlandıran kişiler bulunur. Gruba iki de tefçi eşlik eder. Ev ev dolaşırken, her evin önünde köse ölü taklidi yapar; tefçiler çal­ gıyı bırakırlar ve gelin ağıt söylemeye baş­ lar. Evden armağan alınca köse dirilir,



Çetin I § ? * İa



köse oyunu oyuncuların tümü coşkulu bir biçimde bu dirilişi kutlarlar. Görüldüğü gibi oyunun te­ mel öğesini ölüp dirilme motifi oluşturur. Bazı yörelerde buna köse gezdirme de denir. Köse oyunlarının ilginç çeşitlemelerin­ den biri de köse-gelin ya da köse ile ge­ lin adı verilen seyirlik oyundur. Genellikle şubat ayının on yedisinde düzenlenir ve üç gün sürer. Oyunun başlıca kişileri yaş­ lı ve kambur, köse olduğu için takma sa­ kal takmış, başında yün başlık bulunan yaşlı güvey; genç, sağlıklı ve yakışıklı, ba­ şında kasket, sırtında alacalı ipekten ya­ kasız mintarı bulunan, ayaklarına çizme giyip çoraplarının konçlarını bunun üze­ rine katlamış genç güvey; gelin giysisi giy­ miş bir erkek Oyuncunun canlandırdığı gelin, haberci, armağanları toplayan bir kişi ve birkaç yardımcıdır. Oyunu yöneten kişi köse ile gelini evlendirir. Çalgılar çal­ maya başlayınca gelinle güvey karşılıklı oynarlar. Gelin yaşlı güveyi istememekte­ dir. Bunu jest ve mimiklerle gösterir Bir sü­ re sonra güvey düşüp bayılır, yardımcılar koşarsa da ayıltamazlar ve köseyi yaka paça dışarı atarlar Oyunu yöneten, bu kez köyün en güzel kızını yeni yılla evlen­ dirdiğim söyleyerek gelinle genç güveyi evlendirir. Gelinle güvey çalgılar eşliğin­ de halay çekerler, oyuna ev sahibi de ka­ tılabilir. Oyun bittikten sonra ev sahibinin verdiği armağanlarla birlikte gelinin yüzü açılır. Yeni yılı karşılama amacıyla yapıları bu türden seyirlik oyunlara Iran, Irak, Azerbaycan gibi ülkelerde, Orta Asya'da yaşayan türk boylarıyla Ermeniler arasın­ da da rastlanır.



7064



K Ö S E Ç O B A N L I, İçel'in Gülnar ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 872 nüf. (1990). K Ö S E D A Ğ g e ç id i, D. Karadeniz bölü­ münün iç kesiminde, Gümüşhane-Köse karayolunun Çadır dağını aşarken izledi­ ği geçit (1 910 m). K ö s a d c ğ savaşa, Selçuklularla Moğollar arasında yapılan savaş (1243). Harizmşahlar ve Eyyubıler'i yenen Selçuklular' dan çekinen Moğollar Anadolu'ya giremi yorlardı. Moğol ordularının komutanlığına getirilen Baycu Noyan, Selçukluların ger­ çek gücünü anlamak için Erzurum üzeri ne yürüdü ve kenti yağmaladı, Bunun üzerine Keylıüsrev II komutasındaki seıçuklu ordusu harekete geçti ve iki ordu Kösedağ'da karşılaştı. Komutanlar yerine çevresindeki kişilerin sözüne uyarak yap­ tığı başarısız savaş planı sonucu öncü kuvvetlerinin ezildiğini gören Keyhüsrev II, ordusunun tümden yenildiğini sanarak, Tokat üzerinden Konya'ya kaçtı. Sultan'ın bu davranışı karşısında Selçuklu ordusu da dağıldı. Selçuklu ordusunun böyle he­ men dağılabileceğim düşünmeyen moğoi ordusu birkaç gün sonra harekete geçti; Selçuklu karargâhını ele geçirdi ve sırasıy­ la Sivas, Kayseri ve Erzincan’ı yağmala­ dı. Kösedağ savaşı yenilgisi Selçuklular'ı toprak kaybına uğratmamasına karşın, daha sonraki moğol istilalarına yol göster­ mesi açısından bir dönüm noktası oldu. K Ö S E F A K IL İ, Kırşehir'in Akçakent il­ çesine bağlı bucak; 5 419 nüf. (1990), 11 köy. Merkezi Kösefakılı, 179 nüf. (1990). K Ö S EĞ İ a. 1 . Ocaktaki ateşi karıştırma­ ya yarayan odun ya da demir sopa. —2 . Ucu yanık odun, eğsi. K ö ş e k , Macaristan’da (Vas yönetim bölgesi) kent, Avusturya sınırı yakınında; 12 600 nüf. Alpler'in eteklerinde kale. (XIII.-XV. yy.’da Almanlar’ın yayılmasına, daha sonra da Türkler’e karşı [1532 ku­ şatması] yararlanıldı.) K Ö S E K Ö Y , Kocaeli'nin merkez ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 9 200 nüf. (1990). Belediye.



Nurettin Şazi Kösemihai



KÖSELE a. (fars. gevsSte, dana, genç sığır'dan). 1. Ayakkabı tabanı, bavul, çan­



ta vb. yapmakta kullanılan büyükbaş hay­ vanların işlenmiş derisi. —2 . kösele gibi, çiğnenmesi çok güç, sert etlerin bu nite­ liğini belirtmek için kullanılır. —Deric. Sırt köselesi, büyükbaş hayvan­ ların sırt ve sağrı kısımlarından elde edi­ len kösele. (En değerli kösele türüdür.) || Suni kösele, suni kauçuk ya da kauçuk, silis oksit, alüminyum silikat vb. aktif dol­ gu maddelerinden elde edilen yapay kö­ sele. (Kauçuktan daha esnektir. Kolay bi­ çim aiır, dayanıklı ve yapıştırmaya elveriş lidir. Ayakkabı tabanlarında kösele yerine kullanılır.) ♦ sıf. 1. Köseleden yapılmış olan; Kö­ sele ayakkabı. —2. Kösele suratlı, utan­ ma, sıkılma duygusunu yitirmiş, arsız kim­ seler için kullanılır: Adam kösele suratlı­ nın biri, ne dersen de, pis pis sırıtıyor. K Ö S ELETAŞ I a. 1. Mermerleri parlat­ makta kullanılan taş. —2. Bıçak vb. alet­ leri bilemekte kullanılan taş. (Bk. ansikl. böl.) —3. Kunduracıların üstünde kösele dövdükleri taş. —ANSİKL. Kösele taşı, su dolu bir yalak içinde döndürülerek soğutulur. Elle çalı­ şanı, orta deliğinden geçen kamaya bağlı ve her iki tarafında bulunan kollarla dön­ dürülür. Elektrikle çalışan kösele taşı da vardır. K Ö S E L İ, Kırşehir' in Çiçekdağı ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 705 nüf (1990). K Ö S E L İK a. Köse olma durumu. K Ö S EM -> KÖSEMEN. K Ö S E M SULTAN Mahpeykar, Ahmet l'in kadını (? 1589 / 1590-istanbul 1651). Osmanlı padişahlarından Murat IV ile Sul­ tan İbrahim'in annesi ve valide sultanla­ rın da en ünlülerinden biri. Bazı kaynak­ ların rum ya da Bosna kökenli bir papaz kızı olduğunu ileri sürmelerine karşın, kö­ keni hakkında yeterli bilgi bulunmamak­ tadır. Tarihe cana yakın, zarif, inatçı, akıllı ve tutkulu bir kadın olarak geçmiştir. Çok küçük yaşlarda saraya alındı ve kendisi­ ne "Mahpeyker" adı verildi. 1610'a doğ­ ru Ahmet l'in yaşamına girdiği ve padişa­ hın öldüğü 1617 yılına değin, saltanat hi­ yerarşisinde önemli bir yeri olduğu, hatta hükümdar adayı şehzade Genç Osman’ ın yetine akli dengesi bozuk olan Musta­ fa l’in tahta çıkarılmasında birinci derece­ de rol oynadığı bilinmektedir. Padişahlığı üç ay süren Mustafa l'in hal edilmesi ve yerine Osman H'nin tahta çıkmasından (1618) sonra, Ahmet l'in hasekisi Mahfiruz Sultanin zoruyla Eski saray’a gönderildi. Oğlu Murat IV'ün cülusuna (1623) değin burada sakin bir yaşam sürdüyse de sal­ tanat değişiklikleri ve buna bağlı gelişme­ lerle yakından ilgilenmekten geri kalma­ dı. Murat IV 12 yaşında padişah olunca, Kösem Sultan, Topkapı sarayı’na hem va­ lide sultan hem de saltanat naibi olarak döndü ve bu tarihten başlayarak yaklaşık on yıl devletin söz sahibi tek kişisi oldu. Murat IV'ün iktidarı fiilen ele alıp anne­ sinin nüfuzunu ortadan kaldırması üzeri­ ne diktatörlüğü sona eren Kösem Sultan, Murat IV'ün ölümünden (1640) sonra ha­ yatta kalan tek oğlu şehzade İbrahim’in tahta çıkışıyla yeniden valide sultanlık sı­ fatını ele geçirdi. Ancak Sultan İbrahim' in de ağabeyi gibi, siyasete karışmasını engelleyip Rodos'a sürmeyi bile düşün­ düğünü öğrenince kendi öz oğlunun hal edilerek öldürülmesi, yerine de altı buçuk yaşındaki torunu Mehmet IV'ün tahta çık­ ması için uğraştı. 1648'de "validei muazzama" unvanıyla yeniden saltanat naipliğini ve nüfuzunu ele geçirdiyse de bir türlü iktidar tutkusunu yenemiyordu. Başta gelini ve Mehmet IV’ün annesi Tur­ han Sultan olmak üzere, karşıtlarını etki­ siz hale getirmek için yeniçeri kethüdası Kara Murat Ağa’nın yönettiği ocak ağala­ rından yararlanarak çocuk yaştaki padi­ şahı ortadan kaldırmayı planladı. Ancak Kösem Sultan’ın tasarladığı cinayeti haber



alan baş lala Uzun Süleyman Ağa, ondan önce davranarak 2 eylül 1651 gecesi hasodalılarla düzenlediği bir baskınla kıstır­ dığı 62 yaşındaki valide sultanı boğdur­ du. Onun ölümüyle, devlet içinde devlet niteliğindeki ağalar saltanatı da sona er­ di. Dairesindeki değerli eşyaları ve mü­ cevherleri yağmalanan Kösem Sultan, Sultanahmet camisi avlusundaki Ahmet I türbesine, kocası ve Murat IV’ün yanına gömüldü. Kösem Sultan’ın beş büyük hasından yıllık geliri yüz binlerce altın tutarındaydı. Bazı kaynaklar rüşvete düşkün olduğunu da yazar. Tarihteki olumsuz ününe karşın, gelirlerini kişisel amaçlarına hizmet eden­ leri ödüllendirmek için olduğu kadar ha­ yır işlerine de harcamış, Kahire'de su yol­ ları, İstanbul'un çeşitli semtlerinde ve imparatorluk topraklarının her yerinde bir­ çok cami, mescit, medrese, hamam, ima­ ret vb. yaptırmıştır. Ayrıca borç yüzünden hapis yatanların borcunu ödeyip bıraktır­ dığı, yoksul kızlara çeyiz düzüp evlendir­ diği, muhtaçlara maaş bağladığı bilin­ mektedir. (-» Kayn.) KÖ S EM EN ya da KÖ S EM a. 1. Önden giderek sürüye kılavuzluk eden koç ya da teke. —2. Döğüşe alıştırılmış iri koç ya da teke. -—3. Yol gösteren; kılavuz. ♦



sıf. Cesur, atak kimse için kullanılır,



K Ö S E M E N L İK a. 1. Yol gösterme; kı­ lavuzluk. —2. Kösemenlik etmek, yol gös­ termek, önderlik etmek, kılavuzluk yap­ mak, K Ö S E M İH A L , Gazi mi hal de denir, türk akıncı ailesi Mihaloğulları'nın atası (XIII. -XIV. yy.). XIII, yy. Bizans imparatorluğu' nun dağılma sürecine girdiği bir dönem oldu. Bu dönemde devlet merkezinin imparatorluk üzerindeki etkisi adamakıllı azaldığı gibi, bizans kent, kasaba ve ka­ leleri herhangi bir tehlike anında devlet merkezinin yardımına güvenemez duru­ ma geldiler. Sonuç olarak Anadolu'daki bizans yerleşim merkezleri, tekfur denilen, büyük ölçüde merkezi otoriteden bağım­ sız yöneticilerin eline geçit. Tekfurlar, çıkar­ ları oiduğunda Anadolu'daki türk beylik­ leri ile işbirliği yapmaktan geri kalmadılar. Kösemihai, bu tür bizans tekfurlarından biriydi. Osmanlı kaynakları, kendisini Sö­ ğüt kasabası ve Sakarya ırmağı yöresin­ de Harmankaya hâkimi olarak gösterir, Kösemihai 1282 ya da 1288'de Osman Bey ile yapılan bir çarpışmada tutsak düş­ tü. Bu olay, ikisi arasında bir dostluk dö­ neminin başlamasına yol açtı. Kösemihai, 1308 ya da 1318 yıllarında müslümanlığı kabul ederek Abdullah Mihal adını aldı ve aynı tarihte Harmankaya bölgesi malikâ­ ne olarak kendisine bırakıldı. Bu dönem­ den başlayarak Kösemihai Osmanlı bey­ liği için yararlı ve önemli etkinliklerde bu­ lundu. Karacahisar’ı moğol Çavdar aşire­ tine karşı korudu, Orhan Bey ile birlikte Bursa'nın alınmasına (1326) katıldı, bu sı­ rada Bursa tekfuruna osmanlı elçisi ola­ rak gitti. Bursa’nın alınmasından sonra öl­ düğü sanılır. Mezarı, Harmankaya yakın­ larında bir köydedir Kösemihai'in Aziz Pa­ şa, Yahşi ve Mehmet adlarında üç oğlu oldu. Osmanlı tarihindeki ünü, akıncı ai­ lesi Mihaloğulları, Kösemihai’in oğlu Aziz Paşa'nın Mihal Bey (öl. 1435) adındaki oğ­ lundan gelir. Kösemihai'in Göl kasaba­ sında bir zaviye ve bir de hamamı var­ dır. K Ö S E M İH A L (Halit Şazi), türk hekim (İstanbul 1869 - ay. y. 1921). Mektebi tıbbiyei şahane’yi (askeri tıbbiye) bitirdi (1889). Aynı okulda ameliyatı cerrahiye (cerrahi operasyonlar) muallim muavinli­ ğine getirildi. Paris ve Viyana'da dişçilik konusunda incelemelerde bulundu. Tip fakültesi’ne bağlı olarak kurulan Dişçi mektebl'nin açılmasında etkin rol oynadı. Dişçi mektebi müdürlüğü yaptı ve bu gö­ revinin yanı sıra, protez ve diş hastalıkları derslerini de verdi. Türkiye’de çağdaş diş hekirrjiiğinin kurucularından sayılır.



K Ö S E M İH A L (Nurettin Şazi), türk sos­ yolog (İstanbul 1909-Cenevre 1972). İstan­ bul Üniversitesi edebiyat fakültesi felsefe bölümü’nü bitirdi (1930). Bir süre çeşitli li­ selerde felsefe öğretmenliği yaptıktan sonra Durkheim konulu teziyle İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi sosyoloji bölümü'ne doçent oldu (1944). Fransa' da Sorbonne Univejsitesi ve Ecole Pratique des Hautes Etudes'de çalışmalar yaptı (1950-1951). Çeşitli sosyoloji kongre­ lerine incelemeleriyle katıldı, konuk pro­ fesör olarak ABD'deki bazı üniversiteler­ de ders verdi. Dönüşte profesör ve sos­ yoloji bölümü başkanı oldu (1960). Cenev­ re'de üniversite adına yaptığı çalışmalar sırasında öldü. Sosyometr-inin Türkiye'deki öncüsü ola­ rak kabul edilen Kösemihal, sosyometrinin başlıca tekniklerinden olan sosyodramayı, Moreno’dan yaptığı çeviriyle Türki­ ye'de tanıtmış ve amerikan sosyolojisinin deneysel sosyoloji alanındaki gelişmele­ rini aktararak Türkiye'de sosyoloji biliminin gelişimine katkıda bulunmuştur. Başlıca yapıtları: Allah nedir, sosyolojik araştırma (1935); Mantık (1945); Sosyal doktrinler tarihi (1947-1948); Sosyoloji ta­ rihi (1956); Sanat ve düşünce (1957); Sa­ nat ve fikir işçileri (1961); Batı uygarlığı ve ___________ b/zl1968). K Ö S E O G L U (Edip Hakkı), türk res­ sam (İstanbul 1904 - ay.y. 1990). İstan­ bul Güzel sanatlar akademisi resim bölümü'nde İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. Burayı bitirdikten (1927) sonra Paris'e gi­ derek, Ecole des arts appliquös'de oku­ du ve Andrö Lhote'un atölyesinde çalıştı. 1932 yılından başlayarak İstanbul Güzel sanatlar akademisi'nde görev aldı. Müs­ takil ressamlar ve heykeltraşlar birliği'ne katılarak çalışmalarını bu grupla birlikte sergiledi. 1940'ta CHP’nin ressamların Anadolu'da çalıştırılmaları programı çer­ çevesinde Seyhan ve Toros manzaraları yaptı. Küçük boyutlu resimlerinde günlük yaşamdan sahneleri işleyen sanatçı, bü­ yük boyutlu tablolarında daha çok bir il­ lüstrasyon ressamı olarak görünür. Çizgi ve renk değerlerine verdiği önemin yanı sıra, teknik anlatım gücü de yapıtlarına derinlik kazandıran özelliklerdir. R Ö S E O Ö U J (Hüseyin Selahattin), Ço­ lak S elahattin de denir, türk asker ve si­ yaset adamı (İstanbul 1880 - ay. y. 1949). Harp okulu'nu ve Harp akademisi'ni (1902) bitirdi. Çeşitli birlik ve karargâhla­ rın kurmay hizmetlerinde bulundu. Albay rütbesindeyken merkezi Sivas'ta bulunan III. Kolordu komutanlığına atandı (1919). TBMM'ye Mersin'den milletvekili seçildi (1920-1923). Mustafa Kemal'in (Atatürk) milletvekili olmasına karşı çıkan ikinci grup içinde yer aldı. İzmir suikastı (1926) ile il­ gili görülerek istiklal mahkemesi'nde yar­ gılandı, aklandı. İstanbul Tramvay ve tü­ nel idaresi’nde görev aldı. TBMM Birinci dönem milletvekillerine verilen yeşil şerit­ li İstiklal madalyasından yoksun bırakıldı. KÖS KÖS be Etrafına bakmadan, başı ’ önde ve düşünceli olarak: Aradığını bu­ lamayınca kös kös evine döndü. K Ö S K Ö TÜ R Ü M sıf. (kötürüm'den pe­ kiştirilerek). Kötürümlüğü aşırı derecede olan; büsbütün kötürüm. K Ö S N Ü a. Cinsel istek; şehvet. K Ö S N Ü K sıf. ve a. Yörs. Çiftleşmek is­ teyen hayvan için kullanılır: Kösnük koyun, kısrak. K Ö S N Ü L sıt. 1. Kösnüyle ilgili; şehvani, erotik. —2 . Özellikle cinsel aşkı ele alan; şehvet uyandıran resim, yontu için kulla­ nılır; erotik. K Ö S N Ü L LÜ K a. Cinsel uyaranlara kar­ şı aşırı duyarlık gösterme durumu; ero­ tizm. KÖSNÛLMEK -



KÛSNÜMEK.



K Ö S N Ü LÜ sıt. Aşırı cinsel isteği olan; şehvetli.



K Ö S N Ü L Ü K sıf. Kösnüyle ilgili. K Ö S N Ü M E K ya da K Ö S N Û LM E K gçz. f. Hayvan sözkonusuysa, çiftleşme zamanı gelmek, azmak. K Ö S R E L İ, Adana'nın Ceyhan ilçesine bağlı bucak; 13 178 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Kösreli, 2 231 nüf, (1990). K Ö S S E N , Avusturya'da (Tirol) sayfiye ve kış sporları merkezi, Almanya sınırı yakınında yer alır (yükseltisi 589 metre); 2 200 n ü f . ______________________ K Ö S TE B EK a. 1. Gözleri hemen he­ men hiç görmeyen, kazıcı, böcekçil me­ meli hayvan. (Bil. a. Talpa europaea; köstebekgiller familyası; boyu her 60 g ağır­ lık için 20 cm) [Bk. ansikl. böl.] —2. Bu hayvanın postu. (Bk. ansikl. böl. Kürkç.) —3. Bir örgütün, bir kurumun içine sızan gizli ajan, ispiyon vb. —Tarım mak. Bazı killi topraklarda, fazla suyun boşalmasını kolaylaştırmak ama­ cıyla yeraltı kanalları açmak için toprak nemli olduğu zaman kullanılan dipkazar. —Zool. Köstebek yuvası, köstebeğin yu­ vasını kazarken çıkan döküntülerin yeryü­ zünde oluşturduğu tepecik. —Köstebeğin yuvasını oluşturan dehlizlerin ve odaların tümü. || Altın köstebek, Güney ve Orta Af­ rika'da yaşayan, yeraltında yaşayan, ama dehlizler açmadan yumuşak toprağı ka­ zarak hareket eden, böcekçil memeli hay­ van; adını ipek gibi yumuşak ve altın yal­ dızlı esmer renkli kürkünden alır. (Altınköstebekgiller familyasında on kadar türü var­ dır.) || Keseli köstebek -> KESELİ köste ­ b e k . || Tepeli köstebek t e p e li köste ­ bek.



-



—ANSİKL. Köstebekler, özellikle toprakaltında dehliz açmaya yarayan güçlü ön ayaklı küçük hayvanlardır. Gözleri işlevini iyice yitirmiştir ve görüş yeteneği çok az­ dır. Köstebekler hemen hemen sürekli ola­ rak toprak altında yaşarlar, son derece karmaşık yeraltı yuvalan kurarlar ve kazar­ ken çıkan toprağı yuvanın dışına atarlar (köstebek yuvaları). Avrasya'nın bütün ılı­ man bölgelerinde köstebeğe rastlanır. Toplam olarak yeryüzünde yirmi kadar köstebek türü vardır (bunların çoğu Ku­ zey Amerika'da yaşar). —Kürkç. Genel olarak köstebek, açık gri ya da koyu mavimsi bir renge, kadifeye benzeyen kısa, sık ve yumuşak tüylere sa­ hiptir. Küçük boyutlarda olmasına karşın, elbise yapımında ve süs eşyalarında çok kullanılır. —Tarım. Köstebek, yer altında toprağı ka­ zarken özellikle kökleri keserek önemli za­ rarlara yol açar. Öte yandan, yer solucan­ larını, mayısböceklerini ve tarla böceği lar­ valarını ayrım yapmaksızın yiyerek yok eder. Yaptığı tepeciklerle (köstebek yuvaları) çayırlarda ot biçme işlerini zorlaştırır. Es­ kiden çok yaygın olan kapanla yakalama yöntemi günümüzde ancak küçük çayır­ lar için geçerlidir. Şimdi köstebek yuvalarına strikninli yer solucanı bırakılarak köstebekler zehirlen­ mektedir.



K Ö STEBEK S IÇ A N a. Zool. Birçok ka­ zıcı kemirici türünün (Myospalax cinsi tür­ leri gibi) ortak adı. (Cırlaksıçangiller famil­ yasının Myospalax cinsinden köstebek sı­ çanlara Asya'da, Spalacidae familyası üyelerine Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Yakındoğu'da, Rhizomyidae familyasının Tachyoryctes cinsine girenlere Doğu Af­ rika'da, toprakkazangillere Afrika ile Kuzey Sahra arasında rastlanır.) KÖSTEBEKOİLLER a. Görme duyusu çok körelmiş, böcekçil memeliler familya­ sı. (Köstebek gibi bazı türleri kazıcıdır; desman gibi bazılarıysa yarı karada yarı suda yaşamaya uyarlanmıştır. Bil. a. Talpidae.) K Ö S TE K a. 1. Saat, kılıç, anahtar gibi şeylerin ucuna takılan altın, gümüş ya da metal zincir; kordon: Saatin gümüş kös­ teği. —2. Bir hayvanın hareketini sınırla­



mak için ön ya da arka ayaklarını birbiri­ ne bağlayan ip ya da kayış. —3. Koşulan atın tepmemesi için kuskun kayışına ek­ lenen kayış. —4. Bir kimseye köstek ol­ mak, bir kimsenin yapacağı bir şeyi en­ gellemek, ona engel olmak; ayak bağı ol­ mak. || Kösteği kırmak, bağlı olduğu bir yerle ilişkisini kesip, ayrılmak; sözkonusu çocuk ise, yürümeye başlamak. || Estek köstek - estek k ö s te k . —Balıkç. Sürüklenen oltalarla yapılan ba­ lık avında, ana ipe bağlı, uçları iğneli olta parçaları. —Ciltç. Cilt kapaklarını kitaba tutturmada kullanılan deri ya da iplik. —Denize. Köstek zinciri, konik bir şaman­ dırayı dibe yerleştirilmiş zincirlere bağla­ yan zincir. || Sakal kösteği, cıvadra cunda­ sından cıvadra yatağına doğru uzanan ve bu direği, istralyaların yaptığı basınçlara karşı desteklemeyi sağlayan halat. || Sa­ kal kösteği germek, iyi bir tutum sağlamak için sakal kösteğinin boşunu almak. —El sant. Köstek mili, saat kösteğinin ucu­ nu yeleğin iliğine tutturmaya yarayan, or­ tasından kösteğe bağlı küçük metal çu­ buk. || Saat kösteği, cep saatinin düşme­ mesi için bir ucu saatin üzerindeki halka­ ya, ötekisi yeleğin iliğine bağlanan zincir. (Altın, gümüş vb. değerli metallerden ya­ pılanları da vardı. Kösteğin, saatin yapıl­ dığı madde ve rengiyle uyum içinde ol­ masına özen gösterilirdi.) —Hayvanc. Boyun kösteği, otlaktaki bir hayvanın çiti aşmasını engellemeye yara­ yan köstek. (Genellikle, hayvanların boyftuna asılan ve ön ayaklarının arasında sü­ rüklenen uzunca bir tahtadır.) || Dörtlü kös­ tek, bir atı yere yatırmak ve yatar durum­ da tutmak için bukağılıklara geçirilen ve dört meşin bilezikten oluşan zapt etme ay­ gıtı. —Kuşç. Kuşun ayak kemerlerinden her bi­ rine geçirilen yumuşak deri şeritlerin her biri. (Köstekler, ipin ya da kayışın tuttuğu bir demir halkayla (çıkrık) bir araya geti­ rilmiştir. Ava çıktıklarında bile evcilleştiril­ miş hayvanların köstekleri çıkarılmaz.) —Nalbantl. Nallama sırasında uslu dur­ mayan hayvanları tutmakta kullanılan, ka­ yıştan yapılmış tokalı bölümü ayaklardan birinin bukağılığına, halkalı ucu da askı­ ya alınacak ve nallanacak çapraz ayağa geçirilen, kayış ya da ipten yapılmış nal­ bant aracı. —Spor. Yağlı güreşte, yerde iki kolla raki­ bin bir ya da iki ayağının sıkıca sarılma­ sıyla gerçekleştirilen oyun.



köstebekin ön ayağının alt yüzü



(alttan görünüm)



cıvadra yatağt-



sakal kösteği



KÖSTEK B ÜK EN a. Zool. Serrahus cin­ sinden hanibalıklarının boyu 12-13 cm'ye kadar olan gençlerine özellikle olta balık­ çılarının verdiği ad. KÖ STE K LE M E K g. f. 1. Bir hayvanı kösteklemek, ayaklarına köstek takarak hareketlerini sanırlamak. —2. Bir kimse­ yi, bir işi kösteklemek, bir kimseye, başa­ rılı olmasına engel olmak; bir işi yürümez duruma getirmek; baltalamak: Beni kös­ tekliyorsun. Çalışmalarımızı kösteklemeye çalışıyor.



Edip Hakkı Köseoğlu’nun bir yapıtı



kösteklemek ♦ kösteklenm ek edilg. f. Kösteklemek eylemine konu olmak.



7066



K Ö S T E K L E N M E K - KÖSTEKLEMEK. K Ö S T E K L İ sıf. 1. Kösteği olan: Köstekti saat. —2. Kösteğe bağlanmış, ayağına köstek vurulmuş: Köstekti at. —Kad. doğ. Köstekti dölüt, doğum sıra­ sında bir bölümü kıpırdamaz durumda ol­ duğu için ilerleyemeyen dölüt. K Ö S T E N C E , Romanya'nın en büyük liman kenti, Karadeniz kıyısında, Kösten­ ce yönetim bölgesi nin merkezi; 315 917 nüf. (1989). Eski bir yunan kolonisi (Tomis) olan kent, önce, bugün uzanmakta olduğu Dobruca platosunun devamı ni­ teliğindeki bir burun üzerinde kurulmuş­ tu. Yunan ve roma antikitesinden, hıristiyanlıköncesi dönemlerden kalma yapıt­ ların yer aldığı müze. Burnun koruduğu yalıyarın dibinde kurulan, 1958'den son­ ra genişletilen liman, romen deniz ticare­ ti trafiğinin neredeyse tamamını gerçek­ leştirmektedir. Agigea'da yapılan Güney Köstence limanı, Tuna-Karadeniz kanalı­ na bağlanmıştır. Uluslararası hava lima­ nı, yakındaki tatil merkezlerinin ulaşımı­ na katkıda bulunmaktadır. Kentte çeşitli sanayi kolları etkindir: besin, tekstil, ter­ saneler. —Köstence yönetim bölgesi, 7 055 km2; 707 513 nüf. (1989). —Tar. İ.Ö. VI. yy.’da kurulan kent, BizanslI­ lar döneminde hun atanlarıyla büyük öl­ çüde tahrip olmasına (456) karşın avar saldırılarından kendini koruyabildi. Bulgar Asparuk Han, 679'da kenti baştan başa yakıp yıktı. Ortaçağ boyunca Cenevizliler' in Karadeniz'deki önemli ticaret üslerin­ den biriydi. Evliya Çelebi'ye göre, ilk kez Bayezit I tarafından fethedilen Köstence, kısa bir süre sonra Mircea tarafından ge­ ri alındı. Türkler burayı ancak XV. yy.’ın or­ talarına doğru ilhak ettiler. Bir subaşının yönetimindeki kent, özellikle Dobruca ürünlerinin İstanbul’a gönderildiği önem­ li bir liman durumundaydı. XVII, yy. baş­ larında Lehistan'a haraç veren Kazaklar tarafından yağmalandı. XVIII. yy.’da kadı­ lık merkezi olan Köstence, 1711'den 1792'ye değin türk-rus savaşlarının neden olduğu göçler yüzünden geriledi. 1809' da Kazaklar tarafından zapt edilen ve ka­ lesi yıkılan kent, Bükreş barış antlaşma­ sıyla yeniden Türkler'e verildi (1812), 1864'te Tuna vilayetine bağlı bir ilçe olan Köstence, 1877'de general Denisov'un komutasındaki rus birliklerince işgal edil­ di, 1878'de Romanya'ya bırakıldı. Köstence limanından bir görünüm



K Ö S T E N D İL , Bulgaristan’da kent, yönetim bölümü merkezi, Makedonya sınırı yakınında, Struma ırmağının doğduğu



dağlık bölgede; 40 000 nüf. Kalıntıları günümüze kadar gelen eski Pautalia kentidir. Kür merkezi (60°-75“C arasında sülfürlü sıcak kaplıca suları). Meyvecilik (elma ve erik); ünlü elma rakısı. Besin sanayileri; ambalaj. Tütün harmanlama. — 1330'da yapılan savaş sonunda, sırp hükümdarı Stefan VIII Uros III Decanski, Bulgar imparatorluğu'na kesin bir darbe indirdi ve bulgar kralı Mihail III Şişman I öldürüldü. —KöstendiI yönetim bölümü, 3 039 km2; 189 327 nüf. (1987). • Tarih. Hoca Sadettin ve Müneccimbaşı gibi bazı tarihçiler, ihtiman ve Samokov kalelerinin alınmasından sonra Köstendil prensi Kostantin'in Murat l'in himayesini kabul ettiğini yazarlar. Yaklaşık 1371/1372 yıllarından başlayarak bir osmanlı valisi sı­ fatıyla Köstendil’de hüküm süren Kostantin’in Bayezit l'in yanında Arnavutluk se­ terine de katıldığı ve savaş sırasında öl­ düğü (1395) bilinmektedir. Tahtın vârisi ol­ madığından, Stip, Radomir, Petriç, Melnık, Vranje ve zengin gümüş madenleriyle ta­ nınan Kratovo’nun da sınırları İçinde bu­ lunduğu Köstendil, bu tarihten sonra doğ­ rudan doğruya Osmanlı devletinin bir sancağı oldu. Ancak Fetret devrinde bu bölgede oturan Bulgarlar sık sık ayaklan­ dılar. Murat ll’nin tahta çıkmasından bir süre önce, Mehmet l'in Avlonya seferi sı­ rasında Köstendil'in yeniden fethedildiği ve yerli halkın kentten çıkartılarak yöredeki kasabalara dağıtıldığı sanılmaktadır. Mu­ rat II döneminde, tepenin eteklerinde, llıcai Köstendil ya da kısaca Ilıca adı veri­ len yere bir kent kuruldu ve Anadolu’dan türk aileler getirtilerek buraya yerleştirildi. Bundan sonra gittikçe kalabalıklaşan ve genişleyen kentte kervansaraylar, camiler, medreseler, imaretler açıldı. 1660/1661 yıl­ larında Köstendil'i ziyaret eden Evliya Çe­ lebi, on bir mahalle ve bin yüz konuttan oluşan kentte çok sayıda cami, üç med­ rese, beş tekke, altı okul, on ita de kaplı­ ca bulunduğunu anlatır. XIX. yy.'ın başla­ rında nüfusu 10 000’e yaklaşan Kösten­ dil, 1878’de yeni kurulan Bulgar devleti­ nin sınırları içine alındı. Bu tarihte 7 000'i bulduğu tahmin edilen müslüman halkın kitle halindeki göçleri sonucu on beş yıl içinde türk nüfusu 600 kişinin altına düş­ tü. Bugünse burada türk asıllı ancak bir­ kaç müslüman aile yaşamaktadır. Köstendil, özellikle XVI. yy.’dan başlaya­ rak Sanuberzade Haleti, Şemi Mehmet Efendi Köstendili, Mollazade Süleyman Şeyhi Efendi gibi birçok ünlü yazar ve din adamı yetiştirmiştir. Aralarında Köstendil tarihi de bulunan 26 yapıt bırakmış olan Mollazade'nin kendi yaptırdığı Nakşı der­ gâhı, Bulgarlar'ın bağımsız bir devlet kur­ malarından sonra yıktırılmıştır. K Ö ŞE a. (fars. güşe). 1. Kesişen iki çizgi ya da iki düzlemin kesişen yeri; bu iki çiz­ gi ya da iki düzlemin arasında kalan alan: Masanın köşesine çarptım. Mektubun sağ üst köşesine tarih atınız. — 2 . iki yo­ lun kesişim noktası; dönemeç: Bir arka­ daşı sokağın köşesinde beklemek. Köşe­ de bir gazete bayisi bulacaksınız. —3. Bir bütünün, bir yerin bir parçası, bir bölümü: Yurdun her köşesini gezmek. Evin hangi köşesine gizlenmiş olabilir? —4. Tenha, ücra yer: Bir köşeye çekilip konuşmak. Bir köşeye sinmek. —5. Bir tamlayanla, bir alanın belli bir kullanıma ayrılmış bölümü: Gazetenin briç köşesi. Müzik köşesi. Şark köşesi. —6 . Köşe başı, iki sokağın birbiriyle birleştiği ya da kesiştiği yer: Köşe ba­ şındaki dükkânlardan birini tuttu. || Köşe başını tutmak, önemli yer ya da mevkiyi elinde bulundurmak. || Köşe bucak, göz önünde olmayan, göze çarpmayan ikin­ ci, üçüncü derecedeki yerler: Köşe bucak demeden bütün evi temizledi. || Köşe ka­ dısı, rahatına düşkün, iş yapmayı sevme­ yen kimseler için şaka yollu söylenir. || Kö­ şe kapmaca -* KÖŞEKAPMACA. || Köşe ya­ zarı -» KÖŞEYAZARI. || Köşe yazısı -> KÛŞEYAZISl. || (Bir) köşeye çekilmek, çevresiy­ le ilgisini kesip hiçbir işe karışmadan ya­



şamak. || Köşeye oturmak, sözkonusu bir kızsa, gelin oimak. || Köşeye sinmek, hiç­ bir kimsenin göremeyeceği bir yere giz­ lenmek, sesi soluğu çıkmaz olmak. || (Bir kimseyi) köşeye sıkıştırmak, bir kimseyi çok güç bir duruma sokmak: Sorularıyla artık onu iyice köşeye sıkıştırmış, perişan etmişti. || Köşeyi dönmek, hiçbir çaba har­ camadan, kestirme yollardan zengin ol­ mak: Desene sen de kısa sürede köşeyi döneceksin. —Ceb. Bir basit (X, C) grafının ya da (X, C, o, e) yönlü grafının köşesi, X kümesi­ nin elemanı. —El sant. Göbekli halılarda en içteki çer­ çevenin köşelerine yerleştirilen genellikle çeyrek daire biçiminde motif. (Çoğunluk­ la göbek motifinin dörtte biridir. Göbekle uyum sağlayacak başka motifler kondu­ ğu da olur.) —Geom. Bir çokgen biçimli bir çizginin ya da bir çokgenin art arda gelen iki kenarı­ nın ortak noktası. || Bir açı kesmesinin iki sınır yarıdoğrusunun ortak noktası. || Bir koniğin eksenleriyle kesişme noktası. (Bir elipsin dört köşesi vardır, bir hiperbolün iki, bir parabolün bir tek köşesi vardır.) || Bir çokyüzlüde yüzlerinin köşesi. (Dışbü­ key bir çokyüziü için, bu aynı zamanda bir ekstremal noktadır.) || Bir çokdüzlemli kesmenin ya da açının bütün yüzlerinde ortak olan köşe. |j Bir koninin ya da konik yüzeyin bütün doğuranlarının, ya da bir uzay açının bütün yarıdoğrularının geçti­ ği nokta. || Küresel bir çokgen için, kendi­ ni tanımlamada kullanılabilen bir çokdüz­ lemli kesmenin bir ayrıtıyla, çokgeni içe­ ren kürenin arakesiti. |j Bir dışbükey küme­ nin sınırının sıfırıncı basamaktan kutbu. (Bir dışbükey kümenin köşeleri daima sa­ yılabilir.)! Köşe noktası, bir eğrinin sol yarıteğetiyle sağ yarıteğetinin taşıyıcıları aynı olmayan noktası. — inş. AYRIT'ın eşanlamlısı. || Köşe demi­ ri, bir duvarın köşesini koruyan demir dü­ zeni. || Köşe deresi, bir çatıda iki farklı eği­ min birleşme çizgisi boyunca yerleştirilen ve yağmur sularının akması için bir dere oluşturan kiremit sırası. —Marangl, Köşe geçme, birleştirilecek ahşap parçaların köşelerine uygulanan geçme* biçimi. || Aya biçimi köşe geçme, ahşap parçaların dik ya da eğik kesitte birleştirilmeleri sırasında uygulanan köşe geçme. (Dik köşe geçmeye kare aya, eğik köşe geçmeye kalın aya denir.) || Eğik kö­ şe geçme, 45°'lik köşe geçme dışında her türlü çapraz geçmeye verilen ad. || Kare köşe geçme, dik açılı köşe geçme. || Tır­ nak köşe geçme, 45°'lik köşe geçmeye verilen ad. —Marokene. Köşe bağı, valiz, çanta vb. eşyanın köşelerini güçlendirmeye ya da kapağı açıldığında kapanmasını engelle­ yen destek çubuklarının uçlarını tutturma­ ya yarayan metal parça. || Köşe çalığı, ya­ pıların köşelerinin pahlanarak düzleştirilmesiyle elde edilen yüzey. (Eski türk ev­ lerinde, yapının sokak köşesine gelen du­ varı bu biçimde tıraşlanarak yumuşak bir dönüş sağlanırdı.) [Köşe pahı da denir] |j Köşe elemanı, iki yüzey arasına yerleşti­ rilen ve bu yüzeylerin birleşmesiyle orta­ ya çıkan sivri köşeyi dolduran, dekoratif ya da taşıyıcı (örn. toltuk) öğe. || Köşe hüc­ resi, odaların köşelerinde yer alan, süs öğesi durumundaki nişlere verilen ad. (Bunlar çoğunlukla medrese odalarında bulunurdu. Kapaklı olanlarına köşe dola­ bı denirdi.) || Köşe penceresi, bir şahnişin ya da cumbanın, yan taraflarına gelen ve sokağın tümüyle görülmesini sağlayan pencere. —Mobc. Köşe dolabı, odaların köşesine yerleştirilen üçgen biçimli kapaklı dolap, (iki kenarı duvarlara yaslanır, kapağıyla birlikte köşede bir üçgen oluşturur. Eski­ den oymalı ve çeşitli biçimlerde bezeli tür­ leri vardı: Bugün de bazı evlerde kullanı­ lan bir iç mimari öğesidir.) || Köşe etajeri, odanın köşesine yerleştirilecek biçimde yapılmış üçgen kesitli alçak dolap. (Sedef­ li, oymalı ve çeşitli tekniklerle bezeli olan-



köşeli ları vardır. Bugün de köşelerdeki alanı de­ ğerlendirme ya da süsleme amacıyla kul­ lanılmaktadır.) || Köşe rafı, odaların köşe­ lerine yapılan duvara gömülü, üçgen bi­ çimli raf. (Bk. ansikl. böl.) —Müc. Tabla köşesi, külas köşesi, değerli bir taşın, dörtleme tıraşı sırasında, üstün­ den ve altından elde edilen dört façetadan her biri,' —Ormanc. Köşe ağacı, orman çevresinin bir köşesinde ya da bir kesim bölgesinin sınırında bulunan ağaç. —Spor. Boksta, duraklamalarda ve raunt aralarında boksörlerin çekildikleri yer (ma­ vi ve kırmızı köşe diye adlandırılır). || Kö­ şesine gönderilmek, boksörün rakibini grogi duruma getirdiğinde hakemin say­ ması ve karşılaşma sonrası kararın açık­ lanması için boksörlerin köşelerine gön­ derilmesi biçiminde uygulanan kural. || Kö­ şe vuruşu -> KORNER. —Süslem. sant. Köşe süslemesi, şemse ciltlerin ya da levhaların köşelerine yapı­ lan bezemeler. —ANSİKL. Mobc. Köşe rafı, eski türk ev­ lerinde çok kullanılan bir iç mimari öğesiydi. Duvara gömülü olarak asma ya da ayaklı yapılır, raflara bardak, testi, tabak vb. koymak için kullanılırdı. Rafların önün­ de bir çerçeve bulunduğundan köşe hüc­ resi de denirdi. Alçıdan ya da tahtadan oymalı, nakışlı ve yaldızlı türleri vardı. Bu­ gün de tek başına ya da kütüphane, bü­ fe vb. mobilyanın bir parçası olarak kulla­ nılmaktadır. KÖŞEBAŞI a. Kur. tar. Enderun odala­ rından olan Hasoda'nın kıdemli ağaları­ na verilen ad. (Odanın inzibatından so­ rumluydular. Ayrıca, Akağalar arasında, saray kethüdasından sonra gelen beş eski ağaya da “ köşebaşı” denilirdi.) K ö ş e b a ş ı, A. K. Tecer'in üç perdelik oyunu (1947). İstanbul'da bir mahalle (Rüstempaşa mahallesi) halkının 24 saat­ lik yaşamı üstüne kurulu oyunda, gülünç ve acıklı olaylar, ortak tasalar, dedikodu­ lar, çelişkiler yalın, ama sürükleyici bir dil­ le verilir. Emekli memur Macit Bey’in ölü­ mü, bütün mahalleli için önemli bir olay­ dır. Herkes onunla ilgili anılarını anlatır, onun iyiliklerini sayıp dökerken mahalle bakkalı, birikmiş alacağının uçup gitme­ sinden kaygılıdır. Çok geçmeden, geniş­ letilmeye karar verilen yol için bakkal dük­ kânıyla kahvenin belediyece yıktırılacağı haberi, Macit Bey'in ölümü olayını ikinci plana iter Hava karardıktan sonraysa, ma­ halleyi bir düğün evinden gelen neşeli sesler doldurur. Tecer'in ortaoyunu tekni­ ğinden yararlanarak yazdığı oyun, yaşa­ mın gerçek görünüşlerini yansıtır, ilk kez Ankara Devlet konservatuvarı tatbikat sah­ nesi tarafından Küçük tiyatro’nun açılışın­ da oynanan yapıt, sonraki yıllarda Devlet ve İstanbul Şehir tiyatrolarında yeniden sahnelendi. K Ö Ş EB EN T a (fars. guşe ve -bend\ güşe-bend'den). 1. inş. Enine kesiti L bi­ çiminde olan demir profil, korniyer. —2 . Bavul, çanta, valiz vb. şeylerin köşelerine takılan üçgen biçiminde koruyucu metal parça. —Ciltç. Cilt kapaklarının açılan kenarında­ ki köşelere, sağlamlaştırmak amacıyla ge­ çirilen, üçgen biçiminde deri, cilt bezi ya da metal parça. || Cilt kapağının köşeleri­ ne yapılan süsleme. (Türk ciltlerinde, ço­ ğunlukla, şemse ile köşebent arası boş bı­ rakılır. XVI. yy.'dan kalma kimi örneklerde bu bölümlerin de süslendiği görülür.) [Kö­ şelik de denir.] —Foto. Fotoğrafları, köşelerinden albüm yapraklarına yapıştırmak için kullanılan yapışkan kâğıt. —Mak. san. Kesiti, kanat adı verilen bir­ birine eşit (ya da değil) ve çoğunlukla dik iki koldan oluşan, profillendirilmiş, genel­ likle metal çubuk. —Marangl. Sağlamlaştırmak ya da birleş­ tirmek amacıyla bir kasanın köşelerine yerleştirilen demir



KÖŞEDAR sıf. (fars. guşe ve dar, güşe -dâr'dan). Esk. 1. Köşeli. —2. Köşedar şal, köşeleri işli kaşmir atkı.



7067



KÖŞEG EN a 1. Bir çokgenin art arda gelmeyen iki köşesinin belirlediği doğru. (n kenarlı bir çokgenin— köşegeni vardır.) —2. Bir çokyüzlünün, aynı bir yü­ ze ait olmayan iki köşesinin belirlediği doğru. —3. Uçları, bir çokgenin art arda gelmeyen iki köşesi olan doğru parçası. — 4. Uçları, bir çokyüzlünün, aynı bir yü­ ze ait olmayan iki köşesi olan doğru par­ çası. —5. Doğru parçası olarak göz önü­ ne alınan köşegenin uzunluğu. (Kenarı a olan bir karenin köşegeni a v2 ye eşit, bir küpünkü de aVS e eşittir.) —Bine. Atın ön iki ayağı ve art iki ayağı üzerinde köşelemesine ya da yanlaması­ na yürümesi. —Ceb. Bir kare matriste, bir determinant­ ta, çift girişli bir tabloda, aynı sıradaki bir satırla bir sütuna ait ae elemanlarının kü­ mesi. (n basamaklı bir kare matrisin



B



sD



i + j = n +1 biçimindeki a,, elemanlarından oluşan, ikinci köşegen den ayırt etmek için buna asal köşegen adı verilir.) || Köşegen mat­ ris, asal köşegen dışındaki elemanlarının hepsi sıfır olan kare matris: i y j ise a^— 0 eide edilir. (Skaler matrisler bunfara özel bir örnek oluşturur.) —Geom. Köşegen düzlemi, bir çokyüz­ lünün ayrı bir yüzüne ait olmayan iki ayrı­ tını içeren düzlem. || Köşegen noktası, bir dörtgenin köşegen üçgeninin tepelerin­ den her biri. || Köşegen parçası, doğru parçası olara* göz önüne alınan köşegen. || Köşegen üçgeni, bir dörtgen (ya da dörtaçılı) için, dörtgenin ikişer ikişer alınmış ke­ nar taşıyıcılarının, altı kesim noktasıyla be­ lirlenen, bu dörtgenin (ya da dörtaçılının) kenarlarından farklı olan üç doğrunun oluşturduğu üçgen. —inş. ve Dülg. Bir kafes kirişinin gövde­ sini oluşturmak üzere bir araya getirilmiş çapraz çubuklardan her biri. —Koregr. Brisö, döboulö,. piquĞ gibi adımlarda, ders salonunun ya da sahne­ nin iki çapraz köşesi arasında katedilen özel yol. —Küm. kur. Birbirinin aynı iki kümenin çarpımında, birbirinin aynı eleman İkilile­ rinden oluşan küme. —Marangl. Köşegenden kesmek, bir la­ tayı başkesiti üçgen olan iki parçaya böl­ mek. (işlem daire ya da şerit testere ma­ kinesinde, kalıp kullanarak ya da makine tablasına eğim vererek gerçekleştirilir.) KÖŞEG EN EL sıf. Bir köşegene bağlı olan; köşegen biçiminde olan. —Fizs. kim. Köşegene! melezleştirme, bir atomun iki yörüngesini kırmalaştırma. (Sözkonusu yörüngeler p ve s’dir. Atom­ lardan oluşan bir molekül doğrusaldır: ör­ neğin üçlü bağlanmış karbon.) —Küm, kur. KöşegeneI akılyûrûtme (kimikez köşegenle akı/yürütme denir), küme­ ler kuramının temel akılyürütmesi, ilk kez Cantor tarafından sürekli'nin (kontinium) C kuvvetinin, N doğal sayılar kümesinin H\o kuvvetinden sıkı büyük olduğunu göstermede kullanılmıştır (Bk. ansikl. böl.) || Köşegenel uygulama, herhangi bir M kümesi üzerinde tanımlanmış, değerleri­ ni M x M den alan, M nin her x elemanı­ na, M x M nin (x, x) elemanını eşlik etti­ ren, içine birebir uygulama. —AnsIkl. Küm kur. Köşegenel akılyürûtme, [0, 1] doğru parçasının gerçek sayıla­ rının kümesinin sayılabilir olduğunu varsa­ yalım, bu, gerçek sayıların şöyle bir liste bi­ çimine konulabildiğini varsaymak demektir. 0, a „ a ,2 a,3 a14... 0, a21 a22 a23 a24... 0. S3 1a32a33a34"0, a41 a42 343 au ... Şimdi aşağıdaki biçimde elde edilmiş 0, b ,b 2b3b4... sayısını göz önüne alalım: Her b„, 0 dan farklı ve ann den farklı bir rakamdır. Listenin köşegeninden başla-



A



A B C D d ö rtg e n in in kö ş e g e n ü ç g e n i



*



kö ş e g e n no kta la rı



makla elde edilmiş olan, köşegenel sayı denen bu sayı, bu listenin birinci sayısın­ dan a „ rakamıyla, İkincisinden raka­ mıyla, p ncisinden app rakamıyla fark eder; öyleyse ele alınan liste üzerinde gö­ zükmez. Ama bununla birlikte [0,1] aralı­ ğına aittir; bu doğru parçasının eleman­ larından bir liste düzenlenebilmesini ifa­ de eden varsayım şu halde bir çelişkiye götürür: 0 ile 1 arasındaki gerçek x sayı­ larının kümesi öyleyse sayılabilir değildir. KÖŞEG ENLEM E a. Ceb. Bir matrisi köşegenlemek eylemi. K Ö Ş EG EN LEM EK g. f. Ceb. Bir matri­ si köşegenlemek, olanaklı ise, bu matris yerine, buna benzer olan bir köşegen matris koymak. K Ö Ş EG EN LEN E B İÜ R sıf. Ceb. 1. Köşegenlenebilir içyapı uygulaması, içinde, kendine eşlik eden matrisin köşegen ol­ duğu bir taban var olan içyapı uygulama­ sı. —2. Köşegenlenebilir matris, benzer matrisler içinde, bir köşegen matrisin var olduğu kare matris. K Ö ŞEK a. Deve yavrusu. (-* KÛÇEK.) K Ö ŞEK A PM A C A a. 1. Köşeleri tutup ebeye kaptırmadan yer değiştirerek oyna­ nan bir çocuk oyunu. (Oyunculardan ebe seçilen, ortada durur. Köşelerde duran çocuklar, ebeye yerlerini kaptırmadan birbirleriyle yer değiştirirler. Ebe, köşesinden ayrılan çocuklardan birinin yerini alabilir­ se, köşesini kaptıran ebe olur.) —2 . ilişki kurulmak istenen kimseyle bir türlü buluşulamaması durumunda kullanılır: Bu köşekapmaca ne kadar sürecek. Bir ay tam bir köşekapmaca yaşadık. —3. Köşekapmaca oynamak, buluşamadan birbirini arayıp durmak. K Ö Ş EK LEM EK -



KÖÇEKLEMEK



K Ö ŞELEM E a. Köşelemek eylemi. ♦ be. Köşeye çapraz gelecek biçimde: Koltuğu köşeleme koyarsak yer açılır. K Ö Ş ELEM EK g. f.Bir şeyi köşelemek, onu köşeye çapraz gelecek biçimde koy­ mak, yerleştirmek. K Ö ŞELİ sıf. Köşesi ya da köşeleri olan. —Biyol. Köşeli kemik memeli olmayan omurgalılarda Meckel kıkırdağını çevrele­ yen ve altçenenin arka açısını oluşturan deri kökenli kemiklerden biri. (Memeliler-



köpgen Üçgeni



köşeli de ilk çene oluşurken ortakulakta kıkırdak kökenli kemiklere [çekiç, örs, üzengi] ge­ çişe köşeli kemiğin dönüşümü de eşlik eder ve bu kemik kulakzarını çevreleyen kulakzarı çemberine dönüşür.) —inş. Köşeli çapraz tonoz, bir uç üzerine dayanan eğrisel üçgenler biçiminde be­ şik tonoz parçalarından oluşan ve itme kuvvetlerini köşeler düzleminde, tonozlu bölümün açılarına yönelten tonoz. (Hapvari tonoz da denir.) [Beşik tonozların ağız­ ları kemer tablaları ya da pencerelerle ka­ patılabilir.] —Matbaac. Köşeli ayraç, uçlarında iki kü­ çük yatay çizgi bulunan dikey bir çizgiden oluşan, bir ayracın içinde ikinci bir ayraç kullanılması gerektiğinde ya da bir ayra­ cın bitiminde bir yenisine gerek duyuldu­ ğunda kullanılan işaret: [...]. —Süslem. sant. Köşeli şemse, kitap cilt­ lerine yapılan şemselerin köşeli olanları­ na verilen ad. (Dört köşesi şemseli ciltler için de kullanılır.) —'/erbil. Aşınmamış kuvars taneleri için kullanılır; kırıntılı tortul kayaçlarda bulun­ ması taşımanın zayıf olduğunun gösterge­ sidir. K Ö Ş E LİK a. 1. Mim. Bir duvarda, kemer eğrisiyle kemerin dikgen çerçevesi ya da birbirine teğet iki kemerlemenin sırtları arasında kalan, tek ya da iki kenarı eğri­ sel üçgen biçiminde yüzey. —2. Kapı ya da pencere aralığının köşesini oluşturan taş. —3. Köşeye konulmaya uygun sedir ya da kanepe. ■ — Mobc. Bir odanın köşesini süslemekte kullanılan üçgen küçük mobilya. (Bk. an­ sikl. böl.) — Ciltç. KÛŞEBENT'in eşan lam lısı.



—inş. Girintili bir açıyı dolduran ahşap ya da kâgir öğe. — ANSİKL. Mobc. Dekoratif değer kazan­ madan önce köşelikler, duvar doğrama­ sının bir parçası olan işlevsel öğelerdi. XVIII. yy.'da çok tutulan ve çoğunlukla bir komodinle takım oluşturan köşeliklerin ya­ pımında da bu anlayışın (lake kaplama, marketrili ya da boyalı ağaçtan köşelikler) sürdüğü görülür. Köşelikler, çift, kimi za­ man da iki çift olarak yerleştiriliyordu. Bu­ gün korunmuş olan çoğu köşeliğin tepe­ sindeki iki üç basamaklı oynar seki kalk­ mıştır. K Ö Ş E Y A ZA R I a. Her gün ya da belli aralıklarla, belli bir gazetenin kendisine ay­ rılan bir köşesinde fıkra yazan yazar. K Ö Ş EYAZISI a. Her gün ya da belli ara­ lıklarla gazete ve dergilerin belirli köşele­ rinde güncel, siyasi konularda yayımlanan kısa yazı; fıkra. KÖ ŞGER a. Yörs. Ayakkabı tamircisi. K Ö Ş K , -kü a. (fars. küşk). 1. Açıklık yer­ de, bağ ya da bahçe içinde yapılmış, ço­ ğu yazın kullanılan büyükçe süslü ev; ka­ sır. (Bk. ansikl. böl.) —2. Yangın köşkü, yangın kulesi.



Yıldız sarayı. Büyük mabeyn köşkü (İstanbul)



B ü y ü k L a ro u s s e



Sünnet köşkü Topkapı sarayı m üzesiİstanbul



—Denize. Kaptan köşkü, mürettebatı ve seyir aygıtlarını deniz serpintilerinden, yağmurdan vb.’den korumak için bir ge­ minin köprüüstüne yerleştirilmiş camlı böl­ me. ■—Mim. Türk mimarlığında bir saray ya da konak kompleksi içinde yer alan, ana ya­ pıdan bağımsız küçük yapı. (Genellikle ahşaptan inşa edilen bu tür köşklere Topkapı sarayı içindeki Bağdat, Revan, Sün­ net, Karamustafapaşa köşkleri örnek gös­ terilebilir) || Saray, konak vb. yapıların bah­ çelerinde bulunan, üstü örtülü, yanları açık ya da camlı dinlenme yerleri. (Topkapı sarayı içindeki İftariye köşkü bu tür­ dendir) || Geleneksel mimaride türk evle­ rinde, hayatın kafesli bir şahnişin biçimin­ de dışarıya taşan bölümü. (Bir basamak­ la çıkılan bu mekân sedirlerle çevrilidir.) || Köşk mescit, Anadolu Selçukluları dö­ neminde yapılan büyük kervansaraylar­ da, avlunun ortasında ya da bir yanında yer alan mescit. (Özellikle sultan hanların­ da görülen köşk mescitler kemerlere oturan kare mekânlardır. Konya-Aksaray arasındaki Sultan han'da, Kayseri-Sıvas yolu üzerinde Palas köyündeki Sultan han’da, Akşehir-Çay arasındaki ishaklı han'da bu yapıların anıtsal örnekleri var­ dır.) — ANSİKL. Anadolu’da, türk dönemi köşk mimarlığının ilk örneklerinden biri, Konya' daki Kılıçarslan* II köşkü’dür (Alaettin köş­ kü). Anadolu Selçukluları döneminden kalma bu yapının yanı sıra, Kayseri’deki Hızırilyas* köşkü (1241/1242) ve Haydarbey* köşkü (XIII. yy. ikinci yarısı) belirtile­ bilir. Mardin’deki Artuklu döneminden Firdevs köşkü’yse (XIII. yy. sonu - XIV. yy. ba­ şı) günümüze ulaşmamıştır. Osmanlı dö­ neminde, saraylarla bağlantılı ilk köşkle­ rin Bursa’da kurulduğu, Hammer ve Texi-



" er'in verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır (Texier, 1832'de Bursa’da, bahçeler için­ de birçok köşkten oluşan bir sarayın ka­ lıntılarını gördüğünü yazar). Murat ll'nin Tunca kıyısında, Sarayiçi'nde, bir köşk yaptırarak başlattığı Edirne sarayı, daha sonra çeşitli k ö ş k le re kasırlarla genişle­ tilmiştir Mehmet ll'nin bugünkü Sarayburnu'nda, Zeytinlik denilen tepede yaptırdığı birkaç köşk Topkapı sarayı'nın temelini oluşturmuştur. Haç biçimi eyvanlı Çinili* köşk (1472/1473), Fatih köşkü (bugünkü hazine dairesi) o dönemin üslubunu yan­ sıtan önemli anıtlardır. Klasik osmanlı mi­ marlığına damgasını vuran Mimar Sinan’ m bu yapı türünde de önemli örnekleri vardır Çekmece yolu üzerindeki Siyavuşpaşa* köşkü (1571), bir havuzun ortasın­ da, geniş ayaklar üzerine oturan ilginç bir yapıdır. Topkapı sarayı içindeki Murat* III köşkü (1578), altta yazlık (havuz, duvar çeşmeleri, bahçeye ve havuza açılan taht­ lar), üstte kubbeli bir oda ve önündeki so­ fadan meydana gelen kışlık bölümlerin­ den oluşur. XVII. yy. örnekleri arasında Topkapı sarayı içinde Ahmet I köşkü (1608), türk üçgenlerine oturan küçük kubbeli, kare planlı mekânı ve bezeme­ leriyle dönemin üslubunu yansıtır Osman­ lI köşklerinde dikdörtgen, kare ya da se­ kizgen planlı orta mekân, yanlara doğru eyvanlarla genişletilmiştir. Topkapı sarayı içindeki Murat IV döneminden Revan* köşkü (1635/1636), Bağdat köşkü (1639), kubbeli orta mekânın üç-dört eyvanla genişletildiği, zengin çini bezemeli örnekler­ dir. iftariye köşkü de bu dönemdendir. XVIII. yy.’dan başlayarak köşkler de öteki yapılar gibi B. etkileri taşır. Galata’da Yer­ altı camisi'nin yanındaki Kurşunlumahzen köşkü (1716), Ahmet III döneminden Flor­ ya köşkü, Rami çiftliğindeki köşkler, Yalı



Seferoğlu köşkü



kötü köşkü (Çırağan sarayı’ndarı önce), Dolmabahçe sarayı Bayıldım köşkü (1748), Topkapı sarayı Karamustafapaşa (1752), Osman III (1754/1755) ve Şevkiye (XVIII. yy. sonu) köşkleri, istinye Bahçe köşkü (XVIII. yy. ikinci yarısı), Neşetâbâd Selam­ lık köşkü (XVIII. yy. sonu), Arnavutköy, izzetâbâd köşkü (1797) vh dönemin önemli örnekleri arasındadır. Çoğu günümüze ulaşmayan bu yapılara karşılık, XIX. yy.'dan bugüne gelen birçok köşk vardır. Abdülhamit II Yıldız sarayı’na Şale*, Çadır ve Malta köşklerini ekletmiştir. Ayrıca İs­ tanbul’un çeşitli kesimlerinde, Boğaziçi'n­ de, adalarda seçmeci üslupta, ahşap, kâgir ya da ikisinin karışımı köşkler yaygın­ laşmıştır. K Ö Ş K , Ege bölgesinde Aydın iline bağlı ilçe; 22 843 nüf. (1990); 23 köy. Merkezi, Aydın'ın 18 km D.'sunda Köşk, 6 022 nüf. (1990). K Ö Ş K , Konya'nın Hüyük ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 036 nüf. (1990). K Ö Ş K höyü ğü. Arkeol. Niğde’nin Bor ilçesinin Kemerhisar bucağına bağlı Bah­ çeli kasabası yakınında höyük. Uğur Silistreli yönetiminde başlayan kazılarda (1981), Çatalhöyük’ün İlk Yenitaş dönemi sonları, Son Yenitaş ve ilk Bakırtaş evre­ leriyle koşutluklar gösteren üç katman or­ taya çıkarıldı. Bu katmanlarda taş temelli, özenle sıvanmış kerpiç duvarlı evler, fırın­ lar, tandırlar, küpler, taş kaplar, obsidyen taş, kemik ve boynuzdan yapılmış aletler ve silahlar, dokumacılıkla ilgili tezgâh ağır­ lıkları, en alttaki üçüncü katmanda dam­ ga mühürler, el yapımı çok çeşitli çanak çömlekler ele geçti. Höyük, Melendiz dağlarındaki zengin obsidyen yataklarının yakınında yer aldığından, obsidyenden yapılmış alet ve silahlar çoğunluktadır. Se­ ramikler arasında dinsel törenlerde kulla­ nıldığı sanılan, insan ve çeşitli hayvan ka­ bartmalarıyla süslü örnekler önemlidir Ay­ rıca yerleşme içinde (intramural) çeşitli ölü armağanlarının bulunduğu mezarlar sap­ tandı. ( -» Kayn.) KÖ Ş K ER B A B A h ö y ü ğ ü . Arkeol. Ma­ latya’nın yaklaşık 30 km kadar K.-D.'sunda, Fırat köyünün yakınında, Fırat nehri­ nin B. yakasında höyük, «arakaya baraj gölünün suları altında kalacak olan höyük­ te başlatılan kurtarma kazılarında (1978), İlk Tunç çağ, Demir çağı, Urartu, Roma ve Osmanlı dönemlerinden yerleşmeler saptandı. En üstteki osmanlı yerleşmesin­ de yapı kalıntısı yoktur, ancak sırlı seramik­ ler, pişmiş topraktan eşyalar ele geçmiş­ tir. Bunun altındaki Roma dönemi katma­ nında yarım daire biçiminde kuleleri olan bir savunma düzeni ve bir kule ortaya çı­ karıldı, çeşitli seramikler ve cam eşyalar bulundu. Höyüğün dış eteklerine değin yayılan yerel Demir çağı kültürünün (İ.Ö. I. binyıl başı), yöreyi ele geçiren Urartu kralı Sarduri II döneminde (İ.Ö. 763-733) büyük bir yangınla sona erdiği belirlendi; yonca ağızlı testiler, matara biçimi kaplar, derin çanaklar, çift kulplu, boyunlu ya da boyunsuz çömlekler bu dönemin başlıca buluntularıdır. Urartular'ın burada kale ni­ teliğinde küçük bir kent kurdukları anla­ şılmaktadır. Bu katmanda sıralar halinde dizilmiş küplerin yer aldığı depolar, mata­ ra biçimi kaplar, yonca ağızlı testiler, çift kulplu büyük çömlekler, demir silahlar ele geçti. Üç evreli ilk Tunç çağ katmanların­ da (İ.Ö. III. binyıl sonları), sur duvarları, taş temelli ya da temelsiz, sıvalı kerpiç duvarlı yapılar ortaya çıkarıldı. Odalarda duvar­ lar boyunca alçak sekiler, ocaklar vardır. Çanak çömlekler, Malatya ve Keban yö­ resine özgü, geometrik motifli, boya be­ zekli, kimileri üsluplaştırılmış hayvan figür­ lü, bir bölümü tek renkli örneklerdir. Bu dönemde ayrıca ölü gömme geleneğini yansıtan küp mezarlar bulundu. ( -> Kayn.) K Ö Ş K LÜ a. Eskiden İstanbul'da yangın küfelerinde ve uygun yerlerde bekletilen



ve yangınları haber vermekle görevlendi­ rilen kimse. —Kur. tar. Yeniçeri ocağı kaldırılmadan ön­ ce Ağakapıst'ndaki Yangın köşkü'nde, da­ ha sonra Beyazıt’ta yapılan yangın kule­ sinde çevreyi gözetleyerek çıkan yangın­ ları haber veren görevliler. K Ö Ş K P IN A R h ö y A ğ fl. Arkeol. Niğde' ye bağlı Bor ilçesinin 8 km kadar G. -D.’sunda, Köşkpınar mevkisinde höyük. Ankara İngiliz arkeoloji enstitüsü’nden ian Todd’un araştırmaları sırasında saptandı (1964-1966). Yapılan incelemelerde Yeni­ taş döneminden Roma dönemine değin bir yerleşme yeri olduğu belirlendi. K Ö TE K a. 1. Sopayla atılan dayak. —2. Kötek atmak, kötek çekmek, bir kimseyi adamakıllı dövmek, ona dayak atmak. || Kötek yemek, dayak yemek, dövülmek. K Ö T E K , Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı bucak; 14 931 nüf. (1990); 22 köy. Merkezi Kötek, 882 nüf. (1990). K Ö T E K B A L IĞ I a. Zool. MİNAKOP’un eşanlamlısı. KÖ TE N a. Yörs. Büyük saban, pulluk. K Ö T H E N İM A N H A L T , Almanya nın Saksonya-Anhalt eyaleti sınırları için­ de yer alan kent, Magdeburg'un güne­ yinde; 35 100 nüf. Bölge müzesi (J.S. Bach salonu). Takım tezgâhlar (maden ocakları, kâğıt sanayisi ve tarım için) ve kimya sanayisi. K Ö T İO İT a. (fr. koettigite). Miner. Hidrat­ lı doğal çinko arsenat. K Ö T L U M (Jöhannes Jönasson ür), İz­ landalI şair (Dalir 1899 - Reykjavik 1972). Reykjavik'te öğretmenlik yaptı, daha son­ ra kendini yalnızca edebiyat çalışmaları­ na verdi. Aşırı sol görüşü benimsemiş olan yazar, yapıtlarıyla toplumsal kavga­ lara katıldı, ama ülkesinin doğal güzellik­ lerini dile getirmeyi de ihmal etmedi, ilk yapıtlarında geleneksel bir üslup (la Chanson du bouton d'or [fr. £ev.], 1952) kulla­ nan Kotlum, daha sonra Avrupa'daki modernist akımlardan (Sjödaegra, 1955) et­ kilendi. KÖ TÜ sıf. 1. iyi yapılmamış, kusurları, ek­ sikleri olan bozuk ya da iyi çalışmayan şey için kullanılır: Kötü malzeme. Kötü bir bel­ lek. Elektrik tesisatı çok kötü. Ev çok kötü durumda. —2. Kötülük yapmaktan, baş­ kasına zarar vermekten tat alan, bile bile kötülük yapan kimse, o kimsenin karak­ teri için kullanılır: Sakın ona güvenme çok kötü bir insandır. Kötü ruhlu bir adam. — 3. Değsfi hakkında, olumsuz yargılara va­ rılan, değerce düşük olan şey için kulla­ nılır; değersiz, kalitesiz: Kötü bir roman. Kötü bir şarap. Kötü bir çalışma. —4. Yan­ lış ya da kurallara aykırı olan şey için kul­ lanılır; hatalı: Kötü bir türkçeyie konuşmak. İngilizcesi çok kötü. —5. istenen, bekle­ nen, aranan nitelikte olmayan şey için kul­ lanılır: Işık çok kötü, fotoğraf çekemeyiz. —6 . Zarar verme isteği ve amacıyla ya­ pılan şey için kullanılır: Kötü niyetle hare­ kete geçmek. Bu işte kötü bir amaç se­ zinledim. —7. Elverişsiz, uygunsuz, yer­ siz ve gereksiz şey için kullanılır: Onunla konuşmak için kötü bir zaman, kötü bir gün seçtiniz. —8 . Tatma, koku alma ve işitme duyularına hoş gelmeyen bir şey için kullanılır: Kötü kokular Balığın kötü bir tadı var. Davette verdiğin yemek çök kö­ tüydü. Çok kötü bir sesi var. —9. Esenlik içinde ve sağlığı yerinde olmayan kimse­ nin durumu için kullanılır: Bugünlerde çok kötüyüm. Sağlığı çök kötü. Hastanın du­ rumu çok kötü. — 10. Kaba, çirkin ya da karşısındakini kıran söz ya da davranış için kullanılır: Kötü sözler söylemek. — 11. Bir işin gerektirdiği ya da o işten bekle­ nen nitelikleri taşımadığını ortaya koyan kimse için kullanılır: Kötü bir romancı. Kö­ tü bir işadamı. — 12. Yasaya, ahlaka, ge­ nel değerlere aykırı olan şey için kullanı­ lır: Kötü yollara sapmak. Hakkında kötü şeyler işitiyorum. — 13. Mutsuzluk veren,



dayanılmaz gelen, üzüntü, güçlük, acı vb. akla getiren şey için kullanılır: Kötü b ir on beş dakika geçirmek. Kötü bir gece. Kö­ tü b ir tatil. — 14. Korku ve endişe veren, üzüntüye mutsuzluğa, acıya yol açan şey için kullanılır: Kötü bir haber. — 15. Zararlı etkileri olan ya da olacağı düşünülen kim­ se ya da şey için kullanılır: Kötü arkadaş­ lar edinmek. Kötü alışkanlıklar. — 16. Ha­ vaların iyi gitmediği bir mevsim, bu özelli­ ği taşıyan hava durumu için kullanır: Kö­ tü havalarda sokağa çıkmamak. Kötü bir kış geçirdik. — 17. Hiçbir değer taşıma­ yan ya da değerce yetersiz olan şey için kullanılır: Kötü bir not. Matematikten alı­ nan kötü notlar. Kötü bir puan. — 18. Bir durumun, bir hastalığın ağır, çetin oluşu­ nu vurgular: Kötü bir gribe yakalanmak. — 19. 'Bir kimseye kötü gözle bakmak, ona olumsuz bir önyargıyla bakmak: Hapisaneden çıktığı için herkes ona kötü gözle bakıyordu; karşı cinsten birini baş­ tan çıkarmaya niyet etmek ve bu niyetini gösterecek biçimde davranmak: Komşu­ nun kızına kötü gözle bakmak. || Kötü gün, acılı, üzüntülü, mutsuz gün: Tanrı bir da­ ha böyle kötü günler göstermesin. || Kötü huylu, aksi, huysuz kimse için kullanılır. || Kötü kadın, orospu. || Kötü kalpli, kötü yü­ rekli, başkaları için iyi şeyler düşünmeyen kimse için kullanılır. || Kötü kişi olmak, söz­ leri ve davranışlarıyla başkalarının düş­ manlığını üzerine çekerek sevilmez insan durumuna gelmek: Onlar yine dost oldu, bizse kötü kişi olduk. |j Kötü yola düşmek, söz konusu kadın ya da kızsa, orospulu­ ğa başlamak. || Kötü yola sapmak, dürüst olmayan, yasadışı işler yapmak: Son yıl­ larda kötü yola saptı. — Etnogr. Kötü ruh -» RUH. —Huk. Kötü niyet, bir kişinin isteklerinin haksız olduğunu bilmesi. (Eşanl. SUİNİ­ YET.)



♦ a. 1. iyinin, erdemin, ahlakın karşıtı: İyiyi kötüyü ayırt etmek. —2 . iyi, erdemli olmayan kimse (genellikle çoğul): Kötüleri cezalandırmak. Filmin sonunda kötüler cezalarını buluyor. —3. Kötü şey: Malın kötüsü hemen anlaşılır. —4. (Bir sözü, bir davranışı) kötüye çekmek, ona olumsuz bir anlam yüklemek: Kötüye çekiyorsun, ben öyle bir şey söylemek istemedim. || Kötüye gitmek, bir durumdan bir işten söz ederken, olumsuz bir doğrultuda geliş­ mek: Bu sıralar her şey kötüye gidiyor. || Kötüye işaret, kötü bir durumun belirtisi sayılan bir şeyden söz ederken, kullanılır. || Bir şeyi kötüye kullanmak, ondan kendi çıkarı doğrultusunda yararlanmak; suiis­ timal etmek: iyi niyetleri kötüye kullanmak. || Aklını, kafasını, bilgisini kötüye kullan­ mak. ondan kötü bir iş yapmak için ya­ rarlanmak. || Bir şeyi kötüye yormak, on­ dan geleceğe ilişkin olumsuz bir sonuç çı­ karmak. ♦ be 1. Bir şeyin beklenene uygun ol­ madığını, yetersiz kaldığını belirtir: Televiz­ yon kötü gösteriyor. Elbise üzerinde çok kötü duruyor. —2. Doğru olmayan, kusur­ lu, hatalı, yanlış: İngilizceyi kötü konuşu­ yor. —3. Mutsuzluk, güçlük, acı, üzüntü içinde: Kışı kötü geçirdik. —4. Aşırı de­ recede, çok; fena: Çocuk çok kötü yan­ mış. —5. Bir sözü güçlendirmek için kul­ lanılır: Ne kötü! —6 . Bir kimseye, bir hay­ vana kötü davranmak, ona sert, kırıcı bi­ çimde davranmak; şiddet kullanmak: Ço­ cuklarına çok kötü davranan bir baba. Hayvanlara kötü davranmayınız. || (Bir kimseyi) kötü etmek, bir kimsenin duygu­ larını olumsuz yönde etkilemek, onu sars­ mak: Adamı kanlar içinde görmek onu kö­ tü etmişti; bir kimseye söylenen korkutma sözü: Fazla konuşma, sonra kötü ederim haa... || Kendini kötü hissetmek, ruhsal ya da fiziksel yönden rahatsızlık duymak: Bu­ gün hiç keyfim yok, kendimi çok kötü his­ sediyorum. || Kötü gitmek, yolunda gitme­ mek, aksamak: İşlerim kötü gidiyor. || Kö­ tü kötü, kötü niyetle, ya da üzüntülü ve kaygılı bir biçimde. || Kötü kötü düşünmek, üzüntü ve sıkıntı veren düşüncelere dal­



7069



mak: Bir kıyıya çekilmiş, kötü kötü düşü­ nüyordu. || Bir kimseyi kötü kötü konuştur­ mak, istemediği sözler söylemesine ne­ den olmak: Şimdi beni kötü kötü konuş­ turma. || Kötü olmak, düzelmesi güç bir ni­ telik almak: O olaydan sonra daha da kö­ tü oldu çıktı; beğenilecek biçimde olma­ mak: Çok özen gösterdim, kötü oldu yi­ ne; beklemediği bir davranış karşısında kırılmak, bozulmak: Beni azarlayınca çok kötü oldum. || Bir kimse için kötü söyle­ mek, konuşmak, bir kimsenin beğenilme­ yecek davranışları bulunduğunu söyleye­ rek onu yermek, kötülemek; dedikodu yapmak. —Huk. Hakkın kötüye kullanılması, hak sahibinin, bu hakkını iyi niyet kurallarını çiğneyerek başkasına zarar verecek bi­ çimde kullanması. (Hakkın suiistimali de denir.) [Bk. ansikl. böl.] || Yetkinin kötüye kullanılması, kamu görevlisinin yetkisini aşarak keyfi işlemler yapması. (Kamu gö­ revlilerine tanınan yetkiler, kamu hizmeti­ nin yerine getirilmesi amacına dayanır. Memurların kendilerine tanınan yetkileri kötüye kullanmaları, keyfi işlem yapmala­ rı suçtur [Türk cez. k. md. 228].) [Nüfuz suiistimali de denir.] —ANSİKL. Huk. Hakkın kötüye kullanılma­ sından söz edilebilmesi için şu iki koşu­ lun gerçekleşmesi gerekir: 1. hakkın kul­ lanılması başkasına zarar vermeli; 2. bu kullanma hak sahibine bir yarar sağlamamalıdır. Herkes, haklarını kullanır ve Borç­ larını yerine getirirken iyi niyet kurallarına uymakla yükümlüdür. Bir hak sadece başkasına zarar vermek amacıyla kulla­ nılamaz. K Ö TÜ B E S LE N M E a. Fizyolojistlerce belirlenmiş normale uymayan ve nicelik ve / ya da nitelik bakımından kötü den­ gelenmiş bir besin aliminin sonucu olan beslenme durumu. (Yetersiz beslenme, aşırı beslenme ve besinlerin kötü soğurulması da kötübeslenme kavramına girer.) —ANSİKL. Besin eksikliğine bağlı birçok kötü beslenme tipi vardır. Protein eksikliği, ya da kuaşiorkor, en çok sütten yeni kesilmiş çocuklarda olur: çünkü bu dönem, çocuğun proteince zengin sütlü bir beslenme rejiminden bir­ denbire proteince fakir tahıl ya da yum­ rulu sebze çorbalarıyla beslenmeye geç­ tiği, oysa protein gereksiniminin çok yük­ sek olduğu bir dönemdir. Kalori eksikliği, ya da arıklık, düşük ka­ lorili bir beslenmenin sonucudur ve özel­ likle sindirim olanaklarına ve beslenme gereksinmelerine uygun olmayan besin­ lerle beslenen bir yaşından küçük çocuk­ larda görülür. Bu hastalık genellikle anne sütü almamış çocuklara özgü olmakla bir­ likte, daha büyük çocuklarda, hatta açlık dönemlerinde erişkinlerde de olabilir. Genellikle protein ve kalori eksikliği bir­ likte olur ve bu duruma protein-enerji kö­ tü beslenmesi denir. Birçok ülkede insanlar arıklık ya da kuaşiorkorun son evresine varmazlar, ama yavaş ilerleyen bir boy-ağırlık gelişim rit­ mi, genetik potansiyellerinin altında bir bedeni gelişme, dokuların olgunlaşmasın­ da bir gecikme, hatta çalışmalarında bir verim düşüklüğü gösterirler. Bu insan top­ lulukları yıllardan beri yetersiz ve denge­ siz besin almaktadırlar ve açık kötübes­ lenme belirtileri göstermemekle birlikte, bu nitel ve nicel yetersiz beslenme durum­ larına en iyi biçimde uyum sağlayabilmek için sanki gelişmelerini durdurmuş gibidir­ ler. Beslenme, sosyo-ekonomi ve sağlık koşulları iyileştiğinde, bu toplulukların boy -ağırlık gelişimi hızlanmaktadır. Gelişme yolundaki ülkelerde, kalori ve protein açı­ sından kötübeslenme durumunda bulu­ nan bireylerin sayısı, tahminlere göre 462 milyonla 1 milyar 300 milyon arasındadır; DSÖ’nün bir raporuna göre 1979’da gün­ de 40 000 çocuk açlıktan ölmekteydi. Kötübeslenme yalnız Üçüncü dünya ül­ kelerini değil, aynı şekilde gelişmiş ülke­ lerin yoksul tabakalarını da etkilemektedir.



bağlıdır; ama ur yayılmadan önce, zama­ Örneğin Fransa’da bile toplumun % 4 ila nında tedavi edilirse iyileşemeyeceği id­ 6 ’sının, yani 2 ila 3 milyon kişinin asgari dia edilemez. Bazı urlar sadece yerel ola­ yaşam koşullarının altında yaşadığı tah­ min edilmektedir; rak kötücüldür, bazı iyicil urlarsa bulun­ dukları yerden ya da salgı çıkardıkların­ Kötübeslenmenin bu ana tiplerine, ba­ dan dolayı kötü sayılabilir. zı vitamin ve maden eksiklikleri gibi, çok yaygın başka beslenme bozukluklarını da K Ö T Ü C Ü L L Ü K a. Patol. Kötücül bir eklemek gerekir. A vitamini eksikliği çok hastalığın ya da urun niteliği. sıktır ve körlükle sonuçlanabilen göz lezK Ö T Ü LE M E K g. f. Bir kimseyi kötüle­ yonları (kseroftalmi) yapar. Demir eksiklik­ mek, onun eksiklerini, kusurlarını, ona za­ leri, başta çocuklar ve doğurma çağında­ rar vermek amacıyla, ortaya dökmek; yer­ ki kadınlar olmak üzere birçok kişide göz­ mek, karalamaya çalışmak: Komşularını lenebilir. Ağır kansızlık anne ölüm ve has­ kötülemek, işyerindeki meslektaşlarını kö­ talıklarını artırır, çalışma yeteneğini ve bu­ tülemek. laşıcı hastalıklara direnci azaltır. İyot eksik­ liği ya da besinlerde guatr yapıcı madde­ ♦ gçz. f. 1. Bir kimse sözkonusuysa, lerin bulunması yüzünden yaklaşık 200 sağlıği bozulmak, zayıflamak; kötüleş­ milyon kişi endemik guatr hastasıdır. Be­ mek: Hasta giderek kötülüyor. —2. Bir şey lirtiler, en başta tiroit bezinin büyümesi, sözkonusuysa, kötüye gitmek, bozulmak: ama özellikle beden ve zekâ gelişmesin­ Ailesinin durumu giderek kötülemişti. deki, orta derecede zekâ geriliğinden kreGözleri artık iyice kötüledi. —3. Hava söz­ tinizme kadar varan, az ya da çok ağır bo­ konusuysa, kapanmak, bozmak. zukluklardır. Bunlara D vitamini eksikliği­ ♦ kötülenm ek edilg. f. Hakkında kötü ne bağlı raşitizm de eklenebilir. sözler söylenmek: Çok az tanıdıkları bir in­ Kötübeslenmeyle mücadele, her bölge sanın bu kadar ve bu biçimde kötülenme­ ve her insan topluluğuna özgü hastalık sine tahammül edemiyordu. tablolarının tanınmasıyla başlar. Uygun bir ♦ kötületm ek ettirg. f. Kötü bir duruma tedavi uygulamak ve kötübeslenmeye düşürmek. bağlı bulaşıcı hastalıkları ve asalak sorun­ larını göz önüne alarak kesin bir koruma K Ö T Ü LE N M E K - KÖTÜLEMEK. programı planlamak için böyle bir incele­ K Ö TÜ LE Ş M E a. Kötüleşmek eylemi. meye muhakkak gerek vardır. Ayrıca has­ K Ö T Ü LE Ş M E K gçz. f. 1. Bir kimseden talanmaya özellikle eğilimli toplumsal söz ederken, sağlığı bozulmak: Ameliyat­ grupları, yüksek riskli yaşları, en çok ölüm tan sonra hastanın durumu daha da kö­ .gözlenen mevsimleri belirlemek çok ve tüleşti. —2. Bir şey sözkonusuysa, kötü çeşitli olan nedenlere teşhis koymak ister. duruma gelmek: Şirketin durumu çok kö­ İklimler, tarım teknikleri, tek ürünlü ta­ tüleşti. Havalar kötüleşiyor. rım, toprakların yoksullaşması kötübeslen­ menin temel nedenleridir, ama bunda ♦ kö tü le ştirm e k ettirg. f. Bir şeyi kötü­ köylülerin kendi beslenme gereksinimle­ leştirmek, onu kaygı verici dayanılması rine göre değil, kentlerin ve sanayileşmiş güç bir duruma getirmek: Bu anlaşmaz­ ülkelerin istemlerini karşılamak için üretim lık uluslararası durumu daha da kötüleş­ yapmalarının da payı vardır. Aralarında tirdi. ilaçlar hastanın durumunu kötüleş­ bazen en verimli alanların da bulunduğu tirmekten başka bir işe yaramadı. birçok tarım toprağı, besin değeri yüksek K Ö T Ü LE Ş T İR M E K - KÖTÜLEŞMEK. ürünler yerine en çok gelir getiren bitkile­ rin tarımına ayrılmıştır. Ekili toprakların da­ K Ö T Ü LE T M E K - KÖTÜLEMEK. ğılımı, üretkenlik, dışalımlar, dışsatımlar ve K Ö T Ü LE Y İC İ sıf. Kötüleyen, yeren söz, uluslararası alışverişlerin yönlendirilmesi yazı vb. için kullanılır: Bir kimseyi kötüle­ de aynı sorunla ilgilidir. yici sözler söylemek. Başta, aile düzeyinde mali kaynakların K Ö T Ü LÜ K a. 1. Kötü olma durumu ve çok zayıf olduğu kent alanlarında olmak niteliği: Havaların kötülüğü. Kötülüğü göz­ üzere sosyo-ekonomik nedenlerin de et­ lerinden okunuyor. —2. Zarar verecek, kili olduğu söylenebilir. Ancak, anne sü­ kötü bir davranış: Onun hiç kötülüğünü tüyle besleme alışkanlığındaki ürkütücü görmedim. —3. (Birine) kötülük etmek, azalmanın ve ailelerin ve sorumluların, ye­ yapmak, bir kimseye zarar vermek, kötü rel besinlerin daha iyi kullanılması ama­ bir davranışta bulunmak: Kimseye kötü­ cıyla (hayvansal ve bitkisel proteinlerin ta­ lük etmezdi. mamlayıcılığı, yeterli kalori alımı, beslen­ —Ed. Kötü eylemlerin, eğilimlerin tümü: menin çeşitlendirilmesi, meyve ve sebze Kötülük ve erdem. tüketilmesi) çocukların ve gebe ve emzi­ ren kadınların besin gereksinimleriyle il­ ■ —Fels. iyiliğe, erdeme karşıt olan; ahlaka gili bilgilerin eksikliği de gözden uzak tu­ aykırı gelen: İyiliği kötülükten ayırt etmek. Kötülüğe karşı kötülük yapmak. Kötülük tulmamalıdır. ruhu. Bunda ne kötülük var? (Bk. ansikl. K Ö T Ü C Ü L sıf. 1. Başkalarının kötülüğü­ böl.) nü isteyen kimse, bu kipnsenin tutumu için —ANSİKL. Fels. Kötülük, her zaman iyilik kullanılır: Kötücül bir adam. Kötücül dav­ göz önünde tutularak, ona oranla kavra­ ranışlar. Öne sürdükleri, ilk bakışta kötü­ nılmıştır. Örneğin Platon'da kötülük, idecül düşünceler gibi görülebilir. —2. Ya­ alar âleminin yabancısıdır, insanda kötü­ şamsal bir tehlike gösteren hastalık ve ur­ lüğün bulunması, bedenine bağlı olan ru­ lar için kullanılır; habis: Kötücül bir tümör. hunun, bir madde ve idea, kötülük ve iyi­ —Patol. Çok ağır bir hastalık ya da kan­ lik karışımı üretmesinden ötürüdür. Öyley­ serli bir ur için kullanılır. (Eşanl. HABİS.) se, kötülükten kurtulmak için dünyanın [Bk. ansikl. böl.] maddeselliğinden kaçmak, idealar âlemi­ —ANSİKL. Patol. Bir mikrobun hastalık ne yücelmek gerekir; çünkü "kötülüğün yapma bakımından kötücül özelliği akut ortadan kalkması olanaksızdır; iyiliğin bir grip salgınlarında görüldüğü gibi zaman karşıtı her zaman var olacaktır. Kötülüğün zaman ortaya çıkabilir. Bundan başka, ba­ tanrılar arasında yer alması da olanaksız­ zı stafilokok ve anaerobi bakterilerde ol­ dır. Demek ki, kötülük, zorunlu olarak, duğu gibi, birçok, hatta tüm antibiyotik­ ölümlü doğada ve bu dünyada dolaşır. Bu lere direnç gösterebilen mikrop türleri tek da ne yönde bir çaba harcamamız gerek­ bir hastada da aynı kötücül davranışı gös­ tiğini gösterir: bu dünyadan yukarıya doğ­ terebilir Kötücül durumların ortaya çıkışın­ ru olabildiğince hızlı kaçıp kurtulmak" da yaş (ihtiyarlar), daha önce geçirilmiş (Theaitetos, 176). hastalıklar, savunma güçlerindeki zayıfla­ Klasik felsefe, kötülüğü, insan duyarlı­ ma (özellikle bağışıklık sistemi yetersizlik­ ğının sonuçlarından biri olarak görür; ay­ leri) ve kılcal damar dolaşım bozuklukları rıca, kötülüğün dünyadaki varlığını açık­ gibi organizma etmenleri de rol oynar. Sa­ lamaya, hatta onu haklı göstermeye çalı­ katlarda, alkoliklerde ve yaşlılarda görü­ şarak, Tanrı'nın ondan sorumlu tutulama­ len kötücül hastalık türleri (kötücül kızıl, kö­ yacağını ileri sürer. Örneğin Leibniz, kö­ tülüğün var olmasının, Yaradan’a karşı bir tücül ödem) bunlara örnektir. eleştiri nedeni olamayacağını, kötülüğün Bir urun kötücüllüğü kanserli yapısına



dünyanın yapısında mantıksal olarak içe­ rilmiş bulunduğunu ve sonuç olarak dün­ yanın olabilecek dünyaların en iyisi oldu­ ğunu kanıtlamaya çalışır. Leibniz'e göre, kötülük, uyuırTa belirginlik kazandıran bir uyumsuzluktan başka bir şey değildir (ThĞodicöe denemeleri, 12) ve eğer gü­ nah olmasaydı, dünya şimdiki kadar gü­ zel olamazdı. "Kusursuz bir birliğe sahip bir sistemde düzensizliklerin olmaması gerektiği ileri sürülerek bana itiraz edile­ bilir. Ama ben buna, kusursuz bir birliğin bir düzensizlik olacağı biçiminde cevap veririm, çünkü böyle bir şey uyum kural­ larını sarsar” (ay. ypt. 211). Leibniz'e gö­ re, yerel uyumsuzluklar, ancak tümsel uyuma hizmet etmek için ortaya çıkar ve onun içinde eriyip giderler. Üstelik kendi başına ele alındığında, kötülük "hemen bir hiçtir", çünkü pozitif bir gerçekliği ol­ saydı, Tanrı onu isteyemezdi. Nitekim, tıpkı bir müzisyenin uyumsuzu ancak uyum el­ de etmek için istemesi gibi. Tanrı da kö­ tülüğü, arızi durumlar dışında, hiçbir za­ man istemez. Kısaca, Tanrı kötülüğü iste­ mez; ve eğer yaratılışta onun varlığına göz yummuşsa, yaratılmış şeyler dizisinde gerçek bir yetkinliğe ancak onunla vara­ bileceği için yapmıştır bunu. Nietzsche ile bir kopukluk ortaya çıkar: kötülük sorununu bir saplantı biçiminde kafasında taşıyan filozof, mutlak kötümser­ liği benimser ve sanat yoluyla kaçışta bu­ na bir çare bulacağını sanır: "Gerçekten de, bu kitap, başından sonuna kadar olup biten her şeyin arkasında tek bir anlam­ dan, sanatkârca bir art anlamdan başka bir şey görmemektedir, isterseniz buna bir ‘tanrı’ diyebilirsiniz; ama kendiliğinden an­ laşılacağı gibi, sanatçı bir tanrıdır bu; as­ la vicdan ve ahlak diye bir şey tanımayan ve ister iyilik ister kötülük yapsın [...], her durumda yalnızca sağlayacağı doyumu ve kendi egemenliğini düşünen bir sanat­ çı tanrı" (Die Geburt der Tragödie oder Griechentum und Pessimismus [Trajedi­ nin doğuşu ya da hellenizm ve kötümser­ lik], “ Önsöz"). Demek ki, bir tanrı da kötülük yapabi­ lirdi. Bu durumda, felsefeye düşen iş, yü­ ce bir varlığa başvurmaksızın düşünmek­ ti. Felsefenin, kötülük sorununu yalnızca bireyin özgürlüğü çerçevesi içinde düşün­ mesi gerekiyordu. Nitekim, j.-R Sartre'ın kişilerinden biri böyle yaptı: “ Kimsenin öğüt vermeye hakkı yoktu, iyilik ve kötü­ lük onun için ancak o bunları icat ettiği öl­ çüde vardı." K ö tü lü k ç iç e k le r i (les Fleurs du mal), Charles Baudelaire’in şiir kitabı. 1857’de yayımlanan kitap, 1858’de toplum ahlak ve törelerine aykırı olduğu gerekçesiyle kovuşturmaya uğradı; 1861’de 35 yeni şi­ irin eklenmesiyle, ikinci baskısı yapıldı. 1868’de, şairin ölümünden sonra çıkarı­ lan baskısında, kitap son biçimini aldı. Kö­ tülük çiçekleri 136 şiirden oluşur ve altı bö­ lüme ayrılır: Sıkıntı ve Ülkü, Paris'ten tab­ lolar, Şarap, Kötülük çiçekleri, isyan, Ölüm. Bu şiirlerde insanın sefaleti ve bu durumdan kurtulmak için harcadığı çaba­ lar anlatılır. Bunalımların dile getirdiği so­ rular birbirini izler ama yanıtsız kalır ve do­ ruğa ulaştığını sanan insan, tekrar tekrar hiçliğe yuvarlanarak ezilir. Yapay ya da do­ ğal kurtuluş yolları çoktur. Ama, bize iha­ net etmeyecek tek yol sanattır ve Baudelaire, aradığı güzelliğe, klasik sayılabilecek sözcük seçiminden çok, rastlaşmaların uyumu ve kıta düzenlerinin çeşitliliğiyle ulaşır. Hugo’nun deyişiyle “ yeni bir ürperti" yaratan bu şiirler, “ benzeşimler” i keşfederek, şiire simgecilik yolunu açmıştır. ‘ K Ö TÜ LÜ K Ç Ü sıf. Kötülük yapabilecek yaradılışta olan, şerir. K Ö T Ü M S E M E K g. f. Bir şeyi kötümsemek, onu yalnızca olumsuz, kötü yönle­ riyle ele almak, kötü görmek. K Ö TÜ M SE R sıf. Her şeyi olumsuz yö­ nüyle ele alma, ya da belli bir işin sonu­



Reunion des musğes nationaux



nu kötü görme eğiliminde olan kimse, bu kimsenin davranışları, sözleri, bakış açısı için kullanılır; karamsar: Ben bu konuda senin kadar kötümser değilim, her şey bir anda düzelebilir. Kötümser bir yorum. ♦ sıf. ve a. Felsefi kötümserliği benim­ semiş kimse için kullanılır. K Ö TÜ M SE R LE Ş M E K gçz. f. Bir kim­ se sözkonusuysa, kötümser duruma gel­ mek; .karamsarlaşmak. K Ö TÜ M S E R LİK a. Her şeyi olumsuz yönüyle ele alan ya da belli bir işin kötü bir biçimde sonuçlanacağına inanan bir kimsenin eğilimi; karamsarlık. —Fels. Her şeyin kötü, hatta olabildiğin­ ce kötü olduğu ya da kötülükler toplamı­ nın, iyilikler toplamından ağır bastığı gö­ rüşünü savunan felsefe öğretisi. || Mizacı gereği ya da düşünüp taşındıktan sonra, olayların ya da durumun kötü bir sona va­ racağını ileri süren ya da her zaman en kötü olayı, en kötü durumu öngören kim­ senin eğilimi. K Ö TÜ R Ü M sıf. (esk. türkç. kötrüm, üze­ rinde oturulan yer, kerevet’ten). 1. Yaşlı­ lık, kaza ya da hastalık nedeniyle bacak­ larını kullanamayan, yürüyemeyen kimse, sakat olan bacakları için kullanılır: Yaşlı, kötürüm bir adam. —2 . İşlemeyen, iş gö­ remez durumda olan: Grevler nedeniyle işyerleri kötürüm durumda. —3. Kötürüm olmak, kötürüm kalmak, sakatlık, yaşlılık nedeniyle yürüyemez duruma gelmek: Kazadan sonra kötürüm kaldı. —Hırist. Kötürüm mucizesi, İsa peygam­ berin gerçekleştirdiğine inanılan mucize. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. İsa Kefernahum’a girdiği za­ man, Kefernahum Centurionu diye anılan bir yüzbaşı, peygamberi bularak inmeli hizmetçisini iyileştirmesini istedi. Yüzbaşı­ nın inancına hayran kalan İsa: “ Git, sana iman ettiğin gibi olsun” dedi ve adamın hizmetçisi iyileşti (Matta, VIII, 5-13). Bu hi­ kâye, aralarında Veronese’nin de bulun­ duğu (Prado, Dresden, Münih vb. müze­ ler) birçok büyük sanatçıya esin kaynağı olmuştur. K Ö T Ü R Ü M B A Y E Z İT (Celaiettin), Candaroğulları beyi (öl. Sinop 1385). Ba­ bası Adil Bey'in ölümü üzerine beyliğin başına geçti (1361). Başlangıçta Osman­ lIlarla iyi geçindi. Kadı Burhanettin’e kar­ şı damadı Amasya emiri Ahmet’i destek­ ledi; oğlu İskender Bey komutasında yar­



dımcı kuvvet gönderdi. Büyük oğlu Sü­ leyman Bey, kardeşi İskender Bey’i öldü­ rüp Murat l’e sığınınca OsmanlIlarla dost­ luğu bozuldu. Süleyman Bey'in Osmanlılar’dan sağladığı yardımcı kuvvetlerle Kastamonu'yu almasına ve beyliğini ilan etmesine engel olamadı; Sinop'a çekildi (1383). Ölümüne kadar Sinop’ta hüküm sürdü. K Ö TÜ R Ü M LEŞ M E K gçz. f. Kötürüm duruma gelmek. K Ö TÜ R Ü M L Ü K a. Kötürüm bir kimse­ nin durumu. K Ö V E S S VON K Ö V E S S H Â ZA (Hermann), avusturya-macaristan mareşali (Temesvâı; Timişoara, 1854 - Viyana 1924). Galiçya’da 12. Müfreze’ye komuta etti, sonra Novi Pazar ve Crna Gora'yı işgal etti (1915). Daha sonra İtalya cephesinde çar­ pıştı ve 1918 temmuzunda Conrad von Hötzendorf’un yerine Tirol ordularının ba­ şına geçti. 2 kasım 1918’de başkomutan oldu, hemen ardından müttefikler ile Padova mütarekesi'ni imzaladı (3 kasım 1918). K Ö V M (EL-), Orta Suriye’de Palmira yö­ resinde vaha. Bölgede Tarihöncesi döne­ me ait çok sayıda kalıntı vardır (kazılar J. Cauvin tarafından yapılmıştır). Vahadaki ana yerleşme, Yenitaş döneminde VII. binyıl’ın sonunda kuruldu. El-Kövm’deki bü­ yük höyükte yapılan sondajlar, çanak çömleksiz bir alt katmanın, sonra da dik­ dörtgen ve çokhücreli yapıların varlığını ortaya koydu. KÖY a. (fars. küy, mahalleden). 1. ida. huk. Cami, okul, otlak, yaylak, baltalık gi­ bi ortak malları bulunan ve toplu ya da da­ ğınık evlerde oturan insanların bağ, bah­ çe ve tarlalarıyla birlikte meydana getirdik­ leri, nüfusu iki binden az yerleşim birimi (Bk. ansikl. böl.) —2. Köy halkı: Düğüne bütün köy gelmişti. -‘-3. Köy düğünü, o yörenin geleneksel özelliklerine göre ya­ pılan düğün. || Köy odası -* köyodasi. || Köy yeri, köy: Köy yerinde herkes birbiri­ ni tanır. —Ed. Köy edebiyatı, köy çevresini konu edinen, köy yaşayışını anlatan edebiyat. (Bk. ansikl. böl.) || Köy romanı, kırsal ke­ simde yaşanan gerçekleri konu edinen to ­ rnan. (Bk. ansikl. böl.) —Eğit. Köy demirciljği ve marangozluğu gezici kursları, özellikle kent ve kasabala­ rın uzağında bulunan köylerde yaşayan-



Kötülükleri kovarken Montegna'rıın yapıtı (1500 dolayları) tuval özerine tempera Louvre müzesi, Paris



ların, kendi araç ve gereçlerinin bakım ve onanmını gerçekleştirebilecek bilgi ve be­ cerilerle donatılmasını amaçlayan gezici kurslar. (İlkokulu tamamlamış köy çocuk­ ları ile 45 yaşını geçmemiş yetişkinlere açık olan bu kurslar çeşitli illerde etkinlik­ lerini sürdürmektedir.) — Ekmekç. Köy ekmeği — e k m e k . —Kur. tar. Köy kethüdası, Osmanlı döne­ minde köylü ile devlet kurumlan arasında aracı olan kimse. (Köylerde vergi toplar, kaza meclisinde köyün, köylünün hakla­ rını savunur ve düşüncelerini aktarırlardı. Bu görevlilere daha sonra “ muhtar" adı verildi.) —Psik. ve Ruhbil. Köy testi, yansıtmalı test. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ed. • Köy edebiyatı, tam anla­ mıyla öğretici olabilmesi (Vergilius, Georgica), dinsel, bölgesel, çeşitli uzantılar içinde yer alabilmesi (Hesiodos, işler ve günleı) ya da gejçekçi betimlemelere yol açabilmesiyle (Emile Guillaumin, la lHe d ’un simple), pastoral türün sınırlarını aşar. Daha dar bir biçimde anlaşılırsa, kır insanlarına gösterilen ilgi ve toprağa du­ yulan bağlılıkla belirginleşir. Türk edebiyatında köy yaşamına tanık­ lık eden temel ürünler halk şairlerinin ya­ pıtlarıdır. Köy çevresinden yetişmiş bu şa­ irler doğayı, mevsimlik göçleri, tarım ve hayvancılıkla ilgili üretim biçimini vb. ay­ rıntılarıyla yansıttılar. Halk edebiyatının ele aldığı bu konular Milli* edebiyat dönemin­ de kentli aydın şairlerce (Hecenin* beş şa­ iri) oldukça yüzeysel biçimde işlendi. Halk­ evleri çevresinde gelişen şiir hareketinin temsilcileri (A. K. Tecer, S. K. Çağlar vb.), bu yolu köye yönelik daha canlı gözlem­ lerden yararlanarak izlediler. Toplumcu şa­ irler (C. A. Kansu, M. Başaran vb.) köy gerçeklerini geniş biçimde işlediler. Ancak köy edebiyatının en verimli ürünleri köy enstitülerinden yetişen yazarların (M. Makal, T. Apaydın vb.) köy mektupları, daha geniş olarak da köy romanları oldu. • Köy romanı. Türk edebiyatında köy çev­ resini ve köy insanlarını ele alan ilk roman, Nâbizade Nâzım'ın Karabibik'idir (1890). Baş kişisi Antalya'nın Kaş ilçesine bağlı Beymelik köyünde yaşayan bir köylü olan bu küçük yapıtta, toprak yüzünden köy­ lüler arasındaki çekişme, üretim aracına (bir çift öküz) sahip olabilme, faiz, sağlık, evlilik gibi sorunlar konu edinilir. Günlük yaşama gerçekçi bir bakış yönelten yapıt­ ta yalın bir anlatım ve yer yer şive taklidi özellikleri dikkati çeker. E. H. Tepeyran'ın Küçük Paşa (1909) romanı,- Niğde’nin bir köyündeki yaşamı, savaş yıllarında aske­ re gidenlerin geride bıraktığı dertleri, yö­ netimin bozukluğunu, vergi borcu, sağlık, yol, yakacak gibi sorunları sergiler. Y. K. Karaosmanoğlu’nun Yaban'ı (1932), Kur­ tuluş savaşı sırasında Haymana ovası or­ talarında, Porsuk çayı yakınındaki köyde yaşayan bir kentlinin gözüyle köy gerçek­ lerini sergiler; köy insanlarıyla aydınlar ara­ sındaki çelişkileri canlandırır S. Ali'nin Kuyucaklı Yusuf u, Nazilli (Aydın) ve Edremit (Balıkesir) yörelerinin kasaba yaşamına ta­ nıklık ederken gerçeğe uygun köylü port­ releri de çizer. Gerçekçi ve toplumcu ede­ biyatın gelişimi boyunca özellikle 1950'yi izleyen 20 yıla yakın sürede köyle ilgili so­ runlar romanı besledi. Köy enstitüsü me­ zunu M. Makal’ın Orta Anadolu’ya ilişkin köy gözlemlerini derleyen Bizim köy (1950) yapıtının ardından, enstitülü pek çok yazar yetiştikleri, öğretmen olarak gö­ rev yaptıkları köylerle ilgili gerçekleri ro­ manlarında anlattılar. Bunlar arasında T. Apaydın içbatı ve Orta Anadolu’yu konu edinen Sarı traktör (1958), Yarbükü (1959), Ortakçının oğlu (1964), Define (1970) vb.; F. Baykurt içbatı Anadolu ve Ankara çev­ resini konu edinen Yılanların öcü (1959), Irazcanın dirliği (1961), Onuncu köy (1961), Amerikan sargısı (1967), Tırpan (1970) gi­ bi romanlarıyla dikkati çektiler. Onların ya­ nı sıra, gene köyden yetişmiş Yaşar Kemal Teneke (1955), Ortadirek (1960), Yer de­ mir gök bakır (1963), Ölmez otu (1968) gi­



bi romanlarıyla Çukurova ve Toroslar’ın in­ sanlarını, çeltik, pamuk tarlalarında çalı­ şan köylülerin güç yaşama koşullarını di­ le getirirken doğayı da şiirli bir betimleme ustalığıyla tanıttı. Cezaevlerinde yaşadığı yıllar boyunca Çankırı, Kastamonu, Ço­ rum dolaylarının insanlarını tanıyan ve on­ ları ekonomik, ahlaksal sorunlarla ilgili ola­ rak suça yönelten koşulları inceleyen Ke­ mal Tahir Yediçınar yaylası (1958), Köyün kamburu (1959), Büyük mal (1971), Sağırdere (1955), Körduman (1957) vb. gibi ro­ manları yazdı. Ancak eşraf-gerici din adamı-yönetici üçgeni çevresinde oluşmuş gösterilen toplumsal bozukluklann neden­ lerini, enstitülü yazarlardan farklı biçimde değerlendirdi. Örneğin, Bozkırdaki çekir­ dek (1967) romanında bir köy enstitüsü­ nün kuruluş serüvenini konu edinirken bu eğitim ve kalkınma modeline eleştiriler yö­ neltti. Orhan Kemal'in Bereketli topraklar üzerinde (1954) romanı, Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gelen köylülerin güç yaşam koşullarını, sorunlarını ele aldı. Köy çevresini yakından tanıyan Necati Cumalı Zeliş (ilk basımı Tütün zamanı adıyla, 1959) romanında Urla (İzmir); S. Kocagöz Yılan hikâyesi (1954), Bir karış toprak (1964), Bir çift öküz (1970) romanlarında Söke (Aydın); K. Bilbaşar Cemo (1966), Memo (1968-1969) romanlarında Doğu Anadolu köylerinin gerçekliklerini konu edindi. Ancak köyden kente göç, hızlı kentleşme ve bunun doğurduğu sorunlar­ la sanayileşmenin yoğunlaşmasıyla orta­ ya çıkan yeni gelişme modeli vb. koşul­ lar, 1970’lerden başlayarak köy romancı­ lığının yavaş yavaş etkinliğini yitirmesine yol açtı. —ida. huk. Köy, kamu idarelerinin en kü­ çüğü ve yerel yönetim birimlerinin en es­ kisidir. Köy yönetimi, 18 mart 1924 tarih ve 442 sayılı yasaya dayanır. Kırsal alan­ daki, nüfusu 150 ile 2 000 arasında olan yerleşim bölgelerine köy denir Bir kamu tüzel kişisi olan köyün yasaca belirlenmiş görev ve yetkileri vardır Köy idaresinin gö­ revleri, yasada zorunlu ve isteğe bağlı/Dİarak ikiye ayrılmıştır. Köyün zorunlu görev­ leri; köylülerin sağlık ve güvenliğine ilişkin görevlerle köyün okul, cami, yol ve ağaç­ landırma gibi bayındırlık işleridir Köyün is­ teğe bağlı görevleri ise: köylülerin toplum­ sal ve iktisadi gelişmesini sağlayacak et­ kinliklerdir. Köy tüzel kişiliğinin üç organı vardır: köy derneği, köy ihtiyar meclisi ve muhtar, köy derneği, seçim hakkına sa­ hip olan ve o bölgenin seçmen kütüğü­ ne kayıtlı olan köylülerden oluşur. Köy der­ neği, seçim dönemlerinde ihtiyar meclisi ile muhtarı seçer. Köy derneğinin seçim dışındaki görevleri şunlardır: muhtarın ödeneğini saptamak; köyün isteğe bağlı işlerini zorunlu olanlar arasına sokmak; merkez idaresi tarafından atanmış bir köy imamı yoksa onu seçmek ve ödeneğini belirlemek. Köy ihtiyar meclisi, köy derne­ ği tarafından seçilen üyelerle öğretmen ve imamdan oluşan bir karar organıdır, ihti­ yar meclisi muhtarın çağrısıyla haftada en az bir kez toplanır ve köyün işlerini görü­ şerek karara bağlar. Muhtar, hem köy ye­ rel yönetiminin hem de devletin merkez yönetiminin organı ve temsilcisidir. Muh: tarın köye ve devlete ilişkin olmak üzere İki tür görevi vardır. ( -> m u h t a r .) Köyün güvenlik işlerini köy torucuları sağlar. Köy korucusu, muhtarın emrinde olan silahlı bir kolluk kuvvetidir. Köy tüzel kişiliğinin ta­ şınır ve taşınmaz malları vardır. Yasaya gö­ re köyün malları ikiye ayrılır: orta malları ve öteki mallar. Köyün orta malları halkın yararlanmasına ayrılmış kamu mallarıdır. Öteki mallar ise, özel mallardan sayılır. Köy idaresinin gelirleri şunlardan oluşur: özel mallarının kira ve satış bedelleri, salma parası, para cezaları vb. Türkiye'de köyler, yönetsel bölünmenin en alt basamağını oluşturur. Köy kanunu’ na göre, nüfusu 2 000'den az olan yer­ leşmeler köy kapsamına girer, il ve ilçe merkezleri nüfusları bu rakamın altında da olsa köy sayılmaz; buna karşın yönetsel



bakımdan il ya da ilçe sayılmayan yer­ leşme birimleri, nüfusları 2 000 kişiyi geçse de köy sayılır. Türkiye'de kırsal yerleşmeler genellikle, çok sayıdaki par­ çalanmış ve nüfusça küçük birimlerden oluşur. Köylerin coğrafi dağılımına bakı­ lırsa, nüfusça küçük yerleşimlerin, ülke­ nin Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, İç Anadolu bölgesinin dağ­ lık ve ormanlık kuzey kesimlerinde ve Karadeniz bölgesinin özellikle Doğu Ka­ radeniz ve Orta Karadeniz bölümlerinde yoğunlaştığı görülür. Nüfusça büyük yer­ leşimlere ise, daha çok başta Ege ve Marmara bölgeleri olmak üzere, İç Ana­ dolu bölgesinin güney kesimleri, Çukuro­ va, Çarşamba ve Bafra ovaları gibi tarım­ sal üretimin yoğun olduğu yörelerde rastlanmaktadır. Yönetsel ölçüte göre köy tanımı, sosyal gerçekliği kavramada yetersiz kalmaktadır. 1990 yılında, nüfu­ su 5 000 kişiyi aşan ve ülkenin toplam köylü nüfusunun % 8,3'ünü barındıran 216 yerleşim, köy olarak kabul edilmek­ teydi. Bunların önemli bölümü, özellikle de nüfusu en kalabalık olanları, İstanbul, İzmir gibi büyük kentler çevresinde oluş­ muş yerleşmelerdi. Gerçekte bu yerle­ şimler, çevrelerinde bulundukları büyük kentlere göç eden nüfusun barındığı ve hızla gelişmeye devam eden gecekondu mahallelerinden oluşuyordu. Çoğu, daha 15-20 yıl öncesinde birer küçük yerleş­ meyken hızlı kentleşme sonucu büyü­ müş ve birer 'uydu kent'e dönüşmüştü. Bu gibi merkezler son yıllarda ilçe statüsüne k a v u ş t u r u l m u ş t u r . _______ ı ürkıye'de köyler, ekonomisi tarıma dayanan, geniş aile ve bireysel ilişkilerin yay­ gın olcfuğu ve işbölümünün gelişmediği yerleşme birimleridir. Türkiye'deki köylerin bir bölümünde bugün de geleneksel yön­ temlerle tahıl tarımı yapılmakta, kendi ken­ dine yeterli bir yaşam sürdürülmektedir. Bu nedenle çoğunluğu türdeş yapıdadır. Bununla birlikte tarımsal üretimin ve eko­ nomik koşulların yetersiz olduğu yöreler­ den kente ve yakın zamana değin yoğun bir biçimde süren başka ülkelere göç ol­ gusu, ülkenin toplumsal yapısını etkileye­ cek boyutlardadır. Anadolu’da köyler, yerleşme düzeni ba­ kımından temelde iki gruba ayrılır: toplu ve dağınık köyler. Toplu köyler daha çok Ege, Marmara ve iç Anadolu bölgelerin­ de, dağınık olanlar ise Karadeniz, Akde­ niz ve D. Anadolu'nun bazı yörelerinde yoğunlaşmıştır Toplu köy yerleşimi genel­ de bir merkez çevresinde, çember biçi­ minde kümelenmiş evlerden oluşur. Mer­ kezde cami, köy ağılı, kahve vb. tüm kö­ yün oftaklaşa kullandığı birimler yer alır. Evler dar bir alanda ve sıkışık düzende yerleşmiştir. Bu sıkışık konut gruplarını dar ve dolambaçlı yollar birbirinden ayırır. Kö­ yün çevresinde ise tarla, çayır ve meralar bulunur. Dağınık köy yerleşiminde ise ko­ nutlar birbirine uzaktır. Evler tüm köy ala­ nına dağılmıştır ve genellikle küçük tarım alanlarının ortasındadır. Köy tiplerinin en önemli belirleyicisi topografik yapı ve temel ekonomik üretim­ dir. Tarıma elverişli, düzlük alanlardaki köy­ lerin çoğunluğu toplu yerleşmedir. İç Ana­ dolu'nun yaygın biçimde tahıl tarımı ya­ pılan bölgelerinde dağınık köy yerleşme­ lerine hemen hemen hiç rastlanmaz. Da­ ğınık yerleşmeler ise daha çok engebeli, dağlık, tarım alanları küçük ve parçalanmış, yaygın olarak bahçecilik yapılan yö­ relerde yoğunlaşmıştır. Örneğin D. Kara­ deniz'de toplu köy tipine rastlanmaz. Orman varlığı oldukça sınırlı olan Türki­ ye’de köylerin önemli bir bölümü orman­ la ilişkilidir ve orman köyü sayısının gide­ rek arttığı görülmektedir. Bu artışın temel nedeni, 1950'lerde kırsal alanda başlayan topraksızlaşma ve makineleşmedir. Bu­ nun yanında nüfus artışı da bu süreci hız­ landırmıştır. Bu durum bir yandan orman varlığının azalmasına, öte yandan bura­ lara yerleşen nüfus açısından kimi temel sorunların ortaya çıkmasına neden olmak­



tadır. Nitekim orman köylerinin dik ve en­ gebeli, sert iklim koşullarının egemen ol­ duğu yörelerde kurulması ve çoğunlukla dağınık ve seyrek bir doku göstermesi, köye yönelik sosyal ve teknik altyapı hiz­ metlerinin buralara ulaşmasını güçleştir­ mektedir. Öte yandan yapılan araştırma­ lar, orman köylerinde hayvancılığın başta gelen ekonomik uğraş olduğunu, orman­ cılığın ikinci planda geldiğini ortaya koy­ muştur; bu da ormancılık ekonomisinin gelişmesini engellemektedir. Bu köyleri kalkındırmaya ve ekonomisini geliştirme­ ye yönelik çabalar bugüne değin yeter­ siz kalmıştır. 1980’den sonra köylere altyapı hizmet­ lerinin götürülmesine, tarımsal üretimin ye­ tersiz olduğu yörelerde iş olanaklannın ya­ ratılmasına, eğitim ve yerleşmeye yönelik temel gereksinimlerin karşılanmasına hız verilmiştir. Kimi zaman vatandaşların gö­ nüllü katkısından da yararlanılarak sürdü­ rülen bu çalışmalar, köylerin toplumsal ya­ pısında kimi değişikler yaratacak bir nite­ lik taşımaktadır. 1990 nüfus sayımına göre, Türkiye'de bulunan 36 226 köyde 23 146 684 kişi yaşamaktadır. Köy nüfusunun genel nü­ fus İçindeki payı, 1927-1950 yılları ara­ sında % 75,8'den ancak % 75'e düşmüş­ tür. 1948'de Marshall programının uygu­ lanmaya konulmasına koşut olarak baş­ layan tarımda makineleşme İle, Türki­ ye'de kırsal alandan kentlere doğru bü­ yük ölçüde göç başlamış, köy nüfusu­ nun genel nüfus içindeki payı, zamanla gerileyerek 1960'ta % 68'1'e, 1970'te % 61,5'e, 1980'de % 56,1 'e, 1990'daysa % 41'e inmiştir. Toplam köy nüfusunun bölgelere göre dağılımında % 24,3 payla İç Anadolu böl­ gesi başta gelmekte, onu Karadeniz kıyı­ ları (% 19,1), Doğu Anadolu (% 165), Mar­ mara ve Ege kıyıları (% 14,9), Akdeniz kıyısj.(% 8,9), Batı Anadolu (% 8,3), Güney­ doğu Anadolu (% 4,7) ve Trakya (% 3,3) bölgeleri izlemektedir. Bölgelerin toplam nüfusu içinde köy nüfuslarının payı ise: Karadeniz kıyı bölgesinde % 68,2, Doğu Anadolu'da % 62,5, Batı Anadolu’da % 55,9 iken Akdeniz kıyısı, iç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde % 45 ve Ege kıyılarında % 36’ya, Trakya böl­ gesinde % 15'e düşmektedir. —Psik. ve Ruhbil. Köy testi. Dr. Arthus’un tasarladığı, öğrencisi Dr. Mabille'in daha kesin bir biçimde yeniden ele alarak ge­ liştirdiği bu test, üzerlerinde toplumsal iş­ levlerini (bakkal, kasap, belediye, okul, jandarma karakolu, kahve vb.) gösteren bir yazı taşıyan on sekiz binadan, yapıla­ cak bireysel evlerden, köprülerden, hay­ vanlar ve insanlar için çitlerden oluşur. Testten geçirilen öznenin, köyü kendi is­ tediği gibi kurması ve özellikle bu köyün çeşitli yönleriyle ilgili bir dizi soruya cevap vermesi gerekir. Köy testinin yorumu hem simgesel (özellikle grafolojideki uzay simgebiliminden esinlenir), hem de biçimsel­ dir (çeşitli köy tipleri kişilik tipleriyle birleş­ tirilir). [-» Kayn.] K öy e n s titü le ri, köy okullarına öğret­ men ve eğitmen yetiştirmek, yöre kalkın­ masında etkin bir görev üstlenmek üzere açılmış olan eğitim kurumlan (kuruluşu 1940). Bu konuda biri 17.4.1940 gün ve 3803 sayı ile, öteki 19.6.1942 gün ve 4274 sayı ile iki yasa çıkarıldı ve 30.11.1943 ta­ rihinde de ilköğretim genel müdürlüğü'nce "Köy okulları ve enstitüleri teşkilat ka­ nunu izahnamesi" yayımlandı. Köy ensti­ tülerinin hukuksal çerçevesini, bu iki ya­ sa ile adı geçen izahname oluşturur. Özel­ likle 71 maddelik 4274 sayılı yasada ve buna ilişkin izahnamede, konu ile ilgili he­ men bütün ayrıntılara yer verildi. ilköğretimin yaygınlaştırılması amacıy­ la harekete geçilmesi, 1931 ve 1935 CHP kurultaylarında alınan kararlara göre ge­ liştirilen “ eğitmen projesi” ne değin uza­ nır. Askerliğini onbaşı ve çavuş olarak ya­



pan yetenekli gençler devlet üretme çift­ liklerinde yetiştiriliyor ve atandıkları okul­ larda genel öğretimin yanı sıra tarımsal alanda da öncülük yapıyorlardı. 1936’da başlayan uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine, konuyu kapsamlı bir bi­ çimde ele alan 3238 (1937) ve 3704 (1939) sayılı yasalar çıkarıldı. Saffet Arıkan’ın Milli eğitim bakanlığı döneminde atılan bu adımlar, ismet İnönü’nün Cumhurbaşka­ nı ve Haşan Âli Yücel’in Milli eğitim baka­ nı oluşu ile ve ilköğretim genel müdürü İs­ mail Hakkı Tonguç'un mimarlığını yaptığı "köy enstitüleri projesi"ne dönüştü. Belli aşamalardan geçen bir örgütlen­ me sonucunda ortaya çıkması öngörülen "Köy enstitüsü bölgesi” kavramı, sistemin ana düşüncesini oluşturdu ve şu öğeleri kapsamına aldı: 1. köylerdeki birimler (okul, kurs, akşam okulu); 2. her 10-15 köy için bir bölge okulu; 3.15-30 köyü kapsa­ yan bir gezici başöğretmenlik; 4. 3-5 ge­ zici başöğretmenlik bölgesini birleştiren bir ilköğretim müfettişliği; 5, sayıları 10-20 arasında ilköğretim müfettişliğini kapsa­ yan köy enstitüleri bölgesi; 6. tüm bu ça­ lışmaların eşgüdümünden sorumlu İlköğ­ retim genel müdürlüğü. Köy enstitülerini bitirerek köylerde gö­ rev alacak öğretmen ve eğitmenlerin, ya­ salar ve izahname ile belirtilmiş olan gö­ revleri iki ana grup içinde toplanıyordu. Bi­ rinci grup görevler okul ve kurslarla ilgi­ liydi ve okulların, yalnız derslik olarak de­ ğil, köyün özelliğine göre teknik ve tarım­ sal çalışmaların yapıldığı birer eğitim mer­ kezi biçiminde çalışmasını amaçlıyordu. Köy okulu işliği de tüm köye hizmet vere­ cek şekilde donatılacaktı. Okulun ve öğ­ retmenin ikinci grup görevleri ise dışa dö­ nüktü ve köyde üretimin artmasına, eko­ nomik yaşamın gelişmesine ve koopera­ tifleşmeye yönelinmesini öngörüyordu. Böylece "canlı ve hareketli köy” kavramı­ nın oluşması sağlanmış olacaktı. Yasada çeşitli özendirme hükümlerinin yanında, çalışmaları baltalayanlar için ceza yaptı­ rımları da yer alıyordu. Sistemin önemli öğelerinden biri de, bölge okullarıydı. Bunların, küçük birer enstitü gibi çalışması planlandı. Pansiyon­ lu olanlara kabul edilecek yetenekli köy çocuklarının yiyeceklerini ve yatak takım­ larını sağlamak görevi, köy ihtiyar heyet­ lerine verildi. Köy enstitülerini bitiren öğrencilere, ata­ nacakları kendi köylerinde, olanak yoksa en yakın köyde toprak ve ev sağlanacak ve kendilerini geçici birer memur olarak görmeleri önlenmiş olacaktı. Öğretmen ve eğitmenler, köyün altyapı taşlarından biri haline getirilmek suretiyle, çeşitli baskı gruplarının etkisiyle ya da başka neden­ lerle yerlerinden edilme kaygısından uzak, güven içinde çalışacak ve yabancılaşma sorunu ile karşı karşıya kalmayacaklardı. Köy enstitülerine 5 yıllık köy okulunu bi­ tirenlerle 3 yıllık köy okullarından çıkıp 2 yıl hazırlık sınıfı okuyan çocuklar alınıyor­ du. Eğitim süresi 5 yıldı. 1946-1947 ders yılına değin köy enstitülerinden 5 447 köy öğretmeni, 8 756 eğitmen, 541 sağlık me­ muru yetişti. Sayıları önceleri 14 olarak dü­ şünülen ve sonradan 20 oiarak gerçek­ leşen enstitülerde genel bilgi ve kültür derslerinin yanı sıra tarımsal ve teknik bil­ giler, beceriler kazandırmaya yönelik uy­ gulamalı derslere büyük ağırlık verildi. Bu uygulama çalışmaları ile enstitülerin altyapı sorunları da büyük ölçüde çözüm­ lenmiş oluyordu. Başlangıçta çeşitli yük­ sek ve orta düzey meslek okullarından karşılanan öğretmen gereksinimi, yeni bir kuruluşu zorunlu kılıyordu. Köy enstitüle­ rine öğretmen yetiştirmek ve projenin yü­ rütülmesine ilişkin araştırmalar yapmak üzere, 1942-1943 öğretim yılında, Hasanoğlan yüksek köy enstitüsü açıldı. Siyasal yaşamda çokpartili döneme gi­ rildiği 1946 yılında, bu eğitim kuruluşları­ na yöneltilen eleştiriler Kenan Ûner-Hasan Âli Yücel davası ile noktalandı. Yücel' den sonra Milli eğitim bakanlığı’na ge­



tirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında önce Hasanoğlan’daki yüksek bölüm ka­ patıldı ve enstitülerin kuruluş amaçların­ dan önemli sapmalar oldu. Enstitüler, te­ ker teker klasik öğretmen okullarına dö­ nüştürüldü. 1950'den sonra ise işlevlerini tümüyle yitirdi. Köy h a la y ı, Sivas ve çevresinde oyna­ nan, dramatik öğeler içeren halay türü bir halk oyunu. Köy halayında oyuncular köy yaşantısı­ nı, kişinin doğa karşısındaki çaresizliğini, güçlenme isteğini ve yaşama sevincini canlandırırlar. Oyun üç bölümden oluşur. Birinci bölümde, birbiri ardına sıralanan oyuncular başları öne eğik olarak durur­ lar. Bunun insanın çaresizliğini, doğa kar­ şısındaki aczini simgelediği öne sürülür. Ardından, ellerini göğe doğru çaprazla­ masına uzatıp başlarını arkaya vererek yakarırmış gibi hareketler yapar, göğüslerini döverler. Bunu izleyen bölüm, kıtlıktan kur­ tulmayı ve yaşama sevincini temsil eder. Bu bölümlerin aralarında köy yaşantısına ilişkin kimi dramatik öğelere yer verilir. Oyuncular un eleme, hamur yoğurma, yufka açma, tarladaki otları ayıklama, çapalama, ekin ekme vb. hareketleri çömelerek yaparlar. Bazı araştırmacılar köy ha­ layının şaman inanışlarının izlerini taşıdı­ ğını öne sürmekte, göğe doğru yönelerek göğüslerini dövme ve yakarma figürlerini doğaya tapınma olarak değerlendirmek­ tedirler. K öy h a k im i (Ie MĞdecin de campagne), H. de Balzac'ın romanı (1833) [Köy yaşamından sahneler]. Doktor Benassis, bir aşk başarısızlığından sonra çekildiği Dauphinö köyünde, bölgesini kalkındıra­ rak olaylarda ve yaşamında yeni bir an­ lam arar. Güneşsiz bir vadinin sakinlerini yozlaşmaya mahkûm eden kretön hasta­ lığıyla savaşır, yerel zanaatları örgütler, bir katolik papazın da yardımıyla bölgeyi ken­ di azgelişmişliğinden kurtarır. Bu roman, asker Goguelat'nın akşam yemeğinden sonra anlattığı efsaneleşen imparatorun olağanüstü yaşamöyküsünü de içerir. K öy h iz m e tle ri g e n e l m ü d ü rlü ğ ü , kırsal alanlara götürülecek hizmetleri dü­ zenlemek, kısa sürede daha çok ve da­ ha ekonomik hizmet üretmek amacıyla kurulmuş, katma bütçeli ve tüzel kişiliği olan genel müdürlük. Tarım orman ve köyişleri bakanlığı'na bağlı olan genel müdür­ lük 8 haziran 1984 tarihinde kurulmuştur. K öy o k u lla rı, köy çocuklarının eğitim gereksinimini karşılamak üzere açılan, programlarında daha çok tarım ve iş et­ kinliklerine yer verilen okullar. 22 mart 1926 tarihinde çıkarılan 789 sa­ yılı Maarif teşkilatı yasası'nda bu okullar, köy gündüz ve köy yatılı okulları olarak saptandı. O dönemde ilkokulların öğretim süresi beş yıl olmakla birlikte, köy okulları için üç yıllık eğitim yeterli görüldü. 1939’da toplanan Milli eğitim şûrası'nın kararıyla 1939-1940 yılında dördüncü, 1940-1941 öğretim yılında da beşinci sı­ nıflar açılarak köy ve kent ilkokullarının öğ­ retim süreleri arasındaki fark kaldırıldı. 19 haziran 1942’de çıkarılan 4274 sayılı ya­ sayla köylerdeki ilkokullar şöyle saptandı: eğitmenli köy okulları, öğretmenli köy okulları, öğretmenli ve eğitmenli köy okul­ ları, pansiyonlu ya da pansiyonsuz bölge köy okulları, köy ve bölge meslek kursla­ rı. 18 temmuz 1959'da Milli eğitim bakanlığı'na sunulan “ Türkiye Eğitim milli komisyonu" raporunda, ders programla­ rının, ulusal birliği bozmamak koşuluyla, köylerin ve bölgelerin özelliklerine göre ayarlanması önerildi. Dağınık ve az nüfus­ lu köylerdeki çocukların okutulabilmeleri için gündüzlü ve yatılı bölge okulları açıl­ ması da rapordaki öneriler arasında yer aldı. Komisyon raporunun kamuoyuna su­ nulduğu 1961 yılında 222 sayılı İlköğretim ve eğitim yasası çıkarıldı, yatılı bölge okul­ larının yapımına hız verildi ve köy ilkokul-



köy okulları larının yapımında köy halkının yardımcı olması ilkesi getirildi. Ancak, 1960 lı yıl­ larda devlet bütçesinden eğitime ayrılan yatırımların payı oldukça yüksek iken, 1970'li yıllarda, özellikle de 1980 yılından sonra bu pay giderek geriledi. Devlet Planlama teşkilatı verilerine göre, kırsal alana götürülen sosyal altyapı hizmetleri kapsamında, 1990 yılı içinde, 3 251 adet köy okulu dersliği yapılmıştır. Gene aynı verilere göre bu sayı 1991 yılında 4 543‘e yükselmiştir. 1980 yılından sonra Milli eğitim bakanlığı tarafından "Kendi okulunu kendin yap" kampanyası sürdü­ rülerek okul yapımı vatandaş-devlet işbirliğiyle gerçekleştirilmek istendi. Bu kampanya halktan yoğun destek gör­ mekle birlikte, sorunun çözümü açısın­ dan yeterli olması olanaksızdır.



7074



KAy t j n t u n o k u lla rı, köy okulları­ na öğretmen yetiştiren eğitim kurumlan. Türkiye’de Cumhuriyet (1923) ile birlik­ te köy okullarının öğretmen gereksinimi­ ni karşılamak amacıyla çeşitli arayışlar içe­ risine girildi. 1926'da kabul edilen Maarif teşkilatı kanunu’ nda "K öy muallim mektepleri" konusuna yer verildi. 1927 -1928 öğretim yılında Denizli ve Kayseri Zencidere’de iki köy öğretmen okulu açıldı ise de, beklenilen sonuç sağlanamadığın­ dan, bu okullar 1932-1933 ders yılında ka­ patıldı. Kırsal alanlara eğitim sorununun çözü­ mü için gerekli öğretmenlerin yetiştirilmesi konusu, 1936’da, o sırada Milli eğitim bakanlığı’na getirilen Saffet Arıkan ve İlköğ­ retim genel müdürlüğü’ne atanan İsmail Hakkı Tonguç tarafından yeniden ve da­ ha köktenci bir yaklaşımla ele alındı ve eğitmen* kursları açıldı. Eğitmen yetiştir­ me programı, bir ara, çözüm yolu gibi gö­ ründü. Çünkü, alınan sonuçlar daha kalı­ cı atılımlara gitmeyi özendirici nitelikteydi. 17 nisan 1940'ta Köy* enstitüleri açıldı. Böylece, ilk kez, köyler için bir eğitim sis­ temi geliştirildi ve bu yapı tüm ülkeye yay­ gınlaştırmaya çalışıldı. Cumhuriyet döne­ mine kadar eğitim sistemi kentler dikkate alınarak geliştirilmiş, sonra köylere uygu­ lanmıştı. Köy enstitüleri, 1946'dan sonra amacından saptırıldı; 1954'te öteki ilköğretmen okulları ile “ ilköğretim* okulları" adı altında birleştirildi.



Köyceğiz'den bir görünüm



KAy p a p a zı (7e Curö de village), H. de Balzac’ın romanı (1839-1841) [Köy yaşamın­ dan bir sahne]. Servet sahibi olmuş Auvergne’li bir köylü ailesinden gelen genç burjuva kızı V6ronique Graslin, bir porse­ len işçisi olan âşığı giyotinle idam edilince kendini bir Limoges köyünün ekonomik yönden kalkınmasına adayarak geçmişin­ deki kötü olayları unutmak ister Lemannais'in görüşlerini benimsemiş rahip Bonnet ile saint-simonculuktan dönmüş olan bir politeknik okulu öğrencisi Görard ona yar­ dım ederler. Fourierciler kendilerine örnek olarak bu ütopyayı seçmişlerdir



K Ö Y B U C A Ğ I, Samsun'un Terme ilçe­ si merkez bucağına bağlı köy; 1 046 nüf. (1990). K Ö Y C E Ğ İZ , Muğla ilinin Akdeniz böl­ gesi sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 25 836 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi, Muğ­ la'nın 65 km güney-doğusunda Köyce­ ğiz, 6 406 nüf. (1990). Tahıl, turunçgiller, pamuk, zeytin, baklagiller, sebze ve mey­ ve (seracılık). Sığla yağı üretimi. Turizm. K Ö Y C E Ğ İZ « A lü , G.-B. Anadolu’da, Menteşe yöresi kıyısında, Muğla’nın kuşuçuşu 20 km G.-D.'sundatatlısu gölü; 52 km2. Yükselen deniz düzeyinin bir vadi boyunca karanın içine sokulmasıyla mey­ dana gelmiş eski bir körfezin, sonradan alüvyonlarla ve bir kıyı seti ile denizden ayrılması sonucunda oluşmuştur ve bu nedenle alüvyal set gölü grubuna girer. En derin yeri 25 m’yi bulan göl, deniz se­ viyesinden 8 m kadar yüksekliktedir ve fazla sularını bataklık bir alandan mende­ resler çizerek geçen bir gideğen ile Ak­ deniz’e boşaltır. Kıyılarında balıkçılık ve tu­ rizm. Antik Kaunos şehri kalıntıları. (-* Kayn.) K ÖYC Ü sıf. ve a. Köy sorunlarını incele­ yen, bunlara çözüm yolları arayan, köyle­ rin ve köylülerin yararına çalışan kimse. K Ö Y C Ü LÜ K a. 1. Köy sorunlarıyla ilgi­ lenme anlayışı ya da köyü kalkındırma ça­ lışması. —2 . Ülke kalkınmasında, köy ve köylünün kalkınmasına öncelik verilmesi­ ni savunan görüş. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bu görüşün ilk savunucuların­ dan Dr. Reşit Galip, 1920’de, Türkiye’nin ancak türk köylüsünün dünyada olup bi­ tenlerle ilgilenmeye başladığı zaman kur­ tulacağını yazdı. Köylüye haklarının neler olduğunun, bu hakları nasıl elde edebi­ leceğinin öğretilmesi gerektiğini; ağaların, köylüyle hükümet arasında bir tür çin şed­ di oluşturduğunu, halkın, ağaların borç kölesi olmaktan kurtarılması gerektiğini ile­ ri sürdü. Ona göre, tutuculuğu savunan­ lar; ingilizi, yunanı, italyanı isteyenler bu zorbalardır. Zorbaların baskısından kurta­ rılacak olan köylü, doktor ve öğretmenle­ rin çekirdeğini oluşturacağı bir aydın kad­ rosu tarafından uyarılacak ve örgütlendi­ rilecektir. Cumhuriyet döneminde köycü­ lük Şevket Raşit Hatiboğlu’nun çıkardığı Dönüm dergisi çevresinde tartışıldı (1932 -1933). Meksika’da köycülük konusunda çalışmalar yapan Halkevleri köycülük bü­ rosu başkanı Nusret Köymen, yayımladı­ ğı broşürlerde köy kalkınması için idari planlar önerdi. Çok partili dönemde siya­ sal partiler programlarında köycülük ilke­ lerine de yer verdiler (örneğin CKMP). 1960'tan sonra Köy kalkınması programı'yla köycülük görüşü yeniden günde­ me geldi. (— Kayn.) KÖ YD EŞ a. Aynı köyden olan kimseler­ den birbirine göre her biri. K A ye u la ş ım p r o jo s l (KUP), D. ve G. -D. Anadolu köylerinin yol sorununu hızlı bir biçimde çözmek amacıyla hazırlanan proje. Projenin uygulanmasına 2 000 iş­ çi, 200 buldozer, 100 greyder ve 600 iş makinesinden oluşan bir ekiple 1978’de başlandı. İlk yıl 20 ilde 4 000 km, 1979'da da 2 700 km yol yapıldı. 1979'da, Ecevit hükümetinin iktidardan ayrılmasıyla pro­ je uygulamadan kaldırıldı. KÖYOÖÇTÜ a. Oy. iki takım halinde topla ve açık havada oynanan bir çocuk oyunu. —ANSİKL. Oyuncular iki takıma ayrılır, bir daire oluştururlar. Top yere vurulur, topu tutan çocuk karşı takımın oyuncularından birini vurursa kendi takımındakiler öteki­ lerin sırtına biner. Sırta binenler topu bir­ birlerine atarlar, top yere düşmeden ilk atan çocuğa gelirse, her çocuk bindiği oyuncuyu değiştirir. Topu tutamazlarsa, alttakiler topu tutup öteki taraftan birini vurmaya çalışırlar. Vururlarsa, altta kal­ maktan kurtulup ötekilerin üzerine biner­



ler, vuramazlarsa, karşı takım topu ele ge­ çirir ve gene altta kalırlar. KÖYGÖÇÜREN a Devedikeni türü (Cirsium arvense). [Çiçekli dalları halk hekim­ liğinde kuvvet verici ve iştah açıcı olarak kullanılır.] K Ö Y K E N T a. Kırsal bölgelerin geliştiril­ mesi ve kentlere olan akının durdurulma­ sı amacıyla kimi kentsel hizmetlerin bu bölgelere getirilmesiyle oluşturulan, köy­ le kent arası bir yerleşim modeli. KÖYLEŞME a. Köyden kente nüfus akı­ mı nedeniyle kentlerde, kırsal alanlara öz­ gü davranış ve tutumların ortaya çıkma­ sı. K Ö Y LEŞM EK gçz. f. Kentlerden söz ederken, kırsal alanlara özgü nitelikler ka­ zanmak. KÖYLÜ a. 1. Köyde yaşayan ya da köy­ de doğmuş olan kimse. —2. Köy halkı; köylüler: Köylüye tohum, gübre vermek. Köylüye verilen krediler. —3. iyelik ekiy­ le, aynı köyden kimselerin birbirine göre durumu: Bir köylüsü gelmiş, ilerde duran genci gösterip, benim köylümdür, dedi. —4. (Tamlayan olarak) köye, köylülere iliş­ kin olan şeyi, köyde yaşayan ya da köyde doğmuş kimseyi belirtir: Köylü kıyafeti. Köylü kızı. —Tar. telm. Köylü milletin efendisidir. Ata­ türk’ün toplumsal ve ekonomik yapıda kö­ yün ve köy insanının önemini belirten sö­ zü. (Atatürk, çeşitli konuşmalarında “ Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek müstahsil olan köylüdür. O halde herkes­ ten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve elyak olan köylüdür "memleketimizin asıl sahibi ve topluluğu­ muzun esas unsuru köylüdür" sözleriyle dile getirdiği düşünceleri kamuoyuna yukardaki biçimde mal etmiştir.) —Topbil. Köylü kesimi, ortak özellikleri top­ rağı işlemek olan ve gerek bu çalışmanın biçim ve zorunluklarının, gerek toplumsal örgütlenme içindeki yerinin, yaşama biçi­ mi ve kültürle belirginleşen belli bir birlik kazandırdığı kırsal toplum katmanları. (Bk. ansikl. böl.) || Köylü toplum, kendisini kap­ sayan, ancak tarımsal üretimin küçük ai­ le işletmeleri biçiminde örgütlendiği gö­ rece kapalı iktisadi düzeni üzerinde büyük bir etkisi olmayan daha geniş bir topluma bağlı kırsal toplumsal örgüt. (Ortaçağ Avrupası Fransız devrimi’ne kadar bu top­ lum tipine girdiği gibi, iktisadi yaşamları özellikle tarıma dayanan gelişme yolunda­ ki ülkeler de bu toplum tipine girerler.) ♦ sıf. Köyde yaşayan ya da köyde doğ­ muş olan kimse için kullanılır: Çeşme ba­ şında duran köylü kıza yolu sordu. ♦ sıf. ve a. Davranışı incelikten uzak, ka­ ba saba ve eğitim görmemiş kişi için kul­ lanılır. —ANSİKL. Topbil. Antikçağ'da Çin'de, Tro­ pikal Amerika’da ve Akdeniz havzasında, tarıma dayalı büyük uygarlıklar gelişti. Bu uygarlıklar sulamayı düzene sokma zo­ runluluğunun çetin güçlükler çıkardığı Mı­ sır ve Mezopotamya’da başarıyla örgüt­ lendi. Mısır’da, firavun, toprağı ve suyu elinde tutan bir tanrıydı; fellahsa kanal ve bentlerin yapım ve bakımında çalışıyor, tarlasını yazıcıların yönergelerine göre iş­ liyor, ancak bütün artık ürünlerini, krallık memurları ve rahipler elinden alıyorlardı. Yunanistan’da Solon ve Peisistratos re­ formları (İ.Ö. VI. yy.), Atina toprak soylulu­ ğunun genişlemesini bağımsız küçük köy­ lü kesimi yararına durdururken, yoksul ba­ zı çiftçiler bile kolonilere serbestçe yerleş­ mek serüvenine giriştiler. Daha sonra, hellenistik dönemde, dış ülkelerden gelen ürünlerin kendi ürünleriyle rekabete giriş­ meleri üzerine yıkıma uğrayan yunanlı kü­ çük toprak sahipleri, tarlalarını daha zen­ gin komşulara bırakarak kentlere yerleş­ tiler. Roma Cumhuriyeti ve Roma İmparator­ luğu, köylü yaşamını doğrudan etkileyen yoğun toplumsal çalkantılara sahne oldu.



Aristokrat patriciuslar hayvancılığı köle na karşın, genellikle hâlâ güçlü durumda topluluklarına, hüner isteyen ekinleri (bağ, bulunan toprak sahipleri ya da büyük ka­ zeytin, sebze) gereğince gözetim altında pitalist şirketler tarafından sömürülen (Bre­ zilya) topraksız köylü oranı yüksektir. Kimi tutulan tarım işçilerine ya da ortakçılara bı­ rakarak, malikânelerini ve kazançlarını ge­ ülkelerde, burjuvazi kullandığı toprakların nişletmeye çalıştılar. Genellikle büyük sahibi ya da kiracısı olan yoksul köylüle­ mülk sahiplerinin elkoydukları devlet ara­ rin zararına zenginleşip gelişti (Hindistan). zisi olan ager publicus'u küçük mülk sa­ Kimi ülkelerdeyse, gelirlerin kolektif biçim­ hiplerine dağıtarak lejyonları oluşturan bu lerdeki kaynaklara göre bir yerden öteki­ ne çok değişmesine karşın, kolektifleştir­ sınıfı geliştirmeye çalışan Gracchuslar’ın reformları da bunları pek durduramadı me koşullarda bir eşitlik yarattı (Çin). Köylü (İ.Ö. II. yy.). Büyük malikânelerde (latifunkesim içindeki farklılaşmalar sanayileşmiş dium) işletme biçimleri, özellikle elde bu­ ülkelerde daha az değildir. Kimi yerlerde, lunan işgücüne ve onun disiplin durumu­ orta çapta işletme, çağın yeniliklerine na (köle isyanları) göre, yüzyıllar boyun­ uyarak varlığını sürdürmekte (AT ülkele­ ca çeşitli değişikliklere uğradı. III.-İV. ri), kimi yerlerde sanayi, gerçek tarım yy.’larda sık sık görüldüğü gibi, malikâne fabrikaları kurmakta (ABD), kimi yerler­ sahibinin kendi villasına yerleşmesi, onun deyse toplumsallaştırılmış büyük kombi­ çevredeki kolonlar ve özgür köylüler üze­ nalar, rejim değişikliğiyle birlikte yeni bir rindeki egemenliğini pekiştirdi ve bunlar yapılanma sürecine girmektedir (Rusya). • Üçüncü dünya'da köylü kesimi. Azge­ ra angaryalar yüklenmeye başlandı. lişmiş ülkelerdeki tarımsal işletmelerin ya­ Ortaçağ’da, romalı büyük toprak sahip­ rıdan çoğunun bir hektardan küçük ol­ lerinin germen istilacılar tarafından kovul­ maları üzerine, malikâne sahipleri senyördukları sanılıyor. Daha büyük bir alanı iş­ lerle serf durumuna gelen uyrukları ara­ leyen birçok çiftçinin yaşam düzeyi de çok düşüktür. Ayrıca bunların çoğu kendi top­ sında yeni ilişkiler kuruldu. Yine de Loire' raklarının sahibi değildir; toprakları geçi­ ın güneyinde pek çok köylü bağımlılıktan kurtuldu. XI. yy.'dan başlayarak ticaretin ci olarak işletirler ve bu topraklardan her an kovulabilirler. Asya’da, Sri Lanka, Filicanlanması, yeni toprakların tarıma açıl­ pinler ve Pakistan köylülerinin üçte birin­ masını özendiren nüfus artışı ve senyörden çoğunu yoksul ortakçılar oluşturur. lük iktidarının güçlenmesi, çelişik sonuç­ Güney Amerika’daki toprak emekçileri ge­ lar doğurdu. Bir yandan senyör, kendi nellikle çok az para alan ücretlilerdir ve buyruk hakkından yeni kazançlar sağlı­ çok küçük çapta aile tarımı için kendileri­ yordu (özellikle taille ve banaiitĞ haklarıy­ ne verilen ufak bir toprakla küçük bir ku­ la), Öte yandan, vergili topraklardan ya­ lübe onları mülk sahibine bağlar. rarlanan ve sınırlı vergi ve angaryalardan Toprak bir günlük yeterli besini zar zor başka bir yükümlülüğü bulunmayan öz­ sağlar. Gene de toprağın bir bölümünün gür köylüler, köy tarım topluluklarında bir genellikle ticari ekinlere ayrılması zorun­ araya geliyorlardı. XII. yy. sonunda, sert­ ludur. Gerçekten, ailelerde yeni istekler ve lik statüsü hıristiyan dünyasında ender gö­ yeni gereksinimler doğmuştur ve bunlar rülür bir durum olma eğilimi gösteriyordu. XIV. yy.'da vebalar ve felaketler, malikâ­da hazır para gerektirir (vergi, kumaş, araç, gübre, ilaç vb.). Ancak satışa yöne­ ne sisteminin çöküşünü tamamladı. Senlik malların fiyatı düzensiz, denetimi de yörler, sayısı azalan ve ayaklanmaya ha­ olanaksız olduğundan, tüccarlar köylüle­ zır bir işgücünün yüklerini hafifletmek zo­ runda kaldılar; kiralı toprak da o zaman ri kolayca sömürmekte, örneğin Afrika’da yaygınlık kazandı. Suriyeliler ve Yunanlılar G.-D. Asya’da Çin­ Yeniçağ boyunca köylülerin durumu sık liler, Güney Amerika’nın kızılderili bölge­ sık değişti. Köylüler zaman zaman yaşam lerinde “ melezler”, elverişli bir değiş-tokuş yaparlar ve tefecilikten kazanç sağlarlar. düzeylerinde bazı düzelmelerle karşılaştılarsa da, genel olarak vergiler, tüyler Kızılderililer, Şili’den Meksite’ya kadar, ürpertici açlıklara yol açan iklim düzensiz­ genellikle dağda ve köylü toplulukları ha­ likleri, iç ve dış savaşlar yüzünden ezildi­ linde yaşarlar. İlk düzenlerinde, ekilebilir ler; kanlı ayaklanmalar da eksik olmadı. topraklar aileler arasında bölüştürülüyor Senyörlük hakları 1789 ve 1793'te kaldı­ ve dönem dönem yeniden dağıtılıyordu. rıldı ve Fransa'nın büyük bir bölümünde Bugün her aile, kuramsal olarak kendi he­ kendi toprağını kendi işleyen küçük mülk sabına işlediği toprak üzerinde kalabilir, sahipleri, köylü kesiminin çoğunluğunu ama onu satmaya hakkı yoktur. Yalnız ot­ oluşturdu. Büyük topraklar küçüldü ve laklar ortaklaşa kullanılmakta, ortak sürü­ “ ulusal mallar” ı satın alan burjuvalar ya­ yü topluluk çobanları korumaktadır. rarına sık sık el değiştirdi. Fransız örneği, Kara Afrika’nın savan ve ormanlarında Rheinland, Kuzey İtalya ve Hollanda’da da toprak kuramsal olarak işletilmek üze­ da izlenmekle birlikte, Avrupa’da bir kural re geleneksel şeflerce dağıtılan ortak bir olmaktan uzaktı. İngiltere’de özgür köylü­ mülktür. Tarımsal çalışma da çoğu kez or­ lerin topraklarından atılmaları (enciosure), taklaşa yapılmaktadır. Ancak özel işletme XVI. yy.'dan başlayarak zengin farmer’la- gitgide yasal bir hak olarak görülüyor. Ör­ rın yönetimi altında yoksul gündelikçilerin neğin kahve ağacı, kakao fidanı ve muz çalıştıkları büyük malikânelerin durumu­ ağacı yetiştirilen küçük plantasyonlar ço­ nu sağlamlaştırdı. Aynı çağda, Doğu Av­ ğalmakta ve yetiştiriciler, ücretli bir işgü­ rupa’da, köylüler sertliğin yeniden canla­ cü toplayıp çalıştırmaktadırlar. nışına tanık oldular, bu da yaşama koşul­ Hindistan'da toprak reformları, toprak larını ağırlaştırdı ve XVIII. yy.’da ayaklan­ dağılımını yer yer Britanya imparatorluğu malara yol açtı ("ikinci servaj"); Avustur­ çağındaki kadar eşitsiz olmaktan çıkardı. ya'da bu durumdan ancak 1843’de, Rus­ Bununla birlikte, ekilebilir toprağın büyük ya'daysa 1863’te kurtuldular, ama bu du­ bir bölümünü hâlâ oldukça sınırlı sayıda­ rum tüyler ürpertici yaşam koşullarını so­ ki büyük ve orta mülk sahibi denetlemek­ na erdirmedi. XX. yy.'da Orta ve Doğu Av­ tedir. Köylülerin yarısı (ancak bir ya da iki rupa’da yapılan toprak reformları köylülere hektar toprağı olan köylüler), toprağın an­ yeni bir statü kazandırdı ve onları üretim cak »/o 15’ine sahiptir. Onların yanında, araçlarının sahipleri durumuna getirdi. topraksız gündelikçiler çok daha yoksul­ Gene de, öteki toplumsal meslekler dü­ dur, çok düşük bir ücret alırlar. Köylü top­ zeyine ender olarak yükselebildiler. lumu, kast ayrımı resmen kaldırılmış olma­ sına karşın, kastlara bölünmüş durumda­ günümüzde köylü kesimi dır. Teknik araçları ve üretim artışı üzerin­ deki etkileri bakımından önem taşıyan Bugün köylü kesimi ülkelere ve bölge­ "yeşil devrim", özellikle en iyi durumda lere göre farklılık göstermektedir. Dünya­ bulunan çiftçilere, gerekli sermayesi ve da yaşayan her iki kişiden biri üçüncü toprakları olan çiftçilere yardımcı oldu. dünyanın kırsal bölgelerinde yaşadığına Pirinç alanı olan Doğu Asya deltaların­ göre, yoksul ve bağımlı köylülerin sayısı daki köylüler güç koşullar içinde çalışırlar; ötekilerden çok daha fazladır a bun­ verimleri düşüktür. Kırsal nüfus o k’ Jar lar, değişik düzenlere bağlıdır. ..jprak re­ yoğundur ki tümünün tarla işlerinde ça­ formlarının oidukça yaygınlaşmış olması­ lıştırılmasına olanak yoktur. Asyalı pirinç



ekicisinin ortalama olarak yılda ancak 125 gün çalışabildiği hesaplanır. Büyük mülklerin yaygın olduğu ülkeler­ de toprak reformlarının amacı, büyük mülkleri bölerek ve toprağı ona en çok gereksinim duyan köylüler arasında bö­ lüştürerek toprak mülkiyeti yapılarının dengesini yeniden kurmaktı. Bu reform­ lar duruma göre az çok başarılı oldu, ama birçoğu, bugün yenileştirmenin en iyi et­ kilerinden yararlanan kapitalist bir tarımın yeniden oluşmasına yol açarken, küçük köylülerin durumundaki bozulmayı önle­ yemedi. Meksika'da 1910'da Zapata'nın yönettiği güçlü köylü ayaklanması, hacienda'ların genişlemelerinin sınırlandırıl­ ması ve geri alınan toprağın köylü toplu­ luklarına (ejidos) verilmesiyle sonuçlandı. Mısır'da Nasır 1952’de ülkenin en büyük altmış mülk sahibinin (her birinin 2 000 hektarı aşkın toprağı vardı) etkisini tardıy­ sa da, gerçekleştirdiği reformdan ancak her on kırsal aileden biri yararlanabildi. Peru'da, Şili'de, Cezayir'de, İran ve Bir­ manya’da, genellikle sert bir nitelik taşıyan önlemler çok kez kötü işlenen büyük çift­ liklerin genişlemelerini sınırlandırmaya kat­ kıda bulunduysa da, can alıcı "toprak sorunu” nu çözemedi. Buna karşılık, kimi ülkeler, özel mülkiyet düzenini yıkarak gerçek bir devrim ger­ çekleştirdi: Küba ve Vietnam sovyet mo­ delinden esinlenirken, Çin çok özgün bir deneye girişti, ilkin, 40'lı yılların sonunda, ve özellikle de iktidarın tümüyle komünist­ lerin eline geçmesinden sonra (1949) bü­ tün “ beyaz elli” toprak sahiplerini ortadan kaldırdı ve topraklarını çok geçmeden üretim kooperatiflerinde birleşen köylüler arasında dağıttı. 1958'de, bu kooperatif­ ler aynı zamanda hem birçok değişik işlevli üretim birimleri, hem de yönetsel ay­ gıtın temel hücreleri otan “ halk komün­ leri” biçiminde bir araya getirildi. 1980 -1982 yıllarında, Çin kırlarını birdenbire bir "kolektifsizleştirme” hareketi sardı. Yeni "sorumluluk” sözleşmesi tarımsal üretim bakımından temel birim olarak köylü ai­ leye dönüşü kabul etti ve devlete mal tes­ limatı, ürün fiyatlarındaki önemli bir artış­ la özendirildi. • Sanayileşmiş Batıda köylü kesimi. Batı Avrupa’da yeniliklerin yayılması, ikinci Dün­ ya savaşı'ndan sonra köylü kesiminin tü­ müyle yeniden yapılanmasına yol açtı. Art arda gelen yeni teknikler (serpme yoluyla sulama, otun silolanması, zararlı bitki ve bö­ cekleri öldüren ilaçların yaygın kullanımı, hayvancılığın sanayileştirilmesi), kırdaki top­ lumsal farklılaşmaları yoğunlaştırdı. “ Yeni­ leştirme” arabasına binebilenler bu teknik­ lerden bütünüyle yararlanırken, binmesini bilmeyen ya da binemeyenler kıyıda ve ge­ nellikle göç zorunda kaldılar. Büyük tarım işleticilerinin etkili üretim araçları vardır ve ücretli işgücünden ya­ rarlanırlar. Bunlar, yaşama biçimleri bur­ juvazinin yaşama biçimine benzeyen zen­ gin köylülerdir. Birleşik Krallık’ta, Po ova­ sında, Paris havzasında birçok büyük ta­ rım işleticisi vardır. Bunlar bazen bir yüz­ yıldan beri çok görülen parçalanmalara direnen büyük malikânelerin mirasçıları yada tarımın düşük verimli bir etkinlik kolu Olarak tanınmasına karşın, tarıma yatırım yapan ailelerin üyeieri ya da şirketlerin temsilcileridir. Topraklarını ya doğrudan doğruya ya da bir kâhya veya.çiftlik kira­ cısı aracılığıyla işletir ve gerçek işletme şefleri gibi davranırlar. Yenilikçi orta köylüler, Fransa’da, daha çok da Danimarka, Almanya ve Benelüks'te en önemli toplumsal katmanı oluş­ tururlar; aile işletmesinin çağdaş biçimini bunlar simgelerler. Üretim araçlarının ve­ rimini artırmak için, işletmelerin yüzeyini ve sürülerinin çapını büyütmüşlerdir. İkti­ sadi yönetimi öğrenmiş, güçlü üretim ve ticaret kooperatifleri biçiminde birleşmiş sendikalarda örgütlenmişlerdir Çok kez kü şal belediyelerde ön planda rol da oy­ namakta, toplumu ve köy kültürünü yeni özlemleriyle etkilemektedirler.



Küçük köylüler yok olma yolundadır. Bunun nedeni geleneksel köylülerin top­ raklarından gerçekten kovulmaları değil, yaşadıkları koşulların, çocuklarını, aynı bi­ çimde yaşamaktan caydırmasıdır. Bugün kalanlarsa, genellikle yaşlı kişiler; İrlanda' nın, Polonya’nın, Güney İtalya ve Güney Fransa’nın bazı bölgelerinde sayıları hâ­ lâ oldukça yüksek olan ve ekonomik bü­ yümenin işe yaramaz hale getirdiği kim­ selerdir. Başkaları gibi onlar da ticari üre­ time katılırlar. Kuşkusuz, ama gelirleri dü­ şüktür, toplumsal, hatta coğrafi durumla­ rı kenarda kalmışların durumudur. Sınıflamaya girmemekle birlikte anılma­ sı gereken iki köylü kategorisi daha var­ dır. Bunların birincisi, kırda çiftçilik, kent­ te ücretlilik yapan "çok yönlü etkin" ya da zamanlarının bir bölümünü tarıma ayı­ ran köylüler kategorisidir ve Almanya’da önemli bir yer tutarlar Kırsal yaşamı da-



Tarlada çalışan köylü kadınlar Nuri İyem'in yapıtı



Lauros-Gıraudon



ha yeni yeni benimseyen ve yarı yarıya bo­ şalmış töylerde kendilerini tarım ya da za­ naat etkinliklerinde denemek isteyen kent­ lilerden oluşan “ yenikırlılar" kategorisiy­ le de Fransa ve İtalya arasındaki dağlık bölgede karşılaşılır. ABD’de, genellikle yoksul "küçük" iş­ letmeciler ve zamanlarının bir bölümünü tarıma ayıran çiftçiler büyük bir çoğunluk oluşturur. Varlıklarını ancak devlet yardım­ larıyla sürdüren bu tarımcılar, ABD tarımı­ nı temsil etmez. Tipik amerikan farmer' ları, bilimsel ve teknik gelişmeden son de­ rece haberli, mali oyunları çok iyi bilen gerçek bir businessmen (işadamları) ka­ tegorisi oluşturur. Toplam çiftçi sayısının % 10'unu temsil eden bu kategori, ulusal üretimin üçte ikisini sağlar. Kendi işletme­ sinde genellikle kendi başına çalışan far­ mer, işçilerin en yoğun olduğu dönemler­ de emek firmaları ya da geçici ücretlile­ rin hizmetlerine başvurmakla yetinir. Bu­ nunla birlikte, sahip olduğu topraklar ge­ nellikle çok geniştir; örneğin Arkansas ya da Wyoming’de “ ortalama” işletme bü­ yüklüğü 2 000 hektardır. Ayrıca genel an­ lamda şiddetle bireyci olan farmer, sonun-



Kâylâ kadınlar Turgut Zaim’in yapıtı



da bütünleşmiş büyük firmalar durumu­ na gelmiş bulunan kooperatiflere üye ol­ maktan da geri kalmaz. Farmer'ların ko­ operatif hareketi, etkinliklerini çeşitlendir­ meye çalışan büyük çokuluslu şirketlerin tarım alanına girmelerine bir tepki niteliği de taşır. Bu hareket, hayvancılığın gittik­ çe daha çok sanayileşmesine karşı da bir tepkidir. ABD sığır ya da koyun eti pazannın gereksinimleri, gerçekten gitgide da­ ha çok büyük feed-fof'lar, yani binlerce hayvanın aynı zamanda besiye çekildik­ leri sürekli ahırda tutma merkezleri tara­ fından sağlanmaktadır. Bu dev işletmeler yanında, ABD köylülerinden kalan şey de silinip gitmektedir. • Eski Doğu Avrupa ve SSCB’de "köylü kesimi. SSCB'de 1929'dan, Doğu Avru­ pa devletlerinin çoğunda da İkinci Dünya savaşı'ndan sonra, zorlayıcı bir biçimde, tarımsal çalışmanın kolektifleştirilmiş ör­ gütlenme sistemi yerleştirildi: devlet tara­ fından yönetilen çiftlikler olan sovhozhar ve üretim kooperatifleri olan kolhoz'lar. Sovhozcularla kolhozcular her aileye verilen küçük bir toprak parçasını özel olarak işletme hakkına da sahiptiler. Bu küçük toprağın yarım hektardan az olma­ sı gerekmekle birlikte, sözkonusu özel iş­ letme ülkenin beslenme gereksinimleri­ nin karşılanmasında önemli bir rol oyna­ dı: çünkü kolektif tarımın başarıları pek parlak olmadığı gibi, emekçi başına ve­ rimleri de hayli düşüktü. Bu durumu dü­ zeltmek için harcanan çabalar boşa gitti­ ği için, rejim değişikliğiyle birlikte bu ül­ kelerde sovhoz ve kolhozlar kaldırılarak, tarım sektörü yeni bir yapılanma: süreci­ ne girmiştir. —ikonogr. Mısır sanatı, daha Eski impa­ ratorluk döneminde bazı tarımsal yaşam sahnelerini ayrıntılı bir biçimde betimledi (mastabaların kabartma ve resimleri: hay­ van yetiştirme, hasat sahneleri vb). Yunan vazolarında da zaman zaman benzer sah­ nelerle karşılaşılırsa da yunan-roma hey­ kelciliği köylü yaşamına yalnızca kır ye ço­ ban edebiyatı açısından bakmıştır (İsken­ deriye heykelcikleri, Münih'teki hellenistik kabartma). Ortaçağ’daysa tersine, köylü yaşamı en çok işlenen temalardan biri ol­ makla birlikte, belli aylardaki uğraşlan canlandırmak üzere, çok belirli koşullar içinde betimlendi. Örneğin dua kitaplan (Heures du duc de Berry, de Rohan, d ’A nne de Bretagne) takvim’ lerindeki minyatürlerde taçkapıların yontma kabart­ malarında (Paris, Amiens, Parma, Ferrara katedralleri; Floransa campanilesi, Pisa ve Floransa vaftizhanesi) köylü yaşamı böyle betimlendi. Kırsal yaşam, Trento şatosu'nda, Siena Belediye sarayı’nda (A. Lorenzetti), Papalar sarayı'nda, büyük du­ var resimleri takımlannda ve flaman ya da fransız duvar halısı dizilerinde de (Odun­ cular, Bağ bozumu zamanı, Yün işleme; daha sonra Gombault ve Macâ öyküsü) kendini gösterdi. Dürer, Köylü ve karısı'nı gösteren iki gravür ve N. Dell’Abate'nin bir yakını şa­ şırtıcı bir Buğday dövücülerle manzara (Fontainebleau) yaptı. Poussin'in Yaz (Louvre) adlı tablosu, Dell'Abate’nin bu resmini anımsatıyordu. Bununla birlikte bu sahneler XVI. yy.'da Flandres dışında is­ tisna niteliğindeydi. Flandres’da Bruegel, Sürülerin dönüşü, Avcıların gelişi (Viyana), Hasat (New York), ikaros'un düştüğü sü­ rülmüş toprak manzarası (Brüksel) adlı ya­ pıtlarında köy çalışmasını, Köylülerin dan­ sı ve Köy düğünü (Viyana) adlı yapıtların­ da köylülerin yorgunluk gidermelerini sev­ gi ve mizahla betimleyebilmişti. Bu son te­ ma, Bruegei’in XVII. yy.'daki izleyicilerinin en çok sevdikleri konulardan biri oldu (Brouwer ya da Genç Teniers’in kır lokan­ tası, sigara içilen yerler, düğün ve açıkhava eğlenceleri tabloları), oysa Jordaens daha güçlü bir canlılıkla Köylü evindeki Satyros'u (Kassel) ya da Anvers tombaz’ını (Kopenhag) betimledi. Fransa'da kırsal dünyanın sert ağırbaşlılığını en iyi yansıtabilenlerse, La Nain'ler oldu (Köylü aile,



Köylü yemeği, Yük arabası, Louvre). XVIII. yy.'da kurdelelerle süslenen pastoral* ve bergerielerden başka bir şey betimlenme­ di (Boucher’nin resimleri, Falconet'nin pişmiş toprak işleri). Gerçekçiliğe tutkun XIX. yy.'da, köylü yaşamına büyük bir yer verildi: Daubigny, Troyon, Rosa Bonheur ve Bastien-Lepage, sürülerin ya da çiftçilerin boy gösterdik­ leri manzara resimlerini seviyorlardı; hele Millet, sanatının bütün dürüstlüğüyle bi­ ze kırların gerçek bir toplumsal destanını bıraktı (Ekici, Hasatçıların yemeği, Başak toplayıcı kadınlar, Akşam duası, Çapalı adam, vb.). Bir L. Lhermite, bir Van Gogh, bir Segantini, ondan çok farklı biçimler­ de esinlendiler “ Doğaya açılan pencere" anlayışı dışın­ da, köy ve köylü motiflerinin türk resmin­ de görülmeye başlaması daha çok Avni Lifij ve Namık İsmail Sebük’ün yeni konu­ lar arayışıyla başlar; yerleşmesiyse, CHP Halkevleri politikası kapsamında, ressam­ ların Anadolu’ya dağılmalarından (1938 -1943) sonra oldu. Köy ve köylü temaları­ nı gerçekçi bir anlayışla ele alan ve bu yol­ dan ulusal-evrensel dengesini kurmayı deneyen başlıca ressamlar olarak Malik Aksel, Turgut Zaim, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nuri iyem adları anılabilir Bu sanatçı­ lara daha sonraki kuşağın temsilcileri ola­ rak İbrahim Balaban, Neşet Günal, Meh­ met Pesen, Duran Karaca, Ramis Aydın, Seyyit Bozdoğan vb.’yi de katmak gerekir K öylü p a rtis i (Türkiye), Türkiye’de siya­ sal parti (1952-1958). ilk genel başkanı gö­ rüş ayrılıklarından dolayı Demokrat parti’den ayrılan Seyhan milletvekili Remzi Oğuz Arık, fahri başkanı ise Ethem Menemencioğlu oldu. Remzi Oğuz Arık’ın yanı sıra Demokrat parti'den istifa eden milletvekilleri Süreyya Endik (Çanakkale), Yusuf Ziya Eker (Seyhan), Cezmi Türk (Seyhan) partinin kurucuları arasında yer aldı. 1950’de kurulan Liberal köylü parti­ si de kendini feshederek Köylü partisi’ ne katıldı. Tutucu ve köylücü bir progra­ ma sahip olan parti, Remzi Oğuz Arık'ın bir uçak kazasında ölümünden sonra ge­ nel başkan olan Tahsin Demiray dönemin­ de Cumhuriyetçi millet partisi ile birleşerek Cumhuriyetçi köylü millet partisi (CKMP) adını aldı (1958). K Ö Y LÜ K sıf. Köy niteliğindeki yer için kullanılır: Köylük yerde böyle davranışlar hoş karşılanmaz. ♦ a. Köy bulunan, köy kurulmuş olan yer: O, Anadolu'nun dağ köylüklerindendir. K ö y lü le r (les Paysans), H. de Balzac’ın romanı (1844; Mme Hanska tarafından düzenlenen bir ikingi bölüm ancak yaza­ rın ölümünden sonra yayımlanabildi) [Köy yaşamından sahneler]. Kitabın konusu, büyük toprak sahibi general de Montcornet ile eski "bağışıklıkiar"ını generalin tar­ tışma konusu durumuna getirmesini ka­ bul etmeyen köylüler arasındaki savaşım­ dır Utanmaz işadamlarınca kışkırtılan köy­ lüler, efendi değiştirmekten başka bir şey yapamayacaklardır. Balzac bu kitapta, “ köylünün zengine karşı sürekli elbirliği" ni ortaya koyduğunu İleri sürerse de, özel­ likle devrim sonrası toplumun gerçek iç­ yüzünü gösterir: halk, feodalleri ancak burjuvaziye boyun eğerek yenebilir. K ö y lü le r a y a k la n m a s ı, ing. P easants' Revolt, 1381,'de, İngiltere’yi çalkalayan halk ayaklanması. XIII. yy. so­ nundan beri İngiliz senyörlüğü, ağır bir bunalım içindeydi; demografik baskı so­ nucu işletmeler çok küçük kaldı, senyörlük geliri artmaz oldu. 1348’deki kara ve­ ba salgını bu durumu köylü yararına boz­ du; nüfusun aniden azalması ücretleri yükseltip boş topraklan çoğalttı. Gelirleri­ nin düşmesi karşısında senyörler, sertliği yoğunlaştırmaya çalışarak tepki gösterdi­ ler Buna koşut olarak Fransa’yla savaş da bir vergi baskısını haklı göstermekteydi. 1381 baharında çok ağır bir vergi konul­



ması, köylülerin nedensiz olarak tutuklan­ malarıyla birleşerek, Kent ve Essex’te bir şiddet patlamasına yol açtı. Köylü ve za­ naatçı çeteleri, zaman zaman küçük gentry üyeleri ve (kimilerinin lollardlar*’ın düşün­ celerine kapıldığı sanılan) bazı rahipler­ den de destek alarak, şatoları yakıp yıktı­ lar ve 1351’de çıkarılan Statute ofLabourersin yüksek ücretlere karşı hükümlerini uygulamakla görevli oldukları için halkın gözünden düşen krallık yargıçlarıyla sulh yargıçlarına da saldırdılar. 13 haziran 1381 ’ de, Kent ve Essex asileri Londra’ya gire­ rek, aralarında Lancester dükünün gör­ kemli sarayı Savoy’un da bulunduğu bir­ çok yapıyı ateşe verdiler. 14 haziranda genç kral Richard II, Mile End’de ayaklan­ macılarla görüştü ve önderleri Wat Tyler' ın sunduğu istekleri kabul eder gibi gö­ ründü. Ancak hemen sonra ayaklanma­ cılar Londra kulesi’ne saldırarak şansölye (Canterbury başpiskoposu Sudbury) ve krallık hazinecisini (Robert Hales) öldür­ düler. Yeni bir görüşme sırasında Londra Belediye başkanı Tyler'ı öldürdü ve ne ya­ pacaklarını bilemeyen ayaklanmacılar bö­ lünmeye başladı. Oysa o sırada ayaklan­ ma Norfolk, Suffolk, Cambridgeshire ve Hertfordshire’e (St Albans) yayılmaktaydı. Ancak dağınıklık, Norvvich piskoposuyla birçok krallık görevlisinin, askerlerini bir araya getirerek asilerin direncini kırmala­ rını sağladı. Haziran sonunda, ayaklanma nerdeyse tümüyle bastırıldı. Ancak bu ayaklanma senyörlük tepkisine son verdi ve senyörler sertliğin yoğunlaştırılmasından başka çözümlere yöneldiler. K ö ylüler s a v a ş ı, alm. B auernkrieg, 1524 ve 1525’te alman köylülerin ayaklan­ ması. Bu ayaklanma senyörlerin ve tefe­ cilerin sömürülerine karşı eskiden beri sü­ regelen bir hoşnutsuzluğu dile getiriyor­ du. Karlstadt’ın ve özellikle kurulu düze­ nin kötülüklerine son vermeyi öğütleyen Thomas Münzer'in dinsel vaazları ayak­ lanmaya yardımcı oldu. Haziran 1524'te Schaffhausen bölgesinde başlayan ayak­ lanma, hızla Alsace, Hessen, Schwaben, Franken, Thüringen ve Saksonya’ya yayıl­ dı. Kentlerde kalfalar da eyleme katıldı. Ekimden başlayarak ayaklananların başı­ na geçen Münzer, söylevlerinde Gideon' un kılıcından söz ediyordu. Zwölf Artikeln (Schvvaben köylülerinin on iki maddesi) [mart 1525], bu dinsel ve toplumsal dev­ rim girişiminin programını oluşturuyordu. Luther, ayaklananları kınadı, zor kullanımı olarak ayaklanmayı lanetledi. Bu olaylar Luther’i, prenslerin dünyasal egemenliği­ ne yaklaştırdı. Münzer’in çeteleri 15 ma­ yıs 1525'te Frankenhausen’de yenildi ve acımasızca bastırılan ayaklanma, mayısı izleyen aylarda son buldu. K Ö Y L Ü L Ü K a. 1. Köylü olma durumu. —2. Köylülere özgü davranış: Şu köylü­ lükten vazgeç artık. —Topbil. -* Köylü kesimi. K Ö Y M E N (Hulusi), türk siyaset adamı (İstanbul 1891 - ay. y. 1965). Hukuk mektebi’ni bitirdi; avukatlık yaparken DP Bur­ sa örgütünü kurdu; Bursa milletvekili se­ çildi (1950-1960). Adnan Menderes hükü­ metlerinde Çalışma (1950-1951) ve Milli savunma bakanlığı (1951-1952) yaptı. 27 Mayıs 1960 devrimi ile milletvekilliği sona erdi. Anayasayı ihlal suçundan Yüksek adalet divanı tarafından Yassıada'da yar­ gılandı; aklandı. KÖYODASI a. Köylerde çeşitli toplantı­ ların yapıldığı ve konukların ağırlandığı yer; oda. K öyün k a m b u ru , Kemal Tahir'in köy gerçeklerini yansıtan romanı (1959). Ko­ nu edindiği dönemin daha öncesini ele alan Yediçınar yaylası (1958) ve sonraki olayları anlatan Büyük m al'la (1970) bir­ likte bir üçleme oluşturur. Çorum’a bağlı Narlıca köyünden Çalık Kerim (Köyün kamburu) frengili Parpar Ahmet’le Topal Ayşe’den doğmuş, medresede okumuş,



hürriyetin ilanında (1908) köy hocası ola­ rak Narlıca’ya dönmüştür. Sakat olduğu için Birinci Dünya savaşı’nda askere alın­ maktan kurtulur. Silahlı soygunculuk ya­ par. Bakkal dükkânı işletir. Kaçakçılarla iş­ birliğine girer, karaborsacılık, tefecilikle varlıklı köy ağası haline gelir. Roman, bu fırsatçının ekonomik yükselişi boyunca köylülerin güç yaşama koşullarını, gele­ nek ve göreneklerini, inançlarını ve değer yargılarını sergiler. K Ö Z a. 1 . Kor haline gelmiş odun ya da kömür parçası. —2. içinde sönmek üzere olan kor parçacıkları bulunan sıcak kül: Közde patates pişirmek. —3. Bir demirci ocağında bulunan ya da duman kutulannda toplanan tamamlanmamış yanma ürünü. K Ö ZLEM E a. 1. Közlemek eylemi. —2. Köz üzerinde pişirilen yiyecek: Patlıcan közlemesi. K Ö ZLE M E K g. f. Mutf. Patlıcan, biber, patates .vb. sebzeleri içinde sönmeye yüz tutmuş kor parçaları bulunan sıcak küle gömerek ya da doğrudan ateşe tutarak pişirmek. K p a Hematol. Anti-Kpa antikoru, Kpa an­ tijeni, Keli sistemi antikoru, antijeni. K p b Hematol. Anti-Kpb antikoru, K p b ' antijeni, Keli sistemi antikoru, antijeni. K P ELLE a. Manda öbeğinden Kpelleler’in konuştuğu nijer-köngo dili. KP ELLE LE R , Liberya ve Gine’de yaşa­ yan 200 000 kişi dolayında halk. Kuzey­ den gelen Kpelleler, Liberya’nın orman­ lık bölgelerine ancak XVII. yy.’da yerleşti­ ler. Geleneksel olarak açma alanlarda ta­ rımla uğraşırlar (özellikle pirinç). K P E M E , Togo'da köy, kıyıda, demiryoluyla Akoumapö’ye bağlanır. Fosfat zen­ ginleştirme fabrikası ve fosfat dışsatımı. K P O S O LA R ya da A K PO SO L A R , Orta Togo'da halk. Sayılan yaklaşık 60 000’ dir ve kva grubundan bir dil konuşurlar.. Tarımla uğraşan Kposolar, kalabalık köy­ lerde örgütlenmişlerdir Babasoylu ve babayerlidirler. Totemciliğe bağlı babasoylu klanlara ayrılmışlardır. Soylar, bölgelere göre belirlenmiştir; siyasal otorite, köy çer­ çevesi içinde bir şef ve yerel soyları tem­ sil eden bir yaşlılar meclisi tarafından yü­ rütülür. K r Anorg. kim. Kripton’un simgesi. K R A k ıs ta ğ ı, Tayland’da kıstak, Malakka yarımadasını Çinhindi yarımadası bü­ tününe bağlar, D.’da Tayland körfeziyle (Güney Çin denizi) B.’da Andaman deni­ zi (Hint okyanusu) arasında; genişliği yak­ laşık 42 km. K R A A L a. (afrikaans dilinde söze; Por­ tekizce curral, kafes'ten). Güney Afrika’ da yerli köyü ya da sürü hayvanları için çitle çevrilmiş alan. K ra b b e h a s ta lığ ı. Nörol. Çekinik otozomal olarak soydan geçen ve lokodistrofinin çocuklarda görülen erken bir çe­ şidini oluşturan ailevi hastalık. Klinik ola­ rak birinci yaştan başlayarak, psikomotor gelişmede gerileme ve deserebrasyon ka­ tılığına dayalı kasılma nöbetleri biçiminde ortaya çıkar. Hastalık birkaç ay içinde ölümle sonuçlanır. Anatomik lezyon ola­ rak miyelinsizleşmiş bölgeler görülür; bu­ ralarda bazen çokçekirdekli ve damar çevresinde yığın halinde toplaşmış küremsi büyük hücreler (20 ila 50 Â) bulu­ nur. Hastalık serebrozidaz enzimi eksikli­ ğinden ileri gelen bir nörolipidazdır dene­ bilir. (Eşanl. KÜREMSİ HÜCRELİ LÛKOOİSTROFİ.)



K R A K L İT Z (Friedrich von Greifenhorst), avusturyalı türkolog (Viyana 1876 - ay. y. 1932). Viyana Üniversiteşi’nde hukuk öğ­ renimi yaparken (1895-1899), doğu bilim- ■ leri derslerini de izledi. "Die Türkischen Elemente im Neupersischen” (Yeni farsçada türkçe unsurlar) adlı teziyle doktor oldu. Saray kitaplığında çalışmaya başladı



Kraelitz (1903), daha sonra Dışişleri’nde şifre ve çeviri dairesinde görev yaptı. İstanbul’a geldi ve türkçe yazmalar üzerinde çalıştı (1911); türkçe belge ve yazmalar konusun­ da uzman olarak tanındı. 1913’te doçent, 1916’da profesör oldu. Osmanlı tarihi araştırmalarını kapsayan Mitteilungen zur Osmanischen Geschichte adlı bir dergi çı­ kardı (1921-1926). Bu dergide Fatih Sul­ tan Mehmet’in Viyana Milli kütüptıanesi’nde bulunan kanunnamesini yayımladı. Osmanlı şehzadelerinin tuğraları, yeni türk edebiyatı, Kazan Tatarları'nın halk edebi­ yatı vb. konularda makaleler yayımladı. Osmanlı devleti yasaları ve belgeleriyle il­ gili kitaplar yazdı: Die verfassungsgesetze des Osmanischen reiches (Osmanlı dev­ letinin teşkilat kanunları, 1909), Osmanische Urkunden in türkischer Sprache aus der zvveiten Hâlfte des 15. Jahrhunderts (XV. yy.’ın ikinci yarısından kalma türkçe osmanlı belgeleri, 1922). Moğol dili ve grameri üzerinde çalıştı. K R A E P E L İN (Emil), alman psikiyatr (Neustrelitz 1856 - Münih 1926). 1890’dan sonra Dorpat’ta, sonra Heidelberg’de psi­ kiyatri profesörlüğü yaptı. 1904’te Münih Kraliyet psikiyatri kliniği’ni kurdu, araştır­ malarını ve derslerini ölümüne kadar bu­ rada sürdürdü. Manyako-depresif psikoz­ la erken bunamayı (şizofreni) inceledi. Ona göre, erken bunama çeşitli evrimsel biçimlerle maskelenen iyileşmez ve dö­ nüşsüz bir güçsüzlüktü ve onu maskele­ yen evrimsel biçimler arasında yer alan paranoyit bunama, sistemli hezeyanların hemen tümünü kapsıyordu. Bütün akıl hastalıklarını, her birinin klinik görünüşle­ rini betimledikten sonra, önemlerine gö-



lan çok dayanıklı ambalaj kâğıdı. (Beyaz­ latılmamış selülozdan yapılan kraft kâğı­ dı esmer, açık kahverengidir.) || Kraft selü­ lozu, sülfat yöntemiyle elde edilen meka­ nik dayanımı yüksek kimyasal selüloz. K R A F T (Adam) -



KRAFFT.



K R A FT, avusturyalı müzikçi aile.— ANTON, çellocu ve besteci (Rokyöany, Bo­ hemya, 1749-Viyana 1820). 1778-1790 arasında prens Esterhâzy’nin çellocularındandı, bu yıllarda J. Haydn’dan bir süre besteleme deVsIeri aldı. 1790’da Bratislava’da prens Grassalkovich’in, 1796’da da Viyana’da prens Lobkovic’in orkestrasına girdi. Çello için sonatlar, çeşitli parçalar ve bir konçerto besteledi. Ayrıca prens Esterhâzy adına 2 bariton ve çello için yaz­ dığı üçlüleri vardır. Haydn’ın, Anton Kraft için bestelediği re majör çello konçerto­ su (1783), kimilerine göre onun bestesi­ dir. —Nİkolaus, çellocu ve besteci (Esterhâza, Macaristan, 1778 - Cheb, Bohem­ ya, 1853), öncekinin oğlu. Babası tarafın­ dan yetiştirildi; onun gibi, büyük bir virtü­ öz olarak ün yaptı. Babasıyla birlikte prens Lobkovic’in orkestrasına girdi. Da­ ha sonra Schuppanzigh dörtlüsü’nde çal­ dı. K R A F T (Viktor), avusturyalı filozof (Viya­ na 1880 - Purkersdorf 1975). Viyana kitap­ lığının sekreteriydi, Viyana çevresi’ne ka­ tıldı. Yapıtları: Die Grundlagen einer wissenschaftl. Werttehre (1960), özellikle de Die Grundlagen der Erkenntnis und der Moral (1968). K R A Q (Thomas Peter), norveçli yazar (Kragerö 1868 - Oslo 1913). Yeniromantikler arasında yer aldı, gerçekçi, şiirsel ve daha sonraları gizemci üslupla romanlar (JonGraeff, 1891; Kobberslangen, 1895; Ada Wilde, 1896), öykü kitapları (Tusmörke, 1898) ve Ie Roi Aagon (fr. çev.) [1893] adlı bir oyun yazdı. K R A G (Vılhelm Andreas), norveçli şair (Kristiansand 1871 - Ny Hellesund 1933). Thomas Peter Krag’ın kardeşi. Önceleri yeniromantikti (Digte, 1891), daha sonra simgeciliğe yöneldi (Sange fra Syden, 1893). Veslandsviser (1898) ve Sange fra min'de (1918) doğduğu ülkeyi yüceltti. Ay­ rıca romanlar (Majör von Knarren og Hans Venner, 1906) ve oyunlar (Baldevins Bryllup, 1900) da yazdı.



Krakatoa adasında yanardağ püskürmesi (eylül 1979)



re sınıflandırdı. Psikiyatride nozografik dö­ nemin başyapıtı olan bu sınıflandırma, gü­ nümüzde de önemini koruyor. Bütün ça­ lışmaları Psyct)jatrie adı altında toplana­ rak 1927’de yayımlandı. K R A F F T ya da K R A F T (Adam), alman heykelci (Nürnberg 1460’a doğr.-Schvvabach 1508 ya da 1509). Nürnberg’in son gotik heykelcisidir. Bu kentte İsa’nın yaşamıyla ilgili yedi kabartma ve Schreyer ailesinin anıtını (1491) yaptı. Sebalduskirche’nin anasunağındaki Çarmıhı taşı­ yan İsa, Lorenzkirche’deki kutsal kâsenin saklandığı yüksek dolap (1493-1500), Sankt Johann mezarlığı capellasındaki Mezara konuş (1507) da onundur. Krafft ayrıca çok sayıda Meryem Ana heykeliy­ le dinsel ve dindışı kabartmalar yaptı.



Ciacing döneminde (1522-1566) sıraltı “beyaz ve mavi” boya sûslemeli büyük bir vazodan M e l e ayrıntısı Guimet müzesi, Paris



K R A FFT -E B İN O (Richard VON), alman psikiyatr (Mannheim 1840 - Graz 1902). Strasbourg’ta, sonra Graz’da, son olarak da Viyana’da psikiyatri profesörlüğü yap­ tı, cinsel sapıklıklar ve kriminoloji konula­ rında incelemeler (Psychopathia sexualis, 1886) yayımladı. K R A F T a. (kuvvet anlamında âlm. ■-öze.). Kâğ. san. Kraft kâğıdı, beyazlatılmamış ya da beyazlatılmış kraft selülozundan yapı­



K R A G (Jens Otto), danimarkalı siyaset adamı (t^jpenhag 1914 - ay. y. 1978). Sos­ yal demokratlardan milletvekili seçildi (1947), birkaç kez bakanlık yaptı. Eylül 1962’de Başbakan oldu, 1966’da Dışişleri bakanlığını da üstlendi. Bir hükümet bu­ nalımı istifasına yol açtı (aralık 1967). Ha­ ziran 1969’da Sosyal demokrat parti’nin başkanlığına yeniden seçilen Otto Krag, eylül 1971 erken seçimlerinden sonra ye­ niden Başbakan oldu ve sosyal demok­ rat bir azınlık hükümeti kurdu. Ortak pa-^ zar’â üyelik anlaşmasını imzaladı. 2 ekim' 1972’de yapılan referandumla Danimar­ ka’nın AET üyeliğinin onaylanmasına rağ­ men Krag, bu haikoylamasından sonra is­ tifa etti.'^ K R A G U J E V A C , Sırbistan da kent, Morova’nın kolu olan Lepenica kıyısında; 87 000 nüf. Sırbistan’ın eski merkezi (1818-1839 arasında). Otomobil sanayi­ si, silah imalatı. K R A İC H G A U , Almanya’nın BadenVVürttemberg eyaleti sınırları içinde coğ­ rafi bölge, Odenvvald ile Karaorman ara­ sında parçalanmış kireçli bir platodan oluşur. Verimli ve yoğun biçimde tarıma açılan Kraichgau, tahıllar, şekerpancarı, otlar ve meyveler (erikler, kirazlar) üre­ ten, açık tarlalarla çevrili büyük köyler içeren bir "kırsal kesim'dir. K R A İN , Slovenya'nın, Avusturya-Macaristan Imparatorluğu’na bağlı olduğu dönemdeki adı. K R A J İN A , Hırvatistan'a bağlı sırp ö­



zerk bölgesi, merkezi Knin. 300 Ö00 Sırp’ın yaşadığı bölge, Hırvatistan'ın gü­ ney kesimindedir. — 1991'de, başkan seçilen Milan Babic liderliğindeki yerel parlamento bağımsızlık ilan etti. 1992 başında Mavi Berelilerin bölgeye gel­ mesine karşı çıkan Babic aynı yıl şubat ayında görevden alındı ve yapılması ön­ görülmüş olan BM barış planıyla ilgili re­ ferandum ileri bir tarihe ertelendi. K R A K a. (çökme, batma anlamında alm. söze, krach'dan). ikt. Mali çöküntü, bir iş­ letmenin ani batışı. K R A K A T O A ya da K R A K A T A U , En­ donezya’da küçük ada, Sunda boğazın­ da, Sumatra ile Cava arasında. Krakatoa yanardağının (Perbuatan) patlaması so­ nucu 1883’te bir ölçüde harap oldu. Ya­ nardağ etkinliği hep şiddetlidir. K R A K E LE a. (fr craçuelb). Camc. Sıcak parçanın ansızın su içine daldırılmasıyla elde edilen çatlak cam türü. (XV. yy. Ve­ nedik yöntemi.) S-Seram . Sır, kaplama ya da emay üze­ rinde, gerek fırınlama sırasında birden so­ ğutarak, gerek bu malzemelerin bileşimi­ ne özel bir madde katarak meydana ge­ tirilen süsleme niteliğindeki çatlak. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Seram. Krakeleyi porselen ve greler üzerinde ustalıkla kullanan çinli se­ ramikçiler, Song hanedanı döneminden (960-1279) başlayarak, değişik boyutlar­ da çatlak ağlarını üst üste bindirerek ve çatlakları renkli pigmentlerle belirterek de­ senler oluşturmayı başardılar. Bu işlem, gene Çinliler tarafından çeşitli yüzyıllarda, Avrupa'da da XIX. ve XX. yy. seramikçile­ ri tarafından başarıyla kullanıldı. K R A K E N a. Mit. Efsaneye göre Norveç denizlerinde yaşayan ve gemileri durdu­ rabilecek kadar güçlü olan ahtapot. K R A K E R a. (amerikanca cracker, to crack, çatırdamak'tan). Küçük tuzlu bis­ küvi. K R A K İN G a. (ing. cracking'den). Ağır bir petrol kesiminde bulunan doymuş hid­ rokarbonları, sıcaklığın ya da gereğinde bir katalizörün etkisiyle motor yakıtları (arıt­ ma) ya d a kimyasal ara ürünler ve girdi ürünleri (petrokimya) olarak kullanılan da­ ha hafif hidrokarbonlara dönüştürm e yön­ tem lerinin tüm ü. (Eşanl. PARÇALAMA, KIR­ MA.) [Bk. ansikl. böl.] || Kraking ünitesi, hidrokarbonların krakirıg tepkim esinin oluştuğu arıtma ünitesi. —ANSİKL. Krakingin dayandığı temel tep­



kime, doymuş alifatik bir hidrokarbonun (parafin) daha az karbon atomları içeren bir parafine ve bir olefine bölünmesine dayanır: buna birincil kraking denir. Bu yolla elde edilen ürünler kendi karbon zin­ cirlerinin çeşitli noktalarında meydana ge­ len ikincil kraking tepkimeleriyle değişik hafif ürünlerin oluşmasına yol açar: yoğuşturulamaz gazlar, sıvılaştırılmış gazlar ve özellikle olefin bakımından zengin ben­ zinler. Parafinlerin bu yolla kimyasal dönü­ şümü, her ne kadar ilke olarak basit gö­ rünürse de yan tepkimelerin birincil ve ikincil krakinglerle karışması nedeniyle gerçekte çok daha karmaşıktır. Bu yan tepkimeler, bu bileşiklerin büyük termodi­ namik kararlılığı nedeniyle kondanse poliaromatik hidrokarbonların, yani yumuşak ya da katı olmalarına göre katran ve kok diye adlandırılan hidrokarbonların oluş­ masına yol açar. Katalitik kraking, fransız Eugöne Houdry’nin İkinci Dünya savaşı’ndan önceki ilk çalışmaları sonucunda kısa sürede kra­ king işleminde uygulanmaya başladı; bu yöntemde kullanılan petrol hidrokanbonları, ham petrolün 350 ile 500 °C arasın­ da damıtılan kesimleridir Reaktör 500 °C dolayında bir sıcaklıkta ve atmosfer basın­ cında çalışır. Modern katalizörler kristalleş­ miş ve iki ya da üçdeğerli katyonlarla yer değiştirmiş alüminosilikatlardır; bunların asitliği C—C bağlarının kopmasını kolay-



laştırır; ağırlıkça °/o 45 ile 50 arasında bir verimle, oktan indisi 91 ile 93 arasında (clear research) değişen benzinler elde edilir; bu benzinler motor yakıtlarını formüllendirm'e için çok uygun bazlar oluşturur. Kokun krakingle birlikte görülen kaçınılmaz oluşumu, katalizör üzerinde katı birikintile­ re neden olur ve katalizörün hızla etkinliği­ ni kaybetmesine yol açar Bu süreçle mü­ cadele etmek için, koku, belli aralıklarla ha­ va eşliğinde yakarak katalizörü yenilemek gerekir. Modern yöntemlerde, kokun yan­ masının kimyasal dönüşümü ayrı donanım­ larda gerçekleştirilir; bu da, reaktör ile rejeneratör arasında katalizörün dolaşımını gerektirir. Bu konuda kabul edilen teknik çözümlemelerde akışkanlaştırılmış katalitik bir yatak kullanılır: ortalama çapı 50 ym dü­ zeyinde olan çok küçük parçacıklara indir­ genmiş katalizör reaktörde, hidrokarbonlu gaz yükü içinde asıltı durumundadır Tep­ kime ürünleri katalitik tozdan gazları ayıran siklonlar aracılığıyla elde edilir ve ayırımlamaya gönderilir. Katalizör reaktörün taba­ nında birikir ve buradan kesintisiz olarak rejeneratöre aktarılır; bu işlem sırasında re­ aktördeki yanma için gerekli olan hava, ta­ şıyıcı gaz işlevini görür. Yenilenen katalizör yeniden reaktöre yollanır Katalizörün reak­ tör ile rejeneratör arasındaki dolaşımı ak­ tarma borularıyla, bir yandan iki sığa ara­ sındaki basınç farkının, öte yandan da ikin­ cil hava ve su buharı püskürmelerinin et­ kisiyle kapalı devre halinde gerçekleşir. Kaynama sıcaklığı 30 ile 170 arasın­ da değişen hidrokarbonlar içeren daha hafrf petrol kesimlerine uygulanan ısıl kraking, Avrupa’da çok yaygındır ve organik kimya­ nın temel hammaddelerini oluşturan etilen, propilen, butadien ve benzen gibi doyma­ mış hidrokarbonların üretiminde kullanılır, işlem iç çapı küçük tepkime borularında gelişir; borulardaki yük çok yüksek sıcak­ lıklarda (820 ile 870 °C arasında) atmos­ fer basıncı altında ve çok kısa bir sürede (0,2 ile 0,3 sn) parçalanır Teknolojik neden­ lerle tepkime koşulları içindeki hidrokarbon­ ların kısmi basıncı su buharı kullanılarak düşürülür (buharla kraking). Optimum ko­ şullar altında, ağırlıkça olefin verimi etilen için °/o 33 ve propilen için °/o 17’dir. ABD’de, etilen üretimi için doymuş hafif hidrokarbonların (etan, propan ve bütan­ lar) ısıl krakinginden de (ya da piroliz) ya­ rarlanılır K R A K Ö W , tûrkç. Krakovi, Polonya’da kent, Yukarı Vistül kıyısında, Varşova’nın güneyinde, voyvodalık merkezi, 784 400 nüf. (1990). Kraköw günümüzde, iki ye­ şil bulvar kuşağının ötesindeki Vistül kıyı­ larında geniş alanlara yayılan büyük bir bölgesel merkezdir. • COĞRAFYA. Kentte birçok etkinlik vardır. Önce, Varşova’dan sonra ülkenin başlıca kültür ve bilim merkezidir. Birçok bölgenin (özellikle de Yukarı Silezya’nın yakınında ol­ ması) sınırında bulunması (ulaşım yolları kavşağı, çeşitli değişimlerin ve ticaretlerin yapıldığı merkez) kentin çok gelişmesini sağladı. XX. yy.'ın başında gelişmiş etkin­ liklerine (dökümevleri, demiryolu gereçleri ve tarım makineleri) karşın Krakövv, ikinci Dünya savaşı'ndan hemen sonra "Eski Polonya'nın simgesi oldu. Bu özelliği bir ölçüde azaitmak için, 1949'da, Krakövv'a ancak 10 km uzaklıkta yeni sanayi kenti Nowa Fluta (metalürji) kuruldu. Krakövv da çeşitli sanayilerin toplandığı (makine ve elektrikli gereçler, ecza ürünleri, hazırgiyim, basımcılık, tütün imalatı) bir merkez oldu ve D.'ya doğru genişleye­ rek Nowa Huta ile birleşti. —Krakövv voyvodalığı (3 255 km2; 1 219 600 nüf. [1989]) da verimli bir tarım bölgesidir. • TÂRİH. Krakövv’un (efsanevi kurucusu Krakus'un adından) kuruluşunun VII. yy.’a kadar uzandığı sanılır Wawel kalesinin, bu dönemde slav kabilesi Vislanlar’ın ileri ge­ lenleri tarafından kurulduğu söylenir. Hıris­ tiyanlığın Polonya’da ortaya çıktığı ilk yer olan kent, 1000’e doğru bir piskoposluk merkezi oldu. XI. yy.’da, Kazimierz I döne­



minde başkent olan Krakövv, Wtadystaw I tokietek’in krallığı yeniden kurmasıyla 1320’de yeniden başkentliğe yükseldi (Zygmunt III Vasa 1596’da başkenti Varşova’ya taşıdı). 1241, 1259 ve 1287 moğol akınları sırasında yakılıp yıkılan Krakövv, alman, da­ ha sonra da İtalyan ve yahudi göçmenle­ rin gelişiyle onarıldı ve büyük pazar alanı­ nın (Rynek Gfövvny) çevresinde gelişen bir damalı plana göre yeniden kuruldu. Bk. resim sayfa 7080



1364'te kurulan ünlü Jagellon üniversi­ tesi'™ de barındıran Krakövv, XIV. yy.’dan sonra kralların taç giydiği ve gömüldüğü Wawel'deki Stanisfavv katedrali ile, tarihsel Polonya'nın tinsel merkezi oldu. Viyana’antlaşması ile 1815-1846 arasında bağımsız ve tarafsız “ özgür" bir cumhuriyet oldu, 1846' da AvusturyalIlar tarafından ilhak edildi, ekim 1918’de de yeniden Polonya toprak­ larına katıldı. Eylül 1939’da naziler tarafın­ dan işgal edildi ve Polonya genel yöneti­ minin merkezi oldu; ocak 1945’te sovyet or­ duları tarafından kurtanldı. • GÜZEL SANATLAR. Gotik dönemden kalma surlarla çevrili olan kent merkezi, Or­ taçağdaki güzelliğini koruyabilmiştir. Geniş Rynek Gtövvny'nin (Büyük Alan) çevresin­ de çok önemli tarihsel yapılar sıralanır. Kır­ mızı tuğladan yapılmış, güçlü bir görünü­ me sahip bir gotik yapı olan Kofciol Mariacki kilisesi’nde (XIV. yy.) Wit Shıvosz’un 1477’de gerçekleştirilen ve heykelcilik sa­ natının başyapıtlanndan biri olan çokrenkli tahta oymalı sunakarkalığı bulunur. Ku­ maş pazarı XVI. yy.'da yeniden yapılmıştır; gözcü kulesi XIV.-XVII. yy.’lardan kalmadır. 1364’te kurulan ve Polonya'nın ilk üniver­ sitesi olan Krakövv Üniversitesi, dominiken ve fransisken kiliseleri gibi Rynek Gfövvny' nin yakınlarında yer alır. Kentin bir başka arkeolojik merkezi de Vistül kıyısında bir te­ penin üzerine kurulmuş Wawel kalesidir. Kaledeki roman ve gotik dönemlerden kal­ ma şato, mimar Francesco Fiorentino ta­ rafından Zygmunt I için rönesans üslubun­ da görkemli bir malikâneye dönüştürüldü. Şatoda bugün, aralarında kral Zygmunt II August’un ısmarladığı 1548-1572 yıllan ara­ sında yapılmış 136 duvar halısının da bu­ lunduğu ulusal sanat koleksiyonları korun­ maktadır. XIV. yy.’dan kaima Wawel katedraii’ne Zygmunt I döneminde Italyan sanat­ çılar tarafından yapılan kralların mezar capellası eklenmiştir (heykeller). Krakövv B ilim la r a k a d e m is i, 1871‘de kuruldu, özellikle Z. F. Wröbleski ile K. Olszevvski’nin gazların sıvılaştırt­ masına ilişkin çalışmalarıyla tanındı. 1951’de kapatılarak yerine, Rusya’daki Bilimler akademisi modeline dayanan Polonya Bilimler akademisi kuruldu.



y a n m a d u m a n la rı a y ırım la m a y a g id e n



ü fle y ic i



rejeneratör



reaktör



üstte ve altta ağır petrol kesimlerinin katalitik krakinginin gösterimi ve çalışma ilkesi şeması



T. Suminski-İnterpress ka ta liz ö r



ü rü n le r



re a k tö r



re je n e ra tö r



Krakömr: Rynek Gtöwny (Büyük Alan) üzerinde kumaş pazarı (XIV. ve XVI. yy.) ve gözcü kulesi (XIV.-XVII. yy.)



olan kimse: Dolandırıcılar kralı. Serseriler kralı. Enayiler kralı. —5. Kral dairesi, bir otelin en lüks dairesi. || Kral öldü yaşasın kral, habercinin yaşayan kralın ölümünü ve yeni kralın tahta geçişini ilan ederken kul­ landığı kalıp söz; emri altında bulunduğu, övüp yücelttiği bir kimsenin yerine geçen yeni birine aynı övücü, yüceltici sözlerle yaklaşan kişinin bu tutumu için söylenir. || Kraldan çok kralcı olmak, bir kimseyle il­ gili bir tutumu, bir düşünüşü ondan daha çok savunur olmak. || Krallar gibi, krallara yakışır biçimde: Krallar gibi karşılandık. || Krallara layık, krallara sunulabilecek nite­ likte değerli ve üstün olan şeyleri belirtmek için kullanılır. —Esk. Mıa Rahip kral, Gerileme dönemi­ nin başında (XXI. sülale) Yukarı Mısır'da kendilerini kral ilan ederek iktidarı ellerine alan büyük Amon rahiplerine verilen ad. —Esk. Rom. Şölen kralı, şölen sırasında baş köşede oturan ve herkesin kaç kupa içeceğini saptayan kişi. || Kurban kralı (lat. rex sacrorum), bütün kurban törenlerine başkanlık eden, uygulamacı ve zorunlu olarak evli lanus rahibi. (Bu makam hiç­ bir yüksek devlet göreviyle bağdaşmaz­ dı.) —Miner Kral suyu, altın ve platini çözebi­ len nitrik asit ve hidroklorik asit kanşımı. (Bi­ leşimi değişebilen kral suyu, özellikle pasIn n m M



—-Ilı. 1 m A t A İA / ı m f i l/ H n A l n m n n t ıanm az çeıiKiara© metaıograriK aag ıam a eı-



Krakâw Wawel katedrali (XIV. yy.) ve capellaları (XVI. yy.)



KR AK O V TİA K a. (lehçe söze.). Ritmini, önceleri mahmuz şıkırtılarından, sonra da topuk vuruşlarından (çizmelerinin -topuunda metal plakalar vardır) alan 2/4'lük olonya halk dansı. K R A K U S a. 1831 ayaklanmasında Kraköw kentinin efsanevi kurucusu Krakus1 un anısına polonyalı süvarilere verilen ad. K R A K U S , VII. yy.'ın sonuna doğru Leh hanedanının yerini alan efsanevi Polonya hükümdarı. Kraköw kentini onun kurdu­ ğu sanılır.



Shakespeare’in KralLur’mim bir sahne



(1950'de Stratford on Avon’daki temsil)



K R A L a. 1. Genellikle ömür boyu olmak üzere en yüksek siyasi gücü seçim ya da veraset yoluyla elinde bulunduran ve kul­ lanan kişi; hükümdar. (Bk. ansikl. böl.) —2. Herhangi bir ekonomik etkinlikte ya da bir üretim alanında üstünlüğü elinde . bulunduran kimse: Petrol kralı. Çelik kra­ lı. —3. Herhangi bir konuda başkaların­ dan üstün olan, usta olan kimse: Satranç kralı. —4. Çoğul ad + kralı, olumsuz bir işte bir etkinlikte ya da bir konuda ünlen­ miş ve yaptıklarıyla benzerlerini aşmış



keni olarak kullanılır.) [Eşanl. ALTIN SUYU.] -T ar Krallar kralı, Parthlar'ın ve Persler'in krallarına verilen unvan.J Büyük kral, yu­ nanlı yazarlara göre Persler'in kralı. || Çavuş-kral, Prusya kralı Frledrich-VVilhelm l'in takma adı. || Katolik kral, ispanya kral­ larına verilen unvan. || Katolik krallar, Aragönlu Fernando II ve Castillalı isabel. || Meşruti kral, yetkileri bir anayasa ile tanım­ lanmış ve sınırlandırılmış kral. || Romalılar' ın kralı, Heinrich IV’ten başlayarak germen imparatoriannın sürekli olarak taşıdıktan un­ van. (Bu unvanı taşımak için Roma'da taç giymek ya da taç giymeyi kabul etmek ge­ rekiyordu. Roma'da taç giyme geleneğini kaldıran Altın mühürlü ferman'dan sonra bu unvan kullanılmaz oldu.) . ♦ sıf. Tkz. Üstün nitelikleri olan, en iyi, en mükemmel: Kral araba. Kral arkadaşım. —ANSİKL. Frazer’e göre, İlk krallar, büyü­



cüler, halk hekimleri ve mucize gösteren­ lerdi. Tarih çağlarında, kralın tanrısal bir ni­ telik taşıması sık rastlanan bir olaydı. Kral, ya bir tanrının oğlu olur (Mısır) ya da öldük­ ten sonra tanrılaştınlırdı (Hititler). Yunanlılar' la Romalılarda da başlangıçta krallık var­ dı, ama işlevi hızla küçüldü, yerini demok­ ratik kurumlara bıraktı. Krallık, genellikle, zorba bir kurumun tatsız anısı olarak kaldı ve ancak bir unvan olarak, çoğu kez din­ sel gelenekler çerçevesi içinde, varlığını sürdürdü: kral arkhon (Atina); kurban tö­ renleri kralı (Roma) gibi. Sparta bu konu­ da daha tutucu davranarak iki kraldan olu­ şan bir collegiumu alıkoydu; ama bunların yetkileri durmadan kısıtlandı ve kendileri ephoroslar tarafından denetim altında tu­ tuldu. Antikçağ’ın öteki kavimleri (Barbar­ lar) krallık kuruntunu korudular. Fransa’da XIX. ve XX. yy.’a kadar çoğu devletlerde ol­ duğu gibi, hükümdar bir kraldı ve rolü, yet­ kisi ve saygınlığı dönemlere ve hanedan­ lara göre değişiklikler gösterdi. Ama kut­ sal niteliği Ancien Regime geleneğinde varlığını sürekli olarak korudu (kralın kut­ sanması ve keramet sahibi oluşu [-» SIRA­ CA], "tanrısal hukuk” kavramı). —ikonogr Jordaens ünlü tablosunda (Louvre), Krallar bayramını kutlamak için içki içen neşeli bir flaman topluluğunu canlan­ dırmıştır. Jordaens’in aynı temayı işleyen öteki tabloları, Viyana ve Brüksel müzelerindedir. Teniers ve Steen de aynı konuyu işlemişlerdir. K R AL’ (Fraho), Slovak yazar (Barton, Ohia 1903 - Bratislava 1955). Şiir kitaplarında {Cerny na Palete, 1930; Z Noci do Usvietu, 1945; Jarnou Cestou, 1952) ve roman­



larında (Cesta Zarubana, 1934; Stretnutie, 1945) lirik anlatımdan proletarya gerçeği­ ne doğru yöneldi. K R A L EĞRELTİSİ a. Üreme organları yaprakların üzerinde yaprak ayasından ol­ dukça fırlamış bileşik demet biçiminde gö­ rünen basit ya da çifttüysü yapraklı güzel eğrelti (Osmunda regalis). —ANSİKL. Avrupa'da ve Kuzey Anadolu' da nemli çayırlarda ve su kenarlarında ye­ tişen kral eğreltisi oldukça boylu (15 m'ye kadar) çokyıllık otsu bir bitkidir Sonbahar­ da toplanıp kurutulan köksapları, diüretik, peklik ve kuvvet verici niteliklerinden dola­ yı halk hekimliğinde infusyon halinde kul­ lanılır. K ra l L e a r (King Learl VVİlliam Shakespeare'in beş perdelik trajedisi (1606'ya doğr.). Yaşlandığını hisseden Lear, krallığı­ nı üç kızı arasında eşit olarak bölüştürme­ ye karar verir; ancak, küçük kızı Cordelia' nın, sevgisini ablaları kadar dalkavukça göstermemesine içerleyerek onu mirasın­ dan yoksun bırakır Olğer yandan, Glocester dükü de, servetini meşru oğlu Edgar ile gayrimeşru oğlu Edmond arasında paylaş­ tırır. Ancak iki baba da çocuklarının nan­ körlüğüne uğrarlar. Edmon'un İftiralarına inanan Glocester Edgar'ı ölüme mahkûm ettirirken, artık iktidarından emin olan Ed­ mond babasının gözlerini oydurur. Fırtınalı bir gecede İki büyük kızı tarafından sara­ yından kovulan Lear'e, sefalete mahkûm ettiği küçük kızı Cordelia'dan başka kimse kucak açmaz. Lear acıdan delirir; onun piş­ manlığı, yakınmaları, Cordelia'nın sadakati Shakespeare'in bu korkunç trajedisinin en güzel sahneleridir Bu yeni Antigone'nln ko­ luna girmiş, yanında bir saray soytarısı ol­ duğu halde -soytarının sahte deliliği ile tah­ tını yitirmiş kralın bunaklığı bir kontrast oluşturur- ordan oraya dolaşan bir Lear çi­ zer Shakespeare. Cordelia asılarak öldürü­ lürken, Lear de onun cesedi üzerine kapa­ narak can verir ikinci sahne daha sıkıntı­ sız bir çözümle son bulur: mirastan mah­ rum bırakılan oğlu da Cordelia gibi baba­ sına sadık kalmıştır; gayrimeşru kardeşini düelloda öldürerek Glocester'ın gözüne girmeyi başarır. K ra l ö lü y o r (Le rol se meurt), Eugene ioneseo'nun oyunu (1962). Börenger’nin son serüveni. Börenger kraldır, ama can çekiş­ mektedir O zaman doğmuş olmak neye yaraı? Hele kral olmak neye yarar? Ölü­ mün dayanılmaz bilincine varmaktan ölü­ mün kabul edilmesine kadar uzanan sar­ sıcı bir trajedi. K R A L W İL L İA M to p ra ğ ı ya da a d a ­ s ı, Kanada'nın (Kuzey-batı arazisi) Arktika takımadasında ada, kutup çemberiyle 70° K. enlemi arasında. K ra l y o lu , Pers İmparatorluğu dönemin­ de, İran'ı Anadolu'nun B. kıyılarına bağla­ yan ünlü antik yol. Bu yol İ.Ö. VI. ve V. yy.' larda, G. İran'daki başkent Sus’tan başlıyor, Anadolu'da Melitene (Malatya), Mazaka (Kayseri), Ankyra (Ankara) ve Gordion kent­ lerinden geçerek B’da Sardeis’e ulaşıyordu. Yaklaşık 2 400 km uzunluğundaki bu gü­ zergâhta normal yolculuk üç ay kadar sü­ rerken, imparatorluğun habercileri, aynı yo­ lu menzillerde at değiştirerek dokuz gün­ de aşabiliyorlardı. Kral yolu'ndan ayrılan kollar ayrıca B.’da Ege kıyısındaki liman kentlerine, G.'de Babil'e ve Mısır’a, D.’da Ekbatana'ya uzanıyordu. Bu yolla sağlanan iletişim düzeniyle, imparatorluk emirleri hız­ la yerine ulaşıyor, toprakların yönetimi ve bütünlüğünün korunması kolaylaşıyordu. K R A L C I sıf. ve a. Bir kraldan ya da kral­ lıktan yana olan kimse için kullanılır. K R A L C IL IK a. Krallık yanlısı olma. K R A LİÇ E a. 1. Bir krallığa tek başına sa­ hip olan prenses. —2. Bir kralın karısı. —3. Bir şeye egemen olan, onu yöneten, yönlendiren kadın: Moda kraliçesi. —4. Güzellikte, zekâda, değerde, diğerlerin­ den üstün olan kadın: Balo kraliçesi. Ge­ cenin kraliçesi. — 5. Kraliçe gibi, ağır ve



değerli giysiler giyinmiş, güzel, gösterişli kadın için kullanılır. || Ana kraliçe -* ANA. || Güzellik kraliçesi -> GÜZELLİK. —A rıc ANAARI'nın eşanlamlısı.



