MEB İslam Ansiklopedisi 1 [1] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ İ SLÂM ÂLEMİ TARİH, COĞRAFYA, ETNOGRAFYA VE BİYOGRAFYA LÜGATİ



MİLLİ



EĞİTİM BAKANLIĞININ



KARARI ÜZERİNE



İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ED EBİYAT FAKÜLTESİNDE KURULAN BlR H EY ET TARAFINDAN LEYDEN TAB'I ESAS TUTULARAK TELİF, TÂDİL, İKMÂL vü T*



j



NEŞREDİLMİŞTİR



1. C İL T



B E Ş ÎN C t B A S K I



MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ İSTANBUL 1978



1 İLİK



MUKADDİME Bilig kıymetini biligltg bilir Ukuşka ağırlık bil iğdin kelir. Kutadgu Bilig L5 ta'rîfi *1-hakka bi ‘i-ricali i'rifi "l-haVka ta rif ahlak.1 ‘M~' *»• Abî Talib Homo sum humani nİhİl a me aiienum puto.2



Tcronttus



ÎSLA M Ansiklopedisi, müsiümanîarın ilim, fikir ve san'at ...âleminde vücuda * getirdikleri eserler ile müslüman kavimlerin gerek asıl vatanlarına ve gerek yayıldıkları yerlere ve İslâm dininin girdiğ-i bütün sahalara dair, tarih, coğrafya, etnografya, felsefe, kelâm, fıkıh ve dil malûmatını, veciz ve kesif bir ansiklopedi üslûbu ile, yani az satır içine çok malûmat sıkıştırmak suretiyle, ihtiva eden muazzam bir eserdir. Eserin muhtevası, kıymeti ve neşir tarzından bahsetmeden evvel, ait olduğu ve bugün orientalizm (şark tetkikleri) İsimi altında topla­ nan bilgi şubesi hakkında bazı malûmat vermek lâzım ve faydalıdır. jOnentalizrçı, iki kelime ile tarif etmek istersek, garbın şark âlemine \ alâkadar olarak, onu tanımak içliT açtığı bir flrm Tyî^^ t bu v tarifnTlîeHkadar^^ bu mukaddime devam ettikçe, görecek ve tamamlamağa çalışacağız.



/^HARLEMAGNE devrinde, İngiliz ilâhiyatçısı Alcuin ( 732 —SO i ) 'in gayreti ile, Avrupa ’da pek zayıf bir tahsil hareketi başlamış olduğunu biliyoruz. Fakat kendisinden sonra, Almanya’nın ilk mürebbisi (prim us praecepior germaniae ) unvanını alan talebesi Hrabanus Maurus (776 —856 ) zamanında da, bir müddet devam eden bu hareket IX. ve X, asırlardaki büyük karışıklıklar içinde boğuldu gitti. Vakıa milâdın birçok tahminlere, kehanetlere yol açan bininci- senesinden itibaren bir uyanış temayülü kaydedilirse de, bu devirde çalışmak isteyen âlim ve mütefekkirler, ne yunan diline ve ne de arapçaya vakıf olmadıklarından, ellerinde bulunan ilim malzemesi pek z^yıf ve hattâ insanı doğrudan ziyade yanlışa götüren neviden idi. Bu sırada Boğaziçi sahılî , — Hakikati, söyleyenlerine bakarak, Öğrenme; hakikati öğren, söyleyenlerini öğrenirsin. 2.—• insanım, İnsanî olan biç bir $ey bana yabancı sayılmaz.



MUKADDİME



İerinde bir nevi uyanış görünürse de, bu da esaslı bir renesans ’tan ziyade, ancak kitaplara dayanmış bir nevi tebahhur addolunabilir. Filhakika daha orta, çağın en karanlık devirlerinde, istilâ ordularının uğraklarından uzak yerlerde, tek başına, ya bir dağm tepesine konmuş, yahut bir vâdinin ağaçlan arasına gizlenmiş manastırların kütüphanelerinde, hail ve tefsiri güç, bir takım tirşeler bulunuyordu. îlk çağın son demlerine ait, yunancadan lâtinceye yapılmış ter­ cümelerden ibaret olan bu tirşelerden istifade ederek, Avrupa’nın İlmî renesansmı kurmak imkânsız olmamakla beraber, tam bu sıralarda İslâm dünya­ sının arap dilindeki orijinal eserleri ve eski yunan asarının arapça tercümeleri, kapanık havadan sonra parlayan güneş gibi, garbın semasını aydınlatınca, bütün gözler o tarafa döndü ; işte bu devirden itibaren, garp şarkı tanımağa ve bir nevi orientalizm vücuda gelmeğe başladı. Onuncu asrın tam ortalarında, cenubî İtalya ’daki Civitas hippocratica, (îpokrat şehri) namı ile anılan Salerno şehrinde, şark tıbbının garp tıbbı üzerine olan ilk tesirine şahit oluyoruz. Güneşli, temiz havalı bir sahilde ku­ rulmuş olan bu h a s t a l a r şehrindeki tıp mektebi, ilk defa olarak, arapça eserlerin lâtinceye tercümesine başlamış ve bu suretle, galiba, ilk müsteşrik­ ler ortaya çıkmıştır. ’ Rivayete göre, 913 senesinde ötranto'd a doğan Yoel'in oğlu Abraham’m . oğlu Şabbetai ( Öîm. 982) isminde bir yahudi, arapların eline esir düşüp, Palerm o’ya götürülmüş ve, orada arapçayı öğrendikten sonra, tekrar İtalya’ya döne­ rek, Salerno tıp mektebi müessİsleri arasında çalışmıştır. Bu zat Domnulus yahut Donnolo namı ile maruf olup, İbranî dilinde yazılmış, panzehirlerden bahis S efer ha y aqar ( kıymetli kitap) isminde bir eser bırakmış olduktan başka, çok muhtemeldir ki, arapça eserlerden de bazı parçalar nakletmiş olsun. Fakat asıl tercüme işine ciddiyetle, hemen hemen bir asır sonra, başlanmıştır. Bu işi ba­ şaran ilk âlim yahut ilk müsteşrik, aslen bir müslümandır. Kartacah bir müslürnan tacir Salerno’dan geçerken, nasılsa tıp tahsiline heves ediyor, oradan memleketine avdet edince, şark tıbbı ile meşgul oluyor ve birçok yazm alar toplayarak, yine Salerno ’ya dönüyor; orada tanassur ederek, Kostantin namını alıyor ki, artık bu zat ilim tarihinde ConstanÜnus Africanus (ölm. 1087) ismi ile anılacaktır. Vakıa bu zâtın eserleri, doğrudan doğruya tercüme olmaktan ziyade, arapça tıp eserlerinin, iktibas, şerh, izah ve hattâ intihal suretiyle, naklidir. Her ne olursa olsun, bu eski müslüman kartacalmm eserleri, bütün Avrupa tıb mek­ tepleri üzerinde, pek yenileştirici bir tesir yapmıştır. Diğer taraftan, haçlı seferleri münasebeti ile, garplılar şark ile sıkı temasa gelince, kendi medeniyetlerine faik bir medeniyet karşısında bulunduklarım anlıyorlar. Bu medeniyetin âmilleri olan halkla vuruşup döğüşen hırîstiyanlar arasında şark ilim ve medeniyetinin bazı kırıntılarını memleketlerine nakletmeğe uğraşan âlimler de bulunuyor ki, bunlardan Adelard of Bath adlı bir ingilizin (daha ziyade İ H B — 1142 seneleri arasında meşhur olmuştur) hemen bütün eserlerinde arapça müellefâtm tesiri açıkça görülmektedir. Adelard ün doğ­ rudan doğruya arapçadan tercüme ettiği en mühim eserler Musa al-Hvârizmi 'nin zeyçîeri ile Euklİdes’in on beş makalesidir. Hiç şüphesiz eski devrin en mühim müsteşriki şimalî İtalya’da, Cremona şehrinde doğan Gherardo Cremonese (1114 — 1187) ’dir. Tulaytala (T oİedo) 1 Bu itle müsteşrikleri şimdiki asli orientalistierden aysrnusk için, bunlara e s k i orieııtalist



MUKADDİME



m



şehrinde, belki de bir tercüme heyetinin başında çalışan bu zatın en meşhur eserleri Batlamyus 'un al~Macastı ( Almageste) ’si ile îbn Sina ’nın i f â nün ’unun arapçadan îâtlnceye tercümesidir. Yine aynı devirde Robert of Chester (XII. asrın ortalarında meşhur olmuştur) isminde bir İngiliz âlimi, Ispanya’da, araplar arasında dört beş sene çalıştıktan sonra, al-Hvârizmî ’nin al-C abr va *l-M ukâbala kitabını lâtinceye tercüme etmiş ve 1141 senesinde, Herraanus Dalmata isminde bîr zat ile beraber, Kur*an 'm ilk lâtince tercümesini vücuda getirmiştir. Meşhur dominiken keşişi ve filosof büvük Albert (Albertus Magnus, 1193 ? — 1280), XII. asırda artık arap çad ^ yap H an İ^ ÎSSü m eler den ve bilhassa Fârâbı, tbn Sina ve Gazalimin eserlerinden mülhem olarak, .Paris üniversitesinde ^ristojyu pkuturken, arap elbisesi ile kürsüye çıkıyor; XIII. asırda yine ju lay laîa şehrinde arapçayı ö ğ re n e ^ Scot (ölm. 1235 ? ) da îbn Ruşd ’ün Aristo tefsirini ve Aristo ’nun hayvanata d a h la t abım arapçadan lâtinceye tercüme ediyordu. İşte ilim tarihinde araplarm felsefî ve İlmî eserleri yunan ve süryanî dil­ lerinden arapçaya tercüme etmek için açtıkları birinci tercüme devrine mukabil, garplılar da, arap ve İbranî dillerinden lâtinceye yaptıkları bu tercümelerle, ikinci tercüme devrini açmışlardır. Şurasını kaydetmek lâzımdır ki, bu eski orientalistlerin orientalizmi ile muasır orientalizm arasında mühim bir gaye farkı vardır. Eski müsteşrikler, şarkın ilim ve felsefesini kendi dillerine naklederken, şarkı tetkik etmekten ziyade, kendi ilim ve irfanlarım yükseltmek gayesini hedef tutuyorlar, şarkın ne dillerinde ne de tarihinde orijinal bir şey bulmak maksadını gütmüyorlardı. Bundan dolayı bu eski müsteşrikler, adetâ bugün bizim garptan tercüme ve nakil faaliyetimize benzer, bir faaliyete girişmiş bulunuyorlardı. Müteakip asırlarda, şarkta hıristıyan dîn ve medeniyetini yaymak istiyen papa Clement V. zamanında, Viyana Ma inikat eden (1311—1312) -dinî meclis ( ConciîSy^om a, Paris, Bologna, Salamanca ve Oxford Ma İbranî, arap ve keldanî dilleri tedrisini, Avrupa Ma tedrisatın ıslâhı için, lüzumlu görüyor ve bu yolda bir karar ittihaz ediyordu. Mamafih Ernest Renan, H istoire des Langues semitiques 'te; — „ne bu karardan ve ne de^o zamanki garpta orientalizmin babası sayılan ve hemen her ilim şubesinde eserler yazmış olan katalonyalı Reymond ( Ram on) Lull ’un, müslümanlan hıristıyan etmek için, misyonerler hazırlamak üzere sarfettiği mesaiden, asıl orientalizm namına, ciddî bir netice çıkmamıştır'* — diyor. Bilhassa arapcanm intişarından, en ziyade islâmın hıristivanlar arasında yayılacağı korkusu ile, ihtiraz edilmekte idi. Hattâ bir fıkra olaraknakTedilir kıTlhğıTîzierin XH1. asırda meşhur âlimi, fransisken keşişi JRoger Bacon, arapçanm ehemmiyetinden bahsedince, bü tü n Öxford üniversitesi, „Bacon müslüman oldu** diye, feryada b aşlam ıştı. F a k a t XIII. asırdan itibaren garp, bir takım seyahatler dolayısiyle, Asya ile t e m a sa gelmiş ve bu temasların bir neticesi olmak ü zere, meselâ K a r a d e n i z *in şimal sahilindeki türklerin (K u ­ man) dili hakkında uyanan alâkanın eseri olarak, Codex Cumanıcus denilen bir mecmua vücuda getirilmiştir. Diğer taraftan, daha X V . asırdan itibaren, Osmanlı devletinin şevket ve kudreti Avrupa ’nm nazar-ı dikkatini ceîbetmeğe başlamış ve XVI. asrın nihayetlerine doğru (1 5 8 8 ) Frankfurt’ta LÖwenklau tarafından neşrolunan Annaîes sultanorum otkm anidarum ismindeki eser, bu alâkayı büsbütün arttırmıştır, X V II. asır ip tid asın d a Hieronymus Megise-



IV



MUKADDİME



rus isminde bir alman âlimi, Liber instituiionum linguae turclcae ismi ile, lâtin dilinde bir türkçe gramer Leipzig'de neşir ve eserini Macaristan kralı Mathias 'a ithaf etmiştir ki, bu ithafnamede Megiserus pek yabancı bir dil olan türkçeyi, ilk defa olarak, gramer kaideleri içine sokmağa muvaffak olduğunu iftiharla söyler (16 1 2 ). İtalya’da Giovanni Moniio İsminde bir Venedikli — ki İstanbul ’da Venedik sefareti tercümanlığında bulunmuştur — bir turkçe-italyanca lügat hazırlamış, eser ancak 1641 senesinde Rom a'da basılmıştır. Yine İtalya ’da, 1621 senesinde Petri della Valle isminde bir zat, yazma halinde kalan bir türkçe gramer daha te’lif etmiştir. Paris ’te ilk defa olarak, 1630 da Andre Du Ryer İsminde bir zatın türkçe grameri lâtince neşredilmiş ve bu eser 1634 senesinde ikinci defa olarak P aris’de basılmıştır. Bu zatın bir de Kur'an tercümesi vardır, Diğer taraftan, Kitab-ı Mukaddes’in türlü türlü dillerde neşri asrın ortalarma doğru moda olunca, Fransa ’da Le Jay, İngiltere ’de Walton tarafından böy­ le birer nüsha „bibls polyglotte* ve 1661 de Castell tarafından yedi dilde bir lügat kitabı te’İif ve neşirediimiştir. Mesgnien namında bir fransız iken, 1652 de ^Polonya sefareti ile İstanbul ’a tercüman olarak gelince, Meninskî namım alan XVII. asrm meşhur onentalistî, 1680 senesinde Thesaurus linguanım orientalium ’u te’İif ve neşretmiştir. Bu zat 1661 senesinde imparator Leopoîd ’un hizmetine girmiş, baş tercüman olarak, sefaret heyeti ile İstanbul ’a gelmiş ve, o vakitler Avusturya ile Osmanlı devleti arasındaki sıkı münasebetler dolayısiyle, pek mühim bir mevki almış bulunuyordu. Kendisi bu eseri için yedi sene çalışmış ve Viyana ’da bir şark matbaası tesis etmişti ki, bu matbaa 1633 te. türklerin Viyana ’yı muhasarası esnasında, ortadan kaybolmuştur. Arajıça, farsça ve türkçeden lâtinceye bir lûgât kitabı olan yufcanki eserin arapça ve farsça kısmı kendisinden evvel Casteli ve Golius tarafından yapılan lügatlerden alınmışsa da, türkçesi İstanbul ’da öğrendiği türkçe ile ve, sırf kendi emeği mahsulü olarak, vücuda getirilmiştir. Eser imparatoriçe Maria Theresa tarafından 1780 senesinde ikinci defa tabettirilmiş ve buna bir de. Avrupa orientalizminin zuhur ve terakkisine dair, lâtince bir fasıl İlâve olunmuştur kC bugün orientalizmin tarihi için pek faydalı bir mehaz teşkil etmekte ve bu sahada yazılan bütün eserler bu mehaze müracattan vareste kalmamaktadır. FTattârenyenrTtaîyârr^ri^TOopedTs ir^^ a n O rientalism o maddesinin eski devre ait olan kısmı bu lügat kitabının methalinden alman malûmattan iba­ rettir. Şunu söylemek lâzımdır ki, Meninskî 'nin lügati, bugün bile hazan işimize yarıyacak kadar, kıymetlidir. Meninskî’nin bundan başka bir de 1680 senesin­ de, Viyana’da tabedilmiş olan lâtince yazılmış türkçe grameri vardır. Bu gra­ mer, osmanlı türkçesinin grameri olmak dolayısı ile, hem türkçe, hem de arap­ ça ve farsça kaideleri ihtiva eder. Bundan sonra pek meşhur olmuş bir diğer eser daha vardır ki, o da Fransa’da, Louis XIV. zamanında D’Herbelot tarafmdan neşrolunan Bibüothegue Orientale ismindeki ansiklopedidir. Bunun müel­ lifi JBarthelmi D’Herbelot (1620—1695) gençliğinde şark dilleri ile uğraşmağa başlamış ve, şark ile daha yakından temas için, en ziyade İtalya’da çalışmış­ tır. Sonradan Louis XIV. ’nin şark dilleri tercüman-kâtipliğine tayin edilmiştir. /j Şarkın semtine bile uğramamış olan bu zatın eseri, hiç şüphesiz, bugün tercüII"meşini neşrettiğimiz ansiklopedmih cedd-i âlâsıdır. KltaEnTÜk^ihıfasînda unva___ ■mi m« ' «ııı ııııı ı—» n ı , M)ıpıuıi ı mıımıı ııwı ınmii[ıwrrnm t . |1 »' 'nın âlimdaki „şark kavİmlerini tanımak için lâzım olan her şeyi, yani tarihlerini, \ gerek hakikî ve gerek efsanevî an’anelerini, dinlerini, mezheplerini, hükümet-/ muit



hbumimip w



MUKADDİME



V



lerimY siyasetlerini» örf ve âdetlerini, devletlerinin idare ve teşkilâtını muhtevidir“ ibaresi, bize modern orientalizmin oldukça tam bir tarifini vermektedir; 1781 senesinde çıkan son tab’ı dört cilttir, içindeki malûmat tabiî pek eksik ise de, XVII. asırda yazılan bu eser o vakit pek faydalı olmuş ve XIX. asra kadar, herkesin müracaat ettiği bir ansiklopedi olarak, tanınmıştır. Eser Louis XIV. zamaninda, İstanbul sefaretinde attaşe olan meşhur Antoine Galîand tarafından, tekrar tezyil ve neşrolunmuştur. Hatırâtı bizim için pek kıymetdar olan Galland, sonradan College de France’ta arapça hocalığına tayin edilmiş ve, ilk defa olarak, Sin bir gece hikâyelerini fransızcaya tercüme etmiştir.



O Î R taraftan böyle âlimlerin hususî mesaisi ile bir nevi orientalizm teşekkül ^ ederken, diğer taraftan Fransa’da, 1519 senesinde François I. Ceneva ’dan Agosiino Giustiniani ’yİ Paris ’e getirterek, tekrar İbranî dili okutmağa memur ettiği gibi, 1530 senesinde College.de ErauceA iesis ederken, programına şark dilleri derslerini de koymuştur. İşte bu sırada Paris ’te ilk hakikî transız orien- J .. 111 ^ __ ^ |,m,n,Y_MrnVTi-r » ı^ u j_ _ ^ P ı ’ talİsti Gillaume Postel meydana çıkıyor. Gaipten mülhem olduğunu ia^ "^ufnevTşâhsma münhasır, âlim, uzun bir Ömür ve büyük bir servet sarf ederek, çalışıyor ve arapçanm Avrupa’da ilk gramerini telif ediyor; İslâm, İsevî, musevî ve diğer dinleri, Asya ve Afrika 'da yaptığı büyük seyahatler esnasında, tetkik ederek, Paris ’te bunlara dair gayet serbest konferanslar veriyordu. Fakat pa­ pazlar, en hakikî dinin hıristiyanlık, müslümanlık ve yahudilik ahkâmının birbiri ile telif edilerek ortaya çıkarılacak bir din olduğunu söyleyen, bu açık fikirli âlim papazı nihayet bir manastıra kapıyorlar ve orada yüz yaşma kadar mah­ pus tutuyorlar. Bu zatin türklere dair 1560 senesinde Poitîers’te neşrolunmuş, Rem ıbliaue des Turcs adında, bîr eseri vardır ki, bütün müslümanlarm ahlâkv^M eH erm H H ’^Ealıseder. Bu eseri müelHf 1575 senesinde, H istoires orienialeSf principatem eni des Turcks et des Turchikes ismi ile, tekrar neşretmiştir. Diğer taraftan tesis ettikleri şark dilleri koliejierinden çıkanların, müslümanlar arasında misyonerlik vazifesinde, asia m u^flak olmadıklarım gören papalar, bu aiİlemTteJrisir.den büsbütün vazgeçmemişler ve hattâ papa Gregoire m T o î m . 1591), arap harfleri ile basmak üzere, Rom a’da bir matbaa tesis etmiştir ki, bu matbaa ilk defa olarak îbn Sina’nın K ânun ’unu arap harfleri ile basmıştır (1 5 9 3 ). Fransa kralı Henri III. College de F ran ce’ta ayrıca bir arapça kürsüsü tesis ettiği gibi (1587), papa Urban VII, ’m 1627 de kurduğu Coîlegium pro fid e propaganda ’da şark dilleri dersleri açılmıştır. Bu suretle her memlekette yetişen müsteşrikler öğrendikleri dillerdeki mühim eserleri tercümeye başlamışlardır. Bunları burada birer birer zikretmek pek uzun olur. Yalnız şunu söyleyelim ki. bu müsteşriklerin faaliyetleri araplar ve türklere münhasır kalmamış, Hindistan ve dolayısıyle Iran, Çin ve Japonya ’ya kadar yayılmıştır. Bu cümleden olarakT 1632 senesinde Rom a’da bir Japon gramer ve lügati neşredildig-İ gibi, Hollanda ’da, Louis le Dİeu 1639 da bir farsça grameri, Golius 1636 da îbn £Arabşâh 'in cA c â yib al-M akdür f i N ava yib al-T im ü r'u nm arapça metnini ve bir de arapça-lâtince lügat kitabı neşretmiştir. 1663 de Abu ’İ-FidîP ’mn meşhur al- M uhtasar f ı Tarife al-B a şar'i de



MUKADDİME



VI



Oxford ’da Pococfce tarafından neşredilmiş olduğu gibi, 1654 te de Saedı ’nin Gülistan metni Molanda 'da Gentius tarafından, lâtince tercümesi ile beraber, basılmıştır.



APAZLAR elinde bir din neşri vasıtası olarak kullanılmak istenen bu kısım orientalizm aşağı yukarı ancak şark dillerinin tahsiline münhasır kalırken, ! / X VH. asır iptidalarında diğer bir nevi orientalizm, siyasî hulûl politikasının / ve diplomasinin yardımcısı olarak, kendini gösterir. Bunun ilk misalini Murad T ll, Mehmed IİI. ve Ahmed I. zamanlarında, Fransa elçisi olarak İstanbul’da bulunan Savray de Breves ’in tavır ve hareketinde görmeğe başlıyoruz, Filha. kika 1604 senesinde, Ahmed I, ile yaptığı kapitülâsyonların tecdidi muahede­ sinden dolayı, şöhret kazanan bu elçi, şarkta nufuz tesisi için, Paris ’te bir şark dilleri matbaası kurmayı düşünerek, İstanbul’da çok güzel harfler yaz­ dırmış ve Paris ’e götürmüştür. Terekesinden kral Louis XIII. namına satın alınmak istenen bu harflerle kralın tâbi'i Antoine Vitrö bir matbaa tesisine kalkışmıştır. Louis XIV. zamanında, 1641 senesinde Kral matbaası, şark harf­ lerini tedarik ederek, muntazam bir şark matbaası kurmuştur. Bu kral, âlim misyonerler göndererek, her taraftan ve bilhassa Çin ’den birçok yazmalar ge­ tirtmiş ve zamanında, yakın şarkta siyasî ve ticarî işlere bakmak üzere, tercümanlar ikame edilmeğe başlanmıştır. İşte bu maksat ile fransızlar tarafmdan İstanbul'a ve İzmir ’e, sark dilleri ( türkçe, arapça, farsça) öğrenmek üzere, altı genç talebe gönderildiği gibi, sonradan bunların adedi on ikiye çıkarılmıştır (1669/1670). Bizim tabirimizle „dil oğlanı” namı altında yetişen ^u^gençîer^arasmda pek muktedir orientalistler yetişmiştir.1 Mamafih daha Louis XIII. zamanında, sarayda »kral tercümanı" unvanı ile, şark lisanları bilen memurlar mevcut olduğundan bahsedilir. Paris 'te, 1700 senesinden itibaren, jesuit kolieîinde 112Jalebeli sark dilleri dersleri açılmıştı. Buraya alman talebenin ekserisi, şarkta sefaret ve konsoloshane tercümanlığında ve bîr de misyonerlikte kullanılacak olan, ermeniier idi. Hattâ mektep sonradan Paris 'in meşhur Louis le Grand lisesine nakledilince, bunlara tahsis edilen koğuşa »ermeni koğuşu" ismi takılmış ve bu isim »kral koğuşu" adına tahvil olununcıya kadar, şark dilleri şubesi böyle anılmıştır. Fakat 1721 senesinde, ermeni talebe yerine, babaları şarkta bulunan fransızlarm oğullarından on talebe alınmıştır ki, bunlar sonradan, tahsillerini tamamlamak için, İstanbul mektebine gönderilmiştir. On dokuzuncu asırda daha ziyade tekâmül eden bu mektep kışm Beyoğlu ’ndaki Venedik sarayında ve yazın Büyükdere 'de derslere devam etmiş olup, hocaları arasında Sahib Efendi isminde bir türk de bulunmakta idi ki, şimdi Paris şark dilleri mektebindeki türk lektörîerin manevî ceddi olan bu zatm kim olduğunu tahkik mümkün olmamıştır. Bu neviden bir mektep de Napoleon Bonaparte tarafındamJIahran ’da tesis edilmiştir. Yine Fransa ’da b a ş k â ^ r sebepten, yani Louis XVI. ’nsn Osmanlı impara­ torluğu dahilindeki hıristiyanlar üzerinde himaye tesisi sevdası ile, Avusturya ile rakabete kalkışması yüzünden, şarkiyat tahsili ehemmiyet almış bulunuyordu. Hollanda ise, müstemlekelerindeki müslümanların ahvalini ve bilhassa İslâm şç-



P



1 FransızUtr bizim verdiğimiz bu ismi »Jeunes de Jangue" diye tercüme ederek, fransızcada bir mâna ifade etmemesine bakmaksızın, resmi tabir gibi, kullanmışlardır.



MUKADDİME



VII



riatini tetkik için, orientalizm ile alâkadar olmuştu. Diğer taraftan Louis XVI» 1785 te Kral kütüphanesinde bulunan birçok şark yazmalarının tetkikini em­ retmiş ve bu iş için, başta Histoire des Huns et des Turcs müellifi De Guignes olmak üzere, Sylvestre de S a c y , Langles, Câussİn de Perceval ve daha sonraları, A. Jourdain, Abel Remusat, Quatremere ve A. Sedillot gibi, müsteş­ rikler tarafından Notices et Extraits namı altında, bu yazmalar hakkında mühim tetkikat yapılmıştır ve bu tetkikat sonradan Academie des Inscriptions et des Belles-lettres tarafından, mecmua halinde neşredilmiştir. Bu tetkikler, şarka ait araştırmalar için, mühim bir mehaz teşkil etmiştir. İmdi bütün bu tetkikat ve çalışmaların en muntazam bir şekle ifrağı [Fransız inkılâbından sonra, 1795 senesinde P a r is ’te Ecole des Langues O rien talesvF^ ân tesT sark diIIenlheKtebrT^ ^ Paslar, »İyebiliriz ki,’ m od^ yetişdirdiğT en îü y ü k orientalist Sylvestre de Sacy ‘nin kurduğu ve idare ettiği bu mektep ile başlamış ve bütün A vföp^fa'm üsteşrik hocalar yetiştirmiştir. O zamanki inkılâp hükümetinin ilme karşı gösterdiği büyük alâka dolayısiyle, mektep pek parlak bir mevki almış ve Almanya 'dan, İtalya ‘dan, İsviçre ’deh, İspanya ‘dan koşup gelen genç âlimler, bu mektepte feyz aldıktan sonra, memleketlerinde orientalizmi tesis etmişlerdir. Hattâ Rusya imparatorunun, Petersburg ‘tâki Şarkiyat enstitüsünü kurmak için. bîTTheKiî^^ Diğer taraftan NayM d ttirB g n g g S ffe T İe lS ^ E iF *nm esasla­ rını kurarken, diğerlerinin de arap ilmi ile temasa gelmiş olmaları, bu mektepte kurulan islâmiyatm terakkisinde âmil olmaktan halî kalmamıştır.^Vakıa Paris mektebinin kuruluşunundan evvel Fran sa’da, misyonerlik veya diploması işinde I.ÂJ/ 1 kullanılmak üzere, yetiştirilen orientalistler yavaş yavaş şarkın dillerine, tarih! ve içtima! hayatına, san’atine, âsâr-i atikasma alâkadar olmağa başladıkları gibi, Almanya ’d a js e , kiliseye hücum etmek veya mûslümanlan ve yahudileri hırisl^ a n lıg a sokmak için, onların dillerini ve felsefelerini öğrenmek üzere defiril. (§J\ ~be]ki eski dillerde yazılmış Kitab-ı Mukaddes ’in metinlerine müracaatla tefsiri ve tashihi maksadı ile7 şark d illerm röğl^enîere tesadüf ediyoruz. Fakat Paris H c o jjJ mektebinin kuruluşundan hemen b ^ â s ır sonra, Almanya ‘da birçok üniversite­ lerde okutulan şark dillerinden başka, bir de Berlinjde, Seminar für Orientalische Sprachen ismi ile, bir mektep ( 1 8 8 7 ) ve nihayet İngiltere’de de Cam brids-e ‘de okutulan sark dillerine ilâveten. 1906 senesinde Londra ‘da Schooî ............................. ......mm' ■■■-ılı -'^,1' «JHII. -ILI»,W* of Oriental Studies (şark tetkikleri m ektebi) açılmıştır. JR usya'da ise, 1804 senesinde açılan Kazan üniversitesinde, ecnebi mütehassıslar marifeti ile, şark fakültesi tesis edilmiş ve Petersburg üniversitesinde, 1854 ten itibaren, bir şark fakültesi açılmıştır. Bugün bunlardan maada, Baku, Moskova, Taşkent, Vladivostok ve diğer bazı yerlerde de şarkiyat enstitüleri mevcuttur. Madrid ve Grenada ‘da arap dili için mümasil enstitüler tesis edilmiştir. Amerika *da ise, başta Chicago üniversitesi oima|c üzere, Harvard, C o:ambîâ üniversitelerinde ve daha “E e şlcâ d â r^ in ^ r$ ıte 3 e ,^ Department of ö riental Languages and Literatures namı ile, şubeler tesis edilmiştir. Yalnız ChlcagöTüniversitesinde ayrıca bir şark ilimleri enstitüsü mevcut o!dtığu gibi, Princeton üniversitesinde muntazaman türkçe, farsça ve arapça dersleri veril­ mektedir. Birçok amerikalı orientalistler bugün o müesseselerde çalışmaktadırlar. Din neşri veya siyası nufuz temini gayesini ön safta tutacak yerde, ilmin terakkisini başta tutan asıl orıentalizmm teessüsüne kadar geçen zamandaki



f



vm



MUKADDİME



orientalizm hareketlerini, böyle pek kısa bir surette, hulâsa ettikten sonra, bu ilmin XİX. ve XX. asırlardaki seyir ve terakkisinden kısaca bahsedeceğiz*



A ŞAĞI yukarı bir buçuk asır süren bu devri hulâsa etmeğe başlamadan evvel, İslâm Ansiklopedisine yazılan bu mukaddimede, onentaiizmin en N ziyade İslâm kavimîerine dair olan şubesinden bahsetmekle İktifa edeceğimizi söyleyelim. Binaenaleyh evvelemirde bu bîr buçukasîr zârHnHiT Çin, M ısır," Mezopotamya, Hindistan ve İran abideleri ve kitabeleri üzerinde, taraf taraf yapılan tetkikler ile, ayrı ayrı orientalizm şubeleri teşekkül ettiği gibi, araplardan, yani yedinci asırdan, evvelki devirlerde Afrika dil ve medeniyetlerinin tetkiki de, bugün Afrikanistik denilen ayrı bir şube halinde, orientalizme ilhak edildiğini söyleyerek geçiyoruz. On dokuzuncu asırdan evvelki orientalizm çalışmaları, tarih, seyahatler dolayısiyle bir az coğrafya ve ahlâk ve âdâta ait pek az malûmat temin ede­ bildiği halde, dil sahasında daha ziyade faal olmuştu. Fakat, yukarıda söyle­ diğimiz gibi* Sylvestre de Sacv ’nin himmet ve gayreti ile baslıvan İlmî orien- \ talizrn* F ransa* Almanya, İngiltere, İtalya, Rusya ve Ispanya’da teessüs eden mektepler ve cemiyetler sayesinde, dil île beraber din, tarih, coğrafya, san’at ve edebiyat, velhasıl şarkın bütün müesseselerinin tetkikini vazife edinmişti. Yine bu asırda teessüs eden mukayeseli filoloji orientalizme de tatbik _edîL İİnce, bu çalışmalardan hasıl olan daha aydınlat­ mıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, dinî Röformation 'un vatanı olan Aİman-^ ya ’da, XV. asır sonu ile XVI. asır başlangıcında, Kitab-ı Mukaddes ’in metinlen üzerinde yapılacak tetkikatta bir âlet olmak üzere, öğrenilen İbranî dili saye­ sinde, yintıkadî tefsir" usûlü vazedilmiştir. Bu an’ane müteakip asırlarda devam ettiği gibi, XIX. asırda Almanya’da, başka bir yoldan girişilen, başka bir faâ îiyet safhası dolayısiyle, onentaiizmin Hind şubesi ile alâka ziyadeleşmişim. Şöyle ki, XIX. asrın iptidalarında Anquetil de Perron ismindeki zatın Avesta ’yı elde etmesi ve Colebrooke ’un Veda üzerine nazar-ı dikkati celp eylemesi, o vakitler Almanya’da tezahür eden romantizm hareketi üzerinde, büyük biı tesir icra etmiştir. Hattâ bu şark eserlerinden Schelling ve Schopenhauer ’ır da müteessir oldukları eserlerinde pek alâ görüldüğü gibi, Goethe ’nin dostu, meşhur romantik Herder ’in îdeerı zur G eschichie der M enschheit ismindeki eserinde bu A vesta ile Veda tetkiklerinin ilhamı göze çarpar. Fakat eski Hind dillerinin Almanya ’da en mühim aksülameli Schlegel kar­ deşler üzerinde görülür. Bu tesir de, kısmen, bir tesadüf eseridir. Paris ’te 1803/ 1804 senelerinde Friedrich Schlegel bir esir ingüiz bahriye zabitine (Hamilton) tesadüf ederek, ondan biraz sanskrit öğrendiği gibi, Wilhelm Schlegel Paris ’te de Sacy'nin talebesi Bopp’tanHind lisanlarını tahsil ve memleketine avdetle Bonn üniversitesinde sanskrit kürsüsünü tesis etmiştir. Bu suretle sanskrit ir orientalizm içinde teessüsü, bildiğimiz gibi, sonradan mukayeseli filolojinin mey­ dana gelmesinde en mühim rolü oynamıştır. Yine Almanya’da bir müddet romantizmin tesiri altında kalarak, kendi memleketinin, hattâ o zamanki AvrupaSıın çerçevesi haricine çıkmak ilcasma kapılan G oethe’nin, We$t-östliche D'man ’ı hazırlarken, Jena üniversitesi şark dilleri profesörü J. G. L. Kosegarten ’in H am âsa ’den yaptığı tercümelerden istifade ettiğini de söylemek lâzımdır.



MUKADDİME



IX



Bütün bu söylediklerimizden anlaşılıyor ki, Almanya ’da orientalizm, muh­ telif m uhitlerde u yan d ırd ığı alâkalarla, ehemmiyet kazanmıştır. Filvaki Sylvesr tre de S a c y ’nin t a le b e s i H. L. Fleischer’in gayreti ile, Almanya’da o vakte k ad ar ilahiyatın hadimi ( an cillae theologiae) mevkiinde kalan samî diller, ve bu m ey an da arapça, müstakil bir mevki almıştır. Artık bundan sonra Alman­ y a ’da isim lerine, İslâm Ansiklopedisinin bibliyografya kısımlarında yazdıkları veya neşir ettikleri eserler dolayısıyle, sık sık tesadüf edeceğimiz F . Wûstenfeld (ölm. 1899), A lıh v a rd t ( öîm, 1909). Wellhausen (ölm. 1 9 1 8 ) ve ilk defa Kından., hn intik ad î bir tarihini yazmış ojlan Nöldeke ( ölm. 1930) ve onun eserini ikinci defa ikmal ve neşreden^ r a b iy a t mütahassısı Bergstraesser. ile, İslâmiyet uleması arasında İsmini zikretm e^ münasip gördüğümüz. G. L. Flügel vardır,ki, bu zat 1842 ve 1858 senelerinde Kur’a n ’ı, arap harfleri ile, Leipzig ’de bastırmış ve âyetleri numaralanmıştır. Aynı zamanda, Concordantiae corani arabicae unvanı ile, gayet faydalı bir eser neşretmiştir. Bu eser sayesinde, ancak bir kelimesi bilinen, bir âyetin yeri derhal Kur'an’da bulu­ nabilir. Bundan b a ş k a Fiügel’in orientaîizme en mühim hizmeti Kâtip Çele­ b i’nin K a ş f al-Zunün 'unu, on üç sene süren bir çalışmadan sonra, lâtince tercümesi İle beraber, Lexicon bibliographicum encyclopaedicum M ustafa b. A bd A lla h , kâtip Je le b i dicto et nom ine H aji K h a lfa namı altında, neşretmesidir ki, bu bibliyografya hâlâ Avrupa müsteşriklerinin hemen hergün müracaat ettikleri kıymetdar bir eserdir.1 Bu zatten sonra bizde, Mehmed Atâ Bey tarafından kısmen türkçeye tercüme edilen meşhur Osmanlı tarihi ile, pek tanınmış olan von HammerrEnrgstall ( ölm. 1 8 5 6 ) ’den, türk ve arap edebiyatı tarihine dair yazdığı iki eserden dolayı, bahsedip geçmek kâfidir. , Fransa’da ise. Silvestre de Sacvdden sonra, College de France arapça ho €ası olan, Reİnaud 'yu ve Paris ’te Bibliothöque Nationale’ in arapça kataloğunu yapan De Slane ve Ansiklopedinin ilk naşirlerinden Rene Basset’yi zikretmek lâzımdır. 1924 senesinde vefat eden bu son zat, arap şiirlerinden mahfuzatı ile şöhret kazanmış ve Cezayir ve M agrib’e dair birçok tetkikat neşretmiştir. Fransa ’da XIX. asırda İslâm ve arap dili üzerine neşriyatta bulunmuş daha birçok zevat vardır, İngiltere’de S. W. Lane ( 1801—1876), uzun seneler Mısır’da bu­ lunduktan sonra, A vrupa^cfa^k” muteber arap lügatini yazmıştır. İslam şeriatı üzerine C ağa’da birçok tetkikat yaptıktan sonra, müslüman kıyafeti ile Mekke’ye giderek, orada uzun müddet kahp, M ekka ismi ile, meşhur eserini neşreden Snouck-Hurgronje (Ölm. 1938) ’yı ve yine hollandalı de Goeje (ölm. 1909), "arapça lügati ve 7 distoire des Musul de 1* Espagne ile"Işalref^aîan R. Dozy, Rusya’da orientahzme büyük hizmet eden Baron Rosen ile arapçadald büyük vukufu ile tamlan JKraçkovski’yi, danimarkah F. Buhl (Ölm. 1934) ve İn ittere’de arapçanm Caspari tarafından yapılan arapça lû atî tashih ve neşreden Wright ve Howel, Lyalh Bevan isimlerinden sonra, son senelerde vefat eden ^ Londra şark tetkikleri mektebi arapça profesörü jusuThomas Arnold’un ve OxfoFd’dakİ M a r g o l io u t h ’un İsimlerini zikredelim. (ölm, 1921) ’in İslâm fıkıh ve kelâmındaki (ustadane) eserleri de, bu arada'^ünütuP' mamak lâzımdır. İ t a ly a ’d a, y a z d ığ ı büyük İslâm tarihi ile meşhur Caetani ve Fransa’da, İslâm lyaTve ar ab:yS F sâ hasmdabugün isimleri en ç o ^ ^ â 'h îf^ v ' e 1 Maarif vekilliğimin pek yerine masruf himmeti ile, A nsiklopedinin rrdal.Bİvlii hcye kıymetdar yardımların) ğÖrdiiği muz, Şerefeddîn Yabkâ^a^otege^-aretİ altında iîos f ai~2un»;ı *nn ünetni, mucÜTTF'ha t İT île olîvı» ' nlİstİl^üSlT,"TrıTrsa hTtaîToTta rak. yeniden t a bediim ek t edir.



X



MUKADDİME



Ansiklopedide makalelerine tesadüf edilenlerden bâşhcaiarı arasında College de France arap edebiyatı profesörü JVIarçais ’yi, rahip H. Lamnens ’i, isveçli Nyberg 'i, Ansiklopedinin nâşirlerindeıT Levy-Provençal T, bilhassa College de France ’m İslâm içtimaiyatı profesörü Massignon ’u hatırlatmak isteriz. Almanya’da Ceschichte der araoiscnen Litieratur namı ile telif ettiği eseri müsteşriklerin elinden asla düşmiyen Brockelmann ve yine Ansik­ lopedinin naşirlerinden A. Hartmann, 31. Heffe^ngÇ^THchaade ve hollandah Wensinck ile muharrirlerinden isv eçliJC W. Zettersteen ve İstanbul üniversi­ tesi profesörierindenCHTRitter’f y e Leyden üniversitesinde J. H. Krammers ’i, İngiltere ’de tasavvuf üzerindeki eserleri ve Mesnevi tercümesi ile iştihar eden fR. A. NıchoIson\ ve Londra sark ilimleri mektebinde arapça pro­ fesörü ve Ansiklopedinin nâsirlermdenCH. A. B. Gibb 'i^1 bir de îsîâm ilahiyat •ve fıkhında meşhur olan _Alferd Guillaume ve UtrecfdTüni ver sitesi profesörle­ rinden ve Ansiklopedinin nâşirlerinden olup ahiren vefat edeı^M. Th. Houtsma ’yı, İtalya 'da arabiyat ve ısîâmiyat âleminde şöhretli müsteşriklerden T, (aiıidi ve oğlu Michel Angello Guidi 'yi ve arap cahiiiyet devrine dair kıymetli eserleri ile şöhret alan Levv delia Vida ile C. A. Nallino 'yu ve İspanya ’da, bilhassa İspanya araplannı ve tarihini ve arap tasavvufunu tetkik ile, mühim eserler yazan (Asin Palacios 'u) burada zikretmek lâzımdır. Müslüman Iran dil ve'edebiyatı tarihi üzerinde çalışmış olan müsteşrikler­ den ayrıca bahsedecek değiliz; çünkü orientalizmm arap ve fars şubeleri arasında keskin bir hatt-ı fasıl çekmek mümkün olmadığı cihetle, yukarıda isimlerini saydığımız birçok âlimlerin bu şubede de eserler neşretmiş olduklalarım söylemek kâfidir. Mamafih son zamanlarda yalnız fars şubesinde ihtisasv yapmış olan birçok avrupalı âlimler vardır. Bu meyanda türklere pek dost ~ A olan ve, İran edebiyatına dair neşrettiği dört ciltlik eseri ile, büyük bir şöhret / kazanan^ Edward G. Browne ve bu sene şehrimizde vefat edeîTTngiİIz J orientaiisti ve Londra mektebinin ilk müdürü Sır Denison Ross Ju ve Firdevsî hakkında güzel bir tetkik yazan Paris mektebi farsça hocası H. Masse ’yi zikretmek isteriz. 'T 'Ü R K O L O jlD E ilk Ümî araştırma eseri yakut lisanında tetkikat yapan 1 Bohtîing ile başlar (1851). Sonra jnacaristanlı Armin Vambery 1870 de K uiadgu Bilig' in bir kısmını ve çagatay ielıçesı üzerindeki tetkik atı ile orta Asya tarihine ait eserlerini ve Geza Kuun 1888 senesinde, yukarıda bahset­ tiğimiz, Codex Cumancius'u neşrettikleri gibi, Rusya’da W. Radlov: (1837 — 1918) türk lehçeleri metinlerini toplayarak, türk fonetiğini tetkik etmiş ve büyük bir lehçeler lügati vücuda getirmekle, türkolojinin esasianm kurmuş ve eski türkçeye ait bir çok monografiler yazmıştır. Orhon kitabelerinin anahtarım bularak, tercümesinde en doğru tetkikah yapan danimarkah Vilhelm Thomsen ismini de bu sırada söylemek gerektir, Aslen altay türklerinden olup, Kazan fakültesinde türk dili profesörü olan Ka1 Bu oneııtaiîst, kendisinden yarım asır evvel Pitonum Poetry adı ile beş cilt osmanlı ı _jgiiri tarihi yazan jdi&er E, j , W. Gibb ile karıştırılmamahdır.^u^zat) yazdTğT"Bu eserden ziyade, \ \ vefatmHan sonraOrenKâsi tarafmdan tesis edilen Gibb v ak fı sayesinde neşrolunan birçok eserler ile, J j orientalizme büyük hizmetler etmiştir.



MUKADDİME



XI



tan ov, mukayeseli lehçeler grameri için, monografiler hazırlamıştır j W. BartholcP) (1 8 6 9 —1930) ise, bilhassa orta Asya tarihinde, mahallî kaynaklara müracaat ederek, yaptığı tetkiklerdeki terkip kuvveti ile, kendini göstermiştir. XIX. asrm nihayeti ile bu asırda şarkî Türkistan tetkiklerine daha ziyade ehemmiyet verilmiş ve Almanya’da von Le Coq oralarda yapılan hafriyatı idare etmiş ve VIII. — XII. asra kadar olan türk abidatım muhafaza için tertibat alarak, bunlara dair eserler ve monografiler neşretmiştir. F, W. K. Müller ise, eski türkçe metinleri ilk defa, çince, sanskrit v.s. ile mukayese ederek, neş­ retmiş ve bu suretle eski türkçe tetkikatmda doğru yolu açmıştır. Fransa’da College de France profesörlerinden P. Pelliot çince eserlerde türkiyatı alâkadar eden araştırmalar yapmıştır. Aramızda talebeleri bulunan^W. Bang-Kaup (1869—1934) ise, türk lehçe­ lerinin mukayeseli tetkikini kurmuş ve eski türkçe metinleri en doğru suretle neşrederek, bu tetkikatm esaslarım tesbit etmiştir. Yine Almanya’da J, H. Mordtmann’ı ve bugün Paris şark dilleri mektebi müdürü ve mufassal türkçe gramer müeliifL î. Denv ’yı, türk dili üzerinde bir çok monografiler, Anadolu ve Balkan şive^TİSIcikleri ile meşhur T. Kowalski’yi zikretmek muvafıktır. İtalya 'da Napoli ’de Istituto Superiore Orientale ’den Bonelli ’ıiin türkîyattaki mesaisi kayda şayandır.1



F\1Ğ E R taraftan Avrupa ve A sy a’da ulemanın birbiri ile temasını ve.eserlerinin neşrini temin edecek cemiyetler teessüs etmeğe başlamıştır. İngilizlerin Hindistan'a girmeleri ile hind lisan ve medeniyeti hakkında başlayan alâka, nihayet Kaİkûta ’da, daha XVII1. asırda Asiatic Societv of Bengale İ1.784L . ’in Sir WilHam jon es tarafından tesisine müncer olduğu gibi, hollandahiâr tara­ fından Batavia’da bir Asya cemiyeti kurulmuştu. Aurupa’da ise,. 1823 de F&risTeJS^^ Ingiltere’de 1823 te Royal Asiatic Societv ve Almanya’da 1844 te Deutsche Morgenlaendische Gsellschaft ile 1886 da îtaly^HaTFÎbransa’da ve müteakiben fföma’da ve Napoli’de birer Asya cemiyeti tes iF ed ll mişfir^ Hu cemiyeti er in müzakerat zabıtlarını ve uJemanin kıymetli makalelerini neşreden birer mecmuası vardır. Bu mecmualardan baş­ ka Almanya’da 1804 ten beri intişar eden Tiirkische Bibliothek ile 1921 den beri çıkan Mitteilungen zur Osmanischen Geschicte, bilhassa türkiyata müte­ allik eserler neşri ile, tanınmıştır. 1 Bu arada, büyük bîr kıymeti olmamakla beraber, merak verici malûmat kabilinden ola­ rak, İngiltere 'de A. Lumeley Davıds İsminde bir heveskârtn Grammar of the Tnrkish Language namı ile, on sekiz yaşında iken yazıp, Mahmud II. ’a takdim ettiği bir grameri mevcut olduğunu söyleyelim. Müellif 22 yaşında koleradan vefat etmemiş olsa idi, belki âlim bîr türkiyat mütahassısı olacaktı. Eser müellifin vefatından sonra, validesi tarafından fransızcaya ter­ cüme ettirilerek, bu defa da Abdüimecid ’e takdim olunmuştur. Halbuki, Kinm muharebesi münasebetiyle, ingilîzlerin türklere alâkaları ziyadeleşmiş ve tiirklere İngilizceyi, ingilizlere türkçeyi öğretmek üzere, daha ciddî çalışmalar başlamıştır. Bu faaliyetler neticesi olarak, uzun müddet Türkiye ’de kalıp, arapça, farsça ve türkçeyi pek iyi öğrenen -j . Redhouse isminde çok değerli bir âlim 1884 te İngilizceden türkçeye 45.000 kelime­ lik bir lügat kitabî ile, 1890 da bilhassa eski tarih ve divanlarımızdan taranan 93.000 kelimelik ve kısmen Ahmed Vefik Paşa ’nm tashihinden geçen ve bugün bile işimize yarayan türkçeden İngilizceye gayet kıymetdar bir lügat kitabı neşretmiştir.



AİI



MUKADDİME



Bu cemiyetlerden Roma (1 8 9 9 ) ve Hamburg (1 9 0 2 ) müsteşrikler kongre­ sinde verilen karar üzerine teşkil olunan, Orta Asya ve Uzak Şark cemiyeti bizi en ziyade alâkadar eder. Bunun Petersburg ve Budapeşte şubeleri pek faâl olmuş ve 1899 dan 1922 senesine kadar, türkiyatm en zengin mecmuası olan K eieti S zem le—L a Revue O rien iale ’i neşretmiştir. Bu müessese ve cemiyetlerin deruhte ettikleri vazifelerden biri de, senelerdenberi şarkın kütüphane raflarında kalmış mühim yazmalarını basarak, neş­ retmektir. Bu neşir keyfiyeti, yazmayı kütüphaneden alıp matbaaya vermekten ibaret olmayıp, mümkün olduğu kadar, müteaddit nüshalardan metnin tashihi ve her nüshanın gösterdiği farklar ( variante) ile beraber neşri demektir ki, bu usûlün lüzum ve faydası şarkta ancak pek yeni zamanlarda takdir edilmiştir. Bunlardan başka fransızlar ve almanlar tarafından şarkın muhtelif yerle­ rinde, arkeoloji enstitüsü namı ile, açılan enstitüler ayni zamanda orıentalizme de hizmet etmekte bulunmuşlardır. İşte gerek XIX, asırda ve gerek zamanımızdaki orientalizm müesseseleri ile kalbur üstüne gelen meşhur garplı müsteşriklerden, b ü fe c e çok seri bir surette, bahsettikten sonra, şunu da haber verelim ki, Avrupa ’nın muhtelif memleketlerinde orientalizm mektepleri ve cemiyetleri mesaisini bütün dünya­ ya neşir ve ortava attıkları meseleleri aralarında münakaşa edebilmek üzere, y 'T 1873............... senesinde ilk orientalistler KngreiunTTÖpfö Bu |„ıı ıın ınjjpjMinmnnınıu, ■ ,,, ..... inin ı * )".• tf tarihten itibaren, her üç senede bır77îw upa^m bir şehrinde toplanan bu kongrenin zabıtları, müteaddit ciltler halinde, neşrolunmaktadır. lu



noksan olduğunu söylediğimiz orientalizm tarifini, bu tarihî hulâ , İPTİDADA sadan sonra, ikmal etmek İstersek, diyebiliriz ki, şimdiki orientalizm. \ şarkın dili, dini, kültürü, tarihi, coğrafyası, etnografyası, edebiyatı ve san’atı J hakkında, mahallî kaynaklardan çıkarılan bilgilerden teşekkül eden organik J



.



^ b i r bütündür. Bu tarifteki şark tabiri de müphemdir. Orientalizmde şark dediği­ miz vakit, yakın şarktan”tâ uzak şarka kadar olan sahayı ve A frika’nın şimal ve orta kısmındaki memleketleri kasdediyoruz. Vakıa bu sahalardaki eski kavimlere (meselâ Mısır, Mezopotamya, Hindistan kavimler! gibi) ait şubeler, birer birer orientalizm çerçevesinden çıkarak, ayrıca birer İhtisas şubesi teşkil etmişlerdir. Bundan başka son otuz sene zarfında teessüs eden müsbet ilimler tarihi, pek , mühim bir şube olarak .mrap dİlinde^vazılmışJlmiK1 ele içine almış olduğun­ dan, orientaiizmden müsbet İlimler tarihi hakkındaki tetkikat da ayrılarak, ta­ mamen ilim tarihi enstitülerine geçmiştir.



\ZUXAR1SCİ tafsilât objektif olarak mütalea olunursa, bugünkü orientalistlef\ arasında misyonerlik unsurunun hemen hemen kavfrnMulhı gfirfflmekle



beraber, son asırlarda teessüs eden müstemlekecilik hareketinin onentalizmin terakkisinde dahli olduğunu kabul etmek de zarurîdir. Diğer taraftan isimlerini 1 Bu »'/.un tabir, şimdiye kadar Avrupa ’da kabul olunan „arap Ümi“ İsmi yerîııe, son ilim tari­ hi kongresinde teklif edilmiş ve fakat maatteessüf kabul edilmemiş olan isimdir. Fakat en doğru bir. unvanıdır. Çünkü arapça yasan ulema arasında türk, fars v.s. kavimierden de müellifler bu­ lunması doîayısiyle, „arap ilmi“ demek yan'ış ve haksızdır.



ı\>



MUKADDİME



Xiü



saydığımız Avrupa orientalizm mektep ve enstitülerinin hariciye memurları yetiştirmek hususunda da pek işe~yaradığı muhakkaktır. Fakat müstemleke ve hariciye hîzıffgtîeri için Sû müessesattan yetişenler ile, sırf akademik meslek, yani doğrudan doğruya ilim için, yetişenlerin ayırt edilmesi lâzımdır. Sırf ilim için çalışan orientaiisÜerde, misyonerlik, müstemlekecilik ve diplo­ matlık g-ibi, bir fayda kasdi tevehhüm etmek haksızlık olur. > Şu noktayı da söylemeden geçmeyelim ki, son senelerde, hattâ Amerika ’da dahil olduğu halde, bütün garpta orientalİzme karşı görülen inhimakin bir sebebi de, şarkın nisbsten henüz işlenmemiş bir saha olması ve bu sahada, orijinal mesai için, kolayca mevzu bulunmasıdır.



& İİEMLEKETİMİZ ilim ve irfan âlemi, arap dilindeki ilme doğrudan doğruya tevarüs etmiş olmak itibariyle, orientaiizmin îslâmiyat kısmı ile, bittabi, tâ iptidadan beri meşgul olmuş ise de, bu mesaiyi orientalizm addetmeğe imkân yoktur. Vakıa medreselerimizde iptidada arap dilinde aklî ve naklî U ) > - J ilimler okutulmakta iken, sonradan tahsil ancak dil, fıkıh ve kelâma inhisar [ etmiştir. Vücuda getirilen eserlerin hepsi, pek az istisna ile, şerh, haşiye, Uâlikat ve nihayet türkçeye tercümeden ibaret kalmıştır. V;;-:-v!4!ğ^İy^sahasmda ise, tetkikat pek yalan zamanlarda başlamıştır. Meşru­ tiyetten sonra teşekkül eden Türk Ocağı memlekette bir türkçüîük hareketi doğurmuş ve bu hareketin başındakiler Tanzimat devrinde şark türklerine, türk lehçelerine ve o vakiiki dilin tasfiyesine dair yazılmış birkaç eser ile birkaç makaleyi İleri sürerek, bu millî cereyanı, mümkün olduğu kadar, eski bir tarihe götürmek için, bir nevi İlmî türkçülüğün esaslarım Âhmed Vefik Paşa, Şinaşi, Ali Suavi ve hattâ Mustafa Celaîedclin„ Paşar’ya kadar irca etmek istemişlerdi. Nihayet Balkan ' harbînden sonra,, bu romantik türkçülülT ^ Gök Alo ün elleri ile, bir de İçtimaî türkçüîük, daha dağrusuHbu cereyanın bir ideolojisi yoğurulduğu gibi, meşrutiyetten evvel Ahmed Cevdet merhumun „îkdam“ gazetesinde Necip Asım, Veîed Çelebi îzbudak ve arkadaşları tara­ fından, Avrupa müsteşriklerinin eserlerinden istifade edilerek, başlanan ve



İslâm Ansiklopedisi tahrir ailesine, türk edebiyatına afrilymeth^makaleleri ile, giren |Fuad lvb^rıHIT^ünl himmet ve mesaisi ile, eski kaynaklara ve vesikalara müracâat edilerek yapılan asıl İlmî türkoloji İstanbul üniversitesinde teessüs etmiş ve nihayet 1924 senesinde Türkiyat enstitüsü kurulmuş ve müteakiben de Türkiyat mecmuası mfişara başlamıştır. Buğun aramızda bulunan alimlerin mesaîsi ile ortaya İlmî eserler koyan bu şube, Avrupa’daki emsalinin yanında, hususî yerini almıştır.



jSLÂM Ansiklopedisi metninin ve tercümesinin telif ve neşri hakkında baz* * malûmat vermeğe başlamadan evvel, memleketimizde ansiklopedi neşret­ mek için yapılan hamlelerden bahsetmeği kadirşinaslık addediyoruz. Bu hu­ susta bizi asıl meşgul edecek mesaiye ve eserlere gelmeden, eski devirler



X IV



MUKADDİME



de yapılan ulema tercüme-i hâllerini, şuara tezkerelerini, meşayih-i islâmiye ve rüesa devhalanm, vüzera hadikalannı, ilimlerin ancak mevzularını ve bib­ liyografyalarını veren M avztfât c/-cî//öm’ları, hayvanat ve nebatat ve coğraf­ ya isimlerinden bahseden ve ekseriya



s o*



1 i |



z



j



c



£.



ı







A, (A CA.) Â B . ÂB ( f. ■— Z. ap-em), su; mecazî mânada; şa şa a , ihtişam, tazeük ve serinlik, — Irmak, Bu kelime, başta veya sonda gelince, ekseriyet­ le coğrafî isimlerin teşekkülüne dahil olur. — [K rş. MÂ\1 Ab-i lıagai, Ölmezlik kaynağı ( Barbıer de Meynard, Bastan, s. 172, not i ) . Âb-anbâr, su hâzinesi, suyun daima taze ve soğuk olarak muhafaza edildiği depo ( j , Dieulafoy, Perse, s. 100 ), — Ab-dar, içilecek şeyleri hazırlamakla mükellef hizmetkâr ( J. Dieulafoy, gösf. yer., s. 169); hükümdara içeceği ve abdest için kulla­ nacağı suyu vermekle muvazzaf memur (Ch. Schefer, Siasset-Nameh, s, 142, not x ), ( C l , H ua RT.) Â B , ÂB yahut ab, yahudi takviminde u. ve süryanî v.s. takvimlerde 5. ayın adı. Roma-süryanî istimaline göre, Â b ayı, türklerin mâliye (malî ve İdarî) senesinde 6. aya, yani Jüliyea takviminde ağustos a mukabildir. [ Bk. TARİH.]



(E . Mahler.) A B . [ Bk. eb.] *A B Â \ [Bk,_ABA.] A B A . 'ABA* ( 'aba3a, 'abaya), ar&plann giydiğim bir nevi esvaptır. Arap lÛgatçilerine göre, 'aba* bir cemi isim olup, 'aba3a yahut 'abaya ( her iki şekil de eskidir) bunun müfredidir. Bununla beraber 'aba3 klâsik muharrir­ ler tarafından mü fret isim mânasına kullanılmış ve bu şekilde İrak, Arabistan ve hattâ Mısır şivelerinde muhafaza edilmiştir. Bu söz 'aba3 şeklinde, fakat başında gırtlak sesinin kaybolması ile, türkçeye de geçmiştir. Diğer taraftan 'alaya, bugün, aşağıda tarif edilen ve son derece eski biçim bir elbiseyi ifade için kullanılan bir kelimedir ı 1. S u r İ y e ve A r a b i s t a n 'd a : geniş ve kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner; üat arafında, başın geçmesi için, bir ve yanlarında, kollar için, birer delik vardır; işte Suriye, Arabistan ve Irak bedevilerinin ‘abtiya 'sı budtır. Gömleğin kollan yoktur. Deve



veya keçi kılından dokunan kah» ve kaba bir kumaştan yapılır. Çok defa, en açık kahve renginden en koyu kahve rengine kadar, değişen düz renktedir ve ba2an beyaz ve kahve ren­ ginde çubuklu olur. Nâdir olarak çuhadan yahut ipekten ve işlemeli dc olur. İşlemelisi zenginle­ rin merasim elbisesidir. Bu 'abaya bazı ha­ valide yalnız erkeklerin değil, kadınların da gündelik esvabıdır. a. M 1 s 1 r 'da; eski bedevî abası ( ‘ aba3) Mısır 'da değişikliğe uğramıştır. Bu ismi taşıyan libas topuklara kadar iner ve kollan vardır; fakat asıl ‘abaya ’nın kâh açık ve kâh koyu olan çubuklarını muhafaza etmiştir. 3, M a g r i b 'd e : şarkî Cezayir ’de bazı defa ‘abaya adı ile pek kısa kollu, kaim kumaştan yapıtmış, dört köşe biçimde ve kukuletalı, Fas ’m cellâba veya kaşşâba 'sine çok benzeyen, bir elbise kasdediîmektedir. Garbı Cezayir 'de ‘abaya pamuklu, nâdir olarak, yünlü veya ipekli beyaz bir bez gömlek olup, iç gömleğin üstüne ve humus veya cellâba *nin altına giyi­ lir. Baldırlara kadar iner ve kolsuzdur. Göm­ leğin omuzları bazı defa kolların üst yarısı m örter. Nihayet garbî Cezayir 'de yine ‘abaya denilen bir nevi kadın esvabı vardır; kadınlar gömleğin üzerine tok bezden, ipekten ve hattâ kadifeden bir ‘ abaya giyerler. Bu uzun ye bol bir esvaptır; önü ve koltuk altlan uzunluğuna yarıktır ve kolsuzdur. Bu alttaki *ah%a*nm üstüne bir de işlemeli tülden, aym biçimde, ikinci bir 'abaya giyilir. B i b l i y o g r a f y a : Dozy, Diction. den noms de vâtements, s. 292— 297 ; ayn. mil., SuppUment aux Diction. arabes, II, 90; Barbier de Meynard, Diction. iare, I, 1; II, 3451 Burckhardt, Voyages en Arabie ( frns. tr c .), III, 34, 3$; ayn. mil., Notes on tke Bedouvins and Wahabys ( London, 1831), 1, 47. Irak 'abaya 'sının tarifi ve resmî için bk. M. von Oppenheim, Vom Mittelmeer zum per* | isehen Golf, 11, 121 ve Mısır 'abaya sının



‘ABÂBfâE tarifü vo resmi için bk, E. W, Lan©, Modern £g&p(inn$ (,$, tab.) I, 38, 41. _



{ W . M a r ç a Is .)



'A B A B D E * [ B k ababde .] A B A B D E . ‘ABABDE ('Â bSbida), Nil nehri île Killideniz arasında, şimalde Siyut (Âsiüj;) arz dairesine, cenupta Seretan medarına, Nil vadisinde daha cenuba kadar uzanan sahalara dağılmış ve, ekseriyet itibarı île, göçebe olarak yaşıyan dağlı halk. 'Abâbde Heri şimal komşuları Ma" âza ve cenup komşuları Bİşarîye *den şiddetli bir jnünaferet ayırır. Bundan başka as;Han arap olan Ma*'âza ile bunlar arasında menşe ayrılığı, Bişariye ile de dil ayrılığı vardır. ‘Abâbde ismi bunların ‘Abbâd adlı cedlerînden kalmış olma­ lıdır. Bu zâtın adı her ne kadar, Bir Abbâd ve Edhfü karşısında Nü mecrasına açılan Vadi 'Abbâd gibi, yer isimlerinde kalmışsa da, kendi şahsiyeti tarihte kaybolmuştur. Bunların sayısı 30— 40.000 kadardır. Antropoloji bakımından bunlar, gerek halis araplardan ve gerekse iç Afrika 'da yaşıyan kavimlerden, bârız olarak ayrılırlar. Klunzinger bunları şu şekilde tasvir ediyor î «dolikosefal, düz çeneli ( orthognathe ), beyzî yüzlü, iri ve parlak gözlü, düz, biraz kısa ve geniş burunlu, düz ve koyu siyah saçlı, siyahımtrak tenli. Çehrede umumiyetle avrupalıya ( kafkanvah) has bir ifade ve fevkalâde vücut güzelliği". Şu halde bunlar araplardan vücut yapılışı ile saçtan ziyade, ten rengi ile burun şekli bakımından ayrılırlar. Eski akraba­ ları olan Bi şar iye ile bunlar arasında, İçtimaî vaziyetlerin başkalığı, bazı talî farklar vüeude getirmiş olmakla beraber, antropoloji bakımın­ dan büyük bir benzeyiş vardır. 'Abâbde Herin ekserisi dağlarda, mütevâzi bir göçebe hayatı yaşarlar; ehlî hayvanları şunlardır: deve, leşçi ve koyun; Nil vadisinde yaşıyaniarcîa güver­ cin ve tavuk ta bulunur; atları yoktur. Be­ devi araplarm kıldan sık örülmüş çadırlarına mukabil, bunların yalnız üzerleri bez veya hasırla SrtiHmiiş fak irSne kulübeleri ve, nadiren, garbi biçiminde mütevazı meskenleri vardır. Bazıları da hâlâ mağaralarda ye dağ yarıklarında yaşamakta ve bu suretle kendilerine ilkçağlarda verilmiş olan mağara adam 1 (•trogîody te ) ismine hak kazanmaktadırlar (fcrş. Schwemfurth, s. zdS; Klunzinger, s. 253 ). Kısuidemz kıyılarında oturanların büyük bir kısmı hSîîa ilk çağların bam * -geçinen insanları (:îcbtkyophage') vaziyetindedir. Ağları ve kayıkları olmadığı İçin, bunlar yalatz karaya vuran veya kolayca yakalanabilen balıklarla^ iktifa ederler. Nil vâ'cüablde l£ene (® eae) ile Aauân arasında ve bilhassa DârSv, Edfü ve Leketa (*Leg£ta ) ’daki çiftliklerde yaştyaıîS«y Kİra&tle meşguldürler. Bundan başka dtt»& ekmeklermi trampa yolu 3 e veya



AÖÂBD2. seyyahların verdikleri hediyeler ıha tedarik ederler. Memleketlerinin vaziyeti ve topraklanmo zengin olmayışı, asırlardan beri bunları, bayatlarını kazanmak için, deveci ve kervan kılavuzu olmağa sevketmiştir. Bu şekildeki faaliyetlerini bunlar üç istikamette ve hazan büyük mikyasta inkişaf ettirmişlerdir. Birincisi, orta çağın Kuş — ‘Ayzâp ( ‘Aydâb ) yolu üzerin­ de, Râs Elba ile Suâkin mevkileri aras#*ıda ve 13— 17 gün süren yol. İkincisi, »on zamanlarda gittikçe işlek bir hale gelen, 4— 5 günlük FCene — al-Koşayr yolu. Üçuncüsü, Mısır ile Nııbİye ’yt, yukarı Nil İle Habeşistan ’ı birleşti­ ren yol. Daima isyan halinde olan BİşSriye'te­ rin arazisinden geçen Korosko — Abü îdammed yolu, son zamanlarda Mısır hükümeti tarafından, namuskârhklan ve itaatleri dolayıst ile itimat kazanan ‘Abâbde Herin muhafazasına tevdi edil­ miştir. Şüphesiz ki kılavuz ve deveci o-îârak çalışmaları, bunları dü bakımından ehemmiyetli surette arap!açtırmıştır ve to-Bedatrige ’yo çok yakın olan eski hami şivesi artık yalnız kendi aralarındaki hususî konuşmalara münhasır kalmıştır. Yabancıların anlamamaları için, arapça tâbirler karıştırarak veyahut şiveyi bozarak konuşurlar ki, bu keyfiyet ‘Abâbde Herin gizli dili hakkında verilen haberleri izaha kâfidir. Bunların hepsine şamil 'Abâbde adı arapça ise da, A.şabab ( O şabab), Melikab, Nimrab ve Şavâtir gibi, başlıca grupların adları ekseriyetle hami şekildedir. ‘Abâbde Herin maddî kültürlerinin pek İpti­ daî bir seviyede olduğuna yukarıda işaret edil­ mişti. Bunların ev eşyaları umumiyetle göçebe araplannki gibidir: tencere, tulum, bir kaç sahan, hasır, ip, ocak taşları, bıçak ve çakmak ta ş ı; mutfak takımları kısmen taş devrini ha­ tırlatır ; el değirmeni, lüzum hâsıl olduğu zaman, ekseriyetle üzerleri düz iki taşm bîr araya ge­ tirilmesi sureti ile, lıemen yapıhverir, Yedikleri şunlardır: süt, durra ekmeği, moyva, sebze, nadiren av, kümes hayvanları ve Kimideniz kenarında balık. Hayvanlan dağlarda gıdaî kıymeti az otlarla ve Kızildeniz civarmdakileri ise, Şûra çalılarının yapraklan ile geçinirler, ‘Abâbde Her odun kömürü, sinameki, diğer tıbbî nebatlar ve zamk-ı arabî satmak sureti ile do biraz kazanç temin ederler. K oşayrve civarında sakalık ederler ve diğer bana benzer muîevSiİ işlerde de çalışırlar. ÇÖİ&e yaşıyanlarm iz tanı­ maktaki meharetleri meşhurdur ( bunlardan cürüm tahkikatında da istifade olunur, ‘Abâbde Herin g%iaî|îerİ, tabiatı ile, Mime ve içinde buhmdtıkiarı İçtimaî şadlara uygpıdur. Çocuklar ekseriyetle çıplak gezerler. Erkek­ ler Önlerini örten bir bez, kadınlar da keza, mahrem yerlerini örtmek için, şerit kalında



ABABDE -



ÂBÂD.



keat£s»âş deri {raht } taşarlar; soğuğa karşı da I ‘Abâbde ’lerin mazisi pek malum değildir; mavi bir gömlek yahut bir nevi hırka giyerler. çünkü bunlar, oturdukları yer ve içinde bulun­ Kadınların ziynet eşyası ekseriya camdan, pi­ dukları bayat şartlan binlerce senelerden beri rinçten ve deniz hayvanlan kabuğundan yapılmış çok az değişmiş olan, tarihsiz bir kavimdir. şeylere münhasır kalmaktadır. Bişâriye’lerde ol­ Bunların, Theokrit ’tea itibaren ve daha sonra, duğu gibi, bunlarda da erkek çocuklar ve erkek­ hmstiyanhk devresinde adlan sık sık geçmekte ler, tereyağı ve yağ sürerek, Örgüler, bukleler olan Blem(nı)ye ’lerle aynı kavim olduğunu ve düğümler yapmak sureti İle, saç tuvaletine söyliyebiliriz. Arap coğrafyacıları 'Abâbde ile büyük bir ihtimam gösterirler (Klutızinger, s. bunların cenup komşularını Boca adı altında 247). Ayakları ya çıplaktır ve yahut sandal toplamaktadırlar. Bunlar hakkmda Mskrizİ ve giyerler. Silâh olarak, daha ziyade süs İçin, diğer müelliflerin verdikleri malumat Et. Quabıçak, mızrak, kılıç ve nadiren kalkan kullanır­ tremere tarafından işlenmiştir. Evvelce adı geçen, Mısır ile Magrib ’i Cidde, Aden ve lar; tüfek hiç bulunmaz. Ki ân ve aşiret reisleri, bütün ‘Abâbde ’lerin Suakİn İle birleştiren, ortaçağın Kma — Ayzâb baş şeyhine tabidirler ve bu zat, Mısır hükü­ yolu ‘Abâbde ’lerin bulundukları nuntakaııın metine karşı, bu havalinin sükûn ve emniyetini cenup kısmım kat ediyor, Berenike civarında tekeffül eder, Mehmed AH Paşa'dan beri burası belki de eskiden denize kadar uzanıp, buradan hakikatcm sakindir ve seyrü sefer emniyet içinde itibaren Bişâriye mmtakasım sıyırarak geçiyor­ cereyan etmektedir. Çünkü ‘Abâbde ’lerin kıla­ du. Araplar, bu suretle ve bundan başka vuzluk ettiği bu kervan yolunun işlemesi, aynı al-'Allâki mıntakasmda bulunan kıymetli ma­ zamanda, kendi menfaatleri icabândandır. Meh­ denler doîayısı ile, Becû yi biliyorlardı. A v ­ med AH Paşa 'ma kuvvetli idaresinde tahakkuk rupalIların bunlara dair malûmatları ’Wansîeb eden bu esaslı değişiklik, 'Abâbde ’îerin karakteri ile başhyarak, ıg. asırda Bruce, daha sonraları hakkrodaki malûmatın neden birbirini tutmadı­ Napoleon seferi münasebeti ile Mısır ‘a gelen ğım izah eder; rSoo den evvel ve bir az sonra ; âlimler ve nihayet yeni Mısır ’ın himayesi bunlar hakkında verilen malûmat onları, eski altında buraları gezen seyyahlar tarafından Bîem(m)ye ’ler ve bugünkü Bişâriye ’ler gibi, gittikçe genişletilmiş ve derinleştirilmiştir. Bun­ çapulcu, hain re gaddar insanlar olarak gösterir. ların bir Çoğu ‘Abâbde adını Plinius ( Hist. Halbuki şimdi, tam aksine olarak, bunlar zarar­ nat. VI, 29) tarafından zikredilen Gebadatfi sız, mütevazı, sakin, itimada şayan ve dürüst kelimesinde görmek istiyor ise de, ben bunu insanlar dîye methedümektedirler. Ancak yeni imkânsız buluyorum. Biz, daha emin bir şekilde, Mısır’ı kuran ve eseri Arabistan, Suriye ve ‘Abâbde ’lerin eski coğrafyacılar tarafından Sudan ’a ^kadar uzanan Mehmed A li ’nin kuv­ buralarda zikredilen mağara adamları ( trogvetli idaresi, böyle bir değişikliği vücude geti­ lodyte ) ve balık yiyiciler ( iclvtbyoplıage } oldu­ ğunu düşünebiliriz. rebilmiştir, B i b l i y o g r a f y a : Wansleb;Cİ.Sie&rd; 'AbSbdö ’ler İslâm dinine mensupturlar; fakat J. B ruce; J. L. Burckhardt; Mim. ear müslümanliklan muhit ve kavmin ahvâl ve şe­ l ’Egypie Iîî, sene 9; Du Bois-Ayme, Sur raitine uygundur. Bunlarda islâmın erkânından la ville de Qoçeyr v.s, ( Deşer, de l 'Egypte, kalan yegâne şey kelime-i şehadetten ibarettir. 8°, Xî, 383 v.dd.) ; Et. Guatremerc, Mim. Kadınlar tesettüre riayet eder; çocuklar sünnet »ar V Egypte, Iî, 127 v.dd. ı$8 v.dd,; A. ven edilir. Evliyaya tazim, bilhassa koruyucu evli-, Kremer, Aegypten ( 1SĞ3 }, 1, 131' v.d. J C. B. yaya olan inanışa eski putperesiik an’aneîerİKlunzinger, Bilder aus Oberaggpîm ( 1S77 ), nin karışmış olduğu muhtemel olan ICızıîdeniz s. 245 v.dd.; R. Hartmann, Nillander ( 2865 ), civarında, çok yayılmıştır. ‘Abâbde ’ler, koyu s. 262 v.dd.; J. G. Wilkinson, CaiiKaud müslümanlnr İçin haram olan birçok hayvan­ Russegger v.s. seyahatleri.— Tcpografi ve ların etini de yerler. Bunlar islâmiyctin birden arkeoloji için: G. Schweinfurth, ZetiscJtr. f . fazla kadınla evlenme, kolay boşanma ve erken dllgem. Erdk. (Berlin), 1865, s. 131 v.dd.. 283 evlenme âdetlerini da kabul etmişlerdir. Hal­ v.dd.; E. A . Floyer, Norâ~Etbai (1893); buki, bir kısım araplarm hayatım ıstırap İçinde W. M. Müller, Wien&r Zeiîschr, f. d. Kunde bırakan, cinlere inanma keyfiyeti bunlar için d. MorgenL, XVII (1903), 271 v.dd. meçhul kalmıştır. Kadın ve erkek münasebet­ leri, göçebe araplarda da olduğu gibi, pek sıkı ( K. VOLLERS.)  B A D . ÂBÂD ( f . — PEHL. ÖpUiân, mefruz kayiilere tâbi değildir. Bayramlarda bunlar da, soydaşları olsu diğer kabileler gîbİ, silâh "ü-fâia- kelimesinden), bir yerden hehsedilm oyunları oynarla?» Cenazelerde, mutat olan, diği sırada „maınur(i ve doîayısı ila, ağlaşma mera&y®* yapılır; ekseriyetle mezarı zıddı olarak, „ meskim, mezru“ manasını ifade taşlarları eden farsça bir sıfattı*; daha sonra bu kelime,



4 nehir cU&s karışıklıklardan istifade öder ek, istilâ ordularına bir istinat noktası ve hardket üssü olan Buhara şehrini kânun Iî. 1273 te tahrip ettirdi. Hulagu ile beraber îran ’a gelmiş ve Gürcüatan ’m bir kısmı kendisine tevcih edilmiş olan Teküder adlı (yanlış oîarak çok kero Nîgudor^ şeklînde okunan) bir çağatay prensi, Burak tarafından yapılan istilâ esnasında, soydaşlan ile birleşmek istedi ise de, mağlûp oldu. Bu prensin orduları imparatorluğun şark tarafına yerleşti; daha Abatça ’mn zamanında ( 1279} Fars ey aletini harap ve bir müddet sonra Horasan ve civa­ rıma emniyetini de aelbettüer. Abaka ’mn hü­ kümdarlığı zamanında, dahilî vaziyet umumiyet­ le sakin geçmiştir. Fakir düşmüş koy halkının vergileri geniş ölçüde azaltıldı. Hemen bütün moğul prensleri gibi, A b alfa da içkiye düşkün­ dü; i nisan 1282 de ölümünü intaç eden has­ talığıma hezeyan-i mürteîş (deiirium tremens) olduğu zannediliyor. Abaka ’mn yerine kar­ deşi Teküder ( msslüraan ad ı; Ahrned ) geçti. Abaka ’mn veziri Şarns al-Dın ve onun kardeşi ‘A la ’ al-Dirı hakkında CÜVEYNÎ maddesinde malumat verilmiştir . B i b l i g o g r u f y a : D ’Olısson, Hist. des Mongols, Hî, 413— 549; Hammer-Purgstall, Gesch. d. Helkenet I, 245— 319; ayn. mlh, Gesch. Wa$safâ, Lj Howorth, Hist. o f the Mongoh, îlî, 2*8— 284. (W . B arthouö .) Â B ÂH . ÂBÂN ( F.) İran takviminde m ü t eh a w i l şemgı yıîm 8. ayıma adı olduğu gibi, aym zamanda her aym to» gününün de adıdır. İltib asm Önünü almak için, aya »Ah&n-Mâti* { A bân-ayı} ve güne „AbSn-i?«z“ ( Âbân-günü ) denilir^ [B k. TARİH.] (E . Ma HİER.) ABA-N. [B k. EBÂH,:] A B AH Ö Z. ABAKÜ S (başka şekilleri 1 âbinns, ahunu», ahnüs abnus), abanoz ağacı. Bu kelime yunan. Mfîevoç ’tan ( krş. ibran, höben, eski mısır. hahen ) aram, ’ya { abnnsU) ve oradan fars., arap., tiirk. ve diğer dillere geçmiştir. Abanoz ağacı, bunu Hind ve Habeşistan 'dan ithal eden samîlerce eski zamanlarda iyi bilindiği halde, İslâmiyet»» ilk devrinde, nadir bulunmasından ve saıı’at ihtiyacıma azlığından dolayı, pek az kullamfemşfc». Emevî halîfelerinden ’Abd alMalik zamanında Kudas 'te Ömer cami’i inşa edilirken Sahraiuîlafem ( şahrat allâh) abanoz ağacından bir parmaklık He çevrilmiş olduğu hikâyesine pek marnlamaz. Muhakkak olan şudur ki, daha halîfeler zamanında bu ağaç, fildişi İle beraber, kakma tararda, tavla ve şatraaç yapmak için kutlanılıyordu. Bu şekil 1 Vatctlle türkçed^* ■«IBryonîarla- -SrtölB ovalara veya.. »Sabit düzlüklere b& Îsîm veaıtöİ^îiir®0İ.''ÇubukâSâd daha H^yük bir raeharetîc ve çok -dafa ev eşyası, kapı kanatlan, pencere k&SÂleri ve (Çubukova), YaUkâbâd (Yalova) y i .



iatına olarak, RÖöaSbad gibi, bir çok yer adlarma te bilhassa Hindistan 'da, Afamedâhâd, Haydarâbâd v.e. şehir adlarıma terkinlerine girmiştir-1 A B A D . [ Bk. ebedO A B Â D E H . [ Bk. Eb Âde.] A B A K A . ABAİ£A, İran İlhamlonnm ikinci hükümdarı ( 1265— *283 ). Mart 1334 te Moğo­ listan ’da doğdu, babası Huîagu [ b. bk. ] ile birlikte 1256 da İran'a geldi ve babasının ölümünden sonra, hanedan mümessilleri tara­ fından hükümdarlığa seçildi, Bu intihap Kubıîay Kağan ( büyük han) tarafından beş sene sonra tasdik edilmiştir. Mısır Memlûkîerîne karşı Hıılagu tarafından başlanmış olan mücadeleye Abaîpa devam etti i fakat bu mücadele, Memlûklerin eski müttefikleri Deşf-i-Kıpçak moğullanıtm, Aba^a ’nın hükümdarlığıma daha başlangı­ cında, îran ‘dafci ırkdaşları ile sulh akdetmiş olmalarına rağmen, muvaffakiyetli neticeler vermedi. Daha evvel, 1266 da, Abaka, şimalden gelecek hüeumlara karşı, Kür nehrinin karşı sahi­ linde bîr set İnşa ettirmişti. Abaka ’mn veziri Şams al-Din 127S de Kafkas kabilelerim itaat altına aldı. Müşterek düşmanlarına karşı daha iyi mücadele edebilmek için, Abaka, memlûklerin tabî? düşmanlan olan garp hmstiyanîarı ile münasebetler tesisine çalıştı. Elçileri 1274 te L yo n ’a ve 1277 de Roma ya gittiler. A b a k a ’nm hu husustaki teşebbüsleri Avrupada memnuni­ yetle karşılandı. Abaka İngiltere kıralı Edward !•■ ( *374 ), papa Cîement IV. (1267), Gregoİre X. (1274) ve Nicolas IH. (1277) dan mektuplar aldı. Daha evvel, 1265 te, Abaka bir feizans prensesi He evlenmişti. Fakat bunlara rağmen Mısır Memlûklerin© karşı, kınstîyanîarîa müş­ terek, hiç bir hareket tanzimine muvaffak olmadılar. Memlûkler, meğullara. karşı olduğu sribi, haçlılara karşı da tefevvuklarım muhafaza ettiler. Kiiikya 1266, 1273 ve î3'75 bunlar tarafından tecavüze ve istilâya uğradı; 1277 de, Memlûklar kısa bîr zaman için, Anadolu ’nun bîr kısmım da işgal etriler. Aym sene içinde bir m-oğul ordusu Albıstan'da bunlar tarafından mağlûp edildi. Moğullar 1280 de Suriye’ye girdiler ve Haleb ’i tahrip ettiler; fakat ertesi sene A b a za ’nın kardeşi Mengü-Timur Memlükîer tarafından Hama ile Humş arasında büyük bir bozgunluğa uğratıldı. Buna mukabil Abalja ’mn orduları şarkta mühim muvaffakiyetler elde etiiier..Burak kumandasındaki büyük bir çp.ğatay ordusunun hücumu 1270 de Herat yakınlarında muvaffakiyetle püskürtüldü. Aba^a, İleride bu gibi hücumlara mâni olmak üzere, Maveran n-



ABAN OZ — ABAZA. dahilî kaplama tezyinatında kullanılmıştır. Bunun müteaddit numunelerim Kahire ‘deki a rap müzesinde görmek mümkündür. Kitaplarda, aÖtmms'ian bir ziynet ağacı oîa­ rak değil* bir i l â ç diye bahsedilmektedir. IX. asırda, tranhlar ve araplar onu Dîoskorides ve Calihos ( Galenus) 'un eserlerinin tercümesi va­ sıtası ile tamdılar ve bu madde gözün huveysalî iltihaplarına ve müzmin nezlelerine karşı faydalı bir kâbız addediliyor; keza toz halinde, kann ve mi'de ağrılarına karşı, dahilen alınıyor ve yanıkların üzerine ekiliyordu. Dioskorides 'e tcbe’an, H a b e ş i s t a n abanozu Hindistan abanozundan daha müessir olarak kabul edili­ yordu. Birinciye, şimdiki devirde ancak şarkî Hindistan, Malaya, Madagaskar ve S t. Mau­ nca 'te yetişen ağaçların diospgros ve mctba cinslerinde bulunan evsaf, yani gayet koyu siyah bir renk ve elyafın görülmesine hemen hemen müsaade etmiyecek derecede hubeybatın ince­ liği, İzafe ediliyordu. Arapların tercih ettikleri Afrika abanozları bugün umumiyetle az kıy­ metli sayılmakta ve bilhassa Habeşistan abanoz ağacı ( şcıcar babanas ), Brehm ‘e göre ( Reisask. in Nordosiafrika ), büyük bir ağaç olmaktau ziyade !;odur bir ağaçtır. Tahtasının cinsi aşağıdır/ fakat kullanılabilir; kullanılmaz ka­ lırsa bozulur ve çürür. B i b l i y o g r a f y a * . Abü Manşür Muvaf­ fak, Kiiâb al-Abniya ( nşr. Seligmann); İbn • al-Baytâr, al-Carm (Bulak, 1291); trc. L. Lcclerc, Notices et Extraits des mttnuscr, de ■: la Bihlioth. Nation., XXIII, 1; Kazvini (nşr. Wiistenf.), I. ( j . HELL.) A B A N Ü S . [B k. abanoz .] A B A R K O B A Z . [ Bk. eberkobâd .] A B A R K U H . [ Bk. eberşüh .] , A B A R Z İ. [Bk. eberzİ.] .j ‘A B A S A . [B k abese .] A B A S & Ü N . [ Bk. ÂBiSKÛN.] A BA ZA . A bhaz’lara türkçede verilmiş İsimdir. [ Bk. ABAZALAR }, Gsmaulı tarihinde bu kavme mensup birkaç zata da lâkap olarak verilmiştir: 1. ABAZA Paşa . — Âsî Caubuiad'uı hezi­ meti esnasında yakalanmıştı; o vakit kendisi Canbulad ’m hazinedarı idi. Abaza, Murad Paşa’mn huzuruna götürüldüğü vakit, yeniçeri ağası Halil ‘in şefaati ile, canını kurtarmıştı. Bu yeniçeri ağası, sonra Kaptan Paşa ( kapadcrı-ı derya) olunca, Abaza 'ya bir kalyon kuman­ danlığı Vermiş ve vezir-i a1zam olduğu vakit te onu Maraş valiliğine tayin etmişti. Abam daha sonra Erzurum valisi olmuş ve orada iken yeniçerileri imha etmek tasavvurunda bulunmuştu; Erzurum eyaletindeki yeniçeriler Abaza aleyhinde şikâyette Inıluamuşî&rdu M*- i



S



tauriyetinden azledilince, Abaza Bâbıâli emir* lerine itaatten istinkâf etmiş ( 1032 «*> 1633) ve, sultan Osman II, ’m. öldürülmesi intika­ mım almak vesilesi iie, vergi ve asker tophyarak, Ankara ve Sivas üzerine yürümüş; Bur­ sa ’yı zaptetmiş, fakat iç kaleyi ele geçire­ memişti Sadrazam Hafız Paşa Kayseri civa­ rında, Karasu köprüsünde vukua gelen bir muharebede (1033 *= 1634}, Tayyar Paşa ile türkmenlerin Abaza ordusundan çekilmeleri yüzünden, Abaza ’ya galebe etmişti.1 Bunun üzerine Abaza Erzurum ’a kapanmış ve kendi­ sini oranm valiliğinde ipka ettirmeğe muvaffak olmuştu. Ancak kaleye yeniçeri askerinden bir muhafız kıt’amn alınması şart koşulmuştu. Akısk a ’ya karşı 1036 (1627)03 sevkolunan ordunun hakikatte kendi aleyhine gönderilmekte olduğun­ dan şüphelendiği için, orduya dâhil olan yeniçe­ rilerin büyük bîr kısmını Öldürtmüştü; eski efendisi Halil Paşa Erzurum ’u boşuna muhasara etmiş ve, kış ve karın şiddeti sebebi ile, geri çekilmeğe mecbur olmuştu (1037 — 1627). Ertesi sene sadrazam olan boşnak Hüsrev Paşa Aba­ za ’yı Erzurum kalesinde muhasara ve 14 gün sonra kaleyi teslime mecbur etmişti. Fakat bu âsî afedihmş ve Bosna valiliğine gönderilmiştir. Abaza, Bosna ’ya gittiği vakit, eski düşman­ ları olan yeniçerileri tekrar takip ettiğinden, azledilmişti. Bosna dan Beîgrad ’a giden Abaza bu şehrin cenubunda kâin bir tepe üstünde, Abaza köşkü demekle maruf, bir köşk yaptır­ mıştır. Abaza ondan sonra Vidin ’e gönderilmiş ve Lehistan ’a yürüyen orduya kumanda etmişti ( *633). Murad IV, ’ın itimadını kazanmış olan Abaza Paşa, Lehistan üzerine yapılacak yeni bir sefer için hazırîamnakta olan padişahın mai­ yetinde, Edirneye gelmişti. Fakat Abaza ’nm mu­ vaffakiyetleri hasedi tahrik ettiğinden ve aley­ hinde mahirane çevrilen entrikalar padişahı ken­ disinden soğuttuğundan, padişah A baza’yı idam ettirmiştir (29 safer 1044 — 24 ağustos 1634). B i b l i y o g r a f y a : Hammer-Purgstaü, Gesch. des Osman. Reiches, IV, 569, 582; V , 26, 83, 173 v.dd„, 189 v.dd.; tiirk. trc. VIH, 239 v.d; IX, 33 v.d .; branş, trc., Hist, de Vampire oitonum, Vfİl, 327, 329 v.d., 346 v.d.; IX, 34 v.d., 92 v.d-, 225 v.d., 248 v.d,; Muş^afâ, NatdHc al- Vakü:at, II, 48, 82; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, ü.9 v.d. s, A baza Ha ş a n . — Âsî Haydar-Oğlu ’nu tutmasına mükâfatsa, Anadolu ’daki türlüne il­ lerin ağalığı Abaza Haşan ’a verilm işti; ancak, sebepsiz azledildiği için, isyan ederek Gerede ile Bolu arasındaki sahayı hükmü altına almıştı. Abaza Haşan, kendisi ile cenk etmek üzere 1 Abaza ’y1 ır.af;’Û;> eden aadranaai »İlâh (bir Ç*rk«*



Moluftod Pnja ‘dır (bk. tb/îına, Ter:h, I, 353—465).



6



ABAZA -



A SAZALAR»



gö&fierilöö eski eşkiya Katırcı-Oğîu ’mı bozmuş geri kalmış az bir ktsmmı karaya çıkarmaktan ve mhayet türkmen ağalığı uhdesine verilmek imtina etmiş ve Sinob ’a geri dönmüştü. Bun­ şartı İle, itaat etmiş ise de, sonra, aleyhindeki dan dolayı başı kesildi (1185 = 1771). şikâyetler sebebi ile, Ycdikule ‘ye hapis edil­ B i b l i y o g r a f y a ' . Hammer-PurgstaH, miş ve Bahayi Efendi ’nin şeyhülislamlığa gel­ Gesck. des Osman. Reiches, VIII, 341, 348, mesi sayesinde, hapisten kurtulabilmiştir 369, 387 ; frans. tre., Hist. de Vempire otla­ ( 1063 == 1652 ). Dostu Babayı Efendi ona Ohrİ man, XVI , 224 v.d., 358 v.d ., 270, 299; sancağım tevcih ettirmişti. Yine A hazalar­ Vâşif — P. A . Caussin de Perceval, Precis dan olan İpşir Paşa, sultan Mehmed IV. historlgtte de la guerre des Tnrcs conire le tarafından sadrazam nasboîunduğu vakit, onu Rassest s. 23, 31, 37 v.d., 59, 103, ra, 148. yanma çağırmıştı. İpşİr‘in idamına kadar, 167; Vaşif, Târih, II, 9, 22, 28, 50, 92, 96, Abaza Haşan ona sadakatten ayrılmamış ve 98, v.d», 129. ( C l . H uart .) sonra ordusundan kalan askerle Anadolu'ya AB AZ A L AR. A8H AZLAR, garbî Kafkasya çekilmiş ve türkmen ağalığı memuriyetini tek­ ‘da, Karedeniz sahillerinde oturan bir kabilenin rar almıştır ( 1065 ■ = 1655 ); Abaza Haşan Ha- adıdır. Abaza memleketi Kafkas dağlarının ana leb ‘e yerleşmiş ve Suriye ‘de o kadar çok silsilesinden sahile uzanan ve şimalde Gagry ile zulüm ve hasar yapmıştır ki, Divan-ı Hümayun cenupta Ingur munsabı arasındaki arazîyi ihtiva onan „ferman!u“ olduğunu ilân etmek istemişti. eder. Rusya’ya ilhakından önce, siyasî bakım­ Bununla beraber sadrazam Süleyman Paşa onu dan üç kısma ayrılmakta id i: 1. sahilde, Gagry memuriyetitnde ipka etmiş ve Çanakkale bo­ ’dan Galidzga ’ya kadar uzanan asıl Abaza mem­ ğazının müdafaasını ona havale eylemiştir. leketi (Şervaşidze hanedanı idaresinde); 2. Tze1066 — 1656 da Diyarbakır ’a vali olarak gön­ belda dağlık mmtakası ( muayyen bir hanedanın derilmiştir. İlci sene sonra isyan etmiş ve mü­ elinde değildi); 3. sahilde, G alidzga’dan Ingur’a him bir ordunun başma geçerek, sadrazam kadar uzanan Samurzakan mmtakası ( Şervaşidze Köprülü Mehmed Paşa ‘nın azlini İstemek ba- i hanedanının bir kolu tarafından idare olunmakta hanesi üe, ileri yürümüş; Bursa ’yı tehdit ve idi, sonradan Mingrelia ile birleşmiştir). XVII. kendine karşı gönderilen Murtaza Paşa ’yt Jigm asırdan itibaren, kabilenin bir kısmı, ana silsi­ civarında tamamen mağlup etmiştir (15 rebi- leyi aşarak, Kuban nehrinin cenup kolları hava­ ülevveî 1069 = 11 îcâmın î. 1658). Fakat kendine lisinde yerleşmiştir. Abaza memleketinin nüfusu karşı kuruian tuzağa düşmüş, Aymtap ‘tan Ha- 1830— 1840 seneleri arasında 90.000 ve bütün Ieb *e gelince, teslim olmak için müzakerelere abazalarm sayısı da 128.800 olarak tahmin giriştiği sırada, hud*a ile katledilmiştir. j| edilmiştir. Filoloji bakımından Abaza dili Kaf­ B i b l i y o g r a f y a : Hammer-PurgstaH, ' kas dillerinin hususî bir ailesi gibi itibar Gesch. (fes Osman. Rciches, V , 481, 5Ğ0— 563, olunmuştur. Eski çağlarda abazaîardan Abaskoi (Arrien) S7S> 634, 651; IV, 35 v. d., 51 v.dd.; frans. tre., Misi, de Vampire oiiomans X, 40 v.d., veya Abaagi(Piine,( Plİaius) diye bahsolunmaktadır. Procopius’a göre (V . asır), bunlar 58 v.d., 37Ö, 394; XI, 40 v.d., $8 v.d. 3. A baza Mehmed Paşa . — Huşlara karşı Lazlarm (Lazoî) hakimiyeti altında bulunmakta açılan sefere, Kırım ham ile birlikte hareket idiler. O zamanlar İstanbul ’a Abaza memleke­ etmek Üzere, memur olduğu vakit, Maraş bey­ tinden köleler getirilmiştir, justinianus tarafın­ lerbeyi idi ( 1183 = 1769 ). Bu paşa Bender ka­ dan hâkimiyet altına alınıp tanassur ettirildik­ lesinde kumanda etmiş ve, Hotin kalesini mu­ ten sonra, abazalar aşağı yukarı 800 de, ha­ hasaradan kurtarmak için gösterdiği yararlığa zarların yardımı ile, istiklâllerini elde ettiler. mükâfatça, üç tuğlu vezir olmuştu. Bu kaleyi Bir Hazar prensesi ile evlenmiş olan prens müdafaaya memur olan Abaza Mehmed Paşa, os- ( eristav) kıral Leo İL unvanım aldı. Aba­ raanh askeri tarafından terkohmduğunu görün­ zalarm, Tiflis valisi labâk b. İbrahim zama­ ce, kaçarak kurtulmuş ve Moldavya’yı müda­ nında ( aş.-yk. 830— 853 ) araplara haraç faaya memur edilmişti; fakat bu hizmeti ifa verdikleri söylenmekte ise de, yalnız coğ­ edememiştir. Kabul (K ağu l) muharebesinde (1 rafî sebepler bu havalinin tamamı ile İtaat ağustos 1770) sağ cenaha kumanda ediyordu; altına alınmasını imkânsız bırakmıştır. Abaza ordunun hezimetinden sonra, İsmail kalesine kırallığımn en parlak devri 850 ile 9$o arasın­ girmişti. Bundan sonra Sil İstir e valiliğine tayin dadır. Abaza kıratları bu devirde Abaza, olunan Mehmed _Paşa, asker cem'i için kendi­ Mingreî, İmeret ve Kartalın memleketleri üze­ sine teslim edilmiş olan hâzineyi israf ettiğin­ rinde hüküm sürmüşler, hattâ Ermenistan den, azledilmiş ve Kostendil e sürülmüştü, Kı­ işlerine de karışmışlardır. O zamandan beri rım ’m rusîar tarafından zaptı ve Seîîm-Giray ‘m gürcüce, abazalann edebî dili ve münevver firarı üzerine, beraberinde götürdüğü ordunun sınıfların lisanı olarak kalmıştır. Kırat hs&edas»



AB AZALAR. inkıraz bulduktan sonra ÇK. asrm sonunda ) sal­ tanat gürcü Bagratîlerin ( Bağra tunîler) elme geçmiş, fakat Abaza memleketi büyük devlet içinde ehemmiyetini muhafaza eylemiştir. Moğul devrine kadar olan arab ve İran kaynaklarında Bagratîlere daiııîa »Abaza kıraliarı" denilmiştir; bizansh Cedrenus gürcü kurallarından ’dçyyoy (veya e'|ovmavfıç} ’A^aoyCaç dîye bahsederi hattâ kıralîarm bizzat kullandıkları unvanlarda bile „ A baza kıralı** unvanı en başta, gelir. Bagratî hâkimiyetinin menşei de garpta ( Çoruh ve Rion havalisinde) aranmalıdır. Takriben 1325 senesinde ( Şirvân-şah soyundan geldikleri iddia edilen) Şervaşidze hanedanına Abaza memle­ keti timar olarak verilmiş, 1462 de de (kıral Bagrat 11. zamanında ) Şîrvaşidze ’ler memleketin hükümdarı (erîstav) olarak tasdik olunmuşlardır. TÜrkdestanı Kîtab-İ Jfcorkud'unda 1400senesin­ de Ermenistan yaylasında vücnde gelmiş olması muhtemeldir; biricik elyazması Dresden ’de bu­ lunmaktadır ( krş. Barthold, Zapiskî post, oid. russk. arheoî. obşç., VIII. 203 v.d.). A b a za ’lar, Trabzon ramları ile birlikte, müslÜmanîann düşmanı olarak tavsif edilirler; kendi halkı tarafından kotu muamele gören bir kahraman, ■ .'»Abaza kabilesine gider, eline bir altın haç alır, arkasında âyîn libası ( p ilu n ) bulunan bir adamın elini öpermiş**, Trabzon imparatoru tara: f 1.1da11 1459 da yazılan bir mektupta Abaza hükümdarlarının 30.000 kişilik bir ordu ç*kar~ dsfciart kaydolunur. Ormanlılar Karadeniz’in şark sahillerine yerleştikten sonra, abansalar türk hâkimiyeti altına girmekten kurtulamadılar ve İslâm nüfu­ zu, teçîricen da olsa, huistiyanhğm yerini aldı. Dominîfeen keşişi Jeaa de Luc, kendi zamanında bile, (1637 ) abazaîarm artık faıristiyan âdet­ lerine ittiba etmemekle beraber, yine hıristiyan sayıldıklarını iddia etmektedir. Gürcüstan ’dan ayrıldıktan sonra, Abaza memleketinin din işleri, Pİtzaad’da oturan (daha XIII. asırda zikredilen) müstakil bir patrik tarafından idare edilmiştir. Zamanımızda bile Abaza memleke­ tinde sekiz büyük ve, mahalle kiliseleri ile hususî kiliseler de dahil olmak üzere, xoo kadar küçük kilise harabesi mevcut olduğu söylen­ mektedir. Şervaşidze hanedanı isîâmiyetİ ancak XVIII. asrın son yansında kabul etmiş (prens Leon), aynı zamanda da türk hâkimiyetini tanımıştır. Bu münasebetle prense, abazalann daha 1725— 1728 de muhasara etmiş oldukları Sohurn kalesi verildi. Gürcüstan 1801 de Rusya ile birleştikten sonra, afeazaîar bu İravvetli komşuları He münasebete girişmek mecburiye­ tinde kalmışlardır. İlk teşebbüs 1803 te prens Keleş Beg tarafından yapılmış, fakat biraz »onra bundan vazgeçilmiştir. Ancak bu prensin



rgoŞ de katledilmesinde» sonradır ki, oğlu Se­ fer Beg ruslar île daha sıkı temasa gelmiş ve kardeşi, baba katili Arslan B e g '« karşı, onlar­ dan yardım istemiştir. Sohurn ruslar tara­ fından 1810 da zaptedİIıniş ve hıristiyan olarak Georgius adını alan Sefer Beg prenslik maka­ mına oturtulmuş, fakat o zamandan beri de So­ kum daimî surette bir rus garnizonumda İşgali altında kalmıştır. Sefer Beg ’in her İki oğlunun, Demetrius (1821) ve Michaeî’in (daha yaşlı olan kardeşinin zehirlenmesinden sonşa, 1822), saltanat makamına ruslar tarafından silâh kuv­ veti ile oturtulmaları mecburiyeti hâsıl olmuş­ tur. Fakat bunların nufuzu, her şeye rağmen, içerisindeki işgal kuvvetlerinin ancak deniz yolu ile diğer mıntakalarla temasta bulunabildikleri Sohum kalesinin civarından öteye geçmemiştir. Edirne muahedesi mucibince, (1829 ).Anapa'dan Poti ’ye kadar olan sahil boyunun ilhakından sonra, ruslar m vaziyeti bittabi kuvvetlenmiştir. Fakat buna rağmen, 1835 îc bile, memleketin yalnız şimal-i garbî kısmının, yani Bzyb hava­ lisinin prens Michael'e tâbi olduğu söylenir. Diğer kısımlar, prensin müsidman olan amca­ larının elinde kaldı. Prens bilâhare, ruslar» yardımı İle, mevkiini tarsine muvaffak olmuş ve, seleflerinin aksine, tebaasına karşı hemen hemen mutlak bir hükümdar tavrı takınmış »e de, hıristiyan olmasına rağmen, o dahi etrafına türMeri toplamıştır. Ruslar garbı Kâfkasya yi katı olarak zap­ tettikten 3onra ( 1864 ), Şervaşizde hanedanının hükümeti de, diğer yerli prens aiîeîerimnki gibi, sona ermiş ve prens Michaeİ, daha *864 yılı teşrin II. de, haklarından vazgeçtiğini ilân ede­ rek, memleketini terke mecbur olmuştur. Abaza memleketi rus imparatorluğuna So{ıum, hususî idareli bir sancak (otdsl) ofarak.Uhak edilmiş ve ÜÇ sancağa bölünmüştür: Pitzand, Gçemçîri ve Tzebelch. Yeni idarenin, vergi tarhı maksadı ile, memleketin İktisadî vaziyetini tetkik teşeb­ büsü ı 8'5ö da bir isyana ve, isyanın yatıştırıl­ masından sonra da, »hazalarda» büyük bir kısmının Türkiye ’ye hicret etmesi ile^&oylendİğİne göre, nüfusun 79,000 den 65.000 *e inmesine sebep olmuştur. Hemen tamamı iîe boşalmış olan Tzebeîda sancağı saaeakiıktan çıkarılarak, hususî bir »iskân emini" ( popeçitel naselcnîga) idaresine verilmiştir. Zamanımızda tekmil Aba­ za, So hum-Kale sancağı kaza olarak, Kutays eyaletinin bir kısmını teşkil etmektedir. Nüfusu, yeni muhaceretler ve bilhassa abazalann da, türk kuvvetlerinin Kafkasya sahillerine çıkarılması üzerine, vukubulan dağlıların işya­ rıma iştiraki yüzünden, çok azalmıştır. Abazalavın sayısı 1SSî de 20,000 olarak tahinin olunmakta k ü , - ı '“V - -



8



AB AZALAR — ABBÂDÎLER.



Üç abaza yerlisi — pap&s Geçia* Margani geseh. des Orienis unter den Chalifen, II, 298* ve Kurtzıkidze— tarafından yazılmış olan, ta­ 'A B B Â d L [B k. ABBÂDÎ.] rih-i mukaddese dair bir eser, Doru tarafından A B B Â D Î. AL-'ABBÂDİ, bn nîsbet ile tavsif edilen meşhur sikke kollekstyonunun sa­ tamnan zevat şunlardır: hibi general Bartholomae ’nin nezareti, altında, 1. A bü 'Â sîm Muhammed b. A hmed b. „fCafkasyada ortodoks Hıristiyanlığı canlandır­ Muhammed b. 'A bd A llah b . 'A bbâd al ma cemiyeti" marifeti ile neşredilmiştir. Abaza ‘ A bbâd !. Ekseriya al-Kâzı ’l-Haravi diye de dilinin Novoçerkassk lisesine deva olarak ko­ anılan bu meşhur şafiî fakıh 375 (985) te nulması teşebbüsü tam bir muvaffakiyetsiziiğe H erat’ta doğmuş, şevval 458 (1066) de ayni uğramıştır. yerde olmuştur. Uzun seyahatler yaptı. Bir­ B i b l i y o g r a f y a : Brosset, Histoire de çok eserler yazdı kî, adları İbn Hallikân ’da la Georgie; J. Marquart, Ostearopaeiscke and sayılmaktadır. ostasiatische Streifzüge ( Leipzig, 1903 ). — B i b l i y o g r a f y a ; İbn hîalîikSn (neşr. Başlıca rus kaynakları (1826 ya kadar): N. Wüstenf.), ar. 558; WÜatenfeld, Sehâfıiten, Dubrovin, Geschichtc fes Krieges and der s. 204; Brockelmann, Geech. d. arab. Bitter., russîsehen Herrsckafi in Kaukcısien ( Pel> 386. 2. Ç utb a l -D!n A bü Manşur a l -Mujaffar tersburg, 1871); Sbornîk sved. o kavkazskih gorsah, 6. kısım (Tiflis, 1872; isimleri bilin- B, A rdŞÎR AL-'A bbâd I, ismini doğduğu Merv e miyen, fakat salahiyetli kimseler tarafından tâbi Sine ‘Abbâd ’dan alan bn meşhur vaiz hulâsa); P. Zubov, Kariina kavkazskago 491 (1098) senesinde doğdu, 547 (1152) de kraya ( Petersbıırg, 1^34. — 1S35 ); R. V. Er- Öldü, Tahsilini N isâbür’da yaptı, fakat sonra­ kert, Der Kaukctsns and s sine Vötker (Leip- dan Bağdad *a geldi ve burada, hitabete olan zig, 1887). (W . B arthold .) istidadı ile, halife aî-Muktafi ’nİn teveccühünü kazandı ve elçilikte kullanıldı. A B A N İL E R . [ Bk. erâdîler.] B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân, no. 733; 'A B B Â . [ Bk. aöbe.3 'A B B A D . [ Bk. abbâd .] Recueîl de textes relat. d l'kist, des Setdjou~ ddes, II., pref., s. 32; Joıtrn. o f the Roy. A B B A D . 'ABBÂD 0. ZiYÂD, emîr Mu'âviya A s. Soc^ 1902, s. 790. İ. 'in yeğeni. Amcası onu Sicistâa emîr i tayin 3. Ra z I a l -Dîn A bu Bekr b . ‘A l ! b . Mu­ etmişti; 'Abbâd bu memuriyeti yedi sene mu­ hafaza eylemiştir; şarka seferler açmış ve Çan- hammed a l -Had d âd a l -'A bbâd ! a l -Mîşrî a l dahâr ’ı fethetmişiiir. Mu'âviya ’nin yerine ge­ HANAFÎ,8oo (1397) de Zabid’de öldü. Kur’ana çen Yazid, 'AbbSd '1 61 ( 680/681) de azletmiş tefsir, kelâm ve fıkıh kitaplarına şerhler yazdı. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, göst. ve onun yerine kardeşi Salim b. Ziyad ’l Sicisyer., II, 189; krş. I, 175, 525. taa ve Horasan emîri tayin eylemiştir. (M. T h . H outsma .) B i b l i y o g r a f y a : Tabari, II., 191 t , 'A B B A D ÎL E R . [Bk. abbâdîler .1 dd. 5 BelKzori (nşr. de G oeje), 365, 397, 434; İbn i£otayba ( nşr. W üstenf.), 177 ; Ağanî, ABBÂDÎLER. ‘ABBÂDÎLER, İşbilİye’de XVII., 53 v.dd. (K . V . Z ettersteen .) (Sevilin) 414, yahut 422— 484 =• 1023, yahut ‘A B B A D A N . [ Bk. abbâdân.j 1031— 1091 hükümet sürmüş olan bir arap ha­ A B B Â D Â N . 'ABBAD AN, Irak ’ı» en ce­ nedanı. Bu hanedân Kurtuba ’daki Emevîlerîn nuptaki şehri. Eskiden — hattâ X. asırda — bu sukutundan sonra (422 = 1031 ), İspanya ’daki şehir, Basra körfezindeki bir adanın üzerinde İslâm devletinin inkısamı üzerine, XI. asırda, bulunuyordu. Bugün ise* bu körfezin sahilin­ teessÜ3 etmiş olan müteaddit küçük devletler den 20 mil daha içeride bulunmaktadır. arasında en mühim ye en parlak emareti kur­ Krş. G. le Strange, The Lands o f the Eastem muştu. Bn küçük hükümdarlar Reyes de Tuifas, Caliphate ( Cambridge, 1905), 44, 48 v.d .; ayn. arapça Muluk al~‘f a v a >if tesmiye edilirdi; tıpkı mll.,Journ. o f the Roy. A s . »Soc., 1895, 302; İskender 'in halefleri tarafından kurulmuş sülâ­ Ch. Schefer, Sefer~Name, (Paris, 1881), 245 v. leler gibi. Sülâlenin müessisİ Klâzi Abu ’l-IÇâd., bilhassa s. 245 not 2. ‘Abbadnn ’ın vaziye­ sim Muhammed I. b. İsına*il ’dir. Bu zat Suri­ tine dair bilhassa krş, H, Wagııer, Nachr. d. ye ’den Yemen ’e hicret etmiş olan Beni Labİm KgL Ge&elhch. d. tyissensch. zıt Götün gen, 'in 'Abbâd hanedanmdandır (414— 434 = 1023-— phiî.-hist, KL, 1902, i. cüz, s. 255. 1043). Oğlu ve halefi Abü ‘Anır 'Abbâd b. (M. S tr eck .) Muhammed al-Mu taiid ’dir [ b. bk. ] (434— 461 *= 'A B B Â D ANİ. [ Bk. ^abbâdân !. ] 1042— 1068}. Gau da oğlu''-şair hükümdar A B B Â D Â H Î. 'ABBADANl, adım 'AbbâdSa- Abu ’l-KSsim Muhammed II. b. 'Abbâd al-M udan alan, fakat başka yerlerde, msb Mısır’da, i tamid [ b. bk. 1 istihtâf eylemiştir (461— 484*= yapılan Lir nevi hasır. Bk. von Kremer, Çnlîtsr- | ıo63— 1091). Bu sonuncu, Murabit hükümdarları



ABBÂDÎLER — ABBAS. tarafından İska t edilmiş ve Fa3 ’ta, Ağm ât ’ta { icıgs 5 esir olarak ölmüştür. B i b l î y o g r a f y a : Dozy, Scripiorum arabttm loci de Abbadidis (Leyden, 1846— 1863) ; ayn, mil., Hisi. des Mıısulmans d 'Espagne (Leyden., 1861; alman, trc., Leîpzig, 1874) > krş. A . F. von Schack, Kunst and Poasie der Araber in Spanİen und Sicilien, 2, tab. ( Stuttgart, 1877), 1,235 v.dd.; Müller, Der İslam im Morgen- and Abendland, IJL, 589 v.jtd. ( C. F. S eyboi.d.) ‘A B B A S . CBk. abbas.] A B B A S I. 'ABBÂS L, »Büyük* lâkabı İle maruf İran şahı; Şafavİ sülâlesine mensep Muhammed Huda bende ’nin oğlu ve halefi. 965 (153 ?) de doğmuş ve Faranâbâd 'da 19 cemazielevvel 1037 (27 kânun II. 1628) de, 43 sene saltanattan sonra, ölmüştür. Herat ’ta babasına karşı İsyan ederek, K azvin ’i zabtetmİş ve bundan sonra hükümdar tanınmıştır (995 = 1587). Ismâ'il II. İle babasının zayıf idaresinde mahvolmak derecesine düşmüş olan devletî yeniden tensik etmiş, maaşları devlet hâzinesinden verilen bîr ordu kurmuş ve bun­ lara türkçe tâfenkçi adını vermiştir; yeniçeriyi taklide» bu tüfenkçüeri gürcü ve ermenilerden alınarak miislüman edilen askerler teşkil etmişti. İlk Şafavi hükümdarlarının istinatgahları olan yedi Kızılbaş kabilesinin ehemmiyetini azalt­ mak maksadı ile, kendisine hassa askeri olmak üzere, Şâh-seven namı altında, yeni bîr türk »ulusu" teşkil eylemişti. Meşhed ’i zabtetmiş olan özbekler ile cenk etmiş ve onları Herat civarında, 1597 de kanlı bir hezimete uğrat­ mıştı; bu kanlı hezimetten özbeklerin pek azı : kurtulmuştur. Osmanlı türklerini Tebriz civa­ rında Sufyân’da mağlup ettiğinden, Tebriz, Erivan ( Revan) ve Kars kaleleri teslim olmuş­ tu (1012 = 1603). OsmanlIlarla Sis civarında yaptığı muharebeyi bizzat idare etmişti 1613 Nasuh Paşa muahedesi ile İran senevi 200 yük ipek göndermeği kabûl etmiş, tekrar başlayan harp ı6r8 Sarav muahedesi ile nihayet bul­ muşsa da, sulh uzun sürmemiştir. Zira osmaalılardan Bağdad ’ı ve şıîlerin mukaddes şehir­ leri KerbeîS1 ve Nece? yahut Meşhed-i ‘A lî ’yi (10 3 3 = 16 2 3 ), Musul ve D iyarbakır’ı zabt­ etmiş ve orduları Gürcüstan *ı işgal eylemişti. Diğer taraftan, ‘Abbas Başra körfezindeki ada­ ları:. Portekizlilerin elinden almıştı. Hürmüz do onların arasında idi ; ‘ Abbâs *m bu mu­ vaffakiyetine Hindistan Kumpanyası ’nın gön­ derdiği bîr İngiliz filosu da yardım etmişti. Şah ‘Abbas bu eski ticaret benderî yerine Gumrün ( Gümrü) ’u ikame etmiş ve ona Bender-i:::‘Abbâs adım vermişti ki, hâlâ o ismi taşımaktadır,



Şah ‘Abbas ha İran imparatorluğu dahilin­ deki rolü, harice karşı oynadığı rolden, daha az ehemmiyetli değildi. Şah ‘Abbâs yollar yap­ tırmış, bilhassa Mazenderân vilâyetinden geçen şose ile köprüler, saraylar ve kârvahsarayJar inşa ettirmişti. Onun saltanatı zamanında İkmal edilmiş olan meşhur raebanî arasında, bilhassa, İsfahan ’daki âbideler zikroîunur. Büyük cami, Çihil-sutün ( kırk sütun ) sarayı, Çârbâğ ve Zenderud üzerindeki büyük köprü, Mazanderân dahilinde: Farahâbâd ’daki Cihânnumâ sarayı, Sâri ve Astarâbâd arasındaki Sefer-(yahut Şefi-) Sbâd sarayı v.s. Şah ‘Ab* bS3 haydutları aman vermeden takip et­ tiğinden, memleket dahilînde yolların emni­ yeti takarrür etmişti. Araş nehri üzerindeki Cuîfa şehri ermenüerİni Isfahan 'a kaİdırtmıştı, Bu halkın Isfahan ‘da kurdukları mahallenin adı hâlâ Cuîfa 'dır. Şah ‘Abbâs İran içinde ecnebi manastırlarının teessüsünü terviç etmişti, İsfa­ han 'daki Karmelit manastırı bunlardan biridir. Avrupa devletleri ile münasebette bulunmağı arzu ettiğinden, sarayına sadece bir seyyah gibi gelmiş olan Sir Anthony ve Robert Sherley ismindeki iki İngiliz asilzadesini hüsnü kabul etti. Şah ‘Abbâs, askerlerini inzibat altına al­ mak ve top kullanmağa alıştırmak üzere, onların yardımından istifade etmişti. Avrupa devlet­ lerini osmanlı devleti aleyhinde birleştirmek üzere, Sir Anthony *yi Haşan Bey ’in refakatin­ de, diplomatik bir memuriyetle Avrupa ’ya göndermişti. Romalı Pİetro delîa Vaîle isminde bir asilzadeden dahi istifade edilmiş ve bu zat Gumrün *nn muhasarasında Şah ‘Abbâs 'a refa­ kat etmiştir. Şah ‘Abbâs, büyük meziyetlerine rağmen, zalim İdi; saltanatının ilk zamanlarında Murşıd İftıli Hân ’ı idam ettirmekten çekinmemiştij halbuki saltanat makamına geçmeğe (994=11586) onun yardımı île muvaffak olmuştur. Bir müd­ det sonra büyük oğlu Şafı Mirza ’yı da, halk arasında kazandığı şöhretten ürkerek, öldürt­ müştü. Pek kalabalıklaşan Sohüm şehri ahalisini azaltmak üzere bir kısmını kesmek için, valisin arzı üzerine, emir vermişti. Ancak bu emir, bir tesadüf eseri olarak, icra edilmemişti. B i b l i y o g r a f y a : Iskandar Münşi, 7V» rîk-i tAlam-arâ~i *Abbasî, Teheran, 1897 ( krş. Fr. von Eramarm, Zeiisckr. d. Deatsch. MorgenL C eselisek., XV, 457 v.d.); Haentzsehe, g ost yer., XVIII, 669 v.dd,; Cl. Huart, Hisi. de Bağdat, s. 55 v.d.; Pietro deîla Valle, Voyages, II, 412 ; III, 318 v.d .; IV, 26 v.d, ( Paris, 1745 ); Gareias Silva Fıgueroa, D e Rebm Persarum Epistola, Antvt^piae, 1620; Ambassade en Perse, frans. tre, De Vicqfort, Paris, 1667 ; Sherley, A Trae



9



»O



ABBAS.



Report o f Sîr Antkony Şkerley s , Journey, Loîidon, ı6öo ; WiU. Parry, A New Dhcourse, London, x6ül ; The Three Brothers, London, 1825;-Relütion d'un Voyage cn Perse par un Geniilhomrne de la süite da Seigmur Set­ erler/, Paris, 1651; Riza Kufi Han, Ravzat al-Şafii-i Naşiri-, VHI, 95 v.d, (C l . H uART.) A B B A S H. ‘ABBÂS II., Sam Mirza ( Şalı Ş a fi) ’mn oğla ve ‘Abbâs I. 'm torununun oğlu, 1043 (1633) te doğmuş, 1077 (1666) de Dâmağân ’da ölmüş ve Kamm kasabasında gö­ mülmüştür. İran tahtına on yaşında iken geç­ mişti (1052 == 1642). ‘Abbâs II. 'it: selefleri olan şahlar şarabı çok içerlerdi; bu ha! halka ör­ nek olduğu için, ahali arasında şarap içmek, suiistimal derecesinde, yayılmıştı. Bu sebeple 'A bbâs II. zamanında bu suistimale karşı, ta­ assup şeklinde, bir aksiiiâmel yÜ2 göstermişti; fakat vükelânın bu hususta tatbik ettikleri şiddetli tedbirler, o suistimali halk arasından söküp atamamıştı. Bundan başka ‘Abbâs İL dahi yaşı ilerlediği vakit, ataları gibi, ayyaşlığa ka­ pılmıştı. Kandahâr ’ı tekrar ele geçirmiş ve ihtilâl sebebi ile koğuîmuş olan Özbek reisleri­ ne misafirperverlik göstermişti. Kendisine karşı harp açmış olan Gürcüstan hükümdarı Tahmuras V kendisine hiç bîr şey yapmadan, serbest bıraktı { 1070 =■ 1659 ). ‘Abbâs II., sefahat ve snistimallermden dolayı kuvveti tükendiğinden, otuz dört yaşında iken Ölmüştür. Kendisinin şair olduğu rivayet ve bir şiiri de zikredilir. B i b l i ı / o g r a f y at RizS J£uli Hân, Macma' al-Fuşahâ\ J, 40; Ravzat al~Şafâ~i Naşiri, VHI, 193 v.d. ( C l . H ua RT.) A B B A S III. ‘ABBÂS IIL, şafavî hü­ kümdarı, 1x45 (1732) te doğmuş ve İsfahan’da 1149 (1736 ) da ölmüştür. Nâdir, TahınSsp ’ı apansız tahtından indirip Horasan ’a sürdükten sonra (1143— 1732 ), yerine ‘Abbâs III. 't geçir­ mişti. O zaman bu ‘Abbâs sekiz aylık bir çocuk idi. Zamanında Nâdir Bağdad ‘1 muhasara etmiş (1147 ~ 1734 ) ve onun erken ölümü üze­ rine, bu fırsattan istifade ile „şâh" unvanını almıştı B i b l i y o g r a f y a t Rizâ î>ulî Hân, Ravzat al-Şafd-i Naşiri, VHI, 221 v. dd. ( C l . H uart .) A B B A S L ‘ABBÂS L, Mısır valisi (1848— 1854), 1816 da Cidde'de doğmuştur. ‘A bbâs ’ın babası ve Mehmed AH ’nin oğlu olan Tosun Paşa, babasının Vehhabîlere karşı açmış olduğu sefere İştirak içîn, Cidde 'de bulunuyordu. ‘Abbâs büyük babasının en çok sevdiği çocuk idi. ‘Abbâs 'in tıynetindeki huşu­ net daha çocukluğunda göze çarpıyordu. Onun



bu huşuneti sonraları pek ziyade artmıştı. Pek



erkenden uhdesine yüksek memuriyetler tevcih edilmiş olan ‘Abbâs, o memuriyetlerde tam şark müstebİdlerinde görülen bir tarzda hare| ket etmişti. İbrahim Paşa, bunamış olan Meh­ med Ali 'den sekiz ay evvel, uzun bir hastalık­ tan sonra, 1848 de öldüğünden, Bâbtaîi 'Ab­ bâs ’ı Mısır valisi otarak tanımış1 ve fakat onun tecrübesizliği ile gençliğinden ve dolay ısı ile şöhreti olmamasından istifade ederek, padişahın Mısır ’daki hakimiyetini takviye etmek istemişti. O senelerde ingilizler Nil ile Kızı İdeniz ara­ sında bir demiryolu inşa etmek istiyorlardı. ‘Abbâs bu projeye mütemayil İdi; fakat bu 184 i fermanının ahkâmım kat'î bir tarzda ihlâl demekti. O fermana göre, irsi Mısır valileri bütün mühim İşlerde Babı ali ’nin muvafakatin» istihsal etmekle mükellef idiler, Bâbıali huku­ kuna riayeti şiddetle talep ettiğinden (4 eylül 1851), ‘Abbâs itaata mecbur olmuştu. Yine o esnada Bâbıali ‘Abbâs 'tan Mısır ’da G ü I h a n e h a t t ı h o m a y u n u n u n ( tanzimat~\ hayriye) mer’iyet mevkiine konulmasını iste­ mişti. Bu maksatla Mısır ’da, Taazİmatm tatbiki için icrası elzem tadilâtı hazırlamakla muvaz­ zaf, bir komisyon teşkil olundu. Bu komisyon, mesaisi hiç bir neticeye varmaksızın dağıldı­ ğından, padişah, kiyaseti ile maruf Fuad Efen­ di 'yi Mısır ’a göndermiştir. Fuad £f., Tanzimatra Mısır ’da da tatbiki haklandaki fermanın umum muvacehesinde okutulması İçin, ‘A b ­ bâs ’ın muvafakatini istihsale muvaffak oldu. ‘Abbâs Paşa ’ya, bu mutavaatından ve malî yardımından dolayı, mükâfat olarak, idama mahkûm katilleri istizansız İdam ettirmek salâ­ hiyeti — evvela yedi sene İçin, ondan sonra da hayatı müddetince — verilmiştir. Bundan başka ahalîyi angaryada çalıştırmak ve askerî hizmete çağırabilmek ve Mehmed A li ailesini idare edebilmek haklan da kendisine tevcih olunmuş­ tur. Halbuki zalim ve vesveseli ‘AbbSs Paşa Mehmed AH ailesi erkânı hakkında zaten pek insafsızca muamelelerde bulunmakta idi. Şu halde Bâbıalinin diplomatik muvaffakiyeti daha ziyade şekilden ibaret kalmıştır. Kırım muha­ rebesi esnasında ‘Abbâs padişaha karşı sadakat ve istikametle hareket etmiş ve 15.000 askerle Mısır donanmasını onun emir ve hizmetine vermişti* Mısır ’ın dahilî idaresine gelince, ‘Abbâs mahdud düşünceli ve zekâsız bir müteasaıp gibi hareket etmiş ve Avrupa medeniyetini Mısır ’a sokmak için iki selefinin ihtiyar ettikleri paha­ lıya ma! olan tecrübe'erden vaz geçmişti. Fakat 1 ‘AbbSs Pasa Abefâlmecîd ’e teşekkür için İstanbul 'a geldiği zaman, uhdesine, vezaretin fevk mda olarak, sad­ razamlık rütbesi tevcih donduğu vakVnüvi» lAMt tarihinde sffcredlîraiçtir (t>k. Lotfî, TSrfb, L V&— SW).



ABBAS.



ocun bu hareketi tasarruf maksadı ile değil, ancak fresklere olan nefret ve kiilture olan husumetinden İleri gelmiştir. Günden güne ves­ vesesi ve huşuneti artan 'Abbiİs, çölde muta­ sarrıf olduğu Benha ‘l-'Asat kasrma çekildi. Bu kasır Kahire’ye uzak değildir. 'Abbâs orada, 1854 senesinde, belki de zehirlenmiş olarak, birdenbire ölmüştür.1 Yerine Mehmed AH 'nin dördüncü oğlu ve kendi amcası Sa'ıd Paşa geçmiştir. ( J. OESTRUP.) J A B B A S II. 'ABBÂS H. (HİLMİ), Mı­ sır ’m ( son) hidivi olup, Tevfİk Paşa ile eşi Emi­ ne hanımdan I cemaziyelahır 1291 (16 temmuz 1874 ) de İskenderiye ’de Nimre Telate sarayında dünyaya gelmiştir. Yarı şark yan avrupa usu­ lünde ihtimamlı bir tahsil görmüştür. Babası onu evvelâ, kardeşi Mubammed 'A li (doğra. 1292 s=s 1875) ile birlikte, tahsil için Potsdam ’a göndermeği tasavvur etmişse de, siyasî sebep­ lerden dolayı, bu tasavvurdan vaz geçmiş ve Viyana ’daki Tîıeresianum mektebini tercih ey­ lemişti. Orada iki kardeş esaslı, hâl ve mevki­ lerine uygun, bir tahsil görmüşlerdi. Babası 7 kânun II. 1893 de birdenbire öldüğünden, ertesi günü Bâbıali 'Abbâs ’ı babasının yerine hidivliğe tayin etmişti. Birkaç gün sonra 'Abbâs Faşa Kahire’ ye muvasalat etti; 37 şa’ban 1309 (ay mart 1892) tarihli hidivîîk fermanı da Kahire 'de 14 nisanda merasimle okundu. Aka­ binde bu fermanın muhteviyatı Ingiltere’nin Mısır 'daki mümessili, sonradan Lord Cromer namım alan, Sır Evelyn Barig ile Mısır hükümeti arasında notalar teatisine sebep olmuştur. Mısırlı olmıyan bir kssım müşavirlerinin nüfuzuna kapıl­ mış olan 'Abbâs Paşa iagilizlere muhalif bir siyaset takibine başlamış ve 188* senedi vafc’aInrıam ihdas ettiği vaziyeti ve bîr kaç ssnedenbori Lord Cromer tarafından memleketin dahilî siyasetine metanetle verilmiş olan mgîiiz-leştirme İstikametini asla nazara almak istememişti. Bundan ardı arkası gelmiyen ihtilâflar çıktı. Baha nisan ayında Mısır kuvvetlerinin serdarı S|? Greafell çekilmeğe mecbur olmuş, yerine Û. Kitchener getirilmişti. »Millî" denen yeni cereyan, müteaddid şekiller altında, gazetelerde, hayır cemiyetlerinde, arap lisanının tercihinde ve arapçayt ecnebi kelimelerinden temizlemekte tecelli ^ediyordu. 'Abbâs Paşa ’nm bidivlik makamıaa-^ehnesinden bir sene sonra, onunla Mı­ sır ’ı işgal etmekte olan devlet arasındaki ihtilâf bütün şiddeti ile meydana çıktı. Nazırlar reisi, M a la fa Paşa Fahmi, hastalıklı bir adamdı, 'A&bâs Paşa onun yerine münevver, inatçı ve : 1 HJftaİÎ Poja V* güre, ‘AbbSs Pasa ’y* çerkes kölelerî, işîsJîkîen ağır bîr cürmün eornsındsn kurtulmak ■:tçîn, odasında bastırarak o! Jûı-:':ı;-iî 1ardır ( 7'arİh-i siyatiği



fbnUzi-i Oaiteadg*»,



». 227 -233)



halis bir türk olan Fahri Paşayı geçirmek istedi. Lord Crompr Fahri Paşa ’mn tayinini red ve bundan böyle yapılacak her tayinde kendi reyinin alınmasını talebetti. Bu ihtilâf 1893 senesi kânun II, ortasına doğru, işgal ordusunun harekete getirilmesini düşündürecek dereceye kadar, şiddetlendi. Bununla beraber işin o derece ilerisine gidilmedi ve 18 kânun II. de Riyaz Paşa ’mn teşkil ettiği nazırlar heyeti iki tarafça da kabul olundu. ‘Abbâs Paşa ’mn hoş görülmiyen bir müşaviri olan isviçreli RouiİIer Bey ’e mezuniyet verildi; fakat daha sonra bu zat azledildi. Ingiliz askerî işgal kuvvetleri takviye edfcK. Bununla beraber bu mücadele uzun müddet muhtelif sahalarda, idarede, mat­ buatta ve tedrisatta devam etti. 'A bbâs Paşa temmuzda İstanbul ‘a gitti. Babıâlinîn yardımına mazhar olacağım ümid etmişti; fakat, istediğini elde edem eksizin, geri döndü; Mısır ’m padişaha arzoîunan istirhamları neticesiz kalmıştı, ö devirde arap matbuatındaki tezahürat arasında, radika] Üstüz gazetesi ve Sayyid al-Baferi île „Fa!iih“ Sulaymân Hazza' ’m Times ’t* mün­ teşir mektupları zikre lâyıktır. Yavaş yavaş mücadele şiddetini kaybetti. 'Abbâs Paşa 1894 ten itibaren her sene Avrupa ’da, ekseriya İsviçre, Fransa ve Ingiltere ’ye bir seyahat yapmağı âdet edinmişti. Yaptığı ilk siyasî hamlenin uğradığı mavaffakıyetsiliğe bakarak, *Ahba# Paşa ’nm İstidatsız, kabiliyetsiz ve mahdud fi­ kirli bir adam olduğu neticesi çıkarılmamalıdır. Avrupa ile olan temas ve münasebetlerinden, şarkın dar zihniyetine yeniden düşemiyecek derecede, istifade etmişti. ‘Abbâs Paşa samimî raüsHbnan olup, dinin ruhunu şeklinden üstün tutar, 'Abbös Paşa ’mn edebî kültürü vardır: türkçe, arapça, franstzea, almanca ve İngilizce bilir. Kır ve çöl hayatından çok hoşlanır; ahır­ larında topladığı güzel atları ve kıymetli develeri sever. Eğer içinde bulunduğu siyasî vaziyet onu atalete mahkûm etmiş olmasa her halde halkın fikrî ve İçtimaî yükselmesine faydalı bir tarzda çalışabilirdi.1 (‘K . VOfc»at&) A B B A S . 'ABBÂS, Rey şehrinin hâki­ mi, son Selçuklular zamanında nüfuzlu bir emir olup, sultan Mas'üd’un emri ite, 541 (1147) se ­ nesinde idam edilmiştir. F.mîr Cav har ’ İn kölesi olan 'Abbâs, efendisi namına, Rey şehrini idare etmişti. Fakat emîr Cavhar 'in ismâ'ilîler tara­ fından katledilmesi üzerine, 'Abbâs şehrin ida­ resini eUue almış, Cavhar ’m intikamını almak î C iiıaa harbinin başia'UAaı üzerin* ( 1S>1 4 }, tsıg-Uter* Osmanlı devletinin Mısır üzerindeki hâkimiyetini niha­ yete ermiş saydığı vo 'AbbHs Hiktıî Paşa da, o »ırada falan b u î’da bal onduğu ctbeile, b tâivîikte» filen ay n ltaış



ye fakat Tfirfciycce b* *rl*iı fcoasm m«A*b»ine W *r {24 teminat 1921.) tammanfUr.



ra



ABBAS.



gizli tutmuştu; hattâ onun, Medine 'ye gidip yerleşmek arzusunda bulunduğu halde, Peygam­ berin ısrarı üzerine, Mekke *de kaldığını riva­ yet ederler. ‘Abbas Mekke ’de âtıl oturmamak İçin, Peygamberin orada bulunan tarafdarlarım himaye etmekle kalmamış, kureyşîlerin muhare­ be plânlarını da Peygambere gizlice bildirmişti. Bu hâl ona büyük bir meziyet gibi atfolunuyor. Bu keyfiyet yalnız mümkün değil, belki de sihhate karîptir; filhakika aklî ve dinî mesele­ lere karşı lâkayıt olan bu zat yeğeninin gittikçe artan kudretini memnuniyetle görmüş ve içinden kendisi ile işbirliği yapmak istemiştir. (M._Th. Houtsma.) A B B A S . a l -'ABBAS b . 'A bd a l - Binaenaleyh Haybar ’in fethi ‘Abbas ’a gizlice MüJTALİB, Peygamberin amcasıdır. Künyesi haber verildiği vakit, sevinmiş olduğu hakkmdaki A bu 'l«Fa £l ‘dır. Peygamberden ancak üç rivayet tarih bakımından pefc‘ mümkündür. yahut, İbn Hacar *e göre, İki yaş büyüktü. Hicretin 7. (628/629) senesinde Peygamber Tüccardan olup, bu hususta kardeşleri Abü Mekke ’yi ziyarete geldiği vakit, ‘Abbas baldızı f âlib ve 'Abd Allah ’tn aksine olarak, büyük bir Maymuna ’yi ona vermişti. Ertesi sene Peygam­ servet kazanmıştı. Faizle para ikraz ederdi; T a’- ber Mekke üzerine yürüdüğü vakit, ‘Abbas if ’te bir bahçesi vardı. İbn Hişâm ( s. 953 ) ve vaziyetini açığa vurarak, şehre gelmesinden Taban ’ye göre (I, 1739), ticaret seyahatlerine evvel ona iltihak etmişti. Fakat ‘A bbas ’ın o eski hükümdarların neslinden gelmiş bir insan vakit Abü Şufyân'ı himayesi altına almış ol­ azameti İle çıkardı. Ona şikâyet hakkı ( ha­ masına dair rivayet uydurmadır. Mekke ’de cılara su dağıtmak vazifesi) tevcih olunmuştu. Peygamber onun şikâyet imtiyazım uhdesinde Rivayete göre, Zemzem suyuna TS1İf ’teki bıraktı. Hunayn gazvesinde 'Abbas Peygamberin bahçesinden gelen kuru üzümleri atarmış. yanında idi. Bu gazvenin mes’nt neticesini Mamafih kendisi hakkında naklolunan rivayet­ Peygamber amcasının gür sesine borçludur. lere tetkiksiz itimat etmemelidir; zira 'Abbasî Vâkidi *nin rivayetine göre, Bizans ’a karşı taraftarları, zaman ile, onun şan ve şerefine açılan büyük seferin teçhizatına ‘Abbas kendi hizmet için, birçok hadisler uydurmuşlardır. kesesinden yardım etmişti. Peygamberin gasil Peygamberin Mekke 'de bulunduğu müddetçe, hizmetinde bulunanlar arasında 'Abbas dahi ‘Abbas ’ı dinî harekete muhalif olarak göste­ vardır. Bundan sonra ‘Abbas 'tan az bahsolumır. Fatma, mirasını istemek için, Abu Bekr ’in ren rivayetlerde ittifak vardır. Bununla beraber 'Abbas, Peygambere şid­ yanma gittiği vakit, ‘Abbas F atm a’ya refakat detle düşman olanların husumetlerine iştirak etmişti. ‘Omar zamanındaki büyük ganaimden etmemişti. Bundan doîayı,Abü Tâİİb ölünce, ye­ ‘A b b a s’m da hissesi vardı. 'Abbas bu halife ğeninin tabiî hâmisi kendisi oldu ; mevsuk olma­ zamanında Medine 'deki mescidin tevsii için, makla beraber, ‘Abbas 'm ‘Akaba içtimamda, evini hibe etmişti; fakat şiddetli bir kuraklık rivayete göre, Peygamberin davasını müdafaa esnasında, duası ile yağmur yağdırmış olması, etmiş olması imkansız sayılmaz. Bedr muhare­ 'A bbas tarafdarlarımn uydurduğu bir hikâye besinde ‘Abbas 'm mekkeliler safında harp gibi telâkki edilebilir. Yaşının bu devirde ne etmiş ve esir düşmüş olması nahoş bir vak’adır. kadar ilerlemiş olduğu düşünülürse, arap ordu­ Fakat bu vak’amn çirkinliğini hafifletmek için, sunun şarkî Ürdün ’de bulunduğu zaman, orada mekkelİlarin, kendisini arzusu hilâfına, sefere olması bile pek şüphelidir. Fakat iranlılara sürükledikleri iddia olunmuştur. Bundan başka karşı açılan seferde, rivayete göre, muharebe bu hikâye onun lehinde muhtelif fıkralarla mevkiine bizzat gitmekten 'Omar ’i vazgeeirmişsüslenmiştir; meselâ bir meleğin yardımı ile ti* ‘Omar ’in yerine gelecek halifenin intihabına esir e clİİmİş olduğu, ve, Peygamberin, amcasının İştırâk etmemesi hakkında, ‘A l i ’ye nasihat zincirde olduğunu düşündükçe, gözüne uyku ettiği halde sözünü dinletemediğini de rivayet girmediği rivayet edilmiştir. İbn Hişâm, ederler. ‘Abbâs Medine'de 32 (652/ö;'.|) ‘Abbas 'ısı fidye verilerek esaretten kurtulması senesinde vefat etmiştir. Diğer rivayetlere hikâyesi hakkında birşey söylemiyor. Bundan göre, 34 senesinde ve 88 yaşında irtihaî eyle­ başka, fidyesi verilince, ‘Abbas 'in Mekke ’ye miştir. ‘Abbasî halifeleri onun oğlu *Abd döndüğü muhakkaktır. Fakat rivayete göre, Allah 'tan [ b. bk. ] gelmiştir. 'Abbas İslâmî kabul etmişti; yalnız ihtidasını B i b l i y o g r a f y a ; İbn Hişâm ( nşr. mali menfaatleri dolayısı ile, bir zaman için WÜ3tcnf.) tür, yert; ibn Hacar, jlaaba, II, 668



için, isma iiîler ’e karşı bir imha harbine girişe­ rek, rivayete göre, yüz bin kişiyi öldürtmüştü. ‘Abbas^da, Büzâ'îehh [ b. bk.J ve 'Abd al-Rahman Tagayrak [ b. bk.] gibi, Selçuk devletinin en kudretli emirlerinden olmuştu- Bizzat sultan dahi, onlara karşı duracak kadar, kendinde kuv­ vet bulamıyordu. Nihayet sultan, evvelâ Tağayrak ’ı Öldürterek ondan kurtulduğu gib i,. 'Ab* b âs’t da, yanma çağırtarak, ortadan kaldırmıştı. B i b l i y o g r a f y a : Recaeil de textes relat. â l ’hist. des Seldjoucides, II, 191, v. dd. İbn al-Asir ( nşr. Tornb.), XI, $0 v. dd.



ABBAS.



v.d. y Navavi ( nşr, Wüstenf.), 331 v.d.; Xa^a* ri, !, iür. ger, ; Beİâzori ( tışr. de G oeje), s. 6, 38, 56, 355 * Yakübi ( nşr, Houtsma ), II, 47 ; ' . Vâkidi, Kitâh al-Mağazî ( Wel!hausen ), iür, y er.} Goldziher, Muhamm. Siüd., II, 108, v.d.; NÖldeke, Zeiischr. d. Deutsch. Morgenl. öesellsch ., III, 31—27. _ ( FR. BUHL.) A B B A S . 'ABBÂS b . Abİ 'l-FutüH (1115— 1154), tam ismi ile AL-Af^AL R üKN AL-



Dîn Abu ’l-Fa2l 'Abbâs b. Abî ’l-Futüh b. TaMÎM B. Mu'ÎZZ B. BÂdIs AL-ŞlNHÂcI, şimalî Afrika ’da Bani Badis [ b. bk.] namı ile maruf hükümdar sülâlesinden gelmiştir ; 509 (1115) se* nesinden biraz evvel doğduğu zannolunur; 2İra o sene henüz süt emer bîr çocuktu. Babası o vakit hapiste bulunuyordu; 509 dan itibaren İs­ kenderiye ye sürülmüş ve kendisine zevcesi Bul­ lara ile oğlu küçük ‘Akbaş refakat etmişlerdi. Abu fl-Futülı’un vefatından sonra dul kalan Bul­ lara, inhilâl hâlinde bulunan Fatimîler devleti­ nin, İskenderiye ve Buhayra kumandam sıfatı ile, en kuvvetli erkânından biri olan ‘Ali b. Sal­ lar ile evlenmişti. Halife al-Zâftr bi-Amr Allah emîr İbn Maşâl *1 bir zamandan beri münhal bulunan, vezaret makamına tayın ettiği vakit (5 4 4 — 1149/1150), İbn Sallar isyan etmiş ve kendi askerî k ıt’alannm başında Kahire Üzerine yürüyerek, vezareti kendi uhdesine vermeğe halifeyi icbar etmişti. Bu karışıklıklar esnasın­ da 'Abbâs, ilk defa olarak, siyasî sahnede gö­ ründü. ‘Abbas üvey babasmm tarafım tut­ muştu; bu zat ‘A b b â s’ı firar hâlinde olan îbn Masal ’ın takibine memur eylemişti. İbn Masal maktul düşmüş ve 33 zilkade (34 mart 1150) de İbn Sallar Kahire *ye girmişti. Mü­ teakip senelerde 'Abbas Kahire ’de halife­ nin sarayında yaşamış ve oğlu Naşr, halifenin büyük teveccühüne mazhar olmuştur. Fatimîierin Suriye 'de hâlâ tasarrufları altında bulunan Askaîan kalesindeki garnizonun, mutad üzere, değiştirilmesi icabettîğinden, 'Abbas o garni­ zona kumandan tayin edildi (548 senesi başı =» 1153 senesi ilk baharı). Bununla beraber 'Abbâs, daha Suriye ’ye varmadan, henüz Mısır topraklarındaki Biibis 'te bulunurken, kurta­ rılamayacak olan ileri bir mevkiin müdafaası İçin, kendi askerlerini yok yere harcetmekten ise, hem üvey babasını öldürmeği ve hem de vezareti ele geçirmeği kararlaş­ tırdı, Bu hususta, kendisine refakat etmekte olan Suriyeli emîr Usâma b, Munljiz 'm nü­ fuzuna kapılmış olması muhtemeldir. Usâma bunu ve bundan başka 'Abbâs 'in hayatında tahaddüs eden vakaları, etraflı olarak, hâtıratında yazmaktadır. Hatıratında bu işte oynadı­ ğı iki yüzlü rolü gizlemeğe -ve mazur göster­ meğe çalışmamıştır. Çünkü "hayasızca çevrilen



*5



C ■ ■ -f bu gibi entrikaların âdet olduğu bir devirde yaşıyordu. Hattâ, biraz da mübalağa ederek/ kendisini bu vakanın hakikî mürettibi gıbij göstermiştir. Her hâlde netice şu oldu ki, ‘Ab-ğ bas 'm oğlu Naşr Kahire ’ye gizlie^döndu ve ^ pek mergubu olduğa halîfenin muvafakatini ' alarak, üvey büyük babası ibn S allar'1 6 m u-' harrem 548 ( 3 nisan 1153) de öldürdü.‘Abbas da çarçabuk Kahire ’ye dönerek, vezareti ele aldı. Bu esnada, sıkı sıkıya muhasara VO taz­ yik olunan Askalan, frenklerın eline düşmüştü (37 cem&ziülevvel 548 — 20 ağustos *153). \ ‘Abbâs, bu suretle ele geçirdiği makamdan ; uzun müddet müstefıd olamadı. Halife pek zİyade tuttuğu Naşr'ı, vezirlik için, tercih ediyor­ du, Halbuki Naşr ise, babasını öldürmeği zih­ ninden geçirmekte İdi. Diğer taraftan da 'A b­ bâs ’ın Naşr aleyhine kışkırtıldığı zannolunuyor. Tarihî malûmat psikolojik vak’aları pek müp­ hem bir tarzda gösteriyor, Usâma *nİn bu sırada uzlaştırıcı rolünü ifa ettiği ve iki ateş arasında kalacağından korkmağa başladığı anlaşılıyor. Nihayet baba ile oğulu, müşterek bîr ha­ reket için, uzlaştırmağa muvaffak oldu ve bunun üzerine her ikisi, halifenin entrikalarına kurban olmaktansa, onu öldürmeğe karar verdiler. Naşr halifeyi evine davet ederek, 549 senesi muharreminin son günü öldürttü {16 nisan 1154). 'Abbas halifenin en yakm ak­ rabasından olan erkekleri, bu cinayetten mes’ul tutarak, katletmiş ve saltanat tah tın ah alife­ nin sabî oğlu al-ZSfir ’i, al-FS’iz bi-Naşr Allah unvanı ile, oturtmuştu. Bu muamele ve hareket­ ler saray ve ahaliyi galeyana getirdi; Kahire ’nm cenubundaki askerin başında bulunan ve herkesçe sayılan kumandan fa la 1i' b. Ruzzılf ’a haber gönderildi. Umumun menfuru olan 'Abbas artık yerinde tutunamamış, Naşr ve Usâma ile birlikte, Suriye ’ye kaçmıştır. Bundan haber­ dar edilen frenkler de onları al-Muvaylih ci­ varında bastırarak, ‘Abbas. T öldürmüşlerdir. (23 rebiülevvel 549 — 7 haziran 1154). B i b l i y o g r a f y a : Usâma b. Munlfiz ( nşr. H. Derenbourg), ÎI, 5, 13— 20 ( trc. ve izh., I, 220, v.d., 238— 258); îbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), Xî, 93, 94, 122, 125— 128 (Recueil des H isi. or., I, 47$, 486 v.d. 490— 494; Abü Şa­ ma, Kitab al-RavZataı/n, Kahire, 1287/1288, I, $7 v.d. ( Recueil, IV, 78 v.d ,); îbn Haldun, 'îbar, IV, 74 v.d,; Abu ’l-Fida1 ( Recueil, I, 28, 30); Abu ' 1-Mahâsin ( Recueil, III, $05 v.d., Sîbt b. al-Cavzi ye göre ); îbn KaîHkSn ( nşr. Wüsienf.), nr. 496. 525; Makrîzi, Hifat, II, 30; Reiııaud, Extraiis des Hisi. arabes, relat. aux gtıerres des croisades, yeni tab., s> ^00 v.dd. î \Veil, Gesch, d. Ckalifen, II, 297 v.d.; Wus* tenfeld, Gesch. d. Fatimiden-Ghdlifen, s. 314



ABBAS.



**



v.dd.; Stanley Lane-Pöoie, Htsiory o f Egypt, t ti v.dd .; Ma rcet, Egypie, Chap. XI; Derenbourg, gost. yer. ^ ( C. H. BECKER.) A B B A S . 'ABBÂS b. A hnaf . [ Bk. İbn AL-AHNAF.j A B B A S . a l -'ABBÂS b . 'A mr a l -G a ­ na vi, hicretin IH. asrı sonlarına doğru (900) 'Abbasî hatif elerinin maruf bir kumandam ve valisidir; bilhassa Karmatîier tarafından mağlûp ve esir edilmesi ve nihayet serbest bırakılması ile tanınmıştır. 'Abbâs R&kka havalisinde doğmuştur. Yamama ve Bahrayn valisi olduğu için, onu halife Mu'tazid KarmaÎÎİeria meşhur reisi Abü Sa‘ id al-Cannâbi 'ye karşı göndermişti. Fakat kanlı bir muharebeden sonra, 287 senesi recebinin sonunda (900 temmuz nihayeti) Canuâbi tarafından esir edil­ mişti. Karmatîier, diğer bütün esirleri katlet­ tikleri halde, yalnız ‘Abbâs ’t halifeye haber göndermek üzere, sağ bırakmışlardır. J. de Goeje bu vafe’ayı ( Mimoire sur les Carmaihes du Bahrdin et İes Fatimides, 2. tab. 37 v.d ,), başlıca kaynaklara göre, tafsilâtı İle tesbit etmiştir. ‘Abbâs bundan sonra mühim bir rol oynamamıştır ; 259 (901/902 ) da.halife Muktafi ’nin tahriki ile, Badr 'in kendi aleyhine dönen kumandanları araşma girdi. Bundan sonra Isfa­ han civarında Kumm ve Kaşan şehirlerini bir müddet idare ettiği anlaşılıyor. Hayatının sonlarında Diyar Muzar ‘m askerî valisi idi. ‘Abbâs buranın merkezi olan Raljka da 305 (9l7/9î8)de ölmüştür. Yâljût *un ( IV, 114 v.dd.) zikrettiği Kaşr al-'Abbâs bunun İs­ mine izafe edilmiştir. Bu ‘Abbâs, Tabavİ (IH, 2190) ve Abu ’i-Mahâsin ( II, 195 ) in hadım Mu'nıa *e refakat eder gösterdikleri ve fihristlerinde aynı şahıs olarak zikrettikleri, ‘Abbâs b. 'Anır ile karıştırtmamahdır. B i b l i y o g r a f ı / a t Tabari, ÎH, 3193, 2196 v.d.î 2210; ‘Arib (nşr. de Goeje}, s. 69 ; îbn aî-Aşir ( nşr. T ornb.), VII, 358; VIII, 42, 344 v.d.; Abu ’l-Majhıâsm ( nşr, Juynb, ve Matth.), II, 128; İbn Halltkân (nşr. Wüstenf. ),nr. 7451de Goeje, göst. yer. (C . H. Becker .) A B B A S . a l -'ABBAS b. a l -^ asan b. A hMF.D B. AL-KÂSİM al -C a r c a r ây 'İ



B. ‘ABD ALLAH



B. AYYÜB



A bu A hmed, 250 (864) de doğmuş, 296 (908) da öldürülmüştür. Halife al-Muktafi b î-llâ h ’ın 291 (904) den itibaren veziri olmuştu; ‘Abbâs bu makama, selefi al-ÇSsim b. 'Ubayd Allah ’m [ b. bk. ] ölümün­ den sonra ve 'A li b, 'İsa ’mn vezerati reddet­ mesi üzerine, geçmişti. Bu intihap iyi bir şey olmamıştı; zira ‘Abbâs değersiz bir adamdı; hükümet işlerini ihmal ediyordu ve yalnız kendi



eğlencesini düşünüyordu. Gururu kendisine bir çok düşmanlar kazandırmıştı. ‘Abbâs kendi sukutunu, İbn al-Mu'tazz *a [ b. bk. ] muhalefeti ile, bizzat hazırlamıştı. Şöyle ki Muktafi ’nm bir hastalığı esnasında, nüfuzlu memurların çoğu ai-Mu'tazz '1 tahta vâris olarak ilân etmek istemişlerdi; fakat ‘Abbâs bu teşebbüsü boşa çıkarmışta. Ai-Muktafi iyileşince, 'Abbâs *m nüfuz ve tesiri ile, yerine halef olarak değersiz aî-Muktadir bi-'llah '1 tayy in etti. Bu zat 29$ (908) te hilâfete geçtiği zaman, ‘A b b âs’ı vezaret makamında ipka etmişti. Fakat İbn al-Mu'tazz ’ıa tarafdarları kastlarından vaz geçmiyerek. ‘Abbâs ’tan kurtulmağa karar verip, ontı öldürt­ müşlerdir. B i b l i y o g r a f y a ' . Hilâl al-Şabi’, Kiiüb at- Vuzarâ*; ‘Arlb ( nşr.de G oeje), s. 19 v.d.; al-Fahri ( nşr. Ahhvardt), a. 304; Weil, Gesch. d. Chalifen, II, 539. v.d,} Loth, Ober Lehen and Werke des ‘ Abdallah ibn ul M utazz, s. 24 v. dd(M._T h . HOUTSMA.) ABBAS. al -‘A B B A S B. a l -H asan ( al-Husayn?) AL-ŞÎRÂZÎ A bu ’ l -Fa 2 l, aî-Mahaîîebî ’nin ( b. bk.] vefatından sonra (352 =963),* Büveyhîlerden Mtı'izz al-Davla tarafından, îbn FasSneas İle birlikte, hükümetin idaresine tayin edilmişti,Hükümdarın vefatı üzerine (356=967), oğlu Bahtiyar, kendisini vezir olarak ipka etti ise de, bir müddet sonra vezirin, gerek kendi­ sinden ve gerek maiyetinden para sızdırmak maksadı ile, 358 de kısa bir zaman için onu azlettikten sonra, tekrar memuriyetine İade etti. Dört sene sonra ( 362 = 973 ) gene azledil­ miş ve az sonra ölmüştür. Söylendiğine göre, vezaretî zamanında, herkesten para sızdırması ve zulüm ve şiddet göstermesi yüzünden, umu­ mun nefretini ceibetmiştir. B i b l i y o g r a f y a m îbn al-Aair (nşr. Tornb.), VHf» 405 v.dd. Houtsma.) A B B A S . a l -‘AB B ÂS b . a l -M a 5Mün , al-Mu'taaim zamanında hilâfet makamına hak iddia eden bîr zattır. Babası olan halife al-Ma’* I müu onu 213 (828/829) te Elcezire ve hava­ lisi valiliğine tayin etm iştir; Bizans ile vu­ kua gelmekte olan muharebelerde büyük bir şecaat gösterdi. AI-Ma’raün 218 (833) de Ölünce, kardeşi Abü Ishâk Muljaınmed aî-Mu'taşim bi-'Uâh, müteveffanın vasiyeti üzerine^ ‘‘A b ­ basî tahtına geçti. Bununla beraber al-Ma’ mün 'un rumİara karşı hareketi için toplamış oldu­ ğu ordu al-‘A b b â s'1 halife ilân etmek istedi} fakat kendisi ordunun arzusuna mümaşaata te» mayül göstermedi ve amcasına biat etti. Bundan sonra yeniden orduya dondu ve hoşnutsuzluğu teskine muvaffak oldu. Bunun üzerine halife, kendi mevkiini sağlamlaştırmak maksadı ile, bir



ABBAS.



çok ihtiyat tedbirleri a ld ı; aî-'Jkıvâna, Tyana, (krş. Seyboîd, G G A, 1920, s. 19b) kalesini temelinden yıktırdı, Bizans İle harbe nihayet verdi ve orduyu terhis etti. Daha sonra, yeniden teşkil olunan türk hassa alaylarına Mu'taşim tarafından gösterilen teveccüh ve iltifat üzerine, Ma’mîîn 'un vefatından beri birçok defalar mesele çıkaran arap efradı serkeşlik göstermeğe başladılar. Mu'taşım ’m hizmetinde bulunan 'Ueayf b. ‘Aıibasa adındaki bir arap kumandanı, ordunun hoşnutsuz tuğundan İstifade ederek, halifeyi öl­ dürmek ve ‘Abbâs ’ı tahta geçirmek maksadı İle, bir suikast tertibine teşebbüs etmek istedi. 'Abbâs buna kapıldı. Fakat fesat keşfolundu ve mürettiplerin bu teşebbüsleri onların hayatla­ rına mal oldu ; al-'Abbâs, Manbıc ’te mahpus İken, 323 ( 838 ) te Öldü. B i b l i y o g r a f y a ; Taban, 111, 1081 v. dd.; İbn al-Asir ( nşr. Tornb.), VI, 286 v. dd-; ’VPeil, Gesck. d. Ckatifen, II, 296 v, dd.; Mtiîler, Der Jslam im Morgan- and Abendland, I, $20; Ya'kübi (nşr, Houtsma), II, $58, 567 v.d., 581; Mas'udi, Marîze, (nşr. Paris),VII, 102 v.d., 136 v.d.; Fragm, Hist. Arab. (nşr, de Goeje ve de Jong ), tür. yer.; KitSb al-Ağani, bk. Guidi, Tetbles Alphabetiçues; Bury, A Historr of îhe Eastern Roman Empire, 058,



473,474.



. ( K. V. ZETTERST&EN.)



A B B A S . AL-1ABBÂS b. MİrdâS B. A bİ 'AMİR, A bü ’l-‘A bbâs künyesi İte de anılan 'Abbâs, Suîaym kabilesinden bir şair olup, sahabeden idi. Babası Mirdâs ’m sonraları aym kabilenin meşhur kadın şairi al-Hansâ’ üe ev­ len meşinden dolayı, ‘Abbas ’ı çok kimseler bu kadının çocuğu olarak gösterirler. Fakat bu bir hatadır. „Zimâd" adlı put bu ailenin elinde idi. Bu ma’buttan dolayı, 'Abbâs ’ın islâmiyeti ka­ bulü hakkında birtakım hikâyeler anlatırlar. Her halde 'Abbâs ’ın, diğer Suîaymîîer gibi, islâmiyeti sırf Peygamberin ısrarına dayana­ mayarak kabul ettiği muhakkaktır. Sulaymîlerin müslümanlığı kabulü feiçretin 8.(629/630} senesindedir; bununla beraber, 'Abbâs Sulay* mîlerin ekseriyetinden evvel islâmiyeti kabul etmiş olabilir. Zaten ‘Abbâs, putperest olduğu zaman bile, şarap İçmekten sakımrdı/AbbSs ‘m Sulaymîİerden 900 ( bu rakam 700— 1000 arasında tehalüf eder) kişilik ağır bir süvari kolu îie iştirak ettiği Mekke'nin fethinden ve Hunayn muharebesi neticesi Havâzin 'in itaatinden son­ ra, ganimetlerin taksimi sırasında „müellefe-i kulûb* ayrıca mükâfatlandırıhrken, ‘Abbâs müslüman oluşunun maddî saİklerıni meydana çıkardı. ‘Abbas da, yeni müslüman olmak dola­ yım ile, hisse alanlar arasında bulunuyordu. Hissesini az bularak, söylediği birkaç mısra







hicviye Üe, onu çoğaltmağa muvaffak oldu. 'Abbâs ‘10 sonraları ailesinin yalıtna, çöle çekildiği zannolunur ; fakat ştı muhakkaktır ki, 'Abbas ne Mekke'de ve ne' de Medine’de yerleşmiştir. Gerek 'Abbâs, gerek oğlu Çul­ hama, hadîs râvüerinden olarak tanınmışlar­ dır. 'Abbâs ’Omar zamanında henüz hayatta îdi. Bütün şiirleri bize kadar gelmemekle bera­ ber, bir kaçı Ağânl ’de ve îbn Hişam *ın Si\ yar ‘inde muhafaza edilmiştir. 'Abbas bu şiirlerin I çoğunda, yukarıda gördüğümüz gibi, kendisinin de İştirak ettiği Hunayn gazvesini1aldatır. ttrş. Abu Ta mmâm, Ha maşa. B i b l i y o g r a f y a ' , tbn ÎÇotayba (nşr. de G oeje),467 v.dd.; Nîtvnvı ( nşr. VVünstenf.), 333 v.d. ; Ağani, XIII, 64 v.dd. (N. R hodokanakIs .) A B B A S . al »‘ABBÂS 8. Muhammed b, 'A lî b . ‘A eo A llah , halife Abu V A b b â s al-Saffah ile Abü Ca'far al-Manşür *un karde­ şidir. ‘ Abbâs 139 ( 756 ) da Malatya ’nuı istirda­ dına iştirak etmiş, üç sene sonra ai-Manşur tarafından Elcezire ve havalisi valiliğine tayin ve 155 (772) te azledilmiştir. Siyasî rolünün ehemmiyetsiz olması, bunu takip eden devrin tarihinde isminin sık sık zikredilmesine mâni olmamıştır. Çünkü bilhassa ve bir çok defa Bizans 'a karşı olan muharebelerde tema­ yüz etmişti. Halife aî-Mahdi ’nîn 159 (775 */ 776) da Anadolu’ya karşı göndermek mak­ sadı ile. toplattığı ordunun başına geçirilmiş ve uhdesine verilmiş olan işi büyük muvaffaki­ yetle başarmıştır; 186 (802) da vefat ettiği söylenmektedir. B î b l i y o g r a f y a : Tabari, III, 121 v.dd.; Beîâzori ( nşr. de G oeje), s. 184 v.d.; Ya‘kübî ( nşr. Houtsma ), II, 461 v.dd; İbn ai-Aşİr (nşr. Tornb.), V, 372 v.dd; Weil, Gesc/ı. d. ChaUfen, U, 35, 97; Mas'üdı, Murüc, Paris, VI, 266; IX, 64 v.d.; Fragm. Hist. Arab. { nşr. de Goeje ve de Jong,) 225, 227, 265, 275, 284; Abu ’l-Mahâsin ( nşr. Juynbolî ve Matthes), I, bk. İndeks; Ki tab al-Ağani, bk. Guİdi, Tables alphabetic/aes. (fC V. Zettersteen .) A B B A S , al-'ASBÂS b . al-V alId, emevî kumandam olup, halife Valid î. ’iu oğlu­ dur, 'Abbâs, Emevîlerin bilhassa Bizans 'a karşı yaptığı sürekli harplerde gösterdiği cesareti ile şöhret almıştır. Arap ve Bizans membatarı tafsilât bakımından her zaman birbi­ rine uymaz. Amcası Maslama b, *Abd al-Malik ile birleşen 'Abbâs, Valid I.’İu hilâfeti başlangı­ cında, Kappadokya ’mn en mühim kalesi olan T avana’yı zaptetti. Bu esnada müsl^manlarin cesaretleri kırılmağa başlamış olduğundan, harp vaziyetini düzeltmek ve kaçanları durdurmak



A BBÂ S -



ABBABÂBÂD.



için, 'Abbas ’m büyük bir cesaret göstermesi icabetti; bizansîılanu ricat ederek kapanmağa mecbur kaldıkları şehir, hemen kuşatıldı ve uzum bîr muhasaradan sonra, teslim oldu. Arap kay İrak lan karanın 88 senesi cemaziyelâhırmda ( 707 mayıs) düştüğünü söylerler. Fakat bizans melihaları bunun iki sene sonra olduğunu kayd­ eder. Arap tarihleri müteakip zamanlarda bu iki kumandanın, bir! eş erek veya biri birinden ayrı olarak, yaptıkları bir çok muharebeleri zikr­ ederler. K ilikya’daki Sebastopo! (Elaeusa Seb a s te )’un 'Abbâs ve 93 (7 12 ) te Amasya ’mn Mas! ama tarafından alınması, herhalde kay de değer en mühim vak’aîardır. Bir sene sonra ‘AbbSs eski Pisidiya.’daki Antiochia ( Yalvaç) *yı da aldı. 'AbbSs, birbirini takip eden harp­ lerde, Mas iama ’ye sadakatla yardıma devam etti. ‘Omar 11,’in ölümünden sonra, 101 (720 ) tarihinde Irak valisi Yazid b. al-Muhallab Bas­ ra 'da tehlikeli bir isyan hareketine teşebbüs edince, evvelâ yalnız ‘AbbSs ve bilâhare Maslama, Y a zid 'e karşı gönderildi. Yazid 102 (720) de, halifenin ordusuna karşı yaptığı bir muha­ rebede Öldürülerek, biraz sonra sükûnet temin edildi. Vali d H.’in hilâfeti zamanında, ‘AbbSs isyan fikrinde olan biraderine karşı gelmeğe çalıştı. Fakat saltanat harisi olan Yazid buna kulak asmadı; bunun üzerine ‘AbbSs da, ister istemez, ona bi’at etmek zaruretinde kaldı. Son­ ra Marvân II. tarafından Harran'da hapsedil­ miş ve orada ölmüştür ( 132 = 730 ). B i b l i y o g r a f y a * . Tabari, II, 1191 v.dd.; Ya'lcübi (nşr. Houtsma), U, 350 v.dd.; Belazori (aşr. de Goeje ), 170,189, 369; Weil, Gesch. d. Chalifen, I, 510 v.dd.; MüIIer, Der Islâm im Morgan* und Abendland, I, 415 v.dd.; Jonrn. o f Hellenıc siadies XVIII, 182 v.dd,



(K. V, Zettersteen.) A B B A S EFENDİ, ‘ ABBAS EFENDİ, Bahâ’ Allah ’ın [ b.bk.] büyük oğlu ve bâbîler içinde Bahâ' Allah ’a iltihak etmiş ve bu sebeple ken­ dilerine bahaîler denilmiş olan, cemaatin ruhanî reisidir. 'Abbas babasının vefatı üzerine, yerine geçti ( 1892 ). O da, babası gibi, Akîcâ ’da Otu­ ruyordu. Bâbîliğe ait risalelerde ve kendi ara­ larında otıu Ğıısn-i Al zam diye anarlar, 'A b ­ bSs ’a Aka-yi Sîrr Allah dahi derler, ‘Abbâs Efendi, Bab ’m bir tarihîni yazmıştır. Bu kitap Browne tarafından, Travelles narralive to illustrate ihe episode o f the Bâb ( Cambridge, 1891) namı altında, neşredilmiştir; krş. Brovvne, Jonrn, o f the Roy. As. Soc., 1892, s. 66$, [ Teşrin I. 1921. de H ayfa’da vefat etmiş ve Kermel da­ ğında defnedilmiştir.] ( M. T h . HoUTSMA.) A B B A S M İRZA. ‘A B B Â S MİRZA, Fath *AU Şâh ’m büyük oğlu olup, zilhicce 1203 ( eylül 1789) te Neva -^sabasında doğmuştu; 10 ce-



msziyelahır 1249 (25 teşrin I. 1833) da öldü. Annesi tarafından Fath 'A li Han ÇâcSr Davalu ’nun torunu idi. Meşhed *de babasından evvel, çoktatıberi çektiği böbrek urundan öl­ düğü sıralarda, net'ib ab saltana ( saltanat naibi) unvanı ile, Çaçar ’îar tahtına vâris tayin edilmiş bulunuyordu. Vefatı, oğlu Muhammed Mirza ’mn Herat ’ı muhasara ettiği zamana tesadüf eder. Muhammed Mirza bir sene sonra Muhammed Şâh namı altında, büyük babasının yerine geçti. ‘Abbâs Mirza ’yı tanıyan avrupalı seyyahlar, onun yüksek meziyetlere malik olduğunu 'söy­ lemekte müttefiktirler. Askerliğe âşık i d i ; ku­ manda ettiği Azerbaycan ordusuna avrupa harp tekniğini soktu. Kendisi, bir nefer gibi, askerler araşma karışırdı. Disiplin hususunda gayet ti­ tizdi. Buna bizzat kendisi dikkat ederdi. İdare ettiği eyalette bütün halkın sevgisini kazanmıştı. B i b l i y o g r a f y a : Muhammed îdasan Hân, Matla‘ aUşams, Teheran, 1301, ilâve s. 5; Rizâ Kuli Hân, Ravzat al-Şafâ-i Naşiri, XI, 342 ; Dupre, Voyage en Ferse, 1819, II, 235 ; Mauriee de Kotzebue, Voyage en Ferse, 1819, s. 131 v.dd.; Amedee Jaubert, Voyage en Armenie et en Perse, Paris, 1821, s. 170— 174 ( resmî de var ) ; Jonrn. o f the Roy. A s, Soc., 1834, s. 322. Krş. Zeitschr. d. Deuisch. Morgeni. G e s e lle s h II, 401; XX, 294. ( C l. H üART ). ‘A B B A S A . [_Bk. ABBÂSE.] ‘A B B A S A B A D . [ Bk._a b basâbâd .j A B B A S A B A D . ‘A B B A SA B A D , muhtelif yer ad ları: 1. Iran ’da Horasan bozkırının şimal kıs­ mında, şarktaki Sebzavâr ile garptaki Şâhrud arasında, bulunan yolun hemen hemen ortasında bir şehir. Bu şehir kuruluşunu, bu mevkie yüz gürcü ailesi yerleştirmiş olan, Ş a h ‘Abbâs ,1. ’a (1586— 1628) medyundur. Tahkim edilen bu mevki, Şah ‘Abbâs ’m plânlarına göre, Iran ’m şimâl-i şarkında bir merkez ve aynı zamanda, kendisinin buralardaki hâkimiyetini temin ede­ cek bir istinat noktası haline gelecekti, Krş. Ritter, Erdkunde, VIII, 333— 336. 2. ve 3. Aynı adı taşıyan İki yer de Mazenderân mmtakası dahilinde ve Hazar denizinin cenubunda bulunur. Bunlardan biri Şalarrüd ovasında, diğeri de Mahmüd I^usayn ırmağı üzerindedir, Krş. De Morgan, Missİon scientlfİyue en Perse, I, 357. 4. Orta çağda da mevcut olduğu bilinen bir başka 'Abbasâbâd Tahran civarındadır; bk. Ouatremere, His. des Mongols de la Perse (Paris, 1836), I, 204, 203, not 54. 5. Iran 'da bir beşinci ‘Abbasâbâd, Meşhed cenûbunda, Efganîstan hududu yakınlarındaij d ır ; 35° 20' şimal ve 6o° 20' şark tulü i] ( Grccnw.). 'W , STRECK.)



ABBASE.



*>



ABBASE. 'ABBASA, halife Uahdî’om kızı, leri şeyleri bir kaç menba H ârün‘un mevhum hatife Hârün al-Raşid ve al-Hâdi 'nin hemşiresi. diğer iki hemşiresi olan Maymuna ile Fahita *ye Suyaykat al-'Abbâsa namı ile maruf mahal isnat etmişlerdir. En eski kaynaklar, Ca'far ’in onun adına izafe edilmiştir. 'Abbâsa birbiri ölümünden sonra, ‘Abbâsa'nin başma ne geldi­ ardınca uç kocaya varmış ve banların uçu de ğini yazmıyor î daha sonra gelen muharrir­ kendisinden evvel ölmüşlerdir. Bu keyfiyet lerdir ki, onun akıbeti etrafında esrarengiz Abu Nuvâs *a bazı hicviyeler göyletmiştir ; şair korkunç hikâyeler uydurmuşlardır. 'Abbâsa ile bu şiirlerinde halifeye, bir haini öldürmek Ca'far 'in aşkı, arap muharrirleri kadar, avruisterse, ‘Abbâsa ile evlendirmesini tavsiye pah müelliflerin muhayyilesini de çok kere ediyordu. Bermekîlerin sukut ve İdbarları tari­ işgal etmiş ve onun adını taşıyan fransızea hinde ‘Abbâsa adı bir rol oynamaktadır; zira bir roman neşredilmiştir (1753 ) ; bu hikâyeleri ona Ca‘far b. Yahya al-Barmaki ile âşıkane bir pek yeni olarak 1904 te Airae Giron ye Albert macera isnat olunmaktadır. *f*abari ’nİn de riva­ Tozza 'nin Lee nuiis de Bagdad ‘mda tekrar yet ettiğine göre, Hârün hemşiresinin muhab­ görüyoruz.1 bet ve refakatinden feragat edemediği gibi, B i b l i y o g r a f y a : Abu Nuvâs, Divân Ca'far ’in de refakatinden vaz geçemiyordu; (nşr. İskandar A şaf ), s. 174; Yâjpüt, Mu cam, bunun için her İkisini birlikte yanında bulun­ III, 8oo; Müslim b. al-Vaitd, Dîvân, a. 213, 304; durabilmek üzere, onları tamamen surî olarak j4 ğnm, XX, 32; Îbn Kotayba ( nşr. Vüstenf.), birbirine nikahlamıştı. Fakat onlar yalnız bu s. 193; Tabari, 8(1, 676; ayn. mil., farşça trc. sun nikâhla kanaat etmediler. Nihayet Hârün, Zotenberg, IV, 464; Mas'udi, Murâc ( Paris ), onların çocukları dünyaya geldiğini öğrendiği VL 338; Fragmenta historicorum arab. (nşr. ve haklarında deveran eden şayianın doğrulu­ de Goeje ve de j o a g ), I, 307.; sahte îbn Ko­ ğa sabit olduğu vakit, Ca'far *i katlettirdi. tayba, întâma, II, 330; îbn Badrün (nşr. Yaban 'den evvel gelen bazı müverrihler bu Dozy ), s. 229; Abu ’l-Mahâsin ( nşr. Juynb. vak'ayı zikretmiyorlar; bilhassa şuna dikkat ve Matth.), î, 465, 481; tbn Hallikan (nşr. etmelidir ki, Abu Nuvâs 'm beyitleri üzerine Wüstenf.), ar. 1*9; Îbn A hi paçala. Divân yazılan şerhler, ‘Abbâsa 'nin kocalarının isimle­ al-ŞabSba ( Tctsyin al-Asvâk haşiyesinde}, I, rini haber verdiği halde, Ca'far ’in ismini 54 ; İtHdi, î'lâm al-Nas (1307 ), s. 87; A l f söylemiyor. Fazla olarak Taban, bu hikâyeye Layla va-L, ( uşr. Habicht), VII, 259; Weil, kendi eserlerinde yer veren diğer vak'aGesch. d. Chalifen, II, 137; Müller, Der nüvİsler gibi, bunu Ca'far ’in katline sebep Islâm im Morgen- and Abendtand, I, 480; ■olduğu rivayet olunan hadiselerden birisi Chauvın, Bibliagr. dee oırvr. arabes, V , 168. olarak nakletmektedir. Daha sonraki tarihçiler (J . H o r o v itz .) ise, Ca'far ve 'Abbâsa 'nin aşk hikâyesini daha A B B A S E . AL-'ABBÂSA muhtelif yerlerin fazla süslemişlerdir. O kadar ki, îbn Haldim adıdır: bu hikâyeyi şüpheli buluyor. Bununla beraber, 1. ‘Arabi Paşa'ma hezimeti ile meşhur olan bu hikâyeyi cerh İçin îbn Haldun ’un kullandığı ve aşağı Mısır ’da tsma'İîiya ile Teli el-Kebîr deliller de tamamen muknİ değildir. Farsça şimendiferinin Abü Ijlammâd İstasyonu arasında, Taban ’de mevcut malûmata itimad olunmak Delta 'da Vadi T^mİlât medhalinde, Şarkıya lâzım gelirse, 'Abbâsa 'nin, Ca'far ile münase­ vilâyetinin Zaîfâzik kazasında aynı irimle anılan bette bulunduğu zaman,»yaşı kırktan fazla imiş. bir nahiyenin merkezi olup, 2083 (25 tevafeli Muhakkak olan şudur kİ, birinci zevci, Ca'far He 3844) nüfusu vardır. Bugün ehemmiyetsiz 'den on bir sene evvel Ölmüştü; filhakika bu bir köydür; fakat orta samanlarda ‘Abbâsa, rakamlar bir gençlik macerasını her halde Sariye yolu üzerinde Mısır 'm ilk şehri olup, bahis haricinde bırakır. O halde bu hikâye | orada bir av köşkü bulunması ve Mısır içinde avajmm muhayyilesinin bir eserini görmek I hükümdarların m çoğuna eğlence yeri olması makul gibi görünüyor; çünkü halk halifenin i itibarı ile, az çok meşhurdu. Buranın tesisi gözdesi olan vezirinin idbarım şairane bir şekle j ‘Abbâsa Hint A^med bin Tülün ’a atfedilmekifrağ etmek ihtiyacını duymuş olacaktır. Vakıa i tedir ve, söylendiğine göre, yeğeni olan kızın devrinde bir hükümdarın hemşiresi j halife al-Mu'tayid *in sarayına gitmesi vesilesi vezirinin izdivacına dair, Abbâsa ile Ca'far i He kurulmuştur; diğerlerinin rivayetine göre hikâyesine bir çpk nokta-i nazardan benziyen j de, 'Abbâs b. Ahmed b. Tülün ‘Abbâsa *de hikâye vardır ki, bu hikâyenin Abbâsa • doğmuştur. Bu kasabanın, Tnluüîler devrinin (^a'far vak'asına kolaylıkla nakil ve . tatbik başlangıcına doğru yahut daha evvel, teria edîledilmiş olması ihtimali düşünüldükçe, yukamki tahmin daha ziyade muhtemel gözüküyor. Bir ! 1 Şark muharrirlerinden Cüreî ZoydtB», ’Abbles mudi j «Hinde, «ym n o m dnhr bir roman yasmıştır let, Ze&i çok mehbalarm 'Abbâsa hakkında rivayet ettik­ j Megomir tarafından törlcçoye çevri İmiştir. Ansfittopedhi



2



 BBASE — ABBASÎLER.



miş bulunması çok muhtemeldir. Aba '1-Mahâ- Bilhassa, o zaman bugünkünden çok daha ge­ göre (nşr. Juynb. ve Matth., II, n 6 v.d.). niş olan Horasan eyaletinde bir çok tarafdarHârün b. HumSravayh orada- öldürülmüştür. ları vardı. Abbasîlerde Emevîleri devirmek ve Daha sonra ( 375 = 985/986 ), 'Abbâsa, Mukadda- kendi ailelerini tahta çıkarmak fikri yavaş ya­ al tarafından, pek mamur ve Fustât ‘tan daha iyi vaş olgunlaşmıştı. Bu hedeflerine varmak husu­ inşa edilmiş diye vasfedilmektedir. En yüksek sunda, bilhassa devletin şark kısmında, bir çok refah devresine Eyyûbîler, bilhassa Muhammed tarafdarlan olan ve hilâfete en çok hak sahibi aî-K&mîl zamanında vasıl olmuştur, İnhitatı da olduklarım iddia eden halife 'A li ahfadından Muhammed al-Kamiî ’in ikinci halefi Ayyüb al- yardım gördüler. Abbasîler çok büyük bîr Şâlih ‘in aî-Şâlihiya yi tesis etmesi üzerine ol­ maharetle, Emevîlere karşı îran halkı ve şark­ muştur. Bununla beraber, ortadan kalkmış ol­ taki arap askerleri arasında birlikte faâl pro­ madı; Memlûklar devrinin devammca da mevcuttu paganda yapmak için, ‘AH evlâdının yardımını ve, bir küçük kasaba olarak, şimdiye kadar da temin etmeğe muvaffak oldular. kalmıştır. Al-'Abbâsa ismi yanmda al-AbbctEmevî hanedanının büsbütün ortadan kalk­ stffa adına da raslanır ki, bu isim şüphesiz aynı masını faâl bir surette hazırlayan, ‘Abbâs ’m yere, yalnız eski muharriri ere e değil, son za­ torununun çocuğu, Muhammed b. ‘A li b. ‘Ahd manlarda da verilmiştir. 'Abbûsîya Kahire *nın ‘Allah b. al-‘Abbâs olmuştur. Muhammed b. bir mahallesi olup, hidîv 'Abbas tarafından 'A li ’nin 124 ve 126 (742— 744) yıllan arasın­ tesis edilmiştir ve 'Abbasîya 'nin =** ( İfaşr } daki ölümünden sonra, oğlu İbrahim başa ‘Abbasa ile hiç bir alâkası yoktur. geçince, Abbasîlerin kuvveti pek ziyade arttı. B i b l i y o g r a f y a : Mu^addafli ( nşr. de Uzun zamandan beri hazırlanan isyan, 129 yılı G oeje), s. 196; Yakut, Maçam, III, 599 v.d.; ramazan ayında ( haziran 747 ) Horasan ’da alev­ Makrizi, Milat, I, 232; İbn Du^maîc, V, $6 İbn lendi ve siir’atle yayıldı. Halifenin ordusu ye­ aî-Ci'an, s. 19 ; Diction. geogr. de VEgypte, nildi; tali mütemadiyen emevî ordusundan yüz çevirdiği için, Abbasîler de yavaş yavaş ken­ 1899. *. Yukarı Mısır ‘da, ICenS vilâyetinin Çüş ka­ dilerini göstermeğe ve maksatlarım açığa vur­ zasında, 595 nüfuslu ehemmiyetsiz bîr köydür mağa başladılar. ( bk. Diction. g£ogr. de l ’Ûgypie, v.s.). İbrahim halife Marvân II. tarafından 130 ( 748) _ ( C H , B e c k e r .) da hapsedildi; fakat kardeşleri Abü Ca'far ‘A B B A S Î. [Bk. ABbÂsî.] ve Abu ’I-‘Abbâs, onun yerine, Abbasîler A B B A S Î. ‘ABBASÎ, Büyük 'Abbâs I, zama­ fırkasının başına geçtiler ve, Kufa 'nîn kıyam nında basılmış gümüş bîr İran sikkesi olup, iîd edenlere tesliminden sonra, 132 (749) de Abu İran maltmûdi ’si değerinde İdi ve XVII. asrın l-'A b b âs kendisini halife İlân etti. Marvân ortasına doğru 97 santime tekabül ediyordu; gösterdiği şecaate rağmen, 132 senesi eemazi50 ‘abbânî bir tümen ( tornan) teşkil ederdi yelahmnda (kânun II. 750) büyük Zab suyu ve 1660 ta 5 *abbâsl 9 Hra tutardı. Bunu bas­ kenarında mağlûp edildi; Mısır ’a kaçmak istedi; mak için lâzım olan madeni elde etmek üzere, fakat düşman arkasından yetişerek, onu bu Marsilya ‘dan Türkiye tarikiyle ve ticaret sureti defa perişan etti ve Marvân aynı senede öldü­ ile getirilen Meksika paraları eritilirdi; 2,5 rüldü, al-Saf fak „kan dökücü" lâkabını alan Abu mafymüdî ve 5 'abbâsî kıymetinde meskukât Abbâs emevî hanedanım merhametsize® im­ vardı; bu sonuncular mütedavil değildi; 1806 da ha etti. Mamafih ‘Abd al-Rahmân b. Mn'&vtya - 'ahbâsî mefrtrz veya hesap akçesi bir sikke­ namında birinin kaçarak, İspanya ‘ya gitmesine den ibaret kalmıştı ve kıymeti 40 santimdi. mani olamadı ve 'Abd at-Rahman bilâhare ora­ B rb l i y.p g r a f y a : P, Raphaeî du Mens, da, Kurtuba *da yeni bir emevî devleti kordu., B&iai de ta P erscf nşr. ScHefer ), s. 146, 192; Al-Saffâh ‘m kardeşi ve halefi Abu Ca*far Chardin, V&gage en Ferse, IV, 278, Paris, al-Manşur, hükümet merkezi olarak Bagdad ’ı .17.11; Dupre, Voyage en Ferse, II, 478, 482, seçti ve böylelikle hükümetin sıklet merkezîni Pâris, 1819. ( C l . H^ART.) daha şarka götürmüş olda. Yeni bir hanedanın A B B A S ÎL E R . 'A BB Â 5 İLER, muhtelif hane­ iktidar mevkiine geçmem Uİm ve fennin inkişa­ danların adıdır.: fına ve sükûnet ve asayiş içinde memleketin t. Bsğdad halifeleri, Peygamberin amcası umumî terakkisi üzerine kuvvetle müessir oldu. ! al-'Abbas b, ‘Afod al-Muttalib b. Haşim nebin­ Bununla beraber, inkıraz alâmetleri’^ok geç­ den gelen, islâmın en meşhur hanedanı. *Âb- meden belirmeğe ve böyle Abbasîlerinki gibi bas ‘m ahfadı, ilk dört halife ve Emevıler muazzam bir devletin bir bütünlük halinde devrinde, araplar tarafından zaptedîîon eyalet­ tutunabilmesinin imkânsızlığı gitgide açıkça lerde çoğaldı. Peygambere olan akrabalıkları görülmeğe başladı. Daha 17a (788) de ‘AH bunlara ber yerde büyük itibar temin ediyordu. neslinden olan İdris b. *AUd Allah F as'ta sİd^S



A BBASÎLER.