—Bağc. Bağlar kraliçesi, macar G. Mathiâsz tarafından yetiştirilen ve sofralık üzüm veren asma çeşidi. (Çok hoş koku­ lu ve hoş tatlı büyük beyaz tane veren er­ kenci bir asmadır.) —Zool. Topluca yaşayan böceklerde (arı­ lar, yabanarıları, karıncalar, termitler, vb.) üremeyi sağlayan dişi. (Türlere göre bir [monogini] ya da birçok [poligini] kraliçe olabilir. Topluluktaki yâbanarılarının tümü kraliçe dışında kışın ölür; kraliçe bahar­ da yrâni bir topluluk oluşturur.) K R A L İÇ E C H A R L O T T E a d a la rı, In­ giliz Kolombiyası'nda (Kanada) yaklaşık 150 adadan oluşan bütün, Büyük Okya­ nusla, Vancouver adasının K.-B.'sında 13 251 km2'lik bir alan kaplar, İspanyol Juân Pârez'in 1774'te bulduğu bu adalara (örneğin Graham ve Moresby) 1778'de Cook gitti. Dlxon boğazıyla Alaska'dan ve Hâcate boğazıyla Ingiliz KolombiyasF ndan ayrılır. Bu adalarda bir altın damarı bulundu. K R A L İÇ I C H A R LO TTE b o ğ a n , Bü­ yük Okyanus'taki (Kanada) bir deniz ko­ lunun kuzey girişi, Ingiliz Kolomblyası kı­ yısını Vancouver adasından ayırır. K R A L İÇ I E Ü Z A B IT H a d a la rı, Kanada'ya bağlı Arktika takımadasının bir bölümü, Lancaster ve Melville boğazları­ nın K.'inde. Özellikle Ellesmere toprağını, Devon adasını, Parry adalarını, Sverdrup takımadasını içerir. K ra flç a K utsal k ita b ı, moravyalı" kar­ deşler tarikatından bir grup kutsal kitap yorumcusu tarafından gerçekleştirilerek, 1579-1593 arasında Kraliçede (Moravya) bastırılan Kutsal Kitap çevirisi (6 cilt). Ge­ rek tipografik niteliği, gerekse üslubu ba­ kımından, çek dilinde yayımlanmış en ba­ şarılı Kutsal K'ıtap çevirisidir. K R A L İÇ E M A U D , Antarktika'da bölge, Güney kutbu'yla Ross denizi arasında. K R A L İÇ E M A U D to p ra ğ ı, Antarkti­ ka'da bölge, Afrika’nın uzantısında. Nor­ veç burası üzerinde hak iddia etmektedir. K ra liç e le r va d isi, Nil'in B. kıyısında, Krallar* vadlsi'nin 1,5 km G.-B.'sında Teb nekropolisi. Bu vadide Ramses soyundan gelen kralların karıları ve çocuklarının ve Ramses lll'ün oğullarının hypogeumları yer alır. Bilinen 80 mezardan bazıları (Ramses lll'ün oğullarından biri olan Am on-her H opeçef'in, özellikle de Nefertari*'nin mezarları) çok iyi korunmuş­ tur. Olağanüstü bir canlılıkta duvar resim­ leriyle süslü olan kraliçe Nefertari'nin me­ zarı 3 ana salondan oluşur. Duvar resim­ lerinde çeşitli tanrılara armağanlar sunan kraliçe ile satranç oynayan (yeniden do­ ğuşu simgeler) kral görülür. Lahdin yer al­ dığı son salonda, yaldızlarla süslü koyu mavi tavanı, üzerlerinde çeşitli sahneler betimlenen dört ayak taşır. K R A LİÇ E LİK a. Kraliçe olma durumu. K R A LİY E T a. (slavca kral ve ar. -iyyet > kraliyyet'ten). Krallık. K ra lly o t a k a d e m is i (İspanyol), Felipe V'in korumasında 1713’te kurulan ve ge­ ne bu kral tarafından resmi statüye 1714'te kavuşturulan akademi 36 üye, 38 İspan­ yol ya da İspanyol amerikalı, 36 da yaban­ cı muhabir üyeden oluşur. Bir Diccionario de autoridades (Otoriteler sözlüğü) [1726-1739], Lope de Vega'nın yapıtlarını ve özellikle kendi çıkardığı Diccinario usua f in (Günlük kullanım sözlüğü) yeni ba­ sımlarını yayımladı. K ra lly o t a k a d e m is i (Londra) [Hoyal Academy], 1766'da sir Joshua Reynolds' un girişimleriyle kurulan ve 1768'de kral­ lığın onayını alan sanatçılar topluluğu. Ön­ celeri 40 üyeyle sınırlandırılmışken, son­ radan 30-35 ortağın daha katıldığı Royal



Academy düzenli olarak her yıl bir sergi açmasının yanı sıra kendini güzel sanat­ ların öğretimine adamıştır. İngiliz okulunun gelişmesinde belirleyici bir rolü olan bu kuruluş örnek alınarak, daha sonra Edinburgh'da Royal Scottish Academy ve Dublin'de de Royal Hibernian Academy kuruldu. Ünlü başkanları arasında sir J. Reynolds, B. West, Th. Lavırrence, sir J. E. Millais ile Gainsborough, Constable, Turner, Watts sayılabilir. Akademi, sergilerini Burlington House salonlarında açar. K ra liy e t b ilim le r a k a d e m is i (Stock­ holm), 1739'da aralarında Cari von Linnâ’ nin de bulunduğu altı bilgin tarafından ku­ rulan akademi. 12 sınıfa ayrılan en fazla 140 isveçli üye ve. 108 yabancı ortağı var­ dır. Svedberg, Siegbahn ve Tiselius da bu akademinin üyeleriydi. Nobel kimya ve fi­ zik ödülleri bu akademi tarafından verilir. K R A L JE V İÖ (Miroslav), hırvat ressam, gravürcü ve desinatör (Gospiö 1885 - Zagreb 1913). Münih’te öğrenim gördük­ ten sonra, Paris'te, Câzanne, Manet, Lautrec gibi ressamların izinden gitti. Çeşit­ li sahneler, manzaralar ve portreler yaptı. Büyük bir renk ustası olarak J. Raöiö ve V. Beciö ile birlikte modern hırvat resmi­ nin kurucularından sayılır. K R A U IE V O , Sırbistan'da kent, Kragujevac'ın G.-B.'sında; Batı Morava ve fbar ırmakları kavşağında; 28 000 nüf. Manganez dökümevi. Demiryolu ve ka­ rayolu gereçleri. Elektrikli gereçler yapı­ mı. Kereste sanayisi. K R A LL (Giulio), İtalyan mühendis ve ma­ tematikçi (Trieste 1901). Yapı malzemele­ rinin dinamik ve statik sorunlarıyla, özel­ likle de titreşim olaylarıyla ilgilendi: Meccanica tecnica delle vibrazioni (Titreşim­ lerin teknik mekaniği) [1939). Çok sayıda sanat kitabının tasarımını yaptı. K ra lla r günü -* EPİPHANİA. K ra lla r « a d is i, Mısır'da Nil’in batı kıyı­ sında, Deyr ül-Bahri'nin arkasında, Luksor'un karşısında arkeolojik yer. Teb nekropolisinin doğusunda yer alan ve falezin oluşturduğu doğal piramidin aşağısına düşen bu küçük vadide, Tutmosis l'den başlamak üzere, Yeni İmparatorluk döne­ mi krallarının mezarları bulunur. "M aat’ın yeri", dünyanın uyumu adı verilen vadide 61 kral mezarı bulundu. Çoğu yağmalan­ mış, boşaltılmış, bazıları daha Firavunlar zamanında talan edilmişti. Ancak, hiç bo­ zulmamış olan ve içindeki tüm olağanüs­ tü eşyaları koruyan Tutankhamon*'un me­ zarı, 1922’de mezarı ortaya çıkaran lord Carnarvon’u büyüleyecekti. Amenofis II’ ninki gibi, Tutankhamon'un mumyası da ağır lahdi içinde olduğu yerde bırakıldı. Bu hypogeumların belli başlı özellikle­ rinden biri, vadinin alt kesiminde yer alan mezar tapınağının, asıl mezardan ayrı ol­ masıdır. Kaya içine oyulan bu mezarlarda bir kapı ve bazı noktalarda daralarak bir­ birinden ayrı odalar oluşturan eğimli ve uzun bir koridor yer alır. Odaların yanla­ rında küçük tapınaklar bulunur. Lahit, en dipteki odaya yerleştirilmiştir. En eski me­ zarlar aşırı bir titizlik ve özenle gerçekleş­ tirilmiştir. Duvarlarda uzun mezar yazıtları ve firavunun ölümden sonraki yaşamını, güneşin gece yolculuğunu ve yeniden doğuşunu, öteki dünyaya giden yolları ve oradaki varlıkları vb. betimleyen çok zen­ gin bir ikonografi yer alır. En ünlüler ara­ sında, Amenofis ll’nin, Horemheb'in, Ramses lll'ün, Ramses IV'ün, Tutmosis lll'ün, Tutankhamon'un ve kutsal metinle­ rin özünü dile getiren süslemelerle dona­ tılmış derin labirentiyle Seti l’in mezarları sayılabilir. K R A LLIK a. 1. Kral tarafından yönetilen, devlet başkanı kral olan devlet, ülke; kra­ liyet: Belçika krallığı. —2. Kralın başta bu­ lunduğu yönetim biçimi; monarşi: Fransa' da krallığın sonu. —3. Kralın orunu, gö­ revi: Krallıktan vazgeçmek. —4. Ed. Bir kişinin dilediğini yaptığı, egemenlik kur­



duğu ya da bir şeyin ön planda tutuldu­ ğu yer: Burası benim krallığım. Düşlerin krallığı. K ra llık ü z a rln a - * D e v le t adami. K R A M a. (fr. chrame). Yatak örtülerini, ayak örtülerini vb.'yi kaplamada kullanılan kırmızı, yeşil ya da beyaz kumaş. K R A M Â A (Karel), çek siyaset adamı (Vysokâ nad Jizerou, Bohemya, 1860 -Prag 1937). 1891’de Viyana Reichsrat'ına genç-çek milletvekili seçildi ve bu mec­ lisin Başkan yardımcısı oldu. Rus yanlısı olarak, yeni slavcı akımın önderliğini yaptı. 1908'de Prag Slav kongresi'ne başkanlık etti. 1916‘da tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı; imparator Kari tarafından ba­ ğışlandı. Ekim 1918'den temmuz 1919'a kadar Çekoslovakya konseyi birinci baş­ kanlığında bulundu; çok geçmeden Baş­ kan Masaryk ile görüş ayrılığına düştü ve milliyetçi sağcıların partisi Ulusal demokrasi'nin lideri oldu. K R A M A T O R S K , Ukrayna Cumhurlyetl'nde kent, Donbas'ta; 198 000 nüf. (1989). önemli sanayi (demlr-çelik ve dönüştürme metalürjisi [takım tezgâh­ lar]) merkezi; çimento fabrikası. K R A M R R (Stanley), amerikalı sinemacı (New York 1913). Mark Robson'ın Şampi­ yon (Champion) [1949] ve Home of the Brave (1949); Fred Zinnemann'ın Erkek­ ler (The Men) [1950] ve Kahraman şerif (Hlgh Noon) [1952]; Laszlo Benedek'in Satıcının ölümü (Death of a Salesman) [1951] ve Kanlı hücum (The Wlld One) [1953]; Edward Dmytryk’in Denizde isyan (The Caine Mutiny) [1954] adlı filmlerinin gerçekleşmesine yapımcı olarak katkıda bulundu. Sonradan yönetmenliğe başla­ yan Kramer, çok sayıda nitelikli filme im­ za attı: Kader bağlayınca (The Defiant Ones) [1958], Kumsalda (On the Beach) 1959], Rüzgârın mirası (Inherit the Wind) 1960], Nümberg duruşması (Judgment at Nuremberg) [1961] ve bir komedi olan Çılgın dünya (It’s a Mad Mad, Mad, Mad World) [1963], Beklenmeyen misafir [Guess Who is coming to Dinner) [1967], Kara altın (Oklahoma Crude) [1972], K R A M E R İA a. "(macar hekim Kramer' in adından). GSffây ve Orta Amerika'da yetişen ağaççık. (Yaprakları almaşık, ço­ ğunlukla basittir. Çiçekleri, düzensiz, erdişi, genellikle yalın ya da başağımsı sal­ kım halindedir. Kökleri peklik verici nite­ liktedir. Sütotugiller familyası.) K R A M P a. (fr. crampe). 1. Bir ya da bir­ çok kasın, birdenbire fakat kısa süreli ola­ rak istemdışı ağrılı kasılması. (Eşanl. KA­ SINÇ.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Mide krampı, mide kaslarının, sancı biçiminde ağrılı ka­ sılması. [Sadece bir açlık belirtisi olabile­ ceği gibi, bir mide hastalığının belirtisi de olabilir.) —Nörol. Yazar ya da çalgıcı krampı, mes­ lek gereği çok yapılan hareketler sonu1 cunda ortaya çıkan kas tonusu bozuklu­ ğu. —ANSİKL. Yorgunluklarda (bir çaba için antrenmanın yetersiz olması), bol terleme ya da soğuk yüzünden (banyolar) kramp girmesi normal bir olaydır. Bazı hastalık­ lar da kramp girmesine neden olabilir; al­ kolizm,şeker hastalığı, akut ishal, sodyum eksikliği, kortikosteroit ve tuz atımını artı­ ran idrar söktürücülerle tedavi. Kramplar, çevresel bir sinir sendromu da içeren has­ talıkların (polinevrit, amiyotrofik lateral skleroz) ilk belirtilerinden biridir. K R A M P O N a. (fr. crampon). Bot. 1. Yal­ nızca tutunma organı olduğu halde top­ rakla temas edince özümleme de yapa­ bilen kısa ek kök. —2. Bazı deniz yosun­ larında kök görünümünde ve durumun­ da bulunan, ama dıştan hiçbir besin ala­ mayan, yalnızca bitkinin bulunduğu des­ teğe sıkıca tutunmasına yarayan organ. —Dy. Ray patenini traverse bağlamak için kullanılan kancalı çivi.



—Spor. Rugby ve futbol oyuncularının ayakkabılarının tabanına, çimende daha rahat hareket etmelerini sağlamak üzere yerleştirilen, önceleri deriden, sonra me­ talden ya da plastik maddeden yapılma konik mantar biçimindeki küçük halkala­ rın her biri.



7082



K R A M S K O Y (Ivan Nikolayeviç), rus res­ sam ve kuramcı (Ostrogojsk, Voronej ya­ kınında, 1837 - Petersburg 1887). Gezgin­ ciler topluluğu'nun başlıca düzenleyicile­ ri arasında yer aldı. Yapıtları tümüyle natüralist niteliktedir (ünlü portreleri vardır: L. Tolstoy, Nekrasov vb.).



kramponlar



K R A N a. Nümlsm. Eski bir İran gümüş para birimi. Kaçarlardan Feth Ali Şah'ın (1797-1834) bastırttığı bu paralar % 0,900 ayarında, 9,20 g ağırlığındaydı, daha son­ ra 6,93 g'a düştü. Muhammet Şah (1834 -1848) kranı 5,76 g'a düşürdü ve onun ya­ rısı olan penahbâd adlı bir sikke bastırdı. Nasırettin Şah döneminde 5,05 g'a (1875), bir süre sonra 4,53 g'a kadar indi.



1. Plastikten, (futbol ayakkabıları için); 2. Metalden (futbol ayakkabıları için); 3. Metalden (rugby ayakkabıları için).



K R A N A O S . Yun. mit. Attike'nin efsane­ vi kralı, Kekrops'un ardılı; Amphiktyon ta­ rafından tahttan uzaklaştırıldı.



Polonya kitaplığı, Paris



K R A N İY E K T O M İ a. (fr. craniectomie; yun. kranion, kafatası, ve ektomi, çıkarmak'tan). 1. Beyin cerrahisinde, bir kafa­ tası parçasının tamamen kesilip kaldırıl­ ması. (Kaldırılan kapak, ameliyatla gere­ kirse bir kemik periost grefi de yapılarak yerine oturtulur [kraniyoplasti].) —2. Ka­ fatası eklemlerinin erken kemikleşmesi (kraniyostenoz) halinde beynin gelişmesi­ ni sağlamak amacıyla, kafatası kubbesi­ nin bir kısmını ya da alın-şakak bölgele­ rinde kemik şeritlerini kesip çıkarmayı ön­ gören cerrahi girişim. K R A N İY O F A R E N JİY O M (fr. craniopharyngiome'dan). Nörol. Türk eyeri üze­ rinde, hipofiz sapından ve Rathke cebin­ den gelişen beyin uru. (Çocukluk ve er­ genlik çağında görülür. Görme sinirinde atrofiyle birlikte iki yanda şakak hemianopsisi, kafaiçi basınç artışı ve hipofiz ye­ tersizliği ile kendini belli eder. Dokubilimsel açıdan iyicil, ancak uzantıları nedeniy­ le çıkarılması zor bir urdur.) [Eşanl. RATH­



ignacy Krasicki



Larousse-Polonya kitaplığı



KE CEBİ URU.]



K R A N İY O G R A F a. (fr. craniographe; yun. kranion, kafatası, ve graphein, yaz­ maktan). Röntgenle teşhis için saptanmış olan duruşlarda kafatasının filmini çekme­ ye yarayan aygıt. K R A N İY O K L A Ş T a (fr crarıioclaste' tan). Kad. doğ. Ölü dölütün kafatası ke­ miklerini kavramaya ve ezmeye yarayan alet. K R A N İY O K L A Z İ a (fr. cranioclasie; yun. kranion, kafatası, ve klaslos, kırık' tan). Kad. doğ. Boyutlarını küçülterek dı­ şarı alınmasını kolaylaştırmak amacıyla ölü dölütün başının ezilmesi. (Dölüt par­ çalayıcı tüm öteki girişimlerde olduğu gi­ bi, bu yöntem de yerini giderek sezarye­ ne bırakmaktadır.)



Zygmunt Krasinski Feliks Walkiewcz'in taşbaskısı



K R A N İY O M A LA S İ a (fr craniomaiacie, yun. kranion, kafatası, vemalakos, yumuşak’tan). Çoc. hekim. Kemikleşmede gecikmeye bağlı olarak kafatası kemiklerin­ p is to n k o lu --------------------------m u y lu



de bazı bölgelerin yumuşaması. (5 aylık­ tan önce ortaya çıkan kraniyomalasinin bir anlamı yoktur; daha sonraki dönemde ise raşitizm belirtisidir.) [Eşanl. KRANİYOTABES] K R A N İY O P L A S T İ a. (fr. craniopiastie, yun. kranion, kafatası, veplasis, biçimlen­ dirmeyen). Cerr. Kafatasındaki bir kemik boşluğuna, kemik dokusu oluşumunu ko­ laylaştırmak amacıyla bir periostlu kemik parçasının gref olarak eklenmesi. K R A N İY O S P O N JİY O Z a (fr. craniospongiose'dan). Patol. Kafatası kemikle­ rinde, büyük bir olasılıkla frengiden ileri gelen ve röntgen filminde kafatasının diploe kısmında birçok çukur şeklinde beli­ ren ağrılı kemik hastalığı. K R A N İY O S T E N O Z a. (fr. craniosIĞnose; yun. kranion, kafatası, ve sienos, dar’dan). Patol. Kafatasındaki oynamaz eklemlerin erken kaynaması. (Beynin ge­ lişimini güçleştirerek hipertansiyona ne­ den olabilir.) K R A N İYO TA B ES a (fr craniotabĞs' ten). Tıp. KRANİYOMALASİ'nin eşanlamlısı.



K R A N İY O T O M a (fr. craniotome; yun. kranion, kafatası, ve temnein, kesmek’ ten). Kad. doğ. Kraniyotomi yapmaya ya­ rayan alet. K R A N İYO TO M İ a. (fr. craniotomie'den). Kad. doğ. Anormal bir dölütte hidrosefali olduğu zaman beyin-omurilik sıvısını bo­ şaltarak kafatası hacmini küçültmek ama­ cıyla uygulanan kafatası kubbesini delme ameliyatı. K R A N J , Slovenya'da kent, Gorenjsko' da, Sava ırmağı kıyısında; Ljubljana'nın kuzey-batısında yer alır; 27 000 nüf. Go­ tik üslubunda katedral. Elektronik, kimya ve tekstil sanayileri. Sava kıyısında hidro­ elektrik tesisi. K R A N JĞ E V İC (Silvije Strahimir), hırvat şair (Senj 1865 - Saraybosna 1908). Ço­ ğu zaman alaylarla ve evrensel değerde simgelerle dolu şiirleri, macar valisi Khuen-Hödervâry zamanında Avusturya -Macaristan Imparatorluğu'nun Hırvatis­ tan'daki zorba yönetimine karşı bir başkal­ dırı niteliği taşır. K R A N K a. (ing. crank, kol, dirsek). Mak. san. Krank mili, bir piston-piston kolu dü­ zeneğinin almaşık doğrusal devinimini bir dönme devinimine (iç yanmalı bir motor­ da) dönüştüren ya da bunun tersini (ör­ neğin bir kompresörde) gerçekleştiren mil. —ANSİKL. Oto. Krank mili, dövme ya da dökme çelikten ya da kalıplanmış dökme demirden dirsek biçiminde bükülmüş bir mildir; motor silindir blokunun iç bölümü­ ne yerleştirilmiş yataklara yataklandırılan bu mil, piston kollarının almaşık devindirici vurumunu sürekli devindirici bir kuv­ vet çiftine dönüştürerek transmisyon yar­ dımıyla devindirici tekerleklere aktarır. Krank milini özel bir tezgâh üzerinde di­ namik olarak dengelemek gerekir. Den­ gesizliğe bağlı hatalar ya delikler açarak ya da denge karşıağırlıkları eklenerek dü­ zeltilir. K R A N N O N . Tar. coğ. Tesalya’da kent, Tempe vadisinde; Antipatros Lamia savaşı’nda (İ.Ö. 322) Krateros'u burada yen­ di. K R A N O LO Jİ ya da K R A N İY O L O Jİ a. (fr. cranoiogie ya da cranioiogie). -» KA-



k ra n k m u y lu s u



FATASIBİLİM.



d e s te k kapağı



patlamalı motorun krank mili



K R A P İN A , Hırvatistan'da köy, Zagreb’ in kuzeyinde yer alır. 1899 yılında bura­ da ortaya çıkarılan bir kayaaltı barınağın­ da, Moustier devrinden kalma gereçlerle birlikte neandertal insan kemikleri bulun­ du. Parçalanmış ve bir bölümü kireçleş­ miş durumda olan birçok kemik parçası, kimi bilim adamlarınca yamyamlık izleri olarak değerlendirildi. KR A PO a. (fr. crapaud). Dy. Metal ya da



beton bir travers ile rayı traverse bağlayan cıvata arasına yerleştirilen ve ray patenini istenilen konumda sabit tutmaya yarayan metal parça. —'Yet. Tek toynaklı hayvanların (eşek, at, katır) ayağında dolamayla başlayıp toyna­ ğın tümüne yayılan lezyonlarda belirgin ve tedavisi pratikte olanaksız bir çeşit egza­ ma hastalığı. (Eşanl. VEJETAN PODODERMATİT.)



K R A P O D İN a. (fr. crapaudine). Vet. Tek toynaklı hayvanlarda (eşek, at, katır) toy­ nak üstünün (taç) ön kısmında keratogen yumaklar üzerinde yer alan ve keratin sal­ gılarının bozulması ile belirginleşen has­ talık. (Toynağın üzeri çatlak bir hal alır. Te­ davisi güçtür.) K R A R U P L A M A a. (DanimarkalI mü­ hendis C. E. Krarup'un adından). Telekom. Bir hat iletken çiftinin birim uzunluk indüktansını, bunun üzerine belirli aralık­ larla manyetik bir şerit sararak alçak fre­ kanslarda hat birim zayıflamasını azaltmak ve böylece hattın erimini artırmaya olanak veren eski yöntem. (Kraruplama yerini gi­ derek pupinlemeye bırakmıştır ancak bu son yöntem de artık pek kullanılmamak­ tadır.) K R A S İC K İ (ignacy), polonyalı rahip ve yazar (Dubieck 1735 - Berlin 1801). 1766'dan beri Warmia piskopos-prensiydi; piskoposluğu 1772'de Prusya egemenli­ ğine geçti. 1795'te Gniezno başpiskopos­ luğuna atandı. Bilinçli, her şeye açık ve nazik olduğu kadar da alaycı bir insan, ılımlı bir reformcu olarak herkesin sevgi­ sini kazandı ve ülkesinin edebiyat zevkin­ de büyük bir değişikliğe yol açtı. Yapıtları arasında üç güldürü-destan (Myszejdos, 1775; Monachomachia czyli Wojna Mnıchöw, 1778; Anty Monachomachia, 1780), bir destan {Wojna Chocimska, 1780), J. -J. Rousseau'nun kuramlarından esinlenen romanlar (Mikolaja Dösvviadczyhskiego przypadki, 1776; Pan Podstoli, 1778) özel bir yer tutar. Ayrıca mektuplar (Listy), şa­ kacı ve ciddi şiirler, hicivler (Satyry, 1779), bir de eğitici masallar derlemesi (Bajki i przypowieĞci, 1779) yazdı. K R A S İN (Leonid Borisoviç), rus dev­ rimci ve siyaset adamı (Kurgan, Tobolsk ili, 1870 - Londra 1926). Rusya’daki ve Kafkasya’daki sosyal demokrat örgütler­ de militanlık yaptı. 1903-1907 arasında Bolşevik partisi merkez komite üyesiydi. Mühendis olan Krasin, 1918'de Ulusal ekonomi yüksek konseyi prezidyumuna çağrıldı, Ulaşım yolları (1919-20), sonra Dış ticaret (1922-1924) halk komiseri ol'du. İtilaf devletleri'yle ticari ilişkileri yeni­ den kurmakla görevlendirildi 1921’de Ingiliz-Rus antlaşması'™ imzaladı, Cenev­ re ve Lahey konferanslarına katıldı (1922). Tam yetkili temsilci olarak Fran­ sa'ya gönderildi. K R A S İN S K İ (Zygmunt, kont), polonyalı şair (Paris 1812 - ay. y. 1859). Yaşamının büyük bölümünü Batı'da geçirdi ve yapıt­ larını rus ordusunda generallik yapan ba­ basının polonyalı yurtseverler için iğrenç bir duruma getirdiği adla imzalamak iste­ mediği için "Polonya'nın adsız şairi" adıy­ la tanındı. Bir ölçüde 1830 Polonya ayak­ lanmasından esinlenen romantik bir dram olan büyük yapıtı Nieboska Komedja (ila­ hi olmayan komedi) [1835], aristokratlar­ la halk yığınları arasındaki çatışmayı yan­ sıtmaktaydı. Çatışmanın galibi Isa olacak­ tı. irydion (1836) adlı öteki dramındaysa, İ.S. III. yy. Roması'nda köle bir yunanlı er­ kekle köle bir barbar kadının çocuğu, za­ limden öç almaya ant içiyordu. Tutucu eği­ limli ateşli bir yurtsever olan Krasiriski, si­ yasal görüşlerini Psa/my przyszloici (Ge­ leceğin mezamiri) [1845] adlı yapıtında di­ le getirdi. Ölümünden sonra yayımlanan (1902) mektupları, yaşamı ve dönemi üze­ rine bir belge değeri taşır. K R A S K O (Jân BOTTO, Ivan —denir), slovak şair ve siyaset adamı (Lukoviâte



1876-Piestany 1958). Prag parlamento­ su başkan yardımcılığı (1920-1925) ve senatörlük yaptı, iki lirik şiir kitabından (Nox et Soiitudo, 1909; Verse, 1912) olu­ şan yapıtı simgeci akım içinde yer alır. KRASNAYA



PLO ŞÇ AD



> KIZIL



Meydan.



k r a s n i y , esk Krasnoye Selo, Rus­ ya’da kent. Sen-Petersburg'un güney-batısında; 27 000 nüf. Kırtasiye. Plastik eş­ ya. Muhafız alayının eski manevra alanı, hipodrom. — Krasnıy’ın doğusunda, çari­ çe Yelizaveta’nın evi olan Ropşa şatosu. K R A S N İY L U C , Ukrayna’da kent. Donbas'da, Lugansk’ın G.-B.'sında; 113 000 nüf. (1989). Madenkömürü ve meta­ lürji merkezi. K R A S N İK , Polonya’nın G.-D.'sunda kent, Lublin platosuyla Roztocze yüksek­ liklerinin birleştiği yerde; 31 000 nüf. Be­ sin ve yapı malzemeleri sanayileri. Bir­ kaç kilometre K.’de Krasnik Fabryczny, gelişen yeni bir merkezdir. KRASNOARM EYSK, Ukrayna'da kent, Donbas'da, Donetsk’in K.-B.’sında; 132 000 nüf. Kömür çıkarımı. Makine sa­ nayileri. Prefabrik yapı elemanları. K R A S N O D A R , 1920'ye kadar Yekaterinodar, Rusya'da kent, Kafkasya’nın K.'inde, Kuban kıyısında; 620 000 nüf. (1989). Besin sanayileri. Bölgedeki pet­ rol yataklarınca beslenen petrol rafineri­ si. Tarım makineleri ve takım tezgâhlar, ilaç sanayisi. Kereste sanayisi. Kâğıt fabrikası. Kuban üzerinde baraj. — Kenti 1793'te Karadeniz Kazakları kurdu. K R A S N O D O N , Ukrayna’da kent, Don­ bas'da, Voroşilovgrad’ın güney-doğusunda; 69 000 nüf. K R A S N O G O R S K , Rusya Federasyonu’nda kent, Moskova'nın büyük batı banliyösünde; 63 000 nüf. K R A S N O K A M S K , Rusya’da kent, Ural sıradağlarının B.’sında, Kama kıyı­ sında, büyük barajın ve Perm kenti yakı­ nındaki hidroelektrik santralının aşağısın­ da; 55 000 nüf. Kâğıt ve selüloz sanayi­ si. Petrol çıkarımı ve arıtımı. Metalürji ve makine sanayileri. K R A S N O T U R İN S K , Rusya'da kent, Ural dağlarının D. yamacında, Serov’un K.-B.’sında; 59 000 nüf. Kömür, demir, bakır, boksit ve manganez yatakları. Alü­ minyum metalürjisi. Kimyasal gübre. K R A S N O U R A L S K , Rusya’da kent, Orta Ural dağlarının doğu yamacında, Blagodat dağı yakınında, bir maden böl­ gesinde; 40 000 nüf. Bakır ve alüminyum metalürjisi. Süperfosfat. Hazırgiyim. K R A S N O V O D S K , Türkmenistan’da liman kenti, Hazar denizi kıyısında; 51 000 nüf. Taşkent'ten gelen demiryolu hattının son istasyonu. Metalürji. Petrol rafinerisi. Gemi yapımı ve onarımı. Balık­ çılık. Balık ve et konserveciliği. K R A S N O Y A R S K , Rusya'da kent, D. Sibirya’da; 912 000 nüf. (1989). Transsibirya boruhattıyla Yenisey’in buluştuğu yerde, en önemli ulaşım kavşağı olan Krasnoyarsk, güçlü bir sanayi merkezi ve D. Sibirya'yı değerlendirmeye yönelik çalışmaların yönetildiği iki üsten biridir. Büyük bir hidroelektrik santralının (6 000 MW), bir alüminyum kompleksinin ve bir kereste kombinasının kurulması sayesin­ de kent çok hızlı büyümüştür. KR AS N O Y E SELO



* K r a s n iy ,



K R A S N Y S T A W , Polonya'nın G.-D.' sunda kent, Wieprz yüksek vadisinde, Lublin platosunun birleştiği yerde; 16 000 nüf. Besin ve seramik sanayisi. K R A S P E D O N L U sıf. (yun. kraspedon,



linge-Gersi-Atlas-Photo



saçak’tan). Şemsiyelerinin altında kasıla­ rak hareketi sağlayan bir velum bulunan, Trachymedusa'\ar ve ieptomedüzler ta­ kımlarından knidli medüzler için kullanı­ lır. (Karşt. KRASPEDONSUZ, velumsuz me­ düzleri ya da gerçekmedüzleri niteler.) K R A S Z E W S K İ (Jözef ignacy), polonyalı yazar (Varşova 1812 - Cenevre 1887). Şa­ ir, dramaturg, tarihçi, yayımcı ve her şey­ den önce de konularını genellikle ulusal tarihten alan 300’ü aşkın yapıt veren ve­ rimli bir romancıydı. Böylece ülkesjnin Ta­ rihöncesi dönemden Polonya'nın paylaşıl­ masına kadar uzanan tarihini kapsayan ve en ünlüsü Stara Basn (Eski efsane) [1876] olan 29 romanlık bir çevrim yayımladı. Toplumsal romanlarında köylülerin yaşa­ ma koşullarını (Utana, 1843; Chataza we wsi, 1855) ve çağdaş töreleri ele aldı (Bez imienia, 1855). 1883'te, yirmi yıldan beri oturduğu Dresden'de, Prusya devleti ta­ rafından Fransa yararına vatana ihanetle suçlandı ve Magdeburg’ta hapsedilerek 1886'ya kadar tutuklu kaldı.



—ANSİKL. Gezbil. Bugün Ay* yüzeyinde



bulunan sayısız kraterin çoğunun gökta­ şı kökenli olduğu bilinir. Uzay araştırma­ ları, Güneş sistemini oluşturan cisimlerin, az ya da çok buna benzer bir yüzeyi ol­ duğunu ortaya çıkardı: Merkür*, Jüpi­ te r'in ve Satürn*’ün kimi uyduları vb. Gü­ neş sistemi bir uçtan bir uca saçılan blok­ ların etkisi altında olduğundan, yoğuşma-



Yeni Zelanda'da kıyısının açığında White island yanardağı



K R A T E İA . Tar. coğ. Gerede*’nin Antikçağ’daki adı. Romalılar döneminde Flaviopoks olarak anıldı. KR ATER a. (vazo anlamında yun. söze.). Antik. Su ile şarabı karıştırmakta kullanı­ lan, geniş ağızlı, büyük boyutlu kap. —ANSİKL. Krater, su ile şarabın karıştırıl­ dığı Symposion için, yemeğin sonunda getirilirdi. Birçok krater türü vardır: kulp­ ların biçimine göre adlandırılan destekli (sütunlu) krater ya da volütlü krater; kaliks krater, çan krater, dinos vb. Kraterler piş­ miş topraktan yapıldığı gibi bronz (Vix* krateri) ya da değerli metallerden de (Derveni* krateri) yapılabiliyordu. KR ATER a. (öncekiyle eşkökenli). Yerbil. 1. Çeşitli yanardağ hareketlerine bağlı olarak oluşan yuvarlak çukur. (Bk. ansikl. böl. Jeomorfol.) —2. Krater gölü, sönmüş bir yanardağın kraterinde oluşan göl. —Gezbil. Göktaşı krateri, bir gökcisminin yüzeyinde, bir göktaşının çarpmasıyla açı­ lan hemen hemen çömbersel çöküntü. (Eşanl. SİRK.) [Bk.ansikl. böl.] —Kaynakç. Kaynak krateri, kaynak dikişi­ nin bittiği yerde ya da örneğin elektrot de­ ğişimi gibi bir nedenden kaynaklanan bir duraklama bölgesinde, metalin katılaşma sırasında çekmesinden kaynaklanan oyuk. (Elden geldiği ölçüde önlenmesi gereken bir hatadır.) —Mad. oc. Patlayıcı maddelerin patlama­ sı sonucu kayaç içinde meydana gelen kesik koni biçimindeki boşluk. | Aşırı eğim­ li bir yatakta, açık ocak biçiminde işletme­ den kaynaklanan boşluk.



Ay kraterleri



Attike volütlü krateri karında Amazonlar'ın savaşı, boyunda iss Kentauroslar ile Lapithler arasındaki dövüş



ları izleyen ilk milyar yıl boyunca bütün ge­ zegenler, gerçekten şiddetli bir göktaşı yağmuruna uğramışlardı. Bu şekilde oluş­ muş empakt kraterleri, yeterince kütlesel olan gezegenlerin (Yer gibi) yüzeyinde yo­ ğun bir atmosferi korumak (göktaşlarının çoğunun toprağa ulaşmasını engelleye­ rek) ve yüzeyde lav yayılmasına neden olan iç etkinliğe ulaşmak için zamanla aşı­ narak yok olmuştur. Buna karşılık, atmos­ ferden yoksun gezegenler yalnız uğradık­ ları ilk bombardıman izlerini korumakla kalmamış günümüze dek gelen göktaşı yağmurlarına tutulmaktan da kurtulama­ mışlardır: gezegenin yüzeyindeki empakt kraterlerin yoğunluğu, bu yüzeyin eskili­ ğini kanıtlayan iyi bir açıklayıcı gösterge­ dir —Jeomorfol. Krater Stromboli ya da Vukono tipi bir püskürme sonucu oluşabilir ve bu durumda bir cüruf konisinin tepe­ sinde ya da yamaçlarında yer alır. Derin­ deki bir magma cebinde bulunan gereç­ lerin halka biçiminde yarıklar boyunca lav­ ların çıkmasının ya da şiddetli patlamalar sonucunda aşağı doğru inmesinin yol aç­ tığı volkanik-tektonik kökenli bir çukur da olabilir. Temeli parçalayan gaz ve magma püskürmeleri sonucunda da krater oluşa­ bilir (eşanl. MAAR); bu son durumda mey­ dana gelen biçim volkanik süreçlerle hiç­ bir ilgisi olmayan meteor kraterleriyle kanştınlabilir. K R A TE R İM S İ sıf. Krateri andıran. —Dokubil. Sümüksü salgı bezlerindeki bazı hücrelerin salgı saldıktan sonraki du­ rumlarına denir. —Patol. Merkezleri nekrozlu, kenarları di­ kine kesik ülserlere şankrlara, apselere ya da urlara denir. K R ATERLİ sıf. Gezbil. Krater içeren bir yüzey için kullanılır. K R A TE R C E, Büyük İskender’in komu­ tanlarından (öl. Phrygia? İ.Ö. 321). Mert­ liği ve bir aslan avında hayatını kurtarma­ sı ona Büyük İskender'in güvenini kazan­ dırdı. Bütün seferlere katıldı, Hindistan'da bir süvari birliğine komuta etti. Burada bir­ çok kent kurdu ve terhis edilen askerleri Makedonya'ya geri götürmekle görevlen­ dirildi. İskender’in ölümünden sonra, prosfafesliğe atandı, ama koşullar onu bu görevi tapmaktan alıkoydu. Kızıyla evlen­ diği Antipatros ile işbirliği yaparak Perdikkas'a karşı Antigone ile birleşti. Eumenes'e karşı savaşırken öldürüldü. K R A TER O S, İ.Ö. III. yy.'ın başında ya­ şamış yunanlı tarihçi. Attike'de alınan ka­ rarları tarih sırasına göre bir araya topla­ yan Synagozen Psiphismaton'u (Kararna­ meler derlemesi) yazdı, buna bir de tarih­ sel yorum ekledi. K R A TE S T tıe b s iII, Boiotia Thebai’de doğmuş yunanlı filozof. İ.Ö. IV. yy.’da Ati­ na’da yaşıyordu. Diogenes'in en önemli izleyicisi ve kynikler okulunun son ünlü temsilcisiydi. Günümüze kalmış parodili bir şiirinde, kyniklerin yaşam ve ahlak an­ layışını övdü. ' K R A TES M a llo s lu , iö . II. yy. sonların­ da yaşamış yunanlı gramerci. Mallos’ta (Kiiikia) doğdu, stoacı eğitim gördü. Homeros üzerine bir yorum hazırladı, bura­ da, Homeros'un yapıtlarında alegorik an­ lamın egemen olduğuna ilişkin bir tez ge­ liştirdi. (Ona göre anlatı, felsefi ya da bi­ limsel görüş ve düşünceleri açıklama ara­ cı olmalıydı.) Bergama dil okulu ve kitap­ lığının kurucusu olarak ayrılıkçılar yanın­ da yer aldı. İ.Ö. 170’e doğru, Eumenes II tarafından Roma'ya elçi olarak gönderil­ di, burada verdiği konferanslar Roma'da dilbilgisi alanında bilinen ilk etkinliklerdir. KR ATEVAS, Rizotomos ("kök biçici” ) lakabıyla anılan yunanlı botanikçi. Mithridates Eupator'un çağdaşıydı. Dioskurides, betimlemelerinden dolayı onu öv­ müştür. K fiA T İS , Kampuçya'da kent, il merkezi,



Mekong’un sol kıyısında; 12 100 nüf. Ir­ mak limanı, Mekong'un yukarı kesimine yönelik düzenli ulaşımın başlangıç nok­ tası. — Kratie ili, 11 094 km2, 179 000 nüf. (1986). Genellikle bazalt akıntılarıyla kaplanmış billurlu platolarda uzanır. K R A T İN O S , atinalı komedi yazarı (İ.Ö. V. yy.). Bugüne yalnız bazı parçaları kal­ mış 21’den fazla oyun yazdı, Aristophanes’ten önce "eski komedi''nin en büyük temsilcisiydi. Yunanlılar siyasal yergilerinin cüretine ve üslubunun sertliğine hayran­ dı. K R A T İP P O S , atinalı tarihçi (İ.Ö. V. yy.'ın sonu - IV. yy.’ın başı). Thukydides'in tari­ hine bıraktığı yerden devam etti. K R ATO N a. (fr. craton). Yerbil. Bozulmuş kuşaklara ya da dağoluşum kuşaklarına karşıt olarak dengeli karasal alan. —ANSİKL. "Kraton” teriminin anlamı, kı­ tanın anlamından dardır: sıradağları kap­ samaz. Jeolojik zamanlar boyunca kra­ ton, art arda gelen zincirlerinin birbirine eklenmesiyle büyür. Avrupa kratonu cambriaöncesi İskandinav kalkanını, cambriaöncesi rus platformunu, evrimi ta­ mamlanmış ve dengeli kuşaklar durumu­ na gelmiş Kaledonya ve Hercynia tekto­ nik evrelerinin eski sıradağlarını kapsar. KRATON a. Cava’da prens sarayı: salon­ ları ahşap, avluları tuğla ve taştır. (Kraton sözü özellikle XVIII. yy. Cogcakarta ve Surakarta sultanlarının saraylarını belirtir. Prambanan yakınlarında daha eski bir kratonun yıkıntıları görülür: Ratu Baka, VIII



yy)K r a ty io s , Platon'un dilin kökenini ince­ leyen diyaloğu (İ.Ö. 386). Diyalogda yer alan konuşmacılar, adların varlıkların do­ ğasından çıkarıldığını ileri süren ve Herakleitos’un (İÖ. V. yy.’ın sonu) izleyicilerinden olan Kratyios; Sokrates'in öğrencisi olan ve adların, uzlaşma ürünü göstergelerden başka bir şey olmadığını savunan Hermogene ve Sokrates'tir Sokrates, rastlantı so­ nucu konulmuş ve ölümlü şeyleri belirten uzlaşma ürünü adlar yanında, bir de ölümsüz şeyleri belirten doğal adlar bu­ lunduğunu ileri sürerek konuşmacıları gö­ rüş birliğine ulaştırır. K R A U R O S İS a. (fr. söze.; yun. krauros, kuru’dan). Patol. Bir organın kuruması. —Der. hast. Kamış kraurosisi, sünnet de­ risi halkasının sertleşmesi. (Genellikle ka­ mış başı mukozasında lökodermiyle ve üretra ağzında daralmayla birlikte olur. Çoğunlukla bir sklerodermiden ileri gelir. Tedavi edilmezse, sünnet derisinin eski haline dönememesiyle sonuçlanır [fimoZ İS ].)



—Kad. hast. Vulva kraurosisi, östrojen ye­ tersizliğine bağlı olarak kadın cinsel or­ ganlarının atrofisi ve küçülmesi. K R A U S (Joseph Martin), alman besteci (Miltenberg am Main 1756 - Stockholm 1792). Rahip Vogler’in öğrencisi. 1778’de İsveç'e yerleşti, 1781'de saray orkestrası­ nın ikinci şefliğine atandı. 1782-1787 ara­ sında Almanya, İtalya, Paris ve Londra'da konser gezileri yaptı. Bu geziler sırasında J. Haydn ve Gluck'la tanıştı. 1788'de İs­ veç kralı Gustaf lll'ün capella yöneticiliği­ ni üstlendi. Gluck'a derinden hayrandı. Senfoniler (do minör senfonisini [1783], J. Haydn'a ithaf etti), iki piyano sonatı, bale ve oyun müzikleri, operalar (Proserpina, 1781; Soiiman II, 1789; AEneas i Carthago, 1799 [ölümünden sonra sahnelendi]), Gustaf lll'ün ölümü için cenaze kantatı (1792) ve Der Tod Jesu (1777) oratoryo­ sunu besteledi. K R A U S (Kari), avusturyalı yazar (Jicın, Bohemya, 1874 - Viyana 1936). 1899’da Die Fackel (Meşale) dergisini kurdu, 1912'den sonra dergiyi tek başına çıkar­ dı. Ayrıca dokuz şiir kitabı, tiyatro oyunla­ rı ve çeviriler bıraktı. Çok sayıda ve çok yoğun yapıtlarında her şeyden önce Vi­ yana topiumunun yanlış davranışlarına,



avusturya siyasetine ve alman edebiyat­ çılarına çattı (Die chinesische Mauef, 1910; Traumtheater, 1924; Literatür urid Lûge, 1929; Die Sprache, 1938). K R A U S (Alfredo), İspanyol tenor (Las Palmas, Kanarya adaları, 1927). Hem şart, hem de mühendislik öğrenimi gördü. Sânat yaşamına 1956'da Torino’da başladi. Rossini ve Donizetti’nin yapıtlarını dünya­ nın birçok ülkesinde yorumlayarak “ canto ornato” nun (“ süslü şarkı” ) yeniden il­ gi görmesine büyük katkıda bulundu. Bellini'nin yapıtlarında olağanüstü başarı gösterdi. K R A U S E (Kari Christian Friedrich), al­ man fizolof (Eisenberg 1781 - Münih 1832). Jena (1802), Göttingen (1823) ve Münih'te (1831) ders verdi ve ",Panen!■ theismus’’ adını verdiği ve Schelling’dert esinlenen kuramını ortaya koydu. Eli önemli yapıtları: Die Grundlagen der Rechtphilosophie, 1803; Entwurf dek Systems der Phiiosophie, 1804; System der Sittenlehre, 1810. K R A U S E (Kurt), alman botanikçi (Pots-j dam 1883 - Berlin 1966). Botanik öğreni­ mi gördü, iki kez Türkiye’ye gelerek (1914 ve 1931) 5 600 bitki örneğinden oluşan bir koleksiyon derleyip Berlin Üniversitesi botanik müzesi'ne gönderdi. Bu koleksiJ yon İkinci Dünya savaşı sırasında (1939 -1945) yandı. Berlin Üniversitesi’nde boJ tanik profesörüyken Türkiye’ye çağrıldı.ı 1933-1939 arası Ankara Yüksek ziraat enstitüsü‘nde öğretim üyesi olarak çalış­ tı. Ankara Yüksek ziraat okulu herbaryumu’nu kurdu. Türkiye bitkileri ile ilgili baş­ lıca yapıtları: Türkiye’nin gimnospermieri (1937), Ankara'nın florası (1937). K im is e c is im c ik le r i ya da s o ğ a n la ­ rı (alman anatomici Wilhelm Johann Fri­ edrich Theodor Krause’nin [1833-1910] adından). Dokubil. insanda konjonktiva ve ağız mukozasında bulunan küçük, yu­ varlak cisimcikler. Soğuğun ve belki ba­ sıncın algılanmasında rol oynadığı sanıl­ maktadır. K R A U S E N E C K (VVİlhelm Johann VON —), prusyalı general (Bayreuth 1775 - Ber­ lin 1850). Scharnhorst’un yanında yetiş­ mişti. 1829'dan 1848'e kadar Prusya Ge­ nelkurmay başkanlığı yaptı. K R A U S İT a. (fr. krausite; amerikalı mi­ neralog E. H. Kraus’un adından). Miner. Hidratlı doğal demir ve potasyum sülfat. K R A U S S (VVerner), alman oyuncu (Gestungshausen, Bavyera, 1884 - Viyana 1959). Anlatımcı alman sinemasının bü­ yük oyuncusuydu. Tiyatroda klasik repertuvarın tüm önemli karakterlerini oynadı. Önemli filmleri arasında, Dr. Caligari'nin muayenehanesi (Das kabinett des Dr. Caligari) [1919], KaramazofkardeşlerdeDanton (1921), Tartuffe ve Die freudetase Gasse (1925), Der student von Prag (1926), Der Bekâmpfer des Todes (1939), Paracelsus (1943) sayılabilir. 1925'ten sonra anlatımcı aşırılıklardan sıyrıldı. K R A U S S (Clemens), avusturyalı orkes­ tra yöneticisi (Viyana 1893 - Mexico 1954). Brno, Riga, Nürnberg ve Szczecin’de ko­ ro yöneticiliği yaptı. Graz ve Viyana ope­ ralarının orkestrasını yönetti. Frankfurt operası'nda idare müdürlüğü (19241929), Viyana (1929), Berlin (1935) ve Mü­ nih (1937) operalarında müdürlük yaptı. En iyi R. Strauss yorumcularından olan Krauss, onun Capriccio adlı operasının librettosunu yazdı. 1930’da Viyana’da Wozzeck'\n prömiyerini yönetti. KRAVAT, -tı a. (fr. cravate, alm. lehçe krawat, hırVat, hırvat’ askerlerinin boyun­ larına taktıkları ince kumaş şeritten esin­ lenerek). Gömleğin yakasının altından ge­ çirilen öndeki kanatlarından biri öbürün­ den daha geniş olan ve gömleğin önünü süsleyen kumaş şeridi. (Eşani. boyunbaĞl.) [Bk. ansikl. böl.] —Ask. tar Hırvatlar’dan oluşmuş çeşitli as­



kredi keri birlikleri belirtmek için kullanılmış tanı oldu, 1800’de arşidük Karl’ın yerine olan sözcük. Almanya ordusu komutanlığı görevine ge­ tirildi. Moreau önünde geri çekildi (1800) —Giy. Kravat bağlamak, kravatın iki ucu­ ve görevinden uzaklaştırıldı. nu birbirinin arasından geçirerek yakanın ortasına gelecek biçimde düğüm yap­ KR EA S YO N a. (fr. crâation'dari). Bir ter­ mak. —Kravat takmak. || Papyon ya da ke­ zinin ya da modaevinin özgün buluşu lebek kravat, önde fiyonk biçimde bağla­ olan giysi ve aksesuar türü yeni model. nan kravat. (Dar ve boydan boya hemen (Kreasyonlar genellikle mevsimlik olarak hemen aynı genişlikte bir boyunbağıdır. hazırlanır ve mevsiminden önce düzenle­ Vaka altından geçirilip önde fiyonk oluş­ nen defilelerle sunulur.) turacak biçimde bağlanır. Fiyongu sabit K R E A T İN a. (fr. crâatine; yun. kreas, olarak yapılıp arkadan kopça vb. ile bağ­ -atos, et'ten). Biyokim. Kanda, beyinde ve lanan hazırları da vardır. XIX. yy. sonların­ kaslarda bulunan ve fosforik asitle birleda ve XX. yy. başlarında yüksek dereceli şerek kas kasılmasında baş rolü oynayan devlet memurları ve Batı'ya öykünen var­ HN = C(NH2)- N ( C H 3) - C H , - C 0 2H lıklı zümre arasında yaygın biçimde kul­ formüllü guanidin. (Miktarı Jaffe renk öl­ lanılmıştır. Bugün daha çok resmi davet­ çüm tepkimesine dayanılarak saptanır. lerde takılmaktadır.) || Plastron kravat, Asitlerle birleşip su yitirdikten sonra kreagömleğin yalnızca yakası görünecek bi­ tinine dönüşür.) çimde büyük bir düğümle bağlanmış ve sarkan uçları gömleğin önünü bütünüyle K R E A T İN F O S F A T a. (fr. crâatine örten geniş kravat. (Yelekle giyilir, düğü­ -phosphate). Nörobiyol. Kas hücreleri için­ münün üzerine inci, pırlanta vb. değerli de bulunan ve kreatin ile adenozin trifos■taşlardan yapılmış bir iğne iliştirilirdi. XIX. fattan elde edilen madde. (Enerjice çok yy. sonlarında giyimde Batı'ya öykünen zengin kimyasal bir bağa sahiptir. Krea­ aydınlar, devlet görevlileri, diplomatlar ve tin ile inorganik fosfora bölündüğü zaman varlıklı zümre arasında yaygındı. Bugün bu enerjiyi salıverebilir. Bu bakımdan kullanılmamaktadır.) enerjiyi kas hücresi içinde biriktirme ola­ —Spor. Güreşte, rugbyde vb. kolu rakibin nağını sağlar.) boynuna sararak yapılan tehlikeli ve ya­ K R E A T İN F O S F O K İN A Z a. (fr. saklanmış oyun. crâatine-phosphokinase). Kaslarda bulu­ —ANSİKL. Kravat Louis XVI zamanında nan enzim. Miyokart enfarktüslerinde se­ "Kravatlar” adı verilen ve kralın maiyetin­ rumdaki oranı artar. de çalışan, hırvat askerleri tarafından Fransa’ya getirildi. Kravat, boyna dolanan ■ K R E A T İN İN a. (fr. crâatinine). Biyokim. Bir kreatin metaboliti olan C4H7N30 for­ ve uçları göğsün ortasına kadar sarkan müllü imidazol türevi. renkli bir kurdele ile boğazın üstünde dü­ —ANSİKL. Kreatinin kanda ve idrarda bu­ ğümlenen bir dantel ya da muslin parça­ lunur; bir insanda idrarla 24 saatte atılma sıydı. XVIII. yy.’da, ense kısmı büzgülü kü­ miktarı sabittir. Endojen kreatinin beslen­ çük bir şeride dönüştü. Directoire'dan me rejiminden bağımsız ve değişmez ol­ Louis-Philippe dönemine kadar boynun duğundan, yumacık klirensinin ölçümün­ çevresinde birkaç kez dolandırılıyordu. de miyar sayıldığı gibi herhangi bir mad­ Daha sonra ince kumaştan bir şerit biçi­ denin (örneğin hormon) idrarla atılan mik­ mine girdi. tarının ölçümünde de miyar değeri-taşır. Türkiye’de giyimi tamamlayıcı bir öğe olarak kravat kullanılması, batılılaşma ile K R E A T İN İN E M İ a. (fr. crâatininâmie). gündeme geldi. İlkin Batı yanlısı aydınlar Kandaki kreatinin oranı. (Litrede 10 ila 18 mg arasındadır. Böbrek yetersizliklerinde arasında yaygınlaşan kravat, Abdülmecit’ arttığı görülür.) • in (1839-1861) kravat kullanmasıyla saray çevresi ve yüksek dereceli memurlar ara­ K R E A T İN İN Ü R İ a. (fr. crâatininurie). İd­ sında da benimsendi, 1860-1875 yılları rarda fizyolojik kreatinin varlığı. arasında giderek yaygınlaştı. Btfinei Dün­ —ANSİKL. Normalde bir günde idrarla çı­ ya savaşı sonrasında devlet memurlarının kan kreatinin miktarı hemen hemen sabit­ çoğunluğu kravat kullanıyordu. Cumhu­ tir (aşağı yukarı 2 g/24 sa). Bu miktarın riyet döneminde İstanbul dışındaki kent saptanması, bir gün içinde (gece ve gün­ ve kasabalarda da yaygınlaşmaya başladı. düz) toklanan idrarın uygun ve doğru bir Kravat bugün erkek giyiminin başlıca şekilde biriktirilip biriktirilmediğini belirle­ tamamlayıcı öğelerindendir. Kimi zaman meye yarar. Ölçüm Jaffe tepkimesiyle kadın giyiminde de moda olmakta, deği­ (sodyum pikrat ile kırmızı-turuncu renge şen erkek modasına koşut olarak kalınlı­ boyama) gerçekleştirilir. ğı, renkleri ve uzunluğu oldukça sık de­ K R E A T İN Ü R İ a. (fr. crâatinurie). idrar­ ğişime uğramaktadır. 1980’den sonra ya­ da kreatinin bulunması. (Büyüme, gebe­ yımlanan bir genelgeyle devlet memurla­ lik ve oruç devrelerinde fizyolojik bir krerının kravat takmaları zorunlu tutulmuştur. atinüri vardır. Normal bir erişkinde kreatiBazı resmi davetlerde ve protokol gereği nüri yoktur. Kas hastalıklarında çok yük­ kravat takmak zorunludur. selir.) KRAVATLI sıf. 1. Kravatı olan, kravat tak­ KR EATÖ R a. (fr crâateuı). Terz. Uğraşı mış olan ya da kravatı belirtilen nitelikte yeni kreasyonlar yaratmak olan kimse: Bu olan. —2. Köylüye karşıt olarak kentli an­ modelin kreatörü yerel giysilerden esin­ lamında kullanılır. lenmiş. KR AV A TS IZ sıf. Kravat olmayan ya da K R E B S , XVIII. yy.’da orgcular ve beste­ kravat takmamış olan. ciler yetiştirmiş alman aile. —J o h a n n To Bİas (Heichelheim, Weimar yakınında, K R A V Ç U K (Leonid Makaroviç), uk1690 - Buttstâdt, Thüringen, 1762), J. G. raynalı siyaset adamı (Kiev 1934). 1958 VValther ve J. S. Bach’ın öğrencisi. Buttyılında SSCB Komünist partisi'ne üye ol­ stâdt’te kantorluk ve orgculuk yaptı. Org du. Bir süre parti genel sekreter yardım­ yapıtları, elyazması olarak kaldı. —Oğlu cılığı yaptı. 1990-1991 arasında Ukrayna JOHANN LUDVVİG (Buttelstedt 1713 - Altenparlamento başkanlığı görevini üstlendi. burg 1780), 1726-1735 arasında kaldığı 1991 mayısında Yüksek sovyet başkanı Leipzig’de J. S. Bach’tan ders aldı. oldu. Bağımsızlık ilanından hemen sonra 1737’de Zvvickau’daki Marienkirche'nin, Ukrayna devlet başkanı seçildi. Mayıs 1744'te Zeitz şatosu’nun, 1756'da da Al1992’de Türkiye'yi ziyaret etti. tenburg sarayı’nın orgculuğuna atandı. K R A V L - CRAVVL. Org ve pianoforte yapıtları ve pianoforte -flüt sonatları besteledi. K R A Y (Pal), Cralova baronu, macar ge­ neral (Kösmârk 1735 - Pest 1804). Yedi yıl savaşı'na katıldı, daha sonra 1789'da Ef­ lak’ta Türkler ile savaştı. 1799'da Melas' ın hastalığı sırasında imparatorluk ordu­ su komutanlığına getirildi, Scherer’i yen­ di. Mantova’yı ele geçirdi. Topçu komu­



K R E B S (sir Hans Adolf), alman kökenli britanyalı biyokimya uzmanı (Hildesheim 1900 - Oxford 1981). VVarburg'un öğren­ cisiydi, 1933’te İngiltere'ye göç etti ve 1954’te Oxford’da biyokimya profesörü ol­ du. Glüsitlerin metabolizması üstüne yap­



tığı çalışmalar sonunda Krebs döngü'sü diye bilinen bir dizi oksitlenme ve indir­ genme olayını tanımladı. 1953 Nobel tıp ödülü’nü F. A. Lipmonn ile paylaştı. K R E D İ a. (fr. crâdit). 1. Bir kimsenin, bir kurumun vb. borç ödeme konusunda başkalarında uyandırdığı güven; itibar: Pi­ yasada kredisi olmak. Artık hiç kredisi kal­ madı. —2. Bir bankanın ya da mali kuru­ luşun avans ya da borç olarak verdiği pa­ ra; avans, tutarı. (Bk. ansikl. böl.) —3. Bir kimsenin, bir şeyin gördüğü güven, say­ gı, itibar. — 4. (Birine) kredi açmak, belli bir miktara kadar ödünç para ya da vere­ siye mal almasına izin vermek. || Kredi al­ mak, ödünç para almak. || Kredi kurulu­ şu, avans para veren banka ya da mali kuruluş. || Kredisi düşmek, saygınlığı yit­ mek, kendisine duyulan güven azalmak. || Kredisi olmak, saygınlığı ve güvenilirliği bulunmak. || Krediyle, bedeli daha sonra ödenmek üzere, taksitle, borçla, veresiye: Krediyle ev eşyası almak. —Bank. Kredi çarpanı, bankaların, müş­ terilerinin. mevduatlarından yararlanarak verdikleri kredilerin, yeni mevduatlar ya­ ratması, bu yeni mevduatların da başka kredilere kaynaklık etmesi olayı. || Kredi kartı -* kart. || Kredi sınırı ya da açık kredi sınırı, bir banka tarafından bir girişime ya da bir devlete (ya da bir girişim tarafından bir müşteriye) açılan bir kredinin krediden yararlanan tarafından yapılması gereken ödemeler hesabında esas alınan miktarı. || Kredi tesisi, bir kredinin düzenlenmesi. —Bors. Donmuş kredi, yasal ya da fiili bir blokaj dolayısıyla kullanılamaz durumda olan kredi. —Eğit. Yükseköğretim gören öğrenciler­ den burslu ve parasız yatılılar dışında ka­ lanlara devlet, kamu kuruluşları ya da özel kuruluşlar tarafından verilen ödünç para. || Belli bir öğrenimin tamamlanması için öğrencilerden istenilen her türlü kuramsal ve uygulamalı çalışmalar göz önünde tu­ tularak, bir yarı yıl ya da bir öğetim yılı okutulan herhangi bir dersin, okul prog­ ramı bütünlüğü içindeki değerini nicelik­ sel olarak gösteren prim. —Huk. Kredi sınırlaması, resmi makam­ ların kuruluşlara ve özel kişilere verilecek banka kredilerini sınırlandırmak amacıy­ la aldıkları önlemlerin tümü. —İkt. ve Bank. Kredi açılışı, bir bankanın, belli bir miktar parayı müşterinin emrine vermeyi taahhüt etmesi. || Kredi mektubu, bir bankanın başka bir kentteki bir ban­ kadan para çekebilmesi için müşterisine verdiği belge. \\ Açık kredi, menkul, gayri­ menkul ipoteği, ticari işletme rehni ya da kefalet gibi herhangi bir teminat alınma­ dan, yalnız borçlunun imza ve taahhüdü­ ne dayanılarak açılan kredi. || Bankalararası kredi, bankaların birbirlerine açtıkları kredi. || Besi kredisi, hayvan yetiştiricileri­ ne, besledikten sonra satmak üzere hay­ van satın almaları için verilen kısa vadeli kredi. || Çapraz kredi, farklı dövizler karşı­ lığında döviz satın alma işlemi. (Daha ile­ ri bir tarihte kararlaştırılmış bir kur üzerin­ den, ters yönde bir işlem yapılacağı ko­ nusunda yapılan bir anlaşmaya dayanır. Yeniden satın alma kaydıyla yapılan bir sa­ tış olan bu işlem, arbitraj işlemlerinde ya da geçici bir süre için döviz elde etmek için kullanılır.) [Eşanl. SWAR] || Ekonomi kredisi, işletmelerin, ailelerin ve kamu ku­ ruluşlarının, banka ve mali kurumlardan, hâzineden ve özel kuruluşlardan aldıkla­ rı ödünç paraların tümü. ||£mf/a karşılığı kredi, tarım ürünleri, sanayi hammadde ve mamulleri ya da başka ticari emtianın rehin verilmesi karşılığında bir banka ta­ rafından açılan kredi. || İhtisas kredileri, bankaların, etkinliklerini belirli kesimler ya da belirli çalışma alanları üzerinde yo­ ğunlaştırmış olan işletmelere açtığı kre­ diler. (Bu krediler tarım kredileri, gayri­ menkul kredileri, mesleki krediler ve deniz­ cilik kredileri olmak üzere dört grupta top­ lanır.) || Kabul kredisi, bir tür kısa vadeli kredi, (iki kredi kuruluşunun rol aldı­



7085



CH,



kreatinin



ğı bu tür kredide, kuruluşlardan biri kü­ çük bir komisyon karşılığında istikraza ta­ rafından kendi üzerine çekilen senetleri kabul ederken, öteki kuruluş bu kabulün oluşturduğu güvenceye dayanarak bu se­ netleri düşük bir oran üzerinden iskonto eder. || Kampanya kredisi, belli bir zaman­ da önemli miktarda hammadde ya da mal stokları kurmak (bunların işlenmesi ya da satışı bütün yılı kapsasa da) zorunda olan mevsimlik bir sanayiye ya da ticarete ve­ rilen kısa vadeli kredi. || Kamu kredisi, dev­ let, özel idare, belediye gibi kamu kuruluşlanna açılan kredi. || Kasa kredisi, ban­ kaların faizini peşin alarak çok kısa vadey­ le verdikleri borç para. (Banka kolaylıkla­ rı da denen bu sistemde bankalardan bir gün sonra ödenmek üzere de borç alına­ bilir.) || Kısa vadeli kredi, vadesi bir yılı aş­ mayan kredi. || Köprü kredi, belli bir an­ daki bir para çıkışı ile daha sonraki bir pa­ ra girişi arasındaki boşluğu doldurmak için verilen kredi. || Kurye kredisi, bir mu­ habire -genellikle yabancı- açılan çok kı­ sa vadeli ve açık kredi. (Bu kredi uyarın­ ca, muhabirin telgraf ve telefon emirleri, gerekli paranın alınması beklenmeden, onun hesabına yerine getirilir; para bir sonraki kurye [posta] ile gelir.) || Küçük es­ naf kredileri, küçük esnafa açılan kredi­ ler. || Özel kesim kredisi, özel kesime açı­ lan kredi. || Müteahhit kredisi, işletmelere mal sağlayan müteahhitlerin alacaklarını belli bir süre sonunda almayı kabul ede­ rek sağladıkları dolaylı kredi. || Orta vadeli kredi, vadesi bir ile beş yıl arasında olan kredi. || Refakat kredisi, bir işletmeye belli bir işte kullanılmak üzere verilen bir tür ka­ bul kredisi. (Burada, yeni keşide edilen senetler, bunları kanıtlayıcı belgeler geti­ rildikçe bölüm bölüm kabul edilir. Toplam kredi miktarı, kabul gören senetlerin glo­ bal tavanından değil, dolaşımdaki vade­ si henüz gelmemiş senetlerin tavan mik­ tarından oluşur) || Rehinli kredi, karşılığın­ da taşınabilir bir malın teminat olarak gös­ terildiği kredi. || Roit-over kredisi, eurodöviz kredileri piyasasında kullanılan ödünç para verme biçimi. (Bu kredilerin faiz oranı bir kerede toptan olarak saptanmaz, ka­ rarlaştırılmış bir baza örneğin bankalararası Londra piyasası bazına göre hesap­ lanır ve buna banka marjı olan ve spread adı verilen % x oranında artınlmış bir marj eklenir.) || Ticari krediler, ticaret ve sanayi kesiminin kısa vadeli işletme sermayesi gereksinimini karşılamak amacıyla verilen krediler. || Tüketim kredisi, özel bir kişiye tüketim malları ya da hizmet bedellerini ödeyebilmesi için verilen kısr a uzun vadeli kredi. (Bazen teslimler kademeli, ödeme belirli bir tarihte -hafta sonu, ay so­ nu, üç ay sonu-, bazen de teslimler tek, ödeme parçalara bölünerek kademelendirilmiş olur; bu son durumda taksitli sa­ tış sözkonusu demektir.) || Uzun vadeli kre­ di, önemli yatırımlar için verilen ve alıcısı tarafından gerçekleştirilen kârlar üzerin­ den baş yılı aşan bir süre içinde geri öde­ nen kredi. || Üretim kredileri, bir üretim bi­ riminin kurulması ya da üretimini sürdü­ rebilmesi amacıyla verilen krediler (işlet­ me ve yatırım kredileri gibi). || Vesikalı kre­ di, bir banka tarafından bir malın alıcısı­ na, genellikle bir dışalımcıya açılan kısa vadeli kredi. (Krediyi açan banka, malın teslim edildiğini kanıtlayan belgeler karşı­ lığında göndericiye [genellikle bir dışsatamcıya] mal bedelini ödemeyi taahhüt eder. || Yatırım kredileri, üretime geçecek bir işletmenin kuruluşunda sabit değerle­ rin sağlanması için açılan krediler. —Muhs. Bir üçüncü kişinin hesabında, o kişinin alacaklarının, para varlığının gös­ terildiği bölüm. (Bu bölümün karşısında sözkonusu üçüpcü kişinin borçlarını gös­ teren bölüm yer alır.) —Sig. Kredi sigortası, bir kredi kuruluşu­ nun, verdiği krediyi borçlusundan tahsil edememesi durumuna karşı sigorta. —Uluslarar. ikt. Kredi dilimi, Uluslararası



para fonu'nun (IMF), üye ülkelerden her birinin Fon'a girerken yaptığı katkının (ko­



ta) % 25’ini karşılayacak biçimde tanıdı­ ğı ödünç alma hakkı. (Rezerv dilimi adı verilen birinci dilimin çekilmesi hiçbir ko­ şula bağlı değildir. Art arda dört dilimden oluşan daha sonraki çekme hakları ise, İMF'nin koyduğu bazı koşullara bağlıdır. En yüksek çekme hakkı, kotanın % 125’i tutarındadır. Çekilen dilimler ulusal para karşılığında verilen dövizlerden oluşur. Borç alan ülke bu dövizleri 3 ile 5 yıllık bir süre içinde kendi parasını geri satın ala­ rak ödemek zorundadır.) —ANSİKL. İkt. ve Bank. Her kredi işlemi, hemen kullanılabilecek bir malın kullanı­ mının, o malın ileri bir tarihte aynen geri verileceği vaadiyle mübadele edilmesi an­ lamına gelir. • Kredinin genel düzeni. Kredi işlemi, bir trampa biçimine bürünebilir -(hasattan sonra geri verilmek vaadine dayanılarak bir miktar tohum vermek gibi); ama ge­ nellikle ödünç para verme ya da geç öde­ meli bir satış biçimini alır. Kredide iki kav­ ram önem taşır: zaman ve güven. Faiz hem zamanın, hem de riskin fiyatıdır, iş­ lemin süresi uzadığı ya da borçlu yeterli güvence veremediği zaman faiz oranı yükselir. Kredi işlemleri uzun zaman öncesinden beri özel kişiler arasında yapılagelmiştir. Bununla birlikte çok geçmeden bu konu­ da uzmanlaşmış bazı kurumlar ortaya çık­ tı: bankalar*. Çağdaş dönemde, önceleri yalnız emisyon bankaları resmi makamla­ rın denetimi altında bulunuyordu (Rusya, İsveç ve ABD dışında; çünkü, bu ülkeler­ de XIX. yy.'da oldukça sıkı bir devlet de­ netimi kurulmuştu). Ama, XIX. yy.'dan bu yana bazı yatırımların finansmanını gü­ venceye almak amacıyla, devlet kredi iş­ lemlerine müdahale etmeye başladı. (Ör­ neğin, Osmanlı devleti, XIX. yy.'ın ikinci yarısında, demiryolu yapımı için imtiyaz verdiği yabancı şirketlerin finansman ge­ reksinimlerinin bir bölümünü çıkartmış ol­ duğu istikraz tahvilleriyle karşılamıştı.) Öte yandan, resmi makamlar halk tabakaları arasında tasarruf eğilimini geliştirmeye ça­ lıştılar. XX. yy.’da, hemen bütün ülkelerde, kredi kurumunun örgütlenmesi ve dağılı­ mı konusunda devlet, önemli bir rol oyna­ dı. Ayrıca, özel girişimin yetersiz kaldığı yerlerde, bunun yerini almak gerekiyordu. Ancak, devlet müdahaleciliğinin asıl ne­ denleri, modern ekonomilerde kredinin kazandığı büyük önemde aranmalıdır. Kredi kurumlan bir ülkenin yaşamında be­ lirleyici bir rol oynarlar. Bu rol etkinlik ve bağımsızlık konusunda titizlik gösteren hükümetleri haklı olarak kaygılandırır. Bundan başka, kaydi paranın (banka pa­ rası) gelişmesi de sanayi devriminden beri para dolaşımını denetim altında tutmak gereğini duyan devlet güçlerinin kayıtsız kalamayacakları bir konudur. Son olarak, modern iktisat kuramları devletin, uygun bir para politikasıyla, iktisadi bunalımlara karşı müdahalede bulunması gerektiğini göstermiştir. Türkiye’de kredi kurumlan, bankalar ve banka olmayan tasarruf kurulularından oluşur. Bankalar, kaynaklarını, özsermaye ve ihtiyatlarından çok, mevduattan ve TC Merkez bankası’ndan aldıkları kredilerle, avanslardan sağlarlar, kaynaklarının bü­ yük bir bölümünü de kredi biçiminde kul­ lanırlar. Türk bankacılık sisteminde ticaret ban­ kaları (Türkiye iş bankası, Akbank, Türki­ ye Garanti bankası, Pamukbank, vb.) daha çok kısa ve orta vadeli kredi verir. Kalkınma ve yatırım bankalarıysa devle­ tin ve işletmelerin uzun süreli finansman gereksinimlerini karşılamak üzere uzun vadeli krediler sağlar. Devletin sahip ol­ duğu kalkınma ve yatırım bankaları; Tür­ kiye İhracat kredi bankası, Türkiye Kal­ kınma bankası ve İller bankası'dır. Özel sektöre ait olan kalkınma ve yatırım ban­ kalarıysa; Türkiye Sınai kalkınma banka­ sı, Sınai yatırım ve kredi bankası, Türk Merchant bank, Yatırım bank, Euroturk bank (Avrupa Türk yatırım bankası), Tek­



ten finansman ve yatırım bankası gibi ku­ ruluşlardır. Özel amaçlı bankalara gelin­ ce (Sümerbank, Etibank, Emlak bankası, Türkiye Turizm yatırım ve dış ticaret ban­ kası, vb.), açacakları kredilerde, kuruluş­ larının özel amaçlarına uygun girişimlere öncelik vermek koşuluyla çalışırlar. Aynı şekilde, T.C. Ziraat bankası çiftçilerin ta­ rımsal kredi gereksinimini karşılarken, Halkbank öncelikle küçük sanatkâr, es­ naf ve esnaf kuruluşlarına kredi açmakla yükümlüdür. Ancak, Türkiye'de bankalar arasındaki uzmanlaşma henüz, sanayileşmiş ülke­ lerde olduğu şekilde kesin sınırlarla bir­ birinden ayrılmamıştır. Özel amaçlarla kurulmuş bankalar, günümüzde, gerekir­ se ticaret (mevduat) bankacılığı yaptıkla­ rı gibi, ticaret bankaları da kalkınma ve yatırım bankalarına benzer etkinliklerde bulunmakta; bu bakımdan bankalar, çe­ şitli kesimlere çeşitli vadelerle kredi aç­ maktadırlar. 1991 yılı sonu itibariyle toplam kredile­ rin dağılımı yüzde olarak şöyle sıralana­ bilir; merkezi yönetime verilen krediler % 13,1, mali olmayan kamu girişimleri (Kitler) % 9,8, mali kurumlar % 9,2 (mevdu­ at bankaları, kalkınma ve yatırım banka­ ları ve banka dışı mali kurumlar), yerel yönetimler % 0,8, özel sektör % 66,3 (özel sektör, hane halkı ve diğer), yurt dışı % 8. Öte yandan, bankalar dışında orta ve uzun vadeli fon sağlayan başka tasarruf kurumlan da vardır. Bunlardan Sosyal si­ gortalar kurumu, Emekli sandığı, Bağ-kur, Ordu yardımlaşma kurumu gibi sosyal yardım kurumlan topladıkları primlerle bi­ riktirdikleri fonlardan, mensuplarına konut kredisi açtıkları gibi, kamu kesimine ve bü­ yük sanayi yatırımlarına da uzun vadeli kredi sağlamaktadırlar. Ayrıca, Tarım kre­ di kooperatifleri* ve Toplu* konut fonu ida­ resi gibi kurumlar bankalar dışında kredi sağlayan kuruluşlardır. • Kredi politikası. Kredi politikasının sor rumluluğu tümüyle hükümette olmakla birlikte Maliye ve gümrük bakanlığı ile Merkez bankası guvernörü ve servisleri­ nin rolü de çok önemlidir. Her türlü kredi politikası iki amaca yö­ neliktin iktisadi genişlemeyi özendirmek ve kolaylaştırmak (halikın yaşam düzeyin­ de hissedilir bir iyileşme başka türlü ger­ çekleştirilemez); yeterli bir para istikrarını sağlamak (ülkenin siyasi, iktisadi ve sos­ yal istikrarının tek güvencesi budur). So­ rumlu makamlar tasarladıkları kredi poli­ tikasını uygulayabilmek için birçok etki aracına sahiptirler. Bu araçlarla gerek eko­ nominin gerekse bankaların genel likidi­ tesi üzerinde etkili olabilirler. 1. Ekonominin genel likiditesini etkilemek. Bu amaçla genellikle, kredi fiyatlarının, özellikle de iskonto oranının değiştirilme­ si yoluna başvurulur: iskonto oranının yük­ seltilmesi, kredi taleplerinde azalışa yol açar. Günümüzde iskonto oranı artık pra­ tik önemini yitirmiştir: merkez bankaları, etkinliğini dolaylı bir biçimde, para piya­ sasının faiz oranlarına ve böylece temel banka piyasasının faiz oranına müdaha­ le ederek kullanır. Faiz oranları üzerinde oynamak, kambiyo politikasına eşlik eden bir teknik durumuna gelmiştir; ülke para piyasası ile öteki para piyasaları arasında­ ki farklardan yararlanılarak kullanım yeri arayan sermayeler istendiği gibi çekilip uzaklaştırılabilir. Yetkili makamlar, banka­ ların henüz vadesi gelmemiş iskonto iş­ lemlerinin artış miktarına kesin sınırlar ko­ nulması demek olan kredi sınırlamaları yoluyla da müdahalede bulunabilirler. Ba­ zı kredilerin teşvik edilmesi gerekli görü­ lürken, bazılarına böyle bir gerek duyul­ maz. 2. Bankalann likiditesini etkileme politika­ sı. Bu politika, bankaların verebilecekleri kredilerin miktarını, sermayelerinin hacmi­ ne (özkaynak, istikraz tahvilleri) ve mevdu­ at miktarlarına göre artırmayı ya da eksilt­ meyi amaçlar. Türkiye’de, bankaların kre­



di kullanımlarına Bankalar kanunu ve Merkez bankası'nın karar, genelge ve teb­ liğleri ile bazı kısıtlamalar getirilmiştir: bir bankanın vereceği nakdi ve nakdi olma­ yan krediler ve satın alacağı tahvil ve ben­ zeri menkul kıymetlerin tutarı ile iştirakleri ve taşınmaz malları toplamı, özkaynaklarının 20 katını aşamaz (Bankalar k. md. 38, 47, 50). Ancak, bu genel kredi sınırı­ nın (ya da mali sağlamlık oranı) hesaplan­ masında nakdi olmayan krediler, risksiz krediler ve özelliği olan krediler için ayrı düzenlemeler yapılmıştır. Ûte yandan bankaların gerçek ya da tüzel bir kişiye verebilecekleri kredilerin en yüksek tutarı da (bireyse! kredi sınırı ya da risk dağılım katsayısı) sınırlandırılmıştır. Bankalar k. md. 38’e göre bu sınır, banka özkaynaklarının °/o 10’u olarak belirlenmiştir. Ban­ ka kaynaklarının öncelikli kesimlere akma­ sını sağlamak üzere, bu kesimlerde çalı­ şan firmaların bireysel kredi sınırı daha yüksek tutulmuştur; kalkınma planı yıllık programlarında belirtilen kesimlerdeki iş: lerde, dışsatımda ve yurt dışı müteahhit­ lik hizmetlerinde kullanılmak koşuluyla bir gerçek ya da tüzel kişiye, banka, özkaynağının % 25’i kadar kredi verebilir. Bu sınır, Devlet planlama teşkilatı'nın onayı alınmak koşuluyla Hazine ve dış ticaret müsteşarlığı'nın bağlı olduğu bakanlıkça % 4Q’a kadar çıkarılabilir. Bundan başka, bankalar toplamış ol­ dukları mevduatın bir bölümünü munzam karşılık (ya da yasal karşılık, zorunlu re­ zerv) olarak Merkez bankası’nda açılan özel bir bloke hesaba nakden yatırmak zorundadırlar. Bu munzam karşılık oranı, Merkez bankası’nca saptanmaktadır. Mer­ kez bankası, ayrıca, mevduat karşılıkları­ na verilecek faiz oranını saptamak yetki­ sini de elinde bulundurur. Öte yandan bankalar, ödeme gücünü koruyabilmek için kendilerinden çekilmesi olasılığı olan para ölçüsünde kasa likidi­ tesi (disponibilite) ve paraya çevrilebilen aktif bulundururlar. Bu nedenle ticari se­ net ve tahvil portföyü bankaların kısa va­ deli aktifleri arasında özel bir önem taşır. Bu portföy, bankaların kasadan sonra ikin­ ci derecede likit aktifini oluşturduğu gibi, kasalarında atıl para bırakmaktan kurtul­ malarını da sağlar. Son olarak, bankalar, bir kontrol komisyonunun (Türkiye'de Ban­ kalar yeminli murakıplar kurulu ve Banka­ lar birliği) denetimine tabidirler. • Tarımsal kredi, Türkiye’de, tarım kesimin­ de çiftçilerin kredi gereksinimi, örgütlen­ memiş kredi kanallarıyla örgütlenmiş kredi kurumlarından karşılanır. Örgütlenmemiş kredi kaynaklarını oluşturan bireyler ara­ sında, akrabalar, büyük toprak sahipleri, tüccar ve esnaflar, tefeciler sayılabilir. Bu kredilerde genellikle faiz oranı çok yük­ sek, ödeme koşulları hayli ağırdır. Resmi kredi kuruluşları ortaya çıktıktan sonra çok eski ve yaygın bir borç alma biçimi olan bu sistemin etkinliği bir ölçüde azalmış ol­ makla birlikte, sistem hâlâ varlığını sürdür­ mekte ve önemini korumaktadır. Örgütlenmiş kredi kaynakları ise yasa­ lara uygun olarak kurulmuş, kredi verme işlerini belirli esaslara göre yürüten kamu ve özel kesime ait kuruluşlardır. Bu örgüt­ ler arasında TC Ziraat bankası, Tarım kre­ di kooperatifleri, Tarım satış kooperatifleri ve birlikleri ile öteki kredi örgütleri bulun­ maktadır. Türkiye’de en önemli tarımsal kredi kay­ nağı Ziraat bankasıdır. Banka, bu özelli­ ğinin yanında Tarım kredi ve Tarım satış kooperatiflerine de fon sağlamakta ve bunları denetlemekte, bu bakımdan ülke tarımındaki örgütlenmiş kredilerin tümü­ ne yakın bir bölümünü karşılamaktadır. Türkiye'nin ilk tarım kredi kuruluşu Menafi sandıkları 1863’te kurulmuş, bunlar daha sorıra yerini Memleket sandıklarına bırak­ mış, 188B’de bunların devamı olan Ziraat bankası kurulmuştur. Banka, tarım üreti­ cilerinin işletme sermayesi gereksinimini karşılamak, tarımsal üretimi artırmak ve iyileştirmek, çiftçilerin toprak edinmeleri­



ne yardımcı olmak, tarım ürünlerinin pazarianmasını yaygınlaştırmak ve tarıma dayalı sanayilerin gelişmesini sağlamak amaçlarıyla kredi açmaktadır. Bu krediler, doğrudan üreticiye açılan kredilerle Tarım kredi ve Tarım satış kooperatifleri ve bir­ likleri aracılığıyla verilen kredilerden olu­ şur Doğrudan üreticiye açılan krediler ge­ leneksel krediler, kontrollü krediler ve özel fonlardan yararlanılarak açılan krediler ol­ mak üzere üç grupta toplanabilir. Gele­ neksel krediler çevirme, sürüm ve satış, donatım, tarım sanatları kredileri ile top­ rak edinme kredileridir. Kontrollü krediler ise, Kontrollü tarımsal kalkınma kredileri ile Topraksu kredileri bi­ çiminde iki gruba ayrılır. Üreticilerin yatı­ rım ve işletme sermayesi gereksinimini karşılamak amacıyla ve teknik bilgi ve et­ kin bir denetimle kullanılmak üzere veri­ len Kontrollü zirai kalkınma kredileri, Kont­ rollü tarımsal kişletme kredileri ile Kontrol­ lü tarımsal yatırım kredilerinden oluşur. Topraksu kredileri ise toprak ve su koru­ ma, toprakların iyileştirilmesi, tarımsal su­ lama, vb. alanlarda kullanılmak üzere ve­ rilmektedir. Özel fonlardan açılan krediler de Teşvik ve geliştirme kredileri, Toprak ve tarım reformu kredileri, Özel iskân fonun­ dan açılan krediler, AİD fonundan açılan krediler, tohumluk kredileri, yemeklik ve yemlik kredileri biçiminde gruplara ayrıl­ maktadır. Ziraat bankası, 2836 sayılı yasa uyarın­ ca Tarım kredi kooperatifleri ortaklarına te­ sis, donatım ve çevirme kredisi sağlamak­ ta, ayrıca, kooperatiflerin hizmet binaları­ nın yaptırılması amacıyla inşaat kredileride vermektedir. Tarım kredi kooperatifle­ ri, Ziraat bankası'ndan aldıkları bu kredi­ lerin yanında kendi kaynaklarından da ya­ rarlanarak üyelerine üç tür çevirme kre­ disiyle (genel gereksinimler için açılan kre­ diler, gübre kredileri ve akaryakıt kredile­ ri) donatım kredisi olmak üzere toplam dörttür kredi açarlar. Çevirme kredileri ge­ nellikle 1 yıl vadeli; araç-gereç, tarımsa! makineler, vb. satın alınması için verilen donatım kredisi ise en çok 5 yıl vadelidir. Ziraat bankası’nın denetimi altında olan Tarım satış kooperatifleri ve birlikleri de ge­ reksinimlerini kendi özkaynaklarının yanı sıra bankadan sağlamaktadırlar. Tarım ürünlerinin iç ve dış pazarlamasını yap­ mak amacıyla kurulan bu kooperatiflere taban fiyatı uygulama ve destekleme alımları yapma görevi de verilmiştir. Sözü edilen bu kuruluşlar dışında, türk tarımına, tarımsal kredi sağlayan başka bazı örgütler de bulunmaktadır: Pancar ekicileri istihsal kooperatifleri, Çay koope­ ratifleri, T. Şeker fabrikaları ao, Zirai dona­ tım kurumu, Toprak mahsulleri ofisi ile Egebank, Tütüncüler bankası ve bazı ti­ cari bankalar da tarımsal kredi vermekte­ dir. Ancak, temel görevleri tarımsal kredi vermek olmayan bu kuruluşların verdik­ leri krediler çok sınırlı kalmakta, tarımsal kredi hacmi içinde çok küçük bir paya sa­ hip bulunmaktadır. Türkiye'de, 1950’lerde başlayan tarım­ da makineleşmenin getirdiği köklü deği­ şime koşut olarak tarımsal kredilerin hac­ mi de hızla genişlemiştir. Planlı dönemde bu gelişme düzenli bir biçimde sürmüş­ tür. Ancak, tarımsal kredi hacmindeki ar­ tış, üreticilerin tarımsal kredi gereksinim­ lerini karşılamaktan uzak kalmıştır. Öte yandan, tarımsal kredilerin dağılımında da önemli sorunlar vardır. Bu sorunlann bir bölümü tarımın kendi yapısından, bir bölümü de Ziraat bankası'nın kaynak ye­ tersizliğinden ve kredilerin dağıtım siste­ minden kaynaklanmaktadır. Ziraat banka­ sı, kredi verirken maddi bir teminat gös­ terilmesini istediği için, yalnızca toprağı olan çiftçiler kredi alabilmektedir. Buna karşılık, Türkiye’de tarım alanlarının tapu ve kadastro işlerinin henüz tamamlanma­ mış olması nedeniyle elinde tapu bulun­ mayan birçok çiftçi ailesi tarımsal krediler­ den yararlanamamaktadır. Bunun yanın­ da, Türkiye’de toprak dağılımının denge­



sizliği kredilerin dağılımına da yansımış, Ziraat bankası'nın kuruluş yasasının, kü­ çük çiftçilere öncelik verilmesini öngör­ mesine rağmen, bu kredilerden çoğun­ lukla büyük çiftçiler yararlanmıştır. Tarımsal krediler (1991, m ilyon TL) Zirai işletme kredileri 2 349 049,7 Zirai yatırım kredileri................ 939 997,7 Tarımsal köy kalkınma koop. açılan krediler................. 20 128,3 Özel iskân fonundan açılan krediler............................16 406,6 Hayvancılık kredileri (1990)........................ 913 384,9 Tarımsal sanayi kredileri 26 695,2 Su ürünleri işletme kredileri..........................14 643,9 Su ürünleri yatırım kredileri 21 472,9 Taksitlendirilen tarım kredileri...........................144 709,2 Tarım kredi kooperatifleri yoluyla.............3 953 612,2 Tarım satış kooperatifleri yoluyla...........10 300 455,8 Tohumluk işletme kredileri........................144 960,4 Toplam................................17 737 171,3 • Halk kredisi. XIX. yy. başlarında, Batı ül­ kelerinde büyük bankaların kredi verme­ yi kabul etmedikleri küçük tüccar, küçük sanayici ve zanaatkarların, sandıklar ve halk bankaları biçiminde birleşmeleri ile ortaya çıkan bir kredi kurumudur. Bu çer­ çeveye giren kuruluşların çalışmaları da­ ha sonra yasalarla düzenlenmiş ve bun­ ların birleşmesinden doğan kredi kuruluş­ ları geliştirilmiştir. Türkiye'de, küçük sanayici, esnaf ve zanaatkârlara kredi vermek amacıyla 1933’te çıkarılan 2284 sayılı yasayla hü­ kümete yetki verilmiştir. Bu yetkiye daya­ nılarak 1938'de Türkiye Halk bankası (Halkbank*) kuruldu. Ancak, banka uzun bir süre sermaye yetersizliğinden önemli bir etkinlik gösteremedi. 1950’de, bir yan­ dan küçük sanatkâr ve esnafın, esnaf ve kefalet kooperatifleri kurarak örgütlendiril­ mesi yoluna gidilirken, bir yandan da Halk bankası’nın sermayesi artırıldı. 1964'te ye­ niden sermayesi artırılan, şube açma izni verilen ve Merkez bankası kaynaklarından daha fazla yararlanması olanağı sağlanan banka, bugünkü gelişme sürecine girmiş­ tir. K R E D N E R İT a. (fr. crednerite; öz. a. Credner’den). Miner. CuMnO formülün­ deki doğal magnezyum ve bakır oksit. K R E E D İT a. (fr. crĞĞdite). Miner. Kalsi­ yum ve alüminyum içeren hidratlı fluorlu sülfat. K R E E P a. Petrogr. Apollo 12'nin uçuşu sırasında, Ay yüzeyinde bulunmuş potas­ yum (K), nadir topraklar (ing. REE, rare earth elements) ve fosfor (P) bakımından zengin bir bazalt kayacını belirten kısalt­ ma. K R E F E L D , Almanya'nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Ren’in sol kıyısında; 236 000 nüf. (1989). Müzeler. Fransız Protestanların kurduğu bir tekstil sanayisi merkezi. Özel çelikler, demiryo­ lu gereçleri. Takım tezgâhlar. Kimya. Be­ sin sanayileri. Clermont kontunun prens Ferdinand von Braunschvveig karşısında uğradığı bozgun (23 haziran 1758). K R E İK E N (Egbert Adriaan), hollandalı gökbilimci (Bearne veld 1896 - ? ). Groningen Fen fakültesi’ni bitirdikten sonra aynı fakülteye asistan oldu (1922). Amsterdam Üniversitesi'nde doçentliğe (1928), Endonezya’da görev yaptığı sırada pro­ fesörlüğe yükseldi (1952). Cakarta Üniver­ sitesi rektörlüğüne getirildi. Daha sonra



Kreiken Türkiye’ye gelerek Ankara Üniversitesi fen fakûltesi'nde görev aldı. Fakülteye bağlı gözlemevinin kuruluş çalışmalarını yönetti (1963).



7088



R. Bossu-Sygma



Bruno Kreisky (şubat 1976’te)



Harlingu0-Roger-ViQİI&t



K R E İN , müzikçi rus aile. —GRİGORİY AbramovIç, besteci (Nijni Novgorod 1879 - Komarovo, Sen-Petersburg yakı­ nında, 1955), Gliyer ve Reger’den ders aldı. Yahudi cemaati için yaptığı beste­ ler dışında, bir senfoni (1946), bir Balad, bir keman konçertosu, bir Yahudi rapso­ disi, oda müziği yapıtları ve melodiler bıraktı. — Kardeşi ALEKSANDR ABRAMOvlç, çellocu ve besteci (Nijni Novgorod 1883 - Staraya Rusa 1951), 2 sefoni, 7 süit, 3 senfonik şiir, çello ve orkestra için bir Şiir, dinsel ya da esin kaynağı Kutsal Kitap olan yapıtlar (İbrahim'in gençliği, Makabiler, İbrani requiem'\), melodiler (Qül ve haç, 1912; Kantikler kantiği, 1918; Yahudi şarkilen, 1937; Öfke şarkıları, 1944), oyun, film ve bale (Laurencia, 1939; Taflana, 1943) müzikleri besteledi. —JULYAN GRİGORİYEVlç (Moskova 1913), Grigoriy'in oğlu ve öğrencisi. Birinci senfonisini 13 ya­ şında besteledi. Paris'te Paul Dukas'aan ders aldı. 1934-1938 arasında Moskova konservatuvarı’nda ders verdi. Başlıca ya­ pıtları: Bahar senfonisi (1935), Kuzey şiiri (1937), orkestra için 2 balad, senfonik şi­ irler (Tahrip), oda müziği yapıtları (4 dört­ lü, sonatlar, süitler). Estetik incelemelerin­ den, M. Ravel (1962) ve Cl. Debussy'nin (1962), senfonik yapıtları üzerine olanlar önemlidir. K R E İS a. (çember anlamında alm. söze.). Tar Kutsal Roma-Germen İmpara­ torluğumda idari, özellikle de adli alt bi­ rim. (1438 -39 yıllarında Albrecht II, İmpa­ ratorluğu altı kreis'a ayırmak istemişti. 1500'de Maximilian I, bu tasarıyı yeniden ele alarak on kreis'ın sınırlarını belirledi: Avusturya, Bavyera, Bourgogne; Franken, Bas-Rhin, Haut-Rhin, Aşağı Saksonya, Yu­ karı Saksonya, Schvvaben ve VVestfalen. Bu idari düzenleme çalışması, derebey­ lik geleneklerine, prenslerin ve kentlerin egemenlik haklarına ve arazi sınırlarındaki düzeltmelere ters düştü. Kreis'lar lanetle­ rin alt birimleri olarak ancak XIX. yy.’dan sonra düzenli bir idari bölüm oluşturabildi. || Avusturya imparatorluğu'nda, Bach tarafından eski eyaletler zararına kurulan idari çevre. (Viyana yönetiminin atadığı memurlar tarafından yönetilen bu bölge­ ler iktidarın yönetimin elinde toplanması­ nı kolaylaştırdı.) K R E İS E L (Georg), avusturya kökenli İn­ giliz mantıkçı (Graz 1923). Büyük Britan­ ya’ya göç ederek Reading ve Oxford’da ders verdikten sonra Fransa’ya gitti, Pa­ ris'te ders verdi. 1966’da ABD'ye geçti ve Stanford’da ders verdi. Bir belitler kura­ mı kurdu. Buna göre, belitleri geleneksel kuramlarda olduğu gibi ilkel terimlerin kaplamı değil, tersine, ilkel terimlerin kap­ lamını belitler saptıyordu. Matematik man­ tığın öğeleri üzerindeki başlıca yapıtını, Jean-Louis Krivine'le birlikte 1967’de ya­ yımladı.



Friîz Kreîsier



iK R S İS K Y (Bruno), avusturyalı siyaset adamı (Viyana 1911 - ay.y. 1990). Sosyal demokrat parti üyesiyken, 1935 ve 1938’de naziler tarafından hapsedildi, ama ikinci Dünya savaşı’nda İsveç’e sı­ ğınmayı başardı. Ülkesine döndükten sonra Dışişleri bakanlığı müsteşarı oldu (1953). 1956’da milletvekili seçildi. 19591966 yılları arasında sosyalist-halkçı koa­ lisyon hükümetlerinde Dışişleri bakanlığı yaptı. 1967’de Sosyalist parti başkanlığı­ na seçiidi; aynı zamanda Sosyalist enter­ nasyonal başkanlığı görevini de yürüttü. Partisinin 1970 seçim zaferinden sonra sosyal demokrat ve liberal bir koalisyon hükümeti kurmakla görevlendirildi: bu ka­ bine geniş bir toplumsal reform programı hazırladı. 1971 yılında sosyalist Frans Jonas yeniden Cumhurbaşkanı seçildi; ay­ nı yıl milletvekili seçimlerinde Sosyalist parti ilk kez mutlak çoğunluğu ele geçirdi.



Ama, partisi, nisan 1983 seçimlerinde bu çoğunluğu yitirince Kreisky, şansölyelik görevinden istifa etti. Partinin yaşam bo­ yu onursal başkanı seçildi. Ocak 1987'de kurulan koalisyon hükümetinde Dışişleri bakanlığının Halk partisi'ne verilmesine karşı çıkarak onursal başkanlıktan ayrıldı. Filistin Ulusal konseyi’nin 18. dönem top­ lantısına çağrılı olarak katıldı (nisan 1987). K R E İS L E R (Fritz), amerikan yurttaşlığı­



na geçm iş avusturyalı kemancı (Viyana 1875 - New York 1962). Hellmesberger ve A. Bruckner'in öğrencisi. Öğrenimini Pa­ ris konservatuvarı'nda sürdürdü, burada J. Massart ve L. Dellbes'den ders aldı. ABD'de ilk konser gezisini 1889'da M. Rosenthal ile yaptı. Uluslararası sanat yaşa­ mı 1899'da başladı. 1939'da ABD'ye yer­ leşti. 1941'de geçirdiği bir kaza yüzünden bir süre çalam adı, Ancak virtüözlerin ça­ labileceği parçalar besteledi: Çin tefi, Vi­ yana kaprisi. Ayrıca, eski üstatların adıy­ la yayımladığı birkaç bestesi vardır.



palı bir kaptır. Merkezkaç kuvvetin etkisiy­ le, hafif olan yağ tanecikleri dönme ekse­ ninin yakınında toplanır ve sütün bir kıs­ mıyla birlikte (yağca zengin süt) krema çı­ kış deliğine doğru sürüklenirken, yağdan yoksun kalan süt kabın kenarlarına doğ­ ru fırlar ve oradan yağsız süt çıkışına yö­ nelir Ayırım, dönme eksenine bağlı ve üst üste yığılı kesik koni biçimindeki taslarla kolaylaştırılır; süt, taslarda, krema ve yağ­ sız süt çıkışı için aralıklı ölarak açılm ış de­ liklerden geçerek dağılır. Bu yöntemle çok etkili bir ayırım sağlanm ış olur. Sütün kö­ pürmesini önlemek için açık krema ma­ kinelerinin yerini havasız ortamda çalışan kapalı makineler almıştır. Kreması alına­ cak süt, akışkanlığı artsın diye ısıtılır (30° - 40 °C). •Cıtûn giriş y«ri



t



K re le le ria n a , R. Schum ann'ın 1838'



de bestelediği 8 parçalık plano dizisi. Chopin’e İthaf edilen bu parçaların baş­ lığı, Hoffmann'ın iki fantastik masalını (Fantasiestücke İn Callots Manier ve Lebensansichten des Katara Murı) bestele­ yen yarı deli besteci Johannes Kreister1 in adından alınmıştır. Kreislerlana'da, Schumann’ın ateşli mizacı, hayal dünya­ sı ve zarafetinin yanı sıra, Clara W ieck’e duyduğu aşkı ve yoğun, karşıt çağrışım ­ lara olan düşkünlüğü belirgindir. K R E M a. (fr. crĞme). 1. Kozmet. Genel­ likle kokulu, az ya da çok kıvamlı kozme­ tik emülsiyon; cilt bakım ında kullanılır ve cilde yumuşaklık, nemlilik v b gibi deği­ şik özgül özellikler kazandırır. —2. Krem (rengi), açık bej, — Eczc. Krem tartar -* TARTARAT, || Deri kremi, oldukça fazla miktarda su ya da yağ içeren ve içine çeşitli etkin maddeler (kortikoitler, bakır sülfat, ihtiyol, v b ) katıl­ m ış olan yumuşak kıvamda ilaç. Sızıntılı dermatozların tedavisinde kullanılır. (Mer­ hemler ise kuru ya da kabuklu dermatozlarda kulanılır.) || Tıbbi krem, esas maddesi süt ve şeker olan ve tedavi m addelerinin hoş bir lezzetle alınm asını sağlayan ilaçlı besin. — Kozmet, Susuz krem, mineral ya da bit­ kisel yağ, mum, vazelin, lanolin v b gibi çeşitli maddelerden yalın bir eritme ya da karıştırma yoluyla elde edilen ürün; bile­ şim inde bulunan m addelerin derişimine göre makyaj yapımında ya da makyaj te­ mizlemede kullanılır. (Susuz kremler blush'ların [allık], rujların, makyaj kalem­ leri vb.’nin bileşimine girer.) — Pastac. Krem chantilly ya da şantiyi -* CHANTİLLY.



♦ sıf. 1. Krem kıvamında olan: Krem de­ terjan. — 2. Krem renginde olan: Krem bir kazak. K R E M A a. (öncekiyle eş kökenli). Pas­ tac. Yumurta, süt, şeker ve çeşitli aroma­ larla hazırlanmış tatlı ya da tatlı ve pasta­ larda garnitür olarak kullanılan ürün. (Bk. ansikl. böl.) —Sütç. Sütün yüzünden toplanan ya da makine ile sütten ayrılan ve içinde fazla miktarda yağ bulunan süt-yağ karışımı. || Krema makinesi, merkezkaç kuvvetiyle sütün kaymağını ayırmaya yarayan aygıt. (Eşanl. KAYMAK MAKİNESİ.) [Bk. ansikl. böl.] || Köpüklü krema, sütten çekilen ve % 1 0 ila % 1 2 yağ içeren krema. — ANSİKL. Pastac. Pastacılıkta kullanılan pişmiş kremalar arasında kremanglez te­ mel üründür: buna çeşitli aromalar katı­ larak vanilyalı, çikolatalı, çilekli, vb krema­ lar elde edilir; benmaride pişirilince kalıp­ lanm ış krema, içine tereyağ katılınca te­ reyağlı kremanın bir türünü oluşturur; je­ latinle birlikte, babatatlısı gibi soğuk tatlı­ lara eşlik eder. Unla koyulaştırılan pasta­ cı kreması birçok pastaya katılır. — Sütç. Krema makinesi, çok hızlı döne­ bilen ve sürekli olarak sütle beslenen ka­



Alta-Laval belgesine g ire



K R E M A J a. (fr. crĞmage). Tekst. Doku­



ma işleminden önce ipliklere, özellikle de keten ipliklerine uygulanan işlem. —ANSİKL. Tekst. Kremaj işlemi, özellikle pamuk iplikleriyle karıştırılarak dokunan ve metis denen dokumaları üretmede ya­ rarlanılan iplikleri hazırlam ada kullanılır. Keten dokumalar ya da kremajlı denen metisler doğrudan kremajlanmış İplikler­ le dokunduğundan, bu işlem dokumalar üzerine çok ender olarak uygulanır. Kre­ maj, sırasıyla şu işlemleri içerir: hafifçe al­ kali sodyum karbonat banyosunda kay­ natma, 1,5 °BTik kalsiyum ya da sodyum hipoklorit banyosunda bir saat süreyle renk giderme, açık havada bırakma, du­ rulama, sabun çözeltisinden geçirme, sonra kurutma. Ayrıca renk giderici etken olarak oksijenli su ya da sodyum klorit de kullanılabilir. Bu işlem ya tahta tekneler içindeki çilelere ya da tercihen, dolaşım aygıtlarındaki bobinlere uygulanır. Kremaj sonunda, keten ipliklerinde % 5 ile 8 ara­ sında bir ağırlık kaybı ortaya çıkar. K R E M A LI sıf. Krema katılan, kremayla



yapılan yiyecek için kullanılır: Kremalı pas­ ta. Kremalı mantar çorbası. — Mutf. Kremalı çorba, unla kıvama geti­ rilmiş ve son anda taze krema ve yumur­ ta sarısı katılmış çorba. K R E M A N G LE Z a. Süt, aroma katılmış yumurta sarısı ve şeker karışımından el­ de edilen pişmiş krema. (Soğuk ya da sı­ cak tatlılarla birlikte sunulur ve bazı don­ durmaların ana malzemesini oluşturur.) K R E M A S IZ sıf. Kreması olmayan. KR EM A STER a. (fr. crâmaster; yun. kre master, asıcı’dan). Anat. Erbezini askıda tutan kas. (Bk.^ ansikl. böl.) —Zool. Krizalitlerin çoğunda bedenin ar­ ka ucunda bulunan ve bir ya da birçok çengelden oluşan tutunma aygıtı. — ANSİKL. İnsanda kremaster, uyluk ke­ meri, çatı kemiği ve birleşik kirişten doğan küçük kas demetlerinin toplamı halinde­ dir ve erbezinin lifsi kılıfında son bulur; ka-



Kremna sılması erbezinin yukarı çekilmesini sağ­ lar. Bazı hayvanlarda erbezinin karna gi­ rip çıkmasına yarar. K R E M A T İS T İK a. (fr. chrğmatistique; yun. khrematistikos, khrema, -atos, servet, zenginlik'ten). ikt. Zenginlik üretme bilimi olarak anlaşılan politik iktisada bazı XIX. yy. yazarlarınca verilen ad. K R EM A TO R YU M a. (fr. crâmatorium' dan). Ölülerin yakıldığı fırın.



gerek dişleri kendi dişleriyle temas eden bir dişli çarkla sürekli eş çalışma yapmak için kullanılır; uygulama yerine göre, dişli çark döndüğünde ya kremayer yer değiş­ tirir ya da tersine çark kremayer boyun­ ca ilerler. Bu mekanizmanın en önemli kul­ lanım yerleri arasında takım tezgâhlarının (vargel tezgâhlan, torna tezgâhları) ku­ manda tablalan ve arabalan, aktarma aygıtlan (krikolar), baskı makineleri, baraj va­ nalarını açıp kapama düzenekleri vb. sa­ yılabilir. Otomobillerde kullanılan krema­ yerii direksiyonlarda, direksiyon çubuğu­ na bağlı küçük bir dişli ön tekerleklere bağlı bir kremayere etki eder.



KREM A YER a. (fr. crĞmailtöre). Doğramc. Merdiven parmaklığı boyunca, ba­ samakların ucunun geçmesi için kertilmiş yalancı limon kirişi. —Dy. Yüksek eğimli demiryollarında kul­ K R E M E N Ç U O , Ukrayna'da, Dniepr lanılan ve üzerinde lokomotifin küçük eş kıyısında kent; 236 000 nüf. (1989). Me­ dişlerinin kavradığı dişler bulunan ek ray. talürji. Dökümevi. Demiryolu gereçleri, ır­ (Bk. ansikl, böl.) mak mavnaları, kamyon ve traktör, ba­ —Mak. san. Bir dönme hareketini doğru­ yındırlık çalışmalarında kullanılan maki­ sal harekete dönüştürmek (ya da tam ter­ nelerin yapımı. Besin sanayileri. Önemli si) için bir çarkla ya da bir küçük dişliyle bölgesel dağıtım ve toplama ticareti. kavrama yapan dişli doğrusal organ. (Bk. Dniepr kıyısında hidroelektrik santralı. ansikl. böl.) K R E M E R S İT a. (fr. krömersite; öz. a. R —Metalürj. Kremayerii tezgâh, çubuk çek­ Kremers'den). Miner Hidratlı doğal demir me işleminin, bir kremayere bağlı ker­ potasyum ve amonyum klorür, petenle gerçekleştirildiği çekme tezgâhı. K R E M İK O V C İ, Bulgaristan’da (Sofya —Mobc. Şömine kremayeri gibi kertik işa­ yönetim bölümü) kent, Sofya’nın D.’sunda, retiyle donatılmış ve rafları taşımaya yara­ Demir cevheri ve demir-çelik. Termik sant­ yan tahta ya da metal parça. —ANSİKL. Dy. Kremayerii lokomotifler, özral. devinimliler, tramvaylar devindirici teker­ K R E M K A R A M E L a. Mutf. Benmaride leklerin aderansının, normal cer ve fren­ pişirilen ve karamelleşme sürecinden ge­ leme kuvveti bakımından yetersiz kaldığı çirilip soğutulduktan sonra kalıbı ters çev­ dik eğimli hatlarda kullanılır. Genellikle rilerek sunulan sütlü, yumurtalı krema. böyle bir donanım kurmak için rampanın K R E M LE M E K g. f. Krem sürmek: Yat­ en az 100 mm/m olması gerekir. Bu du­ madan önce yüzünü kremledi. rumda demiryolunda, iki ray arasında tra­ verslere sıkıca tespit edilen ve üst pateni K R E M Ü N ya da K R E M L a. (kale anla­ üzerinde kremayer ya da dişli takımı diş­ mında slavca söze.). Tar. Eski rus kentleri­ leri yer alan üçüncü bir ray bulunur. Taşı­ nin tahkim edilmiş orta mahallesi. (Prens­ tın motorlarıyla çalıştırılan bir ya da birçok lerin ve boyarların sarayları, çeşitli devlet küçük eş dişli bu kremayer dişlerini kav­ daireleri, askeri yapılar ve katedral bura­ rar ve böylece, kendi güçlerini bir kayma­ da bulunurdu.) ya ya da patinaja yol açmadan doğrudan 11 K re m lin , rusça Kremi Moskovski doğruya iletirler. Lokomotif yalnızca kre­ (Moskova Kremlini), Moskova nın mer­ mayerii olabileceği gibi karma bir sistem­ kez mahallesi, Moskova prenslerine ve le de çalışabilir, yani dik rampalı yollarda rus çarlarına ait eski konutların, daha kremayerden, normal profilli yollarda ise sonra SSCB merkez yönetim birimlerinin aderanstan yararlanarak yol alır. Ayrıca ve nihayet bugün Rusya Federasyonu çok eğimli yollarda, küçük eş dişlilerin kre­ hükümet binalarının bulunduğu yer. Bomayer dişlerinden kurtulmasını önlemek rovitksi burnu üzerinde yükselen ve Mos­ ve bu gibi durumlarda başvurulan güçlü kova ırmağını 40 m yükseklikten gören frenleme sertliğini yumuşatmak için özel Kremlin, surlarla çevrilmiş 28 ha'lık bir düzenekler kullanılır. alana yayılan bir yapılar topluluğudur. Kremayerii demiryolları, eğimi 250 ile • İlk Kremlin. Küçük Moskova kanti, XI. yy. 300 mm/m'ye varan hatlarda yol almaya sonu - XII. yy. başında surlarla çevrildi. olanak verir Pilate (İsviçre) kremayerii hat­ Moğol istilası sırasında, kiliseler ve 1156' tında lokomotifler 400 mm/m eğimli ram­ da yapılmış olan ahşap ve toprak surlar paları çıkabilir. yıkıldı. XIV. yy.'da taş sur ve kiliseler yapıl­ —Mak. san. Kremayer gerek taşımak ya dı. Günümüzde bunlardan yalnızca, Vlada durdurmak (konum verme amacıyla),



Kremlin (Moskova) Marco Ruffo ve Pietro Antonio Solan tarafından XV. yy.'ın sonunda yapılan palata Granovitaya'nın büyük salonu (XVII. yy., XIX. yy.'da restore edilen resimler Simon Uşakov'un yapıtıdır)



dimir-Suzdal kiliselerinin benzeri olan kü­ çük Spas na boru kilisesi kalmıştır. • İtalyan Kremlini. XV. yy. sonunda, Ital ya’dan gelen mimarlar tarafından yapıldı. Ivan III döneminde (1462-1505), kesintisiz 2,25 km boyunca uzanan, kırmızı tuğla­ dan, mazgallı surlar yükseltildi. Milano' daki Sforza sarayı örnek alınarak yapılan bu duvarlarda sonradan bazı değişiklik­ ler yapıldı. 1485'te, "gizli kapı” (Taynitskaya vorota) denen ve bir yeraltı geçidiyle ırmağa açılan ana kapı, 1487'de, Beklemişev kulesi, 1490’da Napolöorı'un Kremlin’e girdiği Borovitskaya kulesi, 1491'de de Nikolskaya vorota adlı kapı yapıldı. Ku­ lelerin bugünkü tepelikleri XVII. yy.'dan kalmadır. Spaskaya kapısı’nın saat kulesininkiler ise 1625’te İngiliz Christopher Gallovvay tarafından tasarlandı. Uspenskiy* Sobor, Arhangelskiy* Sobor ve Bia­ goveşçenskiy* Sobor adlı katedraller de Ivan III döneminde yapıldı. Bizans örne­ ğine uyan dinsel yapılarda az görülen İtal­ yan etkisi, sivil yapılarda, özellikle de pa­ lata Granovitaya*’da (1487-1491) daha be­ lirgindir. 1527'den sonra İtalyan mimarlar yerlerini alman, İngiliz ve Hollandalılar’a bıraktı. • Modern Kremlin. Bugün Rusya Fede­ rasyonu hükümetinin merkezi olan, mi­ mar Kazakov'un yaptığı eski Senato’yu ve alman K. A. Ton’un planlarına göre, 1838-1849'da, yalancı rus üslubunda yapılan Bolşoy kremlevski dvorets sarayı'nı kapsar. Eski Terem sarayı'nın (1508-1635) restore edilmiş bölümleri, çariçe sarayı, pala(a.Gjanovitaya ve bir­ çok kiliseyle (Spasına boru) birlikte, Bol­ şoy kremlevski drovets sarayı bir bütün oluşturur. Bu yapı topluluğu B.’da bir kış bahçesi ile eski kral dairelerine bağlanır. Bu daireler bir yanda palata Urujeymaya* ile (bugün Süsleme sanatları müze­ si), öbür yanda XVII. yy.'dan kalma Potiyeşnıy dvorets sarayı ile devam eder. Büyük Ivan çan kulesi (Ivanovskaya kolokolniya) yapımına XVI. yy.'ın ilk yılların­ da başlanıp 1600 de Boris Godunov dö­ neminde tamamlanan dev boyutlu bir kuledir. Tepesinde otuz bir çan bulunur. Bunlardan Kraliçe çan (Tsar kolokol) 5,87 m yüksekliğinde ve 218 ton ağırlığındadır; 1737’de düşmüş, 1836'da çan kulesinin yanındaki granit bir kaide üze­ rine yerleştirilmiştir. Kremlin'in en yeni yapısı, Kongre sarayıdır (1961).



kriko



K R E M L İN -B İC E T R E (Le), Val-deMarne'da (Fransa) kanton merkezi, Pa­ ris'in güney banliyösünde; 19 591 nüf. (1992). Besin konserveciliği. Bicetre akıl hastanesi. ■ K R E M N A . Tar. coğ. Anadolu'nun Pisidia bölgesinde antik kent, kalıntıları Burdur’un Bucak ilçesi merkez bucağına bağlı Çamlık (esk. Girme) köyünün yakı­ nındadır. Kestros (Aksu) vadisine hâkim bir tepe üzerinde kurulmuş olan kentin



Kremlin (Moskova) Biagoveşçenskiy Sobor katedralimin soğan kubbeleri (yapımına XV. yy. sonunda başlanmıştır)



resmi yapılarının çoğu iki küçük vadide yer alır. Strabon, kentin daha sonra Galatia ve Pisidia kralı olan Amyntas tarafın­ dan ele geçirildiğini yazar. Roma döne­ minde Colonia Julia Augusta Felix Cremnena adını alan yerleşme, Hadrianus dö­ neminde para bastı. Aurelius döneminde zenginleşti, gelişti; 276’da Isaurialı Lydio tarafından işgal edildi. Bizans dönemin­ de Pamphylia eyaletinin sınırları içindey­ di. 787'de Nikaia'daki ikinci konşil'e tem­ silci gönderdi. 1970’te Prof. Jale inan yö­ netiminde başlatılan kazılarda içi heykel­ lerle süslü bir yapı (kitaplık olduğu sanıl­ maktadır) ortaya çıkarıldı. Athena, Herakles, Apollon, Asklepios, Leto, Aphrodite, Hygieia, Nemesis heykelleri ve burada bulunan sikkeler Burdur müzesi'nde ser­ gilenmektedir. Çok yıkık olmakla birlikte kentin kalıntıları arasında forum, bazilika, sarnıçlar, tiyatro, stoa, gymnasion, sütunlu yol, tapınaklar, evler, kent içinde ve dı­ şında kiliseler, akropoiisin B. ve G. yamaç­ larındaki kaya mezarları belirtilebilir.



Kremna kent kalıntılarından bir görünüm Burdur



K R E M N İC A , esk. alm. Kremnltz, Slovakya’nın orta kesiminde kent, Banskâ Bystrica'nın B.'sında; 5 000 nüf. XIII. yy.’dan XVIII. yy'a kadar önemli bir ma­ dencilik merkezi (altın ve gümüş) olan Kremnica, 1328’de özgür krallık statüsü­ ne kavuştu. Daha çok gotik üslubunda (XIV. ve XV. yy.) konutlar ve anıtlar (şato, kilise, darphane). K R E M S , Avusturya'da (Aşağı Avusturya) kent, Krems ve Tuna ırmaklarının kavşa­ ğında; 21 200 nüf. Eski kentte birçok es­ ki ev, bir Piarist kilisesi (gotik dönemin sonları), barok üslubunda bir bölge kili­ sesi, vb. bulunur; gotik üslubunda eski dominiken kilisesinde belediye müzesi. Çelik fabrikası. Kimya sanayisi. Bağcılık ti­ caret merkezi.



çift oldu yüzer kren



KR EN a. (ing. crane'den). Tek tek kolile­ ri ya da dökme yükleri kaldırmaya yara­ yan aygıt. (Eşanl. VİNÇ.) [Bk. ansikl. böl.] | Motorlu kren, paletler ya da tekerlekler üzerine yerleştirilen ve kendi motoruyla herhangi bir yola bağlı olmaksızın hare­ ket edebilen kren. || Portikkren, bir portik üzerine monte edilen sabit ya da gezer



kren. (Bk. ansikl. böl.) ■—Denize. Yüzer kren, bir vinç taşıyan ve genellikle kendi makineleriyle yürütülen metal duba. (Eşanl. YÜZER VİNÇ.) —ANSİKL. Kren temelde ok adı verilen ve yapısı ile yüksekliği değişebilen bir des­ tek ya da gövde üzerine monte edilen, ya­ tay ya da sabit ya da ayarlanabilir eğimli bir kol ile açıklığı değiştirmeye, oku yön­ lendirmeye ve bütünün ötelenmesine ola­ nak veren iki ya da üç düzenekten oluşur. Atölye kreni ya da ambar kreni genellikle elle kumanda edilen, kaldırma gücü az, küçük boyutlu bir makinedir. Kuleli kren de denilen ve inşaatlarda kullanılan yapı krenleri'nde bir pitonun tepesine yerleşti­ rilen, eğikliği sabit ya da değiştirilebilen bir ok bulunur. Bu tip krenler kolayca sö­ külüp takılabilecek biçimde tasarlanmış­ tır. Hareketli krenler ya bir kamyon üzeri­ ne monte edilir (bu durumda yardımcı ay­ gıt işlevi görürler ve bazen, donattıkları kamyonun yüklenmesini ve boşaltılması­ nı sağlarlar) ya da arazide manevra ya­ pabilmeleri için özel olarak tasarlanmış bir şasinin üzerine tespit edilir; bu durumda bunlara her türlü arazide çalışabilen mo­ torlu krenler de denebilir. Lastik tekerlekli birçok dingil üzerinde taşınan motorlu ve takviyeli şasisi üzerinde alçak bir kuman­ da kabini bulunan ve böylece yolda seyir rahatlığı sağlayan krenlere otoyol kreni ya da imdat kreni adı verilir. Hareketli krenlerin bir başka tipi inşaat şantiyelerinde çok sık kullanılır; bu krenler, çeşitli yardım­ cı aygıtlarla toprak düzeltme işlerinde kul­ lanılabilecekleri gibi kaldırma krenine de dönüştürülebilirler. Okları eklemli olan hid­ rolik krenler, orman işletmelerinde, orman içi taşıma işleri için çok elverişlidir. Bu ge­ reçlerin çoğunda, yüksekliği halatlar ya da hidrolik krikolarla ayarlanan kafes ya da dolu kutu kiriş biçiminde oklar kullanı­ lır. Kaldırma kapasiteleri birkaç ton ile 200 ton arasında değişir. 800 ton yük kaldırabilen tiplerine de rastlanır. • Portik kren. Limanlarda kullanılan kren­ ler, gemilerin limanda kalma sürelerini azaltmak için bunların gereksinimlerine göre düzenlenmiş portik krenlerdir. Baş­ lıca, çeşitli yük krenleri ya da kancalı kren-



kancalı portik kren



ter (kargo kren) ve dökme yük krenleri ya da kepçeli krenler ayırt edilir. Aktarma ve­ rimleri kaldırma gücüne ve hızına, açıklı­ ğı değiştirme ve yönlendirme çabukluğu­ na ve bunun yanı sıra bu hareketleri bir­ likte gerçekleştirme olanaklarına bağlıdır. Kepçeli krenlerin kaldırma kuvveti 20 to­ nu geçebilir (kepçe ağırlığı dahil). Son za­ manlardaki başlıca gelişmeler şunlardır: elektrik motorlarının esnekliği ve kontro­ lü, açıklık değiştirilirken yükün yatay doğ­ rultuda ötelenmesi, portiğin üst platformu­ na yerleştirilen çembersel yol üzerinde dönen tekerlekçiklerin yerine portiğe te­ spit edilen uzun ve düşey bir eksen kul­ lanarak dönme halindeki hareketli dona­ nımın kararlılığını artırma. K R E N E K (Ernstj, amerikan yurttaşlığı­ na geçmiş çek asıllı avusturyalı besteci (Viyana 1900 - Palm Springs, Kaliforni­ ya, 1991). Viyana ve Berlin'de öğrenim gördü. 1927’de, Jonny spielt auf adlı operası büyük başarı kazandı. Berg ve VVebern'le ilişki kurdu. Reisebuch aus den österreichischen Alpen (1929) baş­ lıklı lied dizisinden sonra, onikiton siste­ mini benimsedi. Bu teknikle yazdığı ya­ pıtların en önemlilerinden biri de Kari V (1933) operasıdır. 1938 yılında ABD’ye yerleşti. Sanat anlayışı, dizisel akım çer­ çevesinde kalmakla birlikte, öteki akım­ lara da açıktır. Çalgı yapıtları içinde 5 sen: foni, üflemeliler ve davul için bir senfoni, bir küçük senfoni, PallasAthene senfoni­ si, E/ey/ senfonisi (1946), bir sinfonietta (Brasiieira); 4 piyano, 2 keman, 1 arp kon­ çertosu vardır. Ayrıca operalar (The MagicMirror, 1963; The Golden Ram, 1963; Sardakai, 1970), baleler (Eight Column Line, 1939), çok sayıda lied, elektronik müzikler (Aulokithara, 1973) besteledi. Johannes Ockeghem (1953), ModaI Counterpoint (Modal kontropunto) [1959], Prosa, drama, verse (Düzyazı, dram, şiir) [1965], Exploring Music (Müziği keşfetme) [1966] gibi ders kitapları ya da müzikbilim araştırmaları yazdı. K R E N İK sıf. (fr. crĞnique; yun. krene, kaynak’tan). Pedol. Krenik asit, topraklar­ da bulunan ve suda çözünen organik bi­ leşik; taze organik maddelerin moleküler açıdan küçük boyutlu ilk bozunmasıntn ürünüdür, K R E N N E R İT a. (fr. krennârite; macar mineralog Jözsef Krenner'den). Miner. Doğal altın tellürür. (Bu tür, prizma biçimin­ de yivli kristaller halinde bulunur.) K R E N O B İY O LO Jİ a (fr. crânobidogie; yun. krene, kaynak, Çeşme'den). Pınarlar­ da yaşayan organizmaları inceleyen bilim. KREOD OM TLÂR a. (fr crdodonte; yun. kreas, et ve odus, -ontos, diş'ten). Üst Kretase’yle Oligosen arası katmanlarda fosil­ lerine rastlanan, böcekçillere çok yakın ol­ makla birlikte etçil beslenen eteneli me­ meliler takımı. (Kreodontların kesici dişleri etçillerinkinden farklıdır; ne var ki öbür özellikleriyle kreodontlar günümüz etçille­ rinin öncüsü sayılabilir. Bil. a. Creodontia.) K R E O F İL sıf. (fr. crĞophile). ikikanatlılar takımının Callipharidae familyşsı larvala­ rının, hayvanların etinde gelişen bazı tür­ leri için kullanılır. (Chrysomyias cinsinden etkurtları kreofildir.) K R E O L a. (fr. crâole; isp. criollo'dan). XVI. yy.'la XIX. yy. arasında zenci köle ti­ careti nedeniyle ortaya çıkan, bugün de dünyanın çeşitli bölgelerinde (Antiller, Gu­ yana, Hint okyanusu adaları) bu kölelerin soyundan gelenler tarafından konuşulan dillere verilen ad. —ANSİKL. Dilbil. Doğal dil grubu olarak kreolierin birliğini, her birinin ortaya çık­ masına yol açan olayların benzerliği sağ­ lar: köleleri yabancı ülkelere gönderme, kapalı bir toplumda (tarım alanları) ortak bir dilden yoksun, kısıtlı ve kötü biçimde de olsa, hiç değilse emirleri anlamak için efendilerinin dillerini kullanma zorunda ka­ lan toplulukların karışımı. Böylece transız,



bir kamyon üzerine monte edilen ve eklemli okunun ucunda aktarma çatalı bulunan hidrolik kren İngiliz, portekiz, hollanda (bu sonucusu artık yok olmuştur) kreolleri ortaya çıktı: bu kreollerde kullanılan sözcükler, önemli ses değişimlerine ve anlam kaymalarına kar­ şın, hemen hemen tümüyle kaynak diller­ deki sözcüklerin aynıdır. Günümüzde belirlenmiş başlıca kreoller şunlardır: 1. Fransız kreolû (Karayibler’ de Haiti, Louisiana, Guadeloupe, Martinique, Dominica ve Saint Lucia adaları, Gu­ yana; Hint okyanusu’nda Röunion, Maurice ve Seychelles adaları); 2. İngiliz kreolü (Karayibler'de Jamaika, Barbados, Belize, Guyana, Surinam; Afrika’da Sier­ ra Leone, Nijerya; Büyük Okyarıus’ta Ye­ ni Gine); 3. Portekiz kreolü (Karayibler'de Hollanda Antilleri; Afrika'da Cabo Verde, Gine - Bissau, Casamana, Saö Tomö e Prfncipe; Asya'da Goa, Macao, Singapur).



kreol Birkaç istisna dışında, kreoller, ezilen, fıorgörülen bu toplumların en yoksul katman­ larının konuştuğu dillerdir ve genellikle kreolün, daha saygın bir dil karşısında ge­ rileme ve yok olma süreçlerine tanık olun­ maktadır.



7092



Brttish Museum



K R E O N , Oidipus efsanesindeki Thebai tiranı, iokaste’nin kardeşi, Laios'un kayın­ biraderiydi; Oidipus kendi gözlerini kör et­ tikten ve lokaste kendini öldürdükten son­ ra, ilkin Eteokles’le Polyneikes'in vasisi olarak, onların ölümünden sonra da kral olarak Thebai'yi yönetti. Gömülmemelerine izin vermediği argoslu ölülerin öcü­ nü alan Theseus tarafından öldürüldü. —Ed. Kreon daha Sophokles’in yapıtla­ rında, belirsiz bir kişi olarak belirir. Antigone'de, ikiyüzlülüğü kutsal yasaları çiğ­ nemekle birleştiren (Antigone'nin ölümün­ den ötürü lekelenmemek için onu diri diri gömülmeye mahkûm eder) “ ölçüsüzlük” kurbanı bir tirandır; Kral Oidipus'ta (Oidi­ pus tyrannos) dindar ve iktidar hırsı olma­ yan biri olarak görünürken, Oidipus epi Kolono'da (Oidipus Kolonos'ta), sığınma hakkını çiğnemekte duraksamayan sinsi bir siyasetçi olarak ortaya çıkar. Euripides’e göre (Phoinissai"), oğlunun yaşamı­ nı devletin kurtuluşuna yeğ tutan duygu­ lu bir babadır; Racine'e göre (la ThĞbaıde, 1664) sıradan bir hırslı kişi, Alfieri' ye göre (Polinice, Antigone, 1783) eli kanlı biriyken, Gide'e göre yumuşak bir tutucu­ luktan kurtulamayan “ ılımlı” bir hükümdar (OEdipe, 1931), Anouilh’a (Antigone, 1944) göreyse, hem yasattığı her zaman kuşku­ lu olan iktidardan, hem de asilerin genel­ likle kötü amaçlar için kullanılan kahra­ manlığından aynı derecede tiksinen bir diktatör görünümüne bürünen hüküm­ dardır. K R E O N T İA D E S . Yun. mit. Herakles ile Mağara’nın oğlu; deliren babası tarafın­ dan öldürüldü. K R E O P H Y L O S Sisam lı, çok eski yu­ nanlı şair. Homeros'un arkadaşı olduğu sanılır. Oikhalias alosis'i onun yazdığı söy­ lenir.



Kresilas Perikles’in büstü Antikçağ'da yapılmış mermer kopya British Museum,'Londra



K R EO ZO T a. (alm. Kreosot; kreo- ve yun. soter, kurtaran, koruyan'dan). Org. kim. Çeşitli katran türlerinden elde edilen sıvı fenol karışımı. (Eşanl. KATRANRUHU.) —AnsİKL. Odun kreozotu ya da tıbbi kre­ ozot, kayın katranının 200-220 °C’ta da­ mıtılması sonunda elde edilir; çeşitli fenol­ lerin yanı sıra özellikle gayakol içerir. Pek­ lik verici ve antiseptik bir madde olan kre­ ozottan, önceleri akciğer hastalıklarının te­ davisinde ve bronş salgılarının azaltılma­ sında yararlanılırdı. Günümüzde dişçilik­ te, diş ağrılarının giderilmesinde kullanı­ lan ilaçların bileşimine katılmaktadır Taş­ kömürü kreozotu, taşkömürünün damıtıl­ ması sonunda elde edilir ve ahşap mal­ zemelerin korunmasında kullanılır. K R E P a. (fr. cröpe). 1. “ Krep ipliği” de­ nen çok bükümlü ipliklerle dokunan ve kendine özgü dalgalı bir görünümü olan dokuma. (Bk. ansikl. böl. Tekst.) —2. Un, yumurta, süt ya da su karışımından yapı­ lan ve tavada ya da sac üstünde pişirilen ince gözleme. (Bk. ansikl. böl. Pastac.) —Pastac. Krep dantel, yumurta kullanma­ dan, hamuruna bol tereyağ katılarak fırın­ da pişirilen ve dürülen bir tür bisküvi. || Krep süzet, portakal aroması katılmış por­ takal ya da turunç likörüyle flambe edilen krep. —Polim. Lateksin pıhtılaştırılması sonun­ da elde edilen ham kauçuğa verilen ad: Krep tabanlı ayakkabı. (Bk. ansikl. böl.) —Tekst. Kimi kumaşlara dalgalı bir görü­ nüm vermek için uygulanan apre (Eşanl. KREPLEME.) || Krep ipliği, ipekçilikte iplik bükme makinelerinden art arda geçirile­ rek elde edilen ve 4 000 dev/m’ye ulaşan çok kuvvetli bir büküm verilmiş iplik. (Krep iplikleri,-özellikle krep dokumada kullanı­ lır.) || Krep metodu, özellikle kurdele üreti­ minde kullanılan ve farklı armürlerdeki



—Arkeol. Eski Yunan’da, üzerinde yapının çözgülerin karışımıyla elde edilen armür. yükseldiği, genellikle üç basamaklı etek —ANSİKL. Pastac. Bir Bretagne yemeği bölümü. olan krep, buğday unuyla yapıldığında, şekerli, karabuğday unuyla yapıldığında K R EPLEM E a. Tekst. KREP’in eşanlam­ tuzlu olur. lısı. —Polim. Lateksin pıhtılaştırılması ve pıh­ —Kâğ. san. Esnekliğini ve yumuşaklığını tının kurutulması sonunda, rengi sandan artırmak için kâğıdı buruşturmak işlemi. kahverengiye dek değişen kauçuğumsu (İşlem kâğıt makinesi üzerinde bir raspa bir kütle elde edilir. "Soluk krepler" ya da yardımıyla kuru ve ıslak olarak ya da bir beyaz krepler, “ kahverengi krepler” ve krepleme makinesinde gerçekleştirilir.) || “ dumanlı krepler” gibi çeşitli krep türleri Krepleme makinesi, bobin ya da rulo ha­ vardır; kahverengi krepler, diğerlerine gö­ lindeki kâğıdı kreplemek için kullanılan re daha kalitesizdir makine (Bk. ansikl. böl.) —Tekst. En çok bilinen krep, ilk olarak do­ —ANSİKL. Kâğ. san. Krepleme makinesi ğal ipekle gerçekleştirilen, bezayağı artemelde, buharla ısıtılan, parlak yüzeyli müre göre organze çözgü ipliği ve krep metal bir silindirden oluşur. Kreplenecek atkı ipliği kullanılarak ve her iki atkıda atı­ kâğıt yaprağı bir tutkal banyosundan ge­ lan atkı ipliğinin büküm yönü değiştirile­ çirildikten sonra bu silindirin üzerine kuv­ rek dokunan krep döşindir. Dokumadan vetle bastınlır; metalden özel bir raspa, kâ­ sonra uygulanan pişirme işlemi sırasında, ğıt yüzeyinde, düzenli aralıklı enine kınşıkçok bükümlü atkı ipliklerinin bükümleri lıklar oluşturarak yaprağı silindirlerden ayı­ açılır ve bu büküm açılmaları yönünde rır. görülen almaşıklık dokuma yüzeyinde K R EP O N a. (fr, cröpon). Tekst. Özel ma­ dalgalanmaların oluşmasına yol açar. kinelerde gofrelenen ve çözgü yönünde Krep döşin yapay ipliklerle de (viskoz ve düzensiz koşut dalgalanmalar içeren pa­ selüloz asetat) gerçekleştirilir, ipek sana­ muklu, yünlü ya da ipekli dokuma. yisinde, kullanılan çözgü ve atkı iplikleri­ —Kâğ. san. Krepon kâğıdı, krepleme ma­ nin büküm bileşmelerine ve uygulanan arkinesi silindiri üzerinde kreplenen kâ­ mürlere göre değişen çok sayıda krep ku­ ğıt. maş türü vardır. Ayrıca krepler hem do­ ğal ipekle hem de yapay tekstil madde­ KRES. Yun. mit. Zeus ile ida dağının bir leriyle gerçekleştirilir. Bunlar çeşitli adlar­ nymphesinin oğlu. Girit'in ilk kralı olarak, la satılır: krep maroken, fitil örgülü kalın adaya adını verdi. dokuma; krep döşin, iri taneli dokuma; şap krepi (ya da kamçıbaşı krep), şap J KRESİLASf İ.Ö . V. yy.’da yaşamış olan Kydonia (Girit) kökenli yunanlı heykelci. ipek iplikleriyle dokunan hafif gofreli do­ Perikles'ın bir portresini yaptı (İ.Ö. 430'a kuma; krep romen, krep maro|j®ne ben­ doğr.) (kopyaları Vatikan müzesi ve British zer dokuma; krep jorjet, taneleri az ya da Museum'da]. Efes Amazonu heykeli için çok belirgin, yumuşak, şeffaf dokuma; vb. açılan yarışmaya katıldı (kopyası Berlin’ Ayrıca modacılıkta süs olarak kullanılan de). ipek krepler de vardır: düz krep, ondüle krep ve krepe krep. Son olarak, ek el iş­ KRESPHONTES. Yun. mit. HerakJesolemleriyle kreplerin görünümü değiştirile­ ğulları'ndan biri. Doriar’ın başına geçe­ bilir ve nakışlı, işlemeli, baskılı ve hatta bo­ rek, kardeşleriyle birlikte, Peloponisos'u yalı krepler elde edilebilir. fethetti ve Messinia’yı aldı. Krep Folette, hint krepi, krep Mireille vb, K R E S T İN S K İY (Nikolay Nikolayeviç), gibi pamuk ve ipek atkılı krepler de ger­ rus siyaset adamı (Mogilev 1883 - öl. çekleştirilir. Ayrıca Annam krepi ve Boran­ 1938). Avukattı, 1903'te sosyal demokrat sa krepi gibi yün atkılı kreplere de rastla­ militan oldu; 1905’te bolşevik kanada ka­ nır. tıldı, 1904-1914 arasında siyasal etkinlik­ Bundan başka, tamamıyla pamuktan leri yüzünden dokuz kez tutuklandı. ya da yünden dokunmuş krepler de var­ 1918'de Komünist parti merkez komitesi, dır. ipek ve pamuk krepler genellikle ça­ sonra politbüro üyesi oldu; 1919’da mer­ maşır üretiminde kullanılır. Daha ağır olan kez komitenin tek sekreteriydi. 1921 'de yün krepten kadın giyim eşyası yapımın­ tüm görevlerini yitirdi. Ülkesini Alman­ da yararlanılır. ya’da temsil etti, daha sonra Dışişleri K R E P D Ö Ş İN a. (fr. crâpe de Chine, çin halk komiseri yardımcısı oldu. 1937'de krepi’nden). Tekst. Krep türü bir cins ku­ SBKP’den çıkarıldı. 1938'deki Moskova maş. davası sanıklarından biriydi. Ölüme —ANSİKL. Krepdöşin'ın çözgü ve atkı ip­ mahkûm oldu ve kurşuna dizildi. 1963'te yarı resmi bir biçimde itibarı iade edildi. likleri genellikle tabii ipek ipliktendir. Çöz­ gü ipliklerinde ham ipekten organzin, at­ K R E f a. (fr. cröche). 0-2 yaş grubu ara­ kı ipliklerinde ise normalden çok fazla bü­ sı çocukların bakım ve eğitimi için açılan kümlü krep iplik kullanılır. Bezayağı örgü yer. ile ve çok sık olarak dokunur. Atkı iplikleri —ANSİKL. Eğit. Kadınların iş hayatına gi­ (s) ve (z) olmak üzere iki ayrı yönde bü­ derek artan oranlarda katılmaları, kreşle­ kümlüdür. Dokumada iki atkı (s) büküm, rin oluşturulmasını zorunlu kıldı. Bu kuiki atkı (z) büküm olarak kullanılır. Doku­ rumlarda çocuklar bakılır, beslenir ve sağ­ ma işleminden sonra yıkanır ve boyanır. lık durumları denetimden geçirilir. Anne, Yıkama sonucu çözgü iplikleri parlak ve emzirme saatlerinde kreşe gelerek çocu­ esnek bir hal alır, atkı ipliklerinin açılan bü­ ğunu emzirebilir. Türkiye'de Sosyal hizmet­ kümleri ve kıvrımlarının yön değiştirmesi ler ve çocuk esirgeme kurumu, Kız tek­ de kumaşa öteki kreplerden daha dalga­ nik öğretmen okulları, kamu iktisadi ku­ lı ve parlak bir görünüm verir. Yüzeyi kü­ ruluşları, fabrikalar vb.'ye bağlı paralı ya çük ve dağınık yıldızlardan oluşmuş gibi­ da parasız kreşler bulunmakta, bazı kreş­ dir. Bu kumlu görünüşün kumaş yüzeyi­ ler gündüz bakımevleri ile birlikte kurul­ ne eşit olarak dağılabilmesi için yıkama, maktadır. Türkiye’de kreş sayısı (1988'de boyama ve apre işlemlerine özen göste­ en çok İstanbul’da, yaklaşık 125 tane) ül­ rilmesi gerekir. Tabii ipek dışında viskoz, ke gereksinimini karşılayamamakta, çalı­ selüloz asetat vb. suni ipek ipliklerle do­ şan annelerin büyük bir kesimi bebeklik kunanları da vardır. çağındaki çocuklannı ya yakınlarına ya da K R EP E a. (fr. crâper; esk. fr. cresp, buk­ le,kıvırcık'tan). Her saç tutamını fırça ya da tarakla tersinden doğru kabartıp üst kısmını düzleştirerek saçların hacmini ar­ tırma. K R E P İS a. ("temel, altlık" anlamında yun. söze). Eski Yunanlılar’ın giydiği ayak­ kabı. (Ayağa kayışlarla tutturulan bir ta­ banla topuğu kavrayan ve parmakları açıkta bırakan bir yüzden oluşurdu.)



eğitim görmemiş bir bakıcıya bırakmak zorunda kalmaktadır. —İş huk. iş kanunu'nun 81. maddesi uya­ rınca 11 ağustos 1975’te çıkarılan "Gebe ve erjızikli kadınların çalıştırılma koşulla­ rıyla emzirme odaları ve çocuk bakım yurtları hakkında tüzük” e göre 300’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde ku­ rulur. işveren tarafından oluşturulacak bu kurumların çalışma yerlerinden ayrı ve ona yakın olmaları gerekir.



K R EŞEN D O -» CRESCENDO. KR ETA SE a. (fr. crâtacd; geç lat. cretaceus, klas. lat. crefa, tebeşir'den). ikinci Zaman'ın, alt sınırı zor belirlenen, üst sı­ nırı bir gelişim gerilemesi ve birçok orga­ nizmanın yok olmasıyla belirlenen (ammonitler; belemnitleı; rüdisöeı; vb.) son dö­ nemi. [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Kretase çoğunlukla alt ve üst bölümlere ayrılır, ancak bu dönemi üç di­ ziye ayırmak daha doğru görünmektedir (Alt, Orta ve Üst Kretase). Suyosunları karbonatlaşmış çökelimde önemli bir rol oy­ nar: özellikle coccolithophoraceaeler (te­ beşir), ayrıca rüdistler ve delikliler (orbitolinalar, alveolinellalar, orbitoitler, vb.). Dünya iki ana parçaya ayrılmıştı: biri (Ku­ zey yarıküre) parçalanmak üzere olan bir kütleydi ve öbüründen (Güney yarıküre, özellikle Gondvana toprakları) Atlas okyanusu’nu oluşturacak bir denizkolu ve tetisle ayrılıyordu. Bu dönemin en önemli olayları Güney Atlas okyanusu'nun oluş­ ması, Kuzey Atlas okyanusu'nun genişle­ mesi ve Manş'ın açılmasıdır. Kretase, tek­ tonik bakımdan durgun bir dönemdir. —Paleont. • Fauna. Büyük delikliler için­ de iki öbek çok önemlidir: Orbitolina (Alt Kretase) ve orbitoitler (Üst Kretase). Tebe­ şirin büyük bölümünü mikrodelikliler (Coccolithes) oluşturmuştur Silisli sünger­ ler Kretase’de yaygınlaşmıştır; polip mer­ canlarsa sıcak bölgelerle sınırlı kalmıştır; denizkestanelerinden birçok karakteristik fosil kalmıştır. Rüdistler öbeğinden bir yere tutunarak yaşayan ikiçenetliler, katmanbilim açısından belli bir önem taşırlarsa da tüm paleontolojik bölgeler belemitler gi­ bi, Kretase sonunda bütünüyle ortadan kalkan ammonitlere bakılarak tanımlanır. Deniz sürüngenlerinin en ilginci Mosasaurus'lardır. Karalardaki sürüngenlerin ge­ lişmelerini sürdürmelerine karşılık, dev dinazorlar (Gigantosaurus, Asiatosaurus ve diğerleri) devrin sonunda birdenbire or­ tadan kalkmışlardır. Bu devirde dişli kuş­ lar (Hesperornis ve Ichtyomis) da vardı. Memelilerse yavaş bir gelişme göstermiş­ lerdir. • Flora. Kuzey Amerika'da Potomac yöre­ sindeki katmanlarda, ikiçenekli fosil bitki­ lerce hayli zengin bir Alt Kretase florası bulunmaktadır. Aynı bölgedeki Üst Kreta­ se florasında da ikiçeneklilerin bugünkü tiplerinin gelişme çizgisi çok belirgindir; kavak, kestane, kayın, çınar, manolya ağaçları burada tropikal bitkilerle (palmi­ ye, defne, pandanus) birlikte bulunmak­ tadır Bu bitki örtüsünün tümünde yıl için­ deki sıcaklık değişiklikleri belli olmaktadır. Aynı devirde Grönland’da incir yetişiyor­ du; bu durum o zamanki kutupların bu­ günkünden çok değişik olduğunu göster­ mektedir. K R E T E K a. Endonezya’da yapılan ve karanfille kokulandırılan sigara. K R E T E N sıf. ve a. (fr. crğtin). Kreteniz­ me tutulmuş kimsa K R E T E N İZ M a. (fr. crâtinisme). Tiroit hormonu salgılanmasında^ yetersizlik ne­ deniyle bedensel, cinsel ve zihinsel geli­ şimde durma ve cücelik ile belirgin du­ rum. K R E T H E U S . Yun. mit. Iason ve Pelias' ın kenti olan iolkos'un kurucusu. Tyro ile evlendi. K R ETO N a. (fr. cretonne). Tekst. Bezayağı armüre göre gerçekleştirilen pamuk­ lu dokuma. —ANSİKL. Kreton'un özelliği, atkı sıklığına eşit bir sıklık ve birbirine çok yakın ya da eşit çözgü ve atkı iplikleri numaraları içe­ ren örgüsüdür; bu da kumaşa kare taneli bir görünüm verir. Sıklıkları ve atkı sayıla­ rı santimetrede 12 ile 24 iplik arasında de­ ğişen, iplik numaraları da 24 ile 48 ara­ sında olan çeşitli ağırlıkta kretonlar üreti­ lir. Kretonlar genellikle döşemecilikte kul­ lanılır. Numaraları eşit olmayan, ancak bir­



birine çok yakın olan çözgü ve atkı iplik­ leri kullanılarak, ticari adları gömleklik ya da madapoiam olan daha uzun taneli do­ kumalar elde edilir. K R E T O P O L İS . Tar. coğ. Anadolu'nun Pisidia bölgesinde kent. Yeri tartışmalıdır; ancak Burdur'da, Kestel gölünün D.'sun­ da, Kremna* kentinin hemen B.'sındaki kalıntıların bu yerleşmeye ait olduğu sa­ nılmaktadır. K R E T S C H M E R (Ernst), alman psikiyatr (VVüstenrot, Heilbronn yakınında, 1888 -Tübingen 1964). 1923-1926 arasında, sonra 1946’dan Tübingen'de psikiyatri profesörlüğü yaptı. Beden yapısı (biyotip), bireylerin mizacı ve belli bir akıl hastalığı tipine doğal eğilim (özellikle leptozom ve şizofreni, piknik ve manyakodepresif psi­ koz) arasında bağıntılar kurarak bir karak­ teroloji sistemi geliştirdi. Başlıca yapıtları: Körperbau und Charakler (Beden yapısı ve karakter) [1921]; Hysterie, Reflexe, Instinkt (Histeri, refleks, içgüdü) [1923]; Geniale Menschen (Dahi insanlar) [1929]; Gestalten und Gedanken (Biçimler ve dü­ şünceler) [1963], K R E T Z E R (Max), alman yazar (Posen, bugün Poznart, 1854 - Berlin 1941). Top­ lumsal esinli gerçekçi romanlar (Meister Timpe) [1888] yazdı. K R E T Z S C H M A R (Hermann), alman müzikbilimci, orkestra ve koro yöneticisi (Olbernhau, Saksonya, 1848 - Nikolassee, Berlin yakınında, 1924). Berlin'de ders ve­ ren ilk müzikbilim profesörüydü. 1909 -1920 arasında Berlin Yüksek müzik okulu’nu yönetti. Bach'ın yapıtlarının yaygın­ laşmasına katkıda bulundu. En ünlü ya­ pıtı olan ve ölümünden sonra tamamla­ nan Führer durch den Korızertsaal (Kon­ ser izleyicilerinin kılavuzu) [1887], bir dizi elkitabının ilkidir. Bu dizideki Geschichte des neuen deutschen Liedes (Yeni alman lied’inin tarihi) [1911] ve Geschichte der Oper (Opera tarihi) [1919] adlı kitapları da Kretzschmar yazdı. K R E U D E R (Ernst), alman yazar (Zeitz, Anhalt, 1903 - Darmstadt 1972). Gerçeküstücü yönelimli öyküler (Die Nacht des Gefangenen, 1939) yazdı. Romanlarında (Die Gesellschaft vom Dachboden, 1946; Die Unauffindbaren, 1948; Tunnel zu vermieten, 1970) dille getirdiği düş ve fante­ zi dünyasıyla ünlendi. Öykü, deneme ve şiirlerinde (Sommers Einsiedelei, 1956) “ var olmayan zamanın büyülü aynası” ol­ mak amacını güttü. K R E U O E R (ivar), isveçli sanayici ve ser­ mayedar (Kalmar 1880 - Paris 1932). 1908 yılında, uluslararası pazarda hemen he­ men tekel haline gelen bir kibrit üretim ku­ ruluşunu kurdu. 1930'da, bu tröst, dünya kibrit üretiminin % 80’ini elinde bulundu­ ruyordu. 1929 ekonomi krizinden sonra, ihtilasla suçlandı ve Paris’te intihar etti. Ölümü, Stockholm borsası'nda bir kraka neden oldu. K R E U S A . Yun. mit. Priamos ile Hekabe'nin kızı, Aineias’ın ilk karısı, Ascanius’ un annesi. Efsane, kimi zaman Truva savaşı’nın sonunda Kreusa'nın tutsak düş­ tüğünü, kimi zaman kentten kaçtığını, ki­ mi zaman da Aphrodite tarafından kaçı­ rıldığını söyler. — Erekhtheus ile Praksiîhea’nın kızı. Apollon'dan bir oğlu oldu; Ksuthos ile evlendi. —Korinthos kralı Kreon'un kızı. Kimi zaman Glauke olarak ta­ nınır. Medeia'yı terk eden isaon'la evlen­ di, Medeia kendisini öldürttü. —Tesalyalı Naiades nymphelerinden biri, Gaia'nın kı­ zı ve ırmak-tanrı Peneios'un karısı. K R E U T Z B E R O (Harald), alman dans­ çı ve koregraf (Reichenberg, bugün Liberec, Çek Cumhuriyeti, 1902 - Gümlingen, Bern yakınında, 1968). Mary Wigman'ın öğrencisidir. 1922 yılında Hannover Operhaus'unda, 1924 yılında Berlin Staatsoper’inde dans etti. 1926 yılında Marx Terpis’in Don Morte'sindeki “soyta­



rı"yı yorumlamak için saçlarını dibinden kestirdi; daha sonra da sahneye hep böy­ le çıktı. Turandottaki "tören yöneticisi" ro­ lünde gösterdiği başarıyla ün kazandı. Yvonne Georgi ve Ruth Page’in eşlikçiliğini yaptıktan sonra, sanat yaşamını tek başına anlatımcı dansçı olarak sürdürdü. Kendi yapıtlarında dans etti: Orpheus' Klage um Eurydike, Li-Tai-Po, Der ewige Kreis. Dramatik ve mizahi oyun tarzı, mas­ keleri, hileli kostümleri, pantomimleri ve rit­ miyle, en büyük alman dansçılarından biri sayıldı. 1955’te sahneden çekilerek Bern' de bir okul açtı. K R E U T Z E R (Rodolphe), transız keman­ cı ve besteci (Versailles 1766 - Cenevre 1831). A. Stamitz’in öğrencisi. Büyük bir virtüöz olarak tanındı; Krallık capella'sında, Thöâtre-İtalien’de ve Paris operası1 nda çaldı. Orkestra yöneticisi (Baş konsü­ lün capella’sı, Krallık capella’sı, Paris ope­ rası) ve eğitimci (1795-1826 arasında Pa­ ris konservatuvarı’nda keman öğretmeni) olarak da ünlendi. Operalar ve çalgı ya­ pıtları besteledi. En ünlü yapıtı, Yalnız ke­ man için 40 etüt ya da kapris lir (1796). Beethoven'in ona ithaf ettiği ve "Kreutzer sonatı"diye bilinen op. 47 la majör keman -piyano sonatı, Tolstoy'un bir kısa roma­ nına esin kaynağı oldu. —Kardeşi JEAN NİCOLAS AUGUSTE, transız kemancı (Ver­ sailles 1778 - Paris 1832), 1801'de Paris konservatuvarı birincilik ödülü'nü kazan­ dı. Op6ra-Comique’in ve Paris operası’ nın orkestralarında ve imparatorluk (son­ ra Krallık) capella'sında çaldı. 1826'da Pa­ ris konservatuvarı'nda keman öğretmen­ liğine getirildi. Keman için besteleri var­ dır: İkililer, üçlüler, sonatlar, çeşitli aryalar ve konçertolar. — LeON CHARLES FRANÇOİS (Paris 1817 - Vichy 1868), öncekinin oğlu. İki opera, senfoniler, oda müziği ya­ pıtları ve melodiler bıraktı. K R E U T Z E R (Konradin), alman besteci (Messkirch, Baden, 1780 - Riga 1849). 1818-1822 arasında Donaueschingen'de Fürstenberg prensinin capella’sını, 1822 -1832 arasında Viyana'daki Kârntnertor -Theater'ın orkestrasını yönetti. Köln’de kentin müzik yönetmenliğini yaptı. Singspiel’ler (Das Nachtlager von Granada, 1834), çalgı yapıtları, Uhland'ın şiirleri üzerine seçkin lied'ler besteledi. K re u tz e r s o n a t (Kreytserova Sonata), Lev Tolstoy’un romanı (1890). Roman, şehvetle nefretin bir araya gelmesinden başka bir şey olmayan erkek-kadın birleş­ mesine karşı, cinsellikten arınmış bir ya­ şamın yüceltilmesidir. Kitabın başlığını ya­ zara Beethoven'in 1803'te besteleyip fransız kemancı Rodolphe Kreutzer'e adadı­ ğı keman sonatı esinlemiştir. K R E U Z E R a. (haç anlamına gelen alm. Kreu/dan). Florinin yüzde biri değerinde eski avusturya-macaristan bakır parası, (ilk kez XIII. yy.'da Tirol'de gümüş olarak basıldı. Ön yüzünde haç, arka yüzünde kartal resmi vardı: XVI. yy.'ın sonundan başlayarak bakırdan basıldı. 1871'den sonra dolaşımdan kalktı.) K R E U Z Ü N O E N , İsviçre'de (Thurgau kantonu) komün, Konstanz gölü kıyısında, Konstanz’ın yakınında (Konstanz'ın ban­ liyösüdür); 16 100 nüf. Metalürji. Hazırgi-» yim. Ayakkabıcılık. K R E U Z T A L , Almanya' nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Siegen'in K.’inde; 30 100 nüf. K R E Z İL a. (fr. tesc. edil. a. CrdşyTden). Krezol, ağır yağ ve emülsiyonlaştırıcı bir sabundan oluşan karışım. Dezenfeksiyon için sulu emülsiyon halinde kullanılır. K R E Z İL a. (fr. crösyle). Org. kim. Formü­ lü CH3—C6H4— olan metil-fenil köklerinin yaygın adı; benzil.kökünün izomerleridir. K R E Z İLA T a. (fr. crâsylate). Org. kim. Teknikte trinitrometakrezol tuzlarına veri­ len ad.



krezilit K R E Z İL İT a. (fr. crĞsylite). Kim. Patlayı­ cı olarak kullanıldığında trinitrometakrezole verilen ad.



7094



K R E Z İL O L a. (fr. crösylol). Eczc. Kömür katranının damıtımıyla elde edilen üç krezol izomerinin karışımı. (Alkali çözeltisi [eri­ miş sodyum krezilol] dezenfektan eriyik­ lerin yapımında kullanılır.) K R EZO L a. (fr. crösol). Org. kim. Formü­ lü CH3—C6H4—OH olan metil - fenolle­ rin yaygın adı; anizolün izomerleridir. (Krezoller, taşkömürü ya da odun katranların­ dan elde edilebildiği gibi naftanın kraking artıklarından da kazanılır. Dezenfektan özellikler içerir; fenol reçinelerinin, böcek öldürücülerin, ot ilaçları vb.'nin yapımın­ da kullanılır. Meta izomeri, patlayıcı olarak kullanılan trinitrolu bir türev [krezilat] ve­ rir.) [Eşanl. LİZOL.) K R IM -



k irim .



K R İA N G S A K Ç A M A N A N D , taylandlı asker ve siyaset adamı (Samut Sahorn 1917). 1973'te kurulan demokratik rejimi deviren 6 ekim 1976 hükümet darbesini yapanlardan biridir; bir yıl sonra iktidarı e*e geçirdi. Başkomutan, Başbakan oldu; yarı demokratik bir sistem kurmaya, Viet­ nam ve Çin'le ilişkileri düzeltmeye çalıştı. Ekonomi politikasının başarısızlığı üzeri­ ne devrildi (1980). 1981’de Ulusal de­ mokrasi partisi'ni kurdu, milletvekili seçil­ di. iktidarı, Demokrat Kampuçya koalis­ yon hükümeti’ni desteklememesi için uyardı. Eylül 1985’te bir darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle bazı yüksek rütbeli subaylarla birlikte tutuklandı; yargılandı, ancak 1986'da serbest bırakıldı. K RTbELLUM a. (lat. cribellum, küçük kalbur'dan). Zool. Kimi örümceklerin ön ağ memesinin önünde bulunan kitinli kü­ çük levha. —ANSİKL. Kribellum, yalnızca kribellumlu örümceklerde bulunur. Karında, ön ağ memesinin biraz önünde bulunan kribel­ lum, bir salgı bezine bağlı ince bir boru­ ya dönüşen küçük deliklerle kaplıdır. Sal­ gıbezinden gelen yapışkan sıvı, bu boru­ lardan akar; taraklar aracılığıyla gerilen pamuksu iplikler avı ağ içinde tutmaya ya­ rar. K R İB E L LU M S U ZL A R a. (lât. cribel­ lum, kalbur, elek'ten). Kribellumu ve tara­ ğı bulunmayan örümcekler üsttakımı. (Örümceklerin çoğu bu üsttakımdan top­ lanır. Bil. a. Ecribellata.) K R İB İ, Güney Kamerun’da liman kenti, yönetim bölgesi merkezi; 5 000 nüf. Bıçkıevi. Kereste dışsatımı. —Kribi yönetim bölgesi, 11 700 km2; 60 000 nüf. K R İE G E L (Frantisek), çek devlet adamı (Stanislaw, Polonya, bugün İvano-Frankovsk, Ukrayna, 1908 - Prag 1979). Orta halli bir ailenin çocuğuydu, tıp öğrenimi g e rç e k o ra n la r



K R İE G E R (Adam). alman besteci (Driesen, Prusya, 1634 - Dresden 1666). Leipzig’deki Nikolaikirche’den sonra, Dresden’de Saksonya Seçicisinin sarayında (1658) orgculuk yaptı. XVII. yy.'ın en bü­ yük lied bestecilerindendir. K R İE G E R (Johann Philipp), alman bes­ teci (Nûrnberg 1649 - VVeissenfels 1725). 1670'te Bayreuth sarayı'nın orgculuğuna atandı. 1673'te, bir İtalya gezisinden son­ ra, aynı sarayda capella yöneticiliğine ge tirildi. 1677'de orgcu ve ikinci capella yö­ neticisi olduğu Halle sarayı'nda, 1680'de baş capella yöneticiliği görevini aldı. Çok sayıda operasından, günümüze yalnızca birkaç arya ulaşabildi. Ayrıca 12 üçlü so­ nat (1688), 12 keman - viola da gamba so­ natı (1693), 4 üflemeli çalgı için Lustige Feldmusik (1704) ve dinsel yapıtlar (MusicalischerSeelenfriede, 1697) besteledi. —Kardeşi JOHANN (Nûrnberg 1652 - Zittau 1735), ağabeyinden müzik öğrendi. Onun ardından Bayreuth sarayı'nın orgculuğunu yaptı (1672-1677). Günümüze aryaları (Neue Musicalische Ergetzligkeit, 1684), klavyeli çalgılar için parçalar (Sechs Musicalische Partien, 1697; Anmuthige Clavier-Übung, 1699) kaldı. K R İE O E R ya da K R İO E R (Viktorina), rus kadın dansçı (Moskova 1896). Bolşoy tiyatrosu'na girdi. 1915'ten başlaya­ rak, klasik balelerdeki büyük rolleri yo­ rumladı. 1929’da Moskova’da kurduğu Bale sanatı tiyatrosu'nu 1930'dan sonra V. P. Burmeister ile yönetti. Krieger'in topluluğu, 1939’da Nemiroviç-Dançenko tiyatrosu’nun bale topluluğuyla birleşti ve daha sonra da “Stanislavskiy ve Nemiro­ viç-Dançenko" lirik tiyatrosu'nun bale topluluğuna dönüştü. K R İE G H O F F (Cornelius), babası al­ man, annesi hollandalı ressam (Amsterdam 1815 - Chicago 1872). Özellikle 1840’tan sonra yerleştiği Kanada'da etkin­ lik gösterdi. Gündelik yaşam sahnelerini betimleyen hollanda resimlerinden esin­ lenerek yerlilerin ve köylülerin yaşamları, kış manzaraları gibi Kanada'ya özgü ko­ nuları işledi. Ouöbec’teki İngiliz askerleri­ nin arasında büyük bir başarı kazandı. K R İE G S P İE L a. (alm. söze). 1. Askeri harekâtların taklidine dayanan oyun. (XIX. yy.'da Almanya’da subayların eğitimi için bulundu ve kullanıldı. Daha sonra XIX. yy.'da strateji meraklıları tarafından bir eğ­ lence olarak kabul edildi.) —2. Her oyun­ cunun, rakibinin göremediği bir satranç tahtasıyla oynadığı satranç oyunu. (Oyun­ cular, kendi satranç tahtalarında, yazılı ola­ rak belirtilen hamleleri oynayan bir hakem aracılığıyla haberleşirler.)



Krige yöntemi zengin bir oanoyu değerlendirme (Krige değerlendiricisi)



eşa n tiyo n o ra n la rı



yalnızca bir iç eşantiyon zengin bir panoyu değerlendirme sistemli bir aşırıdeğerlendirmeye yol açar



için Prag'a geldi. 1931'de Komünist parti'ye girdi ve Uluslararası birliklerin 45. tü­ meninde tabip binbaşı olarak ispanya iç savaşı'na katıldı (1936-1939). Şubat 1939’da Fransa'ya geçti, tutuklandı, da­ ha sonra ağustos 1939'da Çin'e gitti; Bir­ manya’da çin ordusunda hekimlik yaptı. 1945’te Prag'a döndü, 1963'te milletvekili seçildi. 1968 başında Komünist parti prezidyumuna girdi, Moskova'da ağustos 1968 protokülünü imzalamayı reddetti ve karar tasarısı aleyhinde oy verdi (ekim). Mayıs 1969'da partiden çıkarıldı, nisan 1970’te Prag'daki klinik yönetiminden alın­ dı. “ Yetmiş yediler bildirisi"ni imzalayan­ lardan biridir.



K rle m h ild , Nibelungenler’ "\n kadın kahramanı. K R İE N S , İsviçre'de (Luzern kantonu) ko­ mün, Luzern’in güneyinde, Pilatus'un ete­ ğinde; 21 100 nüf. Makine ve tekstil sa­ nayileri. Hergiswald (850 m ve Eigental'e (1 030 m) giden teleferik. K R İE Z O T İY N İK O LA O S , yunanlı as­ ker (1785-1853). Eğriboz'da Osmanlılar'a karşı milis savaşına katıldı (1822). Aynı yıl Eğriboz'daki Karystos'u kuşattı. Hüsrev Paşa'nın yardıma gelmesi üzerine kuşat­



mayı kaldırdı. Mora'daki ayaklanmalara katıldı. Tutuklandı, ancak salıverildi: Yunan ordusunda değişik görevler aldı. K R İG E (Mattheus Uys), afrikaans dilin­ de yazan güney afrikalı şair (Bonteboksloof, Cape eyaleti, 1910). Çok sayıda şiir kitabı yayımladı (Ie Mur de la mort [fr. çev.], 1968; la Veuve riche [fr. çev.], 1970; Choix de poömes [fr. çev.], 1973). Ayrıca Jack Cope ile birlikte Anthdogie de la poĞsie sud-alricaine'i (fr. çev.) [1969] yayım­ ladı. Bu Güney Afrika şiir antolojisi sotho, ksosa, zulu, boşiman ve hottento dillerin­ den çevrilmiş yapıtları içerir. Aynı zaman­ da oyun yazarı ve öykücü olan Uys Krige çok sayıda İngilizce yapıt (The Way out, 1946; The Dream and the Desert, 1953) da yazdı. K R İG E (Daniel Gerhardus), güney afrikalı istatistikçi (doğm. 1919). Witwatersrand üniversitesi'nde maden ekonomisi kürsüsü profesörü oldu. Sondaj verilerin­ den ve örneklerden yararlanılarak maden yataklarını değerlendirme sorunlarını ilk kez sağlam kurallara bağladı. Görüşleri daha sonra jeostatik bilimi çerçevesi için­ de, özellikle "krigeage" tekniğiyle gelişti­ rildi. K rig e y ö n te m i. Mad. oc. Zengin pano­ ların sistemli olarak aşırıdeğerlendirilmesine yol açmadan, bilinmeyen bölgesel bir değişkenliğin, örneğin bir yatağın tenörünün en iyi doğrusal değerlendiricisini (ta­ nımlayıcısını) belirleme. Bir yataktaki zengin bir panonun tenörü gibi bölgesel bir değişkenliğin değer­ lendirilmesinde, Krige'den bu yana pano­ nun tenörünün gerçek değerini bilebil­ mek için yalnız bu panonun içindeki bir eşantiyonun tenörünün yeterli olmadığı, bunun yanı sıra dış örneklerin tenörlerini de göz önüne almak gerektiği bilinmek­ tedir. Gerçekten de x eşantiyon tenörlerinin bir fonksiyonu olarak y gerçek tenörlerinin grafik gösteriminde, temsili noktalar eksenlerin ortayı üzerinde toplan­ maz (ortay üzerinde, gerçek tenör = de­ ğer biçilen tenörlere eşittir) ama ortalama eksenin 0 eğimi 1'den küçük olan bir noktalar bulutu halinde dağılır [denklem: y = m + ı3 (x - m )]. Bu durumda, x, tenörlü bir eşantiyonu bilinen bir panonun tenörü için göz önüne alınacak değer, aşırı bir değerlendirmeye yol açan y = x , olma­ yıp, bu eksenin karşılık gelen noktasının y, ordinatı, yani y( = m +/?(x,-ri)) değeri­ dir. m'nin bilinen n eşantiyonlarının aritme­ tik ortalaması olduğu bu formülün açılımı aşağıdaki biçimde verilir (x/ler pano için­ de ve farklı, x('ler pano dışında olmak üzere): y, = X , x ( + £



ty f/ -



i+ t



Krige değerlendiricisi ya da lognormal değerlendirici adı verilen bu y, değeri, bir X, ağırlığıyla x, iç eşantiyonunun ve daha düşük bir X( ağırlığıyla xy dış eşantiyonla­ rını hesaba katar. Ağırlıkların toplamı 1'e eşit olmalıdır. • Matheron tarafından jeoistatistik çerçe­ vesinde geliştirilen Krige yöntemi ya da evrensel Krige yöntemi daha da ileri gi­ derek her dış eşantiyona değerlendirile­ cek panoya olan konumuna göre farklı bir ağırlık tanır: bu farklılık, tenörlerin dağılı­ mının bir varyogramla gösterilen yapısal tanımıyla olanaklı hale gelmiştir. Aranan Ay değerleri, değerlendirme hatalarını en aza indiren değerlerdir. K R İO E R (Viktorina) -



KRİEGER.



K R İK E T a. (ing. eriket). Tahta sopalar, toplar ve kalelerle oynanan İngiliz sporu. —ANSİKL. ilk kriket maçı 1719Tda Kent ve Middlesex kontlukları arasında yapıldı. Kriket en az 135 m’ye 155 m'lik düz bir alanda, 96 cm uzunluğundaki tahta so­ palar ve sert deriyle kaplı toplarla oyna­ nır; alanda 20 m aralıklarla yere çakılmış



70 cm yüksekliğinde 3 kazıktan oluşan iki kale bulunur, bu üç kazık dördüncü bir ka­ zıkla üst kısımlarından birbirine bağlan­ mıştır. Amaç karşı takımın kalesini devir­ mektir. Her takım birbiri ardından kendi kalelerini savunan on bir oyuncudan ku­ ruludur. Bir oyuncu (top atıcı) topu kaleye doğru fırlatır, karşılayıcı ise topa vurmaya ve elinden geldiği kadar uzağa gönder­ meye çalışır. Rakip oyuncu topun ardın­ dan koşarken, karşılayıcı iki kale arasın­ da koşmaya başlar (her gidiş geliş bir sa­ yıdır). Karşılayıcı topa vuramazsa, yerini bir takım arkadaşı alır. Sayılar takımların tüm oyuncuları iki kez karşılayıcılık yaptık­ tan sonra hesaplanır. Bir devre çoğu za­ man günlerce sürer. Kriket yalnızca Büyük Britanya'da ve ba^ı eski İngiliz sömürge­ lerinde (özellikle Avustralya'da) oynanır. K R İK K R A K a. (fr. cric crac). Uzun çu ­ b uk biçim inde yapılmış bir tür gevrek. (Klr ik k ir a k d a denir.)



Tony Stone



sındaki açıklık artırılabilir. Kullanılan adı­ mın küçük olması nedeniyle tersinmez olan sistemin belli bir konumda tutulabil­ mesi için ayrı bir düzeneğe gerek yoktur. Diğer vidalı kriko tiplerinde somun sabit­ tir ve vidanın kendisi döndürülür; bunla­ rın bazıları birbirinin içine giren içleri boş vidalar sayesinde teleskopiktir; böylece aygıtın kendi boyuna oranla daha büyük bir kaldırma yüksekliği elde edilir. Vidalı krikolar, özellikle yüklerin kaldırılmasında ve galeri çeperlerinin, duvarların, vb., ge­ çici olarak desteklenmesinde kullanılır.



K R İK O a. (fr. cr/c’ten). Kaldırmak ya da kısa bir mesafede yer değiştirmesini sağ­ lamak için iterek doğrudan yüke etki ya­ pan hafif aygıt. (Bk. ansikl. böl. Mak. san.) —Hidr. pnöm. İçinde hidrolik ya da pnömatik bir basıncın etkisiyle hareket eden bir pistonun bulunduğu bir silindir ile pis­ tona bağlı olan ve silindir dışında bulunan bir yükü çekebilen ya da itebilen bir çu­ buktan oluşan aygıt. (Bk. ansikl. böl.) || Dö- • ner kriko, bir ya da birkaç pala taşıyan ve K R İK O -A R İTE N O İT sıf. (fr. crico-arytĞyassı, dönel bir silindir içinde dönen bir nöidien'den). Gırtlağın yapısına giren dört milden oluşan aygıt; silindirin oluşturdu­ (iki arka ve iki yan) kasa denir. ğu bir ya da birkaç odaya basınç uygula­ ♦ a. Kriko - aritenoit kas. (Arka kriko - arinarak palaların dönmesi sağlanır. tenoitler glot genişletici, yan kriko - arite—Mak. san. Desteklemek ya da kısa bir noitler glot daraltıcıdır.) kurs boyunca kaldırmak için yüklerin altı­ na yerleştirilen vidalı aygıt. (Bk. ansikl. K R İK O İT sıf. (fr. cricoîde'den). Anat. Kriböl.) || Dülger krikosu, dülgerlerin ahşap koit kıkırdak -» HALKA* KIKIRDAK. parçaları kaldırmada kullandıkları küçük K R İK O R N A R EG A TSİ, ermeni gizem­ kriko. ci şair (951 - Narek 1003). Öksüz olduğun­ —Oto. Seyyar kriko, garajlarda arabaların dan çocukluğu kardeşiyle birlikte Narek manevralarını kolaylaştırmada kullanılan, manastırı'nda geçti. Önce odlar ve ayin küçük tekerlekli özel taşımalık. || Tekerlek­ müziği, sonra da günah çıkaranların söz­ li kriko, garajlarda, arabaların manevrala­ lerinden yola çıkarak Tanrı'nın sonsuz sev­ rında kullanılan, tekerlekler üzerine mon­ gisini ve insan bilincinin kaygı verici de­ te edilmiş kriko. rinliklerini görmesini sağlayan Naregatsi—ANSİKL. Hidr. pnöm. Akışkan basıncının yi vogp'u yazdı. pistonun yalnız bir tarafına ya da her iki tarafına etkimesine göre bir kriko teketkili K R İK T O N İT a. (fr. chrichtonite). Miner. ya da çiftetkili olabilir; teketkili bir krikoda Oisans’da bulunan doğal titanlı demir. öbür kurs ya içerde bulunan bir yayla ya K R İL E N K O (Nikolay Vasilıyeviç), rus da bir dış kuvvetin etkisiyle gerçekleştiri­ generali ve siyaset adamı (Siçevskoye lir. Çubuk ancak bir taraftan çıkabilir, ya 1885 - öl. 1938). Astsubayken bolşevikda krikoyu bir yandan öbür yana geçebi­ lere katıldı ve general Duhonin’in yerine lir (çiftçubuklu kriko)] çubuğun çapı silin­ başkomutan oldu. 15 aralık 1917 alman dirin çapına eşit olabilir (tek odalı kriko), rus ateşkes antlaşması'nı imzaladı ve biri diğerinin içerisinde kayan birkaç öğe­ Brest-Litovsk görüşmelerine katıldı. Rus­ den oluşabilir (teleskopik kriko) ya da bir ya Cumhuriyeti Adalet bakanı, 1933 ve mili döndüren bir kremayer taşıyabilir (kre1937'nin büyük davalarında Başsavcı, mayerli kriko). Özellikle takım tezgâhları­ Adalet bakanı (1936-1938) oldu, ihanet­ nın mandrenlerini sıkmak için kullanılan le suçlanarak hapsedildi ve hapiste öl­ döner krikoda silindir pistonla birlikte dö­ dü. 1956'da itibarı iade edildi. ner ve besleme döner contalarla yapılır. —Mak. san. Kriko bir dişli takımıyla tah­ K R İL L a. Ortasulardaki küçük kabuklu­ rik edilen bir kremayerden oluşur; bu dişli ların yoğun hayvan planktonlarıyla Eutakımını harekete geçiren manivelada, phausia superba türü larvalarının (-1,8°C kremayerin geri inmesini önleyen bir tır­ ile +1,8°C arasındaki soğuk sularda ya­ nakla tespit mekanizması bulunur; kriko­ şar ve topluca göç ederler) oluşturduğu nun gövdesi ağaç ya da metal olabilir; popülasyon. kremayerin üst bölümünde bir çift kanca, —ANSİKL. Antarktika kıtası yakınındaki so­ alt bölümünde ise yerden az yüksekte bu­ ğuk sular, diyatomelerin yoğun ilk üreme­ lunan yükün altına yerleştirilebilen bir ayak lerini büyük ölçüde kolaylaştıran besleyi­ bulunur. Gövdesi sabit, kremayeri yükse­ ci öğeler bakımından çok zengindir; di­ len krikolar ile gövdesi yükselen krikolar yatomeler krilli besler E. superba, saydam vardır: gövdesi yükselen krikolarda kre­ bedenli, iri gözlü küçük bir kabuklu hay­ mayer doğrudan zemine dayanır ve yü­ vandır; popülasyonunun nüfus yoğunlu­ kü hareketli olan gövde taşır. ğu m3'te 20 000 bireyi bulur ve mavi ba­ • Vidalı kriko, kare ya da yamuksal yivli linanın başlıca besinini oluşturur. Krillin büyük bir çelik vidadan oluşur; bu vida hem insanlar hem de hayvanlarca yene­ genellikle, içerisine girdiği borunun ucun­ bilmesi nedeniyle insanların beslenmesin­ da serbestçe dönen bir somuna vidala­ de kullanılmak amacıyla bu hayvanların nır. Somunun, basit ya da tırnaklı bir kolla avlanması düşüncesi akla gelmektedir; yada bir manivelayla kumanda edilen ko­ üstelik, balinaların büyük ölçüde yok ol­ nik çark çiftiyle döndürülmesi, vidanın bo­ ması nedeniyle krill büyük ölçüde bollaşru içerisinden çıkmasına ve dolayısıyla vi­ mıştır. danın ve borunun karşı uçlarının birbirin­ den uzaklaşmasına neden olur. Bu uçlar K R İL O V (ivan Andreyeviç), rus masalcı yüzeyler üzerine çoğunlukla balatalarla (Moskova 1769 - Petersburg 1844). Yok­ dayanır; böylece sözkonusu yüzeyler arasul bir subayın oğluydu. Mâliyede, küçük



bir memurken Poçta Duhov (Aydınlar pos­ tası) ve Zritel (Seyirci) gazetelerinde taş­ lamacılığa başladı. Yayımladığı birkaç şi­ ir kitabı ve komedi ilgi görmedi. Yoksulluk ve başarısızlık içinde geçen uzun yıllar­ dan sonra Krallık kitaplığı müdürlüğüne atandı (1812). Ününü 1806-1841 arasında yazdığı 300 dolayında masala borçludur. Birçoğu La Fontaine'den esinlenmiş olan bu masallar gerçekçilikleri ve üsluplarının tadı bakımından rusçaya büyük bir ata-



çu b u k



bir kriket maçından görüntü karşılayıcı (solda) atıcının (sağda) gönderdiği topu durdurmaya ve uzağa göndermeye hazırlanıyor



ÇEŞİTLİ



KRİKO



TİPLERİ



vidalı elektrikli



e le k trik li ta h rik m o to ru



ç e lik v id a



çiftetkili pnömatik



çubuk



teketkili „ hidrolik



apoksı



sonsuz vidalı



ç e k ilm e



açılm a



bo şa ltm a yü k vidası



piston çu b u ğ u



ta h rik m ili



karter b o ru -ko va n



çe k ilm e



açılm a



s o n s u z v id a ka p a k ç e k ilm e için y a ğ g iriş i



Fogex belgesine göre p isto n çubuğu



sözü ve deyiş hâzinesi kazandırmıştır. K R İM İN A L İS T İK a. (fr criminalistique). Huk. Suçun kanıtlarını ve suçluyu bulmak için adliyenin ve polisin kullandığı teknik­ lerin tümü. K R İM İN O J E N E Z a. (fr. criminogenâse). Huk. Suçun nedenlerinin ve daha genel olarak suçluluğu yaratan etkenlerin ortaya konmasına ilişkin bilimsel araştır­ ma.



s ilin d ir



p isto n açılm a için ya ğ g iriş i



kriminolog K R İM İN O LO G a. (fr. criminologue). Kri­ minoloji ile uğraşan kimse, kriminoloji uz­ manı.



7096



(Bodrum camisi) [X. yy.] kriptası İstanbul



K R İM İN O L O J İ a. (fr. criminologie). Suç olayını tüm yönleriyle inceleyen bilim da­ lı. —ANSİKL. Kriminoloji XVIII. yy.'da ortaya çıktı. Ancak, suçluluğun nedenlerini be­ lirlemek amacıyla suça bilimsel gözlem yöntemlerinin sistemli bir biçimde uygu­ lanmasına XIX. yy.'da başlandı. İtalyan okulu (Lombroso, Garofalo, Ferri) suçlu­ luğun temel nedenini kişinin beden ve akıl bozukluklarına bağlarken, fransız-belçika okulu (Durkheim, Guerry, Joly, Lacassagne, Ouâtelet, Saleilles, Tarde) "suçluluk üretme ortamı” olarak nitelediği toplum­ sal çevrenin etkisini ortaya koydu. Ceza hukukunun gelişmesinde krimi­ nolojinin büyük etkisi oldu. XVIII. yy.’dan başlayarak, kişisel önlem kavramı toplum­ sal önlem kavramının yerini aldı, bunun sonucu olarak cezalandırmada bir yumu­ şama görüldü. XIX. ve XX. yy.'larda, özel­ likle çocuk suçlular ve ehliyetsizler açısın­ dan manevi sorumluluk kavramının öne­ mi azaldı, cezaların yasallığı ilkesi esnek­ lik kazandı (mahkûmun cezasını doldur­ madan salıverilmesi, şartla salıverme); ce­ zanın ertelenmesi (tecili) ilkesi ortaya çık­ tı; cezalandırma sistemine uyuşturucu maddelere karşı mücadele, eğitim, mes­ lek edindirme ve topluma yeniden uyum sağlama yöntemleri getirildi; amaç artık yalnızca cezalandırmak değil, giderek suçluyu ıslah etmekti. Ceza artık suçların artmasını ya da yinelenmesini önleyen bir yöntem haline geliyordu. Fransa’da olduğu gibi İtalya'da da çağ­ daş toplumsal savunma okulu, suçluyu topluma kazandırmâltiŞîh onlara uygula­ nacak önlemleri ortaya koydu. Bu okul suç olgusunu, her suçlunun kişiliğine gö­ re ele alınması gereken bireysel bir olay olarak görür; bunun sonucu olarak da, homo criminalis'ın (suçiu insan) psikolo­ jik ya metafizik yapısına ilişkin bütün ön yargıları reddeder Aynı şekilde suçlunun ıslahı konusundaki tüm önyargıları bir ya­ na bırakır Kişinin yeniden topluma kazan­ dırılmasında en uygun önlemi seçmek, her suçlunun kişiliğinin incelenmesinden sonra, yargıca ait bir yetkidir. Suçun nedenlerini bulmaya çalışan krimonojenez, genel kriminolojinin ve klinik kriminolojinin bulgularından yararlanır Kli­ nik kriminoloji (hekimler, psikologlar) her kişinin durumunu ayrı ayrı inceler. Tıbbi, psikolojik ve toplumsal bir incelemeden sonra, uzmanlar kişinin tehlikeli olma du­ rumuna ilişkin bir tanı, yeniden suç işle­ me olasılığına ilişkin bir tahmin ve iyileştipne yöntemi ortaya koyarlar. Genel kriminoloji, daha sonra ortaya çı­ kacak davranış biçimlerini önceden kes­ tirmeye olanak verebilecek genel neden­ sellik ilişkilerini inceler. Burada suç nede­ ni, suçlu insanlarla “ yasaya saygılı” insan­ lar arasındaki davranış farkını açıklayan faktör olarak ele alınır. Nihayet çağdaş kri­ minoloji suçu kimi insanları sapmalara gö­ Büyük Larousse



türen ve bunun sonucu olarak toplumsal zor önlemi doğuran, sosyal ölçütlere bağlı bir olgu olarak ele alınır. Çağdaş krimino­ loji kriminalistiği de içine alır.



Gotik dönemden başlayarak, kriptaiar gi­ derek daha az yapılır oldu.



K R İM M L , Avusturya'da sayfiye ve kış sporları merkezi (yüksl. 1 076-2 300 m), Salzburg ilinde, Yukarı Salzach havzasın­ da; 800 nüf. Çağlayanlar.



K R İP T İK sıf. (fr. cryptiçue). Patol. Ba­ demcik çukurlarıyla ilgili olan. —Zool. Kriptik renklenme, bir hayvan do­ ğal yaşam ortamında bulunduğu zaman onun göze çarpmamasını sağlayan renk­ lenme.



K R İM S K , Rusya Federasyonumda kent, Karadeniz yakınında, Krasnodar'ın batısında; 41 000 nüf.



K R İP T O a. (yun. kryptos, gizli'den). Si­ yasi düşürtcelerini ya da bir siyasi örgüt­ le olan ilişkisini gizleyen kimse.



K R İN U M a. (yun. krinon, zambak'tan). Tropikal ve yarıtropikal bölgelerde yetişen, az ya da çok geniş uzun yapraklı soğanlı bitki. (Şemsiye halinde toplu, borumsu bi­ çimde ve altı parçalı olan çiçekleri çokrenklidir. Çiçek yetiştiriciliğinde sıcak se­ ralar için önemli bir bitkidir. Bil. a. crinum; nergisgiller familyası.)



K R İP T O F İT a. (fr. cryptophyte; yun. kryptos, gizli, ve phyton, bitki’den). So­ ğanlı ya da köksaplı bitkiler gibi, kış bo­ yunca toprak üstünde hiçbir organı bu­ lunmayan bitki.



K R İP a. (ing. creep). Yerbil. CREEP'in K R İP K E (Saul), amerikalı mantıkçı (Bay Shore, New York, 1940). 1959'da "olabi­ lir dünya” kavramına dayanarak anlambilimsel bir nicelenmiş modal mantık kura­ mı önerdi. Ardından, Frege ve Russell'ın mirasını gözden geçirerek "değişmez adlandırıcılar” kuramını, yani özei adlar­ la ilgili olabilir hangi dünya olursa olsun, özdeş özlükler kuramını ileri sürdü (1972). K R İP P E L (Heinrich), avusturyalı heykel­ ci (Viyana 1883 - ay. y. 1945). Cumhuri­ yetin ilanından sonra Ankara'da yaptırıl­ ması kararlaştırılan Zafer anıtı için açılan uluslararası yarışmada birinci oldu ve pro­ jesini uygulamak üzere Türkiye’ye geldi (1925). Bu tarihten başlayarak 1938’e de­ ğin Viyana'da kendi atölyesinde kalıpları­ nı hazırlayıp dökümünü yaptığı heykel ve anıtları Türkiye'de yerlerine oturttu. Bun­ lardan ilki olan Sarayburnu’ndaki Atatürk heykelini (1926), sırasıyla Konya (1926), Ankara Ulus (1927), Samsun (1931), Afyon (1936), Ankara Sümerbank binası önün­ deki (1938) Atatürk anıtları izledi. K R İP S (Josef), avusturyalı orkestra yö­ netici (Viyana 1902 - Cenevre 1974). 1933 -1938 ve 1945-1950 arasında Viyana operası’nın sürekli şefiydi. 1946’da Salzburg festivali'ni yeniden başlattı. Özellikle Lond­ ra senfoni (1950-1954), Buffalo filarmoni (1954-1963) ve San Francisco senfoni (1963-1970) orkestralarıyla başarılı oldu. Büyük bir Mozart ve Schubert yorumcusuydu. . K R İP T A a. (fr. crypte; lat. crypta; yun. krypte). Bir kilisenin koroyerinin altında bulunan, kutsal emanetlerin saklandığı to­ noz örtülü yeraltı bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —Esk. Rom. Kimi konutların ve kamu ya­ pılarının zemin katında yapılan ve yan du­ varlarının birinde açılmış bir dizi dar pen­ cereden gün ışığı alan, bir. tür dar ve uzun galeri. —ANSİKL. Mim. Başlangıçta kripta, birçok martyr mezarının yer aldığı, çoğu kez yer altına inşa edilmiş bir kiliseydi. Constantinus I döneminde kripta, kilisenin olağan bir öğesi haline geldi; bunun ötesinde, ki­ lise ana yapısı içinde martyrlerin gömül­ mesine olanak sağlayan mekânlar olarak önem kazandı. Bunun ilk örneklerinden biri Ravenna'daki S. Apollinare in Classe kilisesi'nin kriptasıdır (VI. yy.). Burada krip­ ta, sunağın ve absida duvarlarının sınır­ ladığı bir mekân büyüklüğündedir. Ancak daha sonraları kripta, tüm koroyerinin alt bölümünü kapsayacak bir genişliğe ulaştı. (Milano'daki S. Ambrogio, X. yy.) İstanbul’ daki Myrelaion manastır kilisesi'nde (X. yy., Bodrum* camisi), üst kilise ile kripta hemen hemen aynı büyüklükte ve benzer planlıdır. Roman döneminde de, kiliseler, altlarında yer alan kriptaların planına gö­ re inşa edilmeye başlandı (Clermont - Ferra n d ’da N.-D.-du Port, S aintes’te St-Eutrope). Chartres katedrali’nin kriptası, en büyük kripta örneklerinden biridir.



K R İP T O F O N İ a. (fr, cryptophonie). Sö­ zü şifrelendirmeye ilişkin teknikler bütünü —ANSİKL. Örneksemeli kriptofoni gereç leri, söz belirtkesini anlaşılmaz kılacak bi çimde değiştirir. Kriptografide olduğu gi bi değiştirme (söz kesitlerinin kapladığı za­ manda değişi) ve ornatma (söz belirtkesi frekanslarının alt-bantlarında sabit ya da oynak değişi) yöntemleri kullanılabilir ya da bu ikisinin birleşiminden yararlanılabilir Bu teknik çok yaygın biçimde kullanılır, çünkü, iletim ağlarında hiçbir düzenleme gerektirmez. Sayısal kriptofoni gereçleri, bir söz kodlayıcısı aracılığıyla sesli belirtkeyi sayısal bir bildiriye dönüştürür. Daha sonra bu bil­ diri, kriptografi makinelerine benzer bir aygıtla şifrelenir. (-* KRİPTOGRAFİ.) Bu du­ rumda, söz aktarımı yerini veri aktarımı­ na bırakır. Bu aktarımın verdisi kullanılan sözün kodlama türüyle saptanır. K R İP T O F T A L M İ a. (fr. cryptophtalmie; yun. kryptos, gizli, ve ophtatmos, göz' den). Gözkapaklarının aralıksız basit bir kese halinde oluşması. (Doğuştan bir bi­ çim bozukluğudur.) K R İP T O G A M sıf. ve a. (fr. cryptogame; yun. kriptos, gizli, ve gamos, birleşme’ den). Faherogam (çiçekli ve tohumlu bit­ ki) karşıtı olarak çiçeksiz ve tohumsuz bit­ kiye denir. (Bk. ansikl. böl.) —Bitki patol. Kriptogam hastalıkları, mik­ roskobik mantarların bitkilerde neden ol­ dukları hastalıklar (mildiyu, külleme, pas, sürme, rastık, boğaz yanıklığı, çavdarmahmuzu, vb.), [insanda ve hayvanlarda da görülen pamukçuk ve asperjilloz gibi başka türleri de vardır; bunların hepsine genellikle mantar hastalıkları denir.] —ANSİKL. Bitkiler âleminde, tohumlu bit­ kilerden başka bütün bitkilere kriptogam denir. Kriptogamlar da iki büyük gruba ayrılır: içinde özsu dolaşımı olan damarlı kriptogamlar (pterydophyta) ve özsü do­ laşımı olmayan diğer kriptogamlar. Bu ikinci gruba çoğunlukla karada, fakat nemli yerlerde yetişen yosunlar (karayosunu, ciğeryosunu), genellikle sularda ya­ şayan suyosunları ve klorofilsiz olan man­ tarlar girer. Birhücreli olan türler genellik­ le kriptogamlardan ayrı sayılır; protofit de­ nen bu grup klorofilli oluşuyla protozoadan ayrılır. ( -> PROTİsr.) K R İP T O G A M C I a. Kriptogami uzmanı bilim adamı. K R İP T O G A M İ a. (fr. cryptogamie). 1. Kriptogam bitkinin durumu. —2. Kriptogamları inceleyen bilim. K R İP T O G R A F İ a. (fr. cryptographie). Metinleri şifrelemekte kullanılan teknikle­ rin tümü. —ANSİKL. Çivi yazısı ya da hiyeroglifle ya­ zılmış metinlerde kriptografi yöntemlerinin kullanıldığı saptanmıştır. Ibraniler daha Yeremya döneminde kriptografiyi uygula­ mışlardı. Sezar’ın kullandığı yöntemlerden biri kendi adını taşır. • Abecesel kriptografi sistemleri'nde baş­ lıca iki yöntem vardır: yerine koyma ve yer değiştirme yöntemleri. 1. Yerine koyma yönteminde açık metin­ deki her harfin yerine, sürekli olarak bu harfi karşılayan bir harf, rakam, sayı ya da



kristal önceden belirlenen bir İşaret konur. En basit yöntem (Sezar yöntemi), abecedeki harflerin sırasını bir ya da birkaç harf ileri ya da geriye almaktır (elde edilen yeni sı­ ralama şifrelenen metnin sonuna kadar değiştirilmez): örneğin a, D olur; b, E olur; c, F olur, vb. Bu tür şifrelerin çözülmesi ko­ lay olduğundan genellikle dağınık (yani şifreli harflerin sırası ile abecesel sıra ara­ sında düzenli bağlantı bulunmayan) bir abece kullanılır. Uygulamada, bu amaç­ la bir anahtar sözcük'ten yararlanılır. Bu­ nun için bir sözcük (ya da bir cümle par­ çası) seçilir; bu sözcükteki harfler sırasıy­ la yazılır (ancak, sözcükte yinelenen harf­ ler yalnızca bir kez kullanılır). Daha son­ ra, bu biçimde elde edilen harf dizisinin altına, normal abecenin geri kalan harf­ leri, abecesel sıraya göre, anahtar sözcü­ ğün uzunluğuna eşit satırlar halinde ya­ zılır. En sonunda da, bu harfler sütun sü­ tun alınır ve normal abecenin altına yer­ leştirilir. Anahtar sözcük olarak BÜYÜK LAROUS­ SE seçildiğinde aşağıdaki tablo elde edilir: BÜYKLAROUSE



CÇDFGĞHIİJM NOPŞTVZ Bu da aşağıdaki şifreyi verir: a b c ç d e fg ğ h ıijk l B C NÜ Ç Û YD PKFŞLG T m n o ö prsştuüvyz AĞVRHZOIUİSJEM 2. Yer değiştirme yönteminde açık met­ nin her bir harfinin yeri, önceden sapta­ nan bir sıraya göre değiştirilir. Genellikle, yukarıdaki gibi bir anahtar sözcük seçilir ve bu sözcükteki harfler normal alfabe sı­ rasına göre numaralanır Daha sonra, bu­ nun altına, harf harfin altına gelecek bi­ çimde ve anahtar sözcüğün uzunluğuna eşit satırlar halinde açık metin yerleştirilir. En sonunda da, metin numara sırasına göre sütun sütun alınarak yazılır Örneğin anahtar sözcük BÜYÜK LAROUSSE, açık metin de "uçak saat altıda kalkacak" ol­ duğunda aşağıdaki tablo ortaya çıkar. BUYKLAROUSE 2 26 28 14 15 1 21 18 25 22 6 UÇAKSAATALT ID A KA LK A C AK ve şu şifreli metin elde edilir. ALUIT KKKSA TAAKL AACÇD AA



Beşer harflik dilimler elde etmek için şifre­ nin son dilimine rasgele üç harf eklenir. • Kodlu sistemleride yazışan kişilerin her biri için bir kod ya da sözlük hazırlanır Her t sözcüğe ayırtedici bir sayı verilir Genel­ likle bu sayı, sözcüğün yer aldığı sayfa ve satırın sırasını gösteren sayıların, belirli bir düzene göre bileştirilmesiyle elde edilir. Askeri alanda uzun süre çok yaygın biçim- de kullanılmış olan bu sistem pek emin değildir (örneğin kod düşmanın ya da bir casusun eline geçebilir); bu yüzden kod­ ları zaman zaman değiştirmek, özellikle de koddan elde edilen sayıları değişik bir yöntemle bir kez daha şifrelemek gerekir. Eskiden yazışanların her birinin elinde, birbirinin eşi olan ve delikli kartonlardan oluşan kafesler bulunurdu. Kafes, kâğıdın üzerine konur ve gizlenecek metin açık­ ça delikli yerlere yazılırdı. Daha sonra, ka­ fes kaldırılır ve boşluklar, harfler ya da su­ ya sabuna dokunmayan sözcüklerle dol­ durulurdu. Günümüzde bu alanda şifreleme ma­ kinelerinden yararlanılmaktadır. Özellikle elektronik aletlerin ortaya çıkmasından sonra, bu makinelerde çok karmaşık şif­ releme yöntem ve algoritmaları kullanıl­ maya başlandı. Genellikle her harf için de­ ğişik bir yerine koymayla, çözüm daha karmaşık bir hale getirilir. Bir anahtar üre­ teci, her harf için yerine koyma işleminin parametrelerini verir. Anahtar üretecinin . kendisi de gizli bir koda bağlı olarak işler. 'Bu tür bir şifreleme yönteminde, her şey­ den önce anahtar üreteçlerini birbirlerine göre ayarlamak gerekir. Günümüzdeki makinelerle, bir şifreyi çözmek ancak tüm olası anahtarları sırayla deneyerek müm­ kündür. Bu durumda, elle uygulanan eski



yöntemler, şifrelemeden çok mesaj gizle­ me yöntemleridir. Günümüzde kriptograft, özellikle banka­ cılık alanında, bilgisayar ağlan arasında ta­ kas edilen verileri şifrelemekte kullanılır ve hesaplar üzerinde üçüncü kişilerce yapıla­ bilecek hileli işlemleri önlemek amacını ta­ şır. Özel kullanıma sunulan ilk şifreleme yöntemi İBM şirketi tarafından piyasaya sü­ rüldü. Bu yöntem ABD’de 1977’de "Tica­ ret bakanlığı” nca onaylandı. Bugün artık "halka açık anahtarlar” ön­ görülmektedir Önerilen yöntemlerde şifrele­ me ve şifre çözme aşamalarında iki değişik anahtardan yararlanılır Şifreleme anahta­ rından yola çıkarak şifre çözmede kullanı­ lan anahtarı belirlemek mümkün olmadığı için şifreleme anahtannı açıklamakta sakın­ ca yoktur. Böylece her kullanıcı, yalnızca gönderilen kişinin gizli bir çözüm anahta­ rıyla çözebileceği mesajları şifreleyebilir. KRİPTOHALİT a (fr. cryptohalite; crypto ve yun. ha/s, halos, tuz’dan). Doğal amon­ yum fluorosilikat. K R İP TO JE N E TİK sıf. (fr cryptogânötique). Tip Nedeni ya da doğası bilinme­ yen hastalığa ya da belirtiye denir KRİPTOKOKKOZ a (fr cryptococcose). Cryptococcus necformans türü bir maya mantarının bulaşmasından ileri gelen ve sağlık hizmetlerinin çok geliştiği ülkelerde, özellikle zayıf ya da bağışıklıktan yoksun ki­ şilerde daha sık görülen kozmopolit derin mikoz (Vuillemin, 1894). [Eşanl. BUSSEBUSCHKE HASTALIĞI.] —ANSİKL. Bulaşma havadan (güvercin dış­



kısı), sindirim yolundan (inek sütü) ya da deriden (yaralanma) olabilir. Ülserli ya da apseli deri kriptokokkozu çok ender oldu­ ğu gibi kemik kriptokokkozu da çok ender­ dir Akciğer kriptokokkozu çoğunlukla teh­ likesizdir ama nöromenenj kriptokokko2lan (menenjo - ansefalit) ve septisemiler ağır sonuçlar doğurur Mantar çini mürekkebiy­ le boyandıktan ya da kültür yapıldıktan son­ ra doğrudan incelemeyle ortaya çıkarılır Hastalığın tedavisi, amfoterisin B'nin dama­ ra ve/ya da belkemiğine şırınga edilmesi­ ne dayanır; buna bazen 5 fluorositozin de eklenebilir. Tedavi aylarca sürebilir K R İP TO K O M Û N İS T a. (fr. cryptocommuniste). Komünist partisinin görüşlerini gizlice paylaşan kimse K R İPTO LAM A K g.f. Anlaşılır bir yazıyı kriptografi kurallarına göre değiştirmek. K R İPTO LO Jİ a. (fr. cryptoiogie). Şifreli belgeler, gizli yazılar bilimi. KRİPTOMBNORE a. (fr. cryptomĞnorrhöe; yun. kryptos gizli, menos, ay, ve rhein, akmak'tan). Kad. hast. Kızlık zarının delik olmaması, dölyolu yokluğu, dölyatağı yokluğu, dölyatağı boynu tıkanıklığı ya da yokluğu gibi doğuştan ya da edinsel bir engel yüzünden âdet kanının dışarı akma­ ması. KRİPTOMERYA a. (lat. cryptomeria; yun. kryptos, gizli, vs meros kısım’dan). Orman­ cılık ve bahçe bezemeciliği bakımından il­ ginç kozalaklı ağaç. (Bil. a. Cryptomeria japonica.) K R İPTON a. (fr. krypton; yun. kryptos gizli'den). Anorg. kim. Havada bulunan soy gaz; 1898'de Ramsay ile Travers tarafından bulundu. (Simgesi Kr olan kimyasal ele­ ment.) Atom numarası: 36 Atom kütlesi: 83,80 Erime noktası: -156,6 °C Kaynama noktası: -152,3 °C Yükseltgenme derecesi: 0 Elektron biçimlenmesi: [2, 8, 8, 10] s2 p6 İzotopları: 77 - 97 Doğal kripton: ™| KİRİZMA. monlara bağlı etkenler belirler. Kelebek K R İZ O B E R İL a . (fr. chrysobĞryf). Miner. kozadan çıkabilecek duruma gelince, BeAI20 4 formülündeki doğal berilyum nemf, kutikulasına basınç yaparak kutikualüminat. (Eşanl. SİMOFAN.) layı sırt kesiminden boydan boya yırtar ve yavaş yavaş dışarı çıkar, kırışık kanatlarını K R İZ O F A N İK sıf. (fr. chrysophaniçue). açar ve gücünü toplayınca kılıfından ay­ Org. kim. Krizofanik asit, metil-3 dihid­ rılır. roksi-1,8 antrakinon'un yaygın adı; turuncu-kırmızı boyarmadde. (Kuvvetli bir K R İZ A L İT L E Ş M E a. Zool. Tırtılın kriza­ müshil olan krizofanik asit, ravent ve sinelite dönüşmesi. makinin etkin maddesini oluşturur. Özel­ K R İZ A L İT L E Ş M E K gçz. t. Zool. Baş­ likle deri hastalıkları tedavisinde kullanılan kalaşma geçirerek krizalite dönüşmek. bir tozdur; sedef hastalığına karşı pomat ve çözelti halinde uygulanır.) [Eşanl. DiK R İZ A M İN a. (fr. chrysamine). Org. kim. HİDROKSİMETİLANTRAKİNON.) Sarı azo boyarmaddelerin yaygın adı; bisdiazolama işleminden geçirilen benzidin K R İZO O R A Fİ a. (fr chrysographie). Anya da tolidinin, salisilik asit gibi fenollerle tikçağ ve Ortaçağda değerli kitaplarda yoğuşturulması sonunda elde edilir. kullanılan altın harfli yazı. (En güzel örnek­



K R İZ a. (fr. crise; yun. krisis, ayrılık, kriz' den). 1. Akut bir hastalığın gidişinde kö­ tüye doğru ani ve şiddetli değişiklik: Kalp krizi. Apandisit krizi. —2. Mikroplu bir hastalık sırasında ortaya çıkan ve hemen her zaman iyileşmeye doğru gidişi haber B K R tZ A N İL İN a. (fr chrysaniline). Org. kim. Formülü Ct9H15N3 olan akridinsel veren ani ve yoğun değişiklik. (Bk. ansikl. boyarmadde; ipek ve yünün sarıya bo­ böl.) —3. Tabes dorsalis sırasında vücu­ yanmasında, özellikle deri boyamacılığındun belli bir bölgesinde ya da bir organ­ da kullanılır. da duyulan ve nöbetle gelen ağrı, acı. —ANSİKL. Krizanilin, fuksin üretiminde ele —4. Fizyolojik bir rahatsızlığın şiddetli yi­ geçen bir yanüründür. Paratoluidinin aninelemelerle kendini gösteren nöbeti: Ök­ linle verdiği yoğuşma tepkimesi sonunda sürük krizi. —S. Bir duygunun, bir ruh ha­ elde edilir. Benzedikleriyle birlikte "fosfin" linin kuvvetli bir biçimde dışarı vurulma­ adı altında satılır. sı, ani nöbet: Bir ağlama krizi, bir gülme K R İZ A N T E M a. (fr chrysanthâme'den). krizi. —6 . Bir şeye duyulan ani istek: içki Bot. KASlMPATl'nm eşanlamlısı. krizi. Uyuşturucu krizi. —-7. Bir kişinin, bir grubun yaşamında, bir etkinliğin sürme­ K riz a n te m n iş a n ı, 1876'da imparator sinde, bir kurumun işleyişinde ortaya çı­ Meici Tenno tarafından çıkarılan japon ni­ kan güç dönem; bunalım: iktisadi, siyasi şanı. Tek derece Mor şeritli kırmızı kurdele kriz. Sanayi kesiminde kriz. —8 . Bir şe­ K R İZ A N T E M İK sıt. (fr. chrysanthömiyin çok kıt olması durumu; bunalım: Pet­ que). Org. kim. Krizantemik asit, formülü rol krizi. Para krizi. —8 . (Sinir) krizi, çok C10H,eO2 olan monoterpensel asit; pireşiddetli bir heyecanın ya da bir bunalımın otundan özûtlenen böcek öldürücülerde etkisiyle davranışlarını kontrol edemeyen ester biçiminde bulunur. ve bunu aşırı tepkilerle (bağırma, ağlama, mKRİZAROBİN a. (fr chrysarobine’den). gülme vb.) belli eden kişinin durumu. Goa tozundan elde edilen madde. (Bre­ —ANSİKL. Tip. Antibiyotiklerin kullanıma zilya'da yetişen bir ağacın [Andira ararogirmesinden önce, bulaşıcı hastalıkların ba] kovuğunda bulunur ve yerel olarak krizi çok büyük bir önem taşımaktaydı: sedef hastalığının tedavisinde kullanılır. kriz, gerçekten de iyileşmenin ve nekahat Metil-3-dihidroksi-1,8 antron'un günlük dil­ dönemine girişin habercisiydi. Aşırı terle­ deki karşılığı olan krizarobin, krizofaDİİL. me, bol işeme (idrar krizi) ve özellikle ateş asidin indirgenmesiyle elde edilir. Genel-' düşmesi gibi kendine özgü belirtileri var­ likle dayanılması güçtür; özellikle böbrek­ dı. Bunların en tanınanı pnömonideki 9. ler ve gözler için zehirli etkisinden dolayı gün krizidir. Günümüzde bulaşıcı hasta­ kullanımı çok sınırlıdır.) lıkların tedavisiz kalması düşünülemeyeS K R İZ A Z İN a. (fr. chrysazine). Org. kim. ğine göre iyileşmenin, hastalığın başladığı Dihidroksi-13 antrakinon'un yaygın adı. Ali­ tarihle ilintili, kesin ve belli bir dönem so­ zarinin bir izomeri olan krizazin, alizarin gi­ nunda gerçekleşmesi sözkonusu değil­ bi mordanlanabilir bir boyarmaddedir. dir. KR İZE LE FA N TİN sıf. (fr. chrysĞİĞphanK R İZ A (John), amerikalı dansçı (Berwyn, tine; yun. khrys[o]- ve "fildişinden” anla­ Illinois, İ919 - Naples açıklarında, Florida, mında eiephantinos'tan). Altın ve fildişinin 1975). Karakter dansçısıydı. Daha öğren­ bir arada kullanıldığı heykeller çin kullanılır ciyken Ballet Theatre'a girdi (1940) ve D. —ANSİKL. Altın ve fildişi ile süslenmiş hey­ Lichine'in Helen of Troy (1942), J. Robbins’ keller Mısır'da ve Doğu'da bilinirdi; büyük in Fanci'Free (1944), Interplay (1945), Fac krizelefantin heykel tekniği önce Yunanis­ -Simile (1946), A. De Mille’in Fail River Letan'da, arkaik dönemde geliştirildi, daha sonra da tüm Akdeniz çevresine yayıldı. gend (1948), Sebastian (1957), H, Ross' Ahşap bir iskelet, bedenin ayrıntılarının ön­ un Caprichos (1950), K. MacMillan’ın Winceden oyulmuş olduğu ağaç bir çekirde­ ter's Eve (1957) adlı balelerinin prömiyer­ ği taşırdı. Bu çekirdek üzerine, giysiler ve lerinde başrolü yorumladı. E. Loring’in Billy saçlar için, çarpma-çakma tekniğiyle işlen­ the Kid, A. Tudor'un Offenbach in Undermiş altın levhalar, çolak bölümler (yüz, world adlı balelerinde dans etti. Ballet Theayaklar eller, kollar) içinse, fildişi levhalar ya­ atre'ın yeni topluluğunda (American Ballet pıştırırdı. Ayrıca, taş ve abanoz kakma Theatre, 1960) başdansçılığa atandı, 1966' süslemeler eklenirdi. Pausanias, Olympia’ da iki yöneticisinden biri oldu. ya armağan olarak sunulan Kypsetos*'un K R İZ A L İT a (fr. chrysalidş; lat. chrysasandığını (İ.Ö. VII. yy.) betimlemesini bıraktı. 1939'da, Kutsal yol'un altında, Delphoi mü­ lis, -idis; yun. khrysallis). Pulkanatlı bir bö­



leri bizans ve karolenj elyazmalarındadır, [Chartemagne için Gothescalcus Evangeliarium'u, Kel Charleş'ın mezamir kitabı], İtalya, Almanya ve İngiltere’de de altın harflerle yazılmış X. ve XI. yy.’lardan kal­ ma diplomalar vardır.) K R İZ O H E D O N İZ M a. (fr. chrysohĞdonisme). ikt. Bir ülkenin zenginliğini altın stoku birikimine dayandıran kuram. K R İZ O İD İN a. (fr. chrysoidine). Org. kim. Anilin ya da ortotoluidinin diazolu tü­ revlerinin, metafenilen ya da metatoluilendiamin üzerine etkimesi sonunda elde edilen boyarmadde. —ANSİKL. Krizoidin J, anilin ile metafenilendiaminden türeyen bir krizoidindir. Bi­ rer bazik boyarmadde olan krizoidinler, ta­ nenle mordanlanmış pamuğu boyarlar. Güzel turuncu-sarı nüansların elde edildi­ ği bu boyarmaddelerden kumaş baskısın­ da, deri boyamacılığında, alkollü vernik­ lerin renklendirilmesinde yararlanılır. Krizoidinler, elde ediliş biçimlerinden de anlaşıldığı gibi azobenzenin (ya da azotoluen) diaminli türevleridir, K R İZ O K A L a. (fr. chrysocale; krizo- ve yun. khalkos, bakır'dan). Bileşiminde % 8 'den daha az kalay bulunan hadde­ lenmiş çinko bronzlarına verilen genel ad; rengi altınınkini andırır; tel, çubuk ve kü­ tük biçiminde üretilebilir. K R İZ O K O L a. (fr. chrysocoie). Miner (Cu,AI)2H,Si20 5(0 H)4 formülünde, ma­ vimsi yeşil renkte, biçimsiz, hidratlı doğal bakır silikat. K R İZ O L İT a. (fr. chrysolite). Miner. Peridot türünden ve grubundan doğal demir ve magnezyum silikat. (Camsı parlaklıkta olan krizolitin rengi sarımsı yeşildir Kris­ talleri bazen cevher olarak kullanılır.) K R İZ O P R A Z a (fr chryioprase). Miner. Sİ02 formülünde, kalseduan türünden bir silis çeşidi; bileşiminde bulunan nikel yü­ zünden rengi elma yeşilidir. K R İZ O T İL a. (fr. chrysotile). Miner. Hid­ ratlı doğal magnezyum silikat; lifsi bir ser­ pantin türüdür. —ANSİKL. Fnömol. Krizotil ya da beyaz amyant çok önemli bir asbest çeşididir, çünkü sanayideki amyant tüketiminin °/o 95’ini oluşturur ve bu nedenle amyant ve lifli madenlerin yol açtığı hastalıklarda özel bir yer tutar.



Krokodilopolis K R K , ital. Veglla, Hırvatistan’da yer, Dalmaçya kıyısında, Krk adasında (gü­ nümüzde bir köprüyle adaya bağlanmış durumdadır) yer alır; 2 000 nüf. — Krk adası, 408 km2; 20 000 nüf. Havalimanı. Koyun yetiştiriciliği. —Güz. sant. Krk kentinde roma hamamı kalıntıları, "eski-hırvat” üslubunda Romanöncesi dönemden capellalar (IX.-XI. yy.), XII. yy.’dan kalma, bir ölçüde roman üslubunda katedral (İtalyan sanatçıların tabloları) yer alır. —Baâka köyünde, XI. yy.’dan kalma bir benedikten manastırın­ da, kral Zvonimir’in bağış akti olan "Baâka levhası” bulundu; en eski hırvatça belge olan bu taş 1100’e doğru glagol yazısıyla yazılmıştı. —Küçük Kosljun adasında, bir benedikten yapısının kalın­ tıları üzerine XVI. yy.'da yapılmış bir fransisken manastırı yer alır (zengin bir kitap­ lık, taş yapıtlar müzesi ve doğa bilimleri müzesi [Adriya denizi faunası]). K R K A , Dalmaçya'da ırmak; 75 km. Aşağı vadisi, deniz ilerleyince su altında kalmıştır. Halici kıyısında Sibenik limanı. K R K O N O S E - * KARKONOSZE. K R K O N O S E d a ğ la n , Çek cumhuri­ yetimde dağ kütlesi. K R L E İA (Miroslav), hırvat yazar (Zagreb 1893 - ay. y. 1981). 1917'den basayarak bolşevik görüşleri benimsedi ve anlatım­ cı yöntemlerden koptu. Edebiyatın tüm türlerini denedi: şiir (Balada Petrice Kerempuha, 1936; Lirika, 1919), oyun (Gospoda Glembaj, 1929), öykü (Hrvatski bog Mars, 1922), roman (Povratok Filipa Latinovica, 1932; Zastave, 1968), de­ neme, günlük. 1918 öncesi Avusturya-Macaristan toplumunu ve iki savaş arası yugoslav rejimini sert bir dille eleştiren ya­ zar, 1923-1927 arasında, daha sonra ya­ saklanmış olan Knjizevna Reğublika der­ gisinin yöneticiliğini; Belgrad'da Danas (1934) ve Pecat (1939-1940) dergilerinin yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Sözlükçü­ lük enstitüsü'nün kurucusu ve ansiklope­ dici de olan Krleza yarım yüzyılı aşkın bir süre hırvat kültür yaşamını etkiledi. K R N O V , Çek cümhuriyeti'nde kent, Opava kıyısında, Polonya sınırı yakının­ da, 23 000 nüf. Tekstil sanayisi ve tekstil gereçleri üretimi. K R O B A TİN (Alexander, baron VON —), avusturyalı mareşal (Olmütz 1849 - Viya­ na 1933). 1912'den 1917’ye kadar Avusturya-M acaristan savaş bakanıydı. 1917’de İtalya cephesinde bir orduya ko­ muta etti. K R O E B E R (Alfred Louis), amerikalı ant­ ropolog (Hoboken, New Jersey, 1876 - Paris 1960). Franz Boas'ın öğrencisiydi, ilk incelemelerini Kuzey Amerika Kızılde­ rilileri Arapaholar arasında yaptı (The Ara-



paho, 1902). 1901’de Berkeley’e profesör atandı ve burada antropoloji bölümünü kurdu. Yazdığı pek çok yapıtın başlıcaları şunlardır: Zuni Kin and Cian (Zuni Kin ve klan) [1917]; Handbook of the indians ofCalifornia (Kaliforniya Kızılderilileri el ki­ tabı) [1925]; Anthropology (Antropoloji) [1923, ikinci basım 1948]; The Nature of Culture (Kültürün doğası) [1952]. Çağdaş antropolojideki gelişmelerin bir bilançosu­ nu çıkaran çalışmalarını da Anthropology to-dây, an Enoyciopedic Inventoıy (Günü­ müzde antropoloji, ansiklopedik bir dö­ küm) [1953] başlıklı bir kitapta topladı.



fe ve tarih üzerinde yoğunlaştırdı. Doğu Avrupa’da Haskala'nın liderleri arasında yer aldı. "Yahudilik bilimi"nin kurucuların­ dan biri olarak, yahudiliği öz ortamı ve ta­ rihsel görüntüleri içinde ele alıp anlama­ ya çalışmak yaşamının başlıca amacı ol­ du (More nevukhe ha-zman, 1851). K R O İS E İO S a. Lydia kralı Karun (İ.Ö. 561-547) tarafından basılan sikke. —ANSİKL. Karun bir para reformu yapa­ rak, elektrum sikkelerin yerine altın ve gü­ müşün kullanıldığı iki metalli bir sistem ge­ tirdi. Altın kroiseiosların ve gümüş sikke­ lerin ön yüzünde karşı karşıya duran bo­ ğa ve aslan protomeleri yer almaktaydı.



K R O S (Helge), norveçli yazar (Oslo 1889 - ay. y. 1962), Birinci Dünya savaşı'nK R O İS O S - Karun . da Erling Falk’ın çevresinde toplanan K R O & E T a. (ing. crcquet). Tahtadan marxçı gruba katıldı, şairgŞverland ve ro­ toplan, tokmaklar yardımıyla bazı kuralla­ mancı Sigurd Hoel ile birlikte modern ra uyarak ve belli bir yolu izleyerek küçük Norveç edebiyatı üzerinde büyük ölçüde kemerlerin altından geçirmeye dayanan etkisi olan bir “ sacayak" oluşturdu. Tiyat­ .oyun. ro yapıtlarında (Detstore vit, 1919) ibsen’i çağrıştıran bir biçimde toplumsal eleştiri­ ■ K R O K İ a. (fr. croquis). 1. Modelin özü­ ye girişti ve onun yaptığı gibi tabuların nü ortaya koyacak biçimde kalem ya da egemen olduğu bir toplumda aşkla karşı fırçayla anında birkaç çizgiyle yapılan de­ karşıya gelen kadının sorunlarını göster­ sen: Bir tabloya başlamadan önce kroki­ di (Dao Solsiden, 1927; Konkylien, 1929). ler yapmak. —2. Çalakalem yapılan de­ Hatta daha da ileri giderek ilkel bir anasen, şema: Lokantanın kâğıt peçetesine erkilliğe dönüşü bile savundu (Underveis, alelacele çizilen bir kroki. 1936). Bireyciliğin yerini içten bir özgeci­ —Topogr. Ölçü krokisi, bir harita aliminin liğin aldığı idealist bir dünya çizen başya­ özgün belgesi. pıtı O pbrudd’un (1936) duyarlılığı dene­ K R O K İD O Ü T a, (fr. crocidolite; yun. melerinin sertliğinden hiçbir şey kaybet­ krokys, havtüyü’nden). Miner. Amfiboller tirmedi (Diktning och Moral, 1946). grubuna özgü bir asbest türü; kanser ya­ K R O O H (August), danimarkalı fizyolojist pıcı etkisi bakımından önemlidir, ama az (Grenâ, Jylland, 1874 - Kopenhag 1949). kullanılır (amyant sanayisinde % 5 oranın­ Solunum değişimleriyle kılcal damarların da tüketilir). dolaşımdaki rolü üstüne yaptığı çalışma­ K R O K O D İL a (fr. crocodile) Lüks ma­ larla 1920 Nobel fizyoloji ve tıp ödülü’nü roken eşya, ayakkabı ve kemer yapımın­ kazandı. da çok aranan ve timsah derisinin sepi­ K R O H O (Christian), norveçli ressam lenmesiyle elde edilen deri. (Oslo 1852 - ay. y 1925). Almanya’da ye­ sıf. Bu deriden yapılmış şey için kul­ tişti. Toplumsal özellikli bir natüralizmin lanılır. başlıca temsilcisi oldu. Bir süre Paris'te ya­ şadı (1881-82) ve izlenimcilikten etkilendi. ■ K r o k o d il, 1992'de Moskova’da kuru­ Oslo Güzel sanatlar akademisi’nin yöne­ lan rus mizah gazetesi. Dünyanın en ticiliğine atanmadan (1909-1925) önce, Tyüksek tirajlı birkaç büyük mizah gazete­ Paris'te ders verdi (Colarosşi akademisi, sinden biridir. 1902-1909). —Oğlu PER (Asgârdstrand 1889 - Oslo 1965), Paris’te Matisse'in öğ­ Bk. resim sayfa 7106 rencisi oldu (1909-10); fovizmden ve kü­ bizmden etkilendi; anlatım gücü yüksek, K R O K O D İLO P O L İS , Yunanlılar'ın Es­ renkli bir resim sanatı ortaya koydu {Montki Mısır’da, Fayyum (Aşağı Mısır’ın 21 in­ parnasselı Kiki, 1928, Ulusal galeri, Os­ ci nomos'u) ilinin (Memfls’in güney-batı' lo). Daha sonraları, özellikle dev boyutlu sında bir vahaydı) merkezi olan bir kente yapıtlarında ustalığa ağırlık verdi (Oslo verdikleri ad. XII. sülale (İ.Ö. 191Q’a doğr.) Üniversitesi kitaplığı, 1933; New York'tahükümdarlarınca değerlendirilen kent, ki BM Güvenlik konseyi’nin büyük salo­ bölgeye bereket getiren Nil’in bir kolunun nu, 1952). 1946’cfa Oslo Güzei sanatlar beslediği Merur gölü (Yunanlılar Moeris akademisi’nde profesörlüğe başladı, da­ adını veriyorlardı) kıyısında kurulmuştu. ha sonra da yöneticilik yaptı. Kentin mısır dilindeki adı Per-Sabek K R O H M A L (Nahman, Rarsak — denir), ("Sebek’in evi"), timsah tanrı Şebek külyahudi bilgin ve yazar (Brodi, Galiçya, 1785 - Tarnopol, Galiçya, 1840). Kendi kendini yetiştirdi, çabalarını özellikle felse­



Manzara (1473’e doğr.), Leonardo da Vınci’nin krokisi



Edltlons Calmann-Livy



Miroslav Krleza



Dilenciler Rembrandt’ın krokisi mürekkepli uç Louvre müzesi, Paris



Krokodilopolis



LL



710 6



KROLOMT (Kari), alman yazar (Hannover 1915). Öykü ve denemeler yazdı, tran­ sız şairlerinden çeviriler yaptı. Kendi kişi­ sel lirizmi üzerinde geniş etkileri olan gerçeküstücülerden bir antoloji (Die Barka Phantasie, 1957) yayımladı. Yapıtlannda imgelerinin ve eğretilemelerinin ataklığıyla "öncü", toprağa ve doğaya olan sevgisiy­ le gelenekçi bir sanat anlayışı benimse­ di. Heimsuchung (1948), Tage undNâchte (1956), Landschatten fCır mich (1966), Nichts vveiter als beben (1970), Sterblich Gedichte (1980) adlı şiir kitaplarında gü­ nümüzü, insanoğlunun yalnızlığını ve bu­ nalımını dile getirdi. Fdetisches Tagebuch (1966) ve Minutenaufzeichnungen (1967) gibi düzyazı metinlerindeyse edebiyatın işlevini ve işleyişini irdeledi. K R O M a. (fr. chrome; yun. khroma,



renk'ten). Demir ve manganeze benzeyen beyaz metal. (Simgesi C r olan kimyasal element.) amerikan tekellerinin sağladMan kârtar üzerine kafMatür dergisinin bir şayianın (kasım 1982) kapağı tünün çok eski zamanlarda burada kazan­ dığı önemi vurgulamaktadır. Kent prens­ leri Gerileme döneminde siyasette önemli rol oynadılar. Ptolemaios II Philadelphos döneminde Yunanlılar'ın sömürgeleştirdi­ ği (İ.Û. 280'e doğr.) Krokodilopolis, varlık­ lı bir Arsinoe sitesi haline geldi; kentin ku­ rulu olduğu alanda yapılan kazılar sonu­ cunda binlerce yunan ve m ısır papirü­ sü çıkanldı (günümüzde Medinet ûl Fayyum).



KROKOS. Yun. mit. Nymphe Smilaks’ ın sevgilisi. Hermes tarafından safrana dö­ nüştürüldü. KROKOYİT a. (fr. crocone; yun. krokos, safran sansı'ndan). Miner. PbCrö 4 formü­ lündeki doğal kurşun kromat. (Krokoyit, Yemen taşı kırmızısı monoklinik kristaller biçiminde görülür Özellikle Sibirya ve Tasmanya'da bulunur.)



KROL (Gerrit), hoilandalı yazar (Groningen 1934). Bilgi işlem profesörü, roman­ cı, şair, öykücü. Bilim adam lığıyla edebi­ yatçılığı birleştirerek görelilik ve kesinliğin egemen olduğu yapıtlar vermiştir: les Jupes de Joy Sheepmaker (fr. çev.) [1962]; le Fıls de la villa vivante (fr. çev.) [1966]; Une töte millimbtrĞe (fr. çev.) [1967]; Au service de la Royal Dutch (fr. çev.) [1974].