*9



müstakil bir 'Alavİ devleti kurmuştu. IÇayra- bunu Barthold. kat’î olarak efsane sahasına ithal vân Ma dahi karışıklıklar zuhur etti ve oradaa etmiştir ( M !, Fetersburg, iç t î , 1, 203— 226. asayiş İbrahim b. aî-Ağîab tarafından iade edil­- 345— 400; bjc. kezalik Becker, Bardhoffls Siadiğinden, senevi bir vergi vermek şartı ile, eya­- dien über K hatif und Sultan, Isl., VI, 250— letin babadan oğıtla intikal etmek sureti İle,1, 412). Bk, bir de A. Adnan, EncycL Brît. 14. emaretini Hârün al-Raşid 184 (800) te ona ver­- tab., mad. Tarkey. İsveç hizmetinde buîuhan İs­ mek mecburiyetinde kaldı. Biraz sonra Horasan tanbullu ermeni Mouradgea d'öhssoö ( Tableaa eyaleti de istiklâlim ilân etti. Oranın valisi general de VEmpire Oitoman, Paris, 1788— 1824, olan faâl Tâhir Zu ’l-Yarainayn, halifeye itaat­ I, 232 ve 269 v.d. )*un bu efsareyi neşretmesi ten 207 (822) de istinkâf etti. Bilâhare 254 bunun garpta yayılmasına sebebiyet vermiştir, (868) ten beri Mısır valisi olan Ahmed b. Bk. HALİFE Ve SELİM k] Tülün, Bagdad ’ın sultasına aldırmayarak, Suri­ Bagdad Abbasî halifelerin listesi şudur: ye ’yı bile hâkimiyeti altına aldı. Bununla H. M. beraber, Tulumler hanedanı 37 seneden fazla 132 . . . devam, edemedi; Mısır he, müteakip asır içinde, Abbasî halifelerinin hâkim iyetlelerinden büs­ 130 . . . . * * 754 bütün kurtuldu. 158 . . . Halife aî-Mu'taşım (218— 227 = 8 3 3 — 842), .169 . . . çoğu ücretli türk askerlerinden ibaret, bir ordu 170 . . . teşkil etmeğe karar vermek suretiyle, akıbeti, 193 . . . vahim bir adım atmış oldu. Bu ecnebi hassa askeri gittikço cür'etîni arttırdı; öyle kİ 296 198 . . . - * • 8*3 (908) da hâlife al-Muktadir bu askerin ku­ 218 . . . • • • »33 mandanı olan, hadım Münîs’e Am ir al-Umara 227 . •. . . . . 842 unvanı ve, bu ünvaa ile birlikte, hududsuz İdarî 232 . . . . . . 847 salâhiyetler vermeğe mecbur oldu. FatimîIerİn 247 sahneye çıkması ile halifelerin dinî hâkimiyeti bile tehlikeye düştü, Abbasîler 334 (94s } te 248 . . . Büveyhler ‘in ve bir asır sonra 447 ( 1055 ) de 252 . . . de Selçukîler ’ın hâkimiyetleri altına girdiler. Bu . . . 869 *55 • * * türk sultanlarının hâkimiyetleri üzerlerinden 256 . . . . . . 870 kalkınca, Abbasîler biraz nefes aldılar; bu279 . . . :: nunla beraber memleketlerinin hududu ancak i Bagdad ve civarına inhisar etti. Nıhayat Bag­ 289 . . . dad Huîagu kumandasındaki moğullar taraf m*95 * * * . . . . aî-Mu^tadir , . , . 9«8 Man : raptedildi (6 5 6 = 12 5 8 ) ve son halife 320 e * * al-Musta‘şim öldürüldü. Abbasîler Men bîr kaçı 322 , kaçmağa muvaffak oldular ve Mısır Maki Mem­ . . . 940 lûk;:: sultam Baybars bu kaçanlardan birini, 329 • * • al-Mustanşir namı ile, Kahire Me halife ilân . , 944 333 ^ * * etti. Fakat Kahire Meki halifelik - sırf dinî 334 , . . ■ bir makamdan başka bir şey değildi. Yalnız, 363 . . . bir vakitler halifelerin haiz oldukları büyük 381 . . ... . . . al-Kadir . . . . . . . 991 kudretin: yegâne nişanesi olarak, sultanlara 422 , . . menşur vermek selâbİyetİ kalmıştı. Fakat bu menşurlarda ancak böyle bîr tasdiki arzu eden 46? , . . . . . Î075 sultanlara verilirdi. 4S7 . . . . * • T°94 Türk padişahı Selim t,- 923 te Meral âkleri . . m8 5^2 . . . . ; bertaraf ; edince, son Abbasî halifesi aî*Mata420 , , , . vaîckil III. ’i İstanbul a götürdü. Halife orada ru­ 530 • * * * hanî vc cicmanî hukuk vs salâhiyetini padişaha . .«60 555 *• •• devrettikten sonra, Mısır ’a dönmeğe izin ald ı; 566 . , . . , . . ai-Mustaii) . . , . . 117° al-Mutavakkil 945 (1538) te Mısır Ma öldü. ' [ Son Mısır halifesi ‘Abbâs al-Mutavakkîl ’in 622 . . . . . . . al-2âhir . . . . . .1225 hilafeti osmanl.ı padişahı Selim *e devri mera­ 623 . . . . . . . al-Mustanşir . . . .1226 kimi hakkında âvrupa tarihçilerince kabul edilen nazariye, hakikî bir esasa müstenit değildir ve 640—656 . » . . . . abMusta'şim , . 1242— 1258



20



ABBASÎLER.



BAGDAD



ABBASİ HALÎFELERİNİN ŞECERE CETVELİ



'AbbSa b. *Abd al-Mu^alib 'A b d A lla h "AH l Mu^ammed



İsS



Sulaymin



3. al-Manşür



i. al-Saffİ^



İbrahim



r



*Abd Allah



j. al-Mahdt



1 4.



al-Hâdi



5. al-Rafîd



6.



ftl-Amîn



7. ai-Ma*müo



Muhammed



i



.



12. abMostaTtt



o. ab V Saik \ \ I4< Muhtadi



al-Mançur



İbrahim



8, al-Mu'tagîm



10. al-Mutafakkil



1 ıt . al-Mnntafir



tj. al-Mu't&zı 15. ai-Mu'tamid iba al-Mu'tazz



ıb. al-Mu'taüd I 19. al-Kabir



18. al-Mulftadir



i f . al-Muktufi



» . al-Mustakfî



f



*0. a l-R iiı



al-M&raffab



*3. al-Mo$t* I 14. a l-T i’r



t i. al-Lfuttaki i «5. al-Kadir ! *8. al-Ka’ins I Mv^tuamed Zo^irot al-Bİn İ *7. at~M»%UdI I



t i al-Mrataçhir



i--------39. al-Mustarçid



I 30. al-Rişid



t i. al-Mu^tafı I 31. Mastaadd i } }. ol-Mttttûi!’ I 34. al-Nftfir



i



$$. ab*?*hir



$&. ftl-Mödienfir



i Jf. af^Mtertaşim



— 1 ai-Mustançir, İCUM#



ABBASÎtiER.



21



Mısrn A bbas ! Halifelerinin Şecere C etvel !



(Halil Edhem, Düvel-i islâmİye, n. aı e gör» ) al-Mustazkir al-Mustarşid I al-Râşid



aLMufetefî al-Mustascid i al-Mustaiî5 1 al Naşir l al-Zâhir |



■ ! Abü Bekr i ‘Ali 1 al-Hasan t . ai-Hâkim L



i t al-Mustanşir ! 1 Ahmed 3. al-Muatakfî L Bagdad halifesi = \ 4. al-Vâşik 1. j 1 6. al-Mu'tazid L 1 5. al-Hâkira II. l 1-----------------i İ-Mu'taşim 9. al-Vâsik İL 7. al-Mutavakkil L ■ i ; al-Musta'in



i ti. al-Mu'tazid S.



......................... 1 i 1 ıs. ai-Mustakfİ İL 13. al-Kâ'im



1 1. al-Mustanşir



1 14. al-Mustancid



15. at-Mutavakkii İL i



16. al-Mustarosik17 17. al-Mutavakkil III. Diğerlerine göre, Mısır 'daki ikinci Abbasî halifesi al-Hâkim !, şu suretle doğrudan doğruya al-Raşîd'ten gelmektedir! al-Hâkim 'Alî b. Abİ Bekr b. ai-Husayn b. al-Râşid. H



Mısra A bbasî H alîfeleri



m



659 al-Mustanşir bi 'İlâh Abu ’l-l£âsim A h m e d ............................................ .... 1261 660 al-Hâkira bi-Amr Allah Abu *1-'Abbas A^med ............................................ 1261 701 al-Mustakfi bi ’llâh Abu ’l-Rabi' Sulaym ân............................................................1302 740 al-VâşUj bi 'ilâh Abü tshâk İbrahim.....................................................................1340 741 aMdaJdm bi-Amr Allah Abu V Abbas A h m e d ....................................... .... . 1341 al-Mu'taiid bi 'Hah Abu *!-Fath Abü Bekr ■ . .. , ..............................................1352 763 al-Mutavakkil ‘ala ‘İlâh Abü ‘Abd Allah Muhammcd................................................1362 779 al-Mu‘taşîm ( al-Musta‘ş£m ) bi *llSh Abu Yahya Zakarîya’ ............................. 1377 779 al-Mutavakkil ‘ala ‘İlâh (ikinci defa) ................................................................1377 783 al-Vâşih bi *llsh 'O m a r ......................................... * * * * * . . . . 1383 788 al-Mu'taşim bi fllah ( ikinci defa ) .......................................................................... 1386 791: al-Mutavakkil "ala‘İlâh (üçüncü defa) ; . . . . 1389 808 al»Musta‘in bi ’Hâh Abu *I-Fa£l al-‘Abbas ................................................................ 1406 816 al-Mu‘tafid bi ’llâh Abu *1-Fatb D â v u d ...................................................... 1414 845 al-Mustakfi bi 'İlâh Abu 1 -Rabi* S u la y m â n ......................................................1441 855 ' al-Kâ'İm bİ-Amr Allah Abu’İ-Bakâ* H am za...................................................... 1451 859 aî-Mustancid b i’Hâh Abu ’l-Mahâsİn Yûsuf...........................................................1455 884 al-Mutavakkil 'ata Hah Abu ’l-'îzz ‘Abd a l - 'A z ı z .....................................................1479 903 al-Muatamsik b i‘İlâh A b u ’l-Şabr Y a 'lp û b ................................................................... 1497 914; al-Mutavakkil ‘ala ‘ilâh M uham m ed..................................................................... 1308— 1509 822— 923 al-Mustamsik b i‘İlâh (ikinci defa, oğlu al-Mutavakiril "in ta» «aSahiyetli mümessili sıfatı İ l e ) * » . . * * * » , * * . * . . . . 1516— 1517



aa



ABBAS& ER -



B i b l i y o g r a f y a . ' . Weiî, Gesck. d. Chalifen, I — IH.; W. Muir, The Caliphate, Us rise, decline and fail, 3. tab., London, 1S99; Der İslam im Morgen- und Abendland; Stanley Lane-Pooİe, The Mo~ hammadcm Dynasties; G. van Vloten, De opkomst der Abbasiden in Chorasan, Bibliyografı malûmatı aşağı yukarı tam olarak, Huart, Histoîre des A r abes, Paris 191 . v e Muİr, The Caliphate ( nşr. Weir, Edînburgh, 1924) te bulunmaktadır; bundan başka muasır hükümdar hanedanları­ na hasredilen maddelere de müracaat edile­ bilir, msi. Eyyûbıler, Hamdânîler v.a. Biz bu­ rada yalnız atideki membaları zikredeceğiz: 7*abari, Annales (nşr. de Goeje); ‘Arib, (nşr. de G oeje); İbn ahAşir, al-Kâmil (nşr, Tornberg) ; Ya'kubi, Historiae (nşr. Houtsm a); Balâzori ( nşr. de G oeje), alm, trc. Reseh e r; Dinavari, al-Ahhâr al-tİvâl ( nşr. Guirgass ve Kratchkovsky); Mas'üdi, Murüc, Pa­ ris tab.; ayn. mil., al- Tünbîh va 7 -lşrâf, B G A , VIII, f'rns. tre. Carra de V » o x ; İbn Mİakavayh, Tacârib al-Uma m (nşr. C aetani), G M S , VII, 1, $, 6 ( trc. ve nşr. Amedrez ve Margoliouth), The Edipse o f ihe 'Abbasid Caliphate; Hilâl al-Şabı’, Kitab al-Vnzarît ( nşr. Am edroz) ; İbn al-KalSaisî, Zayi Ta‘rîl} Dirriaşfy ( nşr. Am edroz) ; Sib$ b. alCavzi, Mir ât al-Zam&n ( nşr. Jew ett) ; alMakİn, Historia Saracepica ( nşr. Erpenîus)} Barhübraeus, Tasrih Muhtasar al-Duval (nşr. Şailıâni); İbn ai-Tiktakâ, al-Fahri (nşr. Derenbourg ) , frns. tre. Amar, Archives marocaines, XVI; Abu ’l-Fidâ’, Annales muslemıci ( nşr. j. J. Reiake ve j. G, C. Adler ); İbn Haldun, al-'fbar; Abu 'İ-Mahâsin b. Tağribardi, al-1'hıcum al-zahira, I — II / ı, ( nşr. Juyaboll ve Maithes), Popper tarafından devam edilmiştir ; Suyüti, Ta'rîh al-Hala fa , Kahire, 1305 ve kezalik şarkın başka yerle­ rinde de basılmıştır, ingl. trc, Jarrett, Bibi. I n d N. S., 440 v.dd., 1880 / 1881; İbn İyâs, jBadaı al-Zyhur, Bulak 1311/1312, 3. kısım; ingl. tr.e. -Salmon, Oriental Translaîion Fund, N. S., X X V ; bundan başka nşr. Kahle ve Muhammed Mustafâ ( Sobernheim 'in iştiraki ile), Bibi., İslam, V ; Zaydân, Umayyads and 'Abbâstds, ingl. trc. Margoliouth, G M S , I V ; de Zambaur, Manuel de genealogie et de chronçlogİA; Halil Edhem, Dâvel-i İslâ­ mîy e; Le Strange, Palesiine under ihe Moslems; ayn. mil., Baghdad during ihe Abbasid Caliphate; ayn. m ü , The Lainds o f the Eastem Caliphate; Kremer, Culiurgeschichte des Orİents uhter den Chalifen; Becker, Beitrâge zar Gesckichte Aegypiens; ayn. mil.,



A BBA SÎYYE.



Islamsiudien} Stanley Lane-Poole, A Hisiory, o f Egypt in the Middle Ages, 4. ta b .; The Cambridge Mediepal History, I V ; Bury, A Hisiory o f the Eastern Roman Empire, 802— 867. (K, V . ZETTERST&EN.) 2. Bazan'Abbasi ismi ‘Abbâs L (995 ==1587) 'tan 'Abbâs III, *a ( IT49 = 173Ğ ) kadar gelen İran Şafavi hükümdarlarına da verilir; fakat bu kayda bile değmez [ kr§, SAFAVÎLER ye muhtelif hükümdarlar hakkmdaki hususî makaleler ]. Buna mukabil, şunu da zikredelim ki, takri­ ben 1650 senesinden beri hüküm süren Sudan ’daki Vaday sultanları da kendilerinin Şâlih b. 'Abd Allah b. 'A bbâs neslinden geldiklerini iddia ederler ve bu sebepten dolayıdır ki, V a­ day, Dâr Şalih diye de anılır. Nachtigal, Saka­ ra und Sudan, III, 271, bu ailenin, V a'ra şimalî şarkisinde bulunan- Debba ’da kavmî ile birlikte yerleşen Yame namında birinin neslinden gel­ diğini söyler; Yatme, Hartum’un şimalinde Nil vadisinde bulunan soydaşlan şendîli Ca'liya*ler gibi, kendisini Abbasîlerin ahfadı olarak gösterirdi. Yame'nm oğlu ‘Abd al-Karim Va'ra da bir müsiuman cemaati kurdu ve 165$ sene"sinde Tuncer müşriklerinin hâkimiyetine nîba■ yet verdi [ krş. VADAY ]. ‘A B B A S Î Y A . [ Bk. abbas Iyye .] A B B A S İ Y Y E . a l -'A B B Â SİY A , şimalî Afrika *da iki şehrin adıdır ı 1. Daha ziyade Tobna diye meşhur olan şehir olup, Konstantia vilâyeti dahilînde, denizden' 460 metre yükseklikte Vadi Barika yı Vadi Beytam ’dan ayıran, dördüncü zamana ait yay­ lada, Barika ’nın 4 kilometre cenubunda, hara­ beleri hâlâ bulunmaktadır. Romalılar devrinde Subunae adı İle maruf olan bu mamur şehir, Vandal ’lar tarafından tahrip ve daha sonra hîzanahîarca yemden imar edilmişti. Bizanslılarm burada bina ettikleri bîr şatonun harabesi halâ görülmektedir. Rivayetlere göre, bu şehri Müsâ b. -Nuşayr fethetmiştir. Arap hakimiyetinİu ilk devresinde 'Abbâsiya mühim bîr rol oynamıştır. Şehir 'Omar b. Hafş Hazârmard sayesinde ma­ mur olmuştur."’ Bu zat şehri harabe halinden kurtarmış (154 = 711) ve ona, Abbasî halifesi al■ Manşûr’a İzafetle, al-'Abbâsiya ismini vermiştir ( Belâzori, nşr. de Goeje, s. 233). Fakat çok geçmeden, 'Abbâsiya ’yi Afcâzi ‘ler muhasara etmişlerdir. Bunların başlıca reisleri, Tâhert 'teki Rüsiemİye devletinin imamı 'Abd al-Ralımân, Trablusgarp haricîlerinin imamı Abü Hatim al-Saddarâti ( aİ-Sidrâti) ve Tlemsen ’de Şofris Ij haricîlerinin imamı Abü Kurra İdiler. Abü Kurj ra *nıa 'Oınar ’in verdiği 40.000 dirhem ( yahut '! 40.000 dinar) e mukabil muharebeyi terkfttmesi üzerine, 'Omar ffayravâu ‘a varmağa muvaffak ] olmuş ise de, çok geçmeden orada öldürülmüş-



A BBA SİYYE -



tüsr (zilhicce 154 = teşrin İL — kânun L 771). Biraz son ra eski adım almış olan Tobna, Hodna ( yuzoa) 'mn payitahtı olarak kaldı; burası, daima isyan halinde bulunan berberîlere karşı, ileri bir karakoldu. ‘fobna IX. asrın sonlarında bir vilâyet merkezi idi. Bazdan arap neslinden ve bazdan birbirine karışmış lâtin ve berbe­ rden» züriyetmden gelmiş bulunan ahali, yek­ diğeri île daima harp halinde idi; bunların arap olanlarını Tabuda ve Setif arap lan ve diğerlerini Biskra ahalisi tutuyordu. BizanslIlar­ dan kalıp, müslümanlar tarafından dahilî terti­ batı değiştirilmiş olan şato, hükümet konağı ve kendi maiyetinin ikametgâhı oldu. Miladın XI. asrında da şehrin beş kapısı vardı: Bâb Halfan, Bâb al-Fath, Bâb Tabuda, Bâb al-Cadid, Bâb Katâma; Tobna şehri Kayravan ‘dan Sicilmâsa şehrine giderken tesadüf olunan en büyük şehir idî. V âdi Beytam sularının suladığı civarı da en bereketli arazî İdi. Şehir, birbiri ardınca, Ağlab oğullarının ve Fatiımîerin ellerine geç­ miş ve, „şahib al-himâr* denilen Abü Yazîd *in isyanında, epiyoe tahribata uğramıştı. Bununla beraber Banu Hilâl *in istilâsı zamanında yine mamur İdî. Al-ldrisi bu şehri, sadece sulak bahçeler ortasında İdim, güzel bir şehir diye anlatır. X°^Ba 010 inkırazı her gün biraz daha artmış ve nihayet onun yerini Msiîa ile Ngaous tutmuştur. Müverrihlerin sükûtuna bakılırsa, Şehrin kat’ı olarak milâdî XIII. ve belki XIV. asırda boşaldığı tahmin olunabilir. Son haf­ riyat, Roma ve Bizans devirlerine ait enkazdan başka, berberi san’atma ait eski numuneleri ortaya çıkarmıştır. Bu numuneler V arğla’mn cenubundaki İsedraten harabelerinde bulanan numunelere benzemektedir. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, Histoire des Berberes ve ibn ‘Azarı, al-Bakrı, Bayan al-Mağrîb ’den başka al-Masâlik ( De ­ sen de l ’ Afriçue Septentr., nşr. Slane), a. 90—92; de Goeje, Deccriptio al-Mağribi, s. 83— 84, Leyden, 1360 ; Blanchet, Le recueil de noiices et memoîre de la societe archiologîgae de Constantine XXXIII, 1899, 285— 293, Constantine, 1900; Grange, Monographie de Tobna (ayn. esr., XXXV 1901, Constantine 1902, s. 1— 90). _ :: 2. İbrahim b, al-‘Ağlab tarafından 134. «= 300 de (İbn ‘Azâri ’ye göre 139 = 305 ) bina edilmiş şehirdir. Ona, bir vakitler Çaşr aî-Kadim ve : Kaşr al-Abyaz ismini de vermişlerdi. Bu şehir, Çayravân nrn cenubunda 2 yahut 3 mil mesa­ fede, Bani T â lü t’tan satın alınmış arazi üstünde kurulmuştu. St. Cyprien’e ait bakiye­ ye ve emanetleri istemeğe gelen Charlemagne’m elçilerini, İbrahim huzuruna burada kabul etmişti. Şehrin hamamları, kapalı çarşıları ve



23



ABDÂL.



bir cuma camii vardı. Bu camiin üstüvane şek­ linde olan minaresi tuğladan inşa edilmiş ve birbiri üzerine yedi kat sütunlarla süslenmişti. Kasrın müteaddit kapılar: vardı; bunlardan Bâb al*Rahma, Bâb Hadid, Galinin ve Bâb al-Rİ^ şarkta, Bâb al-3 a‘âda garpta idi. Şehrin orta­ sında, Maydân denilen, b%ük bîr mahal vardı ve onun civarında Ruşâfa sarayı bulunuyordu. Ağlab oğulları, İbrahim İbn Ağlab ’dea itiba­ ren İbrahim İbn Ahroed ‘e kadar orada ikamet etmişlerdi. Bu İbrahim 263 (876) de Rakkâda *yi tesis etmiş ve orada bütün maiyeti ve askeri İle yerleşmişti. Ondan sonra al-‘Abbâ­ siya, çok geçmeden harap olarak, ortadan kay­ bolmuştur. B i b l i y o g r af y a : Al-Bakri, al-Masâlik ( Deşer, de l'Afrique Sepientr.), s. 24; de Goeje, Descriplio al Mağribi, s. 65— 67; Desvergers, Hisiaire de VA friyue et de la Sicile (İbn Haldun ‘dan tr c ,, Paris, 1841, not. 94, a. 86— 88 ); Belazori ( nşr. de Goje ), s. 234(R. Basset .)



ABBE. [ Bk. aba .j A B C A D . [Bk. ebced.] ‘A B D . [Bk._ABiD/j ‘A B D A L L A H . [ Bk. abdullah .] ‘A B D a l -'A Z ÎZ . [ Bk. abdülazîz.] ‘A B D a l -C A B B Â R . [ Bk. abdülcebbar .] ‘A B D a l -C A L İL . [ Bk. abdülcel İl .] ‘A B D al -F A T T Â H . [B k. abdülfettah.] ‘A B D a l -G A F F A R . [Bk. ABDÜLGAPFAR.] •ABD AL-ĞAN Î. [ Bk. ABDÖLGANİ.] ‘A B D a l -H A K K . [Bk. ABDÜLHAK.] ‘A B D al -HÂMID. [Bk. ABÎJÜLHAMÎD.] ‘ A B D AL-K A D İR . [ Bk. ABDÜLKADİR.] ‘A B D a l -K A R ÎM . [ Bk. abd Olkerîm.] ‘A B D a l - K A Y S . [ Bk. abdülkays.} ‘ A B D al -L A T İF .



[Bk. abd ÜLLAî İf .]



'A B D a l -M A CİD . [Bk. abdülmecîd.] 'A B D a l -M A l I k . [Bk. abdülmelİk .] ‘A B D al -MU’MÎN. [Bk. abd Olmü'mIn.] ‘A B D AL-MUTTALÎB.[Bk. abd OlmuttalIb.] ‘A B D al -RAHÎM. [ Bk. abd Orrahîm.] ‘A B D a l -R A H M Â N . [ Bk. abourrahman.] ‘ AB D al -R A Ş I d . [ Bk. abd ÖrreşID.] ‘A B D a l -R A Z Z Â K * [Bk. abdörrszzak.] ‘A B D al - S A L A M . [ Bk. abd Osselâm.]



‘ ABD AL-VÂD. [Bk.



abdOlvâd .]



‘A B D a l -V A H H A B . [ abdülvehhab.] ‘ABD a l -V A H İD . [ Bk. abdölvâh İd .] ‘A B D A L -V Â SÎ'. [ Bk. ABDSLVÂSfc? A B D Â L . [B k. ebdAl.]



n



ABDÂLÎ -



A BD ER l



değişiyor, i’tidal peyda ediyor, berraklaşıyor ve tumturak, bir dereceye kadar, zail oluyor. ‘A B D A L Î. J] Bk. A8DELÎ.] Eser birçok şiirleri havidir ki, başhcaîan şun­ ‘A B D A L V A D ÎL E R . [ Bk. abd OLVÂDİLER,] lardır: 1. Abü Muhammed ‘Abd Allah b. Abİ ‘A B D A R İ. [ Bk. abder JO Zakariya* Yahya b. ‘A li al-Koraşi ’nin ( oim. A B D A S T . [ Bk. abdest .J 8 rebiülevvel 466 = 13 teşrin IL 1073) Peygam­ A B D E L İ. 'ABDALÎ, ( ‘A b d ell}, cemi 'A»Â- bere ta'zımen yazdığı al-JCaşııla al-ŞalcraDİL, cenubî Arabistan'da Lahec (L ajıc) sul­ f İsi ya ki, .şeyh al-Büşirî Barda kasidesinde, tanlığı ahalisine toptan verilen bir İsimdir; şüphesiz, bunu taklit eylem iştir; 2. Munfaribk. LAHEC. ca 'nin yahut Umm al-Farac *in bir tahmisi; A B D E R Î. AL-'ABDARİ (yani büyük kurey- 3. al-*Abdan nin ÇayravSn 'da, oğlu Muham­ şıler soyundan ‘Abd al-Dar b. Kuşay b. Kilab m ed'e hitaben yazdığı ve içinde ona ahlâk! b. Murra ahfadından), asıl ismi A b Ü MUHAM- kaideleri gösterdiği yet redifli manzum bir med Muhammed b, Muhammed b, ‘A l I b. A h- mektup ; 4. Sultan Şalah al-Dın Yusuf b. AyMED B. Su'ÜD (yahut S a ‘ÜD veya Ma S*Bd ), yüb 'e hitaben al-'Abdarı 'nin ra redifli man­ Bilhassa al-Rifyla al-Ma gribiya adlı seyahatna­ zumesidir İd, bunda İslâm memleketlerini Hıris­ mesi İle meşhurdur. tiyanların boyunduruğundan kurtarmasını on­ Bu âlim seyyah hakkında elimizde malûmat dan niyaz etmiştir; R ihla'yı tumturaklı bîr yoktur; bununla beraber şu kadarı malûmdur ki, İfade üe hulâsa eden, beş yüz beyitlik ya re­ aslen Valencia’lıdır ve 25 zilkade 688 ( 1 1 dif!! bir manzume v.s. kânun I. 1289) de Mekke seyahatine çıkıncıya B i b l i y o g r a f y a m al-'Abdari, Rihla, kadar, Mogador civarında ve Hâha kabîîesİ yaz. Cezayir üniversitesi kütüphanesi, nr. nezdinde ailesi ile beraber yaşamakta idi. 2017; İbn al-IÇâzi, Cazvat al-Iktibas (Fas, Onun üstatlarından, ancak seyahati esnasın­ 1309)» 179 ! T Sc al~rA rS s, bk. mad. 'A b da kervanın mecburî tevekkuflanndan istifade darı i Brockelmann, Gesch. d. arab. L itter „ ederek, ders aldığı ve sonradan kendisinin Rihla I, 482; Cherbonneau, Notices et extraits da kitabında isimlerini zikrettiği zevat malûm­ voyage de E l A bdery { Journ . A s., 5. ser., d u r: Şaraf aî-Din al-Dîmy5 ti (al-Zahabi, TazIV, 144 v.dd.) ; Motylinski, Jtinerair.es entre kira, IV, *78 f Brockefmann, Gesch. af. arab. Tripoli et l'E g y p te : E l-A ia chi, Moulai A h ­ L i t t e r H, 73), maruf muhaddis ve fakih İbn med et El-Oartilani ( Extr. da B ult. de ta Dakîlf al-'îd (Suyûtİ, ffusn al-Muhtâ&ara, I, S o c. de Geogr . d 'A lg e r ), s. 4, Cezayir, 1900. (M ohammed Ben C heneb.) 143, Kahire, 13 2 1); İbn al-Subki, Tabalçât al-Şâfıîya, VI, 2— 22, Kahire, 1324)» Zayn A B D E R Î. a l -‘ÂBD ARÎ Muhammed b. Mu ­ al-Din b. al-Munayyir (İbn FarhÜn, al-Diböc, hammed b . Muhâmmed b . a l -H âcu a l -Fâ s ! s. 20$, Fas, 1317, Ahmed Baba, Nayl al-îbti- a l -K a yr a v â n ! ALTILIMSAN! a l -Mağr Ibî a l hac, s. 19 r, Fas, 1317 }, 'Abd Allah b. Harun Mâ l Ikî A bu ‘A bd A llah , bir kelâm âlîmi olup,. al-’J'a’i al-Kurtubı, Tunus ’t a ; Abü Zayd ‘Abd Fas şehrinde tahsil ederek, hacca gitmek mü­ al-Rahmân b. al-Asadi, Kayravan 'da 5 Abu ’l- nasebeti İle, ziyaret ettiği Kahire ’de müder­ Hasan 'A lî b. Ahmed al-KarSfİ v.s. Talebesi rislikle yerleşip, cemaziyelevvel 737 (kânun I. arasında da ancak oğlu Muhammed ve Abu *1- 1336) de orada ölmüştür. Rihla müellifinin oğlu Kâsim b. Rizvân 'in isimleri zikroîunuyor. olması muhtemeldir [ krş. bundan evvelki mad­ Ancak Tiemsen’de yazmağa başladığı Rihla, de]; İbn al-Hâcc künyesi belki oradan gelme­ yalnız havi olduğu topografya malûmatının dir. Goldziher ’in farzettiği gibi ( Zeİtschr. doğruluğundan dolayı değil, bilhassa arke­ d. D euisch. Palastinavereins, XVII, m 116 ve oloji tafsilâtına, âdât ve ahlâka ait tetkikleri Goitİng. Geîehrt. Anzeİg ., *899, s. 466), ikisinin ve hicri VIÎ. asır müsltiman ulemasının ahvali­ aynı adam olmadığı, yaş farkından başka, kün­ ni canlı surette tasvir etmesi bakımından mü­ ye ayrılığından da bellidir. Başlıca eseri Kitab him malûmatı havi, faydalı bir kitaptır. al-M adkal ilâ Tanmiyai a l-A 'm â l bi Tahsin Her şeyi çok şümullü bir bakışla kavrıyaa, al-N iyât va ‘l-T anbih *ala ha i al-Bidac va fakat coğrafya teferruatı üzerinde pek az du­ 'l-  vâtid allafi 'ntahîlai va Bayan Şa n aa ihâ ran ve arap dilinde üstat olan al-'Abdari, bil­ valçablıhâ, yahut daha kısaca: Madhal al-Şar hassa, İslâm İlim âlemi ile meşgul oluyor ve at-şarif ‘ata *t-M azökib olup, bu kitapta şark sohbetlerinden istifade edecek ulema ve üde* muslümanları arasında yayılmış bulunan yeni­ bayı arayıp buluyordu. Istılah perdazlık yapıp, likleri ( bida „bid’at" ) tenkit eder. İskenderi­ kelime oyunları, cinaslar ve istiareler gibi, ye ’de, 1293 te ve Kahire ’de, 1320 de 3 cilt edebiyat aan'atleri ile meşgul olmak fırsatını olarak basılmıştır. Bundan başka elifba harfle­ kaçırmazdı. Mamafih Kahire 'den itibaren üslûp rinin esrarına dair Şum üs at-Anvâr va KanUz A B D A L I. [ Bk. EBDÂU.]



ABDERÎ — AÖDEST,



s



al-Asrâr unvanı ile, tasavvuf üzerine bir kitap mucip olur), hattâ bu iki şahıs, aralarında yazmıştır. evlennıe imkânı olmıyan akrabadan (mahrem) B i b l i y o g r a f y a : Goldzİher, Dos Pat- bile olsalar ; a. def-i hâcet; 3, baygınlık ve riarckengrab İn Hebron nach al- Abclari uyku ( oturduğu yerde uyuklama hariçtir) ; 4. ( Zeitschr. d. Deatach. Palâstinavereins, XVII, tenasül azaama dokunma ve diğer bazı ahval­ 115— 122); Hidiviya kütüphanesi fihristi, V , de.1 Şafiî mezhebine göre, abdestin erkânı ur. 346; Brockelmann, Gesch. d. arab. Lit­ şunlardır: r. yüzü yıkamak; 2. elleri dirseklere kadar yıkamak; 3. ıslak el ile başı meshetmek; ter., II, 83. (B rockelmann .) A B D E S T , ( F. âbdast A . vuin ), küçük kir­ 4. ayakları yıkamak; 5. bu sırayı muhafaza lenmeden ( hadaş-i aşğar ) [ bk. HADAŞ ] küçük etm ek; 6. abdeste başlamadan evvel niyet temizlenmeğe ( tahârat-i şu ğrâ) denilir. Şey­ etmek ( bu son iki şart, hanefî mezhebine göre, tanlara, habis ervaha ve her şeyde bir ruh erkân, yani farzlardan değil, belki sünnetler­ bulunduğuna inananların ( anîmist) fikirlerine dendir ). Bundan başka sünnet olarak yapıl­ dayanan taharetin dînî usul ve kavaîdi araplara, ması tavsiye olunan araeîiyeler şunlardır: eski sâmilerden kalma bir miras gibi, oıalâm ellerin yıkanması; ağızm ve burunun yıkanması idi ise de, Peygamberin zamanında artık tatbik ( mazmaza, istinşak ); birinci rükünden evvel edilmiyordu. Her halde Kur’an *m Medine ’de son sakalın hitâllanması; dördüncü rükünden evvel nazil olan surelerinden abdestin erkânım ihtiva kulakların ve ensenin «neshi; her ameliye eden 5. surenin 8. ayeti israilî an’anenin de­ esnasında bir dua okunması; sağ taraftan vamını göstermektedir: „Ey müminler, namaz başlanması; bazı ameliy elerin üç defa tekrarı. kılacağınız zaman, yüzünüzü ve dirseklerinize Umumiyet itibarı İle, abdest almak ameliyesi kadar ellerinizi yıkayınız ve başınızı ve topuk­ iki dakikadan ziyade sürmez. Bir çokları, yalnız larınıza kadar ayaklarınızı nıeshediniz.“ Bu farzlarını ifa etmek sureti ile, abdesti ihtisar tercüme şiî ve haricîlere göredir. Burada ve ederler ve çarçabuk bitirirler. Abdest almağa mahsus olan suyun haiz ol­ aynı surenin bu âyetinin hemen altındaki 9. âyette— ki, 4. surenin 46. âyeti ile kısmen aynı ması lâzım evsaf fıkıh kitaplarında uzun uzadı­ mealdedir— zîkrolunan İslâmî taharet usulü ve ya tasrih edilmiştir. Bir müslüman eğer abdest kavaidi bütün teferruatı ile musevîlik usul ve atmağa salth su bulamazsa, yahut hastalık kavaidinin tesiri altında inkişaf etmiş olup, veya yara dolay ısı ile abdest alamazsa, yüzün, netice itibarı ile o usul ve erkânın bilhassa el ve kolların kum veya toz ile meshi ( teyem­ hafifletilmiş bir şeklini arzeder. Bu âdâb ve müm, b. bk.) kâfidir. Camilerin vesair namaz­ erkânın esasları pek geniş ve şumullü bir takım gahların civarında, abdest almak için, musluklar hadislere istinat eder ki, bu hadisleri rivayet ve şadırvanlar vardır. Bütün sünnî mezhepler, mukim olanlar için, edenler arasında Ahmed b. Hanbal ’in pek bü­ yük bir hissesi vardır. Bu rivayet edilen hadis­ tulûdan guruba kadar ve, misafir olanlar için, lerde, bir taraftan bir dereceye kadar tenakuz mütevaliyen üç gün, ayakları yıkayacak yerde, temayülü olmakla beraber, diğer taraftan her ayakkapiarı üzerine meshetmeğe cevaz verir. şeyi, kemâl-i dikkatle ve tam ve kâmil bir Ancak son defa ayakkabı giyilmeden evvel surette, kaide altına almak ve nihayet mutedil­ ayaklar temizce yıkanmış ve temiz, su geçmez lerin ikisi ortası aldıkları istikameti tutmak ve ayağa iyice uyan ve bütün ayağı örten ayakkapiarı giyilmiş olmak şarttır. Bu ayakgayreti de görülür. Kur’an ’m mantûkuher namazdan evvel, erkân kapları üzerine mesih, mask 'ala *l-huffayn, ve şeraiti ile, bir abdest alınmasını kaide olarak usulü haricîler ve siîier tarafından kabul edil­ koyuyor. Bu icab zahirîler ve şiîler tarafından, memiştir. Şi’a ile ehl-i sünnet arasında en mü­ mecburî olarak, her namazda tatbik edilmektedir. him haricî farik alâmetlerden biri olan bu me­ Fakat dört sünnî mezhep, namazın sahih olması sele gayet büyük dinî bir ehemmiyet kazanmış için, muktazî abdestin ancak bir hades-i asgar olup, sünuîler indinde bu mesih usulünün kabu­ vuku: bulduğu takdirde, lâzım geleceğinde müt­ lü, imanın kuvvetli anasırından biri gibi telâkki tefiktir.: Hattâ Kur’an *ın metni arasına „hades olunmuştur. Her halde ayakkapiarı üzerine halinde bulunduğunuz vakit" kelimelerini so­ mesih ameliyesi pek eskidir ve belki de, İslâm kuşturmağa kalkışmak sureti ile, tevsik edilmeğe askerine abdesti kolaylaştırmak için, kabul çalışılan bu fikir, eski zamanlarda pek ziyade edilmiştir.2 Bundan başka abdestin ayaklara ihmal edilmiş olan abdest hakkında bir nevi İ İmam Şafî'î ’yc göre. müsaadekârlığı gösterir. 2 Mesih askere abdesti kolaylaştırmak için değildir. Fıkha göre hades-i asgar şu âtideki hallerde Hattâ Peygamber tarafından hazar halinde bizzat tatbik vâki olur j 1. erkek ve kadın derilerinin birbiri­ edilmiş ve bu keyfiyet sahabeden kırk kişi tarafından ne teması ( münasebet-i cinsiye hades-i ekberi rivayet olunmuştur; bk. Zaytn'i, Nash al-Raya, I, 162,



26



ABDEST -



ait olan kısmında ihtilâf vardır * bütün sünnîler, haricîler ve zeydîîer ayakların yıkanması ve halbuki İraamîler, yani şİıîer, yalnız mesbi k a ­ faettiğini ileri sürerler. Birinci fikir» biç şüp­ hesiz, Kur’an *m 5. sûresimni 8, âyetinin, ruh ve mana itibarı ile, mefhumuna uygun aslî fikir İse de, ikinci fikir aslî mefhumun, Kur’an ‘m metn-i zahirisine göre, bir nevi tadil teşebbüsü gibi gözüküyor ki, bu teşebbüs evvelki mefhum tarafdarı olanları pek dolambaçlı tefsirlere sevketmiştir. B i b l i y o g r a f y a ı Din tarihine dair : Goîdziher, Archiv fü r Religionswissenschafi, XHÎ, 20 v.dd.; Wensinck, IsL, IV, 219 v. dd. — Hadîslere dair: Wensmck, Handbook o f Early Makammadan Tradiiion, bk. VU£Ü\ — îs lamda taharet bahsine dair: Wensinck, h h , V , 62 v.dd. — Fıkha d air: Juynboll, Handback des islâmischen Geseizes, s. 72 v*dd. î aya. mil., Handleiding, 3. tab-, a. 56 v.dd. ( burada daha başka bibliyografyada bulu­ nur ) ; Goîdziher, Die Zâhiriten, s. 4.8 v. dd.; Lane, Manners and Çustoms o f the Modern Egyptians, din ve fıkıh bahsi. — Mesih mese­ lesine dair : Strothmann, Kultus der Zaiditen, 0. 21 v.dd.; Goîdziher, Vorlesungen über . den Islâm., s. 273 v.d. (2. tab., 368 v.dd.); Wensinck, The Müslim Creed, Cambrıdge, 1932, index, bk. mad. Shoes. Krş. f AHARA. ( jOSEPH SCHACHT.) ‘ A B D İ. CB1c.tabd L] A B D İ. 'ABDİ (‘ Abd al-Rahman ’ın kısaltılmış şekli), osmanîı müverrihlerindendir. Galatasarayı ’nda, iç oğlanı olarak, yetiştirilmiştir. Sultan Mehmed IV. tarafından kendi saltanat devrinin vakayîini yazmağa memur edilmiş ve padişah, bazı ehemmiyetsiz vak'alara dikkatini celbetmek sureti ile, bu vazifede ona yardım etmek lûtfunda bulunmuştur. Padişahın 1079 (1668 ) da sır kâtipliğine tayin edilmiştir; ertesi sene, Abdı Paşa 'ma yerine, nişancı olmuş ve vezaret rütbesini ihraz etmiştir. Cehrin seferi esnasın­ da (8 rebiülahır 1089 = 30 mayıs 1678) sadaret kaimakamlığma tayin edilmiştir, Basra valiliğine tayininden sonra (1093 = 1682 ) yazmakta ol­ duğu vakayinameye devam edememiştir. Ken­ diye valisi iken, vefat etmiştir (1102 = 1690 ). Daima adaletle hareket ettiği İçin, idare ettiği yerlerin ehalisine kendini çok sevdirmişti. 7V rlh-i Nişancı ‘ Abd al-Rahmân Paşa ismini ta­ şıyan tarihi 1054 ( 1648 ) ten 1093 { 1:682 ) e kadar bir zamanı ihtiva eder. B i b l i y o g r a f y a : Harameı- Purgstail, Gesch. des Osman, Reickes, bk. index; frns. tre. Hist. de l *empir e ottoman, X, 204 ; XI, 206 v.d., 275, 292; XII, 2i, 65, 279. (C l, H üart .)



ABDULLAH.



A B D U L L A R ‘ABD ALLAH a. a l -'A bbâs , künyesi Abu ’I»‘A bbâs olup, Peygamberin am. cası oğludur. Peygamberin Medine ’ye hicretin­ den birkaç sene evvel, haşİmîlertn al-ŞıV de kuşatıldıkları vakit, doğduğu söylenir. Ai-Buhâri ’ye göre, kendisi ve anası, babası ‘AbbSs ’tan evvel İslâmiyet'i kabul etmişlerdi [bk. AL‘ABBÂS B. 'abd AL-MUTTAIİB ]. Fakat bu riva­ yet, Buhârİ tarafından istîtrad olarak zikredil­ miştir. ‘Abd Allah halife ‘Ogmân zamanında temeyyüz etmeğe başlamıştı. Kendi ifadesine göre, şahsına sadakatle bağlı olduğu halîfe, hicretin meş’ura 35. (655/656) senesinde hacc emirliğini kendisine havale etmişti ki, bu hal halifenin katli esnasında kendisinin Medine ’den uzakta bulunmasını mucip olmuştu. Bu vak’adan sonra, 'Abd Aîlâh ‘A li ’ye iltihak etti. ‘Ali onu ekseriyetle sefir olarak kullanırdı. Sonra Basra ’ya vali gönderdi. Bu zamandan sonra, ‘Abd Allah hakkında çıkan rivayetler ihtiyatla kabul olunmalıdır; zira Abbasîler fırkasının menfaatleri, yahut yine Abbasî halifelerinden korku, bu hususta mühim bir rol oynamıştır. ‘Abd AİfSh Ş iffin ’de ‘A li ordusunun bir kıs­ mına kumanda etmiş deniliyorsa da, eğer yuka­ rıda söylendiği gibi, 35 senesinde emîr-i hacc olarak bulunmuşsa, bu kumandanlık, tabiatı ile, mümkün olamaz.* ‘Alı hakeme müracaatı kabule mecbur olduğu zaman, hukukunu müdafaa için, ‘Abd Allah ’i kendisine vekil yapmak istemiş; fakat kendi tarafdarları bunu kabul etmemişler. Bununla be­ raber 'Abd Aîlâh Abü Musa ’ya refakat etmiş ve Dümat al-Candal ’de onunla birlikte hazır bulunmuştu. 'AH Mısır *1 kaybettiği vakit, ‘Abd Aîlâh sadık bîr dost sıfatiyle, onu teselli etmişti. Onun bundan sonraki hareketleri hakkında ma­ lûmat , birbirinden çok farklıdır. Yalnız bir vaka her taraftan te’kît edilmiştir ki, o da onun, Basra ’da devlet hazînesinden pek mühim bir parayı (bazılarına göre altı milyon dirhem) aldıktan sonra, şehri terketmesidîr.12 Fakat sözleri muteber olan al-Madâ’înî, ‘ Oınar b. Şabba ve Belâzorî gibi, bazı zatlar bu vak’anm 'AH ’nia şehadeiinden evvel vukua geldiğini iddia ettikleri halde, Abü ‘Ubayda ve al-Zuhrt gibi diğer bazı zatler de, halife Haşan ’m za­ manında vukua geldiğini söylerler. Bu sonuncu rivayete göre, ‘Abd Aîlâh ’ın, sonra Muavlya tarafına geçmesi ve çaldığı paranın, ihanetinin 1 Siftin harbinin 36 do başlayıp, 37 de davamsa* nazarca, o harpte hu zatîn bulunmuş olntast pok Ala mümkündür. 2 İbn ‘AbbSs ’ın bu parayı alması Kur’an *tn VIII. t i . âyet üzerindeki içtihadına mebmdir (krş. al~‘Ikd al-Fa-



rid, II, 233).



ABDULLAH.



mükâfatı olarak, kendisinden aranın amasını te­ min etmesi ile, bu ihanet dalıa çirkin bir şekil almıştı.1 Aynı zamanda bu ihanet, ai-Madâ’ini, Belâzorî ve Ya'kSbi tararından, 'Abd Allah ’ın kardeşi 'Ubayd Allah *a da isnat edil­ miştir. A b d Allah hakikatte amcası oğluna ihanet ettiği halde, A b b as hanedanının bu meşhur uzvunu temize çıkartmak için, vak'al-arm bu noktada sonradan tahrif edildiği muhak­ kaktır. Abbasî tarihçileri dahi A b d Aîlâh 'm, Haşan 'm İstifasından sonra, Mu1S viya saltana­ tım kabul ve tasdik ettiğini inkâr edememişler­ dir. Ancak al-Madâ5İni, bu ayrılışı kısmen mazur göstermek için, halifelik makamına namzet olan dört zat ile birlikte, Mu'Sviya *nin iktidar mev­ kiini oğlu Yazid ’e temin etmek üzere, sarfettlği mesaiye karşı A b d Allah ’ın da itirazlarda bulunduğunu haber veriyor; fakat müverrihin bu ifadesi zararsız bîr uydurmadan başka bir şey değildir. Mu'aviya ’nin vefatından sonra, A b d Allah, ekseriyetin Yazid 'e biat ettiğini görünce, kendisi de biat edivermiştir. A b d AHah Tâ’if ’te 68 (687/688 } de ölmüştür; bazı­ ları da 69 yahut 70 te Öldüğünü söylüyorlar. A b d Allah şöhretini, tercümelimi yazanların Spermde pek az durdukları, siyasî faaliyetine değil, muamelât ve ibadata müteallik hadîsler ile fıkıh ve tefsir sahalarında çok takdir edilmiş bulunan ilmine medyundur. Ona fcîbr cd-ümma unvan-ı mefhareti verilmişti ve bakr denilmişti. Kitaplar onun geniş bilgisine ve Peygamberin bu fevkalâde adam hakkında gösterdiği alâkaya ait rivayetlerle doludur. Bununla beraber, tenkit araştırmaları başka bir neticeye varmıştır; ba araştırmalar onun yüzünden nikabt atmış, ma­ hiyetini ortaya çıkarmış ve kendisini namussuz ve yalanları yalnız kendi hilekâr siyasetine uygun düşen bîr düzenbaz olarak tanıtmıştır. Bununla beraber onu kısmen masum göstermek belki mümkündür; çünkü kendisine atfen zikrolunan hadislerin bazıları, sonradan sahtekârlar tarafından, ona isnat olunmuştur. Onun rivayet ettiği hadislerden yaşadığı devre, yahut o de­ virden hemen evvelki zamana ait olanları ara­ sında bazıları, meselâ hâlası A tik a ’nin rüyasına, (tbn HifSm, nşr. Wüstenf., s. 824 v.d.) Pey­ gamberin basit bir işareti üzerine putların na­ sıl devİrildiğine ( ayn. esr., s, 428 v.d.) ve kureyşîleriu müzakeresine İblis ’in nasıl iştirak ettiğine ( ayn. e$r„ s, 324) dair olan hadîsler pek ziyade cür’atkâranedir.2*A b d Allah yalnız î Mu'Sviya ’nîn aff-ı uosümî ilân etmiî oİmasına naza«ın, tbn 'AbbSa *m bSyle bir harefeote ihtîyaoı olmamak



Zerektir.



2 Arap mentalarj zaten 'Abd Allah ’a isnat edilen hadislerden bir çoğunun, kendi rivayeti olmaktan ziyade, Abbasi halifelerin gözfine yirmek için, badis uytîurucuîar (vaöfc»') tarafından tertip edilmiş olduğunu söyler.



27



arada sırada hadisler rivayet etmekle ve ken­ disine sorulan müteaddit suallere cevaplar ver­ mekle kalmamış, ondan başka bütün kendi maSallarım — hilkati, beşeriyet tarihini ve İslama­ dan evvelki zamanları ihata eden — büyük bir sistem şeklinde, tertip ve tanzim eylemiştir. Bu hususta A b d Allah her şeyi bizzat uydurma­ mış, İslâm dinini kabul ede» bazı yahudüerin kendisine söyledikleri kıssa ve hikâyelerden istifade etmiştir. Bilhassa aslı cenubî Ara­ bistan’dan olan yahudi Ka'b b, MSfi‘ ’m _hikâ­ yeleri onun işine yaramıştır. Fakat A b d Allah bu suretle eline geçmiş olan malzemenin Kur’an ve İslâm telâkkileri ile aykırı düşmemesi­ ne dikkat etmiştir, A b d Allah bu arada eski arap putperestlik âyinlerinin zuhur ve inkişafı hakkında bir nazariye tasarlamış ve bu nazariyede Kuran ’daki imalar ve Kitabunukaddea 'teki hikâyeler ile diğer bazı hikâyeleri bir­ birine cür'etle karıştırmıştır. Ancak yalan ol. doğundan şüphe edilmek için hiç bir sebep oîmıyan ve onun tarafından rivayet edilen bazı nadir hadisler, tarihî kaynak gibi, kullanı­ labilir. Bibliyografya*. ai-Buhâri (nşr. Krehl), î, 339, 34i} Taban, î, 3040, 3273, 32S5 v-d., 3312. 3327. 3333. 3354, 33$». v-dd., 3412, 3414, 3453, 3455, v. ri>o v.dd. î frans. trc. Beaumier ( Paris, 1860), s. 309 v.dd.; îbn Haldun, 'Ihar {Hist. des Berb. ), U, 24.2 v.dd. ; Abu Zakarîya’ Yahya b. Haldun, Buğyat al-Rüvâd (nşr. Bel, Cezayir, 1904 ), metm s. 104, trc, s. 137 j al-Marrakuşi, al-Mucib (Leyden, 1847), s. 225 v.dd.; Fagnan, Revue A fricaine, XXXVII, 213 ; XLV, 151; îbn al-Kâzi, Cazvât al-îfctibâs (Fas, 1309), s. 129, 348; al-IÇayravânt, aUMunts f i Ahbür Ifrîkiya va Tünis ( Tunus, 1286), s. 116— 119 ; al-Sala vî, Kiiâb al-îstikşa (Kahire, 1304), II, 2— 5; aî-Zarkaşi, Ta'rih al Davlatayn (Tunus, 1289 ), s. 14 v.dd.; frans. trc. Fagnan (Constantine, 1895), s. 25 v.dd. (A . Couiî.) A B D Ö L H A K . 'ABD a l -H AKK b.



S ayf al-Dîn al-Turk al-DIhlav! al-BuhârI, 958 (1551) de doğan ve 1053 (1642} de Ölen Haklçû mahlaslt iraab müverrih. 'Abd al-Hakîj 996 (1588 ) da, hadis tahsili için, Hicaz ’a gitti. Müteaddit eserleri arastada şunları zikrede­ ceğiz: arapça hadis mecmualarının farsça tef­ sirleri, Mişkcit al-Maşâbİhı ve S a f ar al-Sabâda ( yaz. Brİtish Museum ’dadır; krş. C. Rieu, Cai. of Pers. Mss,, s. 14 v.dd.) î Hindistan ’ın umumî tarihine ait Zikr al-Muluk ( ayn. esr., s. 823, 855 ) ; bilhassa hind evliyasının terciime-i hal­ leri î Akbar al-Ahyar f i AsrSr al-Abrar ( ayn. esr., s. 3$s); Medine şehrî tarihi (tab. Luk’ now,ı86s» 1869), B i b l i y o g r a f y a i Badâ'üni, Muntahab aUTavârik, III, 113; Elliot ve Dowson, The History o f İndia, VI, 175 v.dd.; Rieu ve Pertsch ( Berlin), yazmalar kataloglan, (M. T h. Hoütsma .) A R D Ü L H A K H ÂM ÎD. ‘A B D a l -HAKK HÂMİD, türk şairi ve edibi; 5 şubat 18$1 ( io rebiülevvel 1268 = 24 kânun II. 1267 ) de babası Hayruîlah Efendi’nin [ b. bk, ] Be­ bek 'teki yalısında doğdu. Ecdadı aslen İzmir havalisinden olup, Mısır ’da tavattun eden Abdülhak Siinbatî Efendi, ulemadan îdi. Ailenin ü$ batın sonra İstanbul ’a gelip yerleşen rüknü Mehmed Efendi, Mısrî lâkabı ile tanınmıştır. Bu zatm torunu olan Mehmed Emin Şükûhî Efendi hacegön-t divan-ı hümayun ’dan idi ve şairliği de vardı. Şükûhî Efendi *nin oğlu ve Hâmıd ’in bü­ yük babası Abdüîhak Molla [ b. bk. ] da ulema­ dan idi; Mahmud 11. ile Abdülmecİd’in hekim başıhğmı yapmış, tarih ve şiirle de İştigal etmişti. Hâmid ’in babası Hayruîlah Efendi, hem medreseden icazet, hem de Tıbbiye'den şaha­ detname almış, sırası ile meclis-i maarif azası, maarif müsteşarı, maarif nâzın ve encümen-f daniş reîs-i ganisi olmuş ve nihayet, Tahran’da sefir iken, ı$66 (1283 ) da ölmüştür. Münevver bir aileye mensup olan Hâmid, He­



h ÂMİD.



nüz beş yaşında İken, Bebek ’te Köşk-Kapısı denilen semtteki mahalle mektebine devama başladı ise de, burada yalnız biraz okuma öğ­ renebildi. Aynı sene kendisine 800 kuruş maaş­ la îstanbul raasu tevcih olundu. Hâmid bir müddet de Hisar rüşdiyesi 'ne devam etti. A y ­ nı zamanda evvelâ Evliya Hoca’dan, sonra da Hoca Tahsin Efendi 'den [ b. bk.] hususî dersler aldı. Hâmid ilk şiir zevkini hocası Tah­ sin Efendi 'den aldığım Hatırat ’mda kaydeder. On yaşında iken, büyük biraderi Nasuhî Bey ve hocası ile birlikte, Paris ’e gitti ve orada Ecole Nationale adındaki hususî bir mektebe yazıldı. Bir buçuk sene kadar bu mektepte kalan Hâmid, İstanbul’a dönünce, R o t ert College ’e devama başladı. Aym zamanda edremitli Bahaeddin Efendi ’den de arapça ve farsça Öğreni­ yordu. On üç yaşında iken, Bâbıâli tercüme odası ’na girdi ve bir sene sonra, Tahran’a elçi olan babası ile birlikte, İran’a gitti. Hocası Bahaeddİn Efendi de kendilerine refakat edi­ yordu, Hâmid İran payitahtında farsçasım kuvvetlendirdi ve sefaret münşisi Mirza Haşan Şevket ’ten fara edebiyatı tahsil etti. Tahran ’da iki sene ikametten sonra, sefaret maiyet me­ murluğuna tayin olundu. Babasının birdenbire vefatı üzerine İstanbul ’a dönen Hâmid, evvelâ maliye mükimme kalemi ’ne, sonra da Şûrây-ı Devlet ve sadaret mektubî kalemlerine girdi. Bu aralık (1288 — 1871) Pirî Zade ailesinden Fatma Hanım ile Edirne ‘de evlendi. Pek genç yaşında edebiyata heves eden Hâ­ mid 'in ilk matbu eseri Maceray-t A şk ‘t ı r ; galiba 1873 senesinde intişar eden bu eseri, pek kısa bir fasıla ile, Sabr-â Sebat, iç li K ız ve Duhter-i Hindu takip etti. Hâmid, 1876 (1292) da hâriciyeye intisap ede­ rek, Paris sefareti ikinci kâtipliğine tayin olun­ du. Paris’te geçen İki buçuk sene Hâmid’İn edebî şahsiyetine kuvvetle tesir etmiş ve onun hem Paris hayatını, hem de fransız edebiyatını yakından tanımasında âmil olmuştur. Hâmid Pa­ ris intihalarım Divaneliklerim — yahut — B e l­ de adlı şiir mecmuasında, renkli ve nükteli bir romantizmle tesbit eder. Mamafih Sahra, bu gürültülü ve maceralı şehir hayatının şairde uyandırdığı bezginlik ve hattâ tiksinti İle ta­ biata, kır ve köy hayatına karşı samimî, fakat geçici bir tahassürün eseridir. Hâmid ’in Paris ’te yazmış olduğu Nesieren Sarayın şüphesini davet ettiğinden, memuriyeti ilga edildi ve o sıralarda îstanbul 'da bulunan şair de açıkta kaldı. İki sene süren bu raazuli- ’ yeti esnasında, Hâmid endişe ve müzayaka için­ de, fakat eserler ibda ederek, yaşadı. Bu aralık evvelâ Belgrad, sonra da Berlin sefaret kâtip­ liğine inha edildi İse de, kendisine vazifeye baş-



ÂBDÜLHAK HÂMİD.



Ilımak nasip olmadı. Nihayet, büyük biraderi Nasuhi Bey ’in mutasarrıf tayin edildiği Rize ’de bîr müddet bulunduktan sonra, Potİ şehbender­ liğine tayin edildi (1881 = 1297 malî). Ertesi sene, dostlarının delâleti ile, Golos şehbender­ liğine naklolundu. Oradan da 1883 {1299 malî) te Bombay başşehbenderlİğine gönderildi. Hâmid bu tayini büyük bir sevinçte karşıladı. Daha evvel Hindistan ’a merak etmiş ve DükteTr-İ Hindu ’yu yazmış bulunuyordu. Aynı zaman­ da, Paris sefareti kâtipliği esnasında İstanbul 'da bırakmış olduğu karısı Fatma Hanım ’da verem arazı baş göstermişti, Fatma Hanım'm hastalı­ ğı, ikinci çocuğunun ( Hamide Nasİb ) doğumunu müteakip büsbütün şiddetlendiğinden, Hâmid Bombay ikliminin karısına iyi geleceğini ümid etmekte İdî. Hâmid Bombay ’dan Namık Ke­ mal ’e, Recaî Zade Mahmud Ekrem ’e, Sami Paşa Zade Sezaî ’ye ve diğer dostlarına gön­ derdiği ilk mektuplarda mütemadiyen bu ümi­ dinden heyacanla bahseder. Hakikaten bu ümid iptidada tahakkuk eder gibi göründü ise de, Fatma Hanım ’m, geçirdiği şiddetli bir krizi müteakip, hastalığın son devresine vardığı an­ laşıldı. Sahra ve Târik (1879 = 1296) İle edebî şöhretini tahkim etmiş bulunan şair, bu vazi­ yet karşısında hariciye nezaretinden hasta ka­ rısını İstanbul 'a getirmek müsaadesini istedi ise de, müstebit İdarenin vehmi iznin vaktinde çıkmasına mâni oldu, Böylece bîr müddet bey­ hude yere İzin bekliyen Hâmid sonunda kara­ rım verdi, karısı ve çocukları ile birlikte, yola çıktı. Fakat gittikçe şiddetlenen hastalık seya­ hate devam etmelerine mâni oldu. Hemen Bey­ rut’ta karaya çıkıldı ise de, facia gecikmedi ve Hâmid, 26 yaşında (21 nisan 1885) ölen karısını bu şehirde defnetti. Bu ölümün acısı : ile sarsılan şair, Tanzimat devri edebiyatının en.: lirik şiiri olan M akber'i yine Beyrut’ta .yazdı. Bu eseri Bunlar O 'd u r İle Ö lü ve Hacla takip etti. Hâmid Bombay’da üç sene kadar kalmıştı. Bir müddet de İstanbul 'da bulunduktan sonra, 35 yaşında (1886) Londra sefareti başkâtipli­ ğine tayin edildi ve Fatma Hanım’m vefatın­ dan beş sene sonra da (1890), Londra’da bir Ingiliz hanımı (Nelly Cloower) ile evlendi. Londra 'da iken yazıp, tabedilmek üzere İstan­ bul 'a gönderdiği Zeyneb ve Finten ( Finton ), yine Sarayı kuşkulandırdığından, eserlerin tab­ una müsaade çıkmadıktan maada, Hâmid azle­ dilerek:: İstanbul’a celbolundu. Fakat şair bu Vartayı çabuk atlattı. Eser neşretmemek şartı ile, rütbesi ve maaşı arttırıldı ve sefaret ikinci müsteşarı sıfatı İle tekrar Londra’ya gönderil­ di» Hâmid meşrutiyetin ilânına kadar ( 23 tem» jnuz 1908) hiç bir eser neşredemedi, Yalnız



69



Finten ’den bazı parçalar, isminin İlk harfleri üe, Servei-İ Fünün ’da intişar etti. 1896 türk yunan harbi esnasında, yine Servete Fünun ’da Hediye-i S âl, Orduy-ı Hümayunda bir Şair İsimli iki manzumesi kendi imzası üe çıktı,



Hâmid, Abdülhamid İL devrinde bir aralık, La Haye sefaretine (1895— 1897 ) gönderildi İse de, çok kalmıyarak tekrar eski memuriyetine dön­ dü ve 1897 de birinci müsteşarlığa terfi ederek, 1908 e kadar Londra ’da kaldı. Aynı senenin martında Madrid ’e sefir tayin edildi} fakat bilâhare bu tayinden vaz geçilerek, Brüksel ‘e gönderildi. Hâmid ’in Madrid e gönderüraeyişise sebep, evvelce Târik ’ı yazmış olması idi. Hü­ kümet, vaktiyle Endülüs fatihlerini alkışlamış olan şairi İspanya 'ya gondermemekîe, siyasi bîr pot kırmaktan kurtulmuş oluyordu (1). Meşrutiyetin ilânında Hâmid Brüksel ’de bulu­ nuyordu. İkinci karısı Nelly Hanım, 21 sene sü­ ren evlilik hayatından sonra ölünce, Brüksel ’de tanıştığı Lüsiyen Hanım ’ı aldı. »Büyük kabine" zamanında (1912) sefaretten azledildi ve bir müddet müzayaka içinde yaşadı. Nihayet ayan azaiığma tayin edildi. Bu sıralarda kendisine maarif nezareti teklif edildi ise de, kabul etmedi. Yalnız bir aralık A-yân reis vekilliğine intihap olundu. Gerek büyük harbe tekaüdüm eden senelerde, gerek büyük harp ve mütareke dev­ rinde, Hâmid 'in bîr çok eserleri intişar etti, Hâmid, Ayan meclisinin lağvına kadar, azaIıkta kaldı. Bir müddet Viyana ’da müzayaka çekti ise de, çok geçmeden kendisine hidemat-ı vatanîye tertibinden maaş bağlandı. Ayrıca İs­ tanbul belediyesi de, büyük şaire mesken tahsis etmek sureti ile, kadirşinaslık gösterdi. Büyük Millet Meclisine 1928 de aza seçildi. Hâmid ölünceye kadar çalışmakta devam etti. Son günlerinde bile, Kanunî Süleyman ’m, oğlu Mustafa ’yi Öldürmesi hadisesinden İlham ala­ rak, yazdığı Kanunî *nin Vicdan Azabı adlı iki perdelik bir piyesle meşguldü. Nihayet kısa bir hastalığı müteakip, 12 nisan 1937 salı sa­ bahı saat biri beş geçe vefat etti. Büyük şaire millî cenaze merasimi yapıldı ve Zincirli Ku­ yu ’daki A srî Mezarlığa defnedildi Maarif V e­ killiği 1940 ta Hâmid ’ın mezarını, büyük edibin değerine lâyık bir şekilde, yaptırdı. Abdülhak Hâmid ’de edebiyat merakı 15 yaş­ larında iken, daha babası İle Tahran ’a gitme­ den önce, başlamıştı, ilk matbu eseri Maceray-i A şk ’ın takribi İntişar tarihî olan 1873 e kadar bir hayli şiir, roman, makale karaladığı söyle­ nirse de, bu denemelerinden hiç biri elimizde yoktur. Maceray-i Aşk, Kişmir 'de geçen karışık bir aşk hikâyesidir. Bu dört perdelik mensur te­ maşa eserinde Namık Kemal ’ip Işşirİ hâkimdir,



70



ABDÜLHAK HÂMÎD.



Aynı tesir, sadaret mektubî kaleminde iken yaz­ dığı Sabr-Ü Sebat (tab. 1874) Edirne'de bulunduğu sıralarda kaleme aldığı İçli K ız ’da da (tab, 1874} kendini gösterir, Ahmed Vefİk Paşa 'tun ( b. bk,] teşviki ild vücuda gelen Sabr-ü S eb a t' ta Rumeli köylülerinin bayatına ait çok pitoresk vo realist sahneler bulunduğu gibi, bir çok darb-i meseller de vardır. İçli K ız ise, Na­ mık Kemal 'in Zavallı Çocuk adh piyesine nazi­ redir ve Hâmid’in bu büyük vatan şairi ile gıyaben tanışmasına vesile olmuştur. Ahmed V efik Paşa, Namık Kemal ve biraz da Recaî Zade Mahmud Ekrem’in tesiri altında kalarak yazdığı bu üç mensur piyeste. Hâmid 'in hakikî şahsiyeti henüz tebellür etmemiştir. Bunlar, Na­ mık Kemal romantizmine uygun, vak’a itibarı ile hayli karışık ve harikulade tesadüflere istinad eden cılız melodramlardır. Ancak dördüncü ese­ ri olan Dukter-i Hindâ (tab. 1875) do dır ki, Hâmid edebî şahsiyetinin ve kendine has bir romantizmin ilk orijinal eserini vermiştir. Hin­ distan ’ı görmeden bîr hînt biblosundan ilham alarak yazdığı bu dramda, zulme karşı hakkım müdafaa eden halkın mücadelesini tasvir etmiş ve yabancı bir iklimde yaşattığı yabancı şahıs­ lara kendi memleketinin dertlerini sÖyîetmiştir. Muharririne büyük bir şöhret kazandıran D ü k ­ lerdi Hindu ’da garp usulü mümtezîç kafiye ile yazılmış bir manzume, türk nazmında bir yeni­ lik teşkil eder. Dukter-i Hindâ ’yu, bîr sene sonra intişar eden N a z if e (1876 ) takib etmiş­ tir. N a z if e ’nin mevzuu Endülüs tarihinden alın­ mıştır. İki gün gibi kısa bir zaman içinde ya­ zılmış olan bu esere, bir perdelik diyalog de­ mek daha muvafık olur. N a z if e 1919 da A b dullakussagir ile birlikte bir cild olarak yeni­ den tab edilmiştir. Hâmid, iîk manzum piyesi olan Sardanapal ’i de 1875 te, Edirne’de 25 günde kaleme almıştır. Mevzuu Asur tarihînden alman bu eser, devrin müsamahasızlığı yüzünden, ancak 1915 te neşredilebilmiştir. Keza Garam (bir rivayete göre de 1877 de Paris ’te kaleme alınmıştır, kr§. Mustafa Nihat, Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi s, 60.) ve Liberte , yine bu arada yazılmış eser­ lerdir. Devrin zihniyetine gayet aykırı bazı felsefî ve İçtimaî mülâhazaları ihtiva eden Ga­ ram, adetâ manzum bir hikâyedir. Bu da, ancak meşrutiyeti müteakip, Şehbâl (nr. 58, 1 ağus­ tos 1328 — nr. 80, 1 ağustos 1329 ) mecmua­ sında tefrika edilmiş ve 1923 te kitap halinde basılmıştır. Liberte ( liberte) ise, Midhat Paşa ’mn memleketten teb’idi üzerine (1877 = 1293), kaleme alınmış bii piyestir. Bu eserde eşha3 D spot ( despote ~ m ü ste b it), Liberal (libe­ ral = hiirriyetperver ), Liberte ( hürriyet ), Nasyon ( natlon — millet), v,s. gibi, sembolik adlar



taşır. İstibdat ve dolayısiyle Abdüîhamid aley­ hinde millî türk vezninde yazılan bu allegorik piyes, 1913 (1339 ) te T ürk Yurdu ’nda. tefrika edilmiştir. Paris sefareti kâtipliğinde iken Hâmid, Fran­ sız payitahtında geçirdiği iki buçuk sene zar­ fında, bir yandan Corneille, Raeine, Voltaire, Lamartine ve A. de Musset ’nin eserlerini okumuş, bîr yandan da Târik ve Nesteren ’i yazmıştır. Hâmid’tn İslâm âleminde en çok şöhret kazanan eseri, Târik — yakut — Endülüs F e th i ’dir. Ispanya’nın müslümanlar tarafından fethini anlatan bu eser, içinde bazı manzume­ ler bulunan mensur bîr piyestir. Uzun tiradlara, vak’amn vahdetini bozan ilâvelere rağ­ men, Târik İslâm din ve ahlâkının samimî ve heyecanlı bir apolojîsidir; 1876 da yazılan bu eser, 1879 (1296) da İstanbul'da neşredilmiş ise de, hemen toplattırıîdığından, bazı kitapçı­ lar tarafından baştan başa mürettip hataları içinde gizlice tekrar basılmış ve 19x1 ve 1919 da yeniden tabolunmuştur, Târik, aîmancadan başka, arapçaya, farsçaya ve boşnaklar tara­ fından da sırpçaya tercüme edilmiştir. Yine Paris ’te 1876 da yazılıp, orada 1878 de inti­ şar eden ve Hâmid 'in memuriyetine mal olan Nesteren, şairin ilk matbu manzum trajedisi­ dir. Hece vezni il© yazılmıştır. Hâmid ese­ rin mukaddimesinde, Corneille’m L e C î d ’inden mülhem olduğunu kaydeder. Mevzu, tıpkı L e C id 'de olduğu gibi, aynı ruhta iki zıd duygu­ nun çarpışmasına istinad eder. Hâmid, Cor­ neille ‘in îspanya ’da geçirttiği vak’ayı Kâbİ! ’de cereyan ettirmiş, fakat transız şairinin zamana talik ettiği akıbeti, Shakespeare-vâri bir dram havası içinde bağlamıştır. Bu eser, milletin za­ limlere karşı duyduğu nefreti ve kahramanlar için beslediği minneti tasvir ettiğinden, Hâmid ’in nikb etine sebep olmuştur. Hâmid ’in yine Paris ’te iken yazdığı diğer bir eser Diva­ neliklerim — yahut — Belde ’dir î 1885 te intişar eden ve eski edebiyat tarafdarlannın şiddetle tenkidine uğrayan bu şiir mecmuası, Hâmid ’İn Paris hatıralarını ihtiva eden kısa ve gerek şeklen, gerek ruhen yeni manzumelerden terekküb eder. Kânun 1. 1876 (1291 malî ) da yazı­ lıp, 1879 (1296) da intişar eden Sahra , bendlerden müteşekkil, uzun bir manzumedir. Kır ve köy hayatının bir apolojm âir. Şair bu ese­ rinde, Zola gibi gördüğü şehir hayatı ile, Rous* seau gibi tasavvur ettiği koy hayatım birbiriîd mukayese eder. Fakat ne şehir, ne de koy ha­ yati eserde hakikî çehresi ile görünür. Tabiat manzaraları da haddinden fazla idealize edil­ miştir. Bununla beraber manzume, -gerek tek­ nik balamdan, gerek muhteva itibariyle, ede­ biyatımızda bir yenilik teşkil etmiş ve eşki



ABDÜLHAK HÂMÎD.



edebiyattaki tabiat his ve tasvirinden büsbütün başka- bir çeşni getirmiştir. Hâmid ’in Paris sefareti kâtipliğinden azlini müteakip memlekette geçirdiği iki sene, kendisi için velût bir devre olmuş ve T ezer, Eşber, Ibni Müsa, B ir Sefilenin Hasbıhali bu sırada yazılmıştır. ibnl Musa —- yahut — Zatûlcemâl, 1881 (1297 mali) senesinin kışında R ize’de, tandır başında yazılmış ve ancak 1919 da intişar etmiştir. Bu piyes, mevzu itibariie, Târik 'ın mâbâdidir; bir vak’a ve eşhas izdihamı arzeder. Üslûbu ise, Tâ­ rik 'm üslûbuna niabetle, hayli külfetlidir. Tezer x88t (1297 malî ) de neşrolunmuştur ; Hâmid ’in en tabiî edalı manzum trajedisidir. Mevzuu yine Endülüs tarihînden alınmış olan bu eser, meşru­ tiyeti müteakip bir kaç defa oynanmıştır. Bir Sefilenin Hasbıhali adı İle 1885 (1303 ) de çıkan eserin asıl ismi Kahbe İdi ve ıS80 de yazılmış­ ta Fakat bu îsîm anoak 1925 te yapılan ikinci tab’ında görülür. Yer yer manzum ve mensur bir eser olan Kahbe, Vİctor Hugo ’nun Les Miserables ’İndekİ Fantine tasvirinden İİham alınarak yazılmıştır. Kaderin şevki ile fuhşa düşen masum bir genç kadının İstıraplarını anlatın Hâmid’in mazuliyet devresinde kaleme aldı­ ğı en mühim eser jE’yÖer’dir. Eşber evvela 1880 (1297 ) de, sonra da 1922 de taboîunmuştur. Son: tabındaki mukaddimesinde Hâmid, mevzuumm Corneille ’în Horace ’mdan »muktebes" olduğunu söylen İskender devrinde Kİşmir’de geçen bu haile, vak’a İtibariyle, Horace ’tan da­ ha tabiîdir. İçinde Eşber ile Sumru, İskender ile Eşber arasındaki muhavereler gibi vatan sevgi­ siyle şeref duygusuna ulviyet veren parçalar vardır. Bu eser de meşrutiyeti müteakip kıs­ men oynanmıştır. Bunlar O 'dur, Hâmid ’in Hindistan ’da yazdığı manzumeleri ihtiva eden bir şiir mecmuasıdır. Eserde, Hindistan intiba ve hatıraları arasında, yer yer karısının hayali belirir. Oldukça realist, ve renkli tabiat tasvirleri de vardır. Bu şiir mecmuası 188s (1303) te neşredilmiştir. Karısı Fatma Hanım ’m 1885 te vefatım mü­ teakip, Hâmid ’in derin bîr heyecan ve iztirap içinde yazmış olduğu eserler, Makber, Ölü ve Hacle' dır, Makber, B eyrut’ta yazıldı. Hâmid, 40 gün müddetle, gündüzleri Fatma Hanım *m kabrini ziyaret etmiş, gecelerini de Makber ’i yazmakla geçirmişti. Eser, bendlerden müteşek­ kil, uzun bir lirik şoemdir. Lirizmin samimimiyeti ile perişan bir mahiyet arzetmesine rağmen, ölüm karşısında insan ruhunun bütün duygu, düşünce ve endişelerine ma’kes olmuştur. Bu itibarla Bakî 'nin Süleyman-ı Kanunî mersiye şinden sonra, türk edebiyatının bu nevide en







büyük eseridir, Makber feryat, isyan, nedamet, dua, tahkiye ve tefeîsüfün serâzad bir terkibi­ dir, Mensur mukaddimesi, Târik ’taki '-meşhur tırad İle Kahbe ’deki bazı parçalar gibi, hâmidâne nesrin en güzel bir numunesidir. Eser he­ men o sene (1885 ) neşrolunmuş, 1924 te, O la ile aynı eildde olarak, tekrar tab edilmiş ve 1939 da da yeni harflerle basılmıştır. Aynı sena intişar eden Ö lü, Makber ’in zeylini teşkil eder î iğ bey itlik 10 bendden terekküp eden bu eser­ de lirizmin yerini Ölüm felsefesi almıştır. Yine 1885 te çıkan Hacle ise, Makber üe Ö lü ’nün mâbâdidir. Bu eserde, yeniden evlendiğini ta­ hayyül eden Hâmid ’in zifaf odasına, ölen refi­ kasının hayali girer, Shakespeare 'in memleketine gönderilen Hâ­ mid, Londra ’ya varışının ikinci senesinde (1887 ) Finien ile Zeyneb ’i ikmal etmiş bulu­ nuyordu. Zeyneb ’e daha evvel başlamıştı. Her iki eser de, neşredilmek üzere, İstanbul ’a gön­ derildi. Fakat bir hafiyenin jurnali yüzünden, hükümet bunların neşrine müsaade etmediği gibi, Hâmid ’i de azlederek İstanbul ’a ceîbetti. Bazı parçaları Servet-i Fünun'da. intişar eden Finten, ancak 1918 de, kitap halinde çıkabildi; 10 sene sonra da ikinci tabı yapıldı. Zeyneb ise, 1908 de intişar etti. Finten, Hâmid ’in en çok beğendiğini söylediği bu piyes, mevzuunu tarihten almamış olan nadir eserlerinden biri­ dir. Vak’a Londra ’mn kibar âleminde geçer. Bazı edebiyat münekkidîerinin Othello ’ya ben­ zettikleri Davalaciro tipi, kayıtsız bir sada­ kat İle hududsuz bir aşk ve kıskançlığın kor­ kunç bir halitasıdır. Eserde Davalaciro ’nun dalgalara kitabı, veremliler hastahanesi gibi manzum parçalar, hâmidâne şiirin mükemmel birer numunesidir. Eski Hindistan’da geçen mis­ tik bir vak’a, Zeyneb ‘in mevzuunu teşkil eder, tik yarısı manzum, diğer yansı mensur olan bu piyes, bîr harikulâdelikîer mahşeridir. Âdeta Beyrut faciası ile Shakespeare'in tesiri altında yazılmış gibidir. Hâmid ’in sükûn devri, 1887— 1907 arası­ dır. Yazmaktan menedilen Hâmid, ancak meş­ rutiyete bir sene kala yeniden faaliyete baş­ lar î 1907 de mevzuunu türk tarihinden aldı­ ğı Ilhan *1 yazar. Bu eser, evvelâ meşrutiyeti müteakip Tanın gazetesinde tefrika edilmiş, sonra da (1913) kitap halinde çıkmıştır. Tur­ han, İlhan ’m mâbâdidir, 19x6 da intişar etmiş­ tir. Bundan daha evvel (19x3), Balkan hezi­ metini müteakip neşredilen Vâlidem, annesine bir mersiye mahiyetindedir. Pitoresk tasvirler ile birlikte yine şairin Ölüm ve ruh meseleleri karşısındaki mülahazatını ihtiva eder- Eser ka­ fiyesiz, fakat manzumdur. Keza 1911— î2 de çı­ kan Bâlâdçtn bir Ses, ne menşur ne manzum,.



73



ABDÜLHAK HÂMİD,



sadece kafiyeli bir poemdir. Gûya yüksek âlemlere çıkmış bir ruhun dünyaya hitabıdır. îlkam -ı Vatan (1918 ), 1876 rua seferindenberi Hâmid’in yazdığı muhtelif vatanî şiirleri ihtiva eder. Merkad-i Selim i Ziyaret ve Merkad-i Fatihi Ziyaret adım taşıyan İkİ meşhur şiiri de bu mecmuada çıkmıştır. Hâmİd 'in Lüsİyen Hanım ’a ithaf ettiği Tayflar Geçidi { tab. 1919 =» 1335 ) İle Ruhlar (tab. 1922 — 1338 ) ve A rzîler (tab. 192$ ) İlhan ile T urhan'ın mavera? zeyilleridir. Bu üç eser­ de, İlhan İle Turhan'dahi şahıslarla birlikte daha bîr çok meşahirin ruhları da dile gelir, Nihayet 1919 da neşredilen Yadigâr-ı Harb ’in mevzuu ise, cihan harbidir. Bu eserde muhtelif milletlerin siyasî ve askerî ricali ko­ nuşturulur. 1924 (1342 ) te çıkan Yabancı D ost­ lar, Londra’da yaşlı ve içki müptelâsı bir er­ kekle music-hall 'terde oyntyan garip huylu bîr kızın aşkım tasvir eder; aruz vezni ile yazıl­ mıştır, Hâmid ’in son matbn eseri ise, 1935 te çıkan Hâkan 'dır. Son senelerinde yazdığı Şair-i Gazab adındaki uzunca bîr şiiri, ölümünden sonra Türklük ( nr. 2 ,1 mayıs 1939 ) mecmua­ sında çıkmıştır. Hâmid ’in muhtelif eserlerinde intişarım vaadettiği H ep — yahut — H iç adındaki şiir mec­ muası İle Çünttn-ı A şk piyesi neşredilmemiştir. Keza ölümüne yakın ikmal ettiği K a n u n î’nin Vicdan A za b ı adındaki iki perdelik piyesi de henüz basılmam ıştır. Yukarıda adı geçen eser­ lerinden başka, Hâmid ’in muhtelif mecmua ve gazetelerde bîr çok şiir ve makalesi vardır. Mektuplarının ancak bir kısmı 1918 ( 1334) de iki cîld halinde intişar etmiştir. Abdülhak Hâmid, Tanzimat edebiyatının ikin­ ci devresinde yetişmiş ve sırası ile Servet-i Fünun, Fecr-i  ti ve m illî edebiyat devresinde, sayısı 40 '1 aşan eserleri ile hâkim olmuş bir şahsiyettir. Kernâl-Ekrem-Hâmid müsellesinin şiir re’sini o teşkil eder. Birbirini takip eden butun nesiller, pek farklı şiir anlayışlarına rağmen, Hâmid ’i daima üstad-ı âzam addet­ mişlerdir. Türk nazmı ancak Hâmid ’İn elin­ de an’anevî şekillerinden kurtulduğu gibi, şii­ rin hududu da onun sayesinde genişlemiştir, Namık Kemâl kadar pervasız olmamakla bera­ ber, vatan, millet ve hürriyet sevgi ve pren­ siplerini eserleri İle nesillere telkin etmek su­ retiyle, İçtimaî vazifesini de kudretle başarmış ve daima iyiye, güzele ve doğruya olan ezelî aşkından ilham almıştır. Şair Hâmid hiç bir kaide tanımayan, en­ gin bir romantiktir. Edebî güzelliği, şekli kale almaksızın, ruhta arar. His ve fikirlerini duy­ duğu ve düşündüğü gibi ifade etmek ihtiyacındadır. Trajedi mevzuları bile onun bu lirik



romantizmi içinde mahiyet değiştirir, bazan ka­ rışık bir melodram, bazan da muhavere şeklin­ de yazılmış baş döndürücü bir roman olur. Bu bakımdan Hâmid ’i en iyi karakterîze eden eserler Makber, Finten ve İbnİ Musa ’dır. Ken­ di ruhunun ilhamından başka bir kaide tanı­ mayan şair Hâmid ’in ibdaları da, hüsranları kadar, tabiîdir. Tezat Hâmid ’in ta kendisidir. Hâmid 'in eserlerinde dikkate çarpan diğer bir vasıf da, lirizmden vakit vakit felsefeye meyletmesidir. Fakat bu felsefe, mazbut bir sistem olmaktan ziyade, çocuk kalan şair ruhunun, kâinatın muammaları karşısında, duy­ duğu hayret ve iztîraplardan ibarettir. Bu İti­ barla, her hükmü bir sual, her neticesi bir şüp­ hedir. Tabiat onun şiir dünyasına ekseriya be­ lirsiz bir dekor olmuştur. Ruhların pervaz ettiği, tarihî hakikatlerin hayal içinde eridiği ve şüphe­ nin imana karıştığı böyle bir dünyaya, tabiat, ancak tabîatîikten çıkıp fikir olduktan sonra, girer. Hâmid 'in nesri de, nazmı gibi, serâzaddır. Fakat şiirinin bütiin füsununa rağmen, kendine pek silik muakkipler bulan şair Hâmid, nesri İle müteakip devirlerin mensur şiirini tesiri altın­ da bırakmıştır. İlk berrak ve seyyal türkçenm numunelerini Hâmid’in nesrinde bulmak müm­ kündür. E s e r l e r i — Maceray-i A şk , ilk basım., İstanbul, Fehmi Efendi matbaası, ts., 272 s,; ayn. car., İst. 1326, 191 s .; Sabr-ü Sebat, ilk bsm., îst,, fa. 143 s. î ayn, esr., İst., Mekteb-i sanayi mat., fa., 143 s.; İçli K ız (tiyatro tarzın­ da yazılmış bir hikâyedir, beş fasıl, dokuz per­ deyi havidir), îst., 1291, Basiret mat., 93 s. ; ayn, esr ., ( tiyatro oyunu tarzında yazılmış bir hikâ­ yedir ), îs t, 1291, Basiret mat., 179 s . ; Dukier-i Hindû (beş fasıl, sekiz temaşayı havi tiyatro ), ilk bsm., îs t, Tasvİr-i Efkâr m at, 109 s.; N azi/e, İst. (matbaası meçhul), 1293, î6 s,; Nazifa, Abdullah al-Şağir , îst., 1335, Matbaa-i Amire, 129 s, i Nesieren ( mukaffa bir facia), Paris ( matbaası ve tabı tarihî yoktur. B ir İhtar un­ vanlı mukaddimenin tarihi 20 zilkade 1293); Târık-yahut-Endülüs Fethi , İst, 1296, Mahmud Bey m at, 298 s. (aym tabı tarihim taşıyan, fakat matbaa İsmi bulunmıyan 173 s ahi f elik ta­ bılar da vardır); ayn, esr. İst, 1326 ,173 s.ı ayn. esr. K&lliyât-ı A sar , Âsar-ı Müfide kü­ tüphanesi, îs t, 133$, Mat. Amire, 240 s. 5 Sahra (bir manzumedir), îs t, 1296,Mihran mat., $9 s.; Tezer-yahat-Melik Abdürrahman-t Salis. İbL ,



1297, Mihran m at, 128 s.; ayn, esr,, îst., (matbaa ismi ve tarihi yoktur), 128 s.î Eşber (manzum ve kavafi-1 mukayyedeyi havi bir facia-ı tarihi­ yedir ) îst,, 1297, Mihran m at, 160 s .; ayn. esr., îst, 1397, (matbaa ismi yoktur), 160 s .; Eşber



ABDÜLHAK HÂMÎD — ABDÜLHAMİD.



( manzum bîr facıa-i tarihiyedir), temsil! k a fi, İst., 1341 = 1922, M at Amire, 167 s. ; Bir Sefİlenin Hasbıhali, îst., 1303, Karabet v e r Kaspar mat. ; ayn. esr., aym mat., 1326 5 Kahbe (manzum ve mensur bîr neşıde ), temsilî kat’î, İst., 1343 = 1925, Yeni mat., 69 s. \ Makber, îst., 1303, TuzHyan mat., 117 s . ; Makber ve Ölü, İst., V1340, Mat. Amire, 151 s .; Makber, İst., 1939, Kanaat kütüp,, 128 s .; Ola, İst., 1303, Dİlcran-Karabetyan mat., 20 s.; Hacle* İst., 1303, TuzHyan mat., 30 s . ; Banlar O V ar, İst., 1303, Dikran-Karabetyan mat., 46 s . ; Divaneliklerim ~ya.hat-Be.lde, îst,, 1303, Dikran-Karabetyan mat., 44 s . ; Zeyneb, İst,, 1324, İkdam mat., 205 s .; Bâlâdan bir Ses, îst., 1327, F. LSfler mat. ( Hâmid ’in elyazısından fotoğrafla), 11 s . ; I l­ han, îst., 1329, Tanin mat,, 155 s.; Liberte, Tiirk Yurdu mee. (1329, IV, nr. 1 3— V, nr, 10 J ; Vâlidem, İst., 1329, 61 s.; Turhan, îst., 1332, Yenî Osmanlı mat., 154 s.; îlham-ı Vatan, ( K ül A s. ) , İst., 1334, A s. Müf. kütiîp., Mat, Amire, 94 s .; Finien ( Kül. A s .) , îst., 1334, As. Müf, kütüp,, Mat. Amire, 496 s.; Tayflar Geçidi, (K a l. As.), îst., 1335, As. Müf. kütüp. Mat. Amire, 114 s .; Yadigâr-i Harp ( Kül. A s .), İ3t., 1335, A s. Müf. kütüp., Mat. Amire, 131 s.; îbni Musa-yahut-Zatülcemâl ( Kul. As, ), îst., 1335, As. Müf, kütüp., Mat. Amire, 415 s.; Sardanapal (K ül. A s .) , İst., 1335, As. Müf, kü­ tüp., Mat. Amire, 170 s ,; Ruhlar, İst., 1338, İkdam mat., 67 s.; Garam, İst, 1341 = 1923, Mat, Amire, 167 s .; Yabancı Dostlar, 1, 43 s., H, 63 s., îst., 1343 — 1924, Yeni m a t; Arziler, İst, 1925, Mabmut Bey m at, 69 s. 5 Hâkan, İst., 1935 A k ­ şam mat., 98 s. H a t ı r a t ı — Östad-ı Âzam Abdülhak Hâ­ mid ‘in hayat ve hatıratı, ( ikdam gazetesi, 28 kânun E, — 26 haziran 1340, 58 tefrika ) ; Abdül­ hak Hâmid, Mektuplar, I, 331 s., II, 338 s. ( Kül. As.), îs t , 1334, As. Müf. kütüp,, Mat, A m ire; Abdülhak Hâmid, Eserlerimi Nasıl Yazdım (Resimli A y mec,), îs t, 1928, temmnz ve ağus­ tos nüshaları). B i b l i y o g r a f y a ı Şehabeddin Süley­ man, Abdülhak Hâmid, hayatı ve sanatkâr, İstanbul, 1329; Kemal Reşîd, Abdülhak Hâ­ mid— Süleyman Nazif, İstanbul, 1917 ; Rıza Zekerıya, Şair-İ Azam, İstanbul, 1927 ; İsmail Habib, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, İs­ tanbul, 1340, s, 210— 344; ayn. mil., Edebî Yeniliğimiz, İstanbul, 1938, s.154— 2x6; Mus­ tafa Nihat, Metinlerle Muasır Türk Edebi­ yatı Tarihi, İstanbul, 1934, s. 56— 68, 245— 265; İsmail Hikmet, Türk Edebiyatı Tarihi, II, 340— 484, Baku, 1925 ; Agâh Sırrı Levend, Edebiyat Tarihi Dersleri (Tanzimat Edebi­ yatı), İstanbul, 1933, 1934, s. 116— 1.44, 225—



73



282; İbnülemİn Mahmud Kemâl, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, 1932, s. 544— 555; İbrahim Necmi, Abdülhak Hâmid ve eserleri, İstanbul, 1932 ; Rıza Tevfik, Abdülhak Hâ­ mid vs Mülâhazat-ı Felsefiyesi, İstanbul, *334 î Hasan-Âlî Yücel, Hâmid ’in Hayatı (Ü lkü mee., IX, nr. 51, m ayıs), Ankara, *937 i Âlişan Reşit Tanural, Hâmid, ölümün­ den sonra, İstanbul, 1938; Ruşen Eşref, D i­ yorlar ki, İstanbul, 1334, s. 5— 18; Orhan Seyfi, Abdülhak Hâmid, Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1937 ; Necip Fazıl Kısakürek, Abdülkak Hâmid, Zonguldak, 1937 ; Kunt Ozan, Abdülhak Hâmid, İstanbul, 1937; Nâzan Danişmend, Abdülhak Hâmid'de şiir ataviz­ mi ( Türklük, nr. 11, 1 mayıs 1939). ( S abrî Esat SIyavuşg İl .) A B D Ü LH AM İD . A B D a l -^AMÎD L ah ö Rİ, iraub müverrih, ölümü 1065 (ı655)#HİBttîirk 1 hükümdarı Şâb Cahân ’ın vakayinamesi olan Padşâk-Nâme ’nin müellifidir. Bu eser, her biri on senelik bir devri ihtiva etmek üzere, üç kısma ayrılmıştır. Yalnız 1037— 1057 (1627— 1647 ) senelerini ihtiva eden ilk iki kısım ( Biblioikeca tndica 'da neşrolunmuştur ; bizzat A b d al-Hamîd tarafından yazılm ıştır; üçüncü kısım İse, Muhammed Varis tarafından tertip edil­ miştir. B i b l i y o g r a f y a t EIliot-Dowson, The History of India, VH, 3 v.dd.; Rieu, Cat. o f Pers, Mss,} s. 260. ( M. T h. HOüTSMA.) AB D Ü LH AM İD I. A B D a l -HAMİD I., osmanlı padişahlarından Ahraed III. ’in oğlu olup, 1725 senesinde ( 5 recep 1137 ) doğmuş ve 1774 (8 zilkade 1187) te, büyük kardeşi Mus­ tafa III. ’ dan sonra, tahta geçmiştir. Abdülhamid I. tahta çıktığı sırada, devlet buhranlı bir vaziyette idi i kardeşi zamanında başlamış olan rus harbî devam ediyor, muhte­ lif eyâletlerde de isyanlar zuhur etmiş bulunu­ yordu, Malî müzayaka da kendini göstermişti. Yeni hükümdar, bu müşkülâtı muvaffakiyetle bertaraf edecek iktidarda bir şahsiyet olma­ makla beraber, gayretten mahrum bulunmadı­ ğından, rus harbine şiddetle devam etmek ka­ rarım verdi p düşman üzerine bir galebe olsun kazanmadan, sulh yapmamağa azmetti. Bu se­ beple, kendi dahilî karışıklığından dolayı harbe nihayet vermeğe mütemayil bulunan Rusya ’mn teklifi nazara almmıyarak ( Ahmed Resmî, fifülüşat al-Vtihar, s, 88 v,d,), Hırsova zaptedilip, Eflâk ve Boğdan’a girmek hazırlığında bu­ lunuldu, Aldıkları takviye kı faları ile iler Üyen ruslara karşı yeni kuvvetler gönderildi. Fakat bu kuvvetler Kozluca ’da düşmana mağlûp olunca, serdar Muhsın-zade Mehmed Paşa ’mn karargâhı olan Şumnu 'ya kaçıp, büyük bîr pe-



74



ABDÜLHAföîD.



rişanlığa sebebiyet verdiler. Muhsin-zade ’nin maiyetinde ancak on iki bin kişi kalıp, müteba­ kisi darılıverdi. Bu vaziyet karşısında rus baş­ kumandanı mareşal Romantsov 'un sulh şart­ larını kabulden başka çare kalmadı. Türk mu­ rahhasları Ahmed Resmî ve İbrahim Münih Efendiler ile rus murahhası prens Repnin ara­ sında, Küçük Kaynarca kasabasında, 21 temmuz 1774 te sulh muahedenamesi imza olundu. Bu ağır muahedenin başlıca hükümlerine göre, Kı­ rım, Kubao, Bucak, yalnız mezhep işlerinde hilâfet makamına bağlı kalmak üzere, müstakil oluyor, Yenİkale, Kerç, Azak, Kıîburun—Kı­ rım hükümetinin re'yine muallâk olarak— bü­ yük ve küçük Kabartay Rusya'ya geçiyordu. Eflâk, Boğdan ile Cezayir-i Bahr-ı Sefid 'den bazıları gibi, harp esnasında ruslar tarafından işgal edilen yerler Oamanîı devletine iade edi­ lecekti. Maddelerinden birinin ruslarm türk topraklarındaki ortodokslar üzerinde bir nevi himaye hakkı iddia etmesine yol açacak bir şekilde yazılmış olması, Kaynarca muahedesinin ağırlığım arttırmıştır. Sulhü müteakip Avus­ turya, Osmanh devletinin zâfmdan istifade İle, Boğdan beyliğinden dokuz kazalık bir sa­ hayı ( Bukovina) işgal eyledi. Bitkin bir halde bulunan devlet, hiç bir taraftan yardım ümit edemediğinden, 1775 te bu toprakları da terk mecburiyetinde kaldı. Saltanatının bidayetinde ancak böyle mühîik bir vaziyeti kabul ile sul­ hu temin edebilen Abdülhamıd I. harp esna­ sında çıkmış isyanları bastırmak, askerî teşki­ lâtı ıslah etmek ve yenilerini vücuda getirmek gibi mecburiyetler karşısında idi, İsyan bastır­ mak hususunda kapudan-ı derya Cezayirli Ha­ şan Paşa ’mn ve ıslahat işlerinde de sadrazam­ lardan Halil Hamid Paşa *nın himmetleri görül­ müştür. Suriye ’de, muharebenin tevlit ettiği karışıklıktan istifade ile, büyük bîr nufuz ka­ zanan Tahir Ömer, harp esnasında rus amirali ile münasebete girişerek, bir gaile çıkarmıştı. Cezayirli Haşan Paşa, Cezzar Ahmed Paşa ’mn da yardımı ile, Sariye ’yi yatıştırmağa me­ mur edilip, 17 7 $ senesinde A k k â ’yı muhasara ederek, Tahir Ö m er'i te’dİbe muvaffak oldu. Mısır 'da İsyan ve gaile çıkarmak teşebbüsünde bulunan kölemenleri tedip eden ve adeta Mı­ sır *1 devlete yeniden kazandıran yine Haşan Paşa*dır (Cevdet, Tarih, IV, 324). Yine harp sırasında karışmış bulunan Mora ’yı kanlı mu­ harebelerle yatıştıran da odur. Abdüihamid I. samanında 1 e v e n d ier, bah­ riye işlerinin bozulmasından istifade ederek, Anadolu vilâyetlerindeki halkı ızrara ve, celâ* tiler gibi, ortalığı kasıp kavurmağa başlamış­ lardı, Bunun üzerine, 1776 senesinde î e v e n d teşkilâtı ilga edildi. Her tarafa gönderilen j



emirler mucibince, büyük bir kısmı imha edi­ len levendlerin kaçabilenleri Akkâ ‘da Cezzar Ahmed Paşa 'ya iltica eylemişlerdir. Abdüihamid I. devrini ayırt ettiren hususiyet­ lerin başında, muhtelif sahalarda teşebbüs olu­ nan ıslâhat gelir. Bilhassa Halil Hamid Paşa ‘tun gayretle takip ettiği bu ıslâhat, en ziyade askerî sahada görülmüştür. Ergeç Rusya ile yine bîr çarpışma olacağı tahmin edildiğinden, Rumeli ’dekİ kaleler ile Kafkas sahilleri tahkim edildikten başka, sür'at topçuları çoğaltılmış} topçu, lağamcı ve kumbaracıların ıslâhı için, Fransa ’dan mutahassıslar celbedilmiştir. Padi­ şah talimlerde bizzat hazır bulunur ve askeri teşvikten geri kalmazdı. M&kendishane-i herri-i hümayun *un açılması Abdüihamid I, saltanatı­ nın Halil Hamid Paşa sadaretine tesadüf eder. Bu devirde, tımarlı sipahisinin teçhizatını tan­ zim için bîr nizamname yapılmışsa da, herşeyden mühim olan y e n i ç e r i o c a ğ ı ’nın ısla­ hı cihetine gidilememişti. Çünkü bu ocakta ölen­ lerin ulufesini almağa alışık olanlar, bütün ıs­ lâhata olanca kuvvetleri ile, mâni olmağa çalı­ şıyorlardı. Abdüihamid I. devrinin hayırlı İşlerinden ol­ mak üzere, yerli malı istimalinin mecburî tu­ tulmasını ve metrûk bir halde bulunan İbrahim Müteferrika matbaasının ihyasını da zikretmek icabeder ( Cevdet, Tarih, III, 120 ). Halil Hamid Paşa, tasavvur ettiği geniş mikyasta askerî ıs­ lâhatı yapmak için, yaşlı hükümdarı tahtından indirmek ve yerine veliaht Selim ’i çıkarmak üzere tertibat aldığından, evvelâ azil ve nefi, sonra da idam edilmiştir ( İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Halil Hamid Paşa, Türkiyat mec., V ). Osmanh devleti ile İran arasında zuhur eden harp de (1775 ) Abdüihamid I. zamanının mü­ him vakaları meyanındadır. Nadir Şah'ın ve­ fatından sonra Iran ’daki karışıklık neticesinde, Zeud Kerim Han tegaîlüp etmiş ve hudut civa­ rındaki bazı aşiretlerin mücadelesinden İstifade ederek, Irak ’a hâkimiyet sevdasına düşmüştü. Bu sebepten Musul taraflarına asker sevkettiği gibi, kardeşi Sadık Han vasıtası île de Bas­ ra 'yı muhasara ettirmişti. Babı âli o sırada Bagdad'a hâkim bulunan kölemen ocağını kaldır­ mak fikrine kapıldığından, lüzumlu tedbirler it­ tihaz edememişti. Bundan dolayı .Basra sukut etti ve müdafii Süleyman Ağa da İran ’a götü­ rüldü, Fakat Kerim Han ’ın vefatında yerine geçen Zekî Han, Süleyman A ğa *yı Basra 'ya iade etti. Bilâhare Süleyman Ağa 'ya Basra ve Bagdad valiliği tevcih olunmuş ve İran gailesi sona ermiştir. Küçük Kaynarca muahedesi ile Osmanh ve Rusya devletleri beyninde hakikî bir sulh temin olunamamış ve bir pevî mütareke hali îıasd çb



ABDÜLHAMÎD,



muştu. Ne Bâbıâli Kırım *ı eski vaziyetine iade arzusundan vazgeçiyor, ne de ruslar elde et­ tikleri muvaffakiyet ile iktifa edecek gibi gö­ rünüyorlardı. Muahededen sonra Kırım'ın istik­ lâli şekilden ibaret kalmıştı. İlk hanların Bâbıâli ile eski rabıtanın muhafazasına tarafdar ol­ masına karşı, ruslar asker sevkedip, kendi tarafdarîarmdan Şahin Giray ’ı h a n seçtirmişlerdir. Bu suretle yeniden alevlenen ve harp teh­ likesi doğuran ihtilâf, yeni müzakerelere yol açmış ve nihayet Fransa ’mn tavassutu ile Ha­ liç *te, Aynahkavak kasrında, bir anlaşma imza­ lanmıştır (ıo mart 1779). Kaynarca muahede­ sinin bazı maddelerine tealluk eden bu anlaş­ ma,: Âynaîıkâvak Tenkihnamesİ namı île marufdur. Tenkihname mucibince Kırım müstakil kalacak, ruslar bu memleketten askerlerini çe­ kecek ve Bâbıâli de Şahin G ira y ’ıa hanlığım tasdik edecekti. Kafkaslardan cenuba kadar rus nufuzunun fevkalâde artmasında Osmanh dev­ leti için büyük bir tehlike gören Abdüihamid L ve ricali Kafkasya nm bazı kavimlerİni türk nufuzu altına almağı düşündüler. Soğucak ve Anapa’yı imardan maada, çerkez kabilelerinin teshir ve temdim için faaliyete başladılar. Bu hususta Soğucak muhafızlığına tayin olunan Ali Paşa pek çok gayret sarfetmiştır ( Cevdet, 7 arth, IH, 172 v. d,). Huşlara gelince, onlar da Tifüs ham Heraklius’u (türk tarihlerinde Ereğ­ li Han namı ile maruftur) elde etmiş ve Bâbıâü de buna karşılık dağıstanhlan celbe uğ­ raşmıştı» Dağıstanlılar ile Heraklius arasında başhyan şiddetli mücadele, esasen, Şahin Giray meselesinden dolayı, ihtilâf halinde bulunan iki devletin münasebetim daha ziyade bozmakta idi. Filvaki Rusya tarafdarı şuursuz Şahin Giray aleyhine Kırım ’da İsyan başgösterince, derhal mareşal Potemkin bu memlekete asker şevketti ve, binlerce müslüman Öldürdükten sonra, Şa­ hin Giray ’ı yerine iade edip çekildi. Daha son­ ra yeni bir bahane İle tekrar Kırım *a girerek, ülkenin Rusya’ya ilhakım ilân eyledi (1784). Askerin intizamdan mahrumiyetini ve harp ha­ zırlığının kifayetsizliğini bilen Abdüihamid I. sulbü bozmak istemedi; Türkiye-Rusya münasebatı birkaç sene gergin ve mütereddit devam etti. Padişahın son senelerinde, sadarete Koca Yusuf Paşa *mn geçmesi ile, iş değişti. Yeni vezİr-i âzam Rusya ile harbi elzem görüyor; îngıltere ve Prusya elçileri de Bâbıâli ’yi ruslar aleyhine tahrik ediyorlardı. Katerina H, 1781 den beri Avusturya ile m üttefikti; Osmanh devle­ tinin taksimine mütedair imparator Josef II. ile bîr proje hazırlamıştı,'„Rum projesi** adı veri­ len bu projenin esasları hakkında İngiltere ve Prusya Osmanh devletini tenvire çalışıyorlardı ( Lavîsse ve Rambaud, His t. Generale, VIII, 308



75



v.d»). Nihayet çariçenin nümayişkâr bir surette Kınm ’ı ziyaret edip Avusturya imparatoru ile mülakat etmesine Bâbıâli artık tahammül ede­ medi. Rus elçisi davet olunarak, Kırım ’ın iade­ si talep olunduktan sonra, sefirin müsait cevap vermemesi üzerise, Rusya’ya harp ilân olundu (1787 )» Sulhperverliğine rağmen, Abdüihamid L de emr-i vâkii kabul ıstırarında kaldı (C ev­ det, Tarîk, IV, 26). Bu 1786 — 1792 harbinin İlk taarruzunu yapan türklerdir. Özi (O çakov) muhafızı, Kdburun ’u zaptetmek için, bir miktar kuvvetle hücum etmiş, fakat general Suvarov tarafından bu taarruz kanlı bir şekilde defedihnlşti. Biraz sonra ruslar Özi kalesini kuşattılar; avusturyahlar da, harp ilân etmeden, Belgrad ‘a ve Sır­ bistan *a bir taarruz teşebbüsünde bulundularsa da, bir netice elde edemediler. Abdüihamid I. yalnız ruslaria bile muharebeden çekinirken, bu defa iki düşman ile karşılaşıyordu. Gerçi İsveç de Rusya ’ya harp açtı ise de, bundan Bâbıâli lehine mühim bir netice hasıl olmadı. Osmanh ordusunun serdarı, sadrazam Koca Yusuf Paşa, evvelâ avusturyalılar ile çarpışma­ yı münasip gördü. Josef H. ’in tecavüzleri akîm bırakıldıktan sonra, hududu aşarak, düşmanı kendi topraklarında ağır hezimetlere uğrattı. Banat havalisini çiğnedi. İmparatorun karargâhı fena halde paniğe tutularak, josef II. güçlükle Viyana’ya kaçabildi. Lâkin rus cephesinde mu­ harebe lehte cereyan etmiyordu, ö z i kale­ sini kurtarmak için sarf edilen gayret semere vermemekte idi. Yardıma gönderilen İnce do­ nanma mağlup olmuş, Cezayirli Haşan Paşa ’ma asıl donanması düşman gemileri üzerine galebe kazanmakla beraber, bu zafer Özi ’yi kurtarmak hususunda işe yaramamıştı. Bu vakalar sırasında Abdüihamid ’in sıhhati bozuldu. Bitkin bir halde bulunan hükümdar, Özi ’mn sukutunu bildiren sadrazam kaimesini okurken, nüzul isabet ederek, vefat etti (28 mart 1789 — 11 recep 1203). Abdüihamid I. Osmanh hükümdarları arasın­ da, muvaffakiyetsizliklerîne rağmen, iyi niyet ve gayreti ile tanımıştır. Veliahtliğinde haya­ tının büyük bir kısmı sarayda kapalı geçmişti. Kendisinden fazla bir ihata ve faaliyet beklene­ mezdi, Bununla beraber devlet işleri ile yakın­ dan alâkadar olur, her mesele hakkında fikir­ lerini yazarak, vezirlerine bildirirdi. Bütün sal­ tanatında liyakatli sadrazam intihabına uğraş­ mış ve onlara selâhiyet vererek, lüzumlu ıslâ­ hatın icrasın» temin etmek istemişti. Sadra­ zamlarının en liyakatlisi Halil J^rnid Paşa ‘dır [ b. bk ]. Üzerinde ziyade nufuz sahibi olanlar Cezayirli Haşan Paşa [b . bk. ], Kara Vezir Mehmed Paşa ve kendi kızı Dürr-ı Şehvar



76



ABDÜLHAMİD)



Hanım’m zevcî Nazif Efendi’dir. Abdüİhamid t , saf bir zat olduğundan, yapılan ilkaata ka­ pılarak, bazı fenalıklara da âlet olmuşta. Çok dindardı î ahaliye karşı şefkati vardı, halk ara­ sında kerameti bile şâyi îdi. Müteaddit evlâ­ dından uzun yaşıyanlar azdır. İçlerinden Mus­ tafa ile Mahraud tahta çıkmışlardır. Abdüİhamid L ’in bazı hayratı da vardır: Bey­ lerbeyi ’nde valdesi Rabia Sultan namına bîr cami ve mektep, Emirgân ’da, zevcelerinden Hümaşah Sultan ile oğlu Mehmed için, keza bir cami ile çeşme, Bahçekapısı 'nda bir İmaret, sebil, kütüphane ve türbe ve Medine 'de bir medrese yaptırmıştır. Abdüİhamid L, şimdi ye­ rinde dördüncü vakıf hanı bulunan, imaretinin karşısındaki türbede gömülüdür. B İ b l İ y o g r a / y a : Vaşif, Mafyasın alAsar ve fjlakâ'ik al-Ahbâr, II, 278— 315 ( İs­ tanbul, 1219 ) ; Aşım, Târihi I» 2— 10, U,— IV, ( İstanbul) ; Cevdet, Târih, tür. yer. ( İstan­ bul, 1309 ); Mustafa Paşa, N ataic al- Vulpa*âi, Mİ, 54— 70, IV, 4— 21 ( 2. tab. İst., 1327 ) { Mâkâleme Mazbatası, I, 2 v.d» ( İst., 1270)} Zaim Zade Mehmed Sadık, Vak'a-i fylamldîya ( İst., 1289 ) >Ahmed Resmî, Hulâşat al1‘tibâr { Kutup. Ebüzziya, 1307 ); İsmail Hak­ kı Uzunçarşılı, Halil Hamid Paşa ( Türkiyat mec. V , 1936); ayn. mil., Selim İ H v e liahd iken, Fransa kralı Louis XVI. ile muhabereleri ( Belleten, n, sayı 5— 6 Ankara 1938 ); Arşiv Kılavuzu, 1. fas, { İst., 1938 ) i Mehmed Süreyya, Sicill-i 'Oşmânl, 1308, bk, mad.; Şemşeddin Sami, Kamus aVAlâm , bk. mad., ( İst,, 1306— 1316 ) } Salaberry, His t. de VEmp. Ottoman IV. 67— 122 ( Paris, 1813 ) ; AHx, Precis de Vhist. de VEmp. Ottoman, 11, 468— 591 ( Paris, 1822— 1824 ) î H&mmer, Hist. de VEmp. Ottoman, XVI, 372— 400 (Paris, 1835— 1841); Lavaliee, Histoire de la Turyüie, II, 227 — 241; ( Paris, 1859 ) ; De la Jonquiâre, Hist. de VEmp, Ottoman, I, 314— 318 (Paris, 1914); Lavısse ve Rambaud, Histoire Generale, VII, 5011— 543, V 1H, 308— 326 (P a ris): Baron de Tott, Memoires sur les Türce et les Tartares, III, tür. yer,, (Amsterdam, 1785); G. Noradounghiyan, Actes internationales de VEmp, Ottoman, IV (Paris, 1897— 1903); J. W. Zinkeİsen Gesch. d. osmanischen Reiches in Europa, V — VIÎ ( Gotha, 1857— 1859); N. îorga, Gesch. des osman. Reiches (1908— 1913). (M. CAVİD Baysun .) AB D Ü LH AM ÎD II. CABD a l -^AMİD B. *ABD AL-MAc Id, Osmanh padişahlarından Abdülmecİd 'in oğludur; 21 eylül 1842 (16 şa­ ban 1258) de doğmuştur. Büyük kardeşi Murad V . *m hal'i üzerine, Osm anlı tahtına çıkmıştır ( î 1 ağustos 1876 = 10 şaban 1293 ). Kuvvetli bir



tahsili olmayan, fakat zeki ve bilhassa hakikî seciyesini ve düşüncelerini gizlemekte pek ma­ hir olan Abdüİhamid, zamanın temayül ve ce­ reyanlarını kollamaktaki kabiliyetine rağmen, şehzadeliğinde devlet adamlarının bir çoğuna İtİmad telkin edememişti, Murad V . *m einnet alâmetleri göstermesi üzerine, kendisine müra­ caat mecburiyeti hasıl olmuş ve Abdülazİz ’in son zamanlan ile Murad V. devrinde tanınmış nufuz sahibi devlet adamları arasında meşruti­ yetin ilânına tarafdar zümrenin başında bulu­ nan ve, vükelâ heyeti kararma binaen, kendisi ile görüşmeğe memur edilen Midhat Paşa 'ya karşı, meşrutiyet taraf darı görünerek, teminat vermesi üzerine, sultan Murad 'm hal’i husu­ sundaki tereddüt bertaraf olmuş ve tahta davet edilmişti. Abdüİhamid II. saltanatının ilk zamanları pek buhranlı geçmiştir. Filhakika Abdülazİz’in son zamanlarında başlayan Hersek, Bosna ve Bul­ garistan isyanlarına ilâve olarak, Murad V , zamanında harp ilân etmiş olan Sırbistan ve Karadağ 'a karşı muhasamat devam etmekte idi. Türk ordusu tarafından Sırbistan ’a karşı mühim muvaffakiyetler elde edildiği halde, şark meselesinin yeniden tetkiki için, İstanbul ’da bir konferans toplanması hakkında İngiltere ’nin teklifini ve Sırplarla hemen mütareke yapılma­ sına ait Rusya’nın ultimatumunu kabul zarureti de hasıl olmuştur. Bu haricî âmillerin tazyiki ile Abdüİhamid, kanaati itibariyle mutlakıyete ve keyfî idareye bağlılığı, çalışkanlığı, tecessüsü ve her İşe müdahaleye temayülü cihetiyle de devlet İşlerini bizzat ele almağı düşündüğü halde, evvelce bir kanım-ı esasî kabulü için isteraiyerek verdiği vaadi yerine getirmekten istinkâf edememiş ve İstanbul konferansı açılır­ ken kanun-ı esasî de ilân olunmuştur (23 kâ­ nun I. 1876). Abdüİhamid, cülûsunu müteakip, Balkan mil­ letlerini himaye siyaseti ile nufuzunu artırmak isteyen Rusya’nın harp tehdidine karşı sarih ve kuvvetli bir muzaharet bulamıyan osmanh imparatorluğunun, kendi kuvvetine dayanarak, hukukunu ve hudutlarını kolaylıkla müdafaa edemiyeceğinİ anlamıştı. Halbuki bilâhare motlakhâkim vaziyetine geçtiği zaman, haricî siya­ sette gösterdiği ihtiyatkârhk ve uysallığın tam aksine olarak, Midhat Paşa ’nm devletin haysiyet ve İstiklâlini azimkarane müdafaa gayreti île gösterdiği mukavemete muhalefet etmemiştir. Böyle olduğu halde, yüksek hükümet ricalinden mürekkep fevkalâde bir meclis, konferassa iş­ tirak ede» devletlerce hazırlanıp tevdi edilen şartlan reddederek, konferans dağılınca Midhat Paşa’yı sadaretten azil ile, kanun-ı esasîye ev­ velce koydurmuş olduğu bir maddeye dayana­



ÂBDÖLHAMİD,



H .



V



rak, hudut haricîne çıkarmıştır. Bununla beraber üzerine, Paris muahedesini ihlâl ve tâdil eden Abdüİhamid kanun-ı esasiye karşı açık bîr vazi­ bu muahede şartlarının yeniden tetkikine ve yet .aîmtyarak meb'us seçimini yaptırmış, meb’n- bunun için de Berlin 'de bir kongre toplanma­ san- meclisinin! açmış, ve bu sırada Rusya ’mn sına karar verildi. Almanya başvekili Bîsmarck harp ilân etmesine mâni olmak için, İngiltere 'm reisliği altında toplanan bu kongreye Rus ’nin daveti ile Londra 'da toplanan konferansın ve Osmanh murahhaslarından başka İngiltere, bildirilen mukarreratmı meclise tevdi eylemiş­ Fransa, Avusturya ve İtalya murahhasları da tir. Bu mııkarreratm ve Rusya tekliflerinin İştirâk etti ve Ayastafanos muahedesinin başlı­ reddi özerine, rusların ilân ettiği ve müttefik ca maddeleri muhafaza edilmekle beraber, Eğe olarak romanyahlarm da iştirak eylediği, bul­ denizine kadar inecek bir Bulgaristan teşkilin­ gari ar ile karadağhlarm ve sırplann da karış­ den vazgeçildi, ıslâhat yapılmak şartİyîe Ma­ tığı bu harpte türk ordusu, gerek Balkan'da kedonya ile garbı Trakya Osmanh devletine gerek Anadolu ’nun şarkında, mevziî muvaffa­ iade edildi, Balkan dağlarının cenubunda, hıkiyetler elde etmek ve parlak kahramanlıklar ristiyan bîr vali He idare edilmek üzere, müm­ (bk. GAZİ OSMAN PAŞA, PLEVNE, GAZİ MUHTAR taz bir Şarkî Rumeli vilayeti teşkil olundu vo PAŞA) göstermekle beraber, malî müzayaka, bu suretle Osmanh devletine bırakılan arazî­ cepheler gerisinde yolların kifayetsizliği, İaşe nin irtibatsız İki parça haline düşmemesi temin ve levazım işlerinin bozukluğu, yetişmiş zabit edilmiş oldu. Mamafih Romanya, Sırbistan, Ka­ noksanı, kumandanların anlaşamaması ve bil­ radağ istiklâlleri kabul edilmekle beraber, bu hassa askerî hareketlerin saraydan idaresine hükümetlerden her bîrine bir parça da arazi kalkışılması yüzünden, mağlûbiyet gecikmemiş verildi. Rusya ’ya gelince, o da Besarabya, ile ve rus ordusu Tuna ’yı geçip, muhtelif muhare­ Tuna ağızlarım, Anadolu ’da, Beyazıt 'tan vaz­ be ve muhasaralardan sonra, İstanbul önlerine geçerek, Batum, Kars ve Ardahan '1 aldı. Berlin muahedesi (13 temmuz 1878 ) ile Rusya gelmeğe muvaffak olmuştur. Rîc'at eden as­ kerin ve hicret eden ahalînin yürekler acısı ’nm ve balkanlı müttefiklerinin kazançları tah­ perişanlığı son dereceyi bulurken, Abdüİhamid dit edilmiş, buna karşı Ayastafanos muahede­ de bîr taraftan rus çarma müracaatla sulh sine itiraz eden devletlerle bazı bitaraflara istiyor, diğer taraftan şimdiye kadar pek uysal tâvizler verilmiştir. Bu meyanda Avusturya, davranmamış bulunan meb’usan meclisini, bir Bosna-Hersek ’in, muvakkat feaydiyle, işgali hak­ daha açılmamak üzere, kapatıyordu ( şubat kını t Yunanistan da, Tesalya ’nın büyükçe bir 1878). Bu suretle Abdüİhamid, bütün bu fe­ kısmını ,• hattâ îran bile, hudutta bir kısım ara­ lâketlerin mes’uliyetini meclise yükliyerek,hem ziyi elde etmiştir. Bunlardan başka muahedede meşrutiyet rejimini kendince mahkûm ediyor, ermenilerle meskûn vilâyetlerde ıslâhat ve G i­ hem de mutlak ve keyfî bir hükümet şekline rit adasının imtiyazlarının tevsii gibi hüküm­ avdet emelini tahakkuk ettirmiş oluyordu. Bun­ ler de mevcuttur. Ingiltere ’ye gelince, o da, dan sonra Abdüİhamid ’in memleketin gerek Berlin kongresinin müzakereye başlamasından dahilî, gerek haricî siyasetinde büyük bir rol bir kaç gün evvel, Osmanh hükümetine, Kıbrıs oynadığı görülür. Rusların teklif ettikleri sulh adasının işgaline müsaade edilmek şartı He, te­ mukaddimatmı kabul ile bîr mütareke yapan dafüi bir ittifak muahedesi imza ettirmeğe mu­ Abdüİhamid hükümeti, İngiliz donanmasının vaffak olmuş; yalnız Berlin muahedesinin ak­ Marmara'ya girmesine rağmen, karargâhlarım linden önce imza edilen bir zeyil ile, Rusya ’nın Ayastafanos ( Yeşilköy ) ’a nakletmiş olan rus- Batum, Kars ve Ardahan ’ı iadesi halinde, K ıb­ larla Ayastafanos muahedesini akd He, Ka­ rıs ‘m da iadesini ieahhüt eylemiştir. radağ, Sırbistan ve Romanya 'ya bazı arazî Osmanh imparatorluğunun yeni bir taksimini terkederek, tam istiklâl tanımış, Tuna 'dan Eğe tazammun eden ve bazı mı alakalarda da yeni denizine kadar uzanan ve Makedonya'yı da müdahale vesileleri hazırlayan Ayastafanos ve ihtiva eden bir Bulgaristan teşkiline, Balkan Berlin muahedelerinden sonra, Abdüİhamid, ha­ yarımadasının garkında ve garbında kalan Os- rice karşı büsbütün ihtiyatlı vo uysal bîr siya­ manlı arazisinin iki parçası arasında irtibat set takibine başlamasına mukabil, dahilde nukalmamasına, Bosna-Hersek muhtariyetine, Gi­ fuz, hakimiyet ve istibdadını arttıracak tetbırrit adasına ve ermenilerle meskûn vilâyetlere lere başvurmuştur. Filhakika bu muahedelerin imtiyazlar verilmesine, Anadolu'da Ardahan, İmzasından bîr müddet sonra, Abdülazİz ’in Kars, Batum ve Beyazıt havalisinin Rusya'ya İntihar etmeyip katledildiği ileri sürülereîc^'YıIterkine ve ayrıca harp tazminatı verilmesine dız ’da bir hususî mahkeme teşkil edilmiş ve m a göstermiştir (3 mart 1878). Fakat İngil­ vaktiyle Abdülazİz 'in muhafazasında istihdam tere ’niû bu muahedeye itirazıt , Avusturya ’mn edilen bazı kimseler kâtîl olarak, Midhat Paşa iştîrâki ve Almanya *mn da bir nevî tavassutu He damatlardan ikisi de bu katlin mürettİbi



Â&DÜLHAMİÖ, sıfatı ile, muhakeme altına allamışlar ve hade­ menin, tazyik ve işkence neticesi olduğu ileri sürülen, bazı itiraflarına karşı kendisini pek iyi müdafaa etmiş ve aleyhine ciddî hiç bir delil bulunmamış olan Midhat Paşa ile beraber ida­ ma mahkûm edilmişler, fakat bu cezanın tatbi­ kinden çekinilerek, Taif ’e sürülmüşlerdir. Elîm b ir .mahpes hayatından sonra, Midhat Paşa fecî bir tarzda öldürülmüş ve bu suretle meşruti­ yetin İlânında en büyük rolü oynamış olan şah­ siyet, halk nazarında evvelâ cinayetle lekelen­ mek istenmiş, müteakiben ortadan kaldırılmış­ tır (1883). Bu sıralarda haricî felâket ve emrivakiler birbirini takip etmiş, fakat Abdülhamİd hükü­ meti, faal bîr vaziyet almaktan içtinap ile, te­ sirsiz ve takipsiz protestolarla İktifa etmiştir, Fransızlar Tunus ’u ( 1881) İngİlizîer Mısır ’ı (1 88a ), bir müddet sonra da Bulgaristan şarkî Rumeli vilâyatim işgal etmiştir (1885). Abdülhamid, bütün bu emrivâîdleri kabul etmekle beraber, Girit hıristiyanlarmm çıkardıkları bir isyana yardımından dolayı, Yunanistan ’a harp ilân etti. Fakat, harbin kazanılmasına rağmen, Avrupa devletlerinin tavassut ve müdahalesi statükonun değişmesine mâni olmuş iken (1897), yine bu devletler G irid’i kendi kuvvetleri île işgal etmişler ve adanın muhtariyetini kabul ettirmişlerdir. Osmanîı~Rus harbinden ve meb'usan meclisi­ nin dağıtılmasından sonra, Abdülhamİd, Ali Suavi vak'asına rağmen, milleti birdenbire tazyik cihetine gİtmiyerek, matbuat ve tedrisat saha­ sında bir müddet müsamahakâr davranmıştır. Fakat siyasî muvaffakîyetsizliklerin devamı ve bilhassa hürriyet cereyanının gittikçe kuvvet­ lenir ve yüksek mekteplere yayılır görün­ mesi, kendisini hal'olunma endişesine düşür­ meğe başlamıştır. Filhakika Abdülaziz devrinde başlamış olan Yeni Osmanlılar ( Jeunes Turcs ) hareketinin devamı olmak Ü2ere, Askerî T ıb­ biye talebesinden îshak Sükûtî, İbrahim Temo ve Hüseyin-Zade Alî ile arkadaşlarının ,,İttihat ve Terakki** adı ile bir cemiyet teşkil etmeleri (1889), Abdülhamİd ’in dikkatini mekteplere ve matbuat ile neşriyata çekmiş ve bunlara gittikçe şiddetlenen bir mürakaba, takip ve takyit sistemi tatbik olunmağa başlanmıştır. Biraz sonra genç muhalif ve münevverlerin Avrupa ’ya kaçmağa başlaması da, gittikçe genişleyen bîr hafiye teşkilâtı kurulmasına sebep oldu. Mektep programları ve kitapları ile umumiyetle matbuat ve neşriyata tatbik edilen sansür sistemi fikrî ufku daraltıp karart­ m a , .çalışırken, hafiye teşkilâtı da, hürriyet ca­ zibesine kapılmış münevver insanları, mahpes ve sürgüne göndermek suretiyle, tecride gayret



eder oldu. Fakat bu kara istibdat rejimine rağ­ men, Avrupa 'ya kaçanların neşriyatı, memleket dahilinde bulunanların da muhtelif namlarla ce­ miyetler teşkil etmeleri devam etti. Avrupa’da bulunan muhalifler, Meşveret gazetesini neşre­ den Ittihad ve Terakki ve Terakki gazetesini çıkaran Teşebbüs-i şahsî, Meşrutiyet ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri olmak üzere, iki gurup teşkil ediyorlardı. Bunlardan başka muhtelif namlar alan ve ayrılık gayeleri güden ermeni teşekkülleri de mevcutta. Yıldız tepesindeki sarayında, türkün gayrı unsurlardan vücuda getirdiği alayların muhafa­ zası altında yaşayan Abdülhamİd, bîr muhale­ fetin teşekkülüne mani tedbirlere baş vururken, memleketin vüs’ati ve devrinin uzunluğu İle mütenasip olmamakla beraber, yurdun bir de­ receye kadar imarım ve maarifin neşrini te­ min edecek bazı tedbir ve te’sıslere de müraeaatten halî kalmamıştır. Devletin zayıf bütçe­ sinin müsaadesi ve bazı valilerin şahsî gayret­ leri nisbetinde bir takım yollar, köprüler, mektep binaları, ecnebi sermayesi ile de Ru­ meli ve Anadolu ’da, kısmen kilometre te’minaiı ile ve kısmen de te’mînatsız olarak, demiryol­ ları inşa edilmiştir. Diğer taraftan, saltanat merkezinin ve padişahın nufuzunu artıracak münevver memurlar yetiştirmek üzere, Mekteb-i Mülkîye kurulmuş, Hukuk mektebi, Hendese-ı Mülkiye mektebi tesis olunmuş ve Darülfünun yeniden açılmıştır. Rüştiye ve tdadî teşkilâtı da, sibyan mekteplerinin fevkinde, ilk ve orta tah­ silin kuvvetlenmesine yardım etmiştir. Abdül­ hamİd zamanında bunlardan başka, Avrupa kanunlarından alman bir takım kanunlar da neşir ve tatbik olunmuştur. Abdülhamİd, gerek dahilde nufuzunu te’yit etmek, gerek haricî siyasette bir mesned ola­ rak kullanmak için, halîfe unvanına hususî bir ehemmiyet atfetmiştir. Bu sıfatla, dahilde ve hariçte nufuzunu artırmak maksadı ile, Hicaz hattını inşaya kalkmış ve topladığı İanelerle bu teşebbüste, müşkülâtla da olsa, kısmen mu­ vaffak olmuştur, Abdülhamİd, haricî siyasette dalma passif vaziyette kalmakla beraber, kom­ şularının tecavüz siyaseti, İngiltere ile Fransa ’nm da devamlı bîr müzaharetten müçtenip dav ranmalan ve bazan yeni emrivakiler yapmak­ tan çekinmemeleri dolayısiyle, Avrupa ’da git­ tikçe ehemmiyet ve nufuzu artan ve İktisadî inkişafı dolayısiyle, yeni mahreçler arayan Al­ manya ‘ya temayül lüzumunu his etmiş ve Al­ manya da, Avrupa ’da yeni siyasî kombinezon­ lara iştirakte kendisini takyit etmeksizin, bu temayülden istifadeyi düşünerek, Abdülhamİd ’e karşı bir dostluk çehresi göstermekle bazı im-^. tiyazlar ve bilhassa beynelmilel bir çok men-



ABDÜLHAMİD



faat çarpışmalarına yol açan Bagdad hattı im­ perverler [bk. İTTİHAD VE TERAKKİ.] ve bilhassa tiyazım elde etmiştir. Fakat bu imtiyaz müza­ Makedonya’daki çetecilik dolay ısı ile toplanmış kereleri Rusya’yı da demiryolu işlerinde; yeni bulunan asker kıt’aîarmm başındaki münevver isteHereg'tfevketmiş ve bu devlet, Karadeniz zabitler kanun-ı esasînin iadesinde esaslı rol mmiaka&nda demiryolu inşası için, rüçhan hak- oynamıştır. Nihayet komşu büyük devletlerin yeni müdahalelere hazırlanmaları inkılâp hare­ kmPaîmıştır. Abdülhamİd, seleflerinin israfları neticesinde çekilen malî müzayakanın verdiği neticeleri bildiği cihetle, bu hususta bir dereceye kadar ihtiyat ve tasarrufa riayet etmekle beraber, malî müzayakanın önünü almağa muvaffak ol­ mamış; selefleri derecesinde değilse bile, yine haricî istikraz yoluna gitmiştir. Osmanlı borç­ ları alacaklılarım zarardan korumak meselesi Berlin kongresinde de konuşulmuş ve bu su­ retle açılan müzakereler bir müddet sonra neti. celendirilerek, muharrem 1882 kararnamesi ile, düyun-u umumiye İdaresi kurulmuştur. Ecnebi Ve türk alacaklı vekillerinden mürekkep bir idare meclisinin yürüteceği bu idareye pul, müs­ kirat, tuz, ipek, balık ve av resimleri ile bazı mümtaz eyâletler vergilerim doğrudan doğruya cibayet ve borca yatırma salâhiyeti verilmiştir. Bu idare, yabancı alacaklılara verdiği emniyet doİayısiyİe, yeni istikrazlar yapılmasına imkân vermekle beraber, devletin hakimiyeti üzerin­ de bir nevi vesayet tesis etmiştir. Diğer taraf­ tan padişahın mürakabesiz ve buiçesiz idaresi dahilde hükümetin kredisini daima baltalamıştır. FiIİyatta da hükümet tediyeleri intizamsızdı. Memurlara, gayr-ı muayyen olarak, senede an­ cak aîtı-yedi aylık verilebiliyordu.



işte bîr taraftan malî müzayaka ve her türlü hürriyetlerin tahdit ve takyidi, devletin harice karşı şeref ve haysiyetini korumak kudretinde bulunmaması ve zaman zaman dahilî isyanların tekerrürü, yeni yeni muhtariyet ve istiklâl ta­ leplerinde bulunan millî ihtiraslara gem vurulamaması ve büyük devletlerin fırsat buldukça, emrivâkiler İhdası ile, memleketin birer parça­ sını koparmalarına veya devletin büsbütün par­ çalanmasına yol açacak haklar ihdasına sed çe­ kilmemesi, gittikçe halk tabakalarında memnu­ niyetsizlik uyandırıyor ve gizli bir muhalefetin teşekkülüne sebep oluyordu. Abdülaziz devrin­ de başhyan Yeni Osmanlılar ve Abdülhamİd devrinde Genç Türkler hareketlerine ait hatı­ ralar, şöhret kazanmış vatanperverlerin yazıları ve menkıbeleri yüksek mektepler talebesi ara­ sında yeni kaynaşmalara sebep oluyor, meş­ rutiyet fikri yeniden canlanıyor, takibe uğrayıp kaçanların Mısır’da ve Avrupa’daki neşriyatı da tesirden halı kalmıyordu. Avrupa ’da bulu­ nan muhalifler, muhalefet ve meşrutiyet esa­ sında mutabık olmakla beraber, tatbikat husu­ sunda ayni fikirde bulunmuyorlardı. Bundan do­ layı hariçtekİlerden ziyade dahildeki hürriyet-



ketini tacil etmiş ve Abdülhamİd kanun-ı esasînin yeniden tatbikini kabule mecbur ol­ muştur ( 23 temmuz 1908 ). Meşrutiyetin ilâm, birçok kimselerin tahmin ettiği gibi, memlekete serî bir salâh getirmedi. Çok geçmeden Bulgaristan tam istiklâlini ilân ettiği gibi, Avusturya-Macaristan da BosnaHersek ’in ilhakını bildirdi. Bu meselelerin tas­ fiyesine mecburiyet hasıl oldu. Dahilî vaziyete gelince, her türlü hürriyetin ve bilhassa mat­ buat hürriyetinin kanun çerçevesi dışma taş­ ması, cemiyetin, din, milliyet, kültür ve duygu bakımından, hiç mütecanis olmayan unsurları arasında ihtirasın büsbütün körüklediği bir mücadele doğurdu. Muhafazakâr ve cahil un­ surlar arasında menşe’i henüz vuzuh kazanma­ yan, muhtelif propagandaların tesiri altında, günün birinde, meşrutiyeti muhafaza için Sela­ nik ’ten getirilmiş olan avcı taburlarının ön­ ayak olduğu, bir irtica hareketi ( 31 mart vak’a sı) baş gösterdi (13 nisan 1909 = 31 mart 1325) î yeni rejimi tehlikeye düşürdü. Lâkin Rumeli ’de bulunan yeni rejim tarafdarları za­ bitlerle İstanbul ’dan kaçıp onlara iltihak eden­ lerin, »Hareket Ordusu" namı ile, teşkil ettik­ leri kuvvet İstanbul üzerine yürüdü ve payi­ tahttaki mürteci asker ve unsurları tenkil ede­ rek, vaziyete hakim oldu. Abdülhamİd, ihtiyatkâr hareket etmekle beraber, irtica hareketin­ den istifade temayüllerinde bulunduğu için, bi­ rinci meşrutİyetinkine benzer bir akıbete mey­ dan vermemek üzere, meb’usan ve âyanın Ayastafanos ( Yeşilköy) ’ta umumî meclis halinde toplantısında hal’e karar verilerek, tahtından indirildi (27 nisan 1909), Abdülhamİd, hal'İ müteakip gönderildiği Selanik ’te bîr müddet kaldıktan sonra, Balkan harbi çılanca, İstanbul 'a getirilerek, Beylerbeyi sarayında ikamet etti­ rildi; 10 şubat 1918 (28 rebiülahır 1336) tari­ hinde vefat etti ve Sultan Mahmud türbesine defnolundu. Cülusunda, millî hâkimiyet prensip ini samimî olmıyarak kabul ile, birinci meşrutiyeti ilân eden Abdülhamİd, felâketlerin mes'uUyetİm meşruti­ yet rejimine ve tarafdarlarma yüklemekle şahsî Ve mutlak idaresini tahkim hususunda da. en küçük muvaffakiyet ve icraattan istifade "ede ede, otuz üç sene saltanat sürmüştür. Tanzi­ mat devrinin kendinden evvelki padişahlarından farklı olarak, yapılan ıslâhatın teşebbüs ve tat­ bikini sadrazamlarına bırakmamış; zaten saraya



ABDÜLHAMİD -



karşı Bâbıâlinin



nuf uzunu muhafaza edecek devlet adamları yetişmesine de imkân verme­ miştir (devrinin en maruf iki sadrazam» olan Küçük Said Paşa ile Kâmil Paşa, ÂH Paşa ve Fuad Paşa gibi selefleri İle mukayese edile­ mezler ). Bu suretle daima vaziyete bakim ol­ mağa çalışarak, kendisini millî hâkimiyet fikri­ nin fevkmda tutmağa çalışmış, lâkin hâdisele­ rin ve millî tekâmülün cebir ve tazyiki ile, tekrar meşrutiyete avdet mecburiyetinde kal­ mıştır. Bu suretle Abdülhamid tanzimatın son, meşrutiyetin de ilk padşabı olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Abdürrahman Şeref ve Ahmed Refik, Sultan Abdalhamîd-i sani­ ye dair, İstanbul, T91S; Mahmud Celâleddin Paşa, Mirâî-ı Hakikat, İstanbul, 1336; Osman Nuri, Abdülhamid-i sani ’nin devr-İ saltanatı, İstanbul, ıgz?; Serge Goryanov, Devlet-i Os­ maniye ve Rusya siyaseti, trc„ İstanbul, 1331 (mütercimleri A li Reşat ve Macar İskender); Yusuf Hikmet Bayur, Türk inkılâbı tarihi, 1, İstanbul, 194.0; Mahmud Muhtar, Maziye bir nazar, İstanbul, 1341; Said Paşa, Hatırat, İstanbul, 1328; Kâmil Paşa, Hatırat; Benoît Brıınsvvik, Le Tr aite de Berlin, Paris, 1878; Ha İdî1 Tarık Us, Meclis-İ Mebusan, ilk devre müzakere zabıtları (1877 = 1293), İstanbul, T940 î Al! Haydar Midhat, Midhat Paşa, İs­ tanbul, 1325 ; Süleyman Paşa Zade Sami, Sü­ leyman Paşa muhakemesi, İstanbul, 1328; Süleyman Paşa, ’ Umdat at-Hak (tik, İstanbul, 1328 ; Muhmud Cevad, Maarif-i umumiye ne­ zareti tarihçe-i teşkilât ve icraatı, İstanbul, 1328 ; İbnüIemİn Mahmud Kemal, Abd&lhamid-i sanî 'nîn notları ( T OEM, XVI, s. 60, 89, 152 ); Ahmed Refik, Vak'a nüvis Cevdet Paşa 'nın evrakı ( T OEM, VIH, s. 93, 140, 215, 266); Ahmed Sâib, Abdülhamid 'İn evail-i saltanatı, Mısır, 1326; A . de la Jonquiere, Hist. de Vempire ottoman ( V . Dnruy, Hist. üniverselle, Paris, 1881), s. 567 v.d.; DastSr-İ kamıdlye ( frns, trc. Nicolaîdea) t Ahmed Midhat, Zubdat al-Haka1ik ( İstanbul, 1294— 1295 ) ; Giacomettİ, Mes'ülîyet (İstanbul, 1294 = 1877 ) ; 'A lî Nizami Paşa, Hatırat ( Paris, 1878). (A . H._Ongunsu.) A B D Ü L K A D İR . 'ABD AL-KADİR Ba d AünI, [ Bk. b a d â ' ünI.J



ABDÜLKADÎR. 'ABD



al-KADİR al-CIU



(GÎl ÂnI) Mu h y İ ’l-dIn Abö Muham m ed b. Ab! ŞÂIİit ZENGİ DOST, vâiz ve sûfî î kadiri tarikatinin müessisi olan bu zat 470 ( 1077/1078 ) te doğmuş ve 561 (1166) de vefat etmiştir. Bu zatin müteaddit tercüme-i hallerinde bir çok uydurmalar varsa da, bunların içinden, şüphe­ siz, hail hakikatler meydana çıkarmak müm­ kündür. Meselâ şeceresi, baba tarafından, doğ­



ABDÜLKADİtt*'



rudan doğruya Peygamberin hafidi iriasan ’a ulaştırılır. Babasının isminin ecnebî olması ve Bagdad 'da bu şeyhe „acemî“ ( yan ı: ecnebî) demlemesi, bu iddiayı tekzib eder. Hakikat-i halde *Abd al »Ifâdir *İn bu şeceresinin, torunu kadı Abu Şâlİ^ Naşr tarafından uyduruldu­ ğu sabittir ve bu adama bir takım diğer tasni’ler de atfolunur. Anası,‘Abd Allah al-Şavma'î nin kızt,FStıma imiş; bu ikisinin de evli­ yadan oldukları rivayet edilmektedir. Doğduğu yerin Hazar denizi cenubunda, Gilân eyaletinde Nıf yahut Nayf isminde bir köy olduğu rivayet olunur; 18 yaşında İken, tahsil için Bagdad’a gönderilmiş ve bidayette masrafım annesi temin etmiştir. Aİ-Tİbrizî ’den ( ölm. 502 = 1109 ) sarf ve nahiv dersleri görmüş ve hanbelî fıkhım ( bazılarına göre de, şafiî fıkhını) bîr çok şeyh­ lerden tahsil etmiştir. Kendi telifatmda ise, Hibat Allah aî-Mubârak ve Abü Naşr Muhmmed b. al-Bannâ’ ‘dan hadisler rivayet etmektedir. *Abd al-îfadir’in hayatının 488 (1095) ve 521 (1127) yıllan arasında geçen kısmı hakkında malûmat azdır. Yalnız bu müddet zarfında hac­ ca gitmiş olmasına ve 49 evlâdından birinin 508 (1114/1115) de doğduğuna bakılırsa, bu yıllarda evlenmiş olduğu anlaşılıyor. Bazılarına göre, Abu H anifanin türbedarlığını yapmıştır. Ken­ disini tasavvuf mesleğine sevkeden Abu' 1-Hayr Muhammed b. Müslim al-Dabbâs ’tır (Ölm. 535 = 1131). Bu zat pek meşhur bir velî olup, Şa'rSnı ’nin fa b a k â t’ma girecek derecede mevki ihraz etmiştir. 'Abd al-Kadir, al-Dabbâs T bir ziyareti esnasında, onlardan biri tam bir şahin yakaladığı sırada, al-Dabbâs ‘m bir n a z a r ı ile sûfîliğe dönmüştür. Bu münasebetle 'A bd al-Kadir al-Damirı ’ye göre, ai-Bazi ’l-Âşhab lâ­ kabım almıştır. Al-Dabbâs 'm tarikatı pek sıkı idi. Bu tarikatın diğer mensuplan, bir fakihin aralarına sokulmasına fena nazarla baktılar. Bir müddet geçtikten sonra, 'Abd al-Kâdir 'in sûfîlîk hırkasını giymeğe liyakati kabul edildi. Bu hırkayı 'Abd al-Kâdir *e Bagdad ‘da, Bâb al* Azac civarında hanbelî fıkhı tedris eden ve anlaşıldığına göre, evvelce de ‘Abd al-Ifâdir ’in devam etiiği bir medresenin reisi olan kadı Abü Sa'd Mubârak al-Muharrtmı giydirmiştİ ve 521 (1127 ) de, sûfî Yûsuf al-Hamazanî ( 440 — 535 = 1048 — 1140 ) *nin irşadı üzerine, camaat© va'za başlamıştır. Evvela küçük bir cemaate va’zediyordu; cemaat çoğalınca va’zlarım Bagdad *ın Haîba kapısı yamndald mescitte vermeğe başladı. Fakaf kendisin! dinliyen ce­ maatın mütemadiyen çoğalması üzerine, bu ka­ pının dışında, açıkta va'zetmeğe mecbur kaldı. Orada bir ribüf ( tekke) bina edildi ve 528 (1133/1134) de halkın İanesi ile Mubârak alMuharrîmî ’nİn medresesi ( ki o zaman bu zat



81



ÂBDÖLKADİR.



ya ölmüş, yahut vazifeden çekilmiş olsa gerek­ veyahut 3. sayı ile gösterilen eserler İle aym tir ) etrafındaki binaların işgal ettiği yerler de olması mümkündür. ilâve edilerek, genişletilip, başına ‘Abd al-KS7. Yavâkıi al-Hikam (K a ş f al-Zunün ’da dîr geçirildi. V a’zları, İbn C ubayr’İn çok canlı mezkûrdur ). olarak tasvir ettiği, Camâİ ai-Din al-Cavzi'nin 8. Al-FuyâM t al-rabbâniya f i ’l-Avrâd alva’zîarına, mahiyet itibariyle, pek ziyade ben­ kâdiriya, evrad mecmuası (Kahire, 1303 ). zermiş. ‘Abd uî-Kâdir cuma sabahları ve pa­ 9. Bahcat al-Asrâr 'da ve diğer tercüme-i hâl zartesi akşamlan k$ndi medresesinde, pazar eserlerinde mevcut olan mev'izalardan ibarettir akşamları ise, tekkesinde va’z ve nasihat eder­ ( India O ffice katalogunda 622 numara ile gös­ miş. Müteaddit müritlerinden bir çoğu, sonra­ terilen yazma, bu eserin eksik bir nüshasıdır; dan velî olarak meşhur olmuşlardır; diğerleri Iran müellifleri bunu umumiyetle Malfâzât-İ de,A n sS b müellifi Sam'âni gibi, muhtelif saha­ Kadiri namı ile zikrederler). larda şöhret kazanmışlardır. ‘Abd al-Kadir ’in ‘Abd al-Kâdir ’in, bu eserlerinde, muktedir bir va'zîarınm tesiri ile, bir çok mnsevîler ve ilâhiyatçı, samimî, hâlis ve beliğ bir vâiz olduğu hıristiyanlar müslüman olmuşlar, bir çok müs- görülür. Ğanya sine onar onar tasnif edilen ve Iümanlar da ruhanî feyze ermişlerdir. Şöhreti­ 73 mezhebin tarifini ihtiva eden bir hayli mevnin yayılmış olduğu yerlerden kendisine, adak ’iza da ithal edilmiştir. 'Abd al-Kâdir ara sıra, olarak, bîr çok hediyeler gönderirlerdi ki, bun­ al-Mubarrad gibi nahvıyyuna, fakat daha ziyade ların kıymeti bazan günde bir dinardan fazla Kur’an ’ra eski müfesstrlerine ve sûfî velîlerine tutarmış. Bu hediyelerle müritlerine sofrasını istinat etmekte ve onlardan nakiller yapmakta­ açık bulundurabiliyordu. Kendisine her taraftan dır. Bu eserde akide ciheti He kat’î bir eh!-i sün­ fıkha ait meseleler gelirdi; onun bunlara bil- net mensubu olduğu gibi, üslûp itibariyle de bedahe cevaplar verdiği söylenir. Halife ile külfetsizdir. Mamafih arada Kur’an ’m sûfiyâne vezirlerin de ‘Abd al-Kâdir m müritleri ara­ tefsirleri, bazı zikir ve virtleri 50 veya 100 defa sında olduğu zannedilmektedir. okumak tavsiyeleri gibi şeyler de, bu eserlerde ‘Abd aî-İÇâdir ’in telifatı umûmen dinî mev­ bulunur. Yukarıda 2. sayı ile gösterilen eserin­ zulara ait olup, ekserisi va’z ve hutbelerden deki va’zları, İslâm edebiyatının en güzellerin­ den sayılır; bunlarda hayır ve muhabbet ruhu ibarettir: i. Al-öunya li talibi Tarık al-{fak iç sulukhâkimdir. V âîz burada »cehennemin kapılarını ve ahlâka ait bir risaledir (Kahire, 1238 ). insanlara kapamak ve cennetin kapılarım bütün z; Al-Fath al-rabbânî, 545— 546 (1150— 1152) insaniyete açmak" istiyor, İstidatları mutavassıt senelerinde verilen 62 va’zdan ve bir zeyilden olan Sami’lerinin güçlükle anlamalarına sebebi­ ibarettir (Kahire, 1302); bazı yazmalarında yet verecek sûfî ıstılahlarını, ancak nâdir ola­ rak kullanır; mamafih derslerini dinleyenler­ bunun isminin Sitiîn Macâlis olduğu görülür. 3. Fuinh al-Gayb, oğlu ‘Abd aî-Razzâk’m den b i r i , hiçbir kelime anlayamadığım söyle­ topladığı, muhtelif mevzular hakkında babası miştir. Mev’izalarmm umumî mevzuu şudur; tarafından, verilmiş 78 va’zı havidir. Buna müridin bir müddet çile devresi geçirerek, bir de kendisinin, ölüm yatağında iken, ettiği dünyadan tamamiyle el çekmesi ve bundan vasiyeti, baba ve ana tarafından Abü Bekr ve sonra tekrar dünyaya rücu edip, ondan haz ‘Omar He karabetini ispat etmek maksadı ile ve nasibini alarak, başkalarım irşat etmesi. tanzim ettiği şeceresi ve akîde-i dînîyesi ile bazı ‘Abd a!-Kâdir gûfîlerİn şu fikirlerini de ileri şiirleri İlâve edilmiştir ( al-Şattanavfi *nin Bah- sürüyor t sûfî akidesince, dünya ve ahiret ni­ cat al-Asrâr ’inm kenarında matbudur ; Kahire, metleri iştiyakı ma’bud He kul arasında bir perde teşkil ettiği cihetle, müridin düşüncele­ W )4. ffizb Başa''îr al-Hayrai, tasavvufî evrad- rini bunlara değil, yalnız ve yalnız Allaha tev­ dan ibarettir (İskenderiye, 1304). cih etmesi, en başta gelen mevzulardandır. 5. Çala' al-Hâfır ( K a şf al-%una.n ’da zikre­ Dinleyicilerine, hattâ ailelerini de mahrum dilmiştir), va’zlar mecmuası; bunlardan birinci ederek, bütün mallarını velîlere vermeleri ıs­ mev'iza yukarıda 2, sayı He gösterilen al-Fath rarla tavsiye edilir. Mürşit kendisinden pek al-rabkanî 'deki mev’izalardan 59. ve sonuncu az bahseder ve hiçbir veeihle gurur eseri gös­ da oradaki‘57. mev’İzanm tarihini hâvidir. Bel­ termez. Kendisini „yer yüzündeki insanların ki de aynı eserin başka unvan altında yazılmış mihek taşı" diye tesmiye etmesinin yegâne mâ­ bir nüshasından ibarettir. nası, cemaatindeki ciddîleri havaîlerden ayırt ■ . 6. Al-Mavâhib al-rahmanîya va ’l-Fuiâh al- etmek kabiliyetidir. Diğer cihetten, »bi îzniki rabbaniya f i Maratib al-Ahlâk al-aanlya v a jfa'ü/ü" va’zettiğini de ısrarla İddia eyler. r 7 -Makâmât al-irfânîya ( Favzat al-Cannât, Tilmizlerinden ‘Abd Allah b. Muhammed Si 441 de mezkurdur). Bu eserin yukarıda 2. al-Bağdâdî, ‘Abd al-Muljsin al-Başri ve ‘Abd . tsîâm Anaiklopedisi



- .......... ■■■...... ■



■e



ÂBDÖLKADİR.



Allah b.Naşr al-Şiddiki tarafından ‘Abd al-Ka­ dir hakkında yazılan eserler {Anvar al-Nâzir unvanı altında Bahcat al-Asrâr, s. 109 da zikrolunmuştur) bizim elimize geçmemiştir. Sam‘ânl, Ansâb ’mda, onun ismini C îl maddesinde zikretmişse de, mukabilindeki yeri boş bırak­ mıştır. Sam'anİ ’nin oğlu şeyhten bahsederken, hürmetkar olmakla beraber, pek de sitayişkâr bir lisan kullanmaz. Hayatının son 50 günün­ de yanında bulunmuş olan Muvaffak al-Din, 'Abd Allah al-Makdisi ’den varit olan bir riva­ yete göre, şeyhin Bagdad halkı indinde kadir ve itibarı çok yüksek olup, ona bir çok kera­ metler atfettiklerini, lâkin kendisi mezkûr ke­ rametlerden hiç birini gözü ile görmediğini söylüyor. O zaman yalnız Muvaffak at-Dın He diğer bir zat şeyhin tilmizi imişler. İbn 'Arabi ( doğm. 5Ğ0 = 1165 ) eserlerinde cAbd al-ÎÇâdir ’ı »bir İnsan-ı kamil ve zamanının kutb 'u ( alFutnkât al-mekkiya, I, 262), tarikatın şahı ve insanları takdirde salâhiyetdar (gâst. yer., II, 24.) ve malâmatîya erkânından ( gosi, yer III, 44 )" gibi zikreder. Henüz anasının karnın­ da iken, Allaha hamd eylemiş olması rivayeti İbn 'Arabi ’ye isnat edilmektedir ■; bu zat, A l­ lahtan maada, her mevcuttan yüksek dereceye ermiştir. Şa^aanvfi ( öluı. 713 = 1314) Bahcat al-Asrâr ’mda, bir sürü şahitler tarafından tev­ sik edilen, bir çok kerametlerim nakleyler; İbn Taymiya (ölm. 728 = 1328) de bunları itimat ve kabule şayan görür. Diğer râviler o derece İtimada şayan değildir. Bu kitap, içindeki lâükâli hikâyelerden dolayı, Zahabi tarafından fena gö­ rülmüşse de, İbn al-Vardi ( Tarih, II, 70 v.d.) ondan iktibasta bulunur, A sıl şeyhe isnat olu­ nan İddialı sözlerdir ki, bir çoklarım iğzab et­ miştir; msl. Bahcat al-Asrâr1m başında, şey­ hin »her velînin başı benîm ayağımın altında­ dır" dediğini işiten, bir çok adamların isimleri sayılmıştır. Bundan başka, şeyhin yetmiş ilim babına sahip olduğunu ve bunlardan her birinin yerle gök arası kadar geniş olduğunu iddia ettiği söylenir. ‘Abd al-KSdir ’in tarikatine sonraları intisap eden bazı kimseler (msl. farş­ ça Mahazin al-Kadiriya müellifi, Mss. Brîi, Mus. Or. 248 ), bu birinci söze pek umumî mâ­ na vermek istemezlerse de, şeyhin böyle bir iddiada bulunmağa hakla olduğunu isbat etmeğe çalışmaktan da hâli kalmazlar. Takva sahibi mü­ ellifler ( msl. al-Damiri, I, 320 ) bu sözleri yalnız 'Abd al-İfadir ’in vekarını isbat edecek hüccet gibi telâkki ederler. Ona isnat edilen şiirlerde buna benzer sözler mevcut olmakla beraber, a s i l m e v s u k eserlerinde böyle şeyler yok­ tur ve bunlar şeyhin müritlerinin kendisine kar­ şı olan hayranlıklarından ileri gelmiş olsa ge­ rektir. Bunların indinde şeyhin şöhreti hemen



hemen Peygamberin şöhretinin yerini tutmuş­ tur. Onlar şeyhi daima „sulfan at-avliya“ tesmi­ ye eder ve ismini, muşâhid Allah, amr Allah, fa il Allah, aman Allah, nur Allah, Içufb Allah, sayf Allah, firman Allah, burkân A l ­ lah, âyat Allah, ğavs Allah, al-kavs al-a'ifam sıfatlarım ilâve etmeden, zikretmezler [ bk. ç S d IRÎYA ]. 'Abd al-Kâdir hakkında efsanelerin böyle çoğalmasına, her halde, kendisinin bir çok evlâda malik olması da müessir olmuştur. Bahcat al-Asrâr ’da bunların on biri, babaları­ nın yolunda yürümüş olarak, zikrediliyor: ‘îsâ (ölm. 573 =*1177/1178, Mısır), ‘Abd Allah (Ölm. 589 = 1193, Bagdad), İbrahim (Ölm. 592 — «96, Vasil;), *Abd al-Vahhâb (ölm. 593 1197, Bagdad), Yalaya ve Muljammed (ölm. 600 = 1204, Bagdad), 'Abd al-Razzak (ölm. 603 = 1207, Bagdad), Musa (ölm. 618 = 1221, Şam ), 'Abd al-'Azîz ( SincSr ’da Ciyal köyüne çekilmiş ve orada 602 = 1205/1206 da vefat etmiştir), 'Abd al-Rahmân ( Ölm. 587 = 1 1 9 1 ) , 'Abd alGabbar ( ölm. 575 = 1179/1x80 ). Bazı müellifler bir kaç isim daha ilâve ederler. Bunlardan ‘Abd al-Vahhâb babasının makamına geçmiştir. Bunu oğlu ‘Abd ai-Salam (548— 611 = 1153— 121$) ve bunu da amcası ‘Abd al-Razzâlf ’m oğla olan Abu ŞâH^ Naşr istihlâf etmiştir ( 564— 633 = xı68— 1236 ). Halife Naşir devrinde 'Abd al-Ifadir ’in ailesi efradı, bîr aralık muvakkaten, Bagdad ’dan nefyolunmştıır. Bagdad ’m moğullar tarafından istilâsında bu aileden bazıları şehit edilmiştir. Fakat bu tarikatın merkezi, kısa bir fasıla müstesna, daima Bagdad olmuştur.1 B i b l i y o g r a f yat ‘A bd al-İf âdir İn tercüme-i hâllerinin bir listesi için bk. Ahlwardt, Verz. d. arab. Handschr., nr. 10072— 10092. Bunlardan aşağıdakiler neşredilmiş­ tir : al-Şa^tanavfi, Bahcat al-A srâr (Kahire, 1304 ) { Muhammed b. Yahya ’l-Tâdafi, K ala id al-Caatâhir ( Kahire, 1303 ) ; Muhammed alDiIS’i, Natİcat al-Talıkilç (Fas, 1309), trc. Weır, Journ, o f tke Roy. A s . Soc., 1903. Bundan maada: İbn Hacar ’a atfedilen Gibtat at-Nâışir, nşr. D. Ross ( Calcutta, 1903 : Ahlvvardt ’m listesinde mezkur değildir). En iyi zaptedilen tercume-İ hâli, Zahabî ’nin Ta'rİh al-îslâm ‘mda yazılanı olsa gerektir. Bnnun büyük bir kısmı İbn al-Naccâr ’a istinaden yazılmıştır ( Journ, o f. the Roy. A s , Soc., 1907, s. 2Ğ7 v.dd.). Son zamanlarda Şeyh Sanüsi ’nin de 'Abd al-Kâdir 'in tercüme-i hâli­ ni yazdığı söylenir. Şeyh 'Abd al-Çadir ve 1 XVI. ve XVII. asırlarda vukua gclan îk! Safcvî istilası m uvakkatçe bu tarikatla mcrkestîni ortadan kaldırm ışsa da, B ajd ad ’ı üreri alan osm anlılar ta ri­ kat:, bütün tarikatİcrin fevkinde olarak, yeniden can­



landırmışlardır.



.........



ÂBDÖUCADİ& : : Çadiriya tarİkati ile iştigal eden muasır avrupalı müellifler şunlardır: L. Rinn, Marabouts et Khouan ( Paris, 1884); A . Le Cbatelier, Confrirîes musulmanes du Hedjaz ( Paris, 1887 ) ; Depont ve Coppolani, Confrâries religieases musalmanes ( Cezayir, 1897 ); Carra de Vaux, Gazali ( Paris, 190a ).



(D. S. Margolîoüth.) A B D al-Ç âdIr, Dîhlavî b. Val! Allah b. A bd al-Rahmân, A B D Ö L K A D lR .



Mazzk-i Kuran ( yani M üiih-i ku ra n = Kur’an tefsiri) unvanı altında, Knr'an Y ordu lisanına tercüme etmiştir. Bu eser, müellifi tarafından 1205 ( i79o/*79*) te bitirilmiş ve Hougly tara­ fından 1829 da neşredilmiştir; diğer bir tab'ı 1270 (1853/1854 ) te Bombay ’da yapılmıştır. B i b i i y o g r a f y a : Garcin de Tassy, Hist. de la Lîtt&r. Hindouîe, 2. tab., I, 76 v.dd.; aya. mİ!., Chrestomatkie hindoastanie; Journal des Savants, 1837, s. 435— 443. A B D Ü L K A D ÎR . A B D a l -K âd İr b. ĞAYBÎ AL-Ha FİZ ALÇARAĞI, ( ? — 1435 ) musıkî nazarîyeleri hakkında eserler yazmış olan büyük bir A zerî müellifidir (Bouvat, J A , 1926, onu_Abd al-Kadîr Güyandi tesmiye edi­ yor. îbn 'İsa, îbn Ğanî ve İbn A y n i şekilleri, hep İbn Ğaybi isminin yanlış okunmasından ileri gelmiştir; bu keyfiyeti kendi elyazıları da isbat: eder). VIII. (XIV.) asrın ortasına doğru Azerbaycan 'da, Marağa Ma doğmuştur. 1380 yılından hemen evvelki senelerde, İbn Ğaybî, Irak sultam olup, vaktini eksriya sarayının ha­ nendeleri ile geçiren Calâ’i r l ’lerden al-l^usayn C*374— 1382 ) ’in nedimlerinden biri idi ( J A, 1845 )i 1397 yılı al-Husayn ’în sarayında musi­ kişinas ve devrin en meşhur musikî nazariyatı üstadı Riza al-Dra Rizvânşâh tarafından 100.000 dinar mükâfath bir müsabaka için yapılan da­ veti kabul ettiğini, bizzat İbn öayb i hikâye eder (Bodleian kütüphanesi yazın., Marsh, nr. 282, var, 94 ) ; müsabakayı İbn Ğaybî kazandı (müverrihler bu vak'ayı, yanlış olarak, sultan Ahmed zamanında gösterirler). İbn Ğaybî, eğer, zannolunduğu gibi, türk padişahı Bayazİd (1389— 1403) 'in sarayında bu senelerde bu­ lunmamış ise (Helmholtz, gost, ger., s. 282), 1393 © kadar al-Husayn 'in halefi al-Afymed (1382— 1410) ’in birinci hanendesi olmak lâzım gelir. Timur [ b, bk. ] 1393 t© Bagdad ’ı zapt edince, kendi payitahtı olan Semerkand’a gö­ türmüş olduğu mümtaz âlim ve sanatkârlardan İ)iri de İbn Ğaybi idi ( Zafamama, I, 619; Htetory ö f Timur Bec, I, 439 ). Timur 'un baş hanendesi ve en büyük mulcarrîbi oldu (Hisiorg o f Timur-Bec, l, 537 v.d.), 1397 de hâlâ onun sarayında bulunmakta idi î fakat 1399 da Tebriz ’de Timur ’un divâne oğlu Mîrânşüh



H



(Ölm, 1400) ’ıh yârânı arasmdaonu buluyoruz. Bu prensin mazbut olmayan hâl ve hareketi nedimlerinin tesir ve nufuzuna atfolunmuştur ki, İbn Ğaybi de bunlar arasında bulunmakta idi ve aralarında, J£u$b al-Din-i Nîîyi, Habib-i 'Udi ve Ardâşif-i Çangi gibi, devrin birinci muâikîşinaslari olmasına rağmen, Timur bir çoğunu idam ettirdi ( Davlatşâh, s. 330 v.d.; Browne, Persian Literatüre under Tartar Do­ minion, s. 195). Vaktinde tehlikeden haberdar olan İbn al-Ğaybi, derviş kıyafetine girerek, Ssmerkand '1 terk ve Bagdad 'a, eski hâmisi sultân Aljmed Calâ’irî nezdine, iltica etti. 1401 de Timur Bagdad *1 tekrar zapt edince, yeniden onun eline düştü. Tim ur’un huzuruna çıkarıldı ve idama mahkûm edildi; fakat İbn Ğaybi, hafızlığı akima gelerek, o kadar güzel bir sesle Kur an'dan bir sure okumağa başladı ki, Timur kendisini affetti ve onu yeniden hizmetine aldı (Hvgndamir, Habîb al-Sigar, III, 3, 212; J A , 1861, s. 283). Şüphesiz ki, îbn Ğaybi, Timur ’un vefatından sonra, Semerkand a hükümran olan Halil ’m (1404— 1409 ) sarayında bulun­ muştur ; fakat Şahruh (1404— 1447 ) ’un sara­ yında bulunduğunu muhakkak olarak biliyoruz ve Davlatşâh ( s. 340) bn saraya revnak veren dört san’atkârdan biri de A b d al-Kâdir oldu­ ğunu zikrediyor. 1421 de türk padişahı Murad II. için musikîye dair yazmış olduğu kitabı biz­ zat hükümdara arzetmek üzere, Semerkand 'dan Bursa *ya geldi, Murad II, 'm ilk saltanat sene­ lerindeki karışıklıklardan dolayı olacak kî, İbn Ğaybi osmanh sarayında uzun müddet oturma­ mış ve Semerkand ’a dönmüştür (Laviganc, g ö st yer., V, 2977 v.d,). Mart 1435 te Herat şehrinde, o zaman bu şehri kıran müthiş veba­ nın meşhnr kurbanlarından bîri olarak, ölmüştür ( Müneccim-başt, Şaka*if al-Ahbâr, III, 57 ). Raviat al-Cannat müellifi Mu'in al-Din-i İsfizârî İbn Ğaybi ‘den, hem musikişinas, hem de şair ve ressam olarak, sitayişle bahseder ( J A , 1862, s, 275 v.d.). Hattat olarak da meş­ hur idi. «Musikîdeki hünerinden dolayı, geçmiş zamanların şanım yükselten" ( Hislory o f Timur-Bec, I, 538) ve «musikî nazar iyelerinde en salahiyetli bir müellif" ( Brİtish Mss., Ör., yazm. 3361, Muhammed b, Murad tarafından yazılmış eser) gibi hükümlerde, herkes birleş­ mişti. İbn Ğaybî ile Şafi aî-Din A b d al-Mu5mİn, alelmutad, birinci derece nazariyeciler araşma ithal olunurlar (Kâtip Çelebi, VI, 255). En büyük eseri olan Camı al-AUıan, 1405 te ya­ zılmıştı. Bu eserin kendi elyazısı ile olan nüs­ hası şimdi Bodleian kütüphanesinde ( Marsh, nr. 282) bulunmaktadır; bunun muhteviyatından anlıyoruz ki, eserini oğlu Nur al-Din A b d alRabmSn ’a hediye etm iş; fakat 1413 te geri ala-



H



ÂBDÖLKADİR.



rak, yeniden gözden geçirmiştir ( eserin tarihini zarfında her gün bir musikî parçası bestelemek Studies in Orienial Musical Instruments, s. 14 suretiyle, gösterdiği mahareti müverrihler hi­ te, yanlı? olarak, 1418 gibi göstermiştim). Mü­ kâye ederler. Ağızdan ağıza intikal eden ve ellifin elyazısı ile olan diğer bir nüsha İstan­ kâr denilen tarzdaki bestelerinden birçoğu hâlâ bul ’dd, Nuruosmaniye kütüphanesinde ( nr. Türkiye’de çalındığı gibi (Lavignac, V , 2978), 3644 ) bulunmaktadır fakat bu nüshada sultan kendi kitaplarında notaya alınmış diğer beste­ Şahrııh ’a bir ithafiye vardır ve tarihi 14x3 ler de vardır (Bodleian, yaz., Marsh, nr. 282, tır. İbn Gaybi tarafından bu eserin bir telhisi var. 94*> v .d .; Layden, Or. 271— 72, var. 51). de vücuda getirilmiştir. Bunun muhtelif nüs­ J. P. N. Land ( Vierteljahrsschrifi fa r Mahaları vardır. Bodleian kütüphanesinde ( Ou­ sikzuissenschft, II, 354) birinci bestelerden seley, nr. 264) unvansız, fakat aşağıda bahsi kısa bir parçayı yeni notalara almış ve Kiegeçecek olan Makaşid al-Alhân ’a tamamiyle sewetter ( göst. yer., s. 56), Fetiş ( göst. yer., benzeyen bir eser 1418 de, Şahruh ’un oğlu Bay­ II, 68— 9 ) ve Rauf Yekta Bey ( Lavignac, gost. sungur [ b. bk.] için kaleme alınmış olsa ge­ yer., V , 2977) ikinci besteleri hal ve izah et­ rektir. Makaşid al-Alhân ’ın farklı nüshaları mişlerdir ( Kiesewetter ve Fetİ3 'inkilere iti­ da vardır ki, bunlardan biri Bodleian kütüpha­ mat caiz değildir). nesinde ( Ouseley, nr. 385 ), müellifin elyazısı İbn Gaybi ’nin en küçük oğlu 'Abd al-'Azîz, ile olan diğer bir nüsha da İstanbul *da Rauf Najçâvat al-Advâr (»musikî makamatmdan seç­ Yekta Bey 'in kütüphanesinde bulunmaktadır meler") namı İle, musikiye dair bir eser kaleme (Lavİgnac, gost. yer., V , 2978). Leyden üni­ almış ve türk padişahı Mehmed II, *e (1451 — versitesinde de bir nüshası mevcuttur ( Or. 1481) İthaf eylemiştir. Bunun yegâne nüshası 270— 7 1 ); bu nüshada eserin 1421 de, türk sul­ Nuruosmaniye kütüphanesi ndedir ( nr. 3646), tanı Murad II. için yazılmış olduğu mezkûrdur. Babasının vefatından sonra, İstanbul 'da yerleş­ Diğer bir eser, Kanz al-Alhân, o devrin nota miş olduğu zannolunuyor, Bodleian kütüphane­ tahrir usûlüne dair İbn Gaybi ’ntn bütün me­ sinde ( Ouseley, nr. 264) bulunmakta olan ve saisini ihtiva ediyordu. Yazık kİ, bu kıymetli babasının elyazısı ile istinsah edilmiş Makaşid eserden hiç bir nüsha, zamanımıza kadar, mu­ at-Alkân nüshasının son sahifesi (var. 77*») hafaza edilmemiştir. İbn Gaybi ’nin son eseri üzerinde kendi eli ile yazılmış bîr haşiye var­ Şarh al-Advâr ( »musikî makamatı şerhi* ) ’dır dır. İkinci Bayazid ’ra (1481— 1512) saltanatı ki, bundan bir nüsha Nuruosmaniye kütüpha­ esnasında yaşamış olan İbn Gaybi ’nin torunla­ nesinde ( nr. 3651) mahfuzdur. Leyden 'de ( Or, rından biri, Malımüd, Makaşid al-Advâr kita­ 1175) İbn Gaybi ’nin namım taşıyan türkçe bir bını yazmıştır ki, bu da Nuruosmaniye kütüp­ hanesinde ( nr. 3649 ) bulunur. Kitâb al-Advâr daha vardır. B i b l i y o g r a f y a ı Hv5 ndamir, Ifabîb İbn Gaybi ’nin eserleri, bilhassa amelî musikî al-Siyar, III, 3, 212; Davlatşâh, Tazkirat ve musikî aletlerinin tarifleri hakkında verdiği al-ŞuaröI, nşr. Browne, index; Şaraf almalûmat halamından, fars ve arap musikî tari­ Din-i Yazdî, Zafar-nâma; ingl. trc., Hishi için büyük ehemmiyeti haizdir [ krş. MÖSÎifl, tory o f Timur-Bec, 1723, I, 439, 538; Belin, Mt'ZAF, MİZMÂR, 'ÖD, TUNBÜR V.S.]. Camı Notice sar Mir Ali-Chir-Nevay { J A , 186 r, al-Alhân ’m ve Makaşid al-Alhân ’ların muh­ s. 283— 84 ) ; Barhıer de Meynard, Chroniyae teviyatı, Ethe ve Sachau tarafından, CataPersane d'Herat ( J A , 1862, s. 275 v.d.); logue o f Persian ... Mss. in the Bodleian LibBrovvne, Persian Literatüre under Tartar rary ’de izah edilmiştir. Farabi ’den, Şafi alDominion, s. 191, 384 5 Ethe ve Sachau, CaDin 'den, *Abd al-Mu’min ’den, Ku^b al-Din altalogue o f Persian ... Mss. in the Bodleian Şirâzi ’den ve daha başkalarından iktibaslarda Library, a. 1057— 63; Catalogas codicam bulunmuş olmakla beraber, İbn Gaybi kendi orientalium Bibi. Acad. Lugduno Bataviae, orijinalliğini muhafaza etmiştir. İthaf etmiş ol­ 1851— 1877, III, 302— 5; HSeci Halifa, II, 507 5 duğu zatın adma izafeten „Mabhas-i Muhammed III, 413; VI, 255; VII, 690. ibn Murad* namım alan, British Museum ’daki Nazariyatı hakkında bk. Kiesewetter, Die ( Or. 2361, var. ı68k— 220) arapça eserden, İbn Masik der Araber, 1842, s. 13, 21, 32— 37, 56, Gaybi ’nin ehemmiyeti hakkında bir fikir edin­ 88; Mende!, Musikalisches Conversationsmek mümkündür. Bazı müellifler, yanlışlıkla, bu Lexikon, 1870, I, 273— 2765 Fetiş, Hisioİre kitabın İbn Gaybi ‘ye ait olduğunu zannetmiş­ generale de la musiyuü, II, 68 v.d., 170— 1755 lerdir ( / A , 1904, s, 385; Lavignac, göst. yer., Land, Reckerckes sur Vhistoire de la gamme V , 2680). İbn Gaybi ‘ad çalardı ve birinci arabe ( Actes VI. Congres Intern. des Ört­ dereee bestekâr ( tasn ifi) idi ( Davlatşâh, s. 206, 226, 39.9). 1379 da Calâ’iri ’lerden sultan eni., ıg 83>s* 67— 75» 7®— 80); TonschriftverHusayn ’in sarayında, bütün bir ramazan ayı suche und Melodieproben aas dem makam-



abdOlkadîr. '



medanischen Miitelalier ( Vierieljahrsschrîft far Musikzvissenschaft, II, 34.7 ) ; Helmhöltz, Sensations o f Tone, ingl. trc., 1895, s. 281 v.dd., 364, 523; Collangettes, Etüde sar la masigae araba { J A , 1904, s. 379} 1906, s. : 178, 180) ; Farmer, Hisiorg o f Arabian Ma~ sic, index; aya. mil., Historical Facis for the Arabian Mztsical Inflaence-, index, Lavig­ nac, : Encgclopedie de la masigae, V , 2977— 2979. (H . G. F armer.) A B D Ü L K A D İR . ‘ABD a l -KADİR b. MüHYI ’L-DTn AL-Ha SANÎ (1808— 1883), omîr, 1223 ( 1808 ) te Maskara (Ma'askâr) 'da doğ­ muştur. Haşini kabilesinin en nüfuzlularından bîri olan ailâsi, uzun müddet Fas ’ta ikamet et­ tikten sonra, XVIII. asırda Oran beyliğine hicret ederek, oradâ yerleşmiştir, Bu ailenin şeriflikten dolayı haiz bulunduğu kadir ve itibara, ‘Abd alKâdir ’in büyük babası Muş^afâ b. Mufyaramed b. Muhtar *m ve bilhassa babası Muhyi 'l-Din ’in zuhd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti. Bu suretle ‘Abd aî-Kadîr din­ dar bir muhit içinde yetişmiştir. Silâh ve be­ den talimlerini ihmal etmeyerek, bu hususta fevkalâde maharet kazandığı gibi, bilhassa aklî ve haklı ilimleri tahsil ve tetebbu etmiştir. Babası gibi âlîm ve kelâm âlîmi olmuş, hattâ ahvâl icabı asker ve devlet reisi olduğu za­ manlarda bite, bu hüviyetini daima muhafaza etmiştir. Babası tarafından Oran ‘a gönderilmiş ve oradan, türklerin askerî ve siyasî zâfa düşmüş oldukları kanaati île, dönmüştür. V ilâ­ yetin şimal havâlisinde bulunan gayr-i memnun­ lar tarafından açıkça reisleri gibî telâkki edil­ meğe başlanan babası, Oran beyi Haşan *m emri ile, tevkif edilmiş ise de, Cezayir ’den çık­ mak müsaadesini almağa muvaffak olarak, Ara­ bistan ’a gitmiş ve yanında götürdüğü *Abd alKâdir İkİ sene ( 1827— 1829) Asya ’da kalmıştır. A fr ik a ’ya döndükleri vakit (1829), ‘Abd al-IC§dir ile babası evvelâ münzevî bir hayat sürmek ister gibi görünmüşlerdir; fakat Ceza­ yir ’in fransızlar tarafından zaptım takip eden vak’alar, kendilerine kabilelerin başına geçmek ve türklerin barış kabul etmez hasından tav­ rını takınmak fırsatım vermiştir. Nitekim ‘Abd al-Kâdir babasını Oran beyi Haşan ’a yardım etmekten menetmiş ve Haşan Bey de Fransa ‘ya inkıyada mecbur kalmıştır. Muhyi ’I-Dİn yurttaşlarının başına geçmek şerefini kabul etmemekle beraber, Oran ’dakİ fransız kuvvetleri ile harp eden askerin kuman­ dasını ele almıştır. Bu seferler esnasında ‘Abd al-Kâdir ’in gösterdiği harikulade şecaate, bini­ cilikteki meharetıne ve soğuk kanlılığına yurt­ taşları hayran olmuşlardır. Binaenaleyh Muhyi ’l-Dîn, ikinci defa sultan unvanını kabul etmek­



85



ten istinkâf ettiği vakit, oğlunu kabilelere reis olarak kabul ettirmeğe kolayca muvaffak olmuş ve 2i teşrin H. 1832 de ‘Abd al-îpEdir sultan ilân edilmiştir î fakat ‘Abd al-IÇSdir, husumetini celbetmekten çekindiği Fas şerifine karşı bir saygı eseri olmak üzere, sultan unvanım alma­ yarak, emir unvanı ile iktifa etmiştir. ‘Abd al-Klâdir ’in siyasî hayatı üç devreye ayrılabilir: 1. Sultân ilân edildiği tarihten Tafna muahedesine ( 30 mayıs 1837 ) kadar. —12, Bu muahededen muhasematm tekrar başlamasına (20 teşrin II. 1839) kadar.-— 3. Fransa ile yeni­ den muhasamata başlamasından kendi ihtiyarı ile teslim olmasına (23 kânun î. 1847) kadar. 1. Birinci devrede ‘Abd al-Kâdir bütün garp emaretini İdaresi altına almağa çalışmıştır. Maskara (Ma'askar) ’yı payitaht İttihaz ede­ rek, bütün emarette dhad ilân etmiştir. Baş­ langıçta, hem fransızlar ile harp etmek ve hem müslüman rakiplerini itaat altına almak mec­ buriyetinden dolayı, talii pek yaver olmamış ise de, Tlem sen’i zaptetmeğe muvaffak olmuş ve ancak kalayı ( meşvar) işgal etmekte bu­ lunan türkler He başa çıkamamıştır. Bununla beraber, müverrihler tarafından JDesmichel muahedesi" diye anılan ve, arapça ve fransızca metinleri arasında büyük farklarla, müphem bir surette tertip edilerek, tamamîyle‘Abd alKâdİr lehinde bulunan itilâfname (26 şubat 1834) sayesinde vaziyeti daha müsait bir şekil almıştır. Filhakika, Oran, Arzeu (A rz â v ) ve Mustağânem şehirleri müstesna olmak üzere, bütün beylik doğrudan doğruya idaresi altına geçmiştir. Kendisine mezkûr şehirler ile Ceza­ yir şehrinde konsoloslar bulundurmak ve silâh tedarik etmek salâhiyeti verilmiştir. Bu suretle ‘Abd al-Ifâdir, Fransa ’nm muvafakati He, bü­ tün magrip müslümanlarmın meşru hükümdarı olmuştur. Fransa île yapmış olduğu ittifak, bu yüzden aleyhine dönmüş olan müslüman basım­ larına galebe çalmasına yardım etmiş ve derhal memleketin henüz fransızlar tarafından istilâ edilmemiş bulunan bütün kısımlarını itaat altı­ na almağa teşebbüs ederek, umumî vali Drouet d’Erlon ‘un protestolarına rağmen, Medea ve MUiâna ’yi istilâ edip, bu şehirlere garnizon­ lar yerleştirmiş ve kaymakamlar tayin etmiştir. Smala ve duair ’lerin kendisini bırakıp fransızlarm tarafına geçmesi üzerine, Oran vilâyetine dönmeğe mecbur kalan ‘Abd al-Kâdİr ’in, âsî­ leri geri vermekten İstinkâf eden general Trezel aleyhine, derhal muhasamata başlaması, Maçta muzafferiyeti (26 temmuz 1835) ile ne­ ticelenmiştir. Bu muzafferiyet üzerine, Fransa hükümeti şiddetle hareket etmek zaruretini hissederek, ‘Abd al-ÎÇadİr ’in payitahtı Maskara { Ma‘askar ) mareşal Ciauzçl ’iıj kumşndâstndâ



ABDÜLKADÎR. bir fransız kıtası tarafından işgal olunmuştur* Emîrin vaziyeti bir arahk pek tehlikeli bir şe­ kil almıştı i Tlemsen 'de kaleye kapanmış bulu­ nan türkler tarafından püskürtülmüş ve Sîkka kıyılarında general Bugeavıd tarafından mağlûp edilmişti; fakat ‘ Abd al-Kadir, diplomatik ma­ hareti sayesinde, general Bugeand’ya imzalat­ tığı Tafna muahedesi (30 mayıs 1837) ile Ce­ zayir 'deki hâkimiyetini, Desmîchel muahedesi hudutlarından daha geniş bir sahaya teşmil et­ meğe muvaffak olmuştur. Bu muahede, hiç bir ta’vîz mukabili olmaksızın, aşağı yukarı bütün Oran vilâyetini, Cezayir vilâyetinin büyük bir kısmını ve T itan beyliğini ki, eem’an Cezayir 'in üçte ikisini, cAbd al-Ç âdir’e bırakmıştır. 2. ‘Abd al-Çadır, Tafna muahedesini takip eden iki sene zarfında, hâkimiyetini takviyeye Çalışmıştır. Vergi vermekten istinkâf eden T i­ cari kabilelerini iki çarpışmada mağlup ederek, boyun eğmeğe icbar etmiştir. Şark vilâyetini Fransa ’mn hükmü altında bırakan muahede hü­ kümlerine rağmen, Mecana, Ziban ve Laghouat 'a kaymakamlar koymuştur. Yalnız bir tek kişi, Sahra 'da büyük nufuzu olan murâbit Muhammed Ticâni, ’Abd al-Kadir 'e mukavemet etmeğe kalkışmış ise de, emîr bizzat sefere çıkıp, TicSni ’nin makam olan ‘Ayn-Mahdi kasrım beş ay muhasaradan sonra (11 haziran— 17 teşrin 1! 1838), zabtetmeğe muvaffak olmuştur. Türklerın bile biç bir vakit girememiş bulundukları bu mevkiin teslimi, içlerinden hiç birinin ‘Abd al-Kadir ’e karşı gelmeyeceğini bütün yerli re­ islere anlatmıştır. Bu suretle, harp ve diplomasî sayesinde, bir müslüman devleti kuran ‘Abd aî-Kadir, türk idaresinin sukutundan sonra Cezayir [b. bk.] *de hüküm süren anarşi yerine nisbî bîr nizam ve intizam koyarak, yeni devleti teşkilâtlandırma­ ğa teşebbüs etmiştir. Bilhassa hıristiyanlara karşı mukavemet edebilecek bir ordu teşkiline çalışmıştır. Kabileler tarafından çıkarılan, ol­ dukça cesur, fakat inzibattan mahrum kıt'alara, aylıkları beylik tarafından verilen gönül­ lüler ile, piyade, süvari ve topçudan mürekkep, muntazam bir ordu ilâve etmiştir. Bu efradın talimi, tunuslu ve irabuluslu askerler ile Fran­ sa ordusundan kaçıp gelenlere tevdi edilmiştir. ‘Abd al-Çadir, askerîn üniforma, tayın, aylık, rütbe, terfi, inzibat ve nişanlan hakkında ni­ zamnameler tertip etmiştir. Erzaklarım temin etmek için, zahîre ambarları yaptırmış ve si­ lâh fabrikaları kurdurmuştur. Hem memleketi hıristiyan istilâsına karşı korumak, hem kabi­ leleri itaat altında tutmak için, kaleleri tamir ve yeni kaleler inşa ettirmiştir, 3. ‘Abd al-Çadir ile fransızlar Tafna mua­ hedesinin bazı mülhem maddeleri hakkında an­



laşamıyorlardı, Mareşal Vallee ’nin, 1837 itilâ­ fım tâdil etmek üzere, ‘Abd al-Çadir Ue giriş­ tiği müzakerelerden bir netice çıkmamıştır. Bir az sonra, güzergâhdaki mahalle İzafetle, „Demir kapı“ ( B ibân) seferi adı verilen bîr as­ kerî yürüyüş esnasında, mareşal Vallee ile Duc d’Orlâans 'm Constantine vilâyetini şark­ tan garba doğru boydan boya geçerek, Cezayir şehrine dönmeleri, emîr tarafından Tafna mua­ hedesinin ihlâli mahiyetinde telâkki edilmiştir. Medea'da cihad ilân ederek, kendi muavini Ben Salem 'e Mitica ’yı işgal etmeği emretmesi ile muhasamatın başlaması üzerine, mezkûr bavâîide yerleşmiş bulunan ecnebi kolonlar öldü­ rülmüş ve çiftlikler! yağma edilmiştir ( 20 teş­ rin lî. 1839 ), Bu andan itibaren emîr ile Fransa arasında amansız bir savaş başlamıştır. 1841 de ‘Abd al-Kadir bir hayli müstahkem mevki kaybetmiş ise de, daha ziyade 1842 de, birbiri ardı sıra bütün kaleleri zapteden mareşal fiugeaud ta­ rafından emîrin kuvvetlerine amansız darbeler indirilmiştir. Bu suretle Boğar, TSza, Tağdemt, Maskara şehirleri ile Şelef vâdisi elinden çık­ mıştır. O zamana kadar garp taraflarında tu­ tunabilmiş ise de, Tlemsen 'in ve Nedroma ci­ varının da işgali üzerine, cenuba doğru çe­ kilmeğe mecbur kalmıştır. Ertesi, sene kat’î bir darbe daha yem iştir; ordugâhının ( smala, b. bk.) bir kısmı, Tagaine 'de Duc d’Aumaîe tarafından basılarak, zaptedilmiştir (16 mayıs 1843}. Nihayet tarafdarlanndan bir çoğunun kendisini terketmesi ve fransız kuvvetleri tara­ fından yakından sıkıştırılması üzerine, emîr Fas topraklarına iltica etmiştir. Bununla beraber, ‘Abd al-Çadîr mağlûbiyeti kabul etmemiştir. Zuhur edecek karışıklıktan istifade edebilmek Ümidi île, bir takım entrika­ lar çevirip, Fransa ile Fas ’m arasını bozarak, bu iki memleket arasındaki münasebatı kestir­ meğe muvaffak olmuştur. Fakat Fas ordusu mareşal Bugeaud tarafından Isly 'de mağlûp edilmiş (12 ağustos 1844) ve sultan, Tanca mu­ ahedesi (10 eylül 1844 ) Be, ‘Abd al-Kadir ‘i za­ rar îka edemeyecek bir halde tutmağı taahhüt etmiştir. Fakat muahedenin bu şartına riâyet edilmeyerek, ‘Abd al-Kâdir hâdiselere intizaren, Cezayir hududu civarında kalmış ve 1846 da zuhur eden kıyamdan istifade ederek, tekrar savaşa başlayıp, cür'etkârane bir cevelânla ka­ bilelerin arasına girmeğe muvaffak olmuş ise de, fransız kuvvetlerinin şiddetli ve sürekli ta­ kiplerinden kurtulabilmek için rica t ederek, tekrar Fas topraklarına dönmüştür. Nihayet Fas sultam ‘Abd al-Rahmân, Fransa’nın mükerrer ihtarları karşısında, emîrin üzerine kuvvetli bir ordu şevkine karar yerince, zaten askeri bitkin



ABDÜLKADİR.



bir halde bulunan 'Abd aWKadir, ailesi ile be­ raber İskenderiye ye yahut Akkâ ’y.a çekilmesi­ ne müsaade olunması şartı ile, teslim olacağım general Lamorieiere 'e bildirmiş ve bu şartın kabulünden sonra, 23 kânun I. 1847 de Oransız­ lara teslim olmuştur. Hâdiselerin seyri bu va’din tutulmasını ge­ ciktirmiştir. Emîr, bilâhare şarka gönderilmek üzere, evvelâ Toulon ’a götürülmüştür î fakat 1848 şubatında Fransa 'da ihtilâl başladığı vakit, hâlâ Lamalgue şatosunda mevkuf bulunuyordu. Muvakkat hükümet Lamorieiere ve Duc d ’Autnale tarafından kabul edilmiş olan şartın tas­ dikim muvafık bulmadığından, emîr Fransa 'da esarette kalarak, Pau 'ya ve biraz sonra, 3 teş­ rin IL 1848 de, Ansboise şatosuna kapatılmış ve 16 eylül 1852 de Louis Napoldon bizzat gi­ derek tahliye edildiğini kendisine haber verinciye kadar, orada kalmıştır. Kısa bir müddet Paris ’te kaldıktan sonra, İstanbul *a ve oradan Bursa'ya giderek, 1853 *en *855 e kadar orada oturmuştur. Fakat o tarihte, bir zelzele neti­ cesinde şehrin harap olması üzerine, türk ve fransız hükümetlerinin muvafakatleri ile, Şam ’a giderek, orada yerleşip, vaktini İlmî tetebbu, ibadet ve çocuklarının terbiyesi ile, münzevî bîr surette, geçirmiştir. 1860 da dürzî âsî­ leri hıristiyan ahaliyi öldürmeğe teşebbüs et­ tikleri vakit, 'Abd al-Çadir, Cezayirli muhacirle­ rin yardımı ile, Fransa konsolosunu ve 1500 kadar insanı kurtarmıştır. Fransa hükümeti bu hareketin mükâfatı olarak, emîre Lâgion d'kon* near nişanının grand-croix ’smı vermiştir. Zaten emîr Fransa 'ya karşı bütün taahhütlerine ta­ mamen sadık kalmıştı. 1870 de oğullarından bîrinin entrikalarım tasvip etmemiş; 1871 de şark ahalisini ayaklandırmak İçin, emîrin adım ve mührünü kullanan ihtilâlcileri alenen takbih etmekten çekinmemiştir. İsyan zuhur ettiği va­ kit, her ne kadar sözü dinlenmemiş ise de, âsî­ lere hitaben bir beyanname yazarak, silâhlarım bırakmayı tavsiye etm iştir; 1883 te Şam 'da ölmüştür. Bir şerif ailesinden olan ‘Abd al-Kâdİr, her şeyden evvel, gayet mutekid bir zat id i; dindarâne vecdi, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatım bulan nadir avrupahlarm da takdirini celbederdi. Muharipten ziyade ilâhiyatçı olan, Kur'an ve dinî müellefatı iyice bilen ‘Abd al-Kadir, düşmanlarına karşı silâhla mücadele ederken, manevî nüfu­ zundan ve belâgatinden daima istifade etmiştir. Fakat: samimiyetinden şüphelenmeğe hakkımız olmayan dinî gayretini şahsî ihtirasları uğrunda da kullandığı vâkidir. 'A bd al-İÇâdir, faziletleri V^ nakİselerİ ile, tam bir müslümandı; biç şüpbçsiz saıniinî çlmakin beraber, islâmın davası



87



ile karıştırdığı şahsî davasının muvaffakiyetini temin için, hud’aya müracaattan çekinmezdi. Hadd-i zatında âdildi ; âlicenap ve merhametli ise de, düşmanlarını yıldırmak için, zarurî gör­ düğü anlarda kan dökmekten çekinmezdi. Hâ­ sılı, garp fikirlerinden mülhem bir İslahatçı ol­ maktan ziyade, orta çağda devletler kurmuş olan magripîilerİn, msL 'Abd al-Mu’min ’in, ha­ kîkî bir halefi gibi görünür. ‘Abd al-Kâdir ilim ve irfana çok ehemmiyet verirdi. Muhtelif vadilerde bizzat şiirler de yazmıştır. Bursa ’da ikameti esnasında, Zikra ’l- Â id l ^ '



îto



ABDÜSSELÂM — ABİD.



nursa, ağır muameleye uğrar, Şerifler zengin 'de hayatı hakkında bir çok menkıbeler vardır; insanlardır î çünkü bu makamın varidatı mühim aynı kitap, şairin, hükümdar al-Munzİr b. Ma bir yekun tutar. Aynı zamanda bunlar, îdris 'İn aî-Samâ1 ’nın eli ile, feci ölümünü de nakleder. ahfadı olmakla, Fas şehrindeki Mulay îdris aiB i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, Gesch, Şağır zaviyesi varidatının bîr hissesine tevarüs d, arab. Lîiter,, I, 26 ; İbn Kotayba, KitSb etmişlerdir; her sene bu zaviyeye bir heyet al-Şı r ( nşr. de Goeje ), s. I43 v.dd. gönderirler. Bîr ay müddetle zaviyeye yerleşen ( A . Haffner .) bu heyet, bu suretle senelik varidatın on İkide A B İD . 'ABD ( a .), wfcul, köle ve esir" mâ­ birini tahsil eder. nasına. B i b l i y o g r a f y a * , Ahmed al-Salâvî, a. ÎSLÂMDA ESARET. Kiiab al-lstikşâ\ I, 240; L. Rinn, Marabouis et Khouan ( Paris, 1884 ), s. 21S v.d. î de la - İsîâmiyetin, eski bir arap müeasesesî olup, Martiniere ve Lacrois, Documenis sar le N. tarih-i mukaddesin ihtiva ettiği âlemde de O. afrİcain, I, 368 ; Moulieras, Maroc inconnu, meşruiyeti kabul edilen, esaret müessesesini II, 159— 178 ; R. Basset, Nedromah et les Tra- muhafaza ettiği malumdur. İslâmiyet İslâm ras, s. 69. (E. DOUTTA) devletine tâbi veya onunla müttefik olmayan A B E L . [ Bk. HÂbÎl .] memleketlerin kâfir halkını, muslumanlarm ken­ A B E N , A B N , A V E N , İspanya araplarınm di istifadeleri için, temellük etmelerine cevaz ibn ( „oğu\“ ) kelimesini telâffuz tarzlarıdır, bu vermiştir; bu sebeptendir ki, müslüman mem­ sebepten İbn Sina — Avieen(n)a; İbn Ruşd ~ leketlerinde esir ticareti uzun müddet mühim Averroes; İbn Bacca — Avem pace; İbn Başku- bir mevki tutmuş ve esirler umumî nüfusun vâl = Aben PascuaHs' olmuştur. Ekseriya, Aven- mühim bir unsurunu teşkil etmiştir. Erkek köleye arapça cabd ( cem. J3^: (Apıoffeoiı AıJjaıoç) ve nabatî lehç. ( O^atorçtKBt), Opaıoı0oç, Opataaroç) kelimeleri de müştaktır. Bunların hepsinin koku *abasa »surat asmak* olsa gerektir. Şu cihete de dikkat edil­ mek lâzımdır kİ, ’ absan kelimesinin, racul™ ’adlan 'de olduğu gibi, tesmiye sıfatı veya ‘ahisan kelimesinin, sahih™ ’den şahban 'de olduğu gi­ bi, bir ism-i cemi olarak kullanıldığı vâki değil­ dir ( cemi halinde buluuan kabile isimleri kilâb ve anmör, şahıs isimleri olarak da kullanılır). Zubyân ve Anmâr ’lar ile birlikte, G a i a f a n ’Iar içinde f î a ğ i z grubunu teşkil eden ve bizim burada hasseten meşgul olacağımız en maruf ' A b s ’lerden başka, Asad, Hanifa, Havâzin b. Aslam ( bir HuzS'a kabilesi), ‘Am r b, Kays 'Aylan ve 'Alck ’ler arasında da aynı İ3mı taşıyan kabileler muvcuttu. 'A bs kabilesi­ nin k o l l a r ı hakkında bk. Wüstenfeld, Geneal. Tabellen, H. 'Absi ’lerin o t u r d u k l a r ı y e r l e r , Necd *in en geniş vadisi olan ve garptan şarka uza­ nan Vadi ’I-Rumma ’nin merkezî kısmı idî. Komşuları şarkta, Vâdi ’I-Rumma ’nin aşağı kısmında oturan Asad ’ler ile garpta, Vâdi ’l-Rumma ’nin yukarı kısmında sakin K ilâ b î’ler idi. Vadi Şâdik ile Vadi C urayyir‘in aşağı kı­ sım ları'A bsi ’lerin, yukarı kısımları ise, Asadi ’lerin elinde bulunmakta idi. Hubayb suyunu Aşca'i ’ler İle müştereken kullanırlardı. 'Absi ’lere ait d a ğ l a r şunlardır; Aban ( »beyaz 'Aban"; „kara Abân“ ise, Fazâra ’lere aitti:— bunların her ikisi de büyük dağ olup, aralarından Vâdi ’l-Rumma geçer ), al-Aym ( ba­ riz bir nirengi noktası teşkil eder), al-An'amân, Ifaiha, al-Kalîb, Çatan, al-Hayma, Rummân ve­ ya Rummatân (iki tepe), Sabaç (tek başına, masif bir dağ), Tisân (bariz bîr nirengi nok­ tasıdır), UşSl (Medine ’den B asra’ya giden bü­ yük yol üzerinde). — Bundan başka Harrat alN âr:ile Harrat Râcil de, 'Absi ’lere aitti. ‘Absi ’lere ait s u l a r : al-'Akira, Bak'â’ (bulanıkça), Daylam, Zât al-İşad, al-Cadd, Gafr al-Şahm, Curayyir, al-Ğamriya, al-Gubara, Habcarâ, Husâ\ KarvarS, Hubayb, alLa a, Mâvân, Mikaba, aî-Mimhâ, Mudarrac, alMulpnna'a, Nazira, Şarc, aî-Sulay', Şâdik, alŞayyila* Vabâl, Zunlcub. ‘Absi ’lerin k o l o n i l e r i : Zât al-Havşal, Zât al-'Uşayra veya Zât al-‘U§ar (ta şarkta, Maviya 'nin garbında, Basra ’dan Mekke ’ye gi­ den hacc yolu üzerinde; ‘Absi ’lerin buraya İs­ lâm devrinde yerleşmiş olmaları muhtemeldir), Cilb, Kalha, al-Hayma, Mâvân, Rabada, al-Zuvayya. — ‘Absi ’lerden bir çoğu, müslümanların



fütuhat harpleri esnasında, al-MadS’in *e gitmiş­ lerdir. Bunların bir çoğu Madâ’in ’de kaldıkları halde, ekserisi yeni kurulmuş olan Küfa şehrine gidip, orada hususî bir cami ile, kendi adlarına izafetle, bir mahalle tesis ettiler. ‘Amr ’in ku­ mandası altında Mısır ’ı fetheden kabileler ara­ sında ‘Absi ’ler de bulunmakta idi. Diğer araplar gibi, ‘Absi ’lerin de Fustât ’ta kendilerine mahsus bir mahalleri vardı; Fustât civarındaki Bilbis ’te de ‘Absi ’ierin bulunduğu söylenir. Mağrıb ’de bulunan ‘Absi ’lerin oradaki bir dağa, kendi memleketlerindeki ( yk. bk.) aym isimde bir dağa İzafeten, Katan (yk. bk.) ismini ver­ dikleri rivayet olunur. T a r i h 1 e r i hakkında. ‘A b s kabilesinin, hiç bir zaman aralarında birleşemeyen, üç Camarat ’tan biri olduğu söylenir. Büyük bir kabile olmamakla beraber, kendilerini saydtrmışlardı. Bunların Asad, Badr, Zabba, Cuşam, Fafe'as, Gani, Hanzaia, Kalb, Sa'd b. Zayd Manât, Sulaym, Tayy ('A n ta r a ’yi öldüren, Tayyi kabile­ sinden biridir), Tamim ve Yarbü' ’larla yaptık­ ları bir çok cenkler zikrolunur. Bu cenkJerin bîr kısmını, Zâhi ’lerin, m.s. VI. asrın ikinci yarı­ sında (kardeş kabile olan Zubyân ile) yaptığı harp teşkil etmektedir. Bir çok safhaları nakle­ dilen bu harp, cahiliyet devrinin pek ziyade malûm olan bir vak’asım teşkil eder. Bu harp bir at yarışı esnasında Zubyâni ’lerin dürüst hareket etmemelerinden çıkmış, senelerce sü­ rüp, islâmiyetin ilk senelerine kadar devam et­ miş ve her iki tarafta da ağır zayiata sebebi­ yet vermiştir. ‘Absi ’lerin sayıca üstün olan düşman ittihatlarına karşı yapmış oldukları ve daima aleyhlerine neticelenen bu harpler, kabi­ leyi birçok muhaceretlere mecbur kılmıştır. ‘Absi ’ler, daha müşriklik devrinde bile, kendi aralarından, Hâlid b. aî-Sinân namında, bir ehl-i tevhid çıkmış olduğunu iddia ederler. Ba­ zılarının İslâmiyet! daha ilk zamanlarda kabul ettikleri rivayet olunursa da, kabilenin umumi­ yetle bu yolu takip etmesi, çok daha; sonra vâ­ ki olmuştur. Paygamberin ölümü üzerine, 'A b ­ si ’ier, birçok tereddütlerden sonra, Asadi ’ler­ den yalancı peygamber ve âsî Tulayha ’ya ilti­ hak etm işler; fakat müslümanlar tarafından arka arkaya mağlûbiyetlere uğratılarak, otlak­ larının mühim bir kısmını kaybetmişlerdir. Mu‘âviya zamanında necdlilere mukavemet etmiş­ lerse de, muvaffak olamamışlardır. ‘Abd al-Malik (ki, zevcesi Vallada 'Absi kabilesinden idi) ile oğullan al-Valîd ve Sulaymân zamanında mes’ut ve müreffeh yaşamışlardır. ‘A b s i’lere daha sonraki zamanlarda da rastlanmaktadır. Geçen asrın ilk yarısında, Yanbu' ’dan şimale doğru üç veya dört günlük yolda, al-Harra ada­ sının karşısındaki Cebel Hassan i mevkiinde,



ÂBS — A C C Â d



Ilğ



XVIII. asrın başlangıcında bile, kalabalık bir kabîle teşkil eden 'A bsi ’lerden bir kaç balıkçı ailesine tesadüf edilmekte idî. Bunlar çoban­ lık ve gemicilik ile geçinmekte ve hor görül­ mekte idiler. ‘Allan al-Şu'übi 'A bsi 'lerin maşölib 'ini yaz­ m ıştır; fakat eser bize intikal etmemiştir. ( R e c k e n d o r f .) AB



ş Ih



L [ B k. EBŞÎHİ.]



A B U . [B k. ebö .] A B U ^ ., { Bk, ebö . . . ] A B U A M . [ Bk. ebuAm.] A B U B A C E R . [ Bk. Îbk tu payl .] A B U K ÎR . [ Bk. ebuk Ir.] A B U K L E A . [ Bk. abü t ü h .] A B U M E R O N , Abü Marvân 'dan mnharref. [ Bk. İBN ZUHR.] A B U Ş lR . C Bk. b ü ş I r ] A B U Ş E H R . [ Bk. ebuşehr.] A B U Ş K A . ABU ŞK A ( „er, zevç, koca, er­ kek" ), adını ilk kelimesinden alan ve Mir 'A li Şir Nfevaî ‘nin eserlerindeki kelimeler için tan­ zim olunan, şark türkçesinden osmanlıcaya lü­ gat kitabı. Bu eserin iki farklı tab'ı vard ır; Mnfassah, Vâmbâry tarafından macarcaya çev­ rilmiş (Budapest, 1862) ve Velyamİnov-Zernov tarafından neşredilmiştir ( Petersburg, 1868). Yazma nnsbalan pek çoktur; krş. Pertsch, Berlin, nr. 85). A B V A k [ Bk. EBVÂ.] t A B V Â B . [ Bk. EBVÂB.] ‘A C . [ Bk. ÂC.J Â C . ‘A C (A.), fildişi (bağa manasına da ge­ lir ). Esiri Mısır ve Bâbİl imparatorluklarında pek yaygın olan fildişi Hindistan 'dan, Aden yolu ile, Arabistan 'a girmiştir. Hadise nazaran, Peygam­ berin fildişinden bîr taradı vardı ve zevcelerin­ den birine de aym maddeden yapılmış bir bilezik hediye etmişti. Emevî şairi Farazdak da bir mu­ ganniyeye fildişinden bilezikler taşıtır. Bazı İs­ lâm fakihlerinin fildişini mekruh ilân etmiş olma­ larına rağmen, bn madde arap san’atmda daima mütezayît bir ehemmiyet almış ve şarkı Afrika ticaret şehirlerinde fildişi alım satımı, ehemmi­ yetçe, esir ticaretinden aşağı kalmamıştır. A ba­ noz, kızıl ağaç ile kalay ve fildişi ile güzel mozayık yapılır ( bk. Aeg. M m salon 4, nr. 57— 6 0 ); büyük eb'addaki fildişileri üzerine kabartmalar ve yazılar işlenirdi; sade fildişinden mamul eşya yapıldığı nadirdir. X V. asır miislüman kakma işlerinde fildişinin kullanılması cihanşümul bir mahiyet almıştır. B i b l i y o g r a f y a t Lisân a l-A r a b , III, 158 v.d*; jfaeob, Aliarabisckes Beduînenleben, s. 149 ; A. von Krem er, Kulturgesck. des Orients anter d* Chalifen, II, 379, 302; Pris-



se d’Avennes î L'art arabe, s. 226 v,d. ve



levha 157; Herz, Caialogae da Musee Arabe, s. 101, 107. (HELL.)' ACA*. [ Bk. ece .] A C A L . [B k. ecel .] ‘A C A L A . [ Bk. ACELE.] *ACAM. [ Bk. acem .] ‘A CA M İ O Ğ LA N . [ Bk. acem ! oğlak .] ‘A C A R fD A . [ Bk. a câ r Ide .] A C Â R İD E . ‘A C ÂR İD A, ismini ( ‘Abd alKarim ) Ibn ‘Acarrad [ b. bk.] 'dan alan bir ha­ ricî mezhebi. Al-Şahrastani ( nşr. Cureton, s. 96), Şaltıya, Maymüniya, Hamziya, Haîafiya, Atrâfiya, Şu'aybiya ve Kâzimiya ’leri, bu mez­ hebin şubeleri olarak, saymaktadır. Evvelce Şa'âliba ’ler de 'Acarida 'den addedilmişlerdi. Bunlar, haricî olmayanların çocuklarına karşı, mülayim bir vaziyet alıyorlar ve bir imansızlık veya İdamı mucip günahkârlıkları görülmedikçe, kendilerine dostane muamelede bulunmayı tec­ viz ediyorlardı; işte bu sebeple Şa'âliba ’ler 'Acarida tarafından mezhepten ihraç edildiler. Şurası da muhakkaktır ki, i p t i d a d a 'Acarida, Azrak;i ’ier ile birlikte, haricîler arasında haricî olmayanların çocuklarım cehennemlik sayan ve, büyüyüp de hakikî mü’min oluncaya kadar, on­ ların haricîlerce merdud addedilmesini terviç eden müfrit nokta-i nazarın müdafii bulunmakta idiler. Fakat bu, bilumum 'Acârida'nin nokta-i nazarı değildir ; nitekim Şaltıya, Maymüniya ve Haîafiya daha mülayim düşünmekte idiler. Bu hâl, al-Makrizi (Hitat, II, 355) ile diğerlerinin ( krş. Haarbrücker, Religionspartheien und Philo&ophenschttlen, II, 406 ) neden dolayı yukarıda adı geçen mezhepleri daha başka bir tasnife tâbi tutmayı tercih ettiklerini izah eder. ‘A C C A C . [ Bk. a c c â c .] A C C Â C . al-'ACCÂC {646— 715), asıl adı ile 'Abd Allah B. Rö’ba, Tamim kabilesi şair­ lerinden, doğm. 25 ( 646 ), ölm. 97 { 715 ). Ha­ yatı hakkında fazla bırşey bilinmiyor; en maruf râciz şair olarak tanınır ve ilkin recez veznin­ de, oldukça uzun kasideler tertip etmiştir. Şiir­ leri, bilhassa medhiye ve tasvirlerden mürek­ keptir ; medhiyeleri, bilhassa 'A bd aî-'Aziz b. Marvân, Bişr b. Marvân, aî-Haccae b, Yusuf, Yazid b. Mu'âvıya, Muş'ab b. al-Zubayr, Sulaymân b, 'Abd al-Malik gibi maruf zatlar île kendi kabilesine dairdir, fahriyeleri de vardır; tasvirleri ise, hassaten at, deve, yaban eşeği, yabanî boğa ve silâhlar hakkındadır* Oğlu ve şürde rakibi Ru’ba ile münazara ve münazaa­ ları da şiirlerine girmiştir. B i b t i y o g r a f y a ; Brocîcelmann, Gesck. d. arab. L i t i e r I, 60; Ahlvvardt, Sammlungen alier ardbischer Dickier, H î îbn Ifotayba, Kîtâb a l-Ş fr (nşr, de Goefe), s, 374— 376#



(A. Haffner.)



AG ELE — ACEMİ OĞLAN.



«7



‘deki türk çiftçilerinin hizmetlerine verilmeleri kanun olmuştu. Bu esir ve devşirmeler lüzum ve ihtiyaca göre, $— 7 sene türk köylüsüne hiz­ met edip yetiştikten sonra, Anadolu ve Rumeli ağaları vasıtası ile getirtilip, acemi ve bostancı ocaklarına ve içlerinden raüstaitlerİ saray hiz­ metine namzet olmak üzere, Galatasaray», İbra­ him Paşa sarayı ve Edirne sarayına verilir­ lerdi ; fakat yerleri a c e m i ocağı idi. Kapı kulu ocaklarına mahreç olan acemi oca~ ğ ır ihtida Gelibolu ‘da teşkil edilmiş ve îstanbul ‘un fethinden sonra, ayrıca burada da bir ocak kurularak, Gelibolu ocağı, Anadolu sahili ile Gelibolu arasında hizmet edecek acemilere hasredilmiştir. Kapı kulu yaya ocaklarındaki efrat her han­ gi bir sebeple azalınca, yeniçeri ağasının divan-ı hümayuna arzı üzerine, acemi ocağının eski, yani kıdemli efradından lüzumu . kadar acemi, bu ocaklara çıkarılırlar ve buna kapıya çıkma derlerdi. Keza İstanbul ve etrafındaki bostancı ocağı efradından noksan olanlar da, bostancı başısmın ve Edirne İstanbul bostancı ocağı noksanları, E d i r n e bostancı başısmın arzları üzerine, acemilerden ikmal edi­ lirdi. Bostancı ocakları acemilerinin kıdemlileri, kapıya çıkma zamanlarında, yeniçeri ocağına verilirlerdi. Saraya girmek üzere ayrılan acemi oğlan­ f GOLDZİHER.) A C E M Î O Ğ L A N . Osmanhiarm Rumeli fü­ ları, yukarıda söylendiği gibi, Edirne sarayı, tuhatı ile elde edilen esirlerden, evvelâ Pençik İstanbul 'da Galatasarayı ve at meydanında kanununa göre ve daha sonra imparatorluğun İbrahim Paşa sarayı dairelerinde tahsil ve ter­ muayyen mmtakalarmda tatbik olunan devşİr- biye görüp, içlerinden kabiliyetlileri Topkapı : me kanunu mucibince, hıristiyan çocukları ara­ sarayı ağasının padişaha arzı üzerine, münasip sından toplanarak ordu ve saray hizmetlerine görüldüğü kadar, saray hizmetine geçerler ve alınanlara acemi oğlanları denirdi. Kapı kulu İÇ halkı denilen saray acemilerinin en aşağı ocaklarından y e n i ç e r i , c e b e c i , t o p ç u , koğuşu olan küçük oda ve büyük oda 'ya kayıt t o p : a r a b a c ı ocakları, b o s t a n c ı ocağı olunurlardı. Sonra münhal vuku buldukça, bun­ efradı ve k a p ı k u l u s ü v a r i l e r i , hep ların kıdemlileri bîr yukarı odaya verilmek bu acemiler ile kul oğlu denilen k a p ı k u l u suretiyle, silsile yürütülürdü. İç halkı ’nın hiz­ met ettikleri odalar, küçük ve büyük oda 'larhalkının çocuklarından müteşekkil İdi. Acemi teşkilâtı, 1362 ‘deki Pençik kanunu dan sonra, aşağıdan başlayarak yukarıya doğru, mucibince, harpte elde edilen esirlerden beşte sırası ile şunlardı: seferli, kiler, hazine, has birinin devlet hesabına ordu ve hizmet İçin oda koğuşları. Bu dairelerdeki acemilerin mik­ alınması suretiyle, meydana gelmiştir. İlk defa tarı ve hizmetleri muayyendi. H a s o d a d a k i alman esirler, iptida birer akçe yevmiye İle, bir münhale h a z î n e d e k i en kıdemli acemi­ Çardak ile Gelibolu arasında süvari askeri nakli lerden biri naklolunur ve h a z i n e ye k i l e r ­ için kullanılan at gemilerinde istihdam edilmiş­ d e n ve k i l e r e s e f e r l i d e n ve s e f e r l ı lerdi. Sonraları esir miktarı artınca, bunların koğuşuna ise, b ü y ü k o d a d a n en kıdemli askerlikte kullanılmaları muvafık görülerek, acemiler geçirilirdi. Saray acemileri padişah bazı usûl ve kaideler altında yetiştirilmeleri cüluslarında büyük çıkma ve münasip zaman­ düşünülmüştür. Bunun üzerine, esirlerin hem larda küçük çıkma denilen müsaade ve odala­ türkçeyi ve hem de İslâm ve türk âdet ve rına ve derecelerine göre tayin edilmiş olan usullerini öğrenmeleri maksadı ile, az bir be­ yevmiye ile, kapı kulu süvari bölüklerinin yük­ delle ve muayyen bir zaman İçin, ilk devir­ sek derecelerinden olan sipah ve silâhdar bö­ lerde yalnız Anadolu’dakı türk köylülerine lüklerine çıkarılırlardı. Bölüklere çıkmadan, ve daha sonraları, Rumeli türkleşînce, Rumeli terfi sureti ile, silâhdar, çuhadar, bas oda başı : A CE LE * ‘A C A L A ( A.), araba. Dozy *ye göre f Supplement, bk. mad.), bu kelime» aynı zamanda» al-dubb al-akbar ( »biiyök ayı“ ) burcunu da ifade eder. A C E M . 'ACAM , ( A. ; ism-i cemi), araba nisbetle »yabancı, gayrı arap“. Arap olmayan­ ların bu suretle, lâkin daha ziyde a cam ( cem. a acım ) şeklinde, anılmasına daha ısiâmdan ön­ ceki şairlerde de rastgelinİr ise de, bu tâbir yal­ nız iranhlara hasredilmemiştir. Isiâmdan önceki şiirlerde örf ve âdetlerinin bahsi geçen İranlI­ lar, bu gibi fırsatlarda ekseriya fâ r is î diye anılırlar. Daha sonraları ‘acam ismi tercihan İranlılar hakkında kullanıldı ve bugün dahi coğ­ rafyada '«cam tabiri Iran *a delâlet eder. Her ne kadar İslâmiyet araplarta arap olmayan­ ları müsavi tutmuş ise de, araplar, acemlere karşı, millî gururlarını isîâmiyette de muhafaza etmişler ve Emevîler devrinde idarede de bu ayrılığı açıkça belirtmişlerdir [ bk. MAVL ]; Abbasîler devrinde yabancı unsurlar daha ser­ bestçe sivrilebiliyordu. Gayrı arap müslümanların, arap unsurların bu hodbin temayüllerine karşı, mücadelesi, edebiyatta da tezahür etmiş­ tir [ bk. ŞU'ObIy a ], B i b l i y o g r a f y a ı Goldzîher, Muham. Stıtd.f I, 101— 176} E. G. Browne, A literary kisiory o f Persia, I, 209— 270.



*18



ACEMİ OĞLAN -



olanlar ve buradan beylerbeydik ve vezirliğe çıkanlar da vardı. Saray hizmetine namzet ola­ rak, Edirne sarayı, Galatasarayı, İbrahim Paşa sarayındaki acemiler, çıkma ’larda aşağı bölük veyahut bölükât-ı erbaa ismi verilmiş olan sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol ga­ ripler denilen kapı kulu süvari bölüklerine ih­ raç olunurlardı. Acemi oğlanları İçinde bosnalı müslümanlardan Potur oğulları denilen devşirme çocukları, hiçbir yere sevkedilmeden, doğrudan doğruya saray hizmetine alınırlardı. Acemilerin hıristi-' yan çocuklarından devşirilmeleri kanun iken, ıslahatı kabul eden boşnaklar, kendi arzulan ile, evlâtlarının saray acemisi olarak kabulünü rica etmişler ve ahlâkî salabetlerme ve sada­ katlerine binaen, . arzularına nail olmuşlardı. Yine Bosna ’dan devşîrilen hıristiyan çocukla­ rından müstaitleri de, doğruca saray namzedi olarak ayrılırlardı; Sokullu Mehmed Paşa bun­ lardandır. Saraya alınacak acemiler için, XVIII, asrın ilk yarışma kadar, devşirme kanununun tatbik edildiği görülüyor. Fakat acemi ocağı nizamı bozulmuş, yeniçeri ve diğer ocaklara müslümanlar da alınmağa başlamıştı. Bununla beraber, yeniçeri ocağının ilgasına kadar, İs­ tanbul ’da acemi ocağı ve acemi ağaları mev­ cut idi. İstanbul acemi ocağı acemileri ile bostancı ocakları ve Gelibolu ocağının maaşları, her üç ayda bir defa, kapı kulu ocaklarına maaş dağıtı­ lırken, verilirdi. Saray acemilerinin maaşları ol­ mayıp, senede birkaç defa bahşişleri ve muayyen vakitlerde elbiseleri vardı. B i b l i y o g r a f y a ' . Ahmed Cevad, Târih-i "askeri-i ‘ oşmânî, i, 174 (frans., trc., 1, 241) ; Â şık Paşa, Târih; Neşri, Târih; V eh­ bi, Teşkilât mecmuası ( Kavânin-i yetıiçeriyan ) ; Ali, Kunh al-Akbâr; Baş vekâlet arşivi, vesikalar 5 L H. Uzunçarşılı, Osmanlı imparatorluğu teşkilâtı ( İstanbul); Mustafa, N etaic al-Vuku ât, I, 166, 174, II, 109.



( İsmaİl Hakki Uzunçarşili.) A C M İR . [ Bk. ecmîr.] A C N A B İ. [ Bk. ECNEBİ,] A C N A D A Y N . [ Bk. ecnâdeyn.] A C R U M IY A . [ Bk. ECRÛMİYYE.] A C U Z . [ Bk. ACÛZ.] A C Û Z* 'A CU Z ( a .), »koca karı". Ayyâm al*acüz „koch kan günleri", Suriye vesair memle­ ketlerde, kışm son günlerine verilen isimdir. Bunlar 7 dır: yağmurlu, fırtınalı ve soğuk ola­ rak tanınan şubatın ( şabât) son Uç günü ile martın ( azar } ilk dört günü. Bu günlerden herbİrinin hususî bir ismi vardır. Bazan bunların sayısı beş ve isimleri farklı olarak görülür. Akdeniz kıyılanınla yaşayan muhtelif milletle­



A Ç E.



rin, senenin başka mevsimlerinde bazı günlere de, buna benzer isimler verdikleri vâkİdir. B i b l i y o g r a f y a : IÇazvinî ( nşr. Wüstenf.), I, 77; diğer menbalar için bk. Lane, Lexicon, I, 1961. A C V A F . [ Bk. ECVEF.] A Ç E . ATJ İlH ,1 S u m a t r a a d a s ı n ı n e n ş i m a l î k ı s ı m ı d ı r . Vaktiyle orada kudretli Açe İslâm devleti büküm sürerdi î şimdi ise, o diyar Hollanda tâbiiyetindedir. Cenup hududunu „Sumatra*s Westkust“ (Sumatra garp sahili) ve „Sumatra's Oostkust" ( Sumatra şark sahili ) idare mmtakaları teşkil eder; lâkin A çe devletinin toprağı veya, hiç değilse, siyasî idare çevresi, bundan daha ziya­ de cenuba sarkardı. Yalı boyu memleketlerden bir çoğu, hem garpta hem şarkta, A çe hüküm­ ranlığı altma girmişlerdi; hattâ Battak mıntakalarınm putperest reisleri bile, bu ruhanî rüt^ belerini, muteber olması için, Açe prenslerine tasdik ettirirlerdi. B ü y ü k - A ç e . Yalnız şimal-i. garbîde bu­ lunan saha, Açe hükümdarlarının makam olan Açe şehri ile Açe ırmağı dahil olmak üzere, öteden beri bu devletin asıl ülkesi sayılırdı. HollandalıIar buraya Gros3-Atjeh adım taktılar ve merkezine Kuta Raca (prensin kalesi) dediler. Bunun şimal-i şarkîsinde bulunan Pulu We adasındaki Sabang limanı, ancak bu asrın başında kurulmuştur. Yalı boyu ahalisi ( Baröh) birkaç eihetten iç yayla halkından ( Tunong) farklıdır. Hükümet merkezîne yakın oturan birinciler, âdetleri ve dilleri itibarı ile, daima kibar sayılırlardı. M ü l h a k a t . Garp, şimal ve şark tarafla­ rında bulunan sair araziye mülhakat (dependenz) denilmek mutattır. Bunlar arasında en mühim yerler ezcümle şunlardır: garp sahilin­ de — Mölaböh, Tapa’, Tuan ve Singkel; şimal sahilinde — Sigli, eski Pidie ( Pedir ) devleti sa­ hasında ; Gigieng, Morödu, Samalanga, Pösangan ve Lho’ Sömawe. Şu son andığımız yer ile Cambö A ye ırmağı arasında bulunup, îbn Battüta nm { nşr. Defremery ve Sanguinettİ, IV, 228 v.dd.) 1345 te ziyaret ettiği Pase ( Pas e i) memleketi o zaman ikbal ve şevket dev­ resini yaşıyordu. Son zamanlarda oralarda ki­ tabeler ihtiva eden bir çok âbideler bulundu (krş. C. Snottck Hurgronje, Arabie en ÖostIndie, s. 8— 10 = V Arabie et les Indes N&erlandaises, bk, Revue de Vhistoîre de religions, L V 11, 63 v.d.). Şark sahilinde : Simpang Ulim ve idi. Bir kaç yıl önce işlemeğe başlayan bir buharlı tramvay, şark ve şimal kıyılarını Kuta 1 Bu makalede resmî H ollanda imlâsı m uhafaza e d il, di&î için, tj=tg, 4 = kapalı o, â » = a çık e v« o = öç*k ç okuamolıdır,



Raca ya bağlamaktadır. Yer yer oldukça sıkı bîr halk kalabalığına malık bu mülhakatın sa­ hillerinde görülen refah, başlıca biber ziraatı yüzündendir. Her yıl bu mahsulden büyüle miktarda ihracat yapılır. Ahalinin bir kısmı Büyük-Açe 'den gelmiş göçebelerdir; komşu memleketlerden gelme birçok malaylar da bu­ ralarda yerleşmiştir. G a y ö v e A l a s memleketleri. Yüksek ve sık ormanlı dağlar, sahil kısmını Gayö toprak­ larından ayırmakta ve bu silsilelerin çapraz kol­ ları memleketi dört yaylaya bölmektedir. En şimalde (büyük Tawar gölünü ve Pösangan ırmağının kaynaklarım h âvi) olan kısım »Urang Laut" ( gol adamları) denilen halk ile meskûn­ dur; bunun cenubuna düşen ovada »Urang Döröt" ( yer adamları) oturur. Bunun da cenub-ı şarkîsinde Serbocadi yaylası bulunur ve Pöröla' ırmağı buradaki kaynaklarından çıkıp, şarka doğru akar. Cenupta olan dördüncü yay­ la, garp kıyısında denize dökülen Tripa ırma­ ğının havzası olup, Gayö LuÖs ( büyük, engin Gayö ) adını taşır. Alas arazisi bunun cenbundadır. Birkaç cihetten açelilerden farklı olan bu havali halkı, öteden besi onların hâkimiye­ tini kabul etmiş bulunuyorlardı. A çe prensleri tarafından Gayö memleketinin muhtelif kısım­ larına tayın edilen reisler (ki, bunlara ltkecu~ ron" denilir J Gayö ’lar ile açelüer arasında me­ yan e idiler. Bu kecurön ‘lardan ikisi ( kendile­ rine has Rocö Buket ve Siah Utama unvanı ile ) Tawar gölü havzasına bakarlardı; Dorot ve Gayö Luös *te de birer kecurön ( Röco Linggö veya Pötiambang unvanı ile) bulunurdu. Serbocadi ’nin evvelce ahalisi yoktu; sonradan eşraftan en ileri geleni, kecurön ( kecnron abök) lâkabını aldı. Alas memleketlerinde de Açe hükümeti iki kecurön ile temsil edilirdi. Açelüer hakkında tam malûmatı başlıca C. Snouck Hurgronje ‘ye borçluyuz, ö vakte kadar bu halkın pek az bilinen İçtimaî, siyasî ve dinî ahvalini 1891/1892 yıllarında, îtk defa olarak, o tetkik etmiştir {D e Atjehers, Batavia, 1893— 1894» hrş. O'Sulİivan ’nm yeni bir methal ve bazı ilâvelerle yapmış olduğu ingl. trc. The Ackeknese, Batavia-Layden, 1906 ), Sonra da ge­ ne Hurgronje, Gayö memleketini ve bu halkın âdetlerini mufassal surette tarif etmiştir ( Het Gayöland en zijne bezooners, Batavia, 1903). A h a l i ve di l . Açelilerin menşeleri hakkın­ da pek az şey biliniyor. Dilleri bakımından malay-polinezya kavimle nüdendirler. Fakat esirler de ( ezcümle Nias adasından) ve başka yaban­ cılar ( Hindistan ’dan gelen tüccarlar ) açelilerin ırkî terekkübüne,' bir dereceye kadar, müessir olmuşlardır. Açe dilinin birçok lehçeleri vardır V9 bun|ar da bir takıp mahallî ağızlara ayrılır,



Yazı dili umumiyetle Baröh sahasında söylenilen dile uygundur. Açe edebiyatına dair bk. Snouck Hurgronje, De Atjehers, II, 67— 193 ( The Achehnese, II, 66— 189 da biraz daha mufassal­ dır ). Gayö ’ların lehçesi açelilerinkinden o kadar farklıdır ki, onu müstakil bir dil olarak mütalea etmek lâzım gelir. Malayca, limanlarda bir kısım halktan gayrı, Açe *de hemen bilinmez gibidir. A ç e ’nin ikbal devrinde malayca kitap telif etmiş olanlar, ekseriya yabancı âlimlerdi. Vakıa A çe *de öteden beri malayca mektup, resmî vesikalar ve birçok din ilmine müteallik eserler yazılm ıştır; lâkin ilmî tarzda tahsil gör­ memiş açeliler ekseriyetle malayca anlamaz. Daha etraflıca malûmat için bk. C. Snouck Hurgronje, Stadien över Atjehsche klank- en şehriftleer ( Tijdsckrift van het Bataviaasch Genoofschap van Kunsten en Wetensckappen> 1892, XXXV, 346— 442); ayn. mil., Atjehsche Taalstndien, göst. yer*, 1900, XL 1I, 144— 262 ; K. F, H. van Langen, Handleiding voor de beofening der Atjehsche Taal, Haag, 1889; ayn, mil*, VToordenboek der Atjehsche Taal, Haag, 1889; G. A . J. Hazeu, Gajösck-Nederlandsch lVoordenboek met Nederi.~Gajösch register, Batavia, 1907, [1930 istatistiğine göre, A çe ’nm nüfusu 1.002,900.] K a b i l e l e r ve o y m a k l a r . Halkın dört kabileye ayrılışından bir nişane hâlâ bâkidir. Böyle bir soy veya oymaktan — buna açece ka~ zoöm ( arap. kavm ) diyorlar— olanlar, kendi­ lerini erkek koldan kan kardeşi bilirler ve hak (başlıca kan davası ve diyet hususunda) ve vazifece müşterek tutarlar. Bununla beraber bütün kabile efradı memleketin muhtelif tara­ fına dağılmış bulunmaktadır; şöyle ki, ancak aym oymaktan kalabalıkça bir kütlenin bulun­ duğu yerde, bunlar kendilerine bir baş seçerler ve bu zat âmme menfaatini korur. Daha eski bir devrin izini gösteren bu kavöm ’lara ayrılış, açeliler arasında gitgide kaybolmaktadır. Buna mukabil G a yö ’lar hâlâ soy gütmekte olup, re­ islerinin ( röco ) idaresi altında, topluca ikamet ederler. Röcö '1er arasında münazaa baş gös­ terirse, kecurön hüküm verir. K o y i d a r e s i . A ç e ’de kötjki' veya tjM (yani »ihtiyar"), gampöng ’un (yani köyün) kâhyası, başıdır. Kasabalarda mahallelere gampöng ( “ mal. kampong) denilir. îcap ederse, bu kâhya »ihtiyarlar heyeti" ( yani tecrübe sa­ hibi olanlar) ile müşavere eder. Dinî umura bakmak (msl. cemaate namaz kıldırmak) totıg~ ku ’nun vazifesidir. A çe ’de bu unvanı alanlar, meslekleri iktizası dinî umurla ilgili olanlar­ dan başka, şeriat ahkâmına bir dereceye ka­ dar vukuf peyda etmiş olanlardır. GampöngTÖngku ’lar âlim adamlar değildir; makam ve



120



AÇE,



mesnetleri irsen intikal ettiği için, birçok töng- 52— 55 ). Gayö ' 1ar ve Alas 'lılar kecuron İa ku 'larm bilgisizliği o derece büyüktür ki, baş­ nna, rütbelerinin alâmeti olarak, usûlen bir kaların m yardımına muhtaç, olmaksızın, vazi­ hançer verilirdi. M u k i m-t a k s i m a 1 1 Şafiî mezhebine gö­ felerini hemen hemen idare edemezler. P r e n s l e r , u l e e b a l a n g İ a r v e s a- re, cuma namazının sahih olması için, cemaat g i r e i s l e r i . Tarihî zamanlarda Açe daima 40 mukim şahıstan az olmamalıdır. Mukim birçok küçük mmtakaiara ayrılmıştı ki, reislik­ şer ’î şartlara malik olan ve o mahalde oturan leri irsî idi. Uleebalang { kumandan ) denilen adamdır. Halbuki ekser gampöng 'ların nüfusu bu reisleri ise, durmaz dinlenmez, birbiri ile cuma namazının muntazaman edasına muktazi vur üşürlerdi. Lâkin hepsi A çe şehrinde ikamet 40 kişi çıkarabilecek adette olmadığından, bir eden prensi hükümdar tanıyıp, ona bi ’at eder­ kaç gampöngt bulundukları mıntakanın mümkün lerdi. Bunun unvanı malayca resmî vesikalar­ olduğu kadar orta bîr yerinde, müştereken bir da sultan idi ise de, a çelil er ona alelade raca cuma cami 'İ bina ederlerdi. Bundan dolayı mu­ veya pâtö (yani »efendimiz" ) derlerdi. Gerek kim tabiri (yerli telâffuzu m ukim ), yalnız geçmiş zamanın yerli vesikalarında, gerek av- A çe 'de değil başka bir kaç malay memleketin­ rupalıların raporlarında anılan A çe hüküm­ de de „n a h i y e, k a za“ manasına gelir. Her darlarının kudret ve itibarı ve saraylarının uleebalang böyle bir kaç m ukim ’ e hâkim idi. zenginliği ile şa 'şaası, komşu sahil memleket­ Üç sagi 'nın adı da bu mukim 'lerin ilk sayı­ lerden’ alman haraç ile A çe hükümet makarrı- larından alınmıştır; msî 22 mukim sagisi ( ce­ sın liman vergileri sayesinde temin edilirdi. nupta ), 25 mukim sagisi ( garpta ), 26 mukim Cesur Açe gemicileri denize ve limanlara hâ­ sagisi ( Büyük-Açe müsellesi mmtakasmm şar­ kim idiler; haraç taleplerine karşı komak ce­ kında ) denilirdi. 22 mukim sagisi' nde ve hele saretini gösterebilecekler pek azdı. Ülkenin iç 26 mukim sagisi 'nde, ahalinin çoğalması ile, tarafı prensleri pek alâkadar etmezdi. Hattâ adetleri arttı ise de, eski sagi adları, değiştiril­ devletin en şevketli devrinde bile ( XVI. asrın in eksizin, muhafaza edildi, mukim 'lerin başı imöm unvanım taşırdı. Bu ikinci nısfında ve bilhassa XVH. asrın ilk ya­ nsında ) devletin hâkimiyeti payitahtın civar söz aslında cuma namazına imamet edeni bildirir çevresine münhasır kalırdı. ( arap. imâm ). Lâkin git gide imöm İer irsî oldu Daha XVII. asrın sonunda Büyük-Açe prens­ ve dünyevî bir reisliğe tehavvül ederek, cuma leri uleebalang 'larm nufuzu altına girmişlerdi. namazında imamet hususî imamlara bırakıldı. Adliye teşkilâtı ve kanunlarUleebalang 'larm, her halde menfaatlerini gö­ zetmek maksadı ile, kurmuş oldukları üç bir­ Hâkimîiğİ umumiyetle reisler yapar ve kararla­ lik— yanı sagi İer { bir müselles şeklinde olan rını, yazılmamış olan adat kanununa tevfikan, Büyük-Açe 'nin dıiıları )— bugüne kadar devam verirler. Vakıa, rivayete göre Mökuta ‘Alanı ve eder. Her sâgi’ nin bir âmiri (panglima-sagi) tanınmış başkaca prensler tarafından neşredil­ vardı kî, bunun otoritesi müşterek menfaatleri miş nizamlar mevcut olup, bunların yalnız adı­ korumaktan ibaretti. (Böyle birlikler mülha­ nı duymuş olan açelîler hukikî mevzuatın katta da vardır }. Sagi ’îerin bu üç reisi tarafın­ orada sıhhatla kayıt ve şerh edilmiş olduğunu dan seçilen sultanın bunlara, muayyen bir mik­ sanırlarsa da, hakikatte bunların muhteviyatı, tar, atiyye vermesi âdetti. Alelusul sultan se­ idare umuruna ait talimat, saray merasimi çimi selefin mensup bulunduğu hanedan sülâ­ ( ezcümle hükümdara u/eehn/ang iarm yapacağı lesinden yapılır idi ise de, A çe'd e bulunan ya­ tazim ve bî'at ),İimatı vergilerinin tevzii ve ba­ bancılardan, msi. seyyitierden, nadir bile olsa, zı dinî vazifelerin icrası hakkında yazılmış kısa sultan İlân edilen olmuştur. Zaman ile başka emirnamelerden ibarettir. Bu nizamlar, prens­ reisler de bu işe karıştılar. Rivayete göre, bir lerin devlet idaresini merkezleştirmek tecrübe­ zamanlar, zikri geçen üç sagi reisi dahil ol­ sine giriştikleri, fakat devamlı bir muvaffaki­ mak üzere, on iki reisten ibaret bîr nevi in­ yete erişemedikleri sıralarda İsdar edilmişti. tihap meclisi kurulduğu da vâki olmuştur. Bunların te 'lifinde sarayda bulunan âlimlerin de Vaziyetin böyle olmasına rağmen, son zama­ tesiri olmuştur, ( Tafsilât için bk. C. Snouck na kadar, gerek büyük-Açe, gerek mülhakat Hurgronje, De Atjehers, I, 3— 17; The Âchehuleebalang ia rı, nasblarmı sultana yaptırırlar nese, 1,4— 16; K. F. H. van Langen, De inrichve bunu müeyyit fermam ( sarakata ) sultanın ting van hed Atjeksche staatsbestuur önder mührü ile tevş?h ettirirlerdi ( bu mühür işi­ ket sultanâat, bk. Bijdragen tot de Taal-,landnin Hindistan 'dan çıktığına dair bk. G. P. en volkenk,von Ned.-Indie, 5. seri, IH, 381— Rouffaer, Bijdragen toi de Taal~,land-en voU 471 )• Bundan başka, gerek sultanların, gerek kenk, van Ned.-Indie, 7. ser., V, 349— 384; krş. pa ngl ima 'iarm kadısı ( = kal i ) v a rd ır fakat Ç, Snouck Hıugronje, göst, yer,, 7, ser, VI, bu şer'î hâkimler adliye işlerine ancak müs te s-



.AÇE. na ahvalde karışırlardı ( msl. miras taksimi, bazı :: boşanmalarda* nikâhlar ve diğer şer’î ahkâma tevfikan hal edilecek meseleler; bir de ancak reislerin, onlara danışmak: için, davet ettikleri ahvalde ). Sultan hâkimi kali malikön ade ( ™ kâzı maliku ’l~adil) unvanını taşırdı, irsî olan bu memuriy et, za man il e b ozular ak, sultânı n idaresi çevresinde bulunan bir kaç gctmpöng 'un dünyevî reisliğine istihale etti. Diğer fenZi’lerin mansıbı da veraset usûlüne girdiğinden, bu makama irsen geçenler arasında İcap eden şer'î malûmata malik bîr zatin bulunması, bir hüsn-i tesadüf eseri idi. Di n. Hindistan ile  çe arasında öteden beri ticaret münasebeti mevcuttu. Başlangıçta A çe kültürü ve dili Hindu tesiri altına girdi; son­ ra İslâm dini, ihtimal Hindistan tüccarları vası­ tası ile, Açe kıyılarına ulaştı. îbn Battüta 1345 yılında Pasâ ye geldiği vakit, oraya müslümanIığı girmiş buldu; memleketin prensi kâfir kom­ şularına harp açmıştı. Açeliîer vakıa İslâm ve sünnîdirler; lâkin bunların müslümanlığı, Hol­ landa Hİndistanı ’mn diğer mahallerinde olduğu gibi, bîr takım hususiyetler gösterir ki, bunlar dinîn Hindistan'dan- buraya geçtiğine delâlet eder. Bu meyanda rafzî bir tasavuufla şi'îliğe ait bazı hususiyetlerin de aralarında İntişar etmiş olduğunu söylemeliyiz. Meselâ ilk ayın adı Açe 'de hâlâ Asan Üşen Mir ki, bu adın, başlıca şi’î diyarlarda perestişe benzer bir hürmete mazhar olan, şehit Haşan ve Husayn Men gelmiş olduğu aşikârdır. Ganimet sureti ile ele geçirilmiş bir bayrakta eA ii 'nin kılıcı z u 'i-fakar 'ın resmi He etrafında şî 'î akidesine ait yazılar bulunması, bir iki âlimi, açelîlerin kısmen şi'î oldukları hakkında, bir zamanlar yanlış telâkkiye uğrat­ mıştı ( krş. A, W, T. Juynboll, Een Atjtneesche viag met Arabische opschriften, bk. Tijdschrift van NedAndıe, ı 873> H, 325 v.dd.; 1875, II, 471— 476} M. J. de Goeje, Atjeh, bk. Ds Nederl. Spectator, 1873» s. 388 ). Hayat telâkkisinde hîndli üstadlarmm mura­ kabeye mütemayil evsafına uyarak, açeiîler de bazı dinî vazifeleri yerine getirmekte ihmal şÖstermektedîrler; hele çoğu namazı ihmal eder­ ler. Buna mukabil her yıl bir çok açeli hacca gider. Bundan başka bâlâ muhtelif yerlerde şeriat ulemasının ( malayca, arapça, veya açece ) din kitaplarında verdikleri dersleri takip eden­ ler vardır ( krş, C, Snouck Hurgronje, Eene verzameling Arab., Mal. en Atjehsche handschri/ten en gedrukte boeken, bk. Notulen van het Baiav. Genootsckap van Kunsten en Wetensch., 1901, XXXIX, ilâve V II5 ayn. mlh, De At jehers, II, 1— 33 ; The Ackehnese, II, 1— 32 ). Ekserisi uzak semtlerden gelen talebeler toplu­ ca bir binada ( rangkang ) iskân edilir. Devle*



12 !



tin şevket ve ikbali devrinde sarayın parlaklığı, H indistan, Suriye ve Mısır'dan gelme yabaneı âlimlerin (ezcümle meşhur ibn Hacar al-Hay­ tam i'n in bir oğlunun) A ç e 'd e yerleşmesine sebep olduğu çok vâkidir. Bunlar A çe hüküm, ■ darları için, malay dilinde hâlâ takdir mevzuu : olan bîr kaç eşer tasnif etmişlerdi. Bu eserler­ den biri, Gucrat -tan hîndli âlim Râniri 1892 de, Mekke'de basılan malayca fıkıh kitabı Sırat aUmustahim Mir. Gene aynı zat 1637 de Sultan İskandar II. e Bustân al-Salâtin unvanlı, ansik­ lopedi tarzındaki eserini ithaf etmiştir ( krş. G. K. Niemann, Bloemlezing ııit Maleische geschriften, 2. kısım ). Bunun gibi Sinkel şeh­ rinde ‘ Abd aîRa’üf fıkha ait Mir'ât al-Tullâb adındaki kitabını yazıp, prenses Şafiyat aîDia 'e takdim etmiştir ( 1641— 1675 ). Krş. S. Keyzer, Bijdragen ioi de Taal-, Iand~en volkenk.van Nederl. Indie, 2 .ser., VII, 223 v.dd.; A . Meursinge, Handboek van het Mohamm, regt in de Maleische taal, Amsterdam, 1844. Birçok açeliîer M ekke’de sünnîtarikatlerden birine ( hususiyle kadiriya veyahut nakşibandi ya) girerler; lâkin bu tarikatlerin A çeM e haiz oldukları ehemmiyet, Hollanda Hindistam ’nın diğer cihetlerindeki kadar, büyük değildir. Daha evvel A çe'd e, umumîyettle Hindistan'ın her tarafına yayılmış bulunan, panteist tasav­ vuf hüküm sürerdi. Bu rafzî mezhebin A çe Me en maruf mümessilleri sumatralı ( veya Pase 'li ) Şams al-Din ( Ölm. 1630 ) ve selefi l^amza Pansüri idi. Bu cereyanın başlıca muarızları Râniri ve ‘ Abd al-Ra’üf idi ( krş. H. N. van der Tuuk, Bijdragen iot de Taal-,land- en valkenk. van Nederl. Indie 3. ser., 1, 464 ). Son zikrettiğimiz zat muhtelif memleketlerde tahsil görmüştü; ezcümle Medine Me Ahmed Kuşâşî kendisine hocalık etmişti. Mualliminin vefatını müteakip, 1661 de, ‘Abd al-Ra’üf yurduna döndü ve burada üstadının daha koyu tasavvufunu { şattariya ) memlekete soktu. Krş. D. A. Rînkes, Abdoerraoef van Singkel., Leîd. Doktor Diss. 1909; F. Wüstenfeld, Die Çnfiten in Süd-Arabien im X I ( X V I I ) Jahrh., bk. Abh. der K g l Ge. seli, der Wissensch. zu GSttingen, 1883, XXX, 127— 129. Bu eski rafzî tasavvufun zamanımıza kadar gelen bazı bakiyeleri varsa da, cehalet yüzünden sünnî mezhebinde vukua gelen bu ayrılıklar, İslâmiyet merkezine gidiş gelişlerin artması ile yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır (tafsilât için bk. Snouck Hurgron/e, De A t je ­ hers, II, I4 v.d .; The Ackehnese, II, 13 v .d .). Evliyayı ta ’ziz halk itikatlerı arasında, hâlâ mühim yer tutar. Şöhret bulmuş velîlerin ka­ birleri ziyaret edilir ve adaklarla bunların şe­ faati temin edilmeğe çalışılır. Evliyanın rağbet görenlerinden bir kaçı, yabancı idi; nitekim



122



AÇE*



XXX. Şarİf Sayf al-'Aîam (1815— 1818 ). I7g3 yılında ölen arap TÖngku Ancöng ve türk XXXI. Cavhar al-'Alam II. ( 1818— 1824 ). veya Suriyeli „Gampöng Bitay velîsi** bunlar­ XXXII. Mnljammed Şâh (1824-1838). dandır. Rivayete göre, bu zat XVI. asırda Açe XXXIII. Manşür Şah (1838— 1870). 'ye gelmiştir. Yukarda adı geçen ‘Abd al-Ra’üf XXXIV. MahmÜd Şâh ( 1870-1874 ). dahi velilikle vasıflanarak. Öylece hürmet ve A ç e p r e n s l e r i n i n en e s k i t a r i h i , ta*zime mazhar olmaktadır; hattâ yurttaşları­ nın rafız ve günahkârlığına karşı şiddetli dav­ ancak ana hatlarına münhasır olarak, Malay ranışından dolayı, daha sonraki nesillerce, İslâ­ vak'anüvislerinden ve bazı avrupalı muharrir­ miyet! Açe*ye getirip yayanın o olduğu sanıl* lerle başka bir iki kaynaktan malûm olmak­ mıştr. Vefatından sonra velîler araşma konul­ tadır. Evvelce Pedir ’e tâbi Açe devletini kuran, muş ve mezarı Açe ırmağının ağzında ( kuala ) rivayete göre, 'A lı Muğayat Şâh [ yk. bk., nr. bulunduğu için, tongku di kuala lakabı ile I ] idi. Oğulları, Şalâh al-Din ve bilhassa 'A lâ1 al-Din Ri'ayat Şâh al-Kahbar, yeni devletin iti­ ta’zîz ve tekrim edilmiştir, barım arttırdılar. A çe devletinin ikbal devri A çe pr ensleri. I. 'A li MuğSyat Şâh (± 15 14 — ±1528). XVII. asrın ilk yansına, başlıca prens îskandar Muda [ yk. bk., nr. XII ] mn zamanına rastgeII. Salâh al-Din (1528— 1537). III. 'A la al-DÎn al-Kahhâr (1537— 1568). lîr ki, vefatından sonra mökuta 'cilam (âlemin tacı) lâkabı ile tekrim edilmiştir. Açelilerin IV. Husayn (1568— 1575). V . Sultan Muda ( çocukken, ancak birkaç hükümranlık sahası o çağda cenuba doğru bir hayli genişlemişti. Bu îskandar 'İn koca bir do­ gün saltanat sürmüştür ). nanma ile Pahang ve Malakka ’ya karşı sefere VI. Sultan Sri ‘Âlâm (1575/1576). çıkışı, mühim bir destana mevzu olmuştur. (Bu­ VII. Zayn aî-'Âbİdin (1576/1577). VIII. ‘A la’ al-Din ( Perak 'tan ) = Manşür na dair fazla İzahat için, bk. Snouck Hurgronje, De Atjekers, II, 83— 92; The Achehnese, II, Şâh ( ı S77— ± 1586). 80— 88). Halefinin vefatından sonra (yk. bk., [IX, Sultan Buyung (± 158 9)3, X. 'A la1 al-Dia Ri'ayat Şâh (1586 [89] îskandar Şâni, nr. XIII), XVII. asrın ikinci ya­ rısında, Açe ’de dört prenses hükümdarlık etti. — 1604). Böyle bir prensesler saltanatı, her şeyden Önce, XI. 'AH Ri'ayat Şâh (1604— *607 ). XII. îskandar Muda = Mökuta 'Alam (1607 uleebalang ’ların işine yarayarak, bunların ikti­ — 1636). dar ve itibarını artırdı. Fakat başka birçok kimseler bu gidişi beğenmediklerinden, Mekke­ XIII. îskandar Şani (1636— 1641). XIV. Şafiyat al-Din Tâc al-'Alam ( XU. ’nin 'den elde ettikleri bir fetvaya dayanarak, kadın kızı olup, XIII. ’den dul kalmış, 1641 saltanatının şcr'an memnu olduğunu beyan ve ilân ettiler. Bunun üzerine, XIII. asrın başlan­ — 1675 ). X V. Nakiyat al-Din Nur al-'Âlam (1675— gıcında, bir sıra hanedanlık mücadelesi vukua geldi. En yüksek makam, ele geçirmek azmi ile 1678 ). çekişen bu prenslerin bir kaçı, Açe de doğmuş XVI. 'İnâyat Şâh ( 1678— 1688 ). "'t? seyyitler ( Husayn ahfadı) idî. Bunlar arasın­ XVII. Kamâlat Şâh (1688— 1699). XVIII. Badr aİ-‘Alam Şarif Haşini Camâl da en tanınmış olam Camâl 'dır. [ yk. bk., nr. al-Din (1699— 1703 ). X X ] ; 1726 yılında tahtan indirildikten sonra, XIX. Perkara 'Âlâm Şarif Lamtuy (1702/ yerine geçen sultanlarla hayli bir müddet mü­ cadele ve müdafaada bulundu. Bu meyanda Bu*703 ). XX. Camâl al-‘ Alam Badr al-Munîr (1703 ginli Ahmed ’e karşı (k î, Açe *nin son hüküm­ — 1726). dar sülâlesinin müessisidir [ yk. bk., nr. XXIII ]) XXI. Cavhar al-'Alam Amin al-Din (bîr harp ettiği gibi, onun oğlu Çuhan [ yk. bk., nr. kaç gün )._ XXIV ] ilede çarpıştı. Camâl ile Çuhan arasın­ XXII. Şams al-'Aîam ( bir kaç gü n ). daki savaş ve Camâl *in ölümü, açelilerin ikin­ XXIII. 'A la 1 al-Din Ahmed Şâh (1727— ci bir destanına mevzu olmuştur (krş. Snouck Hurgronje, De Atjehers, II, 92— 100; The *735 )* XXIV. 'Ala* al-Din Çuhan (1735— 1760 ). Achehnese, II, 88 — 100). Sarayın serveti ve iti­ XXV. Mahmüd Şâh (1760— 1781). barı azalarak, gittikçe ehemmiyetten düşmüş [XXVI. Badr al-Din (1764/1765 ) ]. olmasına rağmen, son zamana kadar açeliler [XXVII. Suîaymân Şâh (1773) ] . hükümdarlarına karşı yine büyük bir hürmet XXVIII. 'A lâ’ al-Din Mnljammed (1781— 1795). beslerler ve bunları şerefli bir mazinin mümes­ XXIX. 'A lâ 1 al-Din Cavhar al-'Alam (1795— sili tanırlardı. 1815; 1802 yılma kadar vesâyet al­ A ç e n i n i s t i l â s ı . Açelilerin korsanlığı tında). ile esir ticareti ve komşu ülkelere yaptıklar*



baskınlar daimî bir tehlike teşkil ediyordu. Bi­ ber ticareti için Açe sahillerine varan tüccar daima soyulmak ve öldürülmek tehlikesine ma­ ruz İdiler. Hollanda hükümeti başlangıçta bu belaya çare bulmak iktidarında değildi; çünkü 1824. te İngiltere ’ye karşı, Sumatra adasında işgal ettiği sahayı şimale doğru genişletmemek taahhüdü altına girmişti (1871). Fakat bu ka­ yıt, 1873 *e yeniden yapılan muahede ile, orta­ dan kalkınca, Hollanda askerleri A çe merkezi ile civarım ve mülhakattaki bir kaç limanı ele geçirdiler. Son hükümdar payitahtından kaçtı ve az sonra öldü (1874 ). Gerçi iç memleket ahalisinin Hollanda hükümetine gitgide dahalet etmesi beklendi ise de, bu ümit tahakkuk et­ medi. Bilâkis kuruluşunda başlıca yerli şeriat ulemasının rol oynadıkları, kuvvetli ve sona kadar harp tarafdarı, bir asker partisi meyda­ na çıktı. Ulema takımı Açe ’de ötedenberi ol­ dukça büyük bir itibarı haizdi; fakat bu siyasî vaziyet,: nüfuzlarını pek ziyade arttırdı. Memle­ keti dolaşarak, cihat ilân edip durdular. Harp masrafları da halkın verdiği zekâtlar ile temin edildi; : ötedenberi idarelerine alışılmış yerli reisler, sahne gerisine bırakıldı. Bazı politika sergüzeştçileri ( ezcümle maruf Töngku ‘Umar) bu: ahvâli fırsat bilerek, makam ve iktidar hırsı ile harekete geçtiler. Buna mukabil, 1878 yılın­ da, 6 yaşında sultan ilân edilmiş olan ve saray erkânı ve maiyeti ile birlikte vaktini Komala (Pidie) ’da geçiren Muhammed Davud'un filiyatta hiç bir siyasî nufuzu olmamıştı, 1877— 1Ö81 yılları içinde Büyük Açe istilâ ve zaptedildikten sonra, Hollanda askerleri 1884 te Kuta Raca etrfında tahşid edildi. Ancak 1896 dan sonradır ki, başlıca Büyük-Açe ’de şiddetli bir taarruza girişildi; 1898 de bu hareket mülha­ kata ve daha sonraları Gayö ve. Ala$ mıntakaIanna da yayıldı. Bu hareketler istenilen neti­ ceyi verdi: Hollanda ’nın hâkimiyeti yavaş ya­ vaş ülkenin her yerinde, gerek uleekalang '1ar gerek başka reisler tarafından, kabul edildi. 1903 te sultan Muhammed Dâvüd da inkiyat etti ise de, saltanatı Hollanda tarafından tasdik edilmedi. Açe ile Gayö ve Aİas mıntakalarmın inkıyadı bir kaç yıidanberi filen tahakkuk etmiş bulunuyor. Muhtelif memleketlerle mmtakalar vakıa eski yerli reislerce idare ediliyorsa da, bunlar Hollanda memurlarının mürakebesine tâbidir. Bu geniş ülkenin bîr çok yerlerinde çete çarpışmaları eksik olmadığından, Hollanda hükümeti burada kuvvetli garnizonlar bulun­ durmağa mecbur kalmıştır. Bu garnizonların vazifesi, gerek serkeş yerliler, gerek eşkiya takımının takip ve tenkili ile uğraşmaktır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen «serlerden başka, bk. P. J. Veth, Atehin en



ztfne betrekkingen tot Nederland {Leyden, 1873 ) î J- A . Kruyt, A t fek en de A t jehers. Tzvee faren blokkade op Sumatra's JV.-O.Kust (Leyden, 1877) ; Mededeelingen betreffende de Atfekscke önder hoorigheden ( Bifdragen tot de Taal«, land- en volkenkunde van Neder.-Indie, 7. ser., IX, 138 — I7I )» J. C. J. Kempees, De tocht van overste van Daalen door de Gafa-, Alas- en Bataklanden ( Amsterdam, 1904 ) ; C. Snouck Hurgronje, Een Mekkaansck gezantsehap naar A t fek in 1683 ( Bifdragen tot de Taal-3 land- en volkenkunde van Nederi.Indie, S- s®*-*» MI, 545— 554); Rn. Hoesein Djajadiningrat, Critisck overzicht van de in Maleische merken vervatte gegevens över de geschîedenis van ket sultanaat van A t fek (göst. yer.). ( T h. W. JüYNBOLL.) ‘A D . [ Bk. Ad .] Â D . ‘AD , Kur'an ’da enbiya kıssalarında sık sık adı geçen kadîm bir kavim olup, hakkmdaki tarihî malûmat dağınık bir haldedir. Nuh dev­ rinden sonra yaşayan bu kudretli kavim, servet ve refahı dolayısı ile, kibir ve gurura kapıl­ mıştır ( Kur'an, VII, 67 ; XLI, 14). ‘Âd kavminin büyük binalarından Kur'an ‘da ( XXVI, 128 v.d.) da bahsedilmektedir ; krş. LXXXIX, 5 v.d., „alam tara kay fa fa 1ala rabbuka bi 'âd, İrama zat al-'imâd“ tabirinde İram, kabileyi veya bir yeri gösterse gerektir. XLVI, 20 'ye göre, bu kavim al-akj d = 4, h = 5, V — 6, 2 = 7, A = 8, ■ f ~ 9, y = 10, k = 20, l == 30, m — 40, n — 50, s = 60 ‘ = 7 0 , / = 80, $ = 90, k = 100, r = 200,$ = 300, t = 400. 326 yazmak istedikleri vakit, başka samı kavimler gibi sağdan sola doğru, alfabenin mukabil harflerini yazarlardı: $ k v. 40o den yukarı yüzleri ifade etmek için, abcad ; *in iki yahut daj^î* ziyade harflerini terkip eder­



ADEM.



lerdi : tlf. = 500, ir = ğoo, it = 800, üş = 1106 v.s. gibi.1 ^ Bu usûl ile adedleri tadat ve tark î m ihtiya­ cı hayli temin edilmiş ise de, adedleri yazma­ nın istihdaf ettiği asıl gaye, yani hesap ameliyelerini yapmak, o vakte kadar kurulan ve kullanılan usuller ile, temin olunamazdı. O işe — ifade ettiği ünitelerin sayısı »e kadar çok olursa olsun — yazı harfleri ile gösterilen bir tarkim sistemi kifayet edemezdi. Adedleri ifa­ de eden rakamların hesap ameliyelerinde esas gibi kullanılacak bir şekil almaları gerekti. Bu maksada, hindlilerin kullandıktan dokuz rakam işaretine, vaziyetlerine göre, hîndliler tarafın­ dan verilmiş olan İzafî kıymetin konulması sıfıra da teşmil edilmek suretiyle, erişilmiştir. Araplar sıfıra ( al-şifr ve bundan İngilizce «cipher", almanca «Ziffer" v .s.) bu adı ver­ mekle hind dilinde «boşluk" manasına kullanı­ lan kelimeye uymuşlardır. Bundan başka, garp araplarmm rakam şekillerini şark araplarmmkiierden ayırt etmek gerektir. Garp arapları, bugün «gubar rakamları" denilen eski hind rakamlarım taklit ettikleri halde, şark arapları hind rakamlarım o zaman ( m.s. VIII. asır) aldıkları değişik şekillerde kabul etmişlerdir. Bunun ne suretle böyle olduğunu tarihî bir kat'İyetle tesbît etmek güç bir meseledir (bu­ na dair bk. Canior, Vorlesungen über Gesck. d. Mathem,) 2, tab., s. 669. v.dd. ve oradaki bib­ liyografya )._ (M A H L E R .) ÂD E M . ÂDÂM, künyesi Aba 'l-Ba$ar «beşe­ rin babası", lâkabı S a fî AUâh «Allahın seçtiği" 1 M akale sahibinin k *= 100 dan sonraki t a r k i m usûlü hakkında malûmatımız yoktu r. B ildiğim iz soy, a r k a m - 1 e ttm a l namı ila, h ıcrî ikinci asırdan beri kullanılan t a r k i m usûlünde 100 den sonra 1000 o kadar olan m î’a t rakam­ ları a b c a d ’in son ik i grubunu teşk il eden s h a g g ğ ’m to p lad ığı 6 harfio gösterilm esidir. Hind rakam larının say» olduğu üçüncü asır ortaların a kadar, boylo devam etm iş vo ondan sonra umumî m uamelâtta lıind rakam ları ku llan ıl­ mağa başlanılm ış vo a r k â m - t cama! dahi h eyet hesahatu ıa münhasır kalm ıştır vo son asra kadar müneccimler ara­ sında bu suretlo devam edegelm iştir. Marn, vo aşikâr otan bu istimal suretinden bahsedilmemesi v e 500 den 1000 o kadar olan m i’at rakam larının 100 ile terkip edildiğinin soylemnosi çok gariptir, ihtim al kİ, m üellif M ısır müs1umanlar inin, fetihten sonra, bir müddet ku llan d ıkları Ha­ bisti h arfleri ile olan t a r k i m usûlünden bahsetmek istiyor. F ilv ak i nebatî h arfleri a b c a d 8 grubundan ilk altısının ihtiva e ttiğ i 22 harften ibarettir ; binaenaleyh 400 den yukarı 1000 e kadar m i’at rakam ları için vazedecek harf­ leri yektu r. F akat İkinci asra girmeden e v ve l, gerek Mı­ sır ’dakî nabntî h arflerle, gerek Suriye vesair yerlerde kullanılan yunan h arfleri ile 'olan t a r k i m terkedilm iş vo yorine a rap harfleri ile olan a r k d m - ı e ttm a l kullanılm a­ ğ a başlam ıştır. G erçi M ıs ır ’a münhasır olan ve az müd­ det süren bu terzinden, ıslâm rakam larının ta rih î bir geçidi olm ak üzere, bahsedilmesi çok yerinde ise de, bunu böylece tashih etm ek vo 12 asırdan beri kullanılan tarzı, esas olarak, söylem ek ieaboderdî.



( Bu makaleye ilâve edilen notlar FÂTİN GÖKMEN tsrpfından yazılmıştır).



ADEM — ADEN.



ve Kitab-ı Mukaddes 'teki Adam. Kur’an ’da Âdem ’in yaradılışı hakkmda şöyle denilir: »in­ sanı kumlu toprak ve pis kokan çamurdan ya­ rattık" (X V , 26). Fakat, menakibe göre, Allah Cabrâ’il, Mikâ’îl ve İsrafil adlarındaki me­ leklerden her birine, sıra ile, yedi kat yerden yedi avuç toprak almak emrini vermiş ise de, arz bu toprağı vermeğe razı olmamıştır. O za­ man ‘Azrâ’il, aym emir üzerine, İnsanı yaratmak için, lâzım olan miktar toprağı arzdan zorla almıştır. (Bu efsane, bazı tadilâtla beraber, israılî asardan alınmıştır? krş. Jerusalem Targümu, Sifr-i Tekvin, bab II, 7 ; Taîm . Bab., Sankedrîn, s. 38*1; P ir k e R . E li ezer, bab 11). Allah, günlerce yağdırdığı yağmurla, bu top­ rağı yumuşattıktan sonra, melekler ona yuğurmuş ve Allah ona bizzat şekil vermiştir. Fa­ kat can vermeden önce, kuruması için, uzun müddet onu bir tarafa bırakmıştır. Kur’an ’m yukarıda mezkûr âyetinden bahsederken, Mas'üdi Adem ’in vücudunun 80 yıl şekilsiz kaldı­ ğım, şekil verildikten sonra da, 120 yıl ruhsuz durduğunu söyler; krş. Berefit Rabba, Gen., II, 7 ve A hbt de- R . Nâîan ( nşr. Schechter), s. 22. Âdem yaradıidığı vakit, Allah meleklere Âdem ’in önünde secde etmelerini emretti, İblis ( şey: tan) ’ten başka hepsi bn emre itaat ettiler. Bu hâl hem kendisinin hem Âdem ’in cennetten kovulmasını (huhtıf) intaç etti.* (K ur’an, II, 34 v.d .; VII, XI ; XVII, 62 v.s.). Kur’an, Allaha : Adem ’î meleklerin hükümdarı yaptırmak husu­ sunda, süryanî hıristiyan Midrâş *1 ile tetabuk arzeder 2 ( bk. Bezold, Schatzhbhle, s. 3 v.dd., metin, s. *4). Âdem, Allahın kendisine snhuf vahy-ü inzal etmiş olduğu ilk peygamberdir. A l­ lah ona istikbali açarak, kendisinden sonra ge­ lecek bütün nesilleri peygamberleri ile birlikte, gösterdi. Davud’un ancak kısa bir zaman, ken­ disinin ise, bin yıl (Allahın bir günlük müd­ deti ) yaşayacağını öğrenince, Âdem kendi om• rünün kırk yılım Dâvüd ’a bahşetti; bunun üze! fine Adem ’in ömrü 960 seneye indi (Tabari, ' I, 156 v.dd.; îbn al Asir, I, 37), Krş, Bereştt Rabba, Gen., II1, 8 ; Bem idbar Rabba, Num., VII, 78. Bu sonuncu kitapta, Tekvin kitabının V , 5. fıkrası ile uygun olarak, Âdem ’in kendi ömründen 70 yılını D av u d ’a verdiği bildiril­ miştir. Cennetten kovulan Adem, Serendib • 1 M üoliîf cümleye „bıı hnl“ dîye banlamak sureliyle, 1 A d em 'in cennetten çıkm asına da şeytanın secde cimeme. oini sebep gösterm iş oluyorsa dn, h ak ikatte birbirini : takip eden ik i Sycti yekdiğerine karıktırm ak hatasına . düşmüştür. Çünkü Â d e m ’in cennetten çıkm ası, K u r’a n ’a ■ göre, pecaro-i m om m tet ’ya tekarrübUndc» d o layıd ır.



2 Kur’an ’da Allahın Âdem’i melekelere hükümdar yaptığına dair hiç bir âyet yoktur; yalnız meleklere .. . hitaben Âdem ’i yer yüzünde kendisino halife yapacağı>: 0 1 söyler (Kur’an, II, 29).



135



( Seylan ) adasına düşmüş, ve bu adada eşinden 200 yıl ayrı kalarak, vaktini tövbe ve istiğfar ile geçirmiştir *12 ( Kur'an, II, 37, krş. Talih. Bab., tErâbîn, 3. r8b ). Seylan adasında Porte­ kizlilerin Pico d’Adam dedikleri bir dağ vardır. Efsaneye göre, bu dağdaki kayada Âdem ’İn 70 arşın uzunluğundaki ayaklarının iz kalıplan bu­ lunmaktadır. Cabrâ’il işlediği suçtan nadim olan Adem *i Mekke civarında ‘Arafat ’a götürür vo Âdem orada eşi ile buluşur, 'fabari ( I, 1 2 3 ) ve îbn al-Asir (I, 29 ) *c göre, Allah, Âdem *e Ka‘ba ’nın inşa edilmesini emretmiş, Cabrâ’il de ona hacc merasimini öğretmiştir. Âdem nisan ayının 6. cuma günü vefat ederek, Abu IÇubays dağı eteğindeki Hazineler mağarasına ( Mâğârat al-kunüz) gömülmüştür ( Ya‘Icûbi, nşr. Houtsma, I, 5 ), Diğerlerine göre, Âdem ’in ce­ sedi tufandan sonra Melchizedek tarafından Kudüs şehrine nakledilmiştir. Birbirinden farklı olan bu İlci rivayet yukarıda adı geçen süryanî hıristiyan Midrâş kitabında, Âdem ’in 14 nisan cuma günü vefat ederek, muvakkaten Hazineler mağarasına gömülüp, tufandan sonra Melchize­ dek tarafından Kudüs ‘e naklolunduğu şeklinde te*lif edilmiştir ( Bezold, göst. ger., s. 9— 10). B i b l i y o g r a f y a : Taban, I, 115 v.d.; Saİabi, al- A râ'is (Kahire, 1297), s. 23 v. dd.; Navavi (nşr. Wüstenf.), s. 123 v.d.; Mas'üdi, Murüc ( Paris), I, 115 v.d .; îbn alAgir (nşr. Tornb.), 1, 19 v.d.; Weil, Bibliscke Leğenden der Muselmânner, s. 12 v d .; G. Sale, T ke Koran, I, 5, not, K, 83, not, 4x0, not; Grünbanm, Nene Beitrage zar ssmît. Sagenkunde ( Leyden, 1893 ), s. 54 v.d.; Z eiisekr, d. Deutsch. Mor geni., G esellsck., XV, 31 v.dd.; XXIV, 284 v*d.; XXV, 59 v.d. ( M. S eligsohn .) AD EM . ‘ADAM , k e z a ‘ u dm ( A .) , » yokluk" m ânasına fe ls e fe ıs tıla h ıd ır ; zıd dı VUCÜD [ b. bk.]. ‘ A D E N . [ Bk. aden .] A D E N . ‘ADEN, cenubî Arabistan’da sahil şehri; çorak ve nebatsız ‘Aden yarım adasmm şîinal-i şarkîsinde bulunur; şehrin ehemmiyeti, eskiden beri burada inkişaf etmiş olan deniz ticaretinden ileri gelir. Şimdiki liman ( Steamer Poiat}, kuvvetlice tahkim edilmiş olan asıl şehirden biraz uzaktadır. Bu kısım eskiden beri çok karışık menşe’İi bir nüfusa m alikti; arap coğrafyacılarının orada konuşulan arapçaya çok bozulmuş bir lehçe demeleri bu sebeptendir. Şimdi de nüfus yalnız iraplar­ dan müteşekkil değildir; bilâkis bir çok hindli1 Kur'on ’da Âdem’in Serendib adasına indiği ve orada Havva ’da» iki yüz sene ayrı kaldığı mezkûr olmamakla beraber, isiâmî en'aaoyo girsıij bir riva­ yettir.



136



ADEN.



lerin, somalilerm, yahudılerin ve avrupahlannt orada yerleştikleri görülür. Bütün nüfusunun 44.000 olduğu söylenir. Şehrin içme suyunu teinin eden, eski zamanlardan kalıp ihmal ve fakat ingilizler tarafından tekrar tamir edilmiş olan bir boğazdaki büyük bentler görülmeğe değer. ‘Aden 'de mühim Islâm mimarî eserleri yoktur; ancak şehirde maruf olan Şayh al‘Aydarüs ‘un türbesi dikkate şayandır. Şayh ‘Osman ’a giderken, yolun yakınında bir kaç tuzla vardır. T a r i h î m a l û m a t . Öreklerin ve roraahlann Adana veya Athana diye bildikleri ‘Aden *e bizzat Peygamber, ilk İslâm vâlisi olarak, Abû Musa ’l-Aş'arİ 'yi gönderdi. Bani Ziyâd Yemen ’de müstakil, bir hanedan kurduktan sonra, ‘Aden Yemen vilâyeti akşamından oldu ve o vilâyet limanlarından bîri sayıldı (304 = 916). Tahminen bir asır sonra (402 = 1011) Bani Ma'n [b . bk.] 'Aden, Lahec, Abyan, Şihr ve Hazramavt *ta hâkimiyeti ellerine aldılar. Ye­ men Ş u layh i’lerı ‘Aden üzerinde hâkimiyet hakkım Bani Karam ‘e verdiler; bunlar son­ ra birbirleri ile anlaşamadılar; nihayet bu aile­ nin bir kolu olan Bani Znray' [ b. bk.] üs­ tünlüğü elde ederek, 519 (1125) senelerinde istiklâllerini ilân ettiler. Hâkimiyetleri Salâh al-Din'in kardeşi Turan Ş â h ’m Yemen’i zapt­ ettiği 569 (1173) yılma kadar sürdü. Birbiri ardınca burada A y y ü b i’ler (625 = 12286 ka­ dar ) Rasüli '1er ( 858 = 1454 e kadar) ve Tâhır i ’ler (923 = 1517 "ye kadar) hüküm sürdüler. 1513 te, Alfonso d'Albuquerque ’in kumandası altında, portekizîiler ‘Aden'in Önüne geldiler; fakat şehri zaptedemediler; nitekim birkaç se­ ne sonra gelip,.Tehiri 'lerin sonuncusundan La­ lı id şehrini alan Mısır Mamlük ’lerî de aynı muvaffakiyetsizlİğe uğradı. ‘Aden, Kanunî Sultan Süleyman 'm hind se­ ferine memur ettiği Mısır beylerbeği Hadım Süleyman Paşa tarafından, o sırada şehrin hâ­ kimi olan ‘Âmir b. Dâvüd elinden alındı ise de, bunu takip eden senelerde Yemen Zaydı ’lerinin tecavüzüne uğrayarak, 1568 de şehri yemden fethetmek zarureti hâsıl oldu. Nihayet 1630 y ı­ lma doğru 'Aden ’de osmanh hâkimiyeti sona erdi. XVIII. asır başlarına kadar burası Zaydi .’ lerin hükmü altında kaldı; sonra Lahec [b . bk.] sultanlarının eline geçti. Bu sırada şehir, liman olmak bakımından, ehemmiyetini kaybetmişti; öyle ki, 1838 de ingilizler ‘Aden ’e geldikleri va­ kit, buranın nüfusu, fakir bir hayat suren, 600 kişiden ibaret kalmıştı. Bununla beraber, Hin­ distan ’a yerleşmiş olan ingilizler, daha evvel­ den, mevkiin ehemmiyetini takdir etmişler ve 1802 de Lahec sultam ile bir ticaret ve dostluk muahedesi imzalamışlardı. Şehri işgal İçin de,



bu sahillerdeki arap korsanlarının tüccar gemi­ lerine tasallut etmelerini bahane ittihaz ettiler. 1838 senesinde İngiliz kaptanı Haines sultan Muhsin b. Fuzay! 'i 'Aden 'i Ingiltere *ye terke ikna etti ise de, şehrin fi’Iî işgali ertesi sene, bu sefer şehri bırakmak istemeyen hükümdara karşı cebir kullanmak suretiyle, vukua geldi ( 20 kânun II. 1839 ). Bundan sonra, otuz sene kadar bir müddet içinde, ingilizler civarda, ya­ şayan ve fırsat buldukça 'Aden 'e akınlar yyapan kabilelerle mücadele ettiler ve sonunda, bun­ larla muahedeler akdedip, kendilerini zorla hi­ mayeleri altına aldılar (1867 ). O zamandan beri ‘Aden *in inkişafı devam etti. İngilizler burada birçok yeni binalar, kömür ve su depolan, eşya antrepoları ve kışlalar yaptırdılar ve mevkii kuvvetle tahkim ettiler. 'Aden şehri bu suretle Hind ve uzak şarlc deniz. yolu üzerinde gayet ehemmiyetli bir uğrak oldu. Limana uğrayan gemilerin tutan 1900 senesinde 4,7 milyon to­ na yaklaşmış, 1927 de 10,6 milyonu ve 1932 de ise, 12,3 milyonu bulmuştur.



İdarî bakımdan, Bâb al-Mandab boğazında bulunan Perim adası ile Arabistan'ın cenub-î şarkî sahilindeki Kurayn-Murayn adaları ve So­ mali sahili açıklarındaki Sokotra adası ‘Aden ’e tâbi bulunduğu gibi, ‘Aden'de 1927 ’den beri doğrudan doğruya Hindistan imparatorluğu ida­ resine bağlanmıştır; daha evvel Bombay idare­ sine ( presideney) tâbi idi. Şehirde bir vâli Ingiltere ’yi temsil eder. 'Aden arazisi, Perim adası ve himaye altında bulunan hinterland dahil olmak Üzere, 23.300 murabba km. büyük­ lüğünde olup, bu arazi üstünde 1931 senesinde takriben 155.000 nüfus yaşamakta İdî (yalnız ‘Aden, ve Perim 207 murabba km. ve 1931 sa­ yımında 50.800 nüfus), 'Aden kolonisinin ticaretinde ( 1929/1930 sene­ sinde ) ithalât 79.838.000 rupyaya ve ihracat 60.347.000 rupyaya baliğ olmuştu. İhracatın başlıca unsurları dahilden veya komşu kıyılar­ dan gelen kahve, zamk, deri, günlük, tütün, hu­ bubat, şeker v.3. gibi şeylerdir. ‘Aden şehrinde bulunan nüfus, ırk bakımın­ dan, çok çeşitli ve karışıktır. Çoğu hariçten gelmiş olan arapîar, daha ziyade ticaretle meş­ gul olurlar. Gemilerin yükleme ve boşaltına iş­ leri ile meşgul olanlar ise, kanaatkâr bir hayat geçiren Somali muhacirleridir. 'Aden ‘de birçok hindli vardır; bunlar arasında, bir çoğu müslüınan olmakla beraber, brahma dinine mensup olanlar ve parsîler de bulunur. Bunlardan baş­ ka, çehreleri habeşlileri andıran ve arapların tenezzül etmedikleri birtakım işleri gören, ak~ dam adı verilen bir halk sınıfı vardır. Nihayet, 'Aden sekenesini tamamlamak için, yahudileri* de kaydetmek lâzımdır, .V„ ; J



ADEN - ADÎ. i b l i y o g r a fı/ a: F. M. Hunter, A c ­ count o f the Britisk settlement o f Aden in Arabia (; 1877 ) ; Playfair, History o f . Yaman; von Maltzahn, Reise nach Südarabien, s* 142 v.dd.; States man s year Book, 1932 5 Alma-* nach:de Gotka, 1932; A tıf, Yemen. Tarihi (İstanbul, 1910), s. 33 v.dd. [ Bu madde BESİM Da RKOT tarafından ta­ mamlanmıştır.] A D E S . ‘A D A Ş ( a . ; keza ALAS, BALAS, BULSUN)* mercimek. Kuraklığa karşı hassasiye­ tinin azlığı, yumuşak ve kumlu topraklardan Hoşlanması, yüzünden, mercimek şarkta ve hasseten, bugün bile en mergup gıdalardan oldu­ ğu, Mısır 'da en eski zamanlardan beri ekilen nebatlardandır. İbn al-'Avvâm İslâm âleminin garbından mercimeğin yayılması ile ziraatinden, diğer taraftan da kabız verici ve müferrih hassası ile tıbbî tesirinden (adetin fazla mik­ tarda gelmesine, su çiçeğine, abseye v.b. karşı) bahseder. İbn al-Baytar ayrıca bir ‘adaş murr (acı mercimek — mpa^yavıov*), bir eadas nabati ( nabatî mercimek ) ve bir de cadaş al-mâ* ( su mercimeği = lemna minör ) zikreder. Mercime­ ğin ifrat derecede veya devamlı surette, yen­ mesi, 6 zamanki inanışa göre, sarılık, malihulya, cilt hastalıkları ve kanser gibi ciddî illetler doğurur. B i b l i y o g r a f y a : îbn al-'Avvâm, Kitüh al-Falâha, II, 25, 69 v.dd.; îbn al-Baytar, al-Câmı (Bulak, 1291), III, 117 v.d.; Abu Manşür al-Muvaffaîf, Kitâb al-Abniya ( nşr. Seligmann ), II, 49 ; A . v. Krem er, Aegypten (*863), I, 203 ; R. Hartmann, Reise des Fr. v, Barnim,^ s. 219 (Mubienî). (H ell, ) Â D E T . ‘A D A (A. î fars», tiirk. âdet), te­ amül, âd et; İslam memleketlerinde doğrudan doğruya ibadata taallûk etmeyen hukukî mese­ lelerde, şeriate (şa rı'a ) tâbi olmayarak, tatbik edilen ö r f ve t e a m ü l e müstenit hukuku ifade eden bir ıstılahtır. Ekseriya şer’î hukukla tearuz eden bu hukukun tatbiki, bir çok mem­ leketlerde kazanın, ruhanî ve cîsmanî ( şer’î ve nizamî) dîye, ayrılmasını zarurî kılmıştır. Şim­ diki halde elimizde 'âda denilen müteaddit ka­ nun mecmuaları bulunmaktadır. Müellefatta 'âda yerine bazen 'u rf veya Içânun tâbirleri kullanılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a m î. Goîdziher, Die .. Zâhiriten, s. 204 v.d.; Snouck Ktırgroııje, Van den Berg 's beoefening ıe grammatishen Schulen der^ Araber, s. 61 v. dd. f BROCKELMANN ) Â H Îi AHİ- ( ?— 1517 ), Selim I. devri türk şairlerindendir; A sıl adının Benli Haşan olduğu zannolunuy ori Babası Şeydi Hoca; Niğbolu civa-: rında ( Trstenik) zengin . bir tüccardı. Âhî, babasının vefatında, İstanbul 'a gelerek, i 1 m iy e y e intisap etti. Aradan epey bir müddet geçtikten sonra, Şeyhî 'nin Hüsrev ve Perviz 'ine nazire olarak Ş îA n ve Perviz adlı mesnevisi padişahın hoşuna gittiğinden, terfii i çın Bursa 'daki Beyazıt Paşa müderrisliği ne tayin edildi ise de, Âhî, bazılarının iğfali ile, bu memuriyeti reddetti ve bu yüzden hep m ü l a z e m e t t e kaldı. Ancak çok sonraları Kara-Ferye medre­ sesine tayin olundu ve bu aralık Manastır 'da, şair Haverî nin kız kardeşi ile evlendi. Ahî KararFerye 'de, 923 ( 1517 ) te oldu. Şâirin, Ş i­ rin ve Peaviz 'den başka, bir de Jdüsn-ü D il ( İstanbul, 1277 ) adlı natamam bir eseri vardır ki, Fattâhi Nîgabürî 'nin [ b. bk. ] aynı İsimdeki eserine naziredir, Gibb, ( A hîstory o f Ottom an poetry, II, 296 v.dd. ) bu eserin bir hülâsasını kaydeder, Âhî nin bir de d î v a n ı olsa gerektir. Bibliyografya:



Gibb, göst. yer.',



Latifi ( C h ab ert), s. 105; Hammer-Purgstall, Gesch. d. Osm D ichtk ., I, 209. A H İ R . [_Bk. ÂHIR.] Â H I R . AHİR ( A. )= „ s o n u n c u“, Allahın adlarından ( esmâ-i hüsnâ) biridir.— A h ir-i çar ^amöûi safer ayının son çarşambası, Hindistan : 'da tes'id edilen bir İslâm bayramıdır. Rivayete göre, Peygamberin rahatsızlığı, son hastalığı, o gün biraz hafiflemiştir. Mamafih Hindistan şı'îîeri bu günü uğursuz sayarak, kıyamet gü: nünde İsrâfil sûrunun üflenmesine telmihan, ona çarşamba-i sâri derler. Bu gün hamur tatlıları pişirilir ve Peygamberin ruhuna fati­ halar okunarak, üzerine üflenir. Başka bîr âdet de ,,7 $ a t a m* yani Kur'an 'dan yedi âyet ( X X X V I . 58; X X X V I I . 77; X X X V I I . 109; X X X V I I . 120 i X X X V I I . 130; X X X I X . 73 ve X C V I I . 5) içmektir. Bu âyetler bir molla ta­ rafından bir p i s a n g yahut m a n g o yap­ rağına veyahut bir kâğıt parçasına yazılarak, mürekkep kurumadan evvel yıkanır. Yıkamak için kullanılan bu sudan kim içerse, istikbalde rahat ve mes’ud olacağından emin olur. Krş. Herkîots, On the castoms o f t he Moosulmans o f îndia, s. 230 v.dd. ; Seli, The fa itk o f İslam (2. tab.), s. 313 ; Garcin de Tassy, IJislamisme d’raes le Coran (3. tab.), s. 334 v.dd. Â H İR A . [BLÂHİRET.] AH ÎR E T. AHİRA (A,), âhir kelimesinin miiennesı olup, Kur'an'da „Öbür dünya" mânasın­ da kullanılmıştır. Müfessırlere göre, tam şekli



*57



a l- D â r al-âhira «son ikamet mahalli" olup, al-



dunyâ „ yakın (ikamat mahalli )", yani bu dün­ yaya mukabil olarak kullanılır. A H K Â F . [ Bk. AHÇÂF.] A H K Â F . AL-AHKÂF ( A.) = „kum bar kan­ ları"; Arap! ar bu ismi bilhassa Arabistan ya­ rım adasının cenubundaki: kum çölüne verir­ lerdi,: Bunlar tamamiyie meçhul bîr mmtaka olup, hiç bir seyyah tarafından ziyaret edilme­ miştir. Bir de 46. sûrenin İsmidir. A H K Â M / [B k . A H K Â M .] A H K Â M . AH KAM ( A.), hukm ’iîn cemi [ b. bk.]. * A H L .J Bk. EH İL.] A H L A F . [ Bk. ^a h lâ f .] A H L Â F . A H LA F ( a .), h ilf'm cemî [b- bk.]. ; A H L A K . [Bk. a h l â k .] A H L Â K . AH LA K ( A.), hulk ( „huy" ) 'm cemi. Ahlâk, insanın manevî seciyesini temyîz eden hususiyetlerdir. Ahlâk ilmi ( ‘Um al-ahlâ k ) ise, talimî maksatla tedvîn edilmiş ahlâk nazariyesidir. Edebiyatın muhtelif şubelerinden bir çoğunda, geniş mânası ile, ahlâka dair ba­ hislere tesadüf edilir; şiirlerde, darb-ı mesel­ lerde ve masallarda, Kur'an'da, Kur'anın tef­ sirlerinde ve hadîs dergilerinde, fıkıh kitapla­ rında fakat bu kabil eserlerde ahlâk bahisleri ahlâkî bîr ilm-i hâl ( k a s u i s t i k ) mahiyetini arzeder ve nihayet sırası düştükçe ahlâkçılık yapan müverrihlerde ve menkıbe muharrirle­ rinde rastlanır. Fakat a h l â k İ l m î bunların hepsinden ayrı bir şeydir'; onun kendine has bîr mevcudiyeti olup, muhtelif edebî eserler­ den çıkarılmış bir hulâsa değildir, Filvaki ahlâk, gerek Mısır, Suriye, İran felsefî mektep ve manastırları vasıtası İle ağızdan ağıza nakil suretiyle, gerek m ü t e r c i m l e r i n mesaîsi ile idame veya ihya edilen yazılı menkulâtla yunan felsefesine bağlı bir ilimdir. Kâtip Çelebi ahlâk ilmini, „hikmet-i ameliye 'nin bir kısmı" diye, tarif etmiştir ( Fİügel, I, 200 v.dd.). Bu ta'rif amelî ve nazarî felsefe arasında bir tefriki tazammun eder ki Eflâtun felsefesinde de mevcut bulunan bu farkı araplar bilhassa felsefî mesleklerin an’anesinden öğrenmişlerdir. Kâtip Çelebi, vezir Naşüh 'un arkadaşı ve al-Fava'id al-hâkâniya müellifi Kaid Şadr al-Dîn al-Şirvânı ( ölm. 1036 — 1626/1627) 'den naklen ilâve eder: „bu faziletler ve onları İktisap, rezîletler ve onlardan İçtinap İlmîdir, Mutaları, nefs-i natıkaya lâhik olan seciyeler ve müktesep faziletlerdir". Bu tarif ahlâk felsefesini faziletlerin ve reziletlerin ( alf abdil va ’ l-r a z d il) metodik surette tetkikine hasrediyor; bu şekilde ta'rif edilen ahlâk dok­ trini, meş^a'iyye ( Aristo ) felsefesinin ahlâk bahsinden (ethik ) başka bîr şey değildir.



158



AH LÂ&



Bu ilmin bir kısmmm imkânı aleyhinde mütekaddim bir itiraz serdedilir: insanın, şahsi* yet ve ferdiyetinin teşkil ettiği, seciyesi fertle* rin tıynetinde mündemiçtir ve binaenaleyh de­ ğişmez. Bu itibarla mevzuu muhtelif seciyeleri tavsiften ibaret olan bir ilim mevcut olabilirse de, seciyeleri değiştirebilecek bir fen ve san’at mevcut olamaz. Kâtip Çelebi, îbn al-Şadr alDın tarafından ileri sürülen bu itirazı nakle­ der ; bn itiraz, Yahya b. ‘Adi, Gazali ve Naşir al-Din al-Tüsi gibi, diğer bir çok ahlâkçılarda da tesadüf edilir. Hattâ İbn Şadr al-Dla mezkûr itirazı şu hadis (? ) ile müdafaa etmeğe kadar varmıştır: «ahlâk vücud-ı maddiye takabül eder ve değiştirilemez."1 Bunun cevabı şudur ki, ba­ zı huylar fıtrî ve bazıları itiyatla kazanılmış­ tır ; fıtrî olanlar sabit iseler de, itiyat neticesi olanlar, değiştirilebilir. Yunan an’anesıne uy­ gun olan bu görüş Peygamberim «iyi huylan ( makârim al-ahldk) kemale eriştirmek için, gönderildim" mealindeki sözü ile teeyyüt eder. İtiraz ve cevap, Gazali 'de de aşağı yukarı ay­ nıdır; fakat daha etraflı ve parlak bir surette teşrih edilmiştir. Bu suretle tarif edilen ahlâk, arapların adab dedikleri, iyi terbiye, muaşeret ve sohbette zarefet ve nezaket, hasılı XVII. asırda Fransa 'da «honnetete" kelimesinin ifade ettiği mana ile karıştırılmamalıdır. Faziletlerden hariç olmasa da, her halde başlıca faziletlerden sayılmayan edebî terbiyeyi ihtiva eden adab) ahlâktan daha az derin, fakat daha geniş bir mefhumdur. Naşlha «nasihat, Öğüt" ve vaşîya «vasiyet, tav­ siye" ahlâka bağlıdır. Arap muellefatında bu iki unvan altında, mühim şahsiyetlere atfedilen eserler vardır; fakat bunlar ahlâktan metodik bir surette bahsetmezler; binaenaleyh bu ka­ lem tecrübelerini darb-ı meseller, hakimane sözler (hikemiyat) ve büyüklerin sözleri (ke!âm~ı kibar) sırasında tasnif etmek gerektir. Misal olarak al-Aşma'i ( Macâni ’l-adab, Bey-



rut, 1896, I, 53) tarafından Nizar 'in ölürken dört oğluna verdiği nasihatleri zikredelim. —■ Ahlâk ilmi, aslında, bütün insanlara şamildir; bununla beraber bazı zümrelere mensup hususî şahıslar ile meşgul olan ahlâk kitapları da vardır. Bu nev’in en ehemmiyetlileri hüküm­ darlık mevkiinde bulunan şahısların ahlâkına dair olanlardır. Bunlar, eski filozofların naza­ rında olduğu gibi, arapların nazarında da, ahlâk ilminin bir şubesi gibi telâkki edilmekle beraber, ayrıca tetkik edilmeğe değer bir ehem­ miyette sayılan siyasetin mevzuunu teşkil-eder­ ler ler. Zâhidlerin ahlâkından bahseden kitaplar da var ise de, bunlar, hakikat-i hâlde, ahlâk ilmine teaîlûk etm ez; zira hadd-ı zatında ahlâkı zühd ve tasavvuftan ayrı tutmak icabeder. Ahlâka dair yunan eserlerinden hangilerinin araplar tarafından bilindiğine dair sarih bilğimiz yoktur. Aristo ’nun ahlâka dair yazdığı eseri, Kitâb^jd~Ahlqk unvanı ile, 12 kitaptan mürekkep'olarak, Hunayn b, îshak tarafından tercüme edilmiş bulunduğu rivayet edilir. Fakat Aristo ’nun bu eseri yalnız 10 kitaptan ibaret­ tir ; o halde bu tercümeye Magna Moralia ’nm iki kitabının ilâve edilmiş bulunduğunu mu farzetmeli, yoksa bu malûmat Aristo ’nun ahlâka dair eserine Porphyrius tarafından, 12 kitaptan mürekkep olarak, yazılmış olan şerhin ( ki, bu­ rada iz kitap adedine Magna Moralia ’nm ilâvesi ile varılmıştır) Hunayn b. İshak değil, İshali; b. Hunayn tarafından tercüme edilmiş olduğuna dair diğer bir yerde verilen malûmatın başka bir şeklimidir? Themistius’ün şerhlerinin, Hunayn b. İsha^ tarafından, süryanî diline ve belki arapçaya da tercüme edilmiş olduğunu biliyoruz. Fârâbî Aristo ’nun ahlâka dair eserini, Magna Moralia ’yı ve Eudemus ahlâkını biliyordu; kendisi de bu kitaplara kısmen bîr şerh yaz­ mıştır ; daha sonra İbn Ruşd Aristo ahlâkım şerh ve tefsir etmiştir. İbn al-Hammar namında biri tarafından tercüme edilmiş bulunan ahlâka dair bir kitap, W enrich’in fikrine göre, Aris­ 1 Müellifin ibaresi sarih değildir. Şu suretle tasrih ve to ’nun ahlâkıdır. Kütüphanelerimizde Aristo­ tashih ederiz s İbn al-Sadr al-Din al-Fava*td al-iıâkan îffe 'nun ahlâka dair eserinin arapça bir tercümesi ’de der k i : burada kuvvetli bir şüphe vardır : ahlâk ilmi­ nin faidesi, ahlakın kabil-i tebdil ve tağyir olmasına yoktur.1 Tabip Abu ’İ-Farac ‘Abd Allah b. Taybağlıdır. Zahire bakılırsa, ahlâk kabrM tebdil ve tağyir yib ( ölm. 435 = 1043 ) ’in Aristo ’nun ahlâka değildir. Nitekim Peygamberin »insanların kimi altın ve dair eserine bir şerh yazdığı rivayet edilir; eli­ kimi gümüş madeni gibidir; sizin eahHiyetteki hayırlıla­ rınız İslâm devrinde dahi hay ırklar ınızdır". (Onlara hayır­ mizde, onun tarafından Aristo ’nun weqI dçerijç lı! ığı islfem Sğretmiş ve onlar cahîHyet devrinde hayırlı ’mn süryanî dilinden arapçaya, f i ’l-fa iU a un­ değil iken, bilâhare tebdil-i ahlâk ederek, hayırlı olmuş vanı ile, bîr tercümesi vardır. değildirler). Yine Peygamberden rivayet olunmuştur» „bir Eflâtun ’un ahlâkî eserleri, tam mânası ile dağın yerinden kalktığım işitirseniz, tasdik ediniz; fakat bir kişinin huyunu bıraktığını işitirseniz, tasdik etmeyi­ ahlâk felsefesinden ziyade, siyasetten bahseder; n iz ; çünkü çok sürmez, yine cibilli olan vasfına avdet kanunlar hakkmdaki eserini Hunayn b. İghak ve eder.** Ahlâk mizaea tâbidir. Mizacın ise, arazlarından YaljyS b. ‘Adi ’nm okumuş olduklarım hatırîattamarafyle sıyrılmak suretiyle, tebdili gayr-i kabildir; siyret, surete mütekabildir ve suret, tagayyür etm ez; o halde surete mukabil olan siyret, yani ahlâk da tagayyür etmez ( bk. K a ş f al-Zünfin, mad. AHLAİ£),



1 A risto ’jıun ahlâk kitabı, Vîm al- A h l â k i l â n ik o m a h o s ismi ile, Ahmed L u tfi tarafında» arapçaya tercüm e edil­ m iştir ( Kakı re, 192-1),



AHLAK.



makla iktifa edelim.:: Plütark f Plutarchos ) vası­ tası ile,: ahlâkî amele: ve fazilete dair,:. Kosta b. Lüka tarafından tercüme edilmiş bir Kitâb aU Riyazet bulunduğu bilmiyordu; Çocukların ter­ biyesine {adab al-şibyan) dair, Abu ‘A m r:Yohanna b. Yûsuf tarafından, tercüme edilmiş olan bir kitap da, Eflâtun *a atfediliyordu; Wenrich, pek kuvvetli bir delile müstenit olmamakla beraber, Eflâtun yerine Plütark admm konulma­ sını teklif etmiştir. Araplar Pythagor (F isagor) felsefesi mes­ leğinden »hikemiyat" sırasında tasnifi icabeden carmina aıırea ( »altın beyitler") ile filosof Secundus'un A hlâ k düsturları ’na muttali: olmuş­ lardır.:İbn Maskavayh 'in himmeti ile, revakiyyûn mesleğine ait bir eser gibi görünen Tableaa de Cebes unvanlı dikkate değer bir eser, zamanımıza kadar muhafaza edilmiştir ( nşr. Elichmann, Leyden, 1640 ve Rene Basset, Ceza­ yir-, 1898).:: Bilhassa Eflâtun mesleği doktrinle­ rini temsil eden diğer bir metodik ahlâk kitabı da, Mu'âtabat al-nafs (»ruhun tehzibi") un­ vanlı kitaptır. Bu eser (nşr. Bardenbevver, Hermetis trismegisti qui apud A r abes fe r tur de castigatione animae libelhzm , Bonn, 1873) bazen



Hermes Trismegistos 'a, İbn A b i Uşaybi'a tara­ fın d a n S o k ra t’a ve Eflâtun'a ve Osford'da : Bodleian kütüphanesinde mevcut Zacr al~nafs unvanlı yazma bir eserde de A risto ’ya atf­ edilir. Aslı nereden geldiği bilinmiyor; Bardenhewer bir müslümanm eseri olduğu muta: basındadır ve onu îhv â n a l-Ş a fâ ’nm yazıla­ rına benzetir ; Stemsehneider ( D ie arabisehen Übersetzangen aıts dem Griechiscken , s. 23 ) bu kitabın, daha ziyade, şarklı bir hıristiyan tarafından, yunanca yazılmış bir eser olduğu fikrindedir. Velhasıl bir takım vasiyetleri ( va şâ yâ ) ve ihtizar halinde Aristo ile tilmizleri arasında, Phaedon ’u tak lit1şeklinde yazılmış Kitâb al­ ta f faka unvanlı, uydurma bir muhavereyi bir : tarafa bırakarak, aşağıdaki eserleri zikrede­ lim: bir hıristiyan tarafından ilm-i tedbir-i menzil ’e dair yazılmış bir kitap ki, Eseurial 'da mevcuttur; eAH b. Rizvân (ölm. 453 — 1061 yahut 460 — 1068 ) tarafından, kendi tercüme*i hâli gibi, yazılan ve içine müellif tarafından ahlâka ve siyasete dair bir kısım ilâve edil­ miş olan bir eser kî, sonradan Aristo 'ya atf­ edilerek, İbranî diline tercüme edilmiştir ; Arisio tarafından İskender için yazılmış olduğu farzedilen bir ahlâk tâlimi ( f i ’l-adâb ; British Museum, Kata]., s. 203). Sahih yahut sahte bütün bu tercümeler hak­ kında bk. Wenrich, D e auciorum Graecorum versionibus et commentariis (Leipzig, 1842 ) ;



M, Steinschneider, D ie arabisehen Öbersetzun-



m



gen aus dem Griechiscken ( Centralblatt fiir Biblîothekszüesen XII; Leipzig, 1893).



Ahlâk ilmine dair usulî bir tarzda yazan müslüman müellifler, nisbeten azd ır; bunlar arasında meşhur olanların hemen hepsi şöhret­ lerini başka eserleri ile kazanmışlardır. Bina­ enaleyh İslâm âleminde ahlâk ürerinde, hakikî ve müstakil bir ilim gibi, büyük bîr: ehemmi­ yetle tercihan çalışılmamış olduğu neticesine varmamız lâzımdır. Diğerlerine hisbetle daha çok kullanılan üç türlü unvan vardır ki, şunlar­ d ır: Kitâb al-aklâlç ; T akzîb al-ahlâk (lâtince D e castigatione m orum ) ve Makârim al-ahlâk.



Bu sön tâbir yukarıda geçmişti. Bu unvanı alan kitaplar, umumiyet itibariyle, muhtelif faziletleri medih ve tavsiyeye dair, Peygambere İsnat edi­ len hadîsler ile diğer büyük adamlara atfedilen sözlerden ibaret ( kelâm -ı k ib â r ) dergileridir. Arap dilinde ilk kitap yazan ahlâkçı Kalîla va Dimna *»in meşhur mütercimi İbn al-Mukaffa‘ 'dır. Ondan sonra ahlâkiyata dair yazanların başlı çaları îhvân al-Şafâ cemiyeti, İbn Mas­ kavayh, al-Ğazâii ve A h lâ k -i N aşiri unvanlı , kitabı sık sık mevzu-u baha olan Naşir al-Din al-Tüsi 'dir. Şarkta çok okunan A h lâ k -i Çalalı ve A h lâ k -i K â ş ifi ’yi de kaydedelim (krş. Carra de Vaux, Gazali, Paris, 1902 ).* Bu kitapların İhtiva ettiği ahlâk talimlerini bir kaç satırla hulâsa etmeğe imkân yoktur. Binaenaleyh, zihinleri bu nevi eserleri tetebbu etmeğe hazırlayacak mahiyette, bazı malûmat vermekle iktifa edelim. Islâm ahlâkçılarından çoğunun, ahlâka dair yazdıkları kitaplardan ziyade, başka eserleri ile meşhur olduklarına işaret etmiş olmamızdan istintaç edilebileceği üzere, bu müelliflerin ah­ lâkî felsefeleri, diğer eserlerinde gözüken fikir istikametlerine ma’kes olmuştur. Bu suretle hadd-i zatında mutasavvıf olan bir müellifin ahlâk felsefesi, bir müteşerriin felsefesi gibi olmaz. Müteşerri bir müellifinki, bir filozofunkİnden ve filozofunla ise, bir şair yahut müverrihinkinden başka türlü olur. Bundan başka bir müellifin, mensup bulunduğu felsefî mesleğe göre, ahlâk felsefesinin Eflâtun ’a mı, Aristo 'ya mı, ahlâkî vecizeler yazanlara mı, yahut âbâ-i kenisâiyeye mİ yaklaşacağı derhal istidlal edilir. Meselâ, bel­ ki de bir müslümanm eseri olmayan, M uâtabat al-nafs unvanlı kitapta, faziletlerin, Eflâtun 'da olduğu gibi tavsif edildiği görülür: burada baş­ lıca faziletler, itidal, hikmet ve şecaattir. Hü« kemadan olan Naşir al-Din al-Tüsi, Eflâtun 'un noleta-i nazarına uygun olarak, adalete mühim bir mevki vermiş olmakla beraber, faziletleri, î Bunlardan başka 'Atüd a!-Dîn al-İci ’nin A hldk-t ‘A zadı ve Kınalı Zade AH Efendi ’nin A h ld k -ı ııisııntfOTiaihr^ı(ı^V,itf^»Vrlrf,^'ıTfriri^r^-



.........



2330; İbn Sa*d, III», 104, 174, 204, 279 v.d.; İbn Hfacar, îşâba, II, 795). Bunlar, sıcak ken­ dilerini f â ’if ‘e sığınmağa mecbur edineeye ka­ dar, buraya ilk bahar mevsimim geçirmeğe, geliyorlardı. Fakat 'Akik vadisinin en büyük cazibesi, Hicaz ‘da bir nehir hayâlını veren yegâne mevki olması idî. Bazı kışlarda, bilhassa yağmurlu olan kışlarda (Belâzori, s. 53 v.d.), sular vâdinin içinde, Fırat kadar geniş, onun kadar köpüklü ve taşkın bir nehir hâline gelirdi. ,,'Akik akmağa başladı" haberi ile bütün şehir ayağa kalkardı (İbn 'Abd Rabbİhi, '/£d, III, 241), Bir lâhzada, muvakkat nehrin kıyılarını türlü türlü halk kap­ lardı ; ayaklarını yıkamağa ve muhtelif su te­ davilerine koşarlardı. Hulâsa ‘Akik mmtakası, Kitâb al-Ağanı (II, 173 ) ‘nîn ifade ettiği vecihle, »yağmurlu mevsim ve ilk baharda Medine *nin eğlence yeri", kibar halkın içtimagâhı, ma­ kûl gezinti yeri, zarif insanların buluştukları yer, islâmiyetin Roma 'sı olan sefahat şehrinin uzanmış bir parçası idi. Çok karışık olan halk içinde, ‘Omar b. Abi Rabı'a ve al-Ahvaş gibi, yalnız açık saçık yazan şairlere değil, musiki­ şinaslara ve hanendelere de tesadüf olunurdu. Orada herkesin gözü önünde şarap içilirdi; yal­ nız kureyşilerin güzel delikanlılarının — haşimîlerden 'A li, Zubayr, Hassan b. Şâbit ve *Abd aî-Rahmân b, *A vf ‘m torunları — değil, meşhur Sukayua gibi, ileri gelen ailelerin kadınlarının da devam ettikleri gece eğlenceleri tertip olu­ nurdu. — Hicaz ‘Akik 'ini, fa y ’ memleketinde ve Küfa *nin yanında bulunan, aym isimde diğer bir vâdi ile karıştırmamak lâzımdır ( Wrıght, Opusçula arab., s. n o ; ğfamâsa, I, 468 ; Ağani, VII, 123; Dînavari, s. 260, 12). Arabistan ’ın ötesine berisine serpilmiş olan ‘Akik ismindeki vadilerden başka, J a ’if civarında akan üçüncü bîr ‘Akik de vardır. B i b l i y o g r a f y a : Ağarıl, bk. Index; Yâküt, Mu cam, III, 700 ;Biblioth. geogr. arab. ( nşr, de G oeje), I, 18 ; III, 82 ; VII, 312- v.d .; İbn 'Abd Rabbihi, */£453—>478



Husayn



Uvays



Cihan Şâh



îskandar



Yüiuf



Yûsuf (?) İbrahim



Yûsuf



Masih



Uğurlu Mehmed



Makşud



Ali Hân



6. Sultân Halil



Zaynal



1478 11. Mehmed Mirza 1498— 1500



12. Sultan Elvend 1498— 1504



Husayn



10. Sultan Ahmed ( G öde) *4^7



4. Cihangir ■ 1444— 1469



Şayh Haşan Mirza



|



Maljmüd



Murâd



Idamza



Kûsim



7. Sultan Ya'kub 1478— 1490



Haşan



9. Sultân Rustam 1492— 1497 ‘Ali Mirza



Elvend



Kasan



‘Âlı



13, Sultân Murâd 1498— 1508



8. Baysungur 1490— 1492



Zaynal Ya'kub



Haşan



266



AKKOYUNLÜLAR.



şayet şehzadeler tayin edilmezse — büyük bey­ lerden bîri, emir unvanı İle, gönderilirdi. Eya­ letlerde de divanın küçük bir numunesi bulu­ nurdu, Eyalet divanım teşkil eden zevattan ba­ zdan merkezden gönderilirdi, Hukuk-ı şahsiyeye ait meselelere, her vilâyette mevcut olan kadılar ile onların naipleri, yani vekilleri, ba­ karlardı. Uzun Haşan, büyük fütuhattan sonra, saray teşkilâtım da büyütmüş ve hemen İstan­ bul ’dakî osmanlı sarayının azametinde bir teş­ kilât vücuda getirmiştir. Rikâbdar, hekâvul { çâşnigîr ), mîrâhûr., muhasib, ayakçı ( şarabiar ), inak, hazinedar gibi unvanları haiz büyük memurlar, saray erkânını teşkil ederlerdi. Uzun Haşan zamanına kadar, Akkoyunlu or­ dusu hükümdarın maiyet hassası — ki, bunlar ekseriya asıl Bayındırlar idî — ile hükümdara bağlı olan diğer boy beylerinin kuvvetlerinden ibaret ve atlı idi. Uzun Haşan fütuhattan sonra, osmanlı imparatorluğunun teşkilâtını taklit ede­ rek, yeni bir ordu yapmıştı: Bayındırlar esas olmak üzere, ulusu teşkil eden muhtelif boyla­ rın içinden seçilen ve »hassa nokerleri" denilen ve miktarı 30.000 'e baliğ olan kısmen piyade hassa askeri ile, tıpkı osmanhlarda olduğu gibi, kasabalılardan ve köylülerden alınan piyade azaplar; doğrudan doğruya vilâyetlerdeki bey­ lerin emri altında ve toprağa merbut tımarlı si­ pahiler ile daima yaylak ve kışlak hayatı geçi­ ren göçebe türkmen kuvvetlerinden terekküp eden çerik (çeri) adını taşıyan ve ordunun kism-ı azamini vücuda getiren kuvvetle, deve­ ci, yamçı ve ra’dendaz gibi, muhtelif vazifeler gören küçük askerî zümreler, Akkoyunlu ordu­ sunu teşkil ediyordu. Uzun Haşan, daha evvel mevcut olan tımarlı sipahi teşkilâtını, bilhassa osmanlı teşkilâtını, göz Önünde tutarak, ıslâh ettikten sonra, Akkoyunlu boy ve oymakları ef­ radından bir kısmını toprağa bağlı, yani tımar­ lı sipahi yapmak sureti ile, yerleşmeğe şevk­ etmiş ve bu suretle göçebelerin bîr kısmım temdin etmişti. Uzun Haşan ’m arazî teşkilâtı ve tımarlı sipahiler hakkındaki kanunları »Ha­ şan Padişah kanunları" namı İle meşhur olup, osmanhlar zamanında şark vilâyetlerinin arazi ve tımar kanunlarının esası olduğu gibi, Safevîleria de bu husustaki teşkilâtlarının esası ol­ muştu. Bunlardan hassa askerleri, osmanhlarda olduğu gibi, daimî ve maaşlı idiler. A z a p l a r ile ş e r i k l e r , ancak harp zamanında maaş alırlardı. Akkoyunlular b e y a z renk ve beyaz bayrak kullanmışlardır. Uzun Haşan ile ondan sonraki hükümdarların adlarının evveline ml~ tan, sonuna padişah veya han veya bahadır ve bazan bahadır han unvanlarım getirdikleri, pa­ ralarında, kitâb elerinde, fermanlarında -ve vak­ fiyelerinde görülmektedir. Bütün Asya yi yakıp



yıkan ve nizam-ı İçtimaîyi alt üst eden, mamu­ releri ve medinelerı tahrip etmek dolayıst ile, göçebeleri birinci derecede faâl bir unsur hâli­ ne getiren mogul istilâsının bu arada sademesine uğrayan ve tahribatına mâruz kalan Ana­ dolu *da Selçukî devletinin yıkılmış olması, bü­ tün Asya ’da olduğu gibi, bu kıt'ada da yeni bîr vaziyet husule getirmişti. İstilanın husule getirdiği tahribat veya İçtimaî ve İktisadî inhi­ tat neticesi olarak, şehirlerin zaafa uğraması, Anadolu ’dakî göçebeleri faaliyete geçirdi. Gö­ çebe reisleri kendi boy ve oymakları ile yay­ lalarından inerek, muayyen mıntakalara hâkim oldukları gibi, başına eşkıya çeteleri toplayabilen bazı sergerdeler de bir takım bölgeleri el­ lerine geçirdiler. Bu suretle Anadolu ’nun her tarafında daima bir birleri ile mücadele ve mu­ harebe hâlinde bulunan büyük küçük bir çok beylikler teessüs etti. Mogulların istilâ ve tah­ ripten sonra, üzerinde devlet kurdukları ve nisbî bir sükûn ve âsâyİş tesisine çalıştıkları Irak ve Iran kıt’aları da, onların devletleri yıkıldık­ tan sonra, bir çok beyler ve emirler veya ser­ gerdeler arasında mücadelelere sahne oldu. Tavaif-i mülûk denilen ve mütemadiyen bir biri ile çarpışan bu devletlerin hâkimiyetleri zama­ nı, gerek Anadolu ’nun ve gerekse Iran ve Irak ’m harâbisine ve medeniyetlerinin inhitatına se­ bep olan korkunç ve uzun bir fetret devresidir. Bu fetreti ortadan kaldırmağa çalışan Timur, hiç bir şeye muvaffak olamamıştı. Bilâkis onun istilâ ve fütuhatı tahribatın daha fazlalaşması­ na ve İçtimaî hastalığın daha ziyade müzmin­ leşmesine sebep olmuş ve nitekim onun ölü­ münden sonra her şey alt üst olarak, anarşi büsbütün büyümüş ve şiddetlenmişti. Anadolu beyliklerini vücuda getiren reisler ile onların cemaatleri, yerleştikleri ve hâkim ol­ dukları mmtakalann İçtimaî ve İktisadî şeraiti­ ne tâbi olmuşlardır. Ege ve Marmara denizleri kenarlarında bulunması ve tabiatın en feyizli topraklarına ve en mutedil iklimine mâlik ol­ ması dolayısîyie, İktisadî hayatı, diğer mıntakaiara nazaran, çok yüksek olan beylikler, sur'atle zenginleşip, temeddün ettikleri gibi, onların is­ tinatgahları olan göçebe türkmenler de pek az zaman zarfında hazarî oldular. Diğer taraftan Seîçukîler zamanından beri Bizans ucunda ya­ şayan ve daima gaza ile meşgul olan kimseler olmaları ve müslümanhkta bir mefkure olan cihat fikrîne inanmaları ve bunu tatbik edecek saha bularak, Bizans imparatorluğu arazisi ile Venedik ve Çene ve cumhuriyetlerinin şarktaki müstemlekelerine karşı tecavüze geçmeleri ve mütemadiyen muzafferiyet kazanmaları, hem bu beylikleri daha fazla zenginleştirmiş ve kuv­ vetlendirmiş hem de hıristiyanlara karşı bir



AKKOYUNLULAR.



bayrak altında birleşebilen cemiyetler hâline getirmiştir. İşte bu suretle icabîlevî asabiyetin yıkıldığı ve gaza mefkuresinin bütün arzuların ve ihtirasların fevkinde yaşadığı batı Anadolu *dakî türkmen beylikleri, pek az zaman zarfın­ da ve hem de pek az müşkülât ile, ortadan kalkmış ve bütün batı Anadolu, cihat ve gaza hususunda, bütün müslümanlara örnek olan osmanîı beyliğinin bayrağı altında toplanmıştır. Hâlbuki orta Anadolu’daki beylikler İktisadî hayatı birinci plânda ziraate ve ikinci derece­ de çobanlığa istinat eden ve bir kısmı göçebe bîr halka dayandıklarından, temeddün hususunda tevekkuf hâlinde kalmışlar ve bittabi, osmanhiara nazaran, geri ve zaif bir vaziyete düşmüşlerdi. Daha sonra osmanlılarm, bütün Rumeli kıt'asmı alarak, pek fazla kuvvetlenme­ leri, büyük servete mâlik olmaları dolayısiyie, esaslı ve geniş teşkilât yapmaları, cesim ve muntazam ordular vücuda getirmeleri, aynı za­ manda, mütevâlî gaza ve cihatları dolayısiyie, bütün Anadolu Ma manevî nufuz sahibi olmala­ rı* onların orta Anadolu Maki beylikleri kaldır­ malarım intaç etti. Antitoros’larm cenubunda, yanı Bİnboga ve yukarı Ceyhan havzasında, bu­ lunan Duîkadırh beyliği ile şarkî Anadolu Ma kurulan Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri ise, İktisadî hayatlarında, birinci derecede, ço­ banlığa dayanan bir halka, yani sekenesinin ek­ serisi göçebe ve yan göçebe olan ve kabile ha­ yatı yaşayan İnsanlara istinat ettiklerinden, bun­ ların devletleri de, cemiyetleri gibi, bünyece or­ ta Anadolu Makilerden de zayıf ve çürüktü. Te­ meddün hususunda geri kalan bu türkmen ulus­ ları ve devletleri, müslümaniıktan evvelki türk devletleri İle XII. ve XIII. asırlarda kurulan moğuL imparatorlukları gibi, daha fazla fütuhat ve tevessü kabiliyeti göstermelerine rağmen, pek az zaman İçinde inhİlâl etmişlerdir. Bunlardan Karakoyuniularm devletini mahveden Akkoyun­ lular, Safevîler tarafından, ortadan kaldırılmış : ise de, Karakoyunlular ile Akkoyunlulann esas yurtlan olan şarkî Anadolu osmanlılar tarafın­ dan alındığı gibi, Dulkadırlıların beyliği de yine onlar tarafından ilga edilmiştir. Bu suretle Ana­ dolu birliğini yeniden kuran ve Tavaif-i mülök zamanı denilen iki asırlık fetret devrine nihayet veren ve Anadolu Selçukîleri devletini daha esaslı ve daha büyük ve geniş bir mikyasta tesis eden ve hattâ bazı sahalarda o devirdeki mede­ niyetten daha üstün bir medeniyet vücuda geti­ ren ve bilhassa türk di! ve edebiyatını canlandırmak hususunda pek büyük rol oynayarak, türk dilini, yalnız şiir ve devlet lisanı değil, ilim lisanı bile yapmağa çalışan osmanlılar, moğul istilâsından beri ortadan kalkmış olan İçtimaî nizamı Anadolu Ma yeniden tesis etmişlerdir.



267



Akkoyunlu devletinin bütün hayatı hemen hemen dahilî ve haricî muharebeler içinde geç­ tiğinden ve bu devletin hâkim olduğu ülkelerde bir türlü sükûn ve intizam teessüs edemediğin­ den, bunlar zamanında, medeniyet ve kültür bakımından, şâyân-ı dikkat şeyler göremiyoruz. Her ne kadar bu aileden bazı Mardin beylerinin ilim ve hayır müesseseler! vücuda getirdikle­ rini, Uzun Haşan île oğullarından bazılarının, bilhassa sultan Yakub *un ve onun ümerasından bazılarının âlimleri ve şairleri himaye ettikle­ rini ve bir takım resmî, İlmî ve dinî mebâni yaptırdıklarını biliyorsak da, bunlar ancak bu iki hükümdarın zamanına münhasır gibidir. Bİnnetice Akkoyunlulann hâkim oldukları memle­ ketler, osmanlı larmkinin aksine olarak, İnkişaf­ tan ziyade inhitat etmiş, intizamdan ziyade asayişsizlik içinde kalmış ve harap olmuştur. B i b l i y o g r a f y a ' , K i t a b e l e r : Anadolu ve İran kitabeleri tamamiyle toplanıp neşredîlmediğinden, Akkoyunîulara ait olanları hakkında bir liste vermek mümkün değildir. Ancak Abdürrahİm Şerif ( Erzurum tarihi, I, İstanbul, 1936 ve A htat kitabeleri, İstanbul, 1932), bunlara ait, bazı kitabeler neşretmiş­ tir ; koleksiyonumda da Akkoyunlu hüküm­ darlarına ait bazı kitabeler mevcuttur. M e s k u k â t : Ahmed Tevhıd, Meskukât- 1 islâmiye kataloğa ( İstanbul, 1321), s. 472— 5*9* V a k f i y e l e r : Türk ve İslâm eserleri müzesi ile Başvekâlet ve Evkaf arşivlerinde vakfiyeler vardır. S i y a s î m u h a r r e r a t : Topkapı sarayı arşivinde bulunanlar için bk. A rşiv kılavuzu, l. fas., s. 28; R. Rahmeti Arat, Fatih S u l­ tan Mehmed'in yardığı ( Türkiyat meçin., VI, 285— 322); Akdes Nimet Kurat, Topkapı sarayı m üzesindeki . . . yarlık ve bitikler ( Sul­ tan Abu Said Gurgan ’ın Uzun Haşan ’a bitiği, s. 119— 134).— M ü n ş a â t : deSlane, Cat . des Mss. Arab . ( Bibi. Nat., nr. 4440 ) ve Bİochet, Cat. des Mss . pers. { Bibi. Nat., Suppl. pers., nr. 1815 ) ; İbn Huccat al-Hamavi ( Kahvat alinşa ) ve Cami, ‘A li Şir Nevâi, Marvârid, HvSca-i Cihan ve îdris Bitlisi münşaâtla n ; Husayn aî-Hirav! (Ahmed al-Hiravi ? ), Cavâmı al-inşâ’ (Nuruosmaniye kütüp., nr. 4301); Tâci-zâde Ca'far ve SaMi Çelebi ’lerin münşaât ve mecmuaları; Husâm al-Din-zâde, Feridun Bey ve Sarı Abdullah Efendi tarafından cem ve tertip edilen ve ettirilen münşeatlar ile toplayıcılarını tesbit edemediğim, IX. (X V.) asra ait bazı mecmualar; Hâcci Mirza Haşan Fasavi, Fars-nâme (2 cild, Tahran, 1313 ), —* Başvekâlet arşivinde bulunan k a n u n l a r için bk. Ömer Lûtfi Barkan, Osmanlı devrinde



368



AKKOYUNLULAR.



Akkoyunlu hükümdarı Uzun Haşan Bey ‘e aii kanunlar (Tarihi vesikalar dergisi, sayı 2, İstanbul, 1941 ). — Feridun Bey münşaâtmda ( İstanbul, 1274, I, 274— 278 ) münderiç olan ve Uzun Haşan tarafından Fatih *e gönderil­ miş olduğu bildirilen mektuplara, şimdiye kadar son asır şark ve garp tarihçileri tara­ fından, sahih nazarı ile bakılmıştır. Vaktiyle söylemiş olduğum gibi, münşaâttaki bu mek­ tuplar da maalesef muharreftir. 275, sahifedeki mektup, Uzun Haşan tarafından Fatih ’e değil, onun oğlu, Amasya valisi, şehzade Bayezid Çelebi'ye gönderilmiştir ve muharrem 874 tarihini taşımaktadır. Şehzade Bayezid ’in Amasya valisi bulunduğa esnada, muhte­ lif hükümdarlar ile ve bilhassa Uzun Haşan ile, bir çok mükâtebelerİni ihtiva eden ve Tâci-zade Sa'di Ç elebi’nin el yazısı ile olan mecmua ve münşaâtiaki bu mektubun cevabı, diğer mektupların cevaplan gibi, Tâci Bey tarafından yazılmıştır ki, Feridun Bey munşaâtmda yoktur. Sa'di Çelebi, babası tarafın­ dan kaleme alman butun mektupların haşiye­ lerine ,,-uii -u-j fj-v ibaresini yazmıştır. 276— 277. sahifelerde bulunan mektup ise, Uzun Haşan tarafından Fatih ’e değil, Karaman-oğlu Nijam al-Din Pir Ahmed Bey ’e gönderilmiştir. Eski münşaât mecmualarında bu nâmenin Karaman-oğluna ve Feridun Bey münşaâtımn eski nüshalarında, bilhassa za­ manında yapılıp padişaha takdim edilen nüs­ ha İle Viyana ’dakı Hammer 'e ait olan nüs­ hada Ahmed Bey e gönderildiği yazıldığı hâl­ de ( bk. Hammer, trc. Mehraed Ata, UI, 120, 343), muahhar nüshalarda ve bunlar esas itti­ haz edilerek basılan diğer nüshalarda, Afymed adı yerine, Muhammed yazılmış ve mürseKmileyh tahrif edilmiştir. 278. sahifede bulunan ve Şemseddin Muhammed Bey lâkap ve unva­ nı ile, Uzun Haşan tarafından Fatih ’e gönde­ rildiği bildirilen meşhur mektuba gelince, bu mektup kat’İyen Fatih ’e gönderilmemiştir, 874 tarihini taşıyan bu mektup, Niksar beyi Mehmed Bey ’e gönderilmiştir. Sa'di Çelebi ’nin mecmua ve münşaâtmda ayniyle mev­ cut bulunan bu mektubun sernâmesi şudur:



AYi c* J j U O . İleride, Akkoyunlulara ait vesikaları neşrederken, meydana çıkaracağımız bu kat'î vesikalar olmasa bile, Feridun Bey münşaâtımn bu mektuplarının Fatih ’e gönderilen hakikî mektuplar olama­ yacağı, dahilî intikad yapılmak suretile de, meydana çıkavdabİHr, E s e r l e r ; Me tinde zikri geçen Abu Bekr Tahrani'’nin Kiiâb-ı Diyarbekrlya *si ile buna zeyil olarak yazılan ve sultan Halil ile Ya*»



%5 b zamanlarını ihtiva eden Fazl Allah b, RüzbahJİn İsfahanı ’nin, Târih-i lâlam âra-t amîni si ( Fatih kütüp., nr. 4431) ve A k­ koyunlu devletinin merasim ve teşkilâtına dair, Calâl al-Din Davvâui ’nin 1Arznâm e ’si ( M illî tetebbular mecm., V , 1331) A k­ koyunlu hükümdarları namına yazılmış vekayınâmeîerdir. Makalemizin metninde zikri ge­ çen 'A ziz b. Ardşir Astarâbâdi, Bezm -ü Rezm ’inden (İstanbul, 1928), Şaraf al-Din ‘A li Yazdı, Zafarname ( Caleutta, 1887— 1888 ), Ibn 'Arabşâh, ‘ Acâib vl-maîcdür (Kahire, 1285, türk. tre. Nazmi-zâde, tab. İbrahim Mü­ teferrika) ’dan başka farsça umumî tarihler­ den: Hafız; Abrü, Zubdat al-tavârîh, 4. kısım (Fatih kutup., nr. 4371); ‘Abd al-Razzik Samarkandı, Matla * al-sa'dayn (tamam nüs­ hası Edirne, Selimiye kütüp,, nr. 1492 ; 1. cildi İstanbul, Ayasofya kütüp,, nr, 3086; Esad Efendi kütüp., nr. 2098; 1. ve 2. ciltler keza Esad Efendi kütüp., nr. 2125); Mirhvând, R aviat al-şafâ ( Bombay, 1264 ) ; Hvândmir, ffulâsat al-ahbar f i al}vâl al-ahyâr ( A ya­ sofya kütüp., nr. 3190— 3191)} Hvândmir, IJabib al-sîyar (İran ve Hindistan tabıları ) ; Haşan Beg Rumlu, Ahsan al-tavârih , hemen hemen Akkoyunlu hanedanının tarihi denil­ meğe şâyân olan bu eserin 1. cildine Abu Bekr Tahrâni ’in D iyârbekriya'si ile Târih-i *âlâm ârâ-i amîni mehaz olmuştur ( Nuruosmaniye kütüp., nr. 3317; 2. cildi basılmıştır, Caleutta, 1931 ) ; Yalıya Kazvini, Lub altavârih (Tahran, 1314 hicri / şemsî ) ; Gaf­ farı, Cihan ârâ (Veliüddin Efendi kütüp., nr. 2397)» ay». laihj Nigâristan (Bombay, 1275); Afşâfı al-tavârîh ( mil. meçhul 5 Ali Emirî kütüp.); Muşlih al-Din Lârİ, Mir3at al-advâr (Nuruosmaniye kütüp,, nr, 3156); Molla Ah­ med Tatavî ve Aşaf Han, Tarih-i a lfi ( var. 429— 432,439—442 i Paris, Bibi. Nat., BJochet, Çat, de Mss. pers„ Sup p , persan ; nr. 188 ) ; İbrahim Harir, Târîh-i kutnayunî ( var, 275—■ 280 ; Paris, Bibi Nat., gost, yer., nr. 184 ) ; h a y­ dar Razi, Mecma al-tavârîh ( var. 229— 236 ; Paris, Bibi. Nat. gost. yer., nr, 1330); Hvgcam Kuli Beg, Tarih-i jCapçafc Hâni (var. 547— 553 ; Paris, Bibi. Nat., gost. yer., nr. 187 ). F a r s ç a hususî tarihler: Tarih-i turk» mâniya ( London, İndia Office Library ; bu­ nun tarafımdan kopya edilmiş nüshası An­ kara’da Maarif vekâleti kütüphanesindedir) }■ Târih-i Sultan Muhammed Kuibşâhi ( var, 9— 18 ; Paris, Bibi. Nat., gost. yer,, nr, 174 ) • Mu'İn al-Din AsfazEri, Ravzât al-cannât (İstanbul, Üniversite kütüp., Halis Efendi kısmı, nr. 7472; Paris, Bibi. Nats gost. yer., nr. 237, var. 67— 71, 221— 223 )} Hvândmir,



 K K Ö Y U N LU L  İ



Dustür al-vuzara (Tahran, 1317 hîcrî/ şem­ sî)» s* 369 v.d., 378 v.dd., 388., 435 v.d. 448} Davlatşah, Tazkara-i Ştıarâ' (Leyden, 1901), s. 462, 476 v.dd.» 525— 529, 536; Sam Mirza, Tuhfa-iSami (Tahran, 1314; bu tabı çok ek­ siktir, yazmalarına müracaat lâzımdır) ; Ke­ mâl al-Din Husayn, Maeâlis al-euşşafc (var, 177; Paris, Bibi. Nat., gost. yer., nr. 1 4 2 4 ); Zahir al-Din Mar'aşi, Târîh-i Cilân va Daylamisiân (Reşt, 1330), s, 325— 346, 420— 428, 451 v.dd.; ayn. mil., Târih-i fabaristân_ (Petersburg, 1850), s. 144, 532, 537; 'A li b. Şams al-Din, Târîh-i kâm ( Peters­ burg, 1274) A r a p ç a umumî tarihler; Ta^i al-Din b. k â z i Şuhba,Zayi duval al-islâm (Paris, Bibi. Nat., de Slane, Cat des Mss. arab,, nr. 1599 ;



İstanbul, Esad Efendi kütüp., nr, 2345)5 M a^rizi, al-Sulâk (Ayasofya kütîip., nr. 3371—3372 S Mısır ’da basılmakta); İbn Hacar, İnba al-ğamr (Ayasofya kiitÜp., nr. 2974 ) ; Badr al-Dİn 'Aynı, 'Ifyd al-cumân, ( Veliüddın Efendi kütüp,, nr. 23965 Topkapı sarayı, Sultan Ahmed kütüphanesinde mükemmel bir takım mevcuttur); Abu ’l-Ma» haşin b. Tağriberdi, al-Nucâm al-zâhira ( Ayasofya kütüp., nr. 3498— 3499; Mısır 'da basılmakta); ayn. mil., Havadig al-duhnr ( Ayasofya kütüp., nr. 3385; Amerika tabı, 1930— 1932); Sahâvi, Zayi duval al-islâm, (Köprülü kütüp,, Mehmed Paşa kısmı, nr. 1189);. ayn. mli., al-Tibr al-masbük (Mısır, 1315) ; Ahmed b. al-Humşi, ifavâdiş al-za­ man (Feyzullah Efendi kütüp., nr. 1438)} İbn Dâvüd al-Cavhari, Inbd al-kair (Paris, Bibi, Nat., gost, yer., nr. 1791); Naşr alDin al-Ca'farİ, Bahcat al-sâlik va *l-maslâk ( Paris, Bibi, Nat., gost. yer., nr, 1607 )• — Bunlardan başka İbn 'Uzayba ve İbn Fahd gibi, XV. asır arap tarihçilerinin eserleri ile yine aynı asır müelliflerinden İbn Fath Allah al-Bağdâdı, Târih al-ğiyâşî; XVI. asır müel­ liflerinden İbn 'İyâş, Badöyi' al-zukâr ( Mı­ sır* 1311— 1312; İstanbul 3. ve 4. cüz, 1931— 1936); Canâbi, al-'Aylam al-zâhif ( Ayasof­ ya kütüp., nr. 3033); XVII. asır müelliflerin­ den Abu V A b b â s Ahmed al-Karamâni, Ahbâr al-duval; İbn al-Asir, Târih al-kâmil (Bulak, 1290; IV, 87— 96, kenarda; ayrıca Bagdad’da litografya tabı vardır); Kâtib : Çelebi, Fazlakat al-tavârîh al-duval al-islâmîya (müellifin el yazısı ile olan biricik nüsha Bayezid umumî kütüp.); Müneccim-başı Derviş Ahmed Efendi, Şah.aif al-ahbâr f i : vakâyî* al-a'şâr (veya Camı al-duval ; Top» kapı sarayı, Sultan Ahmed kütüp., nr. 2954, * c ilt; Esad Efendi kütüp., nr. 2101— 2103;



*£9



Bayezid umumî kütüp., nr. 5019— 5020),—Ba­ ha muahhar devirde yazılmış olan Ravâmtz al-ayan adlı umumî tarih (Esad Efendi kü­ tüp,, nr, 3127— 2128; Halet Efendi kütüpha­ nesinde başka bir nüsha daha var ) ile zama­ nımız tarihçilerinden ‘Abbâs al-'Azzâvi, Tâ­ rih al-*hâk ( Bagdad, 1357 ), III. — Hususî ta­ rihlerden İbn Bahadır, Macmua f i tavârîk al-tarkmân ve İbn A d , Târih-i Yaşbak ( her ikisi bir ciltte, Topkapı sarayı, Sultan Ah­ med kütüp., nr. 3057 ). — Teraeim kitapların­ dan Malfrizi, al-Durar al-*ukâd al-farîda f i tarâeim al-dyân al-mufida; İbn Tağriberdi, al-Manhil al-şâfî (Nuruosmaniye kütüp,, nr. 3428— 3429 ) ; bunun zeyli ve Sahâvi, al-Zu al-lâmı (Mısır, 1353— 135S» *2 c ü t)T ü r k ç e umumî tarihler: Mehmed Mir Za'im, Cami* al-tavârih (Fatih kütüp., nr. 4306 ) ; ‘Alî, Kunh al-ahbâr ; ayn. mil., Fugül al-kall va ‘l-'a k d ; Lâri, Târih (trc. Hoca Sadettin Efendi) ; Cenâbi tarihinin hulasaten tercümesi mahiyetinde bulunan Gulşen-i tavârîh (Nuruosmaniye kütüp., nr. 3097); Camı al-siyar ile Müneccim-başı tarihinin türkçeye muhtasar tercümesi. — Û s m a n l ı tarihleri: X V. ve XVI. asırlarda yazılan muhtelif tak­ vimlerden başka, bfe, Düstûrnâme-i Enverî ( nşr. Mükrimin H alil) ve Nişancı Karamanı Mehmed Paşa,  l-i 'oşman tarihi ( ire. Mükrirain Halil, TOEM , İstanbul, 1924, XIV, c. 2— 3) ile Aşık Paşa-zade, Neşri, Oruç Bey, Tursun Bey, Bihiştî, Ruhi tarihleri ve anonim tarihlerden Gize ’nin bastırdığı anonim ile Fatih nâme-i A ba ’l-H ayr ( Paris, Bibi. Nat., Cat . Blochet , A . F. iare,, nr. 117 ), Târih-i âl-İ *oşmân (Paris, Bibi. Nat., Cat. Blochet, Supp. turc., nr. 1047 ) ve Dresden kütüpha­ nesindeki anonim, şâyân-ı zikirdir. OsmanlI­ ların hizmetine girmeden evvel, Akkoyunlu devletinin nişancılığım yapan îdris Bitlisi ( Hoşt B th işt ), Akkoyunlular hakkında, pek mühim malûmat verir. Bundan başka Şayh Şams al-Din Muhammed, Târîh-i âl-i *oşmân, (biricik nüshası kütüphanemde bulunmakta­ dır ), îbn Kemal, Cen\alî ve Lûtfi Paşa ’nın  l- i *oşmân tarihleri ile Hoca Sa'd al-Din ’in Tâc al-tavârîh ’i, bu husus için, mühim kay­ naklardır. Büyük pederi Akkoyunlularm hiz­ metinde olan Hoca Sa'd al-Din, bu devletin inhitat ve inkırazım, muhtasar, fakat müfiö olarak, anlatmıştır ( II, 114— 126 ). Şaraf Hân Bitlisi, Ş e re f nâme (tab. Mısır ve Peters­ burg) ’de, Akkoyunlular zamanında şarkî Anadolu ’nun tarih ve etnografyası hakkında, mühim malûmat meveuttur. Manâkib~İ *uulşani ( Esad Efendi kütüp., nr. 1342 ), baştan başa Akkoyunlu tarihini ihtiva eden malûmat



m



A K K O YU N tU tA R -



AKMESCID.



İle doludur. Almancadan türkçeye çevrilmiş fenhoffen, Essai sur les aspreş comnenats olan Küriler (İstanbul, 1334 ), Şeref nâme 'de­ de Trebizond, s. 6$ v.d., 69; Miller, Trebiki bütün malûmatı almıştır, — Zamanımızdaki zond, The last Greek Empire, ( London, eserler : Abdürrahim Şerif, Erzurum tariki; 1926 ) ; Artus Thomas, Conünuation de VhisU ayn. mil., Ahlat kitabeleri; İsmail Hakkı Uzunde Chalcondyle, s. 119— 123, 212— 224; v. çarşılı, Anadolu beylikleri (İstanbul, 1937, s. Hammer, Devlet-i Osmaniye tarihi ( trc. Meh63— 69, 74— 77, 88 v.dd., 100). med Ata, İstanbul, 1328— 1330), II, III, IV. Akkoyunlu devrinde yazılmış e r m e n i (M ükrİmîn Haül Y inanç.) tarihlerinden, ancak T h o m a s d e M e d (A Ç L . [ Bk. AKIL.] z o p h ' u n eseri mevcuttur. Bu müellif bize, A K L A . [ Bk. EKLE.] zamanında yaşadığı Karayülük Osman Bey A K M E Ç lT . [ Bk. AKMESCİD.] hakkıninda, malûmat vermiştir ( bk. s. 94,112, A K M E S C İD . A Ç MESCİD, başlıca iki şeh­ 121, 133), XVIII. asır ermeni müverrihi Ça­ rin ismidir, nı içyan ( türk. trc. H. Andreasyan, basılmak 1. Kırım *m 1784 ten itibaren hükümet mer­ üzeredir), bu malûmatı, bazı ilâveler ile, tek­ kezi olan Akmescid ( Akm eçit), ruslar tara­ rarlamıştır. Bu devirde ve Akkoyuulular ta­ fından Simferopol ( Sympheropol ) tesmiye edil­ rihi İçin fevkalâde mühim olan mehazlardan mektedir. Kırım *ın eski payitahtı olan Bagçeanonim bir s u r y â n i vekayİnâmesi vardır saray ’ı yarımadanın step kısmında yaşayan ( lâtin. trc. O. Behnsch, Vratislav, 1838; E. aşiret beylerinin taarruzundan muhafaza mak­ A. W, Budge tarfmdan ingl. trc. için bk. sadı ile, Kırım hanları tarafından XVI. asırda The Chronography o f Bar Hebraeus, II, zeyi bina olunmuş ve veliaht ( İfialğay sultan) bu­ XXXII — U 1I, London, 1932 ). G ü r c ü men- rada ikamet ettiğinden, Akmescid müstahkem balan da, Akkoyunlular hakkında, biraz malû­ bir kale şeklini almıştı. Daha milâttan önce mat vermişlerdir, fakat pek vazıh değildir: Skit kıralı Skiluros burada, step tarafından ya­ bk. Histoire de la Gİorgie, traduite dü pılacak taarruzlara karşı koymak üzere, Neageorgien par Brosset, î, 686, II, 408— 410; polis kalesini bina etmişti (Strabon, liv. VII, 3. kısım, x. kitap, s. 12— 16, 149, 209 v.dd., 312 ) ; Kırım hanları zamanında Kirmençik is­ 251 v.d., 322— 329, 381 v.dd. mi ile maruf olan bu kale, Akmescid kalesi» G r e k menbalanndan makalede zikri ge­ nln binasından sonra da, bu kalenin yanında çen Trabzon imparatorluğu müverrihi Pa- bir köy olarak, kalmıştır. 1736 da ruslar tara­ naretos 'tan başka, Kritobolus ( türk. trc. fından tahrif edildiği zaman, 1800 evli bir şe­ K&rolİdi, İstanbul, 1328, s. 150 — 153) 5 Chal- hir idi. Çalğayın ikametgâhı olmakla beraber, condiyle ( frns. trc. Vigener Bourbonnois, Akmescid ’in ahalisi 1783 senesinde ancak 815 Paris, 1612 ; s. 276 v.dd.); Ducas, Hist. de kişiden ibaret idi. Akmescid ismi, Simferopol ’ün Constantinople (frns. trc. Consin, Paris, 1674, turklerJe meskûn kısmının ismi olarak, ruslar VIII, 613, 616). Venedik cumhuriyeti tarafın­ tarafından da kullanılır; yerli türk ahali ise, dan Uzun Haşan nezdine gelen elçilerden Simferopol ismini hiç kullanmaz. Şehrin rus ve Barbaro Contarini ve Zeno ’nun seyahatna­ türk ahalisinin nüfusu 1931 senesinde 88.000 idi, meleri ( Ramusio kolieksiyonunda neşredil­ (A . Zek I V elîdİ T ogan .) miştir ). Gerek bunların ve gerekse diğer [Ç aîğay saraymm ortasında Mengili Giray sefirlerin siyasî faaliyetleri ve uzun Haşan 'm camii vardır. Evliya Çelebi’ye göre (bk. SeyaAvrupa devletleri ile olan münasebet ve mu­ hatnâme, VII, 638— 641), Kalğay sarayı şehrin haberatı hakkında bk. Minorsky, La Ferse içinde değil, varoşundadır.] au XV. siecle entre la Turquie et Yenise 2. Sır-derya Üzerinde, ruslar tarafından 9 ( Paris, 1933) ile Encyclopedie de VIslâm ağustos ( 28 temmuz) 1853 te, hücum ile zapt'deki Uzun Haşan maddesi. Yine aynı zatın edilmiş ve aynı sene zarfında, Fort-Perovskiy A soyürghal o f Qâsim bin Jahângir Aq- namı He, tekrar inşa olunmuş bir kaledi r. Çar­ qoyunlu ve A civil and military reviem lık rusyası devrinde Perovsk tesmiye olunup, in 881 j !476 ( B SO S , IX, 4. kısım, X, 1. kısım) Sır-derya eyaletinin merkezi idi. Hokand hüküm­ adlı tetebbuaâmeleri vardır. Bundan başka darlarının iradesi ile Sır-derya ’nın aşağı mec­ bk. de Mas Latrie, H ist de l'île de Chypre rasında inşa edilen bütün kaleler dahi Akmes­ (Paris, 1861), III, 336, 352, 387; ayn. mil., cid kumandanına tâbi idiler. Göçebelerin ver­ Documents nouveaux servant de preuves â gileri ile ( zakât) örenburg ve Buhara ara­ l'hist. de Tîle de Chypre ( Paris, 1886, s. 413, sındaki kervan yolunun müruriye rüsûmu Ak­ 477— ^'87 ) ; J. Ph. Fallmerayer, Gesckickte mescid 'de tahsil olunurdu. 1852 martında, vali de& KaSserthums von Trapezunt, 208, 216— ve sonradan Kaşgar hükümdarı olan Ya'küb 219, 238^-262, 264— 279, 281— 284, 3x6; Pfaf* | Beg [ b. bk.] kumandasında, Hokand askerleri,



AKMESCİD -



AkRABÂZÎN.



27 î



ruslara tâbi olan kazaklara karşı sefer açarak, „Her hastalığa, hususiyle mürekkep hastalık­ takriben 100 kadar köyü talan ettiler; aynı se­ lara, deva olacak basit bir ilâç bulunamaz; nenin temmuzunda rus miralayı Blaramberg ’in eğer böyle bir ilâç bulursak, tercihan onu kul yaptığı hücum, Ya%üb 'un halefi Batır-Bası ta­ lanınz ; fakat bazı kere belki, hastalığın muhte­ rafından püskürtüldü. Ertesi sene general ( bi­ lit mahiyetine uygun, mürekkep bîr ilâç bula­ lâhare kont) Perovskiy ’in kumandasında yapı­ biliriz ; yahut öyle bir ilâç buluruz ki, kendisini lan harekât, lüzumundan fazla bir teenni ve terkip eden maddelerden birinin, başka bir ba­ ihtiyatla icra edildiği için, boş yere bir çok sit ilâç ilâvesi ile, takviyesi icap eder. Mesela zayiata sebep oldu. Akmescid garnizonu, 500 papatya gibi ki, bunda muhaltil kuvvet çok, kişi ile 3 toptan ibaretti ; vâli Muljammed 'Ali mukabbız kuvvet azdır. Basit bir ilâç ilâvesi ( Tarih-i Şâhruhi, a. 98 ; rus menbalarına göre, ile, bu kuvveti arttırırsın. Muhammed Vali yahut Abdu V ali), kaleyi mü­ Bazan da ısıtıcı ( mıtşahhin) basit bir ilâç dafaa ederken, garnizonun büyük bir kısmı ile buluruz; eğer bizim muhtaç olduğumuz hara­ : birlikte, telef oldu. Ruslar, ekserisi yaralı ol­ ret onun husule getirdiği miktardan az ise, bit mak üzere, ancak 74 kişi esir aldılar; kaleyi soğutucu ( mubarrid) ilâç katarız. Şayet daha istirdat etmek üzere, Hokand 'dan binbaşı K a­ Çok sıcaklığa ihtiyaç var ise, başka bir ısıtıcı sım Beg kumandasında gönderilen ordu, büyük ilâç daha ilâve olunur. zayiat.ile, geri çekilmeğe mecbur oldu. Sır-derBazan dört cuz'ü de ısıtmak kabiliyeti olan y a ’mn aşağı mecrasında ilk rus fütuhatım teş­ bir ilâca ihtiyacımız olur da, ancak biri üç ve kil eden Akmescid 'in zaptı, orta Asya tarihi diğeri beş cüz ısıtıcı unsuru hâvi, iki ilâç bulu­ için kat'î bir ehemmiyeti haizdir; harp tarihin­ ruz ; böyle bir hâlde, bu iki ilâcı karıştırarak, de ise, orta Asya'da tatbiki lüzumsuz olan bir dört cüz'ü ısıtıcı bir İlâç husule gelip gelme­ tabiyeye misal teşkil etmektedir. [Akmescid diğine bakarız. 1924 senesinden itibaren, Ktzıl-orda adım al­ Bazan da kullanmak istediğimiz İlâç bir hâl­ mış: ve 1928 senesine kadar Kazakistan cumhu­ de müessir ve faydalı, lâkin başka bir hâlde riyetinin hükümet merkezi olmuştur. Bugün bir zararlı olur; bu taktirde mazarratını tâdil ede­ cek bir şey ilâve etmek lâzımdır. ;sancak merkezidir.] (W . BARTHOLD.) ‘AIÇR AB. [ Bk. AKREB.] Bazan ilâcın tadı fena olur. Tabiata hoş gel­ mez, mide bulanır ve ilâcı çıkarır; böyle ilâç­ ‘A K R A B A ’. [ Bk. akrab A.] A K R A B Â . 'AKRABA', iki yerin adıdır: lara tadı düzeltecek bîr şey katılır. 1. Yamama hududunda, Hâlid b> al-V aîid’in Bazı defa ilâcın vücudun uzak bîr nahiyesine Bani Hanifa ile Musaylima’ye galebe çaldığı tesir etmesi arzu edilir; fakat birinci ve ikinci kanlı muharebe (12 = 633) dolayısiyle meşhur hazmın onun kuvvetini kırmasından korkulur. olan bir yer. Yakınında, duvar ile çevrili, ev­ Bu takdirde o ilâcı her iki hazmın tesirinden velce „RakmSn ’ın bahçesi" ve bu muharebe­ koruyacak ve gitmesi istenilen uzva salimen den sonra »ölüm bahçesi" denen, bir meyve varmasını temin edecek bir şey içinde ( bi-faâfi%in ğayA munfa'itt*) veririz; afyonun tiryak bahçesi ( hadilca ) bulunurdu. B i b l i y o g r a f y a : Tabarî, I, 1937— 1940; terkibinde verilmesi gibi. Bazan bir İlâcın, tesir etmesi lâzım gelen Belâzori ( nşr. de Goeje ), s. 88 ; Yâîfüt, Mu • noktaya götürülmesi için, bir rehbere ihtiyacı cam, II, 2.26; IH, 694. 2. Cavlan'da, Cassâni prenslerimin merkez-i olur. Meselâ kâfur kurslarına, kalbe kadar gi­ hükümeti; agleb-i ihtimal, bugün Cadür mmta- debilmesini temin için, safran katılır. Oraya vardığı vakit, ayırıcı kuvvet ( lıuvvat al-mukasmda kâin ‘Akraba’ bu olsa gerektir. B i b l i y o g r a f y a t Yâlfüt, Mu cam, III, mayyiza) tesirini göstermeğe başlar; safram 695; Nöldeke, ZD M G, XXIX, 430 İ krş. Z D atıp tesirsiz bırakır ve soğutucu ve teskin edi­ ci ( al-m utfıât) unsurların, ayırıcı kuvvetin P V , XII, harita Cebel Havran A B 3. tahlil ve kabz tesirlerinde yaptığı gibi, kalbe (F. Buhl.) tesir etmelerini temin eder. îlâcm, tabiî olsun A K R Â B A Z ÎN . [Bk. akrabâz În.] _ A K R A BÂ Z ÎN . AKRABÂZÎN ( a .; IÇârSbâ- müstahzar ( m am ul) olsun muhallil unsuru, zin de denilir), c o d e x , p h a r m a c o p o e . madde-i marazı halletmek için, hasta uzva te­ Kelime sÜryanî dilinde grafâzin 'den, o da yu­ veccüh eder ve maddenin kanallarda cereyanına nanca ygcKpCöıov { ^muhtasar kitap")'dan alın­ mâni olan şeyi de halleder. Bazan bir ilâcın iyi tesir etmesi için, hasta mıştır. ‘İsa b. ‘Ali onu rasm al-adviya av nasip nahiyeye giderken, yavaşlamasını isteriz 5 eğer av macmu diye tarif eder. İbn S in a’nın Kanan 'unda (Mısır tab., III, ilâç çabuk nufuz ediyor ise, ona sür’atinı ya­ 309 ; Kanan*un 5. kitabım teşkil eden Akraba- vaşlatacak ( msşfirf) bir şey karıştırırız. Mese­ sin, burada başlar ) bu mevzu şöyle izah edilir: lâ mülâtüf ilâçlar, kara ciğerden çabuk geçer;



s



AKRABÂZİN — AKRÂS.



eğer böyle bir ilâcm kara ciğerden yavaş geç­ mesini istersek, ona, kara ciğerin zıt tarafına, meselâ midenin ağzına doğru çeken, turp tohu­ mu gibi, ilâçlar katarız. Bu suretle ilâcm geç­ mesi yavaşlar ve kara ciğere kadar faydası yayılmağa vakit bulur. Bazan bir ilâca rastlarız ki, iki gayeye yarar ve bizce onlardan yalnız biri matluptur. Bu takdirde ona istenilen gayeye sevkedecek bir ilâç karıştırırız. Meselâ miidrir ( m adır) ve mülâttif ilâçlara, onları kan damarları cihetin­ den çevirerek, böbrek ve mesane tarafına sevketmek üzere, kunduz böceği ilâve ederiz. Malûm ola ki, ilâçlardan bir çQğumm tesir ettiği mahal ile gidip oturduğu bir mevkii var­ dır. Eğer mevkiinden, yanı gidip durduğu yer­ den, daha uzak bir yere tesir etmesi arzu edi­ lirse, İlâca hastalık yerine kadar yolu açacak diğer bir şey ilâvesine ihtiyaç vardır. Şayet ilâcın gidip durduğu mevkiden daha yakın bir yere tesir icra etmesi matlup ise, onu giderken hastalık mevkiinde durduracak bir şeye lüzum vardır. Malûm ola ki, tecrübe edilmiş bir şey (bir ilâç), tecrübe edilmemiş olana müreccahtır. Bir tek maksat için bir çok ilâç yerine, tek bir ilâç kullanmak daha iyidir. Tecrübe edilmiş şeyin tercihine sebep, her mürekkep ilâcm terkibine giren basit devalar­ dan her birinin ayrı ayrı tesirleri ile topunun birden tesirinin bilinmesidir. Tecrübe edilmemiş olan bir ilâca gelince, ancak mürekkep olduğu basit ilâçlar baklandaki bilgilerimize göre, fay­ dalı olacağına hükmedilebilirse de, o ilâçların karıştırılmasından husule gelecek neticenin um­ duğumuzdan daha ziyade mi yahut daha az mı olacağı kestirilemez. Bazan mürekkep bir ilâcm tesiri, onu terkip eden kısımlardan beklenebi­ lecek neticeden daha müessir o lu r".. Mürekkep ilâçlar on bir sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıflarda sayılamayacak derecede çok ilâç var­ dır ki, her birine, istihzar usûlüne yahut hekim­ lere, memleketlere ve saıreye göre, adlar ta­ kılmıştır. On bir smıf mürekkep ilâçlar şunlardır! I. al~Tiryâköjt ve büyük macunlar ( yqn. ütjoujxd) panzehirler ki, en makbulleri engerek yılanının eti ile hazırlamalardır. Bu şekil altın­ da bazı akras, macunlar ve reçeller de vardır. s. îyâracât (yun. hçâ.) ki, bu sınıfta bilhassa meşhur iyâric fikra ( yun. Isça stıkq& ) ’da sarısabur gibi devalar esas olarak bulunur. Bun­ lar ekseriya ahlât sökmek için kullanılan müs­ hil ât olup, bu şekle dahildir. Bunlara deva-i İlâhî de derler. [D â ’üd al-Antâki tezkiresi­ ne göre, yunanlılarca her müshile „deva-i İlâhî" tesmiye olunur; çünkü bu devanın damarlara



nufuz ve onları ahlattan tathir etmesi ve ah­ latı dışarı alması hassasını, Allah, bu ilâçlara tevdi ettiği gibi, bunların basitlerinden mürek­ kep yapılması usûlünü de kendi has kullarına ilham eylemiştir.] 3. Cavarişinât (fa rs.), müshil olan ve olma­ yanlar vardır ki, hızım hazım dediğimiz ilâçlar da buna dahildir. Çuvarişn yahut cuvariş '1er bilhassa hazım borusu, kara ciğer ve böbrek hastalıkları ilâcıdır, 4. Sa/üfât , tozlar, kuru olarak alman ilâçlar. 5. Lua^çât, bilhassa öksürük v.s. teneffüs ci­ hazı hastalıklarında kullanılır. 6. Aşriba ve rubâbâf, bunların arasındaki fark, rubnbât ’ın kendi kendine kıvamlandırılmış Usareler; agrz&a'nm ise, tatlı bir şey ilâve edi­ lerek, kıvama getirilmiş matbuhlar yahut usa­ reler olmasıdır. 7. al~Murabbiydt va 'l-ibincât, murabbaîar; meselâ ayva ve zencefil murahhası gibi. 8. A krâş [ b. bk. ], pastiller. 9. SuîakSt va ’l-hubüb, matbuhlar ve habbe­ ler. 10. al-Adhan, sürülmeğe mahsus yağlar. 11. MarShim II), s 16o v.d.; İbn al-Agir (nşr. Tornberg), X, 42’ 461 v.d.; Kisravi Tabrizi, Şahriyarün-i gün nam (Tahran, 1929), îî, 115— 119. (A . ZEKİ VELİDÎ T o g a n .) A K S U N G U R . A K SUNGUR a l -Büf SUŞÎ ( ? — 1126), tam adı ile Abu Sa'id Say al-Din Kasim aî-Davla A k Sunğur al-Bursuk’ Selçuk sultanlarından Muhammed I. ile Mah mud'un başkumandanı ve valisi.'Selçukî emîr terinden Porsuk ('Bursuly) ’un [ b. bk.] bir mem lûkü idi; bundan dolayı, haçlı seferlerini yaza; garplı müverrihler tarafından, daima bu nisbe ti ile, Burgoldus, Borsequinus, Borssequin vey: Borsses gibi, bozuk şekillerde zikrolunur. Sel çuk sultanlarından Muhammed I (1105— nıS onu, sadık bir refiki olmasından dolayı, Bag dad ve bütün Irak ’m muhafızlığına ( şahne} tayin etmişti. Bu vazifede iken, Hilla ’nin araj hükümdarı Şadaka b. Dubays ve o vakit Muşu ve diğer yerlerde hüküm süren emîr Çavlı il< bir çok defa harp etti. Mavdüd ’un [ b. bk.] ölü mimden sonra, 508 (1114) de Musul vâliliğiı. de aldı. Aynı zamanda haçlılara karşı yapıla: harplerde başkumandan tayin edildi. Urfa ( a! Ruha1) üzerine yürüdü ve burasım 2 ayda: fazla muhasara etti ise de, bir muvaffakiye elde edemedi. Maraş ’ta daha tâlili çık tı; bu rada tam o sırada ölen ermeni prensi Kogİ Vasil ’in dul kalan karısı kendisine tebeiyet etti. Mamafih Ortuki ’lerden îlgazi ile yaptığı mu­ vaffakiyetse bir çarpışmadan sonra, 509 (11x5 ) da Musul valiliğinden azledilerek, Muhammed ’in ölümüne kadar al-Rahaba ’ye çekilip, menkuben yaşadı. Muhammed ’in halefi olan sultan Mah-, mud onu derhal yeniden Bagdad muhafızlığı­ na tayin etti. Bu hükümdar ile kardeşi Mes'ud arasında vukua gelen saltanat münazaaları es-



AKSUNGUR - ÂL. nasmda tekrar azledildi İse de, 515 (1121) te yenide» Musul valiliğine geçti. Ertesi sene, bu valiliğe ilâveten, Bagdad muhafızlığı da uhde­ sine .verildiği gibi, Vasi$ şehrinin hâkimliğine de tayin olundu. Bu son tayin Şadalfa’mn oğlu ve halefi olan Dubays ile yeni bir harbe sebe­ biyet verdi. Dubays, bunun üzerine, haçlılarla ittifak ve Halep’in muhasarası esnasında Baîdwin ( Baudoin) ’e yardım edince, Aksungur, şehri muhasaradan kurtarmak için, Musul ’dan ilerlerdi ( 518 — 11.25 ). Buna muvaffak olduktan sonra, Halep ’te oğlu Mas'üd’u bırakarak, ora­ dan ayrıldı. Ertesi sene ( 519 — 1125 ) Kafartâb ’ı zaptetti ise de, ‘A z iz ’ın muhasarasında ağır bir; mağlubiyete uğrayarak, Musul’a geri dön­ mek: mecburiyetinde kaldı. Bir az sonra (8 zil­ k a d e 530 — 26 teşrin II. 1126) orada camide İken, bir kaç Batınî tarafından hançerle Öldiirüldü. Recueil de textes relat. â Vkist. des Seldjoucides (nşr. Houtsma), II, 144 v.dd. göre* katiller, sultanın veziri al-Dergezini taratından, bu iş için ücretle tutulmuşlardı. ;w B i b l i y o g r a f y a : Ibn al-Agir ( nşr. Tornb.), X, 307 v.dd.; Recueil de textes relat. â Vkist. des Seîdjoucides ( nşr. Houts­ ma), II, 144; Recueil des historiens des croisades ; Hist. or., I, bk. Index; II, 36— 58; III, 496 v.dd.; Ibn Hallikân ( nşr. Wüstenf.), nr. 99; \ViIken, Gesch. d. Kreuzzüge, II, 382 v.dd., 52Î v.dd,; Weil, Gesch. d. Cha; ; lif em III, 155 v.dd. AKŞAM » AHŞAM (F.), suların kararmağa :taşladığından itibaren güneşin battığı zamana kadar olan müddet; ikindi ile yatsı arasındaki namazın ismidir. A K Ş E H İR . AK. ŞEHR, iç Anadolu ’nun cenub-i garbı kısmında, Sultan dağlarının şark eteğinde, kendi adım taşıyan gölün 8 km, ce­ nubunda, Konya vilâyetine bağlı bir kaza mer­ kezidir. İlk çağlara ait şehirden bugün ancak bazı duvar enkazı kalmış olmasına ve burada rastgelinen bazı kitabe parçalarında da hiç bir vazıh malûmat bulunmamasına rağmen, Akşehir ’in eski Philomelium yerinde kurulmuş olduğu muhakkaktır. Burası, Frikya ile Kappadokya arasındaki işlek yol üzerinde, bir konak olan küçük bir şehirdi. Coğrafî mevkii, bugünkü Akşehir *e de aynı rolü vermiştir: eski İstanbulBagdad yolunun güzergâhında mevki alan A k ­ şehir, şimdi ise demir yolu üzerinde bulunuyor ( istasyonun rakımı 964). XVI. ve XVII. asırlar­ c a Akşehir'den geçmiş olan seyyahların (Gazzi, 936 — 1529 ; Mekki, 965 — 1557 ve daha sonra Evliya Çelebi) ova üzerinde birden yükselen Sultan dağlarının eteğine ve ilk yamaçlarına yerleşmiş, dağlardan inen bol su ile sulanan bahçeler içine kurulmuş bu ağaçlık ve yeşil



277



şehir hakkmdakt tasvirleri, bugünkü Akşehir ’in umumî manzarasına aynen tetabuk etmektedir. Eski eserlerde Akşehir ’in adı, mahallî telâf­ fuz tarzlarına göre, bazan Akşar, Ahşar veya Ahşehir şeklinde yazılmış bulunmaktadır. Şehir, Selçukîlerden sonra, Karaman-oğuîlarma geç­ miş ve Yıldırım Bayezid tarafından ilhak edil­ miştir. Akşehir, bir ziraat merkezidir; bahçe­ lerinde bol meyve ve civarında da, hububat ve haşhaş gibi, türlü mahsuller yetiştirilir ve koyun beslenir. San’atları arasında da dericilik kayda şayandır. Akşehir ’in, 1935 sayımına göre, hepsi de müslüman olmak üzere, 10.335 »üfusu vardır ve halkın 98 % ’inin ana dili türkçedir. Bunların küçük bir kısmım Yunanistan ve Yugoslavya ’dan gelen muhacirler teşkil eder. Akşehir kazasının 6 nahiye ve 90 köyü olup, nüfusu 60.000 dir. — Şehirde Yıldırım Bayezid ’in camiî ile Selçukîler devrine ait âbideler: ‘İzz al-Din Kaykavüs I. 'un (613 = 1216) devr-i saltanatında yaptırılan taş medrese, ‘İzz al-Din Kaykavüs H. (6 5 9 = 1261) zamanında inşa edi­ len eski bir tekke üzerinde bir kitabe, üstünde sekiz köşeli ehram şeklînde bir kubbe bulunan Sayyid Mahmud Hayranı ’nin (621 = 1224) tür­ besi ve Nasreddin Hoca [ b. bk.] ’nın son za­ manlarda (38 6= 9 96 tarihi yanlıştır ) yapılmış bir türbesi. B i b l i y o g r a f y a : V . Cuinet, La Turquie d' Asie, I, 803, 818 î Ci. Huart, Koma, la ville des derviches tourneurs ( Paris, 1897 ), s. 109— 117; Epigraphie arabe d'Asie Mi~ neure ( Revue Semitique, 1894 ), s. 28— 34; Fr. Sarre, Reise in Kleinasien, s. 21 v.d.; Ch. Tezıer, Asie Minetıre, s. 435, 1 ; Aînsworih, Travels and Researches in Asİa Minör, II, 63 ; Hamİlton, Researches, II, 185 ; Ali Cevad, Memâlik-i osm&niyenin tarih ve coğrafya lügati; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, ÎI, 15 v.dd. ( BESİM D arkot .) A L . [ Bk. E L .] A L . [ Bk.  L .] A L . AL ( A.), s e r a b, zeminin, bir su biri­ kintisi manzarası alacak kadar, güneş şua’t ile ısınmasından müteveîlıd, bir optik hâdisesi; krş. Jacob, Altarab. Beduinenleben (2. tab.), s. 9 v.dd.; Geyer, Zwei Gedichte von al-A'şâ (Viyana, 1905), s. 107 v.d. ;_aİ-Hutay’a, nr. 7, 32 ; aî-Çutâmi, nr. 3, u . — A l ’in müradifİ sarabjtır. Al, loğusalar için tehlikeli bir cin mânasını ifade eder; bu hususta verilen tariflere göre humma-i nifastnin müşahhas timsalidir, krş. ZDMG, XXXVI, 85; Goîdziher, Abh. zur arab. Philolögie, I, 116. (A . Haffner.) Türk kavimlerinin .folklorunda loğusalara ve i tekin olmayan yerlerde uyuyan adamlara mu-



27S, —........