KROUEWSKA H ım , Chorzövv’un es­ ki adı. KroH y ö n te m i, gaz halde titan ya da zirkonyum tetraktorürü, yansız helyum or­ tamında erimiş magnezyumla aynştırarak titan ya da zirkonyum elde etmeyi sağla­ yan metalürji yöntemi. Özellikle tepkin olan melaller, önceden anlaştırılm ış bir metal bileşiğinin aynştmlmasıyia hazırianmalıdır. 1936'da W. J. Kroll (1889-1973) ta­ rafından titan elde etmek için tasarlanan bu yöntem sanavisel olarak ancak 1948’e doğru gelişti. On hazırlıklardan sonra (öğütme, ayıklama, zenginleştirme), yük­ seltmenmiş titan cevheri (ya ilmenit [FeTi03] ya da rutildir [TİOo]) işlemeden önce bir anlaştırmayı gerektirir. Özellikle demir, 800 °C ’ta grafit eşliğinde klor etki­ sinde bırakılır ve böylece gaz halde titan tetıaklorür (TİCI4) elde edilir. G az daha sonra içinde magnezyum külçeleri bulu­ nan bir tepkime kabına alınır, Tepkime ısıt­ mayla başlatıldıktan sora eksotermik indir­ geme erim iş magnezyumla sürer: TİCI* + 2 Mg - 2 MgCI2 + Ti. Süngerimsi kütle biçim inde görülen me­ tal (titan süngeri), yıkama ve vakumda da­ mıtmayla sürüklenen magnezyum ile magnezyum klorür fazlasından antılmalıdır. Aynı yöntem, zirkonyum tetraklorürü argon ortamında magnezyumla indirge­ yerek zirkonyum elde etmede de kullanı­ lır; zirkonyum süngeri de yıkama ve va­ kumla damıtmayla arılaştırılmalıdır.



atom numarası: 24 atom kütlesi: 51,996 özgül kütlesi: 7,2 g/cm 3 erime sıcaklığı: 1 857 ± 20 °C elektron biçimlenmesi: [2-8] s^p^d^-si



başlıca yükseltgenme dereceleri: +2, +3, + 6 izotoplan: 43-54 başlıca kararlı izotopu: s^Cr: % 8376 — A n o rg . kim . Krom II, ik id e ğ e rli k ro m bi­ le ş ik le ri iç in kullanılır. || Krom III, ü ç d e ğ e rli k ro m b ile ş ik le ri iç in kullanılır. — M e ta lü rj. Krom kaplama, b ir m e ta l y ü ­ zeye e le k tro litik b ir k ro m ç ö k e ltis i ka p la ­ m a y a d a y a n a n işlem . (B k . ansikl. b ö l.) || Isıl krom kaplama, KROMLAMA’ nın eşa n ­ lam lısı. — ANSİKL. Krom kimyası. Vauquelin'in



1797’de Sibirya'dan gelen bir maden cev­ herinde bulduğu kromu Bunsen, 1854’te krom II klorürden elektroliz yoluyla metal olarak elde etmeyi başardı. Krom, hafif­ çe mavimsi beyaz bir metaldir; çok yük­ sek bir parlaklık verilebilir ve bu sırada canlı pınltılar yayar. Çok serttir; kimyasal etkenlerin çoğundan etkilenmez. Özellik­ le havada yükseltgenmaz ve parlaklığını korur. Yüksek sıcaklıkta oksijen ya da klordan etkilenerek yükseltgenir; karbonla bileşe­ rek karbürleri verir. Hidroklorik asitte çö­ zünür. Krom bileşikleri. Kromun başlıca üç ok­ sidi vardır: krom II oksit (CrO) ile krom III oksit (Cr2 Ö3 ), bazik oksitlerdir Asit özellik­ leri taşıyan kromik.anhidrit (C r0 3, krom trioksit, krom VI oksit), kromatlarla bikromatları verir. Krom II tuzlan. Krom II tuzlan ikideğer­ li bileşiklerdir. Kuvvetli indirgen oldukları için kolayca krom III tuzlarına dönüşürler. Bu nedenle krom II tuzlannı havasız bir or­ tamda saklam ak gerekir Krom III tuzlan. Kromun üçdeğerii ol­ duğu bileşiklerdir. Krom birbuçukoksitten türerler. Krom birbuçukoksit, bikromatın kükürtle indirgenmesi sonunda elde edi­ lebilir; çok sert, suda çözünmeyen, ancak 2 200 °C'm üzerinde eriyebilen yeşil bir tozdur. Aynca asit anhidriti rolü oynayabi­ lir ve kromitleri verebilir. Camı ve porsele­ ni renklendirmede kullanılır. Üçdeğerii krom tuzlan normal olarak mor renklidir; ama molekülsel dönüşüm­ leri nedeniyle çoğu kez yeşil renkte görü­ nürler. Krom tuzlannın en önemlileri krom klorür (C rC y ve potasyum sülfatla karış­ tırd ığ ın d a mor renkli güzel krom şapı k ristalle ri vere b ilen krom sülfattır [C r2 (SO ,)3 ]. Krom tuzları ahıonyakla amminokromat III bileşikleri denen pek çok kompleks verir. Kromatlar ve bikromatlar. Krom trioksit (C1O 3), kırmızı prizmasal iğneler biçimin­ de kristalleşen bir katıdır. Potasyum bi-



kromat üzerine sülfürik asit etki ettirilerek elde edilir. Turuncu-kırmızı renkli çözelti­ si, asit özellikleri gösterir. Çok kuvvetli bir yükseltgendir; temas ettiğinde mutlak al­ kolü tutuşturur, sıcakta halojenleri hidra­ sitlerinden açığa çıkarır. Bu anhidrite iki asit denk düşer: bun­ lardan biri formülü H2 C r0 4 olan ve tek başına elde edilemeyen kromat asiti, di­ ğeri bikromat asididir (H 2 Cr2 0 7). Kromat­ lar, birinci asidin tuzlarıdır. Bunlann en önemlisi, limon sarısında kristalleşmiş bir katı olan potasyum kromattır (K^CrOJ. Suda çözünen potasyum kromat zehirli­ dir. Kaynar bikromat çözeltisi, potasyum karbonatla işlenerek elde edilir. Bir kurşun tuzu çözeltisiyle karıştırdığında, boyacı­ lıkta kullanılan ve krom sarısı (P bCrö4) denen bir çökelti verir. Krom kırmızısı, bir bazik kurşun kromattır. Potasyum kromat çözeltisine bir asit ka­ tıldığında turuncu kırmızı bir renge bürü­ nür; derişimi artınldığında bikromat kris­ talleri (K jC rjö y) çökalir. Kromattan daha önemli olan bikromat, sanayide kromitin kalsiyum oksit (kireç) ve alkali bir karbo­ natla kavrulması sonunda elde edilir. Sül­ fürik asitle kanştınldığında (kromatosûlfûrik asit) organik kimyada yükseltgeme tep­ kimelerinde, örneğin aldehit ve ketonlann üretiminde yaygın olarak kullanılır. Boya­ cılıkta aşındıncı olarak işe yarar. Jelatini ışık altında çözünmez hale getirir. Fotoğ­ rafçılıkta kömürle birlikte kullanılır; derile­ rin sepilenm esinde temel bir maddedir. • Dünya üretimi. Dünya krom üretimi 10 Mt'un üzerindedir; bunun yarıdan çoğu­ nu Güney Afrika Cumhuriyeti (3,5 Mt) ile Kazakistan (2,7 Mt) üretir. Bu ülkeleri Ar­ navutluk, Finlandiya, Hindistan, Türkiye, Zimbabve, Brezilya ve Filipinler izler. Türkiye, krom üretimi bakımından dün­ yanın önde gelen ülkelerinden biridir. Doğada kromit yatakları halinde bulunan krom cevheri, Türkiye'de ilk kez, 1848' de Harmancıkta (Bursa) bulunmuştur. Ülkedeki kromit yatakları, başlıca altı bölgede toplanır: Guleman (Elazığ), Fethiye-Köyceğiz, Bursa-Eskişehir, Karsantı-Pozantı (Adana), Kopdağı ve AntakyaIslahiye-Maraş bölgeleri. Bu bölgelerde­ ki görünür ve muhtemel cevher rezervle­ rinin toplam 16,6 milyon ton, mümkün rezervlerin ise 17,8 milyon ton olabilece­ ği düşünülmektedir. Ülkenin en büyük krom rezervinin bulunduğu Elazığ'daki kromit yatakları 1914'te, maden mühen­ disi Abdullah Hüsrev Guleman tarafın­ dan bulunmuştur. Yatakların hesaplanan rezervleri, 10 milyon ton dolayındadır. Yıllık krom üretimi 0,5-1 Mt dolayında olan Türkiye'de, krom madenciliğiyle uğ­ raşan, 11'i kamu kesiminde olmak üzere toplam 74 işletme bulunmaktadır. An­ cak, ülkenin en büyük krom üretici kuru­ luşu, ETİBANK'tır. ETİBANK, Türkiye'nin toplam krom üretiminin % 40'ını gerçek­ leştirir. Kuruluşun, Guleman yataklarını işleten Şark kromları işletmesi 1939'da, Üçköprü maden işletmesi (Muğla) ise 1957'de üretime başlamıştır. Ayrıca, ETİBANK'ın bağlı işletmelerinden olan Orta Anadolu krom işletmesi'yle Kuzey Batı Anadolu krom işletmesi de üretim yap­ maktadır. Türkiye'de 1991'de 1,4 Mt krom cev­ heri ve 995 000 ton krom konsantre üre­ tilmiş, yurtiçi talep 418 000 ton, dışsatım ise toplam 577 000 ton krom cevheri ve krom konsantre olarak gerçekleşmiştir. • Metalürjisi. Çok zor işlenebilen krom cev-



sönmemiş kireç (CaO) vb sodyum karbonat (N ajCO j) karışımıyla havalı bir ortamda kavnüarak demir III oksit, kalsiyum ve sodyum kromat kanşımına dönüştürü­ lür Kalsiyum (C a C rö 4) ve sodyum (N a ^ rO J kromatlar, sodyum bisülfit etki­ siyle çözünebilen sodyum bikromatı verir örneğin kükürt gibi bir indirgenin etkisiyle turuncu kırmızı bikromat kristallerinden kı­ zıl derece sıcaklıkta krom III oksit (Cr2 Ö3 ) elde edilir: h e ri,



kromatografi Na2Cr20 7 + S -* Cr20 3+Na2S 04. Çözünen sodyum sülfat, çözünmeyen ok­ sitten yıkanarak ayrılır. Krom oksidin indir­ generek kromun elde edilmesi daha son­ ra Goldschmidt yöntemine göre gerçek­ leştirilir: krom oksit, alüminotermi tekniğiy­ le toz alüminyumla indirgenir; toz alümin­ yum bu sırada alümine (AI2C>3) dönüşür. Sünek krom, krom klorürün magnez­ yumla indirgenmesi sonunda elde edilir; magnezyum fazlası, boşlukta damıtılarak giderilir. Böylece toz halinde elde edilen krom, 1 100 °C'ta oksidinden arındırıla­ rak sinterlenir. Krom sülfat ve kromik asit çözeltisi, kurşun anotlar kullanarak elek­ troliz edilirse genellikle arı krom elde edi­ lir. • Kullanım alanları. Krom, atmosfer korozyonuna, kimi kimyasal etkenlere, yükseltgenmeye (koruyucu oksit filmi), aşınma­ ya karşı yüksek bir direnç göstermesi ve çok sert olması nedeniyle çelik ve öteki metallerin korunmasında kaplama olarak yaygın biçimde kullanılır. Krom kaplama, hem elektroliz, hem de ısıl işlemle (semantasyon) uygulanır. Elektrolitik krom kapla­ ma, kroma ve bezeme özelliklerinin öte­ sinde üstün bir sürtünme özelliği (sert krom, gözenekli krom) taşır; bu niteliğin­ den dolayı aşınan parçaları (alet takımla­ rı, mastarlar, erkek kalıplar [zımbalar], mil vb.) doldurarak eski kalınlıklarına getir­ mekte kullanılır. —iş hek. Kromik asitten ve bikromatlardan ileri gelen zehirlenmeler, meslek has­ talığı sayılan birtakım lezyonlara yol açar. Bu lezyonlar hem burunda, hem deride yaralara neden olur ve çok acı verir (güvercingözü). Ayrıca egzamamsı süreğen ya da nükseden deri iltihapları yapar. Te­ davi olarak öncelikle krom ve tuzlarıyla te­ ması önlemek ve yara bakımı yapmak ge­ rekir. —Metalürj. İlk kez 1847’de Junot tarafın­ dan gerçekleştirilmesine karşın elektroli­ tik krom kaplama sanayi alanında ancak 1920’den sonra gelişti. Günümüzde süs­ leme amacıyla ve atmosfer korozyonuna karşı dayanımı bakımından yaygın olarak kullanılmaktadır. Metalin fiyatı nedeniyle ve destek üzerine daha iyi bir yapışma sağlamak için, genellikle daha kalın bir ni­ kel katmanı üzerine ince bir kaplama ya­ pılır. Bu durumda, bazı çelik parçalar üze­ rine krom kaplamadan önce bakır ya da nikel kaplama yapılır. Elde edilen topla­ maya kromun paslanmazlık özelliğinden dolayı ortam havasında bozulmayan çok iyi bir parlaklık verilebilir. Krom toplama birçok ev eşyasını (kaşık, çatal, mutfak ge­ reçleri), mimari süsleme parçalarını, oto­ mobil ve bisiklet parçalarını korumada ve parlak görünmesi istenen her tür eşyada (cerrahi aletler, ölçme aygıtları) kullanılır. Klasik krom toplama banyoları 50 °C’a doğru ısıtılmış kromik asit ve krom sülfat çözeltilerinden oluşur; anotlar tercihen kurşundan olmalıdır. işlem koşullarını değiştirerek mat ya da parlak krom kaplamaları elde etmek ola­ naklıdır Kimi belli koşullarda, sert bir krom toplama elde edilir; bu toplamanın özel­ liği yüzeysel sertliğinin yüksekliği ve özel­ likle eskimiş sürtünme parçalarına dolgu yapmaya çok elverişli olmasıdır. K R O M A F İN sıf. (fr. chromaffine). Biyol. Krom tuzlarıyla kahverengiye boyanan ve bu maddelere karşı özel ilgi gösteren hüc­ relere denir. (Medüllosürrenal bölge kro­ matin hücrelerden [feokromlar] oluşur; kromatin tepki, bu hücreler içinde üreti­ len hormonun ilk biçimini meydana geti­ ren ince salgı taneciklerinin varlığına bağ­ lıdır.) K R O M A G O O sıf. (fr. chromagogue; yun. khroma, renk, ve agogos, ileten’ den). Tip. Karaciğerin, ton dolaşımına ve­ rilen bazı boya maddelerini alma ve saf­ ra yollarıyla atma işlevine denir. (Kromagog işlevin araştırılması, karaciğerin işlev­ sel durumu hakkında bilgi verir.)



KROMAJ a. (fr. chromage). Krom kap­ lamayla elde edilen metal yüzey. || Kromaj giderme, bir yüzey üzerindeki krom kat­ manını (kromaj) çıkarma.



KROMAJCI a. Elektrolitik krom topla­ ma işlemi uygulayan kimse (işlem sırasın­ da çözeltiden yayılan buharlara karşı ko­ runmak gerekir.)



KROMALÜMİNYUMLAMA a. Meta­ lürj. Metal yüzeylere uygulanan krom ile alüminyumun eşanlı yayınmasına daya­ nan ve özellikle yüksek sıcaklıkta yükseltgenmeye karşı büyük bir dayanım sağla­ yan işlem.



KROMAN a. (fr. chromanne). Org. kim. Formülü C9H80 olan bir benzopiranın yaygın adı.



KROMAT a. (fr. chromate). Anorg. kim. ikideğerli CrO^- anyonu içeren kromik asidin tuzu.



KROMATİK sıf. (fr. chromatique; yun. khromatikos'tan). Opt. 1. Renklere ilişkin. (Eşanl. RENKSER.) —2. Eskiden ışığın da­ ğılmasını, yeniden bileşimini, tayf çizgile­ rini vb.'yi inceleyen optik dalı için kullanı­ lıyordu. —3. Kromatik sapınç, diyoptrik bir sistemde, karmaşık bir ışığın, her dal­ ga boyu için özel bir odak uzaklığının var­ lığına yol açan dağılmasından kaynakla­ nan sapınç. —Biyol. Kromatik indirgeme, iki yavru hücrenin, ana hücrenin çekirdeğindeki kromozomların yalnız yarısını devralmaları olayı. (Bk. ansikl. böl.) —Güz. sant. Kromatik soyutlama, Newman, Rothko vb. tarafından yaratılan ve özellikle bir soyut resim türünü (color-field painting) belirten terim. —Müz. Kromatik aralık, aynı adı taşıyan, ama biri diyez ya da bemol almış iki ses arasındaki aralık. || Kromatik çalgı, tampere sistemin, bir oktav içindeki on iki yarım -tonunu verebilen çalgı, fl Kromatik gam, yarım-tonların art arda gelmesiyle oluşan gam. (Her tam sesi, iki yarım-tona bölün­ müş diatonik bir gamdır.) || Kromatik sis­ tem, bir oktavın on iki eşit aralığa bölün­ mesine dayalı sistem. (A. Schönberg'in, dizisel onikitonculukla sonuçlanan araş­ tırmaları, kromatik sistemden kaynaklan­ mıştır.) || Kromatik tür, modern besteciler­ de, kromatik aralıkların sistemli olarak kul­ lanılmasına dayalı müzik türü. (Diatonik tü­ rün karşıtıdır.) —ANSİKL. Biyol. 1883’te Belçikalı Van Beneden tarafından bulunan kromatik indir­ geme, erkek ve dişi gametlerin oluşumuy­ la sonuçlanan meyoz sırasında gerçekle­ şir. Meyoz birbirini izleyen iki mitozu kap­ sar: 1. kromozom sayısının yarıya indiği indirgemen ya da heterotipik mitoz (kro­ matik indirgeme); 2 . azalmış kromozom sayısını sabit tutan eşitsel ya da homeotipik mitoz. Kromatik indirgeme sayesinde gametler haploit n sayıda kromozoma sa­ hip olur; döllenme sırasında, zigot diploit 2n sayıda kromozomu yeniden bir araya getirir. Bunun sonucunda embriyon ana­ dan ve babadan aynı n sayıda kromozom alır; bu da kalıtsal özelliklerin soydan ge­ çişinde ana ve babanın eşit rol oynadığı­ nı gösterir.



KROMATİN a. (fr. chromatine). Genet. 1. interfaz sırasında hücre çekirdeğinin al­ dığı durum. (Hücre bölünmesi sırasında, kromatin kromozomlar halinde biçimlenir.) —2. Cinsellik kromatini, BARR CİSİMCİĞİ’ nin eşanlamlısı.



KROMATİT a. (fr. chromatide'den). Ge­ net. Kromozomun mitoz sırasındaki geçi­ ci durumu. —ANSİKL. Kromozom bölündüğü zaman kendisiyle özdeş iki kopya verir. Bunlar bir süre santromer hizasında birbirine bağlı kalır ve her birine kromatit denir. Sonra, metafazı izleyen evrede, kromatitler yav­ ru hücrelerin içine geçmek ve yeniden ba­ ğımsız kromozom haline gelmek üzere birbirinden ayrılır. Bazı teknikler, mitoz* sı­



rasında meydana gelen ve meyoz* bölün­ mede özdeş kromozomların birbirleriyle çaprazlaşmasını (crossing-over) andıran kardeş kromatitler arası değiştokuşları or­ taya çıkarabilir. Kardeş kromatitler arasın­ da gerçekleşen bu alışverişler ortalama olarak.çekirdek başına on kadardır. Bun­ lar bazen “ yamalı kromozomlar” denen damalı bir görünüm alır. Değiştokuş sayı­ sı bazı hastalıklarda ve bazı zehirli mad­ delerin etkisiyle artar.



7107



KROMATİZM a. (fr. chromatisme). Müz. Kromatik aralıklara dayalı besteleme yön­ temini kullanma.



KROMATLAMAa. Metalürj. Metal par­ çaların yüzeyinde karmaşık kromatlardan koruyucu bir katman oluşturmaya daya­ nan işlem. (Bu işlem boyaların yapışma­ sını kolaylaştırır.)



KROMATLANABİLİR sıf. Kim. Kromatlanabilir boyarmadde, elyafla çok sağlam bileşmeler oluşturmak üzere bir krom tu­ zuyla kompleks yapan asit boyarmadde. KROMATOFOR a. (fr. chromatophore). Biyol. 1. Pigmentleri biriktiren her çeşit bi­ yolojik yapı (hücre organiti, hücre, doku). —2 . Hayvanlar âleminde, renk uyumu sağlayabilen pigmentli altderi hücresi. —ANSİKL. Kromatoforlardaki başlıca pig­ mentler esmer melaminler, kırmızı-turuncu torotenoitler, kırmızı alloforlar ve renksiz olan, ama ışığı yansıtan ve kıran guanindir. Istotozda ve kabuklu deniz hayvanla­ rının birçoğunda pişirme sıcaklığında kır­ mızıya dönen bir kromatofor bulunur. Kafadanbacaklı yumuşakçalar'da altderide iki kromatofor tabakası vardır: sinirlere bağlı çok tosılgan hücrelerden oluşan yü­ zeysel bir tabaka ve kromatoforlar kasıl­ dığında mürekkepbalıkiarına sedef rengi­ ni veren guanin dolu elips biçiminde iridositlerden oluşan derin bir tabaka. Kabuklular'da, kromatoforlar, göz sapların­ da yer alan sinüs bezinin hormon etkisi altındadır. Omurgalılar'da, özellikle balık­ larda, amfibyumlarda ve sürüngenlerde bol bulunur. Kuşlarda ve memelilerde yal­ nızca melanoforlar vardır, fakat pigment­ ler üstderide ve deriyi koruyucu madde­ lerde (tüyler ve kıllar) yer alır. Bazı kroma­ toforlar sonradan üstderide yer değiştire­ bilir. Pigmentlerin kromatoforlar içinde yer değiştirmesinin denetimi hem sinir siste­ mine hem suyuk sistemine bağlıdır; sinir­ sel denetimi sempatik sistem, hormonsal denetimi hipofiz yapar. Bazı hayvanlar (yassıbalıklaı; bukalemun) renklerini bu­ lundukları ortama çok iyi uydurabilirler.



KROMATOGRAF a. (fr. chromatographe). Anal. kim. Kromatografi yöntemiy­ le yapılan çözümlemelerde kullanılan ay­ gıt. KROMATOGRAFİ a. (fr. chromatographie). Anal. kim. Bir karışımın bileşenleri­ ni, bunlara seçimsel ilgi gösteren iki ya da daha çok evreden oluşmuş sistemler ara­ sındaki farklı göçlerine bakarak tanımak, gerektiğinde niceliklerini belirlemek ama­ cıyla yapılan ve ayırma işlemine dayanan analitik yöntem. —ANSİKL. “ Kromatografi” terimi başlan­ gıçta, örneğin bitkisel pigmentlerde oldu­ ğu gibi cisimleri renklerine göre ayırma iş­ leminden kaynaklandı, ama zamanla uy­ gulama alanı oldukça genişledi. Kromatografi günümüzde son derece duyarlı ve etkin bir ayırma yöntemi olarak kabul edil­ mektedir. Duruma göre iki temel mekanizma uy­ gulanır: bileşikler ya iki sıvı evre arasında paylaşılır (bu durumda dağılım ya da pay­ laşım kromatografisinden söz edilir) ya da hareket halindeki bileşikler durağan totı bir evre yüzeyine bağlanır (bağlar yüzeysel ve fiziksel bir nitelik taşıdığında yüzde tutma kromatografisinden [tersinir bağ, bileşiğin bütünlüğünün korunması], buna karşılık hareketli ve yüzde tutulan bileşikler arasın­ da gerçek kimyasal bağlar oluştuğunda iyon değişimi kromatografisinden söz edilir).



kroman



kromatografi paylaşılır. Eşit hacimdeki durağan ve ha­ reketli sıvı içindeki bileşenlerin kütlelerinin birbirine oranı olan dağılım katsayısı, bi­ leşenlere göre değişir, bu da belli bir ay­ rılmaya yol açar Dağılım katsayısı en yük­ sek olan bileşen daha kolonun başında tutulurken, diğerleri giderek küçülen da­ ğılım katsayılarına göre sıralanır. Burada da ayırma bölümsel bir seçmeyle yapılır. Görece daha büyük nicelikleri ayırmada kullanılan kolon yerine, gözenekli katı ta­ şıyıcı olarak özel bir süzgeç kâğıdı da kul­ lanılabilir. Bu amaçla dikey olarak yerleş­ tirilen kâğıda hareketli bir sıvı (su) emdiri­ lir. Ayırma işleminden geçirilecek çözelti, genellikle organik bir sıvı içinde hareketli sıvı olarak ya üstten dökülür ya da alt bö­ lümden verilir. Üstten döküldüğünde ge­ lişme yerçekimiyle, alttan verildiğinde kıl­ callıkla sağlanır. Bu yolla elde edilen kro­ matografi, ikinci bir işlemle tamamlanır; bu işlem, kâğıdın dik bir doğrultuda 90° döndürülmesine, uygun seçiçi bir mad­ deyle yukarıdan ya da aşağıdan yıkanma­ sına dayanır: buna ikiboyutlu kâğıt kroma­ tografisi denir. • Gaz evreli kromatografi, özellikle son yıl­ larda gelişmiş, kısa sürede büyük önem kazanmıştır. Gaz evreli kromatografi şu il­ keye göre yapılır: uçucu bir sıvı ya da bir gaz karışımındaki bileşenleri ayırmak için bu karışım, taşıyıcı (ya da vektör) bir gaz işlevi gören hidrojen, helyum, azot, kar­ bondioksit vb. gibi bir başka gaz içinde seyreltilir. "Hareketli evre" olarak adlan­ dırılan bu karışım, hareketsiz ya da dura­ ğan evreyi oluşturan bir malzemeye ya da etkin kömür gibi bir katı ya da çoğunluk­ la dövülmüş tuğla gibi eylemsiz katı taşı­ yıcıya emdirilmiş az uçucu bir sıvıyla do­ lu uzun bir kolon üzerine gönderilir. So­ ğurucu, katı bir madde olduğunda yüz­ de tutma kolonundan, az uçucu sıvı em­ dirilm iş bir toz olduğunda dağılım kolo­ nundan söz edilir Buhar evrede kolon ba­ şından herhangi bir çözünen gönderildi­ ğinde, çözünen maddenin hareketsiz ev­ kolon taşıyıcı enjaktörden ayrıntı re tarafından tutulan bölümü ile hareketli evrede bulunan bölümü arasında kolonun her noktasında tam bir denge oluşur. Bir birim hacimdeki durağan ve hareketli ev­ rum için ayrı bir özen gösterilir ve genel­ relerde dağılan, çözünenin buhar kütle­ likle yüzde tutulacak ürünün türüne göre leri arasındaki orana, dağılım* katsayısı saptanır. Özellikle hayvansal ya da bitki­ (K) denir. Kolona katılan çözünen, kolonu, sel proteinlerin hidrolizi sonunda oluşan çözünen-hareketli evre çiftinin ayırtedici aminoasitlerin ayrılması, iyonsa! yüzde tut­ bir özelliği olan K katsayısına bağlı olarak ma kromatografisi'yle gerçekleştirilir. Bu belli bir zaman diliminde kateder Nitekim, amaçla karışım, sülfonlu polistiren reçinesi farklı dağılım katsayıları olan ve kromato­ benzeri, — SO3H, (—S O j, H +) gibi pek grafi kolonunun başından aynı anda ka­ çok asit grubu içeren ve makromoleküllü rışım a katılan değişik çözünenler, kolonu sentetik bir bileşik olan katyon değiştirici farklı sürelerde kateder ve böylece şu ya bir reçine üzerinden geçirilir. Aminoasidin da bu oranda ayrılırlar; çıkışa, ayarlanmış geçişi sırasında kimi pH sınırlarında R— uygun bir algılayıcı yerleştirildiğinde bile­ N H 3 katyonları durumunda bulunanlar, şenlerin hem tanınması sağlanır, hem de reçine tarafından tutulurken, H + iyonu nicelikleri belirlenir çözeltiye geçer (katyon değiştiricisi). Bağ­ Çözünenin bir kolonu katetmesi için ge­ lanma, aminoasidin türüne göre az ya da rekli olan süreye, "tutulma süresi” denir. çok kuvvetlidir; bu nedenle alkali bir çö­ Durağan evrelerin sınıflandırılm ası, çeşit­ zeltiyle yapılan bir seçme sonucu bir ay­ li çözünenlerin kutupluluğuna bağlı ola­ rılma sağlanır. Benzer koşullarda canlı rak yapılır; bu da kromatografik olarak ay­ hücrelerden elde edilen nükleik asitlerin rılacak bileşenlere göre durağan evrenin türevleri, anyon değiştirici bir reçine üze­ uygun bir seçimini gerektirir. rinden geçirilerek ayrılır. Seçmede, seyrelMaddeleri algılama sorunu, son dere­ tik hidroklorik asit çözeltisi kullanılır Bir do­ ce önemlidir, ayrıca algılam a her özgül ğal su, önce anyon ve daha sonra da kat­ duruma uyarlanabilmelidir. Pek çok du­ yon değiştirici reçineler üzerinden geçiri­ rumda ısıl iletkenlik özelliği olan bir algı­ lerek bileşim inde çözünmüş olarak bulu­ layıcı (katarometre) kullanılır; bu aygıt, me­ nan mineral tuzlarından arındırılır (yumu­ tal bir telin elektriksel direncinin sıcaklıkla şatma). Bu reçineler doygunluğa ulaştı­ değişmesi ilkesine bağlı olarak çalışır, için­ ğında kolayca yenileştirilir. de bir gazın dolaştırıldığı bir borunun ek­ • Dağılım kromatografisi, birbiriyle temas > senine göre yerleştirilen bu telin denge sı­ halinde bulunan, ancak kanşmayan iki sı­ caklığı, gazın ısıl iletkenliğine, dolayısıyla vı evre halinde ayrılacak kanşımın bileşen­ türüne bir karışım sözkonusu olduğunda lerinin gösterdiği çözünürlük farkından ya­ da bileşimine göre değişir. Kolondan çı­ rarlanılarak yapılır. Bu nedenle bir mad­ kan gaz, her zaman temel olarak, genel­ denin, bir çözücüyle özütlenmesine ben­ likle düşük oranda çözünmüş bir gazın zer. Bu yöntemde sıvılardan biri hareket­ karıştırıldığı taşıyıcı bir gazdan oluşur. Ta­ lidir ve ayrılacak karışımın çözücüsünü şıyıcı gazlar, her ikisi de görece iyi ısı ilet­ oluşturur, diğeri durağandır, kromatogra­ keni sayılan helyum ya da hidrojendir; bu fi kolonunda yalnız taşıyıcı işlevi görev gazlarda çözünmüş bir gazın bulunması gözenekli bir katida tutulur Ayrılacak ka­ ısıl iletkenliklerinin azalması, dolayısıyla firışım kolondan geçirildiğinde çözeltide lamanın denge sıcaklığının yükselmesi ve bulunan bileşenler iki çözücü arasında elektriksel direncinin artması biçiminde • Yüzde tutma kromatografisi'nde, uygun biçimde seçilen bir katının, bir karışımın çeşitli bileşenlerine karşı gösterdiği yüz­ de tutma farkından yararlanılır. Katının yü­ zünde tutamadığı bir çözücü içinde çö­ zünen bu karışım, dikey kolona toz biçi­ minde konan yüzde tutucu bir maddenin içinden geçirilir. Bu sırada yüzde tutulma farkından dolayı bir ayrılma olur; çünkü karışımdaki bir bileşen ne kadar az bir kuvvetle yüzde tutulursa o kadar aşağı­ da bağlanır. Bu şekilde elde edilen bir kromatogram, çoğu kez kolon bölümlenerek tüm bileşenlerin aynlmasını sağlayacak bi­ çimde yürütülür; ama ayırma genellikle seçme yoluyla yapılır. Yukarıdan kolonun tepesinden dökülen uygun seçilm iş bir çözücü (seçen), karışımın bileşenlerini çö­ zerek aşağıya doğru sürükler. Kromatogram, kolonun tabanına doğru düzleşir; yeterli oranda seçen katılırsa karışımın bi­ leşenleri kolon dibinde, seçen içinde çö­ zelti halinde yeniden kazanılır. Yüzde tutma katiları alümin, kalsiyum karbonat, magnezya, kömür, nişasta, se­ lüloz vb. olmak üzere çok çeşitlidir. Yüz­ de tutma katisının seçiminde her özel du-



710 8



kromatografi aygıtı



sıvı evrede kolon kromatografisi donanımı



fenol 25 ppm



metakrezol 20 ppm klorobenzen 20 ppm



suda Idorobenzen ve fenollerin ayranı kromatografisinde elde edilen diyagram milyonda 1 [1 ppm])



kendini gösterir. Bu ilkeden yola çıkılarak gaz bileşiminin çok az oranda değişmesi halinde bile duyarlı olan hücreler yapıla­ bilir; böylece 0 , 1 ppm düzeyindeki (mil­ yonda bir) bir duyarlılık bile algılanabilir Yoğunluk, yanma ısısı, manyetik mıkna­ tıslandık vb.’nin ölçümüne dayalı diğer gaz algılayıcılan da doğal olarak kullanı­ lır. Aşırı duyarlı, ama özgül olan algılayıcı­ lar, iyonlaşmış gazların özelliklerine daya­ nır; iyonlar yüksek sıcaklıklarda (alev iyon­ laştırmak algılayıcı) ya da ışınım larla uya­ rılan atomların çarpışm ası sonunda (elek­ tron kapılmak algılayıcı) elde edilir. • Pelte geçirimli kromatografi'ye kimi za­ man pelte üzerinde süzme de denir. Pel­ te geçirimli kromatografi, sentetik polimerlerde olduğu kadar biyolojik ürünler ala­ nında da önemli bir gelişm e göstermiştir. Bu yöntemde moleküller, ağlaşık ya da şişkin bir polimer peltesinin gözeneklerin­ den geçebilm e özelliklerine bağlı olarak boylarına göre ayrılır. Farklı boylarda mo­ leküllerden oluşan bir çözelti, bu tür bir pelteden geçirilm ek istendiğinde, irilikleri belli bir boyutun altında olanlar, gözenek­ lere girer ve kolondan geçişleri böylece gecikir; buna karşılık diğer moleküller po­ limer tanelerini ayıran aralıklardan çözü­ cüyle birlikte sürüklenerek akıp gider. Böylece moleküller, en irilerinin en önce çıkması yoluyla boylarına ya da başka bir deyişle kütlelerine göre ayrılır



KROMATOGRAM a. (fr. chromatogramme). Anal. kim. Kromatografi yönte­ miyle elde edilen diyagram. K R O M in O Ü Z a. (fr. chromatolyse). Nö-



robiyol. 1. Metabolizmaları çok bozuldu­ ğu zaman hücre çekirdeklerindeki kroma­ tinin değişim e uğraması ve/ya da kaybol­ ması. — 2. Sinir hücresi (nöron) zedelen­ dikten ya da ana uzantısı kesildikten son­ ra hücre gövdesindeki kromofil maddele­ rin (Nissl cisim cikleri) değişim e uğraması ve/ya da yozlaşması yahut kaybolması. (Eşanl. KROMOFİLLİZ.) KROMATOPLAZMA a. (fr. chromatoplasme; yun. khroma, renk, ve plasma, bi­ çim lendirm eden). Gyanophyceae fa­ milyasından suyosunlannda hücrenin için­ de çepeçevre pigmentlerle (aklorofili, karotenoitler, fikosiyanin, fikoeritrin, vb.) yük­ lü olan bölga K R O M A TO P S İ a. (fr. chromatopsie; yun. khroma, renk, ve opsis, görüş'ten). Fizyol. Renklerin görsel algılanm ası.



KROMATOSİT a. (fr. chromatocyte). Biyol. Bir ya da birkaç pigment içeren hücra KROMATOSÜLFÛRİK sıf. (fr. sulfochromique’\en). Anorg. kim. Çoğunlukla yükseltgen olarak yararlanılan, sülfürik asit -kromik asit (ya da potasyum bikromat) karışımı için kullanılır.



KROMDİOPSİT a. (fr. chromdiopside' den). Miner. Kromlu piroksen türü. KROMERİZ, esk. Kremeler, Çek Cumhuriyeti'nde kent, Moravya'nın güneyin­ de, Morava kıyısında; 20 600 nüf. Barok üslubunda şato (tarih müzesi, kütüpha­ ne, tablo sergisi); gotik ve barok üslu­ bunda kiliseler. Besin sanayileri. —Tar. 1848 ayaklanması üzerine ülke­ den kaçan Avusturya parlamentosu Kromeriz'e sığındı ve birkaç ay boyunca bu­ rada toplandı.



KROWH4DHOZ ya da KROMİDROZ a. (fr. chromhidrose ya da chromidroSa-, yun. khromo, renk, ve hidros, ter'den). Tip Çok ender olarak bazı kişilerde derinin sı­ nırlı bir bölgesinde görülen, san, kırmızı, siyah, mavi ya da yeşil renkte terleme. (Genellikle koltukaltında görülen kromhidroz çoğu zaman mikroplardan ileri gelir. Mavi terin [siyanhidroz] nedeni piyosiyanik basil olabilir.)



kromonema KROMİ a. (fr. chromie). Hematol. Alyu­ varlardaki hemoglobin yoğunluğu. (Kan­ dan bir parça alıp lam üstüne yayıldığı za­ man az ya da çok parlak kırmızı renkte ortaya çıkar.) KROMİDİ a. (fr. chromidie). Bakteriyol. Bakterilerde görülen ve boya tutma özel­ liği olan taneciklere verilen ad. (Kromidiler dağılmış bir çekirdeğin parçaları sayı­ lır.)



KROMİDROZ ->



KROMHİDROZ.



KROMİK sıf. (fr chromique). Anorg. kim. Formülü C r0 3 olan ahnidrit, buna denk düşen asitler ve ikideğerli kromat anyonu (CrÖ f- ) için kullanılır.



KROMİL a. (fr. chromyle). Anorg. kim. Formülü C r02 olan ikideğerli kök. (Örne­ ğin kromil klorür [C rO jC y.)



KROMİT a. (fr. chromite). Miner. Krom cevheri olarak işletilen, FeCr20 4 formü­ lündeki mineral türü. (Eşanl. KROMOFERRİT, KROMLU DEMİR.)



—ANSİKL. Yoğunluğu 4,32 ile 4,56 arasın­ da değişen, sertlik derecesi 5,5 olan kromit, kübik sistemde yer alan bir spineldir. Serpantinle birlikte sekizyüzlü küçük kris­ taller biçiminde Güney Afrika, Türkiye ve Yeni Kaledonya'da bulunur; bileşiminde o/o 44-64 kromik oksit, % 0-18 magnezya ve % 19-38 demir II oksit vardır Krom cev­ herlerinin en önemlisidir. Güç eriyen, ate­ şe dayanıklı malzeme olarak da kullanılır.



KROMİT a. (fr. chromite). Anorg. kim. K rom it asidi a n hidritin in , form ülü Cr20 3 nM20 olan çift tuzu. (Örneğin kal­ siyum kromit [C atC rO ^].)



KROMLAMA a. M e ta lü rj. K ro m la sem a ntasyon yöntem i. (ISIL KROM k a p l a m a d a den ir.) [B k. ansikl. b ö l.] —Tekst. Mordanlamak ya da boyama iş­ leminden sonra kimi boyarmaddelerin dayanıklığını artırmak için bir kumaşı krom tuzu banyosuna daldırmak işlemi. —ANSİKL. Metalürj. Bu ısılkimyasal işlem, demir alaşımlarının aşınmaya ve korozyona karşı yüzeysel dayanımını iyileştirmeyi amaçlar. J. Laissus'ün 1925’teki çalışmalanndan sonra, patenti alınmış birçok yön­ tem (fransız Galmiche-Onera yöntemi; al­ man Becker, Daeves, Steinberg yöntemi; Samuel'in İngiliz “ Dikrom” yöntemi ve amerikan "Chromalloy” yöntemi) kullanıl­ maya başladı. Bu yöntemler 900 ile 1100 °C arasında yer alan semantasyon sıcak­ lığı ile krom, ferrokrom ve halojenür toz­ ları (amonyum flüorür, amonyum klorür, amonyum iyodür) kanşımından oluşan se­ man tipi bakımından farklılık gösterirler. Kromlama sıcaklığında tutma süresi işlem sıcaklığına ve istenen kromlama derinli­ ğine (0,02 mm'den 1 mm’ye) bağlı olarak 1 ile 8 saat arasında değişir, işlenen çeli­ ğin türüne göre ya derin bir kromlama (milimetrenin onda birkaçından 1 mm'ye) ya da sert bir kromlama (yaklaşık 1 500 Vickers’lik sertlik) elde edilir. Karbonca zengin çelikler, krom karbür oluşumuyla kromun yayınmasına karşı koyan karbon nedeniyle, kalın bir kromlamaya elverişli değildir. Bu yöntem uçak parçalarına (kü­ çük kanalar, yanma odaları), fırın öğe­ lerine, takımlara, borulara, sinterlenmiş demir parçalara, saclara vb. uygula­ nır.



■KROMLEK a. (ing. cromlech; vvelsh di­ linde "yuvarlak" anlamında crom ve “ taş" anlamında llech’ten). Arkeol. Bir çember oluşturacak biçimde dizilmiş menhirler ya da dikine oturtulmuş taşlar topluluğu. (En önemlisi Ingiltere'deki Stonehenge'dir Morbihan körfezindeki Er Lanic’te bulunan çifte kromlek, iç içe iki çemberden oluşmuştur; dış çemberde yer alan taşlar deniz seviye­ sinin yükselmesiyle sular altında kalmış­ tır)



KROMLU sıf. Krom içeren bir cevher ya da bir alaşım için kullanılır. —Deric. Kromlu deri, krom tuzlarıyla se­ pilenmiş deri.



—Miner. Kromlu demir, KROMİT'in eşan­ lamlısı.



KROMME R İJN , Ren ırmağının kolu, Hollanda’da, Wijk bij Duurstede'de, Lek ve Utrecht arasında bir gideğen oluşturur. (Utrecht’in ötesinde, "Eski Ren” [Vecht Rijn] adını alır.)



KROMNA, bugün K urucaşile. Tar. coğ. Anadolu'nun Paphlagonia bölgesinde, Karadeniz kıyısında eskiçağ kenti. Homeros'un İlyada adlı yapıtında, Truva’nın yar­ dımına koşan Paphlagonialılar'ın oturdu­ ğu kentler arasında Kromna’dan da söz edilir. KROMOBLASTOMİKOZ a. (fr. chromoblastomycose; yun. khroma, renk, ve blastos, tohum, mycose, mantar’dan). Dünyanın her tarafında, ama daha çok tropikal ülkelerin kırsal kesimlerinde, eriş­ kin kişilerde, bacaklarda görülen siğil gö­ rünümünde deri mikozu (mantar hastalı­ ğı). [Eşanl. KROMOMİKOZ, l a n e v e p e d r o SO HASTALIĞI.] — ANSİKL. Hastalığa neden olan mantar­



lar özellikle phialospora (adelomycetes, hyphomycetes) cinsindendir (Phialospo­ ra verrucosa [Medlar, 1915], P. pedrosoi ve P. compacta [Emmons, 1944]), ama cladosporum cinsi mantarlar da (ade­ lomycetes, hyphomycetes) aynı hastalığı yapabilir (Cladosporum carionii [Trejos, 1954]). Mantarlar canlılığını yitirmiş ölü odunda bulunur ve bir yaralanma sırasın­ da deriye girer. Sayısız klinik biçimin en sık görüleni siğil halindeki kromoblastomikoz ülserleşebilir ve buna eklenen bir mikrop enfeksiyonu yüzünden sızıntılı hale gelebilir Kromoblastomikoz bazı olgular­ da elefantiyazisle birlikte olabilir ve o za­ man beyin apselerine yol açabilir. Hasta­ lık ameliyatla kesip çıkarma dışında 5 -fluorositozin ve tiyabendazol ile de teda­ vi edilir.



KROMODİNAMİK a. (fr. chromodynamique). Tem. parç. Kuvantum kromodinamiği, noktasal kuarklar arasında, "renk alanı" denen bir alanın kuvantumları ola­ rak kabul edilen glüonlar aracılığıyla olu­ şan etkileşimler gibi kuvvetli etkileşimle­ re ilişkin kuvantum kuramı. (Kimi deney­ sel gerçeklemeleri yapılmış olan bu ku­ ram [Spear ve Petra çarpışma halkaların­ da glüon huzmeleri gözlemi], kuvvetli et­ kileşimleri olan elektromanyetik etkileşim­ ler için kuvantum elektrodinamiğinin ben­ zeridir.)



rilere [örneğin kolonileri turuncu olan al­ tın sarısı stafilokoklar ile kolonileri mavi olan piyosiyanik basil bu türdendir] veri­ lir.) ♦ a. Kromogen madde.



KROMOGENEZ ya da KROMOJENEZ a. (fr. chromogenĞse; yun. khroma, renk, ve genesis, doğuş, oluş'tan). Biyo­ kim. Pigment ya da başka bir renkli mad­ de oluşumu.



KROMOGLİKAT a. (fr. cromoglycate' tan). Bazı astımların tedavisinde kullanı­ lan kromon türünden madde. — ANSİKL. Disodyum kromoglikat, solu­ num yollarındaki mastosit hücrelerden histamin salıverilmesini engeller Alerjik kö­ kenli astımlarda koruyucu olarak kullanı­ lan bir ilaçtır. Bir turboinhalatörle toz ha­ linde ağızdan soluk yoluyla alınır. Kro­ moglikat ayrıca alerjik nezle ve göz has­ talıklarının tedavisinde damla ve sıvı hal­ de de kullanılır. KROMOJEN ->



KROMOGEN.



KROMOJENEZ -*



KROMOGENEZ.



KROMOLİTOGRAFİ a. (fr. chromolithographie). 1. Taşbaskıyla, arka arkaya basım yaparak, çokrenkli resim kopyası elde etme yöntemi. —2. Bu yöntemle el­ de edilen prova. — ANSİKL. Önceleri Ingiltere’de uygulanan bu teknik, 1866’ya doğru, bu işe İngilte­ re’de başlamış olan Jules Châret tarafın­ dan Fransa'ya götürüldü. Kromolitografi, o zamana kadar siyah-beyaz çekilip son­ ra şablonda renklendirilen estamp ve ki­ tap süslemelerinin renkli baskı yöntemidir Çizgiler gölgesiz ve iyice belirginleştirilmeden resmin çevre çizgisi bir taşbaskı lev­ hasına çizilir. Bu taşbaskıdan baskıdaki renk sayısına göre levha üzerine kalıp çe­ kilir. Bu levhalardan her birine kurşunka­ lem ya da taşbaskı mürekkebiyle, değişik baskılar üst üste getirilerek istenilen sonu­ cu elde etmek için, yoğunluğu baskı mü­ rekkebinin yoğunluğuna uyacak tekdüze ya da griye çalan (noktalama, tarama, vb) renkler konulur. Bazı afişler, estamplar, ki­ tapseverler için hazırlanmış kitapların re­ simleri, resim, çinko üzerine yapılmış ola­ rak, baskıysa taşbaskı presinde ya da of­ set makinesinde olmak üzere hâlâ bu tek­ nikle, yapılır.



KROMOFOR sıf. (fr chromophore). Org. kim. 1, Organik bir bileşiğe renk veren doymamış işlevsel bir grup için kullanılır. —2. Yüzde tutma bandının morötesi için­ de bulunmasıyla belirginleşen doymamış işlevsel bir grup için kullanılır.



KROMOOEN ya da KROMOJEN sıf. (fr. chromogĞne'den). Kim. ve Biyokim. Renkli madde veren bir ürün için kullanı­ lır. (Bu sıfat özellikle 1. kendisi renksiz ol­ duğu halde kimi ayraçların etkisiyle renkli ürünler oluşturabilen [örneğin ürobilin kromogeni]; 2. kendi kolonilerini boyamak üzere renkli madde salgtlayabilen bakte­



(Spomon R == H



metil-3 kromon R =



CHa



KROMOMER a. (fr. chromomöre-, yun. khroma, renk ve meros, kısım'dan). Biyol. Kromozomdaki kromonema şişkinliği.



KROMOFAJ sıf. (fr. chromophage; yun. KROMOMİKOZ a. (fr. chromomycose). khroma, renk, ve phagein, yemek’ten). Bi­ KROMOBLASTOMİKOZün eşanlam lısı. yol. Pigmentleri tahrip eden hücrelere de­ UKROMON a. (fr. chromone). Org. kim. 1. nir.' Formülü C9H60 2 olan bir benzopiron’un KROMOFERRİT a. (fr. chromoferrite). yaygın adı. —2. Daha genel olarak kroMiner. KROMİT’in eşanlamlısı. mondan türeyen bileşik. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Kromon, sentetik olarak üreti­ KROMOFİL sıf. ve a. (fr. chromophile\ lebilmektedir, ancak tedavide, dişotundan yun. khroma, renk, ve philein, sevmek’ (Ammi visnaga [maydanozgiller]) özütleten). Biyol. Boyarmaddelere büyük bir tut­ nen kellin, visnadin gibi alkaloitler ile bun­ kunluğu olan (normal ya da patojen) ba­ ların bir türevi olan metil-kromon kullanı­ zı organizmalara ya da hücrelere denir. lır. Bu bileşiklerden özellikle düz kaslar için KROMOFİLLİZ a. (fr. chromophyllise). spazm çözücü ve koroner damarları g e ­ KROMATOLİZ'in eşanlam lısı. nişleticisi olarak yararlanılır. KROMOFOP sıf. (fr chromophobe-, yun. K R O M O M E M A a. (fr. chromonöma; khroma, renk, ve phobos, korku ’dan). Bi­ yol. Boyarmaddeleri hiç tutmayan ya da kötü tutan hücrelere ya da dokulara de­ nir.



7109



Ph. Beuzen-Top







Drpmberg kromleki Glandore dolaylan (Cofcaigh yönetim bölgesi, İrlanda) İ.Ö. 1500



0 ,2 ila



ç a p la r: 2 nm



1



2



3



4



0,5/4m.



10



5



insan kromozomlarının yapısı 1 .1 2 .8 3 .1 4 4 .21 .



no.'lu kromozom; no.'lu kromozom; no.’lu kromozom; no.’lu kromozom; 5. DNA; 6. Açılmış nükleozom; 7, Derişik nükleozom; 6. Kromomerler ve kromatin bantları; 9. Bant halinde kromozom; 10. Sarmal kromozom; 11. Tıkız kromozom.



yun. khroma, renk, ve nema, -atos, iplik’ ten). Biyol. Kromozomdaki sarmal eksen ipliği. KROMOPLAST a. (fr. chromoplaste). Bot. içine karotenoit pigmentlerin çökelmiş olduğu plast. (Kromoplastlar bazı meyvelerin, çiçeklerin, tohumların, hatta köklerin ve sapların renklenmesini sağlar. Bunlar çoğunlukla kloroplastların dönüşü­ müyle türer.)



KROMOPROTEİN a. (fr. chromoprotĞine). Biyokim. Prostetik tetrapirrollu grubu genellikle bir metal (demir, mağnezyum) içeren renkli heteroprotein. (Kromoproteinler grubu hem sitokrom, katalaz, peroksidaz gibi enzimleri, hem de hemoglobin, siderofilin, serüleoplasmin gibi proteinle­ ri kapsar.) [Eşanl. k r o m o p r o te İt.] KROMOPROTEİT a. (fr. chromoprotĞide'den). Biyokim. eşanlamlısı.



Herve-Chaumeton



KROMOPROTEİN’in



KROMORADYOMETRE a (fr. chromoradiomâtre’den). X ışınlarının nitel öl­ çümünde kullanılan aygıt. (Eşani. r a d YOKROMOMETRE.) KROMOSFER a. (fr. chromosphĞre). Gökbil. RENKKüRE’nin eşanlamlısı. KROMOSİSTOSKOPİ a. (fr. chromocystoscopie-, yun. khroma, renk, kystos, idrar torbası, veskopein, bakmak, gözlemek’ten). Böbreklerle atılan bir bo­ yarmadde şırınga edildikten sonra, her bir üreterden gelen idrarın sistoskopi ile in­ celenmesi.



KROMOTERAPİ a. (fr. chromothĞrapie-,



kromozomlar (prometafaz evresinde insan akyuvarında kromozomlar) [resim elektronik mikroskopta çekilmiştir; büyütme: 69 450] Herve-Chaumeton



yun. khroma, renk, ve therapeuein, tedavi etmek'ten). Tip. RENK* TEDAVİSİ’nin eşan­ lamlısı.



KROMOTİPOORAFİ a. (fr. chromotypographie). Tjpografla renkli baskı işle­ mi; bu işlemle elde edilen prova.



KROMOTROP a. (fr. chromotrope). Boyarmad. Genellikle kromotropik asidin diazolarla kenetlenmesi sonunda elde edi­ len ve yünün, boyanmasında kullanılan boyarmaddelerin genel adı. (Kromotropik asitten türetilen azolartn kendileri de birer boyarmaddedir, ancak boyamanın ardın­ dan bir kromlama işlemi uygulandığında kalıcılık ve görünüm bakımından yeni bir renk elde edilir.)



KROMOTROPİK sıf. (fr. chromotropique). Kim. Kromotropik asit, dioksi-3-6 naftalen disülfonik 1-8 asit; a-naftotrisüifonik asidin alkali ortamda eritilmesi so­ nucu elde edilir;- sanayide "kromotrop” denen kromlu bir dizi boyarmaddenin üretiminde kullanılır. ■ KROMOZOM a. (fr. chromosome). 1.



akyuvarında kromozom bantlarının görünüşü) [resim elektronik mikroskopta çekilmiştir; büyütme: 19 000]



Kalıtımın maddi dayanağı olan çomak bi­ çimindeki yapı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Eşey kromozomu, cinsiyetin belirlenmesinde rol oynayan özel kromozom. (Bk. ansikl. böl J || iki değerli ya da ikiz kromozom, DİYAD’ın eşanlamlısı. || Philadelphia kromo­ zomu, iki uzun kolu koptuğunda 22 no.’lu kromozoma verilen ad. (Bu kromozoma süreğen miyeloit lösemili hastaların hüc­ re karyotiplerinde rastlanır.) —ANSİKL Kromozomlar ancak hücre bö­



0 ,7 ila



1,2um.



11



lünürken (mitoz) belirlenebilirler, çünkü enterfazda, yani hücre dinlenme halindey­ ken açılmış olduklarından teker teker belirlenemezler. O zaman kromatin ağı ha­ lindedirler. Kromozomlar, çekirdeksiz olan alyuvarlar dışında, organizmadaki tüm hücrelerde vardır. Bakterilerde (ve prokaryotlarda) kalıtım maddesini, sitoplazmanın içinde halka biçiminde yer alan çıplak bir DNA molekülü oluşturur. Canlı yaratıklar sıralamasında üst düzeylere çıkıldıkça çe­ kirdek belirginleşir (ökaryotiar) ve kromo­ zomların ortaya çıktığı görülür. • Sayı. Kromozomların sayısı türden türe değişir. Ama tümünde (ya da tüme yakın) çifttir. Gerçekten de canlılarda N sayıda çift kromozom vardır: N’ye haploit sayı, 2N'ye diploit sayı denir. 2N kromozomlar, N - 1 sayıda özdeş çift kromozom (bun­ lara “ otozom” denir) ile birbirine benze­ meyen, bazen “ gonozom” adı verilen bir çift cinsel kromozomdan oluşur. Erkeğin heterogametli olduğu türlerde (insanda ol­ duğu gibi) erkekte bir XY çifti, dişide bir XX çifti bulunur. Kuşların çoğunda dişi heterogametlidir. Bazı nadir türlerde erkek X, dişi XX’tir. insan türünde kromozom sa­ yısı 2N = 46'dır. Yani 22 çift otozom ve bir çift cinsel kromozom vardır (Tjio ve Le­ van 1956). [-* KARYOTİR] Diploit sayı ör­ nekleri: sirkesineği 8 ; kurbağa 26; çekir­ ge 30; tavuk 30, artı "toz” halinde birçok parçacık; fare 42; koyun 54; keçi 60; tav­ şan 44; tütün 48. • Biçim, boy. Kromozomlar yalnız hücre bölünmesi sırasında ve özellikle metafaz evresinde saptanabilir. Uzunluklar 5 ila 15 »i arasında değişir. Üzerinde, yeri kromo­ zoma göre değişik olan ve “ santromer” adı verilen sabit ve değişmez esas bir bo­ ğum, bir de sabit olmayan ve her zaman bulunmayan ikincil boğumlar vardır. • Yapı. Kromozomlar, molekül yapısı çok iyi bilinen uzun dezoksiribonükleik asit zin­ cirlerinden (DNA) ve "histon" denilen özel proteinlerden oluşur. Kromozomların ya­ pısının üçlü olduğu düşünülmektedir. Ana yapı, “ nükleozom” denen 4 protein alt -biriminden (histonlar) oluşan öğelerin çevresine dolanmış olan bir DNA mole­ külüdür. Zincir bir nükleozomun çevresi­ ni 2 kez dolandıktan sonra serbest hale geçer. Sonra bir başka nükleozomun çev­ resini 2 kez dolanır ve böyle sürer gider. Bu ana yapı sarmal hale gelerek bir ikin­ cil yapı oluşturur; bu yapı ortadaki bir pro­ tein ekseniyle eklemlenerek, kuyruklular­ da olduğu gibi, kromozom tomarları ha­ linde büyük halkalar oluşturur (bu da üçüncü yapıdır). DNA zincirlerinin, özgül proteinlerin bireşiminden sorumlu “ gen” denilen işlev birimleri halinde düzenlen­ miş oldukları bilinmektedir. Genlerin uzun­ luğu 1 000 ila 2 000 çift nükleotit dolayın­ dadır. Bununla birlikte mikroskopta görü­ lemezler. Sirkesineğindeki gibi dev kromo­ zomlarda gözle görülebilen açık ve koyu bantlara bakılarak bazı genlerin konumu ve topografik bozuklukları ile bunlar ara­ sında bir paralellik kurulabilir. Bugün in­ san türünde 300’den fazla genin yeri bi­ linmektedir. • Kromozomları inceleme teknikleri. Bu tekniklerin ilkesi şudur: aynı anda bölünen çok sayıda hücre elde etmek, bölünmeyi



metafaz evresinde durdurmak (kromoj zomların belirginleştikleri tek evre bu ol­ duğundan) ve kromozomları yayarak bir düzlemde tespit etmek. Bu amaçla başlıca 2 tip hücre kullanı­ lır, fibroblastlar ve akyuvarlar. Fibroblastları elde etmek için deri ve aponevroz par­ çalarından yapılan bir doku kültürüne ge­ reksinme vardır ve tekniğin tümü için 10 ila 15 gün gereklidir. Akyuvar kullanan tek­ nik için birkaç damla kan ve 3 günlük bir üretim yeterlidir. Bundan ötürü ötekinden daha kolaydır ve kullanımı olağanlaşmış­ tır. Fibroblast kültürü, ancak ikinci bir do­ ku incelenmek istendiğinde ve özellikle bir kromozom mozaiki araştırmakta kullanıl­ maktadır. Akyuvarlar canlı bünyesinde bölünmez­ ler. Bununla beraber, bazı maddeler ek­ lenerek in vitro bölünmeleri sağlanabilir; bunun için en etkili madde fasulyeden (Faseolus vulgaris) elde edilen ve “ fitohemaglütin” denilen bir polisakkarit -proteindir. Fitohemaglütin 24 saat içinde bir hücre bölünmesi başlatabilir ve en yüksek bölünme düzeyine 60. ya da 70. saatte ulaşılır. Ondan sonra hücre bölün­ mesi kolşisin eklenerek metafaz evresin­ de durdurulur. Kromozomları yaymak için de hücre hipotonik bir sıvıyla şişirilir, son­ ra hücreler tespit edilir ve böylece hücre bölünmeleri incelenebilir ve karyotipler saptanabilir. İnsan karyotipinin saptanmasında kul­ lanılan eski ve klasik teknikler kromozom kollarının homojen bir yapıda olduğunu göstermektedir. Bu yapı bazı kromozom­ ların kesin biçimde ayırt edilmesine yara­ madığı gibi bazı yapısal değişimlerin (özellikle translokasyonların [yer değiştir­ meler]) belirgin olarak görünmesine de yaramaz. Caspersson ve Zech ilk kez 1970‘te, her kromozom çiftindeki karakte­ ristik bantların tam bir topografisini orta­ ya çıkaran ve flüorışıyla çalışan bir kromo­ zom inceleme tekniği geliştirdiler. Bu tek­ nikte saptanmış olan kromozomlar çeşitli kinakrin türevleriyle (sıtma ilacı) ka­ rıştırılır, sonra mikroskopta morötesi ışın al­ tında incelenir. Az çok flüorışıl hale gelen bantların almaşma durumuna bakılarak karyotipteki kromozom hiçbir karışıklık ol­ madan belirlenir. Daha sonra, daha basit yöntemler de geliştirildi. Bu yöntemler de yukarıda be­ lirtilen topografileri ortaya çıkarır, ama göz­ le görülebilen ışınlar altında gözlenepilmelerini sağlar. Bunlarda hücre preparatları çeşitli işlemlerden geçirilir: ısı, PH de­ ğişikliği ya da proteolitik enzimlerle (pro­ teinleri sindiren proteaz, tripsin) sindirme. Ondan sonra preparatlar her zaman kul­ lanılan boyalarla (özellikle Giemsa) boya­ nır. Böylece, flüorışı altında göründüğü gi­ bi her kromozom için belirgin koyu ve açık renkli bantlar görünür hale gelir ve kro­ mozom tam saptanmış olur. Bu teknikler, kromozomlara bağlı birçok yeni sendromun tanımlanmasını sağlamıştır. Eski tek­ niklerle saptanmış olan kromozom sendromlarına (21, 18, 13 trizomileri, kedi mi­ yavlaması hastalığı vb.) bu yeni sendromların eklenmesiyle bugün bilinen sendrom sayısı 70’e ulaşmıştır. Bunların tümü do­ ğuştan şekil bozuklukları, az ya da çok ile­ ri derecede duyusal ve devimsel gelişim geriliği gibi çeşitli yapısal bozukluklardan sorumludur. X ve Y cinsel kromozomların­ daki anomaliler de pek çoktur ve cinsel gelişme anomalileri biçiminde ortaya çı­ kar, ama zekâ geriliği olmayabilir. • Türlerde kromozom evrimi. Grouchy ile Yurleau’nun çalışmaları (1972, 1980) sa­ yesinde, insanın ve insansı maymunların (şempanze, goril, orangutan) evrim süre­ cinde, kromozomların geçirdiği değişim­ leri büyük bir kesinlikle izleyebilme olanağı’doğdu. Bu bilginler, sözkonusu türle­ rin, görünüşte çok basit ve az sayıda de­ ğişimle birbirinden “ ayrıldığım” gösterdi­ ler: 1. Akrosentrik kromozomlar arasında bir sentrik kaynaşma olmuştur. Bu birleş­ me anılan üç primattaki 48 kromozomun,



insanda 46’ya inmesini açıklamaktadır. İn­ sandaki ikinci kromozom insansı may­ munlardaki iki akrosentrik kromozomun karşılığıdır; 2. çeşitli filumlarda meydana gelen ona yakın perisentrik sapma. Bu değişim, aynı kromozomun santromerin iki yanından kırılması ve kopan parçala­ rın, santromeri taşıyan orta bölümün ters dönmesinden sonra yeniden yapışmala­ rıyla belirgindir. Bu gözlemler, dört türün ortak atasının karyotipini yeniden kurma olanağını sağ­ lamıştır. Bu değişimlerin, ancak kendi ara­ larında ya da kendi soyundan biriyle birleşerek üreyebilen birey gruplarını, yavaş yavaş ayırıma uğratarak yeni türlerin oluş­ masını sağladığı ve böylelikle yakın akrabalararası birleşmelerin türlerin gelişimin­ de önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır Bu değişimlerle önceden ayırıma uğramış bi­ rey gruplarını "biçimlendirmek" için gen mutasyonları sonradan işe karışır, ilginç olan nokta şu ki, bu sonuncu değişimler tür oluşmasında hiç de olumlu rol oyna­ maz; çünkü kromozom dengesizliği taşı­ yan zigotları ürettiklerinden ötürü heterozigot durumda verimliliği azaltır; buysa darvvinci öğretiye ters düşen bir görüştür. Homozigotluğa ulaşıldıktan sonra (kan bağından ötürü) değişimler olumsuz ya da zararlı niteliklerini yitirir ve yeni türün tam anlamıyla yalıtılmasını sağlar. • İnsanın kromozom haritası. İnsan kro­ mozomları üzerinde genlerin yerlerini sap­ tamada büyük ilerlemeler kaydedildi. Bunca hücre melezlemelerindeki (-* me­ lez) tekniklerin gelişmesini sağladı. De­ ğişik bireylerden alınan hücrelerin kültür ortamında kaynaşmasıyla gerçek dokular elde edilebileceği, bu kaynaşma sonu­ cunda iki ayrı hücrenin kromozom sayısı­ nın toplamını içeren melez hücreler olu­ şacağı bilinmektedir. Bu yöntemle, çeşitli melezler elde etme olanağı vardır: insan -fare, insan-dağsıçanı, dağsıçanı-fare, fil -sivrisinek, vb. Bu melezlerin ilginç yönü, kültürde ardışık kuşaklar boyunca hücre­ lerin fazla kromozomlarını dışarı atmala­ rıdır. Ama, dışarı atılan kromozomlar her zaman aynı türün kromozomlarıdır, insan -fare melezinde atılan kromozomlar insan kromozomlarıdır. Bir hücrenin klonlanmasıyla “ alt kültürlür” elde etme olanağı var­ dır. Bu alt kültürlerde de bazı karakterle­ rin (örneğin enzimlerden gelenler) birlik­ te alıkonup alıkonmadığı ya da yitirilip yitirilmediği araştırılabilir. O zaman onların bağlı oldukları, yani aynı kromozom üze­ rinde bulundukları sonucuna varılır., Aynı şekilde, bazı karakterlerin (ya da bağlı ka­ rakter gruplarının) bazı özel kromozomlar­ la birlikte alıkonup alıkonmadıkları, yitiri­ lip yitirilmedikleri de araştırılabilir. Sonuç olumluysa bu karakterlerin sözkonusu kro­ mozom üzerinde bulunduğu anlaşılır. Böylece yüzlerce genin, belirli kromozom bölütleri üzerindeki yeri başarıyla saptan­ mıştır. Bu gözlemler kısmi monozomi ya da trizomi taşıyan hastaların incelenme­ siyle tamamlanmış, böylece, enzimlerin bi­ reşiminden sorumlu genler bir doz ölçü­ müyle saptanabilmiştir. Gerçek şudur ki, bugün aşağı yukarı 300 genin yeri belirlennjjş bulunmaktadır. • Eşey kromozomu. Eşey kromozomları beden hücrelerinde genellikle iki tanedir; ama gametlerde yalnız biri bulunur, iki eşey kromozomu özdeş olabileceği gibi (XX) birbirinden farklı da olabilir (XY). Ba­ zı türlerin beden hücrelerinde yalnız bir eşey kromozomu bulunur; bu durumda, gametlerin yarısında eşey kromozomu olur, yarısında olmaz. Eşey kromozomla­ rının varlığı genel kuraldır, ama kesinlik ta­ şımaz (bazı solucanlarda ve zarkanatlılarda yoktur). KRON -



KURON.



K R O N A K Sİ a. (fr. chronaxie; yun. khronos, zaman, ve aksta, değerden). Nörol. "Reobaz" denen başlangıç yoğunluğu­ nun iki katı yoğunlukta bir uyarı kullanıl­ dığında, bir tepki elde etmek için, uyarı-



labilen bir hücreye (nöron, kas lifi) uygu­ lanması gereken en kısa uyan süresi. (Da­ ha çok tarihsel önemi olan bu kavram 1909da Louis Lapicque tarafından orta­ ya atılmıştır.) K ro nb org ş a to s u — HELSİNG0R. K R O N E C K E R (Leopold), alman mate­ matikçi (Liegnitz, bugün Legnica, 1823 - Berlin 1891). 1883'te Berlin Üniversitesi'nde Kummer'in yerini aldı, 1862den sonra, burada akademi üyesi olarak ders verdi: bu iki kurum üzerinde büyük etkisi oldu. Cantor, Dedekind ve VVeierstrass'ın kuramlarına karşı çıkarak pozitif tamsayı­ lar üstüne kurulan aritmetiği, tek gerçek "tannsal yaratı" olarak gördü ve matema­ tiğin değişik dallannı bu anlayış çevresin­ de birleştirmeye çalıştı. Cebirsel sayıların özelliklerini inceledi; cisimler kuramına önemli katkılarda bulundu. K ro n e c k o r s im g e s i. Ceb. İki indisle gösterilen simgesidir, indisler eşitse bi­ re eşit, farklıysa sıfıra eşittir. Kronecker simgelerinin kullanılması birçok sonuçla­ rı özetlemeye olanak verirrböylece n ba­ samaklı (elemanları aj) olan bir D deter­ minantında, a,y nin eşçarpanına r denir­ se j-n I- n 2 a „r„ = D ve / / fr ise 2 a „ rV = o i-1 /-1 elde edilir. Kronecker simgesinin kullanıl­ ması bir tek X aij ffc/ = o ./ “ 1 formülünü verir, doğa' olarak, satır ve sü­ tunların birbiriyle değiştirilmesiyle benzer i



-1



aii f'/fc = S/k D



biçimi elde edilir. K ro n e c k e r te o re m i. Ceb. Bir doğru­ sal denklem sisteminin, ancak ve ancak, katsayılar matrisinin rangının, sistemin ta­ mamlanmış matrisine eşit ise olanaklı ol­ duğunu ifade eden teorem. (Homojen bir sistem için tamamlanmış matrisin son sü­ tunu sıfırlardan oluşur.) K R O N EC K E R (Hugo), alman fizyolojisi (Liegnitz, bugün Legnica, 1839 - Bad Nauheim 1914). Fizyoloji dersleri vermek için Bern'e çağrıldı (1884), ikinci vatanı olarak'yerleştiği bu kentte Leipzig gelene­ ğini sürdürmek için Hallerianum adında bir enstitü kurdu, uluslararası fizyoloji kongrelerini başlattı ve uluslararası Mont -Rose laboratuvarı'nın kuruluş çalışmala­ rına katıldı. Araştırmaları kalp, kas, vazomotor sinirler ve dağ tutması fizyolojileri­ ni kapsıyordu. K R O N İA a. Antikçağ'da, Kronos onuru­ na Atina’da temmuz ayında kutlanan ha­ sat bayramları. K R O N İK sıf. (fr. chronique). 1. Tıp. SÜREĞEN'in eşanlamlısı. — 2. Uzun süren, bir türlü çözüm ü bulunamayan bir sorun için kullanılır: Kronik işsizlik. Kronik enflas­



yon. K R O N İK a. (fr. chronique; lat. chronica; yıllıklar anlamına gelen yun. khronika' dan). Olayları, önemlerine göre değil de, yalnızca oluş sırasına göre anlatan tarih, anlatı. (Esk. eşanl. vakayİname.) K R O N İK LE Ş M E K f. Tıp. SÜREĞENLEŞMEK'in eşanlamlısı.



K R O N O B E R O , Güney İsveç'te (Smaland) il (lân); 8 453 km2; 176 589 nüf. (1990). Yönetim merkezi Vâxjö. K R O N O B İY O LO Jİ a. (fr. chronobiotogie). Biyolojik olayların zaman içindeki de­ ğişimlerini nicel olarak incelemeyi konu edinen bilim. (Kronobiyoloji hayvanlar âle­ mini olduğu kadar bitkiler âlemini de kap­ sar.) —ANSİKL. Biyosferde yer alan bireylerin tümü, çeşitil kozmik olaylarla (Dünya'nın



kendi çevresinde ve Güneş çevresinde dolanması, az ya da çok yakın çeşitli gök cisimlerinin hareketleri, vb.) bağıntılı ola­ rak sıcaklık, ışık, morötesi ışıma, vb. gibi fiziksel etkenlerin ritmik değişimlerinden etkilenir. Bu değişimlerin önemi gözlem­ lenen bireyin bulunduğu enleme, yüksek­ liğe ve gözlem anına (saat, gün, yıl, ...) bağlıdır. Bu periyodik olaylar hayvan ve insan et­ kinliklerinin düzenlenmesinde önemli rol oynar ve Antikçağ'da bile bu konuda pa­ ralellikler aranmıştır; nitekim, kadının âdet çevrimi ile Ay’ın çevrimi arasında genel­ likle ilişki kurulmuştur Bitkiler âleminde et­ kinlik ritimlerinin ilk bilimsel gözlemleri XVIII. yy.'da yapıldı: Linnâ, çeşitli çiçek tür­ lerinde taçların açılıp kapanma anrarına bakılarak zamanın belirlendiği bir çiçek saati yaptı. Aynı çağda, H. Duhamel du Monceau, gölgede ve değişmez sıcaklık­ ta yetiştirilen bitkilerdeki periyodik değişik­ likleri ortaya çıkardı. Hayvan fizyolojisinde ritimlerin incelenmesi XX. yy.'ın ortasında hız kazandı. E. Bünning ve C. S. Pittendrigh biyoperiyodik olaylarda genetik bir bi­ leşenin varlığını ortaya koydular J. Aschoff, biyolojik ritimlerin nicel incelenme­ sini geliştirerek kurallara bağladı. İnsan patalojisinde biyoritimlerin önemi, bunla­ rın tedavi bakımından sonuçlarını incele­ yen A. Reinberg ve F. Halberg tarafından ortaya kondu. Bazı biyolojik olayların düzgün aralıklar­ la yinelenmesi, matematik yaklaşım mo­ deli olarak sinüs fonksiyonunun kullanıl­ masını gerektirdi: y(f)= M + A cos (ut + y). Bu model genellikle, F. Halberg'in en küçük kareler yönteminden türeme Cosinor yöntemi kullanılarak uygulanır. Bu durumda biyolojik olgular kısıtlı sayıda pa­ rametrelerle belirlenir: periyot, akrofaz, genlik, ortalama düzey. Frekanslarına gö­ re üç büyük biyoperiyodik olgu sınıfı ta­ nımlanmaktadır: sirkadiyen*, gün altı (2,5 günden fazla) ve ultradiyen (12 saatten az) ritimler Kronobiyolojinin inceleme alanı, diğerlerinin yanı sıra, hücresel ritimleri (kalp ve sinir hücrelerinin periyodik elek­ trik etkinliği, öglenaların günlük dikey gö­ çü, hareket etkinliği, vb.), fizyolojik ritim­ leri (işeme ritmi, âdet çevrimi) ve davranış* ritimlerini de içine alır. Kronobiyolojik in­ celemeler biyolojik ritimlerin değişebilme olanağını ortaya koymuştur. Dıştan eşza­ manlı işaretler alma otanağı bulunmadan yapılan hayvancılık (değişmez koşullarda hayvan yetiştirme) birçok durumda ritmin periyodunda değişikliğe yol açar (değişi­ min yönü Aschoff* kurallarıyla belirlenir). Kendini göstermeye devam eden ritim (açıkça görülen ritim), biyokimyasal ve fiz­ yolojik bir mekanizmalar topluluğu (iç sa­ at) ile bağıntılı endojen bir bileşenle be­ lirlenir. Öte yandan bireyoluş incelemele­ ri etkinlik ritminin büyüme sırasında de­ ğiştiğini göstermiştir: yumurtadan çıktık­ tan sonra gündüz etkin olan genç örüm­ cekler giderek geceleri etkin olurlar; insan türünde uyanma ve uyku periyotları do­ ğumdan 14'üncü haftaya kadar hızlı ve düzensiz bir şekilde art arda gelir, sonra uyku evrelerinin günün karanlık bölümü­ ne ve uyanıklık evrelerinin günün aydın­ lık bölümüne doğru yavaş yavaş toplan­ dığı görülür, öyle ki çocuk 26'ncı haftadan sonra iyice belirlenmiş bir uyanıklık-uyku ritmi gösterir. Uygulamada kronobiyolojinin, kronofarmakoloji ve kronotoksikoloji gibi çeşitli kul­ lanımları vardır. Bunların ikisi de, belirli bir maddenin (uyuşturucu madde ya da ilaç) bir çevrim süresi içinde şiddeti alındığı ana göre değişen eşit miktarda etki yara­ tacağı olgusuna dayanır: maddenin en uygun zamanda alınması yutulacak mik­ tarı azaltır ve bu bakımdan zararlı yan et­ kileri en düşük düzeye indirebilir. Krono­ biyoloji yolcularda ve uçak personelinde boylamötesi yer değiştirmelerde meyda­ na gelen fizyolojik ve davranışsal ritimler­ deki karışıklıkları açıklamakta yardımcı ol­ maktadır: bireyin yeni senkronızör’ lere



kronobiyoloji alışması için gerekli süre, dikkate alınan fizyolojik işlevlere, bireylere ve uçuş süre­ si ile yönüne göre değişir, (Batıya doğru uçuşlarda daha ciddi bozukluklar ortaya çıkar.)



7112



K R O N O FA R M A K O LO Jİ a. (fr. chronopharmacologie). İlaçların etkisini alış saatine göre ritmik değişiklikler bakımın­ dan inceleyen bilim dalı, (Kronofarmakoloji, kronobiyoloji'nin uygulamalarından biridir.) K R O N O FİZ Y O LO Jİ a. (fr. chronophysiologie'den). Organizmanın fizyolojisin­ deki periyodik değişikliklerin ölçümünden hareketle zamanın yapı mekanizmalarını inceleyen bilim dalı. K R O N O FO TO âR A F a. (fr chronophotographe'tan). Hareketi fotoğraf yoluyla çözümlemekte kullanılan aygıt.



C. N. A. M.-Larousse



Louis Berthoud’nun gemi kronometresi (XIX. yy.) Conservatoire natıonal des arts et mdtiers, Paris



K RO N O FO TO âR A Fİ a. (fr. chronophotographie). Hareketi fotoğrafla çözümle­ me yöntemi, —ANSİKL. 1874'te J. Janssen, ilk kronofotoğrafi aygıtını tasarladı ve bunu Venüs gezegeninin Güneş önünden geçiş evre­ lerini kaydetmek için kullandı. Bu "fotoğ­ raf tabancası" bir tabanca topu gibi işliunrHı i* aygıtın içinde özel bir mekanizma, uDjeKtmr odağına yerleştirilmiş, daire bi­ çiminde t * fotoğraf plakasını, her 72 sa­ niyede b ir, 0° döndürüyor, böylelikle pla­ kanın tüm ç vresine 12 görüntü kaydedi­ liyordu. E. J. Marey'in yaptığı bir kronometrik incelemeyi denetlemekle görevlen­ dirilen Muybridge, 1878'de nesnenin yer değiştirdiği alan önünde, yan yana dizil­ miş fotoğraf makinelerini kullandı. Janssen'in düşüncesini yeniden göz önüne alan E. J. Marey 1882’de, daire biçimin­ de bir plakaya saniyede 12 görüntü kaydedebilen bir fotoğraf tüfeği icat etti; ar­ dından, değişmez plakalı kronofotoğrafi ve 1887’de de devingen filmli kronofotoğra f\ gerçekleştirdi. • Değişmez plakalı kronofotoğrafi. Obtüratörü açık olan bir fotoğraf makinesi, si­ yah zemin üzerinde yer değiştiren aydın­ latılmış bir nesneye yöneltilirse, bu nesne­ nin aldığı yol duyarlı plaka üzerine kaydo­ lur. Aynı koşullarda, nesnenin yer değiş­ tirmesi sırasında obtüratör düzenli aralık­ larla çalıştırılırsa, nesnenin aldığı yolun bi­ çimini ve art arda iki obtüratör açıklığı ara­ sında katedilen uzaklığı saptayan bir dizi görüntü elde edilir. Bu yöntemle, ağır ci­ simlerin serbest düşüş hareketi gözlem­ lenebilir. • Devingen filmli kronofotoğrafi. Marey' in yararlandığı makinede, objektifin odak düzleminden kısa aralıklarla geçen bir film vardı; film durunca odak düzleminin önü açılıyordu. Bu düzenek daha sonraları si­ nema çekimleri için kullanıldı.



Görüntüleme, mekanik kronograflarda ibrelerle, sıvı kristalli kuvarslı yada elektro -ışıldayan diyotlu kronograflarda rakamlar­ la elde edilir. Düğmelerle çalıştırma, dur­ durma, sıfırlama ve ölü zamanları sayma işlevleri yapılır. Saniyenin 1/100’ü, hatta 1/1 000'i bir duyarlılık sağlamak için, baş­ latma elektronik olabilir ya da ışılelektrik bir fotoselle, fotoğraflarla vb. kumanda edilir (kayak, at yarışları vb.). Kronograflar sporda, üretimde (saatin yüzde ve binde biri bir derecelendirmey­ le), tıpta (pülsometre), fizikte vb. kullanılır. Günümüzde çok işlevli bazı saatlerde zilli bir geriye sayma düzeneği de vardır (ör­ neğin park saatleri). —Balis. Balistik kronograf Le Boulangd (1860) ile Bröger (1880) tarafından icat edilmiştir. Cisimlerin düşüş yasasını uygu­ layarak, %o 1'lik bir duyarlıkla, bilinen uzunluktaki tabla-hedef tahtalarından olu­ şan yol zamanını ölçer. Kronograf, elek­ tromıknatısa asılı duran ve birinci tablanın devresinin kesilmesiyle serbest kalan si­ lindir biçiminde bir çubuktan oluşur; ikin­ ci devrenin kesilmesiyle serbest telan da­ ha kısa ikinci bir silindir, bir levye üzerine düşerek serbest düşüşü sırasında öteki si­ lindiri yanlamasına çentikleyen küçük bir bıçağı harekete geçirir. Böylece belirlenen düşüş yüksekliğinden geçen süre, ve do­ layısıyla da merminin hızı çıkartılır. 1955'ten bu yana, bu aygıtın yerine elek­ tronik kronometre kullanılmaktadır. K R O N O O R A M a. (fr. chronogramme). zam an* SERİSİ GRAFİĞI'nin eşanlamlısı.



K R O N O K A R D İY O O R A F İ a. (fr. chronocardiographie; yun. khronos, zaman, kardia, kalp ve graphein, yazmak'tan). Kardiyol. Sol karıncık sistolunun evreleri­ ni büyük bir incelikle ölçmek üzere çeşitli eğrileri eşzamanlı olarak kaydetme. —ANSİKL. Kronokardiyografide aynı anda kaydedilen çeşitli eğriler şunlardır: fonokardiyogram, kalp tepesi, karotis, jugular toplardamar mekanogramı, boyarmadde sulandırma eğrisi, gamakardiyogram. Araştırılan -ve belirli bir düzene bağlananparametreler, mitral kapakçık darlığına, mitral hastalığına, aort darlığına, aort ye­ tersizliğine mitral ve aortla ilgili kalp has­ talıklarına, bunların yanı sıra doğuştan kalp hastalıklarına, Basedovv hastalığı gu­ atrına, şekerli diyabete böbreküstü bezi­ nin aşırı salgı salmasına, alkolik siroz ya da ten hastalıklarına teşhis koymayı ve bunların ağırlık derecesini belirlemeyi ko­ laylaştırır. K R O N O LO Jİ a. (fr. chronologie). 1. Ta­ rihsel olayların zamanlarını ve tarihlerini in­ celeyen bilim. (Eşanl. zam anbIlİm .) — 2. Tarihsel olayların sırası ve tarihi. (Eşanl. ZAMANDİZİN.)



K R O N O L O J İK sıf. (fr. chronologiçue). K R O N O O E N E T İK a. (fr. chronogĞnöKronolojiye ilişkin; kronolojiye uyan: Olaytiçue). Biyolojik zamanın soyaçekimini in­ lann kronolojik sırasını izlemek. (Eşanl. ZAceleyen bilim. (Biyolojik zaman birçok fiz­ MANBİLİMSEL, ZAMANDİZİNSEL.) yolojik parametrenin (ilk söz, ilk adım, ilk diş, menopoz, v b ] başlangıç yaşını ve ■ .K R O N O M E T R E a. (fr. chronomĞtre' den). 1. Farklı konumlarda ve değişik sı­ hastalıkların ortaya çıkışını ya da iyileşme­ caklıklarda ayarlanan ve bir gözlemevinin lerini belirler. Tek yumurta ikizleri üzerin­ resmi belgesine uygun olarak çalışan du­ de yapılan incelemeler biyolojik zamanın yarlı saat. (Bk. ansikl. böl.) —2. Krono­ soyaçekime bağlı olduğunu göstermiştir.) graflar gibi saati göstermeyen ve genel­ KRONOGRAF a. (fr chronographe). Sa­ likle kısa zamanları ölçmek için kullanılan ati gösteren, ayrıca bir de kronometresi zaman aygıtı. (Üzerinde çalıştırma, dur­ bulunan, genellikle saat biçiminde zaman durma, sıfırlama işlevleri gören düğm ele ölçme ve kaydetme aygıtı. (Bk. ansikl. rin bulunduğu ve saniyenin 1/5'i ile 1/10’ini böl.) gösterebilen mekanik ya da elektronik —Balis. Balistik kronograf, merminin ilk hı­ spor kronometreleri vardır. Bunlarda ay­ zını ölçmede kullanılan eski bir aygıt. (Bk. rıca, dakikalar, hatta saatler toplamını ve­ ansikl. böl.) ren bir düzenek de bulunur. Kimi krone —Gökbil. Belli bir olayın oluş anını bir metreler tıpta kullanılır; kimileri ise sana­ elektrik işaretiyle duyarlıkla kaydetmeyi yide çalışma dilimlerini, maliyet hesapla­ sağlayan aygıt. (Bu aygıt, genellikle ölçüm rını yapmaya yarar; bu gibi kronometre­ sırasında zaman ölçeğini veren bir saatle lerde saatin 1/100’ini, 1/1 000'ini, 1/10 birlikte kullanılır.) [Eşanl. SÜREYAZAR.] 000'ini saptamak mümkündür.) —3. Kro­ —ANSİKL. Bir kronografta, kronometre sa­ nometreyle ölçme, kronometreyle ölçmek niyenin 1/5’i, 1/10’i, 1/100’i vb. bir duyarlı­ eylemi. (Bk. ansikl. böl.) || Kronometreyle lıkla zaman aralıklarını, yani saatleri, da­ ölçmek, sanayisel bir eylemin, bir işlemin kikaları, saniyeleri ve saniye kesirlerini ölç­ süresini ya kronometreyle ya da son de­ rece duyarlı başka bir yöntemle ölçmek. meye ve görüntülemeye olanak verir.



—ANSİKL. "Kronometre"-sözcüğünü ilk



kez İngiliz saatçi Graham kullandı. Resmi çalışma belgesi vermeye yetkili kurumların listesi, kronometre gözlemev­ leri uluslararası eşgüdüm komisyonu ta­ rafından saptanmıştır. Günümüzde bu lis­ tede şu kurumlar yer alır: almanya'da Braunshweig, Hamburg ve Stuttgart de­ netim servisleri; .Fransa'da, Besançon gözlemevi; İsviçre'de Cenevre ve Neuchâtel gözlemevleri ve ayrıca Biel, La Chaux-de-Fonds, Le Locle, Saint-imier, Le Sentier, Cenevre ve Solothurn şehirlerin­ de kurulan ve saatlerin çalışmasını denet­ leyen resmi bürolar. Gemi kronometreleri zaman aygıtları içinde en duyarlı olanıdır. Genellikle kü­ çük bir kasa içine yerleştirilen bu krono­ metreler oldukça hacimlidir; yalpa ve baş kıç vurma hareketlerinden kaynaklanan ileri gitme ve geri kalmaları önlemek için bir kardan üzerine oturtulmuşlardır. Kro­ nometreler yirmi dört saatte saniyenin an­ cak onda biri kadar bir sapma gösterir­ ler; bu sonuç makinenin yapımında çok özel bir özen göstererek ve sıcaklık, nem ve manyetiklikten etkilenmeyen organlar kullanarak elde edilir. Mekanik gemi kronometrelerinin yerini gittikçe, çok daha duyarlı, kuvarslı aygıt­ lar almaya başlamıştır. • Kronometreyle ölçme. Sanayide, çalış­ ma sürelerini kronometreyle ölçmenin bir­ çok amacı vardır: a) iş postalarının den­ geli yüklenmesini sağlamak amacıyla, her işlem için gerekli sürenin saptanması; b) daha hızlı yöntemleri incelemek amacıy­ la en uzun iş evrelerinin ortaya çıkarılma­ sı; c) özellikle parça başına çalışma du­ rumunda, nesnel bir temele dayanan bir ücret politikasının belirlenmesi; d) ayrıntı­ ların yeterli bir duyarlıkla saptanması. Bu işlem birçok evreden oluşur; işi çözümle­ me, her temel işlem için geçen süreyi ölç­ me, süreyi işçinin etkinliğine göre düzelt­ me (çalışma hızını değerlendirme), yeni yöntemi inceleme, tam toplam süreyi he­ saplama, verimli süreyi elde etmek için dinlenme katsayısını üstten sınırlama ve son olarak iş zamanını, yani ayrılmış sü­ reyi saptama. Sonuçların, kronometreyle ölçülen işçinin etkinliğinden bağımsız hale gelmesi nedeniyle, çalışma hızını değer­ lendirme kronometreyle ölçmenin duyar­ lığını artırmayı sağlamıştır. El ve kol hareketlerini standart temel sürelerine ayırmayı amaçlayan MTM (Methods Time Measurement) gibi yön­ temler/iş sürelerini, birçok durumda kro­ n o m e tr e ölçme yapmadan ve henüz iş gerçekleştirilmeden yeterli düzeyde bir duyarlıkla belirlemeyi sağlar. ’* K R O N O M E TR E C İ a. Bir koşunun, bir maçın, bir sınai üretim işleminin vb. süre­ sini ölçmekle görevli kimse. K R O N O M E TR İ a. (fr chronomĞtrie). Ta­ mam büyük bir duyarlıkla ölçmeye yöne­ lik mekanik ve elektronik dalı. (Eşanl. SÜREÖLÇÜM.)



—Ruhbil. Kronometri yöntemi, iç ruhbilimsel etkinliklerin modellerini doğrulamak ya da kurmak amacıyla, tepki zamanı, tanı­ ma zamanı, okuma zamanı, karşılaştırma zamanı gibi çeşitli ruhbilimsel süre türle­ riyle ilgili verileri kullanan yöntem. K RONOPATOLOJİ a. (fr. chronopathologie). Biyolojik ritimlerle ilintili olarak or­ taya çıkan sağlık bozukluklarını inceleyen bilim dalı. K R O N O S , yunan mitolojisine göre, bir süre dünyaya egemen olan tanrı. Adı, "zaman” anlamına gelen Khronostan türememiştir ve kuşkusuz Hellenöncesi dö­ nemden kalmadır. Kronos, Uranos ile Gaia'nın oğluydu; babasını sakatlayarak hükümdarlık görevini kendisi aldı. Titanlar' la kardeşti. Rhea’dan çok sayıda çocuğu oldu, ama kendi çocuklarını yedi. Bunlar­ dan yalnızca biri, Zeus, annesinin beşiği­ ne kundak bezlerine sarılı bir taş koyma­ sı sonucu kurtuldu. Zeus daha sonra Kro-



r\ı u a c ır \ nos’a başkaldırdı, onu tahtından indirip, Tartaros’a kapattı ve yuttuğu tanrıları (Hestia, Demeter, Hera, Hades ve Poseidon) geri çıkarmaya zorladı. Kronos dönemi­ nin, yeryüzünün Altın Çağ'ı olduğu anla­ tılırdı. Kronos kültü fazla yaygın değildi. İtalya’da erken bir dönemde Saturnus ile, Sicilya’da pön Baal'ı ile özdeşleştirildi. K R O N O SKO P a. (fr. chronoscope). Ruhbil. Çeşitli davranışların ve özellikle tepkilerin zamanını ölçme deneylerinde kullanılan aygıt. —Ûlçbil. Elektronik kronoskop, ELEKTRO­ NİK SÜREûLÇER*'in eşanlamlısı. K R O N O S TR A TİO R A Fİ a. (fr. chronostratigraphie). Yer kabuğu katmanlarının, jeolojik zaman aralıklarına denk düşen ve yaş ilişkilerine dayanan birimler biçimin­ de düzenlenmesini ve bölümlerimesini ele alan katmanbilim dalı. K R O NOTAKİORAF a. (fr. chronotachygraphe). Hızı, çalışma süresini ve katedilen uzaklığı denetlemek için kimi taşıtlar­ da (özellikle ağır taşıtlarda) kullanılması zorunlu olan ölçme ve kaydetme aygıtı. K R O N O TA K İM E TR E a. (fr. chronotachymĞtre’den). Bir taşıtın (otomobil, lo­ komotif vb.) saatteki hızını hesaplamayı sağlayan bir tür kronometre. —ANSİKL. Kronotakimetre, esas olarak belli bir uzaklığı, genellikle de 1 km’lik bir yolu almak için geçen zamanı ölçmeye yarayan bir kronometredir. Sonradan ya­ pılacak bir denetime (örneğin bir lokomo­ tifin hızını) olanak vermek için kadran doğ­ rudan saatteki hız olarak bölümlenmiştir. Flaman modeli gibi kimi modeller hızı, ka­ palı işaretleri, makinistin dikkatini vb.'yi kaydeden bir düzenekle donatılır. K R O N O TO K S İK O LO Jİ a. (fr. chronotoxicologie). Bazı maddelerin soğurulma saatlerini göz önüne alarak zehirliliklerini inceleyen bilim dalı. (Kronotoksikoloji, kronobiyoloji*nin uygulamalarından biri­ dir.) K R O N O TR O P sıf. (fr. chronotrope; yun. khrorıos, zaman, ve tropos, yönelme' den). Fizyol. Bir ritmin düzenliliğini ilgilen­ diren ya da sağlayan. (Kalbin ritmini kronotrop bir işlev düzenler.) K R O N P R İN Z a. (alm. Krone, taç, ve Prirız, prens). 1. Almanya ve Avusturya' da veliaht prens. —2 . VVİlhelm ll’nin oğlu Friedrich-Wilhelm’in unvanı. K R O N STA M (Henning), danimarkalı dansçı (Kopenhag 1934). Yedi yaşında Kongelige Danske Ballet’in okuluna gir­ di, 1952’de bu topluluğa katıldı. Daha sonra burada solo dansçısı oldu. Giselle ve Uyuyan güzel gibi klasik, Danses concertantes (K. MacMillan'ın), Carmen (R. Petit'nin), Mademoiselle Julie (B. Cullberg’in) gibi modern yapıtlarda dans et­ ti. 1965'te F Flindt'in Ders adlı balesindeki “ Öğretmen'' ve Joşâ Limön’un The Moor's Pavane'ındaki iago rolünü yorum­ ladı. Aynı zamanda öğretmenlik de yapan Kronstam, 1966’da yardımcı bale yöneti­ ciliğine atandığı Danimarka Krallık balesi'nin 1978’de sanat yönetmenliğine geti­ rildi. K R O N Ş T A D T , Rusya'da liman kenti, Finlandiya körfezinde ve Sen-Petersburg'un yaklaşık 30 km B.'sında, Kotlin adasında (15 km2); 39 000 nüf. —Tar. Kronşlot (1723’ten beri Kronştadt) kalesi, Büyük Petro'nun kurmakta olduğu geleceğin Petersburg’unu savunmak üze­ re 1703'te yapıldı. Baltık’ta önemli bir rus deniz üssü durumuna geldi. Ekim -kasım 1905 ve temmuz 1906’da büyük ayaklanmalara sahne oldu, 191?’de dev­ rimci radikalizmiyle ün kazandı. Kronştadt sovyeti daha mayıs 1917’de geçici hükü­ mete karşı çıktı ve kronştadtlı denizciler Ekim devrimi'nde ve iç savaşta (1918 -1920) etkin bir rol oynadılar. Şubat-mart 1921’de bolşevik iktidara karşı ayaklandı­ lar. (-* KRONŞTADT AYAKLANMASI.)



K ro n ş ta d t a y a k la n m a s ı, Kronştadt denizcileri ve askerleriyle işçilerin Sovyet Rusya hükümetine karşı başlattıkları ayak­ lanma (28 şubat -1 8 mart 1921). Rusya’ nın, 1920-21 kışında yaşadığı savaş ko­ münizmi uygulamasına karşı en ciddi mu­ halefet gösterisiydi. Kronştadt denizcile­ ri, işçi ve köylülerin iktisadi isteklerini des­ tekleyerek, bunun yanı sıra yeni sovyetlerin seçilmesini, köylülere, işçilere anarşist­ lere ve sol sosyalist partilere söz ve basın özgürlüğü verilmesini isteyen siyasal bir program önerdiler. S. M. Petriçenko'nun başkanlığında bir Geçici devrimci komite (2 mart) kurdular. Beyazların hazırladığı bir komplonun maşaları olarak nitelenen asi­ lere Troçki tarafından verilen bir ültimato­ mun sonuçsuz kalması üzerine 7 martta adaya ilk saldırı düzenlendi; ada 18 martta Tuhaçevskiy tarafından ele geçirildi. Bu ayaklanmadan sonra, bolşevikler bir yan­ dan Yeni ekonomi politikası'nı (NEP) hız­ la uygulamaya koyarken, bir yandan da siyasal egemenliklerini de pekiştirdiler. K R O N Ü L a. (fr. tesc. ed. a. Chronule; yun. khronos, zaman’dan). Eczc. Uzun et­ kili ilaçların verilme şekli. —ANSİKL. Kronül bir mikrogranüle olup çapı 1 mm'nin altındadır ve gözenekli bir doğal reçine tabakası ile kaplıdır. Hasta­ nın yutacağı bir jelülün içinde 200 ya da 400 Kronül bulunur. Jelül midede hemen erir, Kronülleri salıverir. O zaman ilaç, ön­ ceden ayarlanmış bir hızla reçine tabaka­ sından yavaş yavaş sızarak dışarı çıkar. Bu uzun etkili "retar" ilaç şekli birçok mad­ de için elverişlidir ve zaman içinde uza­ yan bir etki elde edilmesini sağlar. İlacın bir defada alınması kullanılmasını kolay­ laştırır. KROONSTADT, Güney Afrika'da (Orange) kent, Vals kıyısında; 93 100 nüf. 1859'da kurulan kent, Boerler savaşı sırasında, Bloemfontein'in düşmesinden sonra Orange'ın başkenti oldu (1900). Tarım pazarı. Besin ve makine sanayile­ ri. Kroonstadt'ın güney-batısında, Odendaalsrus'ta altın yatakları. K R O P İ a. Denize. Kropi bağı, bir hala­ tın, geçirildiği bir delikten ya da makara dilinden çıkmaması için kullanılan bir bağ türü. (Halata kuruz yaptıktan sonra, çıması bedenin altından dolaştırılır ve kuruzun içinden geri alınarak 8 biçiminde bir bağ oluşturulur. Sıkıştırdığında ortaya çıkan düğüm halatın geçirildiği yerden çıkma­ sını önler.) K R O P O T K İN , Rusya'da kent, Kuban kıyısında, Krasnodar'ın D.-K. -D.'sunda; 68 000 nüf. Kimya. Takım tezgâhlar. Ke­ reste ve besin sanayisi. i K R O P O T K İN (Pyotr Alekseyeviç, prens), rus devrimci (Moskova 1842 - Dimitrov 1921). Sibirya'da subayken 1863 Polonya ayaklanmasını destekledi ve 1868'de rus ordusundan istifa etti. Amur bölgesinde ve Mançurya’da keşif gezile­ rine çıktı (1863-1865); doğal ortamların bozulmasında insanın rolü üzerinde dur­ du. Beşeri coğrafyayla gittikçe daha çok ilgilendi, yeni teknikleri, özellikle elektriği kullanarak daha adil bir topluma erişmek için uzamın nasıl düzenleneceğini göster­ di. (Bu görüşlerini daha sonra, Fields, Factories and Workshops [Tarlalar, fabri­ kalar, atölyeler; 1899] adlı ^ p ıtın d a özet­ leyecektir.) Kropotkin 1872'de katıldığı I. Enternasyonal'den bir süre sonra ayrıldı. Anarşizmi benimsemekle birlikte, kolekti­ vizmden de etkilendi. Tutuklandı, iki yıl Pe^ tersburg'daki Pyotr ve Pavel kalesinde kal­ dıktan (1874-1876) sonra buradan kaçmayı başardı. Büyük Britanya’ya gitti, daha sonra İsviçre’ye yerleşti. Ekim 1879'da La Chaux-de-Fonds Jura federasyonu kong­ resi'nde kolektivizmi, anarşist komünizme geçişte bir aşama olarak tanımlamaya ça­ lıştı. Aynı yılın şubat ayında Rövoltd gaze­ tesini çıkardı. 1879 kongresi, bir dönüm noktası oldu; bu kongrede öngörülen



"olaylarla, propaganda” Londra kongresi’nde (temmuz 1881) de onaylandı. Kro­ potkin, Lyon’daki anarşistler davasında yargılandı, beş yıl hapis cezasına çarptı­ rıldı, ancak, cezanın bitiminden önce ser­ best bırakıldı (1883-1886). Fransa'da giri­ şilen bir dizi suikastın (1892-1894), kamu­ oyunun anarşiye karşı cephe almasından başka bir şeye yaramadığını gördü. Mili­ tarizme karşı olmakla birlikte, Birinci Dün­ ya savaşı'nda itilaf devletlerini destekledi. 1917 ilkbaharında Rusya'ya döndü. Baş­ lıca yapıtları: Paroles d'un râvoltğ (1885); la Conqudte du pain (1888); Vzaimopomoşç (Yardımlaşma) [1892]; Velikaya Revolıytsiya 1789-1793 (1789-1793 Büyük devrimi) [1893]; Anarchism: its Philosophy, its ideal (Anarşizm, felsefesi, idea­ li) [1896], Autourd'une vie (3. baskı, 1902) adlı yapıtındaysa anılarını anlattı.



7113



K RO PPER a (krop kursak'tan hollandaca söze). Hollandalılar'ın ve ingilizler’ in hollekropper vb norwick kropper gibi ba­ zı şiş gerdanlı güvercinlere verdikleri ad. K R O S a. (ing. eross). Spor, -» KIR* KOŞUSU.



K R O S a. (haç anlamında alm. söze. kreuz'dan). Matbaac. Kros koyma, ayrı yüzeyler üzerine çizilmiş resimlerin birbir­ leri üzerine tam anlamıyla oturabilmeleri için birleşecekleri yerin gösterilmesi. (Bk. ansikl. böl.) —Kâğıt tabakasının aynı ta­ rafına, arka arkaya yapılan değişik basım­ ların düzenli olarak uygulanmasını, çokrenkli baskılarda, "her rengin, bir öncekiyle tam olarak çakışmasını, vb., sağlamak için alınan önlemlerin tümü. (Eşanl. REH­



Roger-Viollet-Viollet kol.



BER KOYMA.)



—ANSİKL. Çok hızlı rotatiflerde yapılan çokrenkli baskıda mükemmel netlikte bir resim elde etmek için, konulan krosların son derece kesin olması gerekir. Burada­ ki kros koyma işlemi fotoelektrik hücreler yardımıyla, kâğıt üzerine siyah olarak ba­ sılmış krosların okunmasıyla gerçetöeştirilir. Her kros koyma düzeneği, bir sonra­ ki rengin basımından önce, zayıf güçte bir elektrik motoru aracılığıyla, kâğıdın geçi­ şini hızlandırır ya da yavaşlatır, böylece ke­ sin bir ayarlama sağlar. KROSBAR a. (ing. crossbaı). Telekom. ilk, çapraz çubuklu, elekîromekanik otoma­ tik telefon santralına, Irıgilizler’in verdiği ad. —ANSİKL. Bir krosbar santral esas olarak n x n bağlantı matrislerinden oluşur; bu matrislerin öğeleri, her biri bu noktada ke­ sişen iki iletkeni bağlamaya yarayan te­ mas noktalarıdır; bu iletkenlerden biri, ör­ neğin yatay, n koşut iletkenli bir aileye, di­ ğeri birincilere dik, örneğin düşey bir baş­ ka m koşut iletkenli aileye aittir. İlk ailenin her iletkenini İkincinin her iletkenine bağ­ lamaya olanak veren temas noktalan, isBk. şama sayfa 7114



tenen temas noktasında kesişen iki dik ku­ manda çubuğunun aynı anda dönmesiy­ le harekete geçirilir, n + m çubuktan her biri ise, tek bir elektromıknatısla çalıştırılır. Bu elektromıknatısların kendileri de, çağ­ rı yazıcıları ve bağlantı zincirlerini oluştur­ mak için güzergâh arama lojiklerince ku­ manda edilir. Krosbarın bu ilkel biçimi artık üretilmemektedir ve XX. yy.’ın sonuna varmadan, büsbütün ortadan kalkmıştır. Çapraz çu­ buklu santralların bir sonraki kuşağında, kumanda çubukları ortadan kalktı ve her bağlantı noktası önce gazlı bir diyotla, bu 1960’ta terk edildikten sonra ise, boşluk­ taki ya da yansız gaz atmosferdeki temas noktaları, dışarıdan manyetik olarak ku­ manda edilen çubuklu rölelerle donatıl­ dı. Son olarak, günümüz donanımlannda, röleler tamamen elektronik yazıcılar ve lojiklerle kumanda edilmeye başladı. (-* OTOMATİK SANTRAL*.)



K R O S Ç U a. Kros yarışına katılan kişi. K R O S E İK sıf. (fr. crocĞique). Kim. Kroseik asit, formülü



prens Kropotkin



kroseik dahğı'nda (5 702 km2 ve 445 000 nüf.) çe­



7114



düşey çubuklar



elektromıknatıslar



kontak yayları



yatay çubuklar



sabit kontaklar



palet



elektromıknatıslar



düşey çubuğu harekete geçirir ve çubuğun kavrayıcıları kertiklerine oturur



elektromıknatıs düşey çubuğu kendi üzerinde döndürür; kavrayıcı kılavuzu çeker, kılavuzun yayları kontağı kapatır 3’üncü zaman



yatay çubuk eski konumuna gelir; düşey çubuk tüm iletişim süresi boyunca kavrayıcıyı aynı konumda tutar



bir krosbar santralın çalışma ilkesi HO—C,0H6—S 03H olan hidrokslnaftalen sülfonik asit; kimi boyarmaddelerin hazırlanmasında kul­ lanılır. K R O S E İN a. (fr. croc≠ yun. krokos; lat. crocus, safran'dan). Sarı ya da kırmı­ zı çeşitli bisazo boyarmaddelerine verilen genel ad; anilin ya da toluidinlerden türe­ yen bir aminoazonun diazolanması ya da yoğuşma tepkimesine sokulması sonun­ da elde edilir; yünü ya da ipeği doğrudan boyamada kullanılır. K R O S İN a. (fr. crocine; lat. crocus, safran’dan). Safranın temel boyarmaddesini oluşturan heterozit. KROSLEO -> CROSS-LEG. K R O S N O , Polonya'nın güney-doğu’ sunda kent, voyvodalık merkezi, VVistok kıyısında; 42 000 nüf. XIX. yy.'ın ikinci ya­ nsında Karpabar petrol havzasının merke­ zi oldu. Bugün, öncelikle, Polonya’nın en önemli cam sanayisi merkezidir; aynı za­ manda kentte, makine (taşımacılıkla kul­ lanılan makine ve gereçler) ve tekstil (ke­ ten) sanayileri de vardır. —Krosno voyvo-



şitli kaynaklar bulunur: az miktarda pet­ rol ve doğal gaz; petrokimya, kereste ve makine sanayileri (dağlar arasındaki bir çukurda sıralanan küçük kentlerde): alçak bölgelerde buğday üretimi; turizm (Yukan San vadisinde ve Bieszczady ulusal par­ kında çok güzel manzaralar). K R O ŞE a. (fr. crochet). Boksta, kolla bir kavis çizerek vurulan yumruk. —Dişç. cerr. Çıkanlabilen protezleri des­ tek dişlere tutturmaya yarayan çengel. KROTALON a. (yun. söze.). Müz. Eski Yunanlılar'da, ikisi bir arada idyofonlar sı­ nıfından vurmalı bir çalgı oluşturan tunç ya da pişmiş topraktan yapılmış koniler­ den her biri.



rir: aldotleşme ve ara madde olan aldolden su giderme: 2CH3—C H = 0 - CH3- C H 0 H - C H 2- C H = 0 - CH3- C H = C H - C H = 0 + HjO. Bu tepkimeden organik bireşimde çok sık yararlanılır.)



KROTOPOS. Yun. mü. Argos kralı Agenor'un oğlu, Psamathe’nin babası. Kızı Psamathe'yi öldürünce Apollon kendisi­ ni cezalandırmak için canavar Poine’yi gönderdi. Poine Argolis'i yakıp yıktı.



*



K R O TO S. Yun. mit. Musalar’ın sütanne­ si olan Eupheme ile Pan’ın oğlu. Musalar ile birlikte büyüdü. Alkışın yaratıcısı ola­ rak biliniyordu.



K R O Y İLa. (fr. crotyle). Org. kim. 1. For­ mülü CH3—C H = C H —CHa— olan butenil kökünün yaygın adı. —2. Krotil alkol, form ülü CH3- C H s = C H - C H 2- O H olan butenol'ün yaygın adı; krotonaldehit indirgenerek elde edilir. (Eşanl. BUTE-



K R O T O S Z Y N , Polonya’da kent, Kalisz’ in B'sında, Büyük Polonya ovasında; 24 000 nüf. Hazırgiyim. Makine (tanm araç -gereçleri) ve besin sanayileri. Demiryolu kavşağı.



NOL.)



Çernozyom türü bozkır toprakiannın ke­ sitlerinde eski boşluklan dolduran, humokalker yumru.



KR OTON a. (lat. eroton; yun. kroton, -onas, keneotu'ndan). 1. Bot. Sütleğen­ giller familyasından binden fazla türü bu­ lunan sıcak ülke bitkisi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Sıcak seralarda ya da evlerde saksı­ da yetiştirilen, Malezya ve Avustralya kö­ kenli, çok renkli yapraklı süs bitkisi. (Bil. a. codiaeum; sütleğengiller familyası.) —3. Halk. hek. Kroton yağı, öğütülmüş kroton tohumlannın alkolde çözündürül­ mesiyle elde edilen yağ. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bot. Krotonlar, bireşeyli çiçek­ leri olan ağaç ağaççık çalı ya da otsu bit­ kilerdir; meyveleri iki çenetli üç kabuklu­ dur. Bir çekirdeği vardır Bazı amerika krotonlannın (Croton cascarilla, C. aleutheria) kabuğu ateş düşürücüdür. Keneotunun tohumuna çok benzeyen C. tiglium' un tohumundan (Tropikal Asya ve Afrika) kroton yağı elde edilir. Bir koşnilin (Coccus laccae) yaşadığı C. iacciferum türün­ den bu böceğin soktuğu yerlerden bir go­ malak akar (Hindistan, Tayland, Annarn). —Halk. hek. Çok tahriş edici olduğu ve deride kabarcıklar yaptığı için, kroton ya­ ğının müshil ve tenya düşürücü olarak kul­ lanılması terk edilmiştir. Kan çekici etkisin­ den yararlanılmak üzere, terementi yağı­ na katılarak romatizma ve siyatik ağrıları­ nı gidermek için ya da saçkırana karşı halk hekimliğinde ve hayvan hastalıktan için veteriner hekimlikte kullanılır. K R O T O N . Yun. mit. İtalya'daki Crotone' ye adını veren kahraman. Herakles onu yanlışlıkla öldürdü. K R O TO N A L D E H İT a. (fr. crotonaldâhyde). Org. kim. Formülü CH3—CH = C H —C H = 0 olan etilense! aldehit. (Aldolden su giderilerek ya da iki molekül asetaidehit doğrudan yrcğuşma tepkime­ sine sokularak elde edilen krotonaldehit, 104 °C’ta kaynayan gözyaşartıcı bir sıvıdır. Butiraldehit, butanol ve kinaldinin sanayisel üretiminde önemli bir ara maddedir.) KROTONAT a. (fr. erotonate). Org. kim. Krotonik asidin tuzu ya da esteri. K R O TO N İK sıf. (fr. crotonique; kroton' dan). Org. kim. Krotonik asit, formülü CH3- C H = C H - C 0 2H olan butenoik asidin yaygın adı. —ANSİKL. Krotonik asidin trans stereoizomerine, Croton tiglium (adını bundan alır) tohumlanrıda rastlanır. Krotonaldehit yükseltgenerek kolayca elde edilir. Vinil ase­ tatla eşpolimerlerin üretiminde ve organik bireşimde (A vitamini ile treoninin hazır­ lanması) kullanılır. K R O TO N L A Ş T IR M A a. Org. kim. 1. Krotonaldehit vermek üzere asetaldehitin su yitirerek kendi kendine girdiği yoğuşma tepkimesi. —2. Aldehitlerin ya da ketonlann kendi aralarında su yitirerek ver­ dikleri yoğuşma tepkimesi. (Krotonlaştırma, art arda gerçekleşen iki tepkime içe­



KROTOVİNA a. (rusça. söze.). Pedol.



KRftH NKİT a. (öz. a. B. Krûhnka'den). Miner Hidratlı doğal bakır ve sodyum sül­ fat. K rA U e r-M û lto r (Rijksmuseum), Yukarı Veluvve ulusal parkı (6 000 ha, Otterloo, Hoenderioo vs Schaarsbergen komünleri topraklannda; Geldertand) içinde yer alan Hollanda Krallık müzesi. Müzenin koleksiyonlan Helene Krûller-MCıller tarafından oluşturuldu, 1935'te devlete verildi. Bel­ çikalı mimar H. Van de Velde tarafından tasarlanan Kröller-Müller müzesi’nde baş­ ta hollandalı ve transız ressamların yapıtlan olmak üzere, çoğunluğu modern re­ simlerden oluşan 1 300'ü aşkın tablo, 4 000 desen (eski ve yeni), 300’û aşkın heykel (bir bölümü bitişikteki parkta ser­ gilenmektedir), seramikler (500’den fazla Delft işi parça), estamplar ve bir kitaplık bulunmaktadır. Müze, Van Gogh’un de­ senlerinin yanı sıra bütün dönemlerinden yüz dolayında tabloyu da içerir. Kröller -Müller müzesi'nde aynca, Corot, Millet, Monticelli, Redon (Kyklops), Jongkind, Renoir (Palyaço, Kahve), Cözanne, Gauguin, Seurat (le Chahut), Signac, Tooroplar, Juan Gris, Löger (Kâğıt oynayan as­ kerler), Mondrian, Van der Leck gibi sa­ natçıların yapıttan sergilenmektedir.



K R Ü N İÖ (Frano), hırvat heykelci (Lumbarda, Korcula, 1897 - Zagreb 1982). Prag’da yetişti; uzun sürelerle Yunanistan’ da, İtalya'da, Fransa'da kaldı. 1924'te Zag­ reb'de profesör oldu, içtenci ve şiirsel ko­ nulu mermer ve bronz heykeller yaptı: İlkbaharın şarkısı (1928), Daphnis ile Khloe (1932), anne ile çocuk teması üzerine bir­ çok çeşitleme (Zagreb, Split ve Dubrovnik müzeleri; Zagreb'de anıtlar).



KRSKO, Hırvatistan sınırı yakınında yer, Sava kıyısında, Zagreb'in kuzey­ batısında. Nükleer santral. K * * . türk lirasının yüzde biri olan kuruş*un kısaltması.



KRU a. Krular tarafından konuşulan kva öbeğinden nijer-kongo dili.



KRUCZKOMTSKİ (Leon), polonyalı ya­ zar ve siyaset adamı (Krakövv 1900 - Var şova 1962). Edebiyata 1928'de bir şiir ki­ tabıyla başladı ve bunu 1830 ayaklanma­ sında halkın rolü (Kordian i Cham, 1932), köylü kitlelerin devrimin bilincine varma­ ları (Pawie piöra, 1935) ve faşizm döne­ minde burjuva sınıfının kararsızlıktan üze­ rine (Odvvety, 1937) yazdığı romanlar iz­ ledi. Tutsaklıktan dönüşünde, Krakövv' da TwdrczoĞĞ (Yaratı) adlı edebiyat dergi­ sini kurdu ve Kültür ve sanat bakan yar­ dımcısı oldu (1945-1948). Tiyatro yapıtla­ rında, siyasal geıçekçilikte bilginlerin yeri sorununu ortaya attı (Niemcy, 1949), ca-



kruponlama susluk sorununu işledi (Juhusz i Ethel Rosenberg, 1954), kansız bir adalet idealiy­ le savaş yasasının zorunlu uygulamasını karşı karşıya getirdi (Pienvsky dzieıi wolnoSci, 1960) ve iktidarın çelikşilerini gös­ terdi (Smierc gubernatora, 1961). Ölü­ münden sonra deneme ve anlatılardan oluşan bir kitabı yayımlandı (Szkice z piekla uczciwych, 1963).



girmesini bile yasakladı. Kruger cesareti­ ni yitirdi, barıştan (mayıs 1902) sonra Utrecht'e, sonra Fransa’nın güneyine, daha sonra da İsviçre'ye çekildi.



K R U D Y (Gyula), macar yazar (Nyıregyhâza 1878 - Budapeşte 1933). Bilinçli ola­ rak fantezi ve geçmişe özlem öğeleri ka­ tılmış bir romantizmle yazılmış yapıtları, gününü doldurmuş bir çerçeveye yerleş­ tirilmiş, çağdaş duygularla donanmış uça­ rı kişilerle dolup taşar. Genellikle yeğledi­ ği kahramanı zaman ve uzamın sonsuz­ luğunda dolaşan yorgun gülüştü denizci Szindbad'dır. Krudy renkleri, sesleri, tat­ ları ve kokuları büyük bir esinleme gücüy­ le canlandıran duyarlı ve ezgili nitelikte ya­ pıtlar verdi (Szindbad ifjusnga, 1912; A vörös postakocsi, 1913; Szindbad Feltamadasa, 1916; Boldogult ûrfıkoromban, 1930)



K R U G E R S D O R P , Güney Afrika'da (Transvaal) kent, Witwatersrand'ın batı bölümünde; 128 788 nüf. Altın ve man­ ganez cevheri çıkarma merkezi. Makine yapımı. Kimya sanayisi. —Yakınında ha­ valimanı.



K R U G (VVİlhelm Traugott), alman filozof (Radis, Wittenberg yakınında, 1770 - Leipzig 1842). Kant'ın ardından Königsberg Üniversitesi mantık ve metafizik profesö­ rü oldu (1805), 1809'dan 1834’e kadar Leipzig Üniversitesi felsefe kürsüsünde bulundu. 1813'te gönüllü olarak orduya girdi, daha sonra Tugendbund'un başka­ nı oldu; 1833’te Saksonya Diyeti'nde Leip­ zig Üniversitesi'™ temsil etti. Başlıca ya­ pıtı: System der theoretischen Philoso­ phie (Kuramsal felsefe sistemi) [1806-1810]. K R U G (rahip Georgiy İvanoviç), rus iko­ na ressamı (Petersburg 1908 - Le Mesnil -Saint-Denis 1969). Tallin'de ve Tartu’da sanat öğrenimi gördükten sonra, 1931'de Paris'e yerleşti ve C. A. Somov ile N. Gonçarova'dan ders aldı. 1948’de rahip olduk­ tan sonra, yaşamının son yıllarında yu­ nanlı Theophanes’in yalınlığını Rublev' ın canlı renkleriyle birleştiren, güçlü bir üs­ lupla freskler ve ikonalar yaptı. K R U G E R (Paul), güney afrikalı devlet adamı (Zutpansdrift çiftliği, Venterstad ya­ kınında, Cape kolonisi, 1825 - Clarens, İs­ viçre, 1904). Berlinli bir göçmenin toru­ nuydu, Yaşlı Pretorius’la birlikte Transvaal'ın kuruluşuna katkıda bulundu (1852). Transvaal ordusu başkomutanı ve Başkan yardımcısı oldu (1864), Başkan T. F. Burgers'e karşı muhalefeti, iç savaşlara, do­ layısıyla ingilizler'in müdahalesine yol açtı. Ülkenin ilhak edilmesinden (1877) sonra, Genç Pretorius ve Joubert’le birlikte ör­ gütlediği 1880 ayaklanması, Pretoria ba­ rışı (1881) ve Transvaal Cumhuriyeti'nin ku­ rulmasıyla sonuçlandı. Dört kez Transva­ al Cumhurbaşkanı oldu (1883,1888,1893. 1898). İngilizlerle her türlü işbirliğini red­ detti, Cape ve Natal'le gümrük birliğine yanaşmadı, Orange'la bir savunma birli­ ği kurdu (1889) ve Uitlanderlerie (maden­ lerde çalışan İngiliz uyruklular) karşı düş­ manca bir politika izledi. Pretoria'ya ge­ len Cecil Rhodes'tan, anlaşma koşulu ola­ rak Svaziland’ı istedi (1894). Okyanus ile bağlantı kurmak için Lourenço Marques'e kadar ulaşan bir demiryolu yaptırdı, bu yolla daha sonra Avrupa'dan savaş mal­ zemesi getirtti. Düzenlediği akında başa­ rısızlığa uğrayan (aralık 1895) Jameson' un idamına karşı çıktı. Chamberlain'in gi­ rişimiyle İngiliz yüksek komiseri lord Miiner'le yapılan görüşmelerde, ülkede ye­ di yıldan az kalmış Uitlanderler’e yurttaş­ lık hakkı vermeye yanaşmadı (Bloemfontein görüşmesi, ekim 1899) ve Orange’la yaptığı birlik anlaşmasından (1898) aldı­ ğı güçle Ingilizler'e bir ültimatom verdi. Bu ültimatom savaşa yol açtı (9 ekim 1899). Çarpışmalar sırasında Avrupa’ya giderek kıta ülkelerinin desteğini sağlamaya çalış­ tı. Avrupa halkları tarafından coşkun gös­ terilerle karşılanmakla birlikte (Fransa, Bel­ çika ve Hollanda), hükümetler tarafsız kal­ dılar; hatta VVİlhelm II onun Almanya'ya



K ru g e r n a tlo n a l p a rk , Güney Afrika' da ulusal park, Transvaal'ın kuzey -doğu’sunda. Dünyanın en büyük rezerv­ lerinden biridir (yaklaşık 20 000 km2). Tu­ ristik düzenlemeler (karayolları, kamplar).



K R U İB E K E , Belçika'da (Doğu Flandre) komün, Escaut kıyısında, Sint-Niklaas'ın D.'sunda; 14 700 nüf. XIV. ve XV. y.'da ya­ pılmış kilisp (XVIII. yy.’dan kalma mobilya­ lar). Süt ürünleri. K R U J E ya da K R U J A , türkç. A kçahisar, Arnavutluk'ta Tiran'ın yaklaşık 20 km K.'inde küçük kent; 8 700 nüf. Boksit ya­ tağı. Çimento fabrikası. Osmanlı dönemin­ de işkodra vilayetinin Draç sancağına bağlı Akçahisar kazasının merkezi idi. K ru k e n b e r g a m p ü ta s y o n u (alman cerrah Hermann Krukenberg’in [1863 -1935] adından), bir çeşit kıskaç oluştur­ mak amacıyla dönerkemikle dirsekkemiğini birbirinden ayırarak önkolu kesme ameliyatı. K ru k e n b e rg u rla rı (alman kadın has­ talıkları ve doğum uzmanı Georg R H. Krukenberg'ın [1856-1899] adından), mi­ de kanseri başta olmak üzere sindirim sis­ temi kanserleri şırasında görülen metas­ taz ürünü yumurtalık urları. KRUKOMTİECKİ (Jan), polonyalı gene­ ral (1772’ye doğr. - Varşova 1850). İtalya' da, VVurmser’in yaveriydi (1796), daha sonra fransız ordusunda görev aldı (1807 -1813). 1830'da Polonya ihtilal hükümeti­ nin başkanı olarak Varşova'yı Paskeviç'e teslim etti (7 eylül 1831). K R U LA R , Liberya ve Fildişi Kıyısı'nın iki yanında yaşayan halkların tümü. Sayıları bir milyon dolayındadır. Birçok farklı etnik grubu (Eveler Krular Beteler, Didalar, vb.) içeren Krular, Atlantik kıyısı boyunca yer­ leşmişlerdir. Afrika kıyılarını keşfe çalışan .ilk batılı araştırmacılarca "Krumen” adıyla !deniizci ve tüccar insanlar olarak tanın­ maktaydı. Avcı ve balıkçı olan Krular, ay­ nı zamanda ekstansif tarım (özellikle pirinç tarımı) da yaparlar. Dağınık konutlu, babasoylu, bölünümsel bir sisteme göre ör­ gütlenmişlerdir. Babayerli bir temel üzeri­ ne kurulmuş köyleri küçük boyutludur. Her babasoyunun yaşlılarından oluşan bir meclis tarafından yönetilirler; "kabile” ya da konfederasyon düzeyinde siyasal bü­ tün zayıftır. Krular, aynı zamanda, savaşçı görevi yapan erkek yaş sınıflarına bölün­ müşlerdir; ayrıca, yargı işlerine bakan la­ ik ve mistik kurumlan (kvi), tedavi kurum­ lan (deyabo) vardır. K R U L L (VVolfgang), alman cebirci (Baden-Baden 1899 - Bonn 1971), Emmi Noether okulundandır. Cebirsel geomet­ riye yönelen, genel bir yerel halkalar (tek bir maksimum ideali olan halkalar) kura­ mı geliştirdi. K'dan IR+ içine bir uygula­ ma olan, bir K cismi üzerinde genel de­ ğerlendirme kavramını ayrıntılarıyla orta­ ya koydu ve inceledi; bu uygulama şu iki özelliği doğrular: v(xy) = v(x) + v(y), v(x+y) a Inf. |v(x), v(y)j. K ru ll te o re m i. Ceb Bir birim halkada, halkanın tümünden farklı soldan her ide­ alin, en az bir maksimal soldan ideal için­ de bulunduğunu ifade eden teorem. Bu teoremin tanıtlamasında seçim belitinden yararlanılır. K R U M , bulgar hanı (803-814). Make­



donya, Macaristan ve Serdica (Sofya) ken­ tini fethederek imparatorluğunu genişlet­ ti. Bizans imparatoru Nikephoros I kendi­ sini durdurmak istedi, ama ordusu Balkanlar’da bozguna uğradı (811). Krum İs­ tanbul’u kuşattı (814), ama aniden öldü.



7115



K R U M İR Y E , Kuzey-doğu Tunus'la Do­ ğu Cezayir sınırında bölge, G.’de Orta Mecerde ovalarıyla Annaba ovası, Akdeniz kıyısı ve K.-D.’da Mogod dağları arasında. Çok yağış alan (yılda 1 m'den fazla yağ­ mur) Krumirye dağlan, ormanlarla (man­ tar meşesi, kızıl meşe) kaplıdır ve açılma­ sı güçtür; yakın geçmişte kıvamlanmış kumtaşlı (Numidia kumtaşı) tabakalardan oluşur. Yer şekillerinin evrimi oldukça ile­ ridir (engebe terselmesi). K R U M M H O R N a. (alm. söze.). Bir kap­ sül içinde yer alan çift çarpan dilli, alt ucu kıvrık, üflemeli çalgı. KRUMOVORAD -



KOŞUKAVAK.



K R U M P H O L Z ya da K R U M P H O LTZ (Johann), avusturyalı arpçı ve besteci (Budenice, Zlonice, 1742 - Paris 1790). Hochbrucker’den arp, Haydn’dan besteleme dersleri aldı. 1773-1776 arasında prens Esterhâzy'nin capellasında çaldı. 1777'de Paris’e yerleşti ve burada ünlendi, ikinci karısı büyük arpçı A. M. Steckler'in ken­ dini aldattığını öğrenince, Sen nehrine at­ layarak intihar etti. Arp için yazdığı yapıt­ larla, arp üslubunun,gelişmesine katkıda bulundu; yapımcı Erard'a, çift hareketli arp yapma fikrini verdi. -—Karısı ANNA MARİA, alman arpçı (Metz 1755’e doğr. -Londra 1824'ten sonra), ilk başarısını, 1779'da Dinsel konserlerde elde etti. Son­ ra Londra’ya gitti, burada zarif üslubuyla büyük ün kazandı. Dostu Steibelt, onun için bir konçerto besteledi. Birlikte çaldı­ ğı piyanocu J. L. Dussek, bir cilt tutan so­ natlarını ona ithaf etti.



HĞtier



K R U P a. (fr. croup; ing. croup, -to croup. hırıltılı bağırmak'tan). 1. Boğularak ölm e­ ye kadar varabilen difteri larenjiti. (Teda­ visi difterininki gibidir, am a neden olduğu boğulm a trakeotomi ya d a tübaj gerekti­ rebilir.) —2. Yalancı krup, genellikle iyicil gırtlak kasılması. (Eşanl. ISLIKLI LARENJİT, KAŞILMALI NEZLE LARENJİTİ.)



K R U P A (Gene), amerikalı caz davulcu­ su ve orkestra yöneticisi (Chicago 1909 - Yonkers 1973). 1927’den başlayarak, Eddie Condon, Red Nichols, Bix Beiderbecke, Benny Goodman ve Tommy Dorsey gibi en büyük beyaz cazcılara eşlik et­ ti. Trompetçi Roy Eldridge ve şarkıcı Anita O ’Day'in ünlendiği ilk büyük orkestra­ sını 1938-1943 arasında, ikincisiniyse 1944-1951 arasında yönetti. Orkestrası da­ ğıldıktan sonra JATP turnelerine katıldı. Swing çağının en sevilen davulcusu olan Gene Krupa’nın, olanca ustalığını ortaya koyduğu davul soloları, eksiksiz birer gös­ teriydi. Başlıca plakları: Sing Sing Sing, Rockin' Chair, Let Me Off Uptown, Disc Jockey Jump, Lemon Drop. K R U PA D a. Bine. Süvarinin isteği üzeri­ ne atın ön ayaklarını kaldırmadan arka ayaklarını çifte atarcasına ve dümdüz ge­ riye doğru uzatması. K R U P İY E a. (fr. croupier). Bir kumarha­ nede oyunları yöneten, oyuna para konul­ masını sağlayan, kâğıtları tutan, ruleti çe­ viren ve çıkan numaraları yüksek sesle bil­ diren görevli. K R U P İY E L İK a. Kumar masalarını yö­ netme işi. K R U P O N a. (fr. croupon). Deric. Sığır ya da inek derisinin sağrı ve sırt bölgesi. (Kruponlama sırasında ayrılan krupon, derinin.en değerli kısmıdır.) K R U P O N L A M A a. Deric. Sığır ya da dana derisinin eşit değerde olmayan ger­ dan ve böğrünü parçalara ayırma işlemi. —ANSİKL. Kruponlama küçük bir bıçak­ la gerçekleştirilir. Ünce, deri sırt çigzisinden kesilerek, böğür, but ve kol altından



Paul Kruger ressamı bilinmeyen tablo Sanat ve tarih müzesi, Pretoria



kruponlama geçen kıvrımlara göre ayrılır Sonra da bo­ yun kol altı kıvrımlarını birleştiren bir çiz­ giye göre kesilir. I K R U P P , alman sanayici ailesi. — ALFRED (Essen 1812 - ay. y. 1887) baba­ sının 188Tde kurduğu küçük çelik dö­ kümhanesinin yönetimini 14 yaşında üst­ lendi. Daha 1847'de yeni bir tür dökme çelik yaparak ağır bir topun namlusunu tek parça olarak döktü. Büyük Londra sergisi’nde (1850), iki ton ağırlığında ve tek bir kütle biçiminde çelik bir külçe sun­ du. Prusya devleti, Krupp’a 300 çelik top ısmarladı; Avusturya, Fransa, ABD, Çin, Japonya, Rusya ve Türkiye vb. de ondan Gesellschaft top istedi. 1862’de, bütün kıtada, Bessemer yönteminin benimsenmesini sağladı. 1870 savaşı ve Lorraine maden havzası­ nın ilhakı, kuruluşun merkezileşmesini hız­ landırdı ve Alfred Krupp öldüğünde arka­ sında dönemin en güçlü sanayi kuruluş­ larından birini bıraktı. Kuruluşta 20 000’i aşkın kişi çalışmaktaydı. —Oğlu, FRİEDRİCH ALFRED (Essen 1854 - ay. y. 1902), Tegel’in dev gemi şantiyeleri "Germania Werft” i ele geçirdi (1902). 1893'ten 1898’e kadar Reichstag üyeliği yaptı, VVİlhelm II tarafından Senyörler meclisi ve Devlet konseyi’ne çağrıldı. 1902'de öldüğü za­ man, babasının bıraktığı sermayeyi iki kaAtfred Krupp tına çıkarmıştı ve 43 000 işçi çalıştırıyordu. —BERTHA (Essen 1886 - ay. y. 1957), bir öncekinin kızı, Krupplar’ın "veraset yasası"na uygun olarak, babasının ardın­ dan kuruluşun başına geçti. —GUSTAV, von Sohten und Helhach baronu (Lahey 1870 - Blühnbach, Salzburg yakının­ da, 1950), 1906’da Bertha ile evlendi ve VVİlhelm ll'nin izniyle, Krupp von Bohlen adını aldı. Birinci Dünya savaşı sırasında, nerdeyse tüm ağır silahların tekelini elin­ de tutan, kuruluşun yönetimini üstlendi. 1918 ateşkesine göre, yenik düşen Alman­ ya’nın, ordu bulundurma ve silah üretme “Virginia” simli hakkı olmadığından, Gustav Krupp, fab­ nükleer İtmeli rikalarını sivil üretime çevirdi, ancak gizli­ amerikan kruvazörü ce askeri malzeme üretmeyi de sürdürdü. (1975) Fransız ve belçikalı askerlerin Ruhr hav­ tam yüklü deplasman: zasını boşaltmasından sonra, yabancı ül­ 10 0001; kelere yayılma siyasetine döndü. Daha maksimai hız: 1933’te nasyonal sosyalizme sağlam bir destek sağladı ve Almanya'nın yeni ordu­ 30 deniz mili; su ve donanması için gerekli bütün mal­ silah donanımı: zemeyi üretti. Krupp, 1938'de Alman ikti­ Tartar sadi otarşisinin ana parçası olan sentetik kimya sanayisi alanında çok büyük yatırım-



Harpoon (karadan-karaya), veAsroc



tar yaptı, 12 maden şirketi, 35 metalürji şir­ keti ve 50 dolayında ticari satış kartelini bir araya getirdi. İkinci Dünya savaşı sonun­ da çıkarılan kartelleşmeyi engelleme ya­ saları, eski konzerni, yalnızca parasal dö­ nüşüm etkinlikleriyle yetinmeye, alman kö­ mür ve çelik üretimindeki denetiminden vazgeçmeye zorladı. —Alfred Krupp von Bohien und Halbach (Essen 1907 - ay y. 1967) öncekilerin oğlu, 1938’de resmen Nasyonal sosyalist parti'ye girdi. 1939'da hava ordusunda albay oldu, 1943’te, ba­ basının ardından Krupp şirketinin başkan­ lığını üstlendi. 1945'te Müttefiklerde tutuk­ landı, Hitler’in savaş çabasına katılmakla suçlandı, 1948'de Uluslararası Nûrnberg mahkemesi’nde yargılanarak aklandı. Başkan Truman’ın özel olarak belirlediği askeri bir mahkeme önüne çıkarıldı, 12 yıl hapis ve mallarının müsaderesi cezasına çarptırıldı. 1951’de serbest bırakıldı, 1953’te Müttefikler ile anlaştı: maden ve metalürji sanayilerindeki katılımlarını tas­ fiye edecek ve buna karşılık başka alan­ larda serbestçe etkinlik gösterecekti. Ne var ki, bu konunun uygulanması birçok defa ertelendi. Alfred Krupp 1967'de ölün­ ce ailenin şirketteki denetimi azalmaya başladı, Krupp işletmeleri gemi ve maki­ ne yapımına yöneldi. Bugün de bu grup, Almanya'nın önde gelen sanayi topluluk­ larından biridir. K ru p p h a s ta lığ ı. Metalürj. Suvermeden sonra 250 ile 550 °C arasındaki bir sıcaklıkta oldukça uzun bir menevişleme işleminden geçirilmiş özellikle alaşımlı çe­ liklerin kırılganlığı. Krupp çelikhanelerinde ortaya çıkarılan bu olay, tane ayrım yü­ zeylerine yalnızca elektron mikroskobuy­ la görülebilen karmaşık bir karbürün çö­ kelmesinden kaynaklanır. Bu çeliklere % 0,3 oranında molibden katılması bu kırıl­ ganlığı önler. K RUPSKAYA (Nadejda Konstantinova), rus devrimci (Petersburg 1869-Moskova 1939). Soylu, ama pek varlıklı olmayan ana ve babası devrimci harekete katıldı­ lar. Kendisi de 1890'lı yılların başında marxçı oldu. İşçiler arasında militan etkin­ liklerde bulundu. 1896’da tutuklandı, son­ ra Sibirya’ya sürüldü, burada Lenin'le ev­ lendi. Lenin'in en yakın ve en etkili çalış­ ma arkadaşıydı. 1917 devrimi’nden son­ ra, kendini halk eğitimi ve gençlik sorun­ larına adadı. Vospominaniya o banine (Le-



I sınıfı



güdümlü mermileri; 127/54 Mk 45’lik 2 top,



nin’ie geçen hayatım) [1933] adlı bir kita­ bı vardır.



Nava! Photogrsphic Çenter



K R U S E N S TE R N (Adam Johann VON), rusça Ivan Fyodorovlç Kruzenştern, rus denizci (Hagudi, Estonya, 1770 - Tallin 1846). 1803-1806 yılları arasında Asya' nın doğu kıyılarını dolaşan ilk rus keşif se­ ferini yönetti. Flokkaido, Sahalin ve Kamçatka'da Ohotsk denizi kıyılarını Aleut adalarını ve Bering boğazını araştırdı.



KRUSEN8TJERNA (Agnes VON), is­ veçli kadın romancı (Vâxjö 1894-Stockholm 1940). 1921'de eleştirmen David Sprengel ile evlendi ve onun etkisinde kal­ dı. Üç büyük roman çevrimi yapıtlarının temelini oluşturur: 7öny(3cilt, 1922-1926), Fröknarna von Pahlen (7 cilt, 1930-1935) ve Fattigadel (4 cilt, 1935-1938); bu yapıt­ larda, bir gün kendisinin de düşeceği sü­ rekli bir delirme korkusuyla gizemcilik ve cinsellik karışımı göze çarpar. Yaptığı be­ timlemeler zamanında sert tartışmalara neden olmuştu.



K R U S E V A C , Sırbistan'da kent, Batı Morava'nın kolu Rasina'nın kıyısında; 29 500 nüf. XIV. yy.'dan kalma kilise. Meta­ lürji. Silah yapımı. Otomobil montajı. Şa­ rapçılık. K R U İN E HORY, Erzgebirge kütlesinin çekçe adı. K R U S Z E W S K İ (Mikotaj), rusça Kruşevşkiy, polonyalı-rus dilbilimci (Lutsk 1851-Kazan 1887). 1883’ten sonra Kazan’ da profesör, Baudouin de Courtenay’nin öğrencisi. Ses almaşması kuramının ha­ zırlanmasına katkıda bulundu. Kvoprosu o güne, izsledovanie v oblasti starosiavjanskago vokalizma'yı (Ünlü almaşmaları. Eski slavcanın ünlüler düzeni üstüne in­ celeme) [1881]1yazdı. En ünlü yapıtı: Ocerk nauki o jazyke (Dilin bilimsel yönü) [1883], K R U S Z W İC A , Polonya'da (Bydgoszcz voyvodalığı) yerleşme, Gopto gölü yakı­ nında, eski tarihsel Polonya'nın ortasında; 6 000 nüf. IX. yy.'da, Piastlar sülalesinin efsanevi yurduydu. Ortaçağ’da çok geliş­ miş bir kentti. XII. yy.'da Kujavvy piskopos­ larının merkezi oldu. Piastlar döneminde köylü kulübelerinin bulunduğu sanılan yerde yapılan ve XVI. yy.’da onarılan ro­ man üslubunda kilise. K R U Ş Ç E V - HRUŞÇEV (Nikita Sergiyeviç). K R U Ş E V S K İY (Nikolay Vyaçeslavoviç) -* KruszevvskI (Mikotaj). K R U VA ZE sıf. (fr. croisâ'den). Terz. 1. Ön beden parçaları ön ortayı geçecek bi­ çimde birbiri üzerine binen ceket, yelek v b giyim eşyası için kullanılır: Kruvaze ce­ ket, kruvaze yelek. —2. Kruvaze giysi, ka­ patıldığında, ön kısımları üst üste binen giysi. |j Kruvaze yaka, devrik kısımları çap­ razlanan yaka. —Tekst. Kruvaze armür —»DİMİ. K R U V A Z M A N a. (fr. croisemenfdan). Dy. 1. Demiryolunda iki tren hattının birbiriyle kesişmesini sağlayan ve her iki tre­ nin de duraklamadan yola devam etme­ lerine olanak veren düzenek. —2. Dik kruvazman, iki hattın birbiriyle dikey ola­ rak kesiştiği kruvazman. || Eğik kruvaz­ man, iki hattın birbirine eğik olduğu kru­ vazman. || Geçişli kruvazman, kesişen iki hattın, ayrıca, ya tek yandan (tek geçişli kruvazman) ya da iki yandan (çift geçişli kruvazman) birbirine bağlandığı ve bir hattan öbür hatta geçişe olanak verdiği kruvazman. K R U VA ZÖ R a. (fr. croiseukden). Ask. denize. Filolara komuta ve refakat etme­ d e onları düşman uçaklarının ya da denizaltılarının saldırılarından korumada kul­ lanılan, ağır silahlarla donatılmış büyük savaş gemisi. (Bk. ansikl. böl.) || Yardımcı kruvazörler, elkonularak, savaş gemileri­ ne dönüştürülmüş ticaret gemilerinin tü­ mü. (içine asker ve subay yerleştirilen bu gemilere savaş flaması çekilir. Yalnız yük taşımak için elkonulmuş ticaret gemileri, kendi sivil mürettebatını ve ticaret gemisi durumunu korur.) —ANSİKL. Ask. denize. Kruvazör başlan­ gıçta filolara yol göstermek, düşman ge­ milerinin seyrini denetim altına almak ve engellemek için düşünülmüş bir savaş ge­ misiydi. ilk modern kruvazörler 1870’te ya­ pıldı, ancak bunlar korumadan yoksundu. Emile Bertin tarafından gerçekleştirilen ve öncekilere göre daha korunmalı olan kru­ vazörler 1882’de ortaya çıktı. 1922’de VVasfıington konferansı kruvazörlerin tona­ jına bir sınırlama getirdi ve kruvazörler iki sırıtfa ayrıldı; maksimum 10 0 0 0 1 olan 1. sınıf kruvazörlerin, çapı en fazla 203 mm olan toplarla donatılması ve 10 000 t'un altında olan 2. sınıf kruvazörlerde kullanı­ lan topların çapının da 155 mm’yi geçme­ mesi gerekliydi, ikinci Dünya savaşı sıra­ sında, uçakların yarattığı tehlike uçaksa­ var kruvazörlerinin yapılmasına neden oldu. 1945’ten bu yana, kruvazörlerde bir to-



naj sınırlaması yoktur. Günümüzde "kru­ vazör" terimi, karadan-havaya ve karadan-karaya güdümlü mermilerle, denizaltısavar silahlarıyla, taktik bilgileri oto­ matik olarak işleme sistemleriyle ve heli­ kopter platformlarıyla donatılmış orta to­ najlı (7 000 ile 20 000 t) gemileri belirtir. Amerikan kruvazörü Long Beach (1961) 14 000 t'dur ve nükleer bir iticiye sahip­ tir; İtalyan kruvazörü Vittoho Veneto füzeatarlarla donatılmış ve helikopter taşıyan 7 500 t'luk bir gemidir (1969). ingilizler ve özellikle de Ruslar "kruvazör" terimini, kısa mesafede havalanan uçaklar taşı­ yan ve uçaklara, suüstü gemilerine ve denizaltılara karşı silah sistemleriyle do­ natılmış Invincible (1980-81) ya da Kiev (1976-1980) tipi uçak gemilerini belirt­ mek için kullanır.



KRUYDER (Herman), hollandalı ressam (Lage Vuursche, Utrecht ili, 1881-Amsterdam 1935). 1910’dan sonra sanatla ilgi­ lenmeye başladı; anlatımcılığın ve kübiz­ min etkilerini güçlü bir biçimde bağdaştı­ ran, ancak belli bir naifliğe de yer veren (Ran üçkanatlısı, 1933-34, Stedelijk Museum, Amsterdam), kişisel bir üslup geliş­ tirdi (kır ve köy sahneleri). KR U Z (Isolde), alman kadın edebiyatçı (Stuttgart 1853-Tubingen 1944). Floransa' ya (1877-1915), daha sonra Münih’e yer­ leşti, titiz bir biçim ve özentili bir üslupla yânlmış şiirler; romanlar ve öyküler yayım­ ladı.



KRÛDENER (Barbara Juliane DE VİETİNGHOFF —baronesi), fransızca yazan rus kadın edebiyatçı (Riga 1764-Karasubazar, bugün Belogorsk, 1824). 1782'de diplomat baron Krüdener'le evlendi; kısa bir süre sonra ondan ayrıldı, Batı Avrupa' da yaşadı ve orada Johann-Paul Richter, Achim von Arnim, Zacharias VVerner, Chateaubriand, Benjamin Constant, Mme de Staöl gibi yazarlarla tanıştı. Pensöes (1802) adlı bir yapıt ve özyaşamöyküsel bir roman olan Valöria'yı (1803) yayımladı. Livonya’ya dönünce, moravyalı kardeşlerin etkisiyle mezhep değiştirdi. 1815'te, ken­ disine Kutsal ittifak fikrini aşıladığı söyle­ nen çar Aleksandr l'in üzerinde belli bir etkisi oldu. Kalabalık halk kitlelerine vaaz­ lar vermek üzere yolculuğa çıktı, bu yüz­ den İsviçre ve Almanya'dan kovuldu, 1821'de Petersburg'a döndü, ancak yu­ nan bağımsızlığından yana çıkması nede­ niyle çar tarafından Kırım'a sürgün edil­ di. KRÛOER (Franz), alman ressam ve gravürcü (Grossbadegast, Köthen yakınları, 1797-Berlin 1857). Biedermeier dönemin­ de Berlin'de ünlü bir portre ressamıydı, av ve askerliğe ilişkin tablolar da yaptı. Ke­ sin bir deseni, ince bir zevk düzeni vardı. KRÛOER (Johannes), alman jeodezi uz­



horst’un tasarladığı “ krümperler sistem i"yle 1813'te fazladan elli bir tabur çı­ karılmıştı.)



KRÛSS (James), alman yazar (Helgoland 1926), radyo oyunları ve gençler için kitaplar (Florentine, 1972; Der kieine schwarze VVeissfeilkater, 1974) yazdı.



KRYA.Tar. coğ. G.-B. Anadolu'da, Lykia



da, nomos merkezi, Kavala’nın B.'sında; 24 900 nüf. Ticaret ve tarım merke­ zi.— Ksanthi nomosu, 1 793 km2; 82 900 nüf.



KSANTHİDROL a. (fr. xanthydroI). Org. kim. Formülü C13H10O2 olan dibenzo •y-piranol'ün yaygın adı; asitlerin etkime­ siyle ksantilyum tuzlarını verir.



KRÛOER (Michael), alman yazar (Witt-



hırçınlığıyla ünlü karısı.



gensdorf 1943), şiir kitapları yazdı (Reginapoly, 1976; Diderots Katze, 1978; Nekrologe, 1979; Aus der Ebene, 1982).



KSANTHİPPOS, atinalı devlet adamı,



KRÛMPER a. (alm. KrCımper; kamburu çıkmış, iki büklüm anlamında krumm' dan). Tar. 1. Eski Prusya ordusunda çü­ rüğe çıkarılmakla birlikte bazı geri hizmet­ lerde kullanılan insanlar ve atlar —2. Çok hızlı bir eğitimden geçirildikten sonra yor­ gun düşen askerlere takılan ad. (Prusya ordusunu 42 000 kişiyle sınırlayan Paris antlaşması (1808) karşısında Scharn-



KSANTHOS. Tar. coğ. Ida dağından (Kaz dağı) doğan Skamandros* nehrinin (bugün Kara* Menderes ya da Küçük Menderes) bir başka adı.



ya da Karia bölgesinde küçük yerleşme, Fethiye körfezinin B. kıyısında, Taşyaka de­ nilen mevkideydi. Attike-Delos deniz birli- ■KSANTHOS, bugün Kınık. Tar. coğ. ği’ne vergi ödüyordu. Küçük akropdisi dik Anadolu'nun G.’inde, Lykia bölgesinin bir tepe üzerindedir (duvarlar ve kule ka­ merkezi kent. Aynı adı taşıyan suyun lıntısı). Kıyıda, karia dilinde yazıtı bulunan (Eşen çayı ya da Koca çay) sol kıyısındaion düzeninde bir mezar anıtı vardır. dır. Homeros’un Ilyada'sında adı geçen kent, İ.Ö. 545’te Harpagos* tarafından ku­ KRYNİCA, Polonya'da turizm merkezi (yüksl. 590 m), yüksek Karpat Beskidleri'n- şatıldığında Ksanthoslular kadın, çocuk ve mallarını akropolise kapatıp ateşe ver­ de; 12 000 nüf. İçinde demir bulunan tuzlu diler, erkekler de savaşarak öldüler. Pelosular ve mikroiklim, Krynica’yı ülkenin en ponisos savaşları sırasında bağımsızlıkla­ çok gidilen ılıca ve kaplıca tedavi merke­ rını koruyabilmek için AtinalIlarla savaştı­ zi haline getirdi; Krynica, aynı zamanda, lar. Kent, Büyük İskender döneminde rağbet edilen bir kış sporları merkezi­ Lykia dinsel birliğinin merkezi durumuna dir, geldi. Mithridates'le savaşta Roma'nın ya­ KRYNİCA MORSKA, Polonya'da kü­ nında yer aldı. İ.Ö. 43’te Brutus tarafından çük turizm merkezi, Vistül denizkulağını işgal edildi. Daha sonra zengin ve sakin (Zalevv VVİâlany) kapatan kıyı oku kıyısın­ bir dönem yaşadı. Erken hıristiyanlık ve da, ırmak deltasının D.'sunda. Yaz turizmi Bizans dönemlerinde de önemini korudu etkinlikleri; balıkçı ve yat limanı. (kiliseler, büyük bir manastır). VII. yy.’daki KRYPTEİA a. Esk. Yun. Sparta’da, eği­ arap saldırılarıyla yıkıldı. tim döneminin sonunda yapılan sınama. —Arkeol. Kentin kalıntıları, ilk kez Charles Fellows tarafından bulundu (1838), birçok (Ergenliğe ulaşmadan birkaç ay önce, ba­ kabartma, mimari parçalar, yazıtlar (biri ikizı genç erkeklerin dayanıklılığı sınanırdı. Bu dönem boyunca, gündüzleri gizlenir, dillidir) British Museum’a gönderildi. Yö­ geceleri gereksinimlerini karşılayabilmek rede sistemli kazılar, 1950’den beri önce Pierre Demargne, sonra Henri Metzger, için çevreyi tarar, pusularla dolu bir yaşam daha sonra da Christian le Roy yönetimin­ sürerlerdi. Plutarkhos'a göre, sınama, heilosların kıyımını da içerirdi.) deki fransız arkeologlarca sürdürülmekte­ KRYPTOPTERUS a. Bütünüyle say­ dir. Kentin biri Lykia, ötekisi Yunan-Roma dönemlerinden olmak üzere iki akropolidam bedenli "cambalığı''nın cins adı. (Aksi vardır. Kalıntılar Klasik, Hellenistik, Ro­ varyumseverlerin çok sevdiği balıklardan ma ve Bizans dönemlerinden çeşitli yapı­ olan bu cinsin üyelerinin yalnızca gözleri lar ve mezar anıtlarından oluşmaktadır. ve içorgan kesesi görülebilir. YayınbalığımBunlar arasında Hellenistik dönemden sılar takımı.) kent kapısı (İ.Ö. 190), Vespasianus döne­ KSANTAN a. (fr. xanthanne). Org. kim. minden (İ.S. 69-79) takkapı, İ.Ö. IV. yy.'dan Formülü C13HmÖ olan dibenzo -y-piran’ın ve Hellenistik dönemden, çok köşeli taş­ yaygın adı; iskeletine doğal ve sentetik lardan örülmüş surlar, roma tiyatrosu, pek çok boyarmaddede rastlanır. (Eşanl. agora (İ.S. II.- III. yy.'lar) belirtilebilir. Char­ KSANTEN.) les Fellows'un British Museum'a gönder­ diği ikidilli yazıtın yanı sıra yeni çalışma­ K SA N TA T a. (fr. xanthate). Org. kim. larda ikidilli ve üçdilli örnekler bulunmuş­ KSANTOGENAT'ın eşanlamlısı. tur. Kentin en ilgi çeken kal' '"vıysa çe­ KSANTELAZMA a. (fr. xanthâlasma). şitli dönemlerden paye me ve lahit Der. hast. Gözkapaklarının üzerinde, ko­ mezarlardır (Nereidler anıtı, I ,-alar anı­ lesterol birikimine bağlı olarak ortaya çı­ tı, Aslanlı mezar Payava anıtı ). Bunlar­ kan, hafifçe kabarık kirli sarı renkli leke. dan Yazıtlı mezar anıtı' nın kimi abartma­ ları İstanbul Arkeoloji müzeleri rd e sergi­ KSANTEN a. (fr. xanthöne). Org. kim. lenmektedir. KSANTAN’ın eşanlamlısı. Ksanthos’tan 4 km uzaklıkta, "sen ça­ KSA NTHİ, Yunanistan’da kent, Trakya'



manı (Elze, Hannover, 1857 - ay. y. 1923), Gauss'un jeodezi çalışmalarını sürdürdü ve yalınlaştırarak tanıttı. UTM izdüşüm sis­ temini (Universal Transverse Mercator) ta­ sarladı ve jeodezik dengeleri inceledi.



KRÛMMEL (Otto), alman okyanusbilimci (Exin, Poznart, 1854-Köln 1912). Kuzey Atlas okyanusu su kütleleri üzerine çalış­ malar yaptı ve herkesçe benimsenen bir okyanusbilim elkitabı (Handbuch der Ozeanographie [Okyanusbilim kılavuzu], 2 cilt, 1886-1907) yazdı.



tanbul'da papazlık yaptı. Başlıca yapıtı 18 kitaptan oluşan-ve hıristiyanlığın başlan­ gıcından imparator Phokas'ın ölümüne değin (610) geçen olayları anlatan Ekklesiastike Historia (Kilise tarihi) adlı çalışma­ sıdır.



KSANTHİPPE, Sokrates'in şirretliği ve



Perikles'in babası (İ.Ö. V. yy.). Med savaş­ ları sırasında cesaretiyle ün kazandı ve Paros başarısızlığı nedeniyle Miltiades’i mahkûm ettirdi (489), 479'da strategos ol­ du, Mykale deniz zaferinde önemli bir rol oynadı ve birçok İonia sitesini Persler’in boyunduruğundan kurtardı, daha sonra Khersonesos'ta Sestos’u ele geçirerek Ati­ na yayılmacılığını başlattı.



KSANTHİPPOS, lakedaimonlu gene­ ral (İ.Ö. III. yy.). Kartaca'nın hizmetine gir­ di, paralı askerlerden oluşan orduyu ör­ gütledi, Regulus'u yendi ve tutsak aldı (255). Kısa bir süre sonra, başarısını kıs­ kanan Kartacalılar tarafından öldürüldüğü sanılır. K S A N T H O P U L O S (Nikephoros Kaliistos), bizanslı yazar (öl. 1335'e doğr.). İs­



Krüdener baronesi J. R. Lüderitz’in minyatürü (1822) özel kol.



ksanthidrol



Ksanihos roma tiyatrosu ve Lykia tipi lahitler (arkada)



Ksanthos yının B. yakasında yer alan Letoon, Lykia birliği'nin kutsal merkeziydi. 1962’den beri kazıların sürdürüldüğü bu kesimde üç ta­ pınak belirlendi. Bunlardan ortadaki en küçüğü, İ.Ö. IV. yy.'dandır Bunun B.'sında bulunan ion düzenindeki büyük tapınak (16 x 21 m), derin bir pronaos ve bir opistodomostan meydana gelir (İ.Û. III. yy.). Cella'da (naos) ele geçen bir yazıta göre bu tapınak Leto'ya adanmıştı. Çok bozuk olan, dor düzenindeki üçüncü tapınak, Hellenistik döneme tarihlendirilir. Cella mozaiklerinde Artemis'in başı ve sadağıy­ la Apollon’un liri seçilebilmektedir. Bu ta­ pınağın yakınında üçdilli (lykia dili, yunan­ ca, aramca) bir yazıt ortaya çıkarıldı. Ta­ pınakların bulunduğu taraçanın G.-B’sında yarım daire planlı bir nymphaion bu­ lunmaktadır (İ.S. II. yy. başlarında Hadrianus döneminde yapıldığını gösteren ya­ zıtı vardır). Bunun da D.'sunda IV. yy.’dan bir bizans manastırı yer alır. Yörede ayrı­ ca bir roma tiyatrosu, Hellenistik ve Ro­ ma dönemlerinden revaklı yapılar bulun­ maktadır. (-* Kayn.)



7118



K s a n th o s (K ın ık ) m ü z e s i, Antalya' nın Kaş ilçesi Kalkan bucağına bağlı Kı­ nık köyünde, bir ilkokulda açılan depo ni­ teliğinde müze. Ksanthos antik kenti buluntulannın bir bölümü burada korunmak­ tadır (heykeller, üç dilli yazıt, çanak çöm­ lekler, mimari parçalar). K S A N T İK sıf. (fr. xanthique). 1. Ksantinle ilgili, ksantine ilişkin. —2. Ksantik asit, KSANTOGENİK* ASİT'in eşanlamlısı. —3. Ksantik baz, KSANTİN'in eşanlamlısı. K S A N T İLY U M a. (fr. xanthyiium'dan). Org. kim. Formülü C13H90 + olan dibenzo y -pirilyum katyonunun yaygın adı; asit­ lerin ksanthidrol üzerine etkimesi sonun­ da oluşur; iskeletine ftaleinler ile rodaminler gibi birçok önemli boyarmaddede rast­ lanır.



ksantilyum katyonu



ksantin



K S A N T İN a. (fr. xanthine). Biyokim. 1. Nükleotitlerin ve nükleik asitlerin bileşimi­ ne giren ve birbirine yapışık bir pirimidin çekirdeği ile bir imidazol çekirdeğinden oluşan pürik baz (C5H4N40 2 formüllü dihidroksi -2,6 purin). —2. En başta kahve­ de ve çayda bulunan metilli pürik bazla­ rın genel adı (kafein, teofilin, teobromin); tedavide beyin işlevlerini, kalp ritmini ve diürezi canlandırmakta kullanılır. (Eşanl. KSANTİK BAZ.) K S A N T İN O L a. (fr. xantind). Eczc. 3-(m etil-oksietilam ino) 2-oksipropil -teofilin’in yaygın adı. Nikotinat tuzu şek­ linde çevresel dama .■gevş-" a, ak ve trombosit topaklanmasına karşı kullanılır.



h 3c o



K S A N T İO Z İT a. (fr. xanthiosite). Miner. Monoklinik sistemde yer alan doğal nikel arsenat. K S A N T O FİL a. (fr. xantofyie). Eczc. Karotenoit yapısında bileşik. Bileşikgiller fa­ milyasından çeşitli bitkilerin çiçeklerinde bulunur. Bunun palmitatı görme zayıflık­ larında ve gece körlüğünde (hemeralopi) kullanılır. K S A N T O FİL a. (fr. xanthophyiie). Org. kim. Formülü C ^ H ^ O j olan ve /3-karotenden türeyen dialkol; yumurta sansında, birçok san çiçeğin taçyaprağında, sonba­ har yapraklarında bulunur. KSANTOFOR a. (fr. xantophore). Sürün­ genlerin derisinde sık rastlanan ve sarı ya da kırmızı lipokromlar içeren kromatofor.



Ksantoksitin



K S A N TO O EN AT a. (fr. xanthogânate’ dan). Org. kim. Ksantogenik asidin tuzu ya da esteri. (Eşanl. KSANTAT.) K SAN TO G EN İK sıf. (fr xanthogânique‘ ten). Org. kim. Ksantogenik asit, ditiyokarbonik asidin, genel formülü RO—CS—SH olan O- esterlerinin yaygın adı; tuzları, ROM alkolatlarının karbon sülfür (CS2) üzerine etkimesi sonunda oluşur. (Eşanl. KSANTİK ASİT.) —ANSİkl . Ksantogenatlar ya da başka bir deyişle alkali ksantatlar (ROCSSM) sarı



renklidir. Selüloz çözünmediği halde se­ lüloz ksantogenat suda çözünür. Bu mad­ denin ağdalı çözeltisi, yani viskoz, iplik bi­ çiminde çekilebilir. Ksantogenat, zayıf ba­ zik ortamda, ksantogenik asitlerin tüm tuz­ ları gibi kararsızdır; viskoz ipliği çok fazla miktarda suyla işlendiğinde selüloz yeni­ den elde edilir. Ksantogenik asitlerin, ROCSSR' for­ müllü esterleri, alkali bir ksantogenatın bir R'X halojenürü üzerine etkimesi sonucu kolayca oluşur. Sıcakta kararsız olan bu esterler, ısıtıldığında 100 °C’a doğru ROH alkolüne denk düşen alkenleri verir. K SAN TO O R A N Ü LO M a. (fr. xanthogranuiome). Patol. Hücreli-yağlı dokunun, yalancı ur görünümü alabilen süreğen il­ tihap odağı. KSANTOKOBALT a. (fr. xanthocobaltique‘ten). Anorg. kim. Ksantokobait bile­ şikleri, ikideğerli [C oN O ^N H ^j]2-1- katyo­ nu içeren komplekslere verilen ad. K S A N T O K O N İT a. (fr. xanthoconite). Miner. Monoklinik sistemde yer alan do­ ğal kurşun arsenosülfür. K S A N TO K R O M İ a. (fr xanthochromie; yun. ksanthos, san, ve khroma, renk’ten). Der. hast. Derinin ya da bir dokunun sarı renk alması. (Genellikle, en çok el ayaları ve ayak tabanlarında görülen vö karotenodermiden ileri gelen sarı-turuncu bir renk sözkonusudur. Hücre içinde ya da dışında hemosiderin birikmesinden ileri gelen kahverengimsi sarı bir renk de ola­ bilir.) K S A N T O K S İÜ N a. (fr. xanthoxyline). Org. kim. Formülü C10H12O4 olan dimetoksi-2,4 hidroksi-6 asetofenon’un yaygın adı; japon biberinde (Xanthoxylum piperitum) bulunur. K S A N TO M a. (fr. xanthome). Patol. En çok dirseklerde, dizlerde, saçlı deride ve kirişlerde görülen, altın sarısı renginde iyi­ cil küçük ur —ANSİKL. Yağlı maddeyle (kolesterol) do­ lu makrofaj hücrelerden oluşan ksantom tek başına olabilir ve yerel kolesterol me­ tabolizmasındaki bir bozukluktan ileri gelir. Ama genellikle ailevi bir metabolizma has­ talığı olan ksantomatoz'un bir parçası da olabilir. KSANTOM ATO Z a. (fr. xanthomatose). Yağ metabolizması bozukluğuyla (hiperkolesterolemi, hipertipidemi) ve çeşitli yağ­ ların birikimiyle (ksantomlar ve ksantelazmalar) belirgin ve çoğunlukla ailevi ve ka­ lıtsal, genel hastalık. K S A N TO N a. (fr. xanthone). Org. kim. Formülü C13He0 2 olan dibenzo y-piron’ un yaygın adı; gentisin gibi kimi hidroksilli türevleri sarı boyarmaddeleri oluştu­ rur. K S A N T O P S İ a. (fr xanthopsie; yun. ksantos, sarı, ve ops, göz'den). Patol. Sa­ rılığa bağlı olarak ortaya çıkan ve tüm nes­ neleri sarı gösteren görme bozukluğu. (Zehirleyici dozda santonin alındığında gözlenebilir.) K S A N T O FT E R İN a. (fr xanthopt6rine). Org. kim. Formülü C6H5Nf 0 2 olan ve pteridinden türeyen sarı bir pigmentin yaygın adı; Gonepteryx rhamni ailesinden pek çok kelebeğin kanadında, ayrıca bir­ çok başka hayvansal dokuda bulunur. KSAR a. (ar. söze [çoği. teur]). Kuzey Af­ rika'da, Ön Sahra'da, uvedler boyunca dağlardan inen sellerin ağzında kurulan tahkimli köy. (Tahkimli, yanında kuleler bu­ lunan ve az sayıda kapıyla dışarı açılan dörtgen biçimli surlar, sulanan bahçeleri, meyvelikleri, hurmalıklan ve kerpiç ev kü­ melerini kuşatır. Yerleşik yaşayan Ksuriular uzun süre göçebe topluluklara boyun eğdiler.) K S A R -E S -S U K -* RAŞİDİYE (ER-). KSATRİYA ya da K Ş4YRİYA , Hindis­ tan'daki soylu ve savaşçı kastı belirten



sanskritçe söze. Gerçek ksatriya, özellik­ le, klan ya da kabile şefi, kral, imparator olurdu. Toplumsal durumuna uygun bir eğitim görür, Ifedaları okuyup inceler, yal­ nız kendine kurban adar, bağışlar yapar, ok ve kılıç kullanmayı öğrenirdi. Ksatriya, başka bir kimseye bir şey öğretemez, baş­ kasına kurban adamaz ve başkasından bağış kabul edemezdi. Ksatriyalar kastı, yönetici kast olmakla birlikte, brahmanlar kastının üstünlüğünü kabul ederdi. K SENELASİA a. Esk. Yun. Sparta'da is­ tenmeyen yabancıların yönetimsel önlem­ lerle ülke dışına çıkarılması. (Ksenelasia, ilke olarak yabancıları kabul etmeyen ve onları casus ve düzen bozucu kişiler ola­ rak gören Sparta kentine özgü bir törey­ di.) K S E N İ a.(fr. x6nie; yun. ksenos, yaban­ cı, konuk’tan). Bot. Yabancı bir çiçektozuyla tozlaşma olduğu zaman çifte döllen­ me nedeniyle tohumdaki albümenin ba­ badan (yabancı çiçektozunu veren bitki) gelen karakterleri taşıması olgusu. K S E N İO S sıf. ("konuksever” anlamında yun. söze.). Yun. mit. Konukseverliğin ko­ ruyucu tanrısı Zeus'un lakabı. K SEN O D İY A O N O Z a. (fr. xĞnodiagnosticteri). Asalbil. Daha önce hastanın kanı bulaşmış bir arakonakta asalağın be­ lirlenmesine dayanan teşhis yöntemi. K S EN O O LO Sİ a. (fr. xĞnoglossie). Parapsikol. Öznenin, bilinçli durumdayken bilmediği bir yabancı dili, değişikliğe uğ­ ramış bir bilinç durumunda konuşabilmesi şeklindeki beliren olgu. K S E N O K R A TE S , yunanlı filozof (Khalkedon İ.Ö. 400'e doğr. - öl. 314). Platon' un öğrencisiydi; onunla birlikte Sicilya'ya gitti ve Speusippos'tan sonra Akademi' nin başına geçti (339). idealar ile Sayılar'ı özdeşleştirerek Platon'un felsefesi ile pythagorasçı öğretileri uzlaştırmaya çalış­ tı. Ruhu, kendiliğinden, hareket eden bir sayı olarak tanımladı ve Tanrı’nın, yeryü­ zünde kendini sayı aracılığıyla gösterdi­ ğini ileri sürdü. K 8E N O K R İS T A L a. (fr. xânocristal). Yerbil. İçinde bulunduğu kayaca yabancı olan kristal. (Bunlar genellikle yükselen magmanın içinden geçtiği oluşumlardan kopardığı kristallerdir.) K S E N O L İT a. (fr. x6nolite). Yerbil. Bir magma kayacındaki anklav. K S EN O M O R F a. (fr. xânomorphe). Mi­ ner. ÖZBiçİMSİZ'in eşanlamlısı. K S E N O N a. (ing. xenon‘dan). Kim. Ha­ vada çok az miktarda bulunan ve 1898'de Ramsay ile Travers tarafından keşfedilen soy gaz. (Simgesi Xe olan kimyasal ele­ ment.) [Bk. ansikl. böl.] —Metalogr. Ksenon lambası, çok yüksek ışıldama gücü ve renkli mikrofotoğraf çe­ kimine olanak veren, hemen hemen sü­ rekli tayfı nedeniyle metalografide kulla­ nılan cıva-ksenonlu aydınlatma lambası. —Nük. müh. Ksenon etkisi, yavaş nötronlu bir nükleer reaktörde parçalanma ürünleri içinde, düşük enerjili nötronları çok kuvvetle soğuran ksenon 135'in var­ lığından kaynaklanan ve reaktörün reaktifliğini azaltan olumsuz etki. —Teknol. Ksenon testi, bireşim malzeme­ lerine uygulanan ve bu malzemeleri bir ksenon lambasının ışımasına tutarak ger­ çekleştirilen hızlandırılmış yaşlandırma deneyi. —ANSİKL. Kim. Atom numarası 54, atom kütlesi Xe = 131,3 olan ksenon, havada­ ki soy gazların en ağındır. 45 yoğunluğun­ da renksiz, kokusuz, tekatomlu bir gazdır; yaklaşık -1 0 7 °C’ta sıvılaşır. Havada hacim olarak ancak % 9O 0- 6 oranında bulunur. Bölümsel sıvılaştırma yoluyla havadan kriptonla aynı anda özütlenir. Tayf çizgileri kripton, cıva 198 vb.'lerinki arasında en çok tekrenkli olanıdır Ksenon, eskiden eylemsiz bir gaz olarak



ksilen bilinirdi, oysa bugün çeşitli bileşikler ver­ diği saptanmıştır. (-> soy GAZ*l a r .) Ksenon nükleer işlemlerde, kabarcıklı odalarda, atom kütlesi yüksek bir gazın araştırıldığı uygulamalarda kullanılır. K S E N O P H A N E S , yunanlı filozof. Elea* okulunun kurucusu, ionia'nın Kolophon kentinde doğdu (İ.Ö. Vl.-V. yy.’lar). Şairle­ rin insanbiçimciliğine şiddetle karşı çıktı, Tanrı'nın birliğini ve yetkinliğini, dünyanın aldatıcı bir görüntü olduğunu kanıtlama­ ya çalıştı, idealist bir tümtanrıcılık olan fel­ sefesi, öğrencisi Parmenides tarafından geliştirildi. Ksenophanes’ten günümüze iki önemli eleji parçası. Doğa şiirinden ve hicivlerinden bazı dizeler kalmıştır. s K S E N O P H O N A tin a lI, yunanlı filozof ve tarihçi (Erkhia, Attike, İÖ. 430'a doğr. -355’e doğr ). Zengin bir mülk sahibi olan Gryllos’un oğluydu. Prodikos’un derslerini izledikten sonra, on beş yaşlarında Sokrates’in öğrencisi oldu. Genç Keyhüsrev’ in kardeşi Artakserkses’e karşı giriştiği se­ fere katılmayı öneren arkadaşı thebaili P roksenos'la birlikte 401'de Asya' ya geçti. Anabasis* adlı yapıtında çok canlı bir biçimde anlatacağı On Binler'in dönüşünde kesin bir rol oynadıktan son­ ra, Spartalılar’ın hizmetine girdi ve bu yüz­ den atina yurttaşlığından atıldı. 394’te, Koroneia savaşı'nda, yurttaşlarına karşı, sparta ordusunda savaştı. Spartalılar ken­ disine Olympia yakınlarındaki Skillus'ta küçük bir mülk verdiler. Ksenophon bu­ rada, karısı ve iki oğluyla yirmi yıl yaşadı ve zamanını topraklarını değerlendirmek­ le (Ksenophontos Oikonomikos ve Peri Hippikes gibi pratik bilgiler içeren yapıt­ ları bu uğraşın verimleridir) ve çoğu ede­ biyat yapıtlarını yazmakla geçirdi. 371'de, Skillus, Elealılar'ın eline geçince bir süre Korinthos'a sığındı. Sparta ile Atina'nın bir­ birine yakınlaşması, Ksenophon'un işine yaradı; hakkındaki sürgün kararı kaldırıl­ dı ye yurduna dönme olanağına kavuş­ tu. iki oğlu, Atina süvari birliklerinde sa­ vaştı ve adı Gryllos olanı Mantineia savaşı’nda (362) öldü. Ksenophon'un son yıl­ larını Atina'da geçirdiği sanılır. Felsefe, ta­ rih ve tekniğe ilişkin birçok yapıt bıraktı. Bu yapıtlar, çağının olaylarına ve düşün­ ce akımlarına ilişkin yaşanmış birer tanık­ lık niteliğindedir Sokrates’le geçirdiği yıl­ ları anlatan yapıtlarında olsun (Apomnemoneumata Sokratus, To Symposion, Apoiogia Sokratus), kendisinin de rol al­ dığı tarihsel olayları anlatan kitaplarda ol­ sun (Anabasis, Ellenika, Agesilas), Kse­ nophon ilginç ve çekici şeylere eğilimini belli eder. Aynı eğilim, Büyük Keyhüsrev’ in çocukluk yaşamını bir roman üslubu içinde anlatan Kyru paideia'da da görü­ lür. Geniş yapıtlar dizisi, Lakedaimonlular’ ın devlet yapısını inceleyen Lakedaimonion Politeia ve Atinalılar’ın mali yönetimi­ nin düzeltilmesi sorununu inceleyen Poroi e peri prosodon adlı incelemelerde ta­ mamlanır. K S EN O P U LO S (Grighorios), yunan ya­ zar (İstanbul 1867-Atina 1951). Natüralizmden etkilenen sanatçı, Atina'daki ve Zakynthos'taki yaşam üzerine çok sayıda ro­ man, öykü ve oyun yazdı (Stella biolante, 1909; Laura, 1921; O Treiios me tus kokkinuskrinus, 1926). Romanları uzun süre büyük okur kitlelerine erişti, ancak günü­ müzde Nea Hestia dergisini yönetirken sürdürdüğü eleştiri çalışmalarına değer verilmektedir. K S EN O TES T a. (fr. xĞnotest). Tekst. Tekstil maddeleri üzerindeki boyaların, belli sıcaklık ve nemdeki çevre koşulların­ da, ışığa karşı dayanıklılığını denetleme­ de kullanılan otomatik aygıt. (Tekstil par­ çaları, aktinik ışıması Güneş'inkine yakın olan güçlü bir ksenon lambasının ışığına tutulur Renklerin dayanıklılığını değerlen­ dirme, aynı koşullardan geçirilmiş standart bir örneğe göre yapılır.) K S EN O TİM a. (fr. xĞnotıme). Miner. Do­



ğal itriyum fosfat. (Zirkonla birlikte bulu­ nan ksenotim, kuvadratik sistemde yer alan, reçine pırıltısında, kahverengimsi bir maddedir.) K S E N O T R O P İZM a. (fr. xĞnotropısme; yun. ksenos, yabancı, konuk, ve tropos, yönelmekten). Asalbil. Bir asalağın bir ko­ nağa karşı çekme ya da itme tepkisi. (Ksenotropizm pozitif olabileceği gibi [bulaş­ ma yeteneği ya da bulaşıcılık] negatif de olabilir; özgül olduğunda ancak bir türü ilgilendirebilir [örneğin insanda oxyurisj; aynı asalağın erişkin, larva ya da embri­ yon biçiminin asalak oluşuna göre ksenotropizm de farklı olabilir.) ® K S E R K S E S , iki pers kralının adı. — KSERKSESI (İ.Ö. 486-465), Dara l'in oğlu ve ardılı, bütün yunan sitelerini egemen­ liği altına almayı amaçlayan bir sefer dü­ zenledi, ama Mısır (487/486-485/484) ve Babil'de (482) çıkan ayaklanmalar yüzün­ den sefer gecikti. 481'de, kralın gönder­ diği kuvvetler; yunan devletlerinden çoğu­ nu egemenlik altına almayı başardılar. Az sayıda yunan sitesi ise Ahemeniler'in bü­ yük kuvvetlerine karşı direndi (İkinci Med savaşı, 480-479). Kserkses, ordusuyla Trakya'yı ve Makedonya’yı aşarak Yuna­ nistan'a girdi; Thermopylai'de ve Artemision'da kısa bir süre durdurulduktan son­ ra Atina’yı aldı. Salamis'te yenilgiye uğra­ dı ve en iyi birliklerini Mardonios'ta bıra­ karak Asya’ya döndü (480). 479 seferinin talihsiz sonucu ve Atinalılar'ın bunu izle­ yen ilerlemeleri, kral için hiç kuşkusuz imparatorluğunun yönetiminden daha az önem taşıyordu. Öte yandan, Persepolis ve Sus'taki bayındırlık işlerini eskisi gibi sürdürdü. Kserkses, khiliarkhosu tarafın­ dan öldürüldü ve yerine Artakserkses I getirildi. —Kserkses II, Artakserkses l'in oğlu ve ardılı (424). K SER O D E R M A P İG M E N T O S U M a. (lat. xeroderma pigmentosum). Der. hast. Derinin güneş gören bölgelerinde, üzer­ lerinde deri kanserlerinin geliştiği koyu renkli lekelerin bulunmasıyla belirgin, ka­ lıtsal ve nadir deri hastalığı. —ANSİKL. Hastalık otozomal çekinik bir genden ileri gelir. Yaşamın ilk haftaların­ da başlar. Derinin güneş gören bölgele­ ri, telanjiyektazilerle birlikte atrofili bir gö­ rünüm alır ve giderek çeşitli lezyonlarla kaplanır: başta koyu renkli lekeler olmak üzere, açık renkli alanlar, ülserleşmeler ve siğilimsi çıkıntılar. Bu lezyonların üzerinde birçok deri kanseri gelişir: bazosellüler ve spinosellüler epitelyomalar, kötücül melanomlar. Hastalığın, morötesi ışınlarla kar­ şılaştıktan sonra DNA’nın yeniden oluş­ masını engelleyen bir enzim eksikliğinden ileri geldiği sanılmaktadır. Hastalık genel­ likle 20 yaşından önce ölümle sonuçlanır. K S ER O D E R M İ a. (fr. xĞrodermie). Pa­ tol. DERİ* KURULUĞU'nun eşanlamlısı. KSEROFTALMİ a. (fr. xĞrophta)mie). Oftalmol. Bezlerin tıkanmasından ya da A vi­ tamini eksikliğinden dolayı ortaya çıkan ve eksik ya da tam görme kaybına neden olan konjonktiva ve kornea kuruması ve keratinleşmesi (konjonktivada kserozis, korneada gerçek anlamda kseroftalmi). K SER O G R A Fİ a. (tesc. edil. a.). Matbaac. Temassız röprodüksiyon çıterma ya da basma yöntemi. —ANSİKL. Kserografi 1938'de Chester F. Carlson tarafından icat edildi ve 1944'ten başlayarak Battelle Memorial enstitüsü'nde incelendi. İki ilkeden yararlanır: a) antrasen gibi kimi yalıtkan maddelerin ışık etkisiyle iletken hale gelme özelliği, ışıliletkenlik; b) işaretleri farklı statik elektrikle yüklü iki cisim arasındaki çekim kuvveti. Bu yöntem, özel tozlarla, belgelerin kopya edilmesine, kuru baskı yapmaya olanak sağlar. Fotodizgi ve bilgisayar yö­ netimindeki elektronik sayfa düzenleme sistemlerini kullanan daha yaygın uygula­ malar, bazı alanlarda klasik basım yön­



temlerinin yerini alabilmektedir



7119



K S E R O K O P İ a. (tescilli marka). Graf. sant. Baskı kâğıdıyla mürekkep yerini tu­ tan bir toz arasındaki elektrik çekimine da­ yanan röprodüksiyon yöntemi. (Kserografinin bir türüdür.) KSEROM ORFOZ a. (fr. xĞromorphose). Bot. KURAKLIĞA* UYUM'un eşanlamlısı. KSERORADYOGRAFİ a. (fr. xeroradiographie). Radyol. Kemik ve eklemleri he­ def alarak çekilen pozitif klişeler üzerinde eklem içi ve eklem çevresi öğelerini (bağ­ lar, yağ, kaslar, damarlar, deri) ve bunlar­ daki lezyonları incelemeye yarayan radyo­ loji tekniği. KSER OSOL a. (fr. xĞrosol). Pedol. Top­ rak evriminin çok sınırlı ve topraklarda bi­ yolojik yaşamın yılda yalnızca birkaç aya indiği çölümsü bölgelerde bulunan top­ rak. (Bu topraklar pek kalın değildir, ge­ nellikle limonlu ve kumludur, sıkça kireçli, hatta sodyumlu olanlarına rastlanır. Yüzeyi çoğunlukla çakılla kaplıdır. Organik mad­ de bakımından çok yoksul olan kserosol, düzenlenebilir ve sulandığında oldukça verimli duruma gelebilir, ancak bu verim geçicidir [Negev kıyısı].)



Alinari-Giratıdon



K S ER O S TO M İ a. (fr. xĞrostomie). Patol -



AĞIZ* KURUMASI.



K S ER O Z a. (fr. xdrose; yun. kserosis, sertleşmeden). Patol. Bağdokusu öğele­ rinin toptan çoğalması sonucu organların yapısında meydana gelen değişim. (Eşanl. SERTLEŞME.)



K S E R O Z İS a. (fr. x6rosis; yun. kserosis, sertleşmeden). Oftalmol. Konjonktivanın keratinleşmesi. (Kseroftalminin başlangı­ cını oluşturur.) K S E U R (EL-) -



Atinalı Ksenophon



KASR (EL-).



K S İ a. 1. Yunan abecesinin ondördüncü harfi (S, {); [ks] ünsüz öbeğini belirt­ meye yarar. —2. Sağ üst köşesine konan bir imle 60'ı (£'), sol alt köşesine konan bir imle de 60 000’i ( ,f ) belirten yunan sayısal göstergesi. K S İB O R N O L a. [fr. xibornol). Eczc. (izobornil-2)-2-dimetil-4,5 fenolün yaygın adı. Gram pozitif bakterilere ve Haemophilus influenzae'ye karşı bakteriyostatik etki gösterir. Solunum yolları hastalıkların­ da kullanılır. K S İF İS T E R N U M a. (fr. xiphisternum; yun. ksiphos, kılıç, ve sternon, göğüs'ten). Dörtayaklı omurgalılarda, göğûskemiğinin genellikle kemikleşmiş kuyruk parçası. K S İF Ö D İM a, (fr. xiphodyme; yun. ksip­ hos, kılıç, ve dymos, ikizden). Biyol. Göv­ de kısmı göğûskemiğinin hançersi çıkın­ tısına kadar çift olan ve yalnız iki bacağı bulunan ucube. K SİFO PA J a. (fr. xıphopage). Biyol. Göğüskemiğinin hançersi çıkıntısından gö­ beğe kadar birbirine yapışık iki bireyden oluşan ucube. K S İL A N a. (fr. xylanne). Org. kim. For­ mülü (C5H80 4) olan poliholozit; D-ksilozun verdiği çoğulyoğuşma tepkimesi spnunda elde edilir, pek çok bitkisel doku­ da selülozla birleşmiş olarak bulunur. K S İL E M a. (fr. xylĞme). Bot. ODUNBORU'nun eşanlamlısı.



K SİLEN a. (fr. xyldne). Org. kim. Formülü CH3—C6H4—CH3 olan dimetilbenzenlerin yaygın adı. . —ANSİKL. Üç ksilen izomeri vardır: orto, meta, para ksilenler, taşkömürü ve odun katranında bulunur; sanayide özellikle petrolün orta kesiminden hidrojen gider­ meye bağlı halkalaşma sonunda elde edi­ lir. Her durumda meta izomerine baskın olarak rastlanır Bunlar, benzenle yaklaşık aynı özellikleri taşıyan sıvılardır. Orto izo­ meri, 144 °C'ta, meta izomeri 139 °C'ta, para izomeri 137 °C’ta kaynar. Özellikle çözücü olarak kullanılan bu bileşiklerden



Kserkses I sakallı bir okçu biçiminde Dara I zamanında basılmış bir altın sikkenin ön yüzü İ.Ö. V, yy. Bibliotheque nationale, Paris



ftalik, izoftalik, tereftalik asit üretiminde ara madde olarak yararlanılır. K S İLE N O L a. (fr. xyldnol). Org. kim. For­ mülü (CH3)2C6H3OH olan ve ksilenlerden türeyen altı fenol izomerine verilen ad. K S İL İD İN a. (fr. xylidine). Org. kim. For­ mülü (CH3)2CrH3NH2 olan ve ksilenlerden türeyen altı arilamin izomerine veri­ len ad. (Bu bazlar, 212-223 °C arasında kaynar; ticari ksilidin, dimetilanilinin ko­ num değiştirmesi sonunda elde edilen bir karışımdır. Gelincik kırmızısı azo boyarmaddelerin hazırlanmasında kullanı­ lır.) * K S İÜ T a. (fr. xylite). Org. kim. 1. Formülü C8H7N3Oe olan trinitrometaksilenin yay­ gın adı; patlayıcı olarak kullanılır. —2. KSİLİTOL'ün eşanlamlısı. K S İL İT O L a. (fr. xylito!). Org. kim. For­ mülü HOCH2-(C H O H )3- C H 2OH olan pentanpentolün yaygın adı; ksiloz indirge­ nerek elde edilir. (Eşanl. KSİLİT.) ■ K S İLO FO N a. (yun. söze.; "ağaç" an­ lamındaki ksylon ile "ses" anlamındaki phone'den). Sert tahtadan birçok lam, yan yana bir çerçeveye tutturularak ya da büyük, çukur bir kap üzerine dizilerek oluşturulmuş çalgı. (Uzunlukları, kalınlık­ ları ve biçimleri değişik olan lamlara, bir çift değnek ya da tokmakla vurulur. Lam2 lardan her biri, belli bir sese akortlanır. Ba­ zı ksilofonlarda, lamların altında, boru ya da içi boş küre biçiminde rezonatörler vargh3 dır. Bu çalgı, Afrika, Güney-doğu Asya ve Orta Amerika’da yaygındır.) ksilit



ksilofon



K S İL O G Ü F İ ya da KSİLOGLİPTİK a. (fr. xyloglyphie ya da xyloglyptique). Tah­ ta üzerine harf kazıma sanatı. K S İLO G R A F İ a. (fr. xylographie). 1. Üzerine yazı ya da resim oyulmuş ağaç levhalarla baskı tekniği; bu teknikle elde edilen baskı. (Eşanl. AĞAÇ OYMA*.) —ANSİKL. Çinliler’in daha V. yy.'da uygu­ ladıkları bir teknik olmasına rağmen ksilografi sözcüğü daha çok, XIV.-XVI. yy.'larda lif yönlü kesilmiş ağaç üzerine yapılan Avrupa gravürünü (Almanya, Hollanda, Fransa) nitelemede kullanılır. Önceleri, yal­ nız kumaş üzerine baskı yapılırken ("Protat ahşabı” , XIV. yy.’ın son 30 yılı), genel­ likle elle boyanan dinsel resimlerin (bazen XV. yy.’ın ortasından başlayarak oyun kâ­ ğıtlarında olduğu gibi, dindışı resimlerin) çok sayıda basılmasına olanak veren kâ­ ğıdın kullanılmasıyla bu baskı tekniği ge­ lişti; ancak bu uygulamalardan günümü­ ze çok az örnek kaldı. Metin ve resimden oluşan her sayfası tek bir blok üzerine ka­ zınan resimli kitaplar (ksilografi tekniğiyle basılmış incunabula'lar ya da oymabaskı incunabula‘\ar) XV. yy.'ın ilk yarısında or­ taya çıktı ("Yoksulların Kutsal Kitabı”, vb.) ve çok yaygınlaştı. Tipografinin icadından sonra ksilografi, özellikle kitap resimleme alanında yerini korudu. Ksilografi tekniğiy­ le basılmış estamplar, kalın ve çoğunluk­ la kaba çizgilerden arınarak, daha büyük bir inceliğe ve karmaşıklığa doğru gelişti (gölgeler, fonda yer alan peyzaj ya da mi­ marlık yapıtları). Bu gelişmede, tekniği do­ ruk noktasına ulaştıran XV. yy. sonu ile XVI. yy. alman sanatçılarının (Wolgemut, Dürer, Cranach, Holbein, vb.) büyük payı oldu. Lif yönlü kesilmiş ağaç üzerine L. L.



gravür özellikle Fransa ve Almanya'da (an­ latımcılar) XIX. yy. sonu ve XX. yy. başın­ da yeniden saygınlık kazandı.



kutsal hayvan Güneş aslanına tapınılırdı. Bugünkü Saha kenti Ksois toprakları üze­ rinde kurulmuştur.



K S İLO L a. (fr. xylol). Eczc. Mikroskopide ve bit hastalıklarının tedavisinde çözelti ya da merhem halinde kullanılan ve üç ksilenden oluşan karışım. (Çiçek hastalı­ ğının tedavisinde dahilen kullanılırdı.)



K S O N O TL İT a. (fr. xonotlite; Meksika' da bir yer adı olan Yonof/a’dan). Miner. Monoklinik sistemde yer alan hidratlı do­ ğal kalsiyum silikat.



K S İLO L İN a. (fr. xyloline). Odun kâğıdı yapraklarını uzun filamentler halinde ke­ serek elde edilen ve makinede büküm verdikten ve zamkladıktan sonra yalnız dokuma işleminde kullanılan iplik. K S İLO L O Jİ a. (fr. xylologie). ODUNBİLİM’in eşanlam lısı.



K S İL O N İK sıf. (fr. xylonique). Org. kim. Ksilonik asit, formülü HÖCH2—(CH2)3 —C 02H olan asit; ksilozun denetimli yükseltgenmesi sonunda elde edilir. K S İLO Z a. (fr. xyiose). Org. kim. 1. For­ mülü HOCH2- ( C H 2)3- C H = O olan aldoz; polarılmış ışığı sağa döndüren antipotu ya da başka bir deyişle D-ksiloz, ksilanların suyla ayrıştırılması sonunda elde edilir. —2. D-ksiloz deneyi, incebağırsağın soğurma sığasını araştıran işlevsel de­ ney. (Bunun için 25 g D-ksiloz, 50 mİ su­ da çözündürülerek hastaya içirilir. Olağan koşullarda içimden 5 saat sonra idrarla dı­ şarı atılan ksiloz oranı alınan miktarın °/o 20-40’ına erişmelidir. Dışarı atılan ksiloz miktarındaki azalma, ozsoğurumunun ye­ tersiz olduğunu gösterir (incebağırsak mukozasında bozulma). Buna karşılık ksi­ loz miktarındaki artma, şekerin metabo­ lizmaya uğramadığını belirtir (karaciğer hastalıkları). K S İL O Z Ü R İ a. (fr. xylosurie). Biyokim. idrarda ksiloz bulunması. K S İP H İL İN O S (ioannes VIII) [Trabzon 1010’a doğr.-istanbul 1075], İstanbul pat­ riği (1064-1075). Dostu Psellos ile birlikte XI. yy.’ın düşünsel etkinliğine katkıda bu­ lundu. Papa Alexander II ve imparator Mikhael VII zamanında (1072) Roma ile birleşme girişimine sekte vurdu.



KSO SA a. Güney Afrika'da, yaklaşık 4 milyon insanın konuştuğu bantu dili. (Sesbilimsel dizgesinde, hoisan dillerinden ak­ tarılmış üç şaklamalı vardır. Ksosa zuluya çok yakındır [iki dilde anlaşma olanaklı­ dır] ancak bu dilleri konuşanlar iki ayrı bil­ dirişim aracının sözkonusu olduğunu ile­ ri sürerler.) K S O S A L A R , dil bakımından Ngoni Bantular’a bağlı olan ve Ngoniler* grubu içinde yer alan Güney Afrika halkı. Önemli bir toplumsal rolü bulunan (evlilik karşılı­ ğı) sürü yetiştiriciliğiyle geçinmekle birlik­ te, başta gelen geçim etkinlikleri tarımdır (darı, mısır). Siyasal sistemleri, tüm yetki­ nin kral soysopundan gelenlerin elinde ol­ duğu (bu durum krallık klanlarıyla ' 'sıradan” klanlar arasında sık sık çatışma­ lara yol açar) bir krallığın varlığına daya­ nır. Etkili hıristiyanlaştırma girişimlerine karşın, Ksosalar insanlarla tanrılar arasın­ da var olduğuna inanılan ilişkilere aracı­ lık eden atalarına tapmayı sürdürürler. Gü­ nümüzde Güney Afrika'nın en yoksul ve en sömürülen sınıflarından birini oluştu­ ran Ksosalar, amansız beyaz üstünlüğü (apartheid) altında ezilmektedirler. Eski­ den Kafirlerle karıştırılmışlardı. KSTOVO, SSCB'de (RFSSC) kent, Vol­ ga kıyısında, Gorki'nin biraz aşağısında; 48 000 nüf. Petrol rafinerisi ve petrokimya. K S U R d a ğ la rı, Cezayir'de Sahra Atlasları'na bağlı dağ, B.’da Tamlelt ovasıyla K. -D.'da Amur dağları arasında; Sahra At­ laslarının en yüksek noktası olan cebel Isa (Aysse) 2 336 m. Ksur dağları, G. -B.'dan K.-D.'ya doğru uzanan, birbirinden kurak çöküntülerle ayrılan küçük antiklinal sıradağlardır. Başlıca kenti Ayn Sefra.



K S İZ İS a. (fr. xysis; yun. ksyris, kaşınma eylemi'nden). Öftalmol. Kıl foliküllerini ka­ zımayı, sıkmayı ve konjonktiva altına ilaç­ lı çözeltilerin (antibiyotikler ya da sülfamitler) şırınga edilmesini öngören trahom te­ davisi.



K ŞATR İYA -



K S OANO N a. (yun. söze.; “ perdahla­ mak, kazımak” anlamında yun. ksein' den). Arkeol. Arkaik yunan heykelciliğin­ de, ağaç gövdesi ya da tahta görünümün­ den henüz tam sıyrılamamış, çok eski tip­ te, ağaçtan insan figürü. —ANSİKL. Eskiler, ksoanonu ilk kez Giritli Daidalos’un yarattığını söylerler. Başlıca ksoanon örnekleri, Truva Palladiumu, Ati­ na’da Erekhtheion’daki heykel, Efes Artemisi, Argos Herası, Ainos Hermesi'dir. Naksoslu Nikandre’nin Delos’a sunduğu Artemis, bu türün mermer bir uzantısıdır. Ksoanon biçimli heykel geleneği İ.Ö. V. yy.’ın başına kadar sürdü. Bunlardan ba­ zıları dev boyutlardaydı (Amyklai Apollonu, İ.Ö. 530’a doğr.). Pausanias, İ.S. II. yy.’da yunan tapınaklarında bazı ksoanonların varlığından söz eder.



K T E N O İT sıf. (fr. ctânoide, yun. kteis, ktenos, tarak ve -eidos, görünüş'ten.) Bazı kemiklibalıklarda, serbest kenarı tarak gibi diş diş olan pullar için kullanılır. (Daha çok levrekbalığımsılarda bulunur. Düzgün ke­ narlı SİKLOİT pulla karşıtlaşır.)



K S O B u v ed l, Cezayir'de uved, Hodna dağlarının kuzey yamacından doğar ve uved M’Sila adını alarak Şot el-Hodna’ya dökülür. M'Sila ovasında 10 000 hektar­ lık bir alanın sulanmasını sağlayan birik­ tirmen baraj. K S O İS , Aşağı Mısır'da VI. nomosun es­ ki başkenti Haset’ in yunanca adı. Ksois’ in, merkezi Teb olan Güney krallığı’nın karşısında yer alan bir Kuzey krallığı’na, XIII. hanedan döneminde (İ.Û. 1780’e doğr.) kısa bir süre başkentlik yaptığı sa­ nılır. Kente yerleşen krallar belki de Manethon’la başlayan XIV. hanedanı oluştur­ muşlardır. Geç dönemlerde, Ksois önemli bir kent durumuna geldi. Kentin tanrısı ön­ celeri Re, sonra Amon-Re’ydi; Ksois'te



KSATRİYA.



K T E N İD Y U M a. Zool. Bazı karındanbacaklı yumuşakçaların solungacı. K TE N O FO R LA R a. Zool. KABURGALlm ed üzler



a lttakım ının e şan lam lısı.



K T E S İA S , yunanlı tarihçi (Knidos, Karia, İ.Ö. 405-398 ya da 397). Genç Keyhüsrev’in, daha sonra da Artakserkses II Mnemon'un hekimiydi. Kunaksa savaş’ında Artakserkses’in yanında bulundu; Sus kentindeki krallık arşivlerini derledi. Persika ve indika adlı yapıtları Antikçağ sü­ resince büyük ilgi gördü; bu yapıtlardan günümüze bazı parçalar ve özetler kal­ dı. K T E S İB İO S , yunanlı fizikçi (İskenderi­ ye İ.Ö. III. yy.). Hydraulisin (su orgu) yara­ tıcısı olduğu sanılır; bu çalgıda boruların dili, pompalarla donatılmış bir su depo­ sunun gönderdiği havayla titreşir. K T E S İO S , Zeus, Athena ve aile ocağı­ nın koruyucusu olan öteki tanrıların laka­ bı. K T E S İP H O N . Tar. coğ. Mezopotamya’ da (günümüzde irak'ta) kâpt, Dicle kıyı­ sında, Arsaki Parthları tarafTndan yunan kenti Seleukeia yakınında kurgldu. Önce Parthlar'ın, sonra sasani krallarının baş­ kenti oldu. Traianus’un İ.S. 116'da e[e ge­ çirdiği Ktesiphon’u 197'de Septimiu&Severus yakıp yıktı; 628'de de Heraklius’un yerle bir ettiği kent, 637’de bir arap kenti oldu ve 762’de Bağdat’ın görkemli yapı­ ları için gereç sağladı. Yüksekliği 30 m’yi



aşan tuğla kubbesiyle Şahpur I sarayı’nın yıkıntıları. K T E S İP H O N , atinalı hatip (İ.Ö. IV. yy.). Khaironeia’dan sonra yurda yaptığı hiz­ metlerden ötürü Demosthenes’e altın bir taç takılmasını halka önerdi (336). Aiskhines tarafından yasadışı bir öneride bulun­ makla suçlanınca, Demösthenes bunu politikasının bütününü savunmak için bir fırsat bilerek Ktesiphon'u savundu. K T İM E N E . Yun. mit. Odysseus'un kız kardeşi ve arkadaşı Eurylokhos’un karı­ sı. K TO d e ney! (Kaliforniya Taşıma Oranı' nın kısaltması), CBR deneyi'nin eşanlam­ lısı. • K il -



-Gl.



K U ya da K İU , Yüen hanedanı sırasın­ da ve Ming hanedanının başlangıcı dö­ neminde yazılan lirik ve dramatik şiir tü­ rü. Ezgilerden yola çıkarak düzenlenen bu lirik şiirler bağımsız oldukları gibi, ope­ ralara da katılabilirdi.



Ku Kim. Kurçatovyum'un simgesi. K U A a. Madagaskar'da yaşayan, asalak olmayan gugukkuşu. (Renkleri canlı, se­ si boğuktur; saksağan iriliğindedir. XIX. yy.’da varlığı ortaya çıkarılan, karga iriliğin­ deki Delalande kuasının soyu tükenmiş­ tir. Gugukgiller familyası.) K U A D R A N O P S İ a. (fr. quadranopsie). Oftalmol. ve Nörol. Yarı görme alanlarının üst ya da alt yarısıyla sınırlı bir görme kay­ bıyla belirgin hemianopsi. K U A D R A N T İD L E R , radyan noktası Çoban’ın 0 yıldızının kuzeyinde, XVIII. yy.'da Lalende’ın Kadrant takımyıldızını bulduğu bir bölgede yer alan ve göktaş­ larının atmosfere girmesiyle oluşan akanyıldız ve göktaşı yağmuru. 1 ve 4 ocak arasında gözlemlenen Kuadrantidler 3 ocakta maksimuma ulaşırlar. K U A D RA TO JÜ O A L a. (fr. quadratojugal). Memeli olmayan dörtayaklılarda, üst ikincil çeneyi, genellikle kaynaşmış halde bulunduğu kareye bağlayan deri kökenli çatı kemiği. K U A D R İK sıf. (fr. quadrique), Geom. İKİLENİK'in eşanlamlısı. K U A D R İP A R E Zİ a. (fr. quadriparâsie). Nörol. Kol ve bacakları gûçsüzleştiren ve boyun omuriliğindeki bir lezyondan ileri geldiği sanılan kas gücü eksikliği. K U A D R O PO N İ a. (fr. quadriphonie’ den). Elektroakust. Dinleyici için konser salonlarının ya da kayıt stüdyolarının ses ortamını yeniden oluşturmaya yönelik dört ayrı kaynaklı (ön sağ, ön sol, arka sağ, arka sol) müzik kayıt ve yayın yönte­ mi. K U A D RÜ PO L a. (fr quadrupöle). Elektr. Toplam yükü ve elektrik momenti sıfır olan ve büyük bir r uzaklığındaki potansiyeli Mı3 ile orantılı olarak değişen elektrik yük­ lerinin dağılımı. K U AFAJ a. (fr. coiffage). Dişç. cerr. Çü­ rük dentini (dolaylı kuafaj) ya da açık dişözünü (doğrudan kuafaj) koruyucu biyo­ lojik bir örtenekle kaplama işlemi. Bu ör­ tü üçüncül bir dentinin oluşmasını ve do­ kuların nedbeleşmesini kolaylaştırır. K U A FÖ R a. (fr. coiffeuı). 1. Kadın ve er­ kek berberi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Berber dükkânı. — ANSİKL. Erkeklerin saç, sakal ve bıyık bakımı, öteden beri berberlerin işiydi. Ka­ dınların saç bakımıysa daha çok oda hiz­ metçileri tarafından yapılırdı. Batı etkisinin yoğunlaştığı İkinci meşrutiyet'ten sonra azınlıktan bazı kişiler Batı'daki kuaför sa­ lonlarına öykünerek salonlar açtılar. Bura­ larda losyon, sabun, saç fırçası, tarak vb. malzeme de satılıyordu. İlk kadın kuaför



salonları, Cumhuriyet'ten sonra, azınlıktan kişiler tarafından açıldı. Kuaför sözcüğü il­ kin kadın berberleri için kullanıldı. Daha sonra saç, sakal, bıyık bakımı yanında bo­ ya, perma, fön vb. işleri yapan erkek ber­ berlerine de kuaför dendi. 1925'te kuru­ lan Umum berberler derneği'nin yanı sı­ ra, 1948'te Umum kadın kuaförleri ve ma­ nikürcüleri derneği kuruldu. Kuaförlük bu derneğin denetiminde ve onayıyla yapı­ lan bir meslek oldu. KUAOA a. Güney Afrika'da yaşamış zeb­ ra. (Başında, boynunda ve omuzbaşında az sayıda çizgi vardır. Günümüzde soyu tükenmiştir. Bil. a. Equus quagga; atgiller familyası.) K U A L A L İP İS , Malaysia’da kent, Ma­ lezya’da (Pahang eyaleti); Pahang ırma­ ğının kolu olan Celay kıyısında; 9 300 nüf. 1955'e kadar Pahang'ın merkeziydi. Tarım (pirinç ve kauçuk) pazarı. « ( U A L A LA M P U R , Malaysıa nın baş­ kenti; 1 158 200 nüf. (1989). Denize 45 km uzaklıkta, ırmakların kavşağında, Sin­ gapur'dan gelen demiryolu üzerinde bir karayolu kavşağında bulunan kent, Seiangor'daki zengin kalay madenleri ve kauçukağacı işletmeleri sayesinde hızla gelişti. Sanayilerin (otomobil montajı) ve ticaretin önemli bölümünü bünyesinde topladı. Başkente bugün, büyük ve yeni bir kent (Petaling Jaya) eklenmiştir. Port Svvettenham limanı kentin deniz ulaşımı­ nı sağlar. Subang havalimanı. —Tar. tööU'lı yıılâTıh SönünaaöğTü kurul­ muş bir kalay madencileri köyü olan Ku­ ala Lumpur, 1869-1871 arasında bir iç sa­ vaş geçirdi, 1880’de de Selangor devle­ tinin başkenti durumuna geldi. Ertesi yıl bir yangınla yok oldu, sonra yeniden ku­ ruldu ve federe Malezya devletlerinin baş­ kenti olarak seçildi (1895). 1948'de Malez­ ya federasyonu'nun başkentiydi, bağım­ sızlıktan (1957) sonra da başkent olarak kaldı. Büyük çoğunluğunu Çinliler'in oluş­ turduğu kent, 1961'de federal hükümetin doğrudan yönetimine girdikten sonra, 1974'te Federal bölge (Vilaya Persekutuan) ilan edildi (243 km*'lik bir yüzölçümü vardı) ve Selangor'dan ayrıldı. K U A LA T R E N O O A N U , Maiaysia'da li­ man, Malezya'da, Trengganu eyaletinin merkezi, Trengganu ırmağı ağzında, Gü­ ney Çin denizi kıyısında; 187 000 nüf. Ba­ lıkçılık ve kabotaj. El dokuma tezgâhları (pamuklu kumaş ve ipekli saronglar) ve bakır işçiliği. K U A Lİ a. Tropikal Amerika'da yetişen ve açık kırmızıdan sarımtırak pembeye kadar değişik renkte, kaba dokulu yarı sert ve yarı ağır bir odun veren ağaç. (Odunu doğrama ve kontrplak yapımında kullanı­ lır. Cinsi vochysia; vochysiaceae familya­ sı.) [Eşanl. kuaruba.) K U A N D U a. Güney Amerika’da yaşa­ yan, kavrayıcı kuyruklu, üstü dikenlerle kaplı, oklukirpimsiler takımından bazı ke­ mirgen memelilerin ortak adı. (Başlıca tü­ rü Coendou prehensilis; okluağaçkirpisigiller familyası.) —ANSİkl. Kuandular Meksika ile Arjantin arasındaki ormanlarda, ağaç üstlerinde yaşarlar. Yalnızca yaprak ve tomurcuklar­ la beslenirler ve ancak alacakaranlıkta et­ kinlik gösterirler. Yedi kuandu türü bilinir; bu türlerden en büyüğü, yarısı kuyruk ol­ mak üzere, 1 m. boyundadır. K U A N O O , port. Cuango, Ekvatoral Af­ rika’da ırmak, Kasai'nin kolu (sol kıyıdan); 1 100 km. Kuzey Angola’da doğan Kuango’nun çığırının bir bölümü bu topraklar­ la Zaire arasındaki sınırı belirler. K U A N -H U A a.



Dilbil. MANDARİN'in



eşanlam lısı.



K u a n ş i İm p u s a r, buddha öğretisiyle ilgili uygurca yapıt (XIII. yy. ya da daha ön­ cesi). Sanskritçeden çinceye çevrilmiş Miao fa lien-hua king (Asil dinin nilüfer çiçe­ ği) adlı yapıtın 25. bölümünün çevirisidir.



Zefa-Rapho



Konusu, "Ses işiten” diye anılan buddha adayının (uygurca: Kuanşi im pusar) canlılara yardım etmesi, canlılann da sıkışık durumlarında ona başvurmaları, yalvarmalarıdır. inanışa göre sıkıntıya düşen kimse güç duruma düşerse onu anınca sıkıntıdan kurtulur. Yapıtta, Buddha ile "Kavrama gü­ cü eksilmeyen buddha adayı”, “ Ses işiten ilah" hakkında konuşurlar 84 000 canlı bu konuşmayı dinler ve onun üstünlüğünü onaylarlar Uygurca metnin bilimsel vayımlarını W. Radloff (1911), F. W. K. Mülier (1911), Ş. Tekin (1960) yaptı. ( - Kayn.) K U A N T A N , Malaysia’da liman, Malez­ ya yarımadasının doğu kıyısında, Pahang eyaletinin merkezi: 170 573 nüf. Elsanatları. Kauçuk dışsatımı —Yakınında demir cevheri yatağı.



Ktesiphon Şahpur I sarayı'nın V8 ka|lntl|an rjak-ı Kisra! İ.S. III. yy.'ın ikinci yarısı



K U A N Z A a. Angola'nın para birimi. K U A N Z A - C uanza , K U A R K a. (James Joyce’un Finnegans Wake romanındaki "Tree quarks for Mr, Mark" cümlesinden). Fiz. Çeşitli türlerden üçlüler biçiminde var olan ve hadronları oluşturan temel kuvantonlara verilen ge­ nel ad. —ANSİKL. Gell-Mann ve Zvveig'ın ilk ça­ lışmalarından sonra (1966), hadronların bileşik cisimler olduğu düşüncesi benim­ sendi. Bunların bileşenlerine, "üçlü " ka­ rakterlerinden dolayı "kuarklar" adı veril­ di. Gerçektende her kuark türünde, üç üye vardır; bunlar uzlaşma gereği "renk" (kuarklar arasındaki etkileşimleri betimle­ yen kurama “ kromodinamik" ya da renkdinamik denilmesinin de nedeni budur) adı verilen bir fiziksel büyüklükle ayırt edi­ lir. örneğin bir ailenin 3 kuarkına "mavi”, Lenars



Kuala Lumpur'daki Ulu cami



kuark



Hüseyin Nail M a l ı



“ kırmızı” ve "sarı” adı verilir. Kuark aile­ leri de kendi aralarında "koku” ya da “ parfüm” ("flavor") adı verilen bir fiziksel büyüklükle ayırt edilir. Günümüzde 5 aile bilinmektedir: u ("up” ) ["yukan"], d ("down” ) ["aşağı"], s ("strange” [“ aca­ yip” ] ya da "side” ["ya n” ]), ve c ("charmed” [“ büyülü"]) ve b ("beauty” [ güzellik” ] ya da “ bottom" ["dip"]); t ("top" ["üst” ]) denilen bir altıncısının da var olabileceği sanılmaktadır. Normal hadronlar “ renksiz"dir Nitekim baryonlarda her renkten bir tane olmak üzere (an­ cak, kokulan farklı) üç kuark bulunur; me­ zonlar kuark-karşıtkuark İkililerinden olu­ şur. Kuarkların en şaşırtıcı yanı, bunlara kesirli yükler verme zorunluluğudur; ger­ çekten de bunların elektriksel yükleri, qe geleneksel "tem el" yük olmak üzere, 2/3 qe ya da -1 /3 qç değerlerini almak zo­ rundadır Böylesi kesirli yükler taşıyan nes­ neler bugüne değin henüz algılanmamıştır. Kuarklar arasında işleyen kuvvetlerde kromodinamik alanın, glüon denen bozonları aracılık yapar Bu kuvvetlerin hadronlan oluşturan kuarklan ayırmaya olanak ver­ meyecek kadar güçlü oldukian sanılmak­ tadır Buna kuarkların "korunması" denir; kuvantum kromodinamiğinin bu özelliği açıklayabileceği düşünülmektedir. KUART a. (fr. quart; lat. quartus. dördüncü'den). Patol. Kuart humma (ateş) iki günlük ateşsiz devreden sonra yineleyen ateş nöbeti (dört gün içinde iki ateşli nö­ bet vardır). Plasmodium malariae'nin ne­ den oldağu sıtma bu nöbetlerle belirgin­ dir K U A R TE T a. (alm . quartett). Müz. — DÖRTLÜ.



K U A R TİK sıf. (fr. quartique). G eom . DöRTLENİK'in eşanlam lısı.



KUARUBA a. KUALİ’ nin eşanlam lısı. K U A S (Rıza), türk sendikacı (Adapazarı 1926-istanbul 1981). Ortaöğretimden ayrı­ larak İstanbul Gislaved lastik fabrikası’nda işçiliğe başladı. İstanbul Lastik-iş sendikası'na üye oldu. Derby'de çalışırken sendi­ ka temsilciliğine, daha sonra da Kazlıçeşme şube başkanlığına seçildi. 1954’te Lastik-lş sendikası'nın genel başkanı oldu. Aynı yıllarda İl hakem kurulu'nda işçi üye olarak görev yaptı. 1956'da İstanbul İşçi sendikaları birliği yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 1961'de Türkiye işçi partisi (TİP) ku­ rucuları arasında yer aldı. 1965'te TİP'ten Ankara milletvekili seçildi. Türk-iş yönetim kurulu üyesi de olan Kuas, 1967'de bu kon­ federasyondan aynlarak Devrimci işçi sen­ dikaları konfederasyonunun (DİSK) kuru­ cuları arasına katıldı. 1969'da İstanbul mil­ letvekili seçildi. Aynı yıl sağlık nedeniyle ak­ tif sendikal yaşamdan uzaklaşmak zorun­ da kaldı.



çift kuazar 0957 + 561 A,B’nin 6 cm dalga boyundaki (eşit ışınım yeğinlikli bölgeleri sahte renkler halinde kodlanmış görüntü)



K UAŞİO RKOR a. (gana lehçelerinden birinde, yeni bir çocuk doğduğunda ihma­ le uğrayan çocuğun hastalığı anlamında söze.). Çocuklarda görülen ve içorganlarda (pankreas, karaciğer, bağırsak), de­ ride birtakım bozukluklarla (çizgili, çatlak deri) ortaya çıkan süreğen beslenme ye­ tersizliği. — ANSİKL. Bu sendroma genellikle bes­ lenme yetersizliğinin yaygın olduğu ülkeler­ de rastlanır. Hastalık sütten kesmeyi iz­



leyen aylarda ortaya çıkar. Çocuğun boyu ve kilosu her zaman normalden aşağı olur, ama kilo kaybı ödemlerle maskelenebilir. Yapılan incelemeler plazma proteinlerinin, magnezyumun ve özellikle potasyumun çok düşük olduğunu göstermiştir. KUATERNİYON a. (fr. quaternion; geç lat. quaternio, dört sayısı’ndan). Ceb. 1. Genel biçimi ae +. bi + çj + dk olan H kuaterniyonlar cisminin elemanı (burada a, b, c. d gerçek sayılar ve e. i, j, k İR4 vek­ tör düzleminin kanonik tabanıdır); değiş­ meli bir K cismi üzerinde kuaterniyonlar cebrinin elemanı. —2. Bir K değişmeli cis­ mi*üzerinde kuaterniyonlar cebri, K4 e ve onun e i, j, k kanonik tabanına (bir vektör uzayı olmak bakımından) dayanarak kurul­ muş cebir; bu taban şu biçimde bir çarp­ ma tanımlanarak elde edilir: İp e K, q e K), e2 = e; e i= ie = i; e j= je = j; ek = ke = k; i2=pe; p = qe; k2= -p q e ; ij= - j i = k ; j k = - k j = - q i ; k i = - i k = - p j . (Özellik­ le, K= İR ve p = g = -1 ise kuaterniyonlar cismi yeniden elde edilir.) || ikili kuaterniyon, A ile B herhangi iki kuaterniyon, i de P - -1 bağıntısını sağlayan sanal nicelik olmak üzere A+Bİ biçimindeki ifade. || Ku­ aterniyonlar cismi, İR4 vektör uzayına da­ yanarak kurulmuş H ile gösterilen, değiş­ meli olmayan cisim, İR4 kendi e; i, j, k ka­ nonik tabanıyla ve R4 x İR4 ten İR4 içine şu bağıntıları gerçekleyen bir çarpmayla do­ natılıdır: P - ii = j2 = jj' = k2 = kk = -1; ij = - j i = k .jk - - k j = i; ki = - ik - j. —Ansİkl. Hamilton’ın matematiğe soktu­ ğu H kuaterniyonlar cisminin önemi, bu cismin R üzerinde değişmeli olmayan son­ lu boyutlu biricik cisim oluşundan dolayı­ dır Bunun karmaşık sayılar kümesine ben­ zer bir kuramı geliştirilmiştir. u - ae + bi + cj + dk H nin bir ele­ manı olduğuna göre u ya arı kuaterniyon denir, £7 = ae - bi - cj - dk, u ve uû = a2 + ti2 + c2 + d2 nin eşleniğidir. Sıfır olmayan her kuaterniyonun bir u ~ ' = (a2 + b2 + c2 + c P y 'ü evriği vardır ae + b i + cj + dk kuaterniyonuna / a + ib c + id \ ( ) matrisini eşlik et\ - c + id a - ib / tiren uygulama bir eşyapı uygulamasıdır. Şu halde R üzerinde kuaterniyonlar cebri, a, b, c, d gerçek sayılar olmak üzere bu biçimdeki matrislerin kümesiyle eşyapılıdır; bir cebrin doğrusal gösteriminin ilk ta­ rihsel örneği budur. K U A U A , Yeni Kaledonya'da yer. Kanala'" nın K.-B.'sında. Nikel çıkarımı. K U A Y T İ (EL-), Aden körfezinin kıyısında, Hadramut ya da Mesile uvedlerinin ağzın­ da yer alan eski Doğu Aden protektorası sultanlığı. Başkenti Mukella. Bugün Vtemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’ndedir. K U A ZA R ya da K A Z A R a. (amerikan­ ca ûuasi Stellar Astronomical Radiosource'un kısaltması, Ouasar1dan). Tayfı' kırmızıya doğru şiddetli bir kayma göste­ ren, yıldız görünümlü, ışınım gücü çok yüksek gökcismi. —A nsikl. Kuazarlar 1960'ta, kimi radyokaynaklann aslında yıldız görünümlü (gö­ rünen çap 1" nin altında) ve yoğun mavi renkli, görünür ışınım kaynakları olarak teş­ his edilmeleriyle keşfedildi. Bununla birlik­ te kuazarlar yıldızlardan tamamen farklı gökcisimleridir Taydan, kuvvetli bir uyarma­ ya karşılık gelen ve kırmızıya doğru büyük kayma gösteren yayım çizgilerine sahiptir. Bu kayma, o kadar önemlidir ki morötesinde yayımlanan kimi çizgiler, görünür böl­ genin dalga boylannda bile gözlemlenebi­ lir. Kuazarların göreli z tayf kayması, z = 0,1 ile z = 4 arasında değerler alır ve kuazarların yaklaşık % 80'inin z kayma de­ ğerleri, 0,8'den büyüktür. Bu büyük kayma­ ların kaynağı, en tutarlı biçimde Evren'in genişlemesi* çerçevesinde açıklanır. Bu da.kuazarlann büyük uzaklıklarda bulun­ duklarını gösterir Görünür boyutlarının kü­



çük ve görünür parlaklıklarının ise yüksek olduğu göz önüne alınarak, kuazarlar, gerçek boyutları çok küçük (bir gökada çapının 1/100'i kadar) ve ışınım güçleri ise çok yüksek (100 ile 1 000 gökadanın sa­ hip olacakları ışınım güçleri kadar) gök­ cisimleridir. Aynı zamanda, radyokaynağı da olan kuazarların kimileri (toplamın % 10'undan az), radyogalaksilerin yayımladığı kadar güçlü bir radyo yayımı da yapabilir. Rad­ yo kuazarlar son derece tıkız bir merkezi kaynaktan oluşur, ancak kimi kez radyogalaksiler gibi çok bileşenli bir yapı gös­ terir. Çok uzun tabanlı girişimölçümle or­ taya çıkarılan kimi bileşenlerin çapları 1 ışık yılından küçüktür. Kuazarların, optik ve radyo alanda alı­ nan akıları, karmaşık bir değişkenlik gös­ terir. Dalgalanmalar çok hızlı (birkaç gün­ lük) ya da çok yavaş (birkaç yıllık) olabilir; genlikleri de 1 kadiri geçebilir. 3C273 radyokaynağındaki gibi fışkırmaların da bu­ lunduğu karmaşık bir yapı sözkonusu ol­ duğunda, genellikle önemli bir değişken­ lik gözlemlenir. Bu karmaşık olgulara da­ ha çok, ışıyan gücünün büyük bölümü çok küçük bir merkezi çekirdekten çıkan etkin gökadalarda* rastlanır. Kuazarların, bizden çok uzakta yer alan etkin bir gök­ ada çekirdeğinin -çok parlak olması nedeniyle- görünür bölümü olduğu dü­ şüncesi, kimi kuazarların çevresinde ha­ fif yayınık bir bulutsuluğun gözlemlenmesiyle son zamanlarda doğrulandı. Bu bu­ lutsuluk, kuazarı gökada evriminin özel bir evresinde ışıyarak çekirdek haline gelen görünmeyen bir gökadanın diski olarak yorumlanır. Böyle etkin bir evrenin süresi birkaç milyon yıl olacaktır. Kuazarların ve daha genel olarak da etkin gökadaların özellikleri, bugün açıkça çözümlenmemiş olan ışıdıkları son derece büyük güç so­ rununu ortaya koyar. Yeterince uzun bir za­ man ölçeğinde bir gökadanın yaklaşık 1/100'i büyüklüğündeki bir hacimde 100 ile 1 000 gökadalık gücü oluşturma giri­ şimi için tasarlanan mekanizmalarda, enerji kaynağı olarak özellikle çekimden yararlanılır. Belli başlı etkin gökada çekir­ deği modellerinde başlıca üç durum göz önünde bulundurulur: 1. Çok yoğun bir küme içindeki yıldız çarpışmaları; 2. çok büyük kütleli (100 milyon Güneş kütlesi) bir yıldızın büzülmesi; 3. yıldızların ve çev­ relerindeki gazın bir kara delik* tarafından yakalanması. Rekabet halindeki bu mo­ dellerin hiçbiri günümüzde tamamen ye­ terli değildir. K Û B sıf. (fars. küften, dövmek'ten kub). Esk. “ Vuran", “ döven” anlamında bileşik sözcükler yapar: leked-kûb (tekme atan), pay-kûb (ayak vuran, tekmeleyen), zemin -kûb (yeri döven), vb. ♦ a. 1. Vuruş, dövme. —2. Dayak so­ nucu duyulan acı. K U B A -> KOBBA (EL ). K U B A , Azerbaycan'ın kuzey kesimin­ de, Kafkas dağlarının doğu uzantılarının kuzey yamaçlarında kent; Baku'nun kuşuçuşu 150 km kuzey-batısında. K U B A , Kasay boyunca yukarı çıkan Ga­ bon kökenli topluluklar tarafından XVII. yy.'da Sankuru, Kasay, ve Lulua nehirleri arasında kurulan Afrika krallığı. Kral Şyaam a Mbul a Ngoong gelişmiş yönetim­ sel ve yargısal yapılar ve mükemmelleşti­ rilmiş bir tarım (mısır, manyok, tütün) sis­ temi yarattı. Angola ve Şaba ile önemli dü­ zeyde bakır, tuz ve küçük deniz kabuğu ticareti yapıldı. Krallık en güçlü dönemini XVIII. yy.'da yaşadı. K Ü B A a. (ar. kuba’ ). Tip. TUZLUBALGAM' ın eski eşanlamlısı. K U B A H A N U â l, Kafkasya'da türk han­ lığı. Kurucusu, XVII. yy. ortalarında safevi şahı Süleyman ll'nin hizmetine giren türk kaytak aşiretinin usmi ailesinden Hüseyin Han'dır. Kuba bölgesinde İran'a bağlı ola­ rak hüküm süren hanlık, 1806'da bölge-



de etkinliğini artıran Rusya'ya bağlanmak zorunda kaldı. İran ile Rusya arasındaki Gülistan antlaşması (1813) ile öteki kafkas hanlıklarıyla birlikte Rusya tarafından ilhak edildi. Ancak son Kuba hanı Şeyh Ali Ağa, bu antlaşmayı tanımadı ve 1819'a kadar Rusya'ya karşı direndi. K U B A B A , Gılgamış tanrıçası. Geç Hitit döneminde Kubaba’yı keşfeden Phrygialılar, öbür tanrılardan da bazı özellikler alarak ondan kendi tanrıçaları Kybele*’yi yarattılar. K U B A C I a. Seram. Eskiden Dağıstan' da yapılan pişmiş topraktan değerli bir ta­ bak türü. K U B A D Â B Â D . Tar. coğ. Konya'nın 3eyşehir ilçesinde, Beyşehir gölünün B. kıyı­ sında selçuklu kenti; bugünkü Gölyaka (esk. Hoyran) köyünün sınırları içindeydi. Alaettin Keykubat I tarafından kuruldu (1227). Eşrefoğlu Süleyman Bey’in Beyşe­ hir’i kurmasıyla önemini yitirdi (1300). ■1671'den sonra Şehir köyü adıyla anıldı. XVIII. yy.'dan sonra halkı dağıldı. K u b a d â b â d « « ra y ı, Konya'nın Beyşe­ hir ilçesinde, Beyşehir gölünün G.-B. kıyı­ sında ünlü selçuklu saray külliyesi. Alaet­ tin Keykubat I tarafından yaptırıldı (1226 -1236). Sultan, sarayın yapımıyla dönemin veziri, mimar ve nakkaş Saadettin Köpek'i görevlendirmişti. Daha sonra bu yapılar Gıyasettin Keyhüsrev II ve izzettin Keykâvus II tarafından da kullanıldı. Sarayın ka­ lıntılarından ilk kez Hans-Hermann Graf von Schweinitz söz etmiş, ancak bunları bir bizans yapısı olarak tanımlamıştır. Bu kalıntıların Kubadâbâd sarayı ile ilişkili ol­ duğunu belirleyen M. Zeki Oral (1949), kı­ sıtlı kazılar yaptı (1951). ilk sistemli kazılar, Katharina Otto-Dorn ve Mehmet Önder yönetiminde gerçekleştirildi (1965-1966); Büyük saray ve Küçük saray (Vezir sara­ yı) denen yapıların mimarileri ve çinileri or­ taya çıkanldı. Daha sonra M. Önder 1968'e değin çalışmalarını sürdürdü. 1980’de Rüçhan Arık yönetiminde yeniden başla­ nan çalışmalara, sarayın karşısındaki ada­ da yer alan ve “ Kız kalesi” adlı yapı da katıldı. Alçak bir surla çevrili çok büyük bir alanın içinde yer alan bu yapıların ya­ nı sıra, av hayvanları parkı, Büyük Saray’ın altında sultan kayıklarının yanaşabileceği iki bölümlü küçük tersane ve on altı bina (mescit, hamamlar, fırın, mutfak, kışla, de­ polar, ambar vb.) bulunuyordu. 50 x 35 m boyutlarındaki Büyük saray bakışıksız bir plan gösterir, G. ve D.'su odalarla çev­ rili, düzgün taş döşeli büyük avludan, ana yapıya geçilir. Burası büyük salon, tuğla döşeli yüksek taht eyvanı, harem ve ko­ nuk odalarından oluşur. Yapı 50 x 55 m ölçülerinde büyük bir terasla göle uzanır. Kazılarda ortaya çıkarılan zengin alçı ve çini süslemeler özellikle figürlü oluşlarıy­ la dikkati çeker. Alçı süslemelerde kalıp­ lama tekniğiyle, alçakkabartma insan ve hayvan figürleri işlenmiştir. Taht eyvanının ve odaların duvarlarını iki m yüksekliğe kadar kaplayan çiniler, çevredeki fırınlar­ da, dönemin usta sanatçılarınca sır altı ve sır üstü teknikleriyle hazırlanmıştır. Yıldız ve haç biçimindeki, beyaz, firuze ve pat­ lıcan moru renkli çinilerle av eğlenceleri, içki âlemleri, bağdaş kurmuş oturan sul­ tan ve sarayın önde gelenleri, bitkisel mo­ tifler ve çok çeşitli hayvan figürleri (çift ve tek başlı kartal, tavus kuşları, av hayvan­ ları), efsanevi yaratıklar (sfenks, siren) çok başarılı bir üslupla işlenmiştir. Sarayın al­ çı ve çini bezemeleri Konya’daki Karatay çini eserler müzesi'nde sergilenmektedir. ( - Kayn.) K U B A L A R ya da B A K U B A L A R , Zai­ re'de yaşayan ve yaklaşık 100 000 kişiden oluşan bantu halkı. Kasai ve Lulua'ya yer­ leşmiş olan Kubalar, aralarında allokton tvalar (Pigmeler) ve tubalar da bulunan çeşitli kökenden çok sayıda alt kabileyi bir araya getirirler. Ormanlık bir bölgede ya­ şarlar; erkekler avcılık ve balıkçılıkla uğ­



raşırken, kadınlar manyoka ve mısır yetiş­ tirirler (hasat, kadınların hakkıdır, ama ai­ lenin gereksinimlerini karşılamak zorunda­ dırlar). Zanaatçılık son derece uzmanlaş­ mıştır ve pazarlar yoğun bir ticari etkinlik olanağı sağlar Kubalar, dıştanevli anayerli gruplar biçiminde küçük köylerde oturur­ lar, yerel bir başkana bağlıdırlar. Bu baş­ kan, köyün soysop başkanlarının en yaş­ lısıdır. Köyler ve köy grupları olarak pira­ mit biçimindeki örgütlenmenin tepesinde, tanrısal nitelikte bir hükümdar vardır. Kral­ lığın sürekliliğinin güvencesi olan bu kut­ sal kişinin çevresinde bir kalıtsal soylular kurulu yer alır. K U B A L I (Hüseyin Nail), türk hukukçu (Niğde 1903 - İstanbul 1981). İstanbul Hu­ kuk fakültesi’ni bitirdi (1928). Paris Hukuk fakültesi'nde doktora yaptı. İstanbul Hu­ kuk fakültesi’nde kamu hukuku profesö­ rü oldu (1943). Aynı fakültede dekanlık yaptı (1948-1950). 1961 Anayasası'™ ha­ zırlayan kurulda çalıştı. 1973'te fakültedeki görevinden emekliye ayrıldı. Cumhurbaş­ kanınca kontenjan senatörü atandı (1977 -1980). Başlıca yapıtları: Esas teşkilat hu­ kuku dersleri {1943),Devlet ana hukuku dersleri (1946), Demokrasinin anayurdun­ da (1960), Anayasa hukuku temel esas­ lar ve hukuki rejimler (1965), Türk devrim tarihi (1971). K U B A N , Rusya'da ırmak; 906 km (hav­ zası 57 900 km2). Batı Kafkasiar’ın kuzey yamacını akaçlar ve Taman yanmadasının K.’inde büyük bir delta oluşturarak Azak denizi'ne dökülür; Elbruz dağı buzullarıy­ la beslenen bu buzul rejimli ırmak, daha sonra zengin bir tahıl bölgesine dönüşen eski bozkırları akaçlar; deltasında maki­ neleşmiş pirinç tarımı yapılır, Antikçağ’daki adı Hypanis'ti. Çığırı üzerine, büyük mik­ tarda su biriktiren bir baraj kurulmur'ur. —Ask. tar. Ocak 1943'te Stalingrad’ ;urtaran sovyet saldırısından sonra Rouov’a çekilen Kafkasya’daki alman kuv> 4leri, kentin düşmesinden (14 şubat 1943 son­ ra Novorosiysk'e kaydılar ve Kerç boğazı çevresinde, Kırım yolu üzerinde bir köp­ rübaşı kurdular; bu noktada, ekim 1943’e dek Kızılordu'nun saldırılarına karşı diren­ diler. K U B A N (Doğan), türk mimar, araştırma­ cı ve yazar (Paris 1926). İstanbul Teknik üniversitesi mimarlık fakültesi’ni bitirdi (1949); aynı kurumda asistan (1952), do­ çent (1958), profesör (1965) oldu. Çeşitli tarihlerde Michigan Üniversitesi'nde, Massachusetts institute of Technology'de dersler verdi, VVashington’da Dumbarton Oaks Bizans etütleri merkezi’nde araştır­ macı olarak çalıştı. Ağa Han uluslararası mimari ödülü yürütme kurulu, Anıtlar yük­ sek kurulu üyeliklerinde bulundu. Özellik­ le mimarlık tarihi, İslam mimarlığı, resto­ rasyon, tarihsel çevrenin korunması gibi konularla ilgilendi. Başlıca yapıtları: Os­ manlI barok mimarisi hakkında bir dene­ m e (1954), Anadolu türk mimarisinin kay­ nak ve sorunları (1965), Türkiye sanatı ta­ rihi (1970), Sanat tarihimizin sorunları (1975), Türk ve İslam sanatı üzerine dene­ meler (1982). K U S A N D IL A R -



KUMANDILAR.