ÂL İlil- İL- F l " 'ir J.



T .................



I-



......... .



ALA CA .



.............. - r-r::ır u ı - ı::-T---:nııv-ıl..lı:-ıi-Tnllll______ IIiwİWI İT’ V- '



sallat olan bir eine A l b a s t ı denilir. Kır­ gız ve kazak türkierinîn inanışlarına göre, A l­ bastı iki türlü olup, birine k a r a Albastı, di­ ğeri ne de s a r ı Albastı denir. S a r ı Albas­ tı, hocaların ve kamların okumaları ile, defedilebiiir; k a r a Albastı ise, ancak »ocaktan" olanlardan korkar. Albastı kısa boylu, sarı saçlı, mavi yahut yeşil gözlü bir kız şeklînde tahayyül edilmektedir. Bazan keçi şekline gi­ rerek, kumsal yerlerde ve ırmak kıyılarında gezermiş. Anadolu folklorunda bu cin daha ziyade A l karısı diye maruftur. Albastı ise, bu cinin se­ bep olduğu hastalığın (hummayı nifasinin) adıdır* Folklorcuların tespit ettikleri efsaneler­ de bu cin »uzun boylu, uzun parmak ve tır­ naklı, vücudu yağlı, siyah uzun saçlı, dev anası gibi büyük memeli, el ve ayakları gayet küçük, bilhassa loğusa kadınların ciğerleri ile geçinen, al gömlekli, türlü kıyafetlere giren, hulâsa çok çirkin ve dişlek bir kadın", bazılarına göre de, bir kocakarı şeklinde tasvir edilmektedir ( bk. M. Şakır Ülkütaşır, A l karısına dair kalk inan­ maları ; Halk bilgisi haberleri, sayı, 95, s. 243 ). Bu tavsiften anlaşılıyor ki, şark ve şimal türkierinîn mitolojisindeki göreli, biçura, abası, su anası gibi einîerin vasıfları ile gördükleri işler hep A l karısı hakkında söylenen efsane­ lerde toplanmış ve ona izafe edilmiştir. Bütün türk kavimlerinde Albastı ve A l karısı ’na dair söylenen efsanelerde bu cinin 1. loğusa kadınlara musallat olması; 2, loğusanın ciğer­ lerini çalıp, suya atması; 3. tüfek ve aygır se­ sinden korkması, 4. »ocaktan" olanlar ve demir­ cilerden çekinmesi müşterek motiflerdir. Bu mo­ tifler, efsanelerde, Altay dağlarından Akdeniz kıyılarına kadar, tekrarlanır. Bazı türk efsane­ lerine göre, Albastı erkeklere de musallat olur ve uyurken basar. Kâbus, Albastı ’nm marifet­ lerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, kâbusa »kara basan" da denir. Albastıya kara bastı ya­ hut kara kura denilmesi, onun kötü olduğunu ifade için olsa gerektir. Malûmdur ki, Altay mitolojisinde cinler zümresine toptan kara de­ nir. Albastı, Al karısı adlarım taşıyan bu cin, menşei ne olursa olsun, türk kavîmlerinin mito­ lojisinde mühim yer almıştır. B i b l i y o g r a f y a ; Miropiev, Demonologiç. razskazı Kirgizov ( Z R G O , 1888, X, s. 10— n, 50); A. Di vay ev, O proishojdenii A l­ bastı {İzv, OAÎE, Kazan), İV ; j. Meszâros, Osman,-türk. Volksglauben ( K S z, 1906, VI!, S5 }; S. I. Rudenko, Başkirı, Leningrad, 1925» II, 306 î A . İnan, A l ruhu hakkında ( Türk Tarih, Arlceol. *73» *86; Peçevî, Târih, II, 371, 375; Ayvansarayh Hüseyin, Hadîkat al cavamı, II, 1x4, 139; Kâtib Çelebi, Tulıfat aUkibâr f i asfâr al-bifyâr, xog v.d,; ‘Osmân-zade Ta’ib, ffaâîkat al-vuzara ( İstanbul, 1271), bk. mad,; 'Abd al-'Aziz, Ravzai al-abrâr, s. 532 v.d., 536, 538 v.dd.; v. Hammer, Hist. de VEmpire, ottoman. ( REŞAD EKREM K o ç u .)



ALİ PAŞA .



33» Vlİ



~



--- - '



B i b l i y o g r a f y a \ Âşık Paşa-zade, 7 arlh-i âl-i 'oşrnan, 223 — 2 2 9 ; 'OsmSn*zade Tâ'ib, ffadifcai at-vazarâ’ (İstanbul, 1271), I, 20; Ayvansaraylı Hüseyin, ffadikat alcavâmt ( 1281 ), 1, 1 1 9 ,1 5 0 ,1 5 9 ; ŞamdSni-zâde, MurV al-tavârîh ( Bayezld IL devri) 5 v. Hammer, Devleti Osmaniye tarihi (trc. M. A ta ), İstanbul, 1330, V î; Solak-zade, Târik, s. 299 v.dd.; Tursun Bey, Târih Abu '1-FatJ} ( T O EM, ilâve), İstanbul, 1 3 3 0 ; Muhyi Çele­ bi, Tavârlh-i 5l~i 'oşmân.



ovasında ağır bir mağlûbiyete uğrattı ( H ağus­ tos 1552). Vaç ( V â c ) peskoposunun maktul ve bizzat Teufel ’in de, diğer biıf kumandan olan Pallav içini ile birlikte, esir düştüğü bu harp Mohaç 'tan beri türk ve artık avnsturyalı kumandanlar idaresi altında harp eden, macar kuvvetleri arasında ilk büyük çarpışma idi ( krş. Szekfü, III, 60). Bundan sonra Ali Paşa Solnok (Szolnok) kalesini muhasaraya başla­ mış, Tamşuvar ’ı zapta muvaffak olan Ahmed Paşa da, kendisine mülâki olduktan sonra, bu (R eşad Ekrem Koçu.) kaleyi fetih ve birlikte Eğri ( Eğer, Erlau ) üze­ A L İ P A Ş A .‘A L Î P A ŞA , Hadim (? rine yürümüşlerdir. AH Paşa, gerek askerî gerek 1557 ), yanyah bir arnavuttur (krş. lorga, Gesoh. İktisadî bakımdan, ehemmiyetli olan Eğri ka­ d. Osm, Reick., IH, 37 ; Busbecq, Türk mektup,, lesini zapt ile bu mıntakayı kendi eyaletine s. 156 ), Rumeli kethüdahÇından sancak beyİHği ilhak etmek istemiş ve serdara da, bu işi kolay ile ayrılmış, 1537 (944) de Diyarbekîr vâîîsi göstermek sureti ile, fikrini kabul ettirmişti olmuş; fakat üş sene sonra, azledilmiştir. 1551 ( krş. Hammer, V , 51). Fakat, kırk beş günlük (959 ) de, Kasım Paşa ’nın yerine, Budin bey­ muhasaradan sonra, buna muvaffak olunamayalerbeyi olduktan sonra, Macaristan ’m fethedil- rak, geri dönülmüş ve serdar da, kendisini böyle mesinde çok faal bir rol oynamıştır. Rumeli bir muvaffakıyetsizîiğe ve hacâlete sürüklediği beylerbeyi Sokullu Mehmed ve Serdar Ahmed için, AH Paşa ’yı muahaze etmişti. Bunun üze­ Paşa ’lar ile iş birliği yaparak, muvaffakiyete rine Ali Paşa gözden düşmüş, Budin valiliğini eriştirdiği 1552 seferlerinde, evvelâ, başlarında Tuygun Paşa ’ya terketmîştir. Kanunî ‘nin İran kalenin eski muhafızı Toth Mihâly ’nin bulundu­ seferine (1554 = 961), Karaman beylerbeyi ğu, haydular1 tarafından muhasara edilen, Se- olarak, iştirakten ve Gürcüstan hudutlarında bir gedin (Szeged) sancağı beyi Mibal-zade Hızır çok yararlıklar gösterdikten (krş. ÂH, Kunh Bey 'in, şerbetlerden topladığı yeniçeriler ile, im­ al-ahbar, basılmamış kısımlar, Üniver. kutup., dadına koşmuş ve, muhasayı terkederek kendisini türk. yazm., nr. 2292; Mustafa Nişancı Celâlkarşılayan, adeden faik düşmanı ağır bir mağlû­ zade, fabakât al-mamâltk f i daracât al-masâ~ biyete uğratmıştır ( krş. Peçevi, I, 288 v.d.). Bu lik, Üniver. kütüp,, türk. yazm., nr. 1584 ) sonra, muvaffakiyet haberi serdar vasıtası ile padişaha bilâhare gene Budin beylerbeyiîiğine tayin ( şubat arzedîlmiş, padişah da bundan memnun olarak, 1556) ve o havâimin emniyetini tehdid ve bir kılıç ve kaftan ihsan etmek suretiyle, ona tevec­ çok çapulculuk ve baskın hareketine (krş. Ali cüh göstermişti. Sonra, düşmanın bâzı tecavüzü Paşa ’nm Pallavicini ve Komârom kumandanına ve bir kısım türk ümerasını, ahde mngayîr ola­ gönderdiği mektuplar, A Bud. bas. magy. nyelv. rak, şehit etmesi üzerine bunların intikamım al­ levet., s. 5 v.dd.) merkez teşkil eden, Siget maya karar vererek, kolaylık ile Vesprim ( Ve3- (Szîget) kalesinin zaptına memur edilmiştir. zprem, Weıssbrunn ) ’i almış ( nisan 155,2 ), Ahmed Kaleye ilk hücumda (mayıs 1556) muvaffak Paşa ’mn Tamşvar ( Temesvâr) muhasarasına olmadığı gibi, macar büyüklerinden Nâdasdy başladığı vakit de, Dregely kalesini zaptetmek Tamâs ’m bir kısım avusturyalı ve macar kuv­ üzere, Budin ’i terketmışti. Bu kale kumandam veti ile muhasaraya teşebbüs ettiği Baboça Szondy Gyorgy ’nin kahramanca müdafaası ( bk. ( Babocaa) kalesini de kurtaramanlış, bilâkis Szekfü, III, 60), Ali P aşa’nın cesareti, azmi ve Rinya ırmağı kenarında vuku bulan çarpışmada askerî mahareti karşısında, bir semere vermemiş, mağlûp olmuştur ( temmuz 1556 ). Tekrar Siget kale zaptedildiği vakit ise, paşa, bu mağlûp fa­ muhasarasına, koyuldu ise de, artık kuvvetleri kat kahraman düşmanı defnettirmek ve mezarı­ azaldığı için, bir netice alamayarak Budin *e nın üzerine bir mızrak ve bayrak diktirmek su­ dönmüştür. Çok geçmeden de, bu muvaffakıreti ile, bir hürmet eseri göstermiştir. Müteaki­ yetsizlikleria verdiği teessürden (krş. Hammer, ben bu civardaki bir çok kaleleri, Szecseay, VI, 114; Busbecq, Türk m e k 3. 158 ), vefat Hollokö, Sâg, Gyarmat, Bujâk '1, zapt ve Avus­ etti ( şubat 1557 ). turya kuvvetleri kumandam Erasmus Teufel 'in AH Paşa hadımdı, çirkindi; fakat çok cesur idaresi altındaki düşman ordusunu da Palâst ve büyük bir askeri kudret sahibi idî. Ferdinad 'm elçilerine macarları kılıç ve tüfek ile değil, 1 O zaman Macaristan Ma bulanan ve bâzan çapul­ baston ve değnek ile itaat altına almak istedi­ culuk yapan bîr nevi milis kuvvetinin tajıdığı addır. Bunlar, XVII. asır babada, Erdel beyi Bocskay Livan ğini söylemişti. Alicenaptı ve musikiyi fazla taralından, Dcbrecen mıntakasına yerleştirilmişlerdir. severdi (krş. Takâts, Rajzok, I, 114, 313, 425 ).



âlİ paşa.



"



m



Çatalca ’da bir camii ve diğer bastı yerlerde sinden affını rica eden Abdullah Paşa yerine, medreseleri vardır ( bk. Arşiv kılavuzu, I, 3? ). şark serdarı ve Tebriz muhafızı tayın edildi B i b l i g o g r a f g a t ÂH, Kunh al-akbar, (temmuz 1726-), Kapısı halkı, 700—1000 kişi arasında bir kala­ IV (tabedilmemiş kısım, Üniver. kütüp., tiirk. yasem., nr. 2392 ) î Peçevî, Târih ( İstanbul, balık teşkil ederdi, Bâzı etbama „kemâl-i meyi 1283), I, 36, 288 v.d., tür, ger, ; Mehmed Maz- ve müsaadesi" ile meşhurdu. Adamlarının ilti­ har Fevzi, Habar-i şahlh ( İstanbul, 1293), zam ettikleri mukataatta reayaya zulmettikleri V , 205 v.dd., 210 v.d.î Mehmed Süreyya, hakkında vâki şikâyetleri üzerine, 1728 mayı­ Sicill-t *oşmânî (İstanbul, 13 li), III, 498; sında kendisi Şehr-i Zor eyaletine nakil, ket­ Arşiv kılavuzu (Topkapı sarayı), İstanbul, hüdası, divan efendisi ve bir kaç adamı da, 1937, I, 37; A budai basâk maggar ngelvü teftiş olunmak üzere, İstanbul ’a celbolundu. levelezese., 1553— 1589 (Budapest, 1915 ; tertip Aym yılın eylülünde, Sivas valisi Abdurrahman edenter Takâts Sandor, Eckhart Ferenc, Szek Paşa ile becayiş edildi; 1729 da Diyarbekir fü Gyula), s. 5 v.d. 5 Busbecq, Türk mek­ valisi oldu. Nadir Şah 'ın zuhûru ile şark hatupları (türk. tre. Hüseyin Cahid Yalçın), rekât-ı askeriyesinın kötü bir safhaya girmesi İstanbul, 1939, s. 136 v.dd.; Takâts Sandor, üzerine, ikinci defa serdar tayin edildi (1730). Rajzok a torok vilâgbol, Budapest, 1915; H6- Bu sırada cülûs eden Mahmud I., A li Paşa ’ya raan-Szekfü, A Maggar Tortenet, Budapest, elmaslı bir kılıç ve bir samur kürk göndererek, 1939, III, 60; Hammer, Histoire de VEmpire iltifatta biılundu ( kânun II. 1731). AH Paşa Otioman, (Paris, 1836), III, 21, 107 v.dd.;' Tahmasp III. ’a karşı Kuzıean zaferini kaza­ Zinkeisen, Gesch. d, Osm. Reick. (Gotha, narak (15 eylül 1731), Hemedan *ı, Urmiye yi, ı8$6), I—VII, bk. fihrist; lorga, Gesch. d. Tebriz ’i istirdat etti. Şah Tahmasp ’m sulh Osm. Reich. (Gotha, 1910), III, 37, 40, 42, talep etmesi üzerine, »Ahmed Paşa musalâhası" akdolundu [ bk. Ahmed Paşa, s. 199 b ]. 43» S*» S*(TAYYİB G ö KBİLGİN.) A L İ P A Ş A . ‘ALÎ PAŞA, Hekİmoğlu 12 mart 1732 (15 ramazan 1144) çarşamba günü, ( 1689— 1758 ), Mahmud I. ve Osman III. ’ın sadrâ­ sadrâzam Topal Osman P aşa’nm azlı üzerine, zamlarından olup, babası hekim başı, Venedikli sadaret hattı, kızlar ağası Beşır Ağa ’nm tavsi­ mühtedl Nuh Efendi *dir„ 4 haziran 1689 (15 şa­ yesi ile, Hekîm-oğlu A li Paşa ya gönderildi. ban n o o ) da doğarak, Ali Âli tesmiye ve tahsil AH Paşa, sadaret hattını Revan civarında Sul­ ve terbiyesine itina edildi. Ahmed III, zamanın­ tan tepesi denilen yerde alıp, derhâl İstanbul ’a da, hassa silâhşorluğu ile saraya alınıp, bir müd­ hareket ve 9 haziran 1732 de Üsküdar ’a muva­ det sonra da dergâh-1 âli kapıcı baştları arasına salat etti. Üç buçuk yıl süren bu birinci sada­ katıldı. Akranı arasında zekâ, zerafet ve terbi­ reti Avrupa 'da Lehistan veraseti buhranına yesi İle temayüz ederek, padişahın dikkat ve rastlar. Avusturya’ya karşı Lehistan veraseti alâkasını celbettİğinden, Silâhdar A li Ağa ( Şe­ harbini açmış olan Fransa ’mn İstanbul ’daki hit A li Paşa) tarafından, İçendi nufuzu için elçisi Marquis de Villeneuve, Rusya ’mn Lehis­ müstakbel bir tehlike gibi görülerek, 1713 te tan İşlerine müdahalesi ile Prut muahedenameZile voyvodalığı ile, saraydan çıkarıldı. 1719 da sinin naks ve osmanlı imparatorluğu menfaat­ Nevşehirli Damad İbrahim Paşa sadaretinde ve lerinin İhlâl edildiğini tebarüz ettirerek, Avus­ onun himayesi sayesinde, b e y l e r b e y i pa­ turya ’mn zahiri olan Rusya ’ya karşı, rus düş­ yesi ile türkmen ağası, 1722 de R u m e l i pa­ manlığı He meşhur Hekim-oğlu ’nu, harbe teşvik yesi ile Adana valisi oldu; ilk şöhretini, Adana ediyordu. Ali Paşa, iki tuğlu vezir yaptığı franve Kilis havalisindeki mütegallibeyi tedip ile sız mühtedisi kumbaracı başı Ahmed Bonneval kazanmıştır. Okça-Özenli, Amiki, MusabeyH, Paşa [ b. bk.] ’mn telkini ile, iki taraftan bîri­ Cirigânlı, Kulaksız, Gücekli, Avşar, Kılıçlı, Bek- nin münferit bir sulh yaparak, harpten çekilme­ taşlı v.s. aşiretlerini de sıkı bir nezaret altı­ sini gayr-i mümkün kılan bir ittifak muahedesi na aldı; uzun zamandan beri devlet otoritesi­ akdetmek şartı ile, harbe girebileceğini bildirdi ne karşı kayıtsız yaşayan bu aşiretlerin ihtiyar İse de, Kardinal Fleury’nin taassubu, islâmlar ve büyükleri, boğazlarına destİmallerini takarak, ile böyle bir anlaşmağa mâni oldu. Diğer taraftan şark harekâtı, osmanlı, impa­ AH Paşa'ye gelip emân dilediler.' 1724 te Halep vâlişi oldu. Aynı yıl, serasker ratorluğu aleyhine sur'atle inkişaf ediyordu: Köprülü-zade Abdullah Paşa maiyetinde, şark „Ahmed' Paşa musalâhası" m tanımayan Nâdir, seferine memur edilmiş ve Tebriz ’in muhasara Tahmasp ’ı hal* ve Abbas III. ’ı Iran tahtına iclâs ve zaptında, merdane hareketleri ile, temayüz ederek, Bagdad a hücum etti. Bagdad ’ı kurtar­ eylemiştir. 1725 teşrin L ’de, vezaret rütbesi ile mağa muvaffak olan Topal Osman Paşa, Ker­ taltif, bir kaç gün sonra da, Anadolu beyler­ kük civarında bir baskına uğrayarak, şehit ve beyi, ve bilâhare hastalığından ötürü, vazife­ ordusu perişan oldu (1733). Sarayda toplanan



m



ÂLİ PA $Â .



bir harp meclisinde, padişah tarafından reha­ ve Kızkulesi ’nde bir gün bir gece, bir rivâyete vet ile itham olnnan Ali Paşa, azil ve Midilli göre de, ancak iki saat hapsedildikten sonra, 'ye nefyedildi. Bir sene sonra, Bosna valisi K ıbrıs’a sürüldü. K ıb rıs’ta Tuzla ya muvasa­ oldu. Burada, üç sene, büyük Avusturya kuv­ latında, umûm ahali tarafından, istikbal olundu. vetlerinin şiddetli hücumlarına karşı kahramanca Adada bulunan konsoloslar, ziyaretine gelerek, mukavemet etti. »Travnik nefîr-i âmi" adı hediyeler takdim ettiler ve »İstanbul ’da olan verilen bîr davet ile, eli silâh tutan bütün balyozlarımızdan size hürmet ve hizmete emir bosnahları gönüllü olarak topladı. Banyaluka aldık" dediler. Bu menkûbiyetinde, himaye ede­ surları Önünde, mareşal Hildburghausen ’e karşı, rek yetiştirdiği vüzera ve ümeradan, o kadar 4 ağustos 1737 de, parlak bir zafer kazandı, çok hediyeler ve para yardımları geldi ki, üç 1740 ta, asayişi ihlâl eden mütegaliibe kölemen ayda, Kıbrıs fukarasına 100.000 kuruştan fazla beylerine karşı, müdebbir ve şedit bir vâli tasaddukia bulundu. Bu menkûbiyet, aynı sene şöhreti ile, Mısır a gönderildi. Bir sene sonra içinde, oğlunun padişaha yazdığı bir arize üze­ Mısır, damadı Tevki’î Yahya Paşa'ya verilerek, rine, hitama erdi. Az sonra da, yine aynı seneHekim-oğlu, Anadolu beylerbeyi oldu. 21 nisan de (1755 ), Mısır vâliliğine tayin edilmiştir. J 742 C1$ safer 1155) de de Hacı Ahmed Paşa Hekİm-oğlu A li Paşa, 1756 da, Anadolu bey­ ’yı istihlâf ederek, ikinci defa, sadarete geldi. lerbeyi oldu ve aynı yıl içinde, hizmetkârları Bu sırada, Nâdir Şah, sulhu bozarak, Irak 'a tarafından zehirlenerek (oğlunun kaydına göre tecavüz etmişti. Bagdad valisi Ahmed Paşa ’nm, ise, müptelâ olduğu mesane illetinden), eyalet Nâdir Şah a dehşet vermek için, sadrâzamın or­ merkezi olan Kütahya ’da vefat etti (£4 ağus­ du ile gelmesi lüzumundan bahseden bir mektu­ tos 1758 — 9 zilhicce 117 ı ) . ölürken, İstanbul bunun sadrâzam tarafından padişaha gösterilme­ ’dakı camii yanında bulunan türbesine defnedil­ si, kendisinin serdarlık unvanı ve isiikiâl-i tam mesini vasiyet etmişti. Kütahya ‘da vâli sarayı ile şarka gitmek maksat ve arzusuna hamloluna- yanında, Saray camii civarında, bir arsada mu­ rak, azline ve Midilli’ye sürülmesine sebep ol­ vâkkat bir kabre gömüldü ve sonra, bir ferman du. 1744 te tekrar Bosna valisi, 1745 te Halep ile müsaade verilerek, naşı İstanbul ’a getirildi valisi, aynı yıl içinde, Nâdir Şah ’m Kars üze­ ve türbesine defnedildi. Muasırları arasında, rine gelmekte olduğu öğrenilince, Anadolu eya­ bilgili, cömert,zarif, sanat muhibbi, adamlarına leti ile, şark serdarı lığına nasbedildi. karşı sonsuz itimadı olan, fakat küçük bir suç Şahsî düşmanı olan Tiryaki Mehmed Paşa üzerine de, kan dökmekten çekinmeyen, kanlı ’nm sadaretinde, üç dört defa idamına teşeb­ ve gazaplı bir vezir şöhreti bırakmıştı. Bütün büs edildi ise de, Mahmud I. tarafından hima­ işlerinde ciddî, sert ve dürüst olup, maiyetin­ ye olundu. Hattâ Tiryaki Mehmed Paşa ’mn, Ali den hiç kimsenin halka zulüm yapmasına mü­ Paşa ’ya olan kini, kendi sukutuna sebep oldu ; saade etmez ve bu gibi hâllere eesaret eden­ Sultan Mahmud, Mehmed Paşa ’yı azlederken, leri, derhâl te’dîp ederdi. Bosna ’daki fevkalâde Hekim-oğlu hakkmdaki hissiyatım da „kırk se­ hizmeti, devletin ve kendisinin yüzünü ağartneden beri bu kadar hizmet-i cemile ve gaze­ mîştı. Ali mahlası ile şiirleri olup, Fatin tez­ vat-1 celilede bezî-i vüeud eden düâver ve nâ- keresinde bir gazeli vardır. Otuz seneyi müte­ mâver bir vezirim vardır, bu mel’un onun ile caviz vezareti zamanında, başta padişah olarak, iddia-i akrâniyete düşüp telefine say'eder. Bu bütün devlet adamlarının hürmetini ceİbetmiş, kadar îma ettim kat a haber anlamaz" sözleri vekar ve şerefini, her şeyin fevkmde muhafaza ile ifade etmiştir. İran ile musalâhanm akdinden eylemiştir. Koca Ragıb Paşa ’yı yetiştiren ken­ sonra ( 1746), Anadolu *da eşkiya tenkiline me- . disidir ; Paşa efendisine karşı minnettarlığım mur edildi; karışıklık çıkması üzerine, üçüncü her vesile ile izharden geri durmamıştır. Kendi­ defa, Bosna valisi oldu, Mütegallibeyi tedip sinin vâlüİkte kullandığı mührünün yazısı, „Bietmek üzere, tayin edildiği Trabzon valili­ habib-i hüda-yi lem yezelî — Ola âli İlâhi kadr-i ğinde, Karadeniz derebeylerini tenkil etti. 1754 Ali" şeklinde, hâk edilmiştir. te de, Anadolu beylerbeyliğine naklolundu; fa­ Hayratından, İstanbul ’da, Davud Paşa civa­ kat henüz Trabzon'dan hareket etmemiş iken, rında, Atlamataşı denilen yerde, bugün kendi 16 şubat 1755 (4 cemaziüîevvel £168) te, Osman adım taşıyan ve zamanında Cami* al-Nûr tesmiye III. tarafından, sadrâzam tayin edildi. Hekİm- edilen, büyük bir camii vardır. Bu camiin ye­ oğlu Ali P aşa’mn üçüncü sadareti, ancak elli rinde, mîr-i mîranlığında, ahşap bir mescit üç gün sürdü ; silâhdar Ali Ağa ’nm ( Bıyıklı yaptırmıştı f birinci sadaretinde, onu taştan bir Ali Paşa) entrikaları ile, yeni hükümdarın gö­ cami olarak, ihya etti. İnşasına 1732 de baş­ zünden düşürüldü ve Ayvansaray yangm yerin­ landı ; 1734 (1147 ) yılının miraç gecesinde, ilk den, padişahtan evvel avdeti temin edilmek ezam, henüz bitmemiş olan minaresinden, ken­ sureti ile, bir hataya düşürülmesi üzerine, azil j disi okuyarak, resm-i küşadım yaptı. Küiüpha-



ALİ PAŞA -



nesi, sebili ve civarında da kendi türbesi, ca­ miin karşısında da bir zaviye vardır. B i b l iy o g r a f y a : Hekim-oğlu AH Paşa­ zade İsmail Ziyaî, Manâlı al-âliya f i ğurrât al-ğâlîya (Hekim-oğlu Ali Paşa’mn mu­ fassal terciime-i hâli, Üniver. kütüp., türk. yazm., nr, 2486); ŞalSîıi, Eabpı valfa i1-i yavmiya-i şahriyâri ( Üniver. kutup., türk. yazm., nr. 2518), fü/-. yer. ; ‘Omar, Kİtab min al-tSrîk (Mahmud I. ’un hayatına dair vuku’ât-ı yevmiye defteri), Fatih kütüp., türk. yazm;, nr. 658 (yeni) ; Bosnalı Ömer, Ahvâl-i ğazavat der diyar-ı Bosna yahut Tarihli Bosna der zaman-t Hekim-zade A li Paşa (İstanbul, 1295), tür. yer*, Küçük Çelebi-zade Asım, Tarîk (İstanbul, 1282), s. 301, 403, 566, 598; Vaşif, Tarîk (İstanbul, 1219), 1, 50, 55, iür, yer.; Dilâver-zade Ömer, jHadîlfat dl-vuzara (İstanbul, 1271), zeyl 1, s. 42— 51 s Ayvansarayiı Hüseyin, Ijadikai al-cavamı (İstanbul, 1281), I, 81— 85; Fatin, Tazkara (İstanbul, 1271), taş basm., s. 274/275; İbnülerain Mahmud Kemal, Matalı al~âliya f i ğurrat al-ğâlîya, TTEM, sene 16, sayı (93) 16, s. 197— 210; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlılar zamanında kullanılmış mühürler hakkında ( Belleten, 1940, sayı 16, s. 513); Mehmed Arif, Kumbaracı Ahmed Paşa (TOEM , sene 4, XIX, s, 1222/1223); Comte de Bonneval, Memoires ( Paris, 1806), I I ; Haramer, Histoire de VEmpire Ottoman (Pa­ ris, 1856), XIV, 223 v.d., 254 v.d., 256, 261, 276 v.d., 298, 300 v.dd,, 397 v.dd., 416, 425, 449; XV, gı, 58, 97 v.dd., 275 v.dd,; XVI, 13, 28 v.d. (R eşad Ekrem K oçu .) Â L İ P A Ş A . ‘ÂLİ PAŞA, Mehmed EmÎN (1815— 1871), XIX. asır osmanh sadrâzam­ larından ve diplomatlarından olup, Abdülmecid ve Abdiilaziz devirlerinde, küçük fasılalar ile, bir çok defalar hariciye nezareti ile sadaret ma­ kamlarını işgal etmiştir. İstanbul ’da Mercan 'da Mercan Ağa camiine bakan bir evde doğmuştur (şubat 1815 = 23 rebiülevvel 1230). Mısır-çarşısı aktarlarından olan babası A li Rıza Efendi, fakrı dolayısiyîe, ücretle Bahçe-kapısım da açıp kapamakta olduğu için, sonraları muhalif­ leri kendisini Kapıcı-zade diye tezyife çalış­ mışlardır ( meselâ bk. Ali Suavî, Â li Paşa 'nın siyaseti), Mahalle mektebinde okuduktan sonra, Bayezid camiinde bir müddet arabî dersi görmüş 5 fakat hayatım kazanmak mecburiyeti ile, icazet almağa muvaffak olmaksızın, divan-ı humayun kalemine girmiştir (1 eylül 18 30 = 12 rebiülâhır 1246 ). Kalem hayatında bir taraftan resmî kitabet ve muamelâtı öğrenmeğe çalışmakla beraber, fransızca tahsiline de başlayan Mehmed Emin,



ÂLİ PAŞA,



33$



ya dikkati çekecek kadar kısa olan boyu dolayısiyle ( Kamus al-alâm ) veya, daha galip bir ihtimal ile, çalışkanlık, kabiliyet ve neza­ ketle temayüzü sebebi ile, o zaman mutad ol­ duğu vecihle bir temenni ifade etmek üzere { İbnülemin Mahmud Kemal înal, Osmanh dev­ rinde son sadrâzamlar, s. 4), kendisine Âli mahlası verilmiştir ki, siyasî hayatında hep bu mahlası ile şöhret kazanmıştır. Divan-1 humayun tercümanlığı işlerinin çoğal­ ması üzerine, tercüme odasına kendisi de me­ mur edilince (1533 = s a fe r 1249), bu oda hulefasına verilen fransızca derslerini Âli Efendi de, devamlı olarak, takip etmiş, daha sonra Avus­ turya imparatoru Ferdinand I. *m cüîüsunu teb­ rik münasebeti ile, sefaretle Viyana'ya gönde­ rilen (1835 = 1251) asâkir-i hassa feriki Ahmed Fethi Paşa (Lûtfi, Tarih, V, 6) maiyetinde ikinci ser kitabet vazifesi ile gittiği zaman ar­ tık diplomasi mesleğine iyiden iyiye intisab etmiş bulunmasına binaen, orada kaldığı bir buçuk sene içinde yine fransızcasmı lâyıkiyle ilerletmeğe çalışmıştır (A li Fuad, R icâl-i mâkimme-i siyasiye, s. 56 ). Bununla beraber ÂH Paşa, vaktiyle camide İlerletemediği arapçasım kuvvetlendirmek İçin, arada çalışmış ve birinci sadaretinden infisali üzerine, kısa süren mazuliyeti devrinde, Cevdet Efendi ( P aşa) 'den ders almıştır (Fatma Aliye, Ahmed Cevdet Paşa ve zamanı, s. 95 ). Ailesinin fakrı ve zamanında muntazam tah­ sil muesseseleri bulunmaması yüzünden, Âli Paşa, yetişmesini hususî derslere ve bilhassa kendi çalışmasına borçlu olup, Avrupa *da tah­ sil ettiği doğru değildir. Türkçe resmî kitabeti selis ve derli toplu, fransızca siyasî yazıları da oldukça kuvvetli olan Âli Paşa, güzel hatta da mâlikti. Fakat manzum yazıları o derece ehem­ miyetli olmadığı gibi (Fatin, Tazkara, s. 276 v.dd.) mahcup tabiatı dolayısiyîe, söz söyle­ mekte de güçlük çekmesine mukabil, bâzan za­ rif nükteler yapabilirdi (Aİİ Fuad, gösi. yer , s. 58). ÂH Efendi, yine Ahmed Fethi Paşa maiyetin­ de (1837 = rebiülâhır 1253) Petersburg’a da gidip geldikten sonra, divan-ı humayun ter­ cümanlığına tayin olunmuş (1837 = 19 şaban 1253), rütbesi de saniyeye terfi edilmiştir. Bir müddet sonra, harieiye nezareti uhdesinde kal­ mak Üzere, Londra büyük elçiliğine tayin olu­ nan Mustafa Reşid Paşa ile beraber, divan-ı humayun tercümanlığım muhafaza etmek üzere, sefaret müsteşarı olarak, Londra ’ya giden (1838 = cemaznilevvel 1254) ÂH Efendi, Reşid Paşa ’nm Paris *e gitmesi üzerine, Londra ’da maslahatgüzar olarak kalmış ve Abdülmecid ’in cülusunu müteakip, İstanbul ’a dönen Reşid Pa­



şa ile birlikte avdet ederek, divan-ı hümayun tercümanlığına devam eylemiştir. Reşid Paşa, daha evvel kendisine intisabı üzerine, hariciye mesleğinde yetiştirmeğe baş­ ladığı  li Efendi’nîn meziyetlerini Londra’da daha ziyade takdire fırsat bularak, itimat ve teveccühünü arttırdığı cihetle, pek genç olma­ sına rağmen, maslahatgüzarlığı kendisine tevdide tereddüt etmemiş ve bundan sonra da, onu süratle terfi ettirerek, hakikaten çok kısa bir zaman içinde, diplomasi mesleğinin en yük­ sek derecelerine çıkarmıştır. Filhakika hariciye müsteşarı Sadık Rıfat Paşa ’nm, Mısır meselesi hakkmdaki Londra mukavelesi hükümlerini, pa­ dişah namına, Mehmed Alî Paşa *ya tebliğ için, Mısır’a gönderilmesi (1840=cemaziülâhır 1256) üzerine, bu vazifenin vekâletine tayin olunan Ali Efendi ’ye, Sadık Rifat Paşa ’nm sadaret müsteşarlığına nakil ve tayini dolay isiyle, rütbe-i ûlâ ile beraber, hariciye müsteşarlığı tev­ cih edilmiştir. Bir kaç ay sonra  li Efendi, Şekip Efendi yerine, Londra büyük elçiliğine tayin olunmuş (1841 — zilkade 1257 ) ; ve üç seneden fazla bir müddet bu elçilikte kaldıktan sonra, oradakimemuriyetinİn uzamış olduğu ileri sürülerek, azledilmiştir (1844 = 1260; Lût'fi, VII, 26, 92 ). İstanbul a dönünce meclis4 vâlâ âzaiığına tayın olunan Âli Efendi, Cebeİ-i Lübnan 'da çıkan karışıklığı bertaraf etmek ve oraları tanzim ve ıslah eylemek memuriyeti ile gönderilen (184$ = Şaban 1261) hariciye nazırı Şekip Efendi [ b. bk.] ye ve bir müddet sonra, Şekip Efendi ’mn infisali ile bu nezarete nasboluaaa (1845 — 26 şevval 126i) Paris sefiri Reşİd P aşa’nın İstan­ bul ’a gelmesine kadar, ona vekâleten hariciye nezareti işlerini idare eylemiş ve bu arada haiz bulunduğu âlâ sanisi rütbesi de sınıf-1 evvele terfi olunmuştur ( gösi, yer., VIII, 31, 72). Reşid Paşa ’nm, yine hariciye nezaretine tayin olunmak suretiyle, iktidar mevkiine gelmesi, ken­ di yetiştirmesi ve mutemedi olan Âli Efendi ’nîn de hâriciyede daha geniş hizmetine ve te­ rakkisine imkân hazırlamış oldu ve Zaten mec­ lisli vâlâ âzasından olan  li Efendi, ilk Önce divan-ı hunaayun beylikcilik memuriyeti inzima­ mı ile, hariciye müsteşarlığına ( 184$ = 16 zil­ hicce 1261) ve bir müddet sonra Reşid Paşa ’nın birinci defa olarak sadrâzam olması üzerine ( 1846 = 7 şevval 1262 ) de, rütbe-i bâlâ ile, ha­ riciye nezaretine esaleten tayin olunduğu gibi, gördüğü hizmetlere ve gösterdiği liyakate bi­ naen, kendisine vezirlik ve müşirlik rütbesi tev­ cih edijdi ( 1848 = 29 muharrem 1264 ). Dine kar­ şı mübalatsızhğı İleri sürülerek yapılan tezvir­ le r d e bilhassa serasker Damad Said Paşa ’mn taassup şevki ile padişah huzurundaki ısrarı



üzerine, Mustafa Reşid Paşa ’nm sadaretten infi­ sah (1848 = 24 cemaziülevyel 1264) icabedince, arkadan Âli Paşa ’mn da, yerine Rifat Paşa ta­ yin edilmek üzere, hariciye nezaretinden azlolunduğu ve fakat kısa bir mazuliyetten sonra, Reşid Paşa mecalis-i âliye 'ye memur edilir­ ken, ÂIi Paşa ‘ma da ahkâm-t adliye riyasetine getirildiği (1848 = 26 recep 1264 ) görülür. İk­ bal ve iktidar mevkiine avdetin alâmeti olan bu memuriyetler kısa sürmüş ve (1848 = 13 ramazan 1264) Reşid Paşa, ikinci defa olarak, sadarete getirilirken, Âli P aşa’da, ikinci defa olarak, yine hariciye nezaretine tayin olunmuş­ tur (Lûtfi, VIII, 85, 115 154, 159, 160). Kendisine karşı yapılan tezvirlerin muvaffakıyeisizliği, Reşid Paşa ’nm nufuzunun artmasına sebep olduğundan, hu defa iktidar mevkiinde tarafdarlan ve bu meyanda Âli Paşa ile bera­ ber daha uzunca kalabilmiş ve bu sayede, o sırada 1848 ihtilâlinin serpintisi olmak üzere, Memleketeyn ’de de baş gösteren harekete kar­ şı, Rusya sevkıyat yaparken, Bâbıâlice de asker şevki sureti ile, ciddî tedbirler alınabil­ miş bulunduğu gibi, macar ihtilâlcilerinin Avus­ turya ve Rusya kuvvetleri tarafından mağlû­ biyeti üzerine, hududumuza iltica eden siyasî suçluların iadesi bu iki devlet tarafından ısrar ile istendiği ve devlet ricalinin çoğu da bu ısrara karşı mukavemeti tecviz etmediği hâlde, devletin haricî siyasetinin mes’uliyetini deruhte etmiş olan Reşid Paşa ile ÂH Paşa tarafından, mültecilerin iadesinin reddi hususunda, metanet ve sabat gösterilmiş ve Avrupa muhitlerinde devletin şeref ve itibarının yükselmesi neticesi ; elde edilmiştir.  li Paşa 'ya, bu defaki hizmeti devam eder­ ken, imtiyaz nişanı ile mecidî nişanının ikinci rütbesi verildiği gibi, Enciimen-i daniş ’in kurul­ ması münasebetiyle bir çok rical arasında ken­ disine de dahilî âzaiık tevcih edilmiştir ( 185* === 19 ramazan 1267). Sadrâzam Reşid Paşa ile tophane-i âmire müşiri Fethi Paşa ’nm, geçim­ sizlik ve mücadeleleri sebebiyle, her ikisinin azli vuku bulunca, Âli Paşa, ilk defa olarak, daha 38 yaşında olduğu hâlde (1852 = 20 şevval 1268), sadarete getirilmiş (Rifat Efendi, Vard al-hadaik, s. 46), ertesi günü de hariciye ne­ zaretine Fuad Efendi tayin olunmuştur. Bu zamana kadar Hyakatlarmı sezip yetiştir­ diği  li Paşa ile Fuad Efendi, Reşid Paşa'mu en değerli yardımcıları ve muhaliflerine karşı en sadık tarafdarlan İken, bu tebeddül üzerine ÂH Paşa ile Fuad Efendi, birbirine bir kat da­ ha yakınlaşarak, karşılıklı müzaheret ile iş birliği yapmağa başlamışlar ve velinimet saydık­ ları Reşid Paşa 'dan, isteyerek istemeyerek, az çok uzaklaşmışlardır. Bu suretle, Tanzimat ve



ÂLİ Paşa . teceddüt cereyanıma en değerli rükünleri iki zümreye ayrılarak, birbirlerini tamamlayan şah­ siyetler- az çok zaafa uğramışlardır (Fatma Aliye, Ahmed Cevdet Paşa ve gamanı, s. 88 ). Gerçi Ali Paşa belki de, velinimet dediği Reşid Paşa üzerine sadarete gelmek istemediğinden dolayı, gençliğini ileri sürerek, itizar etmiş ise de, padişahın ısrarı ile bu makamı kabul edince, sadaret alayım müteakip hemen Reşid Paşa ’nm evine hürmetini izhara koşmuş ve Reşid Paşa da bundan pek memnun olmuştur; fakat bâzı ara bozucuların tezvirleri ve tabiatı ile başlayan rekabet yüzünden, bu iki şahsiyetin arası git­ tikçe daha çok açılmıştır (A Ii Fuad, Ricâl-i mühimme-i siyasîye, s. 6ı). 1853 ( 28 zilkade 1268 ) d e1kendisine rnecidî nişanının birinci rütbesi tevcih edildiği hâl­ de ertesi ay, ihtimâl mukaddes makamlar mese­ lesinin ehemmiyet peyda etmesi üzerine, Ali Paşa infisal etmiş (1852 *= 1268 zilhicce) ve sadarete geçen Damad Mehmed A li P aşa‘nın teklifi ile, İzmir valiliğini kabul (1853 = 6 rebİülâhır 1269) eylemiş ise de, İzmir’deki Avusturya konsolosunun eski macar mültecile­ rinden birini cebren kaçırması yüzünden çıkan hâdiseler, kapitülâsyonlar dolayjsı ile de pek karışık bir şekü almış olduğundan, Avusturya elçisinin ısrarı üzerine, azledilmiştir. Bir müd­ det sonra Hüdavendigâr valiliğine tayin olunan (1854 — 21 recep 1270) AH Paşa ya* valilik uhdesinde kalmak üzere, yeni kurulan M e c 1i s - i â l î - i t a n z i m a t reisliği de verilmiştir. Bu sıralarda, mukaddes makamlar meselesi ve bunun doğurduğu Kırım muharebesi safhadan safhaya geçiyor, sadarette de tebeddüller de­ vam ediyordu. Reşid Paşa 'nın, dördüncü defa olarak; sadarete nasbi (1854 = 2 rebiülevvel 1271) üzerine, muhaliflerine karşı o sıralarda barışmak lüzumunu hissettiği eski şakirdlerinden Alı Paşa da, meclis-i tanzimat reisliği hiza­ mı İle üçüncü defa olarak, hariciye nezaretiue tavın olunmuştur. Bîr müddet sonra, Kırım harbîni neticelendirecek olan musaiâhanm mukaddematım müzakere etmek üzere, Viyana 'da başlayan konferansa iştirak için murahhas ^ayin olunan ( 1855 = 28 cemaziyelâhır 1271) A li Paşa, Süveyş kanalı imtiyazının verilme­ sine tarafdar olmayan İngiltere 'yi gücendir­ mekten çekinerek, hususî bir mektup yazdır­ mak suretiyle, bu işi önlemeğe çalışan ve key­ fiyetin Fransa maslahatgüzarına ihbar edil­ mesi ile müşkül bir mevkide kalan Reşid Paşa ’mn istifası üzerine, ikinci defa olarak, sadarete tayin edilmiştir (1855 = 16 şaban 1271). Bir muvaza’a olarak kısa bir zaman için sadarete getirildiği zanm ile, istifaya hazırlanan Ali Paşa ( Mahmud Kemâl İnal, ayn. esr., s. 13), bu IslSm Ansiklopedim



İ 3?



defa bir buçuk seneden fazla bir zaman, bu makamda kalmış ve bu müddet zarfında Paris 'te toplanan kongraya da osmanlı devletinin bi­ rinci murahhası sıfatı ile giderek, 30 mart 1856 Paris muahedesinin imzasına iştirak eylemiştir. Kongraya Reşid Paşa, murahhas olarak iştiraki arzu ve buna İngiltere de müzaheret etmiş ol­ duğu hâlde, Fransa muhalefet eylemişti.  li Pa­ şa Viyana sulh mukaddematmda kararlaştırılan esaslardan biri olan hıristiyan ahalinin imtiyaz ve muafiyetleri meselesini de halletmiş olmak için, İslahat hatt-ı humayununu (şerif) neşir ve ilân eylemiştir ( Î8 şubat 1856 == cemaziülâhır 1272; Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, s. 112). Âlı Paşa, murahhaslık vazifesini muvaf­ fakiyetle ifa ettiğinden ve bilhassa kapitülâs­ yonların İslahı vaadini istihsâl eylediğindea do­ layı, taraf darlarınca medh ve takdir olunmasına karşı, devletin hak ve menfaatlerini lâyıkı ile müdafaa edemediği ileri sürülerek, muhalif ve hattâ bitaraf bâzı kimselerce tenkit olunmuş ve bu arada bilhassa İslahat fermanı hakkında Re­ şid Paşa ’ea yazılıp, Abdülmecid ’e takdim olu­ nan bir lâyihada şiddetle hücum ve itiraza uğ­ ramıştır. Paris kongrasınca kat’î bir şekle bağ­ lanamayan meselelerden Eflâk ve Boğdan ida­ relerinin birleştirilmesi keyfiyeti, bir müddet sonra tekrar ehemmiyet kazanıp, Fransa ve İn­ giltere arasında da görüş ihtilâfı çıkması ve İngiliz elçisinin, hâriciye nazın Fuad Paşa ile sadrâzamdan şikâyet etmesi üzerine, ÂU Paşa sadaretten infisal eylemiş ve yerine Reşid Pa­ şa tayin olunmuştur. Bununla beraber bu defa da hâriciye nezaretine tayin olunan  li Paşa, Reşid Paşa’mn tenkitlerinden zaten müteessir olduğu için, bu vazifeyi kabul etmek istememiş ve Reşid Paşa ’nm ricasına rağmen, istifada ıs­ rar eyleyerek,, neticede Fuad Paşa ile beraber mecalis-i âlİyeye memur edilmiştir (Al i Fuad; Ricâl~i miihimme»i siyasiye, s. 71). Fakat Boğdan intihabatı neticesinden bu defa da fransız elçisi memnun olmayarak, fesh talebinde bulun­ muş ve Bâbıâliee reddi üzerine, İstanbul ’u ter­ ke kalkışmış olduğu cihetle, Reşid Paşa yerine Mustafa Nailî Paşa ve hârieiyeyc de  li Paşa tayin olunmuşlardır (1857 = 11 zilhicce 1273 ). ÂH Paşa, Reşid Paşa’nm yeniden sadarete gel­ mesi üzerine, artık hâriciyeden tekrar çekilme­ ğe kalkışmamış ve onun vefatına kadar aynı vazifede kalarak, nihayet, üçüncü defa olmak üzere, tekrar sadarete nasbolunmuştur (1858 — 25 cemaziyelevvel 1274). Kırım muharebesinin mucip olduğu masraf­ larla sarayın gittikçe artan israfları mâlî müzayekayı arttırmış olduğu için, Âlî P aşa’nm, bu defa hususî bir arizası üzerine ( Ali Fuad, ayn. esr., zeyil 2 ), padişah da çare aranmasını



33



emredince» sarayın masraflarım tahdit ve ta­ sarrufa riayet zarureti bulunduğunu îma eyle­ meğe kalkışması, azline ( 1859 = 21 rebiülevvel 1276) sebep olmuş ve bir az sonra meelis-i âlî-i tanzimat reisliğine (1859 = cemaziülâhır 1276 ), sadrâzam Kıbrısh Mehmed Emin Paşa ’nm teftiş ve ıslahat için Rumeli 'ye gidi­ şinde, ilâve olarak, sadaret kaymakamlığına, hâriciye nazırı Fuad Paşa *nın fevkalâde me­ muriyetle Şam ’a gitmesi üzerine de, yine ilâve olarak, hâriciye nezareti vekilliğine ve nihayet asîl olarak hâriciye nezaretine tayin olunmuştur (1861 = 6 muharrem 1278 ). Abdülaziz ‘in cülusundan bir müddet sonra, Kıbrısh Mehmed Emin Paşa ’nm azli üzerine, sadareti, dördüncü defa olarak, ihraz eden ÂH Paşa ( 1861 = 29 muharrem 1278 } teennisinden do­ layı, sür’atii icraat isteyen yeni padişahı tatmin edemediği cihetle, azledilerek (1861 = 19 cemaziyelevvei 1278 ), yerine Fuad Paşa getirilmiş ve fakat onun ısrarı ile de Âli Paşa tekrar hâriciye nezaretine nasbedilmiş ve Fuad Paşa ’nm iki sadareti ile Yusuf Kâmil ve Mütercim Riişdü Paşa ’iarın sadaretleri zamanında hep aym makamda kalmıştır. Bir taraftan Girid isyanının, diğer taraftan Sırbistan ’da türklerm işgalinde bulunan kale­ lerin sırplara terki talebinden doğan meselenin ehemmiyet peyda etmesinden ürken Mütercim Rüşdü Paşa istifa edince, Âli Paşa, beşinci de­ fa olarak, tekrar sadarete getirilmiştir (1867 = 6 şevval 1283; AH Fuad, ayn. esr., s. 75}. Aym zamanda inkişaf eden iki meselenin Halim­ de sırpîar ve yunanlıların müşterek hareket et­ mesi ve zahiren sâkit bulunmasına rağmen, Rus­ ya 'mu da tahrikat yaparak, bunlara müzaheret eylemesi ihtimallerini ileri süren Fransa ’nm ve ona ittiba eden Ingiltere 'nin nasihatlerini naza­ ra alan ve diğer devletlerin de farklı bir hare­ ket tarzını ihtimal dahilinde görmeyen ÂH Paşa, daha ehemmiyetli gördüğü Gİrİd isyanını daha müsait bir hâl tarzına bağlayabilmek için, kale­ ler meselesinde müsamahakâr davranmağı tercih etmiş ve meseleyi meclis-i vükelâda tezekkür ettirerek, „kaleler kemâkân kılâ-ı hakaniyeden olarak kalıp ve burçlarına saltanat-ı seniye ve sırp bayrağı çekilip, hıfz ve idarelerinin sırp beyinin zatine ihalesi ile müstahfız askerinin kaldırılması" keyfiyetini takarrür ettirmek sure­ tiyle, İntaç eylemiştir (1867 = 10 şevval 1283; bk. Belgrad kalesinin sırpltya terki hakkında bir vesika, TOEM\ sayı 31, s. 385 )* Girid isyanına gelince, asker şevki suretiyle, âsîlerin tenkiline ve yunanlıların yardımlarına sed çekebilmek üzere, adanm ablokasma çalışıl­ makla beraber, yunanlıların milliyet prensipi na­ mına ileri sürdükleri diğer taleplere Rusya ve



Fransa müzaharet ettiğinden, iş ehemmiyet ka­ zanmış ve adanın dağlık olması ve denizden ka­ çakçılığın devam etmesi yüzünden, bir türlü kat’î neticeye vardırılamayan askerî hareketler­ den başka, siyasî tedbirlerde alınmasına lüzum görülmüş ve bunun için mahallinde tetkikat yapı­ larak, icap eden tedbirler alınmakla beraber, devletlerce teklif edilen müşterek teftiş ve tah­ kikin da Önüne geçilebilmesi için, ÂH Paşa ’nm kendisi memuriyetle Girid’e gitmiş ve oradan yazdığı lâyihalarda müşterek teftişin fena neti­ celer vermesi ihtimalinden dolayı, meselenin halli için, „hıristiyan tebeamn ıslaha muhtaç denilen ahvali her ne ise, anları devlet kendüliğinden olarak yapıp rusyalunun elinden şu siiâh-ı tezvir-ü iğfali olsun almak** lüzumunu ileri sürmüş ve bu sebeple bir takım müsaade ve imtiyazları ihtiva eden bir nizâmnâme hazırlayarak, adaya bir nevi muhtariyet verilmesini te'min eylemiş­ tir (1868 = 9 şâban 1284; ÂIi Paşa, Girid hak­ kında lâyiha, İstanbul, 1327 5 Memduh Paşa, Mirât-ı şuünât, İzmir, 1328, s. 40). ÂH Paşa ’nın lehinde ve aleyhinde çok söz söylenmesine ve yazılmasına sebep olan ve ha­ kikatte kendisinin en olgun, haya tınında en faal devrini teşkil eden Girid seyahatinden sonra, Gi­ rid ‘deki askerî hareketler ile İdarî ve siyasî tedbirlerin temin eylediği sükûn ve âsâyişi bir kat daha te’yid için, bu icraatın Avrupa 'da uyandırdığı müsait tesirden istifade ederek, Yu­ nanistan ’ın o zamana kadar yaptığı propagan­ dalar ile öne sürdüğü ilhak taleplerini bertaraf etmek üzere, bir taraftan Yunanistan 'a karşı tehdit kâr bir vaziyet almış, diğer taraftan Yuna­ nistan ’ın iştiraki olmaksızın, Paris 'te devletler arasında cereyan eden müzakereler sonunda ar­ tık Girid ’deki yardım ve tahrik hareketlerinden içtınab etmesi lüzumunun bu devlete tebliğ edil­ mesini ve bu suretle meselenin tamamen sona ermesini istihsâl eylemiştir. ÂIİ Paşa, bilhassa son sadaretinde, Paris muahedesinden sonra A v­ rupa ’nın umumî siyasetindeki tedrici değişiklik­ leri farketmig, Napolyon III. ‘un, Avusturya ’ya karşı milliyet prensıpinden mülhem olan siyaseti dolayısı ile, Rusya ’ya karşı da muhalefet değil, bir mülâyemet ve kollama siyaseti takibe başla­ dığını, bu iki esasm Memleketeyn, sırp ve Girid meselelerinde tamamen tebarüz eylediğini, İngil­ tere ’ye gelince, dahilî siyasetindeki tebeddül dolayısı ile, haricî siyasetinin de değişmeğe yüz tuttuğunu ve şark işlerinde artık faal ve müte­ şebbis bir rol oynamaktan çekindiğini anlamış bulunduğu için { Ricâl-z muhimme-i siyasiye, zeyil 4, s. 119; Mahmud Muhtar, Maziye bir nazar, İstanbul, 1341, s. 30 v.d.), Rnsya ’ya karşı mülâyim bir vaziyet almakla beraber, bu devletin telkinleri ve müdahaleleri ile os«



ÂLİ PAŞÂ.



........ - ■ ■■■*■■-*....™ manii devletini dahilen muhtariyet siyasetine sürüklenmekten ve bu suretle imparatorluğun parçalanmasını hazırlamaktan İse, Fransa'nın tavsiye eylediği ve Tanzimat cereyanına uy­ gun ıslahat hareketine yeniden inkişaf vermek suretiyle, yeni meseleler çıkmasına mâni olmak siyasetini ihtiyar etmiş, bir taraftan idare, ma­ arif v e : adliy ey i alâkadar eden yeni teşkilâta ve ekalliyetlerin vaziyetlerini tanzime çalışır­ ken, diğer taraftan merkeziyet prensipînden mülhem hareketler ile devletin nufuzunu tah­ kime gayret eylemiştir. Filhakika bir taraftan teşkilât ile iştigal ederek meclis-i vâlâ ’nm gör: düğü vazifeleri, mülkî ve adlî olarak, ikiye ayır­ mak suretiyle; şura~i devlet ve divan-ı ahkâm-i adliye dairelerini teşkil ettiği gibi, dahiliye nezaretini de tesis etmiştir. Diğer taraftan, ıslahat fermanını tatbik etmiş olmak için, müslim ve:gayr-i müslim bütün tebeamn aynı tah­ sili görmeleri suretiyle, muhtelif unsurları te’lif ve resmî tahsil görmüş ekalliyet ferdlerini ica­ bında devlet kadrosuna almak üzere, hıristiyan tebeamn hâricin himayesinden beklediği menfa­ atleri devletçe* doğrudan doğruya, temin gaye­ lerine varmak için, Galatasaray sultanisini tesis etmek, mahkemelerin istiklâline ve temyiz mah­ kemesinin kurulmasına ehemmiyet vermek, ec­ nebilere: bâzı tahditler ile gayr-i menkullere tasarruf hakkını tanımak, evkafın intikalini tevsi eylemek, demir yol inşaatı için imtiyaz ver­ mek gibi ıslahata itina etmiştir. Bununla bera­ ber bu teşkilât ve ıslahatı, Ali P aşa’nm, gö­ rüş ve nufuzu İle, iktidar mevkiinde kaldığı müddete mabetle kâfi görmeyerek, tanzimatı ha­ kikaten inkişaf ettirmekten ziyade bunları ica­ bında haricî siyasette mesned ve delil olarak göstermek dizere, yaptığım iddia edenlere az ■ çok hak vermemek kabil değildir. Ali Paşa ’nm yaptığı ıslahatın kifayetsizliği­ ne: karşı, sadaretinin son zamanlarında, Mısır valisi İsmail Paşa’mn, nufuz, hukuk ve salâhi­ yetini genişletmek için, yapmağa çalıştığı emr-i xvâkileri metanetle önlemeğe muvaffak olduğu­ nu: kaydetmek zarurîdir. Filhakika hidiv uavamnı istihsale muvaffak olan İsmail Paşa, bâzı emr-i vâkiler yaparak, bâzan da entrika ve pa­ ra sayesinde, Avrupa devletleri ile siyasî mü­ nasebetlere girmeğe, kara ve deniz kuvvetini, dermanlarda ve evvelce verilmiş müsaadelerde­ ki hudutları aşarak, arttırmağa, mezuniyet al­ maksızın istikrazlar yapmağa kalkışmış ve fakat  li Paşa, ciddiyetle hareket etmek sure­ tiyle,: padişahın hukukunu muhafazaya, hattâ : ısmarlanmış olan zırhlıları devlete terk ettir­ meğe muvaffak olmuştur (1869 = 1286 ; Mısır 'tn idaresi hakkında hidiv İsmail Paşa ’ya mektah-İ sâmît T OEM, nr. 42 s, 354).



Âli Paşa, bulgarlann, rum patrikliğinden ay­ rılarak, ayrı bir eksarhâne teşkili teşebbüsleri­ ne karşı da hayli mukavemet göstermiş ve bulgarları muhtariyete götürebilecek olan bu eksarhlığm tesisini, esas itibarîyle, kabul edin­ ceye kadar, hayli zaman kazanmağa muvaffak olduğu gibi, ermeni katoliklerinin papalığa bağ­ lanması teşebbüsünü de akim bırakmıştı. Sa­ daretlerinde, hâriciye nazın sıfatı ile, çok yar­ dımını gördüğü arkadaşı Fuad Paşa’nm vefatı (1869 == 1 zilkade 1285 ) üzerine, hâriciye neza­ reti vazifesini de ilâveten yüklenen ÂH Paşa ’mn sıhhati bozulmuştur. ÂIi Paşa ’nm takib ettiği haricî siyasetin başlıca' mesnedi olan Fransa ’nın, Fransa-Prusya muharebesi netice­ sinde, kat’î bir mağlûbiyete uğraması, devletin Avrupa muvazenesindeki mevkiini sarsmış ol­ duğu gibi,  li Paşa ’yı da yeni bir siyaset veç­ hesi aramağa şevketmiş idi. Rusya, Paris mu­ ahedesinin en ehemmiyetli hükmü olan ve şim­ diye kadar Fransa ve Ingiltere ’nin osmanh dev­ letine müzahareti sayesinde muhafaza olunabi­ len Karadeniz ’in bitaraflığı esasına artık bağlı olmadığı hakkında devletlere tebligatta bulu­ nunca, ÂH Paşa, daha uysal davranmak ve şekli olsun muhafaza etmek üzere, Londra 'da top­ lanan konferansta muahedenin buna ait maddem leri üe boğazlar mukavelesini tâdil eden yeni mukaveleyi kabul etmeğe mecbur olmuştur (1 — 13 mart 1871; Goryanov, Devlet-î asma~ niye ve Rusya siyaseti, İstanbul, 1331, s. 319— 397 ). Siyasî vaziyetin bu yolda inkişafı ile ma­ nen de sarsılan ve zaten teverrüm etmiş bulu­ nan ÂH Paşa, hastalığına rağmen, vazifesine mümkün mertebe devama çalışmış ve nihayet 7 eylül 1871 (21 cemaziyelâhır 1288) de Bebek ’teki yalısında vefat ederek, Süleymaniye camii yanında defnolunmuştur ( Mahmud Kemal İnal, ayn, esr,, s. 25 ). Fakir bir aileden çıkarak, zekâsı ve çalışkan­ lığı ile dikkati celbeden ve Reşit Paşa ’ya in­ tisap ettikten sonra, onun bir şakirt ve mahmisi olarak, terakki ile hâriciye nezaretine geçen Âli Paşa, Kırım muharebesine kadar Reşid Paşa ile beraber İngiliz dostluğu ile ve velinimetinin en sadık yardımcısı olmakla ta­ nınmıştı ; fakat sadarete geçtikten sonra, Reşİd Paşa ’nm âdeta rakibi kesilerek, mevkiini ve muvaffakiyetlerini f ran sız dostluğuna istinat ettirmeğe çalışmıştır. Aşırı fransız dostluğu ile mâruf bâzı muasırlan kadar olmamakla beraber, temkinini muhafaza etmek şartiyle, haricî siyaset ile dahilî ıslahatta fransız vesayasma az çok uymağı tercih eylemiştir. Dahil­ deki idaresine gelince, yedi defa hâriciye neza­ retine, beş defa da sadaret makamını* gelmeğe muvaffak olmuş ve tedricen tecrübeli ve vu-



$4*



ALÎ PÂŞÂ.



bir devlet adamı ve diplomat sıyt ve şöhretini kazanmış bulunmak sayesinde, salta­ nat makamı nezdinde kendisini devlet için lü­ zumlu ve faideli bir unsur diye kabul ettirdiği cihetle, sarayın müdahalelerine karşı Bâbıâlinm vekar ve haysiyetini oldukça muhafazaya muk­ tedir olmuştur. Bununla beraber sarayın israf­ larına ve yeni istikrazlar ile devletin gittikçe daha ağır borçlar altına girmesine mâni olama­ mış ve Fransa mn Avrupa ’da nufuzu husufa, Abdülaziz ’in de halk nazarında itibarı zevale uğrarken, kendisi de umumun itimadım kaybet­ meğe başlamıştır. Âli Paşa, siyasî mülâhazalarla vilâyat kanununda intihap usûlüne az çok mevki verdirdiği hâlde, maarifin kâfi derecede yayıl­ mamış bulunduğu keyfiyetine dayanarak, meş­ rutiyete doğru adım atılmasına tarafdar olma­ mıştı. Bu sebeple Yeni-osmanlılarm şiddetli ten­ kit ve muahazelerİne, hattâ tezyiflerine uğra­ mıştı. Âli Paşa, Reşid Paşa ’dan farklı olarak, kendisine yardım edeeek veya halef olacak adam yetiştirmemiş ve bundan dolayı, Fuad Paşa'mn vefatından sonra, müşkülâta uğra­ mıştır. Kendi ölümünden sonra da hârice, saraya ve halka karşı muvazeneyi tutacak kimseler bu­ lunamamıştır. Âli Paşa, afif ve namuskâr olmak sıyt ve şöhretini kazanmış bulunmakla bera­ ber, muhalifleri kendisini mütemadiyen ihsan dilenmek ve koparmakla, en büyük meseleler­ de bile, hiç bir istişarede bulunmaksızın, doğ­ rudan doğruya verdiği kararlan padişahın ira­ desine iktiran ettirmek suretiyle, padişahın halkça mes’ul sayılması için zemin hazırlamak­ la, ıslahat fermam, ecnebilerin emlâk tasarru­ fu müsaadesi, muhtelit mahkemeler nizâmnâ­ mesi gibi ecnebi sefirlerince hazırlanan proje­ leri hemen aynen kabul etmekle ve müstakil bir siyaset takip edememekle itham ederek, muahaze etmişlerdir. Muhalifleri, ÂH Paşa’mn, zahirî nezaket ve tevazuuna rağmen, kinci ve fikren müstebit olduğunu da İlâve ederler. Mu­ halifleri arasında en çok tanınanlar, Namık Ke­ mâl, Zafernâme ve şerhini yazan Ziya Paşa ve Âli Paşa hakkında bir risale kaleme alan A 1İ Suavî ‘dir. Şinasî ’nin hicivleri, Hürriyet ve Muhbir gazetelerindeki makaleler de Âli Paşa ’yı mütemadiyen sinirlendirmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Lûtfi, Tarik, VII — VIII; Mahmud Kemâl înal, Osmanlı devrin­ de son sadrâzamlar ( İstanbul, 1940); Ali Fuad, Ricâl-i mühimme-î siyasiye (İstanbul, 1928) 5 Fatma Aliye, Akmed Cevdet Paşa ve zamanı ( İstanbul, 1332 ) ; A. de la Jonqıtiere, Hist, de Vempire ottoman, s. 553 v.dd.; Ed, Engelhardt, La Turyuie et le Tanzimat, I, 143 v.dd,; II, 1— m ; Rif'at k t ıf lu



Efendi, Vard al-hakaik (taş basın., İstan­ bul, ts. ), s. 43— 48 ; Ch. Mismer, Souvenir du monde masulman ( Paris, 1892), s. 23 v.dd.; Tanzimat (İstanbul, 194 0 ),!; diğer kaynaklar metinde zikredilmiştir. (A . H. Ongunsu.) A L İ P A Ş A . ‘A L I PA ŞA , Mubârak (1823— 1893), mısırlı istihkâm zabiti, devlet ada­ mı ve edip, 1239 (1823/1824) da Yeni-Berumbâl ( Delta dahilinde Dakahliya) ’de doğmuştur. Aslen mütevazi bir köylü olan ‘A li, kabiliyet göstererek, gayret ve dikkatle muhtelif mektep­ lerde tahsil etti. 1251 (1835/1836) de Çaşr al‘Ayni mektebine kabul olundu; daha sonra (1252) Kahire yakınında Abu Za'bal mektebi­ ne verildi. 1260 (1844 ) ta „Mısır talebe heyeti* içinde Paris ’e gönderilmiştir ki, bu, müstak­ bel mesleğinin tayininde müessir olmuştur. Paris ve Metz topçu mektebinde zabit olarak yetişti. Daha vatanında iken merak sarmış olduğu İs­ tihkâm fenninde ihtisas kesbetti. 1266 (1849/ 1850) da Mısır’a döndü ve hidiv ‘Abbâs Paşa’mn teveccühünü kazanarak, çarçabuk yüksek mev­ kilere çıktı. Kırım muharebesi esnasında İstanbul ’da, Kırım ’da ve Gümüşhane ’de faaliyette bu­ lunmuş, hidiv Sa'id Paşa zamanında memuriyet­ ten çekilmiş, hidiv İsmâ'il Paşa zamanında, bir­ birini müteakip, hemen bütün nezaretler ve mes­ ’ul makamlarda vazife ifa etmiştir. Nufuzunu, her sahada ıslahat lehinde derin bir anlayıştan ziyade, samimî bir gayret ve azim ile kullan­ mıştır.— Matbaalar tesisi, bilhassa mektepler için mektep kitapları vücuda getirilmesi, Kahire yakınında bend (al-Çanâtir aî-hayriya) inşası, demiryolları ve sulama vesaiti inşaatı, muallim mektebi ( Dâr al-'ulum ) ile Kütüphane-i hidİvî 'nin tesisi (1870) hep kendisinin himmeti ile vâki olduğu gibi, Süveyş konferansı müzakeratmda da büyük mesaisi görülmüştür. Maarif işlerinde mükemmel bir pedagog olan isviçreli Ed. Dor Bey ( Ölm. 1880) ’in reylerinden ve yardımlarından istifade etmiştir. Haziran 1888 de son defa olarak, Riygz Paşa kabinesinde, maarif nazın oldu. Fakat bu son nezaretinin neticesi eskiden Sa'id Paşa zamanından kalma „instruction publique = destructıon publique“ (maarif-i umumiye, tahrİbat-ı umumiye) sözünü yeniden hatırlattı. Zira İdarî ve siyasî ahlâk bakımından, îsnm'il Paşa zamanında en yüksek derecesine varmış olan eski devrin çamuruna bu defa tamamiyle saplanmıştı. Kendisinde safdilâne bir fellâh sinizm’ini daima muhafaza etmiştir. Sir ( daha sonra Lord) Alfred Milner ‘in şiddetli bir müdahalesi, işten çekilmesine kâfi geldi. Ondan sonra Kahire ’de, halk arasın­ da, alelade bir ferd gibi, yaşamış ve 5 cemazi-



ALİ PAŞA .



yelevvel 1311 (14 teşrin; 11. 1893 ) de ölmüştür. Şahsiyeti ve eserleri İçin bk. ZD M G , XLVII, 720 v.d. :: En eski neşrettiği eserleri; tâlim ve terbiyeye aittir. Meselâ: T a r if al-kandasa (Kahi­ re, 1858 ) ve. Tar i f al-afham f i tarbiyat dtacsâm (Kahire, 1289). Nuhbai ahfikr f i iadbir N il Mişr (Kahire, 1298), sulama mesele­ lerinden bahseder. (Aîam ahdîn (İskenderiye, 1299; krş. Mü. at, XIII, 50, 36) ’i görmedim. ,Metroîojiye dair tetkiklerinden ancak birinci kısmı, al-Mizan f i ’hakyisa va ‘havzan (1309) adı ile, intişar etmiştir. Son maarif nezareti zamanında, Tarik ahhica va ’htamrln adı ile, bir elifba kitabı neşretti. En mühim eseri ah Hitai ahcadlda ahiavfiklya, 1306 (1888/1889 ) da intişar etti; bu kitap Maljrizi.'nm Hitat ’ımn zeylidir; krş. Orienial. Bibliogr., III, nr, 1036 i Goldziher, WZKM, IV, 347 v.dd. Bu kitabın menbalan hakkında mütalâamı bildirmiş bulunuyorum (göst. yer.). Brockelmann ’m yap­ tığı gibi ( Gesch. d. arab. Litter., I, 482 ), onun topografyaya dair mütalâalarının, ekseriyet iti­ bariyle^ kendi tetkikleri üzerine bina edilmiş olduğunu söylemek doğru olmaz. Vakıa eser faideîidiri fakat bu faide bize nnutturmamalıdır ki, bu kitap kıymetleri çok muhtelif zeva­ tın, iş birliği ile vücuda gelmiş bir derlemedir; verdiği malumatı da ihtiyat ile kabul etmek icabeder. Kendisi tarafından yazılmış olan tercüme-ı hâli Hifat ( IX, 37— 61, bk. mad. Berunbal ) 'ta bulunur. (K . VOLLERS.) A L ! P A Ş A Ridvan Begovİç. [Bk. RIDVAN BEGOVİÇ.]



A L İ P A Ş A . ‘A L Î PAŞA, S emIz (S e MÎN, KALIN) ( ? — 1565 ), aslen hersekli olup, Praçe (Brazza) kasabasmdandır. Babasının İslâmî kabul etmesinden önce, devşirme olarak topla­ nanlar ile birlikte, İstanbul 'a getirilerek, Kanu­ nî ’nin saltanatının İlk senelerinde, akrabası bu­ lunan sadrâzam İbrahim Paşa ’nm kethüdası Çeşte Bâli ’nin ( Peçevî ’de, Ceşte B âli; Hammer ‘de, Hasta AK ) delâlet ve iltiması ile saraya alınmış ve burada yetişmiştir, 154$ (952) te, mîr-î alem, 1546 (953) da yeniçeri ağası ve daha sonra da Rumeli beylerbeyi olmuştur. 1549 (956) da vezir rütbesi ile, Mısır beylerbeyiliğine tayin edilen Semin Ali Paşa ( Sicilhi "osmanl, IV, s. 3$), burayı büyük bir liyakat ile ve eskiden beri mevcut ananelere uymayarak, hal­ kı ağır vergilerle ezmeden (Hammer, H ist da VEmp. Oitom., VI, 86 v.d.) idare etmişti. Sadrâ­ zam Ahmed P aşa’mn akrabası Dukakin-zade Mehmed Paşa’yı M ısır’a tayin ettirmesi Üze­ rine, üçüncü vezir rütbesini almış olduğu hâlde, o sırada Halep ’ie bulunan padişaha mülâki olup ( ceraaziyelevvel 961 = nisan 1554 5 krş. Mustafa



34*



Celâl-zade Nişancı, Tabakat ahmamalik f i dardcat ahmasalik, s. 69), onun ile birlikte se» fere çıkmış vd Amasya ’yâ avdetinde de İranlI­ lar ile yapılan mnsalâhahm akdinde, ikinci vezir sıfatı ile bulnnnüıştur (krş. Busbecq, Türk mek­ tupları, türk. trc., s. 85 ). Rüstem Paşa ’nın ikinci sadâreti esnasında vefatı üzerine (şevval 968 =* temmuz 1561), sadrâzam olmuş ve ölümüne ka­ dar (zilkade 9 7 2 = haziran 1565) bu vazifede kalmıştır. Sadarete geçer geçmez, o zamana kadar kıs­ men Rüstem Paşa’nın itîlâfgirizliği yüzünden, İyİ bir mecrada yürümeyen Avusturya ile sulh mü­ zakerelerine ehemmiyet vermiş ve bu müzake­ relerde, hâdiseleri kendi lehinde kullanmak ve onlardan istifade etmek sureti ile ( bk. Busbecq, ayn. esr., 282 v.d.), büyük bir kabiliyet ve ma­ haret göstererek, Avusturya elçisi Busbecq ile, sadaretinin daha ilk senelerinde, sekiz senelik bir muahede aktîne muvaffak olmuştur ki, Ferdinand ’m senede 30,000 dukalık bir vergi itası, TransİIvanya ’daki bütün yerlerden feragat ve Macaristan ’daki ihtilaflı yerler için de kıraliçe İzabella ’nın oğlu ile ( Zsigmond Jânos => Jean Sigismonde) anlaşacağı vaadini, ayrıca bîr ta­ kım askerî, malî meselelerin her ikt taraf için müsait bir hâl şeklinin esaslarını ihtiva eden bu anlaşma 1 haziran 1562 de Prag ‘da imparator tarafından imza edilmiştir ( muahede için bk. Hammer, ayn. esr., VI, 489). Bunun ile bera­ ber Ali Paşa, gerek bu muahedenin müzakeresi esnasında, gerek bunu müteakip, av ustur yalıların, Moldavya ’ya vukubulan tecavüzleri ve Siget haydularınm ( bk. s. 332, n ot) çapulculuğu gibi, bu anlaşmanın ruhuna münafi bâzı hareketleri hak­ kında hem Busbecq ’e ihtarlarda bulunmuş hem de imparatordan bu hâdiselerin önünü almasını istemiştir. Busbecq ‘in İstanbul ’dan ayrılması ve Ferdinand ’m ölümü üzerine tahta çıkan yeni imparator Maximilian II. ’in de babasından farklı bir siyaset takip etmesi, Ali Paşa’mn sadrazamlığının sonlarına doğru Türkiye-Avusturya münasebetlerini, kendisinin arzusu hilâfı­ na, yine gergin bir hâle koymuş ve yeni gönde­ rilen murahhas Czernovicz ‘in gayretleri de ( krş. Hammer, ayn. esr., VI, 208 ) bir faide vermemiştir ki, bu muahede, bu hususta kiyasetli ve sulhperver bir siyaset takip eden sad­ râzamın Ölümünden bîr sene sonra, Kanunî ’nin sonuncu seferi olan, Szîgetvâr seferi ile niha­ yet bulacaktır. Ali Paşa 'mn sadrazamlığı esnasında vukubulan diğer mühim bir hâdise, o sırada korsan­ lık hareketleri ile Akdeniz ’deki türk emniyet ve menfaatlerini tehdit eden Malta şövalyelerini tedip etmek üzere, icrasına karar verilen, Malta seferidir. Kızd-AhmşdK ’li Mustafa Paşa ’nm



343



ALİ PAŞA.



serdar ve Cezayir beylerbeyi Piyale Paşa nıa kapudân-ı derya olduğu bu seferi, esas itibarı ile, mevsimsiz bulan AH Paşa, donanmayı Yedikule önüne kadar teşyi ettikten sonra, döner­ ken, »...paşalarımız Malta kalesin helvadan sanup yemek isterler" diye, tenkit etmiş (krş. Selânikî, Tarih, s. 9), aynı zamanda, bu iki paşanın adalarda hoş bir tenezzühe gönderil­ diğini söyleyerek de, bir nükte yapmıştır ( krş. Ali, Kunk al-ahb5r, basılmamış kısımlar; Üni-, versite kütüp,, türk. yazm., nr. 2292 ). Rumeli beylerbeyi Şemsi Ahmed Paşa nm Macaristan serhadlerine doğru İstanbul ’dan ayrıldığı esnada, sadrâzam hasta yatıyordu. Bütün erkân-ı devle­ tin iştirak ettiği teşyi esnasında paşayı göreme­ yen beylerbeyi bunu kasdî bir hareket zannede­ rek, müteessir olmuş, fakat Çatalca ’da iken ve­ fatı haberini almıştı. Ali Paşa Eyyub 'de defnedilmiştir. Uzun boylu, şişman ve çok heybetli bir zattı. Kendisini çekecek bir at bulunmadığı için, Viyana 'ya hareketinde, gayet kıymetli arap atları ve bir çok nadide şeyler hediye ettiği Busbecq *ten, bilmukabele, kolayca yere yıkılma­ yacak, dayanıklı bir harp atı istemişti { krş. Busbecq, ayn, e s r s. 268 ) ; mamafih görünüşü hilâfına olarak, çok zeki ve muktedir bir adam­ dı. Kendisi ile saatlerce musahabeden zevk alan Busbecq, mektuplarında, „Ali gibi zeki bir adam ile konuşurken, dimağımın mümkün olduğu kadar faal ve müteyakkız bulunması için, aç kalmağa lüzum görüyordum" diyor (krş. Busbecq, ayn. esr., s. 248). Çok zarif nükteleri ile meşhudur. Lâtife ve nükteleri bâzı letaifnâmelerde yazıl­ mış ve bunlar haik arasında yayılmıştır, Baba­ eski 'de bir camii ve Zincİrlikuyu *da bir med­ resesi olduğu gibi Edirne 'de Ali Paşa çarşısı da onun namma izafe edilmiştir ( Sicill-i 'osmâni, III, 499). B i b l i y o g r a f y a : Mustafa Celâl-zade Nişancı, Tabakât al-mamâlik f i daracat almasalik (Üniversite kütüp., türk. yazm., nr. 1584), s, 69, 86 v.d.; Âli, Kunh aUahbâr, IV ve sonuncu cilt ( basılmamış kısımlar, Üni­ versite kütüp,, türk. yazm., nr. 2292); Selânikî Mustafa, Tarih-i Selânikî (İstanbul, 1281), s. 7 v.d., n ; Peçevî, Târih ( İstanbul, 1283), I, 24; ’Oşman-zâde Tâ’ib, ffadiliat al-vuzarâ! (İstanbul, 1271), s. 31 v.d.; Ahmed Ata, Enderun tarihi, II, 25; v. Busbeeq, Türk mektupları (türk. trc. Hüseyin Cahid Yalçın ), İstanbul, 1940, s. 85, 238 v.dd.; Ayvansaraylı Hüseyin, Ifadîkat aLcavâmı ( İstanbul, 1281), I, 269; Mehmed Süreyya, Sicili-i ‘oşmani ( İstanbul, 1308 ), III, 499; v. Hammer, Hist. d. VEmpire oitoman (Paris, 1839), V I ,86 v.d,, 146 v.dd., 199, 208, 480, ç8ş ; J. W. Zinkeisen, Gesçhîchte (/es osmani-



seken Reiches in Europa (Gotha, 1854 ), II,



890—898. ( T ayyîb G ökbîlg İn.) A L Î P A Ş A . ‘ALÎ PA ŞA , SOrmelI (1 6 4 5 ?—1695), osmanlı devlet adamı. Ahmed IL ’in son günlerinde ve Mustafa II. ’nın cülusun­ dan sonra, bir yıl iki ay kadar sadrâzam oldu. Dimetoka ‘lıdır. İbrahim Han-zade kethüdası Osman Ağa um kapısından yetişip, bâzı küçük vazifelerde bulunduktan sonra, arpa emini, 1688 f n o o ) de tersane emini, bir müddet sonra, defterdar oldu ; fakat 1689 ( 1101) senesi içinde azil ve tekdir edimiş ve fakat bir sene sonra Edirne ’de rikâb-ı humayıinda deftedar vekili, 30 teşrin 1. 1691 ( 7 saf er 1103) de, İsmail Efendi ‘nin yerine, asaleten defterdar nasb ve bir az sonra da bâzı nedimlerin himmeti ile, vezirlik rütbesine nail olmuştur. Aynı yıl içinde Kıbrıs valisi tayin olundu ise de, daha yolda iken, man­ sıbı Trablusşam valiliğine tahvil edildi. Orada mukataatı iltizam ile, sene sonunda devletin alacağını vermeyen mütegallibeden Serhanoğullanna karşı çok şiddetli davranarak, Ser­ han dağlarına çıkıp, bütün rüesayı idam ve avenesini perişan etti. Ali Paşa, 13 mart 1694 (16 recep 1105) te, kızlar ağasının tahrikatı ile azledilen Bozoklu Mustafa Paşa nm yerine, sadrâzam oldu. Kendisini Trablusşam eyaletin­ de istihlâf eden Bozoklu gelinceye kadar, vilâ­ yet işlerini âyândan Matracı-oğlu Aralan Ağa ’ya bırakarak, yolda geçtiği memleketleri tef­ tiş edip, sadarete tayininin kırkıncı günü (23 nisan — 26 şaban ) Edirne 'ye geldi. Kendisi de­ vam etmekte olan Macaristan seferine serdar tayin olunduğundan, kaymakam yine yerinde ipka edildi. Viyana bozgununun onuncu yılı idî, harp Ma­ caristan ’da, Türkiye için elim bir şekilde, de­ vam ediyordu. AvusturyalIlara karşı sevkedilecek yeni kuvvetler Edirne sahrasında toplanmış­ tı. Serdarhğı bizzat derhute eden Ali Paşa, o sene 18 haziranda (5 zilkade), ordu-ile Edir­ ne 'den hareket etti, Macaristan 'a gelince, Varadin ( Petervvardeiıı) kalesi muhasara edildi. Ali Paşa, muhasarayı neticelendirebilmek için, harekâtı cesaret ve metanetle devam ettirmek­ te ısrar eyledi ise de, şiddetli yağmurlar yü­ zünden, askeri çadır ve metrislerde barındır­ mak kabil olmadığı cihetle, muhasaranın 33. günü harekâtı tatile mecbur, bununla beraber, bütün ağırlıkları geri çekmeğe muvaffak oldu. Edirne 'ye dönüşünde, fevkalâde ahvâl münase­ bet) ile, divan-ı humayunun cumartesi, pazar, pazartesi ve salı olmak üzere, ilk defa olarak, haftada dört gün toplanması müsaadesini padi­ şahtan aldı. Ahmed II. 'in yerine geçen Musta­ fa II., Ali Paşa 'yı sadarette İpka ederek, cülûsunuq İkinci günü, içinde bizzat sefere çıkmak



ALİ FA ŞA .



arzusunu da izhar ettiği, bir hatt-ı humayun gönderdi. Bu sırada Belgrad ’a gönderilen 1.500 yeniçe­ rinin Cisri-Mustaf apaşa 'da çadırlarım kurarak, ciilûs bahşişi almadıkları bahanesi ile, daha ile­ ri gidemeyeceklerini söyleyip, ayak diredikleri haberinden çok müteessir olan padişah, bir fer­ man ile bu gailenin def'ini emretti. Fitnenin as­ lım öğrenmek isteyen Mustafa II. yakınlarından bir kaç kişiyi tetkike me'mur ve fitnenin pa­ dişahı bizzat sefere çıkmak kararından vazge­ çirmek için, vezirin bir tertibinden ibaret ol­ duğunu anlayınca, Ali Paşa ’ya itimadı kalmadı ve iş yatıştıktan sonra, onu azle karar verdi. Fil­ hakika âsî yeniçerilerin her birine dörder kuruş bahşiş ve ikişer kuruş çuha bedeli gönderilip, Cisri-Mustafapaşa’dan Belgrad’a doğru ordu yo­ la çıkarıldıktan sonra, AH Paşa saraya davet ve mühr-i humayun kendisinden istirdat edildi (22 nisan 1695 = 18 ramazan 1106 ). Yerine Elmas Mehmed Paşa sadrâzam olup, Ali Paşa kapı arasında hapsedildi. Hesaplarının tetkikinde mi­ riye 313.000, muhtelif şahıslara da 87.700 kuruş borcu çıktı. Buna mukabil müsadere edilen nakti ile eşyasının tutan ancak 104.081 kuruştan ibaretti. Azlini müteakip, Ali Paşa Çeşm e’ye sürüldü; fakat menfasına yaklaşmışken, yeni bir emir ile. geriye celbedilerek, 18 mayıs 1695 (4 şevval 1106) te Edirne’ye vardığında, tekrar kapı araşma hapis ve o gece idam edildi, ö lü ­ münde yaşı elliyi geçiyordu. Çok cömert bir adamdı, süse ve ziynete me­ rakı vardı, kadınlara ve içkiye düşkündü. Gözle­ rine sürme çekmek itiyadından dolayı, s ü r m e l i lâkabım almıştı. B i b l i y o g r a f y a m Râşid, Tarih, II,tür. yer,; ‘Osmân-zâde Tâ’ib, Ifadilçat al-vuzara (İstanbul, 1271), s. 121, v.d.; v. Hammer, Hist. de VEmpire ottomatii XII, 323 v.d.; Fındıkîılı Mehmed, Silâhdar tariki, II, 739, 748. ( R e ş a d E krem K o ç u .)



A L Î P A Ş A . ‘ALÎ P A ŞA , Tepedelenl! (1744-—1822), osmanh vezirlerinden. Kütahya mevîevihanesine mensup olup, oradan Rumeli tarafına hicret etmiş Nazif isminde bir mevlevî dervişinin sülâlesindendir. Tepedelen 'de 1744 senesinde dünyaya gelmiştir (AH Pâşa 'dan bahseden eserler muhtelif doğum tarihle­ ri gösteriyor. Bu 1744 târihi A li Paşa'mn ak­ rabasından Ahmed Müfİd ’in eserinden: alın­ mıştır ). Büyük babası,; Tepedelen mütesellimi Muhtar Bey, Damad; AH Paşa nm sadareti es­ nasında vuku bulan Korfu seferinde şehid ol­ muş; babası Veli Paşa da, uzun mücadeleler­ den sonra, mezkûr mütesellimîiği elde etmiştir. Küçük yaşta yetini kalan AH Bey 'i, Koniçe (Konitza) ’Ji cesur ve hariş bir kadm olan



343



annesi, Esmİhan ( Hanko) Hanım, macera ile dolu bir hayat içinde yetiştirdi ve AÎİ Bey ’in gençliği muhtelif hasımlanyla, ezcümle Hormovo ve Gardiki ’liîer ile çete muharebeleri ara­ sında geçti. Kendisi, annesinin tesirini bütün ömrünce muhafaza etmiştir. Tepedelenli, bir müddet, d e r b e n d l e r b a ş b u ğ u Kurt Ah­ med Paşa himayesi altında kalmış, sonra onun ile bozuşarak, Delvine ( Delvino) mutasarrıfı Kaplan Paşa ’ya intisap edip, kızı İle evlenmiş, nihayet kaynatasının idamım teshil eylemiştir. Muhitinde kesbettiği nufuz ve şöhret, İstanbul ’da dahi duyulduğundan, Delvine mutasarrıfı Mustafa Paşa eşkıya tarafından katlolununca, mîr-i mîranlık ile bu sancağa tayin edilmiş ( ağustos 1784 = şevval 1198 ) ve mütegaîlibeden Selim Paşa ’nm tenkili İşini başardığı gibi eski düşmanları Hormovo ‘luları, şid­ detli bir mücadeleden sonra, İmha ve yurtla­ rım perişan etmiştir. 1199 (1784/1785) da, Delvine ye ilhaken, Yanya mutasarrıflığına da tayin olundu ise de, hükümetçe sabık mutasar­ rıfın, yerine iadesi lüzumu görüldüğünden, Ali Paşa ’da yalnız eski memuriyeti bırakıldı ( Baş­ vekâlet arşivi, Mühimine defteri, 182, var. 100). Bir müddet sonra, Kurt P aşa’mn inhası ile, Delvine bir diğerine verildi (kânun I. 1785 a safer 1200). Sabık Delvine ve Yanya mutasarrıfı Ali Paşa ya Tırhala mutasarrıf­ lığı ve aym sene nisanında ( cemaziyelâhır) ilâveten derbendler başbuğluğu tevcih edildi. İşkodra 'nm âsî mutasarrıfı Mahmud Paşa ’mn üzerine gönderilen kuvvetlere yardıma memur iken, o sırada osmanh devleti ile Avusturya ve Rusya arasında zuhur eden harbe asker hazır­ lamak üzere, Tırhala ya dönmek emrini aldı (kânun II. 1787 = rebiülâhır 1201). Az zaman sonra kendisini, eşkıyadan temizlemek baha­ nesi ile, kuvvet sevkettiğİ Yanya sancağına tayin ettirmeğe muvaffak oldu. Yanya muta­ sarrıflığı: ile derbendler başbuğîuğunu uh­ desinde cemeden Ali Paşa, sefer hâlindeki or­ duya iltihak emrini aldığından (mart 1787 = cemaziyelevvel 1202 ), Avusturya cephesi muha­ rebelerinde bulunmuş ve Pançova harekâtına iştirak ederek, yararlık gösterdiği gibi, Sırbis­ tan 'da çıkan isyanları bastırmakta da hizmeti sebketm iştir. Tepedelenli ’nin derbendler başbuğu bulun­ ması, Avlonya mutasarrıfı İbrahim Paşa ile aralarında mevcut eski adaveti büsbütün arttır­ mış ve bunun üzerine Bâbıâli, mezkûr vazifeyi kendisinden alıp, yerine kimseyi tayin etme­ mişti. Fakat AÎİ Paşa, Tırhala ve Yenişehir havalisine bir takım çeteler gönderip, asayişi ihlâl ettirmek sureti ile, memuriyetini istirdat arzuşupfi düşünce, hükümet 9 zamana kadar



344



ALÎ PAŞA.



kendisine teveccühkâr bir lisan kullanırken, kâ­ nun II. 1780 { cemaziülâhır 2204 ) de paşanın bu hareketini takbih eden bîr h ü k ü m ile, kara­ rında ısrar etti ( Mühimine defteri, 187, s. 242). AIİ Paşa mn, müteaddit köy ve kasaba­ ları cebren idaresi altına alarak, kuvvetini mü­ temadiyen arttırması, dikkati ceîbetmekle bera­ ber, muharebe meydanlarında yaptığı hizmet­ lerden dolayı, bu hareketlerine göz yumuluyor­ du. Filvaki osmanlı ve rus orduları arasında vuku bulan Maçın ( Matchin) muharebesinde (1205 ==1791) bulunarak, düşman ile cesurane çarpışmıştır. Bu aralık, Rumeli 'de türeyen dağlt eşkıya­ sını tenkile memur kuvvetler arasında bulunan arnavutlar da, memleketin asayişini ihlâl et­ mekte ve şekavetin bertaraf edilememesine bunların sebep olduğu görülmekte idi. Hükü­ met arnavutlarm memleketleri haricine çıkma­ malarını ve yolların zapt ve rap tim temin için Tepedelenlİ ve İkinci oğlu olup, derbendler na­ zırlığına tayin edilmiş olan Veli (Velieddin) B ey’e 1792 (1207) den 1794 (1209) e kadar müteaddit hükümler ısdar etmiştir. Rumeli vâ» lisi Hakkı Paşa, istikbal için babası tarafından nezdine gönderilen Veli B ey ’i rehine gibi alı­ koymuş ; fakat, Tepedelenlİ ’yı kuşkulandırma­ mak maksadı ile, ona mîr-i mîranlık verdirmişti (1795 « 1210). Bir müddet sonra, Vidİn *de Pazvant-( Pâsban- )oğluna karşı yapılan hare­ kâta iştiraki, büyük oğlu Muhtar Paşa ‘ya Eğriboz (Negrepont) ve Karİıili sancağının tev­ cihine ve bu suretle Tepedelenlİ 'nîn nufuz sa­ hasının tevsiine sebep olmuştur ( Cevdet, Tarih, VI, 306). AIi Paşa ‘um en ziyade uğraştığı gailelerden bîri de Yanya civarında Suli ‘de müstakil yaşa­ yan cengâver Sulyotlar [ b. bk.] idi. Muharebe zamanlarında, ruslarm teşviki ile, ayaklanan ve tecâvüzlere kalkan bu kavmi, Tepedelenlİ, 1788 den itibaren itaat altma almağa çalışmış ise de, muvaffak olamamış ve bir kaç sene sonra, tek­ rar tecavüze geçtiği zaman da, Tzavellas ‘m şiddetli müdafaası ile karşılaşmıştı. 1800 de gi­ riştiği hareket, Sulyotlarm mukavemetinden başka d a ğ l ı l a r üzerine kuvvet göndermek mecburiyetinde kalmasından dolayı, uzun sürdü. Bu Sulyotlarm bir kısmı, Parga ve Korfu ’ya sığındı. Memleket dahilinde kalanlar ise, bilâha­ re tenkil edildi. Campo Farmio muahedesi ile Fransa'ya intikal eden îonieu adaları (C e ­ zayir-! seba) İle Preveze, Parga, Voniça ( Vonizza) ve Butrinto (bunlara Nevâhi-i erba’a denirdi), Tepedelenlİ 'nin göz diktiği yerler­ di, Yanya mutasarrıfı, fransızlar ile tnünasebata girişip, bir yandan fransız zabitlerine askerlerini tensik ettirmeğe, bir yandan da



mezkur sahaları elde etmek üzere, fırsat kolla­ mağa başlamıştı. Teşkil ettiği donanma ile de Himara ( Chimara) sahillerinde bâzı köyleri zapt ve ahalisini ihtida ettirmeğe uğraşmaktan geri durmuyordu. Napoleon Bonaparie 'm Mı­ sır 'a tecavüzü ve bu yüzden çıkan harp, Ali Paşa ’mn işine yaradı. Müttefik osmanlı-rus donanmaları Yedi-Adalar ’ı zaptederken, ken­ disi de Nevâhi-i erba'amn fethine memur edil­ mişti. Korfu ’nun zaptına yardım için asker yolladığı gibi, General Chabot ya mezkûr ma­ hallerin teslimi hakkında yaptığı teklif kabul edilmediğinden, Butrinto ’ya girdi ve evvelâ Delvine ye dört saat mesafede bilâhare Preveze civarında fransızlar ile yaptığı muharebede mu­ zaffer olduktan sonra, mezkûr şehri zaptetti (1213 = 1798). Bu muvaffakiyet Selim III. 'in pek ziyade memnuniyetini mucip olmuş, iltifatlı kelimeler ile Ali Paşa ’yı takdir ederek, aldığı esirleri derhâl îstanbul 'a göndermesini irade {Muhimme defteri, 207, s.'182) ve kendisine vezaret rütbesini tevcih eylemiştir. Preveze*yı müteakip V oniça’yı aldı ise de, AIİ Paşa ’ya teslim olmayan Parga, osmanh-rus kuvvetleri tarafından ' işgal edildi. İdaresi tan­ zim olununcaya kadar asayişine Tepedelenlİ ’nin memur olduğu bu dört mevki, bâzı İmtiyazlar ile osmanlı hâkimiyetine geçmiş, varidatı irad-ı cedit hâzinesine verilerek, kapıcı başılardan Abdullah Bey, voyvodalığına tayın olunmuştu. Fakat bu havaliden Tepedelenlİ ’nin kuvvetlerim geri aldırmak da, devlet için oldukça bir mesele teşkil etmiştir. D a ğ l ı eşkıyasının tenkiline memur asker arasındaki arnavutlarm ekseriyeti, Tepedelenlİ 'ye mensup toskalardandı, Bâbıâli, derbendlerin İyi muhafazası ve bir takım serseri ve haydutla­ rın Yatıya sancağından diğer Rumeli sancakları­ na geçmemesi İçin, sıkı emirler vermiş ise de bu kabil kimselerin d a ğ l ı l a r araşma karışıp, ahaliyi izrar etmesine mâni olunamamıştı. Arna­ vut askerinin, gecikmiş aylıklarını istemek dolayısı ile, Edirne 'de isyanlarını müteakip, bu işin ancak AH Paşa tarafından teskin edilebileceğini düşünen hükümet tarafından kendisine Rumeli vâliiiği ve d a ğ l ı eşkıyasına bilhassa Pazvandoğîu ve avenesine karşı gönderilen te'dip kuv­ vetleri seraskerliği tevcih olundu (nisan 1802== zilkade 12x6 ). Yanya mutasarrıflığı da uhdesinde bırakılmış olan Tepedelenlİ 'nin yeni vazifesi başına gitmekte bir kaç ay teahhuru, âsîlerin şımarmasına sebebiyet verdi İse de, Sofya civa­ rına geldiği zaman, d a ğ l ı l a r dehalete baş­ layarak, bundan sonra sükûnetle yerlerine çeki­ lip oturacaklarını vadettiklerînden, hemen iskân­ larına mübaşeret olundu. Lâkin Rumeli âyânı arasında, Filibe'de bir mikdar kuvvet bırakarak,



ALİ PAŞA.



345



Yanya ya avdet eden Ali Paşa aleyhinde bir bıraktırmak ve hattâ daha geniş emellerini ye­ cereyan baş gösterdi. Bunun için, yine aynı rine getirmek için, Fransa ile tekrar anlaşmağa havaliye gönderilmesinden kanlı hâdiseler çık­ teşebbüs eden Tepedelenlİ, İmparatorun mağlû­ ması ihtimâli göz önünde tutularak, Tepedelenlİ biyetinden sonra, siyasetini değiştirip, Parga ’yı Rumeli valiliğinden azlolundu (1803 = 1218). harben zaptetmeğe kalkıştı. Fakat şehir bu de­ Çalmık beylerini, Toskalık hanedan!arını, Sul- fa da mukavemet gösterdi ve ingilizlere teslim yotlan mağlûp ederek, nufuzunu pek ziyade oldu. İngİlizler Parga ’yı Ali Paşa ’ya ancak takviye etmiş olan paşaya, aym sene Yanya 1819 da, tazminat mukabilinde, terkettiler* 'ya ilâveten, Tırhala mutasarrıflığı verilmekle Tepedelenlİ AH Paşa ’mn bütün Toskalık ’a beraber, kendisine karşı bir muvazene teşkili hâkim olması; Avİonya mutasarrıfı İbrahim maksadı ile, Gegahk *a hâkim olan Işkodra mu­ Paşa ’yi bertaraf etmesi ile kabildi. Evvelce tasarrıfı İbrahim Paşa, Rumeli valiliğine nasb- iki oğlu ile hemşirezadesine kızlarını alıp, sıh­ olundu. Bir müddet sonra, oğlu Veli Paşa’nm riyet tesis ettiği paşayı, Tepedelenlİ’nın tahri­ Mora valiliğine tayini üzerine (eylül 1807 = re­ ki İle, bir takım arnavutlar Berat 'ta muhasara cep 1222 ), derbendler başbuğluğu dahi A li Pa­ ettiler. AH Paşa, gûya akrabalık gayreti ile, şa ’ya verilmiştir ( Muhimme defterî, 226, s. 1 ). B erat’a, kendi adamlarından Ömer Vrioni ku­ : Mısır seferini müteakip, şarktaki mevkilerini mandasında kuvvet sevkederek, kaleyi zaptet­ istirdada çalışan fransızlar, Tepedelenlİ ’nin nü­ tirdi. Avİonya ’ya çekilen İbrahim Paşa, fransızfuzundan istifade için, kendisi ile münasebet larm yardımı ile, İstanbul ’a gitmek istedi ise tesisi maksadı ile Yanya ya Pouquevil!e *i kon­ de, İngİlizler buna mâni oldular. Nihayet Te­ solos yapmışlar; silâh ve mühimmattan başka pedelenlİ Aü Paşa, İbrahim Paşa ’yt, ailesi ile bir mikdar topçu da göndermişlerdi. Napoleon, beraber, Yanya ’ya naklettirip, ölünceye kadar ruslara zorluk çıkarmak için, Yanya mutasar­ mahpus tuttu, önüne geçemediği bu hâdise, rıfını tutmuş, o da, Fransa'yı kendi emelleri­ Mahmud II. *u pek ziyade hiddetlendirmiş ve nim tahakkukuna yardımcı olarak kullanmak bîr hatt-ı humayun ile Avİonya mutasarrıfının düşüncesi ile, mühtedi Mehmed Efendi’yi (İtal­ makamına iadesi emrini vermişti ( Cevdet, Ta­ yan papası Marco Guerini} elçi olarak gönder­ rih, IX, 198 v.d.). Lâkin ahvalin nezaketi dolamişti. T iîsit’îo imparator tarafından kabul edi- yısı ile, daha ileri gidilemiyerek, mezkûr san­ : len Mehmed Efendi, mezkûr şehirde Napoleon cağa, Tepedelenlİ 'nin inhası ile, Muhtar Paşa ile çar Aleksandre arasında mün'skit muahede tayin olunmuştur (1225 = 1810). mucibince, Yedi-Adalar Fransa’ya bırakıldı­ Bundan sonra Ali Paşa, Toskalık ’ta kendisi­ ğından, netice almaksızın avdet edince, mezkûr ne tâbi olmayan ve mukavemet gösteren Er­ adaları elde etmek isteyen Ali Paşa ile Fransa giri ( Argyrocastron) ’yi zapt ve Gardtki ’ye ■ um tekrar arası açıldı. Adaların işgalinden çekilen Selim Paşa-zade Mustafa Paşa 'yi tes­ sonra, Nevâhi-i erba’ayı da talebe kalkışan lim olmağa mecbur etti ve gardikilileri feci fransızlar, Tepedelenlİ’yi iskat için, ellerinden bir katl-i âma uğrattı (122 6= 18 11); Bu hâdi­ geleni yapmağa ve düşmanlarına yard.ın edip, seler hükümetin nazarından kaçmıyor ve Te­ aleyhine isyan çıkartmağa uğraştılar. Tırhala pedelenlİ ’ye ,,hâb-i gafletten ikaz zımnında" havâlisinde rumlar, Blachavas ’ın idaresi altın­ tevbihnâmeler gönderiliyor; o da, «musanna da^ ayaklandılar. Bu harekete bâzı müslüman- tahrirat takdimi ile" kendini mazur göstermeğe lar da iştirak ettilerse de, Muhtar Paşa ’nın çalışıyordu ( Muhimme defteri, 233 ), kuvvetleri galebe çalmış ve Blachavas idam AH Paşa, Toskalık ’a tamamen hâkim olduk­ edilerek, işin Önü alınmıştır, Ali Paşa Ingiltere tan sonra, ertesi sene Gegahk ’a tecavüze baş­ ile de temasta idi. Yan ya’da bir İngiliz konso­ layıp, Debre-i Bâlâ üzerine asker şevketti; o losu bulunduğu gibi, W. Martin Leake, V. sırada, Debre-i Bâlâ âyânı olup Sofya ser­ F. HoİIand, Lord Byron gibi zevat o taraf­ askeri Hnrşid Paşa maiyetine memur bulunan larda seyahat etmiş; Lord Byron bu seyahatin Yusuf Bey, diğer beyler ile ittifak ederek, mu­ intİba’larmı Childe JHfarold’s Pilgrimage adlı kavemete hazırlandı. Toskalar ile Gegalaf ara­ eserine geçirmiştir. Tepedelenlİ ise, bir ada­ sında büyük bir mücadelenin başlamakta oldu­ mını Malta’ya, Seyyid Ahmed Efendi adında ğunu gören hükümet, işin Önünü almak için, bir diğerini de Londra'ya göndermişti, Osmanlı tevbihnâmeler göndermekten başka bîr şey ya­ devleti ile Rusya arasında yeniden harp zuhur pamıyordu ( Mühlmme d e f t e r i 233 ; Cevdet, ettiği zaman, Preveze ile Vonİça, daha evvel Târih, X, 250 v.d.). Tepedelenlİ Ali Paşa, bir Butrinto ’ya sahip olan AH Paşa ’nra eline geç­ cihetten bermûtad mâzeretler serdi ile, Babımiş ; Parga ise, fransızlar tarafından işgal olun­ âliyi oyalıyor, diğer cihetten Drac tarafına el muştu. iNapoleon ’un Moskova seferi bidayetİa- uzattığı gibi, Tiran ve Peklin ( Pekinj’e ) kalele­ de, Parga ’yı almak, diğer mevkileri uhdesinde rini, Ohn ve Elbasan sancaklarını zaptettiriyor­



346



ALİ PAŞA.



du (Cevdet, Târih, XI, 44 v.d.). Bu itaatsizlikle­ rine mukabil Tepedelenli ’niu hükümete bâzı yardımları dokunmuyor değildi. Osmanlı devleti ile Rusya arasında çıkan harbe, Muhtar v« Veli Paşa ’lar kumandasında, büyük kuvvetler gön­ derilmişti. Muhtar Paşa, Silistre civarında vu­ kua gelip, türfc ordusunun galebesi ile nihayetlenen Tatariçe muharebesine iştirak eylemiş (15 ramazan 1224 — 25 teşrin I. 1809), fakat Rusçuk taraflarında Batin muharebesinde (5 şâban 1225 = 5 eylül 1810) mağlûp olmuştu. Vidin seraskeri Veli Paşa ise, Lofca *da muvaffakıyetsiziiğe uğramakla beraber, bu harpte hayli hizmet etmiştir. Rusların İlerlemesi kar­ şısında telâşa düşen hükümet, harp sahasına her taraftan asker şevkine çalıştığı sırada, Ali Paşa 'ya da müracaatle, tekrar yardımcı kuvvet göndermesini emretmiş ve eğer bir mazereti yoksa, bizzat kendisinin de harbe gitmesi ar­ zusunu izhar eylemişti ( Mühimme defteri, 232, s. 148 ). Fakat Ali Paşa, ihtiyarlığını ve hasta­ lığını ileri sürerek, bu arzuyu yerine getirme­ miştir. Tepedelenli bu sıralarda Yedi adala­ rı zaptetmekle meşgul olan İngiltere kuvvet­ lerine de yardımdan geri kalmamıştır. Tepedelenli Alî Paşa nm hükmü altındaki sahaları mütemadiyen genişletip, oğullan ile kendi idaresinde, hemen hemen bir devlet ül­ kesi kadar, arazi cemetmesi, Bâbıâliyi kuşku­ landırıyor ; fakat bütün seyyiatma rağmen, is­ yana hazır bulunan rumlarm faaliyetine mâni teşkil eden ihtiyar vezire müsamaha edilerek, yakında vefatı ile işlerin düzeleceği ümid olu­ nuyordu. Mamafih Mahmud II. gibi bütün mem­ leket dahilindeki mütegallibeyi ortadan kaldır­ mak isteyen bir padişahın, yarı müstakil bîr tavur takman bir mutasarrıfa, ilânihaye taham­ mül edemtyeceği aşikârdı. Bu esnada padişah üzerinde büyük bir nufuza mâlik olan Nişancı Halet Efendi ile, her nedense, Tepedelenli ’nin arası açılmıştı. Bu zıddiyetin sebebi olmak üze­ re, Halet Efendi’nin talebettiği senevî bin ke­ seyi AH Paşa ’nrn reddetmesi ileri sürüldüğü gi&i ( Cevdet, Târih, XII, 35 ), yine Halet Efen­ di ’nin, yeniçeri ocağım İlga tasavvurunda bulu­ nan Mahmud II. 'un başına bir Yanya gailesi çıkarıp, ilga işini geri bırakmak istemiş olduğu da söylenir ( Cevdet, Târih, XI, 45), Halet Efendi 'yi Tepedelenli aleyhine sevkeden âmil­ ler arasında, fenerli rumlarm ve ricalden yenişehirlİ Zeynelâbidin Bey 'in tesirlerini de kayd­ etmek lâzımdır. Fakat, başta reisülküttâb Cânib Efendi bulunduğa hâlde, diğer vükelâ, o aralık bîr Yanya meselesi çıkarmanın vahame­ tini idrâkle, muhalefette bulunmuşlardır. Vazi­ yet bu merkezde iken, Veli Paşa kethüdası olup, İstanbul a iltica eden' Paşo İsmail Bey ’e



karşı, arnavut fedaileri vasıtası İle, Tepedelen­ li *nin neticesiz bir suikast yaptırması, aleyhin­ deki cereyanı kuvvetlendirip, kendisini cezalan­ dırmak kararını tacil eyledi. Bâbıâli Arnavutluk ve civarındaki vezirlere ve beylere Yanya tarafına mukayyet olmak emrini verdikten sonra (mart 1820= cemaziyelevvel 1235), Alî Paşa ’yı derbendler başbuğlu^a'ndan ve Veli Paşa'yı Tır hala'dan azletti ( nisan sonu ). Çiftliklerinden ve diğer taraflar­ dan kendine mensup kuvvetleri çekmek şartı İle, Yanya sancağı Tepedelenli uhdesinde bırakıl­ mıştı. Hükümet, onun bu emirlere itaat et­ meyeceğini bildiğinden, lâzım gelen tedbirleri alarak, Rumeli valisini, İşkodra mutasarrıfım ve diğer bâzı ümerayı A li Paşa üzerine yapıl­ ması muhtemel bir harekete memur ve Mora valiliğine tayin edilmiş olan Hurşid Ahmed Paşa ’yı bu sefere serasker nasbetti; Nasuh-zade A li Bey kumandasında bir filo Arnavutluk sahille­ rine gönderildi. Tepedelenli ye gelince, bir ta­ raftan Bâbıâliye müracaatla affını istida ediyor, diğer taraftan müdafaa esbabını hazırlayarak, Yanya ’yı İngiliz ve fransızlardan almış olduğu harp vesaiti ile tahkim edip, oğullarını idaresi altındaki arazinin mühim noktalarına gönderi­ yordu. Bundan Başka Mora, Adalar, Sırbistan, Eflâk ve Boğdan ‘da umumî bir isyan çıkarmak teşebbüsüne girişmişti. Etniki Eteriya ( ’Effvutırj ‘Ercupeıa) ismindeki cemiyet, Bâbıâli ile Tepe­ delenli arasında başlayacak bir mücadelenin rum İstiklâlini kolaylaştıracağım tahmin ile ona mü­ zaheret vaad etmiş ve Ali Paşa tarafından vak­ tiyle tenkil edilmiş olan Armatolis çeteleri ihya olunup, k l e f t i l e r [ b . bk.] faaliyete geçmişti. Tepedelenli, rumiar ile tam iş birliği yapmak için, 23 mayıs 1820 de Yanya 'da bir Umumî içtima aktetti. Bu içtimada Toskahk ve Tesaîya kıt’aları beyliğinin kendi ailesine teminini Mora ile birleştirilecek olan Karîıüi *nde, yine ken­ di himayesinde, bir mümtaz rum eyaleti teş­ kilini ileri sürdü, kendisi ile birlikte hareket edecek olan rumlara para ve mühimmat ver­ meği de vaadediyordu ( Pouquevil!e, Voyage dans la ürece» V , 422 v.d,; Ahmed Müfİd, Tepedelenli A li Paşa, 2. tab., s. 156 ). A li Paşa, bu tedbirleri almakla beraber, Bâbıâli ile mu­ haberede devam ettiğinden aradan iki ay kadar bir zaman geçti. Nihayet hükümet paşayı, vezaretini refederek, Yanya'dan azl ile keza rütbelerinden tecrid olunan oğul ve torunları ile birlikte, Tepedelen 'de ikametini emretti. Tepedelenli buna da itaat etmeyince, idamı hakkında ferman ısdar olundu. Hükümetin memur ettiği kuvvetler, bidayette birbirini müteakip müteaddit muvaffakiyetler kazandığından, Yanya meselesinin çabuk bite­



ALÎ PAŞA*



ceği zatım hâsıl olmuştu. Fİlvâkİ İşkodra mu* tasarrıfı Mustafa Paşa Gegahk ’tan Alt Paşa nm kuvvetlerini tardetmiş've Baba Paşa (kah* raman İbrahim Paşa) İnebahtı, Missolonghi ve Narda ( Arta ) ’yı işgal etmiş, Butrinto, Avİonya, Parga zaptoluumuş; Ömer Vrioni, vezaret ile Yauya mutasarrıflığına uasbedilen Paşo İsmail Paşa tarafına geçmişti. Hâkimiyeti al­ tındaki yerlerin sür’atle elden çıktığım gören Tepedelenli, Yanya kalesine kapanarak, şehrin varoşunu yakıp, İsmail Paşa ’nın tazyikına mu­ kavemet göstermeğe başladı. Kalede bir kaç bin müslüman ve hıristiyan asker, mebzul cephane, erzak ve hayli top vardı. Bir az sonra Veli Paşa-zade Mehmed Bey Parga ’da, Veli Paşa Preveze 'de, Muhtar ve Salih Paşa ’lar Ergeri ’de hükümete dehalet ettiler, Yanya ordusu seraskeri Hurşİd Paşa, kaleyi tamamen ihata etmekle beraber, müdafaanın şiddetinden, bir türlü işi netİcelendiremiyor î Tepedelenli ise, muhasara ordusundaki arnavutları türkler aley­ hine düşürüp, firar ettirmeğe muvaffak oluyor; aym zamanda vakit vakit yaptığı huruç hare­ ketleri de Hurşid Paşa kuvvetlerini hayli hırpa­ lıyordu, Yanya meselesinin bu safhası, osmanlı hükümeti için, hakikî bir gaile oldu. Sulyotîar ayaklanmış, evvelâ Boğdan 'da sonra da Mora'da isyan patlak vermiş, bir kısım âsîler, Yanya civarına kadar sokulup, seraskerin ordusuna taarruza hazırlanırken, Karaman vâlisi Reşid Paşa 'nın oraya yetişmesi ile bir felâketin Önü alınmıştı. Rum isyanının. zuhurunda AH Paşa âsîleri te’dip işinde hizmet ve hattâ P arga’da ikamet teklifinde bulunmuşsa da, Halet Efendi, Mora vak’asma Tepedelenli 'nin sebep olduğunu ileri sürerek, muhasaraya şiddetle devam cihe­ tini terviç etmiştir. İki seneye yaklaşan Yanya muhasarası, müdafilerİ de pek müşkül bir vazi­ yete düşürmüştü. Hurşid Paşa, bol para sarfederele, bunlardan çoğunu elde edip, Yanya'dan kaçmalarım temin eylediği gibi Letriç (Lithaı-İtza) kalesini berhava ettirm iş; Ali Paşa ’mn elinde, yalnız göl kenarındaki kale kalmıştı. Müdafaa vasıtaları çok zayıflamış olan Ali Paşa için daha fazla dayanmağa imkân kalmadı. Nihayet ikî taraf arasında muhabere cereyan ettikten sonra, Hurşid Paşa Tepedelenli’ye, teslim olursa, hayatına dokunulmayacağına dair, teminat verdi. O da buna güvenerek, emir gelip İstanbul 'a gidinceye kadar oturmak üzere, bir kaç adamı He göl üzerindeki adada Pandeleimon manastırına çekildi. Paşa nm İstanbul 'a azimeti Halet Efendi *nin işine gelmediğinden, seraskerin verdiği teminat kabnl olunmadı. İşte o zaman Hurşid Paşa, çirkin bir harekete teves­ sül ile* AH P aşa’mn katline mütedair bir fer^inair^sni' eitİ (fermanın sureti için bk, Cev-



347



' f det, Târih, Xlî, 200 v.d.), Kale bile ile teslim alındıktan sonra, mezkûr ferman kendisine teb­ liğ olunduğu vakit, Tepedelenli silâhla nefsini müdafaaya kalktı. Atılan kurşunlardan ağır surette yaralanıp, vefat etti (24 kânun II. 1822). İstanbul ’a gönderilen kellesi, Silivri-kapısı ha­ ricine defnedildi. Menfalarında daha evvel idam edilmiş olan oğulları Veli, Muhtar ve Salih Pa­ ş a ’lar ile torunu Mehmed Paşa'nm başları da aym yerde bir sıraya gömülmüştür. AH Paşa *um cesedi ise, Yanya ’da Fethiye camii hazİresînde, zevcesi Ümmügülsüm Hanım ’m yanında, medfundur. Tepedelenli A li Paşa, XIX. asrın şâyân-ı dik­ kat simalarından biri olup, cür’et, cesaret ve zekâ ile temayüz etmiş sırf kendi cerbeze ve dirayeti ile, Balkan yarım adasının cenu­ bunda bir devlet kurmak teşebbüsüne girişip, kısmen muvaffak olmuş bir zattır. „Topçu var. 95, 100 v.d.; Cavıd Ahmed, Tarih, Üniversite kütüp., türk. yazm., nr. 93, var. 400; Şânî-zade Atâullah, Târih (İstan­ bul), I— IV, tür, yer.y Âsim, Tarih (İstan­ bul ), I— II, tür. y e r . ; Cevdet Paşa, Tarif}



34*



ALİ PAŞA -



( İstanbul, 1309), III — XII, tür. yer. ; Lûtfi, Tarih ( İstanbul, 1290), I, 13— 30; Ahmed Müfid, Tepedeîenli A li Paşa ( Mısır, 1903 ), bâzı değişiklikler ile 2. tab. ( İstanbul, 1324); C. H. L. PouquevilIe, Voyage en Moree, d Constantinople, en Albanie ete. ( Paris, 1805 ), III, bk. fihrist; ayn. mil., Voyage dans la Grece (Paris, 1820/1821), V , bk. fihrist; ayn. mil., Hist. de la Generation de la Grece ( Paris, 1825 ), IV, bk. fihrist; İbrahim Man* sour Effendi, Memoires sar la Grece et VAl­ büme pendant le Gouvernement d' A li Packa (Paris, 1827); T. S. Hughes, Travels in Greece and Albania (London, 1830), 2. tab.; A . Boppe, L ‘Albanie et Napoleon ( Paris, 1914 ), tür. yer.; Gabriel Remerand, A li de Tebelen, Pacha de Janina ( Paris, 1926), bk, bibliyog­ rafya, bâzı İlâveler ile tiirk. tre. A li Kemâli Aksüt, Tepedeîenli A li Paşa (İstanbul, 1939 ); Baron de Testa, Recueil des Traitİs de la Porte Ottomane (Paris, 1860), II, 393 v.dd.; Arşiv kılavuzu (Topkapı sarayı), İstanbul, 1938, I, 38. Tepedeîenli hakkında malûmat veren di­ ğer eserler: Şemseddin Sâmî, Kamus aldiam ( İstanbul, 1311), IV, 3192 ; Alix, Precis de V Hist. de V Empire Ottoman ( Paris, 1824 ), III, tür. yer,; Juchereau de St. Denys, Histoire de VEmpire Ottoman, depuis 1792 fusqu 'en 1844 ( Paris, 1844), II, 387 v.d,; III, 1 v.d.; Brunet de Presle ve A . Blanchet, Grece depuis la Conguâte romaine jıısp ıı'd nos Jours (Paris, 1860), s. 393 v.d.; E. Lavisse ve A. Rambaud, Hist. Generale ( Paris, 1897 ), IX, 732 v.d. Dolayısiyîe Tepedeîenli ’den bahseden eser­ ler: Mehmed, Rum fetretine dair tarik (İs­ tanbul, 1289), cüz, I, tiir. yer.; İbnülemin Mahmud Kemal, Mehmed Hakkı Paşa ( T T EM, sene 16); İsmail Hakkı Uzmıçarşılı, Kütahya şehri (İstanbul, 1932), a. 155 ; ayn. mil., Vezir Hakkı Mehmed Paşa ( Türkiyat mecm. V I ) ; ayn. mİ!., Arşiv vesikalarına göre Yedi Ada cumhuriyeti ( Belleten, I, sayı 3— 4 5 Ankara, 1937) î ayn. mil., Osmanlı devleti zamanında kullanılmış olan bâzı mü­ hürler hakkında bir tetkik ( Belleten, IV, sayı 16, $22; Ankara, 1940); Enver Ziya Karal, Hâlet Efendi 'nin Paris büyük elçili­ ğ i (İstanbul, 1940), s. 47, 125; Zallony, Essai sur les Fanariotes (Marsaiile, 1824), 9. 325 v.dd.; A. Soutzo, Hist. de la RevoluHon Grecyue ( Paris, 1829), s. 42 v.d.; J. Lamber, Poetes Grecs Contemporains ( Pa­ ris, 1881), s. 237 v.d.; F. Gibert, Les Pays d’ Albanie et teur Histoire ( Paris, 1914), s. 251— 274. (M. C av Id B aysun .)



ALİ RIZA.



A L İ RİZA . ‘ALİ al -RİZÂ b. Mösâ b. C a ‘FAR ( 765 ? — 818 ), şi’îlerin sekizinci imamıdır, Abbasî halifesi al-Ma’mun Merv ’de iken, 'Ali RizS ’yı celbetmek üzere, iki ulak göndermiş (201 = 816}, kendisini hilâfete veliaht tayin ederek, ona Riza min al Muhammed mahlasım vermiştir. Halife askerlerine siyah elbise yerine yeşil libaslar giymelerini emretmiş ve sancakların da rengini değiştirmiştir. ‘Abbâs ailesi efradım hariç bırakarak, ‘Ali Riza yı intihap etmesine (2 ramazan 201 = 24 mart 817 ) sebep, bu za­ tın takvası ve ilmi idi. Bu tayin bir çok kıyam­ lara, başlıca İbrahim b. al-Mahdi ’yi halife ilân eden Bagdad halkının kıyamına, sebep oldu. ‘Ali, kardeşi katledilmiş olduğu zamandan beri halk arasında hük&m süren ve vezir Fazl b. Sahi 'in gizli tuttuğu kargaşalıkları halifeye ha­ ber verdi. Fazl b. Sahi Sarahs ‘ta, belki de ha­ lifenin gizli tahriki ile, katledilmiş olduğundan, al-Ma’mün Merv 'i terketti ve babası Hârün al-Raşîd ’in kabri yanında bir müddet ikamet için Tus a geldi. İşte o vakit ‘Ali bu şehirde ( NükSn mahallesinde) 203 yılı saferi sonunda (818 eylül başlangıcı), fazla üzüm yemiş oldu­ ğundan, birdenbire öldü; tarafdarları ise, *AH Rizâ *nın zehirlenmiş olduğunu iddia ederek, ‘A li b. Hişâm tarafından verilmiş olan bir narı yemesi üzerine, üç gün süren bir hastalıktan sonra vefat ettiğini hâlâ söylerler. Doğum yılı olarak kabul edilecek tarihe göre, ölümünde ya 44 veya 49 yaşında idi. Onun ölümüne halife çok ağlamış, cenazesinde bulunmuş ve namazım kıldırmıştır. Harun al-Raşid ’in kab­ ri civarına defnedilmiş ve türbesi (Meşhed), Tüs şehri yerine kaim olan, İran Horasanı ’nm bugünkü merkezinin adı olmuştur (bk. Hamd AHâh Mustavfi, Nüzkat al-kulüb ve Macdi, Zinai al-macalis; Barbier de Meynard, Dictionn. de ta Perse, s. 396, not 1; İbn Batüta, 78



m,



).



Ş i ’ î i t i k a d ı . — Kendisine bir çok kera­ metler atfolunur: dua ile yağmur yağdırmış ve yağmuru hâsıl eden bulutlardan her birinin hangi eyalete tahsis edilmiş olduğunu bildir­ miştir ; bîr odun parçası sürterek, kayadan altm bir sikke çıkarmıştır; ‘Abd Allah b. Muğira 'nin Mekke ’de kılmış olduğu bir namazı kendisine haber vermiştir; insanların gönlünden geçen şeyi bilmiş ve bunu bir çok vesileler ile ispat etmiştir; insanların Öleceği zamanı Önce­ den bilmiştir. Kış ortasında bir bahçeyi yeşertmiş ve orada üzüm bitirmiştir. Kendisine yapılacak niyazların sabahleyin saat üçte (ezanî saat) yapılması âdet olmuştu; karada ve denizde iyi seyahat yapmak ve gurbet ezalarından kur­ tulmak için, onun himmeti dilenir ( Cahnât al-hulûd, levha XV),



ÂLİ RİZA -



ALİ ŞİR.



B i b l i y o g r a f y a ı Tabari, III, 1029; Mas'üdi, Murüc ( Paris), VII, 3, 61; Ya'kübi ( nşr. Houtsma), II, 550; İbn al-Asir ( nşr. Tornb.), VI, 249. ( CL. HuART. ) A L İ ŞİR. 'ALİ ŞÎR BEG yahut A mIr 'A lI ŞİR (1441— 1501), mahlası Nevâî (Navâ’i, Navay i ). Timurîler zamanında orta Asya ‘da inkişaf eden türfe ( çagatay) edebiyatının en büyük şahsiyetidir. Memullardan önce, bilhassa karahahîler zamanında, şarkî Türkistan ve Yedi-sn’da ve kısmen orta ve aşağı Sır-derya havzasında, müslüman-türkler arasında kendini gösteren edebî faaliyet, moğullar devrinde Hv5 rizm*de, Mâverâünnehr ve şimalî Horasan *ın cezrî ted­ birlerle türkleştirilmesi neticesi olarak, iptida bir az kıpçakçanın tesiri ile Sır-derya kıyıları ve Hvârizm ’de, sonra Timur devrinde Kâşgar edebî şivesine yakın bir şivede, Mâverâünnehr ‘de bilhassa Semerkand ‘da ve nihayet timurîlerden Bulkasim Babur ve Husayn Baykara zama­ nında Horasan ’da, daha doğrusu Herat ’ta, inki­ şaf etmiştir. Bu edebiyatın Herat'tâki inkişafı­ nın en büyük âmili A li Şîr olmuştur. O zaman orta Asya türk edebiyatı, İran edebî ananeleri­ ni, kendi millî bünyesi dahilinde olmak üzere, benimsemişti. «Çağatay edebî dili", Semerkand devresinde, esasını teşkil eden Jkâşgarî tİl" an’ânelerine sadık kaldı İse de, Horasan'daki türkîer arasında mühim bir yekûn tutan türkmenlerin lehçesinden de bir çok yeni unsurlar aldı. Bu sayede bu dilde yazılmış eserler, bil­ hassa ÂH Şîr 'in eserleri, şarkî Türkistan ’da olduğu gibi, Irak ve Anadolu taraflarında da kolaylıkla anlaşılmıştır, XVI, asrın ilk nısfında Kâşgar ’dakî çagatay hanı şair Sa'id Hân ( öîm. 1534) ile Irak’ta türk-azerî lehçesi île yazan garp türk şairi Fuzuli (öîm. 1552) de, doğru­ dan doğruya Ali Şîr ’in tesiri altında kalarak, onun tarzında şiirler hattâ ona nazireler yaz­ mışlardır. Bu itibar ile AH Şîr, yalnız şark türk edebiyatında değil, bütün türk edebiyatı tari­ hindi müstesna bir mevki işgal eden bir şah­ siyet olmuştur. A l i Ş î r ' i n g e n ç l i ğ i . A li Şîr 17 rama­ zan 844 ( 9 şubat 1441) 'te Herat ’ta doğmuştur (bk. A . Semenov, Literatürü i iskusstvo Uzbekistana, H, Taşkend, 1938, s, 124). Ali Şîr, genç muasırı Haydar Mirza Doğlat ’m sarih ifadesine göre, uygur kabilesine mensup olup, babası Kiçkine Bahşı tesmiye olunur ( Tarih-i Raşîdî, Mcm.1, 1, 583 v.d,). AH Şîr ’in kendi ifa-



desine göre, ecdadı, yedi batından beri, Barîas emîrleri, Timnr ve oğullarının hizmetinde bu­ lunmuştur ( ffutba-i davâvin, Mcm., III, 184). Diğer kayıtlardan anlaşıldığına göre, Ali Şîr ’in mensup olduğu aile, bilhassa 'Omar Şayh Mirza ve oğlu Baykara 'ya hizmet etmiştir. AK Şîr ’in ana tarafından ceddi, Bü-Sa‘ id Çisek, Baylara Mirza ’nm ulug beg 'i ( beylerbeyi) olduğu gibi, babası Kiçkine Bahşi, yahut Kiçkine Bahadır da bidayette onun hizmetinde bulunmuştur. AH Şîr, babasını, ceddini ve annesini sultan Husayn Baykara’nm baba ve ceddinin bayrı kulları ( eski kapı kulları) tesmiye etmektedir. 1447 de Şâhruh 'un vefatını takip eden kargaşa­ lıklar esnasında, Kiçkine Babadır, küçük oğl® A!i Şîr 'i yanına alarak, Yezd üzerinden Irak 'a gitmiştir; bu seyahatte AH Şîr, Tim ur’un mü­ verrihi Şaraf al-Din Yazdı 'yi görerek, ondan hayır dua almış olduğunu, gençliğine ait mü­ him bir hâtıra olmak üzere, kaydeder. 1449— 1457 seneleri arasında, Baylara Mirza ’nm oğullan ve bu meyanda müstakbel Herat hü­ kümdarı Husayn B aylara ile beraber, Kiçkine Bahadır ve oğlu A li Şîr, Şâhruh ’un o zaman Horasan’ı idare eden torunu ve Baysungur Mirza ’nm oğlu Buîkûsim Babur ’un maiyetinde bulunmuşlardır. Bu devirde Kiçkine Bahadır, bir aralık, Sebzvar vilâyetini idare etmiş ( Macâlis, Mcm., I, 36 ), yine aynı hükümdar tara­ fından memuriyetle Astarâbâd ’a gönderilmiştir ( Nastıim, Mcm., HI, 321). Emîr Giyâg al-Din Kiçkine nin adı, Bulkâsim Babur vefat edip, yerine amcazadesi İbrahim Mirza Herat hüküm­ darı olmasını müteakip, 1457 de Baîh ’te bulu­ nan Semerkand hükümdarı Abu Sa'id Mirza’ya gönderilen Herat ulemasına refakat etmesi dolayısiyle, son defa olarak geçer (H vSndmir, Hablb al-siyar, Bombay, 1857, III3, 179). Ali Şîr o tarihten sonra, timurîlerin kuşçı emirle­ rinden Sayyid Haşan Ardaşir ’in, kendisi için, «baba mesabesinde" olduğunu söyler; bundan, Kiçkine Bahadır ’m 1457 de vefat etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Her hâlde bu zatın sultan Abü Sa'id Mirza’nm büyük emirlerinden biri oldu­ ğuna dair, Sam Mirza ’da ve ondan naklen di­ ğer eserlerde ( msi. Kamus al-dlam ’da ) veri­ len malûmat asılsızdır. Davîatşâh ’m dediğine göre, Kiçkine Bahadır, «türk" olmakla beraber, ilim ve faziletten mahrum kalmamış ve oğlu­ nun terbiyesine ehemmiyet vermiştir. Onun türk şeyhlerinden BabakÖki isminde birisine



: 1 M c m . He XIV. — XVI. asır orta Aaya edebî ve fikrî hayatına ait, tarafımdan toplana» mevadı muhtevi, üç ciltlik mecmtKt işaret edilmiştir*, bu makaleye mehaz :: olan gayr-i matbu eserlerden î AH Şîr, M a c d l is al-na~ j a t i s , N a s â 'i m a l-m a h a b b a v.s. i Sultan Muhammed b. Amiri al-Horavi, Latâ’İf-n âm o; Haydar Mirza Doğlat,



T a r ih - i R a ş td i ( Deniş on Roes tercümesine girmemi} ola» kısımlar, bilhassa orta Asya şairlerine ve san at­ kârlarına ait b ab} ; Fahri b. Muhammed al-Haravi, Raüâ a t a t - s a l& t in j Haşan Hvâca-î Buharı, M u z a k k î r a l- a h b a b t Zaynal-Din al-Vâsîfî, B a d a d ı a t - v a k â * ? 'deki ma­ lûmat hep bu mecmuadan nakledilmiştir.



intisap ettiği { Nttsaim, Mcm., IH, 322 ) ve he­ I ğin hâkimiyeti demektir; bunlar kara taştan ce vezninde şiir söylediği ( Maari f ve okut- kızıl altın çıkarmak ve kara mangır için hü­ ğaçt, Taşkend, 1925, nr. 1— 2, s, 56) malumdur. nerin end adamların kefenlerini soymak ile meş­ Ali Şîr 'in dayıları Mir Sa'id Kâbuli ile Mu- guldürler. Benim burada bugün oturup hasb-ı hammed 'AH Garibi de türkçe şiir yazan ve hâl edecek bir refikim yok, feragatle çalış­ musiki ile iştigal eden emirlerden idiler. Mir mamı temin edecek bir maaş da bağlamadılar, Sa'id ‘in oğlu Mir Haydar Şabühi de farsça ve hattâ bir oda bile vermediler, o hâlde vatanı türkçe şiirler yazmıştır. AH Şîr ile biraderi terketmekten başka ne çare var. Diğer taraf­ Derviş 'A li Beg 'e, sultan Husayn Baykara kö- tan tahsile de ihtiyacım var". Abü Sa'id Mirza keliaş (sut kardaş) diye hitab etmiştir. Ali Şîr tarafından Semerkand vilâyetini idare eden kâş‘in, kendi süt kardeşi olduğunu, sultan Husayn garlı Ahmed Hâci Beg, AH Şîr ‘in eski dostu neşrettiği bir fermanda da zikreder ( Munşcfât-i olduğundan, kendisinden, hiç bir yardım esirge­ Marvârid, Veliyeddin Ef. kütıip., nr. 2732, var. memiş ; AH Şîr de orada, yerli şairler ile kay­ ıı®). Diğer cihetten de Ali Şîr, sultan Husayn naşarak, yaşamış ve Fail Allah Abu ’l-Laygi ‘in mektep arkadaşı idi ( Babur-name, nşr. Be- ’nm hankahmda iki sene kalarak, tahsil etmiştir. veredge, var. 170 1>). Sultan Husayn ile Alî A l i Ş î r ’i n s i y a s î h a y a t ı , 1469 da, Şîr ’in tahsil ve terbiyeleri hususuna Bu%âsim sultan Abü Sa'id Mirza ’nm İrak seferine çık­ Babur bizzat alâkadar olmuştur. Husayn Bay­ mış olmasından istifade ederek, Horasan içle­ kara ile Aİİ Şîr, daha Buİkgsim Babur 'un ha­ rine akm eden Husayn Baylara Herat '1 tehdid yatında, farsça ve tiirkçe şiirler yazarlarmış; edince, Abu Sa'id ’în Semerkand ’ı idare eden kendisi de şair olan hükümdar, Ali Şîr 'in şiir­ oğlu sultan Ahmed Mirza korkuya düşmüş ve lerini çok beğenir ve onu, »oğlum" diye, sever­ Amu-derya ’yı geçerek, Horasan *a yürümek miş. Ali Şîr 'İn farsçadan ziyade türkçe şiire ıztırarmda kalmıştır. Sultan Aljmed ’în maiye­ rağbet göstermesinde, bîr cihetten aîle-an’ane- tinde, nasılsa, Ali Şîr de bulunuyordu. O esna­ sİ ve Bul^âsim Babur ’un bu hususa verdiği da Abu Sa'id 'in, Akkoyunlu Uzun Haşan tara­ ehemmiyet, diğer cihetten, babasının vefatın­ fından, öldürüldüğü haberi geldi. Husayn Bay­ dan sonra onun yerini tutan Haşan Ardaşir ve lara da, aynı sene 23 martta Herat ’ı işgal onun kendisine „pîr“ tanımasını tavsiye ettiği ederek, Horasan sultanı oldu; sultan Ahmed büyük çagatay şairi Mavlânâ Lutfi âmil olmuş­ Mirza, bu emr-i vâki karşısında, geri çekilmek tur. Haşan Ardaşir, âlim bir zat olduğu hâlde, mecburiyetinde kaldı. Husayn Baykara, sultan zamanının âdetlerine mugayir olarak, şiirlerini Ahmed Mirza ile muhabereye girişerek, ondan daha ziyade türkçe yazmıştır. A li Şîr, aldığı arkadaşı Ali Şîr 'i Herat 'a göndermesini rica terbiye bakımından, kendisine çok minnetdar etti ve bu rica kabul edilerek, Ali Şîr izaz ve olduğu bu Haşan Ardaşir e, 1489 da vefatını ikram ile Herat ’a gönderildi. AH Şîr 14 nisana ( müteakip, kendi saray ve parklarının şimalin­ tesadüf eden şeker bayramından bir iki gün deki dağ eteğinde bir türbe ( hazıra) yaptır­ evvel, yani Herat *m sultan Husayn tarafından mıştır ( Hâlat-i //asan Ardaşir, Mcm., IH, 174 ). işgalinden ancak 29 gün sonra, bu şehre vasıl Mâverâünnehr ve Horasan 'da sultan Abu Sa'id oldu ve bayram dolayısiyle sultanı tebrik ede­ Mirza'nm hükümdarlığı devrinde (1457— 1469), ; rek yazdığı Hilâliye kasidesini takdim etti. Baykara Mirza ’nm torunları ve taaüûkatı taki­ Sultan Husayn öz dostu saydığı Ali Şîr 'i istik­ bata mâruz kaldı. Bunlardan henüz 20 yaşında bâl ederek, şerefine Herat haricindeki Biğ-i olan hîusayn Baykara, Astarabâd 'da istiklâl zâgan sarayında ziyafet verdi ye Ali Şîr ‘i ilk davasına kalktığından (1459), Sultan Abu Önce mühürdar ( nişancı) tayın etti. AIi Şîr 'in Sa'id tarafından, oradan çıkarıldı, l^usayn 'in yukarıda isimleri geçen dayıları Mir Sa'id ile o aralık Meşhed'de tahsilde bulunan arka­ Muhammed 'Alı Beg ’ler, Abü Sa'id Mirza *nm daşı Aİİ Şîr Berat 'a gelerek, sultan Abu Sa'id hükümdarlığı zamanında, Husayn Baylara ta*in hizmetine girdi ise de, pek iltifat görmedi rafdan oldukları İçin, öldürülmüşlerdir; Ali Şîr, ( Mirjhvâod, Ravzat aî-şafâ, Bombay, 1855, VII, 1470 mayısında, Akkoyunlu türkmenlerinin yar­ 14), hattâ Herat 'tan ayrılarak, Semerkarid ’a dımı ile, Herat’ı işgal eden Yadigâr Muhammed gitmek mecburiyetinde kaldı. Bunun sebeplerini Mirza hareketini bastırmak işinde gösterdiği Ali Şîr Haşan Ardaşir 'e yazdığı bir manzum yararlıklar He, dostu Husayn Baylara ’ya karşı mektupta şöyle anlatır: »ben bir şairim, kendi­ olan fedakârlığım isbat etmişti: Sultan, Murmi Ni?âmi ve Firdavsi 'den de kuvvetli görü­ gâb 'dan Herat a üç günlük mesafeyi bir gün­ rüm, mümtaz bir şahsiyet olduğum hâlde, ben de katederek, Bâğ-i zâgan sarayını geceleyin Herat 'ta renc-ü eziyetten başka bir şey gör­ muhasara altına alm ıştı; maiyetinde bulunan müyorum. Herat ’ta semerkandiılarm ( yani Abü Ali Şîr, yanında bir tek nefer olduğu hâlde, Sa'id ’in } hâkimiyeti, bayağılık ve yağmagerli- yalın kılıç, saraya girerek, Yadigâr Mirza *yı



yakalayıp, sultan Husayn *e teslim etti ve şehzade derhâl Öldürülerek, sultan Husayn taht rakibinden kurtuldu. Bu gibi samimî ve fedakârane hareketler, şair olan sultanın şair olan beyine karşı merbutiyetini arttırmıştır. Sultan için Ali Şîr daha o zaman devletin ve sul­ tanlığın bir istinatgahı ( rukn al-şalfana ) idi. 14.72 de sultan, Ali Ş îr'i divân begi tayin etti. Sultan Muhâmmed b. Emiri ’ye göre, o „emir-i divân-i mâl" tayin edilmişti (Rieu, C a t o f tke Persian Ms$> Brit, Maseum, I, 366}; sultan Husayn ’in fermanına göre ise, Aİİ Şîr „emir-i divân-i buzurg-i emaret", yani «Tuvaçı divânının begi" tayin edilmişti. Tuvaçı divânı, o zaman ordunun ve türk olan tebeanm idaresine bakan dîvân id i; buna türk divânı da denilirdi. „Divâa-i mâl" ise, mâliye ve türk olmayan iranlı reaya işlerine bakan bir divân idi ki, buna şart divânı da denilirdi. Bu divânları idare eden türk beylerine divân begi adı verilirdi. Türk divâm ’mn kâtiplerine bahşi yahut navîsendegân-i türki şart divânının kâtiplerine ise vazir yahut nuvısendegan-i tâcik denilirdi, Türk ve şart divânlarının her ikisine riyaset eden türk beyi „ulüğ beg" tesmiye olunurdu, Ali Şîr ise, „uluğ beg“ değil, diğer bâzı beyler gibi, D i­ vân-i *âli ( yani türk divânı J âzası ve „içkİ“ ( yani sultanın mukarrebi ve nedimi) idi. Ali Şîr ’i Sultan Husayn ’in veziri saymak hata id i; çünkü vezir tâbiri, o zaman ancak türk beylerine tâbi olan acem kâtipler için kullanı­ lırdı. Ali Şîr 1487— 1488 senelerinde 15 ay kadar bir zaman Astarâbad vilâyetinin muhtar valisi olmuştur; diğer bütün vaktini ise, Herat ’ta geçirmiş, seferlerde sultanın maiyetinde bulunmuş, yahut, bâzı seferler esnasında Herat ’ta kalarak, sultanın eniştesi Miran Şâh ’tn torunu ve ilk çagatay şairlerinden Sidi Ahmed Mirza’nm oğlu olan Sultan Ahmed Mirza ile beraber, sultana niyabet etmiştir. Dostu f^asan Ardaşir de Ali Şîr ile aynı senede Divân-i 'âli beyi tayin edilmiştir; 1484 te biraderi Derviş ‘A li de divan beyi oldu. AH Şîr ’în önce işgal etmiş olduğu mühürdarlık vazifesi ise, onun en yakm arkadaşı şair Şayhim Ahmed Suhayîi ’ye verilmişti. Ali Şîr idarede, hükümdardan sonra, en büyük nufuz sahibi idi. Fakat o, resmî vazifelerinden çekilip, yalnız „içki“ olarak kal­ mak istiyordu. Bunun bir kaç sebebi vardı: evvelâ çok zengin olduğundan, resmî vazifeler­ den maddeten istifade ihtiyacında değildi; diğer taraftan türk ve moğul „töre" si mucibince, Ali Şîr ’in mensup olduğu uygur kabilesi bey­ leri merasimde ve meclislerde Barîas, Arîat, Tarhan, Kıy at ve Kongrat beylerinden sonra y er almak mecburiyetinde idiler; Ali Şîr de, devlette hükümdardan sonra ikinci şahsiyet



olduğu hâlde, divân celselerinde, merasimde zikri geçen kabîle beylerinden sonra oturmak, fermanlarda kendi mührünü Ötekilerin altına basmak mecburiyetinde idi. Kendisi mağrur bir zat olduğundan, buna hiç tahammül ede­ mezdi ; bâzı kabile beylerini diğer kabile beyle­ rinden üstün oturtmak, hükümdarın elinde olan bir iş değildi; çünkü bu çagatay ulusu türk-moğul kabileleri arasında uygur kabilesinin au’anevî mevkiini değiştirmek demek olurdu. Hü­ kümdar yanında diğer kabîle beylerinden daha yüksek mevki işgal eylemek için, yegâne çare, resmî mansıptan feragat ederek, sultanın nedi­ mi olmaktı. Nihayet Ali Şîr 1490 senesinde di­ vân beyliğini kendi adamlarından Baba ‘Ali İşık A ğa adında bir bey lehine terketti. Bunu da o »mühür sındırma" (mühür kırma) tâbiri ile ifade etmiştir. Bu hâdiseyi Ali Şîr şiirlerinin birinde anlatır î Çün bana lutf eidi şeh Divânda mühr Bu idi ildin Jçuyı mühr urmağım Kim ğurür-i nefs-i serkeş men'iğa Barçadm bolğay İfuyı okumağım Çün şikest-i nefs-i hâşjl bolmadı Mundın oldı mührümi sındırmağım. Babur Mirza, Ali Şîr ’in bu istifadan sonraki vaziyetini göz önünde bulundurarak, „Aîi Şîr Beg, Mirza ’mn ( yani Sultan Husayn ’in ) beyi değil, nedîmi idi" demiştir. Divân beyiliğînden feragat ettikten sonra, Ali Şîr 'in devlet İşle­ rinde nuf uzu ve ümera arasında itibarı eskisin­ den daha büyük olmuştur. Arzusuna rağmen devlet işlerinden hiç bir zaman ayrılamamış, memleket dahilindeki bâzı emîrierİn, bu meyanda Balh valisi olan kardeşi Derviş ‘A li ’nm isyanlarım ve hanedan içindeki nîzaları yatış­ tırmakta en mühim rolü oynamıştır. Sultanın devlet işlerinde Ali Şîr ’in yardımına ihtiyacı o kadar büyüktü ki, 1499 da hacca gitmek için ısrarla istediği izni sultan nihayet, bir ferman çıkararak, vermek mecburiyetinde kalmışsa da, az sonra »daha sırası değil" diye o izinden »şimdilik istifade eylememesini" kendisinden ri­ ca etmiş ve A li Şîr de hacca gidememiştir. Otuz iki sene kadar Sultan Husayn ’in yanında siyasî ve İçtimaî sahalarda büyük hizmetler ifa ettikten sonra, Ali Şîr ı$oo senesi sonlarında, Astarâbad seferinden dönmekte olan sultam istikbale giderken, kalp hastalığına tutulmuş ve hükümdar tarafından, kendi tahtiravanmda, He­ rat ’a getirilmiştir. Her vakit bizzat gelip hatı­ rını soran arkadaşı sultanın huzurunda 3 kânun II. 1501 de, 60 yaşında, kendi sarayında vefat etmiş ve sarayı civarında bina ettirdiği Kudsiye camii yanında, önceden hazırlattığı türbeye defnedilmiştir. Defninden sonra, sarayında üç gün kalan sultanın bizzat idare ettiği matem



$5*



ÂLİ ŞİR.



merasimi iie yedi gün sonra, şehrin şimalinde Havz-i Mahiyan ’da, yine hükümdarın riyase­ tinde verilen türk usûlü ,,aş“ (yani „yoğ ye­ meği" ), Herat tarihinde misli görülmeyen bir hâdise olmuştur. Bu merasimde prensler ve memîektın en büyük emirleri, H^ândmir ’in tabiri ile, «alelade çavuşlar gibi", ayak üzerin­ de bulunarak, hizmet etmişler ve bu büyük in­ sana karşı derin hürmetlerini göstermişlerdir. Ali Şîr, timurîler devri ümerasından, hayatı teferruatı İle tesbit edilmiş yegâne şahsiyettir. Hayatının sonlarında kendisine mülâzemet eden­ lerden Hvandmir, AH Şîr hakkında, Makârim-i ahlâk ismi ile, bir eser tertip etmiş (yegâne nüshası British Museum, nr. ad. 7669 ’dadır ve 1941 de Taşkend 'de tabedilmiştir) ve Zayn al-Din Muljammed V aşifi de Ali Şîr ’e ve He­ rat 'm Ali Şîr zamanındaki hayatına dair zen­ gin hâtıraları ihtiva eden bir eser vücuda ge­ tirmiştir ( Bada3? al-vakaı, nüshası Lenin­ grad, Asya müzesi nr. Validov, 20 = 568 ea ; hulâsası, Mcm., II}. AH Şîr 'in âsâya da­ yanmış bir vaziyette, timurîlerden Çüçük Mirza tarafından kendisine bir çiçek takdim edildiği ni gösteren ve Topkapı sarayında ( albüm nr. 2155) mahfuz bulunan nüshadan alınarak, Türk Tarih Kurumu tarafından neşrolunan res­ mi, ‘A li isminde bîrinin imzasını taşımaktadır. Aym resmin, Ali Şîr 'in hususî ressamlarından Mahmüd Muzahhib tarafından yapılan diğer bir az değişik kopyası şairin ihtiyarlık çağım göstermektedir ( Bİnyon, Persian Miniature Painiing, London, 1933, s. 1:07, levha LXXV 1}. Ali Şîr ’i böyle âsâya dayanmış vaziyette gös­ teren resmîn, ilk defa olarak, Behzad tarafın­ dan yapılmış olduğu Zayn al-Din Vaşifi ’nin eserinde tafsilâtı ile anlatılmaktadır ( Mcm., II, 396; Leningrad nüshası, var. 366 a ) . Her hâlde Topkapı sarayındaki resmin, Behzad ta­ rafından yapılan eserin diğer bir nüshası oldu­ ğu, yani mevsukiyeti muhakkaktır. Hvgndmir ’in eserinde olduğu gibi (Rieu, Cat. o f the Persian Mss . o f tke British Museum, I, 367), Haydar Mirza ( Târih-i Raştdi, Mcm., I, 584 ) ve Sul­ tan Muhammed b. Amiri ( Lata3if-nâme, Mcm,, I, 322— 329) de de Ali Şîr 'in hayatı, bir gü­ zel ahlâk numunesi olarak, gösterilir. Mirhvând, Aii Şîr ’in seciyesini veeîz bir surette şöyle, tespit etmiştir: «temiz ahlâklı, samimî bir in­ san, tedbirli ve heybetli bir devlet adamı" (V , 2 ), «onun başlıca hususiyeti, ömrünü ve mesai­ sini ancak büyük ve güzel işlere hasretmek, bayağılıktan ve küçük işlerden sakınmaktır". A li Şîr büyük bir servete mâlik olmuş, resmî memuriyette bulunduğu zaman, devletten maaş almamış, bilâkis kendisi her sene devlete büyük bir meblağ vererek, yardımda bulunmuştur. A li



Şîr Abu SaTd Mirza zamanında kendisine maaş tayin edilmediğinden şikâyet ediyor ve Semerkand ’da zaruret içinde kaldığını anlatıyoısa da, bu şüphesiz ancak servei-ü sâmâmndaa uzak kalan bir zenginin şikâyetidir. Herat ’a vusûlünden bir kaç sene sonra mâlik olduğunu gördüğümüz büyük servetin, Barthold ’un zan­ nettiği gibi ( Mt r A li Ş îr, Leningrad, 1928, s. 140), memuriyeti esnasında toplanmış mal­ lardan ibaret olmayıp, kendisine ecdadından kalma servet olduğu anlaşılmaktadır, 1476 se­ nesinde, yani Herat ’a avdetinden yedi sene sonra, Aİİ Şîr Herat *m şimalinde İncil kanalı ile Kâzirgâh dağı arasında, kendisine sultan tarafından verilen geniş araziyi imar ederek, kendi ismini taşıyan bir mahalle tesis etti ve. sarayı ( Unsîya) yanında büyük bir cami ( Kadaîya), îhlâşıya isminde bir medrese, Halâsîya adında bir han ( tekye), bir hastahane ve bir dnrülhuffaz bina ettirerek, etrafında parklar vücuda getirmiş ve bu hayrat müesseseler! için beş milyon kepek dinarı ( şimdiki türk parası ile takriben iki buçuk üç milyon lira) kıyme­ tinde emlâk vakfetmişti. A li Şîr ’in, gerek He­ rat ’ta ve gerek Horasan ’ın diğer mmtakalarında, vücuda getirdiği medrese, hankah, ker­ vansaray, köprü ve türbelerin sayısı 370 ’ı bu­ lur. Bu bakımdan Ali Şîr, Horasan tarihinde misli görülmemiş bir bayır sahibi olarak, tavsif edilir. Bunların bir çoğunu Davlatşah ( Tazkira, nşr. Browne, s. 505 v.d.) ve Hvandmir (daha neşredilmeyen Hulâsat al-ahbâr adlı eserinde) zikrederler. Bunlardan ancak Meşhed ’in şarkın­ daki Rabat Seng-ı B est’in (E . Diez, Ckorasaniscke Baudenkmâler, Berlin, 1918, s. S2), Nişapur’da Farid al-Din \A£tSr türbesinin (A . V . W. Jackson, From Constantionple to tke Home o f Omar Khayyam, New York, 1911, s. 240), Herat ’ta Cami-i kebir, ’in AÎİ Şîr tara­ fından yeniden inşa ettirilen kısmı ile, Mazgr-i Abu ’l-Valid 'in resimleri O. Niedermeyer tara­ fından ( Afganistan, Berlin, 1924, levha CLL CLXXIV), bunların Ali Şîr 'in eserleri olduğu bilinmeden, neşredilmiştir. AIi Şîr ’in Herat 'tâ­ ki başlıca eseri, Mahâlle-i Ali Şîr, bugün tama­ men harap olup, yerinde ( Dervaze-i Kıpçak haricinde ) bahçe ve bostanîar bulunmaktadır ; mamafih buraları bugün bile Kuçe-i Ali Şîr is­ mini taşıyor. Eski Kudsiye camii harabesi ya­ nında bulunan mezarı da (Mezâr-ı şâh-i ğariban ‘A li Ş îr) bir ziyaretgâh olmuştur. A li Ş î r , ş a i r ve m ü t e f e k k i r . Şair



ve edip sıfatı ile Ali Şîr, o zamanki türk mü­ nevverlerinin 'hayran oldukları İran edebiyatını benimseyip, türk ruhuna uygun bir şekle soka­ rak, tiirkçeyi yüksek bir san’at hâline getirmek ve münevver türkün ruhunu yükseltecek türkçe



ÂLİ ŞİR. yüksek san’at eserleri yaratmak gayesini güt­ müştür. Eserlerinin en mühimi, İran şairlerinden Nizami ve Husrav-i Dihlevi tarzında, beş man­ zum eserden mürekkep olmak üzere, tertip ve 1484 te itmam ettiği 64.000 nusrâ tutan Hamsa ’sidir. Bu Hamsa nin ilk parçası olan Hayrat al-abrör, ahlâk ve tasavvufa ait hasb-i hâl ve hikâyelerden, diğerleri ise, FarhSd ve Şirin, Layla ve Mecnun, İskender ve Bahram Gür ’a dair manzum romanlardan ibarettir. Diğer bü­ yük eseri, Haza in al~macanî ismini verdiği, 55.000 mısrâdan ibaret, türkçe divândır kİ, hayatının dört devrinde söylediği şiirleri ihtiva etmek itibariyle, Ğarâ'ib al-şiğar, Navâdir alşabâb, B ad a t al-vasat, Fava id al-kibar adla­ rım verdiği dört kısımdan mürekkeptir. Bundan başka, takriben 12.000 mısrâ tutan, fârisî di­ vânı da vardır. Hayatının sonuna doğru (1498 de), Farid al-Din 'A ttar ’ın Mantik al-tayr adlı eserine nazire olarak, 7.000 mısrâdan müteşekkil bir eser, Lisân al-tayr, yazmıştır. Bundan başka tezkere mahiyetini haiz Macâlis al-nafâ'is (1491) ile Cami ’inin Nafakat al-ttns ’ünü tercüme ve ikmâl ederek, sûfîler ve muta­ savvıflar hayatına ait Nasaim al-malıabba min şama im al-futuva İsmindeki eserleri (1495 ) vardır. Sonra dostlarından Câmî, l^asan ArdaŞİr. ve Pehlivan Muhammed’e ait hâtıraları ( Hamsat: al-mutahayyirin, Ifâlat-i Haşan A rdaşir, tfâlât-ı Pehlivan Muhammed Küsfigîr ) ile mektuplarını muhtevi münşaatı, muamma ve aruza dair risaleleri, Herat ’ta kendi mahalle­ sinde vücuda getirdiği ilim müesseselerine ait, tekejlüflü bir lisan ile yazılmış, vakfiyesi mü­ him eserlerdendir. Hayatının son senelerinde yazdığı: eserlerden Muhâkamat al-luğatayn (1498) ve Mafabüb al-^ulub (1500) pek tanın­ mıştır. Bu eserlerden Hamsa, 1880 de Hive ’de, 1904 te Taşkend *de, dört divânından Garaib al-şiğar, 1881 de Hive ’de basılmıştır. Bilhassa Ğarâ'ib al-şîğar'â&a. alman parçalar {Muntahabât) : Taşkend, Buhara, Tebriz ve İstanbul’da mükerreren neşredilmiştir. Diğer eserlerinden Bayzâvi ’den iktibas ederek yazdığı eski İran tarihi, Târİh-i muluk-i ‘acam Quatrmere tara­ fından (Paris, 1841) ve bunun eski bir türkçe tercümesi, Tarîh-i Fana! î unvanı ile daha 1782 de, Viyana 'da basılmıştır. Münşeatı ile vakfi­ yesi 1926 da Bakû 'da, Macâlis al-nafâ'is ’i de, Bağ-i İram adh tezkerenin kenarında (Taşkend, 1908 ) tabolmuştur. Şairin, millî dil ve edebiyat hakkındaki: düşüncelerini tebarüz ettiren eseri olmak itibarı ile, çok okunan Muh,akamat alluğatayn risalesi, Paris ( 1841), İstanbul (1899), Hokand (1918) ve türkmence olarak, Aşkâbâd ’da (1925 ) basılmıştır Mahbub al-kulüb da İs­ tanbul (1889 ), Buhara (1907) ve Taşkend’de lalfim Ansiklopedisi



intişar etmiştir. Divânından Navâdir al-şabâb, Badâ'ı al-vasat ve Fava id al-kibar ve bunlara ilâve edilen kıt'alar, sâkinâmeler, terci-i bend, kaside ve nihâîler ile, türk tasavvufu ve fikir tarihi bakımından, mühim ve lisanı da sâde olan Nasâ'im al-mahabba 'si henüz tetkik edilmemiştir. Bununla beraber bugüne kadar intişar eden eserlerinden de hiç biri, tenkidî olarak, neşredilmiş değildir ve hatalarla dolu­ dur. Keza bunlardan henüz hiçbiri Avrupa dille­ rine tercüme edilmemiştir ( M. Belin ’ın J A , 5. ser,, XVII ve 6. ser. VII de neşredilen ve Hamsat al-mutahayyirin , Macâlis ve Mahbüb al-lçulüb 'dan alınmış bâzı parçalar bu eserlerin mündericatı hakkında ancak pek eksik malûmat ver­ mektedir ). Ali Şîr, eserlerinde hayran olduğu İran klâsik edebiyatının yüksek fikirlerini, türkçe olarak, yeniden yaratırken, bunları Iran edebi­ yatındaki ifade tarzları, istiare ve mecazlar ile anlatmış ve aym zamanda eserlerine türk ha­ yatından levhalar sokmuş, Timurîler zamanın­ daki türk ve moğul çadır, ev, şehir, aristokrasi ve saray hayatından almma misal, ıstılah ve tâbirlerden de, çok geniş mikyasta, istifade et­ miş olduğundan, onun eserlerini tahlil ve tetkik edebilmek için, evvelâ İran klâsik edebiyatının bütün inceliklerine hakkıyle vakıf olmak, aym zamanda türk, bilhassa, şark türk dilini, etnografisini ve tarihini de çok iyi bilmek lâzım gelir. Bütün bu şartları haiz müsteşrikler henüz zuhör etmemiştir. Şimdilik Ali Şîr ’in eserleri hakkın­ da yapılmış bir tetkik olmak üzere, ancak İraniyatçı Bertels 'in, Lisân al-tayr \ 'Attâr ’ın Man­ tık al-tayr ’ı ile mukayese eden, bir makalesi gösterilebilir ( M îr A li Ş îr, Leningrad, 1928, s, 24— 82). Şairin eserlerinin, unvan itibariyle, İran klâsik eserlerinin benzeri olduğuna ve bizzat Ali Şîr ’in de eserlerini, tevazu yüzün­ den, bu İran klâsiklerinden mülhem „nâçîz ce­ vaplar" diye tesmiye ettiğine ( Muhâkamat alluğatayn, s, 90) bakılarak, bunların hîç bir orijinallik arzetmeyen taklitlerden ibaret oldu­ ğu mealinde yürütülen mütalâaların ( Blochet, Les Enlııminures des Mss, oricntaux, Paris, 1926, s. 95; Barthold, İz prcşlago iurok , 1917, s. 10 v.d.; Türk tarihîne dair konferanslar , s. 205) tamamıyla esassız olduğunu göstermeğe Ali Şîr ’in bir tek eseri Üzerinde yapılan bu İlk tecrübe bile kifayet etmiştir, AH Şîr ’in eserlerinin orijinalliği, bilhassa Hamsa 'si ve divânı ile, açıkça görülür. Zaten Cami bile { bk. Hirad-nâme-i İskandarl, hâtime ), A li Şîr ’in Hamsa ’sînin, Nizami ve Husrav-i Dihlavi ’nin Hamsa ’lerine nisbeten yüksek olduğunu ileri sürmüştü; biz de onun bu iddiasını tamamıyla haklı görmekteyiz: Ali Şîr, bu büyük eserin terkibinde, millî gayeye uygun bir plân tasav­ 23



Ui



A lî ŞİİR.



vur etmiş ve sonuna kadar bu plâna sadık kal­ mıştır. Nizami, Husrav-i Dihlavi ve Cami 'nin hilâfına olarak, A li Şîr Hamsa ’ye dahil olan romanlarında vakayiin cereyanına ait teferruata ehemmiyet vermez; hazan malûm rivayetleri kısaltmak, hazan da daha fazla tafsilât vermek suretiyle anlattığı FarhSd ve Şirin, Layla ve Macnün, İskandar ve Bahrâm Gür mevzuları­ nın, onun nazarındaki ehemmiyeti, güzel san’ata ve ibda’a olan meftûniyetini anlatmak, ince ve İlâhî duygularını bedi’î bir şekilde ifade etmek, türk sultan, bey ve münevverlerine bu ulvî fi­ kirleri türkçe olarak ve türk ruhuna uygun bir şekilde aşılamak, onlara ideal devlet idaresi hakkında kendi düşüncelerini bedi'î bir şekilde telkin etmek için bir fırsat teşkil eylemelerindedir. O, Farhâd ’ı, bir sanatkâr, mîmar ve ressam, kahraman bir asker, aynı zamanda mü­ kemmel bir insan olan Çin prensi, çin hükümda­ rı bulunan bir moğul hakanının oğlu sifatı ile, tavsif ederken, kendisinin çin san‘atma karşı beslediği sevgiyi, kahramanlık ile san'atkârlığın, aşk ve şeydahğm nasıl bir araya gelebildiğini, onca ideal bir insan olan bu Çın prensinin, mazlum ve masumların müdafaası için, nasıl can attığım anlatır. AH Şîr kendi yarattığı Farhâd tipini o kadar sever ki, öldükten sonra mezar taşının FarhSd gibi bir san’atkâr tara­ fından yontulmasını tahayyül eder, Çin pren­ sinin cesedinin Iran ve Ermenistan dağlarında kalmasını istemeyen şair, bu diyara diğer bir Çin kahramanı olan Bahrâm Dilâver ’in gelip zulmü kaldırmış, âdil bir idare kurmuş ve Far­ hâd 'm cesedini alıp Çin ’e götürmüş olduğuna dair tafsilât uydurmuştur. AH Şîr, Bahrâm Gür ( SaPa-i sayyâra) kıssasında, bu Iran hüküm­ darının, Çin hududunda ( diğer bir rivayete göre, Hoten şehrinde ) yaşayan bir zengin tüc­ car Hoca ’mn kızı Dilârâm ’ın güzelliğine dair malûmatı Çin 'den bu kızın resmini getiren Mâni Nakkaş 'tan işittiği ve kendisinin, bu nakkaşın yardımı ile, Çin *e gidip, kızı elde ettiği hakkmdaki ibdamı tam bir millî türk hikâyesi şeklinde anlatmış, Bahrâm Gür *u da, Sultan Husayn ’e benzeterek, bir türk hüküm­ darı gibi tasvir etmiş, hattâ ona, kendisine ait hikâyeyi türkçe manzum olarak yazdığı için, rüyasında hayranlık ve sena sözleri soyîetmiştİr. AH Şîr Dilârâm ’ı, Çin musikisinin üstadı sıfatı ile, tebcil eder ve Nizami ile Husrav'i Dihlavi nin tasvirlerinden farklı olarak, Dilâ­ râm'ı Bahrâm Gür tarafından bir av safasında öldürter ek, Bahrâm ’ı bu yüzden hadsiz gam-u' gussaya düşürür ve Bahrâm ’m yedi iklim güzellerinden teselli bulmak ihtiyacını da, Dilârâm ’ı sarhoşlukta öldürdükten sonra düştü7:i derin ıstıraplar ile İzah eder ki, bu ibda, Nîşâ-



mi ve Husrav-i Dihievi ’nin tasvirlerine, kıyas kabul etmeyecek kadar, üstündür. İskender mev­ zuu, A li Şîr e, ideal devlet hakkında ön Asya aristocularmdan ve Kutadgu B ilig’den mülhem düşüncelerini tebarüz ettirmek imkânını bahşetmiştir. Ali Şîr bu mevzuu da epiyi türkleştirmiştir. Onca Dârâ, İskender ’e mukabele eder­ ken, ordunun sağ cenahı ( brangdr ) şarkta Semerkand’dan Ç in ’e kadar uzanan, yanında 100.000 Özbek ve moğul ile 150.000 kalmak bu­ lunan ön ve orta Asya hükümdarıdır. Ali Şîr, ekseriya şark türkleri ile birleştirdiği Çin ha­ kanının, İskender e verdiği ziyafetleri bir türk hükümdarının bir ecnebi hükümdara karşı gös­ terdiği en parlak misafirperverlik gibi, göste­ rir; eğlenceleri, av ve ordu teşkilâtı itibariyle, bizzat -İskender ’i de bir türk hükümdarı ve onun şahsında Sultan Husayn ’i ve bilhassa oğ­ lu Badi' al~Zaman Mirza ’yı tasvir etmiştir. Nişami ile Hasrav-i Dihievi ’nin eserleri, Timurîler zamanında minyatürler ile çok tezyin ve tezhip edilmiştir; fakat eski fars kisrâlannı, hattâ İskender ’i, tam bir İran hükümdarı tipin­ de olarak tavsif eden bu eserleri moğullar dev­ rinde, bilhassa Timurîlerm Herat devrinde, o hükümdarları tam bir türk hükümdarı tipi gibi tasvir eden minyatürler ile süslemek, bu eser­ lerin farşça metinlerindeki tasvirler ile tezad teşkil ediyordu; AH Ş îr ’in eserlerinde ise, bu hükümdarlar ile roman kahramanlan, türk kah­ ramanları gibi, tasvir edildiğinden, bu eserlere, onun kendi nezareti altında Herat ressamları tarafından yapılan resimler metin ile hemahenk olmuştur. Ali Şîr, Hayrat al-abrâr ’ı ile İsken­ der romanını, bir çok İslâmî fıkralarla beraber, Fahr Râzi ve Hvârİ2mşâh, Cengiz Han ve Hvârizmşah ve Sultan Abu Sa'id Mirza ’mn akibeti gibi, türk tarihinden alınmış hikâyeler ile de süslemiştir. AH Şîr ‘in dört divânı, şairin iakriben on beş yaşından itibaren bütün haya­ tını, kendisinin ve muhitinin heyecanlarım aks­ ettiren, ekserisi lirik şiirlerinden ibarettir. Za­ manında büyük hattatlar tarafından yazılıp, mümtaz nakkaş ve ressamlar tarafından süsle­ nen rik'a ’lara esas olmuş ( bk. Arraenag Sakisian, La Miniaiure Persane, Paris, 1929, şekil 106, 122 ), musikişinaslar tarafından bestelenmiş, bezm meclislerinde muganni, rakkas ve hazır bulunanları heyecanlandırmış olan bu gazeller, o devrin hayatım aksettirir. Divâna ilâve edi­ len sâkinâmeler, kıt’alar ve kasidelerde, tarihî vak’alar, günlük hayat hâdiseleri, muhtelif şa­ hıslar bahis mevzuu olmuştur. Bu büyük hazi­ ne, o zamanın tarihini bütün teferruatı ile bi­ len şahıslar tarafından tetkik edilmeğe muhtaç­ tır. Ttmurîler devrinde, bilhassa şairin kendi zamanında yaşayan şiir ve sân'at ehlini tavsif



ÂLİ



ve temyiz etmek maksadı ile, kaleme aldığı Macâlis al-nafais de o zamandaki fikir haya­ tım öğrenmek için başlıca bir ntenbadır ( bk, Fuad Köprülü, Türk edebiyatı tarihine medhal, İstanbul, 1916, s. 17 v.dd.) i A li Şîr bu eseri ile kendisinin çok ince bir mîinakkit ve insan ruhunu anlamak ve insanlara kıymet biçmekte fevkalâde maharet sahibi olduğunu göstermiş­ tir. Hayatının son senelerinde yazdığı eserle­ rinde yorulduğu hissedilmektedir. Bunlardan MakbUb. al-kulübi zamanındaki cemiyetin muh­ telif tabakaları, bey, bahadır, yasavul, nöker, yasakçı, kara çerig, kuşçu, ressam, musikişinas, köylü ve şehir ahalisi bahis mevzuu edilerek yazılan didaktik bir eser, zamanının küçük bir Kutadğıi Biiig ’idir. Türk ata sözleri ile de süs­ lenen bu eserin dili, oldukça müsanna’dır. A li Ş îr ’in eserlerinde hâkim olan ruh, sami■ miyet, sadelik, azim ve irade, hâlis niyetlilik, tam ciddiyet ve vakar gibi ahlâk prensipleri ile ifade edilir. Ona göre insan bizzat hayattan neş’e almalı; onun güzelliklerini sevmeği ve onlar için yanıp tutuşmağı bilmelidir. Ali Şîr 'in, dinî, felsefî ve tasavvufî meselelerde de­ rinleşmek emeli ile, yazdığı parçalarda, tesannu görülür} o bilâkis bu dinî fikirleri sadeleştire­ rek anlattığı yerlerde kudretlidir. Bütün derunî sempatisi ■ türk şeyhlerine müteveccih olduğu hâlde, o kendisini nakşbendîlerden sayar; fakat Alt Şîr sufî değü, ancak mutasavvıf kalmıştır. Dindar olmakla beraber, diğer çagatay ve mo­ ğul bey ve mirzaları gibi Ali Şîr ’in nazarında da İslâmiyet, türk aristokrasisinin hayat ve refah İhtiyaçlarına uyan ve uyması icap eden, şarap, musikî, işret, resim, nakış, devlet idaresi, hattâ vergi meselelerine karışmayan samadânî bir duygudur. Ali Şîr'in şikâyetleri çoktur; fakat bunlardan ancak hakikî sevgili hasreti kabilinden olanları samimîdir. Yoksa onun ru­ hunda bedbinlik yoktur, Allahı ve Peygamberi sever; fakat insanlara kıyametten bahsetmez.O, Husayn B aylara’ya, Badi* al-Zaman Mirza’ya, memleket idaresinde adalet ve cömertlik gös­ termek ve büyük imar işleri vücuda getirmek . suretiyle, tarihte ve milletin kalbinde iyi hatı­ ralar bırakmak, fakat boş vakitlerini safa İle hoşça geçirmek tavsiyesinde bulunur; çünkü İnsan dünyaya bîr defa gelir. Onca insan, ne Tanrısını unutmak, ne de şarabını terketmelİ d ir; hem namaz kılmalı, hem İçmeîi; ancak içerken de namazı hiç bırakmamalıdır. Alı Şîr halka y ak n d ır; onun nazarında insan, ancak halk için yaşayan insandır. Mamafih kendisi, daima bir çagatay aristokratı olarak kalmıştır; onun Allahtan »ya benî havas arasında has kıl, ya renc-i avamdan halâs kıl" tarzındaki niyazı, ahiren Babur Mirza ’mn bu mealdeki şiirine



ŞİR*



âsS



esas olmuştur. Ali Şîr insanların ruhunu alev­ lendirmek ile İftihar eder, kendisi de muTıhtğ yani kalbinden yaralı, ezelî bir bağrı yanıktır



{ muîıluğ men o mun hiledir peyâmun — muTıltığ kişiler sözidir kelâm ım ). Aşkı büyüktür, fakat bu aşkta da yine akıl ve mantık hâkimdir; o »fena fi ’I-ış^" olmamıştır, bu itibarla Goethe ’yi hatırlatır. A li Şîr ’ın kullandığı türkçe, mu­ hatabına göre değişir: büyük Iran şairlerinin eserlerini okuyan ve bizzat farsça şiir söyle­ yen yüksek türk aristokrasisinin zevkine uygun olarak yazdığı nesir ve söylediği şiirler, Iran klâsik edebiyatının bütün inceliklerini akset­ tirdiği için, ağırdır. Bu gibi eserlerde A li Şîr, sentaks bakımından bile, türkçeyi zorlamıştır; sadeliği seven türklere hitap ettiği zaman, me­ selâ Herat *a gelen Aîtm-ordu prensi Bahadır Sultan’ın kurultayı dolayısı ile yazdığı Sâkînâme ’de, arkadaşı Haşan Ardaşir 'e ithaf ettiği uzun manzum hasb-i hâlinde, keza eserlerinde bizzat kendisini heyecanlandıran hâdiseleri tav­ sif ederken, sâde ve tekellüfsuz bir türkçe kul­ lanır, A li Şîr ’in en büyük hususiyeti, pek ba­ riz olan milliyetçiliğidir. Islâm ve İran fikriyatı Ali Ş îr ’in ruhunda büyük yer tutmuş olmakla beraber, o kendi milletini ve dilini sevmiş, bü­ tün varlığı ile kendini türk şiirine vermiş ve bu itibarla tarihte oynadığı müstesna rolün şuuruna ermiştir. O, Lisân al-fayr ’da, »cihanda türk edebiyatı bayrağım kaldırmak ile türkleri tek bîr millet, tek bir camia hâline sokmuş olduğunu" söyleyerek, iftihar eder; o, Farhâd ve Ş irin 'de »hiç bir ordusu olmadığı hâlde ve her tarafa yalnız divânının nüshalarım gön­ dermek ile, Çin hududundan T ebriz’e kadar, bütün türk, hattâ türkmen illerini fethedebildi­ ğim" kaydeder; Sedd-i İskender ’de, ona hatif­ ten gelen İlâhî bir sesin: »sert kıhçsız, yalnız kalemin ile türk ülkelerini, türk milletinin kal­ bini fethedeceksin; onları bir tek millet yapa­ caksın, türk iklimleri sana aittir; sen bu mil­ letin şahib-kran ’ısm" dediğini anlatır. Ali Şîr ’in mîllî türk tarihi telâkkisinde de, türk dili mühim bir mevki tutmaktadır. Iran edebiyatım inkişaf ettiren Gazneiiler ve Selçukîler ile biz­ zat ve münhasıran farsça şiir yazan Tuğrul b. Arsîan Selçukî ve ( soyları karluk kabilesi olan.) Muzafferlerden Şah Ş.uci*, onun nazarında »şart ( yani acem) sultanları" dır ve »türk sultan­ ları" nm hâkimiyet devri, bilfiil, türk dilinin ve 4 ev!et teşkilâtının hâkim olduğu devir; yani İran ’da Hulagu Han ile Timur ve oğullarının hâkimiyeti zamanıdır ( Muhâkamat al-luğatayn, s. 99 v.d.). Ulug Bey için olduğu gibi, AH Şîr içinde türk tarihi, C en giz’in ecdadı hakkmdaki rivayetler ile başlar ve dört ulus ’un ta­ rihi şeklinde devam eder; onun bu tarih tel ak-



kişi, bizzat kendi nezareti altında, kendi Halaşıye hankahmda ve kendi kütüphanesinde Mirhvând ’da yazdırdığı cihan tarihinde sarahaten görülür. Bu eser plân itibarı ile, Ali Şîr 'in malıdır. Kendisinin iürk sultanları (yani Ilhanîler ve Timurîler) tarihine ait yazmış olduğu Zubdat aUtavarih ‘i, bize kadar gelmemiştir. A li Şîr külliyatının en eski, güzel ve sahih nüshaları: i. İ s t a n b u l — 901 (1496) de, Herat *ta, Derviş Muhammed tarafından yazılan nüsha (Topkapı sarayı, Revan köşkü kütüp., nr. 808), 2. İ s t a n b u l ( Fatih kütüp., nr. 4059), 3. P a r i s — 933 (1526) te, H erat'ta, A li Hic­ ranı tarafından yazılan nüsha (Bibi. Nat., Suppl. turc, nr. 316, 317 ), 4. P e t e r s b u r g — evvelce Safevîİer kütüphanesine ait olup, Ali Şîr 'in bütün eserlerini ihtiva eden bir kaç ciltten ibaret, güzel bir nüsha ( Umumî kütüp.; bk. Z D M G , II, 248— 256). Farsça divânının 999 (1590) da, Sayyid Kamâl b. Muhammed tarafından yazılan güzel bir nüshası da İ s t a n b u l ( Nuruosmaniye kütüp., nr. 3850 ) 'dadır. A l i Ş î r v e s a n ’ a t . Devlet adamı ve şair olan Ali Şîr, aynı zamanda musiki, resim, mi­ marî ve hatt ile de yakından alâkadar olmuş ve bu sahalarda bizzat çalışmıştır. Güzel bes­ teleri olduğu Baburnâme (nşr. Beveridge, 182 6) ’de, hattatlık ve nakkaşlık işlerinde bihakkın mahir olduğu da Sultan Muhammed b. Amiri'de ( Lata’if-nSme, Mcm., I, 326) mukayyettir. Be­ lin, Ali Şîr ‘e, galiba anonim Tazkirat al-haftatin ’ın (Bibi. Nat., Suppl. turc, nr. 1156) ver­ diği malumata İstinaden, resim, heykeltraşhk, tezhip ve musiki gibi marifetler izafe eder ( JA, 1861, 5. ser., XVII, 223). Ali Şîr musikîde ken­ disine Hoca Yusuf Burhan ’ın ustad olduğunu söylemiştir ( MacSlis, Mcm., I, 68 ). Mir Muİıammed Amin Buhâri *nin musiki tarihine dair eserlerinde ( Bibi. Nat,, Suppl. pers., nr. 1548, var. 75b), Horasan’da mâruf bestelerden »yedi bahr“ usûlünün A li Şîr tarafından, kuş sesleri esas tutularak, vücuda getirilmiş olduğu birer birer sayılarak gösterilmiştir. Bugün de Ali Şîr'e izafe edilen besteler, Horasan türkmenleri ( Uspenskîy ve Beîyaev, Turkmenskaga muzika, 1930, nota, s. 196), Fergane ve Hvârizm özbekleri (Fıtrat, Özbek klâsik musikisi tarihi, Taşkend, 1927, s. 59— 63, nota s. 72}, hattâ şimalî Kafkasya’da Stavropol türkmenleri (Iznestiya russfc. komiteta dlga izuçenga sredney i -vasi. A zii, 1913, nr, 2, s, 63 v.d.) arasında müteammİmdîr. Ali Şîr 'e atfedilip, üzerinde »‘amal-i amir ‘Ali Şir" imzası bulunan bir eser, şimdilik malûm olan ve yalnız Golubev minyatür koîleksiyonunda bulunan bir aralan minyatürünün Muhammedi Beg tarafından ya­



pılan kopyesinden ibarettir ( bk. K. Ananda Coomarasvvamy, A r s Asiatica , Paris, 1929, lev­ ha XXIII). Sakisian, ( La Miniature Persane , s, 63), yukarıda zikri geçen resmin Ali Şîr m kendi eseri olduğunu zannetmiştir. Eserlerinin, hayatta iken, kendi hattat, nakkaş ve müzehhipieri tarafından İkmâl edilen musavver lüks nüshalarından şunları zikredebiliriz t Sultân ‘Ali Maşhadi tarafından, 1495 te yazılan ve İstanbul’da (Revan köşkü kütüp., nr. 810) mahfuz bulunan altı minyatürlü Hamsa ve Suitâa ‘Ali Ka’ini tarafından, aynı senelerde yazılan, sekiz minyatürlü Garâ'ib al-şiğar (Y ıl­ dız kütüp., nr. 2783/32; bk, I. Stchoukin ve H. Fehmi, Catalogue des manuscrits orientaux illustres de la bibliotkeque de V Üniversite d ' İstanbul, Paris, 1933, s. 35 v.dd.) nüshaları; ifam sa ’nin bizzat Ali Şîr tarafından hazırlanıp,



1485 te veliaht Badi' al-Zamân Mirza ’ya takdim edilen, fevkalâde müzeyyen nüshasının (Oxford, Bodleian kütüp., nr. 2116— 19, 2110) on bir minyatürü havi dört parçası (Bînyon, Persian Miniature Painting, London, 1933, s. 96 v.d., levha LXII— LXVI), Bu eserde A li Ş îr ’İn, Hamsa sini itmam ettikten sonra, görmüş ol­ duğu bir rüyayı tasvir eden bir minyatür bu­ lunmaktadır. Bunda, Iran büyük klâsik şairleri­ nin bir toplantısında, A li Şîr ’ın, Haşan Dihlavi tarafından, Nizami ’ye takdim edildiği görülmek­ tedir ( Bînyon, ayn. esr., levha LXVI = Thomas Arnold, Painting in Islâm, London, 1928, levha XLHI). Şairin hususî nakkaşlarından İÇSsıın 'A li ’nin imzasını taşıyan bu resimde, Ali Şîr, çok mütevazi bir vaziyette, âdeta büyük bir şeyhin huzurunda bulunan nâçiz bir mürid ve şâgird şeklinde, tasvir edilmiştir. Bu keyfiyet, hemen hepsi imzasız olan bu muhteşem resim­ lerin bizzat AH Şîr 'İn İştiraki ile vücuda geti­ rilmiş eserler olduğunu gösterir. AH Şîr ’in kütüphanesinde hattatlardan Sultân 'Alı Maşhadi, Sultân 'A li Kâ’ini, Mir !Ali Maşhadi, Sultân Muhammed Handan, ressam ve nakkaş­ lardan Şâh Muzaffar, Bihzâd, Kasım 'A li, Haci Muhammed, Derviş Muhammed, Sultân Muham­ med Tabrizi, Mahmüd Muzahhib, Yûsuf Nakkaş çalışmışlardır. Bütün bu zevat, Babur, Haydar Mirza, Hvândmir ve Vâşifi gibi müellifler tarafından, Ali Şîr în terbiye ve ihtimamı saye­ sinde kemâl mertebelerine erişmiş büyük sari’atkâriar olarak, anılmışlardır. Bunlardan son dör­ dünün; menşe’ itibariyle, türk olduğu muhak­ kaktır. Ali Şîr külliyatının birinci cildindeki resimler ( Bİbl. Nat,, Suppl. turc, 316 ), Mahmüd Muzahhib ’in eseridir. Bu zat ile Yusuf Nakkaş, AH Şîr zamanındaki minyatürcülüğü He rat ’ta, sonra Buhara ’da, Bihzâd ile Sulta? Muhammed ise, Safevîİer nezdinde devam ettirmişlerdir. Bu



ALI ŞÎR. sanatkârların Herat ’ta Ali Şîr ‘in ve Husayn Bay kara ’nm kütüphanelerinde, Herat minyatür­ cülüğünün son tekâmül devresini yaşatırken, bizzat Ali Ş î r ’in titiz nezareti altında çalıştık­ lar, muhakkaktır. Şâhruh zamanında Baysungur Mirza om kütüphanesinde çalışan hattat ve res­ samlar nasıl »Baysungur akademisi" mensuplan sayılırsa (bk. Binyon, ayn. esr, s. 67 v.d.), bu san'atın XV. asrın son rub’undaki inkişaf ve tekâmül devresini yaşatan san’atkârlar da, minyatür tarihçilerince, »Bihzâd mektebi" de­ ğil »Ali Şîr akademisi" mensuplan addedil­ mek lâzımdır; zira’ bunlardan ancak Derviş Muhammed Türk, Bihzâd’ın talebe ve halefi ( Macâlis, Mcm., 1, 362), diğerleri ise, Mirek Nakkaş ile Şâh Muzaffar 'in talebesi olarak gös­ terilmektedir. Bu san'atkârların eserlerinde gö­ rülen müşterek hususiyetler, içlerinden birinin muhayyel rehberliğine değil, onları, kendi zev­ kine göre, idare eden ve onlar üzerinde mad­ deten ve manen hâkim olan kuvvetli bir t ü r k eline irca edilmek icap eder ki, bu da, Sultân Edusayn ile Ali Şîr'in ve bilhassa A li Şîr'in elidir. Calayirîlerden bizzat kendileri de ressam olan Sultân Uvays ile oğlu Sultân Ahmed ‘in ve bilâhare Semerkand *da Timur un hususî ressamı bulunan eAbd al-Hayy Muşavvir, Ali Şîr'in ; nazarında, »Mâni Nakkaş" kadar, İdeal bir üstattır ( Mahbüb al-kalab, İstanbul, s. 119); Ali Şîr devrindeki Herat minyatürçülüğünde, o zamanın İtalyan san‘atindeki quatro~ cento, ananesinîn tesirini görenler vardır (E. Kühnel, Miniaturmalereî im islamischen Orient, Berlin, 1922, s. 25). Bizzat AH Şîr de : kendi zamanındaki müzehhıplerin »Hıtay" ve »Frenk" örneklerinden istifade ettiğini de, istidrat kabilinden, söyler ( Mahbüb al-kulüb, s, 119). Belki Fatih zamanında İstanbul’da be­ liren İtalyan sanatkarları H erat’a bilvasıta te­ sirde bulunmuş olabilir; 1494 senesinde Herat ’a b âzı: f renkler in gelmiş olduğu da malûmdur ( Hvgndmir, III3, 255 ). Ali Şîr 'in nazarında ide­ al san'at, Çin ressamlığıdır. Nitekim Ali Şîr ipek kumaş ( dibâ-i çin i) üzerine yapılan re­ simlere karşı hayranlığım mükerreren izhar et­ miştir. Hususî kütüphanesinin müdürü ve aynı zamanda Herat ’m büyük nakkaşı olan Hâei Muhammed ’in de, AH Şîr gibi, uy gurlardan ol­ duğu anlaşılıyor ( bahşı ’İardan Hac i Muham­ med Uygur, Sultân IHtasayn 'in maiyeti listesine dahildir; bk. Mu iz al-anşâb, Bibi. Nat,, Anc. fond. persaa, nr. 68). Bu zatın Çin üslûbunda fağfur imâl ettiği kaydedilmiştir ( Hvândmir III3, 342). Ali Şîr ’in kütüphanesinde çalışan ressamlar, san atta, tam mânası ile, türk millî ruhunu: yaşatmışlardır; o zaman vücuda getiri­ len eserler, son Timurîler devrimdeki türk ve



357



bilhassa saray hayâtının bütün güzellik ve in­ celiklerini canlandırmaktadırlar. AIi Şîr ’in bizzat idaresi altında vücuda ge­ len mimarî eserlerden en muhteşem olanları, kendi sarayı yanındaki Kudsiya camii ile îhlâşiya medresesi ve Şifâ'iya hastahanesi idi; camiini, onun »ikiz kardeş" olan,, büyük çifte minaresini ve medresenin güzelliğini, A li Şîr kendi şiirlerinde canlandırmıştır. Mirhvând bun­ ları, Ali Ş îr ’in zevkine göre yaratılmış, şah­ eserler olarak tavsif etmiştir. Bunlardan maa­ lesef bugün hiç biri kalmamıştır. Zamanımıza kadar muhafaza olunan eserleri, Herat camı-i kebirinin 1498 senesinde vücuda getirilmiş yeni takı ile, yine AH Şîr tarafından tamir olunmuş eyvanları, Abu ’l-Valid mezarındaki hankah bi­ nası ve takı, Seng-i-Best Harcerd, Nişabur ve Rabât-ı 'Işk ‘teki binalarıdır. Fakat bunlar henüz hiç tetkik olunmamıştır. AH Şîr tarafından vücuda getirilmiş olan bu mimari eserleri 1923 senesinde seyrederken, aldığım intibaı o zaman şu şekilde hulâsa etmiştim: »Bu büyük şair ve san’atkârm şiirlerini, müzehhep ve müzeyyen ciltler içinde bize intikal eden mesnevilerini, onun ilhamından vücuda gelen bu san’at bediaları ite birlikte, mütalea etmek lâzımdır; zira bunların hepsi bir kül teşkil eder". AH Şir, yarattığı ve Himaye ettiği türk edebiyatı, güzel san'at ve mimarî eserleri ile, Timurîler zama­ nında, bilhassa Çin ve uygur medeniyeti tesiri altında, Semerkand, Keş, Yasa, ve Herat ’ta inkişaf eden türk kültürünün en yüksek tekâ­ mül devrini yaşatmıştır. B i b l i y o g r a f y a ; M, Belin, Noiice biographique et litteraire sur Mir A li-Sh itr N ivaîi { J A , 5, ser., XVH, 175—236, 28i— 357 ); türk. trc. Necib Asım, Muhâkamai aU luğatayn ( mukaddime, İstanbul, 1315 ) ; Büyük tîirk şairi Mir A lişir Nevayi, beş yüz yıllığı dolayısile ( İsmail Habib, Bekir Çobatı-zade,



Mirza Muhsin Ibrahimî ve Mirza Celâl Yusufzade ’lerin makaleleri), Baku, 1926 ; V . Barthold, Mir A lişir i politiçeskaya jiz n ( Sbornik »Mir AH-Şir“, Leningrad, 1928, s. 100—164) ; afm. tre. Walter Hinz, Herat unter Husein Baigara, dem Timuriden ( Abhandlungen fü r die Kunde des Morgenlandes, Leipzig, 1937, XXII, 8 ) ; E. Bertels, Nevai i Attar ( Sbornik »Mir-AH-Şir", Leningrad, 1928, s. 24— 82 ) î A. Zekİ Velidi Togan, A li Şir Beg, hayatı -ve eserleri ( İstanbul üniversitesi ya­ yınları arasında basılmaktadır ). Ali Şîr ’e ait diğer bibliyografik malûmat için bk. A, A. Semenov, Materyali k bibliografiçeskomu ukazatelü peçatmk proizvedeniy A lîşira Na~ voy i literatür ı o nem (Taşkend, 1940).



(A , Zekİ Y elîdî T ogan .)



35«



a ü - t e g In



ALÎ-TEGÎN . 'ALİ-TEGİN ( î - 1 0 3 4 ) , İlîghanlar hanedanından, Mâverâünnehr emîri. ‘AliTegİn 'in bu hanedana mensup diğer emîrler ile karabet derecesi hakkında malûmat yoktur, lbn al-Aşir ( nşr. Tornb., IX, 323) ’e göre, 'AliTegin ’i Mâverâünnehr fatihi { Naşr b. 'A l i ) ’nin kardeşi gibi telâkki etmek lâzım ise de, bu ( bel­ ki oraya sokulmuş olan ) malûmat kabule şâyân değildir. 'AH b. ‘Ali ismi, o devrin sikkelerin­ den hiç biri üzerinde mevcut değildir, Buna mukabil, sikkelerdeki 'A li b. Husayn ‘in, yazılı vesikalarda adı geçen ‘Ali-Tegin ’le aynı şa­ hıs olması muhtemeldir ( krş. Howorth, J R A S , XXX, 485 v.d.). Bu zatın emarete ne zaman ve nasıl geçtiği hakkında da malumatımız pek az­ dır. Bayhaki ( nşr. Morley, s. 418 ) ’ye göre, vezir Abu ’l-Hasan Maymandi, 423 ( 1032 ) te ‘A li-Tegin’İn otuz seneden beri Mâverâünnehr ’de bulunduğunu söylemiştir. *AH-Tegin 416 (1025) da, Mahmüd Gaznavi’ye ve Kaşğar ’ın kudretli hükümdarı Kadır-Hân a karşı, kendini müdafaa mecburiyetinde kaldı. İki müt­ tefik ordu Semerkand civarında yerleşmişlerdi. ‘Ali-Tegin her iki payitahtım, yani Semerkand ile Buhara ’yı, tahliyeye ve bozkırlara çekilmeğe mecbur oldu. Yapılan takip esnasında, karısı ve kızı düşmanın eline düştüler ( tafsilât İçin bk. Gardizi, Zatjn al-ahbar, yazm. Cambridge, King’s College, nr. 213, var. 123 v.d. ve Oxford, Bodieîana, Ouseley, nr. 240, var. 153 v.d. ; Barthoid, Turkestan I, 116*». ( j . rlELL.) A L J A M IA ve A l ja m i ADO, «arap harfleri ile yazılmış İspanyolca* mânasına gelir. Kelime arapça âl-'acamlya ’den muharref olup, her şeyden evvel arapça olmayan her yabancı dile, meselâ şarkta bilhassa farsçaya, Suriye 'de ve bütün şimalî Afrika ’da başlıca yeni lâtin. dille­ rine ait lügatler ile tek tük arapça kelimelerden terekküp eden «Hngua franca* ’ya, Iberya ya­ rım adasında, arapç&ya {al-carablya) zıt olmak üzere, yerli İspanyol lehçelerine, bilhassa Castiîlan, Aragon ve Valence, yani ( nâdiren ramı, ve latinî de denilen) el romance castillano, aragones, •valenciano lehçelerine delâlet eder. Bundan başka Saavedra, aljamîa kelimesinin mânasını, ister arap ister lâtin harfleri ile ya­ zılmış olsun Mudejar ’ların ve Morisco ’ların (1085 te, T oled o’nun zaptından bir az evvel, hırîstiyan hâkimiyeti altına düşerek, 1609 a ka­ dar bu hâkimiyet altında kalan müslümanîardtr) bütün edebî eserlerine, haklı olarak, teş­ mil etmiştir. „Texios aîjamiados* denilen bu eserler, ispanyolcayı arap harfleri ile ve arap isimlerini lâtin harfleri ile yazmaktaki güçlüğe rağmen, Mudejar ’larm ve Morisco ’larm muhte­ lif asırlarda ispanyolcayı nasıl telâffuz ve arap harfleri ile nasıl gösterdiklerini ve arapça isim ve tâbirleri lâtin harfleri ile nasıl zapt eylemiş olduklarını öğrenmek, dil ve seslerin tarihî inkişafı bakımından, çok istifadelidir. Bu vesi­ kalar, önce müsamaha edilen, fakat bir az sonra gittikçe artan tazyika maruz kalarak, engizis­ yon ve reformasiyon hareketleri ile, İspanyol taassubunun artması yüzünden, hırîstiyan mü­ samahasızlığına kurban olan bu yurtsuz halkın dinî ahlâk ve âdet, İçtimaî ve siyasî hayat tezahürlerini göstermektedir. Fakat bütün bu yazıların edebî kıymeti pek mühim değildir; lisan, inşa ve üslûp İse, yabancı, zoraki ve yavandır; ancak, İspanyol edebiyatının inkişa­ fına muvazi olarak, bir az terakki eseri göster­ miştir. Bununla beraber, Poema yahut Hisioria de Jose ( Alhadits de Yusuf; XIV. asır) daha yeni olan Na't-t nabavi ve Aragon 'lu Muhammed Babandan ’m yazdığı uzun neşıde ise, vezin, şiir ve muhteviyat itibariyle dikkate şâyân edebî eserlerdendir, 1609 da Morisco ’îarm Ispanya ’dan çıkarılmasından sonra, hem Afrika ’da hem de Ispanya 'da, inhitata uğrayan a l j a m i a d o tamaîl>eR çrtaçta^ kalkmıştır,



ALJAMIA -



360



B i b l i y o g r a f y a î Ed. Saavedra, Diseurso leido ante la real academîa de la Hisioria (1878 ) ^ in d ic e general de la lite~ raiura aljamiada; ikmâl edilmiş şekli Pablo Gil y Gil, Los manuscrttos alj'amiados de mi coleccion ( Homenaje ö Codera, Saragosaa, 1904, s. S37— 549 )» Coleccion de textos aljamiados (nşr. P. Gil, Juîtân Ribera ve Marıano Sanchez ), Saragossa, 1888 ; El Poema de Jose ( nşr. M orf), Leipzig, 1883; M. Schmitz, Roman, Forschungen (Erlangen, 1901 ), XI, ispan. transkrip. ve menbalara dair bir tetkik; Ramon Menendez Pidal, Poema de Y â çu f: maieriales para su estüdio ( Revista de archivos, biblioiecas y museos, VII, Madrid, 1902 ); J. SaroYhandy, Uniers. über Ort u, Zeii des Poema de Jose ( Bulleiin hispaniyue, VI, Paris, 1904) ; G. Robles, Leyendas de Josâ y de Alejandro Magno (Sara­ gossa, 1888 ); ayn. mil., Leyendas moriscas (Madrid, 1885— 1886); Eguiiaz Yânguas, El Hadiis de la Princesa Zoraida (Granada, 1892); David Lopes, Texto$ em Alfamla portuguesa. Dacumentos para a hisioria do dominio poriuguSs em Safim (Lissabon, 1897 ; Fas ’ta Portekiz hâkimiyeti zamanından ( 1508— 1542 ), Safi ve Dukkala vilâyetleri) ; krş. Fitzmaurice-Kelly, Hisioria de la literaİura espanola ( Madrid, 1901), s. 40 v.d,, 114; Simonet, Glosario de voces ibericas y latinas usadas enire los Mozârabes (Madrid, 1888), S. VIII, CXLVI.



( C . F. S e y b o l d .)



'A L K A . [Bk. ALKA.] A L K A . 'A L Ç A (A.), değnek veya sopa ile dayak atmak. ‘A L K A M A . [ Bk. a l k a m e .] A L K A M E . 'ALKAMA b . 'Abada al-TamîMÎ, lâkabı al-Fahl, cahiliye devri şairlerinden • olup VI. ve VII, asırlarda yaşamıştır. Şiirleri Bani Lahm ile Bani Gassan arasında vukubulan cenklere dairdir; Bani GassSn meliki alHâriş b. Çabala ’nin esir etmiş olduğu kardeşi Şa’s ile diğer Bani Tamim *ın azat edilmelerini, okuduğu bîr kaç kaside sayesinde, temin etmiş­ tir. Zamanının bir çok şairleri ve bu meyanda İmru’ al-Şlays île müşaareleri olmuştur. Bu İki şairin, re yine müracaat ettikleri rivayet olunan İmru’ al-Çays *in karısı Um m Cundab, ‘Alfama lehinde hüküm vermiş im iş; bunun üzerine kı­ zan İmru’ al-Kays bilâhare karısını boşamış ve ‘Alkarna de bu kadın Ue evlenmiştir. Al-Fahl lâkabı, buradan gelir. Al-Kulâb çenginin ikinci gününü tasvir eden iki şiir, gerçekten ‘Alkarna ’nin ise, şairin kemâl devrini daha sahih bir surette tesbit etmek kabil olur. Zira ekser müverrihlerin zanmna göre, Şa’s ‘Ayn Ubağ çenginde ( m.s. 583 yılına doğru) esir edildiği



ALLAH. zaman, ‘Alkarna ’nin gençliği çoktan geçmişti ( nşr. Ah!wardt, bk. şiir nr. 2) ve Caussin de Perceval ( Essai sur l ’kistoire des Arabes, II, 5 7 9 )’a göre al-Kulâb cengi ise, 612 de vuku bulmuştu. ‘Alkarna divânı, almanca tercümesi Ue birlikte, önce A , Socin tarafından ( Leipzig, 1867), sonrada yalnız metin olarak, Ahhvardt tarafından ( The Divan o f the six ancieni Arabİc poets, London, 1870) neşrolunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Ağâni, VH, 127 v.d,; XXI, 171— 175 ; de Slane, Le Diwan d ’Amro'lkaîs ( Paris, 1837 ), s. 80; Caussin de Perceval, Essai sur l ’histoîre des Arabes, II, 314; A . Socİn, Die Gedichte des 'Adkama Alfahl} mukaddime ; Brockelmann, Gesch. d. arab. L i i i e r I, 24; ayn. mli„ Supplement, I, 48; NÖldeke, Die Ghassânischen Fürsten aus dem Hause Gafna's ( Abh, Akad, dt VFissenseh., Berlin, 1887 ), s. 36. (M. S eligsohn.) [ îbn Kutayba, Liber poesis et poeiamm (nşr. De G oeje), Leyden, 1904, s. 107 v.dd.; Muhammad b. Sallâm al-Cumahi, f abakat di­ şiz ara ; Die Klassen der Dichter ( nşr. Joseph H ell), Leyden, 1916, s. 30; 'Abd al-Kadir alBağdSdi, Hizânai al-adab ( Bulak» 1299 ), 1, 565 ( Mısır, 1349}, 3, 256; ‘Alkarna b. ‘Abada, Dize an accompagne du comt. d ‘al-Adam aşŞantamarî (nşr, Mohammed Ben Cheneb ), Alger-Paris, 1925.] ‘A L K A M Î. [Bk. alkam I] A L K A M Î. AL-‘ALKAMÎ, aşağı Fırat ’ın ya­ nında bîr kanal olup, bugünkü Nahr Hindiya ’dir (krş. Le Strange, The lands o f the eastern Caliphate, s. 74), Vezir İbn al-*AIkami [b . bk,] ’nin adı bundan gelir. A L K A N N A . [ Bk. kîna .] A L K E K E N G E . [ Bk. kâkenc .] A L K E N D Î. [ Bk. k IndT.] A L K O H O L . [ Bk. kurl .] A L K O V E . [Bk. çubba .] A L L A H . ALLAH, müslümanlarca en ulu varlık, ö . İSLÂMDAN EVVEL ALLAH.



Peygamberden evvel araplarm — aslı arapça olduğuna göre ilâh, aslı aramice olduğuna göre alahâ kelimesinin muharref şekli olan — Allah isminde bîr tanrıyı en ulu mabut tanıyıp, ona kendilerine göre, ibadet ettikleri muhakkak görülmektedir. Bu kelimenin esasen mücerret olarak mevzu bir tâbir yahut, Hubal gibi, şahsî bîr mâbuddan tahâvvül sureti ile inkişaf etmiş bir mefhum olduğunu burada nazar-ı dikkate almağa hacet yoktur. Bu bapta arkeolojiden çı­ karılan ve arapça kayd ve deliller için bk. Wellhausen, Reste arabiscken Hezdentums (2. tab., s. 117 v.dd.) ye bilhassa Nöîdeke {Has-



36*(



ALLAH.



iing’s Dictionary of Religion and Ethics, I, 662; İslâradan evvelki araplar), Biz burada Kur'an 'm şahadetimi arzetmek ile iktifa edeceğiz. Kur’an 'a göre, mekkeliier Allahı, yaradıcı ve böl bol rızk verici olmak üzere tanırlar (XIII, 17 ;i XXIX, 61, 63; XXXI, 24; XXXIX, 39, XLIÎI, 8, 87 ; XIII, 18 ve XXIX, 63 bu son iki âyetten ise, Aliahm bir yağmur tanrısı olduğu­ nu anlamak, zorla böyle bir mâna çıkarmaktan başka bir şey olmaz). Hususî bir tehlikeye mâruz kaldıkları zaman, ondan istimdat ederler ( X, 23; XVI, ss i XXIX, 65 ; XXXI, 31; fakat bu âyetler, birbirini itmam ettikleri için, tek baş­ larına o kadar kuvvetli değildirler)12 3 ; mekkeli4 ler, en büyük yeminlerini bilhassa onun adına izafe etmek suretiyle, Allahı tanırlardı ( VI, 109; XVI, 40 ; XXXV, 40 ) ; hayvan ve tarla mahsûl­ lerinden Allaha, diğer mâbudlara ayırdıkların­ dan başkaca, bir hisse ayırırlardı (V I, 137) ; Allahın kendilerini diğer mâbudlara tapmaktan asla nehyetmemiş olduğunu da ileri sürerlerdi (V I, 1493; XXXVII, 168*); filvaki onlar Allahın madununda olan diğer ilâhlara can ve gönülden ve doğrudan doğruya taparlar. Fakat onların bu husustaki reyleri ile Peygamberin bu reyler hakkındakî tefsiri ve bilhassa kullandıkları elfaz Ue Peygamberin kullandığı elfazı birbi­ rinden ayırt etmek, her zaman kolay değildir.5 Şüphesizdir ki, mekkeliier bâzı mâbudları ( LHI, 19— 20 de zikredilen al-'Uzzâ, Manat yahut Ma­ nâlı, al-Lât ( î ) ; bâzdan, VII ’nin 179. âyetini tefsir ederken, A llat kelimesinin Allahın muharref şekli olduğuna îma ederler) Allahın kızları addederler6 (V I, 100; XVI, 59 i XXXVII, 149; 1 XIII, 17. âyet, Peygambere hitaben mekkelüer© bir dîiıî mev'îzay» ihtiva ettiğinden, bti âyet mekkelilerin itikatlarını göstermez. Makale muharriri bu âyeti diğer­ leri, arasında şükretmekle zuhûl etmiştir. Bir de bu âyetlerin hiç bîrinde, Allahın, râzik veya razzâk ol­ duğuna dair, bir îma bile yoktur. 2 Müellifin bu ifade ile ne demek istediği anlaşıla­ mıyor. Çünkü bu âyetlerin her biri mevzu ile alâkadar mânayı kuvvetle ifade etmektedir. 3 Müellifin kaydettiği numaraya mukabil olan âyetin maâli şudur: ,,müşrikler, Allah dilene îdi, ne biz ve ne de babalarımız kendisine şirk koşmazdık derler1' f bina­ enaleyh bu âyet mutlak değil, irnde-î ilâhiyeye bağlıdır. 4 Bu surenin bu âyeti ile mevzuun hiç bir alâkası yoktur. 5 Müellifin gerek burada ve gerek diğer yerterde Kur'an'ı doğrudan doğruya Peygam­ berin eseri gibi kabul e d e r e k , bütün hükümlerini bu noktadan yürütmekte olduğu u n u t u l ­ mamalıdır. 6 L lt, 'Uzzâ, Manat *ın zikrolunduğu LUI, 19—20 de ,, erkek sizin de, dişi Allahın mı î “ denildiğinden ve yukarıda zikrolunan kelimeler şeklen mûennes olduğun­ dan, müellif hu mâfaudtarın Allaha isnat olunan kızlar olduğunu istidlâl etmiş olsa gerektir; fakat zikrettiği diğer dört âyette ilâhların mokkelilerce, Allahın kızları Olduğum İn îr, hiç bir işaret yoktur.



LIII, 21), Mekkeliier Allaha oğullar da isuat et­ mişlerdir ( VI, 100); şu kadar ki, mekkelilerin bunlar hakkında şurakâ' tâbirini kullanıp kul­ lanmadıklarına dair bir söz söyleyemeyiz; hattâ mekkelilerin bunlardan mala ika diye bahsetme­ leri daha az muhtemeldir. Onlar bütün akval-İ âdıyede, Allahtan ziyade, bu ilâhlara taparlar ve Aliahm hissesinden keserek, adakları tercihen onlara verirler (VI, 137 v.dd.). Onlar, hiç ol­ mazsa, ilâhlarının Allah nezdinde kendilerine şe­ faatte bulunacaklarına kani olurlar ( LIII, 26 ). Ancak mekkelilerin, ilâhlarının hâlık olup olma­ dıkları Üzerinde, yakînî bîr bilgileri yoktur ( XIII, 17 v.d.); bundan dolayı onlar, zaruret hâlinde, yaratmak kudretinden şüphe etmedikleri Allaha rüçu ederler. Yine muhakkaktır ki, mekkeliier Allah ile cin arasında nasab ikrar ederler (XXXVII, 158; nasab kelimesinin istimali için krş. XXV, 56; XXIII, 103 ) ; mekkeliier bn ilâh­ ları Allahın şürekâsı itibar ederler ( VI, 100), onlara adaklar adarlardı ( VI, 128) ve cinlere sığınırlardı (LXXÎI, 6). Onlarda malaika fikri var mıdır, melekleri Allaha şürekâ itibar et­ mişler midir — buna hükmolunamaz ; bu husus, Peygamberin bir tefsiri olabilir (V I, ıoo, LU, 281). Peygambere gelince, onun bu baptaki reyi vazıhtır; Allahtan başka, meleklerin ve İblis ile beraber şeytanlar ve cinlerin var olduk­ larım kabul ediyor. Şeytanların melekler ve cinler ile bâzı alâkaları vardır. Filvaki mekkeHler bu mevcutlara niyaz ederler; fakat bunlar, onlar için, hakikatte,hiç bir şey yapamazlar (XVII, 58); onların bu mevcudatı dişi itibar etmeleri ve onlara ad takmaları sırf uydurma­ dır. O hâlde görülüyor ki, Mekke ’de ve Ara­ bistan ’m diğer akşamındaki evvelki = eski va­ ziyet ne merkezde ve ilâhlarına verilen isimle­ rin menşe’leri ne mâhiyette olursa olsun, Pey­ gamber zamanında mekkelilerin dini, basit bir putperestlik olmaktan uzaktır; belki, daha fazla, mâbud île âbidîer arasında azizleri ve melek­ leri vasıta olarak kullanan hıristiyan dininin bir şekline aşağı yukarı benzemektedir. Peygam­ ber, pek tabiî olarak, kendini evvelce mevcut, daha basit bir İtikadı neşredip, melekler ile cinleri hakikî mevkilerine iade eyleyen bir müceddît sanıyordu.



6.



A lla h



h a k k in d a



P ey g a m ber in



a k îd e s i .



Peygamberin Allah hakkmdaki akîdesi İslâm dininin İlk rüknünde, pek sâde olarak ifade olunmuştur: La ilâha illa 'ilaha («Allahtan başka mabut yoktur" ). Bu, Peygamber İndinde ve diğer bütün mâbudlara tapan mekkeliier nezdinde yalnız Allahın gerçek tanrı olduğunu 1 Mtİelİifİtı işaret ettiği LII, 28. âyet ile bu mevzi) arasında hiç bir münasebet yoktur.



$62



ALLAH.



ifade eder. Bu şahadette mevzuubahs olan, A l­ lahın mücerret olarak zatı değil, ancak onun uluhiyetİdir. Buna mebni, müsl umanlar indinde Allah kelimesi, kendisine has İdi ve dâima da beyledir. Allah, ibranüerin Elöhim ’ine değil, Yahve sine mukabildir. Allah kelimesinin hiç bir cemi şekli yoktur. Müslümanlar [ arapçada ], cemi yapmak için, ilâh kelimesinin — ki, belki de Allah kelimesi bundan müştaktır, cem’ine rücû ederler. Peygamber, mekkelİlerin Allaha şerik koştukları «diğer mâbudîardan" bahsettik­ çe, bu cemi şeklini kullanır ( msl. ülihatan uhra, VI, 19 ). Müslümanlar bu hususta Peygamberin yolunu tutmakla beraber, tefrik için, bu ilâh­ lara Aşnâm veya Av şan ( «putlar" ) demeği tercih ederler ( Hasting's Diciionary of Religion and Ethics, bk. mad. A llah). Şu kadar ki, İsim, Peygamber ve mekkelİler indinde bir ise de, bu isim sahibinin hakikatine dair telâkki­ leri her hâlde pek farklı olmak İcabeder. Şüp­ hesiz ki, mekkelİler umumiyetle Allahtan kork­ mazlar ; hâlbuki Allah korkusu Peygamberin akidesinde esaslı bir unsurdur. Mekkelİler A l­ lahı kendilerinden gayet uzak zannederler; hâlbuki Peygamber indinde Allah her an pek yakın, hattâ «insana şah damarından daha yakındır" ( L , 15). Mekkelİler Allahı ihmal etmekte ve madun mâb adlara tapmakta tered­ düt etmezler; Peygamber ise, Allahı gayur ve müntekim bir hükümdar olarak tanırdı ki, bu Allah âhiret gününde, muhakkak, in­ sanlar hakkında hüküm verecek ve cezalan­ dıracaktır. İmdi Allah, müphem ve mücerret bir mefhum iken, ^Sdir-i mutlak bir zat oluyor demektir. Şimdi bu zatı, Peygamberin telâkki ettiği gibi, tahlil etmek lâzımdır. Bereket versin ki, s e e î icapları, Peygamberin Allahı bir çok sıfatlarla tavsif etmesine yol açtı1 ve sonra gelen müslümanlar da bu sıfatları ( ızZ-ösmcz’ alhasnü), en güzel isimler olmak üzere toplayıp, bir ibadet gibi kemâl-i huşu ile zikretmek su­ retiyle, selîm bîr insiyakı takip ettiler ( alasma1 al-kusnâ tâbiri Kur’an ’da bir çok yer­ lerde, msl. VII, 179; XVII, n o ; XX, 7 ; LIX, 24. âyetlerde, geçer ve bizzat Peygamberin bu isimlerden pek hoşlandığım gösterir). Bu sı­ fatlar Peygamberin ilâhım, bilâ-vasıta ve mü­ şahhas bir surette, kelâm ulemasının zikrettik­ leri sıfatlardan daha çok iyi ifade ediyor kİ, bu sıfatlardan Peygamberin pek çok defa dağınık ve mütenakız olan sözleri arasında mü­ nasebetler bulup ifade etmek hususunda emnt-



yet ile istifade edilebilir 1 ( krş. Redhouse, esmâ-i hÜsnâya dair makale, Joarn. o f ihe Roy. /Is. Soe., 1880, XII, 1— 69 ). 1. B i z a t i h i (ken di k e n d i n e ) ve î i z a t i h i ( k e n d i l i ğ i n d e n ) A l l a h ; Allahı tavsif eden esma, ilk bakışta mücessime ( anthropomorphısme ) ve metafizik tâbirlerinin ga­ rip bîr halitası gibi görünür. Bununla beraber Peygamber Allahın iki elinden ( V , 69 ; XXXVIII, 75) yahut kabzasından { XXXIX, 67) yahut gözlerinden (L IV , 14) yahut çehresinden (II, 109, 274; VI, 52; XVIII, 27 ve tür. yer.) bahs­ ettiği veya onu arş üzerine istivâ ile tavsif eylediği ( XX, 4 tür. yer, ) zaman, bu yoldaki beyanım bir mücessime akidesinin tesirinden ileri gelmiş gibi telâkki etmemeliyiz. Bu sıfat­ lar, şiir lisanında müteamil olduğu üzere, me­ cazî mânada kullanılmıştır. Edebiyat ıstılahı ile söyleyecek olursak, bu vasıflarda ancak mecaz vardır deriz* Tecsîm ve teşbih, müfessirlerde bilâhare zuhur etmiştir ;2 metafizikte de boyledir. Peygamber, ateşin muhayyilesi ile müşah­ has ve mutlak tâbirler kullanarak, Allaha alavval ) Gudarz ( = Gotarzes, milâttan sonra 41— 51 *de Curcân taraflarında hükümet süren Part k ıralı) kıssasında, Hazer denizinin garp sahil­ leri ile beraber şark sahillerinden de bahsedi­ lirken, Behrüz (yani Amu-Derya) ’nn Hvârizm çöllerinde denize ( Hazer denize ) munsap oldu­ ğu yerlerde türk kabileleri yaşadığı zikredil­ mektedir. Firdevsi'nin (nşr, Vullers, III, 1193) naklettiği bir rivayete göre, Ürgenç 'te bulunan turan kahramanı Peşenk, pederi Afrasyab "ın ordusuna doğru çekilirken, bu hükümdar daha Amu-Derya ’yı geçmemiş bulunuyordu. Demek oluyor kİ, bu nehir, o zamanlar, Ürgenç şehri­ nin cenubundan akıyor gibi tasvir edilmiştir. Eski İran rivayetlerinin (İbn al-Fakih, nşr. de Goe! je, s, 290; Firdevsî, nşr. Vullers, III, 1373 ), Ha­ zer denizi ve Curcân tarafları ile alâkadar olmak üzere, anlattığı Arslan-Ağzı ile yunanlıların (Strabon, XI. 510, Polybios, X, 48) altından as­ ker bile geçebilen bir şelâle şeklinde tavsif et­ tikleri bir Amu-Derya bendi aynı yer olsa ge­ rektir. Bu bend yahut şelâle daha önce zikri geçen A g ırça ’mn yukarısındaki Gürledi şeddi olsa gerektir; bunun Hvârizm'in yukarısında bulunan DüldülAtlagan ile alâkası yoktur. 4. Birüni 'nin Amu-Derya tarihînde dördüncü olarak anlattığı devir, yani bu nehrin Hvârizm ovası üzerinden Aral gölüne munsap olduğu



AMU - DERYA.



42S



devir için, terminus post çaem olarak^ Batîam- mış olduğu zikredilmektedir, Amu-Derya ’mn yua zamanından sonraki bir zamanı alması garip Hvgrizm özboyu yatağının Tüye-Moyun ’dan görünür; çünkü o, diğer eserlerinde (al-A sar Sarıkamış 'a uzanan kısmı, „arz al-Bâcnâkiya“ al-Bükiya, 35 ), Kâs ( K â t ) şehrinin milâdı 305 den, yani Peçenekler ülkesinden akan bir yatak senesinde bina edildiğini zikrettiği gibi, Hvârizm olarak, zikrediliyor ve Sarıkamış 'a, yine hâlis 'de medeniyetin mebdei olmak üzerede, 1292 turkçe olarak, Hız-Tanğızı adım veriyor. Bu sesini h telâffuz eden ve teniz kelime­ senesini gösterir. Birüni kadîm Hvgrîzmşahlar isim, ailesinin son prensi Abü Manşür b. 'A li b. 'İrak sini de güttü rai olarak tangıt telâffuz etmeleri' (bk. îbn Fadlan, ı o)*m talebesi idi; bu iti­ muhtemel olan Peçenek lehçesinden bir bakiye­ barla o, gerek eski Hvarizm takvimine, ge­ dir. Hâlbuki asıl Özboy ise, oralarda yaşayan rek Amu-Derya ’mn tarihine ait malûmatım Alanların İran! dili ile ( yahut da hvârizmçe ola­ eski HvSrizmşahlardan kalan yazma eserlerden rak ) Mazdabasti tesmiye edilmiştir. Demek Sa­ almış olabilir. Her hâlde onun eski Hvârizm- rıkamış havzasında ve, 840 senelerinde îbn Hurşahlara dair verdiği malûmatın mevsuk olduğu dazbeh zamanında gördüğümüz gibi, Üst-yurt bunların bu sülâleye ait çin kayıtlarına tevafuk (Usturt) yaylalarında da Peçenekler yaşamıştır. eylemesi ile [bk. HVÂRÎZM } de tahakkuk etmiştir. O hâlde Strabon (XI, $ n ) ’da A öiûl xa! Ilaöiöivot Birüni ‘nin Amu-Derya sularından az bir kısmı­ yahut îlaaıâyM% şeklinde yazılan kavim isimleri nın daha önce de Düldül-Atlagan kayaları ara­ de Sarıkam!ş-Hvârizm özboyu sahasında komşu sından aktığını söylemesi, herhalde, ovanın daha olarak yaşayan Aslar ile Peçeneklerin bir araya milâttan önceki asırlarda bile bu nehrin Düldül- getirilmiş İsimleri demek olur ( bk. İbn Fadlün , Atlagan kayaları arasından geçip gelen bir 265 ). İran destanında Afrasyab ’m Hvârizm ’i kısmı ile sulanmış olduğuna dair öğrendikleri İdare eden oğlunun İsmi olan Peşenk ( Firdevsî, İle alâkadar olsa gerektir. Onca hvârîzmlİler nşr. Vullers, III, 1144 v.d.) adının da Ürgenç civa­ her hâlde önce Fahmi yatağı üzerinde, yani rında yaşayan Peçenek kavminin İsmi ile müna­ Hvârizm 'in eski payitahtı Kâg şehrinin bulun­ sebeti olsa gerektir. Firdevsî (I, n$) ’de adı ge­ duğu tarafta, yaşamışlardır. Birüni ’nin, Amu- çen Diz-i Alânân (Alanlar kalesi; şimdiki KızılDerya ’mn eski yataklarına dair rivâyetinde, Alan ) ise, alanların Sarıkamış ’tan Curcân hu­ Batlamyus "un kaydından bahsetmesi, hvârizm- duduna kadar uzanan yerlerde, yani tekmil aşa­ liler tarafından söylenen yahut eski Hvârizm- ğı Hvarizm özboyunda, oturmuş olduklarını Şahlar zamanından kalan eserlerde bulunan gösterse gerektir. Alan ve Asların bu mmtamâlûmatı bir yunan müellifinin kaydı ile te’yit kayı terketmelerî, yani Özboyun kuruması, VII. etmek maksadına matuf olacaktır; yoksa o bu asır hududunda vâki olmuştur [ bk. ALLAN ]. Bal­ rivayetleri, Batlamyus 'ta gördüğü bir kaydı han şehrinin inkırazı tarihini Marquart, Balttdp izah eylemek için, kendiliğinden uydurmuş de­ şehrinin 467 'de iranlılar tarafından işgaline ğildir ; zira aynı rivayetlerin, yani Amu-Derya dair, bir Bizans kaydı ile tesbit etmek istiyor 'nm cenubî air yataktan Balhan tarafına aka­ ( Ungar. Jahrb ., IX, 97 ) ; Albert Herrmann ( krş. rak, Hazer denizine munsap olduğuna dair A lte Geographie des unter. Oxasgebiets , s, 51) Hvârizm rivayetlerinin in’ikâsı Mukaddesi, (s. da bu hâdisenin V . asrın ikinci nısfında vâl i 284), Yâ^üt ( I, 479, 7x3 ) ve İbn al-Aşir ( IX, olduğu fikrindedir. Peçeneklerin 840 senesine 267 ) ’de, Balhan ’a ait olarak, nakledilen kayıt­ kadar Ürgenç *e komşu olarak oturdukları allarda da görülmektedir; yalnız Barthold, bun­ Bakrİ nin îbn Hurdâzbeh ’ten aldığı bîr kayıt­ ları Hvârizm Özboyuna ait efsaneler gibi tan anlaşılıyor. 860 senelerinde Peçenekler artık telâkki etmekle, yanılmıştır. Birüni Hvârizm Hazer denizi şimaline geçmiş bulunuyorlardı. ovasını ve Aral gölünü tarihî devirlerde teşekkül Orta ve aşağı Amu-Derya havzasına, Oğuz ve etmiş telâkki eder; fakat bu göl daha pliosen Peçenek gibi, tiirk kavimlerinin ancak VI. asır­ devrinde bile meycuttu ( bk. Machatschek, ayn. da, Göktürkler devrinden sonra, gelmiş olmaesr., s. 294 } ları hakkmdakı mütalâalar, buraların eskiden 5. Birüni ’nin Amu-Derya 'nm orta ve aşağıyalnız hmd-cermeu kavîmleri ile meskûn oldu­ mecralarında yaşayan kavimîere ait kayıtları ğunu iddia edenlerin tarihi zorlamalarından da bir çok karışık meseleleri izah edecek mâ­ başka bir şey değildir. Orta Amu-Derya Oğuz­ hiyettedir. „Arâ al-Guziya" kaydı Batlamyus ların, aşağı Amiı-Derya yatakları da Hvârzim, ’un bu mmtakanm sekenesi olarak gösterdiği Peçenek ve Alanların eski vatanı olmuş, Oğuz ’D^stovo! un O ğ u z l a r d a n ibaret olduğuna ve Peçeneklerin şarkî İran kavîmleri ile olan delâlet eder. Birüni bu ismi Batlamyus *un kay­ sıkı temasları da buralarda vnkubulmuştur. dından almış değildir; zira Iran destanlarında da Son söz olarak şunu da kaydedelim ki, Kâtib (krş. Fİrdevsî, nşr. Vullers IIF, 1193, beyit 1034) Çelebi, Cihannumâ, s. 359 v.d. ’da, Amu-Derya bu taraflarda Alanlar He beraber Guzîarm yaşa­ *mn Hazer yahut Aral denizlerine munsap ol­



426



AMU - DERYA



duğuna dair, İslâm kaynaklarındaki haberleri telif eylemek istemiştir, s. 348 'deki haritada ( Gatah Mıgırdıç tersimi J Amu-derya ve SırDerya ’mn aşağı mecralarına ait malûmatı bu nehirlerin aynı zamanda muhtelif kollardan Hazer ve Aral denizlerine munsap oldukları şek­ linde anlayarak, nakşolunmuş yahut Amu-Derya ’nm muhtelif isimleri, muhtelif nehirlere ait ma­ lûmat gibi, telâkki edilmiştir. Amu-Derya ’am kıyılarına ait İslâm, yunan ve muahhar Avru­ pa melihalarındaki malûmatı tasnif işi ile Ali Suavi Efendi 'de, Hiva f i muharram sene 1290 ismi ile, 1873 te Paris’te neşredilen küçük ese­ rine İlâve ettiği haritasından anlaşıldığına gö­ re, meşgûl olmuştur (bu kitabın 1327 de İstan­ bul’da çıkan yeni tabında bu harita yoktur). B i b l i y o g r a f y a : M. de Goeje, Das aite Bett des Oxas, Leyden, 1875; Barthold, S-vedeniya oh aral'skom more i nizovyah Amu.dar‘yi, Taşkend, 1902 (alm. tre. Nach~ rîchien über den Aralsee und den unieren L auf des Am udarja; bk. Quellen und Forschungen zar Erd- und Kulfurkunde, II Leipzig, 1910 ) î Le Strange, The Lands o f the easiern Caliphate (London,i90s),s. 455 v.dd.; Albert Herrmann, Alte Geograpkie des unteren Oxusgebiets ( Abh, G. W. Goit., phil.-hist. Klasse, neue, Folge, XV, nr. 4), ayn. mil., Gibi es noch ein Oxusproblem ? ( Petermanns Mitieiltmgen, 1930, n/12, s. 286 v.d.); Bir uni, Tahdid nihâyât aUAmâkin ( Amu-Derya ta­ rihine ait arap. metin için bk. Z. V . Togan, Birum s Pictare o f the World ( Memoires o f the Archaelogical Survey o f India, New Dehli, 1940, LIII, 57; bu kayıtların tahlili için bk. Z, V. Togan, Biram s Bericht über das untere Oxusgebiet (basılmaktadır). (A , Zekİ V elİdî T ogan .) A M U L. [ Bk. âm Ol .] ‘A M U R . [ Bk. AMÛR.] AMÛR. ‘AMÜR (Cebel 'Am ür), cenubî Ce­ zayir 'de, cenub-i garbideki İfşür tepeleri ile şimal-i şarkîdeki Avlâd Nayl tepeleri [ bk. CE­ ZAYİR, ATLAS ) arasında, bir dağ kütlesi. Şîmal-i şarkîden cenub-i garbîye doğru uzanan bu küt­ lenin uzunluğu roo, genişliği 60 km. olup, kap­ ladığı saha ise, 7.000 km.2'dır. Yaylalar mmtakasma bakan tarafında meyli hafiftir ve burada irtİfaı 200— 300 m, geçmez. Sahra-yi-kebîr ta­ rafında ise, inişi diktir. Kütlenin bünyesi olduk­ ça karışık olmakla beraber, bir çok sırtlar He bir kaç zirve tefrik edilebilmektedir: şimalde Guern ‘A rif ( 1540 m.), Cebel Sidî ‘Ökba (1707 m.), Güm (1706 m.), Cebel Mahâşİr (1418 m.), Cebel Sidi Bü Zid (1506 m.) ; cenupta Cebel Sidi SHmân (1543 m.), Cebel Mimüna, Cebel Unun Hamzüvat, Cebel Reddâd, Cebel ‘Amür



AMÛR.



’un şark kısmının karakteristik tarafı, „gada“ ismi verilen, aşına aşma yalçınlaşmış, etrafı 50— 120 m. derinliğinde sel çukurlan ve dik yarlar ile çevrilmiş, vâsi kum taşı yaylalarıdır. Çayırlık ve ormanlıklar ile örtülü olan bu gadalar, yalnız dar ve sarp patikalar ile erişilebildiklerinden dolayı, icap ettikçe, sürüleri ile beraber, buraya sığınan halka tabiî bir kale hizmetini görmektedir. En mühimleri, Ved Mzı 'nin iki kolu arasında bulunan Enfus gadası ile al-Grün ve Madan gadalandır. Mevkiinin yükseldiğinden dolayı, Cebel ‘Amür ’a çok yağmur, hattâ kışın kar bile yağar. Cebel ‘Amür mühim bir su merkezidir. Bura­ dan her istikamete, derin vâdiler içinde, akan ve kütleden çıktıktan sonra, ya sahranın kum­ lan yahut yüksek yaylaların kapalı havzaları içinde kaybolup giden, coşgım çaylar akar. Bunlardan b âzd an : vâdisi darlaşarak, sahraya çıkan yollardan bîri olan Heneg al-Melâh boğa­ zını teşkil eden, cenub-i şarkîdeki Wed Melah; cenupta Wed Cedi ve Wed Şasi namları altında cenubî Cezayir ’i baştan başa katettikten sonra, Şatt Melğİr ’e karışan, cenuptaki Wed M zi; şi­ malde, Şelif ’in çıktığı Tagin havzasına dökülen Wed Sebgag; şimal-i şarkîde, Şat£ al~Şarkİ 'ye dökülen, Wed Sidi al-Naşer. Suyun bolluğu, iklimin oldukça serin olması ve mevkiin yüksekliği, ziraatın ilerlemesini ve alelûmum nebatatın gelişmesini temin eyler. Vadilerin ta aşağılarına, dağ silsilelerinin ara­ larındaki çukurlara, kadar uzanan arpa ve buğ­ day tarlaları, normal senelerde, haîkm ihtiya­ cına yetecek hububatı yetiştirmeğe kâfidir. A y ­ nı zamanda mer’alar ve meyva ağaçlan ile dolu bahçeler de mevcuttur. Bu havalide halktan çiftçi olanların birleşerek kurdukları köyler, göçebe olanlar içinde birer zahîre anbarı teşkil eder. En büyükleri yüz evlik bile olmayan bu köylerin en mühimleri şunlardır: şimalde Sidi Bü Zid, havâimin idare merkezi olan Aflu ve Tadmama; cenupta al-Rişa, Tavi'âla, al-Hamvida ve al-'Alam. Dağ yamaçları ile gadalarm zirve­ leri, araziye hakikî bir ormanlık manzarası ve­ recek kadar, sık ağaçlar (basım, mazı, halep çamı, çoban püskülü ve tatlı palamut meşesi) ile örtülüdür. Velhasıl Cebel ‘Amür şimal, ve cenupta kendisine mücavir olan araziden tamamîyle farklıdır. „ ö sahranın hakikî bir t e l i ’idir . . , Burası yerliler üzerinde dâima, hayal­ lerinin sihirli renkleri ile tersim edilmiş, bir peri memleketi tesiri icra etmiştir". Kayalara kazılmış şekillerden ve kütlenin her tarafında rastlanan kabirlerden sabit olduğu vecihle, Cebel ‘Amür çok eski çağlardan beri meskûn bulunmakta idi. İlk müslüman istilâsı sırasında, burası Zanâta kabilesinden bir berber



AMÛR -



grupu olan Vağmert ’ler tarafından işgal edil­ miştir. X. asırda, Bani Vâsin kabilesinin bir kolu olan, Raşid ’ler bu dağlara yerleşerek, on­ lara kendi isimlerini verdiler ( Cebel Raşid) ; fakat Bani Hilâl istilâsı ile buralardan atıldılar. Bilâhare kendilerine ‘Orva ’larm da İltihak ettiği, A§bec grupuna mensup bir arap kabilesi olan ‘Amür ’lar, XI. asrın sonlarına doğru, kütlenin şark yamaçları ile bu civardaki yaylalara yer­ leşerek, yavaş yavaş etrafa yayılmağa başladı­ lar ve Raşid 'leri şimale ve cenuba sürerek, XV. asırda J£şür tepelerine kadar, bütün havaliye hâkim oldular. Cebel Raşid ismi yerine de Cebel ‘Amür kaim oldu. Dağların kendilerine temm eylediği mahfuziyet dolayısiyle, ‘Amür ’lar, fransız istilâsına kadar, istiklâllerini muhafaza edebildiler. Türkler bunları hâkimiyetleri altına alamadılar; Oran beyleri, memleketin belli başlı kalesi ( fcşar) olan Tavİ'âla ’yi hiç bîr zaman zapta muvaffak olamadılar î bundan dolayı da sözden ibaret ka­ lan bir metbuiyet ile iktifa ettiler. Hakikatte Ce­ bel ‘Amür, Bani Yahya ailesinin elinde, verasetle intikal eden bir beylik olarak, kalmıştır. 1830 ’da ailenin reisi bulunan Cellül b. Yahya, mem­ leketi harap etmekte bulunan dahilî harplere nihayet vermeğe muvaffak olarak, nufuzunu bîitün kütleye teşmil etmiştir. O sıralarda ‘Amur ’iar yedi kola ayrılmışlardı: Bani Yahya ’mn mensup olduğu Avlâd Mimün, Avîâd Bani ‘Amir, Avlâd Rahmena, Amaza, Avlâd Ya‘k:üb, Makna ve Hacalat. Bunlar 600 atlı ile 3000 pi­ yade- çıkarmağa muktedir idiler. Bunlara, bir berber kabilesi olan, fakat yalnız reisleri arapça bilen Kememta ’lan da katmak gerektir. ‘Amur ’lar, general Merey-Monge ’a dehalet ettikleri 1845 senesine kadar, İstiklâllerini mu­ hafaza ettiler. 20 sene sükûnet ile yaşadıktan sonra, Avlâd Sidi Ş ayh ’m igvası ile, ayaklana­ rak, 1864— 1867 kıyamına karıştılar. Bir kısmı daha fransız istilâsından evvel, bunlardan ayrı­ larak, Figuig havalisine kadar ilerlemişti. Bun­ lara, dağlıkta yaşayan Cebaliya 'den tefrik maksadı ile, ‘Amür Sahafa denilmektedir. 1845 'te yapılan Lalla Mağniya anlaşması mucibince, ‘Amür Sahara ’lar Fas tâbiiyetine geçmişlerdir. B i b l i y o g r a f y a * . Daumas, Le Sahara alğerien ( Paris, 1845 ) ; Derrecagaix, Le sud de la province d*Oran ( Bulletin de la societe de Geographie de Paris, kânun II. 1873) ; Etienne Ritter, Le Djebel Amour ( Aîger, 1903 ) i bk. bir de madd. CEZAYİR ve ATLAS bibliyografyası. ( G. YVER.) ÂM Ü L. ÂMÜL, İki şebrîn ismidir: 1. Damâvand ’in şimalinde, 36° 2$' şimal arz dairesi üzerinde ve takriben 52° şark tulünde (Greenw.), H azer’in cenup sahilinden 13 mil



ÂMÜL.



427



kadar mesafede, klâsik müelliflerin kayıtlarına göre, Mdpüoı ( “Apaçöoı) ’ların vatanı olan havalide kâin bir şehirdir. Amul, eski Iran dilin­ deki (m efruz) Âmardha’nm yeni farşça şekli­ dir. Sâsânîler zamanında Amnl, Gelân (bugün Giiân ) ile birlikte, bir nestürî piskoposluk dai­ resi idi; krş. ZDM G, XLHI, 407. Şehrin ismi Şaknâmemde, bir çok yerde geçer, İslâmiyet dev­ rinde Amul mühim bir ticaret merkezi ve son Abbasîler devrinde ise, Sarıya ’nm ( şimdiki S â ri) yerine, TabaristSn’ın merkezi olmuştur. İbn Havkal, 367 ( 978 ) ’de, Amul ’ü, pek kalabalık hattâ Ç azvin ’den daha büyük bir şehir olarak, tasvir eder. Amul, hem faâî bir sanayi ( halıcı­ lık ) hem de bir ilim merkezi idi. Burada VII, (XIII.) asırda 70 medrese mevcut olduğu söy­ lenir. Meşhur müverrih Taban, 309 (9 2 1 } ’da burada doğmuştur. Şehrin refah ve ümranı, VIII. (X IV .) asrm nihayetinde, Timur ’un_ tah­ ribatından çok müteessir olmuştur. Bugün Amul, Mâzanderân vilâyetinin (az çok eski Jabaristâ n ’a tekabül eder) büyük bir bölgesinin merkezidir. Amnl *e varmadan bir az önce, Elbürs ’ün derin vadilerinden çıkan seri akışlı Herhaz-Rüd, bir çok kollara ayrılarak, şehrin ortasından geçer. Şehrin büyük bir kısmı bu ırmağın sol sahili üzerine inşa edilmiştir. Bir feyezanda harap olduğu rivayet edilen ve hâlen mevcut olan muazzam harabeleri ile (bilhassa eski bir kale harabesi), yeri belli olan eski Amul şehri, şimdiki şehrin garbmdadır. Şehrin ıg22’de Fraser tarafından 35.000— 40.000 olarak tahmin edilmiş olan nüfusu, 1860 'ta Melgunof ’un İfadesine göre, 10.000 kişi idi. Daha sonraki tahminler 8.000 ile 20.000 arasında tehavvül etmekte ve adetler arasındaki bu azîm fark, yaz mevsiminde balkın büyük bir kısmının S u ­ riyeliler ile beraber, dağlara çıkmasından dolayı nüfusun çok azalması ile, izah edilmektedir. Amul, orta çağlarda olduğu gibi, bugün de vâsi pirinç tarlaları ve zengin meyva bahçeleri (erik­ leri meşhurdur) ile şöhret bulmuş olan geniş ve iyi ekilmiş bir arazinin ortasında kâindir. Orta çağ arap coğrafyacılarının ‘Ayn al-Humm (Yâküt, I, 409: Ahfum) ismini verdikleri Herhâz-Rud ’un Hazer denizine döküldüğü yerde bulunan küçük Herhâz kasabası Amul ’ün li­ manıdır. B i b l i y o g r a f y a : Yâ^ut, Mu cam ( nşr. Wüstenf.), I, 68 ; G. le Strange, The lands o f the easiern calipkate ( Cambridge, 1905 ), s. 370 j W. Ouseley, Travels in varîous countries o f the East ( London, 1819 v.dd.), III, 300 v.dd.; K. Ritter, Er dkunde, VIII, 500 v.dd., 539 v.dd.; Dorn, A uszüge avts muhammedan. Şehriftstellern, betreffend die Gesch, und Geogr. der südl. Küstenlander



4*8



AMÜL -



des kaspischen Meeres ( Petersburg, 1858), a. 382; G. Melgunof, ZD M G, XXI, 251; Fr. Spiegel, Eranîsche Altertumskunde ( Leipzjg, 1871 v.dd.), I, 70; E. Reclus, Nouv, geogr. ttniv., IX, 235, 237; PauIy-Wîssowa, Realencyclop. der kîass. Alteriumswissenschaften, I, 1733 (Andreas, mad. Amardoi) ve 1741 ^Tomatschek, mad. Amamsa ) ; Marquart, Erânşahr n, d. Geogr. d. Pseudo Moses* Korenaci .=« Abh, G. W, Goit,, N. F., III, nr. 2 , (Berlin, 1901), s. 129 v.dd., 136} ayn. mil,, Untersuchungen zur Gesefi, von Eran (Leipzig, îŞOS ), U, 57. 2. Buhara 'nın cenub-i garbisinde 390 şimal arz dairesi üzerinde ve 63° 3$' şark tülünde { Greenw.), Amu-Derya *nm sol sahilinden 5 km, mesafede kâin bir kasabadır. Orta çağda Amul, Horasan eyaletine tâbi idi ; hâlen ( Çarcüy is­ mi ile ) garbî Türkistan 'a tâbidir. Bütün etra­ fı çöller ile çevrilmiş olmasına rağmen, eskiden Horasan *dan Mâverâunnehr 'e giden kervan yollarının birleşme noktası olmak itibarı ile, ticarette mühim bir mevkii vardı. ‘A li evlâ­ dından Muhammed b. Başir ile ordusunu, Sâmânîlerden îsma'il, 287 (900) *de Amul civa­ rında mağlup etmiş ve Muhammed'i burada öldürmüştür. Moğul istilâsından ve Timur ’un seferlerinden bahseden şark eserlerinde Amul 'ün ismine sık sık tesadüf edilmektedir. Amul isminin, ilk Amul ’de olduğu gibi, Mardİ ( Amard t) halkı ve bilhassa bunların şarkta bulunan bir kolu ( krş. Plinius, VI, 47 ) ile münasebetdar olması muhtemeldir Tabaristân ve Türkis­ tan ’daki, aynı ismi taşıyan iki şehri birbirinden ayırt etmek maksadı ile, bu sonuncusundan, Yalfiüt ‘un da yaptığı gibi, ya Âmul Zamm (krş, msl. Belâzori, nşr. de Goeje, s. 410, 420 ), yani Zamm ( Amul ’ün cenub-i şarkîsinde, en yakınındaki geçit) civarındaki Amul veya Amul Cayhun, yani Ceyhun ( O xus) üzerindeki Amul, yahut da Amul al-Şatt, yanı »nehrin Amul ’ü“ diye bahsedilmektedir. Bu şehrin, hattâ orta çağlarda bile, görülen isimlerinden birisi de AmmSya ( krş. msl. Belâzori, s. 410; Yakmt, 1, 365 ) veya Âmü ( Yakut, nşr. Wüstenfeîd, I, 70) ’dur. Bunun, Amul kelimesinin sâdece bir lehçe şekli olması ve orta çağlarda verilen Amû-DaryS ( Amü ırmağı) isminin bundan müştak bulunması ( bk, AM U-DERYA ) ihtimal dahilinde bulunduğu gibi, Ammüya ’nin eski ve mahallî bir ismi olan Amü 'dan iştikak edip et­ mediği de cay-ı sualdir. Şehrin zamanımızdaki ismi olan Çahâr-cuy veya Çar-cüy ( »dört ır­ mak" ) bu civarda Amu-Derya üzerinde bulu­ nan bir mühim geçit doîayısı iledir. B i b l i y o g r a f y a : Yâkât, Ma'cam (nşr. Wüstenf.)( 1, 69, 365; G. le Strange, The



ANADOLU. lands o f the eastern caliphate ( Cambridge, *9S )> «• 43 v.dd., 434; Marquart, Erânşahr n. d. Geogr. d. Pseudo Moses-Xorenaci = Abh. G. W. G ött, N. F., III, nr. 2 (Berlin, 1901), s. 136, 311; ayn. mil., Untersiichungen zur Gesch. von Eran (Leipzig, 1905), H, 57. _ (S treck .) ‘A M V A S. [ Bk. am vâs .] A M V Â S . ‘AM VÂS ( v e y a ‘A maVÂS), makabîler zamanında ve Josephus *un tarihinde İsmi çok geçen eski E . mma ı ı s . Filistin 'in ova kısmında, dağların hemen eteğinde kâindir. Milâdın III, asrından itibaren, N i k o p o l i s tesmiye olunmuştur. Bu şehir 'Amr b, al-'Aş tarafından fetholunmuştur. Vaktiyle de bir vi­ layet (toparehie) merkezi olan bu şehir, arap hâkimiyeti altında dahi, idare merkezi al-Ramla l b. bk.] 'ya nakledilinceye kadar, vilâyet mer­ kezi olarak kalmıştır. Bugünkü ‘Amvâs, içeri­ sinde mazisinden bir kaç bakiye kalmış olan, fakir bir kasabadır. Kasabadan 2 km. kadar bir mesafede bulunan LâtrÜn hisarı harabele­ rinin, Robinson gibi, biz de haçlıların bahs­ etmiş oldukları Castellum Emmaus olduğunu kabul edebiliriz. ‘Amvâs, hicretin 18. ( bel­ ki de 17. = 638/639) yılında baş gösteren veba salgınının belli başlı mihrakı olarak, bilhassa ŞÖhret bulmuştur. Bundan dolayı bu salgına, ,/Amvâs salgım" veyahut ,/Amvas ve al-Zâbiya salgım" ( Jabarİ, nşr. de Goeje, I, 25x6,15) ismi verilmiştir. Aralarında Abü ‘Ubayda, Mu‘âz b. Caba! ve Yazid b. Abi Sufyan da bulunan sal­ gın kurbanlarının sayısı 25,000 kişi olduğu rivayet edilir. B i b l i y o g r a f y a : Belâzorî (nşr. de Goeje ), s. 130 ; Taban ( nşr. de Goeje ), I, 2.5x6— 2520; Bakrı (nşr, Wüstenf.), s. 669; Mufcaddasi ( nşr. de Goeje ), s,. 176 v.d.; Ya­ kut ( nşr. Wüstenf.), III, 729; P. Thomson, Loca sanda, I, (1907 ), s. 21; Robinson, Neuere hibliscke Forschungen, s, 192, 197; Guerin, Judee, I, 293 v.dd.; Palestine Ezpioration Fund, Memoirs, III, 63— 82; Schîck, Z D P V , VII, 15 v.d. (F. BüHL.) A N A . [ Bk. ANNA.] ‘A N A . [Bk. ÂNE.] ANADOLU . Bugün Türkiye nin Asya kına­ sındaki topraklarına verilen bu isim, orta çağ­ dan itibaren, bâzan bîr İdarî bölge, bâz an da bir memleket adı olarak, kullanılmış ve bu memleketin sahası, zamanla değişerek, başlıca şarka doğru genişlemiştir. Anadolu adı henüz taammüm etmeden evvel, hemen hemen aynı saha için Küçük-Asya tâ­ biri kullanılıyordu. Bu tâbir de zamanla saha­ sını şarka doğru genişletti. Umumiyetle Asya adı, iptidada Ege denizi şarkında mahdut bir



ÂNAbOLÜ. sahaya hasredilmiş iken, daha Herodot zama­ nında (m. o. V . asır), şimdiki A sy a ’nın bütün mâlûm kısımlarına teşmil olunmuştu. İşte bu büyük Asya ’nm garp kısmına — evvelâ yalnız Kızılırmak ( Halys ) garbında kalan yerlere ve bilâhare Karadeniz ile Akdeniz arasında uzanan bütün yarım adaya — Küçük-Asya denmiştir. (Strabon, Cydnus *= Tarsus çayı mansabı ile Amisus «= Samsun şehri arasında çekilen bir hattın garbında bulunan sahaya Asya yarım adası d er). Romalılar A s y a ’ya ayak bastıkları vakit, bu tâbir Bergama kiralının kendilerine ferağ ettiği araziden, yanı Ege bölgesinin bir kısmından, ibaret bir sahaya münhasırdı. Bilâ­ hare Roma fütuhatı şarka doğru genişledikçe, bu isim de sahasını büyüttü. Bu devirde a ş a ğ ı Asya ( yarım ada kısm ı) ve y u k a r ı Asya (geri kalan saha) tâbiri kullanıldığı gibi (Appien ), Toros dağları da taksimata esas tutulup, Toros'ün berisinde kalan Asya ve Toros ardı Asya gibi tâbirler de meydana çıktı. Şarkî Roma imparatorluna ait Asya ’daki ara­ zi Constantin VII. Porphyroğenetos (913— 959 ) tarafından, thema adı verilen, on dört idari bölgeye ayrıldığı sırada, şimdiki iç Anadolu 'mm garp tarafında tesis edilen fhemo'ya, Bizans’a nazaran şarkta ( Anatolos) bulunduğu için, T h e m a A n a t o l i e a adı verilmişti. ( Bununla beraber, Mesopotamya ve Suriye 'ye nazaran, bu thema garpta kalmakta id i). Thema Anaiolica, garpta şimdiki Eskişehir civarında başlı­ yor, cenupta Toros dağlarının garp kısmına ve Konya 'ya kadar uzanıyordu. İşte' bu idari bölge adı, sonradan garp eserlerine Anatoîia ( Anatolıe, Anatolien) şeklinde geçtiği gibi, bundan muharref olarak, bâzı eser ve haritalarda Natoliâ şeklim de almıştır. Ibn Hordâzbeh, Anatolos kelimesini al-Natolus şeklinde kaydeder; İdrisi ’de Nafos kelimesine rastlanır (trc. Joubert, Geographîe d'Idrisi, II, 305), Türkler ise, bunu Anadolu tarzında telâffuz etmişlerdir. Bununla beraber, bu tâbirin büsbütün baş­ ka bir menşei olması ve XI. asırdan itiba­ ren yarım adaya yerleşmiş olan türkler tara­ fından verilmiş bulunması ihtimâli üzerinde de durulmuştur (bk. P. de Tchihatcheff, A sie Mi~ neare, I, 9 ). Araplar ve umumiyetle İslâm âlemi, Asya ’daki şarkî Roma imparatorluğu topraklarına Rum ( Memâlik-i Rûm ) derlerdi. Bizans devrin­ de Karadeniz ile Akdeniz arasındaki yarım ada­ ya, bizzat bizanshlar tarafından, Küçük-Asya (A sla Minör veya pXxQCt *Ao£a) ve bunun nisbeten küçük bir kısmı da Thema AnatoKca ola­ rak zikrediîirken, îslâmîar hepsine birden Rûm demekte idiler ve kayda değer bir nokta da şu­ rasıdır ki, haçlı seferleri sırasında İslâm âlemi



ile temas eden Iıiristiyan müelliflerden bir kısmı Rûm kaimesinden alınma R o m a n i e tâbirini kullanıyorlardı. Bütün bu müddet zarfında Ana­ dolu tabiri, yarım adanın, ancak mahdut bir kısmına münhasır kalmıştı. Şarkî Roma imparatorluğu yerine kaîm olan Selçukî devleti, kendine ait araziyi idari bölge­ lere ayırırken, eski thema ’lardan farklı bir tarz tatbik etti. Bu suretle Anadolu tâbiri ö sırada idari bir mefhum olmaktan ç ık tı; fakat coğrafî bîr tâbir olarak, baki kaldı. 1329-—1339 seneleri arasında (Selçukî saltanatım takip eden beylik­ ler devrinde), burada dolaşmış olan arap seyyahı îbn Batuja, Anadolu tâbirini küçük Asya yarım adasının orta-ğarp kısmi içm kul­ lanır. Kanunî Süleyman devrinde eyalet teşkilâtı tanzim edilirken, kısmen eski Thema Anatolica ’ya tekabül etmek üzere, fakat ondan çok daha geniş bir Anadolu eyaleti tesis olundu. Vezir­ lerden birine verilen bıi büyük eyaletin merkezî İlk önce Ankara iken, sonra Kütabya ‘ya nakl­ edildi. Anadolu eyaleti şimalde* garpta ve ce­ nupta Karadeniz, Marmara ve Ege denizleri ite Akdeniz kıyılarına kadar uzanıyor ( garpta Kapudan P aşa’ya has olan arazi müstesna ),"iç taraflarda ise, Karaman, Sivas ve Trabzon eya­ letlerine mücavir bulunuyordu. XVII, asır son­ larında, eyalet şu on dört sancağı ihtiva et­ mekte idi: Kütahya, Hüdavendigâr (Bursa), Karası ( Balıkesir ), Saruhan ( Manisa ), Aydın, Menteşe (M uğla), Teke (A n ta lya ), Hamid (İsparta), Karahisar-ı Sâhib (Afyon Karahisân ), Ankara, Kângırı ( Çankırı), Kastamonu, Bolu ve Sultanönü ( Eskişehir), XVIII. asırdan sonra bu taksimat bâzı tadillere uğradı; daha 1864 ( i 2 8 ı ) ’te eyaletler lâğvedilip, vilâyetler tesis olunmadan evvel, bu büyük Anadolu eya­ leti yerine, Hüdavendigâr, Saruhan, Aydın, An­ kara, Kastamonu eyaletleri kaim oldu. Hakikatte Anadalu kelimesi, idari saha dışında bırakıl­ makla beraber, bu sefer coğrafî bir mefhum mâhiyetini alarak, kökleşiyor ve sahasını geniş­ leterek, Küçük-Asya tâbiri ile beraber, memle­ ketin bütün yarım ada kısmına teşmil ediliyor­ du. Muhtelif coğrafya kitaplarında Küçük-Asya ( Asiyâ-i şağir, Asiyâ-i şuğrâ ) ile aynı mânada kullanılan Anadolu ’nun şark hududu bâzan Fı­ rat nehri, bâzan Fırat ve Ceyhan arasındaki su bölümü hattı, yahut daha şematik bir şekilde, Karadeniz kıyısında Trabzon’dan veya Çoruh nehri ağzından Akdeniz dahilindp İskenderun körfezine doğru çekilen bir hat ile tarif edili­ yordu ( Cikannumâ 'ya İbrahim Müteferrika tarafından ilâve edilmiş olduğu anlaşılan satır­ larda, Küçük-Asya hududu da, hemen hemen bu suretle tarif olunmuştur).



4*ö



ANADOLU — ANADOLU HİSARI



Fakat Anadolu ’mın, bir coğrafî mefhum olarak, genişlemesi, bu kadarla kalmamıştır: Osm anlı imparatorluğu yerine millî vahdet esasına dayanan bir devlet kaim, olunca, yuka­ rıda söylenen hududun ortasında bulunan ve evvelce Cazirat al-‘ulyâ ismi ile yâdedilmiş olan araziye, yerli coğrafya kitaplarında ve umumî tedrisat sahasında, bir müddet, „şark vilâyetleri" şeklinde, müphem bir ad verildikten sonra, nihayet şarkî Anadulu ve daha sonra cenub-i şarkî Anadolu gibi tâbirler ortaya çıkmış, ve bu suretle Anadolu tâbiri yalnız Küçük-Asya yarım adasına değil, fakat yarım adayı kıt'aya bağlayan dağlık geniş berzaha, nihayet bu berzahın şarkî Toroslar dışında kalan ve Suriye ile Irak *a bakan sath-ı mailine de teşmil olunmuştur. Anadolu adının,-Asya’da Türkiye devletine ait bulunan toprakların tabiî ve beşerî vahdetini tebarüz ettirecek bir şekil­ de, şarka doğru genişletilmiş olmasını, İlmî nokta-i nazardan, haklı gösterecek bir vakıa daha vardır: daha evvel şarktaki bu mmtakaları tevsim hususunda kullanılmış olan tâbirler, bugünkü coğrafî realitelere uymadığı gibi, esasen hiç bir zaman muayyen hudutlar ile tahdit edilmemiş ve umumiyet ile birbirlerine karıştırılmışlardı (bk. Birinci coğrafya kouğ­ rası, İstanbul, 1941). Bundan başka, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının İki tarafında kalan arazinin, gerek tabiî yapılış, gerek beşerî ve İktisadî hususlar bakımından, birbirinden farklı olmadığı göz önüne getirilecek olursa, şarkî Trakya veya Paşaeli denilen bölgeyi de, coğrafî nokta-i nazardan, Anadolu *ya aît bir parça şeklinde telâkki etmek tabiî görülür. Türkçe yeni coğrafya eserlerinin bir kaçında bu son bölge garbî Anadolu 'nun bir kısmı şeklînde mütalâa edilmek suretiyle, Anadolu mefhumu zımnen bütün Türkiye topraklarına teşmil edil­ miş bulunmaktadır. Anadolu nun coğrafyası ve tarihi için bk. mad. TÜRKİYE. B i b l i y o g r a f y a : Anatolia ve KüçükAsya tâbirleri hakkında: Ch. Texier, Asie Mineure, ş, 6— 14 ; P. de Tchihatcheff, Asie Mineure, I, 1— 16 ; Anadolu eyaleti hakkında : Cihân-numâ, s. 630; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX, 17 v.d.; M. Cemal, Anadolu (İs­ tanbul, 1337 J ; H. S. Selen, İktisadî Türkiye (İstanbul, 1929); M. Besim, Coğrafya , muallim kitabı, 1928 ; Birinci coğrafya kongrası (İstanbul, 1941). (B ESİM D a r KOT.) A N A D O L U H İSAR I, İstanbul boğazının ( eşkİ kayıtlarda bâzan İskender boğazı) en dar yerinde (takriben 780 m.), Anadolu sahilinde, Göksu 'nun ( kadîm Âretas ) munsabmda, XIV. asırdan kalma bir kale olup, G ü z e l e e-H i ş a r (bk* Y e n i c e - H i s a r ; Dursun Bey, Târih-î



Abü'l-Fatl}, İstanbul, 1330, s. 39 v.d. ve Y e* n i - H i s a r ; Solak-zâde, Tarih, İstanbul, 1298, s. 64) adı ile de mâruftur. Yerinde evvelce bir Zeus mabedi bulunduğu rivayet edilen bu hisarın, Niğbolu seferinden dönen Yıldırım Bayezid tarafından, 797 ( *395 ) de, Bizans *ın Karadeniz ile muvasalasını kesmek maksadı ile, inşa ettirilmiş oldnğu anlaşılmaktadır ( krş. Neşrî, Cihân-numâ, Üniversite kutup., nr. 24381 var. 65»; Bihişti, Târih, yazm.; Solak-zâde, gosi. y er.; Sâdeddin, Tâc al-tavârîh, İstanbul, 1279, I, 148 ; Müneccimbaşı, Şaha i f al-ahbâr, İstanbul, 1285,3. 310). Kâtib Çelebi ( Cihân-nu­ mâ, İstanbul, 1145, s^ 664) ’nin Mehmed II. ’i hisarın banisi olarak göstermesi, Fatih’in R u ­ m e l i H i s a r ı ( Boğazkesen) 'm yaptırırken (856 ==1452), Anadolu H isarı’na da bâzı kule ve surlar İlâve ettirip, içine top ve asker yerleş­ tirmiş olmasından galattır. Anadolu Hisarı, bilhassa Murad II. devrinde, Varna, çivarma gelen macar ordusunu önlemek üzere, ordunun Rumeli yakasına geçirilmesinde ( 848 ~ 1444) mühim bir rol oynamıştır. Murad İL, Papa donanmasının dolaştığı Çanakkale boğazından geçmenin tehlikeli olduğunu görünce, Yalova (Yalakâbâd) yolu ile G ü z e I c e H i s a r ’a gel­ miş (krş. Neşrî, ayn. esr., var. 107b; Sâdeddin, ayn. esr., s. 379) ve bir mikdar askerle erişip, karşı yakaya toplarını tabiye, etmiş olan Halil Paşa ‘mu geçidi emniyet altına alması üzerine ( Müneccimbaşı, ayn, esr,, s, 358), ordusunu salimen Rumeli yakasına geçirebilmiştir (Lutfî Paşa, Tavârîh-i âl-i 'Osman, İstanbul, 1341, s. 117 v.d., askerîn bir frenk gemisi ile geçirilmiş olduğunu kaydeder ve v. Hammer, Devlet-i 'osmaniya tarihi, trc. Mehmed Âta, İstanbul, 1329, II, 220, Murad II. ’ın orduyu, adam başına bir duka altım vermek suretiyle, Ceneviz ge­ mileri ile Rumeli yakasına nakletmiş olduğu tafsilâtım verir), Mehmed Iî., bu hâdisenin ehemmiyetini, R u m e l i H i s a r ı ’nm İnşasın­ dan telâşa düşüp, kendisine, müracaatta bulunan Bizans heyetine hatırlatmış! ve ordunun Rumeli yakasına geçmesinde Anadolu Hisarı nm gör­ düğü büyük hizmeti ileri sürerek, B o ğ a z K e s e n ’in ne maksat ile inşa edildiğini anlat­ mıştır (bk. Ducas, Hisioire de Constantinople, Paris, 1674, VIII, 517 v.d.; Chalcondile, Histoire des Turcs, I, 181 v.d.). İstanbul'un fet­ hini müteakip (1453), Anadolu Hisarı, Kara­ deniz 'den vukubulacak taarruzlara karşı, şehri müdafaa eden istihkâmlardan biri oldu. Evliya Çelebi ( Seyahatnâme, İstanbul, 1314, I, 466) v.d.), „şeddâdî bina olunmuş âli ve metin bir kale" olan Hisar ’da „dizdarhâne, neferat evleri, 300 kadar tımar ehli" bulunduğunu ve toplarının Rumeli Hisarı ’na ve A k ı n t ı B u r n u ’na çev­



ANAÖOLU HİSARI -



rilmiş olduğunu kaydeder. Ayrıca kale önünde Fatih 'in bir camii bulunduğunu da söyler ki, bu cami bugün harâbe halindedir. Hisar 2— 3 m. yüksekliğinde, gayr-ı munta­ zam bir kaya üzerine inşa edilmiş zo m. kut­ runda bir sur (kalınlığı 1.5 ve. yüksekliği 20 m.) ile çevrilmişti. Sura bazıları yarım daire şeklinde, bâzdan da köşeli 6 yarım kule ( 3— 5 m. eninde) dayanır. Surun içinde, şimal tara­ fında daha yüksekçe kismına dayanan 2$ m. yüksekliğinde, kaidesi dört köşe (10 m.2) bir kule vardır. Kulenin yânındaki mahaller evvelce ahır olarak kullandırdı. Surlar ve kuleler maz­ gallı idi ve kulenin medhalİ şarkta bulunuyor­ du. XIX. asrın başında buradan geçen seyyah[ari surların hemen deniz kıyısında olduğunu söylerler (krş. Pertusier, Promenades Piitoresçnes, Paris, 181$), Hisar, hayli zamandan beri, metruk bulunmaktadır, Anadolu Hisarı, kale civarının adı olup, hâ­ len Beykoz kazasına bağlı bir nahiye merkezi­ dir. Evliya Çelebi ’nîn ( gost. yer. ) zamanında burada 1080 ev ile 7 mektep ve 20 dükkândan maada, bir kaç mescid ve gâyet müzeyyen ya­ lılar vardı. Anaduiu Hisarı ile Kanlıca arasında Amucazade Hüseyin Paşa [ b. bk. ] mn meşhur yalısı, eski İstanbul 'un zamanımıza kadar kala­ bilmiş güzel ve süslü binalarından biridir. Bu­ gün Anadolu Hisarı nahiyesinin nüfusu Çubuklu ve Kanlıca semtleri ile birlikte, 5000 'i geçmek­ tedir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçen eser­ lerden maada bk. Sİdney Toy, The Casieles of the Bosporus ( Oxford, 1930 ), s. 225 v.d.} Hans HÖgg, Türken Burgen am Bosporus and Hellespont ( Dresden, 1932 ), s. 9 v.dd. ( S. E. S. ) A N A h Id . [Bk. NAHİD.] ‘ A N A K . [ BL an Ak .] A N Â Ç . ‘AN AK , Asya ’nm bir çok yerlerin­ de yaşayan bir nevi v a ş a k , k a r a k a l ( < türk. kara Içulak; fars. siyah g ü ş ) olup, aralanın önünde gittiğine ve bağırmak suretiyle onun yaklaştığını haber verdiğine inanılırdı, — A s t ­ r o n o m i d e ‘Anal?, Buyuk-Ayı burcunda % ve Andromeda ( îmrat al-musaîsala) burcundu y yıldızına denir (krş. ideler, Unters. über den Urspr.ju. s. tu. der Sternnamen, s. 19, 126). AN'AML [ Bk. en’âm . ] A N A M U R . [B k. anamur .] AN AM U R . ANAMUR, eski ’Avspıîçtov, Ana­ dolu 'da bir burun ve limandır. Hâlen Mersin ( İçel) vilâyetinin bir kaza merkezidir. [ Kasa­ banın nüfusu, 1935 sayımına göre, 1,920; kazanmki ise, 53 köy ile beraber, 20.442 ]. Eski ’AvE(.fooıov harabeleri, Eskı-Anamur namı al­ tında, hâlâ mevcuttur,



ANBER.



.



43i



B i b l i y o g r a f y a : Ch. Texier, Asie Mineure, 124; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IX; V . Cuînet, X a Turquie d’Asie, II, 81 v.d.; Pauly-Wissowa, Real- Encyclopâdie, I, 2182, A N Â N İY A . [B k. enânIyet . ]... A N A P A , şimalî Kafkasya bölgesinin Kuban havâlisinde ve Karadeniz sahilinde bulunan bîr limandır. Venedikliler zamanında Napâ ismi ile mâruf iken, sonradan harap olmuş ve 1784'te, osman!dar tarafından Anapa ismi ile, yeniden te'sis olunmuştur. Bu liman bîr kaç defa ruslar tarafından zapt ve tekrar türkler tarafından İstirdad olunmuş işe de, nihayet 1828 *de, Edirne muahedesi ile, Rusya 'ya terkolunmuştur, A N A S . [Bk. enes.] A N A Z A R B A . [ Bk. aynzarba .] ‘A N A Z A . [ Bk, aneze .] *A N B A R . [ Bk. anber .] : A N B A R . [Bk. ENBÂR.] . A N B A R İ. [ Bk. ENBÂRÎ.] AN B ER . ‘ANBAR ( A .; ambre faune = s a r 1 kehrübaya zıd olarak, ambre gris, ambra grisea = k ü î rengi anber), hararet tesiri ile kolay eri­ yen, yandığı zaman parlak bir alev veren ve misk gibi tatlı kokan bir maddedir. Şarkta koku ve ilâç olarak makbûldür. Medarî deniz­ lerde, su üzerinde yüzer hâlde (İzafî ağırlığı 0,78— 0,93) veya sahilde, bâzan büyük parça­ lar hâlinde bulunur. Anber, anber balığının safra keselerinin marazı bir ifrazından husule gelir ve hayvanın barsaklarında bulunun Kazvini bunu, kükürt, tütün, madenî katran ve neft gibi maddeler meyanmda, zikreder ve. anberin menşeine dair bir çok garip malûmat arasında, onun bir hayvanın ifrazı olduğunu ve deniz balıklarının vücutlarında bulunduğunu söyler. Anberin denizde husule geldiği hakkında ihtilâf olmadığım ve bilhassa Zanc ( yani Hind denizi 'nin A frik a ’nın şark sahilindeki kısmı) denizinin bunu, zaman zaman büyük parçalar kâiİncîe, Çolç defa insan kafası cesametinde ye azamî 1000 miskal ağırlığında olarak, sahile attığını söylüyor. Anberin, dimağı, duyguları ve kalbi harikulade kuvvetlendirdiği, aklî melekleri in­ kişaf ettirdiği ve ısıtıcı lâtif tesirinden dolayı, ihtiyarlara çok yaradığı da söylenir. — Anberin tıbbî hassalar mı en çok tafsilâtla anlatan İbn al-Baytâr 'dır. Nuvayri ( Nikayat al-îrab f i fu~ nün al-adab), Ahmed b. Ya'küb ile Muhammed b. Ahmed al-Tamimi'ye istinaden, anberin ;suret-i teşekkülü, ticarî nevileri ve menşe’leri hak­ kında malûmat verir. Anberin, balık ve gaga am­ beri olmak üzere, iki çeşide ayrıldığı da vâkidir. Birincisine yutulmuş ( al~mablu ) da derler. Bu çeşit anber, denizde yüzen anberleri yutan büyük bal veya 'anbar adlı bir balıktan çıkar. Rivayete göre, bu balık, enberi yutması yüzün­



4İ*



ÂNBER -



den ölür, sahile düşerek, vücudu çatlar ve içindeki anberler de meydana çıkar. Gaga anberî ( al-manakiri) İse, üzerine ko­ nan ve yapışarak ölen kuşların gaga ve pen­ çelerini İhtiva eder* Bu efsanenin esası şüphe­ siz ( Dr. Svvedİaur tarafından tesbit edildiği vecihle) anberİn içinde anber balığına gıda teşkil eden bir nevi mürekkep balığının boynuz gibi sert kısmının bulunmasıdır. B i b l i y o g r a f y a * , Ya'kübi, Bibi, Geogr. Arab. ( nşr. de Goeje ), VII, 366 v.d.; Mas'üdi, MarUc ( Paris }, 1, 333 v.dd., 366 ; İdrisi ( trc. Jaubert), I, 64; İbn al-Baytâr (tre. Leclerc, Noiices et Extraits, XXV°, 469 v.dd.); Kazv ini ( nşr. Wüştenf.), 1, 245; Damiri, ffayat al-hayavan ( Bülâk, 1284), II, 186. — Bal için krş. Kazvini, I, 131; Damiri, I, 141. [Şark İlmine göre, anberin renkleri beyazımsı ( gü­ müşü ), mavi ve siyahtır. Bunlardan en makbfılü beyazımsı ( eşhebî) ve daha koyu renk­ leridir ( Tâc al-araş ) .] ( J. RüSKA.) A N BER . 'ANBAR ( Ba n u 'l-'A nbar ), bir arap aşiretidir. Bu i a i m, ‘anbar [ yk. bk.] ‘den gelir. Gramer âlimlerinde bu ismin ihtisar edilmiş (Bal'anbar) şekli görülür; fakat bu şekil, eserlerde nâdiren geçer. Bu aşiretin ced­ di, Hazzam adı ile de anılır. Ş e c e r e s i : al-'Anbar b. 'Arar b. Tamim. Htıcaym, Usayyid ve diğerleri kardeş aşiretler idi, Cundub, Ka'b, Mâlik ve Başşa’ler, bu aşi­ retin kolları idi. ‘Urayc ve Huncüd ’lar, Ctindub ’lere tâbi idiler. A ganî (1. tab,, XII, 79 ; 2. tab., XII, 7$) ve Kâmil (nşr. Wright, I, 265 ) ’de aşiretin kadın ceddi Um m Hârica 'nİn müteaddit izdivaçları hakkında, şecereciler tara­ fından uydurulmuş bedhahâne bir hikâye vardır. 'Anbar ’ier Yamama ’de o t u r u r l a r d ı . Kendi arazilerine dahil olarak sayılan d a ğ l a r : alMuğayziî ve Tam iya; v â d i ve k u y u l a r : alA'zala, al-Faky ( Musaylima ile beraber ahalisi imha edildikten sonra, işgal edilmiştir), Falc, al-Hall, al-Harânik; al-Lubayyân, Mâviya (Falc vadisinde ), Mavşüm, Munbacis, al-farğaşa, Tibrak, Usayîa; oturdukları y e r l e r : Zü Sudayr, al-Falp’ (Zabba ve 'Anbar), Hişy-zi-tamannâ (hurmalık), LuğSî (Mabzül ve ‘Anbar), Ma­ kama, al-RâJİğa (hurmalık), al-Ralcmatân, Şa$ Feroz (hurmalık ve tarlalar). T a r i h . Aşiretlerinden bîrinin hayvan vergi­ sini reddetmesi üzerine, Peygamber Tamimi ’ler ile harbe giriştiği zaman, 'Uyayna 'yi 'Anbar ’lerîn üzerlerine göndermişti. 'Anbar ’ler mağ­ lûp oldular ve müslümanlara bir çok esir ver­ diler. Bunun neticesinde bütün Tamim aşiretleri grupu, şeyhleri vasıtası île, mutavaat mecburi­ yetinde kaldı. 11 ( 632 ) 'de vukubulan kıyamda 'Anbar ’lerin, islâraîyete sadık kalmış olan Ta­



ÂN&



mimi ’ler meyamnda bulundukları görülür. Ni­ tekim sonraları ‘İkrima ordusuna iltihak etmiş­ lerdir. ■' ( R e c k e n d o r f .) A N B ÎK .J Bk. iMBîfc.j AN B ÎYA *. [Bk. ENBİYÂ.J A N C U M A N . [ Bk. en c ü m en .] A N D A L U S . [ Bk. ENDÜLÜS.] .. . , A N D A R A B . [ Bk. ENDERÂB.] : A N D İC A N . [ Bk. endIcan ,] AN D H U Y. [ Bk. ENDEHUY.} AN E . 'ANA, E l c e z i r e ( Mezopotamya ) ’de, Fırat nehri üzerinde bulunan bir k a s a ­ b a d ı r . 340 27' şimal! arzı ile 410 18' şark tü­ lünde ( Greenw.) kâindir. 'Aha çok eski bir şehirdir. îsmi çivi yazısı ile kitabelerde Anat (Hanat) ve yunan müelliflerince Anatha £*AvctQ(û) diye zikredilir; krş. Fraenkel ( Pauly-Wissowa, Real-Encyklop, der klass, Altertumszoîssensch„ I, 2069); Streck, ayn, esr., Suppl. I., nr. 1, col. 77; Zeitschr. /. Assyriol., XIX, 25ı; Klio, VI, 179. Tedmür kitâbelerinde 'A n a ’den, bir askerî mevki olarak, bahsedilir (krş. ZDMG$ LXI, 701). İlk ve orta zamanlarda 'Ana, Fırat nehri üzerinde bir adada kâin bir şehrin ismi idi (krş. msl. İbn Serapion, 290=903; İbn Havkal, 367 = 978 ). Şimdiki ‘Âna, Fırat ’ın . sağ sahilinde iki saatlik bir sahayı kaplar. 'Ânâ 'nin böyle uzunluğuna İnkişafı, evlerin aralarında bahçeler bulunmasından ve nehre pek yakın olan dağların şehrin genişlemesine imkân bırak­ mamasından ileri gelmiştir. Bugünkü 'Ana, ada üstünde kâin eski şehrin civarında nihayet bulur ve bir taş köprü İle bağlanır. Hemen hepsi arap olan ahalisi, Czernik (1872) tara­ fından, 4000 nüfus olarak tahmin edilmişti; başlıca maişetleri, smaat yüzendendir; başlıca yerli mahsûl olan pamuktan arap maşlahları dokurlar ( senede 5000 Jâne kadar). Ticareti de mühimdir; çünkü ‘Âna, Suriye ile Fırat arasında, çadırlarda yaşayan bedevilerin başlıca pazar yeridir. Fırat'ın hurmalıkları, şimalde ‘Ana 'nin yukarılarına kadar uzanır. 'Ana, orta zamanda bile, hurma ağaçları ile meşhur idi; şimdi de mükemmel hurmalıkları vardır. Arap şairleri bir de yerli şarabı methederler; krş. S. Fraenkel, Die aramâîschen Frepndmorter İm Arabischen (Leyden, 1886), s. 1575 G. Jacob, Altarab. Bedainenleben (Leîpzig, 1897, s. 98, 348). Arap müelliflerinde, ‘Âna adı yanında, ârâmîceden gelme ‘Anât ( msl. bk. Beîâzori, nşr. de Goeje, s. 179, 3; 182, 3) da görülür ( süryânî dilinde ‘Anaş ). Bugün, resmen 'Aha tarzında yazılıyor (krş. M. Hârtmann, Z D P V , XXIII, 122). Eğer bu isim hakikaten ârâmî menşeinden ise, „keçi (a ğ ılı)" şeklinde izah edilebilir ( krş. Fraenkel, g ö st yer.), Türk idare­ sinde 'Ana kazası Bagdad vilâyetine bağlı bü-



ÂNE — ANEZE.



4İİ



lunuyordu; bugün Irak ktraliığı dahilinde, yine aynı vilâyetin bir kazasıdır (krş. Mi Hartmann, ayn. e s r XXIII, 3.) B i b l i y o g r a f y a î Ya^ut, Mu cam (nşr, Wüstenf.), III, 594; G. le Strange, The lands o f theeastern. caliphaie (Cambridge, *9S )> s. 106 v.dd.; K. Ritter, Erdkunde, X, : 141, 143 v.dd.; XI, 717— /sb; E. Recius, Nouv. geogr. univty IX, 450; (M. Roüsseau), Descripiion du Packalik. de Bagdad ( Paris, 1809), s.. 78 v.dd.; Czernik, Petermanns Geogr. MitieiL, ilâve sayı 44, I, 20 v.dd.; M. yon Oppenheim, Vom Mittelmeer zum pere. G olf ( Berlin, 1900), H, 64; 72, 216.



leşi) ve ‘Anaza b. ‘Amr b. 'A vf ( Cassân ka­ bilesi ). Burada mevzubahs olan aşiretin ş e e e r d s i, ‘Anaza b. Asad b. Rabi‘a ’dan başlar; Cadila ve ‘Amira, iki kardeş aşiret olatak, gösterilir; Yazkur (A sla m ’Ier ile beraber), Yalfdum ve Hizzân ( Şakis '1er ile beraber ) da aşiret kollan sayılır. Kabilenin, bir kısmı tâli şubelere ayrı­ lan, bugünkü kolları da şunlardır: Fedan, Sebâ, H a z z â l (bu son ikisinin vaktiyle Bişar ka­ bilesini teşkil etmiş oldukları söylenir ), Hesenne, Ruala (bu kabile hepsinin en kalabalığı ve en kuvvetlisidir. Hidiv ‘Abbâs I. ’ın oğlu prens Muhammed, cengâver olarak yetişmesi için, bunlara emanet edilmişti), Veled ‘Ali, ( Streck.) ANEZE* 'A N AZA ( A.), k ı s a m ı z r a k Sîrhân, ErfuddH ve ıTsuf. A . Blunt, bunların ( bk. Lisân, V II, 251), İslâm dininde 'anaza, mecmuunu 30.000 çadır ve 120.000 nüfus tah­ ilk defa hicretin 2. ( 624) senesinde zuhur eder. min eder. Bununla baraber, aralarında hiç bir İlk defa olarak ramazan bayramım tes’it için, siyasî birlik bulunmayan bu muhtelif Anaza Peygamber Musalla 'ya giderken, Bilâl önünde aşiretleri arasında harp eksik olmaz. Nitekim bir mızrak taşıyordu. Bu mızrak, namaz esna­ evvelce kuvvetli kollardan biri olan Hesenne, sında yere dikildi ve saire [ b. bk.] vazifesini müttefik Sebâ ve Ruala aşiretlerine karşı giri­ gördü. Aynı hâl ondan sonraki bayramda (16 şip mağlûp olduğu bir harp neticesinde, pek zilhicce) da tekerrür etti.— Bir asâ veya mızrak dun: bir' vaziyete düşmüştür. Bâzı küçük kabi­ taşımak, Peygamberin halefleri zamanında da leler ‘Anaza ’nin ya müttefiki yahut haraçgüzaadet oldu. Cuma namazında minbere çıkan ha­ ndır. Umumiyetle Suriye ve Irak çöllerinde o tibe, elinde bir asâ, bir kılıç yahut da bir yay havalinin en kuvvetli iki kabilesi olan ?Anaza bulundurması veya ona dayanması emrolundu. ve Şammar’e yakın yerlerde sakin olan bede­ Hiç şüphe yok ki, bütün bu şeyler 'anaza rem­ viler ve köylüler, bu iki kabileden birine ve zini temsil eder, Becker ’in izahatına göre, asâ bâzan da ikisine birden vergi verirler. ve minber, eski Arabistan 'da hâkimin ve hati­ Daha evvelki devirlerde, ‘Anaza *Iere ait yer bin hususî alâmeti idi. isimlerinden nadiren bahsedilmiş olduğu için, Rivâyete göre, al-Zubayr, necaşî tarafından bunların o zamanki iskân sahalarını katiyetle kendisine verilmiş olan bir ( hattâ Üç) ‘anaza tayin etmek imkânsızdır. Medine ye yakın Ya­ ’yi Peygambere hediye etmiştir. mama ’de ve hattâ Yemen 'de de ‘Anaza ’ler var­ B ib liy o g r a f y a : Buhâri (nşr. Krehl), dır. Bugün bu kabilenin sahası bütün Suriye I, 135 v.dd., 241 v.dd.; îbn Sa'd, III«, 167 v.d. 5 çölleridir. Bu saha, şimalde Halep ’e ( Bikâ‘ 'da Samhüdi ( trc. Wüstenf.), s. 127 v.d.; Lane, bulunurlar), cenupta Şaramar tepelerine, şarkta Manners and Customs ( Relîgion and laıvs F ıra t’a ve daha Ötelere kadar uzanır. Kış bi­ bahsi) ; C. H. Becker, Die Kanzel im Kultus dayetinde develerini alıp, o mevsimde bile tâze des alten İslam ( Nöldeke-Festschrift, I, 331 ot bulunan Şammar tepelerine doğru, cenuba v.dd.) 5 A. J. Wensinck, Mohammed en de göçerler. Kânun I. ’dan itibaren, Şam ’ın şimal-i Joden te Medina, s. 141 v.d.; Th. W. Juyn- şarkîsinde Fırat'a kadar uzanan tepeler'silsile­ bol!, Handb. des İslâm. Gesefzes, s. 84, 87 sinin bulunduğu araziyi bırakıp giderler. Marta v.d. ( A . J. W ensjnck.) doğru, develer doğurduktan sonra, ‘Anaza ’ierin AN E ZE . ‘ANAZA, bir arap k a b i l e ­ şimale avdeti başlar ve nisan ortalarında yeni­ s i n i n ismidir. Arap_ müelliflerine göre, bu aşi­ den yazlıklarına yerleşmiş bulunurlar. Cenuba retin ismi evvelce ‘Amir imiş; sonradan aşire­ giderken, koyunlarmı beraberlerinde götürmetin ilk reisi, bir adamı ‘anaza [ yk. bk.) ile öl­ yip, kendilerine tâbi bulunan kabilelere emanet dürdüğü için, 1Anaza tesmiye olunmuş. Bu is­ ederler. Fırat nehri, ‘Anaza ile Irak ’taki Şam­ min, k e ç i mânasına gelen, ’anz ile hiç bir mü­ mar arasında hudut teşkil eder ise de, ‘Anaza nasebeti., yoktur. ‘Anaza, aynı zamanda zahiren ’ler bir çok geçitlerden nehri geçerek, İrak 'ta g e l i n c i ğ e benzeyen bir hayvana da verilen çapula giderler. O suretle ki, Şammar ile ‘Ana­ isimdir. Al~ An(a)zi (yani anezeli) nisbesi- za arasında dâimi bir harp hüküm sürer. ‘Ana­ nin, bâzan yanlış olarak, *anz ‘den çıkarıldı­ za ’ler Şammar ’ierin nüfusça iki misli olduktan ğı da vâkidir. Aynı isimdeki başka kabileler şun­ başka, Yazidi ’lerden, dâima yardım görürler. lardır : ‘Anaza b, 'Amr b. Afşâ ( Huzâ'a kabî- Gazveler, F ıra t’ın her iki tarafında, yaz mevsi-



talîm Ansiklopedisi



28



434



ÂNfeZE -



mî ile beraber başlar. ‘Anaza ’lere, Nusaybin ( Nisîbis) ve Musul civarında bile rastgelinir. Hibur ’un şarkında, 'Anaza 'nin mühim bir kolu yalnız başma yaşar. Hazzâl kolundan ayrılan bu şube, dahilî geçimsizlikler neticesinde, oraya muhaceret etmiş ve Şammar ile birleşmiştir, 'Anaza 'nin mazisi hakkında t a r i h î mâlûmat azdır. Gerçi bunların içinden ara sıra bâzı şahsiyetler temayüz etmiş ise de, gerek bunla­ rın, gerek aşiret ve kollarının tarihte mühim bir rolleri olmamıştır, Cahiliyet devrinde Su'ayr isminde bir mâbudları mevcuttu ve diğer Rabî'a aşiretleri gibi, bunlar da Muharrik 'a, Balh adını verdikleri bîr oğul izafe ederlerdi. Bunla­ rın, Kulayb *in katli üzerine zuhura gelen meş­ hur harpte, Beler kabilesine katılıp, onlarm muhataralı ve dağdağalı hayatlarına iştirak et­ tikleri;rivayet olunur. İslâmiyetin ilk senelerinde al-îfudâr b. al-Hâriş isminde bîri, Rabi'a aşi­ retleri arasında, çok nufuz sahibi bir şahsiyet olmuş ve Basra ’nm zenginlerinden ve eşrafın­ dan aî-Faşil- b* Daysam b, Hazzâc, Farazdak ’ın bir beyti ile', ebedî bîr şöhret kazanmıştı. 'A n a za ’ler, b ird e iki Karaz (bir nevi zamk) toplayıcısı hakkmdaki darb-ı mesel dolayısîyle, meşhurdurlar. Onların büyük rolleri XVII. as­ rın ikinci nısfında başlar. Bu devirde Şammar aşiretinin Necd ’den gelip, Suriye çölüne hakim olmalarından yirmi sene kadar sonra, 'Anaza’ler de Necd 'den harekete geçtiler ve galiba Fedan ve Hesenne ’de İlk olarak ortaya çıktılar. Şam­ m ar’leri, bunlardan zulüm gören bâzı bedevi­ lerin de yardımı ile, Fırat’ın Öte tarafına attılar. Sonra, agleb-i İhtimal, Hazzâl, Seba, Veled'AIi, XVHÎ. asrın sonunda Ruala ve XIX. asrın ikinci nısfında Tavf ve Erfuddli ’ler geldiler, Türk valileri bu tehlikeli alanları tenkil edemedikle­ rinden, 'Anaza’ler Fırat ’a kadar Suriye çölünün mutlak hâkimi kesildiler ve bütün ticaret- ve münakaleyi felce uğrattılar. XIX. asrın ikinci nısfına kadar Fırat arazisi onlarm mutlak hâki­ miyetleri altında kaldı ve bü havali, bu yüzden, tehlikeli ve geçilmez bir hâle geldi. 1850 ile ı$6o arasında, Halep’e bir baskın yapmağa muvaffak olarak, şehri yağma ettiler. 1830 se­ nelerinde, Bagdad valisi 'A li Paşa, Carbu’a ’ler ( Şammar’lerden) ile mücadelesinde, 'Anaza ’leri Şammar ’lere karşı yardıma çağırdı. O kadar kalabalık geldiler kİ, o zamana kadar Carbu’a ’ler derdinden kurtulmuş olan vali, bu sefer de bu dost ve müttefiklerden ürkmeğe başladı. Artık kendilerine lüzum kalmadığım söyleye­ rek, onları dönmeğe ikna için, beyhude uğ­ raştı. Bu kadar uzak yerlerden gelmiş olduk­ larım ileri sürerek, bir mükâfat İstediler ve Bagdad etrafındaki mer’alara yerleştiler. 'Ali Paşa o zaman Şammar’leri bunların üzerine



ÂNHÛRİ



şevketti. Aralarında geçen muharebede fAn&z a ’ler galip geldiler ve Şarnmar’lerİn yurtlarını tahrip ettiler. Hükümetin muntazam kıtalarını da inhİzama uğratarak, içerisi bir çok firariler ile dolmuş olan Bagdad şehrini muhasara altına aldılar; fakat ‘A lı P aşa’nm onlara karşı çağır­ dığı vahşi Zubed kabilesi önünde geri çekildi­ ler. Ancak 1862 ’den sonradır ki, Halep vâlisi 'Omar Paşa ’nm ve bilâhare Bagdad vâlisi Mıd* hat P aşa’nm üzerlerine şiddetli asker sevketmesi ile, ‘Anaza’ler yüzünden Suriye çölünde ve Fırat havâlisinde hüküm sürmekte olan igtişaş yavaş yavaş salâh bulmağa- başladı. ‘A n aza’ler ile I^âvrân’daki dürzîlerin arası Çok açıktı; çünkü dürzîler 'Anaza ’lerİn baskın­ larım tahdide muvaffak olmakla kalmazlar, diğer bedevî aşiretlere yaptıkları yardımlar ile onları kendilerinden çok daha kuvvetli 'Ana­ za ’lere musallat ederler* işte bundan dolayıdır ki- Havran dürzîlerinin büyük -isyanında (1796) 'A naza’ler türk hükümetine sadık: kaldılar ve isyanın tenkiline iştirak eylediler; 'Anaza ’ler, İslâmiyet ahkâmına (meselâ nam aza)'riâyette pek ihmalkârdırlar. Vahhâbî hareketinin Suri­ ye ’ye kadar intişarı üzerine, yanlarına dindar vahhâbî imamlarım kabule^ zahiren olsun, vahhabîiiğin vecaibinİ ifaya mecbur oldular. Lâkin vahhâbî hâkimiyetinin yıkılması üzerine, dinî külfetlerden çabucak sıyrıldılar. B i b l i y o g r a f y a : Burckhardt, Bemer « kangen



über



die



Beduîneri and



Wakabi



(1831); A. Blnnt, Bedouin Tribes o f t he Euphrates ( î879) ; E; Saehau, Reise in Syrien und Mesopoiamien {1883); M. v. Oppenheim, Vom Mitielirieer zum persisehen Golf.



(Reckendorf.) A N F A L . [Bk. ENFÂL.1 •' O • 9; ser., XVII, 333 ), ’mütevef­ fanın bir hâtırasını taziz için; al-Mubakkiyât ( Beyrut, 1890, s. 21) koleksiyonunda basılmış­ tır, Diğer iki eseri, A y at ■ al-’ Aşr ve al-Cav~ har al-fard, ZaydSn ’m ( 1906/İ907, s." 105 ) kata­ logunda kaydedilmiştir. ( BROCKELMANN.) ■



AN Î. ANİ» Kars vilâyetinde ve aynı adı ta- I Aşot III. (961— 977) zamanına tesadüf eder. şıyan 'köy civarında, bugün Arpaçay ( Ahur- Bugün mevcut bulunan sur, Smbat İli (977 y a n )’m sağ sahilinde> ve bu nehrin Araş ile — 989) tarafından inşa ettirilmiştir. 964’te birleştiği noktaya tahminen 40 km. mesafede vücuda getirilmiş olan daha eski surun yeri, kâin, bir şehir harabesidir. Ani isminin Iran 1893. hafriyatı ile, meydann çıkmıştır. Bu iki ilâhlarından Anâhita ( yunanca Ana’î tİs) ’ya ait kale duvarının ihata ettiği sahaların muka­ bir mâbedden alınmış olduğu faraziyesi ileri yesesinden anlaşıldığı vecihle, şehrini nüfıisu sürülmüş ise de, asıl menşei meçhuldür. Her hâl­ 20— 30 sene zarfında hayli artmıştır. Dahâ son­ de bu mıntaka, daha hıristiyanlığm zuhurundan raki devirlerde şehrin, surların ihata etmekte evvel, meskûn bulunmakta idi. Ani ’nin pek ya­ olduğu, nisbeten dar sahaya mahsur kalmadığı kınlarında putperestlik devrine ait mezarlar bu­ şüphesizdir. Trabzon ile İran arasındaki ticaret­ lunmuştur. Milâdın daha V . asrında Ani ’den, tin evvelce takip etmekte olduğu Dvin yolu bir kale olarak, bahsedilir. Filhakika, Alaca yerine, daha kısa olan Ani tarikini takip ede­ dağlarından Arpaçay ’ına doğru inen derenin bilmesi için, Bagratîler Arpaçay ’ı üzerinde mü­ Tzagkotzapzor boğazı ile bu suyun yalçm sahili teaddit köprüler inşa etmişlerdir. Gagik I. arasında işgal ettiği vaziyet dolayısiyle, bu mev­ (990— 1020 ) zamanında Bagratî kırallığı en ki kale olmak için pek elverişli idi. Müteakip parlak devrini idrak eylemiş ve Ani de bu de­ asırlarda Kamsarakan hanedâm A n i’de bir hisar virde büyük bir refaha ermiştir. 993 ’teıi itiba­ bina etti. Bu hisarın, kayalar üzerine harçsız ren Ani ermeni katholikosuıiun merkezi olmuş­ taşlar ile oturtulmuş olan temelleri, iç kalede tur. Bir- çok kitabelerde sabit olduğu vecihle yapılmış olan hafriyat esnasında, meydana çık­ şâhânşah ruiıvam Gagik tarafmdam muhafaza mıştır. Bu inşaatın en eski kısmını, hisardan edilmiştir. Bu unvanı »»arkayitz arkai" şeklinde evvel bina edilip (takriben VII. asırda)> bilâ­ ermeniceye tercüme edilmiş olarak da bulmak­ hare hisara birleştirilmiş ve' Kamsarakanlar ta­ tayız. Bundan maada Gagik, „ermenilerin ver rafından, aile mabedi olarak, kullanılmış olan gürcülerin kıralı" unvanın! da almıştır. Gagik' kilisenin teşkil ettiği zannolunmaktadır. tarafından 1001 tarihinde' inşa ettirilmiş olan VIII. asırdan itibaren, bütün Er maniye gi­ kilisenin harabesi, 1905 ve 1906 senelerin­ bi, Ani de halifeleri metbu tanıdı. Bu devirde, de, meydana çıkarılmıştır. Orada kiralın, ba­ Bağratî hanedâm, ülkesini tedricen tevsi etmek şında müslüman sarığı ile, bir heykeli bulun­ suretiyle, sağlam bir devlet tesisine muvaffak muştur. Selefi Smbat lî. ’ın Hagbat manastırın­ oldu. Bu prensler, Ermeniye ’deki müslüman va­ da bulunmuş olan kabartma tasvirinde de aynı .1 ' lilerin tavassutunu bertaraf ederek, halifeler serpuş görülür, Gagik ’itt halefleri zamanında, kıratlık sür-âtle ile doğrudan doğruya münasebet tesisine çalış­ tılar. 887 ’de Bagratîlerden Aşot, «Ermeniye ve inkıraza doğru gitmiş ve 1044 târihinde Bizans Gürcüstan prensler prensi," memleketinin zâ- imparatorluğuna ilhak edilmiştir.'■ Mamafih bidegânı tarafından ktrai ilân edilmişti; halife de zansh valiler '(katapah ) dahi şehrin inkişafına; bunu tasdik eyledi. Bu ilk kiralın oğlu Smbat hayli çalışmışlardır/ Alaca dağlarından şehre ( arap. Sanbât b. A ş ü t), 914 tarihinde, vali Yu­ su getiren muhteşem bir kemerin inşasını, ersuf b. Abi ’l-SSc tarafından çarmıha gerdirildi menice bir kitabe', Katapan Aron ’a atfetmek­ ki, bu hareketi İbn Hav^al ( nşr. de Goeje, s. tedir. Sultan Alp/Arslan, zapt ve tahrip etmek 252) bir zulüm, Allah ve Peygembere karşı bir isyaiı gibi şiddetle takbih etmişti. Daha Smbat suretile, 1064 tarihinde A n i‘de bizans hâkimi­ devrinde Bagratî kıratlığı (krş. al-îştahri, nşr. yetine nihayet vermiş oldu. İbn al-A gir ( nşr. de Goeje, s. 188 ve 194), Dvin ( arap. D abii) Tornb., X, 27) *e göre, o sıralarda şehirde 500 'den Barza'a ’ya ve cenup istikametinde ise, Irak kilise bulunmakta imiş. 1072 ’de imparator Ro(Elcezire) hududuna kadar genişlemiş bulun­ manos Diogenes ’in hezimetinden bir sene sonra, makta idi. Maktul kıral Smbat ’ın oğlu Demir müslüman Şaddâdî hanedâm (aslen kurt olma­ Aşot, kısmen bizanslıların yardımı ile, kırallı- ları kuvvetle muhtemeldir ve X. asırda, Gence ğım istirdada muvaffak oldu ve Ermeniye hü­ prensleri olarak^ adları geçer), Ani ’yi sultân­ kümdarı sıfatı ile, farsça şâhönşük unvanını dan satm almış ve şehir, bâzı fasılalarla, XII. aldı. Bu unvan, daha evvel Yusuf ‘un halefi asra kadar bu hanedandan bir kolun makam Sebük tarafından, adı geçen hükümdarın selef olarak kalmıştır. Bu devirde şehirde iki câmİ ve rakibi Şapuh oğlu Aşot ’a verilmiş idi. bulunmakta olup, bunlardan bîri, bugüne kadar Bagratîler daha IX. asrın ilk yansında ve muhafaza edilmiş, ve 1:907 den beri, hafriyattan Aşot Msaker zamanında, Ani mmtakasım Kam- çıkarılan eşya için, müze, olarak kullanılmakta' sarakanlardan satın almış bulunuyorlardı. Fa­ bulunmuştur; diğeri-ise, XIX. asrm ikinci ya­ kat Ani ’nin kıralhğın merkezi olması, ancak rısında yıkılmıştır. O devre ait hıristiyanîardan



kalma âbideler de vardır. Şeddadîler Hıristiyan tebealarma karşı da iyi muamele etmişlerdir. Şaddâdîier, Bagratîler iie sıhriyet tesis eylemiş oldukları cihetle, hıristiyan halk tarafından kendilerine yerli ve meşru bir hanedan nazarı ile bakılmıştır. Şehrin surları Şaddâdîier tara­ fından takviye ve bunlara bir kaç burç İlâve edilmiştir. Gürcustan kıratlığının satvet devrini açmış olan David II. zamanında ve 1124 tarihinden itibaren Ani, ilk defa olarak, ğürcüler tarafın­ dan zaptedilmiştir. Şaddâdîlerin memleketten ihracından sonra, Anî havâlisi Gürcüstan kıralIığına ilhak ve ermeni Zahari saltanat hanedanı­ na tımar olarak verildi. Şehrin surları, Zahari'ler tarafından, Arpaçay'ın sarp sahiline kadar tevsi edilmiştir. Bn devirde inşa edilmiş olan kilise­ ler, gürcü hükümdarlarının ( selefleri olan bizanshlar gib i) chalkedonya ( nım ortodoks) mezhebine mütemayil olduklarını göstermekte ise de, bu keyfiyet ermeni tarihlerinde meskût geçilmektedir. Şaddâdîier devrinde hıristiyanlar itisafa uğramadıkları gibi, bu devirde müslümanlar da zulüm ve tazyıktan masun kalmış­ lardır. Bu devirde yaşamış olan bîr müslüman (krş. lbn Havini, .nşr. de Goeje, s. 242 v.d,), gürcü kıratların İslâmiyet! her türlü haksızlığa karşı himaye eylemiş olduklarına ve onların idaresi zamanında gürcüler ile müsiümanlar arasında hiç bir fark gözetilmedığine şahadet etmektedir. 1236 ’da Hvarizmşah Calâl al-Din tarafından muhasara ve. 1239 'da moğullar tarafından zaptedilmiş olan Ani, -bundan sonra Zahari’lerin elinde kaldı. Bilâhare Iran’daki moğul hüküm­ darlarının »hususî mülkü'* ( hâşş-incii) olduğu, şehrin büyük kapısındaki kitabeden-anlaşılmak­ tadır. Fakat Ani eski ehemmiyetini bir daha kazanamadı. Rivayete nazaran, Ahi 1319 sene­ sinde, bir zelzele neticesinde, tamamiyle harap olmuştur. Mamafih bu tarihten sonraya ait kitâbe ve sikkeler bulunmuştur. İlhan Sulaymân ’m (1339— 1344 ) Ani 'de basılmış olan bakır sikkelerinden bir çeşidine, türkler maymun sik­ kesi derler. Çünkü bu paraların üzerinde gayet kıllı bir surat bulunmaktadır. XIV. asrın ikinci yansında Celâyirler ve hattâ XV. asırda Kara­ kolu dular tarafından, üzerlerinde Ani yazılı sikkeler bastırılmıştır. Fakat bunların basıldığı yeri, her hâlde, şehrin civarında aramak icap eder. Bu mahallin, A n i’den yalnız 3 km. me­ safede, Mahazpert kalesi olması muhtemeldir. Şehrin hangi tarihte metrûk kaldığım tayın etmek mümkün değildir; saray ve kiliseler ha­ rap olduktan sonra, yabanı ve fakir bir halkın enkaz altına yerleşerek, yaşamış olduğu hafri­ yat neticesinde görülmüştür. Ker Porter ( teşrin



II. 1817) Ani ’den geçtiği zaman, bu ikâmet­ gâhlar ile odalar ve eski sokaklar ( ekserisi 3,5— 4 m. genişliğinde ), hafriyat icrasına lüzum olmaksızın, vazıh bir surette tefrik edilmekte idi. Bugün bu harabeler civarında Ani adım taşıyan bir türk köyü vardır. [ Kars vilâyetinin Arpaçay kazasına bağlı olan bu köy, Kars 'm 40 km. şarkında olup, 350 kadar nüfusu vardır ]. Civar mıhtakadaki köylerde cuma namazı kılı­ nacak câmi bulunmadığından, nisbeten iyi bir hâlde muhafaza edilmiş olan şehirdeki câmi bir müddet cuma namazı için kullanılmıştır. Haf­ riyat esnasında meydana çıkarılan eserlerin ve bu >mey anda kıral G agik’in heykeli ile' üzerlerinde haç mahkûk bulunan1 bir çok taş­ ların bu camiin İçerisine konulmasından1dolayı bir çok müsiümanlar nazarında kutsiyeti ihlâl edilmiş olmasına rağmen, yine senede bir defa orada namaz kılınmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : A n i’niu t a r i h i n e ■ aît mâlûmat daha ziyade ermeni menbalârından ve bilhassa kıral Gagik I. ’ın muasırı olan Stefan A solik’ten alınmıştır,; Arap ve fars mehazlarındaki mâlûmat gayet noksan olduğu gibi, IX. ve X, ( m. s.) asır arap coğrafyacıları bu şehirden bahis bile etmemişlerdir. Yâ^üt (nşr; Wüstenf., I, 70), bu şehre ancak bir satır tahsis etmiştir. Hamd Allah Kazvini (bk. Ni?Sm al-Mulk, Siyâsat-nâme, nşr. Shefer, Supplement, s. 229.), bu havali ikliminin soğuk olduğunu ve pek çok hububat ile az mikdarda meyva yetiştirdiğini yazmakla iktifa eder ( G. le Strange, The lands o f the eastern Caliphate, 3. 183, bunu, yanlış olarak, dağ­ lar arasında ve çök meyva yetiştiren, bir vi­ lâyet şeklinde tercüme etmiştir ). Bütün İslâm müellifleri arasında Anı ’nin vaziyetini, pek tam olmamak üzere, tasvir edenin yalnız İbn aî-Asir (nşr. Tornb./X, 27) olduğu gö­ rülmektedir. H a r a b e l e r , ilk defa olarak, 1Ğ93 ’te Gemelli-Carreri tarafından ziyaret Edilmiştir ( Collecüon de tous les voyages faits autour du mende, II, Paris, 1788, s. 94). Bu ziya­ rete ait mufassal izahat, 1817 ’de Ker Porter ( Travels, London, 1821, I, 172— 175) tara­ fından verilmiştir. 1827 fde aktedilip, Eri­ van arazisinin iranlılar'tarafından Rusya’ya terkini tazammun eden Türkmen-Çay mua­ hedesinden beri Arpaçay, Rusya ile Türkiye arasında hudut hattını teşkil ederdi. Ani şehri plânının taslağı Terier (1839; krş, Vo­ yages en Armenie, Paris, 1842, Atlas, levha nr. 14) ile Abİch (1844; krş. M. Brosset, Rapports sur un voyage dans la Georgie et dam V Armenie, Petersburg, 1851, Atlas, lev­ ha nr. 23 ve ayn, mil., Les ruiiıes d'Ani, Pe-



ANÎ — ANKARA.



tersburg, 1860, Atlas, levha ur. 30) tarafın­ dan tanzim edilmiştir. Abich'in plânı bu son. şi şenlerde yapılmış olan hafriyatta dahi kul­ lanılmıştır. Hıristiyan eserlerini bilhassa Murav ’ev (1848; krş, Gruziya i Armeniga, Pe­ tersburg, 1848) tasvir etmiştir. , Hanıkov (1848; krş. Melanges Asiatiques, I, 70 v.d. ve M. Brosset, Rapportş v.b., 3. rapport, s. ; 131-7-150},, islâm. kitâbeleri hakkında, .mâlûmat vermektedir, Kâstner-tarafından 1850’de ; tanzim edilmiş olan,Albumt 36 sahife hâlinde, .: mimarî eserlerin^ İstihsalini ve n sahife ola: rak da ermeni, arap, fars ve gürcü lisanları ile ; yazılmış kitabelerin bir kolleksiyonunu . ihtiva etmektedir : ( krş, Brosset, Les ruines d’ Ani, s. 10—63 ). Ermeniler arasında Nerses Sargisyan ve Sargis Calalyantz 'm ermeni kitabelerini toplamak hususunda mühim hiz­ metleri sebketmİştir. Ermeni muharriri Alişan, harabeleri bizzat ziyaret etmediği hâl­ de, bu vesikalara istinat ederek, Ani tarihî hakkında, Venedik'te (1855, ermenice) bir araştırma neşreylemiştir (krş. M.< Brosset, Melanges Asiatrçues, IV, 392— 412). Bu eser, ancak bu son 20 sene zarfında yapılmış olan araştırmalardan beri kıymetinden hayli kay­ betmiştir. 1877/1878 harbi esnasında zaptedilen arazi ile birlikte, Ani de rus imparatorluğuna ilhak . edilmişti. Mamafih hafriyat ancak 1892 ‘de başlayabildi ve 1893 ’ten sonra da n senelik bir fasılayı müteakip, 1904'ten İtibaren usûl tahtında devam olundu. N, Marr tarafından İdare edilen bu araştırmalardan elde edilen ^ neticeler, bize şehrin tarihini başka bir şekil­ de göstermektedir. Evvelce Bagratîlere atf­ edilmekte olan büyük âbidelerin daha yeni bir devre ait olduğu anlaşılmaktadır. Buna mu­ kabil, gerek şehir dahilinde ve gerek civarın­ da, ermeni hıristiyanlığmm en eski zamanla­ rına, süryânî kilisesinin nufuzu yerine, bizans medeniyetinin henüz kaim olmamış olduğu devre ait âbideler keşfedilmiştir. Ermeni kili­ sesi an’anesinde, bu haricî kültürlerin tesiri hakkında, hiç bîr malûmat bulunmadığı hâl­ de, hafriyat bîzans, arap ve İran tesirlerini, sarih bir surette, göstermektedir. Binaenleyh bu hafriyatın neticeleri, yalnız ermeni tarihi tetkıkatı bakımından değil, fakat umumî ta­ rihin hıristiyan ve İslâm medeniyetleri ara­ sındaki münasebetlerinin mütalâası bakımın­ dan da, pek mühimdir. Hafriyat henüz tamamlanmamıştır ve bun­ dan dolayıdır ki, elimizde Marr 'm ancak müte­ ferrik bir kaç makalesi ve raporu vardır. Bun­ lar arasında: 1. Anz,stolitsa drevney A r me­ nü (Petersburg, 1898; Bratskaga pomoşç



437



armganam külliyatından ); k rş; M SOS, tVest~ astat. S t u d H, 93 v.d.; z. Raskopki v Ani v 1904 godu { Petersburg, 1906; İzvesiiya imp. arheologiçeskoy kommiasii, fas. 18); 3. O raskopkah i rabotah v Ani. letom 1906 g. ( Petersburg, 1907 ) î 4, Zapiski vostoç. otd. imp. rtissk, arh. obşç., XVIII, Proîokolı, s. XXV~XXvm (1905 hafriyatına dair ). Bu haf­ riyatın meydana çıkardığı esaslara müstenit ı ; olarak, vücuda getirilmiş terkibi bir A n i tari­ hi henüz mevcut değildir. Bu bahis, kısmen . yukarıda zikredilen raporlara, ve kısmen de hafriyatı bizzat idare eden zat İle mesaî ar­ kadaşlarından alman malûmata tevfikan, ka­ leme alınmıştır. (W . Barthold .) ‘A N £ A ’. [Bk. ank Â.] . A N K Â . ‘ANKA*, uzun boynundan yahut, bâzı kimselerin ileri sürdükleri gibi, boynun­ daki beyaz bir halkadan [ .......... *....*...............



. A R A B E S K ....



■ ..........................



"" " ............. ................ ................



LEVHALARA



AİT



. Levha I.



■ ■■»...................



İZAHLAR



. . ’ ..



1. I r a k : alçı kabartma (Berim, Kaiser Friedrîch-Museum ). 2. K a h i r e , Cami1 ‘Anır, şimal avlusu: hatıl. 3. K a h i r e , Cami' ‘Arar, haremin garp duvarı: saçaktık.



4. H a r r â n, Cami1 al-Kebir: orta kapıda sütun başlığı* g. B a ğ d a d, Haseki camii: eski mihrabın orta pervazı. 6. K a y r a v a n : Sidi 'Ukıba *de süğe direği. 7. K a h i r e : oyma tahta ( Arap müzesi, salon VI, 18 ). 8. K a h i r e : oyma tahta ( Arap müzesi, salon VI, 16),



j



:



i



9. K a h i r e : oyma tahta ( A rap müzesi, salon VI, 17 ). -f Kahire: boyalı tahta ( Arap müzesi, salon VI,19).



to.



tu. K a h i r e : Cami' Ibn Tojun, garp avlusu: kemer içi.



.'



Levha II.



i- O i v r i k , Kale camii: kapı ( 576 — 180; taş) s. H an a, Nür al-Diu camii: minberden bir parça,' 3, ve 4. Hama, Nur al-Din câmiî: minberden iki parça.'(tahta ). 5. Hal e p, Cami1 al-Kebir minaresi: üst kısmın tezyinatı (480 = 1087 ).. 6. H a 1e p, Antakya kapısında Fatımî binası: oluk pervazı (545 =■ 1150 : taş ). 6a. Konsol. ■ 7— 10. Musul , Camı' al-Kebir: eski mihraptan dört parça. (543 = 1048; taş); it. Ş a li h i n , Halep civarında :• Fatımî mezarlarından parçalar ( VI. = XIII, asır). 12. Me ş h e d , Halep civarında: kapıda Eyyübî frizi (taş). 13. Ko ny a , Aiâeddin camii: hah. 14. Kony a , Karatay medresesi: çini mozaik (639=1251), 15. H a l e p : Antakya kapısından bir parça (VI. veya VII, asır).



levha k



LEVHA Ii.



ÂRABES& olarak, İstimal edilmiş ve manası genişleyerek, h a y a l î ( fantaisîste) tezyinata alem olmuş­ tur, — Almancada bu kelime { Arabeske ), müslüman san’atinde y a p r a k ve ç i ç e k ş e k i l ­ l e r i n d e n yapılan tezyinat { feston ) ile, ba­ rok devrinden beri de, daha geniş mânada ola­ rak, u m u m i y e t l e b u ç e ş i t t e z y i n t a r z ı n a delâlet etmiştir. Almancada Moreske kelimesi ise, hemen müteradif mânada olmak üzere, tahsisen İspanya müslüman san'atini İfa­ de için kullanılır, ~ Böyle İken Arabeske keli­ mesi, bugünkü kullanışta ekseriyetle rönesans tezyin sanatını ifadeye yaramaktadır ki, bu san’ata, daha doğru olarak, Groteske ismi de verilir. — İngilizcede de böyledir. Umumiyetle bu ıstılah, her hangi bir devir ile mukayyet olmaksızın, g r o t e s k tezyin tarzını ifade için kullanılır ve m o r e s l c kelimesi ise, müsiiiman san'atine mahsus tezyin tarzı mânasına gelir. Bu üç lisanın a r a b e s k kelimesinin mânasına vermiş oldukları vüs’at ve bu suretle kelime­ nin asıl mânasının haricinde de istimali, belki de sebepsiz değildir. Şüphesiz g r o t e s k , her şeyden evvel, ilk defa Titus hamamının toprak ile örtülmüş tonozları meydana çıkarıldığı va­ kit keşfedilen kadîm bir tezyin tarzının rönesan3ta ihya olunmuş şeklidir. Bu keşfin uyan­ dırdığı alâka üzerine, Rafael, talebesi Gîovanni da Udine, Guilio Romano ve Gian Franceseo Penni ile beraber, Vatikan'ın loggia ’larmı o meşhur g r o t e s k l e r ile tezyin etti. Titus hamamının tonozlu odaları toprak altında gö­ mülü kalmış olduğundan, bu hamama le grotie ( mağaralar ) ve ihtiva ettiği garip tezyinata da grottesca denilmiştir. Böylece hâlis klâsik kay­ naklardan neş’et etmiş olan bu g r o t e s k üslûp, mimarî bîr tezyin tarzıdır. Fakat grotesklerin keşfinden evvel, tıpkı bu keşiften sonra olduğu gibi, rönesans devrinin küçük san'atlarında, bilhassa işlemecilik, toprak ve mâden avani ve kitap işlerinde kullanılan tezyinat bize, şüphesiz, aslen İslâm san’atmdan alınmış olan unsurların mevcudiyetini gösteriyor. Bu arebesk unsurlar mimarî tezyinatında da görülür: yalnız, Pavia ’daki San Michele, Assisi ’dekî San Fracesco, Boîogna *daki San Domenico kiliselerini hatırla­ talım. Buna benzer a r a b e s k unsurlar asıl g r o t e s k denen üslûba da girmiştir. Bu keyfi­ yet, rönesans tezyin tarzı ile daha ziyade tabsisen, g r o t e s k hakkında a r a b e s k tâbirinin kullanılmasına yol açmıştır. Rönesans başlangı­ cında ve ondan sonraki devirde, ekseriyetle şark örneklerinin bililtizam taklidinden dolayı, ara­ beskin rönesans tezyin üslûbu üzerindeki tesiri sarih bir surette görülüyor. Fransız ronesansının Henri P- üslûbunda ve bilhassa kitap tezlaîâm Ansiklopedini



>



4 i



yİnatmda, Almanya ‘da ise, bîr çokları meyamnda, meselâ bilhassa Peter Flütner (Nürenberg) ile Virgil Soîis ’in tezyinat işlerinde bu keyfiyet aşikârdır. Bugün a r a b e s k tâbiri, sanat tarihinde kullanıldığı ve kullanılması İcap ettiği gibi, yal­ nız İslâm san'atma ait bir tezyin şekli mâna­ sında İstimal edilerek, yukarıdan beri bahsedilen umumî mânasından ayırt edilmelidir. Bu tâbiri, tarzm farikası olan birbirine girift feston tez­ yinatına hasretmek pek yerinde olurdu. Fakat bu tarzın, girift şeritler, yazılardan çıkarılmış motifler ve bâzı diğer şekiller gibi, esaslı unsurlarını tarih ve estetik bakımından, feston tezyinatından ayırmak müşküldür; bunun için­ dir kİ, bu nevî tezyinatı da aynı tâbire ithâl et­ mek lâzım gelir. Birbirine girift çiçek ve yapraklar, İslâm san'at telâkkisinde hiç bir surette, tezyin tarzının bir ünitesi olarak, tavsif ve tahlil olunamaz. Çünkü bunların motifleri, zaman ve mekâna göre, çok değişir. Mamafih diğer san’at devir­ lerindeki, meselâ kadîm devirdeki, bu kabil tezyinat ile makayese edilince, aralarında müş­ terek bâzı vasıfların dâima bulunduğu gö­ rülür. Bunların menşei, şüphesiz, kadîm de­ virde hadd-i zatında pek tabiî hurma ve ya­ ban enginarı yaprakları ye bunlardan çıkarılan muhtelif motifler bile olsa, yine itibarî ve hayalî nebat tezyinatıdır. Eski yunanda git gide artan bir canlandırma ve tabiata benzeme gayreti müşah&de olunmaktadır ki, bu hellenistik me­ deniyetin takriben ilk devirlerinde azamî had­ dine varır. Fakat kısmen yunam olmayan san’at İdeal ve telâkkilerinin tesiri, kısmen de teknik kabiliyetlerin zayıflaması yüzünden, sonraları bîr aksülamel vukubulmuştur. Bu alttan alta giden cereyan, daha ilk çağda ve şark yunan memleketlerinde garp memleketlerine karşı baş­ layan aksüIameİin umumiyetle temadi ve inkişafı gibi gözüken İslâm san’&tmda dışa vurmuştur. Bundan dolayıdır kî, daha ilk zamanlarda İslâm san'atının arabesklerinde tecride ve nebatî tez­ yinatın g!t gide daha hendesî bir şekil alma­ sına doğru âşıkâr bir temayül görülür. Bu tema­ yül, aşağıdaki umumî prensiplerle kendisini gös­ terir. Tezyinatta tabiatın şe'niyeti hiç ifâle alın­ maz ; hâlbuki eskiden tabiat aynen kopye edilmezse bile, tabiata tamamen zıt şekiller vücuda getirmekten çekindirdi. İslâm san’atında girift tezyinata verilecek şekli tayinde hâkim olan şey, ya derunî yahut karşılıklı tenazurdur. Festondaki nebatın sapı nebatî vasfım hemen tamamen kaybeder ve tabiîlikten çıkarak, sâde­ ce bir takım zarif şekiller ve aralıklar vücuda getiren hendesî bir çizgi hâlini alır. Yaprak da,



a rabesk.



yapraklıktan çıkarak, tabiat ile olan benzeyişini a r m a c ı h k ü s l û b u denen kompozisyonlarda kaybeder. Bu yaprağın bellenİstik tezyinatın olduğu gibi, tek mihverli tam bir tenazur hâ­ itibarî yapraklarından müştak olduğu, ancak kimdir. Bu sisteme tefrik edilemeyecek kadar bâzı ahvâlde, kenarlarının ve iç kısmının çizili­ yakm diğer bir sistem de, ağaç gibi sürüp çıkan şinden anlaşılabilir. Fakat heîienİstik devrin bu ve belki de eski şarkm h a y a t a ğ a c ı şema­ itibarî yaprak şekli, bunların yegâne menşe'i sı ile alâkadar olan, yaprak tezyinatı sistemidir. — Bütün devirlerin arabesklerine şâmil bu değildir. Tolunîler ile ilk Fâtimîlerin yaptırdıkları prensipler ile birlikte, zaman ve makâna göre, âbidelerin, hattâ Nur al-Dİn Mahmüd’un Irak tahavvül eden diğer hususlar da mevcuttur. *ta inşa ettirdiği binaların tezyinatında, ge­ Zemin ile şekil ve sap ile yaprak arasındaki nîsrek beyet-i mecmuasının, gerek her unsurun bet, haddinden fazla değişir. Kahire'de bulu­ kadîm devrin bereket borusu, vazo veya nan Ibn Tolun câmiinin mermer sıvası ile ya­ buna mümasil nesneler gibi, muhtelif şe­ pılmış tezyinatındaki arabesklerde bu değişme killerde stilize edilmiş saksıda fidan şemasına nisbetîerinin bir mertebesi görülür. Bunlarda ne derece uygun olduğu sarahaten görülmek­ yaprak, yalnız başına, zemini doldurmağa kifa­ tedir. Bu vazo ve bereket borusu gibi nesne­ yet etmiştir. Sap, sanki yaprak yapraktan doler de, arabesklerin inkişafında, tıpkı yapraklar ğuyormuş gibi, hemen büsbütün kaybolmuştur. gibi, gittikçe müeerret bîr mâhiyet almışlardır. Zemin tezyinat ile tamamen örtülüdür. Tezyin Bu -tecrit keyfiyeti o derece ileri götürülmüş­ san’atmda buna b o ş l u k k o r k u s u ( harar tür ki, nebatî süslerdeki bütün zenginlik, hurma if bunların elinde idi. Daha uzak­ edilmiştir ( Arabica, V ). larda Sarat adını alan dağlar, burada çok arı­ Şan'â1 cenubunda, atları ile meşhur Zamar zalı bîr arazi teşkil etmek üzere, genişleyerek, ( £imâr) 'dan geçilerek, Yarim ’e varılır ki, NieHicaz ’ın en münbit kısmını meydana getirir. buhr 'un yol arkadaşı Forskâl bu köyde Ölmüş­ Dağlarda Yemen arapları yaşar ki, İbn al-Mücavir tü. Buradan yarım günlük bir mesafede, Şan'â’ bunlara, yaşayışlarının kabalığı sebebiyle, Ba~ ile aynı tul ve Zabid ile aynı arzda bulunan hîmîya, ( «yabanîler") adını verir. Bu hususta eski Himyerî merkezî olan Zafâr harabelerine gösterdiği misâller kısmen Burckhardt tarafın­ varılır. Yol bundan sonra, pamuklu imalâtı ile dan teyit edilmiştir. Bunların — hâlen de Ara­ şöhret kazanmış olan Sahül 'dan geçer ( Pey­ bistan ’da en mübarek sayılan — recep ayında, gamberin kefeni Sahül bezindendi) ve oradan da Mekke’ de kabaca hareket ettiklerini, fakat Mek­ evvelce Yemen ’in ikinci büyük şehri olan ve ke pazarına bir çok mal getirdikleri için, bu meşhur Mu'âg b. Caba! camiini ihtiva eden hâllerine ister istemez göz yumulduğunu İbn Canad e uğrardı. Burası Ta'izz 'den pek U2ak Cubayr hikâye eder. O sırada, yani XIII. asırda, değildi. Sahül, civarında, evvelce pek meşhur bunlara hâlâ Bacila denirdi; bugün 'Asır [ b. olan ve Karma$ ’ların Yemen ’deki hâkimiyetle­ bk. J adını taşıyorlar. Bu dağ memleketinin rine İstinat noktası teşkil eden, al-Muzayhıra şark kısmı, çoğu deveci olan Çabtân kabilesine kalesi yükselirdi. Yemen dağlarının en cenup­ aittir. Çok eski ve bâlâ kudretli olan bu kabile, taki şehri Ta'izz 'dir. Burası orta çağlarda ve Yemen aşiretlerinden çoğunun kökü gibi telâk­ son zamanlara kadar, Rasuli ’lerin payitahtı ol­ ki edilmektedir. mak haysiyeti ile, hâiz bulunduğu büyük ehem­ Yemen ’in asıl mânası «sağdaki" memleket, ya­ miyeti bugün kaybetmiştir. Dağlara burada ni «cenup memleketi" ve aynı 2amanda «mes’ut Şabir denilir ve İbn al-Mucâvir buna «Yemen memleket" tir. Yemen, her devirde, çok münbit dağlarının emîri" adını verir; dağlar mükemmel oluşu ve zenginliği ile, şöhret kazanmıştır. Bir­ sulama tesisatı bulunan set set kahve ağacı ve birinin eşi olmayan iki kısım ihtiva eder: Ti* fcât ( Celastnis edulls) zeriyatı He şöhret ka­ hamat al-Yaman { Yemen 'in yalı bölgesi) ve zanmıştır. Çât nebatının tomurcukları, uyuşuk­ Necd al-Yaman (Yem en’in yaylası İd, buna luğu gidermek bakımından, çok makbûl bir deva Cibâl al-Yaman, yani Yemen dağları da denir). olup, Tihâma şehirlerine büyük mikdarda sevkBu kısım şimalde Necrân, şarkta Mârib, ortada edİlmektedir, Bu dağların şimalinde İbb ( Abb) Şan'â1 ve cenupta Ta'izz yaylalarım ihtiva eder. ve Cibla ( Cubla veya Zü Cibla) arasından Yemen ’in Tihâma sİ, Hicaz 'mkinİn devamıdır ( Hind okyanusu ve Kızıldeniz mâilelerini ayıran Glaser ’in müşahadelertne bakılırsa, denizin çe­ au bölümü hattı geçer. İçinde devamlı su bulu­ kilmesi ile, mütemadiyen genişlemektedir. nan iki ırmak buradan çıkar ki, bunlardan biri



ARABİSTAN.



şimale doğru akan Vadi Zabıd, öteki de Vadi Bana ( Bannâ) ’dır. Vadi Banâ eski Mthiâf Ru* cayn 'den geçerek, Vadi Tuban veya Vadi May* tam munsabı şarkından 'Aden körfezine dökülür. Yarim ’den itibaren başka bir yol, cenub istika* metinde, doğruca 'Aden e gider ki, Manzoni bu yolu takip etmiştir. Glaser de, başlıca kahve deposu olan Manâha’dan geçen Hodayda— Şana* yolunu tasvir eder. Yemen *in mihl&f adı verilen bölge taksimatı (ki, bu taksimat H icaz’ın cenubunda ve Ya­ mama 'de de kullanılmıştı) çoktan beri metruk­ tür. C e n u b î A r a b i s t a n . Yemen ’in şarkında Hazramavt bölgesi bulunur ki, bugün buraya, umumiyetle, IlEazramüt denmektedir. Bu dağlık ve bir çok vadiler ile yarılmış memleketin ça­ lışkan ve müteşebbis halkı, bir kaç bakımdan, isviçrelileri hatırlatır. En eski devirlerden biri, her sene Hazramavt gençlerinden bir kısmı, başka bölgelerde talihlerini denemeğe giderler; Öyle ki, î^azramavt’lılar, yalnız Arabistan liman­ larında değil, Mısır ’da, İngiliz ve felemenk Hindistan! *nda da görülmektedir. Bu son iki memlekette rastlanan araplartn hemen hepsi de Hazramavt ’lı ( Havramı) ’dır. Memleket garp­ tan şarka geniş bir vadi, Vadi ’l-Kasr İle ke­ silmiştir. Bu vâdiden daimî cereyanlı bir ırmak geçerek, memleketin şark hududnnda, Sayhıüt ’ta denize kavuşur. Bu akar su kıyısında, mmtakanın en büyük iki şehri olan Şibâm ile Tarım bulunur. Tarim ’in cenab-i şarkîsinde, hâlâ faal bir volkanın adına izafeten, Vadi Barahüt ( Balahût, Borhüt) denilen bir vadinin başında, Kur’an ’da adı geçen peygamber Hüd ’un mezarı bulunmaktadır [ bk. BA R A H Ö T ] Hazramavt ’ı şimal-i garbiden, şimalden ve şarktan kuşatan büyük çöl, burada başlar. Memleketin en iyi limanı Makallâ 'dır { bu kelime sâdece »liman" mânasına gelir). Arap coğrafyacılarının Las'S ( al-A s'a) dedikleri mevkiin burası olması im­ kânsız değildir. Yemen’de olduğu gibi, burada da rastlanan bir çok harabeler ve mezarlar, Hazramavt ’tn eski zamanlarda ne kadar mâmnr olduğunu gösterir. Belki de eski Hayric ’in yerinde bulunan Sayh Üt ‘un şarkında, M a h r a adı verilen »gün­ lük sahili" başlar. Arap coğrafyacıları çok defa burasını Ş i h r tesmiye ederlerdi. Eski cenubî arap dilinde »sahil" mânasına gelen bu Şihr adı, şimdi yalnız (garptaki) İlk limana veril­ mektedir. Bu sahilin şark hududu Mirbâ$ şar­ kında bulunan Hâsik 'tir. MirbS{ ’ın iyi bir limanı olmakla beraber, kasaba ehemmiyetsiz bir köy hâline düşmüştün- Bugün Mirbâ{ adı verilen mevki, limanın şarkında bulunuyor. Mİrbât önceleri, eski payitaht Zafâr ’m Hroam



475



idi. ZafSr şimdi tamamiyle metrûk olup, İbn al-Mucâvir *e göre, 618 ( 1221) ’de tahrip edil* miştİr. Fakat îbn Batüta zamanında burası hâlâ mühim bir şehirdi. Onun anlattığına göre, develer sardalye balıkları ile beslenirdi. Bugün de buraların denizinde bol mikdarda bulunan sardalye balıklarına ( bu havalide ) 33 )• Arabistan’ın geri kalan kısımlarında XVIII. asrın ortalarına kadar büyük bir değişik­ lik olmadı. X IX .— XX.



a s ir d a



A r a b ista n .



Yukarıda söylendiği gibi, Selim I. ve Kanunî Süleyman devirlerinde, Hicaz ve Yem en’i ve daha sonra Basra körfezinin şimâl-garp sahil­ lerini ele geçiren Osmanlı devletî, bütün A ra­ bistan 'a tesahup edegelmiş ise de, yarım ada­ nın cenup ve garp sahilleri île iç tarafları yerli reisler idaresinde kalmış ve hatta filen el konulan mıntakaîarda bile, osmanlı hâkimi­ yeti, mahallî unsurların zaman zaman kıyamları yüzünden, ancak bâzı fasılalar ile devam edebil­ miştir. Bu fasılaların en ehemmiyetlilerinden biri XIX. asır başlangıcında, Hicaz ’ın vahhâ* bîler tarafından tecavüze uğraması ( 1803 ) ve nihayet istilâ (1806) edilmesidir ki, Bâbıâlinin daveti üzerine, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa tarafından açılan uzun bir seferden (1811— 1818 ) sonra bertaraf edilebilmiş ve 1845 tarihine kadar Hicaz, Mısır idaresinde kalmıştır. Yemen taraflarında da muhtelif kıyamlar ile sarsılan hâkimiyet, 1871— 1872 ’de ehemmiy-iü askerî kuv­ vetler ile ( Redif ve sonradan Ahmed Muhtar Paşa '1ar idaresinde ) iade edilmiş ise de, 1889 ve 1904 'te yeniden zuhûr eden isyanların bas­ tırılmasına ( Ahmed Feyzi Paşa idaresinde ) mec­ buriyet hâsı! olmuştur. 1909 'da Yemen ’de imam Yahya { b. Muhammed b, Yahya b. Ham id al-Dİn) tekrar kıyam ettiği vakit, *Asir 'de de Idrisi ( Sayyid Muhammed b. ‘A l i ) isyan bayrağım kaldırdığından, İstanbul 'dan, vâsi salâhiyetle erkân-ı barbiye-i umûmiye reisi İz­ zet Paşa kumandasında, sevkedilen kuvvetler, Yemen ’de harekete geçerek, Şan'a’ ’yı istirdat etmek üzere, Tihâma 'den ilerlediği sırada, Mekke emîri şerif Husayn Paşa da, idaresin­ deki kabîle mücahitlerine terfik edilen iki alay piyade ile, îdrisi aleyhine yürüyerek, ’Â sir san­ cağının merkezi AbhS ’yı istirdat etmiştir ( bk. İzzet Paşa, alm, trc. Kari KHnghardt, Denktüür*



ARABİSTAN (TARİH). dtgkeiten des Marschalls izzet Pascha, Leİpzİg» 1927, s, 129— 132). İzzet Paşa, Şan'a’ ’dan tahri­ ren, imam Yahya ’yı anlaşmağa davet ederek, uzunca süren müzakerelerden sonra imzalanan ( 17 şevval 1329 a=» teşrin 1. 1327 = 1911) itilâfnâme ile, Şan'a' sancağı da dahil olduğu hâlde, Yemen "in Zeydîler ile meskûn dağlık kısımla-, rmda şeri’at hükümlerine göre adalet tevzii, buralarda kadıların ve evkaf memurlarının imam tarafından tayini, vakıflarda ve vasiyetlerde velayet kakkmm imam tarafından alınması, ver­ gi olarak yalnız şer'î tekliflerin cibayeti gibi, adem-i merkeziyet esaslarına müstenit kararlar verilmiştir ( vükelâ meclisi mazbatası, 9 kânnn II. 13270 1912). 9 kânun il. tarihli irade Üe iera mevkiine konulan bu kararlara dair ferma­ nın ( 20 şevval 1331) ısdarı hakkındaki irade, Trablusgarp ve Balkan harpleri dolayısiyîe, ancak 17 temmuz 1329 (1913) ‘da çıkmıştır. Trablusgarp harbi esnasında, italyanlar Yemen sahilini abluka ederek, para ve silâh yardımı ile, İdrisi isyanım alevlendirmek istemişlerse de, imam Yahya nezdindekİ teşebbüsleri akim kal­ mış ve imam Yahya, bilâkis, idrisi ‘yi sıkıştır­ mak hususunda, Mekke emîri ile el birliği yap­ mıştır. Bununla beraber İdrisi, İtalya *nm yar­ dımı ile dağlıkta tutunabilmiştir. Arabistan yarım adasının son zamanlar tari­ hinde beynelmilel ehemmiyeti, İngiltere ’nin Hindistan İmparatorluğunu kurmağa teşebbüs etmesi île başlar. 1770'te Baltık denizinden kalkıp Akdeniz ‘de osmanlı sularına gelen rus donanmasını Londra ‘da hararetle karşılayan ve yanma bîr müşavir (Elphinstone ) — ki, Orlov ’u, Çeşme *de osmanlı donanmasını yaktıktan sonra, İstanbul 'a gitmeğe teşvik etmişti — katan İngil­ tere, çok geçmeden, Osmanlı imparatorluğunun karadan ve denizden Hindistan yolları üzerin­ deki mevkiinin ehemmiyetini kavrayarak, şark siyasetinde derin bir değişiklik yapmış, bir taraftan Akdeniz ’e doğru raslarm inmesine muhalefete çalıştığı gibi, fransızlarm Mısır 'da yerleşmelerine, Mehmed A li ’nin Hindistan yolu üzerinde büyük bîr arap devleti kurmak emelle­ rine karşı gelmiş ve diğer cihetten, o yollar üs­ tünde Aden ‘i ( 1839 ) Maskat sultanından, Kuriyan-Muriyan adalarım (1845), Perim adasını ' (1857) ve Hazramavt sahilinde, Kişin kasabasın­ da oturan Mahra sultanının elinde bulunan Sokotra adasını (1876) işgal etmiştir. Gene bu endişe ile, açılmasına uzun müddet muhalefet ettiği Süveyş kanalına, 1882 ’de Mısır ’ı işgal etmek suretiyle, el koymuştur. 1871 ’de Maslça^ sultan­ lığım âdeta himayesi altına aldığı gibi, o esnada Bagdad valisi bulunan Midhat Paşa tarafından al-Hasâ *da osmanlı hâkimiyeti te’yit edildiği ■ vakit, wMidhat Paşa ’mn emperyalizmine karşı'*



m



(H . St. J. B. Pbilby, Arabia, s. 162) Bahrayn adaları şeyhini tamamiyle himayesi altına ala­ rak (1867, 1880 ve 1892 mukaveleleri), Bahrayn ‘e bağlı olduğu iddiası ile, aî-Katr ‘m işgalini protesto etmiş ve Bagdad demir yolunun inşasına da muhalefet ettikten sonra, bu yo­ lun müntehası olarak seçilen Kuvayt lima­ nım da, müstakil olduğunu iddia ettiği şeyhi ile akdetmiş bulunduğu bir muahede (1899) bahanesi İle, himayesi altına almış (1903), 1892 ’de A b bas Hiltni Paşa ’nm Mısır bidivîiğine tayini vesilesi ile, m a h m e l yolunda bulun­ duğundan dolayı, o zamana kadar muvakkaten Mısır idaresine bırakılmış bulunan Sînâ yarım adasını kat'î surette Mısır ’a ilhak ettirmiş, 1905/1906’da 'Akaba kalesinin karşısında kâin Taba mevkiini' de Mısır hududu içine almış ve Yemen cihetinde Aden himayesi hududunu ge­ nişleterek, tahdit ettirmiştir (1905/1906 ). Hâsılı Osmanlı devletî, yarım adada hâkimiyetini te’yit teşebbüslerinde, İngiltere ’nin Hindistan siyaseti ve bu siyasetten istifade eden yerli unsurlar ile uğraşmıştır. Bu sırada, gerek Arabistan ’da osmanlı hâki­ miyetini, gerek İslâm âleminde hilâfet’ nufuzunu takviye etmek üzere, Hicaz demir yolunun inşasına teşebbüs edilerek (1900 ), Şam — Me­ dine kısmı (1302 km .) 1908 ’de münakaleye açılmıştır. Hem bu hattın Mekke ’ye kadar uza­ tılmasına, hem de Hicaz 'da vilâyetler kanunu­ nun tatbiki ile şahsî nufuzunu kıracak merkezi­ yetçiliğe muarız bulunan Meleke emîrinin Ba­ bı âli üe münasebetleri gittikçe gerginleşmeğe başlamış bulunduğundan, bir gün azledilmek endişesine düşen şerif Husayn, böyle bir vazi­ yette tasarladığı kıyam hareketine dışarıdan yardım aramağa başlamış ve tabiatiyle Ingilte­ re ’ye baş vurmuştur., Osmanlı meb’usan mecli­ sinde Mekke meb’usu bulunan ikinci oğlu Amir 'Abd Allah, şubat 1914 'te İstanbul ’a giderken, Mısır ’dan geçip Kahire 'de İngiliz komiseri bu­ lunan Lord Kiichener 'in şark işleri kâtibi Sır Ronald Storrs ’u görerek, böyle bîr kıyam ha­ reketine karşı Ingiltere ’nin ne yapacağını anla­ mak istemiş, hattâ işi silâh verip vermeyeceğini sormağa kadar vardırmıştır ( George Antonius, The Arab Azeakening, s. 126 v.d.). Kîtchener, bu müracaata karşı muhteriz davranmış, fakat ağustosta harp çıktığı vakit, harbiye nazırı olarak Londra ’da bulunan lordun tasvibi i!e, Hicaz ’a bîr adam ( mısırlı 'A li Efendi) gönde­ rilerek, Türkiye Almanya ile bir safta harbe girerse, Mekke emîrinin ne yapacağı sorulmuş­ tur. İki ay sonra, Türkiye fi’len harbe girdiği vakit, Mısır 'dan HuSayn e kir mektup yolla­ narak, Ingiltere ile beraber Türkiye aleyhine harbe girdiği takdirde, Mekke emirliği huku»



494



ARABİSTAN ( T A R İH ).



kusun tekeffül ve hârice karşı müdafaa oluna* cağı ve bütün araplara yardım edileceği ve şayet hilâfet Peygamber sülâlesine, yanı şerif Husayn e geçerse, bu değişikliğin İngiltere tarafından kabul edileceği bildirilmiştir ( G. Antonius, ayn. e s r s. 133 v.d.). Bu teklif üze­ rine pek geniş emellere kapılan Husayn, filen yardım görmek şartı ile, Hicaz *1 ayaklandı rabiIeceği, fakat derhâl harekete geçmenin müm­ kün olmadığı cevabı, ile, muhabere kapısını açık bırakmış ve mutasavver hareketi hakkında, arap âlemini yoklamağa başlamıştır. İstanbul a karşı da, o sırada (7 teşrin H.) ilân edilen cihada, Hicaz sahilleri Ingiltere tarafından abluka edi­ lerek, ahalinin aç kalacağı bahanesi ile, alenen iştirak etmeyip, yalnız Medine 'den Peygambe­ rin sancağını göndermekle iktifa etmiştir. Şarkî arap âlemini yokladığı vakit, zâten Osmanlı devletinin Balkan harbi ile meşgul olma­ sından istifade ederek, 19x3 ’te al-Hasa *yı İşgal etmiş bulunan îbn Sa'üd ( 'Abd a l-'A ziz) ile îdrisi, Husayn ’in tuttuğu yolu tasvip etmişler­ dir. İdrisİ ( nisan 1915 ) ve îbn Sa'üd ( kânun I. 19x5) Hindistan hükümeti ile birer ittifak muahedesi akdetmişlerdir. Bu muahedenin ak­ dinden bir az evvel, Kuvayt ’te îbn Sa'üd ( ‘Abd a l-'A ziz) İle, Kuvayt ve Muljammara şeyhleri başta olmak üzere, bir hayh küçük arap reis­ leri tarafından bir der bâr akdedilmiş ve bu içtimada îbn Sa'üd hararetli bir nutuk irâd ede­ rek, arap başlarını Ingiltere ile el birliğine davet etmiş ve bir az sonra Hindistan hükümeti ile akdettiği ittifak muahedesi ile ayda 5000 İngiliz lirası tahsisat almağa başlamıştır ve aynı gayret ile Şammar arazisine tecavüz etmiş ise de, îbn Raşid tarafından püskürtüîmîiştür ( bk. Fhilby, ayn. esr.). Fakat Şaımnar emîri İbn Raşid ve Yemen imamı Yahya osmanh-islâm dâvasına sonuna kadar bağlı kalmışlardır. Hattâ imam Y a h y a ’nın mücahitleri, Yemen 'de bulunan osmanlı kuvvetleri ile beraber, Aden ’de İngiliz himayesi topraklarına girerek, mütarekede osmaıılı kuvvetleri çekildikten sonra da orada kalmış ve ancak 1928 'de eski hududa çekilmiş­ tir. Bu esnada imam Yahya Ankara "da Büyük Millet Meclisine bir mektup göndererek (1921), bağlılığını te’yît etmiş ve bu rabıta ancak Lozan muahedesi ile kesilmiştir. Afrika cihetinde Sanusi ( Sayyid Ahmed al-Şarif ) Mısır ’a ve Darfür sultam ‘A li Dinar, Mısır Sudanı 'na karşı, fi’len cihada iştirâk etmişlerdir. Sanüsi kuvvet­ leri teşrin I. 1915 ’te Mısır topraklarına tecavüz ederek, mart 1916 'ya kadar oralarda tutunmuş­ tur. Müahbaren, o sene ortalarında, kıyam eden Hicaz kuvvetlerinde hizmet alan eski osmanlı zabitlerinden Ca'far al-'Askari (P aşa) bu çar­ pışmalarda ingilizlerin eline esir düşmüştür.



Şerif Husayn ’in yoklamalarının en ziyade dikkate şâyâa olan ciheti, Suriye ile temasları­ dır. Burada kıyam teşebbüsü, asırlardan beri arap âleminde bir takım serkerdelerin şahsî saltanat kurmağa kalkışmaları mahiyetinden sıyrılıp, ilk defa olarak, milliyetçi bîr mahiyet kesbetmıştir. Kânun II. 1915 ’te merkezi Şam ’da bulunan gizli al-Fatât [ bk. SURİYE ] cemiyeti Mekke ’ye bir adam ( Favzı al-Bekri) gönderip, Suriye ve Irak ileri gelenlerinin, osmanlı ordu­ sundaki ıraklı ve Suriyeli zabitler ile beraber, arap istiklâli uğrunda kıyama hazırlandıklarını haber vererek, şerif Husayn ’in bu hareketin başına geçmesini istemişlerdir. Husayn bu istif­ sara açık cevap vermemiş, fakat bir az sonra üçüncü oğlu Faysal, İstanbul ’a giderken, Şam ’a uğrayıp (16 mart 1915 ), dört hafta kadar kal­ mıştır. Bu esnada başlıca sivillerden mürekkep al-Fatât ve ordudaki arap ırkından zabitler ara­ sında kurulmuş bulunan al-Ahd cemiyetlerine girerek, babasının ingilizİer île temasta bulun­ duğunu haber vermiştir. İstanbul 'dan dönüşün­ de tekrar Şam 'a uğrayarak (23 mayıs), mezkûr cemiyetler tarafından, İngiltere ile elbirliği yap­ mak şartlarına dair, hazırlanmış bulunan bir protokolü alıp, Mekke ’ye vardığı vakit ( 20 ha­ ziran ), babasma vermiştir. Bu protokolün başlıca şartları: şimalde Mer­ sin ve Adana ’dan 370 arz dairesine ulaşıp, Birecik-Urfa-Mardin-Midyat-Cezîre (İbn 'Omar) ve Amadiye ’den geçerek, Iran hududuna varan bir hat î şarkta İran hududu ile Basra ve 'Oman körfezleri; garpta Akdeniz ve Kızı ideniz ve cenupta ( Aden ’de İngiliz himaye mmtakası müstesna) Hind okyanusu hudutları içinde arap istiklâlinin kabul ve te’yit edilmesi; kapitülâsyonların ilgası; kurulacak müstakil arap devleti ile İngiltere arasında tedafü’ı itti­ fak ; İngiltere ’ye İktisadî rüchan ( G. Antonius, ayn. esr., s. 157 v.d., müteveffa kıral Faysal tarafından müellife verilmiş olan arapça metnin tercümesinden ). Bunun üzerine şerif Husayn, Kahire ’de İn­ giltere yüksek komiseri Sir Henry McMalıon ’a (emîr ‘Abd Allah tarafından Ston*3 ’a gönderilen 14 temmuz 1915 tarihli bir mektup içinde) imzasız bir nevi nota göndererek, İngiltere ile iş birliğine girişmek için mezkûr protokol şart­ ları, hilâfetin kendi tarafından deruhde edilmesi ve 15 sene müddetle bir mütekabil yardım muahedesi yapılması hususuna dair, 30 gün zarfında müsbet veya menfi bir cevap verilme­ sini istemiştir. McMahon tarafından, harp de­ vam ederken hudut meselesini' ele almanın sırası olmadığı, bahis mevzuu yerlerden bir kıs­ mında halkın şimdi ingilizlere değil alınanlara yardım etmekte bulunduğu ileri sürülerek, yal-



ARABİSTAN (TARİH). .



. '



m



mz müphem bir surette arap istiklâline ve McMahon cevabında (31 kânun II. 1916 ), Bagdad kendisinin hilâfet emellerine müsait bir cevap vilâyeti hakkmdaki kararın düşmanın mağlûbi­ (3 ° ağustos tarihli) verilmesinden münfaii yetinden sonra verileceğini, garbî Suriye hak­ olan Husayn, ikinci notasında (9 e y lü l) hilâ­ kmdaki kararın ileriye bırakılmasına teşekkür fetten başlıca mesele imiş gibi bahsolunma- etmekle beraber, harptan sonra ingiliz-fransız smın yersiz ve asıl meselenin hudut mese­ münasebetlerinin daha sıkı olacağım ( yani bu­ lem olduğuna ihtar ettikten sonra, İngiltere raları hakkında fazla ümit beslemeğe mahâî yüksek komiserinin îma ettiği yerlerdeki halkın olmadığını) ihtar ettikten sonra, Sanüst ’nin bu müzakerelerin neticesini beklediğini temin »düşman entrikalarına uyarak" İngiltere aley­ etmiş ve »hilâfete gelince, ona Allah rahmet hine harekete geçtiğini haber vermiştir. eylesin ve bu ziyadan dolayı müslümanlara sa­ Bn suretle pazarlık bitirildikten sonra, Fhilby bır versin" ( G . Antonius, ayn. esr., s, 168 ve ( ayn. esr., s. 245) ’nin hikâye ettiğine göre, nota metni, fl. 416) fıkrası île, hilâfetin olmuş »İngiltere tarafından araplann ağızlarını sulan­ bir müessese olduğu hakkmdaki kanaatini ağ­ dıran bir para yardımı" ile isyan hazırlıklarına hararetle devam edilmiştir. Husayn ’ih tarafından zından kaçırmıştır. G. Antenîus 'un anlattığına göre ( ayn. esr., s. Hicaz ’daki kıyamı ile beraber, müttefikler tara­ 169), Gdfebolu 'da dÖğüşea osmanlı ordusu za­ fından da İskenderun 'a asker çıkarılarak, Suriye bitlerinden ve' al-Ahd cemiyeti âzasından ıraklı 'deki osmanlı ordusunun iki ateş arasına alınma­ Muhammed Şarif al-Fârüki, bu sırada İngiliz sı zemininde ileri sürülen teklif tatbik edileme­ cephesine kaçarak, ehemmiyetli İfşaatta bulu­ miş ve nihayet $ haziranda ( garip bir tesadüf nacağından bahisle, Kahire ’ye gönderilmesini eseri olarak, Kitchener 'İn öldüğü gün ) Husayn istemiş ve orada ( teşrin I, 1915 ) arap hareke­ 'in oğullarından 'A li ve Faysal, bir mıkdar ka­ tinin şumûl ve kuvvetine dair verdiği mâlû mat­ bile mücahidi ile, Medine civarında, Hamza ’nin tan sonra, şerif Husayn ’in tekliflerine daha mezarında Mekke emîri namına arap istiklâlini ziyade ehemmiyet verilmeğe başlanmıştır. Bu­ ilân ettikten sonra, buradaki kuvvetli osmanlı nun üzerine esas hakkında müzakereye yanaşan garnizonunun civarından savuşmuşlar ve ancak McMahon, 24 teşrin I. tarihli cevabında, Mer­ beş gün sonra Mekke ’de kışlalara hücum su­ sin ve İskenderun mmtakaları İle Halep, Hama, retiyle, İsyan hareketine fi’len başlamışlardır. Hum s ve Şam hattının garbında kalan yerlerin Aynı zamanda İngiliz harp gemileri Cidde’yi tamam iyle arap memleketi sayılamayacağını, topa tutmuşlar ve Mekke 'den ipıdat alamayan fakat bu ki3inıîann dışında kalan yerlerde arap şehir teslim olmağa mecbur kalmıştır (16 ha­ İstiklâlinin, transız menfaatlerine dokunmamak ziran ). Mekke garnizonunun bir* kısmı, yaz şartı ile, temin olunacağını, ancak İrak ’a, İn­ mevsimini geçirmek üzere, vâii İle beraber, giltere ’nin menfaatleri dolay isiyle, hususî bir Tö’i f ’e gitmiş bulunduğundan, kışlada kalan idare şekli verilmesi lâzım geleceğini bildirmiş­ askerin mukavemeti ancak 9 temmuza kadar tir. Husayn, 5 teşrin H. notası ile, Adana ’nın devam edebilmiş ve Tâ5i î ’te bulunan vâîi Gâlib istisnasını kabul, fakat İskenderun ile garbî Paşa da 21 eylülde eraîr 'A bd Allah kumanda­ Suriye ’nin tamamiyle bir arap memleketi oldu­ sındaki âsî kuvvetlere teslim olmuş ise de, ğu hususunda İsrar etmiş ve Irak’a, harpten Fahreddin Paşa kumandasındaki Medine garni­ sonra, ancak muvakkat bir işgale muvafakat zonu mütarekeye (1918) kadar dayanmıştır. edebileceğini söylemiştir. McMahon (13 kânun Şimale doğru ilerleyen âsî kuvvetlerin başına I.) garbî Suriye hakkında, yalnız tamamiyle emîr Fay şal geçmiş, fakat osmanlı ordusunun arap memleketi olmadığından değil, fransız men­ eski zabitlerinden mısırlı ‘AH 'Aziz ve muahfaatleri dolayısiyle de, ihtirazı kaydı ipka şeklin­ haren Ca'far al-'Askari erkân-ı harbiye reisliği de müphem bir cevap vermiş ve bir hâlis niyet vazifesini görmüşlerdir. Başlangıçta Yanbü' ’da nişanesi olarak, 20.000 İngiliz lirası göndermiş­ mağlubiyete uğrayan Faysal ’ı denizden İngiliz tir, Husayn, 1 kânun H. 1916 tarihli cevabında, harp gemilerinin yardımı kurtararak, osmanlı yukarıda zikri geçen Farüijâ *den haber aldığın­ kuvvetleri' Medine 'ye çekilmiş ve arap kıyamın­ dan ve onun McMahon ile görüşmüş olduğun­ da oynadığı role efsanevî bîr mahiyet atf­ dan dolayı, memnuniyetini söyledikten sonra, edilen T. E. Lawrence, bu aralık F a y sa l’m ingiliz-fransız münasebetlerini ihlâl etmemek yanına gelerek, Hicaz demir yolunu tahrip için, garbî Suriye hakkıudaki kararı ileriye etmek, köprüleri ve katarlan dinamitle atmak bıraktığın!, fakat hiç bir vakit bir karış toprak gibi, çete hareketlerini idare etmeğe başlamış­ • bîle terkedilemeyeceğini ilâve ederek, uyuşmak tır. 2 teşrin H. 1916 'da şerif Husayn kendisin: yoluna yatmış ve Irak'm işgâhne muvafakat »arap memleketleri kıralı" ilân etmiş, fakat fedakârlığına mukabil, nakdî tâvizin takdirim, İngiltere ve müttefikleri tarafından -yalnız Jngfltere ’uin şeref ve mafatı^a havale etjıiştir. »Hicaz k ^ h " olarak tanınmıştır (3 kânun II,



Arabistan (tarİh ).



496 »



— «



.................. — i-------- -—



19*7). Sahil boyunca ilerleyen şerif Husayn kuvvetleri, dâima İngiliz donanmasının yardımı ile, al-Vaeh (25 kânun II. 1917) ve ‘Aîçaba (6 temmuz 1917 ) ’yi işgal ederek, Filistin ’e yaklaşmakta bulunan İngiliz kuvvetlerinin sağ cenahına erişmişlerdir. 9 kânun I. 1917 'de Ku­ düs ’e giren Allenby, bu arap kuvvetlerinin yardımına güvenerek, ‘Amman '1 almağa teşeb­ büs etmiş ise de, kânun II. 1918 ‘de o tarafa sevkettiği kuvvetler Vadi al-Şari'a ’mn gar­ bına dönmeğe mecbur kalmışlardır. Şerif Husayn kuvvetleri, İngiliz ordusunun arkasından, Kudüs ’e doğru ilerlediği sırada, Filistin *de bir yahudi yurdu kurulacağına dair, Balfour beyannâmesi neşrolunmuş (2 teşrin II. 1917) ve gene bu esnada Rusya ’da hükümeti ele alan bolşevikler, çarlık hâriciyesinde bul­ dukları gizli vesikalar arasında Osmanlı impa­ ratorluğunun ve bilhassa Suriye ve Irak'm paylaşılmasına dair, 16 mart 1916 'da İngiltere ve Fransa arasında yapılarak, sonradan Rusya ve İtalya tarafından da iştirak edilmiş bulunan Sylces-Pİcot İtilâfım neşre finişlerdir. Bunun üze­ rine henüz 4. ordu kumandanı sıfatîyle Suriye 'de bulunmakta olan bahriye nazırı Cemal Paşa tarafından emîr Faysal ’a ve Ga'far al-‘Askari ye birer mektup ( 26 teşrin II.) gönderilerek, istik­ lâl sevdası He kıyam etmiş bulunan arapîarm nasıl aldatılmış bulunduklarının bu suretle meydana çıktığından bahisle, arap vilâyetlerine tam muhtariyet verilmek şartı ile, ayrı bir sulh akdedilmesine dair, yapılan teklifi reddeden şerif Husayn, İngiltere 'nin Kahire *de yük­ sek komiseri Sir Regİnald Wingate tarafından bu haberlerin bir turk entrikası olduğuna dair verilen teminat ve İngiltere hariciye nazırı Balfour 'un o vasıta ile gönderdiği dolambaçlı bîr tefgraf ile sükûnet bulmuştur, Balfour be­ yannâmesinde «Filistin ’de arapîarm m e d e n î ve ri i n î hürriyetletleri ile te lif edilebilecek bir y a h u d i y u r d u kurulacağından" bahsedilmiş olmasını kâfi görmeyerek, bu kayıtlar yerine «arapîarm s i y a s î ve İ k t i s a d î " hukukları­ nın mahfuz kalacağının tasrih edilmesi hususun­ daki müracaatı da, Kahire yüksek komiserliği arap şubesi reisi mâruf müsteşrik Hogarth Cidde'ye gönderilerek (kânun II. 1918), senet ittihaz edilemeyecek şifahî teminat ve müphem bir nota il© savuşturulmuştur.