K U B A N O O , Ekvator Afrikası'nda ve Gü­ ney Afrika’da ırmak; Bie platosundan (An­ gola) doğar, çığırının bir bölümü Angola -Namibya sınırını çizer ve Botsvana’da ge­ niş bir bataklık bölgede son bulur; yaklş. 1 700 km. Aşağı çığırına Okovango adı da verilir. K U B A N İT a. (fr. cubanite). Miner. CuF?S3 formülündeki doğal demir ve ba­ kır çift sülfür. K U B A R M A K gçz. f. 1. Hindi ya da gü­ vercin sözkonusuysa, tüyleri kabarmak. —2. Bir kimse sözkonusuysa, kibirlen­ mek, çalımlı bir tavır takınmak, K U B A Ş M A K gçz. f. imece ile iş yap­ mak, yardımlaşmak.



Büyük Larousse



KUBAT, -tı sıf. (ar. gabi’nin çoğl. ğubat' tan). 1. Kaba, biçimsiz, hantal olan şey için kullanılır. —2. Davranışları ya da ko­ nuşması kaba olan kimse için kullanı­ lır.



Kubadâbâd sarayı kalıntılarından bir görünüm



Beyşehir ■Konya



K U B A T I, pers kralı (488-531), Piruz l’in oğlu. Mezdekçi dinsel grubun gücünü kır­ mak için, toplumsal eşitsizliği ortadan kal­ dırmak ve topraklarla kadınların ortakla­ şa kullanılmasını sağlamak isteyen dev­ rimci Mezdek'i destekledi. 497 yılına doğ< ru, din adamları ve soylular Kubat'ı devir­ diler. Ama, görünüşe göre, Eftalitliçr 499 yılına doğru, onun yeniden tahta çıkma­ sına yardımcı oldular. Yönetici sınıfları çev­ resinde toplamak isteyen Kubat, 502 yı­ lında Bizans'a savaş açtı. Girişimler Bizans-pers//mes'i üzerinde bir kuşatma savaşıyla sınırlı kaldı. Kafkasya'da Hunlar’ ın tehdidiyle karşı karşıya kalan Kubat imparator Anastasios’la yedi yıllık bir mü­ tareke yaptı. Ancak 527’de iberya'yı (Gür­ cistan) ele geçirmek amacıyla yeniden sa­ vaş başladı, lustinianos'un generali Belisarios Persler’i Dara'da bozguna uğrattı (530), ama Kallinikon'da yenildi (531). Kubat’ın ölümünden sonra mütareke yapıl­ dı. Tahtı oğlu Hüsrev I Anuşirvân’a geç­ ti. K U B A T L IK a. Kabalık, biçimsizlik. K U B A T O Ö U L L A R I, XIV. yy. sonu. XV. yy. başında Samsun çevresinde hüküm sürmüş aile. Bayezit I (Yıldırım) Karadeniz seferi sırasında Canik beyi Kubatoğlu Cü­ neyt Bey’in üzerine yürüdü ve Samsun'u ele geçirdi (1398). Kaçan Cüneyt Bey, La­ dik ve bazı kaleleri denetimi altında tutma­ ya devam etti. Ankara savaşı’ndan (1402) sonra Cüneyt Bey Samsun'u yeniden egemenliği altına aldı. Tacettinoğulları'ndan Hüseyin Bey'in Samsun'u işgal etme­ si ve Cüneyt’i öldürmesi üzerine Kubatoğulları sülalesi son buldu. -K U B B E a. (ar. söze.). 1. Ters döndürül­ müş kâse biçiminde, yarım daire, parabol v b profilli, ışınsal derzler bırakılarak örül­ müş, daire, elips ya da çokgen planlı to­ noz. (Bk. ansikl. böl.) —2. Büyük bir ya­ pıyı örten, merkezi planlı, sürekli ya da pahlı sağrıları olan çatı. (Bk. ansikl. böl.) —3. Gökyüzü. —4. Kubbeleri çınlatmak, sesini aşırı derecede yükseltmek, sesiyle gökleri titretmek. —Esk. Kubbe-i firuze-fam, mavi renkli kubbe || Kubbe-i gerdende, dönen kub­ be, || Kubbe-i hadra, yeşil kubbe; Mevlana'nın türbesi. || Kubbe-i mina, lacivert ya da yeşil kubbe. || Kubbe-i ulya, ulu, yük­ sek kubbe. || Kubbe-i zebercedi, açık ye­ şil renkli kubbe. || Kubbe-i zerbeft, sırmalı kubbe; yıldızlı, açık gökyüzü. || Kubbe-i zerrin, altın kubbe; güneş, || Kubbe-i zümürrüd-fam, zümrüt renkli kubbe; gök­ yüzü. || Kubbet-ûl-arz, yeryüzünün, üstün­ de insanların yaşadığı bölümünün merke­ zi. || Kubbet-ül-islam, isiamın kubbesi; Belh şehrinin adı. —Anat. Biçimlerinden dolayı bazı organ



Kubadâbâd sarayı figürlü çinileri



Doğan Kubsn



kubbe 7124



ESO'nun (E uroptuii Southern Observatory) La Sllia’daki (Şili) 3,6 m çaplı büyük ielsskobunun ve yardımcı teleskobunun kubbeleri



kısımlarını tanımlayan terim. (Sidik torbası kubbesi, dolu haldeki sidik torbasının üst yüzeyidir; pievra kubbesi, plevranın akci­ ğeri örten üst kısmıdır; boyunla köprücük arasındaki çukurun tabanını oluşturur.) —Bot. Yumurtacıkta embriyon kesesi ile mikropil arasında oluşan ve evinin tepe­ sindeki üstderi altı hücresinin bölünmesin­ den doğan özel dokuya bazen verilen ad. j| Kutup kubbesi, kapalıtohumlularda, hüc­ re bölünmesi sırasında, akromatik iğin uç­ larının dayandığı bölgeleri belirtmek için bazen kullanılan terim. —Denizbil. Sıcaklık kubbesi, Termoklinin yükselmesi sonucunda oluşan kubbe bi­ çimli su kabartısı. —El sant. Tespihçi tezgâhında dönen yu­ varlak bölüme verilen ad. —Esk. anat. Kubbet-ül-hanek, damak, ağız boşluğu tavanı. Eı—Gökbil. içinde gökbilimsetbir aygıt bu­ lunan, açılır kapanır yarıküresel çatı. (Göz­ lem genellikle yönlendirilebilen bir kapak­ tan yapılır ve bu kapak çalışma olmadı­ ğında bir tepelikle kapatılır.) —Hat. Kubbe levha, kitap başlıklarının



a lte ritle r



ka y a lık ku b b e



kayalık kubbe



mesiyle oluşan ve çökme ya da patlama sonucu ortaya çıkan breşlerin kapladığı bir kılıfla çevrelenmiş tırmanma kubbesi. —Kad. doğ. Dölyatağı kubbesi, gerilmiş dölyatağının çatı kemiği üzerinde meyda­ na getirdiği belirgin çıkıntı. (Buna güven­ ce kubbesi de denebilir, çünkü iyi geril­ miş bir dölyatağı doğum sırasında görü­ lebilecek kanamalardan korunur.) —Kur. tar. Kubbe vezirleri ya da kubbealtı vezirleri, Osmanlı devletinde Divanı hü­ mayun üyesi olan vezirlere verilen ad. (Kubbenişin de denir.) [Bk. ansikl. böl.] —Mim. Çatkı kubbe, kubbe biçimi verile­ rek çatılmış öğelerden oluşan ve iç yüze­ yi lambriyle ya da yalancı mermerle kap­ lanan kubbe. || Kürsü kubbesi, bir kilise­ de vaaz kürsüsünün üstünde yer alan ve sesin mekâna daha iyi dağılmasını sağ­ layan kubbe || Yalana kubbe, yatay derzli öğelerden oluşan, bindirmeli kubbe. — Mutf. Anadolu’nun bazı yörelerinde, özellikle G.-D. Anadolu’da içli* köfte'ye ve­ rilen ad. —Patol. idrar torbası kubbesi, idrar tutul­ ması yüzünden idrar torbasının gerilme­ si. (Torba az ya da çok büyük bir kubbe biçimini alır, elle yoklandığında ele gelir, hatta bazen karın derisinin altında gözle görülebilir.) —Yerbil. Uzaması olmayan antiform kıv­ rım, bir tür brakiantiklinal. (Eşanl. DOM.) [Bk. ansikl. böl.] ♦ sıf. Kubbe biçiminde olan: Kubbe ta­ van, Kubbe çatı. —ANSİKL. Kur. tar. Kubbe vezirleri, dere­ celerine göre, ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir, beşinci vezir vb. diye ad­ landırılırlardı. Fatih kanunnamesi’nde kubbe vezirlerinin sayısının saptanmamakürsü kubbesi (XVIII. yy. başı) Saint-Thögonnec kilisesi’nin (Finistöre) vaaz kürsüsü üstünde



(550-1557 arasında Sinan’ın yaptığı Süleymaniye camisi’nin küresel bingiler üzerine oturan, iki yarım kubbeyle desteklenen ne ana sahnı örten



kubbesi



kubbe biçiminde yazılmış olanlarına veri­ len ad. (Yalın yazılmışlara düz levha denir.) —Havc. Bir paraşütün bez yüzeyi. —İnş. Kubbe feneri, bir yapının tepeden doğal ışık almasını sağlamak için yapılan, pencereli, daire ya da çokgen planlı al­ çak kule. —Jeomorfol. Kubbe-tepe, yoğun tropikal orman alanında kristalli sert taban arterit­ lerinin mantosunda görülen, yüksekliği yak­ laşık bir dekametre, çapı yaklaşık bir hek­ tometre olan, kabaca yarımküre biçimingd e tepe. (Eşanl. AŞINIM KUBBESİ.) j| Kaya­ lık kubbe, kanatları dışbükey ve sarp olan, çıplak, büyük kaya levhacıklarından olu­ şan tepe. (En çarpıcı biçimleri, tropikal or­ man alanında görülen granit sivrileri ve yarıçöl bozkırlarda görülen insetbergier’ dir; bu biçimler morfostrüktüral bakımdan birbirine benzer, çünkü her ikisi de kris­ talli sert tabanlarda dayanıklı hacimler ■oluşturur.) || Yanardağ kubbesi, akışmaz lavın, bir yanardağ ağzının üstünde birikJuvara’nın 1782’de Mantova’da San Andrea bazilikası (XV. yy. sonu) için yaptığı, küresel bingiler ve kasnak üzerine oturan kubbe



AJlar-Pbi Soufribre yanardağ kubbesi (Anliller'de Saint Vincent adası yanardağı')



sına Karşın, bunların Divan'da nasıl otu­ racakları açıkça belirtilmişti. Murat III dö­ neminde altı olan kubbe vezirlerinin sayı­ sı Murat IV zamanında sekize çıktı. Köp­ rülü Mehmet Paşa sadrazamlığı sırasın­ da kubbe vezirlerinin sayısını azalttı. XVIII. yy.'ın başlarında kubbe vezirleri iki, kimi zaman da üç kişiden ibaretti. 1731'den sonra kubbe vezirliği kaldırıldı. Öte yan­ dan kubbe vezirliği, kendi hiyerarşik dü­ zeni içinde, sadrazamlığa aday olmak de­ mekti. XVI. yy. sonlarına, hatta XVII. yy.’ın başlarına değin, sadrazamların kubbe ve­ zirleri arasından seçilmesi geleneği sür­ dü. Bu tarihten sonra valilerden, defter­ darlardan, nişancılardan ve yeniçeri ağa­ larından da sadrazamlığa atamalar baş­ ladı, böylece kubbenişinlik eski önemini yitirdi. — Mim. Tasarımı ve gerçekleştirilmesi sı­ rasında güçlüklerle karşılaşılmayan yuvar­ lak kubbenin eş planlı bir dayanak üzeri­ ne inşa edilmesi ender bir uygulamadır (tholos, mezar, vaftizhane). Dikgen bir plan üzerinde kubbe yapmak sözkonusu olduğunda, kareden yuvarlak plana geç­ mek için köşelerde bindirmeli öğelere başvurulur. Çapraz bloklar düşey doğrul­ tuda ışınsal düzenlenmiş tek ya da birçok kovanlı kemerler (tonoz bingiler) bu soru­ nu hemen hemen çözer. Örtülecek kare­ nin merkezine doğru yönelen örgü sıra­ ları üst üste getirilirse, küresel bingi ya da pandantif adı verilen eğrisel üçgenler el­ de edilir. Bunlar, çapı karenin köşegeni­ ne eşit bir kürenin parçalarıdır ve üst bö­ lümlerinde birleşerek bu kare içine yerle­ şen bir çember çizerler. Bu durumda bir­ çok olasılık belirir: kubbeyi ve küresel bin­



gileri, taban karesine dışteğet aynı küre içine çizmek; küresel bingiler üstüne, da­ ha küçük bir küreye karşılık gelen ya da profili değişebilen yüksek bir kubbe kur­ mak; kubbeyle geçiş öğeleri arasında si­ lindir biçiminde bir ara kat (kubbe kasna­ ğı) oluşturmak. Bir kubbe, profiline, öğelerinin niteliği­ ne ve düzenine göre (hafif taş, tuğla, boş­ luklu öğeler; yalancı kubbelerde bindirme yapılması vb.) az çok büyük itme kuvvet­ leri uygular. Tarihsel açıdan kubbe kulla­ nımı, donatılı olmayan bir gereçle en iyi sonuçların alınmasını sağlamıştır. Bizans ve türk dünyasında kubbe çapı, İstanbul’ da 30 m’yi aşmıştır; İtalya’da Pantheon’ da ve Floransa duomosu’nda (Brunelleschi), Roma’da San Pietro’da (Michelangelo) 40 m'yi geçmiştir (son iki yapının kubbeleri kaburgalı ve çift cidarlıdır; bu, çok gelişmiş bir yapısal çözümdür). Kla­ sik dönemde François Mansard’ın izin­ den gidilerek, dolaylı bir aydınlatmaya ola­ nak veren kubbe geçmeleri uygulanmış­ tır: Paris’te Invalides ve Panthâon, Lond­ ra’da VVren’in yaptığı St Paul katedrali. Merkezi ya da haçvari planlı bir yapının kubbesi üzerine uygun biçimli bir çatı yer­ leştirilebileceği gibi sızdırmazlık sağlayan bir gerecin sırta uygulanmasıyla kubbenin kendi eğriliğiyle dıştan algılanması sağla­ nabilir (Roma Pantheon’u, bizans bazilika­ ları). İtalyan katedrallerinde ikinci yola baş­ vurulmuş Karşı-Reform’la birlikte Roma’da, San Pietro'da (1586) kubbe, simgesel bir değer kazanmıştır. BizanslIlar evrenle ilgili duygu ve düşüncelerini kubbeli yapılan için­ de dile getirmişlerdir Artık haçvari planlı bu yarımküre gökyüzüne doğru uzanmakta,



Girauüon



tapınağın mimari mekânıyla kentsel çev­ re arasında bir süreklilik kurmaktadır Daha sert iklimli bölgelerde, bir çatıarası yardımıyla iç kubbe ile dış kubbeyi birbirinden ayırmak gerekir: ortodokslar tapınakları üzerine birçok soğanbaşı kub­ be yapmışlardır.



Zagorsk’ta Troitse Sergiyevskaya



Conques’taki Sainte-Foy kilisesi’nin (XI,XII. yy.) çaprazsahın karesini örten tonoz bingiler üzerine oturtulmuş kaburgalı kubbe



Paris'te Pantheon'un kubbesi (1764-1812)



Lavra'nın yedi kilisesinden biri olan Uspenskiy Sobor’un (1558-1585) soğanbaşı kubbesi türk üçgenlerine oturan çinili kubbe



Çobanmustafapaşa küiliyesi camisinin



Karatay medresesi ■Konya



kalem işi süslemeli kubbesi



Sebze ■Kocaeli



Büyük Larousse



kubbe



Malatya Ulu camisi'nin tuğla örtülü kubbesi



• Türk mimarisinde kubbe. Türkler'in islamlıktan önce yapılarını kubbeyle örttük­ leri, Uygurlar'ın buddha tapınaklarından anlaşılmaktadır Mani tapınakları kubbe ve tonoz bingileriyle İran’ın ateşgedeleri bi­ çimindeydi, Hoço'da kubbeli mezar yapı­ ları saptanmıştır. Komul yakınında ili -Köl'de tapınak olduğu sanılan kubbeli bir yapıda geçiş öğesi olarak tonoz bingi ya da küresel bingiler yerine üçgenler (-» t ü r k * ÜÇGENİ) kullanılmıştır (bu geçiş öğesi daha sonra selçuklu ve osmanlı mi­ marlığında geliştirilmiştir). Karahanlı mi­ marlığında, Hazar'daki Küçük Degaron camisi'nde (XI. yy.), dört sivri kemere otu­ ran, 6,50 m çapındaki kubbe, yanlardan tonozlarla çevrelenmiş, köşelere birer kü­ çük kubbe yerleştirilerek küçük ölçüde merkezi plan elde edilmiştir (bu yapı XVI. yy.'da osmanlı mimarlığında, dört yanm kubbeyle desteklenmiş orta kubbeli mer­ kezi planlı camilerin en erken örneği ol­ ması açısından önemlidir). Talhatanbaba camisi’nde de kubbeli orta mekân yanla­ ra doğru küçük çapraz tonozlarla geniş­ letilmiştir. Dönemin türbeleri de kubbeli­ dir (Arapata, Ayşebibi türbeleri). Gazneliler'in önemli yapılanndan olan Leşkeribazar camisi’nde (XI. yy.) enine gelişen me­ kânın mihrap önü, iki sahnı kaplayan bir kubbeyle örtülüydü (bu türün ilk örneği, daha sonra İran'da selçuklu yapılarında uygulandı). Büyük selçuklu mimarlığında (XI.-XII. yy.’lar), mihrap önü kubbeli cami planı geliştirilmiş (Isfahan Mescidi Cuma camisi), kubbe kıble mahallini vurgulayan bir öğe olarak değerlendirilmiştir. Bu dörevak kubbeleri



Ü çşm M cami, Edirne



K U B B E M E D R U S -> MEDRACEN.



toplandıkları yer; Darüsselam denilen alanda, orta kapıyla Babüssaade arasın­ da kalan meydanın solundaki köşeli ku­ lenin altında bulunmaktaydı ve yan yana üç bölmeden oluşuyordu. Divan, soldaki geniş odada toplanırdı. Sadrazam ortada oturur, vezirler de derecelerine göre sad­ razamın sağındaki ve solundaki sedirle­ re sıralanırlardı. Sadrazamın arkasındaki “ Kasrı adil” denilen kafesli yerdeyse pa­ dişah, gerektiğinde görüşmeleri dinlerdi. "Divanı hümayun kalemi" adını taşıyan ikinci oda, hacegânı divanı hümayun de­ nilen yazı işleri müdürüyle ona bağlı gö­ revlilerin bulunduğu yerdi. Divan kararla­ rı burada kayda geçirilirdi. Sadrazamın di­ vit odası, vezirlerin dinlenmelerine mah­ sus oda, kahve ocağı gibi bölümler de Kubbealtı binasını tamamlıyordu. Divan toplantısı sırasında sarayın yakınlarında meydana gelen önemli olaylar ve bu olay­ larla ilgili gelişmeler arkadaki kuleden iz­ lenerek divana aktarılırdı. Mehmet II, Topkapı sarayı'nı yaptırdık­ tan sonra uzun yıllar kubbealtı toplantıla­ rına başkanlık etmiş, ancak bir süre son­ ra sadrazam Gedik Ahmet Paşa’nın öne­ risine uyarak görüşmeleri Kasrı adil'den dinlemeye başlamış, böylece, ondan son­ ra gelen hükümdariar da bu yöntemi sür­ dürmüşlerdir. Kubbeaitı'ndaki toplantılar, yerleşmiş bir törenle her hafta cumartesi, pazar, pazar­ tesi ve salı günleri yapılırdı. Sadrazam bu günlerde "kallavi” adı verilen özel kavu­ ğuyla ve değeri yüksek malzemeden ya­ pılmış eyer vurulu bir atla saraya gelir, bu­ rada kendisini bekleyen vezirler ve öteki görevliler tarafından karşılanırdı. Yabancı devletlerin elçileri de yine Kubbealtı'nda, Galebe divanı denilen bir başka törenle kabul edilirdi. Ordunun sefere gidişi ya da seferden dönüşü, bayram, saltanat deği­ şikliği, asker maaşlarının ödenmesi gibi durumlarda da devlet iieri gelenleri Kubbealtı'nda toplanırdı. Genellikle sabah na­ mazından sonra başlayan divan toplantı­ ları yemekle son bulurdu. Yemekten son­ ra, alınan kararları bildirmek üzere sadra­ zam padişahın huzuruna çıkardı. Kubbealtı'nın önünde, beyaz mermer ve yeşil porfir sütunlara bindirilmiş kemerli bir saçak bulunmaktadır. Binanın geniş pencereleri, altın yaldızlı tunç parmaklık­ larla korunmaktadır. Bina Selim III, Mah­ mut II dönemlerinde ve yakın tarihlerde onarım görmüştür. Kubbealtı'nda yapılan hükümet toplan­ tıları Tanzimat'tan sonra “ Meclisi hassı vükela" adını aldı.



K u b b e a ltı, Divan yeri de denir, Topkapı sarayı'nın içinde sadrazam ve hükümet üyelerinin devlet işlerini görüşmek için



K U B B E LE Ş M E a. Yerbil. Taşkürenin dü­ şey devinimleriyle bağlantılı, eğrilik yarı­ çapı büyük biçim değiştirme.



nemde İran’da ve Orta Asya'da kaburgalı ve çift çeperli kubbeler yapılmıştır. Ana­ dolu Selçuklularında ve Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde büyük bir mekânı kubbey­ le örtmenin doğurduğu güçlükler yüzün­ den ilk camiler tek kubbeli ve daha bü­ yük sahınlılar yan yana iki ya da birkaç kubbeli olarak inşa edilmiş, kubbe arala­ rı taşıyıcı kemerlerle desteklenmiştir (Bur­ sa Yeşil cami). Bunlar kalın çevre duvar­ ları üzerine oturtulan ve köşelerde tonoz bingilere bindirilen yalın örneklerdir (Bur­ sa, Edirne camileri). Ancak daha sonra kubbenin yapısal bir sorun olarak çözüm­ lenmesi çalışmalan İstanbul'un fethiyle hız kazandı ve Mimar Sinan’ın denemeleriy­ le doruğuna ulaştı. Şehzade camisi'nde dört ayağın taşıdığı kubbe yanlarda dört yarım kubbeyle desteklenirken, Üsküdar' daki Mihrimahsultan camisi'nde yarım kubbeler üçe indirilmiştir Süleymaniye ca­ misi'nde dört ayağa oturan ana kubbe, mihrap ve giriş yerlerindeki yarım kubbe­ lerle desteklenmiştir. Sinanpaşa camisi'ndeyse kubbe altıgen bir plana oturtulur­ ken, Edirne’deki Üçşerefeli cami örnek alınmıştır. Piyalepaşa camisi’ndeyse çok sayıda küçük kubbeli bir örtü düzeniyle, Selçuklu dönemi çok ayaklı camiler pla­ nına dönülmüştür. Sinan'ın türbelerinde de kubbe konusunda yeniliklerle karşıla şılır: Şehzade Mehmet'in türbesinde di­ limli kubbeler kullanılmış, Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesinde çift yüzlü kubbe seçilerek iç kubbe ayaklara, dış kubbe duvarlara oturtulmuştur. Edirne'deki Seli­ miye camisi’ndeyse yapısal sorunların çö­ zümünde en başarılı birleşime ulaşılmış­ tır. Burada taşıylcı ayaklar incelmiş, kub­ be yapının en önemli öğesi olarak öne çıkmıştır. —Yerbil. ve Denizbil. Tuz kubbesi, evaporittipi plastik gereçlerin yükselmesiyle olu­ şan kubbe biçimindeki bir topografya ka­ barıklığının karşılığı olan diyapir çeşidi. (Tuz kubbeleri birkaç denizde görülür [Meksika körfezi, Akdeniz]. Tuz kayaçları [kaya tuzu, anhidrit, alçıtaşı] yüzlerce, hat­ ta binlerce metre genişliğinde sütunlar oluşturur; bu sütunlar; üstlerinde bulunan ve kendilerinden daha ağır olan tortul kat­ manlardan geçer ve biçimlerini değiştirir. Kubbenin tepesinde, çözünme kalıntıların­ dan oluşan dayanıklı bir “ şapka” vardır. Tuz kubbeleri sık sık petrol ve doğal gaz için kapan oluşmasını sağlar. Aynca yapay depolama mağaralarının yapımında da kullanılabilir.)



Beyazıt külliyesi şifahanesi’nin kubbeleri



Edime



K U B B ELİ sıf. 1. Damı kubbe biçiminde olan: Kubbeli hamam. Kubbeli fınn. — 2 . Kubbe biçiminde olan: Kubbeli yüzük taŞi—Ekmekç. Kubbeli fınn, içinde ateş ya­ nan bölümünün üst kısmı kubbe biçimin­ de yapılmış ve ateş tuğlalarıyla döşenmiş fırın. (Kubbeli fırınlarda taban ve tavan ateş tuğlasıyla döşeli olduğundan, yanan ateş, tuğlaları ısıtır ve yüksek dereceli ısı elde edilir. Fırının yeterli ısıya ulaşıp ulaş­ madığı kubbe biçimindeki tavanın beyaz­ lık derecesinden anlaşılır.) —Hat. İlk sayfalarında kubbe levha bulu­ nan tezhipli kitaplara verilen ad. K u b b e tü s s a h ra ,Kudüs'te, Süleyman tapınağı’nın bulunduğu düzlükte cami; halife Abdülmelik bin Mervan tarafından, Sahra ya da Haceri Muallak denilen kut­ sal kayanın bulunduğu yerin çevresine in­ şa ettirildi (691). Çoğu kez yanlış olarak Ömer camisi diye de adlandırılan yapı, klasik cami planından farklı mimarisi ve bezemeleriyle, antik yunan mimarisini ve bizans kiliselerini andırır (yapımında bizanslı ya da Suriyeli sanatçıların çalıştığı sanılmaktadır.) Dıştan sekizgen planlı ca­ mi, içten merkezi daireli ve iki deambulatorium’ ludur (koroyeri çevresi). Birinci deambulatoriuma dört kapıdan (Bab ül -cenne, Bab ül-kıble, Bab ül-Nebi Davut ya da Bab ül-silsile, Bab ül-garp) girilir Bu galeri sekiz ayak ve bu ayakların arasın­ da yer alan ikişer sütundan meydana ge­ lir. İkinci deambulatorium dört ayak, on iki sütunun taşıdığı ve on altı pencereli yük­ sek bir kasnağa oturan kubbeyle örtülü­ dür. Asıl işlevi kutsal kayayı tavaf olan bu camide mihrap ikincil plandadır. Yeşil mer­ mer ve kırmızı somaki sütunlar kenger yapraklı, yaldızlı başlıklarla son bulur. Ca­ minin en gösterişli bezemeleri kubbe, kubbe kasnağı ve kemer aralarını süsle­ yen altın zemin üzerine sarı ve yeşil mo­ zaiklerdir 1099’da Haçlılar Kudüs’e girdik­ ten sonra Kubbetüssahra'nın içi ve dışı azizlerin resimleriyle süslenmiş, Sahra üzerine mermer bir absida yaptırılmış, kubbenin üzerine de büyük bir altın haç yerleştirilmiştir. Cami, Selahattin Eyyubi (1197) ve OsmanlIlar zamanında Kanuni Sultan Süleyman (1522) dönemlerinde onanldı. Kanuni Sultan Süleyman'ın onarımında duvarları dıştan kaplayan yeşil mozaikler çinilerle yenilendi. Ifapı dinsel işlevini günümüzde de sürdürmektedir —Din. Talmudve Tarkum gibi yahudi me­ tinlerinde bu kayaya (Sahra) özel bir önem verilir. Rivayete göre Hz. İbrahim kurba­ nını burada kesti, Hz. Davut burada Tanrı'ya dua etti; Süleyman, Zerubbabel ve Herodes’in mihrapları da buradaydı. Sahra, müslümanlar arasında da bazı efsanevi inançlara konu oldu. Kuran ve hadislerde yer almayan rivayetlere göre, bu kaya (Sahra), cennet taşlanndandır. İs­ rafil, sur'unu son kez bu kayanın üstün­ de üfleyecektir. Kaya, yerle gök arasında, boşlukta asılı durur. Hz. Muhammet'ten önceki bütün peygamberler, her gün başucunda 70 000 meleğin beklediği bu ka­ yaya gelerek dua ederlerdi. Hz. Ömer, Kudüs'ü fethettiğinde; moloz­ larla örtülü bulunan Sahra’yı çevresini te­ mizleterek meydana çıkarttı, burada na­ maz kıldı. O dönemde değerli bir inci, Hz. İbrahim'in kurban ettiği koçun boynuzu ve İran hükümdarı Hüsrev’in tacı, kubbenin ortasından sarkan bir zincirde asılı olarak korunmaktaydı; bu emanetler daha son­ ra Abbasiler döneminde Kâbe'ye götürül­ dü. Kutsal Sahra, aşağı yukarı yarım daire biçimindedir. Yuvarlak yanı doğuya, düz yanı batıya bakar. Sahra’nın güney-batı' sında bulunan bir mermer sütun parçası üzerinde, Hz. Muhammet’in miraç* sıra­ sında göğe çıkmak için Burak*'a bindiği sırada oluşan ayak izinin (Kadem-i Mu­ hammet) bulunduğuna inanılır. Sahra’nın altındaki mahzene Bab ül-mağara (Mağa­ ra kapısı) ve 11 basamaklı merdivenle



BÖyOk Larousse



inilir. Burası ancak 60-70 kişinin sığabile­ ceği genişlikte ve bir adam boyundan da­ ha az yüksekliktedir. Tavanda bulunan bir çukurun Hz. Muhammet'in başının İZt ol­ duğuna İnanılır. Halk inarıçlanna göre; bü­ tün ölmüşlerin ruhlan haftada iki kez bu­ rada toplanırlar; Allah, Hz. Musa’yı kıble yapması için buraya göndermiştir Hz. Mu­ hammet de Hicret’ in ikinci yılına (624) ka­ dar burayı kıble saymış, bu tarihten son­ ra kıble yönünü Kâbe olarak belirlemiş­ tir. K U B E U K (Jan), çek kemancı ve bes­ teci (M'ıchle, Prag, 1880 - ay. y. 1940). Dünyanın birçok ülkesinde konserler ver­ di, tem an virtüözü olarak tanındı. Başlı­ ca yapıtlan, keman ve orkestra için 6 kon­ çertosudur (1916-1924). K U B E U K (Rafael), İsviçre yurttaşlığına geçmiş çek orkestra yöneticisi ve besteci (Bychory, Kolin yakınında, 1914). Çek fi­ larmoni orkestrası’nın şefliğini (1936-1939) ve müdürlüğünü (1942-1948) yaptı. Brno tiyatrosu’nun orkestrasını (1939-1941), Chi­ cago Senfoni orkestrası’nı (1950-1953), Londra'daki Covent Garden’ın orkestrasını (1955-1958), Bavyera Radyo senfoni or­ kestrası'™ (1961-1971) ve New York Met­ ropolitan Opera’nın orkestrasını (1972 -1974) yönetti. 5 opera (Veronika, 1944), 2 senfoni (biri torolu), konçertolar; bir kan­ tat (Pro memoria patriş 1941), bir Requiem (1962), oda müziği yapıtları ve melo­ diler besteledi. ı (iki alm. yazan R Kubelka ve F. Munk'u n adlanndan), da­ ha önce Schuster’in ileri sürdüğü ve her dalga boyu için, bir gerecin ışık üzerindeki iç etkisini, gerecin soğurma ve yayınım et­ kisini ölçen iki katsayıyla nitelemeye ola­ nak veren kuram. İki ürün kanştırıldığında, bileşenlerinin oranına göre bu katsa­ yılar dalga boyu üzerinden dengelenir. K U B E R A , hindu mitolojisinde zenginlik tanrısı ve doğanın cinleri olan yaksaladın kralı. Kailasa dağında yaşadığı varsayılır. Halk arasında yaygın olan buddhacılık ve caynacılıkta oldukça önemli rol oy­ nar. K U B H a. (ar. kubh). Esk. 1. Çirkinlik: “...hükm-i kudretin tabiat-ı külliyede halk eylediği hüsn ü kubhdan ibarettir” (Ebüzziya Tevfik). —2. Kötülük. K U B H İY A T çoğl. a. (ar. kubtı'tan çoğl. kubhiyystj. Esk. Kötülükler, çirkinlilder. K U B İL A Y -



KUBİLAY HAN.



K U B İL A Y (Mustafa Fehmi), türk devrim şehidi (Kozan 1906 - Menemen 1930). ilk­ öğrenimini Antalya'da tamamladı. Bursa



Erkek öğretmen okulu'nu bitirdi (1926). Aydın'da ilkokul öğretmenliği yaptığı sıra­ da askere alındı. Yedeksubay okulu’ndan sonra asteğmen rütbesiyle Menemen’e gönderildi. Burada nakşıbendi tarikatı ön­ derlerinden Derviş Mehmet’in çevresinde örgütlenen gericilerin ayaklanmasını ön­ lemek isterken kafası kesilerek öldürüldü. (-» M enemen olayi .)



Kubbealtı



Topkapı sarayı, İstanbul sağda Kubbealtı M. Melling’in gravürü



K u b lla y o la y ı -» Menemen olayi. K U B İL A Y H A N ya da K U B İL A Y (1214 -1294), moğol imparatoru (1260-1294) ve Çin'deki moğol hanedanının (Yüen) kuru­ cusu. Cengiz Han’ın torunu, Hu u’nun kardeşiydi. Kardeşi Möngke’nin (Mengü) saltanatı sırasında Yünnan'da cesur ve et­ kili bir sefere girişmesiyle Güney Çin'in fet­ hine hız verildi. Möngke'nin (Mengü) ölü­ münden sonra Kubilay tahtta hak iddia eden rakipleriyle savaşmak zorunda kal­ dı, daha sonra başkenti Dadu’yu ("Büyük saray") ya da batılı gezginlerin Cambaluc dediği Hanbalik’i (“ Han’ın kenti” ), yani bugünkü Pekin'i kurdu (1264-1267). Bü­ yük bir dikdörtgen biçiminde olan tente o r ..-em den sonra “ tatar kenti" adı ve­ rildi. Kubilay, daha sonra Çin’in fethini ta­ mamlamaya girişti: Yangzi Ciang havza­ sının girişine egemen olan Şiang Yang ve Farıçıng’ı kuşattı; ancak bu kentlerin beş yıl direnmesi fethi yavaşlattı. 1276'da Song Lin'anların başkenti (bugün Hangcou) ele geçirildi ve imparator tutsak alındı. 1279' da bütün Çin fethedilmiş ve Kubilay bü­ yük bir imparatorluğun hâkimi olmuştu. Gücünü Çin’e bağlı ülkelere de yaymak istedi, ama bunu ancak Çinhindi ve Kore’ de başarabildi. Bütün prensler, örneğin S. Hek!



Mustafa Fehmi Kubilay



Kubbetüaaahra (691) Kudüs



Türkistan prensleri, onun egemenliğini ta­ nımadılar ve Kubilay 1287'de Nayan adlı bir Mançurya prensinin ayaklanmasın bastırmak zorunda kaldı. Kendinden ön çekilerin savaşçılığını sürdürmesinin yanı sıra, bir Çin imparatoru gibi davrandı: ül­ kenin yönetimi ve barışın sağlanmasıyla özel olarak ilgilendi, posta işlerini düzen­ ledi, imparatorluk kanalını onarttı. Bütün dinlere izin vermesinin yanı sıra, Moğolis­ tan ve Çin’de gelişen bir hıristiyan mez­ hebi olan nesturiliği ve buddhacılığı des­ tekledi (Pekin’de nesturi başpiskoposluğu, 1275). Bununla birlikte Çin'de müslüman propagandasına karşı çıktı. Kubilay’ın yö­ netimle ilgili görevler verdiği Venedikli Marco Polo, Çin'in o dönemde olağanüs­ tü bir refaha eriştiğini belirtir.



e.



N „ Paris



Kubilay Han Marco Polo’nun, Boucicaut Ustası ile



adlı yapıtından bir (ayrıntı) Fransa, 1410’a doğr. BM othkfue nationale, Paris



K U B İN (Alfred), avusturyalı desinatör ve gravürcü (Leitmeritz, bugün Litomefice, Çekoslovakya, 1877 - Zvvickledt, Yukarı Avusturya, 1959). Goya, Klinger, Munch, Ensor ve Redon’un yapıtlarını keşfetme­ si, simgecilikle anlatımcılığın sınırlarında yer alan kişisel bir evren kurmasına kat­ kıda bulundu. Fantastik, sanrılı, bilinçli olarak alaycı bir nitelik taşıyan yapıtları, daha çok karakalemle yapılmış desenler­ den ve gravür çalışmalarından oluşur. Kubin, kendi romanı Die andere Se/re’nin (1909) yanı sıra çok sayıda yapıtı (Dostoyevskiy, Poe, Hoffmann, Barbey d ’Aurevilly, Strindberg, Trakl vb.) resimledi. K U B İT S C H E K DE O Ü V E İR A (Juscelino), brezilyalı devlet adamı (Diamantina 1902 - Resende yakınında, Riö eya­ leti, 1976). Hekimlik, milletvekilliği (1934 -I937), Belo Horizonte belediye başkanlı-



kadının telkin ettiği esin, yapıcı müzik gi­ bi, romantiklerin tüm yaratış eğretileme­ lerini bir araya getirir. K U B R İC K (Stanley), amerikalı sinema­ cı (New York 1928). ilk uzun filmini 1953’te çekti: Fearand Desire. Sonraki iki filminin senaryoculuğunu, yapımcılığını, kurgucu­ luğunu ve kameramanlığnı kendi yaptı: Killer's Kiss (1955) ve The Kiiling (1956). Daha sonra Zafer yolları (Paths of Glory) [1958] ve Spartaküs (Spartacus) [1960] filmlerini çevirdi. Lolita (V. Nabokov'un ya­ pıtından, 1962), Dr. Strangelove or how I learned to stop vvorrying and love the Bomb (1964) adlı filmlerinden sonra gü­ nümüzün en özgün yönetmenlerinden biri olarak kendini kabul ettirdi. 2001 Uzay macerası (2001, A Space Odysse) [1968], A Clockwork Orange (1971), Barry Lyndon (1974), Parıltı (Shining) [1979] ve Full Metal Jacket (1987*) de bunu kanıtlar. K U B U R a. 1. Ayakyolu deliğinden lağı­ ma inen boru. —2. Boru biçiminde uzun kap ya da mahfaza: Ok kuburu. —3. Ku­ bur sıkmak, silah atmak, tabanca sıkmak. —Esk. sil. Bir tür eski tabanca. || içine ok konarak boyuna asılan silindir biçiminde kutu. —Hat. Üstünde kalem koymaya özgü ye­ ri, altında hokkası bulunan yazı takımı. (Bunlar çoğunlukla silindir biçimindeydi, ancak dört, altı, sekiz köşelileri de vardı. Üzeri tezhipli ve beyitler yazılmış örnek­ leri de yapılmıştır. Edirnekâri işlemelileri ünlüydü, içine kalem, kalemtıraş, makta, kâğıt makası vb. konurdu.) K U B Û R çoğl. a. (ar. (cadr'in çoğl. (cu­ bur). Esk. Mezarlar: Ehl-i kubûr (ölüler). Ziyaret-i kubûr (mezarları ziyaret). -K U B U R L U K a. 1. Eyere asılan ve ta­ bancaları taşımaya yarayan deri kılıflardan her biri. —2. Eyere, binicinin bacaklarının gerisine asılan ve kumanya, silah ve cep­ hane taşımaya yarayan deri çantalardan her biri. K U B U Z a. Sil. Mermi yatağı.



Alfred Kubln mürekkep ve suluboya özel kol.



Stanley Kubrick'in adlı filıtıinden bir sahne



ğı (1934) ve Minas Gerais eyaleti valiliği yaptı (1950-1954). Brezilya Cumhuriyeti’ nin Cumhurbaşkanı oldu (1956-1961); Brezilya, yeni başkenti Brasilia’nın kuru­ luşunu ona borçludur. 1964 olaylarından sonra yurttaşlık hakları elinden alındı ve 1967’ye dek sürgünde yaşadı. K u b la K h a n , S. T. Coleridge’in şiiri (1797’de yazılmış, 1816’da yayımlanmıştır). Esinini Purchas'ın aktardığı egzotik hari­ kalardan alan yapıtta, Coleridge, haz kub­ besi imgesinin, dulcimer çalan bakirenin ve “ cennetin sütünden içmiş" uzun saçlı delikanlının çevresinde diorıysosçu dürtü, vvarner Bros J.-L. Passek kol.



K U C A K a. 1. Kollar bir kimseyi-, bir şeyi saracak biçimde birleştirildiğinde, kollar­ la göğüs arasında kalan bölüm: Bir çocu­ ğu kucağına almak. Kucağında paketlerle eve gelmek. —2. Otururken, bedenin diz­ le karın arasında kalan bölümü: Kucağı­ na oturttuğu kediyi sevmek. —3. Bir sayı sıfatıyla birlikte, kolların sarabileceği, içi­ ne alarak taşıyabileceği miktarı belirtir: Bir kucak odun. —4. Bir kimsenin, kendisi­ ni, tam ortasında, onunla sarılmış hisset­ tiği durum ya da yer: İşte doğanın kuca­ ğındayız. Tehlikenin kucağına atılmak. —S. (Birine) kucak açmak, bir kimseyi ba­ rındırmaya, yedirip içirmeye hazır olduğu­ nu göstermek. || Kucak çocuğu, kucakta taşınan, yürüyemeyecek çağda bulunan çocuk. || Kucak dolusu, bir kucağın ala­ bileceği miktar; pek çok, bol: Sana kucak dolusu iv g ile rim i yolluyorum. || Kucak ku­ cağa, birbirine sarılmış ya da birbirine iyi­ ce sokulmuş olarak: Duvarın üzerinde ku­ cak kucağa oturuyorlardı. || Kucağına düşmek, kötü niyetli kimselerin ya da kö­ tü bir durumun içine düşmek: Düşmanın kucağına düşmek. Sefaletin kucağına düşmek. || Kucakta, daha yürüyecek du­ rumda olmayan küçük çocuk için kullanı­ lır. || Kucaktan kucağa dolaşmak, bir ka­ dın sözkonusuysa, birçok erkekle yatıp kalkmak.



eski dost. Uzun zamandır görmediği oğ­ lunu uzun uzun kucakladı. —2. Bir kim­ seyi, bir şeyi kucaklamak, onu kucağına almak, kucağında taşımak: Yere düşen çocuğu kucaklayıp divana yatırdı. Dola­ bı kucakladığı gibi içeri taşıdı. —3. Ed. Bir yeri kucaklamak, bir yerden söz ederken, orayı çepeçevre sarmak, kuşatmak, içine almak: Burada deniz limanı kucaklıyordu. kucaklaşmak işt. f. Karşılıklı olarak birbirini kucaklamak: iki arkadaş özlemle kucaklaştılar. K U C A K L A Ş M A K -> KUCAKLAMAK. K U C A K LA Y IŞ a. Kucaklamak eylemi ya da biçimi. K U C E R A (Jaroslav), çek kameraman (Prag 1929). Avrupa'nın en iyi kamera­ manlarından biri olarak, çek "yem dalga" akımının önemli filmlerinden bazılarına katkıda bulundu: Bir gün bir kedi (V. Jasny, 1963), ilk çığlık (J. Jires, 1963), Gece elmasları (J. Nemec, 1964), Küçük papatyalar (V. Chytilovâ, 1967), Moravya kroniği (V. Jasny, 1969), Cennetin mey­ veleri (V. Chytilovâ. 1969). K U C H A R S K İ (Aleksander), Kokarski de denir, polonyalı ressam (Varşova 1741 - Paris 1819). 1760’ta Paris’e gönderildi, C. Van Loo ve Vien’in öğrencisi oldu. Marie -Antoinette’in son günlerinde yaptığı iki portreyle tanınır Bunlardan biri, 1791'da Tourzel markizi için; biri de kraliçe Paris’te Conciergerie’detutukluyken, 17931e yapıl­ mıştır (Vsrsailles, şato müzesi). K U C H İN G , Saravak'ın (Malaysia) mer­ kezi, Borneo adasının batısında, Saravak ırmağı kıyısında, ırmağın Güney Çin denizi'ne döküldüğü yere 10 km uzaklıkta; 152 000 nüf. (1988). Sagu, biber ve zamk dışsatımı yapılan ticaret ve balıkçı­ lık limanı. Antimon arıtma tesisi. Etnoloji müzesi. Havalimanı. Kent 1941 yılında Japonların eline geçti. K u ç , Hindistan'da (Gucerat) bölge; Um­ man denizi kenarındaki bir yarımadayı Kuç körfezi’ni ve Kuç Rann'ı (su örtüsü) da denen (Pakistan'da da devam eder), Tar çölü ve Indus ırmağı deltasıyla sınır­ lanan geniş bataklığı kapsar Başlıca kenti Bhuc. İklimin kuraklığı nedeniyle iç kesim­ de yaygın yöntemlerle tarım yapılırken da­ ha kalabalık olan kıyı kesiminin temel ge­ lir kaynakları balıkçılık ve tuzlu bataklıklar­ dır. K U Ç A , Çin’de (Şinciang) vaha. —Ya­ kınında bakır yatakları. —Tar. İpek yolu’nun kuzey kolu üzerinde kervanların uğradığı eski bir sitedir. IV. yy. sonuyla IX. yy. arasında bölgede önemli buddha manastırları kuruldu. Birçok dini heyet, inşa edilmiş ya da kayalara oyul­ muş bu merkezleri ziyaret etti. Bulunan yapıtlar (freskler ve yalancımermerden oy­ malar), ayırt edilen çeşitli etkilerin dışında, Orta Asya'ya özgü özellikler taşır. K Û Ç E a. (fars. küçe). Esk. 1. Dar sokak, . küçük yol. —2. Ufak köy. —3. Kûçe-i bas­ tan, eski yol, dünya. || Kûçe-i bazar, pa­ zar, alışveriş yeri. || Kûçe-i serbest, çıkmaz sokak. K Û Ç E K a. Türk müziğinde çok eski bir bileşik makam. (Hüseyniaşiran [mi] per­ desi üzerindeki hüseyni beşlisine ya da uşşak dörtlüsüne saba makamı eklenerek oluşturulmuştur.)



hüseyni beşlisi



uşşak dörtlüsü



kûçek makamı K U C A K L A M A K g. f. 1. Bir kimseyi ku­ caklamak, onu kollarının arasında tutmak, kollarıyla sararak göğsünün üzerine bas­ tırmak: Birbirlerini sevgiyle kucaklayan iki



K U Ç E K (Mirza Muhammet Şali bin Mu­ hammet), iranlı şair (Şiraz 1783 - ay. y. 1846). Köklü bir öğrenim gördü. Hattatlık ve müzik alanlarında da ün yaptı. “ Visal''



kudret mahlasını kullandı. Başlıca yapıtları: Di­ van, Bezm-i Visal. Bunlar dışında Vahşi’ nin yarım kalmış mesnevisini Tekmile-i Ferhad u Şirin-i Vahşi-yi Bafıkı adıyla tamam­ ladı. Zemahşeri’nin "Altın gerdanlıklar" anlamına gelen Etvak ûz-zeheb adlı ya­ pıtını farsçaya çevirdi. K Û Ç E K -G E V E Ş T a. Türk müziğinde XVII. yy.’dan önce kullanılmış bir bileşik makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yoktur.) K Û Ç E K -M A Y E a. Türk müziğinde XVII. yy.’dan önce kullanılmış bir bileşik ma­ kam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yok­ tur.) K Û Ç E K -N E V R U Z a. Türk müziğinde XVII. yy.'dan önce kullanılmış bir bileşik makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yoktur.) K Û Ç E K -S E L M E K a. Türk müziğinde XVII. yy.’dan önce kullanılmış bir bileşik makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yoktur)



lis üz-zimân ya da Divan ül-maşrik adla­ rıyla anılan kurumda çalıştı. Başlıca yapıt­ ları: ikinci yarısı günümüze kadar gelmiş bulunan ve devletin eyaletleri, posta ör­ gütü, eyaletlerin vergi tutarları, yönetim hukukundan söz eden Kitâb ül-harac; eşanlamlı sözcüklerle kafiyeli düzyazıları içeren Kitâb ül-elfâz ya da Cevâhir üi -elfâz; şiir ve nitelikleri hakkında geniş bilgi verdiği, şiirde mana (anlam), lafz (sözcük şekli), kafiye ve vezin gibi şiiri oluşturan dört öğeyi işlediği Kitâb ün-nakd iş-şi'r. K U D A P A H , Hindistan’da (Andhra Pra­ deş) kent, Madras’ın K.-B.’sında; 66 200 nüf. —Dekkan’ın doğusundaki en eski transgresyonların yol açtığı Üst Cambriaöncesi dönemde oluşmuş tortul katman­ ları bütününe Kudapah sistemi adı verilir. Katmanların toplam kalınlığı 6 000 m’yi aşar; topografyada, en yüksek noktası 900 m’ye ulaşan apalaş tipi bir oluşum olan geniş Kudapah dağları yayı biçimin­ de ortaya çıkar.



K U DAS ya da KU D D AS a. 1. Kilise’nin İsa'nın Son Yemek’teki davranışını yinele­ me edimi. —2. Katolik öğretisine göre, İsa’nın bedenini ve kanını ekmek ve şa­ rap görünüşü altında gerçekten içeren kutsama. —3. Kutsama biçimi altında so­ K Û Ç E K -Ş E H N A Z a. Türk müziğinde mutlaştırılan, İsa’nın kurban edilmesi. —4. XVII. yy.'dan önce kullanılmış bir bileşik Missa ayininde, katılanlara İsa’nın bede­ makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği niyle kanının ekmek ve şarap olarak su­ yoktur.) nulduğu bölüm. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kudas’ın kökenleri, İsa’nın son K Û Ç E K -Z E M Z E M E a. Türk müziğinde XVII. yy.’dan önce kullanılmış bir bileşik yemeğine uzanır. İsa, bu yemekte havari­ lerine ekmeği bölüştürerek: “Alın ve yiyin: makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği bu benim sizin için sunulmuş bedenim­ yoktur.) dir”, der. İsa’nın son yemeğini anımsatan K U Ç İN L E R , Kuzey Amerika’daki, Athadinsel yemeklerde hıristiyanlar ellerine baska Kızılderilileri. Yukon ve Mackenzie kutsanmış ekmeği alır ve kutsanmış şara­ kıyılarıyla Northwest Territories’de yaşıyor, bı kadehten içerlerdi. Çok erken bir tarih­ başlıca karibu avcılığı ve balıkçılıkla geçi­ te kudas, yemekten ayrıldı. Dindarlar, ek­ niyor, kışın kürklerle kapladıkları deri ça­ mek parçalarını evlerine götürüyor ve ora­ dırlarda barınıyorlardı. Chipevvyanlar’ da kudası kendi başlarına gerçekleştiri­ ın inanç ve törenlerini benimsiyor, anayerli yorlardı. Çok geçmeden Latinler, İsa’nın konutun kural olduğu ve bir dereceye ka­ Son yemek’te Yahudiler’in paskalya töre­ dar özerk üç klana bölünüyorlardı. Potlaç, lerine uymuş olması gerektiğini düşüne­ toplumsal ilişkilerinde önemli bir yer tutu­ rek kudasta mayasız ekmek, yani hamur­ yordu. suz kullanmaya başladılar. Yunanlılar ise, hergünkü ekmeği kullanmayı sürdürdüler K U Ç İP U D İ a. Klasik hint dansının ge­ —ikonogr. Çok sık canlandırılan Son* Ye­ leneksel büyük formlarından biri. Andhra mek ve Havariler’in kudası konularının yaPradeş eyaletindeki aynı adlı bir köyden çıkmıştır. İlk kez XVII. yy.’da Sidhyendra ' nı sıra, J. de Juanös (Madrid), Ph. de Champaigne (Louvre), Poussin (Louvre, yogi tarafından, Krişna'nın karılarından Cezayir), Le Sueur (Louvre) gibi ressam­ kıskanç Satyabhama'nırı öyküsünü anla­ lar da Kudasın tesisi temasını işlediler. Ku­ tan Bhama Kalapam adlı dramatik yapıtı­ das kimi zaman alegori yoluyla canlandı­ nın temsilinde kullanılmıştır. rıldı: Kudas değirmeni (Vözelay’daki bir K U Ç O V E y a d a K U Ç O VA -> Oyte t sütun başlığı, Tamsweg, Bern, Nümberg’ STALİN. deki vitraylar); Mistik cendere (Hortus deliciarum minyatürleri [XII. yy.], Saumur ya­ K U Ç U K U Ç U a. Çocuk dilinde köpek. kınında Boumois şatosu vitrayları, Con♦ ünl. Köpekleri çağırmak için söylenir. ches’taki vitraylar, Paris’te St-Etienne-du K U D A A , kökenleri kesinlik kazanmamış -Mont kilisesi’nin vitrayları [burada tema arap kabileler grubu. Maadd ya da HimYesse ağacı temasıyla birlikte işlenmiştir]); yer kabilesinden geldikleri, atalarının Kubu tema XV.-XVII. yy.'larda bütün önemi­ daa ya da Himyer olduğu öne sürülür Hz. ni korudu. Kudas, Melkisedek'in kurbanı Peygamber’in hadislerine dayanılarak (Ravenna’da San Vitale'de bulunan bir söylendiğine göre, Kudaa’nın annesi, ön­ mozaik); Ekmeklerin çoğalması mucize­ ce Malik bin Amr bin Mürre bin Malik bin si, Bolsena ayini (Raffaello, Vatikan) gibi Himyer'in karısı idi; sonradan Maadd ile yapıtlarda da canlandırılmıştır. Raffaello' evlendi, ilk evliliğinden olan Kudaa, Kunun işlediği Kudasın zaferi teması (standaa bin Maadd adı ile anıldı. Başka bir za della Segnatura, Vatikan), Karşı Reform söylentiye göre, Kudaa Maadd’ın öz oğ­ tarafından benimsendi ve özellikle Ruludur; annesi sonradan Himyer ile evlenin­ bens (Louvre ve Madrid’deki duvar halı­ ce yanına aldığı çocuğa Kudaa el-Himyeri ları) tarafından işlendi. adı verildi. Hadislere göre, Kudaa kabile­ KUDAT - KUZAT. leri Muaviye’nin sıkıştırması üzerine hari­ ci mezhebine girdiler. Bu kabileler toplu­ KUDAY, Güney Altay şamanlarının en luğunun başlıca kolları Cüheyne, Belî, büyük tanrı Üigen*’e verdikleri ad. Mehre, Behra Havlan’dır. KUDDAS - kudas. K U D A L O R , Hindistan'da (Tamil Nadu) K U D D İS E ünl. (ar. kuddise). Esk. 1. liman kenti, Coromandel kıyısında, Pon"Kutlu olsun", "kutsansın" anlamında er­ diçeri’nin G.’inde; 101 300 nüf. mişler için söylenir. —2. Kuddise sırruhu, K U D A M E B İN C A F E R , arap dil bilgi­ ruhu kutsansın. ni, tarihçi ve eleştirmen (? 873 - ? 948). Ya­ şamıyla ilgili fazla bilgi yoktur. HıristiyanK U D D U S sıf. (ar. kuddüs). Esk. 1. Çok ken abbasi halifesi Müktefi döneminde aziz, pek kutsal, hiçbir eksiği olmayan (902-908) müslüman oldu. Bağdat mer­ anlamında Tanrı için kullanılır. (Bu anlam­ da büyük harfle yazılır.) —2. Çok temiz, kezi yönetiminde çeşitli divanlarda (dev­ pak. let daireleri) görev yaptıktan sonra Mec­ K Û Ç E K -S Û N B Û L E a. Türk müziğinde XVII. yy.’dan önce kullanılmış bir bileşik makam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yoktur.)



K U D D U S İ sıf. (ar. kuddus ve -/’den jcudd ü s i). Esk. Tanrı’nın kutsallığına ait.



712 9



K Û D E G İ a. (fars. küdek ve -/'den küdeg i ). Esk. Çocukluk. K Û D E K a. (fars. küdek). Esk. 1. Çocuk: "Ben henüz kûdek-i şir-hâre olduğum­ dan..." (Yusuf Kâmil Paşa, XIX. yy.). —2. Kûdek-meniş, çocuk tabiatlı, çocuksu. K U D E M A çoğl. a. (ar. kadlm'in çoğl. kudemâ’). Esk. 1. Eskiler, daha önce yaşa­ mış olanlar: "Kudemanın anladıkları ma­ nada değil..." (H. C. Yalçın). —2. İleri ge­ lenler, eski olmaları bakımından değer ka­ zanmış olanlar.



Ordu müzesi



K U D İR G E k u rg a n la rı. Arkeol. Orta Asya’da, Altay yöresinde Göktürkler’den kalma kurganlar. Bu kurganlarda Hunlar’ dan başlayarak (İ.Ö. I. yy.), Göktürkler’e değin uzanan dönemlerden çeşitli bulun­ tulara rastlandı. Bunlar arasında atlas ku­ maşlar, küpeler, boncuklar, kabaralı pla­ kalar, çin aynası, kayış ucu süslemeleri, to­ kalar, demir ok uçları, tirkeş ve okluk, eğ­ ri türk kılıçları, at koşum takımları vb. var­ dır Av sahnesi betimli iki eyer kaşıyla, din­ sel bir töreni gösteren (rus bilginler bunun Göktürkler’de yaygın olan omay kültüyle ilgili olduğunu yazarlar) bir yapıt en önemli buluntulardır. i. îK U D O T E T S U R Iİ, japon sanatçı (Osaka 1935). Paris’e yerleştikten (1962) son­ ra, elektroniğin egemen olduğu bir dün­ yada insan ve doğanın bozulmasını orta­ ya koyan nesnelerden (aslına uygun bir biçimde yapılmış insan kadavrası parça­ ları, çiçekler ve bitkiler elektrik ve elektro­ nik öğeler, kuş kafesleri, vb.) asamblajlar, çevre düzenlemeleri ve happeningler ger­ çekleştirdi. Yapıtları, anlamlı diziler biçi­ minde gelişti ("Portreniz” ; “ Kirlenme -Ekim-Yeni çevrebilim”, 1970-71; "Bunalım­ daki sanatçının portresi", 1975-76). 70’li yıllarda, bilgisayar aracılığıyla bazı yapıt­ larının kopya-yorumunu tuvale geçirdi. S.



tabanca kuburluku bir memluk koşum takımından ayrıntı XVIII. yy. sonu Ordu müzesi, Paris



Hatala-C. N. A. C. G.-Pompidou diateği



KudoTetsumi



K U D R ET, -ti a. (ar. kudret). 1. Güç, erk, iktidar: Devletin kudreti. —2. Bir şeyi ya­ pabilme kudreti, onu yapabilme gücü, ye­ teneği: Düşünme kudreti. —3. Kuvvet, ta­ kat: Bugün yerimden kalkacak kudreti kendimde bulamıyorum. —4. Bir kimse ya da bir gruptan söz ederken, parasal güç, zenginlik: Kudretim olsa sana yardım etmek isterdim. —5. Tanrı’nın bütün ev­ reni saran ezeli gücü; yaratma gücü. —6 . Kudret hamamı, ılıca. —Esk. Kudret-yab, güçlü, kudretli. || Kudret-i fatıra, yaradanın, Tanrı’nın kud­ reti. || Kudret-i idrak, anlayabilme, kavrayabilme gücü: "... bunu zamanının kudret-i idrakine göre ifade etmesini bilmiştir" (Ba­ ha Tevfik). —Bine. Kudret yarışması, engel atlama yarışlarında atların kas gücünü ve diren­ cini sınamak için yapılan yarışma. (En zor engeli duvar olan parkuru hatasız tamam­ layan atlar, daha sonra art arda, sayıları dördü geçmeyen barajları aşarlar. Engel genel olarak 2,25 m’ye kadar yükselebi­ lir [dünya rekoru 2,47 m ile 1949’da kırıl­ mıştır].)



kudret 713 0



Cevdet Kudret (1988’de)



—Esk. fiz. Enerji. || Kudret-i harekiye, ki­ netik enerji. || Kudret-i mekrıiye, potansi­ yel enerji. || Kudret-i mihanikiye, mekanik enerji. —İsi. Allah’ın tüm varlık ve olayları kuşa­ tıp kapsayan gücü. (Bk. ansikl. böl.) —İsi. huk. Kudret-i cüziye, gücü sınırlı olan insan. || Kudret-i külliye, her şeyi yapma­ ya gücü yeten, Allah. —A ns Ik l . İslam akaidinde kudret, Allah’ ın subuti (varlıklar üzerinde etkisi sabit olan, belli olan) sıfatları arasında gösteri­ lir. Kuran'da 45 kez “ kadîr", 12 kez de "kâdir" biçiminde geçer. Her iki sözcük de “ güçlü, gücü yeten, kudretli” anlam­ larına gelir. Kuran’da sık sık yinelenen “Al­ lah her şeye kadirdir” sözü, bir inanç il­ kesi olarak tüm müslümanlarca benimse­ nir. Bununla birlikte, bu kudretin insanla­ rın iradeli eylemleriyle ilişkisi, kelam bili­ minde tartışma konusudur. Katı bir kaderci akım olan cebriye", Allah'tan başka hiçbir varlığa kudret tanımaz. Bu akımın önderi Cehm bin Safvan, insanı, Allah’ın kudreti karşısında rüzgâra tutulmuş yaprağa ben­ zetir. Bu görüşü Allah’ın adaleti ilkesine ay­ kırı bulan mutezile", insanı sorumlu tuta­ bilmek ve yaptırımlar (vaid) uygulayabil­ mek için ona kudret (ya da istitaat) tanı­ mak gerektiğini belirtir Mutezile, kötü dav­ ranışlarında (şer) insanın kesinlikle özgür olduğunu öne sürerek "kul, fiilinin halikıdır" tezini savunur. Her iki görüşü de aşırı bulan ehl'-i sünnet ise insanların tüm eylemlerinin Allah'ın kudretiyle yaratıldığı­ nı ve insanın bu eylemleri edindiğini (kisb), dolayısıyla, insanın yaratılmış (ha­ dis) bir kudreti ve sınırlı bir iradesi (irade-i cüziye) bulunduğunu kabul eder. K U D R E T (Cevdet), türk yazar (İstan­ bul 1907 - ay. y. 1992). İstanbul Üniver­ sitesi Hukuk fakûltesi'ni bitirdikten (1933) sonra, Kayseri lisesi'yle Ankara lisesi'nde edebiyat, Ankara Devlet konservatuvarı'nda edebiyat ve diksiyon öğret­ menliği (1934-1945), İnönü ansiklopedi­ sinde edebiyat sekreterliği (1945-1950) görevlerinde bulundu. Ankara Üniversi­ tesi siyasal bilgiler fakültesi Basın ve ya­ yın yüksekokulu'nda öğretim görevlisi olarak çalıştı (1970-1973); emekliye ayrıl­ dı. Yedi meşale topluluğunun üyelerindendi. Birinci perde (1929) kitabında topladığı şiirlerinde bireysel duyguları İş­ ledi; daha sonra dergilerde halk şiiri ge­ leneğinden yararlanan ve toplumsal te­ maları işleyen şiirleri yayımlandı. Tersine akan nehir, Rüya içinde rüya, Kurtlar oyunları Darülbedayi’de oynandı (1929 -1934). Süleyman’ın dünyası genel başlı­ ğı altında Türkiye’nin 30 yıllık (1914-1944) toplumsal kesitini veren roman dizisini yazdı: Sınıf arkadaşları (1943), Havada bu­ lut yok (1958), Karıncayı tanırsınız (1974); hikâyelerini Sokak (1974) adlı kitabında, dil, edebiyat, kültür konularıyla ilgili dene­ melerini Dilleri var bizim dile benzemez (1966), Bir bakıma (1977), Benim oğlum bina okur (1983) kitaplannda derledi. Türk edebiyatıyla ilgili incelemeler yayımladı: Türk edebiyatında hikâye ve roman (2 c, 1965-1967), Eşref, Hicviyeler (1953), Abdülhamit devrinde sansür (1977), Örnek­ lerle edebiyat bilgileri (2 c, 1980), Halk şi­ irinde üç büyükler (Yunus Emre, Pir Sul­ tan Abdal, Karaca m, 1985), Divan şi­ irinde üç büyükler (Fuzuli, Baki, Nedim, 1985). Ulusal edebiyatın ulusal kültür bi­ rikiminden yararlanma yoluyla yaratılabi­ leceği görüşünü savunarak bu yolda ça­ lışacaklara kaynak olabilecek metin ya­ yımları yaptı: Şair evlenmesi (Şinasi, 1959), işkilli Memo (Teodor Kasap 1965), Karagöz (3 ç, 1968-1970), Ortaoyunu (2 c, 1973-1975, TDK bilim ödülü). Türk ede­ biyatında hikâye ve roman-Cumhuriyet dönemi adlı yapıtıyla 1991 Sedat Simavi edebiyat ödülu'nü aldı. K U D R ETH ELVA SI a. 1. Çeşitli bitkiler­ den (fraxinus, alhagi, quercus, cotoneaster, tamarix) sızan ve hekimlikte kullanılan özsu kurusu. (Eşanl. manna.) —2. Acem



tişir. Momordica charantia ya da M. bal­ kudrethelvası, Iran ve Afganistan'da yeti­ samına türü Türkiye’de bahçelerde süs şen alhagi türlerinden elde edilen kudretbitkisi olarak yetiştirilir. Bunun 10-15 cm helvası. || Meşe kudrethelvası, bazı meşe uzunluğunda ve şişkin mekik biçiminde­ türlerinin yapraklarının üzerinde biriken ki meyvesi önce yeşildir; sonra parlak sa­ kudrethelvası. || Muşmula kudrethelvası, rı ve turuncu bir renk alır. Olgunlaşınca ya­ dağ muşmulasından (Cotoneaster numrılır ve içinden, üstü kırmızı bir kabukla mularia) elde edilen kudrethelvası. || Po­ kaplı tohumlar çıkar. Olgun meyve bir mik­ lonya kudrethelvası, İslav ülkelerinde ye­ tar badem yağı içinde on beş gün kadar tişen bir tatlı çimden (Glyceria fluitans) el­ güneşte tutulduktan sonra yağı ile birlik­ de edilen kudrethelvası. || Sina ya da İb­ te ezilir. Elde edilen karışım yara, çıban ve rani kudrethelvası, çölde yetişen bir ılgın egzama üzerine günde iki defa sürülür. türünden ( Tamarix mannifera) ya da çe­ Aynı karışım bal ile ezilerek elde edilen şitli alhagi türlerinden (Alhagi maurarum, macun mide ülserlerini tedavide kullanı­ vb.) elde edilen kudrethelvası. lır. —ANSİKL. Kudrethelvası elde edilen ağaçların başında kudrethelvası dişbuda­ K U D R E T S İZ sıf. 1. Güçsüz, takatsiz, za­ ğı (Fraxinus ornus) gelir. Bu ağaçtan bir yıf. —2. Yeteneksiz, beceriksiz. böceğin (Gossyparia ulmi) sokmasıyla K U D R E T S İZ LİK a. Güçsüz olma duru­ kudrethelvası sızar. Anadolu’da (kuzey mu, takatsizlik, zayıflık. -batı ve batı) yetiştiği halde Türkiye’de bundan kudrethelvası elde edilmez; İstan­ K U D R E T T E N be. insan eli değmeksibul aktarlarında satılan dişbudak kudretzin, insanlarca değiştirilmeksizin, yaratılış­ helvası İtalya’dan (Sicilya) gelir. Dışı soluk tan: Gözleri: kudretten sürmeli. sarı, içi beyaz renkte, hafif bal kokulu ve K udrun -> GUDRUN. tatlı parçalar halindedir. Hafif ve zararsız K U D S a. (ar. (cuds). Esk. 1. Kutsal olma, bir müshildir, özellikle çocuklarda kullanı­ kutsallık. —2 . Temizlik, arınmışlık. — 3. lır. Kuds-i şerif, Kudüs şehri. Acem kudrethelvası yöresel olarak de­ vedikeni de denen ve Batı Asya ve Kuzey fiK U D S İ (Nazım EL-), Suriyeli devlet ada­ Afrika ülkelerinde yetişen alhagi türlerin­ mı (Halep 1906). Dışişleri bakanı (1950), den (A. pseudalhagi ya da A. camelorum, sonra birkaç günlüğüne Başbakan oldu. A. mannifera ya da A. maurorum) dlde Suriye Halkçı partisi’ni güçlendirdi. Birle­ edilir. İranlIlar buna taranjabin derler. Es­ şik Arap Cumhuriyeti’nin parçalanmasın­ mer renkli ve tatlı bir kütle halindedir. Ağız­ dan (1961) sonra Cumhurbaşkanı seçildi. da acı bir lezzet bırakır. Yakındoğu ülke­ General Abdülkerim es-Nehlavi’nin hükü­ lerinde tat verici, müshil ve kurt düşürü­ met darbesiyle (28 mart 1962) iktidardan cü olarak kullanılır. Anadolu'da kullanılıp uzaklaştırıldıktan sonra, 8 mart 1963 bakullanılmadığı bilinmemektedir. Meşe asçı hükümet darbesine dek yeniden kudrethelvası, Doğu Anadolu'da yetişen , Cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi. bazı meşe türlerinin (Ouercus libani,!Q. persica, O. vallonea, vb.) yapraklarının g K U D U , hint sanatında at nalı biçiminde­ ki süs öğelerini (kiremit ağızlığı, çatı pen­ üzerinde biriken kurumuş özsu toplana­ ceresi, vb.) belirtmek için geleneksel (ve rak elde edilir. Açık yeşil renkte tatlı bir yanlış) olarak kullanılan tamul sözcüğü; maddedir. Ortaçağdan beri tat verici ve daha Şunga döneminde (İ.Ö. II. yy.) anıt­ müshil olarak kullanılır. Evliya Çelebi Ma­ lardaki at nalı kemer biçiminde çerçeve latya yöresinde elde edilen bu kudrethellere öykünerek yapılmıştı. Kuduların üslu­ vasından övgüyle söz eder. Drog, türk bundaki gelişme, zamanbilimsel açıdan kudrethelvası, diyarbakır kudrethelvası ve önemli bilgiler verir. gezengevi adıyla da anılır. İran'da dağ muşmulasından muşmula kudrethelvası K U D U a. Afrika'da yaşayan, kısa yeleli, elde edilir. Batı bölümü dışında tüm Ana­ sarmal boynuzlu antilopların ortak adı. (İki dolu'da yetişen bu ağaççığın Türkiye’de türü vardır: Güney ve Orta Afrika’da ya­ yalnız meyveleri iştah açıcı, midevi ve bal­ şayan uzun sakallı büyük kudu [Tragelagam söktürücü olarak kullanılır. Iradılar phus strepsiceros] Afrika'nın batısında ya­ bundan elde.pdilen kudrethelvasına şirşayan küçük kudu [T. imberbis\, boynuz­ kest ya da şirkhjgt derler lugiller familyası; sığırlar oymağı.) Daha başka kudrethelvaları da vardır. —ANSİKL. Kuduların temel özellikleri, boy­ Lübnan sedirinden çıkarılan lübnan kudnuzları, büyük kulakları ve beyaz renkli di­ rethelvası; bir ılgın türünden (Tamarix key çizgileridir. Küçük topluluk halinde yamannifera) bir böceğin (Gossyparia man- ' şayan bu hayvanlar, küçük vadilerdeki ko­ nipara) sokmasıyla sızan İbrani ya da siruluk ve ağaçlık alanlardan hiç ayrılmaz­ na kudrethelvası (Araplar bunu yerler ve lar. Erkek, boynuzsuz dişiden çok daha kimi botanikçilere göre Kutsal Kitap'ta adı büyüktür. Beslendiği bitkiler konusunda geçen kudrethelvası budur); ökaliptuslaçok titizdir, her şeyi yemez. Yoğun bir şe­ rın yapraklarından sızan avustralya kudkilde avlanmasına karşın varlığını sürdü­ rethelvası. rebilmektedir. —ikonogr Israiloğullan’nın (Yahudiler) çöl­ K U D U G U , Burkina Faso'da kent, Orde kudrethelvası toplamaları hıristiyan iko­ ta-batı yönetim bölgesinin merkezi, rriosi nografisinde çok işlenmiş bir konudur: ülkesinde, Abican-Nijer demiryolu üze­ Kyriakos katakombundaki resim (Roma), rinde; 105 826 nüf. (1986). Tarım pazarı. Dierick Bouts üçkanatlısının bir levhası Pamuklu iplik ve dokuma. (Louvain), birçok ressamın eseri: Bachiacca (VVashington), Salimbeni (Siena), LuK U D U M İY E a. Ed. Padişah ve devlet ini (Milano), Ercole de Roberti (Londra), ileri gelenlerinin seferden dönmeleri ya da Tintoretto ve Veronese (Venedik), Bassabir başka eyalet, sancak, il merkezine ge­ no (Dresden), Allori (Floransa), Poussin ve lişleri dolayısıyla yazılan şiir, kaside. (Örn. Romanelli (Louvre), Le Brun (Histoire de Sadrazam İbrahim Paşa'nın Eğri seferin­ Moise’in kapağı), Tiepolo (Verolanuova den dönmesi üzerine, Nev’i’nin yazdığı [Bressica]), N. N. Coypel (St. Nicolas-du kaside.) -Chardonnet, Paris). K U D U R G A N sıf. Kudurmuş izlenimi ve­ K U D R E T L İ sıf. 1. Gücü, erki olan; güç­ ren; saldırgan, azgın. lü: Kudretli b ir adam. —2. Esk. Zengin, K U D U R G A N LIK a. Azgınlık, saldırgan­ varlıklı. lık. K U D R ETN A R I a. 1. Sarı çiçekli, parçalı K U D U R İ (Ebülhüseyin Ahmet bin Mu­ yapraklı, tırmanıcı, biryıllık otsu bitki. (Bil. hammet EL-), hanefi fıkıh bilgini (Bağdat a. momordica; kabakgiller familyası.) 972 - ay. y. 1037). Irak’ta hanefi mezhebi­ —2. Bu bitkinin mekik biçimindeki pürtüknin önde gelenleri arasında yer aldı. Ara­ lü, iri meyvesi. (Halk arasında acay'p el­ larında Hatib ül-Bağdadi’nin de bulundu­ ması, mucize elması, papara diye de anı­ ğu çok sayıda fıkıh bilginine hocalık etti. lır.) Çağdaşı şafii Ebu Hâmid el-İsferâyini’ye —ANSİKL. Kudretnarının Asya ve Afrika' karşı kendi görüşünü savunmak için birnın tropikal bölgelerinde 50 kadar türü ye­



Kudüs çok tartışmayı destekledi. Başlıca yapıtla­ rı: evlenme konusunda hanefi mezhebi ile şafii mezhebi arasındaki farkları belirttiği Kitâb ün-nikâh ya da Kitâb ût-tecıfd ve bir­ çok şerhi yapılan, fıkıh el kitabı niteliğin­ deki Muhtasar. Bu son yapıt Akşehirlizade Ali Haydar tarafından türkçeye çevril­ di. K U D U R M A K gçz. f. 1. Bir insandan ya da hayvandan söz ederken, kuduz olmak, kuduz hastalığına yakalanmak: Köpeğin ısırdığı adam kudurarak feci şekilde can verdi. —2. (Bir şeyden) kudurmak, bir şe­ ye aşırı derecede kızarak taşkın davranış­ larda bulunmak, çok fazla sinirlenmek, öf­ kelenmek: Son davranışını gördükten sonra kudurdu sanki Öfkeden kudurmak. Hırsından kudurma*. —3. Deniz, rüzgâr vb. sözkonusuysa, şiddetini artırfnak, teh­ likeli bir hal almak: Deniz kudurdu. Hava kudurdu. —4, Çocuk sözkonusu oldu­ ğunda, çok yaramazlık yapmak: İki çocuk bir araya gelince kuduruyorlar. ♦ kud urtm ak ettirg. f. 1. Kudurmasına yol açmak. -—2. Bir kimseyi kudurtmak, onun öfkelenmesine yol açmak, sinirlen­ dirmek: Bu sözler onu kudurttu. —3. Bir şeyi, bir hayvanı kudurtmak, azdırmak, taşkınlaşmasına neden olmak: Sinekler atı kudurtmuştu. Eriyen karlar çağlayanı kudurtmuştu. ■ K U D U tU H I a. Arkeol. Mezopotamya' da, bir arazinin sınırlarını belirlemekte kul­ lanılan taş. —ANSİKL. Önceleri kudurrular büyük bir olasılıkla sınır taşı işlevi görüyorlardı; çün­ kü toprak sahibi aynı zamanda yakarılan tanrının rahibiydi. Daha sonra kudurrular tapu olarak kullanıldı ve tapınaklara konul­ du. Üzerlerinde çoğu kez bağışı yapanın tasviri yer alıyordu. Kasit döneminde (II. binyıl) kudurrular sayıca arttı. Melişipak II’ nin kudurrusu (İö. 1100’e doğr.) tipik bir örnektir; burada tanrılar çeşitli simgeler­ le gösterilmiştir: ışınlı kurs (güneş tanrısı Şamaş), hilal (ay tanrısı Sin), bel (tanrı Marduk), yıldırım (fırtına tanrısı Adad), ka­ lem ucu (yazı tanrısı Nabu), kandil (ateş tanrısı Nusku). KUDURTMAK -



KUDURMAK.



K U D U R U K sıf. 1, Kudurmuş. - 2 . Az­ gın, saldırgan ve çok sinirli bir kimse için kullanılır. -~3. Çok yaramaz, haşarı çocuk­ lar için kullanılır. K U D U Z a. Rabdovirüs grubundan ku­ duz virüsünün bulaştığı insanda ortaya çı­ kan patolojik belirtilerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) ♦ sıf. 1. Kuduz hastalığına yakalanmış hayvan için kullanılır: Kuduz bir köpek ta­ rafından ısıtılmış. —2. Azgın, saldırgan kimse için kullanılır. —ANSİKL. Kuduz, insana hasta hayvanla­ rın tükürüğü, çoğu zaman da kudurmuş bir hayvanın ısırmasıyla geçer. Kuduzun kuluçka devri çok uzun sürerse de (aşa­ ğı yukarı 40 gün), sonu kısa sürede ölüm­ dür. İster solunumun durmasına neden olan felçli kuduz olsun, İster sıcak iklim­ lerde en yüksek düzeye ulaşan ağır bir ruhsal azgınlığa neden olan çıldırtıcı ku­ duz olsun sonuç değişmez. İyileştirici te­ davisi olmadığından muhakkak önleyici tedaviye başvurulmalıdır: kuşkulu hayvan­ ların gözetimi, evcil hayvanların aşılanma­ sı, kuduzdan ya da bilinmeyen bir neden­ le ölen hayvanların beyninde Negrl cisim­ ciklerinin araştırılması. Kuluçka devresinin uzunluğu sayesin­ de, kuduz bir hayvanın ısırdığı kişiyi aşıy­ la bağışıklığa kavuşturmak olanağı vardır. İlk tez Pasluur tarafından denenen bu aşı en ufak bir kuşku halinde bile uygulanma­ lıdır, Bu konuda görevli sağlık kurumlan ülke çapında yaygındır (SOO'den te la ku­ duz istasyonu). Suna rağmen her yıl 40 ■50 kişi bu hastalıktan ölmektedir, Ayrıca İstanbul'da sırf bu hastalıkla mücadele için bir kuduz hastanesi vardır. »Afet. Kuduz, sığırlarda 1 ila 3 aylık bir ku­



luçka döneminden sonra, boğazda ya­ tirilip İstanbul Hıfzıssıhha müessesesi adı­ nı aldı. Daha sonra Kuduz tedavi mües­ bancı bir cisim varmışçasına boğuk bir böğürme ile kendini gösterir. Hastalık, 3 sesesi adını alıp buradan ayrılarak bağım­ sız bir kuruluş oldu. -4 gün içinde ölümle sonuçlanır. Köpek­ te, çoğunlukla ortalama 15-60 günlük bir 1 K U D U Z O T U a. Anadolu'da, Kuzey Af­ kuluçka döneminden sonra (hatta bazen rika'da ve Avrupa'da kendiliğinden yetişen daha fazla: t yıla kadar) davranış bozuk­ küçük ağaççık ya da otsu bitki. (Salkım­ luklarıyla başlar ve hayvan huysuzlaşır. lar halindeki toplu çiçekleri, sarı ya da be­ Ondan sonra, çevresi için çok tehlikeli yaz renkli ve küçüktür. Kuduzotunun deolan irkilme ve saldırganlık evresi gelir liotu, altıntoz gibi bazı türleri bahçelerde (“ kudurgan" hal). Köpek, çevresindeki kenar süsü [bordür] olarak kullanılır. Bil. her şeyi ısırmak için saldırır. Gırtlakta git­ a. alyssum; turpgiller familyası.) tikçe artan bir felç, havlamada değişikli* ğe ve fazla tükürük çıkarmaya neden oluır K U D Ü M a. (ar. kademden kudüm). Esk. Hayvan 4-5 günde ölür. Bazen (“ felçli” Bir yere gelme, varma, ulaşma: “Sen hal) saldırgan evre görülmez; felç hızla kudûm-i bahârın beklerken I yaz vedâ-i ilerler; hayvan ne yutkunabilir, ne havla- hayat edüp gidiyor" (Tevfik Fikret).’ yabilir ("sessiz” kuduz) ve 2-3 günde ölür. K U D Ü M a. Müz. Belirsiz ses veren derili Kedideki belirtiler, köpeğinkilere çok ben­ -vurmalılar sınıfından, özellikle mevlevihazer. nelerde kullanılan vurmalı çalgı. Kuduzun başlıca taşıyıcıları, hastalığı —ANSİKL. Gövdeleri yarıküre (çapı yakla­ ısırarak bulaştıran yaban hayvanlandır: şık 30 cm) biçiminde olan iki küçük da­ Avrupa’da tilki, Güney Afrika'da mangust, vuldan oluşur. Davullar, bakır gövdenin ABD’de kır kurdu, Güney Amerika’da üzerine deri gerilerek yapılır ve ikisi ara­ vampir yarasa. Batı Avrupa’da uzun za­ sında bir dörtlü ya da üçlü akort farkı var­ mandır rastlanmayan kuduz, yeniden dır Pes olana kuvvetli zamanlar, tiz olanay1935’te Polonya'da ortaya çıktı. O tarihten sa zayıf zamanlar vurulur. Zahme denilen beri doğudan batıya doğru ilerleyerek bir çift özel değnekle çalınır. Davulların her 1968’de Batı Avrupa'ya ulaştı. Örneğin biri, devrilmesini ve sallanmasını önlemek 1982'de Fransa’da 31 ile yayıldı. Bu ülke­ amacıyla, meşin bir simit üzerine yerleş­ de mart 1968’den mart 1983'e kadar 25 tirilir. Çoğu zaman, davullar da dıştan me­ bin hayvan kuduzu saptandı, fakat bu sü­ şinle kaplanır. XX. yy.'da dindışı müzikte re içinde kuduzdan insan ölümü olmadı. de (özellikle büyük formlu klasik yapıtla­ Türkiye’de yıida kaç hayvanın kuduza ya­ rın icrasında) yaygın olarak kullanılan ku­ kalandığına ilişkin istatistik bilgi yoktur. dümün, bir çift çelik halka ve akort vida­ Ama kuduzdan ölen insanların sayısı bel­ ları yardımıyla (dörtlü aralık içinde) isteni­ lidir (yılda 40-50 kişi). len sese akortlanabilen türleri de yapılmış­ Kuduza yakalanan evcil hayvanların ço­ tır. Geleneksel kudüm ise, kirişlerle gerilir ğu, hastalığı, inini terk edip meskûn yer­ ve gereken ufak tefek akort değişikliği de­ lere geçen kudurmuş bir tilkiden alır. Ku­ rinin ısıtılması ya da nemlendirilmesiyle duz konusunda yasal kurallar çok sıkıdır. sağlanır. 8.5.1986 tarih ve 3285 sayılı Hayvan sağ­ K U D Ü M İ a, (ar. kudüm ve -i'den kudülığı ve zabıtası kanunu kuduz konusunda m i ). Esk KUDÜMZEN'in eşanlamlısı. alınacak önlemleri belirlemiştir (md. 35): "Kuduza yakalanan hayvan tazminatsız K U D Ü M Z R N a. (ar. küdüm ve fars. zer,' öldürülür ve imha edilir. Kuduz hayvanlar den kudüm-zen). Esk. 1. Kudüm çalan tarafından ışınlan veya kuduzdan şüphe­ müzikçi- (Eşanl. KUDÜMİ.) —2. Kudümzen li hayvanlar da tazminatsız öldürülür ve başı, mevlevi semamda mutribi yöneten imha edilir, ancak bu hayvanların öldürül­ kimse. mesine sahipleri muvafakşt etmezlerse masrafları kendilerine ait olmak üzere mü- ■ K U D Ü S , ar. E l-K u d t, Filistin’de kent; sarp tepelerle (eski kent 635-790 m yük­ şahade altında tutulabilir. seltide, komşu vadilerden 100 m kadar Kuduz çıkan yerlerde kedi ve köpekle­ yüksekte kuruludur) dolu bir alanda ve Ür­ rin sahipleri tarafından muhafaza altına dün çukurunun yanında yükselen Yahualınması zorunludur. Sahipsiz ve başıboş diye dağlarının kenarında; Lût gölünün tedi ve köpekler şehir ve kasabalarda be­ K.'inde, eski İsrail ve Yahuda krallıkları ara­ lediye, köylerde köy ihtiyar heyetleri tara­ sında, B.'dan D.'ya doğru geçişi denetle­ fından tazminatsız öldürülür ve imha edi­ yen bir konumdadır. Roma döneminde lir. Bu hususta gerektiğinde mahalli zabı­ (İ.S. li. yy.), yahudi ayaklanmalarından tadan yardım istenir" sonra yeniden kurulan eski kent, müsavi­ K u d u z t* d ta v i m â s M M t s I , İstan­ ler, hıristiyanlar ve müslümanlar için kut­ bul’da sağlık kurumu. Abdülhamit II. Passal bir merkezdir. XIX. yy.’ın ikinci yarısın­ teur'ün bulduğu kuduz aşısı ile ilgili ince­ da, surların (XVI. yy.'da OsmanlIlar yap­ lemelerde bulunmak üzere Dr. Zoeros Pa­ tırdı) dışında, vadilerde ve batı tepeleri şa, Dr. Hüseyin Remzi Bey ve veteriner arasında hıristiyanların ve özellikle de ya­ Hüsnü Bey’den oluşan bir kurulu Paris’e hudi göçmenlerin yaşadığı yeni mahalle­ gönderdi. Kurul, Paris'te altı ay kadar ka­ ler gelişti. 1948'de kent nüfusunun çoğun­ larak kuduz aşısının hazırlanıp uygulan­ luğunu Yahudiler oluşturuyordu (100 bin masını ve yeni bakteriyoloji bilgilerini öğ­ yahudiya karşılık 65 000 arap [40 bini rendi. İstanbul'a dönüldüğünde padişa­ müslüman, 25 bini hıristiyan]) ve yahudi ha verilen rapor üzerine, Abdülhamit II’ halkın düşünce (üniversite) merkeziydi nin iradesi ile Sirkeci Demlrkapı'dakl Mek­ (Israil-Arap savaşı, Birleşmiş milletler ör­ tebi tıbbiye! şahane'de (Askeri tıbbiye) Dagütü ateşkes komisyonu aracılığıyla kenti ûlkelp (kuduz) ve bakteriyoloji ameliyatha­ iki kesime ayırdığında [Ürdün'e bağlanan nesi kuruldu (ocak 1887); askeri tıbbiye eski kent ve İsrail'e ilhak edilerek bu dev­ hocalarından Dr, Zoeros Paşa, bu sağlık letin başkenti yapılan yeni kent], Tel-Avlv kuruntunun başına getirildi. Doğu'nun İlk İktisadiye demografik rn.şrtez 9lşrak kal­ kuduz enstitüsü olan bu kuruluş, Pasteur dı) Ama yeni kent merkezden çok uzak­ yöntemi ile İlk aşılamayı 3 haziran 1687'de taydı ve Kudüs'ün nüfusu, o dönemde, yaptı, Bakterlyolojlhane’nln açılması üze­ Tel-Avlv’den çok daha yavaş arttı (19661 rine (1893) yalnızca kuduz ile ilgilenildi. da 196 000 nüf,), 1967 eavaşı’ndan son­ Zoeros Paşadan sora Dr. Auguste C, Mara kentin tamamı İsrail yönetimine geçti, rle, Dr. R Remllnger Paul Slmond, Dr. Ha­ Hükümet v* Knessetln merkezi Ku­ lın Naum ve sonra da türk hakimler mü­ düs’se de, kordiplomatik bu kente yer­ dürlük yapmaya başladılar 19081 İzleyen leşmedi, Günümüzde Kudüs’ün nüfusu yıllarda sık sık bina değlşteren kuduz te­ yeniden hızla artmaktadır (1991’de 630 davi müessesaai, son olarak Çemberlltaş' 000 kişi; % 26’aı müslüman olmak üzer# teki esk! Sakterlyolojlhane binasına yerleş­ 150 000 kişilik arap azınlık), • TARİH, Kudüs adı sözcük olarak, bir tirildi. İlk on İki yıl içinde 2 350 kuduz va­ amurru tanrısının, "Şalem'in barınağı" an­ kasının tedavi edildiği hastane, 1914’ten lamındadır, Adı ilk olarak mısır metinlerin­ sonraki yıllarda Bakteriyolojihane, Telkihde geçen (İ.Ö XIX. yy,) bu eski Kenan-sihana Kimyahane ve. Sıhhi müze ile birleş­



7131 Râunion des musâes natlonaux



Melişipak ll'nin kudurrusu Sus’ta bulunmuştur (Elam kralı Şutruk-Nahhunte tarafından savaş ganimeti olarak bu kente getirilmişti) kasİt sanatıJ.Ö. 1100’e doğr. Louvre müzesi, Paris



çlçak sahil kuduıotu (Afyasum marltimum)



M m



ESKİ KENT



KUDÜS MODERN KENT



■ ı.ıı.ııı haç yolu durakları (son duraklar'kutsa! kabir’in surları içindedir) İsa zamanının sit ya da anıtlan ■’ı yeraltı yapıları



ESKİKENt



sarayı H asm onlar’ ın



100



tesinin adına, daha sonraları Amarna'nın mektuplarında (İ.Ö. XIV. yy.) rastlanır; bu mektuplardan edindiğimiz bilgilere göre Kudüs kralı, öbür arami site devletlerini de egemenliği altına almak istiyor, bu arada firavuna vergi ödemeye devam ediyordu. Ibraniler'ln Kenan ülkesine girdiği sırada (İ.Ö. XIII. yy.) Kudüs, istilacılara karşı koy­ mak amacıyla bir konfederasyonun başı­ na geçti. Kent, bağımsızlığını Davut zamanına dek korudu; Davut, İö . 1000'e doğru ele geçirdiği kenti, siyasi ve dini başkent du­ rumuna getirdi. Kudüs, İsrail ve Vahuda kabilelerinin ayrıldığı bölge üzerinde bu­ lunduğundan, bu çok yerinde bir seçim­



• 2 00 m



di. Davut, Kudüs'ün krallık toprağı oldu­ ğunu ilan etti ve kenti, İbrani birliğinin te­ meli yaptı; Musa yasaları'nın saklandığı sandığı Kudüs'e getirtti; daha önce Silo' da bulunan amphiktyonia tapınağını ken­ te nakletti ve böylece Kudüs'ü, tüm İsra­ il’in dini merkezi yaptı. Süleyman krallığı’ nın parçalanması (İö. 931), Kudüs toprak­ larını azalttıysa da, kent manevi üstünlü­ ğünü korudu. İÖ. 587’de Nabukodonosor tarafından alınan ve yakılan Vahuda krallığı’nın merkezi Kudüs, sürgündeki Yahudiler'in vatanlarına dönmesini sağlayan Keyhüsre/ fermanı’ndan (İö . 538) sonra canlandı; Kudüs duvarları yeniden inşa edildi ve tapınak, Süleyman'ınkine oran­



la daha mütevazı boyutlarda baştan ya­ pıldı. Suriye’nin İskender tarafından istila­ sı, pers hegemonyasına son verdi. İsken­ der’in ölümü (İö. 323) üzerine Kudüs, mı­ sırlı Lagoslar ile suriyeli Selefkiler arasın­ da çatışma konusu olduktan sonra Suri­ ye'nin eline geçti. Makabiler isyanından (İÖ. 167) sonra Kudüs, hasmon yahudi krallığının başkenti oldu; 63’te Roma’nın himayesine girdi. Edomlu Büyük Herodes kral olunca (İö . 40-4), Kudüs'ü güzelleş­ tirmek için büyük bir faaliyet başlattı: özel­ likle, yeniden inşa ettirdiği tapınağa Süley­ man tapınağı'nın görkemini kazandırdı. Ama 66'da Roma'ya karşı büyük bir ayak­ lanma patlak verdi: 70'te Kudüs ve tapı­ nağı yıkıldı; onuncu Roma lejyonu, ordu­ gâhını yakılan tapınağın yakınındaki (bir daha hiçbir zaman yeniden yapılmadı) Herodes sarayı'nın yıkıntıları üzerine kur­ du. Bar-Kohba'nın önderliğindeki ikinci yahudi ayaklanması sırasında (132-135) yeniden ele geçirilen kent, ayaklanmanın büyük bir felaketle sonuçlanması üzerine imparator Hadrianus'un emriyle yerle bir edildi; imparator, kutsal kentin yıkıntıları üzerinde Yahudiler'e yasaklanan bir pa­ gan sitesi (Aelia capitolirıa) kurdurdu. Kudüs, ancak Bizans döneminde yeni­ den canlanabildi. Artık imparatorluğun efendileri olan hıristiyanlar açısından Ku­ düs, Isa'nın ölümüyle kutsanan bir kentti. Büyük Constantinus birçok tapınak yap­ tırdı (bunların ilki Kutsal Kabir’in kilisesi­ dir). Isa'nın öldüğü kent, birçok kilise ve manastırın kurulduğu bir hac merkezi ha­ line geldi. Madeba haritası (VI. yy.), o za­ manki Kudüs’ün durumu üzerine yaklaşık bir fikir vermektedir. Müslümanlığın ilk döneminde kente latin kökenli Aelia'dan gelen lliya ya da aramca BSs Makdeşâ (tapınak) sözcüğü ile ilgili bulunan Beyt ül-makdis denildi. Kuds (Kudüs) adı ise yine aramca Karta de-kudşa (Kutsallık kenti) tamlamasında­ ki Kudşa'dan gelir. Hz. Muhammet'in 624 yılına kadar müslümanlann kıble’ si olarak kabul ettiği Kudüs, miraç nedeniyle Kuran’da Isra suresi’nde Mescit ül-aksa adı altında geçer (XVII; 1,8). Hadislerde ise Ku­ düs, Mekke ve Medine ile aynı değerde ve hatta onlardan daha üstün tutulur, Mekke ve Medine'ye hac olanağı bulun­ madığı zamanlarda bu farizenin Kudüs'ü ziyaretle yerine getirilebileceği belirtilir. Ecnâdeyn savaşı (634) Kudüs’ün İslam egemenliğine girmesinin başlangıcı oldu. Yermuk savaşı’ndan (636) sonra Cabiye' ye gelen halife Ömer, Halit bin Sabit el -Fehmi’yi Kudüs'ü almakla görevlendirdi. Kent, bazı koşullarla savaşılmadan alındı (638). Halife Ömer eski tapınağın yerine bir mescit yaptırdı. Kudüs’e ilk yerleşen müslümanlar Medineliler oldu. Sahabe­ den Ubade bin es-Samit, kentin ilk kadı­ lık görevini yerine getirdi. Kudüs’e karşı gösterilen rağbet, Medineliler'in şikâyet ve kıskançlığını dile getiren “ Kudüs’ün yapıl­ ması, Medine’nin yıkılmasıdır" sözünün ortaya çıkmasına neden oldu. Halife Os­ man döneminde (644-656), kentin zengin sebze tarımından sağlanan geliri yoksul halk için aynldı. Çevre manastırlardaki ke­ şişlerin varlıkları müslümanlarca da be­ nimsendi. Emeviler döneminde (661-750) Filistin ve Suriye orduları komutanı olan Muaviye, ilk kez burada halife olarak ta­ nındı. Sonraki emevi halifelerinden Abdülmelik (685-705), üzerinde Hz. Peygamber’in ayak izi bulunduğu efsanesine ina­ nılan kutsal taş üzerine Kubbetüssahra’ yı yaptırdığı (691) gibi daha da ileri gide­ rek hacılara Mekke yerine Kudüs’teki kut­ sal taşı ziyaret etmelerini önerdi. Yine Emeviler döneminde kent, Mescidülaksa ve Darülimâre gibi yapılar ve kente giriş kapılarıyla süslendi. Emevi halifesi Süley­ man (715-717) Kudüs’ün imarı için gerek­ li özeni gösterdi. Mervan ll’ye (744-750) karşı çıkan bir ayaklanma kentin surları­ nın yerle bir edilmesine neden oldu. Da­ ha sonraki depremler kent ve kent halkı­ nın durumunu büsbütün kötüleştirdi.



Kudüs Abbasiler (750-1258), başlangıçta Ku­ düs'ün kutsallığına büyük bir saygı gös­ terdiler. Halife el-Mansur (754-775), Mek­ ke’yi ziyaretten sonra Kudüs’e geldi. An­ cak, vergi konusunda aldığı aşırı sert ön­ lemler ve uygulamalar nedeniyle hıristiyan ve yahudi halkın bir kısmı Roma’ya kaçtı. Çok geçmeden kentteki müslüman halk, özellikle hıristiyanlar Batı Avrupa hüküm­ darlarından ve halkından ilgi, destek ve yardım gördüler. Harunnurreşit (766-809) ve Charlemagne (742-814) arasındaki el­ çi alışverişi bu durum karşısında ortaya çıktı. Aynca, Batı'da Kudüs halkına yardım için çok geniş bir para toplama kampan­ yası açıldı. Halife Memun (813-833) ve Mutasım (833-842) dönemleri kıtlık ve Fellahlar’ın ayaklanmalarıyla geçti; bütün kutsal yerler ayaklanmacılar tarafından yağmalandı. Fatımiler döneminde (969-1099) sağla­ nan genel esenlik ve bolluktan Kudüs pek az pay aldığı gibi, fatımi halifesi el-Hâkim'in (996-1021) emri ile kentin hıristiyan ve yahudi halkına yapılan işkenceler bu sıkıntıyı daha da çok artırdı. Selçuklu komutanı Adsız Kudüs’ü Fatımiier’den aldı. Ancak, kendisine karşı ayaklanma çıkınca halkı kırıma uğrattı. Çok geçmeden Tutuş, Adsız’ı ortadan kal­ dırarak Kudüs’ü Selçuklu İmparatorluğu’ na kattı. Franklar Kudüs’ü atınca (1099) halkı kı­ lıçtan geçirip kenti yağmaladılar. Bir süre sonra da dinsel yapıların onarımına, ye­ nilerin yapılmasına giriştiler ve camileri de kiliseye çevirdiler. Kudüs Hittin savaşı'ndan (1187) sonra Eyyubiler’in eline geçti. Selahattin Eyyu­ bi kent halkına çok iyi davrandı, vergileri indirdiği gibi Haçlılar’ın kiliseye çevirdik­ leri camileri eski durumlarına getirdi. Se­ lahattin Eyyubi’nin ardıllan arasındaki an­ laşmazlıklar kentteki hıristiyanlann güçlen­ melerine yol açtı. Kudüs 1244’te Harizmliler'in yıkımına uğradı; ardından gelen moğol istilası kar­ şısında halkın büyük kesimi kentten kaç­ tı. Kent, Memluklar döneminde (1250 •1516) bir harabe durumundaydı. Sultanın naibi tarafından yönetilen kentin bu döne­ minde sufilerin ve tekkelerin sayıları arttı. Yöneticiler, mevkilerini genellikle rüşvet karşılığı sağladılar. Bedeviler, kentteki esenliği ve güvenliği uzun süre tehdit et­ tiler. Kudüs, 1517’de Selim I tarafından osmanlı topraklarına katıldı. Kanuni Sultan Süleyman ise 1537-1541 yılları arasında kentin surlarını yaptırdı ve Kubbetüssahra’yı yeniledi; kente dört büyük çeşme in­ şa ettirdi, kendisi ve eşi Hürrem Sultan için birçok vakıf kurdu. Bu dönemde kentin en önemli geliri olan “ ayakbastı parası" Mercidabık’ta Kuran okuyanlara verildi. Da­ ha sonraki yıllarda Bedevilerin etkinlikle­ ri yüzünden kentte güvenlik güçlükle sağ­ lanabildi. Selim ili, hıristiyan ve yahudi ha­ cılardan alınmakta olan ayakbastı parasını 4 kuruştan 1 1/2 kuruşa indirdi. Yönetici­ ler sık sık değiştirildiklerinden kentte önemli bir ilerleme olmadı. Zaman zaman baş gösteren ayaklanmalar, ya çok acıma­ sız ya da çok zayıf olan bir valinin kovul­ masıyla sonuçlandı. Kentte arap halk ço­ ğunluğunu korudu. 1825’te kent halkıyla Fellahlar’ın ortaklaşa çıkarttıkları ayaklan­ ma güçlükle bastırıldı. Kudüs 1831’de Kavalaiı Mehmet Ali Paşa'nın egemenliği al­ tına girdi. İbrahim Paşa, Osmaniıiar'a karşı Batılılar’ın desteğini sağlamak amacıyla hıristiyan ve yahudi haika iyi davrandı. Bu davranışı müslümanların tepkisine yol aç­ tı; eşrafın da kışkırtmasıyla ayaklanan Fellahlar mısır garnizonunu kentten çıkardılarsa da, İbrahim Paşa kısa sürede ayak­ lanmayı bastırdı. Batıkların, OsmanlIlar’ ın lehine siyaset değiştirerek İbrahim Paşa’yı aldığı yerlerden çekilmeye zorlama­ ları üzerine, mısır kuvvetleri Kudüs’ten ay­ rıldı. 1838'de ilk olarak açılan İngiliz kon­ solosluğunu Fransa, Avusturya. Prusya, Rusya, Sardinya, Ispanya ve ABD konso­



ki bu yapı Kubbetüssahra'nın bir bakıma losluklarının açılmaları izledi. Bu durum, doğal olarak buradaki hıristiyan halkın uzantısı görünümündedir. Mescidiaksa’ güçlenmesine yol açtı. 1874’te kent mu­ nın uzun ana sahra ve yapıya bir bazilika tasarrıflık oldu. Birinci Dünya savaşı'nda görünümü kazandıran iki yan sahıniarı en açlık ve salgınlar yüzünden nüfus azaldı. eski dönemden kalmadır. Haremi şerifte 11 aralık 1917'de Kudüs, Allenby tara­ İbrahim, Yakup, Yusuf, İsa ve Hz. Muham­ fından alındı ve daha sonra İngiltere’nin ' met’e adanmış birçok kutsal makam, min­ korunması altındaki Filistin’in başkenti ol­ ber, mihrap vardır. Eyyubiler döneminde du (1922). Kentte birkaç kez Araplar ile YaEl-Muazzam Mescidiaksa’ran yakınına hahudiler arasında şiddetli çarpışmalar mey­ nefiler için bir medrese yaptırmıştır (XIII* dana gelirken, yahudi topluluğun yerleşip yy. başı). Memluklar döneminde Baybars yayılma çabaları da büyük ölçüde hızlan­ I kentin K-B.'sına bir kervansaray inşa et­ dı, Kudüs, 29 kasım 1947'de BM kurulu tirmiş; Kayıtbay (1468-1496) Haremi şe­ tarafından uluslararası statüye kavuşturul rife bir çeşme yaptırmış, Mescidiaksa'nın du. Bu kararı Yahudiler benimserlerken yanına bir medrese ekletmiştir. Selahattin Araplar karşı çıktılar ve bu yüzden iki top­ Eyyubi döneminde onarılan ve burçlarla güçlendirilen surlar, OsmanlIlar dönemin­ luluk arasında şiddetli çarpışmalar mey­ de Kanuni Sultan Süleyman zamanında dana geldi. yeniden elden geçirilmiş ve günümüzde­ 14 mayıs 1948'de Büyük Britanya koru­ ki biçimini almıştır. Bu surlar Şam kapısı, ma rejimine son verdi. Aynı gün (yahudi takvimine göre 5 iyyar 5708) ilan ediien Yafa kapısı, Aslanlar kapısı gibi haklı-bir İsrail devleti yeni kenti de kapsarken, Maün kazanmış anıtsal kapılarla donatılmış­ tır. Gene bu dönemde Kubbetüssahra'nın verai Ürdün, Filistin’in geri kalan bölümü­ nü eski Kudüs kentiyle birlikte ilhak etti (28 duvarları, dıştan mermerlerle kaplanmış, mayıs 1948). Bir süre sonra İsrail hüküme­ bozulan mozaikleri mavi yeşil ve san renkli tinin birkaç bakanlığı Kudüs’e taşındı. "Akı çinilerle değiştirilmiştir. gün savaşı” sırasında (5-10 haziran 1967) —ikonogr. Hıristiyan sanatında Kudüs çe­ Kudüs'ün Ürdün kesimi, hemen hiç bo­ şitli biçimlerde betimlendi. Gerçek tarih­ zulmamış bir şekilde İsrail birliklerinin eli­ sel görünümü, sanatçıların canlandırabilne geçti. Bu fiili ilhak, İsrail parlamentodiği kadarıyla, Isa'nın yaşamıyla ilgili sah­ nelerde (çarmıha gerilme gibi) ortaya çıktı. su’nun 30 temmuz 1980’de “ birleşik Ku­ Cennetin alegorisi olarak, Beato de Lİ6düs’ü İsrail’in ebedi başkenti" ilan eden



bir temel yasayı benimsemesiyle onaylan­ dı. Bu durum, arap halkı arasında tepki ve karışıklıklara, özellikle arap devletleri­ nin sert protestolarına yol açtı. • ARKEOLOJİ VE GÜZEL SANATLAR. İn­ giliz kazıları, daha çok eski kentin güney yamacında, Kidron ve Tyropoeon vadile­ rinin kavuştuğu yerde yapıldı. Kazılardan, yahudi kentinin bu bölgeye doğru yayıl­ dığı anlaşıldı. İsraillilerin Tyropoeon vadisi’nde yaptıkları kazılarda Herodes döne­ minden kalma Haram (Haremi* şerif) du­ varının temelleri, Emeviler’e ait yapılar, He­ rodes döneminden kalma bir mahalle ile bir su kemeri vb. ortaya çıkarıldı. Geliş­ mekte olan yeni kentin her kesiminde ya­ pılan kazılarda birçok yahudi nekropolisine rastlandı. Bizans döneminde de, kentin ilgi çeken yanı topografyasıdır; gürcü hacıların IX. yy.’da yazdıklarından, Kudüs’ün o dönem­ de çok varlıklı olduğu anlaşılmaktadır. Ste-Anne kilisesi’nin yakınında, kurban­ ların arındırıldığı bir havuzla VI. yy.'dan kaima bir kilise ortaya çıkarıldı. Bu kilise XI!. yy.'da Haçlılar tarafından yıkılmış, ama çok geçmeden yeniden yaptırılmıştı. Kentteki iki kutsal yapı, Kudüs’e İslam sanatı tarihinde önemli bir yer kazandırır. Yanlış bir biçimde Ömer mescidi olarak adlandırılan Kubbetüssahra* (691), anla­ mı ve tasarımı açısından, antikçağ gele­ neklerinin izlerini sürdüren eşsiz bir yapı­ dır. Yapımına VII. yy.'da başlanan ve özel­ likle Haçlılar tarafından birçok kez deği­ şikliğe uğratılan Mescidiaksa* ise büyük bir olasılıkla Kubbetüssahra ile işkilidir; Süieyman tapınağı’nın düzlüğü üzerinde­



bana'nın Comentarios a! Apocalipsis (Mahşer üzerine yorum) adlı yapıtının ve son sahnesini oluşturduğu Mahşerin iko­ nografisinde yer aldı. Ortaçağ başlannda, Roma kiliselerindeki mozaiklerde bu kut­ sal kent, Beytüllahim ile birlikte, Eski ve Ye­ ni Ahit’i simgeleyen kuzuların mistik ağılı olarak betimlendi. Ayrıca, kiliselere (Aaohen, Hildesheim, Gross-Comburg), Ku­ düs’ün simgesi olarak on iki kapılı sur bi­ çiminde lambalar ya da ışıklı taçlar asıl­ maktaydı.



Kudüs'ün genel görünümü



Kudüs Yafa kapısı ve eski kent sutlarından (XVI. yy.) bir gürünüm



Kudüs Latin krallığı 7134



K udüs L a tin k ra llığ ı, Birinci Haçlı se­ ferinden sonra kurulan devletlerin en önemlisi. Başlangıçta krallık olarak kurul­ madı. Kudüs’ün alınmasından hemen sonra, Haçlılar, patriğin kentin hâkimi ola­ rak kalmasına, Godefroi de Bouillon’un ise Kutsal Kabir'in muhafızlığına getirilme­ sine karar verdiler (1099). Ama Bouillon' un kardeşi ve ardılı Baudouin, kendisini kral ilan etmesi için Pisa patriği Daimberto’yu zorladı, ve Tancröde'in fethettiği (1100) Celile'yi egemenliği altına aldı. Roma’nın desteğinde bir din devleti kurma girişimine karşın laik ve feodal bir rejim kurmayı başaran Baudouin l’in yerine ku­ zeni Baudouin II du Bourg geçti (1118); Baudouin ll’nin kızı Mölisende, Foulques d ’Anjou ile (1131-1143) evlendi. Foulques’ un iki oğlu, peş peşe tahta çıktılar; Foulques‘un birinci oğlu Baudouin lll’ün (1143-1163) çocuğu olmadı; ikinci oğlu Amauri l’in (1163-1174) ise 1185’te cü­ zamdan ölen bir oğlu ve Sibylle ve isabelle adında iki kızı oldu. Birinci kızı 1185’te tahta kocası Gui de Ljusignan’ın geçmesini sağladı. Bununla birlikte, başlangıçta iki kutsat kent, Kudüs ve Beytüllahim ile bir tek li­ manı (Yafa) içine alan krallık, Beyrut'tan (Tir, 1124) Askaion'a dek (Askalon'u ancak 1153’te) kıyı kentlerini işgal ederek oluş­ tu. Ürdün’e kadar uzanan tüm iç kesim­ leri kapsayan krallığın sınırı, Taberiye prensliğinde ve Ürdün ötesi senyörlüğünde ırmağı aşıyordu. Negev, Latinler’in denetimindeydi. Ama Latinler'in Şam'ı alma girişimi başarısızlığa uğradı (özellikle 1148’de); Bizans’ın yardımına karşın kral Amauri l’in Mısır'ı ilhak etme çabaları, Selahattin'in bu ülkeyi ele geçirmesini, da­ ha sonra da Şam'ı almasını (1176) engel­ leyemedi. Bu sonuç Franklar’ın yayılma­ sına son verdi. Müslüman kervanların yolunu kesen Ürdün ötesi senyörü Renaud de Châtillon’un başına buyrukluğu, 1187'de sava­ şa yol açtı. Kral Gui, Hattin'de ordusuyla kuşatıldı ve esir alındı. Böylece Selahat­ tin, Corrado di Monferrato’nun savundu­ ğu Tir dışında tüm krallığı ele geçirdi. Ser­ best bırakılan Gui, Corrado ile çatıştı ve Akkâ'yı kuşatmaya karar verdi. Uzun sü­ ren bir kuşatmadan sonra kent, müslümanlardan geri alındı (1191). Bir yüzyıl bo­ yunca, Kudüs canlı bir ticaret merkezi ve Italyan ticaret acenteleri sayesinde krallı­ ğın en önemli kenti oldu. Sibylle’in ölü­ münden (1190) ve Gui de Lusignan' ın tasfiyesinden sonra krallık, Amauri l'in ikinci kızı kraliçe Isabelle'in (1192-1205) son üç kocasına geçti: Corrado di Monferrato (1192), Henri de Champagne (1192-1197) ve Amauri II de Lusignan (1197-1205). Maria di Monferrato (1205 •1212), krallığı, Phillppe II Auguste' ün kendisine koca olarak seçtiği Jean de Brienne’e bıraktı; Jean'ın kızı isabetle de Brienne, 1222‘de imparator Frledrich II von Hohenstaufen İle evlendi. Friedrich II, haçlı seferleriyle ve Mısır seferiyle elde edilemeyenleri, diplomatik yollarla ele ge­ çirdi; Kudüs'ü geri aldı (1229). Ama Fri­ edrich baronların düşmanlğını üzerine çekmişti; baronlar, imparatorun temsilci­ lerini Akkâ'dan (1232), sonra da Tlr'den (1243) kovdular, ama oğlu Corrado ll'nln (1228-1254), ardından Corrado lll’ün (1254-1268) krallığını kabul ettiler. Kıbrıs Lu8İgnanlar’ı (Gul, 1192'de, Arslan Yürekli Rlchard'ın fethettiği Kıbrıs'ı Templler şö­ valyelerinden satın aldı), bu İki kral adına naip gibi hareket ettiler; 1268'de de on­ ların yerine tahta çıktılar. Ama taht üzerin­ de hak İddia eden bir kadın, haklarını. 1277-1286 arasında Akkâ'yı İşgal eden Anjoulu Carlo'ya sattı. Bu koşullarda kral­ lık otoritesinin kullanılması, hemen hemen olanaksızlaştı; İç savaşlar patlak verdi; Ital­ yan sömürgeleri arasındaki ve Templler ile Hayırsever şövalyeleri arasındaki çatışma­ lar bu savaşları daha da şiddetlendirdi, Kıyı kentlerinden İbaret kalan krallık, us­ taca bir diplomasiyle iç bölgelerin büyük



bir bölümünü yeniden işgal etmişti. Ama Harizmliler'in istilasını izleyen Gazze boz­ gunu (1244), krallığı yeniden kurma çaba­ larını boşa çıkardı. Saint Louis ile öbür Haçlılar'ın çabalarına ve Moğollar ile ya­ pılan görüşmelere rağmen Mısır sultanları birçok kenti yeniden fethettiler (1263 -1272), 1291’de de Akkâ ve Tir’i ele geçir­ diler. Geriye sadece, Sicilya ve Kıbrıs kral­ larının gösteriş olarak kullanmaya devam ettikleri bir krallık unvanı kaldı. K udüs p a trik liğ i, hıristiyan dünyasının beş büyük patrikliğinden biri (öbürleri İs­ kenderiye, Antakya, Roma ve İstanbul patriklikleridir). Kudüs kilisesi, havari aziz Yakup'a ilk piskoposu olarak saygı göste­ rir. IV. Kilise konsili (Khalkedon, 451), Ku­ düs kilisesi'ni patrikliğe yükseltti. Kudüs' ün müslümanlar tarafından fethinden son­ ra (haçlı seferleri döneminde bunun yeri­ ni latin işgali aldı), Kudüs kilisesi zor bir yaşam sürdü. Kilise'nin patriği, 1845'e ka­ dar çoğunlukla İstanbul’da oturdu. Günü­ müzde, Kudüs Ortodoks patrikliği, İsrail ve Ürdün’de elli dolayında ruhani bölgeyi kapsamakta ve buralarda dinsel görevler arap papazlar ve Kutsal Kabir kardeşlik teşkilatı (yaklaşık 100 keşiş) tarafından yering getirilmektedir. Kutsal yerlerin dinsel hizmetleri de gene bu kardeşlik teşkilatı tarafından yapılır ve piskoposlar bu teşki­ latın üyeleri arasından seçilir. Ünlü Azize Caterina manastırı ile eklentilerini içeren Sina Bağımsız başpiskoposluğu da Ku­ düs patrikliği’nin bir bölümünü oluşturur. Öte yandan, Roma Katolik kilisesi, 1099’da, Kudüs’te bir Latin patrikliği kur­ du. 1291’de kaldırılan bu patriklik (unvan olarak 1374’e kadar varlığını sürdürmüş­ tür), 1847’de yeniden kuruldu. Antakya ve bütün Doğu katolik melkit rum patriği de (bu patriklik Roma tarafından 1724'te ku­ rulmuştur) öbür unvanlarına Kudüs patri­ ğ i unvanını ekler K U D Z U a. Japonya'da yetişen otsu bit­ ki. (Bil. a. pueraria; baklagiller takımı.)



KUR, Kilikia ovası ile ovanın K.-D.'sundaki dağları içine kalan Geç hitit krallığı, İ.Ö. 858'de Asurlular'ın saldırısına uğradı, 738'de Asur'a bağlandı, 713’te de ilhak edildi.



K U R N I (Conrad), alman mimar ve hey­ kelci; 1443'ten ölümüne kadarki (1469) ya­ şamı bilinir. Köln loncasının ustasıydı. Bu kentte, Nikolaus von Bueren'in (katedra­ lin ustabaşısı) ve başpiskopos Dletrich von Moers'ln katedralde bulunan mezar­ larını yaptı (1460); ayrıca S. Pantaleon' da kont Friedrioh IV von Moers’in meza­ rını, S. Maria im Kapitol’da da Hans Hardenrath ve karısını bağışçı olarak betim­ leyen heykelleri gerçekleştirdi.



KURS (Nicolaus VON) -* NİKOLAUS VON KUES. KURSTA a, Jeomorfol, -» CUESTA. K Û F a. (fars. küf). Esk. zool. Baykuş.



KÛFR, İslamlığın erken döneminde Irak' ta kurulan İki büyük kentten biri (öteki, Basra). Küfe, İslamlığın Iran topraklarında yayılmasında bir İleri üs olduğu gibi VII. yy. boyunca siyasi kaynaşmaların da mer­ kezi oldu. Ondan sonraki üç yüzyıl içeri­ sinde arap-islam kültürünün ve uygarlığı­ nın parlak dönemini yaşamasına karşın X. yy.'dan başlayarak yavaş yavaş geriledi, Moğollar'ın atanlarından sonra da önemi­ ni yitirdi. Küfe, Kadlslye savaşı'nı kazanan Sad bin Ebu Vakkas tarafından 638-640 yılla­ rında kurulduysa da, adının kökeni konu­ sundaki bilgiler kesinlik taşımamaktadır. VII. yy.'ın İkinci yarısından başlayarak bu­ raya birçok arap kabileler gelip yerleşti. Bazı tarihçilerin verdikleri bilgilere göre, vali Zlyat bin Ebihl döneminde (670-673) Kûfe'nln nüfusu 140 000 dolayında bulu­ nuyordu, Nüfus aftışına koşut olarak bü­ yüyen kantta, kerpiçten yapılma tek katlı evlerin yerini aeur denilen pişmiş tuğladan



çokkatlı evlerin alması bu döneme rast­ lar. Küfe, kuruluşundan kısa bir süre son­ ra önemli siyasi olaylara sahne oldu: 654/655'te halife Osman'a karşı düzenle­ nen ayaklanmaya katıldı. Halife Ali, Cemel vakası’ndan sonra Kûfe’ye yerleşerek Muaviye'ye karşı mücadelesini buradan yü­ rüttü. Ali’nin öldürülmesinden (661) son­ ra Kûfeliler Muaviye'yi halife olarak tanıclltar. Muaviye’den sonra yerine oğlu Ye­ zit I halife olunca (680) Kûfeliler Ali'nin oğ­ lu Hüseyin’i yönetimi alması için çağırdı­ lar. Hüseyin Irak'a geldiyse de, Küfe vali­ si ona geri dönmesini önerdi; Hüseyin Kerbela'da öldürüldü, başı kesilerek Kûfe'ye gönderildi. Abdülmelik bin Mervan halife olunca, ayaklanan Muhtar es-Sakafi (684), küfeli Arapiar’ın kendisini desteklememelerin­ den ötürü Hüseyin'in öldürülmesine katı­ lan herkesi idam ettirip Kûfe'yi ele geçir­ diyse de, daha sonra Basra valisi Müsap bin Zübeyr tarafından öldürüldü (687). Müsap'ın ölümüyle (691), halife Abdülme­ lik kenti kolayca aldı. 694'ten başlayarak Haccac bin Yusuf bütün ırak topraklarına egemen oldu. XIII. yy.’ın ilk yarısının son­ larına değin Irak, genellikle huzur ve ba­ rış içinde yaşadı. 745'ten sonra Küfe, bir süre Hariciler’in elinde kaldı. 749'da Abbasiler’in başkenti olduysa da, Mansur’un halife olunca (754) Suriye’ye karşı kendi­ ni güven altına almak, özellikle de Hz. Ali' nin yandaşlarının bulunduğu Kûfe'den uzak kalmak amacıyla Bağdat'ı kurması, Küfe’nin eski önemini yitirmesine yol açtı. 814’te Hz. Ali’nin soyundan gelen ibni Tabataba (ya da Muhammet bin İbrahim), Kûfe'de halkı ayaklandırıp halifeliğini ilan etmek istediyse de, bu olaydan kısa bir süre sonra öldü; ama karışıklıkların önü­ ne geçilemedi. 865’te Yahya bin Ömer, 870’te Ali bin Zeyt ayaklanarak valiyi kent­ ten kovdular. 877'den sonra Mezopotam­ ya yöresinde ortaya çıkan, bazı arap ve nabati topluluklarınca da benimsenen karmati mezhebinin başı Hamdan Karmat, IX. yy.’ın sonlarına doğru, yandaşla­ rı için Kûfe'nin doğusunda Darülnicre'yi kurdu. Irak'ın batısı ve Suriye Karmatiler'in saldırısına uğradığı zaman, Küfe de ya­ kılıp yıkıldı (X. yy. başları). Küfe, benzeri olaylara 925,927 ve 930 yıllarında da sah­ ne oldu. 945'ten sonra kırk yıl kadar Büveyhiler tarafından korunan kent, 986'da yeniden Karmatiler'in eline geçti. X. yy. sona ererken Bahaüddevle, Küfe'yi ikta olarak Ukayliler’e bıraktı. Zaman zaman Beni Esedler, Tayylar, Şernmarlar kenti yağmalayıp yıktılar. XII. yy.'ın başında Hille'nin kurulması üzerine Küfe nüfusunun büyük bir bölümü yeni başkente göç etti. Küfe, OsmanlIlar döneminde Kerbela sancağına bağlı Necef kadılığının bir na­ hiye merkeziydi. 1938’de arkeolojik ve ta­ rihsel sit alanı olarak İlan edilen Kûfe'deki büyük camiyle eski yapılardan bazıları restore edildi; ıraklı bilim adamları tarafın­ dan yapılan kazılarda Emeviler dönemi­ ne ait birçok değerli eser ele geçirildi. —Güz. sant. Bugün yıkılmış olan Küfe Ulu camisi (639), bazı bölümleriyle apadanalardan (İran'daki sütunlu salonlar) esinle­ niyordu. Arap camileri diye adlandırılan birçok yapıya bu cami örnek olmuş, son­ raları bu etkiye Şam Ulu eamisl'ndan ak­ tarılan öğeler de karışmıştır. Kenti, IX. yy. sonuna dek önemli bir sanat merkezi olafâk kaldı, Halife Âli Kûfe'yi başkent yaptıktan son­ ra arap yazısı burada gelişti ve kûfi adıy­ la anılmaya başlandı. K U FFR a. (fr. to tffo ’dan). İçi vs dışı bitümle kaplı yuvarlak bir sepetten yapılan ve Fırat nehrinde kullanılan özel tekna K Û F İ sıf, (Küfe şehrinin adından küff). Esk. Küfe şehrine ait. o— Hat, Aklâm-ı altta adı verilen altı tür yazı­ nın (muhakkak, reyhani, sülüa nesih, tevki, rika) ortaya çıkmasından önce kullanılan arap yazısının genel adı. (Bk. ansM, böl.)



—ANSİKL. İslam yazısı, Hz. Muhammet



döneminden başlayarak biçimlerine ve kullanıldığı kente ve bölgelere göre adlar aldı. Halife Ali (656-661) Kûfe'yi başkent yaptıktan sonra İslam yazısı burada olduk­ ça gelişti ve eski geleneğe uyufarak kûfi adıyla anılmaya başlandı. Bu tarihten IX. yy.’ın ikinci yarısında aklâm-ı sitte'nin do­ ğuşuna kadar, İslam yazısı için kullanılan bu ad, sonraları kûfiden önceki yazıları da kapsayan genel bir anlam kazandı. Kûfinin kökeni, Araplar gibi sami bir kavim olan ve Filistin ile Ürdün arasındaki böl­ gede yaşamış bulunan Nabatiler’in yazı­ sına dayanmaktadır. VI. yy.'da arap yazısı olarak gelişmeye başlayan bu yazının ilk örneklerinden biri, Harran'daki bir kilise­ nin yazıtında görülmektedir (568). Daha sonra Hz. Muhammet’in çevredeki hü­ kümdarlara gönderdiği mektupiarda bu yazının daha gelişmiş örnekleriyle karşı­ laşılmaktadır. Bu dönemde Mekke’de mekki adını alan bu yazı, Medine’de de medeni adını almıştır. Sonunda Kûfe’de kûfi adıyla gelişimini sürdürmüştür. Kûfi, D. ve B. İslam ülkelerinde, kimi kü­ çük farklılıklara karşılık benzer bir gelişim göstermiştir. Bu yazı hem D.'da hem de B.'da köşeli bir özellik taşır. Kullanılış biçi­ mine göre D. kufisi üç gruba ayrılır: sade kûfi, her türlü süsten uzaktır, ilk dönem Ku­ ranları bununla yazılmıştır; süslü kûfi, kûfi harflerinin yaprak, çiçek ve geometrik mo­ tiflerle süslenmesinden oluşur; kûfi-i bennai ya da kûfi-i makıli, harfleri dikdörtgen biçiminde ve süssüz bir yazıdır, genellik­ le yapıların cephelerinde kullanılmıştır. B. kûfisi daha çok mağrib kûfisi adıyla anılır. Bu yazı Tunus'ta Kayrevan kentinde gelişmeye başlamış ve daha sonra öteki mağrib ülkelerine yayılarak endülüs, tunus, tas, cezayir ve sudan kûfisi gibi ad­ lar altında bölgesel farklılıklar göstermiş­ tir. D. özellikleri taşımakta birlikte bu kufi­ lerde harflerin gövdelerinin küt ve bodur olması, dikey harflerin tepelerinde küçük bir yuvarlak bulunması, “ fe" harfinin al­ tında, "kef" harfinin de üstünde birer nok­ ta olması gibi.ayrılıklar vardır. Kûfi X. yy.’dan sonra çok az kullanılmak­ la birlikte günümüze kadar geldi ve özel­ likle süs öğesi olarak değerlendirildi. Ana­ dolu'da Mehmet II (Fatih) döneminden sonraki birkaç örnek arasında İstanbul' da Yıldız camisi’yle, Kızıltoprak'taki Zühtüpaşa camisi’nin kuşak yazıları belirtile­ bilir. Son yıllarda Prof. Emin Barın (1913 -1987) bu yazıyla bazı başarılı denemeler yaptı. K Û F İ ç a y ı, içbatı Anadolu'da, Sandıklı ovasını çeviren dağlardan inen kolların birleşmesiyle oluşan akarsu. G.'den gelen başlıca kolu yeni haritalarda Hamam ça­ yı olarak gösterilmiştir. G.-B.’ya yönelerek Akdağ ve Çatma dağları arasındaki gö­ mük bir vadiden geçer, Çivril ovasına çı­ kar ve burada Büyük Menderes’in Dinar’ dan gelen esas kolu ile birleşir.



K U F IY U N a. (ar. k u fi 'nin çoğl. kufiyy un). Esk. Vill. yüzyılda biri Basra'da ve biri Kûfe'de olmak üzere arap dilbilimcileri iki kola ayrılmışlardı. Küfeli olanlara "Kûfeliler" anlamında bu ad verilmiştir. K U F L a. (ar. kufi). Esk. 1. Kilit: "Kufi urdı ahd-izülfün gencine-i visâie" (Fuzuli, XVI. yy.). —2. Kufl-i rumi, asma kilit. || Kufi -ger, kilit yapan, çilingir. || Kufl-güşa, kilit açan; anahtar. K U F R A , ar. el K ufrah, ital. C ufra, Lib­ ya’da vaha, Sirenayka'nın güneyinde; 7 500 nüf. Sulamalı tarım (hayvanlar için ot) ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği. — Yakınında demir ve manganez yatakla­ rı. —Ask. tar. 1931'de İtalyan Graziani'nin iş­ gal ettiği Kufra'yı 1 şubat 1941'de transız Leclerc bir baskınla ele geçirdi ve bura­ da, Strasbourg ile Metz kurtuluncaya ka­ dar silahlarını bırakmayacağına yemin etti. K U F S T E İN , Avusturya’da (Tirol) kent, Inn ırmağı kıyısında, Almanya sınırı yakı­ nında; 13 000 nüf. Turizm ve kış sporları (yüksl. 503-1 694 m) merkezi. Geroldseck kalesi (XIII. yy ). 1931 yılında açık havada kurulan Heldenorgel ("Kahra­ manlar orgu"). Camcılık. Kayak fabrikası. Makine sanayisi. K Ü F T E sıf. (fars. küften, dövmek'ten küfte). Esk. Ezilmiş, dövülmüş. ♦ a. Köfte. K U G E , imparatorluk sarayı soylularını belirten japonca söze. Bunları, 1600’den başlayarak şogunlara bağlanan daimyoların oluşturduğu toprak soylularından ayırmak gerekir. Kugeler, tüm siyasal hak­ larını ellerinden alan ve kendilerini göster­ melik bir duruma düşüren şogun düzeni­ ne besledikleri düşmanlık nedeniyle, 1868 restorasyonu’nda belli bir rol oynadılar. O tarihlerde Kyoto'da hâlâ 187 kuge ailesi vardı; daha sonra, kasoku adıyla, daimyo toprak soyluluğu içinde eridiler.



kuffe



ceylan derisi üzerine . kûfi yazılı Kuran



Süleymaniye kütüphanesi,



Kemeri kuğu



(Cygnus olor)



K U G E L H U P F a. (alsace kökenli söze.; alm. kugel, küre’den). Pastac. Mayalı ha­ murdan yapılan, burmalı yüksek bir taç bi­ çiminde kalıplanmış, kuru üzümle süslü alsace pastası. K U G E L M A N N (Ludwig), alman sosya­ list (Osnabrück 1830 - 1902). 1848’de Rheinland'da devrime katıldı, tıp öğreni­ mine başladı ve Marx’la tanışarak ona iç­ ten bir dostluk gösterdi. Ama, Marx'ın dü­ şüncelerinin kendiliklerinden benimsene­ ceğini sandı ve Marx'tan dinlediği bazı düşünceleri yayımlaması aralarındaki iliş­ kinin kopmasına yol açtı (temmuz 1871). Bununla birlikte Lahey kongresi’ne katıl­ dı (1872). Marx, aralık 1862'den temmuz 1871’e dek Kugelmann’a bir dizi mektup yolladı; bu mektuplar 1902’de Kautsky ta­ rafından yayımlandı. K U G U A R a. Zool. PUMA'nın eşanlamlı­ sı.



Ninova’da Sanherib sarayı’ndaki bir ortostattan ayrıntı asur sanatı, İ.Ö. VII. yy. British Museum, Londra



10 aydan daha uzun bir süre besledikleri yavruları yanlarında bulunduğunda, çoğunlukla saldırgan olurlar. Kuğuların altı türü vardır. Evcil kuğu ve sessiz kuğu da denilen kemeri kuğu (C. olor), turuncu renkli gagalı ve Asya kökenli bir kuştur. (Ortaçağ'da insanların Avrupa'ya getirdi­ ği bu kuş daha sonra bütün dünyaya ya­ yıldı.) Semeri kuğu ya da ötücü kuğu (C. cygnus) ve ışıklı kuğu ya da bewick kuğu­ su (C. columbianus) siyah renkli lekeli sa­ rı gagalıdır; bu türler Asya kökenlidir ve Avrupa'nın birçok ülkesinde kışlayabilir. Dördüncü kuğu türü bütünüyle beyaz tüy­ lü olan trompetçi kuğudur (C. buccinator, günümüzde koruma altına alınmıştır). Ka­ ra kuğu (C. atratus) ise Avustralya’da ya­ şar ve birçok doğal koruma alanına ya da parka insan tarafından yerleştirilmiştir Gü­ ney Amerika’da, ayrıca, kara boyunlu ku­ ğu (C. melanocoryphus) türü de bulunur. Kuğular iyi uçan kuşlardır, ama ağırlıkları yüzünden havalanabilmeleri için su üze­ rinde uzunca bir süre koşmaları gerekir. “ Kuğu şarkısı” denilen olay, ışıklı kuğu­ nun ötüşünden ya da semeri kuğunun şarkısının son bölümünden oluşur.



» K U Ğ U a. 1. Ülkemizde dört türü konak­ layan, beyaz tüylü (kara kuğu hariç) perdeayaklı büyük kuşların ortak adı. (Ordekgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Ku­ ğu gibi, ince, uzun boyun için kullanılır. —Mobc. Kuğu boynu, Empire.ve Restauration dönemleri üsluplarında sıkça rastlanan bir süsleme motifi. ♦ sıf. Atç. Kuğu boyun, üstü dışbükey, altı içbükey olan boyun. Özellikle arap at­ larında rastlanır. —ANSİKL. Kuğular kazlara çok yakın kuş­ lardır ve onlar gibi Anserinae oymağı için­ de sınıflandırılır. Çok küçük olan ve daha çok bir ördeğe benzeyen Güney Ameri­ ka'ya özgü Coscoroba eoseoroba dışın­ daki kuğular Cygnus cinsinde toplanır Bu hayvanlar esnek ve uzun boyunlu, güçlü ses çıkaran, tatlısularda bulduğu çeşitli larvalar ve bitkilerle beslenen büyük kuş­ lardır. Özellikle 4 ila 7 yumurtayı korumak zorunda oldukları kuluçka döneminde ve



p ş fs â f* - m



j g



ü



—Kürkç. Kuğunun deriye yapışık tüyleri, çeşitli süslemelerde, püskül vb. yapımın­ da kullanılır. Bu amaçla, hayvanın derisi, genellikle şaplı bir macunla sıvanarak se­ pilenir. —Mit. Dünya mitolojisinde kuğu kutsal olarak nitelenir ve saygı görür. Kuğu mo­ tifi beyazlığın ve temizliğin simgesidir. Ku­ ğu kız motifine dünya efsanelerinde sık­ ça rastlanır. Özellikle evlenmemiş, bakire kızların Lotus gölünde kuğuya dönüşerek yüzdükleri, hint mitolojisinde Antikçağ'dan beri görülmektedir. Bunlar istedikleri an in­ sana dönüşebiliyorlardı (bu değişimin er­ keklerden kaçma düşüncesinden ileri gel­ diği sanılmaktadır). Kuğu kız motifi Bin bir gece masalları'nda da vardır. Kuğu anlamına gelen Kyknos yunan mitolojisinde birçok efsane kişisinin adıdır Poseidon’un bu adda iki oğlu vardır. Bun­ lardan biri Truvalılar'ın yanında çarpışır, Akhilleus onu öldürmeye çalışırken, Poseidon oğlunu kuğuya dönüştürerek kaçırır. Poseidon'un öteki oğlu Kyknos'u annesi doğurduktan sonra deniz kıyısına bırakın­ ca, bebeği bir kuğu alır büyütür. Bir baş­ ka öykü de Phaethon ve arkadaşı Kyknos' la ilgilidir. Phaethon ölünce Kyknos öyle güzel ağıt yakar ki, tanrı Apollon onu ku­ ğuya dönüştürür. Tanrıça Leto, Apollon'u Delos adasında doğururken, kutsal kuğu­ lar ada çevresinde yedi tur atarlar. Leda’ ya âşık olan Zeus ona yaklaşabilmek için kuğu kılığına girer. Bir başka öyküye gö­ reyse Nemesis kendisine tutkun olan Ze-



kara kuğu



kuğu us'tan kurtulabilmek için kaza dönüşür, ancak Zeus kuğu biçimine girerek ona yaklaşır. Tanrı Apollon Hyperboreoi halkı­ nın oturduğu ülkeye beyaz kuğuların çek­ tiği bir arabayla gider. Kuğu motifi türk mitolojisinde de yer alır. Oğuz boylarının kutsal hayvanların­ dan biri kuğudur. Bu hayvanlardan türe­ diklerine inanan kavimler onlara büyük saygı duyarlardı. Yakutlar'ın koruyucu tanrısı Aysit ve zürriyet tanrısı kuğudur. Hatta Yakut Türkleri'ne çok yakın oturan Dolganlar kuğu, kartal gibi kuşların adla­ rını bile söylemekten çekinirlerdi. Kuğu kutsal kadınlığın simgesiydi. Kırgızlar’ın Manas destanı'nda Manas'ın nişanlısı Ayçörek, tanrısallığıyla düşmanlarını kor­ kutmak için kuğuya dönüşür. Kuğu kızlar zaman zaman insanlara kötülük getirir, onlarla dövüşürlerdi (Kuğu Hanım).



7136



K U Ğ U , ana yıldızları Samanyolu için­ de büyük bir haç gibi görünen (kimi kez Kuzey Haçı olarak adlandırılır) Kuzey takımyıldızı; Antikçağ'da bu takımyıldız kanatları açık bir kuğunun silueti olarak görülmüştür. Kuğu takımyıldızı çıplak gözle görülebilen 150 kadar yıldız içerir; en parlakları haçın başını ve ayağını oluşturan Deneb* ve Albireo*’dur. 11 ly uzaklıkta yer alan ve uzaklığı belirlenen ilk yıldız olan (Bessel tarafından, 1838’ de) 61 Kuğu yıldızı Yer'e en yakın yıldız­ lardan biridir. Bu yıldızın büyük bir özde­ vinime sahip olduğu da bilinir: gökyüzündeki yer değiştirmesi yılda 5,2" ye ulaşır. Öte yandan, bu bir çift yıldızdır; bi­ leşenleri, kütlesi Jüpiter’inkinin 16 katı ol­ duğu tahmin edilen ve görülemeyen di­ ğer bir gökcisminin, büyük olasılıkla da bir gezegenin varlığını belirten, tedirgin bir dönme devinimine sahiptir. Bulutsular ve yıldız kümeleri bakımından çok zen­ gin bir gök bölgesinde yer alan takımyıl­ dız diğer ilginç görünümler, özellikle De­ nedin doğusunda 3°'de yer alan meş­ hur North America bulutsusu (Kuzey Amerika’yı anımsatan biçimi nedeniyle böyle adlandırılır) ile -muhtemelen bir süpernova kalıntısı olan- Dantel bulutsusu­ nu içerir; bu iki bulutsu da amatör aygıt­ larla gözlemlenebilir Ayrıca bu takımyıl­ dız birçok yeğin X- ışınımının da barına­ ğıdır; 1965 yılında ortaya çıkarılan bu kaynaklardan biri de X-1 Kuğu ana bile­ şeni mavi bir üstdev ve görülemeyen ikinci bileşeni de bir kara delik olan, yak­ laşık 6 000 ly uzaklıkta yer alan bir çift yıl­ dız ile aynıdır. Son olarak, çapı yaklaşık 1 500 ly olan büyük bir sıcak gaz kabar­ cığının varlığı 1979’da bu bölgede ortaya çıkarıldı; bu büyük kabarcık, göğün bu bölgesindeki O ve B tayf tipli genç yıldız­ ların varlığıyla yakından ilişkilidir. (-» GÖK haritası.)



v hı • iooom mrov oaıesı nın i 9B2 ae



Sergey Berejnoy ve



Kuğu (Lebed) ya da K uğunun ölü­ m ü , Michel Fokine’in Anna Pavlova için, Saint-Saens’ın Hayvanlar karnaval/’nın andante’si (çello solosu) üzerine düzenıecngi koregrafik solo, ilk kez 1905’te, bir gala sırasında, Petersburg'daki Soylular kulübü’nde sahnelendi. Pavlova, lirik ve hüzünlü üslubuyla, titreşen sular üzerin­ de yapayalnız can çekişen kuğuyu bü­



yük başarıyla canlandırdı. Bu yorumdan sonra Pavlova, en büyük dans yıldızları arasına girdi. Galina Ulanova, Alicia Markova, Yvette Chauvirö ve Maya Plisetskaya da bu solodan sonra ünlendi­ ler. K U Ğ U fırtın a s ı, takvim klimatolojisine göre, genellikle 18 nisanda, bazı takvim­ lere göre ise birkaç gün önce ya da son­ ra meydana gelen sayılı fırtına, istatistik­ sel araştırmalara göre gerçekleşme ola­ sılığı % 25. K uğu gölü (Lebedinoye Ozero), 4 per­ delik bale. Müziğini Çaykovskiy, libretto­ sunu V. P. Begiçev ve Vasiliy Geltser, koregrafisini Marius Petipa (I. ve III. perde­ ler) ve Lev ivanov (II. ve IV. perdeler), d e kor ve kostümleriniyse Mihail Boçarov ve Heinrich Levogt hazırladılar, ilk kez 1895’te Petersburg’daki Mariynskiy tiyatrosu’nda sahnelendi; Odile ve Odette'i Pierina Legnani, prens Siegfried’iyse Pavel Gerdt canlandırdı. 1877'de Julius Reisi nger’in koregrafilediği ilk Kuğu gölü, önemli bir başarı sağ­ layamadı. Petipa ve ivanov versiyonu, 1911’de Aleksandr Gorskiy tarafından Bolşoy'da yeniden sahneye kondu, 1937'de Asaf Meserer'in yaptığı kimi değişiklikler­ le üçüncü kez sahnelendi. Sovyetler Birliği’nde Agripina Vaganova (Kirov tiyatro­ su, 1933), Konstantin Sergeyev (Kirov, 1950), Vladimir Burmeister (Stanislavskiy ve Nemiroviç-Dançenko tiyatrosu, 1953; Paris operası, 1960), Yuriy Grigorovlç (Bolşoy tiyatrosu, 1970) gibi koregraflar da birer Kuğu gölü versiyonu hazırladılar. Mary Skeaping 1953’te İsveç Krallık ba­ lesi için eksiksiz bir versiyon düzenledi. Mariynskiy tiyatrosu'nun, Michel Fokine tarafından gözden geçirilmiş versiyonu, Rus baleleri’nce 1911’de Londra’da sah­ nelendi (başrolleri Kşesinskaya ve Nijinski yorumladı). Kuğu gölü’ nün eksiksiz ver­ siyonu, Nikolay Sergeyev tarafından Vic -Wells Ballet için yeniden sahneye kondu (Londra, 1934). Bu romantik balenin konusunu oluştu­ ran peri masalı biraz çocukçaysa da, ya­ pıt teknik bakımdan çok güçlüdür. Adage, pas de deux, Odette'in büyük çeşit­ lemesi ve 2. perdedeki küçük kuğuların dansı çok ünlüdür. 3. sahnedeki "Kara kuğu" denen ve sık sık bağımsız olarak sahnelenen çeşitleme, büyük bir teknik gerektirir; bunu aşan bir ustalık gösterisi de yoktur. Kuğu gölü, Türkiye’de ilk kez 1965-66 sezonunda Ankara Devlet opera ve balesi’nce sahnelendi. Kuğu nişanı, 1443’te ihdas edilen Prus­ ya nişanı. 1843'te, hastalara bakanlara, mahkûmlara yardımcı olanlara verilmek üzere yeniden düzenlendi. K U Ğ U B O Y N U a. Tropikal Amerika'da yetişen ve bazı türleri seralarda süs için yetiştirilen epifit orkide (Bil. a. cycnoches; salepgiller familyası.) K uğunun ö lüm ü -» KUĞU. K U Ğ U R M A K gçz. f. Güvercinden söz ederken, ötmek.



K Û H ya da K Ü H a. (fars. küh). Esk. 1. Dağ: "Beni bırakuban gitti durağı küh u sahradır" (Eşrefoğlu Rumi, XV. yy.). —2. Kûh-beden, dağ gibi, iri ya­ pılı. || Kûh-ciğer, yürekli, cesur, yiğit. || Kûh-ken, dağı kazan ve delen; Ferhat: "Kûh-kenden görünür kûhda âsâr henüz" (Fuzuli, XVI. yy.). || Kûh-nümun, kûh-peyker, dağ görünüşlü, iri yapılı. || Kûh-pare, dağ parçası; kuvvetli at. || Kûh-paye, dağlık yer. || Kûh-püşt, kam­ bur. || Kûh-ten, kûh-ver, dağ gibi, gös­ terişli, iri. || Küh u deşt, dağ ve çöl; her ta­ raf, her yer. || Kûh-i ateş-feşan, ateş sa­ çan dağ, yanardağ. || Kûh-i çelil, Nuh peygamberin evinin bulunduğu dağ. || Kûh-i Kaf, Kafdağı; erişilemeyen yer. || Kûh-i revende, çok iri yapılı at. K Û H d a ğ ı, D. Anadolu'da, Van’ın yak­ laşık 32 km D.’sunda, Erek dağının D. ke­ simindeki bir doruğa (2 850 m) eski hari­ talarda verilen ad. K Û H Â N sıf. ve a. (fars. kühsn). Esk. Kambur. ♦



a. 1. Eyer. —2. Hörgüç.



K Û H E a. (fars. kühe). Esk. 1. Dağ. —2. Eyer. —3. Tepesi sivrice ve kubbeli olan şey. —4. Saldırma, hücum. K Û H İ sıf. (fars. küh ve ar -/'den k ü h i). Esk. 1. Dağla ilgili: Şükûfe-ikûhi (dağ çi­ çeği). —2. Dağlı. K Û H -İ B A B A (“ Dağların babası"), Af­ ganistan'da kütle, Hindu Kuş’u n . batı uzantısı. Bu dağdaki karlar, Hilmend’i, Amu Derya’nın güney kollarını ve Sindhu’nun batı kollarını besler. K Û H İ-N U H , Ağrı dağının farsça adı. K ûh -I N u r (hintçe ışık dağı anlamında ad), ilk kez Hindistan’da 1304’te, Malva ra­ casına ait olduğu sırada sözü edilen çok büyük elmas. XVI. yy.'da sultan Babur'a aitti. Delhi'nin yağmalanması sırasında, 1739’da Iranlılar'ın eline geçti, 1813’te Rancit Singh tarafından satın alınmadan önce birçok kez sahip değiştirdi. 1849'da Doğu Hindistan şirketi’ne satıldı, bir yıl sonra kraliçe Victoria’ya armağan edileli. 1851’de Uluslararası Londra sergisi sıra­ sında Crystal Palace'ta sergilendikten sonra, kraliçe elması yontturmaya karar verdi, işlem, elmasın ağırlığını 800 kırat­ tan 279 kırata düşürdü. K Û H -İ SULTAN, Pakistan’da (Belucistan) yanardağ, Çagai dağlarında; 2 333 m. Sönmüş üç koniden oluşur. K Û H İS T A N a. (fars. küh ve -/sfSn’dan kühistân). Dağlık ülke ya da bölge. İran’ da birçok kütleye bu ad verilir. Ayrıca Do­ ğu İran'daki, Lut ile Sistan arasındaki dağ­ lık bölgeyi de belirtir. K Û H İS T A N , Pakistan’da Sind’in güney -batı'sında G.’de Karaçi ile K.’de Sehvan’ ın arasında. K Û H İS T A N , Kirtar dağlarının kurak, te­ pelerle engebelenen, sıcak kükürtlü kay­ nakların sıralandığı, deve, keçi ve koyun yetiştiren göçebe kabilelerin oturduğu dağ eteklerini içerir. K Û H K Û B sıf. (fars. küh ve küb, vuran' dan küh-küb). Esk. 1. Dağ delen, dağı ka­ zıp oyan. —2. Güçlü katır, deve ya da at için kullanılır. —3. Kaleleri yıkmakta kul­ lanılan güçlü toplar için kullanılır. —4. Fer­ hat’ın lakabı. K U H L a. (ar. kubl). Esk. 1. Kadınların kir­ pik diplerine sürdükleri siyah boya, sür­ me. —2. Göz ilacı. —ANSİKL Kaygan bir toz olan kuhl, esansla karıştırılmış yağlı maddelerin kö­ mürleştirilmesiyle elde edilirdi. Önceden ıslatılmış küçük çubuklarla kirpik dipleri­ ne sürülürdü.



K U H L A II (Friedrich), alman besteci ve piyanocu (Uelzen, Hannover, 1786 - Lyngby, Kopenhag, 1832). 1810'da Da­ nimarka’ya sığındı, 1813'te krallık ailesine bağlandı. Yerleştiği ülkede birçok sahne yapıtı besteledi. Bunların en önemlisi Elverhoj'dur (1828). Flüt parçaları ve piya­ no sonatlarıyla dünya çapında ün kazan­ dı. K U H L İ sıf. (ar. kulpl ve v ’den kufjtî). Esk. Sürme renginde, siyah renkli. K U H L İ a. Tayland'da tatlısularda yaşayan küçük taşısıranbalığı. (Koyu renk halkalı yılana bedenli bu balığı akvaryum merak­ lıları çok sever. Bil. a. Acanthopthalmus kuhll; taşısırangiller familyası.) K U H L M A N N (Frödöric), fransız kimya­ cı ve sanayici (Colmar 1803 - Lille 1881). 1833'te, Lille yakınındaki Loos fabrikasın­ da, kontakt işlemiyle sülfürik asit elde et­ ti. 1838'de, amonyağın platin üzerinde ka­ talitik yükseltgeme sonucu nitrik asite dö­ nüştüğünü buldu. — Oğlu, JULES FRe' deRİC (Lille 1841-1881), babasından sonra, onun Lllle’de kurduğu fabrikaların yöneti­ mini üstlendi. 1862’de, talyumun keşfi ça­ lışmalarına katıldı. K U H N (Adalbert), alman dilbilimci ve mi­ toloji bilgini (Königsberg 1812 - Berlin 1881). Karşılaştırmalı dilbilgisi alanında İn­ celemeler, özellikle de hint-avrupa ve ger­ men mitolojileri üzerine araştırmalar yap­ tı. K U H N (Franz), baron Von Kuhnenfeld, avusturyalı general (Prossnitz 1817 - Strassoldo 1896). Savaş bakanı oldu, Sadovâ yenilgisinden sonra orduyu yeniden dü­ zenledi (1867-1874). K U H N (Ernst), alman dilbilimci (Berlin 1846 - Münih 1920). Hint-iran dilleri üze­ rinde araştırmalar yaptı: Beitruge zur Paligrammatik [Pali dilbilgisine katkı] (1875) ve Grundriss der iranischen Philologie [Iran filolojisi el kitabı] (1896-1904). K U H N (VVerner), isviçreli kimyacı ve fizik­ çi (Maur Zürich’in kantonu, 1899). Yüksek polimerlerin incelenmesinde istatistik yön­ temlerden yararlandı ve kauçuğun esnek­ liği üstüne kinetik kuramın temellerini at­ tı. Ayrıca selülozun parçalanmasını ince­ ledi. tZ J ıtH (rtichard), alman kimyacı (Viyana 1900 - Heidelberg 1967). Kaiser Wilhelm institut’ta kimya bölümünün müdürlüğü­ nü yaptı; B2, B6, K, H vitaminleri ve karotenoitler üstüne yaptığı araştırmalarla 1938 Nobel kimya ödülü'nü aldı. K U H N (Dieter), alman yazar (Köln 1935). Konularını çoğunlukla tarihten alır bazı ta­ rihsel yapıları gün ışığına çıkarmak ama­ cı güden bu konular tarihle gerçek bir bağ içerisindedir (A/, 1970). Bununla bir­ likte düşleme ve fantastik öğelere de yer verdiği görülür (Stanislavv der Schvveiger, 1975). K U H N A U (Johann), alman orgcu ve besteci (Geising, Saksonya, 1660 - Leipzig 1722). Leipzig’deki Thomaskirche’nin önce orgculuğuna (1684), sonra da kantorluğuna atandı. 1701’de kent üniversite­ sinin müzik yöneticiliğine getirildi. 1688'de bir collegium musicum kurdu. Başlıca ya­ pıtları: Neue Clavier-Übung (Yeni klavye alıştırması) [1689,1692]; Frische Clavier -Früchte (Taze klavye meyveleri) başlıklı yedi klavye sonatı (1696); Musikalische Vorstellung einiger bibtischer Historien (Kutsal Kitap’taki birkaç öykü üzerine mü­ zikli oyun) başlıklı programlı sonatlar (1700). Ayrıca latin motetleri, kantatlar, -Almanya'da ilk olarak- piyanoforte sonat­ ları besteledi. Bir de inceleme yazdı: Der musikalische Ouacksalber (Müzik cahili) [1700], K Û H S A R a. t'ars. küh ve sar’dan kuh -sar). Esk. Dag oaşı; dağlık bölge. K U İ a. Orta öbekten dravid dili. Orissa'



nın kuzey-batı kesiminde yaklaşık 650 000 kişi (khond kabileleri) tarafından ko­ nuşulmaktadır. K U İL O N , Hindistan'da (Kerala) liman kenti; Malabar kıyısında; 124 000 nüf. Be­ sin ve halat sanayileri, metal işleme (bu­ na Kundara banliyölerinin sanayileri de eklenir: kimya, alüminyum metalürjisi, se­ ramik). K U İL U a. Kuilu bölgesi kökenli canephorra cinsinden kahve çeşidi. (Trakeomikoza duyarlı olması nedeniyle üretimi Af­ rika’da gerilemekte, buna karşılık, Brezil­ ya'da [konilon adı altında) genişlemekte­ dir.) K U İL U , Kongo’da akarsu, Pointe-Nolre' ın K.-B.'sında Atlas okyanusu’na dökülür. Yukarı çığırına Niari adı verilir. Hidroelek­ trik tesisleç projesi (Sunda barajı). —Kuilu bölgesi, 10 285 km*; 97 000 nüf. Merke­ zi, Pointe-Noire. K U İP E R (Gerard Pieter), Hollanda kö­ kenli amerikalı astrofizikçi (Harenkarspel 1906 - Mexlco 1973). Yerkes gözlemevini (VVIsconsin), sonra McDonald gözlemevi­ ni (Texas) yönetti. Titan'ın atmosferinde metan (1945), Mars’ın atmosferinde kar­ bondioksit bulunduğunu (1947) ortaya koydu, Neptün (1949) ve Plüton’un (1950) çaplarını ölçtü, Mars'ın kutupsal kubbe­ lerinin ve Satürn’ün halkalarının tayfında, buzun varlığnı gösteren soğurma kuşak­ larını belirledi (1948), Uranüs’ün beşinci uydusu Miranda’yı (1948), Neptün’ün ikin­ ci uydusu Nereid'i (1949) buldu. 1960'ta, fotoğraflardan oluşan bir Ay atlasının ger­ çekleştirilmesini yönetti. K U İS K V A L İS a. (lat. quisquaiis). Karşıt yapraklı, saikım halinde toplu beyaz ya da kırmızı çiçekli tırmanıcı ağaççık. (Asya ve Afrika'nın tropikal bölgelerinde 4 türü var­ dır. Combretaceae familyası.) K U İT L A T E K a. Bugün ölü durumda olan bir kızılderili dili. Meksika'da (Guerrero eyaleti) konuşulurdu. K U JA W Y , Polonya'da bölge, Büyük Po­ lonya gölleri yöresinin doğu bölümünde, Vistül ile Noteö arasında. Üzgün niteliği­ nin yarattığı görünüm, tarihsel gelenekler­ den (XII. yy.’da prenslik, inowrocfaw kenti çevresindeki düzenleme) çok doğal özel­ liklerin ürünüdür. Verimli bir ovadır: buğ­ day ve şeker pancarı ekimi yapılır. K U K A a. (yun. tote'dan). özel biçimde sarılmış dantel ya da nakış ipliği yumağı. —Ask. giy. Yeniçerilerin giydiği miğfer bi­ çimli ve sorguçlu bir tür başlık. (Bk. an­ sikl. böl.) || Kuka süpürgesi, bu başlığın te­ pesine takılan, turna telinden yapılmış sor­ guç. —Denize. Dalyan mavnalarında manev­ ra yapmada kullanılan ağaç kanca. —Esk. denize. Osmanlı donanmasında kullanılmış yelkenli savaş gemisi. (Alt bö­ lümü mavna, üst bölümü kalyon biçimin­ de olan bu gemi dört direkliydi.) —Oy. Bazı çocuk oyunlarında, ortaya di­ kilerek top, taş, sopa ya da elle vurulma­ ya çalışılan uzunca taş, tahta, kiremit par­ çası, teneke kutu vb. |] Ortaya dikilen ku­ kayı eldeki taşlarla vurmaya dayanan bir çocuk oyunu. (Bk. ansikl. böl ) || Kukalı saklambaç, kukayla oynanan bir tür sak­ lambaç. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ask. giy. Bazı kaynaklarda ve­ rilen bilgilerden kukayı Eflak ve Boğdan voyvodalarının da kullandığı anlaşılmak­ tadır. Bu tür başlığa, biçimi ortadan kesil­ miş bir hindistancevizi™ andırdığı için ku­ ka dendiği sanılmaktadır. Miğfer biçimin­ deki kuka, çorbacı keçesini andırır, ancak çorbacı keçesindeki süpürge sorguç ye­ rine üzerine turna telinden yapılmış bir süs takılır. Tepesindeki ibik biçimli uzantı arka­ ya yatar —Oy. Kuka oyununda oyunculardan biri ebe seçilir ve ortaya dikilen kukanın ba­ şında bekler Öteki oyuncular ellerindeki yassı taşlarla kukayı vurmaya çalışırlar. Ku­



ka devrildiğinde ebe yeniden yerine dikip vuranı yakalamaya çalışır, yakalarsa ebe­ likten kurtulur. • Kukalı saklambaç. Oyuncular araların­ dan bir ebe seçer, ortaya bir daire çizip içine kukayı yerleştirirler. Ebe, kukanın ba­ şında bekler. Oyunculardan biri kukayı uzağa fırlatır ve tüm oyuncular saklanır. Ebe kukayı yerine koyduktan sonra sak­ lananları bulup sobelemeye çalışır. Ebe uzaklaştığında oyunculardan biri kukayı yerinden alıp yeniden fırlatabilir. Ebe ku­ ka yerindeyken tüm oyuncuları sobeleyebilirse, başkası ebe olur.



KUKA a. (yun. kuki'den). El sant. Esk. 1. Hindistancevizi ağacı kökünden elde edilen ve tespih, ağızlık, kutu vb. yapımın­ da kullanılan parlak ve sert odun. (Bk. an­ sikl. böl.) —2. Sırçalı kuka, siyaha çalan dalgalı renkli kuka. ♦ sıt. Bu maddeden yapılmış eşya için kullanılır: Kuka tespih, kuka ağızlık. —ANSİKL. El sant. Kuka, testere ile doğ­ ranıp haddeden geçirilerek tespih, ağız­ lık, zarf, kâse, kutu vb. yapımında kulla­ nılırdı. Samur rengi almış olan eski ve haddelileri değerliydi, özellikle kuka tes­ pih ve ağızlıklar çok rağbetteydi. Ham­ maddesi Hindistan’dan geliyordu.



KUKAİ -> KOBO DAİşl. K U K A L a. Eski Dünya'nın bütün tropikal bölgelerinde bulunan asalak olmadan ya­ şayan gugukkuşu. (Gugukgiller familya­ sı.) —ANSİKL Kukallar, kötü uçucu, yırtıcı kuş­ lardır: sık ağaçlı ormanların derinliklerin­ de yaşarlar ve yuvalanırlar. Eşler sırayla kuluçkaya yatarlar ve yavrularını birlikte yetiştirirler. Sülün kukalı (Centropus phasianus) kuyruğundaki uzun tüyleri nede­ niyle bu adla anılır.



KUKES ya da KUKESİ, Kuzey Arna­ vutluk’ta kent, Işkodra'nın D.'sunda; 6 400 nüf. Metalürji (bakır, krom).



KUKLA, rumca K uklla, G. Kıbrıs rum kesiminde Bat ilçesine bağlı köy.



KUKLA a. 1. El ya da iple oynatılan kü­ çük bebek: Kukla oynatmak. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu bebeklerle oynatılan oyun: Çocukları kukla seyretmeye götürmek. —3. Kendi istek ve iradesi dışında baş­ kalarınca yönlendirilen, kişiliği zayıf kim­ se: O adam bir kukla, işin arkasında baş­ kaları var. Bir kimsenin kuklası olmak. —4. Kukla gibi, kararsız, ruhsuz, kişiliksiz kim­ seler için kullanılır; ufak tefek, çelimsiz. || (Birini) kukla gibi oynatmak, bir kimseye dilediği her şeyi yaptırmak; bir kimsenin işini yapıyormuş gibi davranarak onu sü­ rekli olarak aldatıp durmak. || Kukla mı oy­ nuyor?, bir yere toplananlara "gülüne­ cek bir şey yok, dağılın” anlamında söy­ lenir. —Sey. oy. Kukla çatalı, ipli kuklada, kuk­ lacının denetimi sağlayabilmesi için be­ beklerin eklem yerlerine geçirilmiş iplerin bağlandığı, artı işareti biçimli ağaç parça. || Kukla dekoru, kukla sahnesi için hazır­ lamış dekor. || Kukla düdüğü, kukla oyun­ larında kullanılan ve ıslık sesi çıkaran dü­ dük. || Kukla gösterisi, kukla oynatılarak düzenlenen gösteri. || Kukla köprüsü, ipli kuklada kuklacının üzerine çıktığı küçük köprü. (Kuklacı buraya çıkarak ipleri yu­ karıdan yönetir.) || Kukla masası, kuklacı­ nın yanında bulunan, üzerine gerekli araç gerecin konduğu masa. || Kukla oynat­ mak, kuklaları hareket ettirerek gösteri yapmak. || Kukla oyunu, kukla oynatımı­ na temel olan sahne oyunu. —Kuklalarla düzenlenen gösteri. || Kukla rafı, kuklala­ rın sahneye giriş sırasına göre dizildikleri ya da kullanılmadığı zamanlarda yerleşti­ rildikleri raf. || Kukla tiyatrosu, kuklaların belli bir sahne oyununa göre ya da gös­ teri amacıyla oynatıldıkları tiyatro. || Araba kuklası -» ARABA. || Ayak kuklası -* AYAK. |î Dev kukla, büyük boyutlu, iki yüzlü ve. içine giren bir kişi tarafından elle ya da ip­ lerle yönetilen kukla. (Bk. ansikl. böl.) || İpli



kukla 7138



Büyük Larousse



bir kulda gösterisi



Kıı Klux Klan’ın Louisiana'daki bir toplantısı aralık 1976



kukla, kuklanın eklem yerlerine bağlanan ipleri yukarıdan yöneterek oynatılan kuk­ la. (Bk. ansikl. böl.) || iskemle kuklası, gö­ ğüslerine yatay olarak ip geçirilmiş kuk­ laları iskemle üzerine yerleştirip ipleri is­ kemlenin altından çekerek oynatılan kuk­ la. (Çalgı eşliğinde aşağıdan ipleri çeki­ lip hareket ettirilerek oynatılırlar.) || Yer kuk­ lası, kuklacının yere yatarak oynattığı, ayak" kuklası'na benzer bir tür kukla. ♦ sıf. t . Başkalarınca yönlendirilen. —2. Kukla hükümet, yabancı bir hükü­ metçe kendi çıkarlarına hizmet etmesi için bir ülkede kurdurtulan bağımsızca dav­ ranma gücünden yoksun sözde hükümet. —ANSİKL. Sey. oy. Kukla türk seyirlik oyunlarının en eskilerinden biridir. Kukla­ nın Anadolu’ya Orta Asya Türkleri’nce ge­ tirildiği sanılmaktadır. Orta Asya’da el kuk­ lasına kol korçak, ipli kuklaya da çadır ha­ yal denmekte ve bu terimler bazı türk boy­ larında bugün de kullanılmaktadır. İran’ da ise, ipli kukla haymei şebbazi adıyla bilinir. (Ömer Hayyam'ın bir rübaisinde kukla insanlara, kuklacı da Tanrı'ya ben­ zetilir.) XIII. yy.’a ait Sultan Velet’in Divariındaki bazı dizeler Selçuklular arasın­ da da kuklanın bilindiğini ve oynatıldığını göstermektedir. Kuklaya XVII. yy.'a değin çeşitli kaynak­ larda kabarçuk, lubet, suret, korçak, ha­ yal, piyade çadırı vb. adlar verilmesi, araş­ tırmacıları yanıltmış, kimi zaman gölge oyunu ile kukla birbirine karıştırılmıştır. XVII. yy.’dan başlayarak kukla teriminin kullanılmaya başlaması, bu terim karma­ şasına bir ölçüde çözüm getirmiştir. Türkiye’de kuklaya ilişkin ilk bilgiler XVI. yy.’a aittir. 1582 şenliklerini anlatan Surname’de, kukla gösterisinden de söz edil­ mektedir. Yine aynı şenlikle ilgili oyuncu­ ların ve oyuncu topluluklarının adını veren bir yazmada, kukla oyunuyla ilgili birçok terime rastlanmaktadır. 1720 şenliklerini anlatan Mehmet Hazin Surname'sinde, araba kuklası hakkında bilgi vermekte ve geçitlerdeki dev kuklalardan söz etmek­ tedir. XVIII. yy.’da başlayan batılılaşma hareJ. P. LaffontSygma



kuklasında kuklacının görevi, iskemlenin keti, seyirlik oyunları üzerinde de etkili ol­ altındaki ipleri çekerek kuklaların hareket muş ve batı kuklası bu yüzyılda Türkiye’ etmesini sağlamaktır. Aynı zamanda çal­ ye girmiştir. 1884'te Mecmua-yı Ebûzziya' gı da çalar. Ayak ve yer kuklalarını oyna­ da yayımlanan “ Kukla” başlıklı yazıda, tırken kuklacı yere uzanır, kimi zaman batı kuklasının Ahmet III döneminde se­ ayaklarını da devreye sokar. faret göreviyle Paris’e gönderilen YirmiseKukla konusunda olduğu gibi kuklacı­ kiz Mehmet Çelebi'nin yanındaki bir kişi lara ilişkin bilgilere de ilk kez XVII. yy. kay­ tarafından İstanbul’a getirildiği ve ilk gös­ naklarında rastlanmaktadır. Edinilen bilgi­ terinin Damat İbrahim Paşa huzurunda ler, bu dönemde kuklacılığın saygın bir düzenlendiği bildirilmektedir. meslek olduğunu hatta bazı ünlü kukla­ Kaynaklarda araba kuklası, ayak kuk­ cıların evlerinde saray cariyelerine ders lası, dev kukla, yer kuklası vb. adlar veri­ verdiklerini göstermektedir. Bu yüzyıla ait len çeşitli kukla türlerinden söz edilmekle bir “ verile’’ belgesinde cariyelere ders ve­ birlikte, yakın çağlarda başlıca üç tür kuk­ ren Usturacı Mehmet Çelebi ve Karabaş la olduğu belirtilmektedir: el kuklası, ipli adlı kuklacılara ödenecek meblağ belir­ kukla ve iskemle kuklası. Bunlardan en tilmekte ve bunlar gibi ödeme yapılacak yaygını, el kuklasıdır, iskemle kuklasıysa, daha birçok kuklacının adı geçmektedir. daha çok sokaklarda ve mesire yerlerin­ Kuklacılar masrafsız ve kolay olması ne­ de kısa süreli ve müzikli gösteriler olarak deniyle daha çok el kuklasını yeğliyorlar­ sergilenmiştir. dı. Bununla birlikte Thomas Holden’in ipli Türk kuklasında kişileştirme, karagöz ve kukla gösterilerinden sonra, bu türün gi­ ortaoyunundaki gibi kesin çizgilere sahip derek daha çok ilgi topladığı görüldü. Ge­ değildir. Kukla tiyatrosunun sözlü bir se­ ne de el kuklasının dramatik özelliği en yirlik oyun olarak gelişimi, oldukça geç ol­ fazla olan ve tuluat tiyatrosuna koşut ola­ duğundan buradaki kişiler ye oyunlar da­ rak gelişen bir özellik gösterdiği araştırma­ ha çok tuluat tiyatrosuyla yakınlık göster­ cılar tarafından kabul edilir. mektedir. Kukla metinleri incelendiğinde Kuklacılık, XIX. yy.’ın sonlarından baş­ bunlarda da karagöz ve ortaoyununda ol­ layarak eski önemini yitirmiş, giderek or­ duğu gibi birbiriyle oldukça zıt iki birincil tadan kalkmıştır. Bugün bu geleneksel se­ kişi görülür. yirlik oyunu özgün biçimiyle yaşatmaya Kukla oyunları genellikle karagöz ve orçalışanların sayısı birkaç kişiyi geçme­ taoyunlarından alınır ya da halk efsane­ mektedir. leri, aşk hikâyeleri işlenir. Araştırmacı Ot­ to Spies bunlardan beşinin türkçe ve al­ K U K L A C IL IK a. Kukla oynatma ya da manca metnini yayımlamıştır. yapıp satma işi. Öteki geleneksel seyirlik oyunlar gibi, kukla da XIX. yy. sonundan başlayarak K U K L A L IK a. Başkasının istemine gö­ eski önemini yitirmiştir. Günümüzde kişi­ re davranma, onun elinde oyuncak olma. sel çabalarla kuklacılık canlandırılmaya ■ K u K lu x Kinin, ABD'de gizli dernek, iç çalışılmakta, eski kuklalar, kuklacı araçla­ savaştan sonra, güneyli beyazlar zencile­ rı İstanbul Belediye müzesi’nde sergilen­ re yurttaşlık hakkı verilmesini önlemek için mektedir. mücadele ettiler. 1865'te Pulaski’de (TenAnadolu'da daha çok yağmur yağdır­ nessee) kurulan ilk kulüp bu ortamda mak, ürünün bereketini artırmak vb. büdoğdu; ilk Klan 1867'de Nashville'de (Tenyüsel amaçlarla yapılan ilkel kukla türleri­ nessee) örgütlendi ve başkanlığına gene­ ne (hemeçik, korçak, bebek, çömçe ge­ ral Forrest getirildi. Kuruluşun amacı, zen­ lin vb.) bugün de rastlanır. cileri çeşitli yollarla (alışılmamış törenler, • Dev kukla. Eski kaynaklarda sureti dtvi beyaz bir kukuleta giymek vb.) korkuta­ mehib ya da peykeri mehîb ûl-heykel rak oy kullanmalarını önlemekti. Yerel adıyla geçer. Osmanlı dönemi şenliklerin­ den’ler biçiminde örgütlenen dernek öbür deki geçit törenlerinin en ilginç öğelerineyaletlere de yayıldı ve üye sayısı 550 dendi. Çoğu bir insan boyundan büyük 000'i buldu. Şiddete başvurması, derne­ olur, çeşitli malzemelerle iki yüzlü bir baş ğin önce Tennessee’de (1868), ardından ve içine insan girecek büyüklükte bir göv­ da federal hükümet tarafından (1877) ya­ de yapılırdı. Hareket içine girenin devinim­ saklanmasına yol açtı. Dernek, eski metleri ya da çeşitli yerlerine bağlı iplerin içi­ hodist papaz VVİlliam Joseph Simmons ta­ ne giren tarafından yönetilmesiyle sağla­ rafından Atlanta’da canlandırıldı (1915). nırdı. XVII. yy.'da İstanbul'daki bir geçit tö­ Zenci düşmanlığından başka, püritenliği, renini izleyen İtalyan Pietro della Valle, dev katolik ve yahudi düşmanlığını, yabancı kuklaların üst üste konmuş kasnakların düşmanlığını, aşırı milliyetçiliği savunur ol­ üzerine etek gibi bez sarılarak oluşturul­ du. Üye sayısını 1 milyona çıkaran (1922) duğunu, bunların dans ederek geçtikle­ Ku Klux Klan, bazı eyaletlerde soyarıtımrini belirtir, gördüğü dev kuklanın iki yü­ cı önlemler (1919) alınmasına, alkol yasa­ zü olduğunu, bunlardan birinin kötülüğü ğının yeniden konmasına, göçleri kısıtla­ simgelediğini, ötekinin koç başına benze­ yan yasalar çıkarılmasına (1921-1924) ve diğini yazar. Mehmet Hazin'in 1720 şen­ yalıtlayıcı bir siyaset izlenmesine önayak liklerini anlatan Sumame’sinden bu dev oldu. Dernek suikastlara girişti: Louisiana' kuklaların göz alıcı renklerle boyanmış ve da iki kişiye işkence yapılması büyük yan­ donatılmış oldukları; su fışkırtmak, daha kı uyandırdı (1922). Simmons'un ardılı küçük kuklalarla gösteriler yapmak vb. Evans aleyhine açtığı bir davada yapılan hünerler sergiledikleri de anlaşılmaktadır. açıklamalar üzerine yetkililer harekete • ipli kukla. Bu kukla türünün XVII. yy.’da geçti. Yüksek mahkeme, derneği, gizli Yirmisekiz Mehmet Çelebi ile Paris'e gi­ dernekleri yasaklayan yasalara uymaya denlerden biri aracılığıyla Türkiye’ye ge­ zorladı (19281. tirilmiş olduğu sanılmaktadır, ipli kuklanın 1960’lı yıllarda ABD'de ırkları kaynaş­ ilgi toplamasında en büyük etken, birçok tırma siyasetinin karşılaştığı zorluklar, Ku kez İstanbul’a gelerek temsiller veren Tho­ Klux Klan'ın etkinliğini yeniden şiddetlen­ mas Holden olmuştur. Holden ipli kukla­ dirmesine yol açtı: derneğin 1967’de 10 nın tanınması ve kukla tekniklerinin geliş­ 000-30 000 arasında etkin üyesi vardı mesinde etkide bulundu, günümüzde bile Ku Klux Klan, 1964 sonundan sonra Miskimi kuklacılar arasında ipli kuklalara sissippi ve Alabama, 1965 nisanından "Holden kuklaları” denmektedir. sonra da Louisiana ve Georgia eyaletle­ K U K L A C I a. Sey. oy. Kukla yapan ve / rinde zencilere karşı düzenlenen çok sa­ ya da oynatan kimse. yıda terörist eylemin sorumlusudur. “Ulu —A ns İk l . Kuklacılar, oynattıkları kuklanın büyücü” Robert Shelton’un Kongre’ye türüne göre sahnede yer alırlar. El kukla­ hakaretten mahkûm olması (14 ekim sı oynatanlar, sahnenin altına yerleşir ve 1966) ve Başkan Johnson’ın bu örgüte ellerine geçirdikleri kuklaları sahne üze­ karşı başlattığı mücadele, ABD'nin güne­ rinde haretet ettirirler, ipli kuklada kukla-”* ' yinde ırkçı cinayetleri cezasız bırakma­ ma amacını taşıyordu. Aşırı sağ eğilimli cı sahnenin gerisinde yüksekçe bir yere küçük bir grup durumuna düşen Klan'ın çıkar, kuklaları iplerin bağlı bulunduğu üye sayısı ve etkisi giderek azaldı. kukla çatalı yardımıyla yönetir, iskemle



Kul Çulha K U K R İ a. Tibet ve Nepal'da silah olarak kullanılan ağır pala. K U K R İY N İK S İY , üç rus ressam ve gravürcünün ortak takma adları: Mihail Vasiliyeviç KuprIyanov (Tetyuşi 1903); Porfiri Nikitiş K rİlo v (Şçelkunovo 1902); Nikolay Aleksandroviç SOKOLOV (Mos­ kova 1903). Önceleri kitap resimlemeleri yaptılar; 1933’ten sonra, Pravda'da ça­ lıştılar. Resimleri arasında şunlar sayıla­ bilir: Bir komiserin cenazesi, Tanya (1942), Almanlar'ın Novgorod’dan kaçışı (1944-1946), Hitler’in sonu (1947-1948). K U K S , Çek Cumhuriyeti'rıde, Elbe kıyı­ sında, Hradec Krâlovd'nin kuzeyinde yer. Büyük bir barok yapı topluluğunun kalın­ tıları. Hastanenin capellasının (1717) önünde M. B. Braun tarafından 17121719 arasında gerçekleştirilen ve Er­ demler ve Kötülükleri betimleyen hey­ keller yer alır. Kuks ormanı'nın Betlârrı (Beytüllahim) adı verilen bir bölümünde, Braun tarafından doğrudan kayalara oyulmuş bir dizi dev boyutlu heykel ve kabartma bulunur. Bruno Barbey-Magnum



—ANSİKL. Kukumav, gece karanlığından çok alacakaranlıkta ortaya çıkan bir bay­ kuştur. Eski Dünya'nın büyük bölümünde, bu arada ülkemizin hemen her yerinde yaygın biçimde görülür. Genellikle eski duvarların üstlerine ve ağaç kovuklarına yuvalanır. Böcekler, küçük kemiriciler ve kara kurbağalarıyla beslendiğinden tarı­ ma büyük yararlar sağlar. Üremesi nisan -mayıs aylarında gerçekleşirsede, bazen haziran-temmuz aylarında ikinci defa ku­ luçkaya yattığı da olur. Kukumav, eski Yu­ nanlılarda Minerva’nın sıfatlarından biri ve bilgeliğin simgesiydi; nitekim birçok eski yunan sikkesi ve parası üstünde kukumav resmine rastlanır. K U K U M A V P E R V A N E G İL L E R a. Böcbii. Pulkanatlı gecekelebekler familya­ sı. (Kukumavpervanegiller Noctuoidea öbeğinin sayıca ve türlerinin ekonomik değeri bakımından en önemli familyası­ dır; Noctuoidea öbeğinde, ayrıca Agrotinae, l-iadeninae Catocalinae, Phytometrinae, vb. gibi öbekler de yer alır.) [Eşanl. BOZKURTGİLLER, TOPRAKKURDUGİLLER.] —ANSİKL. Kukumavpervanegiller familya­



sı üyelerinin tırtılları ne kıllıdır ne de adım­ layarak yürürler; 8 çift bacakları vardır (3 çifti eklemli, 5 çifti zarsı yapıda); genellik­ le toprak altında yaşarlar, bitki sürgünle­ rini ve yapraklarını yemek için sadece ge­ celeri toprak üstüne çıkarlar. Her ne ka­ dar topluluk halinde yaşamazlarsa da bir­ çok türü ekinlere önemli zararlar verir; Hadena basilinea buğdaya, Euxoa segetum çeşitli tahıl bitkilerine, Sesemia vuteria ve Agrotis ypsilon mısıra zarar veren türler­ dir. Polia oleracea ve Mamestra brassicae sebzelere zarar verir; Leucania obsoleta domates üstünde ve Hydroecia micacea patates üstünde yaşar. Laphygma exigua ise pamuk zararlısıdır. KUKU NOR -



Beytüllahim'de Naiivitas, Matyââ Bernard Braun'un 1712-1731 arasında Kuks ormanı’nda gerçekleştirdiği oyma kabartmalardan biri K U K U Ğ IN (Matej B e n c ü r , Martin denir), siovak yazar (Jasenovâ 1860 - Lipik, Hırvatistan, 1928), Hekimdi. Uzun yıl­ lar yabancı ülkelerde (Dalmaçya, Arjantin, Şili) yaşadı. Gerçekçi esinle yapıtlar ver­ di. Öykü kitapları, iki büyük roman (la Maison sur la colline (fr. çev.], 1903-04; La mâre appelle [fr, çev.], 1926-27), tarihsel romanlar, gezi notları ve oyunlar (Remembrement [fr. çev.], 1912) yazdı. K U K U Ç a. Halk arasında şeftalinin, ka­ yısının vb. çekirdeklerinin sert kabuğuna verilen ad. KUK U LETA a. (ita!, cocölla’dan). 1. Bazı manastırlarda keşişlerin giydikleri tepesi sivri başlık. —2. Yağmurdan soğuktan ko­ runmak için kullanılan, giysinin yakasına dikili tepesi sivri başlık. —3. Tanınmamak için başa geçirilen ve omuzlara kadar inen yalnızca göz kısmı açık başlık: Cellat ku­ kuletası. K U K U LE TA LI sıf. 1 . Kukuleta takılmış giysi için kullanılır: Kukuletalı yağmurluk. —2. Kukuleta takmış kimse için kullanılır; Önümüzde kukuletalı biri oturuyordu. K U K U LETA SIZ sıf. Kukuletası olmayan giysi için kullanılır.



K U K U L Y A a. (yun. kukuli, koza'dan). İpekböceği kozası. —Takvim. KOKULYA fırtınası.



K U K U L Y A C I a. 1 . Koza yetiştirip satan kimse. — 2 . Falcı kadın, K U K U M A V a . (yun. kukkubagia'üen). 1 , B aş ı d ö rt köşeli v e d ü z , g e c e c i k ü ç ü k yırtıcı kuş. (Bil, a. A them noctua; baykuş­ giller familyası.) —2, Kukumav gibi, bir başına kalmış, kimsesiz, J| Kukumav gibi düşünüp durmak, üzüntülü ve sıkıntılı bi­ çimde derin derin düşünmek,



ÇİNGHAİ.



K U K U R B İT A S İN a. (fr. cucurbitacine' den). Org. kim. Bir grup triterpensel bile­ şiğin genel adı; kabakgillerden pek çoğu­ nun acı maddesidir. K U K U Z E L E S (ioannes), bizanslı beste­ ci ve yenilikçi (Draç 1300’e doğr). İstan­ bul'da dinsel müzik öğrenimi gördü. Ke­ şiş olarak Aynaroz'da yaşadı. Müzik yazı­ sındaki reform ona mal edilir. Bir tür neuma olan ve XV. yy.’dan başlayarak yenibizans ya da kukuzeles notası diye anılan bu yeni nota, XIX. yy.'ın başlarına değin kullanıldı. Yapıtlarının üslubu, melismaya dayalıydı. K U L a. 1. Hizmetkâr; köle. —2. Tanrı'ya göre insan: islamiyette kul ile Allah ara­ sında aracı yoktur. Tanrım şu zavallı kulla­ rına acı. Tanrı'dan başka kimseye kul ol­ mamak. —3. Bir kimsenin keyfi istekleri­ ne körü körüne boyun eğen kimse; köle. —4. Kul hakkı, insanların birbiriyle ilişki­ lerinden doğan birbiri üzerindeki hakları, birbirine geçen emekleri. || Birine kul kö­ le, kurban olmak, bir kimseye içten gelen büyük bir sevgiyle bağlanarak onun her istediğini seve seve yerine getirmek. || (Bir şeye) kul olmak, bir şeye aşırı derecede düşkün olarak boyun eğmek. || Kul taksi­ mi, Ailah taksimine karşıt olarak eşitçe ya­ pılmış bir bölüştürme. || Kul yapısı, insan­ lar tarafından yapılmış olan. | Kula kul ol­ mak, bir kimsenin buyruklarına göre ya­ şamını sürdürmek, bağımsızlığını yitir­ mek. || Kulunuz ya da kulları, karşısında­ kine saygı göstermek amacıyla ben adılı yerine kullanılır. —Ask. tar, Kul ağası, yeniçeri ağası için kullanılan bir başka deyim, (Yeniçerilere "k u l” da denilmesi nedeniyle yeniçeri ağası, kul ağası olarak da adlandırılırdı.) || Kul akçesi, devşirmelerin yol, giyim vb, giderleri için devşirttikleri yerin halkından alınan para, (İlk dönemlerde 100 akçey­ ken XVII, yy.’da 600 akçeye kadar yüke#!dı.)j| Kul çavuşu, 'feniçeri oeağı’nın küçük rütbeli subaylarına verilen ad. || Kul kar­ deşi, Acemi ocağı dışından yeniçeriliğe



alınanlara verilen ad. (XV!. yy.’m sonları­ na doğru başlayan bu uygulama, kul kar­ deşi denilen bir sınıfın ortaya çıkmasına neden oldu. Bunlar, ilkin sınır kalelerinde görev yaparlar, sonra Yeniçeri ocağı’na geçerlerdi.) || Kul kethüdası, Yeniçeri ocağı’nın yeniçeri ağası ve sekbanbaşıdah sonra en yüksek rütbeli subayı. (Zaman­ la önemi arttı ve yeniçeri ağasının muavi­ ni olarak geniş yetkilerle donatıldı. Genel­ de temel görevi ocağın yönetimine ilişkin işlere bakmaktı. Savaştaysa saldırı ve sa­ vunma düzenini saptar, sınırdaki ortalara buyruklar verirdi. Bundan ötürü bir tür kurmay başkanı durumundaydı. Ağa di­ vanına katılan, ocak davalarına bakan kul kethüdasının nüfuzu, kimi zaman yeniçe­ ri ağasınınkinden fazlaydı.) [Küthüda bey ya da Ocak kethüdası da denir.] || Kul oğ­ lu -* KULOĞLU, || Kul taifesi, Yeniçeri ocağı’na mensup olanlara verilen ad. (Yeni­ çeriler padişahın kulları olarak kabul edi­ lirdi.) || Kul yetimi, savaşta ölen yeniçerile­ rin erkek ya da kız çocuklarına verilen ad. (Erkek çocuklar kuloğlu olarak ocağa alı­ nırlar, kızlar da evleninceye değin ocak­ tan yardım görürlerdi.) — Ed. Tarikat şeyhlerine ya da babaları­ na bağlılıklarını belirtmek amacıyla, alevi -bektaşi şairlerinden bazılarının mahlas­ larında kullandıkları sözcük: Kul Himmet. || Yeniçeri ordusundaki kul sınıfıyla ilgileri dolayısıyla ordudan yetişme bazı şairlerin aldığı mahlas: Kul Mehmet. —İsi. Kul hakkı, İslam dininin, müslümanlara, saygı göstermelerini buyurduğu kişi hak ve yararları. (Bk. ansikl. böl.) —isi. huk. -> KÖLE. —Tar. Osmanlı devletinde ulema dışında­ ki askerlerin statüsü. ("Kul” sözcüğü, baş­ langıçta kapıkulu ocaklarında ve merkez bürokrasisinde görevlendirilen devşirme­ leri ifade ediyordu. Giderek ulema dışın­ daki tüm askerler padişahın kulu sayıldı­ lar. Bunlar, padişahın emriyle katledilebildikleri gibi malları da müsadere olunabi­ lirdi.) || Kul cinsi, XX. yy.’ın başlarına de­ ğin, cariyelikten gelme kadınlar için kul­ lanılan bir deyim. (Çocuğu olan odalıklar, efendileri tarafından nikâhlansalar bile kendilerine "hanım" denmez, "kadın" de­ nirdi. —ANSİKL. İsi. İslam ahlakında müslümanların gözetmeleri gereken haklar, genel­ likle Allah hakkı ve kul hakkı olmak üzere iki bölümde ele alınır, insanın toplumsal bir varlık olduğunu kabul eden Kuran (VIII, 63), toplumsal ilişkilerin düzenli bir biçimde sürdürülmesinin gereği olarak haklara karşılıklı saygı gösterilmesini ke­ sin buyruklarla kurallara bağlar. Çok sa­ yıda ayet ve hadis insanlara gerek doğuş­ tan gelen gerekse meşru yollardan son­ radan kazandığı hakların dokunulmazlığı­ nı belirtir. Kuran’da yer alan kul haklarının başlıcaları şunlardır: yaşama hakkı (IV, 93; V, 32); manevi kişiliği, namus ve onuru ko­ ruma hakkı (XXIV, 34; XLIX, 11-12); konut dokunulmazlığı (XXIV, 27-28); yasalar önünde eşitlik ve adalet (IV, 85, 135; XVI, 90); inanç özgürlüğü (II, 256); evrensel eşitlik (XLIX, 13); evlenme ve aile kurma hakkı (IV, 3; XXIV, 32); özel yaşamın gizli­ liği (XUX, 12); geçim güvencesi. (Zekât vb. parasal yardımlaşmayla ilgili çok sa­ yıda ayet ve hadis bu konuyla ilgilidir. Ay­ rıca Hz. Muhammet, bakıma muhtaç olanların bakımlarının devletin borcu ol­ duğunu açıkça belirtir.)



K U L B U D A L A , türk halk şairi (XVII. yy.). Şiirlerinde bektaşi İnancının yanı sıra çe­ şitli konulara değindi; özellikle aşk şiirle­ rinde başarılı oldu. XVIIİ, ve XIX, yy.'da dü­ zenlenen cönk ve mecmualarda sık sık adı geçer.



K U L Ç U L H A , türk halk şair! (XVI. yy.'ın İkinci yarısı). Yaşamıyla ilgili geniş bilgi yoktur, Garp ocaklarına bağlı âşıklardan olduğu şiirlerinden anlaşılır; Murat Reis' la birlikte savaşlara tatildi, Savaş ve kah­ ramanlık konularını işledi, içli, lamlmi şi­ irler yazdı,



7139



p e çe li ba yku ş



serçe baykuşu



Tengmalm kukumavı



la p o n kukum avı



başlıca kukumav türleri



Kul Deveci Himmet tarafından yetiştirildi. Iran şahla­ rına bağlılık göstererek ayaklanmalara ka­ tıldı. Bu yüzden baskı ve kovuşturmaya uğradı. K U L M E H M E T , türk halk şairi (XVIII. yy.). Yaşamıyla ilgili bilgi yoktur. Mehmet IV'ün tahta geçişi sırasında (1648) Girit' te Deli Hüseyin Paşa'nın yanındaydı. Şiir­ leri Kul Mehmet Paşa’nın şiirleriyle karış­ tırılmıştır. K U L M E H M E T A â A , türk besteci (öl. 1650 7). Yaşamıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Günümüze ulaşan üç hüseyni peşrevin­ den devrikebir usulünde olanı, çok par­ lak bir yapıttır. K U L M E H M E T PAŞA» türk şair (Ay­ dın 7 -ay. y 1605). Ahmet I dönemi vezir­ lerinden Üveys Paşa’nın oğlu. Aydın'da muhassıllık (vergi toplayıcılığı) yaptı. Ve­ zirlik verilerek çevredeki celali ayaklanma­ larını bastırmakla görevlendirildi. Ancak bu işi başaramadan öldü. Şiirleri âşık ede­ biyatı yolundadır Bazı şiirleri Kul Mehmet' inkilerle karışmıştır. "Siyah ebruların duruben çatma" diye başlayan bestelenmiş şiiri günümüzde tanınan yapıtlarındandır.



K U L N E S İM İ, asıl adı A li, türk halk şa­ iri (XVII. yy.). Doğup yaşadığı yer belli de­ ğildir. Kendisi, Sait Emre’nin soyundan K U L D E V E C İ, türk halk şairi (XVII. yy.). geldiğini bildirmiştir iyi öğrenim gördüğü, Ordudan yetişen saz şairlerindendir. Ku­ bektaşilik ve hurufilik yolunu tuttuğu an­ yucu Murat Paşa’nın isyancı Kalenderoğlu K U L A Ş A H İ N P A Ş A -> ŞAHİN PAŞA laşılmaktadır. Mahlasını hurufi şair Nesiüzerine yaptığı seferi konu edinen bir şiiri Kula. mi’ye olan sevgisi dolayısıyla aldığı, irân günümüze ulaştı, isyancıların bozulup şahlarına bağlılığı yüzünden kovuşturma- ■ 'K U L A «ttlkanlaun, Ege bölgesinde; Ku­ kaçtığını, halktan vergi, haraç toplayan, ■ ya uğradığı ileri sürülür. Tekke şairi olan la ve çevresinde, Gediz grabeninin K. ke­ sakalını kestirip rafızi tacı giyen KalenderKul Nesimi nefesleriyle ün kazandı. Aruz­ narında, 600-700 m yükseklikteki bir pla­ oğlu’nun yenildiğini (1608) anlatan bu la yazılmış şiirleri de vardır. (-* Kayn.) to üzerinde genişliği 15, uzunluğu 50 koşmadan şairin yaşadığı dönem öğrenil­ km’yi bulan volkanik şekillerle kaplı yöre. K U L S E V İN D İK , asıl adı Mustafa, türk mektedir. Antikçağ'daStrabon, buraya Katakekauhalk şairi (Hekimhan, Malatya, ? -Hacı­ K U L H A Ş A N , türk halk şairi (XVIII. yy.). mene (yanık yöre) adını vermişti. Volkanik bektaş, Nevşehir, XIX. yy.). Çocukluğun­ Bektaşi tarikatındandı. Bu inancı dile ge­ kökenli şekillerin başlıcaları, toplam sayı­ da Hekimhan’dan göç eden ailesiyle bir­ tiren şiirleri günümüze kadar geldi. Bir ne­ ları 68'i bulan ve yerli halkın devlit adını likte Kangal'ın (Sivas) Çataltepe köyüne fesinden, 1793 tarihinde hayatta olduğu verdiği piroklastik koniler ile, akıcı bazalt­ yerleşti. Bektaşi tarikatına bağlanarak bu anlaşılmaktadır. lardan oluşan lav akıntıları ve tüflerdir Lav inancı dile getiren nefesler söyledi. Hacı akıntılarından biri Kaplanalan devlilerin­ Bektaş tekkesine gidip Şeyh Feyzullah K U L H İM M E T , türk halk şairi (? XVI. den çıkarak ve Gediz vadisini izleyerek yy.). Yaşamıyla ilgili bilgi yoktur. Bir şiirin­ Efendi’nin önünde şiirlerini okuduğu, şey­ Gediz ovasının kenarındaki Karataş'a den Pir Sultan dervişi olduğu anlaşılmak­ hin, "Güzel olmuş, sevindik!" demesi üze­ (esk. Adala) kadar, yaklaşık 20 km boyun­ rine “ Kul Sevindik" mahlasını aldığı an­ tadır. Hatayi ve Pir Sultan’dan sonra alevi ca akmıştır. Şekillerin tazeliği, buradaki latılır. -bektaşi şiirinin en güçlü temsilcisi sayılır. volkanik etkinliğin Dördüncü Zaman'ın bir Onun adını taşıyan ve ezgiyle okunan ün­ K U L S Ü L E Y M A N , türk halk şairi (XVII. hayli ilerlemiş evresinde meydana geldi­ lü "B ir dost bulamadım gün akşam oldu" yy.). "Tütün destanı" adlı şiirine dayanı­ ğini gösterir. Bunu, Demirköprü barajı ya­ deyişinin ise gerçekte Pir Sultan’a ait ol­ larak 1630 sıralarında hayatta olduğu be­ kınlarında tüfler içinde Tarihöncesi döne­ duğu ileri sürülmüştür. lirlenmiştir, Ali Ufki’nin Mecmua-i saz ü me ait insan ayak İzlerinin bulunması da K U L H İM M E T Ü S T A D IM , asıl adı İb­ söz’ünde bir koşması vardır. ayrıca doğrular. (~* Kayn.) rahim , türk halk şairi (Sivas XVIII. yy. so­ K U L Ş Ü K R Ü , türk halk şairi (XVIII. yy.). nu - ? XIX. yy. başı). Bektaşi tarikatındanK U L A C IK -> KULAKÇIK. Abdal Musa tekkesi müritlerindendi. Bir­ dı. Kul Himmet’i kendisine usta seçti. çok şiirinde onu övdü. Bektaşi inancına K U LA Ç a. 1. Gerilerek açılan iki kolun Uzun süre şiirleri Kul Himmet'inkilerle ka­ bağlı nefesleri günümüze kadar geldi. parmak uçları arasındaki uzaklık (pratik rıştırıldı. Gerçek kimliğini edebiyat dünya­ olarak uzunluk ölçmede kullanılır): İki ku­ K U L A sıf. Don rengi sarımtırak bir beyaz­ sına I. Aslanoğlu tanıttı: Kul Himmet Üs­ laç uzunluğunda bir ip. —2. Kulaç aç­ dan sütlü kahveye kadar giden tonlarda­ tadım (1976). mak, iki yana doğru kolları açık duruma ki atlar için kullanılır. (Yeleler ve ayaklar ko­ K U L H Ü S E Y İN , türk halk şairi (XVI. getirmek. j| Kulaç almak, yüzme sırasın­ yu renktedir. Bazen kula atın üzerinde çiz­ yy.). Kul Himmet'le karşılıklı şiirlerinden ya­ da kolları nöbetleşe havadan ileriye doğ­ giler bulunur.) şadığı dönem kestirilmektedir. Iran şahla­ ru atarak suyu geri çekmek. ♦ a. Bu renkteki at. rına bağlı alevilerdendi. Ayaklanmalara —Denizbil. Uzunluk birimi (1,829 m); su —Koşumc. Kula kayışı, kol uçlarını hamukatıldı, bu yüzden cezalandırıldı. Şiirleri yüksekliğini ya da bir balıkçılık gerecinin da bağlayan kayış. sade bir dille söylenmiştir. boyunu belirtmek için kullanılır. f* K U L A , Ege bölgesinde Manisa iline --Denize. 1,66 m değerinde eski deniz­ K U L İBRAHİM , türk halk şairi (XVI. yy.). bağlı ilçe; 48 132 nüf. (1990); 960 km2; cilik ölçüsü. (İngiliz denizcileri 6 ayaklık, Pir Sultan Abdal’ın müritlerindendi. Kul merkez bucağı dışında 1 bucak, 49 köy. yani 1,83 m’lik kulacı [ya da fathom] hâlâ Merkezi, Manisa’nın 118 km G.-D.’sunda kullanır.) Kula, 17 208 nüf. (1990). Tahıl, tütün ve K U L A Ç L A M A K g. f. Bir yeri, bir şeyi ku­ baklagiller üretimi. Halı dokumacılığı. laçlamak, o yerin derinliğini, enini, boyu­ nu, o şeyin uzunluğunu kulaçla ölçmek: K U L A (Cevat), türk binici (Ankara 1902 - ay. y. 1977). Harp okulu’nu bitirerek sü­ Kulaçla bakalım, masa buraya sığabilir vari subayı oldu. Katıldığı konkurhipikler­ mi? İpi kulaçlamak. Duvarı kulaçlamak. de gösterdiği başarılarla “ Kara Cevat" digçz. f. Kulaç atarak yüzmek: Yüzme ve ün yaptı. Milli takımda yer aldı (1931 parkurunu çok kısa bir sürede kulaçla­ -1939} Nice (1932), Viyana (1934), Aacmak. hen (1935) ve Berlin Olimpiyat oyunları; K U L A Ü A K A Ç A N a . Böcbil. Kısaelitranda yarıştı (1936). Nice tonkurhıpikleri’nli, erkeklerinin karın ucunda sivri bir çift de birinci geldi (1939). Aynı yıl Cevat Gürkıskaç bulunan hepçil böcek. (Bil. a. Forkan, Eyüp Öncü ve Saim Polatkan ile bir­ ficula auricularia; kulağakaçangiller famil­ likte takım halinde Mussolini kupası'nı ka­ yası.) zandı. Uzun süre milli takımın kaptanlığı­ nı yaptı; generalliğe kadar yükseldi, KULAÜAKAÇANOİLLRR a. Böcbil. Harbi Hotan



fcuıa evıerınaen bir örnek



Kula halısı



Kula v o lM a r t’n t a bir kül ve lav konisi



Kula halısı, yörede yaşayan yarı göçer toplulukların ürünü olarak değerlendirilir. Yatay ya da dikey tezgâhlarda, çoğunlukla yün ipliğiyle dokunur. Saray halıları gru­ buna giren ilk örneklerinde uzun formlar göstermesine karşın günümüzde boyut­ ları küçülmüştür. Genellikle 1 ya da 15 m* olarak dokunmaktadır Külmüncü (kömür­ cü) kula, gemili kula ve dua kulası gibi çe­ şitleri vardır. Külmüncü kula tipine neden bu adın verildiği bilinmemektedir. Bu tip halılarda genellikle koyu renkler kullanıl­ mıştır ve düğüm biçimleri oldukça kaba­ dır. Motiflerde koyu renk fonla uyumlu bir zıtlık oluşturacak biçimde canlı renkler kullanılmıştır. Dua nişi ile çevresindeki süs­ lemelerin bulunduğu alanın fonu çoğun­ lukla aldır. Dua kulası seccade halı tipidir. Bunlar­ da sık olarak yerleştirilmiş çok sayıda mo­ tif, fonu hemen tümüyle örter. Mihrap ge­ nellikle hayat ağacı, niş ise merkezinde çelenk bulunan bir lamba motifiyle süs­ lüdür. Bordürler aralarına çiçek motifleri serpiştirilmiş küçük bantlardan oluşur. Kula halısında mihraplar genellikle üç­ gen biçiminde ya da düzdür. Bordürler in­ ce şeritlerden oluşur. Geniş bordürlü olan­ ları da vardır. En çok kullanılan renkler sa­ rı, mavi ve kırmızıdır. Dmz'deki düğüm sa­ yısı kalitesine göre 800-1 500 arasında de­ ğişmektedir.



h a in i , Kula ve çevresinde el tez­ gâhlarında dokunan, genellikle seccade tipi halı.



Kulağakaçan ve yakın cinsleri içeren fa­ milya. (B il a. Forficulidae; kulağakaçan­ lar takımı.)



kulak K U LA Ğ A K A Ç A NLA R a Böcbil. Eksik başkalaşmak, kısa ve sert ön kanatlı, ge­ ceci, hepçil böcekler takımı, (örnek türü kulağakaçandır. Bil. a. Dermapiera.) —ANSİKL. Kulağakaçanlar çiğneyici bö­ ceklerdir. Ayakları kısadır ve 3 eklemli bir tarsusu vardır. Yassı ve sertleşmiş karnı, erkeklerde kıskaca dönüşen bir çift serkle son bulur. ■ K U L A K a. 1. İşitme ve denge organı. (Bk.‘ ansikl. böl. Anat. ve Fizyol.) —2. Du­ yu organının memelilerde başın her iki ya­ nında bulunan ve biçimi türe göre deği­ şiklik gösteren dış bölümü. —3. İşitme du­ yusu, seslerin algılanmasını sağlayan du­ yu: Kulakları çok hassas olmak. —4. Ses­ leri tanıma ve özellikle de sesleri ve me­ lodileri anımsama yetisi: Bu çocukta ku­ lak yok, bir şarkıyı hiçbir zaman doğru dü­ rüst söyleyemiyor. Kulağı çok iyi. —5. Kü­ çük bir-balyanın (dengin) her bir köşesin­ de, beze düğüm atılarak oluşturulmuş ve dengin tutulmasını, kımıldatılmasını, taşın­ masını kolaylaştıran tutamak. —6 . Tutmak için kimi tencerelerin iki yanına eklenen çı­ kıntı. —7. Kulak asmal, “ dinleme boş ver, aldırma" anlamında kullanılır: Sen, onun palavralarına kulak asma. || Kulak asma­ mak, bir kimsenin söylediklerini önemse­ memek, dinlememek, ona aldırış etme­ mek: Yaşlı adamın bağırıp çağırmasına kimse kulak asmadı. || Kulak dolgunluğu, okuma, araştırma yoluyla değil de işite işite edinilmiş, tam ve sağlam olmayan bil­ gi: Kulak dolgunluğuyla yazılmış bir yazı. Kulak erimi, sesin işitilebileceği uzaklık. Kulak kabartmak, başkalarının konuşma­ sını belli etmemeye çalışarak dinlemek: Kulak kabartıyor, ama masadakilerin ne dediğini tam olarak anlayamıyordu. || Ku­ lak kesilmek, bütün dikkatini yoğunlaştı­ rarak dinlemek: Seyirci kulak kesilmiş, ko­ ca salonda çıt çıkmıyordu. || Kulak misafi­ ri olmak, yanında ya da yakınında konuşulanlan belli etmeden ve konuşmaya ka­ tılmadan dinlemeye çalışmak. || (Bir şeye) kulak tıkamak, bir şeyi duymazlıktan gel­ mek. || Kulak tırmalamak, sesten söz eder­ ken, kulağı rahatsız etmek anlamında kul­ lanılır. || Kulak tırmalayıcı, hoş olmayan, ku­ lağı rahatsız edici ses için kullanılır: Ku­ lak tırmalayıcı, ilkel b ir sesi vardı. I| Kulak tutmak, dinlemek, dinlediğini anlamaya çalışmak. || Kulak vermek, bir şeyi merak ederek anlama isteğiyle dinlemek: Kulak verdim, içeride iki kişi öfkeli öfkeli konu­ şuyorlardı. || Kulağı ağır işitmek, kulağı iyi işitmemek. || Kulağı, kulakları çınlasın, bir yerde bulunmayan sevilen bir kimse anıl­ dığında söylenir: Kulağı çınlasın, o da tat­ lıya benim gibi bayılırdı. || Kulağı delik, olup bitenler konusunda çarçabuk haber alan kimse için kullanılır. j| Kulaği düşük, görünüşünden yorgun ve neşesiz olduğu anlaşılan kimse için söylenir. || (Eski) kula­ ğı kesiklerden, birçok olaya karışmış, fe­ leğin çemberinden geçmiş kimseler: Es­ ki kulağı kesiklerden kim kaldı. || Kulağı ki­ rişte, söylenecek bir sözü, gelecek habe­ ri öğrenmek için tetikte olarak, bekleye­ rek: Kulağım kirişte, telefonun çalmasını bekliyorum, j Kulağı okşamak, kulağa hoş gelmek. || Kulağı (bir şeyde) olmak, dik­ katini bir şey üzerinde yoğunlaştırmak. || Kulağı tetikte gelecek bir haberi ya da söylenecek bir sözü bekleyerek. || Kulağı tıkalı, dinlemeyen, dinlemekten özellikle kaçınan: Benim öylesi laflara kulağım tı­ kalıdır, || Kulsğına çalınmak, bir şeyi doğ­ rudan kendi kendine öğrenme yerine baş­ kaları konuşurken onlardan duymuş ol­ mak: Benim de kulağıma öyle b ir haber çalındı ama doğru mu, yanlış mı, bile­ mem. || Kulağına gelmek, biri tarafından duyulmak; kulağına çalınmak. || Kulağına girmek, kendisine söylenmiş olanlara önem vererek, onlan kabul ederek o yön­ de davranmak. || Kulağına gitmek, işit­ mek, duymak, haberi olmak: Aman bun­ lar babasının kulağına gitmesin. || Kulağı­ na kar suyu kaçmak, tedirginliğine yol açacak, rahatını kaçıracak bir haber al­



mak. || Kulağına koymak, kulağına sok­ mak, zamanı geldiğinde anımsayıp yap­ ması için birisine bir şey söylemek, bir dü­ şünce aşılamak: Köyde bir çiftlik alma fik­ rini kulağına koymuşlardı. || Kulsğına kü­ pe olmak, başa gelen ya da yaşanılan bir olaydan alınan dersi hiçbir zaman unut­ mamak. || Kulağına söylemek, başkasının işitemeyeceği biçimde birine yavaşça bir şey söylemek, fısıldamak. || Kulağını aç­ mak, söylenenleri dikkatle dinlemek: Ku­ lağını İyi aç, ne konuşulursa bize ilet. IIKu­ lağını bükmek, bir kimseye, yapacağı bir işte dikkatli bulunması için uyarıda bulun­ mak. || (Birinin) kulağını çekmek, bir kim­ seye yaptığı uygunsuz bir davranışından dolayı ders olsun diye hafif bir ceza ver­ mek. I|(Birinin) kulağını çınlatmak, bir kim­ seyi, bir yönü ya da davranışıyla anmak. || (Birinin) kulağını doldurmak, birine bir konu üzerinde, başkalarından önce ken­ di düşüncesini iyice aşılamak: Müfettiş söylediklerime inanmaz gözüktü, belli ki kulağını doldurmuşlar. || Kulağını kiraya vermek, söylenen bir şeyi iyi dinlemekten kaçınmak. || Kulakları çınlamıştır, bir yer­ de bulunmayan birini anarken söylenir. || Kulaktan dolmak, hep aynı şeyi sürekli bi­ çimde dinlemekten usanç gelmek. || Ku­ lakları paslanmak, uzunca bir süreden beri müzik dinlememiş durumda olmak: Bu dağ köyünde hem ruhumuz hem de kulaklanmız paslandı. || Kulaklarına kadar kızarmak, son derece utanmak. || Kulak­ larını dikmek, sözkonusu hayvan ise, bir şeye karşı dikkat kesilmek: Kısrak birden kulaklarını dikerek durdu. || (Bir şeye) kulaklannı tıkamak, dinlemekten özellikle ka­ çınmak, dinlemeye yanaşmamak. || Kulak­ larının pasını gidermek, silmek, uzunca bir süreden sonra müzik dinlemeye baş­ lamak. || Kulaktan âşık olmak, görerek de­ ğil, salt kendisine anlatılanlarla bir kimse­ ye ya da bir şeye karşı aşırı derecede sev­ gi beslemek. || Kulaktan dolma, araştırma­ ya, okumaya dayanmayan, şundan bun­ dan işitilerek edinilmiş bilgi için kullanılır: Kulaktan dolma bilgilerle böyle konular­ da düşünce öne sürülemez. || Kulaktan kulağa, bir kimseden başka bir kimseye gizlice söylenerek: Haber, kısa sürede ku­ laktan kulağa yayılarak bütün köyde du­ yulmuştu. || Kulaktan kapmak, okumayla değil, konuşulanları, söylenenleri dinleye­ rek bilgi dağarcığını zenginleştirmek. —Akupunk. Kulak-kalp refleksi, kulaktan başlayan ve başta bilek nabzı olmak üze­ re (bacak arkası ve ayak sırtı atardamarı) öteki atardamarlarda da elle duyulabilen damar dalgası biçiminde refleks. (Bk. an­ sikl. böl.) f Kulaktan tedavi yöntemi -* ORİKÜLCTERAPİ. —Anat. Kulak atardamarlan, kulakkepçesi atardamarları.|| Kulak gangliyonu, temelkemiğin oval deliğinin altında bulunan gangliyon. || Kulak kasları, kulakkepçesini devindirıci kaslar. (Bk. ansikl. böl.) || Kulak-şakak siniri, şakak derisinin, ğışkulağın ve kulakaltı tükürük bezinin siniıierlni sağlayan altçene siniri dalı. —Ask. denize, ve Ask. Kulakla dinleme, düşmanın, özellikle de denizaltının varlı­ ğını ve etkinliğini sesle algılama. (Bk. an­ sikl. böl. Ask.) —Ayakkc. Bazı kapalı ayakkabıların ve botların arka ortasında bulunan ve tutu­ lup çekilerek giymeyi kolaylaştıran deri­ den yapılmış dil biçimli parça. (Ayak, ayakkabının burnuna sokulduktan sonra ayakkabı, kulaktan çekilerek topuğun yer­ leşmesi sağlanır.) — Ed. Kulak için kafiye, sözcüklerin yazılı­ şındaki benzerliğe değil yalnızca ses ben­ zerliğine dayanan kafiye (-» ABES-MUKTEBES TARTIŞMASI, GÛZ* İÇİN KAFİYE.) —Esk. sil. Yatağan, bıçak vb. silahlann el­ den kaymasını önlemek amacıyla, sapı­ na yapılan çatal biçiminde çıkıntı. (Bu tür bıçaklara kulaklı denir.) —İnş. Köşe kulağı, bir pervazın köşesine yerleştirilen dekoratif çıkıntı. —İşi. ikt. Bir yanlışlığın düzeltilmesi ya da herhangi bir konuda bir ilgilinin uyarılma­



sı için bir belge ya da evrakın kenarına iliş­ tirilen küçük not kâğıdı. —Koşumc. Hamut kulağı, HAMUT KÛPESl” nin eşanlamlısı. —Mak. san. Dökümle ya da kaynak konstrüksiyonuyla elde edilen bir parçanın, vi­ dalama uzunluğunu artırmaya ve bir tes­ pit cıvatası takılmaya yarayan çıkıntılı bö­ lümü. || Bir parçanın ya da bir bütünün, ana bölüme yalnız bir ucundan bitişik olan küçük boyutlu bölümü. —Metalürj. İçine metal bir maça, bir vida vb. giren delikli çıkıntı. —Mutf. Kulak çorbası, küçük kesilmiş yuf­ kaları, ortasına kıyma koyup külah gibi büktükten sonra et suyunda kaynatarak yapılan bir tür çorba. (Kalınca açılan yuf­ ka, dört köşe küçük parçalar halinde ke­ silir. Ortalarına az yağda soğanla kavrul­ muş kıyma konup külah biçiminde bükü­ lerek kaynayan et suyuna atılır. Pişince üzerine nane ve kırmızı biberli yağ dökü­ lür.) —Müc. Kulak üstüne küpe, süsleyici par­ çası kulağın üzerine gelen küpe. —Müz. BURGU’nun eşanlamlısı. || Org ta­ kımlarında, boruların ağzının her iki yanı­ na diklemesine lehimlenen ve boruları akortlamaya yarayan küçük kurşun lam. || Abso/ü kulak, duyduğu bir sesin hangi nota olduğunu, hiçbir çalgı ya da sabit sesle karşılaştırmadan söyleyebilen insan. —Oy. Kulaktan kulağa, yan yana oturan oyunculardan baştaki oyuncunun yanın­ daki oyuncunun kulağına sessiz bir biçim­ de söylediği sözcük ya da cümlenin, ge­ ne aynı biçimde ötekilere aktarılmasına dayanan çocuk oyunu. —Patol. Kulak akıntısı, dışkulak yolundan gelen akıntı. (Bir kulak iltihabının [otit] be­ lirtisi ya da sonucudur). || Kulak iltihabı, ku­ lakta olan iltihap. (Eşanl. OTİT.) —Süslem. sant. Kulak biçimi, kıvnmlan in­ san kulağının biçimini andıran ve özellik­ le XVII. yy.’da, Hollanda'da üretilen bazı kuyumculuk eşyalarının biçimi. —Tar. Osmanlı Imparatorluğu'nda resmi yazıların alındığına ilişkin, alanın imzala­ ması için hazırlanan alındı belgesi niteli­ ğindeki kâğıtlara verilen ad. (Bu kâğıtlar üçgen ya da oval biçimde olurdu. Kulak­ lar yazıyı gönderen kimse ya da makam tarafından saklanırdı.) —Tarım mak. Pullukta taban demirine bağlı olan ve keskiyle uçdemirinin kesip kaldırdığı toprak dilimini devirmeye yara­ yan eğri parça. (Bk. ansikl. böl.) —Tip Kulak küreti, kulakkirini ve kulak yo­ lundaki yabancı maddeleri sıyırıp alma­ ya yarayan küret. || Kulak uzmanı, kulak hastalıkları ile uğraşan uzman hekim. (Eşanl. OTOLOJİST.) —Zool. Memelilerde, kafanın her iki yanın­ da bulunan ve biçimi türlere göre farklılık gösteren işitme organının dış bölümü. —Zootekn. Kulak kıskacı, zapt edilmek is­ tenen hayvanın kulağını kıstırmaya yara­ yan ve burunduruğa benzeyen kıskaç —ANSİKL. Akupunk. Kulağa yapılan her uyarı bilek nabzında yansıma gösterir. Bu refleksin incelenmesiyle, hastanın beyni­ nin bir bilgisayar gibi çalışarak, kulakkepçesine uyarıyla sorulan sorulara nabızda evet ya da hayır ile “ yanıt" verdiği göste­ rilebilmiştir. Bir hekim bu refleksin sağla­ dığı bilgilerden büyük ölçüde yararlana­ bilir, pratik bir teşhis koyabilir ve uygula­ dığı tedaviyi kontrol edebilir. Kulak-kalp refleksi Dr. Nogier tarafından tanımlanmış­ tır. —Anat. Dıştaki kulak kaslan üç tanedir. Üst kulak kası kulakkepçesini yukan kaldınr; ön kulak kası kulakkepçesini öne eğer; arka kulak kası kulakkepçesini arkaya eğer Bun­ dan başka kulakkepçesinin kasları da var­ dır (hetiks, tragus, antitragus kaslan). insan­ da az gelişmiş olan kulak kaslan, kulakkepçesini istedikleri gibi yönlendirebilen öteki memelilerde önemli rol oynar. —Anat. ve Fizyol. Kulak hem işitme du­ yusu organı, hem de başın duruş ve yer değiştirme duyusu ("denge duyusu") or­ ganıdır. Üç kısımdan oluşur: dışkulak, orta-



kulağakaçan (M a tla auricularla)



d ış k u la k



^'ortakulak ^



içkulak



kulak, içkulak. Birincisi kafatasının dışın­ kulak kesiti da, öbür ikisi şakak kemiğinin (kaya) için­ 1. Heliks; 2, Kıkırdak; 3. Anteliks; 4. Sayvan çukuru; dedir. Dışkulak başın iki yanında gözle gö­ rülebilen kulakkepçesi ile dışkulak yolun­ 5. Dışkulak yolu; dan oluşur. Kulakkepçesi, deriyle örtülü 6. Kulakmemesi; kıvrımlı bir kıkırdaktan yapılıdır. Dışkulak 7. Mememsi çıkıntı ucu; yolu kulakkepçesinin devamıdır. Aşağı yu­ 8. Stiloit çıkıntı; karı 25 mm uzunluğunda düzgün bir si­ lindir biçimindedir ve iki kısımdan oluşur: 9. Kulakzarı kemiği; dışta kalan kıkırdaksı bölüm ve içte kulak­ 10. Yutağın arka çeperi; 11. östaki borusu kıkırdağı; davulu (timpan) kemiğinden oluşan ke­ mikli bölüm. Kulak yolunun iç yüzü kulak12. Östaki borusu; kiri salgı bezleriyle dolu bir deriyle kaplı­ 13. Östaki borusu kıstağı; dır. 14. KoMea; Ortakulak "kulakdavulu” denen bir 15. İçkulak yolu; boşluktur; dış duvarına, yani onu dışkulaktan ayıran perdeye kulakzan denir. Ku16. Koklea siniri; 17. Dalız siniri; lakzarı oldukça düzgün bir daire biçimin­ dedir; çapı 1 cm, kalınlığı 0,1 mm kadar­ 16. Dalız; dır; yukarıdan aşağıya ve dıştan içe doğ­ 19. Yarımdaire kanalı; ru eğik durur; ortası içeriye doğru çökük­ 20. Kemikçikler; tür Kulakdavulunun içindeki kemikçik di­ 21. Kulakdavulu; zisi (çekiç, örs, üzengi) kulakzarınt içkula22. Çekiç kası; ğa bağlar; dizinin bir ucu çekicin sapıyla kulakzarına, öteki ucu kulakdavulunun iç 23. Kulakzarı; çeperindeki bir delikle, daha doğrusu oval 2 4 Mastoit boşluğu.



sağ kulak kemikçikleri 1. Çekicin sapı; 2. Çekicin On çıkıntısı; 3. Çekicin dışyan çıkıntısı; 4. Çekicin boynu; 5. Çekicin başı; 6. Örsün gövdesi; 7. Dikey kol; 8. Mercimeksi çıkıntı; 9. Üzenginin başı; 10. Üzenginin ön Kolu; 11, Üzenginin tabanı; 12. Üzenginin arka kolu.