1914—1918 harbinin sonunda Arabistan yarım adasında, müstakil devlet olarak, Hicaz ktraliığı, bunun şarkında Need ve mülhakatı emir­ liği, şimalî Necd ’de Şammar emirliği ve Hi­ caz ’ın cenubunda 'Asir ve Yemen imamlıkları ile yarım adanın cenup ve garp sahilleri bo­ yunca, s u l t a n , e m î r , i m a m , ş e y h ve mu k a d da m gibi, türlü türlü unvanlı yerli



— — ‘ulûm al-dîn, Kahire, 1279, IV, 10, 7 ). Müstakbel edebî inkişafın tohumlan, daha kadîm devirlerde seve seve uğraşılan hi­ tabet san’atmda da mevcuttu ( krş. Goldziher, WZKM, VI, 9 7 -10 2 ). Fakat arap nesrini en iyi inkişaf ettiren şey, şamar ’de, yâni saray­ larda ve bedevî konak yerlerinde yapılan gece sohbetlerinde, pek rağbette olan hikâyeler olmuştur. Ayyâm alJ arab [ b. bk. ] { krş. E. Mittwoch, Proelia arabam paganorum, A jjâ m al- A r ab, yuomodo litteris tradita sint, Berlin, 1899) 'da olduğu gibi, alelade baskınlardan tutunuz da cihan tarihi bakımından pek mühim olanlarına varıncaya kadar, kabilenin bütün gazveleri, bir çok tahrifata uğrayarak ( msl. Zenobia ’nm ölümü; krş. Redhouse, J R A S , XIX, 583— 597 ; bir de Hişâm b. Mahammed al-Kalbi ve İbn al-Cavzî, Kitâb al-azkiya, s. 124— 129 ), bu hikâyelerin başlıca mevzularını teşkil ederdi. Bundan başka, Huzayl, nr. 99, 20 ’de adları geçen Munahhal ile Ra^râşi gibi, meş­ hur âşıklara dâir hikâyeler seve seve anlatılır­



dı, Fakat y a b a n c ı m e v z u l a r a da sarılır­ lardı : baba île oğul ( Hîldebrand ve Hadubrand î 'A nır b. Ma'dikarib ve oğlu H uzaz; al-Çâli, A m ali, III, 153) arasındaki mücadele gibi, kah­ ramanlığa âit beynelmilel efsâneler; sihirli ağaç masalı gibi, aşka dâir hikâyeler ( Câhiz, göst. yer., VI, 51 v.d.; bu masalın muahhar şekli için krş. İbn al-Gavzi, göst. yer., s. 83, 1 v, dd. ve A l f Layla , nşr. Habieht ve Fleischer, XI, 151 v. dd.; Brockelmann, Studien zur vergi, Literaiargesch., VIII, 237 v.d,), Moiros-Şarik’İn kefaleti hikâyesi ( A ğ an ı , z. tab., XIX, 87 ; krş. A l f Layla , Kahire, 1306, II, 2o6v.dd., daha yeni şekli ) gibi, rum hikâyeleri; eshab-i kehften bahseden eski hırîstiyan efsaneleri (al-İÇâli, göst, yer., I, 61 v.d.; krş. M S O S , IV, 228; de Goeje, Versl. en Mededeel. d. Koninkl, A k . van Wetensch., A fd , Lett,, 4. ser,, III, Amsterdam, 1900, s. 9— 33 ) ve Peygamberin dindarâne hikâyelerine nazîre olmak üzere, mekkeli Nazr b. Haris ’in İran kahramanlık menkıbeleri. Tarafdarlarım kadîm bedevi ideallerinden ayırmakta muvaffak olan ve onların hayatına yeni bir istikamet veren Peygamber, yeni bir edebî şekil de vücuda getirmiştir. İlâhî bir kaynaktan çıktığı ve binnetice taklidi imkânsız olduğu cihetle, bu şekil, muahhar edebî inkişafa ancak dolay isiyle tesirde bulunmuştur (krş, Goldziher, Z D M G , XXIX, 640, XXXII, 383; Thorbecke, ayn. esr,, XXXI, 176; Goldziher, Muh. S t a d II, 403, al-Ma'arri ’nin nazîresİ hakkında). Kur’an ’ın tarzı da, tam mânası ile, yeni değildi. İlk vahiylerin, serbest ve akıcı bir ahenge mâlik olan, seci’Ii kısa âyetleri, kadîm kâhinlerin seci'îerîne benzese gerektir. Bu âyet­ lerin muhtevalarını teşkil eden ruhun selâ­ meti ve beşeriyetin halâsı için, nefsin derunî mücadelesi keyfiyeti ise, Arabistan’ın ö zama­ na kadar hiç bilmediği bir şeydi. Fakat vecdin yerine daha sâkin bir tefekkür geçtiği ve Pey­ gamber kıssalar ile mekkelilerin alâkasını ceîbetmeğe çalıştığı ve vahiy sâdece bir kanun ve düstûr şeklini aldığı zamanda bile, Kur’an lisanı yine arapları hayran etmekte idi. Kur’an, şiir üzerinde hiç bir tesirde bulun­ mamıştır. Bilakis Kur’an ’da, sâmitlerin imlâ­ sında bile kendisini gösteren ve muahhar bü­ tün edebiyat için esas addedilen, bir çok lehçe hususiyetleri vardır ki, bunları hususiyle hare­ kelenme bakımından, vaktiyle her keşçe mutlak bir surette örnek tutulmuş olan şiir lisanına, bir dereceye kadar, intibak ettirmek zarurî olmuştur. Her ne kadar Peygamber, haklı ola­ rak, şairleri, ortadan kaldırmak istediği bir ha­ yat idealinin, başlıca mümessilleri addetmiş ise de, onların ehemmiyet ve nüfuzunu, bir' dere­ ceye kadar, tanımağa mecbur olmuş ve binne-



Â& a b Is t a n ( e d e b İy a t



).



s»?



tice şairleri kendi gayesine hadim kılmağa akisler uyandırdı. Ah^al, Carir, Farazdalf ve çalışmıştır; gözde şairi, Hassan b. Sabit [ b. bk.] onların yanında, ikinci dereceden, bir çok şairler, Peygamberin müddealannt bedevilere karşı, hicivleri ile, ihtirasları tahrik ediyorlar, bir ta­ onların lisanı ile, müdafaa etmiştir. Fakat mu­ raftan da h a l k ü z e r i n d e k i n ü f u z l a r ı asırları arasında şiirin en yüksek mümessilleri ile, iktidar mevkiinde bulunanlara faydalı olu­ olan A‘şü ve Zuhayr in oğlu Ka‘b de, biri yorlardı : Carir, vali Haccac ’a, Ahtal de Hıris­ kendi isteği ile ve diğeri zorla, san’atlarını onun tiyanlığım kusur saymayan Emevîlere hizmet emrinde kullanır oldular. ediyordu. Suriye ’de de eski deve şiirinin son Peygamberin şiiri hoş görmemesi yavaş yavaş mümessili Zu ’l-Rumma yaşıyordu. Bu şair, deve raü’mmlerine de sirayet ve onun ümmetine şiirini basma kalıp bir hâle getirmişti. Buna gösterdiği yeni hedefler, umumun zihnini o mümasil temayülde bulunanlar Abü Nacm ve kadar meşgul etmiştir ki, İlk halifeler zamanın­ ‘Accâc ile oğlu Ru’ba idi. Bunlar, o vakte kadar da şairler devlet ricali arasında yer bulamaz, ancak ufak mevzularda kullanılmış olan recez ’i oldular. Tufeyli bir hicviyeci olan Hutay'a kasideye tatbik ettiler ve, bu veznin sadeliğini onlara itibar kazandı ram adı. Fakat bedeviler telâfi için, en gayr-ı menus kelimeleri gülünç nazım ve nesir zevkinden vaz geçmediler. Keza bir surette kullanarak, lisanda büyük bir tasan­ arapîarm büyük muhaceret ve istilâsı, bizzat nu gösterdiler. macera sahiplerinin ağzından söylenmiş neşideEmevî sarayında yeni aşk şiiri, ancak bu ha­ îer şeklinde, bir nevi destan vücuda getirmiş nedanın inhitat devrinde peyda oldu. Valid b. olsa gerektir ( bk. Wellhau$en, Skizzen and ‘Abd al-Malik zamanında Şam ’da, yemenli VazVorarbeiten, VI, 49 ). zâh Ravza ’ye ve halifenin zevcesine dâir, so­ E m e v î 1e r zamanında, diııî vecd yavaş ya­ nunda kendi hayatına mâl olan, şiirler ( bu mevaş sükunet bulduktan ve arap eşrafı, halifelere yanda yeni şiirin karakteristik bir nümûnesi olan bakarak, cahiliyet âdetlerine döndükten sonra, manzum dialog şeklî; bk. Ağanî, VI, 35 ) yaz­ ş i i r de eski i t i b a r ı n ı kazanmıştır. Bizzat mıştır. Bilâhare halife olan Valid II, aynı üs­ ana vatanda münevver olarak, ancak Emevîle- lûpta, baldızı Salma hakkında şiir yazmıştır; rin sönük bir vaziyete düştüğü Mekke ’nin eski fakat aşk şiirinden fazla kendisinin içki arkadaşı aileler ile başlarındaki halifeleri gâsıp ve şeriat olan ibâdîlerden al-Şâsim b. al-Tufayl vasıtası düşmanı addeden Medine ’nin koyu dindarlan ile, şiirlerini tanıdığı ‘Adi b. Zayd ’in tarzında kalmıştı. Fakat bu ikî zümre de zamanın tesi­ içkiye dâir şiirler kaleme almıştır. rine mâruz kaldılar. Fütuhatın eski ailelere A b b â s î i e r araplığm parlak devrine ni­ getirmiş olduğu büyük servetler, Peygamber­ hayet verdikten ve bütün kültür ve medeni­ den evvel oldukça zengin olmalarına rağmen, yeti Irak şehirlerinde topladıktan sonra, çöl, sâde yaşayan mekkelilerirı âdetlerini bile değiş­ yine eski bedevi hayatına döndü ve y e n i ş i ­ tirdi. Zevk ve sefahat hayatı, asıl Arabistan 'da i r d e h â k i m v e ş ü m u l l ü bir mahiyet aldı. bile yeni bir aşk şiiri meydana getirmiştir kî, Yeni hanedanın tahta geçmesini temin eden ve bunun başlıca mümessilleri mekkeli ‘Omar b, iktidarı uzun müddet elde bulunduran ir a n lı­ Abi Rabi‘a, Haris b. yâlid ( her ikisi Mahzüm lar, eski bedevî şiirinden hiç zevk almıyor ve kabilesinden ), *Abd AUâh b. Kays al-Rukayyât buna mukabil a ş k i l e ş a r a b ı n t e b c i l edil­ ve emevî ‘Abd AUâh b. ‘Omar aI-‘Arci idi. mesinden hoşlanıyorlardı. İslâmiyet, arap ça­ Hattâ bu san’at dindar Medine 'de dahi rağbet nın daha asırlarca hâkimiyetini temin etmiş bulmuştur; gayr-t memnun bir çok eski ricâiîn bulunduğundan, farisî, bedevîlik nufuzunu sars­ makam olan bu şehir, hayatın zerafeii husu­ mağa muktedir olamıyor ve ancak lâtife kabi­ sunda, Mekke ’den geri kalmıyordu. Mekke ’de linden arapça şiirlere, arasıra, bâzı farisî keli­ ‘Abd al-Hakam al-Cumalji 70 (689) senesine meler veya tek-tük mısralar karıştırılabiIİyordu doğru, içinde oyun oynanan ve şiir okunan bir ( bk. al-Câhiz, Bayan, Kahire, 1313, I, 61). Fa­ mahfe! açmıştır ( Ağâni, IV, 52), Burada Ah- kat abbâsî medeniyetinin en parlak zamanında, vaş aşk şiirleri yazmış ve irantı Yûnus da, İ r a n i n c e l i k v e z a r a f e t i , hayata ve yeni makamlarda, musikîyi ince hislere uydur­ şiire hâkim oldu. Şiirde Valid tarzı, Muti' b. muştur. Yeni san’at, halk kütlesine de nufuz îySs tarafından, Manşür 'un sarayına idhal edil­ etti ve bedeviler arasında Kays b. Zarih, miştir. Bu tarz İran edebiyatından alınmış olan Macnün ve Camii bu yolda kendilerini gös­ muhavereyi ( tenzone) aşk şiirine sokan aslen terdiler, horasanlı ‘Abbas b. al-Ahnaf ve bilhassa, bir Suriye ve Irak, uzun bir müddet bu hafiflik­ iranh kadının oğlu ve arap lisanının en büyük lerden uzak kaldı. Buralarda, yeni teessüs eden şairi Abü Nuvâs sayesinde, kemâl derecesine mamurelerde yer ve mevki kavgaları eski ka­ varmıştır (bk. Brockelmann, Melangcs Hartv/ig bile husumetlerini alevlendirip, şiirde yeniden Derenbourg, Paris, 1909, s. 231). — Yaşamak



S2Ö



ARABİSTAN (EDEBİYAT).



hazzmın bir çok şairleri, Abu Nuvas ’ın tarzı­ nı asırlarca taklit etmişlerdir. Bunlar — plâstik saa’ata da hâkim olan — bu iranî hayat ve sanat idealini, merkezî hükümetin sukutundan sonra da, Horasan ’dan İspanya ‘ya kadar bütün hükümdar ve emirlerin saraylarında temsil et­ mişlerdir. Fakat hâlis arap şiirinin eski idealleri henüz oİmemişti ve göreceğimiz gibi, arap filolojisini tesis eden yabancılar, aynı zamanda a r a p ş i i r i n i n i h y a s ı n a sebep olmuşlardır. E s ­ k i l e r i n , yalnız lisanda değil, şiirde de e m ­ s a l s i z Ö r n e k l e r diye çok methedilmiş ve eserlerinin İlmî olarak tahlillerine çalışılmış ol­ ması, bunların taklit olunmasına sebebiyet ver­ miştir. Eski bedevî şairlerin katı üslûbu ile istihza eden Abu Nuvâs bile, methiye ve av manzumelerinde onların tesirinden kurtulama­ mıştır. Eskileri İlmî tetkik mevzuu yapan Abbasî emîri ibn al-Mu‘tazz *m eserlerinde ve f a y ’ kabilesinden Abü Tammam ve şakirdi Bnhturi ’ninkilerde bu tesir daha barizdir (krş. ‘İkd, Kahire, 1305, I, 108, 109 haşiyesinde Huşri ’nin Zahr al-ddâb ’mda Abü Tammam ’m şiire âit verdiği malûmat). Lisanı tasarmûlu ve çok teşbiblİ olmakla, okuyucuların zevklerini rencide eden Sayf al-Davla ’nin kasidecisi Mutanabbi dahi, eskilerin izlerinde yürür. Zamanındaki mü­ nekkitlerin şiddetli bir tenkidine mâruz kalmış olmakla beraber ( krş. K i tâb al-şina atayn, İstanbul, 1320, s. 119, 4, aşağıdan itibaren ‘A ş­ ka ri ’nin sert hükmü), kendisinden sonra ge­ len nesiller, Mutanabbi ’ye son büyük şair nazarı ile bakmışlardır; dîvânı da hâlâ bugün, ‘Ömân gibi uzak yerlerde bile, rağbettedir ( bk. Reinhardt, Ein arak. Dialeki gespr, in O man and Zanzibar., Berlin, 1894, s. XIII ). Belki mu­ asırı emîr Abü Firâs, şahsiyetini gösteren bir kaç şiiri ile, bizim daha hoşumuza gider; bu­ nunla beraber, başlıca mevzuları itibariyle, Mu­ tanabbi ‘nia dunundadır ; esasen Mutanabbi ’nin bir çok mukallitleri, onun derecesine hiç bir vakit varamamışlardır ( krş. Goldziher, Abhandl. zar arab. Philologie, I, 122— 174). San*atta e s k i l e r i n y o l u n d a n yürü­ yenler, y e n i b i r t a r z meydana getirdiler. Cahiliyet devrinde kahramanlık hikâyeleri, ha­ kikaten ince ve nükteli bir nesir ile anlatıl­ makta iken, mersiye ve methiyeden bir nevi m a n z u m d e s t a n husule geldi. Huzaymı [ bu isim muhtelif şekillerde zaptedilmektedir; bk. O. Reşer, A b r iss ., II, 37, not. 3 j, 197 ( 812 ) ’de Bagdad 'da zuhur eden acıklı vak’aları, uzun bir kaside ile, hikâye etmiştir (*Jabari, IH, 873™ 880 ) 5 İbn aI-Mu‘tazz kahramanlığa dâir bir man­ zumede, amcası Mu't&zid ’in, emîr ve hükümdar sıfatı ile, yaptığı gazaları methetmiştir (nşr.



Lang, Z D M G , XL, 563 v.dd. ; XLI, 232 v.dd.). Fakat, bu başlangıçlar semere vermemiş ve inkişaf etmemiştir. İbn ‘Abdün un Bani Aftas *m [ bu aile 418— 487 — 1027— 1044 ’e kadar Batalyos ( Badajoz ) ’ta hüküm sürmüştür ] su­ kutuna dâir meşhur manzumesinde, cenubî Ara­ bistan kasidelerinde olduğu gibi, yalnız telmih­ ler vardır. Bu manzume, İspanya ’da Hazmedil­ miş ve kısm~ı âzami kaybolmuş olan bu nevi­ den diğer eserler, meselâ bu memleketin tarihi­ ne dâir Tammam b. ‘Alkarna *nin eseri, Yahya b. Hakam ve Abü Tâlib ’in eserleri (Schack, Poesie und Kunst der A ra b e r in Spanien and Sizilien, H, 87 ), *Abd al-Raljmân b. Muhammed *İn kahra­ manlık vak'aları, İbn ‘Abd Rabbihi ’nin basit ve­ zinli manzumesine müşabih ( ‘Ikd, II, 288— 303) kafiyeli tarihlerden başka bir şey olmasa gerek­ tir. Bunlarda recez vezni, diğer bir çok talimî eserlerde olduğu gibi, bir san’at kıymeti arzetmeyip, sâdece hafızaya bir yardımdan ibarettir. Pek çok zaman sonradır ki, yer yer dolaşarak şiir söylemeği san’at edinenler, eski arap hikâ­ yelerinden alınmış kahramanlık ve şövalyelik menkıbelerinin bir kısmını nazma çekmişlerdir. Nazmın diğer bir nev’i pek büyük bir ehem­ miyet kazanmıştır: bu nevi, kökleri yine kabIelislâm zamanlara varan, d i n î ş i i r l e r d i r . İlk halifeler ve Emevîler zamanında, dinî hissi­ yat şiire hâlâ cevaz vermiyordu; şi’î olan Kusayİr'Azza ve Kumayt'in şiirleri,dinî olmak­ tan ziyade, siyasî bir temayül arzeder. Lâkin Irak şehirlerinde medeniyetin İlerlemesi, bir çok yabancı, hususiyle iranî, fikirlerin ilk za­ manlarda hissî mevzulardan uzak bırakılmış olan miislüman münevverleri arasında yayıl­ masına yol açtı. 167 (783 ) de Mahdi zamanın­ da zındık diye idam edilmiş olan Salih b. ‘ Abd al-î>uddüs 'ta, dünyanın nûr ve zulmetten husu­ le geldiğine dâir olan iranî akîdeyi buluyoruz ( bk, Goldziher, Transact. o f ik e IX. in i congr.. o f orient.f H, 104— 122). Muasırı Başşar b. Burd şiirlerinde mecusî (mazdeizm) itikadına olan temayülünü, açıkça, itiraf eder. Fakat Abbâsîlerin dinî siyaseti, islâmiyeti zındıkane aki­ delere karşı himaye etmiştir; nitekim Abu ’l~*Atâhiya ’nin edebî hayatının ikinci devresinde halk dili ile yazdığı dinî mülâhazalarında itikat bakımından yegâne kusur, b e d b i n l i ğ i yü­ zünden, haşr ve neşre kâfi derecede ehemmiyet vermemesidir. Bu bedbinlik, Ma'arri ’nin olgun çağında yazdığı ve başlıca cazibesi lisanî tasannulardan ibaret olan, h a z â m mâ lam y a l zam adlı eserinin esasım da teşkil eder. T as a v v u f î şür ancak daha sonra meydana çık­ mıştır ; ‘Omar b, al-Fariz ’in bu sahada zikre değer bir selefi yoktur denilebilir ve onun açtığı çığır, bilâhare klâsik olmuştur.



ÂRABİSTÂN ( ED EBİYA T} .



S ûb y e d i a s ı r z a r f ı n d a , , s a n ’ at b a k ı mı n d a n , şiirde h iç b ir y e n i f i k i r znhûr etmiş değildir; şiir yazma, ancak sayısız badYiya ’ler vücuda getirmekten ibaret kal­ mıştır. Şairler, Ka'b fe. Zuhayr 'in Burda ’si ile onun muakkibi olan al-Büşiri’nin eserlerini ör­ nek tutarak, Peygambere naatlar yazmışlardır; bunları yazanların başlıca gayeleri de belagat ilminin tasvip etmediği tarzlardan kaçınmak için gayret sarf etmekten ibaret kalmıştır. Filvaki halk arasında türkü ve hikâye san’atı sönmemişti; fakat ekseriyetle münevverler bu gibi mevzulara tenezzül etmiyorlardı i nitekim İbn al-Agir ( al-Masal a ls a İr, Bulak, 1282, *s. 46, i ) Bagdad 'da ramazan gecelerinde sokak­ larda yapılan alaylarda, halk ağızı ile, söylenen şarkılardan ancak bilvesile behsediyor. Halk, tek kafiyeli kasideler yerine, kıt’alara ayrılmış daha ahenkli bir nazım şekli kabul etmiştir. İspanya 'da bu y e n i n a z ı m edebiyata da geçmiştir. Valenciya ’da *Amiri ’lerıa ( 41 z— 478 — xo2i— ıo85 ) saray şairi olup, 422 (1031) ’de vefat eden ‘Ubada b. Mâ’ al-Samâ1, o vakte kadar ancak halk arasında kullanılan iavşih yahut kıt’alardan mürekkep manzume tarzına sabit bir şekil vermiş ve bunu halk dilinden alarak, edebiyata mâl etmiştir. Fakat böyle kıt'a tarzındaki manzumeler için zarurî olan, serbest vezni kendisi de muhafaza etmiş ve binnetice bu san’at, aynı zamanda münhasıran eskilerin izinde yürümek itiyadında bulunan şiir dilinin dar kayıtlarından kurtulmuştur. Esas itibariyle muvaşşafı, eski nazımdan pek farklı değildi j halk mevzuu olan aşk şiirinden, nazmın diğer an’anevî mevzularına da derhâl geçildi ve dinî duygu ve düşünceler bile ekseriya nuroaşşafy şeklinde yazıldı. Bu yeni san'at, az zaman­ da, garptan şarka geçti ve şarkta Şalâh al-Din ’ın muasırı olan İbn Sana1 al-Mulk 'te ilk tanın­ mış mümessilini buldu. Fakat moğui fırtınasın­ dan sonra İslâm âlemi üzerine çöken fikrî yok­ sulluk içinde, bu san’at da tereddi etmiş ve muvaşşah, müptezel tâbirler içinde, manasız bir oyun hâline gelmiştir (bk. M. Hartmann, Das arabische Sirophengedicht ; I. Das Muvaşşalı,



Weimar, 1897 ), ‘Ubâda 'den bir asır sonra hem­ şehrisi İbn Çuzman [ b. bk,] h a l k l i s a n ı n ı , halka mahsus bir şekil olan zacal İle, edebiyata sokmağa teşebbüs etmiş ise de, belli başlı hiç kimse onu bu yolda takip etmemiştir. Ancak 500 sene sonra, 1098 (1687 ) de, mısırlı Yusuf al-Şirbini, vatandaşları hakkında bir hicviye olan H azz al-Jcuhâf 'unda yeniden halk dilini kullanmış ise de, Mısır 'da ciddî edebî mevzu­ larda halk dili kullanmak arzusu ancak XIX. asırda doğmuştur. Bu teşebbüsü yapan Muhammed b. *Ogmâa Calâl, millî değil, fransız mev­ kiim Amikiopediei



■ 5*9



zularmı ( Moliere ’in komedileri) intihap etmek hatasını işlemiştir ve bunları Mısır muhitine ustalık ile uydurduğu hâlde, halk arasında hiç bir akis uyandıramamıştır. San’atkârâne bir ifade vasıtası olmak bakı­ mından, n e s i r , şiire nisbetle, daha yavaş İn­ kişaf etmiştir. Hâlbuki, daha câhiliyet devrinde bile pek rağbette olan hitâbet san'atı, islamiyette, cuma günleri camilerde okunan Au£&a’nm tesisi ile, müsait imkânlar bulmuş oluyordu; meselâ Ziyâd ve HaccSc gibi Irak valileri­ nin vazifeye başlarken irad ettikleri hutbeler kabilinden olan bâzı parçalar, sonraki nesillere intikal edebilmiştir. İlk defa vaaz mecmualarım haricîlerde görüyoruz (bk. Wellhausen, Oppositionsparteîen, s. 53, not, 3 ). Mısrada 132 (749) *de Büşir ’de vefat eden 'Abd al-Hamîd al*Aş* gar [ b. bk.], araplarda risala denilen edebî mektup nev’ini tesis etmişti (Goldziher, Abh. z. arab. Philologie, I, 66, not. 4 ). Fakat tama­ men san’atkârâne mektup ve mev'iza yazmak tarzı Sayf al-DavIa 'nîn edebî mahfeli ile baş­ ladı, Halep'te, vâiz İbn Nubâta’den başka, bir de münşi Abü Bekr aî-Hv5rizmi vardı. Bu zat, seyahat düşkünü olduğundan, hiç bir şark hü­ kümdarının sarayında uzun müddet oturmamıştı. Hvârizmi risalelerinde, ekseriya, edebî mevzularla iktifa etmiş ise de, üslubu derhâl beğenile­ rek, resmî muhaberata da girmiştir. Rönesansın İtalyan devlet ricali gibi, Abbasî ve daha küçük devletler ricali de kuru resmî mevzulara bile zarif bir şekil vermek merakında idiler. Bu san'atm üstadları olarak,' Al-i Buy a 'den ’Izz alDav-Ia ’nin kâtibi İbrahim b. Hilâl ile Şalâh alDin ’in kâtibi ai-Kâzi ’l-Fâzil 'i gösterebiliriz. Fakat bn münşiyâne üslûp, kendiliğinden tereddi tehlikesine mâruzdu. Nitekim bu üslûp, 'Utbi ve al-Kâtib al-îşfahâni tarafından, Mahmüd Gaznavi ile Şalakı al-Din Eyyübi ’nin muvaffakiyetlerine dâir, yazılmış olan tarihî eserlere tatbik edilin­ ce, tereddî tehlikesi büsbütün artmıştır. Fakat araplarm ayık ve mâkûl kafası, iranlılarda ob­ jektif bir tarih yazmak kabiliyetini boğan bu zevk sapıklığından çabuk kurtuldu. Hvârizmi ’nin daha genç bir muasırı olan Ba­ di' al-Zamân âl-Hamazani, bu üslûba daha uy­ gun zemini, Câhiz ’in ( Bayhaki, nşr. Schwally, s. 623 v.d.) daha evvelden edebiyata soktuğu malşöme ( dilenci hitabesi) 'de bulmuştur ( bk. A, Mez, Abulkâsim, ein bağdader Sittenbild, Heidelberg, 1902, s. XXIII v.d.), Irak şehirle­ rinde, bilhassa Bagdad ‘da, görülen bârız İçtimaî müsavatsızlıklar, Roma imparatorluğunda olduğu gibi, sarayın ve zengin tâcirlerin kesesinden tufeyli geçinen pek kalabalık bir avam tabakası vücuda getirmişti. Halkın sinesinden çıkan bu tabakanın serseri şairleri, filologların vücuda



34



ttd



AfeAfeîSTAN ( fcDEBİYAt).



getirmiş olduğu kültürün bütün vasıtaları ile mücehhez olarak, macera ve zevk peşinde memleketin her tarafında serâzâd dolaşıyor* lardı. Hamazani, hayatta bizzat temsil ettiği bu tipi, edebiyat ile ebedileştirdi. Bir asır son­ ra IHtariri bu san'at şeklini yeniden ihya ede­ rek pek üstadâne bir surette İnkişaf ettirmiş­ tir. Sonradan gelenlerin beceriksiz ellerinde bu lâtif tarz mânâsız bir allâmeliği teşhir dereke­ sine indi. Fakat bu havaî edebiyat, halkın özlülüğe karşı olan açlığını tatmin etmiyordu. Halkın bu ihtiyacını tatmine, kuşşâş denilen, s o k a k h i k a y e c i l e r i yetişti; bunların ‘Om ar‘den sonra üçüncü nesilde mevcudiyetini Ibn Sa'd (V , 148, 3} kaydetmektedir. Bunların işi, Kur’an ’daki kıssaları ölçüsüz derecede tağyir edip, kabalaştırmaktı. Yemenlilere ve yahudilere âit bütün efsaneleri kendi fantezileri ile süsleyip güzelleştiren cenuplu iki arap, 'Ubayd b. Şarya ve Vahb b. Munabbih, halka böylece yeni yeni mevzular getirmiş oldular. Âlimler bu uydurma hikâyeleri uzun müddet hakir gördü­ ler ve ancak V. (XI.) asrın başlarında Kisâ'i ve Şa'labİ bunları bir kitap hâlinde topladı. îik Abbâsîîer devrinde, hayat ve şiir üzerinde Iran zevk ve ruhu hâkim olduğu vakit, araplar da p e h t e v î e d e b i y a t ı n ı n m i r a s ı n d a n istifade edebildiler. îranlı Rözbih, müslüman adı ile 'Abd Allah b. al-Mujçaffa', Hudây-name ‘yi tercüme etmiştir; şüphesiz son Yezdegird za­ manında tanzim ve müteaddit ahlâkî mülâha­ zalar İje tezyin edilmiş olan bu İran tarihî, Firdevsî nİn Şüh-name ‘sine esas teşkil eder. Bu eser, buna benzeyen diğer eserler ile bera­ ber [ bk. G. Rİchter, Arabisch, Fürstenspiegel, (Leipzig, *932)], „Naşiha al-muîük" diye, bilâ­ hare büyük bir inkişafa mazhar olan siyasî edebiyatın esa3i oldu. Aynı zatın hindu hü­ kümdarları için yazılmış oîan Pançatantra ’yı Kaliîa va Dimna adı ile tercüme etmesi, bu hususta daha ziyade müessir oldu; bu eseri budîlİğe âit Barlaam ve Joasaf [ bk. F. Hommel, Die alteste arabiscke Versîon, Wıen, 1887 ] hikâyesi ile yedi vezirler hikâyesi takip etti. Bu yeni mevzular, bîr müddet edebiyatta, ya­ bancı unsurlara karşı, haddinden fazla bir rağ­ bete sebep oldu. İslâmiyet! kabullerine rağmen, arap ülkesinde, uzun zaman hor görülmüş oîan ârâmîler, iranîler ve ispanyollar, o vakitten itibaren, eski garbı Asya medenî milletlerinin fikrî mahsûllerini arap lar mkî ile mukayese etmek suretiyle, kendilerini hakir görenlerden fikir sahasında dahi intikam alabileceklerine hükmettiler. Fakat bu şuübiya [ arapiardan başka muhtelif milletlere mensup olup, milliyet gayreti güdenler ] ’nin gayretleri ( krş. Goldzi-



her, Muh. Studien, I, 147— 208; ZDMG, LIII, 60i v,dd.), Kur'an sayesinde kutsileşmiş olan, arapçanm mevkiini sarsmağa muvaffak olama­ dı ; bunların edebî eserleri ekseriya zındıklık ile karışmış olduğundan, devlet tarafından, si­ yasî sebeplerden dolayı, fena karşılandı. O zamanlar, bir taraftan h i n d - i r a n î h i k me t , k a d î m ş i i r i l e b e d e v i m a ­ s a l l a r ı n a karışır iken, bir taraftan da, o devirde arapiarın öğrenmeğe başladıkları y u ­ n an e d e b i y a t ı n ı n f e l s e f î r u h u , y e n i b i r e d e b î n e v ’ i n ( adab) teşek­ külüne sâik oldu. Bu nev’in gayesi, münevver­ lere hakimane bir Ömür sürmek için lüzumlu bilgileri, hoşa gidecek bir şekilde, öğretmek idi. Bu edebiyatın hakikî mübdiİ Gah i? olmuş­ tur. Onun meşgul olduğu mevzu sahası, bugün bile bize fevkalâde geniş görünüyor. Bu zat, yalnız şuübiya ye karşı arap belâgatini mü­ dafaa etmekle kalmadı, aynı hazz ile, yabanet kavimi erin hususiyetlerini ve şehirlerin İçtimaî ve İktisadî teşkilâtının kötülüklerini tasvir etti. Yazılarında bir sistem endişesi görülmeyen Câhiz ‘in başlıca eseri olan Kitâb al-kayavân, arap, yunan ve İran menkuîâtınm bir halitasıdır; bu eserdeki şahsî mülâhazaları, mevzulara olan candan alâkasına şahittir. Bunun ve Ibn al-Mukaffa' ‘m eserlerinden, nisbeten daha genç muasırları olan tbn IÇutayba, bol bol istifade etmiştir. Bu zat kâtipleri ( kuttab ki, bunlara bilâhare münşi denilmiştir), meslekleri için lü­ zumlu edebî ve tarihî malûmat ile teçhiz etmeği kendine iş edinmişti ve bu yüzden, medrese­ lerde okunan adab ‘in mübdii oldu. Başlıca eseri on kitaptan ibaret ‘ Uyun al~ahbar *1 olup, ken­ di ifadesince, diğer eserleri ancak bunun zeyil­ leridir. Bu eser, bir çok muahhar eserler için bir tasnif örneği olduktan başka, müellifleri ta­ rafından, bilhassa ispanyalı Ibn ‘Abd Rabbihi 'nin ‘/^oTİnde, âdeta yağma edilmiştir. Fakat sarayda bu yavan edebiyat ile iktifa olunmuyordu. Bagdad ’da, Abbâsîîer zamanında, tam inkişafını bulmuş olan harem hayatı, arapların, eski hicivlerinde de görülen, c i ns î m ev­ z ul ar a revnak vermiştir. Mutavakkil'in bir nedimi ona, hiç çekinmeden müstehcen bir kitap ithaf edebildiğine göre, bu gibi mevzuların ha­ lifelerin gece sohbetlerinde hayli yer tuttuğu anlaşılır. Mamafih, Bagdad hayatına dâir, Abu ‘1-Mutahhar al-Azdi 'nin yazdığı filikaya, bu hususta şehir halkının, zevk itibariyle, saraydan pek farklı olmadığım gösterir. Hindulara imtisâlen, bu gibi mevzulara gûya bir ilim çeşnisi vermek de âdet idi ve bu nevi eserler, sanskritten tercüme edildikten ( bk. Câbiz, fjlayavün, VII, 70, i ş ) ve İbn Ijpulayta bu mevzuu sistemli olarak işledikten sonra, bâhiyât, tıbbî eserler



ARABİSTAN (EDEBİYAT).. yazanlarla daimî mevzua oldu î bu eserlerin ekserisi hükümdarlara ve vezirlere ithaf edildi. Buna mukabil, bâhî ciheti ikinci plânda ka­ lan hînd-iran m a s a l l a r ı , h a l k a r a s ı n d a hayli revaç buldu. III, (IX.) asırda bir İran eseri olan Hezâr efsâne (1000 hikâye) pehlevıden arap çay a tercüme edildi ve Bin bir gece [ b. bk.] masallarının nüvesi oldu. Bu masal­ lar meyamnda balıkçı ile cin, basralt Haşan, Emir Badr ile samandallı prenses Cavhar, Ardaşir ile Hayât ah-Nufüs, Kamar al-Zaman İle Budür, muhakkak hind menşe'inden gelen hikâ­ yelerdir. Bunlar, bizatihi şiir kıymetleri, un­ surlarının imtizacındaki zerafet ve terkipteki mükemmeliyetleri ile, bu külliyatın şöhretini temin eden hikâyelerdir. Bu nüve Bagdad ’da, diğer bir takım hikâyeler ile, tevsi edilmiştir. Arap kafası ile vücuda getirilmiş olan bu hika­ yelerin meziyeti, muayyen bir plâna dayanma­ larından ziyade, ince, zarif ve müstehzi unsur­ ları ihtiva etmesidir; orta tabaka hayatından alman bu hikâyeler, ekseriya bir aşk macerası etrafında döner ve Hızır gibi yetişen Hârûn al-Raşid 'in müdahalesi ile neticelenir. Bunlara Kahire *de (bk. NÖldeke, ZDMG, XLII, 69), hiyle ve hud'a hikâyeleri ile güldürücü fıkra­ lardan mürekkep, üçüncü bîr ilâve daha yapıl­ mıştır ki, ekserisi hükümet memurlarının irti­ kâp ve İrtişalarım teşhir ve tehzil eder (bk. İslam, IX, 67— 72 ), Bu Mısır hikâyelerinde ha­ rikulade ve hayalî unsurlar yine mühim bir yer tutmaktadır. Fakat, aslı ârî olan eski hikâye­ lerde, meselâ basralı Haşan ’da olduğu gibi, cin ve periler kahramanların mukadderatı ile insanca alâkadar oldukları hâlde, Mısır hakiler­ de tabiat fevkindeki kudret, ‘Ala’ al-Din ’in sihirli kandili gibi, bir tılısıma merbuttur ve hangi ele düşerse, kor bir tabiat kuvveti gibi, saadet veya felâket getirir. Velhasıl Bin bir gece 'yi tamamlamak için, ona, ‘Omar al-Nu'mân ’ın kahramanlıklarına dâir, Tübingen ( mecmu'a nr. 32 ) ’de mahfuz olan bir roman da İlâve edilmiştir. Bu roman daha XVI. asırda külliyata girmiş bulunuyordu. Bundan başka, 300 senelerin­ de, Basra *da tertipedilmiş olması muhtemel olan, Sindbad’m seyahat ve sergüzeştleri ve Kalila va Dimna ile münasebetdar yedi, on ve kırk vezir hikâyeleri, eski sâmî Haykâr hikâyesi ve câriye Tavaddud 'ün mâcerası gibi, ayrı ayn nüshaları da bulunan muhtelif aşk kıssaları da bu mecmu'aya ilave olunmuştur. Bu külliyat, ihtimâl ki, memlûkler saltanatının İlk yarısı zar­ fında, bir tek kişinin değil, nesil nesil bir çok kıssahânm elinde, bugünkü şeklini almıştır. Bedevî menkülâtı da, bîr çok nesillerin feyizli muhayyelelerinde işlenerek, S i rat 1Antar ve Sirat Zi ’l-Htmme kabilinden, k a h r a m a n l ı k



m



m e n k ı b e l e r i hâline gelmiştir ki, bunlar da, haçlılara karşı yapılan harpler esnasında, bu­ günkü şekillerini almıştır (bu iki menkıbe ile İskender menkıbesi, Battal, ‘Anka’ ve Jaraf b. Lavzân hikâyelerinin adı daha VI. (XII.) asrın ortalarında bile geçer ; bk. Steinscbneider, Dle arab. Lît. d. Juden, s. 187), Sırat Abt Zayd va Bani H ilâl, S a y f Zu 7 - Yeten [ bk. R, Paret, Sirat S a y f b, Zi 7 - Yezen, Hannover, 1934 ] ve ( muhteviyatı Ahlvvardt, Verzeichnis d. arab. Hss. d. k g l Bibi., VII, 69 v.dd. ’da kolayca görülecek olan) meiîk al-Zâhir Baybars hak­ kında, roman şeklinde yazılmış eser de, bu nevidendir. Memlûkler zamanında, bilâhare bütün İslâm ülkesinde, pek rağbette bir eğlence hâline ge­ len h a y â l o y u n l a r ı da, uzak şarktan Mı­ sır 'a ithâl edilmiştir. XIX. asra kadar, arapiarın bildiği yegâne temsil, bu oyunlardı. Maalesef dar kayıtlar içinde bulunan edebiyat, bu oyun­ lardan, ancak telmih yolu ile, bahsetmiş ve bun­ ları, gerek lisanda ve gerek temsil bakımından, yüksek tabakanın zevkine uydurmak isteyen tabib Muhammed b. Dâniyâî [ b. bk.] 'm teşeb­ büsünü takip eden olmamıştır. Bu husus ile yalnız avam tabakası meşgûî olmuştur ve ancak XIX. asrın avrupah müdekkikleri bundan bahs­ etmişlerdir (krş. G. Jacob, Gesckichte des Schattentheaters, Berlin, 1507 ve 1925). . Asıl edebiyatın muhtelif neviler inde araplar hiç bir vakit yüksek bir seviyeye erişemedikle­ ri hâlde, i l i m s a h a s ı n d a ç o k m ü h i m e s e r l e r ortaya koymuşlardır. Şurası da mu­ hakkaktır ki, bu eserlerin ancak küçük bir kısmı asıl araplara izafe olunabilir. Islâmda muhtelif ilimlerin zuhurundan itibaren, bu işler ile uğra­ şanların başlıcaları, ârâmî, türk ve iranh gibi, aslen arap olmayanlardır. Millî arap edebiyatı, Emevîlerin zevali ile birlikte, sona erdiği için, bundan sonraki inkişafa, a r a p l i s a n ı n d a , İ s l â m e d e b i y a t ı demek daha doğru olur. Tarih, millî edebiyata pek sıkı bağlıdır ve hiç olmazsa İptidada, kuvvetli bir arap damgası taşır. Peygamberin hayatına dâir, islâmm daha ilk nesillerinde, nakil suretiyle olmaktan ziyade, vaz' suretiyle tesbit olunan rivayetlerden, çok geçmeden, ahkâmı ihtiva eden hadisler ile eski araplardaki ayyâm al-*arab gibi sırf harp vuku­ atını bildiren mağözi, ayrılmıştır. Mağâsi 'nin bizce malum olan en eski edebî şeklini, Müsâ b. ‘Okba [ b. bk.] vücuda getirmiştir. Al-Vâ^idi bunlara klâsik şeklini vermiş ve Muhammed b. İshâk ’tn si ra ’si bundan doğmuştur. Fakat bu sira ’İer, daha sonra P e y g a mb e r i n bi ogr af y a s ı n d a tarihî hakikatin sağlam zeminin­ den gittikçe ayrılarak, efsâne yığınları arasında kaybolmağa başlamış ve ona halk muhayyele-



S3*



ARABİSTAN ( EDEBİVÂf).



sinin vermiş olduğu ilk füsun da zâti olmuştur; I lara ait, biyografilerdir. Evliya ve mutasav­ fau sonraki sira ’lerde kılı kırk yaran kolancı­ vıflara dâir, Abu Nu'aym al-îşfahâni yahut ların sanat kaygusundan uzak zihniyetlerinin Şa'rânı ’nİnkiler gibi, hâl tercümesi mecmuaları tesiri açıkça görülür. Diyârbekri, Târih al-ha- ayrı bir sınıf teşkil eder; bunlardaki efsane­ mis, Sira al-şa'miya ve bunun Sira al-halabi- lerin, mümasil hıristiyan eserleri ile ekseriya ya unvanlı daha mâruf hulâsası gibi, daha muah­ benzerlikleri vardır. Mekke ve Medine hakkında îbn al-Azrak ve har devirlere dâir ve isnat kaide ve usûllerine uygun büyük biyografiler yanında bir çok halk İbn kabala ’nin tarihlerinden başlayarak, İslâm kitapları da vardır ki, bunlar, Abu ’l-l^lasan ülkesinin Ispanya ’dan Horasan ’a kadar bütün al-Bekri, Anvâr gibi, Peygamberin doğum yıl mühim şehirleri hakkında tedricen yazılmış olan dönümünü ( mavlid) tes'id vesilesi İle, mü’min- m a h a l l î t a r i h l e r i n esas mevzuunu da lerde heyecan uyandırmak gâyesinİ güden eser­ biyografiler teşkil etmiştir. Maalesef bu eser­ lerin ekserisi, arap edebiyatının parlak devri lerdir. S a h a b e ve t a b i î n i n hayatlarına ait esnasında vücuda gelen diğer bir çok eserler rivayetleri ihtiva öden eserler de yazılmıştır; gibi, ya tamamiyle kaybolmuş yahut Abu Bekr bu rivayetleri etraflıca tetkik etmekteki amelî at-Hatib ’İn Bagdad ve İbn £A sakır ’İn Şam fâide, bu zevatın rivayet ettikleri ahkâma dâir hakkında yazdıkları pek büyük eserler gibi, an­ hadislerin sıhhat dereceleri hakkında bir miyar cak kısmen muhafaza edilmiştir. Bununla be­ bulmaktadır. Vakidi ’nin talebesi ve mesaî ar­ raber şimalî Afrika ve İspanya hakkında İbn kadaşı Muhammed b. Sa'd toplayabildiği bütün Bassam, îbn al-Hatib Lisân al-Din, Makkari malûmatı büyük eseri olan Tabakât ’ta bir v.s. ’nin eserleri, bugüne kadar geçen asırlarda araya getirmiş ve ‘ilm al-ricâl diye müstakil İslâm hayatının tasviri bakımından, tükenmez bir ilim tesis etmiştir. Kendisinden sonra birer hazinedir. Meslekî ve mahallî tarihlere istinaden, son­ gelenler ve bu meyanda bilhassa İbn al-Aşir, Usd al-ğâba ’de. ve îbn Hacar al-'Askalâni, raları büyük u m u m î b i y o g r a f i eserleri /saba *de bu ilmi inkişaf ettirmişlerdir. Hadis yazılmıştır. En eski râviler İstisna edilirse, bu İlminin teşkil ettiği bu misâl, bütün yakın ilim tarzda ilk defa İbn Hallikân tarafından bir mevzuları Üzerinde, feyizli bir tesir icra etmiş­ eser vücuda getirilmiştir. Bu eser, al-Kutubi tir. İptida büyük fıkıh mezhebleri kendi tabakat tarafından ve IX. ( XV.) asırdan sonra da mubkitaplarını tertip etmişlerdir ki, zaman zamka telif asırlara şâmil biyografya mecmuaları ilâ­ yapılan tevsi ve ilâveler İle bu eserler, yalnız vesi ile, İdâme ve İkmâl edilmiştir; msl. İbn İlk büyük fakihleri değil, daha a2 ehemmiyette Hacar m VIII., al-Sahâvİ ’nin IX., al-Nu'mâni olan râviîeri dahi ihtiva etmektedir. İbn Farljün ve al-Bürîni ’nin IX. ve X., al-Mu^ibbi ’nin XI. ve ve al-Subki ’nin mâlikî ve şâfiîlere âİt olan ai-Mur&di ’nin XII. asra ait mecmuaları bu ka­ eserleri, bilhassa bu nevidendir. Bu eserleri, bildendir. B i b l i y o g r a f y a l a r , bİyografyalar ile edipler ve filologlar tarafından yazılmış olan şairlere mahsus tabakat kitapları takip etmiş­ çok sıkı münasebeti olan eserlerdir. İslâm kül­ tir ; msi. Başra mektebinin reisleri Abü *Ubay- türünün vücuda getirdiği kitapların çoğalması da ve al-Aşmaci tarafından vücuda getirilen ile, bibliyografyalar, az zaman zarfında, kat’î eserler, bunların ilkidir. Bu zevat ile halefleri­ bir İhtiyaç hâline gelmiştir. İbn al-Nadim ’in nin teliflerinden îbn Kotayba ’nin klâsik eser­ Fihrist ’İ ile Kâtib Çelebi ’nin Kaşf al-çunün ’u leri ve bilhassa Abu ’l-Farac al-lşfahani ’nin — her ikisi de zamanlarına kadar gelen bütün Kiiâb al-ağânî ’si meydana gelmiştir; her ne İlmî ve edebî mahsûlleri toplamışlardır — ara­ kadar Ağanı asıl musiki tarihinden bahis ise sında bâzı ilimlere, bilhassa kelâma, mahsus de, sıklet merkezini, zengin bîr kültür tarihî monografiler vardır. Bir çok noktalardan biyografyalara bağlı olan ile müterafik olarak, şiir tarihi teşkil eder. Bu eseri Şa'âlibİ ‘nin Yaiimat at-dahr ’i takip et­ e n s â b i l mi , bizi arap edebiyatının başlan­ miştir ; buna sonraları ilâve edilen zeyiller gıçlarına götürür. Araplar daha câhil iyet dev­ bugüne kadar uzamakta ve araplarm gittikçe rinde, aym medeniyet seviyesinde bulunan diğer cazibesini kaybeden şiir tarihleri hakkında, kavimler, msl. samoalılar yahut Madagaskar ‘m mebzul malûmat vermektedir. Bâzı meslek­ antaymorileri gibi, haseb ve neseb bilgisine lere mahsus tabakat kitapları arasında zikre büyük bir ehemmiyet vermişlerdir ve ilk hali­ şâyâa olanlar, gramerci ve filologlara ait eser­ feler devrindeki teokratik ve iştirakçi askerî ler ile— ki, banlardan şimdiye kadar muhafaza idarenin amelî ihtiyaçları, bu bilginin ehemmi­ edilen en eskisi Anbâri (513— 577), Nuzhai yetini arttırmıştır; çünkü neseb cedvelleri, aym al-alibbâ' ’dır — İbn al-Kifti ve îbn Abi Uşay- zamanda, ordu sicilleri oluyordu. Ensâb ilminin bi’a ’mnkiler gibi, tabip, tabiiyeei ve filozof­ bu amelî kıymetinden başka, kabileler arasın-



ARABİSTAN (EDEBİYAT)* P*>........................ — ....... ..



m



..........................



dakı ihtilâf ve kavgalara ve şuâbîya ’nin bun* lardan duyduğa için için sevince âit olarak, şiirlerde görülen ensâb imaları dolay isiyle, lisan âlimleri de bunlar ile pek ziyade alâkadar olu­ yordu. Câhiş ( Hayavân, III, 65,1—4 ) ’in isimle­ rini saydığı ilk nesebcilerin eserlerinden hiç biri bize kadar gelmemiştir; artık 'Abd Allah b. Muhammed b. ‘Umara ’nin ansâr hakkındaki eserinden, ancak îbn Sa'd ’in iktibasları sâyesinde, haberdarız ( bk. Sachau, İbn Sa‘d, III, XXVII). Muhammed b. al-Sa’ib al-Kalbi ile oğlu Hişam ’ın büyük bir vukuf ve gayretle vücuda getir­ miş oldukları ensâb külliyatı, bütün bu eserleri gölgede bırakır; bunların mesaisi, bilhassa İlmî evsafı yüzünden, nufuzlu fakihierin tenkidinden kurtulmamıştır. Hattâ Hişam, iyi bir müslüman sıfatı ile, kitabına Kiiâb al-tanki$ al-aşnâm (»Putların devrilmesi") ismini verdiği hâlde, eski arapların putlarına müteallik malûmatı da ihtimam ile toplamaktan çekinmemiştir. Peygamberin ve halifelerin hayatı hakkında yazılan eserler ile ensâba dâir eserler, d e v l e ­ t i n h a y a t ı n ı tetkik hususunda alâka uyan­ dırdı. Bununla beraber ilk iki asırda arapiar bu sahada da ancak teferruat ile meşgul oldu­ lar. Daha Emevîler zamanında, Küfa 'de Abu Mihnaf büyük fetihlerin ve Emevîlere m u h a ­ l i f b i r ı r a k l ı zihniyeti ile de kendi dev­ rinin tarihini yazdı. Jabarî tarafından yapılan bir çok iktibaslar sayesinde, kısmen bizce ma­ lûm olan monografilerinde ( Fihrist bunlardan 22’sini kaydeder), bu zat, bizzat görenlerden naklettiği hâdiseler ile bizi karşı karşıya geti­ rir. Anlaşıldığına göre, müverrih bu rivayetle­ ri her hangi bir tasnif ve tenkide tâbi tutma­ mıştır. Bununla beraber eserinde sağlam bir plân ve kuvvetli bir seziş göze çarpar. Sukut­ larına bizzat şahit olduğu Emevîlere karşı bârieîlerin ve hususiyle ‘A lı tarafdarlarınm kı­ yamları ( bk. Wellhausen, Das arabische Reick und sein Starz, s. m v.dd.), başlıca mevzula­ rını teşkil eder. Madâ’ini ’nin faaliyeti daha verimli olmuştur. Abbâsîlerin samimî tarafdarı olduğundan, bu ailenin tarihîni, bilhassa Hora­ san ’daki kıyamlarından hilâfet elde etmelerine kadar geçen vakayîi, kaydetmiştir. Gerek bu zat, gerek irtidat hareketleri ile İslâm fütuha­ tına dâir iki monografi yazmış olan Sayf b. ‘Omar [ b. bk,], Jabari vasıtası ile, sonraki ta­ rih telâkkisi üzerinde müessir ve bu tesir âde­ ta meş’um olmuştur. Zira eserini, kronoloji ve mevsuk vak’aları nazar-ı itibara almaksızın, sırf mahallî bir hemşerilik hissi ve kabîle gayreti ne dayanan bir pragmatizm İle yazm ıştır; lisa­ nına gelince, Abu Mihnaf ’in sâde güzelliği ile kıyas edilemezse de, can\ı ve renkli üsluba ile, halk üzerinde daha derin bir te’sir yapmıştır.



M ed in e ’de tarih yazmakta tutulan yol, hâdi­ selere, İrak ’ta olduğundan daha ziyade, objektif bir nazarla bakmaktır. Bu yolun başlıca mü­ messilleri olan Muhammed b. îshSk: İle Valpdi — ki, Peygamber zamanıma tarihini yazmak İçin, dört büyük halifenin devrinde geçen vakayii d,



üslûbu, makaleler ile tedricen tekâmül etmiş ve diğer edebî şekiller için de bir örnek olmuştur. Makale üslûbu, bitâbet ( siyasî v.s,) üzerinde de müessir olmuştur; ekseriya mensûr şiire yak­ laşan ve halk tarafından sevilen muhtelif ma­ kaleler gibi, tenkit makaleleri ile edebiyat ta­ rihi tetkikleri de bu üslûptan çıkmıştır. Bu gazete üslûbu tekâmül devrelerini oldukça sür'atla geçirdi. XİX, asrın ilk yarısında ortaya pek dikkate şâyân bir şey çıkmadı ise de, Bustani ’nİn, neşrettiği bîr çok gazete ve mecmualar île, bu sahada, çok geçmeden, büyük bir tesiri görüldü. Bu mektep, ateşli hatib Adib İshak ve daha akademik zihniyetli Nacib al-Hadd&d gibi, birbirlerinden çok farklı gazeteciler yetiştirdi. Avrupa ‘ya muhaceretlerin de tesiri oldu ve al-Şidyak ile muarızı Rizk Allah Hassün (ölm. 1880 J ve eski eserleri neşretmekle sitayişe lâyık bir hizmette bulunan Ruşayd al-Dahdâh {1813 — 1889) gibi, bir çok mühim simalar bu sayede yetişti. 1880— 1890 arası, Mısır için bir dö­ nüm noktasıdır. ‘ Arabi Paşa isyanı, gazetelerde neşrettiği bir çok siyasî, fakat sık sık hicve kaçan yazılarında ekseriya konuşma dilini kulla­ nan 'Abd Allah Nadim (1844— 1896) ’i ve Şayh Abu Nazzüra ismi ile şöhret kazanarak, Fran­ sa ‘ya giden Ya'^üb Şannü‘ {1839— 1912} ’u sahneye çıkardı. ‘Abd al-Rahmân al-Kavâkİbi (1849— 1903), ihtilâlci, seyyah ve romantik bir Panislâmizm tarafdarı olarak, başlı başına bir mevki işgal eder. Bu zat Umm al-kurâ ‘smda, Mekke ’de muhayyel bir panislâmizm kongrasma dâir, çok san’atkârâne bir utopia kaleme almış­ tır. Ay m devirde Muhammed 'Abduh mektebi­ nin nufuzu da artmakta idi. Bu mektep bugün* kü arap lisanı ile konuşan en meşhur siyasî hatib Sa'd Zağlüİ (1859— 19 2 7)’ü yetiştirdi ki, onunla ancak XX. asır iptidasında millî partiyi tesis eden Mustafa Kâmil [ b, bk.J (1874— 1908} mukayese edilebilir. Muhammed ’Abduh ’ten sonra gelenler, münhasıran ve bilhassa islâmiyete dâir mevzular ( tefsir ve din müdafaaları) ile meşgul oldular ve edebî hareket üzerinde doğrudan doğruya tesir icra edemediler. Muha­ fazakâr Raşid Rizâ, yazılarında yenilik görülen Muhammed Farld Vacdi (doğm. 187$ ) bu züm­ redendir. Mu ayyad Ün baş muharriri ‘A li Yusuf (1863— 1913 ), daha ziyade bir muharrir olarak, tanınmıştır. Dürzü ümerasından Şakib Arslân'ın da mühim bir mevkii vardır. Öteden beri Mufctafaf gazetesi baş muharriri olan Ya'Ijüb Şarrüf (1852— 1927 } ve îliada ’mn mü­ tercimi olmakla meşhur olup, pek çok seyahat eden ve Türkiye hakkmdaki kitabı ile, araplarm cihan harbinden evvelki İçtimaî hayat şartlarını eh iyi anlatan Sulayman al-Bustâni (1856— 1925), gazetecilikte eski Suriye mektebinin



ananesini Mısır 'da devam ettirmişlerdir. Abdülhamid zamanında Türkiye ’de geçirdiği men­ fa hayatını ve müslüman âlemindenki İçtimaî mücadele ve ihtilâfları, çok canlı ve ateşli bir lisan ile, anlatan ve arap-türk uzlaşmasının hararetli bir müdafii olan Vali al-Din Yeğen (1873— 1921)’in makale, musahabe (essai) ve şiirleri, Bustâni’nİn akademik üslubu ile, taban tabana bir tezat teşkil eder, Muhammed ‘A b­ duh ’ün en genç talebesinden Mustafâ aî-Manfalütî, yeni üslûbu yaratmakla temayüz etmiş­ tir, Bu zatın muvaffakiyeti çok büyük ve ye­ rinde oldu. Mamafih müteaddit Avrupa eserle­ rinden yaptığı tercümelerin asıl eserlerin doğru anlaşılabilmesine ne dereceye kadar hizmet ettiği, ayrı bir meseledir. Amerika ’daki Suriye­ liler mektebi bilhassa makale ve mensûr. şiir­ lere fazla rağbet göstermiştir. Her yerde tanı­ nan ve takdir edilen Amin al-Rayhâni bu iki nev’in de müessisi addedilebilir. Gerek musa­ habe gerek mensûr şiir nev’ini yüksek bir dere­ ceye çıkaran ve onları geniş bir muhite okutnp sevdiren, kendisidir. Hâlâ bu iki neve merbut bulunmakta ve son kitaplarında bunlara bol bol tesadüf edilmektedir. Cabrân, hemen hemen, yalnız bunlar ile meşgul olmuştur. Eserleri, sâdece muayyen bir mevzu veya fikir etrafında toplanan mensûr şiir ve musahabe külliyatından başka bir şey değildir. Amerika ’dakİ muahhar S u r i y e l i l e r , mektebinde daha çok tenevvu bulu­ ruz ( bilhassa M. Nu‘aym a); fakat musahabe ve mensûr şiir en çok sevilen nevi olarak, kalmış­ tır. Bu muhtelif mevzulu musahabeler Mısır’daki modernistlerin başlıca hususiyetini teşkil eder. Bunlar edebiyat tarihine ve felsefî ve İçtimaî meselelere karşı hususî bir alâka gösteriyorlar; fakat şâyân-ı dikkattir ki, bu mektebin en mâ­ ruf mümessillerinin ( msl. Manşûr Fahmi, doğm. 1886, a!-‘Akkâd, Haykai, al-Mâzini, Salama Mu­ sa, doğm. 1888 v.b.) kitapları, hemen hemen gazete ve mecmua makalelerinden mürek­ keptir. Bu hadîse bu nev’in bilhassa yaşamak kabiliyeti olduğunu gösterir ve matbuatın ede­ biyat üzerine olan tesirini isbat eden yeni bir delildir.



Arap hayatının hususî şartları mütalâa edi­ lince, kadın ediplerin eserleri bilhassa dikkati celbeder. Edebiyat sahnesine sonradan çıkan kadın müelliflerin sayısı { bilhassa müslümaniar arasında) ve bunların edebî faaliyet sahaları dâimâ mahdut kalmıştır. Ekseriya kadın haıeketlerİni kuvvetle himaye eden ve buna müte­ allik meselelerle yakından alâkadar olan erkek muharrirler de vardır. Kadın muharrirler en ev­ vel yine Suriye ’de, evvelce sözü geçen edebî encümenlerde, ortaya çıkmışlardı: Varda aiYâzici { 1838— 1924), gerek M ısır ‘da ve gt-



ARABİSTAN (EDEBİYAT).



S4?



rek Suriye’ de, şair olarak şöhret kazandı.Mar- 1 Netice olarak şu hakikati söyleyelim ki, son yana Marrâş ( 184.8— 1922 ), mecmualarda neşri­ zamanlarda araptar arasında edebiyat tarihine yat yapmak cesaretini gösteren ilk kadındı. Bu hususî alâka ve merak uyanmıştır. Daha ev­ iki kadın hıristiyan muhitlerinde tanınmıştı.'A1i- vel, eski nesilden de Ahmed Taymür (1871— şa Taymur ( 1840—1902 ) ise, müslüman muhitle­ 1930) veya Ahmed Zakı gibi, muharrirlerin klâ­ rinde şöhret kazanmıştır. O, yalnız şiir değil, sik eserleri neşri ve bu eserlere dâir tetkikleri makama tarzında hikâyeler ve feminizm île dolay isiyle, tanınmışlardı; fakat şimdi hemen içtimaiyat meselelerine dâir, bir çok makaleler hemen bütün mısırlı modernistler, hüner ve ka­ yazdı. Asıl kadın gazete ve mecmualarının tees­ biliyetlerini, edebî tenkitlere hasrediyorlar. Bu süsü, bunlardan sonra gelen nesle âit bir şeref ciddî münakkidlerin başında Tâhâ Husayn bu­ teşkil eder. Bu hareketin başlıca mümessilleri lunmaktadır. Bu zat ile beraber Mısır üniver­ Suriyeli idiler: A. Averino (d o ğ m .T ^ a ) bir sitesi profesörlerinden Ahmed Amin, Zayf ve müddet Mısır üniversitesinde terbiye konfe­ daha bir çoklan veya daha genç âlimlerden ransları veren Labibe Hâşân ( doğm. 1882) Zaki Mubârak, Kâmil Kilâni ve diğerleri zikr­ ve New York ’ta çalışan gazeteci ve romancı edilebilir, Yûsuf İiyân Sarkış (Ölm. 1932), ‘A fıfa Karam ( 1883—1924 ). Müslüman ülkele­ Hayr al-Din Zurukli ve daha başkalarının ka­ rindeki kadm hareketlerinin nazari esasını ku­ leminden bir kaç mühim bibliyografyaya âit ran Kasım Amin (1865— 1908) idî ki, 1899’da eserler çıkmıştır. Suriye ’de bu nevi tetkikler yazdığı Tahrir al-mara ve 1901‘de neşrettiği öteden beri büyük rağbet görmüştür (krş. IskanaUMara al-cadida isimli iki kitabı ile, büyük dar Abkâriyûs [ b. bk.], doğm, 1885 )* £skî ne­ bir münakaşanın açılmasına sebebiyet verdi. silden olan A. Şalhâni ( doğm. 1847), L. Şayhö Vefatından sonra basılan »Vecizeler" ’i, bütün (1859— 1928), Muhammed Kurd ‘A li (doğm. ömrünü kadm meselesine hasretmiş olduğunu 1876), F. Tarrâzi ( doğm. 1865 ), pustaki algösterir. Feminist edebiyatın en mühim mümes­ Himşi ( doğm. 1858 ) v.b. ’ma yeni nesilden Şasillerinden olan Malak Hifni Nâşİf (1886— 1918 ) fik Cabri, Fu’âd al-Bustâni halef olmuşlardır. Kâsim Amin ’in muakibi ve halefi addedilebilir. Bunlardan al-Bustâni ’nin edebiyat tarihine dâir, Malak, bilhassa kadm hareketlerine müteallik, üzerinde iyi çalışılmış ve. pek alakabahş ders İçtimaî ve terbiyevî meselelere dâir, bir çok kitapları vardır. Irak 'ta da, Muhammed Bahcat yazı yazan âlim ve şair Muhammed Hifni Nâ- al-Aşari, Rafa’il But$î v.b. gibi, genç kuvvetler şif ( 1856—1919 ) ’in kızı İdi. Onun görüş ve mü­ de Lügat al- arab ’m naşiri AnastSs al-Karmali talâaları, Kâsim Amin ’inkiiere nisbetle, bir az (doğm, 18 6 6 ) ’ye iltihak etmektedirler. Tunus daha muhafazakârdı. Onunla pek yakından mü­ ’ta pek tanınmış olan Haşan Husnı ‘Abd alnasebeti olan ve günün arapça yazan en mâruf Vahhâb ve Am erika’da Suriye’den gelen kadm muharriri Mayy ( Maryam Ziyada ) ( doğm. Fi.lib Bitti v.b. vardır. Edebiyat tarihine dâir ¥1895 ) idi. 1920—1930 arasında bilhassa musa­ bu eserlerden bir çoğu Avrupa âlimlerinin eser­ habe ve mensur şiirde hususî bir faaliyet gös­ leri seviyesindedir. »Şark ve garp, artık birbi­ terdi. Mevzuları, pek fazla derin işlenmemiş rinden ayrılamaz", yâni şark ve garp birlikte olmakla beraber, çok çeşitlidir. Edebiyat tarihi yürüyecektir. Umumiyetle modern arap edebi­ meselelerine karşı büyük alâka göstermiştir ve yatında olduğu gibi, bu sahada da öyle biı yazılarında kadm seleflerinin bâzı hususiyetleri devire yaklaşıyoruz ki, onda artık „arap“ keli­ belirir. 1928, 1929 ’da aslen dürzî olan Na­ mesi ile „avrupalı“ kelimesi arasında zıddiyet zıra Zayn al-Din ’in, Kâsim Amin ’in meşgûl kalmayacak; hepsi müşterek bir beşeri kültür olduğu mevzulara dâir, çıkan iki kitabı, büyük ve edebiyat içinde kaynaşacaktır. Bunun başka bir heyecan yaratmış ve Suriye ’de kadın hare­ başka memleketlerde yegâne mümeyyiz vasfı ketinin ne kadar genişlediğini göstermiştir. Su­ ise, yalnız lisan ayrılığında olacaktır. riye ’de feminist edebiyat dâvasına hizmet eden B i b l i y o g r a f y a ' . Araştı rmal arı n diğer muharrirler de eksik değildir; msî. bir v a z i y e t ve s a h a s ı : 1. îgn, Kraçkovsmüddet aUHusnâ mecmuasının baş muharriri kij, Dars al-âdâb al-'arabiya al-hadişa (R A olan Circi Nilfülâ Baz ( doğm. 1882 }. Suriye ’de A D , 1930, X ,i7— 28 ).— 2. Umumî e s e r l e r : zamanımızın kayda değer kadın muharrirleri H, A, R. Gibb, Studies in coniemparary Arabic arasında Salma Şa'iğ ( doğm. 18S9 ) ’ı zikrede­ Literatüre : I. The Nineteenih Century (B S O S , biliriz. Salma, sâdece terbiyevî faaliyeti ile 1928, IV, 745— 760); II. M anfalüil and the değil, aynı zamanda musahabe ve hikâyeleri „New Sty le“ (göst.yer., 1929^, 311— 322); HL ile de şöhret kazanmıştır, 1920—1924 ’te atBgypüan Modernisis (gost.yer., s. 445— 466); Facr mecmuasını çıkaran ve bugün Kanada ’da IV. The Egyptian Novel ( gost. yer., 1933, yaşayan Nacla Abi ’l-Lama' ve daha başkaları VII, 1— 22 (en iyi umumî bakış) ; Ign. Kraçvardır» kovskij, Entstehung und Entwicklung der



s 4â



ARABİSTAN (EDEBİYAT), neiı-arabischen Liiîerattır ( WI, 1928* XI, 189— 199 ; 1922 ’de yazılmıştır ); aya. mil., Vorrede zu K. V. Ode- Vasilieva : Proben der neu-arabischen Litteratur ( 1880— 1925) {M SOS As,, 1928, XXXI, 180— 199) ; aya. mil., Modern Arabic Literatüre ( rusça) ( Zapiski, 1934, III), E l ’den makale, iki lahikası İle beraber, »The subjeet Chronologîcal and Geographical limits" ve »History of the Research"; ayo, mil., Die arabische Poesie ( rusça î Wostok, 1924, .IV, no— 112); A . Schaade, Moderne Regangen in der *irâkischen Kunstdicktung de Gegemoart ( O L Z , 1936, s. 865— 872 ) ; Ign. Kraçkovskij, Arabische Dichter der Gegentoart übersetzt in die Ido-Sprache ( M SO S As,, 1928, XXXI, 165— 169 ) ; ayn. mil., Der historiscke Roman in der neueren arabischen Litteratur ( WI, 1930, XII, 51— 87 ); C. Prüfer, Drama ( arapça; Encyclopaedia o f Religion and Etkice, 1911, IV, 876— 878); M. Hartmann, Die Zeiiungen and Zeitschriften in arabiscker Sprache ( Specimen d’ane Encyclopedie Mu­ sul mane, Leyden, 1899, a. 11— 15 ) ; ayn. mil., Cari da, I ( The Arabic Press, I, 1062— 6$) ; Ign. Kraçkovskij, Die Litteratur der crabischen Emigranten in Amerika ( MO, 1927, XXI, 193— 2x3 ); M. Taymür, Die neue Entzvîcklung der erzâhlenden Litteratur in der Gegemoart ( Wl, 1931, XIII, 46— 54 ) ; T. Khemiri ve G. Kampffmeyer, Leaders in contemporary Arabic Literatüre, A . Book o f reference,, I. kısım ( Wî, 1930, IX, 1— 40 + 1Y ); Charles C. Adaıiıs, İslam and Modernism in Egypi. A . Study o f the modern Reform Movement inaugurated by Muhammad *Abduh (London, 1933! edebiyattaki modernİst hareketin tetkiki içuı elzemdir) î R, Paret, Zur Frauenfrage in der arabisch-îslamischen Welt ( Stuttgart-Berîin, 1934). 3. B ı y o g r a f y a ve b i b l i y o g r a f y a m a l z e m e s i : Brockelmann, G A L , 1902, II, 469— 51*; ayn. mil., Geschichte der arabi­ schen Litteratur2 (Leipzig, 1909), s, 241— 258; Cl. Huart, Lîtteraiure arabe2 ( Paris, 1912 ), s. 404— 437; K, T. Khaırallah, La Syrie (Paris, 1912), s. 32— 1184 L, Cheikho, La Littiratüre arabe au X IX . siecle2 ( arapça; Beyrut, 1924— 1926 ), I — II î ayn. mil,, Târih al-âdâb al-‘arablya fi 'l-rub* al-avval min al-fcarn al-*işrin (Beyrut, 1926); F, Jarrâzi, Târik al-şihâfat al-*arabiya ( Beyrut, 1913 ), İ — II, Cİrci Zaydân, Târih âdâb al-luğa al-arabiya (Kahire, 1914), IV ; ayn. mil., al-Muhtaşar f l târih âdâb al-luğa al-*arabiya ( Kahire, 1924), a. 267— 294; ayn. mil., Tarâcim maşâkir al-şark (Kahire, 19x0), I2 (Kahire, 1922) İD; G, Kampffmeyer, Arabische



Dichter der Gegemoart ( M S O S As., 1925, XXVIII, 249— 279; 1926, XXIX, r73— 2065 1928, XXXI, 100— 165 i 193°. XXXIII, 179— 193 (arap modernistîeri hakkında bütün alman edebiyatının bilhassa mühim bibliyografik bir tetkiki ile beraber, XXVIII, 249— 253); ayn. mil., Die Anfange emer Geschichte der neueren arabischen Litteratur { M S O S As,, 1928, XXXI, 170— 179; modern eserlerin bibli­ yografyası); ayn. mil., îndex zur neueren arabischen Litteratur, gost.yer., s. 200— 205 (matbu veya diğer müracaat edilen eserlerin İsım fihristi, M S O S A s. , XXVHI-XXXI, Wl, XI ve G A L ) ; E. van Dyck, İktifa alkana bi mâ kuva 'l-matbu (Kahire, 1896); J. E. Sarkis, Dictionnaire encyclopedîçııe de bibliographie arabe (arapça; Kahire, 1928 — 1930); H. al-Zuruklı, al-Âlâm , gâmüs iarâcim li-aşkar al-ricâl va T-nisa min al-*arab va 'l-muşta*ribın fî T-câhiliya va T-İslam va ’l-'aşr al-fıadis ( Kahire, 1927— 1928, I— III) ; A . al-İskandari va ’l-Şayh Mus­ tafâ 'İnam, al-Vasi t f i ’l-adab al-*arabı va târîhihi4 (Kahire, 1924), s. 317— 354; alMucmal f i târik al-adab al-*arabi ( Kahire, 1929), s. 225— 270. 4. M e t i n l e r î K. V . Ode-Vasilieva, Proben der neu-arabischen Litteratur (1880— 1925), I, metin, II. lügat (rusça ve arapça; Leningrad, 1928— 1929); R, Nahla, al-Muktarat (Beyrut, 1930— 1931) , X— II; G, Kampff­ meyer, A ra b isch e D ich ter der G eğem e art, yk. b k,; T. Khemiri ve G. Kampffmeyer, Leaders in contem porary Arabic L iteratüre, s. r— 41; Cheikho ve Zaydân, T aracım maşâ h ir al-şark, tür. y er . ve şarkta basılan ba­ zı mektep kitaplarında bunlardan parçalar vardır. 5. T e r c ü m e l e r : Ferdînand de Martino ve Abdel Khalek Beg Saroit, A n fh olo g ie de l'a m o a r arabe (Paris, 1902 ), s. 325— 369 (Les contem porainsı "Abbâs b. 'A li ai-Makki, Haşan Idusni, Mahmud Sami al-Bârüdî, İsma­ i l Şabri, I^ifni Nâşif ve Ahmed Şavki ’nin şiirlerinin tercümeleri; bunlardan bazı­ lar Hans Bethe tarafından alni. tercü­ me edilmiştir: A ra b isch e N â ch te , Leipzig, 1920, s. 97— 10 1); Raphaeî Nakhla, K elk a m aestroverki



d il



moderna



liriko



araba



(Stockholm, 1920; yirmiden fazla modern Şairin Ido ’ya tercümesi, bk. M S O S As., 1928, XXXI, 166— 169 ) ; Trowbridge Hail, Eğypt in S ilk o u ette (New York, 1928), s. 208— 278 {E gyp t's L ite ra tü r e : al-Manfaîüti, Muhammed, Taymür, aî-'Akkâd, Şavkı, A. Rami ve H. İbrahim Men bâzı hikâye ve şiirlerin A. Ra­ mı tarafından tercümesi) ; J, Schacht, Der



ARABİSTAN (EDEBİYAT) -



ARAFAT,



549



bağlayanlar vardır). Diğer taraftan, İbrahim peygamberin burada CabrS’il İle görüştüğü de riyâyet edilir. Hattâ kâinat yaratıldığı sırada, bütün dağlar arasında ilk Önce bu dağın Alla­ ha iman ettiği, halk arasında mütevatırdir, Dağm şark yamacı üzerinde, kayada oyulmuş geniş basamaklar vardır ki, buradan zirveye çıkılır ve basamakların altmışıncısında ovaya hâkim bir düzlüğe varılır. Burası, kurban bay­ ramının arife ( ‘arafa) günü hutbe okunan minber hizmetini görür. Evvelce Peygamberin de hacılara buradan hitap ettiği söylenir. Da­ ğın zirvesinde, Umm Salima ’ye göre, Kubba ( I g n . K r a t s c h k o w s k y .) A R A B İS T A N . 'ARABİSTAN, „arap mem­ adını taşıyan bir makam vardı (ibn Cubayr’in leketi", vaktiyle ekseriya H ü z i s t â n denen bu hususa dâir söyledikleri hakkında bk. de İran eyaletinden behsederken, kemen kemen Goeje, s. 173). Evliya Çelebi Seyahatnâme münhasıran, resmî lisanda kullanılan bir tâbir­ ’sinde mufassal olarak tasvir edilen bu kubbe, dir. Fazla malûmat için bk. mad. H Ü ZlSTÂN yakın zamanlarda Vahhâbîler tarafından tahrip 'Arabistan kelimesi İran dilinde bâzan, Arabis­ olunmuştur. Dağa, mûtad olarak, Caba) al-R&htan y a r ı m a d a s ı n a da delâlet etmek üze­ ma ( rahmet dağı) de denilir. Bir rivayete göre, re, kullanılır. ( S T R E C K .) burası evvelce İlâl adını taşırmış; fakat bu A 'R A F . [B k. A *R  F.] adm hakikatte Arafat dağına âît olduğu şüp­ A ’R  F , A'RAF ( A.), ‘urf [ b, bk,] 'tın cem'i, helidir. Wellhausen 'a göre, bu isim, islâmiyetten Kamus gerhi Tâc al-arüs a göre, ‘urf ve evvel, bu mahalde kendisine İbadet olunan bir 1uruf ^yüksekçe kum tepesi" demektir, her yük­ ilâhın veya bir makamın adı olabilir. sek noktaya da denilir, Horozun cismine naza­ Arafat dağının cenubunda, üzerinde tek-tük ran en yüksek yeri olan ibiğine de a r / derler. bodur mimosa çalılarının bulunduğu kumluk ve Bu maddenin *irfan „b ilmek" 'ten geldiği dahi çorak Arafat ovası uzanır. Bu ıssız saha, sene­ söylenmektedir. A l-A ‘râf, Kur’an 'm VII. sûresi­ nin yalnız bir gününde, kurban bayramı arife­ nin ismidir. Sûreye bu ismin verilmesi, cen­ sinde (9 zilhicce) fevkalâde canlanır. Bundan netlikler cennete, cehennemlikler cehenneme bir gün evvel ( tarviya günü), sabah namazı girdikten sonra, aralarının bir sûr ile ayrılarak kılındıktan sonra, Mekke ’den çıkılarak, Minâ ‘ya bu sûrun yüksek noktalarında yâni oVâ/'ta gelinir ve orada, ertesi arife gününün sabahına bir takım kimselerin bulunacağı veyahut bu kadar, ikamet edilir; namazlar kılınıp dualar a'rSf ehlinin cennet ve cehennemlikleri alâ­ okunur. Arife günü, sabah namazından sonra, metlerinden tanıyacakları dolayısiyledîr. Diğer buradan hareket edilerek, Arafat dağına gidilir taraftan İbn 'Abbâs ‘dan 'Ubayd Allah b. Abi (bir kısım hacılar, arifeden bir gün evvel Ara­ Yazid vasıtasiyle, Tabari 'nin bîr nakline göre, fat 'a gelerek, orada çadır kurar ve geceyi, dua­ A'rSf cennet He cehennem arasında bîr tepedir lar okuyarak, burada geçirir); öğle vakti, Öğle ki, burada bir kısım halk tevkif olunurlar. ve ikindi namazları bir arada kılındıktan sonra, Bunların tevkif olunmalarının sebebi olmak dağın etrafında v a k f e y e durulur; minbere üzere de, sevap ve günahlarının müsâvi olması çıkan imam [ osmanlı saltanatı devrinde bugün gösterilmiştir. hitabet vazifesini Mekke kadısı ifa ederdi ], [ Bu madde tevsi’ edilmiştir.] haccıu menasikini, gerek Arafat ‘ta ve gerekse A R A F A T . ‘AR AFA yahut 'A rafâ T, Mekke bilâhare gidilecek olan Mûzdalifa 'de yapılması ’nin 12 mil şarkında bulunan bir dağın İs­ lâzım dinî merasimi, şeytanın taşlanmasını, kur­ midir, Hakikatte, koyu yeşil renkli granit yığın­ ban kesilmesini v,s, anlatan bir hutbe irat eder. larından mürekkep bu tepe, aynı adı taşıyan Hacılar, ,fabbayka, labbaykau lâfzının geçtiği ova zemini üzerinden, ancak $0— 70 m, ka­ cümleleri tekrar etmek suretiyle, defalarca tei* dar yükselir. Eb’admın küçüklüğüne rağmen, biyede bulunurlar ve güneşin gurubunu müte­ haeeın rükünlerinden vakfa ( v u k u f) ’nin icra akip, Arafat ‘tan ayrılarak, Mûzdalifa ‘ye inerler. edildiği yer olmak bakımından, büyük bir şöh­ Bir çok İslâm seyyahları Arafat dağının zi­ ret kazanmıştır. Bu şöhret cennetten kovulan yaretini tasvir etmişlerdir. Evliya Çelebi, gerek Adem ile Havva ’nın yıllarca ayrılıktan sonra dağ ve gerekse burada yapılan merasim hakkın­ buluştukları yer olmak rivayeti He de artmış­ da, etraflı tafsilât verir. Seyyah Ali Bey {* *ıl tır. ( Adının menşei kat’î olarak malûm değilse ismi Badia y Leblich) ‘de de buna dâir malûmat de, yukarıd aişaret edilen buluşmaya {ta arafa) görülür. Snn senelerde Cezayir müşlüpıgpl^İslam mit Ausschlass des Q arâns ( Tübingen, 1931)» s. 176— 188 (M, 'Abduh, *A. ‘Abd al-Razik ve f . Husayn *in eserlerinden numu­ neler) , G. Widmer, al-Zahâvt (Berlin, 1935); Zeitschnfi für Missionskunde (1934). Bundan başka M. 'Abduh; K. 'Amin, C. Cabrân, M .‘ 0 . Calâİ, M. Hİfnî N aşîfJ. Hu­ sayn, Ş. al-Huri, M. Nu'ayma, A. aî-Rayhanî, A. Şavkı, Mahmüd Taymür, G. Zaydân v.s. gibi müelliflerin de münferit eserlerinden bir çok tercümeler vardır. Gerek bunlar veya diğer münferit müellifler İçin bk. madd.



$5°



ARAFAT -



ARÂ’İŞ,



rından Çâ'id ben Şarif ’in meydana getirdiği devamlı surette şehre bez, İpekli kumaş ve eserde şâyân-ı dikkat tafsilât verilmektedir, A li cam getirerek, oradan da yün, deri, kumaş ve Bey, Burton, bilhassa S. Hurgronje ( Biîder aus pamuk götürürlerdi. A l-'A râ’iş, Cebel-i Tarık boğazına yakın bir Mekka, XIII— XIV) ve ICâ'id ben Ş arif’in eser­ mevki olduğundan, hıristiyanlar ona göz dikmek­ lerinde Arafat 'a âit resimler bulunur. Bibliyografya'. Wiİ9tenfeId, Die ten geri kalmıyorlardı. Portekizier, Arziîa ’yı Chroniken der Siadi Mekka, 1,418 v.d.; II, zaptettikten sonra, al-'Ara’iş ’e yerleşmeğe bey­ 89; Yak:ut, Maçam, IH, 645 v.d,; îbn Ctıbayr hude uğraştılar. Bunlar 1477 ’de, çayın ağzında ( nşr. de Geoje ), s. 168 v.d. 5 îbn Batüta ( Pa­ bulunan bir adayı zaptetmeğe muvaffak oldular ris)» t 397 v.d.; Evliya Çelebi, Seyakatnâ- ise de, çok geçmeden çekilmeğe mecbur kaldı­ me, IX, 691 v.d.; Burckhardt, Travels in lar. Fas hükümdarı, şehri yeni taarruzlara karşı Arabia; Ali Bey, Travels, 1, 67 v.dd.; Burton, müdafaa etmek için, 600 piyade ve 300 atlıyı Pîlgrimage to el-Medinah and Meccah (2. alabilecek kadar büyük bir kasba inşa etti. tab.), II, 214 v.dd.; Snouck Hurgronje, Ret İspanyol lar, portekiz lerden daha talihli çıktılar. Mekkaanscke feest, a. 141 v.d.; Caid ben «Al-'Arâ’iş bütün Afrika ’dan daha kıymetlidir" Cherif, A ux Willes Saintes de Vlslam diyen Louİs Philippe II.’İn teşebbüs ettiği bîr çok beyhude müzakerelerden sonra, ispanyollar 1610 ( Paris ). ’da, bu mevkii ele geçirmeğe muvaffak oldular: A R  ’ÎŞ. AL-'ARÂ'İŞ, frans. L a r a c h e , Atlas okyanusu kıyısında, Tanca ’nm takriben Muhammed al-Şayh al-Mahnün, rakibi olan al70 km. cenub-i garbisinde, F as’ın ispanyollara Zaydan’a karşı, İspanyolların ittifakım kazan­ âit kısmında bir şehirdir. At-‘Ara’iş, Ved Lukkos mak için, şehri onlara bıraktı, Marquis de St. çaymm okyanusa döküldüğü mevkiin cenubunda Germain o sene aî-'Arâ’iş ’i, İspanya kıralı bulunan bir tepenin yamaçları üzerine kurul­ Philippe III. namına, teslim etti. Şehir 79 sene muştur. Şehir eski bir sûr ile çevrilmiş olup, İspanyol işgâii altında kaldı, ispanyollar, şehri zikre değer yalnız bir pazar yeri ( s«£ ) vardır. tahkim etmek ve bir fransisken manastırı inşa Şehrin iç kale kısmı ( kasba) bîr harabe yığı­ etmek İçin, büyük meblâğlar sarfettiler; fakat nından başka bir şey değildir. Şehir, portakal hemen devamlı bir surette müslümanlarm ablu­ ve nar bahçeleri, zeytinlikler ve bağlar ile çev­ kası içinde kalarak, hiç bir menfaat elde ede­ rilidir, Limanı, Fas şehrinin ithalâtı ve Avrupa mediler. 1689 ’da, MüİSy Ismâ'il, „bütün sahil­ ’ya yapılan yün ihracatı için, bir transit merkezi leri hıristiyanîardan temizlemeğe" karar vere­ olmuştur (1901 ’de ithalât 5.040.000 ve İhracat rek, „mücahit“ kafileleri ile takviye edilmiş r.230.000 frank ) ; fakat demiryollarının inşası, 16.000 kişilik bir ordunun başına geçti ve albu ticareti son senelerde Casablanca ’ya çevir­ ‘A râ’iş üzerine taarruz etti. Beş ay süren bir miştir; esasen Vöd Lukkos çayının getirdiği muhasaradan sonra, şehir, it teşrin II. ’de, tes­ al üv iyonlar, büyükçe gemilerin limana girme­ lim oldu. Cebâleliler ve rifliler ile yeniden is­ sine mâni olmaktadır. Şehrin takriben 5.000 kân edildi. Al-'A râ’iş, bundan sonra, faslıların nüfusu vardır ki, bunun 2.000 ’i yahudi ve 200 elinde kaldı; fakat hıristiyan devletleri, müte­ addit defalar, buraya karşı bahrî nümayişler kadarı avrupalılar ( bunun 2/3 ’si İspanyol). A l-'A râ’iş, Lixus ’taki romabîarın kolonisi­ yaptılar. 1765 ’te fransızlar, limana İltica etmiş nin yerini tutmuştur ki, bu Lixusın da eski bir olan korsan gemilerini tahrip etmeğe teşebbüs kartaea şehri olan Lyx ’in yerine geçmiş bulu­ ettiler ise de, tam bir felâkete uğrayarak, 450 nuyordu. Bu ikİ mevki, al-'Arâ iş 'in takriben adam kaybettiler. Avusturya amirali Bandıera, bir saat şimâl-i şarkisindedir ve yerlerini, hal­ 1830 tarihinde, şehrin sûrları Önünde demirle­ kın Şemmiş tesmiye ettikleri harâbeler bugün miş bulunan Fas donanmasının bakiyesini ate­ de göstermektedir. — Eski şehre gelince, XIII. şe yakmak istedi İse de, büyük zayiat vererek, asırdan evvel yaşamış olan arap müellifleri, geri çekilmeğe mecbur oldu. 1860 ’ta, Ispanyabunu ziferetmemişlerdir. Bu eski şehir, ihtimâl, Fas harbi esnasında, İspanyol donanması aîBani ‘Arus berber aşireti tarafından kurulmuş­ 'A ra’iş ’i topa tu ttu ; fakat şiddetli fırtına yü­ tur. Bu aşiret şehre, etrafında bulunan bir çok zünden bombardıman isabetli olmadığından, bu bağlan dolayısiyle, al-'Arış mtâ‘ Bani ‘Arüs şehir büyük tahribata uğramadı. Şehir şimdiki ismini vermiştir. Murâbıtlar sultam Ya'küb hâlde, Fransa ile İspanya arasında imzalanan aî-Manşür, Ved Lukkos ağızına hâkim olmak 1912 anlaşması neticesinde, Fas ’ın İspanya hük­ maksadı ile, bir kale inşa ettirdi. Ispanya hı- mü altına geçen kısmında bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . La Primaudaie, Vilristiyanlan 1270’te 'şehri zaptederek, erkek les maritimes de Maroc ( Rev. Africaine, 1872, ahaliyi kılıçtan geçirdiler ve kadınları da esir s. 460— 471) 5 P. Castellanos, Historia de Maolarak Ispanya ’ya götürdüler. Fakat şehir tek­ ruecos ( Tanger, 1898), fasıl V I ; MeaH rar inşa edildi f çenovalı vç Venedikli tacirler



ARÂ’İŞ — ARAL. The Land o f the Moors, s. 147— 157 ; R. Lecîerq, Monographie economique de Larache ( Balleiin du comite de l'Afrigae française. Renseignemenis coloniaux, 1905, nr. n 1” ®, s. 4$3— 469! î 2bia» s. 530, 533 ve 1906, nr. 2, s.



43—49) î krş. mad, FAS, bibliyografya. (G . Y ver .) [ Bu madde aslından kısaltılmıştır,] A R A K Â N . ARAKAN, Hindistan ’m şarkın­ da, ingilizlerin 1826 ’da zaptettikleri Burma ( Bir­ manya) eyaletinin bölgelerinden birinin ve bu bölgeden geçen dağların adıdır. Bölgenin bu­ günkü merkezi Akyab, bundan önceki de Mrohaung ( ingl. yazılışı: Myohaung) ’dır. Bölgenin mesahası 16.000 İngiliz mili murabbaı olup, nü­ fusu ise, 1826 da, 100.000 'den fazla değilken, 1901 ’de 762.102 ’yi bulmuş ( bunlardan müslüpıan olanlar 162.754 kişi) ve 1931’de de 1.008.535 ‘e varmıştır. A R A L GÖ LÜ, orta Asya ’da büyük bir göl olup, mesahası, son tetkiklere göre, 63.270 km.2, adaları ile birlikte, 64.490 km2. Garbî Türkistan ’m en büyük iki nehri olan AmuDerya [ b. bk.] ile Sır-Derya [ b. bk.j bu göle dökülür. Aral gölünün sathı deniz seviyesinden 48 m. yüksek olup, vasatı derinliği, Voykov ’a göre, 16,2 m., azamî derinliği ise, garp kıyısına yakın bir yerde 68 m. 'dır. Suyu az tuzlu (10/1000) olup, sathı her kış mevsiminde, şimâl-i şarkî ve cenub-i garbî taraflarında, buzlarla örtülür; buna mukabil yazın satıh sularının suhûneti 27° ’yi aşmakta ise de, bu yüksek sü­ hunet derinlere doğru sür'atle azalır ve hemen ı° *ye İner. Gölün etrafındaki arazide İklim çok şiddetli ( Kazalinsk ’te suhûnet vasatileri kânun II. — n ° 8, temmûz — 26°) ve yağışlar gâyet azdır ( Kazalinsk ’ie senede vasatî olarak 43 günde 123 mm,), Yağışların azlığına ve göl sathında vukua gelen şiddetli tabahhura rağ­ men, iki büyük nehrin getirdiği su kütlesi, göl seviyesini az çok raksî tahavvüller ile beraber, muvazene hâlinde tutmaktadır. Göle kavuşan nehirlerden Sır-Derya ’nm deltası son senelerde sür'atle genişlemiş olduğu hâlde, Amu-Derya’nmki fazla inkişaf eder gibi görünmemektedir. Aral gölü, eski yunan ve roma müelliflerince pek malûm olmasa gerektir. Mamafih orta As­ ya ’da Maiotis ’e dâir verilen gâyet mütenakıs malûmata ( burada, Don nehrinin eski adı olan Tanaıs ’in Sır-Derya’ya verilmiş bulunması gibi, Azak denizinin adı olan Maiotis, Aral gölüne verilmiştir) ve „Oxus bataklığından" ( Oxıane limne, P a l u s O x i a n a ; Ammİanus Marcellinus ’ta p a l u s O x i a ) bahsedilmesine bakılır­ sa, onlarca Aral gölünün pek müphem olarak bilindiği neticesine varılır. Eski çın vesikaları ( II. aşırdan itİb&ren ) Aral ?nintakım da, hem



551



de gâyet umumî bîr şekilde, ancak bir „şimâl“ veya bir „garp" denizinden bahsederler. Bizans elçisi Zemarchos (568 m.s.) 'un bahsettiği go­ lün (limne) Aral golü addedilip edilemeyeceği hususunda da kat’î bir şey söylenemez. Arap coğrafyacılarında daha tafsilâtlı malu­ mat bulmaktayız. Aral gölünün îbn Hurdâzbeh ’te K ı ı r d a r ( doğrusu K e r d e r, krş. AmuDerya ) gölü ( btıhayra ) adı ile geçmiş olması muhtemeldir. III, asrın nihayetinde, yâni X. asır başlarında, îbn Roste, gölü, adını söylemeden, tasvir eder. Ona nazaran Amu-Derya nm dö­ küldüğü gölün 80 fersahlık (îş|ahri ve muah­ har devir coğrafyacılarına nazaran, 100 fersah) bir çevresi vardır ve Sır-Derya munsabmda, İbn Havkal ’e nazaran, mevkii Cânkent ( bugün Kazalinsk denilen kasabanın takriben 22 km. cennb-i garbisinde) harabeleri ile tâyin edilen Yeni-Kent (arap, al-Karya at-Hadişa, fars. Dih-i Nav) 'ten iki günlük mesafede bulunan sahil, IV. ( X.) asırda ne hâlde ise, bugün de aşağı yukarı öyledir. Cenup sahili için de aynı şey söylene­ bilir. Mukaddasi, Mizdâhkân ’dan Amu-Derya’nuı eski şark sahilinden 2 fersah mesafede olup, hâlen Köhne-Ürgenç olan Gurgânc’m karşısında Kerder ’e iki gün yolculuk, oradan Parâtegin ( Barâtegin ve Farâtegin tarzında yazılır) ’« kadar bîr gün yolculuk ve iki menzil ( barid, iki fersahlık), göl sahiline varıncaya kadar da daha bir günlük yol hesap eder. Gölün, Aybugİr gibi Çink yakınlarında olup, şimdi tamamiyle kurumuş bulunan havzalarının vaktiyle Aral golü ile birleşmiş bulunup bulunmadığı hakkında kat’î bir şey söylemek mümkün değil­ dir, Her hâlde Aral gölü İle Sarıkamış arasında bir irtibat mevcut değildi. HNârizm ’den peçeneklerin memleketlerine gitmeği arzu eden sey­ yahın ( Gardİzi ’ye nazaran ) Hvürİzm ( Çink ) dağına giden yolu ihtiyar etmesi ve oradan, „H ârizm gölünü" s a ğ d a bırakarak, kum çö­ lünü kat’etmesi icap ediyordu. îştahri ve bunu tâkİp eden devrin coğrafyacıları Hvârîzm gö­ lünden ( Buhayrat al-Hvârizm ), hâriç ile irtibatı bulunmayan, tuzlu bîr göl diye, hakikate muta­ bık bir ^şekilde, bahsederler. Yalnız, bu göle CurcSnİya, yâni Gurgâoc, şehrinin admı veren Mas'üdi, Aral gölü ile Hazer denizi arasında bir irtibatın mevcudiyetini, yanlış olarak, kabul ey­ lemektedir, Cİhân-nâme ( VlI.=XiIÎ. asır baş­ ları ) 'de ve bu menbâdatı mülhem diğer eserler­ de ( bu meyanda, 881—1476/1477 ’de ölmüş bulu­ nan, Curcâni’nin kitabından) HvSrizm gölü is­ minden başka bîr de „Cand gölü" ( Sır-Derya ’nm aşağı mecrasında bulunan mâruf şehre nîsbetle Buhayra-ı Cand) İsminin kullanıldığa görülür. VH. ( XIII.) asırdan X. ( XVI.) asra kadar, da| ha eski gamalılarda yazılmış mepbftlardşu i3ktj*



İM



‘ ARAL,



baslar müstesna, Aral hakkında hiç bir malû­ mata sahip bulunmamaktayız. Hattâ Abrü (820— 1417), Zubdat al-tavarıh 'te, „ eski eser­ lerde" mezkûr bulunan »Hvgrizm golünün" ken­ di zamanında artık meveut bulunmadığını iddia etmektedir. Amu-Derya o zaman umumiyetle Hazer denizine dökülür addolunmakta idi. Bâzı müelliflere nazaran da, Sır-Derya artık Aral ’a dökülmüyordu. Daha VIII. (XIV.) asırda coğraf­ yacı tbn Fail Allah al-'Omarı tarafından zikredi­ len tüccar Badr al-Din al-Rumi, Cand 'in aşağı­ sında üç günlük mesafede, Sır-Derya ’nia cereyan istikametini değiştirdiğini haber vermektedir. I^âfiş Abrü ’ye nazaran, bu nehrin Amu-Derya *ya dökülmesi icap eder. Babur-n&me *de SırDerya *nm başka hiç bir nehir ile birleşmedıği, fakat kum çölünde kaybolduğu kaydedilmekte­ dir. Amu-Derya 'ya taallûk eden hususlarda, bu coğrafî malumat, nehrin aşağı cenup mecra­ sında geçen tarihî hâdiseler ile de ieeyyüt eylememektedir [krş. AMU-DERYA ] ; Sır-Derya 'ya gelince, ona dâir bu nevi malûmata mâ­ lik bulunmamaktayız. Abu ’l-Gâzî Aral '1 „ Sır tenizi" diye zikretmekte ve Sır-Derya ’nm her hangi bir tarihte Aral gölüne dökülüp dÖkülmediği hakkında hiç bir mâlûmata sahip gö­ rünmemektedir. Bu müellife göre, Amu-Derya, ancak 980 (*57371573) 'den itibaren, yeniden Aral ’a akmağa başlamıştır. Ingiliz Jenkinson 'un seyahatnamesinde ( *588) geçen bâzı müphem tâbirlerin „A r a 1" 'a âit olduğu kat'iyetle söy­ lenemez. Türkçe „ada“ mânasına gelen ve şüp­ hesiz burada delta yapan bir adaya delâlet eden aral kelimesi, ilk önce Abu ’l-öâzi tara­ fından, „nehrin göle döküldüğü noktayı" gös­ termek için, kullanılmıştır. Bundan müştak ola­ rak, göl bilâhare bu ismi almış bulunmaktadır (kazaklarda Aral-tenizi), XII. (=XVIII.) asır­ da Aral adı verilen ve merkezi Kungrat olan delta adası, ilk defa müstakil bir ülke olarak, zikredilmektedir. Bu ülke, ancak Muhammed Rahim Hân (1221 — 1247 = 1806 — 1826) tara­ fından, tekrar H ıva’ye ilhak edilmiştir. Rus menbâlarma müracaat olunursa, Aral, ilk defa olarak, XVII. asır başlangıcına âit „ büyük harita"'da „koyu mavi renkli deniz" adı ile gösterilmekte ve Hazer denizi ile birleştlrilmektedir. [ Aral golüne Mavi deniz denilmesi, o zaman bu gole kalmuklarm Kökçe-teniz demelerinden ileri gelse gerektir) Aym tâbir bitsen 'in Noord- en Oost-Tartarye ( I. tab. 1687) sinde de görülmektedir. Bugün ruslar tarafından kullanılmakta olan ,, Araîskoye more “ ( Aral denizi) adı, rus ve­ sikalarında, ilk defa olarak, 1697 'de görülüyor, Garbî Avrupa haritalarında bu isme *723 ( bk, (le lis te ) 'ten itibaren teşadüf ediyoruz j ma­



mafih 1727'de orta A sya'yı dolaşmış olan rum Bazilios Batatzes, Aral hakkında ilk mâlûmatı Avrupa ’ya getirmiş olduğunu iddia tder. Bu mâlûmai Londra 'da bir çok münakaşalara sebe­ biyet vermiştir, Aral golü, İlmî bir şekilde, Butakov ile Fospelov tarafından tetkik ve tasvir olunmuştur ( *847 — 1848 ). Sahilin göle doğru ilerlediği bir çok defalar görülmüş ve bu key­ fiyet göl sahasının tarihî .devirlerde çok daral­ dığı faraziyesine sebep olmuştur. Lâkin bu faraziye, yukarıda zikredilen, tarihî mâlûmata uymamaktadır. Mamafih, takriben 1885 'ten iti­ baren, bütün Türkistan göllerinde olduğu gibi, Aral golü sathının da tedricen yükseldiği gö­ rülmektedir, Her tarafta sular umumî alçalma tarihi olarak gösterilen *847 'deki kıyıya varmış, bâzı yerlerde bunu bile hayli aşmıştır. Bunun gibi, geçen asırlarda da su sathının, devrî ola­ rak, yükselip alçalmış olduğunu kabul etmek zarureti vardır. Iç memleketlerin (İran, Türkis­ tan v.s,) sür'atle kuraklaşması faraziyesi, arap coğrafyacıları tetkik edilirse, kıymetsiz kalır. Aral gölünün kıyıları, bugün umumiyetle az meskûndur. Fakat 1905* te Orenburg-Taşkent demiryolu gölün simâl-i şarkî kenarına gelince, burada Aralsk adı verilen ve az zamanda büyü­ yen bir balıkçı köyü kurulmuştur. O zamandan beri demiryolu, Aral gölünde tutulan büyük mıkdarda balığın ihracına da hizmet etmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Göl, 1900 'den 1902 'ye kadar Rusya coğrafya cemiyetinin Türkis­ tan kısmı namına, L. Berg tarafından, tetkik olunmuştur. Bunlara âit izahat, cemiyetin mec­ muasının üçüncü cildindedir (Taşkent, 1902) ; aym mecmuada ( c. I V ) gole dâir W. Barthold tarafından verilen tarihî mâiûmat ile aym mesele hakkında M S O S , Westas. Stud., VI, 216’da onun bir raporu ve 1901 tarihli Zemlevedeniye 'de yazısı vardır. Aynı mü­ ellifin Aral hakkında rusça tafsilâtlı bir mo­ nografisi çıkmıştır (1908 ; almanca serlâvhası s Versuch einer pkysisck-geographischen Monagraphie ). I. Muşketov, T ar kes tan ( rus­ ça, II, 1866, 1906)} A . Woeİkof, L e Tur kestan Russe ( Paris, 1914 ), s. 89 v.d .; L. S. Berg, Arahkoye more ( îzv. Turkest. otd. imp. russk. geogr. obşç. V , 1908; A . Woeıkow tarafından hulâsası: Petermann s Mitteilungen, *909, s. 82— 86); J. Walthers, Das Oxasproblem in historischer und Geolo* gîscher Bedeutung ( Petermann s MiiteiL, 1898, s. 204— 214 ) ; W, Obrutchevv, Zur Geschichte des Oxusproblems ( Petermann s MitteiL, 1914, I, 87 v.d.); W. Barthold, Nachrichten über den Aral-See und d«n unteren Lauf des Amu-Darja (alm. trc, H. von f o t h ), Leipzig. 19*0]. (W , Barthold .)



ARAPKİR. A R A P K İR . ‘ARABKİR ( 'A rabg Ir ), şarkî Anadolu ’da, Fırat çayının sağ tabilerinden Arapkir suyunun yayla manzaralı arazı içinde açtığı geniş bir vadide, Fırat ’ın 22 km. garbında, deniz seviyesinden takriben 1200 m. irtifada bulunan ve Malatya vilâyetine tâbi kaza merkezidir. Bu şehrin adı, orta çağ­ daki arap fütuhatı ile alâkalı olup, ermenicede buna 'Arapker denildiği gibi, bizans kaynakla­ rında burası Arabrakes şeklinde geçmektedir» Topraklarının verimliliği dolayisiyle, yerleşmeğe müsait olan bu sahada, ilk çağların iskân va­ ziyeti hakkında bilgilerimiz noksandır. Eski Malatya ( Melitene ) 'dan Zimara ya giden yol üzerindeki Hıspa veya — Batlamyus ( V , 6, 20) *un zikrettiği gibi, bununla müteradif olarak:— İspa nm şimdiki Arapkir civarında olması, Antoninus 'un liinersarium 'unda adı geçen Dascusa ’nm da yine bu çevrede, fakat Fırat yakınında bulunması muhtemeldir. ‘Arabkir adı eski arap çoğrafyacılanuda görülmez; fakat İbn Bibi 'nin 1281 (880 ) tarihine doğru yazdığı selçukîler Vekayinâme ( nşr, Houtsma, Leyden, 1902) sinde müteaddit defalar adı geçmek­ tedir,. Orta çağda ermeni prensleri, iranîıîar ve bîzanshlar arasında elden ele geçen şehir, ni­ hayet araplar tarafından fethedilmiş, XI. asır sonunda selçukîler tarafından işgal olunmuş ve XV. asır başında, Timur istilâsı geçtikten son­ ra, osmanh mülküne ilhak edilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman ’ın teşkilâtına göre, Arapkir, Sivas eyaletine bağlı bir sancak merkezi idî. 1834 (1250) tarihinde, Mezraa eyalet merkezi ol­ duğu vakit, Arapkir buna bağlı bir kaza hâlin­ de bulunuyordu. 1292 'de Diyarbekİr 'den ayrı­ lan Ma'murat al-'Aziz (Elaziz) müstakil muta­ sarrıflığına, 1878 (1296 ) 'de aym adlı vilâyete, nihayet yenî taksimata göre, Malatya vilâye­ tine bağlı bir kaza olmuştur. Fakat bugünkü Arapkir, eskisinin yerinde değildir: XIX, asrm İlk yarısında, Malatya ’da olduğu gibi, şehrin ahalisi, buraya bir kaç kilometre mesafede bu­ lunan bağlar arasında yerleşmişlerdir; neticede, eski Arapkir tamamiyle terkedîlerek, onun ye­ rine, sör'aile inkişâf eden başka bir belde kâim olmuştur. Ch. Tezler 'nin ziyareti sırasında, onun ifadesine göre, Arapkir 'in nüfusu hemen hemen müsavi nisbette türkler ve er menderden mürekkep bulunuyordu. Arapkirliler, köylere kadar yayılmış olau pamuklu bez dokumacılığı, kumaş boyacılığı ve kervancılık ile geçinirlerdi. Daha o zamandan* şehir ve civar köyler halkı arasında, para kazanmak üzere, İstanbul'a ve uıuukiye 'nin diğer şehirlerine gidenler çoktu. Müteakip devirlerde, bilhassa tezgâh san’atlaTrü inhitatı ile alâkadar olarak, İşsizliğin artmagî îîetiçesipde, kışıpen de büyük şehirlerde



553



hizmetçilik ve resmî dâirelerde odacılık sure­ tiyle para kazanmanın, toprak ile uğraşmaya nazaran, daha câzip görünmesi yüzünden, gur­ bet ihtiyarı bîr kat daha çoğalmıştır. Şarkî Anadolu ’mın diğer bölgelerinin halkı arasında olduğu gibi, Akdeniz kıyısındaki memleketlere, hattâ Amerika ’ya gitmek suretiyle, sergüzeşte atılan arapkirliler de olmuştur. Mamafih evvelce maarife vakfedilen ve bugün hem fen ve ede­ biyat fakültelerinin müşterek binası, hem de İslam Ansiklopedisi ’ain çalışma yeri olan Zeyneb Hanım konağının sahibi Yusuf Kâmil Paşa [ b. bk,j ile Türkiye *de irfan sahasında tanınmış bir çok zavat da bu kasabadan çık­ mıştır. Şehrin nüfus mikdarı ve terkibi hakkın­ da muhtelif kaynaklarda görülen malumat, ber­ mutat birbirine tevafuk etmemektedir: Ainsworth, Arapkir’in nüfusunu 1839 senesinde, 6.000 'i ermeni olmak üzere, S.000 kabul ederse de, bu tarihten bir kaç sene evvel, İngiltere konsolosu J. Braut, Arapkir'de ev sayısının 6.000 olduğunu ve bunun 4.800 kadarıma müslâmanlara ve ancak I.2CO 'ünün ermendere âit bulunduğunu kaydeder kİ, eğer bu doğru ise, hem nüfusun mikdarı, hem de müslÜmanların nİsbeti, evvelki tahmin ile mukayese edilmeye­ cek kadar, fazla demektir. T aylor’un ifadesine göre, 1868 'de Arapkir ’in nüfusu 35.000 ’i bul­ makta idi. V . Cuİnet, 1890 tarihine doğru, bu nüfusu, 11,000 müslüman ve 8.500 gregoryen ermeni olmak üzere, 20,000 mıkdarında kayd­ eder, XIX, asrm sonunda, bilhassa m an us a adı verilen neviden, pamuklu bezler dokun­ masına devam edilmekte idi. Tepelik bir zemin üzerinde, sertliğine rağmen müsait bir iklim ve bol su sayesinde çok geiişmîş olan yemiş ağaç­ larının meydana getirdiği kesif bahçelikler içine, ayrı ayrı mahalleler hâlinde dağılmış, düz damlı evlerden mürekkep Arapkir, pamukla bezler ile beraber, yemiş, hububat ve .şarap ihraç etmek suretiyle, faal bir ticaret yapmakta idî. Fakat 1914— 1918 harbi senelerinde şehir, büyük sarsıntılara uğramış, sanayi faaliyetleri tamamiyle sönmüş, meşhur bağ ve bahçeleri zarara uğramış, evlerinin çoğu harap olmuştur. Şimdi Arapkir, vaktiyle kendisine parlak bir hayat temin etmiş olan ziraî imkânların da yardımı ile, yeniden kalkınma alâmetleri gös­ termektedir. 1935 sayımında kasabanın nüfusu 6810 idi. 1595 km2, saha işjâl eden Arapkir kazasının merkezinde ve 82 köyünde yaşayan nüfus mikdarı 30.000 ’e varıyordu. Kasaba, ol­ dukça iyi bir şose ile, 86 km, mesafede bulunan Elaziz 'e bağlı bulunduğu gibi, vilâyet merkezi Malatya 'ya olan uzaklığı da bundan bir az fasladır* Yeni yapılan Sıvas-Erzurum ve Sivas*



554



ARAPKİR -



Malatya demiryolları, kazanın oldukça yakının­ dan geçmek suretiyle, ticaret imkânlarını geniş­ letmektedir ; bu itibarla, Arapkir ’in tekrar eski ümran seviyesine kavuşacağı ümit edilebilir. B i b l i y o g r a f y a : Kâtib Çelebi, Cihânnumâ ( nşr. İbrahim Müteferrika ), s. 624 ; Ev­ liya Çelebi, Seyahatnâme, (nşr. A. Cevdet), II, 215 v.d;; G. le Strange, The Lands o f tke Eastern Calıphate ( Cambridge, 1905), s. 119; Ritter, Erdkunde, X, 793— 799; E. Reclus, Nouvelle Geographic Üniverselle, IX, 371; J. Brant, Journ. o f the Roy. Geogr«Society (1836), VI, 202 v.dd.; von Moltke, Briefe über Zustande und Begebenheiten în der Türkei in den Jakren 1835—1839 ( Berlin, 1841), s. 357 ; W. Ainsworth, Travels and Researches in Asia minör, Mesopotamia, Chaldea and Armenia (Losdon, 1842), H, s 5 Taylor tarafından yapıl­ mış bir icmal ( Jonrn. o f tke Roy. Geogr. Society, London, 1868); Ch. Terier, Asie Mineure, s. 589 v.d.; Vital Cuinet, Turçtzie d'Asie (Paris, 1891), II, 358— 361; Ma*murat al-*Aziz vilâyeti s&lnâmesi, 1310.



ARAŞ. '



geliyorsa da, nehrin esas su kütlesi Cavad mevkiinde Kür nehrine karışarak, o vasıta ile denize gitmektedir. Hamd Allah Mustavfî, nehrin uzunluğunu 150 fersah olarak gösterir; yeni coğ­ rafya kaynaklarında Araş ’m uzunluğu umumi­ yetle 800 km. kadar gösterilmekte ise de, haki­ katte 915 km. yi geçtiği anlaşılıyor. Araş neh­ rinin başlıca kolları: mecrasının yukarı kısmında kendisine karışan Pasin veya Hasankale suyu (burada Araş nehrine de halk arasında bâzan Pasinsuya adı verilmektedir ve iki akar suyun kavuşak noktasının bir az aşağısında, Köprüköy 'den 2 km. kadar bir mesafede, Trabzon— Erzu­ rum— Tebriz ana yolu üzerinde, Çoban köprüsü adı ile mâruf yedi kemerli kadîm bir taş köprü bulunur ) , Türkiye-Kafkasya toprakları arasında 1878 ’den evvel olduğu gibi, bugün de hudut çizgisi teşkil eden Arpaçayı ( ermeni eserlerin­ de Akhurean kİ, Ani şehri £ b. bk. ] bunun vadisi üzerinde bulunuyordu), Gökçe gölünün suyunu boşaltan ve Revan şehri yanından ge­ çen Zanga ( Zengİ) çayı, Ağrı dağı cenubunda Bayezıt civarından gelen Zankimar (Makû) ( B e s im D a r k o t .) çayı, Van gölünün şarkındaki yüksek yaylalar­ A R A F L A R . [ Bk. ARABİSTAN.] dan doğan çay» ( Akçay adlı diğer bir A R A R . [ Bk, h a r a r , ] koluna izafeten farsça Safid Rüd) ‘dır. A R A R A T . [ Bk. a ğ r i d ağl ] Roma müelliflerinin Arases olarak kaydet­ A R A Ş , eskilerin Araxes ( A ra x e) dedikleri tikleri nehrin adî, yunan kaynaklarında ’A ça ^ ç bu nehir, şarkî Anadolu ’da Erzurum ’un 60 km. ("Agcd-tç şekli de vardır) olarak geçer; gür­ kadar cenubunda Bingöl dağı kütlesinin şimâl-i cüler buna Rakhsi derler, ermemi er Eras'ch garbı yamaçlarında, takriben 3000 m. irtifada, yazarlardı. Muasır Avrupa eserlerinde Araş ile müteaddit menbalardan doğar; şimal, şîmâl-i beraber, eski şekil de kullanılmaktadır; ruslar şarkî ve sonra şark istikametinde akarken, yatağı nehre Araks diyorlar. Araplar nehri, ar-Rass bâzan dar boğazlarda sıkışır, bâzaa ovalarda ( al-Râss ) ve iranhîar da Araş şeklinde kayde­ genişler ; mecrasının bn yukarı kısmında şarkî derler. İsmin nereden geldiği kat'iyetle malum Anadolu ’nun kışları pek şiddetli olan stepeleri değildir. ve yüksek dağlan arasından geçer; sonra Civarındaki Kür nehrinden farklı olarak, bil­ mecrasının orta kısmında geniş bir ovaya hassa orta mecrasının geçtiği geniş ovada, ken­ dahil olur ki, Ağrı ( A rarat) sönmüş volkanının disine karışan kolların yardımı ile, arazinin 5000 m, ’yî aşan zirvesi, bu ova zemini üzerin­ sulanmasına yarayan, münakale için de esaöh de birden 4300 m. irtifaa yükselir. Dağlardan bir mania teşkil etmeyen Araş nehri, eskilerce inen bir çok derelerle sulanmak sayesinde, her akışının sür’ati ve yatağının köprü tutmaması türlü mutedil ve hattâ yarı medarı iklim mah­ ile şöhret bulmuştu; Virgıl, onun bu şöhretini sûlleri yetiştirilmesi mümkün olan ova kena­ „Pontem indignatus Araxesli diye ifade etmiştir rında, Revan ( Erivan) ve Nahçevaa şehirleri (Eneide, VIII, 728). Araxes, Herodot tarafın­ yer almış bulunduğu gibi, kadîm Ermenistan dan (I, 202; IV, 40), Medya’mn hudut nehri payitahtı Ariasata ’nm harabeleri de buradadır. olarak zikredilmekte ise de, onun tavsiflerinde Araş vadisi, bundan sonra cenubî Kafkasya ’mn nehrin havzası, Hazer denizi şarkında yaşamış Karabağ kütlesi ile İran Azerbaycanı ’nm Ka­ oldukları bilinen kavimlerin iskân sahaları He radağ ’ı arasında sıkışır ve bir takım şelaleler ve nehrin kendisi de Oxus (Amu-Derya) ile yaparak nihayet Hazer denizine doğru uzanan karıştırılmış olmalıdır; diğer taraftan, Avesaşağı mecra ovasına dahil olur kİ, burası ta ’nm efsanevî Rangha ’sına kısmen tekabül Mogan çölü adı verilen kuru bir steptir. Evvelce eden bu tavsifler, Strabon (I, X, 512 v.d., Araş *m suyu, muhtemel olarak, doğrudan doğ­ 531) ’da da görülüyor. Akdeniz kavimîermin şar­ ruya, Hazer denizine dökülüyordu [ aş. bk.] 5 kî Anadolu ’daki yukarı Araş mecrası ile ilk te­ "Ugiin, her ne kadar bîr yan mecra, kısmen ması Pompeius seferleri esnasında vukua geîrçıiş •ataklıklarda yayılarak, Kızıl-Ağaç körfezine olmalıdır. Daha evvel Xenophon ’un On binler



ARAŞ.



355



( j4 na6«sis» V , 4, türk. trc. Hayrullahörs) ’i Hurdâzbeh (s. 174) ve ondan naklen, İbn aî400/401 ( m, ö .) 'de Phasiane. ülkesinden geçer­ Fakih ( s. 296) ve İbn Rusta (s. 89) ’ya göre, lerken, Phasis (cıou:) suya üzerinden aşmış­ nehir, Ç lli-Ç aiâ (Erzurum) yamnda( Ya'ljûhi tab’olunlardı ki, bu mecra, irtibatını bilemedikleri Araş ( al-Buldân, s. 353: 6krt yerine ’m — muhtemel olarak şimdiki Köprükoyü civa­ muş)’ye göre, bu şehirden iki fersah ötede menrındaki — yukarı kısmına tesadüf ediyordu Pha­ bamdan çıkar. Nehrin mecrası hakkında İbn Rus­ sis ismi bugünkü Pasin ile münasebeti! görün­ ta ’da şu tafsilât görülmektedir: fvâli-Kalâ ’dan mektedir. Araş ’a ait tavsifler Mela ( Ilî, 40), sonra nehir, 'Adaş nahiyesinde bir rustaka ( köy­ Strabon (XI, 537), Pİİnius (V , 83 ; VI, 26 }’ta lük ) gelir, sonra Dab.il ( yani Erivan yanındaki bulunmaktadır. Batlamyus ’a göre, Arazes, Ky- Dvin) ve Madâ’in yanından geçer. Burada bir roa ( C yrus; şimdiki Kür nehri) ’a bir kol taraftan Arminiya dağlarından ve diğer taraftan göndermekle beraber, kendisi Hazer denizine da Madâ’in dağlarından bir çok kollar alarak, dökülmekte id i; Plinius ise nehri, Kyros ’a A r ran ( ai-Rân ) hududuna girer ve orada Arran nehri İle karışır, sonra Varasan’a gelir. Eserde akıtmaktadır. Araş mecrası, kadîm devirlerden beri, muh­ adı geçen 'Adaş, bugünkü Kağızman tarafla­ telif memleketler arasında smır çizgisi olmuş­ rı olmalıdır. „Arminiya dağları" Karabağ ve tur ; ezcümle kadîm Urarto ve Medya devlet­ »Madâın dağları" ise Karacadağ olsa gerektir. leri ile İskender imparatorluğunun şimal hu­ Her hâlde bu ‘Adaş ve Madâ’in okunuşu meş­ dutları Araş ’m orta mecrasına dayanıyordu; kuk olduğu gibi, başka menbâlarda bunlara bugünkü İran ’mn şiraâl-i garbî hududu da, Fath benzer isimlere de rastgelinmiyor. Arran nehri 'A li Han devrinde Rusya ile İran arasında İbn Hurdâzbeh ’te ve ondan naklen İbn alakdedilen Türkmen-Çay muahedesi {22 şubat Fakih ’te de mevcuttur ki, bugünkü Barguset = 1828) mucibince Araş üzerinde bulunmakta­ Pazar-Çay ve Akera nehirleri olsa gerektir. Vadır. Moskova ve Kars muahedelerinin (1921} raşân şehrî Ardabii ’den Barda'a 'ya giden yol­ tesbit ettiği Türkiye-Rusya hududu da, 140 da, Araş ’m sağ sahilinde, bugünkü Rusya-îran km. 'den fazla bir mesafe üzerinde, yine bu hududunda, Altan-Arıh harabeleri yerinde kâin nehre dayanıyor. Böyle olmakla beraber, Araş idi ( bk. Minorsky, mad. MUKÂN). Burası, V . asır­ nehri, her iki tarafında yaşayan kavimler ara­ da Muğân hanlarının payitahtı olmak bakımın­ sında esaslı bir hatt-ı fasıl teşkil etmemiştir: dan, türk tarihi için çok ehemmiyetlidir. İslâm her iki Azerbaycan ’m kültür birliği, bu memle­ menbâları Dabi! (Dvi n) ile Varaşan arasında ketin Araş şimalînde kalan kısmının bir asırdan bâzı köprü ve şelâlelerden bahsederler. Bu fazla zamandan beri Rusya hîikmüne geçmiş cümleden, şimdiki Culfa (Timur tarihlerinde bulunmasına rağmen, hâlâ tamamiyle silinmiş Cülâha) ile Ördubâd arasındaki Gerger köp­ sayılamaz. Şarkî Anadolu’nun Erzurum-Kars rüsü kayda değer. Bu köprü, selçukî vezirlerin­ yaylalarında ise, Araş ’m yukarı mecrası bir den Ziya1 al-Mulk tarafından, taştan inşa olun­ engel değil, belki tabiî bir yoldur,* 1877 ve 1914 muştu ve metaneti ile bu civarda emsalsizdi harblerinin bir çok mühim askerî harekâtı ( bk. Şaraf aî-Din Yazdi, Zafar-nâme, I, 399 Hamd Allah I *. 137 —1 adlı eserinde umumî bir hulâsa vardır bk, tuad. A H İLER ),



^İ\\\



Ü; İ



Âfeûuft cemaziyelevvel 683 {10 ağustos 1284 ) 'te öldü­ A R G U N . ARGUN, bir S ı n d h a n e â â rüldü. Hemen ertesi gün, Argun, merasim ile s ı n ı n adıdır, Argunlarm eski tarihleri hak­ tahta çık tı; bu cülus, 1286 senesi ilk baharın­ kında bk. mad. EFGANİSTAN. Z u ’l-Nun Beg ye da, hakan Kubılay tarafından, tasdik olundu, oğlu Şâh Beg ( bâzan Şâh Şucâ' namı ile yâd Argun, sayesinde tahta çıktığı Bukay '1 1289 olunur ), payitahtı Kandahâr olmak üzere, müs­ ’a kadar uluğ noyanlığında ( beyler beyi ) kul­ takil bir devlet tesis etmeğe çalıştılar. Fakat landı ve o sene veziri Calâl al-Din SamnâM ile ilk bakışta muvaffak olmuş gibi, görünen bu azil ve onunla birlikte idam ettirdi. Müteâkip teşebbüs, Babur ’un mükerrer taarruzları ile, senelerde, idare vezir Sa'd aî-Davîa ’nm elin­ neticesiz kalmış ve Babur nihayet IÇandahâr '1 de kaldı. Fakat bu zat, yahıidi olmak dolayı- fethettiği vakit (929 *=1522), Şâh Beg daha zi­ siyîe, müslümanlarm nefretini ve moğul bü­ yade mukavemet edemeyerek, Şal ve Mustang yüklerinin de istikrahım celbettiğinden, düş­ dağlık ülkelerine çekilmiştir. Görülüyor İd, Ba­ manları tarafından mevkiinden düşürüldü ve bur, Şâh B eg'i rahat bıraktıktan maada, onu Argom 'un ikinci hastalığında, ölümünden bir Sınd 'i istilâya da teşvik eylemiştir. Zu ’i-Nün kaç gün evvel, katledildi. Selefleri gibi, Argun Beg daha evvel bu yaylaları zaptetmişti ( 884 = da dinî müsamahakârlık ile temayüz etmiştir 1479); BolSn boğazından İlerleyerek, 890 ve hıristiyanlara müsait davranmıştır; fakat bu- (1483 ) ’da Kaççhî ovasına baskın yaparak, Sevi dist keşişlerin, kendisi üzerinde büyük nüfuz­ ( S ib i) ’yi Câm Handa’dan zaptetmiş; fakat ları olduğu rivayet edilir. Abaka nın saltana­ sonra yine elden çıkarmıştır. Babasının saltanatı tında, Mısır a karşı müşterek bir hareket gayesi zamanında bu birinci seferi bizzat idare etmiş güdülerek, garp devletleri (Fransa, Ingiltere olan Şah Beg, Zu 'I-Nün Beg 'in vefatından sonra, ve Papalık) ile girişilen müzakere, Argun Babur tarafından Kandahâr ’dan tardedilince zamanında da devam etti. Fransa'da devlet (913 — 1507 ), Şâl ve Mustang üzerine çekildi ve arşivlerinde, bu hükümdarın kıral Phiİippa Le orada, Fâzıl Beg Kökeltaş vasıtası ile, mahallî B e l ’e gönderdiği (A bel Remusat ’nm bulup Belue kabileleri reisleri ile anlaşarak, Sind’i neşir ve J. Schmidt 'in tercüme ettiği) bîr istilâ için, bir ittifak akdetti. Bununla beraber, mektubu vardır. Fakat Argun ’un saltanat dev­ Çandahâr ’ı geri aldıktan sonra, bu tasavvurdan rinde, belki de ordularının daşka yerde meşgÛİ muvakkaten vaz geçti ise de, nufuzunu daha olması yüzünden, Mısır *a karşı hiç bir hareke­ ziyade tevsi etmekten de hâîî kalmadı. Kendi te geçilmedi. Pek kuvvetli Bukay ’ın sukutu kabilesinin argunları İle bunlarla karabeti olan neticesi olarak, Horasan 'da bir ayaklanma ol­ tarhunlardan mürekkep olan ordusu pek büyük du. Başında emîr Navrüz bulunan bu hareket, değildi. Bunun için askerî kuvvetini, imkân bul­ orta Asya 'dan yardım gördü ve Argun ’un duğu yerlerde, yerli unsurlar ile ikmâl ediyor­ devrinde bastınlamadı. Buna mukabil, Î290 du, Sİvistân ’da, yâni Kaççhi ovasmm bâzı kı­ ’da Mengu-Timur ( Altın-ordu hanı) ’un İran ’a sımlarında ve bu ovanın şımâlinde henüz belücDerbend kapısından girmek için yaptığı teşeb­ lar tarafından işgal edilmemiş olan sırtlarda büsün önüne kolayca geçildi. Argun ’un şehirler yerleşen B irlâ’lara, 917 ile 920 arasında (1511— kurmakla meşgûl olduğu rivayet edilir. Sonra­ 1514), taarruz ederek, Sevi ve Fathpür kalele­ dan oğulları Gazan ve Ulcaytu ’nun tesis ettiği rini onlardan almıştır. Muhtelif kabileler ve bunların arasında bil­ yeni şehirlerin (Tebriz civarında Şanb-i (Üâzân ve Sultaniye) temellerini, Argun atmıştı, 7 re- hassa bu devirde ovalara inerek, şimalî Sind’e bİülevvel 690 ( 10 mart 12 9 1 ) 'da öldüğü zann- ve Multân eyaletine yayılmakta olan belucler, olunmaktadır. Sultaniye’nm cenubunda Sicâs onun aleyhine bir ittifak akdettiler. 1519 ’da Şah B e g ’in büyük oğlu Husayn (ha­ dağlarına gömülmüş ve daha sonra Gazan devrinde, türbesi yapılmıştır.— Krş. D’Ohsson, zan Haşan da denir), Babur’un yanma kaçtı Histoire des Mongols, IV, 1 v.d. ; Hammer- ve hüsn-i kabul görerek, Hind seferine iştirak Purgstail, Geschichte der îlchane, I, 359 v.d.; etti. Ertesi sene (927 — 1520), Şâh Beg ova­ Hovvorth, History o f tke Mongols, III, 312 v.d, larda ilerleyerek, Cam Handa 'mn halefi Câm [ Daha sonra, Argun Han ve zamanı hakkın­ Feroz ’un ordusunu perişan etti. Artık Câm ’larm da yapılan tetkİkat için bk. B. Spuler, Die kumandası altında da beîûcîer görüyoruz ki, iki Mongolen in Iran ( Letpzİg, 1939), s. 77— 86; hasım orduda çarpışan bu adamlar, belki birbi­ Argun tarafından Papa’ya gönderilen mektup rine de zâten rakip kabilelere mensuptular. Ba­ da yeniden tetkik olunmuştur; bk, P. Peîiot, basının tarafına geçen Husayn, cenubî Sind L es Mongols et la Papaate ( Revue de la ’de Thatta üzerine sür’atle yürürken, babası Şâh Beg de Şâl, Sevi Fathpur, Ganeâba (Ganl 'Orîent Cliretten, 3. ser., XXIII — XXIV, 1920— dava ) ve Bâğbân ( bugünkü Bağ ) şehirlerinde 1924, XXVIII, 1931— 1932)], garnizonlar tesis ediyordu, Bir kaç sene evvel, (W. Barthoild.)



îullm AnaiklopûdUİ



9Z



ARĞüK. ------------ ~ V v



;



~



''



---------------------



Sind tahtına hak iddia eden bir adam çıkmış bir fırkasını mahvetti ve sonra Multân üzerine ve GacarSt İH^ümdarı Muzaffar Şâh II. 'tan mü­ yürüdü, Mahmüd Şah, rîad, belûc, doday ve zaheret görmüştü; bunun özerine Cam Feröz çatlardan müteşekkil bir ordunun başında ola­ da®ŞÛh Beg 'in yardımını istemişti. Bu takt dâ- rak, onu karşılamak Üzere, Satlac'e yürüdü ise vacısınm askerleri Thaita 'yı zaptetmiş ise de, de, bâzılarmm rivayetine göre, zehirlenerek, bir argun kuvvetinin yardımı ile püskürtülmüş, ansızın öldü, Bunn takip eden kargaşalık neti­ lâkin bu yiizden, gâliba bir dereceye kadar, cesinde, Şâh Ijiusayn Argun, Multân ’i zaptetti. argünlarin tâfciı vaziyetine düşmüş olduğu için, Bunun üzerine, henüz küçük yaşta olan Husayn artık bu boyunduruktan kurtulmak İstiyordu. Langâh namına bir muahede akdedilerek, SatBu zat, Şah Beg 'in ilerlemesine mukavemet la c ’in cenubundaki bütün memleket Argunlara etti ise de, Thatta hücum ile alınıp yağma edil­ bırakıldı. Fakat Multân 'da hüküm süren karı­ diği için, kendisi de, çok geçmeden, boyun eğdi. şıklık, bu şehrin tekrar Şâh Husayn tarafın­ Akdolunan muahede ile yukarı Sind Şah Beg dan taarruza uğramasına sebep oldu. Şah Hu­ 'e veriliyor, aşağı Sind ise, sarsmaların elinde sayn, bir seneden ziyade muhasaradan sonra, kalıyordu. Fakat Sehvân 'da çıkan bir kıyam, nihayet şehri hücum ile zaptederek, ahalisini Şşh Beg 'i tekrar cenubî Sind ’i istilâya şevk­ kılıçtan geçirdi. Lâkin Şâh Husayn, belki de etti, Sehvân zsptedUerek, yağma ve tahrip edil­ Dehü ’de imparator olan Babur 'dan korktuğu di. Cgm Feröz 'un fena idaresi, taht davacısı İçin, orada uzun müddet oturmağa cesaret ede­ ŞaİSh al-Din 'in yeni bîr tacavüzüae yol açtı. medi. Mamafih, ölümüne kadar, bütün Sind © esnada (937=*= 1570) Kandahar 'da bulunan hükmü altında kaldı ( 9 6 1 = 1 5 5 4 ) . Kendisi Ş fh Beg, Sind ’e Ş'5h Husayn 'i yolladı. Bu zat, bâzı ufak tefek harplere girişmekle beraber, müstevliye galebe ederek, onu idam ettirdi. mülkünde sükûnet hüküm sürmüş ve bu hâl, Sonra Ş fh Beg, GSm Feröz’ u tahtan indirdi ve metbuu olan Hümâyûn Şir Şâh Sür tarafından bu suretle SammS hanedanına nihayet verdi. mağlûp ve şimalî Hindistan 'dan tardedilmesi KŞandahSr 't artık kat’iyen kaybetmiş olan Şah üzerine, Şâh Husayn'den istimdadına kadar Beg, İndüs üzerinde bir adadaki Bhakhar şeh­ devam etmiştir. Hümâyûn, Sind‘de veya Racrini payitaht ittihaz etti, putâna çölünün o bölgeye mücavir kısımların­ O devirde müstahkem ve hemen hemen zap­da, tam iki buçuk sene geçirdi. Şâh Husayn, tı imkânsız bir yer olan bu şehir, âsî belûcler Şir Şah ile bir harbe girişmek istemeyerek, île şimalî Sind ’in diğer itaatsiz kabilelerini hü­ Hümâyûn 'un arzularına muvafakatte tereddüt küm altında tutmak için, gayet müsait bir va­ ettiğinden, imparator onu harbe zorlamak için, ziyette bulunuyordu. Diğer taraftan Multân 'a Bhakhar '1 muhasara etti ise de, bir netice ala­ karşı tasarlanan taarruz için pek elverişli bir madı; bunun üzerine Bolün geçidinden Çandaüs idi. Ş lh B e g ’in 42 köyün belûc ahalisini h a r’a çekilmeğe razı oldu. Bu vakalar 947— kati-i âra ettirdiği ve Çândko reisi Zâreca’yİ 95° ( 1S4° — IS43 ) ’ye kadar cereyan etmiştir, İhanet He öldürttüğü söylenir. Şâh Beg.'in vefatı İki sene sonra, Hümâyûn 'un kardeşi Kâmrân, üzerine (930 = 1524), yerine Şah Husayn geç­ Kabil ’i kaybedince, Şah Husayn ’in yanma miştir, Hutbeyi Bnbur namına okutan bu zat, iltica etmiş, bu da ona kızını nikahlamıştır. ihtimâl Babur İle uyuşarak, Multân ülkesine Yıllarca sonra, artık gözleri görmez olmuş hücuma hazırlanmıştı. olan Kâmrân, gene Mekke 'ye giderken, Bhak­ Multân ülkesinde hüküm suren Langâhlar, har 'ı ziyaret etmiş ve Şâh Husayn 'den izzet Paneâb ’ın cenubunda bugün dâhi mârûf bu­ ve ikram görmüştür. Zevcesi,' Şâh Husayn ’in lunan r-Sçpütlara mensup idiler ve Delhi sul­ kızı da, bu hacc seyahatinde, ona refakat ödi­ tanlığının yıkılmasından sonra, Multân 'da müs­ yordu. Şâh Husayn 'İn son seneleri fesat ve takil bir devlet tesis etmişlerdi. O devirde entrikalar ile geçmiştir. Argunlarm hükümeti, saltanat süren Mahmüd idi ve bu zat hâkimi­ ancak bir işgâl ordusu idaresinden başka bir yetini, bu memlekette yerleşmiş olan belûc, şey olmamıştı ve memleket üzerindeki tesirleri nnd ve dodâylardan mürekkep, kuvvetli bir or­ pek mahdut kalmıştı. Şâh Husayn ’in oğlu ol­ duya İstinat ettiriyordu. Şâh Husayn Arğün, madığı için, ordunun birbirine rakjp iki şefi her tarafta beldelerin husumetleri ile karşıla­ olan Sultân Mahmüd Kökeltaş île Mirza 'İsa şınca, Multân 'a taarruzdan'evvel, Çatr ve Lehri Tarhûn tahta kendilerini namzet görüyorlardı. yolu ile, rindlere ve Kaççhi’deki magassilere Şah Husayn vefat eder etmez, bunların ara­ karşı bir sefer açtı (Raverty, J A S B , 1892, s. sında husûmet ç ık tı; lâkin Sind, bir taraftan 358 'de, magassiler yerine buğ^İler denilmiş ise şimalde Dehli İmparatorluğu, diğer taraftan de, buğtiler bu devirde mâlûm değillerdi). Şâh sahillere akın etmekte olan Portekizliler ara­ ^usayn, Multân 'a karşı olan seferinde (931 = sında, tehlikeli bir vaziyette bulunduğu için, 1523), U ççh’ta langâh ve beldelerin kuvvetli bn hâl İki kumandanın sulh akdetmelerine saik



ÂRGÜk -



oldu; ülke de ikiye bölündü: Mirza Tsâ, mer­ kezî Thatta ile birlikte, aşağı Sind ’i muhafaza etti.J payitaht, Bhakhar He birlikte, yukarı Sind de Sultân Mahmüd ’a kaldı. Fakat Argunlar, bu şekilden hiç memnun olmadıkları İçin, ilk fır­ satta Mirza ‘îsâ ’ya karşı isyan etmişlerdir. Ekber, (1572 982 ) ‘de, yukarı Sind ’i ülkesine ilhak etmiştir. Tarjıân hanedanı, daha bir müd­ det, aşağı Sind ’de tutunmuştur. Mirza ‘İsa ’ya, oğlu MuŞammed Baki halef olmuş (975 = 1565) V e bunun yerine de, küçük oğlu Cam Beg geç­ miştir (993 = 1584). Bu son hükümdar, impa­ rator Ekber ’e büyük babası tarafından ifa edilmiş olan biat resmini ihmâl ettiğinden Sind, Ekber orduları tarafından istilâ olunarak, Tarhan-Argun hanedanı, 1001 (159 2)'de, kat’î su­ rette bertaraf edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Sayyid Camal, Tar­ kan-nâme ( yahut A r gün-nâme 5 bk. EUiot ve Dowson, Hist. o f İndia, 1, 300 v.dd., 497 v.dd.) ; Nizâm al-Din Ahmed, fabaJjzat-i Akbarı (Elliot ve Dowson, V , 177 v.dd.); Târîh-i Fîrişta, IV. kısım, Sind; Erskine, Lives o f Bahar and Hümâyûn (London, 1854)5 Haig, The Indus Delta Country (London 1894); Raverty, The Mikrân o f Sind ( J A S B ,



1892).



(M. Lqngworth Dames.)



‘A R ÎB . [ Bk. ARÎB.] A R ÎB . ‘ARÎB b. Sa 'd a l -K â t İb a l -K urtübI, a r a p m ü v e r r i h i d i r . Hakkmda pek ma­ lûmatımız yoktur} aneak Tabari ’nin büyük umumî tarihinin muhtasarını yapmış olmakla mârûftur. ‘Arib, bu eseri, Kur tuba ’da Emevîlerden al-Hakam II. ’in ( 350— 366 = 961— 976 ) saltanatı devrinde, bu hükümdarın kâtibi iken, te'lif etmiştir. Bu kitap, Tabari ’ce meçhul kal­ mış olan İspanya ve şimalî Afrika tarihîni de ihtiva etmiş olması bakımından, kıymetlidir, Dozy, eserin bu kısmını, neşrettiği îbn ‘AzSri ’nin al-Bay&n al-m uğrih ’i vesilesi ile, tanıt­ mıştır ('A rib hakkmda malûmat için bk, bilhas­ sa medhal, s. 43— 63); mütebakisi, bize kadar vâsıl olan yegâne nüshanın ihtiva ettiği kısım­ lar da ( Gotha, 1554, krş. Pertsch K atalog, III, 184 v.d,), 1897 ’de Goeje tarafından neşre­ dilmiştir ( A r îb , Tabari continuatus quem edid it M .J t d e G o e je , Leyden, Briti). Steinschneid er’in iddia ettiği gibi (Z e its c h r ift fü r M aikematik u n d P h y sik , 1866, XI, 235 v.dd.),‘Arib ’in, bilhassa tıp ve kronolojiye dâir, başka eserler te’lif etmiş olması şüphelidir. Dozy ’nin buna inahalif olan mütalâası için bk. Z D M G , XX, 595 v.d. ve L e calendrier de C ordoue de Vann ie 961 ( Leyden, 1873, mukaddime), B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , I, 134, 236 ve not; A . A. Vasilev, Vizaniîya i Arabi, II, 2, s, 43 v.dd., burada ‘Arib hak­



ARİF.



şh



kında daha tam bir bibliyografya vardır; Steinschneider, Hebr. Obersetzungen, § 428; s. 670 v.d.; Pons Boigueş, Ensayo bio-bibliogrâfico, nr. 47, s. 88 v.dd. ‘A R İF . [B k. A R ÎF .j A R İF . ‘ARİF ( a .), cem. 'urafü1; umumiyetle her hangi bir topluluğun, her hangi bir teşki­ lâtın başında bulunan r e is , â m i r ve k u m a n ­ d a n mânasına gelen eski bir tâbirdir. Arap­ ların eski kabîie hayatında, kabîie reisinden sonra, bu arîflerin ehemmiyeti vardı. Daha Peygamber zamanında, gazvelerde askere ku­ manda İçin, arifler tâyin edildiğini Mâvardı (al-Ahkam al-saliâmya, Kahire, 1909, s. 30, trc, Fagnan, s. 73 v.d.) rivayet ettiği gibi, arifliğin ('arafa) Peygamber devrinde mevcut olduğunu gösteren hadisler de vardır (A h ­ med b. Hanbal, Musnad, tab. Mısır, 1313, IV, 133; T a y â l i s ı , Musnad, hadis 2526). Abbâsîler devrinde de on kişiden mürekkep en küçük askeri takımın kumandanına bu isim veriliyordu: *arif 'alS 'aşarât ( on b aşı), 'arif al-mı a ( yüz başı) gibi, iptida İslâm ordusunun askeri karargâhı olarak kurulan K ü fa ’de mu­ ayyen bir askeri kıt anın karargâhı olan ma­ hallenin kumandanına 'a rif ve bu teşkilâta, yâni bu mahalleye ve onun askerî âmirliğine, 'arafa deniliyordu. Askerî teşkilâtlarım şark halifeliğinden al­ dıkları Örnekler üzerine kuran Endülüs Emevîleri, 8 neferden mürekkep en küçük askeri takımın başına bir nazır ve 40 kişiden mürek­ kep daha büyük takımın başına da bir *arif tâyin ediyorlardı. Mamafih daha *Abd aî-Rahmân I. zamanında, kelimenin umumiyetle k u ­ m a n d a n mânasında kullanıldığı malûmdur: zencilerden mürekkep askeri kıt’a kumandan­ lığına 'arüfai al-snd deniliyordu. Onun torunu Hakanı I. zamanında, saraya bitişik kışlalarda dâima hazır bulunan 2,000 kişilik süvari kuv­ vetinin 100 kişilik bölüklere ayrıldığını ve her bölüğün başında da bir ‘arif bulunduğunu bili­ yoruz. Kelimenin Mavardİ zamanında (XI, asır) bile en küçük askeri âmir mânasında kullanıl­ ması, bu tâbirin yavaş yavaş es ki ' ehemmiye­ tini kaybettiğim gösterebilir. Muhtelif devrelere âit edebî ve tarihî arap kaynaklarında, 'arif kelimesinin türlü türlü mânalarda kullanıldığını görmekteyiz"; msl. : ücretli askerlerin yahut {avaşi ( hadım) ’nin veya muhtelif esnaf teşkilâtının, kale harple­ rinde İstihkâm başında bulananlara bu unvanın verildiği anlaşılıyor. XL asırda îşbiliye 'de, hü­ kümdar askeri teftiş edeceği zaman, safların intizamını muhafazaya memur olan kimseye *arif al-şarta deniliyordu. Esnaf teşkilâtıma başında bulunanlara sâdece 'a rif yahut amir



5*4



ARİF -



ÂRİF HİKMET BEY.



denildiği gibi, umumiyetle orta çağ İslâm şehir» lerinde, esna itan her birine mahsus, ayrı bir sokak bulunduğu için 1a rif al-sâk yahut şayh a ls a k adı veriliyordu. Ayrıca kadıların adalet meclislerinde, yâni şer’î mahkemelerde de, inti­ zamı muhafaza için, elinde kamçısı ile hazır bulunan İnzibat memuruna da 'arif unvanı veri­ lirdi. Mimarlara, sokak çalgıcılarına, kabilelerin ileri gelenlerine ve hattâ talebe derslerini mü­ zakere etmek vazifesini yapan sınıf bağılara da *a r if denildiğini görüyoruz. Bütün bu izahların türk ve İran memleketlerine ve devletlerine değil, arapçanın hâkim olduğu memleketlere ve arap devletlerine âit olduğunu ehemmiyetle kaydetmeliyiz. Farsça kaynaklarda hu tâbire, pek nâdir olarak, sâdece ilk arap istilâsına âit zamanlardan bahsedilirken, tesadüf olunur. B i b l i y o g r a f y a : Bu kelime hakkında, bilhassa Endülüs ’e ve Magrib ’e âit, muhtelif edebî ve tarihî kaynaklara dayanılarak, veril­ miş en geniş izahat için bk. Dozy, SuppL aux dîction. arabes, raad. ‘ARİF; buna ilâve olarak, fa b a ri ( tab. Leyden ), s. 1798 v.d.; al-Mâvardı, al-Ahkâm a lsu ltâ n îy a (Mısır, 1909), s. 180; frans. trc. G. Fagnan ( Alger, 1915), s, 440; Circi Zaydan, Medeniyet-i islâmiye tarihi ( türk. tro. Zeki Megâmiz ), I, 153 v.d. 5 Levy Provençal, L'Espagne musalmane au X m• siecle (Paris, 1932), s. 130, 141, 150, 187 i E. Tyan, Histoire de l ’ organîsatîon judtciaire en pays d *İslam (Paris, 1938), I, 382 (Uzcandi, al-Fa tava al-hindiya, İH, 391’den naklen) ; I. Goîdziher, Abkandhıngen zar arab, philoL, î, 21 v.d. (kelimenin hadislerde kullanılması hakkmdaki malûmatı M. Şerefeddin Yaltkaya 'ya borçluyuz }. (M. F uad K öprülü .) Â R İF HİKM ET B E Y . 'ARİF HİKMET BEY (1786— 1859), şeyhülislam, divan edebiyatının çökmeğe yüz tuttuğu bir zamanda yaşamıştır. Tanzimat devrini ömrünün sonuna doğru idrâk ettiğinden, şark kültürü bağlarından sıyrılama­ mış ve divan şâirleri tarzında, arapça, farşça ve türkçe şiirler yazmıştır. H a y a t ı . A rif Hikmet, devletin mühim mev­ kilerinde bulunmuş bir ailedendir. Bunun için, ailesi hakkında, doğru malûmata sahibiz. Ken­ disi, M acm ua al-tarâcim 'inde, şeceresini şöyle gösterir: „İbrâhim 'İşmat İbn al-va2İr al-şabir Râ’if îsmâ'il Paşa İbn ai-vazir Maîâtyalu İbrahim Paşa İbn al-hâcc Mustafâ aî-Husayni al-hanafi al-İslambuli.. .“ (ibnülemin Mahmud Kemal, Son astr türk şairleri, İstanbul, 1937, IV, 620). Muhtelif kaynaklara dayanarak, Arif Hikmet 'in silsilesini yeniçerilikten yetişen ve İran^ seferine de iştirak eden malatyalı İb­ rahim Paşa ya kadar götürebiliyoruz. Mahmud



I. ile Osman III. devirlerinde yaşayan İbrahim P âşa’nm ölümünden sonra, Râif İsmail Paşa İstanbul'a gelerek, Abdulhamid I. devrinde vezirliğe kadar yükselmiştir, Fakat Halil Hamıd P aşa’mn sadaretten ayrılması üzerine, vezirliği alınmış ve Lefkoşe *ye gönderilerek, bir müddet sonra idam edilmiştir (Cevdet, Tarih, 2. tab.,' II, 102, 129, 133, 137 ), A rif Hikmet 'in babası, bu maktût vezirin oğlu, İbrahim İsmet'tir kİ, Cevdet tarihi ile SicîU-i osmâni 'de, tevsik edilmeksizin, kesriyeli Ahmed Paşa ’nm oğlu gösterilir. İbrahim İsmet (175İ-—1807 }, Selim III* devrinde kazaskerliğe kadar yükselmiştir, Zamahşari ’nin /Uûs al-balâğa 'smdaki mecaz­ ları hulâsatan vücuda getirdiği îhüşar ve ‘îcâz al-Icâz f i ihtisar al-macâz adlı eserleri ile bâzı haşiyelerinden başka, takrizleri ve makameîeri vardır; şer'î ilimlerden ziyâde edebiyata mütemayildir, ömrünün sonlarına doğru, Seli­ miye tekkesi şeyhi Nimetullah Efendi’den el alarak, nakşbendî tarİkatine inhisap etti. İbra­ him İsmet hakkında en mufassal malûmat veren Cevdet Paşa ( Tarih, II, 103; VI, 91; VII, 4, 7, 9; VIII, 132 v.d.; IX, 70), onun reisülküitâb A tıf Efendi ye yazdığı hususî mâhiyette üç tezkeresini dercetmiştir. Bunlarda, 1804 (1218) yılına âit, bâzı vak’alardan bahsetmektedir ( ayn. esr., VII, 363 v.d.) Malatyalı İbrahim Paşa ile Râif İsmail Paşa hakkında malûmat veren eserlerde, bunların iyi bir idareci olduklarından bahsedilirse de, ilim ve edebiyat ile alâkalarım gösterir bîr kayıt yoktur. Seyid Vehbi, Râif İsmail Paşa'ya yazdığı methiyelerden birinde, onun güzelliğin­ den bahsettiği gibi { Divan, tab. Bulâlf, II, 107 ), İbnülemin de, A rif Hikmet 'in metrukâtmdan satın aldığı kitaplar arasında, »Râif İsmail Pa­ şa ’ntn yazısı ile, şiirlerini ve nesirlerini hâvi, mühim bir mecmua" ’yı ve İbrahim İsmet'in, yine kendi elyazısı ile, bir şiir mecmuasını zikr­ eder (ayn. esr., s. 628). Arif-Hikm et'teki bâzı kabiliyet ve temayüllerin, ona âilesinden geçti­ ğini görüyoruz. A rif Hikmet 'İn resmî hayatı hakkında, şey­ hülislâmlıktan mfisâlİne kadar mâlumat veren en eski kaynak, Fatin Tezkere 'sidir; bn bilgiyi, divanına yazılan mukaddime tamamlamaktadır. Mukaddimeye göre, A rif Hikmet 1786 (1201) muharreminin 25. pazar gecesi doğdu. 1796 (1211) 'da tahsile başladı; 1814 (1229 ) 'te hacca gitti; 1816 (1239) 'da Kudüs, 1820 (1236) 'de Mısır, 1823 (1231) *te Medine mevlevîyetinde; 1829 (1245 ) ’da, nüfus tahriri memuriyeti İle, Rumeli ’de bulundu ; 1830 ( 1246 ) ’da nalçîb ah aşrâf, 1833 (1249 ) 'te Anadolu kazaskeri oldu. 1834 (1250) 'te nakib uf-cşı-â/'lıktan istifa etti. 1838 (1254) 'de Rumeli kazaskeri, 1839 (125$)



ÂRİF HİKMET BEY. 'da meclis-î vâiây-ı ahkâm-ı adliyeye âza, aynı sene Rumeli *ye müfettiş oldu. Kendi yazdj^-ı £jh>„ ıS-dit fli-'VtğjA tarihinden de anla­ şıldığı gibi, 1845 (22 zilhicce 1262) 'te şeyhül­ islâm oldu. Abdüîmeeid, Mekkî-zâde Âsim 'in vefatı ile, yerine  rif Hikmet'İn tâyinini bil­ diren hatta, onun faziletlerinden, irfanından ve c â m i - İ k e m â l â t olduğundan bahseder. Bu münasebetle, Şinasi ’nin tanzim ettiği bir man­ zume ( t. M. Kemal, ayn. esr., X, 1846) ile, Fatih 'in düşürdüğü bir tarih de vardır ( Fatin, D ivân, İstanbul, s. 28). D ivân mukaddimesine göre, bu me’muriyette 7 sene, 6 ay, 19 gün kal­ dıktan sonra, 1854 ( 21 cemaziyelâhır, 1270) 'te İstifa etti. Ölümü ise, 1859 (1275) yılındadır. Tezkereci Fatin’in düşürdüğü tarihten ( D îvan s. 59), kalp sektesinden vefatım öğreniyoruz; İbnülemin Mahmud Kemal, D îvân mukaddime­ sindeki resmî hâl tercümesine ilâve olarak, Lutfi Tarih ’ine (II, 152) dayanmak suretiyle, şu ma­ lûmatı veriri  rif Hikmet, 1828 (1244) ’de İstanbul kadılığına tâyin edilmiş, bu vazifeyi, borçlu ve rahatsız olduğu ve konağı da bulun­ madığı bahanesi ile, kabûl etmemiştir. Şeyhül­ islâmlıktan ise, bîr rivayete göre, Reşıd Paşa ’mn Mısır veraset kanununun değiştirilmesi hak­ kında teklifini kabûl etmediğinden ayrılmıştır. Ârif Hikmet, bu mes'elenin doğru olup olma­ dığını soran Ziya Paşa ’ya, Reşid Paşa ’dan hoşnud olmamakla beraber, dirayetini de itiraf et­ tiğini, kendisine böyle bir teklif yapılmadığını, yapılsa da kabûl etmeyeceğini söylemiştir (ayn, esr., IV, 621). Veraset mektûbları (İstanbul, 1326, s. 23 v.d.) ’ndaki bu İzahata ve bir şiirinde ( Divân, s. 198 ), seleflerinin «olur olmaz işe ka­ rışma" yollu nasihatlerine rağmen, yine şeyhü­ lislâmlık mevkiine gelmesinden, bu yüzden uğ­ radığı üzüntülerden bahis ve haleflerine bu .mevkiden çekinmelerini tavsiye etmesine bakı­ lırsa, şeyhülislâmlıktan Reşid Paşa ‘mn bâzı arzularını yerine getirmediği veya getiremeye­ ceği İçin ayrıldığı tahmin edilebilir. Ârif Hik­ met ’in, tanzimattan sonra . maarif sahasındaki yeniliklerde de bir rolü ve rüşdiye mektepleri­ nin açılmasına ve maarifin terakkisine yardımı olmuştur. Başkalarının fikirlerini korü korüne kabûl et­ meyecek bir şahsiyet sahibi olan Ârif Hikmet 'in, ahlâkî hususiyetleri ve temayülleri hakkında, Divân 'ma kendisini tanıyanlardan nakledilen sözlere ve tarihî bâzı eserlere dayanarak, malûmat verebiliriz i devrinde halka yapılan , zulümlerden, devlet erkânını zulme seykeden İsraf ve sefahatten şikâyetçidir (türk. Divân, g. 133 v.d., 164). Onu tanıyanlar, şehirli molla , tipinin en zarifi, halim ve cömert, bir zat ol­ duğunu, yanında kabaca bir lakırdı söylenildiği



$*S



zaman, kızardığını kaydederler. Ekser geceler, ahbaplarım evine davet ederek, İlmî bahisler üzerinde konuşur ve onlara çok mükrim davra­ nırdı (İ. M. Kemal, ayn. esr., s. 624 v.d.). Kıymet bilir bir şahıs olduğunu, İlmî kudretinden dolayı Cevdet Paşa *ya gösterdiği teveccüh ve hima­ yeden anlayoruz. Şeyhülislâmlıktan ayrılınca, Cevdet Paşa, yeni şeyhülislâmın  rif Hikmet’e gidenleri hoş görmemesine rağmen, ona terketmemiş, hususî kütüphanesindeki kitapları oku­ mak müsaadesine mazhar olmuştur. (Cevdet Paşa, tarihini yazarken,  rif Hikmet 'in kütüp­ hanesinden istifade ettiğini de kaydeder; bk. II, 102 v.d.). Divan mukaddimesinde, son istif asm t müteakip, vaktini mütalâa ile geçirdiği, Medi­ ne'de haftz-ı kütübler ile hademeleri için de dâireleri hâvî bir küiübhane yaptırarak, 5000 ’den ziyade kitabı hediye ettiği yazılıdır ( s. 5 ). Bu küküphane Medine ’de mevcut on sekiz kü­ tüphanenin en meşhura olan Mahmudiye kütüp­ hanesinden de zengindir.  rif Hikmet 'ten bahseden kaynak ve tetkik­ lerin hiç birinde, onun bir tarikate mensubiye­ tine temas edilmez. Fakat divanında, hoca Bahaeddin Nakşbendî ve tarikaiini meth ile bu tarikate sülukün en doğru bir yol olduğundan bahsederek (s. k i v.d., 133, 195), babasının tarikatine mensup olduğunu anlatır. A rif Hikmet 'in hususî hayatı hakkında da bir az malûmatımız vardır. Otuz yaşında iken yaz­ dığı bir mektupta, Kuduüs ’te zevcesi ile kızı Hasibe ’nin vefatlarından mütevellit, teessürünü anlatır (İ. M. Kemal, ayn. esr., s. 624). Bizzat düşürdüğü tarihlerden, Fatma isimli ve 1227 'de öİen bir kızı daha bulunduğunu Öğreniyoruz (türk. Dîvân, s. 232, 252 ). Sicill-i osmânî 'de, Muti* adlı bir oğlunun, yalnız İsmi zikredilmiştir ( aynı eserde, Ataulîah Efendi isminde bîr kar­ deşinden bahsediliyorsa da, Cevdet tarihinde, bu şahıs, Durrî-zâde Ârif Efendi ’nîn birade­ ri olarak gösterilmiştir; VII, s. 97 ). Kuzgun­ cuk ’ta babasından intikal eden yalısında oturan Ârif Hikmet, nakib «î-njrâ/’hktan istifa edin­ ce, yalısını satmış olduğundan, Üsküdar 'da, Eskı-Hamam civarında tedârik ettiği eve yer­ leşmiştir ( türk. Divân, mukad., s. 4). Kuzgun­ cuk ’ta, babası İsmet Bey 'İn ruhuna 1227 'de bir çeşme yaptırdığım, divanındaki bir tarihten anlıyoruz (s. 233), E d e b î v e İ l m î ş a h s i y e t i . Ârif Hık; met *in edebî ve İlmî şahsiyetini tesbit için, yaşa­ dığı muhiti gözönünde bulundurmalıyız. O henüz 13 yaşında bir çocuk iken, divan edebiyatı­ nın son kuvvetli mümessili Şeyh Gâlib Ölmüştü (1739), Enderunlu Vâsıf ve Fâzıl Keçeci-zâçle İzzet Molla, Akif Paşa [ b. bk. j, sahaflar şeyhî Esat Efendi, Elver ve Kemal Paşa İar, Fehmi,



$U



ÂRÎF HİKMET BEY.



mektup çu Tâhir Selâm, Şânî-zâde gibi, şâir ve Ziver (P aşa), bu sabık müftünün Hüsameeh&n âlimler ile aynı devri idark etti. Fakat bunlar­ Efendi olduğunu kaydeder. Tabı hatalarına sık la münâsebet derecesini iyice bilmiyoruz. Yal­ sık rastlanan metinlerde boş yerler ve eksiklik­ nız, Esat Efendi, Zıver Paşa ve Tahir Selâm ler de vardır. Nitekim, îzzet Molla ’mn Keşan 'a Bey de dâhil olmak üzere, birbirlerine, nazire nefyi ve yeniçeri ocağının kaldırılması hakkında yazmağı bir eğlence addettiklerini biliyoruz Cevdet tarihinde mevcut iki tarih (XII, 60), ( 1. M. Kemal, ayn. esr., IX, 1634). Bu nazire me­ divanında yoktur. rakı, esasen, divan edebiyatının inhitat devrin­  rif Hikmet 'in şiirlerinde, umumiyetle, Nef’î, deki bütün şâirlerde göze çarpar. İbrahim İs­ Nâbî ve Nedim te’siri hâkimdir. Esasen, divan m et’in vefatına tarikler düşüren İzzet Molla, edebiyatının son devirlerinde yaşayan bir çok Dîvân ’ım Arif Hikmet 'in teşviki ile tartip etti­ şairlerin, bu edebiyatın son kuvvetli. mümes­ ğini yazar. Medine kadılığı esnasında Arif Hik­ sillerini taklit ve tanzir ettikleri malûmdur met ’e yazdığı bir kaside de, onu erbab-ı ma­ ( Fuad Köprülü, Türk divan edebiyatı antolo­ arifin kıblesi telâkki eder, nesirlerini Hurin ye, jisi, XVIII. ve XIX. asırlar). Bâzı manzumelerin­ şiirlerini ise, buharah Şevket *e benzetir, gazel­ de kendini N efî derecesinde gören  rif Hik­ lerinde de, muhtelif vesileler ile, onu Öğer met ( türk. Dîvân, s. *90 ) 'in, Nâbî ve Nedim (İzzet, Divân, Bülâk, s. 4 v.d., 9, 16, 35, 8$, taklidi şiirlerine, nazirelerine de rastlıyoruz 103, 138, 163, 178 ), Ârif Hikmet'in îzzet Molla ( ayn. esr., s. 127, 148, 167 f. V âsıf taklidi bir ’nm Keşan ’a nefyi (Cevdet, Tarihe XII, 60 ) ve şiirini de İhtiva eden Divân 'ında (s. 179), mu­ vefatı için düşürdüğü tarihler de, aralarındaki asırlarından Fehmî (s. 162 ), Tahir Selâm ( s. bu râbıtanm samimiyetini anlatmaktadır (türk. 148, 178), Esat (s. 1 4 1 7 8 ) , Ziver (s. 138), Divân, s. 236 ). Âkif Paşa ’nm Tabsıra 'sim çok Kemal Paşa ( s. 136) 'ya ve enderunlu Fâzıl ’a beğendiğini anlatan ve tab’mı temenni eden bir (s. 174) nazireleri;■ mülkiye nâzın Pertev Paşa kat’ası ile, Sûdî Efendi ’nin Gülistan şerhi nin *nm katline bir tarihi (s. 23$) de mevcuttur. 2. Tezkire-i şaarâ. Bu türkçe eserin, 1250 tabına da bir takrizi, Şinasi 'nin farisî hocası şâir buraah Şeyh Zâik hakkında bir medhiyesi . tarihine kadar 210 şairin hâl tercümesinden de vardır ( türk. Dîvân, s. 200, 264, 225 ), Mac- ibarat olduğu, Macma al-şuarâ mukaddimesine mS'c al~iarâcim adh arapça eserine merbut istinaden, Osmardı m üellifleri 'inde kaydedil­ türkçe bir varakada, Şânî-zâde Ataullah hakm- miştir. îbnülemin, bu eserde, 1000 senesi şair­ da çok takdirkâr bir ifade kullanmıştır ( İ. M. Ke­ lerinden bahsedildiği gibi, 1252 'de ölen şairle­ mal, ayn. esr., I, n o — 118). Eskilerden ise, Ne­ rin de münderie olduğunu zikretmiştir. Eserin cati, Bakî, Fuzûlî, Nef'î, Fehim, Nâilî-i Kadîm, müsveddelerinden bir çoğu İsmail Paşa 'da, kopRâgıb, Nedim, Sürûrî ve Samı ’y i; Iran şairle­ yesi ise, Millet kütüphanesindedir ( nr. 788 ). 3. Macm.u a al-tarâcim. Evvelâ Ârif Hik­ rinden Nizamî, Sa'dî ve Câmî 'yi beğenir ( türk. Dîvân, s. 163, 2iij 233, 265 ). Başlıca eserleri met *in Dîvân ’ı mukaddimesinde Ziver Efendi, bu eserin, XIII. asır meşâhîrİnden bahsettiğini şunlardır: ^ i. Divân. Şiirleri, bir mukaddimeyi müteakip, ve şairin ölümünden sonra kaybolduğunu yazdı arapça, farsça ve türkçe olmak üzere, üç kısım­ (s. 7 ). Muallim Nâcî bunu aynen nakîetmiştır. da toplanmıştır. Türkçe şiirler arasında en çok Bursah Tahir ise, bu eseri okuduğunu yazar. yer alan gazel ve tarihlerdir. Dîvân 'ısıda, şe­ Divân mukaddimesindeki bu izahat Gibb tara­ kil tasnifi gözetiimiyerek, yalnız kafiyelerin al­ fından da tekrarlanmıştır. İbnülemm, Ârif Hik­ fabe sırasına riayet edilmiştir. Kıt'alar kısmın­ met bahsinde, »muhtelif devirlere mensup ule­ daki dörtlüklerin bir çoğu rubaidir. Müfretier ma ve şuarânm" hâl tercümelerini havi eseri­ kısmında beyitler mevcut olduğu gibi, mısralar nin arapça yazıldığım kayd ile iktifa etmiştir diye ayrılan kısımda da müfret ve beyitler ( ayn. esr., IV, s. 626 ) 5 fakat diğer ciltlerinde vardır. Divân ’ı 1283 ‘te Matbaa-i âmirede ba­ Maemna al-iaracim ’in İsmail Paşa 'da oldu­ sılmıştır.  rif Hikmet ‘ten bahseden tetkiklerde ğunu ( I, 8) ve içerisinde türkçe bir varak da bu divanın ne suretle tertip ve neşredildiğine bulunduğunu yazmıştır ( ayn. esr., s. no ). İ, M. temas edilmemiştir. Tırnakçı-zâde Mehmed Zi- Kemal, Meşâkîr-i meckûle başlıklı makalesin­ ver, mukaddimede anlattığı üzere,  rif Hikmet de, bu eserin bir kopyesinin Millet kütüphane­ ile uzun zaman beraber bulunan ve onu yakın­ sinde bulunduğunu yazmışsa da,  rif Hikmet dan tanıyan biridir. Dîvân ’daki şiirlerin, Ârif hakkmdaki tetkikinde bu kayıd yoktur ( T T EM, Hikmet 'i tanıyanların yardımı ile, mecmua ve 1 haziran, 1928, 0. 18— 96). 4. Z a yi al-kaşf al-iunun. îbnülemin, İsmail evraktan toplandığını yazar. Evkaf müfettişle­ rimden Şem'î Efendi, D îvân'in tabı için düşür­ Paşa 'da gördüğünü ve bu eserin bir kistin müs­ düğü bir tarihte, sabık şeyhülislâmın bu husus­ veddelerinin de kendisinde olduğunu söyler taki yardımlarını, yine evkaf müfettişlerinden ( ayn, esr., IV, 636— 628), Çu çşerinne $ harfi



1



ÂRİF HİKMET BEY.



kadar olan kısmı, şimdi K aşf al-iurmn ’u tab­ eden heyetin elinde bulunmaktadır. 5. Ifulaşa al-makâlât f i tnacSlîs al-m+kâlamSt (Üniversite kiitüp., nr. 3791).  rif Hik­ met 'in »babası İbrahim İsmet ’in murahhas tâyin olunduğu mükâlemât-ı siyâsiye meclisle­ rinde tanzim edilen" muahedeleri, babasının emri ile, bu ısım altında toplamıştır (İ. M. Kemal, ayn. esr., s. 626). 6. al-Ahkam al-mariya f i arazî al-amîrîya. Osmanlı müellifleri'nde matbû gösterilen bu eserden,  rif Hikmet hakkmdaki kaynak ve tetkiklerin hiç bîrinde bahsoîunmaz. Bursalı Ta­ hir ’in bunda yanıldığını ve eserin, şairimizin haleflerinden şeyhülislâm A rif Efendi’ye âit olduğunu söyleyebiliriz. Tırnakçı-zâde Mebmed Ziver,  rif Hikmet’in yazdığı bir çok takriz ve lâtifeleri görmüşse de, bunlar, ölümünü mü­ teakip, kaybolmuştur ( bk. Divân, mukad­ dime, s. 7 ).  rif Hikmet, devrinde oldukça büyük bir şöhret kazanmıştır. Cevdet Faşa, onun İlmî sâhadaki iktidarından, üç lisanda yazdığı şiir­ lerin güzelliğinden, arapça şiir yazmakta, aslen arap bir şair derecesinde muvaffakiyetinden, Şark ve garp seyahatnamelerinde en ziyade hürmetle yâdolunan bir şahsiyet olduğundan bahseder ( İ. M. Kemal, ayn. esr., s. 625 ). Ârif Hikmet ’e, şeyhülislâmlığı esnasında bir kaside yazdığı gibi, onun bir gazelim hem tahmis hem tanzir ve diğer bir gazelinde de İrfanım medheylemîştir (Mustafa Reşid, Miintakabât-ı cedide, İstanbul, 1303, s. 44, 46, 54, 193 ). Bay­ burtlu Zihni Efendi tarafından bir gazeli tah­ mis edilen (blt.,Zihni, Dîvân, s,-35 ) Ârif Hikmet’e, tezkiresinde — belki şeyhülislâmlığından ayrıldığı sene neşrettiği için— çok az yer veren Fatin de bir nazire yazmıştır ( Fatin, Divân, s. 13). Cevdet Paşa gibi, Ârif Hikmet ’in İlmî, ede­ bî ve ahlâkî meziyetlerinden uzun uzun bahs­ eden, ona kasideler takdim eden diğer mühim bir şahsiyet de Ziya P aşa’dır (Süleyman Nazif, K&lliyât-i Ziya Paşa, İstanbul, 1925, s. 40— 48). Bû iki kasideden başka — eserde gazel kısmına alman ve haşiyelerde, yanlış olarak  rif Hik­ m et'e nazire -gösterilen-—bir medhiyesi ile, yine  rif Hikmet 'ten bahsettiği bir gazeli vardır {ayn. esr., s. 191, 293). Bununla beraber, Ziya Paşa, Ârif Hikmet ’İn Ölümünden sonra, neşret­ tiği Har&bât'a, onun iki kıt’asmı almakla iktifa e tti; eserinin mukaddimesinde ismini zikre bile lüzum görmedi. Namık Kemal, Ebuzzİya Tevfik *e yazdığı bir mektupta, »Sultan Mahmud asrının, şeyhülislâm  rif Hikmet Bey, mek­ tupça Tâhır Selâm Bey dahi en meşhur şairle­ rinden idi. Şiirce ikisi dahi mukallittir; mukal­ litseler d® şlimâne mukallit olmalarına hürme­



567



ten, hiç olmazsa, birer metinlerini almak lâzım gelir" hükmünü verdi. »Ârif Hikmet Bey ‘in üç-beş beyiti intihap olunabilir. Fakat gördü­ ğümüz üç-beş beyitten ibarettir. Belki, başka güzel sözleri vardır. Fakat ortada y o k !" cüm­ lelerinden, birinci hükmünü onun eserlerini tanımadan verdiği,  rif Hikmet D îvan *um gör­ mediği anlaşılıyor. Muallim Nâcî,  rif Hikmet ‘in arapça şiirleri hakkında hüküm vermek salâ­ hiyetini kendinde bulamadığını söyler ve türkçe şiirlerinin, orta derecede osmanh şairleri ara­ sında kendisine bir yer ayıracağı fihritii izhar eder. İlmî eserlerinin çoğu müsvedde hâlinde bu­ lunduğundan,  rif Hikmet hakkmdaki hüküm­ lerin, şiirlerine âit olduğu görülüyor. Fuad Köprülü nün yazdığı gibi,  rif Hikmet, İzzet Molla He mukayese edilecek bir şair değildir. Fakat, vezin ve lisan itibariyle düzgün ve bediî bir kıymeti de hâiz olan bu şiirler, devrinin diğer şâirlerine nazaran, ona vasatın fevkinde bir şair mevkiini kazandırmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : a. K a y n a k l a r . Ârif Hikmet ’tea bahseden kaynaklar, XIX. asrın ikinci yansından İtibaren yazılan biografîler, tarihler ve muasır şâirlerin divanlarıdır. Ma­ kalede sırası geldikçe bâzdan zikredilen bu kaynaklardan en esİdsi, Fuad Köprülü’nün hususî kütüphanesinde mevcut . olup, Kaçar şehzadelerinden Hulağu diye meşhur olan Ahmed Kaçar *m, haccdan dönüşünde İstanbul ’da yazdığı tezkeredir. Maştaba-Î harabat adını ve 1266 tarihini taşıyan bu farşça tezkerede,  rif Hihmet m. İlmî kudretinden, farsça ve arapça güzel şiirleri bulunduğundan bahse­ dilerek, Divân ’mda da mevcut türkçe bîr beyiti alınmıştır. Fatin Tezkire (tab., İstan­ bul, 1271) ’sinde şeyhülislâmlıktan infisâline kadarki resmî hayatı ve yine Dîvân ’ında mev­ cut türkçe bir beyiti vardır. Luffi Târih ’inde  rif Hikmet 'in Mekkî-zâde Âsim 'm şeyhülis­ lâmlığa üçüncü defa tâyini münasebeti ile düşürdüğü bir tarihten başka (IV , 77), şeyhülislâmlığa tâyinini bildiren kayıtlar ile Abdülmecid nâmına Bâbıâîi ’ye gönderilen fermana rastlıyoruz (İstanbul, s. 122— 123, 127 ). Namık Kemâl ’in, Ebuzziya Tevfık ’e, Nümûne-i edebiyat-ı osmâniye adh kitabının şiir kısmına alınacak şairlerden bahseden mektubu, Ârif Hikmet hakkında da Tanzimat devrinin en meşhur bir şahsiyetinin hüküm­ lerini ihtiva ettiğinden, kayda değer ( Mecmua-t Ebuzziya, 1298, s. 10 v.d .). Namık Kemâl ’in, Tahrib-i harâbât ’ta da bu yolda düşüncelerini buluyoruz (İstanbul, II, 88). Eyyüb Sabri Paşa ’nm Mir ât al-harâmayn şdlı çseripin birinci kışmmda  rif Hikmet ‘ip



568



'



ÂRİF HİKMET BEY -



ÂRİFİ PAŞA.



kütüphanesi hakkında faydalı malûmat vardır tur, Hususî tahsil gördükten ve fransızcayı da ( İstanbul, 1304, II, 888). Aşağıda bahsede­ öğrendikten sonra, Bâbıâlî tercüme odasına gir­ ceğimiz tetkiklerin hiç birinde bu kaynak­ mek suretiyle, memuriyete intisap etmiş (1261 = lardan istifade edilmemiş, yalnız bazıların­ 1845) ve iki sene sonra da Viyana sefareti da, Fatİn Tezkire sinde me'baz gösterilme­ başkâtipliğine tâyin edilmiştir. 1855 (1271) ’te yerek, hatt-ı hümayundan parçalar alınmış­ âmedî-i divan-ı hümayun odasına memur olmuş, tır. A rif Hikmet’in şeyhülislâmlığa tâyini aynı tarihte toplanan Viyana konferansına, üzerine, rakibi vak’anüvis Esad Efendi ’mn sonra Paris kongrasına, birinci murahhas  li duyduğu teessürden mülhem kıt’asmı kayde­ Paşa’nm baş kâtibi sıfatiyîe, iştirak etmiş vo den Cevdet Paşa, eserinde,  rıf Hikmet ‘in avdetinde (1272 — 1856) dedivan-ı humayun mütarihlerinden, Sürûrî ile tevarüdlerinden mi­ tercim-i evvelliğine getirilmiştir, 1869 (1286) saller almış, onun bu san’atteki bîr nokta-İ ’da uhdesine divan-ı humayun beylikçiliği de nazarını da zikretmiştir ( bk, Belâgai-i osmâ- verilmiştir, Mahmud Nedim Paşa ’nm sadrâzamniye, İstanbul, 1303, s. 171, 193, 203 ). Fatma lığı esnasında, makam ve memuriyetler sık sık Aliye ’nİn Cevdet Paşa ve zamanı ( İstanbul değiştirilirken,  rifî Bey de hariciye nezareti 1332, s. 3T— 33» 43 v.d, 50— 55,104) adlı ese­ müsteşarı ( cemaziyelâhır 1288 = ağustos 1871), rinden mâîûmatm alındığı sahifeler tasrih edil­ on beş gün sonra, rütbe-i bâlâ ile, divan-ı huma­ meyerek, pek az istifade edilmiştir. A rif Hik­ yun tercümanı ve ertesi gün tophane-i âmire met’in şahsiyetini aydınlatmak bakımından, müsteşarı ve müteakiben divan-ı ahkâm-ı adliye mühim olan bu eserde, Cevdet Paşa ’mn, Arif cemiyei-i icraiyesi reisi, üç ay sonra da hukuk Hikmet e hitaben, irticalen söylediği bir beyit dairesi reisi oldu. 1872 (1289 ) ’de Viyana ’ya, de vardır. Bu kaynaklar arasında, A rif Hikmet büyük elçi olarak gönderildi ise de, ertesi sene ’in hayatı muhtelif cephelerden aydınlattığı tekrar tercümanlığa getirildi. Memuriyet haya­ hâlde, pek az istifade edilen divanı ile, hiç tının daha ehemmiyetli bir safhasına vâsıl olan istifade edilemeyen bâzı muasır şairlerin di­  rifî Bey, 1874 (1291) 'te, ikinci defa olarak, hari­ vanlarım da sayabiliriz ki, bunlar makale da­ cîye müsteşarlığına tâyin edildikten sonra, aynı sene (29 rebiüîevvel= 1 6 mayıs), »hariciye nâzın hilînde gösterilmiştir. fi. T e t k i k l e r . Arif Hikmet’e dâir en Râşid Paşa ’mn lüzum-i tebdili ve hariciye müste­ eski tetkik, Mehmed Ziver tarafından yazılan, şarının evsaf-ı matlûbe ile ittisafı ciheti ile'* Dîvân mukaddimesidir {1283). Şâirin resmî ( rebiüîevvel 1291, Başvekâlet arşivi, hariciye nr. hayatından bâhis bu mâlûmat, bir çok müel­ 92) hariciye nâzın oldu ve kendisine bir müddet lifler tarafından aynen tekrarlandığı gibi, sonra ( 7 rebiülâhır — 24 m ayıs) vezaret rüt­ ilmiye salnâmesi (s. 590) ’nde, me’hazîarı besi verildi. Sekiz ay kadar bu vazifede kalan kaydedilmeyen bâzı ilâveler ile, tekrarlan­  rifî Paşa evvelâ (9 zilhicce 1291 = 17 kânun II. 1875) maarif, sonra (8 cemaziyelevve! 1292 mıştır. Gibb, şâir hakkında verdiği mâlûmatı Fa- = 12 haziran 1875) adliye nazırlıklarına nakl­ tin 'den ve Divân mukaddimesinden aldığım edilmiş ise de, kısa müddet kaldığı bu vazifeler­ söylerse de, Divan ’dan pek az istifade etmiş­ de kendisinin mühim bir icraatı görülmemiştir. tir ( bk. A Hisiory o f Ottoman Poeiryt Lon»  li Paşa gibi, Bâbıâliden yetişen nahif ve tab'an don, *905, IV, 350 v.d.). İslâm Ansiklopedisi nâzik bîr zat olup, devlet işlerine, muasırlarına 'ade F. Gişe tarafından, Gibb 'deki mâlûmat nazaran, daha fazla vukufu bulunan  rifî Pa­ İnşaca tekrarlanmıştır, Ârİf Hikmet *in Medi­ ş a ’mn temiz niyeti de bu işlere salim bir isti­ ne 'deki kütüphanesinin hâfız-ı kütübu har- kamet vermeğe kâfi gelmemiştir. Adliye nazır­ putlu İbrahim Efendi 'nin, al-Durr al-munta- lığından 32 ağustos 1875 (20 receb 1292 ) ’te iam f î manâkîb al~ A rif al-hikam adlı arap- azledilen Ârifî Paşa 9 teşrin H. 1875 (10 şevval ça yazma eserinden, mühim mâlûmatı İhtiva 1292) ’te haricîye nazırlığına getirilen Râşid etmediği kaydı ile, İbnülemİn bahsetmiştir ( î. Paşa ’nm yerme, ikinci defa, Viyana sefaretine M. Kemal, ayn. esr„ IV, 629). Bu hususta tâyin edildi. Bu sırada, Hersek ihtilâli, Avus­ en etraflı mâlûmat, İbnülemİn ’in bu eserin­ turya île Osmanlı devleti arasında, mühim bir de Ârİf Hikmet bahsinde ve muhtelif ciltle­ mesele teşkil etmekte İdi. Nitekim  rifî Paşa, daha itimatnamesini takdim ettiği gün (20 kâ­ rinde dağınık olarak mevcuttur. ^ ( F e v z Iy e A b d u l l a h .) nun L 1875 )> imparator kendisine „eyalet-i ’ÂRÎf I P A Ş A . [ Bk. Ar M PAŞA.] mezkure ahali-i htristiyaniyesi hakkında sür’at-l  R ÎF Î P A Ş A . ‘ARİFİ P A ŞA , A hmed (1830 mümklne ile bir şey yapılıp işe nihayet veril­ '— 1895 ), osmanîı başvekiller indendir. Bir müd­ mesi lâzimeden idüğünü...** tekrar tekrar söy­ det hariciye nazırlığı eden Şekib Paşa *nm oğ­ lemiş, Paşa da, bilmukabele, aldığı talimat üze­ lu olup, 1830 {1246) ’da İstanbul ’da doğmuş­ rine »ihtilâlin temdidine başluca sebep ola?»



ÂRİFÎ PAŞA .



569



Karada# ’m et var ve harekâtım ...0 hatırlatmış» miş, Abdülhamid de, yine meşrutiyetten ayrılma­ tır (zilkade 1292» Başvekâlet arşivi, hariciye dığım göstermek üzere,  rifî Paşa yi başvekil ). Bir ay sonra Avusturya hariciye nâzın unvanı ile hükümetin başına getirmişti ( AbdurKont Andrâssy Gyula ile vukubulan mülakatı rahman Şeref, Tarik musahabeleri, İstanbul, da, tamamen bu mesele etrafında cereyan et­ 1340, s. 298). Devletin gayet müşkül bir za­ miştir. Bu görüşmede Andrâssy, düvel-i muaz- manında iktidarı ele alan  rifî Paşa için bir zamanın Hersek ihtilâli hakkmdakî nokta-i na­ çok güçlükler ile mücadele etmek lâzım gel­ zarını müdafaa etmiş, sefir de isyanı yakın bir miştir. Bu meyanda Karadağ 'm mutalebatı ve zamanda bastıracak tedbirlerin ittihaz edildiği­ türlc-rus harbînden sonra vuku bulan muhace­ ni söyleyerek, muhatabına bunu kabul ettirmiş retler ve diğer taraftan dahilî bir gaile de mev­ ve âsîlere Avusturya memurlarının yardımda cuttu. Şark havâlisinde nufuz sahibi mütegalbulunduğuna da işaret eylemiştir { Başvekâlet libeden Şeyh Ubeydullah Efendi ve oğul­ arşivi, muharrem 1293, hariciye 297/9). Mama­ ları, başlarına kurt ahaliyi toplamak ve bu ha­ fih Ârifî Paşa’nm Viyana sefareti esnasında valinin devletçe kendilerine verildiğini ilân sarfeitiği mesaiden netice çıkmamış ve «Viyana etmek suretiyle, bir isyan çıkarmışlardı. Evvelâ ’sm bir müddetten beri şark politikasının mer- Musul ’dan mirliva Edhem Paşa ’mn kumanda­ kez-i cereyanı hükmüne girmesi" oradaki os- sında sonra Şaban Paşa ’nm idaresinde kuvvet maalı sefareti işlerinin ehemmiyetini artırmış sevkedilmiş ise de, mevkiin dağlık ve harekâ­ olduğundan, „eshâb-ı iktidar ve liyakatten bir se­ tın güç olması yüzünden, bu tedbir isyanı bas­ firin vücuduna lüzum-i kavi" görülerek ( Başve­ tırmağa kâfi gelmemiş, başvekil  rifî Paşa, kâlet arşivi, cemaziyelevvel 1293, hariciye 117/ bu hareketin daha fazla genişleyip devlet için 65 ), Ârifî Paşa azledilmiş ve yerine Aleko Paşa büyük bir gâile teşkil etmesine mâni olmak tâyin olunmuştur. Ârifî Paşa aynı sene sonunda üzere, hayli müddet o havalide bulunarak, aşi­ k a v â ı m k o m i s y o n u reisi, bir kaç ay sonra retler arasında iyi bir şöhrete mâlik olup iktida­ ( 3 receb 1294 = 14 temmuz 1877 ), ikinci defa rı herkesçe müsellem bulunan d â r - ı ş û r â - İ hariciye nâzın olmuş, fakat osmanh-rus harbinin a s k e r î âzasından İsmail Paşa ’yı, umum ku­ devam ettiği bu fevkalâde zamanda, bu makam­ mandan sıfatiyle, bu işe memur etmiştir (Baş­ da on beş günden fazla kakmayarak, istifa et­ vekâlet arşivi, ramazan, 1296, meclis-i mahsus miş ve bir müddet sonra da ( şaban 1294 = ağus­ 1301/210).  rifî Paşa ’nm, 2 ay 24 gün süren tos 1877) Paris sefaretine tâyin edilmiştir. başvekâleti zamanında, aşarın bâzı mahallerde Harbin devamı müddetince ve Berlin kongresi maktuan ve bâzı yerlerde emaneten idaresi ve esnasında Paris ’te kalan Ârifî Paşa, türk-fran» Rumeli ile Anadolu ’daki vilâyetlerin bir takı­ sız münasebetlerinin normal ve dostâne olma­ mında da aşarın, bir tacrübe olmak üzere, sına çalışmış, bu arada, İtalya kiralının cülu­ arazi üzerinden alınması gibi, bâzı ıslâhat ve sunu tebrik ve pederinin vefatından dolayı tâ- İstanbul ’un elektrik ile tenviri gibi nafıa hare­ ziyeti hâvi bir nâme-i humayun götürmek üze­ ketlerine ( Başvekâlet arşivi, ramazan, 1296, re, memuriyet-i mahsusa ile Roma ’ya gönderil­ meclis-i mahsus 189/855, 1032/2097) gayret miştir ( cemaziyelevvel 1295 = mayıs ■ 1878 }, sarfettiği görülüyorsa da, ciddî ve müessir Ancak Paris ’te teşrin II. 1875 (1292 ) 'te Mah- icraatına tesadüf edilemiyor ( Engeîhardt, Tür­ mud Nedim Paşa tarafından ilân edilen, düyu- kiye ve tanzimat, trc. AH Reşad, İstanbul, n-u umumiye faizlerinin nısfına tenzili halikın­ 1328, s. 393 ),  r ifî.Paşa nın azline, bilhassa daki karar neticesinde zarar gören hâmiller ile Mahmud Nedim Paşa ’mn İstanbul ’a avdetine uğraşması lâzım gelmiş, hattâ onlardan kendisi­ müsaade olunması hakkında vuku bulan isti­ ni tehdit ve devleti tahkir eden mektuplar al­ dası üzerine celbi için Abdülhamid ’in göster­ mıştır (îvîehmed Zeki Pâkaîm, Son sadrâzam- diği arzuya karşı, «umumî nefreti kazanmıştır" lar ve başvekiller, İstanbul, 1940, I, 166 ). Paris diyerek, muhalefet etmek istemesi sebep olmuş­ sefaretinden kânun H. 1879 ( muharrem 1296) tur ( Mehmet Zekî Pâkahn, gösî, yer,, s. 46). ’da azledilen Arİfî Paşa, kısa bir müddet sonra, Bundan başka, sür’atîi bîr hâl şekli bekleyen a i c i l K i a h v â l k o m i s y o n u riyasetine, dahilî ve haricî meseleler karşısında, halefi müteakiben de yeniden İhya edilen başvekâlet Said Paşa derecesinde, faal ve muvaffakiyetli makamına getirilmiştir (9 şaban 1296 = 29 olamayışının bittabi büyük bir dahli bulun­ temmuz 1879). Selefi Hayreddin Paşa aynı sene duğu da düşünülebilir, Ârifî Paşa bundan son­ içinde, mütemadiyen değiştirilen sadrâzam ve ra 19 teşrin î. 1879 ( 3 zilkade 1296 ) 'dan eylül başvekillerin sonuncusu olup, k a n u n - i e s a ­ 1880 (şevval 1 297) ’e kadar şurây-i devlet s i n i n mer’iyette kalmasını ve meb'usan mec­ reisliği, 1882 (1299} 'de bir müddet üçüncü lisinin içtimai ile mes’ûliyet-İ vükelâ kaidesinin dafa Viyana sefirliği, 1883 .. (1300) ’te üçüncü tatbikini terviç eden lâyihaları üzerine azledil­ defa hariciye nazırlığı gibi, daha bir takım mü-



S?° 'i m ......."