1. 3.



koklea kesiti Kokleanın kemik rampası; 2, Relssnerzarı; Koklea kanalı ve Coril organı; 4 Kokleanın zar rampası.



pencere denen bu deliği kapatan üzen­ ginin tabanıyla içkulağa bağlanır. Kulak­ davulu ön tarafta östaki borusuyla burunyutağa ve arkada mastoit girişiyle masto­ it boşluklara açılır. İçkulak, duyu organlarını içerir ve zar dolambacın çevresini saran kemik bir kı­ lıf (kemik dolambaç) biçimindedir. Zar do­ lambacın içinde, çeperleri bağdokusu ve epitelyumdan oluşan birtakım boşluklar vardır; bunlar endolenfle dolu kapalı bir sistem oluşturur Zar dolambaç, kemik do­ lambaçtan perilenf ile ayrılır Kemik dolam­ baç iki kısımdır: ön kısım ya da koklea sar­ mal biçimdedir, salyangozu andırır; arka kısım dalız ve yarımdaire kanallarından oluşur Duysal sinir öğeleri zar dolamba­ cın çeşitli bölümlerinde bulunur: koklea kanalı içinde Corti organı, kırbacık ve ke­ secik kabartıları ve yarımdaire kanalları­ nın şişkin ibikleri. Duyusal hücrelerin endolenften yana bir ya da birkaç kirpiği var­ dır; bunlar karşı tarafta işitme ve dalız si­ nirlerinden gelen sinir uçlarıyla temas ha­ lindedir, Bu sinirler yüz siniriyle birlikte İç­



buna eşlik eder. Otostopla yapılan mua­ kulak yoluyla kaya kemiğine girer. yenede kabarık ve saydamlığını yitirmiş Bir ses dalgasının elektrik akımına dö­ bir kulakzannın görülmesi teşhis için yenüşmesi koklea içinde Corti organında terlidir. Kulakzarının delinmesi ve uygun gerçekleşir. ( -* İŞİTME.) Daltzdaki kısım­ bir antibiyotikle yapılan tedavi iz bırakma­ lar ağırlık ve düz hareketler gibi çizgisel dan iyileşmeyi sağlar Hastalık, başlangıç­ ivmelerin algılanmasıyla (kırbacık ve ke­ ta enfeksiyonun mememsi çıkıntının boş­ secikteki kulaktozu organları) ve dönme luklarına yayılmasıyla (mastoidit) ihtilata hareketlerinden doğan açısal hareketleri uğrayabilir, bu yüzden ileride süreğen bir algılamakla (yarımdaire kanalları) görev­ ortakulak iltihabı yerleşebilir Kulakzarının lidir. delinmesi ve kemikçiklerin az çok erime­ —Ask. Kulakla dinleme, mayın savaşında si sonucu sağırlık da bu süreğen otite ek­ (yeraltı dinleme ağı) olduğu kadar mevzi lenir. Tedavi cerrahidir (mastoidektomi ya savaşında da (piyade eri dinleme merke­ da timpanoplasti). zi) kullanılan en eski gözetleme yöntem­ • İçkulak iltihabı (ya da labirentit) bakteri­ lerinden biridir. Gözcülerin görevi, günü­ lerden ya da virüslerden ileri gelir, çoğu müzde kullanılan modern araçlar (yüksel­ zaman bir daha düzelmeyen bir sağırlığa teçler mikrofonlar jeofonlar, alıcılar vb.) sa­ neden olur Ortakulak iltihabıyla ihtilaf da yesinde kolaylaşmıştır. Düşman batarya­ yapabilir larını ya da uçaklarını sesle algılama Bi­ —Tarım mak. Pulluklarda uzun zaman tah­ rinci Dünya savaşı sırasında kullanıldı. An­ ta kulaklar kullanılmış, metal kulaklar XVIII. cak 1918'den bu yana, yalnız radarla ya yy.’da ortaya çıkmış, XIX. yy.’da yaygınlaş­ da kızılaltı ışınımlarıyla algılanabilen mo­ mıştır. Toprağı yırtarak kaba taslak bir to­ dern uçakların hızı nedeniyle kullanımın­ hum yatağı açan karasaban ile pulluk ara­ dan vazgeçildi. sındaki başlıca fark, pullukta bulunan ve —Karş. anat. Memelilerin kulağı üç kısım­ kesilen toprağı devirerek organik madde­ dan oluşur: içkulak, ortakulak ve dışkulak. lerle zararlı otları aria gömen bu kulaktır. içkulak embriyondaki kulak plakodunUçdemirinin hemen arkasında kulağın ka­ dan, ortakulak ve dışkulak hiyoit solungaç rın kısmı yer alır. Bu kısmın uzantısı, kesi­ yarığının endoderm ve ektoderm tabaka­ len toprak bandını yukarı kaldırır ve dön­ larının içeri çökmesinden doğar (kulakzan dürmeyi başlatır, tam döndürme, kulağın bu iki tabakanın yapışmasıyla oluşur). Ku­ "kulak ucu " denilen arka ucu tarafından lakkepçesi sadece memelilerde, dışkulak sağlanır Aşınmasını sınırlamak için genel­ yolu kuşlarda ve timsahlarda vardır; öte­ likle kıvrık olan ön bölüme kulak burnu ki dörtayaklılarda kulakzarı deri ile aynı denilir. Keski de bazen kulağın bu ön kıs­ düzeydedir Ortakulak sadece dörtayakmından oluşur. Çeşitli topraklara uyum lılarda bulunur; balıklarda dışarıyla ilintisi sağlayabilmeleri için kulakların yapı ve bi­ olmayan bir içkulak vardır. Ortakulak ös­ çimleri çok değişik olur. taki borusu yoluyla ağız-yutak boşluğuna Başlıca üç büyük kulak tipi vardır: yü­ açılır. Memeli olmayan dörtayaklılarda oval zeyi daire ya da parabol kesiti biçiminde pencereyi kulakzarına bağlayan bir ke­ olan silindirik kulaklar; sola doğru sarmal mikçik bulunur; bu kemikçik, kolumel adı­ yüzeyli helozoni kulaklar; ön bölümü silin­ nı taşır ve balıklardaki hiyomandibüler ke­ dirik, arkası yaklaşık helis biçiminde olan mikçik (çeneyi kafatasına bağlayan kemik­ kulaklar. çik) memelilerdeki üzengiye tekabül eder —’Yet. Kulak iltihapları kedi, köpek ve tav­ Memelilerde üzengi ile birlikte iki kemik­ şanlarda sık görülür, öteki hayvanlarda çik daha vardır: çekiç ve örs. Bunlar öte­ nadirdir Köpekte dışkulak iltihabı (ya da ki omurgalılardaki altçeneyi üstçeneye kulak nezlesi) kulak yolunda şiddetli bir bağlayan eklem kemikle kare kemiğin hotahrişle kendini belli eder ve çok fena ko­ moloğudur. kulu bir madde salgılar; iltihap egzama —Patol. Kulak hastalıkları kulağın üç ana­ yapısında olup çoğunlukla derideki bir tomik bölümünün birinde ya da birkaçın­ da olabilir Kaya kemiğinden geçen işitme, egzama ile birlikte görülür Asalakların ne­ den olduğu kulak iltihaplan (ya da dışkudenge ya da yüz sinirinin hastalanması lak iltihapları) bir bakteri enfeksiyonunun onların hepsini birden etkileyebilir. Oto­ eklenmesiyle ihtilata uğrayabilir Tavşanda stopla yapılan muayene bir dışkulak has­ talığını, bir ortakulak hastalığından ayır­ kulak iltihabı akarlar altsınıfından bir bö­ ceğin (Psoroptes communis) yerleşmesin­ maya yarar İşitme, dalız ve kafa içi sinir­ den ve kulak yolunda kabuk oluşumuna lerinin muayenesi, ortakulak ile içkulak yol açmasından ileri gelir hastalıkları konusunda bilgi sağlar. Dışkulak yolunu tıkayan kulakkiri tıkaç­ K U L A K a. (rusça söze.). Rusya'da XIX. ları dışında, kulakta en sık rastlanan has­ yy. sonuyla XX. yy. başında zengin olmuş talıklar, enfeksiyon, ur, travma ve duyusal köylülere verilen ad. bozukluk gibi hastalıklardır. —ANSİKL. 1861 reformu’ndan sonra az Kulak iltihabına otit denir Kulak urları sayıda köylü, iflas eden köylü ya da soy­ çoğunlukla tehlikesizdir: ortakulak ya da luların topraklarını satın aldı ve ticari üre­ içkulakta yalancı urlar ve epitelyum şişme­ time yönelerek zenginleşti. Toprakların, si (tolesteatom), içkulak yolunda gelişen mir denilen köy meclisi tarafından düzenli glomus jugularis uru (glomus kemodekbir biçimde yeniden dağıtılmasına karşın, tomu), dalız siniri üzerinde oluşan işitme parayı ellerinde tuttukları için kulak (rus­ siniri nörinomu. Kötü huylu urlar nadirdir ça yumruk) adıyla anılan bu zengin köy­ Travmalar, kaya kemiğinin kırılması ya da lüler, kendilerinden kimi zaman çok yük­ hava ile kulakdavulu arasındaki ani basınç sek faizle borç para, tohum ya da koşum değişikliği yüzünden doğan basınç trav­ hayvanlan alan yoksul köylü zararına zen­ ması biçiminde ortaya çıkar. Duyusal bo­ ginleşti. XIX. yy. sonunda mir İçindeki yok­ zukluklar, duyu hücrelerinin kendi kendi­ sul, orta halli ve zengin köylüler arasında ne yozlaşmasından (presbiakuzi), gürül­ iyice göze batan eşitsizlik, Stolıypln'ln re­ tüden, kulak için zehirli bazı maddelerden formlarından sonra hızlandı (1906-1911). (amlnozlt grubundan antibiyotikler) ya da Savaş komünizmi döneminde tehdit altın­ endolenf lezyonundan (Mânlâre hastalığı) da kalan kulaklara, Sovyet hükümeti NEP ileri gelir. Sadece kokleaya yerleşen ya da döneminde göz yumdu (1921-1928), çün­ ilerlemiş durumda olan bir otosponjlyoz, kü ülkenin erzak gereksiniminin karşılan­ sağırlığa neden olabilir ması için zorunlu olan ticari ürünlerin bü­ * Dışkulak iltihabı, İster çıban biçiminde, yük bir bölümünü kulaklar sağlıyorlardı. ister yaygın olsun, çoğunlukla bir stafilo"Sınıf olarak kulakların t8sflyesl"ne 1930 koktan, bazen de bir mantardan İleri ge­ -31 ’d© girişildi. Kulaklar ve onlarla bir tu­ lir (atomikçe). Tedavi, yerel dezenfekslyontulan birçok orta halli köylü, kolhozlara gir­ la birlikte antibiyotikler ve mantar İlaçları melerine de İzin verilmeden mallarından kullanılarak yapılır. yoksun bırakıldı ya da Gulag kamplarına * Ortakulak İltihabı, akut ya da süreğen sürüldü. olabilir. Akut şekil sık görülür, mikrop kö­ kenlidir ve genellikle tehlikesizdir. Şiddetli ■ K U L A K A L T M K S İ a. Anat. Dışkulak yo­ lunun alt tarafında ve altçen» kolunun ar­ bir kulak ağrısıyla ortaya çıkar, bir üst so­ kasında bulünan çift tükürük bezi, (Eşanl. lunum yolları enfeksiyonu ve yüksek ateş



kulaklıfolyabalığıgiller PAROTİS.) [Bk. ansikl. böl.] || Kulakaltıbezi



yuvası, bu bezin oturduğu derin çukur. —Patol. Kulakaltıbezi iltihabı, kulakaltıbezlerinde olan iltihap. (Eşanl. PAROrİDİT) [Bk. ansikl. böl.] —Zootekn. Dörtayaklılarda özellikle etçil­ lerde başın iki tarafında kulak ile boyun arasında yer alan çift tükürük (salya) be­ zi. —ANSİKL. Anat. ve Patol. Kulakaltıbezleri, tükürük bezlerinin en büyükleridir. Sal­ gıladıkları tükürük, yanağı geçtikten son­ ra birinci azıdişi hizasında ağza açılan St& non kanalı yolu ile ağza akar. Stenon ka­ nalında taş oluşursa, kulakaltı bölgesinde şişlik ve zaman zaman şiddetli ağrılar or­ taya çıkar. Kulakaltıbezi iltihabı mikroplu bir hastalıktan ya da zehirlenmelerden ileri gelir. Kulakaltıbezi iltihabına neden olan mikroplu hastalıkların en sık görüleni ka­ bakulaktır. Zehirlenmelere bağlı iltihaplar­ sa özellikle kurşun ve cıva zehirlenmele­ rinden ileri gelir Kulakaltıbezi urları bazen epitelyoma cinsindendir, ama çoğu za­ man değişik dokulardan oluşan iyicil ur­ lardır, gene de kansere dönüşebilirler Kulakaltıbezi yaraları bazı organlarda çeşitli lezyonlara neden olabilir: yüz siniri (yüz siniri felci), dış karotis atardamarı (ağır ka­ namalar) ve Stönon kanalı (tükürük fistülleri). K U LA K -B U R U N -B O Ğ A Z B İL İM İ a. Kulağın, burnun, sinüs boşluklarının, yutak-gırtlağın ve çevrelerindeki bölgele­ rin (yüz ve boyun) anatomisini, fizyolojisi­ ni ve hastalıklarını inceleyen tıp anabilim dalı. (Kısalt. K.b.b.) K U LA K -B U R U N -B O Ğ A Z U Z M A N I a. Kulak, burun ve boğaz hastalıkları ile uğraşan uzman hekim. K U L A K Ç I a. Uzmanlık alanı kulak, bu­ run, boğaz hastalıkları olan hekim. K U L A K Ç IK ya da K U L A C IK a. Anat. Kalbin üst kısmında, karıncıkların yukarı­ sında bulunan ve kulakçık-karıncık deli­ ğiyle (solda mitral, sağda üçlü kapakçık) karıncığa açılan iki boşluğun her biri. || Kulakçık-karıncık arası delik, kalpte kulak­ çıkları karıncıklara bağlayan deliklerin her biri. (Kulakçık-karıncık arası delikler iki ta­ nedir: sağ kalpteki delikte üçlü kapakçık [triküspif], sol kalptekinde mitral kapakçı­ ğı bulunur.) —Bot. Yaprağın iki yanında bağlanma noktasına yakın ya da sapına yapışık bu­ lunan iki küçük yapraksı uzantının her bi­ ri. || Bileşik yapraklarda yaprakçıkların di­ binde bulunan küçük uzantı (fasulye, sal­ kımağa», sofora). | Kulakçık sülükleri, ku­ lakçıkların uzamasından, değişmesinden meydana gelen sülükler. —Radyotekn. Ana kulakçık, bir antenin yayınım şiddetinin en yüksek olduğu doğ­ rultuyu içeren kulakçık. || Bir antenin yayı­ nım kulakçığı, bir antende yayınım diyag­ ramının yayınımın görece çok zayıf oldu­ ğu doğrultularla sınırlanmış bölümü. || ikin­ ciI kulakçıklar, ana kulakçık dışındaki öbür kulakçıklar. —Zool. Genelde, kulağa benzeyen organ­ lara verilen ad. ||Balıklarda, beyinciğin yan oluşumu. (Kulakçığın dörtayaklılardaki homoloğu flokkuluslardır.) ||Bazı denizkestanelerinde, aristo fenerinin geri çekici kas­ larının yapıştığı büyük peristom çıkıntısı. (Ağız çevresinde beş kulakçık sıralanır.) || Ikiçenetli yumuşakçalarda, kabuğun tepe­ sindeki çıkıntı. K U L A K Ç IK İÇ İ sıf. Anat. Kalp kulakçık­ larının içinde bulunan ya da oluşana de­ nir. K U L A K Ç IK L I sıf. Anat. Kulakçıkları olan. K U L A K Ç IN a. (kulak ve fars. -çin, toplayan'dan kulak-çin). Giy. Bazı başlıkların iki yanında bulunan ve kulakları örtmeye yarayan uzunca, dil biçimli parça. —ANSİKL. Kulakları örtmek ve soğuktan korumak amacıyla başlığa eklenen bu parça, kullanılmadığı zamanlarda yukarı



katlanarak tepede tutturulur. İçi genellik­ le post, kürk ya da sıcak tutan yünlü ku­ maşlarla astarlıdır. Kimilerinde çene altın­ dan bağlamak ya da tepeye katlandığın­ da uçları birbirine tutturmak üzere, dille­ rin ucuna birer kısa bağ geçirilir. İklim ko­ şullarının sert olduğu yörelerde bugün de kulakçınlı başlıklar kullanılmaktadır. K U LA K Ç İÇ E Ğ İ a. Akdeniz ve Okyanus kumsallarında yetişen sarı çiçekli, ıtırlı be­ yaz bitki. (Bil. a. diotis, bileşikgiller famil­ yası.) K U LA K D A VU LU a. Anat. Dışkulak yo­ lu ile içkulak arasındaki boşluk. (Eşanl. ORTAKULAK, TİMPAN.) [Dıştan kulakzarı ile kapalıdır, içinde kemikçik zinciri bulunur ve östaki borusuyla yutağa açılır.] || Kulakdavulu atamadan, üstçene iç atardama­ rının yukarı giden yan dalı. —Böcbil. Kitinden bir çerçeveye gerilmiş, ses dalgalarının etkisiyle titreşen ince kutikula zarı. || Kulakdavulu organı, ötücü bö­ ceklere özgü karmaşık işitme organı. (Bö­ ceklerde, kordotonal organların en geliş­ mişi olan kulakdavulu organları, tiz sesle­ re, insanınkilerden daha duyarlıdır; kırçekirgeleri ültrasonları algılar. Afrika çekirge­ leriyse saniyede 90 000 deviri geçen fre­ kansta sesleri işitir.) —Patol. Kulakdavulu iltihabı, ortakulak il­ tihabı. (Eşanl. TİMPANİT.) —Zool. Kimi memelilerde, koklea ile orta­ kulak organlarını kapsayan kemik boşlu­ ğu. (Kulakdavulu, araptavşanı gibi çölde yaşayan türlerle, mağaralarda yaşayan ve yarasa gibi yankıyla yolunu bulan türler­ de çok gelişmiştir.) —ANSİKL. Karş. anat. Dörtayaklı omurga­ lıların kulakdavulu, balıklarda hiyoit yarı­ ğına açılan diblastik (içderi+altderi) zarın homoloğudur. Dış ortamı, ağız boşluğu­ nun divertikülü olan ortakulaktan ayırır. Amfibyumlarda ve sürüngenlerin çoğun da şakak bölgesi derisinin hizasında bu­ lunursa da, timsahlarda, kuşlarda ve me­ melilerde, dışkulak yolunun bulunması nedeniyle daha derinlerde yer alır. K U L A K K E P Ç E S İ a. Memelilerde dışkulak; dışkulak kıkırdağı. (Eşanl. sayvan .) K U L A K K İR İ a. 1. Dış işitme borusunun derisindeki yağ bezlerinin salgıladığı yağlı madde. (Bk. ansikl. böl. Antropobiyol.) —2. Kulakkiri tıkacı, kulakkiri bezlerince salgılanan ve dışkulak yolunda toplanan kulakkiri topağı. (Bk. ansikl. böl.) —Anat. Kulakkiri bezleri, dışkulak yolun­ daki yağ bezleri. Komşu ter bezlerinin ürü­ nüyle karıştığında kulakkirini oluşturacak olan yağlı salgılar. —ANSİKL. Antropobiyol. İnsan kulakkiri, biri sarı ve yapışkan, öteki gri ve kuru ol­ mak üzere, iki tip gösterir. Genetik olarak geçen bu iki tipin sıklığı, insan topluluk­ larına göre büyük ölçüde değişir; ikinci tip Doğu Asya’da yaygındır. — K.bb. Kulakkiri tıkacı, ya kulakkirinin aşırı salgılanmasından ya da dışkulak yo­ lunun doğuştan kapalı olması yahut bir nedbe sonucu kapanması yüzünden dı­ şarıya akamamasından ileri gelir. Birden­ bire başlayan işitme azlığı, uğultular, kendi sesini duymak ve daha nadir olarak baş dönmesiyle kendini belli eder, likaç otos­ top la görülebilir. Ilık su şırınga edilip ku­ lak yıkanarak çıkarılır. K U L A K L A N M A a. Metalürj. Soğuk çekme kulaklanması, özellikle silindir bi­ çimli soğuk çekilmiş parçaların kenarın­ daki eğrilikler. (Bu hatalar, sacın mekanik özelliklerinde haddeleme ya da yeniden kristalleşme dokusundan kaynaklanan anizotropiden ileri gelir; bu anizotropinin cinsine göre genellikle, haddeleme doğ­ rultusuna göre 0 ile 90°'ye ya da 45°’ye yönlenmiş dört kulaklanma gözlemlenir.) K U L A K L I sıf. 1. Kulakkepçesi olan ya da kulakkepçesi belirtilen nitelikte, nice­ likte olan: Büyük, küçük kulaklı. İki kulak­ lı. —2 . İki yanında kulpları olan kap için kullanılır: Kulaklı sahan, tencere —3. Ku­



laklı somun, yanlarında kanat gibi çıkıntı­ ları olan bir tür somun. —Bot. Kulağı olan. || Kulaklı söğüt, Salix aurita'nm günlük dildeki adı. —İnş. Kulaklı asmolen -> ASMOLEN. —Tar. Kulaklı tezkire, Osmanlı devletinde bir klılak'la birlikte gönderilen resmi ya­ zılara verilen ad. —Teknol. Kulaklı somun -» k e l e b e k * so ­



7143



mun.



K U LA K LI D A LO IÇ K U Ş U a. Zool. Ku­ zey Avrupa ve Amerika’da ve Kuzey-batı Asya’da yaşayan dalgıçkuşu. (Kışın başı, sırtı siyah, yazın kahverengi-siyahtır. Ga­ gası düzdür. Göçmendir. Kamışlık ve saz­ lık gölleri sever. Balıklar, salyangozlar, bö­ cekler ve kabuklularla beslenir. Bil. a. Podiceps auritus; yumurtapiçigiller familya­ sı; uzunluğu 33 cm.)



1. Kulakaltıbezi; 2. Stbnon kanalı; 3. Dışkulak yolu siniri; 4. Dış jugular toplardamar; 5. iç jugular toplardamar; 6. Ufürten kas; 7. Çiğneme kası; 8. Yüz siniri dalları; 9. Yüz atardamarı; 10. ’



K U L A K L I O R M A N BAYKUŞU a. Zo­ ol, Kuzey yarıküre'nin soğuk bölgelerinde yaşayan baykuş. (Pas sarısı sırtında bo­ yuna ve enine çizgiler vardır. Omuzda be­ yaz lekeler bulunur. Beyaz ya da pas sa­ rısı renkteki peçesi siyah ya da beyaz bir çerçeveyle sınırlanır. Yerli, gezici ve göç­ men olanlarına rastlanır Fareler ve küçük memelilerle beslenir. Bil. a. Asio otus; bay­ kuşgiller familyası.) K U L A K L I SARDALYA a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin ortasularında yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Sardinella aurita; sardalyagiller familyası; boyu 30 cm'ye kadar.) —ANSİKL. Kışlamak ya da üremek için büyük göçler yapan kulaklı sardalyalarda bedenin yanları yassıcadır. Sırt yüzgeçle­ ri tektir. Beden kolay dökülen, ince pullu­ dur. Etçildir: planktondaki organizmaları, küçük balıkları yer. K U L A K L I TA R LAK U ŞU a. Zool. Eski Dünya’nın kuzey kesimindeki ağaçsız yer­ lerde yaşayan tarlakuşu. (Kulaklarında si­ yah tüyleri vardır. Sırtı kahverengi ve siyah, karnı sarı-beyazdır. Göçmendir. Çimen, bitki tohumları, salyangozlar, yengeçler, böcekler ve sineklerle beslenir. Bil. a. Eremophila alpestris; tarlakuşugiller familya­ sı; uzunluğu 17 cm.) K U LA K U FO LYA B A LIĞ I ya da K U LA K U FU LYA B A U Ğ I a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin en çok 100 m'ye inen yü­ zey sularında, kıyının uzağında yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Mobula mobular; kulaklıfolyabalığıgiller familyası; boyu sıcak denizlerde 5 m’ye ulaşabilir.) [Eşanl. ŞEYTANBALIĞI.] —ANSİKL. Açık denizlerde, sakin havalar­



da atlama, çırpınma, takla hareketleri ya­ pan bu kemiklibalığın bedeni karna ve sır­ ta doğru yassılaşır. Oldukça geniş başı kı­ sa ve düz bir burunla son bulur. Etçildir: sürü oluşturan küçük balıkları, omurgasız­ ları yer. Etleri lezzetsizdir: yalnızca genç­ leri yenir. K U LA K LIFO LYA B A LIĞ IG İLLER ya da K U L A K U FU L Y A B A U Ğ IG İL LE R a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin en çok 100 m derinlikteki yüzeysel sularında yaşayan köpekbalığı familyası. (Diski, öne doğru iki “ kafa boynuzu" biçiminde uzanır; kuy­ ruğu ya da kamçısı, az gelişmiş bir iğne­ cikle donanır. Kulaklıfulyabaiığıgiller mikrofaj [planktonlarla] beslenir, dolayısıylada saldırgan olmayan köpekbalıklarıdır Türki-



silindir biçimli bir



kulaklıfolyabalığıgiller ye sularında bulunan tek türü kulaklıfolyabalığı ya da şeytanbalığıdır. Bil. a. Mobulidae; Hypotremata takımı.)



7144



k u lık a n 1. Dış çıkıntı; 2. Çekicin sapı; 3. Göbek; 4. Işıklı üçgen; 5. Art kıvrım; 6. Schrapnell zarı; 7, On kıvnm; 8. Kulakzarı.



Kulan



K U LA M P A R A a. (fars. ğulSm ve -pa­ reden ğulSmpare). Kaba. Oğlancı.



K U LA M P A R A LIK a. Kaba. Oğlancılık. K U L A K L IK a. 1. Kulağı soğuk, rüzgâr, r| K U LA N a. Bir at ile bir eşeğin çiftleşmegürültü vb. d ı; etkilerden korumak için, siniden türediği sanılan Asya kökenli hay­ kulakkepçelerini bütünüyle örtecek biçim­ van. (Bil. a. Equus hemionus; atgiller fa­ de takılan kılıf ya da kulak yolunu kapa­ milyası; omuz başına kadar yüksekliği tacak biçimde takılan küçük tampon. — 1,30 m.) 2. İşitme özürlülerin kullandıkları pilli araç —ANSİKL. Kulanın temel özellikleri büyük (-» İŞİTME'Yİ DÜZELTME AYGITI.) kulaklar, kısa ve koyu renkli, yelesiz sırt ke­ —Bine. Atın sesten ürkmesini önlemek simindeki siyah çizgisi ve uç kısmında bir İçin kulaklarına geçirilen külah. kıl demeti bulunan kuyruğudur. Eskiden —Elektroakust. Radyo yayınlarını, telefo­ İran'dan Moğolistan ve Çin'e kadar uza­ nu, manyetik bant üzerindeki kayıtları, nan dağlık ve ovalık alanların yarı kurak vb.’yi dinlemede kullanılan ve bir başlık bölgelerinde yaşamaktaydı. Çok güçlü üzerinde seri ya da paralel bağlı iki kulak­ karakterli olması nedeniyle bir türlü evclllıktan, oluşan alıcı bütün. || Aldığı elektrik leştirllememiştir ve günümüzde hâlâ bazı İşaretlerini akustik İşaretlere dönüştüren yörelerde yaşamını sürdürmektedir. Mo­ ve kulağa dayayarak kullanılan elektroağolistan'da da kulan denilen bu hayvana, kustik aygıt; telefon ahizesinin bölümü. || Tibet'te klyang, Hindistan'da gorkur ve İç kulaklık, kulak deliği İçine yerleştirilen, İran'da ise gu r ya da onagr denir. küçük, boyutlu yüksük biçimli kulaklık. K U L A N A R S L A N , Davut Salçukl de —Esk. sil. Siperllkli miğferlerde, kulakları denir, Kutalmışoğlu Süleymanşah'ın İkin­ kesici ve delici silahlardan koruyan, iki ha­ ci oğlu (öl. 1096'dan sonr.). Babasının Su­ reketli parça. riye seferinde ölümü (1086) üzerine Bü­ —Şapkac. Bir kasketin, kulakları örterek yük selçuklu sultanı Mellkşah tarafından, soğuktan korumak İçin aşağı doğru Indiağabeyi Kılıç Arslan'la birlikte İsfahan'a rllebllen bölümü. gönderildi. Mellkşah'ın ölümünden (1092) K U L A K M IM B S İ a. Anat. 1. Kulağın alt sonra Kılıç Arslan'la birlikte Anadolu'ya ucundaki yumuşak bölüm. —2. Kalp ku­ döndü. İznik'te Anadolu selçuklu sultanı lakçıklarının her birinin üzerinde yer alan ilan edilen Kılıç Arslan'a yardımcı oldu. Piİki uzantıya verilen ad. erre L'Ermite'ln yönetimindeki ilk Haçlılar'ı kılıçtan geçiren selçuklu ve türkmen kuv­ K U L A K R IZ sıf. Kulakkepçesi olmayan. vetlerine komuta etti (1096). —İnş. Kulaksız asmolen -* ASMOLEN. K U L B A K (Moiz), yiddiş yazar (SmorK U L A K T O Z U a. 1. Kulağın arkasında­ gon, Beyaz Rusya, 1896 - 7 1940), İlk şi­ ki tümsek yer. —2. Kulaktozuna vurmak, ir kitabını Birinci Dünya savaşı sırasında kulağının tam üzerine vurmak. Vilna'da yiddiş edebiyatı dersleri verdiği dönemde yayımladı (Şirim, 1920). Berlin'e K U L A K Z A R I a. Orta kulağı dıştan sınır­ yerleşti (1920-1923), bu dönemde düzya­ layan ve dış kulak yolundan ayıran ger­ zılarında anlatımcılıktan etkilendi: Messie gin zar. (Bk. ansikl. böl.) Berı-Ephraim (fr. çev.) [1924]; Lundl (fr. —Anat. Kulakzarı çemberi, çerçevesi ya çev.) [1926]. Vilna'ya dönüşünde tiyatro da kemiği, içinde kulakzarının gerili oldu­ oyunları yazdı. Sovyet Rusya'ya yöneldi, ğu halka şeklindeki kemik. anlatımcılığın orada sapkınlık sayıldığını —Cerr. Kulakzan plastiği, çoğunlukla apogörünce, Di Zelmenianer (1931-1935) ad­ nevrozlardan alınan bir grefle kulakzarılı romanında toplumsal gerçekçi çizgiyi İz­ nın onarılması. (Eşanl. MIRENGOPLASTİ.) lemeye çalıştı. 1937’de ününün doruğun—ANSİKL. Kulakzarı hemen hemen daire dayken gizli polis tarafından tutuklandı ve biçiminde ince, saydam ve gergin bir zar­ gönderildiği çalışma kampında öldü. dır, dışkulağı orta kulaktan (kulakdavulu) ayırır. Kulakzarının dış yüzü insanda ve K U L B A K İ, Rusya’da kent, Nijni-Novgomemelilerde içbükey, kuşlarda dışbükey­ rod'un G.-B.'sında; 46 000 nüf. Metalürji. dir. K U L C A , çincesi Yining, Çin’de (ŞinciÇevresi merkezinden daha kalın olan ang) vaha, ili ırmağı kıyısında, Tien Şan kulakzarı ‘ ‘kulakzarı çemberi” denen ke­ dağlarının K.’inde; 162 000 nüf. Urummikten küçük bir halkanın içine gerilmiş­ çi’yi Alma-Ata'ya (Kazakistan) bağlayan tir; bu halka yetişkin insanda kayanın ta­ karayolu Kulca'dan geçer. banıyla kaynaşmıştır. Kulakzarında çok çeşitli lezyonlar, özel­ S KULE a. (ar külle). 1. Boyu genişliğinden likle ortakulak iltihabı yüzünden delinme­ çok fazla olan, kütlesel planlı, bağımsız ler olabilir. Kulağa vurulan şiddetli bir dar­ yapı ya da yapı bölümü. (Bk. ansikl. böl. be ya da tokat, hatta çok güçlü bir ses za­ Mim. ve istihkc.) —2. Her türlü yüksek ya­ rın delinmesine yol açabilir. pı: Eiffel kulesi, Galata kulesi. —3. Esk.



kontrol kulesi Atatürk kava limanı, İstanbul Büyük Larousse



Kimi evlerin, köşklerin üst bölümünde bu­ lunan camlı ve çıkıntılı bölüm; cihannüma. —4 . Esk. Bir dağın en yüksek noktası; te­ pe —5. Kule gibi, dar bir alan üzerine ku­ rulmuş, çok yüksek yapı için kullanılır. —Anorg. kim. Gay-Lussac kulesi, sülfürik asit fabrikalarında azot oksitlerini yeniden kazanmaya yarayan aygıt. || Glover kule­ si, sülfürik asit fabrikalarında asidi deriştirmeye ve azot oksitlerini tepkimeye sok­ maya yarayan aygıt. —Ask. Gözetleme kulesi -» GÖZETLEME. —Ask. denize. Bir denizaltının üstyapısı. (Bk. ansikl. böl.) || Kule fistanı, denizaltıların kulelerini dişten çevreleyen çelik sac­ dan zarf. || Denizaltı kulesi, suüstü seyir­ lerinde denizaltılarında köprü olarak kul­ lanılan kumanda kulesi. || Kumanda kule­ si, büyük, modern savaş gemilerinin zırhlı kumanda merkezi. || Topçu kulesi, savaş gemilerinde, köprüüstünün üzerinde yer alan ve atış kontrol aygıtları İle dayrektörünû içeren kule (Eski savaş gemilerinde bu kulede top mesafe aygıtı da bulunur­ du. Atış merkezinden alınan mesafe ve yer değerleri bütün bataryalara bu kule­ den gönderilir. Ayrıca topların salvo atış­ larına da bu kuleden komuta edilir.) || Zırh kule, zırhlıların, birçok kattan oluşan ve her katında kumanda köprüleri, gözetle­ me yerleri ve atış kumanda merkezleri bu­ lunan metal kulesi. —Astroflz. Güneş kulesi, Güneş gözlem­ lerinde kullanılan ve tepesin* büyük odak uzaklıklarının kullanımını sağlayacak ve toprak düzeyinde oluşan ısıl tedirginlikle­ ri eleyecek biçimde Güneş ışığını topla­ yan bir sölosta yerleştirilen yüksek yapı. (Kulede, bir teleskop ve yeraltında çeşitli ölçü aygıtları, özellikle de tayfçekerler bu­ lunur.) —Bayınd. Asma ya da askılı köprülerde, kabloların bağlandığı ya da dayandığı na­ rin, düşey taşıyıcı eleman. (Kuleler metal­ den ya da betonarmeden yapılabilir) |[ Be­ ton kulesi, beton SkNTRALh'nın eşanlam­ lısı. —Dy. Buz kulesi, soğutucu vagonlara buz sağlayan buz üretme tesisi. —Esk. sil. Tekerlekli kule, kale surlarına ya­ pılan saldırılarda kullanılan, tekerlekler üzerine yerleştirilmiş ahşap kule, a —Havc. Kontrol kulesi, her havaalanında yerel hava trafiğini kontrol etmekle görevli servisin bulunduğu bina. (Kontrol kulesi, kalkışta ve alana inişte kaptan pilotlara pistlerin kullanımı için gereksinim duyduk­ ları tüm bilgileri sağlar.) —inş. Yangın kulesi, yangın sırasında it­ faiyecilerin kolayca çalışabilmeleri için bir yapının tüm yüksekliği boyunca, yanmaz, sürekli bir kılıf içinde, yine yanmaz gereç­ lerle yapılan, otomatik olarak kapanan metal kapılarla donatılmış, yalıtımlı merdi­ ven. —İstihkc. ve Ask. Tek tek ya da bir surun parçası olarak inşa edilen kuleler, XVI. yy.'da metal gülle bulununcaya kadar tah­ kimatın önemli bir öğesini oluşturuyorlar­ dı. Savunma hendeklerinin korunmasını güçlendirdiği anlaşılınca kulenin önemi de arttı. Önceleri kare biçiminde olan ku­ le, hendekleri daha iyi koruyabilecek bir biçime kavuşturuldu; yuvarlak, sivri kub­ beli, sonra çıkıntı tabyalı kuleler sonunda yerlerini burçlara bıraktı. —Kırs. inş. Saman kulesi, ısıtılmış bir ha­ va akımıyla kurutmak için nemli samanın depolandığı, silindir ya da eşkenar dört­ yüzlü biçiminde metal yapı. —Kim. müh. Silindir biçiminde tablalı di-’ key damıtma ya da soğurma kolonu, ka­ taliz odası, reaktör ya da bir başka tepki­ me aygıtı. || Bölümleme kulesi, bir karışım­ daki çeşitli maddeleri ayırmaya yarayan, genellikle silindir biçimindeki aygıt. || Yıka­ ma kulesi, dikey olarak kurulmuş, yüksek­ liği çapından görünür şekilde büyük olan silindir biçiminde yıkayıcı. (Eşanl. YIKAMA KOLONU.) [Bk. ansikl. böl.] —Kuyuc. Kimi sondajlarda şövalman gö­ revi yapan, çarmıklarla berkitilmiş, iki ya da üç parçaya ayrılabilen hafif metal çat-



Kuıe



Evtmjaapho



Lolo Jahan



Mittelbeıg kilisesi'nin (Avusturya) sojjanbaçı kubbeli çan kulesi



Uzbs'te Fenestrelle kulesi (XII. yy.) eski katedralin çan kulesi



kıdan yapılmış uzun birleştirme. || Kuyu aç­ ma kulesi, yüksekliği 20-30 m’yı aşan, çu­ buk takımını ve kuyu açma aygıtlarını kal­ dırmayı ve yönlendirmeyi sağlayan metal çatkıdan yapılmış şövalman. —Mad. oa Çıkarma kulesi, kuyu ekseni boyunca çıkarma makinelerini taşıyan yapı. —Mim. Çan kulesi, bir kilisenin üstüne ya da yakınına çanları asmak ve korumak için yapılan yüksek kula (Bk. ansikl. böl.) —Petr. san. Sondaj kulesi, bir petrol kuyusunun üzerine monte edilen metal çatkıdan yapılmış kule. (Eşanl. d e r r İCK.) —Seram. Kütahya çiniciliğinde, üç yarım daireden oluşan ve daha çok tabak ve va­ zo kenarlarında görülen bezeme biçimi. —Sil. Tank kulesi, bir tankın silah donanı-



rultuda dönerek atış yapabilen zırhlı kun­ dak. (Bk. ansikl. böl.) —Sil. ve istihkc. Dışbükeyliği, isabet eden mermilerin sekmesini kolaylaştıran bir çe­ lik zırhın üst bölümü. —Soğut, san. Soğutma kulesi, havali* s a



Bk. resim sayfa 7146



mim taşıyan ve şasiye göre 360°’lik doğ-



ĞUTUCU’nun eşanlamlısı.



—Spor. Kule atlama, 10 m yüksekliğin­ de sabit tramplenden, zomnlu ve serbest (artistik) atlama olarak uygulanan suya at­ lama dalı. (Kule atlama 10 m’nin yanı sıra 5 ve 7,5 m’den de yapılabilir 10 m’lik atla­ ma mesafesinde su derinliği 450 m’dir.) —Su işler. Su kulesi, bir su dağıtım şebe­ kesinde basıncı koruyan yüksek depo. —ANSİKL. Ask. denize. Maksimum dalma basıncına dayanacak biçimde yapılan ku­ le, genellikle denizaltının içiyle üst bölüm­ de yer alan kumanda köprüsü arasında geçiş koridoru görevi yapar Ayrıca deniz­



Galata kulesi İstanbul



altı yüzeyde seyrederken kaptan köşkü, dalmış durumdayken de periskopla gö­ zetleme merkezi olarak kullanılır. —Kim. müh. Yıkama kulesi. Sıvı-gaz tema­ sını daha iyi sağlamak için sıvı, ya ince damlacıklar biçiminde püskürtülür ya da teması daha da artıran ıslak yüzeyler üzerinden (kaba örgü, kok, Raschig halka­ ları, vb) akıtılır. Ancak her durumda sıvı -gaz, birbirine ters yönde dolaşır —Mim, Bir kalenin savunma ve yandan berkitme yapıları olan kuleler, daha Arıtikçağ'da biliniyordu: Babil kulesi, Kudüs ta­ pınağı vb; birçok roma kulesi bugün de ayaktadır (Roma’da Aurelianus duvarı, Trier'de Porta Nigra vb.). Bir kentin surlarıyla bütünleşen ya da kent dışında ayrık ko­ numda bulunan Ortaçağ kaleleri, bu kule­ lerin artmasını ve çeşitlenmesini sağladı; anakule* son savunma yeri olarak önem kazandı. Italyada, kargaşa dönemlerinde kullanılan serıyörlük kuleleri, rakip aileler­ ce yapıldığından, yüksek kuleler inşa etme konusunda bir yarış sürerdi (Bologna, San Glmignano). Antikçağ’da ve Ortaçağ'da yapılan seyyar ahşap kuleler, işgalcilerin kuşattıkları kişilerle düz ayak savaşmaları­ na olanak verdi. Modern mimarlık bazı binalara çeşitli plan ve profillerde yüksek kuleler görünü­ münü vermektedir. Hıristiyan dinsel anıtlarının kuleleri, çan­ ları taşıyan çan kuleleridir; kare ya da se­ kizgen aydınlık* kulesi çaprazsahın kare­ sinin üstünde yükselir ve bu mekânı aydın­ latır. Minare* caminin ayrılmaz bir öğesidir. Uzakdoğu'nun pagoda*sı her zaman bir kule görünümünde değildir. Ziggurat* ise, insanın yüksek yapııar kurmak için harca­ dığı tüm çabaların atası ve simgesi sayıla­ bilir • Avrupa'da çan kuleleri VIII. ve IX. yy.’larda çoğalmaya başladı. Bir kilisede kaç ta­ ne çan kulesi yapılacağı ve bunların ne­ rede yer alacağı hiçbir kurala bağlı değil­ di. En basit biçimiyle çan duvarı, cephe­ ye eklenmiş, üzerine bırakılan boşluklara çanların asıldığı bir duvardı. Yuvarlak çan kulelerine pek az yerde rastlanır; roman çan kuleleri karedir ve cephenin sağına ya da soluna ya da tam eksenine dikilmiş­ tir. Özellikle Normandiya’da birçok kili­ sede iki ya da üç çan kulesi bulunur Çeşitli biçimlerde dağıtılmış pencereleriyle bu kuleler ya düz, ya beşik bir çatıyla örtülebilecekleri gibi, taş bir piramitle ya da kö­ şelerinde kulecikler bulunan, çoğunlukla sekizgen bir okla da sona erebilirler. Go­ tik dönemde varlığını sürdüren çan kule­ lerinin sayısı ve konumu, yapıdan yapıya değişir; büyük kiliselerde, batı cephesinin iki yanında birer kule yer alır (Paris’ te Notre-Dame katedrali). Hemen hemen tüm gotik çan kuleleri dantel gibi oymalı ve ince uzundur (Senlis katedrali) ve çatı­ ları roman dönemindeki örneklere ben­ zer Oklann köşeleri çengellerle bezenmiş­ tir ve pahlar üzerine pencereler açılmıştır. Alevli gotik üslubunda zengin bir be­ zeme görülür. Rönesans'la ve klasik dö­ nemle birlikte, çan kulelerinde okların ye­ rini kubbeler, çatı fenerleri ve kimi zaman soğanbaşı kubbeler almıştır. (-* campanİ-



petrol kuyuları açmada kullanılan sondaj kulesi



LE.)



—Sil. Rulmanlı kule yatağı* aracılığıyla zırhlı araçların kasası üzerine oturan kule, ana silah donanımının yanı sıra, aracın gözet­ leme nişan alma, yönetme ve haberleşme aygıtlannı taşıyan bir zırhlı kundaktır. Kule nin elle elektrikle ya da hidrolik olarak dön­ dürülmesi çeşitli doğrultularda nişan almayı sağlar. Düşey doğrultuda nişan alma, silah­ ların hareketi kuleden bağımsız olduğun­ da ya silahlarla (klasik kule) ya da kuleyle (Şalınımlı kule) sağlanır. Kule maskesi adı verilen ve kuleden bağımsız olan bir zırhlı plaka, kule ile şasinin birleşme aralığını ko­ rur Mürettebat koltuklan, kuleye bağlı olan ve kule sepeti adı verilen, metal bir yapı ka­ fesi üzerinde yer alır



Saint-PSre'deki (Fransa) Notre-Dame kilisesi’nin çan kulesi Bourgogne gotik sanatı



sim Bey ve Hüseyin Daim Paşa da Akkâ’ ya gönderildiler. (-* Kayn.) K U L E M S İ sıf. Zool. Sargıları küçük bir kuleyi andıran kavkılar için kullanılır. K U L E N T İA N O S (Kostas) -



COULEN-



TİANOS.



K U L E Ö N Ü , İsparta’nın merkez ilçesi merkez bucağına bağlı, aynı addaki ova­ nın ortasında belde; 2 434 nüf. (1990). Belediye.



K u le v e K ılıç n iş a n ı, 1459'da ihdas TTB 190 tankının kulesi 1. Namlu ağız freni; edilen ve 1917’de yeniden düzenlenen 2 .9 0 mm’lik top; Portekiz nişanı. Beş sınıf. Mavi şerit. 3. Ön zırh K U L E L ço ğ l. a. (ar. (cu//e’nin çoğl. (tu/e/). Esk. 1. Kuleler. —2. Tepeler, doruklar. kalkanı; 4. Havalandırma borusu; —3. Kutet-iseba, yedi tepe; Yedikule sem­ tinin eski adı. 5J



7.7,62 mm’lik makineli tüfek; 8. Tank komutanı kapağı; 3. VHF radyo akı-verici cihazı ve düofon; 19. Gözetleme episkobu; 11.90 mm’lik top cephanesi; 12. Radyo anteni; 13. Sis bombası ile parça etkili bomba atan düzenek; 14. Elektrikli kumanda aygıtı; 15 f yeri; 16. Tank topuna bağlı projektör; 17. Motora bağlı elektronik kofra; 18. Eşeksenli 12,7 mm’lik makineli tüfek.



Kuleli askeri lisesi İstanbul



K U LE Lİ sıf. Kulesi olan ya da kulesi be­ lirtilen nitelikte olan. —Ask. denize. Kuleli sefain, büyük çaplı ve ağır topları taret içine alınmış eski tip savaş gemisi. K u le li a s k e ri lis e s i, Kara kuvvetleri’ ne subay adayı yetiştiren İstanbul’daki as­ keri lise Kuleli askeri lisesi'ne ortaokulu bi­ tirenler arasından, açılan seçme sınavını kazananlar girer. İngilizce hazırlık sınıfın­ da başarılı olanlar lise birinci sınıfa g e çe rek üç yıllık lise öğrenimine başlarlar. 10 ekim 1846’da, “ Mektebi fünunu idadi” adı altında, İstanbul’da Maçka kışiası'nda kurulan okul, 1872'de Çengel­ köy’deki binasına yerleşti. Doksanüç harbi’nin başlaması üzerine Kuleli kışlası’nın askeri hastane olarak kullanılmasına ka­ rar verilince Pangaltı'daki Harbiye ktşlası'na taşındı. Balkan savaşı sırasında öğrencilerin bir bölümü Kandillideki Adilesultan sarayın­ da, bir bölümü de Beylerbeyi sarayı’nın yanındaki binalarda öğretimi sürdürdü. Savaşın sona ermesiyle Kuleli idadisi de yeniden asıi binasına taşındı. Birinci Dün­ ya savaşı sonunda İstanbul’u işgal eden İtilaf devletleri Kuleli kışlası’nı askeri de­ po ve transit ambarı olarak kullanmak is­ teyince, okul önce Kâğıthane'de Sünnet köprüsü çevresinde kurulan çadırlara, üç ay sonra da Maçka kışlası’na taşındı. An­ cak ingilizler buna razı olmadıklarından, okul Beylerbeyi sarayı yanındaki eski bi­ nalara geçmek zorunda kaldı. Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden eski yapıya dönen askeri idadi, bu kez sivil lise olarak öğretimi sürdürdü. 1924’te, "Kuleli askeri lisesi" adını alarak Maarif vekâletinin lise öğretim programlarını uy­ gulamaya başladı. İkinci Dünya savaşı sırasında, Konva’



ya taşındı (6 nisan 1941) ve okul binası 1 000 yataklı bir askeri hastaneye dönüş­ türüldü. Savaş sonunda 18 ağustos 1947’ de Kuleli askeri lisesi yeniden İstanbul’da­ ki eski binasına taşındı. K u le li k ış la s ı, İstanbul’da Çengelköy’ de, günümüzde askeri lisenin kullandığı binaya Osmanlı döneminde verilen ad. Mahmut II döneminde, süvari birlikleri için tek katlı ve ahşap olarak yaptırılan bina, Abdülmecit döneminde yandı. Aynı yer­ de 1843’te yaptırılan yeni kâgir bina iki ya­ nında bulunan kulelerden dolayı “ Kuleli kışlası” adıyla anılmaya başlandı. Bina­ dan Kırım savaşlna katılan İngiliz ve tran­ sız askerleri de yararlandı. Bu birliklerin boşalttığı sırada yeniden yanan kışla, iki katlı ve yan ahşap olarak günümüzdeki bi­ çimiyle tekrar yaptırıldı (1871). Ertesi yıl Mektebi fünunu idadiye verildi. (-* KU­ LELİ ASKERİ LİSESİ.)



K u le li v a k a s ı, Abdülmecit’i ortadan kaldırarak şeriata dayalı bir rejim kurma­ ya yönelik darbe girişimi (1859). Sanıkla­ rı Boğaziçi’ndeki Kuleli kışlası’nda yargı­ landıklarından "Kuleli vakası" diye adlan­ dırılmıştır. Tanzimat fermanının getirdiği yeniliklere ve uygulamalara, özellikle de hıristiyan ve öteki dinlerden olan azınlık­ lara eşit haklar tanınmasına karşı İslamcı çevrelerde duyulan tepki, Süleymaniyeli Şeyh Ahmet öncülüğünde Fedailer cemi­ yetinin kurulmasına yol açtı. Örgütün ön­ de gelen öteki üyeleri Ferik Hüseyin Da­ im Paşa, arnavut asıllı Caferdem Paşa, binbaşı Rasim, Şeyh Feyzullah, Şeyh İs­ mail, tophane kâtiplerinden Arif Bey’di. Üyeler arasında bazı şeyhler, hocalar, medrese öğrencileriyle küçük esnaf da bulunmaktaydı. Derneğe girenlerden, Şeyh Ahmet’le sözleşmeyi kabul ettiğine ve onun fedaisi olduğuna ilişkin arapça bir taahhütname alındığı duruşmalar sı­ rasında anlaşıldı. Örgütün varlığını ve eylem hazırlığı için­ de bulunduğunu haber alan mirliva Ha­ şan Paşa, durumu hemen hükümete ak­ tardı. Haşan Paşa, örgütle işbirliği yapar­ mış gibi görünüp Tophane'deki Kılıçalipaşa camisi'nde düzenlenen bir toplantının basılmasını ve elebaşıların yakalanması­ nı sağladı. Yakalananlar Kuleli kışlası'na götürülürken Caferdem Paşa kendini de­ nize atarak boğuldu. Kısa süren yargıla­ ma sırasında sanıklar amaçlarının padişa­ hı ortadan kaldırmak ve şeriat ilkelerine dayalı bir hükümet kurmak olduğunu iti­ raf ettiler. Mahkeme, elebaşılardan dördü­ nü idam cezasına çarptırdıysa da Sultan Abdülmecit, Arif Bey’le binbaşı Rasim Bey’in cezalarını ömür boyu hapse çevir­ di. Bu sırada Âli Paşa'nın yerine sadrazam olan Kıbrıslı Mehmet Paşa'nın araya gir­ mesiyle Şeyh Ahmet ve Hüseyin Daim Paşa'nın cezaları da kalebentliğe çevrildi. Şeyh Ahmet ve Arif Bey Magosa’ya, Ra­



■ K U L E Ş O V (Lev Vladimiroviç), rus pro­ fesör, kuramcı ve sinemacı (Tambov 1899 - Moskova 1970). 1914'te Moskova Güzel sanatlar okulu'nda resim öğrenimi­ ne başladı. Öğrenimi sürerken 1916'da yapımcı A. A. Hanjonkov tarafından de­ koratör olarak işe alındı. Bu dönemde si­ nema sanatı üstüne kuramsal makaleler yazmaya başladı, ilk filmini 1918'de ger­ çekleştirdi: Proekt inzenera Prajta. Ardın­ dan V. Polonskiy ile birlikte Pesnljubi nedopetaja adlı filmi çevirdi. Ekim devrimi sırasında Doğu cephesindeki güncel ge­ lişmeleri filme almakla görevlendirildi. 1920’de Moskova'ya dönerek Deneysel laboratuvar'ı kurdu, sonra Batı cephesi' ne gitti. 1921'de Sinema enstitüsü'nde profesör oldu, aynı zamanda bazı filmler de çevirdi: Ncobıyçajnıye priMjuçenija Mistera Vesta v strane Bolşevikov (1924), Luç smerti (1925), Dura Leks (1926), Zurnalistka (1927) ve Veselaja kanarejka (1929). 1929’da Sinema sanatı'nı, 1941'de Film yapımının temelleri'n'ı yayımladı. Da­ ha sonraki yapıtları arasında Gorizont (1933), Veiikij uteşitel (1933), Klejatva Timura (1942), Mıy s Urala (1944) sayılabi­ lir. K U LİK O R O , M ailde (Bamako bölgesi) kent, Dakar-Nijer demiryolunun son istas­ yonu ve Orta Nijer’deki ulaşımın başlan­ gıç yeri; 16 000 nüf. Küçük ticaret limanı. Yemeklik sıvı yağ. K U L İK O V (Viktor Georgiyeviç), rus mareşal (Verhniyaya Liyovbovşa, Orel eyaleti. 1921). ikinci Dünya savaşı sıra­ sında zırhlı birliklerde parlak başarılar gösterdi. Savaş sonunda olağandışı bir biçimde yarbaylığa yükseltildi. Uzakdo­ ğu’ya atandıktan, Murmansk garnizonu ve 1967'de Kiev askeri bölgesi komutanı olduktan sonra, 1969’da Almanya’daki rus kuvvetlerinin başına getirildi, 1970’te orgeneralliğe yükseltildi 1971'de 50 ya­ şındayken, mareşal Zaharov'un yerine SSCB silahlı kuvvetleri genelkurmay baş­ kanı ve Savunma bakanı birinci yardım­ cısı oldu. 1968'de milletvekilliğine, 1971’ de Komünist parti merkez komitesine seçildi. 1977’de mareşalliğe yükseltildi ve 1977 yılından 1989'a kadar Varşova paktı başkomutanlığı yaptı. K ullkovo sa vaşı, 8 eylül 1380’de Kulikovo ovasında, Don ve Nepriyadva'nın birleştikleri yerin güneyinde Moskova veliki knezi Dimitriy Donskoy’un askerlerinin Tatarlar’a karşı kazandığı savaş. Tver ve Novgorod dışında kalan rus prenslikleri­ nin kuvvetleri Litvanya Jogaila grandükü (geleceğin VVfadysfavv ll’si) ve Riyazan prensiyle ittifak kuran Altınordu şefi Mamay'ın ordusuna meydan okudu. Bu za­ fer Moskova’nın yükselişinde ve Altınordu devletinin gerilemesinde belirleyici bir rol oynadı. K U LİS a. (fr coulisse). 1. Sahnenin iki ke­ narında ve arkasında, dekorla duvar ara­ sında kalan bölym. (İtalyan tarzı klasik de­ korlarda yan dekor panolarının arasına kulis panosu adı verilirdi. Buradan yola çı­ kılarak sahnenin iki yanına kulis denildi.) —2. Parlamento binasında toplantı salo­ nunun dışında özel görüşme ve tartışma­ ların yapıldığı koridor, kantin vb. yerlere verilen ad. —3. Tkz. Bir topluluk içinde yapılan bir etkinlikte, topluluğu, belli grup­ ların düşünceleri doğrultusunda yönlen­ dirmeyi amaçlayan ve genellikle kamu­ oyunun bilmediği, ön çalışmaların tümü:



Kulis hazırlıkları. Onlar kuliste çalışıyorlar, meşgul etmeyin. (Kulis faaliyeti de denir.) —4. Kulis yapmak, bağlı olduğu grubun görüşü doğrultusunda karar alınmasını sağlamaya çalışmak; bir işin kendi isteği doğrultusunda gerçekleşmesi için çaba göstermek; propaganda yapmak. K U LİS a. (öncekiyle eşkökenli) Mak. san. Stephenson’un buharlı lokomotifler ve de­ niz makineleri için tasarladığı, genişlemeyi ve ilerleme yönünü değiştirmeye yarayan organ. K U L İS İY E a. (fr. coulissieı). Bors. “ Pa­ ris borsasına bağlı menkul değerler bankeri” adı altında, resmi kaydı bulun­ mayan, menkul değerler alım ve satımıy­ la uğraşan borsa aracısı. (Paris borsasında kulisiye sonradan ' ‘courtier"ye dönüş­ müş, 1962 tarihinde tümüyle kaldırılmış­ tır. Aynı aracı türü, Türkiye’de bundan ön­ ceki "Menkul kıymetler ve kambiyo borsası"nda da vardı. 1447 sayılı yasada bu tür aracılarla ilgili olarak “ kulisiyeler, bor­ sa kulisleri içinde bulunup yalnız kendi he­ saplarına iş yapmak için acentalara emir [ordino] verebilirler" hükmü yer almaktay­ dı.) K U L İS T E P E . Arkeol. Amasya kentinin K.-D.'sunda roma nekropolisi (İ.S. Il.-lll. yy.'lar). Amasya müzesi'nden Hikmet Takaz’ın yaptığı kazılarda (1974), yirmi sekiz mezar ortaya çıkanldı. Kimileri kesme taş­ tan ya da tuğladan örülmüş, kimileri de kireç harçlı ve sıvalı mezarlarda çeşitli sik­ keler ele geçti. K U L İŞ (Panteleymon Aleksandroviç ya da Panko), ukraynalı yazar (Voronej 1819 -Motronovka, Çernigov ili, 1897). Şevçenko ile birlikte XIX. yy. Ukrayna edebiyat akımına öncülük etti. Yazım alanında sesbilgisi ilkelerine dayanarak "kulişivka" adı verilen bir reform yaptı. Tarihsel yapıtlar, şiirler ve romanlar yazdı. K U L K U L sıf. (ar. kullful). Esk. Şen, ne­ şeli. ♦ a. Bir sıvının çalkalanması ya da dö­ külmesinden çıkan ses. "Kulkul-i mina ne söyler dinle gûş-ı sâgare" (Nedim, XVIII.



yy)K U L L A N D IR M A K -» KULLANMAK. K U L L A N IL A B İL İR sıf. Dilbil. Kullanıla­ bilirlik ölçütüne göre seçilen sözcükler için kullanılır. —Muhs. Kullanılabilecek değerler İçin kul­ lanılır. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Muhs. işletme değerleri (stok­ lar), nakde çevrilebilir değerler (alacaklar) ve kullanılabilir değerler (bankalarda, pos­ ta çeki hesaplarında ve kasada bulunan değerler) arasında bir ayrım yapılır. Bu üç değerin temel özelliği, likidite dereceleri­ nin giderek artmasıdır. Bu değerlerin kar­ şısında sabitleştirilmiş değerler bulunur, bunlar, işletmenin sürekli aktifini oluşturur­ lar (binalar, demirbaş, alet ve makineler, vb.). Kullanılabilir olma kavramı yalnız mu­ hasebeyle ilgili bir kavram olarak kalmaz, bir işletmenin bütün bölümlerinin yöneti­ minde etkin bir rol oynar; çeşitli türden yü­ kümlülükler ve bu yükümlülüklerin vade­ leri karşısında, trezorerl bakımından he­ men kullanılabilir durumdaki ya da belli bir süre sonunda kullanılabilecek olan maddi varlıkların (stokların yönetimi) ya da eleman ve makinelerin (üretimin yönetil­ mesinde emek yükünün değerlendirilme­ si) bilinmesinde yarar vardır. K U LL A N IL A B İLİR L İK a. Dilbil. Konu­ şucunun bildiği, ama sıklıkla kullanmadı­ ğı sözcük dağarcığının niteliği. (Bk. ansikl. böl.) —İş örgüt. Bir sistemin kullanılabiliri®!, sis­ temin belirlenmiş ömrü içinde, öngörüldü­ ğü biçimde İşlediği süre (Duraklamaların sıklığı, bir sistemin kullanılabilirliğini etki­ ler; sistemin kullanılabilirliği güvenilirliği­ ne bağlıdır.) —ANSİKL. Dilbil. Konuşma konusuna İliş­



kin sözcüklerin, özellikle de somut adla­ rın hemen hemen tümünün temel sözlü­ ğü hazırlamaya yönelik dökümlerde orta­ ya çıkma şansı çok azdır: "sıklık" göster­ mezler ama sıradan bir konuşucunun ya­ rarlandığı sözcük dağarcığında yer alırlar. Bir sözcüğün kullanılabilirlik derecesini ölçmek için, anlam alanlarına (ilgi odak­ ları, çağrışımlar) yönelik bir dizi test uygu­ lanır. K U L L A N IL M A K - KULLANMAK. K U LL A N IL M A M A a. Biyol. Bir organın kullanımdan kalkması. —ANSİKL. Biyol. Çok çalışan organın aşırı büyüdüğünü ve az çalışan ya da hiç ça­ lışmayan organın köreldiğini ilk farkeden Lamarck olmuştur. "Yararsız" ya da kalıntı denen organlar, kullanılmama yüzünden yavaş yavaş körelmiş, sonunda kalıntı ha­ lini almıştır: körbağırsaktaki apandis gibi. Böyle organlara genellikle "kalıntı organlar" denir. K U L L A N IL M IŞ sıf. Daha önce belli bir süre, başkasınca az ya da çok yararlanıl­ mış olan, yeni olmayan; müstamel: Kulla­ nılmış ev eşyaları satın almak. Kullanılmış bir araba almak. K U L L A N IM a. 1. Bir şeyi, bir yöntemi, bir tekniği kullanmak olgusu: 1980'den bu yana mikrobilişim kullanımı çok yaygınlaş­ tı. —2. Bir şeyin kullanılma amacı, o şe­ yin görebileceği iş: Çeşitli kullanımları olan bir bıçak. —3. Bir şeyi kullanma, on­ dan yararlanma biçimi: Kullanımı rahat bir elbise. —4. Kullanımda (olan), halen kul­ lanılmakta olan. || Kullanımdan kalkmak, düşmek, artık kullanılmamak; Kullanım­ dan kalkmış paralar. Kullanımdan düşmüş bir deyim. —Dilbil. Bir dil biçimini kullanma. || Üreti­ ci dilbilgisinde konuşucuların somut bil­ dirileri üretirken ve algılarken dilsel edin­ ci kullanmaları. (Bk. ansikl. böl.) || Belli bir dönemde ve belli bir toplum kesitinde çok sayıda konuşucunun kullandığı dili belir­ leyen dilbilgisi, ses düzeni ve sözlüğe iliş­ kin kurallar ve yasaklar bütünü. || Kullanım sözlüğü, yönelik olduğu dilsel topluluğun tüm gruplarınca ortaklaşa kullanılan söz­ cükleri kapsayan tekdilli sözlük. || Yerinde kullanım, sosyokültürel bir model oluştu­ ran dilsel kısıtlamalar bütünü. (Bu mode­ lin örnekleri egemen sınıfın dilinden [Vaugelas] ya da kimi büyük yazarların ya­ pıtlarından [Grâvisse] aktarılabilir.) —Dy. Taşıt kullanım katsayısı, bir trende yolcuların oturmuş olduğu ortalama yer sayısı İle kullanılabilen yer sayısı arasın­ daki oran. —Elektrotekn. Kullanım çarpanı, belirli bir gücün kullanım süresinin, göz önüne alı­ nan zaman aralığının toplam sûresine ora­ nı, || Kullanım katsayısı, bir donanımın belli sürede ürettiği enerjinin, aynı sürede tam güçte çalışırken üreteceği enerjiye oranı. (Belli bir zaman dönemi için kullanım kat­ sayısı ya da yük çarpanı çoğunlukla tam güçte eşdeğer çalışma saati [ya da gü­ nü] ya da kısaca TGES [ya da TGEG] ola­ rak tanımlanır. Bu bakımdan tahmin araş­ tırmalarında, bir nükleer santralın, yol ver­ me döneminden sonra yıllık yük çarpanı­ nın yaklaşık 6 200 TGES’I [ya da 258 TGEG] bulacağı öngörülür. || Maksimum güç kullanım çarpanı, YÜK” ÇARPANI'nın eşanlamlısı. —ikt. Kullanım değeri, bir bireyin elinde bulunan bir mala, onu tüketmek ya da başka bir malın üretiminde kullanmak gl- bl değişik yararlarını gözönünde bulundu­ rarak verdiği önem, (Buna göre tüketici­ nin gözünde, değişim değerinin tersine olarak, kullanım değerinin sübjektif yanı ağır basmaktadır.) —İş örgüt. Kullanım çizelgesi, İş hazırlığı servlsinee düzenlenen ve yapılacak işlem­ lerin ayrıntılarını, her İşlem İçin gerekil ele­ man, makine, plan ve takımları, gerekti­ ğinde o işlem İçin ayrılan süreyle birlikte gösteren belge, —ANSİKL, Ollbll, Üretici dilbilgisi, "somut



Gosfilmofond-J.-L. Passek kol.



durumlarda konuşucuların ürettiği ve yorumladığı çeşitli söz edimleri kullanım alanına ilişkindir" varsayımına dayanır: bu söz edimleri, dil dizgesine ilişkin örtük bil­ ginin, yani edincin gerçekleşmesidir. Ki­ şisel, toplumsal, durumsal düzlemlerden çeşitli ölçüler içeren kullanım, bu açıdan daha çok ruhdilbilimle toplumdilbilimin konusudur. Bu kavram kimi yanlarıyla bil­ dirişime katılanlar arasındaki etkileşimin ve bunların bildirişim durumuyla ilişkileri­ nin aynı zamanda salt dilsel elverişlilikler bütününden tümüyle ayrılamayan kural­ lar dizgesine de bağlı olduğunu düşünen bazı dilbilimciler tarafından tartışma konu­ su yapılmıştır. Bu alanın incelenmesi dil­ sel kullanım biliminin konusudur. K U L L A N IŞ a. Kullanmak eylemi ya da kullanma biçimi: Onun otomobil kullanı­ şından korkuyorum. K U LL A N IŞ L I sıf. Kendi kullanım ama­ cına kusursuz biçimde uyan, mümkün olan en fazla yararı sağlayan şey için kul­ lanılır; uygun, elverişli, pratik: Bir seyahat çantası bir bavuldan daha kullanışlıdır. Kullanışlı bir alet. Bu otomobil şehirde do­ laşmak için oldukça kullanışlı. Kullanışlı bir mutfak. K U L L A N IŞ S IZ sıf. Kullanımı kolay, pra­ tik olmayan bir yer, bir şey için kullanılır: İyi düzenlenmemiş, kullanışsız bir daire. Kullanışsız bir çanta. K U LL A N M A a. 1. Kullanmak eylemi. —2. Son kullanma tarihi, bir ilacın ya da kimi besin maddelerinin kullanılabileceği sürenin son sınırı. (Gereken ilaçların, be­ sin maddelerinin ambalajı üzerine kayde­ dilir.) —Cez. huk. Sahte evrak kullanma. (Bk, ansikl. böl.) — Denize. Yağ kullanma, YAĞ* DÖKME'nin eşanlamlısı. —Med. huk. Kullanma hakkı -> İNTİFA. —ANSİKL. Cez. huk. Türk ceza kanunu sahte evrak kullanma suçunu "kamunun güvenliği aleyhine suçlar" başlığı altında düzenlemiştir. Yasanın 346. maddesine göre, bir kişi sahtekârlık suçunda ortaklı­ ğı olmaksızın, sahte bir evrakı bilerek kul­ lanır ya da onunla bir yarar sağlarsa bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla ce­ zalandırılır. Kullanılan sahte evrak resmi evrak niteliğindeyse, verilecek ceza iki yıl­ dan sekiz yıla kadar hapistir. Yasaya gö­ re, sahte evrakı bilerek kullanan kişilerle evrakta sahtekârlık yapan kişilere verile­ cek ceza miktarı aynıdır. K U L L A N M A K g. f. 1. Bir şeyi (tümleç +) kullanmak, ondan yararlanmak, ona başvurmak: Yemeklerinde yalnızca tere­ yağı kullanıyor. Gribe karşı bir İlaç kullan­ mak. En modem tarım araçlarını kullanan bir İşletme. Onu buraya getirmek için güç kullanmak gerekecek. Kazanmak İçin us­ taca yöntemler kullanmak. Aklını, zekâsı­ nı kullanmak. Çeviri yaparken sözlük kul­ lanmak. Kullanmadığı eşyaları satmak, —2. Bir şeyi (bir şeyde bir şey yapmak İçin) kullanmak, onu bir İş İçin harcamak,



Lev Kuleşov’un Velikij uteşitel (1933) adlı filminden bir sahne



kullanmak 7148



S. VVeiss-ftıpho



Kul-Oba kurganında bulunan bir kardeşlik sahnesini canlandıran altın giysi süsü İskit sanatı, \.6. IV. yy.



Ermitaj müzesi, Sen-Petersburg



kuloğlu baş çuhadarı Atatürk kitaplığı, İstanbul



tüketmek, vermek: Bunu ona anlatmak İçin bütün gücümü kullandım. Bu parayı hangi İşte kullanacaksırf? Zamanınızı, ser­ vetinizi çok kötü kullandınız. Fazla elektrik kullanmadığımız halde faturalar çok yük­ lü geliyor. —3. Bir kimseyi, bir hayvanı bir şeyde, bir şey yapmakta kullanmak, bir kimseyi kendi hesabına çalıştırmak, bir kimseyi, bir hayvanı şu ya da bu görevi yerine getirmesi için çatıştırmak: Ev işle­ rinde hizmetçi kullanmak. Onu ayak işle­ rinde kullanıyor. Bu hayvanı yük taşımak­ ta kullanıyorlar. —4. Bir şeyi, bir şey ola­ rak kullanmak, ondan şu ya da bu işlev­ de yararlanmak: Bir sıfatı ad olarak kul1anmak. —5. Bir kimseyi bir şey olarak kullanmak, onu şu ya da bu görevde ça­ lıştırmak: Onu ispiyon olarak kullanıyorlar­ dı. Bir kimseyi araç olarak kullanmak. —6 . Bir şey kullanmak genelleme yapar­ ken, ondan yararlanmak; yaşamında ona yer vermek, giymek, takmak, sürmek, bu­ lundurmak, vb. (genellikle olumsuz cüm­ lelerde): Boş yere alma, o parfüm kullan­ maz. O bölgede karyola kullanmazlar, ge­ nellikle yerde yatarlar. —7. Bir aracı kul­ lanm ak onu işletmesini, çalıştırmasını, idare etmesini vb. bilmek: Dikiş m akine sini kullanabiliyor musun? Otomobil, bisik­ let, uçak, vb. kullanmak. —8 . Bir kim se yi, onun bir şeyini kullanmak, o kimseden, o şeyden kendisine yarar, çıkar sağlamak, onu sömürmek, istismar etmek: Kırılmak­ ta çok haklı, onu çok kötü kullandılar. Onu bu işte amaçlarına ulaşmak için kullandı­ lar. Onun oianakiannt, yeteneklerini kulla­ nıp sonra bir köşeye itmeleri büyük hak­ sızlık. —9. Sigara, içki, uyuşturucu, vb. kullanmak, ona alışmış olmak: Teşekkür edehm, sigara kullanmıyomm. Eroin, es­ rar vb. kullanmak. — 10. Bir sözü, bir söz­ cüğü kullanmak, onu söylemiş, yazmış, ondan şu ya da bu işlev için yararlanmış olmak: Dinleyiciler tanıktır, ben böyle bir ifade kullanmadım. Yazınızda kimi sözcük­ leri yanlış kullanmışsınız. Dili, iyi, kötü kul­ lanmak. — 11. Kaba. Bir kimseyi kullan­ mak, ondan cinsel isteklerini gidermekte yararlanmak, onunla isteği dışında cinsel ilişkide bulunmak: Kızı yıllarca kullandık­ tan sonra sokağa attı. —Denize. Denizi kullanmak, fırtınalı hava­ larda, geminin fazla hırpalanmaması için denizin durumuna göre en uygun rotada seyretmek. ♦ kullandırmak ettirg. f. 1. Bir şeyi (bir kimseye) kullandırmak, ondan yararlanıl­ masını, onu kullanılmasını sağlamak: Ye meklerde hayvansal yağ kullandırmaz. Bana arabasını kullandırmadı. —2. Ken­ dini kullandırmak, kendinden bir yarar, çı­ kar sağlanmasına, kendinin sömürülme­ sine izin vermek. ♦ kullanılmak edilg. f. 1. Bir şeyden şu ya da bu biçimde yararlanılmak, ona baş­ vurulmak: Bu çorbada tereyağı kullanıl­ mış. Kullanılmayan yetenekler körelir. Bu paranın ticari bir işte kullanılmasına kar­ şıyım. Yazıda çok sayıda osmanhea söz­ cük kullanılmış. —2. Bir iş için harcan­ mak, tüketilmek: Sınavda zamanın dikkatli kullanılması gerekir. Kullanılan elektrikle orantısız faturalar. —3. Şu ya da bu gö­ revi yerine getirmek için çalıştırılmak, özel­ likle de bir kimseden söz ederken, ken­ disinden çıkar sağlanmak, istismar edil­ mek: Bu yörede taşımacılıkta katırlar kul­ lanılır. Kullanıldığının farkında mısın? —4. Bir aracın çalıştırılması, işletilmesi, vb. bilinmek: İyi kullanılmadığı için g ü ze Hm alet harap olmuş. K U LLAP a. (ar. kuiisb). Esk. 1. iplik üze­ rine sırma sarmaya yarayan eğirme çarkı. —2. Menteşe —3. Çengel, kanca, çengel biçiminde olan şey: "Çekmeğe halkı benefşe zülfinün kullâbı var" (Fuzuli, XVI. yy.). —Esk. tıp Ameliyatta kesilen kısmı tutma­ ya yarayan kanca. K U L L A R , Kocaeli'nin merkez ilçesi (İz­ mit) merkez bucağına bağlı belde; 8 820 nüf. (1990). Belediye.



K U L U a. (ar. külle). Esk 1. Zirve, tepe: "B ir kuş gördüm makamı bir ku lle i TOs" (Y. K. Beyatlı). —2. Kule: "Ya gülşen bir zümürrüd kaladur kim goncalar anda / Akikin kullelerdür bülbül anun pâsbânıdır" (Vasfi, XVI. yy.). —3. Taç. —4. Geniş, büyük küp. —Ask. denize. Savaş gemilerinin güver­ telerine yerleştirilen büyük çaplı ağır top. K U L U N B I R O (Börje), isveçli jeofizik­ çi (Uppâkra 1906). Hidrodinamik üzeri­ ne araştırmalar yaptı ve ilk kez Albatross' un gezisi (1947-48) sırasında kullanılan bir karot alıcı geliştirdi.



te, İ.Ö. V. yy.'da kurulan Bosporos krallığı'nın en önemli kenti Pantikapaion'da (bugün Kerç) yaşamış bir İskit soylusu­ nun mezarı bulunur. Yunan yapımı zen­ gin mezar eşyaları, buğday gereksinimi­ ni bu yöreden karşılayan Yunanistan'la ti­ caret ilişkilerinin çok yoğun olduğunu ka­ nıtlar: altın vazolar, gerdanlık, phiale, pandantif vb. ile birlikte kırmızı figürlü va­ zolar. Ayrıca tipik İskit kuyumculuk eşya­ ları da ortaya çıkarılmıştır. K U L O â L A N I a. OsmanlIlar döneminde İstanbul'da ihtisap akçesini toplamakla görevli kişi. (Sayıları 36 kişiydi. Topladık­ ları parayı her gün sandık eminine teslim ederlerdi. Eksik toplanan para için birbir­ lerine müteselsilen kefildiler.)



K U LL U K a. 1. Bir efendinin kulu olma; kölelik. —2. Tanrı'ya karşı sorumlulukla­ rın yerine getirilmesi; ibadet. —3. (Bir kim­ seye) kulluk etm ek (ona) kul olmak; bir B K U L O âL U a. Kur. tar. Yeniçerilerin erkek çocuklarına verilen ad. kimsenin güdümünde olmak: Ben kimse —ANSİKL, Evlenen yeniçerilerin ölümü ye kulluk etmem. || Kulluk kölelik, birinin durumunda çocuklarına yetişinceye ka­ buyruklarına uyarak yaşamını sürdürme. dar, üç ayda bir, iki buçuk kile un ya da —Ikt. tar. Kulluk hakkı, Osmanlı dönemin­ bedeli ve on beş akçe maaş verilirdi. Kulde, tımarlılarla sipahilere aynlmış olan yer­ oğulları maaşlarını, babalarının bulundu­ lerde oturanlardan, ektikleri toprağın dö­ nümü üzerinden belli bir oranda alınan ğu bölük ya da orta efradından yeniçeri­ lerle birlikte alırlardı. Kuloğulları yetişkin vergi. (Verginin oranı en iyi yerin iki, orta yaşa geldiklerinde Acemi oçağı’na kayde­ yerin üç, kötü yerin beş dönümünden beş dilerek Yeniçeri ocağı'na girerlerdi. akçeydi. Umarların kaldırılmasıyla bu vergi de kaldırıldı.) K U L O â L U M U S TA FA, türk halk şairi —Kur. tar. Osmanlı devletinde kentlerin (XVII. yy.). Yeniçeri ocağı'ndan yetişen as­ güvenliğini sağlamakla görevli karakolla­ ker şairlerdendir. Genç Osman'ın öldürül­ ra verilen ad. (Bk. ansikl. böl.), mesinden sonraki olaylara karıştı; Murat —ANSİKL. Kur. tar. Kulluklar, ('İstanbul IV'ün ölümü üzerine söylediği ağıt yüzün­ kullukları" ve "taşra kullukları" o|mak üze­ den yeni padişah Deli İbrahim tarafından re iki bölümdü. Kulluklardaki görevi yeni­ sürüldüğü Cezayir’de 10 yıl kadar kaldı. çeriler yerine getirirdi. Yeniçeriler, ulufele­ Katıldığı bir savaşta esir düştü ve kurtul­ rinin dışında bu göfevden önemli bir ge­ du. Mehmet IV'ün tahta geçmesinden lir elde ederlerdi. İstanbul çeşitli kulluk sonra İstanbul’a döndü. Halk şiirinin güçlü bölgelerine ayrılmıştı; bu bölgeler belirli bir temsilcisi olarak tanındı. bir para karşılığında yeniçerilere verilir, ye­ K U L O â L U M U STAFA E F K N D İ, türk niçeriler de gördükleri kulluk hizmeti kar­ şair, mutasavvıf (XVII. yy.). Halvetiye tari­ şılığında bölge halkından ücret alırlardı. katının uşşakiye kolundandır. Başlıca ya­ Kullukların verilmesi işine kul kethüdası pıtları: Divan, Mevlid-i nebi. İki yapıtın d£^, bakardı. XVII. yy. başlarında kul kethüda­ elyazmaları Beyazıt halk kitaplığı'ndadıc i sı, bir kulluk için kullukçubaşından 85 ak­ çe alır, bunun 70 akçesini kendine alıkoK U LO N a. (fr. coulomb). COULOMB'un yar, kalanı yardımcılarınca paylaşılırdı, İs­ eşanlamlısı. tanbul'daki kulluklar üç, taşradakilerse do­ K U LO N M B TR E a. (fr. coulombmötre). kuz aylığına verilirdi. Yeniçerilerin seferde COULOMBMETRE'nin eşanlamlısı. bulunduğu zamanlarda kulluk görevi ace­ mi oğlanlarınca yerine getirilirdi. İstanbul' K U LP a. (yun. kolbos). 1. Bir kabın, bir daki kullukçulara her sabah orta kazanıy­ testinin, bir bardağın vb. kaldırılırken tu­ la çorba dağıtılırdı. Ortasından bir sınk ge­ tulan halka ya da yay biçiminde bükülmüş çirilen kazan, iki karakullukçu tarafından parçası: Kazanın kulpu. Fincanın kulpu. taşınır, baş karakullukçu da kepçeyle çor­ (Bk. ansikl. böl. Seram.) —2. Uydurma bayı dağıtırdı. Yeniçeri ocağı'nın kaldırıl­ sebep, bahane. —3. (Bir kimseye) kulp masıyla (1826), kulluk görevi yeniçeriler­ takmak onu eksik kusurlu göstermek için den alındı; Tanzimat’tan sonra kentlerin bir bahane bulmak. || Kulpunu bulmak, bir güvenliği karakoliarca sağlanmaya başla­ işin yapılabilmesinde yasallığı tartışılabile­ dı. cek bir yol bulmak. —Bot. Ağızlaşma kulpu, bazı bazitli man­ K U LL U K Ç U a. Kur. tar. İstanbul’da tarların ikincil miselyumunu oluşturan lif­ kulluk* görevi yapan yeniçerilere verilen lerin taşıdığı yanal çıkıntı. (Bir dikaryonun ad. (Aynı görevi taşradan yapanlara kavuşarak bölünmesi sırasında, bir bölme "yasakçı" denirdi.) iki hücreyi birbirinden ayırmadan önce, K U L M a. cuLM'un başka bir biçimi. oğul çekirdeklerden biri lifin eksenini iz­ K U L U , Rigi (İsviçre) kütlesinin en yük­ ler, ötekiyse ağızlaşma kulpunu kullanır; sek doruğu. böylece dikaryotizm ikincil miselyumun bütün hücrelerine yayılır. Çok daha sınırlı K U L M B A C H , Almanya'nın Bavyera olan benzer bir olgu, asklı mantarlardaki eyaletinde kent, Frankenvvald dağının ana aşkların kaynağını oluşturur.) eteğinde; 28 600 nüf. Etkin sanayi mer­ —Ev. eşy. Taşınmasını kolaylaştırmak için kezi: bira fabrikaları; tekstil, kırtasiye. — bir sandığın, bir kasanın vb. her iki ucu­ Kentin yukarısında, büyük bölümü XVI. na takılan tutamak. || Bir kapıyı, bir çek­ yy.'da yapılmış Plassenburg kalesi. meceyi vb. açmaya yarayan ahşap, demiı; K U LM B A C H (Hans SUESS, Hans von bronz, cam vb. parça. (Sade ya da beze­ —denir), alman ressam ve gravürcü meli olabilir. (Kulmbach 1480’e doğr. • Nûrnberg —Seram. Kulp çekmek, fincan, maşrapa, 1522). Nürnberg’de tanıdığı sanılan Jacotesti vb. kapların tutacaklarını hazırlama. po de’ Barbari'nin etkisinde kaldı. Dürer' (Seramik hamuru, avuç içinde su yardı­ in atölyesine girdi ve onun dostu olarak mıyla yassılaştırılarak uzatılır. Belirli ölçü­ kaldı. 1514'ten 1516’ya değin Krakövv'da lerde kesilip kıvrılır.) çalıştığı sanılır Yapıtları arasında, Münec­ —ANSİKL. Seram. Kulp, genellikle ayrı ya­ cimler tapınması (1511, Berlin-Dahlem), pılır ve pişimden önce çömlekçi çamuruy­ başyapıtı Tucher sunakarkalığı (1513, St. la ana parçaya yapıştırılır. Hamurdan, ge­ Sebald kilisesi, Nûrnberg), portreler nellikle yuvarlak, kare ya da oval biçimin­ (Markgraf Brandenburglu Kazimierz, de hazırlanan bir şerittir; kabın yan tarafı­ 1511, Münih) ve Krakövv’da bulunan çe­ na ve gövdesine tutturulur. Esnek oluşu şitli panolar anılabilir. nedeniyle, birçok süslemede kullanılabiK U L -Ö B A , Ukrayna'da, Kırım'da, Kerç’ lir: bezeme kıvnmları, burmalar, sürüngen in G.'inde önemli bir kurgan. Bu tümülüshayvanlar, kadın büstleri vb.



Kulp, Rokay döneminde, çoğu kez çi­ çekli dallar biçiminde hazırlanıyordu, Ba­ zı vazoların üstünde yalnızda süs olarak kulplara hâlâ rastlanmaktadır. K U L P , Diyarbakır'ın Doğu Anadolu böl­ gesi sınırları içinde kalan kesiminde ilçe; 50 482 nüf. (1990); 1 601 km2; merkez bucağı dışında 3 bucak, 47 köy. Merke­ zi, Lice üzerinden karayolu ile Diyarba­ kır'ın 122 km K.-D.'sunda Kulp, 7 492 nüf. (1990). Tahıl, az miktarda tütün üre­ timi. Hayvancılık. K U L P L A M A a. Seramik yapımında, ha­ zırlanmış kulpları biçimlendirilmiş hamur tümüyle kurumadan yapıştırma işlemi. K U L P L A M A K g. f. Biçimlendirilmiş ha­ mura kulplama işlemi uygulamak. K U L P L U sıf. Kulpu bulunan: Kulplu bar­ dak. —Spor. Kulplu beygir, 1,60 m uzunluğun­ da ve 35-37 om genişliğinde, üzeri deri kaplı bir parçadan oluşan, erkek yarışma­ cılara özgü jimnastik aleti. Jimnastikçi gös­ terisini aletin tahta ya da plastikten yapıl­ mış iki kulpuna tutunarak gerçekleştirir. —Tar. Kulplu haç, eski Mısır’da, üst ucu bir halkayla biten, bir kulpa asılı haç. (Bk. an­ sikl. böl.) —ANSİKL. Kulplu haç, başlangıçta ot ya da sazlardan yapılmış sihirli bir düğüm­ dü; bitki örtüsünün ve tarımsal yaşamın yeniden canlanması için tılsım olarak kul­ lanılırdı. Kulplu haç yaşamın simgesiydi. Bu niteliğiyle hemen her zaman tanrıların elinde görülür. K U L P S U Z sıf. Kulpu olmayan: Kulpsuz tencere K U U T İ, Hindistan’da (Batı Bengal) kent, Damodar vadisinde; 29 700 nüf. Kömür madenleri yakınında metalürji merkezi. K u K u rfc a m p f. 1871-1878 arasında Bismarck tarafından Alman katolik partisi’ne karşı yürütülen mücadele. Kilise’nin iç siyasete karışmasını önle­ mekte kararlı olan Bismarck, Din işleri ba­ kanlığına katı bir protestan olan Falk'ı ata­ dı (1872). Aynı yıl, Prusya okullarının de­ netimi laiklere bırakıldı ve imparatorluktaki cizvitlerin, lazaristlerin ve redentoristilerin kongregasyonları dağıtılarak yabancı üye­ leri yurtdışına çıkarıldı. Bu durum Papalık'la diplomatik ilişkilerin kesilmesine yol açtı. 1873-1875 arasında, ulusal-liberallerin de desteğiyle, Mayıs yasaları çıkarıldı: küçük seminerlerin kapatılması, rahip adaylarının öğrenimlerini ilkin devlet kurumlannda yapma zorunluluğu, bir pisko­ posluk kararını sivil bir mahkeme önüne götürme hakkı, kiliselerin mali yönetiminin seçilmiş laik kurullara verilmesi, hayırse­ ver nitelikte olmayan bütün kongregasyonların yurtdışına çıkarılması, 1850 Prus­ ya anayasası’ndaki Kilise özgürlüğüyle il­ gili maddelerin kaldırılması ve Kilise yar­ gılama yetkisinin sınırlandırılması. Parlamento tartışmaları sırasında libe­ ral milletvekili Virchovv bu mücadeleyi Kilise'nin gerici anlayışına karşı "uygarlık savaşı" (Kulturkampf) olarak adlandırdı ve Bismarck "Canossa'ya gitme” yi kabul et­ mediğini açıkladı. Şansölye, Pius IX tara­ fından desteklenen muhalifleri sert bir bi­ çimde cezalandırdı (Mgr Ketteler, Posen başpiskoposu Mgr Ledöchowski ve 600 din görevlisinin görevden alınarak hapse atılmaları), görevden alınan piskoposların yerine rahip meclislerince seçilen ve dev­ let yasalarına uyacağına ant içen pisko­ pos naiplerini getirdi. Ancak imparator ve prusyalı tutucuların hoşnutsuzluğu, Merkez'in ve sosyalistlerin seçim başarıları, şansölyeyi ödün vermek zorunda bıraktı, üeo XIH'ün papa olmasından (1878) yarar­ lanarak Falk'ı kınadı ve 1880-1887 arasın­ da Mayıs yasaları'nın yerine (medeni ni­ kâhla ilgili yasa dışında) barış yasaları'nı geçirdi. Vatikan’daki elçilik yeniden açıldı. Kulturkampf, İsviçre ve Avusturya'yı da etkiledi. İsviçre'de federal hükümet Papa­ lıkla ilişkiyi keserken (1874), Avusturya'da­



ki liberal saldırı Kilise aleyhtarı yasaların kabul edilmesine yol açtı (1874-1876). K U L U , İç Anadolu bölgesinde Konya iline bağlı ilçe; 56 712 nüf. (1990); 1 521 km2; 34 köy. Merkezi, Konya'nın yaklş. 146 km kuzey-doğusunda Kulu, 17 425 nüf. (1990). Tahıl, şekerpancarı üretimi. Hayvancılık. K U L Û B çoğl. a.'(ar. kalbin çoğl. (ru/üb). Esk. Kalpler, gönüller: "... kulûb-ı n&sda harbin eski ehemmiyeti ve harareti kalmadı" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). K U L U Ç K A a. (Slavca söcz.). Civciv çı­ karmak üzere yumurtaların üstünde yatan ya da yatmak üzere kızışmış olan dişi kü­ mes hayvanı ya da kuş; gurk. [Bk. ansikl. böl. Kuşç. ve Tavukç.) —Arıc. Kuluçka peteği, toplumsal zarkanatlılarda (örneğin arılar) yumurta ve lar­ vaların tümü. (Bk. ansikl. böl.) || Kireçleş­ miş kuluçka peteği, bir mantarın (Ascophaera apis) arıların yumurta ve yavru gümeçlerinde neden olduğu kriptogam has­ talığı. I| Taşlaşmış kuluçka peteği, bir man­ tarın (Aspergillus flavus) hem yavru hem erişkin arılarda neden olduğu kriptogam hastalığı. || Torbamsı kuluçka peteği, lar­ vaların küçük birer torba biçimi almasıy­ la belirgin virüs hastalığı. —Biyol. Kuluçka cebi, yetişkin bir hayvan­ da bulunan ve döllenmiş yumurtaların ge­ lişmeye başlamasını sağlayan ağzı dışa­ rıya açık vücut boşluğu. (Kuluçka cepleri özellikle kuyruksuz amfibyumlarda [petekli kurbağa ile keseli kurbağanın dişisi, Darwin kurbağasının erkeği] ve balıklarda [denizatının erkeği] görülür.) || Kuluçka dö­ nemi ya da devri, yavru hayvanın biyolo­ jik bir barınakta (yumurta, dölyatağı, ku­ luçka kesesi, vb.) geliştiği ve hayatta kal­ ması için gerekli ana korumasından ya­ rarlandığı dönem. || Kuluçka olma ya da kuluçkaya oturma, ana-babanın ya da bunlardan birinin yumurtaları vücutları ile örttükleri (kuşların kuluçka olması) ya da vücutlarındaki bir boşlukta barındırdıkla­ rı zamanki koruma eylemi. (Bk. ansikl. böl.) —ipekböcç. Kuluçka dönemi, ipekböce­ ği yumurtalarının, ağır ağır 6 °C’tan en fazla 25 °C'a yükseltilen bir sıcaklıkta bı­ rakıldığı 12 ila 15 günlük süre. —Nük. müh. Kuluçka reaktör, ÜSTÜRETKEN* REAKTÖR'ün eşanlamlısı. —Patol. ve Bitki patol. Kuluçka devresi ya da dönemi, bir mikrobun organizmaya girmesiyle hastalığın belirmesi arasında geçen süre. (Bk. ansikl. böl.) —Su ür. kül. Kuluçka dönemi, döllemeyi izleyen ve yumurtaların çatlamasına kadar süren devre. j| Kuluçka kutusu ya da şişe­ si, yırtıcı hayvanlara karşı yumurtaları ko­ rumaya yarayan, plastikten ya da tahta­ dan yapılmış kutu ya da şişe. (Kutular da­ ha çok yapay üretimde kullanılır; kutunun altı ve kenarlarından biri, çok ince gözlü kafesli telle, şişelerinse her iki ağzı tül ya da çok ince kafesli telle kapatılır; kapat­ ma eyleminin amacı suyun balık yumur­ taları arasında dolaşmasını sağlamaktır.) Kutuyu bulanın adından ötürü Vibert ku­ tusu adı verilen bir tür kuluçka kutusu, ala­ balıkgillerin yumurtalarını olgunlaştırmak için kullanılır. (İçine yumurtalar yerleştiri­ len Vibert kutusu dere içine bırakılarak yu­ murtaların olgunlaşması beklenir.) [Eşanl. KULUÇKALIK] —Tavukç. Kuluçka dönemi ya da devresi, civciv ya da yavru çıkıncaya kadar bir ku­ şun ya da kümes hayvanının yumurtala­ rın üstünde yatması gereken sûra || Ku­ luçka makinesi, tavuk, ördek, vb. evcil kuşların yumurtalarını yapay olarak kuluç­ kaya yatırmaya yarayan aygıt. (Ayarlama sistemleri sayesinde, makinenin içinde, doğal kuluçkaya özgü sıcaklık ve nem ko­ şulları yapay olarak yaratılır ve sonunda yumurtadan civciv çıkması sağlar” !: Bü­ yük kuluçka makinelerinde yumurtalar ku­ luçka süresinin sonuna kadar makine için­ de'tutulmaz, yumurtaların ayrı bir bölüm­



de açılması sağlanır.) || Kuluçka olma, yav­ ru çıkarmak üzere ısıtmak için belli bir sü­ re yumurtaların üstüne oturma. (Bk. an­ sikl. böl.) || Kuluçkaya yatırmak, yumurta­ larıyla birlikte bir yuva hazırlayıp kuluçka çıkarması için üzerine bir kuş ya da kü­ mes hayvanı yatırmak. —ANSİKL. Arıc. Kuluçka peteği kovanın ortasındaki çerçevelerde bulunur. Bunlar oval plakalar halindedir. Anaarı, yumurt­ lamaya kuluçka peteğinin merkezinden başlar ve eşmerkezli olarak gittikçe uzak­ laşarak petek gözlerine (gümeç) yumur­ taları bırakır. Yumurtlamadan üç gün son­ ra her yumurtadan "bakıcı"' anlarca bes­ lenecek bir larva doğar. Beş gün sonra, larva iyice büyümüştür ve gümecin tümü­ nü doldurur. Ondan sonra gümecin ağzı­ nı arıların yaptıkları balmumuyla kapatır­ lar. Larva, kapalı gümecin içinde önce nemfe, sonra tam böceğe dönüşür ve yu­ murtlamadan yirmi bir gün sonra üzerini örten kapağı kemirir ve dışarı çıkarak öteki arıların arasına karışır, işçiler boşalan gümeçleri temizler ve anaarının yeniden yu­ murtlaması için hazırlar. Böylece en eski gümeçten başlayarak yeni bir kuluçka pe­ teği bölgesi oluşur. Kapakları örtülmemiş petek gözlerini içeren bölgeler (içinde yu­ murta ve genç larvalar bulunan) “ açık ku­ luçka peteğini” ; örtülmüş petek gözlerini içeren bölgeler (içinde larva ve nemfler bulunan) “ kapalı kuluçka peteği"ni mey­ dana getirir. Kuluçkalı yuvaların toplamı, çeşitli çerçevelerdeki kuluçka peteği böl­ gelerinden oluşur. Kuluçka peteklerinin görünümü, anaarının değeri ve arı toplu­ luğunun sağlığı konusunda bilgi verir. Dü­ zenli bir şekilde kapaklan açılmış eşmer­ kezli bölgelerden oluşan bir kuluçka pe­ teği esenlik belirtisidir. Düzensiz dağınık kapatılma kötü bir anaarı ya da bir hasta­ lığın (larva hastalığı, torbalaşma, zehirlen­ me, vb.) belirtisidir. Erkek arıların doğaca­ ğı "erkekarı kuluçka peteği"ne yalnız sı­ cak mevsimde rastlanır. Bunlar biraz da­ ha büyük gümeçlerden oluşur; anaarı bu gümeçlere döllenmemiş yumurtaları bıra­ kır; yumurtalardan larvalar çıkar, nemfe dönüşür ve yirmi dört günde tamamlanan bu değişimlerin sonunda erkek arılar or­ taya çıkar. ■—Biyol. Kuluçka olma vücut dışında ger­ çekleşebileceği gibi ana ya da babanın vücuduna temasla ya da vücudunun için­ de de olabilir. Dışarda kuluçka olmaya ör­ nek olarak yumurtaların güneşle ısınmış kuma gömülmesi (kaplumbağa, deveku­ şu), gübre içine konması ya da dışarıdan daha sıcak ve nemli olan kovan (an) ve yuva içinde bekletilmesi gösterilebilir. Sırt boşluklarında kuluçka olma derinde ya­ şayan denizkestanesinde (Aceste bellidifera) ve çok çeşitli biçimde olmak üzere birçok amfibyumda (pipa, hyla. nototre■ ma, sooglossus, cryptobatrachus) görü­ lür. Bir karın cebinde kuluçka, olma bazı dişi (aspredo) ya da erkek balıklara (de­ nizatı) özgüdür. Bu tip kuluçkaya rhacophorus, polypedates, hemisus gibi amfib­ yumlarda ve bir başka biçimde, keseli me­ melilerde (kanguru) ve karıncayiyende de rastlanır. Ağızda ya da ağızdaki bir kıvrım içinde kuluçka olma balıklarda (arius, siklidgiller) görülür ve en kusursuz biçimine erkek Darwin kurbağasında rastlanır. Bü hayvan yavrularını tam bir etene görevi yapan ses kesesi çeperi yoluyla verdiği kanıyla besler. Yavru keseliler de kesenin içinde ana sütüyle beslenir. Bu iki durum­ da da basit bir kuluçka olmanın ötesinde bir işlev sözkonusudur. Buna karşılık, yal­ nızca sıcak tutmak için yumurtaların üze­ rine yatmakla yetinen kuşlarda hiçbir özel kuluçka organı yoktur. —Kuşç Kuşların yuvada kuluçkaya yat­ maları, yumurta olgunlaştırmanın özel bir biçimidir. Başlıca amacı, yumurtadan çık­ masına kadar geçen sürede embriyona gelişmesi için ge*eW ısıyı sağlamsktr Tür­ lere bağlı olarak, yalr a*.a d iş i.. - a »ray­ la hem erke!-: hem dişi kuluçkaya yatabi­ lir. Gugukkuşları yumurtaların üzerine baş­



kuluçka 7150



ka kuşların kuluçkaya yatmasını sağlar; devekuşları yumurtalannı güneş ışınlanyla olgunlaştırır. Kuluçka süresi türden türe değişir: Tavuk 21 gün Sülün 23 gün Beçtavuğu 25 gün Hindi 28 gün Ördek 28 gün Kaz 28-30 gün Güvercin 17-19 gün Bıldırcın 17 gün —Patol. Kuluçka devresi sessizdir, yani özel hiçbir belirtisi yoktur. Organizmaya girmiş olan mikropların çoğalmak için uy­ gun ortam bularak çoğaldıkları ve bazı hastalıklarda toksinlerini salgıladıkları sü­ re demektir. Uzunluğu hastalıklara göre değişir, ama buna karşılık çoğu zaman belirli bir hastalık için hep aynıdır: kaba­ kulak için 21 gün, suçiçeği için 15 gün, vb. Bir hastalığın ilk belirtilerinin görünme­ si, kuluçka devresinin sona erdiği ve vü­ cuttaki mikroplarla organizmadaki çeşitli savunma araçları arasında çatışmanın baş gösterdiği anlamına gelir. —Tavukç. Yavru çıkarmak üzere yumurta­ nın açılması için gerekli ısıyı ana sağlıyor­ sa kuluçka olma doğaldır. Bunun için bir kuluçka makinesi kullanılıyorsa kuluçka ol­ ma yapaydır. Embriyonun gelişmesi için geçen zaman ya da kuluçka süresi, tür­ lere göre değişiktir: evcil kuşlarda 20 ile 21 gündür, ama albatrosta 80 günü bu­ labilir. Yavru çıkıncaya kadar tohumun ge­ çireceği normal gelişmeyi başlıca üç et­ men belirler: sıcaklık, nem ve oksijen. Tür­ lere göre değişmekle birlikte optimum ku­ luçka sıcaklığı 36° ila 39 °C arasındadır. Tavuk yumurtası için % 40 ila 60 olan nem oranı kaz ve ördek yumurtası için artırıl­ malıdır (% 85 ila 75 arası). Isı ve nem ka­ dar önemli olan iyi bir havalandırma, or­ tamın bileşimini değiştirmeye ve embriyo­ nun gelişmesi için gerekli oksijeni sağla­ maya yarar. Ayrıca yumurtalar, kuluçkaya yatırıldıktan sonra 4. ve 7. günler arasın­ da zaman zaman döndürülmelidir. Kalın uçları yukarıya gelmek üzere kuluçka ma­ kinesindeki yuvalara yerleştirilen yumur­ talar dikey doğrultuya göre o yana ve bu yana 30° ila 45° eğik durmalıdır. K U LU Ç K A LA M A a. Kuluçka makine­ leriyle kuşların ya da kümes hayvanları­ nın yumurtalarını olgunlaştırma ve yavru­ ları çıkarma eylemi. K U L U Ç K A L IK a. 1. Kuluçka olma du­ rumu. —2, Kuluçkayı. yatacn' ' van (ta­ vuk, hindi) için yumurtaların yerleştirildiği yuva, sepet ya da kutu. —3. Yapay ku­ luçka yapılan aygıtların yerleştirildiği yer. —Arıc. İki ya da çok katlı kovanlarda ku­ luçka peteklerinin bulunduğu ve arıların ürediği alt kat. —Nük. müh. üsrüRETKENLİK'in eşanlam­ lısı. —Su ür. kül, KULUUKA* KUTUSU ya da şiŞESl'nin eşanlamlısı. ♦ sıt, Kuluçka için ayrılmış, kuluçkada kullanmaya uygun. K U L U L U . Arkeol. Kayseri'nln Akkışla il­ çesinde, Kültepe'den 48 km uzaklıkta bu­ luntu yeri. Prof. Tahsin özgüç yönetimin­ de gerçekleştirilen kazıda (1967), Roma, Hellenistik ve Demir çağı (Geç Hitit, Phrygia) katmanları belirlendi. Roma ve Hellenistik dönemlerde yapılar taştandır; Demir çağı yapılarıysa taş temel üzerine kerpiç duvarlıydı. Seramikler, Kültepe'de ortaya çıkarılanlarla büyük benzerlik gös­ terir; Orta Anadolu'da Phrygia seramiği diye bilinen geometrik motifli, hayvan fi­ gürlü seramiklere çeşitli katmanlarda ka­ rışık olarak rastlanmıştır, Yörede, ayrıca, hltlt hiyeroglifll stellerle rulo halinde levha­ lar, heykeller ve ortoatatlar bulunmuştur. K U L U N a, 1, Atın ya de eşeğin yeni doğmuş yavrusu, — S, Kulun atmak, at ya da eşek sözkonusuysa, yavru düşürmek, II Kulun dişleri, at ve eşekte sütdlşlerl,



K U L U N C A K , Doğu Anadolu bölge­ sinde Malatya iline bağlı ilçe; 14 378 nüf. (1990); 21 köy. Merkezi, Malatya'nın 106 km K.-B.'sında Kutuncak (esk. Ayvalı), 2 240 nüf. (1990). K U L U N Ç a. (ar. kulunc'üan). 1. Özellik­ le omuz başlarında ve sırtta duyulan şid­ detli ağrı. —2. Kulunç kırmak, ağrıyı gi­ dermek için ağrıyan yeri ovmak. K U L U N D A s te p i, Rusya ve Kazakis­ tan'da yarı çorak bölge, irtiş ile Obi ır­ makları arasındadır. Sulama sayesinde bir bölümü tarıma açılmıştır. Obi ırmağı­ nın sularından yararlanmak için açılmış derivasyon kanalı (uzunluğu 182 km). K U L U N L A M A K gçz. f. At ya da eşek sözkonusuysa, yavrulamak. K U L U N L U K a. Yörs. Hayvanlarda dölyatağı. K U LÜ B E a. (yun. kalybe). 1. Basit mal­ zemeyle yapılmış, boyutları küçük, ilkel barınak. —2. Bir yeri beklemekle görevli bir kimsenin görev süresince içinde bu­ lunduğu küçük barınak: Bekçi kulübesi. Nöbetçi kulübesi. Polis kulübesi. —3. Bir hayvan, özellikle de köpek için yapılmış barınak: Köpek kulübesi. —4. Bir kimse­ nin kendi evinden alçakgönüllüce söz et­ mek istediğinde kullandığı sözcük: Bu ak­ şam bizim kulübeye buyurmaz mısınız? K U L Ü P a. (fr. club). 1. Çeşitli amaçlarla (eğlence, spor, turizm, vb.) kurulmuş der­ nek, cemiyet: Satranç kulübü, dağcılık ku­ lübü. —2. Bir dernek ya da cemiyette, sohbet etmek, okumak, oyun oynamak, vb. için toplanılan özel bölüm: Tüccar ku­ lübü. —3. Ellerinde bazı güçler bulunan ya da benzer çıkarları olan kişi ya da ül­ kelerin oluşturdukları kapalı grup: Atom kulübü. —4. Halka açık, içkili, müzikli eğ­ lence yeri: Gece kulübü. Gece bir kulü­ be gidip eğlenmek. —6. iktisadi ve siya­ si sorunların tartışıldığı dernek, cemiyet; siyasi düşünce derneği: Fikir kulübü. —Mobc. Kulüp koltuk, 30’lu yıllarda ya­ pılan ve başlangıçta kübik olarak tasarlan­ mış yekpare arkalıklı ve dirseklikti alçak koltuk. —Spor. Yasa ve yönetmeliklere (Türk der­ nekler kanunu) uygun olarak, spor etkin­ liklerine katılmak üzere kurulmuş dernek. || Kulüp lokali, bir spor kulübünde, üyele­ rin bir araya gelmelerini sağlayan ve on­ lara çeşitli hizmetler (bar, lokanta, vb.) su­ nulan yer. K U L Ü P a. 1975 yılına kadar üretimi ya­ pılan, 68 mm boyunda, 8,5 mm çapın­ da, oval kesitli, çok sert içimli türk sigara­ sı. K U LÜ PLE HARASI sıf. Spor. Birçok ku­ lübün takımlarını karşı karşıya getiren ya­ rışmalar için kullanılır. KULVAR a. (fr. couloiYdan). 1. Spor. Bir atletizm pistinde ya da yüzme havuzun­ da her yarışmacının yarış sırasında için­ de bulunmak zorunda olduğu alan. (Bir pistte 1,22 m genişliğinde 6 ya da 8 kul­ var bulunur. Bunlar birbirinden beyaz bir çizgi ile ayrılır. 400 m ve daha kısa mesa­ felerde yapılan yarışlar tümüyle kulvarda koşulur ve diğer bir kulvara geçen yarış­ macı diskalifiye edilir.) —2. Tenis sahası­ nın sadece çiftler karşılaşmalarında kul­ lanılan yanal bölümleri. K U L Y A B , Tacikistan- Gumhuriyeti'nde kent, ülkenin güney-batı kesiminde yer alır; 40 000 nüf, K U L Z Ü M , yun. Klyama, Mısır’da Sü­ veyş körfezinin K. ucunda eski liman kenti. Antlkçağ'da Acıgöl üzerinden geçen bir kanalla (Amnls Augustus) Nll nehrine bağ­ lanmıştı, K U L Z Ü M a. (ar. Kulzüm kentinin adın­ dan genelleşerek). Esk. Deniz; Kulzüm-i rrm tnl (»nlamiar denizi), K U M a. 1. Arenit boyutunda (82,5 (*m ile 2 mm) tanelerden oluşan, gevşek kırıntılı



çökel. (Bk. ansikl. böl. Yerbil. ve Hidr. bağl,) —2. Armudun, ayvanın vb. etli bö­ lümlerindeki sert tanecikler. —3. Kum ba­ şı, kumsal. || Kum gibi, pek çok. || Kum g i­ bi kaynamak, çok kalabalık ve hareketli ol­ mak. || Kumda oynamak, bir fırsatı değerlendiremeyerek umulanı elde edememek. —Ask. Kum sandığı -> SANDIK. || Kum tor­ bası -» TORBA. —Dokmc. Bazı dokumalann (krep vb) yü­ zeylerinde, iplik ya da dokuma özelliği ne­ deniyle oluşan ufak ve sık tanecikler. —El sant. Kum işi, serpiştirilmiş kum ta­ neleri biçiminde bir tür işleme. (Genellik­ le, çiçek motifleriyle birlikte uygulanır. Çi­ çeklerin tohumları ve kimi ara bezemeler kum işiyle yapılır.) —Güz. sant. Kum resimleri, ABD'nin güney-batı’sındaki halklar tarafından kul­ lanılan ve en gelişmiş biçimini özellikle Navaholar’da bulan anlatım yöntemi. (Kı­ şın gerçekleştirilen kum resimleri parmak­ la sürülen beş ayrı renk kullanılarak yapı­ lır. Yere çizilen bu resimler, kalıplaşmış bir biçimde, mitolojideki çeşitli tanrıları canlandınr; çizim işlemi dinsel bir törene bağlı olarak gerçekleştirilir. Resimler kutsal sa­ yılır, güneşin doğuşunda yapılmaları, ba­ tışında da yok edilmeleri gerekir. Hopiler’ de resimler yaz ortasında, Antilope toplumunun törenleri sırasında gerçekleştiri­ lir.) —Hidr. bağl. İnce kum, çok küçük boyutlu öğelerden oluşan ve betonun tıkızlığını ar­ tırmada dolgu gereci olarak kullanılan agrega. || Kaba kum, harç yapımında kulla­ nılan ve genellikle ırmak alüvyonlarından çıkarılan iri kum. —İnş. Kum perdahı, taş ya da mermer yü­ zeyindeki pürüzleri gidermek için ıslatılmış kum püskürterek ya da kumla ovarak ya­ pılan perdah. —Kâğ. san. Kum havuzu, akmakta olan lifli asıltı içinde bulunan ağır katışkıları yer­ çekimi etkisiyle gideren havuz ya da ka­ nal. (Kanal genellikle su içinde kalan set­ lerle donatılmıştır.) —Kuyuc. Kum giderici, kuyu açma çamu­ runun kumunu ayırmaya yarayan aygıt. —Metalürj. Çapları 0,075 ile 1 mm arasın­ da oynayan, ateşe dayanıklı başka mal­ zemelerle birlikte ya da saf olarak bulu­ nan ve döküm kalıplarının yapımında kul­ lanılan taneli, ateşe dayanıklı malzemele­ rin genel adı. (Bk. ansikl. böl.) || Kum tok­ mağı, dökümcünün kalıp kumunu döv­ mek için kullandığı tokmak. —Meteorol. Kum duvarı, çöllerde (Sahra) rüzgârın kaldırdığı, çok etkin soğuk cep­ helerin önünde ilerleyen yoğun görünüm­ lü kum kütlesi. || Kum fırtınası, kumun şid­ detli rüzgârla taşınması. (Daha çok toz fır­ tınaları böyle betimlenir: gerçekten de kum rüzgârla ancak sıçrayışlar halinde ta­ şınır ve toz tanecikleri yerden en fazla 3 m yükselir. Büyük yüksekliklere yalnızca toz çıkabilir ve gökyüzünü karartır.) —Miner. Kum gülü, alçıtaşının merceksel kristallerinin kimi çöllerde görülen sarı ya da pembe renkli ikizlenmesi. (Eşanl. ç û l GÜLÜ.) —Pedol. Çapı 0,02 ile 2 mm arasında par­ çacıklardan oluşan ve genellikle kuvars ve beyaz mika gibi ayrışmaya karşı dayanık­ lı mineraller bakımı'dan zengin toprak öğesi. (Kumlu denen toprak, sn az % 80 kum içerir.) —Petr. san. Asfaltlı, bitümlü ya da petrollü kum, bitümlü hidrokarbonlar bakımın­ dan yüksek bir derişimi olan ve ısıl yön­ temlerle petrol üretmeye elverişli kum ya­ tağı. (Bk. ansikl. böl.) —Saatç. Kum saati, zamanı ölçmeye ya­ rayan ve Içinçfen İnce bir kumun aktığı dar bir boruyla birbirine bağlanan İki kaptan oluşan alet. —Seram. Kundukvtran kumu, Kütahya’da Kundukvlran yöresinden elde edilen ve seramik yapımında kullanılan kum, —Su İşler. Çıkış suyunda katı asıltı halin­ de bulunan ve kum tutma havuzlarıyla gi­ derilen madda j| Kum tutma, yağmur su­ ları ya da kimi sanayi suları (mezbahalar)



Kuma gibi kum ve çakılla yüklenmiş suların ku­ munu gidermek işlemi. (Bir kum tutma ha­ vuzunda akış hızı 0,3 m/sn dolayında tu­ tulur. Kimi kez tutulan kumlara, daha son­ radan kötü bir koku yaymadan depolan­ malarını sağlayan bir yıkama işlemi uygu­ lanabilir,; il Kum tutucu, kum tutma işle­ mindi, i,ullanılan yapı. — T ıp . idrarla çıkan çok küçük taşlar. —Yetbil. Kum ocağı, kum çıkarılan yer. ♦ sıf. Kuma benzer, kum görünüşünde ya da kumdan yapılmış. —ANSİKL. Hidr. bağl. Harç ve beton ya­ pımında kullanılan kumlara yapı kumu de­ nir. Türk standartlarına göre bu kumlar en büyük tane çaplanna göre ince kum (0/2), orta kum (0/4), kalırı kum (0/8) olarak üç sınıfa ayrılır. Doğal ya da yapay kumlar vardır. Doğal kumlar sürüklenmiş ya da kı­ rılmıştır. Sürüklenmiş kumlar ırmaktan (ta­ ramayla) ya da taşocaklarından (bu du­ rumda kil oranı sınırlı olmalıdır) çıkarılan alüvyonlu maddelerdir Günümüzde, yıka­ narak kullanılması gereken deniz kumla­ rı da çıkarılmaya başlamıştır. Kırma kum­ lar, kimi kayaçlar kırılarak ve elenerek el­ de edilir. Yapı kumlarında genellikle silis ve kireçtaşı da vardır Kumlar granülometri eğrileri, biçimleri, gözeneklilikleri, temiz­ liği, özgül kütleleri ve aşınmaya dayanım­ larıyla ayırt edilir. Kuru bir kuma su katıl­ dığında görünür özgül kütlesi azalır. Isla­ nan kum "şişer” ; bu, belli bir su oranı için maksimal değerine ulaşan kabarma ola­ yıdır. Zemin kaplamaları, yalıtkan sıvılar, ateşe dayanıklı harç ya da betonlar gibi özel amaçlarla kullanılan yapay kumlar da vardır. —Metalürj. Döküm kumu’nun çeşitli nite­ likleri olmalıdır: aynntılı ve dayanıklı bir ka­ lıp için gerekli olan plastiklik ve kohezyon; özellikle maça parçaları için, sıvı metalin temasını ayrışmadan ve bozulmadan kal­ dırabilmesi için ateşe dayanıklılık; metal dökümü sırasında oluşan gazların kalıp kütlesinden kolayca boşalmasını sağla­ mak için gözeneklilik ve geçirgenlik. Taşocaklarında bütün bu nitelikleri taşıyan ku­ ma pek rastlanmadığı için kalıp kumları, başlıca bileşenleri silis (% 80), kil (% 10'dan 15'e) ve çeşitli katışkılar (oksitler, karbonatlar, silikatlar) olan birçok doğal kumun karıştırılmasıyla hazırlanır. Kil ba­ kımından zengin olan kuma "yağlı" kum, fakir olana ise “ yağsız" kum denir. Par­ çayla temas eden "yüzey kumu" ile ka­ lıp “ dolgu kumu" ayrı ayrı olduğu gibi bir arada da kullanılabilir. Yaygın olarak, da­ ha önce kullanılmış kumun (yanmış kum), bir bölümü öğütme, eleme, ovma işlem­ lerinden sonra yeni kumla karıştırılarak ye­ niden kullanılır. Yarı-sıvı halde kullanılan killi kuma (yağlı kum) çoğunlukla "kalıp toprağı" adı verilir oysa klasik silisli kum, nispeten kuru olarak kullanılır. Çoksilisli kumlar’dan (% 95 silis), maça yapımında yararlanılır; özel nitelikleri, dekstrin, melas, kurutucu yağlar, katranlar, ziftler reçineler ve çimentolar gibi topaklaştırıcıların katıl­ masıyla (yaklaşık % 5) elde edilir. Yaş kum'un ham halde, nemli olarak kullanıl­ masına karşılık, giderek daha az yararla­ nılan kurutulmuş kum, kum kalıbın etüv­ de uzun saatler boyunca 300 ile 400 °C dolayına çıkarılmasıyla uygulanan bir ku­ rutma işleminden geçirilir. —Petr. san. Asfaltlı kumlar. Bilinen ham petrol rezervlerinin birkaç katına eşdeğer, yani tahminen 300 milyar tonluk bir pet­ rol rezervi içerir. Bunlar, uzun bir dönüşüm zinciri sonunda oluşan hidrokarbon yatak­ larıdır. Petrol kimi bakterilerin etkisiyle ay­ rışmış olarak bulunur ve son ürün hidro­ jen bakımından çok fakir bitümlü hidro­ karbonlar biçiminde görülür. Bakterilerin göçünü sağlayan bu dönüşüm tipinin ger­ çekleşmesi için yüzey suları arasında te­ mas olmalıdır. Normal ham petrollerden daha ağır olan bu hidrokarbonlar çok ağ­ dalı, çamursu ve genellikle olağan durum­ da katıdır: yoğunlukları 0,85 ile 1,51 ara­ sında değişir. (Özütleme için - * BİTÜMLÜ.)



—Yerbil. Kum tanelerinin büyük bir bölü­ mü önceden var olan kayaçlann çözülme­ si ve parçacıklann su ve rüzgâr tarafından taşınmasıyla oluşur. Tanelerin ana bileşe­ ni, genellikle kuvarstır (kuvarslı kum ya da yaygın deyimle kum). Taneölçüm ve morfoskopi incelemesiyle çökelimin türleri be­ lirlenebilir: akarsu kumları boyut bakımın­ dan kötü sınıflanmıştır (heterojen), tane­ lerinin köşeleri tam yuvarlak değildir; de­ niz kumları iyi sınıflanmıştır (homojen), ta­ neleri, ya kısmen ya da tam yuvarlaklaşmıştır ve parlaktır; rüzgâr kumları da iyi sınıflanmıştır, taneleri yuvarlaktır ve birbi­ rine çarparak matlaşmıştır. Tane boyuna göre kum, iri, orta, ince ya da çok ince diye sınıflandırılır. Sınıflamada, kum için­ deki başka elementlerin varlığı da göz önüne alınır: feldispatlı (ya da arkoz), mikalı (psamit), altınlı, fosfatlı, glokonitll, bi­ tümlü, demirli (içerdiği demir oksitlerin rengini almış), killi kum. Kimi kumlar kıs­ men kırıntılı kireçtaşı ya da dolomi kökenli kum tanelerinin birikmesiyle oluşabilir. Bunlardan başka, patlamalı püskürmele­ re bağlı volkanik kumlar da vardır; bunla­ rın öğeleri, çoğunlukla sonradan su tara­ fından yeniden işlenmiştir. Tortul dizilerde kumlar, ya akarsu -karasal kökenli birikmelere (devon, permotriyas, vveald türleri) ya da çeşitli tortul­ laşma şekilleri gösteren (verev katmanlaş­ malar, ripple-marklar, vb.) çoğunlukla kı­ yısal deniz çökellerinden gelir. Kıta yama­ cının eteğine çökelen kumlar çoğunlukla tane boyuna göre sınıflandırılır. Kumlar, pekleşmiş de olsalar, yüksek gözenekliliği ve geçirgenliği nedeniyle su haznesi kayacı olarak aranır. Paris havza­ sında Fontainebleau kumları (°/o 99,5 si­ lis, camcılıkta kullanılır) ve onun altında, çok kullanılan bir artezyen tablası içeren kretase kumları böyledir. İstanbul'un B.’sındaki artezyen kuyularında, burada­ ki neojen dizisi içersindeki kum, katman­ ları besler.



ner ve Kayacık deresi ile birleşerek Akhi­ sar ovasına çıkar; Medar çayını aldıktan sonra ovayı dar bir boğazla aşar, Manisa yakınlarında Gediz’e kavuşur. Yağmur ve kar suları ile beslenir, rejimi düzensizdir, or­ talama akım 7,4 m3/sn; kışın kabarır, ya­ zın suları kuruyacak kadar azalır. Taşkın kontrolü için bir kanalla Marmara gölüne bağlanmıştır. K U M BAĞIR TLA KK U ŞU a Zool. Gü­ ney Avrupa, Kuzey Afrika, Anadolu ve Af­ ganistan'a kadar uzanan alanda yaşayan bağırtlakkuşu. (Tepesi, ensesi külrengi-gri, sırtı, omzu gri-siyah ve balçıkrengi alaca­ lı, çenesi ve gerdanının üst bölümü pas kırmızısıdır. Göçmendir. Tohumlarla bes­ lenir. Bil. a. Pterocles orientalis; çöltavuğugiller familyası; uzunluğu 35 cm.) K U M E NGEREĞİ a. Balkanlarda ve Ya­ kındoğu’da yaşayan, üçgen kafalı, yuka­ rı kalkık suratlı, iri engerek. (Bil. a. Vipera ammodytes; engerekgiller familyası.) K U M KAYASI a. Zool. Sıcak, ılık ve se­ rin denizlerin 0-75 m derinlikteki diplerin­ de yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Neogobius melanostomus; kayabaltğıgiller famil­ yası; boyu 25 cm'ye kadar.) —ANSİKL. Kumlu, taşlı, kayalı, yosunlu dipleri seven kum kayasının karın yüzgeç­ leri çekmen halinde birleşmiştir. Bedenleri küçük pullarla kaplıdır. Etçildir; kabuklu­ ları, yumuşakçaları, küçük dip balıklarını yer. K U M K IR L A N G IC I a. Zool. KIYI KIRLANGICI’nın eşanlamlısı. K U M TRAK O N YA SI a. Zool. Ilık ve se­ rin denizlerin 150 m’ye kadar inen diple­ rinde yaşayan kemiklibalık. (Başlarının üs­ tünde bulunan gözlerini dışarda bıraka­ cak biçimde bedenlerini gömer, av bek­ lerler. Birinci sırt yüzgeci zehirlidir. Etçildir: omurgasızları ve küçük balıkları yer. Etle­ ri beyaz ve lezzetlidir. Bil. a. Trachinus araneus; trakonyagiller familyası; boyu 50 cm’ye kadar.)



% U M ya da G O M , İran'da kent, Tahran’ın G.-G.-B.’sında, 550 630 nüf. Deşti K U M A a. Eskiden bir erkeğin ilk eşi üze­ Kevir'in batı kenarında büyük bir vaha. rine aldığı kadın; bunlardan birine göre Fatıma’nın (imam Rıza'nın kız kardeşi) öteki; ortak. anıtkabrini kapsayan çok önemli bir din­ K U M A a. (ar. tföms, kalkınız). Ed. Arap sel merkezdir. Çok etkin ilahiyat okuluyla edebiyatındaki şiir türlerinden biri. (6 000 öğrenci) ve küçük tekstil sanayi­ —ANSİKL. Ed. Abbasiler döneminde or­ siyle çok sık gidilen bir ziyaret yeridir: yıl­ taya çıktı. Ramazanda sahurdan önce da yaklaşık bir milyon ziyaretçi. şarkıcıların çağrıları bu sözle başlıyordu: —Güz. sant. Yörede Sasaniler dönemin­ "Kuma li nusahhir" (kalkın sahur yiyelim). den Çehar Tak kalıntıları günümüzde de Sonraları konuşma diliyle yazılmış, çiçek­ görülebilir. Kale-i duhter'de yapılan kazı­ lerle ve şarapla ilgili şiirler bu adı aldı. İki larda Sialk II ve III (İ.Ö. V.-IV. binyıllar) tü­ beyittik kıtalardan oluşur Uyaklar aaba bi­ ründe çanak çömlekler bulundu. Şiiliğin çimindedir. Vezni en yaygın biçimiyle müsbaşlıca merkezlerinden biri olan Kum’da tef'ilün fâilân’dır (-----). birçok ulemanın ve müridin türbesi vardır (Ahmet Razi bunların sayısını 444 olarak K U M A , Rusya'da ırmak, Kafkaslar'ın vermektedir). Yedinci imam Musa el -Kâzım’ın kızı ve sekizinci imam Ali Rıza' nın kardeşi Fatıma’nın altın kubbeli türbesi mimarisi ve bezemeleriyle Safevi dönemi­ nin özelliklerini taşır. Şah Abbas l'in inşa ettirdiği türbe, Feth Ali Şah tarafından gü­ zelleştirilmiş ve yanına bir medrese ve hastane eklenmiştir. Şah Abbas ll’nin tür­ besi (1666) on dört ipek halıyla donatılmış­ tır. Kentin G.'indeki beş türbe çokrenkli alçı süslemeleriyle dikkati çeker. Kaçarlar dö­ neminde Nasırettin Şah'ın veziri Emin es -Sultan geniş bir avlu yaptırdı (Sahnı ce­ dit) [1883], Eski avlunun (Sahnı atik) çev­ resindeyse kaçarlı önemli kişilerin mezar­ larının bulunduğu sekizgen bir anıt var­ dır. Ayrıca Fatıma türbesi’ne bir kitaplık ek­ lenmiştir (bin elyazmasının bulunduğu ki­ taplığın bir de müze bölümü vardır). XVII. yy.’da yöreye gelen gezginler ken­ tin el sanatlarında çok ileri olduğunu ya­ zarlar (kılıç, hançer, ipekli, pamuklu, cam, porselen, gözenekli beyaz hamurlu sera­ mikler). K U M ç a y ı, antik H yllus, Ege bölgesin­ de Gediz’in kolu olan akarsu; yaklaşık 140 km. Kaynak kollarını Simav dağlarının G. yamaçlarından alır. Gördes’ten, “ Gördes deresi" adıyla geçtikten sonra B.'ya dö­



7151



Kunt İbrahim (ya da imamzade) türbesi (kubbesi mavi çinilerle [kaşi] kaplı, XV. yy.) ve Fatıma türbesi (kubbesi yaldızlı bakıda kaplı, XVII. yy. ?)



K.'inde, Kislovodsk bölgesinde doğar, Nogaysk bozkırlarını sular, Hazar denizi' ne dökülür; 802 km (havzası 33 500 km2). Kuma'dan sulamada yararlanılır. K U M A G A Y A , Japonya'da kent, Honşu'nun (Saitama ili) orta kesiminde; 152ı 122 nüf (1990). Demir-çelik. İpek sana-, yisi. Çimento fabrikası. K U M A K , Yeni Kaledonya'nın kuzey -batı'sında komün. Kahve işletmeleri. Krom madeni. K U M A L A K a. (esk. türkç. kumalak, tezek’ten). Giz. bil. Orta Asya’da yaşayan bazı türk boyları arasında, özellikle özbekler, Kırgızlar ve Kazaklarda yaygın bir fal türü. —ANSİKL. Kırgızlar kumalakta özellikle ko­ yun tezeğini yeğlerler. Bu fal şöyle açılır; kırk bir tezek, nohut, taş vb. gelişigüzel üçe ayrılır. Birinci bölümdekller dörder dörder ayrılıp kalanlar sağa konur. Bura­ sı "sağ omuz"dur. İkinci bölümdeki taş­ lar da aynı biçimde ayrılıp sağa konan taş­ ların soluna konur. Bu da "baş” tır. Üçün­ cü bölümdekller de ayrıldıktan sonra ba­ şın yanına konur. Burası da "sol omuz" dur. Kalan taşlar karıştırılıp üçe ayrılır, ye­ niden ilk kez yapıldığı gibi ayrılır. Bu kez sağ omzun altına konan taşlar "sağ bö­ ğür", ortadaki başın altına konanlar "yürek” soldakinin altına konanlar "sol böğür'dür. Kalanlar için aynı işlem uygu­ lanır ve aynı sırayla ötekilerin altına konur, Sağ tarafın en altındaki taşlar "sağ ayak", soldakiler “ sol ayak" tır. Kalan taşların an­ lamı yoktur. Kumalakçı dokuz yerdeki bu taşların sayısına bakarak fal sahibine ge­ lecekten haber verir. Kumalak daha çok müslüman türk boyları arasında yaygın­ dır. K U M A L A K Ç I a. (esk. türkç. kumalak ve -ç/dan).Giz. bil. Kumalak* adı verilen fa­ la bakan falcı. K U M A L A R d a ğ ı, içbatı Anadolu'da, Sandıklı ovasını D.’dan çeviren, kabaca K. -G. doğrultulu dağlara verilen ad (2 117 m). Yapısında en geniş yeri volkanik kayaçlar tutar. K U M A L İK sıf. (fr. coumalique). Kim. For­ mülü C6H40 4 olan bir kumalin -karboksilik asit için kullanılır; malik asidin sülfürik asitle ısıtılması sonunda elde edi­ lir. K U M A L İN a. (fr. coumaline). Kim. For­ mülü C5H40 2 olan dietilensel lakton; kumalik asit bozundurularak elde edilir. K U M A M O T O , Japonya'da kent, Kyuşu adasında, batı kıyısı yakınında ıl mer­ kezi. Şirakava kıyısında; 579 305 nüf. (1990). Eski derebeylik kenti (XVI. yy.’ dan kalma şato ve bahçeler). Buddhacıların ziyaret yeridir. Tıp yükseköğretim merkezi Kimya ve tekstil sanayisi. — Yakınında Japonya'nın büyük yanardağ­ larından Aso yükselir — Kumamoto ili. 7 399 km2; 1 848 000 nüf. (1990). K U M A N D A a. (ital. comenda'dan). 1. Ask. KOMUTA'nın eşanlamlısı. — 2. Elek­ trikli taşıtlarda, aletlerde m otor devreleri­ ni düzenleyerek gerekli hareketi sağlayan ya da gerekli işlemleri yapan düzenek: Kumanda aleti. Kumanda düğmesi. — Denize. Dümen kumandası, gem iyi bir bordadan diğerine döndürm esi ya da ay­ nı rotada tutması için düm enciye verilen komutlar.



—Havc. Kumanda beraberliği sağlamak, doğru bir dönüş için, yön dümeni ve so­ pa levyeyi aynı zamanda uygun bir doz­ da kullanmak. || Çapraz kumanda, ku­ mandaların, uçağı birbirine zıt iki dönüş doğrultusuna iten konumu. (Sopa levye sağda iken sol ayak yön dümenine bası­ yorsa ya da tersi sözkonusu ise kuman­ dalar çapraz konumdadır ve uçağın vrile geçme ya da kontrolden çıkma tehlikesi vardır.)|| Elektrikli kumanda, emirlerin me­ kanik yoldan (kablolar ya da borular) de­ ğil elektrikle iletildiği kumandalar. (Bu du­



rumda pilotun emirleri hesaplayıcılarla elektrik işaretlerine dönüştürülür.) || İrtifa, yön kumandası, bir uçağın irtifa ve yön dümenlerinin manevra organı. —Havc. ve Oto. Çift kumanda, pilotluk ya da şoförlük öğretimi sırasında, öğretme­ nin ya da çalıştırıcinın müdahale edebil­ mesi için bir otomobilde ya da uçakta bu­ lunan çift organlar (Nakliye uçakları da pi­ lotun ve ikinci pilotun nöbet değiştirme­ leri için çift kumanda İle donatılmıştır.) —Hidr. pnöm, Pilot hattı kumandası, bir vanayı, bir dağıtıcıyı, vb. donatan ve pnömatik ya da hidrolik bir kumanda işare­ tiyle çalışmasını sağlayan düzenek. —Mak. san. Kumanda devresi, komutla­ rı bir makinenin güç devresine İleten dü­ şük düzeyli (alçak gerilim ya da alçak ba­ sınç) devre, || Kumanda takımı, bir taşıtın kumanda mekanizmasına, özellikle de frenlerine ya da direksiyonuna giren mil­ lerin, damak tellerinin, fren tellerinin, te­ razi kollarının, furşların ve çubukların tüm ü^Hareket kumandası, hareket aktaran bir makinenin kumanda organlarının tü­ mü; kimi mekanizmalara yol verme yön­ temi. (Genellikle elektronik düzeneklerle ayarlanan elektrikli kumanda, özellikle dö­ nel hareketlere kumanda etmek İçin kul­ lanılır; buna karşılık, çok esnek olan hid­ rolik kumanda, bir taşlama tezgâhı tabla­ sının; bir pres tablasının vb. yer değiştir­ mesi gibi doğrusal almaşık hareketler İçin daha elverişlidir.) —Radyotekn. Kumanda odası, bir prog­ ram bölümü gerçekleştirmeye yarayan ku­ manda ve kontrol organlarının toplandığı bir radyo stüdyosuna bağlı yer. (Bk. ansiki, böl.) —Siber. Bir sistemin (taşıt, makine, sana­ yi süreci vb.) durumunu etkileyici denilen uygun organlar aracılığıyla, etki büyüklük­ leri denilen bir ya da birçok büyüklük üze­ rinde etki yaparak değiştirmeyi amaçla­ yan insan etkisi ya da otomatik etki. (Ku­ mandalar, sistemin fiili davranışı İle arzu edilen davranışı arasındaki sapmaya bağlı olarak ayarlanıyorsa kumanda gerçek bir yönlendirme olur.) || Açık yol kumandası, bir ana geribesleme olmaksızın bir ileribesleme yoluyla sağlanan kumanda. (Açık yol bir kumandada ikincil geribeslemeler bulunabilir.) || Aşamalı kumanda, en basit haliyle, bir donanımın temel sü­ reçlerinin, örneigin, kendileri de merkezi bir yönlendirme bilgisayarından yönerge alan mikroişlemcilerden oluşmuş kuman­ da sistemleriyle yönetildiği kumanda tü­ rü. (ikiden fazla kumanda düzeyi olabilir.) [Eşanl. AŞAMALI YÖNLENDİRME.] || Doğru­ dan kumanda, kumanda organı ile ku­ manda edilen aygıt arasında hiçbir aracı bulundurmayan kumanda. || Eşzamanlı uzaktan kumanda, bir milin konumunun yönetici bir mille uzaktan otomatik dene­ timi. iletim oranı bire eşit olduğundan yö­ netilen mil yöneten milin bütün hareket­ lerini, çok büyük değerlere erişebilen bir güç yükseltmesi ile yeniden üretebilir. (Eş­ zamanlı uzaktan kumandalarda, çoğu kez eşzamanlı makinelerden yararlanılır.) || Ka­ palı döngü kumandası, en az bir ileribesleme yolu ve bir geribesleme yolu içeren bir otomatik denetim sistemiyle sağlanan kumanda. || Kronometrik kumanda, çalış­ ması sadece zamana bağlı olan kuman­ da türü. || Optimal kumanda, bir verim in­ disini maksimum yapmak ya da bir mali­ yet fonksiyonunu minimuma indirmek gi­ bi belirli bir eniyileme ölçütünü yerine ge­ tirmeyi amaçlayan kumanda türü. (Opti­ mal kumanda genellikle bir bilgisayarın kullanımını gerektirir.) [Eşanl. OPTİMAL YÖNLENDİRME.] j| Otomatik kumanda, in­ şan müdahalesi olmadan sağlanan ku­ manda. || Programlı kumanda, kumanda edilen bir büyüklüğü önceden hazırlan­ mış bir programa göre, zamana ya da başka herhangi bir parametreye bağlı ola­ rak değiştirmeyi amaçlayan kumanda tü­ rü. || Sayısal kumanda, kumanda edilen bir değişkenin arzu edilen değerlerinin sa­ yısal bir koda göre tanımlandığı kuman­



da türü. (Takım tezgâhları sayısal kuman­ danın başlıca uygulama alanıdır.) [Bk. an­ sikl. böl.] —'Telekem. Uzaktan kumanda, bir dona­ nım ya da aracın çalışmasını uzaktan baş­ latmaya, değiştirmeye ya da durdurmaya yönelik işaretlerin iletimi. (Bk. a' —Bir manevrayı uzaktan gemeki ye olanak veren sistem. I U da etmek, bir uzaktan kumandayı,. Ku­ manda etmek ya da yönetmek: Garaj ka­ pısını uzaktan kumanda etmek. —ANSİKL. Radyotekn, ve TV. Her stüdyo­ da bir kumanda odası bulunur. Kuman­ da odası yayınlanan seslerin yeğinliğine göre mikrofonları açmaya, kapamaya ya da bunların duyarlığını ayarlamaya olanak verir. Çeşitli stüdyolardan ya da kayıtlar­ dan gelen bölümler ise, son biçimiyle programı oluşturmak amacıyla ana ku­ manda odası’nüa birleştirilir. —Siber. ve Mak. san. Sayısal kumanda. Sayısal kumandalı bir makine, otomatik­ leşme derecesine .göre işlemlerin yürütül­ mesi için gerekil komutları (çizilecek yö­ rüngeyi tanımlayan noktaların koordinat­ ları, ilerleme ve iş mili hızları, istenilen çev­ rim türü [frezeleme, delme, kılavuz çekme vb], kullanılacak takımın numarası v b) ta­ mamen ya da kısmen, bir delikli şerit ya da bir manyetik bant aracılığıyla alır. Sistem aynı zamanda, hareketli öğele­ rin kumanda edilen eksenlere göre anlık koordinatlarını da bilmelidir; bu amaçla darbe sayıcı ya da İkili kodlamalı sayısal algılayıcılar ya da örneksel, doğrusal ya da döner algılayıcılar kullanılır. Ulaşılacak koordinatlarla anlık koordinatlar arasında­ ki farktan hareket, yavaşlatma ve durdur­ ma komutları belirlenir; her biri eksenleri donatan elektrik motorlarına (kolektörlü motor ya da "adım motoru") ya da hid­ rolik motorlara İletilen bu komutlar, arzu edilen yer değiştirmeyi sağlar. Noktadan noktaya çalışan en basit ma­ kineler, yer değiştirmelerin tek bir hızla ve değişmez bir yörüngeye göre yapıldığı bir düzleme dik bir ekseni izleyerek işleme yaparlar; burada önemli olan tek şey va­ rış noktasının konumudur. Eksenel çalış­ mada işlemeler, iş milinin eksenine dik ek­ senlerden birini izleyen ve işin ilerlemesi­ ni oluşturan yer değiştirmeler sırasında yapılabilir En gelişmiş makineler profil tor­ nalama, yani takımın işlenecek parçaya göre yörüngesinin eğrisel olduğu işleme­ ler yapar; bu da çeşitli eksenlere göre aynı anda yer değiştirmeler gerektirir; bu yer değiştirmelerin oranları sürekli olarak de­ ğişen hızlarına, her an titizlikle uyulmalı­ dır. Profil tornalamanın başlıca uygulama­ ları tornalama ve frezelemedir; frezeleme yörünge, eksenlerin her ikisine de koşut bir düzlemde yer alıyorsa ikiboyutlu diye adlandırılır; herhangi bir yörünge halinde, üçboyutlu olabilir; bu da, takımın işlediği yüzeye göre özel bir yönde olması gere­ kiyorsa (örneğin yüzeye dik olması gere­ kiyorsa), tezgâhın üç ekseni boyunca yap­ tığı öteleme hareketlerinden başka, en az iki dönme hareketini gerektirir. Bu durum­ da kumanda sistemi, takımın kesici ayrıt yörüngesinden itibaren ayna burnunun programda istenilen yörüngesini belirtme­ ye olanak veren düzeltmeleri yapar. Programların hazırlanması çoğu kez, iş­ lenecek yüzeylerin yerini vermeye olanak sağlayan eğrilerin ayırtedici niteliklerini ve bu şekilde tanımlanmış eğrileri oluştura­ cak olan noktaların koordinatlarını belir­ leyen bir hesap makinesinin ya da bilgi­ sayarın (bu durumda destekli programla­ ma sözkonusudur) kullanımını gerektirir. Gerektiğinde programla da iletilebile­ cek olan kesme koşulları da, uygun bir programlama dili kullanılarak kullanılagelen parametrelere (işlenecek malzemenin cinsi, işleme payı, takımın geometrisi, kul­ lanılabilir güç vb.) göre otomatik olarak belirlenebilir; uyarlamalı kumanda sistem­ leri bu koşulları takımın işleme sırasında­ ki davranışına kalıcı şekilde uyarlamaya



olanak verir; bu da kesme parametreleri­ nin (özellikle ortaya çıkan güçler) otoma­ tik olarak ölçümünü gerektirir. Klasik takım tezgâhlarının çoğunun sa­ yısal kumandalı tipleri vardır: rr ze, delik işleme koordinat delik, tu r« , taş lama ve sac kıvırma tezgâhları, kaynak ve oksijenle kesme makineleri vb. Öte yan­ dan sayısal kumanda başka alanlarda da kullanılır: kablolama, bobinaj, resim, çi­ zim, kontrol vb. Bu makinelerin işletim masrafları yüksektir, ama ölü zamanları önemli ölçüde azalttıkları gibi güvenirlik­ leri ve çok işlevli olmaları imalat sonunda ve imalat sırasında çıkabilecek hatalı par­ ça sayısını da düşürür. Otomobil sanayisinde, krank millerinin dengelenmesi gibi seri halinde çok özel işlemlerden başka, sayısal kumandalı ma­ kinelerin kullanım alanı daha çok kimi bi­ rim parçaların (ilkörnekler, karmaşık par­ çalar) üretimini ya da ufak ve orta seri üre­ timi kapsar. Sayısal kumandalı birçok takım tezgâ­ hının gerçekleştirdiği işlemler, bir tek tez­ gâh üzerinde özellikle bunların otomatik­ leştirilmiş takımlarının ortak kullanımıyla toplanabilir. Son olarak, sayısal sistem es­ nek atölyelerin yönetimine olanak vere­ bilir, yani, takım tezgâhlarının her birinin kumandası ve parçaların bir makineden diğerine aktarılmasından başka, imalatın ihtiyaçlarına ve iyi ya da kötü olasılıkları­ na bağlı olarak işlemlerin çeşitli makine­ ler arasındaki en uygun dağılımını yapma­ yı yüklenebilir. —Telekom. Uzaktan kumanda, yararlı bil­ giyi iletmeyi sağlayan bir ortam gerektirir; bu ortam mekanik bir bağlantı, tel bağ­ lantısı (elektrik akımlarının iletimi), optik lif­ lerle bağlantı, bir ışık demeti ya da Hertz dalgaları olabilir, iletilecek bilgi bütün bağ­ lantılarda yer alan ve tümü gürültüyü oluş­ turan parazitlere karşı korunmalıdır. "İşa­ ret/gürültü" oranı bir uzaktan kumanda bağlantısının niteliğini belirler; iletimden kaynaklanan gecikme ve bağlantının yol açtığı bozulmalar da bir uzaktan kuman­ danın niteliğini etkileyen parametrelerdir. Öte yandan uzaktan kumanda komutla­ rının hazırlanması, kumanda edilen siste­ min konumunun ve hareketinin sürekli bi­ linmesini gerektirir; sistemin durumunu hemen algılamak mümkün değilse uzak­ tan ölçme, yörüngeçizimi, televizyon vb.'den elde edilen bilgilere başvurmak gerekebilir. Kumanda aygıtı ile alıcının ara­ larındaki uzaklık sabitse, uzaktan kuman­ da kısa mesafeler için mekanik organlar­ la (demiryolu makasları), elektrik kablola­ rı ya da optik lifler aracılığıyla gerçekleş­ tirilebilir (bir telefon numarası bir mesaj­ dır; bu mesajın gönderilmesi birtakım rö­ lelere uzaktan kumanda eder; bu röleler de çağıran ile çağrılan arasında bir dev­ re kurar). Verici ile alıcı birbirlerine göre hareketli ise, genellikle Hertz dalgaları kullanılır; bu tür bağlantıyı sağlamak için çok çeşitli kipleme tiplerinden yararlanılır; örneğin bir­ den fazla komut, kendileri de iletilecek ko­ mutlarla kiplenmiş alttaşıyıcı frekansların kiplediği tek bir taşıyıcı frekansla aynı an­ da gönderilebilir. Uzaktan kumanda pek çok askeri araç­ ta da kullanılır (özellikle deniz kuvvetlerin­ de topçulukta). Güdümlü füzelerle birlik­ te çok büyük bir gelişme göstermiştir; başlıca kullanım alanı güdümlemedir (bu durumda uzaktan güdüm* adını alır). Bil­ gi gerek, füzenin arkasından açılan teller­ le, gerek Hertz dalgalarıyla, gerekse ışık dalgalarıyla (laser, kızılaltı vb.) taşınabilir. Uzaktan kumanda, füzelere çeşitli komut­ ları iletmekte de kullanılır; örneğin tatbi­ kat sırasında, güdüm sisteminde meyda­ na gelen bir bozukluktan dolayı çevre için tehlikeli olabilecek bir füzeyi imha etmeyi sağlayan yönteme "füzenin uzaktan ku­ manda ile tahrip edilmesi" denir Uzay ça­ lışmaları alanında uzaktan kumanda, özel­ likle uyduların yörüngeye oturtulmasında (motorların ateşlenmesi, yörüngelerin dü­



zeltilmesi, kanatların açılması vb ) önemli bir yer tutar. Son olarak küçük modellerin (gemi, otomobil, uçak) yöneltilmesinde de kulla­ dır. K U M A N D A L I sıf. Kumanda edilebilen ya da belirtilen bir biçimde yönetilebilen şey için kullanılır: Uzaktan kumandalı te­ levizyon. Çift kumandalı. K U M A N D A N a. (fr commandant). Ask. KOMUTAN’ın eşanlamlısı. K U M A N D A N L IK a. Ask. KOMUTANLIK' ın eşanlamlısı. K U M A N D A RYA a. (ital. komandona’ dan). Kıbrıs’ta yapılan bir tür tatlı sofra şa­ rabı. K U M A N D IL A R ya da K U B A N D ILA R , Rusya’ya bağlı Gorno-Altaysk özerk bölgesinde yaşayan türk boyu. Al­ tay dağlarının K.’inde, Biya ırmağı boyun­ da otururlar. Irmağın yukarı kesiminde oturanlara "Yukarı Kumandılar” , orta kesimindekilere “Aşağı Kumandılar” denir. Kumandı lehçesi, altay türk lehçelerinin kuzey kolunu oluşturan lehçelerdendir. Sesbilgisi ve dilbilgisi özellikleri yönünden şor ve kısmen hakas dillerini andırır. Kimi arkaik özelliklerini korumakla birlikte altay yazı dilinin etkisinde kalmıştır. Bazı etnog­ rafya araştırmalarında kumandı dili üzeri­ ne bilgiler verilmekteyse de bu dil yeterin­ ce araştırılmamıştır. K U M A N DO a. (ital. commando). De­ nize. 1. Beş ya da on kat katransız halat lifinin bir arada sola bükülmüş biçimi. (Kalçete yapmada ve palet örmede kullanılır) —2. Sola büküm verilmiş pamuk ipliğin­ den yapılan ve salmastra olarak kullanı­ lan kordon. KUM ANLAR -



KlPÇAKLAR.



K U M A N L A R , Bismarck sıradağlarının güney eteklerinde (Chimbu bölgesi, Yeni Gine) yerleşmiş 120 000 papudan oluşan halk topluluğu. Topluluk, bahçıvanlıkla uğ­ raşan ve bir erkekler evi çevresinde da­ ğınık konutlarda yaşayan babasoylu ve babayerli klanlardan oluşur. Dinlerinde büyü ve erkek çocukların yetişim töreni için dönem dönem düzenlenen büyük klan bayramlan egemen bir yer tutar. K U M A N O V O , K U M A N O V A ya da K O M A N O V A , Makedonya'da kent, Üsküp’ün (Skopje) kuzey-doğusunda; 63 200 nüf. Sanayi merkezi. K U M A N Y A a. (ital. comania). Yolculuk sırasında yenmek üzere hazırlanmış yiye­ cek; azık. —Ask. Sıcak yemek yedirme olanağının bulunmadığı durumlarda personele veri­ len peksimet, konserve vb. yiyecek. —Denize Gemide, mürettebat için bulun­ durulan yiyeceklerin ve içeceklerin tümü. || Kumanya çizelgesi, mürettebata verile­ cek günlük yiyeceğin ve içeceğin neler­ den oluştuğunu gösteren ve miktarını be­ lirleyen çizelge. K U M A N Y A , Macaristan’da bölge. Mo­ ğol istilasından kaçan 40 000 kuman ai­ lesi buraya sığınmıştı (1236-1239). Kuman­ ya, iki yönetim bölümüne ayrılır: orta Tisza’nın doğusundaki Büyük Kumanya (Nagy Kun); Tisza ile Tuna arasında bulu­ nan, Küçük Kumanya (Kis Kun). Bu iki yö­ netim bölümü, kuman geleneklerinin or­ tadan kalktığı XVIII. yy. sonlarına kadar özerkliğini korudu. K U M A N Y A C I a. Savaş gemilerinde, eratın gıda işleriyle ilgilenen, kumanyayı ambardan kumanya çizelgesine göre çı­ karan, geminin gerekli kumanya ikmalini yapan er. (Ticaret gemilerinde bu iş için özel personel kullanılır.) K U M A N Y A U K a. Denize. Gemiler­ de, kumanyanın istiflenerek saklandığı yer. (Buz odasını, sebzeliği ve kuru kumarıyalığı içerir. Ancak kimi gemilerde, buz odası, sebzelik ve kuru kumanya-



J. Pierre-Thomson-C.S.F.



Iık ayrı ayrı yerlerdedir.) K U M A R a (ar IfimSı). 1. Ortaya para mal vb konularak oynanan şans oyunu: Kuma­ ra alışmak. Kumar tutkusu. —2. Olumlu so­ nuç vermesi kuşkulu olmasına karşın her şeyi göze alarak girişilen iş: Bu iş tam bir kumar. —3. Kumar oynamak, para karşılı­ ğı oyun oynamak; olumlu sonuç alınacağı kuşkulu olan bir işe bile bile girmek. || Ku­ mar oynatmak, belli bir pay karşılığı yasa­ dışı ya da yasal olarak bir yer düzenleye­ rek kumar oynanmasını sağlamak. —İsi. (Bk. ansikl. böl.) —Oy. Kumar oku, eskiden Araplar’ın ku­ mar oynarken kullandıkları, başı ile tem­ reni bulunmayan ok. —ANSİKL. Huk. Kumar ve bahis bir ala­ cak hakkı doğurmaz (Borçlar k. md. 504). Kumarda kazanan, kaybedenden alaca­ ğını dava edemez. Kaybeden tarafın öde­ me vaadi ve borç senetleri de geçerli sa­ yılmaz. Ancak ödenmiş olan kumar bor­ cu da geri istenemez. Kumar ve bahisten doğan borçlara eksik borç denir. Türk ce­ za k. kumarı, genel ahlakla ilgili kabahat­ lerden biri olarak düzenlemiştir. Yasaya göre herkese açık yerlerde kumar oyna­ tılması suçtur (md. 567). —isi. Cahiliye* devrinde arap kabileleri içinde kumar çok yaygındı. Bu durum, müslümanlığın ilk yıllarında da sürdü. Sa­ vaşı kimin kazanacağı konusunda Bedir* gazası sırasında (624) Ebu Lehep ile As bin HişamTn, kumar niteliği taşıyan bir bahse giriştikleri bilinir Aynı yıllarda at, de­ ve ve ok atma yarışları da büyük ölçüde revaçtaydı. Sonraları İran yoluyla gelen tavla ve satranç oyunları da, para ya da mal karşılığı oynandığından kumar kap­ samına alınarak yasaklandı. Peygamber döneminde (610-632) güvercin uçurarak ya da hayvanları dövüştürerek oynanan müşterek bahisler de kumar sayılarak ya­ sak edildi. Kuran’da kumar konusuyla ilgili olarak şöyle denir: "Ey iman edenler, şarap da, kumar da, dikili taşlar da (putlar), fal ok­ ları da şeytanın pis bir işinden başka bir şey değildir. Bunlardan kaçının ki felah bulasınız. Şeytan, şarap ve kumarla ara­ nıza düşmanlık ve nefret sokar, sizi Allah’ı tanımaktan alıkoymak ister. Bunlardan vazgeçin" (V; 90, 91). Kumarın yasak edildiğini belirten ve özellikle halife Ali'den aktarılmış birçok ha­ dis de vardır. Sonradan fıkıh bilginleri ta­ rafından kumar konusunda daha katı ya­ saklar getirilmiştir. K U M A R (Cainendra), hindi dilinde ya­ zan hintli yazar (Kanriyaganc 1905). Gandhi’nin yandaşı ve dostuydu. Ulusçu ve gelenekçi bir bağlam içinde kadın ka­ rakterlerinin psikolojik çözümlemesini yap­ tı. Tyagpatra'da (1937) kendi isteği dışın­ da evlilik yapan genç bir kadının yavaş ya­ vaş düşüşünü anlattı. Romanlar (Kalyanı,



sayısal kumandalı matkap-delik işleme-freze tezgâhı



Kumar 1932, Sunita, 1935, Sukda, 1952) yanın­ da, masal ve denemeler de yazdı.



7154



■ K U M A R A N a. (fr. coumararıne). Org. kim. Formülü C9HeO olan benzopiran izomerlerinden birinin yaygın adı. K U M A R B A Z sıf. ve a. (ar kımarve fars. baz, oynayan'dan kımâr-baz). Kumar oy­ nama tutkusu olan, kumar oynamayı alış­ kanlık edinmiş kimse için kullanılır: Kumar­ baz adam. Kumarbazın biridir. K u m a rb a z (igrok), Dostoyevskiy’in ro­ manı (1867). Mutsuz bir aşk yüzünden profesyonel bir kumarbaz olup çıkan genç bir adamla kumar tutkusu yüzünden servetini kaybeden yaşlı bir kadının port­ releri aracılığıyla kişisel bir deneyimin di­ le getirilişi. K U M A R B A Z I a. (ar frmSr, fars. bâz ve -/'don kımSr-bSzi). Esk. Kumarbazlık. K U M A R B A Z L IK a. Kumar düşkünlü­ ğü. K U M A R B İ, yunan mitolojisinde Uranos ve Kronos'un uzaklaştırılışına benzer bir biçimde oğlu Teşup tarafından yerinden atılan hurri tanrısı. K u m a r b i e fs a n e s i, hurri kökenli hitit



fcutnaran kumarill



destanı; Gökyüzü krallığı için baba (Alalu), oğlu (Anu) ve torun (Kumarbi) arasın­ daki mücadele anlatılır. Destanla ilgili me­ tinler Boğazköy’deki devlet arşivinde tab­ letler halinde bulundu, H. G. Güterbock* tarafından düzenlendi ve okundu, Prof. S. Alp* tarafından türkçeye çevrildi (Kumar­ b i efsanesi, 1945). Kimi parçaları günü­ müze ulaşmayan ya da çok kopuk olan efsane çeşitli bölümlerden oluşan bir des­ tanlar dizisi biçimindedir. Çok eksik olan ilk bölümde Alalu’nun dokuz yıl süren Gökyüzü krallığı, oğlu Anu'nun onu ye­ nip tahtı ele geçirmesi, Kumarbi'nin de Anu'ya savaş açması ve onun erkekliğini yuttuktan sonra, Nippur kentine çekilerek doğumu beklemesi, bedeninin çeşitli yer­ lerinden çocuklarının dünyaya gelişi an­ latılır. Daha sonra tanrılar Gökyüzü krallı­ ğını ele geçirmek için aralarında savaşır­ lar (tüm bu bölüm yunan mitolojisindeki “ Theogonia” ile [Yaratılış destanı] yakın koşutluklar gösterir). Tanrı Kumarbi’yle il­ gili öteki bölümler Ullikummi" şarkısı ve Hedarnmu* efsa/ıes/’nden meydana ge­ lir. Bu destanlar dizisinin canlı ve edebi bir dille yazılmış olmaları dikkati çeker. Bun­ lar hurri mitolojisinin özelliklerini taşımak­ la birlikte tanrıların Mezopotamya kökenli olması, bu destanların kaynağının Mezo­ potamya olduğunu gösterir. Ancak Hurriler bu destanları kendi inançlarına uyar­ lamışlar, Hititler de kendi dillerinin özellik­ lerini kullanarak özgün edebiyat ürünleri vermişlerdir.



X = H2 X=0



K U M A R C I a. Sürekli kumar oynayan, kumara düşkün kimse; kumarbaz. K U M A R C IL IK a. Kumarbazlık. K U M A R H A N E a (ar. (rim âr ve fars. iyâne’den k'mar-hâne). Kumar oyna­ tılan yer. K U M A R H A N E C İ a Kumarhane işleten kimse. K U M A R İK sıf. (fr. coumarique). Org. kim. Kumarik asit, trans ya da E ortohidroksisinamik asidin yaygın adı; kumarinik asidin bir stereoizomeridir. — ANSİKL. Kumarik asit mayalanmış taşyoncası, tonka baklası vb.’de bulunur. Ay­ rıca kumarin hidratlanarak ya da orto -aminosinamik asit diazolanarak elde edi­ lir. K vitaminine karşı belirgin bir etkisi var­ dır. I



K U M A R İN a. (fr. coumarine). Org. kim. Formülü C9H60 2 olan benzopiron izo­ merlerinden birinin yaygın adı. — ANSİKL. Eczc. Kumarin, kan pıhtılaşma­ sı için gerekli olan proteinlerden dördü­ nün (protrombin, VII., IX. ve X. etmenler) karaciğerde bireşimini engeller. K vitami­ ninin gücüne karşıt olan bu güç, kumari-



ne ve özellikle onun etilbiskumasetat gibi türevlerine tedavi alanında, özellikle tromboz ve amboli hastalıklarının tedavisinde büyük bir önem kazandırır. Kan pıhtılaş­ masını önleyici etki, ağız yolundan tablet şeklinde verilerek sağlanır. Fakat dozu ve veriliş şekli her hastaya göre değiştiğin­ den kandaki protrombin miktarının sık sık ölçülerek kontrol edilmesi gerekir. —Org. kim. Kumarinik asidin bir laktonu olan kumarine, kokulu asperula ile tonka baklasında rastlanır ve bu bitkilere hoş bir koku verir; özellikle parfüm ve tütün sa­ nayilerinde kullanılır. K U M A R İN İK sıf. (fr. coumarinique; coumarouna, peygamberağacı'ndan). Kuma­ rinik asit, formülü C9HeO;j olan s's Ya 0,3 Z orto-hidroksisinamik asidin yaygın adı; laktonu kumarindir. K U M A R O N a. (fr. coumarone). Org. kim. BENZOFURAN’ın eşanlamlısı. —Polim. Kumaron reçinesi, inden ve kumaron karışımının polimerleştirilmesi so­ nunda elde edilen reçine. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Polim. Kumaron reçinesi (inden-kumaron reçinesi de denir), kumaron-inden karışımının polimerleştiril­ mesi sonunda elde edilir. Kumaron ve in­ den, taşkömürü katranının damıtılması sı­ rasında çıkan hafif yağlarda bulunur. Polimerleştirme, kumaron-inden karışımının sülfürik asitle ısıtılmasıyla gerçekleştirilir. Böylece elde edilen ürün, termoplastik (ısılyumuşar) bir malzeme özelliği taşıyan bir eşpolimerdir; bu malzemenin yumu­ şama noktası 150 °C'a dek çıkar. Bu yolla hazırlanan malzemeler, ağdalı akışmaz bir sıvı ya da sert katı bir görü­ nüm sergiler; renkleri, sarıdan siyaha dek değişir. Su ve alkolde çözünmemelerine karşın, piridin, aseton, karbon sülfür, kar­ bon tetraklorür ve hidrokarbonlarda çözü­ nür. Kumaron reçineleri boya sanayisinde, mürekkep ve vernik yapımında, yer kap­ lama malzemelerinin yapıştırılmasında, malzemelerin su geçirmezliğinin sağlan­ masında kullanılır. K U M A S İ, Gana'da kent, Aşanti bölge­ sinin merkezi; 385 192 nüf. (1988). Kent, daha çok kakao yetiştirilen bir bölge olan Kumasi platosu’nda yer alır ve ka­ kao pazarlama merkezidir. Tarım gereç­ leri. Üniversite merkezi. —Tar. XVIII. ve XIX. yy.’larda aşanti askeri gücünün merkezi durumunda olan kent, 1874’te ingilizler (Wolseley’in komutasın­ daki sefer birliği) tarafından işgal edildi, ardından yakıldı. İkinci İngiliz işgalinden (1896) ve Sekondi (1903) ve Accra (1923) ile demiryolu bağlantısı kurulduktan son­ ra gelişti. K U M A Ş a. Tekst. 1. Eğirilip bükülebilen lifli maddelerden keçeleştirme, örme, do­ kuma vb. yöntemlerle oluşturulan ve giy­ si yapımında, döşemecilikte kullanılan tabakamsı, yüzeysel yapıların genel adı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Altınlı kumaş, gü­ müşlü kumaş, atkısı altın ya da gümüş, çözgüsü ise ipek olan hafif dokuma. || Kord kumaş, bezayağı bir zemin armürü içeren dokuma. — ANSİKL. Tarihçe. Günümüzde, keçeleş­ tirme, dokuma ve örme gibi üç temel yön­ temle oluşturulan kumaşların ilk defa ne­ rede, nasıl ve ne zaman gerçekleştirildiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak çe­ şitli görüşler ilk kumaşların keçeleştirme yöntemiyle yapıldığı konusunda birleşir. Bunun yanı sıra, keçe kumaşlarla ilgili en eski buluntular, Orta Asya’da Altay ve Sa­ yan dağlarında yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. İ.Û. IX. ve VIII. yy.’lara ait türk mezarlarında ele geçen çeşitli kumaşlar arasında keçe kumaşlar da vardır. Yine Kuray, Tuyahta, Katanda, Pazırık, Şibe, Noyun-Ula vb. kurganlarda yapılan kazı­ lar, Hunlar’ın keçe kumaş yapımında son derece ileri bir düzeyde olduğunu göster­ mektedir. Bulunan eserler arasında keçe aplike tekniğiyle gerçekleştirilmiş eyer ta­ kımları, yaygılar, örtüler, çoraplar ve çiz­



meler gibi son derece ilginç buluntular da vardır. Selçuklular’ın ve Osmanlılar’ın ke­ çe kumaşlara büyük bir önem verdikleri ve çok değişik alanlarda çeşitli biçimler­ de bu kumaşlardan yararlandıkları da bi­ linmektedir. Ayrıca Asurlar’ın ve Hititler’in keçe kumaş yapımını bildikleri ele geçen kabartmalardaki kıyafetlerden anlaşılmak­ tadır. Dokuma kumaşlar konusunda ise Çatalhöyük buluntuları önemli bir yer tutar. Yenitaş dönemine ait olan bu dokuma ku­ maş parçalarından, dokuma tekniğiyle kumaş yapımının çok daha eski tarihler­ de başlamış olduğu anlaşılmaktadır. Ay­ rıca Orta Asya'da, Anau’da yapılan kazı­ larda ele geçen ve İ.Ö. 8 000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen ağırşaklar, dokuma kumaş yapımının başlangıcını Orta Asya Yenitaş kültürünün başlangıcına kadar gö­ türmektedir. Bununla birlikte, dokumacı­ lık konusunda Anadolu'yu ön plana çıka­ ran Çatalhöyük kazıları, yün ve tiftik gibi hayvansal lifler kullanılarak gerçekleştiri­ len dokuma kumaşların yanı sıra balık ağı biçiminde yapılmış kumaşların olduğunu da göstermektedir. Ayrıca, giysi için ger­ çekleştirilen dokuma kumaşların dışında, kilim ve kalın yaygıların da yapılmış oldu­ ğu, mabed duvarlarındaki renkli desen­ lerden anlaşılmaktadır. Dokumacılık sana­ tının Anadolu'da Yenitaş döneminden sonra da devam ettiği çeşitli dönemlere ait kültür tabakalarından elde edilmiş ağır­ şaklardan, tezgâh ağırlıklarından ve çivi yazılı tabletlerden anlaşılır. Kazılarda ele geçirilmiş tabletlerin büyük bir bölümü ya­ pıldıkları yöreye göre adlandırılan doku­ ma kumaşlardan söz eder. Eski Mısır uygarlığı’na ait dokuma kumaşların, günü­ müz araştırmacılarını hayrete düşüren bir kalitede ve incelikte olduğu görülür. Ayrı­ ca değişik tekniklerde gerçekleştirilmiş di­ ğer dokuma kumaşlar da oldukça ilgi çe­ kicidir. Orta Asya'da, Anadolu’da, Mezopotam­ ya'da, Mısır'da, Hindistan'da, Çin'de, Or­ ta ve Güney Amerika'da ortaya çıkarılmış değerli örnekler, ilk çağlardan günümü­ ze kadar kumaş üretimine verilen önemi gösterir. İpek kumaşta Çin, pamuk ku­ maşta, Hindistan, keten kumaşta Mısır, yün kumaşta Mezopotamya ve Anadolu, tarihteki önemli kumaş üretim merkezle­ ridir. • Üretim. Dokuma işleminden sonra tez­ gâhtan çıkarılan kumaş az bükümlü iplik­ lerle gerçekleştirilmiş genellikle gevşek bir dokuma biçimindedir. Dokuma hatalarını ve düğümleri yok etmeye dayanan cımbızlama işleminin ardından kumaş sod­ yum karbonat çözeltisinden geçirilerek yağlardan arındırılır, yıkanır ve dinklenir. Dinkleme kumaşa istenen dayanıklılığı ve yapıyı kazandırır. Bu işlem, nemli ortam­ da, sabun ya da sodyum karbonat eşli­ ğinde gerçekleştirilir: kumaş, silindirler arasından geçirilir ya da tokmaklarla dö­ vülür. Dinkleme, kumaşın boyuna ve eni­ ne çekmesine neden olur ve istenen bo­ yutlar elde edilince işleme son verilir Çok önemli olabilen bu çekmeler, elde edilen ürünün kalınlığını artırır. 220 cm ve hatta daha fazla bir genişlikte dokunan kimi ku­ maşların genişliği bu işlemle 140 cm'ye indirilebilir. Kumaş dink makinesinin çıkı­ şında, germeli kurutucuda kurutulur; da­ ha sonra şardon telleri (doğal ya da me­ tal) ya da kumaşı tüylendiren eğik uçlarla donatılmış silindirler içeren bir hav maki­ nesinden geçirilerek şardonlanır; bu işlem kumaş yüzeyinin tüylenmesine neden olur ve her kumaşa uygulanmaz. Makas­ lama işlemi kumaş yüzeyindeki havların boyunu eşitler, fırçalama işlemi ise makas­ lama işleminin etkilerini düzgünleştirir. Da­ ha sonra, her katı arasına kartonlar yer­ leştirilen kumaş sıcak presten geçirilir. Üretim işlemleri dekatirlemeyle ve soğuk preslemeyle bitirilir. K u m a ş ç ıla r lo n ca sın ın ü y eleri (De Staalmeesters), Rembrandt'ın son dönem



başyapıtlarından biri (1662; 1,91 x 2,79 m; Rijksmuseum, Amsterdam), Çok can­ lı bir kompozisyon olmasına karşın, dü­ zenliliği ve bütünlüğüyle dikkati çeker, Rembrandt, loncanın ticari politikasını de­ netlemekle yükümlü uzmanlardan beşini, kişiliklerini ustaca vurgulayarak betimle­ miştir. K U M A Ş Ç IL IK a. Kumaş üretimi ve tica­ reti, K U M A U N , Himaiayalar'ın Hindistan'da­ ki kesiminde bölge, Utlar Pradeş'in kuze­ yinde Nepal sınırı ile yukarı Cumna ara­ sında. Birkaç yüksek doruğu vardır: Ka­ met, Trisul ve özellikle Nanda Devi. İki tip kırsal ekonomi uygulanır: yüksek dağlar­ da Bhotialar'ın uyguladıkları tibet tipi' da­ ha aşağılarda hindu halklarının uyguladık­ ları yılda iki kez ürün almaya dayanan tip. Hacıların akın ettiği birçok kutsal yer, özel­ likle Ganj ırmağının kaynakları. Ingilizler burada sayfiye merkezleri kurdular: Musuri, Naini Tal, Almora, Raniket. Yörenin aşağı kesiminin başlıca kenti, Survey of india’nın (harita servisi) merkezi Dehra Dun'dur. K U M A U N İ a. Orta pahari lehçesi. (Kumaun’da yaklaşık 1 300 000 kişi tarafın­ dan konuşulur.) K U M A Y R İ -» G e n c e .



K U M B A , Kamerun'da kent, yönetim bölgesi merkezi, Duala’nın K.-K. B.’sında; 55 000 nüf. (1991). Kahve işleme. K U M B A K O N A M , Hindistan'da (Tamii Nadu) kent, Karikal’ın B.'sında; 142 000 nüf. Ticaret, din ve üniversite merkezi. K U M B A U â l a. Zool. 1. Ilık ve oldukça serin denizlerde yaşayan kemiklibalık. (En çok 40 m derinliğe inebilen bu balık kıyı­ ların az çok acısulu kesimlerine de soku­ lur. Bedeni, eğri sıralanmış ince, küçük pullarla kaplıdır; sırt ve kuyrukaltı yüzgeç­ lerinin üst kenarları düz olarak devam eder. Bil. a. Ammodytes tobianus; kumbalığıgiller familyası; boyu 20 cm'ye ka­ dar.) —2. Ilık ve oldukça serin denizlerde yaşayan kemiklibalık. (Bedeninin ön kesi­ minin çıplak, geri kalan kesimindeki pul­ larınsa norma! dizilişte olmasıyla bir ön­ ceki türden ayrılır. Bil. a. Gymnammodystes cicerellus; kumbalığıgiller familyası; boyu 18 cm’ye kadar.) [Bk. ansikl. böl.] —3. Ilık ve oldukça serin denizlerde en çok 40 m derinlikteki diplerde yaşayan temiklibalık. (Bil. a. Hyperoplus lanceolatus; kumbalığıgiller familyası; boyu 36 cm'ye kadar.) —ANSİKL. Akdeniz kıyılarında yaşayan, bedeni pulsuz Gymnammodytes cicerel­ lus uzunca sürelerle kendini kuma gömer. Kumbalıkları, gelgit nedeniyle sular çekil­ diğinde, orağa benzeyen bir aletle kum­ lar karıştırılarak avlanır. Çoğu yenebilen bu balıkları avcılar daha çok yem olarak kullanırlar. K U M B A U A lO İL L E R a. Kumlu deniz diplerinde yaşayan, üremek İçin kıyılara yaklaşan kemikllbalıljar familyası, (Bu farnilyanın üyeleri karın yüzgeçleri ve hava kesesi bulunmayan uzunca bedenli balık­ lardır, Türkiye'nin bütün denizlerinde bu­ lunurlar, Göç etmezler: etleri beyaz ve lez­ zetlidir. Türkiye denizlerinde kumbalığı* ortak adıyla bilinen 3 türü vardır. Bil. a. Ammodytidaa; levrekbalığımsıiar takımı,)



K U M B A R A a, (fars, Çumham'üm), 1. İçine biriktirmek amacıyla para atılan me­ tal, plastik, toprak v b maddelerden yapıl­ mış, delikli küçük kap —2. Eak. sil. HUMBARA'ya halk arasında verilen ad,



K u m M ı a M e l a , Hintlilerin en büyük di­ ni şenliklerinden biri; her üç yılda bir Gani nehri ve onun kolları üzerindeki Hardvar, Uesyn, Naslk ve Allahâbad kentlerinde kutlanır. Bu hac seferi, yerine getirilmesi önemli bir edim sayılır, Pumna'lara göre, bu şenlik, ölümsüzlük İçkisini (amrlta) ta­ şıyan kabı (kumbha) ele geçirmeye çalı­



şan tanrılar arasındaki çekişmeden kay­ naklanır. Tanrılar, bu kabı ele geçirdiler, dört ayrı yere koydular, mela buralarda durur. KUMBE S A LE H , Moritanya İslam Cumhuriyeti’nin güneydoğu’sunda sit, Mali sı­ nırında. Gana’nın son döneminden kalma olduğu sanılan önemli bir kentin kalıntıla­ rı. K U M B U R G A Z , İstanbul'un Büyükçekmece ilçesi merkez bucağına bağlı, Marmara denizi kıyısında belde; 7 118 nüf. (1990). 1940’lı yıllarda küçük bi köy iken, daha sonraları hızla ve dür . isiz biçimde kentleşerek, İstanbul h kının gözde yazlıklarından biri oldu. Ya. mev­ siminde nüfusu on binleri geçer. K U M C U a. Yapılar için kum taşıyıp sa­ tan kimse. K U M C U L sıt. Kumlu toprakta yetişen bit­ ki, kumda yaşamayı seven hayvan, özel­ likle de böcekler için kullanılır. (Eşanl. KUMSEVER.) K U M D A N L I, esk. Hoyran, İsparta’nın Yalvaç ilçesine bağlı bucak; 8 371 nüf (1990); 9 köy. Merkezi Kumdanlı, 2 554 nüf. (1990). K U M B A R I a. Boza yapımında kullanılan ufak darı. (Eşanl. AKDARI.) KUM O & ŞB K a. İnş. Döşeme karosu u y gulamak İçin bir yüzey üzerine serilen kum vataöı, K U M IR T A V , Rusya’da kent, Başkırdistan’ın güneyinde, Güney Urallar’ın eteğinde; 52 000 nüf. Linyit ocakları, K U M B S TİN O L a. (fr. coumestrol'dan). Formülü CıaH80 , olan ve kumarlnden tü­ reyen östrojen bileşik; baklagillerden (üçgül, yonca) hazırlanan kuru hayvan ye­ minde bulunur. K U M H A N I a. Metalürj. Bir dökümhane­ de, kalıp kumlarının hazırlandığı bölüm. K U M IK L A R -



KUMUKLAR.



K U M İA tâ (Evgenij), hırvat yazar (Brsed latria, 1850-Zagreb 1904). Le Basille de Jelka (fr, çev.) [1881] ve Goapodja Sablna (1883) adlı romanlarında Zagreb toplumunu natürallat bir yönelişle betimledi. En ünlüsü Zrlnjsko-Frankopanaka (1898 ■93) olan tarihsel romanlarında, ulusal duyguları yücelterek hırvat tarihini İşledi, K U M İ KATA a. (taponca söze.). Judo­ da, rakibin hareketlerini kontrol altına al­ mak amacıyla (elbisenin [judogl] göğüs hizasında) yapılan tutuşma biçimi,



KUM İLLA, Bangladeş'te (Çıttageng III), kent, Dakka’nın 0,-0, Olsunda; 184 132



nüf. Tarım pazarı. Pamuk ve jüt işleme. Ke­ reste sanayisi.



tfıım advuJor ia n a a M itm m/alaz» nUiHaşçim i'jficssının uyemn \ ıo o c ;



K U M İS . Tar. coğ. lat. Comiserse, İran’ da Elburz sıradağlarının D, kesiminin G. yamaçları ile Deşti Kevir arasında yer alan yöre; K. İran’ı B. Türkistan'a bağlayan ta­ rihi ticaret yolu üzerinde.



Rijksmuseum, Amsterdam



Hemoranat ın taoıosu



&UMİYE, Mağrib’de bir arap kabile Qrtaçağ’da adını duyuran ve önemli rol oy­ nayan kabile, sonradan Satfura adını al­ dı. Kabilenin kurucusu Kumiye'nin, günü­ müzde de varlığını sürdüren birçok aile­ nin oluşmasını sağlayan Lemaya ve Matgora adlı kardeşlerinin olduğu söylenir. Kumiye’nin en ünlü temsilcileri aralarında Muvahhit hanedanının ilk halifesi Abdülmümin'in de bulunduğu Beni Ahid, Nedroma ve Sagarlar’dır. Muvahhitler ordusu­ nun ikinci cündünü (düzenli askeri birlik) Kumiyeler oluşturdu. Kabile ispanya sa­ vaşlarında Muvahhitler’in kuvvet gereksi­ nimini karşılayabilmek için giderek zayıf­ ladı ve Zenatalar'a haraç vermek zorun­ da kaldı. Sonunda Cezayir'in kuzeyinde­ ki Trasa konfederasyonu’na katıldı. K U M K A L E , Çanakkale'nin merkez il­ çesi Intepe bucağına bağlı belde; 2 308 nüf, (1990).



Kumkato ta r ım iş le tm e s i, Çanak­ kale'nin merkez ilçe sınırları içinde, İzmir yolunun 30. km'sinde tarım işletmesi, 1951'de Ziraat vekâleti veteriner işleri gene! müdürlüğü'ne bağlı olarak "Kumkale inekhanesi" adıyla kuruldu. 1984'te, Tarım işletmeleri genel müdürlüğü'ne (TlGEM) bağlanarak bugünkü adını aldı, 6 500 dekar arazi varlığı olan kuruluşun sı­ ğırcılık şubesinde, siyah alaca sığır ırkı­ nın ıslah ve yaygınlaştırma çalışmaları yapılmaktadır. Koyunculuk şubesinde İmroz ve sakız koyun ırkı yetiştirilir. Ta­ vukçuluk şubesi 1984-1991 arasında fa­ aliyet göstermiştir, Tarım şubesi ise yon­ ca, mısır, hayvan pancarı gibi yem bitki­ leriyle, yerfıstığı üretim çalışmalarını yü­ rütür, 1990'dan beri buğday tohumculu­ ğu yapmaktadır K u m i« |R ' İstanbul'un Avrupa yakasın­ da, Marmara denizi kıyısında, Ahırkapı ite 'fenlkapı arasında semt, Bizans dönemin­ de burada Kontoskalion limanıyla, yarım daire biçimindeki surlara açılan bir kapı vardı, Bu liman Marmara yönünden oe güçlü surlarla korunuyordu. Su sura ge­ milerin geçebileceği genişlikte bir geçit açılmıştı, Bu Umanın hemen yakınında KaIsarlu denilen daha küçük İkinci bir liman bulunuyordu. Türkler zamanında kente kum getiren gemiler buradaki iskelelere yüklerin! boşalttıklarından «amt Kumkapt adım aldı. Günümüzde meyhaneleriyle



k u a m tM



Büyük Larousse



Kumkapı meydanından bir görünüm



ünlüdür, İstanbul Balık hali buradadır. K U M K A Z A N a. Zool. .Güney Afrika'da yaşayan kemirici memeli hayvan. (Köste­ bek gibi yeraltında yaşar. Boyu 30 cm’yi bulabilir. Bil. a. Bathyergus maritimus; toprakkazangiller familyası.) K U ü K IN K A N A rU S lâ İL L E R a . Böcbil. Kumsallarda yaşayan, genellikle par­ lak renkli böcek familyası. (Duyargalan ipiiksi ve üstçenelerinin dibindedir. Çok hızlı koşar ve uçarlar. Başka böcekleri avladık­ larından tarım için yararlıdırlar. Bil. a. Cidndelidae.) [Eşanl. k a p l a n b û CEKGİlLER.j



KUM KÖ Y, esk. Kllyos, İstanbul'un Sa­ rıyer ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 1 666 nüf. (1990). Karadeniz kıyısında, İs­ tanbul'un gözde plajlarından biri; can­ kurtaran istasyonu, deniz feneri. K U M K U M A a. (ar. kumcuma). 1. Yuvar­ lak kannlı testi. —2. içine mürekkep zem­ zem konulan yuvarlak şişe. —3. Eskiden para biriktirmeye özgü, yuvarlak karınlı toprak kap. (Üzerinde paraların atılabile­ ceği bir yarık bulunurdu.) —4. Bir özelli­ ği, çoğunlukla da olumsuz, kötü bir özel­ liği kendinde fazlasıyla toplayan kimse ya da yer: Dedikodu kumkuması. Fesat kum­ kuması.



Mehmet Kumova



K U M K U M D U a. Baiıkç. Kum içinde bu­ lunan, balıkçıların yem olarak kullandık­ ları kurt. K U M K U U K T sıf. 1, Çin ve Japonya'da yetişen, turunçgillere yakın, hepyeşil yap­ raklı ağaççık. (Bil. a. fortunella; sedefotugiiler familyası.) —2. Bu ağacın küçük bir portakala benzeyen meyvesi. —ANSİKL. Kumkuvat hem meyve, hem süs bitkisi olarak kullanılır.



KUM R U YU , İçel'in Erdemli ilçesi mer­ kez bucağında belde; 4 067 nüf. (1990). K U M L A a. Coğ. Kıyıda (kıyı kumlası) ve soluğanların değişiklik yapabileceği kadar derinliklerde (denizaltı kumlası) gelişmiş kum, çakıltaşı ya da yassı çakıitaşından oluşan eğimli dolgu yüzeyi. (Eşanl. k u m ­ s a l , p la j .)



Ernst E t e d Kumıt.er



—ANSİKL. Kıyı ve denizaltı kumlaları Holosen’de oluşmuş kıyı şeridinde biçimlen­ miştir. Yüksek deniz düzeyinin üstünde ka­ lan bölümleri artkumlayı oluşturur. Sıfır hiarografya düzeyinin altındaysa, denizaltı kumlasıyla sınırdaş olan önkumia başlar. Asıl kıyı kumlası şu bölümlere ayrılır: de­ nizin durumuna bağlı olarak, setlerle ve oluklarla kayganlaştırılmış ve biçimlenmiş aşağı kumla; basamaklar halindeki kıyı setleriyle kaplı yukarı kumla. Bazı kumla­ lar valıyarların eteğinde biriken gereçler­ den oluşur; başka kumlalarsa kıyıdan kopmuş ve kıyı okları halinde uzanmışlar­ dır. Kıyıya sokulan dalgalarla gereç bakı­ mından beslenmesinde ya da geriye çe­ kilen dalgalarla aşınmasında meydana gelen mevsimlik ya da dönemse! değişik­



liklere bağlı olarak kumla, ya kalınlaşır (kumlanın yukarısına doğru çıkan kumlar rejimi: "kumla yükselmesi” ) ya da incelir (kumlanın aşağı kesimine doğru yer de­ ğiştiren kumlar rejimi: "kumla incelmesi"). Görünüm, iklim kuşaklarına göre değişir: tropiklerarası alanda eğim kuvvetlidir, ku­ mullar azdır ya da yoktur. Ilıman kuşakta yüzey şekilleri daha çeşitli, küçük şekiller (kumla hilalleri ve ripple-mark'ları) ve ku­ mullar daha çoktur. Soğuk kuşağı bir to­ pografya karmaşası belirler. Kıyı kumlaları, en çok tehdit edilen kıyı kesimlerini düzen­ lemek ve korumak amacıyla birçok uygu­ lamaya yönelik ve kuramsal incelemele­ rin (denge profili, kıyı düzenlenmesi) ko­ nusu olmuştur. Açıklara doğru az ya da çok belirgin bir şev ile sınırlanan denizaltı kumlaları da ay­ nı şekilde soluğanların yönüne ve genli­ ğine bağlı olarak gereç, düzey, biçim ve eğim değişikliklerine uğrarlar. Bu kesim­ deki başlıca şekiller kayaç ve organik madde kırıntılarından oluşan sahanlıklar ve geriye çekilen akıntılar tarafından açık tutulan kanallardır. Yükselmiş kumlalar, eski bir kıyı çizgisi­ nin yerini gösteren eski kumlalardır.



cit Okyay, kumlu ebruda sığır ödü yerine kalkan balığı ödü kullanarak daha iyi so­ nuçlar almıştır.) —Tekst. Yüzeyinde çok küçük ve sık be­ nekler bulunan bir kumaş, bir dokuma için kullanılır. || Kumlu kumaş, GRANİT" KUMAŞ'ın eşanlamlısı. || Kumlu örgü, her yön­ de düzgün aralıklarla dağılmış küçük mo­ tifler içeren bir dokumanın armürü. —Zool. Kumlu sahtiyan, bedeni çok sayı­ da plakoyit pulla (deri kökenli bu çıkıntı­ lar parlatıcı olarak kullanılabilir) kaplı ba­ zı köpekbalıklarından elde edilen deri. K U M L U , Hatay'ın Reyhanlı ilçesine bağlı bucak; 15 541 nüf. (1990); 12 köy Merkezi Kumlu, 6 142 nüf. (1990). K U M L U C A , Akdeniz bölgesinde An­ talya iline bağlı ilçe; 44 834 nüf. (1990); 1 253 km2; merkez bucağı dışında 1 bu­ cak, 25 köy. Merkezi, Antalya'nın 93 km G.-B.'sında Kumluca, 17 166 nüf. (1990). Turunçgiller, turfanda sebze üretimi. K U M L U C A , Bartın'ın Ulus ilçesine bağlı bucak; 14 035 nüf. (1990); 19 köy. Merkezi Kumluca, 1 954 nüf. (1990).



K U M L U K sıf. Toprağının bileşiminde K U M L A M A a. Kumlamak eylemi. çok miktarda kum olan yer için kullanılır: —Teknol. Metal ya da diğer malzemeler­ Kumluk bir bölge. den yüzeylere, örneğin kum, cam ya da ♦ a. Kumlarla kaplı yer; kumsal. korindon gibi aşındırıcı ince parçacıklar —Dy. Belli bir düzeyde lokomotifin teker­ püskürterek uygulanan mekanik yüzey te­ lekleri üzerine yerleştirilen (buharlı loko­ mizleme işlemi. -j| Bir yüzeyi basınçlı ha­ motiflerde kazanın üzerine) ve kalkış sıra­ vayla püskürtülen silis oranı yüksek bir sında ya da rampalarda aderansı yükselt­ kumla ya da herhangi bir mineral kökenli mek ve patinaja engel olmak için, boru­ aşındırıcıyla temizleme (Bk. ansikl. böl. larla tekerleklerin altına az miktarda kum Metalürj.) || Kumlama makinesi, sert cisim­ püskürtmeye olanak veren kum haznesi. ler (taş, cam, metal) üzerine, matlaştırmak || Bu hazneye tespit edilen ve kumu püs­ (cam), yüzeylerini temizlemek, kirlerini gi­ kürtmeye yarayan borulardan har biri. dermek ya da oymak için şiddetli bir in­ K U M L U T E P E . ArfÇol. Kayseri'nin İnce­ ce kum huzmesi püskürtmeye yarayan su ilçesinde İncesu isfSSyonunun yakının­ makine || Sulu kumlama, bir yüzeyi, ba­ da höyük, lan Todd tarafından saptanan sınçla püskürtülen bir konik su perdesiy­ höyükte yapılan araştırmalarda Yenitaş le çevrelenmiş bir kum huzmesiyle tedöneminden obsidyen aletler bulundu. miasme. —A ns İKL. Metalürj. Kumlamanın amacı, m K U M M E R (Ernst Eduard), alman mate­ genellikle, paslanmış ya da tufal kaplan­ matikçi (Sorau, bugünkü Zary, 1810 - Ber­ mış yüzeyleri daha sonraki bir işlemden lin 1893). Du Bois-Reymond, Cantor, Kro­ önce mekanik olarak temizlemektir. Ayrı­ necker, 1861’de Weierstrass ile birlikte ca bir parçanın yüzey biçimini kalıcı ola­ Berlin üniversitesi’nde ilk salt matematik rak değiştirmede de kullanılır. Aşındırıcı­ seminerini düzenleyen bu usta profesörün nın etkisini azaltacak olan yağlama yağın­ öğrencisi oldular. Kummer'in çalışmaları, dan arındırılmış bir basınçlı hava huzme­ üç alanı kapsar: aşırıgeometrik seriler, ışık siyle, yüksek hızda sürüklenen ve püskür­ ışınlarının doğurduğu yüzeyler (Kummer tülen bir aşındırıcı maddeyle uygulanır. yüzeyi), özellikle de cebirsel sayıları ince­ Aşındıncı madde olarak genellikle ince ve lemek üzere aritmetik kavramlarının ge­ keskin kum kullanılır. Yüzeyde matlaşma nelleştirilmesi. Onun "ideal sayılar" kura­ sağlanabilir ve tufal, metal içine gömülemı, bir fek türlü "asal" çarpanlar çarpımı bilir Kumlama, metal yüzeyin "beyazlaşın­ olarak çarpanlara ayırma düşüncesini ko­ caya kadar" temidenmesini sağladığın­ rumayı ve Fermat teoremini, pek çok du­ dan, bu yüzey daha hızlı paslanma eğili­ rumda tanıtlamayı sağlamaktadır. mi gösterir. Bu nedenle, öngörülen bir K u m m e r y ü zeyi. Geom. On altı yalıtık sonraki işlem fazla ara vermeden uygu­ iki katlı noktası -bu basamaktan bir yüzey lanmalıdır. için bu en büyük sayıdır- ve dolayısıyla on K U M LA M A K g. f. Bir yeri, bir şeyi kumla altı tekil teğet düzlemi bulunan dörtlenik. kaplamak ya da ona, oraya kum dökmek. Kummer fendi öz ikilleri olan (örneğin —Dy. Aderansı artırmak ve patinaja en­ Kummer yüzeyi) bütün dörtlenikleri ve her gel olmak için kumluk boruları yardımıy­ biri sonsuz sayıda koniği içeren (örneğin la tekerleklerin ön tarafındaki rayların üze­ Steiner yüzeyi) bütün dörtlenikleri incele­ rine kum püskürtmek. di. —Teknol. Bir yüzeyi, kum püskürterek te­ K U M M E R S İN İ a. Süs bitkisi olarak ye­ mizlemek. tiştirilen, Kuzey Amerika kökenli ağaççık. K U M LU sıf. 1. Bileşiminde kum bulunan (Bil. a. Leiophyllum buxifolium; fundagil­ toprak, arazi vb. için kullanılır: Kumlu top­ ler familyası.) rak. Kumlu bir arazi. —2. Etli kısmında ku­ K U M M İN E S İ a. California kökenli otsu ma benzeyen tanecikler bulunan meyve bitki. (Bil. a. abronia; nyctaginaceae famil­ için kullanılır: Kumlu armut. yası.) [Abronia umbellata türü çiçeklerinin —Metalürj. Kumlu metal, yüzeyi pütürlü güzelliğinden dolayı bahçelerde süs bit­ ve parlamaya elverişli olmayan metal. kisi olarak yetiştirilir.] —Pastac. Kumlu hamur, katı haldeki yağı K U M M U H , aşağı yukarı Kommagene un ve suyla yoğurarak yapılan pütürlü ha­ bölgesini kaplayan Geç Hitit krallığı. Kimi mur. (Yağ eritilmediğinden hamur içinde zaman Asur, kimi zaman da Urartu'ya ba­ ele gelen küçük topaklar oluşturur.) ğımlı olan Kummuh, IO. 708'de Sargon —Süslem. sant. Kumlu ebru, büyüklü kü­ II tarafından ilhak edildi. çüklü nokta motiflerinden meydana gelen ebru. (Ebru teknesindeki kitreli su kirlen­ K U M O Y U a. Dünyanın bütün ılıman böl­ meye başlandığında, su belli bir kıvama gelerinde yetişen ve üst kısımları tüylü ve ulaşır. Bu durumda su yüzeyine yakın bir salgılı olan otsu bitki. (Yaprakları çoğun­ uzaklıktan damlalıkla damlatılan boyalar, lukla şeritsi ve karşılıklıdır; 5'li tipte olan beyaz, pembe ya da leylak renkli çiçek­ noktalar halinde kalır ve hafifçe yayılır. Sa-



leri talkım ya da salkım halinde topludur. Kumotunun diüretik, antiseptik ve yatıştı­ rıcı nitelikleri vardır. Bil. a. Spergularia; ka­ ranfilgiller familyası.) K U M O V A (Mehmet), türk boksör (Kon­ ya 1953). Boksa genç yaşta başladı; kısa zamanda başarı elde ederek 18 yaşında milli takıma seçildi (1971). Bu yıldan son­ ra uzun süre 54 kg Türkiye şampiyonlu­ ğunu elinde tuttu. Akdeniz oyunları’nda (1971) altın ve Balkan şampiyonası’nda (1973) gümüş madalya kazandı. K U M P A N YA a. (fr. compagnig). 1. Os­ manlI imparatorluğu’nda sanayi ve tica­ ret etkinlikleri için kurulmuş yabancı şir­ ketlere verilen ad; şirket: Sigorta kumpan­ yası. Demiryolları kumpanyası. —2. Müzikçi, dansöz ve tiyatro oyuncularından oluşan gezici tiyatro topluluğu. —3. Aynı görüşte, aynı kafada olan kimselerin oluş­ turduğu topluluk: Kumarbazlar kumpan­ yası. Bir kumpanya kurmak. —Koregr. Bale kumpanyası, gezici dans­ çı topluluğu. (Çoğunlukla bağımsız bir topluluk olan kumpanyanın tek bir müdü­ rü, kendi yönetimi, her turneden sonra döndüğü bir merkezi ve belli bir repertuvarı vardır.) —fiyat. Gezici, küçük tiyatro toplulukları­ na verilen ad. (Eşanl. TRUP.)



K U M P İM tS İ a. Am erika'nın tropiklerarası bölgelerinde, zenci Afrika'da yaygın, domuz ve köpek gibi evcil hayvanlarla in­ sanda asalak yaşayan pire çeşidi. (Bil. a. Tunga penetrans ya da Sarcopsylla penetrans.) [Eşanl. AMERİKAPİRESİ, ETKENE-



sl.)



—A n s Ik l . Yetişkin kumpireleri kumda ya­ şarlar ve kanla beslenirler; sadece dişile­ ri yumurtlamak için konağının derisi altı­ na girer. Dişi kumpiresi kanla iyice beslen­ dikten birkaç gün sonra ölür ya da bazen oyarak kazdığı çukurdan ayrılır Boyu yak­ laşık 1 mm’dir. Deri altında bu asalağın varlığı (çoğunlukla ayaklarda ve bacaklar­ da) birkaç saat içinde acı ve kaşınma gi­ bi belirtilerle (tungoz ya da sarkofiioz) ken­ dini gösterir Ama daha çok, bir apseye, kemirici ve fajedenik bir ülsere, bir gazlı kangrene ve özellikle de tetanosa yol açabilen ikincil enfeksiyonlardan korkmak ge­ rekir. Bu durumda hayvan öldürüldükten sonra bir cımbız ya da iğneyle bulundu­ ğu yerden çıkarılmalı (hayvanı öldürmek için sözgelişi bir böcek öldürücü ilaç kul­ lanılabilir), yara derhal dezenfekte edilmeli ve tetanosa karşı serum uygulanmalıdır.



K U M P O a. Yörs. D. Anadolu bölgesinin bazı yörelerinde, özellikle Erzurum ve çev­ resinde köy seyirlik oyunlarını düzenleyen ve yöneten kimselere verilen ad.



K U M P A S ya da KOM PA S a. (fr. comK U M R A L sıf. ve a. Saçlarının rengi açık pastan). 1. Eklemli iki koldan oluşan ve kahverengiyle koyu sarı arasında olan çeşitli mesleklerde bir cismin boyutlarını, kimse için kullanılır: Kumral bir genç. bir cetvel üzerine ya da bir cetvelden bir ♦ sıf. Bu renkte olan saç, sakal, bıyık için çizim üzerine aktarmaya yarayan ölçü ale­ kullanılır. ti. (Bk. ansikl. böl. ölçbil.) —2. Kumpas kurmak, bir kimseyi tuzağa düşürme K U M R A L L IK a. Kumral olma durumu, amacıyla gizli bir iş hazırlamak. niteliği. —Ciltç. T kumpası, enlemesine olan bö­ K U M R A N (Kirbet), Filistin'de Ölü deniz’ lümüne bir kılavuz ya da bir süs kazılmış, in kuzey-batı kıyısında, Eriha'nın 13 km T biçiminde yaldız kalıbı. güneyinde arkeolojik sit. Kirbet Kumran' — Matbaac Dizgicinin, içerisinde, harfle­ ın adının geçtiği en eski belge İ.Ö. VIII. ri elle bir araya getirdiği düzenek. (Uçla­ -VII. yy.'lara uzanır. Ölü deniz* Ayazmala­ rından birinde sabit bir büte [kumpasbarının bulunmasından sonra (1946-1956) şı] ile satırların boylarına istenilen uzunlu­ yöredeki on bir mağarada başlatılan ka­ ğu vermede kullanılan kayar bir büte bu­ zılarda Hirkan I döneminden (İ.Ö. 134-104) lunan metal bir köşebentten oluşur.) kalma konutlar ortaya çıkarıldı. Bu konut­ —Ormanc. Orm ana kumpası, ağaçların lar, tarihçiler tarafından Essenliler olduk­ çaplarını ölçmeye yarayan odun ya da ları kabul edilen "İttifak tarikatı" üyelerimetal sürgülü çok büyük kumpas nindi. Kirbet Kumran, 66-70 arasında çı­ —Ölçbil. İç çap kumpası, bir iç boyutu kan yahudi ayaklanması sırasında (bu »ölçmede ya da aktarmada kullanılan, ayaklanma sonunda yahudi krallığı yıkıl­ ■ çapraz kollu kalınlık kumpası. || Sürmeli dı) İ.S. 68 yjazında kısmen tahrip oldu; Bar kumpas, atölyelerde kalınlıktan ve çapları -Kohba ayfeklanması sırasında (İ.S. 132 belirlemek için yaygın olarak kullanılan öl­ -135) başkâldıranlar buraya sığındı. Daha çü aleti. sonra, Kirbet Kumran tümden terk edildi. —ANSİKL. Ölçbil. Kolların açıklığı, bir ya­ ya karşı etki yapan bir geri çekme vida­ ■ K U M R U a. (fara kumri'den). 1. Gri, kah­ sıyla (yaylı kumpas) ya da içine kanal açıl­ verengi ve pas rengi gibi çeşitli renkler­ mış dörtte bir halka biçimindeki kavisli bir de tüyleri bulunabilen küçük güvercin. levhayı sıkan bir sıkıştırma vidasıyla (ayarlı (Bil. a. Streptopelia turtur; güvercingiller kumpas) sabit tutulabilir; kollar dış ya da familyası; bpyu 28 cm.) [Eşanl. ÜVEYİK.] iç boyutlann ölçümünü kolaylaştırmak için (Bk. ansikli böl.) —2. Kumru göğsü, ya­ dışa doğru (iç çap kumpası) ya da içe nardöner renk. || Kumrular gibi sevişmek, doğru (kalınlık kumpası) bükülmüş olabi­ sözkonusu iki sevgiliyse, çok güçlü sevgi lir. Büyük boyutlar için bir çubuk üzerin­ bağlarıyla birbirlerine bağlı olmak. de kayan iki sürgüden oluşmuş sürgülü —Giy. Anadolu'nun bazı yörelerinde, ka­ kumpas kullanılır. Sürmeli kum pasta bu dınların gerdanlık olarak kullandıklan bez çubuğun kendisi de bölümlendirilmiştir. bir şerit üzerine dikilmiş, yarım ya da çey­ rek altın dizisine verilen ad. • Sürmeli kumpas Bu kumpas, üst ucun­ —"ferz. Kumru yaka, dekolte olmayan ka­ da kendisine dik, sabit bir çene bulunan dın giysisi yakası. (Kesimi, kumrunun boy­ bölümlü bir cetvel ile bu cetvel üzerinde nundaki çizgiyi andırdığından bu ad ve­ kayan, aynı zamanda da ilkine koşut ve rilmiştir.) özdeş bir çene taşıyan bir kızaktan oluşur. —ANSİKL. Kumruya nisan ile ekim ayları Ölçülecek parça iki çene arasına yerleş­ arasında Avrupa'nın bütün ılıman bölge­ tirilir ve hafifçe sıkıştırılır. Kızak üzerinde lerinde ve Orta Asya'da rastlanır. Afrika sa­ kazınmış bir verniye, cetvel üzerinde yak­ vanlarında kışlayan bu göçmen kuş, ya­ laşık 1/10 milimetre ve hatta duyarlı alet­ bani tohumlar ve küçük omurgasız hay­ lerde 1/50 mm duyarlıkla okuma olanağı vanlarla beslenir, ağaçların alt dallarında sağlar. ya da çalılıklarda yuva yapar. Evcil kum­ K U M P A S , Yelken* takımyıldızının K.'inrunun atası Afrika kökenli kolyeli kumru­ de, 1752'de La Caille* tarafından tanım­ dur (Streptopelia risoria). lanan küçük güney takımyıldızı. Kumpas —Ea. Divan şiirinde kumru, hep serviyle yalnızca birkaç tane az parlak yıldız içe­ birlikte anılır. Servi, görünüşüyle bir sayı­ rir. (-> GÖK haritası.) sını (1) anımsattığından vahdet (birlik) inancı dolayısıyla Tanrı’yı, kumru da KU M P A SB A Ş I a. Matbaac. Tipografik boynundaki kuşaktan ve hu çekmesinden dizgide, kumpasın uçlarından birine dik dolayı kulu simgeler. Kumrunun, aşkla açıyla lehimlenmiş ve dizgi sırasında, sabağlandığı servinin üzerinden ayrılmadı­ tııiann uzunluklarını ayarlamada büte gö­ ğı anlatılır. Bu hayal, minyatürlerde de revi yapan parça.



kendini gösterir ve servi çizilince mutlaka üstüne bir kumru da eklenir: "Sen/ ser­ keşlik kılar kumru niyazından meğer /D e ­ menin tuta ayağına düşeyalyara su" (Ser­ vi yani Tanrı, kumrunun yâni kulun yalvar­ masına aldırmıyor. Ancak su [şefaat edi­ ci, Peygamber] servinin eteğini tutup aya­ ğına düşerek yalvarırsa belki dinler) [Fu­ zuli].



K U M R U , Orta Karadeniz bölümünde Ordu iline bağlı ilçe; 39 593 nüf. (1990); 344 km2; 30 köy. Merkezi, Ordu'nun 89 km G.-B.'sında Kumru, 10 774 nüf. (1990). Fındık, patates üretimi. Orman ve hayvan ürünleri. K U M S A L a. Su kıyısında bulunan düz ve kumluk alan. (-» KUMLA.) —Balıkç. Kumsal avı, çeşitli kabukluları, kumbalıklarını ve balçık içinde tutsak kal­ mış bazı yassı balıkları yaya olarak avla­ ma. K U M S A L L IK a. Kumsal olma durumu. KUM SEVER -



KUMCUL.



K U M S IR T I a. Denizbil. Akıntı yönüne göre enine yerleşmiş, metrelerce yüksek­ likte kumlardan oluşan, dalga biçiminde sırt. (En iyi bilinen kumsırtı alanlan, kıta sa­ hanlıklarındaki alanlardır [Kuzey denizi, Manş], Kumsırtları ya paralel ve birbirle­ rine özdeş sırtlar halinde, ya da gelgitin ya da soluğanın türbülans derecesine bağlı olarak düzensiz alanlar halinde sı­ ralanabilir. Güçlü dip akıntılarının geçtiği derin deniz bölgelerinde bakışımsız kumsırtı dizileri bulunur.) K U M TA Ş I a. Bir kumun doğal çimentolaşmasından doğan ve kuvars taneleri oranı yüksek olan tortul kayaç; kumtaşı in­ şaatta, yol ve kaldırımlara taş döşemede, çok ince olanları da bileme taşı olarak kul­ lanılır. (Bk. ansikl. böl. Yerbil.) —İnş. Kalkerli kumtaşı, içinde kireçtaşı ta­ neleri bulunan yeşilimsi bir tür kumtaşı. —Petrogr. Kırmızı kumtaşı, kuru iklim et­ kisiyle, önce devon sistemi sırasında (es­ ki kırmızı kumtaşı), sonra perm devrinde (yeni kırmızı kumtaşı) kuzey kıyılanna çök­ müş karasal kökenli, gölsel fasiyesli kırmızı çökel. || Kumla kumtaşı, kireçtaşının (kal­ sit, aragonit) etkisiyle genellikle denize doğru eğimli banklar biçiminde (3 m’ye kadar) çimentolaşmış, kimi kez mercan kökenli olan kumla kumunun ufalanabilen taşlaşması. (Kumla kumtaşlannın genellik­ le tropikal kıyı kumsallarında görülmesi çevrebilimsel [karbonatlı mercan çökelleri] '/e kimyasal [buharlaşma gücü] koşullar­ la açıklanır.) —ANSİKL. Yerbil. Kumtaşı tortul dizilerde çok sık rastlanan bir kayaçtır, az çok dü­ zenli banklar ya da mercekler biçiminde bulunur. Rengi genellikle açık, griye ça­ lan sarımsı beyazdır, ancak çimentosu, içerdiği demir oksitlerin san, kırmızı ya da yeşil rengini almış olabilir. Çimentolaşma derecesi değişkendir ve kullanıldığı alanı da bu derece belirler. Taneleri sıkıca bir­ leşmişse ve hem birbirlerinden, hem de çimentodan ayırt edilemiyorsa, bu kumtaşına kuvarsit denir. Kumtaşları şu ölçütlere göre sınıflanır: tane boyu (kalın, orta, ince, çok ince kumtaşları); çimentonun türü (kireçli çimento [kireçli kumtaşı], dolomili çimento silisli çi­ mento [kuvarslı kumtaşı], demirli çimen­ to, lütitli çimento); özel öğelerin varlığı: fo­ siller ya da fosil kalıntıları (fosiller çok ve yönlüyse, kabuklu kumtaşı, lümaşelli çi­ mento), mikalar (mikalar yatak halindey­ se mikalı kumtaşı ya da psamit), feldispat (;feldispatlı ya da arkozlu kumtaşı, feldispat % 25’ten çoksa ar/caz), kayaç artıkları (İt­ tik kumtaşı ya da gra u m cke draje kumtaşı) ve glokonit (glokonitli kumtaşı [yeşil]). Kumtaşı oldukça gözeneklidir ve oranı çimentolaşma düzeyine göre değişir, önemli su örtüleri oluşturabilir ya da hid­ rokarbonlar içerebilir. Çözüldüğünde, ye­ niden arenitli çökeller oluşur. Kimi kumtaşları, yerel olarak, belli bir



iç çap kumpası



evdi kumru



jeolojik oluşumun göstergesidir ve bu du­ rumda adı bir katın adının eşanlamlısı ola­ rak kullanılır: armorik kumtaşı (Fransa'nın batısında silures katı), eski kırmızı kumtaşı (devon katı), yeni kırmızı kumtaşı (perm katı), Vosges kumtaşı ya da alacalı kumtaşı (trias), Fontainebleau kumtaşı (etampes katı), KUMTAŞL1 sıt. Yerbil. Kumtaşı yapısın­ da olan ya da kumtaşı içeren bir kayaç için kullanılır. K U M T E P E . Arkeol. Çanakkale'nin mer­ kez ilçesinde, Truva'nın 5 km kadar K.-B.'sında höyük. 1934’te J. L. Caskey, J. Sperling, 1936’da da H. Z. Koşay ve J. Sperling tarafından kazıldı; Truva I ve Truva IV'le çağdaş iki katman saptandı. Üç evreli birinci katmanın en alt iki evresinde Son Bakırtaş döneminden ilk Tunç çağa geçiş oluşturan ve İlk Tunç çağ Truva I yer­ leşmesinde ele geçenlerden daha eski olan çanak çömlekler bulundu. Ayrıca ölülerin hoker durumunda gömüldükleri mezarlar ortaya çıkarıldı. Bunların üstün­ deki üçüncü evreyse Truva l'le çağdaştır (yuvarlak karınlı, dik boyunlu, yüksek ağız­ lı kaplar). K U M U Ç a. Böcbil. YAPRAKBİTİ'nin eşan­ lamlısı. K U M U K Ç A a. Kıpçakçanın bir koludur. Türkiye türkçesine göre gösterdiği bazı farklılıklar şöyledir: sözcük başında k-ler g- olur: gişi (kişi). Ünlüyle başlayan birçok sözcüğün başında h ünsüzü türemiştir: hav (av). Ünsüz uyumu gelişmiştir: günnüz (gündüz). Ad çekiminde yönelme du­ rumu -ga, -ge ekiyledir: biçenlikge (otla­ ğa). Yükleme durumunda ünsüzle biten sözcüklere de -m, -ni eki gelir: atnı (atı). Tamlayan eki -n/'dır: yaşlarnı (çocukların). Fiil çekiminde şimdiki zaman, gelemen (geliyorum), gelebiz (geliyorum) biçimin­ dedir. Geçmiş zaman -ğan ortacıyladır: barğanmen (vardım). Yaygın ulaçlardan biri -ğanlı'dır: eşitgenli (işiteliden beri). Ba­ zı yaygın ekler şunlardır: -vuç (yılavuç: ağ­ layan), -vuk (yırtlavuk: parıltı), -üv (ölüv: ölüm), -çan (uyalçan: utangaç) vb



kıyı kumulu (Fransa'da Arcachon [Glronde] yakınında Pilat kumulu)



K U M U K L A R ya da K U M IK L A R , Altay Türkleri'nden Kıpçaklar'ın bir kolu, Dağıstan Kafkasları'nın kuzey-doğu ve doğu yamaçlarıyla Hazar denizi arasın­ da yaşarlar. Kuzeyde Nogaylar, batıda Avarlar ve Dargalar, güneyde Taberseran ve Azeriler ile komşudurlar. Kumuklar, Dağıstan Özerk Cumhuriyeti'nde kuzey ovalarında, Babayurt, Husrevyurt, Kızılyurt'ta; doğu ovalarında ise, Buynaksk ve Karabudah kent yönetim merkezlerinde; Kayakent Kurtlukları adı verilen Güney Kurtlukları da, Kayakent ve Kaytak yönetim bölgesini oluşturan Magalis, Yengikent ve Tümenler yerle­ şim merkezlerinde yaşarlar. Kumuklar'ın, yerli Kafkas halkıyla X IXIII. yüzyıllarda K. Kafkas bozkırlarından



ovalara doğru göçerek dillerini yerlilere kabul ettiren çeşitli türk boylarının (Hazar, Kıpçak, Kuman vb) karışımı oldukları öne sürülür. Halkın hemen hepsi müslümanlığı kabul etmiştir. Kumuklar, ilk olarak bir emirlik (şemhelet) kurarak siyasal yönden örgütlendiler. Bu emirlik, bütün Kumuklar’ı, Dağıstan' ın K. ve D'sundaki halkları birleştirdi. Emir (şemhel), başlangıçta Laklar'ın (Kazı Kumukları) bölgesindeki dağlarda kalıyordu. Şemhel Çoban ölünce (1578), yerine ge­ çen oğlu Sultan But döneminde Buy­ naksk başkent oldu. 1640’tan sonra ise, başkent, Tarku'ya taşındı. Emirlik, XVI. yy.'da Moskova'nın resmi bağımlısı olma­ sına karşılık, OsmanlIlar' ı desteklediğin­ den 1586, 1590 ve 1604 rus seferleri bir sonuca ulaşamadı. Ruslar, 1725'te emir­ liğin bağımsızlığına son verdiler. Gülistan antlaşması (1813) ile Dağıstan Ruslar'a bırakıldıysa da kumuk emirleri halklarını yö­ netmeyi sürdürdüler. Şeyh Şamil ayaklan­ masının bastırılması (1859) üzerine Ku­ muklar ile birlikte öteki Dağıstan halkları da Çarlık Rusyası'nın egemenliğine girdi. Kumuklar'da XX. yy. başlarında yeni okullardan yetişmiş aydın bir sınıf oluştu. 1917 Devrimi’nden önce gelişen kumuk milliyetçiliği, öteki Kafkas halklarının ba­ ğımsızlık savaşımlarında da etkin rol oy­ nadı. SSCB, Kumuklar’ın yaşadıkları böl­ geye ancak 1920’de egemen olabildi. Kjmuklar'ın toplumsal yapısı 1917'den önce yönetici sınıf (şemhelbek), yüksek sı­ nıf (çanka), orta sınıf (serözden) ve din adamlanndan oluşuyordu. Bunlann dışın­ da serbest kişiler (uzden), azat edilmiş (çağar) ve toprağa bağlı (terkeme) köle­ ler ve ev hizmetleri görenler (kul) vardı. • Edebiyat. Kumuklar’ın zengin halk ede­ biyatı XVIII. yy.’a kadar yazıya geçirilmedi. Nebolsen'in mollalardan derlediği en eski ürünler yayımlanamamış, Petersburg'daki İmparatorluk coğrafya derneği kitaplığı’nda kalmıştır. Petersburg Üniver­ sitesinde türk dili okutan Mehmet Osmanov’un 1883'te yayımladığı derlemede ise destansı ve lirik edebiyata ait örnekler yer alır. Bu edebiyatta masal, halk hikâyeleri yanında yır adı verilen manzum destan­ lar geniş bir yer tutar. Bağımsızlık savaş­ çısı Irçı Kazak, destan şairlerinin en tanınmışlarındandır. Batır Ay, Ananay Arslan, daha sonraları yetişen Sultanbeg, Ensari Zülkarneyn, Alip Murza da destansı ürün­ ler vermişlerdir. Sözlü halk edebiyatında doğaçtan söylenmiş dörtlüklerden oluşan sarınlar, yas adı verilen ağıtlar da yaygın­ dır XX. yy. başında Temiıtıan Şûra'da (bu­ gün Buynaksk) Muhammet Mirza Magrayov’un medrese öğretimi için arapça ki­ taplar basmak amacıyla açtığı basımevi, kumukça edebiyat yapıtları da yayımla­ maya başladı; Ebu Süfyan adlı şairin ki­ tapçıkları bu yolda ilk örnekleri oluşturdu (1912). Kumuk yaşamından kaynaklanan ilk çağdaş öyküleri Nohay Batırmarzayof



a . SlotnC. E D. R. I.



kaleme aldı: Zavallı Habibat (1905), Bed­ baht Canbike (1907) vb. Bu yazar, kadın­ ların yaşam güçlüklerini, sorunlarını konu ediniyor, Rusya'ya karşı girişilen bağımsız­ lık hareketleriyle ilgili siyasal şiirler de ya­ yımlıyordu. Oğlu Zeynülâbid’le birlikte kurduğu Tan Çolpan adlı edebiyat derne­ ği ve aynı adla yayımladıkları dergi (1917 -1918), döneminde etkili bir yayın organı oldu. Temirbulat Baybulatoğlu Şeyh Şa­ mil, Hacı Murat gibi kahramanları konu edinen tarihsel oyunlar yazdı. 1917 Dev­ rimi’nden sonraki şiirin en tanınmış şair­ lerinden biri ulusal şair sayılan Abdullah Magomedov'dur. Azeri şairi Sabir'in etki sinde kalan ve Molla Nasrettin'in sefer yol­ daşı (1928) adlı yapıtı yayımlayan Yusuf Gereyef, oyun yazarı ve şair Alimpaşa Salavatoğlu İkinci Dünya savaşı'ndan önce­ ki en tanınmış yazarlardandır. Daha son­ raki dönemde yetişenler arasında A. Beşirov, Yırlar ve poemalar (1948) kitabının yazarı Abdülvehab Süleymanoğlu, Eçnu Hacı vb. sayılabilir, inçu Gadieva tanınmış bir kadın yazardır. 3K U M U L a. 1. Rüzgârın biriktirdiği bir kum yığınının oluşturduğu tepe. (Kumul­ ların yükseklikleri birkaç dm ile onlarca m arasında, uzunluklarıysa 1 m ile erglerdeki kumul sıralarında onlarca kilometre ara­ sında değişebilir.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Kıyı kumulu, rüzgârın kıyıdan taşıyıp bi­ riktirdiği kuru kumlardan oluşan kumul çe­ şidi. —ANSİKL. Rüzgârın yığdığı kumullar, da­ ima kumlardan oluşur. Gerçekte, rüzgâ­ rın gücü çakıl yığınları oluşturmaya yet­ mez; kil ve balçıklarsa, kumul halinde çökelemeyecek kadar incedir. Sebhaların kenarında görüldüğü gibi, kil taneleri an­ cak tuz billurlarıyla çimentolandıkları za­ man kumullar halinde birikebilir. Kumullar yalnızca bitki örtüsünün az ve çok seyrek olduğu bölgelerde oluşabilir; çünkü bitki­ ler, kumu tutar ve rüzgârı engeller. Kumul­ lara özellikle çöl ve yarıçöl bölgeleriyle kı­ yılarda rastlanır. • Çöllerdeki kumullar. Genellikle, 1 000 km'den daha geniş yer kaplayabilen alan­ larda (ergler) görülür. Erglerde kum, erg içinde yer değiştirir, ama ergin sınırları de­ ğişmez. Kumulların konumu da genellik­ le çok sabittir. Ergler daima, suların çökelttiği kum örtüleri (Senegal'daki deniz olu­ şumları, Büyük Sahra’daki alüvyon yelpa­ zeleri) üstünde yer alır. Erglerdeki kumul­ ların hemen hemen hepsi, çoğunlukla on­ larca km boyunca ve uzun şeritler (Büyük Sahra'nın Cezayir kesiminde siuf [sif'in ço.ğulu] adı verilir) halinde dizilir ve koridor­ larla (İçlerindeki toprak daha iyi tutturul­ muş olduğunda yollar bu koridorlardan [gassi ya da feycler] geçer) birbirlerinden ayrılır. Kumun az olduğu bölgelerde, ku­ mullar, kayalık ya da killi tabanın üstünde birbirlerinden ayrı olarak sıralanır; ayça bi­ çiminde olan bu kumullar, rüzgârın estiği yönde İlerler ve orta kesimleri daha çabuk yer değiştirdiğinden ayçanın uçları geri­ de kalır: bunlara barkan* denir Engel gö­ revi yapan bitki örtüsü, kumulların biçimin­ de karışıklıklara yo! açar: bir bitki küme­ sinin arkasında biraz kum biriktiğinde bir nebka oluşturur. Kurrıulun yüksekliği 1 m'yl aşarsa, buna rebdu adı verilir. • Kıyı kumulları. Morfolojilerinde çeşitli et­ menler rol oynar: suların çekilme döne­ minde kumsalın genişlemesiyle birlikte ar­ tan kumla beslenme; rüzgârın gücü (de­ niz rüzgârı genellikle kara rüzgârından da­ ha güçlüdür); zeminin pedolojlk ve hidro­ lojik durumuna bağlı dan bitki örtüsünün yoğunluğu. Bir kumulun kesiti her zaman bakışım­ sızdır: rüzgâra karşı konumdaki yumuşak eğimli ve dışbükey yüz, daha dik ve içbü­ key rüzgârahı yüzle çelişir. İlerleyici bir ku­ mul sözkonusuysa, rüzgâraltı yüze "İler­ leyici doruklu yüz" deniri Kumullar, ko­ numlarına ve egemen rüzgâra oranla doğrultularına göre sınıflandırılır, Kumul­ lar kumsallarda (kıyı kumulları) ya da yük-



kundak sek deniz düzeyi yakınında (önkumul) olu­ şur. Kıyının geri kesiminde enine kumul sı­ raları gelişir; bitki örtüsü ve çimentolaştırma olayı kumu tutuyorsa, kumulların iler­ leyişi yavaştır. Bir gereç fazlalığı, yeraltı su örtüsündeki bir alçalma, toprağı ya da bit­ ki örtüsünün yok olması, kumulun yeni­ den biçimlenmesine yol açabilir. Rüzgâ­ rın açtığı gediklerden yeni kumullar geli­ şir, artbölgeye taşabilir: karmaşık tepecik­ ler oluşması, egemen rüzgâra paralel bo­ yuna kumullar uzanması. Bu boyuna ku­ mullar, cepheden (parabolik kumullar) ya da kanatlardan (tarak ya da tırmık biçimli kumullar) birbirlerine eklenebilir. Kumulların yer değiştirmesi ve yeniden harekete geçmesi yıkımlara yol açabilir: köylerin kumullarla örtülmesi, akışın de­ ğişmesi ya da tıkanması. Dallardan çitler yapılarak sağlanan kısa süreli hareketsizleşmelerden yararlanılarak, otsu bitkiler dikilir. Ama kumulları hareketsizleştirme sorunu, bazı kıyılarda, özellikle kurak böl­ gelerde, önemini korumaktadır. K U M U L A R A S I sıf. Jeomorfol. 1. Ku­ mulların arasında bulunan çukurlar ya da oluşumlar için kullanılır. —2 . Kumularası oluk, boyuna kumulları birbirinden ayıran oluk. K U M U N D U R O S (Aleksandros), yunan­ lı siyaset adamı (Avid 1814-Atina 1883). Meclis başkanlığı (1854), birçok kez ba­ kanlık, 1878 Rus-Türk savaşı sırasında da hükümet başkanlığı yaptı. Türkiye'ye sa­ vaş ilan edilmesini istedi, ama desteklen­ mediğini anlayınca, 1882'de istifa etti. K U M U Ş a. Böcbil. YAPRAKBİTİ'nin eşan­ lamlısı. K U M Y A U , rumca Koma tu Ghialu, KKTC’de Gazi Mağusa ilçesine bağlı köy. ■ C U M Y U L A F I a. Kumulların tespiti için kullanılan saçakköklü otsu bitki. (Bik 9. Ammophila [psamma] arenana; buğday­ giller familyası.) -K U N -



-GIN.



K U N -> KUMANYA. ■ ( U N (Böla), macar devrimci (Szilâgycseh, Transilvanya, 1886-Ukrayna 1939). Transilvanya’da sosyal demokrat partiyi ör­ gütledi. Birinci Dünya savaşı'nda Rusya’ da hapsedildi, 1917’de serbest bırakıldı, Lenin'in güvenini kazandı. Budapeşte'ye döndü ve komünist bir gazete çıkardı. 24 kasım 1918’de Macar komünist partisi’ni kurdu. Terhis edilmiş işsizler arasında bir ayaklanma hazırladı. 22 şubat 1919'da tu­ tuklandı. Müttefiklerin yaptığı sınır düzen­ lemeleri üzerine başlayan ulusal ayaklan­ ma sırasında serbest bırakıldı (21 mart). Dışişleri komiserliğine getirildikten sonra Halk komiserleri konseyi'nin gerçek lide­ ri oldu, ilan ettiği proletarya diktatörlüğü ancak 133 gün sürdü: ekonomideki iflas, açlık, terör (585 açık infaz), son olarak da Müttefiklerle ilişkinin koparılması düşüşü­ nü hazırladı, Romanya’nın saldırısı da bu­ nu hızlandırdı. Bâlâ Kun önce Avusturya’ ya sığındı (1 ağustos), sonra Sovyetler Birliği’ne gitti. Burada Komintern üyesi ola­ rak Batı Avrupa seksiyonunun başına ge­ tirildi (1928). Stalin’in emriyle tutuklanıp idam edildi; Hruşçev tarafından yeniden saygınlığına kavuşturuldu. K U N A K S A , Babil yakınlarında köy. Bu­ rada pers kralı Artakserkses II, kardeşi Genç.Keyhüsrev’in asyalı ve 12 900 yu­ nanlı paralı askerden oluşan ordusunu durdurmuştu (İ.Ö. 401). Keyhüsrev öldü­ rüldü, ama savaş alanına egemen durum­ da kalan Hellenler ünlü Onbinlerin dönü­ şü (Anabasis*) diye bilinen geri çekilme harekâtına burada başladılar. K U N A M A a. Etyopya'nın kuzeyinde ko­ nuşulan Nil-Çad öbeğinden dil. K U N A R , Afganistan’da il, Pakistan sını­ rı boyunda, Kâbil’in K.-D.’sunda. 9 661



km2; 322 000 nüf. Merkezi Esedâbâd. K U N A Y T R A , Suriye'de kent, il yöne­ tim merkezi; 29 000 nüf, — Kunaytra İH, 1 710 km2; 39 000 nüf. (1990). KUN CAN -



KUN TSAN.



K U N C E W İC Z O W A (Maria), polonyalı kadın yazar (Şamara 1899). Daha ilk öy­ kü kitabı Przymierze dzieckiem (1927) ya­ yımlanır yayımlanmaz büyük ün yaptı. Toplumla ilişkileri çerçevesinde kendini ta­ nımlamaya çalışan bir kadını inceleyen gerçekçi romanı Cudzo ziemka (1936) ile ününü pekiştirdi. Değişken dünyayı özlü bir anlatımla yansıttı, savaş günlüğünde (Klucze, 1943), romanlarında (1952’de fransızca [Ie Forestier], 1957'de de lehçe olarak [Leönik]-, Tristan 1946, 1967), genç­ lik kitaplarında (Fantomy; 1971) ve dene­ melerinde (Natura, 1975) duyguların ve ik­ limlerin devingen oyununu canlandırdı. İngilizce bir Polonya edebiyatı antolojisi yayımladı (The Modern Polish Prose, 1945). K U N C İC E , Çek Cumhuriyeti'nde kent (demir-çelik), Ostrava bitişikkentinde. K U N C K E L ya da K U N K E L VON LÖ W EN S TE R N (Johann), alman kimyacı (Hütten, Rendsburg yakınında, 1638 -Stockholm 1703). Berlin’de, daha sonra da İsveç'te yaşadı; amonyağı buldu, 1690’da, Jean Rey’den sonra, yükseltgenmiş metallerde ağırlığın arttığını gös­ terdi. K U N Ç E (Seyni), nijerli devlet adamı (Fandou, Filinguâ yakınında, Nijer, 1931 - Paris 1987). 1949 yılında fransız ordusu­ na girdi, teğmen oldu, 1961 yılında Nijer ordusuna katıldı. Silahlı kuvvetler kurmay başkanı yardımcısı (1966), sonra da Ge­ nelkurmay başkanı (1973) oldu. Nisan 1974’te bir hükümet darbesiyle Başkan Hamani Diori’yi devirdi. Yüksek askeri konsey başkanı, Devlet başkanı ve Kalkın­ ma bakanı görevlerini üstlendi. K U N D A a. Böcbil. Bir çeşit zehirli örüm­ cek. K U N D A , Estonya'da kent, Finlandiya körfezi kıyısında. Üst Yontmataş döne­ minden kalma bir sitten, Danimarka Maglemose'u ile eşdeğerli bir evrenin ürünü olan kalıntıları çıkarıldı (VII.-VI. binyıl); kemikten önemli araç gereçler. K U N D A K a. (yun. kontakı). 1. Yeni doğ­ muş bir bebeği, başından ayaklarına ka­ dar sarmaya yarayan bez; bez takımı. —2. Yangın çıkarmak amacıyla kullanılan tutuşturulmuş yağlı bez çıkını (bu anlam­ dan genelleşerek yangın çıkarmak amafc ıy la kullanılan her şey). —3. Topları ve kimi özitimli mermileri desteklemeye, he­ defe yöneltmeye ve genel olarak da yer­ lerini değiştirmeye yarayan metal ya da ağaç gövde. (Bk. ansikl. böl. Sil. ve Ask. tar.) — 4. Bir silahın desteği. —5. Saçları yemeni içine toplayıp bağlama. —6 . Kun­ dak sokmak, kundak koymak, yangın çı­ karmak amacıyla bir yere kundak yerleş­ tirmek, yangın çıkarmak; bir düzeni bo­ zacak yasadışı bozguncu bir davranışta bulunmak; ara bozacak bir söz söylemek ya da bu yönde davranmak. —Arabac. At arabalarında dingil üstünde bulunan ağaç yatak. —Ask. Kundak atmak, ateşli bir silahı, özellikle topu, kabaca atış yapacağı he­ def bölgesine yöneltmek amacıyla, kuy­ ruk manivelasından yararlanarak elle is­ tenen yöne doğrultmak. —Böcbil. Son larva kabuğunun sertleş­ mesi ve çok küçük bir fıçı görünümü al­ masıyla ortaya çıkan, bazı böceklerde (özellikle sikloraf ikikanatlılar) nemfe dö­ nüşme başkalaşmasının içinde gerçekleş­ tiği, çoğunlukla pigmentli sert mahfaza. (Eşanl. PUPA.) —Giy. Kundak yemeni, yemeninin ense­ de ve önde biraz saç bırakılarak başa sı­ kıca sarılmasıyla oluşturulan saç tuvaleti. (Yemeni ortasından katlanıp üçgenin ge­



niş ucu enseye getirilir, uçları önde bağ­ lanır. Tepeye alınan üçgen kısım, düğü­ mün arasına sıkıştırılır. Çoğunlukla yeme­ ninin oyalı kenarları alna ve şakaklara ge­ tirilecek biçimde düzenlenir.) —Mad. oc. Demir bir tahkimat direğinde, içinde erkek parçanın kaydığı dişi parça. —Sil. Kundağı motorlu top, namlusu bir mevziye ya da kule altına yerleştirilmiş zırhlı topçu aracı. (Bk. ansikl. böl.) || El kundağı, atıcının, silahını eli yanmadan ta­ şımasını, kullanmasını sağlayan ve ateşli bir silahın namlusuna tespit edilen genel­ likle ağaçtan parça. || Tabanca kundağı, ateşli bir silahta, içine namlu giren ağaç parça. (Kundak, kabzadan ayrı ya da kab­ zayla birleşik olabilir.) || TCıfek kundağı, tü­ feğin namlu ve mekanizmalarını taşıyan ahşap bölümü. —ANSİKL. Sil. ve Ask. tar. İlk kundaklar XIV. yy.’da görüldü: bunlar, taşıtlar üzerin­ de taşınan topları hedefe yöneltmeye ve hareket ettirmeye elverişli olmayan, tekerleksiz, kaba ağaç çatkılardı. XV. yy.'da Bureau kardeşler atlarla çe­ kilen ve kundak kolu bir arabaya dayanan tekerlekli kundakları yaptılar; kundak, namlunun donatıldığı muyluları taşıyan ta­ şıyıcı kundakları içeriyordu; arka bölüme, namlu ile kundak arasına takılı bir takoz, topun yüksekliğini ayarlamayı sağlıyordu. XVIII. yy.’da Gribeauval, kundakları, demir bir dingille donattı ve hayvanları alman usulü koşarak bu kundakları daha hare­ ketli hale getirdi; takozun yerine kullanı­ lan nişan vidası, nişan almayı kolaylaştırı­ yordu. 1829’da, üzerine mürettebatın bin­ diği iki tekerlekli İngiliz modeli kasanın be­ nimsenmesiyle, toplar mürettebatıyla bir­ likte daha hızlı hareket olanağına kavuş­ tu: çok dar olan kundak kolunun ucunda, öntakımdaki cıvataya geçirilen bir bağlantı halkası bulunuyordu. 1877’de kullanılma­ ya başlanan Bange kundakları, gergi çu­ buklu çelik saçtan iki muylu taşıyıcı ile bir nişan alma ve frenleme sisteminden olu­ şuyordu. Ancak toplar hâlâ tek parça ol­ duğundan atış sırasında geri tepiyor ve nişan ayarları bozuluyordu; bu nedenle hızlı atış yapılamıyor ve frenleme de bek­ lenen sonucu vermiyordu. Tepmeyi azalt­ mak için kimi toplar hidrolik bir fren yar­ dımıyla sabit bir yere bağlandı. 1895'e doğru, 1897 modeli 75’lik topun hidropnömatik geritepme fren tertibatı sayesin­ de modern toplar ortaya çıktı. Toprağa tes­ pit, kundak kolunun arkasında bulunan kabza biçiminde bir mahmuz yardımıyla sağlandı; atış sırasında, yol fren çubuğu zemine bırakılıyor ve top, elle fren pabuç­ ları üzerine yatırılıyordu; bu da, atışın bo­ zulmasını nispeten önlüyordu; 1914'ten sonra benimsenecek geniş açılı atışlar, mahmuzu toprağa gömmeyi gerektirdi. Açılır kollu kundak denilen çift kollu çatal kundaklarla (1913’ten sonra Fİ!loux tara­ fından hazırlanmış 75’lik 1911 İtalyan mo­ deli ve 155 GPF) 60°’lik bir atış alanı dö­ vülebilir, ancak muylu ortalayıcı olmama-



W



7159



kumyulafı (Ammophiiia arenam)



Harlingue-Roger-Viollet



Bela Kun



bir fransız gemi topunun kundakı (XVIII. yy.)



Gribeauval tipi bir topun kundakı (XVIII. yy.)



n iş a n k u m a n d a



top kundağı tutma çenesi



yardımcı döner tekerlek yedekte çekme yarı oku



kürek biçiminde mahmuz



atış durumundaki bir kundağın şeması



e k le m li kol



İsveç yapısı 155 mm’lik FH 70 sahra obüsünün çift kollu çatal kundakı (1980)



GlsĞle Freund



Milan Kundera



sı, 155 GPF modeli için, bir geri tepme çu­ kuru açmayı gerektirir. Büyük çaplı toplar için, 1914-1918 arasında, kauçuk lastikler üzerine oturtulmuş platform kundaklar ile bojilerle donatılmış bir furgon üzerine monte edilmiş kundaklar kullanıldı; ayrı­ ca kaymalı olan kimi kundaklar, hedefe yöneltilebilmeleri için eğri bir kiriş üzerin­ de yer değiştiriyordu. Ağaç-demir teker­ leklere uygun olmayan elverişsiz araziler­ de taşıma, önceleri 75'lik ve 105’lik top­ ları taşıyan kamyonlarla sağlanıyordu; sonra, iki savaş arasında seyyar takımlar daha sonra da, büyük çaplı pnömatik te­ kerlekler kullanıldı. İkinci Dünya savaşı sı­ rasında toplar için çift kollu çatal kundak yaygınlaşırken, üç kollu ya da dört kollu kundak üzerine yerleştirilmiş hava savun­ ma silahları ortaya çıktı. (Günümüzde yal­ nız, arka kasaların üzerinde kollar bulunan 105'lik ve 155’lik toplarda çift kollu çatal kundaklar bulunur; kasalar da yere mah­ muzlarla tespit edilir.) Günümüzde birçok top, mürettabatı korumak için zırhlı tartıllı bir şasi üzerine (kundağı motorlu toplar) ya da motorlu toplarda olduğu gibi (ame­ rikan 175'liği ve 203’lüğü, transız 153 F3 Am'si) mürettebatı yerde bulunan zırhsız bir kasa üzerine monte edilmiştir Geri tepmesiz toplahda kullanılan kundaklar ba­ sit desteklerdir (106 SR 220 kg gelir ve bir jeep ya da çatal ayak üzerine yerleştirilir). Özitimli mermiler'in, tekerlekli ya da tır­ tıllı şasi üzerine m onte edilen kundakları, seri atış yapabilen ço k sayıda roketi içe­ ren yönlendirilebilir metal kasalardan olu­ şur; b üyük güdüm lü füzeler için bu sayı bire indirilebilir. ( - FÜZEATAR, ROKETATAR.)



Rol



Gemilerde ve sahil korumada kullanı­ lan topların kundakları da bunlarla birlik­ te gelişmiştir. Kimi eski toplarda, tekerlekli bir şaryo üzerine yerleştirilmiş namlu, atış konumuna gelebilmesi için eğik bir düz­ lem üzerinde geri tepiyordu. Daha son­ ra, topu kuleye monte edebilmek için bir beşik ve esnek bir bağlantı kullanıldı. • Kundağı motorlu top. İkinci Dünya sa­ vaşı sırasında, tank şasisi üzerine monte edilmiş mevzi altı topları ortaya çıktı; bunlar, o tarihten bu yana sayıları sürekli artan, M3 şasisi üzerine yerleştirilmiş amerikan 105 HM7'si, alman Sturmgeschütz'ü ve rus SU dizisidir. K U N D A K Ç I a. 1. Bir yerde yangın çı­ karmayı amaçlayan kimse. —2. Tüfek kundağı yapan usta. —3. Ara bozucu, kargaşa çıkaran; bozguncu; fitne.



amiral Kunduriotis



K U N D A K Ç IL IK a. 1. Bir yerde bilerek ve isteyerek yangın çıkarma işi. (Bk. an­ sikl. böl.) —2. Arabozuculuk, fitnecilik. —ANSİKL. Cez. huk. Yapı, ekin alanı, er­ zak yığını ya da ambarı ateşe vererek ya­ kan kişi üç yıldan altı yıla fedar ağır ha­ pis cezasıyla cezalandırılır. Oturmaya ay­



rılmış yapıları, kamu yapılarını, sanayi tez­ gâhlarını, ticari ambarları, tersaneleri, tren vagonlarını, madenleri ve ormanları yakan beş yıldan aşağı olmamak üzere ağır ha­ pis cezasıyla cezalandırılır (Türk cez. k. md. 369, 370). K U N D A K L A M A a. Kundaklamak eyle­ mi. K U N D A K L A M A K g. f. 1. Bir bebeği kundaklamak, onu kundakla sarmak. —2. Bir yeri, bir şeyi kundaklamak, ora­ da yangın çıkarmak: Bir evi, bir gemiyi kundaklamak. —3. Tüfek vb. kundakla­ mak, ateşli silahlarda namluyu ağaçla kaplamak. —4 . Saçları kundaklamak, ye­ meni ile toplayıp bağlamak. —5. Bir işi kundaklamak, onu bozmak, bozmaya ça­ lışmak. ♦ kundaklanmak edilg. f. Kundakla­ mak eylemine konu olmak. K U N D A K L A N M A a. 1. ikikanatlılarda larvaların nemfe dönüşmesi. —2. Bu lar­ vaların bu durumda kaldıkları süre. K U N D A K LA N M A K - KUNDAKLAMAK. K U N D A K L I sıf. Kundağa sarılmış, kun­ daklanmış. —Esk. sil. Kundağı olan silah için kullanı­ lır. || Kundaklı filinta, osmanlı ordusunda eşkincilerin Kullandığı bir tür tüfek. || Kun­ daklı kaval, osmanlı ordusunda kullanılan bir tür tüfek. (Kundaklı filinta gibi bu tüfek de eşkincilerce kullanılırdı.) K U N D A L İN İ, belkemiğinin altında gizli duran enerjiyi (muladharacakra) belirten sanskritçe söze. Bu gizli enerji, çöreklen­ miş bir yılan biçiminde gösterilir. Kimi yo­ ga teknikleri bu enerjiyi uyandırmak ama­ cını güder. Kundalini aynı adı ya da Şakti (yaşam enerjisinin ilk kaynağı) adını taşı­ yan bir tanrıça biçiminde kişileştirilir. K U N D E L U N O U , Zaire’de yüksek plato­ lar, Şaba'da, Lualaba'nın D.'sunda. Şistli kumtaşlı anahtar katmanları, Cambriaöncesi devri Afrika tabakalarının temel bü­ tününü oluşturur. Ulusal park. K U N D E R A (Milan), fransız yurttaşlığına geçen çek yazar (Brno 1929). Ünlü bir pi­ yanistin oğludur, yirmi yaşındayken komü­ nist partiden çıferıldı. İlk şiir kitaplarını (ıĞlovek, zahrade sirâ) çıkarabilmek için 1957'yi beklemek zorunda kaldı. Apollinaire üstüne yaptığı bir inceleme (1958) ve Vladislas Vancura’nın roman sanatı üs­ tüne yazdığı bir denemeden (1960) son­ ra, oyun (Majitelâ klfcu, 1962; Jacques et sonmaitre, 1971), roman (Var olmanın da­ yanılmaz hafifliği [l’insoutenable lögertâ de l'âtre, 1984]; Şaka [Zert, 1967]; Veda dansı [Valcik Na Rozloucenou, 1973]; Gü­ lüşün ve unutuşun kitabı [Knıha Smıchu Azapommeni, 1978]) ve öykülerindeki



(Gülünesi aşklar [Smesne lâsky, 19631969]) açıklık ve alaycılığıyla dikkati çek­ ti. Roman sanatı (l'art du Roman) [1986B7] adında bir de inceleme kitabı vardır. Son yapıtı Ölümsüzlük (l'immortalitâ) 1990 yılında yayımlandı. K U N D R E S a. El sant. Bakır kap yapı­ mında kullanılan, başı gaga biçimli ve dik­ dörtgen kesitli bir tür örs. (SAHAN ÛRSÜ, MISILDAN da denir.) —ANSİKL. Kundres düz parçaların per­ dahlarını vurmada, sahan altı yapımında, kuşak çıkarmada ve kapların kenarlarını kıvırmada kullanılır Tezgâha dik tespit edi­ lerek çalışılır. Genellikle 30-40 cm yüksek­ liğinde olmakla birlikte daha küçük ve bü­ yük olanları da vardır. Gövdesi dikdörtgen kesitli, başı gaga gibi öne uzamış, altı ke­ sik piramit biçimindedir. Bakırcılıkta kulla­ nılan temel örslerdendir. K U N O T (August), alman fizikçi (Schvverin 1839 - Israelsdorf, Lübeck yakınında, 1894). Bir akışkanın titreşiminden kaynak­ lanan durağan dalgaları incelemeye uy­ gun bir tüp icat etti. 1871'de ışığın anor­ mal dağılımını keşfetti. VVarburg ile birlik­ te, seyreltilmiş gazların sürtünmesini ve ısıl iletkenliğini inceledi (1875). K U N D U H (Bekir Sami) - * BEKİR Sa m ! BEY.



K U N D U R A a. (yun. kothornostan). AYAKKABl'nın eşanlamlısı. —Giy. Bir tür kaba ayakkabı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Giy. Kundura, genellikle konçsuzve 1-2 parmak ökçeli olur. Tabanında kabara, ökçesinin altındaysa nalça bulu­ nur. Genellikle erkekler tarafından kulla­ nılmakla birlikte, Anadolu'nun bazı yöre­ lerinde kadınlar da giyer. Kunduranın Türkiye’de ne zamandan beri kullanıldığı bilinmemektedir. Adının rumca kökenli olması, bu tip ayakkabının ilkin Rumlar tarafından giyildiğini, daha sonra halk arasında yaygınlaştığını düşün­ dürmektedir. Üstü bağlı, yumurta topuk­ lu, düz ökçeli, sivri ya da geniş ve basık burunlu, dilli tokalı, yandan bağlı vb. bir­ çok türü vardır. Ağır ve sert, kaba görü­ nümlü bir ayakkabı türüdür. K U N D U R A C I - AYAKKABICI. K un du racı oyunu, ortaoyunu fasıllanndan biri. Zenne ev aramaktadır, Pişekâr ona ev bulur. Kavuklu gelir, Pişekâr’la bir­ likte kunduracılık yapacaklardır. Dükkân­ da çalışırken Çelebi’nin Zenne’nirı evine girdiğini görür. Durumu Pişekâr'a anlatır o da Zenne’nin sevgilisi Tuzsuz Mustafa’ yı çağırır. Zenne Çelebi'yi kaçırıp Tuzsuz Mustafa’yı içeri alır. Kavuklu kızar, yanına Çelebi, Tiryaki, Yahudi ve başka birçok ki­ şiyi alarak baskın yapmak ister. Tuzsuz Mustafa bıçak çekip hepsini kaçırır, Zen­ ne de kaçar. Kavuklu artık o mahallede kunduracılık yapmaktan vazgeçer. K U N D U R A C IL IK -> AYAKKABICILIK. K U N D U R İO T İS (Pavlos), yunan amiral ve devlet adamı (Hydra 1855 - Atina 1935). Venizelos'un çalışma arkadaşı, Se­ lanik'te Venizelos ve Dhanglis ile bir üçlü yönetim (triumviratus) oluşturdu. Kral Aleksandros'un ölümünde (1920) kral na­ ibi oldu, iktidarı ana kraliçe Olga’ya bırak­ tı. Kral Georgios’un tahttan çekilmesi üze­ rine (aralık 1923) yeniden kral naipliğine getirildi. Venizelos’un dönüşünden sonra da Cumhurbaşkanlığına seçildi (13 nisan 1924). General Pangalos'un bir dikta yö­ netimi kurması üzerine mart 1926’da isti­ fa etti, ağustosta yeniden görevine dön­ dü, bu görevi 1929'a kadar sürdürdü. K U N D U Z a. 1. Akarsularda dallardan barajlar ve girişi su altında bulunan yuva­ lar yapan memeli kemirici hayvan. (Bil. a. Castor fiber; kunduzgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Kunduz kürkü. (Bk. an­ sikl. böl. Kürkç.) || Bataklık kunduzu -> BA­ TAKLIK KUNDUZU. —ANSİKL. Kunduzgiller familyasının günü-



Kunming



bir ağacı kemiren kunduz nüzde yaşayan tek türü olan kunduzun eskiden çeşitli ve çok sayıda türü vardı. Bütün Kuzey Avrasya'da yaşayan kundu­ zun Kuzey Amerika'da biraz değişik bir bi­ çimine rastlanır: kanada kunduzu (C fiber t anadensis) alttürü. Günümüzde yaşayan en iri kemiricilerden biridir (90 cm, 25 kg), su yaşamına çok iyi uyarlanmıştır: arka «yaklar perdeli, kuyruğu yassı, kulak kep­ çesi küçük, kürkü sarı tüylüdür (çok mak­ buldür). Kuyruk, hayvanının hareket etme­ sini sağlarsa da, aynı zamanda, tehlike aurumunda sesli uyarıcı görevini ya da çok sıcak havalarda ısı düzenleme orga­ nı işlevini üstlenir. Hem dişi hem erkek kunduzlann üro-jenital organlarının bulun­ duğu bölge büyük bezlerle çevrilidir; bü­ yük olasılıkla hayvanın yaşadığı alanın sı­ nırlarını belirlemede kullandığı, ilaç yapı­ mında da yararlanılan castoreum bu bez­ lerden salgılanır. Kunduzlar ırmak ve göl kıyılarında toprakaltı yuvaları kazar ya da su düzeyi alçak olan yerlerde dallardan kulübeler yapar (girişi su altındadır), ge­ rektiğinde de su düzeyini yükseltmek için barajlar kurarlar. Kunduzlar başta ağaç kabuklan, otlar ve köksapları olmak üze­ re yalnızca bitkilerle beslenirler. Kunduz­ lar kürkleri yüzünden yoğun biçimde av­ lanmışlar ve bu avlanma birçok yörede ta­ mamen ortadan kalkmalarına kadar sür­ müştür. Ancak bazı yörelerde yeniden ço­ ğalmaları için çaba harcanmaktadır. —Halk. hek. Kunduzun anusu çevresin­ deki bezlerden elde edilen kastorin, eski yunan ve arap hekimlerce sıkıntıya karşı ve antispazmotik olarak kullanılıyordu, lentürü, ruhsal sıkıntılarda ve âdet olama­ yan kadınlar için etkili bir ilaçtı. —Kürkç. Kunduzlar kürkleri için avlanır Kı­ zıla çalan kahverengi postları çok sık, sert ve uzun tüylerle kaplıdır; ne var ki post, ancak tüyler kısaltıldıktan sonra kullanıla­ bilir. Kunduz kürkü çok sağlamdır ve da­ ha ço k Kanada ve Kuzey Amerika'dan (bu ülkelerde üç yüzyıldan beri kunduz kür­ kü para ölçüsü olarak kullanılır: Hudson körfezi firmaları ödemelerini kunduz kürk­ leri ya da kürk parçalarıyla yaparlardı) ö bü r ülkelere satılır. K U N D U Z , Afganistan'ın kuzeyinde Kent, il merkezi; 108 000 nüf. Pamuk işleme merkezi (pamuk ayıklama, sıvı yağ). — Kunduz ili, 14 383 km2; 395 000 nüf. —Güz. sant. J. Hackin kentin K.-D.'sundaki bir manastırda yalancımermerden baş­ lar ortaya çıkardı (1936). Şalalak-tepe buddha manastırı (IV.-VI. yy.), bir japon he­ yeti tarafından katmanbilim yöntemine gö­ re kazıldı (1964-65). ^.U N D U Z B Ö C E â l a. Böcbil. Parlak ye­ şil bedenli, insan derisi üzerinde kabar­ cıklara yol açan ve cinsel uyarıcı etkiler­ de bulunan kınkanatlı böcek. (Bil. a. Lytta vosicatoria. Larvası, bal yapan zarkanatlıiarla beslenir. Cantharis bilimsel adıyla da bilinen Lytta cinsinin birçok türüne Ak­ deniz ülkelerinde rastlanır; yakıböceğigille- familyası.) [Eşanl. İSPANYOLSİNEGİ.] K U N D U Z B Ö C IÖ la lU C R a. Böcbil. yakibö CEğ İGİLLER familyasının eşanlamlısı.



kunduz yuvasının kesiti K un du zlar b a n d ı, Eskişehir ilinde Yönek suyu üzerinde kurulu baraj; 1983'te işletmeye açıldı. Sulama amacıyla yapılan barajın gövdesi toprak dolgu tipinde su toplama hacmi 18,87 milyon m3, göl ala­ nı 2,64 km2, sulama alanı 3 788 ha'dır.



ni devletinden haraç almaya başladı; içiş­ lerine karıştı. Kuzey Hindistan'a düzenle­ diği seferle Guptalar devletini yıktı ve Pencab'ı ele geçirdi (470). Bağlı olduğu eftal hanedanından dolayı Akhunlar "Eftalitler" diye de anıldı.



KUNENE -



K U N İS A D A -



CUNENE.



K U N ER A U P (Zeki), türk diplomat (İstan­ bul 1914). Peyam-ı sabah gazetesi başya­ zarı Ali Kemal'in oğlu. Çocukluğunu ve gençliğini İsviçre’de geçirdi. Bern Üniver­ sitesi hukuk fakültesi’ni bitirdikten (1938) sonra Dışişleri bakanlığı’na girdi. Bakanlıkta genel sekreter yardımcılığı (1957-1960) ve genel sekreterlik (1966-1969) gibi görevle­ rin yanı sıra, Bern (1960-1963), Londra (1964-1966 ve 1969-1972), Madrid (1972 -1979) büyükelçilikleri yaptı. Bu son görevinctyken emekli oldu. Anılannı Sade dip­ lomat adlı kitabında topladı (1982). K U N E R T (Günter), alman yazar (Ber­ lin 1929). Şiirler (VVegschilder und Mauerinschriften, 1950; Die Schreie der Viedermâuse, 1979), romanlar (İm Namen der Hüte. 1967), radyo oyunları yazdı. Yapıtlarının sayısı 60'a yakındır K U N E U S a. (lat. cuneus, kama'dan). Böcbil. Çeşitkanatlı böceklerin elitralarında toryumun farklılaşmış tepe bölümü. —Nöroanat. Beyin yarımküresinin iç yü; zünde bulunan artkafa kıvrımı. (Önden ve üstten dikey iç yarıkla, alttan kalkarin ya­ rığıyla sınırlıdır.) K U N F Û D E ya da K U N F U D A , Suudi Arabistan’ın G.-B.'sında, Asir bölgesinde, Kızıldeniz kıyısında liman kenti. Osmanlı döneminde Asir sancağına bağlı ilçe mer­ keziydi. K U N O Â LV, İsveç'te (Göteborg-Bohus) kent, Göta kıyısında, yanı başında Orta­ çağ'dan kalma Bohus kalesi yükselir; 47 000 nüf. Besin sanayisi. KUNQ>FU a. (çince söze.). Hem bir be­ den eğitimi, hem bir dövüş sporu olan ve çıplak elle yapılan çin savaş sanatı. Kara­ teye benzer, ancak sıçrama ve ayak ha­ reketlerine daha çok yer verir. K U N O SB A C K A , İsveç'te (Âlvsborg yö­ netim bölgesi) kent, Göteborg'un G.'inde; 39 800 nüf. Ticaret ve sanayi merkezi. K u n g s le d e n , İsveç’te "Kral patikası" adı verilen yol, Abisco ile Jâckvik arasın­ da Laponya'yı aşar (340 km). Yazın yaya, kışın kayakla geziler. K U N O U R , Rusya'da kent, Orta Ura!-, lar'ın B.’sında; 74 000 nüf. Metalürji sa-i nayileri. Petrol sanayisi için gereçler. Deri sanayileri. Mobilyalar. Petrol yatağı.



K U N H A S , Akhunlar'ın hükümdarı (V. yy.). Değişik kaynaklarda “Aksungur""Aksunvar", “ Kuhanaz", "Kün Han” adlarıy­ la anıldı. Firuz'un kız kardeşi ile evlene­ rek sasani hanedanı ile akraba oldu. Fi­ ruz'un sasani tahtına çıkmasına (459) yar­ dım etti; buna karşılık Telekan'la Tirmiz kentlerini aldı. Ancak değişik zamanlarda Sasaniler'le savaştı. Bu savaşlardan birin­ de oğullarıyla birlikte Firuz ölünce, Sasa­



UTAGAVA KUNİSADA.



K U N İS S A , Tar. coğ. Gümüşhane'ye bağlı Şiran ilçesinin Antikçağ'daki adı. KunKs ö n leyicisi. Biyokim. Proteolitik enzimlerin (tripsin, kimotripsin, fibrinolizin) etkisine karşı koyan pankreas kökenli polipeptit. Tedavide, akut fibrinoliz ve kana­ malı akut pankreas iltihabı olduğu zaman kullanılır. K U N İY O Ş İ -



M i Kı»er«lp



UTAGAVA KUNİYOŞİ.



K U N İY O Ş İ (Yasuo), amerikan uyruğu­ na geçmiş japon ressam (Okayama 1893 - New York 1953). 1906’da ABD'ye yer­ leşti, kimi zaman mizah izleri taşıyan, za­ rif bir gerçekçilikte yapıtlar verdi (özellikle çıplaklar ve natürmortlar). K U N K E L VON LÖ W E N S TE R N (Jo­ hann) -> KUNCKEL. K u n kel y ö n te m le ri ya da te p k im e ­ leri (amerikan biyokimyacı Henry G. Kunkel'in [doğm. 1916] adından). Karaciğer işlevlerini yoklama testlerinde kullanılan ve serum proteinlerinin topaklaşmasına da­ yanan tepkime. /3-lipoproteinlerin (fenol tepkimesi) ya da -y-globülinlerin (çinko tepkimesi) yaklaşık miktarlarını saptama­ ya yarar. K U N L U N , Batı Çin'de billurlu dağ. Ti­ bet’i Şinciang'dan ayırır ve Çinghai'den geçerek Sıçuan'a kadar uzanır. En yüksek doruğu Ulug Muztag'dır: 7 724 m. Yangzi Ciang ve Huang Hı bu dağın doğu bö­ lümünden doğar. K U N M İN O , esk. Yünnanfu, Çin'de kent



Kunming: 1884’te yapılan Doğu tapınağı’nın pagodası (Dong si ta)



Kunming Yünnan'ın yönetim merkezi; 1 500 000ı nüf. (1989). Diançi gölü yakınında, birj alüvyon havzasının ortasında bulunan kent, ikinci Dünya savaşı sırasında ulus-, lararası stratejide önemli rol oynadı: Çin'i. Hindistan'a bağlayan hava hattının son. noktası, Yünnan demiryolu hattında bin istasyon ve "Birmanya yolu'nun başlan­ gıç noktasıydı. Bu üç işlevi sayesindeı Kunming kenti gelişti, nüfusu 1949'dan bu yana iki katına çıktı. Makine tekstil ve kimya sanayileri. Kereste ve deri işleme. —lar. ve Güz. sant. Çin'de, 775'e doğru, birbirini izleyen Nancao ve Dali krallıkla­ rının başkenti. 1254'te kent Moğollar ta­ rafından ele geçirildi; 1288'de Yünnan prenslerinin metropolü oldu. Marco Polo kentin adını Cacin olarak biliyordu. Mingler 1382de kente Yünnanfu adını verdi­ ler. Kunming'de çok sayıda eski anıt bu­ lunur. Bunlar arasında, Doğu ve Batı ta­ pınaklarının 1884’te yeniden yapılmış olan iki pagodası ve Yünnan’ın yöneticisi, müs­ lüman görevli Saidiançi’nin (1211-1280) mezarı sayılabilir.



7162



Bekir Sıtkı Kunt



Mithat Cemal Kuntay



K U N O N İA L E S a. (lat. cunoniales). Gülgillere yakın bitki takımı ya da alttakımı. Leylak, havlupüskülü (philadelphaceae familyası), ortanca (hydrangeaceae famil­ yası), frenküzümü (taşkırangiller familya­ sı) gibi bitkileri kapsar. (Bazı botanikçiler bunu familya sayar [cunon/aceae].) K U N O S (Ignâcz), macar türkolog (Hajdusâmson, Debrecen, 1860 - Budapeş­ te 1945). Üniversiteyi Budapeşte’de oku­ du. Öğrencilik yıllarında macar halk dili­ ne ve kültürüne ilgi gösterdi. Ayrıca türkçe öğrendi. Türkoloji alanında tanınmış bilginlerle tanıştı; onların derslerini izledi. BulgaristanlI Türkler arasında kısa bir sü­ re kaldıktan sonra (1885), Anadolu'da beş yıl süren bir inceleme gezisi yaptı. Derle­ diği bilgi ve gereçleri Macar ilimler akademisi’ne gönderdi; bu çalışmasıyla, bi­ lim dünyasının ilgisini çekti. Macaristan'a döndükten sonra türk halk masallarından türkülere, karagöz ve ortaoyunundan Nas­ rettin Hoca'ya kadar türlü konularda yap­ tığı yayımlarla türk halkbilimini geniş ölçü­ de tanıttı. Tçırk masallarının zenginliğini ve önemini fark edip ilk derlemeyi yapan, ya­ yımlayarak dünyaya tanıtan o oldu. Türk halk şiirini inceledi; türk toplumunun ya­ şam özelliklerini yakından tanıdı. Araştır­ malarını Hârom karagöz Jâtâk (Üç kara­ göz oyunu, 1886), Oszmantörök nâpköitâsi gyüjtemâny (Osmanlı türk halk ede­ biyatı derlemesi, 1887-1889), Kisâzsiai török nyelvjârâsok (Küçük Asya türk ağızla­ rı, 1892), Kisâzsiai török nâpregânyek (Kü­ çük Asya türk halk romanları, 1892), Ki­ sâzsiai török dialektusairol (Küçük Asya türk lehçeleri üzerine, 1896), Orta-ojunu (Ortaoyunu, 1899), Naszreddin Hodsa trâfâi (Nasrettin Hoca fıkraları, 1899) Tür­ kische Volksmârchen aus Stambui (İstan­ bul’dan türk halk masalları, 1905), Ada -kalehi török nâpdalok (Adakale türk halk türküleri, 1906) vb. yapıtlarda topladı. Os­ manlI türkçesi grameri üzerinde durdu; Oszmân-török nyelvkönyvi (Osmanlı türk­ çesi grameri, 1905) yayımladı. Türk ağız­ ları ve halkbilimi alanındaki araştırmalarıy­ la ilgili anılarını Türk halk edebiyatı (1925) adlı türkçe kitabında yazdı. Anadolu halk edebiyatı, maniler, ortaoyunu, çeşitli türk masalları ile ilgili çalışmaları türkçeye çev­ rildi. Türk halk edebiyatı alanında seçkin bir uzman olarak tanındı. W. Radloff’un hazırladığı "Proben” dizisine, Anadolu ve Rumeli türk dilleriyle halk edebiyatı ürün­ lerini tanıtan incelemeleriyle katıldı. Türk hükümeti tarafından, İstanbul ve Ankara’ da konferanslar vermek üzere çağrıldı (1925-1926). Macaristan'da Doğu ticaret kurslarında türk dili öğretmenliği ve üni­ versitede fahri profesörlük yaptı. Derledi­ ği masallardan seçmeler, G. Yener tara­ fından Türk masalları adıyla yeniden ya­ yımlandı (1897). [-» Kayn.] K u n s th ls to r ls c h e s M u s e u m ("Sa­



Emre, bilgiler ve belgeler (1966). nat tarihi müzesi"), Avrupa’nın en önemli müzelerinden biri. 1891’de Viyana’da Ring K U N T E R (Nurullah), türk hukukçu (İs­ üzerinde bulunan şimdiki yerine yerleşti. tanbul 1911). İstanbul Hukuk fakültesi’ni Müzenin çekirdeğini, Habsburglar’ın XVI. bitirdi (1935). Aynı fakültede doçent yy.’dan beri topladığı koleksiyonlar oluş­ (1946), profesör (1954) oldu. Başlıca ya­ turur. XVIII. yy.'ın sonunda halkın ziyareti­ pıtları: Suçun kanuni unsurları nazariyesi ne açılan bu koleksiyonlarda arkeolojik (1949), Suçun manevi unsurları nazariye­ parçaların yanı sıra sanat eşyaları (halılar), si (1954), Ceza muhakemesi hukuku sikkeler ve (Avusturya'nın dışında) çeşitli (1961). Avrupa okullarından tablolar (Bruegel, Dürer, Giorgione, Tiziano, Tintoretto, \/e- " K U N T E R (Erman), türk basketbolcu (İstanbul 1956). Basketbola İTÜ spor ku-, lâzquez, Rubens, vb.) bulunur. lübü'nde başladı. Beşiktaş, Yenişehir K U N T , -tu sıf. (fars. künd, keskin olmaMeysu, Eczacıbaşı ve Çukurova kulüple­ yan'dan). 1. Sağlam ve dayanıklı şey için rinde oynadı. 19'u genç milli, 131 ’i A mil­ kullanılır: Kunt yapı. —2. Kavrayışı kıt kim­ li olmak üzere 150 kez milli formayı giy­ se için kullanılır; kalın kafalı. di. Son yılların en teknik ve skorer basketbolcusu olarak tanındı. FenerbahçeK U N T (Rikkat), türk tezhipçi (İstanbul Hilalspor maçında 145 sayı ile bir maçta 1903 - ay. y. 1986). Büyük türk lügatı’nırı en çok sayı yapma rekorunu elde etti yazarı Hüseyin* Kâzım Kadri’nin kızıdır. İs­ (1988). 1992'de sporu bıraktı. Milliyet tanbul Güzel sanatlar akademisi'ndeki gazetesinde spor yazarlığı yapmaktadır. öğrenimi sırasında İsmail Hakkı Altınbezer*’in öğrencisi oldu. 1948'den baş­ K U N T S A N ya da K U N C A N , çinli ke­ layarak aynı akademide öğretim üyesi ola­ şiş Liu Cleçlu'nun ressamlık adı (Hunan, rak görev aldı. 1970’te Portekiz'in Lizbon 1657'ye doğr -1674 arasında etkinlik gös­ kentindeki Gülbenkyan müzesi'nde, su terdi). Çan keşişiyken, Ming hanedanı dö­ basması yüzünden zarar gören yapıtların nemi sonları ile Çing hanedanı dönemi onarımında çalıştı. Prof. İsmail Hikmet Erbaşlarında Nankin bölgesindeki bireyci taylan’ın hazırladığı Fatih divanı'nda yer ressamlar akımına bağlandı. Resminde­ alan şiirleri tezhipledi. ki yoğunluk güçlü ve taşkın doğa görü­ şünü ortaya koyar. '. K U N T (Bekir Sıtkı), türk hikâyeci (Antak­ ya 1905 - İstanbul 1959). İstanbul Üniver­ K U N U R , Hindistan'da (Tamil Nadu) sitesi hukuk fakültesi’ni bitirdi (1928). Bir kent, Nilgiri dağlarında; 70 800 nüf. Ha­ süre gazetecilik yaptı (1925-1930). Düzce, vası sağlığa yararlı tedavi merkezi. Bilim Aydın, Ankara’da yargıç olarak çalıştı. Ha­ enstitüleri. tay’dan milletvekili seçildi (1939). 1946’ K u n u rl s a v a ş la rı - KORE BİRLİĞİ. dan sonra yeniden yargıçlık mesleğine döndü. Kişisel gözlemlere dayanan ger­ K U N U T a. (ar. (cunut). Esk. 1. itaat etme, çekçi hikâyelerinde köy ve kasaba kişile­ boyun eğme. —2. ibadet. —3. isi. Vitir* rini, İstanbul'un sıradan insanlarının gün­ namazının üçüncü rekâtında okunan dua. lük yaşayışlarını canlandırdı: Memleket hi­ (Bk. ansikl. böl.) —4. Kunut etmek, itaat kâyeleri (1933). Günlük yaşamın gülmeetmek; ibadet etmek. —5. Kunut duası, celi olaylarından çıkardığı sağlam kuruluş­ vitir namazında okunan dua. lu hikâyelerini Talkınla salkım (1937) kita­ —A nsIkl. Hanefi mezhebinde vitir nama­ bında derledi. Gazetecilik ve yargıçlık zının üçüncü rekâtında “ Fatiha" ve mesleklerinin yakından tanınmasına ola­ "Zamm-ı sure” okunduktan sonra ayak­ nak verdiği çevreleri, mahkemeleri, orta ta eller yukarı kaldırılarak kunut tekbiri (Alhalli ailelerin yaşayışlarını Herkes kendi lahuekber) getirilir; yeniden eller bağlan­ hayatını yaşar (1941), Yataklı vagon yolcu­ dıktan sonra kunut duası okunur. Bu dua, su (1948), Ayrı dünya (1952) gibi yapıtla­ vacip olduğundan, bilerek ya da bilme­ rında anlattı. Halk için yaratılan, onun so­ yerek okunmazsa namazın sonunda runlarını ele alan bir sanattan yanaydı. sehiv* secdesi yapmak gerekir. Bütün il­ Toplumsal ya da ruhsal çözümlemelere mihal kitaplarında tam metni yer alan bu girmeyen düz, yalın bir dil ve anlatım kul­ duayı bilmeyen, onun yerine “Allahümme landı. rabbena ..." ya da başka bir dua okuya­ bilir. K U N TA Y (Mithat Cemal), türk şair, yazar Şafii mezhebine göre kunut, yalnız ra­ (İstanbul 1885 - ay. y. 1956). İstanbul Hu­ mazan ayının son on gününde vitir nama­ kuk mektebi’ni bitirdi. Adalet bakanlığı' zının üçüncü rekâtında rükûdan doğrul­ na bağlı görevlerde çalıştı. Son görevi Be­ duktan sonra okunur. Ayrıca şafii ve mali­ yoğlu 4. noterliğiydi. Yurt, ulus sevgisi, ta­ ki mezheplerine göre bütün sabah na­ rihe bağlılık gibi konularda aruz vezniyle mazlarının farzlarında rükûdan doğrulun­ şiirler yazdı: Türk’ün şehnamesi (1945). Bi­ ca ayakta kunut duası okunur. Bu kunut, ri manzum iki oyunu, şiirlerinin işlediği ko­ şafiilere göre sünnet, malikilere göreyse nulara uygun bir dünyayı yansıtır: Kemal müstehap*tır. (1912), 28 Kânunuevvel (1918). Tek roma­ nı Üç" İstanbul'da (1938; 1983’te TV filmi K U N Û T a. (ar. kunüf). Esk. Ümitsizlik, ka­ yapıldı), istibdat, ikinci meşrutiyet ve Mü­ ramsarlık. tareke dönemlerinin istanbulu’nu değişik K U N Y A N G Ç H İŞ - KİANGYANG Klş. kesimlerden insanlarıyla konu edindi. Gözlemlere dayanan bu yapıtta dönemin K U N Z (Erich), avusturyalı bariton (Viya­ toplumsal yapısını, Osmanlı devletinin hız­ na 1909). Sanat yaşamına 1933'te başla­ la çöküşünü verirken toplumun ahlak ba­ dı. Glyndebourne'da sahneye çıktı. 1940' kımından yıkılışını da ortaya koydu. Ede­ ta Viyana operası'na girdi. Özellikle Mo­ biyat tarihinin önemli bazı kişilerini konu zart'ın operalarında başarı gösterdi. alan, zengin malzemeye dayanan mono­ K U N Z E (Rei ner), alman şair (Oelsnitz, grafileri vardır: Mehmet  kif (1939), Na­ Erzgebirge, 1933). Bir madencinin oğlu­ mık Kemal (3 kitap, 1944-1956), Sarıklı ih­ dur. 1959'da Leipzig Üniversitesi’ndeki tilalci Ali Suavi (1946). görevinden uzaklaştırıldı. ADC'de kitap­ K U N T E R (Halim Baki), türk tarihçi (İs­ larının basımı yasaklandı. "Prag bahatanbul 1900 - Ankara 1971). İstanbul Hal­ rı’nın ordu gücüyle ezilmesini protesto kalı ziraat okulu’nu bitirdi. Kurtuluş savaederek Komünist parti'den ayrıldı (1968). şı'na katıldı. Ankara Hukuk mektebi’nde ilk yapıtı (Sensible Wege, 1969) eleştiri­ okuduktan sonra çeşitli kamu hizmetlerin­ lere uğradı, ülkesindeki günlük yaşamı de görev aldı. Vakıflar genel müdürlüğü gerçekçi ve yalın bir anlatımla dile getir­ teftiş kurulu başkanıyken emekliye ayrıldı diği Die wunderbaren Jahre'm (1976) (1942). Bir süre Selamet adlı bir dergi ya­ yayımlanmasından sonra ADC Yazarlar, yımladı. Başlıca yapıtları: Eski türk spor­ birliği'nden resmen çıkarıldı. Ağır bir. ları üstüne araştırmalar (1938), Türk vakıf­ hastalığa yakalandı ve 1977‘de Batı'ya geçti. Auf eigene Hoffnung (1981) adlı ları ve vakfiyeleri (1938), Fatih camii yapıtıyla Georg Büchner ödülü'nü aldn (1938), Atıcılar kanunnamesi (1942), Aluç Son yapıtlarından bazıları: in Deutsch dağı (1943), Güreş yıllığı (1945), Yunus



Kupka lana Zuhaus (1984), Das iVaisse Gedich t(1989), Deckname "Lyrik'( 1990). K U N ZE A a. Çoğunlukta fundayı andıran hepyaşil yapraktı, Avustralya kökenli ağaç­ çık (Birkaç türü seralarda süs için yetişti­ rilir. Mersingiller familyası ) K U N Z E N (Johann Paul), alman beste­ ci ve orgcu (Leisnig, Saksonya, 1696 - Lübeck 1757). 1716'da şarkıcı ve orgcu olarak Leipzig operası’na girdi. Zerbst'ten sonra Wittenberg'de capella yöneticiliği yaptı. 1723'te Hamburg operası'nın ba­ şına geçti. 1732'de Lübeck'teki Marienkırche’nin orgcusu oldu. Günümüze ope­ raları, bir çile’si, oratoryoları ve çalgı ya­ pıtları ulaştı. —Oğlu A d o lf C a r l (VVittenberg 1720 - Lübeck 1781) da besteci ve orgcuydu. Babasının yerine 1757'de Lü­ beck'teki Marienkirche'nin orgculuğuna getirildi. Bir süre Londra’da yaşadı, iki der­ lemesi yayımlandı: 12 Sonatas tor the Harpsichord ve Lieder zum unschuldigen Zeitvertreib (1748). —Adolf Carl'ın oğlu FRİEDRİCH LUDVVİG AEMİLlUS (Lübeck 1761 - Kopenhag 1817) besteci ve piya­ nocuydu. Berlin'de Musikalisches Wochenblatt (1791-92) ve Musikalische Monatschrift (1792) adlı dergileri yayımladı. Operalar (Holger Danske, 1789; ErikEjegod 1798), opera-komikler, oratoryolar, kantatlar ve çalgı yapıtları besteledi. K U O K K A a. Güney-batı Avustralya'da yaşayan, kısa kuyruklu, küçük kanguru. (Ökaliptus ormanlarının sık bitkili kesimle­ rini sever, otlar ve kaktüslerle beslenir; sin­ dirimini gevişgetirmeyle ve blastositin çe­ şitli implantasyonuyla sağlar. Bil. a. Setonix brachyurus; kangurugiller familyası.) K U O P İO , Finlandiya'da kent, aynı adlı ilin yönetim merkezi, Kallavesi gölü kıyı­ sında; 75 000 nüf. Savo'nun eski merke­ zi olan kent 1633'te kuruldu, Ortodoks müzesi. Kereste sanayileri. — Kuopio ili, 16 509 km2; 256 411 nüf. (1990). K U P a. (fr. coupe). Terz. 1. Bir giysinin kesimi, giysiye kesimle verilen biçim: Ge­ niş kuptu bir elbise, tayyörün vücuda d u ­ ran bir kupu var. —2. Giysiyi vücuda da­ ha iyi oturtmak için üst ya da alt bedene ya da ikisine birlikte uygulanan kesim bi­ çimleri: Bu yıl ceketlerde kup moda. Omuzdan başlayan kuplar boyu daha uzun gösterir KU PA a. (geç lat. cuppa'dan). 1. Genel­ likle genişliği derinliğinden fazla, kristal, bronz, altın vb.’den yapılmış ayaklı bardak; bir kupanın alabileceği miktar: Bir şarap kupası. Bir kupa şarap. (Bk. ansikl. böl. Arkeol.) —2. Bardak: Büyük su kupala­ rıyla ayran içmek. —3. Spor. Bazı yarış ve koşularda kazanana verilen ödül. Önce­ den altın ya da gümüş bir kupa olan bu ödül günümüzde herhangi bir sanat eseri de olabilmektedir. —Kupa İçin yapılan ya­ rışmanın kendisi. (Takım sporlarının ço­ ğunda şamlyonlukların dışında eleme yöntemine dayanan kupa karşılaşmaiarı yapılır. Karşılaşmalarda kazanan takımlar kura sonucu eşleşirler ve rakiplerini ele­ yen son İki takım finale ulaşır.) —Bayınd. Bir tünelin üst bölümünde ka­ yaların çökmesiyle oluşan oyuk. —Oy. Oyun kâğıtlarının dört renginden bi­ ri. (Kırmızı bir kalple gösterilir.)jf Bu renk­ teki oyun kâğıdı. (Eşanl. KOR.) —Spor. Asya kupası, Asya ülkelerinin mil­ li futbol takımlarının katıldıkları kupa. || Av­ rupa Kupa galipleri kupası, Avrupa ülke­ lerinin futbolda kupa galipleri olan takım­ larının katıldıkları kupa. || Avrupa Milletler kupası ya da Avrupa şampiyonası, Avru­ pa ülkelerinin futbol milli takımlarıyla ka­ tıldıkları kupa. || Avrupa Şampiyon kulüp­ ler kupası, eleme yöntemine göre yapılan ve tüm Avrupa ülkelerinin futbol ligi birin­ cisi takımlarının katıldıkları kupa.J Başba­ kanlık kupası, futbolda Türkiye Birinci lig İkincisi ile Federasyon kupası İkincisinin karşılaştıkları kupa. || Cumhurbaşkanlığı kupası, Türkiye ligi ve Federasyon kupa­



sı birincilerinin karşılaştıkları kupa. || Dün­ ya kupası, Uluslararası futbol federasyo­ nu (FIFA) tarafından 4 yılda bir düzenle­ nen, 16 takımın katıldığı kupa. (Bu kupa, organizasyonu düzenleyen ev sahibi ta­ kım, bir önceki Dünya kupası’nı kazanan takım ve grup maçları sonunda kupaya katılmaya hak kazananlar [14 takım] olmak üzere .16 takım arasında düzenlenir.) || Sü­ per kupa, futbolda Avrupa Şampiyon ku­ lüpler kupası birincisi ile Güney Amerika birincisi arasında yapılan karşılaşma. || Fe­ derasyon kupası -> FEDERASYON KUPASI. —A nsİkl. Arkeol. Yunanlılarda, kupa İ.Ö. IV. yy.'a kadar en yaygın içki kabıydı. Ço­ ğunlukla seramik olan kupalar genellikle ayaklı ve iki kulpluydu; ama dönemlere göre çeşitli kupalar yapıldı (phiale, dudaklı kupa, kaliks,..). Kupaların dışı, kimi zaman kulpları çevreleyen palmetterle sınırlanmış figürlü sahnelerle içi ise ortadaki bir yu­ varlağın içinde yer alan çeşitli figürlerle süslenirdi. Yunanistan ve Roma'da, lüks sofra takımı ya da adak kabı olarak kulla­ nılan kuyumcu işi kupalar da (Panagyurişte, Boscoreale hâzineleri...) vardı.



turya (Viyana sarayında), Bohemya ve Al­ manya'da çalıştı. Çok sayıda yapıt verdi; genellikle şatafatlı, ama psikolojik derin­ likten de yoksun olmayan portreler (Min­ yatür ressamı Karel Bruni, 1709, Ulusal galeri, Prag) gerçekleştirdi. Yapıtlarında, renk ustalığını ortaya koyan gerçekçi öğe­ ler görülür.



K U M a. (fr. coupe'den). Esk. İki camlı kapısı ve önde arabacı yeri bulunan, ka­ palı, dört tekerlekli, iki kişilik atlı araba.



K u p ffe r h ü c re le ri (alman anatomi bil­ gini Kari VVİlhelm von Kupffer'in [1829



K U P E L a. (fr. coupelle). Isıbil. KAPÇlK'ın eşanlamlısı. K U P E S a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin kıyı kesimlerinde 200 m'ye kadar inen dip­ lerde yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Boops boops; Sparidae familyası; boyu 35 cm'ye kadar.) [Eşanl, LOPA.] —ANSİKL. Altınkuşak adıyla da bilinen ku­ pesin bedeni silindir biçiminde ve uzun­ dur, ktenoit pullarla kaplıdır. Erdişidir. Sırtı açık zeytuni sarı, seyrek olarak da sinca­ bi mavi, yanlan daha açık renklidir ve boy­ dan boya uzanan 5-7 sarı şerit taşır. Hepçildir. Kışın daha derin diplere iner, ilkba­ harda yüzey sularına yaklaşır.



yunan kupası siyah figürlü sırlı seramik İ.Ö. VI. yy. sonu C hitilim u r-S ein e müzesi



K U P E T Z K Y ya da K U P E Z K Y (Jan) - kupecky.



K U P A , Hırvatistan'da ırmak, Sava'nın kolu (sağ kıyıdan); 296 km. Bu ırmak ve kolları (Dobra, Mreznica ve Korana) çok güzel manzaralı boğazlar oymuştur. De­ bisinin en yüksek olduğu mevsim ilkba­ hardır. Kupa'nın aşağı çığırındaki 70 km’lik bölüm ulaşıma elverişlidir. K U M , Karga'r,\r D.'sunda, Başak ile Suyılanı arasında yer alan küçük takımyıldız. Bu takımyıldızda yalnız, az parlak yıldız­ lar vardır. Efsaneye göre, karga bu altın kupa içinde Apollon'a içki sunmuştur. (-* GÖK haritası.) K U PA J a. (fr. coupage). Şarapç. Gerek bir kavdaki ürünün bir kısmını ya da ta­ mamını birleştirmek, gerek değişik kalite­ deki şaraplardan daha iyi bir karışım el­ de etmek amacıyla çeşitli şarapları birbi­ rine karıştırma. (Kupaj, kimi şarapların başka şaraplardaki renk, asitlik ve alkol fazlasından yararlandırılmasını sağlar.) || Değişik oranda alkol İçeren damıtık içki­ leri birbirine karıştırma. K Û P A L a. (fars. kûpSt). Esk. sil. Gürz tü­ ründen demir topuz. K u p a la , Slavlar'ın hıristiyanlıktan önce gündönümûnde düzenledikleri şenlikler. Oyunlar oynanır, dans edilirdi, ancak te­ mel öğe yıkanmak ve ateş üzerinden at­ lamaktı. Kimi zaman, özellikle XI. yy.'a doğru ve daha sonra bir yapma bebek toprağa gömülürdü; bu bebek önceleri kı­ şın sona erişinin, sonraları yenilen pagancılığın simgesiydi. K U P A L A (ivan Dominlkoviç LutsevIç, Yanka —denir), beyaz rus şair (Vlyazıynka, Minsk yakınında, 1882 - Moskova 1942). Bir yarıcının oğluydu. Çeşitli işlere girip çıktı. Naşa Nlvs gazetesinde çalıştı. 1905 devrlmi'nden etkilendi, oyunlarında (/e Niddövastö [fr. çev.], 1913) ve Şiirlerin­ de (Ie Pipeau [fr. çev.], 1908; Tumulus [fr. çev.], 1910; la Tombe du lion [fr. çev.], 1913) köylülerin sefalet ve özlemlerini di­ le getirmek için folklora başvurdu. Daha sonraki yapıtlarındaysa yeni toplumu (Au bord de l ’Oressa [fr. çev.], 1933; De tout coeur [fr. çev.], 1940) ve istilacılara karşı direnişi (Aux partisans biölorusses [fr. çev.], 1941) yüceltti. K U M N O ya da K O B P A N O , Timor adasının merkezi, Savu ırmağı kıyısında; 53 000 nüf. Limanından tarım ürünleri, kopra, santal ağacı kerestesi ve inci dış­ satımı yapılır, Havaalanı Cakarta’yı Avus­ tralya'ya bağlayan hattın uğrak yeridir. K U P E C K Y , K U P E T Z K Y ya da K U P R Z K Y (Jan), çek ressam (Prag ? 1667 -Nûrnberg 1740), Orta Avrupa'da yaşamış barok portre ustası. Özellikle İtalya, Avus­



-1902] adından). Dokubil. Kılcal damar ile karaciğer hücresi arasında yer alan sa­ çaklı ya da yıldızımsı hücreler. Damar için makrofaj hücreleri arasında sayılırlar.



kupa



İtalya, XIX. yy. başı Araba ve turizm müzesi, Cunıpiügne



K U P H U 8 a. Borusunun boyu bazen 1 m'yi bulan taret (delici yumuşakça) cinsi. (Tepedinidae familyası.) K U P K A (Frantiâek, Frank —denir), çek ressam (Opocno 1871-Puteaux 1957). Çe­ koslovakya ve Viyana'da öğrenim gördü, 1895'te Paris'e yerleşti. Önceleri hicivli de­ senler ve kitap resimlemeleri yaptı, izle­ nimci bir resim anlayışından anlatımcılığa yöneldi; daha sonraları devinim ve ışık arayışlarıyla planlar (Dikey planlar 1,1912, Ulusal modern sanat müzesi, Paris) ya da



Jan Kupecky Minyatür ressamı Karel Bruni ( İ M ) Ulusal galeri, Prag



Kupka bilir. indirim kuponu. Yemek kuponu. —Bors. Kupon bedeline göre fiyat sapta­ ması, bir tahvil için kote edilen fiyatın son vadeden başlayarak işlemiş olan kupon kesri (faiz ödemeleri) çıkarıldıktan sonra kalan tahvil değerinin karşılığı olan satış fiyatının belirlenmesi. || Kupon yenilenme­ si, kuponları kaybolmuş bir tahvilin yeri­ ne yenisinin sağlanması. (Bunun için, mahkemeye başvurularak kaybolan ku­ ponlara ödeme yasağı kararı alınır. Karar­ dan altı ay sonra tahvili çıkaran kuruluş ku­ ponları kaybolan tahvilin yerine yenisini verir.) —Tekst. Yalnız bir giysilik dokunmuş öz­ gün nitelikte kumaş parçası. (Kupon ku­ maş da denir.) || Bir dokuma parçasından artan ve bütün olarak satıldığından ger­ çek değerinden daha düşük bir fiyatı olan kısa uzunlukta kumaş.



716 4



i



ff



fl



o



>



■i



K U P R İN (Aleksandr ivanoviç), rus ya­ lg ^



Lauros-Giraudon



Frank Kupka Arkaik kadın (1910) M .N A M , C.NA.C. Geocgesfompidou, Paris



döngüsel ritimler ("Newton çarkları” için etütler, 1911-12, ay. y.) üzerine kurulmuş renkli bir soyut resme yöneldi. Savaştan sonra, özellikle makine çarklarından {İş­ leyen çelik. 1927-28, ay. y.) ya da caz serv koplarından esinlenen yapıtlarında, aynı biçimsel temaları işledi. Soyutlama" -Yaratma grubu’na katıldığı 30’lu yıllardan sonra daha katı bir geometri anlayışına yöneldi (Blanc autonome, 1952, ay. y.). K U P K U R U sıf. (kuru'dan pekiştirilerek). Çok kuru; çok zayıf. K U P L A J a. (fr. couplage). Elektron., Elektrotekn. ve Telekom. EŞLEMEnin eşanlamlısı. —Dy. Elektrikli bir lokomotifte elektrik mo­ torlarını seri, seri-paralel ya da paralel ola­ rak gruplandırma. || Otoray kuplajı, tek bir tren oluşturan ve aynı makinist tarafından kumanda edilen iki ya da birçok otorayın birleşmesi. K U P O L a. (fr. coupole; ital. cupola; geç lat. cupula, kap'tan). Metalürj. Kupot fırı­ nı, dökme demiri eritmede kullanılan si­ lindirsel düşey gövdeli fırın. —ANSİKL Râaumur’ün yaptığı aygıttan tü­ retilen ilk sanayisel kupol fırını, 1770’te İn­ giliz VVİlkinson tarafından yapıldı. Günü­ müzde kullanılan ve genel olarak silindir biçimli dan klasik kupol fınnı, içi ateşe da­ yanıklı bir malzemeyle kaplanmış metal bir zarftan duşur; bunun gövde denen alt bö­ lümüne üzerinde dökümü ve cürufu akı­ tan deliklerin bulunduğu potaya hava üf­ lemeyi sağlayan tüyerler yerleştirilmiştir. Malzemelerin almaşık katmanlar halin­ de (dökme demir, kok, kireçtaşı, gerekti­ ğinde çelikler ve demir alaşımları) yüklen­ mesi, üst tarafta (ağız) yer alan yanal bir kapıdan yapılır: burada, kalıplamaya elve­ rişli ikinci erime dökümü elde edilir. Ku­ pol fırınında, yüklere bağlı darak, alaşım elementlerince (nikel, krom) zengin özel dökme demirler hazırlanır. Bu fırın, sağ­ lam yapısı ve sade tasarımı nedeniyle özellikle kalıplama için sıcak dökme de­ mir elde etmede yaygın olarak kullanılır. K U P O N a. (fr. coupon). 1. Kıymetli bir evrakın, hamiline bir gelir (kâr payı, faiz, vb.) alma ya da bir sermaye artırımında bazı haklardan (tahsis hakkı, katılma hak­ kı) yararlanma danağı sağlayan numaralı ve aynlabilir parçası. (Türkiye ve birçok ya­ bancı ülke menkul kıymetlerinde, beş yıl içinde tahsile sunulmayan kuponlar zaman­ aşımına uğrar.) —2. Bir gazetenin, bir fir­ manın satışlarını artırmak için piyango ya da ikramiye şeklinde düzenlediği bir çe­ kilişe katılmak ya da bir haktan yararlan­ mak için hazırlanmış o ürüne eklenen ve genellikle kesilerek kullanılan basılı kâğıt. ( ikramiye kuponu da denir.): 30 kupon bi­ riktiren herkes otomobil çekilişine katıla­



zar (Narovçat, Penza ili, 1870-SenPetersburg 1938). Bir süre subaylık yap­ tı. A/fofoş(1896) adlı öykü kitabıyla, sonra askerlik yaşayışını yeren Duel{ 1905) adlı romanıyla tanındı. G erçekçi geleneği sürdürdü, Çehov'dan etkilendi, zaman zaman duygusal bir ahlakçılığa (fuhşu eleştiren romanı Jama, 1909) yöneldi, küçük olguları betim lem ede (Granatovıyj braslet, 1911), olağandışı öykülerdekinden daha çok başarı gösterdi.



K U P R İT a. (fr. cupriteten). Miner. Ço­ ğunlukla metal cevher yataklarının yüzeylenmelerinde görülen, kolayca ayrışabilen kırmızı renkli kübik bakır oksit. K U P R O - (fr cupro- 'dan). Kim. Bir bileşik ya da bir alaşımda bakırın var­ lığını gösteren önek. K U P R O F İT sıf. ve a. (fr. cuprophyte; lat. cuprum, bakır ve yun. phyton, bitki’den). Topraktaki yüksek bakır oranına dayanan ve bakır yataklarının bulunmasını sağla­ yan bitki. K U P R O K R O M a. (fr. cuprochrome’ dan). Kim. BAKIR-KROM’un eşanlamlısı K U P R O M A N O A N a. (fr. cupromanganöse'den). Kim. BAKlR-MANGAN’ın eşan­ lamlısı. K U P R O N İK E L a. (fr. cupronickefden). Kim. BAKlR-NİKEL’in eşanlamlısı. K U P U L A a. (lat. cupula). Bot. KADEHçiK'in eşanlamlısı. —Zool. Kınkanatlıların kimi erkeklerinde, tarsusların altında bulunan içbükey ve yu­ varlak organ. (Bir çekmen görevi yaparak, kaygan yüzeylere yapışmayı sağlar ve çift­ leşmeyi kolaylaştırır. Dyfecuslann çok ge­ lişmiş kupulaları vardır.) K U P Ü R a. (fr. coupure). Belli bir konu üzerinde kesilip ayrılmış gazete dergi, vb parçaları. (Eşanl. KESİK.) —Bors. Bir bütün oluşturan, ancak par­ çaları ayrı ayrı satın alınabilen bir kıymetli evrakın parçası. || Bir hisse senedi ya da tahvilin değişik nominal değerdeki birim­ leri. -K U R - -KIR. K U R a. (hükümdar ve çevresindekilerin ikametgâhı anlamında fr. cour’dan). Kur yapmak, karşı cinsten birine ilgi gösterip onun hoşuna gidecek, gönlünü kazana­ cak davranışlarda bulunmak: Genç kadı­ na açıktan açığa kur yapıyordu; sözkonu­ su bir ülke ise siyasal ilişkilerde başka bir ülkeye dostluk, yakınlık gösteren bir tutum içinde olmak: İran bu son girişimiyle Fran­ sa'ya kur yapıyor. K U R a. (fr. cours). ikt. 1. Ulusal bir pa­ rayla yabancı bir para birimi arasındaki değişim oranı. (Döviz k u r u ya da KAM­ BİYO KURU da denir.) —2. Kur farkı, döviz­



lerin alış ve satış fiyatları arasındaki fark; fiyatı değişen bir dövizin eski ve yeni fi­ yatları arasındaki fark. || Kur listeleri, ya­ bancı paraların ulusal para üzerinden de­ ğerini göstermek üzere yetkili mercilerce hazırlanarak ilan edilen listeler. || Çapraz kur, dövizlerin ayrı ülkelerde karşılıklı de­ ğerlerini belirtmek için kullanılan terim. (Örneğin, New York'ta dolar hesabıyla mark’ın, Frankfurt'ta mark hesabıyla dolar'ın karşılıklı değerleri bu iki paranın çap­ raz kurlarını oluşturur.) || Katlı kur, bir dış ticaret politikası olarak, dışalım ve dışsa­ tım ya da sermaye hareketlerinde farklı fi­ yatlarla uygulanan döviz kuru. || Sabit kur, yabancı paraların, hükümetçe saptanan ve uygulanması zorunlu olan alış ve satış fiyatları. || Serbest kur, bir dövizin serbest piyasada belirlenen fiyatı. K U R ç a y ı -> K u r a nehri. K Û R sıf. (fars. kuı). Esk. 1. Kör, gözleri görmeyen. —2. Basiretsiz. —3. Kûr-âb, az su içen kimse; serap. || Kûr-baht, bahtı kör; talihsiz. || Kûr-bâtın, kûr-dil, kûr-fehm, anlayışsız, duygusuz. || Kûr-keş, kör çe­ ken; gözleri görmeyen kimseye kılavuzluk eden. || Kûr-nemek, nankör, kıymet bil­ mez. K U R A a. (ar. kuKa). 1. Herhangi bir iş için seçilecek kişileri rastlantıya, şansa bağlı olarak belirleme işlemi; adçekme: Bu yıl doktor olanların görev yerleri kura ile belirlendi. —2. Kura çekme, adçekme. || (Herhangi bir yılın) kurası olmak, o yıl as­ kerlik çağı gelenlerden biri olmak. —Ask. tar. Osmanlı devletinde aynı yıl do­ ğumlu askerlik yükümlülerinin, iki tertip­ ten hangisinde askere gideceklerini be­ lirlemek amacıyla, adçekerek gerçekleş­ tirilen askere alma sistemi. (Bk. ansikl. böl.) || Kurası çıkmak, kura sistemine gö­ re askere alınmak. || Kura efradı, adçek­ me işlemine katılarak kurası çıkan asker­ lik yükümlüsü. || Kura fermanı, askerlik ça­ ğına gelen yükümlülerin çağrılmalarıyla il­ gili padişah fermanı. (Her yıl çıkartılan bu fermanla eyalet ve sancaklardan ne kadar kura efradının askere alınacağı halka du­ yurulurdu. İkinci meşrutiyet'ten sonra, ' ‘ahz-ı asker fermanı'' olarak anıldı.) || Ku­ ra meclisi, askerlik çağına girmiş adayla­ rın kuralarını çektirmek için bölgenin en büyük mülki amiri başkanlığında oluştu­ rulan kurul. (Kurulda ayrıca kadı, askerlik şubesi başkanı, idare meclisi üyeleriyle nüfus memuru ve doktor da görevliydi.) —A nsikl. Ask. tar. Osmanlı devletinde ku­ ra usulünün uygulanmasına 6 eylül 1843'te çıkarılan bir yasayla başlandı. 1869'da yapılan bir düzenlemeyle asker­ lik süresi yirmi yıla çıkarıldı. Yükümlülüğü yerine getirmek için askerlik çağına giren adaylar her yıl 11 mayısta yapılan kuraya katılırlar, birinci tertip (tertib-i evvel) ve ikin­ ci tertip (tertib-i sani) adlarıyla iki gruba ay­ rılırlardı. İlk grup, o yıl askere alınacak sa­ yıda belirlenmiş numaraları çeker, yirmi günlük izinden sonra birliklerine sevk edi­ lirdi. Yirmi yıllık askerlik süresinin altı yılı nizamiye görevi olarak yapılır, bunun da dört yılı orduda, iki yılıysa ihtiyatta geçer­ di. İkinci grup ise birinci grubu izleyen nu­ maraları çekerlerdi. Bunlar için “ elde tutulan” anlamında "efradı mevkufe" de­ yimi kullanılırdı. Askerlik hizmetini bitiren­ ler, memleketlerinden gönderilecek yeni askerler geldikçe terhis olurlardı. Bu n e denle gereksinim oranında hazırlanan ku­ ra listeleri köylere kadar dağıtılır, askerlik çağına girenler kura meclisi önünde ku­ raya katılırlardı. Ailesinin toprağını, mülkü­ nü yönetecek kimsesi bulunmayanlar (muinsiz), imam ve hatipler, öğrenim gö­ renler, kuraya alınmazdı. Kurada adı çık­ mayanlar, ertesi yılkilere katılır, beş yıl üst üste adı çıkmayan muvazzaf askerlik yü­ kümlülüğünden bağışık tutularak redif sı­ nıfına ayrılırdı. K U R A çoğl. a. (ar. Ifarye'nin çoğl. IfurS). Esk. Köyler: Kura-yı mCıtecavire (birbirine yakın, komşu köyler).



kural —isi. huk. Kura ve kasabat arazisi, köy ve kasabaların yerleşim alanı İçinde bulunan arazi. K U R A n e h ri, bazı kaynaklarda Kur ça­ yı ya da Kür çayı, antik Kyros, kaynak kollannı D. Anadolu'nun Erzurum-Kars bölümünden alan ve Aras'la birleşerek Hazar denizi'ne dökülen akarsu. Toplam uzunluğu 1 510 km (Türkiye’deki çığırı yaklaşık 150 km). Allahüekber dağlarının K. yamaçlarında doğar; Ardahan ovasın­ dan geçer, Yalnızçam dağlarından inen dereleri alır ve Gürcistan’a girer. Burada geniş bir yay çizdikten sonra Azerbay­ can'a geçer ve Sabirabad’da Aras nehri ile birleşerek ortak bir deltada Hazar de­ nizi'ne dökülür. 188 000 km2Tik bir alanı akaçlayan Kura, G. Kafkasya’da aldığı bir­ çok kollar nedeniyle bol su geçirir. Elek­ trik üretimi ve sulama için geniş ölçüde yararlanılır. Türkiye sınırları içindeki yuka­ rı çığırında, ölçümlere göre ortalama akı­ mı 25 m3/sn'dir. Bu kesimde nisanda en çok (109 m3/sn), eylülde en az (7 m3/sn) su geçirir. K U R A B E a. (fars. kürSbe). Esk. Türbe, kubbesi olan mezar. K U R A B İY E a. 1. Un, yağ ve şekerle ya­ pılan küçük ve gevrek bir tür çörek. (İçi­ ne fındık, badem vb. kuruyemişler, tarçın vb. konabilir. Bazı türleri, üzerine şeker serpilerek pişirilir.) —2. Kurabiye gibi, çok gevrek, ağızda hemen dağılıveren bir yi­ yecek için kullanılır. K U R A B İY E C İ a. Kurabiye yapan ve / ya da satan kimse K U R A C I a. Eskiden askere alınacak olanları belirlemek için çekilen kuraya gözcülük eden subay. K U R A D A sıf. (ar. kurâza, işe yaramaz, ufak’tan). Yörs. 1. İşe yaramaz, yıpranmış, eskimiş, bozulmuş eşya için kullanılır. —2. Gelişmemiş, zayıf, cılız kimse ya da hayvan için kullanılır. K U R A K sıf. 1. Yağışsız hava, mevsim ya da yıl için kullanılır. —2. Çabuk kuruyan, nem tutmayan, çorak toprak için kullanı­ lır. K U R A K Ç IL sıf. Kurak yerde yetişen, ku­ rak yerden hoşlanan. —Biyol. Kurakçıl bitki, çoğunlukla kurak bölgelerde (çöller) ya da fizyolojik olarak kurak ortamlarda (tuzlu topraklar) yaşaya­ bilen bitki. (Bk. ansikl. böl.) —Bot. Kurak ortamlara uyum sağlamış bitkilere denir. (Bk. ansikl. böl.) || Yarı ku­ rakçıl, kurakçıl bitkiler kadar değilse bile, oldukça kurak bir iklimde yaşayabilen bit­ kiye denir. —Coğ. Çok daha yağışlı bölgelerin orta­ sında bulunan sıcak ve kurak bazı yerler için kullanılır. (Bu yerlerde iklim koşulları­ na uygun bitki ve hayvanlar bulunur.) — Paleobpt. Kurakçıl dönem, Dördüncü Zaman’ın İ.Ö. 6500 ile 2500 yıllarını, yani bu zamanın tarihöncesinin ve klimatoloji­ sinin Kuzey yarıküre'de ve Atlantik’te ege­ men olduğu yılları kapsayan sıcak ve ku­ rak dönem. —ANSİKL. Biyol. Kurakçıl bitkiler, kuraklık­ tan kaçan ve kuraklığa dayanan ("gerçek kurakçıl bitkiler") olmak üzere iki gruba ayrılır. Birinciler bulundukları ortamın sert koşullarını, örneğin yıllık çevrimlerinin bü­ yük kısmını, kısa da olsa bir yağmur mev­ siminden sonra çok çabuk çimlenip çiçek açan tohumlar halinde geçirerek atlatırlar. Diğerleri yağmurdan hemen sonra küçük yapraklar çıkarırlar ve kuraklık gelir gel­ mez bu yapraklar dökülür. Gerçek kurak­ çıl bitkilerin özel uyum yolları vardır: kimi zaman diken oluşumuna kadar varan bir yaprak yüzeyi küçülmesi, kalın yaprak zarı (kutikula), çoğunlukla çok bol su paran­ kiması (kaktüsgillerin kalın sapları bun­ dandır), kriptlere gömülü ve çoğunlukla kıllarla kaplı gözenekler, terlemeyi azaltan dönüşümler, kök sisteminin önemli ölçü­ de gelişmiş olması (yüzeyde ve derinde)



bitkinin su bulmasını kolaylaştırır. Kaktüsgillerde, dikenlere dönüşmüş olan yaprak aygıtında ve sapların yüzeyinde (yuvarlak­ laşma) önemli azalmalar görülür. Çöller­ de, sertleşmiş dokulara ve ancak çok kı­ sa bir süre küçük yapraklara sahip olan bir başka bitki tipine rastlanır. Kurakçıl bit­ kiler, karbondioksit gazını geceleyin so­ ğurma gibi ayarlamalar da gösterirler, böylece, bitkinin gözenekleri gündüz ka­ palı kalmış olur. —Bot. Kurakçıl bitkiler, kuraklığa dayana­ bilen ve kurumaya karşı, terlemeyi önemli ölçüde azaltan birtakım uyarlanmalara uğramış olan bitkilerdir. Bu uyarlanmala­ rın belli başlıları şunlardır: kalın ya da mumsu kutikula, çevre dokularının man­ tarlaşması ya da odunlaşması, yaprakla­ rın dikenleşmesi, meşin gibi sertleşmesi ya da uzunlamasına kıvrılması, kriptlere gömülü ve kıllarla korunan, çok yerelleş­ miş, bazen sayıca çok az, topak ya da yastık biçiminde gözenekler. Bu bitkiler­ deki çok gelişmiş olan kök sistemi yağmur yağar yağmaz büyük bir hızla suyun emil­ mesini sağlar.



dönüşmesi) yoluyla su kaybına dayanır­ lar. Tohum gibi üreme organları için ge­ rekli bazı çatlama hareketleri de özel hüc­ relerdeki (spor keseleri, başçıklar, bazı meyveler, vb.) su oranının azalmasıyla sağlanır. —Iklimbil. Kuraklık, toprakta ve atmosfer­ de ölçülen bir su eksikliğinin sonucudur; zaten bu iki ortam (toprak ve atmosfer) da birbirini etkiler (çöllerde su yokluğu ve ku­ ru hava). Yüzeysel akış olmadığında (akışsızlık) kuraklık tam, içakışlılık durumunda da önemli boyutlardadır. Kuraklık etmen­ leri arasında, antisiklonların (yüksek ba­ sınç alanları) etkisi temel rol oynar. Okya­ nuslara uzaklık, okyanus etkisini engelle­ yen dağlar da, kuraklık etmenleridir. Yarıtropikal bölgelerde, soğuk deniz akıntı­ larının bulunması durumunda ortaya çı­ kan kıyı çöllerini (yağış yoktur ama atmos­ fer büyük ölçüde nemlidir) ayrı tutmak ge­ rekir. Kuraklıkla savaş, olayın iki nedeni­ ne (su katkılarının azlığı (yağış azlığı] ve su yitimlerinin aşırılığı [yüksek buharlaş­ ma oranı]) karşı yürütülür: yapay yağmur yağdırma girişimleri; sulama uygulaması.



K U R A L a. (kurmaktan kur-al). 1. Bir kimsenin belli bir durumda düşünce ya da eylem yönünden uymak zorunda ol­ duğu ilke, izlenecek yol: Davranış kural­ ları, nezaket kuralları. Kimseye güvenmemeyi kural edinmek. —2. Bir bilime, bir tekniğe, betili bir etkinlik alanına özgü ve K U R A K İN (Aleksandr Borisoviç, prens bunlara ilişkin inceleme ve araştırmalar­ —), rus devlet adamı ve diplomat (Mos­ da uyulması gereken ilke: Mantık kural­ kova 1752-Weimar 1818). Pavel I zamanın­ ları, hukuk kuralları. —3. Belli bir durum­ da Dışişleri kurulu’nu yönetti, sonra Viyada ya da bir dizi koşul bir araya geldiğin­ na’ya elçi olarak gönderildi (1806-1808). de ortaya çıkan şey: Siyasetin kuralı bu. Tilsit antlaşması’nın imzalanmasına katıl­ —Dilbil. Belirli bir estetik ya da sosyokül­ dı, sonra Paris elçisi oldu (1808-1812). türel ideale bağlı kalınr ak istendiğinde, K U R A K L IK a. Belirli bir zaman dilimi bir dilin kullanımları içinden seçilmesi ge­ içinde yeterli miktarda ya da hiç yağmur rekenleri belirleyen yönergeler dizgesi. yağmaması; yağışsızlık. Felakete dönü­ (Bu durumda kural, “ güzel kullanım"la ka­ şen bir kuraklık. Kuraklık nedeniyle verim rışır.) || Belli bir dönemde, bir dilin çeşitli düştü. (Bk. ansikl. böl.) kullanımlarının ortalaması. (Bu durumda —Bot. Kuraklığa uyum, bitkilerin kuraklı­ kural, dilin oluşturduğu toplumsal kurumla ğa uyumunu sağlayan morfolojik değişim­ eşanlamlıdır.) || Geleneksel dilbilgisinde, lerin tümü. (Eşanl. KSEROMORFOZ.) kullanımın, bir sözcüğün yazım ya da söy­ —Iklimbil. Kuraklık göstergesi, ırmak su­ lenişinden, vb. dalgalanmak bir durumu­ larının akışını ya da atmosferdeki nemli­ na ilişkin kuralcı kısıtlama. || Üretici dilbil­ lik koşullarını tanımlamada kullanılan de­ gisinde, biçimselleştirilmiş bir dizge çer­ neysel formül. —Çok belirgin bir kurak çevesinde oluşmuş simgelerin bağıntıla­ mevsimi olan iklimler için kullanılan gös­ rını kesinleştiren yönerge. (Genel dilbilim terge. kuramında kural, dilin herhangi bir meka­ —A ns Ik l . Toprak, yağış olmadığı zaman nizmasına ilişkin bir varsayımdır.) bitkinin su gereksinimini yedek su rezerv­ B —Güz. sant. İnsan bedenini betimlemek leri sayesinde günlerce karşılayabilir. Ama için bir sanatçı tarafından seçilen ideal bu rezervlerin ömrü toprağın özelliklerine oranlarda örnek. (Bk. ansikl. böl.) ve derinliğine, iklim koşullarına ve bitkile­ —Heykc. Eski Yunanistan'da insan bedeni rin kök sisteminin suya ulaşma gücüne oranlarının modeli olarak kabul edilen bağlı olarak büyük değişiklik gösterir Top­ Polykleitos’un Doryphoros heykeline ve­ rak kurudukça bitkiler gözeneklerini kapa­ rilen ad. yarak terlemeyi durdururlar (otomatik dü­ —Huk. Hukuk kuralı, devlet tarafından zenleme); gözeneklerin kapanması yap­ yaptırıma bağlanmış kural. raklara karbondioksit girişini, dolayısıyla —Ikt. Kural dışı ekonomi, kural dışı istih­ fotosentez etkinliğini azaltır. Kuraklık uzun dam, klasik kurumsal yapılar (işletme, yö­ sürerse bitkiler önce yavaş yavaş yaprak­ netim, vb) ve parasal değişim kuralları dı­ larını kaybeder sonunda da, kökleri en az şında gelişen ve iktisadi ve sosyal yarar derinde olanlardan başlayarak ölürler. sağlayan her türlü etkinlik. Sulama, yabancı otları ayıklama, iyi bir —Mant. Üstmantık önermelerinin tümü. gübreleme, toprağın uygun fiziksel duru­ Bu kurallar, belli bir dilin yasal üretimleri­ mu sayesinde etkili bir kök sistemi oluş­ nin hangileri olduklarını saptayan üstdil turma, kuraklığın etkisini azaltmaya yara­ önermeleri (kurma kurallan) ile belli bir ku­ yan başlıca önlemlerdir. Bununla birlikte ramdaki yasal çıkarımların hangileri ol­ kuraklık dönemleri birtakım tarım işlemle­ duklarını gösteren üstkuram önermeleri rinin yapılabilmesi için de gereklidir (ör­ (çıkarım kuralları) olarak ikiye ayrılır. (Yeri­ neğin tarlanın hazırlanması, tohumların ne koyma, ayırma ve sonsuz tümevarım kuralları hep bu iki kategoriye girer.) ekilmesi, olgunlaşma ve hasat, vb.). —Psikan. Temel kural, çözümleme seans­ Bazı bitkiler kuraklığa dayanıklıdır. Ör­ ları sırasında serbest çağnşım yönteminin neğin, sporlar ve tohumlar, büyük ölçüde (% 90’a kadar) su kaybettikten sonra çok sistemli olarak uygulanmasına dayanan kural. (Bk. ansikl. böl.) yavaş bir yaşam sürebilirler. Yosunların —Spor. Bir oyuna ya da bir spora özgü tüm organları çok şiddetli susuzluğa bile olan ve bu oyun ve sporları oynayan ya dayanıklılık gösterir ve basit bir nemlen­ da uygulayanlar tarafından benimsenen meden sonra bütün biyolojik etkinlikleri­ anlaşma ya da anlaşmalar bütünü: Briç, ne yeniden kavuşurlar. Üstün yapılı bitki­ futbol, boks kurallan. ler dış dokularındaki değişimle (mantar, —ANSİKL. Güz. Sant. Eski Mısır resim ve kalın ve mumsu kutikula), kuraklık döne­ heykellerinde görülen birbirini dik olarak minde tamamen ya da kısmen yaprak dö­ kesen yatay ve düşey çizgilerin varlığı, bu kerek, organlarında değişiklik yaparak dönemde kareleme yönteminin bilindiği­ (dalların ve sapların yuvarlak biçimi, ku­ ni gösterir. Eski Mısır’da insan bedeni yüz rakçıl bitkilerde yaprakların diken haline



7165



k u ra k lık d ö n e m in d e k a k tü s k e s iti



s u y la şiş e n k a k tü s e s k i g e n iş liğ in e ulaşır



K U R A K Ç IL BAĞIR TLA K a. Zool. Ku­ zey Afrika, Ortadoğu, İran ve Afganistan’ da yaşayan bağırtlak. (Çölsü bölgeleri se­ ver. Tohumlar ve böceklerle beslenir. Bil. a. Pterocles senegallus ya da P. guttatus; çöltavuğugiller familyası.)



sa çlı k a k tü s



(Cephalocereus senilis)



kırm ızı m u m s u d a m k o ru ğ u



(Sedum rubritinctum)



çeşitli kurakçıl bitki ömekteri



kural yıllar boyunca gelişen bir kuralın gerek­ lerine (örneğin ayak uzunluğu, beden bo­ yunun altıda biridir) uyan, üst üste gelişti­ rilmiş kutsal öğelerle gösterilirdi. Yunanis­ tan'da, Myron, Parrhasios ve Zeuksls, bir kural belirlemeye çalıştılar, Polykleitos, in­ san bedenindeki uyum üzerine yaptığı in­ celemenin sonuçlarını, kısa ve geniş oran­ larda genç bir atleti betimleyen Doryphoros heykelinde uyguladı. Daha sonra ge­ len Lysippos kuralı ise (Apoksyomenos, Belvedere Apollonu), beğeninin dahauzun biçimlere yöneldiğini gösteriyordu: baş, bedenin sekizde biriydi. Roma, hat­ ta bizans sanatında bu tip benimsendi. Rönesans’ta, sanatçılar, Vltruvius’un saptadığı biçimiyle Lysippos kuralından yola çıktılar; arıfcak, yeni ölçüm ve gözlem­ lere dayanarak, yeni bir kural geliştirmeyi (Alberti) ve birçok kuralın geçerli olabile­ ceğini (Dürer), insan bedeninin oranları­ nın kozmik uyum ve gerçeklikten soyut­ lanamayacağını (Leonardo da Vinci) ka­ nıtlamayı denediler. Yeniplatoncular için ise bu oranlar bir iç yansımadan soyutlanamazdı: doğal düzen, ölçüler ve düşün­ ce, karşılıklı Yılarak birbirlerine ışık tutardı. Manierismo ile birlikte, inceliğe daya­ nan bir estetik anlayışı (Lomazzo) getiren bir duyuş biçimi ve simgecilik ortaya çık­ tı; bu da özellikle figürlerin uzunluğuna gelişmesine olanak verdi. XV!I.-XIX. yy.'ların akademiciliği antik ku­ rallara uyduysa da, Ingres gibi sanatçılar yeni ilkeler adına bunlardan uzaklaştılar. Modern sanatın elde ettiği özgürlükler, so­ nunda, kural düşüncesinin bile ortadan kalkmasına katkıda bulundu. — Psikan. Temel kural. Bu kural çözümle­ me bağlantısını, çözümleme uygulama­ sında olduğu kadar öznenin çözümleme­ ye gösterdiği dirençte de bir yapıya ka­ vuşturduğu için böyle adlandırılır; tedavi çerçevesinde, çözümlenmesi özne için tendi bilinçdışı süreçlerini kavrama biçi­ mini oluşturan aktarım boyutunu (olumlu ve/ya da olumsuz) destekler.



Vıtruvius'un mimarlık üzerine incelemesinde (Ds srchltscturs) saptadığı kumla görs



insan bedeninin ötenleri Leonardo da Vlnci'nln deseni Akademi galerisi, I



K U R A L (Macit Rüştü), türk mimar (İstan­ bul 1899 - ay. y. 1964). İstanbul Güzel sa­ natlar akademisi mimarlık bölümû'nû bi­ tirdi (1928). Mongeri'nin atölyesinde batı üsluplarını öğrendi, ancak çizdiği rölöveler klasik türk mimarlığı üzerinde uzman­ laştığını gösterir. Milli eğitim bakanlığı rölöve dairesi başkanlığı ve İstanbul Arkeo­ loji müzeleri mimarlığı görevlerinde bulun­ du. Bursa'daki Yeşil türbe ve Yeşil medrese'yi (1941-1943), İstanbul'da Ayasofya'nın çeşitli bölümlerini, sebilini, Kariye camisi' ni, Topkapı sarayı'nı onardı. K U R A L C I sıf. Sistemli bir biçimde belli kurallara bağlılık gösteren bir kimse, bu kimsenin davranışları için kullanılır; kaide-



—Dilbil. Toplumsal-kültürel değerlere da­ yalı bir kurallar bütünü olarak tasarlanmış dilbilgisi çalışmaları için kullanılır, (Bk. an­ sikl, böl.) —ANSİKL. Kuralcı dilbilgisi kavramı, dilbi­ limciler tarafından, toplumsal davranışa İlişkin yargılardan çok, salt dilsel gözlem­ lere dayanan ilkeleri belirlemeye yönelik geleneksel bir dil yaklaşımını anlatmak için kullanılır. Bu ilkeler, genellikle “ böyle söyleyin...; şöyle söylemeyin..." türünden ya’pay kurallara indirgenir; "teklifsiz ko­ nuşma", "halk dili", vb. karşısında “ doğ­ ru kullanım" diye nitelenen bir kullanımı benimsetmeye yöneiir ve egemen toplumsal-kültürel sınıfa özgü bir dilin saygın­ lık kazanmasına katkıda bulunur. Kuralcı dilbilgisindeki ilkelerin buyrultusallığı, ge­ nellikle kökenbilimle, örneksemeyle ya da yalnızca "iyi yazarlar"a gönderme yapan mantıksal gerekçelerle gizlenir: çeşitli ve devingen dilsel gerçeklik göz önünde tu­ tulmaz. Çağdaş dilbilimciler, kuralcı dil yaklaşımına karşı betimleyici yaklaşımı be­ nimserler. K U R A L C IL IK a. Kurallara sıkı sıkıya bağlılık. K U R A L D IŞ I sıf. Ortak kuralın dışında kalan şey için kullanılır: Dilbilgisinde ku­ raldışı uygulamalar da göz önünde bu­ lundurulur —Dilbil. Kural sayılan örneğe uymayan sözcük, biçim, yapılar için kullanılır. (Örn., fransızca aller "gitmek” fiili kuraldışıdır çünkü zamanları ve kipleri üç köke daya­ nılarak oluşturmuştur: ali-, v-, İr-.) K U R A LLA Ş M A K gçz. f. Kural durumu­ na gelmek: Kurallaşmış bir uygulama. ♦ kurallaştırmak ettirg. f. Kural duru­ muna getirmek. K U R A LLA Ş TIR M A K MAK.



-



KURALLAŞ­



K U R A LLI sıf. Bir bilgi ya da etkinlik ala­ nında konmuş kurallara, geçerli anlaşma­ lara, alışılmış örneklere uygun olan şey için kullanılır: Kurallı bir şiir. Oyunda ku­ rallı bir vuruş. —Dilbil. Çok sayıda biçimi açıkladığı için temel olarak alınan paradigmaya uygun tüm biçimler için kullanılır. ^Kurallı cümle -* DÜZ* CÜMLE. KURALSAL sıf. Dilbil. Dilbilgisinin en alı­ şılmış kurallarına uyan bir dil biçimi için kullanılır. K U R A L S IZ sıf. Kurala uymayan. K U R A L S IZ L IK a. Fels. ve Topbil. Bir toplumda ortak normlar bulunmamasın­ dan kaynaklanan düzensizlik. —ANSİKL. Topbil. Durkheim'ın getirdiği kuralsızlık kavramı, üyeleri davranışlarını düzenleyen ve özleyişlerini yasal kılan ide­ allerden yoksun kaldıkları zaman bir top­ lumun ya da toplumsal grubun içine düş­ tüğü bunalımı belirtir. Kuralsızlık, değer­ ler sisteminde çok hızlı farklılaşmayı ge­ rektiren toplumsal değişikliklerin sonucu­ dur. Amerikan sosyolojisi -özellikle R.K. Merton- kuralsızlık kavramını toplumruhbilimsel bir görüş açısından kullanır. Bu­ na göre, kuralsızlık, toplum, kişiye toplum­ sal konumu nedeniyle ancak yasadışı yol­ lardan erişebileceği bazı yasal hedefler gösterdiği zaman, kişinin içine düştüğü çatışma durumunu belirtir. K U R A M a. (kurmaktan). 1. Bir olaylar demetini betimlemeye ve açıklamaya yö­ nelik ilkeler, kurallar, bilimsel yasalar bü­ tünü: Evrensel yerçekimi kuramı. Verimli sonuçlara götüren bir bilimsel kuram. (Eşanl. TEORİ, NAZARİYE.) —2. Az çok dü­ zenli bir biçimde sunulan ve belirli bir ala­ nı ilgilendiren görüşler ve kavramlar bü­ tünü: Bir edebiyat kuramı. Müzik, siyaset kuramları. —3. Bir etkinliği, bir sanat da­ lını, vb. temellendiren, uygulama yollarını belirleyen İlkeler, kavramlar bütünü: Bir çalgıyı öğrenmeye başlamadan önce sol­



fej ve müzik kuramı üzerinde çalışmak. —4. Olayları kişisei olarak çözümleme bi­ çimi; olayların yorumunda başlangıç nok­ tası olarak benimsenen varsayımlar siste­ mi: Bu sizin kuramınız, ama gerçek hiç de böyle olmayabilir. —5. Düşünce, soyutla­ ma düzeyinde kalan, uygulamadan ko­ puk olan bilgi: Bütün bunlar bir kuramdan başka bir şey olamaz. —Fels. Aristoteles'te, matematik, fizik ve tanrıbilimin oluşturduğu bütün. || Marxçılığa göre, pratik deney sonucu ortaya çı­ kan düşüncelerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Mant. Biçimsel bir dilin, bu dilin belit adı verilen kapalı formüller kümesinin ve sı­ nırlı bir tümdengelim kuralları kümesinin verisi. (Bk. ansikl. böl.) | Tam kuram ya da doymuş kuram, içerdiği her kapalı F for­ mülü (F ya da F-olmayan) bir teorem olan çelişmesiz kuram. (Kümeler kuramı, birin­ ci basamak aritmetik [-» peano], tam ku­ ram değillerdir. Belli özellikte ve cebirsel olarak kapalı cisimler kuramı, bir tam ku­ ramdır.) \\Tümdengelimsei kuram, bir nes­ neler kümesine ilişkin bazı özelliklerle il­ gili belitlerden yola çıkılarak, yasa ve ku­ rallara göre kanıtlanan önermelerin tümü. —ANSİKL. Fels. Marxçılık, kuramla prati­ ği bir karşılıklı etkileşim içinde görür. Ku­ ram pratikten çıkar ve kendisi de pratiği etkiler. Lenin şöyle der: "Devrimci kuram olmadan, devrimci eylem oimaz" (Ne yapmalı?). Mac Zıdong da şöyle yazar: "Marxçı açıdan, kuram önemlidir [...]. Ama, marxçılığın kurama büyük önem vermesinin tek ve doğru nedeni, onun ey­ leme kılavuzluk etmesidir" (Teori ve pra­ tik, temmuz 1937). —Mant. Klasik mantıkta, kuramlar beiit olarak yüklemler hesabı belitlerini, tüm­ dengelim kuralları olarak da kiaşik kural­ ları içerir. (-* MODEL.) Bütün kuramlar arasında, kümeler kuramı ayrıcalıklı bir rol oynar. Gerçekten de, bütün kuramlar kü­ meler kuramında biçimselleşir ve Gödel'in temel tamlık teoremi -ki bir kümeler kura­ mı teoremidir-, bu kuramların, bu çerçe­ ve içinde, hem sözdizimsel, hem de anlambiiimsel bakımdan incelenmesine ola­ nak verir. Mantığın (doğal olarak da ma­ tematiğin) işleyişinde böyiesine temelli bir rol oynayan bir kuramın -tıpkı birinci ba­ samak aritmetikte olduğu gibi- Gödel'in eksiklik teoremi yasasına bağlı olması İl­ ginçtir. Bunun nedenini de şöyle açıkla­ yabiliriz: bu kuram, kendi kendisini biçim­ selleştiremeyecek kadar zengin, ama ken­ di çelişmezliğini kanıtlayamayacak kadar da yoksuldur K U R A M A L A R , Orta Asya1da Türkistan bölgesinde yaşayan bir türk boyu, özbekler ile Kırgızlar'ın karışmasıyla ortaya çıktıkları öne sürülür. Taşkent, Hocent ve Angren çevresinde yerleşmişlerdir, Rus kaynaklarına göre XVI. yy.'da kabile hali­ ne geldiler ve özbekler'in yaşama biçimi­ ni benimsediler. Bununla birlikte Kazaklar gibi çadırda yaşıyorlardı. Başlıca beş ko­ la ayrılıyorlardı: culayır, telev, tama, cgalbaylı ve taraklı, 132Q'de sayıları 49 697 olarak verilen Kumanaiar'ın adına, yeni sayımlarda ayrı olarak rastlanmaktadır. K U R A M C I a. 1. ilgilendiği alanda yal­ nız kavramları, fikirleri, kuramı inceleyen kimse. (Eşanl. teorIsyem. nazarİyecI, Karşt. UYGULAMACI.) —2. Bir felsefe, siya­ set vb. öğretinin ilkelerini inceleyen, zen­ ginleştiren ve savunan kimse: Devletçili­ ğin ünlü bir kuramcısı, K U R A M S A L sıf. 1. Kuramla, kuramla­ rın oluşturulmasıyla, içeriğiyle ilgili olan şey için kullanılır (eylemi ya da uygulamayı göz önünde bulundurmadan salt bilgiye yönelik); Kuramsal araştırma. Kuramsal bilgiler. (Eşanl. TEORİK, NAZARI.) —2. Baş­ langıç noktası bir varsayım, bir kuram olan şey için kullanılır; Kuramsal açıdan haklı olabilirsiniz. —3. Yalnızca fikir alanı­ nı ilgilendiren, soyut bir biçimde tasarla­ nan ve ele alınan şey için, gerçek, elle tu­ tulabilir, pratiğe karşıt olarak kullanılır; ide-



Kuran al: Sözünü ettiğimiz bu eşitlik tümüyle kuramsaldır, olayların bunu doğrulama­ dığını hepimiz görüyoruz. —4. Kuramsal olarak, gerçeği hesaba katmadan; ilke olarak: Kuramsal olarak böyle bir şey dü­ şünülebilir, fakat gerçekleştiği görülme­ miştir. K U R A N a. Müslümanların kutsal kitabı. (Bk. ansikl. böl.) —Din ve Müz. -* KIRAAT. —ANSİKL. Kuran sözcüğünün batılı bil­ ginler genellikle "kutsal yazıları okuma, ders” anlamlarına gelen süryanice keryânâ sözcüğünden; doğulu bilginler ise, arapça kara'a kökünden yapılmış, "okumak" anlamında, kulaktan duyma (semai) bir mastar olduğunu öne sürer­ ler. Kuran'da her iki savı da destekleyen kanıtlar vardır. Ancak, en geçerli açıkla­ ma olarak Kuran sözcüğünün bizzat Ku­ randan doğmuş olduğu yolundaki gö­ rüş kabul edilir. Kuranda süryanice keryânâ sözcüğü, fu'lân vezninde bir mas­ tar durumuna dönüşmüştür. Kuranda arapça kara'a sözcüğü genellikle “ baş­ kasına okuma” anlamında 17 kez geçer; bazen de "kendi kendine okuma" anla­ mında kullanılır. Kuranda geçen "ayet, kitab, sure, zikir, mesani, hikmet" gibi sözcükler de Kuran anlamına gelir. Bun­ ların dışında Kuran’a Kelamullah (Allah’ ın sözü), Ümm ül-kitab (ana kitap) gibi adlar da verilmiştir. Kuran’ın tamamı 114 sure*’den, her sure de değişik sayılarda ayef'lerden oluşur. En uzun sure 286 ayet ile Bakara suresi, en kısa sureler ise 3 ayetlik Asır, Kevser ve Nasr sureleridir. Kuranda en uzun sureler, başlarda yer alır ve sonlara doğru kısa surelere geçilir. Ancak, Fatiha suresi yalnızca 7 ayet olmasına karşın, içeriği bakımından bir tür "giriş", "baş­ langıç" sayıldığından Kuran’ın ilk suresi olmuştur. Kuran ayetlerinin Allah tarafından Hz. Muhammet'e gönderilmesine vahiy * de­ nir. Ayetler genellikle Cebrail* adlı melek aracılığıyla vahyedilmiştir. Ancak, birkaç ayetin Hz. Peygamber uykudayken bir rüya ile kalbine doğduğu (sadık rüya), uyanıkken bir perde arkasından bildiril­ diği ya da miraç* gecesinde olduğu gibi, Allah’ın doğrudan Hz. Peygamber ile ko­ nuşmasıyla vahyedildiği de kabul edilir. Kuran'ın vahyedilmesi Hz. Muhammet 40 yaşındayken başladı, ölümüne kadar sürdü. Yaygın kanıya göre ramazan ayın­ da, inzivada bulunduğu bir sırada ilk kez Cebrail yanına gelerek “ Oku, yaratan Rabbinin adıyla. O, insanı bir kan pıhtı­ sından yarattı. Oku ve (bil ki) senin çok cömert olan Rabbin, kalemle öğretendir. O, insana bilmediğini öğretti.” (XCVI, 1-5) anlamındaki ayetleri okudu. Bu ayetlerle başlayan vahiy, Hz. Muhammet’in ölü­ münden (632) çok az bir zaman öncesi­ ne kadar aralıklarla sürdü. Hz. Peygam­ ber, kendisine indirilenleri ezberler, Kuran'ın buyruğu gereği ulaşabildiği her in­ sana okur ve böylece müslümanların da Kuran’ı ezberleyip öğrenmelerini sağlar, ayrıca vahiy kâtipleri'ne de yazdırırdı. Kaynaklar, vahiy kâtiplerinin sayısının 40’a kadar ulaştığını belirtir. Hz. Muham­ met, Kuran’ın yazıya aktarılmasına ve ko­ runmasına büyük bir önem verdiğinden, Kuran ayetleri ile karışabilir kaygısıyla ken­ di sözlerinin (hadis) yazılmasına izin ver­ medi. Ayetler, hepsi bir arada , toptan indirilmeyip, koşullara ve gereksinmelere göre aralıklarla indirildiğinden, Hz. Peygamber’in sağlığında bir kitapta toplanması olanaksızdı. Onun ölümünden sonra Ebubekir’in halifeliği sırasında (632-634) va­ hiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in baş­ kanlığındaki bir kurul, vahiy kâtiplerinin ve öteki sahabenin yazdıkları ayetleri topla­ yarak tek tek inceledikten sonra Kuran’ı bir mushaf haline getirdi. Bu kurulun, ken­ dilerine sunulan metinlerin ayet sayılabil-



meleri için saptadığı koşullardan belli baş­ lıları şunlardı: 1. getirilen ayetler ezberlen­ miş olacak; 2. Hz. Peygamberin huzurun­ da yazılmış olacak; 3. bir metnin ayet ol­ duğuna en az iki müslüman tanıklık edecek. Hz. Ömer’in, elindeki bir metni ayet ola­ rak saptadığını belirttiği halde bunu iki ta­ nıkla kanıtlayamadığı için sözkonusu met­ nin Mushaf'a alınmaması, bu kurulun ne denli titiz çalıştığını gösterir. Kurul, bu ça­ lışma sonunda hazırladığı Mushaf'ı hali­ fe Ebubekir’e teslim etti. Daha sonra ha­ life Ömer'e geçen Mushaf, ondan sonra Hz. Muhammet’in eşi ve Ömer’in kızı Hafsa'ya emanet edildi. Halife Osman döne­ minde (644-656) Mushaf en az dört (ya da yedi) nüsha çoğaltılarak bunlardan biri Medine'de bırakıldı; ötekiler de Küfe, Bas­ ra, Şam, Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. İlk Mushaf yine Hafsa’ya ve­ rildikten sonra, bütün müslümanlardan el­ lerindeki Kuran metinlerini bu resmi Mushaflar ile karşılaştırmaları, metinleri düzelt­ meleri, düzeltilemeyecek gibiyse yok et­ meleri istendi. Bu ilk metinlerin yazıldığı arap abecesinde noktalama ve hareke denilen işaretler yoktu. Bu nedenle, yan­ lış okumayı önlemek ve okuma kolaylığı sağlamak amacıyla, Basra valisi Ziyat bin Ebihi’nin buyruğuyla Ebülesved Zalim bin Süfyan üd-Düeli (öl. 688) Kuran'ı hareke­ ledi; öğrencisi Nasr bin Asım da (öl. 708) noktalama işini gerçekleştirdi. Noktalama ve harekelemeyi günümüzdeki biçmine getiren ise Halil bin Ahmet el-Ferahidi (öl. 791) oldu. Sonraki dönemlerde, aralıklı olarak okuma ve ezberleme kolaylığı sağ­ lamak amacıyla Kuran'ın bütünü 30 cüz'e, her cüz de kendi içinde 4'er hizb'e ayrıl­ dı. Kuran’da ayetleri birbirinden ayıran işa­ retlere fasıla denir. Ayetlerin yerleri bizzat Hz. Peygamber tarafından saptanmıştır. Hicret’ten önce (622) Mekke'de inen ayet­ lere Mekki, sonra Medine’de inen ayetle­ re ise Medeni denir. Kuran’ın içeriği ve ayetlerin nitelikleri, genellikle üç ana başlık altında toplanır: 1. İtikada (inanmaya) ilişkin ayetler: bu tür ayetlerde Allah’ın varlığı ve birliği, ev­ rende Allah'ın varlığını ve tanrısal gerçek­ leri gösteren kanıtlar inanmanın dünya ve ahirette sağlayacağı yararlar, inanmayan­ ların dünya ve ahirette uğrayacakları ce­ zalar ve felaketler, geçmişte peygamber­ lerine inanmayan ve onları yalanlayanla­ rın kötü sonlarına örnekler, iman ilkeleri gi­ bi konular yer alır. 2. İbadet ve hukuka ilişkin (ameli) ayet­ ler: bu ayetlerde genellikle namaz, oruç, hac, zekât vb. ibadetlerin önemi; kuralla­ rı, amaçları, dünya ve ahiretteki yararları; ibadetin yalnızca Allah’ın hoşnutluğu için yapılması gerektiği; ceza hukuku ve me­ deni hukuk konularına ilişkin çeşitli hü­ kümler ve uygulamaya ilişkin ayrıntılara yer verilir. 3. Ahlaka ilişkin ayetler: bu ayetlerde müslümanların, Tanrı hoşnutluğu dışında hiçbir amaç gözetmeksizin, kendi beden­ sel ve ruhsal kişiliğinden başlamak üze­ re, ana-babasına, uzak ve yakın akraba­ larına, komşularına, öteki müslümanlara, tüm insanlara ve hepsinin başında Allah’a karşı görevlerine yer verilir. Kaba hazcılık ve çıkarcılık gibi bencil eğilimler şiddetle eleştirilerek olanakları tam bir özveri için­ de paylaşmanın, toplumsal barış ve da­ yanışmanın önemi üzerinde durulur. Ah­ laksal erdemler ve fenalıklar ayrıntılı bir bi­ çimde anlatılır. Bu üç temel konudan başka, geçmiş­ teki peygamberlere ilişkin olaylar, Hz. Mu­ hammet’in verdiği savaşım ve yaşadığı sı­ kıntılar, savaş ve barışın koşulları, kuralla­ rı, insanın yaratılış hikâyesi gibi daha baş­ ka konulara ilişkin ayetler de Kuran’da önemli bir yer tutar. (-» Kayn.) —Ed. Kuran’ın anlaşılması, anlamının kav­ ranması için arapçadan başka dillere çev­ rilmesi din bakımından uygun görüldü. Kuran’ın yabancı dillere çevrilmesine islamiyetin daha ilk dönemlerinde başlan­



7167



S. N., Paris



dı. Bir söylentiye göre, Hz. Muhammet' in sağlığında Selmanı Farisi Kuran’ın ilk suresini farsçaya çevirdi. Daha sonraki yüzyıllarda çeviri etkinliği gelişti ve Kuran yüzyıllar boyunca doğu ve batı dillerine çevrildi (100’den fazla dile de çevrildiği saptanmıştır). Türkler, IX. yy.’dan başlayarak islamiyeti kabul etmelerinden sonra, bu yeni di­ nin emirlerini, temellerini öğrenmek, içe­ riğini geniş halk kitlelerine yayabilmek için Kuran'ı kendi dillerine çevirmek gereğini duydular. Türkçe Kuran çevirileri, türk dili tarihinin aşamalarını, türk dilinin olgunlaş­ ma ve gelişme süresini izlemek; bu amaç­ la yapılacak gramer araştırmaları, özellikle sözlük çalışmaları ve semantik inceleme­ ler bakımından önemli bir kaynaktır. Ku­ ran ilk kez Taberi tefsiri ile birlikte, Samaniler’den, Mansur bin Nuh (961-976) dö­ neminde horasanlı ve maveraünnehirli bil­ ginlerden kurulan bir heyet tarafından fars­ çaya çevrildi. Z. V. Togan'a göre ilk türk­ çe çeviri de, farsça çeviriyle aynı zaman­ da belki aynı heyetin türk üyeleri tarafın­ dan meydana getirildi. A. inan ilk türkçe çevirinin X. yy.’ın ortalarında gerçekleşti­ ğini yazar. Bugün elde bulunan doğu türkçesi ile yapılmış çevirilerin günümüze ulaşmayan bu ilk çeviriden kopya edildik­ leri kabul edilir. Uygur harfleriyle tam bir Kuran çevirisine rastlanılmamıştır Ancak,



tezhipti Kuran sayfası XII.-XIII. yy.



Kuran Yakut et-Mustasini hattı "III. yy.



Kuran 7168



düyük Larouase



Büyük Larousaa



Kuran’dan iki sayfa (1363) Süleymaniy» kütûphm si, İstanbul



Abdullah Kuran



bazı ayet parçaları (Atebst ül-hakayıkha) günümüze ulaşmıştır. Kuran çevirileri baş­ lıca iki grupta toplanabilir: 1. Kuran’ın. cüm­ leler halinde değil, kelime kelime türkçeye çevrilmesi temeline dayanan satır arası çe­ viriler. Türkçe kelimeler daha küçük harf­ lerle arapça kelimeler altına başka renk mürekkep ya da değişik bir yazı ile yazıl­ mıştır Karahanlı türkçesi ile yazılmış ve 1333’te Şirazlı Muhammet bin Hacı Devletşah tarafından kopya edilen tam nüsha (Türk ve İslam eserleri müzesi no.73) Türki­ ye'de bulunan satır arası Kuran çevirileri­ nin en eskisidir Arapça kelimelerin altında türkçeleri verilmiştir Harizm türkçesi ila çe­ vireni ve kopya edeni belli olmayan, 1363' te kopya edilmiş başka bir tam nüsha da (Süleymaniye kütüphanesi, Hekimoğlu Ali Paşa bölümü no 951) vardır 2. Tefsire ben­ zer parçalar ve hikâyelerle genişletilen sa­ tır arası çeviriler: en güzel örneği, Z. V. Togan tarafından 1914’te bulunan ve "Ano­ nim tefsir" diye tanınan Leningrad (Asya müzesi kütüphanesi, Cod Vâlidov 1914, no.2475) nüshasıdır Üzerinde en çok çalı­ şılan, gramer yönünden incelenen, sözlü­ ğü yapılan bu Kuran çeviri ve tefsirinin han­ gi tarihte nerede ve kimin tarafından kop­ ya edildiği bilinmiyor Eksik olan nüsha (117 ve 23-47'nci sureler) satır arası çeviri­ den başka, tefsire benzer parçalar ve hi­ kâyeleri de içine alır. Dili harizm türkçesi, kıpçakça, oğuzca hatta Çağatayca özellik­ lerini gösterir. Çağatayca özelliklerin bulun­ ması XV. yy.'dan daha eski bir tarihte kop­ ya edilmediğini gösterir. XVI. yy.'ın ilk yarı­ sında Şeybaniler döneminde yazılan (Top kapı sarayı müzesi kütüphanesi Ahmet III no.16, 2 c.) nüsha da bu gruba girer. Ana­ dolu türkçesi ile yapılan Kuran çevirileri, Selçukluların dağılışından sonra kurulan beylikler döneminde başlamıştır Bu dö­ nemdeki ilk çeviriler satır arası kelime keli­ me çeviriden çok, tefsirli çeviri biçiminde­ dir Bunlar genellikle Fatiha, Yasin, Tebareke gibi kısa kimi surelerin tefsirleridir. Bu­ gün bilinen en eskilerinden (Burdur kütüp­ hanesi, no.1234) biri, 1422’de kopya edi­ lenidir. Anadolu'da Kuran’ın uzun tefsirler­ le türkçeye çevrilmesine XIV. yy.’ın sonla­ rında başlandığı sanılmaktadır. Bu tür çe­ virilerin çoğu Ebülleys es-Semerkandi’nin Tefsir) temel alınarak yapılmıştır En tanın­ mışları, ibni Arapşah ile Musa el-izniki’ ninkilerdir. Aynca yazarı belli olmayan ve 1404'te yazıldığı sanılan Cevahir ül-asdâf tefsiri vardır. Her üç tefsir de birbirine çok benzediğinden, bazen bunları ayırt etmek bile olası değildir. Anadolu türkçesi ile sa­ tır arası çevirilerin en eskisi (Türk ve İslam eserleri müzesi no 4, A. Topaloğlu yayını, 1976-1978, 2 c.) 1424 tarihli nüshadır. XIX. yy.'ın ikinci yarısı başlarında türkçe Kuran çeviri ve tefsirlerinin Mısır ve İstanbul bastmevlerinde basılmaya başladıklan görülmek­ tedir İlk basılan tefsirler Ayıntablı Deb-



Kuran XVI, yy. Sûlsymanlye kütüphanesi, İstanbul



bağzade Mehmet Etendi'nin Hıdır bin A P durrahman ül-Ezdi'den çevirdiği Tefsir-i bbyan (1841,2 c.) ile İsmail Ferruh Efendi'nin Hüseyin Kâşifi'nln farsça Mevah/blnden çevirdiği Tefsir ül-mevakib tercemet üt -mevahib (1865,2. c.) adlı tefsirdir Tefsir ve çevirilerin basılmasıyla okuyucu çevresi da­ ha da genişlemiş, Ahmet Salih bin Abdul­ lah’ın Tefsir-i zübet ül-beyan fi telsir İl-Kuran'\ (1875-1876 2 c), Sadettin Muhammet bin Abdullah’ın önce farsçaya, sonra da farsçadan türkçeye çevrilen Tefsir ül-cemali ale't-tenzil H-ceiaH (1877,4 c.) v b yayımlan­ mıştır. ikinci meşrutiyeti (1908) izleyen yıl­ larda, Bereketzade İsmail Hakkı'nın Erıvar-ı Kuran’ı (1915), şeyhülislam Musa Kâzım Efendi'nin Safuet ül-beyan fi tefsir İl-Kuran' ını (1919); Cumhuriyetin ilk yıllannda ise Hadimli Mehmet Vehbi Efendi’nin Hulasat ül-beyan fi tefsir İt-Kuran'\n (1920-1922, 15 c.), Hüseyin Kâzım Kadri başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan Nur ül-beyan'ı (1921, 2 c.), İsmail Hakkı Izmirii’nin Maani Kuran-ı Kerim'n (1927, 2 a); harf devrimi'nden (1.928) sonra latin harfleriyle İsmail Hakkı izmirli’nin Türkçe Kuran-ı Kerim tercümesi'hı (1932), Ö.R. Doğrul'un Tann buynjğu'nu (1934), Elmalılı Hamdi Yazır'tn Hak dini Kuran dili'ni (1935-1938, 9 c), H.B. Çantay'ın Kuram hakim ve meal-i kerim'ı ni (1952-1953, 3 a), A, Gölpınariı'nın Kuran -ı Kerim ve meali'h\ (1955, 2 c.), Diyanet İş­ leri başkanlığı'nın Kuram Kerim ve türkçe anlamı'nı (1961, 3 a), Ö.N. Bilmenin, Kuram Kerim ve türkçe meali'ni (1962 -1966, 8 c.), önemli çeviriler olarak belirt­ mek gerekir (-* Kayn.). —isi. huk. Kuran, İslam hukukunun temel kaynağıdır. Sünnet, icma ve kıyas ise Kuran’ın onayı ile birer hukuk kaynağı olmuş­ lardır. Kuran ayetleri: 1. inanç ve İslam dü­ şüncesi ile ilgili ayetler; 2. İslam ahlakıyla ilgili ayetler; 3. ibadet ve hukukla ilgili ayet­ ler olmak üzere üç bölümde incelenir İba­ det ve hukukla ilgili ayetlere ahkâm” ayet­ leri denir İslam hukukçuları ahkâm ayetle­ rini kendileri için temel hukuk kaynağı sa­ yarlar Peygamberin sünneti ve uygulama­ ları bu ayetleri açıklayıcı özelliktedir. İcma İsa bir kısım ayetlerin kesin yorumu anla­ mındadır. Ayet ve hadislerin İslam hukuk­ çuları tarafından günün ihtiyacına göre yo­ rumlanmasına da "kıyas" ve "içtihat" de­ nir. K U R A N (Ahmet Bedevi), türk siyaset adamı ve yazar (Trabzon 1884 - İstanbul 1966). Harbiye öğrencisiyken “Askeri ihti­ lal cemiyeti" adlı bir örgüt kurdu (1903). Abdülhamit ll'yi devirmeyi amaçlayan yük­ sekokul öğrencilerinin kurduklan "Cemiyeti inkılabiye" adlı gizli örgütle ilişkiye geçti. Bir ihbar sonucu tutuklandı. İkinci meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine salıverildi (1908). Harbiye’deki öğrenimine devam etti. Prens Sa­ bahattin yanlısı Ahrar fırkası ile ilişki kurdu.



31 Mart vakası'ndan sonra tutuklandı; Bekirağa bölüğü'ne gönderildi (1909); kaça­ rak Mısır'a gitti. Bir süre öğretmenlik yaptı. Ordusunda çalışmak üzere Fas'a geçti. Fransızların türk subaylannın bu orduda yürüttükleri eğitimden rahatsız olması üze­ rine Fas'tan aynlmak zorunda kaldı, Paris'e gitti. Prens Sabahattin çevresinde yer al­ dı. İttihat ve Terakki iktidardan uzaklaşınca İstanbul’a döndü (1912). Babıâli baskını' nın (13 ocak 1913) ertesi günü tutuklandı. Sürgüne gönderildiği Sinop'tan Sivastopol'a kaçtı, oradan da Paris’e gitti. Birinci Dünya savaşı'nın bitiminde İstanbul'a dön­ dü, Gebze kaymakamlığına atandı (1919). Burada Kuvayı milliye’den yana bir tutum takındı, İstanbul hükümeti'nce görevden alındı. Kurtuluş savaşı’ndan sonra siyasal yaşamdan çekilen Kuran, anıları ve yakın dönem Türkiye tarihine ilişkin görüşlerini ki­ taplaştırdı. Başlıca yapıtları: İnkılap tarihi­ miz ve Jön Türkler (1945), İnkılap tarihimiz ve İttihat ve Terakki (1948), Din nedir ve iti­ katlar nasıl gelişmiştir (1952), Hüseyin Ca­ h it, Bey'e açık mektup (1955), Osmanlı Imparatoriuğu'nda inkılap hareketleri ve milli mücadele (1956), Harbiye mektebi'nde hürriyet mücadelesi (1957). 4CURAN (Abdullah), türk mimaı, mimar­ lık tarihçisi (İzmir 1927). Robert koleji bitir­ dikten (1948) sonra Yale Üniversitesi mimar­ lık fakültesi’nden mezun oldu (1953) ve ay­ nı kurumda yüksek lisans çalışması yaptı. 1957'den başlayarak ODTÛ’de öğretim üyesi, Mimarlık fakültesi dekanı (1962-1968) oldu. 1971’de Boğaziçi üniversitesi kurucu rektörlüğüne getirildi; 1976-1979 arası aynı kurumda rektörlük görevini sürdürdü. Ulu­ sal ve uluslararası tongrelerde, islamabad Ulucamisi proje yarışması ve Ağa Han mi­ marlık ödülü jürilerinde Türkiye'yi temsil etti. Yayımlanmış yapıtlanndan başlıcalan: Çağ­ daş mimaride madde ve ruh -XX. yüzyıl­ da Batı mimarisiyle türk mimarisinin geliş­ mesi hususunda mukayeseli bir çalışma (1963), İlk devir osmanlı mimarisinde ca­ mi (1964), The mosque in early ottoman architecture (Erken dönem osmanlı mimar­ lığında cami, 1968), Anadolu medreseleri I (1969), Anatolian Seljuk architecture of Turk&y (Anadolu selçuklu mimarlığı, 1980), Mimar Sinan (1987). K U R A N C IL I, Kırşehir'in Kaman ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 454 nüf. (1990). Belediye. K U R A N D IR a. (fr. courant d'air' den). Açık kapı ve pencereler arasında oluşan esinti; hava cereyanı. K Û R A N I ba (fars. kür ve -Bne'den kürSne). Esk. Körcesine, görmeyerek. K U R A N O U Z a. (fr. cour anglaise, İngi­ liz avlusu). İnş. Bir bodrum katının, pen­ cerelerinden ışık alması için yapılan üstü ızgaralı bir tür çukur. (Bu adla anılması-



nın nedeni Londra'da çok uygulanması­ dır.) K U R A N H A N sıf. ve a. (ar. KuKSn ve fars. tjB ridan Kur'Sn-tjBn). Esk. Kuran okuyan; Kuran okumayı meslek edinmiş kimse. K U R A N IK E R İM a. (öz.a. Kur’an ve ar. kerfm'den Kur’an-t kerim). Ku r a n . K U R A Ş İK İ, Japonya'da kent, Honşu' nun (Okayama ili) güneyinde, Okayama'nın B.'sında; 414 692 nüf. (1990). Demir-celik. Sentetik tekstil (yapay ipek). K U R A T (Akdes Nimet), türk tarihçi (Ka­ zan 1903 - Ankara 1971). Tahir Şahmurad'ın oğlu. Ortaöğrenimini doğduğu ül­ kede tamamladıktan sonra 1924'te İstan­ bul Üniversitesi edebiyat fakültesi'ne gir­ di ve bu fakültenin tarih bölümünü bitire­ rek (1928) Almanya'da bizans tarihi üstü­ ne doktorasını yaptı. 1933'ten 1937’ye de­ ğin İstanbul Üniversitesi'nde Ortaçağ ta­ rihi doçenti, bir yıl kadar da İsveç Uppsala Üniversitesi'nde öğretim görevlisi ola­ rak çalıştı. 1941'den başlayarak Ankara Üniversitesi dil ve tarih-coğrafya fakültesi'nde görev aldı, 1944’te rus dili ve ede­ biyatı profesörü, 1953'te dekan oldu. Türk-rus ilişkileri ve Doğu Avrupa'daki türk topluluklanyla ilgili İnceleme ve araştırma­ lar yaptı. Başlıca yapıtları: Peçenek tarihi (1937), Topkapı sarayı müzesl'ndekl Altın-



ordu, Kırım ve Türkistan hanlarına alt yar­ lık ve bitikler (1940), Başlangıcından 1917'ye kadar Rusya tarihi (1948), Prut se­ feri ve barış (1953-1955), Türkiye ve Idil boyu (1986), Idil boyu ve Karadeniz'in ku­ zeyindeki türk kavlmlerl ve devletleri (1970).



kın bulunma: "Kim oldu devlet kurbiyle kâm-kâr-ı kalem" (Fuzuli, XVI. yy.). —2. Kurb-ı Hûda, kurb-ı mevla, Tanrı'ya yakın­ lık. || Kurb-ı mesafe, mesafe bakımından yakınlık. —isi. huk. Kurb-ı derece, mirasçının ölü­ ye yakınlık derecesi. —Tasav. Allah ile kul arasındaki yakınlık. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Tanrı yolcusunun (salik) gönlü­ nü Tanrı dışındaki her şeyden (masiva) uzak tutarak tanrısal nitelikler kazanması­ na ve böylelikle O'na yakınlaşmasına kurb, kurbet ya da kurbiyet denir. Bunun bir adı da "cem"dir. Cüneyt* bin Muham­ met el-Bağdadi el-Kavariri, "Varlıkta kur­ biyet cem, beşeriyette kaybolma ayrılıktır” diyerek kurbiyet ile cemi, Tanrı’dan ayrı düşmenin karşıtı olarak kullanır. Sufilere göre kurb, "kabe kavseyn"den daha ileri bir makamdır. Ayrıca kurb, "bezm-i elest" te verilen “ sözü tutma" anlamına da kul­ lanılır. Kurb, kurb-ı feraiz (kulun tüm varlı­ ğından yok olması, yalnızca hakkın orta­ da kalması), kurb-ı nevafil (insani sıfatla­ rın yok olması, ilahi sıfatların ortaya çıkma­ sı) diye ikiye ayrılır. KUR R A a. (fr. counbe'dan). Dy. 1. Bir çember yayı ya da parabol biçimini alan demiryolu parçası. —2. Kurba yayı, sabit yarıçaptı bir kurbayı İzleyen bir demiryo­ lunun uzunluğu. K U R B A C IK a. Değirmene. Taşlı değir­ menlerde boğazağacı* denen milin içine yerleştiği, İçi oyuk demir ya da tunç par­ ça. (Bu parça yöre tespit edilmiş bir ka­ lastan oluşan ve tapan* denilen kısmın or­ tasında bulunur ve boğazağacı bu yuva­ ya girer.)



K U R B AĞ A g ölü, iç Anadolu bölgesin­ de, Erciyes dağının G.'indeki Develi ova­ sında, "Sultansazlığı” adıyla bilinen ba­ taklık alandaki sığ göllerden biri. KURBAĞA KAYASI a. Zool. Sıcak, ılık, az serin denizlerin en çok 100 m derinlik­ teki diplerinde yaşayan kemiklibalık. (Be­ deni sırt ve karın kesimine doğru yassıla­ şır. Başları iri ve yassıdır Gözleri küçük ve tepeye yakındır. Başının üstü, ensesi, so­ lungaç kapakçıkları pulsuzdur. Karın yüz­ geçleri çekmene dönüşmüştür. Etçildir: omurgasızları, küçük dip balıklarını yer. Bil. a. Mesogobius batrachocephalus; kayabalığıgiller familyası; boyu 35 cm'ye ka­ dar.) KUR B AÖ AA D A M a. 1. BALIKADAM'ın eşanlamlısı. —2. Kurbağaadam elbisesi, balıkadamlarca derin sularda yapılan da­ lışların etkilerine dayanabilmek için kulla­ nılan, gövdeyi ve çoğu kez kolları ve ba­ cakları da saran sugeçirmez elbise. ( -♦ BAĞIMSIZ DALGIÇ* ELBİSESİ.) KURBAĞ AB A U Ğ I a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin 2-200 m derinlikteki diplerinde yaşayan kemiklibalık. (Çamurlu, kumlu, çakıllı diplerde bedenini gömerek avını bekler. Birinci sırt yüzgeci çok zehirli, so­ lungaç kapakları üzerindeki dikenleri az zehirlidir. Etçildir: omurgasızları, küçük ba­ lıkları yer. Üst dudağının iç kesimindeki bir püskül aracılığıyla avını çekmeye çalışır. Bil. a. Uranoscopus scaber; kurbağaba lığıgiller familyası; boyu 30 cm'ye kadar.)



boğa kurbağası (Ranı catasbeiana)



K U R B A Ö AB A U Ğ IO İLLB R a Zool. sı cak ve ılık denizlerin 2-200 m derinlikteki dipleri arasında yaşayan kemlkllbalıklar fa­ milyası. (Türkiye sularındaki tek türü kumbalığı*dır. Bil. a. Uranoscopidae.)



KURATOMfSKİ (Kazlmlerz), polonyalı ■ KURBAĞ A a. 1. Çıplak derisi, sıçrama­ KURBAĞ ACIK a. Kurbağa yavrusu, kü­ matematikçi (Varşova 1898 • ay. y. 1980), ya ve yüzmaye elverişli bedeni, yatay göz­ Polonya topoloji okulundandır. Düzlemsel çük kurbağa. bebeği ve kendine özgü ötüşüyle (vırak—Mak. san. Ağız açıklığı bir sonsuz vida­ olan ve olmayan çlzge İncelemesi onun lama) tanınan, tatlısularda çok yaygın am­ nın döndürülmeğiyle ayarlanabilen bir tür adıyla anılır. fibyum. (Kurbağalar takımı; kurbağaglller Ingiliz anahtarı. familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Kıllı kur­ KURAVONO a. Avustralya'da yaşayan, —Patol. Ağız tabanında çıkan İçi sıvı do­ bağa, baldırları üstünde deri uzantıları ta­ kargaya benzeyen üç kuş türünün ortak lu ur, (Mukoza bezlerinin yozlaşmasıyla şıyan kurbağa, (Bil. a. Astylosternus roadı. (Tüyleri siyah ve beyaz, gözleri sarı­ oluşur: büyüklüğü fındıktan elma büyük­ bustus; kurbağaglller familyası.) | Uçan dır. Avustralya Cord iIlerası' ndakl orman­ lüğüne kadar varabilir.) kurbağa, Borneo'da yaşayan, ayakları ge­ larda yuva yepar Kuş yavrulan, böcekler —Mat. Çoğunlukla tükürük bezi içinde olu­ niş perdeli, bir ağaçtan öbürüne süzülen vb. İle beslenir. Üç türünden en yaygını şan ve tükürük İçeren kist. (Tedavisi klstli kurbağa. (Bil. a. Rhacophorus nlgropalStrepera gracullna'dtr, avustralyasaksabezin ameliyatla çıkarılmasına dayanır.) matus; Polypedatldae familyası.) ğanıglller familyası.) —Fişekç. İçerisine barut konmuş ve zik­ K U R B A Ğ A K A Ş IĞ I a. Gölcüklerde ve K U R A Y k u rg a n la n . Arkeol. Orta Asya1 zak biçiminde katlanmış, kâğıt bir boru­ bataklıklarda sık rastlanan otsu bitki. (Bil. da, Altay dağlannın G.'lnde, Kuray ovasın­ dan yapılan fişek. (Ateşlemeden sonra, a. allsma; suokuglller familyası.) da kurganlar; ova, Hunlar'dan önce de bazen bir yöne, bazen ters yöne doğru bir önemli bir yerleşim merkeziydi. Burada dizi gürültülü sıçrama yapar) Bk. m im suyla 7170 bulunan mezarların bir bölümü Hunlar —Mutf, Kurbağa bacağı, kurbağanın, In­ dönemlndendl ve bunlardan birinde altın giliz usulünde kızartılan ya da sosla ha­ levhalarla kaplı bir kuş başı ortaya çıkarıl­ zırlanan yenebilir kısımları (butlar ve sağ­ ■ K U R B AĞ ALA M A a. Spor. 1. Hızın, el dı. Yörede göktürk heykeltreşlık yapıtları­ ve ayakların aynı anda önce önden arka­ rı). nın önemli örnekleri olan, göktürk yazıtlı ya doğru açılarak, sonra hızla vücut ek­ —Tip. Kurbağa testi, kadının İdrarı kurba­ seninde birleştirilerek sağlandığı karın üs­ birçok balbal bulundu. Mezarlarda da ğanın karnına şırınga edilerek yapılan ge­ tü yüzme stili. —2. Bu yüzme stilinde uy­ göktürk yazıtlı gümüşten, kulplu, kulpsuz belik testi. ( — GEBELİK.) || Kurbağa zehi gulanan yarışma. maşrapalar, kayış süsleri, VI. - VIII. yy.'larri, BATRAKOTOKSlN’in eşanlamlısı. —ANSİKL. Kurbağalama genel olarak en dan, çln aynalarına benzer ayna, yay par­ —ANSİKL. Su kurbağaları, kara kurbağa­ eski yüzme stili olarak kabul edilir. Yarış sına oranla daha iyi sıçrayan ve suya da­ çaları, ok uçları, tirkeşler, yüksek nitelikte kurallarının eksikliği nedeniyle büyük bir ha bağımlı, firmistern (göğüs kemerinin çelik eşyalar ele geçti. evrim geçiren kurbağalama stili kuralları her İki yarısı kaynaşmıştır) amfibyumlardır. K U R A Y Z A (Beni), Medine'de yaşamış Sadece üst çeneleri ve sapankemikleri üç yahudi kabileden biri (ötekiler Kaynudişlidir; kaburgaları yoktur. Üreme suda ka ve Nadir). Medine vahasının G.-D. top­ olur. Mikrofaj ve otçul beslenen larvaları raklarını ellerinde bulunduruyor ve tarım­ (iribaşlar ya da tetariler), daha sonra baş­ la uğraşıyorlardı. Dinlerine çok bağlı ol­ kalaşma geçirerek yırtıcı bir etçile dönü­ makla birlikte birçok yerel arap töresini de şür. Kurbağalar birçok yıl yaşar: kış ayla­ benimsemişlerdi. Hendek savaşı sırasın­ rını taş altlarında ya da toprakaltı yuvala­ da Peygamber ile daha önce yaptıkları rında geçirirler. Çoğu Eski Dünya’da ol­ anlaşmaya uymadılar. Bunun üzerine mak üzere 150'den çok türü bilinir (sade­ Hendek savaşı sona erince Kurayzalılar’ ce Rana cinsi üyelerine hemen her yer­ ın kaleleri müslümanlar tarafından kuşa­ de rastlanır). Familyanın en büyük türü tıldı. 15-25 gün süren kuşatmadan sonra boyu 75 cm'ye ulaşabilen, Kamerun’da teslim olan Kurayza kabilesinin buluğa er­ yaşayan goliath kurbağasıdır (Rana golimiş erkekleri öldürüldü; kadın ve çocuk­ ath). Türkiye'de bulunan başlıca kurbağa ları esir edildi. türleri: 1. bedeni yeşilin çeşitli tonlarında olabilen yeşil su kurbağası (Rana escuK U R A Z A a. (ar kurâza). Esk. 1. Altın ve lenta); 2. kırmızımsı esmer bedenli çayır gümüş kırıntısı. —2. Kumaş parçası; kır­ kurbağası (R. temporaria); 3. sürüler oluş­ pıntı. —3. Kesilen şeyden arta kalan par­ turan göl kurbağası (R. ridibunda); ağaç ça, döküntü: KurSza-yı kağaz (kâğıt par­ kurbağası (Hy/a arborea). Fransa gibi ba­ çaları). zı ülkelerde bazı kurbağa türlerinin (örne­ K U R B a. (ar. kurb). Esk. 1. Yakınlık, ya­ ğin yeşil su kurbağası) bacakları yenir.



afrika kurbağası (Rana hyperollus)



yeşil su kuıbağası (Rana asculenta)



kurbağanın çeşitli başkalaşımları 1. Embriyon yumurta; 2. Dış solungaçlı İribaş; 3. İç solungaçlı iribaş; 4. Dört ayaklı iribaş; 5. Yetişkin kurbağa,



kurbağalama 1953’te belirlenen kelebek* stilinin doğma­ sına yol açtı. Bugün kurbağalama stili iki­ ye aynlır: klasik diye adlandınlan stilde kol­ lar su yüzeyine yakın olarak geniş bir kü­ rek hareketi yaparken, ayaklar bir “ sıkış­ ma" hareketiyle buna eşlik eder; modern stil ise yanşlarda uygulanır Burada hız sağ­ layıcı hareketler daha kısa, daha dolaysız \e derindir Yanşta başın bir bölümünün su­ yun içinde olması kural gereğidir. K U R B AĞ ALA M A C I a. Kurbağalama stilinde yüzen erkek ya da kadın yüzücü. KURBAĞALAR a. Kuyruksuz, kalın be­ denli, sıçramaya uyarlanmış uzun arka bacaklı amfibyumlar altsınıfı. (Üyeleri, iri­ baş denilen ve suda yaşayan bir larva ev­ resinden başkalaşma geçirerek ergin hale gelir. Örnek tipleri su kurbağası ve kara kurbağasıdır. Bil. a. Anura.) —A nsIkl. Kurbağaların, basit bir kafata­ sı iskeleti, omurganın sonunda birkaç omurun kaynaşmasıyla oluşmuş bir bö­ lümden ve on omurdan oluşan bir omur­ gaları, zayıf kaburgaları (bazen hiç bulun­ maz), kaynaşmış (firmistern) ya da kaynaş­ mamış (arcifera) bir göğüs kemerleri, için­ de küçük bir kemikçik (kolumel) bulunan bir orta kulağı, iki kulakçığı ve bir karıncı­ ğı olan bir kalbi, solunum işlevinin deriy­ le desteklenmesini gerektirecek kadar ba­ sit akciğerleri vardır. Döllenme genellikle dışarda olur; vitellus bakımından fakir olan yumurtalar kısa sürede çatlar ve iri­ baş ya da tetari denilen, suda yaşayan bir larva ortaya çıkar iribaş, ani ve çpğunlukla ölümle biten bir başkalaşma geçirerek ye­ tişkin kurbağa haline dönüşür. Bu başka­ laşma sırasında ayaklar oluşur (önce ar­ ka ayaklar sonra öndekiler); dış solungaç­ lar önce iç solungaçlara dönüşür, sonra da yerini akciğerlere bırakarak kaybolur; uzun ve sarılı durumdaki bağırsaklar (otçul beslenme rejimi) çok kısalır (daha çok böcekle beslenen etçil erişkin). Tropikal bölgelerde yaşayan birçok tür yuva y a p tıktan sonra buraya bıraktığı yumurtalar üstünde kuluçkaya yatar; bir tür, Nectophrynoides occidentalis doğurarak ürer. Kurbağalar başlıca on familyaya ayrılır: beiopeimidae, peteklikurbağagiller, tekerdillikurbağagiller, çamursalkurbağagiller, Brevidpitidae, çokparmakkemikligiller, karakurbağasıgiller, kısabaşlıkurbağagiller, ağaçkurbağasıgiller, sukurbağasıgiller. K u rb a ğ a la r (Batrakhoi), Aristophanes' in İ.Ö. 405'te oynanan komedisi. Bu oyun birincilik ödülü aldı ve çok ender görülen bir uygulamayla ikinci kez oynanma onu­ runa erişti. Euripides ölmüştür; tiyatro tan­ rısı Dionysos, yeryüzünde yetenekli bir ya­ zar bulamayınca, gidip cehennemde bak­ maya karar verir Çok eğlenceli olan birinci bölümde, Dionysos Herakles’ten akıl ister, Akheron’u kurbağa nağmeleri (oyunun adı buradan gelir) arasında geçerek Plü­ ton’un yanına ulaşır. Daha ağırbaşlı olan ikinci bölümde, Aiskhylos ve Euripides, büyük bir dram yarışmasında karşı karşı­ ya gelirler. Her ikisinin de tiyatro yapıtları, anlatım, düşünce ve siyasal etkileri bakı­ mından ele alınıp incelenir. Sonunda Di­ onysos, Aiskhylos’u yeryüzüne getirir. Ka­ ba güldürüyle en ince şiiri birleştiren ya­ pıt, sonunda eleştiriye dönüşür ve Aristophanes'e göre trajediye her türlü yüceli­ ğini kaybettirmiş olan Euripides'e sert sal­ dırılarda bulunur. Aynı tonda olmayan iki bölümden oluştuğu için uyumsuz bir oyun olan Kurbağalar, gene de canlılığı ve sert­ liği ile şairin en başarılı komedilerinden bi­ ri sayılır. K u rb a ğ a la r v a fa re le r s a vaşı (Batrakhomyomakhia), yanlışlıkla Homeros'a mal edilen bürlesk şiir, İ.Ö. V. yy.’da yazıl­ dığı sanılan bu şiir, epik üsluba özgü söy­ leyişlerin parodisini yapar. KURBAĞAOTU a. Yörs. Bot. Sarı hava­ cıva. K U R B A Ğ A Z E H İR İ a. Saplı uzun yap­ raklı, ikievcikli küçük su bitkisi. (Bireşeyli



beyaz çiçekleri su üstünde yüzer ve tozlaş­ ması havada olur. Bil. a. hydrocharis; kurbağazehirigiller familyasının örnek tipi.) K U R B A Ğ A Z E H İR İO İLL E R a. Kurba ğazehiri, valisneria, elodea, sumakası gi­ bi birçenekli su bitkilerini kapsayan famil­ ya. (Bil. a. hydrocharidaceae.) K U R B AN a. (ar. kurbsn) 1. Dinsel bir buyruğu, bir adağı yerine getirmek ama­ cıyla kesilen hayvan: Bu yıl kurban alama­ dık. Komşulara kurban eti dağıtmak. Adak kurbanı. (Bk. ansikl. böl. isi.) —2. Tanrı’ya sunulan canlı varlık. —3. Kurban bayramının kısa söylenişi: Kurbanda ne­ reye gideceksiniz? Kurbana daha bir ay var. —4. Bir savaşta, bir felakette, bir ka­ zada, bir cinayet vb. sonucunda ölmüş olan kimse: Savaş kurbanları. Trafik kur­ banlarının sayısı her yıl artıyor. Katil kur­ banını uçurumdan aşağıya atmış. —5. Ya­ şamını, mutluluğunu, isteyerek feda eden kimse: Kurtuluşun, aydınlık bir geleceğin kurbanları. —6 . Bir kimseden, bir durum­ dan, bir yanlışlığın sonuçlarından zarar gören kimse: O meslektaşlannın kurbanı­ dır. Yanlış tedavinin kurbanı. —7. Bir şe­ yin kurbanı, kendine ilişkin bir şeyin (so­ yut) zararını çeken, bedelini ödeyen kim­ se: Aptallığının, inançlarının, iyi niyetinin kurbanı. —8. İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kimi yörelerinde sevgi gös­ teren bir sesıenme sözü olarak kullanılır: Kurban ne yapıyorsun? Çay ister misin kurban? Yok kurban, ben gelmeyeceğim. —9. Bir insanı, bir hayvanı (bir Tanrı’ya) kurban etmek, onu Tanrı’ya sunmak üze­ re öldürmek: Agamemnon kızı İphigeneia’ yı Artemis'e kurban etmeye razı oldu. — 10. Bir kimseyi, bir şeyi kurban etmek, haksızlık ederek bir kimsenin sıkıntı çek­ mesine, bir şeyin yok olmasına yol açmak: Bir banş antlaşması uğruna azınlıktan kur­ ban etmek. — 11. Bir kimsenin, bir şeyin kurbanı olmak, gerçekte ya da görünüş­ te onun gadrine uğramak, ondan zarar görmek; kendine ilişkin bir şeyin (soyut) bedelini ödemek: Arkadaşlarının kurba­ nı olmak. Birçok küçük işletme yeni eko­ nomik uygulamaların kurbanı oldu. Dene­ yimsizliğin kurbanı olmak, iyi niyetinin, saflığının, aptallığının kurbanı olmak. — 12. Bir şeye kurban gitmek, suçsuz ye­ re ölmek ya da zarara uğramak: Bir iftira­ ya kurban giderek hapiste yatmak. || Kur­ ban olayım, kurbanın olayım, "canım fe­ da olsun" anlamında söylenir: Kurban olayım yurdumun toprağına taşına; "çok sevdim, beğendim" anlamında söylenir: Köye canım kurban, burada durulur mu hiçf?; "yalvarırım” anlamında söylenir: Kur­ ban olayım, bana b ir yardım et de kurtu­ layım şuradan. || Kurban vermek, can kay­ bına uğramak: Depremde neredeyse her aile bir iki kurban verdi. —Yahudi. Dine uygun kesim, Yahudiler' in kasaplık hayvanlarla kümes hayvanla­ rını öldürme yöntemi. (Bu yöntem, başka bazı gereklerin yanı sıra, Torah'ın koydu­ ğu [Yaradılış IX, 4 ve Levililer III, 17] eti kandan iyice anndırma zorunluluğunu ye­ rine getirmeyi amaçlar.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. isi. “ Kurban" sözcüğü, Kuran’ da biri “ yakınlaşma" ya da “ şefaatçi” (XLVI, 28), ikisi de “ kesilen hayvan" (III, 183; V, 27) anlamında olmak üzere üç kez geçer. Hadislerde ise hem kurban kesme­ den söz edilir, hem de kurbanla ilgili uy­ gulamalar anlatılır. Kurban bayramında ibadet amacıyla kurban kesmek özgür, yerleşik (mukim*) ve nisap* tutarında malı bulunan her müslümana vacip sayılır. Yalnızca koyun, ke­ çi, sığır, manda ve deve (bunların dişi ya da erkeği) kurban edilebilir. Ayrıca koyun ve keçinin en az bir yaşında ya da altı ay­ lıktan büyük olmakla birlikte gösterişli, de­ venin en az beş, sığır ve mandanın en az iki yaşında olması gerekir. Koyun ve keçi yalnızca bir kişi adına, öteki hayvanlar­ sa yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edi­ lebilir. Ancak ortaklardan hepsinin kurba­ na niyet etmeleri gerekir.



Kurbanlık hayvanın şaşı, topal, uyuz, de­ li, boynuzlu ya da boynuzsuz olmasında; boynuzunun biraz kırılmış; kulaklannın de­ linmiş, enine yarılmış ya da uçlarından ke­ silmiş ve sarkık bir durumda bırakılmış, azı dişlerinin düşmüş ya da husyelerinin bu­ rulmuş olmasında bir sakınca yoktur An­ cak bir ya da iki gözü kör, dişlerinin çoğu dökülmüş, kulaklannın tümü ya da büyük bir kısmı kesilmiş, boynuzlarından biri ya da ikisi kökünden kırık, kuyruğunun yarı­ sından fazlası ya da meme başları kopuk, doğuştan kuyruğu ya da kulakları bulun­ mayan, aşırı derecede zayıf, hasta, yürüyemeyecek kadar topal olan hayvanlar kur­ ban edilemez. Varlıklı bir kişinin kurban amacıyla satın aldığı ya da ayırdığı bir hay­ vanda bu kusurlardan biri ortaya çıkarsa yerine yenisini alması gerekir Yoksullar için böyle bir zorunluluk yoktur; yalnızca kusur­ lu hayvanı kurban edemez. Kurban bayramında kurbanın kesilebile­ ceği ilk üç güne “ eyyam-ı nahr" denir. Kur­ ban kesme vakti, kırb an bayramının ilk günü bayram namazından sonra başlar ve üçüncü günü (şafiilere göre dördüncü gü­ nü) güneşin batımında son bulur. Kesim sı­ rasında kurbanlık hayvan kıbleye karşı ya­ tırılarak “ Bismillahi Allahüekber” denildik­ ten sonra kesilir. Enam suresinin 162 ve 163. ayetlerini okumak, zorunlu olmamak­ la birlikte sevap sayılır. Bile bile Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmez. Bayramda kesilen kurbanla "akika* kurbanfn ın etinden sahibi ve aile bireyleri de yi­ yebilir. Geleneksel uygulamada kurbanın eti üçe bölünerek bir bölümü evde yenir, bir bölümü eşe dosta, komşulara ikram edilir; bir bölümü de yoksullara dağıtılır. Adak* kurbanın ise; tümüyle yoksullara da­ ğıtılması gerekir. —İkonogr AnSkçağ sanatçılan kurban sah­ nelerini sık sık gösterdiler (Ara Pacis Augustae kabartmaları [Roma] ya da suovetaurilia tören alayını canlandıran kabartma [Louvre, Paris]). Kurban konusunu işleyen resimler arasında T Du Breuil’ün Antik kur­ ban (Louvre), Rembrandt’ ın Manoah'ın kurbanı (Dresden), Poussin'in Nuh'un kur­ banı (Madrid), M. A. Houasse’ın Bacchus'a sunulan kurban (Madrid) adlı tablolar sa­ yılabilir. ( -» İBRAHİM.) —Yahudi. Dine uygun kesim. Kesilecek hayvanlar yasaklı olmayanlar arasından se­ çilir (Levililer XI ve Tesniye XIV, 3-21). Bu hayvanlar; kusursuz, yarasız beresiz ve has­ talıksız olmalıdır. Hayvan, kesime yetkili ki­ şi tarafından ağzında en ufak bir çentik bu­ lunmayan bir bıçakla boğazlanır. Kesimci, yürekten dindar ve dürüst bilinen bir kim­ se olmalı, hahamlıkça sınavdan geçirildik­ ten sonra verilmiş bir belgesi bulunmalıdır. Kesimcinin işi, hayvanın yemek borusu ile solunum borusunu bir kerede kesmektir Böylece hayvan hemen bilincini kaybeder ve ölür. Bu işlemin ardından, kesilen yer, ci­ ğerler ve yemek borusu incelenerek hay­ vanın sağlık durumu denetlenir, sağlıklı ve usulünce boğazlanmışsa, kaşer sayılır ve tüketime sunulmasına izin verilir; böyle değlise yenilmesi yasaklanır. K urban, Güngör Dilmen'in iki perdelik trajedisi (1967). Anadolu'nun bazı yörele­ rinde süregelen kuma olayını ele alan ya­ pıtın kahramanı iki çocuklu Zehra, kocası­ nın eve yeni bir kadın getirmek istemesine başkaldınr Gelin alayı kapıya geldiğinde pencereden kocasına seslenerek gelini eve sokacak olursa kendisini ve çocuklarını öl­ düreceğini bildirir Kocasının kabul etme­ mesi karşısında da dediğini yapar Antik yunan tragedyasındaki Medea mitosunun bugünün Anadolu köylüsüne uyarlanmış biçimi olan Kurban, ilk kez Gülriz Sururi -Engin Cezzar topluluğu tarafından oynan­ dı (1967); aynı yıl Ilhan İskender armağanı’na değer görüldü. Ankara ve Adana devlet tiyatroları tarafından da sahnelenen oyun, ayrıca İstanbul Devlet opera ve ba­ lesi koregraflanndan Sait Sökmen tarafın­ dan baleye uyarlandı. K urban b a yram ı -> BAYRAM



kurdele K U R B A N h ö y ü k . Arkeol Şanlıur­ fa'nın Bozova ilçesi sınırları içinde yer alan höyük; biri büyük, diğeri küçük iki tepeden meydana gelir. Yörede, Atatürk baraj gölü suları altında kalacak olan bölgelerde gerçekleştirilen Aşağı Fırat kurtarma projesi kapsamında, Prof. Leon Marfoe yönetiminde kazılara başlandı (1980). Bu çalışmalarda Son Bakırtaş dönemine (yaklaşık İ.Û. 3500-3100) inen bir yerleşme beliklendi. Bu dönemde Geç Uruk dönemi çanak çömleğiyle benzerlikler gösteren buluntulara rastlan­ dı. İlk Tunç çağ katmanıysa çok daha geniş bir alanı kaplar; sur duvarları, ker­ piçten duvarlı, sıvalı zeminli, ocaklı yapı­ lar, kaldırımtaşı döşenmiş sokaklar orta­ ya çıkarıldı. (-* Kayn.)



Ivan IV'ün danışma konseyinin (izbrannaya rada) etkili bir üyesi oldu. Livonya sa­ vaşı sırasında Baltık'taki rus birliklerine ko­ muta etti. 1564’te Polonya kralının hizme­ tine girdi. Gönderdiği mektuplarda ivan IV’ü gaddarlık ve despotlukla suçladı ve 1573'te Istorija o velikom knjaze Moskovskom (Moskova veliki knezinin tarihi) adlı bir polemik yazdı.



K U R B A N A Ü A m a d a ra c ı, Kars'ın Ka­ ğızman ilçesi Kötek bucağına bağlı Camuşlu köyü yakınlarında mağara; Aladağ'ın D. yamaçlarındaki Yazılıkaya yakın­ larındadır. Kılıç Kökten’in mağarada yap­ tığı araştırmalarda Orta Yontmataş döne­ minden taş aletler ve ocak izleri saptan­ dı. Mağarada ve D.’sundakl "Kale” deni­ len tepede Son Bakırtaş döneml-llk Tunç çağa tarihlendirilen duvar resimleri (av sahneleri, bitkiler) bulundu. Ayrıca mağa­ rada yapılan sondaj kazılarında İlk Tunç çağdan çanak çömlekler, Kale'deyse eldeğirmeni taşları, çekiç, havan vb. ortaya çıkarıldı.



K U B C A a. Esk. 1. Karıştırma, kaşıma. —2. Kurca çıbanı, kaşınarak azdınlmış çı­ ban.



K U R B A N I, azeri halk şairi, "Perizat ile Âşık Kurbanı" hikâyesinin kahramanı (Azerbaycan XVI. yy,). Yapıtları bilinen en eski azerbaycanlı halk şairi sayılır. Şah İs­ mail döneminde (1501-1524) yaşadı; bir süre onun sarayında bulundu. Şiirlerinde doğa, sevgi konuları yanında toplumsal bozuklukları da konu edindi, Çağdaşları­ nı ve daha sonraki şairleri etkiledi. Onun adı çevresinde oluşmuş halk hikâyesi İçin­ de pek çok şiiri yer alır. Bu hikâyeyi şiirle­ riyle süsleyerek şairin kendisinin düzen­ lediği de ileri sürülmüştür. Halk arasında değişik biçimleri anlatılagelen bu hikâye­ ye göre, şairin babası erkek çocuğa sa­ hip olmak İçin kurban adamış, Kurban! adı buradan doğmuştur. Bu adı alan de­ likanlı düşünde gördüğü Perizat (Perl) Hanım'a tutulup şiirler söylemeye başlar,. Gence'ye (bir çeşltlemesi’nde Kâbll'e) gi­ derek onu bulmaya çalışırken kötülerin (Kara Vezir, Nigâr Hanım) engellemeleriyle karşılaşır. Şah Abbas ona yardımcı olur. Sevgilisine kavuşamadan yılan sokması sonucu ölür (başka çeşitlemelerde sevgi­ lisine kavuşur; Karabağ'a, Gence'ye han olur). [-* Kayn.) K U R B A N L IK sıf. ve a. 1. Kurban edil­ mesi uygun olan ya da kurban edilmek İçin ayrılmış hayvan: Kurbanlık koyun. Bu yıl kurbanlığımız hazır. —2. Kurbanlık ko­ yun gibi, başına geleceklerden habersiz.



K U R B UY O N a. (fr. court-bouillon). Mutf. içinde bazı balıkların ya da etlerin pişiril­ diği, kimi zaman şarap da katılan koku­ landırılmış su. K Ü R SÜ N D E be. (ar. (curb'dan). Esk. Ya­ kınında, civarında: "Lâleli kurbûnde bir tütüncünün müşterisiydi ki..." (Şemsettin Sami, XIX. yy.).



K U R C A L A M A K g. f. 1. Bir şeyi, bir ye­ ri kurcalamak, onu sürekli karıştırmak; el­ lemek; düzenini bozmak: Televizyonu kur­ calama, bozarsın. Çekmecemi kim kurca­ ladı? Fişleri kurcalama, alfabetiği karışıyor. —2. Kasanın, kapının vb. kilidini kurca­ lamak, sivri bir nesneyle karıştırarak zor­ lamak. —3. Bir yarayı, çıbanı vb. kurca­ lamak, ellemek, tahriş ederek azdırmak. —4. Bir konuyu, olayı vb. kurcalamak, üzerinde durulması hoş karşılanmayan bir konuyu, bir olayı vb. araştırmak, günde­ me getirmek, içyüzünü anlamaya çalış­ mak; karıştırmak, eşelemek: Bu olayı faz­ la kurcalamayın, artık her şeyi unutmak İstiyoruz. Geçmişi kurcalamak. —S. Ka­ fasını, içini vb kurcalamak, bir şeyden söz ederken, bir kimseyi rahatsız etmek, dü­ şündürmek, meşgul etmek; Zihnimi kur­ calayan bir sorun var, Bu çocuğun duru­ mu günlerdir kafamı kurcalıyor. ♦ kurcalanm ak edilg. f. 1. Sürekli ola­ rak karıştırılmak; düzeni bozulmak; sivri bir nesneyle zorlanmak. —2. Bir yaradan, çıbandan, vb. söz ederken, ellenmek, az­ dırılmak. —3. Bir konudan, olaydan vb. söz ederken, üzerinde durulmak, eşelen­ mek. K U R C A L A N M A K - KURCALAMAK. K U R Ç ATO VYU M a. (fr. kourtchatovium'dan). Kim. Dubna nükleer araştırma merkezl'nde çalışan araştırmacıların 1965'ten beri tanımladıklarını İleri sürdük­ leri, atom numarası 104 olan elememe ve­ rilmesini önerdikleri ad (simgesi Ku). [-* RUTHERFÖRDYUM.] K U R D A L İ (Muhammet), suriyell devlet ı ve yazar (Şam 1878 ■ay.y. 1953). Kahire'de, sonra Şam’da gazeteci­ lik yaptı. Şam'da ilk Arap bilim akademisl'ni kurdu (1919) ve ölünceye kadar bu akademinin başkanlığını yürüttü. Birçok kez Eğitim bakanlığı yaptı, Kahire akade­ misi üyesi oldu (1933). Değişik alanlarda (denemeler, günceler, edebiyat eleştirisi, IslamoloJI, antoloji) pek çok kitap yazdı.



K U R B B T a. (ar (turbet), Esk. 1. Mesafe bakımından yakınlık. —2. Akrabalık. —8 . Tanrı'ya yakınlık. —isi. huk. Kurbet-I ilm, ana ve büyük ana­ ■ K U R B A K U L (Şükran), türk şair ve ya­ zar (İstanbul 1927). İzmir Karşıyaka llselar nedeniyle doğan akrabalık. (Ana bir sl'nde okurken (1946) Ceza yasası'nın kardeşler, bunların çocukları, dayılar, tey­ 142, maddesine aykırı eylemde bulundu­ zeler ve bunların çocukları gibi.) ğu savıyla dört buçuk ay tutuklu kaldığı -Tasav. ~>kurb . için okuldan çıkarıldı. İzmir Beledlyesl'nde K U R B İ a. (akrabalık anlamında ar. kurdaktiloluk, İstanbul'da bir bankada depo İsa'dan). Kuzey Afrika’nın geleneksel yer­ ve muhasebe memurluğu yaptı (1951 leşmelerinde temel konut, (Taş ya da ker­ -1953). Siyasal nedenle yeniden tutuklan­ piçle İnşa edilen ve yalnızca küçük bir ka­ dı (1953); aklanıncaya kadar iki yıl cezae­ pıdan doğal ışık alan kurbller, saman ya vinde kaldı. Ataç yayınevini kurdu, yönet­ da toprakla örtülü, dikdörtgen planlı ba­ ti (1958-1976). Toplumcu 1940 kuşağın­ sit odalardır. Kimi zaman yarı yarıya top­ dandı. Şiirlerinde (Giderayak (1956], Acı­ rağa gömülü olarak yapılırlar. Kurbi, bü­ lar dönemi [1977], Bir yürekten bir yaşam­ yük toprak sahibinin malı olan ve gerçek dan [1982, Nevzat Üstün şiir ödülü]) ve öy­ anlamda bir ev sayılan dar'ın karşıtıdır.) külerinde {Tanığın biri [1972], Beyaz yaka­ lılar [1973]) toplumsal sorunları ve gerçek­ K U R B İY E T a. (ar. kurb ve -ı>>sf'ten leri konu edindi. Şairler ve yazarlar sözlü­ osm. kurbiyyet). Esk. Yakınlık. ğüm e (1971) başlayan araştırma çalışma­ —Tasav. -* kur b larını edebiyat olayları ve kişilikler yanın­ da onları etkilemiş düşünce hareketlerini K U R B S K İY (Andrey Mlhailovlç), rus de konu edinen Çağdaş türk edebiyatı devlet adamı, general ve yazar (1528 (Meşrutiyet dönemi, 1976; Cumhuriyet dö­ -1583). Yaroslavl prenslerinin soyundandı,



nemi, 1987) adlı yapıtıyla sürdürdü. K U R D E LE ya da K U R D E L A , K Ö R ­ D Ü M * ya da KORDEUE a. (ital. cordeila'dan), 1. Döşemecilikte ve terzilikte kul­ lanılan dokunmuş ya da örülmüş şerit. (Bk. ansikl. böl. Şeritç.) —2. Sinema filmi: Başarılı bir kurdele. —Denize Mavi kurdele, Ingiltere’deki Bishop Rock Lighthouse ile ABD'de, New Ybrk'un G.-D.'sundaki Ambrose fenerinin arasını (2 938 deniz mili) en kısa zaman­ da geçerek Atlas okyanusu'nu aşan yol­ cu gemisine verilen simgesel başarı ödü­ lü. (Mavi uzun bir flama olan bu kurdele savaştan önce, art arda Normandie ve Oueen M ary[31 deniz mili] yolcu gemile­ rine son kez de 1957'de United States'e [34 deniz mili] verildi.) —Tekst. Doğal ya da sentetik elyaftan ya da sünek meta! ipliklerinden yapılan ve süs malzemesi olarak kullanılan dar ve düz dokuma şerit. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Folk. Kurdele, geleneksel kıya­ fetlerde önemli bir yer tutar; giysiye ya da saça süs olarak ya da toplumsal bir sim­ ge olarak takılabilir ve rengine ya da çok­ luğuna göre, evliliği, matemi, dini, zengin­ liği, siyasa! eğilimi vb. simgeler. —Şeritç. Kurdeleler çeşitli armür türlerine göre dokunabilir. Armürlü kurdeleler, ço­ ğu zaman tekkatlı, ya da çokkatlı çözgü iplikleriyle dokunarak, desen ya da mo­ tiflerle bezenir. Tekkatlı çözgü iplikleriyle dokunduğunda motifler düz renkli ya da ebruludur; çokkatlı çözgü İplikleri kullanıl­ dığında renkler farklılaşır. Zemin armürü üzerine atkı ya da çözgü İplikleriyle yapı­ lan dokumanın bileşimine şeniy gibi ap­ reler de girer (işlemeli kurdele). Çözgü tü­ müyle atkıyla kaplanabilir (boğumlu İplikle yapılan kurdele); kimi zaman meta! ve pa­ muklu kurdelelerde desen, yalnız bir yüz­ de görünür. Bazı kurdeleler plllseii (fırfırlı kurdele) ya da girift olarak dokunur, Üzerlerinde fitil, fiyonk, kelebek, vb. glb! türlü süsler apli­ ke olarak yer alabilir. Terzilikte en çok, motifleri bir diz! küçük çiçekten oluşan kurdeleler İle flyonklu ve pikolu kurdeleler kullanılır. Koltuk döşemeciliğinde, kurdele ve şeritler*, kumaşı sabit tutan döşeme çivi­ lerini gizlemekte kullanılır. Bunlar, üslup­ lara göre, iri başlı, gümüş ya da yaldızlı çivilerle tutturulur, yapıştırılır ya da dikilir, —Tekst. Kurdeleler 3 mm'den 40 mm'ye kadar değişen genişlikte dokuma şeritler­ dir. Bu genişlikler, bir sıra sayısına karşılık gelen numaralarla belirlenir (üretim teri­ mi), ancak bunların, em olarak ölçülen ge­ nişlikleriyle hiçbir İlgisi yoktur. Kurdeleler, kenevir, keten, yün, pamuk ve İpek ipliğinden ya da metal İpliklerden (altın, gümüş) ve kimyasal elyaftan yapı­ lır; pamuk ya da yün İpliğinden yapılan kurdeleler daha özel olarak şerif, örgü şe­ rit adıyla belirtilir. İnce kurdele adıyla bilinen geniş ke­ merlere kadar her genişlikte kurdele ya­ pılır Kurdeleler kullanılan maddeyle ya da üretim sırasında belirginleşen farklılıklar­ la birkaç kategoriye ayrılır: düz, çapraz dokumalı’, fasone, emprime, dantelli, sa­ çaklı, gaze kurdeleler vb. Tafta kurdeleler denen bu kurdele tür­ lerinden başka üretimi yukarıdakilerden farklı olan bir kurdele çeşidi daha vardır: kadife kurdele Tafta kurdele, çubuklu tezgah ya da kimi kez zürih tezgahı denen bir tezgâhta üretilir. Tezgâha eklenen bir jakar mekaniği, istenen bütün düzenleme­ leri elde etmeyi sağlar. Bu kurdeleler üre­ tildikten sonra çeşitli apre işlemlerinden geçirilir: kalenderlerce, zamklama, lisözleme, hareleme vb. Kadife kurdele yapımında kullanılan tezgâh, çalışma biçiminin çift olmasıyla öncekinden ayrılır. Böylece aynı anda iki parça üretilir. Bü iki parça üst üste oldu­ ğundan, düzenek, ipliğin bir parçadan di­ ğerine almaşık olarak İnip kalkmasını sağ­ layacak biçimde yapılır. Bu iplik, kadifenin



7171



ŞOkran U M U



kurdele "hav’'ını oluşturur ve kesici bir alet, bu havı üretim sırasında istenilen yükseklikte keser.



7172



K U R D R L E R A U âl a Zool. 1. Sıcak de­ nizlerde, ılık denizlerde ve az çok serin açık denizlerde 1 000 m derinliğe kadar inebilen kemiklibalık. (Bedertinin yanları iyice yassı ve bir şerit biçimindedir. Kuy­ ruk, sırt ve karın yüzgeçleri uzun ve ipliksidir. Yavaş yüzer. Planktondaki ve ortasulardaki omurgasızlarla, küçük balıklarla beslenir. Bil. a. Regalecus glesne; kayışbalığıgiller familyası; boyu 3-3,5 m'ye ka­ dar.) [Eşanl. ŞERİTBALIöl.] —2. Sıcak ve ılık denizlerin en sığ kıyı kesimleriyle 200 m’ye kadar inen derinliklerinde yaşayan kemiklibalık. (Karadeniz dışındaki bütün denizlerimizde bulunan bu balığın bede­ ni yanlardan yassılaşarak şerit biçimini al­ mıştır. Gözleri ve ağızlan büyüktür. Olduk­ ça yavaş hareket eder. Etçildir: omurga­ sızları ve küçük balıkları yer. Bil. a. Cepola macrophthalma; kurdelebalığıgiller fa­ milyası; boyu 50 cm'ye kadar.) [Eşanl. FLANDRA.] K U R D E L E R A U Ö ia İL L E R a. Zool. Sı­ cak ve ılık denizlerde yaşayan kemiklibalık familyası. (Karadeniz dışındaki deniz­ lerimizde bulunur. Türkiye denizlerindeki tek türü kurdelebalığı*'dır. Bil. a. Cepotidae) K U R D E Ş E N a. 1 . Is ırg a n b a tm a s ın a b e n z e r d e ri hastalığı. O rg a n iz m a n ın ç e ­ şitli kaynaklı s a ld ırıla ra karşı d u y a rlı hale g e lm e s in e bağ lıdır. Ş id d e tli kaşıntı, ya n ­ m a d u y u s u ve ö d e m li b ir p a p ü lle belirg in ­ dir. (Eşanl. ÜRTİKER.) [Bk. ansikl, b ö l.] — 2 . Dev kurdeşen, CtuİNCKE Ö D E M l*’ n in eşanlam lısı. || Pigmentli kurdeşen, m astos itozun e n sık g ö rü le n ş ekli. || Soğuk kur­ deşeni, so ğ u k ta n ileri g e le n k u rd e ş e n (so­ ğ u k s u ile y ık a n m a y a d a h a v a s ıcaklığı­ n ın dü şm e si).



Haluk Kurdoğtu



—ANSİKL. Kurdeşen kabarcıklan değişik boyda olurlar. Birbirieriyfe birleştiklerinde el ayası Kadar büyüyebilir ve tırtıklı duru­ ma gelebilirler. Bu şişkin plaklar pembe beyaz renktedir ve çok kızarık kenarlıdır; çoğu zaman bunlara bir dermografizm eşlik eder. Akut kurdeşenler ender olarak fiskeli ve kanamalı görünümde olur. Kur­ deşenin en belirgin niteliği birdenbire baş­ layıp birdenbire kaybolmasıdır. Lezyonlar birkaç saat sürer ve hiçbir iz bırakmaz. Krizler kısa ya da uzun aralıklarla yinele­ nebilir ve sonunda süreğen kurdeşene dönüşebilir. Kurdeşenin nedenleri çeşitlidir: bitkile­ re ya da hayvanlara (örneğin denizanası, tırtıl) dokunmaktan ileri gelen kurdeşen, soğukta güneş kurdeşeni (sıcak kurdeşe­ ninden başkadır), besin kökenli kurdeşen (çilek, kabuklular, vb.), ilaç kurdeşeni (se­ rum tedavisi, asprin, sülfamitler, penisilin, vb.), bağırsak asalağı, mikrop, mantar kurdeşeni (Candida albicans), özellikle si­ nirsel olmak üzere genel etmenlerden ileri gelen kurdeşen (kolinerjik kurdeşen). Akut kurdeşen krizinin tedavisi için antihistaminiklere başvurulur. Esaslı tedavide, bulunabilirse, neden ortadan kaidınlır, yok­ sa özgül olan ya da olmayan duyarlılığı or­ tadan kaldırma yöntemi denenir. —Yet. Hayvanlarda kurdeşen insanlarda olduğu gibi deri üzerinde birdenbire ka­ şıntılı çıbanlar ya da ödemli plaklar şek­ linde belirir. Sığırlarda kaşıntı yoktur, ama bu deri hastalığı, çoğu zaman boğularak ölümle sonuçlanan bir gırtlak kapağı öde­ mi biçiminde ortaya çıkabilir. K U R D E ŞEN U EŞ M E a. Der. hast. Sağ­ lam ya da hastalıklı deri üzerinde kurde­ şene benzer bir olgunun belirmesi. stK U R D O Ö LU (Haluk), türk tiyatro ve si­ nema oyuncusu (Aydın 1931). Ankara Devlet konservatuvarı tiyatro bölümü'nü dışardan bitirdi (1959); 1951'den başlaya­ rak Devlet tiyatrosu çocuk oyunlarında sahneye çıktı. Cadı kazanı, Kral Lear, Rita, Antigone, Yaralı geyik, Martı vb. oyun­



larda rol aldı. 1960’tan başlayarak Azra­ il'in habercisi, Çanakkale arslanlan gibi filmlerde, İttihat ve Terakki, Küçük ağa, Duvardaki kan, Ateşten gömlek, Osman­ cık gibi televizyon dizilerinde oynadı, ay­ rıca 11 bölümlük Klasik sanatlarımız dizi­ sini sundu. Uçamayan kuşlar tutulur ve Şair njhu oyunlanrıdaki rolüyle Ankara Sanatsevenler demeği'nce (1974), Antigone’ deki rolüyie Avni Dilligil jürisince (1980) en iyi erkek oyuncu seçildi. Mimar Sinan ve Yorgun savaşçı gibi tarihi TV dizilerin­ de oynadı. K U R D O Ö LU (Muazzez), türk tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen (Bursa 1920). Giriftzen Asım Bey'in kızıdır. Anka­ ra Devlet konservatuvarı tiyatro bölümü' nü bitirdi (1941), Tatbikat sahnesi’nde Gü­ lünç kibarlar ve Evin içi piyesleriyle pro­ fesyonel oldu. 1949’dan başlayarak Anka­ ra Devlet tiyatrosu'nda Julius Caesar, Faust, Hamlet, Tanrılar ve insanlar, Cadı ka­ zanı, Şair ruhu, On ikinci gece, Kral Oidi­ pus gibi birçok yapıtta rol aldı, on beş ka­ dar yapıtı sahneye koydu {Şair ruhu, Sev­ mek, Çatıdaki çatlak vb.). 1968-1970 ara­ sı Dormen topluluğu'nda konuk oyuncu olarak çalıştı. Tiyatro çalışmalarının yanı sıra 1960'lardan başlayarak çevirdiği Dö­ ner ayna, Irmak, Süreyya, Kambur, El ka­ pısı vb. filmlerdeki karakter rolleriyle de ta­ nındı. Tiyatro sanatçısı Haluk Kurdoğlu'yla evlenip ayrıldı. K U R D U (tel). Arkeol. Hatay'da, Amik ovasında höyük; yapılan araştırmalarda ilk Bakırtaş döneminden (yaklş. İ.Û. 5500 -4200) katmanlar saptandı. Halef ve Ubeyd türü, tek ya da çift renkli, geomet­ rik motifler ya da üsluplaştırılmış doğa fi­ gürleriyle süslü çanak çömlekler bulundu (bunlar Mezopotamya ve Filistin'le ilişkileri gösterir). K U R D U F A N ya da K O R D O F A N , Orta Sudan'da bölge, Beyaz Nil'in B.'sında ve Darfur'un D.'sunda. İki ile ay­ rılır: Kuzey Kurdufan (yönetim merkezi Ei-Ubeyd) ve Güney Kurdufan (yönetim merkezi Kadügli); 380 547 km2; 3 093 294 nüf. Bölgenin orta kesimi hintdarısı, kocadan, yerfıstığı ve susam üretir, Gü-> neye doğru, daha yağışlı olan Nuba te­ pelerinde pamuk yetiştirilir. Bahrülarap yakınında büyükbaş hayvan, daha kurak olan kuzeye doğruysa deve, keçi ve ko­ yun yetiştirilir. Kuzeyde, ayrıca, arap zamkı da üretilmektedir. —Tar. Önceleri hıristiyan Nübye krallığı’nın denetiminde bulunan Kurdufan XIV. yy.’ın ikinci yansında arap yayılmasıyla karşılaştı (özellikle Bakkaralar). Func sultanlarına bağlı olan ülke 1640'a doğru Darfur sul­ tanı Süleyman Solong'un denetimine gir­ di. XVII. yy. sonlarında bölgeyi toprakla­ rına katan sultan Tayrab, kendisine karşı girişilen Musabbaavi Haşim ayaklanma­ sını bastırdı. Osmanlılar’ın Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın burayı ele geçirme­ siyle (1822) eyalet merkezi Ubeyyid kenti olmak üzere kurulan osmanlı yönetimi, kendisini mehdi ilan eden Muhammet Ah­ met’in ayaklanmasıyla sona erdi (1885). Daha sonra kurulan (1898) mısır-ingiliz or­ tak egemenliği 1956’ya değin sürdü. Bu­ gün Kurdufan, 1956'da bağımsızlığını ka­ zanan Sudan Cumhuriyeti’nin en gelişmiş bölgelerinden biridir. KURDUFAN D İLLERİ a. Kurdufan böl­ gesinde El-Ubeyd çevresinde konuşulan on kadar dili içeren bir öbek. (Bu diller Greenberg'in sınıflandırmasında nijer -kongo ailesine bağlanırlar.) K U R D U R M A K -> KURMAK. K U R D U R T M A K -» KURMAK K U R E , Japonya'da kent, Honşu (Hiroşi­ ma ili) adasında, iç deniz’in kuzey kıyısın­ da; 234 600 nüf. Geniş ve iyi korunmuş limanı, japon deniz üslerinin başlıcalarından birini barındırır. Cephane fabrikası ve tersaneler. Demir-çelik.



K U R E L U L A R , Batı Yeni Gine'de, Baliem (irian Jaya) vadisinin kuzey-doğu bö­ lümünde yaşayan papua halkı. Daniler'e bağlı olan halkın nüfusu 40 000 kişi dola­ yındadır. Dağınık köylerde yaşayan Kurelular’ın tanma, toplayıcılığa, ava ve domuz yetiştiriciliğine (kadınlar yapar) dayanan bir geçim düzenleri vardır. K U R E N A çoğl. a. (ar. karin'in çoğl. (turenS). Esk. 1. Yakın olan kimseler. —2. Padişaha yakın olan görevliler, mabeyin­ ciler. (Kurena-yı padişahi de denir.) —Tar. -> KARİN. K U R E T E S . Yun. mit. Ağlamasını Kronos’un duymasını önlemek için Zeus’un beşiğinin çevresinde gürültülü savaş dansları yapan mitoloji kişileri. Belki de es­ ki savaşçı rahiplerdi. Korybantes ve Kabeiroi ile karıştırıldıkları olmuştur. K U R E V İ, K U R E V İY E sıf. ve a. (ar. kar­ yeden kurevi, dişi, kureviyye). Esk. Kö­ ye ait; köylü: Maişet-i kureviye (köylü gibi geçinme, yaşama). K U R E V İY E -> KUREVİ. K U R E Y K A , Rusya'da ırmak, Sibirya' da, Putorana dağlarından doğar, Yenisey'in aşağı çığırının kolu; 888 km (hav­ zası 44 700 km ). K U R E Y Ş , Peygamberin mensup oldu­ ğu mekkeli arap kabile Fihr bin Malik so­ yundan geldiği genellikte kabul edilen ka­ bilenin adının kökeni tartışmalıdır: bazı ta­ rihçiler (İbni Hişam), “ Kureyş" adını bir­ lik, topluluk anlamına gelen "tekarrüş” (toplanma) sözcüğüne bağlarken, bazıları da (el-Taberi) "kirş" (bir tür köpekbalığı) sözcüğünün küçültmek hali olduğu görü­ şündedir. Fihr’in kabilesi, akrabaları olan Kinaniler arasında dağınık öbekler halin­ de yaşamaktayken altıncı kuşaktan Kusay onları birleştirerek Kâbe’yi Huzaalılar'dan alıp Mekke'ye egemen oldu, sonra da Mekke'nin mahallelerini Kureyşliler arasın­ da paylaştırdı. VI. yy.'ın başlarında Hint okyanusu’ndan Akdeniz'e ve Doğu Afri­ ka'ya giden ticaret yollarını hemen hemen tekellerinde bulunduran, ayrıca Yemen'e, Gazze'ye, Şam’a giden yollar üstündeki maden ocaklarını işleten Kureyşliler olduk­ ça zenginleşmişlerdi. Ficar savaşları on­ ların Taif’in ticaret yaşamına ağırlıklarını koymalarına yol açtı. Kusay'ın ölümünden sonra topluluk, Abdüldar'ın yönetimindeki Ahlaflar'la Abdülmenaf'ın yönetimindekiler olarak ikiye bölündü. VII. yy’ın başla­ rında Abdülmenaf'ın yandaşları da dört ayn kola aynldı: Haşimiler'le Muttalibiler’in Abdülmenaf'a bağlı kalmalarına karşın, Abdüşşemsler’le Nevfeller onları bıraktı. Buna koşut olarak kabilelerin, iktidar ve zenginlik durumlarında da değişiklikler ol­ du. Abdüşşems kabilesi emevi saltanatı­ nın kuruculuğunu üstlenirken, hasımları olan Haşimiler’den ilk şiiler, sonra da Abbasiler ortaya çıktı, ilk dört halifeyle Eme­ viler zamanında Kureyşliler devlet hizmet­ lerinde çok önemli roller oynadılar. Hatta Hz. Muhammet’in ölümünden sonra ensar müslümanların başına kendilerinden birinin geçmesini istedilerse de Ûmer, fe­ derasyonun bütünlüğünü yalnız Kureyşliler’in koruyabileceğini anlatarak Ebubekir'in halife olması konusunda onları ikna etti ve Tevbe suresi'nin 100. ve 101. ayet­ lerine dayanarak muhacirun ve ensar ke­ simleriyle öteki kabilelerin de desteğini el­ de etti. Böylece, Kureyşliler’in imtiyazı du­ rumuna gelen halifelik, onlara birey ola­ rak önemli çıkarlar sağlamakla birlikte ka­ bilenin çözülüp dağılmasını da çabuklaş­ tırdı. Ticaret yaşamının durgunlaşması so­ nucu Mekkeliler geçimlerini sağlamak üzere Medinş’ye göç etmek zorunda kal­ dılar. K U R E Y Ş B İN B E D R A N (Alamettin Ebülmaali), Nusaybin ve Musul hükümda­ rı (öl. 1061). Karvaş ve Ebu Kâmil adın­ daki iki amcası arasındaki mücadelede Karvaş'ı destekledi; Ebu Kâmil ölünce,



Musul ve Nusaybin'e egemen oldu (1052). Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in Besasiri ile savaşında önce Tuğrul Bey’in ya­ nında yer aldı; daha sonra Besasiri ile birleşerek Bağdat'a girdi, halife, Kureyş’e sı­ ğınarak hayatını kurtardı. Kureyş, Musul ve Nusaybin hükCımdan olarak öldü. K u re y ş s u re s i, Kuran’ın 106. suresi. 4 ayettir. Mekke’de inmiştir. Adını, ilk ayette geçen ve Hz. Muhammet'in kabilesi olan Kureyş’ten alır Anlamı şöyledir: "Kureyş ka­ bilesinin (güven ve banş antlaşmalanndan) yararlanması, yaz ve kış yolculuklannda güven içinde olmaları sağlanmıştır. Öyley­ se kendilerini açken doyuran ve korku için­ delerken kendilerine güven veren bu Ev'in (Kâbe’nin) Tannsı’na kulluk etsinler” K U M Y 9 İ sıf. ve a. (öz. a. Kureyş ve den jcureyşî). Esk. Kureyş kabilesinden olan, Kureyşli. K U R C , Hindistan’da yönetimsel bölge, Batı Gatlar’da, Karnataka'nın güneyinde Başlıca kenti Mercara. Yoğun muson yağışlannı alan dağlar sık ormanlarla kaplı­ dır; ormanlardan hint meşesi ve santal tahtası elde edilir Diğer kaynaklar tarıma dayanır ve ekim işlemleri özenle yapılır: pi­ rinç tarlaları ve birçok tarım işletmesi (hevealar, çay, kahve karabiber, dan) tarla ha­ line getirilmiş yamaçlarda basamak basa­ mak sıralanır; evlerin yakınında ve vadi­ lerin dibinde muzağacı ve portakalağacı yetiştirilir. K U R C A N a. Arkeol. Rusya’da tümülüs. —ANSİKL Yenitaş döneminin sonlarında ortaya çıkan kurganlar, Demir çağı’nda yaygınlaştı ve X. yy.’a kadar görüldü. Kurganlann çoğu ve en güzelleri Güney Rus­ ya steplerinde bulunur. Çeşitli tiplerde ola­ bilen kurganlar, birbirlerinden çok farklı kavimlere aittirler. En zenginleri İskit ve kimmer kurganlandır. Kurganlann hemen hepsi toplu mezarlardır; en eskilerinde ba­ zen birkaç yüz ceset ortaya çıkarılmıştır. Kurganlarda ele geçen takı, silah ve ça­ nak çömlekler, Rusya öntarihini ve İskit uy­ garlığını incelemede önemli birer kaynak­ tır (Pazırık, Noyun Ula, Çertomlıyk, Kostromskaya stanitsa, Katanda, Şibe, Esik vb). K U R C A N , Rusya'da kent, Batı Sibir­ ya'da, Tobol kıyısında, Sibirya'yı baştan başa aşan yolun üzerinde; 356 000 nüf. (1989). Besin sanayileri. Tarım makinele­ ri, otobüs, iş makineleri ve takım tezgâh­ lar yapımı. Tıp aletleri. Kimya sanayisi. Kereste sanayisi. K U R G A N -T Y U B E , Tacikistan Cumhuriyeti’nde kent; 40 000 nüf. K U R C U a. 1. Bir şeyin zembereğini kur­ maya yarayan anahtar v b araç —2. Zem­ bereğin kurulmuş durumu. —3. Bir nes­ nenin, bir düzeneğin, bir aygıtın, bir eş­ yanın onu oluşturacak çeşitli öğelerini bir araya getirmek eylemi; birleştirme, mon­ taj: Kitaplığın kurgusu için ekteki açıkla­ maya bakınız. —4. Değişik kaynaklardan alınan öğeleri yeni bir sonuca varmak için uygun tekniklerle bir araya getirmek ey­ lemi; bu yolla elde edilen sonuç; montaj: Bu fotoğraf bir kurgudur, Kastamonu'ya hiç gitmedim ben. —5. Esk. Kuruntu, ve­ him, şüphe. —Sant. ve Ed. Gelecekteki dönemleri ve olayları, hayalgücüne dayanarak ve ge­ nellikle fantastik bir biçimde canlandıran sanat yapıtı için kullanılır: Kurgu edebiyatı, romanı, filmi. (Bk. ansikl. böl. Ed.) —Sine Bir filmi oluşturan öğelerin (görün­ tüler, sesler) birleştirilmesi ve seçimi. (Bk. ansikl. böl.) || Kurgu film, daha önceden var olan öğelerin (arşiv belgeleri, eski film parçalan vb.) birleştirilmesiyle yapılan film. || Kesme kurgu -> KESME. —ANSİKL. Ed. Kurgu edebiyatı ikili bir te­ mele ütopyanın mirasına ve bilimsel ve­ riye dayanır. Campanella, Thomas More, Francis Bacon, kurguyu akılcılığa, dola­ yısıyla bilgi alanındaki ilerlemelere sıkıca



bağlı olarak, insana özgü yeteneklerin en iyi biçimde kullanılmasına dayandırırlar. Cyrano de Bergerao l'Autre Monde' uyla gerçek bir kurgu ortaya koydu (serüven­ ler, kesinlikle yeni yaşam koşulları, teknik ve bilimsel verilerden yararlanma). Svvift ve Voltaire bu anlayışı masalın eleştirel düş evreniyle özdeşleştirdiler. Gerçekdışı burada yalnızca aldatmacayı açığa çıkar­ ma işlevi görüyordu; oysa gerçek üzerin­ de değil de, bir sözcüğün şimdiki özelli­ ğiyle bilimkuramsal oluşumun bağıntısı üzerinde bir oyuna dayandırılarak olasıy­ la özdeşleştirilmesi gerekirdi. Söz gelimi düşünce makinesiyle böyledir: düşünce kavramı ile makine kavramı, bugün için bir geçerliliği olmamakla birlikte, tasarlanabi­ lir bir şey olarak, verimli bir biçimde bir­ leştirilmiştir Kurgu, bu niteliğiyle fantastik*' ten ayrılır. Fantastik, kavramlar arasında­ ki çatışkıdan, düşünülmezliğin bulanıklı­ ğını çıkarmak ister. Kurgu edebiyatının, XIX. yy.'da gelişmeye başlaması (Jules Verne, Villiers de Lİsle-Adam, H. G. Walls), kültüre yeni bir nesnenin katılmasının, bu nesnenin sadık bir kültürel imgesinin var­ lığını ve bütün öbür imgelerin buna göre yeni bir düzenlemeden geçirilmesini içer­ diğini ileri süren olguculuğun ortaya çık­ masıyla açıklanabilir. Bilimsel bir kavram, bir olasılık bile olsa, başka nesneler gibi bir nesnedir, bir kültürel imge oluşturur ve bu kültürel imge tıpkı bilinen, sıradan nes­ nelerin imgesi gibi, bununla eşit bir biçimde, ele alınır. George Orwell, 1. i. Zamyatin, Aldhous Huxley, 1940’tan önce kurgu edebiyatının bilimsel verilere sıkıca bağlı kalması gerektiğini ileri sürdüler; İngiliz -amerikan kurgu edebiyatları ise tarihe yeni bir biçim vermeye çalışarak, özgün bir arkeoloji’ye olanak sağlayan gelecek dünyalar kurmaya yöneldiler. (-* SİYASAL -KURGU, BİLİM-KURGU.) —Sine. Bir filmin kurgusu kurgu salonun­ da gerçekleştirilir. Çekimden elde edilen negatifin kopyası olan bir görüntü bantıyla birlikte iki ya da üç adet manyetik ses bantı eşzamanlı olarak bir kurgu masasından sırasıyla geçerler. Masaya eklenen bir ba­ kımlık ile hoparlörler görüntüleri izleme­ ye ve sesleri dinlemeye yarar. Bantları ye­ rinde bir biçimde keserek ve seçilen par­ çalan birbirine yapıştırarak birleştirdikten sonra kurgucu, yönetmenin talimatlarına göre görüntü bantını ve çeşitli ses bant­ larını (konuşmalar, gürültü, müzik) birbir­ lerine uygun bir biçimde hazırlar. Elde edi­ len kopya yani görüntü bantı laboratuvara gönderilir ve bu çalışmalara uygun ola­ rak negatifin kurgusu yapılır. Trukalar (fondü, tanıtma yazısı, vb.) negatif kurgunun bu aşamasında eklenir. K U R G U C U a. Bir bütünün parçalarını bir araya getiren onu kuran işçi; montajcı. —Sine. Bir filmin kurgusunu yapan kişi. (Hem teknik, hem de yaratıcı bir yanı var­ dır: gösterime çıkarılacak filmin büyük bir bölümü kurgu odasında hazırlanır.) K U R G U C U L U K a. Kurgulama işi; mon­ tajcılık. —Sine. Bir filmin, manyetik bir ses bandı­ nın kurgusunu gerçekleştirmek. —Sine, ve TV. Olayın planlara bölümlendiği ve gerçekleştirilecek yayının ya da fil­ min görsel ve dramatik ayırıcı işaretlerini veren, senaryodan kaynaklanan yazılı bel­ ge. || Teknik kurgulama, planların teknik hazırlığının eklendiği kurgulama: makine­ lerin hareketleri, etkiler, v b K U R IK A N L A R , Orta Asya'da, Baykal gölünün batısında yaşamış göçebe bir türk boyu. Bu boy konusundaki bilgiler, çin kaynaklarına dayanmaktadır. Kurıkanlar Altay ve Sayan dağlarından Yakut ül­ kesine değin uzanan bölgedeki türk kavimleriyle çeşitli ilişkiler kurdular, bazı çe­ kişmelere katıldılar. Göktürk devletinin yı­ kılmasından sonra Uyguriar’a bağlandılar (VIII. yy.). Kurıkanlar'ın yaşadıkları bölge­ de bulunan bazı kaya resimleri, bu boyun gösterişli atlar yetiştirdiğini, üstü keçe ör­



tülü iki tekerlekli bir tür araba kullandıkla­ rını, savaş araçlarının ok ve yay olduğu­ nu ve avcılığın yaşamlarında önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. K U R İ a (fars. kür ve Lden kari). Esk. Körlük. K U R İ a Dilbil. LEZGİ DlLl'nin eşanlamlısı. K U R İC A -> KORİÇE. K U R İC A L Z U , Babil'de iki kasit kra­ lı: —KURİGALZU I (İ.Û. 1415’e doğr. -1390'a doğr.), Bağdat’ın B.'sındaki Dur Kurigalzu adlı kent onun adıyla anılır. —KURİGALZUII (İ.Û. 1346-1324), Asuriular'la yap­ tığı savaşlarda yenik düştü. K U R İL L E R y a y ı ve ç u k u r u , kıvrımlanmış ve yanardağ etkinliği gösteren tor­ tul yapı; deniz düzeyi üzerinde kalan bö­ lümü 56 adadan oluşan bir çember (Kuril takımadalan) oluşturur ve Kamçatka’ dan Hokkaido'ya kadar 1 400 km boyun­ ca uzanarak Ohotsk denizi’ni Büyük Okyanus’tan ayırır; 15 600 km2. Zincirde, Oyaşio'ya katılan Ohotsk denizi sularının aktığı birçok geçit vardır. G.-D.’ya doğru, ada yayı, dünyanın en derin çukurların­ dan biri olan Kuril çukuruyla (10 542 m) sınırlıdır. Ada yayı ve çukur, Büyük Okya­ nus levhasının Avrasya levhası altına dal­ ması sonucu oluşmuş, birbirine bağımlı iki yüzey şeklidir. Kuril takımadaları ve çev­ resindeki sular, iklimi yumuşak olmayan (çok sert kışlar, nemli ve sisli yazlar), ya­ şamaya elverişsiz, hatta tehlikeli (birçok et­ kin yanardağ; sık sık oluşan depremler; 30 m yüksekliğinde [dünya rekoru] bir dal­ ga oluşturan ve 1737'deki gibi çok büyük yıkımlara yol açabilen tsunam i'ler) yöre­ lerdir. 1945'te adalar Rusya'ya bağlanın­ ca, yurtlarına dönen Japonlar'ın yerine Ruslar geldi ve bu halk Severo-Kurilsk ve Kurilsk üslerinden yararlanılarak yapı­ lan balıkçılıkla (özellikle yengeç) uğraş­ maya başladı. Kurilsk aynı zam anda bir balina avcılığı merkezidir.



K U R İO N . Esk. coğ. Kıbrıs'ın güney kı­ yısında, kuruluşu İ.Û. XVI. yy.’a kadar uza­ nan antik kent. Kente sığınan Mykenaililer ancak İ.Û. XI. yy.’da etkili oldular; böl­ meli minelerle süslü ünlü asa bu dönem­ den kalmadır. İ.Û. I. binyıl'da Doğu impa­ ratorluklarına bağlı bir krallığın merkezi olan kentte ünlü bir Apollon Hylates tapı­ nağı vardı. Kurion’da ayrıca Roma döne­ minden, önemli kalıntılar ortaya çıkarıldı. Arizona Üniversitesi’nden David Soren' in başkanlığında yapılan kazılar, kentin I.S. 21 temmuz 365’te şiddetli bir deprem so­ nucu yok olduğunu kanıtladı. Kentin bu­ günkü adı Episkopi'dir. K U R İS C H E S H A F F LİM



KURSKİY ZA­



K U R K a. (yansıma söze.). Gurk. K U R K A S - JATROPHA. K U R K U A S (ioannes GÜRGEN, -d e n ir), X. yy.'da yaşamış bizanslı general. Romanos I Lekapenos'un en iyi komutanların­ dan biriydi. Fırat yöresinde Araplar'a kar­ şı başarıyla savaştı (927-938). Avrupa'da Ruslar’ı püskürttü. Gücünü kıskanan oğul­ ları, kendisini gözden düşürttüler (944). K U R L A , Bombay’ın kuzeyinde sanayi banliyösü. Makine, tekstil ve kimya sana­ yileri. K U R L A Ö A N a. Tıp. DOLAMA'nın eşan­ lamlısı. K U R L A N D -> KURZEME. K U R M A a. Kurmak eylemi. — Dilbil. Bir dilin prototipini bulmak için, bu dilin belgelenmiş biçimlerinden yola çı­ karak belgelenmemiş eski biçimleri' kar­ şılaştırma yoluyla oluşturmaya dayanan yöntem. —Esk. sil. Kurma yayı, çakmaklı tüfek ve tabancada, horozun kurulmasını ve hızla düşmesini sağlayan parça. — Mant. Kurma kurallan, biçimsel bir diz­ gede iyi kurulmuş deyimleri gösteren ku-



kurma raüar, (Bk, ansikl. böl.) —Oy. Kâğıl kurma, iskambil oyununda, bir sonraki elde avantaj sağlamak ama­ cıyla, destedeki kâğıtları belli bir sıraya sokma. (Kâğıt düzme de denir.) —Psikan. Çözümlenenin yaşamından bir kesitin, onun sunduğu gereçlere dayanı­ larak çözümleyen tarafından yeniden ku­ rulması, —Saatç. Kurma anahtarı, kovanı bütün sarkaçlı saatlere uyan anahtar çeşidi. — Breguet tarafından tasarlanan, anahtara ve saati açmaya gerek kalmadan bir cep saatini, bir duvar saatini sarkaçlı bir saati kurmayı sağlayan düzenek. —Devindirici zembereği kurmak için kullanılan düze­ nek. —Sil. Kurma kolunu sürme, atıştan önce, mekanizmayı kapatmak için, kurma kolu aracılığıyla silahı çalışır hale getirme. (Oto­ matik silahlarda kurma kolu her atımdan önce sürülmez; kamanın, merminin sila­ hın namlusundan çıkışından önce kapan­ maması için mekanizmanın geri tepmesi geciktirilir.) ♦ sıf. Parçaları birleştirilerek, kurularak oluşturulan şey için kullanılır: Kurma ev. —ANSİKL. Mant. Kurma kuralları. Kurallar genellikle iyi kurulmuş en küçük deyim­ leri (i.k.d.) [bunlara "atomsal formüller" de denir], ardından bunlara dayanarak kar­ maşık i.k.d.'lerin nasıl kurulacaklarını gös­ terir Bu kurallar gerçekte tümevarımsal ta­ nımlamalardan başka bir şey değildir. Önerme hesabının kurma kuralları şunlar­ dır: 1. her önerme değişkeni bir i.k.d.’dir; 2. eğer F bir i.k.d, ise,H F ("F-değil") bir başka i.k.d.’dir; 3. eğer F ile G birer i.k.d. iseler, F&O ("F ve G ") de I.k.d.'dir; 4. yal­ nızca 1.-3. kurallarının uygulanmasıyla el­ de ediien formüller birer I.k.d.'dir. 5, kura­ la "kapanış kuralı" denir,



7174 / \ •*



K U R M A (kaplumbağa anlamına gelen sanskritçe söze.), tanrı Vişnu'nunavatarası, Süt denizinin yayık çalkalanması sıra­ sında Mandara dağına desteklik etmek ve böylece tanrıların ölümsüzlük balı bulma­ larına olanak sağlamak üzere tanrının bü­ ründüğü biçim. K U R M A h ö y ü k . Arkeol. Antalya'nın 10 km kadar B.'sında höyük: iki tepeden (Aşağı Kurma, Yukarı Kurma) oluşan hö­ yük ı. K, Kökten tarafından saptandı (1946). Yapılan araştırmalarda silekstan ok uçları ve İlk Tunç çağdan çanak çömlek­ lere rastlandı. K U R M A C IL IK - KONSTRÜKTİVİZM, kuma un u k Hünkâr hamamı Topkapı sarayı muust İstanbul



K U R M A K g. f. 1. Bir şeyi kurmak, onu kullanılır duruma sokmak için çeşitli par çalarını ve bölümlerini bir araya getirmek, taunları yerlerine takmak, düzenlemek; monte etmek: Değişik bir ışıklandırma sistemi kurmak. Bir çadır kurmak. Soba kurLarout$e



mak. —2. Bir yere bir şey kurmak, onu oraya yerleştirmek: Bir inşaata iskele kur­ mak. Ağaca salıncak kurmak. —3. Bir dü­ zeneği kurmak, hareket ettirici düzeneğe (genellikle bir zemberek, bir yay) işleyişi için gerekli enerjiyi vermek: Bir saati, me­ kanik bir oyuncağı kurmak. —4. Bir dev­ let, bir kent, bir işletme, bir kurum vb. kur­ mak, onu yaratmak, oluşturmak, var et­ mek,.tesis etmek: Tarih boyunca çeşitli devletler kuran bir ulus. Efsanelere göre İzmir'i Amazonlar kurmuş. Bir parti kur­ mak. Fabrika kurmak. Yeni bir bilim dalı kurmak. Yeni bir din kurmak. —5. (Bir yer­ de) bir şey kurmak, onu bir yere yerleştir­ mek: Polis, sokağın girişine barikat kur­ muş. —6 . Bir şeyi kurmak, onu inşa et­ mek, yapmak: Baraj kurmak. 19. yüzyıl­ da kurulan yapılar.— 7. Bir şey (soyut) kur­ mak, onu imgelem gücüyle kafasında var etmek, oluşturmak, soyut bir bütün halin­ de ortaya koymak: Kafamda çok değişik bir hikâye kuruyorum. Bir kuram, felsefi bir sistem kurmak. —8 . Bir grup, bir top­ luluk vb. kurmak, bunların çeşitli öğeleri­ ni bir araya getirip örgütleyerek onlara bir varlık, bir biçim kazandırmak, oluşturmak, teşkil etmek: Başbakan yeni hükümeti ya­ kında kuracak, uçerli gruplar kurarak da­ ha üstün çalışmalar yapabiliriz. —9. Tu­ zak, komplo, düzen vb kurmak, onu giz­ lice hazırlamak, düzenlemek: Ona kötü bir tuzak kurmuşlar, — 10. Bir kimseyle bir toplulukla b ir ilişki kurmak, o ilişkiyi oluş­ turmak, yerleştirmek: Düşmanla temas kurmak. Komşularıyla iyi ilişkiler kuran bir ülke. — 11. Bir şeyi (soyut) bir şey üzeri­ ne kurmak, onu bir şeye dayandırmak, oturtmak, onunla temellendirmek: Eleşti­ rilerinizi neyin üzerine kuruyorsunuz? İk­ tidarını güç üzerine kurmak, — 12. Bir şey kurmak, onu hazırlamak, düzenlemek, uygun bir duruma getirmek, yerleştirmek: Sofra kurmak. — 13. Bir şey kurmak, ge­ rekli koşulları sağlayıp onu kendi kendi­ ne olmaya bırakmak: Turşu, salamura kur­ mak. — 14. Bir cümleyi kurmak, onu bir düzene uygun olarak yapmak, ortaya koy­ mak: Yanlış cümle kuruyorsun. Yaşının kü­ çüklüğüne rağmen çok güzel cümle ku­ ruyor. — 15. Bir şeyi (soyut) kurmak, bir kimseden söz ederken, ruhsal durumu­ nun etkisiyle onu zihninde abartarak dü­ şünmek: Niçin böyle kötü şeyler kuruyor­ sun, henüz tahlilin kesin sonuçları alınma­ dı. — 16. Bir kimseyi (bir kimseye karşı) kurmak, onu dedikodu ya da telkin yoluy la başka birine karşı kışkırtmak: Onu ku­ rup kurup üstüme yollama. — 17. Bir şey yapmayı kurmak, onu yapmayı düşün­ mek, planlamak: En kısa zamanda işini büyütmeyi kuruyor, — 18. Ev, aile kurmak, evlenmek. — 19. Kurup takma, araç ve aygıtları tesisata bağlama işi; montaj. || Kurduğu tuzağa kendi düşmek, başkası na zarar vermek için hazırladığı oyundan kendisi zarar görmek. —Foto. Bir fotoğraf makinesinin obtüratörünün kumandasını çalışmaya hazır du­ ruma getirmek. —Saatç. Bir zembereği, genellikle tulum­ ba zembereğini çalışmaya hazır duruma getirmek. —Sil. Bir tüfeği, bir silahı kurmak, bunları ateş edebilecek duruma getirmek. —Teknol. Bir mekanizmayı kurmak, yayı­ nı germek, kumanda devresini çalışma konumuna getirmek. —Fiyat. Oyun için gerekli dekorları ve eş­ yaları yerleştirmek, hazırlamak, düzenle­ mek. (Oyundan sonra dekorlar sökülür.) ♦ kurdurm ak, kurdurtm ak ettirg. f. Kurmak eylemini yaptırmak, kurulmasını sağlamak: Sofra kurdurmak. Saati kurdur­ mak,



!-§ * -» .







♦ kurulm ak dönşl. f. 1. Bir kimse sözkonu'suysa, kendini öne çıkarmak amacıy­ la yapmacık tavırlar takınmak, kasılmak: Adama bak, amma da kuruluyor. —2. Bir yere kurulmak, oraya çalımlı, gösterişli bi­ çimde oturmak: Baş köşeye kurulmuş, hiç kimseyi umursamıyor —3. Kurula kuru­



la, böbürlenerek, kasılarak. • kurulm ak edilg. f. 1. Kullanılır, işler, hazır duruma getirilmek. Kurulan yeni ay­ dınlatma sistemi. Kurulan zemberek bir denbire boşaldı. Sofra hâlâ kurulmadı mı? —2. Oluşturulmak, var edilmek, teşkil ve tesis edilmek: Tarih boyunca kurulan dev­ letler, kentler. Kurulduğu günden başlaya­ rak etkin bir hizmeti amaçlayan bir kuru­ luş. Yeni hükümet yakında kuruluyor. On­ larla bağlantı kurulamadı. Kurulan komp­ loları boşa çıkarmak. —3. inşa edilmek, yapılmak: Bölgenin sulama sorununu çö­ zümleyecek büyük bir baraj kurulacak. Kurutan dev köprüler. —4. Oluşmak, or­ taya çıkmak: Dünya kuruldu kurulalı bu böyledir. —Dilbil. Doğru kurulmak, yanlış kurul­ mak, bir sözcükten, bir deyimden söz ederken, dilin kurallarına uygun olmak ya da olmamak. K U R M A Y a. Ask. 1. Karargâh ve komu­ ta hizmetlerini (plan, proje, yönetim, emir, rapor, yorum, sevk ve idare) yürütebile­ cek, nitelikli ihtisas sahibi subaylara veri­ len ad. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu subayla­ rın mensup olduğu sınıf. —3. Kurmay başkanı, büyük birlik karargâhlarında ko­ mutan adına kurmay görevlerini planla­ yan, yürütülmesini sağlayan en büyük rüt­ beli ya da kıdemli kurmay subay. (Bk. an­ sikl. böl.) || Kurmay heyeti, kurmay hizmet­ lerini yürütmek üzere çeşitli sınıf, kuvvet ve rütbedeki kurmay subaylarla general­ lerden kurulu topluluk. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ask. Kurmay olabilmek için, Harp okulu kökenli üsteğmen ya da yüzbaşı rüt­ besindeki subaylar sınavdan geçerek Harp* akademisi'ne girerler Buradaki eği­ tim ve öğretimi başarıyla bitirenler çeşitli birlik ve karargâhlarda kurmay görevi yap­ tıktan sonra, bir yıl da Silahlı kuvvetler akademisi'nde çeşitli silah ve sınıfların birlikte sevk ve yönetimi üzerinde eğitim görerek kurmay eğitimini tamamlarlar Osmanlı döneminde kurmay sınıfı “erkâ­ nıharp" adıyla anılırdı. Erkânıharp subay­ ları İstanbul'daki Harp okulu'na bağlı bir sı­ nıf olarak açılan Erkânıharbiye mektebim­ den yetişiyordu, Bu arada Avrupa’ ya öğ­ renim için gönderilen askeri öğrencilerden de bu okulda öğretmen olarak yararlanıl­ dı, Erkânıharbiye mektebimi üstün başa­ rıyla bitirenler "erkânıharp", İkinci derece­ de başarıyla bitirenlerse "mümtaz" adıyla osmanlı ordusuna katılırlardı. • Kurmay başkanı. Karargâhların en büyük amiri sayılan kurmay başkanının görevle­ rinden başlıcaları: karargâh çalışmalarının ana ilkelerini saptamak; karargâhta yasa, yönetmelik ve emirlerin uygulanmasını, ka­ rargâhın ast birliklerle ilişkilerinin uyum için­ de yürütülmesini sağlamak; komutanın bu­ lunmadığı zamanlarda karargâhı onun adı­ na yönetmek; karargâhtaki etkinliklere iliş­ kin olarak komutana bilgi vermek, komu­ tanın alacağı kararlan, vereceği emirleri ast birliklere iletmek vo bunların uygulanma­ sını sağlamak; istenmeyen bir durumla kar­ şılaşmamak için gelişmeleri ve muharebeyi yakından izlemek. • Kurmay heyeti. Çeşitli harekâtlarla ilgili plan, projelerin hazırlanması, kuvvetler ve sınıflar arası birleşik harekâtın eşgüdüm içinde yürütülmesi, kurmay heyetinin göre­ vidir Kurmay heyeti içinde kuvvet komutan­ lıklarına (kara, deniz, hava) bağlı kurmay subaylarının yanı sıra, çeşitli rütbedeki ge­ neraller de yer alabiiir. Türk silahlı kuvvet­ lerimin en büyük kurmay heyeti, Genelkur­ may başkanlığıdır. K U R M A Y LIK a. Kurmay sınıfının görevi, kurmay olrna durumu. K U R N A a. (ar. kurne). 1. Hamamlarda, musluk altında bulunan ve su biriktirmeye yarayan, yuvarlak, taştan, genellikle de mermerden tekne. —2. Kurna başı soygu­ nu gibi, çırılçıplak, çok yoksul anlamında kullanılır || Kurna hakkı, hamamda yıkan­ ma ücreti. —Balıkç. Trol ağında, yakalanan balıkların



Kurret Cıl-Ayn toplandığı arka bölüm. (Kurnanın büyüğü­ ne bocilik’ küçüğüne torba‘ da denir.) || İrip ağında torbadan hemen önce gelen dar gözlü ağ bölümü. || HAVUZ'un eşan­ lamlısı. —Ev. eşy. Ofis kurnası, bardak, çatal, ka­ şık v b küçük parçaların yıkanmasında kullanılan ufak yalak ya da içi leğenli la­ vabo. —Kur. tar. Kuma kâtibi, Osmanlı imparatorluğu'rıda mezbahalarda görevli kâtip­ lere verilen ad. —ANSİKL. Mim. Türk hamamlarında sı­ caklık bölümünün eyvan ve halvet hücre­ lerinde, çoğunlukla mermerden oyulmuş kurnalar bulunur. Özellikle saray ve konak hamamlarında ince oymalı mermer kur­ nalar vardır. Bunlar dönemin beğenisini yansıtan barok, rokoko, empire üslupta, zengin süslemeli örneklerdir. Topkapı sa­ rayı müzesi'ndeki Yenisaray ve Validesultan hamamlarında, Dolmabahçe sarayı Hünkâr hamamı'nda, Ahmetratippaşa konağı'nın (Çamlıca kız lisesi) hamamında zengin süslemeli kurnalar ve aynataşları dikkati çeker.



—Parac. Danimarka, Grönland, İsveç, Norveç, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya' nın para birimi. K U R O N (Jacek), polonyalı tarihçi (Lvov 1934). A. Michnik ile birlikte KOR' un kurucularındandır (1976). insan hak­ larını koruma hareketine katıldı, Solidarnosc sendikası'nı destekledi. 1981'de tu­ tuklandı. 1984’te serbest bırakıldı. K U R O P A T K İN (Aleksey Nikolayeviç), rus general (Holmski, Pskov yakınında, 1848 - Şeşurino, Kafinin yakınında, 1925). 1881'de İran sınırında Türkmenler’e karşı savaştıktan sonra, 1898'de Nikolay II ta­ rafından Savaş bakanlığına getirildi, da­ ha sonra Rus-Japon savaşı sırasında Mançurya ordusu başkomutanı olarak Uzakdoğu’ya gönderildi. Orada önce amiral i. I. Alekseyev’le çalıştı. 1904 yılı so­ nunda onun ayrılması üzerine, yerine baş­ komutan oldu. Enerjik bir komutan oldu­ ğunu kanıtlamakla birlikte, Mukden yenil­ gisinden (1905) sonra, yerine general Linyeviç getirildi. Kuropatkin, 1914'te kolor­ du komutanlığı yaptı; 1916’da Türkistan1 da büyük karışıklıklar patlak verince, bu­ raya vali olarak atandı. Sovyetler'e katıldı, Kızıl ordu’nun teknik danışmanı oldu.



K U R N A d e re s i, Göller yöresinde kü­ çük akarsu. Çatak tepesinin B. yamaçla­ rından iner, Burdur kentinden geçerek a K U R O S a. ("genç adam" anlamında Burdur gölüne dökülür. yun. söze.). Ayakta, karşıdan, sol ayak bi­ K U R N A L I sıf. Kurnası olan ya da kurna­ raz ilerde, eller bedenin iki yanına bitişik sı belirtilen bir maddeden yapılmış; belir­ olarak gösterilen, arkaik yunan heykelle­ tilen nitelikte, sayıda olan: Kurnalı hamam. rinin özelliklerini taşıyan çıplak genç erkek Mermer kurnalı. Üç kurnalı. heykeli. —ANSİKL. Bu heykellere uzun süre ApolK URNATA - KIRNATA. lon adı verildi. Arkaik kuroslar tapınaklar­ K U R N A Z sıf. (fars. kumaş'tan). 1. iste­ da bir tanrıya sunuluyor ya da ölünün anı­ diklerini elde etmek ya da gerçekleştir­ sına mezarların başına dikiliyordu. İ.Û. VII. mek için dalaverelere başvuran, başkala­ yy.’dan sonra, Mısır örneklerinin etkisiyle rını kolayca kandırabilen kimse için kulla­ dev boyutlu kuroslar yapılmaya başlandı nılır: Çok kurnazdır, dikkat et de oyununa (Sunion kurosu, Taşoz kurosu), insan be­ gelme. —2. Davranış biçimi kurnaz bir deni daha doğru bir biçimde yansıtıldı, kimseyi çağrıştıran hayvan için kullanılır: oranlar gerçeğe daha çok yaklaştı. V. yy.’ Tilki kurnaz bir hayvandır. ın başlarında, duruşlar daha yumuşak ve gerçekçi bir duruma geldi (Aristodikos K U R N A ZC A sıf. Kandırmaya yönelik ey­ heykeli). Çoğu kez mermer, ara sıra da lem, tutum vb. için kullanılır: Bu tür kur­ bronzdan (Pire Apollonu, Piombino Apolnazca sözlerle bizi kandıramazsınız. Kur­ lonu) yapılmış olan bu kuroslara, ionia'dan nazca bir plan. (Sisam) Attike’ye tüm yunan yerleşimlerin­ ♦ be. Kandırarak, aldatarak: Bizi kurnaz­ de, Kyklades adaları’nda, Delphoi'de (Arca atlatmaya çalıştı. gos “ ikizler"), Ptoion’da (Boiotia), Peloponisos'ta ve Büyük Yunanistan'da rastlanır. K U R N A Z U K a. 1. Kurnaz bir kimsenin niteliği. —2. Bir kimsenin isteklerine ka­ & KURO SA VA A K İR A , japon sinemacı vuşmak için başvurduğu ustaca, ancak (Tokyo 1910). 1936'da asistanlığa ve sehileli, dalavereli davranış: Şeytanca kur­ naryoculuğa başladı, ilk filmini (Sugata nazlıklar. Bu evin tapusunu akıl almaz kur­ Sanşiro) 1943’te çevirdi, ardından (Subanazlıklarla üstüne geçirmiş. raşiki niçiyobi (1947), Yoidore tenşi (1948), Norainu (1949), Şubun (1950) adlı filmleri K U R N E T E Y N a. (ar kurne'nin ikili çoğl. gerçekleştirdi. 1921'de Haşomon"la Ve­ kurneteyn, iki kurna). Esk. Yıkanmaya ye­ nedik Festivali büyük ödülü’nü aldı. Dostecek miktarda, iki kurna dolusu su. toyevskiy'in Budala'sını sinemaya uyarla­ K U R N U L , Hindistan'da (Andhra Pradı ve en başarılı filmlerinden biri olan ikideş) kent, Haydarabad'ın G.'inde, Hindru'yu (1952) çekti. Yedi samuray (Şiçinin ro ile Tungabhadra'nın birleştiği yerde; no samurai) [1954] ile halkın büyük beğe­ 236 313 nüf. (1991). Ticaret ve üniversite nisini kazanan Kurosava, sırasıyla İkimomerkezi. —Yakınında, Alampur'da, V IIno no kiroku (1955), Kumonosu-Co (ShaVIII. yy.'lardan kalma tapınaklar bütünü. kespeare’den, 1957), Donzoko (Gorki1 den, 1957), Kakuşi toride no san akunin K urobs, Japonya’da hidroelektrik tesisi, (1958), Varui yatsu hodo yoku nemuru aynı adı taşıyan ırmağın üzerinde, Honşu (1960), Yocimbo (1961), Sancuro (1962), (Toyama ili) adasında. Tengoku to cigoku (1963), Akahige (1965), K U R O K İ TA M E S A D A (kont), japon Dodes-Kaden (1970), Dersu Uzala (1974), general (Satsuma 1844 - Tokyo 1923). Savaşçının gölgesi (Kagemuşa) [1980, 1895’te Çin'e karşı girişilen savaşta tümen Cannes'da Altın palmiye], Ran (1983), komutanlığı yaptı. Rus-Japon savaşı’nda, Runavvay Train (1985), Düşler (Akira KuI. Ordu'nun başında, önce Yalu'da, son­ rosawa’s Dreams) [1990], Ağustosta ra Liaoyang ve Mukden’de (1905).yararlırapsodi (Rhapsody in August) [1991] lıklar gösterdi. adlı filmleri yaptı. K U R O N a. (fr. couronne; lat. corona; K U R O Ş İO ("siyah akıntı” anlamında Ja­ yun. korone, eğri şey’den). Dişç. cerr. ponca söze.). Batı Büyük Okyanus'ta Önemli bir lezyonu bulunan diş tacını kap­ önemli bir akıntı sistemi; Kuroşio akıntısı, layan sabit protez. (Metalden ya da sera­ 10°K ile 45°K enlemleri arasında, saat yel­ mikten, metal üzerinde pişmiş seramikten, kovanı yönünde büyük bir çember çizer. plastik maddelerden yapılabilir.) Kuroşio akıntısı, K.'e doğru yavaş yavaş — Nümism. Fransa’da Philippe VI de Vasoğuyan, tropikal kökenli büyük bir su küt­ lois tarafından bastırılan ve üzerinde bir lesini akıtır; bu kütle, ters yönde akan ku­ taç simgesi bulunan kraliyet parası; da­ tup kökenli suların üstünde yol alır. Sistem ha sonra ispanya’da Kari V ve Felipe II, G.'den K.'e doğru üç bölüme ayrılır. Tro­ İngiltere'de Edward VI tarafından taklit pikal bölüm (Filipinler'in ve Tayvan’ın D.’ edildi. (XVIII. yy. sonunda, İngiltere'de, gü­ sunda), ada yayları engeline çarparak samüş kuronlar ve küçük birimleri bastırıldı.)



pan kuzey ekvator akıntısı aracılığıyla sı­ cak ve tuzlu suyla beslenir Tayvan'ın açık­ larından Tokyo'nun G.'ine kadar uzanan yarıtropikal bölüm, yavaş yavaş ılıklaşan ve tuzu azalan suları taşır. Honşu' nun kı­ ta kenarının üstünde akış hızlıdır (4-10 km/sa) ve Gulf Stream'inkine biçim ve sü­ re bakımından benzeyen büklümler çizer. Dönme eylemi D.’ya doğru gelişir, suları G.'e, sonra G.-B.’ya doğru götüren Kuro­ şio karşı akıntısını oluşturur. Kuroşio’nun genişlediği kesim olan ılıman bölüm, Honşu’nun G.’inde uzanarak Kuzey Büyük Okyanus akıntısında kaybolur. Kutup su cephesiyle karşılaşınca sular açık biçim­ de soğur, tuzunu yitirir ve egemen B. rüz­ gârlarıyla sürüklenir. Cephenin yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen akıntıları da karma­ şık ve rüzgârların gücüne, Oyaşio'nun de­ bisindeki oynamalara bağlı olarak deği­ şiklikler geçirir. Japon, koreli veformozalı balıkçı şirketleri, sistemin çeşitli bölümle­ rini etkin biçimde işleterek yararlanmak­ tadır.