ÂRİFÎ PAŞA - ARİSTO.



kim memuriyetlerde buluşmuştur. Mamafih Said Paşa iktidar mevkiinde bulunduğu esnada, Ârifî Paşa nın da, diğer mâzûl sadrâzamlar gibi, kendisine muhalif kaldığım kay t (Sait Paşa, Hâhrai, İstanbul, 1338, I, 33 ) ve Kâmil Paşa, 1885 (1302 ) ’te sadaretin kendisine tevcihinde, padişahın o zaman tekrar şurây-ı devlet reisi bulunan  rifî Paşa ile istişareden sonra, hey*et-i vükelâyı tesbit ettiğini zikreder ( Hâürûî-ı sadr-ı esbak Kâmil Paşa, İstanbul, 1329, I, 7 ) ki, bu, Paşa nın padişahın itimadına mazhar olduğunu gösterir. 1892 (1309 ) ’de şûrây-i dev­ let reisliğinden ayrılan Ârifî Paşa teşrin 1. 1895 ( cemaziyelevvel 1313 ) 'te meclis-i mahsus-ı vü­ kelâ âzahğma tâyin edilmişse de, az sonra, (18 cemazîyelâhır 1313 = 6 teşrin II. 1895 ) vefat etmiştir. Eyyüb ’de babasının mezarı yanında medfundur. Kendisi arapça, farsça ve fransızca bildiği gibi, hukuk ve tarihe âşinâ, güzel yazan bir zattı. Mîchaud’nun Histoire des Croîsades ’m Am r al-'acib f i tari;h-i ahl-i şalîb adı ile ve ÂH Paşa-zâde A li Fuad Bey ve Ethem Pertev Paşa ile tercümeye başlamışlar ve ese­ rin başından küçük bir kısmını neşretmişlcrdir, Ârifî Paşa ’mn diplomatik ıstılahların türkçeleştirilmesinde büyük hizmeti görülmüştür. Kendisinin münevver, müstakim ve haluk bir devlet adamı olduğunda her kes müttefiktir; her kese karşı iyilik ve insaniyet gösterirdi. Buna misâl olarak, başvekâlete geçer geçmez, Mahmud Nedim Paşa ’ya maaş tahsisi ve selefi Hayreddin Paşa ’ya da mâzûiiyet maaşı itasına te­ şebbüs etmesi zikredilebilir. B i b l i y o ğ r a f g a t Metinde gösterilmiştir. ("M. T ayyîb G ökb İlgîn.) A R İS T O . A R İSfÖ T  L ÎS ( A rİst â t ÂlIs , A rİST« ). 1, Daha islâmiyetin zuhurundan evvel Şarkta, gerek halk efsânelerinde ve gerek âlim­ ler arasında, tanınmış bulunuyordu. Bu efsâne­ lere göre, Aristo, Zu ’l-ÎÇarnayn ‘ ( Büyük İsken­ der ) ’in hakîm hocası, baba dostu veya sâdık müşaviridir. İlmî menkulât ise, tercüme-i hâli ile efkâr ve nezariyatma dâir mâlumatı (doxograpbîe) ihtiva __etmekte idi. Bundan başka Porphyrius ’un IsâğEcî ’si ile Aristo ’mra eser­ lerinden bazılarının, bilhassa mantığa âit olan­ larının ( Maknlâty ICazayâ, AnalUfikâ), pehlevî ve sîiryanî dillerinde, tercümeleri, hulâsaları ve şerhleri vardır. Aristo ’nun gerek bu, gerek diğer eserlerinin arapça tercümelerinin farsça veya süryanî dilinden yapılmış olduğu, umumi­ yetle, söylenebilir. a. Orta çağm ilk devirlerinde, garpta olduğu gibi, şarkta da Aristo iptida m a n t ı k ç ı ( şSÂtb al-maniik ) olarak tanınmıştır. Aristo ’niın sâİr ilimlerde Fisagoras, Sokrat, Eflâtun ve diğerleri ile tamamen aym fikirde bulunduğu



ve yalnız mantığın kendi ieedı riduğu kabûl edilirdi. Bununla beraber, ilk zamanlarda 0 rganon ’dan yalnız birinci Analntikü hm jnaku* lât şekilleri malûm idi. Mantık tedrisatıma ken­ di devrinde ne kadar kuvvetle yem-e£İâtenculuğun tesiri altında kalmış olduğunu Pşulüa Persa ( iranlı Paul) hm süryanî dilinde, »Aristo mantığı" ( nşr. Lând ) namı ile, yazdığa bir eser ile Jîsçl eeprıvsfaç şerhi gösfermektecÜr. Arap lisaniyatı hakkmdaki nazariyeîeçİn İlk inkişafına, revakîlerden gelen bâzı esaslar ka­ rışmış olmakla beraber, Ka&âyS hm gramer ve mantık makuîâtı müessir olmuştur. Kelâmın, i s i m , f i ü ( k e z a fcapl ve yahut kakma) ve h a r f t e n mürekkep, üç kısma ayrılması hak­ kmdaki nazariyenin menşei de budur. Aristo ’nua lisan, mantık, fizik dolayısıyla de tıp. sa­ hasındaki tesirleri bir tarafa bırakılırsa, iâlâmiyeiteki felsefî düşünüşün mebde'ihi, yunan temellerine dayanması bakımından, Aristo ’da değil, Eflâtun, Fisagoras ve Hermes ’e kadar gi­ den (sahih veya muharref) kaynaklarda ve feİr de revakîier felsefesinde aramak icap eder; ni­ tekim Aristo ’nun eserleri, daha etraflı olarak öğrenildikçe, kendisine karşı şiddetli bir muha­ lefet baş göstermiştir. Kelâm ciîar Aristo ’nuu bilhassa âlemin kıdemi nazariyesini İslâm aki­ delerine aykırı addetmişlerdir (Kindi, F % âb i). Yeni-eflâtuncularm izinden giderek, Eflâtun ile Aristo arasındaki görüş birliği üzerinde İsrar etmelerine mukabil, kelâmcılar — Joh. Philoponos 'un Prokîos ve Simplikios ’a fc&rşı yaptığı gibi — , bilakis bu ikisi arasındaki ihti­ lâfları tebarüz ettirdiler. Muhtelif mezheplere mensup kelâmcılar Aristo ’ya hücum ettiler. Bunlar meyamnda şi'î HişSm b. al-Hâkam (îî&m, 845, Nazzâm ’uı muasırı), mûteziîeden. basralı Abu Hâşim (ölm. 933) ve aî-A ş^rf (873—^935 ) zikre şayandır, ■ 3. Aristo ’nun hayatı hakkında, umumiyetle, pek doğru malûmat yoktur, Arap müverrihleri (daha al-Ya^ubi'den itibaren), meselâ Aristo ’nun babasını Gerasalı yeni-fisagoreu Nikomachos ile karıştırırlardı. Hunayn b. îahâk (ölm. 873 ) ile aî-Dinavari ( ölm. 89.5) 'de görülen Şeyler, efsanevî tafsilâttan ibarettir. Buna mu­ kabil, tereume-i hâllere dâir menkulâim e s n . iyi­ sini al-Nadim al-Mubaşşir, İbn al-Kîf^i ve tbn Uşaybi'a ’da buluruz ki, bunlarm verdikleri mâlûmat üç esaslı kaynaktan geHr 5 Aristo ’nun Ptolomaios Chennos (araplar arasında, Şâvoç şeklinde alınmak neticesi olarak, al-Ğarîb ) ta­ rafından yazılan bir tercüme-i hâli İîe eserle­ rinin listesi ve vasiye ta â meşini IshSîp b, Idunayn, Târih al-afibbâ* ’da, aynen veya tavzihen tercüme eylemişti, Arap müverrihleri, F\.olomaioş ’te mevcut olmayıp, muhtelif yöllardaıij ismi



ARİSTO.



S7i



biiiıuneyen bir yuaanhnın „şecere-nâme* (yevoç) al- alaviya ), Psikoloji ( al-Nafs ), His İşkodra ’yı ve 1396 ’da, ikinci defa olarak, bu iki esnasında Evrenos oğlu îsa Bey şehirleri hük­ şehir ile bunlardan başka Berat, Akçehisar ( Kru- mü altına aldı; gerek A raniti’yi ye gerekse y a) ve Kesriye’yi işgal ettiler. Balşa III. 1410'da, Jan Kastriota’yı padişahın metbuîyetini tanı­ osmanlı devletinin fetret devrinde, Evrenos Bey ’i mağa mecbur etti. Yaşlıca olan Jan Kastriota. yenmişse de, İskender Bey 'in babası Jan Kastri- dört oğluna ( aralarında en küçükleri olan Ge~ ota aynı yıl içinde bir oğlunu osmanlı sarayına, orges de dâhil olduğu hâlde) rehine olarak, rehine olmak üzere, göndermeğe mecbur oldu. padişaha bırakmağa bedel, memleketine döne­ 1389 'dan 1413 'e kadar nisbî bir sükûn devrinde bildi ise de, Jan Kastriota ’dan daha genç olan yaşamış olan Arnavutlar, bu hâlden istifade ile, Georg Araniti sultana dehalet etmeğe mecbur millî birliklerini kuracak yerde, istikbâlden ümit­ oldu. İhtimâl ki, 1427 ’ye doğru Araniti esaret­ lerini keserek, topraklarım terkedip, yabancı di­ ten kurtulup kaçmağa muvaffak olmuş ve A r ­ yarlara göçmeğe başladılar. Duschan ’m ezici ida­ navutluk dağlan türklere karşı silâha sarılmış­ resinden kurtulmak için bir takım arnavutlarm tır. Bu adamın Arnavutluk’taki türkleri vahMora ’ya göçmeleri, bu devirde vâki olmuştur. Bu şıyâne katl-i âm ettiği haberi osmanlı diyarmn mmtakadaki arnavutîardan, ilk defa 1349 tarihin­ kadar yayıldı. Bunun üzerine 1430 ’da Arna­ de genç despot Manuel Kantakuzen 'in aylıklı vutluk ’a gönderilen bir osmanlı ordusu hare­ askerleri olarak, bahsedilmektedir. Bunlar küs­ kete geçerek, âsîleri şiddetle cezalandırdı. Orta tahça baş kaldıran archontîarı, bu sebepten ga­ Arnavutluk 'ta da nufuzlu olan Andrea Topia yet müşkül vaziyette kalmış olan efendilerine 1432 ’de Sultan Murad II. *ın ordusunu mağlûp itaat ettirmekle mükellef bulunmakta idiler. etti ve bu suretle, arnavutlar için bir muvaf­ Kosova muharebesini ( 1389 ) müteakip, fakiyet yolu açtı. Yayılan isyanlara karşı gön­ V enedik çumhurîyeti her fırsattan istifade ede­ derilen Ergeri ’çleki osm&nh muhafız kuvyeti



ARNAVUTLUK.



585



kişilik diğer bir türk kıt’asını da 'püskürterek, bir dağ muharebesinde yenildi. Gerek Rumeli 1 askere kumanda eden Jan hîmarahlarda» 'de ve gerek Anadolu’da ülkesini genişletmek 4.600 4 başka sulyotlar ve mirditieri de kendi dâvasına ile meşgul olan Sultan Murad ancak 1433 ’te 1 kazandı ise de, sonunda türkler Arnavutluk'u Arnavutluk 'a, A li Bey ‘in kumandası altında, 1 temizlediler. büyükçe bir ordu gönderebildi ise de, bu ordu düşmanlarından < Osmanlı devleti ile Mısır memlûkleri arasın­ A raniti’nin kumandası altında harp eden arnavutlara karşı Kurveleş dağlarında mağlûp da < çıkan harpten istifade eden arnavutlar, 1488 oldu. İshak Bey (Mehmed II. ile Bayezid II. V ’de tekrar kıyam edip, yine Jan Kastriota’yı çağırdılar. Jan Kastriota, Türkiyesadrazamlık etmiş ve 1485 ’te ölmüştür) kuv- başlarına ! vetleri ile âsîler üzerine yürümüş, lâkin o da Venedik harbi (1499— 1503 ) vesilesi ile, üçün­ cü defa Arnavutluk'a gelip, Dukagin hanedanı inhizama uğramıştır. Arnavutlar, türklerin iltica < etmiş oldukları, müstahkem Ergeri şehrini mu­ ile bir ittifak akdine muvaffak oldu ise de, hasara ettiler. 1435— 1436 kışımda Turhan Bey, türkler Rumeli ’nin her tarafında o kadar kuv­ alelacele şehrin yardımına koşarak, mahsur vetle hâkimdiler ki, şimdiki Arnavutluk mese­ türkleri katl-i âmdan kurtardı. Bunu müteakip, lesi, artık tamamiyle halledilmiş idi. 1501 ’de İskender Bey adı ile tanınmış Georges ( arnav. osmanlı devleti ile musaieha akdeden Venedik­ E yerg) Kastriota 'ya âit şatoları zaptetti. Uzun liler, Ülgün ve Bar limanları hariç, bütün A r­ zamandan beri hiddetini gizlemekte olan İsken­ navutluk sahillerinden ve bilhassa Leş ile 1500 der Bey, osmanlıîarm 1443 ’te Niş ’te mağlûp ’de türklerin eline düşen Draç limanından vaz­ olmaları üzerine, yüksek bir mevki işgal etmekte geçmeğe mecbur oldular. Vesaİka istinat etme­ bulunduğu türk ordusundan kaçtı ve butun yen bir rivayete göre, 1550 senesinde şimalî arnavutları türklere karşı mücadeleye davet et­ Arnavutluk dağlıları harp vukuunda türk ordu­ ti. Arnavutluk dağlarında umumî bir isyan baş­ suna iltihak taahhüdüne mukabil, o zamana ka­ ladı. Türkler yer yer mağlûbiyete uğratıldı. dar mahrum bırakıldıkları muhtariyeti ve ver­ Fakat İskender Bey ’in zamanında bile bu hare­ giden muafiyeti elde etmişlerdir. 1570 ’ten 1573 'e ketin osmanlıîarm kuvvet ve fâikiyeti karşısın­ kadar süren Osmanlı-Venedik harbinin İlk kıs­ da uzun müddet muvaffakiyetle devam edeme­ mında Arnavutluk’taki Sopoto ve Himara na­ yeceği görülüyordu. İskender Bey, kendisinin hiyeleri yeniden Venedik tarafını tuttular ise yerini tutacak hiç bir adam bırakmadan ölünce de, türk baş kumandam Pertev Paşa ’ya çabuk (1468), Arnavutluk Adriyatik denizine hâkim dehalet edip, osmanlı devletine karşı itaatle­ olan Venedik cumhuriyetinin nufuzu altına girdi. rini yenilediler (Yorga, G esch. d. O sm anisch. Fakat Akçehisar ’ın 1478 ’de sukutundan sonra, R eiches, III, 151, 279). Arnavutluk 'un şimal Venedik dukası (doge) sulh istemeğe ve sahil­ tarafında, Boyana ırmağı havzasında, bir çok lerde Venedik hâkimiyetinin tasdikine mukabil, köyler harbin başlangıcında, Venedik ’in Bar ve padişahın idaresinin memleketin bütün dahiline Ülgün idare müdürlerine ( rettori) müracaat ve bilhassa Akçehisar ile İşkodra ’ya şümulünü ile, Venedik’in metbûiyetİni kabule amade ol­ kabule mecbur oldu (1479). Bu sıralarda bir duklarım söylediler. Sonra kendi başlarına İş* çok arnavutlar memleketlerinden göçüp, Napoli kodra ve Leş ’e hücum ettiler ise de, osmanlı ktrallarımn müsaadesi ile, cenubî İtalya ’da, kıs­ askerleri tarafından püskürtüldüler (Zİnkeisen, men toplu olarak, yerleşmeğe başladılar. Meh­ G esch . d. O sm . R eiches, Gotha, 1855, IH, 377). med II. ’in İtalya ’ya karşı düşündüğü hücum Osmanlı imparatorluğunun XVÎ. asırda Adri­ ve istilâ teşebbüsü için Arnavutluk’un sevkül- yatik sahilindeki yegâne genişleyişi 1571 ‘de ceyşî ehemmiyeti aşikâr olmakla, İtalyan prens Venedik cumhuriyetinin Arnavutluk’taki biricik ve zimamdarları türklere düşman olanları ok­ limanı Bar ’m ve yine 1571’de, Inebahts (Leşuyor lar ve harekete getirmeğe çahşıyorladı, panto) muharebesinden bir kaç gün evvel, Mehmed II. ’in vefatı ( 3 mayıs 1481) ve şehza­ Ülgün ‘ün ilhakından ibarettir. İnebahtı muha­ de Cem ’in saltanat dâvası dolayisiyle zuhûra rebesi günlerinde faâl Venedik ajanları, arna­ gelen kargaşalık üzerine, İskender Bey ’in oğlu vutlarm efendilerine karşı silâha sarılmak üzere Jan (1456— 1514 ), Hırısoskolos Klada adında olduklarım etrafa yaymış iseler de, muharebede bir serdarın idaresi altında, Napoli kıralı Ferdi- tâliin türklere yaver olmamasına rağmen, arnand ( 1458— 1494) tarafından gönderilen küçük navut halkı kımıldamağa cesaret edemedi. Bu­ bir ordu ile, Arnavutluk ’ta karaya çıktı. A k­ nunla beraber gizli gizli entrikalar ve bâ2i çehisar ‘da muvaffak olamayan Jan ’m adamları küçük hâdiseler eksik değildi. Macaristan 'da Himara kalesini ve civarda bulunan Sopoto'yu çoktan beri uzayıp giden hudut çarpışmaları zaptederek, pek çok araziyi ellerine geçirdiler nihayet 1593 'ten 1606 'ya kadar süren büyük ve bir türk askerî kıt’asmı da kaçmağa mec­ bir muharebe şeklini almca, eski arnavut hane­ bur ettiler, Muhasamat meydanına yetişen 3.000 danlar» bakayasından Dukagin-oğuliarı, artık



ARNAVUTLUK. h&rp ve siyaset sabasında bir kudret göstere­ best bırakıldı; ancak Kaçanik'te düşman ile cek vaziyette olmadıklarım bildikleri için, yar­ birlikte hareket eden arnavutlar, âsî sayılarak, dım İstemek maksadı ile, Papa ’ya bir murahhas Koca HaHi Paşa hm emri üe, Öldürüldüler. heyeti gönderdiler. Diğer taraftan Yanya arna- Prizrin ’de toplanmış bîr grup arnavut, meşru vufları namma bir rahip de İspanya 'ya gitti. hükümetlerinin intikamından korkarak, Auyusı§§6 'da, Mehraed III. 'in Eğri fethi ile neti­ turya ve Macaristan orduları ile birlikte, Niş ’e celenen Macaristan seferi esnasında, şimal ar­ savuştular (teşrin Iî. 1689). navutlar ı yağmacılığa kalkıştılar ( ayn, esr,, s. 1690 'da Venedikliler, denizden gelerek, Av2S0 ). Türkiye-Avusturya harbi henüz bitmediği İonya ile Kanına 'yi işgal ettilerse de, osmanlı bir sırada, 1602 'de, iki piskopos, önce Venedik hükümeti, bu iki yerin geri alınması için, Mora idaresi altında bulunmuş olan arnavutlar namı­ serdarı Koea Halil Paşa ’yı serdar tâyin ve na, Venedik şehrine geİip, Venedik senatosuna Rumeli beylerbeyi vezir Cafer Paşa ile İş­ Arnavutluk 'un sahile yakm taraflarının ilhakını kodra valisi vezir Süleyman Paşa ve Prizrin tehBf ettiler ; sulhu bozmak istemeyen Venedik ile Dukagin sancaklarına mutasarrıf olan Mahsenatosu bu teklifi reddetti ( Zinkeisen, ayn. mud Bey-zâde Mahmud Paşa 'yı kendisine ter­ eir„ ffî, 624 v.d.). 1611 ’de Yan ya’da pek ciddî fik etti. Venedikli'ler Kanına 'yı harpsız ye Avbir vak’a oldu: gûy yıldızlardan ilhamlar alan lonya 'yı, kısa bir çarpışmadan sonra, terkeitipiskoposluktan mâzûl bir rum papazı, Yanya Ier. O taraflarda Venedik’e iltihak etmiş olan ahalisini ayaklandırarak, oradaki türkleri katl-i arnavutlar da, bundan sonra devlete sâdık kala­ âm ettirmeğe kalkıştı; lâkin türk ve müslü- caklarına dâir verdikleri söz ve teslim ettikleri manlar çabuk kendilerini toplayıp, Yanya ’daki rehineler mukabilinde, affolundular ( Râşid, Taosmanlı hâkimiyetini eskisinden daha ziyade rîk, İstanbul, 1865, H, 135 v.d.). Teşrin I. 1692 sağlamlaştırdılar. Dağlardaki mağaralarda yaşa­ 'de Halil Paşa Yanya 'dan, Venedik elinde bulu­ yan silâhlı klementilerin ekserisi merkezî hükü­ nan Inebahtı ’ya karşı, bîr sefer açtı ise de, eme­ mete mukavemet ettiler. Bu yağmacı kabîleyi ği neticesiz kaldı (Yorga, IV, 267). Bilâhare itaat altına almak için, 1612 ’de Ğosine civarın­ ağustos 1696 ’da Venedikliler, akınlarla kendile­ da bir kale inşa edildi. Bu devirde hâlkm kato- rini iz'ac eden Ülgün liman ve kalesine hücum likiiğini korumak için, Papa yeni bir teşebbüste ettikleri zaman, bettiler musliimanlar tarafını btdundu. Bâzı menbâlara nazaran, oralara 1.624 tuttular ve deniz kalesinin muvaffakiyetli müda­ tarihinde ilk fransisken misyoner heyeti gönde­ faasında o derece temayüz eylediler ki, mirditrilmiştir. Klementilerin, Yeni-Pazar civarında lerin vaziyeti müstesna olmak üzere, diğer bü­ mühim bir geçit tutup, kervanları yağma etme­ tün katolik kabileler, bu sayede, diğer mezhep leri ve bu âsîlerin, Bosna vadisi Duçe Mehmed rüesasma faik bir mevki iktisap ettiler. Bu bü­ Paşa tarafından, gayet müşkül bir dağ muha­ yük harbe 1699 'da nihayet veren Karlofça mürebesi neticesinde, tedibi, müverrih Na'ima ’mn salehası cenubî Arnavutluk ’un harp limanı Pre­ İfadesine göre, 1638 ’de vukua gelmiştir. veze yi Venedik elinde bıraktı, 1715 ’te padişah 1683 ’ten 1699 ’a kadar Türkiye ’nin orta ve tekrar Venedik'e ve 1716 ‘da Avusturya, impa­ doğu Avrupa ’da dayanmağa mecbur olduğu ratoruna harp açtığı zaman, Ohrİ 'deki rum uzun savaşta, 1684 'ten beri Venedik de Tür­ baş piskoposu, diğer piskopos ve ruhanî reis­ kiye aleyhine harbe girdiği için, Arnavutluk ler namına, imparatorun ordu kumandanı prens sancakları da, ister istemez, harbe sürüklendi; Eugen ’i memleketi kurtarmağa davet etti (1716 }. 1684 yiimm eylülü sonuna doğru Preveze Ve­ Bununla beraber arnavutlar tarafından, osmanlı nediklilerin eline düştü. Bir kaç gün sonra, devleti düşmanları lehine, hiç bir hareket ol­ Venedik'in kışkırtması üzerine, Pipploeri, Kuç- madı. Venedikliler cenubî Arnavutluk ’ta kâin çi, Bellopauliyi, Nisiki, Probgnani ve Bagnani Butrinto ’yu ellerine geçirdiler ( Zinkeisen, ayn. adlı arnavui olan veya sayılan boylar Türkiye esr., V , 530 ). Muharipler 1718 ’de Pasarofça ’da 'ye karşı ayaklandılar. İşkodra valisi Süleyman statüko esası üzerinde sulh yaptıkları zaman, Paşa, ordusu ile bunlara karşı yürüdü ise de, Preveze ile o sırada Venedik tarafından işgal bir neticeye varmadığı için, çekilmeğe mecbur edilmiş olan Butrinto ile Voniça ’yı Venedik­ oldu (1688 ). Avusturyahlar 1688 ’de Beîgrad '1 lilere bırakmak zarurî olmuştu. Venedik ’in alıp, 1689 ’da Üsküp ’e girdikleri vakit, bir çok deniz ve kara kuvvetleri temmuz 1718 'den ağus­ arnavut düşmana iltihak etti. Kırımlılar İse, tos 1718’e kadar Ülgün’ün muhasarasına kal­ Üskiip ’ü çarçabuk istirdat edip, Selim Giray kıştıkları zaman, savaş, osmanlılarm büyük I. da bir Avusturya ordusunu Koaova ovasında şecaati sayesinde ve Venediklilerin bütün Avru­ kırdıktan sonra, yakm olan Kaçanik geçidinde pa ’yı hayrete düşüren büyük bîr bozgunu bir müddetten beri kuşadılmış olan Avusturya nihayet buldu, Avusturya imparatoru, Rusya ve Macaristan askerleri türkler tarafından ser­ ’ya danışarak^ temmuz 1737 *de çşmapl; impar



ARNAVUTLUK* torluğuna karşı harp açar açmaz, şimâlî Arna­ vut dağlılarından Kiementi oymağı avusturyâlıiar ile elbirliği edeceğini vâdetti; lâkin bir Kiementi fırkası Valievo'da osmanlı ordusu İle çarpıştığı sırada, hemen bütün kfenıentiler osmanlılar tarafından imha edildi (Hammer, VII, 595 v.d.}. Ertesi sene şimâlî arnavutlar osmanlı beylerin yaktırdıkları Yeni-Pazar, Bohur, Senice ve Akova palankalarım tahrip ettiler. Ancak osmanlı kumandanları, çök muşkilâta uğramadan, Kiementi ve Ku'çi âsîlerini dağıtarak, klementrlerm sığnağı olan Rudnİk palankasını zaptettiler ( ayn. esr., 509 v.d.). Siyasî vaziyetin karışıklığı sayesinde, Işkodra civarında kâin Boşat köyünden çıkmış ve çok­ tan beri harp ve devlet işlerinde müstahdem üâmdâr bîr aileye mensup bulunan Mehmed Bey o derece büyük bir nufuz kazanmıştı ki, Bâbıâli, kendisini, ister istemez, memleketinin vârisi olarak tanımağa meebûr oldu. Bu adam çevirdiği entrikalar ile vilâyetin ileri gelenlerini birbirine kırdırarak, şimalî Arnavutluk ’un mutlâk bir hâkimi kaldı ise de, Katerin II, *e karşı harbe gitmekten imtina ettiğinden, Bâbıâlmin bir emri ile idam edilmiştir (1776). "Oğlu Mahmud Paşa mutasarrıf ve sonra vâli olarak, babasını İ3tihîâf etti. Mahmud Leş, Tiran ve Eibasan kazaları ile Dukagin’in tamamım vilâ­ yetine ilhak etti ve kendisini Debre ve Matı ’de bile saydırmağa muvaffak oldu. Katerin II. ile yapılan ilk muharebede Mora ’daki toskalar Bâbıâliye karşı isyan eylediler ve ancak türklere sadık kalmış olan 3.000 gegaam işkodrah Mustafa Paşa ’mn kumandası altında, 17,70 ’te Korint berzahından geçerek, Mora ’ya sevkedilmesî üzerine, orada muvazene ha3il olmuştur. Fakat bîr az sonra Mora ’dâkİ toskalar ile gegalar birleşerek, daha vahim karıştıklara sebep oldular ve bu hâl, Gazi Haşan Paşa tarafından etrafları çevrilerek, mukavemetleri tamamiyle kırılıncaya kadar devam etti (1779 ). Buş&tlı beylerin şimalde hüküm sürdükleri devirde, ailesi uzun müddetten beri büyük bir mevki ve nufuz kazanmış olan Tepedelenlİ Ali [ b. bk.], cenubî Arnavutluk hükümdarlığına hak iddiasında bulunmuş, fakat şimal kısmının hakimleri önünde geri çekilmiştir. İşkodra 'da bulunan Mahmud Paşa nm 1785— 1786 ’da kendi teşebbüsü İle Venedik arazisine tecavüz etmesi, büyük bir heyecanı mucip oldu. Mahmud Paşa bir taraftan da Tepedelenlİ A l i ’yi baskı altın­ da tutmağa memur elbasanU kurt Ahmed Pa­ şa ’ya karşı döndü ve bu zatı mağlûp etti. Bunu müteakip Abdüîhamîd 1., Mahmud ’un katli hak­ kında, ferman göndermiş (1786), ancak Mah­ mud, üzerine sevkedilen osmanlı kıtalarını, örek Kosova ovasında ve gerek diğer yerlerde,



01



bozguna uğratınca, Selim III., kendisine vezaret rütbesi He, Yeni-Pazar seraskerliğini tevcih etmiştir (nisan 1790; Cevdet, Târih V , 17), Nihayet bir çok maceralardan sonra Mahmud, Karadağ ‘da öldürüldü ( ayn. esr.t s. 197 ). Daha evvel (1788) Suli arnavutları (sulyotlar), ruslara müracaat ederek, istiklâl istemişler ise de, Tepedelenlİ A li Paşa [ b. bk,] tarafından, 1803 ’te tamamiyle tenkil edilmişlerdir, Toska arnavutlarınm Yunanistan ’a asırlardan beri devam etmekte okn muhacereti, 1779 ’da kaptan Gazi Haşan Paga’ya karşı yapılmış olan kanlı muha­ rebeler ile de asîâ inkıtaa uğramamış ve XIX, asrın bidayetinde, Yunanistan nüfusunun beşte birini arnavutlar teşkil etmekte bulunmuş idi. Yunanistan ’da 200.000 ‘i bulan arnavutlar, umu­ miyetle toplu bir hâlde, Beoteia, Attika, Megara, Korint, Salamın, Arcadia ve hemen bütün Achaia ’da yaşamakta idiler. Mamafih rumlar şehirlerde umumiyetle ticaret ve san’atle iştigâl ederken, bunlar dağlarda ve köy­ lerde otururlardı» Poros, Çamlıca, Hydra ve Spezzıa ( Sütlüce) adalarının bütün ahalisihi — yalnız Hydra ’da 40.000 kişi — eür’etli ve kanaatkar gemiciler olan arnavutlar teşkil et­ mekte idi. Bunlar 20— 30 sene zarfında çok zenginleşmişlerdi. Hydra ve Spezzia adalarının ahalisi türle bahriyesine gemici temin ve bun­ ları hizmetleri müddetince iaşe etmekle mü­ kellef idiler.



Tepedelenlİ Ali Paşa, Yanya'da yarım asırdan fazla bir zaman isyan hâlinde bulunduktan sonra, kendisini tehdit eden tehlikenin farkına vardı. Ali Paşa, Romanya* da merkez kurmuş olan rum ihtilâlcilerinin, hiîekârâne vaadlarla teşvik ve Mora ’da isyan ruhunu idame ettiği esnada, suliîi hırİstiyan arnavutlar, türk hâkimiyetine karşı isyan ederek, diğerlerine ön ayak oldular ( kâ­ mın I, S820) ve bu suretle dört ay sonra zuhur edecek olan istiklâl harbine tekaddüm ettiler. Ali Paşa ’mn Yanya 'daki kalesinde şubat 1822 ye kadar mukavemet etmesi, yunan ihtilâlci­ lerinin İşine yaradı. Toskalar yunan ihtilâl hareketlerine sürük­ lenmişlerdi ; bu kargaşalıktan gegalar da mü­ teessir olmuşlardı, Â3Î rumlara karşı müsavi olmayan şartlar içinde yapılan bir muharebede, ül günlülerin ticaret gemileri hemen kamilen mahvoldu. Bundan maada Buşatîı ailesine men­ sup bulunan Mustafa Paşa, Bâbıâlinin yeniçe­ riliğin ilgasından beri (1826) içinde bulunduğu müşkİlâttan istifade ile, gittikçe küstahlığım artırıp, türk-rus harbinde ( 1828) orduya zama­ nında iltihak etmedi ve iki devlet mütareke aktettiği zaman, kendiliğinden muhasamata tek­ rar başlamak cür’etini gösterdi. Hattâ -sulhun aktindeu sonra da, Rumeli paşalarından bâzı-



$88



ARNAVUTLUK.



larmı kendi bayrağı altma celbe muvaffak oldu. Bâbıâli, Mustafa ’nın üzerine, sadrâzam Reşid Mehmed Paşa ’yı göndermeğe mecbur oldu. Sadrâzam, Mustafa *yı Perlepe ’de kat’î surette mağlûp (1831) ve fşkodra 'da teslim olmağa mecbur eyledi (1832}. Arnavutluk 'takı yerli valiler an'anesi, 1861’de Medine'de şayh al» haram olarak vefat eden, Buşatlı Mustafa Paşa İle nihayet bulur. Ali Paşa ’nm ve Buşath beylerin faaliyeti, her meskûn mevkii ayrı bir devlet ve her evi bir kale hâline koyan arnavut âdetini kısmen ortadan kaldırması dolay ısı ile, arnavut me­ deniyeti bakımından da, hususî bir ehemmi­ yeti hâizdir; bu hâl Arnavutluk orta çağına nihayet vermiştir. Tepedeienli Ali Paşa ve Buşat beylerinden sonra Reşid Mehmed Paşa orta Arnavutluk *ta da mahallî istiklâl dâvalarına kat’î darbeler indirdi. Reşid Mehmed Paşa ile başlayan İslâhat ve tensikat sayesinde, osmanh devletî Arnavutluk 'ta daha 80 yıl' tutunabildi. XIX, asırda hıristiyan arnavutlar da daha müsait bir vaziyete mazhar oldular. Evvelce şehirlerde veyahut şehirlerin civarında ikamet edenler, şiddetli bir tazyıka mâruz idiler; hattâ bâzan papaslar, kanun ve şeriate uymayan ehemmiyetsiz kabahatîardan dolayı, âdî müc­ rimler gibi idam edildi. XVIII. asrm başlangıcın­ dan İtibaren, türk hükümetinin idare prensipleri daha mûtedil ve müsamahakâr esaslara istinat etmeğe başladığından, hıristiyan arnavutlar da­ ha serbest kaldılar. İki din mensupları arasında bir yaklaşma husule geldi. Buşat beyleri ve Tepedeienli A li Paşa mevkilerini muhafaza için, müslümanlar kadar hıristi yanlara da İstinat et­ mişlerdir. Fakat bu hâdiseler esasen yeniçerili­ ğin ilgasından beri, daha sağlam bîr surette teessüs eylemiş olan din müsavatına bir mu­ kaddimeden başka bir şey olmadı. Tepedeienli AH Paşa ’nın ve Buşatlı Mustafa ’nm mağlûbi­ yetinden sonra, hıristiyanlar müslümanlar île aynı mertebede tutuldu ve aynı vergiler ile mükellef oldu, Osmanh devletinde sürekli harp­ ler yüzünden pek ağırlaşan askerlik hizmetin­ den hemen hemen muaf tutulmuş olan hıristİyan arnavutlar, 1832 'den sonra, bu hâlden İktisaden çok istifade ettiler. İslâhat ve müslüman­ lar ile beraber o zamana kadar bir çok bakım­ dan müstakil kalmış olan dağlı hıristiyan arna­ vut kabilelerine vergi tarhı, bu dağlık memle­ kette birden bire tatbik edilemedi. Hükümet memurları ile kabîleler arasındaki mücadeleler senelerce devam etti. 1877— 1878 türk-rus muharebesinde, Rusya ’nm sıkı tahrikatına rağmen, dağlı katoIİk ve Ortodoks arnavutlar padişaha karşı silâh çek­ mekten imtina eylemişlerdir. Rusya bunun inti­



kamını, sırplar ile 10 kânun II. 1878 ’de Ülgün ve Bar limanlarını işgale muvaffak ''lan karadağlılar lehine olarak, Ayastafanos muahede­ sinde (3 mart 1878), kısmen arnavutlar ile mes­ kûn Vranya, Kurşunlu, Leskovaç ’m Sırbistan 'a, Bar, Ülgün, Podgorista ve İşboza ’nm Karadağ 'a ilhakını Bâbıâlîye kabûl ettirmek suretiyle, almıştı. Harp neticesinde, Bulgaristan *ın Trak­ ya ve Makedonya *dan başka, Köstendi!, DemırIcapı, Iştip, Köprülü, Üsküp, Ohri ve Manastır ’ı alması icap ediyordu. Ingiltere ve Avusturya* Macaristan, Ayastafanos muahedesini menfa­ atlerine aykırı buldular. Ingiltere ’nin muahe­ denin hükümsüz olduğunu açıktan ilân etmesi (1 nisan 1878 ) üzerine, Türkiye de musalehamn bâzı şartlarından kurtulmağı düşündü. Bu sırada meydana gelen arnavut ittihadının zuhûruna tekaüdüm eden müzakereler hakkında, şâyân-ı itimat pek az mâlûmat vardır. Yalni2 şunu biliyoruz ki, Abdülhamid II., Yakova, Prizrin ve Debre şehirlerinin kadı, müderris ve müftüleri ile Arnavutluk ’taki askerî ümeraya bu ittihadına mâni olmamalarını tavsiye etmiş­ tir. 10 haziran 1878 'de Prİzrin ittihadı kongrast açılmıştır. Bu kongrada müslüman, katolik ve ortodoks arnavutlar, aralarında hî$ bîr ihtilâf olmadığını tesbit etmek için, beyannamelerine, »vatan bizi hizmete çağırdığı zaman kendi men­ faatini düşünene lanet olsun; biz ittihadımızda dinin mevzuubahs olmadığını ve her şeyden ev­ vel arnavut olduğumuzu tesbite karar verdik*' cümlesini dercetmişlerdi. Üç gün sonra, Berlin kongrast da açılmış bulunuyordu (13 haziran 1878). 15 haziran, Prizrin ittihadı için, ehem­ miyetli bir gün oldu. O gün arnavut murah­ haslar, sırplar, karadağlıîar, ruslar ve bulgar» lar tarafından Arnavutluk ülkesine bir teca­ vüz vukuu takdirinde, Prizrin ittihadının, bun­ lara karşı harbedeceğini Bâbıâlîye tantana He bildirdiler ve Arnavutluk’un tamamiyeti hususunda Osmanh hükümetinin yardımını iste­ diler.



Prizrin ’de hâriciye, dâhiliye ve mâliye şube­ lerini ihtiva eden bir hükümet taslağı da ku­ ruldu. Burada çalışan prizrmli Hacı Ömer İle Abdül Bey, tedricen, istiklâl tarafdarlarımn en ileri gelenlerinden oldular. Prizrin ittihadının ana yasasında denildiğine göre dört arnavut vilâyeti, ileride bir tek vilâ­ yet hâlinde ve müşterek bir merkezden, arnavutça bilen bir vali ve memurlar mârifeti ile idare olunacak, mekteplerde arnavut dili öğre­ tilecekti. Bu yasayı imzalayan 43 kişinin 38 'i müslümandır. Bunlar meyannıda İlyas Paşa ( Debre-i B âlâ), Abdullah Paşa Dreni (Yakova), Kafkandelenli Mehmed Paşa ve Haşan Paşa Prala vardı, Berlin muahedesi mûcibipce, Kara*



A r n â v u t Lu k . dağ ’a verilecek arazi Nİkşik, Podgoritsa ile Bar Hmam ve havalisi idi. Ülgün limanı Osmanlı devletinde kalacaktı. Sırbistan, Vranya, Kur­ şunili ve Leskovaç’ı alacaktı, 29 temmuz 1878 ’de Avusturya-Maoaristan ordusu Bosna ve Hersek eyaletlerini işgal etmeğe başlar başla­ maz, Yenipazar arnavutlarmdan bir çoğu, Bosna ahalîsi ile birlikte, Avusturya ordusuna karşı harekete geçtiler. Bununla beraber Bosna ve Hersek ’in Avusturya-Macarîstan tarafından işgali, teşrin İL 1878 'de ikmâl edildi. Berlin kongrası kararlan hakkında Bâbıâli ile temasa ' gelmek üzere, 3 ağustos 1878 ’de Prizrin ittiha­ dı, murahhaslarından bîrini İstanbul ’a gönderdi. Berlin kongrasmda Osmanlı hükümeti murah­ haslarından biri olan müşir Mehmed AH Paşa, arn&vutları teskin için, Prizrin’e gönderildi ise i de, Prizrin ittihadının esaslarına mugayir ola­ rak, arnavutîarı karadağhlara hücum etmekten alıkoymak ve arnavut ittihadının askerlerini terhis etmek hususunda, sarfettiği gayret, arnavutlarca bir hıyanet addolundu. Mehmed AH Paşa, Prizrin ittihadı namına Yakova arnavut askerî kumandanı Abdullah Paşa Dreni ‘nin konağında misafir iken, 30 ağustosta başlayan bir muhasaradan sonra, 6 eylülde Abdullah Paşa ile birlikte Öldürüldü, Abdül Bey 10 kânun I. 1878 ’de Fraşer ’de Prizrin İttihadının cenubî Arnavutluk ’a mahsus ana yasasım vücuda getirdi. Bu cenubî ittihadın teşekkülü, o sırada Osmanh devletine faydalı gö­ rünüyordu. Türkiye-Yunanistan hududunu tashih için Preveze ’de toplanan komisyon müzakerele­ re başladığı sırada, arnavutların osmanlıîar le­ hinde nümayişler yaptıkları görülmüştür. Berlin kongrası mucibince, Plava ve Gusinye Karadağ ’a verilmesi üzerine çıkan müşkülât ve kıyam yüzünden, 1880 Berlin konferansı, Karadağ ’a, Plava ve Gusinye yerine, Ülgün limanını İlhak etmek kararım verdi. Prizrin ittihadı, ahalisi İslâm ve arnavut olan, Ülgün ’ün Karadağ ’a bırakılması teklifine ya­ naşmak istemediğinden, osmanlı hükümeti de bu kararı reddetti ise de, mâruz kaldığı tazyıklara daha ziyade mukavemet edemeyerek, 9 teşrin I. 1880 ’de müşir Derviş { İbrahim ) Paşa ’yı, bir arnavut kuvvetinin işgali altında bulunan Ülgün ’ü Karadağ ’a teslim etmeğe memur ey­ ledi. Derviş Paşa, 3 teşrin II, 1880 ’de İşkodra ’ya geldi ve İşkodra arnavut ittihadı reislerinin bu meselesinin tesviyesinde bitaraf kalmalarım temin etti ve iki gün sonra (26 teşrin II 1880 ) da Karadağ askeri, Ülgün’e girebildi. Arnavut reislerinden Hodo Paşa ve Prenk Bib Doda tevkif edilerek, İstanbul ’a sevkedildi.



$&9



rin ittihadının emellerine mugayir idi. Buna karşılık olarak, Prizrin ittihadı mâliye şûbesi reisi Süleyman Ağa Vokşi, 4 kânun II. 1881 ’de Üsküp şehrini ve 18. kânun II. 1881 ’de Friştina ve 21 kânun II. de Mitroviça’yı işgal etti. Şimalî arnavut ittihadı, iki buçuk senedenberi vergileri kendi hesabına toplamakta idi. Cenup ittihadı ile, ara sıra, Elbasan ’da içtimâlar ya­ pılıyordu. Osmanh hükümeti bu gibi harekâta artık seyirci kalamazdı. Devletin arnavut itti­ hadına taarruz edeceği korkusu ile, 1881 şuba­ tının sonlarında, Arnavutluk’un bütün nahiye­ lerinden gelen 130 murahhas Debre ’de gizli bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda, Ohrî ’nin müstakbel Arnavutluk un payitahtı olacağı ka­ rar altına alınmış, lâkin Abdül Bey ’İn osmanh ordusuna taarruz teklifi, Debre kadısı Yunus Zühdü ve arnavut paşaları tarafından reddedi­ lince, Abdül Bey ’in 3 yıldan beri güttüğü muhtariyet ve istiklâl emelleri yine suya düştü. Debre kadısı Yunus Zühdü nün Yıldız sarayına Debre toplantısının müzakeratını haber verme­ si üzerine, Derviş Paşa kumandasında küçük bir osmanh ordusunun şimalî Arnavutluk ’a gönderilmesi tekarrür etti. 25 mart 1881 ‘de, denildiğine göre, 20.000 kişilik bir osmanh ordusu Üsküp ’e geldi ve Üsküp 'te bulunan 12 serkerde Rodos ’a sürüldü.



Derviş Paşa, Prizrin ittihadı ile muharebeye girişerek, Kaçanik boğazını geçip, Ferizovik demir yolu istasyonuna vasıl olunca, arnavut reislerine muttasıl davetnameler gönderdi ise de, arnavutlar kendilerini müdafaa edeceklerini magrurâne bildirdiler, Ferizovik ’ten Prizrin ’e giden yolun en mühim noktası olan Stimle boğazı 20 nisan sabahı zaptedildi ve aynı gün Prizrin ’e girildi. Arnavut ittihadının re­ isleri, derhâl gelip, aman dilediler. Fraşerlİ Abdül Bey, tevkif edilerek, bir çok menfalarda kaldıktan sonra, affedildi ve 1892 ’de İstanbul 'da öldü. Müşir Derviş Paşa, cesaret ve mehareti sa­ yesinde, küçük bir askerî kuvvet ile, osmanh idaresinden kurtulmak istidadım gösteren Arna­ vutluk ’u yeniden devletin diğer vilâyetleri şek­ line koydu. 1880 Berlin konferansına Osmanh devleti da­ vet olunmadığı İçin, konferans tarafından Yu­ nanistan lehine verilen kararlan Bâbıâli kabul etmedi. Nihayet 1881 martında, yâni şimalî Arnavutluk’ta osmanh-arnavut ihtilâfı ciddî bir şekil aldığı zaman, büyük devletlerin İstan­ bul elçileri, Bâbıâli ile müzakerata girişli./22 mayıs î88ı ’de akdedilen muahedeye göre, Alasonya’dan sarf-ı nazar, Tesalya ile Epir’in Osmanh devletinin, Avrupa’nın tazyiki ile, Narda kısmının Yunanistan ’a verilmesini karar­ Arnavutluk ’un bîr parçasını feda etmesi, Priz­ laştırdılar. Bu mealde diğer bir muahede de Os-



İ9 yahut ûljJ şeklinde yazılan bu vilâyet ve şehir, Şâbarân ile Derbend ara­ sında vâki "olmak üzere, mükerreren zikredil­ mektedir. Barza'a 944 ’te, Edil ( V olga) ve Hazer üze­ rinden gelerek, Kür nehrini takip eden rusisveç korsanlan tarafından tahrip edildi ve bundan sonra bu şehrin ehemmiyeti kalmadı. Yakut bu şehirden, ehemmiyetsiz bir . köy gibi, bahis ve Hamd Ailâh Kazvİni de, bu şeh­ rin İkbâl devrine âit, eski hâtıraları naklet­ mekle İktifa eder. Barza'a ’nın sukutundan son­ ra, bir müddet Arrân ’m merkezi Baylakân olmuştur. Bu şehir A rdabil’dea Barza'a’ya giden büyük ticaret yolunun üzerinde idi. İbn Havkal zamanında Baylanan, etrafı bahçeler ile Çevrili güzel ye zengin bir şehirdi. Şehir 3239



S9 8



ARRÂN -



'de moğullar tarafından tahrip edilmişse de, hemen ihya edildi. Timur ise, burada 1403’te, A r a s ’tan kanallar açarak, şehri ve civarım îmar etti. Arrân *m, Barza'a ve Baylakan ’dan sonra, en biiyük şehri Gence ( arap. Çanzah) idi. Bu şehrin üzerinde bulunduğu nehir, Çazvini.’da İCrakâs tesmiye edilmiştir. Bundan sonra gelen mühim şehir Şam hür idi ki, Abbasî ümerasından Buğa tarafından tevsî ye îmar edi­ lerek, Hazar muhacirleri iie iskân edilmiş ve halife Mutavakkiî ’in namına, Mutavakkiliya adı verilmiştir. Bugün burada, o eskî parlak devrin hâtırası olarak, yalnız bîr minare kalmıştır. Hamd Allah Kazvini, Arrân ’m mârûf mevkileri meyamnda, Barza'a 'nın Hirak yahut Sirak is­ minde bir yaylası ve avlak yerini zikreder. Arrân, Şaddâdi *!er zamanında (951—1174) İdarî vahdetini muhafaza ediyordu. Bu bölge, selçukîîer ve bilhassa moğullar zamanında, tamamen türkleşince, eski etnik hususiyetini ve bu etnik hususiyete bağlı olan Arrân ismini kaybetti. Eski Utİ tarafı, Gence vilâyeti, eski Arc'az kısmı da, türkçe olarak, Karabağ tesmiye edilir oldu. Moğullar zamanında Arrân yahut „!£ârabâğ-i Arrân“ isimleri, daha ziyade tarihî bir hâtıra ola­ rak, ancak kitaplarda kullanılır oldu. Arrân tari­ hine dâir, gerek ermeniler ( Musa Kagankatvacİ ve Stİfanus Arbiliyan) ve gerek müslümanlar tarafından, bir çok eserler yazılmıştır. Bu cüm­ leden olarak Barza'i isminde birinin Târih-i Arrân adındaki eserini Kâtİb Çelebi zikreder; fakat bu nevi eserler bize vâsıl olmamıştır. Bize kadar gelen eserlerden benim gördüğüm, baylakanlı Mas'üd b. Nâmdar ’m Selçukîlerden Berkyaruk b. Malikşâh zamanında kaleme aldı­ ğı Munşa'ât ..Arrân ( Paris Bibi. Nat. anc. fond. arab., nr. 4433) adındaki eserdir. Müellif, za­ manının Arrân vâlisi olan Altuntaş'ın münşisi idi. Eser, Arrân ve Şirvan tarihine dâir, mühim . malûmatı ihtiva etmektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . A. Manandian,Beitrage zar albanischen Ceschichte (Leîpzig, 1897) ,* Marquart, Erânşahr, s. 117 v.dd.:; ffudüd al-âlâm ( trc. V. Minorsky), s. 143 v.d., 398— 403 î J. le Strange, The Lands o f tke Eastern Caliphate (London, 1905 ), s. 176— 179.



(A. Zekî VelIdI Togan.) A R S L A N (T.), araplarm a s ad [ b. bk.], farsların ş i r dedikleri, yırtıcı hayvanın türkçe adı. Muhtelif türk lehçelerinde arslan, arıslan} arsılan, astlan, arıştan^ areslan, arştan, arsıt şekillerinde ( bk. Gombocz Zaltân, Honfoglalâselötti Torok jövevenyzszvaink, Budapest, 1908, s. 72) de tesadüf edilen bu kelimenin işti­ kakı hakkında araştırmalarda bulunan Bang ( Öber die türkischen Namen einiger Grosskatjen, Keletî Şzemle} 1916— ■



....



........ ------j---------- ---------------—



edebiyatına âit bâzı şekilleri tesbit etmelerine mukabil, osmanlı edebiyat nazariyecilere bu hususta hiç bir şey yapmamışlardır. Yalnız XVI, asır şâirlerinden Edirneli Nazmı, 50.000 beyite yalan divanında, arûzun hemen bütün vezinleri ile şiirler yazmış, İran edebiyatındaki butun nazım şekillerini, lâfzî ve manevî bütün san'atlan kullanmıştır. Sırf san’at ve maharet gös­ termek ve îran şâirlerinden geri kalmadıklarını isbat etmek İçin, muhtelif asırlarda muhtelif şâirler tarafından yapılan bu gibi tecrübeler bir tarafa bırakılacak olursa, hiç bir türk müel­ lifinin klâsik türk nazmına mahsus arûz kaide­ lerini tesbite lüzum görmediği söylenebilir. XVI. asır müellifi Sürûrî ’den başlayarak, XIX. asır sonlarında yazılan Arâz-i türki müellifi Cemaleddin *e ve daha sonrakilere kadar, bütün edebiyat müellifleri, acem arûzuna âit eser­ leri taklitten başka hiç bîr şey yapmamışlardır. Hâlbuki, klasik türk edebiyatının bütün şube­ lerinde en tanınmış şâirler tarafından yazılan eserler tetkik edilecek olursa, acem aruzundaki bahirlerden mufctazab, cadid, karib, muşâkil, mutadârik bahirlerinin türkçede hemen hemen kullanılmadığı ve böylece türk aruzunun 9 bahre münhasır kaldığı anlaşılır. Gerçi, pek nâdir olarak, bunlardan bazılarına mensup vezinle­ rin — msl, mütedârîk bahrinden fa ilu n faillin fa ilan fa ilan yahut mustaf' ilatun mustaf1ilatun (— U ü -| — veya mufta'ilun mafailıın mufta'ilun mafailan vez­ ninin kullanıldığı görülürse de, bunları bîr is­ tisna saymak ve türk zevkinin bu vezinlerden hoşlanmadığını söylemek daha doğru olur. Türk şâirlerinin kullandıkları başlıca vezinleri burada ayrı bîr liste hâlinde göstermeğe lüzum yoktur. Yukarıda, acem aruzundan bahsederken, göster­ diğimiz vezinlerden, maf'ûlu mafailıın mafailıın (— — ) mafta'ilun mufta'ilun mufta'ilun mufta'ilun ( - u w - | - u u - | - u u - | - w v - ), mufta'ilun failun mafailun fö'il { ~- v 'j _ | _ u - j v - o - | — ) gibi, bir kaç tanesi istisna edilirse, diğerleri türk şiirinde de kul­ lanılmıştır. İran edebiyatında XIV. asırdan beri en çok kullanılan vezinler, türk edebiyatında da en çok kullanılmıştır. X.— XII. asır İran şâ­ irleri tarafından kullanılıp, sonraları hemen he­ men terkedÜen ve nihayet XIX.—XX. asırlarda tekrar canlanan bîr takım vezinlerin türk şâir­ leri tarafından kullanılmaması, eski edebiyattaki nazîrecilik kaidesi ile, kolayca izah edilecek bîr hâdisedir. Mamafih bu zikrettiğimiz vezinlerden bir çoğu da oldukça mahdut bir nisbette kul­ lanılmış ve ancak sekiz, on vezin ( msl. acem aruzu listesindeki 20, 24 numaralı vezinler türk edebiyatında kullanılmaz) umumî ve daimî



649 --------------------------- ;-------------



bir rağbete mazhar olmuştur. Mesnevi, urbaî, müstezâd gibi nazım şekillerinde türk şâirlerinin umumiyetle İran edebî an'anelerini tâkip etmeleri de, bu hususta mühim bir amil sayılabilir. Acem aruzunun türkler tarafından kabulün­ den sonra, çagatay ve âzerî lehçeleri edebiyat­ larında ne gibi hususî nazım şekilleri vücuda geldiğini bir az evvel anlatmıştık. Anadolu ve Rumeli şehir ve kasabalarında arûz İle yazılan bîr takım eserler geniş halk kütlesi arasında yayıldıktan sonra, osmanlı şiirinde de bu gibi hususî şekillerin meydana gelmemesine imkan yoktu. Nitekim, daha XIV.— XV. asırlardan başlayarak, bir çok osmanlı şâirlerinin, beste İle okunmak için, sâde bîr dil ile murabbafar yaz­ dıklarım görüyoruz kİ, sonradan ş a r k ı f b. bk.] namım alan bu şiirler, dörtlüklerden terek­ küp etmeleri ve her dörtlüğün sonunda ay­ nı mısrâm bir nakarat mâhiyetinde tekrarlan­ ması bakımından, hece ile yazılan eski halk türkülerinin taklidi sayılabilir. XVI.— XVII. asır­ larda inkişafını tâkip etmekle beraber, bilhas­ sa XVIII,— XIX. astr şâirleri tarafından pek çok kullanılan bu şarkı tarzını, arûzun osmanlı klâ­ sik şiirine mahsus bir şekli gibi telâkki edebi­ liriz. Yine bunun gibi XIV.— XV. asır âzerî ve çagatay şâirlerinde olduğu gibi onlarla muasır osmanlı şâirlerinde de gördüğümüz t u y u g un­ vanlı dörtlükler de, klâsik türk edebiyatına mah­ sus bîr nazım şeklinden başka bir şey değil­ dir; bunlarda çok defa teenîs usulüne riayet edilmesi, bu usûlün türk dilinin bünyesine uygunluğundan ileri gelmektedir. Muayyen bir beste İle okunmağa mahsus tuyuglarm hece vez­ ninin it ’lİsine uyması ve bâzı şâirlerin bu şeklî, Şams-i Kays *m bahsettiği fekleviye ’ler gibi, kusurlu olarak kullanmaları, bir takım müellif­ lerin bunları hece ile yazılmış sanmalarına se­ bep olmuşsa da, gerek eldeki eserler, gerek Nevâî ve Babur ’un bu husustaki sarih ifadeleri, böyle bir şüpheye asla mahal bırakmamaktadır; W, Gibb fden Veled Çelebi 'ye ve Ahmed Ta­ lat 'a kadar { Türk şiirlerinin vezni, 9. 63), bir çoklarının bu hususta aldanmalarına, Kadı Bur­ han al-Diıı e âit bîr takım tuyug metinlerinin yanlışlığı ve onların bu yanlışları farkedememeleri de mühim bîr sebep olmuştur. Maamafih eski türk edebî an'anelermm tesiri altında, arûzun osmanlı edebiyatına âit, yenî na­ zım şekilleri vücuda getirmesi, klâsik şiir sahasın­ dan ziyade, â ş ı k e d e b i y a t ı dediğimiz, ede­ biyat. dâiresinde göze çarpmaktadır. XVI.—XVII. asırlarda şehir ve kasabalarda İslâm kültürü İle iyice istinas etmiş orta sınıf halk arasında in­ kişaf eden ve bir taraftan klâsik edebiyat, di­ ğer taraftan tekke edebiyatı vç egki halk ede»



650 __ L



ARÛZ (TÜRK),



biyatı unsurlarının birleşmesinden vücuda ge­ zım şekilleri İle de yazılmış ve mısraın iki len ve musikî ile alâkasını muhafaza eden bu veya dört kısma ayrılarak, iç kafiyeler de kulla­ Şİİr tarzı, bu türlü muhtelif şekillerin mey­ nıldığı olmuştur. Mamafih divan adım taşıyan dana gelmesi için, şüphesiz, daha müsait idi. bütün bu muhtelif şekillerde vezin, besteye Klâsik şâirlerin, halk edebiyatı tesirinden ka­ uymak için, dâima sabittir, z. S a m â *i, ma* ------| çınmak içi», gösterdikleri titizliğe makabil, fa ilun mafa'ilun mafaîlun mafailun âşıklar, yâni saz şâirleri, eski halk şiiri ana­ u — j u ------[ o -------) vezni ile yazılan ve nelerine kuvvetle bağlı idiler; bununla be­ muayyen bîr beste ile okunan şiirlere verilen raber, bilhassa Fuzulî 'den sonra, klâsik şiirin umumî isimdir. Hece vezninin 8 + 8 şekline cazibesinden kendilerini kurtaramayan âşıklar, uyan semaîler, iptida her mısraı iki mafa ilun XVI. asır sonlarından başlayarak, gittikçe artan eüz’ünden mürekkep olmak üzere muhtelif dört­ bir hızla bu büyük tesir altına düştüler ve lüklerden terekküp eder ve her dörtlüğün son XIX. asrm ikinci yarısından evvel artık son mısraı ilk dörtlüğün son mısraı ile kafiyeli haddine geldiğini gördüğümüz bu tesir, iki ayrı olur. 4 + 4 = 8 heceli eski halk türkülerinin kökten gelen bu iki an'anenin karşılıklı hulâl aruza uydurulmuş bîr şeklî olan ve klâsik termi­ ve nüfuzlarına sebebiyet vererek, acem aru­ noloji tesiri İle, m u s a m m a t j Samâ'i dîye de zunda mevcut olmayan yeni şekiller yarattı. zikredilen bu semaîler, sonradan dört mafailun Aruzun hece veznine çok yaklaşan ve kullanıl­ cüz’ü ile ve gazel, murabba*, muhammes, mü­ ması nisbeten kolay olan cüz’Ieri ile tanzim seddes v,s. gibi, nazım şekilleri He de yazılma­ edilen bu yeni şekiller, muayyen bestelere ğa başlanmış ise de, bunlar daha az kullanılan göre okunmak maksadı ile tertip edildiği cihetle, sonraki şekillerdir. Her mısraı dört mafailun bunları sâdece birer şiir şekli değil, belki daha 'den mürekkep olmak üzere, gazel şekli ile yazı­ ziyade birer musiki şekli addetmek daha doğru lan ve sonlarına iki m afaîlun'âea mürekkep olur. Aşık tarzı dediğimiz şiir tarzının umumi­ bir parça ilâve olunarak, müstezâd şekline yetle saz He okunmağa mahsus olduğu düşü­ konulan semaîlere a y a k l ı s e m a î adı verilir. nülünce, bu cihet daha kolaylıkla anlaşılır. Aym cüzün tekrarından vücuda gelen ve klâsik Çağatay ve âzerî edebiyatlarına mahsus aruz edebiyatta da çok kullanılan bu veznin hece şekillerinin, muayyen besteler ile okunmak için, vezninin 8 + 8 ‘lİsine uyması dikkate lâyıktır. meydana getirilmiş olduğu hakkında, yukarıda 3. S a l i s , failâtun failâtun fdilâtun f a i ­ verdiğimiz malumatı da hatırlatacak olursak, lun ( o o - ~ | o o - [ou — [ oo~J vezni ile türk edebiyatına mahsus aruz şekillerinin muh­ yazılan ve muayyen bir beste ile okunan şiir­ telif türk lehçelerinde, dâima aynı âmillerin lere verilen umumî isimdir. Gazel, murabtesiri altında ve aynı yolu takip ederek, vücuda bâ, muhammes, müseddes v.s. gibi şekiller geldiği kendiliğinden meydana çıkar. Şehir ve ile yazılır. Bu şekil XIX. asırda meydana çık­ kasabalarda küçük burjuvazi dediğimiz orta mıştır. 4. K a l a n d a r i , marulu mafa ila ma^ j >->— o [ o -) vez­ sınıf halk arasında arûz ile yazılmış halk eser­ fa ilu fdûlun ( — lerinin asırlardan beri yayılmış olması da, bu ni ile yazılan ve muayyen bir beste ile okunan şiirlere verilen umumî isimdir. Kalenderi beste­ hususta mühim bir âmil olmuştur. Aşık tarzına mahsus olan ve «e klâsik şiirde, sinin, acem kalenderîsi gibi, bâzı nevileri vardır ne de acem edebiyatında tesadüf edilmeyen ve bu şiirler gazel, murabba, muhammes v.s. hususî arûz şekilleri şunlardır: 1. D i v â n , şekiller ile yazıldığı gibi, gazel şeklinde yazılan failâtun failâtun jailâtun fa ilan ( - « — j kalenderîlerde her mısraın sonuna, maf'&lu fa— j~o— vezni He yazılan ve mu- iühın yahut maf'ülu mafail cüz iine uygun, bir iyyen bir beste ile okunan şiirlere verilen ziyade ilâve edilerek, müstezâd şekline sokul­ amumî isimdir. Ekseriyetle klâsik nazmın mu­ duğu da olur ve bunlara a y a k l ı k a l e n d e r i rabba1 şeklî ile, ve her dörtlüğün sonunda ilk derler; bu ziyade yahut ayakların kafİyelenme parçanın son mısraının kafiyesine riayet edil­ tarzları türlü türlü olur. Kalenderi, XIX. asırdan mek şartı ile yazılır. Bâzan her dörtlüğün so­ evvelki zamanlarda pek tesadüf edilmeyen, mu­ nunda aym mısraın tekrar edildiği de olur. ahhar bir şekildir. s* Ş a t r a n c , muftdilun muf* Hece vezninin 8 + 8 şekline uyan ve klâsik idilim mtıfidilun muftdilun ( - o o ~ | ~ o o ~ j edebiyattaki murabba* ( şarkı ) şeklînin bir - 00 - [ - ov - ) vezni ile, gazel şeklinde yazı­ taklidinden ibaret olan bu divanların, yukarıda lan ve hususî bir beste ile okunan şiirlere ve­ işaret ettiğimiz gibi, aruzun bütün türk lehçe­ rilen isimdir. Hece vezninin 8+8 şekline uyan leri edebiyatlarında en çok kullanılmış bir vezin bu manzumelerde her mısrâ iki müsavi cüz’e ile yazılması dikkate lâyıktır. Daha XVI. asır bölünerek, tıpkı dörtlükler gibi kafiyelenir, yâ­ saz şâirlerinde gördüğümüz bu divanlar, sonra­ ni ilk beyitin iç kafiyeleri a fa a b tarzında ve dan gazal, muhammas, musaddas v.s. gibi na­ sonraki beyitlerin kafiyeleri de c c c b , ddc f b



ARÛZ (TÜRK). tarzında olur. Orta çağ- İran musiki nazariyeci­ lere rtin bahsettikleri kalender? makamı ile âşık tarzındaki kalenderîler arasında bir münasebet bulunup bulunmadığı meselesi» tetkike muhtacdır. Klâsik şiire hiç yabancı olmayan saz şâir­ leri, acem aruzu tesiri altında vücuda getirdik­ leri bu şekilleri, klâsik şâirlerin aslâ câİz göre­ meyecekleri bir takım teknik kusurlarla kullan­ dıkları için, bâzı müellifler bunları esasen hece veznine mahsus şekiller gibi telâkki etmek is­ temişlerdir, Hâlbuki, sayı bakımından, hece ve­ zinlerine uygun ve kullanılması nisbeten kolay olan bu vezinlerin âşık tarzma nasıl ve ne gi­ bi âmiller tesiri ile girdiği düşünülürse, bu id­ dianın yanlışlığı kendiliğinden anlaşılır. Saz şâirleri, klâsik şiirin kafiye telâkkisine de sâdık Iralamayarak, eserlerinde daha ziyade yarım kafiyelere yer vermişlerdir. Aruzun tanzimattan evvelki türk edebiyatın­ daki mevkiini ve hususiyetlerini gösteren bu izahlardan sonra, onun tanzimattan zamanımıza kadar nasıl bir tekâmüle uğradığım da kısaca tesbite çalışalım. Fransız kültürünün tesiri al­ tında yeni bîr edebiyat yaratmak isteyen tanzİmat edip ve şâirlerinin ilk nesli, dili ve ede­ biyatı arap ve acem nüfuzundan kurtarmak için, arûz vezninin şiddetle aleyhinde bulundu­ lar. Ziya Paşa, mili? edebiyat cereyanının âdeta ilk beyannamesi mâhiyetinde olan meşhur Şiir ve inşa makalesinde, klâsik osmanlı şiirinin ha­ kikî osmanh şiiri olmadığım ve bunu hece ile yazılmış halk eserlerinde aramak İcap ettiği­ ni ortaya sürdü ( Ebüzziya Tevfik, Numunemi edebiyattı osmâniye, 6, tab,, s, 288— 294) ve Tartufe tercümesini parmak hesabı ile vücuda getirdi. Namık Kemal, Abdüihak Hâmid 'e yaz­ dığı 1292 tarihli mektubunda, „acem vezinlerin­ den ayrılmadıkça, tiyatro olacak kadar tabiî şiir söylemeğe imkân olmadığını" ileri sürerek, par­ mak hesabım tavsiye etti (göst. yer., 484 v.d.); Tahrib-i harâbât ’mda, enderuıdu V a s ıf‘tan bahsederken, açıktan açığa arûz aleyhinde bulun­ du ( Mecmua-i Ebüzziya, H, sayı 22, s. 673 v.d.); Hâmid ’e yazdığı diğer bir mektupta, „acem vezinlerinin türk şiirini zincirlediğini" itiraf etti ( gÖst. yer., nr. 13, s. 392). 1300 ‘de Celâl pi­ yesine yazdığı mukaddimede, eserini niçin man­ zum yazamadığım izah ederken, aruzun türk dilinin tabiatına ve şivesine uymadığım, tabiî bir muhaverenin arûz ile nazmı imkânsız oldu­ ğunu söylemekle beraber, hece vezninin, aruza nîsbetle, ahenksiz kaldığını da ileri sürdü { Mukaddeme-) Celâl, İstanbul, 1305, s. 83 v.dd. J, Cevdet Paşa da, aruzun türk dilinin bünyesine uymadığım açıktan açığa itiraf etti ( Kısas-ı enbiya, s. 976— 988; Cevdet Paşa, manastırlı Faik ( Türkçe arûz, İstanbul, 1314) ’e yazdığı



''



6Sı



takririnde aynı fikri müdafaa etmiştir ). Mama­ fih bütün bu gibi fikirlere, tenkitlere rağmen, arûz tanzimat devrinde ehemmiyetini hiç kayb­ etmemiş, Zıya Paşa ve Kemal başta olarak, bütün o devir şâirleri tarafından kullanılmıştır. Fransız edebiyatım takliden manzûm piyesler yazmak yahut tercüme etmek için arûz vezin­ lerinin kıyafetsizliği, Ziya Paşa nın ve bilhassa Kemal ‘in aruza karşı bu kadar şiddetle hücum­ larda bulunmalarına sebep olmuştur denilebilir. Gerçi Ali Haydar Bey, daha 128a 'de neşrettiği, Ersaa piyesini f d Ulun f d alan fdû lu n f d ü l (u — Jo — |w — I'-’ - ) vezni ile ve daha sonra neşrettiği Rüya oyunu *nu da failâtun mafailun fa ‘ihın { ^ 'J — |w—v - J v o - ) vezni ile yazmak suretiyle, bu hususta ilk tecrübelerde bulunmuş­ tu? lâkin bu tecrübenin muvaffakiyetsizliği, ifa­ denin çok ağır ve sun'î oluşu, Namık Kemal de dahil olmak üzere, tiyatro muharrirlerini ümitsiz­ liğe şevketmiş olmalıdır. Galiba bunun neticesi olarak» 1292 yıllarında bu cins eserlerde parmak hesabım kullanmak cereyanının kuvvetlendiğini Ali Bey, Letafet isimli operetinin mukaddime­ sinde, söylüyor ki, Kemal *in bir az evvel söyle­ diğimiz 129a tarihli mektubu da bunu te’yid etmektedir. Namık Kem al’in bu tecrübelerden memnun kalmadığı, Celâl mukaddimesinden pek iyi anlaşılıyor. İlk tanzimat neslinin bu muvaffakiyetsizliği, ikinci nesli korkutamadı ve Abdüihak Hâmid «92 ( rumî) ’de Sardanapal adlı ilk manzûm piyesini fdûlun jaülun fdûlun fa u l vezni ile yazdı. „BÖy!e bir ihtilâl eseri için cengâverâne bir ahenge mâlik olan Şehnâme veznini İntihap ettiği" hakkmdaki ifadesine rağmen, Hâmid‘in bu hususta Ali Haydar Bey ‘i takip ve taklit ettiği tahmin olunabilir. Hâmid‘in bu ilk tec­ rübesi, şüphesiz, muvaffakiyetli bir netice ver­ miş sayılamaz ? lâkin, Haydar Bey ’in eserine nîsbetle, aruzun daha tabiî bir şekilde kullanıl­ dığı meydandadır. Yalnız mâna ve mefhum de­ ğil, şekil ve üslûp itibariyle de eski devrin klâsik şiir çerçevesinden çıkmak isteyen Hâmid, çok dar ve kifayetsiz olan eski aruz tekniğini ve kalıplarım bırakmak, Avrupa edebiyatlarında olduğu gibi, geniş ve serbest bir ifade vasıtası vücuda getirmek hususundaki inkılâpçı gayret­ lerine devam etti. Sahra adlı küçük şiir mec­ muası ve daha sonra Divaneliklerim unvanı İle neşredilen şiirler, nihayet Eşber, T ezer ve daha şâir manzûm piyesler, yeni türk şi­ irinin ilk örneklerini verdi. Hâmid, Sahra ‘yi yazarken, klâsik nazım kaidelerini bir hamlede ortadan kaldırmak ve san’atkâra nazım tekniği bakımından da büyük bir hürriyet vermek is­ tiyordu ; bu maksatla »eski şiir tarzım ya ihmâl veya büsbütün istiskal ettiğini" itiraf et-



6 $*



ARÛZ (T Ü R K ).



mistir ( Abdülhak Hâmid, Eserlerimi nasıl yazdım, Resim li A y meo. İstanbul, 1928, temmuzAğastos; bk. Ülkü, nr. $1, mayıs, 1937, s. 202 }. Nazım tekniğinde yaptığı bu inkılapta Mizan muharriri Murad Bey 'in müessir oldu­ ğunu 1302 tarihli bir mektubunda söylüyor ( Mektuplar, İstanbul, 1334, I, 307 ). Hâmİd 'in türk aruzunda yaptığı yenilikleri bir kaç cümlede hulâsa edebiliriz: nazım şekilleri hu­ susunda tam bir serbesti, vezinlerin kullanı­ lışında, adetâ transız senbolistlermin „vers lib­ re" 'ini andıracak kadar, bir İleri gidiş ( msl. Sahra ’daki Tecessüs unvanlı parçalarda), daha sonra, msl, Hediye-i sâl adlı manzum esinde ol­ duğu gibi, kafiyesiz şiir tanzimine de kalkan Hâmid in, şekil bakımından, eski mesnevi, kasi­ de, musammat tarzlarına uygun şiirleri de çok­ tur. Aruzun bu yeni kullanılış tarzına karşı ko­ pan tenkit ve tezyif fırtınalarına rağmen, Namık Kemal de dahil olmak üzere, bütün muasırlar ve muakkipler Hâmid *i taklit ettiler. La Fontaine ’den yaptığı manzum tercümeler için yaz­ dığı bir mukaddimede, aruzun türkçe kelime­ lere, parmak hesabının da arap ve acem kelime­ lerine uygun bîr ölçü olmadığını itiraf etmekle beraber, yine aruzu tercih eden Ekrem ( Hazine-i evrak mecmuasının ilk sayısında çıkan bu manzum mukaddime ile tercümeler için bk. Recai-zâde Ekrem, N âçiz, İstanbul, 1302, s. 77 v.d.) de Hâmid ’în açtığı yolu takip etti ve „kafiye göz için değil, kulak içindir" düsturunu koyarak, şiddetli itirazlara rağmen, klâsik şiir­ deki kafiye telâkkisini değiştirdi. Vakıa Hâmid 'den evvel Edhem Pertev Paşa [ b. bk.J da Victor Hııgo 'darı tercüme ettiği Tıfl~ı nâim manzumesinde, garp eserlerinden mülhem ola­ rak, klâsik aruz şekillerinden tamamiyle farklı bir nazım şekli kullanmışsa da, bu münferit bir vesika olarak kalmış, hattâ kendisi bile bu yol­ da devam etmemiştir. Edebiyat-ı cedidecifer denilen daha sonraki resii arasında, iptida Cenab Şahabeddin fransız sonneEsmi ye onun muhtelif fcafiyeleme şekille­ rini taklit e t ti; eski müstezadı senbolistlerin „vers libre" telâkkileri ile mezcederek, Elhân-ı şitâ gibi, bîr takım manzumeler yazdı; İsmail Safa, Ali Nâdir ( AH Ekrem) gibi şâirler, enderuniu Vasıf 'm „tabiî konuşma dilini aruz kalıp­ larına sokmak" için yaptığı muvaffakiyetsiz tecrübeyi yenileyerek, oldukça muvaffakiyetli neticeler elde ettiler. Lâkin bu hususta en bü­ yük muvaffakiyeti, ölçülü, mutedil mizacı ve fıtrî „esthete“ zevk-i selimi ile Tevfik Fikret gösterdi; çûk sevdiği fransız şâiri Françoîs Coppee’nin tesiri üe, fransız şiirindeki „emjambement" usûlünü tatbik ederek, nazım lisanını nesîrleştirmek suretiyle, tabiîliğe yaklaştırdı.



Ondan evvel ne Hâmid, ne de Cenab türk mısra­ ın m iç ahengini değiştirememişler, klâsik mıs­ raın iranî edasını bozamamışlardı; Hâmid ‘in mısrâiarmda Fuzulî 'yi, Şeyh Gâlİb ’i ve umu­ miyetle eski klâsikleri andıranlar az değildir (Fevziye Abdullah, M akber’de Leylâ ve Mec­ nûn ve Nüsn-ü aşk tesirleri, Ölkü meçin, nr. 59, 60), Cenab Şahabeddin 'de baştan başa izafet tetabulan ile dolu mısralarında İran edası, msl, Nedim ’den daha fazladır. İşte aruz Fik­ ret ’în elinde bu eski hüviyetini kaybederek, tabiileşti. Aruz tekniği bakımından bunun bir muvaffakiyet olduğu muhakkaktır î fakat san’at bakımından, nazma bu kadar fazla nesir edası vermenin bir kusur olduğu şüphesizdir. Mamafih Fikret ile beraber türk aruzunun imaleden, zihaf* tan kurtulduğu ve daha fa2İa türk dilinin bün­ yesine uyduğu söylenebilir. Arûzun gösterdiği bu yeni tekâmül, edebîyat-ı cedide şâirlerini tat­ min etmiş olacak ki, bu devirde — msl. ilk tanzimat devrinde görülen — aruz aleyhindeki şika­ yetlerden hiç birinin tekrarlandığı görülmüyor. Bilâkis Tevfik Fikret, Cenab vesairleri aruzu mü­ dafaa ediyorlar; AH Ekrem, 4 faulün ( — ) yahut fanilan cüz’ünü birleştirmek sureti ile, yeni bir vezin uydurmak İstiyorsa da, yaptığı tecrübeler muvaffakıyetsizlik ile neticeleniyor; Cenab, Felsefe-i evzân adlı bir makalesinde, muhtelif aruz cüzülerİnİn ahenk bakımından farklarım belirtmeğe çalışıyor. Dilin ve edebi­ yatın millîleşmesi cereyanı kuvvetlenerek, aruz vezni yavaş yavaş mevkiini hece veznine bırak­ mağa başladıktan sonra bile, edebiyat-ı cedideciier — Abdülhak Hâmid de başlarında olmak üzere — aruzu müdafaadan geri durmamışlar ve türkçede arap ve acem kökünden gelen unsurlar bulundukça, aruzun mevkiini muhafaza ‘ edeceğini ve ahenk bakımından hece vezninin onun ile boy ölçüşemeyeceğİni iddia etmişlerdir ( bk. Cenab ’ın 1933 'te neşrettiği Nazmımız ve vezin meselesi makalesi; Sadettin Nüzhet, Cenab Şahabeddin 'in hayatı ve seçme şiirleri,



İstanbul, 1935, s. 116— 120). Aruzu türkçeleştir­ mek ve konuşma diline yaklaştırmak hususunda en büyük muvaffakiyeti, MehmedÂkif gösterdi: türk aruzunu onun kadar muvaffakiyetle ve onun kadar tabiî kullanan, konuşma dilini aruz kalıplarına o kadar kolaylıkla sokan hiç bir şâir yoktur; Fikret ’in yapmak isteyip de ta­ mamiyle yapamadığını, Akif gerçekleştirdi. He­ ce vezninin arûzunkıne yakın bir ahenk temin edemeyeceğine kani olan Mehmed Akif ’i, ( S ırat-ı müstakim, 1326, nr. n ı, s. 118 ) nazmı lü­ zumundan fazla nesirleştirdiğİ İçin, sanat ba­ kımından tenkit etmek haksız değildir. 1908 inkılâbından sonra şöhret kazanan şâirler, umu­ miyetle aruzu kullandılar ve müdafaa ettiler.



ÂRÖZ (TÜRK) ı ır tT/'-vrr IHIMIZIİPİ.........-m



.........................................



.........................................



'



Ahmed Haşini, fransız sembolistlerini taklit ede­ rek, serbest nazım cereyanım türk şiirinde de uyandırmağa çalıştı ise de, muvaffak olamadı. Dilden lüzumsuz yabancı kelimeleri ve yabancı kaideleri atmak isteyen y e n i l i s a n c ı l a r da iptida arûzu muhafaza etmek istediler; lâ­ kin millî dil ve edebiyat cereyanının mütema­ di artan kuvveti karşısında, aruz yavaş yavaş gerilemeğe ve yerini hece veznine bırakmağa mecbur oldu. 1912 ’den sonra, Parnasse’çılann tesiri altında, edebiyatımızda yeni bir nazım telâkkisi yaratan büyük şâir Yahya Kemâl, Fikret ve A k if’in .nesre benzeyen nazmına karşı, Nef’i, Nailî-i Kadîm, Nedim gibi klâsik şiir üstadlarının an’anelerine bağlı olmakla beraber, tamamıyle yeni ve türk dilinin dehasına uygun kusursuz şiirleri ile, türk arûzuna yeni ve son bir hamle verdi. Hece vezni karşısında arûzun bu gün yaşayabilmesinde, bu hamlenin büyük tesiri olmuştur. Mamafih, nazım telâkkisi bakımından, genç muasırlan üzerinde çok kuvvetli iz bırakau Yahya Kemal 'in bu neo-classieisme ’i yalnız arûzun son tekâmül safhasını vücuda getir­ mekle kalmamış, hece vezininîn tekâmülünde de nufuzunu göstermiştir. B i b l i y o g r a f y a : Türk arûzu hakkında, şimdiye kadar, hiç bir umûmî tetkik yapılma­ mıştır, W. Gibb, A Hisfory o f O ttornan poeiry, I, 3. ve 4. baplarda verilen malûmat, çok sathîdir; türk edebiyatı hakkında muhtelif Avrupa dillerinde yazılmış umumî eserlerdeki malumat, bundan daha kıymetsizdir. Cenıaleddin, A rû z-i türkî ( İstanbul, 1290 ) ; Süleyman Paşa, Mabâni al-inşa, İstanbul, 1289; Manas­ tırlı Rıfat, Maçamı al-adab (İstanbul, 1308) ve daha bu gibi kitaplar, acem aruz risale­ lerinin ehemmiyetsiz birer taklitİnden ibaret­ tir. Ahmed Talat, Halk şiirlerinin şekil ve nevileri (İstanbul, 1928)) ayn, mil., Türk şi­ irlerinin vezni (İstanbul, 1933), osmaıılı sazşâİrlerinin kullandıkları arûz şekilleri hakkında malûmat vermektedir. Eski eserler arasında yalnız Nevâı ’nîn Çağatayca Mizan al-avzâh ’ı ve Babur ‘un yine çagatayca A rû z risâlesi, türklere mahsus aruz şekillerini göstermek bakımından, ehemmiyetlidir. Henüz basılma­ mış olan bu iki eserden birincisi Paris milit kütüphanesindeki Nevâî külliyatı içindedir (E. Blochet, Caial , cles man. ttırcs, supp., 317 }; Leningrad umumî kütüphanesindeki diğer bir nüshadan İstifade eden Samoylovİç, eserin başı ve sonv Üe türk nazım şekillerine âit kısımlarım, 1926'da bu kütüphane tarafından çıkarılan şark mecmuasında neşretmiştir ( s. 105— 114). Babur'un A rûz risâlesi, Paris millî kütüphanesi yazmaia.ı arasındadır (Blochet, ayn. esr., supp., s.*1308); bu risalen, n Babur ’a



ÂR2.



ki



'



âit olduğunu 1922 'de, bu kütüphanede çalıştı­ ğım sırada, anlamıştım. Türkiyat mecmuasının ikinci cildinde neşrettiğim Türk klâsik edebi­ yatında hususî nazım şekilleri , Taytıg maka­ lesinde, Nevâî ve Babur ’un bu mevzu ile alâ­ kalı bütün metinleri, başka kaynaklardan çıka­ rılan malûmat ile birlikte, neşrolunmuştu ; bu makale ronradan, bâzı yeni ilâveler ile, Fuad Köprülü, Türk dili ve edebiyatı hakkında araştırmalar ( İstanbul, 1934) adlı kitapta da çıkmıştır; yine bu ciltte Babur ’un A rû z ri­ sâlesi hakkında da izahat vardır. Aruzun türk edebiyatına girişi ve tekâmülü hakkında bk. Fuad Köprülü, Türk edebiyat tarihi, (Istan bul, 1926); ayn. mil., Divân-i türkt-i basit ve m illi edebiyat cereyanının ilk mübeşşirleri (İstanbul, 1928 ) ; ayn. mil., Bugünkü edebiyat



( İstanbul, 1924). (M. F uad K öprülü .) A R Z . [ Bk. a r z .] 'A R Z . ( Bk. ARZ.] A R Z . ARZ, üzerinde yaşadığımız seyyarenin arapça adıdır. Islâm âlimleri hey’et ve coğrafya­ ya âit olan mâiûmatm kaynaklarım eski kiâsik ilimden, bilhassa Batiamyus'tan almış oldukla­ rı için, âiem sistemi ve seyyaremizin şekli hakkındaki düşünceleri tamamen eski klâsik devrin kabût ettiği gibi idi. Yalnız arzın ebadını tekrar tahkik ve tetkike lüzum gördüklerinden, daha ziyade mesailerini bu noktaya tevcih etmişler dir. Claudius Batlamyus ’un, a“zm çevresi için, 180.000 „philae'‘ stadı (eski bir Mısır ölçüsü = 259 m.) olmak üzere, kabul ettiği mikdann ( bu mıkdar o zamanlarda Z4.000 arap miline teka­ bül ediyordu, binaenaleyh bir derecelik kavsin uzunluğu Batlamyus ’a göre 66 arap mili id i) Ma’mün ( 813— 833 ) tarafından — devrin meşhur heyetçileriııden mürekkep ve fennî vasıtalar ile mücehhez komisyonlar teşkil edilerek, İlim tari­ hinde, belki de ilk defa olarak — hakikî bir arazi mesahası ameliyesi ile tahkiki emredilmiştir. Islâm müelliflerine göre, bu ameliye, başlıca iki yerde yapılmıştır: bîri Bâdiyat al-Şâm 'da, yâni Irak çölünü Suriye 'den ayıran sahada, Tadmur ( Palmyra ) ile Ralcka mevkileri arasın­ da, diğeri ise, daha sahih olarak, Diyar-i Rabi'a 'ya tâbi Bâdİyat al-Sîncar ( Sİncar ovası) ’da. Halife tarafından birinci komisyona Hâlid b. ’Abd al-Mâlik ai-Ma_rvazi ile Sanad b .'A li, İkin­ cisine ise, 'A li b, 'Isa al-Usturlâbi ile 'A 1İ b. al-Buhtâri memur edilmiştir { 827 = 212 ), Bu mesahaya âit tafsilât, başlıca İbn Yûnus ( al-Zic al-kabır Şakim i), Habaş al*Hâsib adı ile mâruf Aİımed b, ‘Abd Allah al-Marvazi {al-Zîc almumiahan), Abu ’l-Fidâ’ ( Talçvİm al-buldân) ve Mas'üdi ( Murîic al-zahab ) ’de mevcuttur. Bilindiği üzere, bir derecelik kavsi ölçebil­ mek için, evvelâ heyet yolu He, avn* ostmue-



AR& ınl hhıf



har üzerinde bulunan iki mevkiin kavis cinsin* den mesafelerini tâyin, sonra da kavis derecesi ile ölçülen bu iki mevkiin mesafesi, uzunluk ölçüsü ile, takdir edilmek icap eder, Tadmur ile Rakiça arasında yapılan mesahada, ne mev­ kiler, ve ne de elde edilen neticeler hakkında, kat’ı malûmat yoktur. Evvelâ Mas'üdi ’nin Ralcifa dediği mevki yerine, bâzı eserlerde Famiye, Efamiye ve hattâ Vamiye kelimelerine tesadüf edilmektedir. Bundan başka, İslâm medeniyeti­ nin en parlak devrinde Tadmur île Rakİja nın aynı nısfmnehar üzerinde olmadıklarını göste­ recek deliller vardır ( fark, yâni Aı-ta, o°45' ile ı° 15' arasında değişmektedir), Bundan başka, bu iki mevkiin arz dereceleri aı asındaki fark ((pı- l



Ç



E



M



r



0



j'



D



i



N



0



V



3



F



, a



N



Y



iS



G



f



0



i! > 1



Z



j



Ö



j'



Z



C



Ğ



t



A



H



&



P



Z



H



. t



R



z



H



c



S



\T



c



3



i



\



Ş



o*



i



gereken bîr kısım kıtalarda yer yer bezginlik ve yorgunluk eserleri görülüyor. Devrimci bir ülkü ile yetiştirilmemiş bu kıtaların bîr kısmı düşman veya İç ayaklamalar karşısında hiçbir İş gÖrmîyerek silâhlarını bırakıp dağılıyorlardı. Bu sebeple millî müfrezelerden, Millî Mücade­ lenin gayesini anladıkları ve düşmanlara, âsi­ lere kanmadıkları için, daha çok istifade olu­ nuyordu. Mustafa Kemal, bîr taraftan ordumuzu yeniden kurmak ve kuvvetlendirmek için her çareye başvururken, elde mevcut millî müfre­ zelerden de ancak ordunun kurulup teşkilât­ lanmasına kadar geçecek zamanı kazanmak için, her türlü mahzurlarına rağmen, her yerde âzami feydaîanmayı zaruri görüyordu. Fakat asıl ga­ yesi, ciddî, disiplinli ve kayıtsız şartsız, tered­ dütsüz İtaat İstiyen askerlik görevlerini yapa­ cak muntazam bîr ordu kurmaktı. Büyük Millet Meclisinin kuruluşu sıralarında, bazı yakınları kendisine yardım maksadiyle ve ayrıca yormamak fikriyle, sadece esaslarından bahsederek, bütün sevk ve idaresini üzerlerine aldıkları »Yeşilordu" adlı gizli ve dahilî, oldukça geniş bir teşkilât vücuda getirmeğe teşebbüs ettiler. Bu teşkilâtın memlekette yayılıp kuv­ vetlenmesinde Mustafa Kemal ’in şahsi şphret ve nüfuzundan faydalandılar ve o tarihte mev­ cut birtakım kuvvetli millî müfrezeleri de bu teşkilâta esas yaptılar. Bu teşebbüsün gerisinde gizlenen kötü maksat sahipleri, Mustafa Kemal’­ in ve Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Albay İsmet 'in muntazam ordu teşkili fikrîne ve te­ şebbüslerine karşı orduda, halk arasında ve Mecliste knvvetli ve tesirli bir propaganda yaparak ,,Ordudan fayda yoktur, dağılsın, bize Kuvvayi Milliye yeter" fikrini yaymağa başladı­ lar. Mustafa Kemal „Yeşilordu“ İşinin bu teh­ likeli gelişmesi karşısında derhal bu teşkilâta son verdirdi. Yalnız Millî Mücadele tarihimizde hiyanetleriyle fena bir hâtıra bırakmış olan Çerkez Ethern ve kardeşleriyle onlara hizmet edenler, Mustafa Kemal ’in ba teşebbüsüne kar­ şı menfi bir cephe aldılar. Düşmanın Salihli istikametinde ilerliyen kolu 26 ağustos 1920 de Uşak ’ı ijgal etmiş, Aydın ’dan ilerliyen kol da Nazilli ’ye kadar gelmişti. Bu sırada tümenlerimiz kadro halin­ de ve mühim matsız olduğu gibi, takviyelerine de henüz imkân elvermemişti. Yunanlıların bîr tümeni de, bu sırada Gediz bölgesinde tek başına bulunuyordu. İstanbul Hükümetinin ve yabancı devletlerin teşvikleriyle ve kısmen de Millî Hükümetin o günkü zayıf durumundan faydalanarak kendi nüfuzlarını kökleştirmek istiyen bazı sergerde­ lerin önayak oîmasiyle, memleketin birçok yer­ lerinde ayaklanmalar çıkıyor ve Mustafa Kemal'-



 tA T Ö R K . İa derhal aldığı tedbirler ve gönderdiği kuv­ vetlerle kısa zaman içinde yatıştırılarak millet bütünlüğünün sağlanmasına, sapıkların doğru yola sokulmasına çalışılıyordu. Mîllî Mücadelemizin bir safhası da, millî or­ dunun teşkili İçin, düşman işgali ve kontrolü altında bulunan cepan el iki erden silâh, mühim­ mat kaçırmak ve büyük bir kısmı İstanbul ’da bulunan subayları, Anadolu ’ya geçirmek işi olmuştur. Mondros Mütarekesi şartlarına göre terhis edilen ordunun silâh ve cephanesi İtilâf Dev­ letlerinin kontrolü altında depolara konulmuş bulunuyordu. Bu cepane, silâh ve topların bü­ yük bir kısmı da İstanbul ’daki depolarda idi. Eskişehir, Kütahya, Ankara ve doğu ille­ rinde depolara konulan silâhlar ise daha baş­ langıçta Millî Mücadelenin ilk ihtiyaçlarını karşılıyacak şekilde memleketin iç taraflarında biriktirilmek istenmişti. Bununla beraber işgal kuvvetleri mevcut silâhlardan herhangi bir ve­ sileyle İstifade edilmemesi maksadiyle bütün silâhları, bilhassa ağır makineli tüfek ve top kamalarım İstanbul ’da toplamağa ehemmiyet vermişlerdi' İstiklâl Harbinin başından sonuna kadar, her biri birer kahramanlık menkıbesi teşkil edecek şekilde, bu silâh ve cepaneler bulundukları yerlerden kaçırılarak Türk ordusunun bunlar­ dan İstifadesi sağlanmıştır. Doğuda mevcut ve daha sonra Ermenilerin yenilmesi üzerine ga­ nimet olarak alınan silâh ve cephaneler de türlü şekil ve vasıtalarla Batı Cephesine taşın­ mıştır. Kars ve Erzurum ’dan kara yolu ile ya­ pılan bu taşıma güçlükle oluyor ve uzun za­ man istiyordu. Bu uzun yoldan İstifade edilmek­ le beraber, bu silâh ve cephanelerin büyük bir kısmı Yunan ve İtilâf Devletlerinin Karadeniz’­ de bulanan donanmalarına rağmen, elde mev­ cut taka, motor ve hattâ sandallarla İnebolu ve Samsun limanlarına kaçak suretiyle getirilmiştir. Erkânı Harbiyei Umumiye Reisliğinin İstanbul’ ­ da kurduğu gizli teşkilât sayesinde ve birçok fedakârlıklar bahasına olarak, subayların Ana­ dolu’ ya geçirilmesi de kaabil olmuş ve millî ordu bu suretle subay ve komutan kadrosunu tamam­ lamıştır. Millî Mücadelenin gizli çalışmalarını teşkil eden bu safha, Türk Milletinin düşman işgali altında dahi birliğini, memleket ve vatan için her türlü fedakârlığı esirgemediğini göstermesi İtibariyle dikkate şayandır. İtilâf Devletleri, daha Yunan taarruzu başla­ madan Önce, Padişah Hükümeti Murahhaslarını Paris’e davet ederek Osmanlı Devletiyle sulh için hazırladıkları Sevr projesini tebliğ etmişler ( i l mayıs 1921) ve Vahdettin ’in başkanlığında



toplanan bir »Şûrayi Saltanat** da, 22 temmuz 1920 de «Zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeye d eğer “ görerek antlaşmanın kabul ve onanmasına karar vermişti. Damat Ferit de ant­ laşmayı imzalıyacak murahhasları esasen iki gün önce görevlendirmişti. Bu antlaşma Türk topraklarını parçaladıktan başka, Türk Devletine bırakılan arazi üzerinde de, Türk Mil­ letine hiçbir hükümranlık hakkı tanımıyordu. İstanbul Hükümeti Murahhasları, öldürücü hü­ kümler taşımasına rağmen, bu antlaşmayı imza­ ladılar ( 10 ağustos 1920). Büyük Millet Mec­ lisi Hükümetiyse, bu antlaşmayla kendisini hiç­ bir suretle bağlı görmedi. Büyük Mîllet Mec­ lîsi 22 mayıs 1920 tarihinde Mustafa Kemal’ in başkanlığında yaptığı bir toplantıda, bu pro­ je esaslarının ajanslarda neşredilmesi üzerine, yaptığı sert bir tartışma sonunda, Mustafa Kemal »idamımıza hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimkârane ve daha kuvvetli muka­ vemet çarelerini düşünmek" gerektiğini söyliyerek bu antlaşma hakkmdakt düşüncesini be­ lirtmiştir. Büyük Millet Meclisi 19 ağustos 1920 tarihli toplantısında da, Sevr Antlaşmasını îmzalıyanlarm ve bunu onryan Şûrayı Saltanat­ ta bulunanların vatan hıyanetiyle itham olu­ narak vatansız sayılmalarını karar altına aldı. Bununla beraber millî bağımsızlık dâvasının öne­ mini kavramakta geri1kalan vatandaşların göz­ lerini açmak İçin, bu antlaşmanın bağımsız bir Türk Devletiyle telif kabul etmiyen maddele­ rini açıkhyarak, düşman emeller! hakkında milleti aydınlatmakta bundan çok faydalandı. Mustafa Kemal kendisine Sevr antlaşmasın­ dan bahseden yabancı gazeteci ve diplomatlara böyle bir antlaşma tanımadığını daima söyle­ miştir. O, Mîsakı Millî hudutları içinde ba­ ğımsız bir Türkiye’nin kuralacağından bir an bile şüphe etmiyordu. Bu muazzam İşe başlamak için de evvelâ Ermenistan hududu meselesini halletmeyi uygun bulmaktaydı. 24 eylülde Türk topraklarına saldıran Taşnakçı Ermenistan’a, 28 eylül 1920 de Şark Cep­ hesindeki ordumuz taarruza geçerek, arka ar­ kaya zaferler kazandı, Sarıkamış, Kars ve Gümrü işgal edildi. Ermenilerin İstemesi üze­ rine *8 kasım 1920 de mütareke imzalandı, Sulh konuşmaları 2 aralık 1920 de sona erdi ve 2/3 aralık gecesi Gümrü Antlaşması ya­ pıldı. Bu antlaşmanın önemi hakkmdakt dü­ şüncelerini Mustafa Kemal Büyük Nutkunda: »Gümrü Muahedesi Hükümeti MiİHyenin akdettiği ilk muahededir. Bu muahede ile düş­ manlarımızın hayalhanesinde kendisine ta Harşît vadisine kadar olan Türk ülkeleri bahşe­ dilmiş olan Ermenistan, Osmanlı Devletinin 93 seferinde {1877-78) kaybetmiş olduğu yerleri



ATATÜRK. bize, Hükümeti Mil iİyeye terk ederek dâva dı­ şına çıkarılmıştı" sözleriyle tesbit etmiş bu­ lunmaktadır. Ermenilerle mevcut anlaşmazlıklar bal 1edildi­ ği ve Misakı Millînin doğudaki hudutlarımıza ait bir kısım gayeleri tahakkuk ettirildiği sıra­ larda; Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisinin Gürcistan -ile olan münasebetlerini de düzenle­ mek için çalışıyordu. Rus İhtilâli sırasında kurulan ve Türkiye ile doğuda komşu olan Gürcistan ’ın birçok siyasi ihtirasları vardı. 1920 temmuzunda İngilizîer Batum* u boşaltınca Güreller derhal orasını işgal etmişlerdi. Mustafa Kemal bu hareketi, Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatiyle 25 temmuz 1920 de protesto etti. Bununla beraber, şubat 1921 e kadar durumda bir değişiklik olmadı. O sıra­ da Gürcü Hükümetinin elçisi, aradaki anlaşmaz­ lıkları bir karara bağlamak üzere Ankara’ ya gelmiş ve Mustafa Kemel’e itimatnamesini ver­ mişti, Kendisiyle derhal müzakerelere girişildi. Gürcülerin görüşmeleri uzatmaları ve güçlük­ ler çıkarmaları üzerine Gürcistan’ a bîr Ültima­ tom verildi (23 şubat 1931 ). Neticede Arda­ han, Artvin havalisi işgal edilerek Misakı Mil­ lînin bîr kısım gayeleri daha elde edildi. Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin dış siyasetinde bu başarılı adımlan atarken, bir yandan da Sovyet Rusya ile kur­ mağa çalıştığı dostluk konusu üzerindeki çalış­ maların gelişmesini yakın bir alâka İle takibetmekteydi. 11 mayıs 1920 de Moskova’ya-git­ mek üzere yola çıkarılan Türk Murahhasları Mos­ kova’ya ancak 11 temmuzda varmışlardı. Kaf­ kasya’da kurulmuş olan Taşnakçı Ermenistan ile Sovyet Rusya'nın münasebetlerindeki geliş­ me, bu İki devleti IO ağustos 1920 de bir mua­ hedeyle anlaşmağa götürmüştü. Sovyet!er, Ermeniîer lehine toprak terk etmişler ve Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki yolu, Îtiîâf Devlet­ lerinin bir tabiî durumunda olan bu hükümetin elinde bırakmışlardı. Bununla beraber Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, 3 haziran 1920 tari­ hînde Misakı Miliîyi tanıdığım bildirmiş ve Türk murahhasları Moskova’ya varır varmaz mü­ zakerelere başlanarak iki devlet arasında yapıla­ cak antlaşma metni 24 ağustos 1920 de son şeklini almıştı. Fakat Üç gün sonra Sovyetler Ermeniler lehine doğu hudutlarımızda fedakâr­ lık yapmamız teklifini ileri sürünce, muahedenamenin İmzası geri bırakıldı. Türkiye Büyük Millet Meclîsi Hükümetinin o günkü güç şart­ lar içindeki durumu, Millet Meclisinde Sovyet tekliflerinin kabulüne doğru bir temayül do­ ğurdu ise de, Mustafa Kemal'in şiddetli müda­ halesi bu'■ temayülleri önledi ve Büyük Millet Meclisinin bu mesele hakkmdaki katî kararı 21



H9



ekim 1920 de Moskova’daki Türk Murahhas Heyeti Başkanma bildirildi ve aynı günlerde General Ali Fuad Moskova Büyükelçiliğine gönderildi. Bu kararm tebliğini takibeden günler içinde Türk Ordusunun Ermenistan hududu meselesini fiilen hallederek Gümrü antlaşmasını Ermeniîere imzalatmış olması ve bir müddet sonra Sovyet Ermenistan’ın bu devletin yerine geç­ mesi, Sovyetlerin Ankara’ya yolladıktan ilk elçinin Ermenilere Türk toprağı verilmesi mese­ lesinin bir yanlış anlaşma eseri olduğu hak­ kında katî teminatta bulunması üzerine Mosko­ va’ya yeni bir murahhas heyeti gönderildi {14 aralık 1920). O sırada Ankara’ya dönen ilk Mu­ rahhas Heyeti Başkanmın ifadeleri bu anlaşmaz­ lığı tekrar ortaya koyduğundan, Türk Murahhas Heyeti yolda ahkonuîdu ve ancak Sovyet Dış­ işleri Komiseri Çiçerin’İn verdiği nota ve Lenin’ın Mustafa Kemal’e yolladığı bir mektupla her mîlletin kendi mukadderatına hâkim olması prensibinin iki devletin gelecekteki münasebet­ lerinin esasını teşkil edeceğini bildirmesi üze­ rine, Türk Murahhasları Moskova ’ya hareket et­ mişler ve Türk orduları Birinci İnönü zaferle­ rini kazanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin varlığım âleme fiilen tanıttıktan ve Mîllî Hükümet Murahhasa lan Londra Konfe­ ransına İştirak ettikten sonra 16 mart 1921 de, Türk-Sovyet dostluğunun temeli olan Moskova Antlaşmasını imzalamışlardır. Bu antlaşma, Mustafa Kemal’in dış siyasette parlak başardı eserlerinin İlkidir. Bununla Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi Hükümeti 1877-78 Osmanh-Rus Harbinin malî ve hukuki ve şartaki araziye ait sonuçlarını tasfiye ettikten başka, büyük bir devletle sıkı, kuvvetli ve sonuçları itibariyle çok verimli bir dostluk kuruyor, kapitülâsyon­ ların ilgasını bn devlete kabul ettirmiş bulu­ nuyordu. Mustafa Kemal, memleketin dış münasebet­ lerini yolana koymak, vatanı korumak ve düş­ mandan kurtarmak ülküsünü Bağlıyacak kuvvetli bir ordu vücuda getirmek, Millî Hükümete karşı Padişahın teşviki ve yabancıların tesir ve tel­ kinleriyle yer yer yapılan ayaklanmaları yatış­ tırmak gibi güç işleri başarmağa uğraşırken, bîr yandan da kurduğu Hükümetin esas teşki­ lâtına, Türk Milletinin bünyesine ve karakteri­ ne uygun bir şekil vermek, onu zaferden sonra girişeceği inkılâplar yolunda sarsılmadan yü­ rüyecek bir duruma getirmek işlerini de bir an elden bırakmıyordu. Türkiye ’nin idare şeklini daha Meclisin ilk açıldığı günlerde sarahatle tâyin etmiş ve mil­ letten başka hiçbir kuvvetin hâkimiyetini tanımıyacağı hakkında Mustafa Kemal’in verdiği



?SÖ



ATATÜRK,



Önergeyi de Büyük Millet Meclisi aynen kabul ve tasvibetmîşti. Bu prensibi her bakımdan tahakkuk ettirmek ve bütün fikirleri bunun çevresinde toplıyarak, buna aykırı düşünce ve kanaatlerin millet ve devlet işlerine müessir olmasını önlemek, iç po­ litika işlerinde, ta Cumhuriyet kurularak Millî Hükümet adım ve şeklini açıkça almcıya kadar, Mustafa Kemal’in üzerinde durduğu, başlıca memleket konusu olmuştur, Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Mîllet Mec­ lisi Hükümetinin dış siyasetine, kayıtsız şart­ sız bağımsızlığı, karşılıklı güven ve eşitliği esas tutan bir istikamet verirken; Türk ordusunu va­ tanı ve bağımsızlığı kurtarma yolunda maddeten ve manen her gün biraz daha kuvvetlendirip gö­ revini yapabilecek bir duruma getirmeğe uğra­ şırken, bîr taraftan da devletin dayandığı ku­ ruluş esaslarını bir kanuna bağlamak ve iç siya­ sette güdülecek prensipleri ifadelendirerek mîl­ lete mal ettirmek İstiyordu. Bu maksatla daha ilk günlerde Mecliste bir »Hukuku Esasiye Encümeni,, kurulmuş ve bu encümene seçi­ len uzmanlar yeni devletin Teşkilâtı Esasiye Kanunu projesini hazırlamağa başlamışlardı. Dört aylık bir çalışmadan sonra „BÜyük Millet Meclisinin Şekil ve Mahiyetine Dair MevaddıKaûUBİye“ adı altında Meclisin Umumi Heyetinesnmılan (18 ağustos 1920) proje, milletvekillerini iki fikir çevresinde topladı. Ecnümene dâhil olanlar da beraber olmak üzere, Meclisin bir kı­ sım üyeleri fiİten kurulmuş bulunan Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, ancak geçici bir hükü­ met olabileceğini kabul ediyor ve onun Osmanlı Devleti ve Padişahı bağımsızlığına kavu­ şup düşman istilâsından kurtuluncaya ka­ dar görevine devam etmesi uygun olacağına İnanıyordu, Bunun için hazırladıkları projenin ikinci maddesine »Gayenin husulüne değin" kaydını koyarak Büyük Millet Meclîsinin yet­ kisini zamanla tahdidetmek istemişlerdi, Bu fikri kabul etmiyen taraf ise, saltanat ve hi­ lâfetin ilgasiyle hâkimiyetin kayıtsız ve şart­ sız mîllete geçmesini ve milletin emellerine ve İradesine göre fiilen teşekkül etmiş bulunan yeni devletin, hukuki esaslarının da bu hakîki duruma göre tesbit edilmesini istiyordu. Fa­ kat bu düşüncede bulunanlar, fikirlerini açıkça söylemenin zamanı henüz gelmemiş olduğun­ dan, bunu doğrudan doğruya ortaya atamıyor­ lardı. Birinci zümreye dâhil bir kısım hocalar ise, komisyonun projesini dahi yeter gormiyerek gayenin »Hilâfet ve saltanatın istiklâli, vatan ve mîlletin istihlâsı" olduğunu kanunda açıklat­ tırmak istiyorlardı. Mustafa Kemal, bu cereyan­ ları ve mütahassıs komisyonun gayeden uzak­ laştığım gördüğü iç in siyasi, içtimai, idari ve



askerî noktai nazarlarım telhis eden bir prog­ ram hazırladı ve bunu Büyük Millet Meclîsi­ nin 24 nisan 1920 tarihli toplantısında kabul olunan. Büyük Millet Meclisinin mahiyeti esasiyesini ve usulü idare hakkındaki noktai na­ zarları tesbit eden önergesiyle birlikte ve “Halk­ çılık Programı" adı altında bastırarak Hükü­ metin teklifi halinde Meclise verdi (13 eylül 192O). Meclisin 18 eylül toplantısında okunan bu teklif yeniden teşkil edilen özel bir ko­ misyona havale olundu. Meclisin bu teklif üze­ rinde tartışmalarda bulunmak üzere 25 eylül 1920 tarihinde yaptığı bir gizli oturumda da Mustafa Kemal, düşündüklerini Meclise şöyle anlattı: »Türk Milletinin ve onun yegâne mümessili bulunan Meclisi Âlînin, vatan ve milletin istik­ lâlini, hayatını temin İçin çalışırken; Hilâfet ve Saltanatla, Halife ve Sultanla bu kadar çok meşgul olması mahzurludur» Şimdilik, bunlar­ dan hiç bahsetmemek menafü âlîye İktizasın­ dandır. Eğer maksat, bugünkü Halife ve Padi­ şaha muhafazaı merbutiyet ve sadakat edil­ diğini İfade ve teyîdetmekse, bu zat haindir. Düşmanların, vatan ve millet aleyhinde vasıta­ sıdır. Buna Halife ve Padişah deyince, millet onun emirlerine mutavaat ederek düşman ama­ lini yerine getirmek mecburiyetinde kalır. Ha­ in veyahut makamının kudret ve salâhiyetini kullanmaktan memnu olan zat, zaten Padişah ve Halife olamaz. O halde, onu hal'edip yeri­ ne derhal diğerini intihabederiz, demek isti­ yorsanız, buna da, bugünün vazıyet ve şeraiti müsait değildir. Çünkü hal ’i lâzım gelen zat, milletin nezdinde değil, düşmanların elindedir. Onun vücudunu keenlemyekün addederek di­ ğer birine biat edilmek tasavvur olunuyorsa, bugünkü Halife ve Sultan, hukukundan feragat etmiyerek, İstanbul ’daki kabinesiyle, bugün olduğu gibi muhafazai makam ve İdamei fa­ aliyete devam edebileceğine nazaran millet ve Meclisi Âli, husulü maksadı unutup Halîfeler dâvasİyle mi uğraşacak? A li ile Muaviye dev­ rini mi yaşıyacağız ? Hulâsa, bu mesele vâsi, nazik ve mühimdir. Halli bugünün işlerinden değildir. Meseleyi esasındaa halle girişecek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da, zamanı gelecektir. Bugün vaz’edeceğimiz esasatı kanunîye, mev­ cudiyet ve istiklâlimizi kurtaracak olan Millet Meclisini ve Millî Hükümeti takviyeye matuf mâna ve salâhiyeti zâmın ve natık olmalıdır." Mustafa Kemal 'in bu açık ve kesin konuş­ masından sonradır ki, Büyük Millet Meclisi kendi görevinin icaplarını daha açık olarak gördü ve Mustafa Kemal ’in programını esas



Aı A l Ok î C»



«1



Ur alt uzunca bir çalışmadan sonra 20 ocak rülmüş, fakat vatanın kurtuluşunu herşeyin üstünde tutan Mustafa Kemal, Çerkez Ethem’in 1921 tarihinde: ı — Hâkimiyet bîlâ kaydü şart milletindir, bütün bu hareketlerine o gün için göz yuma­ îdare usulü, halkın mukadderatım bizzat ve rak onları da düşmanla savaşmak üzere Batı Cephesine sevk etm işti; hattâ Yozgat’tan bilfiil idare etmesi esasına müstenittir, a — İcra kudreti ve teşri salâhiyeti, milletin dönüşlerinde bu kuvvetleri Ankara’da, Erkanı yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Mîllet Harbiyei Umumîye Reisi Albay îsmet’le bir­ likte yalnız olarak teftiş etmek suretiyle ken­ Meclisinde tecelli ve temerküz eder. 3 — Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisidilerinden hiçbir şekilde çekinmediğini belirt­ tarnfmdan idare olunur ve Hükümeti „Büyük mişti, Çerkez Ethem bir müddet sonra Batı Mîllet Meclisi Hükümeti" unvanım taşır, ana Cephesi Komutanlığı emrine bağlanmak ve maddelerini İhtiva eden ilk Teşkilâtı Esasiye ordu disiplinine girmek istemiyerek hükümete karşı cephe aldı {27 kasım 1920). Kanunumuzu kabul etti. Memleketin bütün kuvvetlerini bir hedefe Mustafa Kemal, bîr taraftan Büyük Mil­ yöneltmek ve milletin her ferdinden faydalan­ let Meclisinin Anayasa üzerindeki çalışmalarını, yani devletin sağlam ve demokratik temeller mak istıyen Mustafa Kemal, bu kuvvetin de üzerinde kurulmasını sağlıyacsk bir kanun hükümete ve millete faydalı olmasını temin yapmaya doğru yöneltirken, diğer taraftan içîn, bilinen türlü hıyanetlerine rağmen, şah­ Doğu Cephesinde Ermenistan'ın yenilmesiyle sen ve özel olarak çalıştı, Eskişehir’e kadar sona eren savaşı takîbedİyor; Batı Cephesin­ bizzat gitti, hattâ Ethem’in yanma Büyük de do millî ordunun kuruluşuna ve gelişme­ Millet Meclisi üyelerinden bîr heyet gönde­ sine engel olmaya çalışan meııfi hareketlerle rerek kendilerini yola getirmeğe uğraştı ise uğraşmak zorunda bulunuyordu. Düşmanların, de Ethem, hareketinde ısrar etti. Nihayet 27 kendisini yok etmek suretiyle Türk İstiklâl aralık 1920 de Bakanlar Kurulu, hükümete Mücadelesini felce uğratmak için Ankara’­ karşı gelen bu kuvvetlerin tenkiline karar ya kadar göndermeye muvaffak oldukları bir verdi. Esasen Batı Cephesi Komutanlığı, 7 casus da, Hint Müslüman temsilci sıfatiyle aralık 1920 den beri bu kuvvetin tehlike do­ bu sıralarda, n aralık 1920 de Ankara'ya ğuracak durumuna karşı gerekli tedbirleri gelmiş; fakat ilk görüşmelerinde bizzat Mus­ almıştı. Bu sırada Bursa’dâ bulunan Yunan tafa Kemal’in şüphesini uyandıran ve Mustafa kuvvetlerine karşı bir tümen ve bir alay, Sagir adını taşıyan bu Hintli, çok geçmeden Uşak’ta bulunan Yunan kuvvetlerine karşı da yakayı ele vererek 24 mayıs 1921 de Ankara iki tabur bırakılmış ve Eskişehir Cephesiyle, Güney Cephesinin geri kalan dört piyade tü­ İstiklâl Mahkemesi karariyîe asılmıştır. 8 kasım 1920 de General A li Fuad’ın meni ve yedi süvari alayından müteşekkil Batı Cephesi Komutanlığından ayrılması üze­ bütün kuvvetleri, Kütahya bölgesine sevk edi­ rine Mustafa Kemal, bu cepheyi ikiye bölerek lerek Ethem kuvvetlerinin üzerine yürünmüştü. şimaldeki esas kısmını Batı Cephesi Komutan­ Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet, bütün lığı adı altında Erkânı Harbiyei Umumiye piyade birliklerini emrine alarak âsî kuvvet­ Reisliği görevi de üstünde kalmak üzere, Albay • lerin bulunduğu Gediz İstikametinde harekete İsmet’o, ikinci kısmını da Güney Cephesi Ko­ geçmiş, süvari birlikleri de Günay Cephesi mutanı adı i!e A lbayR efet’e (Eski İstanbul Mil­ Komutanı emrine verilmişti. A si kuvvetler da­ letvekili ve o tarihte aynı zamanda İçişleri Ba­ ğıtılarak Kütahya işgal edildiği gibi, 6 ocak kam Generpl Refet B ele) vermişti. 10 kasım 1921 de Batı ve Güney Cephesi kıtaları, Ge­ 1920 de Albay İsmet, Bilecİk’e giderek işe diz bölgesine vardı. Ethem de, bir gün evvel, başladı ve emrindeki millî kuvvetleri munta­ pek az kalan avenesiyle ve kardeşleriyle bir­ zam ordu kıtaları halinde teşkil ve tensik et­ likte 5 ocak 1921 de Yunan tarafına geçti. Çerkez Ethem ve kardeşlerinin, emirlerin­ meye koyuldu. Millî Mücadelenin ilk günlerinde hizmet­ deki çete kuvvetlerine güvenmek suretiyle leri görülmüş bir çetenin reisi olan Çerkez Büyük Millet Meclisi Hükümetini hiçe sayarak Ethem komutasındaki Birinci Kuvvei Seyyare aldıkları durumun o günkü şartlar içinde do­ adım taşıyan millî müfreze de bu cephede ve ğurabileceği her türlü tehlikeyi büyük bir Kütahya havalisinde bulunuyordu. Biri millet­ aydınlıkla gören Mustafa Kemal’in ve vatan vekili olan kardeşleriyle Çerkez Ethem’in, sevgisi, itaat duygusu gibi hislerden mahrum Mustafa Kemal’e karşı cephe alşrak isteyen­ bu âsi insanlara boyun eğdirerek, onlara Dev­ lerle fiilen işbirliği ettiği ve millî bütünlüğü letin kudret ve nüfuzunu tanıtmak hususun­ ve emniyeti sarsıcı birçok hareketlerde bulun­ da Batı Cephesi Komutam Albay Îsmet’în al­ duğu, hatta Mustafa Kemal’e dil uzattığı gö­ dığı tedbirler, Millî Mücadele tarihimizin



İt i



âtatürC



Çerkez Ethem'in tenkili için Batı ve Gü­ örnek alınacak mühim sahifelerini teşkil ney Cephelerimizdeki birliklerimizin büyük kıs­ etmektedir. Millî Hükümetin Ankara'da gün geçtikçe mı başlangıçta Kütahya bölgesinde iş görürler kuvvetlendiğini ve Türkiye Büyük Millet Mec­ ken Yunanlıların 6 ocak 1921 de ileri harekete lisi Hükümeti ordularının Doğu Cephesindeki geçmeleri üzerine, iki alaylı bir piyade tüme­ başarıların! gören Padişah Vahdettin, ekim niyle bîr süvari tümeninin Kütahya Cephesinde 1920 ortalarında Damat Ferit Paşayı sadra­ bırakılmasına, geri kalan kuvvetlerle, düşmanın zamlıktan istifa ettirerek yerine Tevfik Paşayı asıl kuvvetlerinin ilerlediği Bursa Grupunu kar­ getirmiş ( 22 ekim 1920 ) ve bu yeni hükümet şılamak üzere Batı Cephesi kuvvetlerinin İnö­ vasıtasıyla Anadolu ile anlaşma yollarım ara­ nü’ne, Güney Cephesi kıtalarının da Afyon is­ maya başlamıştı. Devlet otoritesini saydırmak tikametini kapamak üzere güneye hareketleri­ ve kuvvetlerini ordu disiplini altına sokmak ne karar verildi. Genelkurmay Başkanlığı da için Mustafa Kemal’in Çerkez Ethem’i uz­ Ankara ve civarında teşkil edilmekte olan 4 laştırıcı tedbirlerle yola getirmeye uğraştığı üncü ve 1 inci tümenlerden sevkı mümkün sırada, îstanbut Hükümetinin Dahiliye Nazırı olanların hepsini İnönü’ne göndermeyi ve Batı İzzet ve Bahriye Nazırı Salih Paşalar da bir Cephesini kuvvetlendirmeyi karar altına aldı. heyet halinde Türkiye Büyük Mîllet Meclisi Bu sırada İnönü mevzii ilerisinde bulunan 24 Hükümetiyle temasta bulunmak üzere Anado- üncü tümen düşmanı oyatıyarak geciktirmek lu’ya geldiler. Mustafa Kemal, 5 aralık 1920 ve yeter zaman kazanmak için gereken berde Bilecik'te, kendilerini kabul etti, ilk buluş­ şeyi yapıyordu. Taarruz eden düşman yer yer tuklarında »İstanbul'da bir hükümet ve ken­ bazı ilerlemeler elde ettiyse de karşı taarruz dilerini o hükümetin ricali olarak tanımadı­ ve darbelerimizle bayii sarsıldı. 10 ocak ,192ı de, düşman yine taarruzuna ğını ve eğer İstanbul'da bir hükümetin nazır­ lan olarak görüşmek istiyorlarsa kendileriyle devam etti. Mevziin kuzey ve güney kısımları görüşmekte mazur olduğunu bildirdi*1. Gelen­ arasında husule gelen boşluktan bir alay kadar ler sıfat ve yetki iddiasından vazgeçtikten kuvvetini sokarak Batı Cephesi Karargâhının sonra konuşmalar başladı, Mustafa Kemal ge­ bulunduğu İnönü istasyonu kuzeyine kadar dal­ lenlerin İstanbul'a dönmelerine müsaade etmi- maya muvaffak bile oldu. Bu durum karşısında yerek onları beraberine alıp ertesi gün Anka- Batı Cephesi karargâhı güneye, İnönü Köyüne ra’ya getirdi. Bu zatların, millî gayeye hiz­ naklonulurken, bu düşman kuvvetini durdurmak met yolunda faydalanılır ümidiyle, Büyük üzere de elde mevcut bir piyade taburu ve bir Millet Meclîsi Hükümetine katıldıklarını da süvari bölüğü kuzeye gönderildi. Aynı gün ajans vasıtasiyle ilân ettirdi. Fakat kendileri­ güneydeki birliklerimiz, düşmanın şiddetli top­ nin Mîllî Hükümet hizmetinde çalışmak iste­ çu ateşleriyle yaptığı taarruzlara göğüs gere­ medikleri anlaşıldığından 19 mart 1921 de İs­ re İt karşı durmuşlar ve düşmanı hayli hırpala­ mışlardı. Kuzeydeki kısım ise düşmanın üstün tanbul’a dönmelerine müsaade etti. Çerkez Ethem’in başkaldırmasından fay­ tazyiki karşısında bir parça geri çekilmiş, mer­ dalanan ve kendisiyle işbirliği yapan Yunan­ kezde de husule gelen boşluktan düşmanın İler­ lılar İse Bursa ve Uşak mini akslarından Eski­ lemiş bulunması goz Önünde tutularak mevziîn şehir ve Afyon istikametlerinde ileri harekete daha geriye alınmasına lüzum hâsıl olmuştu, geçtiler. Bursa İstikametinden ilerlİyen düş­ rı ocak 1921 de, o güne kadar fazla kayıp man kuvvetleri İnönü mevziine, cenuptan iler­ vermiş ve çok hırpalanmış olan düşman, daha lİyen Uşak grupu da Dumlupmar mevzilerimi- fazla ilerlemeye kendisinde kndret görerotye» ze daha yakın bulunuyordu. Bunlardan başka rek tekrar Bursa civarındaki eski mevzilerine Yunan tarafına geçmiş bulunan Çerkez Ethem çekilme zorunda kaldı. Bu suretle oynak kuvvetlerinin, önlerini boş bulurlarsa memle­ bir sevk ve idare sistemiyle, düşmanın üç ket içine sarkmaya çalışacakları da aşikârdı. misli kuvvetlerine karşı, zayıf kuvvetlerle Bu durum karşısında »Mahdut vasıtalarla bü­ katî bir savunma yapılmış ve düşman ordusu yük işler görmenin tecrübe olunan yegâne üç gün içinde yenilerek geri çekilmeye mecbur usulü, kuvvetlerimizi dağıtmamak, mevcut va­ bırakılmıştır. Bu savunma çok çetin şartlar sıtaların büyük kısmını gayelerimizden en mü­ içinde geçmiş, Türk eri ve komutanı bu mu­ him olanının üzerine teksif etmektir" diyen Mus­ harebede fikrî ve ruhi yüksekliğini göstermiş tafa Kemal, Batı Cephesi Komutam Albay İs* ve Cephe Komutanı Albay îsmet, yüksek azim, met'İn muharebe için elde mevcut bütün kuvvet­ İrade ve tekniğiyle düşmanı yenmiş, Mustafa leri İnönü Cephesine sevk etmek ve diğer kı­ Kemal'in bağımsıriUk dâvasının ilk zaferini sımlarda tâli kuvvetler bırakmak hakkmdaki kazanmıştır. Albay îsmet bu başarı Üzerine ge­ neralliğe yükseltilmiştir. düşünce ve tedbirlerine tamamen iştirak etti.



ÂTATÜR&



M



Birinci İnönü Zaferi, Anadolu'da Türkler­ Büyük Millet Meclisi de, Mustafa Kemal'in ce herhangi askerî bir mukavemet gösterile- teklifi üzerine, doğrudan doğruya çağrılmadık­ miyeceğint sanan İtilâf Devletlerini düşündür­ ça Londra Konferansına gitmemek kararım meye başladı, Fransa ile İtalya’da Türk dâva­ verdi. Fakat davet yapıldığı takdirde geç kal­ sına taraftarlar bile çıktığı görüldü. Hattâ mamak için Büyük Millet Meclisi tarafından Fransa ve İtalya Hükümetleri Sevr Andîaşması- seçilen murahhas heyeti de. Dışişleri Bakam nın ölü doğmuş bir andlaştna olduğunu, onu Amasya Milletvekili* Bekir Sami'nin başkanlığın­ Millî Hükümete kabul ettirmek için bazı hü­ da Antalya ve İtalya üzerinden yola çıktı, kümlerini yumuşatmak gerektiğini anlamışlar­ Türk Heyeti Roma'da iken İtilâf Devletleri adı­ dı. Paris'te toplanan Müttefikler Meclisi bu na İtalya tarafından vâki davetle Londra’ya hususu görüşmek için 2 şubatta Londra’da İti­ gitti. lâf Devletleri Murahhaslariyle Osmatılı ve Yu­ İtilâf Devletleri, Sevr Andlaşmasımn esas­ nan Murahhaslarından kurulacak bir konferan­ larına dokunmıyan bazı değişiklikler yapacak­ sın toplanmasını kararlaştırdı. Bu konferansa larım fakat bu değişikliklerin önceden Türkler başlangıçta Türkiye Büyük Millet Meclisi Mu­ ve Yunanlılar tarafından kabul edilmesini Heri rahhasları doğrudan doğruya çağınlmamışlardı. sürdüler, Türk Murahhas Heyeti ise ilk olarak Yalnız İstanbul’dan gidecek heyetin içinde, Anadolulum boşaltılmasını İstedi, Türk mîllî te­ Mustafa Kemal Paşanın veya ondan yetki alan zinin esası olan ve Mustâfa Kemal tarafından murahhasların da bulunması isteniyordu. Boy- «Sulh akdetmek için en mâkul ve asgari şera­ lece İtilâf Devletleri, Büyük Millet Meclisi itimizi İhtiva eden bir program olarak tavsif Hükümetini hâlâ meşru saymadıklarını göster­ edilen Misaicı Millîmizi» İzah etti. Yunanlılara mek iddîasmdaydıiar. Mustafa Kemal bîr taraf­ gelince, ne değişikliği ne de boşaltmayı kabul tan, Türkiye’ye ait bütün işlerin hallinde ve her etmek İstediler, konferans müspet bir sonuç türlü dış münasebetlerde yetkili hükümetin vermezse Sevr Andlaşmasmı Türklere kuvvetle yalnız Türkiye Büyük Mîllet Meclisi Hükümeti kabul ettirmeğe muktedir olduklarım söylediler olduğunu İtilâf Devletlerine bildirdi ve doğru­ ve konferans bir sonuç elide edemiyerek dağı­ dan doğruya davet olunmadıkça Londra Kon­ tıldıktan on gün sonra, Türk Murahhasları daha feransına iştirak etmemeye karar verdi. Bir ta­ yolda iken, ordularını bütün cephelerimize karşı raftan da, Osmanlı Devletinin konferansa davet yeniden taarruza geçirdiler. olunduğunu ve yollanacak heyete iştirak edecek Mustafa Kemal, bu konferansla Türk kur­ murahhasların tâyin edilerek İstanbul’a gönde­ tuluşunun sağl ana mıyacağt m, esasen biliyordu. rilmesini istiyen Sadrazam Tevfik Paşaya ver­ Onun konferans teklifini kabul etmekten mak­ diği cevapta: Dayanağı millî irade olmak üzere sadı, Türk millî dâvasını dünya efkârı umumiTürkiye’nin mukadderatına el koymuş meşru yesî önüne bütün açıklığı ile sermek için bu ve bağımsız tek eğemen kuvvetin Ankara’da fırsattan faydalanmaktı. Bu sonuç bir dereceye kurulmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi kadar elde edilmiş oldu. Fakat Türk Miırahhas olduğunu, İstanbul’da kendine hükümet adı ve­ Heyeti Başkam Bekir Samı, Millî Mücadelenin ren herhangi bîr heyetin hiçbir bakımdan meş­ ruhunu iyi kavramamış olması yüzünden. Büyük ru ve hukuki bir durumu olmadığım ve böyle Millet Meclisi Hükümetinin dış-politikasına ay­ bir heyetin kendine hükümet adını vermiş ol­ kırı olarak ve konferans bittikten sonra ken­ ması, milletin eğemenllğine açıkça aykırı oldu­ diliğinden Ingiltere, Fransa ve İtalya Hükümet­ ğunu ve ba heyetin kendisini milletin hayatına leriyle, bu devletlerin TürkiyeMe elde etmek alt meselelerde harice karşı muhatap tutması­ İstedikleri iktisadi nüfuz bölgeleri ve menfaat­ nın caiz görülemİyeceğinİ, kendilerine düşen leri hakkında sözleşmeler imzalamaya kalkıştı. vatan ve vicdan ödevinin derhal hakikata uya­ Birinci İnönü Muharebesinin sonucu, Türk rak millet ve memleket adına meşru hükümetin Ordusunun zannedildiği gibi bir vuruşta dâğıAnkara’da bulunduğunu kabul ve ilân etmek tılamıyajağmı anlatmıştı. Zaman geçtikçe bu olduğunu bildirdi. Tevfik Paşanın birtakım dü­ ordunun kuvvetleneceği de tabiî idh Bu sebep­ şüncelerle İstanbul’daki hükümetin devamını le Yunan Ordusu, Birinci mönü Muharebesinin faydalı bulmakta ısrarı üzerine de gerek Padi­ sarsıntısını atlatıp eksiklerini tamamlayınca şahı gerek Tevfik Paşa Hükümetini hakiki du­ gün geçirmeden tekrar taarruzu menfaati icabı rum hakkında bir daha aydınlatmak ve İstan­ görmüştü. Yunanlılar 33 mart 1921 deBursa’dan bul’da bir hükümet tanımadığını belirtmek İnönü istikametinde, Uşaktan da Afyon istika­ maksadiyle, on gün önce Büyük Millet Mec­ metinde İlerlemeğe başladılar. İnönü Cephesine lisince kabuk edilmiş olan Teşkilâtı Esasiye Ka­ üç tümen kuvvet ayırmışlar ve bunun İkisini nununun bir suretini Tevfik Paşaya gönderdi başlangıçtan itibaren cephenin kuzey kanadına yöneltmişlerdi. Genelkurmay Güney Cephesın( 30,1,1021 ). ’ sISto A naibi opo4t»İ







m



Atatürk.



deu bîr piyade tümeniyle bîr süvari tümenini bu cepheye gönderdiği gibi Kocaeİİ Grupu kuv­ vetlerinin büyük bir kısmım da Batı Cephesi Komutanlığı emrine vermişti. Savaş devam ederken güneyden iki tümen daha İnönü mevzile­ rine getirilmişti. Düşman 26 mart 1921 den itibaren İnönü mevziine yaptığı taarruzla birçok yerlerde ve bilhassa kanadlarda mevziî bazı başarılar kazan­ mış ise de, erlerinden en büyük komutanına ka­ dar Türk Ordusunun yüksek bîr azim ve iman­ la savaşması düşmanın muvaffakiyetlerini hiçe indirirken» yüksek sevk ve idare makamlarının duıurau doğru takdir etmeleri ve zamanında tedbir almaları sayesinde 31 mart 1921 akşamı­ na kadar süren bu kanlı çarpışmalar sonunda, düşman InÖnün’de ikinci defa perişan oldu. İnönü’de bu muharebeler olurken güney­ den ilerliyen düşman ordusu da Afyonhı almış, Bolvadin ve Çay istikametlerinde ilerlemişti. Bu diişman kuvvetlerine karşı İnönü- Cephesin­ den ayrılan beş tümenHk kuvvet Altuntaş böl­ gesine naklolundu. Bu kuvvetlerle Afyon isti­ kametinde ilerliyen düşmanın yan ve gerilerine taarruz edilecek ve asıl cephedeki diğer kuv­ vetlerle de bu taarruza iştirak olunacaktı. Bunu anhyan düşman 7 nisan 1921 de Afyon’u bo­ şaltarak geri çekildi ve Ashhanlar civarında yaptığı mukavemetle kendini imhadan kurtardı. İkinci İnönü Zaferi siyasi sahada Türkiye Büyük Mîllet Meclisi Hükümetine olan inam artırdığı gibi, Mustafa Kemal’e ve ona bağ­ lananlara da son zaferi müjdelıyen yeni bir güven kaynağı olmuştu. Batı Cephesi Komutam General İsmet'in, İnönü ’den düşman çekilirken durumu Büyük Millet Meclisi Reisliğine bildir­ mek üzere çektiği telgrafla Mustafa Kemal ’in bu telgrafa verdiği cevapta, bu iki büyük ada­ mın bu başarının tarihî Önemini canlı satırlarla belirttikleri pek açık olarak görülmektedir. Metristepe’den j/ lV / 1 9 2 1 Saat 6,30 dan sonrada Meh-istcpe’den gör­ düğüm vaziyet: Gündüz bey şimalinde, sabahtan beri sebat eden ve dümdar olması muhtemel bulunan bir düşman müfrezesi, sağ cenah gurupunun taarruziyle gayri muntazam çekiliyor. Yakından ta kib ediliyor. Ha mi dİye isiikametinde temas ve faaliyet yok. Bozüyük yanıyor. Düş­ man, binlerce maktulleriyle doldurduğu muha­ rebe meydanını silâhlarımıza terk etmiştir. Garp Cephesi Kumandası



İSMET İN Ö N Ü M UH AREBE M E Y D A N IN D A M E TRISTE PE’ DE



GARP CEPH E Sİ K U M A N D AN I



VE



E R K Â N IH A R B İ­



M E ! UMUMİYE REİSİ İSMET P A Ş A ’ Y A



Bütün tarihi âlemde, sizin_ İnönü Meydan Muharebelerinde deruhte etliğiniz vazife ka­



dar ağır bir vazife deruhte etmiş kumandan­ lar enderdir. Milletimizin istiklâl ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören kumanda ve silâh arkadaşlarınızın kalb ve hamiyetine büyük emniyetle İstînadediyordıı. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz, istilâ altındaki bed­ baht topraklarımızla beraber bütün vatan, bu­ gün müntehalanna kadar zaferinizi tesidediyor. Düşmanın hırsı istilâsı, azim ve hamiyetini­ zin yalçın kayalarına karşı çarparak hurdehaş oıdu* Namınızı, tarihin kltabei mefahirine kay­ deden ve bütün milleti hakkınızda ebedî min­ net ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zafe­ rinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bîr meydanı şeref seyrettirdiği kadar, mi İleti­ miz ve kendiniz için şâşaai itilâ ile dolu bir ufku istikbale de nazır ve hakim olduğunu söylemek isterim. Büyük. Milfct Meclisi Reisi M U STAFA



KEM AL



İkinci İnönü zaferinden sonra Ankara’ya, dönmüş olan Londra Konferansı Tü:k Murah­ has Heyeti Reisi Bekir Sami’nin imzaladığı sözleşmeler, Mustafa Kemal’in şiddetli ten­ kidi eri ne hedef oldu ve hükümetçe redde­ dildi. Yalnız İngilizlerle imzalanan, esirlerin değiştirilmesine ait sözleşme, İstanbul’da ye­ niden görüşülerek İngiliz esirleriyle, Halfa­ ya götürülmüş olan Türklerîn değiştirilmesi sağlandı. İkinci İnönü Zaferinden sonraki donemi, Mustafa Kemal’in siyasi faaliyetlerini Büyük Mîllet Meclisinin içinde belirmeğe başlıyan çeşitli cereyanları bir parti disiplini altında ve bîr gaye çevresinde toplamaya çalıştığı günler teşkil eder. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetinin adaylarından kurul­ muş olan Büyük Millet Meclisi, başlangıçta cemiyetin esas umdesini tamamen benimsemiş bir'kütle halinde çalışıyordu. Vatanın tamam­ lığını ve milletin bağımsızlığını temin edecek bîr sulhu memlekete sağlamak amacının bir remzi olan „Misak-ı Millî", bir an unutulmu­ yordu. Fakat zaman geçtikçe Mecliste birliğin sarsılmakta olduğu, en basit meselelerde bile oyların dağılmaya başladığı, Meclisten iş çık­ madığı görüldü. Bazı milletvekilleri buna ça­ re olmak üzere birtakım teşekküller kurmak teşebbüsüne giriştiler. Mustafa Kemal’in 1920 eylülünde «Halkçılık Programı» adı altında bastırarak milletvekillerine dağıttığı program­ dan mülhem olmak suretiyle kurulan bu teşek­ küller, birtakım adlar takınmaya ve kendile­ rine özel programlar tesbit etmeye başladılar.



ATATÜRK. Bu açık ve bel* i teşebbüslerin yanı başında özel maksatlar giiden isimsiz bazı küçük te­ şekküllerin de faaliyette bulundukları hisse­ diliyordu. Bu grupların her biri Meclis görüş­ melerinde disiplini sağlamak ve oylan dağıt­ mamak maksadiyie kurulmuş oldukları halde varlıkları aksi sonuçlar doğuruyordu. Arala­ rındaki anlaşmazlıklar Mecliste kargaşalığa sebeboluyordu. Bilhassa 20 ocak 1921 tarihlî Teşkilâtı Esasiye Kanununun kabulünden son­ ra durum bir kat daha güçleşmeye başlamıştı. Mİsakı Millî çevresinde kayıtsız şartsız birle­ şen milletvekilleri, Teşkilatı Esasiye Kanunu­ nun ortaya koyduğu esaslar hakkmdaki düşün­ ce ve inanlarda ayrılıyorlardı, Mustafa Kemal ilk zamanlarda mevcut hi­ zipleri birleştirmek veyahut mevcut hizip­ lerden birini takviye ederek iş görmek için bilvasıta çalıştı. Fakat devamlı neticeler ala­ madığım görünce İşe bizzat karışmak gerekti­ ğini anladı ve nihayet »Anadolu ve Rumeli MÜdafaai Hukuk Grupu" nnvaniyle bir grup teşkiline karar verdi. Bu grup için yaptığı programın başına bir esas madde koydu. Bu maddenin ruhu, iki noktadan ibaretti: birinci nokta: Grup, Misakı Millî esasları dairesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin bağımsız­ lığım sağlıyacak sulhu elde etmek için, mille­ tin bütün maddi ve mânevi kuvvetlerini gere­ ken hedeflere yöneltip kullanacak ve memle­ ketin resmî ve özel bütün kurumlannı bu esas maksada hizmet ettirmeye çalışacaktı. İkinci nokta; grup, devlet ve milletin teş­ kilâtım, Teşkilâtı Esasiye Kanunu dairesin­ de şimdiden kısım kısım tesbit ederek hazır­ lamaya uğraşacaktı. Mustafa Kemal, bütün hiziplerin ilerigelenlerİni ve Meclîsin birçok üyelerini grup grup davet ederek kendileriyle görüştü ve bu iki esas üzerinde birleşmelerini temin etti. 10 mayıs 1921 günü Ankara öğretmen Okulunun konferans salonunda Mustafa Kemal­ ’in başkanlığında toplanan 151 milletvekili, Anadolu ve Rumeli Müdafaaî Hukuk Cemiyeti Meclis Grupunu teşkile karar verdiler ve Grup Başkanlığına da oybirliğiyle Mustafa Kemal’i seçtiler. Bu suretle Mustafa Kemal’in İstanbul­ ’da son Osmanh Mebuslar Meclisinde kurul­ masını dilediği grup, 14 ay sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisinde kurulmuş ve işe baş­ lamış bulunuyordu. Mustafa Kemal, bu grupun Birinci Büyük Millet Meclisi dağılıncıya ka­ dar hükümetin iş görmesine hizmet ettiğini Büyük Nutkunda bilhassa kaydetmektedir. İnönü 'de ikinci defa yenilen Yunanlılar, ordularım kuvvetlendirmek lüzumunu hissede­ rek cephedeki tümenlerini'11 e çıkarmışlardı.



755



Türk Ordusu ise henüz genel seferberlik ilân ederek yurdun bütün kaynaklarından faydalan­ ma imkânını bulamamıştı. Yalnız İkinci İnönü Muharebesinden sonra Güney Cephesi lâğve­ dilmiş ve ber iki cephe kuvvetleri Batı Cep­ hesi Komutanlığının emrinde birleştirilmişti ( i ğ nisan 1921 ). Türk Ordusu, Înonü-Kütahya-Düğer hattında dört grup halinde savunma için tertiplenmiş bulunuyordu. Bundan başka Geyve civarında bir de Kocaeli Grupu vardı. Yunanlılar, 10 temmuz 1921 de S tümenle İnönü - Kütahya hattına cepheden, 6 tümenle Kulaksız Dağı Düğer hattına kanaddan taarruz ederek Seyidgazi istikametinde ilerleyip Türk Ordusunu yok etmek istediler ve çok üstün bir ağırlık merkeziyle ilerlemeye muvaffak oldular. Türk Ordusu, müşkül durumdan kendisini kurtarma zamanım vaktinde kestirerek Eskişehir - Seyidgazİ hattına çekildi. 18 temmuz 1921 de Batı Cephesi Karargâhına geîen Mustafa Kemal, durumu yakından görüp inceledikten sonra Ordu Komutanına, orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusu ile araya büyük bir mesafe koyarak, ordunun düzenlendirip kuvvetlendirilmesini imkân al­ tına almak gayesiyle, Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmenin caiz olduğu direktifini verdi. Kuvvetlerimiz de 25 temmuz 1921 de Sakar­ ya’nın doğusuna çekildi. Bundan önce Eski­ şehir civanında bir karşı taarruz yapılmış ve bu suretle güney kanaddan düşman basıncı kısmen hafifietilmişli. Türk Ordusunun Sakarya gerisine çekil­ mesi, hem ordunun mânevi varlığım sarsacak, hem de büyük bir memleket parçasını, geçîei de olsa, düşmana bırakacak bir hareketti. Bu­ nun sorumunu Devlet Başkanı sıîatîyle üstüne alan Mustafa Kemal, „fîiz askerliğin icabım tereddütsüz yapalım, öteki mahzurlara muka­ vemet ederiz" demişti. Bu muharebede ordu­ yu zamanında Sakarya gerisine çekmek karar ve sorumunu üzerine alarak «Vazıyeti muhake­ me ederken, tedbirler düşünürken, acı dahi ol­ sa hakikati görmekten bir an fariğ olmamalıdır11 diyen Mustafa Kemal, sonrada» yapıla» taar­ ruzlarla memleketi kurtarmak İmkânını sağla­ mış oldu. Sakarya gerisine çekilme, halkın ma­ neviyatı üzerinde hissoluaur bir sarsıntı vücu­ da getirdi ve Mecliste bunun ciddî tezahürleri görüldü. Mustafa Kemal'in muhalifleri »Ordu nereye gidiyor, millet nereye götürülüyor? Bu harekâtın elbette bir mesulü vardır, o ne­ rededir ? Onu göremiyoruz. Bugünkü- elîm ha­ lin, fecî vaziyetin hakiki âmilini -ordunun ba­ şında görmek islerdik" yollu dil uzctmaNrında bulundular ve birçok milletvekilleri Mustafa



756



A TATÜ RK .



Kemal'in ordunun bağıca geçmesini istemeye bağladılar. Bu düşüncede olanların bir kısmı, artık ordunun tamamen yenildiğine, durumun düzeltilmesine çare kalmadığına, güdülen milli dâvanın kaybedildiğine hükmetmişlerdi. Bu se­ beplerle duydukları hiddet ve şiddeti Mustafa Kemal’in üstünde teskin etmek istiyorlardı. Kendi düşüncelerine göre, bozulan ve bozuk­ luğu devam edecek olan ordunun başında onun şahsiyetinin de yok olmasını diliyorlardı. Bir kısım kimseler de Mustafa Kemal’e olan son­ suz güvenlerinden dolayı samimî olarak onun ordunun başma geçmesinde fayda görüyorlar­ dı. Bir kısım milletvekilleri İse bunu tehlikeli bularak, ordu herhangi bir safhada muvaffak olamadığı takdirde bunun son ümidin de mah­ volduğu şeklinde umumi efkârda bir düşünce uyandırabileceği, durum da, son çare ve son kuvvetlerin feda edilmesini gerektirecek mahi­ yette bulunmadığı için, Mustafa Kemal’in he­ nüz şahsan ordunun başına geçmesi zamanı gelmediğini ileri sürüyorlardı. Büyük Millet Meclisinde yapılan tartışmalar son çare ve son tedbir olarak Mustâfa Kemal’in ordunun başı­ na geçmesi gerektiği telâkkisini genelleştirdi. Bu görüş Meclis dışında da yayılmıştı, Mustafa Kemal’in bütün bunlara karşı o ana kadar susması ve komutayı ele almak için ortaya çıkmaması herkeste felâketin muhakkak ve yakın olduğu düşünce ve inanışını uyandırmış­ tı. Bunu anlıyaa Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisinin, 4 ağustos 1921 gÜnu, bu meseleleri görüştüğü gizli toplantıda kürsüye çıkarak kendisine gösterilen güvene teşekkür ettikten sonra şöyle bîr önerge verd i: TÖ RKİYE BÜYÖK MÎLLET MECLİSİ R İYÂ SETİ CELİLESÎNE



Meclis âzayı ki ramının umumi surette te­ zahür eden arzu ve talebi üzerine Başkuman­ danlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi; şahsan de­ ruhte etmekten tabassül edecek fevaidi, âzami süratle tezyit ve ikmal ve sevkü idaresini bîr kat daha iarsin için, Türkiye Büyük Millet Meclisinin haiz olduğu salâhiyeti, fiilen istimal etmek şartiyle deruhte ediyorum. Müddeti Öm* rümde, hâkimiyeti milliyenin en sadık bir ha­ dimi olduğumu nazarı mîllette bîr defa daha teyit için bu salâhiyetin üç ay gibi kısa bîr müddetle takyidediimesini ayrıca talebeden m. Türkiye Büyük Millet Meciiâi Reîai M USTAFA KEM AL



Mustafa Kemal’in bu muhalifleri derhal itiraza Başkomutan unvanını ve kullanmak hakkım vermek



önergesi okununca, geçtiler. Kendisine Meclisin yetkilerini işlemediler,



Mustafa Kemal, .padişah ve halifeler tara­ fından tevcih oiunageîmîş »Başkumandan Vekili** gibi köhne bir unvanı takınamıyacağmı, yapa­ cağı iş fiilen Başkomutanlık olduktan sonra bu unvanı olduğu gibi kendisine vermekten çe­ kinmeye hiçbir sebep olamıyacağım ileri süre­ rek teklifinde ısrar etti. Meclisçe takdir edilen olağanüstü bir dar um karşısında kendisine ve­ rilecek yetkilerin de olağanüstü olması gerek­ tiğinde şüphe olmadığını, düşünce ve kararlarını hemen tatbik etmesinin başarı için esas şart bulunduğunu, aksi durumun Başkomutanlıktan beklenen faydaları sağlıyamıyacağmı anlattı. O gün netieelenemiyeu görüşmeler ertesi gün de sürdü. Mustafa Kemal, şahsi durumlarından ve Meclisin iş göremez hale düşeceğinden en­ dişe duyanlara teminat verdi, istediği yetkileri, onları tatmin edecek bir kanun tasarısı haline koydu. Büyük Mîllet Meclisi de bu tasarıyı ka­ nun haline getirerek »Ordunun maddi ve mâ­ nevi kuvvetini âzami süratle tezyit ve sevkü idaresini bir kat daha tarsin hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisinin buna müiaallik salâhi­ yetini Meclis namına fiilen istimale mezun** ol­ mak üzere Başkomutanlık hukuk ve yetkilerini Mustafa Kemal'in askerlik dehasına ve tedbirli ellerine bıraktı (5 ağustos 1921). Yukarıki hük­ me göre Başkomutanın vereceği emirler kanun olacaktı. Mustafa Kemal, Meclîsin kendisini Başko­ mutan yapmasına ve gösterdiği güvene teşekkür ettikten sonra »Zavallı milletimizi esir etmek istıyen düşmanları behemehal mağlûbedeceğimize dair olan emniyet ve itimadım, bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada, bu itminanı tammı, heyeti celilenize karşı, bütün mîllete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim** diye­ rek Başkomutanlık görevine başladı. Karargâ­ hını kurarak, bugünkü topyekûn savaş prensip­ lerine, adeta esas teşkil eden tekâlifi milliye emirlerini yaymaya başladı (7, 8 ağustos). Bun­ larla memleketin bütün kaynaklarından ordunun faydalanmasını sağhyacak her türlü tedbirleri aldı. Ve bu emirlerin yapılmasını takip ve sağ­ lamak üzere İstiklâl Mahkemeleri teşkil ederek memleketin başlıca merkezlerinde faaliyete ge­ çirdi. 12 ağustos 1921 de Polatlı’dakı Cephe Karar­ gâhına giderek ordunun başına geçti. Türk Ordusunun yerleştiği cephede, Yunan saldırışına ne yolda ve nerelerde karşı koya­ cağını ve muhtemel çarpışma alanlarım incele­ mek üzere Ankara güneyinde ve Sakarya dolay­ larında atla bir gezi yapmak ilk işlerinden biri oldu. Bu gezide Yunan saldırışına karşı koyma tasarısının ana çizgileri ve düşmanı nerede durj duracağı ve n^stl yeneceği onus zihninde be*



ATATÜRK.



lirmiş ve Kızılırmak’m doğusuna geçmek, yani Ankara’yı kısa bir zaman için de olsa, düşmana bırakmak gerekmeden zaferi eide edeceğine inan getirmişti. Kullanacağı tabiye de önemli bir rol oynıyacağmı kestirdiği bir tepe bul­ muştu. Buradan dönüşte, »Düşmana, ancak Mus­ tafa Kemal'in istediği yerde muharebe vermek ve evvelâ düşmanı çarpışmaya mecbur etmek ve çarpıştıkça kırmak ve beli üzerine atılmak” şeklinde tasarladığı plânına kendini tamamen vermiş olduğu bir sırada, sevinç telâşiyle, atma binerken düştü ve yerde bulunan İrice bir taşa çarparak birkaç kaburga kemiğini kırdı. Ankara'ya gelerek gerekli muayene ve sıhhî tedbir­ leri yaptırdıktan sonra yine hemen cepheye don­ du. Savaşı, yaralı ve sanlı olarak, yerine mıhlı gibi, trenden getirilmiş bir koltuk üzerinde idare etti. Kendisinin anlattığına göre, bunun böyle olması iş bakımından hayırlı olmuş ve vuruşma sırasında cephenin türlü kesimlerinde kendisini atla veya otomobille muhakkak oraya koşmak zorunda bırakacak ve bazı pek önemli anlarda harbin genel idaresinden uzaklaştıracak tesadüflerin önüne kendiliğinden geçilmiştir. Yunanlılar 13 ağustos 1921 de ilerlemeye başladılar ve on gün içinde Sakarya savunma hattımıza dayandılar, Türk İstiklâl Savaşının, Sakarya Muharebesi adiyle anılan bu safhasını Mustafa Kemal şöyle anlatmaktadır: »Düşman ordusu, 23 ağustos J921 de ciddî olarak cephemize temas ve taarruza başladı. Birçok kanlı ve buhranlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun faik gruplan, hattı müdafaamızın birçok parçalarını kırdılar. Bu su­ retle İl eri iyen düşman akşamının karşısına kuv­ vetlerimizi yetiştirdik. Meydan Muharebesi, 100 kilometrelik cep­ he üzerinde cereyan ediyordu. Sol cenahımız, Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekil­ mişti. Ordumuzun cephesi, batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara’ya iken kuzeye verildi. Tebdili cephe edilmiş oldu. Bunda hiç beis gör­ medik. Hattı müdafaalarımız, kısım kısım kırı­ lıyordu. Fakat derakap kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Hattı müdafaaya çok raptı ümidetmek ve onun kmlmasiyîe, ordunun büyüklüğü ile mütenasip, uzun mesafe geriye çekilmek nazariyesini kır­ mak için memleket müdafaasını başka bir tarz­ da ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet gös­ termeyi faydalı ve müessir buldum. Dedim ki; Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış top­ rağı, vatandaşın kaniyle sulanmadıkça, terk olu­ namaz. Onun için, küçük büyük her cüzütam, bulunduğu mevziden atılabilir, fakat küçük büyük her çüzütam, ilk durabildiği noktada,



757



tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muha­ rebeye devam eder. Yanındaki cüzötanun çekil­ meye mecbur olduğunu gören cüzütamlar, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur. İşte ordumu­ zun her ferdî, bn sistem dâhilinde, her hatvede âzami fedakârlığını göstermek suretiyle,, düş­ manın faik kuvvetlerini imha ederek, yıprata­ rak, nihayet onu, taarruzuna devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi. Muharebe vaziyetinin bu safhasını ihtisas eder etmez, derhal bilhassa sağ cenahımızla Sakarya Nehri şarkında, düşman ordusunun sol cenahına ve müteakiben cephenin mühim akşa­ mında mukabil taarruza ğeçtik. Yunan ordusu mağlûp ve rîcate mecbur oldu. 13 eylül 1921 günü Sakarya Nehrinin şarkında düşman ordu­ sundan eser kalmadı. Bu suretle 23 ağustos gününden 13 eylül gününe kadar, bu günler de dâhîl olmak üzere, yirmi iki gün ve yirmi İki gece bilâfasıla devam eden Sakarya melhamei kübrası, yeni Türk Devletinin tarihine; cihan tarihinde ender olan büyük bîr meydan muha­ rebesi misali kaydetti.” Mustafa Kemal, bu savaşı ordu içinde, muharebe saflan arasında, yaralı ve sarılı ola­ rak oturduğu yerden muharebeye temas ve biz­ zat mücadeleyi takibederek, şahsen idare et­ miştir. Mustafa Kemal, Sakarya Muharebesinden sonra, Büyük Millet Meclisinde zaferi anla­ tan söylevinde bu başarıda İsmet İnönü’nün Önemli rolünü de şöyle belirtmiştir: »Batı Cep­ hesi Komutanı İsmet Paşa da, derin bir zekâ, yorulmaz bir azim, iman ve faaliyetle gece gündüz harekâtın en ufak noktalarına varıncaya kadar nafiz olmuş ve fevkalâde bîr nazarla or­ dusunu sevk ve idare ederek bu muvaffakiyet ve muzafferiyete îsal etmiştir” . Sakarya muzafferiyeti bütün memlekette günlerce suren coşkun bir sevinçle karşılandı. 14/15 eylül gecesi Batı Cephesi Komutam İsmet Paşa ile Genelkurmay Başkam Fevzi Paşa’nm, Edirne ve Kozan Milletvekilleri sıfatiyle, Büyük Millet Meclisi Reisliğine »Bizzat muharebe mey­ danındaki tedabiriyle muzafferiyetin âmil ve müessiri olmuş olan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Müşirlik rütbesi ve Gazilik unvanı tevcihini teklif ve istirham ede­ riz. Türkiye Büyük Millet Meclîsinin bu tevec­ cühünün milletimiz tarafından doğrudan doğru­ ya bütün orduya müteveccih bir eseri takdir ve taltif olacağı kanaatinde bulunduğumuzu arz eyleriz” şeklindeki bîr önergeyi telgrafla göndermeleri ve Meclisin büyük bir çoğunluğu­ nun bu dilekte birleşmesi üzerine 19 eylül 1921 de kabul edilen bîr kanunla, Türk Mîlletinin bir şükran» olarak Mustafa Kemal’e Müşir­



753



ATATÜRK



lik (Mareşallik) rütbesiyle Gazilik unvanı verildi. Sakarya mnzafferiyeti, Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi Hükümetinin ve ordularının kud­ retini dünya kamuoyuna esaslı bir surette bir defa daha tanıtmış oluyordu. Mustafa Kemal zaferden sonra, 19 eylül 1921 günü Büyük Mil­ let Meclisinde Sakarya Muharebesini anlatan söylevinde istiklâl Savaşımızın ame.cım da gu sözleriyle bir defa daha belirtti: . „Biz hududu miİliyemiz. dâhilinde hür ve müstakil yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz. Türkiye halkı, Türkiye Büyiik Millet Meclisi ve onun hükümeti, her medeni millet ve hükür met gibi varlığının,; hürriyet ve istiklâlinin ta­ muması talebinde katiyen musirdir ve bütün davası da bundan ibarettir", . ,• Mustafa Kemal’in bu söylevi, Büyük Millet Meclisi karaı-iyle yabancı dillere tercüme etti­ rilerek cihan kamuoyunun bilgisine sunulmuştur. Bu zaferin siyasi alanda müspet sonuçları derhal görüldü. Sovyet Rusya’nın aracılı ğiyîe Sakarya Muharebesinden bir ay önce Sovyet Ermenistan, Gürcüstan ve Azerbaycan ile yapılmış olan andlaşma, 13 ekim 1921 de Kars’ta imzalandı. Fransızlar da, Londra'Konferansından sonra Bekir Sami’nin yaptığı andlaşmalarm Büyük Millet Meclisi Hükümetince dikkate alınmadığım gör­ müşler, Türklerle yeniden anlaşma İmkanları aramaya başlamışlardı. Böyle bir anlaşmaya Bü­ yük Millet Meclisi Hükümeti de taraftardı, Fraasızlar eski nazırlardan Fraııklin Bouiiion’u Türk görüşünü öğrenmek için gayri resmî olarak Türkiye'ye göndermişlerdi, Franklin Bouillon, Ankara’ya gelir gelmez (9 haziran 1921) görüş­ melere başlanmış ve Mustafa Kemal, bizzat idare ettiği bu görüşmelerde hareket noktası olarak Mısakı Milliyi teklif etmişti. Fransız temsilcisi de Sevr Andlaşmasınm bir oldubitti olarak gözöcüne alınmasını. ileri sürüyordu. Mustafa Kemal'in cevabı ise şu olmuştu: «Eski Osraanlı imparatorluğundan yeni bir Türkiye Devleti vücuda gelmiştir. Bunu ta­ nımak lâzımdır. Bu yeni Türkiye, her müsta­ kil millet gibi hukukunu tanıtacaktır. Sevr Muahedesi Türk Milleti için o kadar meşum bir idam kararnamesidir ki, omu bîr dost ağ­ zından çıkmamasın, talebeden*.. Bu mükâiememiz esnasında dahi Sevr Muahedesini telâf­ fuz etmek istemem. Sevr Muahedesini dima­ ğı edan .çıkarmıyan mîlletlerle itimat esasına müstenit muamelâta, girişenleyiz. Bizim naza­ rımızda böyle bir muahede yoktur.* Uzun görüşmelerden sonra Fraııklin Bouillon, Mısakı Millîyi okuyup anlamak için zajnan istedi. Görüşmeler tekrar başlayınca ka­



pitülâsyonların kaldırılmasına itiraz etti. Mus­ tafa Kemal, tam bağımsızlığın esas olduğu­ nu ve bundan maksadının «Siyasi, malî, ik­ tisadi, adlî, askerî, harsî... her hususta istiklâli tam ve serbestli tam* olduğunu' bunlardan, «Herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin, mâna-i hakikisiyle bü­ tün istiklâlinden mahrumiyeti* demek bulun­ duğunu söyledi ve bu fikirlerini Fraııklin Bcuillon’a kabul ettirmeye iauvaffak oldu. Fakat Fransa Hükümeti ise, ancak Sakarya'daki mu­ cizeyi andıran savunmayı gördükten sonra, Türklerin dâvasını anladı ve Sakarya Zaferin­ den. 37 gün .sonra Ankara îtilâfaamesini imza­ ladı ( 20 ekim .1921 ). Ankara İtilâfnamesî, Gazi Mustafa Kemal tarafından diplomatik alanda kazanılmış bü­ yük bîr zaferdir. Bu anlaşmanın sonucu olarak İtilâf Devletleri safından bir büyük devlet Mısakı Millîyi tanıyor ve İşgali altında bulun­ durduğu Türk topraklarının önemli bir kısmın­ dan çekiliyordu. Fransa, mandası altında bıra­ kılan İskenderun ve Antakya Sancağında özel bir, idare; kurmayı ve burada çoğunluğu teşkil eden Türklerin millî kültürlerine hizmet etme­ yi de kabul ve taahhüt ediyordu. Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi Hükümeti ise güney cephe­ sinde serbest kalan kuvvetlerini Batı Anadolu’­ ya nakletmek imkânlarını bn itüâfname ile el­ de etmiş oluyordu. Sakarya zaferi, askerlik ve politika bakımlarından kurtuluş mücadelemizin Önemli bîr merhalesi olmuş, Yunan Ordusunun taarruz kabiliyetini kırmış, onu artık kendini savunma zorunda bırakmıştı. Fakat Gazi Mus­ tafa Kemal, kurtuluş dâvasını tam olarak ba­ şarmak için Anadolu’dan düşmanları kamilen koğmaya ve Türkiye İle harb halinde olan di­ ğer devletlere de Mİsakı Milliyi tanıtmayı zaruri görüyordu. Bunu da ancak kesin bir Türk zaferinden bekliyordu. Fakat dünya halkoyu, İstanbul’da bulunan bir kısım Türk aydınları ve lıattâ Büyük Millet Meclisinde bir kısım milletvekilleri böyle bir zaferden şüphe etmek­ te. idiler. Onlara göre Türk Ordusu savunma yapar, taaruz yapamazdı. Binaenaleyh silâhla­ rın başaramıyacağını diplomasi yoliyle elde etmeye çalışmak lâzımdı. Gazi Mustafa Kemal ise diplomasi yoliyle düşmanlan zaman zaman yokladıkça, onların yapacağı müsamahalarla Türk kurtuluşunun sağlananı lyacâğmı görmüş ve bütün ümit ve gayretini son zaferi ş&ğlıyacak olan Türk Ordusunun yetiştirilmesin© yöneltmişti. 31 ekim 19.21 de Gazi Mustafa Kemal’in Başkomutanlık yetkisi yeni bir kanunla ve ken­ disine cephe almış bazı milletvekillerinin mu­ halefetlerine rağmen üç ay daha uzatıldı. An­ cak muhaliflerij kendisinin rahat ve huzurla



Atatürk 1922 de Büyük Taarruzdan ence



ATATÜRK görev yapmasına imkân bırakmamak için zaman Zaman meseleler çıkarmaktan geri kalmıyorlar­ dı. »İcra Vekilleri Heyetinin Vazife ve Mesuliyet­ leri Hakkındaki Kanun" tasarısının Büyük Millet Meclisince görüşülmesi vesilesiyle, millî egemen­ liği tehlikeye düşürecek ve Millî Türk Devletini uzak hayaller peşinde koşturacak bazı hüküm­ lerin bu kanunda yer almasını teklif ve tar­ tışanlar oldu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden, ı aralık 1921 günü söy­ lediği sözlerle Türkiye Büyük Millet Meclîsi­ nin güttüğü ve gütmekle mükellef olduğu millî siyaseti açıkça bir defa daha anlattı ve panislâmizmin, panturanizmin Türkiye için doğu­ rabileceği tehlikeleri belirtti. »Türkiye Büyük Millet Meclisi Hüküme­ tinin sabit, müspet, maddi bir siyaseti vardır, O da efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi­ nin muayyen hududu millîsi dâhilinde hayatını ve İstiklâlini temin etmeye matuftur. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti, temsil et­ tiği millet namına çok mÜtevazıdır. Hayalden tamamen uzak ve tamamen hakikatperesttİr, Binaenaleyh, kanunlarını yalnız bu noktai na­ zardan ve bu datrei hakikat dâhilinde tesbıt eder." diye esas fikrini izah ettikten sonra tarihî misallerle panİslâmizmİn ve panturaniz­ min geçirdiği safhaları ve Türkiye’nin bu siya­ setler yüzünden çektiklerini anlattı ve ,Mad­ dimizi bilelim. Biz hayat ve istiklâl istiyen mil­ letiz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı ibzal ederiz" diyerek sözlerine son verdi. Bu sıralarda Ankara yeni siyasi faaliyet­ lere sahne olmağa başlamıştı. 13 aralık 1921 d,e Ukrayna'dan bir murahhas heyeti Ankara’ya geldi ve İkİ devlet arasında görüşmeler başla­ dı. 2 ocak 1922 de, bu görüşmeler sonunda ha­ zırlanan dostluk andlaşması, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetiyle Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasında Ankara’da im­ zalandı. Birkaç gün sonra da (7 ocak) Gazi Mustafa Kemal Buhara’dan gelen siyasi tem­ silcileri kabul etti. Başkomutanın Ankara’da oturması, 4 ocak 1922 de Büyük Millet Meclîsinde muhalif­ ler için yeni bîr tenkid konusu oldu. Buna karşılık Gazi Mustafa Kemal, Başkomutanlığın ve Genelkurmay Başkanlığının pek muvafık olarak Ankara’yı karargâh ittihaz ettiğini, va­ zifelerini en iyi buradan yapmakta olduğunu, İcabında ne vakit, nereye gideceğini kendisi­ nin takdir edeceğini bildirdi. Gazinin tutumunu ve gidişini , beğenmİyenler muhalefetlerine ve menfi propagandalarına devamdan geri durmu­ yorlardı, Meclis içinde ve dışında, hattâ ordu­ da memleketin meçhul bir âkıbete sürüklendi­ ği hakkında bîr kanaat uyandırmaya çalışıyor­



759



lardı. Buna rağmen 4 şubat 1922 de Büyük Millet Meclisi ikinci defa olarak Gazi Mustafa Ke­ mal’in Başkomutanlık görev ve yetkilerini üç ay daha uzattı. 1 mart 1922 de Türkiye Büyük Millet Mec­ lisinin üçüncü çalışma yılı başlarken Gazi söylediği senelik söylevinde millî dâvamızı ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin dahilî siyaset düsturunu ve millî hayatımızın en çok alâkadar bulunduğu iktisadiyatımızın durumunu anlattık­ tan sonra »Türkiye’nin sahibi hakikisi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür; o halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve elyak olan köylüdür. Bi­ naenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetintn siyaseti iktisadiyesİ bu gayei asliyeyi istihsale matuftur" diyerek Türk iktisadi kal­ kınmasının ana hedefini ve çaresini gösterdi. Son zafere olan inancım belirttikten sonra da: Ölmez bu vatan farzı mahal Sise de hattâ Çekmez kürenin sırtı btt tâbuta cesîmi beytiyle sözlerine son verdi. Gazi Mustafa Kemal, 4 mart 1922 günü, cepheyi teftiş etmek üzere Ankara'dan ayrıla­ cağı sırada da Büyük Millet Meclisine, gizli bir toplantıda, düşünce ve kararları hakkında iza­ hat vererek ordunun henüz neden taarruza geç­ mediğini şu suretle anlattı: »Ordumuzun kararı, taarruzdur. Fakat bu taarruzu, tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen ikmale biraz daha zaman lâzımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak ta­ arruz İliç taarruz etmemekten daha çok fenadır. Tevakkufumuz, taarruz kararından sarfı nazar ettiğimiz veyahut buna iktidar kesbetmekten naümit olduğumuz suretinde telâkki ve tefsir edilmeye mahal yoktur. Kurtuluş için, istiklâl için evvelinde ve sonunda düşmanla bütün mev­ cudiyetimizle vuruşarak onu mağlûbetmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, ehemmiyet ve İti­ mat atfolunmamabdir. Ordu ile, muharebe ile, inat ile işin içinden çıkılmaz tarzındaki, raerabaları hariçte bulunan nasihatlere uyarak bir vatan bir millet istiklâli,.kurtulamaz, tarih böy­ le bir hâdise kaydetmemiştir. Türkiye, işte bu yoldaki galat fikirler, galat zihniyetlere sahiboîanlar yüzünden her asır her gün, her saat biraz daha tedenni, biraz, daha sukut etmiştir. Maddi ve bilhassa mâ­ nevi sukut korku ile, aciz ile başlar. Âciz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşı­ sında milletin de atalete duçar olmasına ve müçtenip bir hale gelmesine saik olurlar. Acîz ve tereddütte o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerini tahkir ederler. Derler kİ, bîz



im



ATATÜRK,



adam değiliz ve olamayız, kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz bilâ kayda şart, mevcudiyetimizi bir ecnebiye tevdi edelim. Türkiye'yi böyle sakim yollarda inkıraz ve izmihlal vadisine sevk edenlerin elinden kur­ tarmak lâzımdır. Bunun için, keşfohmmuş bir hakikat vardır, ona tebaiyet edeceğiz. O haki­ kat şudur; Türkiye'nin re'si tefekkürünü, büs­ bütün yeni bir imanla teçhiz etmek... bütün millete ceyyid bir maneviyat vermek...** dedik­ ten sonra düşmana taarruz için verilmiş olan katî kararın uygulanmasına geçilmeden önce hazırlamak ve tamamlamak mecburiyetinde bu­ lunduğumuz harb vasıtalarım: „Tam üç vasıtanın hazırlığının kâfi derecede olduğunu görmek lüzumunu, hissediyorum. On­ lardan birincisi ve en nıühimmi ve asıl olanı doğ­ rudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve istiklâli için kalbinde, vicdanında mütecelli, münkeşİf arzu ve emellerin salâbetidir. Millet bu arzu-yi derunİsini ne kadar kuvvetli izhar etlerse, bu arzu ve emelinin tahakkuku için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı muvaffakiyet için o kadar kuvvetli bir vasıtaya malik olduğumuza kani olurum. İkinci vasıta; milleti temsil eden Meclisin arzuyi mîllî­ yi izharda ve bunun icabatım kanaatle tatbikte göstereceği azim ve celâdettir. Meclis ne kadar çok tesanüt ve vahdet halinde arzuyi millîyi tecelli ettirirse düşmana karşı o kadar kuvvetli vasıta! tefevvuka malik oluruz. Üçüncü vasıta; milletin müseliâh evlâtla­ rından ibaret olup düşmanın karşısında mütehaşşit bulunan ordumuzdur. Bu üç nevi vasıta veya kuvvetin düşmana karşı vücuda getireceği cepheler, iki mahiyette tasavvur olunabilir. Dahilî cephe, zahirî cephe. Asıl olan dahilî cephedir. Bu cephe bütün mem­ leketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephe­ dir. Zâhirî cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müseliâh cephesidir. Bu cep­ he, tezelzül, tebeddül edebilir; mağlûp olabilir. Fakat, bu hal hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahilî cephenin sukutudur. Bu hakikata bizden ziyade vâkıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Filha­ kika kaleyi içinden-almak, dıç***dan zorlamaktan çok kolaydır. Meclisin zihniyeti, . ef’ali, vaziyeti düşmana ümitbahş olmadıkça dahilî ve haricî cepheleri­ mizin, yerinden oynamasına imkân ve ihtimalyoktur. Düşmanlara ümit verecek şemmeler veril­ dikçe dâvayi millînin halli teahhura duçar olur** diye anlattı ve Meclisten kendisi cephede bu­



lunacağı sıralarda, ordunun hissiyat ve efkârı üzerinde ümitsizlik doğurabilecek açık tartış­ malardan vazgeçilmesini bilhassa diîlyerek o akşam cepheye hareket etti. Gazi Mustafa Kemal, bir taraftan orduyu son zaferi sağlıyacak bir taarruz için hazırlar­ ken, öte taraftan da İtilâf Devletlerinin düşünce ve ruh hallerini anlamak için Avrupa’ya Dışiş­ leri Bakanı Yusuf Kemal’i (Eski Sinop Millet­ vekili Yusuf Kemal Tengirşenk) yolladı. Londra ve Paris'te Yusuf Kemal'in yaptığı görüşmeler­ den bir sonuç çıkmadı. Yalnız, İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanlarının yakında toplanacakları, Türkiye’ye sulh tekliflerinde bulunacakları, Ana­ dolu’nun boşaltılmasını esas tanımakla beraber sulh görüşmeleri sırasında muharebenin başla­ masını Önlemek için Yunanlılarla bir mütareke yapılmasının istenildiği anlaşıldı. Yusuf Kemal, henüz dönmeden, 22 mart 1922 de İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanlan Türkiye ve Yunan Hükümetlerine bir mütareke teklifinde bulundular. Bu teklifin Önemli şartları şunlardı: İki taraf orduları arasında on kilometrelik, askerden boş bir saha bırakılacak; askerî bir­ likler, insan ve mühimmat itibariyle takviye olunmayacak; askerî kuvvetler yer değiştirmiyecek, ordumuz ve askerî durumumuz İtilâf Dev­ letlerinin askerî komisyonlarının denetlemesine ve teftişine tâbi olacak ve bu komisyonların hakemlikleri, hulûsla kab.ul edilecek ve muha­ samata üç ay süreyle ara verilecekti. Sakarya’dan mağlûp ve perişan dönen Yunan Ordusu tensıka muhtaçtı. Bu yönden, Yunanlılar mütareke teklifini derhal kabul- ettiler. Gazi, mütareke şartlar mm Türk Ordusunun kudretini gevşetmek için ileri sürüldüğünü anlamakla be­ raber ret cevabı vermeyi doğru bulmadı. Esas itibariyle mütareke teklifini kabul etmekle be­ raber karşı şartlar ileri sürmek ve eğer müta­ reke yapılmazsa, dünya kamoyu önünde bu­ nun mânevi sorumunu İtilâf Devletlerine yük­ letmek istiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclîsi Hükümeti karşı mütareke tekliflerini hazırladığı sırada, Paris’te toplanan Dışişleri Bakanları Kon­ feransının 26 mart 1922 de bir notası daha alın­ dı. Bununla şu sulh esasları teklif olunuyordu: Gerek Türkiye’de gerek Yunanistan’da azlık­ ların hukukunun korunması için konulacak kural­ lar Cemiyeti Akvamın iştirakiyle tesbit edilecek, Şarkta yine Cemiyeti Akvamın iştirakiyle bir Ermeni Yurdu kurulacak, Boğazların serbestliğini sağlamak üzere Gelibolu Yarımadasında ve Boğazlar havalisinde gayri askerî bîr bölge ayrılacak, Trakya sınırı Tekirdağ’ı bize, Ktrklareli, Babaeski ve Edirne’yi Yunanlılara bırakacak surette çizilecek,



ATATÜRK.



Bizde kalacak olan İzmir'in Rumlarına ve Yunanlılarda kalacak olan Edirne’nin Tükl erine bu şehirlerin yönetimin© katılmak imkânım ve­ recek bir usul bulunacak, Sulhtan sonra İstanbul, İtilâf Devletleri tarafından boşaltılacak, Sevr Andlaşmasiyİe ücretli Türk Ordusu için kabul edilen miktar elli binden seksen beş bine çıkarılacak, Kapitülâsyonlarla, malî kontrol ve düyunu umumiye İşlerinde yapılac .k derişiklikler için komisyonlar teşkil edilecekti. Bu teklifler Sevr Andlaşmasımn esaslarını ortadan kaldırmıyor, sadece değiştiriyordu. Hal­ buki Miaakı Millî, Sevr Andlaşmasınm değiş­ tirilmesiyle değil, ancak ortadan kaldmlmasiyle tahakkuk ettirilebilirdi. Bu sebeple Türkiye BÜyÜk Millet Meclisi Hükümeti, ordu başında cep­ hede bulunan Mustafa Kemal'le temas ederek kararlaştırıp verdiği cevapta, mütarekeye esas olmak üzere Anadolu’nun boşaltılmasını şart koştu (5 nisan 1922) ve bu teklif reddedildiği için mütareke yapılmadı. 22 nisanda, Türkiye, mütareke işinde uyuşulamasa bile, sulh görüş­ melerinin devamını sağlamak üzere İzmit’te bir konferansın toplanmasını teklif ettiyse de bir netice alınamadı. Gazi, esasen bu sulh görüş­ melerinden müspet bîrşey çıkacağım ummuyor­ du. O, bu müzakereler arkasında ihtimamla büyük Türk taarruzunu hazırlamakta idi.. 1922 mayısı başlarında Gazi Mustafa Ke­ mal’in Başkomutanlık görev ve yetkilerinin uza­ tılması hakkında teklif olunan yeni kanun tasa­ rısı, Mustafa Kemal'in Başkomutanlıkta kal ma­ şını istemiyenlerin tesiriyle Büyük Millet Mec­ lisinde yapılan birçok tartışmalı görüşmelerden sonra, oylar dağıldığı için, kabul edilmemişti { ş mayıs 1922). Gazı bu sonucu Çankaya’daki evinde, hasta yatağında Öğrendi. Ordu, Meclis oyunu izhar ettiği dakikadan itibaren, komutansız kalmıştı. Bu sonuç karşısında istifa et­ mek istiyen Genelkurmay Başkanı ve Bakanlar Kurulu da çekildikleri takdirde memleketin umumi idaresinde ileriyi düşündürecek büyük bir buhrandan kaçımlamazdı. Gazi Mustafa Ke­ mal arkadaşlarına 24 saat daha beklemelerini, memleketin ve umumi maksadın yüksek men­ faati adına, Başkomutanlık görevini ifaya devam kararını verdiğini söyledi. Ertesi gün, 6 mayıs 1922 de Büyük Mil­ let Meclisinin yaptığı gizli toplantıda Mustafa Kemal, Başkomutanlık Kanununun Mecliste ilk konuşulduğu günden itibaren belirli kimseler tarafından İtiraza uğradığına işaret ederek »Ben lüzumsuz bir mevkiin, bîr makamın mutlaka idamesi taraftarı değilim. Herhangi bir maka­ mın İâyüsel olacak salâhiyetlere maİikiyetini



761



temin edecek kanunların da taraftarı değilim* dedikten sonra Başkomutanlığın devam etme­ sindeki siyasi ve askerî icapları uzun boylu an­ lattı ve Mecliste tecelli eden oya göre derhal kumandadan el çekmek istediğini fakat güç dü­ zeltilir bir fenalığı önlemek mecburiyetini duy­ duğundan »Düşman karşısında bulunan ordu­ muz, başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh bırak­ madım, bırakamam ve bırakmayacağım* diyerek vatana yapmak borcunda bulunduğu görevden politika ihtiraslarının tesiri altında verilen kararlarla vazgeçemeyeceğini gösterdi. Âdeta didişme şeklinde yapılan uzun tartışmalardan sonra Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’­ in Başkomutanlığı hakkmdaki kanunu, 11 ret ve 15 müstenkife karşı 177 oyla, üç ay sureyle dördüncü defa uzattı. Bu sırada Yunanlılar bir taraftan Anadolu halkı üzerin­ deki zulüm ve tazyikîarını artırıyor, diğer taraftan da başkomutanlarını değiştiriyor ve İstanbul’un işgalinden bahsetmeye başlıyor­ lardı. Averof zırhlısı da Karadeniz'e çıkarak açık bir şehir olan Samsun’u topa tutmuştu ( 7 haziran 1922). Gazi M ustafa, Kemal de aynı günlerde Türkiye’yi ziyarete gelen Fransız edibi Klod Farer'i 18 haziranda İzmit'te kabul etti. Kendisine Türk Milletinin bağımsızlık dâvasını anlattı ve Adapazarı’na kadar götürerek zaferi kazanmak için yapılan hazırlıkları ve Türk Mil­ letinin dâvasına olan bağlılığım gösterdi. Gazi Mustafa Kemal son zafere ulaşmak için gidilecek yolu kesin olarak kararlaştırmıştı. Bu kanaatini Büyük Nutkunda şu suretle belirt­ mektedir2 »Memleketimizde bulunan düşmanlan silâb kuvvetiyle çıkarmadıkça, çıkarabilecek mevcudi­ yet ve kudreti milliyemizi fiilen ispat etmedikçe, diplomasi sahasında ümide kapılmanın caiz ol­ madığı hakkmdaki kanaatimiz katı ve daimî idi. En doğru kanaatin bu olduğunu, bu olacağını tabiî olarak kabul etmek muvafıktır. Filhakika bugünün şeraiti hayatiyesi içinde bir fert için olduğu gibi bîr millet için dahi kudret ve ka­ biliyetini, eseri fiilî ile izhar ve ispat etmedikçe itibar ve ehemmiyet intizarında bulunmak beyhudedir. Kudret ve kabiliyetten mahrum olanla­ ra iltifat olunmaz, insanlık, adalet, mürüvvet ica­ betim, bütün bu evsafı haiz olduğunu göste­ renler talebedebilir. Cihan bir imtihan mey­ danıdır; Türk Milleti bunca asırlardan sonra yi­ ne bir imtihan, hem bu defa da en çetin bir İmtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihan­ da muvaffak olmadan lütufkâr ane muameleye intizar etmek bizim için caiz olabilir mi idi ?“ Bu düşünce ile idî ki ordumuzun hazırlıkıîarı memnunluk verici bir yolda gelişiyor, ihti­ yaçları ve eks;kleri tamamlanmak üzere bul e-



762



ATATÜRK.



nuyordu. Haziran 1932 ortalarında Gazi Başko­ rülmüş ve bu tedbîri almakla Büyük Millet mutan, artık taarruza geçmek kararını vermişti. Meclisinin, istiklâl Savaşım başarılı bir sonuca Bu kararım yalnız Batı Cephesi Orduları Ko­ doğru götürmekte nasıl isabetli bir iş yapmış mutanı İsmet Paşa’ya, Genelkurmay Başkam olduğu anlaşılmıştı. Başkomutanlık yetkisinin Fevzi Paşa’ya ve o tarihte Millî Savunma Ba­ uzatılması hakkında Hükümetçe yeni teklif kanı bulunan Kâzım Paşa’ya (Balıkesir Millet­ olunan tasarı da Büyük Millet Meclisinin 20 vekili General Kâzım Özalp) açmış, kendileriy­ temmuz 1923 gündemine girmişti. Bu münase­ le, gerekli taarruz hazırlıklarının tamamlanması betle söz alan Mustafa Kemal’in, »Artık ordu­ için görüşmelerde bulunmuş, süratle kararlar muzun kuvvei mâneviye ve maddiyesi fevka­ almıştı. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra, lâde hiçbir tedbire İhtiyaç hissettirmeksizin düşman ordusunun büyük ve kuvvetli bir grupu amali milliyeyi kemali emniyetle istihsal edecek Afyon Karahisar - Dumîupmar arasında bulunu­ mertebeye vâsıl olmuştur. Bu sebeple fevkalâde yordu. Diğer kuvvetli bir grupu da Eskişehir salâhiyetlerin idamesine lüzum vfe ihtiyaç kal­ bölgesinde idi. Bu iki grup arasında ihtiyatları madığı kanaatindeyim. da vardı. Sağ kanadını Menderes boyunda bulun­ Bugün zevalini görmekle memnun oldu­ durduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Go­ ğumuz bu ihtiyacın, bundan sonra da tahassülülü kuzey ve güneyindeki kuvvetlerle koruyordu. nü görmemekle bahtiyar olacağız. Başkumandan­ Düşmanın kuvveti 15 tümeni buluyordu. Biz de lık makamının temadisi, olsa olsa Misakı Millî­ Batı Cephesindeki kuvvetlerimizi iki ordu ha­ mizin ruhu aslisiyle müterafık netice! katiyeyo linde teşkil ve tensik etmiştik. 18 piyade tüme­ vâsıl olacağımız güne kadar devam eder. Netinimiz ve ayrıca üç îümenli bir süvari kolordu­ eei mesudeye emniyetle vâsıl olacağımıza, şüp­ muz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tüme­ he yoktur, O gün; kıymetli İzmir’imiz, güzel nimiz vardı. Kuruluşları aynı olmakla beraber Bursa’ımz, İstanbul’umuz, Trakya’mız anavatana insan ve piyade tüfeği sayısınca her İki tarafın iltihak etmiş olacaktır, ö mesut günün hululün­ ordusu başabaş bîr hale gelmişti. Yalnız düş­ de, bütün milletle beraber, en büyük saadetleri manın makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane idrakle müşerref olacağız. Benim başkaca, ikinci ve fennî malzeme bakımından, bütün dünya bir saadetim olacaktır ki o da, dâvayı mukaddekaynaklarından faydalanması imkânına sahip semize başladığımız gün, bulunduğum mevkie olduğu için, üstünlüğü şüphesizdi. Yalnız bizim rücn cdebİImekliğİrn imkânıdır. Sınei millette süvarimiz daha çoktu. serbest-bir .fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık Mustafa Kemal’in gerçekleştirmek istediği var mıdır? Vâkıfı hakayık olan, kalb ve vicda­ taarruz plânının esasları şöyle İdi: nında mânevi ve mukaddes hazîardan başka zevk Ordularımızın büyük kısmını düşman cep­ iaşımıyan insanlar için, ne kadar yüksele olur­ hesinin bir kanadına ve mümkün olduğu kadar sa olsun, maddi mnkamatm hiçbir kıymeti yok­ kanadı dışında tophyarak, bir yoketme mey­ tur" yolundaki demeci üzerine Meclis, bu defa dan muharebesi yapmaktı. Bu maksatla taarru­ kanunu süreyle kayıtlı olmaksızın kabul etti zun ağırlık merkezini düşmanın Afyon Karahisar ve Mustafa Kemal’e milletin beslediği sonsuz civarında bulunan sağ kanad grupu güneyinde güveni belirterek, mîlletin mukadderatım onun ve Akarçay ile Dumlupmar'a kadar o!an sa­ kudretli ellerine çekinmeden tam manasiyle hada toplamak kararlaşmişti. Düşmanın çok teslim etti. *) hassas olan bu yerine, çabuk ve kesin sonuç Gazı, bu güveni aldıktan sonra, son ha­ alacak şekilde vurmakla, kısa bir zamanda yok zırlıkları bir defa daha gözden geçirmek üze­ etme gerçekleşebilecekti. Bu bakımdan Batı re o sırada kendisini ziyaret için Konya’ya Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay kadar gelmiş olan Ingiliz Generali TavshendUe Başkanı Fevzi Paşa uzun zaman gerekli incele­ görüşmek bahanesiyle 21 temmuz 1922 de An­ melerde bulunmuşlar ve taaruz plânım daha çok kara’dan ayrıldı, önce Akşehir’de bulunan Cep­ zaman önce hazırlamışlardı. he Genel Karargâhına uğradı. Taarruz hazırlık Üçer ay süreli kanunlarla uzatılan Baş­ plânını ismet Paşa ile görüştükten sonra bir komutanlık yetkisinin zamanının bitmesi yine defa da Genelkurmay Başkam ile birlikte ince­ yaklaşıyordu. Büyük ve yeni bir teşebbüse lemek üzere ayrıldı, 24 temmuzda Konya’da girişilirken en önemli bîr safhada bu yetkiyi General Tavshend’İ kabul etti. Birinci Cihan veren kanunun yürürlükten kalkması tekrar Savaşının bu ünlü generali, Mustafa Kemal’le müşkül bir duruma sebebolabilirdi. Büyük yaptığı konuşmalardan sonra büyük bir hayran­ Millet Meclisince kendisine verilmiş olan ola­ lıkla kendisinden ayrılmış ve „Ben şimdiye ğanüstü Başkomutanlık yetkisini, millet eğe- kadar 15 hükümdar ve cumhurreisi He hususi ve menliğine en ufak bir zarar ve-meden Mustafa * ) Bu kanutı 491 sayılı ve 20 nisan 1924 tarihli Teşkilâtı Kemal’in nasıl bir hassasiyetle kullandığı gö­ Esasiye kanununun knbuİiyîe yürürlükten kalkmıştır.