7175



K U R O T k u rg a n ı. Arkeol. Orta Asya'da, Batı Altaylar'da kurgan; Obi nehrinin kay­ nak kollarından Ursul nehrine Kurot suyu­ nun döküldüğü yerden 15 km uzaklıktadır 1937'de kazılan kurganda Hunöncesi ve Hunlar döneminden buluntulara rastlandı. Seramikler Afanasiyevo* ve Andronovo* kültürleriyle benzerlik göstrerir. Kurganın üzeri daire biçiminde dizilmiş taşlarla çev­ rilidir. Bu kurganın yakınlannda Göktürkler1 den kalma kurganlar bulundu. Hun döne­ mi (Karat III) yapıtları Şibe, Katanda, Berel eserleriyle benzer özellikler taşır. K U R P İN S K İ (Karal), polonyalı besteci (Wloszakewice 1785 - Varşova 1857). 18121817 arasında Varşova’daki Dramatik sa­ natlar yüksekokulu’nda, 1835-1840 arasın­ da da Şan okulu’nda ders verdi. 1824 -1840 arasında Ulusal tiyatro’yu yönetti. 1819'da saray capellasının başına getirildi. Polonya’nın ilk müzik dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Operetler, baleler ve melodramlar besteledi. Bunlarda İtalyan müziğinin etkileri sezinlenir. K U R R A çoğl. a. (ar. kari ''nin çoğl. (turrs°). Esk. Kuran'ı usulüne göre okuyanlar, usta hafızlar. K U R R E a. (ar. kurre). Esk. 1. Soğuk. —2. Parlaklık, ışıltı. —3. Kurret-ül-ayn, göz nuru; sevinç. K U R R E T Ü L -A Y N , daha önce Zerrin Tâc diye anılıyordu, Bâb* mezhebinin ka­ dın öncüsü (Gazvin ? - Tahran 1855). Reştli Hâc Seyit Kâzım'dan etkilendi; un­ vanını da ondan aldı. Gazvin’de Bâb'ın öğretisini yayan vaaz ve öğütleriyle ün ka­ zandı. Kerbela, Bağdat, Hemedan'da pe­ çesini çıkararak verdiği bu tür vaazlar so­ runlar yarattı. Amcası ve kayınpederi Hâc Molla Muhammet Tahi’nin öldürülmesiy­ le (1848) ilgili görülerek yargılandı. Öğre­ tisini yaymayı Tahran, Bedeşt, Nur'da sür­ dürdü. Yandaşlarının Mazenderan'da çı­ kardığı ayaklanmada tutuklanarak Tahran’a getirildi. Konuşmalarıyla üzerinde iyi etki bıraktığı Nasırettin Şah rahatsız edilmemesi için emir verdi. Ancak babilerin Şah'a düzenlediği suikast üzerine idam



bulunan kuros mermer, İ.Ö. 520'ye doğr. Ulusal müze, AUna







... ,



. .....



MTOHU AKira nin yoneuıgı t o ’dan bir safine.



Kurret ül-Ayn edildi. Güzelliği, bilgisiyle ün kazanmıştı. Başarılı şiirleri vardır. K U R S a. Bir sanat, teknik vb. öğretmek ya da okul bilgilerini tamamlamak ama­ cıyla yapılan öğretim; ders: Direksiyon kursu. Daktilo, bilgisayar kurslarını izle­ mek. Dikiş kursu.



güvercinin kursakı



örtlmceğln kuraakı 1. Kursak; 2, Yemakboruau; 3. Mide; 4. Ağız; 5. Zehir çengeli; 6. Ön anaatardamar; 7. Göğüs sinir düğümleri; 6. Trake.



K U R S a. (ar. kurs). 1. Yassı ve daire bi­ çimindeki şey. —2. Odanın havasını gü­ zel kokutmak için, ateşte yakılan ve için­ de öd bulunan pul biçiminde küçük tane. —Esk. Kurs-i nan, yuvarlak ekmek. || Kurs-i simin, Ay. || Kurs-i zer,, altın, para. —Esk. bot. Kurs-i varak, yaprak. —Esk. gökbil. Bir gökcisminin gözlemci­ ye görünen yuvarlak ve düz yüzeyi. || Kurs -i kemer, Ay kursu. || Kurs-i meri, görünen kurs.| Kurs-i şems, kurs-i âfitab, kurs-i hurşid, Güneş kursu. —Arkeol. Kanatlı kurs, Eski Mısır’da iki uraeusla çevrelenmiş ve iki yanında birer kanat bulunan güneş tasviri. (Bu simge Edfu'daki tanrı Horus'u anımsatır; koruyu­ cu bir etkisi vardır, tapınaklarda, kapıların üzerinde ya da stellerin üst bölümünde görülür. Kanatlı kurs, Eski Mısır'dan, Gü­ neş tanrısının simgesi olarak Hititler’e, tan­ rı Asur’un simgesi olarak Asurlular'a, tanrı Ahuramazda'nın simgesi olarak da Persler'e geçmiştir.) || Güneş kursu -* GÜNEŞ KURSU. —XVIII. yy.’da, bugünkü Mexico katedrali'nin yapı eteklerinde ortaya çıka­ rılan ve üzerinde Aztekler'ln güneş takvi­ mi kazılmış olan dev boyutlu taş. (Ortasın­ da, dört güneşle çevrili, Güneş Tonatluh' un yüzü bulunur. Dış çemberde ise, çift yılan imgesi görülür,) —Mak, san. Gidip gelme hareketi yapan bir organın yer değiştirme miktarı. || Kurs sonu, almaşık hareket yapan bir cismin uç konumlarından her biri. || Boş kurs, bir ta­ kım tezgâhında çalışma sırasında, hiçbir daldırma kuvvetinin uygulanmadığı yak­ laşma ya da uzlaklaşma kursu. —Mim, Mimarlıkta bezeme öğesi olarak kullanılan daire biçimli motif. (İki kemer arasındaki üçgen yüzeylerde, sütunların ekseni üzerinde kullanılan kurslar, bulun­ dukları yüzeyle aynı düzeydedir; oymalı, kabartmalı gülü andıranlarına gûlçe', ya­ rım küre biçiminde kabartmalı olanlarına da kabara" denir) 3i K U R SA K a. 1. Kuşların yemekborusunda bulunan, sindirimde görev almayan (besinler burada depolanır ve gerektiğin­ de yeniden ağza getirilebilir) şişkin bölüm. (Kursak yırtıcı kuşlarda ve tavuksular ya da güvercinler gibi tohumlarla beslenen kuşlarda çok gelişmiştir. Tavuksularda ve tohumcullarda, hem erkekte, hem de di­ şide, üreme mevsiminde epitelyum beyaz bir sıvı salgılar: yavruların beslenmesine yarayan, lipidler ve proteinler bakımından zengin kazeum ya da "güvercin sütü".) [Bk. ansikl. böl. Zool.] —2. Sucuk doldur­ maya, düdük yapmaya, vb. yarayan ku­ rutulmuş incebağırsak, zar: Düdük kursa­ ğı. —3. Tkz. Mida —4. Kursağı boş, acık­ mış, karnı çok aç (tkz.). || Kursağında (hâ­ lâ birinin) ekmeği bulunmak, bir kimsenin besleyip büyüttüğü kişi olmak ve ona say­ gısını yitirmemek (tkz.). | Kursağında kal­ mak, düşünülüp istenilen bir şeyden söz ederken, gerçekleştirememek, yarım kal­ mak (tkz.). || Kursağından geçmemek, bir­ likte olmadığı için sevilen bir kişinin sev­ diği ama yiyemediği bir yemeği iştahla yi­ yememek (tkz.). —Böcbil. Yersolucanlarında, Echuria'larda ya da böceklerde sindirim borusuyla mide arasında bulunan organ. (Bk. ansikl. böl. Böcbil.) || Bazı kertenkelelerin (örne­ ğin varanlar) boğazları altında sarkan deri uzantısı. || Kursaktan çıkarma, özellikle kuşlarda, kursakta depolanan ve bir ön sindirim işleminden geçen besinleri yav­ rularına yedirmek amacıyla anababanın yeniden ağzına getirmesi. (Bk. ansikl. böl. Zool.) || Kursak plakaları, bazı arttansolungaçlı karındanbacaklı yumuşakçalarda kursak içinde bulunan ve dişlidilin başlat­



tığı besinlerin öğütülme işlemini sonuçlan­ dıran, sivri uçlarla donanan boynuzsu ya da kireçli kıkırdaksı levhalar. —\fet. Yalana kursak, yemekborusunun bir bölümünün anormal biçimde genişlemesi (megaözofagus da denir). [Toynaklılarda, gevişgetirenlerde ve köpekte rastlanan bu yemekborusu genişlemesi bazen yemek­ borusunun baş tarafında, bazen alt tara­ fında olur.] (Bk. ansikl. böl.) ♦ sıf. 1. Kursak zarından yapılmış: Kur­ sak tef. —2. Kursak sakallı, sakalı çenesi­ nin altında olan. —ANSİKL. Böcbil. Böceklerin kursağı, yemekborusuyla taşlık arasında bulunur ve yutulan katı maddeleri ezmeye yarar ya da arılarda ve karıncalarda olduğu gibi, bal deposu görevi yapar Bazı böceklerde (pulkanatlılar, sokucu ikikanatlılart, genişleye­ rek, sıvı besinleri soğurabilir Örümceklerin emici sindirim kesesine de "kursak" denir. —Yet. Yalana kursak. Süreğen bir hasta­ lıktır; kursağa giren besin maddeleri bura­ da birikir ve fıtığın sürekli olarak büyüme­ sine yol açar. Tek tedavi yolu ameliyattır. —Zool. Yuvadaki yavrular İçin besinleri ta­ şımak ve yavruların sindirebileceği hale ge­ tirmek İçin sindirim borularının ön bölü­ münden (daha sonra bu bölümdeki besin­ leri yavrulann ağzına boşaltırlar) yararlanan birçok kuş ve memeli hayvan vardır. Ayrı­ ca, ardına yırtıcı bir kuş düşmüş kuşlar da hafiflemek için ya da slndirllemeyen öğe­ leri (kemikler, telekler, yırtıcı kuşlarda avla­ nan kuşun gagası, kıllar boynuzlar ve pi­ ton yılanlarında antilopların toynakları vb) dışarı atmak İçin kursaktan çıkarma işlemi­ ne başvururlar. K U R SA K LI sıf. 1. Kursakla yapılan: Kur­ saklı düdük. —2. Halk arasında guatr hastalığına verilen ad. K U R S İY IR a. (fr. coursleYderi). Belli bir dalda kura alan kimse, kurs öğrencisi. K U R 8 K , Rusyada kent, orta kesimde­ ki siyah topraklar bölgesinde; 424 000 nüf. (1989). Yönetim ve hizmetler kesimi merkezi olan kent, gelişmekteki bölgesel bütün içinde bir sanayi (makine sanayi­ leri, sentetik elyaf, dönüştürme sanayile­ ri) odağı haline geldi. "Kursk'taki magnetlk sapma"ya yol açan maden yatağı er­ kenden işletilmeye başladı, Demirli kuvarzltten ayrılan demir cevheri (ülke üre­ timinin yaklaşık % 20’sl) Gubkin ve Yeleznogorsk’ta toplanır ve Novo Llpetsk demlr-çellk kompleksi İle Stari Oskol çe­ lik fabrikasında İşlenir. Cevher üretiminin bir bölümü Ural ve Çerepovets'teki demir-çellk merkezlerini besler. —Ask. tar. 3 kasım 1941 'de Almanlar'ın eline geçen Kursk, 8 şubat 1943’te Stalingrad'ın (bugün Volgograd) kurtarılma­ sı için girişilen saldırı sırasında Kızıl ordu tarafından yeniden alındı, Burada oluştu­ rulan Kursk ileri hatt/na 5 temmuz 1943‘te Von Kluge komutasındaki alman kuvvetleri güneyden ve kuzeyden 38 tü­ men, 3 000 tank (panzer tanklarının ilk kullanılışı) ve 6 000 topla saldırdılar. Yedi günlük çarpışmadan sonra, yoğun rus topçu ateşi Almanlar'ı püstürttü. 13 tem­ muzda Kızıl ordu genel saldırıya geçti. K U R S K İY Z A L İV , alm K u ris c h e s H a ff, Rusya'nın Baltık denizi kıyısında denizkulağı, uzun bir kıyı şeridiyle sınır­ lanır; Litvanya ile Rusya'nın Kaliningrad bölgesi arasında bölüşülmüştür. Nyemen ırmağı buraya dökülür. K U R Ş U N a. 1. Mavimsi gri renkte çok ağır metal. (Simgesi Pb olan kimyasal ele­ ment.) [Bk. ansikl. böl. Kim. ve San.] —2. Tüfek, tabanca gibi elle taşınabilir ateşli silahlarda kullanılan mermi. (Bk. ansikl. böl. Sil.) —3. Kurşun atmak, silahla mermi atmak; birine düşmanlık etmek. || Kurşun erimi, atılan merminin en çok gidebilece­ ği uzaklık birimi. || Kurşun gibi, çok ağır şeyler için kullanılır. || Kurşun rengi, kur­ şuni. || Kurşun yağdırmak, ara vermeden çok sayıda kurşun atmak. || (Birini, bir şe­



yi) kurşun yağmuruna tutmak, bir şeye ya da kimseye aralıksız olarak ateş etmek. || Kurşun yemek, vurulmak: Göğsünden üç kurşun yemişti. || (Birini) kurşuna dizmek, verilen ölüm cezasını askeri bir birliğin at­ tığı kurşunlarla yerine getirmek. —Anorg. kim. Kurşun dioksit, formülü P b02 olan kurşun peroksit. —Ask. cez. huk. Kurşuna dizme, asker ki­ şiler hakkında, askeri bir suç nedeniyle verilen ölüm cezasının yerine getiriliş bi­ çimi. (Askeri mahkemelerin askeri olma­ yan bir suç nedeniyle ya da asker olma­ yan kişiler hakkında verdikleri ölüm ceza­ ları, hükümlünün asılması yoluyla yerine getirilir [Askeri cez. k. md. 20.].) —Ask. denize. Kurşun safrası, torpidonun dengesini sağlamak için başlık bölümü­ ne yerleştirilen kurşun kütlesi. —Avc Kurşun zehirlenmesi, birçok yaban ördeği bedenlerine değmeyen av kurşun­ larıyla ölür: su dibindeki çamurla birlikte bu kurşunları da yutar ve zehirlenirler. —Balıkç. Bir olta ya da ağa bunları suya batırmak ya da dipte tutmak amacıyla bağlanan, genellikle kurşundan ağır ci­ sim. || Kütlesel kurşun, hızlı akıntılara kar­ şı koyabilmesi için bir yüzer otlaya takılan kurşun düzeneği. || Parçalı kurşun, daha duyarlı hale getirmek için, bir yüzen olta­ ya kademeli olarak takılan kurşun dü­ zeneği. — Bitki patol. Bir mantarın (Stereum purpureum) meyve ağaçlarında neden oldu­ ğu çeşitli hastalıklara verilen ad. (Asalak, gövde ve dallardaki yaralardan içeri girer, damarlarda yerleşir ve çeşitli toksinler sal­ gılar. Bunlardan biri odunun esmerleşme­ sine, öteki yaprakların üstderi hücrelerinin yerlerinden ayrılmasına neden olur; yap­ raklar kurşuni bir renk alır.) —Cerr. Kurşun çıkarma aleti, kauçukla kaplı uzun ve dar ağızlı pens. Derin yara­ lara gömülü kurşunları, balistik yönden İn­ celemek amacıyla zedelemeden çıkart­ maya yarar, —Denize. El iskandil kurşunu, el İskandi­ linin, ağırlığı 4 İle 8 kg arasında değişen kurşunu. \\ İskandil kurşunu, İskandil savlosunun ucuna bağlanan ve İskandil et­ mede kullanılan metal parça, —Folk, Kurşun dökmek, eritilmiş sıcak kurşunu su dolu bir tasa atarak oluşan şe­ killeri yorumlayıp fal bakmak ve bazı has­ talıkları tedavi etmek. —Ikt. tar. Kurşun vurmak ya da kurşunla­ mak, Osmanlı döneminde, gümrük dene­ timinden geçmiş ya da deftere kaydedil­ miş eşyayı, değiştirilmesini önlemek için mühürlemek, —İnş. Düşey doğrultuda sarkması için bir çekül İpinin ucuna bağlanan küçük kur­ şun (ya da başka bir metalden) ağırlık. || Mahya kurşunu, bir çatıda mahyayı örten kurşun levha. —Kim. Toz kurşun, bileşiminde gümüş bulunmayan ve ayarcıların, alaşımlann kal işleminde kullandıkları metal kurşun. || Yanmış kurşun, MASlKOT'un eşanlamlısı. —Metalürj. Kurşun kaplama, bir yüzeyi korumak için saf kurşunla ya da kurşun­ ca zengin bir alaşımla kaplama. (Tank çe­ perlerine kurşun kaplama, kurşunu kim­ yasal olarak etkilemeyen sülfürik asit ve kimi asitlerin depolanmasını sağlar.) [Bk. ansikl. böl.] || Kurşun kaplamak, bir yüze­ ye kurşun kaplama işlemi uygulamak. —Patol. Kurşun gutu, kurşun zehirlenme­ sinin neden olduğu gut türü. Eklemlerde şekil bozuklukları ve kısa sürede küçük tofus birikintileriyle kendini belli eder. (Kur­ şun zehirlenmesi gibi tedavi edilir.) || Kur­ şun zehirlenmesi, kurşun tuzlarının alın­ masından ya da vücuda azar azar kurşun sinmesinden ileri gelen akut ya da süre­ ğen zehirlenme. (Bk. ansikl. böl.) —Petr. san. Oktan indislerini iyileştirmek için motor yakıtlarına katılan vuruntu ön­ leyici katkı maddesi. (Bu, gerçekte kurşun -tetraetil ile kurşun-tetrametilTn bir karışı­ mıdır. Kentlerin havasını kirlettiğinden za­ rarlıdır. Avrupa'da kullanılmasına izin ve­ rilen maksimum miktar benzinin 0,40 g/l’



ERİTME



GÜMÜŞÜN ÖZÜTLENMESİ



antma va külçeleme



ezme makinesi



geri dönen iri parçı



belgesine göre



YUKUN HAZIRLANMASI: doz belirleme: cevher, kireçtaşı, silis pirit, arıtma cürufu, toz, geri dönen iri parça



mürdesenk (kurşun)^



otomatik külçoloma sıvı kurşun



kalsiyum vs ı 500 °C magnazyumun * .özütlanmaai



Petıarroya belgesine göre



sidir. Krakingle ve bireşimle elde edilen kurşunsuz benzinin oktanında katkı mad­ desi yoktur ve üretimi çok pahalıdır. —Sil, Sert kurşun, ana maddesi kurşun olan anoak % 17-18 antimon, % 8-10 ka­ lay da İçeren ve eskiden mermi yapımın­ da kullanılan alaşım. —‘ferz. Bir perdenin ya da ceketin dik dur­ ması için etek kıvrımlarının İçine dikilen yuvarlak kurşun parçası. ♦ sıf. Kurşundan yapılmış: Kurşun bo­ ru, Kurşun asker. — Balıkç. Kurşun yaka, ağı suyun dibinde dikey tutmaya yarayan kurşunlarla dona­ tılmış altbölüm. —Camo. Kurşun çubuk, bir vitray pano­ sunun cam parçalarının birleştirmeye ya­ rayan H kesitli, kurşundan çubuk. (Orta kısmına merkez, yanlarına kanat denir.) —ANSİKL. Eczc. Kurşun tedavide, çeşitli tuzlar halinde dıştan yara iyileştirici ve ku­ rutucu olarak kullanılır. Yansız kurşun ase­ tattan, bazik kurşun asetat çözeltisi yapı­ mında yararlanılır. Bu çözeltiye su katıla­ rak elde edilen süt görünümündeki sıvı­ ya “ kurşun suyu” adı verilir ve bu sıvı, eziklere, burkulmalara ve kaşıntılara kar­ şı kullanılır. —Jeokim. Kurşunun çeşitli izotopları, kayaçları tarihlendirmekte kullanılır. (-* jeOKRONOLOJİ.) Kıta ve okyanus kabuğu kökenli kayaçlarda 20ePb/204Pb ve 207pt, / 204pp izotop çiftlerindeki değişik­ likler, geniş bir bileşim değişkenliği gös­ teren Yer mantosunun kimyasal dönüşüm­ lerinin yapısı ve kronolojisi üstüne bilgi edinmeyi sağlar. Havada katı asıltı duru­ munda bulunan kurşun, yağış ya da in­ ce toz parçacıkları biçiminde yere düşer. Topraktaki, okyanuslardaki, deniz ya da göl çökellerindeki dozu, çağlar boyunca kirlenmenin gelişmesini izlememize ola­ nak verir. —Kim. ve San. Kurşun, korozyona uğra­ mamışsa mavimsi-gri, parlak bir katıdır, lirnakla çizilebilecek ve bıçakla kesilebi­ lecek kadar yumuşaktır Soğukta yassılaştırılabilir, ancak pek dayanıklı değildir. Bi­ linen metallerin en ağındır- Kimyasal et­ kenlere karşı iyi bir direnç gösterir. Hava­ da bazik bir karbonat katmanının oluşu­



mu nedeniyle kararır, ama bozulma yü­ zeysel olarak kalır. Arı sudan etkilenmez. Karbondioksitll suların etkisiyle, az çözü­ nen zehirli bir tuz oluşturur. Ancak suyun sülfat içermesi durumunda çözünme meydana gelmez; bu nedenle yağm ur su­ ları dışında, kaynak ve nehir sularının ta­ şınmasında yararlanılan boruların yapı­ mında hiçbir sakınca olmadan kullanıla­ bilir. Kurşun klorür (PbCI2) ile kurşun sülfat (PbSO^ suda çok az çözündükleri İçin hidroklorik asitle sülfürik asidin metal üze­ rindeki etkisini sınırlar, çünkü bu sırada metal yüzeyinde koruyucu bir katman olu­ şur. Kurşun iki ya da dörtdeğerlidlr. Pb4+ katyonu sulu çözeltide az kararlıdır. Atom numarası: 82 Atom kütlesi: 207,2 Erime sıcaklığı: 327,5 °C Kaynama sıcaklığı: 1 740 °C özgül kütlesi: 11,35 g/cm3 Elektron biçimlenmesi: [2,8,18,32,18] s2 p2 Yükseltgenme dereceleri: +2, +4 izotopları: 198-214 Doğal kurşun: ^ P b : % 52,3, ^ P b : °/o 23,6 ^ P b : % 22,6, a^Pb: °/o 1,48



• Kurşun bileşikleri. Kurşunun özellikle üç oksidi bilinir. Kurşun monoksit (PbO), me­ talin havada kavrulması sonunda elde edilir; görünümüne bağlı olarak bu bile­ şiğe "masikot*" ya da "mürdesenk*" de­ nir. Kurşun monoksit, kurşun hidroksit'e [Pb (OH)2] denk düşen bir bazik oksittir. Pb,Ö4 formüllü oksidi ya da başka bir de­ yişte minyum (sülüğen), turuncu-kırmızı bir tozdur; masikot peroksitleştirilerek el­ de edilir. Kahverengi-siyah olan ve "kur­ şun peroksit" olarak da adlandırılabilen kurşun dioksit (PbOj), kuvvetli bir yükseltgendir. Asit anhidrit rolü oynayarak plumbatları verir. Kurşunun ikideğerli olduğu tuzları ara­ sında genellikle şu bileşikler yer alır: kur­



şun klorür (PbCI2), kaynar suda hafifçe çözünen beyaz bîr tozdur. KurşUn iyodür (P blJ sarı renklidir, kurşun sülfür (PbS), siyahtır; doğal yoldan oluştuğunda galen olarak adlandırılır; galen kurşunun temel bir cevheridir, Kurşun karbonat (PbCÖ3) beyazdır, doğada bulunur (serüzit). For­ mülü yaklaşık 2PbCO,,Pb(OH)2 olan, "kurşun beyazı" ya da gümüş beyazı" da denen üstübeç", yapay bazik bir kar­ bonattır, Kullanımı kimi Avrupa ülkelerin­ de yasaklanmıştır. Kurşun tuzlarının çoğu suda çözünmez. Çözünebilen başlıca tuzları oldukça zehirli olan kurşun nitrat İle kurşun asetattır. Kurşun-tetraetil, bir vuruntu önleyicidir; İçten yanmalı motor yakıtlarına az miktar­ da katıldığında, bu yakıtların niteliğini ge• Cevherleri, Karbonat (serüzit), sülfat (anglezlt), fosfat (piromorflt) ve çeşitli mi­ neral türleri biçiminde bulunmasına kar­ şın kurşun cevherlerinin en yaygın olanı galen ya da başka bir deyişle kurşun sül­ fürdür (PbS). Yoğunluğu 7,60 olan kurşun sülfür, arı durumda % 86,6 kurşun içerir. • Kurşun üretimi. Kurşunun, cevherlerin­ den metal olarak elde edilmesi üç aşama­ da gerçekleşir. Birinci aşamada cevher kavrulur Kavurmanın amacı, hem cevher­ de bulunan kükürdü gidermek, hem de cevherin yanı sıra indirgeme aşamasında zorunlu olarak katılmış özel eriticileri de içeren yükü topaklaştırmaktır. Kavurma iş­ leminde, dünyanın hemen her yerinde ev­ rensel olarak kullanılan Dwight-Lloyd yön­ teminden yararlanılır. Bu yöntemde son­ suz bir banda benzeyen, ızgaralarla do­ natılmış bir aygıt kullanılır. Bu sırada yü­ kün içine hava üflenerek en önemlisi aşa­ ğıda verilen birçok tepkime başlatılır: PbS + 3/202 -



PbO + S 02 (AH -



- 416 kJ/mol),



ayrıca şu tepkimeler de meydana gelir: PbS + 4S03 - PbS04 + 4S02; PbO + SO,



PbS04;



PbS + PbS04 * 2Pb+2S02; PbS + 2PbO -



3Pb + S O „



KURŞUN ÜRETİMİ



kurşun 7178



Böylece kükürdünden arındırılmış ve toplaştırılmış bir yük elde edilir. Kükürt dioksit (S02) biçiminde uzaklaştırılan kü­ kürt, daha sonra sülfürik asit olarak yeni­ den kazanılır. İkinci evrede, su ceketli, bir fırında indirgen bir eritme uygulanır. Kav­ rulan topak burada kokla işleme sokulur; böylece kurşun oksit indirgenirken gan­ gın erimesi sağlanır. “ Ham kurşun" de­ nen ve çeşitli katışkı maddşleri içeren sı­ vı kurşunla, gene sıvı durumdaki cüruf, fı­ rının dibinde toplanır. Bu ürünler yoğun­ luk farkına bağlı olarak birbirinden ayrılır. Üçüncü aşama “ arıtma evresi” dir. Bu ev­ rede ham kurşun, katışkılarından arındı­ rılır. Ham kurşundan soğutmh ve sülfür­ lerine yoluyla önce bakır özütlenir. Diğer katışkıların giderilmesi için iki yöntem uy­ gulanır: 1. Beits'in elektrolitik yöntemi (1903); bu yöntem, yalnız bakır dışında % 2’den çok katışkı içeren ham kurşunun işlenmesin­ de kullanılır. Arı olmayan ve anot olarak dökülen kurşun, fluorosilikatlı bir ortamda elektroliz edilir. Katotta °/o 99,995'lik arılıkta yumuşak kurşun ayrılırken katışkıların tü­ mü, anot çamurunda derişikleşir. Çamur işlendiğinde gümüş, altın, antimon, arse­ nik ve bizmut gibi metaller yeniden kaza­ nılır; 2. ikinci yöntem, ısıl yöntemdir; üç aşama­ yı içerir: a) birinci aşamada arsenik, ka­ lay ve antimon yükseltgeme yoluyla uzak­ laştırılır; işlem sırasında oksijen bakımın­ dan zenginleştirilmiş hava ya da sodyum hidroksit ile sodyum nitrat akışkanlaştırıcısı kullanılır (Harris yöntemi); b) ikinci aşa­ mada altın ve gümüş çinko yardımıyla ge­ ri kazanılır; çinko değerli metallerle köpük biçiminde özütlenen bir alaşım oluşturur. Altın ve gümüş daha sonra ayrılır; c) üçün­ cü aşamada bizmut, kalsiyum ve mag­ nezyum yardımıyla uzaklaştırılır (Kroll -Betterton yöntemi). Isıl yöntemle, % 99,99 arılıkta yumuşak bir kurşun elde edilir: bu en çok kullanı­ lan bir arıtma yöntemidir: dünya yumuşak kurşun üretiminin °/o 80'i bu yolla sağla­ nır. • Kullanım alanları. Kurşun, temel olarak akümülatör yapımında kullanılır (toplam tüketimin yaklaşık °/o 50'si). Bu uygulama­ da kurşundan hem metal (alaşım halinde kurşun ızgara ve kutup başları), hem de etkin madde (kurşun oksit ve çeşitli katkı karışımı) olarak yararlanılır. Kurşun metalinin kullanım alanları ara­ sında matbaa harflerinin dökümü, elektrik enerjisi iletiminde kullanılan kabloların kaplanması, özellikle su ve gaz döşemiy-



Ie ilgili boru donanımlarının yapımı sayı­ labilir. Kurşun metali tüketiminde yakın za­ mana dek geniş bir pazar oluşturan su ve gaz donanımlarının yapımı, teknolojik ve ekonomik gelişmeler sonucu eski önemini yitirmiştir. Ote yandan, kurşundan bant ve levha biçiminde bina çatılarının kaplan­ masında, sesgeçirimsizleştirmede yarar­ lanılır. Bugün, av kurşunu yapımında, ka­ liteli şarap ve alkol şişelerinin kapakların­ da ve kaynak dolgu metali olarak kaynak­ çılıkta (genellikle kurşun-kalay alaşımı ha­ linde) geniş ölçüde kurşun kullanılmakta, bu uygulamalar giderek daha da yaygın­ laşmaktadır. Kurşunun diğer kullanımları arasında korozyona karşı (kimya sanayi­ si) ve özellikle ışımadan korumada fayda­ lanılan (X ya da 7 ışınları, nükleer enerji kullanılan tesislerde) kurşun yaprak ve lev­ halar sayılabilir. Kurşun ayrıca erime nok­ tası düşük pek çok alaşımla (Darcet ala­ şımı, Wood alaşımı), sürtünme önleyici alaşımların (kalay ya da bakırla birlikte) bi­ leşimine girer. Yoğunluğunun yüksek ol­ ması ve kolayca dökülebilmesi nedeniyle dengesizlikleri giderme uygulamalarında (otomobil tekerleklerinde dengeleme ağır­ lığı, balık ağlarında ve gemi omurgaların­ da safra), ayrıca çeşitli eşyaların yapımın­ da (kurşun mühür, süs eşyaları, kurşun as­ kerler) kullanılır. Kurşun bileşikleri, özellikle sanayideki uygulamaları bakımından önemlidir; örne­ ğin kurşun oksitler,.akümülatörlerdeki et­ kin maddelerin üretiminde, kristal cam ya­ pımında (kurşun oranı % 24-30 arasında değişir), teknik camcılıkta (televizyon tüp­ leri yapımı), pigment üretiminde (özellik­ le krom sansı), korozyondan etkilenmeyen boyalar (sülüğen) ile plastik kararlılaştırıcılannın hazırlanmasında, seramik ve çömleklerde sırlama malzemesi bileşeni olarak işe yarar. Kurşun ağırlıklı katkı mad­ delerinden kurşun-tetraetil ile kurşun -tetrametilin motor yakıtları sanayisinde büyük bir önemi vardır; bu maddelerin katılması sonucu yakıtların vuruntu önle­ yici nitelikleri (ya da oktan indisi) büyük oranda artar. • Dünya kurşun üretimi. Dünya kurşun cevheri üretimi 1990'da yaklaşık 3,3 Mt olarak gerçekleşti. Başlıca üretici ülkeler arasında; Avustralya (560 000 t), ABD (495 000 t), eski sovyet cumhuriyetleri (Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Taci­ kistan, toplam 490 000 t), Çin (315 000 t), Kanada (232 000 t), Peru (189 000 t) ve Meksika (180 000 t) sayılabilir. Unut­ mamak gerekir ki, kurşun en çok geri kazanılan ve yeniden çevrime sokulan



savaş tüfeği kurşunları 1. Chassepot kurşunu (11 mm); 2, Lebel kurşunu (8 mm); 3. MAS 36'nın alışılmış kurşunu (7,5 mm); 4. FN belçika yapısı SS 109’un normal kurşunu (5,56 mm); 5. FN P 112’nin delici kurşunu (5,56 mm); 6. FN L 110'un izli kurşunu (5,56 mm).



av tüfeği kurşunları 1- Genleşir oyuk uçlu (6,5 mm); 2- Yarı zırhlı (8 mm); 3- Kaputtu oyuk uçlu (8 mm); 4- Konik oyuk uçlu (375 magnum); 5 - Zırhlı (8 mm); 6- Brenneke, yaban domuzu İçin (12 kalibreli). p irin ç g ö m le k



k u rşu n ç e k ird e k r p irin ç g ö m le k



çe lik ç e k ird e k p irin ç g ö m le k _ k ü rş û ri ç e k ird e k ka p a m a ta p a s ı



d e lic i ç e lik 5 L ~ . ç e k ird e k ^ a p lı g ö m le k



________ k u rş u n ç e k ird e k



'o y u l kurşuı b a ş lıl



f H İ H M M y i ' " » » IIIiTuhuiiA .



k u rş u n ç e k ird e k



zırh g ö m le k



demir dışı bir metaldir. Doğrudan cev­ herden metal elde edilen birinci eritme dökümhanelerinin başlıcaları, genellikle maden ocaklarına yakın yerlerde kurul­ muştur, oysa ikinci eritme işletmeleri, sa­ nayileşmiş tüm ülkere dağılmıştır. 1990 yılında cevherden sağlanan dün­ ya kurşun üretimi toplam 5 653 000 ton­ dur. Başlıca üretici ülkeler, ABD (1 291 000 t), eski sovyet cumhuriyetleri (730 000 t), Almanya (349 000 t), Büyük Bri­ tanya (329 000 t), Japonya (329 000 t) ve Çin'dir (286 0 0 0 1). Türkiye'ne, kurşun-çinko (ya da çinko -kurşun) yatakları başta D. Karadeniz ol­ mak üzere Mersin ile Elazığ arasındaki Toroslar kesiminde ve B. Anadolu'da yoğun olarak görülür. (-* ÇİNKO.) —Metalürj. Yaprakla kurşun kaplamada, kaplanacak yüzeye (tank, depo vb. çeper­ leri) yapıştırma ya da mekanik tutturmay­ la bir kurşun yaprağı tespit edilir. Homo­ jen kurşun kaplamada, bir kurşun katma­ nı, çelik bir destek üzerine dökümle ya da bir kurşun çubuğunu hamlaçla eriterek (damlatmayla kurşun kaplama) uygulanır. Daldırmayla kurşun kaplamada, parçala­ rın ya da sacların (çelik, teneke, bakıı; pas­ lanmaz çelik) yüzeyi, bir kurşun banyosu­ na (kalay oranı yaklaşık % 10) daldırıla­ rak ince bir kurşun katmanıyla kaplanır. Bu teknik özellikle otomobiller için benzin depolarının yapımına yarayan kurşun kap­ lanmış sacların üretiminde kullanılır. Elek­ trolitik kurşun kaplamada, fluoroborik asit ve borik asit katılmış kurşun fluoroborat ağırlıklı banyolar hazırlanır. Bu banyolar­ dan, korozyona karşı korumak için çelik­ lerin yüzeyine saf kurşun ya da kurşun alaşımı (% 10 kalay içeren kurşun) kapla­ mada yararlanılır. —Mim. ve Süslem. sant. Doğu'da çok er­ ken dönemlerden beri bilinen kurşun, yığ­ ma teknikleriyle yapılan yunan-roma inşa­ atıyla yaygınlaştı ve demir kenetleri sabit­ leştirmede kullanıldı. Roma çeşmeciliği, sukemerlerinin sifonları ve dağıtım şebe­ keleri için kurşun kullanımını sanayileştir­ di. Rönesans'tan sonra kurşun yeniden rağbet gördü ve bezeme çalışmalarına konu oldu. Ortaçağ'da da kurşun, arma­ türlerle birlikte vitray camlarını bir araya getirmek, çatıları kaplamak için yaygın olarak kullanıldı. Daha ilkçağ’da kurşun tabutlar yapıl­ mıştı; klasik dönemde çok yaygınlaşan bu uygulama, mezar hırsızlığının artmasına yol açtı. Seramikleri kurşunlu sırla kapla­ ma tekniği Ortaçağ'da yaygınlaştı ve ge­ lişerek sürdü. XIX. yy.’da kurşun, dökme demirle birlikte büyük bir atılım yaptıysa da (su, gaz ve kanalizasyon boruları) ba­ kırın ve plastik gereçlerin geliştirilmesiyle eski önemini yitirdi. —Patol. Kurşun tuzlarının ağızdan alınma­ sı, dozuna göre, akut ya da süreğen bir zehirlenme yapabilir. Kurşun borular­ dan geçen suyun ya da içitlerin kullanıl­ ması, konserve kutuların kurşunla lehim­ lenmesi, sülyen, mürdesenk ve üstübeçle çalışılması bu çeşit zehirlenmelere yol açar. Akut zehirlenme belirtileri çok susama, boğaz kuruması, sürekli madeni bir tat duyumu, özellikle üst karın bölgesinde toplanan ağrılar (kurşun kolikleri) karnın içeri doğru çekilmesiyle birlikte inatçı bir kabızlık, soğuk ter, bacaklarda felç ve çır­ pınmadır. Tedavi için kusturucu ilaçlar, mi­ denin yıkanması, kelatlayıcı maddelerle (kalsiyumlu EDTA) birlikte sodyum sülfat ya da magnezyum sülfat kullanımı gibi önlemlere başvurulur. Süreğen zehirlenmelerin belirtileri da­ ha hafiftir. Süreğen zehirlenme özellikle kurşun kullanılan mesleklerde çalışan iş­ çilerde (üstübeççi, boyacı, camcı, tipograf vb.) görülür. Kurşunlu borularda ya da kaplarda uzun süre kalmış suyu içen­ lerde, üstübeçli boyalara batırılmış odun­ la ısıtılan fırınlarda pişmiş ekmekleri yiyen­ lerde, mürdesenkle işlenmiş şarapları içenlerde ya da kurşunla lehimlenmiş ku-



Kurşunoğlu fulardaki konserveleri yiyenlerde de gö­ rülebilir. Süreğen kurşun zehirlenmesinin belir­ tileri şunlardır: kurşun koliği, genellikle ishalsiz ve şişkinlikle birlikte akut karın ağ­ rısı, dişetlerinin kenarında mavimsi ince bir çizgi ve uzun süren şiddetli şekillerin­ de nefes kokması, iştahsızlık, küçük ve ya­ vaş nabızla birlikte tansiyon yüksekliği, si­ nirsel bozukluklar, özellikle gerici kaslar­ da olmak üzere kollarda polinevrit, kur­ şunlu guta yol açan eklem içi tofus biriki­ mi ve şekil bozukluğu, bazı olgularda ara doku nefritine bağlı albüminüri ve son ola­ rak başağrısı, sayıklama çırpınma beyin kanamasına benzer inme ve koma. Kurşun zehirlenmesinin biyolojik yoldan teşhisi kanda ve idrarda yapılacak araş­ tırmalara dayanır: normal durumda kan­ da litrede 200-300 y g ’\ aşmaması gere­ ken kurşun miktarı zehirlenme halinde 500-800 yg'a yükselir; idrardaki kurşun miktarı normal kişide 24 saat içinde dışa­ rı atılan İdrarda 100 pg'ı, kalsiyum EDTA (1 g) şırınga edildikten sonra 800 yg'\ aş­ maz, kandaki noktalı alyuvarların içinde kurşun zehirlenmesine özgü bazofil tane­ cikler bulunur; idrarda porfirin vardır (koproporfirin). Özellikle ağır zehirlenmelerde, meslek hastalıkları listesinde yer alan bu zehirlenmenin tedavisi için kelatörler kul­ lanılır. —Sil. önceleri kürese! olan ve kurşundan dökülen (adı da buradan gelir) kurşunun çapı, ağızdan doldurulmasını sağlamak İçin ateşi! silahın (arbeküz, alaybozan, ta­ banca vb.) çapından küçüktü, Çarpmayı önlemek amacıyla, karabina denen silah­ larda (XIX. yy.'ın başı) kullanılan kurşun­ ların çapı büyütüldü ve namlu ağzını zor­ layarak İçeri girecek hale getirildi. Delvigne (1826) ve Thouvenln (1846) haznell ka­ rabinalarında kurşun zorlaması yalnız namlunun dibinde oluyordu. Küresel kur­ şunları, uzun kurşunlar, bunları da arkası oyuk genleşmen kurşunlar (XIX. yy,) İzle­ di; genleşmeli kurşunlarda zorlama, gaz­ ların kurşun oyuklarına etki etmesiyle oto­ matik olarak gerçekleşiyordu. Kapak ta­ kımından doldurulan yivli silahlarda, kur­ şun, kovana mıhlanan sivri uçlu silindirsel bir biçim kazanır ve hazneden namluya geçerken kendi kendini zorlar. Sonra sı­ rasıyla kurşundan, bakır kuşaklı çelikten, bronzdan, daha sonra da namlu yivleri­ ne İyice oturan alman gümüşü bir göm­ lekle kaplı kurşunlar (D 1904 kurşunu) kul­ lanıldı. Genel eğilim kurşunların çapını kü­ çültmeye yol açtı: 1777 modeli tüfekte 17 mm, Ohassepot'da 11 mm, üebel'de 8 mm, 1936 modeli tüfekte 7,5 mm, 1980'de hizmete giren Famas'da 5,56 mm. Daha hafif olan, ancak daha büyük bir ilk hızla atılan bu kurşunlar daha etkilidir ve ge­ nellikle günümüzde otomatik silahlarla se­ ri olarak atılır. K U R Ş U N C U a. Kurşun satan ya da İş­ leyen kimse. —Folk. Kurşun dökerek fala bakan ya da kötü etkileri uzaklaştırarak hastaları İyileş­ tiren kişi. || Kurşuncu hoca, kurşun döken ve genellikle ocaklı aileye mensup ho­ ca, K U R Ş U N C U L U K a. 1. Kurşun İşleme sanatı. —2 . Folk. Hastalara kurşun dök­ me İşi. K U R Ş U N İ sıf. Maviye çalar gri renkte, koyu külrengi. K U R Ş U N İ S U TA V U âU a. Zool. Avru­ pa ve Asya'nın büyük bölümünde, Avus­ tralya, Madagaskar ve Yeni Zelanda'da yaşayan sutavuğu. (Tarlakuşu iriliğindedir Bataklıklar ve sazlıkları sever Göçmendir Bataklık böcekleri, larvalar ve yeşil yap­ rakların uçlarıyla beslenir Bil. a. Porzane pusllla; sutavuğugiller familyası; uzunluğu 18 cm.) K U R Ş U N K A L E M a. Yazmak ya da re­



sim yapmak için kullanılan, genellikle gra­ fit ya da boyayıcı bir maddeden yapılan yazıcı parçası, yumuşak ağaçtan bir kılıf içine yerleştirilmiş araç. —ANSİKL. Metal uçların (gümüş, altın, kurşun, bakır) yerini XVI. yy.'dan başlaya­ rak kurşun uçlar aldı (doğal grafit 1564‘te İngiltere’de bulundu). Daha sonra, tran­ sız kimyacı N. J. Contâ tarafından gerçek­ leştirilen Contö kurşunkalemi (geniş renk tonlarına olanak veren pişmiş grafit ve kil karışımı) kullanılmaya başlandı. Kil, meta! oksitleri ve arapzamkı ile yapılan renkli ka­ lemler gibi, siyah uçlu kalemler de bir kı­ lıfla kaplanır. Renkli kalemlerde, kırmızıla­ rın temel bileşkeni püskürtülmüş vermiyon, mavilerinki pıusya mavisi, sarılarınki sarı zırnıktır, vb. Siyah uçlu sıradan kalem­ ler, ıhlamur ya da ladin ağacından, kali­ teli kalemler ise ardıç, mazı ya da sedir ağacından bir kılıfla kaplanır. Pastel* ve yağlı kalemler özel bir imalat gerektirdiği halde, desende geleneksel olarak kulla­ nılan kalemler doğal kökenlidir (grafiti! şist, sangin, tebeşir).



7179



K U R Ş U N L A M A a. Kurşunlamak eyle­ mi, —Kâğ. san. Çok yaş olarak kalenderle­ nen bir kâğıtta koyu y« da gri lekeler biçi­ minde görülen kusur. (Eşanl. ka rarm a .) K U R Ş U N L A M A K g. f. 1. Bir şeyi kur­ şunla kaplamak. —2. Bir şeyi kurşunla mühürlemek, —3. Bir kimseye tüfek, ta­ banca vb. İle ateş etmek; kurşun sıkmak; onu kurşunla vurmak. —İkt. tar. -» kurşun * vur m ak . ♦ kurşunlanm ak edllg, f. 1. Kurşunla kaplanmak; kurşunla mühürlenmek. —2, Kurşunla vurulmak, K U R Ş U N L A N M A a, Kurşunlanmak ey­ lemi. K U R Ş U N L A N M A K - KURŞUNLAMAK K U R Ş U N L U sıf. 1. Bileşiminde kurşun bulunan. —2. Kurşunla kaplanmış ya da mühürlenmiş olan; Kurşunlu kubbe Kurşunlu paket, —Kim. Kurşun, özellikle Ikideğerli kurşun içeren bileşikler İçin kullanılır. —Mim. Çatısı, kubbesi kurşunla kaplı ca­ mi, medrese, han, hamam vb. (Bunlar, Kurşunlu cami [Erzurum, Kayseri, Kütah­ ya, Muğla), Kurşunlu hamam [Yalova), Kurşunlu medrese [Erzurum), Kurşunlu han [Manisa] gibi adlarla anılırlar.) —Miner. Bileşiminde kurşun buiunan. —Seram. İçinde bir kurşun bileşiği bulu;nan (örneğin seramiğin kurşunlu sırı). K U R Ş U N L U i Çankırı'nın Batı Karade­ niz bölümü sınırları içinde kalan kesimin­ de ilçe; 25 145 nüf, (1990); 28 köy. Mer­ kezi, Çankırı'nın 84 km kuzey-batısında Kurşunlu, 10 605 nüf. (1990), Tahıl, bak­ lagiller ve meyve üretimi. Hayvancılık Kaplıcalar. K U R Ş U N L U , Malatya'nın Hekimhan il­ çesine bağlı bucak; 5 515 nüf, (1990): 10 köy. Merkezi Kurşunlu, 451 nüf. (1990), K u r ş u n l u , Bursa’nın İnegöl ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 461 nüf. (1990). Belediye. K U R Ş U N L U (Mehmet Kemal) - MEH­ MET KEMAL. K U R Ş U N L U (Nazım), türk oyun yazarı ‘ (İstanbul 1911 - Ankara 1980). İstanbul Yıl­ dız teknik okulu'nu, sonra İstanbul Dev­ let mühendislik mimarlık akademisi (Yıldız üniversitesi) inşaat mühendisliği bölümü' nü bitirdi. Bayındırlık bakanlığı’nda, An­ kara Belediyesi'nde çalıştı; Devlet tiyatro­ ları genel müdürlüğü'nde görev yaptı, oradan emekli oldu. S. Kuray takma adıy­ la yazdığı hikâyelerini Bir haylazın hikâye­ leri (1947) adlı kitapta topladı. Melekler ve şeytanlar (1950), Branda bezi (1952) oyun­ ları Devlet tiyatrolarımda, Fatih oyunu İs­ tanbul’un fethinin 500, yıldönümünde İs­ tanbul Belediyesi şehir tiyatrolarımda sah­



nelendi (1953). Çığ (1953), İpler elimizde değil (1962), Çivi çiviyi söker (1962), Dumanlıda telaki var (1964), Analar babalar okulu (1967), Gecikenler (1968), Kör kadı (1970), Evler ve insanlar (1975), Baba evi (1977) Devlet tiyatrolarımda oynandı. Fa­ tih dışındaki oyunlarının tümünde günlük yaşamdan aldığı konuları, memur, esnaf ve işçi kesiminin sorunlarını İşledi. Kurşunlu k û llIy M İ, Eskişehir'de cami, medrese, kervansaray ve aşhaneden olu­ şan yapı topluluğu; Süleyman I dönemin­ de vezir Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırıldı (XVI. yy.'ın İlk çeyreği), Tek kub­ beli ana mekânla, beş kubbeli son cema­ at yerinden meydana gelen cami 1961 -1982’de yenilendi. Son cemaat yerinin kubbeleri mukarnas başlıklı altı mermer sütunun taşıdığı sivri kemerlere oturmak­ tadır. Ana mekânı örten kubbenin kasna­ ğı, kubbenin ortası, küresel bingiler, pen­ cere alınlıkları renkli kalem işleriyle beze­ lidir, Yuvarlak kemerli niş biçimindeki mih­ rap mukarnas süslemelidir; dikdörtgen çerçevesi geç dönem kalem işleriyle süs­ lüdür, Aşhane art arda kubbeli iki mekân­ dan meydana gelir. Caminin çevresinde İM kervansaray bulunmaktadır, 8,'dakl çok yıkıktır, Q,'dekiyse dikdörtgen planlı, be­ şik tonoz örtülüdür. G.'de, oamiye koşut olarak uzanan medrese, ortada kubbeli dershane ve buna bitişik odalardan olu­ şur. K U R Ş U N L U N a. Mim. Osmanlı mimar­ lığında kurşun levhalarla kaplanmış çatı yüzeylerine verilen ad. (Kurşunluk katı da denir.) —ANSİKL. Osmanlı mimarlığında kurşu­ nun çatı kaplaması olarak kullanılması, İs­ tanbul'un fethinden sonra görülmeye baş­ lar. Bu uygulamada kurşun levhalar bir­ birine kaynaştırılarak bütün bir yüzey el­ de edilir. Topkapı sarayı, Süleymanlye ve Selimiye camilerinin kurşunlukları bu uy­ gulamanın başarılı örneklerloir. K U R Ş U N O Ğ L U (Behrem), türk fizikçi (Bayburt 1922). İstanbul Yüksek öğretmen okulu matematik-astronomi bölümü öğrencisiyken burs kazanarak öğrenimini In­ giltere'de tamamladı, Cambridge Üniver­ sitesi’nde fizik doktoru oldu (1952). Bu ta­ rihten başlayarak bazı Ingiliz ve amerikan üniversitelerinde araştırmacı, konuk öğre­ tim üyesi olarak çalıştı. Bir süre Ortado­ ğu teknik üniversitesi nükleer bilimler ve teknoloji fakültesi dekanlığı (1956-1958) yaptı. 1965'te Miami Üniversitesi'nde pro­ fesör ve teorik incelemeler merkezi yöne­ ticisi oldu. Çeşitli uluslararası konferans­ lara katıldı, temel parçacıklar, plazma fizi­ ği, kuvanta mekaniği vb. konulanndaki ça-



Kurşunlu'dan bir görünüm Çankırı



Kurşunoğlu lışmaları ye buluşlarıyla Cumhurbaşkan­ lığı ve TÜBİTAK bilim ödüllerini (1972), American Physical society ödülü’nü ka­ zandı.



7180



K U R Ş U N O T U a. Almaşık yalın yaprak­ lı, az ya da çok odunsu gövdeli çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. Plumbago; kurşunotugiller familyasının örnek tipi.) —ANSİKL. Avrupa kurşunotu (Plumbago europaea) Orta Avrupa’dan İran’a kadar yaygın bir türdür. Anadolu’da da bol bu­ lunur. Yaprakları kısa saplı, iki kulakçıklı ve pürtüklüdür. Çiçekler küçük, birkaç tane­ si bir arada, morumsu kırmızı renklidir. Ku­ rutulmuş kökleri, özellikle taze iken bütün bitki, tahriş edici, yakıcı ve kusturucu etki gösterir. Eskiden hekimlikte kullanılırdı, şimdi dahili kullanılışı terk edilmiştir. Zey­ tin yağında kaynatılarak elde edilen lapa bazı yörelerde dıştan sürülerek uyuza kar­ şı kullanılır. Sarı-kahverengi bir boyarmad­ de içerdiğinden Anadolu'da ayrıca yöre­ sel olarak kumaş ve iplik boyamada kul­ lanılır. Bir kök parçasının ağızda çiğnen­ mesi ile diş ağrılarının hemen kesildiğini iddia edenler vardır. Bu nedenle bazı yö­ relerde bu bitkiye dişotu da denir.



R



kurt (Canis lupus)



rg , w



baştan ayrıntı



K U R Ş U N O T U O İLL E R a. Yaprakları kökten süren ya da sap üzerinde almaşık dizili, çiçekleri düzgün erdişi ve beş taçyapraklı, beş erkekorganlı olan otsu ya da ağaçsı bitkiler familyası. (Bütün yeryüzü­ ne dağılmış, özellikle kıyı ve tuzlu bölge­ lerde yaygın 300 tür. Bil. a. Piumbaginaceae; primulales takımı.) K U R Ş U N -T E TR A E T İL a Org kim. Kurşunun, formülü P b fC jH j^ olan organometal bileşiği; benzinin oktan indisini yükseltmek için kullanılır. K U R T a. 1. Köpeğe çok yakın, yabanıl, etçil memeli. (Bil. a. Canis lupus; köpek­ giller familyası.) [Bk. ansikl. böl ] —2. Bu hayvanın kürkü. (Bk. ansikl. böl. Kürkç.) —3. Kurt geçinip tilkilik etmek, yiğit ve ce­ sur gibi gözüküp kaypakça davranışlarda bulunmak. || Kurt gibi, işini bilir, girişken, becerikli, tuttuğunu koparan kimseleri ni­ telemek için kullanılır. || Kurt gibi aç olmak, çok acıkmak. || Kurt görmüş eşek gibi ku­ laklarını dikmek, büyük bir dikkatle dinle­ mek (kaba.). || Kurt kuş, tüm canlı yaratık­ lar anlamında söylenir. || Kurda kuzu tes­ lim etmek, bir şeyi ona zarar verecek, gü­ venilmeyecek birine emanet etmek. || Kur­ du koyunla barıştırmak, yürütmek, adaletli bir yönetim oluşturarak düşmanlığı orta­ dan kaldırmak. || Bir yerin, bir işin, bir şe­ yin kurdu olmak, onu iyi bilmek, tanımak: Bakıyorum bir haftada İzmir'in kurdu ol­ dun. Adam, borsa İşlerinin kurdudur. —Ask. tar. Kurt kuyusu, içerisinde ucu sivri bir kazık bulunan 1-1,5 m derinliğindeki çukur. (Saldırıya geçen düşman kuvvet­ leri, kolayca görülmeyen bu çukura düşer ve içinde bulunan kazıklara saplanırlardı.) || Kurt oyunu, eski türk ordularının başvur­ dukları bir tür savaş taktiği. (Bk. ansikl. böl.) —Avc. Kurt dolabı, tilki yakalamada kul­ lanılan tuzak. || Kurt eniği, henüz iki yaşı­ na gelmemiş kurt yavrusu. || Kurt kapanı, kurt yakalamak için hazırlanan, üstü çalı çırpıyla örtülü çukur. || Kurt kuyusu, kurt yakalamak için hazırlanmış, dibine sivri uçlu bir kazık çakılmış, koni biçiminde çu­ kur. || Büyük yaşlı kurt, 8 yaşını geçmiş kurt. || Genç kurt, iki yaşını geçmiş kurt. || Yaşlı kurt, 5-8 yaşı arasındaki kurt. —El sant. Kurt dişi, bakırcılıkta birbirine kaynak yapılacak parçaların ucuna açılan diş biçimli sivri kertikler. (Bu tür diş açıla­ rak yapılan kaynağın yeri belli olmaz.) —Spor. Kurt kapanı -» KURTKAPANI. —Zool. Antarktika kurdu, Folkland adala­ rında yaşayan köpekgiller familyasından yabanıl hayvan. (Bil. a. Dusicyon australis.) || Yeleli kurt, Güney Amerika’da yaşa­ yan, ince bacaklı, boynunda istediği za­ man kabartabildiği bir yele bulunan, mey­ veler ve küçük omurgalılarla beslenen, köpekgiller familyasından yabanıl hayvan.



(Bil. a. Chrysocyon brachyurus.) —Zootekn. Kurt kulası, kurt rengini andı­ ran ve sarılı karalı kıllardan oluşan at do­ nu. (Kılların dipleri sarı, uçları siyaha çal­ dığı İçin donun genel manzarası esmer sarımtırak gözükür; yele, kuyruk, alt ba­ cak kısımlarıysa koyu renklidir. Kurt kula­ sının açık, adi ve koyu nüansları vardır. Kıl­ lar kırkıldığı zaman don sarı renkte gözü­ kür.) ♦ sıf. ve a. İş bilir, deneyimli, kurnaz: O kurdun üstesinden gelemeyeceği iş yok­ tur. Kurt satıcıdır, istediği malı istediği ki­ şiye satar. —ANSİKL. Kurt, köpeğe çok yakın, köpek­ le döl verebilen yırtıcı bir hayvandır. Sü­ rülere verdiği zarar nedeniyle avlandığın­ dan birçok bölgede ortadan kalkan kurt, İskandinavya'da, Batı Asya’da ve özellik­ le de Kanada’da (bu ülkede, bitki örtüsü­ nü yok eden geyikgillerin çoğalmasını en­ gellemek için kurtlar koruma altına alın­ mıştır) varlığını sürdürmekte, hatta sayıla­ rı giderek artmaktadır. Kurt ender olarak tek başına yaşar; aile toplulukları oluştu­ rur, sürü halinde avlanır (kurt sürülerinde katı bir hiyerarşi vardır). Gececidir, insan­ la karşılaşmaktan kaçınır. Erkekten biraz daha küçük olan dişi kurt, iki aylık bir ge­ belikten sonra 6 ’yı bulabilen sayıda yavru doğurur; dişi kurt yavrularını emzirir ve .öğ­ renmeleri gereken her şeyi onlara öğretir. —Ask. tar. Kurt oyunu, savaşta merkezde bulunan birliklerin, göstermelik bir hare­ kâtla yenilmiş gibi görünerek geriye çe­ kilmeleri ve kanatlardaki grupların saldı­ rıya geçen düşman kuvvetlerinin yanların­ da ve gerilerinde oluşan boşluklara sal­ dırmaları biçiminde gerçekleşirdi. O dö­ nemlerdeki keşif ve haber alma araçları­ nın ilkelliği dolayısıyla başarıya ulaşan bu taktikten türk kuvvetleri birçok savaşta (Malazgirt, Niğbolu) yararlandılar. —Avc. Kurtları avlamak ve yok etmek için kullanılan başlıca yöntemler, sürek avı, tu­ zak kurma ve zehirlemedir. Kurt avlamak için çıkılan sürek avında, sağlam ve uzun süre koşabilen atlar ve yedek köpekler gerekir: çünkü genç kurtlar hem hızlı ko­ şarlar hem de uzun süre koşabilirler; bu nedenle atların güçlü ve uzun süre koşa­ bilecek nitelikte olması, köpeklerin yoru­ lup izi kaybetmemeleri için de yedek kö­ pekler bulundurulması gerekir. —Folk. Orta Asya'da yaşayan Türkler, bir delikanlıyla boz bir dişi kurttan türedikleri­ ne ve dağlar arasına sıkışıp kaldıklarında kendilerine boz bir kurdun yol gösterdiği­ ne inandıklarından kurdu kutlu sayıyorlar­ dı. Bu inanışın izlerine Anadolu folklorun­ da da rastlanmaktadır. Örneğin, kurdun derisini, dişini ya da herhangi bir organını üstünde taşıyan kişiye kötülük gelmeyece­ ği, hatta olağanüstü yetiler kazanacağı ina­ nışı bugün de Anadolu'da yaşamaktadır Korkak kişilere kurt yüreği, hayvan sağalt­ ma becerisi kazandırılmak istenen çocuk­ lara küçük yaşta kurt yüreğiyle birlikte kurt böbreği yedirme albastıyı önlemek için lo­ ğusanın yastığı altına kurt dişi koyma vb. de yaygın uygulamalardandır. Halk arasın­ da kurdun saldırdığı hayvanı parçalayıp ka­ nını döktükten sonra yemesinden dolayı, bu hayvanları yemenin dince uygun sayı­ lacağı kanısı da vardır. Kurtlar içinde bozkurda ayrı bir yer verilmesi de gene eski türk inanışları ve efsaneleriyle ilgilidir Nite kim Anadolu'da kurtlar renklerine göre üçe aynlır: karakurt, sarıkurt ve bozkurt. Bun­ lardan sarıkurt ve karakurt, at ve eşeklere saldırdığı için soysuz sayılır; bozkurdunsa yalnız koyunlara saldırdığına ve soyluluğu­ na inanılır Anadolu’da kurda ilişkin birçok da yer adı ve söylence vardır. Nizip çevre sinde yaygın bir inanışa göre yöredeki Kurtbaba tepesinde kırk bir in vardır ve bu­ ralarda kurtlar yaşar Bunlardan biri Kurtbaba'dır ve yılda bir davar yiyerek besle nir. Kurtbaba'ya kurşun atan ya da onu ra­ hatsız eden ya çarpılır ya da başına kötü bir şey gelir Baraklar da kurdu kutlu sayar ve ona "Hz. Ali iti" derler.



Kurdun insanlarla yakın ilişkisi, efsane­ lere de konu olmuştur. Anadolu’nun bazı yörelerinde yaygın bir anlatıya göre, kurt zamanında insanmış, üç de kardeşi var­ mış. Kardeşlerine dağlarda kılavuzluk ya­ par, hep birlikte sürüleri otlatırlarmış. Sü­ rüyü bölüşme dönemi geldiğinde en kü­ çükleri olan kılavuza pay vermediklerin­ den kızmış: "bundan böyle her rastladı­ ğım yerde hayvanlarınızı öldüreceğim" di­ ye ant içmiş ve kurt olmuş. Kurdun kılavuzluk etmesi motifi, Anado­ lu’da öylesine benimsenmiştir ki, Afyonkarahisar çevresinde bugün de anlatılan bir efsaneye göre, Kurtuluş savaşı’nın son dönemlerinde, komutanlardan birine bir kurdun yol gösterdiğine inanılır. —Kürkç. Kurdun postu boz renklidir ve en güzel yeri böğrü ve beyaza çalan krem rengiyle karın bölümüdür. Kurt kürkü, pal­ to yapmak amacıyla boyuna parçalar çı­ karılarak, ceket yapmak için de tüm deri kullanılarak çalışılır. En iyi cins kurt deri­ leri Kanada'nın soğuk bölgelerinde yaşa­ yan kurtlardan elde edilir, ama ABD, Si­ birya ve İskandinavya'daki deriler de iyi kalitelidir. Rusya’nın kuzeyindeki, Manitoba’daki ve Laponya'daki kurtların postla­ rı soğuk bölgelerde yaşayan kurtlarınkine oranla daha soluk, daha gümüşi ve da­ ha büyüktür. K U R T a. 1. Bedeninin içinde ve dışında sert bölümü bulunmayan, ayaksız ya da çok ilkel ayaklı, uzun gövdeli çokhücreli hayvan. (Bk. ansikl. böl. Zool.) —2. insan­ ların ve evcil hayvanların bağırsaklarında asalak yaşayan ve helmentiyaza yol açan çeşitli asalaklar. —3. Yünleri (güve), odun­ ları (tahtakurdu), meyveleri (elma kurdu), insan cesetlerini vb. kemiren çeşitli böcek larvaları. — 4. Erişkinleri kanatsız bazı bö­ ceklere ve bazı başka omurgasız hayvan­ lara verilen ad. —5. Kurt gibi kemirmek, bir düşünce, sorun, dert, vb. sözkonusuy­ sa, bir kimseyi aşırı ölçüde tedirginliğe ve kuşkuya düşürmek. || Kurt yeniği, bir şey (tahta, peynir, yer vb.) üzerinde kurtların açtığı delik. || Kurtlarını dökmek, çoktan beri yapamadığı ve özlediği bir şeyi bol bol yaparak rahatlamak. || Kurdunu kır­ mak, hevesini almak. —Balıkç. Bedenini dikleştirebilen ve ışık saçan deniz kurdu. (Özellikle Akdeniz'de balık avında yem olarak kullanılır. Bil. a. Sipunculus nudus; Sipuncuiidae familya­ sı.) || Beyaz deniz kurdu, denizde oltayla balık avlarken kullanılan en elverişli yem (ıNereis cinsi). || Çamur kurdu, Chironomus cinsinin su birikintilerinde ve özellik­ le de gölcüklerde yaşayan kıllı larvası. || Et kurdu -» e t k u r d u . || Halkalı kurt ya da gübre kurdu, yerde ya da gübreliklerde bulunan yer solucanı. || Kara başlı kurt, büyük yer solucanı. || Kuyruklu kurt, tuva­ letlerde bulunan beyaz kurt. || Su kurdu ya da yünsü kurt, Phyrganea'ların başka bir adı. Söcbil. Et kurdu -»ETKURDU. || Kitap kurdu, larvası kâğıt, karton, cilt derisi yi­ yen ve kütüphanelerde büyük zararlara yol açan bazı böceklerin genel adı. —Mim. Kurt yeniği -* YENİK. —Ormanc. ve Doğramac. Kurt yeniği — KURTYENİĞİ.



—Süslem. sant. Levhaların kenarındaki pervazlara yapılan bezeme. —Tip Gine ya da Medine kurdu -» FİLARİA. —Zool. Asker kurt, Sciaridae familyasın­ dan bir sineğin düzgün sıralar oluştura­ rak yürüyen larvası; Laphygma ve Leucania cinsi üyelerinin larvası. || Beyaz kurt, mayısböceği larvası. || Burun kurdu, ko­ yun sineğinin (Oestrus) larvası. || Cayor kurdu - DERNATOBİA. || Elma kurdu LASPEYRESİA. || Delici kurt, yaprakları de­ len çeşitli güvelerin tırtılı. || Fındık kurdu, Balaninus cinsi üyelerinin larvası. || Gri kurt, sebzelere zarar veren kukumavpervanelerin tırtılı. || iptik kurdu, asma kökle­ rine zarar veren kurt. || Kalp kurdu -> MA MESTRA. || Kara kurt, zeytin kurdu (Thrips). || Keseli kurt, kist içinde dan kurt| Kızıl kurt,



kurtarma Trichodes cinsinden böceklerin kırmızı lar­ vası. || Mazı kurdu, Cynipsin larvası. || M o­ bilya kurdu -> hesperophanes . || Palmi­ ye kurdu, palmiyelere zarar veren hortum­ lu kınkanatlıların (Fthychophoms) larvası. (Bu kurtlar yenebilir.) || Peynir kurdu, çe­ şitli sineklerin eski peynirler İçinde gelişen larvası. || Un kurdu, karaböcekgiller famil­ yası (özellikle de Tenebrio cinsi) üyelerinin ortak adı. || Yassı kurt, yassısolucan. || Yuvarlak kurt, yuvarlaksolucan. || Zeytin kur­ du, Dacus cinsi üyelerinin larvası. — ANSİKL. Kurtlar iyi tanındıkça farklılıkları da daha iyi anlaşılmakta.ve dolayısıyla da bir şube içinde toplanmaları olanaksızlaş­ maktadır; sonuç olarak, daha yeni tanım­ lanan ve henüz iyi bilinmeyen türler için kurtlar geçici bir öbektir. Bununla birlikte, "solucan" ortak adıyla anılan birçok kurt türü, nitelikleri iyice saptanmış üç şube­ de toplanır: halkalısolucanlar, yuvariaksolucanlar, yassısolucanlar. Geri kalanlarsa biraz da zorlamayla solucansılar (yosunhayvanları, kolsuayaklılar, kılçenetliler, E o hiuria, Priapulia, tekerleklikurtlar, v b sınıf­ ları) şubesinde toplanabilir; ne var kİ bi­ lim adamlarının çoğu bu “ sınıflar” ın her birini küçük bir şube saymak eğiliminde­ dir.



KURT, Akrep ile Erboğa arasında yer alan ve bir bölümü Samanyolu üzerine yansıyan güney takımyıldızı. Ana yıldızı 2,9 kadirdendir. 1006 yılında, bu takımyıl­ dızda Venüs parlaklığında bir süpernova belirdi ve bu süpernova iki yıldan fazla bir süre çıplak gözle, Avrupa, Mısır, Çin ve Ja­ ponya'dan gözlemlendi. 1965 yılında keş­ fedilen küçük bir radyokaynağı, zayıf bir X ışınım kaynağı ve 1976'da ilk kez fotoğ­ rafı çekilen gaz haldeki çok ince bir fılaman ağı, bu takımyıldızın büyük bir yıldız yıkımının kalıntıları olduğunu düşündür­ mektedir. ( -* GÖK haritası.) K U R T (Kasım), türk yüzücü (Rusçuk 1896 - İstanbul 1960). Kasımpaşa kulübü'nde başlayan spor yaşamını Galatasa­ ray’da sürdürdü. Anadolukavağı’ndan Kınalıada'ya yüzerek, Türkiye’de tescil edi­ len ilk uzun mesafe rekorunun sahibi ol­ du. Daha sonra Kumkapı-Yalova arasını yüzdü (1948); Boğaz’ı birkaç kez geçti. 64 yaşındayken. Bostancı-Kınalıada arasını yüzme girişimi sırasında geçirdiği kalp kri­ zi sonucu öldü.



KURT (Metin), türk futbolcu (İstanbul 1948). Futbola İstanbul'da Alibeyköy’de başladı. Adalet, Altay ve PTT’de sağaçık mevkisinde adını duyurarak Galatasa­ ray’a geçti (1970). Galatasaray'da iki kez Türkiye kupası, üç kez de lig şampiyonu olan takımda yer aldı; 26 kez milli oldu. Futbolu Kayserispor'da bıraktıktan sonra bir süre antrenörlük yaptı. Sportmence adlı bir dergi yayımladı.



KURT d a tı, Suriye'de, Halep'in yakla­ şık 60 km K.-B’sında dağlık kütle (814 m). Bir graben olan Hatay çukurunu D.’dan dik yamaçlarla sınırlar. KURTA a. (hintçe söze.). Hindistan ve Af­ ganistan'da pamuklu ya da ipekli kumaş­ tan yapılan, önden açık, yakasız, uzun kol­ lu tünik biçiminde geleneksel erkek giy­ sisi. K U R T A O (György), macar yurttaşlığına geçmiş rumen asıllı besteci (Lugoj, Ro­ manya, 1926). 1946’da Budapeşte'ye yer­ leşti. R Kadosa, L. VVeiner, S. Veress ve F. Farkas'tan ders aldı. Paris’te O. Messiaen ve D. Milhaud'dan da yararlandı. 1967'de, Budapeşte Müzik akademisi’nde ders vermeye başladı. Besteciliğe, 1959'da Viyana okulunun etkisi altında yazdığı Yaylılar dörtlüsü’yle başladığını ka­ bul eden Kurtâg'ın dizisel üslubu, serbest ve kişiseldir. O da üslubunu, Webern gibi kısa ve etkili cümleler kuljanarak biçimlen­ dirdi. Başlıca yapıtları: Üflemeliler beşlisi (1960), Sekiz piyano parçası (1960), Ke­ man ve cymbalum için sekiz ikili (1961), Peter Bornemisza’nın deyişleri adlı ‘'sop­



rano ve piyano için konçerto" (1968), so p rano, keman ve cymbalum için bir dizi olan Bir kış günbatımının anısına (1969), Dört melodi (1974), Mesajlar (1980), Luigi Nono'ya saygı (1981). KURTAĞAÇ a. Ormanc. -» AZMAN* AĞAÇ.



KURTAĞZI a. 1. Denize. Gemilerde ve sandallarda, halatın geçmesi için tekne­ nin küpeştelerine tutturulan, açık ağız bi­ çiminde metal parça. —2. Marangl. Mengenesiz bir marangoz tezgâhında, men­ gene işlevi gören ve rendeleme sırasın­ da tahtaları tutturmaya yarayan, önüne V biçiminde ağız açılmış takoz. —Arabac. At arabalarında kolun yerleşti­ rildiği yuva. —Cerr. Üst dudakta ve damak kubbesin­ de görülen iki taraflı doğuştan yarık. (İKİ TARAFLI TAM TAVŞANDUDAĞI da denir.) —Mad. oa İki maden direğini birbirine dik olarak birleştirmek için direklerden birinin ucunda açılan içe doğru yuvarlak kertik. —Marangl. Kurtağzı kertme bindirme çatı öğelerinin (makas kirişi, göğüsleme vb.) çatkısında uygulanan birleştirme türü. (Bu tür birleştirmede erkek parçanın başkesiti, açık bir kurtağzı gibi kertilir ve ikinci par­ çada ona uygun bir yuva açılır. Birleştir­ me, gerektiğinde çivi ve cıvatayla sağlam­ laştırılır.) KÜRTAJ a. (fr. courtage). Bors. Menkul kıymetler borsalarında etkinlik gösteren borsa üyelerinin (aracı kurumlar, borsa bankerleri, borsa komisyoncuları ve yetki almış bankalar) müşterilerinin ad ve he­ sabına yapmış olduklan alım satım işlem­ leri üzerinden aldıkları ücret. (1447 sayılı yasada kürtaj karşılığı olarak "dellaliye" kullanılmıştır. İstanbul Menkul kıymetler borsası’nda [İMKB] ise doğrudan doğru­ ya kürtaj terimi kullanılmaktadır İMKB’de kürtaj ücreti, 1 milyon TL'na kadar olan iş­ lemlerde % 1 olarak alınmakta, daha yük­ sek miktarlara ise azalan oranlarda uygu­ lanmaktadır.) K U R T A L A N , Güneydoğu Anadolu bölgesinde Siirt iline bağlı ilçe; 47 035 (1990); merkez bucağı dışında 2 bucak, 52 köy. Merkezi, Siirt'in 22 km B.'sında Kurtalan, 17 295 nüf. (1990). Güneydo­ ğu Anadolu bölgesinde Diyarbakır'dan geçerek doğuya uzanan demiryolunun son istasyonu. Tarım ve hayvancılık. K U R TA R A N (Orhan Abdi), türk hekim (Kesriye 1877 - İstanbul 1947). Mektebi tıp biyei şahane’yi (Askeri tıbbiye) yüzbaşı rütbesiyle bitirdi (1898). Gülhane'de stajı­ nı tamamladıktan sonra Almanya’ya gön­ derilerek cerrahi dalında çalışmalarda bu­ lundu. Türkiye'ye dönüşünde Gülhane hastanesi seririyatı hariciye (cerrahi klini­ ği) ve ortopedi muallimliğine getirildi. Hay­ darpaşa tıbbiyesi’nde seririyatı hariciye, ortopedi ve ameliyatı cerrahiye müderrisi oldu. Türkiye'de eter narkozu kullanımını yaygınlaştırdı (1905). Prof. Israel'le birlik­ te Mehmet V'in mesane taşı ameliyatını yaptı (1918). Gülhane'de ilk kez lomber anestezi pnömotoraks uygulamasını ger­ çekleştirdi. Emekli olduktan (1933) sonra Alman hastanesi'nde operatör olarak ça­ lıştı. Başlıca yapıtları: Ameliyatı cerrahiye (1913), Cerrahi müdahaleler (1938). K U R TA R IC I a. 1. Bir kimseyi, bir toplu­ luğu güç bir durumdan kurtaran kimse: Ülkenin kurtancısı. Bir kurtancı beklemek. —2. Yolda kalmış bir taşıtı tamir atölyesi­ ne götüren, bir kaldırma ve yedeğe alma düzeneği bulunan özel araç. —Ask. Bozulan, çamura saplanan ya da tahrip olan askeri araç, teçhizat ve tank­ ların bakım bölgelerine çekilmelerinde, onanlmalannda kullanılan araçlara verilen ad. (Birliklerin sınıflarına ve kullandıkları araçların cinslerine göre çeşitli tipte kur­ tarıcılar vardır.) —Din. Hıristiyan geleneğinde, İsa'nın un­ vanı. (-♦ MESİH.) —Kuyua Boru kurtarıcı, bir kuyunun içi­



ne sıkışmış kuyu açma riserlerini ya da çu­ buklarını kurtarmada kullanılan takım. —Tip İlkyardım yöntemlerini ya da manev­ ralarını uygulayabilen kimse ♦ sıf. Herhangi bir güçlükten kurtulma­ yı sağlayan şey için kullanılır. K u rta n c ı n iş a n ı, 1825’te Simön Bolfvar onuruna ihdas edilen Venezuela nişa­ nı. 5 sınıf. Sarı, mavi ve kırmızı kurdele. K U R TA R ILM A K



KURTARMAK.



K URTARIM a. Kurtarmak eylemi; kurtar­ ma. K U R TA R M A a. 1. Kurtarmak eylemi. —2. Bir kimseyi kurtarmak, onu yaşamı­ nı, güvenliğini tehdit eden bir şeyden uzaklaştırmak eylemi, bu amaçla yapılan yardım (tamlayan olarak): Kurtarma ekibi. Dağda mahsur kalan dağcılar için düzen­ lenen kurtarma operasyonu. (Bk. ansikl. böl. Spor.) —Deniz huk. Kurtarma ve yardım, deniz tehlikesi altındaki geminin ya da gemide­ ki eşyanın, gemi adamlarının yönetimin­ den çıktıktan sonra, üçüncü kişiler tara­ fından kurtarılması. (Bk. ansikl. böl.) —Deniza Çeşitli nedenlerle hasara uğra­ mış, karaya oturmuş, denizin ortasında hareketsiz kalmış gemileri yedekleyerek li­ mana çekme || Herhangi bir nedenle bat­ ma tehlikesi geçiren bir gemiyi kurtarmak eylemi. || Kurtarma gemisi, kurtarma işini gerçekleştirebilecek aygıtlarla donatılmış, çekme gücü yüksek, düşük tonajlı gemi. (Güçlü makinelerle ve ırgatlarla donatılan bu gemilerde gerektiğinde sualtı çalışmalan yapabilmek için dalgıç donanımları da bulunur Açık deniz kurtarma gemileri çok güçlü makineleri olan büyük tonajlı gemi­ lerdir.) || Sahil kurtarma, radyoiletişim yö­ netmeliğiyle ve denizde insan yaşamını kurtarma antlaşmasıyla düzenlenmiş sey­ yar kurtarma birimlerinin yaptığı çalışma­ ların tümü. —İtfaiye. Kurtarma borusu, insanları yan­ gından kurtarmak için kullanılan sentetik dokumadan yapılmış büyük boru. (Doku­ su yatay bir esnemeye elverişlidir, ancak hiçbir biçimde düşey doğrultuda uzamaz. Bu nedenle, bunu kullanan kişinin, ağırlı­ ğı ve boyu ne olursa olsun, düşme hızı azalır.) || Kurtarma kayışı, itfaiyecilerin, yer değiştiremeyen bir kişiyi sırtta, özellikle de merdivende taşımak üzere kullandıkları araç. || Kurtarma merdiveni, itfaiyecilerin yangında kullandığı merdiven. —Kuyua Bir kuyuda sıkışmış çubukları, kuyunun çevresini elmaslı bir karat alıcıyla delerek çıkarma yöntemi. || Kopma, sıkış­ ma ya da düşme sonucunda kuyu dibin­ de kalan cisimleri, çubuk takımı parçala­ rını ya da kuyu açma aygıtlarını çıkarmak işlemi. (Eşanl. FİSHİNG.) —ANSİKL. Deniz huk. Türk deniz huku­ kunda kurtarma ve yardım terimleri aynı nitelikleri taşır. Her ikisi de aynı kurallarla düzenlenmiştir. Yasaya göre, deniz tehli­ kesi altında bulunan bir gemi ve gemide­ ki şeyler, gemi adamlarının yönetiminden çıktıktan sonra üçüncü kişiler tarafından ele geçirilerek emniyet altına alınır ya da (bunun dışında) gemi veya gemide bulu­ nan şeyler üçüncü kişilerin yardımıyla de­ niz tehlikesinden kurtanlırsa, kurtarma ve­ ya yardım için bir ücret istenebilir Ödene­ cek para emniyet altına alınan ya da kurtanlan şeylerin değerini geçemez (Türktia k. md. 1222). Kurtarma ve yardım hizme­ tinin deniz tehlikesi içindeki gemi ya da gemideki eşyayla ilgili olması gerekir. Kur­ tarma ve yardım için yapılan çalışmalar sonuçsuz kalırsa ücret istenemez. Kapta­ nın açıkça karşı koymasına rağmen yar­ dımda bulunan kimse ücret isteyemeyeceği gibi tehlike altındaki geminin gemi adamları da kurtarma ve yardım ücreti is­ teyemezler (Türk tic. k. md. 1224). —Spor. Yardım sporları ve kurtarma ulus­ lararası federasyonu’na (1910'da Paris’te kuruldu) bağlı olan su sporları kurtarmacılığında, ulusal ve uluslararası, kadınlar ve erkekler arası yarışmalar yapılır Bu ya­



7181



rışmalar 4 dalda gerçekleşir (tümü kurtar­ ma “ tetratlon"unu oluşturur): su altında­ ki bir mankenin 50 m yüzerek kurtarılma­ sı; su altına dalarak ve engelleri aşarak 200 m’lik yardım yüzmesi; cankurtaran si­ midinin (3£ kg ağırlığında) fırlatılması; tek­ neyle 150 m'den kurtarma (durgun suda).



kurtbağn (Ugustnm vulgare)



K U R T A R M A K g. f. 1. Bir canlıyı, bir kimsenin, b ir hayvanın hayatim kurtarmak, onu içinde bulunduğu ölüm tehlikesinden uzaklaştırmak: Doktor, onu kurtarabilecek misiniz? Maalesef hastanızı kurtaramadık. İnsan hayatını kurtaran b ir ilaç. —2. Tkz. Bir kimseyi, bir kimsenin hayatını kurtar­ mak, ona büyük bir yardımda bulunmak: Bu parayı bulmakla hayatımı kurtardınız, çok teşekkür ederim. —3. Bir kimseyi, bir grubu, bir şeyi (bir şeyden) kurtarmak, on­ ları ciddi ya da ölümcül bir. tehlikeden uzaklaştırmak, bir kimsenin, bir grubun yaşadığı bir güçlüğü, bir engeli ortadan kaldırmak: Doktor, onu bu kötü alışkanlık­ tan kurtarın lütfen. Bir sanığı işkenceden kurtarmak. Beni büyük bir dertten kurtar­ dın. Ülkeyi yıkımdan ancak iyi bir ekono­ mik program kurtarabilir. —4 . Bir şeyi kur­ tarmak, bir şeye zarar gelmesini, onun bo­ zulmasını önlemek, bir organın işlevini sürdürmesin! sağlamak: Yangında önemli belgeleri kurtarmak. Doktorlar sağ böb­ reği aldılar, ama sol böbreği kurtardılar. —S. Bir şeyi kurtarmak, elden çıkmış ya da herhangi bir kayıt altına alınmış bir şeyi, yeniden elde etmek: Eşyaları rehinden, hacizden kurtarmak. —6 . Bir kimseyi bir kimseden kurtarmak, bir kimsenin bir başkasından kurtulmasını sağlamak: Be­ ni bu geveze adamdan kurtar. —7. Bir kimseyi, onun ruhunu kurtarmak, din di­ linde, bir kimsenin ebedi selamete ulaş­ masını sağlamak: İsa yeryüzüne insanla­ rı kurtarmak İçin geldi. —8 . Bir şeyi (so­ yut) kurtarmak, onu ciddi bir zarardan uzak tutmak, olduğu gibi korumak: Onu­ runu kurtarmak İçin her şeyi göze aldı. —8. Bir şeyi kurtarmak, bir bütünde, ge­ ri kalanların eksiğini, kusurunu, onlann ya­ rattığı sakıncayı dengeleyen bir öğe ol­ mak: Bu yemeği kurtaran sos olmuş Oyuncuların İyi niyeti oyunu kurtarmaya yetmedi. — 10, (Bir şeyi) kurtarmak, bir alışverişte, onun değerini karşılamak (ge­ nellikle olumsuz): Verdiğiniz para giderleri bile kurtarmaz. —Yüz bin lira versem kurtanr mı? —Kurtarmâz. —Oy. Bilardoda banda bitişik olan topu banttan ayırmak. | Kâğıt kurtarmak, sıfır ya da çanak glb! oyunlarda, kAğıtları en az üçlü bir dizi haline getirmek. ♦ kurtarılm ak edilg. f. Bir şeyi, bir kim­ seyi ciddi bir tehlikeden, yok olmaktan, bir kimseyi, bir topluluğu güç bir durumdan kurtarmak eylemi: Mail güçlükler içinde bulunan şirketlerin kurtanlması. Mahsur kalan yolcular güçlükle kurtanldı. KURTAYAĞI a. 1. Halk hekimliğinde kullanılan klbrltotu türü (Lycopodium elavatum). [Infuayon hâlinde İdrar artırıcı, ya­ tıştırıcı ve romatizma ağrılarını dindlrici olarak kullanılır.] —2, Kurtayağı tozu -* GÛBEKTOZU. K U R T BAC A Ğ I a. Mim. Bir yapıda bir noktadaki ağırlığı İki yandaki daha sağ­ lam bölümlere bindirmek İçin karşılıklı ko­ nulan eğimli payandalar. (Bunlar kâgir ke­ mer biçiminde olursa hafifletme kemer’l, boşaltma kemeri ya da tahfif kemeri de­ nir.) K U R T B AĞ I a. Bot. -» DAFNE. ■ K U R T B A Ğ R I a. Kışın yaprakları kısmen dökülen (dökülmeyenler, baharda yeni sürgünler oluştuktan sonra dökülür) hepyeşil çalı ya da ağaççık. (Bil. a. ligustrum, zeytingiller familyası.) (Eşanl. LİGUSTRUM.] —ANSİKL. Kurtbağnnın yaprakları genişçedir. Çiçekleri beyaz bileşik salkım şek­ linde ve çok kokuludur. Kurtbağrı genel. İlkle çit bitkisi olarak kullanılır. Avrupa, Ku­ zey Afrika ve Batı Asya’da yetişir. Türkiye’ nin bütün ormanlık bölgelerinde bulunur



Ana türden başka 50 kadar türü daha var­ dır. K U R T B A L IĞ IB İL L E R a. Zool. Heterodont dişli, karın yüzgeçleri ve pulları bu­ lunmayan, denizde yaşayan iri kemiklibalıklar familyası. (Avrupa’da yaşayan türü kurtbalığı [Anarhichas iupus] kabuklular ve yumuşakçalarla beslenir; eti lezzetli, derisi değerlidir. Familya üyeleri horozbi­ nalara benzerler. Bil. a. Anarhichadidae) K U R T B E K (Seyfi), türk asker, siyaset adamı (Gelibolu 1905). Harp okulu’nu (1926), Harp akademisi’ni (1931) bitirdi. Paris’te, Atina’da ataşelik yaptı. Genelkur­ may milli seferberlik dairesi başkanlığın­ dan kurmay albay rütbesindeyken emekli oldu (1950). Aynı yıl DP’den Ankara mil­ letvekili seçildi. Ulaştırma (1950-1952) ve Milli savunma (1952-1953) bakanlıkları yaptı. Harp ve ekonomi (1942), Almanya' da milli seferberlik (1947), Milli savunma hizmetinde kadın (1951) adlı kitapları ba­ sıldı. K U R T B E Y , Edirne'nin Uzunköprü ilçe­ si Hamidiye bucağına bağlı belde; 2 871 nüf. (1990). Belediye. K U R T B O Ğ A N a. Yörs. Köpeklerin boy­ nuna takılan sivri dişli demir tasma. —Bot. BOĞANOTU'nun eşanlamlısı. K U R T B O Ğ A Z I a. Bitkilerde Piıicularia cinsi mantarlardan ileri gelen hastalık, (En önemlisi Piricularla oryzeae'nin neden ol­ duğu çeltik kurtboğazı hastalığıdır. Sap­ larda ve yapraklar üzerinde eşkenar dört­ gen şeklinde gri lekeler görülür ve genel­ likle saplarda kırılmalar olur.) K u rtb o ğ a n



b a r a jı, Ankara ilinde, Kurtboğazı çayı üzerinde kurulu bara). 1967'de işletmeye açıldı. Sulama ve iç■ me suyu sağlam a am acıyla yapılan bara­ jın gövdesi toprak dolgu'tipinde, su to p ­ lama hacmi 101,50 milyon n f, göl aianı 5,5 km8, sulama alanı 3 780 ha, bir yılda sağladığı İçme suyu 67 milyon m3ltür, K U R T Ç U K a. Zool. lARVA’nın eşanlam­ lısı. —Metalürj. Çiçek hastalığıyla ortaya çıkan izler biçiminde görülen döküm hatası. K U R T Ç U K B İL İM a, Kurtları, özellikle de asalak kurtları (yassısolucanlar ve yuvarlaksolucanlar) İnceleyen hayvanbillm bölümü, (Eşanl. HELMİNTOLOJİ,) K U R T O U K B U sıf. Biyol. Kurtçuğa ben­ zeyen; Kurtçuk biçiminde olan. K U R T Ç U L sıf. Zool. Kurtlar ve larvalar­ la beslenen hayvan İçin kullanılır. K U H T D E R S Iİ M E H M E T , türk pehli­ van (Deliorman 1B64 - Balıkesir 1939). Ai­ lesiyle birlikte küçük yaşta Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç ederek Balıkesir'in Kurtdere köyüne yerleşti. Güreşe burada başla­ dı. Üstün tekniği ve gücü ile yaptığı gü­ reşleri art arda kazanarak Ege ve Marma­ ra bölgelerinde kısa sürede üne kavuştu. Dönemin başpehlivanı Katrancı Halil'i de yenince ünü büsbütün arttı. Avrupa'ya gi­ derek Paris ve Londra'da yaptığı alafran­ ga güreşlerde rus kökenli şampiyon Hackenschmidt'i, Britanya şampiyonu Chalve'yl, Hint kaptanı lakabıyla anılan hintli Gulam Rüstem’I vb. birçok güreşçiyi ye­ nerek adını dünyaya duyurdu. Son güre­ şini İstanbul'da tuttuktan (1931) sonra, ge­ lenek uyarınca kispetini Kâbe'ye gönde­ rerek güreşi bıraktı. K U R T E R (Ajun), türk coğrafyacı ve denizbilimci (İstanbul 1930). İstanbul Üniver­ sitesi'nde fiziksel coğrafya öğrenimini ta­ mamladı; profesör oldu (1976). 1978-1981 arası Coğrafya enstitüsü müdürlüğü gö­ revini üstlendi. 1982’de İstanbul Üniver­ sitesi deniz bilimleri ve coğrafya enstitü­ sü deniz fiziği, ve kimyası anabilim dalı başkanlığına atandı. Özellikle jeomorfoloji ve fiziksel oseanografya dallarında uz­ manlaştı ve araştırmalar yaptı. Başlıca ya­ pıtları: Türkiye'nin morfoklimatik bölgele­ ri (1979), Oseanografya (1977).



K U R T H A S A N L I, Konya'nın Kadınha­ nı ilçesine bağlı bucak; 19 907 nüf. (1990); 18 köy. Merkezi Kurthasaniı, 400 nüf. (1990),



K U R T İÇ (Melike), türk ressam ve sera­ mikçi (Adapazarı 1930). İstanbul Devlet güze! sanatlar akademisi dekoratif sanat­ lar bölümü'nü bitirdi (1955); Eczacıbaşı (1960-1962) ve Kopenhag Kraliyet porse­ len fabrikaları'nda (1963-1966) seramik, seramik dekor ve form araştırmaları ya p tı. Kopenhag Güzel sanatlar akademisi seramik bölümü'nde (1967-1968), Anka­ ra'da MTA enstitüsü'nde (1968-1972), Batı Almanya'da Heinz-Thee Dietz atölyesi'nde (1971-1975) çalıştı. Milli savunma bakanlı­ ğı devlet mezarlığı proje yarışması’nı ka­ zanan (1982) grupta yer alan sanatçı, 1962'den bu yana yurtiçinde ve yurtdışında birçok sergi açtı; karma sergilere ka­ tıldı. Özellikle küresel seramikleri ve de­ nizkestanesi konulu resimleriyle tanınan sanatçı, yapıtlarında yaşamın, doğanın, evrenin özünü yansıtmayı dener. K U H T İY E a. (fr. courtier). Bank, ve Tla SİMSAR'ın eşanlamlısı. iK U R T İ Z (Tuncel), türk tiyatro ve sinema oyuncusu, jönetmen (Bilecik 1936), Bir sü­ re amatör topuluklarda çalıştıktan sonra İs­ tanbul Şehir tiyatrosu'na girdi (1961). Kü­ çük sahne, Dormen, Kant, Bulvar, Gülriz Sururi-Engln Cezzar topluluklarında oyna­ dı. 1973'ten başlayarak sanat çalışmaları­ nı İsveç'te sürdürdü. Stockholm'de Halk oyuncuları topluiuğu'nu kurdu (1982); bu­ rada Kurban, Ferhat İle Şirin, Sakarca, Sa­ manyolu gibi oyunları Sahneye koydu. 1986'da Peter Brook'un yönettiği Mahabharata oyunuyla dünya turnesine çıktı. Si­ nemayla da ilgilenen sanatçı, Gül Haşan filminin senaryosuyla Antalya Altın portakal film şenliği’nde en İyi senaryo yazarı ödü­ lünü (1981), İsrail tarafından gerçekleştiri­ len Kuzunun gülücüğü filmindeki rolüyle de 36. Bertin Film şenliğl'nde Gümüş ayı ödûlü'nü (1985) aldı. Başlıca filmleri: Umut (1970), Otobüs (1974), Kanal (1978), Sürü (1878), Bereketli topraklar üstünde (1980). K U R T K A L E , Ardahan'ın Çıldır İlçesi­ ne bağlı bucak; 4 927 nüf. (1990); 12 köy. Merkezi Kurtkale. 692 nüf. (1990),



K U R T K A L E tA m O lĞ a Ğ . Arkeol ırkiye-Bulgarlstan sınırında, Svilengrad' (Mustafapaşa) 6 km kadar G.-B.’sında tümülüs; IV yy.'ın İkinci yarısına tarihilen­ dirilir. Tümülüs, dikdörtgen planlı bir ön odayla, kovan biçiminde yalaneı kubbey­ le örtülü mezar odasından meydana ge­ lir. Mezar odasının kapısı İç İçe geçmiş Ik! taş söveyle çevrilidir. K U R T K A R A N I a. Spor: Vbğlı güreşte ra­ kibi pes ettirmek İçin uygulanan bir oyun. -ANSİKL. Yerde dizleri ve elleri üzerinde bank durumundaki rakibin üzerine oturu­ larak iki ayak belin İki yanından geçirilip kasıklar önünde birleştirilir. Eller rakibin koltukaltlarından sokularak bilekler kavra­ nır ve İçer! doğru çekilerek alttaklnln üs­ tüne doğru abanılır Bu oyunu uygulamak ve oyundan kurtulmak oldukça beceri ge­ rektirir. K U R T K IY A N a. Afrika'da yaşayan, Buphagus cinsinden kuşların genel adı. (Bü­ yük toynaklıların derisi üzerinde bulduğu böcekler ve lxodes cins! üyeleriyle besle­ nir. Sığırcıkglllsr familyası.) K U R T K Ö Y , İstanbul’un Kartal ilçesine bağlı bir köy iken 1987'de Pendik ilçesi sınırları içinde semt durum una geldi.



K U R T K Ö Y Ü , Sakarya'nın Hendek il­ çesi merkez bucağına bağlı köy: 2 278 nüf. (1990), K U R T K U L A Ğ I, Adana'nın Ceyhan il­ çesi merkez bucağına bağlı belde; 2 163 nüf. (1990). Belediye. K U R T K U L A K a. Zool. Anadolu’da ya­ şayan, postundan kürk yapılan vaşak.



Kurtuluş K U R TLA N D IR M A K - KURTLANMAK. K U R T L A N M A a. Kurtlanmak eylemi. K U R T L A N M A K gçz. f. 1. Yiyecekler­ den söz ederken, içinde ya da üzerinde kurt üremek: Şeftaliler kurtlandı. Peynir çabuk kurtlanır. —2. Tkz. Bir kimse söz­ konusuysa, yerinde duramamak, bir şe­ ye karşı telaş ve sabırsızlık göstermek; bir yerde uzun süre bulunmaktan usanmak, gezme gereksinimi duymak: Kurtlanma, daha yemek hazır değil. Yine kurtlandın, bir yerlere gitmek istiyorsun herhalde. ♦ kurtlandırm ak ettirg. f. 1. Bir mey­ veyi, sebzeyi vb. kurtlandırmak, onda kurt üremesine neden olmak. —2. B ir kimse­ yi kurtlandırmak, onun telaşlanmasına, meraklanmasına, sabırsızlanmasına yol açmak. K U R TLU sıf. 1. Kurtlanmış, içinde kurt üremiş olan yiyecek için kullanılır: Kurtlu elma. —2. Her zaman hareket halinde olan, yerinde duramayan; gezip tozmayı seven kimse için kullanılır: Ne kurtlu ço­ cuksun! —3. Kurtlu peynir, kıskanç, işkil­ li, meraklı kimseler için kullanılır. K urtlu a d a m , S. Freud’un psikanalizini yaptığı rus kökenli bir gencin takma adı. Çözümleme raporunu Aus der Geschich­ te einer infant'ılen Neurose başlığıyla 1918’ de yayımlayan Freud, hastanın durumu ko­ nusunda bir karara varamadı ve saplantılı bir nevrozun varlığını saptadıktan sonra “ çözülmemiş çocukluk nevrozu" tanısına katıldı. Freud'un çalışmasının bir tür canlı kalıntısı durumuna gelen bu hastanın öy­ küsünde bir uç durum ya da psikotik eğimli bir narsis nevrozu sezilir. Freud için bu vaka, çocukluk cinsel ya­ şamına ilişkin olayların gerçekliği üzerine bir tartışma fırsatıydı, Freud sözkonusu gerçekliğin varlığını Jung'a karşı temellen­ dirmek istiyordu. K U R TLU C A a. Bot. Yaprakları karşılıklı, dişli kenarlı ve sapsız, çiçekleri leylak ren­ ginde, bütün kısımları tazeyken sarmısak kokulu, kısa tüylü çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. Teucrium scordium, ballıbabagiller fa­ milyası.) —ANSİKL. Anadolu'da, kurtlucanın özel­ likle bir alttürü (T. scordium subsp. scordioides) yaygındır Bu bitkinin infusyonu (% 5) halk hekimliğinde kuvvet verici ve uyarıcı olarak kullanılır. K U R TM A N TAR I a. Tazeyken yenebilen bazitli mantar. (Olgunlaştığında sporlarla dolu bir kese haline gelir. Bil a. lycoperdon.) K U H T M A S A U a. Bir kimsenin karşısın­ dakini oyalamak, kendi suçunu unuttur­ mak ya da kendini suçsuz göstermek için ileri sürdüğü inandırıcılıktan yoksun özür­ ler, boş sözler. K U R T O â L U H A Y R E T T İN H IZ IR B E Y - HIZIR HAYRETTİN REİS Kurtoğlu. K U R TO S İS a. (yun. söze.). İstat. Bir is­ tatistik dağılımı gösteren eğrinin genel bi­ çimi ya da basıklık derecesi. K U R TÖ R Ü M C E Ğ İG İLLE R a. Lycosa, Pardosa, vb. cinsleri içeren, örümceğim­ siler sınıfından familya. (Bil. a. Lycosidae; örümcekler takımının Araneomorpha alttakımı, Entelgynae seksiyonu.) —ANSİKL. Kurtörümceğigiller avlarını ko­ şarak kovalayan avcı örümceklerdir; dişi, yumurtalarını, karnı ucuna tutturulmuş, yuvarlak bir eklemle birleşen iki çenetten oluşan bir koza içinde taşır. Yumurtadan çıkan yavrular annelerinin bedenine tırma­ nır ve en azından ikinci kabuk değiştirme­ ye kadar burada kalır. K U R T P E N Ç E S İ a. 1. Sulak dağ çayır­ larında yetişen, koyu ya da açık pembe çiçekli, çokyıllık otsu bitki; çayır yalancı sarmaşığı. Yöresel olarak çıyanotu, yılankökü de denir. (Bil. a. Polygonum bistorta; karabuğdaygiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Su kenarlarında yetişen ve kır­ mızı noktalı küçük beyaz çiçekler açan ot­



su bitki. (Bil. a. Lycopus europacus; bal­ lıbabagiller familyası.) — ANSİKL. Kurtpençesi (Polygonum bistorta) Türkiye’de daha çok Kuzey Anadolu bölgesinde yetişir. Kurutulmuş kökleri ve köksapları peklik verici, antiseptik ve id­ rar artırıcı nitelikler taşır. Dekoksiyonuyla ağız hastalıklarında gargara yapılır. Pek­ lik verici ve kanamaları durdurucu olarak da günde 4-5 bardak içilir. KURTUBA -



CORDOBA.



K u rtu b a c a m is i, Cam iülkebir de de­ nir, Cördoba'da (Kurtuba), endülüs emevi mimarlığının başyapıtlarından biri; 23 000 m2'lik bir alanı kaplayan caminin inşasına Abdurrahman I döneminde 785’te başlan­ dı, 987’de son biçimini aldı, ilk planıyla, mihraba dikey 9 sahınlı (orta şahın daha geniştir) bir ana mekânla, revaklarla çevrili büyük bir avludan oluşuyordu. Bu yapının yetersiz kalması üzerine 833’te Abdurrah­ man II tarafından D. ve B.’sına birer şahın eklenerek genişletildi; 848’de mihrap du­ varı 25 m geriye alınarak kemer gözleri on ikiden yirmiye çıkarıldı. Bu iki mimari aşa­ mada göze çarpan özelliklerden biri, alma­ şık düzende beyaz taş ve kırmızı tuğla ör­ gülü, iki katlı kemerlerdir; aşağı kat kemer­ leri at nalı biçiminde yukarı kattakiler ise yuvarlaktır Hakem II zamanında (961) mih­ rap duvarı yeniden geriye alındı. Bu bölüm planı, bezemeleri ve uyumlu görünüşüyle, öteki bölümlerden farklı küçük bir ibadet yeri gibidir. Mihrap önünde iki kemer gözü genişliğinde bir mekânı örten damarlı kub­ benin yanlannda aynı büyüklükte birer kubbe yer alır. Hakem ll’nin yaptırdığı bö­ lümde alt kemerler çok dilimli, üst kemer­ lerse at nalı biçimindedir Kubbelerin da­ yandığı, zengin ve karmaşık bezemeli, ka­ bartma motifler ve bitkise! oymalarla süs­ lü, dilimli kemerlerin çaprazlama olanlan da vardır Mihrap önündeki kubbelerde bu ke­ merleri taşıyan sütunlar artınimıştır Aynı dö­ nemden kalma olağanüstü zenginlikteki mihrap, üst bölümü üç dilimli kemerle son bulan, dikdörtgen çerçeveli bir niş biçimin­ dedir Tüm kubbe kemer çevresi ve kemer­ lerin köşeleri koyu mavi ve altın yaldızlı mo­ zaiklerle süslüdür. Aynı dönemden minber de mihrap ölçüsünde zengin bir işçilik gös­ terir; arabesk oymalı tahta panolar fildişi kakmalarla süslüdür Cami, Mansur bin Ebu Amir (Almanzar) tarafından D.’ya doğru se­ kiz yeni şahınla genişletildi (987). Hişam l’in yaptırdığı 20 m yüksekliğindeki yalın mina­ re Abdurrahman III döneminde (951), gös­ terişli bir minareyle yenilendi. 1543’te yıktı­ rılan bu minarenin yerine 1693’te günü­ müzdeki katedralin çan kulesi yaptınldı. Caminin dışardan berkitilmiş bir görü­ nümü vardır; kalın ve yüksek duvarlar dik­ dörtgen payandalarla güçlendirilmiştir; bu duvarlar üstten dişli mazgallarla son bu­ lur. Payanda aralarında mihrabı andıran at nalı biçiminde kapılar yer alır (bunların çoğu sonradan örülerek kapatılmıştır). Ah­ şap çatıyla kaplı yapıda, tavan çok par­ lak renkli oymalarla süslüydü (1713’te bu tavan hafif tonozlarla değiştirildi). Kurtuba camisi, Yaşlı Hernân Ruiz'in rönesans üslubunda başladığı ve oğlu Genç Hernân Ruiz’in plateresco üslubun­ da tamamlattığı koroyeriyle katedrale dö­ nüştürüldü. (-> CÖRDOBA.) K U R T U L M A a. Kurtulmak eylemi. -~Kad. doğ. ve Vet. Doğurma || Çocuk ya da hayvan yavrusu doğduktan sonra ete­ ne ve zarların dölyatağından ayrılarak dı­ şa atılması. (Bk. ansikl. böl.) —Nük. müh. Kurtulma çarpanı, belli bir ortam için, nötronların çoğalma çarpanı ifadesinde yer alan dört katsayıdan biri. (Enerjisi 0,8 MeV ile 1 eV arasında bulu­ nan bir nötronun çekirdeğe yakalanma­ dan kaçma olasılığını belirtir.) — Uz. havc. Kurtulma hızı, bir cisme bir gökcisminden hareket ederken, bu gök­ cisminin çekim alanından kurtularak son­ suza dek uzaklaşabilmesi için verilmesi gereken minimal hız. (Bu hız, cismin, gök­



cisminin merkezine olan uzaklığına bağ­ lıdır. Örneğin Yer yüzeyinde kurtulma hızı 11,2 km/sn dolayındadır.) [Eşanl. PARABO­



7183



LİK HIZ.] — ANSİKL. Kad. doğ. Kurtulma normal



olarak çocuk çıktıktan sonraki yarım saat içinde gerçekleşir. Mekanizması üç aşa­ ma içerir: etenenin yerinden ayrılması ve etenenin dölyoluna geçmesi, etenenin dı­ şarı çıkması; bgnların yalnız ilk ikisi döl­ yatağı kasılmalarına bağlıdır. Son aşama yatar durumdaki bir kadında kendi ken­ dine gerçekleşemediği için ebenin ya da hekimin yardımı gerekir. Plasenta kendi başına yerinden ayrılamıyorsa el dölyatağına sokularak yapay bir kurtulma sağla­ nır Kurtulma kendiliğinden olur da tam ol­ madığı kanısına varılırsa dölyatağı yeni­ den muayeneden geçirilir. Kurtulmaya ka­ namalar, son gelmemesi ya da dölyatağının ters dönmesi gibi ihtilatlar eklenebilir. —Vet. Bir doğumda birçok yavru doğu­ ran dişi hayvanlarda (domuz, köpek, ke­ di, tavşan) dölyatağı ile etene yapışıklığı­ nın gevşekliğinden ötürü kurtulmama ya da son gelmemesi seyrek görülür Kısrak­ ta da durum aynıdır. İneğe gelince, tersi­ ne, zarların dışarı atılması genellikle do­ ğumdan 4 ila 6 saat sonra gerçekleşir. Gevişgetirenlerde 12, kısrakta 8 saat son­ ra zarlar atılmadığı zaman alıkonma var­ sayılır. Bu durumda, loğusa humması be­ lirmeden önce kurtulmayı sağlamak ge­ rekir. Etenenin alıkonması halinde büyük dişilerde, elle dölyatağını boşaltmak en akılcı yöntemdir. Eteneyi dölyatağı muko­ zasından ayırmayı öngören bu işlem kotiiedonların varlığından ötürü gevişgeti­ renlerde daha zordur; bu durumda enfek­ siyonu önlemek için genellikle birkaç gün antibiyotik verilir. K U R T U L M A K gçz. f. 1. (Bir şeyden) kurtulmak, bir kimse, bir hayvan sözkonu­ suysa, tehlikeli, öldürücü bir durumu ge­ ride bırakmak, atlatmak: Endişelenmeyin, hastanız mutlaka kurtulacak. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamadı. Avcıla­ rın elinden kurtulup, kaçan bir tavşan. —2. Bir kimseden, bir şeyden, bir yerden kurtulmak, hoşlanılmayan, istenilmeyen, rahatsızlık verici, can sıkıcı bir kimseden, bir şeyden, bir yerden uzaklaşmak; onla­ rın etkisinden kendini kurtarmak: Bu adamdan hâlâ kurtulamadın mı? Sonun­ da borçlarından kurtuldu. Bir taşra ken­ tinden kurtulmak. Büyük bir yükten kur­ tulmak. Artık çekilmez duruma gelen bu yükümlülükten kurtuldum. Meraktan kur­ tulmak. —3. Bir kadın sözkonusuysa, do­ ğum yapmak, doğurmak. — 4. Bir şey­ den, bir yerden kurtulmak, bulunduğu ya da iliştirildiği yerden çıkmak, ayrılmak: Bı­ çak birden elinden kurtuldu. Vida yerin­ den kurtulmuş. — 5. (Bir yerden) kurtul­ mak, bağlandığı yerden bağını koparıp kaçmak: Köpek zincirinden kurtulmuştu. —6 . Tkz. Çok hasta ya da aşırı yaşlı bir kimse sözkonusuysa, ölmek. K U R T U L M A L IK a. Bir tutsağı ya da re­ hineyi salıvermek için istenen para; fidye. K U R TU LU Ş a. 1. Bir şeyden kurtulma; güç bir durumun sona ermesi: Kurtuluş yo­ lu. Kurtuluş çaresi. —2. Bir grubun, bir ulu­ sun bağımlılığının son bulması, tutsaklıktan kurtulması: Kölelerin kurtuluşu için müca­ dele eden Spartaküs. Kadınların kurtuluş hareketi. Kurtuluş savaşı vermek. İzmir’in işgalden kurtuluşu. —3. Bir yerin, düşman işgalinden kurtulma tarihi: 9 Eylül İzmir’in kurtuluşu. — 4 . Somut ya da ruhsal bir bas­ kının kalkması sonucu duyulan rahatlama: Ölümü, ailesi için bir kurtuluş oldu. K u rtu lu ş, Müttefikler’in ve ayaklanmış yurtseverlerin alman işgal ordusunu Batı Avrupa'dan attıkları dönem (1943-1945). —Fransa'da, Normandiya çıkarmasından (6 haziran 1944), Fransa kıyılarındaki son alman direniş ceplerinin de teslim olma­ sına (8 mayıs 1945) kadar uzanan dönem. (Korsika 11 eylül-4 ekim 1943 arasında kurtarılmıştı.)



Tuncer Kurtiz adlı filmin bir sahnesinde



Kurtuluş Normandiya çıkarmasından önce de çe­ şitli biçimlerde sürdürülen gizli mücadele kimi zaman açık mücadeleye dönüştü, ki­ mi zaman da ülke topraklarından bir bölü­ münün geçici olarak kurtarılmasını sağla­ dı (Gliöres, mart 1944). Fransız ulusal kur­ tuluş komitesi, iç direnişle ilgili silahlı eylem­ leri yönetmeye ve müttefik çıkarmalarının hazırlanması ve gelişmesi ile eşgüdüm kur­ masını sağlamaya çaba gösterdi. Bu iş, özellikle Londra’da FFİ (Fransız yurtiçi kuv­ vetleri) komutanlığına atanan Koenig tara­ fından yerine getirildi. Fakat, Fransa' da COMAC (Askeri eylem komisyonu) bir ulu­ sal ayaklanma çıkarılmasından yanaydı. 6 haziran öncesinde BBC tarafından yayım­ lanan radyo mesajları, böyle bir ayaklan­ manın başlatılabileceği düşüncesine yol açmıştı. Nitekim, Vercors bu yüzden zama­ nından önce harekete geçmişti. Böylece ulusal toprakların kurtarılması işi, Normandiya’ya çıkan müttefik kuvvet­ ler (aralarında general Lattre’ın tümenleriyle 100181010 2. zırhlı tümeni de bulunuyordu) ile onlarla birlikte hareket eden, ama bu­ nu her zaman eşgüdümlü bir biçimde ya­ pamayan Fransız yurtiçi kuvvetleri tarafın­ dan gerçekleştirildi,



7184



Kurtuluş savaşı Mustafa Kemal Saksıya savaşları'nı



yönetirken



ğın öğretisini götürmeyi amaçlamıştı. An­ cak bu dinsel propaganda hayır işleri aracı­ lığıyla gerçekleştirilirdi, Örgüt askeri bir ya­ pıdaydı, üniforma giyen asker ve subaylar­ dan oluşur, büyük konsey tarafından seçi­ len bir general ile yönetilirdi. Tannbilim açı­ sından Methodist kiliseden çok farklı olma­ yan Kurtuluş ordusu, yaşamı değiştirmek, günah ve inançsızlığa karşı etkin savaşım vermek ilkesiyle anglosakson ülkelerde ve Kuzey Avrupa'da örgütlendi. Çeşitli baskı­ lara irârşın (1890), Kurtuluş ordusu, özellikle örgütün kurucusunun kızı olan Evangeline Booth' un yönetiminde (1934-1939) büyük bir gelişme gösterdi. Merkezi halen Lond­ ra'da bulunan ve WarCry (“ savaş çığlığı” ) adlı bir dergi çıkaran Kurtuluş ordusu’nun çeşitli ülkelerde iki milyona yakın tirajı olan yüze yakın yayını bulunmaktadır.



K u rtu lu ş sa v a ş ı, istiklal savaşı (har­ bi) da denir, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna temel olan savaş. Birinci Dünya savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Os­ manlI İmparatorluğu, imzaladığı Mon­ dros mütarekesi ile kaderini İtilaf devietlerl’nin insafına terk ediyordu. ( -* MON­ DROS MÜTAREKESİ.) Mütarekeyi İmzalayan Ahmet İzzet Paşa hükümeti, mütareke hü­ kümlerinin ılımlı bir biçimde uygulanacağını Kurtuluş, Birinci Dünya savaşı'ndan son­ ve Osmanlı devletinin egemenlik haklarına ra ve yakın yıllarda yayımlanmış bazı der­ dokunulmayacağını ummaktaydı. Oysa, gilerin ortak adı. Başlıcaları: —Türkiye İşçi türk ulusal vatlığını yok derecesine indirme­ ve çiftçi partisi adına i mayıs 1919'dan baş­ ye kararlı olanltllaf devletleri (özellikle In­ layarak Berlin'de yayımlandı. On beş gün­ giltere), mütarekeyi kendi anlayışları doğ­ de bir yayımlanan dergi, 20 eylül 1919'dan rultusunda uygulamaya başladılar. Osmanlı başlayarak şubat 1920'ye değin İstanbul' ordusunun hızla terhisine, silahlarının alın­ da basıldı. Başlığının altında "Sosyalizm­ den bahseder İlim ve sanat mecmuasıdır" masına ve ülkeyi işgale giriştiler Türkler İçin durum umutsuz görünüyor­ yazısı bulunan Kurtuluş, Türkiye'nin batı ül­ du. Ülke parçalanmış, nüfusu azalmış, halk kelerindeki gelişmeleri izleyerek sosyalizme uzun savaşlarla bitkin düşmüştü. Aydınlar yönelebileceği, ekonomik gelişmeyle birlik­ bağımsızlığı değil, bağımlılığın alacağı bi­ te sol düşüncenin de güçleneceği, islamiçimi tartışıyorlardı. VVIlson İlkeleri ve ameri­ yetin kapitalizmden çok sosyalizme açık ol­ kan mandası aydın çevrelerde büyük ümit­ duğu tezini savunuyordu. Dr. Şefik Hüsnü ler vs hayaller yaratıyordu. (Deymer) yönetimindeki bu derginin yazar­ Mütareke uygulamasına ve İşgallere ilk ları arasında \fedat Nedim (Tör), Ethem Ne­ tepkiler, rum ve ermeni nüfusun yoğun ol­ jat, Namık İsmail, Şevket Süreyya (Ayde­ duğu bölgelerde ortaya çıktı. Buralardaki mir), Sadıettin Celal (AnteO, Reşat Nuri (Darumluk ve errrenlllk davalarına karşı Türk­ rago) yer aldı. Derginin çıkmış sayılannı ye­ ler kendi hukuku, nnı torumak ve temsil et­ ni haillerle yeniden baskıya hazırlayan (1971) Raslh Nuri İleri, TCK’nın 142. mad­ tikleri bölgelerin Türkiye'den koparılmasını önlemek İçin "Müdafaa! hukuk" örgütleri desine aykırı eylemden yargılandı, —İlk sa­ oluşturmaya başladılar, yısı 1 haziran 1976'da yayımlanmaya baş­ Yunanlıların İzmir'i İşgal! ve Anadolu İç­ layan aylık siyasal dergi, Salih Sayın'ın sa­ lerine İlerlemesine Türkler'in tepkisi ani ve hibi, Mustafa Ekerin sorumlu yazı İşleri mü­ sert oldu, İlerleyen yunan birlikleri ordu ve dürü olduğu dergi 36 sayı yayımlandı. 1980 askeri darbesinden sonra kapandı. milis güçlerinin silahlı direnişiyle karşılaştı. Bu dergi daha çok Kurtuluş sosyalist der­ (-* KUVAYI MİLLİYE.) İzmir'in İşgalinden bir gün sonra 9, Or­ gi (KSD) adıyla tanındı. du müfettişliği göreviyle İstanbul'dan ayrı­ KU R TU LU Ş, rumca Augholldha, lan Mustafa Kemal Paşa'nın (Atatürk), 19 KKTC’de Gazi Mağusa İlçesine bağlı köy. mayıs 1919'da Samsun'dan Anadolu’ya Kurtuluş ordusu (Salvation Arrrty), 1865 geçişiyle türk ulusal hareket! ihtiyaç duydu­ yılında İngiltere'de VVilllam Booth tarafından ğu önderliğe kavuştu. Mustafa Kemal Paşa'ya verilen görev, müslüman-hıristlyan ça­ CMstlan mlssion (Hıristiyanlık misyonu) adıyla kurulan sosyal ve dinsel örgüt. tışmalarını yatıştırmak, bölgede faaliyet Kurtuluş ordusu adını 1878'de alan örgösteren çeteleri dağıtmak, kalan türk bir­ t KUŞBAŞI. || Kuş be­ yinli, akılsız, aptal. || Kuş dili -* KUŞDİLİ. || Kuş gibi, çok hafif; çabuk iş gören, eli­ ne ayağına çabuk kimselerin bu niteliği için kullanılır. || Kuş gibi çırpınmak, çare­ sizlik içinde ne yapacağını, ne edeceğini bilememek. || Kuş gibi uçup gitmek, çok kısa süren bir hastalıktan sonra ölenler için kullanılır || Kuş gibi, kuş kadar yemek, pek az yemek. || Kuş kadar canı olmak, küçük, cılız, güçsüz, dayanıksız olmak. || Kuş kafesi gibi, çok ufak, ama güzel ev için kullanılır. || Kuş kanadıyla gitmek, ola­ bildiğince hızla gitmek. || Kuş kuşlamak, kuş avlamak. || Kuş misali, kuşlara benze­ me, kuşlar gibi bir orada, bir burada bu­ lunma bildirir: insanoğlu kuş misali, dün neredeydik, bugün nerede? || Kuş mu konduracak?, yapacağı şey eşi görülme­ miş, benzersiz bir sanat eseri mi olacak anlamında söylenir. || Kuş uçmaz, kervan geçmez, bir yerin ıssızlığını, sarp ve sa­ pa olduğunu, oraya kimsenin uğramadığı­ nı belirtmek için söylenir || Kuş uçurma­ mak, bir yere kimsenin geçmesine olanak vermeyecek biçimde, çok sıkı güvenlik önlemleri almak. || Kuş, tavşan uykusu, ra­ hat ve derin uyunmayan, tetikte uyku. || Kuşa benzetmek, kuşa çevirmek, kuşa döndürmek, ona yeni bir biçim vermek is­ terken, düzeltilemeyecek ölçüde bozmak. || Kuş sütü -» KUŞSÜTÜ. || Kuş tüyü -* KUŞTÜYÜ. II Kuş UÇUŞU -» KUŞUÇUŞU. —Avc. Kuş ağı, kuşları özellikle de yaba­ nıl güvercinleri yakalamak için kullanılan ağ. —Bot. Kuş burnu -» KUŞBURNU. || Kuş dili -* KUŞDİLİ.|| Kuşekm eği — KUŞEKMEĞİ. || Kuş kirazı -* KUŞKİRAZI. || Kuş üzümü -> KUŞÜZÜMÜ. II Kuş yemi •* KUŞYEMİ. —Ed. Divan edebiyatında özellikle gönül­ le ilgili olarak kullanılan benzetme öğsi. (Eşanl. MÜRG, TAYR.) [Bk. ansikl. böl.] —Esk. giy. Kuş yuvası, fesin bazı giyiliş bi­ çimlerinde ön tarafında oluşan çukurluk, (özellikle fes arkaya doğru itilerek giyildi­ ğinde oluşurdu. Bu, daha çok külhanbey­ l e r i kullandığı bir fes giyme biçimiydi.) [Yâr teknesi de denir.] —Giz. bil. Kuş falı -* KUŞFALI. —Kuşç Deniz kuşu, denizde ya da de­ niz kıyılarında yaşayan kuş. (İçmek için yalnızca deniz suyu, yani iç ortamlarından daha tuzlu bir su bulabilen bu kuşlann bu­ run boşluklarında fazla tuzu süzüp atan bir tuz bezi vardır; bu kuşları ötekilerden az çok kesinlikle ayırmaya yarayan tek be­ densel özellik de işte budur.) —Mim. Kuş köşkü ya da kuş evi, türk mi­ marlığında yapıların cephelerinin üst bö­ lümüne kuşların barınabilmesi için eklen­ miş minyatür köşk. (Bk. ansikl. böl.) —Mutf. Kuş lokumu -* KUŞLOKUMU. —Saraç. Eyerin, oturma yerinin önünde, kanat üstünde bulunan küçük parçası. —'ferz. Bolluk vermesi için giysinin koltuk­ altı, pantolon ağı, kol altı vb. yerlerine ek­ lenen bir ucu sivri kumaş parçası. (Par­ çanın geniş olan kısmı bolluk verilmek is­ tenen yere yerleştirilir, eklenen kısım da gittikçe daraltılarak sivri uçta sıfırlanır.) —Yun. mit. Hera'nın kuşu, tavuskuşu. || Ze­ us’un kuşu, kartal. || Athena’nın kuşu, gecekuşu. || Aphrodite'nin kuşu, Kythira ku­ şu, güvercin, Kythira'da ünlü bir tapınağı bulunan Aphrodite'ye adanan kuş. —Zool. Kuş faunası ya da topluluğu, göç ettikten sonra belli bir bölgede yuva ya­ pan ve kışı geçiren kuş türlerinin bütünü. —ANSİKL. Kuşlar, başlıca özellikleri sıcak­ kanlılıklar yüksek (44 °C’a kadar) ve de­ ğişmeyen beden sıcaklıkları, yumurtayla üremeleri, tüyler ve deri kökenli pullarla (ayaklar) donanmalan ve ön üyelerinin ka­ natlara (genellikle uçma olanağı verir) dö­



nüşmesi (yürümeyi yalnızca arka ayaklar sağlar) olan bir omurgalı sınıfıdır. İskelet ve kas düzeni, sınıf üyelerinin ha­ reketliliğini açıklar. Gövde, sırt kesiminde­ ki omurların birbirleriyle ve dar, uzun leğenkemikleriyle kaynaşması nedeniyle eğilip bükülmez bir bütündür. Her kabur­ gada, bir sonraki kaburgaya yaslanan, ar­ kaya doğru eğik bir çıkıntı bulunur. Öbür omurgalılara oranla daha önemli otan göğüskemiği, karın yüzünde geniş bir yer kaplar; uçucu kuşlarda, uçma kaslarını ta­ şıyan çok gelişmiş bir orta çıkıntı (karina) vardır Ûn üyeler, sürüngenlerde de oldu­ ğu gibi, üç çift kemikten meydana gelen bir kemere eklemlenir: kürekkemikleri (kargakemiği); köprücükkemikleri; köprücükkemiklerinin birteşerek oluşturduğu ladeskemiği. Bütün bu çok hareketli boyun omurlarının (başa çok büyük bir hareket yeteneği kazandırır) ve kuyruk sokumu omurlarının ve yanlarda kanatlarla arka üyelerin bir bakışım düzlemi içinde birbi­ rine eklemlendiği sağlam bir yapı oluştu­ rur. Kanat iskeletindeki dönüşüm daha çok elde görülür: elde yalnızca çok küçük bir başparmak ve bir bölümü birbiriyle kaynaşmış 2. ve 3. parmaklar kalmıştır. Bacaklarda, kısa uylukkemiği, hayvanın ağırlık merkezinden başlayarak çekül doğrultusunda öne doğru uzanır; kamışkemiği, küçük ve ayak bileğinin bir bölü­ müyle birleşen kavalkemiğiyle bir ölçüde kaynaşmıştır. Bileğin geri kalan bölümüy­ se tarakkemikleriyle birleşir; parmak ke­ mikleri de buraya eklemlenir. Kuşlann ço­ ğunda 4 parmak bulunur: bunlardan biri (başparmak) arkaya dönüktür. Kafatası ke­ miklerinin sayısı çoktur; ama bunlar kay­ naşarak ergin kuşta küremsi bir kemik ya­ pısı oluşturur. Değişiklik geçirerek gaga zırhını meydana getiren yüz kemikleri, ka­ fatasına oranla biraz daha hareketlidir. Sü­ rüngenlerde de olduğu gibi altçene kare kemiğiyle ve kafatasıysa tek bir artkafa parçasıyla omurgaya eklemlenir. Altçene birçok kemiğin ikincil kaynaşmasının so­ nucudur. Birçok kemiğin içinin boş olma­ sı iskeleti hafifleştirir; kemiklerin içindeki boşluklarda, akciğer aygıtına bağlanan hava keseleri vardır. Kas düzeninde kanatlan hareket ettiren kasların konumu önemlidir. Hareket ettiri­ ci kastar çok büyüktür ve bedenin karın yüzünde karinaya bağlanır; kanatları kal­ dıran kastar gibi indiren kaslar da hayva­ nın ağırlık merkezinin çok aşağıda yer al­ masına katkıda bulunur ve böylece uçu­ şun dengesini sağlar. Memelilerinkine benzeyen dolaşım site minde 4 boşluklu (2 kulakçık, 2 kanncık) bir yürek bulunur; ne var ki erişkinde sağ büyük aort yayı vardır (oysa memelilerde bu yay soldadır). Merkezi sinir sistemi kar­ maşıktır; beyin sürüngenlerinkinden daha iridir; beyin yanmyuvarlan ve beyincik çok gelişmiştir; beyin yarımyuvarlannda çizgili cismin merkezi çok karmaşıktır. Yüz iskeleti, dişsiz, kemiksi bir gaga meydana getirir; kemiksi gaga da, biçimi öbekten öbeğe değişen boynuzsu bir ga­ gayla örtülüdür. Yemek borusundaki bir şişkin bölüm, önemi kuş öbeğine bağlı olarak değişen kursağı oluşturur. Bunu bezli mide, sonra da çoğunlukta kuşun yuttuğu çakıltaşlarının yardımıyla besinleri öğüten kaslı mide (ya da taşlık) izler. Arka bölümünde, genellikle çıkmaz biçiminde iki ek bağırsak (körbağırsak) bulunur. Ba­ ğırsaklar, sidik ve üreme yollannın da son bulduğu bir dışkılıkta açılır. Kuşların bes­ lenme rejimi çok çeşitlidir. Yalnızca bitki­ lerle beslenen türlerin sayısı azdır; kuşla­ rın çoğu, bileşimi mevsime göre değişen karma bir rejimle beslenir. Yalnızca et yi­ yenlerin sayısıysa çoktur; ayrıca küçük bö­ ceklerle ya da deniz planktonlarıyla bes­ lenenlerden tutun da büyük hayvanların leşlerini yiyenlere vanncaya kadar çok çe­ şitli kuşlara rastlanır. Normal olarak yedik­ leri yiyecek miktarı çok büyüktür; küçük bedenli türlerde bu miktar kuşun ağırlığı­ nı bulabilir, hatta aşabilir.



Kuşların derisi genellikle çok incedir ve uropigyum bezi (kuyruk sokumu bezi) dı­ şında salgıbezi bulunmaz; uropigyum be­ zinin yağlı salgısı tüyleri su geçirmez ha­ le getirir. Bazı kuşlarda (pelikanlar vb.) is­ tendiğinde şişirilebilen hava keseleri var­ dır. Tüyler çok çeşitli tiplerde boynuzsu üstderi fenerleridir; bunlar, özel deri böl­ gelerinden (pterili) çıkar. Kuşların görüşü çok gelişmiştir ve gözlerde kuşlara özgü yapılar bulunur. Saydam tabakada bulu­ nan damarlı bir organ olan tarak’ın uyum­ da görev aldığı sanılır. Ağ tabakada, renk­ lerin görülmesinde rol oynayan renkli lipit yuvarlakçıkları bulunur. Sert tabaka halka biçimindeki bir kemikleşmeyle güçlendi­ rilmiştir. Koku alma organı oldukça karma­ şık (ama memelilerinkinden çok daha ya­ lındır) olmakla birlikte, koku duyusunun kuşlarda önemsiz bir rol oynadığı sanılır. İşitme duyusu iyi gelişmişse de algılanan sesler memelilerinkinden daha azdır. Kuş­ larda ses çok gelişmiştir; her türün çeşitli sesleri ve çoğunlukla belli bir şarkısı var­ dır. Ses organı memelilerdekinin tersine gırtlak değil soluk borusunun bronşlara ayrıldığı yerde ya da, bazen, soluk boru­ sunda bulunan göğüs gırtlağıdır. Kuşlar yumurtayla ürer; genellikle bir yuvaya bırakılan yumurtaların sayısı tür­ den türe değişir (1-20 arasında, hatta da­ ha çok). Embriyonun normal gelişmesi için yumurtanın belli bir sıcaklıkta bulun­ ması gerekir. Bazı ender istisnalar dışın­ da (iriayaklıgiller) bu sıcaklık kuluçkaya ya­ tılarak elde edilir; kuluçkaya çoğu zaman dişi, bazen hem dişi hem erkek, bazen de yalnızca erkek kuş yatar Kuluçkaya yatan kuşun karnında genellikle kuluçka levha­ ları gelişir; bu levhaların sıcaklığı derinin



7205



kuşun anatomisi



7 . çatal 8. karg a m sı kem ik 9 .g ö ğ ü s ka lk a n ı 10. ka rin a



11. uylukkemiği 12. k a v a lk e m iğ i



13. a y a k b ile k 1



k o lk e m iğ i



-ta ra k e k le m le ri



2. dönerkemik



14. parmaklar 3 . d irs e k k e m iğ i 15. g ö ğ ü s



4. el 5 . p a rm a k



kasları 16. ku y ru k s o ku m u



ibis iskeleti



12345®789-



bazı organları



kursak kalp mide karaciğer taşlık su akciğeri hava kesesi bağırsak dışkılık



e » ö j^ ~ ~ °AUc^AfiTiQIL - ^ 5 5 MgiçkujJ~İ



>vj9UAft. = 5 ^ ^ S ® ş o ş !C > m M ^ y )L



da|gıçku8u|



iMücUKu»1* '



horoz



tavus k«W}K



80LÜNOİU|fR



^ K ^ LrlY E N O lL U E R İP»rieıoeolu»



‘çiTKo ^ i a B r ~ j e,ıkuttJ'~ — gg—S—Si^IyjEŞ^tçalrk uşlT



UyuMMİ«'



hokko



tavuksular



KUŞLARIN SINIFLANDIRMASI



geri kalan bölümünden daha yüksektir. Kuluçkaya yatma süresi, yumurtanın boa orantılı olarak 12 günle (bazı ötücü. ar ve ağaçkakanlar) 60 gün (kivi1) ara­ sında değişir. Yavruların yumurtadan çık­ tıkları sıradaki gelişmişlik düzeyi öbekten öbeğe çok değişir; bazıları tüysüz ve kör­ dür, uzun süre (bazı ötücükuşlarda 13 gün, kondorda 6 ay) yuvada kalırlar ve bunlara yuvssever kuşlar denir; yuvaseumez kuşların bedeniyse, yumurtadan çık­ tıkları sırada İnce tüylerle kaplıdır ve bu yavrular kiBa süre sonra erişkinlerin ardın­ dan gidebilirler. Üreme olayı bazı İkincil et­ kinliklerle birlikte görülür: bir yuva yerinin belirlenmesi (erkek burasını başka türdeş­ lerine karşı savunur), çiftleşme gösterileri (ormantavukları ve oennetkuşları gibi ba­ zı kuşlarda çok görkemlidir) ve şarkı (yu­ vanın bulunduğu yerin bir sahibi bulun­ duğunu ve onun kimliğini belirtir). raplu yaşama alışkanlığı kuşlarda tür­ den türe büyük çeşitlilik gösterir. Bazıları hep bir arada yaşar ve koloniler (toplum­ sal örgütlenişi oldukça gelişmiştir) halin­ de yuva yapar; bazıları üreme mevsimin­ de birbirinden aynlır (ötüoükuşların çoğu); normal zamanlarda yalnız yaşayan bazı­ larıysa yuva kurmak İçin bir araya gelirler (çeşitli deniz kuşları). Başlıca etkinlikleri (üreme, göç, vb) katı İçgüdülere dayanır­ sa da, kuşlarda tanıma, seçme uyum gi­ bi yetenekler ve çok güçlü bir bellek var­ dır. Kuşlar, kutuplar ve dağlardaki sürekli karlar sınırına kadar yerkürenin bütün böl­ gelerinde yaşar, Deniz kuşları bütün ok­ yanuslarda bulunursa da hiçbir! üreme sı­ rasında karalardan vazgeçemez. Hem tür hem sayı bakımından kuşların e r H duğu yerler yaftışlı tropikal ülk-



d



ğuk ve ılıman bölgelerdeki kuşların çoğu kışı burada geçiremez ve bu nedenle az çok düzenli göçler yaparlar. Günümüzde yaşayan 8 000 kadar kuş türü vardır (yarısı ötücükuştur) ve kuşla­ rın yapısındaki birçok ortak yan kuşların sınıflandırılmasını çok güçleştirir. Uzun sü­ re bacakların ve gaganın dış yapısına ba­ kılarak sınıflandırmalar yapıldı: koşarkuşlar, perdeayaklılar, uzunbacaklılar, tavuk­ sular, güvercinsiler, yırtıcıkuşlar, tırmanıcı­ lar, ötücükuşlar. Günümüzdeki bilim adamlarıysa kuşlan hem dış özelliklerini, hem de Iç anatomilerin! ve biyolojilerini hesaba katarak daha çok sayıda, ama da­ ha anlamlı bölümlere ayırmaktadırlar. —Ed. Divan edebiyatında gönü! (dil, kalp), kuşa benzetilir. Sevgilinin saçı, gözü, beni ona tuzaktır Gönül kuşu, ten kafesin­ de hapsedilmiştir. Efsaneler, kıssalarla İl­ gili olarak bu edebiyatta sık sık anılan kuş­ lar vardır: Kafdağının ardında yaşayan anka, Hz. Süleyman'a Belkıs'tan haber getiren hüthüt, tanrıtanımazları yok eden ebabil kuşları v b Güle aşkını anlatan bül­ bül; hû çektiği ve boynunda halka bulun­ duğu İçin tasavvufta kulu simgeleyen kumru; muolzeler söyleyen tûtl (papağan); renkleri göz alıcı tavus; güzel yürüyüştü keklik, ürkek güvercin; sevgilinin âşığı av­ layan gözüne benzetilen şahin; rakibin simgesi zağ (karga) en çok anılan kuşlar arasındadır. Kahramanları kuşlar olan ale­ gorik hikâyeler, mesneviler de yazılmıştır: Mantık ut-tayr (Attar), Qûl ü bülbül (Fazll), Münazara-! tutl bi-zâğ (Nev'I) v b Çağdaş edebiyatta doğanın bir parçası olan kuş­ lar yıkıma uğrayan doğa! çevreyle İlgili so­ runlar tartışılırken konu edinildi (örn. K ut­ lar rfo aitti [1978), Yaşar Kemal). Kuş motifi çeşitli dinsel simge­



ler içinde önemli bir yer tutar: Mısır'da ibis (Anubis); yunan-roma mitolojisinde Zeus’ un kartalı, Athena'nın baykuşu, Hera’ nın tavus kuşu ya da Aphrodlte'nln güver­ cini; hıristiyan dininde Ruhülkudüs'ün gü­ vercini. Kıpti, bizans ya da karolenj doku­ malarını, Sibirya'dan Fransa’ya kadar pek çok mezarda bulunan bazı flbulaları, çok sayıda roma sütun başlığını (Morlenval, Issoire, Moissac) süsleyen ve Batı'ya Doğu' dan gelmiş olan kanatları açık kuş figür­ lerinde ya da elyazmalarındakl başharflerde kullanılan biçimleri değiştirilmiş kuş motiflerinde olduğu gibi, kuşlar üsluplaştırılmış olarak betımlenmiştlr; kimi zaman tıvua kutu Rtvennı'dıM yı)



San Vttale bazlllkaaı'nda blunan bir ıttozıllttsn ayrıntı VI. yy,



kuşak ğu, ağaçkakan ongun olarak nitelenen ve büyük saygı gören kuşlardır; bunlara do­ kunulmaz, hatta adlarının bile söylenme­ sinden çekinilirdi. Yaratılış destanlarında da kuş motifi yer alır. Bir yakut efsanesin­ de, ana yaratıcının, dünyayı yaratmak için balıkçılla yaban ördeğini çağırıp onlardan denizin dibinden toprak getirmelerini is­ tediği ve yaban ördeğinin getirdiği toprak­ la dünyayı oluşturduğu anlatılır.



Bari’deki (İtalya) San Nicola bazilikası'nın bir sütun başlığını süsleyen kuşlar ve hayvan başları XII. yy. da, Bavit'teki kipti manastırının alçakkabartmaları (Louvre) ya da Kudüs'teki mo­ zaikleri (IX. yy.) gibi süs öğelerinde, daha gerçekçi bir biçimde ele alınmışlardır. Ay­ rıca Kuşlu Nike, Epidauros tapınağı'nın akroteri (Atina müzesi) ve N.-D.-du- Marthuret'deki (Riom) Kuşlu Meryem Ana (XIV. yy.) sayılabilir. Batı resminde, kuş betimlemeleri ara­ sında C. Fabritius'un Saka kuşu'ndan (Lahey), hollandalı ve transız hayvan ve na­ türmort ressamlarının birçok yapıtından, Greuze'ün Ölü kuş'undan (Louvre), Boucher’nin Ağa düşen kuş'undan (ay. y.), Max Ernst'in yapıtlarındaki “ Loplop, kuş­ ların efendisi” temasından, Picasso’nun Barış güvercini’nden ya da Braque’ın Louvre müzesi'nin etrüsk salonu için ger­ çekleştirdiği tavan resminden söz etmek gerekir. —Mim. Yapıların özellikle bol güneş alan, rüzgârdan korunaklı cephelerine yapılan kuş evleri, XV. yy.'dan sonra görülmeye başlar ve XIX. yy. sonlarına değin sürer. Bunların bir bölümü tek ya da yan yana birkaç küçük delikten oluşurken (Süleymaniye, Yeni cami kuş köşkleri), bir bölü­ mü de özenle yapılmış, kimileri konsollar üzerinde cumba gibi öne çıkmış, cephe­ leri kemerli kapılar ve kafesli pencereler­ le süslenmiş, sütuncuklar ve revaklarla çevrili örneklerdir (Üsküdar Yenivalide ca­ misi, Selimiye camisi, Hasanpaşa medre­ sesi). —Mit. Doğu ve türk mitolojisinde kuş mo­ tifine sıkça rastlanır (Anka* ya da Zümrüdüanka, İran’da Simurg ya da Sireng, Hüma* ya da Hümay kuşu). Sibirya ve Altaylar'da yaşayan oğuz boylarının ongun­ ları arasında kuşların önemli bir yeri var­ dır. Kara ya da beyaz kartal, doğan, ku-



Kuş köşkü Hasanpaşa medresesi, İstanbul Büyük Larousse



720 7



K U Ş , Mısır’a bağlı bir bölüm Afrika top­ rağına verilen ad. Kuş (Nil'in 2. ve 4. şe­ laleleri arasındaki bölge), günümüzde Su­ dan’ın bulunduğu ve yunanlı yazarların "Ethiopia” dedikleri yerdi. Yeni Imparatorluk’un başlangıcında (İ.Ö. 1560'a doğr.) yönetim bakımdan Mısır'a bağlandı ve Güney ülkelerinde firavunu temsil eden genel vali (başlangıçta kralın oğullarından biriydi), "Kuş sultam” unvanını taşıyordu (bu ad, giderek Mısır'ın Afrika’daki bütün topraklarını [Nübye ve Sudan] kapsamı­ na aldı). Bunlar, Mısır’ın işlettiği ve sömür­ geleştirdiği topraklardı. XXV. hanedan, Kuşiler soyundandı. K U Ş c m n a t l -» M an yas



kuş cenne-



Ti.



K U Ş g ö lü -> MANYAS gölü. K U Ş A M L I İB R A H İM E F E N D İ, türk mutasavvıf ve şair (Kuşadası, Aydın, 1774 - Rabığ, Mekke ile Medine arası, 1846). Aydın’da öğrenim gördükten sonra İstan­ bul'a geldi. Feyziye medresesi'nde (bu­ gün Millet kütüphanesi) Deli Emin Efendi'den ders gördü. Fatih’te Atpazarı tekkesi’nde konuk bulunan halveti şeyhi Beypazarlı Ali Efendi'ye bağlandı. Bir süre Kahire'de bulunup geri döndü. Aksaray’ da kendi adına bir tekke açtı, ikinci kez gittiği hacda koleradan öldü. Tekkelerde ilahi şeklinde okunan bir gazeli ünlüdür; halifesi Aydi Baba bu gazeli taştir etmiş­ tir. Düşüncelerini, halvetiliği yaymak için merkezde halifelerine ve bazı devlet gö­ revlilerine, merkezin dışında ise kendine bağlı olanlara yazdığı Mektuplar’ı (Millet kütüphanesi, Ali Emiri bölümü, şeriye no. 1173) vardır. 1820-1845 yıllan arasında ya­ zılmış mektuplannın bazılan yayımlanmış­ tır (1982). [ - Kayn.) K U Ş A D A S I, Ege bölgesinde Aydın ili­ ne bağlı ilçe; 43 636 nüf. (1990); 263,5 km2; merkez bucağı dışında 1 bucak, 7 köy. Merkezi, Ege kıyısında Aydın’ın ka­ rayolu ile 71 km B.'sında Kuşadası, 31 911 nüf. (1990). Yaz turizmi, tatil köyleri yat limanı.



—Tar. Kuşadası’nın ne zaman ve kimler ta­ rafından kurulduğu bilinmemektedir. Ta­ rihte adı Neopolis, Marathesium, Ania, Anaea olarak geçer. İ.Û. VII. yy. dolayla­ rında bu bölgede birçok yerleşim merke­ zi kurrpuş olan ionialılar tarafından, Yılancı burnu yakınlarında kurulduğu sanılmak­ tadır Pilar dağı'nın eteklerindeki Andız ku­ lesi denilen yerde kurulup sonradan bu­ günkü yerine taşınmış olduğu da ileri sü­ rülür. İ.Ö. V. yy. başlarında Persler’in yöneti­ mi altına giren Kuşadası, bir süre Atina’ ya, İskender zamanında da Makedonya krallığı'na bağlı kaldı. İ.Û. I. yy.’ın ortala­ rından İ.S. IV. yy.’ın sonlarına değin bura­ sı Büyük Roma imparatorluğu’nun önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Roma imparatorluğu'nun ikiye bölünmesinden (395) sonra Bizans'a bağlı kaldıysa da, stratejik konumu ve verimli toprakları ne­ deniyle sık sık BizanslIlarla Selçuklular ve Aydınoğulları beyliği arasında çekişmele­ re sahne oldu. 1413-1414 yıllarında Osmanlılar’ın eline geçen kent, 1954'e de­ ğin İzmir'in bir ilçesiyken, bu tarihten baş­ layarak Davutlar bucağıyla birlikte Aydın il sınırları içine alındı. 1960’lardan sonra Kuşadası'nın özellikle uluslararası nitelik­ te bir turizm merkezi olma yolunda önemli gelişmeler kaydettiği görülmektedir. —Mim. Kuşadası’nda antik kale ve sur ka­ lıntılarının yanı sıra, Küçük ada’da (Güver­ cin adası) küçük bir kale vardır. Kentte



Lauros-OIraudon



XVII. yy. başlarında Öküz Mehmet Paşa’ nın yaptırdığı ve onun adıyla anılan bir kervansaray (Kurşunlu han), cami ve ha­ mam bulunur. Tuğla ve kesme taştan ker­ vansaray (1618), revaklı bir avlunun çev­ resinde iki katta yer alan yirmi sekizer oda­ dan meydana gelir (1966’da onarılarak otele dönüştürüldü). Kaleiçi camisi olarak da bilinen cami kare planlı, kurşun kaplı kubbeyle örtülü bir yapıdır. Çifte hamam planındaki hamam da kervansaray ve ca­ miyle birlikte inşa edilmiştir.



Papağanlar ve diğer kuşlar Frans Snljders'in tablosu Güzel sanallar müzesi, Grenoble



K U ŞA D A S I kö rfezi, Anadolu'nun Ege kıyısında, G.'de Dilek dağı ve Sisam ada­ sının oluşturduğu yay ile K.’de Doğanbey burnu arasında Ege denizi’nin geniş girin­ tisi. Küçük Menderes bu körfeze dökülür. K U Ş A K a. 1. Bele sarılan uzun, enli ku­ maş ya da örgü şerit. —2. Soy zincirinde derece; nesil: Bu fotoğrafta üç kuşağı bir arada görüyorsunuz: Büyükbabam, ba­ bam ve ben. Ailenin geçmişi beş kuşak öncesine kadar biliniyor. —3. Soy zinciri­ ni oluşturan dereceler arasındaki zaman süreci: Her yüzyıla aşağı yukan üç kuşak sığar —4. Aynı dönemde yaşayan, yaş­ ları az çok yakın kimselerin tümü: Bizim kuşağımızdan olanlar. Genç kuşaklar. —Arabac. Taşıma gücünü artırmak için, araba tablasının altına ve üstüne çakılan ağaç parça. —Ask. denize. Zırh kuşağı, bir savaş ge­ misinin teknesini su kesimi yüksekliğine kadar koruyan zırh. (Bk. ansikl. böl.) —Basın. Radyoda, belli bir programa ay­ rılmış zaman dilimi.



Kıışadast'ndan bir görünüm Aydın



kuşak



oturtma m asma çatı makastarındaki göğüsleme kuşakları



—Bilş. Bilgisayar kuşağı, yakın teknoloji­ —Hat. Kuşak yazısı, caminin İç duvarını ler kullanılarak yapılmış ve-benzer işlevli çepeçevre saran yazı. (Sk. ansikl. böl.) İşletim sistemleriyle donatılmış çağdaş bil­ —inş. Çapraz kuşak, ahşap ya da demir gisayarlar kümesi. (Bk. ansikl. böl.) bir çatkıya, ahşap bir levhaya ya da dö­ şeme kaplamasına, bir döşemsnln kiriş­ —Bot, Bitki ya d a hayvan kuşağı, başka leri altına yerleştirilerek yapının biçim de­ kuşakları çevreleyecek biçimde yerleşmiş, oldukça bağdaşık bitki ya da hayvan top­ ğiştirmesini önleyen ya da' yüklerini azal­ tan çubuk. || Kemer kuşağı, bir kemerde luluğu (Kuzey kutup çevresi kuşakları, göl kuşakları, sazlık, vb., dağlık yer kuşakları yay biçiminde yerleştirilmiş taş ya da tuğ. lalardan oluşan sıra. || Metal kuşak, İki ya yüksek bölgeler). —Coğ, Yaklaşık olarak enlemlerle sınırla­ da daha çok parçayı birleştiren metal şe­ rit. || Parmaklık kuşağı, demir ya da dö k-' rı belirlenen alan (örneğin tropikal kuşak). me demir çubuklardan oluşan bir par­ —Çekird. fiz. Dönme, titreşim kuşağı, bir atom çekirdeğinin, belli bir dağılımı ancak maklığın üst bölümüne ya da atkı üzeri­ ne geçirilen sac şerit. artan bir dönme açısal momenti ya da tit­ reşim fr'ekansı olan hallerine karşılık ge­ ^ —Katı. fiz. Kuşaklar kuramı, katilar fiziğin­ de, bir kristaldeki elektronların enerji dü­ len enerji düzeyleri ailesi. (Eşanl. BANT.) zeylerinin yasak kuşaklarla ayrılmış geçiş — Denize. Yelkenli teknelerde seren yel­ kuşakları halinde dağıldıklarını öngören kenlerini berkitmek için, aboşa yakasına kuvantum kuramı. (Bk. ansikl. böl.) yakın olarak gradin yakalarının arasına di­ —Mad. oc. Bir numunenin etki kuşağı, bir kilen şerit biçiminde yelken bezi. || Borda­ lara, üst güvertş düzeyini izleyerek çizilen değişkenin, bir numune üzerinde yerel olarak ölçülen değerini koruduğu kabul çizgi. || Borda kuşağı, gemi teknelerinin edilen bölge. (Varyogramıyla belirlenen bordası boyunca, baştan kıça kadar uza­ bölgesel bir olgunun etki kuşağı objektif nan ağaç ya da sac kuşak. (Özellikle kü­ olarak varyogramın erimiyle tanımlanır.) çük teknelerin bordasını korumada kulla­ —Metalürj. Derecesiz kalıpta, alt ve üst nılır.) | Boylam kemere kuşağı, güverte dö­ bölümü birleştirme düzeyinde tutan çem­ şemesinin altına yerleştirilen ve güverteyi ber. || Tüyer kuşağı, bir yüksekfırının, haz­ gergin tutmayı ve berkitmeyi sağlayan ne üstü ile hazne arasında yer alan ve içi­ boylamasına eleman, f İç kuşağı, ağaç fi­ ne hava tüyerleri açılan bölümü. likalarda, oturak başlarının oturtulması için —Mim. Bir hacmi çevreleyen silme ya da filikaların alabandalarına bağlanan ve bezeme sırası. (Silindir biçiminde bir nes­ baştan kıça kadar uzanan ağaç tirizler. ne, örneğin bir sütun üzerindeyse BİLEZİK I —Dülg. Göğüsleme kuşağı, bir çatı ma­ de denir.) kasında mertekleri birbirine bağlayan, —Oto Kimi dış lastiklerin karkaslarını (radmertek ve destek ile bir üçgen oluşturan yal karkas, çapraz kuşaklı lastik) saran ve bölüm. lastik sırtının altında sert bir temel oluştu­ ran küçük açılı, çaprazlanmış bez katları­ nın tümü. —Reklamc. Heklam kuşağı, radyo ya da televizyon programları içinde reklam ya­ yınına ayrılan bölüm. —Sıh. tes. Gerek bodrum katına (alt ku­ şak), gerek çatı aralarına (üst kuşak) yer­ leştirilen ve bir binanın içini çepeçevre do­ laşarak başlangıç yerine geri dönen bo­ ru. || Ana dağıtım kuşağı, genel sayaçtan çıkan ve üzerine çeşitli bölümlerin kısmi besleme boruları bağlanan yatay akışlı boru donanımı. (Ana dağıtım kuşağı ge­ nellikle bodrum tavanına yerleştirilir.) —Spor. Güreşte, kuşak hizasında vücudu kavrama. || Judoda, bu sporu yapanların aldıkları derecelerden her biri. Kimonoyu tutan, renkli kumaştan yapılmış bir kuşak­ la belirtilir ve şu biçimde sıralanır: beyaz kuşak (yani başlayan için), sarı, turuncu, yeşil, mavi, mor (erginler için), kahveren­ gi, siyah (yalnız judo federasyonu jürisi ta­ rafından verilir), beyaz ve kırmızı (6. dan—Fiz. ve Kim. Kuşaklar tayfı, birbirine çok dan başlayarak), kırmızı (10. dan). yakın tayf çizgisi dizilerinden oluşan ve —Şehlrc. Yeşil kuşak, bir yerleşme mer­ her dizinin bir kuşak biçiminde olduğu kezinin çevresinde düzenlenmiş, yeşil tayf (yayım, soğurulma ya da Raman ya­ alan. yınımı tayfı). (Bk, ansikl. böl.]. —Teknol. Belli tekniklerde, bir donanımın —Folk, Kuşak kuşatma, düğün günü ge­ ve bu donanıma özgü tasarımların gelişi­ linin beline babası ya da yakın bir akra­ mini belirten evre, teknik ilerleme düzeyi; bası tarafından bekâreti simgeleyen al ku­ bu evrelerden birine ait aygıtların tümü: şağı dolama. Boeing 747'lerin üçüncü kuşağı. Yeni bir ^-G ezbil. Işıma, ışınım ya da Van Allan ku­ manyetoskoplar kuşağı. şağı, bir gezegenin çevresinde bir kuşak —Topbil. Kuşak çatışması, iki kuşak ara­ oluşturan ve içinde kapanlanmış yüksek sındaki, değer ve tavır farklılaşmasından enerjili parçacıkların bulunduğu, bu ge­ doğan anlaşmazlık. (Çoğunlukla toplum­ zegenin manyetosfer bölgesi. (Bk. ansikl. sal değişme hızının artması sonucu orta­ böl.) || Kızıl kuşak, fransız gökbilimci Daya çıkar.) niel Barbier’nin (1907-1965) 1957'de orta —Yerbil. Bir katın, bir fosil topluluğunun, jeomanyetik enlemde keşfettiği ve termos­ belirlediği zaman süresince oluşan çökelferde atom halinde bulunan oksijenin uya­ lerin tümünü içeren bölümü. || Belli bir rılmasından ileri gelen, kutup ışığı türün­ başkalaşım yeğinliğiyle belirlenen taşküdeki yayım. || Kutup ışığı kuşağı, doğudan re düzeyi. (Eskiden şu ayrım yapılırdı: anbatıya doğru, binlerce kilometrelik bir ala­ kizon [taşoluş koşullarında en hafif baş­ nı kaplayan kesikli kutup ışıklarının ayırtkalaşım koşullarına geçiş], epizon, kloritli edici yapısı. şistlerin oluşması, ortabölge, mikaşistlerin —Giy. Ağır kuşak, osmanlı saray giyimin­ ve gneissin gelişmesi ve altkuşak, erime de özel günlerde kullanılan değerli kuşak­ olaylarının görülmeye başlanması.) || Dağlara verilen ad. (Som sırmadan dokunmuş oluş kuşağı, bir kıtanın kenarında bulunan olanlar, yüksek rütbelilerce- kullanılırdı. Sa­ uzun ve dar dağ sistemi (örn. Pasifik ke­ ray ağaları işlemeli acem şalı, lahuri şal, narı dağoluş kuşağı). ya da renkli ipekle dokunmuş Tosya ku­ —Zootekn. Aynı yaştaki ya da aynı yaş sı­ maşından kuşaklar takarlardı. Küçük rüt­ nıfındaki hayvanların tümü. (Bk. ansikl. beliler ise, el tezgâhlarında dokunmuş böl.) —ANSİKL. Ask. denize. Makineler ile ya­ yün kuşak sararlardı.)



kıt ve malzeme ambarlarını tamamen ya da kısmen koruyan zırh kuşağı, zırhlıların ve kruvazörlerin gelişmesiyle ortaya çıktı. Ancak günümüzde, modern gemilerde kullanılmaz. — Bilş. Bilgisayar kuşağı. Teknolojik açı­ dan Ilk hesap makinelerinde elektromekanik düzenekler kullanılmıştır ama, 1945'ten yaklaşık 1955'e dek üretilen ve sanayide birkaç yüz temel işlemi İşleme­ ye olanak veren elektron tüpleri ve lambalann kullanıldığı hesap makineleri birin­ ci kuşak bilgisayarlar diye adlandırılır. 1955'e doğru, hesap makinelerinde ilk ay­ rık tranzistorların kullanımıyla İkinci kuşak bilgisayarlar ortaya çıktı; manyetik çekir­ dekli belleklerin kullanıldığı bu bilgisayar kuşağı 1965'e dek sürdü (o sırada yürüt­ me hızı saniyede birkaç bin İşlemi bulu­ yordu); bu tarihte aynı "kırmık", yani aynı silisyum tableti üzerinde onlarca tranzistor bulunduran entegre devreler kullanıl­ maya ve üçüncü kuşaktan söz edilmeye başlandı (yürütme hızı saniyede 100 000 temel işlemi buluyordu). 1975'e doğru or­ taya çıkan dördüncü kuşak bilgisayarlar­ da, entegre devrelerde nicel bir sıçrama­ dan (aynı kırmık üzerinde yüzlerceden, binlerceye dek değişen temel lojik öğe­ ler) ve yarıiletken belleklerin kullanımın­ dan yararlanıldı (aynı anda yapılan hesap­ larla, yürütme hızı saniyede bir milyon te­ mel işlemi aşıyordu). Bu teknolojik ilerle­ melere koşut olarak, bilgisayarların işletim biçimi kuşaktan kuşağa gelişti: ilk kuşak­ ta, programların yazımı için, hesap maki­ nesinde bir bir yürütülen ikili dil ya da ma­ kine dili kullanıldı; ikinci kuşakta, birbirini izleyen görevleri yerine getirmeye olanak sağlayacak işletim sistemleriyle donatılmış bilgisayarlar için geliştirilen yüksek düzeyli programlama dilleri (FORTRAN, COBOL vb.) benimsendi; üçüncü kuşakta, çoğulişletim halindeki birçok kullanıcı ile, mer­ kezi birimin çalışmasını eniyileyen yetkin işletim sistemi kavramı ortaya çıktı; dör­ düncü kuşak İsa uzaktanişlem, bilişim sis­ temlerinin birbirine bağlanması ve büyük veri bankalarının oluşturulmasıyla belirgin­ leşti. Öte yandan, sıralı çalışmayan, para­ lel olarak düzenlenmiş ve saniyede 10 mil­ yar işlemlik bir hızla hesap yapan ve man­ tık yürütebilen bilgisayarların beşinci ku­ şak'ı oluşturacağı sanılmaktadır. —Fiz. ve Kim. Kuşaklar tayfı, Ikiatomlu ya da çokatomlu moleküllere özgüdür. Bu moleküllerde, atomlar gibi bir elektron enerjisi dışında, elektron enerjisinden da­ ha küçük ve atom çekirdeklerinin denge konumları çevresindeki salınımlarına eş­ lik eden bir titreşim enerjisi İle, titreşim enerjisinden de küçük ve molekül bütü­ nünün dönmesine eşlik eden bir dönme enerjisi vardır. Değişik biçimlerdeki bu enerjiler kuvantalanmışlardır, dolayısıyla da tayfın çizgileri enerji düzeyleri arasın­ daki geçişlere karşılık gelir. Yalnızca dön­ me enerjisindeki değişimlere, tayf çizgiler karşılık gelir (dönme tayfı). Dönme ve tit­ reşim enerjilerinin eşanlı değişimlerine, kuşakları oluşturan çizgi gruplan karşılık gelir (tltreşim-dönme tayfı). Dönme, titre­ şim ve elektron enerjilerinin eşanlı deği­ şimlerine ise kuşak sistemleri karşılık ge­ lir (elektron tayfları). Dönme tayfı uzak kızılaltı içinde ya da kimi zaman mikro dal­ galar alanında, titreşim-dönme tayfı yakın kızılaltı içinde, elektron tayfı ise görünür dalgalar alanında ya da morötesi içinde yer alır. Kuşak tayflarının incelenmesi, bi­ leşimi bilinmeyen bir maddenin bileşen­ lerini ve bu bileşenlerin dozlarını belirle­ meye olanak tanır. Tayf çizgilerin konumu ve yeğinliği, fizikçi ya da kimyacılara te­ mel durumlarında ya da uyarılmış durum­ da olan moleküllerin yapısı (eylemsizlik momenti, atomların arasındaki uzaklık, ay­ rışma enerjisi) üzerine bilgi verir. —Gezbil. Yer çevresindeki ışıma kuşakla­ rı, ilk amerikan uydularının uçuşu sırasın­ da Van Ailen tarafından 1958'de keşfedil­ di. Uydulara yerleştirilen Geiger sayaçla­ rı, bir yandan 3 500 km yükseltide ve



30°'den az enlemde, öte yandan da 20 000 km yükseltide ve 60°'den az enlem­ de çok yüksek sayı yüzdelerl kaydettiler. Gerçekten de, İç kuşak İle dış kuşak ara­ sında süresizllk yoktur; en hızlı, yani en enerjili parçacıklar (proton ve elektronlar) dar bölgelerde yer almıştır; bu nedenle 3 500 km yükseltide, 50 MeV üzerinde yük­ sek enerjili yeflin bir proton akışı vardır. Işıma, manyetosferde*, Yar'ln manyetik alan çizgileri boyunca yakalanan parçacıklann varlığıyla açıklanır Bunlar kozmik* ışıma nötronlarından ya da Güneş rüzgâ­ rının manyetopozdaki yayınımından do­ ğar. Apollo uçuşlarına katılan astronotlar bu kuşakları aşmışlardı; ancak bu kuşak­ ları çok hızlı geçtikleri İçin, karşı karşıya kaldıkları ışıma dozu normal olarak Yer üzerinde 24 saatte aldığımız ışımanın al­ tındadır. Işıma kuşakları Jüpiter* ve Satürn* çev­ resinde de keşfedilmiştir. —Giy. Kuşak, Anadolu kadın ve erkek gi­ yiminde önemli yeri olan bir giyim tamam­ layıcısıdır. Beli sıkmak, soğuktan korumak, giysinin bel üzerinde kaymasını önlemek, bazı araç ve gereçleri saklamak, beli sağ­ lam tutarak ağır kaldırıldığında ya da eğilindiğinde kaymasını önlemek gibi işlev­ leri olan kuşak, kullanıldığı yere ve kıya­ fete göre çeşitli en ve boylarda olur. De­ ğişik kumaşlardan yapılanlarının yanı sı­ ra el tezgâhlannda çorap kilim motifleriyle dokunmuş olanları, üzeri sırma, sim, ipek v b ile işlileri, uçkur biçiminde olup dışarı sarkan ucu süslemeli olanları da vardır. Eskiden kuşak, baş süslemesinde de kul­ lanılıyordu. Çeşitli başlıklar üzerine dola­ nan ensiz kuşaklar, başlığa sarıldıktan sonra iki ucu serbest bırakılıyor ve uçla­ rında genellikle püskül v b süsler oluyor­ du. Erkek kuşakları, iç ve dış kuşak olmak üzere iki türdü, iç kuşaklar genellikle yün, pamuk ya da ikisinin karışımından yapılır, kalça üstünden başlayıp göğüs altına ge­ lecek biçimde sarılarak bir tür korse işle­ vi görürdü. Dış kuşaklar giysinin üzerine sanlır, kalça üzerinden göğüs altına değin uzanırdı. İç kuşaklara oranla daha süslü olur, üzerine çeşitli nakışlar yapılır ya da renkli kumaşlardan seçilirdi. Çeşitli renk­ te, pamuklu, ipekli, yünlü kumaşlardan dokunan desenlileri de vardı. Dış kuşak­ lar beli sıkı tutmasının yanı sıra bıçak, ta­ banca gibi silahlan ya da tütün kesesi, pa­ ra kesesi, çakmak gibi eşyaları koymaya da yarardı. Beldeki kuşağın kumaşı, İşle­ meleri, sahibinin sosyal konumu hakkın­ da da fikir verirdi. Kadınlar daha çok elbise ya da şalvar üzerine sarılan dış kuşak kullanırlardı. Bunlar pamuk, yün ya da çeşitli ipliklerin kanşımından yapılır, çoğunluğu desenli ya da işlemeli olurdu. İpekten yapılanları da vardı. Kadın kuşaklan daha çok entari üzerine bağlanır, üç etek, şalvar v b üze­ rine kemer takılırdı. Kadın kuşaklarının uç­ kur biçiminde olanlarının dışarı sarkan uç­ ları işlemeli olur, uçlarında püskül vb. bir süs bulunurdu. Önlüklerin kuşağıysa in­ ce uzun yapılır, birkaç kez bele dolanırdı. Bu nedenle "dolama" adı verilen bu ku­ şakların çoğunluğu önlüğün kumaşından olur, kimi zaman çarpana tezgâhlarında kilim desenli dokunanları da kullanılırdı. Kuşaktan, bebeklerin kundağını bağla­ mada da yararlanılırdı. Günümüzde gelenekselliğini koruyan yöreler dışında erkek giyiminde kuşağın yerini kemer almıştır. Bununla birlikte res­ mi toplantılarda smokinle kullanılan ve pantolonun beline dolanan kuşaklar, bu giyim biçiminin tamamlayıcı bir öğesidir. Geleneksel kesimde iç ve dış kuşak bu­ gün de kullanılmakta, modanın biçimlen­ dirdiği şekillerde kadın giyiminde de varlığnı sürdürmektedir. —Hat. Kuşak yazıları, zemine boya ve va­ rak altınla işlenebileceği gibi, mermere de (yazıların çevresi oyularak) uygulanabilir. XVII. yy.’a değin çini üzerine işlenen yazı­ lar çok tutulurdu. Bu kuşaklar çoğunluk­



la celi sülüs yazıyla yazılmıştır. Mustafa Rakım'ın İstanbul'da Nusretlye oamlsl'ndeki, Halim Ûzyazıcı'nın Ankara'da Maltepe caml8l'ndekl celis sülüs yazılan bu türün gü­ zel örnekleridir Kûft yazılı örnekler çok az­ dır (Gebze'de Çobanmustafapaşa cami­ si, İstanbul'da Yıldız ve Zühtüpaşa cami­ leri). —Katı. fiz. Kuşaklar kuramı. Elektronun bulunuşuyla birlikte, fizikçiler bu parçacık­ ların katiların elektriksel özelliklerini belir­ lediğini düşündüler. 1900'lû yıllarda R Drude ve H. A. Lorentz, bir model öner­ mişlerdi; bu modelde metallerin özellikle­ rini değerlik elektronlarının, bir serbest parçacıklar bulutu oluşturduklannı varsa­ yarak açıklıyorlardı. Kuvantum mekaniği ortaya çıkınca (1928) kristal ağının bakı­ şımında bir potansiyel içindeki elektron­ lara İlişkin enerji düzeylerini belirlemeye yönelik problemle ilgilenilmeye başlandı. Katı içinde çok sayıda çekirdek ve elek­ tron bulunan karmaşık bir sistemdir. Bu sistemi basitleştirmeye yönelik ilk adımı, iyonların elektronlara oranla çok daha ağır olduklarını fark eden M. Born ve J. R. Oppenheimer attılar; ilk saptama olarak, iyonların kristal ağının düğüm noktaların­ da sabit durumda oldukları ileri sürüldü. İkinci bir sadeleştirme de, aynı anda tek bir elektronu ele almak ve bu elektronun diğer elektronlarla etkileşimini ortalama bir enerji aracılığıyla açıkianmaktır. Bu yönteme Hartree-Föck yöntemi ya da tek elektronlu yaklaşım denir; bu yöntem so­ runu çok daha basit bir biçime yani dö­ nemli bir potansiyel içindeki bir parçacı­ ğın enerji düzeylerini araştırmaya indirger Genelde kristal katının kuşaklar kuramı olarak adlandınlan işte bu sadeleştirilmiş kuramdır. Bu kuramın vardığı başlıca so­ nuç elektronlara açık enerji düzeylerinin, yasak bölgelerle aynlmış geçiş kuşakları ya da aralıkları halinde gruplandıklarıdır. Bu kuşaklar modeli, katiların elektriksel, manyetik ve optik özelliklerinin çoğunu açıklamaya yetmiştir. En yüksek enerjili iki kuşağa, değerlik kuşağı ve iletim kuşağı, bu iki kuşağı ayı­ ran aralığa İse yasak kuşak adı verilir. Yalıtkanlarda ve yarıiletkenlerde, düşük sıcaklıklarda değerlik kuşağı tamamen dolu, iletim kuşağı İse boştur. Değerlik ku­ şağında yer alan elektronlar bütün du­ rumları doldurur ve yer değiştiremez. Bu maddeler, düşük sıcaklıklarda yalıtkandır. Isıtıldıklarında, kimi elektronlar uyarılarak yasak kuşaktan İletim kuşağına geçer. Böylece bir elektrik İletkenliği belirir ve ya­ rı İletkenler elde edilir. Metallerde mutlak sıfır sıcaklığında bi­ le İletim kuşağı kısmen doludur. Bu iletim kuşağının elektronları kolayca yer değiş­ tirebilir; metaller, her sıcaklıkta İyi bir elek­ trik İletkenidir. —Zootekn. Basitleştirmek bakımından, genellikle bir hayvan topluluğunun tümü, belirli bir an İçin tek bir kuşaktan oluşmuş sayılır; o zaman topluluk her biri bir son­ rakini meydana getiren kuşaklar dizisin­ den oluşmuş demektir. Aslında, kuşaklar çoğu zaman öylesine karışmıştır kİ (iç içe girmiş kuşaklar) farklı kuşaklara ait iki bi­ rey aynı yaşta olabilir.



alan çizgileri



gündüz



KUŞAKLAMA a. Kuşaklamak eylemi. —Bayınd. Kuşaklama çukuru, su HENDEâl*'nin eşanlamlısı. —Haritc. ve Topogr. Uzaydan yapılan bir algılama çalışması sırasında incelenen bir araziyi, çeşitli ölçütlere göre eşyapılı par­ çalara bölme



Yer ışıma kuşaldannın şeması (Yer ve manyetoster meridyen kesitine göre gösterilmiştir)



KUŞAKLAMAK g. f. Bir şeyi kuşakla­ mak, kuşaklarla bağlamak ya da sağlam­ laştırmak: Çuvalları kuşaklamak. Bir du­ varı kuşaklamak. —Haritc. ve Topogr. Bir kuşaklama işlemi­ ni gerçekleştirmek.



KUŞAKLANMA a. Coğ. Yer'in kuşak­ lara bölünmesi. —Yerbil. Öğelerin ya da kayaçların, olu­ şum koşullarının bir jeolojik röpere göre evrimine denk düşen düzenli dağılımı.



KUŞAKLAŞMA a. Yerbil.' Bir mineralin kimyasal bileşiminin ve fiziksel özellikleri­ nin eşmerkezli olan ya da olmayan deği­ şimi.



KUSAKU ÖRDEK a. Zool. HANIM ÖRDEâl’nin eşanlamlısı.



KUŞAKSAL sıf. Coğ. Bir kuşağın tama­ mının bütün özellikleri için kullanılır, fıferkürenin sıcaklık kuşaklanmasırıdan, yağış kuşaklanmasından, hava dolaşım kuşaklanmasından söz edilir. Bu kuşaksal eği­ limlerin birleşmesi sonucu kuşaksal birlklim şeması ortaya çıkar [soğuk İklimler, ılı­ man İklimler, sıcak İklimleri Kuşaksal İk­ lim şeması, sözkonusu yerin kuzeyde ya da güneyde bulunmasına göre [kuzey -güney hava dolaşımı] ve yerküre yüzeyi­ nin blrblçlmll olmaması nedeniyle [kara­ lar, denizler, yüzey şekilleri, bitki örtüsü, donmalar] bozulmaktadır.)



KUŞAKSALLJK a. Coğ. ve Pedol. Gü­ neş ışımasının enleme bağlı olarak eşit­ siz dağılması sonucunda İklim kuşakları­ na göre doğal ortamın özelliklerinde gö­ rülen değişiklikleri belirten kavram. —ANSİKL. Gerçekte iklim, kuşaksallığa doğru açık bir eğilim gösteriyorsa da, yer­ yüzünün birbirine benzemeyen parçalar­ dan oluşmasının neden olduğu değişlk-



KUŞAKDIŞI sıf. Coğ. Enlemleri ne olur­ sa olsun, yerkürenin her noktasında olu­ şabilen. (Eşanl. azonal.)



bir kab içindeki enerji kuşaklan



iletim kuşağı



KUŞAKİÇİ sıf. Pedol. Evrimi ve özellik­ leri bakımından, topraklann kuşaklara gö­ re düzenlendiği genel şemanın dışında kalan ve büyük biyoklima tiplerine göre belirlenen bir toprak için kullanılır (iklim ve bitki örtüsü). [Doğal ortamın yerel koşul­ ları (topografya, su örtüsü, çok kireçli ya da çok silisli kayaç), iklim kuşağı toprağı­ nın ya da iklimsel klimaksın karşıtı olan, ondan evrimi ve bitki topluluğu bakımın­ dan ayrılan özgün bir toprak tipinin, yerel klimaksın oluşmasına neden olur. Örne­ ğin: ağaçlı savana bitişik demirli tropikal toprakların ortasında tuzcul bitkilerin gö­ rüldüğü tuzlu toprak parçası.]



yasak kuşak



değerlik kuşağı



yasak kuşak geçiş kuşağı yalıtkan boş düzey 2 elektronlu düzey



kuşaksallık 72 10



likler, "iklim kuşakları" teriminden çok “ ik­ lim alanları” teriminin kullanılmasına yol açmaktadır. DCısseldorf'ta yayımlanan Morphologie der Klimazonen (İklim ku­ şaklarının morfolojisi) [1927] adlı yapıtın belirttiği gibi, jeomorfolojik olguların kuşaksallık derecesi, olguların sınıflandırıl­ masında etkili bir çerçeve oluşturur. İklim, gerçekten de, morfojenik sistemlerin ya­ pısından sorumlu etkenlerin başında yer alır. Kalın ve sürekli bir toprak ve bitki ör­ tüsü bulunmayan sıcak ya da soğuk çöl­ lerde, iklimin, taşküre üzerine etkisi dolay­ sızdır (fizik etkenlerin ağır bastığı sistem); başka yerlerdeyse iklim, toprak ve bitki ör­ tüsünün atmosfer ile taşküre arasına yer­ leştirdiği bir perdeyi aşarak etkisini duyu­ rur (biyolojik etkenlerin ağır bastığı sis­ tem). Morfojenik süreçleri iklimle ilişkiye sokan bağların sıkı olması, karaları çeşitli bölümlere ayıran biyoiklimsel büyük böl­ gelere dayanan morfojenik sistemlerdeki farklılaşmayı doğrular. Günümüzün iklimi morfojenezin üç temel süreci (kayaçların ufalanıp ayrışması, döküntülerin yamaç­ larda taşınma biçimi ve akarsu aşındırma­ sı) üzerine kesin bir etki yaptığından, kuşaksallığın etkisi tartışılmayacak kadar ke­ sinse de, jeomorfolojik olguların düzenlen­ mesine temel oluşturabilmesi için biyoik­ limsel bölgelerin zaman ve uzam içinde büyük bir değişmezlik göstermiş olması gerekir. Bu güçlü varsayım büyük bir iti­ razla karşılaşır: yüzey şekillerinin biçimlen­ mesi, bunları değişmez bir iklim olarak ka­ bul ederek değil, oluşumu etkileyen çe­ şitli iklimlerin art arda sıralanmasıyla açık­ lanabilir. iklim değişikliklerine oranla yü­ zey şekillerinin daha kalıcı olması, başka iklimlerin etkisiyle oluşmuş kalıntı şekille­ rin korunmasını sağlar. Bugünkü iklimin yamaç biçimlenmesine ayrıntı niteliğinde etkiler yaptığı açıktır; ne var ki yamaçlar, yapısal yüzey şekillerine farklı dereceler­ de bağlı kalmaktadır. "Biyokümatik" kuşakların her biri, bir toprak-bitki ekosisteminin işleyiş biçimiy­ le nitelenir. Bu işleyiş biçimi, humus tipiy­ le, biyolojik etkinliğin şiddetiyle ve biyolo­ jik çevrimler bilançosuyla, aynı zamanda yağmur rejimine de bağlı olan bozunmay-



SOĞ UK KUZEY podzol fu n d a g ille ri iç e re n g î: k u z e y re ç in e li o rm a n ^



la ve özellikle de iklimsel akaçlamayla (ya­ ğış toplamıyla buharlaşma-terleme arasın­ daki fark) ortaya çıkar. Her biyokümatik kuşakta topraklar, ik­ lim ve bitki örtüsüyle dengeli olan aynı profil tipine doğru evrim geçirir: buna "ik­ limsel klimaks” ya da kuşaksal toprak de­ nir. Kuşaksal topraklardaki istisnalar, kli­ maks bitki örtüsünün gelişmesine izin ver­ meyen yerel (topografya, ana kayaç) koşullarca belirlenir ve bu durumlarda kli­ maks bitki örtüsü yerini özel bir bitki örtü­ süne bırakır: burada, kuşaksal "iklimsel klimaks” tan farklı bir toprak, “ yerel bir kli­ maks, hatta kuşakiçi bir toprak" ortaya çı­ kar: örneğin, ılıman iklimde bir turbalık ya da Akdeniz iklimi kuşağında bir vertisol ya da karasal iklimde tuzlu bir örtüyle kaplı bir toprak. Yerküre yüzeyinde topraklar, hiçbir ku­ şağa girmeyenler bir yana bırakılırsa, kuşaksallık yasasına göre sıralanır. Başlıca kuşaksal ve kuşakiçi toprakları gösteren tabloda ele alınan üç iklim dizisi şematik olarak birbirinden ayırt edilebilir. Bu top­ rakların coğrafi konumları ve özellikle bu­ lundukları enlemler toprak ve biyoklimatik iklim kuşakları haritasında açıkça gö­ rülür. K U Ş A L A N I , Hatay'ın Sam andağ ilçesi m erkez bucağına bağlı köy; 3 368 nüf. (1990).



K U Ş A M a. 1. Kuşak, kılıç gibi kuşanılan şey. —2. Giyim kuşam -* GİYİM. K U Ş A M L I sıf. “ Özenle giyinmiş” anla­ mında kullanılan giyimli kuşamlı deyimin­ de geçer. K U Ş A N A ya da K U Ş A M LA R , Orta Asya'da bir kabileler konfederasyonuna dahil göçebe klan. Bir İran dili konuşan ve İran kültürüyle beslenen bu klana Çin­ liler Yüeci adını verirler. (Klanın adı daha sonra Kuşana Imparatorluğu’nda yaşa­ yanlara verildi.) K U Ş A N A im p a ra to rlu ğ u , Kuşanlar kabilesinin önderlerinden Kucula’nın (Kadphises) İ.S. 30'lu yıllarda Kâbil böl­ gesinde kurduğu imparatorluk. Batı Gansu’dan gelen Yüeciler, Baktria'yı ellerinde



tutan yunanlı hükümdara rağmen İ.Ö. II. yy.'da O xus'un kuzeyine (bugünkü Amu Derya), bir yüzyıl sonra da bu ırmağın gü­ neyine yerleştiler, imparator unvanını ilk alan Kucula'ydı; gücünü yüeci kabileleri­ ne kabul ettirdi ve egemenliğini Hindu Kuş’un ötesinde Taksila’ya (bugünkü Ravalpindi) dek yaydı. Ölümünden (40'a doğr.) sonra ardılı Vima, topraklarını Hin­ distan'da Mathura'ya dek genişletti. Kuşa­ na İmparatorluğu, en parlak zamanını, 78 -120 arasında hüküm süren Kanişka dö­ neminde yaşadı. Kanişka’dan sonra üç hükümdar başa geçti: Vasiska (102’ye doğr. • 106), Huviska (106’ya doğr. -138) ve Vasudeva (142'ye doğr. -176 ). impa­ ratorluğun bundan sonraki tarihi iyi biline­ mez. Erken bir tarihte en doğudaki hint eyaletlerin kaybedildiği sanılır; daha son­ ra III. yy.’da, sasani pers hanedanı, Kuşanlar’ın İran’daki eyaletlerini ele geçirdi ve onları vasalı yaptı. Kuşanlar’ın son temsil­ cilerinin, 1026’ya dek Kâbil bölgesi çev­ resinde dağlık bölgelerdeki bazı eyaletler­ de hüküm süren Şahiler olduğu sanılır. Kısmen Orta Asya, kısmen Hindistan’ da süren kuşana egemenliği, uzun bir ka­ rışıklık dönemi yaşayan bu bölgelerde bir istikrar ve buna bağlı olarak büyük bir ik­ tisadi refah çağı başlattı. Ayrıca, impara­ torluktaki özgürlük havası da (kuşana imparatorlan çok hoşgörülü hükümdarlar­ dı). Orta Asya'da ve Çin’e doğru hint kül­ türünün gelişmesini kolaylaştırdı: buddhacılık, İ.S. I. yy.’da Afganistan’a yerleşti; hinduculuk, Hindistan kıtasının sınırlarını aşarken hellen kültürü de kuşana uygar­ lığının önemli bir unsuru durumuna gel­ di. —Güz. sant. Pek çok buluntudan, kuşa­ na halklarının, hanedan kültlerine adan­ mış tapınaklarda, hükümdarlarını yücel­ ten oyma ve boyama yapıtlar gerçekleş­ tirdikleri anlaşılmaktadır (Halçayan, Özbe­ kistan [I. yy.], Surh-Kotal, Afganistan [II. yy.], Mat-Mathura, Hindistan [II. yy.]). Sov­ yet Özbekistanı’nda (Dalverzin-tepe), Af­ ganistan’da (Şotorak) ve Gandhara"'da manastırlardaki buddha sanatına özgü yapıtları onların yaptırttığı sanılmaktadır; bu yapıtlarda tanrılar ya da bozkır kıya­ fetleriyle bağışçılar tasvir edilmiştir.







K U Z E Y G E Ç İŞ alanı



IL IM A N



T R O P İK A L



Y A R IT R O P İK A L



p o d z o llu to p ra k ka h v e re n g i ve yıkanm ış] b u ğ d a y s ıla rı iç e re n ka h v e re n g i to p ra k j k a rış ık e k v a to r jr a tla n tik tip i o rm a n ı | y a y v a n y a p ra k lı o rm a n J



d e m irli to p ra k (ya rıtro p ika l)



d |



y a rıtro p ik a l o rm a n



T j



yıka n m ış k u ze y to p ra ğ ı b u ğ d a y s ıla rı iç e re n 1 ka rışık k u z e y o rm a n ı j



g ri o rrn a n to p ra ğ r k u z e y -k a ra s a l ¥ y a y v a n y a p ra k lı o rm a n



b ru n iz y u m ç a y ırlık



n e m li fe rs ia litik to p ra k . J \ t r o p ik a l d e m irli to p ra k s e rt y a p r a k l ı | / s e y r e k tro p ik a l o rm a n o rm a n savan



zTV



kuşaksalhk ve biyokümatik diziler ç e rn o z y o m s ık b o z k ır ve o rm a n -b o z k ır



M « L . --------------------------------. p . re



s ie ro zyo m (boz re n kli to p ra s o ğ u k y a rı ç ö l



SOĞUK KUZEY



s o ğ u k ıkiim d iz is i a z a la n kura klık



Ç °k y a ğ ış lı e k v a to ra l o rm a n



fe ris o l y a ğ ış lı tro p ik a l o rm a n



yıka n m ış ç e rn o zyo m b o z k ır-o rm a n



k e s ta n e to p ra ğ t s e y re k b o z k ır



la te ritli to p ra k (g ib b s itli)



4Iy\



O



k e s ta n e to p ra ğ ı g a rig y a d a m a k i



KUZEY GEÇİŞ alanı



n e m li iklim d iz is i a rta n o rta la m a sıca klık



tro p ik a l e ş h u m u s lu to p ra k s e y re k s a v a n 1 / a ktü sg ille r, buğdaysa



t



t



I v =f



3



tro p ik a l b ru n iz y o m d ik e n li sa v a n



1 -



3 3



:



ya rıç ö lie rin g ri to p ra ğ ı s ıc a k y a n ç ö !



Y A R IT R O P İK A L



sıca k ik lim d iz is i a z a la n k u ra k lık



T R O P İK A L



§



K U Ş A N ! -> KUŞHANE, KUŞANILMAK - KUŞANMAK. KUŞANLAR - KUŞANA. KUŞANMAK g. f. 1. Beline kuşak, ke­ mer, kılıç gibi şeyler bağlamak: Kuşak ku­ şanmak. Kılıç kuşanmak —2. "Giyimine özen göstermek, özenle giyinmek" anla­ mında kullanılan giyinip kuşanmak deyi­ minde geçer. ♦ kuşanılm ak edilg. f. Kuşanmak ey­ lemine konu olmak.



KUŞANTI a. "Giyinilecek şeyler" anla­ mında kullanılan giylnti kuşantı deyimin­ de geçer,



KÜŞASR - GÛŞASB, KUŞATICI a. Mant. Bir T kuramının ku­ şatıcı kaplamı, T nin C( T ) diline ait her formülünü teorem olarak alan T ' kuramı (böylece, T ' kuramına ait her teorem, ay­ nı zamanda T kuramının da bir teoremi­ dir).



KUŞATILMA a. Kuşatılmak eylemi. —Psik, Kuşatılma hezeyanı, kıyım hezeya­ nına tutulan bir öznedeki kıyıcılarla kuşa­ tılmış olma duygusuna bağlı hezeyanlı yo­ rumların ve savunma davranışlarının tü­ mü. || Kuşatılma telaşı, kuşatılmış bir kent halkını etkisi altına alan kolektif psikoz.



KUŞATILMAK -> KUŞATMAK. KUŞATMA a. Kuşatmak eylemi. —Embriyol. Blastulanın bitkisel makromerlerinin blastosöl içine girerek arkenteron oluşturduğu gastrülasyon biçimi. (Ör­ nek: denizkestanesi.) —Istihkc. Tahkimli bir yeri ya da yapıyı ele geçirmek amacıyla etrafını askeri güç ile çevirerek gerçekleştirilen harekât. Günü­ müz harplerinde kuşatma, taarruz hare­ kâtının bir manevra türüdür. Taarruz eden kuvvet düşman savunma mevziinin ve esas kuvvetlerinin etrafından dolaşarak onun yan ve gerilerine taarruz eder. Yan ve gerisi en zayıf yeri olduğundan kuşat­ ma manevrası ile düşman daha kolay ye­ nilebilir. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. istihkc. Eski Doğu kentlerinin güçlü surları, kuşatma sanatını ya da kent kuşatma tekniğini ortaya çıkardı. Toprak seviyesinde ya da surla aynı se­ viyede saldırıldığında, savunan taraf, ka­ ya parçaları fırlatarak, karşı lağım tedbir­ leri alarak ve kundaklama yoluyla etkili bir savunma yapabilir, Saldıran taraf da, tah­ kimli kentin dışarıyla bağlantısını kesip kıt­ lık yaratarak teslime zorlayabilir. SezarTn Alesia kuşatması buna bir örnek oluştu­ rur. Ortaçağdan sonra, barutun ve gülle­ nin bulunmasıyla, Antikçağda savunan­ ların elinde bulunan üstünlük saldıranla­ ra geçti, Ama tahkimat da bu gelişmele­ re uyduruldu, sur yüksekliği azaltıldı ve burçlu tahkimat önem kazandı. Vauban 1704 yılında modern kuşatma savaşının ana İlkelerini ortaya koydu: 1, kuşatma ha­ rekâtının güvenliğini İhmal etmeden tah­ kimli kenti kuşatmak; 2, taarruz noktasını seçmek (örneğin İki burç, perde hattı ve bunların dış bölümleri); 3, atış yapacak topları duvar şevinin altına, örtülü bir bi­ çimde ve uygun uzaklıkta götürmek ama­ cıyla siper açmak, Savunanlar da, saldı­ ranların toplarına zarar vermeye ve çalış­ malarını bozmak İçin çıkışlar yaparak yak­ laşmalarını yavaşlatmaya uğraşırlar,



KUŞATMAK g, f, 1. Bir veri, bir kimse­ yi, bir topluluğu kuşatmak, orayı, orada bulunan kimselerin kaçmalarını, gitmele­ rini vb, engellemek için çepeçevre sar­ mak, çember altına almak: Polis evi ku­ şattı, Çocuklar koşarak çevresini kuşattı­ lar, Birliklerimiz, düşman birliklerini kuşa­ tıyor. —2. Bir yeri kuşatmak, orayı sara-



şattı, dışardan hiçbir yardım alamıyoruz, —3, Bir yeri kuşatmak, orayı çepeçevre sarmak; çevrelemek; Kenti kuşatan dağ­



lar. —4, Bir kimseyi, bir şeyi (soyut) kuşat­ mak, onu bütünüyle içine almak, onun çevresini, genel durumunu oluşturmak; sarmak: Sorunu bütün boyutlarıyla kuşa­ tan bir yazı. Çevremizi kuşatan yoksulluk­ lar. Bilincimizi kuşatan korkularımız. —5. Bir şeyi bir kimsenin beline kuşatmak, onu bir kimsenin beline sarmak, bağlamak. ♦ kuşatılmak edilg. f, 1. Kuşatma ya da çember altına alınmak, çevresi sarılmak, muhasara edilmek: Düşman birliklerince kuşatılan kent. —2. Bir şeyle (soyut) çev­ resi sarılmak, bütünüyle o şeyin içine alın­ mış olmak: Yazınızda sorun bütün yünle­ riyle kuşatılmamış. Kendini bir hüzünle ku­ şatılmış hissediyordu.



KUŞBAKIŞI be. Yüksek bir yerden, aşa­ ğılara çok geniş bir alanı içine alacak bi­ çimde: Buradan körfezi kuşbakışı seyre­ debiliyorsunuz. KUŞBAŞI sıf. 1. Et İçin, küçük parçalar halinde (adsız da kullanılır): Kuşbaşı et. Kasaptan bir kilo kuşbaşı, bir kilo kıyma aldı. —2. Kar için, parçalar halinde: Kuş­ başı kar. —Bot. Amerika’da yirmi kadar türü bili­ nen, etli ya da sert uzun yapraklı, salkım halinde toplu küçük çiçekli epifit bitki. (Bil. a. ornilhocephalus; salepgiller familyası. —Kasapl, Gövdenin çeşitli yerlerinden alı­ nan etlerin 3-4 cm» boyutlarında kesilme­ siyle elde edilen küçük parça etler. (Kuşbaşından sote, tas kebabı vb. birçok ye­ mek yapılabildiği gibi çeşitli yaş ve kuru sebzelerle de pişirilebilir.)



KUŞBAŞIU sıf. Kuşbaşı etle pişirilmiş yemek için kullanılır: Kuşbaşılı fasulye.



KUŞBAZ a. (kuş ve fars. bSz). Süs kuş­ ları yetiştirmeye ve onları eğitmeye meraklı kimse. —Avc. Küçük kuşları ağla ya da tuzakla yakalayan kişi. —Kur. tar. Osmanlı imparatorluğu'nda pa­ dişah sarayı için çakır, atmaca ve şahin gi­ bi av kuşu yetiştirmekle görevli olanlara verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Patol. Kuşbaz hastalığı, dış etkenli ba­ ğışıklık bozukluğu bronkopnömonisi. (Kuş [güvercin, kümes hayvanları, papağan, kumru] pisliklerinde bulunan organik toz­ ların [protein yapısında antijenler] solu­ num yoluyla vücuda girmesinden ileri ge­ lir. Bu hastalık tozların yutulmasından bir­ kaç saat sonra akut belirtilerle ortaya çı­ kar, 2 ila 3 gün içinde iyileşebilir. Pislikler­ le temas sürerse yeniden başlayabilir. Sü­ reğen hale gelirse akciğer fibrozu ile sü­ reğen solunum yetmezliğine doğru ilerler.) —ANSİKL. Kur. tar. Kuşbazlar dağlık yer­ lerde, saraya ait olan çakır, atmaca ve şa­ hin yuvalarına bekçilik ederler, her yıl ye­ tiştirdikleri kuşları İstanbul’a götürürlerdi. Kuşbazlık, genellikle babadan oğula ge­ çen bir meslekti, Kuşbazların hizmetleri­ ne karşılık dirlikleri vardı, 1628'de tümüy­ le kaldırılan kuşbazların dirlikleri Mukataat hazlnesl’ne alındı.



K U Ş IİIİM a, Kuşların blllmsal olarak İn­ celenmesi. (Eşanl, ORNİTOLOJİ,) K U Ş B İL İM O l a, Kuşblllm (Eşanl, ORNİTOLOG,)



uzmanı,



K U Ş B U R N U a. 1. Gülglllerden, 1,8-3,S m yükseklikte, sarkık dallı, çalı görünüş­ lü, dikenli ağaççık. (Bit. a. floşa canına) [Eşanl, İTBURNU, YABAN GÜLÜ,] —2. Bu bitkinin ve gülün meyvesi, —ANSİKL, Kuşburnu Anadolu'da orman açıklıklarında, kayalık kır yerlerde, yel ke­ narlarında yetişen bir ağaççıktır. Pembe ya da beyaz renkte yalınkat çiçekler açar, Yapraklarının kenarları dişli olur, Meyveler 1-2,8 em uzunlukta, oval biçimdedir, As­ lında bu bir yalancı meyvedir, çünkü iaçyapraklar döküldükten sonra çlçektablasının gelişip etlenmesiyle oluşur. Ucunda çanak ve erkekorgan parçaları yapışık ka­ lır. İçindeki bayaz renkli, tüylü çekirdekler gerçek meyvedir (aken). Kuşburnu son­ baharda olgunlaşır, Olgun meyveler pek­ lik ve kuvvet verici nitelikler taşır, Anado­



2 . koşut



kuşatma bandajı



1. koşut (tahkimli yarden yaklaşık *00 m uzakta)



lu'da özellikle ezmesi kullanılır. Meyveler suda kaynatılır, çekirdeklerinden ayırmak için elekten süzülür; sulu kısım hafif ateş­ te reçel kıvamına gelinceye kadar yoğun­ laştırılır, reçel gibi yenir.



çizg isin * dojru



Vauban'ın ortaya koyduğu kuşetine savaşının ana iikalafi



K U Ş Ç A , esk. Hacılar, Konya'nın Ci­ hanbeyli ilçesi Yeniceoba bucağına bağ­ lı belde; 2 627 nüf. (1990).



KUŞÇU a. Süs kuşları besleyen ve/ya da satan kimse. —Kur. tar, Osmanlı İmparatorluğu'nda pa­ dişahların ve silahtar ağaların haberleşme hizmetlerinde kullanılan altı zülüflü balta­ cıya verilen ad. —Topkapı sarayı'nda ha­ sekilerin subaylarından birine verilen ad. (Görevi, suçu görülerek bostancıbaşının hapsine konulan hasekiyi terbiye etmek­ ti.)



KUŞÇUBAŞI a. Kur. tar. Osmanlı imparatorluğu'nda Topkapı sarayı'nda, padi­ şahların yemeğinin pişirildiği Kuşhane matbahında görev yapan iki zülüflü bal­ tacıdan birine verilen ad.



KUŞÇUBAŞI (Eşref Sencer), türk istih­ baratçı (İstanbul 1873 - Salihli 1964). Ab­ dülhamit ll'nin kuşçubaşılarından Musta­ fa Nuri Bey'in oğlu. Kuleli askeri lisesi'nde okurken devrimci bir örgüte girdiği için Edirne'ye sürgün edildi. Uç yıl sonra lise­ ye geri döndü. Harbiye'de okurken baba­ sı ve kardeşiyle birlikte Hicaz'a sürüldü (1899). Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya kaçtı ve Paris'te Jön Türklerjle ilişki kurdu. Bir süre Selanik ve Rumeli'de gizli çalışma­ lar yaptı, İttihat ve Terakki cemiyeti'ne girdi (1907); cemiyetin fedailerinden biri oldu. Balkan savaşı'nda (1912-1913) gönüllüler­ den oluşan bir birliğin komutanlığını yap­ tı. Edirne'nin kurtuluşunda ve Batı Trakya' da kurulan ve 63 gün yaşayan Garbi Tfakya Türk Cumhuriyetinde görev aldı. Har­ biye nazırı Enver Paşa'nın emrindeki Teş­ kilatı mahsusa'da Süleyman Askeriden sonra İkinci adam olarak çalıştı. Arabis­ tan'da bir çarpışmada yaralandı; Ingilizler'ce tutsak edildi (1917). Salındıktan son­ ra Salihlideki çiftliğine çekildi. Çerkez Ethatifle (1920) İşbirliği yaptı ve onunla bir­ likte Yunenlılar'a sığındı, Kurtuluş savaşı sonunda Yunanistan'a gitti, işbirlikçi sayı­ larak "150'llkler" listesine alındı (1924). 1938 affından sonra Türkiye'ye döndü, KUŞÇUBAŞI S A M İ



* HACI SAMİ,



K U Ş Ç U L A R , Samsun'un Bafra İlçesi merkez bucağına bağlı köy; 1 822 nüf. (1990), Yakınında Cirlektsps* höyüğü bulunmaktadır.



KUŞÇULUK a. Kuş yetiştirme merakı ye da kuş yetiştirip satma işi, - A nsikl , Kuşçuluk, yalnızca kafeste ya da kuşevinde küçük kuş yetiştirip satmayı değil, sülün, keklik gibi kuşların ev alan­ larında çoğaltılmasını, kümeslerin, park­ ların, özel av alanlarının av kuşları bakı­ mından zenginleştirilmesini, az bulunan kümes hayvanı türlerinin satışını, bazı kü­ mes hayvanı türlerinin yumurtalarının ya da üyelerinin satışını da kapsamı içine alır.



kuşburnu (fmemins)



kuşdili K U Ş D İL İ a. Genellikle çocukların, söz­ cüklerin biçimlerini değiştirerek başlarına ya da heceleri arasına başka sözcük ya da hece ekleyerek uydurdukları dil. —Esk. sil. Yayda kullanılan kemiğin pul bi­ çiminde kalkan pürüzlerine verilen ad. (Kemiğin iyi temizlenmemesi yüzünden meydana gelen bu pürüzler, yayın çabuk bozulmasına neden olurdu.)



7212



K U Ş D İL İ a. Yörs. Halk hekimliğinde kul­ lanılan biberiye türü (Rosmarinus officinalis). K U Ş E a. (fr. yatık anlamında couchö). Kuşe kâğıdı ya da kuşe kâğıt, bir ya da iki yüzü kuşelenerek makrogözenekli hal­ den mikrogözenekli hale dönüştürülen kâğıt (ya da karton). K U Ş İ - t GÛŞE. K U Ş E K M E Ğ İ a. Kuzey ve Doğu Ana­ dolu bölgelerinde yetişen, beyaz ya da pembe çiçekli, biryıllık otsu bitki. (Bil. a. Polygonum aviculare; karabuğdaygiller familyası). (Toprak üstü kısmı tanen ve flovan türevleri taşır. Tanenden dolayı halk hekimliğinde peklik verici ve kan dindirici olarak kullanılır.] K U Ş E LE M E a. Kâğ. san. 1. Daha iyi bir görünüm vermek ve baskıya daha elve■ rişli hale getirmek için kâğıdın ya da kar­ tonun yüzeyini sıvı halindeki bir ya da bir­ kaç kuşeleme pastası katmanıyla kapla­ mak işlemi. —2. Kuşeleme işçisi, kâğıdın yüzeyine mineral maddelerden (baryum hidroksit, üstübeç, çinko beyazı, talk, kaolen) oluşan bir katman sürmeye olanak veren kuşeleme makinesini kullanan işçi. || Kuşeleme makinesi, kuşe kâğıdı üreti­ minde kullanılan makine || Kuşeleme pas­ tası, sürülen katmanın taban kâğıdı üze­ rine yapışmasını sağlamak ve kuruduktan sonra boya taneciklerini birbirleri ile bir­ leştirebilmek için içine bir yapıştırıcı katı­ lan ve çok ince, toz halindeki beyaz pig­ mentlerden oluşan katı asıltı. (Kuşe karı­ şımına bazı reolojik özellikler kazandıra­ bilmek ya da özel kalitede kuşe kâğıt el­ de edebilmek için içerisine çeşitli kimya­ sal maddeler katılabilir.)



♦ a. Kuşeti olan tren: Ankara'ya bu kez kuşetliyle gittik. K U Ş E Y R , arap kabilesi. Beni Amir bin Şa'şaa grubunda yer alır. Ukayl ve Ca'da kabileleri ile akrabalıktan nedeniyle bu ka­ bilelerle sıkı ilişkileri oldu. Cahiliye devrin­ de Yemame'de yaşadılar ve bağlı bulun­ dukları Amir bin Şa'şaa grubunun bütün savaşlarına katıldılar. Peygamber Orta Arabistan’ı ele geçirdikten sonra onunla ilişki kurup müslümanlığı kabul ettiler. Müslümanlığın yayılmasını sağlamak amacıyla yapılan Suriye ve Irak'taki savaş­ lara katıldılar ve özellikle imparatorluğun doğu kesimlerine yerleştiler. Emeviler dö­ neminde Horasan’da büyük bir topluluk oluşturdular. Horasan’daki Kuşeydiler'in önde gelenleri, kendilerinin Selamet ül -hayr boyundan geldiklerini ileri sürdüler. K U Ş E Y R İ (Ebulkasım Abdülkerim bin Havazin EL-), arap kelam bilgini ve sufi (Ustuva, Kucan, 986 - Nişapur 1072). Be­ ni Kuşeyr kabilesinden ve varlıklı bir aile­ dendi. Ge i Nişapur’da ünlü sufi Ebu Ali ed-Dekak'ın müridi oldu ve kızıyla ev­ lendi. Hadis, kelam, tefsir, fıkıh gibi islami bilimleri öğrendi. Kayınpederi ölünce onun medresedeki görevini üstlendi. Bu tarihten sonra medrese el-Medreset Cıl -Kuşeyriyye adıyla anıldı. Kuşeyri, İmam ül -Harameyn'in babası Ebu Muhammet el -Cüveyni ile birlikte hacca gitti. Bağdat'ta hadis topladı ve Nişapur'a dönünce ha­ dis öğretmeye başladı. Nişapur Selçuklu­ ların eline geçince (1038) ortaya çıkan ha­ nefi eşari-şafii tartışmalarına karıştı. Eşarilik mezhebini savunmak için hazırladığı bildiriyi Nişapur’un önde ğelen bütün din bilginlerine imzalattı. Tartışmalar kavga ve kargaşaya dönüşünce hapsedildiyse de birkaç hafta sonra yandaşları tarafından kurtanldı. Bu olaylar üzerine Şikâyetu eh!' is sünne b i hikâyeti mâ nâlahum min el ■mihne adındaki şikâyetnamesini yazdı. Bağdat’a gelerek (1056) halifenin sarayı­ na hadis müderrisi oldu. Horasan’a dö­ nünce Nişapur'dan ayrılıp ailesi ile birlik­ te Tus’a yerleşti ve Alparslan tahta çıkın­ caya (1063) kadar orada kaldı. Nizamül-



d e ğ iş k e n b o m b e li m e rd a n e



o



y a p ra k g e rm e m e rd a n e s i



k u ru tm a m e rd a n e le riy le k u ru tm a



sıca k h a v a y la k u ru tm a



O



bobin açma



î kâ ğıdı s a rm a k â ğ ıd ın iki y ü z ü n ü ku ş e le m e



iki yüzlü bir kuşeleyiciyle Jldı kuşeleme



K U Ş E LE Y İC İ a. Kâğ. san. Kâğıdı ya da kartonu kuşelemek için kullanılan gereç. (Kuşe karışımı, taşıyıcı yüzey üzerine par­ latılmış merdanelerle oyulmuş metal mer­ danelerle, fırçalarla, bûkülgen metal bı­ çaklarla, ince bir hava jetiyle vb. sürüle­ bilir.) K U Ş E T a. (fr. couchette). 1. Gemilerde kullanılan yatak. —2. Bir vagon kompar­ tımanında, yatak olarak kullanılabilen, açı­ lır kapanır ya da sabit banket. KUŞET-KO LTU K a. Birinci mevkide se­ yahat eden yolcular için uçaklarda kulla­ nılan yatar koltuk. K U Ş E T L İ sıf. Kuşeti olan: Kuşetli vagon. Kuşetli gemi.



mülk hanefi-şafii çatışmasını yatıştırınca Nişapur’a döndü. Değişik alanlardaki geniş bilgisine kar­ şılık çoğu tasavvufla ilgili yapıtlarından başlıcaları: Kuran'ın tasavvuf yönünden tefsiri niteliğindeki Letâ'if ül-işârât, sülük* törelerini içeren Tertib üs-sülûk, en ünlü yapıtı olan ve şeriat ile tasavvufu bağdaş­ tırmayı amaçlayan Risâle. Bu yapıt, Zekeriya bin Muhammet el-Ensari (öl. 1520) ve Abdülmuti el-İskenderi tarafından şerh edildi; farsçaya, fransızcaya ve almancaya çevrildi. Türkçeye ilk çevirisi Sey'ıt Meh­ met Tevfik’in (1839-1861) tam ve Abdunnafi’nin seçmelerden oluşan çevirileri iz­ ledi. Son olarak Tahsin Yazıcı tarafından sadece Risâle (İstanbul 1966 [I. cilt]) ve, Tasavvufun ilkeleri (İstanbul 1978) adıyla



ilk çeviriye ekler yapılarak iki cilt halinde yayımlandı. Ali Arslan tarafından ise, Risâle-i Kuşeyriye adıyla tamamı türkçe­ ye çevrildi (İstanbul 1978). K U Ş F A U a. Rom. tar. Kuşların uçuşuna, ötüşüne ya da yem yiyişine bakılarak ya­ pılan çeşitli kehanetlere verilen genel ad. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Rom. tar. Her erkek kuşfalına bakabilirdi. Ancak, devlet işleriyle ilgili fal­ lar yalnızca kralın, sonra da magistratusların yetkisindeydi. Bunlara augurler* (ka­ hinler) yardımcı olurdu, ilke olarak, kuşfalına başvurulmadan hiçbir işe, karar ve­ rilmezdi. Roma’da, dinsel törenlerin açılı­ şında, halk meclislerinin toplantıya çağı­ rmışında ve mağistratusların göreve baş­ lamasında mutlaka kuşfalına bakılırdı. Or­ dularda da, sefere çıkmadan önce ve çar­ pışma öncesinde aynı şey yapılırdı. Kâ­ hin, lituus’u (kâhinlerin kullandıkları asa) ile templumu'u, yani gözlemini yapacağı bölgeyi çizerdi. Törene katılan kişilerden herhangi biri, kuşfalının bozulmasına yol açacak bir belirtinin varlığını ileri sürerek fala karşı çıkabilirdi (iobnuntiatio)■, bu siyasi engelleme yöntemi olarak sık sık kullanıl­ dı. Bu yüzden, obnuntiatio'yu ustalıklı bir düzene bağlamak, daha sonra da büsbü­ tün kaldırmak (İ. O. 58) zorunda kalındı. Kuşfalı yönteminin biçimciliği, son dere­ ce ayrıntılı bir kehanet hukuku kurulma­ sına yol açmıştı. K U Ş O E Ç İM İ fır tın a s ı, takvimlere gö­ re genellikle 5 kasımda, bazı takvimlere göre ise 4-5 kasımda meydana gelen sa­ yılı fırtına. İstatistiksel araştırmalara göre, gerçekleşme olasılığı % 33. K U Ş O Ö M Û a. Sığırın bonfile adı ve­ rilen kaslarıyla buna bitişik olan budun iç yüzeyindeki kaslardan yapılan pastır­ ma. —ANSİKL. Hayvanın bu bölümünden kuş­ gömü yapmak üzere aynlan et parçasının uzunluğu 60-70 cm, genişliği 8-15 om, ağırlığı 1-1,5 kg kadardır. Üst bölümü üç­ gene benzer alt tarafı dar ve uzundur. Bu etlerden yapılan pastırma "ekstra" pastır­ malar sınıfına girer, çok yumuşak sinirsiz ve az yağlı olur. En makbul pastırma tür­ lerinden biridir. K U Ş O Ö Z Ü a. Ağ. yet. Odun lif ve da­ marlarının tomurcuk, dal ya da ağaç uru­ nun çıkış yerinde birbirine girerek oluştur­ duğu yuvarlak görünüm. —Nalbantl. Kuşgözû perçin, burma* yön­ temiyle yapılan perçin. —Tekst. Eşkenar dörtgen biçimi armürlerie gerçekleştirilen bir tür dokuma. (Dokuma­ nın yüzeyinde görülen eşkenar dörtgen­ lerin büyüklüğü ya da küçüklüğüne göre bu dokumalara değişik ticari adlar verilir: çalıbülbülü gözü, keklik gözü. Ketenden, pamuktan ya da metisten [çözgüsü pa­ muk, atkısı keten] üretilen bu dokumalar genellikle çamaşır konfeksiyonunda kul­ lanılır.) || Ağ biçiminde küçük gözlerden oluşan ve ipek, altın ya da gümüş ipli­ ğiyle gerçekleştirilen dokuma. (Bu el işlemesi türü, moda alanında ve XV. yy.'dan başlayarak da döşemecelikte kul­ lanıldı.) —ANSİKL. Ağ. yet. Bir odunun kuşgözlü yapısı, ya çok sayıda tomurcuğun yan ya­ na yer alışından ya odun çıkıntılarından ya da ağaç urlarından kaynaklanır. Kuşgözü ağaca özel bir güzellik ve desen ver­ diği için kaplamacılıkta çok aranır. K U Ş H A N E ya da K U Ş A N E a. (türkç. kuş ve fars. tjSne'den). 1. İçinde süs kuş­ ları beslenen ve yetiştirilen küçük oda ya da büyük kafes. —2. Mutf. Küçük ve de­ rince kapaklı tencere (Genellikle tek porsiyonluk yemeklerin pişirilmesinde kulla­ nılır. OsmanlIlar döneminde padişahın günlük yemeği, özel aşçılar tarafından tek porsiyon olarak kuşhanelerde pişirilip su­ nulurdu.) —Kur. tar. Kuşhane matbahı, Topkapı sarayı’nda padişahların yemeğinin pişirildi-



kuşkulandırmak ği özel mutfak. (Harem bölümündeydi. Buranın başında en güvenilirlerinden iki zülüflü baltacı bulunur; birine "kuşçubaşı", ötekine ise “ ikinci” denirdi.) || Kuşha­ ne meydanı, Topkapı sarayı'nda, Harem bölümünde küçük bir meydanlık. (Kuşha­ ne matbahina açıldığından bu adla anı­ lırdı.) KUŞHANKCİ -



fJERHİZCİ.



K U Ş I a. (öz. a. Kuşlan). Hami-sami aile­ sinden, özellikle Etyopya ve Somali’de yaklaşık 30 milyon kişinin konuştuğu dil öbeği. —ANSİKL. Kuşi dilleri, kesin sınırlar içinde yer alan bir coğrafi bölgede hayvancılık­ la geçinen yarı göçebe topluluklar tara­ fından konuşulur: Etyopya'da (amharca ve öteki sami dilleriyle birlikte) ve kuzeye doğru uzantılarla (Sudan ve Mısır çölünün güneyi) Somali'de ve güneyde (Kenya ve Tanzaniya). Bugün bile çoğu pek iyi bilin­ meyen yaklaşık 80 dil belirlenmiştir. Bun­ ların en önemlileri arasında, beca, agav, afar (ve saho), sidamo, ometo, gallaca ile Somali Cumhuriyeti'nin resmi dili ve yazı­ lı anlatımı (arap abecesi) bulunan tek dil somalice sayılabilir. K U Ş İLE R (Kuşlan), Kutsal Kitap coğraf­ yasında Güney Mısır, Etyopya ve Güney Arabistan halklarına verilen ad. K U Ş İN A O A R A , Buddha'nın çağdaşı Mallalar halkının iki başkentinden birinin sanskritçe (pali dilinde Kuşinara) adı. Bu­ gün Hindistan’da Uttar Pradeş eyaletinde­ ki Kasla ile aynı kenttir. Buddha bu kentin yakınında öldü. Bu nedenle kent, Hindis­ tan'daki buddhacıların en kutsal ziyaret yerlerinden biridir. K U Ş İR O , Japonya’da kent, Hokkaido adasında, Büyük Okyanus kıyısında; 214 700 nüf. Balıkçılık limanı (ton ve sardalya). Konservecilik. K Û Ş İŞ -» GÛŞİŞ. K U Ş K A N A D I a. Oftalmol. Gözkapaklarının birleştiği köşe ile kornea arasında, konjonktivanın bir bölümünün kalınlaşma­ sıyla meydana gelen, üçgen biçiminde, zarsı oluşum. (Eşanl. PTERİGİYON.) K U Ş K A Y A S I, Sivas’ın Kangal ilçesi­ ne bağlı bucak; 4 864 nüf. (1990); 15 köy. Merkezi Kuşkayası (esk. Akpınar), 704 nüf. (1990). K U Ş K İR A Z I a. Avrupa'dan Japonya'ya kadar kuzey yankürenin ılıman bölgelerin­ de yetişen yabani kiraz türü. (Bil. a. Prunus [Cerasus] padus; gülgiller familyası.) [Eşanl. ILGINCAR.] —ANSİKL. Kuşkirazı genellikle ağaççık, bazen 10-15 m boyunda ağaç halinde bu­ lunur. Türkiye’de Karadeniz bölgesinde, özellikle Rize yöresinde yer yer rastlanır. Güzel kokulu beyaz renkte sıyrık salkım durumunda çiçekler açar. Meyvesi yuvar­ lak ve küçüktür, olgunlaşınca parlak siyah olur. K U Ş K O N M A Z a. Kimi türleri, pişirilerek yenen körpe sürgünleri için, kimi türleri in­ ce parçalı, bileşik narin yaprakları için ye­ tiştirilen çokyıllık sebze ve süs bitkisi. (Bil. a. asparagus, zambakgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —Mutf. Kuşkonmaz haşlaması, kuşkon­ mazları haşlayıp üzerine tereyağı, çeşitli salçalar, soslar ya da mayonez gezdirerek yapılan yiyecek. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kuşkonmazın birçok türü var­ dır. Adi ya da tıbbi kuşkonmaz (Aspara­ gus officinalis) Akdeniz havzasına özgü bir bitkidir. Dalları dik, silindirimsi, 0,8-1,5 m yûksekliğindedir; bunların hepsi, tabak biçimindeki yatay yeraltı gövdesinden çı­ kar; bu yeraltı gövdesine kökleriyle birlik­ te pençe denir ipliğimsi yaprakları kladot halindedir. Olgunlaşınca kızaran meyve­ leri üzümsü yapıdadır. Sebze olarak ye­ tiştirilen kuşkonmaz mart-nisan aylarında fideliğe ekilen tohumla üretilir. Sebzeyi ve­ recek olan pençeler bir yıl sonra fidelik­



ten alınarak esas yerlerine dikilir. Hektar başına dikilen fide (pençe) sayısı 12 000 ila 15 000 arasındadır. Bunlar bahçeye açılan kazıkların dibine yerleştirilerek üst­ leri toprakla örtülür. Sonbaharda, gelecek ilkbaharda sürgün verecek olan saplar ke­ silir. Ekildikten sonraki üçüncü yılda ürün alınmaya başlanır. Bir kuşkonmazlık on, on beş yıl ürün verebilir. C vitamini bakı­ mından zengin olan kuşkonmaz pek bes­ leyici bir bitki değildir. Yabani kuşkonmaz (A. acutifolius) ormanlarda ve fundalıklar­ da kendiliğinden yetişir. Bunun yeşil sür­ günleri de sebze olarak yenir. Kuşkonma­ zın iki türü (A. ptumosus ve A. sprengen) narin yaprakları için süs bitkisi olarak ye­ tiştirilir. Hem tıbbi kuşkonmazın, hem ya­ bani kuşkonmazın kurutulmuş kökleri ve köksapları halk hekimliğinde idrar söktü­ rücü ve kum döktürücü olarak kullanılır. —Mutf. Kuşkonmaz haşlaması yapılaca­ ğı zaman, ilkin kuşkonmazları uçlarında­ ki yeşil kısımlar bitip sarımsı rengin baş­ ladığı yerden, alt kısmına değin tıraş eder­ cesine ayıklamak gerekir. Ayıklanan kuş­ konmazlar uç kısımları aynı hizaya getiri­ lerek ortasından bağlanır ve kaynamakta olan tuzlu suya atılır. Yumuşayınca sıcak sudan çıkarılıp içinde tuzlu soğuk su bu­ lunan bir tencereye atılır. Sudan çıkarıp kurulandıktan sonra tabağa yerleştirilip ip çözülür, üzerine isteğe göre tereyağı, sal­ ça ya da mayonez gezdirilir. Sıcak olarak servis yapılmak istenirse, soğuk sudan çı­ karıldıktan sonra kısa bir süre sıcak suda bekletilir. K U Ş K O N M A Z S İN EĞ İ a. Kuşkonmaz­ lara zarar veren, siyah ve kızıl bedenli, kanatlannda büyük siyah lekeler bulunan si­ nek. (Larvaları sapların içini kemirir Bil. a. Platyparea poeciloptera; meyvesineğigiller familyası.) K U Ş K U a. 1. Bir kimse, o kimsenin dav­ ranışı hakkında kimi belirtilere, izlenimle­ re, sezgilere göre edinilen, ancak kesin bilgilere dayanmayan olumsuz düşünce; şüphe: Hırsızın kimliği belirlenemedi, an­ cak kuşkular b ir görevlinin üzerinde yo­ ğunlaşıyor. —2. Bir kimsenin içtenliği, bir olayın gerçeğe uygunluğu, bir şeyin gerçekleşmesi konusunda kararsızlık: Konuş­ ması kuşkulara yol açtı. Kuşkuya yer ver­ meyen b ir sonuç. —3. Kuşku beslemek, kuşku duymak, kuşkulanmak. || Kuşku uyandırmak, kuşkulandırmak, işkillendir­ mek. || (Bir kimsede, içinde, yüreğinde) kuşku uyanmak, kuşkulanmak, işkillen­ mek. || (Kendinden) kuşkusu olmasa, bir suçluluk duymasa: Kendinden kuşkun ol­ masa çıkar, ben yapmadım derdin. || Kuş­ kusu olmamak, emin olmak: Bu tasarının gerçekleşeceğinden hiç kuşkum yok. iyi niyetinizden hiç kuşkum yok, ama bize ka­ nıtlar gerekli. Dostluğundan asla kuşku­ nuz olmasın. || Kuşkuya düşmek, içinde kuşku uyanmak, kuşkulanmak. || Bir duy­ gudan, bir fikirden, bir nitelikten kuşku duymak, herhangi bir şeyin göründüğü gibi olmadığından şüphelenmek, onun doğruluğundan gerçeljiğinden şüphe et­ mek: Bir ortağın iyi niyetinden, dürüstlü­ ğünden kuşku duymak. —Fels. Kesin olmadıkları düşünülen veri­ lerden (örn. duyu verileri) herhangi birini ya da her türlü felsefe sistemini reddetme­ ye dayanan felsefi tutum. | Yöntemsel kuş­ ku, Descartes’ın bir “ fikir” i (bir yargı, bir algı) açık ve seçik olarak ortaya çıkarabil­ mek için başvurduğu, yargıyı askıya alma yöntemi; Hegel'de, felsefe dünyasına gir­ me yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) —Psik. Kuşku deliliği, kuşku temalı sap­ lantılarla belirginleşen ve kanıt ya da apa­ çıklığa rağmen gündelik yaşamın en sı­ radan etkinliklerini bile kapsamına alan saplantılı belirti. (Özne, yaptığını durma­ dan denetler ve yeniden yapar.) —ANSİKL. Fela Descartes'ta yöntemsel kuşku, bütün bilgilerin doğruluğunu de­ netlemek ve denemek için kullanılan bir araçtır; bilimsel bir kuşku değildir. Descartes, bu kuşkuyu, M etot' üzerine ko­



nuşma’sında açıklar. Hegel, yöntembilimsel kuşku denen şe­ yi eleştirip mahkûm eder. Ona göre, yön­ tembilimsel kuşku "şu ya da bu varsayıl­ mış doğruyu sarsma yolunda bir girişim­ dir; bu girişimin ardından kuşkunun gö­ reli bir kayboluşu gelir ve böylece sonuç­ ta sözkonusu şey başlangıçtaki haliyle benimsenir" (Tinin görüngübilimi [Phânomenologie des Geistes], “ Giriş"). Fakat, kuşkunun "Zvveifei" olumlu bir değer ka­ zandığı da olur: insan, "umutsuzluk yolu"na girdiği ve böylece dünyanın say­ dam olmadığını keşfettiği zaman, bu keş­ fin kendisi de, Hegel'e göre, bir doğrudur. K uşku ç a ğ ı (l’Eıe du soupçon), Nathalie Sarraute'un denemesi (1956). Balzac, Tolstoy ve Zola artık yaşamıyorlar. Roman­ cı bütün bildiklerini unuttu: her şeyden kuşku duyuyor, her şey ona kaygı veriyor. Kesin bilgi çağı kapandı, onun yerini kuş­ ku çağı aldı. Nathalie Sarraute, gelenek­ sel romanın "kahraman" anlayışına karşı çıkan ilk yazarlardan biridir. Bu "dört dörtlük” kahramanlara, bu "her türlü eşya” ile tıklım tıklım dolu evlere, bu ke­ sintisiz doğum-ölüm sürecine karşı Sar­ raute, ruhsal hayatın derin hareketlerini, yüzeysel topolojilerini, bölük pörçüklüğünü, bilinçdışının kaynaşmalarını koyar. Es­ kiden insanüstü bir nitelik taşıyan "Roman kahramanı", konuşmanın yüzeysel bir şey ve buna karşılık yaşanan ve yazılan "ses­ siz konuşma"nın biricik iç hakikat olarak ele alınmasıyla, pusuda bekleyen bir an­ latıcı tarafından sürekli gözlenen bir insan haline gelir. Bilginin gizemi, romanın odak noktasını oluşturur.



72 13



kuşkonmaz (Asparagas officinalis)



K U Ş K U C U sıf. ve a. 1. Fela Kuşkuculuk yanlılarına denir. —2. Düşünce yapısı ge­ reği, inanmamaya yatkın ve herkesçe ka­ bul edilmiş inançlardan, gerçeklerden kuş­ ku duymaya eğilimi olan kimse için kulla­ nılır; şüpheci: Kuşkucu kimselerden çekin­ mek. Kuşkucu ve yıkıcı bir kata yapısı, ♦ sıf. 1. Kuşkuculuğa özgü: Kuşkucu öğreti, felsefe. —2. İnanmazlık, kuşku gösteren bir davranış için kullanılır; şüp­ heci: Bir sorun karşısında kuşkucu bir tu­ tum almak. K U Ş K U C U L U K a. Fels. Yargı belirt­ mekten kaçınmayı temel alan felsefi sis­ tem. (Eşanl. SEPTİSİZM, ŞÜPHECİLİK.) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Fels. Kuşkucuların öncüsü so­ fistlerdir: onlar felsefi sistemlerin çelişkileri karşısında her türlü hakikati yadsımışlar ve olumluyu da olumsuzu da ayrım gözet­ meden savunmuşlardı. Buna karşılık kuş­ kucular, her türlü yargıdan kaçındılar; kuş­ kuculuğu bir öğreti olarak kuran Elisli Pyrrhon’un tutumu buydu. Daha sonra Ainesidemos, Agrippa, Sextus Empiricus onun savlarını sistemleştirdiler ve dogma­ tizmin hem duyumcu hem akılcı biçimine yönelttikleri kendi eleştirilerini de bu öğ­ retiye eklediler. Kuşkuculuk Montaigne’in gözünde "kuştüyü yastık", Pascal’a göre hıristiyan inancını, Bayle'e göre de araştırma özgür­ lüğünü savunmak için bir destekti. Hume da, zihnin basit alışkanlıkları olarak gör­ düğü ve dolayısıyla değersiz saydığı akılsal ilkeleri irdelerken kuşkuculuğa ulaştı. Hegel iki tür kuşkuculuk ayırt eder. Bun­ lardan ilki, soyut bir dumsuzlamanın sonu­ cu olan evrensel kuşkuya dayalı verimsiz bir tutumdur "Kuşkuculuk, sonuçta salt hiçlikten başka bir şey görmez ve bu hiç­ liğin bir bakıma, sonucu olduğu şeyin hiç­ liği olduğunu unutur" ( Tinin görüngübilimi [Phânomenologie des Geistes], "Giriş” ). Buna karşılık "olgunlaşmış kuşkuculuk", "görüngüsel bilincin bütününe yönelerek tini, hakikatin ne olduğunu araştırabilecek duruma getirir, çünkü doğal di^e nitelenen tasarımlara, düşüncelere ve görüşlere bağ­ lanmaktan vazgeçmiştir" (ay. ypt.). K U Ş K U L A N D IR M A K MAK.



KUŞKULAN



kuşkonmaz



T



kuşkulanma K U Ş K U L A N M A a, Kuşkulanmak eyle­ mi,



7214



K U Ş K U L A N M A K gçz. f. 1. Bir kimse­ den, davranışlarından, bir şey yaptığın­ dan kuşkulanmak, kesin kanıt olmaksızın, o kimseye kınanacak ya da ayıplanacak davranışlar ya da niyetler yüklemek; kimi belirtilere bakarak o kimsenin suçlu oldu­ ğunu düşünmek; şüphelenmek: Herkes onun bu işe karışmış olduğundan kuşku­ lanıyor. Bir kez aldatıldıktan sonra herkes­ ten kuşkulanır oldu. — 2 , Bir kimseden, iyi niyetinden, dürüstlüğünden vb. kuşku­ lanmak, .ona tam olarak güvenmemek: İyi' niyetinden kuşkulanmamız için bir neden yok. —3. Bir şeyden (soyut) kuşkulan­ mak. onun gerçeğe uygunluğundan, ger­ çekte var olup olmadığından, gerçekliğin­ den emip olmamak; şüphelenmek: Bu sevgi gösterisinin içtenliğinden kuşkulanı­ yorum. Bir metnin aslına uygunluğundan, Tanrı'nın varlığından kuşkulanmak. ♦ kuşkulandırm ak ettirg f. Bir kimse­ y i kuşkulandırmak, onun kuşkulanması­ na neden olmak, onu kuşkuya düşürmek, şüphelendirmek: Bu davranışı beni kuşkulandındı. K U Ş K U L U sıf. 1. Kuşku uyandıran, nor­ mal, olağan görünmeyen bir eylem, bir ol­ gu, bir durum İçin kullanılır; şüpheli: Kuş­ kulu bir ölüm. Kuşkulu bir durum. — 2 . Kuşku duyulan, emin olunmayan bir şey için kullanılır; şüpheli: Davayı kazanması biraz kuşkulu. Zamanında varabilmeniz kuşkulu. — 3 . Kuşkuyu, güvensizliği be­ lirten şey için kullanılır: Kuşkulu bakışlar. —4. (Bir şeyden) kuşkulu olmak, ondan emin olamamak; kuşku duymak: Saatin­ de varabileceğinden kuşkuluyum. Geri vereceğini söyledi, ama ben bundan ku ş . kuluyum. ğ



(Stsllaria media)



Halil Kut



me karıştırılıp macun kıvamına gelinceye değin yoğrulduktan sonra sac bir tepsi­ ye ince bir tabaka halinde yayılır ve fırına verilir. Tepsideki karışım, üzerinde par­ makla yağ gezdirilerek biçimlendirilir; pi­ şip gevrek bir hal alınca fırından çıkartı­ lır.) K U Ş L U K a. 1. Günün sabahla öğle ara­ sındaki bölümü. —2. Kuşluk yemeği, öğ­ leden önce, kuşluk vakti yenen yemek. —İsi. Kuşluk namazı, kuşluk vaktinde kı­ lınması mendup* olan namaz. (Bk. ansikl. böl.) -ANSİKL. Güneş doğduktan yaklaşık ya­ rım şaat sonra başlayan ve zeval* vakti­ ne kadar geçen süre içinde kılınan bu na­ maz iki, dört, sekiz ya da on iki rekât ola­ bilir. Bir zorunluluk olmamakla birlikte Hz. Muhammet'in çoğunlukla sekiz rekât kuş­ luk namazı kıldığı söylenir. Halk arasında, vaktinde (güneş doğmadan önce) kılınmayıp kuşluk vaktine ertelenen günün sa­ bah namazına da, yanlış olarak, kuşluk namazı denilmektedir. KU ŞLUYAN -



GÖLKÖY,



K U Ş M A R a. Bir tür kuş tuzağı. K U Ş O TU a. Karşılıklı ve sapsız yaprak­ lı, dal ucunda küçük beyaz çiçekli otsu bit­ ki. (Bil. a. Stellaria media, karanfilgiller fa­ milyası.) —ANSİKL. Kuşotu yol kenarlarında, duvar diplerinde, bahçelerde yetişir. Anadolu' da yaygın bir bitkidir. İlkbaharlarda, pazar­ larda sebze olarak satılır. Bitki, potasyum tuzları, organik asitler ve saponln İçerir. Halk hekimliğinde idrar artırıcı ve balgam söktürücü. yara İyi edici olarak kullanılır. Yöresel olarak serçedlll, serçeotu da de­ nir.



ler hayvan öldükten sonra yolunarak el­ de edilir ve yastık, minder, yatak vb. yapı­ mında dolgu malzemesi olarak kullanılır. K U Ş U , Kütahya'nın Simav ilçesi mer­ kez bucağına bağlı belde; 4 293 nüf, (1990), Belediye, K U Ş U Ç U Ş U a. Bir yere karadan değil­ de havadan, sağa sola sapmadan doğ­ rudan gitme anlamında kullanılır: Kuşuçu-



şu üç saat çeker K U Ş U N , Hurriler'in Ay tanrısı. K U Ş Ü Z Ü M Ü a. Çekirdeksiz ve siyah renkli, çok ufak bir üzüm çeşidi. K U Ş Y IM İ a. 1. Durgun sularda yetişen otsu bitki. —2. Bu bitkinin tanesi. —ANSİKL. Kuşyemi Anadolu'da Akdeniz bölgesinde özel olarak yetiştirilir. Taneleri kafes kuşlarına yem olarak verilir. Bitkinin tümünden hayvan yemi olarak da yarar­ lanılabilir. (Bil. a. Phalaris canariensis, buğdaygiller familyası.) K U Ş Y U V A S I a. Batı Avrupa'da çoğun­ lukla gürgen ormanlarında yetişen kızıl yapraklı orkide. (Bil. a. Neottia nldusavis, salepgiller familyası.) [Humus üzerinde çürükçül yaşar ve klorofil İçermez. Ortak­ yaşar mantarlarla sarılmış olan kökleri bir­ birine dolanarak, karışarak kuşyuvası gi­ bi bir biçim oluşturur. Adını bu özelliğin­ den alır.] K U T a. (esk. türkç. sök.). 1. Uğur, baht. —2. Mutluluk. -F o lk . Kut törenleri - aşama* k u t TÖ­ RENLERİ. K U T a. (ar. kof). Esk. Kale, hisar. K U T a. (ar. jröl). Esk. 1. Yaşamak için ge­ rekli yiyecek, azık, rızık. —2. Küf-/ layemut, ölmeyecek kadar alınan yiyecek. || Kut-i mesih, hurma, şarap. || Kut-i ruh, ru­ hu besleyen gıda. || Kut-i uşşak, âşıkların gıdası; öpücük.



K U Ş P A LA Z I a. Tip. DlFTERl'nin eşan­ lamlısı. K U Ş K U S U Z be 1. Kuşkuya yer verme-A K U Ş S A R A Y ftb y â ğ ü . Arkeol. Çorum' yecek biçimde; elbette şüphesiz: Kuşku­ un merkez ilçesi merkez bucağına bağlı suz her şey yolunda gidecek. — 2 . Bir doğrulamayı anlatır ya da vurgular; şüp­ Kuşsaray köyü yakınında höyük; Prof. H. K U T (Halil), Halil Paşa da denir, türk ashesiz: Sence anlattıklannın hepsi doğru Z. Koşay yönetiminde yapılan kazılarda ■ ker (İstanbul 1882 - ay. y. 1957). Enver Pamuydu? —Kuşkusuz. (1966), Bakırtaş dönemi, İlk Tunç çağ ve şa'nın kendinden küçük amcası. Harp Hititler döneminden üç yapı katı saptan­ okulu’nu (1902) ve Harp akademisl'ni ♦ sıf. Kuşkuya yer vermeyen; kesin, şüp­ dı. Bakırtaş döneminden geometrik mo­ (1905) bitirdi. Mustafa Kemal’in (Atatürk) hesiz: Onun etki altında kaldığı kuşkusuz. tifli, siyah astarlı çanak çömlekler, obsid­ sınıf arkadaşıydı. Kurmay yüzbaşı olarak K U Ş K U Ş LA M A a. Kütahya seramikçi­ yen bıçaklar bulundu. İlk Tunç çağ evre­ Makedonya'daki 3. Ordu'ya atandı; Bal­ liğinde seramikler üzerine çekilen astarın sinde küp mezarlar, taş temelsiz, kerpiç kanlarda çete takiplerinde görev aldı; gizli kalın gözenekli bir bezle düzeltilip perdah­ duvarlı evler, Ahlatlıbel ve Alacahöyûk'teittihat ve Terakki cemiyeti'ne girdi (1906) lanması işlemi. kilere benzer çanak çömlekler ortaya çı­ ve yeğeni Enver’i (Paşa) de bu örgüte üye karıldı. Hitit katmanındaysa çeşitli yapı ka­ yaptı. İkinci meşrutiyetin (1908) ilanından K U Ş K U Ş LA M A K g. f. Seramik üzerine lıntılarına ve çanak çömleklere rastlandı. sonra İstanbul'a atandı, ittihat ve Terakki kuşkuşlama işlemi uygulamak. Ayrıca yakındaki Kale dağında bir roma cemiyeti fedailerinden bir grubun başın­ K U Ş L A K a Av kuşlarının ;o!. olduğu kalesinin kalıntıları vardır. da Van üzerinden İran'a gönderilip orada yer. da meşrutiyet ilan edilebilmesi İçin şah yö­ K U Ş S A R A Y I, esk Beklrhüseyln, Ela­ netimine karşı karışıklıklar çıkarmakla gö­ K U ŞLA R a. Zool. Bedenleri tüylerle ör­ zığ'ın Baskil ilçesine bağlı bucak; 8 005 revlendirildi. İstanbul'da 31 Mart ayaklantülü, kanatlı, sıcakkanlı, omurgalı hayvan­ nüf. (1990); 22 köy. Merkezi Kuşsarayı, ması'nın (1909) başlaması üzerine geri lar sınıfı. (Uçan ve uçamayan türleri var­ 228 nüf. (1990). çağrılıp Yıldız sarayı muhafız birliği komu­ dır. û n ayakları kanatlara dönüşen sürün­ K U ŞSU D İN O ZO RLA R a Paleont Kal tanlığına atandı. Bir süre sonra Selanlk'e genlerden türemişlerdir. Bil. a. Aves.) ça kemiği kuşlarınklne benzeyen bitkici) gönderilip başkaldıran bulgar çetecileri­ K u ş lar (Ornlthes), Arletophanea'ln İ.Ö, dinozorlar takımı, (Kuşeudlnozorlar takımı nin tenkil harekâtına katıldı. İtalyanlar'ın 414'te oynanan komedisi, Şairin kendini üç alttakıma ayrılır: Omlthopoda ya da Ttablusgarp'a saldırısı üzerine Fransa ve fantezisine kapıp kbyverdlğl bu piyeste, Iguanodonlat; Stegoseuria‘\ar ve CeratopTUnus üzerinden buraya gönderilip Hama Plsthetairos ve Evelpiües adlarında İki Ati­ sfa'lar. Bil. a. Ornlthlsohla.) mutasarrıfı ve mıntıka komutanı olarak nalInın serüveni anlatılır Kendi sitelerinde atandı; Italyan İstilacılara karşı başarılı sa­ K U Ş S Ü T Û a. "Bulunm ayan şey" anla­ yaşamaktan bıkmış olan bu İki kafadar, vunma savaşlan verdi (1911-1912), Balkan mında kimi deyimlerde geçer. | Kuşaûtünkuşların yardımıyla, yerle gök arasında, savaşı başlayıp İtalyanlarla barış yapılın­ den başka her şey var, her türlü yiyecek, bulutların üatünde, Nephelokokygla adı­ ca, İstanbul'a döndü. Oenelkurmay'ın İz­ içecek bulunduğunu, sofranın çok zengin nı verdikleri bir kent kurarlar. Bir sürü can niyle cezaevlerinden çıkartıp askeri eğitim olduğunu belirtmek İçin kullanılır. || Kuşsüsıkıcı kişi kendilerini görmeye gelir, ama yaptırdığı 4 bin kişilik bir derleme birlikle tüyle beslemek, beslenmek, bir kimseyi bunları hemen kovarlar Tanrılar bile PisÇatalca hattı gerisinde bulgar İşgali altın­ en değerli ve a z bulunan besinlerle ge­ thetairos'un İsteklerine boyun eğmek zo­ daki yerlere bir çıkarma harekâtına katıl­ reği gibi beslemek ya da bu biçimde bes­ runda kalır. Böylece, Plsthetairos onlar­ dı; başarılı bir sonuç elde edemedi (1913). lenmek. dan kendi egemenliklerini kuşlara bırak­ Vsn yöresindeki ermeni ayaklanmalarını malarını sağlar ve Krallık'! simgeleyen kız­ KUŞTÛYÜ a. 1. Kimi kuşların yatak, bastırmakla görevlendirildi ve Enver Bey' la evlenir Arlstophanes, günün en önemli yorgan, yastık doldurmakta kullanılan yu­ İn paşa olarak Harbiye nazırlığına atan­ muşak tüyleri: Yhstığı kuştûyûyle doldur­ siyasal olayı olan Sicilya seferine en kü­ ması üzerine İstanbul Merkez komutanlı­ çük bir anıştırmada bulunmadan, deha mak. (Bk, ansikl, böl.) —2. Kuştûyü gibi, ğına getirildi. Birinci Dünya aavaşı'na Os­ çok yumuşak. önoekl komedilerinde alaya aldığı hem­ manlI devleti de katılınca, Iran İçine bir se­ şehrilerini suçlamaya da kalkmadan, ger­ —Balıkç. Tüylü olta yapımında kullanılan fer düzenlemekle görevlendirildi. Başında çek site (Atina) İle kendi hayalinde yarat­ kuş teleğinin İnce telleri. bulunduğu fırkayla Iran İçlerine sarkarken tığı ideal site arasında, İkincisi yararına bir ♦ sıf. Bu tüylerle doldurulmuş şey İçin Enver Paşa'nın komutasındaki ordunun karşılaştırma yapar, kullanılır: kuştûyü yastık, yatak. Sarıkamışta bozguna uğraması ve ardın­ - A N S İ K L . Kuştûyü, genellikle kaz, ördek K U Ş L O K U M U a, Mutf, Un, yağ, yumur­ dan rUe ordularının Van'ı İşgal etmesi ve ve tavuktan elde edilir. Bazı kuşların tüy­ ta sansı, şeker, durulmuş küllü su ve bi­ Anadolu İçlerine İlerlemesi üzerine geri lerinden de aynı amaçla yararlanılır Tüy­ dönüp Bitlis savunmasına katıldı, Albay raz tuzla yapılan bir tür kurabiye, (Malze­



rütbesiyle kolordu komutanlığına getirildi (1915); Irak cephesine atandı. Goltz Paşa'nın komutasında savaşırken Kut ül -Amare’de general Tovvnshend’in komu­ tasındaki İngiliz ordusunu tutsak etti (1916). Rütbesi generalliğe yükseltilerek Irak askeri valisi oldu ve Goltz Paşa'nın ölümü üzerine 6. Ordu komutanlığına atandı. Başkomutan Enver Paşa ve alman genelkurmayının buyruğu doğrultusunda kolordularının biriyle İran içlerine yeni bir sefer düzenlemeye çalışırken, ingilizler' in Bağdat’ı ele geçirmesi üzerine (1917) kuvvetlerini Musul’a çekip yeni bir cephe oluşturdu. Rusya’da Sovyet devrimi olun­ ca, Halil Paşa 6. Ordu komutanlığı da üze­ rinde kalmak üzere Şark orduları komu­ tanlığına atandı (1917). Karargâhını Gümrû'de kurdu ve kısa sürede Bakü'yü ele geçirdi. Mondros silah bırakışması'ndan sonra Kafkasya'daki türk birlikleri geri çe­ kilirken, İstanbul'a döndü (1918). Önde gelen bir İttihatçı olarak tutuklandı. Bekirağa bölüğü'ne kapatıldıysa da buradan kaçmayı başarıp Anadolu'ya geçti ve Si­ vas'a giderek Heyeti temsiliye reisi Mus­ tafa Kemal Paşa ile görüştü. Azerbaycan’a geçip, Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa (Kıgılı) ile buluştu ve Azerbaycan'da oluş­ turduktan İslam ordusu ile Ermeniler'e kar­ şı savaştı. Moskova’ya gidip sovyet yetki­ lileriyle Ankara hükümeti adına görüştü. Sovyetler’in Ankara hükümetine yardım için verdikleri külçe altınları getirdi. Yeni­ den Moskova’ya döndü, Enver Paşa ve öteki ittihatçı liderlerle buluştu. Bir süre sonra Trabzon’a geldiyse de Ankara hü­ kümetinin burada oturmasına izin verme­ mesi üzerine Sovyetler Birliği’ne döndü (1921). Enver Paşa Türkistan’da Sovyetler’e karşı cephe alınca, Moskova’dan ay­ rılıp Almanya’ya geçti (1922). Anadolu’da Kurtuluş savaşı başarıyla sonuçlanıp İs­ tanbul düşman işg al inden kurtulunca, An­ kara'nın izniyle İstanbul'a döndü (1922). Tümgeneral rütbesinden emekli olarak yaşamının geri kalan bölümünü politika­ ya karışmadan geçirdi. Anıları ölümünden sonra Kut ül-Amare kahramanı Halil Paşa'nın anıları: bitmeyen savaş adıyla M. Taylan Sorgun tarafından derlenerek ya­ yımlandı (1972). K U T Ü L -A M A R E , G. Irakta kent, il yö­ netim merkezi, Dicle ile Şatt ül-Garraf’ın ayrıldığı yerde; 59 000 nüf. Dicle’yi enle­ mesine 640 m boyunca kesen Kut bara­ jı’ nda biriken sularla sulanan bir bölgede tarım pazarı. —Ask. tar. Tovvnshend komutasındaki İn­ giliz kuvvetleri 1915'te kenti işgal ettiyse de Türkler tarafından kuşatıldılar ve beş aylık bir kuşatmadan sonra teslim olmak zorunda kaldılar (nisan 1916). Kent, şubat 1917'de Maude’un birliklerince geri alın­ dı. (-» Ku t ü l -Amare savaşlari.) K u t ül-A m a re s a v a ş la rı, Birinci Dün­ ya savaşı sırasında Irak cephesinde türk kuvvetleriyle İngiliz birlikleri arasında ya­ pılan ve üç evreden oluşan çarpışmalar. • 1. Kut ül-Amare savaşı. Bağdat fatihi ol­ ma hevesiyle yanıp tutuşan general Townshend, Selmanpak savaşı’nda albay Nu­ rettin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) komuta­ sındaki türk kuvvetlerine yenilince (25 ka­ sım 1915), düş kırıklığına uğrayarak ber­ kitilmiş sağlam bir kalesi bulunan Kut ül -Amare’ye kapandı (1 aralık). Kenti ırmak boyunca kuşatan Nurettin Bey, 13 aralık­ ta yaptığı teslim önerisinin Tovvnshend ta­ rafından geri çevrilmesi üzerine 14 aralık sabahı taarruza geçti. Ancak, türk birlik­ lerinin ağır kayıplar vermesi sonucu taar­ ruz durduruldu (15 aralık). Bekir Sami Bey (Günsav) komutasındaki 52. Tümen de yardıma gelince, bu taze güçleri de bir­ liklerine katan Nurettin Bey, taarruzu yine­ ledi (18 aralık). Hazirl kalesine giren 52. Tümen’in düşmanın güçlü top ateşiyle yok edilmesi ve öteki birliklerin de çok ağır kayıplar vermesi karşısında sorumluluğu üzerine alan kolordu komutanı Halil Paşa (Kut) taarruzu durdurdu (20 aralık 1915).



• 2. Kut ül-Amare savaşı. 6. Ordu komu­ tanı mareşal Goltz Paşa tarafından Nuret­ tin Bey'in yerine Irak koı ına geti­ rilen Halil Paşa, kaleyi kurtarmak için Aligarbi’de yığınak yapmaya başlayan ge­ neral Aylmer komutasındaki Ingilizler’e karşı XVIII. Kolordu’yu mevzilendirdiği gi­ bi, XIII. Kolordu ile de Tovvnshend kuvvet­ lerini Kut'ta tam anlamıyla kuşatmaya al­ dı. General Aylmer, ırmağın iki yanından taarruza geçti (6 ocak 1916). Güçlü düş­ man ateşi karşısında yıpranan zayıf türk birlikleri Vadii Kelal gerisine alındılar (7 ocak). Bu mevziye karşı da başarılı bir ta­ arruz gerçekleştiren ingilizler, türk kuvvet­ lerini 7 km gerideki Hana hattına çekilmek zorunda bıraktılar (13 ocak). Ingiliz taar­ ruzu ancak Felahiye mevzisi karşısında durduruldu (18 ocak). Dicle ırmağının ka­ barması sonucu (19-20 ocak) İngilizler'in 21 ocakta giriştikleri taarruz başarısızlığa uğradı. Bir süre sonra Hindistan ve Mısır’ dan takviye alan general Aylmer, bu kez XIII. Kolordu'nun tuttuğu Sin mevzisine karşı büyük bir taarruza geçti (7 mart). He­ men Sabis tepesindeki mevzileri tutan XIII. Kolordu komutanı Ali İhsan (Sabis) Bey, iki gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra İngilizler’i Kut’un 10 km uzağında yenilgiye uğratarak püskürttü (9 mart). Bu­ nun üzerine general Aylmer, kuvvetlerini taarruzdan önceki yerlerine çekti. Koşum hayvarılannı kestirip askerlerine yedirerek dayanmayı sürdüren general Tovvnshend, Halil Paşa’nın teslim önerisini yine kabul etmedi (10 mart 1916). • 3. Kut ül-Amare savaşı. Yeni aldığı tak­ viyelerle mart sonlarında 60 bin asker, 30 bin tüfek, 127 top ve 11 uçaklık bir güce ulaşan İngiliz Dicle ordusunun Kut ül -Amare’de kuşatılmış olan general Tovvn­ shend kuvvetlerini kurtarmak için Felahi­ ye hattını yarıp geçmesine karar verildi. 5 nisan sabahı taarruza geçen İngilizler, savaşarak Felahiye önlerine kadar ilerle­ diler. Ancak, İngiliz kuvvetlerinin 6 ve 7 ni­ san günleri bu hatta karşı yaptıkları hare­ kât başarılı olamadı. Gece saldırıları da bozgunla sonuçlanınca (9 nisan), gün ağardığında kitle halinde çekilen İngiliz birlikleri, türk topçusunun şiddetli ateşi karşısında ağır kayıplara uğradılar. Ancak, Tovvnshend'i mutlaka kurtarmak isteyen ingilizler, bu kez de Dicle’nin güneyinden taarruza geçtiler (17 nisan) ve Beyti İsa mevzisini ele geçirerek Felahiye hattını yan ateşine aldılar. Daha sonra hattın or­ talarına giren İngiliz kuvvetleri, Türkler’in karşı taamızuyla püskürtüldü (22 nisan). Böylece İngilizler’in Tovvnshend'i kurtarma umudu kırıldı. Bu arada, tifüsten ölen 6. Ordu komutanı Goltz Paşa’nın yerine Irak komutanı Halil Paşa atandı. Ertesi gün Tovvnshend’e Türklerle teslim görüşmele­ rine başlaması için izin verildi. Halil Paşa' ya yazdığı mektupta Tovvnshend, Kut’u teslim etmeye hazır olduğunu açıkladı (26 nisan). Halil Paşa d a Kut'taki birlik, silah ve cephaneler teslim edildikten sonra Tovvnshend'e istediği yere gidebileceğini bildirdi (27 nisan). Bunun üzerine yardım gelmesi ve direnme umudu kalmayan ge­ neral Tovvnshend tüm silah ve cephane­ sini yok ettirerek 481 subay ve 15 bin as­ keriyle teslim oldu (29 nisan 1916). Kut ül -Amare savaşlarında ingilizler'in kayıpla­ rı, tutsak düşenlerle birlikte 40 bin, Türkler'inki de yaklaşık 25 bin kişidir. K utadg u b lllg , Yusuf* Has Hacip’in karahanlı türkçesiyle (hakaniye türkçesi) ya­ zılmış, devlet yönetimiyle ilgili manzum ya­ pıtı (1070). Aruz vezniyle (feûlün feûlün feûlün feûl j. ■------■------- — ] kalıbı), mesnevi biçiminde kaleme alınmıştır. Da­ ha çok tuyuğu andıran ve mani adıyla anı­ lan 173 dörtlük türk halk şiiri geleneğinin yapıtta yaşadığını gösterir. Türkler'in İslam kültür çevresine yeni girdiği döneme ait olan 6 645 beyitlik büyük hacimli yapıt İs­ lam dünyasındaki ahlak görüşü, buna bağlı devlet anlayışıyla eski türk toplumuna ait gelenek, görenek ve düşünceleri



birleştirir; dönemin toplumsal kurumlarını, yaşam biçimini tanıtır. Yazar, Balasagun'da yazmaya başladığı kitabını Kaşgar’da tamamlayarak karahanlı hükümdan Tabgaç Buğra Kara Han'a sunduğunu, bu yapıt dolayısıyla dönemin en yüksek görevlerinden biri olan has hacipliğe (-» HACİP) getirildiğini anlatır. Adı “ mutluluk veren bilgi” anlamına gelen yapıtta, in­ sanların dünyada ve ahrette mutluluğa ulaşmasını sağlayacağı bilgiler yer alır: in­ san neler öğrenmeli, neler yapmalı, ne­ leri yapmamalıdır? Yapıtta birbirleriyle iliş­ kileri olan, konuşarak birbirlerine görüş­ lerini aktaran dört kişi İslam dünyasında geçerli ahlak kuramıyla ilgili dört ana il­ keyi dile getirir: Kün togdı (Gün doğdu) adlı hükümdar doğru yasanın, Ay toldı (Dolunay) adlı vezir mutluluğun, vezirin oğlu Ögdülmiş (Ûğülmüş) akıl ve anlayı­ şın, vezirin kardeşi ya da akrabası olan Odgurmış (Uyanmış) yaşam ve dünyanın sonunun, ahretin simgesidir. Yapıtta bilgi­ nin ve dilin değerini, iyiliği, aklı, adaleti öven bölümlerden sonra bir öykü çerçe­ vesi içinde devlet ve saray örgütü konu edinilir. Hükümdar, yönetici ve hizmetkâr­ larda aranan nitelikler üzerinde durulur. Bu yönüyle siyasetname*, fendname* ni­ telikleri taşıyan bir öğüt kitabıdır. İslam uy­ garlığı çerçevesinde aruzla yazılmış en es­ ki yapıt olan kitapta dilin bu yabancı vez­ ne uydurulması için zorlandığı görülür. Bununla birlikte sözcük yinelemeleri, ali­ terasyonlar gibi eski türk şiirinde yaygın tekniklerden ustalıkla yararlanılmıştır. Şa­ ir öğretici yapıtında kuru anlatımdan kur­ tulmayı başarmış, çerçeve öykü, olaya ka­ rışan kişiler aracılığıyla anlatıya hareket kazandırmış, bilgece söyleyişler (dilin öne­ mini belirten bölüm) yanında şiirsel ağır­ lıklı bölümlere (bahar tasviri) de yer vere­ rek denge sağlamıştır. Karahanlı devletin­ deki yaşama tanıklık eden yapıt alt düz­ leminde eski türk toplumundaki din, mi­ toloji, felsefe, aile düzeni, ahlak, devlet ve saray örgütü, ordu, gelenek ve görenek, tarım, hayvancılık, el sanatları vd. ko­ nularında bilgilerin yer aldığı ansiklope­ dik bir kaynak niteliğindedir. Yapıtın üç yazması (biri uygur harfleri, ikisi arap harf­ leriyle) günümüze ulaşmıştır 1439’da Herat'ta yazılmış, 1479'da Tokat'tan İstan­ bul'a getirilmiş uygur harfli yazmayı tarih­ çi Hammer yurtdışına götürmüştür; bu­ gün Viyana'dadır Arap harfli yazmalardan biri Kahire’dedir. Z. V. Togan’ın Fergana’ da bulduğu öteki yazma ise SSCB’dedir. Viyana yazmasını W. Radloff tıpkıbasım (1980), uygur harfleri dökülerek basımevinde yeniden dizilmiş metin (1891), rus harfleriyle çevriyazılı metin ve almanca çe­ viri (1890) halinde yayımladı. Dç yazma­ nın tıpkıbasımları TDK tarafından basıldı (1942-1943). Metni (1947) ve çevirisini (1959) yayımlayan R. R. Arat tarafından aynntılı bir dizini (1979) de düzenlendi. (-* Kayn.) K Û T A H y a d a K Û T E H sıf. (fars. kutsh, küteh). Esk. 1. Uzun olmayan, kısa: "gûş et bu uzun hikâye kûtâh olmaz" (Y. K. Beyatlı). —2. Kûtâh-astin, iyi gibi görünüp başkalarının fenalığını düşünen. || Kûtâh -bin, kûtâh-nazar, ileriyi görmeyen, kısa görüşlü. || Kûtâh-pâ, kısa ayaklı; bodur. || Kûtâh-terin, en kısa. || Kûteh-bal, kısa boy­ lu. | Kûteh-dest, kısa elli; işin nereye va­ racağını önceden düşünmeyen. K U T A İ -> M a h a k a m . K U T A İS -> KUTAYSİ. K U T A L M IŞ , Selçuklu şehzade (öl. 1063). Arslan’ bin Selçuk'un oğlu. Baba­ sı, Gazneli Mahmut tarafından tutsak edi­ lip Hindistan'da hapsedildiği sırada küçük yaşta bulunuyordu. Bu nedenle Oğuzlar’ ın ıderi- lin Tuğrul ve Çağrı beylere geçmesi karşısında bir şey yapamadı. Dandanakan savaşı’ndan (1040) sonra Gurgan ve Damgan’ın yönetimi ile görev­ lendirildi. 1049’da İbrahim Yınal'la birlik­ te Hasankale’de bir bizans ordusunu yen­



Bagrat III burada kendi adını taşıyan gör­ kemli bir katedral yaptırdı (975 ya da 1003). Cepheleri oymalarla süslü olan bu kubbeli yapıda ilginç sütun başlıkları bu­ lunur.



KUTB



Kutaysi katedrali (975 ya da 1003)



di. Sultanlığın kendi hakkı olduğunu ileri sürerek 1062'de Tuğrul Bey’e karşı ayak­ landı; Tuğrul Bey ölünce de sultanlığını ilan etti (1063). Ancak Tuğrul Bey'in ardılı Alparslan'a yenildi; kaçarken atından dü­ şerek öldü. Oğlu Süleymanşah, Anadolu Selçuklu devletini kurdu. K U lA L M IfO â L U SÜLEYMANŞAH.



SÜLEYM AN



-



K U T A M İ (EL-), arap şair (öl. 720). Taglib kabilesinin Teyrn kolundandır. Nisbesi Kutami, "akbabaya benzeyen" anlamına gelir. Yaşadığı dönemde Tagiib ile Kays Aylan kabileleri arasındaki çarpışmalara katıldı ve şiirlerinde bu çarpışmalarda ba­ şından geçenleri coşkulu bir üslupla an­ lattı. Bazı emevi halifelerine de kasideler kaleme aldı. Divan’ı sonradan basıldı (bej­ den, 1902). KUTAN -



KOTAN.



K U T A N I, XVII. yy.’da Kaga (Batı Honşu) daimyosunun kurdurduğu fırınlarda imal edilen japon porselenlerine verilen ad. Bu porselenler, Arita’da imal edilen porselen­ leri gerek biçim, gerek bezeme yönünden özgürce taklit etmekteydi. Kutani fırınları XIX. yy.'da yeniden canlılık kazandı. K U T *R A C A -



BANDA ACEH.



K U T A Y (Cemal), türk gazeteci, tarih ya­ zarı (Konya 1912). Ortaöğrenimini Kadıköy lisesl'nde tamamladı. Konya'da )bnl Ana­ dolu gazetesini ve Zaman dergisini (1926 -1932), İstanbul'da Halk gazetesini (1941 -1942), Millet dergisini (1946-1950) çıkar­ dı. Başlıca yapıtları; Selçukludan Osman­ lıya (1932), Türkiye istiklal ve hürriyet mü­ cadeleleri tarihi (20 cilt, 1956-1960), Bilin­ meyen tarihimiz (4 cilt, 1974-1975), Ata­ türk'ün son günleri (1981), Şehit sadrazam Mithat Paşa'nın gurbet hatıralan (3 cilt, 1983).



Delhi’deki K utb ü n a r ’m bezemesinden ayrıntı (XIII. yy.)



K U T A Y S İ, Gürcistan'da kent, Kholkis'ds, Riorı kıyısında; 210 000 nüf. Teks­ til sanayileri (ipek). Kamyon ve traktör yapımı. Kimya sanayisi, Elektromekanik. Deri işleme. Konservecilik. • Tar, ve Güz. sant. V.-VI, yy.'da kurulan Kutaysi. VIII, yy.'da Tiflis Araplar ın eline geçince. Imeretiya’nın başkenti oldu. Kral H. vs S. Mlchaud-Rspho



• KUTUP.



K U T B , türk şair (XIV. yy.). Asıl adı ve ya­ şamı konusunda bilgi yoktur. Nizamimin Husrev ü Şirin mesnevisini altınordu hü­ kümdarı Tini Bek Han ile eşi Melike Ha tun adına farsçadan türkçeye çevirdi (1341). Altınordu bölgesinde yazılmış en eski türkçe yapıt olarak bilinen mesnevi, yazılışından 42 yıl sonra (1398) Berke Fa kih tarafından İskenderiye’de kopya edil­ di (tek nüshası: Paris, Blbllothöque nationale, Ancien fonds no. 312). Çevirinin ba­ şında Kutb’un tevhit, nat, dört halife, Tini Bek ile Melike Hatun için övgüleri vardır. Sonda ise hatime bölümüyle Berke Faklh’ln eklediği 66 beyitlik bölüm yer alır. Burada kendisinin de kıpçak olduğunu. Altın Boğa’nın yanında görev yaptığını be­ lirtir. (-* Kayn.)



KUŞB ABBASİ - ABBADİ. K u tb M lnar, Hindistan'ın Delhi kentin­ de, dünyanın en yüksek ve görkemli mi­ narelerinden. İnşasına 1199'da başlanan minare XIII. yy.'da tamamlanmış, daha sonra da birkaç kez onarılmıştır. 72,50 m yüksekliğindeki anıt kırmızı kumtaşından, yukarıya doğru daralan yivli gövdeli, beş katlı bir yapıdır. En üst kat Firuz Şah dö­ neminde yaptırılan onarım sırasında ek­ lenmiştir (1368). Bu katın dışındaki katlar­ da şerefeler ve bu şerefelerin altında zen­ gin süslemeli kuşak yazıları yer alır. Mina­ re, adını yakınında türbesi bulunan Hace Kutbettin Bahtiyar Kâki’den (öl. 1235) al­ mıştır. K U T B E T T İN A Y B K O bettir,.



AYBEG Kut-



K U T B E T T İN B A H TİY A R (Hace Ah met bin Musa;. İran kökenli hintli sufi (Uş, Fergana, ? - Mikrevli, Hindistan, 1235). Delhi sultanlarınc,: n lltutmuş döneminde (1211-1236) Hindi® n'a gelerek çişti tari­ katına girdi. Ülkenin çaşitli yerlerini dolaş­ tıktan sonra Multan’a geçti, iltutmuş’un kendisine vermek istediği şeyhülislamlık görevini kabul etmedi. Bir se m i töreni sı­ rasında öldü. Ünlü Kutb* Minar'a bitişik, türbesine gömüldü. Çişti tarikatı yandaş­ ları arasında, tarikatın kurucusu Muinel tin Çlşti'den daha yüksek bir mevkiye sa hlp olarak görülür. Türbesi ziyaret yeridir K U T B E T T İN İZ N İK ), türk din bilgim (İznik? * ay. y. 1418). Fıkıh ve ahlak konu­ larını İçeren Zâd ül-meâd f!T-furul ve’/ ■ahlak ile hangi bilimlerin öğrenilmesi ge­ rektiğinden söz eden Rahat ül-kulub adlı yapıtları ve arapça el-lkd üs-semin ve'l ■abd ül-yemtn adlı tefsiri vardır. K U T B E T T İN M E V D U T -



M e vd u t



BİN İMADETTİN ZENOl.



K U T B E T T İN -N E H R S V A Lİ



MUHAMM ET



EN



NEHREVALİ



K U T B E T T İN M U H A M M E T HAR İ Z M Ş A H (öl. 1127), Harizmşahlar dev­ leti hükümdarı (1097-1127). Guceratlı bir köle olan Anuştigin'in oğlu; eğitimini Merv'de yaptı. Sultan Berkyaruk tarafın­ dan Harizm valiliğine atandı (1098). Kıp­ çak Türkleri’nden Tuğrul Tigin ile yaptığı savaşta onu yendi. 1118’de Sultan Sencer ile Save savaşı’na katıldı; Selçuklularla iyi ilişkiler içinde olmaya önem verdi. Tarih­ sel kaynaklar onun bilginleri, din adam­ larını koruyan yetenekli bir yönetici oldu ğunu KavHeder. K U T B E T T İN M Ü B A R E K Ş A H (öl 1320), Delhi’de hallaci soyunun son hü­ kümdarı (1316-1320). Babasının ölümün­ den sonra vezir Melik Naib kardeşi Şana bettin! »ıhta çıkarmak istedi. Ancak Me­ ri' öldOrterek kendi tahta çıktı (1316). nakşız, ere tutuklanan!; .umuesi bıraka­ rak gümrük vergilerini kaldırdı. Halktan



zorla alınmış olan toprakları sahiplerine geri verdi. Devagir üzerine yürüyerek Dekkan yarımadasına egemen oldu, kar­ deşlerim ve yakınlarım öldürttü. Yfengesl Devel Oevi'yle evlendi. Gucerat’ta ve Devagir’de baş gösteren ayaklanmaları bastırdiysa da, sonunda veziri Husrev Han ta­ rafından öldürüldü. K U T B E T T İN Ş İR A 2 İ (Ebussena Mah­ mut bin Mesut bin Muslih-i ŞirazO, iranlı bilg in 've felsefeci (Şiraz 1236-Tebriz 1311). Çok sayıda hekim yetiştirmiş ünlü bir aileden gelir. Tip, gökbilim, felsefe ve din alanlarında öğrenim gördü. Ünlü gök­ bilimci Nasıreîtirı-i Tusi'nin öğrencisi oldu. Önce Şiraz hastanesindekiler olmak üze­ re birçok hekimin yanında çalıştı. İlhanlI hanlarından Ahmet Teküdar (1282-1284), Argun (1284-1291) ve Gazan Mahmut'un (1295-1304) hizmetinde bulundu. Ahmet Teküdar döneminde Anadolu'ya gönde­ rildi. Bir sûre Sivas ve Malatya kadılıkları görevlerini üstlendi. Argun Han'ın buyru­ ğuyla Akdeniz bölgesinin haritasını yap­ tı. Kastamonu emiri Muzafferettin Yavlak Arslan ın adına astroloji ile ilgili Ihtiyârât-ı Muzafterf adlı yapıtı yazdı. Ömrünün son­ larına doğru Tebriz'e çekilerek burada kal­ dı ve hadisle uğraştı. Öteki başlıca yapıt­ ları: Şihabettin Suhreverdi el-Maktul’ün Hikmet ûi-işrakiyye adlı kitabıyla ilgili şerh, bir Kuran tefsiri olan Feth ül-mennân fttef­ sir İl-Kuran; gökbilimle ilgili Nihâyet ül -idrâk ftdirâyet il-eflâk ve et-Tuhfet üş-şâhiyye fi'i-hey'e Ayrıca, ibni Sina'nın Kanun adiı yapıtının kuramsal bölümü olan Kül­ liyât ile ilgiii şerhini Tuhfet üs-sa’diyye adıy­ la Ahmet Teküdar'ın veziri Muhammet Sadettin’e sundu. Özellikle optik ile ilgili olan Kitâb ül-menâzir şerhi batılı bilginler tara­ fından da büyük bir ilgi gördü. K U T B E Y N a. (ar (tufto'un ikili çoğl. ku(beyn). Esk. 1. İki kutup; Güney ve l& zey kutbu. —2. Hz. Haşan ve Hz. Hüse­ yin. K U T B İ, K U T S İY E sıf. (ar. kutb ve -7' den kufbi, dişi, kufbiyye). Esk. Kutba ait, kutupla ilgili: Necm-i kutbi (Kutup yıldızı). ♦



ku tb lye a. Kutup doğrusu.



K U T S İY E -



KUTBİ.



K U T S İY E T a. (ar. kutb ve -iyyeften ku(biyyet). Esk. fiz. Pusula ibresinin kut­ ba dönme özelliği. K U T B Ş A N İL E R , XV. yy. sonlarından XVII. yy. sonlarına değin Doğu Dekkan (Golkonda) yaylasında hüküm sürmüş hint-müslüman sülale. Hemedan Türklerl’nin Baharlu kabilesinden Sultan Kull'nln kurucusu olduğu sülale, XVII. yy.'ın baş­ larında Behmeni krallığımın çökmesiyle bağımsızlığını kazandıysa da Evrengzlb’ln krallığı dönemindeki mugal (Baburlu) isti­ lası Kuibşahiler'in egemenliğine son verdi. Karakoyunlular aşiretine mensup olan Sultan Kuli. genç yaşlarda İran’dan ayrı­ lıp Behmeniler'in hizmetine girdi ve bu ha­ nedanlığın en doğusundaki toprakların valisi oldu (1496). XVI. yy.’ın başlarında Şalı İsmail'in yolundan giderek, yönetimi altında bulunan bölgede şiiliğln yayılma­ sında ve yerleşmesinde etkili oldu. XVI. yy.'ın büyük bir bölümü ve XVII. yy.'ın baş­ ları Golkonda krallarıyla komşu Ülkeler arasında yoğun savaşlarla geçti. 1636'da Şah Cihan, Abdullah Kutbşah'ı Mugal İmparatorluğuma boyun eğmek ve vergi vermek zorunda bıraktı. Onun ardılı olan Abdullah Ebulhasan Kutbşah zamanın­ daysa, yönetimin brahmanların eline geç­ mesi üzerine Dekkan'da karışıklıklar çık­ tı. Bunu fırsat bilen Mugallar, yarı bağım­ sız durumdaki Kutbşahiler'e saldırdılar. Evrengzib’in komutasındaki bir mugal or­ dusunun kuşattığı (1687) Golkonda kale­ si 8 ay kadar direnmesine karşın sonun­ da teslim oldu; iki yüz yıllık kutbşahi sal­ tanatı da ortadan kalktı. Sülalenin son hü­ kümdarı olan Ebulhasan K "fbşah. yaka­ lanarak Devletabad'a götürüldü. On iki yıl hapiste kaldıktan sonra öldü.



Kutluğ Kağan K Û T E H -* KÛTÂH. K U T E -İ A Ş R U , esk. Meydan, Afganis­ tan’da kent, Vardak'ın yönetim merkezi, Kâbil'in B.'sında; 56 000 nüf. K U T E N A İL E R - KOOTENAYlAR. K U T E Y B E B İN M Ü S L İM , arap komu­ tan (? 670 - Fergana 715). Halife Abdülmelik tarafından Horasan valiliğine atan­ dıktan (705) sonra komşu tı'ırk kabileleri üzerine seferler yaptı. Toharistan'daki bir ayaklanmayı bastırmak için Bolh’e gııdi, teslim olmasına karşın kenti yıktırdı. 706 da Beykend'i aldı, bu kenti de yıktırarak bütün erkeklerini öldürttü. İlerleyişini dur­ durmak için Buhara hükümetince görev­ lendirilen Verdan Huda’yı da bozguna uğ­ rattı. Verdan’ın ölümünden (708) sonra Buhara'yı ele geçirdi, Semerkand sogd hükümdarı Tarhan da ona boyun eğdi. Haccac'ın buyruğu üzerine, Sıstan'in türk hükümdarı Rutbil'in üstüne yürüdü, an­ cak arap egemenliğini kabul ettiremedi. Harizm hükümdarı Çiğan, kaıdeşi Hurra zat'a karşı ondan yardım istedi, o da Belh valisi olan kardeşi Abdurrahman'a gön­ derdi ve Abdurrahman, Hurrezat'ı öldür­ dü, Harizm'in üç büyük kentim arap ege­ menliği altına aldı. Kuteybe bin Müslim, Haccac ın izniyle kuşattığı Semerkand'ı komutan Gürek'in direnmesine karşın ele geçirdi. Genel karargâhını buraya taşıdık­ tan (714) sonra Isbicap’a geldi. Haccac' dan sonra halife olan Velid tarafından Ho­ rasan eyaletinin yönetimine getirildi. Velld Ölünce, halife olan Süleyman'ı tanımadı. Askerleri arasında çıkan bir ayaklanmada öldürüldü. K U T H Y (Lajos), macar yazar (£rmihâlyfalva, bugün Vâlea-lui-Mihai, 1813 - Nagyvârad, bugün Oradea, 1864) Mystörede chez nous (fr çev.) [1846-47] adlı bir ro­ man yazdı. Özellikle ülkesinin en çok tu­ tulan oyun (Anane; Charles I [fr. çev.]) ya­ zarlarından biri olarak tanındı K U T İ (Fela " Ransome” Anikulapo), nijeryalı şarkıcı ve saksofoncu (Abeokuta, Nijerya, 1938). Yorubalar kabilesinden olan ve Londra'da müzik öğrenimi gör dükten sonra 1963'te ülkesine döneri Kuti, Highlife Jazz-Baııd adlı bir caz orkestrası kurdu. 1970’te grubunun adını Nıgeria 70, 1973'te de Africa 70 olarak değiştirdi. Ya vaş yavaş cazdan uzaklaşarak ’afrobeat" denilen özgün bir rock üslubu geliştirdi. Kuti’nin African Shrine adlı kulübü, dev­ rimcilerin toplantı yerine dönüştü. 19841986 arasında hapis yattı. 1989 yılında son albümü Beasls o l No Nation piyasa­ ya çıktı. K U T İA L A , Mali'de (Sikasso bölgesi) kent, Sâgou'nun G.-D.sunda; 12 800 nüf. Karayolu kavşağı. Ticaret merkezi. Pamuk taneleme. K U T İK -İN -Ş U fİN A K , elam kralı (İ.Ö. XXII. yy.). Önce Sus naibi, daha sonra Elam valisi oldu. Hem Akkad, hem Avnn kralına bağlıydı. Akkadlı Şar-kali-Şarri'nin boyunduruğundan kurtuldu ve son Avan kralı oldu. K U T İK O L sıf. (fr. cuticole; iat. cutis, de­ ri, ve colere, ekip biçmek, oturmak'tan). Zool. Iklkanatlı böceklerin deri altında ya­ şayan larvaları (sözgelimi larvasinekleri) için kullanılır. K U T İK U L A ya da K Ü T İK Ü L a. (fr. cuticule). Çok ince deri parçası: Tırnak kutikulası. —Bot. Bitki hücrelerindeki selüloz zarın kütine dönüşmesiyle meydana gelen de­ ğişik kalınlıkta zar. (Bu zarlar gazları ve su­ yu çok az geçirir. Bunlara genellikle ka­ rada yetişen ikiçenekli bitkilerde yaprak­ ların üst yüzünde rastlanır.) —Dokubil. Bazı epitelyum hücrelerinin üst yüzlerini kaplayan, ışığı kırıcı, homojen, katı, çepeçevre çift kenarlı düz alan ya da şerit. —Zool. Birçok hayvan öbeğinde deri ya da mukus kökenli epitelyumun sert dış



bölüm ü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Zool. Kutikulada çoğunlukla



koliagen, tanenli bir protein ve lipidli (bal­ mumu) bir örtü bulunur; böylece birçok maddeyi geçirmez ve aynı zamanda gaz değişimlerine de karşı koyar. Böceklerde üç pelikülden oluşur: çok ince ve en dış­ ta olan birincisine epikutikula, daha içte ve daha kalın olan öbür ikisineyse (prote­ inlerden ve kitinden oluşurlar; eklemba­ caklıların "dışiskelet’ln e benzeyen örtene­ ğe sertlik kazandıran da onlardır) ekzokutikula ve endokutikula adı verilir. Kabuk­ lularda, kutikulanın bileşiminde kireç tuz­ ları da bulunur. K U T İL a. (fr. coutit). 1. Genellikle düz renkli ya da renkli çizgili, kimi kez de jakar desenli olarak dokunan, çok sıkı dimi arm ürlü dokum a. (Bk. ansikl. böl.) —2. İpekli kutil, bir yüzü parlak ve saten gö­ rünüm lü, ço k sağlam korseli dokuma, (ipekli kutil. genellikle atkısı ve çözgüsü ço k sık olan saten armürden dokunur; düz renkli, çizgili ya da işlemeli olarak be­ yaz ya d a açık renk tonlarda gerçekleşti­ rilir.) —ANSİKL. Kutil, genellikle 4‘lû dimi armü-



la türk edebiyatında özgün bir yer edin­ di. Sinema eleştirileri, senaryolar yazdı. Şiirleri Pera'lı bir aşk için divan (1981); denemeleri Yeler ki kararmasın (1984) sinemayla ilgili yazıları Sinema bir şenlik­ tir (1985) adlı kitapiarındadır 1993'te Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı­ na başladı, K U T L A Y IŞ a. Kutlamak eylemi ya da hi­ çimi. K U T L U sıf. 1. Uğurlu olduğuna, uğur getirdiğine inanılan bir şey için kullanılır; uğurlu. —2. Kutlu olsun, “ uğurlu olsun, bolluk ve esenlik getirsin" anlamında kul­ lanılan kalıp söz: Bayramınız kııtiu olsun. Düğününüz kutlu olsun. K U T L U (Gülgün), türk tiyatrocu (Edirne 1935). Ankara Devlet konservatuvarı tiyat­ ro bölümü'ne girdi (1952); Tiyatro yüksek bölümü'nü bitirdi (1957). Aynı yıl Devlet tiyatroları'nda çalışmaya başladı ve Anrıa Frank’ın hatıra defteri adlı oyunla adını ge­ niş kitlelere duyurdu Cadı kazanı, Kral Le­ ar, Oturma odası, Kahvede şenlik var. Altı kişi yazarını arıyor, Küheylan, Haroıcı ve Maude, Güneşin çocukları, Bay Hiç, Kanlı Nigâr, Sarah, Kösem Sultan gibi oyun­ larda başroller oynadı.



rün bir türevi oian balıksırtı armür kullanı­ larak dokunur. Eskiden yalnız kenevir ip­ liğiyle gerçekleştirilen kutil, günümüzde " K U T L U (Ayla), türk romancı (Antakya ketenden, pamuktan ya da metisten (çöz­ 1938). Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler güsü pamuk, atkısı keten) üretilir. Çözgü fakültesi'ni bitirdi, içişleri bakanlığı'nda ve yönünde boyuna çizgiler içeren, genellik­ Emekli sandığı'nda memurluk yaptı. Os­ le beyaz ya da gri renkli kutiller, şilte ve manlI İmparatorluğumun son dönemin­ yatak yüzü yapımında, düz renkli olanlar den günümüze kadar, çeşitli kesitler için­ da iş ve av giysileri yapımında kullanılır. de toplumsal ve siyasal olayların şekillen­ Ayrıca şilte ve yatak yüzü yapımında dirdiği kişilikleri, insan ilişkilerini canlandır kullanılan dam asko dokumalara da kutil dı. Bir göçmen kuştu o romanı (1985, Ma­ adı verilir: zemin armürü olarak çoğunluk­ daralı roman ödülü) Kafkasya göçmeni bir la saten arm ür kullanılan bu dokumaların ailenin ve Cumhuriyetin kuruluşuna kat­ atkı sıklıkları çok fazladır. kısı olmuş bir politikacının öyküsüydü. Ka­ çış (1979), Cadı ağacı (1983), Tutsaklar K U T L A M A a. 1. Kutlamak eylemi; teb­ (1983), Hoşça kal umut (1987) romanla­ rik etme: Doğum günümü kutlamayı unut­ rında 27 Mayıs öncesinden 12 Eylül ön­ tu. —2. Kutlama töreni: Kutlamalar bütün cesine gelen zaman boyunca aydınların, yurtta devam ediyor. toplumsal eylemlere katılan çevrelerin ya­ K U T L A M A K g. f. 1. Bir kimseyi kutla­ şamlarını, dünya görüşlerini konu edindi. mak, mutlu bir olay, önemli bir başarı ne­ Öykülerini Islak güneşte (1980), Hüsnüdeniyle onu tebrik etmek: Yeni evlileri kut­ yusuf güzellemesi (1984), Sen de gitme lamak. Kazananı, ödüi alanı kutlamak. Triyandatilis (1990; 1991 Sait Faik hikâ­ ye armağanı) adlı kitaplarında topladı. —2. Bir kimseyi (bir şey için, bir şeyden Son romanı Ölü erkek kuşlak dır (1991). dolayı) kutlamak, kendisine onur kazan­ dıran bir davranışından dolayı onu öv­ K U T L U B E Y (Fahrettin), Akkoyunlu mek; tebrik etmek: Yemek için sizi kutla­ Türkmenleri’nin önderi (XIV. yy.). Tur Ali rım, harikaydı. O çocuğu boğulmaktan Beyin oğlu; babasının ölümü üzerine Ak­ kurtardığı için herkes onu kutluyor. — 3. koyunlu Türkmenleri'nin başına geçti. Bir kimsenin bayramını, doğum gününü Trabzon imparatoru Aleksios lll'ün kız kar­ vb. kutlamak, mutlu, sevinçli bir gün ne­ deşiyle evlendi, bu evlilikten Akkoyunlu deniyle bir kimseyi sözle, yazıyla ya da ar­ devletinin kurucusu Karayülük Osman m ağanla tebrik etmek: Yeni yılınızı kutla­ Bey doğdu. rım. — 4. Bir günü, bir olayı kutlamak, belli K U T L U C A tü m ü lü s ü . Arkeol. Koca bir günü anmak için törenler, şenlikler dü­ eli'nin Gebze ilçesi Hereke bucağına bağ­ zenlemek: Cumhuriyet bayramını tüm lı Kutluca köyü yakınında mezar. 1940’ta yurtta kutlamak. Anneler gününü her yıl mayısın ikinci pazar günü kutluyoruz. Bu K. F. Dörner'in bulduğu tümülüste Prof. A. M. Mansel ilk araştırmaları yaptı. İ.Ö. gece evliliklerinin 25. yılını kutluyorlar. —5. Bir başarıyı, bir olayı kutlamak, önemli ol­ IV. yy.'a tarihlendirilen yapı, bir dromos ile duğ u düşünülen bir olayın gerçekleşme­ bindirme tekniğinde kubbeyle örtülü, taş sinden duyulan sevinci paylaşmak üzere döşeli bir mezar odasından oluşur Daha şenlik düzenlemek, eğlenm ek: Bu başa­ önce soyulduğundan herhangi bir bu­ luntu elde edilememiştir rıyı kutlamamız gerek, hepimizi yemeğe götür. Şampiyonluklannı şampanyayla K U T L U D Ü â O N , Ankara'nın Mamak kutladılar. İlçesi merkez bucağına bağlı belde, 3 ♦ kutlanm ak edilg. f. Kutlamak eylemi­ 986 nüf. (1990). Belediye. ne konu olmak. K U T L U O H A TU N -> La l e h a t u n . K U T L A N M A K -* KUTLAMAK. K U T L U Ü K A â A N , lltoriş Kağan da S K U T L A R (Onat), türk yazar (Alanya denir (çlnce Ku-to-lo) [öl. Otüken 692], ikinci Göktürk hakanlığı'nın kurucusu 1936). İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakarak (682-692). Asena soyundandır. Batı ve Doğu Göktürk hakanlıklarının yıkılmasın­ Fransa'ya gitti, iki yıl Paris Üniversitesi fel­ sefe bölümü'nde okudu. Türk sinematek dan sonra Göktürkler, 630-680 arası Çindern e ğ i'n in kurucuları arasında yer aldı; liler'e bağlı olarak yaşadılar. Kutluğ Ka­ yöneticiliğini üstlendi (1965-1976). Hikâye­ ğan, 680'de ünlü komutan ve devlet ada­ lerinde ilk gençlik yıllarını yaşadığı Gazi­ mı Tonyukuk ile birlikte Çin'e karşı Gökantep yöresinin sözlü edebiyat gelenek­ türkler'in kurtuluş savaşını başlattı. Kutluğ lerinden, masal ve düş öğelerinden yarar­ ve Tonyukuk komutasındaki göktürk kuv­ landı. Ele aldığı konuları gerçeküstücü im­ vetleri Çin’in Yûn-çu eyaletinden 30 000 gelerle aktardı. Olaylardan çok, kişilerin at ve deve ele geçirerek Gobi çölü ile Or­ hun ırmağı dolaylarına çekildiler (681). Erruhsal durumlarıyla ilgilendi. Ayrıntılara tes yıl Çinlilerin hizmetindeki Oğuzlar’ı inen, yalın bir anlatım kullandı. Ishak İnekler gölü kıyısında ağır bir yenilgiye uğ­ (1959, TDK ödülü) adlı tek hikâye kitabıy­



Onat Kutlar



Ayla Kutlu



Kutluğ Kağan ratarak yeniden Ötüken’e egemen oldu­ lar. Bu zaferden sonra Kutluğ ilteriş (ili, devleti derleyip toparlayan) unvanıyla ha­ kan ilan edildi. Hakanlığı yeniden örgüt­ ledi; kardeşlerinden Kapgan'ı şad, To-si -fu'yu yabgu ilan etti. Tonyukuk da aygucu (devlet danışmanı) oldu. Daha sonra Çin’e düzenlenen akınlarda önemli zafer­ ler elde ederek Göktürk hakanlığı’na bağlı kavimleri yeniden egemenliği aitında top­ ladı.



7218



K U T L U Ö H A N L A R , İran’da Kirman bölgesinde hüküm süren karahıtay köken­ li hanedan (1223-1306). Müslüman olduk­ tan sonra halifeden “ Kutluğ" unvanını alan hanedanın kurucusu Burak Hacip ve ardılları, Kirman'da sırasıyla Harizmşahlar, moğol büyük hanları ve llhanlılar'ın bağ­ lıları olarak hüküm sürdüler. K U T L U K E N T , esk. Ökse, Samsun'un Tekkeköy ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 6 753 nüf. (1990). Belediye.



K U T L U L A M A K g. f. Kutlamak. K U T L U L U K a. Kutlu olma durumu. K U T N a. (ar. (rufn). Esk. 1. Pamuk bitki­ si. —2. Pamuk. K U T N Â H O R A , Çek Cumhuriyeti’nde kent, Bohem ya'da, Labe'nin yakınında, Prag'ın doğusunda; 18 100 nüf. Bu eski kentteki sayısız anıt arasında, krallık sa­ rayı ve 1400 yılında yapılmış darphane (Vlassky dvur). özellikle gotik bir katedral ve Matyâs Rejsek'in yaptığı (1489-1499) koro yerinin ünlü kubbesi sayılabilir.



KUTNİ -



KUTNU.



K U T N O , Polonya'da kent, Mazovya'da, Bzura havzasının yukarı kesiminde; 41 000 nüf. Demiryolu ve sanayi (tarım ma­ kineleri, radyo ve eczacılık gereçleri, be­ sin maddeleri). -9 - 2 0 eylül 1939'da Po­ lonya ordusunun yaptığı muharebeler. K U T N U a. (ar. (tutn ve -i ’den kutpi, pa­ mukla ilgili, pamuklu). Genellikle çözgü­ leri ipek, atkıları pamuk ipliğinden, saten örgü ile dokunmuş, üzerinde çözgü yö­ nünde renkli çizgileri olan bir tür yarım ipekli kumaş; bir çeşit desenli atlas. —ANSİKL. OsmanlIlar dönemine ilişkin ka­ yıtlar, ilk kutnu örneklerinin Şam, Bağdat gibi Ortadoğu kentlerinde dokunduğu ve tümüyle pamuktan yapılmış olduğu görü­ şünü güçlendirmektedir Ancak daha son­ raları bu kumaşlann çözgülerinde ipek, at­ kılarında pamuk iplik kullanılmış, zaman­ la “ kutnu" sözcüğü yalnız ipekli kumaş­ lar için kullanılmaya başlanmıştır. Kutnu­ ları atlaslardan ayıran en önemli özellik, pamuklu ya da yarım ipekli olmalan ve özellikle yol yol renkli çözgülerle yapılan desenleridir. Bu yolların genişlikleri, renk­ leri ve desenlerine göre kutnulara deği­ şik adlar verilir. Bazı kutnularda ise bu renkli yollar üzerine ayrıca çözgüden tak­ viye tekniğiyle küçük desenler ve motif­



ler de yapılır. “ Sedefli kutnu" adı verilen bu örneklerin yanı sıra kutnulann en ilginç örneklerinden biri de, çözgüleri ikat tek­ niğiyle renklendirilmiş olan taraklı* kutnu­ lardır. Kutnuların dokunduktan sonra pişiril­ mesi ve yumuşatılması gerekir. Tahta to­ kaçlarla dövülerek yumuşatılan kumaşlar, daha sonra özel olarak yapılmış parlatma mengeneleri arasına sıkıştırılıp belirli bir süre bırakılarak perdahlanır ve parlatılır. Geleneksel giysilerin başta gelen kuma­ şı olan kutnu, OsmanlIlar döneminde ka­ dın ve erkek giyiminde entarilik, İstanbul gibi büyük kentlerde de döşemelik olarak kullanılmıştır. Bugün az da olsa Gazian­ tep yöresinde dokunmaktadır. Bunlar da­ ha çok sedefli ve taraklı kutnulardır. K U T N U a. Batı ve Orta Anadolu'da ol­ dukça yaygın ve yapraklan sık tüylü ada­ çayı türü (Salvia dichrantha). Yapraklanndan hazırlanan infusyon bazı yörelerde ha­ ricen yara ve çıban tedavisinde kullanılır. K U T Ö R E N , Konya’nın Ereğli ilçesi m erkez bucağına bağlı belde; 2 312 nüf. (1990). Belediye. K U T R -> KUTUR. K U T R A N İ sıf. (ar. kufrSn ve -/' ’den ku(rSni). Esk. Çapla ilgili. K U TR E N b e (ar. jorfr'dan Ifutren). Esk. Çap olarak. K U T R İ sıf. (ar. (tofr ve -i 'den k u fıi). Esk. 1. Çapa alt, çapla ilgili. —2. Çapraz. —A tç Kutri yürüyüş, atın yürüyüş biçimi. At, ön sol ayağını ileri atınca aynı anda art sağ ayağını, ön sağ ayağını atınca art sol ayağını atar. Atın adeta ve süratli yürüyü­ şünde bu zamanlama (dört zamanlı) sözkonusudur. Dörtnalsa üç zamanlı bir yü­ rüyüştür. K U T R İO U R L A R , Dokuz Ogurlar da denir, Ogur Türkleri’nin bir kolu. Batı Hun İmparatorluğu dağıldığında öteki ogur kollarıyla birlikte Azak denizi’nin kuzey ve doğu kıyılannda bulunuyorlardı. Doğu’ya göç eden hun kütleleriyle karışarak “ Bulgarlar” adını aldılar. K U T R U B (Ebu Muhammet bin Ahmet), arap dilci, mutezile mezhebi kelamcı ve tefsircisi (öl. Basra 822). Arapça söz dizi­ nini (nahv) Sibeveyh’ten, mutezile mezhe­ bi ilkelerini de en-Nezzâm’dan öğrendi. Kuran’ı, mutezile mezhebine göre yorum­ ladı. Başlıca yapıtları: arap harfleriyle ya­ zılışları aynı olduğu halde üç ayn şekilde okunan sözcükleri içeren Kitâb üi-mûsetles, karşıt anlamlı sözcükleri bir araya ge­ tiren Kitâb ül-ezdâd ve Kitâb mâ hâlafa flhi'l-insân ül-behtme K U TR ZE R A (Stanisfaw), polonyalı tarih­ çi (Kraköw 1876-ay. y. 1946). Krakövv Üniversitesi’nde profesörlük yaptı, Poiskie Pravopolityezme Wedlug Traktatow (Po­ lonya hukuku tarihi) [1920] ve Historja Ustroju Polskiw Zarysie (Polonya kurumlan



tarihi) [1925] adlı yapıtları vardır.



K U T S (Vladim ir Petroviç), ukraynalı at­ let (Aleksino 1927 - Moskova 1975). 2atopek’in ardılı. Orta ve uzun mesafe koşucusuydu. 1954’te 5 000 ve 10 000 m etrede dünya rekorlarını kırdı, 5 000 m etrede ise A vrupa şampiyonu oldu. 1956 M elbourne Olim piyat oyunları'nda 5 000 ve 10 000 m etrede birinci geldi. K U T S A L sıf. 1. Din bağlamında, özel, ulaşılmaz, dokunulmaz bir alana giren, saygı ve korku uyandırması gereken bir varlık, bir şey, bir yer v b için kullanılır; mu­ kaddes: A piş Eski Mısırlılar'ın kutsal bo­ ğasıydı. Zerdüştlerin kutsal ateşi. Hindulara göre Ganj nehri kutsaldır. Kutsal ruh. Kudüs, Yahudiler'in, hıristiyanlann ve müslümanlann kutsal kentidir. —2. Mutlak bir saygı gösterilmesi gereken bir şey, özel­ likle de önemi nedeniyle çiğnenmesi dü­ şünülemeyecek kurallar için kullanılır: Kut­ sal vatan topraklan. Mülkiyet hakkı kutsal­ dır. Anne sevgisi kutsal bir sevgidir. —Din. Kutsal kapı, Roma'nın dört büyük bazilikasının kapılanndan biri (bu kapı yal­ nızca jübile yıllarında açılır). || Kutsal ka­ vim, Eski Ahit'te yahudi kavmi. || Kutsal kent, hıristiyanlar ve Yahudiler için Kudüs || Kutsal kentler, müslümanlar için, Kudüs Medine ve Mekke || Kutsal yer, tapınma­ ya ayrılmış bina, cami, kilise, havra vb. - t e . Kutsal emanetler, başta Hz. Muham­ met olmak üzere İslam büyüklerinin gü­ nümüze kadar saklanıp korunduğuna ina­ nılan eşyası. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Kutsal emanetler'e aynı anlam­ da Mukaddes emanetler, Emanat-ı mübareke, Emanat-ı mCıteberrike de denir. Bu tür eşyaya daha Peygamber hayattayken rastlanır. O dönemde Hz. Muhammet'in tıraş olduktan sonra arta kalan sakal kıl­ ları, halk tarafından kutsal bir eşya gibi saklanırdı. Hz. Muhammet'in ölümünden sonra geriye kalan hırkası, mührü ve sa­ kal kılları, halife Ebubekir tarafından ko­ ruma altına alınarak saklandı. Emevi ve abbasi halifeleri dönemlerinde bu iş da­ ha da önem kazandı; yalnızca Peygam­ b e rin eşyası değil, eşlerinin ve sahabe­ nin eşyası da koruma altına alındı. Daha sonraları bunlar arasında İslam öncesi peygamberlerle ilgili olduğu söylenen eş­ yaya da yer verildi. Bir süre sonra da bun­ lara Kâbe'nin altın oluğu, Haceriesvet’i ko­ ruyan örtü, Tevbe kapısı'nın (Babı tevbe) bir kanadı, halife Ali ve öteki din büyükle­ rine ait oldukları öne sürülen kılıç, ok, yay vb. eşya da eklendi. Bütün bu eşyanın gerçekten ilgili kişilerin olup olmadığı ka­ nıtlanmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı osmanlı topraklarına katarak hilafeti üstlenmesin­ den (1517) sonra Kutsal emanetler İstan­ bul'a getirilerek Topkapı sarayı'nın Hırka! saadet dairesi diye anılan özel bölümün­ de koruma altına alındı. Osmanlı haneda­ nının son bulmasından sonra Kutsal emaLauroa-Olrauöon



Kutsal aşk ve Dindışı aşk



Tiziano'nun tablosu Borghese galerisi, Roma



kutsal kitap netler Suudi Arabistan tarafından istendiyse de bu istek kabul edilmedi. K u ts a l alim (Die heilige Familie). Marx ve Engels'in yapıtı (1845). Başlangıçta.iki düşünür bu kitaba: Eleştirel eleştirinin eleştirisi. Bruno Bauer ve hempalarına karşı (Kritik* der kritischen Kritik. Gegen Bruno Bauer und Consorten) adını ver­ mek niyetindeydiler. Bu ilk ad, yapıtın altbaşiığı olarak muhafaza edildi. Kitap, F. Engels ve K. Marx olarak iki yazar adıyla yayımlandı. Adların sırası, Umrissezu einer Kritik der National Ûkonomie (Ekonomipolitik üstüne bir eleştiri taslağı) [şubat 1844) başlıklı yazısından ötürü yeni dos­ tuna verdiği değeri belirtmek amacıyla K. Marx tarafından saptanmıştı; çünkü bu yazı, Marx'a göre, politik iktisadın derin­ lemesine yapılmış İlk eleştirisini oluşturu­ yordu ve onun kendi araştırmalarına yeni bir yön kazandırmıştı. Kutsal aile, Marx'ın bütün yapıtlarının eleştirel çıkış noktasını oluşturur. Gerçekten de Engels, genç hegelollerin defterini dürmek için yapılması zorunlu bir tartışma olarak gördüğü bu metnin yazılışına pek az bir katkıda bulun­ muştur, Marx, mutlakıyetçi prusya yöneti­ mine karşı somut olarak mücadele etme­ yenlere yönelttiği bu eleştiride, benlik bi­ lincinin tarihe yargıçlık ettiğini ve onu mey­ dana getirdiğini, "kitle" denen şeyin İse güçsüz ve sefil bir varlık olduğunu ileri sü­ ren B. Bauer'ln bu tezine taban tabana karşıt bir görüşü savunarak, Fauerbach' ın felsefesini över Ayrıca fransız materya­ lizmini İncelemeye başlar ve Bauer'ln kit­ le kuramına karşı, o dönemde doğrudan doğruya ilişkiye girdiği parls proletaryası­ nın rolü üzerinde durur, K u le n i a ş k v * D in d ış ı a ş k , Tiziano’ nun gençlik döneminde yaptığı bir tablo­ ya 17QQ’e doğr, verilen ad; bu tabloya da­ ha önce Süslü güzellik ve Yalın güzellik deniyordu (1616-16'ya doğr,; 1,18 x 2,79 m; Borghese galerisi, Roma), Resim, yeniplatonculuğun iki tür aşk düşüncesini yansıtır. K u ts a l b ir lik , Fransa kralı Charles Vlll’e karşı papa Alexander VI tarafından Vene­ dik, Aragön, Romalıların kralı ve Uıdovico II Mora arasında kurulan ittifak, Birlik Charles Vlll'l Fornovo'dan (temmuz 1498) sonra Fransa'ya dönmek zorunda bırak­ tı, Napoli ve Kilise devletleri’ndekl garni­ zonlarıysa Gonzalo de Cördoba’ya tealim oldu (1496). K u ts a l b ir lik , Kıbrıs’ın Türkler tarafın­ dan alınmasından (1570) sonra papalar tarafından Türkler’© karşı oluşturulan bir­ lik. Papa Pius V, Türkler’© karşı bir İttifak kurabilmek için 1565’te çalışmaya başla­ mıştı. Kıbrıs’ın İşgali bu birliğin oluşması­ nı hızlandırdı, Pius V Ispanya kralı Fellpe H’ye yazdığı mektupta, hıristlyan dünya­ sında Türkler’e karşı tek başına direne­ bilecek bir hükümdar bulunmadığını, an­ cak bütün hıristiyan hükümdarların güç­ lerini birleştirebilmeleri durumunda Türk­ lerle baş edilebileceğine İnandığını, Os­ manlIların azamet ve gururunu yıkmak için hıristiyan hükümdarlarının birleşme­ si gerektiğini yazdı (8 mart 1570). Papa­ nın çağrısına yalnız’ ispanya ve Venedik hükümdarları olumlu yanıt verdiler. 25 ma­ yıs 1571’de üçlü ittifak kuruldu. Osmaniılar’a karşı oluşturulan bu on ikinci batılı it­ tifakının amacı, ispanya, Venedik ve Papalık’ın Osmanlılar’a savaş açarak onla­ rın hıristiyanlardan ele geçirdikleri yerle­ rin hepsini, bu arada Tunus, Cezayir ve Trablus (Libya) kalelerini geri almaktı. Bir­ liğin başkomutanlığına Kari V’in gayri meşru oğlu Don Juan atandı. Birlik do­ nanması Inebahtı'da (Lepanto) osmanlı donanmasını yendi (ekim 1571). 1664'te papa Aleksander V ll’nin girişimiyle birlik yeniden canlandırıldı. Papanın çağrısıyla bir araya gelen ispanya, Fransa ve Alman orduları, Sankt Gotthard'da osmanlı ordu­ sunu yendiler (1 ağustos 1664). 1683'te Türkler'in Viyana'yı kuşatması üzerine pa­



pa Innocentius XI, imparator Leopold'a para yardımı yaptı. Onun yardımıyla oluş­ turulan Avusturya ve Polonya ittifakına 1684'te Venedik de katıldı. Birlik Kariofça antlaşması'nın (1699) yapılmasıyla sona erdi. K u ts a l b ir lik , 1511 'de papa Julius II ta­ rafından Venedik'e karşı (Cambrai* birli­ ği) kurulan birlik. Louis XII, ispanya kralı ve Maximilian Un katılmasıyla oluşan bir­ lik daha sonra Fransızların Agnadello za­ feri (mayıs 1509) ve Julius ll'nin Venedik­ liler ile barışmasıyla (şubat 1510) Ingilte­ re'nin ve isviçrelilerin de desteğini alarak (ekim 1511) Louis Xll’nin karşısında yer ai­ di. Ravenna zaferine rağmen (nisan 1512) Fransızlar İtalya'yı terk etmek zorunda kal­ dılar. K u ts a l B irm a n y a k a d ls I, uzun tüylü, sarılı krem rengi postlu, açık mavi gözlü, maskeli kedi ırkı, (Bacakları ve kuyruğu koyu kahverengidir Beyaz ayakları eldiven giymiş izlenimi bırakır.) K U T S A L D A â , lat. m ons Saosr. Esk. Rom. Antik Roma yakınlarında Anlo kıyı­ sında, 37 m yüksekliğinde tepe, İ.Ö. 494le Roma ordusu, açlığı ve borçları protesto etmek İçin buraya çekildi; halksa patrlclatus'a kargı çıkma tehdidiyle Aventino’ya yerleşti. K U T S A L D O Ü A N a. Doğu Avrupa ve Yakındoğu'da yaşayan, göçmen doğana benzeyen ama daha açık renk tüylü ve daha küçük bedenli yırtıcıkuş, (Doğanla kuş avlayanların çok beğendiği bir türdür, Küçük kemiriciler ve kuşlarla beslenir Bil. a. Falco cherrug; Faloonidae familyası.) K u ts a l a l, Eski Mısır'da Amorfun “ karı­ sı"; Yeni imparatorluk döneminde, hane­ danı sürdürmek için tanrıyla birleştiği ka­ bul edilen kraliçenin kendisi, Osorkon IH* döneminden başlayarak, kralın kızların­ dan biri Amorfa eş olarak adandı i'şa penupet’, Amenardls‘); bunlar, kandüerindan sonra geleni avlat edinirdi, Özaüikla Etyopya egemenliği sırasında (XXV, hane­ dan), bu prensesler Teb'de göz ardı edi­ lemeyecek bir manevi güç kazandılar; firavunlarlnkllere benzer unvanlar taşıdılar, krallara özgü ayrıcalıklardan yararlandı­ lar. K u ts a ! h a z in e m a d a ly a s ı, Japon şö­ valyelik madalyası. Sivil ve askeri alanda olağanüstü başarıları ödüllendirmek için ihdas edildi. 8 sınıf. Sarı şeritli açık mavi kurdele K u ts a l K a b ir ya da Is a M a a a rı, Ku­ düs’te bulunan bir hıristiyanlık anıtına ve­ rilen ad, İmparator Constantlnus 326/327 ve 335 yılları arasında Hz. Isa'nın Golgotha tepesinde bulunan mezarı üstüne dev bir anıt inşa ettirdi. Mimarları, aynı eksen boyunca, birbirinden bağımsız bir dizi ya­ pı sıraladılar. Yapılar, Diriliş mezannı ba­ rındıran, tribünlü bir rotonda, bir bazilika ve biri bazilika ile rotonda arasında bulu­ nan, diğeri dışarıda inşa edilmiş revaklarla çevrili İki avludan oluşuyordu. Tüm hıristiyanlık âlemince kutsal sayılan bu yapı­ lar, fatımi halifesi el-Hakim tarafından 1009'da yıktırıldı. 1030-1048 yılları arasın­ da Bizans imparatoru, müslüman hüküm­ darların iznini alarak rotondayı ve iç atriumu onarttı; iç atriuma Kutsal avlu adı ve­ rildi, ancak olağanüstü güzellikteki bazi­ lika yok olup gitti. XII. yy.'da Haçlılar, Kut­ sal avlu'yu roman üslubunda bir kilise ha­ line getirip rotonda ile birleştirdiler ve ro­ tonda anıtsal boyutlarda bir karşı-absidaya dönüştü. Yörenin Haçlılarda fethi­ nin 50. yıldönümü olan 15 temmuz 1149 tarihinde kutsanan roman üslubundaki kiiise, deambulatoriurrılu bir koroyeri, ona açılan üç ışınlı capella ve tribünlü bir çaprazsahından oluşmadaydı. Çaprazsahnın güney kanadı, Calvarium capellası’nı çev­ releyecek biçimde inşa edilmişti. Bugün de, Kutsal Kabir'e Santiago de Compostela’da bulunan Puerta de Las Piaterias girişinin çifte kapısını andıran bir kapıdan



girilmektedir. 1808'de, yıkılmaya yüz tutan yapı bir de yangın görerek yok olma teh­ likesiyle karşılaşınca genel bir restoras­ yondan geçirildi. Latin katolikler, Ortodoks Yunanlılar Ermeniler ve Kıptiier kutsal Kabir’i paylaşır ve burada ayinler düzenler­ ler. \ u T S A L K İT A P a. 1. Yahudi ve hıristiyan dinleri için kutsal olan metinlerin tü­ mü. (Bu anlamda büyük harfle yazılır.) [Bk. ansikl. bö!.] —2. Bu metinleri içeren kitap. —ANSİKL. Hıristiyaniar, kutsal metinlerin tümünü Eski Ahit ve Yeni Ahit olarak ikiye ayırırlar Ahit terimi burada “ antlaşma" "muahede”, "ittifak” anlamına gelir. Eski Ahit ya da Eski İttifak, Tanrı’nın (Yehova) yahudi kavmiyle yaptığı ittifakı ı Wnız Ezra kitabının bazı parçalan (2 bölüm) İle Danyal'ın yarısı aramoa kaleme alınmıştır. Vfeni Ahit’in diliyse yu­ nancadır Eski Ahit'ta Hikmet kitabı ile II. Makabiler kitabının da aslı yunancadır Kutsal Kitap, Musa ile birliMa j,Ö, XIII: yy.'da çölde doğdu, sonra Filistin'© geçe­ rek burada kavmin ve dinin gelişme tem­ posuna paralel bir gelişme gösterdi ve onun tarihsel seyrini dile getirdi. Yüzyıllar boyunca sözlü aktarım temel nitelikli bir rol oynadı Davut dönemine gelinceye kadar İsrail edebiyatının, tümüyle sözlü, gelene­ ğe dayanan bir edebiyat olduğunu söyle yebillrlz. ikiniz, fetih döneminin bazı kah­ ramanlık şiirleriyle Hâkimler* döneminin sonuna ait yasa metinleri bunun dışında­ dır, Kaldı ki, bunlar da daha sonraki yazı­ cılar tarafından rötuş ©dilmiş olarak bize ulaşmıştır. Büyük tarihi ve peygamberana metinler krallık döneminde (İ.Ö. XI.



öğüt verici resimleıle süttü bir Kutsal Kitapla (1250’ye doğr.) Cniz; âktD’ten AiMtnnn»! » « k u a L fciKı m ısn simgesel sanneter (HlhlInlhÂîtı ifl nmfînnaL* Biummjue imtunm



Paris



K U T S A L K İT A P E s k i A h it



Y e n i A h it



Katolik K utsal Kitap'ı



anlatı metinleri



öğreti metinleri



kehanet kitabı



İN C İL L E R aziz Matta’ya göre aziz M arkos’a göre aziz Luka’ya göre aziz Y uhanna’ya göre R E S U L L E R İN İ Ş L E R İ



A Z İZ P A U L U S ’U N M E K T U P L A R I Romalılar’a mektup Korinthoslular’a mektuplar 1 ve II Galatiar’a mektup Efesiiler'e mektup Philippoililer’e mektup Kolossaililer’e mektup Selaniklilere mektuplar 1 ve II Timotheos’a mektuplar 1 ve II Titus’a mektup Philemon’a mektup ibraniler’e mektup K A T O L İK M E K T U P L A R aziz Y aku p’un mektubu aziz Petrus’un mektupları 1 ve II aziz Y uhann a’mn mektupları 1, II ve III aziz Y ahuda’nm mektubu



Torah



tarihle ilgili kitaplar



peygambedede ilgili kitaplar



A Z İZ Y U H A N N A ’NIN V A H Y İ



-VI. yy.’lar) ortaya çıkmıştır. Sürgün boyun­ ca ve yahudiliğin* başlarında, bir önceki dönemde doğmuş olan Torah kesin biçi­ mini aldı; şiir ve hikmet kitaplarının da ek­ lenmesiyle, Eski Ahit, İ.Ö. I. yy.’da tümüy­ le tamamlanmış oldu. K u tsal K ita p h ırls tly a n la n , 1815' te İngiliz çiftçi W. O’Bryan tarafından ku­ rulan methodist topluluk. O tarihten son­ ra, Kanada, ABD ve Avustralya’ya da ■misyonerler gönderdiler.



Puvis de Chavannes’ın duvar resmi



K u tsal o rm a n , Puvis de Chavannes' ın, edebiyat, bilim ve sanatlar konusu­ nu işlediği, Sorbonne’un (Paris) büyük amfisini süsleyen resmi (1887-1889). Bir kutsal ormanın ağaçsız bir köşesinde, Belagat, Şiir, Felsefe, Bilim vb., Sorbonne'u simgeleyen figürün çevresinde yer alır. Lyon müzesi’nde de sanatçının Sa­ natlar sarayı için daha önce yapmış ol­ duğu (1884) Sanatları ve esin perilerini barındıran kutsal orman adlı bir resmi



şiirler ve özdeyişler



Yaradılış Çıkış Levililer Sayılar Tesniye Y e şu Hâkimler Sam uel 1 ve II Krallar 1 ve II Tarihler 1 ve II Ezra Nehem ya Makabiier* 1 ve li İşaya Yerem ya Mersiyeler Baruh* Ezehyel Danyal (ayrıca böl. III, 24-90 ve XIII-XIV) H oşea Yoel A m os Abdias Yunus Mika Nahum Habakuk Tsefanya H aggay Zekeriya Malaki Mezmurlar Meseller Eyüp Neşideler neşidesi Vaiz Bilgelik* Vaizler kitabı* Tobiya* Yudit* Esther (ayrıca bazı ayetler) Rut



•İbrani ve Protestan Kutsal Kitap!an’nda yer almaz.



K U T S A L R O M A -G E R M E N İM P A ­ RATORLUĞU, alm. Heiliges Römis-



ches Relch Deutscher Natlon.lat. Sacrum Romanorum Imperlum Nationls Germanlcae, Büyük Otto tarafından ku­ rulan (962), başlangıçta Germanya, İtal­ ya ve Bourgogne’u kapsayan ve 1806’da



Büyük Otto'nun taç giymesinden (2 şu­ bat 962) sonra, bu imparatorluk Batı Ro­ ma imparatorluğu’nun mirasını resmen devralmış oluyordu; "Romanorum imperium" terimi ancak Konrad II döne­ minde (XI. yy.) kullanılmaya başlandı. Friedrich I, imparatorluk unvanının Sancta Ecclesia karşısındaki kutsal niteliğini vurgulamak amacıyla “ Sacrum imperium" kavramını getirdiyse de (Besançon diyeti, 1157), bu terim krallık belgelerine ancak 1254'te girdi. Nihayet, "Nationis Germanicae" nitelemesi, Almanlar'ın im­ paratorluk üzerindeki ulusal haklarını be­ lirtmek için XV. yy.’da kondu, ama tam an­ lamıyla XVII. yy'da yaygınlık kazandı. • Kutsal Roma imparatorluğu. Tek ve ev­ rensel bir imparatorluk fikrinin kaynağı Roma olmakla birlikte, Batı Roma İmpa­ ratorluğu’nun İ.S. 476’da yıkılmasından sonra da bu fikir Batı'da yaşamaya de­ vam etti, imparatorluğu yeniden kurmak roma geleneğine sahip çıkmak anlamı­ na geliyordu. Gücünün doruğuna erişti­ ğinde Charlemagne’ın kendini imparator ilan etmesinin, hatta Roma’da papa Leo lll'ün elinden taç giymek (800) istemesi­ nin nedeni buydu. Bununla birlikte, X. yy.'da karolenj devleti parçalandı ve ağır­ lığını koyacak siyasal bir otoritenin çık­ maması üzerine, papalar, papa Leo III ta­ rafından Charlemagne'a bırakıldığı öne sürülen taht üzerinde hak iddia ettiler (si­ yasal augustusçuluk). Ancak, otoriteden yoksun olan bu papalar, imparatorluğa göz diken büyük İtalyan senyörlerinin elinde oyuncak da olmuşlardı (890-924). Geleneğe göre, imparatorluk unvanı İtal­ ya’nın efendisi papaya ait olduğu için Germanya kralı Otto I, imparatorluk tacı­ nı giymek üzere Roma’ya gitti (962). Taç giyme törenindeki büyük şatafat, Otto l’in dünyevi iktidarı eski gücüne kavuş­ turmak ve devleti yeniden kurmak (R e novatio imperii) kararında olduğunu gösteriyordu. Büyük Constantinus'a kar­ şı Kilise’nin koruyuculuğunu üstlenen imparator, Kilise yönetimine müdahale etmek ve kayzerpapacılığı canlandır­ makla, kendini piskopos kabul etmiş olu­ yordu. “ imparatorluk” ve "papalık" kavram­ ları, Kutsal Roma imparatorluğu’na ide­ al biçimini veren iki temel ("çift ağızlı iki kılıç” la simgelenir) olarak beliriyordu. Ama yönetimi büyük ölçüde piskopos­ ların eline bırakılan imparatorluk, din işlerine de el attı ve bir yüzyıl boyun­ ca (962-1059) imparatorlar kendilerine bağlı papaları seçtirdiler. Böylece Kilise bütünüyle devletin hizmetine girmiş ol­ du. İmparatorun otoritesi Germanya ve İtalya'daki krallıklar ile onlara bağlı olan topraklara (Lorraine düklüğü, Doğu Fransa markaları, Aziz Petrus ülkeleri), 1032’den itibaren de Bourgogne krallığı’na kadar genişledi. İmparatorluk en parlak dönemini Heinrich lll’ün zama­ nında (1039-1056) yaşadı; o sırada impa­ ratorluğun sınırları B.'da Escaut, Meuse, Saöne ve Rhöne’a, G.'de Napoli krallığı' na, D.’da ise, imparatorluğun üstünlüğü­ nü kabul eden Polonya ve Macaristan krallıklarına kadar uzanıyordu. Ama Nicolaus II (1059-1061) ve Gregorius VII (1073-1085) gibi enerjik papaların seçil­ mesi Papalık'ı imparatorun vesayetinden kurtardı. Bundan sonra iki otorite, impa­ ratorluğu hem saygınlık, hem güç bakı­ mından zayıf düşüren (Büyük* fetret [1250-1273]) bir üstünlük mücadelesine giriştiler (Rahipleri* atama kavgası [1059 -1122], Kilise ile imparatorluğun mücade­ lesi [1154-1250]). Gûney’deki topraklarını kaybeden imparatorluk (İtalya, 1254’ten sonra; Dauphinö, 1349’da fiilen, 1378’de resmen; İsviçre kantonları, 1499’da fiilen, 1648'de resmen) giderek Germanya İmparatorluğu’yla sınırlı kaldı.



kutsama • imparatorluğun yapısı. Oldukça karma­ şık temeller üzerine kurulan Kutsal impa­ ratorluk, hiçbir zaman merkezi bir monarşi biçiminde örgütlenmeyi başaramadı. Ku­ ramsal olarak imparator hıristiyanlığın ko­ ruyucusu, düzenin ve barışın savunucu­ su ve Batı'daki tüm hükümdarların efendisiydi. Ama elindeki kaynaklar kısıtlıydı; metbularından gelen sınırlı katkılarla (şa­ tolar, manastırlar, imparatorluğa bağlı kent ve köyler) yetinmek zorundaydı. Parasız ve sermayesiz bir hükümdar olarak, barı­ şı korumakta da, vasallarına boyun eğdir­ mekte de yetersiz kalıyordu. Bu yüzden imparatorlar güçlerini her zaman, kimi kez yabancı topraklarda bulunan (Friedrich ll’nin Sicilya'da) kendi mülklerinden alıyor­ lardı. İtalya'daki siyasetleri yüzünden el­ leri kolları bağlı kalan imparatorlar, Kilise’ ye mensup ya da laik senyörlere fiilen hükmetme hakkını vermek zorunda kal­ dılar; Friedrich II bu durumu yasallaştırdıysa da (1220 tarihli imparatorluk tahsis­ leri; Heinrich Vll'nin 1231'de Worms diyeti'nde kabul ettiği in favorem principum tahsisi), özgür kentler buna karşı çıktılar, imparatorun doğrudan metbuları, kralı seçmek ya da imparatorluğu ilgilendiren sorunları görüşmek üzere siyasal kurullar­ da ya da diyetlerde (Reichstage) bir ara­ ya geliyorlardı (1024’ten itibaren); impa­ ratorluk kentleri daha sonra bu kurumlarda temsil edilecekti. Kari IV, Altın mühür­ lü fermanla (1356), yedi Seçici Prens’ten meydana gelen bir kurul oluşturarak, on­ ları iktidarın gerçek sahipleri durumuna getirdi; bununla birlikte imparatorlar, 1452’ye kadar (Friedrich III), papanın elin­ den taç giymek için Roma’ya gitmeye de­ vam ettiler. İlk kez Maximilian I, papa Ju­ lius ll’nin de onayıyla, "imperator electus” unvanını aldı (1508). • Germen İmparatorluğu. Böylece, daha XIII. yy.'da hissedilmeye başlanan, impa­ ratorluk ile Kilise arasındaki kopukluk ke­ sinleşiyordu; imparatorluk Alpler’in K.’inde örgütlenmeye çalıştı. Ancak, Maximilian l'in Worms diyeti’ndeki (1495) reform girişimleri tam sonuç vermedi (sürekli ba­ rış, kraldan bağımsız bir yüksek adalet mahkemesinin ya da Reichskammergericht’in kurulması). Augsburg diyeti'yle (1555), Avusturya’ya özgü bir kurum olan Flofrat, imparatora bağlı bir adalet diva­ nı, yani Reichshofrat haline geldi. Bu ku­ rum, imparatorun seçilmesinden sonra imparatorluk adına yetki sahibi oluyor ve imparatorun verasetini garantiye almak amacıyla, imparatorun oğlunu “ Romalılar’ın kralı" seçtiriyordu. Ama, hem evren­ sel bir monarşi kurma yolunda son bir gi­ rişime hem de Kutsal imparatorlukla sim­ gelenen hıristiyan birliğini olanaksızlaştı­ ran Reform hareketinin başarısına sahne olan Kari V'in saltanat döneminden (1519 -1556) sonra, bütün bu unvanların ancak simgesel bir değeri kaldı ve Ferdinand II’ nin Regensburg diyeti’nde (1630) impatorluğu yeniden güçlendirme çabalan bo­ şa çıktı. VVestfalen antlaşmaları, impara­ torluğu tam bir siyasal aldatmaca haline getirdi (1648). Bazı prensler topraklarını imparatorluk sınırlarının ötesine kadar ge­ nişlettiler: Saksonya, Brandenburg ve Hannover Seçicileri, sırasıyla Polonya (1697), Prusya (1701) ve İngiltere (1714) kralı ol­ dular. imparatora gelince, o daha çok Avusturya monarşisinin hükümdarıydı, imparatorluk siyasal anlamda var olmak­ tan çıktı ve Bonaparte'ın denetiminde si­ yasal yapıyı sadeleştirmeye çalışan Re­ gensburg diyeti’nin (1803) kararından he­ men sonra, Franz II Avusturya imparato­ ru unvanını aldı (1804) ve Almanya impa­ ratorluğu tahtından feragat etti. (6 ağus­ tos 1806). K u tsal savaşlar. Antik. Amphiktyonların, Delphoi tapınağı’nın haklarını savun­ mak için açtıkları savaşlar. Aslında bunlar, Fokisliler ile onlara düşman halklar (özel­



likle Thebaililer ve Tesalyalılar) tarafından desteklenen rahipler arasında Apollon tapınağı'na egemen olmak için yapılan mü­ cadelelerdir. Birinci kutsal savaş’ta Tesalyalı Aleuadai sülalesi, Atina ve Sikyon’un yardımıyla, kutsal kenti Krissa’nın (bir Fokis kenti) vesayetinden kurtardılar. Krissa, İ.Ö. 591 a yerle bir edildi, ikinci kutsalsavaş'ta (İ.Û. 448-447), tapınağı ele geçiren Fokisliler, Spartalılar tarafından buradan atıldılarsa da, Perikles onları tekrar eski yerlerine yerleştirdi. Üçüncü kutsal savaş (İ.Ö 356-346), Thebaililer ve Tesalyalılar ta­ rafından kışkırtılan amphiktyonların, Spar­ ta ve Atina’ya bağlı Fokisliler’i dinsizlikle suçlamalarından doğdu. Fokisliler komşu halklara kafa tuttular Fokisliler’in, Tesalya' ya müdahale etmeleri, MakedonyalI Philippos ll’nin, Atina ile yaptığı barış görüş­ melerinden yararlanarak, Fokis’i ele ge­ çirmesine (346) yol açtı. Amphiktyonlar, Fokis'in meclisteki iki sandalyesini Philippos'a devrettiler, dine karşı suç işleyen­ lerle bunların suç ortaklarını sürdüler; Fokis kentleri yerle bir edildi ve buralarda oturanlar 50 haneyi geçmeyen köyler ha­ linde dağıtıldı; bunlar ayrıca tanrıdan ça­ lınan 10 000 talantonu geri ödemeye baş­ ladılar. Amphiktyonların Amphissa'ya karşı yapılmasını istedikleri sefer bir dördüncü kutsal savaş sayılabilir. Eylül 339'da Philippos'un komutasında başlayan bu sefer, Makedonya kralına, denizde kendisine ka­ fa tutan Atinalılar'ı karadan vurmak olana­ ğını sağladı.



len hakların, daha sonra daraltıldığını ile­ ri sürdü. Babıâli, aralık 1850’de verdiği ya­ nıtta, hangi kutsal yerin hangi mezhebin tasarrufunda olacağının, katolik ve Orto­ doksların da katılacağı bir karma komis­ yonla kararlaştırılacağını bildirdi. Bu ko­ misyonun alacağı kararların katolikler le­ hine olacağından kuşkulanan Rusya 25 ekim 1851'de verdiği bir notayla durumun korunmasını istedi. Bu notaya da Fransa karşı çıktı, iki devlet Kutsal yerler'de kato­ lik ve Ortodoksların haklarının genişletil­ mesi için mücadeleye giriştiler. Sorun gi­ derek uluslararası bir bunalıma dönüştü ve Kırım* savaşı ile sonuçlandı. Savaşı kaybeden Rusya (1856), Kutsal yerler ko­ nusunu bir daha gündeme getirmedi. Bi­ rinci Dünya savaşı sırasında Kutsal yerler İngiliz ordusu tarafından işgal edildi (1917). Savaş sonrası Filistin’de musevi nü­ fusu arttı. 1948’de İngiliz egemenliği so­ na erince Kudüs İsrail ve Ürdün arasında paylaşıldı. 4 nisan 1950'de Kutsal yerler’e uluslararası bir statü verilmesi, BM'de oy­ lanıp kabul edildi. Ancak İsrail’le Ürdün arasında işbirliği sağlanamadığından bu düzen uygulanamadı. 1967 savaşı’ndan sonra tüm Kutsal yerler İsrail egemenliği­ ne geçti.



7221



K U TS A LL A Ş M A K gçz. f. Kutsal duru­ ma gelmek; kutsal bir nitelik kazanmak. ♦ kutsallaştırmak ettirg. f. Kutsal du­ ruma gelmesini sağlamak.



K u ts a l t a ç (Szent Korona), Macaristan krallığı'nın eski amblemi. Taç, 1000 yılın­ da papa Silvester ll'nin, Ârpâd sülalesi­ nin ilk kralı istvan'a gönderdiği bir üst par­ çadan ve Bizans imparatoru Mikhael VII Dukas'ın kral Göza l'e gönderdiği bir-alt parçadan oluşur. Kutsal taç’a gerçek bir kişi muamelesi yapılmıştır; görevlileri, mülkleri ve muhafızlan vardı. Bugün Ame­ rikalıların elinde bulunmaktadır. K u ts a l ye rler, Makamat-ı mukadde­ se de denir, Filistin'de İsa'nın anısına bağlı yerler ve ibadethaneler. Bu yerlere hac zi­ yaretleri IV. yy.’dan başlayarak gelişti. Fi­ listin’i egemenlikleri altına alan Araplar (637) hıristiyan hacılara hoşgörülü davran­ dılar. Bağdat halifesiyle iyi ilişkiler içinde bulunan Charlemagne, Kudüs patriğin­ den Kutsal kabir'in ve sitenin anahtarını aldı (800). Kutsal yerler’in müslümanların elinden alınması için düzenlenen Birinci haçlı seferi (1095-1099) ve bunu izleyen yedi sefer sırasında Kudüs zaman zaman hıristiyanların eline geçti; Latin krallığı’nın başkenti oldu. (-* Kudüs.) Doğu ayin usulüne bağlı patriğin yerini bu dönem­ lerde bir latin patrik aldı. Selahattin Eyyu­ bi, kente egemen oldu ve hıristiyanlara hac serbestliği tanıdı (1192). Friedrich II, diplomatik yollardan Kudüs'ü aldı (1229). 1244'te Kudüs yeniden müslümanlann eli­ ne geçti. Papalar, Kutsal yerlerin muha­ fazasını fransisken rahiplerinden oluşan özel bir kuruluşa verdiler. Ancak Latinler'le doğulu keşişler arasında anlaşmazlık çıktı. OsmanlIlar, 1604 kapitülasyonlarıyla Kut­ sal yerlerin korunmasını, fiilen, latin keşiş­ lerin tekeline bıraktılar. Flatta Fransa, 1673’te, Osmanlı İmparatorluğu’nda otu­ ran bütün yabancıları koruma hakkını el­ de etti. Fransa’nın bu ayrıcalıklı durumu 1740'ta daha da pekiştirildi. 1774 Küçük Kaynarca antlaşması’ndan sonra Ruslar da Osmanlı Imparatorluğu'nun ortodoks uyruklularıyla ilgilenmeye başladılar. Kü­ çük Kaynarca antlaşması'na, Osmanlı devletinin ortodoks uyrukluları koruma yü­ kümlülüğü olduğunu eklediler. Rusya’nın desteklediği Ortodokslarla katolikler ara­ sında 1843'ten sonra anlaşmazlıklar baş gösterdi. 1848'de Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Louis Napolöon katolik fransız hal­ kının desteğini sağlamak için Kutsal yerler' le ilgilenmeye başladı. 1740'ta genişleti­



K U TS A LL A Ş T IR M A K -> KUTSALLAŞ­ MAK.



K U T S A L L IK a. Kutsal olduğu düşünü­ len bir şeyin niteliği: Evliliğin kutsallığı. —Fels. Kant’a göre, aynı zamanda hem buyruk niteliği taşıyan, hem kaçınılmaz olan, hem de sonsuzca geri giden bir nokta gibi erişilmesi olanaksız olan yetkin­ lik gereksinimi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Fels. Kant şöyle yazar: “ Yüce iyiliğin dünyada gerçekleşmesi, ahlak ya­ sası tarafından belirlenebilen bir iradenin zorunlu nesnesidir. Bu iradede, niyetlerin ahlak yasasıyla tam uygunluğu, yüce iyi­ liğin en yüksek gerçekleşme koşuludur. 0 leyse, bu iradenin de, onun nesnesinin de olanaklı olması gerekir, çünkü bu ira­ denin yarlığı, nesnesinin yüceltilmesini de içerir. İmdi, iradenin ahlak yasasına tam uygunluğu, kutsallık'tır, yani duyulur dün­ yada hiçbir akıl sahibi varlığın, yaşamının hiçbir anında gerçekleştiremeyeceği bir yetkinliktir. Ama yine de, pratik alanda bir zorunluluk olarak gerçekleştirilmesi isten­ diğine göre, kutsallık ancak sonsuzca bir ilerleme içinde gerçekleşebilir ve salt pra­ tik aklın ilkelerine göre, onun, irademizin gerçek nesnesi olarak, pratik alanda sü­ rekli bir ilerleme içinde olduğunu kabul et­ memiz bir zorunluktur". [Pratik aklın eleş­ tirisi [Kritik der praktischen Vernunft], 1,2, 2). K U T S A M A a. Tanrıbil. Bir kimseye kut­ sallık vermek için yapılan dinsel tören; tak­ dis. —ikonogr. Van der VVeyden, Anvers mü-



Kııteal R m & n t ı e n im paratorluğu Büyük Otto 23 eylül 951 'de Pavia’da İtalya kralı ilan edildikten sonra Otto kmiklertnûen resim



kutsama 72 2 2



zesi'ndeki bir Cıçkanatlıda, çarmıha geril­ miş Isa figürünün çevresinde, aynı kilise­ nin değişik capellalarında yapılan yedi kutsamayı betimledi. Poussin, iki Kutsama dizisi gerçekleştirdi; bunlardan biri 1637 -1640'a doğru Cassiano Dal Pozzo için (özel kol. ve National Gallery [Washington]), diğeriyse 1644-1648 arasında FrĞart de Charıtelou için (özel kol., National Gallery'ye [Edinburgh] emanet edilmiştir) yapılmıştır Ayrıca, Floransa'dakl Campanile'de de Alberto Arnoldl (7) tarafından gerçekleştirilmiş Kutsama kabartmaları bulunur.



KUTSAMAK g. f. 1. Bir kimseyi, bir şe­ yi kutsamak, onu kutsal kılmak; takdis et­ mek. —2. Ed. Bir şeyi (soyut) kutsamak, ona kutsal, yüce bir özellik vermek, onu her şeyden üstün tutmak.



KUTSOH a. (mucldln adı Kutsch'tan). Harita Genellikle kesiti üçgen biçiminde olan, birçok ölçeğe karşılık gelen pek çok derecelendirmesi bulunan ve haritalarda uzaklıkları ölçmeye yarayan cetvel. (Eşanl. ÖLÇEKLİ CETVEL.)



KUTSİ sıf. (ar. (ruds ve -Cden Ifudst). Esk. 1. Kutsal: "Seçmiş İstanbul'un utkunda bu kudsl tepeyi" fr. K. Beyatlı). —2. Al­ lah'la İlgili, Allah'a alt; ilahi: Alem-I kudsl (melekler filemi). - İs i, Kutsi hadis -



HADİS'I KUTSİ.



KUTSİYAT çoğl. a. (ar. kudsl' nin çoğl. IfudsiyyBt). Esk. Kutsal olan şeyler, Tanrı­ sal âlemle ilgili şeyler.



K U T S İY İ sıf. (ar. (cudsr’ nln dlşı, ^ ö s /y ye). Esk. Kutsal, ilahi: Kuvve-/ kudsiye (İla­ hi güç). KUTSİYST a. (ar. Ifuds ve -lyyetten (rudslyyet). Esk. 1. Kutsallık, azizlik. —2. Arınmışlık, temizlik.



KUTSUZ sıf. 1. Uğursuz. - 2 . Mutsuz, bahtsız.



KUTSUZLUK a. 1. Uğursuzluk. - 2 . Mutsuzluk, bahtsızlık.



KUTTA çoğl. a. (ar. kâf/c'nın çoğl. Ifu((F ) . Esk. 1. Kesenler, ayıranlar, —2. Kutta-yı tarik ya da kutta-ût-tarlk, yol ke­ senler, eşkıyalar, haydutlar.



K U T T IR (Joseph), lüksemburglu res­ sam (Lüksemburg 1894 • ay. y. 1941). Strasbourg ve Münih'te öğrenim gördü; ciddi, yalın, hatta patetlk bir anlatımcılığı benimsedi (natürmortlar; manzaralar; fi­ gürler [özellikle de 1936-1938'e doğr. soy­ tarı figürleri]).



KUTTNSR (Henry), amerlkalı yazar (Los Angeles 1914-ay y. 1958). 1936'dan baş­ layarak Catherlne Moore ile birlikte (1940' ta evlendiler) space operadan ya da fan­ tastikten esinlenmiş, hafif alaylı bir hava ta­ şıyan romanlar (Fury, 1950) yazdı, bu ki­ taplarda LEWİS P a d g e tt İmzasını kullan­ dı. KUTU a. (yun. kution'dari). 1. İçine tür­ lü şeyler konulan, tahta, karton, metal ya da plastik bir maddeden yapılan, biçimi ve boyutları kullanımına ve içeriğine gö­ re değişen, kapaklı ya da kapaksız, biçi­ mini koruyacak sertlikte kap: Araç gereç



kutusu. Boya kutusu. Puro kutusu. Kibrit kutusu. (Bk. ansikl. böl. El sant.) —2. Sa­ yı sıf. + kutu, bir şeyin miktarını içinde bu­ lunduğu kutu sayısıyla belirtmek için kul­ lanılır: Bir kutu bademşekeri. Bu duvar iki kutu daha boya ister. —3. Bir tamlayan­ la, bir kimsede, bir şeyde ya da bir yer­ de, iyi ya da kötü bir özelliğin fazlalığını belirtir: Bu çocuk akıl kutusu, en zor prob­ lemleri bile hemen çözüyor. Fesat kutusu. —4. Esk. Tahıl ölçmede kullanılan, kilenin sekizde biri ölçüsünde teneke kap. —5. Kutu gibi, küçük ancak güzel ve yararlı anlamında kullanılır: Kutu gibi bir evimiz var. || Dilek kutusu, şikâyet kutusu, bir yer­ de verilen hizmetin aksayan yönlerini sap­ tamak ya da İşleyişinin daha iyi, daha dü­ zenli vb. olmasını sağlayacak ilginç ön­



erileri toplamak amacıyla konan mektup kutusu. || Posta kutusu, bir duvara gömü­ lü ya da bir destek üzerine oturtulmuş, postalanacak şeylerin atılması için üzerin­ de bir açıklık bulunan, daha sonra posta servisinin adreslere ulaştıracağı nesnele­ rin birikim yeri; gelen mektupların kondu­ ğu özel kutu. —Ambal. || Karma kutu, gövdesi karton­ dan ve dibi ile kapağı teneke, alüminyum, plastik, v b gibi başka bir maddeden olan kutu. || Katlamalı kutu ya da koli, tek bir parçadan mekanik kesmeyle elde edilen, açılmış şekilde teslim edilen ve kullanıla­ cağı zaman gerek elle, gerek mekanik olarak katlanan kutu. || Konserve kutusu, genellikle dairesel kesitli ve normlaştırılmış hacimli, sterilize gıda maddeleri (sebze, meyve, et, hamur İşleri, balık, vb) ya da sıvılan (bira, şarap tatlı ya da gazlı İçecek­ ler, v b ) muhafaza etmeye özgü, özel me­ tal kutu. || Pencereli kutu, İçindekilerin gö­ rünebilmesi İçin, en az bir yüzü üzerinde saydam bir madda genellikle selüloz ase­ tat geçirilmiş bir açıklık bulunan karton­ dan kutu. || Sarmal kutu, birçok kat halin­ de sarma! olarak sarılmış kâğıt ve karton­ dan, genellikle silindir biçiminde hazır ku­ tu. —Dilbil. Hockett kutusu, bir cümlenin do­ laysız kurucularına aynştırılmasını grafik olarak gösterme biçimi, (Blçlmblrlmden cümleye, üst düzeyde bir kurucu oluştu­ ran terimler bir araya getirilir.) —Elektrotekn. Bir pil ya da akümülatörün elektrotlarını ve elektrolitini İçeren kap. || Anahtar kutusu, bir röle ya da röleler top­ luluğunun kaidesini ve kapağını İçeren bütün. —Eşy. Mücevher kutusu, mücevherlerin, özellikle de yüzüklerin saklandığı çekme­ cen küçük mobilya ya da kutu. —Fota KASET'In eşanlamlısı. I| Bir fotoğ­ raf makinesi gövdesi (objektif dışında). —Giy. Kutu içi entari, giyimde Batı etkisi­ nin yoğunlaştığı XIX. yy. sonu - XX. yy. ba­ şında Avrupa giyimine öykünülerek yurtdışından getirtilen ya da ölçü verilerek ge­ nellikle yabancı uyruklu terzilere ısmarla­ nıp hazır olarak kutu İçinde eve teslim edi­ len kadın giyim eşyası. —Havc. Bir elektronik donanımın muha­ fazası. || Kanat kutusu, bir uçağın yapısın­ da bulunan, eğilmeye ve burulmaya çok dayanıklı kapalı bölma (Eşanl. keson.) || Kara kutu, bir uçağa yerleştirilen ve bir ka­ za sırasında uçağın İçinde bulunduğu ko­ şulların bilinmesini sağlayan kaydedici ay­ gıt. —Hidr. pnöm. Dolaşım kutusu, bir değiş­ tiricide, boruların İçinde dolaşan akışka­ nın dağıtımını sağlayan bölüm. || Klape kutusu, bir klapenin İçinde hareket etti­ ği ve oturma yüzeyinin bulunduğu ele­ man. —Isıbil. Duman kutusu, bir kazanda, du­ manların bacaya girmeden önce geçtik­ leri bölüm. (Eşanl. DUMAN SANDIĞI.) || Fınn kutusu, bir arıtma fırınında, boruları sız­ dırmaz bir biçimde birleştirmeye yarayan ve sökülebilir kapaklarla bunları denetle­ meye ve temizlemeye olanak veren çelik rakor. —İnş, Kutu kiriş, dikdörtgen kesitli, içi boş taşıyıcı öğe || İspanyolet kutusu, ispanyo­ leti çalıştıran mekanik düzeni içeren ku­ tu. || Stor kutusu, bir storun manevra or­ ganlarını İçeren kasa. —Ipekböcç. Ipekböceği yumurtalarının üretimi ya da alım satımı için kullanılan, yaklaşık 10 g ağırlığında, yani 20 000 ipekböceği doğuracak sayıya denk ölçü birimi. —Metalürj. Isıl işlemde, işlenecek parça­ ları ve özellikle semantasyonda, seman ile semantasyon uygulanacak parçaları ha­ vasız ortamda kapatmada kullanılan sac ya da dökme demir kap. || Maça kutusu, döküm kalıbı için maça yapımında kulla­ nılan, gerektiğinde sökülebilir kutu. (Hem elle, hem de püskürtme makinesiyle ma­ ça yapımında kullanılır.) || Semantasyon



kutusu, işlenecek parçaların, yüzeysel se­ mantasyon oluşturmak için katı semanla temas edecek biçimde yerleştirildiği, ge­ nellikle ateşe dayanıklı özel çelikten me­ tal kap. || Soğutma suyu kutusu, bir fırının ya da yüksekfınnın kırılgan bölümlerini so­ ğutmaya yarayan su dolaşımlı metal zarf. || Tav kutusu, işlenecek parçaların, tavla­ ma (yüzeysel karbon giderilme tehlikesi) sırasında yükseltgenmeden_ korunması için kapatıldığı metal kap. || Üfleme kutu­ su, fırınlarda yanma İçin gereken havayı tüyerlere dağıtan metal kap. || Yatak kutu­ su, hadde tezgâhlarında, yatakların otur­ duğu dökme demir kutu. —Müz. Müzik kutusu, İçinde bir melodi çalan bir mekanizmanın bulunduğu kutu ya da mobilya. (Bk. ansikl. böl.) —Nük. müh. Eldiven kutusu, radyoaktif maddelerin İşlenmesi İçin deliklerine sız­ dırmaz biçimde eldivenler geçirilmiş ka­ palı kutu. —Oto. Direksiyon kutusu, direksiyon mili­ ne bağlı redaktör mekanizmasını İçeren karter-zarf. || Vites kutusu, vites değiştirme mekanizmasını İçeren kerter; bu mekaniz­ mayı oluşturan çeşitli organların tümü. —Oy. Bazı oyunlarda banka olan oyun­ cunun teker teker dağıttığı kâğıtların ko­ nulduğu kutu; kutunun İçinde bulunan kâ­ ğıtlar. —Ruhbll. Sklnner kutusu, & F. Sklnneri İn, İçine sıçanları koyduğu ve iç bölmesin­ de bir kaldıraçla bir yemlik (ya da bir su dağıtıcı alet) İçeren kutu. (Kaldıracın üze­ rine basılması, bir miktar yiyecek ya da İçeceğin gelmesini sağlıyordu. Sklnner bu araçla Işlemleyiol‘ koşullama adını verdi­ ği olguyu İnceledi.) |[ Sorun kutusu, E. L. Thorndike'ın, kedileri İçine kapattığı kutu. Thomdlke bu kedileri, dışarda ödül ola­ rak kullanılan yiyeceği bulmak üzere, ku­ tudan çıkmak sorunuyla karşı karşıya bı­ rakıyordu. (Sorun kutusunun kilitleri, ke­ dinin belli bir sayıdaki deneme ve yanıl­ malar aracıyla kendi çıkış sorununu çö­ zebileceği bir biçimde yapılmıştı. Thorndike, XX. yy. başında gerçekleştirdiği bu deneyim tipiyle, daha sonra araçsal adı verilen öğrenme üzerindeki araştırmaları başlatarak etki’ yasası'n ortaya koydu.) —Saatç. Saat kutusu, İçine duvar saatle­ ri mekanizmasının yerleştirildiği ahşap mobilya. —Siber. Kara kutu, İç yapı ve çalışma bi­ çimi bilinmeyen ve ancak kendisine uygu­ lanan uyarmalara yanıt olarak verdiği dış davranışıyla tanınan sistem ya da bileşen. —ANSİKL. El sant. Kutu, eski çağlardan beri İçine çeşitli şeyler koymak üzere kul­ lanılan bir ev eşyası olmuş, genellikle göz önünde bulunduğundan biçim ve beze­ mesine özen gösterilmiştir. Enfiye, tütün, sigara, sakız, şeker, macun, dikiş malze­ mesi, afyon, kalem, mücevher vb'nin kon­ duğu kutular genellikle tahta, maden, mu­ kavva ya da herhangi bir sert maddeden yapılır. Ahşap kutu yapımında abanoz, sandal, ceviz v b ağaçlar yeğlenir. Altın, gümüş, pirinç v b madenler yanında fil­ dişi, yeşim taşı, kemik, bağa vb. malze­ meden yapılanları da vardır. Kare, dikdört­ gen, altıgen, silindir v b biçimlerde yapı­ lan kutuların üzerinin bezenmesi ayrı bir ustalık işidir. Özellikle geçmiş dönemlere alt kutular arasında bezeme tekniği ve be­ zemede kullanılan taşların değeriyle ün­ lü olanlar vardır. Savat, telkârl, oyma, kak­ ma, kutuların bezenmesinde kullanılan tekniklerin başlıcalarıdır Bunların üzerine sedef, İnci, yakut, zümrüt vb. İle değişik süslemeler yapılmıştır. İnce bir teknikle ya­ pılmış ve bezenmiş kutuların çeşitli müze­ lerde değerli örnekleri vardır. Bugün Atina Benakl müzesi'nde bulu­ nan, Atabekler dönemine ait 1220 tarihli kutu, İslam maden sanatının musullu bir ustanın imzasını taşıyan ilk örneklerinden olması nedeniyle önemlidir. Musullu İsmail bin Vard tarafından yapılan kutu, pirinç­ ten, oval formda ve kapaklıdır. Üzeri kak­ ma tekniğiyle bezenmiştir. Londra British Museum'da bulunan silindir biçimli Hen-



derson* kutusu da XIII. yy.'a ait ilginç ku­ tu örneklerindendir. Bugün Londra’daki Victoria and Albert Museum'da bulunan kakma tekniğiyle bezeli pirinç silindir ku­ tu da XIII. yy. İslam maden sanatının dik­ kate değer örneklerindendir. Bugün Hacıbektaş müzesi’nde bulu­ nan ve XII. yy. sonlarına tarihlenen dök­ me pirinçten kapaklı yuvarlak kutu, Sel­ çuklu maden sanatının özelliklerini taşır. Alt kısmı kazıma, kapağıysa kakma tek­ niğiyle bezenmiştir. İstanbul'daki Topkapı sarayı müzesi’n­ de de türk süsleme sanatının ilginç ürün­ lerinden sayılan değişik dönemlere ait ku­ tu örnekleri vardır. Yavuz Sultan Selim in ahşap üzerine abanoz kaplı ve fildişi be­ zemeli mücevher kutusu, aynı döneme ait yeşimli, üzeri altın yapraklar, yakut, firuze taşlı gömme çiçeklerle süslü kutu; XVI. yy. sonuna ait yeşimden yapılmış, üzeri altın, zümrüt, yakut vb. değerli taşlarla süslen­ miş kapağı sürgülü kutu; XVII. yy.'ın ikin­ ci yarısına tarihlenen siyah deri üzerine çeşitli nakışlarla bezenmiş kutu; XVII. yy.’ın ikinci yarısına ait sekizgen formlu yeşimli kutu kapağı vb. ait oldukları dönemin ku­ yumculuk özelliklerini yansıtan örnekler­ dir. OsmanlIlar döneminde Edirne işi adı verilen boyalı ve laklı kutular da ünlüdür. Bugün de kuyumculuk işi bu tür kutu­ lar yapılmakla birlikte, kullanımı oldukça azdır. Günümüzde daha çok kutunun iş­ levine uygun sade formlar ve boyutlar yeğlenmektedir. —Müz. Müzik kutularının mucidi, büyük olasılıkla cenevreli saatçi Antoine Favre’dır (1734-1820). ilk müzikli kutunun 1796’ya doğru yapıldığı sanılıyor. Kutudaki melo­ dinin seslerini, bir zemberek tarafından döndürülen silindir üzerindeki dişlerin çe­ kerek titreştirdiği bir dizi madeni lam çı­ karır. Bu mekanizma, önceleri saatlerin, tütün tabakalarının, küçük kutuların, de­ ğerli eşyaların içine yerleştirilirdi. Bunların büyük rağbet görmesi, önce Cenevre, sonra da Sainte-Croix’da yeni bir sanayi­ nin doğmasına yol açtı. 1860’a doğru mü­ zik kutuları, gerçek birer mobilyaya dö­ nüştü. Bu kutuların silindiri, ayrı melodi­ ler çalan silindirlerle değiştirilebiliyordu. R â u n io n d e s m u s â e s n a tio n a u x



XIX. yy. başlarında Cenevre'de yapılmış altından mineli ve ötücü kuşlu küçük bir müzik kutusu Louvre müzesi, Paris K U T Û çoğl. a. (ar. (ra fın çoğl. ( tu ftf). Esk. Kesintiler, parçalar. —Esk. mat. Kutû-i mahrutiye. koni biçimin­ deki parçalar ya da düzlem kesitleri. K U T U B -KUTUP. K U T U B Ş A H Kutbettin Ahmet (öl 1458), Hindistan Gucerat hükümdarı (1451-1458). Muhammet Şah el-Kerim’in büyük oğlu; babasının ölümü üzerine Gu­ cerat tahtına oturdu. Malva sultanı Mah­ mut Kalaç'la yaptığı savaşlarda başarılı ol­ duğu, racput devletlerine karşı da bazı za­ ferler kazandığı bilinmektedir. K utu b iyye ca m is i (ar. kütüb'üen çoğl. kütübiyyun, kitapçılar), Marakeş (Fas) kentinin en büyük camisi; İslam mağribi mimarlığının en güzel anıtlarındandır (XII. yy.). Abdülmümin tarafından yaptırılan ca­ minin ana mekânı, mihraba koşut, kiremit çatılı on yedi şahından meydana gelir. Yanlardan dörder şahın enine planlı av­



lunun sağında ve solunda devam eder (ca­ mi, adını bu avlunun yanlarında bulunan kitapçı dükkânlarından almıştır). Kıble du­ varına koşut uzanan geniş sahnın mihrap önünde ve yanlarda, düzgün aralıklarla yerleştirilmiş mukarnaslı beş kubbe bulun­ maktadır. Sedef işlemeli minber muvahhitler sanatının en görkemli örneklerindendir. 69 m yüksekliğindeki kare minare 1195 te el-Mansur zamanında tamamlanmıştır. K U T U C U a. Fabrika vb. yerlerde kutu­ lama işini yapan işçi. —Kur. tar. Kutucu usta, osmanlı saray dü­ zeninde, harem dairesinde hizmet gören kalfalardan birine verilen ad. (Kutucu us­ tanın görevi, sultanlarla öteki kadınların gi­ yim kuşamları ve süslenmeleriyle ilgilen­ mekti. Ayrıca, haremin genel hizmetleri­ ne bakan kutucu ustaları da vardı.) K U T U L A M A a. Kutulamak eylemi. K U T U L A M A K g. f. Bir şeyi kutulamak. onu kutuya koymak, kutuya yerleştirmek; Bibloların çoğunu kutulamışlar, vitrindekilerden seçebilirsiniz. ♦ kutulanmak edilg.f. Kutulamak eyle­ mine konu olmak: Kutulanan eşyalar. K U T U L A N M A a. Kutulanmak eylemi. K U T U L A N M A K - KUTULAMAK. K U TU P , -tbu a. (ar. kutb). 1. Gökbil. Yer yüzeyinin, Yer’in dönme ekseni üzerindeki iki noktasından her biri. (Bu noktalardan gözlemlenen başucu noktalan da gök kutbu adını alır.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Birbiriyle karşıt olan şeylerden her biri. —3. Düşünce ve davranışları birbirine zıt kim­ selerden her biri: Abla kardeş iki kutup, hiç geçinemezler. —4. Esk. Bir konuda geniş bilgisi olan yetkin kimse. ■Esk. Kutb-i amal, amellerin kutbu; istek­ lerin yerine getirildiği yer. || Kutb-i devran, osmanlı hükümdarı, halife. ]| Kutb-i risalet, Hz. Muhammet. || Kutb-i ulema, bilginle­ rin en büyüğü. \\Kutb-i zaman, zamanın ermişlerinin başı. || Kutb-üd-din ya da kutb-i din, din büyüğü, eren. || Kutb-ul -ahtab, kutupların kutbu; ermişlerin en bü­ yüğü. || Kutb-ül-arifin, ariflerin, bilginlerin büyüğü. —Biyocoğ. Kutup bitki örtüsü, kutup böl­ gelerine özgü bitki örtüsü. (Kutup bitki ör­ tüsü, Kuzey yarıkürede, ormanın ortalama kuzey sınırı olan kuzey kutup dairesinin [67°] ötesinde uzanır; ama bu sınır, bölge­ lere göre 53'üncü derece [Labrador] ile 72’ncı derece [Orta Sibirya] arasında de­ ğişebilir. Güney yarıkürede sınır, ekvatora çok daha yakındır [53°, Yeni-Zelanda; 45° Şili; 40°, Atlas okyanusu adaları; 38T Hint okyanusu].) [Bk. ansikl. böl.] —Biyol. Bitkisel kutup, heterolesit yumur­ talarda, hayvansal kutbun karşısında bu­ lunan, vitellin inklüzyonlarınca zengin ve daha ağır bölge. || Hayvansal kutup, he­ terolesit yumurtalarda, hemen hemen inklüzyondan yoksun olan uçlardan biri. (Bitkisel kutbun karşısındadır. Çekirdek genellikle hayvansal kutba doğru yönelir.) —Bot. Odunsal kutup ya da soymuksaI kutup, merkez silindirde ilk odun ya da ilk soymuk öğelerinin oluştuğu nokta. —Ceb. Bir E vektörel K-uzayının (K, ka­ rakteristiği 2 den farklı değişmeli cisim), bir Q ikilenik biçiminin kutupsal biçimi, ExE üzerinde S(x, y) - -1 [Q(x + y) - Q(x) - Q(y)] 2 ile tanımlı S bakışımlı çiftdoğrusal biçimi­ ne eşlik eden ikilenik biçim. |[ Bir E vektö­ re! C-uzayının bir Q ikilenik Hermite biçi­ minin kutupsal biçimi, ExE üzerinde S(x, y)= — [Q(x + y )- Q (x -y ) *



+ i Q(x + iy) - iQ(x •- iy)}



ile tanımlı S özekli yarımdoğrusal biçimi­ ne eşlik eden Hermite ikilenik biçimi. || Bir f oransal fonksiyonunun kutbu, u(x)lv(x), f nin indirgenemez temsilcisi olduğuna göre v(x) polinomunun a kökü, (a, k ba­ samaklı bir kökse a, f nin k nci basamak-



J. Bottin



tan bir kutbudur; şu halde a, f nin ornatılır olmayan bir elemanıdır.) —Coğ. Kutup bölgeleri, kutuplara yakın böl­ geler; bölge sının olarak, 0. Nordenskpd’den beri çoğunlukla en sıcak ay için 10°C eşsıcaklık çizgisi kabul edilir.(Ayrıca,deniz sınırı xolarak, deniz buzlannın yok olduğu bölge ve kara sınırı olarak da ormanın başladığı böl­ ge önerilmektedir.) j| Soğuk kutbu, en düşük mutlak sıcaklıkların kaydedildiği yerküre böl­ gesi. (Bk. ansikl. böl.) —Elektrotekn. uç'un salık verilmeyen eşan­ lamlısı. |j Çıkıntı kutup, bir makinenin bo­ yunduruğu ya da gövdesi üzerinde yer alan çıkıntı halindeki kutupsal parça, jj Düz kutup, bir makinenin silindirsel çekirdeği­ nin dağıtılmış bir sargı içindeki akımın et­ kisiyle bir kutbun işlerini sağlayan bölümü. —Esk. coğ. Kutb-i arz, Kuzey kutbu. || Kutb-i cenub, Güney kutbu. || Kutb-i coğ­ rafi, yerkürenin iki kutbundan her biri. || Kutb-i şimali, Kuzey kutbu. —Esk. gökbil. Kutb-i âlem; kutb-i sema, ya da kutb-i semavi, GÖK* KUTBU’nun eşanlamlısı. |) Kutb-i büruc; kutb-i felek, Kuzey ya da Güney kutbu. |j Kutb-i haki­ ki; kutb-i mari, gerçek kutup. || Kutb-i iza­ fi, Kutupyıİdızı’nın herhangi bir andaki du­ rumuna göre belirlenmiş olan kutup nok­ tası. || Kutb-ı semavi-i cenubi, gökkürenin ekvatorun altında bulunan Güney kutbu. || Kutb-i semavi-i şimali, gökkürenin ekva­ torun üstünde bulunan kutbu. —Geom. Bir ir düzleminin noktalarının, kutupsal koordinatlarda işaretlerini belir­ lemede başlangıç alınan ir nin noktası, || Bir noktanın çiftkutupsal noktalarının ko­ ordinatlarının belirlendiği iki noktadan her biri. (Eşanl. ODAK.) |j Karşılaştırma uzayı­ nın, benzeşiklikler, homotetiler, evirtimler ya da benzerlikler gibi kimi dönüşümleri­ ni tanımlamaya yarayan noktası. || Bir E kümesinin (doğru, düzlem vb.) bir F kü­ mesine (konik, ikilenik vb.) göre kutbu, E nın, F ye göre kutup doğrusu, ya da ku­ tup düzlemi olduğu P noktası. (Böyle bir P noktası, bir doğru ya da düzlem ailesi­ nin zarfı rolünü oynar: örneğin, bir doğ­ runun bir koniğe göre kutbu, bu doğru­ nun noktalarının kutup doğrularının zarfı­ dır.) |! Bir.hızucu eğrisinin kutbu, bir devi­ nimin hızucu eğrisini çizmeye yarayan işa­ ret noktası. [| En birim küresinin kuzey (ay­ nı biçimde güney ) kutbu, koordinatları (0 0,1) [aynı biçimde (0...... 0, -1 )] olan nokta. || Bir P noktasının bir (C) koniğine göre kutup doğrusu, (C) nin iki katlı nok­ tası bulunmamak üzere, P nin (C) ye göre eşlenik noktalarının kümesi. (Bu bir doğ-udur.) [Bk. ansikl. böl.] || Karşılıklı kutup



Marakeş’te Kutubiyye camisi XII. yy.



kutup 7224



doğrularıyla dönüşüm, düzlemin (ya da uzayın), her noktaya, verilen bir öz koni­ ğe (ya da bir kuadriğe) göre bunun ku­ tup doğrusunu (ya da kutup düzlemini) ve her doğruya (ya da her düzleme), bunun kutbunu eşlik ettiren "dönüşüm". (Böyle­ ce tanımlanan eşleme birebir örtendir.) || Kutup açısı, bir M noktasının koordinatla­ rından, çoğukez 6 ile gösterilen İkincisi; bu, O kutup, ve 7de kutup eksenini yön­ lendiren vektör olmak üzere 7ve OM den oluşan vektör İkilisi açısının ölçüsüdür. || Kutup ekseni, kutupsal koordinatlarıyla belirlenmiş bir noktanın, üzerinde işaret­ lendiği karşılaştırma ekseni. || Bir E Eukleides vektör uzayının bir A parçasının ku­ tupsal altkümesi, A nın x elemanı ne olur­ sa olsun X 'y skaler çarpımı 1 den küçük olacak biçimde belirlenen E nin, y ele­ manlarının kümesi. || Bir P noktasının bir (Q) ikileniğine göre kutup düzlemi, (Q) ikikat noktasız olduğunda, P nin (Q) ya gö­ re eşlenik noktalarının kümesi olarak el­ de edilen düzlem. (Bk. ansikl. böl.) || Bir P noktasının doğrusal doğru karmaşığı­ na göre kutup düzlemi, karmaşığın P den geçen doğrularıyla doğurulan düzlem. || Kutupsal karşıtlık, M0 ın bir eğriye ya da bir yüzeye göre kutup doğrusu (ya da ku­ tup düzlemi) bir M, noktasından geçer­ se, M, in kutup doğrusunun (ya da kutup düzleminin) M0 ı içerdiğini ifade eden özellik. || Kutupsal normal altı (aynı b[çim: de teğetaltı), kutupsal denklemi fr'fJ S I olan bir (C) eğrisi için, bu eğrinin bir M noktasında O N» p' (aynı biçimde ST - - —) sayısı, burada N (aynı biçimp' de T) (C) nin M deki normaliyle (aynı bi­ çimde teğetiyle), (OM) ye O dan çıkılan dikmenin kesim noktasıdır (Arkhimedes sarmalı için kutupsal normal altı, hiperbo­ lik sarmal için teğet altı değişmezdir. —Geom. ve FİZ. Kutupsal vektör, uzayın yönlenimi bilinmeksizin tanımlanabilen vektör. (Karşt. ani. EKSENEL v e k tö r .) —Gökbil. Gök kutbu, gök küresi ile Yer '-ekseninin iki kesişim noktasından heri bi­ ri. (Gök ekvatoru Yer’in dönme yönünde yöneldiğinden, iki gök kutbundan biri olan Kuzey kutbunda yönelim yönü, bir saat ibrelerinin yönelme yönünün tersiy­ le aynıdır; bunun karşıtı da Güney kutbu' dur.) || Bir gökcisminin yüzeyinin, bu gök­ cisminin dönme ekseni üzerinde bulunan iki noktasından her biri. —Havc. Kutup ağı, değişik biçimlenimler ((lapların çeşitli konumları, iniş takımları­ nın dışarda ya da içerde oluşu vb) için ya da Mach sayısına göre çizilmiş birçok kanat kutup eğrisi içeren grafik. || Kutup eğrisi, i hücum açısı değiştiğinde, bir ka­ nat profilinin, bir kanadın ya da bir uça­ ğın tümünün C , kaldırma kuvveti katsa­ yısının değişimlerini, C* sürüklenme kat­ sayısına göre gösteren eğri. (Kutup eğri­ si üzerinde sıfır kaldırma kuvveti açısı, mi­ nimal sürüklenme açısı, maksimal kaldır­ ma açısı, kopma açısı ve maksimal süzül­ me açısı doğrudan doğruya okunabilir.) —Ikt. Büyüme kutbu ya da gelişme kut­ bu, iktisadi ve coğrafi ortamda belirli yeri olan başka bütünler üzerinde sürükleyici etkiler yapan hareketli birimler bütünü. (Gelişme kutbu kavramı, F. Perroux tara­ fından ortaya konulmuştur.) —Jeofiz. Kutup ışığı, üst atmosferde elek­ triklenmiş parçacıklar yağdığı zaman, özellikle kuzey üst enleminde (kuzey ku­ tup ışığı) ya da güney üst enleminde (gü­ ney kutup ışığı) görülen atmosferik ışık olayı. (Bk. ansikl. böl.)|| Kutup ışığı kuşa­ ğı, parçacıkların, sık sık yeğin iyonlaşma olaylarına ve özellikle de kutup ışığının or­ taya çıkmasına neden olduğu yaklaşık 60° ve 70° K. ve G. jeomanyetik enlem­ ler arasında yer alan halka biçiminde böl­ ge. (Her kutup ışığı kuşağı, radyoelektrik dalgaların çok yeğin bir soğurulmaya uğ­ radığı bir kutup takkesini çevreler.) || Ku­ tup ışığı olayı, yeğinliği manyetik çalkalan­ maya bağlı olan, ancak değişik enlemler­



de gözlemlenebilen zayıf atmosfer ışılda­ ması. (Bk. ansikl. böl.) —Jeofiz. ve Gezbil. Manyetik kutup, bir gökcisminin manyetik ekseni ile yüzeyinin arasındaki iki kesişim noktasından her biri. (Bk. ansikl. böl.) —Manyet. Bir mıknatısın kutbu, bir mık­ natısın dış manyetik indükleme çizgileri­ nin çıktıkları (kuzey kutup) ya da girdikle­ ri (güney kutup) bölümlerinden her biri. (Bir mıknatısın kuzey (ya da güney] kut­ bu, Yer’in kuzey [ya da güney] coğrafya kutbuna en yakın manyetik kutbu tarafın­ dan çekilir.) —Mat. çözlm. Bir D bağlantılı açığının, D üzerinde meromorf.olan bir fonksiyonun, tanımlı olmadığı ya da sonsuz olduğu yalıtık noktası. (Böyle bir (fonksiyonu, D nin her noktası dolayında analitik iki h ve g (g * 0 ) fonksiyonunun h/g oranı olarak ya­ zılabilir; h(z^ * 0 olduğunda, Zo, ancak ve ancak g nin n basamaklı bir sıfırı ise, t nin n nci basamaktan bir kutbudur.) —Metalürj. Bir Kristal doğrultusunun, ste­ reografik izdüşümdeki görüntü noktası. || Kutup şekilleri, çokkristalli bir metale iliş­ kin tanelerin bir kristal doğrultusuyla ta­ nımlanmış kutupları. (Kutup şekilleri, bir ısıl ya da mekanik işlemle yaratılmış olası ayrıcalıklı yönlenmeleri ortaya çıkarır.) —Sesbilg. Bir ünsüzün akustik tayfta en güçlü enerjiyi içeren frekans bölgesi. (Bir ünsüz, kutuplarıyla [maksimum enerji] akustik sıfırlarının [minimum enerji] göre­ ce dağılımıyla nitelenir.) —Tasav. Rical ül-gayb (gayb erenleri) di­ ye adlandırılan ermişler topluluğunun en büyüğü. (Bk. ansikl. böl.) —Uz. havc. Kutup yörüngesi, eğimi ana cismin ekvatoral düzlemine göre 90° ya da pratikte bu değere yakın olan uydu yö­ rüngesi. (Ana cismin kutuplarından geçen eksen, bu yörüngenin düzlemi içerisinde­ dir.) —ANSİKL. Biyocoğ. Kutup bitki örtüsü. Ku­ tuplara gerçekten yakın bölgelerde yaşam koşulları çok serttir (çok kısa yetişme süre­ si [2-3 ay], ortalama sıcaklık 5-10 °C ara­ sında, toprağın sadece yüzeyde çözülme­ si, çok düşük yağışlar, toprağın azot bakı­ mından fakir olması). Güneş ışınlarının çok eğik olması nedeniyle yaz döneminde gündüz süresinin uzunluğu kışların soğu­ ğunu ve karanlığını dengeleyemez. Kuzey yarıküre'de, neredeyse sadece çokyıllık bitkilerden meydana gelen çeşitli topluluklar, tundra* adı altında gruplanır; güneyden kuzeye doğru önce bodur ağaççıkların (Betula nana, fundagiller) bu­ lunduğu fundalıklar ve bataklık yosunla­ rıyla kaplı turbalar, daha sonra çimenlik­ ler, çayırsazı ve fıkarasaçı kaplı alçak tur­ balar ve nihayet daha güneyde karayosunları ve likenler. Güney yarıküre'de tund­ ra tam oluşmamıştır, ayırtedici bitkiler ço­ ğunlukla yastıklar şeklinde öbekler mey­ dana getirir (azorella). —Coğ. Soğuk kutbu, önceleri Sibirya’da (Oymekon: -67,7 °C; Verhoyansk; - 6 0 °C) olduğu düşünülen soğuk kutbunun, aslında, hemen hemen Güney kutbu'nda bulunduğu sanılmaktadır; çünkü 1958'de, Güney kutbu'na yaklaşık yirmi kilometre kadar uzaklıkta -9 2 ,7 °C'lık bir sıcaklık kaydedildi; Kuzey kutbu yakınlarında kay­ dedilen en düşük mutlak sıcaklıksa - 46,3 °C'tır, Soğuk kutbu, çok yüksek enlemle­ rin iklim koşullarına bağlıdır ve Antarkti­ ka’nın üstünde bulunduğu kabul edilmek­ tedir. Hem çok düşük sıcaklıklar kaydedi­ len, hem de yaz mevsimlerinde önemli ısı artışları görülmeyen kutup iklimlerinde yaz mevsimi yoktur. Buna karşılık, çok sert kış­ lar görülmesine ve kutuplarda kaydedilen­ ler kadar düşük sıcaklıklara rastlanması­ na karşın Sibirya'nın iklimi kutup iklimi de­ ğildir. Gerçekten de, Verhoyansk-Oymekon bölgesinde, çok kısa ve serin olsa da bir yaz mevsimin bulunduğu söylenebilir: çünkü buralarda, yaz mevsiminde, sıcak­ lıkta yeterli bir artış görülmektedir. —Geom. • Bir P noktasının bir e çembe­ rine göre kutup doğrusu. [PM] çaplı çem­



berin e ye dikgen olduğu M noktalarının kümesi olarak bu doğru tanımlanabilir. R C nin merkezi ise, elde edilen doğru son­ suzdaki doğrudur; R e üzerinde ise, bu­ nun kutup doğrusu, e nin P deki teğeti­ dir; P, C nin dışında ise, kutup doğrusu, M den çizilen teğetlerin değme noktala­ rından geçer, o halde gerçektir. • Bir P noktasının bir (C) koniğine göre kutup doğrusu. Bu, P den çizilen teğet­ lerin (çakışmazlarsa iki tanedir) değme noktalarından geçen, gerçek ya da ger­ çek olmayan doğrudur. Bir P noktasının iki D ve D' doğrusuna göre kutup doğ­ rusu da tanımlanabilir; bu doğrular I de kesişirse, (D, D', (İP), A) harmonik olmalı­ dır. • Bir P noktasının bir (Q) öz ikileniğine gö­ re kutup düzlemi, P den Q ya çizilen te­ ğetlerin değme noktalarını içerir. Eşlenik noktalar kavramına dayanarak, bu kavram genişlenebilir ve bir noktanın, bir koniye, ikinci dereceden bir silindire ya da bir doğrusal karmaşığa göre kutup düzlemin­ den söz edilebilir. • Karşılıklı kutup doğrularıyla dönüşüm­ ler, düzlemin ya da uzayın, noktalan ken­ di aralarında birbirine eşlik ettiren, bilinen dönüşümleri değildir, çünkü bu dönüşüm­ ler bir noktaya bir doğruyu ya da bir düz­ lemi eşlik ettirirler ve bunun karşıtını ya­ parlar: çıkış ve varış kümeleri farklıdır. —Jeofiz. İlk olarak 1621’de Gassendi bi­ limsel açıdan bir kuzey kutup ışığını ta­ nımladı. Bir yüzyıl sonra, Halley, bu ışığın, yer manyetik alanı çizgileri boyunca ka­ yan parçacıklardan kaynaklandığnı ileri sürüyordu; Mairan kutup ışıklarının Gü­ neş'ten çıktığına inanıyordu; bu iki varsa­ yımın birleştirilmesiyle daha o zamandan gerçeğe oldukça yaklaşılmıştı. 1773’te Cook, bir takım güney kutup ışıklarını göz­ lemledi ve 1768'de Cavendisch, bu at­ mosfer olayının yükseltisini hesapladı. Elektronun keşfinden az sonra, 1896'da Birkeland elektriklenmiş bir demetin boş bir odada yer alan manyetikleşmiş bir kü­ renin kutuplarına doğru saptığını ispatla­ yarak kutup ışığının bir benzerini elde et­ meyi başardı. XX. yy.'ın ilk yarısı boyun­ ca, Chapman ve Ferraro yer manyetik ala­ nının geniş bir boşluk içinde (manyetosfer) bulunduğunu ortaya koydular; Biermann gezegenlerarası uzayda, Güneş'in büyük bir hızla yayınladığı bir plazmanın varlığını öne sürdü (Güneş rüzgârı) ve Stpmer jeomanyetik alanın etkisiyle elek­ triklenmiş parçacıkların yörüngesini ince­ ledi. Böylece, Güneş rüzgârının manyetosferle etkileşiminin dev bir manyetohidrodinamik dinamo oluşturduğu ve kutup ışıklarının büyük ölçekli elektrik boşalma olaylarından çıktığı anlaşıldı. Uluslarara­ sı jeofizik yılında (1957-58) ışıkölçümsel ve tayfölçümsel gözlemler gelişti ve geniş açılı yüz kadar kameradan oluşan bir ağ, arktik ve antarktika bölgelerinde çalışma­ ya başladı. 1970'ten bu yana, kutup yörüngeli bir takım uydular (Isis, Arcad vb.) kutup ışıklarının yapısının daha da iyi kav­ ranmasını ve kutup bölgesindeki enerji yüklü parçacıkların büyük hızının gözlem­ lenmesini sağladı; füzelerden püskürtülen elektronlarla yapay kutup ışıkları üretildi (Araks deneyi); son olarak, 1980'de İskan­ dinavya'ya yerleştirilen iyonosfer sondası Eiscat, kendisine bağlı aygıtlarla (Michelson girişimölçeri, görüntü yeğinleştirici te­ levizyon, lidar, bağdaşık radar vb.) kutup ışığı plazmasının durumunu belirginleştir­ meyi, kutup etkinliğiyle atmosferin dina­ mik ya da ısıl tepkisini belirlemeyi ve iyonosfer-manyetosfer birleşimini incele­ meye olanak verdi. • Yer saptama ve biçimbilim. Kutup ışık­ larının tabanı 80 ile 300 km yükselti ara­ sında yer alır ve düşey genişlemeleri 500 km’ye ulaşabilir. Yapıları çok değişkendir: yayınık lekeler (ya da yayınık kutup ışıkla­ rı), manyetik meridyenin doruk noktasına vararak doğudan batıya uzanan ayrık ku­ tup ışığı kuşakları, binlerce kilometre uzunluğunda şeritler biçiminde kuşaklar;



kutuparası jeomanyetik alan çizgilerine koşut çizikle­ rin varlığı, onlara kıvrımlı kumaş ya da ışın­ ları manyetik başucu noktasına doğru yö­ nelen taç görünümünü verebilir. Uzay gözlemi, jeomanyetik kutupları çevreleyen kutup ışığı ovali boyunca bu değişik ya­ pıların aynı anda var olduğunu ortaya çı­ kardı (gündüz tarafında yaklaşık 12“ ge­ ce tarafında 22°); yayınık kutup ışıklan da­ ha çok ovalin dışına doğru, belirsiz kuşak­ lar ise içine doğru görünür. • Optik kutup ışığı yayınları. Kutup ışıkla­ rının parlaklığı genellikle Samanyolu'nunkinden düşüktür, kimi kez de dolunay’ınkini geçebilir; kuzey kutup ışıkları ise ge­ nellikle kendilerine bağlı güney kutup ışık­ larından daha sönüktür; pCılsasyonlu ku­ tup ışıkları durumunda, parlaklık 0,05 ile 15 Hz düzeyinde bir frekansla oranlıdır. Renk algılama eşiğine varılınca, kutup ışıkları yeşilimsi ya da daha ender olarak erguvan kırmızısı, mor ya da mavi olarak görünür. Tayfgözlemsel çözümleme at­ mosfer bileşenlerinin uyarılmasıyla oluşan atom çizgilerini ve karakteristik molekül kuşaklarını ortaya çıkarır; en yeğin çizgi­ ler 557,7 nm'lik (1 nm = 10~9 m) yeşil çizgi ile 630 - 636,4 nm’lik kırmızı çifttir; bunların her üçü de, 100 ile 500 km yük­ selti arasında atom oksijenin yasak geçiş­ lerine karşılık gelir. Bir X ya da Y atmosfer bileşeni uyarılmış bir X* ya da Y* duru­ muna enerji yüklü bir e - (X + e~ -> X* + e - ) elektronuyla çarpışarak ya da yi­ ne enerji yüklü bir (XY+ + e - -* X* + Y*) eleldronunun varlığıyla ayrıştırıcı bir yeniden birleşmeyle geçer. Protonlu ku­ tup ışıkları 'nda ise tayfgözlemsel çözüm­ leme, Doppler etkisiyle yer değiştiren, ge­ niş hidrojen çizgilerinin (özellikle 656,3 nm’lik H a) varlığını ortaya koyar; bu çiz­ giler elektronların enerji yüklü H+ (e - + H + -> H*) protonlarınca kapılmasından ya da (X + H+ -* X + + H*) yük alışve­ rişi tepkimelerinden kaynaklanır. • Kutup ışıklarının oluşum mekanizması ve kısmi manyetosfer fırtınaları. Kutup ışık­ larının ortaya çıkışı Güneş etkinliğiyle tam bir bağlılaşım gösterir (27 günlük, 11 yıl­ lık vb. çevrimler) ve kutup ışıkları, Güneş rüzgârı’nda bir değişim meydana geldik­ ten birkaç gün sonra oluşur. En şaşırtıcı durum, 1 000 km-sn~1 düzeyinde hızda plazma dalgalarının fışkırmasıdır; manye­ tosfer ok dalgasına yaklaştıklarında man­ yetosfer sıkışır, jeomanyetik alan daha ye­ ğinleşir ve yersel manyetosfer fırtınası olu­ şur; bu da, göreli olarak alt enlemlerde gözlemlenen kutup ışıklarına neden olur (1972 ağustos başında Fransa’da olduğu gibi). En sık rastlanan durumda, manyetosferin Güneş rüzgârı’yla etkileşimi sonu­ cunda oluşan dinamo etkisi yükselir; bu­ nun koşulu Güneş rüzgârı’nın biraz kuv­ vetlenmesi ve tutulumun Güney kutbuna yönelmiş eksen üzerindeki gezegenlerarası manyetik alan bileşeninin iyice pozi­ tif duruma dönüşmesidir; o zaman yeğin bir manyetik enerji, manyetosferin kuyru­ ğunda birikir; bu enerji, kısmi manyetosfer fırtınalar oluşturarak, kutup ışığının iki ovaline doğru kesik kesik akar; bunun üzerine, kutup iyonosferinde, jeomanye­ tik alan çizgileriyle aynı hizada yer alan doğrusal elektrik akımları enerji yüklü par­ çacıklarla indüklenir (1-100 keV); bu par­ çacıklar, kısmi kutup ışıkları fırtınaları çev­ rimine (şiddetli etkinlik-sakinliğe dönüşsakinlik) göre atmosfer moleküllerini uya­ rır. Kutup ışıkları gerçekte statik bir olgu değildir; sürekli olarak değişir ve hızla bo­ zulabilir; 30 dk ile 1 sa arasında değişen şiddetli etkinlik dönemini 2 sa’lik sakinli­ ğe dönüş dönemi izler. Enerji yüklü par­ çacıkların yağışı, yükseltide algılanabilen bir X ışınları yayınına, atmosferin ısıl de­ ğişimine ve radyoelektrik dalgalarının ya­ yılmasındaki tedirginlikleri doğuran ve radyokutup ışığı denilen yerel bir iyonlaş­ maya neden olur.



• Bilanço. Günümüzde fizikçiler, manye­ tikleşmiş bir gökcisminin manyetikleşmiş bir plazma ile nasıl etkileşime girdiğini da­ ha iyi anlamışlardır. Plazmayı ve manye­ tik ya da elektrik alanlarını füzelerle ve uy­ dularla yapılan yerel inceleme, sonuçta kutup ışıkları çizgilerinin ya da kuşakları­ nın yayınına neden olan mekanizmalar bağlantısını anlamayı sağlamıştır. Bugün, bir takım gezegenlerin (örneğin Jüpiter, Merkür vb) bir manyetosferi olduğunu bil­ diğimiz gibi yıldızların ya da pulsarların da manyetosferleri olabileceğini tahmin edi­ yoruz. Yer kutup ışıkları kavramı şüphesiz gökcisimlerindeki elektromanyetik olaylar kavramıyla genelleştirilebilir. • Kutup ışığı olayı. Işıkölçerler, yersel man­ yetosfer fırtınaları sırasında orta enlemler­ de, kırmızıda hafif bir ışıldamayı algılaya­ bilir; 1957’de D. Barbier tarafından keşfe­ dilen ve kutupaltı kızıl ışığı kuşağı adıyla bilinen bu olay, 400 ile 700 km yükseltiler arasında jeomanyetik ekvatora göre ba­ kışımlı olarak yer alan çift bir yayın kuşa­ ğı biçiminde ortaya çıkar 630-636,4 nm’ lik (1 nm = 1 0 -9 m) ışınım yayımına, ısıl elektronlar tarafından en alt enerji düze­ yinden uyarılan termosferdeki atom hid­ rojeni neden olur; bu yayın, kızıl tropikal kuşak’ın oluşmasıyla ortaya çıkan ve iyonosferin F katmanının termosfer rüzgârla­ rının etkisiyle hareketinden ileri gelen mevsimlik yayından farklıdır. Parçacıkların yağışına bağlı zayıf ışılda­ manın daha başka az ışıltılı optik yayınla­ rı da, özellikle de hidrojen (656,3 ve 486,1 nm) ya da iyonlaşmış helyum (30,4 nm) yayınları, son yıllarda keşfedilmiştir; bun­ lar kuvvetli manyetik etkinlik döneminde, alt ekvatoral termosferde ortaya çıkar ve bu nedenle de ekvatoral kutup ışıkları adı­ nı alır; bu ışıkların, iki aşamalı bir yük alış­ verişi süreciyle, halkasal akımdan çıkan enerji yüklü protonlarla indüklendikleri sa­ nılmaktadır. Bütün bunlardan anlaşıldığı­ na göre, bütün bu kutup ışığı olayları, Güneş-'tfer ilişkilerinin fiziğine bağlı, önemli bir olaylar kategorisini ortaya çıkaran ısıl süreçlerdir. —Jeofiz. ve Gezbil. Düzenli olarak mıkna­ tıslanmış varsayılan yerküresi için manye­ tik eğimin tam 90° olduğu manyetik ku­ tuplar ile jeomanyetik kutuplar ayırt edilir. Deneysel kutuplar olarak ele alabileceği­ miz manyetik kutuplar pek iyi tanımlana­ mamıştır ve bunlar kendilerine karşılık ge­ len kutup bölgelerinin her birinin birçok noktasında bulunabilirler. Jeomanyetik kutuplar ise her bir yarıkürede tektir ve Yer’in merkezine bütünüyle karşıttır; bun­ lar yerkürenin jeomanyetik eksenini tanım­ lar. —Tasav. Tasavvuf inancına göre, gizli bir yaşam sürdükleri ya da başkalarına kapalı gerçekleri bildikleri için rical ül-gayb diye adlandırılan ermişler kendi aralarında ahbar, abdal, ebrar, evtad, mukaba, nûceba, imameyn ve kutb adlarıyla en alt aşa­ madan en üst aşamaya doğru sıralanır­ lar. Kutbun dışındaki ermişlerin sayıları 200-300 arasında değişir. Bunların baş­ larında bulunan ve yardımına sığınıldığı için gavs diye de anılan kutb, dünyadaki en büyük ermiş sayılır. Onun yeryüzünde Tanrı’nın vekili olduğuna, Tanrı adına ta­ sarrufta bulunduğuna, darda kalanlara yardım ettiğine, belaları ortadan kaldırdı­ ğına inanılır. Yine inanca göre, her dö­ nemde bir kutb bulunur. Tanrı, onun iste­ ğini geri çevirmez ve metafizik güçlerle de ilişkisi vardır. ilk sufilerce fazlaca önemsenmeyen bu inanç, özellikle Muhyittin İbni Arab'ı1 nin el-Fûtuhat ül-Mekkiye adlı ünlü yapı­ tının etkisiyle sonraki sufiler arasında büyük ilgi gördü. Tasavvufçular, kutb ve öteki erenler hakkında çok sayıda hadis rivayet ettilerse de, ibni Teymiye, ibni Hal­ dun gibi titiz hadisçiler, bunların çoğu­ nun uydurma, bir bölümünün de zayıf



hadis olduğunu, rical ül-gayb, kutup, ab­ dal vb. inançların önce İslam dışı inanç ve kültürlerden şiaya, onlardan da tasav­ vufa geçtiğini savundular.



7225



K U T U P - KUTa K U T U P OAL1CIÖRBEÖI a. Yeni ve Eski Dünya’nın en kuzey kesiminde yuva yapan, kışı güneyde deniz ya da akarsu kıyılarında geçiren dalıcıördek. (Başı, boy­ nu, karnı beyazdır. Dişisinin göğsünde gri -kahverengi bir şerit vardır. Erkeğin göğ­ sü kahverengidir. Kabuklular, su böcekleri, larvalar ve tatlısu bitkileriyle beslenir. Bil. a. Clangula hyemalis; ördekgiller familya­ sı.) K U T U P F IR T IN A K U Ş U a. Arktika çevresi bölgelerinde yaşayan, ama 20-30 yıldır Güney Avrupa kıyılarında da görülg ü n d ü z ta ra fı



12 sa



je o m a n y e tik en le m



60° 70°



06 sa yerel saat



00 sa



jeomanyetik bir kutbun çe kutup ışığı ovalinin yolu



g e ce ta ra fı



kutup ışığı jeomanyetik bir kutbun çevresindeki kutup ışığı ovalinin yolu



meye başlayan fırtınakuşu. (Kutup fırtınakuşu, Güney Avrupa kıyıları yakınındaki adacıklarda ilkbaharda yuva yapar. Kuluç­ ka dönemi ve yavrunun [hep bir tane olur] bakım dönemi dışında açık denizde ya­ şar, planktonla ya da trol teknelerinin de­ nize attığı döküntülerle beslenir. Bil. a. Fulmarus glacialis; fırtınakuşugiller familya­ sı.)



kutup ışığı yayını Skylab 11 eylül 1973’te alınan fotoğraf



K U T U P T İL K İS İ a. Kuzey kutbu çev­ resinde yaşayan tilki. (Bil. a. Alopex lagopus; köpekgiller familyası.) [Eşanl. MAVİ TİLKİ.] —ANSİKL. Kutup tilkisi ilk bakışta tilkiye



benzerse de tilkiden daha küçük, daha kısa kulaklı ve daha kalın postludur. Kür­ kü yazın kızıl, kışın kremrengi ya da be­ yazımsıdır; maviye çalan gri kürklü bir çe­ şidi de vardır. Küçük topluluklar halinde yaşar, lemmingler, kuşlar ve kutup ayısı­ nın öldürdüğü fokbalıklarıyla beslenir. Kış uykusuna yatmaz. Kürkü değerlidir. K U TU P A LTI sıf. Jeofiz. Kutupaltı kızıl kuşağı, orta ya da alçak enlemlerde göz­ lemlenen, kutup ışığı türünde zayıf atmos­ fer ışıldaması. K U TU P A R A S I a. Elektroakust. Kayde­



kutup tilkisi (kış postuyla)



kutu parası 7226



dici bir manyetik kafanın kutupsal parça­ ları arasında yer alan bölüm. (Kutuparasının uzunluğu, olabildiğince yüksek fre­ kansta bir sesi kaydedebilmek ve verebil­ mek amacıyla olabildiğince küçük olma­ lıdır.) || Arka kutuparası, manyetik ortamın hemen yakınında bulunmayan kutuparası bölümü. || Ön kutuparası, manyetik or­ tamın hemen yakınında bulunan kutuparası bölümü. K U T U P Ç E V R E S İ a. Kutbun çevresin­ de olan ya da kutbun çevresini oluşturan. —Gökbil. Kutupçevresi yıldızı, her zaman ufkun üzerinde belirli bir bölgede yer alan, yani doğup batmayan, gök kutbu­ na oldukça yakın yıldız. (Sınır, gözlem ye­ rinin enlemiyle kaçınılmaz olarak değişir.) [Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Gökbil. Gökbilimde, kutupların birine 9° den daha yakında yer alan yıl­ dızlara genel olarak "kutupçevresi" yıldız­ ları adı verilir. Bu yıldızlar duyarlı meridyen* gözlemlerinde büyük bir rol oy­ nadıkları için görünen günlük hareketle­ rinin zayıf genliği ve hızı nedeniyle gökgünlüklerinde oldukça ayrıntılı olarak ya­ yımlanması gerekir. K U T U P L A M A a. Kutuplamak eylemi. —Elektroakust. Manyetik kutuplama, manyetik bir kayıt sırasında, bu kayda iliş­ kin işaretlerin niteliğini iyileştirmek için kul­ lanılan yardımcı manyetik etki. (Bu etki, manyetik kayıt kafasında, kaydedilecek işaretlere ilişkin değişken akıma, “ kutuplama” akımı denen, gerek doğru gerekse genellikle yüksek frekanslı bir al­ ternatif akım bindirilerek elde edilir.) —Elektron. Kutuplama gerilimi, tüp ya da tranzistör gibi etkin bir öğenin kumanda elektrotuna, bunun çalışma noktasını bir yükseltme sınıfına yerleştirmek amacıyla uygulanan doğru gerilim; bunun için, sözkonusu öğenin dinginlik noktası ya doğ­ rusal iletim bölgesine (A sınıfı), ya tam tı­ kamaya (B sınıfı) ya da tıkama bölgesine (C sınıfı) yerleştirilir. Bu son durumda, or­ talama akımın, eşlemesi ayrılmış bir veri­ ci (ya da katot) direncinde dolaşımıyla, otomatik bir kutuplama elde edilebilir. —Elektrotekn. Bir röleyi kutuplama, bir rö­ lenin çalışmasını akım ya da gerilimin yö­ nüne bağımlı kılmaya yarayan yöntem. K U T U P L A M A K g. f. Bir şeyi kutuplan­ ma etkisinde bırakmak. ♦ kutuplanm ak edilg. f. Kutuplamak eylemine konu olmak. —Elektrotekn. Bir elektrik pilinden söz ederken, kutuplanmaya yol açan bir tep­ kimenin merkezi olmak. || Pusula ibresi sözkonusuysa, kutba doğru yönelmek. K U T U P L A N M A a. Kutuplanmak eyle­ mi. —Çekird. fiz. Çekirdeğe bağlı bir eksene, örneğin çekirdeğin spinine ya da bakışım eksenine belirli bir yön veren süreç. (Bk. ansikl. böl.) —Elekt. Kutuplanma giderici alan, bir dielektriğin kutuplanma yüklerinin oluştur­ duğu ve kutuplanmaya neden olan dış alana karşıt olan elektrik alanı. || Artık elek­ triksel kutuplanma, bir dielektrikte, elek­ trik alanı ortadan kalktıktan sonra görülen kutuplanma. || Elektriksel kutuplanma, elektriksel indüklenme D ile, elektrik ala­ nı E'nin, elektrik değişmezi s0 ile çarpımı arasındaki farka eşit Pe vektörel büyükjyğû (Pe = 0 - e0E) -. —Elektromanyet. ve Radiletiş. Elektriksel indükleme vektörünün doğrultusuyla ayırt edilen saf bir sinüzoidol elektromanyetik dalganın özelliği. || Kutuplanma düzlemi, eliptik kutuplanmak bir radyoelektriksel dalganın kutuplanma elipsini ya da doğ­ rusal kutuplanmak bir dalganın elektrik­ sel indükleme vektörünü ve yayılma doğ­ rultusunu içeren düzlem. (Kutuplanma elipsi, bir dönem sırasında, sinüzoidal bir . elektromanyetik alana ilişkin elektriksel indükleme vektörünün ucu tarafından çi­ zilir. Boş uzayda, elips, yayılma doğrul­



tusuna normal bir düzlemde yer alır; yitimli bir ortamın yakınında, örneğin bir ze­ minde elips, bu doğrultuyu içeren bir düz­ lemde bulunabilir.) || Kutuplanma elipsi, uzayın belli bir noktasında, bir elektro­ manyetik dalgayı niteleyen bir alan ya da elektriksel indükleme vektörünün ucu ta­ rafından çizilen elips. (Kutuplanma çembersel ya da doğrusal olduğunda, elips bir çembere ya da bir doğruya indirgenir.) —Elektrotekn. Bir elektroliz aygıtı, bir pil ya da bir akümülatörden geçen bir akı­ mın oluşturduğu tepkimelerin, akımı do­ ğuran kuvvetle zıt yönde bir elektromotor kuvvet üretmesine dayanan olay. || Kutup­ lanma giderici, kutuplanmayı azaltan ya da önleyen madde, yöntem. || Kutuplan­ ma yitimi, elektrokimyada, bir elektrotun kutuplanmasının azalması. || Elektrotların kutuplanması, çalışma halindeki bir elek­ trik pilinde, elektrotların, elektrolitle olan temas yüzeylerinin değişime uğramasın­ dan kaynaklanan elektromotor kuvvet azalışı. —Fiz. Kutuplanma giderme, kutuplanma­ yı ortadan kaldırma. —Jeofiz. Kendiliğinden kutuplanma, bir cevher yığınının çok iletken ve yükseltgenebilir çeşitli bileşenleri (örn. pirit, grafit), bir pil etkisi oluşturan kimyasal tepkime­ lere uğradığında gözlemlenen doğal olay. (Bu deyim, aynı zamanda, yüzeydeki ola­ yın etkilerini [potansiyel fark] ölçen bir je­ ofizik araştırma yöntemini de belirtir. Yere akım göndererek oluşturulan kutuplanma olayını çözümlemeye dayanan diğer yön­ teme de yapay [ya da uyarılmış] kutuplan­ ma denir. Bu iki yöntem, özellikle maden araştırmalarında kullanılır.) —Manyet. Kalıcı kutuplanma, bir gerecin belirli bir noktasındaki kutuplanmanın, bu noktaya hiçbir manyetik alan uygulanma­ dığında taşıdığı değer. (Kalıcı kutuplanma kalıcı indüklenmeye, yani kalıcı mıknatıs­ lanmanın manyetik değişmezle çarpımı­ na eşittir.) || Manyetik kutuplanma, man­ yetik indükleme B ile manyetik alan İH’nın manyetik değişmez p^lu çarpımı arasın­ daki farka eşit Pm vektörel büyüklüğü (Pm = B H). —Tem. parç. Bir demeti ya da bir hedefi oluşturan parçacıkların spinlerinin ayrıca­ lıklı bir yöne göre dağılımı. (Bk. ansikl. böl. || Böyle bir dağılıma neden olan olay. —ANSİKL. Çekird. fiz. Bir atom çekirdeği­ nin spini varsa, manyetik momenti de var­ dır; ancak manyetik moment M her za­ man çok küçük bir değerdedir. Atom çok küçük bir H manyetik alanının etkisi altın­ da kalırsa, bu durumdan kaynaklanan ve MH çarpımına eşit olan etkileşim enerjisi de çok küçük olur; bu değer oda sıcaklı­ ğında ısıl kaynaşma enerjisinden sonsuz denecek kadar küçüktür. Boltzmann ya­ sasına göre bunun sonucunda, manye­ tik moment ve spine ilişkin çeşitli yönlerin hemen hemen eşit derecede olası oldu­ ğu, yani bütün çekirdeklerin manyetik mo­ mentlerinin bileşkesinin sıfır olduğu ve çe­ kirdek manyetikliğinin uygulamada gözlemlenemez olduğu ortaya çıkar. Fakat bu olumsuzluk, eğer kullanılan örneğin içinde elektron kaynaklı manye­ tik momenti olan ve incelenen çekirdek spinleri ile önemli bir etkileşime giren baş­ ka atomlar varsa düzeltilebilir. Elektron spinlerinin durumunun bir elektronik re­ zonans olayı ile değiştirilmesiyle, var olan etkileşim sayesinde çekirdek spinlerinin durumunda da bir değişim oluşur. Isıl gevşeme sürekli olarak elektron spinlerini ve çekirdek spinlerini ilk durum­ larına gelmeye zorlar; ancak elektronik re­ zonans sürekli bir şekilde etkirse meyda­ na gelen dinamik dengede çekirdek spiıV lerinin önemli bir oranı yönlenmiş ya da kutuplanmış olur. Dinamik kutuplanma, zayıf bir manye­ tik alan içerisinde çekirdek manyetik re­ zonansının gözlemlenebilmesini sağlar ve çift rezonans deneylerinin tümü ile ilgili­ dir. Ayrıca sanayide, zayıf manyetik alan­ ların (dünyanın manyetik alanı) ölçülme­



sine yarayan manyetiklikölçerlerin yapı­ mında, dinamik kutuplanmadan yararla­ nılır. Çekirdekler, bir çekirdek çarpışması sı­ rasında, iki çekirdeğe iletilen açısal mo­ mentin çekirdek yolları ile belirlenen tep­ kime düzlemine dik olması nedeniyle be­ lirli bir yönelim alabilirler. —Tem. parç. Parçacıkların ve çekirdekle­ rin spinine bağlı özellikler, kutuplanmış he­ defler ve demetler kullanılarak incelenir. Bu hedeflerin çalışma ilkesi, yoğun bir manyetik alan aracılığı ile, kristallerde ya da moleküllerde yer alan hafif çekirdeklerin-hidrojen, döteryum, lityum-spinlerini yönlendirmeye dayanır; bu yönlendirme yüksek frekanslı bir elektrik alanının etki­ siyle kolaylaştırılır ve hedefin mutlak sıfır dolayında soğutulmasıyla kararlı hale ge­ tirilir. Demetlerde ise elektronlar, proton­ lar ya da çekirdekler kaynak tarafından oluşturulmalarından hemen sonra, yani henüz hızlandırıcıya ya da çarpışma hal­ kasına fırlatılmadan kutuplanır. Tepkime­ lerin sonunda ortaya çıkan parçacıkların açısal dağılımına ilişkin bakışımsızlığının ölçümü, başlangıçtaki parçacıkların spininden kaynaklanan özellikleri inceleme­ ye ve özellikle spini ölçmeye olanak ve­ rir. KUTU PLA N M A K -



KUTUPLAMAK.



K U T U P L A N M IŞ sıf. Kutuplanma etki­ sinde kalmış şey için kullanılır. —Elektrotekn. Kutuplanmış elektrolitik kondansatör, oluşan ince dielektrik filmi­ nin tek bir metal elektrota yapıştığı ve bu­ nun içindeki empedansın, akımın bir do­ laşım yönü için diğer yöne göre daha bü­ yük olduğu kondansatör. K U TU P LA R A R A SI sıf. Elektrotekn. Bir mıknatısın, bir elektromıknatısın ya da bir döner makine armatürünün kutupları ara­ sında bulunan için kullanılır. K U T U P L A Ş M A a. Kutuplaşmak eyle­ mi. —Biyol. Kutupluluğun oluşması, ortaya çıkması. —Nörobiyol. Elektrik kutuplaşması, hüc­ re zarlarının iki yanında, yani içte ve dışta elektrik potansiyel farkının belirmesi. (Bk. ansikl. böl.) || Yeniden kutuplaşma, eylem potansiyeli kutuplaşma yitimine uğradık­ tan sonra hücre zarının normal kutuplaş­ ma durumuna dönmesi. —Topruhbil. Kolektif kutuplaşma, bir grup tartışmacının, grup üyelerini, tartışmadan önce bireysel olarak önerilen çözümler or­ talamasından daha açık ve daha aşırı bir kolektif karar almaya götürmesi. (Bk. an­ sikl. böl.) —ANSİKL. Nörobiyol. Elektrik kutuplaşma­ sı. Uyarılabilen elemanlarda (kaslar ve nö­ ronlar) dinlenme halindeki hücre zarı, tıpkı bir elektrik pilinde olduğu gibi pozitif ku­ tup dışarıya, negatif kutup içeriye doğru olarak kutuplaşır Potansiyel farkı büyüdü­ ğünde aşırı kutuplaşma sözkonusu olur; azaldığında kutuplaşma yiter. Eylem po­ tansiyeli oluştuğu zaman hücrenin içi po­ zitif olur: bu durum kutuplaşma yitiminin tersidir. —Topruhbil. Kolektif kutuplaşma. Grup kutuplaşması, ya aşırılaştırıcı bir birlik, yani daha büyük bir tehlikeyi göze alma yö­ nünde ya da yatıştırıcı bir birlik (normal­ leştirme) yönünde olabilir. Eğer grubun çoğunluğu tartışmaya girişmeden önce daha tehlikeli çözümlere yönelmişse, bir grup kararına yol açan çeşitli görüşlerin karşılaştırılması bu ilk ve bireysel tavır ta­ kınmayı daha da belirginleştirecektir. Ter­ sine, eğer çoğunluk tartışmadan önce da­ ha ihtiyatlı tavırları savunur gibi görünür­ se, grup bu tutuculuğu yoğunlaştıracak­ tır K U T U P L A Ş M A K gçz. f. Bir topluluk sözkonusuysa, birbirine karşıt gruplara ay­ rılmak. KUTU PLA YA N sıf. Kutuplama işlemini uygulayan şey ya da kişi için kullanılır



Kuusinen —Opt. Kutuplayan mikroskop, Özerine ku­ tu planmış ışıkta gözlemlenecek biçimde bir polarizörün yerleştirildiği mikroskop. K U T U P L U sıf. 1. Fizs. kim. Uzaktan yaptığı etki, bir elektrik dipolünûn etkisi­ ne benzeyen bir molekül içirt kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bu tür moleküllerden oluşan bir madde için kullanılır. (Eşanl. POLAR.) —ANSİKL. Fizs. kim. Bir molekül, pozitif bir



çekirdek çevresinde dönen negatif yük­ lerden meydana gelmiş atomlardan olu­ şur. Bu yükler, pozitif ve negatif yüklerin ağırlık merkezleri birbiriyle çakışacak bi­ çimde belli bir bakışımla dağıldığında, kutupsuz bir molekül meydana gelir. Hidro­ jen, azot ve eylemsiz gazların molekülleri buna örnektir. Buna karşın su ve diğer pek çok maddede olduğu gibi molekül kutupludur. Bu durumda molekül, toplam pozitif yükle ağırlık merkezleri arasındaki uzaklığın çarpımıyla ifade edilen çiftkutupsal bir elektrik momenti içerir. Çiftkutupsal elektrik momenti, maddelerin dielektrik değişmezi, saydam cisimlerin kırılma indisi gibi özelliklerinde önemli bir rol oy­ nar. K U T U P L U L U K a. Elektrotekn. Bir elek­ trik üretecinin kutuplarını ayırt etmeye ola­ nak veren özellik. —Manyet. Bir mıknatısın kutuplarına (ku­ zey ya da güney) ve dış manyetik İndük­ leme doğrultusuna bağlı nitelik. K U T U P S A L sıf. Kutupla ya da kutuplar­ la İlgili. —Fiz. Kutupsal alan, alan çizgileri, bir si­ midin ekseninden geçen düzlemlerde bu­ lunan manyetik alan. (Termonükleer ener­ jiye egemen olmak amacıyla girişilen araştırmalar çerçevesinde, plazmanın simitsi bir görünümde korunması umut ve­ rici bir yol olarak görünmektedir. Plazma­ yı kararlı hale getirmek için, simidin ekse­ nine dik olan simitsi manyetik alanın üze­ rine, helis biçiminde bir alan yaratılacak şekilde kutupsal bir alan bindirilir.) —Gökölçm. Kutupsal uzaklık, bir küresel koordinatlar sisteminde bir noktanın, sis­ temin pozitif kutbuna olan açısal uzaklı­ ğı. (Daha sık kullanıldığı ekvatoral koor­ dinatlar sisteminde yükselim'in cebirsel tamamlayıcısıdır.) —Manyet. ve Elektrotekn. Bir mıknatısın ya da bir elektromıknatısın kutuplanrıa iliş­ kin. —Topogr. Kutupsal yöntem, belli bir istas­ yon noktasından başlayarak, doğrultunun açıklık açısı ve noktaya uzaklığını ölçerek, harita alımında kullanılanacak başka bir noktanın yerini belirleme yöntemi. K U T U P S A L L IK a. Kutupsal olma durumu. —Biyol. Bir eksene göre bakışımlı olan, hatta bir ana beden varsa, bu beden bo­ yunca bakışım ne olursa olsun bir hücre­ nin, bir organın ya da tam bir organizma­ nın iki ucu arasındaki biyolojik nitelik fark­ lılığı. (Bk. ansikl. böl.) —Geom. Biri, öbürünün kutup doğrusu ya da kutup düzlemi veya kutbu olan iki varlığın özelliği. || Karşılıklı kutup doğrula­ rıyla dönüşüm. —Yerbil. Bir jeolojik katmanın yerçekimi­ ne göre ilk yönelimi. || Dağoluşum kutupsaltığı, bir jeosenklinalin tarihinin son ev­ resini belirleyen, daha yaşlı flyschler, iç bölgelerde daha erken oluşan tektonik ya­ pılar ve tektonik süreksizlikler zincirinin dı­ şa doğru devrilmesiyle kendini gösteren olay. —A ns Ikl . Biyol. Hücre kutupsallığı homolesit olmayan yumurtada görülür: "hay­ vansal kutup" ve "bitkisel kutup"; bu iki­ sinin arasında çeşitli öğeler bir gradyana göre yer alır. Nöronlarda da kutupsallık vardır: sinir akımı her zaman hücre göv­ desinden aksonun uzak ucuna doğru olur ve hiç tersine olmaz. Yalnız bir yüzünden kanla beslenen ve öbür yüzünden salgı­ ladığı ürünleri ya da ölü kısımlarını atan bir epitelyum hücresi kutupsallaşır. Planar-



yanın, yersolucanının, bir hindiba kökü­ nün enine kesildikten sonra kendisini ye­ nilemesi kesinlikle bir kutupsallığı açıklar. Bitkilerde, organlaşmada olduğu kadar yetişkin bitkilerde de ortaya çıkan bir ku­ tupsallık görülür. Sap parçalarının çeliklenmesinde, uç bölgelerden (sap ile kök arasına göre) yaprak tomurcuklarının or­ taya çıktığı, oysa dip bölgeden köklerin doğduğu gözlenir. Bitkide oksinin dağılı­ mı bu olayı açıklamaktadır. Kutupsallık bi­ reyin yaşamının daha ilk evrelerinden baş­ layarak, hatta ilk hücreden başlayarak kendisini gösterir: tepe bölgesini verecek olan bölüm, kökü verecek olandan kloro­ filce daha zengindir. K U T U M U Z sıf. Dokubil. Uzantıları ol­ mayan nöronlara denir. (Kutupsuz hücre­ ler sadece gangliyonlarda bulunur.) K U T U P Û S T Ü sıf. Havc. Kutup üzerin­ den geçen bir hava hattı için kullanılır. K U T U P Y IL D IZ I, günümüzde, kuzey gök kutbuna 1°'den daha yakında yer alan ve bu nedenle, kuzey doğrultusunun bulunması için basit bir işaret oluşturan, Küçükayı* takımyıldızının a yıldızı. Bu yıl­ dız, kadiri 3,97 g'lük bir dolanım süresine göre 2,1 ve 2,2 arasında değişen bir sefeit ve tayf tipi F8 olan bir üstdevdir. Yer ekseninin devinme'siyle Kutupyıldızı, 150 yıl içinde kuzey gök kutbuna daha da yaklaşacak (kutba açısal uzaklığı 2 8 ''ye inerek) ve sonra yavaş yavaş uzaklaşacak­ tır. 7600 yılına doğru yeni Kutupyıldızı ön­ ce Alderamin* sonra da 13 600 yılına doğru toga* olacaktır. (Eşanl. DEMİRKA­ ZIK.) K u tu p y ıld ızı n iş a n ı ya da K uzayyılduu n iş a n ı, 1748'de ihdas edilen İsveç nişanı. 1844'te değişikliğe uğratıldı, 1952'de yeniden düzenlendi. Dört sınıf. Siyah kurdele K U T U R , -tru a. (ar. kut)). Esk. Yan, ta­ raf, bölge. —Esk. mat. Çap. || Köşegen. || Kutr-ı dai­ re, dairenin çapı. KUTUR -



KOTUR.



K U T U Z (el-Melik ül-Muzaffer Seyfettin el -Muizzi) [öl. Kuseyr 1260], Bahriye Mem­ lukları hanedanından Mısır sultanı (1259 -1260). Celalettin Harizmşah'ın yeğeni. Moğollar tarafından tutsak edildi ve köle olarak önce şamlı bir tüccara, sonra memluk emiri Aybek'e satıldı. Aybek tah­ ta çıkınca "el-Melik ül-Muiz" unvanını, Ku­ tuz da efendisinin bu unvanından "el -Muizzi" nisbesini aldı. Becerikliliği, zekâsı ve yetenekleriyle, aynı nisbeyle anılan kö­ lelerin başına geçti ve Aybek tarafından saltanat naipliğine getirildi. Öldürülen Aybek’in (1257) küçük yaştaki oğlu el -Mansur Ali'yi tahttan uzaklaştırarak hü­ kümdar oldu (1259). Bu sıralarda Bağdat'ı alan Hulagu egemenliğini Harran, Halep ve Şam'a yaymaya çalışıyordu. Daha çok gençken amcası Celalettin Harizmşah’ın öcünü Moğollar'dan almayı aklına koyan Kutuz, bahri emirlerle anlaşıp Moğollar’a karşı güçbirliği sağladı. Hulagu'nun gön­ derdiği elçileri de yanına alarak ordusuy­ la Suriye'ce geldi ve burada elçileri öldürt­ tü. Eyyubiler ile ittifak yaptıktan sonra ci­ hat ilan ederek Mısır ordusunu Filistin’e gönderdi. Ayrıca Moğollar'a karşı savaş­ maya hazırlıklı olmayan emirleri de sava­ şa yöneltti. Baybars'ı öncü kuvvetlerin ba­ şına geçirip Akkâ'ya geldi. Burada haçlı komutanlarıyla antlaşma yaparak yansız kalmalarını sağladı. Sonunda Ayn Calut' ta yapılan savaşta Moğollar’ı ağır bir ye­ nilgiye uğratarak Şam'a girdi. Böylelikle Fırat kıyılarına kadar uzanan bölge Memluklar’ın egemenliği altına girdi. Savaşın kazanılmasında büyük payı olan Baybars, istediği Halep valiliği kendisine verilmeyin­ ce Kutuz'u Kuseyr'de öldürttü. Kahire'de gömüldüğü mezar, bir ziyaret yeri duru­ muna gelince, Baybars'ın buyruğuyla ce­ sedi buradan çıkarılarak bilinmeyan bir yere gömüldü.



K U T U Z O V (Mihail lllaryonoviç GOLENİşÇEV), S m olensk prensi, rus feld­ mareşali (Petesburg 1745 - Bunzlau, Silezya, 1813). On dört yaşında orduya ka­ tıldı. Polonya'ya (1764-1769), Osmanltlar'a (1770-1774) karşı savaştı. General Suvarov’un emrinde Kırım'da altı yıl kaldı, özi muharebesi'nde sağ gözünü kaybetti (1788). 1790'da İsmail kalesinin ele geçi­ rilmesi ve savunmasında, Maçin savaşı' nın (1791) kazanılmasında rol oynadı. Ba­ rış yapılınca Yekaterina II tarafından İstan­ bul'a büyükelçi atandı. Daha sonra çeşit­ li devlet görevleri üstlendi. 1805'te Napolâon savaş açınca Çar Aleksandr l'in gö­ reve çağırması üzerine orduya katıldı. Dürrenstein’da Fransızlar'ı yendiyse de (kasım 1805), Austerlltz'deki yenilgiden .ralık 1805) sonra komutanlıktan alındı, nce Kiev’de sonra Vilna'da askeri komu tan oldu (1806). 1809'dan 1811’e kada Bagrasyan'ın safında Türkler'e karşı sa vaştı. 1812'de Barclay ve Tolly gözden dü­ şünce Napolâon'a karşı Moskova'yı sa­ vunma görevi ona verildi. Ağustos 1812' de rus orduları komutanı ve Smolensk prensi oldu. Moskova'ya 120 km uzaklık­ ta, Borodino yakınında Fransızlarla yap­ tığı savaşta (7 eylül) ordusunun yarısından fazlasını yitirdi, Moskova'yı NapolĞon'a bı­ rakarak çekilmek zorunda kaldı. Ancak çekilirken tüm su kaynaklarını kuruttu, ba­ rınakları ve hasadı yaktırdı. Bir çöl haline getirdiği Moskova yöresinde Fransızlar büyük güçlükler ve ağır kış şartları altın­ da çok yıprandılar. Ekim 1812'de ansızın Murat'nın birliklerine saldırdı. Bunun üze­ rine Napolâon güneye çekilme emri ver­ di. 24 ekimdeki Malo-Yaroslavets savaşı'ndan sonra Napolâon bu kez batıya çekil­ mek zorunda kaldı. Kutuzov fransız ordu­ sunu Polonya ve Prusya içlerinde de izle­ di; ağır kayıplar verdirdi. Bu başarıların­ dan ötürü Rusya'nın kurtarıcısı sayıldı.



§



Larousse



K u tu z o v n iş a n ı, 1942'de ihdas edilen rus askeri nişanı. Üç sınıf. İşareti: ortada, üzerinde bir kızıl yıldız bulunan Kutuzov'un portresinin yer aldığı on köşeli yıl­ dız. Ortası kırmızı çizgili mavi şerit (1. sı­ nıf) ya da kenarları kırmızı çizgili mavi şe­ rit (2. sınıf), ya da ortası kırmızı çizgili ve kenarları kırmızı renkli mavi şerit (3. sınıf).



K U U D a. (ar. (tu'ffd). Esk. 1, Oturma. —2. Namazın oturularak kılınan bölümü. — 3. Kuud etmek, oturmak. K U U J J U A O esk Fort-C hlm o, Kanada’da yer, Ouâbec’in kuzey-doğu'sunda, Ungava körfezi kıyısında; 770 nüf. K U U N (Gâza), macar doğu bilimleri uz­ manı ve türkoiog (Sibiu 1838 - Budapeş­ te 1905). Budapeşte Üniversitesi'nde kla­ sik filoloji ve arkeoloji öğrenimi yaptı (1856 -1858). Göttingen Üniversitesi'nde sami dilleri derslerini izledi (1858-1859). Macar İlimler akademisi'nin ikinci başkanlığını yaptı (1901-1904). Sami ve türk dilleri ala­ nında çalıştı. Codex* cumanicus'un ilk ya­ yımını yaptı (1880). Kumanlar'ın dilini araş­ tırdı: A kunok nyelvöröl Ğs nemzetisĞgöröl (Kumanlar'ın dili ve kökeni üzerine, 1885) ve Ujabb adatok a kun Petrarkacodexhez (Kumanca Petrarca codex'ine yeni katkılar, 1892). Öteki yapıtlarından başlıcaları: AdalĞkok Krim törtönetöhez (Kırım tarihine katkılar, 1873), Adaldkok a volgai bolgirok nyelvöhez (tolga Bulgşrları'nın diline katkılar, 1896), Ismereteink Tibetröl (Tibet üzerine bildiklerimiz, 1900). K U U S A M O , Finlandiya'da kent, Güney Laponya’da; 21 000 nüf. Ticaret ve turizm merkezi. K U U S A N K O S K İ, Finlandiya'da (Kymi ili) kent, Kymijoki kıyısında; 22 600 nüf. Kâğıt hamuru ve selüloz hamuru. Kâğıt fabrikası. Hidroelektrik santralları. K U U S İN E N (Otto Ville), finlandiyalı si­ yaset adamı (Laükaa, Finlandiya, 1881 Moskova 1964). 1905 yılında Finlandiya Sosval dem okrat partisi saflarına katıldı.



feldmareşal Kutuzov Bollinger'in gravürü



Bu partinin sol kanadının lideri olan Kuusinen, 1905 devrimi sırasında Helsinki'de bir kızıl muhafız birliğine komuta etti. 1908 -1917 arasında Finlandiya parlamentosu'nda milletvekilliği yaptı ve II. Enternasyonal’ in Kopenhag (1910) ve Basel (1912) kong­ relerine katıldı. Ocak 1918'de Finlandiya Sovyet Cumhuriyeti'nin ilanı üzerine Eği­ tim halk komiserliğine getirildi ve ağustos ayında Finlandiya Komünist partisi'nin ku­ rucuları arasında yer aldı. 1919'dan itiba­ ren III. Enternasyonalin başlıca yönetici­ lerinden biri oldu: 1921'den sonra bu ör­ gütün sekreterliğini ve 1922’den sonra da yürütme komitesi ve prezidyum üyeliği yaptı. 1941'de Sovyetler Birliği Komünist partisi merkez komitesi'ne girdi. 1952-53’ te, daha sonra 1957’de parti sekreterliği üyeliği yaptı. Ayrıca 1940-1959 arasında Fin Karelya'sı Sovyet Sosyalist Cumhuri­ yeti yüksek sovyet başkanlığı ve yüksek sovyet üyeliği görevlerini yürüttü. K U V A çoğl. a. (ar. kuvvetin çoğl. kuvâ). Esk. t . Kuvvetler, güçler. —2. Özellikler, hassalar —3. Kuva-yı hamse-i batına, zih­ nin beş melekesi. || Kuva-yı hamse-i zahi­ re, beş duyu. || Kuva-yı tabiat, doğa güç­ leri. || Kuva-yı umumiye, bütün kuvvetler. —Tar. Kuva-yı milliye — KUVAYI MİLLİYE. K U VA D R A TİK sıf. (fr. quadratique). Krist. Kuvadratik sistem, yedi kristal siste­ minden biri; bu sistemin ilkel gözü kare tabanlı bir dik prizmadır. K U V A N A , Japonya'da (Mie ili) kent, Honşu'nun G.’inde, ise körfezinin kuzey kıyısında; 86 600 nüf. Nagoya'nın güney -batı banliyösünün sanayi merkezi (sıvı yağ fabrikası, pamuklu bez fabrikası, ma­ kine yapımı, balık ürünlerinin pazar­ laması). KUVANTA a. (fr. quanta). KUVANTUMun çoğulu. K U V A N liA t sıf. (kuvantum'dan). Fiz. 1. Kuvantonlara ilişkin. —2. Kuvantal alan­ lar kuramı, çok ya da değişken sayıda kuvanton içeren sistemleri, özellikle Einstein göreliliği çerçevesinde incelemeye olanak veren kuvantal kuram. (Bu kuramlar bi­ çimsel olarak klasik alan kuramlarına bağ­ lıdır; bir klasik alan [elektromanyetiklikte] çok sayıda foton içeren bir kümeyi yakla­ şık olarak betimler.) || Kuvantal fizik, kuvantonların özelliklerini inceleyen fizik dalı. || Kuvantal kuram, fiziksel cisimlerin davra­ nışını mikroskobik düzeyde (atom, çekir­ dek, parçacıklar) inceleyen fizik kuramı. || Kuvantal sayıl fiziksel bir sistemin kuvan­ tal geçerlilik bölgesindeki durumunu ta­ nımlamada sözkonusu olan kuvantalari1 mış fiziksel büyüklüklerin sayısal değerle­ rini niteleyen, genellikle tam ya da yarı -tamsayı. (Böylece, bir elektronun atom* içindeki durağan durumları, enerjiyi, açı­ sal yörünge momentini, elektron spinini belirleyen bir kuvantal sayılar kümesiyle betimlenir.) ■ —A nsIkl. • Kuvantal kuramın kökenleri. Bilimkuramsal gelenek, kuvantal kuramı üçlü bir kökene bağlar: 1 .1900'de Planck’ ın ışık enerjisinin kuvantâlanma’sı varsa­ yımına dayanarak "kara cismin ışıma*sıi; nı incelemesi; 2. Plarick’ın varsayımını ye­ mden ele alan Einstein'ın, 1905'te yayım­ lanan ve. ışık enerjisi, "parçacığı" loton kavramını ortaya attığı ışılelektrik etki üze: rine makalesi; 3. atom içindekuelekffönların enerjisinin kuvarrtatanmış olduğu var­ sayılarak atomların tayf çizgilerinin açık­ landığı, Bohr'un atom* modeli (1903). Aslında, kuvantal kuramın başlangıcı Einstein'ın makalesidir. Planck’ın "var­ sayım"! ve Bohr'un "m odel” inîn tersine fotonun bulunması yeni bir kavramın, kuvanton* kavramının ortaya çıkmasını belirtir. İlk kuvanton klasik fiziğin iki kav­ ramından (dalga ya da parçacık) hiçbiri­ ne indirgenemeyecek olan fotondur. Bu kavramın, klasik kuram çerçevesinde yer alamayacağı tanım bağıntısı E = fiw nin klasik açıdan bir saçmalık olmasından da



anlaşılmaktadır; çünkü, burada tanecik tü­ ründen bir kavram (E enerjisi), klasik ayırtedici özelliklere indirgenemeyecek olan bir fı değişmezi aracılığıyla bir dalga kav­ ramına (u çarpıntısı) bağlanmaktadır. • Kuvantal geçerlilik bölgesi ve kuramın geçerlilik sınırları. Bir etkinin boyutlarında­ ki bir değişmez olan (bir enerjinin zaman aralığı ile çarpımı) fi değişmezinin sayısal değeri salt kuvantal geçerlilik bölgesinin sınırını belirler. Daha açıkça söylemek ge­ rekirse, klasik kuramlar kuvantal kuramın değişik yaklaşımlarıdır ve bu yaklaşımlar etki tipindeki bütün fiziksel büyüklüklerin "etki kuvantum u"fi a göre çok büyük ol­ dukları her durumda geçerlidir; eğer du­ rum böyle değilse kuvantal kurama baş­ vurmak kaçınılmazdır. Işılelektrik etki, ka­ ra cismin ışıması ve atomun yapısı, kuvan­ tal kuramdan yardım istemenin kaçınılmaz olduğu durumların örnekleridir. Bununla birlikte kuvantal kuramın işe karıştığı böl­ ge, sözün tam anlamıyla mikroskobik böl­ geyle çakışmaz: kara cismin ışıması, aşırıakışkanlık, laser, bildiğimiz maddenin ka­ rarlılığı, kuvantal kuramın dışında açıkla­ namayan makroskobik olay örnekleridir. Klasik fiziğin saplandığı bir çıkmazı aş­ mak için uzun zaman üzerinde çalışılarak gerçekleştirilen kuvantal kuram, bugüne kadar parlak başarılar elde etmiştir: bildi­ ğimiz maddenin yapısı ve ışığın doğası üzerindeki kavrayışımız bütünüyle kuvantaldır; teknolojik uygarlığımız, tranzistoriarın, laserlerin ve mikroelektronik devrele­ rin yapımı için gerekli olan kuvantal kura­ mın geçerliliğine dayanır. Her ne kadar kuvantal kuram henüz ge­ çerlilik sınırlarına rastlamamışsa da, bir gün bu sınırlarla karşılaşacağı olasıdır; çünkü kuramların ortak yazgısına uğraya­ rak günün birinde daha derin bir kuramın ancak bir yaklaşımı olarak kalabileceğini düşünmemek için bir neden yoktur. An­ cak şu an için böyle bir durum sözkonu­ su değildir. Başlangıçta atomlar için ge­ liştirilmiş olan kuvantal kuram (angström ölçeği: 10“ 10 m), atom çekirdeği ölçeğin­ de (1 0-14 m), "temel” parçacıklar ölçe­ ğinde (10-17 m) ve nihayet daha alttaki kuarklar ölçeğinde de geçerliliğini koru­ maktadır. • Heisenberg bağıntılan ve kuvantal "sağ­ duyu". Yanm yüzyıldan bu yana fizikçilerin bütün etkinliğine yön veren ve bu etkinli­ ğe az çok temel oluşturan kuvantal kura­ mın bu evrensel ve tam geçerliliğine fizik­ çilerin kuramsal ya da deneysel uygulamalan düzeyinde Heisenberg bağıntıları ola­ rak adlandınlmış olan bağıntılara dayanan bir kuvantal yol gösterici (ya da bir kuvan­ tal "sağduyu") karşılık gelmektedir. Klasik kuram ile kuvantal kuram arasın­ daki kavramsal kopukluk E = fiu bağın­ tısının (ve onun uzaysal eşdeğeri olan, ha­ reket niceliği p ile dalga boyu X arasın­ daki p = h I X ile ifade edilen De Broglie bağıntısının) "saptırıcı" niteliğinden (kla­ sik görüş açısından) kaynaklanır, çünkü burada parçacık kavramları (E enerjisl'vÖ p devinim niceliği), fi (ya da f i = h/2v) d e ğişmezi aracılığı ile dalga kavramlarına (çarpıntı m ya da dalga boyu X) bağlanır E = fia bağıntısı dalga görünümü altın­ da (çarpıntı u) ele alınırsa, bir olayın (kuvantalanmışolsa da) u nın tek bir değeri ite belirlenemeyeceği (çok ender durum­ lar dışında) açıktır; nitekim klasik dalga kuramı A t süreli bir dalga olayının, A



U r Ebu Halife rtîl^Mina el-Ahmedi Sea /. * Kubbar ad



Şuaybe '"Mina Abdullah ırha/fj ^



A dem ’



• dorra



Karuhad



^ ■ M in a Saud ® * * *



tasan halinde yeni kent petrol yatağı petrol rafinerisi



—- su yoiu



]• ( \



v a f r a aL



Ümm ûl Maıadım ad



V ^ e l-H ıra n



ı



ISFENDIİ-AR LU L U *\



ku z e y



Uaaâffş



pet. bor.hat. ( * * " * tasarı halinde) güney# otoyol (' tasan halinde) f u v a r is kaplanmış yol ***** feribot * “tr üretimin Suudi Arabistan ile paylaşılması amaçlanan bölge (eski tarafsız bölge)



rinden ulaştırılmasına kolaylık sağladı. Aralık 1983’te ABD ve Fransa büyükelçi­ liklerine, havaalanına, ABD vatandaşları­ nın oturduğu binalara bombalı saldırılar düzenlendi. Bu saldırıların sorumluluğu­ nu Iran yanlısı şii Islami cihat örgütü üst­ lendi. 1985’teki seçimlerde tutucular 1981'deki başarılarını yineleyemediler. Emir 3 temmuz 1986'da yayımladığı bir kararnameyle Meclis’i dağıttığını açıkladı, basına sansür koydu. Iran-lrak savaşı'nın Körfez'de yoğunluk kazanması Kuveyt tankerlerinin ulaşım güvenliğini tehlikeye soktu. Iran saldırıları karşısında ABD, Ku­ veyt tankerlerinin ABD bayrağı altında Körfez'den geçmesini kabul etti; Sovyet­ ler Birliği'nden de tanker kiralandı. Bu ara­ da şii gerillalar petrol tesislerine saldınlar düzenledi, tutucu müslümanlar da rejime karşı direnişi sürdürdü. Göçmen işçiler arasında siyasi etkinlik gösterenler sınırdışı edildi. Eylül 1987’de İran, Kuveyt’e "İpekböceği” füzeleriyle saldırdı. 5 nisan 1988'de İran yanlısı bir lübnanlı şii grubu Kuveyt havayollarının bir uçağını kaçırdı. Uçaktaki yolcular arasında ülkeyi yöne­ ten Sabbah ailesinden kişilerde bulunu­ yordu. Ancak, korsanlarla yetkililerin içe­ riği anlaşılmayan bir anlaşm aya varmala­ rı üzerine, yolcular serbest bırakıldı, kor­ sanlar ortadan kayboldu. Kuveyt, 2 ağustos 1990'da Irak tarafın­ dan işgal edildi. Başta ABD olmak üzere batılı devletler ve SSCB Kuveyt’in ilhakını kabul etmedikleri gibi, d iğer arap devlet­ leri ve Türkiye de bu durum a karşı çıktı. BM Güvenlik konseyi Irak’a ekonomik am bargo uygulanm asına karar verdi. ABD ve müttefikleri (28 devlet) bölgeye asker yolladılar. Sorunun barışçı yollarla çözülmemesi üzerine, Irak’a karşı savaş 17 o cak 1991'de başladı; şubatın 28'inde Irak’ın bütün BM kararlarını ka­ bul etmesiyle sonuçlandı. Kuveyt savaş öncesi statüsüne kavuştu. (-» K ö r fe z S A V A Ş I.)



EDEBİYAT Klasik edebiyatın temsilcileri arasında şu adlar sayılabilir: Abdülcelil et-Tebatebâ'i (1776-1853), Abdullah el-Ferec (1837 -1900), ülkenin ilk çağdaş okulunu kuran Yusuf el-Kına'i (1878-1973), Abdullah Na­ sır es-Sani (1902-1954), Halit el-Edesani (1835-1897), Abdullah el-Halef (1874 -1931), Zeynelabidin (1866-1950), Ahmet el-Meşari (1884-1939), Seyyit er-Rifa’i (1883-1936), Raşit es-Seyf (1900-1972), Mahmut Şevki el-Eyyubi (1901-1966), Hacci el-Hacci (1903-1974), Abdüllatif en -Nisf (1904-1971), Davut el-Cerrah (1906 -1956) ve Ahmet el-Bişr (doğm. 1905).



Çağdaş okulun kurucusu sayılan Fahd el-Asker, simgeci Ahmet el-Edevani, gi­ zemci Muhammet ei-Fayiz, sufi Halit Sa’ ud ez-Zeyd, mizahçı Abdullah Sinan gibi bir şairler topluluğunun başına geçti. Leh­ çeye dayalı şiiri, Süleyman el-Füleyh sür­ dürdü. Ali es-Sebati'nin yapıtlarıyla aynı za­ manda bir deneme yazarı da olan Halife el-Vakiyan’ın yapıtlannda, Seyyab'ın (1926 -1964) etkisi açıktı. Yeni kuşaktan şu ad­ lar sayılabilir: Yakup es-Sübey’i, Ahmet es -Sakkaf, Faruk el-Ömer,‘ Süleyman el-Fahd, Hamad er-Rakip, Yahya er-Rübey’an ve Haşan el-Azzazi. 50’li yıllardan başlayarak çok sayıda deneme yazıldı. Başlıca deneme yazar­ ları: Abdullah en-Nuri (doğm. 1904), Ab­ dullah el-Uteybe, Abdullah Zekeriya el -Ensari, Süleyman eş-Şeyh, Abdülaziz Hüseyin, Halit Yusuf el-Merzuk ve Halit Süleyman el-Edesani (doğm. 1905). Roman, özellikle de Süleyman eş-Şatti, Süleyman el-Halifi, İsmail Fahd İsmail, Ha­ şan el-Ali ve Tank Abdullah gibi yazarlann romanlan, daha çok özyaşamöyküsel, toplumsal ve tarihsel bir nitelik taşıyordu. Kuveytli kadın yazarların da edebiyata azımsanamayacak bir katkısı oldu. Gaze­ teci Guneyma Fahd el-Merzuk’un çevre­ sinde etkinlik gösteren Kâfiye Ramazan, Kevser el-Cev’as, Fatımet el-Ali, Necme



KUVEYT



Kuveyt kentinden bir görünüm



7232



Idris, Cennet ul-Kureyni, Harne Bursalı ve özellikle Leyla el-Osman gibi yazartâr var­ dı. Tiyatro, Arabistan'ın her yerinde oldu­ ğu gibi, henüz emekleme çağındaydı. Bu alanda, ilk klasik tiyatro oyunu yazarı Sakr er-Reşit ile Ganim es-Salih ve Salih Musa gibi yazarların adları sayılabilir. ■ K U V E Y T ya da K U V E Y T , Kuveyt devletinin başkenti. Irak işgali sırasında büyük yıkıma uğradı ve nüfusu önemli öl­ çüde azaldı (yaklş. 400 000 nüf.). Bk. resim sayfa 7231



K U V İF (EL-), Cezayir'de (Tbessa vilaye­ ti), Tbessa dağlarında, Tunus sınırı yakı­ nında; 16 000 nüf. Fosfat yatakları. ■ K U VÖ Z a. (fr. couveuse). Erken doğmuş, zayıf bünyeli, düşük ağırlıklı, ağır hastalık ya da ameliyat geçirmiş çocukları koyma­ ya yarayan ve sıcaklığı, oksijen ve nem derecesi değişmeyen aseptik ortamlı, say­ dam çeperli kapalı yer. (Bu aygıtların ama­ cı, meme çocuğunu, ısı kaybetmekten ve dıştan gelecek mikropların bulaşmasın­ dan korumaktır.) K U V V A N İ sıf. (ar. kuvvet'ten tfuvvSni). Esk. Dinamik. K U V V A H İY E T a. (ar. kuvve'den tfuvvsniyyet). Esk. mat. Dinamizm.



kuvöz içinde bakılıp beslenen erken doğmuş çocuk



K U VV E a. (ar kuvve). Esk. 1. Kuvvet, ye­ ti, iktidar. —2. Düşünce, tasavvur, niyet. —3. Duyu. —4. Özellik, nitelik, hassa. —S. Kuvvede kalmak, düşüncede bulun­ mak, fikir olarak kalmak. —6 . Bir şeyi kuv­ veden fiile çıkarmak, düşünceden eyleme geçirmek, gerçekleştirmek. —7. Kuvve-i adliye, kanunları olaylara uygulayan kuv­ vet. || Kuvve-i ahize, alma, kavrama gücü; büyüleyici manevi kuvvet. || Kuvve-i azm, irade ve karar kuvveti, azimlilik. II Kuvve-i cebriye, zorlama, zor kullanma. | Kuvve-i dafia, savma, uzaklaştırma gücü. || Kuvve-i galibe, üstün olma, ezici güç. || Kuvve-i hayvaniye, hayvansal güç. |l Kuvve-i ida­ re, idari kuvvet, idari yetke. || Kuvve-i istinad, bir düşüncenin, bir savın kanıtlanma­ sında dayanılan kanıtların yeterliliği, kuv­ vetliliği. || Kuvve-i kalbiye, kalp kuvveti, inanç sağlamlığı. || Kuvve-i kazaiye, yargı­ lama gücü. || Kuvve-i kudsiye, kuvve-i ila­ hiye, peygamber ve ermişlerde görülen tannsal güç. || Kuvve-i maliye, parasal güç. || Kuvve-i maneviye, manevi güç. || Kuvve -i teyidiye, doğrulama ve onaylama gücü. || Kuvve-i umumiye, genel güç. || Kuvve-i zahiriye, yardımcı kuvvet, || Kuvve-i zatiye, kişisel nitelik. Jean Bar-Fotoaram



—Ask. Askeri birlik ve kurumlarda perso­ nel mevcudu, silah, mühimmat, cephane ile araç ve gerecin sayı ve durumunu be­ lirli zamanlarda ilgili komuta karargâhına bildirmek amacıyla ast karargâhın hazır­ layıp sunduğu cetvel. —Esk. ask. Kuvve-i askeriye askeri güç. || Kuvve-i bahriye, deniz kuvvetleri. —Esk. biyol. Kuvve-i adaliye, kas gücü. II Kuvve-i asabiye, sinir gücü, enerji. | Kuvve-i basıra, görme duyusu. || Kuvve-i gıdaviye, beslenme yetisi. || Kuvve-i hayeviye, hayatın devamını sağlayan yeti. || Kuvve-i hazıme, sindirim yetisi. || Kuvve-i lamise dokunma duyusu. || Kuvve-i samia, işitme duyusu. || Kuvve-i şamme kok­ lama duyusu. || Kuvve-i şehvaniye, cinsel arzu. || Kuvve-i zaika, tat alma duyusu. —Esk. bot. Kuvve-i intaşiye filizlenme gü­ cü, filizlenebilme özelliği. || Kuvve-i nabite, kuvve-i namiye, yetişme, büyüyebilme özelliği. —Esk. fiz. Kuvve-i an-il merkeziye, bir mer­ kez etrafında hareket eden cismi merkez­ den uzaklaştıran kuvvet, merkezkaç kuv­ veti. || Kuvve-i cazibe, çekim küveti. || Kuvve-i cazibe-i umumiye, bir cismi oluş­ turan atomların birbirlerini çekme özelli­ ği. || Kuvve-i cüz-i ferdiye, iki cismin karşı­ lıklı olarak birbirini çekme kuvveti. || Kuv­ ve-i ile-l merkeziye, merkezcil kuvvet. || Kuvve-i maddiye, enerji. || Kuvve-i mekniye, potansiyel enerji. || Kuvve-i mihaniki­ ye, hareket oluşturan enerji. || Kuvve-i mu­ harrike, bir cismin hareketinden doğan enerji. || Kuvve-i muhassala, kuvvetlerin birleşmesi. —Esk. ikt. Kuvve-i istihsaliye, üretim gü­ cü. —Esk. kim. Kuvve-i müsavvire, maddenin çeşitli biçimlere girme yetisi. || Kuvve-i hululiye, gözenekli bir zar ile ayrılan iki sıvı­ nın geçişme özelliği. —Esk. ruhbil. Kuvve-i hafıza, hafıza kuv­ veti, hatırlama yetisi, belleme || Kuvve-i ha­ yaliye, hayal gücü. || Kuvve-i ihtiyariye, kuvve-i iradiye, irade, seçebilme yetisi. || Kuvve-i mutasarrıfa, zihinde bellenen şe­ yi düzenleme ve gerektiğinde kullanma gücü. || Kuvve-i müdrike, anlama, kavra­ ma gücü, beş duyu ile algılama yetisi. || Kuvve-i müteferrika, düşünme yetisi. || Kuvve-i mümeyyize, duyuları birbirinden ayırma özelliği. || Kuvve-i mütehayyile, bir algıyı zihinde canlandırma, hayal gücü. || Kuvve-i natıka, akıl, idrak. || Kuvve-i ruhi­ ye ruhsal güç. || Kuvve-i vahime imgelem. || Kuvve-i zahire, öğrenilen bir şeyi zihin­ de tutabilme yetisi, hafıza. —Esk. siyas. Kuvve-i devlet, devlet gücü. || Kuvve-i siyasiye, siyasi yetke. —isi. Kuvve-i ezeliye. Tanrı. || Kuvve-i fai­ le, kuvve-i mübdia ya da kuvve-i halika, tanrısal güç, yaratıcı güç. KUVVET, -tl a. (ar. kuvve, kuvvet). 1. Be­ densel güç; takat: Gücü, kuvveti yerinde —2. Dayanma gücü, mukavemet: Kuvvet­ li ol biraz, kendini bırakma. Bu acıya da­ yanacak kuvvetim kalmadı. —3. Bir olu­ şu, bir eylemi yapma, ortaya koyma yete­ neği, güç: Bunu ona söyleyecek kuvve­ tim yok. — A. Şiddet, zor; cebir: Kuvvet kullanmak. — 5. Etkileme gücü; etkililik: Toplumu etkileyecek kuvvette bir fikir de­ ğil. —6. Bir fiziksel etkenin şiddeti, gücü: Rüzgâr kuvvetiyle çalışan bir değirmen. — 7. Bir kimsenin herhangi bir alandaki ustalığı, becerikliliği: Kaleminin kuvveti. — 8. Bir şeye kuvvet, o şeye ağırlık verile­ rek, onun gücüyle: Keseye kuvvet. Para­ ya kuvvet. —9. Kuvvet almak, kendisine yapılan bir yardım ya da verilen bir des­ tekle kuvvetlenmek, gücü artmak: Bu adam birisinden kuvvet alıyor. || Kuvvet bulamamak, cesaret edememek, göze al­ maktan kaçınmak. || Kuvvet bulmak, güç kazanmak, güçlenmek. || Kuvvet ilacı, şu­ rubu, sağlığa kavuşmak için içilen ilaç || (Bir şeye) kuvvet vermek, bir konuya öte­ kilerine oranla daha ağırlık ve önem ver­ mek: ön ce dile, sonra da matematiğe kuvvet vereceksin. || Kuvvetle, üzerinde



durup düşünerek, direnerek: Bunun ter­ sini de kuvvetle savunabilirim. || Kuvvet­ ten düşmek, eski gücü kalmamak, gücü­ nü yitirmek.



—Esk. Kuvvet-pezir, kuvvet bulan; güçlü, kuvvetli. || Kuvvet-i devlet, devletin gücü. || Kuvvet-i kalb, güveni artırma. || Kuvvet-i tali, yardımcı, ikinci derece kuvvet. || Kuvvet-i talih, kuvvet-i baht, şans kuvveti; talihlilik, baht açıklığı. || Kuvvet-üz-zahr ya da kuvvet-izahriye, arka kuvveti; yardım­ cı kuvvet; dayanak. —Anayas. huk. Devletin ana faaliyet ka­ tegorilerine denk düşen hukuki güçler:



yasama kuvveti, yürütme kuvveti, yargı kuvveti. (Bk. ansikl. böl.) || Kuvvetler ayrı­ lığı, devlet iktidarının yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı organ aracılı­ ğıyla kullanılmasını öngören ilke || Kuvvet­ ler birliği, devlet iktidannın, özellikte de ya­ sama ve yürütme gücünün bir organda toplanmasını öngören ilke. —A rit. Kuvvetini alma, ÜSLEM E'nin e ş a n ­ lamlısı. || Bir x gerçek sayısının kuvveti, üs d e n e n u sayısı b ir d o ğ a l, b ir b a ğ ıl, b ir o ra n s a l y a d a b ir g e rç e k sayı o la b ilm e k ü z e re x " b iç im in d e k i g e rç e k sayı (x üz e ­ rin d e k im i k o ş u lla r b e lirle n ir). [Bk. ansikl. b ö l.]



—Ask. Kuvvet tasarrufu, büyük birlikler düzeyinde taktik açıdan, görevin gerek­ tirdiği amaca ulaşmak amacıyla, elde bu­ lunan olanakların akılcı bir biçimde kulla­ nılması ve bölüştürülmesi. || Deniz kuvvet­ leri, bir ülkeyi denizden gelecek tüm sal­ dırılara karşı korumak amacıyla oluşturu­ lan deniz birliklerinin tümü. || Hava kuvvet­ leri, bir ülkeyi havadan gelecek tüm sal­ dırılara karşı korumak amacıyla oluşturu­ lan hava birliklerinin tümü. || Kara kuvvet­ leri, bir ülkeyi karadan gelecek tüm saldı­ rılara karşı korumak amacıyla oluşturulan kara birliklerinin tümü. || Silahlı kuvvetler, bir ülkeyi savunmak amacıyla oluşturul­ muş kara, deniz ve hava kuvvetlerine ve; rilen genel ad. —Dy. Cer kuvveti, bir lokomotifin yer de­ ğiştirebilmesi ve yükleriyle birlikte belirli sayıda taşıtı çekebilmesi için yatay bir düz­ lemde sağladığı kuvvet. (Bk. ansikl. böl.) —Ed. Kuvvet-i tab' ya da kuvvet-i tabiat, şuara tezkirelerinde şairin doğal sanat gü­ cü, yeteneği anlamında kullanılan terim: "Kuvvet-i tab'la bir melekeye malik ve



şahrah-ı nazm-ı maaniye salik olmuştu" (Doğuştan şiir gücüyle bir şiir yatkınlığı­ na sahip olmuş ve anlamları şiir diliyle söyleme yoluna girmişti) [Âşık Çelebi]. —Ekmekç. ve Değirmene. Unun kuvveti, su kaldırma gücü yüksek, fermantasyon­ dan pişirmeye kadar, mekanik yapısını çok iyi koruyan bir hamur elde etmeye uy­ gun unun niteliği. (Kuvvetli kabul edilen unların, Chopin alveografında yüksek bir indisleri vardır [W > 220].) —Fiz. Kuvvet çizgisi, bir kuvvet alanında­ ki alan çizgisi. (Bir manyetik alan ya da elektrik alanı sözkonusu olduğunda, alan çizgilerine kuvvet çizgileri de denir.) —Fizs. kim. Bir elektrolitin kuvveti, bu elektrolitin ayrışma enerjisinin ölçümü. (Bk. ansikl. böl.) —Fizs mekan. Cisimler arasındaki etkile­ şimleri nicel olarak anlatan ve bunların bi­ çim değiştirmelerini ya da hareketlerinde­ ki değişimleri açıklamaya olanak veren kavram. (Bk. ansikl. böl.)|| Kuvvet çifti, top­ lamları sıfıra eşit iki kuvvetin oluşturduğu, momenti ile ayırt edilen sistem. —Geom. Verilen çemberlere, kürelere ya da aşırı kürelere göre hepsi aynı kuvvet­ te olan noktalardan oluşan küme için kul­ lanılır. (Bk. ansikl. böl.) || Bir evirtimin kuv­ veti, bu evirtimi tanımlamaya yarayan sı­ fırdan farklı gerçek sayı. || (A, A ') çift nok­ tasına göre bir M noktasının kuvveti, O, (A, A ') nun ortası olmak üzere OM2 - O A 2 ye eşit M A.M A' sayısı. || Bir M noktasının bir C(0, R) çemberine ya da S(0, R) küresine göre kuvveti, A ile B, C ya da S nin noktaları, A ', A nın çapça kar­ şılığı, M de C nin düzleminde ya da S yi



içeren Eş uzayında bulunup M €(A B) ol^ rak< alınan nokta olduğuna göre MA-MA' = MA.MB gerçek sayısı. (Bk. ansikl. böl.) —Ger. day. İç kuvvet -* İÇKUVVET. —Halk. hek. Kuvvet macunu, bazı hasta­ lıkları sağaltmak, vücuda güç kazandır­ mak ve özellikle cinsel gücü artırmak amacıyla çeşitli bitki, yağ, baharat vb.'nin karıştırılmasıyla yapılan macun. (Bk. an­ sikl. böl.) —isi. huk. Kuvvet-i karabet, akrabalıkta yakınlığın-derecesi. (Örneğin ana, baba bir kardeşin akrabalığı, baba bir kardeş­ ten daha yakındır.) — K ü m . kur. KARDİNALLİK’in eşan lam lısı.



|| Kuvvet kümesi, h e r M kü m e s i iç in , e le ­ m anla rı tam ta m ın a M nin altküm eleri olan !T(M) kü m e si.



Mat. çözlm. Kuvvet fonksiyonu, >R-** dan R+* içine tanımlanmış, bir u gerçek sayısı seçildiğine göre, her x gerçek sa­ yısına = Loo* ile tanımlı xA ("x üssü u " diye okunur) gerçek sayısını eşlik etti­ ren uygulama. (Bk. ansikl. böl.) —Siyas. bil. Kuvvetler ayrılığı, devlet fonk­ siyonlarının (yasama, yürütme, yargılama) tek bir organa verilmeyip, her biri ayrı gö­ revler yapan ve birbirlerinden ayrılmış or­ ganlar arasında paylaştırılmasını öngören ilke. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL, Anayas, huk. Geleneksel ayrı­ ma göre, devlet etkinlikleri üç ana kola ay­ rılır: yasama, yürütme ve yargılama işlev­ leri. Mutlak monarşiler döneminde bu iş­ lev ve kuvvetler bir tek organda birleşmişti (hükümdar). Demokrasiler çağında da bazı İhtilal meclisleri (Fransa'da Konvan­ siyon dönemi, Türkiye’de 1920'de kurulan TBMM) hem yasama hem de yürütme kuvvetini ellerinde bulundururlar, Ancak Batı demokrasilerinde kural yasama, yü­ rütme ve yargılama kuvvetlerinin birbirle­ rinden ayrı organlara verilmesi yönünde­ dir. öte yandan, kuvvetlerin ve özellikle ya­ sama ile yürütmenin konumları açısından yönetim biçimleri kuvvetler birliği ve kuv­ vetler ayrılığı olarak başlıca İki kümede toplanır. —Arit. Bir x gerçek sayısının kuvveti,



olarak tamamen çözünür; bunlar, metalsel tuzların yaklaşık tümü, birkaç anorga­ nik asit (halojenli asitler, nitrik asit, perklorik asit vb.) ve kimi bazlardır (sodyum hid­ roksit, potasyum hidroksit ve diğerleri). Za­ yıf elektrolitler, görece seyreltilmiş olsa bile çözeltide çok az ayrışırlar. Zayıf elektrolit­ lere örnek olarak organik asitler, anorga­ nik asitler (H2S, H2C 0 3 vb.) ve bazlar (amonyak, organik bazlar) verilebilir. • Asitlerin kuvveti. Belli bir derişimdeki (örneğin onda bir normal) bir asitle bir bazın birbirini yansızlaştırma enerjisi, ay­ rışma dereceleriyle orantılıdır. Tümüyle ayrışan kuvvetli asitler için herhangi bir sıralama yapmak zordur; ama ötekiler için iyonlaşma değişmezinin değerine göre bir sıralama yapılabilir: çözeltide, HA t t H * + A " biçiminde ayrışan bir HA asidi için iyonlaşma değişmezi, iyon den­ gesine uygulanan kütle etkisi yasasından elde edilir; buna göre kH



1H+1 x [A -| IHA]



dır; burada köşeli ayraçlar, derişimleri gös­ terir. Asit ne denli zayıfsa, kHA o denli kü­ çüktür. Bu tür bir sınıflandırma ayrıca baz­ lar için de yapılabilir. —Fizs. mekan. Nicel kuvvet kavramının temelini, hem kuvveti harekete bağlayan yasayı -dinamiğin "temel ilke"si-, hem de kuvvetleri belirlemeye olanak veren çeşitli yasaları (kuvvetlerin üst üste gelmesi ilke­ si, etki ve tepki yasası, çekim yasası) or­ taya koyan Nevvton atmıştır. Dinamiğin temel ilkesi'ne göre, bir cis­ min p hareket miktarının zamana göre tü­ revi, bu cisme etkiyen kuvvete eşittir. 1 A d r"



f.



Bu bağıntı kuvvetin, Newton’dan önce İnanıldığı gibi cismin hızını sıfırdan farklı bir değerde tutmaya değil, cismin hare­ ket miktarım, dolayısıyla da hızını değiş­ tirmeye yaradığını gösterir. Cebirsel olarak F kuvvetinin de, p gi­ bi, doğrultusu, yönü ve yeğinliği olan bir vektör olduğunu belirtmek gerekir, Üst üste gelme ilkesi, aynı cisme aynı anda etkiyen birçok etkileşim kuvvetinin etkisini belirlemeye olanak verir ve buna ’x° - 1 u s u ise, X 1 » X kuvvetleri bileştirmek denir. Bu ilkeye gö­ x " ~ x x x x ... x x (nJ*2). re, kuvvetler vektörel olarak toplanabilir: n çarpan A ve B, C ile etkileşime giriyorsa, bu et­ kileşime ilişkin F(A+B) toplam kuvveti, u £ Z ~ ‘ ise, x " « - 1 - (x # 0). F(Aİ+F(B) toplamına eşittir; burada F(A) x“" ve F(B) kuvvetleri sırasıyla yalnızca A’nın u e Q * v e x s R * * ise, x " - x ' ' ’ — (x 1/**)»> ve yalnızca B'nin C ile yaptığı etkileşimle­ ri göstermektedir, Bu ilke özellikle, B'nin dir, b u ra d a x 1/«, ■S'î b iç im in d e d e yazılan varlığının A ile C arasındaki etkileşimin de­ b ir a pozitif g e rç e k sayısıdır, öyle ki o