At a t ü r k resmî konuşmalar yaptım. Bu gece kadar ezildi­ ğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var." diyerek onun müs­ tesna kişiliğinin ne kadar büyüsü altında kaldı­ ğını samimî sözlerle belirtmiştir. 27 temmuzda tekrar Akşehir'e dönen Mustafa Kemal ile, 27-28 gecesi İsmet ve Fevzi Paşalar baş başa vererek hazırlanan taarruz plânım bir defa daha ince­ lemişler ve buna göre taarruza geçilmek üzere 15 ağustosa kadar bütün hazırlıkların tamam­ lanmasını kararlaştırmışlardı. 28 temmuz 1922 cuma günü öğleden sonra ordu birlikleri ara­ sında yapılacak bir futbol maçı vesilesiyle ordu komutanlarıyla bazı kolordu komutanları Akşe­ hir’e davet olundular. Mustafa Kemal o gece bu komutanlarla da genel bir tarzda taarruz hakkında konuştu. 30 temmuzda Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanıyle tekrar görüşerek taarruzun tarzım ve ayrıntılarını tesbît etti. Akşehir'e davet ettikleri Mîllî Sa­ vunma Bakaniyle de 1 ağustos 1922 günü, ordu hazırlığının tamamlanmasında Bakanlığa düşen işler gözden geçirildi. Mustafa Kemal bütün bu işlerin çabuklaştırılarak taarruzun biran önce yapılması hakkındakİ arzusunu bildirip Ankara’ya döndü. Batı Cephesi Orduları Ko­ mutam İsmet Paşa da 6 ağustos 1922 de gizli olarak ordularına taarruza hazırlık emrini ver­ di. Mustafa Kemal de Ankara’da taarruz kara­ rından Hükümeti haberdar etmiş ve Büyük Millet Meclisinde muhaliflerin ordunun tefessüh ettiği, kıpırdıyacak halde olmadığı ve böyle karanlık ve müphemiyet İçinde beklemenin fe­ lâket doğuracağı yolundaki menfi prop&gandalariyle sarsılmış olan milletvekillerinden, ken­ disine yakın görüp güvendiklerini de, özel su­ rette, yapacağı taarruzdan ve düşmanın esas kuvvetlerini altı yedi gün içinde mağlûbedeceğine olan güveninden bahsederek, aydınlat­ mayı faydalı bulmuştu. Birkaç gün sonra da Ankara’dan otomobille ayrıldı ve hareketini sayılı birkaç kişiden başka bütün Ankara’dan gizli tuttu. Durumu bilenler de o Ankara’da imiş gibi davrandılar. 21 ağustos 1922 günü Çankaya’daki köşkünde bir çay ziyafeti vere­ ceğini bile gazete ve ajanslarla yaydılar. Mus­ tafa Kemal 20 ağustos 1922 öğleden sonra A k ­ şehir’e, Batı Cephesi Karargâhına gelmiş ve kısa bir görüşmeden sonra 26 ağustos 1922 cu-' martesi günü sabahı için, düşmana taarruz em­ rini vermişti. 20 - 21 ağustos 1922 gecesi Batı Cephesi Karargâhında Cephe Komutam ve Ge­ nelkurmay Başkanmın huzurîariyle Birinci ve İkinci Ordu Komutanlarına taarruzun nasıl ya­ pılacağı hakktndaki düşüncesini harita üzerin­ de V kısa bir lıarb oyunu tarzında izah etti. Mustafa Kemal’in düşündüğü taarruz, operatif







ve aynı zamanda bir tabiye baskım halinde yapılacaktı. Bunun mümkün olması için yığı­ nağın ve tertiplerin gizli tutulmasına dikkat gerekli idi. Bütün hareketler gece yapılacaktı. 24 ağustos 1922 de Başkomutanlık Karargâhı Akşehir’den, taarruz cephesi gerisinde bulunan Şuhut kasabasına naklolundu. Ertesi gün de Kocatepe’nin batı güneyinde çadırlı ordugâha geçildi. Mustafa Kemal o akmamdan itibaren Anadolu ’nun dışarı ile yazı ve telgrafla bütün bağıntısının kesilmesi emrini verdi. 26 ağustos 1922 cumartesi sabahı saat 5,30 da Başkomu­ tan Gazi Mustafa Kemal, Batı Cephesi Komu­ tam ve Kurmay Başkauiyle birlikte Kocatepe’de hazır bulunuyordu. Ordumuz taarruz İçin genel olarak şöyle tertiplenmişti. a) Kuvveti, 12 piyade, 3 süvari tümenine çıka­ rılmış olan Birinci Ordu, Akar çay-Ahır dağ bölgesinden kuzeye doğra taarruz edecek. b) îki kolordu ve mürettep süvari tüme­ ninden mürekkep İkinci Ordu cephe­ deki düşmanı taarruzla tesbit edecek. c) Üç tumenli süvari kolordusu Ahırdağ doğusundan geçerek düşmanın yan ve ge­ rilerine taarruz edecekti. Bu plân düşünülürken düşmanın yapması muhtemel bütün hareket tarzları da ayrı ayrı incelenmiş ve hiçbir zaman ağırlık merkezi bölgesindeki kuvvetten, başka cephelere kuv­ vet ayırmamak esası kabul edilmiştir. Eskişe­ hir bölgesinden Akarçay’a kadar 130 kilomet­ relik cepheye beş piyade tümeni İle bir müfre­ ze ve bîr süvari tümeni ayrılmıştı. Akarçay’m batısında on dört tümen bulunuyordu. A ltı tü­ men de ağırlık merkezî bölgesinin hemen ba­ tısından taarruz ettirilecek, bu suretle yirmi tümenle düşmana saldırılmış olacaktı. Topçu hazırlık ateşini piyademizin taarru­ zu takibetti, İlk saatlerden itibaren düşman mev­ zilerine girildi. 26 ve 27 ağustos günlerinde düşmanın Afyon Karahisar güneyinde 5° ve doğusunda 20 - 30 kilometre boyunca uzanmış olan müstahkem cepheleri yarılmış, düşman mevzilerini bırakarak kuzeye kaçmağa mecbur kılınmış ve esaslı düşman kuvvetleri de Ashhanlar civarında mahvedilmişti. Düşman ordu­ sunun asıl büyük kısmı ise dört taraftan sarı­ larak Dumlupınar’da, G azi’nîn ateş hatları ara­ sından bizzat idare ettiği Başkomutanlık Mey­ dan Savaşında tamamen yok edildi veya esir alındı (30 ağustos 1922). Düşman ordusunun yeni tâyin edilen ve nasılsa harb meydanından kaçmağa muvaffak olmuş olan Başkomutanı General Trİkopîs de îki gün sonra teslim olmak zorunda kaldı. Bu suretle Mustafa Kemal tasar­ ladığı kesin sonucu, beş gün içinde elde etmiş bulunuyordu. , - -— '



fö4



ÂTATÜR&



*



Büyük bir cüret ve basiretle yapılaa plân, tır. Bunu muharebe meydanında yakından mü­ her türlü tehlikeleri de göze alarak büyük bir şahede ederek büyük milletime haber veriyo­ başariyle uygulanmıştı. Bu plânın uygulanma­ rum. Milletimizin bünyesindeki kudret ve mef­ sında sevk ve idarenin önemli ve esas unsuru kureyi üç buçuk sene evvel rüfekayı mesaîm olan ağırlık merkezi teşkil etmek, bunu düş­ ile ifade etmekten başhyarak, tahammülsüz mandan gizlemek hususu mükemmel bir dikkat müşkülât İçinde devam eden mücahedatımızın ve başarıyla yapılmıştı. Yine sevk ve idarenin netayici tezahür ediyor. Milletin rey ve İrade­ diğer Önemli bir rüknü olan baskın da sağlan­ sine istiaadeden her işin neticesi millet için mıştı. Bilhassa Başkomutanlık Meydan Savaşı­ hayır ve saadet olduğu sabittir. Milletimizin nın sonucuna kadar her gün büyük muvaffaki­ istikbali emindir ve nusreti mev’udeyi ordula­ yetlerle gelişen taarruzumuzu resmî tebliğlerde rımızın istihsal etmesi muhakkaktır.» Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi gayet önemsiz hareketlerden ibaret göstererek Başkumandan durumu mümkün olduğu kadar cihandan gizle­ M USTAFA KEM AL mek ve düşman ordusunu felâketten kurtarmak maksadiyie başkalarınla bîr müdahalesine de Ordulara yolladığı şu günlük emirle de, zafe­ imkân bırakmamak suretiyle büyük bir ileri rin Türk İstiklâl Savaşı tarihindeki önemli yeri­ görür lük gösterilmişti. Gazi Mustafa Kemal, ni ve Türk Ordusunun yeni görevini belirtmişti î askerlik dehasını, bu plânla ve onun başarılı «Türkiye Büyük Mîllet Meclisi Orduları, bir yolda uygulanmasıyle göstermiş ve tarihe Afyon Karahîsar, Dumlupmar büyük mey­ emsali olmıyaa büyük bir zafer hediye etmişti. dan muharebesinde zalim ve mağrur bir ordu­ Atatürk Büyük Nutkunda bu zaferden bah­ nun anasırı asîîyesîni inanıîmıyacak kadar bir sederken bu konudaki duygu ve düşüncelerini zamanda imha ederek büyük ve necip milleti­ şöyle belirtmektedir: mizin fedakârlıklarına lâyık olduğunuzu ispat „Her safhasiyle düşünülmüş, ihzar, idare ediyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk Mille­ ve zaferle intacedilmiş olan bu harekât, Türk ti istikbalinden emin olmağa haklıdır. Muhare­ Ordusunun, Türk zâbıtan ve kumanda heyetinin, be meydanındaki maharet ve fedakârlıklarınızı yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir yakından müşahede ve takİbedıyorum. Milleti­ daha tesbît eden muazzam bîr eseridir. mizin hakkımzdaki tadiratma delâlet etmek Bu eser, TÜrk Milletinin hürriyet ve istik­ vazifemi mütevaliyen ve mütemadiyen ifa ede­ lâl fikrinin lâyemut âbidesidir. Bu eseri vücuda ceğim. Başkumandanlığa teklifatta bulunulması­ getiren bir mîlletin evlâdı, bîr ordunun başku­ nı Cephe Kumandanlığına emrettim. Bütün ar­ mandanı olduğumdan, İlelebet mesut ve bah­ kadaşlarımın Anadolu 'da daha başka meydan tiyarım". muharebeleri verileceğini nazarı dikkate alarak Düşmanın yok olmadan kurtulan kısımla*? ilerlemesini ve herkesin kuvayt akîiyesini ve rîyle, Eskişehir’den çekilen bir kısım kuvvetle­ menabiİ celâdet ve hamiyetini müsabaka ile rinin, geride tutunmalarına meydan vermemek ibzale devam eylemesini talebederim. Ordu­ için, son hızla takibine başlandı. lar; İlk hedefiniz Akdeniz'dir; İleri!" Başkomutan Gazi Mustafa Kemal, ordusu­ Türkiye Büyük M îllet Mceîbî Reisi Başkumandan nun kazandığı bu eşsiz başarıyı 1 eylül 1922 M U STAFA KEM AL de aşağıdaki tamimle Millete müjdelemiştir. «Büyült A sîl Türk Milleti, Garp Cephesinde 26 ağustos 1338 den beri başlıyan harekâtı taarruziyemiz Afyon Karahîsar, Altuntaş, Dumlupmar arasında büyük Mr meydan muharebesi halinde beş gün beş gece devam etti, Tüıkîye Büyük Mîllet Meclisi ordularının şecaati, şiddeti, sürati, tevHkatı sübhaniyeye vesilei tecelli oldu. Zâlim ve mağ­ rur düşman ordusunun anasırı asliyesi, aklilara dehşet verecek katiyetle imha edildi. Teşkilât ve teçhizat gibi an'anat ve muzafferiyatı ve ismi münhasıran millet imizin şuurundan ve ezelî ve ebedî olan İmanından vücut bulan ordularımızı, fedakârlıklara lâyık olarak size takdim edîyorunl*f en büyük kumandanından en genç nefe­ rine kadar ordularımızda bakîm olan fikir, milletin gösterdiği vazife uğrunda şehit olmak­



Ordumuzun İzmir'e doğru ilerleyişi sıra­ sında İtilâf Devletlerinin bir mütareke aracılı­ ğı olmuş, Gazi Başkomutan 5 eylülde btl hu­ sustaki düşüncesini Heyeti Vekile Reisliğine «Anadoludaki Yunan Ordusu sureti k&tîyede mağlûb edilmiştir. Anadolu için herhangi bîr müzakereye mahal kalmamıştır. Mütareke encak Trakya için mevzuu bahis olabilir. Eylûliin onuna kadar müracaat edildiği takdirde müta­ reke tarihinden itibaren on beş gün içinde Trakyama 1914 hudutlarına kadar kayıtsız şartsız teslim edilmesi, esirlerimizin ıg gün içinde teslim olunması, Anadoîuda Y unanlılar tarafından yapılan tahribatın tamir edileceği­ nin şimdiden taahhüt olunması şarfclariy'e tir mütareke müzakeresine girîMbiîeeeği" yolunda bildirmişse de, Başkomutanının emrini dokuz



 ÎA T Ü R &



gün gibi kısa bir süre içinde yerine getirmeği Jbaşarmıg olan ordumuz, 9 eylül cumartesi günü sabahı İzmir'i, üç buçuk yıla yaklaşan düşman işgalinden kurtararak Türk bayrağım Akdeniz kıyılarına ulaştırmak suretiyle, yerine getirdi­ ğinden bu mütareke teşebbüsü sonuçsuz kal­ mıştır. Ordularının kesin başarıya doğru her gün yeni bir zaferle koştuğunu gören Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi de millî matem alâmeti ola­ rak 8 temmuz 1920 de Meclis Başkanlığı kür­ süsüne örttüğü kara örtüyü 6 eylül 1922 de kaldırmıştır. Gazİ Mustafa Kemal, 10 eylül 1922 de mü­ tevazı bir otomobille, yanında Genelkurmay Başkam Müşir Fevzi Paşa olduğu halde halkın coşkun gösterileri içinde İzmir’e girdi. İlkönce Birinci Kordonda bulunan ve büyük yangında yanan Kramer Palas oteli yakınların­ da, bir doktorun evini karargâh yaparak orada yerleşti. 12 eylülde İzmir’de düşman artıkları tarafından kasten çıkarılan büyük yangından sonra karargâhım İzmir iîerigelenlerinden Uşakîzade Bay Muammer’ın Göztepe’deki evine nak­ letti, Ertesi gün yayınladığı aşağıki beyanname ile de Türk İstiklâl Savaşının büyük başarısını belirttikten sonra millete ordunun selâmlarını bildirdi. «Büyük, Asîl Türk Milleti, Ordularımız 9 eylül 1338 sabahı İzmir’i­ mizi ve yine 9 eylül 1338 akşamı Bursa’mızı muzafferen tahlis ettiler. Akdeniz, askerlerimi­ zin zafer teraneleriyle dalgalanıyor. Asya imparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesa­ retinde bulunan ordu kumandanlariyle, kumanda heyetleri günlerden beri Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin esiri harbi bulunuyorlar. Düşmanın başkumandan tâyin ettiği Gene­ ral Trikopis, birçok gece ve gündüz meyusane muharebattan ve her çarci halâsı tecrübe ettikten sonra nihayet maiyetindeki ceneraller ve erkânı harbiyeîeri ve kumanda ettiği ordu­ nun elinde kalabilen bakayasiyle arzı teslimi­ yet eyledi. Eğer Yunan Kıralı da bugün esirlerimizin arasında bulunmuyorsa bu, tacidarîann şiarı esasen yalnız milletlerinin salalarına iştirak et­ mek olduğundan muharebe meydanlarının felâ­ ketli günlerinde onların saraylarından başka bir şey düşünmemek ta biat lar mdendir. Garp fabrikalarının çelik zırhları ile kap­ lanan muazzam Yunan orduları artık Anadolu dağlarında zabitleri tarafından terk edilmiş za­ vallı Hürüler, cinayetlerinden iedehhüş ederek kudurmuş kitleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı.



İ6$



Düşman ordularının malzemei harbiyesi hemen sulu san itibariyle toprak! armuzdadır. Düşmanın esirlerden başka insan zayiatının yüz binden ne kadar fazla olduğunu tâyin et­ mek müşküldür. Fakat salâhiyeti resmiye ile milletimize tebşir ederim ki bizim insan zayi­ atımız dörtte Üçü hafif yaralı olmak Üzere on bin nüfusa baliğ olmaktadır. Büyük Türk Milleti, ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanlarımıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek bir kemal ile tezahür etti. Mîllet orduları on dört gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. Dört yüz kilometrelik fasılasız bir takip yaptılar; Ana­ dolu’daki bütün me mal iki müstevl iyem izi is­ ti rdadeyî edil er ; büyük zafer senin eserindir. Çünkü İzmir'imizi ihtîrasatı siyasiye neticesin­ de âdeta memnunen düşmana teslim eden he­ yetlerle milletin hiç münasebeti yoktu. Bursa’mızı istilâ eden Yunan kuvvetleri ise ancak İmparatorluğun askerî teşkiîâtiyle tevhidi hare­ kât ederek muvaffak olmuşlardı. Vatanın ha­ lâsı, mîlletin rey ve iradesi kendi mukadderatı üzerinde bilâkaydü şart hâkim olduğu zaman başlamış ve ancak milletin vicdanından doğan ordularla müspet ve katî neticelere ermiştir. Büyük ve Necip Türk Milleti, Anadolunun halâs zaferini tebrik ederken sana İzmir'den, Bursa’dan, Akdeniz ufukların­ dan ordularının selâmını da takdim ediyorum." Türkiye Büyük Millet Meclisi Reîaî Başkumandan M USTAFA KEM AL



Mustafa Kemal ’e büyük bîr sevgi ve minnetle bağlı olan İzmir, 14 eylül 1922 de, kendisinden İzmir hemşeriliğmi kabul etmesi ricasında bu­ lundu. O da bu dileği memnuniyetle kabul etti. İzmir’i kurtaran ordu, 16 eylülde Anadoluyu Yunan istilâ ordusunun son neferinden de te­ mizlemiş ve hareket istikametini henüz yabancı işgali altında bulunan diğer vatan topraklarına çevirmişti. Türk zaferi karşısında irkilen ve o tarihte İstanbul ve Boğazları henüz işgalleri al* tmda bulunduran itilâf devletleri, bu ilerleyiş karşısında telâşa düşerek, harbi durdurmayı ve Türk isteklerini sulh yoliyle yerine getirmeyi menfaatlerine daha uygun gördüler. Ingiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri P aris’te bir kon­ ferans halinde toplanarak Türklere teklif oluna­ cak sulh esaslarım görüşmeğe başladılar. İstan­ bul’da Fransız temsilcisi General Pelle bir Fran­ sız zırhhsiyîe İzmir’e gelerek Gazi Başkomutanı ziyaret etti. 20 eylül 1922 de İstanbul’daki İngiliz Kuvvetleri Komutanı, aradaki meseleleri konuş­ mak üzere Türkiye Orduları Başkomutanı ile Üsküdar ’da görüşmek istedi. Müspet bir sonuç alamadı. Poîncare, Kürzon ve Sforça ’mn imzala-



ÂTATÜRIt rmı taşıyan ve katî suîh müzakereleri için Vene­ ne azîm ve iman koyan ve yokluktan koskoca dik’te toplanacak konferansa Türkiye’yi çağıran bir varlık çıkaran meclîsimizin, civanmert veve itilâf kuvvetlerinin İşgali altındaki tarafsız kahraman ordularının başında bir asker sada­ bölgeye gİrilmemesini istiyen, Edime de dâhil kat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş ol­ olmak üzere Meriç ’e kadar Trakyanın Tür­ duğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren kiye'ye verileceğini vadeden 23 eylül tarihli duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim nota da, 25 eylülde İstanbul'da General Pelle bu meserretle dolu olarak, pek aziz ve muh­ tarafından Mîllî Hükümetin temsilcisine verildi. terem arkadaşlarımı,, bütün dünyaya karşı tem­ Bu notada sulh konferansının toplanmasından sil ettikleri hürriyet ve istiklâl fikrînin zaferim­ önce Yunan birliklerinin itilâf devletleri komu­ den dolayı tebrik ediyorum" dîye başlıyarak, tanları tarafından belirtilecek bir hattm geri­ son büyük taarruzun yapılmasını gerektiren se­ sine çekilmeleri için itilâf devletlerinin nüfuz­ bepleri ve büyük zaferin kazanılması yolunda larını kullanacakları, vadolunuyor ve bu hu­ yapılanları uzun bir nutukla anlattı. Ve sözle­ susta görüşülmek özere Mudanya veya İzmit *te rini böylece bitirdi: »Arkadaşlar 1 Bu: Anadolu zaferi tarih ara­ bir toplantı yapılması da teklif ediliyordu. Ankara anlaşmasını imzalamış olan eski Fran­ sında, bir mîllet tarafından tamamen benimse­ sız bakanlarından Franclin Bouiüon Özel bir nen bir fikrin ne kadar kaadir ve ne kadar memuriyetle 28 eylülde İzmir'e gelerek Mustâfa muhyi bîr kuvvet olduğunun en güzel bir misali Kemal ’i ziyaret etti ve Paris 'teki konferansın, olarak, kalacaktır, önümüze dikilen bütün meyapılacak barış hakkmdakİ kararlarım bildirdi. vanii birer birer yıkıp aştıktan sonra bugün 29 eylülde Mustafa Kemal tarafından yukarda artık Misakı Millînin çizdiği hu dutlar dâhi iinde, sözü geçen notaya, Meriç nehrine kadar Trakya'­ mesut, müreffeh ve hür yaşamak için, her ne lâ­ nın derhal Türklere teslimi şartiyle Mudanya’­ zımsa, bunların hepsini istihsal edeceğiz. Düş­ da askerî bir konferansın toplanmasını'kabul man elleriyle viran olmuş ve milletimiz tara­ ettiğimiz ve, konferansta Türkiye'yi .temsil et-' fından her,köşesini kurtarmak için seve seve mek üzere Büyük Millet Meclîsi Orduları Baş­ can verilmiş ve çocuklarımızın kaniyle sulan­ komutanı adına Batı Cephesi Orduları Komu­ mış olan yurdumuzun ufkunda artık sulhun tanı General İsmet'İiı murahhas tâyin olunduğu tatlı güneşi gecikmiyecektir. Arkadaşlar! Milletimiz, tek bir adam gibi, cevabı verildi. Aynı günde İzmir'den ayrılan Mustafa Kemal, 2 ekimde halkın coşkun gös­ gösterdiği sarsılmaz vahdet ve gayret sayesin­ terileri ve sevinç goz yaşları arasında Ankara’­ de bu muvaffakiyeti ihraz etmiştir. Milletimizin ya geldi. İstasyondan Büyük Millet Meclisine sulh işlerinde de, sulhtan sonraki işlerde de, kadar küçük büyük bütün Ankara halkı yolun aj'nı 'himmet ve gayret ve' vahdeti göstererek; her iki tarafını doldurmuştu. Muzaffer .Baş­ bu zaferi itmam edeceğine şüphe yoktur. Bu komutan kendisini karşı Uyanların arasından zafer, bize bir imkân bahşediyor. Biz, bu im­ onları selâmlıyarak Meclise kadar yürüdü. Bü- ! kânı memleketimizin, milletimizin münevver, yük Millet Meclisinde bir tebrik ve kabul, töreni mesut ve müreffeh İstikbali için kullanacağız. .Arkadaşlar î En son sözüm budurî Şehamet yapıldı. Bunu büyük bir asicerr geçit resrrti takibetti. Ankara sayısız millî-bayram günlerin-/ meydanında Ölenlerin analarına ve babaları­ den bîrini daha yaşadı. 3 ekim günü Mudanya na taziyeler değil, fa k a t; tebrikâtimızı isal Konferansı çalışmalarına' başlamıştı.; 4 ekim de- edelim-" de Büyük Millet Meclisinde G azi; Başkomutan Gazi Mustafa Kem al’in büyük zaferden dösöz alarak : •»Ordularımızın silâhlarına emanet nüşü günü, Ankara halkı da, kendisinden hemettiğiniz ; aziz ve mübarek- maksat arzu ettiğiniz şenlikler ipin kabulü dileğinde bulunmuşlar ve veçhile emniyet ve itimadınızın mahallîne mas­ sevinçlerini artıran uygunluk cevabım almış­ ruf olduğunu gösteren, mesut bir neticeye vâ­ lardı. Mustafa Kemal'in 5 ekim 1922 de Ankara sıl oldu. En 'karanlık, ve en bedbaht günleri­ belediyesi vasıf asîyle vatanperver Ankara aha­ mizde meclisimizin sarp ve yalçm bir kaya gibi lisine gönderdiği' şu samimî cevap, kendisinin azim ve imanı, talihin bu parlak inkişafına eriş­ bu isteği hangi duygularla kabul etmiş olduğu­ mek için, lâzım gelen imkânı daima mahfuz nu ve Ankara’nın M»Rî Mücadele' tarihindeki tuttu. Millî mesailde şaşmaz bir aklıselimle önemli yerini, ve rolünü çok güzel belirten bir daima doğruyu ve daima iyiyi keşif ve temyiz belgedir. »Beni Ankara ’mn hamiyetli hemşerileri araeden meclisimizin bu neticelere ermekten dolayı duyduğu saadet kadar istihkak kesbedilmiş ne . sına girmeye davet suretiyle tecelli eden yeni tasavvur olunabilir ? Milletin mukadderatını iltifatınıza, samim-ı ruhûmdan arzı şükran ey­ doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine lerim. Sevgili mîlletimizin bütün bir cihanı hu­ ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yeri­ sumete karşı muzaff eriyeli e tetvıç eylediği is-



i



i



\



•i '



ı



ı



Atatürk 26 ağustos 1922 sabahı Koeatspe 'de



ATATÜRK. tiklâl Mücadelesi tarihinde, Ankara namı en aziz bîr mevki muhafaza edecektir. Bu müca­ deleye ilk başladığımız sıralarda bizi ihata eden müşkülâtın derecesi cümlenizin malumudur. Bacılarınca iktihamı hemen gayrimütnkün zan­ nedilen bu müşkülât karşısında sîzler bir da­ kika tereddüdetmediniz ve üç sene mukaddem Sivas'tan Ankara’ya ayak bastığım zaman bir misaünİ geçen gün dahi göstermiş olduğunuz samimî ve kalbı tezahürat il® benî kollarınız arasına aldınız. O zaman gösterdiğiniz bn va­ tani cesaret sayesinde ecnebi müdahalesiyle İstanbul ’da kapattırılmış olan Meclisi Mebusanı daha vâsi bir salâhiyet ve şanı millîye lâyık bir istiklâl ile Ankara ’da açmak müyesser olmuştur. İstanbul ’da ecnebi süngülerine ıstinadedenlerİn dağıttıkları Meclisi Mebusanda cesur Er­ zurum hemşerİlerimin mebusu sıfatı fahiresîni haizdim. Büyük Millet Meclisi için yeniden ya­ pılan intihapta beni Ankara’dan âza intihabetmek suretiyle bu sıfatt fahireye, ayrı bir salâ­ hiyeti kanuniye İlâve buyurdunuz. Büyük Millet Meclîsi sizin muhiti hamasetinizde biperva İs­ tiklâl Mücadelesine devam edebilmiştir. Bina­ enaleyh Ankara hemşerİlerimin bu istihlâsı vatan mücahedesinde ayrı bir hîsseî şerefi var­ dır. Bu vesileyle hemşerilerîmi bir kardeş sa­ mimiyetiyle tebrik eder ve bana karşı göster­ diğiniz kalbî muhabbete mukabeleten cümlenizi deraguş eylerim. Gazi Mu 9 tafa Kem al



Bugünlerde, çetin tartışmalar sonunda Türk İradesinin üstün gelmesi ve Trakya’nın bir ay içinde Yunanlılar tarafından boşaltılmasının ka­ bul edilmesi ile neticelenen ve Garp Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa ’nın askerlik sa­ hasındaki kudret ve iktidarı kadar, siyasi alanda da başarılı istikbalinin ilk müjdecisi olan Mu­ danya Mütarekenamesi, ı ı ekim 1922 de, im­ zalanmış bulunuyordu. Gazi Mustafa Kemal de 16 ekim günü Ankara ’dan, kurtarıcılarını ısrarla davet eden Bursa ’ya hareket etti. Halkın gö­ rülmedik bir coşkunlukla karşıladığı Başku­ mandan, belediyede halk temsilcileriyle yaptığı konuşmada geleceğe ait düşüncelerinden de kısaca bahsederek sulhtan sonraki programım „Üç buçuk sene süren bu mücadeleden sonra İlim noktaı nazarından, maarif noktai nazarın­ dan, iktisadiyat noktai nazarlarından mücahedatımıza devam edeceğiz ve eminim kİ bunda da muvaffak olacağız, fabrikacı olacağız, sanat­ kâr olacağız. Bundan sonra zihnîmizi hep buna hasredelim" sözleriyle belirtti. 15 ekimde Mudanya Mütarekesinin yürürlüğe girmesi Üzerine Trakya ’yı işgal edecek Türk



kuvvetlerinin Rumeli yakasına geçmesi gereki­ yordu. Mustafa Kemal, Trakya’da askerî ve sivil idaremizi kumaya olağanüstü yetkilerle ve komiser sıfatıyla Refet Paşayı tâyin ede­ rek görevi başına yolladı. 19 ekimde Refet Paşa, Bursa ’dan İstanbul ’a geldi. İstanbul halkı yaptığı eşsiz karşılama ve sevinç gösterileriyle Refet Paşa ’nm şahsında Büyük Millet Meclisi ordularını selâmladı ve Büyük Zaferi kutladı. Mustafa Kemal, Bursa ’da kendisine gençliğin minnet ve şükranını sunmak için gelen İstanbul Darülfünunu temsilcilerini, İstanbul öğretmen­ lerinin yolladıkları bir tazim heyetini kabul etti, öğretmenlerle 27 ekim 1922 günü akşamı Şark Sineması binasında yaptığı bir toplantıda millî maarifimizin temel prensiplerini belitten tarihî nutkunu söyledi. Gazi Mustafa Kemal, bu söylevindo okulun önemine «Mektep, genç dimağlara insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, şerefi istiklâli öğretir. İstiklâl tehlikeye düştüğü za­ man, onu kurtarmak için takibi muvafık olan en saiim yoju belletir" sözleriyle İşaret etmekte, geleceğe ait „En mühim ve feyizli vazifelerimiz maarif işlerinde behemehal muzaffer olmaktır" demekteydi. Mustafa Kemal'in Bursa’ya geldiği sırada kendisini işgal eden en Önemli mesele, sulh müzakereleri için gönderilecek Türk heyetinin kimlerden kurulacağı meselesiydi. Ankara'day­ ken ve daha Mudanya Mütarekesi konuşmaları devam ederken bu iş, Bakanlar Kurulunda ko­ nuşulmuş, Mustafa Kemal, gidecek sulh heye­ tine İsmet Paşa başkan olursa, âzami istifade sağlanacağına kaani bulunduğunu belirtmişti. Yalnız, İsmet Paşa ’nm Türk başmurahbası olması için daha Önce Dışişleri Bakanı olma' smı uygun görüyordu. Bunun için doğrudan doğruya o vakitki Dışişleri Bakam Yusuf Ke­ mal Beye bir şifre çekerek kendisinin görelin­ den çekilmesini ve yerine İsmet Paşanın seçi mini bizzat teklif etmesini istedi ve 26 ekimde Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal 'İn bu ar­ zusunu yerine getirdi. Bundan sonra, Mustafa Kemal, İsmet Paşa ’ya Dışişleri Bakanı sıfatİyle | sulh konferansına Türk başmurahhası olarak gitmesini teklif etti. Bunun karşısında İsmet Paşa, kendisinin asker olduğundan bahisle özür dilemiş ise de nihayet Mustafa Kemal ’in bu isteğini bir emir telâkki ettiğini söylîyerek ka­ bul etmiştir. 28 ekimde de İtilâf Devletleri kon­ feransın Lozan ’da toplanacağını bildirmişler; gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini, gerek İstanbul 'da hiçbir hukuki hüviyeti kal­ mamış olan Osmanîı Hükümetini sulh müzake­ relerine davet etmişlerdi. 29 ekimde Mustafa Kemal, İsmet Paşa ile birlikte Ankara ’ya dön-



?6S



A tA T Ö lttt.



dü, İtilâf Devletlerinin, hâlâ İstanbul Ma bir hükümet tanımak ve onu da Türkiye İİ6 birlikte konferansa çağırmak istemeleri; hele bu hükü­ metin, murahhasları beraberce seçmek üzere Büyük Miütet Meclisine başvurmaya yelten­ mesi, Mustafa Kemal 'in 24 nisan 1920 de Büyük Millet Meclisine, hükümet kurulması hakkında vermiş olduğu takrirdeki »Padişah ve halifenin, cebir ve ikrahtan kurtulduğu zaman meclîsin tanzim edeceği kanuni esaslar daire­ sinde vaziyet" almasını gerektiren zamanın gelmiş olduğunu gösteriyordu. Daha ao ocak 1921 de kabul ettiği Anayasa ile »Hâkimiyet bilâ fcaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir" hükmünü ilân etmiş olan Büyük Millet Meclisi, millî kurtuluşa karşı koy­ muş olan padişah hükümetinin meşruiyetini hiç­ bir zaman tanımamıştı. Fakat artık İstanbul'da düşman kuvvetlerinin kanadı altında bulunan, Türk Milletinin üç buçuk yıl süren ağır feda­ kârlıklarla sağladığı zafere ortak çıkan bu hükümete ve kendisini hâlâ padişah sanan Vahidettin ‘e milletin kendileri hakkında ne düşündüğünü kesin olarak göstermek gereki­ yordu. İstanbul hükümetinin sadrazamı Tevfİk Paşa tarafından, sulh konferansında görüş ve sözbiriîği edilmek üzere Büyük Millet Mecli­ sinin güvendiği yetkili birinin İstanbul 'a gön­ derilmesi hakkında Meclîs Başkanlığına çe­ kilen telgrafı Meclis, infialle karşıladı. 30 ekim 1922 günü bu konuda şiddetli konuşmalar oldu, Başkanlığa »Osmanlı İmparatorluğunun münka­ riz olduğunu, yeni bir Türkiye Devletinin doğ­ duğunu, Teşkilâtı Esasiye Kanuniyle, hükümran­ lık hakkının millete ait bulunduğunu" belirten ve aralarında Mustafa Kemal de bulunan 80 İmzalı bir takririn verilmesiyle ve bunun tar­ tışmalarıyla o günkü konuşmalar sona erdi. Ertesi gün, Müdafaa! Hukuk Gurupu içtimamda Mustafa Kemal, Osmanlı Saltanatının îâğvı za­ ruretini uzun boylu açıkladı. 1 kasım 1922 günü, meclisin yine aynı konu üzerinde açtığı konuş­ malarda Mustafa Kemal bu zarureti tarihî delik İere dayanarak aydınlattı ve yukarda sözü geçen takririn onanmasını istedi. Bu maksatla Verilmiş olan takrirler Teşkilâtı Esasiye, Şer'İye ve Ada­ let Encümenleri üyelerinden kurulmuş müşterek bîr encümene havale olunmuştu. Mustafa Kemal konuşmaları bir köşeden takibediyordu. Encü­ mendeki hocaların bir kısmı da hilâfetin saltanat­ tan aynlamıyacağı fikrini ilmi delillerle müdafaa­ ya kalkmışlardı. İşin bu suretle boş yere uzıyaeağmı anlayınca, Mustafa Kemal söz alarak bir sıra­ nın üstüne çıktı ve yüksek sesle şunları söyledi: »Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle,



münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğul» lan, zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve salta­ natına vâzıülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emri­ vakidir. Mevzuu bahis olan, mîllete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mı­ yız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behe­ mehal, olacaktır. Burada İçtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce mu­ vafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir". Mustafa Kemal ’in bu de­ meci ve yaptığı tarihî açıklamalardan sonra yanlış yola gitmesi önlenmiş olan encümenin ha­ zırladığı kanun tasarısı, Büyük Millet Meclisin­ ce onandı ve Osmanlı Saltanatının lâğvma ait formalite de tamamlanmış oldu ( 1 kasım 1922). Türk devri minin bu Önemli gelişmesi karşı­ sında İstanbul 'da mevcut hükümet de dağılmış ve millî hükümet idaresi kurulmuştu, ( 4 ka­ sım 1922) 5 kasımda Lozan a gidecek Türk Murah­ has Heyeti İsmet Paşa ’nın başkanlığı altında Ankara’dan yola çıkmış bulunuyordu. 17 kasım günü, Vahidettin 'in İngiltere hima­ yesine sığınarak Malaya Zırhhsiyle Malta ’ya kaçtığı anlaşıldı, Vahidettin, Büyük Mîllet Mec­ lisince halifelikten de hal'olunârak hilâfet ma­ kamına Osmanoğulları soyunun en lâyık gö­ rüleni, Abdülmecid Efendi seçildi. Seçim sıra­ sında halifenin görev ve yetkisi üzerinde Büyük Millet Meclîsinde birçok tartışmalar olmuş, halifeyi bir nevî devlet reisi tanımak veya İs­ lâm âlemi üzerindeki erkini kanunlaştırmak İstİyen teklifler ortaya aiılmışit. Mustafa Kemal bütün bunları önleyici açıklamalarda bulunarak »Türkiye halkının bilâ kaydü şart hâkimiye­ tine sahibolduğunu bir defa daha ve katiyetle tekrar ediyorum. Hâkimiyet, hiçbir mâna, hiç­ bir şekİİ ve hiç bîr renkte ve delâlette iştirak kabul etmez. Unvanı halife olsun, ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin mukadderatında müşareket sahibi olamaz. Millet, buna katiyen müsaade edemez" sözleriyle millî egemenliği nasıl her şeyin üstünde tuttuğunu bu vesile ile de belirtmiş oldu. Yeni halife Abdülmecid'i, mâkul hareketlere sevk etmek ve yeni durumu kendisine idrak ve hazmettirmek de o günlerde Mustafa Kemal 'i uğraştıran işler arasında, bir hayli yer almıştı. 21 kasım 1922 de Lozan Konferansı sulh mü­ zakerelerine başlamış, 24 kasımda da Türk or-



AYÂTÜîSft



duşu Edirne ’ye girerek Mudanya Mütarekesi hükümlerinin yerine getirilmesi tamamen ger­ çekleştirilmişi i. istiklâl Savaşının zaferle sonuçlanması ve sulh müzakerelerinin başlaması memleket ef­ kârım sulhten sonraki meseleler üzerine çe­ virmişti. Bilhassa Teşkilâtı Esasiye Kanununa göre seçimin yenilenmesi zamanı yaklaşıyordu. Bu maksatla Mustafa Kemal ’ in muhalifleri yeni bîr seçim kanunu tasarısı hazırlamışlar ve kanunlaştırılmak üzere Büyük Millet Mec­ lisi Başkanlığına vermişlerdi. Bu tasarı 3 aralik 1922 de Layiha Encümeninin görüşmeye değer bulması üzerine gündeme de girmişti. Vatanı kurtaran Mustafa Kemal 'İ vatandaşlık haklarından mahrum bırakmak düşüncesiyle ileri sürülen bu tasarıya göre millet vekili olarak seçilebilmek için Türkiye’nin o tarih­ teki hudutları içindeki yerler ahalisinden ol­ mak veya seçim çevresi içinde yerleşmiş bu­ lunmak gerekti. Göçmen olarak gelenlerin de yerleştikleri tarihin üstünden beş yıl geçmiş olması şart koşuluyordu. Mustafa Kemal, Türk milletinin kadirbilirlik geleneğine aykırı, bu önerge üzerine, Büyük Millet Meclisinde söz alarak kürsüye çıktı ve şu sözlerle hem kendi­ sini savundu, hem de kendisini seçilme hakkın­ dan mahrum etmek istiyenlere çok haklı olarak hücumlarda bulundu; ^Maalesef, doğduğum yer, bugünkü hudutlar haricinde kalmış bulunuyor. Herhangi bir inti­ hap dairesinin de beş senelik mütemekkini de­ ğilim. Doğduğum yer bugünkü millî hudutları­ mız haricinde kalmıştır, Fakat bu böyle ise, bunda benim katiyen bir kasıt ve kabahatim yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi yoketmek istiyen düşmanların hare­ ketlerinde muvaffak olmaktan kısmen menedilememîş olmasıdır. Eğer düşmanlar tamamen maksatlarına muvaffak olmuş olsalardı, Allah muhafaza etsin, buraya imza koymuş olan efen­ dilerin dahi memleketleri hudut haricinde kala­ bilirdi. Bundan başka, bu maddenin aradığı şartı haiz bulunmuyorsam, yani beş sene mütema­ diyen bir daire! mtİhabiycde sakın olmamışsam, o da bu vatana İfa ettiğim hizmetler yuzündendır. Eğer bu maddenin İstediği şartı ihraza çatışsaydım, İstanbul ’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalaı ’da müdafaalarımı yapmamaklığım iâzımgeUıdt, Eğer ben bir yer­ de beş sene oturmaya mahkûm olsaydım Bitlis ve Muş ’u aldıktan sonra Diyarbaktı istikame­ tinde tevessü eden düşman karşısına çıkma­ maklığım, Bitlis ve Muş 'u kurtarmaktan ibaret olan vazifei vatanîyemi yapmamaklığım lâzım gelirdi. Bu efendilerin aradığı şartlan ihraz etmek isteseydim, Suriye 'yİ tahliye eden orduUlâtn Aof»îİclopfedî«İ



fh



İarın enkazından Halep ’te bir ordu teşkil ede­ rek düşmana karşı müdafaa ve bugün mîllî hudut dediğimiz hududu fiilen tesbît etmemek­ liğim lâzımgelirdİ. Zannediyorum kİ, ondan son­ raki mesaim cümlenin malûmudur. Hiçbir yerde beş sene oturmıyacak kadar mesai sarf etmiş bu­ lunuyorum. Ben zannediyorum kİ, bu hizmetlerim­ den dolayı milletimin muhabbetine ve teveccühü­ ne mazhar oldum. Belki bütün âlemi İslâm m mu­ habbet ve teveccühüne mazhanm. Binaenaleyh bu teveccühata mukabil, vatandaşlık hukukundan ıskata maruz kalacağımı asla hatıra getirmez­ dim, Tahmin ediyordum ve ediyorum ki, ecnebi düşmanlar bana suikasdetmek suretiyle de mem­ leketimdeki hizmetlerimden beni tecride çalışa­ caklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getiremezdim kİ, bu yüksek mecliste, velev iki üç kişi olsun, aym zihniyette bulunabilsin. Bi­ naenaleyh ben anlamak istiyorum, bu efendiler kendi intihap daireleri halkının ciddî olarak fikir ve hislerine tercüman mıdırlar? Yine bu efendilere karşı söylüyorum. Mebus olmak itibariyle, tabiî bütün memlekete şâmil bir sıfatı haiz bulunuyorlar. O halde millet bu efendilerle hemfikir midir ? Efendiler, beni vatandaşlık hukukundan ıskat etmek salâhiyeti bu efendilere nereden veril­ miştir ? Bu kürsüden, resmen, heyeti aliyyenize ve bu efendilerin intihap daireleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum." Mustafa Kemal ’in bu sözleri üzerine, gerek Meclîste, gerek duyulunca bütün mîllette nefret uyandıran bu teklif, yurdun her köşesinden şiddetle protesto edildi. Mustafa Kemal, düşman istilâsından kurtu­ lan ve bağımsızlığına gerçek mânasile kavuşan Türk Milletinin, mİH.tler ailesi içinde lâyık olduğu şerefli yeri biran önce tutabilmesi, onun kurtulan vatan toprakları üstünde her manasiyle hür ve müstakil olarak iierlemesnçin yeni bir mücadele ve savaşa girmesini lüzumlu görüyor, onu bu maksatla teşkilâtlandırmak ve bütün maddi, manevi kuvvetlerini bu iler­ leme hedefine yöneltmek istiyordu. Bu mak­ satla millî mücadele arkadaşlarını çevresinde toplayarak, İstiklâl Savaşı yıllarında milleti bir bütün halinde kurtuluşa götürmekte ve savaşı kazanmakta büyük hizmeti görülmüş olan Müdafaaı Hukuk teşkilâtını yeni ilkelerle, İleri atılışlar için başka bîr ad altmda harekete getirmeğe karar verdi. Bu yeni kurulacak si­ yasî partiye “Halk Fırkası,, adını koymak, bu­ nunla hiç bir sınıf ve İçtimaî zümre farkı gö­ zetmeksizin her Türk vatandaşını ileri, zengin ve bağımsız Türkîyeyi kurmak ve yaşatmak savaşında başına geçeceği bu partinin safları arasında vazife almaya çağırmak istiyordu. 49



7 ?o



ÂTAÎÖftK,



6 aralık 1922 de An karada çıkan gazetelerin ceğini. BalIkesirlilerle yaptığı konuşmada da mümessillerde yaptığı bir görüşmede sulh »Halk Fırkasının halkımıza siyasi terbiye ver­ yapıldıktan sonra »kurtuluş ve istiklâl için mek için bir mektep olacağını" söyiedi. yapılan büyük savaşı tamamlamak, milletimi­ Bu sırada ismet İnönü 'nün büyük siyasi zin istidat ve kabiliyetlerini âzami derecede ge­ başarısı olan ve bağımsız Türkiyenin varlığım liştirmek ve memleketimizin bütün servet kay­ ebedileştiren »Lozan Barışı" hazırlanıyordu. naklarından faydalanmak yolunda hiçbir fırsatı Mîlletin hem bu sulh hakkında, hem de sulhtan ve vakti öldürmiyerek çalışmaya mecbur ol­ sonra vatanın yükselişini sağlayacak millî İnkı­ duğumuzu" fakat bunun bîr programa bağlan­ lâp hamleleri hakkında oyunu kullanması için, ması gerektiğini, memlekette yapılması lüzum­ Büyük Millet Meclisi î nisan 1923 de seçimi lu ıslahatı ptânîıyacak bu programın muvaf­ yenilemeğe karar vererek şerefli ve büyük ta­ fakiyetli ve sürekli olması şart olduğunu, mil­ rihî rolünü tamamlamıştı. Yapılacak seçimde letin kendisine gösterdiği itimada liyakat ka­ milletin yeni vekillerine vereceği görev ve yet­ zanmak için en mütevazı bir millet ferdî sıfa- kinin icaplarını Mustafa Kemal 8 nisan 1923 tiyle hayatını sonuna kadar vatanın hayrına de Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemi­ vakf eyliyerek »halkçılık esasına dayanan ve yeti adına »Dokuz Umde" halinde yayımladı, Halk Fırkası adım taşıyan" siyası bir parti Mustafa Kemal 'İn bu dokuz umdesi Cumhuriyet kurmak kararında bulunduğunu bildirdi. Mem­ Haİk Partisinin ilk ve yazılı programı oldu. leketin her alanda muhtaç olduğu ıslahatı Atatürk, bu sırada birde beyanname yayımla­ aağhyacak bu program hakkında ne düşündük­ yarak bunda da Anadolu ve Rumeli Müdafaai lerini kendisine bildirmeye bütün vatandaşları Hukuk Cemiyetinin manasını ve istiklâl Savaşı­ davet etti. Yer yer halkla yakından temasta mızdaki yeri ve rolüyle birlikte milletçe hal­ bulunmak, fikirlerini öğrenmek, onlara kendi ledilmesi gereken yeni güçlükleri, seçimden düşündüklerini anlatmak için 14 aralıkta mem­ sonra Halk Fırkasına inkılâp etmesi kararlaşmış leket içinde uzun bir tetkik gezisine çıktı. bulunan cemiyete düşen yeni vazifeleri belirtti. Eskişehir, İzmit, Bursa, Balıkesir, İzmir ve Bir taraftan da Halk Fırkasının resmen kurula­ Adana gibi şehirlerde saatlerce süren toplan­ bilmesi için gerekli hazırlıkları yaptırıyordu. tılarda memleketin türlü meleklerdeki münev­ 9 ağustos 1923 te Ankaraya gelmiş olan millet­ verleriyle, çeşitli İş sahibi halkla konuştu; on­ vekili eriyle yaptığı ilk genel toplantıda Müda­ ları konuşturdu ve aydınlattı, Kuracağını ilân faai Hukukun Halk Fırkasına inkılâp ettiğini ettiği parti İçin Mustafa Kemal'in adı artık bildirdi. 9 eylül 1923 te de Mustafa Kemal’in bir program ve şerefli mazisi onun partisine kurduğu parti Cemiyetler Kanununa göre hü­ katılma karan verenler İçin yeter bir teminat kümetçe resmen tescil olunarak kuruluşunu ta­ olmuştu. mamladı, 11 eyiüîde Fırka, kurucusu Mustafa Ke­ Mustafa Kemalin siyasi hayatının bu Önemli mali Genel Başkanlığına seçti. Bu sıfat ve sesafhasında, kendisini, türlü güçlükler içinde lâhiyetinı 19 kasım 1923 e kadar doğrudan doğ­ yetiştiren, mücadele yıllarında İstanbul da ge­ ruya kullanan Mustafa Kemal, o tarihte parti çirdiği üzüntü ve endişe dolu hayat doiayısile başkan vekilliğine Başbakan ismet Paşayı tayin basta düştüğü için Izmirde tedavi ve istira­ etti. Hayatı boyunca Cumhuriyet Halk Partisi­ hatta bulunan Annesi Zübeyde Hanım ocak nin Değişmez Genel Başkanlığını muhafaza 1913 de hayata gözlerini kapamıştır, eden Mustafa Kemal'i ölümünden sonra da 26 Mustafa Kemal İzmit'te bulunduğu sırada İs­ aralık 1938 de toplanan ol ğanüslÜ Kurultay tanbul gazetelerinin baş muharrirlerini yanma Particin »Ebedi Şef" i ilân etmek suretiyle çağırarak kendileriyle ayrıca pek uzun bir gö­ kurucusuna olan şükran borcunu ve bağlılığını rüşmede bulundu ve kurmak İstediği parti belirtmiştir. hakkmdaki düşüncelerini: Cumhuriyet Halk Partisinin hayatında Mus­ »Ben Halk Fırkası namı altında bir fırka teş­ tafa Kemal’ in rolü büyük ve devamlı olmakla kil edeceğim dediğim zaman zannolunmasın ki, beraber 13-20 ekim 1927 tarihleri arasında milletin muhtelif sınıflarından bîr veya iki sı­ Partinin ikinci Kurultayında Mustafa Kemal 'in nıfın menfaatini yahut refahını temine matuf altı gün süren Büyük Nutku partinin olduğu bir gaye takip edeceğim. Fırkanın programı kadar Mustafa Kemal 'in hayatının da en Önemli bütün milletin refah ve saadetini temine matuf olaylarından birini teşkil eder. Mustafa Kemal olacaktır. Ortaya koyacağımız şey müspet mil­ bu nutkunda 19 mayıs 1919 da Samsun 'd* let programı olmalıdır" şeklinde hulâsa etti. Anadolu topraklarına ayak bastığı günden baş­ İzmitlilerle yaptığı konuşmada „tam istiklâlle layarak Millî Mücadelemizin ve istiklâl Sava­ kayıtsız şartsız millet hâkimiyetinin" Halk Fır­ şımızın geçirdiği safhaları bütün belgeleriyle kası programının iki esas maddesini teşkil ede­ bir bir açıklamakta, Cumhuriyetin kuruluşunu



ATATÜRK. ve bunu tâkip eden devrim olaylarıyla, devrime karşı olan hareketleri anlatmış ve Türk Cumhu­ riyetini Türk gençliğine emanet eden aşağıdaki tarihî hitabesiyle sözlerine son vermiştir. „Ey Türk Gençlisi Birinci vazifen, Türk istik­ lâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa"etmektîr. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazîneden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti mü­ dafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak İçin, İçinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmiyeceksin Bu imkân ve şerait, çok namüsaît bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşman­ lar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir ga­ libiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedîlmİş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil iş­ gal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha eîîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve de­ lâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilir­ ler, Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bî­ tap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâd ı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen Türk İstiklâl ve cümlıurİ yetini kurtarmaktadır Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur." t o kasım 192a de çalışmalarına başlamış olan Lozan Konferansı, Türk Milletinin İstiklâl Savaşında bin bir mahrumiyet içinde, bin bir fedakârlıkla kazandığı zaferlerin temin ettiği ve edeceği faydaları tâyin ve tesbit İçin top­ lanmış bulunuyordu. Bu konferansta, Türkiye Cihan Harbinin galipleri ile karşı karşıya geli­ yordu. Mustafa Kemal, sulh konferansında hak­ kımızın derhal ve kolaylıkla teslim edilmeye­ ceğini biliyordu. Çetin mücadeleler olacaktı. Bu mücadelelerin lehimize bir istikamet ala­ rak istediğimiz neticeye varması İçin Mustafa Kemal, konferans müzakereleriyle çok yakın­ dan ilgilendi ve Murahhas Heyeti Başkanı ile sıkı temasta bulundu. Lozan dan gelecek tel­ graf ve mektupların, gecenin hangi saatinde ge­ lirlerse gelsinler, kendisine derhal verilmesini istemişti. Murahhas Heyeti Başka nma âzami süratle cevap yetiştirilmesiyle bizzat meşgul oluyordu. Bu suretle Türk Başmurahhasımn, diğer heyetler başkanlarıua göre daima hükü­ metinin noktai nazarını derhal bildirmek du­ rumda bulunması sağlanmıştı.



m



Mustafa Kemal, konferans müzakerelerinin ilk anlarda münakaşalı ve Türk hukukunu tasdik eder mahiyette olmamalarını tabiî görüyordu. Çünkü Lozan 'da bahis mevzuu olan meseleler üç dört senelik bir devreye münhasır değildi. Asırların hesabı görülüyordu. Osmanlı Devle­ tinin Avrupalılara varmış olduğu türlü İmti­ yazları kaldırtmak icabediyordu. Mustafa Ke­ mal, bütün millî dâvalarda olduğu gibi, bu dâvada da neticenin müsbet olacağına inanı­ yor ve düşüncesini şöyle ifade ediyordu: »Maziye ait müsamahaların, hataların faili bİz olmadığımız halde, esasen asırların mütera­ kim hesabatı bizden sorulmamak lâzım gelirken, ' bu hususta dünya İle karşı karşıya gelmek bi­ ze teveccüh etmişti. Millet ve memleketi hakiki istiklâl ve hâkimiyetine sahip kılmak için bu müşkülât ve fedakârlığı da iktıham etmek bi­ zim üzerimize tahmil olunmuştu, Ben neticenin behemehal müspet olacağından emindim. Mutalebatımız, sarih ve tabiî haklarımızdı. Bun­ dan başka, hukukumuzu muhafaza ve temin için kudretimiz da vardı. Kuvvetimiz de kâfi idi." Mustafa Kemal, kuracağı siyasî parti hak­ kında halkla temasta bulunmak üzere memle­ ket içinde yaptığı seyyahat sırasında, millete Lozan Konferansı neticesinin müspet olacağı hakkmdakİ inancını da açıklamakta İdi, Fakat bu sıralarda îti)âf Devletleri murahhas heyet­ leri Türk heyetine, yapılan konuşma ve anlaş­ maları bir tarafa bırakarak bir andlaşma pro­ jesi verdiler. Bu proje mana ve ruh itibariyle istiklâlimizle telif kabul etmeyen şartlar ta­ şıyordu, Heyetimiz tarafından reddolundu, Bİzİm mukabil projemizi de onlar kabul etme­ dikleri İçin konferans müzakereleri belli ol­ mayan bir tarihe bırakıldı. Türk Murahhas Heyeti memlekete dönünce, Mecliste her ne bahasına olursa olsun biran evvel sulh yapılmasını isteyen bir azlık tenkidlere başladı. Milletin sulh hakkında ne dü­ şündüğünü yakından bildiği için Mustafa Ke­ mal, Millet Meclisi seçiminin yenilenmesini sağ­ lamıştı. 23 nisan 1923 te tekrar başlayan Lozan Konferansı müzakereleri Mustafa Kemal ile Türk Başmurahhası İsmet Paşa arasındaki tam ve devamlı temas ve anlaşmanın neticesi ola­ rak başarıyla sonuçlandı. 24 temmuz 1923 te andlaşma imzalandı, Bu suretle millî savaş, bir askerî nihai zaferden sonra onu gerçekleştiren ve politika alanında kazanılan siyasi bir nihai zaferle tamamlanmış oluyordu. Bu İki zafer Türk Millietinin sarf ettiği emsalsiz cehd ve kudretin haklı birer mükâfatı idi, Her iki zaferde de Mustafa Kei mal, kudretli şahsiyeti ve Türk Milletine olan



m



ATATÜRK.



kuvvetli imam ile iik plânda en büyük rolü oynamıştır. Artık Misakı Millî htıdudları içinde tam bir istiklâle sahip, genç ve kuvvetli bir Türkiye gerçek manasıyla kurulmuştu. Lozan Barış And!aşmasının özel Önemini Mustafa Kemal „bu muahedename, Türk Milleti aley­ hine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Mu­ afı ed enam esiyle ikmal edildiği zannedilmiş bü­ yük bir suikasdin inhidamım ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali namesbuk bir siyasî zafer eseridir" sözleriyle belirtmektedir. nisan 1920 den beri Türkiye Devletinin mukadderatım idare eden Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi Hükümetinin şekli esasen bir cum­ huriyetti. Yalnız Misakı Mîllîyi tahakkuk et­ tirmek bahis mevzuu olduğu bîr sırada Mus­ tafa Kemal, bu adı açıkça ortaya atarak düş­ manlara karşı yapılan savaşta millî kuvvetleri parçalayacak bir rejim münakaşasına girmek istememişti. Bütün inkılâp hareketlerin!; «mil­ letin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiği büyük tekâmül istidadım bir millî sır gibi vic­ danında saklayarak, sıralan geldikçe bütün içtima! heyetimize tatbik ettirmek" kararında idi. Birinci Büyük Millet Meclisi seçimin yenilen­ mesine karar vererek dağıldıktan sonra Mus­ tafa Kemal, yeni Meclis toplanıncaya kadar yetiştirilmek üzere bîr kısım mütehassıs arka­ daşlarını yeni btr Anayasa tasarısı hazır lamağa memur etmiş ve zaman zaman top­ lantılarına başkanlık ederek bu yoldaki çalış­ maları kendi düşünce ve direktifleriyle aydın­ latmaktan geri durmamıştı. «Devlet riyaseti makamiyİe Türkiye Büyük Millet Meclisi Riya­ set makamım memzuc bulundurmak, hükümeti millİyemizİn mahiyeti Hükümeti Cumhuriye olduğu halde onu kati olarak ifade ve ilân etmemek bîr zaaf teşkil etmekte" olduğu, «İlk fırsatta cumhuriyeti ilân etmek ve devlet riyasetini, cumhuriyet riyaseti makamında tem­ sil ederek kuvvetli bîr vaziyet vücude ge­ tirmek elzem" bulunduğu düşüncesinde idi. 2z eylül 1923 günü Neue Freie Presse muha­ biriyle yaptiğı bir konuşma ile bu düşüncesini «Yeni Türkiyenin yenileşmesi işi daha sona varmamıştır. Türkiye Teşkilâtı Esasiyesinîn, he­ nüz İnkişaf yolunda son ve kati şekli aldığı zannedilemez. Tâdiller ve tashihler yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzem­ dir" sözlerde ilk defa olarak memleket ve ci­ han efkârı umumiyesine bildirdi. Dışişleri Bakam İsmet Paşanın bir kısım arkadaşlariyle verdiği bir önerge ile, 13 ekim 1923 günü Bü­ yük Millet Meclisince Teşkilâtı Esasiye Kanu­ nuna eklenecek tek bir madde halinde Anka­ ra ’uın Türkiye Devletinin idare makam çlgrgk



kabul edilmesi de, bu sırada devlet merkezinin yeri hakkında başlamış olan tartışmalara bir son vermişti. 25 ekim 1923 günü meydana çıkan bir ka­ bine buhranı da Mustafa Kemal'e düşündüğünü gerçekleştirmek için bir fırsat teşkil etti. İkinci Büyük Millet Meclisinin açılışından son­ ra 14 ağustos 1923 te Fethi Beyin başkanlı­ ğında kurulan Bakanlar Kuruluna karşı Mec­ liste daha ilk günlerden beri bir muhalefet baş­ lamıştı, Mustafa Kemal Meclisteki bir hizbin gizli çalışmalarıyla Bakanlar Kuruluna İş gör­ mek imkânı bırakmadığını biliyordu. 25 ekim 1923 günü Bakanlar Kurulunu Çankaya'daki köşkünde toplayarak istifa etmeleri ve yeni­ den Bakan seçilecek olurlarsa kabul etmeme­ leri tavsiyesinde bulundu. Yalnız bundan o zaman Bakanlar Kuruluna dâhil bulunan Erkânı Harbiyei Umumîye Reisi müstesna tutulmuştu. Bu tedbirleri ile Mustafa Kemal muhalif hiz­ be hükümet kurmak ve idare etmek iktidarın­ da olmadıklarım bilfiil ispat etmek istiyor­ du. Gerçekten pek çok çalışıldığı halde 28 ekim akşamına kadar milletvekillerinin Üze­ rinde birleşecekleri bîr bakanlar listesi tertip edilemedi. O akşam Mustafa Kemal bir kı­ sım arkadaşlarım yemeğe çağırmıştı. Ye­ mek sırasında, «Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz" dedi ve bu fikri tasvibeden arkadaşlarım uğur­ ladıktan sonra Dışişleri Bakam İsmet Paşa ile kaldı. Bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladı­ lar. Bu müsvedde ile o gün yürürlükte olan 20 ocak 1921 tarihli Anayasa’nm birinci mad* desinin sonuna «Türkiye Devletinin şekli hükü­ meti Cumhuriyettir" cümlesi ilâve edildi. Ka­ nunun diğer maddelerinde yapılması gerekli değişiklikler tespit olundu. 29 ekim günü Halk Fırkası Meclis Gurupu Bakanlar Kurulu teşkili meselesi üzerindeki tartışmalarına tekrar baş­ lamıştı. İşin halli güç bîr safhada olduğunu gören bazı milletvekilleri Fırka Başkam Mus­ tafa Kemal Paşa'nın düşüncelerini öğrenmek arzusunda bulundular. Mustafa Kemal, Gruptan bir saat kadar mühlat istedi. Bu müddet İçinde Meclîsteki ■ odasında bazı milletvekillerini ka­ bul ederek gece hazırladıkları kanun tasarısı müsveddesi üzerindeki düşüncelerini öğrendi ve Grup toplantısında söz alarak Anayasanın bazı maddelerinin tâdili lüzumunu açıkladı ve İsmet Paşa ile hazırlamış oldukları müsveddeyi okunmak üzere kâtîplerdeu birine vererek kür­ süden indi. Meseleden Önce haberleri olmıyan milletvekilleri cumhuriyet İlânı teklifi karşısın\ da kalmışlardı. Lehte ve aleyhte uzui. tartış­ malardan sonra teklif kabul edildi. Parti Grupundan sonra Meclis toplandı. Hazırlanan ka­ mın tasarışmı incşliyerek î}Yaşasın Çumhliriyçt"



ATATÜRK.



sesleri arasında ve saat 20,30 da kabul etti. Derhal Cumhurbaşkanı seçimine başlandı ve 03 birliğiyle saat 20,45 te ilk Cumhurbaş­ kanlığına da Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, alman kararın önemini ve Türkiye tarihinde başîıyan bu yeni devre hakkındaki düşünce ve dilekleriyle programını şu sözlerle kısaca açıkladı: »Muhterem Arkadaşlar, mühim ve cihanşü­ mul hâdisatı fevkalâde karşısında muhterem milletimizin teyakkuz ve intibahı hakikisine bir vesikai kıymettar olan Teşkilâtı Esasiye Ka­ nunumuzun bazı maddelerini tavzih için encü­ meni mahsus tarafından heyeti celilenize tek­ lif olunan kanun lâyihasının kabulü münasebe­ tiyle Türkiye Devletinin; zaten cihanca malûm olau, malûm olması lâzımgelen mahiyeti» bey­ nelmilel maruf unvaniyle yadedildi. Bunun ica­ bı tabiîsi olmak üzere; bugüne kadar doğrudan doğruya Meclisin riyasetinde bulundurduğunuz arkadadaşmıza ifa ettirdiğiniz vazifeyi Reisi­ cumhur unvaniyle yine aynı arkadaşınıza, bu âciz arkadaşınıza tevcih ediyorsunuz. Bu mü­ nasebetle, şimdiye kadar hakkımda izhar bu­ yurduğunuz muhabbet ve samimiyet ve itimadı bir defa daha göstermekle yüksek kadirşinaslı­ ğınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı heyeti celilenize bütün samimiyeti ruhîyemle arzı teşekkürat ederim," »Efendiler, asırl&rdanberi şarkta mağdur ve mazlum olan milletimiz; Türk Milleti, hakikatte meftur olduğu hasailden muarra telâkki edi­ liyordu." »Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, İstidat, idrak, kendi hakkında suizanda bulunanların nekadar gafil ve nekadar tetkikten uzak zavahirperest insanlar olduğunu pek güz»! ispat etti. Milletimiz haiz olduğu evsaf ve liyakatini, hükümetinin yeni ismiyle, cihanı medeniyete daha çok suhuletle İzhara muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, ci­ handa işgal ettiği mevkie lâyık olduğunu aşa­ rîyle ispat edecektir." "Arkadaşlar, bu müessesçi âliyeyi vücuda getiren Türk Milletinin son dört sene zarfmda ihraz ettiği zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak Üzere teceUiyatım gösterecektir. Acizleri mazhar olduğum bu emniyet ve itimada kcspi liyakat etmek için pek mühim gördüğüm bir noktadaki İhtiyacı arzetmek mecburiyetin­ deyim, ö ; ihtiyaç, heyeti aîiyyenizin şahsım hakkındaki teveccüh ve itimadının ve muzahereti­ nin devamıdır. Ancak bu sayede ve Allahın inayetiyle şahsıma tevcih buyurduğunuz ve bu­ yuracağınız vezaifi hüsnü ifaya muvaffak ola­ bileceğimi ümit ederim,"



773



»Daima, muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bîr surette yapışarak onla­ rın şahıslarından kendimi biran bile müstağni gormiyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima noktai istinat telâkki ederek hep bera­ ber ileriye gideceğiz, Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır." Cumhuriyet yüzbir top atımiyle memleketin her köşesinde kutlanırken Mustafa Kemal, Cumhuriyet Hükümetinin ilk Bakanlar Kurulunu kurmağa da Başbakan sıfatiyle İsmet Paşa 'yı memur etmiş ve kendisine olan güvenini daha kuvvetle bir daha belirtmişti, Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilânından son­ ra, Cumhuriyete gölge getirebilecek, Cumhuriye­ tin ilânından memnun kalmıyanların siyasi ihti­ raslarına âlet olabilecek bir mahiyet göstermesi bakımından Halifeliği rejim için zararlı görmek­ te idi, »Şahsî saltanatın ilgasından sonra, başka unvanla aynı mahiyette bir makamdan ibaret kalması lâzımgelen halifeliğin de mülga oldu­ ğunu kabul ediyor" bunun için münasip zaman ve fırsat bekliyordu. Türlü olaylar Mustafa Kemal ’e bu düşüncesinde yanılmadığını göster­ di. Bunların başında bizzat Halifenin durumunu yanlış anlaması geliyordu, Abdülmecid Efendi Halife seçildikten sonra kendisine verilen tali­ matta, Halifei Müslimin unvanından başka sıfat taşımaması, Islâm Âlemine neşredilecek bir be­ yannamede Türkiye Büyük Millet Meclisini» kendisini hilâfete intihabından memnuniye­ tini bildirmesi, Vahdettin 'in hareketini takbih etmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hüküme­ tinin hizmetlerini takdirkâr bir dil ile anlat­ ması bildirilmişti. Halbuki Abdülmecid Efendi, imzasının üstünde Halifei Müslimin ve Hadimülharemeyn unvanının bulunmamasını, Vahdettin hakkında bir şey yazmamayı ve Islâm Âlemine yayımlanacak beyannamenin Türkçesiyle bir­ likte Arapçastnın da olmasını istedi. Bu istek-, lerİn bir kısmının kabul edilmesiyle kanaat etmiyen Abdülmecid, Halifei Resulullah ve Hadimülharameynişşerifeyn ibaresinin altında Abdülmecid bin Abdülâziz Han şeklinde imza kullanmakla Cumhuriyet Hükümetinin talimatı dışma çıktı, Mustafa Kemali, Millî Hâkimiyet için endîşeye düşüren Halifenin bu hareket tarzları yanında, Halifeye sahip çıkarak sözde hilâfet hukukunu müdafaa eden kimselerin ça­ lışmaları da vardı. Bazı politikacılar »hilâfet aynı hükümettir, Hilâfetin hukuk ve vezaifİni İptal etmek hiç kimsenin, hiçbir mealisin elin­ de değildir" diyerek Halifeyi, Padişah gibi yan­ şatmak İstiyorlardı. Bir milletvekili yayımladığı bir broşürde,, Halife Meclisin, Meclis Halifenin­ dir" fikrini İleri sürmekte idi. Daha birçok hareketler Halife hakkında biran Örme karar



774



ATATÜRK.



almağı gerektiriyordu. Fakat Mustafa Kemali Halifeliğin kaldırılması içm zorlıyan eti kuv­ vetli âmil, Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapmayı tasavvur ettiği içtimai ve lâyik inkı­ lâplara imkân olamıyaeağı düşüncesiydi. O, daha Lozan Barışı yapılmadan, Anadolu ’da yaptığı büyük seyahat sırasında bulduğu fırsat­ lardan faydalanarak halkı Halife ve Halifelik meselesinde de aydınlatmış, bütün İslâm  le - . mine sözü geçen bir Halifelik siyasetinin iflâs etmiş olduğu fikrini yaymıştı. Bunun İa beraber İstanbul gazetelerinde Halifeliğin önemini pro­ paganda eden yazılar sık ■ sık görülüyordu, Mustafa Kemal1 bu konuda'da kesin karar al­ mak zamanının geldiğini anlayınca Ordu ve Kolordu Komutanlarım büyük bir harb oyunu vesilesiyle 4 ~ 33 şubat 1924. te İzmir’de topla­ dı, Başbakan İsmet, Genelkurmay Başkam Fevzi Faşalar da beraberinde idi. Orada Halifeliğin, Şer’iye ve Evkaf Vek İliğinin kaldırılmalarını, Genelkurmay Başkanlığının Bakanlar Kurulu dışında kalmasını ve Öğretim kuramlarının bir­ leştirilmesini karar altına aldılar. 1 mart 1924"ğü* nü Büyük Millet Meclisini açış nutkunda, Cum­ hurbaşkanı “ Cumhuriyetin halen ve âtiy^n bil­ cümle taarruzattan katiyen ve ebediyen masun bulundurulması" için gerekli bulunan.tedbirlere temas etti. Ertesi gün Parti Grupun da maksadı sağhyacâk kararlar alındı. 3 mart 1924 günü de Büyük Millet Meclisi kabul ettiği dört kânundan biriyle Halifeliği kaktırdı ve Osmanoğuilan Hanedanı mensuplarım Türkiye hudutları dışına çıkardı. Bu suretle Halifeliğin kaldırılması ile Cumhuriyet rejimi tam manasiyie memlekette kurulmuş oluyor, Mustafa Kemal’e de, yıllar­ dan beri tasarladığı devrim hareketlerini ger­ çekleştirmek için imkân yaratılmış bulunuyordu. Atatürk, İstiklâl Savaşını yalnız vatan top­ raklarının istilâcı kuvvetlerden kurtarılmasın­ dan ibaret- saymıyordu. Ona göre bu savaşın çok daha geniş bir mânası vardı; Türkiye Cum­ huriyeti Hükümetini, Osmanlı kuramlarından kurtarmak, Türk cemiyetini dünyaca kabul edil­ miş sosyal ve kültürel değerlere kavuşturmak da lâzımdı. O, bu lüzumu daha İstiklâl Savaşının ilk günlerinde Ankara’da söylediği bir nutukta ŞÖyle ifade etmişti : ^Kurtuluştan sonra pek mühim vazife-i vata­ niye ve mîliiyemiz vardır. Ezcümle ahvali dâhili­ yemizi ıslâh ile mileli mutemeddioe meyahıhda faal'bir uzuv olabileceğimizi-fiilen ispat etmek lâzımdır. Bu gayede muvaffak olmak için siyasi mesaiden ziyade içtimai mesaiye ihtiyaç vardır." Atatürk, bu nutukta medeni milletler ara­ sında Türk Milletinin faal bir rol oynaması için



mühim vatani ve millî ödev olarak saydığı içtimai mesainin karakterini zamanın icapların­ dan dolayı açıklamamıştır. Fakat sonradan türlü vesilelerle söylediği nutuklarda, sosyal çalışma­ larla-Türk Milletini yeni bir medeniyet anla­ mına Vardırmak istediğine, aşağîdaki sözler şüphe bırakmamaktadır: »Dünyada her'kaVmin mevcudiyeti, kıymeti, hak ve hürriyeti ve istiklâli, malik olduğu ve yapacağı eserlerle* mütenasiptir," »Medeniyet' yolunda yürümek ve muvaffak olmak şartı hayatîdir." v »Medeniyetin müvöcehei kudreti niviyyesihde kurunu vustai' heyetlerle, İptidai hura­ felerle yürümeğe çalışan milletler mahvolmağa veya hiç* olmazsa esir ve zelil olmağa mah­ kûmdurlar." »Büyük dâvamız en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektedir. Bu yalnız kürümlârmda değil; düşüncelerinde de haklı bir inkılâp yapmış olan büyük Türk Mil­ letinin dinamik İdealidir". Atatürk’ün bu sözlerinde beliren mâna, Tüık cemiyetini doğunun medeniyet telâkkisinden uzaklaştırmaktır; Doğunun medeniyet telâkkisi; dünyanın maddi ve mânevi bütün olaylarını din görüşüne, sevap veya günah İle değerlen­ dirmek esasına göre kurulmuştu. Yetişkinlik anlamı, her şeyden önce ruhun tasfiyesİydi, Bu ise İnsanı dünyaya bağlıyan bağları gevşet­ mek ve onu Tanrıya götüren yolda yükselt­ mek ile mümkündü. Bu görüş, dünyayı geçici ve ahrete hazırlayıcı olarak kabul ettiği için onun nimetleri ve değerlerini sahte saymak­ tadır. Bu sebeble dünyayı değerlendirmeğe ça­ lışan' ve ondan faydalanmağı kabul etmiş olan Avrupa Medeniyeti aldatıcı bir örnekti. Atatürk, bu medeniyet kavramı Türk cemi­ yetinde- yaşadıkça millet kalkınma ve refa­ hının sağîânamıyacağmı anlamış, bulunuyordu. O, medeniyet deyince,- yalnız moral, yalnız teknik veya herhangi maddi bir terakki anla­ mıyordu. Ona göre, medeniyet, cemiyetin maddi ve manevi alanlarda insanların müşterek çalış­ maları neticesinde başarıların, ilerlemelerin hep­ si idi. Medeni insan akıl, mantık ve zekâ ile hareket edendir. Medeni insanın düşüncesinde vuzuh ve doğruluk; duygularında hemcinsini kendine yakın görme ve. ona sevgi besleme unsurla,! hâkimdir. Atatürk, Türk Milletinin tarihinden çıkarttığı gerçeklerle, onun - medeni 'vasi Hara malik ol­ duğuna İnanıyordu. Dedelerimiz dünyanın türlü yerlerinde v e ' devirlerinde Üstün medeniyet­ ler kurmuşlardı. Fakat onların kurmuş olduk­ ları bu eski medeniyetler bizi mİ ilet olarak bugün hayata hak sahibi kılmağa kâfi sayıla-



Atatürk 1 9 2 3 'te Cumhurbaşkanı seçiidigî gün’efde



ATATÜRK. mazlar. Böyle bir hakkı istemek için her Türk neslinin özel bir medeniyete sahibolması şart* tır. Zaten dedelerimize lâyık olduğumuzu da an* cak bu şartı yerine getirmekle ispat edebiliriz. Bu amaca varılması için Atatürk, Türk Mil* letinin asırlarca yabancı kalmış olduğu Garp medeniyet dünyasına bağlanmasını gerekli bu* luyordu. Atatürk 'e göre, milletler türlü türlüdür, fakat medeniyet dünyası birdir ve bir mîlletin ilerle­ mesi için de bütün İnsanların medeniyetine or­ tak oldukları bu dünyaya katılması muhakkak lâzımdır. Onun bu yoldaki düşüncelerini şu fikirler açıkça gösterir: «Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp cihanla alâkasız yaşıy amayız. Bilâkis müte* rakkİ, müteceddit bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşiyacağız." «Medeniyete girmek arzu edip de Garba te* veccüh etmemiş millet hangisidir ?“ Bu sözler de gösteriyor ki Atatürk, medeni* yet dünyası olarak batı dünyasını atıyordu. Batı medeniyetine girmekten de bu medeni­ yetin teşkilât, ilim ve irfan, teknik ve sanat şe­ killeriyle metotlarının kabul edilmesini anlı­ yordu. Atatürk, fikrin, hareket haline konul­ masıyla devrimci ve kurtarıcı bir değer kaza­ nacağına inandığı için yukardaki düşüncelerini gerçekleştirmek, Türkiye Devletini ve Türk ce­ miyetini Batı Medeniyetine girecek şekilde dü­ zenlemek İstedi. 23 nisan 1920 tarihinde kurulan Yeni Türkiye Devleti, yeni bir hukuk nizamına muhtaçtı. Bu nizam Osmanlı İmparatorluğunun hukuk siste­ mine göre kurulamazdı. Çünkü bu sistem bir millet hukukundan ziyade bir cemaatler huku­ ku sistemi idi. Osmanlı idaresinde İslamların, imparatorluk tebaasından olan Hıristiyanİarla, İmparatorluk tebaasından olmıyan Hıristiyan­ ların ayrı kanunları, kanun değerlerinde ayrı gelenekler! vardı. Bütün bu tefrikler Osmanlı İmparatorluğunun İslâmlığı resmî din tanıma­ sından ve teşkilâtım bu din çerçevesi içinde kurmak İstemesinden İlerigelmişti. Atatürk, Yeni Türkiye Devletinin hayat ve mukadderini, ayırıcı kanun ve kaidelerle değil, birleştirici kanun ve kaidelerle mümkün görü­ yordu. Halbuki milliyet fikri, bir ferdin değil, bir topluluğun malı idi. Bu anlayışın temeli, millî hudutlar dâhilinde yaşayan insanların sevinçte ve kederde iştirakleri ve beraberce mesut ve müreffeh yaşamaları idi. Birbirini İn târ eder gibi görünen fakat gerçekte yek­ diğerini tamamlayıcı karakterde olan bu iki fikri barıştırmanın da tek yolu din ile dev­ let işlerini ayırmaktı. Din, ferdin ahret ha­



771



yatını hazırlıyacak, Devlet de fertlerden ku­ rulan milletin dünya yaşayışını organlaştı­ racak ve idare edecekti. Böyle bir tefrikle politikacıların, dini siyaset düşüncelerine alet ederek fertlerin dinî hislerini istismar etmeleri Önlenmiş olacaktı, fşte bu düşüncelerledir ki Atatürk, Yeni Türkiye Devletini her türlü din tesirlerinin dışında, lâyik bir devlet haline ge­ tirmek İçin gerekli sosyal devrimler! yaptı. Bu devrimi erin hukuki kısmını Anayasadan başka adalet cihazının lâyik! eştiril meşinde ve Türk cemiyetinde medeni bayatın lâyik esaslar üzerine kurulmasında görüyoruz. Adalet ciha­ zının lâyİkleştirilmesi, hukuk İnkılâbının teme­ lini teşkil ediyordu. Atatürk, daha mart 1922 de adalet cihazımı­ zın lâyikleşmesi lüzumunu, program karakteri taşıyan şu düşüncelerle ortaya atm ıştı: «Seviyei adaletimizi, bilcümle medeni hayatı içtimaiyenîn seviyei adaleti derecesinde bu­ lundurmak mecburiyetindeyiz. Bu hususaiı tat­ min için mevcut kanun ve usullerimizi bu noktai nazardan ıslah, ihya ve tecdid edeceğiz." «Dünyada mevcut bilcümle medeni devletlerin kanunu medenileri hemen yekdiğerine pek ya­ kındır. Bizim millet ve hükümetimiz, fikri adalet ve zihniyeti adalet noktasından hiçbir medeni kavimden dun değildir. Belki tarih bu noktada da yüksek olduğumuza şahadet eder. Binaenaleyh bizim dahi mevcut mevzuatı hukukiyemİzİa, bil­ cümle medeni devletlerin müdevvenatı kanuniyesİnden nakıs olması caiz değildir." Bu nutkundan bir yıl sonra S nisan 1923 te yeni seçim doiayısiyle Atatürk, neşrettiği 9 umdelik seçim programında bîr defa daha kanunla­ rımızın millî ihtiyaçlara ve hukuk ilminin telkınatma göre yenibaştan ıslah ve ikmali lüzumun| dan bahsetti. Bu sözler hukuk inkılâbının arife­ sinde bulunulduğunu hissettirmekle beraber, çok mücerret kalmakta idi. Atatürk, henüz barış ahdlaşmasmm imzalanmadığı bîr sırada hukuk İn­ kılabının teferruatı hakkında bilgi vermekten çekinmiş ve sadece ileride yapılması gereken bu inkılâbın karakterinden umumi şekilde bahset­ miş olabilir. Lozan Barışı imzalandıktan sonra Atatürk, eski nizamm kalesi ve lâyık hareketin engeli olan halifeliği kaldırmağa karar verdi. Bu müessesenın mevcudiyeti, biri muhafazam, diğeri devrimci iki medeniyet telâkkisinin; biri orta­ çağ, diğeri modern iki hukuk nizamı düşünce­ sinin devamı demekti. Memleket ve meclis bu ikiliğin ıstırabını çekiyordu. Atatürk, Büyük Millet Meclisinde 1 mart 1924 te söylediği açış nutkunda halifelik meselesini ortaya koyduğu gibi tedrisatın tevhidi, hukuk ve adliyenin ıslahı, Şer’îye ve Evkaf Vekilliğinin



776



ATATÜRK.



ilgası problemleri üzerinde de ehemmiyetle dur­ muştu, Böylece halifeliğin kaldmlmasiyie bera­ ber medreseler ilga edildi, tevhidi tedrisat.ka­ bul olundu, kabineden Şer’îye ve Evkaf Ve­ killiği çıkarıldı. Bu yapılan değişmeler, yüz elli seneden beri Türkiye 'de yapılması istenilen ıslahat teşebbüs­ lerine nisbetle köklü ve cemiyetin büûyesine tesirli hareketler oldu. Bunlara baş olmak şerefi Mustafa Kemal ’indir. Halifeliğin kaldırılması, Atatürk ’ün hukuk ve Adliye cihazında yapılmasını tasarladığı ye­ niliklere imkân hazırlamıştı. O, önceden bu devrİmlere dair umumi olarak söylemiş olduğu fi­ kirleri, modern zihniyette hâkimler yetiştir­ mek için kurulan Ankara Hukuk Mektebinin açılış töreninde bîr defa daha aşağıdaki söz­ lerle ortaya koydu: «Milletin mevcudiyetini idame için fertleri arasında düşündüğü müşterek rabıta asırlar­ dan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yanı millet, dinî ve mezhebi irtibat yerine Türk Milleti rabıtasiyle efradım toplamıştır." «Millet, beynelmilel umumi mücadele sahasında ’ıayat ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak muasır medeniyette bulunabileceğini sa)it bîr hakikat olarak umde ittihaz eylemiştir." «Cumhuriyet Türkiycsinde eski hayat kaideeri, eski hukuk yerine, yeni hayat kaidelerinin ■ /e yeni hukukun kaim bulunmuş olması, bugün ereddüt kaabil oimıyan bir emrivakidir. Bu emrivaki sizin kitaplarınızda ve tatbik saasına geçeeek kanunlarda ifade ve izah oluna aktır." Atatürk ’ün bu nutkunu söylediği sıralarda uz­ manlardan kurulmuş bir heyet, Mecellenin yerine geçecek olan Türk Medeni Kanununu hazırlamak» a idi. Mecelle,, bizde XIX. yüzyılın cemiyet İhiyaçlarını karşılamak üzere hazırlanmış ve yüüriüğe konmuştu. Bu kanun, kendinden önceki hukuk düzenine göre derli toplu olmasına rağmen »ittikçe lâyikleşen bir dünyada Türk cemiyetinin şlerİni dinden çıkarılan hükümlerle çözmeği amaç tuttuğu için, hukuki olduğu kadar dinî bir karakter de taşıyordu. Mecelle; aile, miras ve şahıslar statüsü gibi beli i başlı konulan içine almadıktan başka, ticaret hukuku île ilgi­ li olan hükümleri de modern ticaret ihti­ yaçlarım karşılıyacak durumda değildi. Me­ cellenin bu yetersizliği daha Birinci Cihan Harbi sıralarında anlaşılmış ve değiştirilmesi için-özel bir komisyon kurulmuştu. Bu komis­ yon Aile Hukuku Kararnamesi adiyle eylenme hukukuna ait bazı yenilikler koymağa çalışmış ISO de, bu yenilikler Hürriyet ve İtİlâfçılar tara­ fından Mütareke devrinde ortadan kaldırılmış­ tır. Bu suretle, Mecelle hakkında son sözü söy­



lemek Türkiye Büyük Millet Meclisi Hüküme­ tine kalmış oluyordu. Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Mec­ lisinde söylediği i mart 1922 tarihli, nutkunda Mecellede geçen «ezmanın tegayyüriîe ahkâmın tegayyürü İnkâr olunamaz" hükmüne dayanarak Mecellenin ıslah edilmesi lüzumunu ileri sürdü. Bunun üzerine kanunlarımızı ıslah tedbirle­ rini araştırmak Üzere Adalet Bakanlığınca uzmanlardan komisyonlar kuruldu. Komisyonlar yakın çağlarda gelişen büyük endüstri devrimi neticesinde doğan modern ekonomi çalışmalariyle milletlerin kaynaştığım ve siyasi inkılâp­ larına rağmen hukuk mevzuatı bakımından bü­ yük bir aile olmak yolunda ilerlediklerini göre­ mediler. Türk Milletinin günlük ihtiyaçlarım karşılamıyan müesseseler! bırakarak dünya mil­ letlerine yetişmek için yeni hukuk kurallarının konmasını beklemeksizin olayların geliştirdiği devrim hamlesini de sezemediler. Nihayet Me­ celleye dayanan hukuk nizamının devamı lüzu­ mu neticesine vardılar, Mustafa Kemal Mecelle taraftarlarının bu görüşlerinden faydalandı. Çünkü ortaya bir ha­ kikat çıkmış bulunuyordu: Mecelle artık ıslah edilir bir hukuk sistemi değildi, Türk Mîlletinin ihtiyaçları için yeni bir Medenî Kanun lâzım­ dı. Mustafa Kemal’e göre Türk Milletinin ihti­ yaçları medenî dünyanın medenî milletlerinde duyulan ihtiyaçların aynı idi. Şu halde medeni milletlerin ihtiyaçlarım karşılamak üzere kon­ muş olan kanunlarla kanunlarımız arasında bîr fark olmamak lâzımdı. Bu düşünce Mecellenin yerine geçeeek olan Medeni Kanunumuzun ha­ zırlanmasında gÖzönünde tutuldu, 1924 de batı mevzuatından birinin «Türk Me­ deni Kanunu" olarak kabulü ve bunun da «ay­ nen İktibası fikri" kuvvetlenmiş ve bir taraf­ tan da batı mevzuatının incelenmesine geçil­ mişti. Fransız Medeni Kanunu eski, Alman Medeni Kanunu da çok mücerret ve az pratik görüldüğünden üzerlerinde durulmadı. Buna kar­ şılık İsviçre Medeni Kanunu, dünya, medeni kanunlarının en yenisi, en pratiği ve en de­ mokratı olduğu için bir kül halinde akma­ sı hükümetçe kararlaştırıldı; derhal İşe giri­ şildi. Memleketimizin hukuk uzmanlarından 26 kişilik bîr komisyon kuruldu. 14 ay süren bir Çalışmadan sonra bu komisyon, Türk Medeni Ka­ nununu, İsviçre Medeni Kanunundan naklederek hazırladı. Kanun hükümlerini a çık hy an şerhler de ayrıca bir heyet tarafından büyük ciltler halinde tertiplendi. BÖyleee ortaya konan Türk Medenî - Kanunu, Büyük Millet Meclisinin 17 şubat 1926 tarihli oturumunda bîr tek madde İhtiva eden bir kanunla tartışmasız ve açık oy İle kabul edildi ve aynı yılın 6 ekiminde yürü*-



ATATÜRK. lüğe girdi. Türk Medeni Kanonunun kabul edil mesiyle kurtuluş savaşımızın hukuk alanında, baş* lıca hamle yapılmış oldu. Bu kanunla, Türk Mille­ ti bir ümmet medeniyetinden, bütün dünya millet­ lerinin ortak oldukları çağdaş medeniyete geçti. Asırlarca hakları silik bırakılmış Türk kadını, kocasının tek karısı, çocuklarının öz anası ol­ mak kutsal haklarını kazanarak modern Türk ailesinin kurulması sağlandı. Türk vatandaşları din ve mezhepleri ne olursa olsun hak ve Ödev bakımından eşit oldular, Türk Medeni Kanununun kabulü ile, batı devletlerinin, memleketimizde yaşıyan Hıristi­ yanların haklarım Islâm Hukukuna karşı müdafaa etmek bahanesiyle yaptıkları ithamlara da son verilmiş oldu. Lozan Andlaşmasının 48 İnci maddesi Türki­ ye *de Müslüman oimıyan halkın, şahsi hüküm­ lere ve aile hukukuna ait işlerinin kendi örf ve âdetlerine göre halledilmesine müsait bu­ lunuyordu. Türk Medeni Kanunu çağdaş ka­ nunlar arasındaki değeri ile bu farkı da orta­ dan kaldırdı. Türk Medeni Kanununun yürür­ lüğe girmesi üzerine Musevi vatandaşlardan başl tyarak Ortodoks, Katolik, Gregoriyen gibi türlü cins ve mezhep mensupları ayn ayrı hü­ kümetimize başvurarak Lozan Andlaşmasındaki haklarından vazgeçtiklerim, kendilerinin de diğer vatandaşları gibi Medeni Kanunun hü­ kümlerine tâbi tutulmalarım istediler. Bu istek­ leri hükümetçe kabul edilerek, yeni bir anla­ yışla millî birliğin tamamlanması ve İleri bir millet şuurunun gelişmesi yolunda önemli bir adım daha atılmış oldu. Türk Medeni Kanununun kabul edilmesi üze­ rine bütün hukuk mevzuatımızı lâyık esaslara göre ayarlamak geregi hâsıl oldu. Borçlar ve Ceza Kanunları yeniden hazırlandı. Borçlar Ka­ nunu 8 mayıs, Ticaret Kanunu 10 mayıs, Ceza Kanunu da 1 temmuz 1928 de yürürlüğe girdi. Bundan başka 1930 senesine kadar geçen za­ man içinde Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile İcra ve İflâs Kanunları da tamam­ lanarak yürürlüğe kondu. Bu suretle Türk hukuk sistemi lâyik bîr hale getirilmiş oldu. Devlet müesseseleriyle ce­ miyetin İâyikleşmesi yolunda yapılan çalış­ malara ve kanunlara rağmen Anayasada lâyik cumhuriyet esaslarına zıt hükümlere dokunul­ mamıştı, Bu hükümlerin devlet ve cemiyetin de­ ğişmesine uygun olarak düzenlenmesi bir zaruret haline gelmiş bulunuyordu, Mustafa Kemal, 1927 yılı ekiminde söylediği büyük nutkunun sonları­ na doğru Anayasamızın, bu zaruret gözönünde tutularak değişmesi lüzumunada işaret etmişti. Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Gurupu 5 nişan 1928 tarihli toplantısında Anayasanın



777



iâyikleştlrilmesi prensİpîni kabul etti. Aynı gün mesele Büyük Millet Meclisine gönderildi. Anayasa Komisyonunda yapılan incelemeler­ den sonra Büyük Millet Meclîsinin 10 nisan 1928 tarihli toplantısında mevcut 269 üyenin oy birliği ile değişme teklifi kabul edildi ve Ana­ yasanın ikinci maddesinde mevcut »Türkiye devletinin dini, dini Islaradır*' fıkrası kaldırıl­ dığı gibi 36 ncı maddenin baş tarafında ah­ kâmı şerîyenin Büyük Millet Meclisi tarafından lenfiz edileceğini belirten cümle de kaldırıldı. Bundan başka Büyük Millet Meclisinde millet­ vekillerinin ve Cumhurbaşkanının yaptıkları yeminlar değiştirilerek namus üzerine andiçİlmesi şekli kabul edildi. Türk cemiyetinin lâyikleştirümesi yolunda başlamış olan çalış­ malar, bu suretle büyük ölçüde sağlanmış bu­ lunuyordu. XIX. yüzyılın başına kadar Osmanlı İm­ paratorluğunda hükümetin genel bir eğitim siyaseti yoktu, Müslüman halkın eğitim ihti­ yaçlarım karşıhyan medreselerle mahalle mek­ teplerinde öğretim tamamen dinî mahiyette idi. Mekteplerde çocuklara din bilgisi, ahlâk ve Kurandan başka biraz yazı ve aritmetik öğ­ retiliyordu. Medreselerde Arap dilinin gramer ve sentaksı, mantık ve hitabet, fıkıh ve ilahi­ yat gösterilmekte idi. Tarih ve coğrafya ve müspet ilimler tamamen ihmal edilmişti. İlim­ de tek sağlam usul olan müşahedeye, inceleme ve tenkide hiç önem verilmemişti. Bu karakteri ile medrese, dünyadan çok ahrete yakm insan­ lar yetiştiriyordu. Bunlar bilim problemlerini medresenin bilinen usulleriyle ispat ve talime çalışıyorlar, fakat tabiat İle cemiyet olaylarının izahı gerektiği vakit bunu hurafelerle veyahut eskimiş kaidelerle açıklamadan başka birşey yapamıyoriardı, XIX. yüzyılın başlarında medrese eğitimi ile cemiyet ihtiyaçlarının karşı! anam; ya cağı anİaşılmıya başlanmıştı. Devlet, kendi ihtiyaçları için, medresenin dışında bir eğitim sistemi kurmağa karar verdi ve Avrupa usulünde okul­ lar açıldı. Tanzimat devrinde bu hareket daha çok gelişti. Böylece çağdaş karakterli devlet eğitimi doğmuş oldu. Fakat öğretimde din dersleriyle Arap ve Fars dillerine üstün yer ve­ rilerek Şark Kültürünün tesiri devam ettirildi, Osmanlı Devletinde, medrese ile devlet eği­ timi dışında kendi dilinde ve dilediği program­ la öğretim yapan azlık okulları olduğu gibi, türlü batı milletlerinin ve en çok bu devletlere bağlı papaz kurumlanma dil, dîn ve kültür tesir­ leri yapmak amacîyle açmış oldukları yabancı okullar da vardı. Bu çeşitli eğitim kumrularının varlığı ve türlü amaçlara ulaşmak için çalışma­ ları, vatandaşlar arasında dil, bilgi, duygu ve



77*



ATATÜRK.



bayat görüşü bakımından aralarında farklar olan bir nesi! yetiştirmekte ve dolayısıyla millî kültürün kurulmasına engel olmakta idî. Bu durum, Kurtuluş Savaşının ilk yıllarına kadar sürdü, Kurtuluş Savaşının amaçı millî birliğin sağ­ lanması ve Türk cemiyetinin İâyi kİ eşmesi ol­ duğu için Türkiye Cumhuriyetinde Osmanlı eğitim telâkkisinin tasfiyesi bir zaruret idi, Fakat bu kolay bir İş değildi. Çünkü Türkçenin bilim dili olmasını dahi kabul etmiyen medrese, henüz mevcuttu. Medresenin yetiştir­ miş olduğu neslin büyük bîr kısmı millî eği­ time taraftar bulunmuyordu. Nihayet yüzyıl­ lardan beri dünya ötesi düşünceler va türlü cinsten hurafelerle beslenmiş olan halkımızın psikolojisi de hesaba katılmak lâzım geliyordu, Atatürk, devletin istiklâlini, milletin medenî seviyesini, memleketin refahını millî eğitime bağlı gördüğünden, mevcut güçlüklere rağmen, Kurtuluş Savaşının daha ilk anlarından itibaren millî eğitim meselesine el koymuştu. Sakarya Muharebesinin arifesinde Ankara 'da toplanan Maarif Kongresinde öğretmenlere söylediği nu­ tukta Türk çocuğuna verilmesi lâzıragelen ter­ biyeden bahsederken: ^Şimdiye kadar takiboİuuaa tahsil ve terbiye usullerinin, milletimizin tarihi tedenniyatında en mühim bir âmil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir millî terbiye programından bahseder­ ken eski devrin burafatmdan ve evsafı fıtriye mızle hiç de münasebeti olmıyan yabancı fikir­ lerden, Şarktan ve Garptan gelen bilcümle tesir­ lerden tamamen uzak, seciyei millîye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kasdediyo­ rum" diyerek millî eğitimin ilkelerini ortaya koymuştu. Düşman ordularının Anadolu ’dan koğulmasmdan sonra birçok kimseler, eski hayat şekil ve kaidelerine göre rahat ve refahlı bir yaşayışın başlıyacağma inanıyorlardı. Ata­ türk, böyle bir inanı tehlikeli görüyordu. Mil­ letimizin Kurtuluş Savaşında kazanmış olduğu heyecanı devam ettirmek ve milletimize düşman orduları kadar yıkıcı tesirler yapan geri zihni­ yetle savaşmak lâzımdı. Atatürk böyle bir sava­ şın heyecanını o kadar kuvvetle duyuyordu ki kendisine sorulan: —< İşte memleketi kurtardınız, şimdi ne yap­ mak istersiniz ? sualine: — Maarif Vekili olarak millî irfanı yükselt­ meğe çalışmak en büyük emelimdir, cevabını vermiştir. Atatürk herne kadar Maarif Vekili olmadı işe de kültür dâvalariyle yakından ilgilenerek bu meseleleri açıklamaya ve çözmeye çalıştı. Daha i mart 1922 de Büyük M, M. sinde söy­



lediği nutkunda hükümetin en feyizli ve en önemli görevi millî eğitim işleri olduğunu be­ lirttikten sonra: „Bu umurda muvaffak olabilmek için Öyle bir program takibetmeğe mecburuz ki o prog­ ram milletimizin bugünkü haliyle, içtimai, haya­ tî ihtiyaciyle, muhitin şeraitiyle ve asrın icabatı ile tamamen mütenasip ve mütevafık olsun.* „Bir taraftan cehli izaleye uğraşırken bîr ta­ raftan da memleket evlâdım İçtimai ve iktisadi hayata fiilen müessir ve müsmir kılabilmek için elzem olan iptidai malumatı amelî bir tarzda vermek usulü, maarifemizİn esasını teşkil et­ melidir." dedi. Büyük Zaferden sonra bu hususiaki düşünce­ sini yaymıya devam etti. Ekim 19*2 de Bur­ sa 'da kabul ettiği İstanbul öğretmenlerine ^Mektebin" Türk cemiyetinin kalkınmasında gö­ receği işi şu sözlerle belirtti:



„ ... Bugün vâsıl olduğumuz ,nokta, halâsı ha­ kiki noktası değildir. Milleti millet yapan, te­ rakki ve tefeyyüz ettiren kuvvetler vardır: Fikir kuvveti ve içtimai kuvvet." »Evvelâ fikir ve içtimaiyat kuvvetlerinin mem­ balarını tathirden başlamak lâzımdır. Memle­ keti, milleti kurtarmak ıstiyenler için hamiyet, hüsnüniyet, fedakârlık elzem -vsaftandır. f a­ kat bir heyeti içtimaiyedeki marazı görmeki-onu tedavi etmek, heyeti içtİmaiyeyi asrın icapları­ na göre terâkki ettirebilmek iç»n bu evsaf kâfi gelmez. Bu evsafıu yanında ilim ve fen lâzım­ dır. İlim ve fen teşebbüsatmın merkezi faaliyeti İse mekteptir. Binaenaleyh mektep lâzımdır. Mektep namını hep beraber hürmetle, tazimle zikredelim." ,,Mektep genç dimağlara, insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, şerefi ve is­ tiklâli öğretir." »Mektep sayesinde, mektebin yetiştireceği İlim ve fen sayesinde Türk Milleti, Türk sanatı, iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün bedayiiyie inkişaf eder." Aynı nutkun diğer bir yerinde de; “Hiçbir delili mantıkiye istinat etmiyen bir­ takım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden mîlletlerin terakkisi çok güç olur. Belki de hiç olmaz. Terakkide mevcut şurutu aşamıyan milletler, hayatı mâkul ve amelî mütalâa ede­ mezler." diyerek Türk kültürünü zararlı akide­ lerden kurtarmanın zaruri olduğuna öğretmen­ lerin dikkatlerini çekti, Atatürk, kendi İfadesiyle, cehlin izalesinde ve memleketin hurafelerden kurtarılmasında en büyük rolü oynıyacak olan »Mektep" ten bahs­ ederken, Medresenin dışında çalışmakta olan Çağdaş mektebi anlıyordu. Çağdaş mektep, TürI kiye 'de Mahmud II. Devrinden beri vardı. İlk



At a t ü r k .



ı



m



Medresenin bu durumunu zaten eskiden beri öğretimin mecbur iliği fikri bu devrin başlan­ gıcında doğmuştu. Fakat Törkiye Cumhuriyeti kestirmiş bulunan Atatürk, eğitimin birleştiril­ Devletinin kurtuluş yıllarında Türkiye-de mevcut mesi meselesini * mart 1923 te şu sözlerle okullar pek az olduğu gibi ilk öğretimin mec- Büyük Millet Meclisine anlattı: «Evlâdı memleketin müştereken ve mfitesaburluğu prensip! de tatbik edilemiyordu. Genel eğitimden faydalanan, şehirlerle kasabalar hal­ viyen iktisaba mecbur oldukları ulûm ve fünun kından bîr kısmı idi. Köylü tamamen ihmal vardır. AH meslek ve ihtisas erbabının tefrik edilmişti. Atatürk 1922 de söylediği bir nutukta olunabileceği derecatı tahsile kadar terbiye ve köylüyü okutmanın millî eğitim siyaseti için tedriste vahdet, heyeti içtimaiyemizin terakki teme! prensip kabul edilmesi gereğini şu söz­ ve taâlisi noktai nazarından çok mühimdir. Bu sebeple Şeriye Vekâleti ile Maarif Vekâletinin lerle ifade etmektedir > „ ... Bu memleketin sahibi ve heyeti içtima- bu hususta tevhidi fikir ve mesai eylemesi iyemizin unsuru esasisi köylüdür, İşte bü köy­ temenniye şayandır.** Atatürk bu düşüncesini, Büyük Millet Mecli­ lüdür ki bugüne kadar nuru maariften mahrum kalmıştır. Binaenaleyh bizim takibedeceğimiz sinin ikinci devre seçimi münasebetiyle program maarif siyasetinin temeli evvelâ mevcut cehli olmak üzere 8 nisan 1923 te yayımladığı dokuz umdenin sekizincisinde de «tahsili iptidaiye ted­ izale etmekt.tr,** Atatürk, Türkiye ’mn millî eğitim politika­ risatının tevhidi ve bilÛmum mekteplerimizin ih­ sında, gerçek bir devrimin yalnız okullar açmak, tiyaca tı miza ve asri esasata tevfikî ve muallim programlar ve metodları ıslah etmekle yapılmış ve müderrislerimizin terfih ve ikdarı temin sayılamıyacağınt biliyordu. Mademki Türkiye'nin . edileceği» ifadesiyle belirtti. Atatürk, eğitimin birleştirilmesi hususunda istikbali millileşmekte olan neslin karakteri ile ilgili İdi. O halde bu nesle akıl ve mantığa da­ işbirliği yapmalarım tavsiye ettiği Şeriye ve yanan bîr bilgiden başka, cemiyetimizin ve mem­ Maarif Vekilliklerinin bir anlaşmaya varamıleketimizin bünyesiyle ilgili bir ahlâk telâkkisi yacaklarını biliyordu. Çünkü, Osman! 1 İmpa­ ile bİr siyaset anlayışı da vermek lâzımdı. Bu ise ratorluğunda yapılan bir asırlık tecrübe de gös­ eğitim ve öğretimin bir elden ve bir esasa göre termişti ki, eski kurumlan yenilerle, ortaçağİdare edilmesiyle, medresenin kaldırılması ve vari zihniyeti, çağdaş zihniyetle: telif etmeğe bütün okulların Millî Eğitim Bakanlığına bağ- imkân yoktu. Fakat herkes Atatürk ’ün tarih­ ten çıkardığı neticeyi çıkaramıyordu. Onun ya­ lanmasiyle mümkündü, Atatürk medreselerin durumuna ve millî eği­ kın arkadaşlığım yapmış olanlar arasında bile timin bir elden idaresine Ük defa 1923 te İzmir’ Osmanlı müesseselerinden bir kısmını Türkiye de söylediği bir nutukta şu sözlerle dokundu: Cumhuriyetine aktarma etmek istiyenler vardı. »Bizde en ziyade göze çarpan bir nokta var­ İşte Atatürk bu kimselere medrese ile mektebi dır ki herkesin bu gibi mesaile temastan İçti­ yanyana yaşatmanın İmkânsızlığım anlatmak nabıdır. Medreseler ne olacak ? Evkaf ne ola­ için yukarda işaret edilen işbirliğini deneme­ cak ? dediğimiz zaman derhal bir mukavemete lerini tavsiye etmişti, mâruz kalırsınız. Bu mukavemeti yapanların ne İstenen ve beklenen işbirliği sağlanamayınca hak ve salâhiyetle bunu yaptıklarım sormak lâ­ Atatürk devrimci bir metot ile meseleyi kö­ zımdır.** dedikten ve «medreselerin bugünkü künden halletmeğe karar verdi. 1 mart 1924 te hali akametlerinden, bu hususta bizzat tetkik Büyük Millet Meclisinde söylediği nutukta: ve teftişlerinden mülhem hususattan, biraz da «Milletin arayı umumiyesinde tesbit olu­ Arapça öğrenmek ve Arapça tedrisatta bulun­ nan terbiye ve tedrisatın tevhidi umdesinin mak mecburiyetinin teviidettİğİ müşkülâttan büâ ifateî ân tatbiki lüzumunu müşahede edi­ ve ziyaı zamandan'* bahsettikten sonra: yoruz. Bu yolda teahhürün zararları ve bu yold; «Milletimizin, memleketimizin darülirfanlan tehalükün ciddî ve derin semereleri seri kara­ bir olmalıdır. Bütün memleket evlâdı kadın ve rınıza vesilei tecelli olmalıdır,** sözleriyle Mec­ erkek aynı surette oradan çıkmalıdır.** dedi. lisi harekete dâyet etti. Atatürk medreselerin mahiyetini ve öğretimin Meclis, 3 martta yaptığı oturumda »Hilâfe­ birleştirilmesi lüzumunu bu sözleriyle Türk tin ilgası ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cum­ Milletine bildirdikten sonra, hâsıl olan tep­ huriyeti Haricine Çıkarılması, Şeriye ve Evkaf kileri gözden geçirdi. Medresenin Türk hal­ ve Erkânı Harbiye! Umumiye Vekâletlerinin kına asırlardan beri faideden çok zararı dokun­ İlgası ile Tevhidi Tedrisat kanunlarını çıkardı. duğu için halktan medrese lehine bir ses yük­ Bu suretle aynı günde Hilâfet müessesesi ile selmedi. Medresenin kendisine gelince, o kadar ona yıllardan beri destek olmuş olan medrese­ bozulmuş ve zayıflamıştı kİ hiçbir şekilde var­ ler tarihe karıştığı gibi Türk miHî eğitimi de lığım haklı göstermeğe kudreti kalmamıştı. | Atatürk’ün yıllardan beri görmek İstediği bir



?8o



ATATÜRK.



birliğe kavuşmuş oldu. Atatürk bu esastı ka­ rek milletimiz İçin millî terbiyenin lüzum ve nunlara» kabul edilmesinden bir müddet sonra ehemmiyetini şu sözlerle belirtmiştir: tevhidi tedrisatın önemini bîr nutkunda şöyle «Terbiyedir ki bir milleti ya hür, müstakil, belirtti: şanlı, âli bir heyeti içtimaiye halinde yaşatır, „Cihan aılei medeniyesiııde mevkii ihtiram ya bir milleti esaret ve sefalete terk eder." sahibi olmak istiyen Türk Milleti, evlâdına ve­ «Terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı receği terbiyeyi mektep ve medrese namında zaman herkes kendince maksut bir medlule birbirinden büsbütün başka iki nevi müesse- intikal eder. Tafsilâtına girişilirse terbiyenin seye testim etmeğe katlanabilir mi idi? Terbi­ hedefleri, maksatları tenevvü eder. Meselâ dînî ye ve tedrisatı tevhıd etmedikçe aynı fikirde, terbiye, millî terbiye, beynelmilel terbiye.. Bü­ aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir mil­ tün bu terbiyelerin hedef ve gayeleri başka let yapmağa imkân aramak abesle iştigal ol­ başkadır. Ben burada yalnız yeni Türkiye Cum­ maz mı id i? ". Atatürk «Tevhidi Tedrisat Ka­ huriyetinin yeni nesle vereceği terbiyenin millî nunu" nu bu kadar önemli görmekle beraber, terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra Türk millî eğitiminin İâyikleştirilmesinde son diğerleri üzerinde tevakkuf etmiyeceğim. Yalnız merhale olarak kabul etmiyor, millî eğitim sis­ işaret ettiğim mânayı kısa bir misal ile izah temimizde medreseden geçmiş olau bütün tesir­ edeceğim. Efendiler; yeryüzünde üçyüz milyo­ lerin silinerek bu devrim hareketinin tamam­ nu mütecaviz Islâm vardır. Bunlar ana, baba, lanmasını da gerekli buluyordu. Halbuki med­ hoca terbiyesiyle, terbiye ve ahlâk almaktadır­ reselerin kaldırılması bu müesseseye baği» olan­ lar. Maalesef hakikati hâdise şudur ki, bütün ların menfaatlerini ve nüfuzlarım yokettiği için bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya bu­ bunlar ve tesirleri altında bulun durdukları bir nun esaret zincirleri altındadırlar. Aldıkları kısım cahil halk, eski rejimden çıkarlarını sağla­ manevi terbiye ve ahlâk onlara bu esaret zin­ yan bazı kimseler, medreselerin tekrar kurulma­ cirlerini kırdı rabılecek meziyeti insan iyeyi ver­ sını istiyorlardı. Hattâ medreselerin ilgasından memiştir, vermiyor. Çünkü hedefi, terbiye 1mil­ bir müddet sonra Atatürk ’ün Rize seyahatinde liye değildir." Atatürk *ün bu düşünceleri istikametinde ya­ softalardan kurulmuş bir heyet Atatürk ‘e bir dilekçe ile başvurarak medreselerin tekrar açıl­ pılan çalışmaların bîr neticesi olarak medre­ masını rica etti. Atatürk bu heyete memleke­ selerin kaldırılmasından biraz sonra açılmış tin, milletin felâket sebepleri arasında medre­ olan İmam ve Hatip Mektepleri kapatıldığı gibi senin oynadığı yıkıcı rolü açıkladıktan sonra: ilk, orta okullarla liselerin programlarında mev­ «Mektep İstemiyorsunuz, halbuki millet onu cut din dersleri de çıkarıldı. Bu tedbirlerle İstiyor, Bırakınız artık bu zavallı millet, bu millî eğitim sistemimizin lâyikleşt irilmesinden memleket evlâdı yetişsin I Medreseler açılmaya­ sonra azlık ve yabancı okullarının dinî ve siyasi maksatlarla öğretim yapmalarının Önüne geçil­ caktır. Millete mektep lâzımdır" dedi. Medreselerin kaldırılmasından müteessir olan diği gibi bunlarda mevcut din alâmetleri de kal­ yalnız medreseliler ve eski rejimden çıkarı dırıldı. Bundan başka bu okulların ders program­ olanlar değildi. Münevverler arasında devri- larındaki Türkçe, tarih ve coğrafya, yurt bilgisi mımİzin pİsikolojisini kavrıyamıyanlar da yapı­ derslerinin zorumlu ve genel olarak Türk Öğret­ lanı beğenmiyorlardı. Fakat bunlar medresenin menler tarafından Türk diliyle okutulması da tekrar dirilemiyeceğine akıl erdirdikleri için, sağlandı. Azlık ve yabancı okulları, Türk okul­ hiç olmazsa onun, cemiyetimize ve millî eği­ ları gibi hükümetin teftiş ve denetine tâbi tutul­ tim sistemimize yerleşmiş olan tesirlerini ko­ makla, Osmanlı İmparatorluğundaki özel durum­ rumak istiyorlardı. Bu münasebetle en çok ları kaldırılarak millî eğitim sistemi içine alınmış durdukları nokta, din terbiyesine hükümetçe oldular. Atatürk irşadedicİ sözleri ve devrimci ted­ dokunul maması idi. Atatürk çağdaş bir cemi­ yette din terbiyesinin devlet eliyle yedilmesînin, birleriyle medreselerin yıkılmasını, okullardan faideden çok zaraı getireceğini anlamış bulun­ din tesirlerinin kaldırılmasını sağlayınca Türk duğu İçin, umumi efkârı bu hususta aydınlat­ millî eğitimi lâyik ve millî temeller üzerinde makta her fırsattan istifade ediyordu. 1925 te gelişmeğe başladı. İlk okullarla orta okulların Samsun ’a y a p t ı ğ ı seyahatte söylediği nutuk­ ve liselerin sayısı arttırıldı. Sanat okulları kuvvetlendirüdiği gibi kızların yetiştirilmesi lardan birisinde i «Dünyada herşey için maddiyat ve manevi­ için kız sanat enstitüleri ve akşam sanat okul­ yat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki ları açıldı. Orta öğretimde muhtelit Öğretim mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricînde sistemi uygulandı. 1933 te İstanbul Darülfünunu, mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir" düzenlenerek Üniversite adı altında teşkilâtlan­ dedikten sonra, terbiye meselesine temas ede­ dırıldı. 1925 te Ankara 'da yargıçlar ve hukuk-



?8ı



ATATÜRK. çalar yetiştirmek Özere açılmış olan Hukuk Mek­ tebi yanında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin kurulması İle de Ankara Üniversitesinin te­ melleri- atılmış oldu. Bundan başka Atatürk 1937 Meclis açış nutkunda Doğu Anadolu ‘da bir üniversitenin kurulması gereğini de ehem­ miyetle belirtti. Boylece Atatürk» Türkiye’de millî eğitimin kuruculuğunu da yapmış oldu. Mustafa Kemal, Türk Cemiyetinin, Batı Me­ deniyetine girmesi için, devlet kurmalarında yapılan devrimler! yeter görmüyordu. O, bu devrimlerîn cemiyet hayatında büyük değişiklik yapılmak suretiyle tamamlanabileceğine inan­ makta idi. Bunun içîn de Türkîer arasında yüz­ yıllardan beri ümmet kıymetleriyle yoğrulmuş olan yaşayış şekilleriyle, hayat görüşlerinin de değişmesini gerekli buluyordu. Halbuki yaşayış şekli, hayat görüşü her şeyden önce bir aile eğitimine bağlı İdî, O halde yeni nesilleri yetiş­ tirecek olan Türk kadınına bu önemli vazifesini başaracak imkânları sağlamak için, ailede ve cemiyette kendisinden esirgenmiş olan tabiî hak­ larını vermek lâzımdı. Zaten bazı milletler gibi milletimizin intibak etmek zorunda bulunduğu modern hayat şartları da böyle bir lüzumu hak­ lı gösteriyordu. Kurtuluş Savaşında, Türk kadını kendisine düşen vatan ödevini örnek bir şekilde büyük bîr fedakârlıkla yapmıştı. Erkeğinin boş bı­ raktığı alanlarda çalışmış, ordunun geri hiz­ metlerinde büyük gayretler sarf etmiş, cepheler­ de düşmana karşı silâh bile kullanmıştı. Mustafa Kemal, Türk kadınının vatan topraklarının kurtulmasmda olduğu gibi, bu toprakların değer­ lendirilmesinde ve Türk cemiyetinin kalkınma­ sında da tesirli bir şekilde çalışmasını gerekli buluyordu. Ona göre refah ve saadet, çalışanla­ rın hakkı idi. Türk Milletinin müreffeh ve mesut olması için de muhtaç olduğu başlıca vasıf çalış­ kan olmaktı. Türk kadını behemehal ekonomik hayatta da erkeğinin yanında yer almalı idi. Bu realist ve kurtarıcı görüşü, yüz yıllarca Doğu Medeniyetinin tesirleri içinde yoğurulmuş cemiyetimize aşılamak için Mustafa Kemal ka­ nun kuvveti yerine ikna ve açıklama yolunu kabul etti. 1923 ten başlıyarak memleket içinde yaptığı seyahatlerde türlü vesilelerle söylediği nutuklarda kadın meselesine dokunarak, kadı­ nın ailede ve cemiyetteki yerini, çalışmaları­ nın memleket için önemini şöyle belirtti: „Bir heyeti içtimaiye, cinseynden yalnız birinin icabatı asriyeyi iktisabetmesiyle iktifa ederse, o heyeti içtimaiye yandan fazla zaaf içinde ka­ lır." „ Bİzi m heyeti içtimaiyemizin ademi.muvaffakiyetinin sebebi, kadınlarımıza gösterdiği­ miz tekâsül ve kusurdan neşet etmektedir. İn­ sanlar dünyaya, mukadder olduğu kadar ya­



şamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek faa­ liyet demektir. Binaenaleyh bir heyeti içtimaiyenin bir uzvu faaliyette bulunurken diğer uz­ vu atalette bulunursa o heyeti içtimaiye mefluç­ tur." «Bugünün levazımından biri kadınlarımızın her hususta yükselmesini temindir. Binaenaleyh kadınlarımız da âlim ve mütefeımin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün derecatı tahsil­ den geçeceklerdir. Sonra kadınlar hayatı içtimaiyede de erkeklerle beraber yürüyerek bir­ birinin' muin ve müzahiri olacaklardır." „Bizi analarımızın adam etmesi lâzımdı. Onlar edebildikleri kadar etmişlerdir. Bundan son­ ra başka zihniyette, başka kemalâtta adamlara muhtacız. Bunları yetiştirecek olanlar bundan sonraki analardır, Bu maruzatımın İstiklâl, şeref, hayat ve mevcudiyetini temin ve idame etmeği umde ittihaz eden yeni Türkiye Devletinin esasla­ rından birini teşkil etmesi lazımdır. Ve edecek­ tir." «Medeniyetten bahsederken şunu da kati­ yetle beyan etmeliyim ki, medeniyetin esası, te­ rakki ve kuvvetin temeli, aile hayatmdadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak içtimai, iktisadi,siyasi aczimizi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadı» ve erkek unsurların tabiî haklarına malik ol­ maları, aile vazifelerini ifaya muktedir bulunma­ ları, lazimedendir." Mustafa Kemal, Türk cemiyetinde kadının gerçek yerini alması lüzumuna dair ileri sürdü­ ğü bu fikirleri, hareketleriyle tahakkuk ettir­ meğe başladı. 29 ocak 1923 te İzmir ’de Lâtife Hanım ile evlenirken* 6 vakte kadar uyulması gelenek olan evlenme usulünden ayrıldı. Evlen­ me törenlerinin perşembe günleri yapılması âdet iken pazartesi günü evlendi. Nikâh töre­ ninde kadının bulunmaması gerektiği halde ni­ kâhı Lâtife Hanımın huzuru ile kıydırdı. Bun­ dan sonra yaptığı seyahatlere Lâtife Hanım da iştirak etti. Karı kocanın beraber gezmeleri âdet olmıyan bir memlekette Devlet Başkammn eşi ile seyahati, her seviyeden halk üze­ rinde derin tesirler bıraktı. Atatürk bundan başka sosyal hayatın, çalışma cephesinde olduğu kadar eğlenme alanında da kadınla erkeğin beraber bulunmasını İcabettirdığini düşünerek balolar tertib ettirdi. Mustafa Kemal, çağdaş Türk cemiyetinde kadın ve erkeğin eşitliğini sağlamak için, Türk kadınının hüviyetini gizliyen çarşaflı ve peçe­ li kadın kıyafetinin değiştirilmesi lüzumuna d? inanmış bulunuyordu. Kastamonu ’da şapka bakkındaki önemli nutku verdikten sonra 27 ağus­ tos 1927 ’de înebolu ’da verdiğ5 başka biı söylevde bu fikrini şu sö%UrU açıkladı: «Seyahatim esnasında VöyUrd'e- değil, başka kasabalarda ve şehirler-W W d.** -'■ rke.daşları*) S ağustos



1925



do ayrılı,-,-*-Wto*.



?İU



ATATÜRK.



mum yüzlerini ve gözlerini çok kesif ola rak kapattıklarım gördüm. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim hodbinliğimizin eseridir.* „Kadın arkadaşlarımız da bizim gibi müdrik ve mütefekkir insanlardır. Onlara ahlâkı ve mu­ kaddesatı telkin etmek, milli ahlâkımızı anlat­ mak ve onların dimağını nur ile, nezahatle teçhiz etmek esası üzerinde bulunduktan sonra fazla hodbinliğe lüzum yoktur. Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri İle cihanı dikkatle göre* bilsinler, bunda korkulacak birşey yoktur." Mustafa Kemal, kadın kıyafetinin değiştiril­ mesinde raslanması ihtimal içinde olan güçlü­ ğün önemini de gozönünde bulunduruyordu. Ta­ assup ve geri düşüncelerin tesiri ile, böyle bir hareketin önlenebilme! için irtica zihniye­ tinin vasıta yapılması mümkündü. Zaten Osmanh tarihinde de böyle tepkilerin Örnek­ leri vardı. Mustafa Kemal, sözlerindeki irşad edici düşüncelere uyularak, yapılmakta olan İçtima: devrim hareketini baltalamak istiyen kimseler bulunursa müsamaha gösterİlemiyeceğini de İnebolu nutkunun sonunda, şu satırlarla ifade etmişti: „Arkadaşlar; muhakkak surette telâffuz edi­ yorum, korkmayınız, bu gidiş zarurîdir. 6u za­ ruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye isal ediyor. İsterseniz bildireyim kİ, bu kadar yük­ sek ve mühim bîr neticeye vusul için lâzım gelirse baz: kurbanlar da verelim. Bunun ehem­ miyeti yoktur." 1926 da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile kadınlarımız medeni haklarına kavuşmuş ve Türk ailesinin gerçek temel: yeniden kurulmuştu. Mustafa Kemal, çağdaş Türk cemiyetinde er­ kek ve kadtn arasında tam bir eşitlik İstediği içİn, Türk kadmınm kazandığı sosyal ve medeni haklara, siyasî hakların da eklenmesini gerekli buluyordu. Bu sebepledir ki, Medeni Kanunun kabul edilmesinden dört yıl sonra 1930 da yeni yapılan Belediyeler Kanunu İle Türk kadınına belediye üyesi seçmek ve seçilmek hakkı ve­ rildi, Mustafa Kemal, bundan sonra Türk kadı­ nım memleketin yüksek idaresine İştirak ettir­ mek, ona milletvekili seçmek ve seçilmek hak­ larım kazandırmak İçin, halkı hazırlamağa ko­ yuldu. Türlü nutuklarında Türk kadınının hak ve Ödev bakımından Türk erkeğine tam mânası İle eşit olması lüzumunda durdu. 5 kasım 1934 te Çıkarılan bir kanunla, kadınlarımıza vatandaş­ lık haklarının en kutsalı olan milletvekili seç­ mek ve,seçilmek hakkı tanındı. Kadınlarımızın, içtimai yerlerini ve siyasi haklarım kazanmaları Türk ailesini ve Türk cemiyetini Ortaçağ kılı­ ğından çıkararak çağdaş cemiyetlerin bünyesine kavuşturmuş oldu. Türk kadınının haklarına kavuşması, bütün dünyada büyük akisler uyan­



dırdı. Batı âleminde kadınlığımız hakkında kök­ leşmiş olan efsaneler sarsıldı. Avrupa milletle­ rinin birçoğu tarihlerinde büyük devrimler ba­ şarmış olmalarına rağmen kadınlarına, Türk kadınına prensip olarak sağlanmış olan hak­ ları henüz kazandıramamışlardı. Bu milletlerin kadınları Türk kadınını Örnek tutarak haklarını istemeğe koyuldular. Bu suretle devrimİmİzin kadın alanındaki gelişmeleri memleket dışında da yaygm ve müspet tesirler yaptı. Doğu Medeniyetini, Batı Medeniyetinden ayı­ ran dış hususiyetlerin en Önemlisini kıyafet teşkil ediyordu. Batıda mahalli ve. mîllî, kıyafet­ ler olmakla beraber bu kıyafetlerin üstünde bü­ tün batı milletlerine mahsus belli ve müşterek bîr kıyafet vardı. Halbuki doğu memleketle­ rinde resmî, millî ve dinî kıyafetlerden başka genel bir kıyafet yoktu. Osmanh İmparatorlu­ ğunda memurların, memuriyetlerinin cins ve derecelerine göre, din adamları ile tarikatların da kendilerine göre özel kıyafetleri bulunu­ yordu. Halka gelince, yaşadığı bölgenin iklim şartlarına, tarihî; geleneklerine ve ekonomik iş bölümüne göre türlü biçimde kıyafetleri mev­ cuttu. İmparatorluğun Türk ve Islâm halkı bu kıyafetlere dinî bir değeı1 vermediği halde, batı âleminin kıyafetini tamamen din zaviye­ sinden görerek küfür sayıyordu. Bu yüzden iki âlemin giyimi arasındaki fark, sosyal ve estetik olmaktan çok dinî bir mânaya alınıyor­ du. XVIII. asrın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Batı Medeniyetinden iktibaslar yaparak kurumlarını yeni bir düzene sokmağa başlayınca ilkin kıyafet meselesine, dokunmadı. Fakat Mahmud II. devrinde hiç olmazsa asker­ lerle memurlarda birer giyim şekli sağlan­ ması düşünüldü. Memurlar için setre ile pantalon kabul edildi. Sonraları bir kısım halk da kendiliğinden bazı yerlerde bu kıyafeti aldı. Mahmud H. askerlerle memurlara kavuk yerine fes giydirdi.. Bu suretle fes de Doğu Medeni­ yetiyle Batı Medeniyetini ayıran bir dış alâ­ met yerine geçmeğe başladı. Fes halka teşmil edilmediği İçin, her sınıf ve cemaat başına istediğini koymakta serbest kaldı. Bu sebeple de ilmiye sınıfı sarıklı fes, tarikattan olanlar türlü biçimde külahlar, halktan bazı kimseler de fes, kalpak ve keçekülâh kullanmağa devam ettiler. Bu serpuş, nevilerinden dolayı halkı as­ ker ve memura nispetle ifade etmek İçin „başı bozuk" tâbiri revaç' buldu. Cumhuriyetin kur­ uluşuna kadar Türkiye ’de bu serpuş anarşisi sürdü durdu.



Cumhuriyet Devrinde Türk Milleti, devlet ku­ rum ve kanunlarım çağdaş medeniyetin kurum* lariyle kanunlarına benzetirken, kılık ve kıya­ fet anarşisinin devam etmesine müsaade ede*



A tatü rk



1927 de C . H. P . İkinci B ü y ü k



fC uruitayında 'ta r ih î



N utkunu



sÖylt'a k e n



;Ü ■ !ü



i- ;! I\ iİ ü



İÜ ;i



i i;i i ü



*■ y'İ



ÂtATÖRİC*



th



£ 2 i* a



mezdi. Mustafa Kemal, bütün insanların ortak oldukları Batı Medeniyetinin bir bütün olarak ahnmasıaa taraftar olduğu İçin, bu medeni­ yetin tesirinde kalmış olan dünyanın kabul etmiş*olduğu medeni kıyafetin de benimsenme* sini zaruri buluyordu. O, bu zaruretin kolay bir iş olmadığını da biliyordu. Din ile devletin ayrılması için yapılan çalışmaları tamamen be* nimsememîş olan halkın bir kısmında, fes ye* . rine şapkanın alınması kuvvetli bir tepki uyan­ dırabilirdi. Buna meydan vermemek için fikir­ leri hazırlıyarak işe girişmek yerinde bir ha­ reket olacaktı. 1925 yılının ilkbaharında, sağlık sebepleri ileri sürülerek askerlerin taşıdıkları serpuşa kısa bir şemsisiper eklendi. Aynı günlerde milletvekillerinden bazdan Meclisin oturum­ larına başı açık iştirak etmeğe başladılar. Bu harekete, belediye ve vilâyet meclisle­ rinde de uyanlar oldu. Böylece şapka ile tat­ bik edilmesi âdet olan bir merasim kaidesi fe­ sin atılmasından ve şapkanın da alınmasın­ dan Önce yürürlüğe girmiş oldu. Basın, bu ha­ reketleri değerlendirmeğe koyuldu. Şapka ke­ limesi yerine şemsisiper 1i serpuş sözü kul­ lanılıyordu. Doktorlardan bazıları şemsisiperH serpuşun güneşe karşı faydalarını anlat­ tılar. Bu suretle umumi efkâr kıyafet devriminin konusu ile İlgilendirilmiş oldu. Bunun üze­ rine Mustafa Kemal, kıyafet devrimin! açıkla­ mağa karar verdi. 24 ağustos 1925 'te sabahın erken saatlerinde habersiz olarak Ankara 'dan Kastamonu 'ya hareket etti. Kendisini karşıla­ mağa gelen Kastamonu ‘laları elinde tuttuğu panama şapkası İle başı açık selâmladı. Kasta. monu 'da ve inebolu 'da söylediği nutuklarda kı­ yafetimizin değişmesi lüzumundan şöyle bahsetti: »Biz her noktai nazardan medeni insan ol­ malıyız." »Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tır­ nağa kadar medeni olacaktır." »Millet vâzıh olarak bilmelidir k i ; medeniyet Öyle kuvvetli bîr ateştir ki ona bigâne kalanları yakar, mah­ veder. İçinde bulunduğumuz medeni ailede lâyık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve İlâ edeceğiz. Refah, saadet ve İnsanlık bundadır!" »Turan kıyafetini araştırıp ihya etmeğe ma­ hal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet mil­ letimiz için lâyik bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantaion, yelek, gömlek, kravat, ceket ve bittabi bunla­ rın mütemmimi olmak üzere başta şemstsiperli serpuş. Bunu açık söylemek isterim, bu serpuşun ismine şapka denir." Mustafa Kemal 'in Kastamonu ve înebolu nutukları ajans ve basın vasıtasiyle Türkiye­ 'nin her tarafına ulaştırıldı. Ankara *da ve büyük şehirlerin birçoğunda, memurlar. hiçbir



resmî emir beklemeden şapka giy emeğe başla­ dılar. Mustafa Kemalin Kastamonu seyahatinden Ankara'ya dönüşünde, kendisini karşılamağa gelen halkın yansından çoğu şapkalı idi. Şap­ ka bulamtyanlar da karşılama merasimine başı açık iştirak etmiş bulunuyorlardı. Halkın şapka için gösterdiği bu anlayıştan memnun kalan Mustafa Kemal, telkin ve irşattan tedbire geçti. Ankara dönüşünden bir gün sonra Bakanlar Kurulu toplanarak bir kararla şapka taşınma­ sını bütün memurlar İçin mecburi kıldı. Şapka mecburiyeti, ilk anlarda halka teşmil edilme­ mekle beraber, aydınların çoğu kendiliklerin­ den şapka giymeğe başladılar. Büyüklerin ve aydınların bu hareketine halk da katılmağa başlayınca, Türk Milletinin şapka hakkında ge­ nel bir temayül gösterdiği anlaşıldı. Bu durum­ dan ilham alan Büyük Millet Meclisi, 25 aralık 1925 te şapkanın bütün mîlletçe geyilmesi mese­ lesini görüştü. Bursa Milletvekili Nurettin Paşa­ nın, böyle bir hareketi Anayasaya aykırı görme­ si bir yana bırakılırsa Büyük Millet Meclîsi Şapka Kanununu oybirliğiyle kabul etti. Kanu­ nun birinci maddesinde fes, kalpak gibi serpuş­ ları taşımanın yasak olduğu belirtilmişti. Kanu­ nun tatbiki na derhal girişildi. Halkın büyük kıs­ mı hiçbir müdahaleye meydan vermeden kanu­ nun hükümlerini yerine getirdi. Bununla bera­ ber Doğu Anadolunun bazı şehir ve kasabala­ rında, ayaklanmalar oldu ise de derhal bastırıldı. Şapkanın kabul edilmesiyle Osmanh cemiye­ tinden kalma bir kısım muaşeret kaideleri de değişti. El ile temenna etmek, büyüklerin önüne serpuşla çıkmak gîbî âdetler bırakılarak şapka­ yı çıkarıp selâm vermek, resmî ve umumi yerlerde başı açık bulunmak âdetleri kabul edildi. Şapkanın almmasiyte Mahmud II. dev­ rinde başlayıp da yarı kalmış olan kıyafet dev< rimi tamamlanmış olduğu gibi Türk cemiyetin­ de din ve mezhep esasına dayanan serpuş ay­ rılığı da ortadan kaldırıldı. Batının serpuşunu abul etmekle Türk Milleti, kendisini Batı me­ deniyetinden ayıran dış şekle ait hususiyetler­ den en mühimini tamamen ortadan kaldırmış oldu, Mustafa Kemal bu işin başarılmasında an­ cak Türk Milletinin şeref ve menfaatini düşü­ nerek hareket etmişti. Mustafa Kemal K asta­ monu seyahatinde şapka için söylediği nutuk­ larda medreseden yetişmiş ulemanın kıyafeti hakkında da düşüncelerini açıkladı. Medrese ulemasının Osmaniı İmparatorluğunda cüppe İle sarıktan ibaret Özel bîr kıyafeti vardı. Sarık, din bilgisi ile faziletin bir sembolü olarak kabul edilmekte idî. Bu sebeple halk, sarık saranlara hür-met ve riayet ederdi. Hal­ buki zamanla, kurnaz ve açıkgöz kimseler medreseden yetişmedikleri ve ; dinî görevleri



î$ 4



ATATÜRK.



olmadığı halde, sarığın temsil ettiği manevi nüfuzdan faydalanmak için sarık sarmağa baş­ lamışlardı. Bu suretle din kisvesi türlü mak­ satlara âlet edilerek halk yalan yanlış bilgi ve telâkkilerle aldatılarak istismar ediliyordu. Türk cemiyetinin modern esaslara göre kurulmasını istîyen Mustafa Kemal böyle bir duruma daha fazla müsaade edilmiyeceğini Kastamonu Ma şöyle ifade e tti: »Vazifedar olmıyan birçok insanlar görüyo­ rum ki, aynı kıyafeti giymekte berdevamdır. Bu gibiler içinde çok cahil, hattâ ümmi olanlara tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela bazı yerlerde halkın mümessili imiş gibi onun Önü­ ne düşüyor, halkla doğrudan doğruya temasa âdeta bir mâni teşkil etmek sevdasında bulu­ nuyorlar, Bu gibilere sormak istiyorum, bu sı­ fatı ve salâhiyeti kimden, nereden almıştır) ar?** »Millete hatırlatmak İsterim ki, bu lâubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Herhalde salâ­ hiyet sahibi olmıyan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat İle aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine koyaca­ ğım." O, demecindeki bu sözleriyle hoca kılığı­ na giren aldatıcıları kastediyordu. Kastamonu­ 'dan Ankara 'ya dönüşünde Çankırı ve İskilip halk heyetleri ile yaptığı konuşmalarda bu ci­ heti de şu sözlerle açıkladı: »Yalnız bir Diyanet İşleri Reisliği ve buna mensup müftü, İmam ve hatipler vardır. Bu sı­ nıfa ait kıyafeti tanırız. Bu işlerle muvazzaf olmayıp da hariçte kalanların aynı kisveyi giymeleri doğru değildir. Bu gibileri kimse tanımaz ve kabul etmez." Halkın din duygularını istismar eden yalnız lüzumsuz ve salâhiyetsîz olarak hoca kılığına gi­ ren kimseler değildi. Bunlara türlü isimler al­ tında kurulan tarikat mensuplarını da eklemek lâzımdır. Tarikatlar, Osmanh İmparatorluğunda İslâm halkım aydınlatmak ve doğru yola sevk etmek gibi bir maksatla varlıklarım korumuşlar­ dı. Tarikat erkânı, umumiyetle tekkelerde otu­ rurlar ve halktan sağladıkları gelirlerle geçinir­ lerdi. Memleketin bazı taraflarında bunların halk üzerinde nüfuzu büyüktü. Hükümetin ça­ lışmalarını menfaatlerine zararlı buldukları va­ kit, dine aykırıdır diyerek halkı hükümete karşı ayaklandırdıkları bile olmuştur. Nitekim şubat 1925 'te Anadolunun doğusunda patlak veren Genç İsyanım çıkaran Şeyh Sait, tarikat nüfuzu­ nu siyasi emellerine vasıta edenlerden biridir. Mustafa Kemal tarikatların, Türk Milletinin sırtından geçindiklerini ve Türk cemiyetinde bazen bir politika partisi karakteri aldıklarını gözönünde bulundurduğu İçin Kastamonu seyyahatı münasebetiyle söylediği nutuklarda, bun­ ların da kaldırılması lüzumunu belirmişti:



»Efendiler ve ey millet i Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, meczuplar mem­ leketi olamaz. En doğru tarikat, medeniyet tari­ katıdır. Medeniyetin emir ve talebettiğini yap­ mak insan olmak için şarttır." »Bugün ilmin, fennin bütün şümuliyîe medeniyetin parlak ışıkları karşısında, filân ve falan şahsın İrşa­ dıyla maddî bir huzur, saadet arıyacak kadar iptidai İnsanların Türkiye medeni camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum." »Tekke­ ler behemehal kapanmalıdır." »Biz medeniyet­ ten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yoruyoruz. Başka birşey tanımıyoruz. Tek­ kelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır. Halbuki halk, meczup ve aptal olmamağa karar vermiştir." tüm ve fenne bu kadar önem veren Mustafa Kemal eski devirlerde yaşamış büyüklerimizi anmaya bir vesile olmaktan daha ziyade, bâtıl itikatların devamına bir vasıta halinde kullanılan türbelerin açık kalarak istismarına da razı olma­ mıştır, Çunki, halkın bir kısmı birçok dünyevi ihtiyaçları için oraya gidip dua ediyor ve adak­ lar adıyordu. Lâyık bir cemiyet için hurafeye dayanan bu gibi hareketlerin mânası olamazdı, Mustafa Kemal Kastamonu seyahatinde söyle­ diği nutuklarından birinde bu konu üzerindeki düşünceleri de şöyle anlatmıştı: »ölülerden medet ummak, medeni bir cemi­ yet için şîndir," Mustafa Kemal ’in Kastamonu seyahetinde işaret ettiği bütün bu lüzumlu ıs­ lahat, onun Ankara'ya dönmesinden sonra ka­ nunlaştırıldı. Tekke ve zaviyelerin kapatılma­ sına, ilmiye sınıfının, devlet memurlarının kıya­ fetlerine dair 2 eylül 1925 tarihli Bakanlar Ku­ rulu kararlan çıktı. Tekke ve zaviyelere mütaallik kararname, kapatılma muamelesinden başka Türkiye Cumhuriyeti içinde • hiçbir ta­ rikat, bunlara mensup hiçbir şeyh, derviş ve mürit olamıyacağmı bu sınıflara ait hususi kis­ velerin ve unvanların, türbe ve türbedarlıkların ilga edildiğini iesbit ediyordu. Îlmîye sınıfına ait kararnamede kimlerin ilmiye kıyafetini ta­ şıyabileceğini gösteriyor, bu kıyafetin şekli, giyenlerin tâbi olacakları şartlar tesbit edili­ yordu. Büyük Millet Meclisi toplanınca bu ka­ rarlar kanun haline getirildi. 1935 yılında çı­ karılan bir kanunla da hangi dine mensup olursa olsun, din adamlarının ibadethaneler dı­ şında dinî kıyafetlerle gezmeleri yasak edildi. Mustafa Kemal Kastamonu seyahatinden dön­ dükten sonra Türk cemiyetini lâyikleştirmek yolundaki çalışmalarına devam etti. Tü>-k ce­ miyetini çağdaş cemiyetlerden ayıran unsurlar arasında takvim, saat, rakam ve tatil günü vardı. Bu unsurlar gerek memleketin iç hayatında, geçekse dünya ile idsme edilen münasebetlerde



At a t ö r R.



îH



ortaya büyük güçlükler çıkarmakta idi. 19*6 da kabul edilen kanunlarla Hicrî ve Rumî tak* vİmler bırakılarak butun dünyanın kutlanmakta olduğu-Milâdi takvim alındığı gibi alaturka saat yerine de bugünkü kullandığımız milletlerarası saat usulü kabul edildi. Bundan sonra millet­ lerarası rakam sistemi alındı ve hafta tatili ola­ rak kabul edilmiş olan cuma günü terk edildi. Batı milletleri gibi pazar günü resmî hafta tatili günü oldu. İslâmlığı kabul ettikleri zamandan beri, Türklerde Kuran, ezan ve diğer dualar Arapça oku­ nurdu. Bu sebeple Arapça Türkçeye üstün dil sayılırdı. Arapça bilmek bir imtiyaz olarak geçer­ di. Osmanh İmpatorluğunda ulema, bu imtiyazı elden kaçırmamak için çok gayret sarf etmişti. Hattâ 1726 da ilk defa olarak İstanbul* da Türk matbaası kurulduğu vakit Şeyhülislâm tarafın­ dan verilen fetvaya; din kitaplarının matbaa harfleriyle basılmaması kaydı bile konulmuştu. Hıristiyan uleması İncili daha on altıncı asır­ dan beri Lâtinceden millî dillere tercüme et­ tikleri halde softalar, Kuranın, duaların ve Tanrı bilgilerinin Cumhuriyet devrimize kadar Arapça olmasında ısrar ettiler. Halbuki dil me­ selesi tam bir kültür işi, din ise tek insan İle onun kabul ettiği İnan arasında bir vicdan bağı olduğu İçin, din gibi mânevi bîr meseleyi ya­ bancı bir kültür ile bağlı ve şartlı kılmak doğru görülemezdi. Müslümanlığı Arapça ile kayıtlı bellemek bundan dolayı doğru değildi. Cumhuriyet rejimi her türlü imtiyazları kal­ dırmak prensipini kabul etmiş olduğu için, din gibi önemli bir konuda ifade vasıtası olarak Arapçaya bir imtiyaz tanıyamazdı. 1931 de dua­ ların Türkçe yapılmasına, ezanın Türkçe okun­ masına, Kuranın da Türkçeye çevrilmesine başlandı. Bu suretle de kul ile Tanrı arasın­ da lüzumsuz mutavassıtlara ihtiyaç kalmamış oldu,



denıyete daha kolay intibakını temin etmekti. Alfabe Devrimi ile Türk Cemiyeti, Arap kültü­ rünün vasıtası olan Arap Alfabesini bırakmış ve medeni garp dünyasının kullanmakta oldu­ ğu Lâtin Alfabesini kabul etmekle bu mede­ niyete esaslı bir şekilde yaklaşmıştır. Arap Alfabesinin Türkler tarafından kulla­ nılması, İslâmlığın kabuliyle başlamıştı. Arap Alfabesiyle beraber Türkler arasında Arap Kül­ türü ve bu kültür tesirinde kalmış olan başka kültürlerin tesirleri de yayılmıştı. Bu suretle Türk dili, zamanla özelliğini geliştirecek yerde, kaybediyordu. Arap harflerinin Türkçe üzerinde yaptığı başlıca menfi tesir, bu harflerin Türk dilindeki seslerle ifade edebilecek yeterlikte olmamasın­ dan İler! gelmekte idi. Türkçede sadalı harflerin çok olmasına ve bu harflerin gayet kolay ve açık söy­ lenmesine rağmen, Arapçamn sadalı harfleri kifayetsiz olduğu için Türkçe kolay yazılıp okunamıyordu. Bu sebeple Arap harfleriyle okuyup yazmağı öğrenebilmek uzun yıllara ih­ tiyaç gosteriyor-du. Yüzyıllarca kullanılmasına rağmen Arap A l­ fabesinin gelişmemesi Osmanh İmparatorluğu­ nun son yıllarında bilginlerden bazılarının dik­ katlerini çekmiş ve düzeltilmesi lüzumu kabul edilmişti. Fakat bilginler bu düzeltmeyi Bağlı­ yacak her hangi esaslı bir teklifte bulunama­ mışlardı. Hattâ Birinci Cihan Savaşından önce devletçe tatbikine girişilen munfasıl harfli alfabe denemesi de tutmamıştı. Halbuki Türk Milletinin ihtiyaçları kesindi. Ayrıca, Lâtin harflerinin kabulü bir çok yönden faydalar sağlamakta İdi. Bu harfler işlenmiş olduğu gibi, birçok Milletlerce kabul edilerek ortak bir kültür vasıtası haline gelmişti. Batı Medeniye­ tiyle ilgisini kuvvetlendirmek istiyen milletimi­ zin bu harfleri kabul etmesi, Lâtin Alfabesinde devam eden gelişmeden faydalanmamızı müm­ Atatürk, bütün devrim hareketlerimizde ol­ kün kılacaktı. duğu gibi Millî Eğitimde de layıklık prensi­ Atatürk, bu düşüncelerle» Lâtin harflerinden binin tam olarak tatbikini istiyordu. Medrese­ bir Türk Alfabesinin yapılmasını faydalı ve lerin kapatılmasını, okul programlarında mev­ feyizli bir devrim hareketi olarak kabul edi­ cut din tesirlerinin kaldırılmasını önemli lâ- yordu. Devrime 1927 yılında karar verildi. O yikleşme hareketleri saymakla beraber yeter yıl hazırlıklarla geçti. 1928 yılının kış ayla­ görmüyordu. rında ise büyük bir araştırma ve inceleme Türk cemiyetini, müslümanhğm kendi için­ işine girişildi. Bu incelemeye dil ve tarih ile den çıktığı cemiyetin bizim için yabancı olan" uğraşanlardan başka şairler, edipler, dil konu­ kültür vasıtalarından, kurtarmak istiyordu. Bu larında bilgisi olan milletvekilleri de iştirak vasıtalar arasında Alfabenin büyük önemi vardı. ettiler. Türlü milletlerin alfabeleriyle, TürkçeAtatürk'ün idare ettiği devrim hareketle­ nin sarf, nahiv ve imlâ kaideleri karşılaştırıldı. rinden biri de, Arap Alfabesi yerine Lâtin Çalışmaların İlerlemesi yapılan işin önemini esasından alınma Türk Alfabesinin kabulüdür. belirtti. Atatürk, sonraları Dil Cemiyeti adını Bütün devrimterde olduğu gibi Alfabe dev- alacak olan bir mütehassıslar encümeninin ku­ rimlndb de amaç, cemiyetimizin bugünkü me- rulmasını uygun gördü. Bakanlar Kurulu karaUltm Ansiklopedi»



50



 fA fÖ fc k . riyle kurula» bu encümen ilk toplantısını 26 kara'da Hakimiyeti Milliye gazetesi ile İstan­ haziran 1928 'de Ankarada yaptı. bul gazeteleri yeni harfleri ve imlâ esaslarım O vakit Başbakan bulunan Cumhurbaşkanıyaymağa başladılar. İsmet İnönü, encümenin çalışmalarını çok ya­ Türkiye'nin bütün şehir, kasaba ve köyle­ kından takip ettiği gibi birçok toplantılarında rinde her yaşdan vatandaşlar yenî harfleri öğ­ da hazır bulundu. Dil Encümeni Türk harfle­ renmeğe koyuldular. riyle imla kaidelerini tesbit etme yolunda ça­ A tatü rk ; milletimizin yeni harfler için gös­ lışmalarını geliştirince, Atatürk tarafından 1 terdiği bu derin alâkadan son derece müte­ ağustos 1928 'de İstanbul 'a çağrıldı. Atatürk hassis oldu. Halkın çalışmalarım yakından gör­ encümenin çalışmalarıma sonuçlarından mem­ mek ve teşviklerde bulunmak için Tekirdağ ve nun kaldığı için dil devrimini halka bildirmeğe Çanakkale dolaylarında bir seyahat yaptı. karar verdi. Bu iş için aydınları çok ve basım Halkı meydanlarda kara tahta önünde tophyakuvvetli olan İstanbul'u seçmişti, 9 ağustos 1928 rak yeni harfler hakkında kendilerine dersler akşamı Sarayburnu ’nda Halk Partisi tarafından verdi. Atatürk ; Türk harflerinin tesbitî, Öğretilmesi tertiplenen bir müsamereye gelerek orada top­ lanmış olan halka Harf Devrimini şu sözlerle ve Öğrenilmesi İçin memlekette yapılan çalış­ açıkladı; maları, üçüncü seçim döneminin ikinci oturum »Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek İçin yılını açan nutkunda Büyük Millet Meclisinde belirttikten sonra, harflerin kabulü lehinde yeni Türk harflerini kabul ediyoruz/* »Arkadaşlar, bizim güzel, ahenkli, zengin açıklanmış olan millî İradenin kanunıyet kazan­ lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gös­ ması lüzumunu anlattı. Büyük Millet Meclîsi, yeni harflerin kabulü terecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve İçinde bulunduran, anlaşıimıyan ve hakkında hazırlanmış olan kanun lâyihasını anhyamadığımız işaretlerden kendimizi kur­ incelemek için derhal bîr komisyon seçti. Lâ­ tarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhak­ yiha, komisyonun incelemelerinden ve ikinci kak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle be­ celsede kamutaydan geçerek ayni gün oybir­ hemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel liği ile kabul ve 3 kasım 1928 'de yayımlandı. surette açlı yacağız. Ben buna eminim, sîz de Bu kanunla artık Arap Alfabesi tarihe karıştı ve halkçı Türk eğitimi ve kültürü yeni Türk harfleemin olun." »Vatandaşlar yeni Türk harflerini çabuk Öğ­ riyle geniş Ölçüde gelişme imkânını kazandı. renmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, ha­ Atatürk, kültürde milliyetçiliğin bir cephe­ mala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperver­ lik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu sini teşkil eden Harf Devrîınînden sonra Türk vazifeyi yaparken düşününüz ki bîr milletin, Milletinin zaman içindeki medenî oluşunu ve bîr heyeti içtimaiyenin yüzde onu yirmisi oku­ gelişmesini anlatacak olan tarih alanına dik­ ma yazma bilir, yüzde sekseni doksam bilmezse katini çevirdi* Osmanlı Devrinde tarih görüşü we anlayışı, bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lâ­ zımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir üç hkonaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. millet değildir. İftihar etmek İçin yaratılmış Birinci konak, Osmanlı Devletinin kurulmasın­ ve tarihi iftiharla doldurmuş bir millettir." dan Tanzimata kadar süren devirdir. Bu-de­ »En nihayet bir sene, ikî sene içinde bütün virde Osmanlı bilginleri İslâmlık temellerine Türk heyeti îçtlmaiyesi yeni harfleri Öğrene­ dayanan İmparatorluk için ortak bir kültür ceklerdir. Mîlletimiz yazısıyle, kafasîyle bütün vasıtası olarak Islâm tarihini kabul etmişlerdi. âlemi medeniyetin yanında olduğunu göstere­ İslâm tarihinde, cihan tarihinin olgularına yer cektir." verilmediği gibi İslâmlığın çıkmasından önceki Atatürk'ün bu sözleri Harf Devriminin. paro­ Türk tarihi ile İslâmlığın gelişmesinde ve Is­ lası ile programı oldu. Bundan sonra yeni harf­ lâm medeniyetinin kurulmasında Türkierin oy­ lerin memlekete öğretilmesi için tedbirler alın­ nadığı önemli rolden bahsedilmiyordu. Kaldı masına geçildi. Ağustos'un 25 İnde Dolma- kİ. İslâm tarihinin açıklanması İçin . kullanılan bahçe Sarayında, Atatürk 'ün huzurunda büyük usul de objektif olmaktan uzaktı. bir toplantı yapıldı. Toplantıda İstanbul 'da İkinci konak, Tanzimatm ilânından Birinci bulunan bakanlarla milletvekilleri ve münev­ Meşrutiyete kadar süren devirdir. Bu devirde verler hazır bulundular; kendilerine:. Devlet medreselerle bir hizada kurulan devlet okul­ Matbaasında basılan yenî alfabeler dağıtıldı. larında,-Islâm tarihi yanında resmî program­ Türk basını, Atatürk 'ün Sarayburnu. Nutku la Osmanlı Tarihi gösterilmeğe başlanmıştı. ile Dolmabahçedeki harf çalışmalarım:hararetli Fakat Osmanlı Tarihinde, Osmanlı Devletinin bir dil He yayınladı. Bİr müddet sonra da An­ kurulmasından önceki Türk Tarihin© yer veril-



Atatürk 1930 d»



1



%



ATATÜ RK .



7$7



mediğİ gribi Osman 1î Devletinin ku ruluşu ve olduğunu yazan bir kitabın gösterilmesi, Kendi­ gelişmesi de İlmî bir şekilde izah edilmiyordu. sinin bu konudaki çalışmalarım toplamaya vesile Üçüncü konak, Birinci Meşrutiyetin ilânından oldu. Ele alman başlıca meseleler şunlardı: 1 — Türkiyenin en eski halkı kimlerdir? ( 1876 ) Birinci Cihan Harbinin sonuna kadar süren devredir. Bu devirde Avrupa ’ya öğrenci 2 — Türkiyede ilk medeniyet nasıl ve kim­ olarak giden Türk aydınlarından bazıları orada ler tarafından, kurulmuştur? gbrdüklert millet tarihi anlayışının tesirinde 3 — Türklerin Cihan tarihinde ve dünya kalarak Türkiye'ye dönüşlerinde bir genel Türk medeniyetinde yeri ve hizmeti nedir? tarihi görüşü kurmağa çalıştılar. Fakat bu ça­ 4 — Türklerin Anadolu'da bir aşiretten dev­ lışmalar teşkİlâtlandınlmadığı ve devlet tara­ let kurmaları mümkün olmadığına göre, bu ola­ fından da benimsenmedi ği için okul içinde ve yın gerçek izahı nasıldır? dışında büyük tesir yapamadı. 5 — Islâm tarihinin hakîki hüviyeti ile Kronoloji yönünden geliştikleri işaret edilen Türklerin İslâm tarihindeki yerleri ve rolleri bu üç tarih görüşü ve anlayışı Türkiye Cum­ nedir ? huriyetinin ilk yıllarına kadar yan yana yaşa­ Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi dılar. Atatürk İstiklâl Savaşının ilk günlerin­ ve dünyayı eski ve hatalı bir tarih anlayışın­ den beri bu üç tarih görüşünün tasfiyesini ve dan yeni ve doğru bir tarih görüşüne götür­ millî tarihin Türkiye Cumhuriyeti için esas menin kolay olmadığını biliyordu. Bu Önemli alınması lüzumunu takdir etmişti. Ona göre İş için herşeyden Önce teşkilât kurmak lâzım­ millî tarih İstiklâl Savaşımızın manevî cephe­ dı. İlkin bir kütüphane kurmakla işe başladı. sini teşkil edecektir. Çünkü topraklarımız gibi, Bunu büyük bir anket takibetti. Türkiye 'de Türk Milletinin mazisi,, medeni hüviyeti ve in­ tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek durumda sanlık değerleri de istilâya maruz kalmıştı. olanlar; Türk tarihi ile ilgili kitapları incele­ Türklerin İslâmlığı kabul etmeleri neticesi ola­ meğe memur edildi. Tercüme edilen kitapların rak,, yaptıkları büyük işler kendi adlarına özeti çıkarılarak, incelenen kitaplar üzerinde kaydedilmemişti. Bundan başka Türklerle A v ­ raporlar hazırlanarak Atatürk'e sunulmakta rupalIlar arasında çok sert tarih münasebet­ idi. Bu çalışmaların ilk mahsulü »Türk Tari­ leri. yüzünden dünya edebiyatına da Türkler hinin Ana Hatları" adlı Türk Milletinin cihan için kın ve garaz mahsulü olan görüşler hâkim tarihindeki yerini ve rolünü kısaca belirten olmuştu. Son zamanlara kadar dünya, genel bir eser halinde 1930'da bastırıldı. Bir yıl olarak, Türkü sarı ırka bağlı, Garplılara nis­ sonra da devamlı bir şekilde Türk tarihi petle daha geri bir insan tipi olarak tanıyordu. üzerinde araştırmalar yapmak görevi ile »Türk Türklerin yalnız asker ve yıkıeı oldukları, me­ Tarihî Tetkik Heyeti" kuruldu. (19 3 1) deni kabiliyet ve istidattan mahrum bulunduk­ Heyetin kurulması üzeriue tarih çalışmaları ları, hiç bir medeni eser yaratmadıktan başka hızlandı. birçok medeniyetleri de yokettikleri, İlmî ha­ Bu çalışmalarda Atatürk 'ün gÖzonünde bu­ kikat kisvesine büründürülerek, ileri sürül­ lundurduğu nokta, tarih ilminin metoduna uy­ mekte idi. gun olarak araştırmalar yapılması ve bu su­ Bundan başka Türklerin asırlardan beri üze­ retle ilim âlemine sunulacak doğru, açık, her­ rinde yaşadıkları ve medeni eserler vucude kesçe kabul edilebilecek neticelere varılması getirdikleri vatan topraklan üzerinde bile türlü idi. Çalışmaların bu istikamette ve hareketler­ Avrupa devletleri, tarihin şahitliğine başvu­ de gelişmesi için, Atatürk Tarih Heyetine şu rarak bu toprakların kendilerinin olduğunu ileri istifadeli tavsiyelerde bulunmuştur: sürüyorlardı. Birinci Cihan Savaşının sonunda »Büyük devletler kuran ecdadımız büyük ve bu iddialar Türk topraklarının taksimi için şumullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu vesile teşkil etmişti. aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bil­ Atatürk, bu mesnetsiz, haksız, iftiracı ve dirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu kinci, esassız tarih iddialarının yanlış oldu­ ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak ğuna inanıyor, Türk vatanının bizim olduğuna için kendinde kuvvet bulacaktır." tarihi, en büyük manevi delil ve destek bili­ »Her şeyden evvel kendinizin dikkat ve itina yordu. Türk nesillerine de eski ve parlak me­ ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesi­ deniyetler kurmuş, Avrupalılar gibi beyaz ırk­ kalar üzerinde yapacağınız tetkiklerde her tan, üzerinde yaşadıkları toprakların gerçek şeyden ve herkesten evvel kendi insiyativizi sahibi bulunduklarını anlatacak ve onlara millî ve millî süzgeçinizi kullanınız." inan ve güven aşıhyacaktı. 1928’de A tatürk’e »Biz daima hakikat arayan ve buldukça, Fransız okullarında okutulmakta olan ve Türk- bulduğumuza kani oldukça, ifadeye cüret edşp İçrİB şan irktap ikinçi dşreçede bir iaşap cipsi gdamlprtş,"



78 8



A TA TÜ RK .



»Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühim­ dir* Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır." Onun bn fikirlerine göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılı sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu. Bütün cihan tarihini objektif bir görüşle açıklamağa çalışan bu eser, Türk tarih tezinin İkinci verimi oldu. 1932 ’de An­ kara ’da Türk tarih profesörleri ve öğretmen­ lerinin iştirakiyle ilk defa olarak Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kon­ grede bilim bakımından münakaşa edildi. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşünün ifadesi olan bu tezin esası şudur: »Türk Milletinin tarihi şimdiye kadar sayıl­ dığı gibi yalnız Gsmanlı tarihinden ibaret de­ ğildir. Türkün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.** Türk Tarih tezinin ileri sürülmesiyle millî tarihimiz gerçek karakterini kazanma imkânını elde etti. Atatürk, dil devrîmini, bundan Önce yapılanla­ rın normal bir neticesi olarak kabul ediyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulmasiyie tasfiyesi başlamış olan Üsmanlı müesseselerinin ve Osmanlı zihniyetinin yerine modern bir Türk Devleti ve milliyetçi bir cemiyet görüşü mey­ dana gelmişti. Bu iki önemli olay siyasi ol­ duğu kadar, sosyal hareketlerdi. Dilin milletin psikolojisine uygun olması, yeni ihtiyaçlarım ve arzularını İfade edecek bir yapıya sahip bulunması lâzımdı. Halbuki Osmanlı devrinde aydınların kullandığı Türkçe bu esaslara uygUa değildi. Osmanlı Türkçesi, asırlardan beri, yabancı dillerden alınan kelime ve kuralların istilâsına uğramış ve benliğinden çok şey kaybetmişti. Bu karışık dilin anlaşılması, ancak Türk dili ile beraber Arap ve Fars dilinin grameri ile, sen­ taksı ile beraber bilinmesine bağlı idi. Bu, Türkçeniu bir ilim dili olmasına engel olduğu gibi, tam manasiyle bir millî dü olmasına da mani olmuştu. Büyük halk kitlesinin konuştuğu dİ! ile, okuma yazma öğrenenlerin dili arasında derin bir uçurum hasıl olmuşta. Osmanlı İmparatorluğunda, Tanzimattan sonra bazı aydınlar, bu uçurumun millet bünyesindeki zararlarını anlayarak dilin sadeleşmesine çatıştılarsa da vardıktan netice tatmin edici ol­ madı. Atatürk devrimci bir usn! ile dil prob­ lemini de esasından çözmeğe karar verdi. Atatürk, Harf Devriminin müspet neticele­ rini almıya başlamış olduğu için, dil çalışmaları ile meşgul olmak üzere ıs temmuz 1932 'de,



Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine kardeş olarak Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdu. Cemiyetin amacı; Türkçe ’nin lügat, ıstılah, gramer ve sentaksı ile etimoloji bahislerini incelemek, bn suretle hem Türkçeniu gelişmesine, hem de dilimizin dünya dilleri arasındaki yerini belirt­ meğe çalışmaktı. Atatürk, Dil Cemiyetinin çalışması için şu usulü uygun görmüştü; ön ce bir Dil Kurultayı toplanacak, tez orada Kurultaya iştirak eden uzmanların, ediplerin, şairlerin, gazetecilerin ve öğretmenlerin Önünde açıklanacak ve onların düşüncesi sorularak bu suretle dil işi İle alâka umumîîeştirilecefctb Kurultay Dil Cemiyetinin nizamnamesiyle prog­ ramını da İnceleyecek ve merkez heyetini se­ çecekti. Bu düşünce ile 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı 26 eylülden 1 ekim tarihîne kadar sürdü. Atatürk kurultayın çalışmalarından ve ortaya koyduğu çatışma programından mem­ nun kaldı. 1 kasım 1933 ’de Büyük Millet Mec­ lisinde söylediği açış nutkunda şu sözlerle dil çalışmalarıma Önemini belirtti: »Millî Kültürün her çığırda açılarak .yüksel­ mesini Türk Cumhuriyetinin temel dileği ola­ rak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benli­ ğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuş­ ması için bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı olmasını isteriz** dedi. Türk Dili Tetkik Cemiyeti birinci kurulta­ yından sonra Atatürk'ün himayesinde çalışma­ larına devam ederek Kurultay programını ger­ çekleştirmeğe koyuldu. Atatürk rahatsızlığının başladığı ilk zaman­ lara kadar dil çalışmalar iyi e yakından ilgilen­ miştir. Türkçenin kok dil olduğu tezi üzerinde mütehassısların incelemeler yapmasını da takip etmiştir. Hususiyle ilk ve orta dereceli okullara ait terimlerin biran önce hazırlanıp tamim edil­ mesi için yapılan gayretleri yakından takip ve teşvik etmiştir. Atatürk kendi kaynaklarından, kendi kurallariylo üretilmiş bir dilin, millî bir cemiyet olmak için ne kadar zorunlu olduğunu çok iyi anlamış ve harf devrimîyle başlayan d il bilinci­ nin tabiî neticesi olan bu hareketi bizzat ça­ lışarak daima desteklemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışında ekono­ mi âmillerinin ön plânda yer aldığı bilinen bir gerçektir. Kapitülâsyonlar, XIX. yüzyılda gelişen A v­ rupa endüstrisi için Osmanlı İmparatorluğunun pazar haline gelmesine, mâliyenin bütçesini aneak istikrazlarla düzenlemesine ve nihayet yabancı sermayenin Türk ekonomisine elverişli



A TA TÜ RK .



olmayan şartlarla Türkiye ’de yerleşmesine se­ bep olması Türk ekonomisini kökünden sars­ mıştı. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Cihan Harbinden yenilmiş olarak çıkması neticesi pa­ dişah hükümetine kabul ettirilmek îstenen Sevr Muahedesindeki hükümlerle de Türkiye 'nİn si­ yasi bağımsızlığı gibi ekonomik bağımsızlığı da ortadan kaldırılmak isteniyordu. Atatürk İstiklâl Savaşını teşkilâtlandırırken bu savaşın amacım »Tam İstiklâl" formülü He ifade etti. Ve tam istiklâlden anlaşılması lâzım gelen mânayı bir nutkunda şn sözlerle açıkladı: »İstiklâli' tam denildiği zaman bittabi siyasi, malî, iktisadi, adlî ve askerî ilâ... her hususta istiklâli tam ve serbestin tam demektir. Bu say­ dıklarımın her hangi birinde istiklâlden mahru­ miyet, millet ve memleketin mânayı hakikisiyle bütün istiklâlden mahrumiyeti demektir." Atatürk 'ün tam istiklâl hakkmdaki düşün­ cesini, İstiklâl Savaşma iştirak edenlerden bazı kimseler tatbik değerinden mahrum görüyor­ lardı. Böyle düşünenler, nüfusumuzun azlığını, milletimizin fakirliğini, bütçemizin, borçlarımı­ zın faizini Ödeyemiyecek ifadar zayıf olmasını belirtmişler, dışardan yardım olmadan Türkiye 'nin yaşayamıyacağmt ileri sürerek Sivas Kon­ gresinde, Türkiye 'de Amerikan mandasının ku­ rulmasını bile istemişlerdir. istiklâl Savaşı düşüncesini kabul etmiş mü­ nevverlerimizden bir kısmı da »harb para ile olur" sözüne saplanarak savaşın neticesini şüp­ heli görüyorlardı. Atatürk bu şekilde düşü­ nenlerle yaptığı bir konuşmayı anlatırken: »Ben ilk defa bu işe başladığım zaman en âkil ve mütefekkir yaşayan bir takım zatlar bana sordular: Paramız var mıdır? silâhımız var mıdır? Yoktur dedim. O zaman; »O halde ne yapacaksın ?" dediler. Para olacak, orda olacak ve bu millet istik­ lâlini kurtaracak dedim." Bu kısa açıklama gösteriyor ki, Atat-ürk 'ün Yeni Türkiye Devletinin ekonomi siyasetinde ilk başarısı, bağımsız ve millî bir ekonomi dü­ şüncesini kabul etmiş olması ve bu düşünceyi memlekete yaymış bulunmasıdır. Atatürk, bağımsız ve millî bir ekonominin kurulması için türlü cinsten engellerle savaş­ manın lüzumlu olduğunu anlamıştı. Bu engel­ lerin en mühimlerinden biri olarak kapitülâs­ yonları görüyordu: »Kapitülâsyonlar bir dev­ leti behemehal münkariz eder, Devlet-i Osma­ niye ile Hindistan Tü*k ve İslâm imparatorluk­ ları bunun en büyük delilidir." sözleri ile bu görüşünü ifade ediyordu. Esasen zararları Sivas Kongresi Beyannamesinde ve Misakı Millîde belirtilmiş olan kapitülâsyonların Türk ekono­



78 9



misindeki yıkıcı tesirini 1 mart 1922 tarihînde Büyük Millet Meclisindeki söylevinde de şöyle anlatmaktadır: »iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olan­ lar memleketimizde, fazla olarak bir de ifrıtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermi­ yorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı., istedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı." »Rakiplerimiz bn suretle inkişafa müsait »ten­ halarımızı mahvettiler. Ziraatımız! ziyana uğ­ rattılar. iktisadi ve malî tekâmülümüzün önüne geçtiler." »Artık serbest ve müstakil bir hayata atılan Türkiye için, iktisadi hayatım boğmakta olan kapitülâsyonlar mevcut değildir ve olamaz." Kapitülâsyonların kaldırılması millî ve ba­ ğımsız ekonominin kurulması için gerekli olan zemini hazırlamış oluyordu. Fakat böyle bir ekonominin kurulması için halkımızda kökleş­ miş bulunan bir takım zararlı telâkkileri de yıkmak icabediyordu. Bu telâkkiler arasında aydın sınıfın, milletimizin çokluğuna teşkil eden ve gerçek müstahsil olan köylüye karşı yüzyıl­ lardan beri gösterdiği kayıtsızlık da vardı. Atatürk Milletin idarecilerini teşkil eden ay­ dınlarda bu kayıtsızlık yerine kuvvetli bir ilgi­ nin kurulmasını, ekonomi çalışmalarımızın selâ­ meti cihetinden faideli gördüğü için 1 mart 1922 tarihli nutkunda köylünün millet ekono­ misindeki yerini şu sözlerle belirtmiştir: »Heyeti celiîenizden ve bütün cihandan bir sual sormama müsaade buyurunuz. Türkiye 'nin sahibi ve efendisi kimdir ? Bunun cevabını der­ hal birlikte verelim. Türkiye 'nin sahibi hakî­ kîsi ve efendisi müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah ve saadet ve servete müstahak olan köylüdür." »Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisinin siyaseti iktisadiyesi bu gaye«i âliyeyi istihsale mâtuftur. Efendiler denilebilir ki bugünkü felâ­ ket ve sefaletin baisi yegânesi bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır." »Filhakika yedi asırdan beri cihanın muhtelif aktarma sevkederek kanlarım akıttığımız, ke­ miklerini yabancı topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz ve bunca feda­ kârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstah­ lık, cebbarlıkla uşak menzelcsİne indirmek iste­ diğimiz bu sahibi aslinin huzurunda bugün kemali hicap ve ihtiramla vaz't hakikimizi alalım." Atatürk bağımsız ve millî bir ekonominin kurulması için halkın ekonomi meseleleriyle yakından ilgilenmesini ye çok çalışarak; çok



79»



ATATÜRK.



kazanarak iyi yaşamağı amaç «dinmesini isti* yordu. Halbuki kapitülâsyonların tesiriyle olsun, din hükümlerinin yanlış tefsiri ile olsun, halkımızda ekonomi meselelerine karşı bir kayıtsızlık kok* leşmiş, bir lokma bir hırka düşüncesine daya* nan ve fakirliği bir insanlık fazileti olarak kabul eden bir hayat görüşü yerleşmişti. Ata­ türk böyle bir hayat görüşü ile bir milletin sömürge veya yarı sömürge olmaktan kurtulamıyacağını anlamış bulunduğundan halk ile yaptığı temaslarda, onu irşat için söylediği nu­ tuklarda bu görüşü de çürütmeğe çalıştı. 1922 de Batı Anadolu 'da yaptığı seyahatte Kanaat Felsefesi diye vasıflandırdığı bu görüş hakkın* da şöyle konuştuğunu görüyoruz: »Bence halk devri, iktisat devri mefhumu ile ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz mamur olsun, milletimiz müref* feh olsun ve zengin olsun. Bu noktada bîr felsefeyi size hatırlatayım. Kanaati, kenz-i la-yüfna farzetmek, fakrı fazilet bilmek felse­ fesine de o iktisat devri hitam versin. Efendiler, bu felsefeyi mutlaka yanlış tefsir etmek yüzünden bu millete, bu memlekete çok büyük fenalık edilmiştir. Biliniz ki Allah dünya özerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, müteoaim olsun diye yaratmıştır. Ve âzami derecede müstefit olabilmek için de bütün kâi­ nattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara ver­ miştir. Eğer vatan denilen şey kupkuru dağ­ lardan, taşlardan, merzagî sahalardan, çıplak ovalardan ve vatan; şehirler, köylerden ibaret olsa idi onun zindandau hiç bir farkı olmazdı," »Filhakika bu dediğimiz felsefenin sahipleri bu kıymetli vatanımızı böyle zindan ve cehen­ nem yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Halbuki bu vatan evlât ve ahfadımız için cen­ net yapılmağa lâyık, elyak bir vatandır." Atatürk bir taraftan fakirliğin fazilet oldu­ ğu yolundaki telâkkiyi değiştirmeğe çalışırken diğer taraftan da memleketimizi istilâ eden kuvvetlere karşı kazanılan askerî zaferin bü­ tün meselelerimizi ve dâvalarımızı halletmemiş olduğunu, yeni mücadelelerle yeni zaferlere varmanın lüzumlu bulunduğunu şu sözlerle an­ latmıştır: »Arkadaşlar; bundan sonra pek mühim za­ ferlere kavuşacağız, fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat, ilim ve irfan zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferiyetler, memleketimizi hakikî kurtuluşa şevketmiş sayılamaz. Bu zafer, ancak müstakbel zaferimiz için kıymetli bir zemin f)g3)rİnmiştir. Askerî zaferlerimizle mağrur ol*



miyalım, yeni ilim ve iktisat zaferlerine ha­ zırlanalım." Atatürk, yeni iktisat zaferleri için, ilkin bu konuda devlet telâkkimizin değiştirilme­ sini gerekli buluyordu. Atatürk 'e göre Osmanlı İmparatorluğu cibangir bir devletti. Kuv­ vetini ve servetini çoğaltmak için ülkeler fet­ hine girişmişti. Bu siyaset ise imparatorluğa ancak geçici bir büyüklük devresi sağlamıştı. XIX. ve XX. asırlarda Osmanlı Devleti ikti­ sadi bir kuvvet haline gelemediği için par­ çalanış ve çöküşü bu sırada hızlanmıştır. Y e­ ni Türkiye Devletinin bu büyük olaydan ders alması lâzımdı. Mademki bu devletin kurul­ duğu devir bîr iktisat devri id i; o halde Y e­ ni Türkiye Devletî iktisadi bir devlet olmalı idi. Bunun için de ülkümüz elimizdeki iktisadi kaynakları değerlendirmek olacaktı. Bunun lü­ zumunu Atatürk şu sözlerle belirtiyordu: »Kılıç ile fütuhat yapanlar mevkilerini, ne­ ticede sabanla fütuhat yapanlara terk etme­ ğe mahkûmdurlar. Kılıaç kullanan kol yo­ rulur. Fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahip olur." » . . , . siyasi ve as­ kerî muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle tetviç edilmezse husule gelen zaferler payidar olamaz ve az zamanda söner." Atatürk iktisadi zaferin kazanılması için mil­ lette yeni bir iktisat görüşünün doğmasından başka, devletin elinde sağlam bir iktisat plâ­ nının bulunmasını da gerekli telâkki ediyordu. Bu sebepledir ki daha İstiklâl Savaşının son bulmamış olduğu bir sırada 1 mart 1922 'de Büyük Millet Meclisinde söylediği bir nutuk­ ta çözülmesi icabeden başlıca iktisat mesele­ lerini hülâsa olarak şöyle anlatmıştı. 1 — Avrupa rekabeti yüzünden mahvolmuş ve ihmal edilmiş olan sanayii ziraiyeyi ihya ve asri vesait ile teçhiz etmek. 2 — Ormanlarımızı iyi halde bulundurmak ve âzami istifade temin etmek, 3 — Menafii umumiyey-i doğrudan doğruya alâkadar eden müessesat ve teşebbüsatı iktisadiyeyi kudretimiz nİsbe tinde devletleş­ tirmek. 4 — Madenlerimizi işletmek ve bu hususta çalışmak istiyen sermayeyi, kanun nisbetinde müsaade ve himaye etmek, 5 — Memleketin iktisadi temelleri .ziraat ve sanayi-t ziraiye olmakla beraber, memlekette öteden beri mevcut, meselâ sanayî-i nescıye gi­ bi sanayinin himaye ve ihyasını temin ve bazı mıntakalarda yeniden tesis edilecek diğer sa­ nayinin her suretle himayesi*)) çağar t «hem* miyette tutpiftfe,



Atatüf lî (Heyke'.traş Thûrak ttır«ft